YAÞAMIN RUH HARÝTASI

 

 

FIKIH

 

 

Ýçindekiler

 

1) FIKIH TARÝHÝ

2) FIKIH

3) ÝLÝM

4) ÝMAN

5) ÝBADET

6) TEMÝZLÝK

7)NAMAZ

8) ORUÇ

9)ZEKAT

10)  HAC

11) AÝLE HUKUKU

12) MUAMELATHUKUKU

13) AMME HUKUKU

 

 

 

 

 

CÝLT

 

 

 

 

 

 

 

Salih ÖZBEY

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kitabý Tashih Edenler:

Emekli Ýmam Seyda:  Abdulhadi Çeliker Hoca Efendi

Felsefeci:                      M.Kalkan

Belediyeci:                   B.Çelik

 

Kitaba Hizmet Verenler:

-D.Çeltek

-F.Güçlü

-E.Korkmaz

-R.Aslan

 

 

Kitaba Emeði Geçenler:

-M.Demir

-M.Sertdemir

-Z.Kýlýç

 

 

 

 

 


 

 

 

FIKIH DERSÝ PROGRAMI

 

        

GÝRÝÞ

Fýkýh dersi programý eðiticinin fýkýh derslerinde, bu dersin planlarýný hazýrlamada yararlanacaðý bir rehberdir.

 

Amaç, eðiticiye bakýþ açýsý kazandýrmak, onu dersin iþleyiþ ve yöntemleri hakkýnda bilgilendirmektir.

 

Eðitici dersin süresini ve öðrencilerin seviyesini dikkate alarak, konularýný bu programda seçer ve planýný yapar.

 

Bu ders programý açýklamalarý, amaçlarý, konularý, yöntemleri ve kaynakçayý içerir.

 

A)AÇIKLAMALAR

Tanýmý: Fýkhýn sözlük anlamý, söz ve fiillerin amaçlarýný kavrayacak  þekilde keskin ve derin anlayýþtýr. Terim anlamý ise, þer'i ameli  hükümleri, delillerine dayanarak bilmektir.

 

1)Doðuþu: Fýkýh yaþanan hayattan ve insan iliþkilerinden doðmuþtur. Bu da Ýslamý hayatýna hakim kýlmaya azmetmiþ bir cemaatin oluþmasýndan sonra olmuþtur. Bu azim hayat gerçeklerin sonucu olan, pratik bir hukuk ortaya çýkarmýþtýr.

 

2) Dinde fakih olma: "Allah   kime hayýr murat ederse onu dinde fakih kýlar." Dinde fakih olmak, dini iyice anlama, onu bütün  gerçekleriyle  kavrama, rusuh  (derinleþme) sahibi olma demektir. Bu ise, yalnýzca ahkamý öðrenmekten ibaret deðildir. Kalbin bütün  fonksiyonlarýný  çalýþtýrarak, tam bir takva ile kalbi her türlü kirden uzak tutarak dinde fakih olunabilir.

 

3) Fýkýh kavramýnýn tarihi seyri: Hicri 505'te  ölen  Gazali Ýhya'sýnýn  ilim kitabýnda bu terim  ayrýntýlara hasredilerek, kelimenin ihata ettiði geniþ anlamýn ihmal edildiðini belirtir. Ona göre anlamdaki bu deðiþikliðin sonucu "fýkýh, fetvalar, bu fetvalarýn iç yüzünü ve onlarýn illetlerini bulma anlamýnda kullanýlmaya  baþlanýlmýþtýr.  Halbuki fýkýh ilk dönemlerde ahiret bilgisi ve nefsin kötülüklerini bilme anlamýnda kullanýlýyordu.

 

4) Günümüzde ise Mekasýdu'þ-Þeria'ya bir yöneliþ gözlenmektedir: Mekasýdu'þ-Þeria dinin güttüðü, gözettiði gayeler, maksatlar demektir. Maksatlarda derinleþmenin fýkhýn fetvalar ilmine indirgenmesine engel olacaðý umulur. Bu  konuda ilk kaleme alýnan eser Þatibi'nin Muvafakat adlý kitabýdýr. Diðer bir  çalýþma, "Ýslam  Hukuk Felsefesi" adýyla  tercüme edilen M.Tahir b.Aþur'un "Mekasýdu'þ-Þeriati'l Ýslami"ye'sidir.

 

5) Fýkha  bakýþýmýz: Fýkýh  ilmi, Ýslam-i  düþünce  ve hayat tarzýný temsil  ettiði gibi  Ýslam'ýn  ruhunu da en güzel biçimde temsil etmektedir. Zira doðrudan  Kur'an ve sünnete dayanan fýkhýn incelediði konular Ýslam'la iç içedir.

 

6) Bu ilmin öðrenimi, yaþamý  Ýslam'a göre  düzenlemek  için yapýlýr: Bilinmesinin yaþantýmýza katkýsý olmayacak ayrýntýlardan ve "ne dünyada geçer ne de ahrette sorulur" cinsinden olan soru ve konulardan uzak durulmalýdýr.

 

7) Fýkýh  ve bilinç:  Fýkýh Usulü eðitimi, tarihi  bilinç ve nazari bilinç verir. Tarihi bilinç, nasslarýn sýhhatini garanti etmek olan ravinin bilincine ulaþtýrýr, onu duyumsatýr. Nazari bilinç, tarihi bilincin sýhhat ve meþruiyetini teyyid ettiði nasslarýn anlaþýlmasýný saðlar. Ahkamýn delillerine vakýf olmak ise ameli bilince ulaþtýrýr. Daha önce geçtiði gibi Kitap ve sünnet hakkýyla  anlaþýlmadan, ahkamýn delilleri bilinmeden sadece fýkýh okumakla dinde fakih olunamayacaðý bilinmelidir.

 

8) Fýkýh ilmi: Mükellefe yükümlü olduðu hükümlerin gayesini kavratýr.

 

9) Bu ilim: Ýnsanýn tüm  hayatýný  ilgilendiren  vazifeleri, ilahi emir ve yasaklarý ihtiva eder. Müslüman’ýn tüm  hayatýný ilgilendirir. Bazýlarýnýn din ve dünyayý birbirinden ayýrmalarý Ýslami deðildir. Her hususta baþvuru kaynaðý Kur'an ve sünnettir. Siyasi ve hukuki konular, ibadet ve benzerlerinden ayrý deðildir.

 

10) Bu ilim: Mezheplerin doðuþunu, teþri tarihindeki  önemini, konumunu kavratýr. Mezhepleri hak ettiði þekilde deðerlendirip, Müslümanlar arasýnda ayrýlýk sebebi olmasýnýn önüne geçer.

 

11) Mükellef: Hayatýný Ýslam'a göre düzenleme imkaný verir. Ona bu iradeyi kazandýrýr. Eðer yeterli donanýma sahipse problemlerini çözebilme yollarýný öðretir (usul), deðilse müracaat etmesi gereken kaynaklarla tanýþtýrýr, kullanma yollarýný öðretir.

 

12) Ýbadet: Mükellefiyet yaþýndan, yaþamýn sonuna kadar Müslüman’ýn her anýný, her nefes alýþ-veriþini kapsayan Allah rýzasý doðrultusundaki eylemlerdir.

 

B) ÖZEL AMAÇLAR

          1) Allah'ýn razý olacaðý umulan hayat tarzýný ortaya çýkarmak,

2) Amelleri,  delillerini  bilerek yapma  bilinci  ve ahkama göre hareket etme bilinci kazanmak,

3) Fýkýh ilminin kaynaklarýný tanýmak, onlara müracaat usullerini öðrenmek,

4) Hz. Peygamber (a.s)’in teþrideki yerini ve önemini kavramak,

5)  Fýkýh ilminin terimlerini öðrenmek,

6)  Mezheplerin din olmadýðýný, dinin mezhep imamlarý tarafýndan anlaþýlýþ yolu olduðunu kavramak,

7) Fýký konularda bilgi aktarabilme seviyesi kazanmak,

8)  Ýçtihadýn mahiyet ve önemini kavramak,

9)  Ýbadetin yapýlýþ amaçlarýný kavramak,

10)  Toplu ibadetin önem ve gereðini kavramak.

 

    A) KONULAR

1)  FIKIH TARÝHÝ

       a)  Doðuþu ve Vahiy Dönemi

       b)  Sahabe Dönemi

       c)  Tabiin Dönemi

       d)  Müçtehitler Dönemi

       e)  Mezheplerin Çýkýþý

       f)  Taklit Dönemi

       g)  Günümüzde Yaþayan Mezhepler ve Ýmamlarý

       h)  Ýslam Fýkhýnýn Bugünkü Durumu

2)  FIKIH

       a)  Fýkhýn Tanýmý                                                                                                     

       b)  Fýkhýn Konusu

       c)  Fýkhýn Amacý

       d)  Fýkýh Ýlminin Diðer Ýlimlerle Ýliþkisi  

3)  ÝLÝM

      a)  Ýlim Tarifi ve Hükmü

      b)  Ýlmin Fazileti ve Kýsýmlarý

      c)  Ýlmin ve Alimin Amacý

4)  ÝMAN

      a)  Ýmanýn Tanýmý

      b)  Esaslarý

      c)  Amentüsü

5)  ÝBADET

      a)  Tanýmý  

      b)  Ýbadetin Dinlerdeki Durumu

      c)  Ýbadet Ýnsaný Planlý ve Disiplinli Yapar

      d)  Cemaatle Ýbadet

      e)  Ýbadette Ýhsan Derecesi

      f)  Mükellef ve Görevleri

6)  TEMÝZLÝK

      a)  Abdest

      b)  Gusül

      c)  Teyemmüm

      d)  Meshetme

7)  NAMAZ

      a)  Namazýn Vakitleri

      b)  Namazýn Þartlarý

      c)  Namazýn Cem edilmesi

      d)  Ezan ve Ýkamet

      e)  Cemaatle Namaz

      f)  Ýmamda Aranan Vasýflar

      g)  Namazýn Çeþitleri

      h)  Namazlarýn Kýlýnýþ

      ý)  Yolcu ve Hasta Namazlarý 

      j)  Sehiv-Tilavet-Þükür Secdeleri

      k)  Kur’an’daki Kýsa Sureler

8)  ORUÇ

      a)  Orucun Çeþitleri

      b)  Ramazanýn Sübutu

      c)  Orucun Þartlarý

      d)  Kaza ve Kefaret

      e)  Fidye

      f)  Nezir

      g)  Ýtikaf

9)  ZEKAT

      a)  Tanýmý

      b)  Hükmü ve Delili

      c)  Þartý

      d)  Nisap

      e)  Zekat Verilmesi Gerekli Mallar

      f)  Zekat Kimlere Verilir

      g)  Sadaka

      f)  Fýtýr Sadakasý

10)  HAC

       a)  Haccýn Þartlarý

       b)  Haccýn Çeþitleri

       c)  Umrenin Þartlarý

       d)  Kurban

11)  AÝLE HUKUKU

        a)  Nikah

        b)  Mehir

        c)  Talak

        d)  Ýddet

        e)  Nafaka

        f)  Vasiyet

        g)  Miras Hukuku

12)  MUAMELAT HUKUKU

        a)  Mülk Hukuku

        b)  Ticaret Hukuku

        c)  Alýþ Veriþ Hukuku

        d)  Eþya Hukuku

        e)  Akitler

        f)  Vakýf

13)  AMME HUKUKU

       a)  Kaza (Yargý) Hukuku

       b)  Ukubat (Ceza) Hukuku

       c)  Cihad

 

 

    D) YÖNTEMLER

    Diðer ders  programlarýnda açýklanan yöntemler fýkýh  dersinde de aynen veya uyarlanarak uygulanabilir.

   Burada dersler esnasýnda  dikkat edilmesi gereken hususlara iþaret edilecektir.

   1) Fýkýh dersi konularý; öðrencilerin genel kültürleri göz önünde bulundurulmak suretiyle,ikna edici bir þekilde iþlenmelidir.

   2) Öðrencilerin eðitim yaþlarý göz önünde bulundurulmalýdýr.

   3) Her  konunun ilgili ayet ve hadisler ile ve yeri geldikçe iyi bir þekilde  seçilmiþ okuma parçalarý ile  desteklenmesine önem verilmelidir.

   4) Ýbadetlerle ilgili konular,imkanlar nispetinde uygulamalý olarak  öðretilmeli ve  ibadetin  insanýn  yaradýlýþýna  uygun davranýþlar olduðu öðrencilere benimsetilmelidir.

   5) Derslerde film, video, slayt þema gibi araçlardan faydalanýlmalýdýr.

 

E) KAYNAKÇA

 

Eserin Adý      YazarýnAdý       Yayýnevi

--------------------------------------------------------------------------------------------

1)  Ýslam’a Davet Fýkhý                    M. Meþhur                                           Aksa

2)  Fýkhi Meseleler (2 Cilt) YusufKerimoðlu                                 Ölçü

3)  Emanet ve Ehliyet(2 Cilt)           Yusuf Kerimoðlu                                Misak

4)  Kelimeler ve Kavramlar(2 Cilt)  Y. Kerimoðlu                                       Ýnkilap

5)  Ana Hatlarýyla Ýslam Hukuku(3 Cilt)/H.Karaman                              Ensar

6)  Günlük H. Helaller ve Haramlar H.Karaman                                       Ýz

7)  Ýslam'ýn Iþýðýnda Günün Meseleleri H.Karaman                                  Yeni Þ.

8)  Modern Çaðda Ýslami Meseleler               Mevdudi                               Pýnar

9)  Ýbadet                                             Yusufel-Kardavi                                 Ýlim

10)  Fýku's-Sire                                    Ramazanel-Buti                                 Gonca

11)  Kuran'a Göre Araþ.(3 Cilt)        HüseyinAtay                                       Diyanet

12)  Helaller ve Haramlar                 Yusuf Kardavi                                    Ýlim

13)  Fýkýh Ansiklopedisi                    VehbeZuhayli                                     Risale

14)  Bidayetü'l Müçtehid                  Ýbn-iRüþt                                              Beyan

15)  Fetavayi Hindiye                       Heyet                                                    Akçað

16)  Dört Mezhebe Göre Ýslam FýkhýA. Ceziri                                             Çaðrý

17)  Ýslam Hukunda Temel Hak ve Hürriyetler                                          Dib

18)  Ýbn'i Abidin  Reddul Muhtar Ala Durril Muhtar                                 Þamil

19)  Kitabul Emval                                            EbuUbeyd                            Düþünce

20)  Ýslam Ceza Hukuku ve Beþeri Hukuk A. Udeh                                  Ölçü

21)  Kadýnlara Örtü                                           AliArslan                              Arslan

22)  Ýslam’da Nikah ve Düðün        KemalSolak                                        Þelale

23)  Müslüman Kadýnýn Fýkýh Kitabý Ýbrahim Cem                                                 Risale

24)  Günümüz Meselelerine Fetvalar             Halil Genç                            Ýlim

25)  Ýslam Hukuku Tarihi                 M.elHudari                                          Kahr.

26)  Hanýmlara Özel Fetvalar          F.Beþer                                                 Nur

27)  Gençlik ve Evlilik                       Y.Özcan                                               Türdav

28)  Delilleriyle Aile Ýlmuhali            Prof.H.Döndüren                                Yeni

29)  Ýslam Kadýn Ans.                       A.EbuÞakka                                        Denge

30)  Ailede Çocuðun Dini Eðitimi    Dr.A.Dodurgalý                                   Seha

31)  Hukuk Terimler Sözlüðü           AliÞafak                                               Sönmez

32)  Ýstýlahat-ý Fýkhýyye Kamusu   Ö.Nasuhi Bilmen                                Sönmez

33)  Þeri Ölçüler ve Fýkhi Hükümler M. N. El-Kurdi                                   Buruc

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

1)  FIKIH TARÝHÝ

 

 

a)  Doðuþu ve Vahiy Dönemi

 

b)  Sahabe Dönemi

 

c  Tabiin Dönemi

 

d)  Müçtehitler Dönemi

 

e)  Mezheplerin Çýkýþý

 

f)  Taklit Dönemi

 

g) Günümüzde Yaþayan Mezhepler ve Ýmamlarý

 

h) Ýslam Fýkhýnýn Bugünkü Durumu

 

 - Okuma Parçasý -

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

1)  FIKIH TARÝHÝ

 

 

Genel Bir Bakýþ

 

Fýkýh: Bilmek, anlamak, bir þeyin bütününe vakýf olmak. Istýlahta, bir kimsenin leh ve aleyhindeki hükümleri bilmesi demektir. Baþka bir tarife göre fýkýh; kiþinin ibadetlere, cezalara ve muamelelere ait þer'î hükümleri mufassal delilleriyle bilmesidir. Ayrýca, söz ve fiillerin amaçlarýný kavrayacak þekilde keskin ve derin anlayýþ diye de tarif edilmiþtir.[1]

Kur'an-ý Kerîm'de:

 

اَيْنَ مَا تَكُونُوا يُدْرِكْكُمُ الْمَوْتُ وَلَوْ كُنْتُمْ فى بُرُوجٍ مُشَيَّدَةٍ وَاِنْ تُصِبْهُمْ حَسَنَةٌ يَقُولُوا هذِه مِنْ عِنْدِ اللّهِ وَاِنْ تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ يَقُولُوا هذِه مِنْ عِنْدِكَ قُلْ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللّهِ فَمَالِ هؤُلَاءِ الْقَوْمِ لَايَكَادُونَ يَفْقَهُونَ حَديثًا

 

“Nerede olursanýz olun ölüm size ulaþýr; sarp ve saðlam kalelerde olsanýz bile! Kendilerine bir iyilik dokunsa "Bu Allah'tan" derler; baþlarýna bir kötülük gelince de "Bu senden" derler. "Hepsi Allah'tandýr"" de. O kavme ne oluyor ki (kendilerine söylenen) hiçbir sözü anlamaya (fýkhetmeye) yanaþmýyorlar?"[2] ayetinde geçen "lâ yefkahûn" ince anlayýþ ve keskin idrak anlamýna gelmektedir. Baþka birçok ayette kâfirler için "fýkhetmeyenler" denilmektedir.[3]

Tevbe suresinde:

 

وَمَا كَانَ الْمُؤْمِنُونَ لِيَنْفِرُوا كَافَّةً فَلَوْلَا نَفَرَ مِنْ كُلِّ فِرْقَةٍ مِنْهُمْ طَائِفَةٌ لِيَتَفَقَّهُوا فِىالدّينِ وَلِيُنْذِرُوا قَوْمَهُمْ اِذَا رَجَعُوا اِلَيْهِمْ لَعَلَّهُمْ  يَحْذَرُونَ

 

“Müminlerin hepsinin toptan sefere çýkmalarý doðru deðildir. Onlarýn her kesiminde bir grup dinde (dinî ilimlerde) geniþ bilgi elde etmek ve kavimleri (savaþtan) döndüklerinde onlarý ikaz etmek için geride kalmalýdýr. Umulur ki sakýnýrlar”[4] buyruðunda özel bir fukahâ topluluðuna iþaret edilmiþtir.

 

عن حميد بن عبدالرحمن قال: ]سمعت معاوية رَضِيَ اللّهُ عَنْه يقول: سمعت رسول اللّه # يقول: مَنْ يُرِدِ اللّه بهِ خَيْراً يُفَقِّهْهُ فِي الدِّينِ[. أخرجه الشيخان وأخرجه الترمذي عن ابن عباس .

 

Humeyd Ýbnu Abdirrahmân anlatýyor: "Hz. Muâviye (radýyallahu anh)'ý iþittim demiþti ki: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ýn þöyle söylediðini iþittim: "Allah kimin için hayýr murad ederse onu dinde fakih kýlar." [5]

 

Allah Teâlâ (cc)'nýn imtihan için beyan buyurduðu emir ve nehiylerin tamamýna teklif denilir ve fýkhýn konusu, insanýn bu tekliflere muhatap olarak (mükellef) ortaya çýkan fiilidir. Ýnsanýn lehindeki ve aleyhindeki bütün haklarýný delillere dayanarak çýkarmak fukahanýn görevidir. Din hususunda Resulullah (a.s)'dan baþka kimseye ilmi bir delile dayanmadan dinde söz söyleme hakký tanýnmamýþtýr. Ýlmi bir delile dayanmadan kasýt edille-i þer'iyye, yani dört delildir. Bunlar, Kitap, Sünnet, icma ve kýyastýr.

 

Dört halife ve Tâbiûn devrindeki fýkýh kelimesiyle ilim kastediliyordu. Fýkh-ý Ekber tabiri, akâid ve tevhid ilmini, Fýkh-ý Vicdâni kavramý, nefis terbiyesi ve ahlâk ilmini, sadece fýkýh kelimesi ise, ameli konularý kapsýyordu. Usul-i Fýkýh ilmi ise, kiþinin lehinde ve aleyhindeki haklarýný öðrenmesinde takip edeceði kaide ve tavýrlarý konu alan ilimdi. Ýmam Ebû Hanife (Ö.-150/767)'nin fýkhý "kiþinin leh ve aleyhinde olan hükümleri bilmesi" þeklindeki tarifi, genel bir tarif olup, kelâm, iman, ahlâk ve tasavvuf gibi ana ilimler baðýmsýzlaþmamýþ, bu yüzden "el-Fýkhu'l-Ekber" adlý eseri itikâdi konularý kapsadýðý halde bu ismi almýþtý. Ancak daha sonra fýkýh ilmi; yalnýz ibadet, muamelât ve ukubâtý içine alacak þekilde "amellerin" ilâvesiyle tarif edilmiþtir.

 

Mecelle'nin 1. maddesindeki târifte þöyle denilmiþtir: "Ýlm-i fýhh, mesâil-i þer'iyye-i ameliyye"yi bilmektir.[6] Fýkýh usulüne büyük hizmeti geçen Ýmam Þâfiî (Ö. 204/819)'nin tarifi de þöyledir: "Fýkýh, dayandýðý delillerden çýkarýlmýþ þer'i, amelî hükümleri bilmektir."[7]

 

Fýkýh yerine yeni kullanýlmaya baþlanan "Ýslâm hukuku" deyimi, fýkýh yerine nisbi olarak kullanýlmaktadýr. Bu terim, ibadetler dýþýnda muamelât, ukûbat ve ferâizi kapsamaktadýr. Halbuki fýkhýn sýnýrý daha geniþ olup, temizlik ve ibadet konularýný da içine almaktadýr. Fýkhýn konusu Ýslâm; emir ve yasaklarla yükümlü kimsenin fiilleridir. Bu fiiller, namaz kýlmak gibi yapma ile; gasp gibi terk etme ile ve yeme-içme gibi muhayyer býrakma þekilleri ile ilgili olabilir. Akýllý ve ergin kimsenin þer'î hükümlerle yükümlülüðü ehliyet ile ifade edilir.

 

Ýbadet ve muamelâtla ilgili dini hükümlere "þeriat" denir. Bu kelime, din anlamýnda da kullanýlýr. Bu takdirde itikâdi ve amelî hükümlerin hepsini içine alýr. Ancak þeriat, genellikle amelî hükümler için kullanýlýr. Buna göre, ilâhý nizâmýn amel ve dýþ yönünü temsil eder. Dinin iç yönünü, özünü teþkil eden itikâdý hükümler, bütün semavî dinlerde ortak olduðu halde, ilâhý nizâmýn dýþ yönünü oluþturan amelî hükümlerde zaman içinde deðiþmeler olmuþtur.

 

Ýslâm, geçmiþ þeriatlarýn büyük bir kýsmýný deðiþtirmiþ, kaldýrmýþtýr. Allah, melek, peygamberlik ve ahiret günü gibi inanç esaslarýnda ise, herhangi bir deðiþiklik olmamýþtýr. Ýþte fýkýh, Ýslâm dininin amelî ve dünyevî yönünü ifade eder. Yirminci yüzyýlda bu kelimelerin aktüel kullanýmlarý ise, olumsuz ideolojik bir manaya tekâbül etmektedir. Ve gerek fýkýhçý, fukaha, gerekse þerîatçý terimlerinin muhtevasý kasýtlý olarak yanlýþ anlaþýlmaktadýr.

 

Hz. Peygamber hayatta iken fýkýh, bugün bildiðimiz sistematik manada deðildi; kaynaklar, Kur'an ve Sünnetti. Bisetten tedvîn devrine kadar amelî hükümler peyderpey gelmiþ ve risâlet yirmi üç yýlda tamamlanmýþtýr. On üç yýl süren Mekke devrinde daha çok inanç ve ahlâk ayetleri, Medine döneminde ise, daha ziyade hüküm ayetleri inmiþtir. Zira Ýslâm devleti oluþtuktan sonra uygulayacaðý hukuk esaslarý cihad, ibadetler, muamelât ve devletler arasý iliþkiler olup bu devrede nâzil olmuþtur.

 

Ýslâm Fýkhý, Bir Takým Devirlerden Sonra Oluþmuþtur

 

1) Resulullah'ýn devri: Bu devirde, fýkhýn asýl kaynaklarý olan Kur'an ve Sünnet ortaya çýkmýþtýr.

 

2) Sahabe devri: Bu devir, Ahkâmla ilgili ayet ve hadislerin sahabe tarafýndan tefsir ve izah edildiði devirdir.

 

3) Müçtehit imamlar devri: Fýkýh meselelerinin yazýlmaya baþlanmasý ve büyük müçtehitlerin ortaya çýktýklarý devirdir. Bu devir, Ýslâm fýkhý için geliþme ve olgunlaþma devridir.

 

4) Taklit devri: Bu da fýkýh ilminde duraklama devri sayýlýr.

 

 

 

 

a) Doðuþu ve Vahiy Dönemi

 

 

Müslümanlar, baþlarýna bir iþ geldiðinde yahut bir problemle karþýlaþtýklarýnda Allah Resulü'ne koþuyorlar, Ondan Allah’ýn bu konudaki hükmünü açýklamasýný istiyorlardý.[8]

 

Allah Resulü onlara, vahiyle kendisine indirilen ayet yahut ayetlerle verdiði sözlü sünnetler, önlerinde iþlediði fiili sünnetler veya, eðer doðru ise yaptýklarýný onaylamak (takrir suretiyle, fetva veriyor, kanun koyuyor ve açýklama da bulunuyordu.)

 

Sahabe farazi meselelerde düþünüp onu Resulüllah’a sormazlardý. Çünkü çok soru soran övülmezdi. Bilakis çok soru sormak yasaklanmýþ ve kötülenmiþti.[9]

 

Kur'an-ý Kerim'de yüce Allah þöyle buyuruyor:

 

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا لَا تَسَْلُوا عَنْ اَشْيَاءَ اِنْ تُبْدَ لَكُمْ تَسُؤْكُمْ وَاِنْ تَسَْلُوا عَنْهَا حينَ يُنَزَّلُ الْقُرْانُ تُبْدَ لَكُمْ عَفَا اللّهُ عَنْهَا وَاللّهُ غَفُورٌ حَليمٌ

 

“Ey iman edenler! Açýklanýrsa hoþunuza gitmeyecek olan þeyleri sormayýn. Eðer Kur'an indirilirken onlarý sorarsanýz size açýklanýr. (Açýklanmadýðýna göre) Allah onlarý affetmiþtir. (Siz sorup da baþýnýza iþ çýkarmayýn). Allah çok baðýþlayýcýdýr, aceleci deðildir.”[10]

 

 وعن سعد بن أبى وَقّاصِ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسُولُ اللّه #: إنَّ أعْظَمَ المُسْلِمينَ في المُسْلِمينَ جُرْماً مَنْ سَألَ عَنْ شَىْءٍ لَمْ يُحرَّمْ عَلى النَّاسِ فَحُرِّمَ مِنَ أجْلِ مَسْألَتِهِ.

 

Sa'd Ýbnu Ebî Vakkas (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Müslümanlar içinde, müslümanlara karþý en büyük cürüm iþleyen kimse odur ki, haram kýlýnmamýþ olan bir þey hakkýnda soru sorar da bu suali sebebiyle o þey haram kýlýnýverir."[11]

 

Hz. Muhammed (a.s) yürüyen bir Kur'an idi. Sahabe için Kur'an-ý öðrendikleri canlý bir örnekti. Kur'an-ýn açýklamadýðý teferruatý, sünnet açýklardý.

 

Peygamber (a.s) döneminde sahabe için fýkhýn ve hukukun kaynaðý Kur'an ve sünnet idi. Her türlü sorularýný Peygambere iletiyorlardý. Hz.Peygamber (a.s) bazý meselelerde içtihad etmiþ, ashabýna da  içtihad yapma izni vermiþtir. Onun döneminde ashap içtihad yapmýþtýr.

 

Resulüllah (a.s) bir meseleyi hükme baðladýktan sonra vahiyle baþka bir hüküm indirilirse, verdiði hükmü býrakýr Kur'an’ýn hükmünü kabul ederdi. Sahabeler bu dönemde Peygamber (a.s)'dan uzak olduklarý zaman içtihatlarda bulunuyorlardý. Peygamber (a.s)'ýn içtihadýnda hata bulunacak olursa Allah O'nun hatasýný vahiy yoluyla düzeltiyor ve  hakikati bildiriyordu.

 

Tatbik ve teþri arasýnda büyük bir fark vardýr. Peygamber (a.s), tatbik ederken, delilleri dinleyerek bir insan gibi hareket etmektedir. Vahyi Allah'tan alýp insanlara teblið ederken de bir Peygamberdir. Bu ikisi arasýndaki fark çok büyüktür. Sanat, ticaret, ziraat gibi dünya iþlerinde hata etmesi imkansýz, bir þey deðildir. Çünkü Peygamberlik görevi bunlar deðildir.[12]

 

Hz.Peygamber (a.s)'ýn içtihad yaptýðýnýn delillerinden birisi de Tebük savaþýna gitmemek için mazeret ileri süren kimselere verdiði izindir. Allah  onu uyarmak için þu ayeti indirmiþtir:

 

مَاكَانَ لِنَبِىٍّ اَنْ يَكُونَ لَهُ اَسْرى حَتّى يُثْخِنَ فِى الْاَرْضِ تُريدُونَ عَرَضَ الدُّنْيَا وَاللّهُ يُريدُ الْاخِرَةَ وَاللّهُ عَزيزٌ حَكيمٌ

 

“Yeryüzünde aðýr basýncaya (küfrün belini kýrýncaya) kadar, hiçbir Peygambere esirleri bulunmasý yaraþmaz. Siz geçici dünya malýný istiyorsunuz, halbuki Allah (sizin için) ahireti istiyor. Allah güçlüdür, hikmet sahibidir.”[13]

 

Hz.Peygamber (a.s)'ýn ashabýna içtihad için izin vermesinin delili:

 

عن الحارث بن عمرو بن أخي المغيرة بن شعبة يرفعه الى معاذ رَضِيَ اللّهُ عَنْه: لَمَا بعثهُ رَسُولُ اللّهِ  الى اليمن قال له: كَيْفَ تَقْضَى إذَا عَرَضَ لَكَ قَضَاءٌ؟ قَالَ: أقْضِي بِكِتابِ اللّهِ. قَالَ: فإنْ لَمْ تَجِدْ؟ قَالَ: أقْضي بِسُنَّةِ رَسُولِ اللّهِ  قَالَ: فإنْ لَمْ تَجِدْ في سُنّةِ رَسُولِ اللّهِ  وََ في كِتَابِ اللّهِ؟ قَالَ: قُلْتُ أجْتَهِدُ بِرَأيِى وََ آلُو. قَالَ: فَضَرَبَ رَسُولُ اللّهِ  صَدْرِي، وَقَالَ: الْحَمْدُ للّهِ الَّذِي وَفّقَ رَسُولَ اللّهِ  لِمَا يُرْضَي رَسُولَ اللّهِ .

 

Resulüllah (as)'ýn Yemen'e  gönderirken  Muaz bin Cebel (ra) söylediði meþhur hadistir. Muaz'ýn arkadaþlarýndan nakledildiðine göre Resulüllah (as) Muaz'ý Yemen'e gönderirken þöyle buyurdu:

-Sana bir mesele sorulduðunda ne yaparsýn?

-Allah’ýn kitabýyla hükmederim.

-Allah’ýn kitabýnda olmazsa?

-Allah'ýn Resulü'nün sünnetiyle hükmederim.

-Allah'ýn Resulün sünnetin de. Cevapsýz býrakmam

Resulüllah sýrtýmý sýðadý sonra þöyle buyurdu: Razý olduðu þeye Allah  Resulünün  elçisini muvaffak kýlan Allah'a hamd olsun."[14]

 

 

 

b) Sahabe Dönemi

 

 

Sahabe: Peygamber Efendimize iman ederek O'nu gören ve Müslüman olarak ölen kimselerdir. Lügat itibariyle Sahabe, arkadaþ manasýna gelen "sahip" kelimesinin çoðuludur. Ýslâm ýstýlâhýnda "Hz. Peygamberin arkadaþlarý" için, daha geniþ kapsamýyla Resulullahý gören müminler için kullanýlmýþtýr. Sahabi ve  ashab terimleri de ayný manayý ifade eder.

 

Sahabe sayýlabilmek için az da olsa Resulullah ile görüþmek þarttýr. Bu sebeple Hz. Peygamber döneminde yaþamýþ, O'na iman etmiþ, hatta O'nunla haberleþip yazýþmýþ, O'na destek saðlamýþ kiþiler ashaptan sayýlmaz. Meselâ o dönemin meþhur Habeþistan Kralý Necâþî Ashame böyledir. Ýyiyi kötüden ayýrt edebilecek temyîz yaþýnda Peygamber Efendimizi gören çocuklar ise ashaptandýr. Meselâ Hz. Peygamberin iki torunu Hasan ile Hüseyin'in durumu böyledir. Hz. Peygambere iman eden ilk kiþi olarak ilk sahabe, Resulullah'ýn mübarek eþi Hz. Hatice'dir.

 

Son sahabe ise, genellikle kabul edildiðine göre 100/719 senesinde vefat eden Ebü't-Tufeyl Âmir b. Vâsile el-Leysî el-Kinânî'dir. Bu tarihten sonra yaþayan bir sahabenin varlýðý bilinmemekle beraber Ýslâm âlimleri, Hz. Peygamberin hayatýnýn sonlarýnda söylediði: "Yüz sene sonra bugün yaþayanlardan hiç kimse hayatta kalmayacaktýr"[15] hadîsine dayanarak ashabýn bulunabileceði son zaman sýnýrý olarak 110/729 senesini belirlemiþlerdir. Ýslâm aleminde çok sonraki dönemlerde bile zaman zaman görüldüðü gibi artýk bu tarihten sonra sahabî olduðunu iddia edenler çýksa da onlara itibar edilmez. Sahabenin mutlaka Hz. Peygamber (a.s)'ý bir an da olsa görmüþ veya sohbetinde bulunmuþ olmasý gerekir.

 

Amâlýk, saðýrlýk veya dilsizlik gibi sebeplerle, görme ve sohbetten biri gerçekleþemezse, bu durum sahabe olmaya engel deðildir. Nitekim Ashabýn ileri gelenlerinden ve Peygamberimizin müezzinlerinden olan Abdullah Ýbn Ümmi Mektûm, âmâ olduðu için Hz. Peygamberi görememiþ fakat, sohbetlerinde bulunmuþtur.

 

Hz. Peygamberi dünya gözüyle görmek þarttýr. O'nu (a.s) rüyasýnda görenler sahabe sayýlmaz. Hz. Peygamber (a.s)'ý kendisine peygamberlik gelmeden önce gören veya O'nunla sohbet eden, fakat peygamberlikten sonra göremeyen kiþi de sahabe sayýlmaz.

 

Peygamberlikten sonra Resulullah (a.s)'ý gören kimsenin Müslüman olmasý ve daha sonra dinden çýkmýþ olmamasý gerekir. Binaenaleyh; henüz Müslüman deðilken Peygamberimizi gören bir kimse daha sonra Müslüman olsa ve Hz. Peygamber (a.s)'ý göremese, sahabe sayýlmaz. Yine, Müslümanken Hz. Peygamber (a.s)'ý gören ve sahabe olan bir kiþi, daha sonra irtidat edip dinden çýksa, sahabelikten de çýkar. Ancak, tekrar Müslüman olur ve Hz. Peygamberi görürse yine sahabe olur.

 

Ýslâm'ýn en güzel ve doðru bir þekilde öðrenilebilmesi için Hz. Peygamberin, dolayýsýyla Ashab-ý Kirâmýn hayatýný iyi bilmek gerekir. Çünkü Hz. Peygamber (a.s) ve O'nunla iç içe yaþamýþ olan Ashabý Kirâmýn hayatýnda müslümanlar için çok güzel örnekler vardýr. Alimler, Hz. Peygamberin hayatýný tafsilatlý bir þekilde tespit ettikleri gibi, ashabýn hayatýyla ilgili bilgileri de tespite gayret etmiþlerdir. Ýslâm'ýn ilk asýrlarýndan itibaren sahabe biyografilerini tespit için pekçok eser yazýlmýþtýr. Bu kitaplarda sahabe, Hz. Peygambere yakýnlýk ve fazilet derecelerine göre veya isimlerine göre alfabetik bir þekilde ele alýnmýþtýr.

 

Bu tür kaynaklarda toplam olarak ancak, 10.000 kadar sahabenin hayatý hakkýnda bilgi verilmektedir. Aslýnda ashabýn sayýsý kesin olarak tespit edilebilmiþ deðildir. Ancak genellikle Hz. Peygamber vefat ettiði zaman 114.000 sahabenin bulunduðu kabul edilir. Hayatlarý kitaplara geçen sahabeler; tanýnan, bilinen, çeþitli özellikleriyle meþhur olan kimselerdir. Hayatlarýyla ilgili bilgiler sonraki asýrlara intikal etmeyen veya Mekke-Medine gibi önemli merkezlerden uzakta yaþayan sahabelerin isim ve hayatlarý bu kaynaklarda yer almamýþtýr. Bu giriþten sonra, Sahabeler döneminde fýkhýn uygulanýþýna geçebiliriz.

 

Ebu Davud ve  Nesai'nin Ebu Said el Hudri (ra)'dan rivayetine göre O, þöyle demiþtir: "Ýki kiþi sefere çýktý. Namaz vakti geldi. Fakat yanlarýnda su yoktu. Temiz toprakla teyemmüm yaptýlar ve namaz kýldýlar. Sonra vakit  içinde su  buldular. Onlardan birisi abdesti ve namazý iade etti, diðeri etmedi. Sonra  Resulullah (as)'a  gittiler. Bunu O'na anlattýlar. Hz. Peygamber (as) namazý iade  etmeyene  "Sünnete-yani vacip olan  hükme- uygun davrandýn. Namazýn sana yeter,"dedi. Abdest alýp namazý iade edene de: Senin için iki mükafat var" dedi.[16]

 

Bu Konuda Sözü Uzatmadan Þu Sonuçlara Ulaþabiliriz

 

1) Hz.Peygamber (a.s) döneminde Müslümanlarýn kaynaðý Kur'an ve Resulullah (as)'ýn sünnetidir.

 

2) Sahabe Hz.Peygamber(as)'e ancak ihtiyaçlarý olan sorularý sorardý.

 

3) Hz.Peygamber (a.s) ve ashabý tarafýndan içtihad yapýlýrdý. Hz.Peygamber (a.s) siz dünya iþlerini  daha  iyi bilirsiniz diyerek; kendisinin beþer olduðunu; bazý konularda Sahabelerin daha güzel çözümler  getirebileceðini biliyordu. Bu nedenle onlarla istiþare  etmek, görüþlerini almak Peygamber (as)'ýn sýkça yaptýðý bir þeydi.

 

4) Hz.Peygamber (a.s) döneminde yasama kaynaðý, kitap ve sünnetle temsil edilen  vahiy olmakta devam etti. Dolayýsýyla ahkamda ihtilafa imkan yoktu. Eðer  içtihad  caiz olduðu için görüþ farklýlýðýndan dolayý farklý bir netice ortaya çýkarsa; bu farklýlýk Hz.Peygamber (a.s) tarafýndan ortadan kaldýrýlýrdý. Sahabeler devrinde fýkhýn uygulanýþýnýn örnekleri:

 

 عن مالك أنهُ بلغَهُ أنّ النبى  قال: تركتُ فِيكُمْ أمرينِ لَنْ تَضِلُّوا ما تَمَسّكتُمْ بِهِمَا: كِتَابَ اللّهِ تَعالَى، وَسُنّةَ رَسُولِهِ  .

 

"Size iki þey býrakýyorum. Bunlara uyduðunuz müddetce asla sapýtmayacaksýnýz: "Allah'ýn Kitab'ý ve Resûlünün sünneti." [17]

 

Fakat Hz. Peygamber (a.s) bu ikisinin yanýnda  hayatýnda sefer ve hazarda  kendisiyle beraber bulunmuþ, yaptýklarýný görmüþ, sözlerini iþitmiþ, vahyin  iniþine  þahit olmuþ, onun sebep ve  gerekçelerine  vakýf  olmuþ  arkadaþlarýný býraktý. Böylece önemli iþlerde kitap ve sünnetten Allah'ýn hükmünü tanýyacaklarý fýkhi bir meleke onlarda oluþtu.

 

Ebu Ýshak þöyle diyor: "Bil ki, Resulullah (a.s)'ýn yanýnda bulunan, Ona arkadaþlýk yapan ashabýn çoðu  fakih idiler. Sahabe için fýkhýn kaynaðý ve usulü Allah'u  Teala’nýn  kitabý, Resulü'nün hitabý ve aklýn ondan anladýðýdýr. Allah'ýn hitabý Kur'andýr. Bu, onlarýn diliyle, bildikleri sebep ve meydana gelen olaylar üzerine indi.Onlar bu sebep ve olaylarý dýþ ve iç yönüyle biliyorlardý. Bunun için Ebu Ubeyde el Mecaz kitabýnda þöyle der: "Sahabe içinde hiç kimsenin Kur'an’da bir þeyi anlama hususunda Resulullah (a.s)'a müracaat ettiði nakledilmemiþtir, yine Allah Resulü (a.s)'ýn  hitabý, onlarýn diliyle olmuþtur, manasýný biliyor, maksadýný anlýyorlardý. Onun  ibadet, muamelat, devletler hukuku (siyer) ve siyasetle ilgili yaptýðý bütün fiillerine ise hepsi þahit oluyor, öðreniyorlardý."[18]

 

Yukarýda anlatýlanlarý destekleyen birkaç örnek verelim

 

Allah Resulü (a.s)'ýn  kabrine defin  iþlemini tamamlamamýþlardý ki birçok konuda aralarýnda ihtilaf baþ gösterdi. Sahabe döneminde baþlayan ihtilaflarýn birçok  sebepleri var idi. Bu ihtilaflar  daha çok  füruda söz konusu  olmuþtur. Bu sebepler: Kýraatlar, bazý  hadislere vakýf  olmama, söylenen hadisin sabit olmasýndaki þüphe, nassýn anlaþýlmasýndaki ve yorumlanmasýndaki ihtilaf, delillerin çatýþmasý, bir meselede nassýn olmamasý ve usullerdeki farklýlýk sayýlabilir...

 

Kendine öz görüþ oluþturma (içtihad) ilkesi Ýslam cemaatinin ilk devrindeki manevi hayatýn en  belirgin özelliðini canlandýrýyor. Ýbnul-Kayyým, içinde bunun çok önemli bir yerinin bulunduðu, gerekliliði  kabul  edilen bir çok olaydan söz ediyor. Günün  birinde ikinci  Halife Ömer (ra), davasýna, her ikisi de  Hz. Peygamber (as)'ýn Sahabesi  olan Hz.Ali ve Zeyd (ra)'ýn baktýklarý bir davacýya þöyle sorar:

"Hüküm nasýl sonuçlandý?"

Adam, kendisine durumu anlatýr. Bunun üzerine

-Hz.Ömer (ra),

"Ben hakim olsaydým, deðiþik hüküm verirdim" der.

-Bu durumda adam,

"Halife olduðuna göre, neden kendi kararýný kabul etmiyorsun?" diye söyler.

-Buna Hz.Ömer (ra) þöyle cevap verir:

"Eðer o, sünnetin belirli bir  hükmüne dayanan bir karar olsaydý, dediðini yapardým, ama burada söz konusu olan, görüþ (rey)le ilgili bir þey, bunda  hepimiz ayný hakka sahibiz..."[19]

 

Yukarýdaki olay bizlere birçok þeyi öðretiyor. Resulüllah (a.s) döneminden sonra büyük sahabeler ve Reþid halifeler dönemi baþlar ki; bu dönem hicri II.yy'dan baþlar 40.yýla kadar devam eder.

 

Hz.Ebubekir (r.a) döneminde fýkhýn en  belirgin özellikleri

 

a) Hakkýnda nass  bulunmayan olaylar  çokça kýyasa baþvurulmuþ ve bu konuda Sahabeden herhangi bir tepki gelmemiþtir.

b)  Þer'i delillerden biri olmak üzere icma açýk bir þekil de ortaya çýkmýþtýr. Burada o dönemde sahabenin azlýðý ve böylece bir konu üzerinde  görüþ birliði etmelerinin kolay oluþu da yardýmcý olmuþtur. Birçok konuda icma etmemiþtir.

 

Örnek: Mürtedin esir edilip köleleþtirilemeyeceði, bilakis öldürüleceði; Kur'anýn bir Mushaf halinde toplanmasý ve yazýlarak çoðaltýlmasý...

 

Hz.Ömer (r.a) Sahabe  ile çok istiþarede bulunur, onlarla fazlaca tartýþýr olmasý, böylece en üstün olan görüþe tatbiki en uygun olan  hükme  ulaþma  baþarýsýný  elde etmiþtir. Onun fetvalarýný  toplayýp  üzerinde  düþündüðümüz  zaman fetva ve uygulamalarýnda maslahatýný esas aldýðýný, seddi zerai, mefsedetlerin uzaklaþtýrýlmasý, þer’i siyaset gibi ilkelerden hareket ettiðini bazý hükümleri, illeti ortadan kalktýðý ya da uygulama þartlarýndan bir kýsmýný yitirdiði için  artýk uygulamadan kaldýrýldýðýný görebiliriz.

 

Hz.Osman (r.a)'a halife olmak üzere beyat edildiði zaman, Allah'ýn Kitabý ve Resulün sünneti, kendinden önce geçen iki halifenin  gidiþatý  üzere  amel  edeceðine dair verdiði söz üzere beyat  edilmiþtir. (Hz.Ali (r.a) tavrý daha  farklý idi) Böylece III. halife döneminde üçüncü bir kaynak daha ortaya çýkmýþ  oluyordu. Bu, iki büyük halifenin yani Hz.Ebubekir ve Ömer(ra)'ýn takip etmiþ olduklarý siyaset ya da gidiþatlarýydý. Hz.Osman (r.a) ne az ne de çok fetva verenlerdendir.

 

Hz.Ali (r.a) insanlar içerisinde nasslarý anlama ve deðerlendirmede, onlarý uygulamada, cüzi meseleleri külli esaslara dayandýrma ve onlarla irtibatlandýrma da vb. Konularda Hz.Ömer (r.a) en çok benzeyen kiþi idi. Medineliler içinde hüküm vermede en isabetli kimse olarak kabul edildi. Fetva istendiðinde önce Kur'ana sonra sünnete baþvururdu. Sonra da rey içtihadýnda  bulunur  ve  kýyas  yapar, kah  ýstýshab ile kah istihsan ile hükmederdi, bazen de kamu yararýný  dikkate alýrdý.

 

Bütün bunlardan Þari'nin maksatlarýný göz  önünde bulundururdu.[20]

 

Yukarýda Anlatýlanlarý Ttoparlayacak Olursak Þu Sonuçlara Ulaþýrýz

 

Sahabe devrinde fýkhýn kaynaklarý

1)  Kitap

2)  Sünnet

3)  Rey (kýyas)

 

Bu devirde sünnet kitap halinde yazýlmamýþ idi. Sahabelerin yeni meseleler karþýsýnda yaptýklarý içtihatlarda rehberleri ihlaslarý idi. Çünkü sahabelerin fakihleri, Müslümanlarýn  seçkinleri idi. Onlar  fetva  verirken  dini hakikatti arýyor ve mutlaka doðru bir çözüm yolu  bulmak için alýþýyorlardý.

 

Bunlar Kendilerinden  Sonra Gelen  Nesillere Ýki Þekilde Faydalý Oldu

 

1) Sahabeler içtihad için saðlam bir metod koydular. Rehberleri  ihlas  oldukça bu ihtilafýn, birliði bozmayacaðýný, bilakis akýl ve idraklerini kuvvetlendireceðini ve her yönüyle meseleyi inceleyen kimseleri gerçeðe  ulaþtýracaðýný göstermiþ oldular.

 

2) Fýkýhta  zengin bir  araþtýrma, þuurluluk  ve  açýklýk mirasý býraktýlar ki ihtilafa da düþseler  ittifak da  etseler kendinden sonra gelenlere büyük faydalar saðladý.[21]

Hz.Ömer (r.a), Abdurrahman b.Avf (r.a)  bildirinceye kadar, veba olan memlekete  giriþin  hükmünü  bilmiyordu. Sahabeler sabit olduðu hususunda açýk karine bulunan hadisle amel ediyorlar, karine  bulunmayan hadisle amel  etmiyorlar veya kendilerine kuvvetli görünen baþka bir hadisle amel ediyorlardý.

 

 

 

c) Tabiin Dönemi

 

 

Tabiun, Hz. Muhammed (a.s)'ýn sahabelerinin devrine yetiþen, onlarý gören, imân sahibi olduðu halde onlarla beraber bulunan ve imân üzere vefât eden kiþiler, sahabeden hadis nakledenler.

 

Arapça bir kelime olan tâbiûn, "tebi-e" fiilinden gelmektedir. Bu fiil, birinin izinde yürümek, ona tabi olmak, beraberinde bulunmak, cemâatýn namazda imama tabi olmasý gibi manalarý ifâde eder. Bu fiilden ismi faili, "tâbiun" dur. Sonuna nispet ya'sý bitiþince, "tabiî" olur. Bunun çoðulu da, "tâbiûn" dur. Kelime olarak Türkçe karþýlýðý; uyanlar, tabi olanlar demektir. Dinî anlamda da, Hz. Muhammed (a.s)'ýn sahabelerine tabi olan, onlarý takip eden nesil için kullanýlýr. Arap gramerine göre, tâbiûn kelimesi ref' halindedir, yani ötüreli okunma durumundadýr. Bunun nasb ve cer (kesreli ve fethalý) okunma hali ise, "tâbin"dir. Buna göre "tâbiûn" ve "tâbin", ayný anlamda olan iki kelimedir.

 

Müslüman bir kiþinin Tâbiûn'dan sayýlabilmesi için, Sahabeleri gördüðünde, görüp iþittiðini hafýzasýnda tutabilecek bir yaþta olmasý gerekir.

 

Tâbiûn, Ýslâm’ýn ikinci neslinden oluþmaktadýr. Onlardan sonra gelen nesle de, "etbâu't-tâbiîn" veya "tâbeu't-tâbiîn" denir.

 

Ýlk tabiînin kim olduðu hususunda alimlerin farklý yorumlarý vardýr. Bazý alimler, "Yalnýz bir sahabeyi gören kiþi Tabiûndan sayýlýr" demiþler, diðer bazý alimler de, yalnýz görmeyi, bir araya gelmiþ olmayý yeterli kabul etmemiþlerdir. Onlara göre, bir kiþinin Tâbiûndan sayýlabilmesi için, Sahabelerle sohbette bulunmuþ olmasý gerekir. Onun için Tabiûn'un baþlangýcý net bir þekilde tespit edilmemiþtir.[22]

 

Tâbiûn devri hicri 120 tarihlerine kadar devam etmiþtir. Tâbiûn devri, Ýslâm kültür hayatýnýn son derece geliþen ve parlak olan devridir. Siyâsi iktidar bakýmýndan bu dönem, Emevilerin hakimiyetine rastlar.

 

Sahâbilerin tabakalarý hakkýnda olduðu gibi, Tâbiûn'un tabakalarý hakkýnda da alimlerin farklý yorumlarý olmuþtur. Herkes onlarý kendilerine göre farklý bir þekilde tabakalara ayýrmýþtýr. Ýmam Müslim, Tabileri üç, Ýbn Sa'd dört, Hâkim de on beþ tabakaya ayýrmýþlardýr. Hâkim'e göre ilk tabaka, Aþere-i Mübeþþere (Cennetle müjdelenen on sahabe)'yi görenlerdir. Onlar da þu zatlardýr: Kays b. Ebi Hazm el-Becelî, Ebu Osman en-Nehdî, Kays b. Ubâd el-Kaysî, Ebu Sasan Hüseyn b. el-Münzir er-Rekâsî, Ebu Vâil, Sakik b. Seleme el-Kufi, Ebu Recâ el-Utaridî.

 

Bunlar muhadremûndandýrlar. Muhadremûn, hem cahiliye döneminde ve hem de Ýslâm döneminde bulunduðu halde, Hz. Muhammed (a.s) ile buluþamayan müslümanlara verilen bir unvandýr. "Sahih" sahibi Müslim, bunlarýn sayýsýný yirmi olarak zikretmiþtir.

 

Tâbiûn neslinin hadis rivâyetinde, Tefsirde, nahvýn geliþmesinde, fýkhî konularýn oluþmasýnda ve diðer çeþitli ilimlerde büyük hizmetleri olmuþtur. Hadislerin yazýlmasý ve tasnif edilip konularýna göre kýsýmlara ayrýlmasý onlarýn öncülüðünde geliþmiþtir. Tabiûn neslinden hadis yazan çok kiþi vardýr. Bunlarýn en meþhurlarý Ýbn Þihâb ez-Zühr, Said Ýbnu'l-Müseyyeb, Said b. Cübeyr, Hasan el-Basri, Ýbrâhim en-Nehai vb.dirler.

 

Tâbiûn neslinden fýkýh ilmi ile de meþgul olan, bu sahada hizmeti geçen bir çok kiþi vardýr. Medine'de, arkadaþlarý arasýnda fýkýh ilminde temâyüz eden, ileri derecelere ulaþan yedi zat olmuþtur ki, bunlara "fukahâ-yý seb'â" adý verilir ve onlar da þunlardýr: Saîd b. el-Müseyyeb, Kasým b. Muhammed b. Ebi Bekr es-Sýddîk, Urve b. ez-Zubeyr, Harice b. Zeyd b. Sabit, Ebu Seleme b. Abdurrahman b. Avf, Ubeydullah b. Utbe b. Mes'ûd ve Ebu Eyyûb Süleyman b. Yesâr el-Hilâlî.

 

Sonradan fetvalarý taklit edilen ve mezhep imâmý olarak kabul edilen kiþilerden yalnýz Ebu Hanife, Tâbiûn neslindendir. Diðer mezhep imâmlarý, daha sonraki nesillerdendirler.[23]

 

 

 

d) Müçtehitler Dönemi

 

 

Müçtehit: Ayet ve hadislere dayanarak hüküm çýkaran Ýslâm bilgini; Ýslâm hukukçusu; alim, fakîhdir.Ýçtihad, sözlükte güç, takat ve çaba anlamýna gelen "cehd" kökünden "iftial" vezninde olup, bir þeyi elde etmek için olanca gücünü harcamak demektir. Âyet ve hadislerden kýyas ve benzeri yollarla hüküm çýkarma anlamýnda mecazen kullanýlýr. Ayet ve hadislerden hüküm çýkarma gücüne sahip olan fakîh zata da "müçtehit" denir.[24] Ýçtihad, ya þer'î delillerden hüküm çýkarma þeklinde olur, ya da çýkarýlan bu hükümlerin toplum hayatýna uygulanmasýyla ilgili bulunur.

 

Ýslâm hukukunda þer'î hükümler kesin delillere yani açýk ayet ve hadislere veya icma dayanýyorsa içtihada gerek kalmaz. Mecelle, bunu "Mevrid-i nas'da içtihada mesað yoktur" prensibiyle ifade etmiþtir.[25] Ancak nasslarýn sübûtu veya delaleti, zannî olup, kesinlik ifade etmez veya âyet ve hadislerde çözümü bulunmayan meselelerle karþýlaþýlýrsa, reyle (içtihad) hareket edileceði, bizzat Hz. Peygamber tarafýndan, Muâz b. Cebel'i Yemen'e vali olarak gönderirken açýklanmýþtýr.

 

Hz. Muhammed, Muâz'a Yemen'de ne ile hükmedeceðini sormuþ; Muaz, "Allah'ýn Kitabý ile" cevabýný vermiþtir. Hz. Peygamber (a.s) "Allah'ýn Kitabýnda bir hüküm bulamazsan?" buyurunca; "Resulünün sünnetiyle" demiþtir. "Onda da bulamazsan"sorusuna ise Muaz, "Reyimle içtihad ederim" cevabýný vermiþtir. Bunun üzerine Allah Resulü þöyle buyurmuþtur: "Resulünün elçisini, Peygamberinin razý olduðu þekilde muvaffak kýlan Allah'a hamd olsun."[26] Arapça'yý iyi bildikleri ve Hz. Peygamberle beraberlik sayesinde Allah ve Resûlünün maksadýný çok iyi anladýklarý için Sahabe neslinden müçtehitlerin sayýsý bir hayli çoktur. Ancak kendilerinden hüküm ve fetva nakledilen Sahabe müçtehidi yüz otuz kadardýr. Bunlardan yedi tanesi fetvalarý birer kitap olacak kadar çoktur. Fukâhâ-Seb'a denen bu sahabeler þunlardýr; Hz. Ömer, Ali, Aiþe, Zeyd b. Sâbit, Abdullah b. Mes'ud, Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Ömer.[27]

 

Hz. Ömer, Ebû Musa el-Eþârî'ye gönderdiði mektupta onu kýyas ve içtihada teþvik etmiþ yine ayný konuda Kâdî Þurayh'a (ö. 78/697) þöyle demiþtir: "Kitâptan açýkça anlayabildiðinle hükmet. Eðer kitabýn tamamýný bilemezsen Rasulullahýn hükmettiði ile hükmet. Bunun hepsini bilmezsen, doðru yolda olan alimlerin kazalarýyla hükmet. Bunlarýn da hepsini bilemezsen, reyinle içtihad et, alim ve salih kiþilerle de istiþare et."[28]

 

Ayet ve hadislerden hüküm çýkarmak ve içtihad gerektiren konularý çözebilmek için bir takým þartlara ihtiyaç vardýr. Bu esaslar fýkýh usulünün tedvini ile birlikte, ilk defa Müçtehit imamlar devrinde tespit edilmiþtir. Bir müçtehitte bulunmasý gereken özellikleri þöylece ifade edebiliriz:

 

a)  Arapça’yý bilmek

 

Fýkýh usûlü bilginleri bu noktada ittifak etmiþlerdir. Çünkü Kur'ân bu dille inmiþ, Hz. Peygamberin sünneti de ayný dille ifade edilmiþtir. Ýslâm þerîatýnda araþtýrma yapan kimsenin nasslardan hüküm çýkarma gücü, Arapça’nýn sýr ve inceliklerini bilmesi oranýndadýr. Þâtýbî bu konuda þöyle der: "Arapça’yý anlamakta müptedi olan kimse, þerîatý anlamakta da müptedidir. Arâpça’yý orta derecede anlayan kimse, þerîatý anlamakta da orta durumdadýr. Bu, son dereceye ulaþmamýþtýr. Arapça’da son dereceye ulaþan kimse, þerîatý anlamakta da son dereceye ulaþýr. Dolayýsýyla onun anlayýþý þerîatte hüccet olur; Týpký sahabelerin ve Kur'ân'ý hakkýyla anlayan bilginlerin anlayýþlarýnýn hüccet oluþu gibi...

 

Bunlarýn seviyesine ulaþmayan kimselerin þerîat konusundaki anlayýþlarý kendi seviyeleri ölçüsünde eksiktir. Anlayýþý eksik olan herkesin görüþü ise ne bir hüccet olur, ne de baþkalarý tarafýndan kabul edilir."[29]

 

Ancak maslahat veya mefsedet kabilinden bir manâ ve illete baðlý olan konularda Arapça bilmeyen de prensipleri kavrayýp uygulama alanýný belirleyebilir. Kýyas içtihatlarýnýn çoðu bu kabildendir.[30]

 

Müçtehidin Arapça bilgisi genel olarak, Arapça'nýn inceliklerini kapsamalýdýr. Çünkü Kur'ân-ý Kerîm, Arapça’nýn en belið ve en fasihini teþkil eder. Bu yüzden, ayetlerden hüküm çýkaracak kimse, Kur'ân'ýn belâgat, fesahat ve sýrlarýný bilmelidir ki, bu sayede onun içine aldýðý hükümleri kavrayabilecek duruma gelmiþ olsun.

 

b) Kur'ân Ýlmine sahip olmak

 

Kur'ân, Ýslâm'ýn direði, þer'î hükümlerin esasýdýr. Kur'ân ilmi çok geniþtir. Bunu tam olarak bilen Hz. Peygamberdir. Bu yüzden bilginler, müçtehit için Kur'ân'da hüküm ifade eden beþ yüz kadar âyetin inceliklerini, özelliklerini bilmek gerekir demiþlerdir. Bu ayetlerin âmm-has, mutlak mukayyet, nâsih-mensuh, Sünnetle ilgili durumlarýný bilmek gerekir. Diðer yandan Kur'ân'ýn geri kalan bütün âyetlerini de topluca (icmâlî olarak) bilmek gerekir. Çünkü Kur'ân bir bütün olup parçalarý birbirinden ayrýlmaz. Kur'ân'ýn hüküm bildiren ayetlerini diðerlerinden ayýrt etmek, þüphesiz bütün Kur'ân'ý bilmekle mümkün olabilir.

 

Ebu Bekir el-Cassas (ö. 370/980) ile Ýbnü'l-Arabî (ö. 543/1148) gibi bilginler "Âhkâmü'l-Kur'ân"adlý eserlerinde hüküm âyetlerini açýklamaya çalýþmýþlardýr. Ebû Abdillah el-Kurtubî (ö. 671 H.), "el-Câmi'li Ahkâmi'l-Kur'ân"; es-Sâbûnî de, "Tefsîru Âyati'l-Ahkâm" adlý eserleriyle hüküm âyetlerinin tefsîrini yapmýþlardýr.

 

c) Sünneti bilmek

 

Bu þart üzerinde de bilginlerin ittifaký vardýr. Ýçtihadýn bölünebileceðini kabul etmeyenlere göre bir müçtehidin teklifî hükümleri içine alan bütün hadisleri okumasý, onlarýn amaçlarýný kavramasý, onlarla ilgili özellikleri bilmesi gerekir. Yine onun, sünnetin nasih ve mensuhunu, âmm ve hass'ýný, mutlak ve mukayyidini bilmesi gerektiði gibi; hüküm hadislerinin rivayet yollarýný, senetlerini, hadis rivayetlerinin kuvvet derecelerini de bilmesi gerekir.

 

Hadis rivayet edenlerin hal tercümeleri ile adâlet ve zabt bakýmýndan durumlarý hakkýnda bir çok eserler yazýlmýþtýr. Kütüb-i Sitte gibi sahih hadis mecmualarý meydana getirilmiþ ve bunlar üzerine bir çok âlimler tarafýndan þerhler yazýlmak suretiyle hadisler senetleri bakýmýndan tasnif edilmiþ ve Ýslâm hukukçularýnýn bazý hadisler üzerindeki görüþ ayrýlýklarý ortaya konulmuþtur. Bu hadis çalýþmalarý müçtehidin bunlara baþvurarak hüküm çýkarmasýný kolaylaþtýrmaktadýr. Hükümlerle ilgili bütün hadislerin ezbere bilinmesi þart deðildir. Ancak gerektiðinde yerlerinin, baþvurma metotlarýnýn ve hadis rivâyetlerinin bilinmesi yeterlidir.[31]

 

d) Üzerinde icma ve ihtilaf edilen konularý bilmek

 

Üzerinde icma (ittifak) meydana gelen konularý bilmek yanýnda Sahabe, Tabiî ve onlardan sonra gelen müçtehitlerin ihtilâfa düþtükleri konularý bilmek gerekir. Ancak bütün icmâ yerlerini ezberlemek þart deðildir. Araþtýrma konusu yapýlan mesele hakkýnda icmâ veya ihtilaf bulunup bulunmadýðýný bilmek yeterlidir. Medine ve Irak fýkhýnýn metot ve farklarýný bilme yanýnda; doðru olanla doðru olmayan, naslara yakýn olanla uzak olan þeyler arasýnda karþýlaþtýrma yapabilecek akýl, anlayýþ ve deðerlendirme gücüne sahip olmak gerekir. Gerçekte Asr-ý saadette ve daha sonra yaþamýþ büyük hukukçularýn görüþlerini incelemek, delil ve temayülleri bakýmýndan onlar arasýnda karþýlaþtýrmalar yapmak kiþinin muhâkeme gücünü ve araþtýrma melekesini geliþtirir.

 

Müçtehitlerin ittifak ve ihtilaf ettikleri meseleleri, ihtilaf sebeplerini açýklayan eserler meydana getirilmiþtir. eþ-Þirâzî'nin (ö. 476/1083) "el-Mühezzeb" adlý eseri ve Nevevî'nin buna yazdýðý þerh, Ýbn Hazm'ýn (ö. "456/1063) "el-Muhallâ" sý Ýbn Rüþd'ün (ö. 595/1199) "Bidâyetü'l-Müçtehid" ve Ýbn Teymiyye'nin (ö. 728/1327) "el-Fetâvâ" adlý eserleri bunlar arasýnda zikredilebilir.

 

e) Kýyasý bilmek

 

Ýçtihad, bütün þekil ve metotlarýyla kýyasý bilmeyi gerektirir. Hattâ imam Þâfiî'ye göre içtihad kýyastan ibarettir. Kýyasýn metodunu bilmek; naslardan hüküm çýkarma esaslarýný öðrenme ve içtihad yapýlacak konuya en yakýn olan nassý seçme imkânýný saðlar.

 

Kýyasý bilmek þu üç þeyi bilmeyi gerektirir

 

1) Kýyasýn dayanacaðý asýl hükmü bilmek. Bu dayanaðýn ayet, hadis veya icma olmasý, bunlarla ilgili gerekli bilgilere sahip olunmasý da gereklidir.

 

2) Kýyas kaide ve prensiplerini bilmek. Meselâ belirli ve özel bir durumu ifade ettiði sabit olan bir nas üzerine kýyas yapýlamaz. Kendisine dayanýlan asýl hükmün illetini tespit ettikten sonra hükme baðlanacak yeni meselede (fer'î) de ayný illetin gerçekleþip gerçekleþmediðini araþtýrmak gerekir.

 

3) Önceki müçtehitlerin kýyas metotlarýný bilmek. el-Ýsnevî (ö. 772/1370) "Kýyas bilmek bir içtihad kaidesi ve sayýsýz hükümlerin açýklanmasýna götüren bir yoldur" der.[32]

 

f) Hükümlerin amaçlarýný bilmek

 

Ýslâmî hükümlerin amaçlarý, belli bir nas'tan deðil, bütün naslarýn toplamýndan anlaþýlabilir. Bu hükümlerin asýl amacý insanlar için rahmet olmaktýr.

Ayette:

 

وَمَا اَرْسَلْنَاكَ اِلاَّ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ

 

“(Resûlüm!) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik”[33] buyurulur. Ýslâm'da güçlük ve sýkýntýnýn kaldýrýlmasý, zorluðun deðil kolaylýðýn tercih edilmesi bu rahmetin bir sonucudur. Emredilen bazý güçlükler büyük zararlarý gidermek amacýna yöneliktir. Cihadýn farz kýlýnýþý böyledir. Nitekim âyette þöyle buyurulur:

 

اَلَّذينَ اُخْرِجُوا مِنْ دِيَارِهِمْ بِغَيْرِ حَقٍّ اِلَّا اَنْ يَقُولُوا رَبُّنَا اللّهُ وَلَوْلَا دَفْعُ اللّهِ النَّاسَ بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ لَهُدِّمَتْ صَوَامِعُ وَبِيَعٌ وَصَلَوَاتٌ وَمَسَاجِدُ يُذْكَرُ فيهَا اسْمُ اللّهِ كَثيرًا وَلَيَنْصُرَنَّ اللّهُ مَنْ يَنْصُرُهُ اِنَّ اللّهَ لَقَوِىٌّ عَزيزٌ

 

“Onlar, baþka deðil, sýrf "Rabbimiz Allah'týr" dedikleri için haksýz yere yurtlarýndan çýkarýlmýþ kimselerdir. Eðer Allah, bir kýsým insanlarý (kötülüklerini) diðer bir kýsmý ile defedip önlemeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah'ýn ismi bol bol anýlan manastýrlar, kiliseler, havralar ve mescidler yýkýlýr giderdi. Allah, kendisine (kendi dinine) yardým edenlere muhakkak surette yardým eder. Hiç þüphesiz Allah, güçlüdür, galiptir.”[34]

 

Maslahata göre fetva vermede, gerçek maslahatlarla (toplum yararý) nefsî ve þehevî arzulardan gelen bir vehimden ibaret olan maslahatlarý birbirinden ayýrt etmek gerekir. Böylece mazarratý defetme, maslahatý celbetme, bütün insanlara faydalý olan þeyleri tercih etme, baþka bir deyimle toplum yararýný kiþisel yararýn üstünde tutma melekesi geliþir.

 

g) Doðru bir anlayýþ ve iyi bir takdir gücüne sahip olmak

 

Müçtehidin gerçek fikirleri yanlýþ olanlardan ayýrt etme melekesine sahip olmasý gerekir. Bu da doðru bir anlayýþ ve keskin bir görüþe sahip olmakla gerçekleþebilir.

 

h) Ýyi niyet ve saðlam bir itikat sahibi olmak

 

Ýslâm dinî, ancak kalbi iman ve ihlasla aydýnlanmýþ olanlarýn idrak edeceði bir dindir. Ýtikadý bozuk kimse bidat ve nefsî arzularýnýn peþine düþer; tarafsýz bir gönülle naslara yönelemez. Kötü niyet düþünceyi de kötüleþtirir. Bu yüzden büyük müçtehitler fýkýhla þöhret yapmadan önce ihlâs ve takvâlarýyla meþhur olmuþlardýr. Ýhlaslý kimse gerçeði nerede bulursa bulsun kabul eder, taassup göstermez. Büyük imamlarýn hepsi; "Bizim görüþümüz doðrudur, yanlýþ da olabilir. Baþkalarýnýn görüþü yanlýþtýr, fakat doðru da olabilir" demiþlerdir.[35]

 

Ýþte Ýslâm hukukçularýnýn müçtehitte bulunmasýný gerekli gördükleri þartlar bunlardýr. Bu þartlarý kendisinde toplayan müçtehide "mutlak veya müstakil müçtehit" denir.

 

Fýkýh usulü bilginleri müçtehitleri yedi tabakaya ayýrýrlar

 

1) Þerîatte müçtehitler. Ca'feru's-Sadýk, Muhammed el-Bâkýr, Ebû Hanîfe, Ýmam Þâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel gibi.

2) Müntesip mutlak müçtehitler. Ebû Yusuf, Muhammed, Züfer, el-. Müzenî, Abdurrahman b. Kasým gibi.

3) Mezhepte müçtehitler. Tahâvî, Kerhî, Serahsî, Ýsfereyânî ve Þîrazî gibi.

4) Tercih yapan müçtehitler. Bazý usulcüler önceki tabakayla bunu bir saymýþlardýr.

5) Ýstidlâl sahibi müçtehitler. Bunlar; "Þu görüþ rivâyet bakýmýndan daha saðlam ve delilî yönünden daha kuvvetlidir" gibi açýklamalar yapmýþlardýr.

6) Hafýzlar tabakasý. Bunlar taklitçi olup, öncekilerin tercihlerini bilmede hüccet sayýlýrlar.

7) Mukallitler tabakasý. Bunlar, fýkýh kaynaklarýný anlayabilir, fakat görüþ ve rivayetler arasýnda tercih yapamazlar.

 

Dayandýðý Kitap, Sünnet, Ýcmâ delillerinden biri bilinmeksizin bir müçtehidin sözünü alýp bununla amel etmeye "taklit"; deliline bakmak, öðrenmek ve içtihadýna katýlmak suretiyle bir müçtehidin reyini benimsemeye ise "ittiba" denir. eþ-Þevkânî'ye (ö. 1250/1832) göre sahabe, Tâbiûn ve Tebe-i tâbiîn içinde içtihad edecek dereceye ulaþamayanlar belirli bir müçtehidi taklit etmiyor; onlardan problemleriyle ilgili delilleri sorup öðrenerek bunlara ittiba ediyorlardý.

 

Taklit bu nesillerden sonra ortaya çýkmýþtýr. Taklit yerine, ittiba ruh ve alýþkanlýðýnýn geliþtirilmesi gerekir. Bu durum, ilim adamlarýný delilleri öðrenmeye zorlar, delillerin kuvvetli olaný ile zayýf olaným tartýþma imkâný doðar. Bunun gerçekleþmesi için delillerin zikredildiði temel eserlere yönelmek, telif edilecek Ýslâm hukuku kitaplarýnda hükümlerin dayandýðý delilleri de göstermek gereklidir. Bunun sonucunda araþtýrýcýlar, vahiy, Sünnet ve icmâ-i ümmet üzerinde düþünme ve deðerlendirme imkâný bulurlar.

 

 

 

e) Mezheplerin Ortaya Çýkýþý

 

 

Mezhep: Sözlük anlamý gitmek, izlemek, gidilen yol demektir. Mecazi olarak kiþisel görüþ, inanç ve doktrin karþýlýðýnda da kullanýlýr. Terim olarak bir müçtehidin, dinin ayrýntýlarýna iliþkin, kendine özgü kural ve yöntemlerle oluþturduðu inanç ya da hukuk sistemini dile getirir.

 

Ýslâm tarihinde, mezhep kelimesi genel olarak itikadi, siyasi ve fýkhi görüþlerin hepsi için kullanýlmýþtýr. Buna karþýlýk siyasi ve itikadi mezhepler daha çok Fýrka, Nihle, Makale kelimeleriyle ifade edilmiþtir. Fýrka (çoðulu fýrak), farklý görüþlere sahip insan topluluðu demektir. Nihle (çoðulu nihal), görüþ, inanýþ ve kabul ediþ tarzý demektir. Makale (çoðulu makalat), fikir, inanýþ, görüþ ve söz demektir. Çeþitli dinleri belirtmek için de Milel (tekili mille) kelimesi kullanýlmýþtýr.

 

Bazý mezhep tarihçileri, Ýslâm mezheplerini Hz. Peygamberden rivayet edilen bir hadise göre taksim etmiþlerdir. Bu hadiste Yahudilerin yetmiþ bir, Hýristiyanlarýn yetmiþ iki, fýrkaya ayrýldýðý, Ýslâm ümmetinin ise yetmiþ üç fýrkaya ayrýlacaðý, müslümanlardan Cehennemden kurtulacaklarýn Rasulullahýn ve ashabýnýn yolunu takip eden fýrka (baþka bir rivayette de birlik ve beraberlikten ayrýlmayan cemaat) olduðu beyan edilmektedir.[36]

 

Ýslâm Tarihinde Mezheplerin Çýkýþ Sebepleri

 

Müslümanlar arasýnda mezheplerin çýkýþýný etkileyen baþlýca sebepler þunlardýr:

 

1) Ýnsanlarýn anlayýþ ve idrak seviyelerinin farklý oluþu, arzu ve isteklerinin uyuþmazlýðý.

 

2) Metot ve ölçülerin farklý oluþu. Mesela; Mu'tezile aklý esas almýþ ve nakli buna tabi kýlmýþ, Ehl-i Sünnet nakli esas almýþ ve aklý bunu destekleyici mahiyette kullanmýþ, Ýslâm filozoflarý sadece aklý esas almýþlardýr.

 

3) Arap ýrkçýlýðý. Hz. Peygamber zamanýnda ortadan kalkan Hz. Osman'ýn hilafetinin son yýllarýnda yeniden açýk bir þekilde ortaya çýkarak anlaþmazlýklar üzerinde etkili oldu.

 

4) Hilafet münakaþalarý ve bunun neticesinde ortaya çýkan fitne ve iç savaþlar. Bu savaþlarda müslümanlardan ölenlerin ve öldürülenlerin durumu, öldürme (katl), büyük günah iþleyenlerin (mürtekib-i kebirenin) durumu meselesi, büyük günah iþleyenin kâfir olup olmamasý, kader, cebir ve kulun iradesi meselesi, bu iç savaþlarda kaderin rolü, gibi meseleler müslümanlar arasýnda farklý görüþlerin ortaya çýkmasýna neden olmuþtur.

 

5) Karþýlaþýlan eski kültür ve inançlarýn etkisi. Fethedilen ülkelerin deðiþik kültür ve dinlere mensup halkýnýn bir kýsmý samimi olarak ve bir kýsmý da zahiren Müslüman olmuþlardý. Bunlar eski din ve inanýþlarýnýn etkileri altýnda cebir, ihtiyar, Allah’ýn sýfatlarý hakkýnda fikirlerini ortaya koþmuþlar ve bir kýsým müslümanlarý da tesirleri altýna almýþlardý. Selef alimlerinin bunlara cevap vermekte yetersiz kalmasý sebebiyle Mutezile mezhebi ortaya çýktý. Bu mezhebin salikleri de akaitte akla önem veren bir metot geliþtirmiþlerdi.

 

6) Eski Yunan, Hint ve Ýran felsefesinin Arapça’ya tercüme edilmesi. Eski felsefenin pek çok hükümleri Ýslam akaidi ile uyuþmuyordu. Bazý müslümanlar Ýslam Akaidini felsefenin tesiri altýnda kalarak mütalaa etmiþler ve çeþitli görüþ ayrýlýklarýna sebep olmuþlardýr. Mutezile, felsefe ile meþgul olmuþ, Ýslam akaidini açýklamada felsefi metotlarý uygulamýþlardýr.

 

7) Bir takým kýssacý ve hikayeciler, Ýslam’la uyuþmayan asýlsýz hikayeleri nakletmiþler ve müslümanlar arasýnda yaymýþlardýr. Ýsrailiyat denilen ve Ýslâm’la baðdaþmayan bu hikayeler tefsirlere ve Ýslâm tarihlerine girmiþ ve bu da müslümanlar arasýnda ihtilaflara yol açmýþtýr.

 

8) Ýslâm’ýn tanýdýðý fikir hürriyeti. Hicri I. asrýn sonlarýndan itibaren herkes istediði gibi düþünür ve görüþünü söylerdi. Açýkça zarurat-ý diniyyeden birini veya birkaçýný inkâr etmek hâriç, fikirler ve kanâatler üzerinde baský yoktu. Ýlim adamlarý ortaya atýlan meseleler üzerinde deliliyle birlikte hakikati arar, fikir ve kanaatini serbestçe beyan ederdi.

 

9) Nasslarýn karakteri. Kuranda muhkem ve müteþahih ayetlerin bulunmasý. Müteþabih naslarýn belirlenmesi ve bunlarýn tefsir ve tevilleri ihtilafa yol açmýþtýr.

 

10) Hadislerin, zabt edilme ve senedi konusunda konulan þartlar sebebiyle sahih, hasen ve zayýf kýsýmlarýna ayrýlmasý, zayýf hadisle amel edilip edilemeyeceði de ihtilaflara yol açmýþtýr.

 

11) Arapça’nýn gramer ve belâgatýný bütün incelikleriyle bilememek. Ýslâm’ýn maksadýný anlamamak, hüküm çýkarýrken cehalet sebebiyle Kur'ân'ýn bütünlüðüne riayet edememek.

 

12) Heva ve nefse uymak, arzulara tabi olarak delilsiz hüküm vermek, baþkalarýný delilsiz taklit etmek.

 

13) Örf ve âdetlerin deðiþik olmasý da mezheplerin çýkýþ sebeplerinden birisidir.

 

Mezhepkerin Çýkýþý

 

Peygamber (as), hayatta iken sahabeler arasýnda herhangi bir ihtilaf' yoktu. Dinin usul ve füru’unda sahabelerden bazýsýnýn anlamadýðý bir mesele çýkarsa, Hz. Peygamber (a.s)'e sorar, o da açýklardý. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer devirleri ile Hz. Osman'ýn hilafetinin ilk yýllarýnda da herhangi bir ihtilaf çýkmamýþtý. Sahabe ve tabiin devirlerinde akaitte bir mesele çýkarsa, hemen güvenilir alimlere müracaat olunur, hükmü alýnýr, ihtilafýn çýkmasýna fýrsat verilmezdi. Akait konularýnda vukua geldiði zaman ihtilaf ve çekiþme ümmet için zararlý olur. Sahabe ve tabiin zamanlarýnda Ferâiz meseleleri gibi amele ait bazý ayrýntýlarda görüþ ayrýlýklarý olmuþsa da ameli sahadaki ihtilafýn, çekiþmeye sebep olmasý þöyle dursun Ýslâm toplumu için bir rahmet olmuþtur. Hz. Osman'ýn þahadetinden sonra tehlikeli olan siyasi ihtilaflar çýkmaya baþladý. Özellikle hakem olayýndan sonra Ýslâm'da ilk siyâsî ayrýlýk ve bidat mezhepleri kendilerini gösterdiler. Ýlk çýkan mezhepler siyasý mahiyette olup bunlar dini bir kisveye bürünmüþlerdi.

 

Müslümanlar arasýnda zuhur eden iç savaþlarda Hz. Ali'nin yanýnda yer alan sahabe ve tabiine Þia-i ûlâ denilmiþti. Daha sonra ortaya çýkan Hz. Ali taraftarý mutaassýp gruplarýn da Þia diye anýlmalarý sebebiyle Þia-i Ûla'ya bu "Ehl-i Sünnet vel-Cemaat" denilmiþtir.

 

Hakem olayýna itiraz edip Hz. Ali'nin ordusundan ayrýlanlara Havarici (hariciler) veya Marika veyahut Muhakkime-i Ülâ denilirdi. Diðer taraftan Hz. Osman'ýn katillerinin yakalanýp kýsas yapýlmasýný isteyenlere Þia-i Osman denilmiþti. Hz. Osman'a sevgi besleyip Muaviye tarafýný tutanlara da Nasýba deniliyordu. Emeviler devletinin yýkýlmasýndan sonra Nasýba tamamen silinip gitmiþtir.

 

Hz. Ali'nin vefatýndan (40/660) sonra Ýbn Ömer, Ýbn Abbas gibi daha bir kýsým sahabe hayatta iken akaitte meydana gelen ilk bid'at mezhebi, Kaderiyye olmuþtur. Kader kulun ihtiyar ve iradesi hakkýnda ilk konuþan, Ma'bed el-Cüheni (80/699), sonra bunun görüþlerini yayan Gaylan ed Dýmeþki (126/743) olmuþtur. Mabed, kulun tam ve mutlak bir iradesi olduðunu, kaderin bulunmadýðý fikrini ortaya atýnca, o zaman hayatta olan Ýbn Ömer ve Ýbn Abbas, bu fikirlere karþý çýkarak onu þiddetle kýnamýþlardý. Sonra Ca'd b. Dirhem (v. 118/726 cebir fikrini ortaya atmýþ, talebesi Cehm b. Safvan (128/745) Ermenilere karþý bir ayaklanmaya katýldýðý için öldürülünceye kadar bu fikrin yanýnda Allah'ýn sýfatlarý hakkýnda görüþlerini yaymýþtý.

 

Hz. Ali'nin þehid edilmesinden (40/660) sonra, ashabýn yolunda giden Ehl-i Sünnetin karþýsýnda olan beþ ayrý ana bid'at mezhebi ortaya çýkmýþtýr ki bunlar ileride zuhur edecek diðer bid'at mezheplerine kaynaklýk etmiþlerdir. Bu beþ ana bid'at mezhebi Havaric, Kaderiyye, Cebriyye (Cehmiyye), Þia (Keysaniyye, Zeydiyye, Ýmamiyye) ve Mürcie'dir.

 

Ýslamda Mezheplerin Hükmü

 

Usul-i dinde (akaid) ihtilaf zararlýdýr. Akaid de ihtilaf, bid'at ve sapýklýða götürür. Sapýklýk da büyüdüðü zaman küfre kadar iletir. Akaid de ihtilaf, Ýslam ümmetinin birliðini bozar, dinde tefrika doðurur. Bu sebeple, sahabe ve bunlara güzellikle tabi olan selef alimleri Usul-i dinde (akaid) ihtilafý haram saymýþlar ve buna asla cevaz vermemiþlerdir. Çünkü ümmetin birlik ve dayanýþmasýný ayný iman esaslarý etrafýnda ittifak etmek saðlar. Kamil imanýn mü'minleri birbirleriyle birleþtirdiði kadar baþka hiç bir þey birleþtiremez:

 

وَاَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِهِمْ لَوْ اَنْفَقْتَ مَا فِىالْاَرْضِ جَميعًا مَا اَلَّفْتَ بَيْنَ قُلُوبِهِمْ وَلكِنَّ اللّهَ اَلَّفَ بَيْنَهُمْ اِنَّهُ عَزيزٌ حَكيمٌ

 

“Ve (Allah), onlarýn kalplerini birleþtirmiþtir. Sen yeryüzünde bulunan her þeyi verseydin, yine onlarýn gönüllerini birleþtiremezdin, fakat Allah onlarýn aralarýný bulup kaynaþtýrdý. Çünkü O, mutlak galiptir, hikmet sahibidir.”[37]

 

Ýslam birliðini parçalayýcý nitelikteki akide ayrýlýklarýnýn haram olduðuna delalet eden ayetler çoktur:

 

وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّهِ جَميعًا وَلَا تَفَرَّقُوا وَاذْكُرُوا نِعْمَتَ اللّهِ عَلَيْكُمْ اِذْكُنْتُمْ اَعْدَاءً فَاَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَاَصْبَحْتُمْ بِنِعْمَتِه اِخْوَانًا وَكُنْتُمْ عَلى شَفَا حُفْرَةٍ مِنَ النَّارِ فَاَنْقَذَكُمْ مِنْهَا كَذلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمْ ايَاتِه لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ () وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ اُمَّةٌ يَدْعُونَ اِلَى الْخَيْرِ وَيَاْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَاُولئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ () وَلَا تَكُونُوا كَالَّذينَ تَفَرَّقُوا وَاخْتَلَفُوا مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَاُولئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ عَظيمٌ

 

“Hep birlikte Allah'ýn ipine (Ýslâm'a) sýmsýký yapýþýn; parçalanmayýn. Allah'ýn size olan nimetini hatýrlayýn: Hani siz birbirinize düþman kiþilerdiniz de O, gönüllerinizi birleþtirmiþti ve O'nun nimeti sayesinde kardeþ kimseler olmuþtunuz. Yine siz bir ateþ çukurunun tam kenarýnda iken oradan da sizi O kurtarmýþtý. Ýþte Allah size âyetlerini böyle açýklar ki doðru yolu bulasýnýz.”[38]

 

  Hz. Peygamber (a.s)'ýn Allah tarafýndan' getirmiþ olduðu kesin delillerle sabit olan bir hükmün kendisi ihtilaf konusu yapýlamaz. Dinden olduðu kesin delillerle bilinen esaslardan (zarurâtý diniyyeden) birini veya birkaçýný inkâr eden bir mezhebin Ýslâm ile alakasý kesilir.

 

Fýkýhtaki ihtilaflar, itikattaki ihtilaflar gibi bid'at ve delâlete götürmez. Usul-i din ile füru-ý dindeki (amelî hükümdeki) ihtilaf arasýnda büyük fark vardýr. Ýslâm dininin akaidinde kesin delilsiz ihtilaf haram, bid'at ve dalalet sayýlýrken; fýkhi meselelerde içtihatlarýn farklýlýðý rahmet sayýlmýþtýr. Böylece zaman ve mekânlara göre Muhammed ümmetine geniþ imkânlar saðlanmýþ olur. Hz. Peygamber (a.s) Muaz Ýbn Cebel'i (19/640) Yemen'e vali olarak gönderirken ona sordu. "Ne ile hükmedeceksin?" O da "Allah'ýn kitabýyla" "-Onda bulamazsan." Muaz: "Rasulullah (a.s)'ýn sünnetiyle hükmederim" dedi- "Bunlarýn her ikisinde de bulamazsan ne yaparsýn." diye sorunca, Muaz: "O zaman reyimle içtihad ederim." dedi. Rasulullah bu cevaptan memnun kalarak "Resulünün elçisini, Resulünün razý olacaðý bir þeye muvaffak kýlan Allah'a hamdolsun" dedi.[39]

 

Böylece Rasulullah Kitap ve Sünnet'te hükmü bulunmayan meseleler hakkýnda içtihad etmesine izin verdi. Fakih sahabeler de Muaz b. Cebel'in yolunu takip ettiler.

 

Yalnýz "mevrid-i nas'da içtihada mesað yoktur" yani Kitap ve Sünnet'te hükmü bulunan bir mesele içtihad konusu olamaz. Nasslardaki hükmü ne ise onunla hüküm verilir. Hadisler mütevatir, meþhur, ahad, muttasýl, munkatý, mürsel gibi kýsýmlara ayrýlýr. Mütevatir (bunun sayýsý çok azdýr) ve meþhur hadisi her müçtehit delil olarak alýr. Hanefiler hadis hususunda titiz davrandýklarý için çoðu zaman ahad haberi delil olarak kabul etmezlerdi. Þâfiî, ahad haberi kýyasa tercih ederdi.

 

Tabiin ve Tebe-i Tabiin devrinde Hicaz'da hadis bilenler çok olduðu için Hicaz fukahasýna "Ehlül-Hadis" denmiþtir. Irak'ta daha çok rey, kýyas ve içtihad yoluyla hüküm verildiði için, Irak fakihlerine de "Ehl-i Rey" denilmiþtir.

 

Hicri I. asrýn sonlarýndan itibaren mezheplerin kurucularý, akait ve fýkýhtaki görüþlerini beyan ederler, meselelerin hükümlerini açýklarlardý. Bunlardan okuyanlar ve yazanlar, sözlerini ve içtihatlarýný duyan insanlar, bunlarýn görüþ ve açýklamalarýna uyarlardý. Böylece bu zatlarýn görüþ ve içtihatlarý halkýn anlayýþlarýnda bir mezhep olarak yerleþir kalýr. Mezhep sahibi olan bu büyük âlim ve imamlar hiç bir zaman, biz bir mezhep kuruyoruz, bize uyunuz, diye halký görüþlerine uymaya çaðýrmazlardý. Hükümdar, emir gibi kimselerin davet ve emriyle de bir mezhep kurmaya yeltenmemiþlerdi.

 

Fýkhi ihtilafýn cevazýyla beraber mezhebi içtihadýn Kur'ân'ýn ruhuna uygun olmasý gereklidir. Yani içtihat tevhid, mahlukata þefkat, baþkalarýnýn can, namus ve mal haklarýna hürmet, iffet, adalet, eþitlik, istikamet, emanet ve vazifelere riayet, iyilik ve bunda yardýmlaþma esaslarýna aykýrý olmamalýdýr. Peygamberimiz, müçtehidin içtihadýnda isabet ederse, iki sevap, iyi niyetle Allah rýzasý için yaptýðý içtihadýnda hata ederse, bir sevap alacaðýný söylemiþtir.[40]

 

Bid'at Mezheplerinin Özellikleri

 

Bid'at; bazý kimselerin dinde olmayan bir þeyi sonradan ortaya atýp bunu þer'î imiþ gibi göstermeleri ve bununla Allah'a ibadeti kastetmeleridir. Bid'atlar, küfre götüren ve küfre iletmeyen olarak iki kýsýmdýr. Mesela; Bahaîlerin Hz. Muhammed'in son peygamber olmayýp ondan sonra resullerin geleceðini iddia etmeleri. Nusayrîlerin Hz. Ali'ye ulûhiyyet isnad etmeleri küfürdür. Mu'tezile'nin Kelâmullah'ýn mahlûk olduðu görüþünde olmalarý ise, küfre götürmeyen bir bid'attir.

 

Acaba akaitte hangi ihtilaf sünnet dairesinde, yani Rasulullah ile ashabýnýn takip ettiði yola uygun, hangisi Rasulullah (a.s)'ýn akide sünnetinin dýþýndadýr. Küfre giren bir mezhebi tespit etmek kolaydýr. Fakat akait sahasýnda ortaya atýlan bütün bid'atlarý tespit etmek, imkânsýz deðilse de çok zordur. Bid'at mezheplerinin bütün alâmetlerini tam olarak vermek zor ise de bunlarýn açýk ve genel özellikleri þöyle sýralanabilir.

 

1) Müslümanlarýn büyük kalabalýðýndan, ehl-i Ýslâm’ýn büyük çoðunluðundan ayrýlmak. Sahabeler ve büyük müçtehit imamlarýn yolundan gidenler, müslümanlarýn büyük kalabalýðýný teþkil ederler. Bunlara da Sünnîler denilir.

 

2) Kendi heva ve heveslerine tabi olmak. Delilsiz takib edilen yollar eðridir ve bid'at yoludur.

 

3) Mütevatir hadisten baþkasýný kabul etmemek küfre götürmezse de sahih hadisleri kabul etmemek eðrilik ve sapýklýða götürür.

 

4) Kitap ve Sünnet'te bulunmayan bir kavli veya bir fiili þer'î ve dini olarak ortaya attýklarýnda, halký bunu kabul etmeye zorlamak, halký buna uymasý için baský yapmak.

 

5) Kur'an'ýn muhkemini býrakýp müteþabihlerine tabi olmak ve muhkem âyetleri de delilsiz keyfi olarak tevil etmek.

 

6) Hüküm çýkarýrken Kur'an’ýn bütünlüðüne riayet etmemek. Halbuki Kur'an'ýn birbirleriyle çeliþen hiç bir âyeti yoktur.

 

اَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْانَ وَلَوْ كَانَ مِنْ عِنْدِ غَيْرِ اللّهِ لَوَجَدُوا فيهِ اخْتِلَافًا كَثيرًا

 

“Hâla Kur'an üzerinde gereði gibi düþünmeyecekler mi? Eðer o, Allah'tan baþkasý tarafýndan gelmiþ olsaydý onda birçok tutarsýzlýk bulurlardý.”[41]

 

7) Zarurat-ý diniyyeden birini veya bir kaçýný inkâr etmek, iman esaslarýnýn zýddý olan bir takým inançlar taþýmalarý sebebiyle bazý mezhebler küfre düþmüþlerdir.

 

Mezheplerin Genel Tasnifi

 

Ýslâm tarihinde zuhur etmiþ mezhepler baþlýca üç kýsýmdýr:

 

a) Siyasi mezhepler: Bunlar önceleri siyasi bir maksatla ortaya çýkmýþ, sonralarý itikadî bir kisveye bürünmüþlerdir. Ýlk önce zuhur eden siyâsî mezhepler üçtür. Nasýba: Hz. Osman ve Muaviye taraftarlarý, Þia: Hz. Ali taraftarlarý; Havaricde: Hz. Ali ve Muaviye'ye karþý çýkanlardýr.

 

b) Ýtikadi Mezhepler (akaid mezhepleri): Ýkiye ayrýlýr:

 

1) Ehl-i Sünnet mezhebleri: Bunlar da ikiye ayrýlýr:

a) Eh1-i Sünnet-i hassa denilen Selefiyye. Selefiyye'nin mütekaddimini ve müteahhirini vardýr.

b) Eh1-i Sünnet-i amme: Matüridiyye, Eþ'ariyye. Bunlara Halefiyye de denir.

 

2) Ehl-i Bid'at: Ehl-i Bid'at mezhepleri de ikiye ayrýlýr:

a) Küfre düþmeyenler. Ýki kolu dýþýnda Hariciye, Kaderiyye, Mutezile, Cebriyye (sorumluluk yoktur diyenleri hariç), Zeydiyye, Ýmamiyye (Ýsna Aþeriyye), Kerramiyye, Naccariye, Haseviyye.b) - Küfre düþen bid'at mezhebleri: Haricilerden Acâride'nin Meymuniyye kolu, Yezidiyye, Batýniyye-i Nizariyye (ki bu mezhep hicri 5. asrýn sonlarýna doðru Hassan Sabbah tarafýndan kurulmuþtur), Nusayriyye, Dürziyye (Dürzilik), Babilik ve Behailik (Behaiyye).

c) Fýkhî mezhepler:

 

Fýkýh mezheplerinin hepsi de Kur'an ve Sünneti esas alýrlar. Bunlar da ikiye ayrýlýr

 

1) Bugün tabileri bulunan mezhepler: Hanefiyye, Þafiiyye, Malikiyye, Hanbeliyye, Caferiye, Zeydiye ve Zahiriyyedir. Bu sonuncusunun müntesibi pek az kalmýþtýr. Hindistan taraflarýnda Zahiri mezhebine baðlanan pek az kimse vardýr.

2) Tabileri kalmamýþ olanlar: Bugün tabi ve müntesipleri kalmamýþ ve fýkýh tarihine geçmiþ olan mezheplerin imamlarý þunlardýr: Abdullah b. Þübrüme (v.h. 144), Abdurrahman el-Evzai (v. 157), Süfyan es-Sevri (v. 161), Muhammed b. Abdurrahman b. Ebi Leyla (v. 148), Ýshak bin Rahuye (Raheveyh, v. 238), Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi (v. 310), Leys b. Sa'd (v.175), Müzeni (v. 264), Ebu Sevr Ýbrahim b. Halid Muhammed b. Ýshak b. Huzeyme (v. 311).

 

Akaid Mezheplerin Muhtelif Açýlardan Taksimi

 

a) Allah'ýn sýfatlarý. Allah'ýn sýfatlarýný, zat-ý Bari ile kaim, hakiki ve vücudi olarak kabul edenlere Sýfatiyye denilir. Ehl-i Sünnet mezheblerinin hepsi, Hiþâmiyye ve Kerramiye gibi. Yalnýz Hiþamiyye ve Kerramiyye Mücessime (Allah'a cismiyet isnad edenler) ve Müþebbihe'den (Allah'ý baþkalarýna benzetenlerden) idi.

 

Allah'ýn zatýndan baþka sýfatlarý yoktur, O'nun sýfatlarý zatýnýn aynýdýr, zatýnýn tealluk ettiði þeylere göre bir durumudur diyenler; Cehmiyye ve Mu'tezile'dir. Bunlar, Allah bilir, âlimdir ama onun zâtýna zaid hakiki bir ilim sýfatý yoktur, zatýnýn bilme hali (alimiyyet = biliciliði) vardýr, derler. Allah'ýn sýfatlarýný zatýnýn ayný kabul edenlere, sýfatlarý nefyettikleri için "muattýla" denilir.

 

b) Ýmanýn hakikatý konusunda mezhepler. Ýman edilecek konular mü'menün bih veya imanýn müteallaký denilir. Mü'menün bih, Hz. Peygamberin Allah tarafýndan getirip teblið etmiþ olduðu kesinlikle bilinen esas ve hükümlerdir. Bunlara zarurat-ý diniyye de denilir. Namaz kýlmak, zinadan kaçýnmak gibi zarurat-ý diniyyenin neler olduðunda -bunlar hem subutu, hem de manaya delaleti kat'i nasslar ile sabit olduðu için, küfre düþen mezhepler hariç- bütün Ýslâm mezhepleri ittifak etmiþtir. Mü'menun bihe inanmak keyfiyetine imanýn hakikatý denilir. Ýmanýn hakikatý konusunda baþlýca 5 mezheb vardýr:

 

1) Cumhur-ý Muhakkikin: Bunlar Matüridiyye'nin çoðunluðu ve Eþ'ariyye'nin bir kýsmýdýr. Bunlara göre; iman kalb ile tasdiktir. Mü'menün bihi kalbiyle kabul edip doðrulamaktýr. Bir kimseye diliyle ikrar, müslüman olduðunun bilinip ona Ýslâm muamelesinin uygulanmasý için lazýmdýr.

 

2) Kavl-i Meþhurcular: Bunlar Þemsül-Eimmeti's-Serahsi, Muhammed Pezdevi gibi bir takým Hanefiyye fukahasýna uyanlardýr. Bunlara göre iman, kalp ile tasdik ve dil ile ikrardýr. Bunlar, "öldürülmek veya evinin yakýlmasý korkusu gibi bir mazereti olmadan diliyle de ikrar etmeyen, mü'min olmaz" diyenlerdir.

 

3) Hariciler, Mu'tezile, Zeydiyye: Bunlara göre, iman kalp ile tasdik, dil ile ikrar, farzlarý ile ifa etmek ve haramlardan kaçýnmaktýr. Büyük günahýna tevbe etmeden ölen kimsenin ebediyyen cehennemde kalacaðýna inandýklarý için bu mezheplere baðlý bulunan kimselere Va'idiyye de denilmiþtir.

 

4) Kerramiyye: Ýman sadece dil ile ikrardýr, diyenlerdir. Bu mezhep zamanla ortadan kalkmýþtýr.

 

5) Mürcie: "Ýman Allah'ý bilmektir. Kâfire yaptýðý iyilik fayda vermediði gibi mü'mine de günah zarar vermez. Günahkâr mü'min cehenneme girmez, hasenâtý kabul edilir, seyyiâtý affedilir" diyenlerdir. Böyle diyenlere, mezhepler tarihinde "Mürcie-i ehl-i dalal" da denilir. Bu mezhep de zamanla yok olmuþtur.

 

c) Kulun ihtiyarý ve kader konusunda çýkmýþ olan baþlýca üç mezhep vardýr:

1) Cebriyye: Kulun ihtiyar ve iradesinin olmadýðýný iddia edenlerdir.

2) Kaderiyye ve Mu'tezile: Kulun mutlak hür olduðunu ve iþini kendisi dinleyip yarattýðýný iddia edenlerdir.

3) Ehl-i Sünnet mezhepleri: Kulun hür olduðunu kabul etmekle beraber kadere de saygýlý olan kimselerin mezhebidir.

 

 

 

f) Taklit Dönemi

 

 

Taklit: Kýlýç takmak, bir kimsenin omuzuna kýlýcýn askýsýný yerleþtirmek.

 

Fýkýh usulünde, bir sözü delilsiz olarak kabul etmek ya da bir kimsenin þer'i delillerden olmayan sözüyle, þer'i bir delile dayanmadan amel etmek. Dayandýðý deliller bilinmeden bir müçtehit veya bilginin sözüne göre amel edilmesi durumunda taklit gerçekleþmiþ olur. Taklit edene mukallit denir. Fakat taklit ile ittiba karýþtýrýlmamalýdýr. Ýttiba, bir müçtehidin içtihadýný, delillerini inceleyerek benimsemedir. Hicri ikinci yüzyýlýn ortalarýna doðru ortaya çýkan taklidin cevazý, dördüncü yüzyýldan bu yana tartýþýlagelmektedir.

 

Teori planýnda taklit, içtihad konusuyla birlikte ele alýnmýþtýr. Ýçtihad kapýsýnýn belli bir dönemde kapandýðýný savunanlar taklidin vacib ve gerekli olduðunu savunurken, içtihad taraftarlarý, tam aksine, taklide hiçbir meþruiyet tanýmamýþlardýr. Konuya bu iki karþýt noktadan bakanlarýn yanýsýra, konuyu kiþilerin durumuna göre deðerlendirme yoluna giden daha mutedil bilginler de olmuþtur.

 

Dört mezhepten birine baðlý hukukçular taklidin caiz, hatta vacib olduðu görüþünü savunmuþlardýr. Bunlar görüþlerini birçok delille desteklemeye çalýþmýþlardýr. Bunlarýn taklit lehine getirdikleri delillerin baþlýcalarý þöyle özetlenebilir:

 

1)  Kur'an'da:

 

وَمَا اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ اِلَّا رِجَالًا نُوحى اِلَيْهِمْ فَسَْلُوا اَهْلَ الذِّكْرِ اِنْ كُنْتُمْ لَاتَعْلَمُونَ

 

“Senden önce de, kendilerine vahyettiðimiz kiþilerden baþkasýný peygamber olarak göndermedik. Eðer bilmiyorsanýz, bilenlere sorun”[42] buyurulur. Bu ayet, bilmeyenin bilenden sormasýný gerektiren bir emirdir.

 

2)  Hz. Peygamber, baþýndan yaralý birine guslün gerekli olduðunu söyleyerek ölümüne neden olanlar için, "... madem ki bilmiyorlar, bilenlere sorsalar ya! Cehaletin þifasý sormaktýr" buyurmuþtur.

 

3)  Hz. Ömer, kelale meselesinde Hz. Ebu Bekr'e uymuþ ve "Ona muhalefet etmekten utanýrým" demiþtir. Taklit caiz olmasaydý Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir'e uymazdý.

 

4) Sahabe, cemaatle kýlýnan namazýn bir bölümünü kaçýrýnca, önce bu bölümü kýlýyor, sonra imama uyuyorlardý. Hz. Muaz ise önce imama uydu, imam selam verince, kalkýp kaçýrdýðý bölümü eda etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Muaz size yol gösterdi, artýk öyle yapýn” buyurdu.

 

5) Allah Teâlâ kendine, Resulüne ve ulü'l-emre itaati emretmiþtir,[43] Ulü'l-emr, yöneticiler ve bilginlerdir. Yönetici ve bilginlere itaat, verdikleri fetvayý taklitle olur.

 

6) Allah Teâlâ, muhacir ve ensara iyi bir þekilde ittiba edenleri övmüþ, onlardan razý olduðunu bildirmiþtir.[44] Hz. Peygamber de:

وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قالَ: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: َ تَسُبُّوا أصْحَابِى؛ فَوَالَّذِى نَفْسِى بِيَدِهِ لَوْ أنَّ أحَداً أنْفَقَ مِثْلَ أُحُدٍ ذَهَباً مَا بَلَغَ مُدَّ أحَدِهِمْ وََ نَصِيفَهُ[. أخرجه مسلم .

Hz. Câbir (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Ashabýma sebbetmeyin (dil uzatmayýn). Nefsim elinde olan Zât-ý Zülcelâl'e yemin olsun (sizden) biri, Uhud daðý kadar altýn infak etse, onlardan birinin infak ettiði bir müdd'e hatta yarým müdd'e bedel olmaz." [45]

 

7) Müçtehit bilginler açýkça taklidin caiz olduðunu söylemiþlerdir. Sözgelimi Muhammed bin el-Hasen, "Alimin daha bilgin olaný taklit etmesi caizdir"; Ýmam Þafîî de, "Bazý meselelerde Ömer'i, Osman'ý, Zeyd'i taklit ederek söylüyorum" demiþtir.

 

8) Allah insanlarý çeþitli yeteneklerde yaratmýþ, öðrencinin hocasýný, çýraðýn ustasýný taklidini zorunlu kýlmýþtýr. Her insanýn müctehid olmasýný istemesi, O'nun bu adet ve hikmetine aykýrýdýr.

 

Ýçlerinde Ýbn Hazm, Ýbn Teymiye, Ýbnu'l-Kayyim ve Þevkanî'nin de bulunduðu bazý Ýslam bilginleri ise bid'at olarak niteledikleri taklidin haram olduðunu savunmuþlardýr. Bunlar da görüþlerini delillerle desteklemeye, taklidi savunanlarýn delillerini çürütmeye çalýþmýþlardýr:

 

1) Allah Teâlâ'nýn mukallitleri zemmetmesi,[46] Kitap ve Sünnetin hakim kýlýnmasýný emretmesi ve ihtilaf çýkýnca Kitap ile Sünnet'e baþvurulmasýný istemesi,[47] hükmün yalnýz kendisine ait olduðunu bildirmesi,[48] dinde Allah ve Resulünden baþkasýna dayanmayý yasaklamasý,[49] kendinden baþkasýnýn helal ve haram kýlacak rab ve veli ittihaz edilmesini yasaklamasý,[50] Kitap ve Sünnet'e davet edilen bir kimse, hangi nedenle olursa olsun, onu terk ederse, kendisine büyük bir bela isabet edeceðini bildirmesi,[51] taklidin haramlýðýna delalet eder.

 

         2)

وَمَا اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ اِلَّا رِجَالًا نُوحى اِلَيْهِمْ فَسَْلُوا اَهْلَ الذِّكْرِ اِنْ كُنْتُمْ لَاتَعْلَمُونَ

 

“Senden önce de, kendilerine vahyettiðimiz kiþilerden baþkasýný peygamber olarak göndermedik. Eðer bilmiyorsanýz, bilenlere sorun”[52] ayetindeki "zikir" Kur'an ve hadis, onun "ehli" de bunlarý bilen kimselerdir. Meselesiyle ilgili ayet ve hadisi bilmeyen kimse, elbette bunlarý bilenlerden soracak ve nakledilen ayet ya da hadise uyacaktýr. Selef, hiçbir zaman bunlar yerine bir kimsenin kiþisel rey ve görüþünü sormamýþtýr.

 

3) Baþý yaralý kiþiye, bu konudaki delili bilmeden fetva veren ve onun ölümüne neden olanlara Hz. Peygamber, "Allah canlarýný alsýn..." diye çýkýþmýþtýr. Bu, ilimsiz fetva vermenin haram olduðuna delalet eder. Taklit ilim olmadýðýna göre, onunla fetva vermek de haramdýr.

 

4) Hz. Ömer'in kelale meselesinde Hz. Ebu Bekir'i taklit ediþi birkaç þekilde açýklanabilir: Hz. Ömer bu konuda ölene kadar kesin bir kanaate varamadýðýna göre, burada söz konusu olan uyma, Hz. Ebu Bekir'in söylediði "Reyimle hükmediyorum, hata edebilirim" ilkesine ait olacaktýr. Yoksa Hz. Ömer, mürted esirlerin reddi; savaþla fethedilen arazinin vakfý, hilafette veliaht tayin edilmesi gibi birçok konuda Hz. Ebu Bekir'e muhalefet etmiþtir.

 

5) Hz. Peygamber (as)'ýn Muaz'ýn hareketini tasvip etmesiyle sünnet meydana gelmiþ, sahabe de bu sünnete uymuþtur. Kitap ve Sünnet'e uymak taklit deðildir.

 

6) Ulü'l-emre itaat, dinin uygulayýcýlarý olmalarý bakýmýndandýr. Yoksa onlarýn kendilerine itaat emredilmemiþtir.

 

7) Muhacirun ile ensara uymaktan maksat, dini hayatta onlarýn yolundan yürümektir. Onlardan hiçbiri Kitap ve Sünnet'in naslarýný bir kiþinin rey ve içtihadý için terk etmemiþlerdir. "Ashabým yýldýzlar gibidir..." sözü de saðlam yollardan gelmemiþtir. Sahih olduðu kabul edilirse, mukallitlerin imamlarýndan önce ashaba uymalarý gerekir. Bundan da önce ashap gibi davranarak Kitap ve Sünnet delillerini öðrenip bunlara tabi olmalarý gerekirdi.

 

8) Müçtehit imamlarýn taklidi yasaklayan söz ve davranýþlarýný herkes bilir. Onlarýn Kitap ve Sünnet'ten delilini bulamadýklarý birkaç meselede daha alim kimselerin içtihatlarýna tabi olmalarý, herkes için vacib olan taklittir ve zaruret halleriyle sýnýrlýdýr.

 

9) Allah'ýn insanlarý çeþitli yeteneklerde yarattýðý, öðrenci ve çýraðýn hocalarýný taklit etmelerinin doðal olduðu gerçektir. Ama bununla taklidin bir ilgisi yoktur. Taklit, sözü hüccet olmayan bir kimsenin sözüne delilini sormadan uymaktýr. Oysa Allah, kullarýnýn fýtratýna körü körüne takliti deðil, iddia sahibinden delil ve ispat isteme eðilimini yerleþtirmiþtir.

 

Konuya daha mutedil yaklaþan bazý Ýslam bilginleri, genel anlamda vacib ya da haram hükmünü vermek yerine, mesele ve mükellefin durumuna göre bazý þartlarla hüküm vermeyi yeðlemiþlerdir. Ýbn Abdilba, el-Hatibu'l-Bagdadî, Ebu Same, Þatýbî ve Þah Veliyullah Dehlevî gibi bilginlerin içinde bulunduðu bu grup, mükellefleri ehliyet bakýmýndan müçtehide, müttebiler ve avam þeklinde üç bölüme ayýrýr. Müçtehitlerin zaruret hali dýþýnda birbirlerini taklit etmeleri caiz deðildir. Müçtehitlerin delillerini inceleyip bunlara göre tercih ettikleri hükümlere uyan kimseler olarak tanýmlanan müttebilerin de, delile bakmalarý mümkün oldukça, delile bakmadan bir kimseyi taklit etmeleri caiz deðildir.

 

Fiili olarak delili bulmak ve anlamak imkanýna sahip olmayan avam (halk), bilginleri belli þartlarda taklit edebilir.

 

Bu Þartlar Þunlardýr

 

1) Müçtehit ve bilgini bizzat itaat ve taklite ehil olduðu için deðil, teblið ederek buna vasýta olduklarý için taklit etmeleri. Çünkü bizzat itaat, Allah ve Resulüne aittir.

 

2) Taklitlerinin basit ve zanni de olsa bir tercihe dayanmasý, bazý karine ve emarelerle taklit ettiði kimsenin en bilgin ve layýk kiþi olduðuna inanmalarý.

 

3) Taassuptan uzak bulunmalarý. Taklit ettikleri bilginin yanýlabileceðini kabul edip onun görüþüne uymayan sahih bir nas ile karþýlaþýnca, nassý deðil, imamýnýn görüþünü terk edecek bir durumda olmalarý.

 

4) Taklit ettikleri hususun beþ vakit namaz, oruç, hac ve zekatýn farz, zina ve içkinin haram olduðu gibi kesin olarak bilinmesi gereken "zarurat-ý diniye"  den olmamasý.

 

 

 

g)Günümüzde Yaþayan Mezhepler ve Ýmamlarý

 

 

Hanefi Mezhebi

Ýmam-ý Âzam lâkabýyla þöhret bulan Ebû Hanîfe'ye izâfe edilen fýkýh ekolünün adý. Ebû Hanife'nin asýl adý Numân, babasýnýn adý Sâbit, dedesinin adý ise Zûta'dýr. Zûta, Irak ve Ýran'ýn müslümanlarýn eline geçmesinden sonra Müslüman olmuþ ve Kûfe'ye yerleþmiþtir. O ve oðlu Sâbit Kûfe'de Hz. Ali ile görüþmüþtür

 

Ebû Hanîfe H. 80 yýlýnda Kûfe'de doðdu, varlýklý bir ailenin çocuðu olarak orada yetiþti. Irak ve Hicaz Ebû Hanife'nin yetiþtiði dönemde önemli iki ilim merkezi hâlindeydi. Çünkü Hz. Ömer (ö.23/643) devrinde Fustat (eski Mýsýr), Kûfe ve Basra gibi büyük Ýslâm þehirleri kurulmuþ ve bu merkezlere aralarýnda birçok sahâbenin de bulunduðu binlerce Müslüman yerleþmiþti. Hz. Ömer Kûfe'ye fasih Arapça konuþan kabîleleri yerleþtirmiþ ve Abdullah b. Mes'ûd (ö. 32/652)'a onlara ilim öðretmesi için göndermiþ, "kendisine ihtiyacým olduðu halde Abdullah'ý size göndermeyi tercih ettim" demiþtir.[53]

 

Ýbn Mes'ûd, Kûfe'nin kuruluþundan Hz. Osman'ýn halifeliðinin sonlarýna kadar Kûfelilere Kur'ân ve fýkýh öðretmiþtir. Bu sayede orasý, pekçok kurrâ, fýkýh ve hadis bilginiyle dolmuþtur. Onun talebelerinin dört bin dolaylarýnda olduðu söylenir. Ayrýca Kûfe'de Sa'd b. Ebî Vakkas (ö. 55/675), Huzeyfe Ýbnü'l-Yemân (ö. 36/656), Selmân-ý Fârisî (ö. 36/656), Ammâr b. Yâsir (ö.34/657), Muðîre b. Þu'be (ö. 50/670), Ebû Mûsa-Eþ'ar, (ö. 44/664) gibi. seçkin sahabeler de bulunuyordu.[54]

 

Bunlar Ýbn Mes'ûd'a yardýmcý oluyorlardý. Hz. Ali Kûfe'ye geldiðinde buradaki fakihlerin çokluðuna sevinmiþ, “Allah, Ýbn Mes'ûd'a rahmet etsin, bu þehri ilimle doldurmuþ; Ýbn Mes'ûd'un öðrencileri bu þehrin kandilleridir” demiþtir.[55]

 

Mýsýr'a yerleþen sahabelerin üç yüz dolaylarýnda olmasýna karþýlýk el-Ýclî, yalnýz Kûfe'ye yerleþen sahabelerin bin beþ yüz dolaylarýnda olduðunu, bunlardan yetmiþ kadarýnýn Bedir savaþýna katýldýklarýný söyler.

 

Kûfe'de bu alim sahâbelerden feyiz ve ilim alarak içtihad yapabilecek dereceye ulaþan tâbiîlerden bazýlarý da þunlardýr: Alkame b Kays (ö. 62/681), el-Esved b. Yezîd (ö. 75/694), Þurayh b. e1-Hâris (ö. 78/697), Mesrûk b. el-Ecda' (ö. 63/683), Abdurrahmân b. Ebî Leylâ (ö. 148/765), Ýbrahim en-Nehâî (ö. 96/714), Âmiru'þ-Þa'bi (ö. 103/721), Said b. Cübeyr (ö. 95/714), Hammâd b. Ebî Süleyman (ö. 120/738).

 

Ýþte Hanefi mezhebînin kurucusu Ebû Hanîfe (ö.150/767) böyle bir ilim ortamýnda yetiþti. Ebû Hanife'nin fýkhý, kendisinden on sekiz yýl ders aldýðý Hammad b. Ebî Süleyman vâsýtasýyla, Ýbrahim en-Nehâî, Alkame ve Esved yoluyla, Abdullah b. Mes'ûd, Hz. Ali ve Hz. Ömer gibi sahâbe bilginlerine dayanýr. Hz. Ömer'in Irak ekolüne etkisi ibn Mes'ûd vasýtasýyla olmuþtur. Hz. Ali ise kazâ ve fetvâlarýyla Iraklýlara önderlik yapmýþtýr.

 

Kûfe ayný dönemlerde hadîs malzemesi bakýmýndan da zengindi. Müçtehitlerin kullandýðý ibâdet, muâmelât ve ukûbâtla ilgili hüküm hadislerinin sayýsý sýnýrlý olduðu için, bu konularda Hicaz'ýn hadis malzemesi bütün þehirlerin bilginlerince biliniyordu. Çünkü onlar hac dolayýsýyla sýk sýk Mekke ve Medîne'yi ziyaret ediyorlardý. Aralarýnda kýrktan fazla hac ve umre yapan vardý. Sadece Ebû Hanife elli beþ kere haccetmiþti. Ýmam Buhârî'nin (ö. 256/869) hocalarýnda Affân b. Müslim el-Ensârî el-Basrî'nin (ö. 220/835) þu sözü Irak yöresinin hadîs bakýmýnda ne kadar zengin olduðunu göstermeye yeterlidir: "Kûfe'ye gelip dört ay oturduk. Ýsteseydik yüz bin hadis yazardýk; ancak elli bin hadis yazdýk. Biz yalnýz herkesin kabul ettiði hadisleri aldýk. Çok hadis yazmamýza Þerîk b. Abdillâh (ö. 177/793) engel oldu. Kûfe'de Arapça'sý bozuk ve hadis rivâyetinde gevþeklik gösteren kimseye rastlamadýk."[56]

 

Affân hakkýnda, Ýbnü'l Medinî; "Hadisteki bir harfte þüphesi olsa o hadisi almazdý"; Ebû Hatîm ise; "imamdýr, sikâdýr." demiþtir. Böyle titiz bir hadisçi kûfe yöresinde dört ayda Ahmed b. Hanbel'in (ö. 241/855) Müsned'indekinden daha çok hadis toplayabilmiþtir.

 

Ebû Hanife Kûfe'de önce Kur'ân-ý hýfzetti. Sarf, nahiv, þiir ve edebiyat öðrendi. Kûfe, Basra ve bütün Irak'ýn en önde gelen üstatlarýndan hadis dinledi ve fýkýh meselelerini öðrendi. Doðuþtan mantýk, zekâ, hâfýza gücü ve çalýþkanlýðý ile ilim sahipleri arasýnda temayüz etti. Onun ilme yönelmesinde Âmiru'þ-Þa'bî'nin etkisi olmuþtur. Numân, hacc seyahati sýrasýnda, bizzat sahâbelerden hadis dinlemiþ olan Atâ b. Ebî Rabah (ö. 115/733) ve Ýbn Ömer'in mevlâsý Nâfi' (ö. 117/735) gibi tâbiîlerden bazýlarý ile temas etmiþ ve onlardan da hadis dinlemiþtir.

 

Hocasý Hammâd'ýn vefâtýnda Ebû Hanîfe kýrk yaþlarýnda idi. Onun vefâtýyla boþalan kürsüsünde ders vermeye baþladý. Ebû Hanife'nin ders ve fetvâ vermedeki usûlü, rivâyet ve anânecilerin sema' (dinleme) usûlünden farklýdýr. Onun ders halkasýnda iki türlü müzâkerenin oluþtuðu anlaþýlýyor.

a) Talebeleri için verdiði düzenli fýkýh dersleri.

b) Dýþarýdan ve halk tarafýndan cevabý istenilen sorular (istiftâ).

 

Hanefi mezhebi istiþâre esasýna dayandýrýlmýþtýr. Ebû Hanife meseleleri tek tek ortaya atar, öðrencilerini dinler, kendi görüþünü söyler ve onlarla konuyu bir ay hattâ daha fazla süreyle münâkaþa ederdi. Meselenin incelenmesinde hazýrlýðý olan ve içtihad derecesinde bulunanlar da düþünce ve içtihatlarýný söyledikten sonra, bu mesele hakkýnda müzâkere bitmiþ sayýlýr ve sýra Ebû Hanife'ye gelirdi. O, meseleyi yeniden izah ve tasvir ettikten, kendi delillerini ve içtihadýný ortaya koyduktan, gerekli düzeltmeler yapýlýp cevaplar verildikten sonra, alýnan karar çoðu defa delillerden tecrit edilerek son derece veciz cümlelerle, bizzat kendisi tarafýndan imlâ ettirildi. Bu imlâ vecizeleri daha sonra fýkýh kaideleri hâline gelmiþtir.[57]

 

Ebû Hanife'nin bu ilim halkalarýnda Ýslâm'ýn bütün hükümleri yani ibâdât, muâmelât ve ukubâta âit emir ve yasaklarýný yeni baþtan gözden geçirilerek incelenmiþtir. Konularýna göre tasnîf edilip tedvîn edilen bu hüküm ve meseleleri Zâhiru'r-Rivâye adýyla kaleme alan Muhammed b. Hasen eþ-Þeybânî'dir. (ö.189/805). eþ-Þeybânî daha küçük yaþta iken Ebû Hanîfe'nin ilim meclislerinde hazýr bulunmaya baþlamýþ; eðitimini daha sonra Ebû Yusuf'un yanýnda tamamlamýþtýr. Ebû Hanife, öðrencileri için þöyle demiþtir: "Ýçnizde otuz altý tane yetiþkin var, onlardan yirmi sekizi kadýlýk, altýsý müftilik, ikisi de hem baþkadýlýk ve hem de fetvâ makamýna lâyýktýr.[58] Bunlar da Ebû Yûsuf ve Züfer'dir"

 

Zâhiru'r-Rivâye kitaplarý altý tane olup, daha sonraki bilginlere tevâtür yoluyla nakledilmiþtir. Bunlar; " el-Asl (veya el-Mebsût)", "el-Câmiu's-Saðîr", " el-Câmiu'l-Kebîr" " es-Siyeru's-Saðîr", "es-siyeru'l-Kebîr" ve "ez-Ziyâdât" adlarýný alýrlar. Hanefi mezhebinin temellerini oluþturduðu için bunlara "Mesâil-i usûl"de denilmiþtir. Zâhiru'r-Rivaye'de Ebû Hanife, Ebû Yûsuf ve Ýmam Muhammed'in görüþleri toplanýr. Devrin özelliði olarak Ebû Hanife fýkýh meselelerini talebelerine imlâ ettirmiþ olmalýdýr. Bu altý kitap metinlerinde kendisine isnad edelin meselelerin ona âit olduðunda þüphe yoktur. Hattâ meselelerin ifadesinde vecîz metinlere bile Ebû Hanife'nin sözü ve üslûbu olarak bakýlabilir.

 

Zâhiru'r-Rivâye kitaplarý Hâkim eþ-Þehîd Ebû Fazl Muhammed el-Mervezî (ö. 334/945) tarafýndan kýsaltýlarak bir araya getirilmiþ ve eser el-Kâfi adýný almýþtýr. Kendi devrinde bu eser Hanefi mezhebinin görüþlerini, meselelerini öðrenmek isteyene yeterli görülmüþtür. el-Kâfý, bir buçuk asýr kadar sonra Þemsü'l-Eimme es-Serahsî (ö. 490/1097) tarafýndan þerh edilmiþ ve el-Mebsût isimli bu eser otuz cilt hâlinde basýlmýþtýr.

 

Ebû Hanife'nin kendisine isnad olunan ve günümüze ulaþan kitaplarý daha çok akait ve kelâm konularýna âittir. el-Fýkhu'l-Ekber, Kitâbü'l-Âlim ve'l-Müteallim, Kitâbü'r-Risâle, beþ tane el-Haþiyye kitabý, el-Kasidetü'n-Nu'mâniyye, Ma'rifetü'l-Mezâhib, Müsnedü'l- Ýmam Ebu Hanife.[59]

 

Ebû Yûsuf ve Ýmam Muhammed, mezhebin teþekkülünde etkili olmuþ büyük Hanefi müçtehitleridir. Ebû Yûsuf, mal, vergi ve devlet hukukuna dair Kitabü'l-Harâc adlý eserini yazmýþ, hanefî mezhebinin devlet ricâli ve kitleler arasýnda yayýlmasýna katkýda bulunmuþtur. Abbâsî halifesi Hârun er-Reþîd zamanýnda "kâdýu'l-kudât (baþ kadý)" olmuþ, böylece mezhebin icrâ ve kazâda uygulanmasý yolunu açmýþtýr.

 

Es-Serahsî'nin, el-Mebsût'undan sonra Hanefi fýkhýný açýklayan ve geliþtiren te'lifler devam etmiþtir. el-Kâsânî'nin (ö. 587/1191) Bedâyiu's-Sanayi' fi Tertîbi'þ-Þerâyî' adlý eseri son derece sistemli ve deðerli bir eserdir. Daha sonraki önemli te'lîf ve þerhlerden bazýlarý da þunlardý. el-Merginânî'nin (ö. 593/1197) el-Hidaye adlý eseri. Bunun baþlýca þerhleri Ýbnü'l-Hümâm'ýn (ö. 861/1457) Fethu'l-Kadîr, es Siðnaký'nin (te'lif: 700/1300) en-Nihâye, el-Bâbertî'nin (ö. 786/1384) el-Ýnâye ve el-Kurlânî'nin (ö. 8/14. asýr) el-Kifâye adlý eserleridir. en-Nesefi'nin (ö. 710/1310) Kenzü'd-Dekâik'i sonraki önemli te'liflerden olup, yine ayný müelif tarafýndan, el-Nâfý adýyla þerh edilmiþtir. Diðer önemli þerhleri; ez-Zeylaî'nin (ö. 743/1342) Tebyînü'l-Hakâik'i ile Ýbn Nüceym el-Mýsrî'nin (ö. 970/1562) el-Bahru'r-Râik adlý eserlerdir.

 

Osmanlýlar döneminde yazýlan en önemli eserler þunlardýr: Molla Hürsev'in (ö. 885/1480) ed-Dürer'i ve buna Vankulî (ö. 1000/1591) ile baþkalarý tarafýndan yazýlan þerhler, el-Halebî'nin (ö. 956/1549) el-Mülteka'l-Ebhur'u ile bunun Þeyhzâde (ö.1078/1667) tarafýndan te'lif edilen Mecmau'l-Enhur adlý þerhi. Timurtâþî'nin (ö.1004/1595) Tenvîru'l-Ebsâr'ý ile el-Haskefî'nin (ö. 1088/1677) ed-Dürrü'l-Muhtâr'ýna yazýlan þerh ve Ýbn Âbidîn (ö. 1252/ 1836) tarafýndan yazýlan Reddü'l-Muhtâr ale'd-Dürri'l-Muhtâr adlý büyük þerh de önemli eserlerdendir.

 

Yine Tanzimat devrinde Ahmed Cevdet Paþa baþkanlýðýndaki bir komisyon tarafýndan 1869-1876 yýllarý arasýnda hazýrlanan 1851 maddelik Mecelle medenî hukuk alanýnda meydana getirilmiþ önemli bir çalýþmadýr. Mecelle, þahýs, aile ve miras münâsebetlerine ve aynî haklara âit birçok önemli konularý fýkýh ve fetvâ kitaplarýna býrakmýþtýr. Mecelle'nin þerhleri arasýnda; Ali Haydar Efendi'nin (ö.1355/1936) Düraru'l-Hukkâm adlý Türkçe þerhi ile Mes'ud Efendi'nin (ö. 1310/1893) Arapça Mir'ât-ý Mecelle'si zikredilebilir. 1875 M. tarihinde Mýsýr adliye nâzýn Muhammed Kadri paþa tarafýndan tedvîn edilen el-Ahkâmü'þ-Þer'iyye ile 1917 tarihli Osmanlý Hukuk Âile Kararnâmesi diðer kanun mecelleleridir.

 

Hanefi mezhebinin özelliklerine gelince bizzat Ebû Hanife içtihad ederken takip ettiði usûlü þu þekilde açýklamýþtýr: "Allah'ýn kitabýndakini alýr kabul ederim. Onda bulamazsam Rasûlullahýn mûtemed alimlerce mâlûm, meþhur sünnetiyle amel ederim. Onda da bulamazsam Ashâb-ý Kiramdan dilediðim kimsenin re'yini alýrým. Fakat iþ, Ýbrahim en-Nehaî, eþ-Þa'bî, el-Hasenü'l-Basrî ve Atâ'ya gelince, ben de onlar gibi içtihad ederim."[60] Ebû Hanife fýkhý; "kiþinin leh ve aleyhte olaný, yani iyi ve kötüyü tanýmak" diye tanýmlar ve meselelerin hükümlerini kitap, sünnet, icmâ ve kýyas delillerinden birisine baðlardý.

 

Herhangi fýkhî bir mesele önce Kur'ân âyetleri ile karþýlaþtýrýlýr. Âyetin Ýbâre, iþâre, iktizâ veya delâletinde bir þey varsa ona baðlý olarak çözülürdü. Kur'ân'da bir çözüm bulunmazsa, sünnete baþvurulur. Ancak Hanefilerin sünnetin Hz. Peygamber (as)'e dayanmasýný tâyin hususunda özel metotlarý vardýr. Bu usûle göre, her anane bir sünnet olmayabilir. Mütevâtir ve meþhur hadisler dýþýnda kalan haber-i vâhid ve mürsel hadisler özel incelemeye tâbi tutulur.

 

Ebû Hanife haber-i vâhidi (tek râvînin rivâyet ettiði hadis), râvînin güvenilir (sika), fakih ve adâletli olmasý; rivâyet ettiði þeye aykýrý bir amelde bulunmamasý þartýyla kabul eder. Meselâ Ebû Hüreyre'nin (ö. 58/677) rivâyet ettiði; "Birinizin kabýna köpek batarsa, birisi temiz toprakla olmak üzere, onu yedi defa yýkasýn"[61] hadîsini Ebû Hanife kabul etmez. Çünkü Ebû Hüreyre bu hadisle amel etmez ve böyle bir kabý üç kere yýkamakla yetinirdi. Bu durum hadîsi rivâyet bakýmýndan zayýflatmakta, hattâ, Ebû Hüreyre'ye isnadýný bile þüpheli bir duruma sokmaktadýr. Ebû Hanife'nin âhâd haberleri kabulde esas aldýðý prensipleri þöylece özetlemek mümkündür:

 

a) Ahâd haber, Ýslâm hukukunun kaynaklarý tek tek incelendikten sonra elde edilecek ortak esaslara göre deðerlendirilir. Eðer âhâd haber bu esaslarla çatýþýrsa, iki delilden daha kuvvetli olaný alýnýr; çatýþan tek râvili haber terk edilerek söz konusu esasa dayanýlýr ve böyle bir haber "þâz" sayýlýr.

 

b) Âhâd haber Kur'ân'ýn genel ifadesine (âmm'e) veya Kur'ân'da bulunan bir lâfza (zâhir anlama) aykýrý düþerse, haber terk edilerek Kitapla amel edilir. Burada da iki delilden daha kuvvetli olaný tercih vardýr. Çünkü Kur'ân'ýn sübûtu kat'îdir. Ebû Hanîfe'ye göre, delâlet bakýmýndan Kur'ân'ýn zâhirleri ve genel ifadeleri kesindir. Haber, Kur'ân'ýn âmm ve zâhirine aykýrý olmaksýzýn, onun mücmel'ini beyan ederse, bu haber kabul edilir. Bu, âhâd haberler Kur'ân'da olmayan bir hükmü ona ilâve anlâmýna gelmez.

 

c) Âhâd haberin meþhur sünnetle çatýþmasý hâlinde, kuvvetli olan meþhur sünnet esas alýnýr.

 

d) Âhâd haber, kendisi gibi tek râvili bir haberle çeliþirse, râvisi daha bilgili ve fakîh olan tercih edilir.

 

e) Ýki haberden birisinde, senet veya metin bakýmýndan fazlalýk varsa, ihtiyat yönü düþünülerek bir fazlalýk kabul edilmez.

 

f) Âhâd haberle, kaçýnýlmasý imkansýz olan "umumî belvâ", yaný sýk sýk vukû bulduðu için herkesin yapmak zorunda kaldýðý hususlarda amel edilmez. Bu gibi durumlarda haberin mütevâtir veya meþhûr olmasý gerekir.

 

g) Yine Ebû Hanife âhâd haberlerin, seleften hiç kimse tarafýndan tenkit ve ta'n'a uðramamasý; râvînin onu iþittiði andan rivâyet ettiði ana kadar ezberinde tutmasý, haberi kimden aldýðýný hatýrlamamasý halinde, yazýsýna güvenmemesi; þüpheli hallerde uygulanmayan had cezalarýnda deðiþik rivâyetler bulunursa, ihtiyat yönünün tercih edilmesi; baþka haberlerle desteklenene âhâd haberlerin alýnmasý gibi prensipler geliþtirmiþtir.[62]

 

Mürsel hadisler için de bazý þartlar öngörülmüþtür. Senedi Hz. Peygamber (as)'e ulaþmayan ve senedinde kopukluk bulunan hadîse mürsel veya munkatý' hadis denir. Þâfiîler mürsel için birtakým kabul þartlarý öne sürerken; Ebû Hanîfe ve Ýmam Mâlik mürsel hadisi kayýtsýz-þartsýz kabul eder. Yalnýz hadîsi rivâyet eden râvinin sika olmasýný yeterli görürler. Diðer yandan mürsel hadis, kendisinden daha kuvvetli olan bir delille çatýþmamalýdýr. Ýslâm'ýn ilk devirlerinde mürsel hadislerle amel edilmiþtir. Hattâ Ýbn Cerîr et-Taberî (ö. 310/922), "mürsel haberi mutlak olarak reddetmek hicrî ikinci yüzyýlýn baþýnda ortaya çýkan bir bid'attýr" demiþtir. Buhâr-î ve Müslim gibi mûteber hadisçiler eserlerinde mürsel hadislere yer vermiþler, bunlarý delil olarak zikretmiþlerdir.[63]

 

Ebû Hanife'nin az hadis bildiðini, hadise gereken önemi vermediðini veya hadislere muhâlefet ettiðini, ya da zayýf hadisleri aldýðýný öne sürenler, mezhep imamlarýnýn hadisleri kabul için ileri sürdükleri þartlarý tetkik etmeyen kimselerdir. Fitne ve yalanýn yaygýn olduðu bir devirde, Hz. Peygamber þöyle buyurdu, diyerek hadis nakleden herkesin rivâyet ettiði hadîsi kabul edenler, Hanefîlerin hadislere muhâlefet ettiðini sanýrlar. Halbuki onlar, kitap, sünnet ve sahabelerin hükümleri gibi nass'larýn kaynaklarýný araþtýrmada son derece titizlik göstermiþler; nass'a dayanan ve kabule lâyýk görülen, birbirine benzer meseleleri çýkardýklarý temel prensibe dayandýrarak bir kaide altýnda toplamýþlardýr.

 

Tarafsýz âlimlerin incelemesine göre, Ebû Hanife'nin içtihad þûrâsýnda kendisine yardýmcý olan hadis hâfýzlarýnýn bulunduðu ve içtihatlarýnda bizzat üstatlarýndan öðrendiði dört bin kadar hadis kullandýðý açýða çýkmýþtýr. Onun bazý hadisleri reddetmesi, hadisin sýhhati için ileri sürdüðü þartlara bu hadislerin uymamasý yüzündendir. Ebû Hanife sahih hadîsi reddetmek bir yana, mürsel ve zayýf hadisleri bile kýyasa tercih etmiþtir.[64]

 

Ebû Hanife içtihatlarýnda kýyas ve istihsana çok yer vermiþtir. Kýyas; hakkýnda Kur'ân ve sünnette hüküm bulunmayan bir meselenin hükmünü, aralarýndaki ortak illet dolayýsýyla, hakkýnda nass bulunan meselenin hükmüne baðlamak demektir. Aslýnda daha önce sahâbe devrinden müçtehit imamlar devrine kadar kýyasa baþvurulmuþtu. Ebû Hanife'nin yaptýðý, kýyasý kaideleþtirmek, çok kullanmak ve henüz meydana gelmemiþ hâdiselere de uygulamaktan ibarettir.[65]

 

Kýyas uygun düþmeyen yerde Ebû Hanife istihsan yapardý. Ebû'l-Hasen el-Kerhî (ö. 340/951) Ýstihsâný þöyle tarif eder: "Müçtehidin daha kuvvetli gördüðü bir husustan dolayý, bir meselede benzerlerin hükmünden baþka bir hükme baþvurmasýdýr."[66] Ýmam Mâlik; "Ýstihsan ilmin onda dokuzudur" derken; Ýmam Þafiî, istihsaný þer'i bir delil saymamý ve onu "Bir kimsenin keyfine göre bir þeyi beðenmesi, hoþ ve güzel bulmasýdýr" sözleriyle reddetmiþtir. Hattâ o, el-Ümm adlý eserinde, "Kitâbü Ýbtâli'l-Ýstihsân" baþlýklý bir bölüm ayýrarak, istihsâna hücum etmiþtir.[67] Ýbn Hazm'a göre istihsan; "Nefsin arzuladýðý ve beðendiði þekilde hükmetmektir."[68]

 

Ancak hiçbir Ýslâm hukukçusu istihsâný bu þekilde anlamamýþlardýr. Aksi görüþte olanlar yanlýþ anladýklarý için tenkitte bulunmuþlardýr. Kýyasý kabul edenler arasýnda Hanefilerin kastettiði anlamda istihsan yapmayan yoktur. Þafiilerin istihsânýn aleyhinde öne sürdükleri deliller, doðru bulunursa, bu onlarýn benimsediði kýyasý da geçersiz kýlar.[69]

 

el-Kevserî'nin, Ebû Bekir er-Râzi'den (ö. 370/980) nakline göre, istihsan iki alanda cereyan eder.

a) Ýçtihad ve reyimize býrakýlmýþ miktarlarýn miktar ve tespitinde reyimizi kullanmak. Mehir, nafaka, tazminat bedeli, yasak ava karþýlýk kesilecek hayvanýn takdirlerinde olduðu gibi.

b) Daha kuvvetli bir delilden dolayý kýyasý terk etmek. es-Serahsî (ö. 490/ 1097) bunu þöyle açýklar: "Gerçekte istihsan iki kýyastan ibaret olup, birisi açýk (celî) ve etkisi zayýftýr. Buna "kýyas" adý verilir. Ötekisi kapalý (hafî) ve etkisi kuvvetlidir. Buna da "Ýstihsân" adý verilir, yani "kýyas-ý müstahsen" denilir. Bunlarda tercih, tesire göre olup, açýklýk ve kapalýlýk sebebiyle deðildir."[70]

 

Yukarýdaki kýyasa þu örneði verebiliriz: Kurt vb. yýrtýcý hayvanlarýn etleri haram olduðu gibi, içtikleri suyun artýðý da haramdýr. Ayný þekilde yýrtýcý kuþlarýn da hem etleri, hem de artýklarý haramdýr. Bu zâhir (açýk) kýyasýn bir sonucudur. Ýstihsana göre ise, hafi (gizli) kýyas yoluna gidilerek, baþka bir sonuca ulaþýlýr. Þöyle ki; yýrtýcý hayvanlarýn artýklarý salyalarý karýþtýðý için pistir, çünkü salyalarý onlarýn pis olan etlerinden meydana gelmektedir. Yýrtýcý kuþlar ise, suyu gagalarýyla içtikleri için artýklarý salyalarýyla temas etmez. Gagalarý de kemik olduðu için artýkta herhangi bir eser býrakmaz. Buna göre, istihsânen yýrtýcý kuþlarýn artýðý olan su pislenmez, ancak ihtiyat bakýmýndan böyle bir suya mekruh denilir.

 

Bazen þer'i bir delille çatýþan kýyas terk edilerek istihsan yoluna gidilir. Kýyasa göre, unutarak yiyip içen kimsenin orucu bozulur, fakat bu kimsenin orucunu bozulmayacaðýna dair Hz. Peygamberden rivâyet edilen bir hadis[71] sebebiyle kýyas terkedilmiþtir. Yine namazda kahkaha ile gülenin, kýyasa göre yalnýz namazýnýn bozulmasý gerekirken, hadisle abdestinin de bozulacaðý bildirilmiþtir.[72]

 

Ýstisnâ' (sanatkâra bir iþ ýsmarlama) akdinde, akde konu olan þey, akid sýrasýnda mevcut olmadýðý için kýyasa göre akdin bâtýl olmasý gerekirken, her devirde bu türlü akitle muâmele yapýlageldiðinden, onun sýhhati üzerinde icmâ' veya örf teþekkül etmiþ ve bu yüzden kýyas terkedilmiþtir. Bazen zarûret yüzünden kýyas terk edilerek istihsan yapýlýr.

 

Meselâ; kadýnýn bütün vücudu mahremdir. Fakat, hastalýk hâlinde doktorun onun bazý uzuvlarýna bakmasý câiz olur. Burada, "zarûretler haram olan þeyleri mubah kýlar" kaidesi uygulanýr. Yukarýdaki örneklerden de anlaþýlacaðý gibi, Hanefilerin uyguladýðý istihsan ya nass'a, ya kýyasa, ya icmâ'a yahut da zarûrete dayanmaktadýr. Bu temele dayanan istihsâný, baþka kavramlar altýnda da olsa Þâfiîlerin de kabul etmesi gerekir. Þâfiî'nin itirazlarý belki, sadece örf sebebiyle istihsan çeþidini içine alabilir. Çünkü örfün hüküm istinbâtý için bir temel teþkil edip etmemesi bu iki mezhep arasýnda ihtilâflýdýr.[73]

 

Hanefî mezhebi Irak'ta doðmuþ ve Abbâsîler devrinde ülkenin baþlýca fýkýh mezhebi olmuþtur. Mezhep özellikle doðuya doðru yayýlarak Horasan ve Mâverâunnehir'de en büyük geliþmesini göstermiþtir. Birçok ünlü Hanefî hukukçu bu ülkelere mensuptur. Maðrib'te Hanefîler 5. yüzyýla kadar Mâlikîlerle beraber bulunuyorlardý. Sicilya'da ise hâkim durumda idiler.

 

Abbasîlerden sonra Hanefi mezhebinde bir gerileme görülmüþse de, Osmanlý devletinin kurulmasýyla yeniden geliþme olmuþ; Osmanlý sýnýrlarý içinde, halký baþka bir mezhebe baðlý olan yerlere bile, Ýstanbul'dan Hanefi mezhebine sâlik hâkimlerin gönderilmesi, mezhebe buralarda resmîlik kazandýrmýþtýr (Mýsýr ve Tunus'ta olduðu gibi). Günümüzde Afganistan, Pakistan, Türkistan, Buhara, Semerkand gibi Orta Asya ülkelerinde Hanefîlik hakimdir. Bugün Türkiye ve Balkan Türkleri", Arnavutluk, Bosna-Hersek, Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya müslümanlarý genel olarak Hanefîdirler. Hicaz, Suriye Yemen'in, Aden bölgesindeki müslümanlarýn bir kýsmý da Hanefidir.[74]

 

Maliki Mezhebi

 

Malik b. Enes b. Malik b. Ebi Amir el Asbahî'ye nisbet edilen fýkhî ekolün adý. Büyük fýkýh ekollerinden biri olan Malikî mezhebinin imamý Ýmam Malik, Hicrî 93 yýlýnda Medine'de doðmuþtur. Ýmam Malik, ilimle uðraþan bir aileye mensup olduðu için tahsil hayatýna küçük yaþta baþlamýþ ve Medine'nin seçkin âlimlerinden hadis ve fýkýh dersleri alarak kýsa zamanda ilmî olgunluða eriþmiþ, yeterliliðine kanaat getirince de Mescid-i Nebî'de ders okutmaya baþlamýþtý.

 

Ýmam Malik'in fýkýhta hocasý Rabi'atu'r-Rey'dir. Bununla birlikte, onun fýkýhta derinleþmesinde ve hadis ilminde söz sahibi bir seviyeye yükselmesinde Medine'nin seçkin âlimlerinden Abdurrahman ibn Hürmüz, Þihab ez-Zuhrî, Ebu Zinad, Yahya b. Sa'id el-Ensârî ve Hz. Ömer'in azatlýsý Nafi'in büyük katkýlarý olmuþtur. O Nafi'den Hz. Ömer (r.a) ve oðlu Abdullah'ýn fýkhýný ve fetvalarýný iyice öðrenmiþti.

 

O, hayatý boyunca Medine'den baþka bir yere gitmemiþtir. Ýlimde ihtiyacý olduðu her þeyin, sahih bir þekilde Medine'de bulunduðuna inanýyor, manevî havasýný teneffüs ettiði Peygamber þehrinden uzaklaþmak istemiyordu. Tahsilini Medine'de yapmasý ve hayatý boyunca oradan ayrýlmamýþ olmasýnýn, onun fýkhýnýn oluþmasýndaki tesirleri büyük olmuþtur.

 

Ýmam Malik'in zamaný, âlimlerin odaklaþtýðý bir kýsým þehirlerde, daha önce Ashabýn ve Tabiinin buralara taþýdýðý ilimler çerçevesinde, ekolleþmelerin baþladýðý bir dönemdir. Basra fýkýh ile birlikte, akaidle alâkalý meselelerin tartýþýldýðý, kelâmý görüþlerden doðan fýrkalaþmalarýn görüldüðü, vaizlerin ve az da olsa fakihlerin bulunduðu bir þehirdi. Burada kendi þartlarýna has bir fýkýh ekolü oluþmakta idi.

 

Kûfe ise, Ýbn Mes'ud'un rivayetlerine dayanan Irak fýkhýnýn merkezini oluþturuyordu. Bu fýkýh ekolünün, Ýmamý Malik'in de kendisiyle görüþüp bilgi alýþ veriþinde bulunduðu Ebu Hanife'dir. Burada fýkýh, sadece vuku bulmuþ olaylara verilen fetvalar üzerine bina edilmiyordu. Meydana gelmiþ hadiseler yanýnda, vuku bulmasý muhtemel meseleler çerçevesinde bir takdirî ve farazî fýkýh oluþmuþtu.

 

Irak fýkhýnýn en belirgin özelliði ise, reye çokça baþvurulmasýdýr. Kýyas ve istihsan, orada en çok kullanýlan temel fýkhi öðelerdendir. Þam bölgesinde ise sahabe kavilleri ve Tabi'in fetvalarýna dayanan fýkýh hakim olup, reye pek baþvurulmazdý. Þam ekolünün temsilcisi ise Evzâi'dir.

 

Ýmam Malik'in imamý olduðu Medine ise, hadisin beþiði, Sünnetin amelî rivayetinin yapýldýðý ve herkesin Sünnete sýkýca yapýþtýðý bir yerdi. Ayrýca, Hz. Ömer (r.a), Zeyd b. Sabit (r.a), Hz. Aiþe ve Ýbn Ömer'in fýkhî görüþleri ve onlarý takip edenler, Medine'de bulunmaktaydý. Medine'nin Yedi Fukahasý diye þöhret bulan Tabi'inden, Sa'id b. Müseyyeb, Urve b. Zübeyr, Kasým b. Muhammed, Harise b. Zübeyr, Ebu Bekir b. Ubeyd, Süleyman b. Yesar ve Ubeydullah b. Abdullah Ashabýn fýkhýný nakleden Medine'nin seçkin âlimleriydi. Ýmam Malik bu âlimlerin fýkýh usullerini kavramýþ, fýkhî görüþlerini iyice özümlemiþti. Medine; hadis, sünnet ve reyin hepsinin bir arada bulunduðu, her taraftan ilim arayanlarýn doluþtuðu ve yüksek bir ilmî hareketliliðin yaþandýðý bir yerdi.

 

Ýmam Malik'in kendine has fýkhî ekolün oluþmasýna tesir eden unsurlar þöyle sýralanabilir:

a) Ýbn Hürmüz'den edindiði çeþitli fýrkalar ve düþüncelerine dair aktüel bilgiler ve farklý fýkhî ve fýkýh dýþýndaki mezhepler ve bunlarýn ayrýlýk sebepleri hakkýndaki derin bilgi.

b) Ashabýn, özellikle Hz. Ömer'in oðlu Abdullah ve Hz. Aiþe (ra)'nýn fetvalarý ve Tabii'nin büyüklerinden Ýbn Müseyyeb ve diðerlerinin, rivayet yoluyla öðrendiði fetvalarý.

c) Ýlk hocasý Rabi'atu'r-Rey diye þöhret bulan Rabia b. Ebu Abdurrahman'dan aldýðý rey fýkhý. Ancak Rabianýn reyi Iraklýlarýn reyinden farklý olup, muhtelif naslar esas alýnarak halkýn problemlerinin çözülmesi demek olan mesalih-i mürsele esasýna dayanmaktaydý.

d) Çok mevsuk gördüðü ravilerden aldýðý hadisler. O, hadis ilminin dinin kendisi olduðunu kabul eder ve hadis talep edenlere, hadisleri kimlerden aldýklarýna dikkat etmelerini tembihlerdi.

 

Malikî fýkhý: Ýmam Malik'in Mescid-i Nebi'de ders vermeye baþlamasýndan sonra, derslerine devam eden öðrencilerinin onun fýkýh usulüne göre þekillenmesiyle yavaþ yavaþ oluþma aþamasýna girdi.

 

Ýmam Malik, kendi usulüne dair bir eser yazmadýðý gibi, bu konuda açýk bir þeyde söylemiþ deðildir. Zaten, diðer imamlarda olduðu gibi o da herhangi bir ekol oluþturma endiþesiyle hareket etmiþ deðildi. Öðrendiði ilimleri, çevresinde toplanan öðrencilerine aktarýrken ve problemlerin çözümü için fetva soranlara fetva verirken, dinin kendisine yüklemiþ olduðu sorumluluðu yerine getirme endiþesinden baþka bir duygu ile hareket etmiþ deðildir. Onun talebeleri memleketlerine döndüklerinde, halkýn meselelerini Ýmam Malik'in fetvalarýna göre çözüyorlardý.

 

Onun fetvalarýnýn yetersiz olduðu konularda ortaya çýkan yeni meseleleri onun usulüne uygun olarak, hallediyorlardý. Ýþte onun talebeleri, mezheplerinde ihtiyaç duyduklarý usulü, Malik'in ana hatlarýyla iþaret ettiði doðrultularda ortaya koymuþlardýr. Ýmamýn Muvatta'da takip ettiði yöntem, onun fýkýhtaki usulünün temel prensiplerini açýklar niteliktedir. O fýkhî bir mesele ile alâkalý olarak önce hadisi alýr, peþinden Medinelilerin o konudaki uygulamalarýna deðinir, arkasýndan da Tabi'in ve diðer ulemanýn görüþlerini zikreder.

 

Anlaþýlacaðý gibi, diðer fakihlerden ayrý olarak, onun fýkýh anlayýþýnda Medinelilerin amelinin özel bir yeri vardýr. Ona göre Medinelilerin amelî, sünnetin amelî olarak rivayet edilmesidir. Zira onlar, hayatlarýný, aralarýnda yaþamýþ olan Hz. Peygamber (as)'ýn gösterdiði doðrultuda þekillendirmiþlerdir.

 

Ýmam Malik'in fýkýh usulü ve hukuk ekolünde reye az baþvurulmuþ olmasýna raðmen, diðer mezheplerde rey için delil durumunda olan Kýyas, Ýstihsan, Mesalih-i mürsele vb. Fer'i deliller çokça kullanýlmýþtýr.

 

Malikî Mezhebinin Dayandýðý Deliller

 

1) Kitap: Bütün mezheplerde olduðu gibi, uyulmasý icab eden ana kaynak, dinin her þeyini içine alan Kur'an-ý Kerim'dir. Sünnet ise, Kitabýn tefsiri mahiyetinde olup, onu açýklamaktadýr. Bundan dolayýdýr ki Ýmam Malik Kur'an tefsirinin sünnetle olduðunu kabul eder, Ýsrailiyyat türü haberlerin ona sokulmasýna þiddetle karþý çýkardý.

 

O, Cumhur'un icma ettiði gibi, Kur'an-ý Kerim'in lâfýz ve manadan ibaret olduðu inancýndadýr. Ýmam Malik, her þeyde olduðu gibi, bu konuda da hiç bir zaman tartýþmaya girmemiþtir.[75]

 

2) Sünnet: Ýmam Malik, fýkýhta imam olduðu gibi hadiste de imamdýr. Onun hadisi fýkha nasýl hâkim kýldýðý Muvatta da açýkça görülmektedir.

 

Bütün imamlar, meseleleri çözümlerken hadisi ikinci sýrada delil almakla beraber, ondan hüküm çýkarmada kullandýklarý usuller birbirinden farklý olmuþtur.

 

Ýmam Malik, Ebu Hanife gibi Kur'an'ýn zahirini Sünnetten önde tutar. Ancak Sünnet, ayrýca baþka delillerle takviye edilirse o zaman Kur'an'ýn bu umumunu tahsis, mutlakýný da takyid eder. Bir kadýný halasý veya teyzesi ile birlikte nikahlamanýn yasak oluþu böyledir. Kur'an'da nikahý yasak olanlar arasýnda zikredilmediði halde, Sünnette bunun yasaklýðý üzerinde icma' vardýr. Dolayýsýyla Ýcma, Sünneti desteklediði için, ayetin umumunu tahsis etmektedir.

 

Malik'e göre Sünnet; icma', Medinelilerin amelî veya kýyasla desteklenmediði takdirde, zahiri üzere olduðu gibi kalýr.

 

Meselâ: "Sizden birinizin kabýný köpek yalarsa, onu, birinde toprakla olmak üzere, yedi defa yýkasýn" hadisi: Av için yetiþtirdiðiniz köpeklerin avladýklarý yenir" ayetine aykýrý olduðu için, köpeklerin necis olmadýðýna hükmetmiþ ve haberi vahidi terk etmiþtir. Mütevatir sünnet ise mutlak hüküm ifade etmektedir.

 

Ayrýca, ravileri mevsuk ve güvenilir mürsel hadisleri de delil olarak kullanmýþ, onlara göre fetvalar vermiþtir. Tek þahid ve yemin ile birlikte hüküm verme hadisini Muvatta'da mürsel olarak vermekte ve onu delil olarak almaktadýr.[76] Onun Muvatta'ýnda üç yüze yakýn mürsel hadis bulunmaktadýr. Böylece o çaðýnýn seçkin fakihlerinden Hasan el-Basrî, Süfyan b. Uyeyne ve Ebu Hanife'nin yürüdüðü yoldan yürümektedir. Ýmam Malik'in hadis fýkhýný takip ettiði ve reyi kullanmadýðý iddialarý doðru deðildir. Hatta ibn Kuteybe onu, rey fakihi olarak kabul etmektedir.[77] O, bazen rey ve kýyasla hüküm vererek, haber-i vâhid'i terk ederdi. Ancak onun haber-i vâhidi veya reyi tercih ederken belirli saðlam temel kýstaslardan hareket etmekte olduðu görülmektedir.[78]

 

3) Sahabe kavilleri: Ýmam Malik, hadisin yanýnda sahabe sözlerine ve fetvalarýna da çok önem vermekteydi. O, bunlarý sünnetin bir parçasý sayar. Onun görüþüne göre sünnet, Ashabýn kabul ettikleri þeylerdir. Bundan dolayýdýr ki o, Abdullah ibn Ömer'in fetvalarýný öðrenebilmek için Nafi'in peþini hiç bir zaman býrakmamýþtýr.

 

Muvatta'daki sahabe görüþ ve fetvalarýnýn çokluðu, onun delil olarak buna verdiði önemi gösterir. Sahabe fetvalarýný Sünnetten saymasý ve onlarla sürekli ihticac etmesi, onun sünnet imamý sayýlmasýna sebep olmuþtur. Ashabýn görüþlerini delil kabul etme ve onlarýn yolundan ayrýlmama hususunda diðer mezhep imamlarý da ayný titizliði göstermiþ olmakla beraber, Malik onlara, fýkhýnda diðerlerinden daha çok istinat etmiþtir.

 

Sahabe fetvasýný alýrken de bir usule göre hareket etmekteydi; Sahabe fetvasý sünnet hükmünde olmakla birlikte, eðer içtihada dayanýyor ve o konudaki merfu bir hadisle çeliþiyorsa, merfu hadis tercih edilmektedir.

 

Ýmam Malik, Ebu Hanife ve Þafiî’nin aksine tabiinden itimat ettiklerinin görüþ ve fetvalarýna çok önem verirdi. Bunun sebebi, onlarýn fýkýhtaki mevkilerini, meseleler hakkýnda görüþ bildirirken ve fetva verirken Kur'an ve sünnete uygun hareket ettiklerini bilmesidir. Ömer b. Abdülaziz, Said b. Müseyyeb, Zuhrî ve Nafi'ye çok deðer verirdi.

 

4) Ýcma: Malikî mezhebi, diðerlerine nazaran icma'ý daha çok kullanmýþtýr. Ancak onun icma olarak kabul ettiði, sadece Medine ulemasýnýn icma'ýdýr. Muvatta'da icma konusunda kullandýðý ifadelerden bu anlaþýlmaktadýr. Ýmam Malik, Medine dýþýndakilerin fýkýh konusunda Medinelilere tabi olduðu görüþündedir. Zaten Ýmam Þafiî'de; "Medineliler aralarýnda ihtilâfa düþmedikçe diðer memleketler halký Medine ehline muhalif olmaz" sözü ile bunu desteklemektedir.

 

5) Medinelilerin amelî: Ýmam Malik'in fýkhýnda Medinelilerin amelinin özel bir yeri vardýr. Zira o, Medinelilerin yaþayýþ tarzýný Sünnetin, bir tür pratik rivayeti kabul eder. Aslýnda o, bu konuda hocasý Rabî'a'yý takip etmektedir. Malik'in de kullandýðý;

 

"Bin kiþinin bin kiþiden rivayeti, bir kiþinin bir kiþiden olan rivayetine, uyulmak bakýmýndan daha hayýrlýdýr" sözü, Rabî'a'ya aittir.[79] Bundan dolayý Ýmam Malik, Medinelilerin amelini fetvalarýna dayanarak yapar, haber-i vahid, Medinelilerin ameliyle çeliþirse, Medinelilerin amelini tercih ederdi.

 

Medine Ehlinin Amelî Üç Kýsýmda Deðerlendirilir

 

a) Bir konuda icma etmeleri ve o konuda baþkalarýnýn onlara muhalefet etmemiþ olmasý.

b) Medinelilerin icma ettikleri bir meselede, baþkalarýnýn onlara muhalefet etmesi.

c) Bir meselede bizzat Medinelilerin ihtilâfa düþmesi.

 

Birinci çeþide giren meselelerde bütün mezhepler ayný görüþtedirler. Malikîler ikinci ve üçüncü türe giren konularda diðerlerinden ayrýlmaktadýrlar.

 

6) Kýyas: Bütün fakihlerin istisnalar hariç, ortaklaþa kullandýklarý, fýkhýn temel dayanaklarýndan biri kýyastýr. Ashab’ý Kiram kýyasý; fýkhýn kaynaklarýndan kabul etmiþlerdir.

 

Ýmam Malik, Kur'an'da bildirilen ve hadislerde ortaya konmuþ olan hükümlere kýyas yapardý. Bu, Muvatta'da açýk bir þekilde müþahede edilebilir. O, her babýn baþýnda o konuda hüküm bildirdiðini kabul ettiði hadisleri verir, peþinden de fer'î meseleleri sýralayarak; kýyas yoluyla benzer olaylarý birbirine ilhak eder. Ýmam Malik, Medine ehlinin icma-ýný Sünnetten saydýðý için, bunu da kýyasýnda temel almýþtýr. Sahabe fetvalarý kendi usulü çerçevesinde hüküm niteliði taþýyorsa, bunlara da kýyas yapardý. Onun kýyas kaynaklarý þöylece sýralanabilir: Kitap, Sünnet, Medine ehlinin icma-ý ve sahabe fetvalarý.

 

Malikîler, Mesalih-i mürsele-yi müstakil bir dayanak almýþ olmalarý yanýnda, kýyasta da her zaman maslahatý gözetmiþlerdir.

 

7) Ýstihsan: Ýstihsan, Ýslâm hukukunun aslî delillerinden biri olmayýp, fýkýh usulünde fer'î bir delil olarak kullanýlýr. Meseleleri, ortaya çýkan zaruretleri, toplumun menfaatýna bertaraf etmede fakihin genel prensipleri terk edip, özel bir delile dayanarak hüküm vermesi Ýstihsan olarak adlandýrýlýr. Ýmam Malik'in Muvatta'da rivayet ettiðini bir hadisi þerifte þöyle buyurulmaktadýr: "Zarar verme ve zararla karþýlýkta bulunma yoktur."[80]

 

Ýmam Malik, Ýmam Þafiî'nin itirazlarýna raðmen.[81] Ýstihsaný zarurî görmektedir. O, istihsaný alýrken þerîatýn özünden hareket etmektedir. Ýnsanlarý zararlý olan þeylerden korumak ve onlarýn maslahatýna uygun olaný almak, dinin temelinde yatan bir gerçektir. Bir þeyde zararlardan arýnmýþ olarak kesin iyilik varsa, bunun uygulanmasý mutlak anlamda arzulanan bir þeydir. Aksi bir durum söz konusu ise, derhal giderilmesi gerekir.

 

8) Ýstishab: Sabit olan bir hükmün, deðiþtiðine delil bulununcaya kadar, olumlu veya olumsuz haliyle devam etmesini kabul etmektir. Ýmam Malik, Ýstishab'ý bir delil olarak almýþtýr. Zira o, zann-ý galib'e göre mevcut olan durumun, onu deðiþtiren bir þey olmadýkça bulunduðu þekliyle bâki kalmasýnýn esas olduðunu kabul etmektedir. Eðer böyle olmazsa, haklarýn kaybolmasý kaçýnýlmazdýr. Kayýp bir kimsenin durumu hakkýnda bir bilgi yoksa, bu delile göre o, yaþýyor kabul edilir. Hâkim öldüðüne karar verinceye kadar bu böyle devam eder. Ortadan kaybolup ölümüne hükmedilinceye kadar, onun hakkýndaki muameleler hayatta imiþ gibi yürütülür.

 

Ýstishab, ispat edici bir delil olmayýp koruyucu bir delildir. Yani baþkasýnýn aleyhinde olan bir þeyi ispat etmez. Mevcut olan haklarý korur. Ýstishab delili diðer fukaha tarafýndan da kullanýlmýþtýr.

 

9) Mesâlih-i Mürsele: Ýnsanlarýn iyiliði için fayda bulunaný almak zararlý veya zararý faydasýndan çok olaný terk etmektir. Bu prensip Ýmâm Malik'in en çok kullandýðý prensiplerden biridir.

 

Malikîlerin müstakil bir delil olarak aldýklarý Mesâlih-i Mürsele'ye keyfi olduðu ileri sürülerek birtakým itirazlar yapýlmýþtýr. Ancak, bunu ilk ortaya koyan Ýmam Malik olmamýþtýr. O, Ashapta bu konuda görmüþ olduðu örneklere istinat etmiþ olup diðer üç mezhepte de Mesalih-i Mürsele delil olarak kullanýlmýþtýr. Ýmam Malik'in en çok kullandýðý delillerden biri, Mesalih-i Mürseledir. O, Hakkýnda müspet veya menfi bir nas bulunmayan hususlarda maslahata uygun olaný almayý þeriat'ýn rükünlerinden biri saymýþtýr. Din, her þeyiyle insanlarýn yararýna olaný ihtiva ettiðine göre, maslahatýn dýþýna çýkan hiç bir þeyin þeriat'le ilgisi söz konusu olamaz.[82]

 

Ýmam Malik, Maslahatý delil olarak alýrken þu noktalara dikkat etmiþtir:

 

Maslahat olarak gözettiði þey ile þeriatýn maksatlarý arasýnda bir uygunluk olmalý ve dinin ortaya koyduðu prensiplerden birisiyle asla çeliþmemelidir. Çözüm makul olup, akýl sahiplerince yanlýþ bulunmamalý.

 

10) Sedd-i Zerîa: Sebebi yok etmek, vasýtayý ortadan kaldýrmak anlamýnda bir terkiptir. Harama sebep olan þey haramdýr; helâle vesile olan þey de helâldir. Sedd-i Zeriâ'da esas, fiilin doðuracaðý neticenin gözetilmesidir. Eðer fiilden bir fayda elde edilecekse, o saðlanan fayda nispetinde mubahtýr. Fakat fiil, bir zarar ve kötülüðün ortaya çýkmasýna sebep olacaksa, kötülüðün ölçüsünce haram olur.

 

Yani ameller, sonuçlarý göz önüne alýnarak ya serbest býrakýlýr ya da yasaklanýr. Bu prensibin temelleri Kur'an-ý Kerim'de açýkça müþahede edilmektedir. Bir Müslüman, kâfirlerin tapýndýklarý þeylere küfretse, bunun neticesinde sevap bile umabilir. Ancak bu, müþriklerin de kýzarak Allah Teâlâ'ya küfretmelerine sebep olabileceði için yasaklanmýþtýr:

 

وَلَاتَسُبُّوا الَّذينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّهِ فَيَسُبُّوااللّهَ عَدْوًا بِغَيْرِ عِلْمٍ كَذلِكَ زَيَّنَّا لِكُلِّ اُمَّةٍ عَمَلَهُمْ ثُمَّ اِلى رَبِّهِمْ مَرْجِعُهُمْ فَيُنَبِّئُهُمْ بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ

 

“Allah'tan baþkasýna tapanlara (ve putlarýna) sövmeyin; sonra onlar da bilmeyerek Allah'a söverler. Böylece biz her ümmete kendi iþlerini câzip gösterdik. Sonunda dönüþleri Rablerinedir. Artýk O ne yaptýklarýný kendilerine bildirecektir.”[83]

 

Ýþte bu, Sedd-i Zerîa'dýr. Bunun Sünnette de örnekleri bulunmaktadýr. Faize götürmeye sebep olacaðýndan alacaklýlarýn borçludan hediye almasý yasaklanmýþtýr. Yine Ashabýn ilk fakihleri, ölüm döþeðindeki kimsenin boþadýðý kadýný mirasa dahil ettiler. Bunun sebebi, hastanýn karýsýný mirastan mahrum býrakmak için bu yola baþvurmuþ olabileceðidir. Boþama böyle bir haksýzlýða vesile yapýlmasýn diye böyle hareket etmiþlerdir.

 

11) Örf ve Âdet: Bir toplumda yerleþmiþ olan hareket ve yaþam tarzý örf olarak adlandýrýlýr. Toplumun ve fertlerin ayný þekilde tekrarlanan amellerine de âdet denilmektedir. Örf ve âdet ayrý kavramlar olmakla birlikte genellikle ayný anlamda, müteradif olarak kullanýlýrlar.

 

Hanefilerde olduðu gibi, Malikîlerde de örfün usulde saygýn bir yeri vardýr. Malikî mezhebinin eksenini oluþturan kaide, maslahatlardýr. Örfe göre amel etmek, maslahatýn türlerinden birisi olduðu için Ýmam Malik bunu ihmal etmemiþtir.Malikîler örfe muhalif kýyasý terk ederler. Onlara göre örf, ammý tahsis, mutlak’ý takyid eder.

 

Örf ve âdetin delil olarak alýnmasý fakihler arasýnda tartýþmalý bir konudur. Bir nass'ýn herhangi bir þekilde iþaret ettiði örf, bütün fakihler tarafýndan mesnet kabul edilmiþtir. Ayný þekilde nass'ýn yasaklayýp haram kýldýðý örf de, icma'en muteber deðildir. Onu, naslar doðrultusunda deðiþtirmek icap eder. Bir de nass'da bildirilmeyen ve dolaylý da olsa iþaret edilmeyen örf vardýr ki, Hanefîlerle Malikler bunu fýkýhta müstakil bir asýl kabul ederler. Þafiîler ise bunu tartýþmýþlardýr.

 

Örfler deðiþtikçe kelimeler ve kavramlara yüklenen anlamlarda deðiþir. Bu sebepten, deðiþik bölge veya zamanlarda yaþayan toplumlarda, ayný kelimelerin ifade ettikleri anlamlar birbirinden farklýlýklar gösterebilmektedir. Dolayýsýyla bu kelime ve kavramlarýn manalarýný anlayýp ona göre hüküm verilebilmesinde örfün önemi kendiliðinden ortaya çýkmaktadýr. Hükümler, örflerin deðiþmesiyle deðiþen anlamlara ve kelimelerin deðiþik sanat dallarýnda deðiþik istilahî kullanýmlarýna göre verildiðinde, gerçekler üzerine bina edilmiþ sayýlýrlar.

 

Ýmam Malik, toplumun iyiliði ve selâmetini muhafaza etmek için þeriat'a ters bir tarafý bulunmayan geleneklere karþý çýkmamayý bir görev saymýþtýr. Ýnsanlardan bu gelenekleri gereksiz yere deðiþtirmelerini istemek, o toplumda birliði bozar, örf ve âdetlere göre yorumlanan kavramlar birbirine karýþýr, akitlerin yürütülmesi imkânsýz hale gelir. Ancak örf ve âdet Ýslâm'ýn ruhuyla çeliþiyorsa; dinin insanlara deðil, onlarýn dine uymalarý asýl olduðu için, örf, mutlak anlamda toplum hayatýndan silinip atýlýr.

 

Maliki Mezhebinin Geliþmesi: Ýmam Malik'in derslerinde ve fetva vermede takip ettiði yol, Maliki Mezhebinin ihtiyaçlar üzerine bina edilmesini saðlamýþtý. O, meseleleri tartýþmaz, öðrencileriyle de kesinlikle münakaþa etmezdi. Dinin hiç bir konusunda tartýþmaya girmemek onun deðiþmez temel vasfý olmuþtur.

 

Ýmam Malik, olaylarý tartýþma kapýsýný açmamakla, onlar üzerinde deðiþik yorum ve içtihatlarýn doðmasýný engellemiþ ve bu ekolün furu'unun Hanefî mezhebine nazaran çok yavaþ geliþmesine sebep olmuþtu. Onun saðlýðýnda hiç bir talebesi ona muhalefet etmemiþtir. Genellikle Kuzey Afrika ve Endülüslü olan öðrencileri, ondan öðrendikleri ilimle ülkelerine döner ve öðrendiklerini tartýþmadan diðer insanlara öðretir ve fetva verirlerdi. Ancak Malikî fýkhýnýn usulü ve dayandýklarý delillerin çeþitliliði, Ýmam Malik'ten sonra bu ekolün furu’unun hýzlý bir þekilde geliþmesini saðlamýþtýr.

 

Muvatta, bizzat Ýmam Malik tarafýndan yazýlmýþ olmakla birlikte, ondaki fýkhî meseleler çok deðildir. Onun fýkhý, derslerine devam eden çok sayýda öðrencisinin aldýklarý notlarýn kitaplaþmasýyla tedvin edilmiþtir. Talebelerinin yazdýðý bu notlardan Malikî mezhebinin temel kaynak kitaplarý olan Müdevvene, Utbiye, Vadiha ve Mevvaziye ortaya çýkmýþtýr.

 

Malikî fýkhýnýn, daha sonraki asýrlarda ortaya çýkan ve Malikîlerce gördükleri itibardan dolayý sýk sýk yeni baskýlarý yapýlan iki kitap daha vardýr ki, bunlardan biri el-Müdevvene'yi özetleyip el kitabý haline getiren, Abdullah b. Ebi Zeyd el-Kayravani'nin (öl. 386?) er-Risale'si, diðeri de, Halil b. Ýshak (öl. 767)'nin el-Muhtasar'ýdýr.

 

Ancak el-Müdevvene, Malikî fýkhýnýn en muteber temel kaynaðý kabul edilmektedir. Zira doðru ve mevsûk olarak rivayet edilmiþtir. El-Müdevvene'de, Malikten rivayet olunan fetva ve kaviller, takipçilerinin onun usûlüne göre yaptýklarý içtihatlar, diðer bazý talebelerinin görüþleri ve fýkha dair hadisler ve Ashap dahil sonraki âlimlerin görüþleri bir araya getirilmiþtir.

 

Malikî Mezhebinin Mýsýr'a oradan da Kuzey Afrika yoluyla, Endülüs'e kadar uzanmasýný ve buralara yerleþip hakim mezhep konumuna gelmesini saðlayan, mezhebin þöhret bulmuþ ve bizzat Ýmam Malik tarafýndan yetiþtirilmiþ ilk seçkin âlimlerinin bir grubu Mýsýr'dan ve bir grubu da Kuzey Afrika ve Endülüs'tendir.

 

Ýmam Malik'in Mýsýrlý Yedi Öðrencisi

 

1) Ebû Abdillâh, Abdurrahman b. el-Kâsým (Ö.191/807). Ýmam Malik'ten yirmi yýl süreyle fýkýh tahsil etmiþ ve mutlak müçtehitlik derecesine ulaþmýþtýr. Mýsýr fakihi Leys b. Sa'd'den de fýkýh ilmi almýþtýr. el-Müdevvene'yi gözden geçirip tashih eden odur. Malikîlerin en deðerli fýkýh eserlerinden olan el-Müdevvene, Sahnûn (Ö. 240/854) tarafýndan fýkýh ile ilgili yazýlan eserlerin tertip ve tasnif metoduna göre düzenlenmiþtir.

 

2) Ebû Muhammed, Abdullah b. Vehb b. Müslim (Ö.197/812). Ýmam Malik'in yanýnda yirmi yýl kaldý. Malikî fýkhýný Mýsýr'da yaydý. Bu mezhebin tedvininde büyük etkisi oldu. Ýmam Malik O'na; "Mýsýr fakihine; Ebû Muhammed el-Müfti'ye!" diye hitap ederek mektup yazardý. Leys b. Sa'd'dan fýkýh öðrendi. Güvenilir (sika) bir muhaddis idi. "Divanü'l-ilm" diye adlandýrýlýrdý.

 

3) Eþheb b. Abdilaziz el-Kaysî (Ö. 204/819). Ýmam Malik ve Leys b. Sa'd'dan fýkýh öðrendi. Abdurrahman b. el-Kasým'dan sonra Mýsýr'da fýkýh riyaseti ona geçmiþtir. Malikî fýkhýný rivayet ettiði Müdevvenetü Eþheb" adý verilen bir kitabý vardýr. Bu, Sahnûn'un kitabýndan ayrýdýr. Ýmam Þafiînin; "Mýsýr, Eþheb gibisini yetiþtirmemiþtir" dediði nakledilir.

 

4) Ebû Muhammed, Abdullah b. Abdilhakem (Ö. 214/829). Eþheb'ten sonra Malikîlerin riyaseti ona geçmiþtir.

 

5) Asbað b. Ferec (Ö. 225/840). Ýbn Kasým, Ýbn Vehb ve Eþhebten fýkýh öðrendi, Malik'in mezhep ve görüþlerini en iyi bilenlerdendi.

 

6) Muhammed b. Abdillah b. Abdilhakem (Ö. 268/881). Fýkýh ilmini babasýndan, çaðdaþý Malikî fakihlerinden ve Ýmam Þafiî'den aldý. Mýsýr'da fýkýh konularýnda baþvurulan sembol kiþi haline geldi. Hatta Maðrib ve Endülüs'ten öðrencilerin ilim almak için koþtuklarý bir kiþi idi.

 

7) Muhammed b. Ýbrahim el-Ýskenderî b. Ziyad (Ö. 269/882). Ýbn Mevâz olarak bilinir "el-Mevvâziye" diye ünlü bir kitabý vardýr. Malikî fýkhýna ait en deðerli, meseleleri en saðlam ve en basit biçimde kapsayan geniþ bir kitaptýr.

 

Ýmam Malik'in Maðribli Ünlü Yedi Öðrencisi

 

1) Ebû Hasan Ali b. Ziyad et-Tunûsî (Ö.183/799). Fýkhý Ýmam Malik ve Leys b. Sa'd'dan aldý. Afrika'nýn fakîhi idi.

2) Ebu Abdillah Ziyad b. Abdurrahman el-Kurtubî (Ö. 193/809). "Þabtun" lakabýyla bilinir. Muvatta'ý, Malik'ten dinlemiþ ve onu Endülüs'e ilk sokan kiþi olmuþtur.

3) Ýsa b. Dinar el-Kurtubî el-Endelûsî (Ö. 212/827). Endülüs fakihlerindendir.

4) Esed b. el-Fürât b. Sinan et-Tunûsî (Ö. 213/828). Nisaburlu olan bu zat, Ýmam Malik'ten Muvattaa okudu. Daha sonra Malikî mezhebinden olduðu halde Irak'a gittikten sonra Hanefî mezhebine girmiþtir. Hanefî fýkhýný Ebû Yusuf ile Ýmam Muhammed'den almýþtýr.

5) Sahnûn b. Abdisselâm b. Saîd (Ö. 240/854). Önce Tunus'un Kayravan þehrinde tahsiline baþladý. Daha sonra Medine ve Mýsýr'a giderek ilmini ilerletti. Afrika'nýn kuzeyi ile Endülüs'te Malikî mezhebinin yayýlmasýnda büyük hizmetleri olmuþtur. Keskin buluþlarý olmasý sebebiyle kendisine "Sahnûn" lakabý verilmiþtir. Malikî fýkhýnýn temel kitaplarýndan olan "el-Müdevvene"nin hazýrlanmasýnda bu zatýn büyük emeði geçmiþtir.

6) Yahya b. Yahya b. Kesir el-Leysî (ö. 234/848). Kurtuba'lý olup, Malikî mezhebini Endülüs'te okutmuþ ve tanýtmýþtýr.

7) Abdülmelik b. Habib b. Süleyman es-Selemî (Ö. 238/852). Yahyâ b. Yahyâ'dan sonra Malikî fýkhýnýn riaseti ona geçmiþtir.

 

Malikî Mezhebinin Yayýldýðý Yerler

 

Malikî Mezhebi, baþlangýçta Hicaz'da yaygýndý. Ancak sonralarý çeþitli sebeplerden dolayý bu bölgedeki müntesipleri azalmýþtýr.

 

Ýmam Malik'in görüþleri, henüz hayatta iken, yukarýda kendilerinden bahsedilen öðrencileri tarafýndan Mýsýr'a taþýnmýþtý. Mýsýrlý öðrencilerin memleketlerine döndüklerinde, Malikî fýkhýna göre yetiþtirdikleri öðrencileri vasýtasýyla mezhep, Mýsýr'da yayýlarak yerleþmeye baþladý. Ancak daha sonra, Þafiî mezhebi buradaki üstünlüðü ele geçirmiþti. Bundan sonra, Mýsýr'da her iki mezheple de amel edilmeye devam edilmiþ, yargý iþlerinde Hanefî Mezhebi de müracaat edilen bir merci olarak varlýðýný göstermiþti. Ancak daha sonra Fatýmîler Mýsýr'a hâkim olduklarý zaman, kaza ve fetva iþlerinde Þia ön plana çýkmýþtý. Fatýmîler, Câmi'u'l-Ezher'i kurarak burayý, Þia Mezhebinin ilmî merkezi haline getirmiþler ve Ehl-i Sünnet mezhepleri silinmeye çalýþýlmýþtýr.

 

Selahaddin Eyyubî tarafýndan Fatýmî hâkimiyetine son verilince, Ehl-i Sünnet ihya edilmiþ, Þafiî mezhebi tekrar birinci seviyeye çýkmýþtý. Bununla birlikte, Malikî fýkhýnýn okutulduðu medreseler sayesinde Malikîlik de güç kazanmýþtýr. Memlûklular devrinde kaza iþlerinde dört mezhep esas alýnmýþtýr. Mýsýr baþ kadýsý Þafiîlerden, ikinci kadý da Malikîlerden atanýrdý. 1920'lerde Mýsýr'da þahýslar hukuku Malikî mezhebi esas alýnarak yeniden gözden geçirilmiþtir.

 

Bu mezhebin hakim olduðu diðer bir bölge de Maðrib ülkesidir. Ýmam Malik'in öðrencileri tarafýndan buraya getirilen Malikî fýkhý, âlimlere danýþmadan karar almayan, ciddi ve fukuhaya saygýlý yöneticilerin uygulamalarýyla halk arasýnda yaygýnlýk kazanmýþtýr.

 

Malikî Mezhebi, Endülüs'te de en çok müntesibi bulunan mezhebidir. Endülüs'te önceleri Evzâi mezhebi üstündü. Fakat, Hicrî 200'lerden sonra Malikî mezhebi, bu bölgeye hâkim olmaya baþladý. Malikîliði Endülüs'e ilk getiren kimse, Ýmam Malik'in seçkin öðrencilerinden biri olan, Ziyad b. Abdurrahman olmuþtur. Endülüs Emevi devletinin Abbasilerle olan kötü iliþkileri onlarýn Malikî mezhebini devletlerine hâkim kýlmasýna sebep olmuþtur.

 

Malikî mezhebi, Sicilya, Fas, Sudan'da yayýlmýþ; Baðdat, Basra hatta Niþabur'a kadar uzanmýþtýr.

 

Malikî mezhebinin Mýsýr, Kuzey Afrika ve Endülüs'te yayýlýp da, diðer bölgelerde etkinlik gösterememesinin sebebi olarak; Endülüs'ten Medine'ye kadar olan bölgede, Medine'nin kuzey ve doðu tarafýndaki memleketlerde olduðu gibi, ilmî merkezler ve etrafýnda ders halkalarýnýn oluþtuðu müçtehit imamlarýn olmayýþý, ayrýca Batýdan gelen öðrencilerin fýkhî ekolleþmelerin geliþtiði doðu taraflarýna yönelmelerinin zorluðu gösterilmektedir. Ýmam Malik'e gelen talebeler onun gibi bir üstada kavuþtuktan sonra ilmin kaynaðý Medine'nin dýþýna çýkýp doðuya yönelmeye, ihtiyaç da duymuyorlardý. Kuzey ve doðuya doðru Malikîliðin az geliþmesinin sebebinin yollarý üzerinde bulunan Þam ve Irak bölgesinde ilmî hareketliliðin had safhaya ulaþmýþ bulunmasý sebebiyle buralara ilim tahsili için uðrayan öðrencilerin burada bulduklar ile ilmî doygunluða ulaþmalarý olduðu þeklinde deðerlendirmeler yapýlmýþtýr.[84]

 

Þafii Mezhebi

 

Ýmam Þafiî (ö. 204/819)'ye nispet edilen fýkýh ekolü. Þafiî'nin künyesi,

 

Ebû Abdullah Muhammed b. Ýdrîs elKureþî el-Hâþimî el-Muttalibî b. Abbas b. Osman b. Þâfi' olup H. 150'de Gazze'de doðmuþtur. Hz. Peygamber'in dördüncü batýndan dedesi Abdu Menâf'ýn dokuzuncu göbekten torunudur. Ýmam Þafiî'nin doðum yýlý Ebû Hanîfe'nin (ö. 150/767) vefat yýlýna rastlar.

 

Babasý Ýdris bir iþ için Filistin'deki Gazze'ye gitmiþ ve orada iken vefat etmiþti. Doðumundan iki yýl sonra annesi onu alýp baba vataný olan Mekke'ye getirdi. Küçük yaþta Kur'an-ý Kerim'i hýfzetti. Fasih Arapça konuþan Huzeyl kabilesi arasýnda þiir ve edep öðrendi. Sonra Mekke müftîsi Müslim b. Hâlid ez-Zenâ'den ders alarak, onun yanýnda fetva verecek duruma geldi. O zaman on beþ yaþlarýnda idi. Bundan sonra Medine'ye gitti. Orada müctehid Ýmam Mâlik b. Enes (ö. 179/795) fýkýhta üstad idi. Mâlik, kendi eseri olan el-Muvatta'ý, Ýmam Þafiî'nin ezbere okuduðunu görünce hayretini gizleyememiþti. Ýmam Þafiî, Süfyan b. Uyeyne, Fudayl b. Ýyâz'dan, amcasý Muhammed b. Þâfi' ve baþkalarýndan hadis rivayet etti.

 

Muhammed b. el-Hasan'dan Irak fakihlerinin kitaplarýný aldý. Onunla fýkhî konularda münazaralarda bulundu. 187 H.'de Mekke'de, 195 H. de Baðdat’ta Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855) ile görüþtü. Böylece Hanbelî fýkhýna, usûlüne, nâsih ve mensûh konusuna muttali oldu. Sonra Baðdad'ta "Ýmam Þafiî'nin eski mezhebi" denilen görüþlerini ortaya koydu. 200 H.de Mýsýr'a geçti ve "Yeni Mezhep" denilen görüþlerini tasnif etti. Orada iken 204/819'da vefat ederek Karafe denilen yere defnedildi.

 

Ýmam Þafiî ilk olarak fýkýh usulünü tedvin etmiþ ve bu konuda "erRisâle" yi yazmýþtýr. el-Hucce isimli eseri Irak'taki, "el-Ümm" ise Mýsýr'daki görüþlerini kapsar.

 

Ýmam Þafiî mutlak, baðýmsýz bir müçtehit olup, fýkýh, hadis ve usûlde imamdý. O, Hicaz ve Irak fýkhýný birleþtirici bir yol izledi. Ahmed b. Hanbel onun hakkýnda; "Þafiî, Allah'ýn kitabý ve Rasûlünün sünneti konusunda insanlarýn en fakihi idi" demiþtir.[85]

 

Þafiî Mezhebinin Usûlü

 

Delil olarak Kitap, Sünnet, Ýcmâ ve Kýyas'a dayanýr. Þafiî, Hanefi ve Malikîlerin aldýðý "Ýstihsan"ý reddeder ve "kim istihsan yaparsa kendisi þeriat koymuþ olur" derdi. Masâlih-i Mürsele'yi ve Medinelilerin amelini delil almayý da reddederdi. Baðdatlýlar ona "Sünnetin Yardýmcýsý" lakabýný vermiþlerdi.

 

Ýmam Þafiî'nin "eski mezhebi"ni kendisinden dört Iraklý arkadaþý rivayet etmiþtir. Bunlar Ahmed b. Hanbel, Ebû Sevr, Za'ferânî ve Kerâbîsî'dir. el-Ümm'de yer alan "yeni mezhebi"ni þu Mýsýrlý arkadaþlarý rivayet etmiþtir: el-Müzenî, el-Buveytî, er-Rabîu'l-Ceyzî, er-Rabî' b. Süleymân ve baþkalarý. Þafiîlerde fetvaya esas olan yeni mezhep görüþleridir. Çünkü Ýmam Þafiî eski görüþlerinden rucû' etmiþ ve "Benden kim bunlarý rivayet ederse ona hakkýmý helal etmem" demiþtir. Ancak basit on beþ kadar mesele bundan müstesnadýr. Diðer yandan Ýmam Þafiî'nin; "Hadis sahih olunca, benim mezhebim odur. Böyle bir durumda, hadisle çatýþan bana ait sözü duvara çarpýn"[86] dediði bildirilir.

 

Þafiî'nin Fýkýh Usûlünü Tedvini

 

Ayet ve hadislerden hüküm çýkarmada, günlük fürû þer'î problemleri çözmede sahabe devrinden itibaren bir takým usûl kurallarýna uyuluyordu. Ýlk müçtehit imamlarýn devrinde de sözlü olarak nesih kaideleri, mutlak, mukayyet, umum, husus gibi metotla ilgili bilgiler hüküm çýkarmada esas alýnýyordu. Ancak bunlar tedvin edilerek yazýlý bir eser haline getirilmemiþti. Ýþte Ýmam Þafiî ilk olarak ûsul konularýný kaleme alarak "er-Risâle"sini meydana getirdi. Çünkü Þafiî, sahabe, tâbiîn ve kendinden önceki fýkýh bilginlerinden intikal eden fýkýh servetini hazýr bulmuþ, Ýmam Mâlik'ten aldýðý Medine fýkhý ile Ýmam Muhammed aracýlýðý ile aldýðý Irak fýkhýný birleþtirici bir yol izlemiþtir. Kendi yetiþtiði çevre olan Mekke fýkhýný da iyi bildiði için, fýkýhtaki bu saðlam alt yapý sebebiyle, fýkhýn genel metotlarýný belirleme yeteneðini kazanmýþ ve bunun sonucunda fýkýh usûlünü tedvin etmiþtir.

 

Mezheplerde fýkhýn, usûlden önce tedvin edilmiþ olmasýnda bir tuhaflýk yoktur. Çünkü hükümlerde asýl konu fýkýhtýr. Usûl ise bir metot ilmi olup, mantýk gibi, aklýn doðru ile yanlýþý ayýrt etme niteliði gibi doðuþtan vardýr. Ayný konuda birbiri ile çeliþen iki âyet olunca, sonra inenin öncekini neshetmesi, genel hükmün özel hükümle sýnýrlandýrýlmasý gibi.

 

Þafiî, dili iyi bildiði için âyet ve hadislerden hüküm çýkarabilmiþ, Kur'an'ýn tercümaný olarak bilinen Abdullah b. Abbas'ýn ilminin nakledildiði Mekke'de yetiþtiði için nesih konusunu öðrenmiþtir.

 

Þafiîlerin usûlüne mütekellimlerin usûlü de denilmiþtir. Çünkü bunlarýn usûle dair çalýþmalarý tamamen teoriktir. Mezhep gayreti onlarýn metodunu etkilememiþtir. Meselâ; Þafiî, sükûtî icma-ý kabul etmez. el-Âmidî (ö. 631/1233) ise Þafiî mezhebinden olduðu halde "el-Ýhkâm" adlý eserinde sükûtî icmaý tercih eder.[87] Bu usûl, kelâm ilminin metot ve konusundan istifade ettiði, felsefi ve mantýkî yönleri bulunduðu için "mütekellimlerin metodu" olarak nitelenmiþtir. Meselâ; kelâm konusuna giren iyi ile kötünün akýl ile bilinip bilinemeyeceði, peygamberlerin peygamberlikten önce ismet sýfatýna sahip (masûm) olup olmadýðý ve benzeri konular da tartýþýlmýþtýr.

 

Þafiî veya kelamcýlarýn metodu ile yazýlmýþ en eski ve en önemli eserlerin üç tanesi þunlardýr.

1) Mu'tezile ekolünden Ebu'l-Hüseyn Muhammed b. Alî el-Basrî'nin (ö.463/1071) Kitâbü'l-Mu'temed'i,”

2) Þafiî ekolünden Ýmâmü'l-Haremeyn el-Cüveynî'nin (ö.487/1085) "Kitâbü'l-Bürhân"ý,

3) Ýmam el-Gazzalî'nin (ö.505/1111) "el-Mustasfâ"sý.

 

Bu üç kitabý Fahruddin er-Râzî (ö. 606/1209) özetlemiþ ve bazý ekler yaparak eserine "el-Mahsal " adýný vermiþtir. Seyfüddin el-Âmidi'nin (ö. 631/1233) "el-Ýhkâm" adlý eseri de ayný nitelikte birleþtirici ve özet bir eserdir. Daha sonra el-Mahsûl'ü, Siracüddin el-Urmevî (ö.682/1283) "et-Tahsîl", Tâcüddîn el-Urmevî (ö. 656/1258) ise "el-Hâsýl " adlý kitaplarýnda özetlediler. Sihâbuddîn el-Karafi (ö.684/1285) bu iki kitaptan önemli gördüðü bazý temel bilgi ve kurallarý alarak bunlarý "et-Tenkihât" adýný verdiði küçük bir eserde topladý. Abdullah b. Ömer el-Beyzâvî (ö.685/1286) de bunun bir benzerini yaptý.

 

el-Âmidî'nin el-Ýhkâm'ýný ise Ýbn Hâcib (ö. 846/1442) "Müntehâ 's-Sül ve'l-Emel" adlý kitabýnda, bunu da "Muhtasaru'l-Müntehâ" isimli eserinde özetledi. Daha sonra bu özet eserleri bunlara yazýlan þerhler izledi.

 

Þafiî Fýkhýnýn Dayandýðý Kaynaklar

 

Ýmam Þafiî içtihatlarýný dayandýrdýðý delilleri "el-Ümm"de þöyle belirlemiþtir: "Ýlim çeþitli derecelere ayrýlýr. Birincisi, Kitap ve sabit olan Sünnettir. Ýkincisi, Kitap ve Sünnet'te hüküm bulunmayan meselelerde Ýcmâ'dýr. Üçüncüsü bazý sahabelerin sözleridir. Ancak bu sahabe sözleri arasýnda çeliþki bulunmamalýdýr. Dördüncüsü, Ashab-ý Kiram arasýnda ihtilaflý kalan sözlerdir. Beþincisi, Kýyas'týr. Bu da temelde Kitap ve Sünnet'e dayanýr. Ýþte ilim bu derecelerden en üst olanýndan elde edilir."[88]

 

Buna göre, Þafiî ekolü Kitap ve Sünneti Ýslâm hukukunun asýl kaynaðý olarak kabul etmektedir. Çünkü diðer deliller de temelde bu iki delile dayanýr ve bunlara aykýrý olamaz. Þafiî, Kitap ve sabit olan Sünneti ayný sýrada delil kabul eder. Çünkü Sünnet Kur'an'ýn beyanýný tamamlar, kýsa anlatýmlarýný (mücmel) geniþletir ve bazý kimselerin kavrayamayacaðý inceliklerini açýklar. Buna göre, Sünnetin açýklayýcý durumunda olabilmesi için ilim bakýmýndan açýkladýðý þeyin derecesinde olmasý gerekir. Birçok sahabeler de hadise bu gözle bakýyordu.

 

Ancak bu durum, Ýmam Þafiî'nin Sünneti her yönden Kur'an'a denk saydýðý anlamýna gelmez. Çünkü her þeyden önce Kur'an Allah kelâmý, Sünnet Hz. Peygamber (as)'ýn söz, fiil ve takrirleridir. Kur'an ibadet amacýyla okunur, Sünnet bu maksatla okunmaz. Kur'an tevatür yoluyla sabittir. Sünnetin önemli bir bölümü tevatüre dayanmaz. Ýmam Þafiî'ye göre Sünnet Kur'an'ýn dalý mesabesindedir. Bu yüzden gücünü Kur'an'dan alýr, onu destekler ve tamamlar. Bu bakýmdan açýklayanla açýklanan birbirine denk olmalýdýr. Ancak bunun için, Sünnet saðlam olmalýdýr. Bu yüzden, Ahâd ve Mürsel hadisler, birinciler kadar kuvvetli deðildir. Diðer yandan Þafiî, inanç esaslarýný belirlemede Sünnetin Kur'an derecesinde olmadýðýný açýkça ifade etmiþtir.[89]

 

Þafiîlerin Âhâd Hadisi Delil Almasý

 

Bir, iki veya daha fazla sahabe tarafýndan rivayet edilen ve meþhur hadisin þartlarýný taþýmayan haberlere "âhâd hadis" denir. Hanefiler, senedinde kopukluk olmayan hadisleri mütevatir, meþhur ve âhâd olmak üzere üçe ayýrýrlar. Diðer çoðunluk müçtehitlere göre ise, Sünnet, mütevatir ve âhâd olmak üzere ikidir. Meþhur sünnet ise baþlý baþýna bir çeþit olmayýp âhâd sünnet kabilindendir. Çünkü meþhur sünnette ilk tabaka ravileri tevatür sayýsýna ulaþmamaktadýr. Çoðunluða göre âhâd sünnet; garip, azîz ve müstefîz olmak üzere üçe ayrýlýr.

Garip; her üç tabakada veya herhangi bir tabakada râvî sayýsý tek olan hadistir.

Azîz hadis; her üç tabakada sadece iki râvî tarafýndan rivayet edilen veya diðer tabaka yahut tabakalarda ikiden çok olsa bile tabakalardan birinde râvî sayýsý iki olan hadistir.

Müstefîz hadis ise; her üç tabakada üç veya daha çok kiþi tarafýndan rivayet edilen hadistir.

 

Ýmam Þafiî âhâd haberi delil olarak alýrken sadece senedin sahih ve kesintisiz olmasýný yeterli görür. O, Hanefiler gibi âhâd hadis ravisinin fakih olmasý, rivayet ettiði hadisle amel etmesi ve genel kurallara uygun düþmesi, Ýmam Mâlik'in ileri sürdüðü Medinelilerin ameline uygun düþmesi gibi þartlarý öngörmez.

 

Ýmam Þafiî hadisi savunurken âhâd haberlerin de delil alýnmasý gerektiðini þu delillerle ortaya koymuþtur:

 

1) Hz. Peygamber, Ýslâm'a davet için tevatür sayýsýnda olmayan tek tek elçiler göndermiþtir. Bu elçilere, sayýlarýnýn yetersiz olduðunu ileri sürerek karþý çýkan olmamýþtýr.

 

2) Mal, can ve kanla ilgili davalarda iki kiþinin þahitliði ile karar verilmektedir (2/282). Halbuki iki kiþi tevatür sayýsýnda deðildir.

 

3) Hz. Peygamber, kendisinden hadis iþitenlere, bir kiþi bile olsa bunu baþkasýna rivayet etme izni vermiþ, hatta buna özendirmiþtir. Hadiste þöyle buyurulur: "Allah Teâlâ benden bir söz iþitip bunu baþkalarýna teblið edeni nurlandýrsýn."[90]

 

Diðer yandan Vedâ haccý sýrasýnda irad edilen hutbede de; hazýr bulunanlarýn, bulunmayanlara teblið etmesi, kendisine teblið ulaþanlarýn, hükümleri ulaþtýranlardan daha iyi kavramalarýnýn mümkün olduðu belirtilmiþtir.[91]

 

4) Sahabîler Hz. Peygamber'in hadislerini, birbirinden tek tek rivayet etmiþler, birçok kimse tarafýndan rivayeti þart koþmamýþlardýr.[92]

 

Ýmam Þafiî'nin Mürsel Hadisi Delil Alýþý

 

Senedinde kopukluk olan hadise "Mürsel Hadis" denir. Tabiînden olan birisinin sahabeyi; tebe-i tabiînden olan bir ravinin de tabiîn veya sahabeyi atlayarak doðrudan Hz. Peygamber (as)'den iþitmiþ gibi hadis nakletmeleri halinde bu çeþit hadis söz konusu olur. Ebû Hanife ve Ýmam Mâlik, bu çeþit hadisleri, rivayet eden râvi güvenilir olursa, baþka bir þart öne sürmeksizin kabul ederler.

 

Ýmam Þafiî ise mürsel hadisi, bunu rivayet eden tâbiî Medineli Saîd b. el-Müseyyeb ve Iraklý Hasan el-Basrî gibi meþhur ve bir çok sahabe ile görüþen bir tabiî ise kabul eder. Ayrýca hadisin þu nitelikleri taþýmasýný da þart koþar:

1) Mürsel hadisi, senedi tam ve ayný anlamda baþka bir hadis desteklemelidir.

2) Mürseli, ilim adamlarýnýn kabul ettiði baþka bir mürsel hadis desteklemelidir.

3) Mürsel hadis, bazý sahabe sözüne uygun düþmelidir.

4) Ýlim ehli, mürsel hadisi kabul edip çoðu onunla fetva vermiþ olmalýdýr.

 

Ancak mürsel hadisle, senedi tam olan hadis çakýþýrsa, bu sonuncusu tercih edilir.[93]

 

Uygulamadan örnek: Hz. Âiþe (ö. 58/677)'den þöyle dediði rivayet edilmiþtir: "Hafsa'ya bir yiyecek hediye edildi. O sýrada ikimiz de oruçlu idik. Bu yiyecekle orucumuzu bozduk. Sonra Rasûlüllah (s.a.s) yanýmýza girdi. Ona durumu anlattýk. Allah'ýn Resûlü þöyle buyurdu: "Zararý yok, onun yerine baþka bir gün oruç tutun". Bu hadis mürseldir. Çünkü ez-Zuhrî (ö. 124/741) bunu Hz. Âiþe'den rivayet etmiþ, halbuki onu bizzat Hz. Âiþe'den duymamýþ, Urve b. ez-Zübeyr'den duymuþtur.[94] Ýmam Þafiî bu yüzden mürsel olan bu hadisle amel etmez ve nâfile oruç tutan kimsenin, orucu bozmasý hâlinde, baþka bir günde kaza etmesi gerekmediðini söyler.

 

Diðer yandan yine ez-Zührî'nin rivayet ettiði; "Rehin býrakan kiþi borcunu ödemeyince, rehnedilen þey rehin býrakanýn mülkü olmaktan çýkmaz. Rehnedilen þeyin menfaat ve hasan rehnedene aittir"[95] hadisini ise, ravisi Said b. el-Müseyyeb meþhur olduðu için kabul eder. Buna göre, rehin, rehin alanýn yanýnda bir emanet hükmündedir. Onun korunmasý konusunda kendisinin bir kasýt veya kusuru olmadan rehnedilen þey hasara uðrarsa rehin býrakanýn borcunda bir eksilme olmaz.[96]

 

Þafiî'nin Sükûtî Ýcma'ý Delil Almayýþý

 

Ýcma sarih ve sükûtî diye ikiye ayrýlýr. Birincinin delil oluþunda bir görüþ ayrýlýðý yoktur. Sükûtî icma'; þer'i bir meselede bir veya birkaç müçtehidin görüþ belirttikten sonra, bu görüþe muttali olan o devirdeki diðer müçtehitlerin açýk þekilde bir katýlma veya karþý çýkmada bulunmaksýzýn susmalarýdýr. Mâlikîlere ve son görüþünde Ýmam Þafiî'ye göre sükûtî icmâ delil sayýlmaz. Çünkü müçtehitlerin bir konuda susmasý, onlarýn açýklanan görüþe katýldýklarýný gösterebileceði gibi, baþka bir nedene de dayanabilir.

 

Henüz o mesele ile ilgili içtihadý bir kanaate varmamýþ olmasý, görüþünü açýklayan müçtehitten çekinmesi veya görüþünü açýkladýðý taktirde bir zarara maruz kalma korkusunun bulunmasý susma nedenleri arasýnda olabilir. Kýsaca, ittifak gerçekleþmedikçe icmaýn varlýðýndan söz edilemez. Þâfiîlerden sükûti icma'ý kabul eden el-Âmîdi de buna "zanni delil" deyimini kullanýr.[97]

 

Þafiî Ekolünün Ýstihsana Karþý Çýkmasý

 

Ýstihsan; müctehidin bir meselede, kendi kanaatince o meselenin benzerlerinde verdiði hükümden vazgeçmesini gerektiren nass, icmâ, zarûret, gizli kýyas, örf veya maslahat gibi bir delile dayanarak o hükmü býrakýp baþka bir hüküm vermesidir.

 

Ýmam Þâfiî istihsana karþý çýkmýþ ve bu konuda "Ýbtalu'l-Ýstiksan" adlý bir risale yazmýþtýr. Bu eserde þöyle der: "Allah'ýn, Rasûlünün ve Müslümanlar topluluðunun hükmü olarak bütün bu zikrettiklerim gösteriyor ki, hâkim veya müftî olmak isteyen kimsenin ancak baðlayýcý bir delille hüküm ve fetva vermesi caiz olur. Bu da Kitap, Sünnet veya ilim sahiplerinin ihtilafsýz olarak söyledikleri bir görüþ yahut bunlardan bazýsýna kýyas yapma yolu ile olur. Ýstihsan ile fetva verilmez. Ýstihsan baðlayýcý olmaz, o bu anlamlardan birisini de taþýmaz". Þâfiî'nin "Cimâu'l-Ýlm" "er Risâle" veya el-Ümm" kitabýnda da bu sözlerin benzerlerini bulmak mümkündür.

 

Hanefîler istihsaný geniþ ölçüde kullanmýþ, Mâlikîler de bu konuda onlarý izlemiþtir.

 

Ýmam Þâfiî ise "Ýstihsan yapan kendi baþýna din koymuþ olur" diyerek þu delillere dayanmak suretiyle istihsana karþý çýkmýþtýr:

 

1) Þer'î hükümler ya doðrudan nass'a (âyet-hadis) veya kýyas yoluyla nass'a dayanýr. Ýstihsan bunlardan birisine dahilse ayrý bir terime ihtiyaç olmaz. Aksi halde Cenab-ý Hakkýn bazý konularda boþluk býraktýðý sonucu çýkar ki bu, "Ýnsan baþýboþ býrakýldýðýný mý sanýr?”[98] âyeti ile çeliþir.

 

2) Kur'an'da Allah ve Resûlüne itaat emredilmekte, nefsî isteklere uyulmasý yasaklanmakta ve anlaþmazlýk çýktýðý takdirde yine Kitap ve Sünnete baþvurulmasý istenmektedir.[99]

 

3) Hz. Peygamber istihsan ile fetva vermez, hevasýndan konuþmazdý. Nitekim eþine; "Sen bana anamýn sýrtý gibisin" diyen kimsenin sorusuna fetva vermemiþ, "Zýhâr" âyeti[100] gelinceye kadar beklemiþtir.

 

4) Hz. Peygamber, kendi kanaatlerine göre, bir aðaca sýðýnan bir müþriki öldüren sahabeleri, yine öldürülme korkusuyla "Lâ ilâhe illallah" diyen þahsý öldüren Usâme (ra)'ýn bu davranýþýný uygun görmemiþtir.

 

5) Ýstihsanýn bir kuralý, hak ile bâtýlý karþýlaþtýracak bir ölçüsü yoktur. Serbest býrakýlýrsa, ayný konuda farklý bir çok fetvalar ortaya çýkar.

 

6) Sadece akla dayanan bir istihsan anlayýþý ortaya çýkarsa, Kitap ve Sünnet bilgisi olmayanlarýn da bu metodu kullanmalarý caiz olurdu.[101]

 

Ancak burada Ýmam Þâfii'nin reddettiði istihsaný þer'î bir delile dayanmaksýzýn, þahsî arzuya ve sübjektif düþüncelere göre hüküm vermek olarak deðerlendirmek gerekir. Þüphesiz böyle bir istihsan Hanefilerin de kabul etmediði bir þekildir.

 

Nitekim Hanefîlerde bir konuda istihsan yapabilmek için o meselenin þer'î bir mesele olmasý yanýnda þu altý delilden birisine dayanmasý þarttýr:

 

1) Nass'a dayalý istihsan. Meselâ mevcut olmayan bir þeyin satýþý yasaklandýðý halde[102] para peþin mal veresiye bir akit olan seleme izin verilmiþtir.[103] Ýþte burada ikinci hadise dayanarak kýyas terk edilmekte ve istihsan yoluna gidilmektedir.

 

2) Ýcmaya dayalý istihsan. Meselâ sanatkâra mal sipariþ vermek anlamýna gelen istisnâ akdi icmâ-a dayanýr. Çünkü asýrlar boyunca buna karþý çýkan bilgin olmamýþtýr.

 

3) Zaruret veya ihtiyaca dayalý istihsan. Pislenen kuyunun, bir kýsým suyun çýkarýlmasý ile temizlenmiþ sayýlmasý gibi.[104]

 

4) Gizli kýyasa dayalý istihsan. Meselâ; yerleþik kurala göre; özel kayýt konulmadýkça arazinin satýmý ile irtifak haklarý kendiliðinden alýcýya geçmez. Bu konuda vakfýn satýma kýyasý açýk veya celî kýyas, kiraya kýyasý ise gizli kýyastýr. Vakýf istihsan yoluyla kiraya kýyas edilerek, irtifak (su içme, su alma, geçit gibi) haklarýnýn vakýf kapsamýna girmesi esasý benimsenmiþtir.[105]

 

5) Örfe dayalý istihsan. Yerleþik kurala göre vakfýn ebedî olmasý gerekir. Bu da vakfýn sadece gayri menkullerde olabileceði anlamýna gelir. Halbuki Ýmam Muhammed eþ-Þeybânî kitap ve benzeri vakfedilmesi örf haline gelen þeylerin kýyasa aykýrý olmakla birlikte vakfa konu olabileceðine hükmetmiþtir. Bu esastan hareket edilerek nakit para vakýflarýna da fetva verilmiþtir.

 

6) Maslahata dayalý istihsan. Yerleþik kurala göre ziraat ortakçýlýðý, kira akdine kýyasla taraflardan birisinin ölümü ile sona erer. Ancak ürün henüz yetiþmemiþ bir durumda iken toprak sahibi ölse, emek sahibinin menfaatini korumak için istihsan yapýlarak akit ürün alýnýncaya kadar uzamýþ sayýlýr.[106]

 

Sonuç olarak, Hanefî ve Þâfiîlerin istihsan anlayýþý dikkatlice incelendiðinde arada önemli bir ayrýlýðýn bulunmadýðý görülür. Çünkü Hanefîlerin istihsan yaptýðý meselelerin temelinde daima yukarýda belirtilen delillerden birisi bulunur. Nitekim el-Âmidî'nin belirttiðine göre, Ýmam Þâfiî de bazý meselelerde istihsan terimini de kullanarak bu metoda baþvurmuþtur. Þâfiî'nin "Mut'anýn otuz dirhem olmasýný uygun buluyorum", "Þüf'a hakký sahibinin bu hakkýný üç gün içinde kullanmasýný uygun görüyorum" sözleri buna örnek verilebilir.[107]

 

Þâfiî'nin Sahabe Sözünü Delil Alýþý

 

Þâfiî ûsul bilginlerinden bazýlarý, onun eski mezhebine göre sahabe kavlini delil aldýðýný, yeni mezhebinde bu görüþten vazgeçtiðini söylemiþlerdir. Ancak yeni mezhebi rivayet eden Rabî b. Süleyman el-Murâdî'nin naklettiði baþka bir eser olan "er-Risâle" de Þâfiî'nin sahabe sözlerini delil olarak aldýðý görülür.[108]

 

Yine Þâfiî, yeni mezhebini kapsayan el-Ümm adlý eserinde þöyle der: "Kitap ve Sünneti bilenler için özür söz konusu olmayýp, gereðine uymak þarttýr. Kitap ve Sünnet'te hüküm yoksa sahabenin veya onlardan birinin sözlerine baþvururuz. Eðer ihtilaflý meselede Kitap ve Sünnete daha yakýn olan söze bir delâlet bulamazsak Ebû Bekr, Ömer ve Osman (r.a.)'ýn sözüne uymamýz daha iyi olur. Eðer bir sözün Kitap ve Sünnete daha yakýn olduðuna dair bir delil bulunursa, o söze uyarýz."[109]

 

Þeriat Ýlminin Kýsýmlarý

 

Ýmam Þâfiî'ye göre þeriat ilmi ikiye ayrýlýr.

1) Hükümlere kesin olarak delâlet eden nasslarla sâbit olan kesin ilim.

2) Galip zanna dayanan zannî ilim. Ýþte âhâd haberler ve kýyas bu kýsma girer. Müçtehit nasslardan kesin hüküm çýkaramazsa, galip zanla elde edilen ilimlerle yetinir.

 

Þâfiî Mýsýr'da yazdýðý kitaplarla Baðdat’ta yazdýðý kitaplarý neshetmiþ ve o; "Baðdat’ta yazdýðým kitaplarý benden kimsenin rivayet etmesine cevaz vermiyorum" demiþtir. Þâfiî'nin eski kitaplarýnda, yeni kitaplarýnda olduðu gibi bir konu üzerinde çeþitli görüþler yer alýr. Bazen iki veya üç çeþit kýyas yapýlýr, fakat tercih okuyucuya býrakýlýr. Buna, zekât verilmeden satýlan tarým ürünlerini örnek verebiliriz.

 

Bir kimse zekâtýný vermeden meyve veya tahýlýný satsa, sonra alýcý bunlarýn zekâtýnýn verilmediðini anlasa, þu durumlar söz konusu olur:

a) Alýcý, malýn tamamý için mi, yoksa zekât olarak verilmeyen miktarý için mi satým aktini feshetme hakkýna sahiptir?

b) Zekât miktarý arazi yaðmurla sulanmýþsa onda bir, âletle sulanmýþsa yirmide birdir. Alýcý burada seçimlik hakka sahip midir?

c) Zekât düþüldükten sonra kalan kýsmý paranýn tümü ile mi alýr, yoksa satýþý fesih mi eder? Þâfiî bütün bu görüþlerin doðru olabileceðini belirtir.

Þâfiî mezhebinde görüþlerin çok oluþunun bu mezhebin geliþmesine yardýmcý olduðu söylenebilir. Çünkü bu mezhepte tercih kapýsý sürekli olarak açýk býrakýlmýþtýr.[110]

 

Þâfiî Mezhebinin Yayýlmasý

 

Þâfiî mezhebi özellikle Mýsýr'da yayýlmýþtýr. Çünkü mezhebin imamý hayatýnýn son dönemini orada geçirmiþtir. Bu mezhep, Irak'ta da yayýlmýþtýr. Çünkü Þâfiî fikirlerini yaymaya önce orada baþlamýþtýr. Irak yoluyla Horasan ve Mâveraü'n-Nehir'de de yayýlma imkâný bulmuþ ve bu ülkelerde fetvâ ile tedrisatý Hanefî mezhebi ile paylaþmýþtýr. Bununla birlikte bu ülkelerde Hanefî mezhebi, Abbasi yönetiminin resmi mezhebi olmasý nedeniyle hâkim durumda idi.

 

Mýsýr'da yönetim Eyyübîlerin eline geçince Þâfiî mezhebi daha da güçlenmiþ, hem halk, hem de devlet üzerinde en büyük otoriteye sahip olmuþtur. Ancak Kölemenler devrinde Sultan Zâhir Baybars, kadýlarýn dört mezhebe göre atanmasý gerektiði görüþünü öne sürmüþ ve bu görüþ uygulanmýþtýr. Ancak bu dönemde de Þâfiî mezhebi o yörede diðer mezheplerden üstün bir mevkiye sahiptir. Meselâ; taþra þehirlerine kadý atama yetkisi ile yetim ve vakýf mallarýný kontrol hakký yalnýz Þâfiî mezhebine ait idi.

 

Osmanlýlar Mýsýr'ý ele geçirince Hanefi Mezhebi üstünlük kazandý. Daha sonra Mehmet Ali Paþa Mýsýr'a hâkim olunca, Hanefi mezhebi dýþýndaki mezheplerle resmi olarak amel etmeyi ilga etmiþtir.Þâfiî mezhebi Ýran'a da girmiþtir. Günümüzde Þiî ekolü ile yan yana bulunmaktadýr.Günümüzde Anadolu'nun doðu kesiminde, Kafkasya, Azerbaycan, Hindistan, Filistin, Seylan ve Malaya müslümanlarý arasýnda Þafiî mezhebine mensup olanlar bir hayli fazladýr. Endonezya adalarýnda ise hâkim olan tek mezhep Þâfiî mezhebidir.[111]

 

Hanbeli Mezhebi

 

Ebû Abdillâh Ahmed b. Hanbel eþ-Þeybânî'ye nisbet edilen mezhebin adý. Ýslâm'da dört büyük fýkýh mezhebin birisi. Ahmed b. Hanbel 164/780 yýlýnda Baðdat’ta doðdu. 241/855'te yine orada vefat etti. Büyük babasý Hanbel Horasan bölgesinde bulunan Serahs Vilâyeti'nin valisi idi. Babasý Muhammed b. Hanbel de komutanlýk görevi üstlenmiþ bir askerdi. Hanbel ailesi, Ahmed'in doðumuna yakýn bir sýrada Baðdat’a gelmiþ ve orada yerleþmiþti.

 

Ahmed b. Hanbel önce Kur'ân'ý hýfzetmiþ, daha sonra Arapça, hadis gibi ilimleri, sahâbe ve tabiîlere ait rivâyetleri, Hz. Peygamberin, sahabe ve tabiîlerin hayatlarýný incelemekle ilim çalýþmalarýna baþlamýþtýr. Özellikle hadis ilmi için Basra, Kûfe, Mekke, Medîne, Þam, Yemen ve el-Cezîre'yi dolaþmýþ, uzun bir süre Ýmam Þâfiî'ye (ö. 204/819) talebelik etmiþtir. Hatta bu yüzden O'nu Þâfiî mezhebinden sayanlar bile olmuþtur. Böylece O'nun baþlýca fýkýh üstadý Ýmam Þâfiî'dir. Þâfiî, O'nun hakkýnda þöyle demiþtir: "Ben Baðdad'tan ayrýldým ve orada Ahmed b. Hanbel'den daha âlim ve daha faziletli kimse býrakmadým."[112]

 

Ahmed b. Hanbel, Ebû Hanîfe'nin (ö.150/767) öðrencisi ve devrin ünlü baþ kadýsý Ebû Yûsuf'tan (ö.182/798) fýkýh ilmi aldý. Rivâyetle dirayeti birleþtiren bir yol izledi. O, hükmü hadisten çýkarýr, bu hükme yeni bir takým meseleleri kýyas ederdi. Bu arada Yemen'e giderek, San'a'da Abdurrezzâk b. Hemmâm'la (ö. 211/826) görüþtü. Orada iki yýl kadar kalarak O'ndan ez-Zuhrî ve Ýbnü'l-Müseyyeb yoluyla gelen birçok hadisleri aldý.

 

Adýnýn ilim, zühd ve takvâ ile birlikte yayýlýþý; toplumu onun ilmine yöneltti. Mescid'eki derslerini izleyenlerin sayýsýnýn beþ bine kadar ulaþtýðý nakledilir.

 

Derslerinde Dikkati Çeken Üç Husus Þudur

 

a) Onun meclisine ciddiyet, vakar, tevazu ve ruhî huzur hâkimdi. Kendisi þaka ve alay etmeyi sevmezdi.

b) Dersinde, ancâk hadisleri rivayet etmesi istendiði zaman anlatýrdý. Hadis rivayetinde hafýzasýna güvenmez, Hz. Peygamber (as)'e söylemediði þeyi isnad etmemek için yazýlý metne bakarak nakiller yapardý. Kendisine sorulmadýkça konuþmazdý.

c) Verdiði fetvalarýn yazýlýp nakledilmesini men ederdi. Ona göre yazýlmasý gereken ilim, ancak Kitap ve Sünnet'ten ibaret idi. Ahmed b. Hanbel'in görüþü bu olmakla birlikte öðrencileri kendisinden ciltler dolusu kitaplar rivayet etmiþlerdir.[113]

 

Hâlife Me'mûn'un ortaya attýðý Kur'ân'ýn mahlûk (sonradan yaratýlmýþ) olduðu fikrini Ýbn Hanbel kabul etmedi, muhakeme edilerek zindana atýldý. Dayak yedi, kendisine iþkence yapýldý, fakat yine inancýndan taviz vermedi.[114]

 

Ahmed b. Hanbel'in Ýçtihad Usulü

 

Dört mezhep imamý içinde usul ve fetvalarýný yazmaktan en çok çekinen zât Ahmed b. Hanbel'dir. O, daha çok hadisleri toplayýp tasnif etmeyi gaye edinmiþtir. Þâfiî gibi O da senedi sahih olunca baþka hiçbir þart ileri sürmeksizin haber-i vâhidle amel eden hadis ehli müçtehitlerindendir. Ebû Hanîfe ise bu konuda râvinin güvenilir (sika) ve adaletli olmasý yanýnda rivayet ettiði þeye aykýrý bir amelde bulunmamasýný þart koþar. Sahabe adý zikredilmeyen "mürsel hadis"i, Ahmed b. Hanbel zayýf sayar ve konu ile ilgili baþka bir hadis bulunmazsa, yani zarûret karþýsýnda kalýrsa bunu delil olarak kabul ederdi.[115]

 

Böylece O, mürsel ve zayýf hadisleri daha kuvvetli bir delil bulunmazsa kýyasa tercih ederdi. Ancak O'nun devrinde henüz hadis için "sahih, hasen, zayýf" þeklinde üçlü taksim yapýlmamýþ, hadisler genellikle sahih ve zayýf kýsýmlarýna ayrýlmýþtýr. Bu yüzden Ýbn Hanbel'in kýyasa tercih ettiði hadisler, bâtýl ve münker olmayan "hasen" nevinden hadisler olmalýdýr.[116]

 

Ýbn Hanbel'e göre, ayný konuda aksi bir görüþün bulunduðu bilinmeyen sahabe kavlî "icmâ"' niteliðindedir. Eðer sahabe görüþleri arasýnda ihtilaf varsa, ya bunlardan Kitap veya Sünnete yakýn olaný tercih eder veya böyle bir tercih yapmaksýzýn sadece görüþleri nakletmekle yetinir. konu hakkýnda sahabe görüþü nakledilmemiþse, büyük tâbiî'lerin re'ylerini kendi re'yine tercih eder. Mesele hakkýnda âyet, sahih hadis, sahabe kavli, zayýf ve mûrsel eser gibi deliller bulamazsa kýyas yoluna baþvurur.[117]

 

Hanbeliler, hakkýnda Kitap, Sünnet ve Ýcmâ'a dayalý bir delil bulunmayan maslahatý (kamu yararý) kýyastan sayarlar. Çünkü bunlar Kitap ve Sünnet nass'larýnýn toplamýndan elde edilen genel maslahatlardýr. Diðer yandan Ýbn Hanbel "Siyaset-i þer'iyye" de de maslahatý esas almýþtýr. Siyaset-i þer'iyye, Ýslâm Devlet baþkasýnýn, toplumu ýslah amacýyla, insanlarý yararlý iþlere teþvik etmek ve zararlý iþlerden uzaklaþtýrmak için izlemiþ olduðu yoldur. Nass olmasa bile bu konuda bazý cezalarýn uygulanmasý mümkün ve caizdir.

 

Ýbn Hanbel'in konu ile ilgili bazý fetvalarý þöyledir: Fesat ve kötülük çýkaranlar, þerlerinden,güvende olunabilecek bir ülkeye sürgün edilirler. Ramazan ayýnda gündüz þarap içenlerin cezasý arttýrýlýr.

 

Sahabeye dil uzatan cezalandýrýlýr ve tevbeye davet edilir. Hanbelî mezhebine baðlý bazý bilginler de kamu yararýna dayalý fetvalarý sürdürmüþlerdir. Meselâ; bir ev sahibi, eðer evi elveriþli ise, kalacak yeri olmayan bir kimseyi evinde oturtmasý için zorlanabilir. Býý konuda Ýbnü'l-Kayyim (ö. 751/1350) þöyle der: "Bir topluluk, herhangi bir þahsýn evinde oturmak zorunda kalsa, bundan baþka bir ev veya otel (han) bulamasa, O kimsenin anlaþmazlýða düþmeksizin evini bunlara vermesi gerekir. Bazý Hanefîlere göre ev sahibi bunlardan ecr-i misil kadar kira bedeli alabilir.[118]

 

Hanefîler istihsan delilini de kabul ederler. Çünkü istihsan; ya nass veya icmâ' gibi bir delile dayanmakta yahut da zaruret prensibine göre kabul edilmektedir.

 

Sedd-i Zerâyi, prensibini en þiddetli uygulayan mezhep Hanefîlerdir. Bu konuda Ýbnü'l-Kayyim el-Cevziyye þöyle der: "Maksatlara, ancak onlara götüren vâsýta ve yollarla ulaþýldýðýna göre, bu vâsýta ve yollar da onlara tabi olur ve ayni hükmü alýrlar. Allah bir þeyi haram kýlmýþsa, bu harama götüren yol ve usulleri de yasaklamýþ demektir. Aksi halde haram kýlmanýn hikmeti kalmazdý. Meselâ; doktorlar, hastalýðý önlemek için, hastayý buna sebep olan þeylerden men ederler. Aksi halde hasta daha kötü duruma düþebilir.”[119]

 

Hanbelîlerin çokça kullandýðý baþka bir metot "istishâb" adýný alýr. Bu manasý sabit olan bir hükmün, onu deðiþtiren bir delil bulununcaya kadar devam etmesidir. Onlarýn istishâb metoduna göre verdikleri ban fetvalar þunlardýr:

a) Yasaklandýðýna dair bir delil bulununcaya kadar eþyada aslolan mubahlýktýr.

b) Pis olduðunu gösteren bir delil bulununcaya kadar suda aslolan temizliktir.

c) Eþini boþayan bir koca, daha sonra bir defa mý yoksa üç talakla mý boþadýðýnda þüphe etse, bir talakla boþadýðý esasý kabul edilir. Çünkü tek talakla boþama kesindir.[120]

 

Ýbn Hanbel istishabý; "daha önce var olaný sabit görme, önceden yok olaný yok sayma" þeklinde uygularken, ayný metodu bazý Hanefîler, sâbit kýlmada deðil, sadece def'ide geçerli görürler. Meselâ; kaybolan (mefkud) ve kendisinden haber alýnamayan kimsenin hayatý, aksi sabit oluncaya kadar devam eder. Hanefî ve Mâlikîlere göre, kendi mallarý bakýmýndan sað kimseler gibi muamele görür, mülkiyet hakký devam ettiði gibi, karýsý da, onun ölümüne dair bir delil bulununcaya veya mahkeme tarafýndan ölümüne hüküm verilinceye kadar evlilik sýfatý devam eder; fakat bu kayýp kimse, kayýplýðý süresince bir takým yeni haklar elde edemez.

 

Bu süre içinde ona, miras veya vasiyet yoluyla bir þey intikal etmez. Bir yakýný ölürse, kayýp kiþinin payý bekletilir, sað olarak döner gelirse bu pay ona verilir. Hâkim onun ölümüne hükmederse, miras býrakan öldüðü vakit o da ölmüþ sayýlarak onun miras payý mûrise geri döner ve onun öteki varisleri arasýnda paylaþtýrýlýr.

 

Hanbelî ve Þâfiîlerin istihbab anlayýþý ise "hem ispat hem de def etme" esasýna dayandýðý için, ölümüne hüküm verilinceye kadar, onu kayýplýk sûresince sað olarak kabul ederler. Onlara göre, bu süre içerisinde o, kendisine ait mallarýn mülkiyet hakkýna sahip olduðu gibi kendisine miras, vasiyet ve benzeri yollarla mal da intikal eder.[121]

 

Ýstishâb delilinin re'y ve kýyas içtihadýyla yakýn ilgisi vardýr. Kýyasý tamamen inkâr eden Zahirîlerle, Ýbn Hanbel gibi çok az kullanan müçtehidiler, âyet ve hadislerin temas etmediði meseleleri Ýstishâba býrakarak; Allah'ýn haram kýldýðý haram, helal kýldýðýný helal, bunlarýn dýþýnda kalanlarý ise Ýstishâb esasýna göre mubah kabul eder ve bu metodun alanýný çok geniþ tutarlar.

 

Hanbelî Mezhebinin Bazý Görüþleri

 

Ahmed b. Hanbel'e göre; iman, kesin olarak inanmaktan ve amelden ibarettir. Artar ve eksilir, yani iman, iyi amelle artar, kötü amelle de eksilir. Kiþi imandan çýkabilir, Ýslam'dan çýkmaz. Tevbe edince yeniden imana döner. Ýnsaný ancak Allah'a þirk koþmak veya farzlardan birini inkâr ederek yapmamak imandan dýþarý çýkarýr. Ýnsan herhangi bir farz tembellik veya gevþeklik yüzünden terk ederse, onun durumu Allah'a havale edilir. Dilerse ona azap eder, dilerse onu affeder.

 

Hz. Ali'nin hilâfetinden itibaren büyük günah (kebîre) iþleyenlerin durumu bilginler arasýnda tartýþýlmýþtýr. Hâriciler bu konuda sert bir yol izleyerek, büyük günah iþleyenin dinden çýkacaðý görüþünü benimsemiþtir.

 

Hasan el-Basri bunlarýn münafýk olacaðýný söylerken Mürcie fýrkasýnýn sapýklarý, iman olduktan sonra, günahýn hiçbir zararý olmadýðýný savunmuþlardýr. Ebû Hanîfe ve çoðunluk Ýslâm hukukçularýna göre büyük günah iþleyen kimse, kesin tevbe ederse, Allah onun tevbesini kabul eder. Eðer tevbe etmeden ölürse durumu Allah'a havale edilir. O, dilerse azap eder, dilerse kulunu affeder.

 

Ahmed b. Hanbel'in görüþü de, diðer fakihlerin görüþü gibidir. O, þöyle demiþtir: "Mü'min kendisine gizli olan þeyleri Allah'a havale eder, kendi durumunu da O'na býrakýr. Günahlarla Allah'ýn maðfiret kapýsýný kapatmaz. Her þeyin, hayýr ve þerrin Allah'ýn kaza ve kaderiyle olduðunu bilir. Ýyilik yapan için Allah'tan ümidini kesmez, kötülük yapanýn da âkýbetinden korkar. Muhammed ümmetinden hiçbir kimse yaptýðý iyilik sebebiyle cennete ve kazandýðý günah sebebiyle cehenneme girmez. Bu konuda Allah'ýn dilediði olur."[122]

 

Ahmed b. Hanbel'in Ýslâm Devlet Baþkaný seçimi (Ýmam, Halife) Ýle Ýlgili Görüþü Þu Þekilde Özetlenebilir

 

O, hilâfet ve halîfe konusunda sahabe tabiilerin çoðunluðuna tabi olur. Buna göre, Ýslâm Devlet baþkaný (halîfe), kendisinden sonra uygun gördüðü birisini hilâfet için aday gösterebilir. Burada son söz mü'minlerin bîatýdýr. Nitekim Hz. Peygamber, Ebû Bekir (ra)'ýn, kendi yerine geçmesine iþaret buyurmuþ, fakat bunu açýkça söylememiþtir.

 

Þöyle ki, Hz. Peygamber, hastalýðý günlerinde Ebû Bekr'i namaz kýldýrmasý için öne geçirmiþtir. Ashâbý kiram; "Peygamber (as) O'nu din iþimiz için seçmiþtir. O halde biz O'nu dünya iþimiz için niçin seçmeyelim" diyerek, Hz. Ebû Bekr'e bîat etmiþlerdir. Hz. Ebû Bekir, kendisinden sonra Hz. Ömer'i aday göstermiþ, müslümanlarý O'na bîat edip etmeme konusunda serbest býrakmýþtýr. Müslümanlar da kendi iradeleriyle Hz. Ömer'e bîat etmiþlerdir.

 

Daha sonra, Hz. Ömer, peygamber (as)'ýn rýzasýný kazanan altý kiþiyi seçmiþ ve bunlara içlerinden birini halife seçip, müslümanlarý buna bîata davet etmelerini tavsiye etmiþtir. Bunlarýn dört tanesi Hz. Osman'ý seçmiþ ve müslümanlar da ona bîat etmiþlerdir.

 

Hz. Ali de O'na biat edenler arasýndadýr. Ahmed b. Hanbel,

 

وَاَمْرُهُمْ شُورى بَيْنَهُمْ

 

 "Onlarýn iþleri, aralarýnda danýþma (þüra) iledir"[123]  âyeti uyarýnca, halifenin þûrâ ile seçilmesi prensibini benimser.

 

Diðer yandan sünnete uyarak halîfenin Kureyþ'ten olmasýný kabul eder. Yönetimi zorla ele geçiren kimseye facir bile olsa itaatin gerekli olduðunu söyler. Böylece fitnelerin önüne geçilmiþ olur. O, bu konuda müslümanlarýn maslahatýný gözetmektedir. O'na göre, düzenli ve kalýcý bir yönetim teessüs etmelidir. Bu düzenin dýþýna çýkanlar, ümmetin gücünü bölmekte ve onu temelinden sarsmaktadýr. Ýbn Hanbel'i böyle düþünmeye sevk eden þey, Haricilerin o dönemdeki sert, bölücü ve þiddetli eylem ve hareketleridir. Müslümanlarýn nizamýný bozmak isteyenler, zâlim yöneticilerin iþledikleri suçtan daha fazla suç iþlemiþ olurlar.[124]

 

Ahmed b. Hanbel, meþru nizamýn korunmasýný savunmakla birlikte kendi devrindeki yöneticilerle hiçbir þekilde temas kurmamýþ, onlarýn hediye ve armaðanlarýný kabul etmemiþtir. O, hak ve adalete inanan, zulmü tanýmayan, fitne, fesat, isyan ve karýþýklýðý istemeyen yüksek bir ruha sahipti.

 

Ahmed b. Hanbel'in Hadisçilik Yönü

 

Ýbn Hanbel 40 yaþýna kadar hadis öðrenmek ve ilmini artýrmak için çalýþmýþ, Irak, Hicaz ve Yemen arasýnda ilim seyahatlerinde bulunmuþtur. Fakat bu süre içinde hadis rivayet etmekten veya ders vermekten kaçýnmýþtýr. O, Hz. Peygamber (as)'ýn peygamberlik çaðý olan 40 yaþýnda hadis rivayetine ve ders vermeye baþladýðý zaman ilminin en yüksek derecesine ulaþmýþ ve akranlarý arasýnda temayüz etmiþti. Þeyhi Abdurrezzâk Ýbn Hemmâm (ö. 211/826) O'nu diðer hadisçilerle karþýlaþtýrarak þöyle demiþtir:

 

"Bize en kudretli hâfýz eþ-Þazkunî geldi, hadis ricâlini çok iyi bilen Yahya b. Maîn geldi, fakat bunlarýn hepsini kendi þahsýnda toplayan Ahmed b. Hanbel gibi bir Ýmam daha gelmedi.[125]

 

Ahmed b. Hanbel telif ettiði Müsned adlý hadis eseriyle þöhret bulmuþtur. Müsned; üçüncü hicret asrýnda ortaya çýkan ve hadisleri, diðer hadis eserlerinden farklý bir þekilde tâsnife tabi tutan kitaplardýr. Sünen, musannef ve câmi' adý verilen hadis kaynaklarýnda tasnif, "konulara göre" yapýlýrken, müsnedlerde, hadislerin konularý dikkate alýnmamýþ, fakat kitaba alýnacak hadisler ya onlarý rivayet eden sahabe veya sahabeden sonraki râvilerden birinin ismi altýnda bir araya getirilmiþtir. Meselâ; Ebû Hureyre'nin Hz. Peygamber (as)’den rivayet ettiði hadisler, konularý dikkate alýnmaksýzýn, Ebû Hureyre ismi altýnda bir araya getirilerek bir kitap içinde çeþitli sahabelerin hadislerinden oluþan bir mecmua telif edilmiþtir. Müsned'in kelime anlamý "isnad edilmiþ" demektir.

 

Ýþte Ýbn Hanbel'in Müsned'i de, diðer müsnedler gibi sahabe adlarýna göre tasnif edilmiþ, ve her sahabenin rivâyet ettiði hadis, konusu ne olursa olsun kendi ismi altýnda toplanmýþtýr. Ebû Bekir es-Sýddîk'ýn müsnediyle baþlayan eserde sýrasýyla Hulefâ-i Râþidîn ve diðer sahabelerin müsnedleri bunu izlemiþtir.

 

Ahmed b. Hanbel, Müsned'ini topladýðý 700 binin üzerindeki hadisler arasýnda seçtikleriyle meydana getirmiþtir. Müsned'de tekrarlarýyla birlik te 40 bin, tekrarlar dýþýnda yaklaþýk 30 bin kadar hadis yer alýr.[126]

 

Müsned'in bütün sahih hadisleri içine aldýðý söylenemez. Hatta Sahîhayn'da hadisleri bulunan 200 kadar sahabenin Müsned'te yer almadýðý ileri sürülmüþtür.[127]

 

Müsned, Ahmed b. Hanbel'in hayatýnda iki oðlu Salih ve Abdullah ile, kardeþinin oðlu Hanbel tarafýndan Ahmed'ten iþitilmiþ ve rivayet edilmiþtir. Ancak asýl nüshaya Abdullah'ýn baþkalarýndan iþittiði bazý hadislerle, nüshayý Abdullah'tan rivayet eden Ebû Bekir el-Kati'î'nin bazý hadisleri de ilâve edilmiþtir. Ancak bunlarýn sayýsý bütünü etkilemeyecek kadar azdýr.[128]

 

Sonuç olarak, Ýbn Hanbel'in Müsned'i müslümanlar arasýnda büyük itibar görmüþtür. O'nun kaleme aldýðý Kitabü'l-Ýlel ve Ma'rifeti'r-Ricâl incelendiðinde, hadisleri ve râvîlerini tanýmada geniþ bilgiye sahip olduðu anlaþýlýr.

 

Hanbelî Mezhebinin Yayýlmasý

 

Ahmed b. Hanbel usûl ve fetvâlarýný yazmaktan kaçýnmýþtýr. Hatta o, fýkhýnýn yazýlmasýný menetmiþtir. Bunun sebebi, Ýslâm'ýn asýl ana kaynaðýný teþkil eden Kitap ve Sünnetle meþgul olmayý ön plâna çýkarmaktýr. O, bu düþüncesini þöyle ifade eder: "el-Evzâî'nin reyi, Mâlik'in reyi, Ebû Hanîfe'nin reyi... bunlar hepsi reydir ve bana göre aynýdýr. Huccet ve delil olma sýfatý yalnýz "âsâr'a aittir."[129]

 

Delilini incelemeden hiçbir müçtehidin söz ve reyine uyulmaz. Delili incelendikten sonra uyulunca buna taklit deðil "ittiba" denir. Burada artýk müçtehidin söz ve re'yi ile deðil, onun dayandýðý delil ile amel edilmiþ olur. Ýbn Hanbel bu görüþünü þu ifadeleriyle biraz daha açýklar: "Ne beni, ne Mâlik'i, ne Sevrî'yi ve ne de el-Evzâî'yi taklit et, hüküm ve bilgiyi onlarýn aldýðý kaynaklardan al. Dinini hiçbir müçtehide ýsmarlama, Hz Peygamber ve ashabýndan geleni al, sonra tabiîler gelir ki kiþi onlar hakkýnda muhayyerdir."[130]

 

Daha önce hanefi fýkhý Ýmam Muhammed'in kaleme aldýðý ve Ebû Hanîfe (ö.150/767), Ýmam Muhammed (ö. 189l805) ile Ebû Yûsuf'un (ö. 182/798) görüþlerini içine alan râhiru'r-rivâye ve nevâdir kitaplarý yoluyla nakledilmiþ, Ýmam Þâfýî de (ö. 204/819) kendi fýkhýný bizzat yazmýþtý. Ahmed b. Hanbel'e ait bazý fýkýh meselelerin yazýlý metinleri nakledilmiþse de bunlar, kendisi için tuttuðu notlardýr. Hanbelî fýkhý, ahmed b. Hanbel'in talebeleri aracýlýðý ile nakledilmiþtir. Bunlarýn baþýnda oðlu Salih (ö. 266/879) gelir. O, babasýnýn fýkhýný, yazdýðý mektuplarla yaymýþ, kadýlýk yaptýðý yerlerde bizzat pratikte uygulamýþtýr.

 

Diðer oðlu Abdullah da (ö. 290/903) el-Müsned'i ve babasýnýn fýkhýný gelecek nesillere nakletmiþtir. Ahmed b. Hanbel'in yanýnda uzun yýllar kalan ve onun fýkhýný nakleden öðrencileri; Ahmed b. Muhammed el-esrem (ö. 273/886), Abdülmelik b. Abdillah b. Mihran (ö. 274/887), Ahmed b. Muhammed b. el-Haccâc (ö. 275/888) baþta gelenleridir. Bu öðrencilerden sonra Ebû bekir el-Hallâl (ö. 311/923) Ahmed b. Hanbel'in ilimlerini toplamak için bütün gücüyle çalýþmýþ, bu amaçla seyahatlere çýkmýþ ve birçok kitap telif etmiþtir.[131]

 

Ahmed b. Hanbel, selefin metodunu benimseyen bir fakih sayýlýr. Bu yüzden tercih yapmaktan sakýnýr, ayný konuda birden çok sahabe veya tabiî görüþünü terk etmeyi gerektiren bir nass bulunmazsa, her iki veya daha çok görüþü mezhebinde ayrý ayrý kabul ederdi. Meseleyi soran kimsenin içinde bulunduðu özel durumu dikkate alarak fetvâ verirdi.

 

Hanbeliler içtihad kapýsýnýn kapanmadýðýný ve her asýrda, mutlak bir müçtehidin bulunmasýný farz-ý kîfaye olduðunu söylerler. Çünkü toplumda karþýlaþýlan yeni olaylar bunu gerekli kýlar. Bu, mezhebin Kitap ve Sünnetin üzerine çýkmamasý için de gereklidir.

 

Hanbelî mezhebinin fakihleri çok güçlü olduðu halde, istenilen ölçüde yayýlmamýþtýr. Halktan bu mezhebe baðlý olanlar azýnlýkta kalmýþlardýr. Hatta hiçbir Ýslâm ülkesinde çoðunluðu teþkil edememiþlerdir. Ancak Necid ile Saud (ö. 795/1393) ailesi Hicaz bölgesine hâkim olduktan sonra Arabistan yarýmadasýnda Hanbelî mezhebi oldukça güçlenmiþtir.

 

Bu mezhebin fazla yayýlmamasýnýn sebepleri þunlardýr: Hanbelî mezhebi teþekkül etmezden önce Irak'ta Hanefi, Mýsýr'da Þafii ve Mâlikî, Endülüs ve Maðrib'te yine Mâlikî mezhebi hâkim durumda idi. Diðer yandan Hanbelîler önceleri, baþkalarýna karþý delilden çok sert hareketlere baþvuruyorlardý. Güçleri arttýkça, iyiliði emretme ve kötülükten sakýndýrma için insanlara baský yapýyorlardý. Hanbelîlerin bu gibi davranýþlarý yüzünden insanlar bu mezhepten ürkmüþlerdir. Bu sebeple Hanbelî mezhebi fazla taraftar bulamamýþtýr.[132]

 

Selefiyye

 

Daha çok bir Kelam ilmi terimi olarak kullanýlan bu kelime, Selefin mezhebi ve görüþü anlamýna gelir. Akaid konu ve meselelerinde nass (Kur'an-ý Kerim ve Hadis) da varid olan hususlarý müteþabih olanlar da dahil olmak üzere, olduðu gibi kabul edip, teþbih ve tecsime (benzetme ve cisimlendirme) düþmemekle birlikte, tevile (yoruma) de baþvurmayan Ehl-i Sünnet-i Hassa'ya selefiyye denmiþtir. Bunlar, Hz. Peygamber ile Sahabenin akaid (inanç) hususlarýnda takip ettikleri yolu olduðu gibi izleyenler diye bilinir.

 

Tâbiîn mezhep imamlarý, önde gelen fakihler ve muhaddisler Selefiyye içinde kabul edilirler. Hicrî dördüncü yüzyýlda Eþ'arî ve Maturidî tarafýndan Ehl-i Sünnet Kelâm ilmi kuruluncaya kadar yaþamýþ olan bütün Ehl-i Sünnet âlimleri Selefin görüþlerini paylaþmýþlardýr.

 

Selefiyye, ayrýca, bir görüþ (mezhep) halinde hicri 4. yüzyýlda ortaya çýkmýþ ve Hanbelî mezhebi mensuplarý tarafýndan ortaya atýlýp savunulmuþ bir görüþü de ifade eden bir terimdir. Bu anlamýyla Selefiyye mezhebi, Selefin akidesini canlandýrmayý hedef edinir. Söz konusu mezhep 7. hicrî asýrda kuvvetlenmiþ, özellikle Ýbn Teymiye tarafýndan bu mezhebe yeni fikirler ilave edilmiþtir.

 

Selefiyye, metot olarak nakle ve nassa kesin olarak baðlýlýðý kendilerine gaye edinmiþler, tartýþmayý gerektirecek ve çözümü zor olan mesele ve konular ile uðraþmamýþlardýr. Âyetlerde ve Sünnette bulunan her þeye, meselâ; habere ait sýfatlara ve müteþabihat dahil tartýþma götürebilecek konulara teslimiyetle iman etmiþlerdir; teþbihten kaçýndýklarý gibi tevile (yorum)'de gitmemiþlerdir.

 

Selefiyye, Ýslâm'a, Yunan düþüncesinin tesiriyle sonradan sokulduðunu kabul ettikleri mantýk akýl metotlarýný, Sahabe ve Tâbiînin bunlarý bilmediðini ve kullanmadýðýný ileri sürerek benimsemezler. Bu sebeple, Mutezile mezhebi ve diðer mezheplerin aksine, mantýkî münakaþa (cedel) ve akýl yürütme metodunu kullanmayýp; akidenin esaslarýný sadece Kitap (Kur'an) ve Sünnetten hareketle tespit ve tayin etmenin gerekliliðini savunmuþlardýr. Yani, inanç esaslarýnýn kaynaðý nass'lar olduðu gibi; bunlarýn delilleri de oradan çýkarýlmalýdýr. Bu sebeple Selef mezhebi, Kur'an ve Sünnette yani nass'ta Allah'ýn sýfatlarý ve fiilleri ile ilgili hususlarý, mecazi manasýna bakmaksýzýn, olduðu gibi kabul ederler; onlarý tevil ve yoruma gerek duymazlar.

 

Selefiyye, sadece kendilerinin takip ettikleri yolun Kur'an yolu ve metodu olduðunu kabul eder. Onlara göre Kur'an'da Ýslâm dinine ve Allah'ýn yoluna davetin metodu gösterilmiþtir:

 

اُدْعُ اِلى سَبيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُمْ بِالَّتى هِىَ اَحْسَنُ اِنَّ رَبَّكَ هُوَ اَعْلَمُ بِمَنْ ضَلَّ عَنْ سَبيلِه وَهُوَ اَعْلَمُ بِالْمُهْتَدينَ

 

“(Resûlüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öðütle çaðýr ve onlarla en güzel þekilde mücadele et! Rabbin, kendi yolundan sapanlarý en iyi bilendir ve O, hidayete erenleri de çok iyi bilir.”[133]

 

Görüldüðü gibi, âyette, irþat için; hikmet, güzel öðüt ve cedel olmak üzere üç derece bulunmaktadýr. Hikmet; düþüncede ve fiilde hakikate ulaþmak demek olup, hakký arayan iyi niyetli kimselere uygulanýr. Doðruyu kabul eden, fakat nefsinin arzularýna uyanlara güzel nasihat ve bunlarýn hiç birine sahip olmayanlara ise, durumuna göre cedel metodu uygulanacaktýr.[134]

 

Mu'tezile ekolünün akaid konularýndaki aklî yorum ve izahlarýna karþý çýkan ve özellikle nass'daki müteþabih (farklý anlayýþ ve yoruma müsait) ifadelerin te'viline þiddetle muhalefet eden Selef âlimlerinin akaid sistemlerini þu yedi temel prensip karakterize etmektedir:

1) Takdis: Cenab-ý Allah'ý þanýna uygun düþmeyen þeylerden tenzih etmek.

2) Tasdik: Kur'an-ý Kerim ve hadislerde Allah'ýn isim ve sýfatlarý hakkýnda nasýl bir ifade kullanýlmýþ ve ne söylenmiþse, onlarý olduðu gibi kabul etmek; yani, Allah'ý bizzat kendisinin ve peygamberinin tanýttýðý gibi bilip tasdik etmek.

3) Aczini itiraf etmek: Bilhassa nass'ta geçen müteþabih ifadeler konusunda tevil ve yorum yapmadan, bu konuda aczini kabul etmek.

4) Sükût (susmak): Yine nass'ta geçen müteþabih ifadeleri anlamayanlarýn, bunlar hakkýnda soru sormayýp susmalarý.

5) Ýmsak (uzak tutma): Müteþabih ifadeler üzerinde yorum ve tevilden kendini alýkoymak.

6) Keff: Müteþabih olan hususlarla zihnen bile meþgul olmamak.

7)  Ma'rifet ehlini teslim: Müteþabihe giren konularý bilmesi mümkün olan Hz. Peygamber, Sahabe, evliya ve mütehassýs âlimlerin söylediklerini kabul ve tasdik etmek.[135]

 

Dördüncü hicrî yüzyýldan sonra Selef inancýný özellikle Hanbelî mezhebine baðlý olan ulema devam ettirmiþtir. Selefiyenin müteahhirinini yani sonraki dönem temsilcilerini Ýbn Teymiye (751/1350), Ýbnül-Vezir (840/1436) ve Þevkânî (1250/1834) gibi alimler teþkil eder.

 

Son derece muhafazakâr bir özellik gösteren Selef akidesi, halk tabakasý (avam) için en sade ve güvenilir bir yol olarak kabul edilmiþtir. Ancak çeþitli felsefe ve kültürleri tanýmýþ olanlar için, Selefin bu metodu yeterli görülmemiþ; bunlar için Ehl-i Sünnet kelamcýlarýnýn metodu daha uygun bir yol olarak gösterilmiþtir.

 

Selefiyye mezhebi müstakil ve birlikli bir mezheptir. Ancak, konu ve meseleleri kýsa (icmali) ve geniþ, teferruatla ele almalarý bakýmýndan iki kýsma ayrýlabilir. Önceki, yani ilk dönem (Mütekaddimîn) Selefiye, icmal ile yetindikleri halde; daha sonraki (Müteahhirûn) Selefiye, tafsile önem vermiþtir. Selefiye mezhebine dair ilk bilinen eser Ýmam Ebu Hanife'nin Fýkh-ý Ekber'idir. Tafsile itina edenlerin baþýnda Ýbn Teymiye bulunur. Selefiye mezhebine mensup olanlarýn hepsi Ehl-i Sünnettendir.[136]

 

Þia Mezhepleri

 

Hz. Peygamber (as)'ýn vefatýndan sonra Ýmametin Hz. Ali ve evlatlarýna ait bir hak olup nass ve tayinle gerçekleþeceðini iddia eden birbirlerinden farklý mezheplerin müþterek adý.

 

Þîa kelimesi Arapça’da þe-ye-a kökünden fýrka, bölük, taraftar, yardýmcý, bir kimseye uyan ve yardýmcý olan manalarýna gelen bir kelimedir. Kur'ân-ý Kerîm'de deðiþik yerlerde geçen bu kelime. (bk. el-En'am, 6/65, 159; el-Hicr, 15/10; Meryem, 19/69; el-Kasas, 28/4, 15; er-Rûm, 30/32; Sebe, 34/54; el-Kamer,54/-51; es-Saffât, 37/83) Arapça’da daha çok taraftar anlamýnda kullanýlmýþtýr.

 

Genel olarak halife Osman b. Affan'ýn öldürülmesinden sonra meydana gelen olaylarda Ali b. Ebi Talib tarafýný tutan, onunla birlikte düþmanlarýna karþý savaþan ve mücadele edenlere Ali b. Ebi Talib'in taraftarlarý (Þatu Ali b. Ebi Talib) denildiði görülmektedir.[137]

 

Þîa kelimesinin bu manada kullanýlýþý genel olarak Hz. Hüseyin'in 10 Muharrem 61/10 Ekim 681 tarihinde Kerbelâ'da þehid ediliþinden sonraya kadar devam etmiþtir. Kerbelâ hadisesinden bir süre sonra Þîa kelimesi bir terim olarak Emevilere karþý Hz. Hüseyin'in intikamýný almak, Hz. Ali ve soyunun haklarýný aramak, onun nesline yardým etmek için bir araya gelenleri ve onlara taraftar olanlarý ifâde etmeye baþlamýþtýr.

 

Þîa'nýn ne zaman doðduðu konusu oldukça ihtilaflýdýr. Þii kaynaklar, Hz. Peygamber zamanýnda, Ali b. Ebî Talib'i diðer sahabelerden üstün gören ve onu halifeliðe en layýk sahabe olarak kabul eden Ebu Zer el-Gýfarî, Selmân el-Farisî, Mikdad b. el-Esved gibi ashabýn ilk Þiîler olduðunu, bu bakýmdan Þîa'nýn Hz. Peygamber devrinde doðduðunu belirtmektedir.[138]

 

Fakat Hz. Ali'yi üstün ve faziletli gören bu grup ile daha sonra mezhep olarak teþekkül etmiþ olan Þîa'nýn Hz. Peygamberin vefatýný takiben, Hz. Ali'nin meþru halife olduðu iddiasýyla doðan tamamen bir siyasi hareket olarak çýktýðý iddiasý [139] yanýnda Hz. Osman'ýn öldürülmesinden sonra[140] veya Hz. Ali'nin halifeliði esnasýnda özellikle Camel ve Sýffýn savaþlarýný takiben,[141] yahut Hz. Ali'nin öldürülmesi ve cemaatin Muaviye b. Ebi Süfyan'a beyat etmesi ile doðduðu[142] ileri sürülür. Bütün bu olaylar Þîa'nýn ortaya çýkýþ zamanýný kesin olarak belirtmeseler de olaylarýn hepsinin Þîa'nýn geliþmesinde müessir olduðu görülmektedir.

 

Þîa diðer fýrkalar gibi, Ýslâm'da ana bünye diyebileceðimiz cemaatten ayrýlarak, yine Ýslâm içinde ortaya çýkan bir zümreleþme hareketidir. Hz. Ali'nin, Hz. Peygamber tarafýndan takdir edilen, yiðitlik, kahramanlýk, ilim ve takva gibi þahsî meziyetleri bize kadar intikal eden özellikleridir. Onun bu özelliklerinden dolayý bazý sahabeler tarafýndan beðenilip takdir edilmesi ve üstün görülmesi manevi bir baðlýlýk ve samimi bir dostluk ifade etmektedir.

 

Hz. Peygamber (as)'ýn ashabýndan bazýlarýný takdir eden ifâdeler kullanmasý ve onlara iltifatý düþünüldüðünde sadece Hz. Ali'nin özelliklerini takdir etmediði de görülür. Bütün bunlar dikkate alýndýðý takdirde Hz. Ali devri de dahil Hulefâyý Raþidin devrinde, dostluk ve sevgi izharý ötesinde bir mezhebî gruplaþma olmadýðý anlaþýlýr. Bu açýdan Þîa'nýn Hz. Peygamber devrinde teþekkülü mümkün görülmemektedir.

 

Þîa en erken, Hz. Hüseyin'in þahâdetinden sonra siyasî bir eðilim olarak kamuoyu oluþturmaya baþlamýþtýr. Özellikle 65/684 yýllarýnda ortaya çýkan ve Hz. Hüseyin'in intikamýný almak üzere toplanan, onu davet ettikleri halde yardýmsýz býraktýklarý için ýzdýrap duyan ve tevbe eden Kûfelilerin oluþturduðu Tevvâbin hareketi, Þîa'nýn bir terim haline geliþinin ve Ýslâm içinde bir kitleleþme hareketinin baþlamasýnýn ilk belirtilerinden biri olarak kabul edilebilir.

 

Tevvâbin hareketinin Emeviler karþýsýnda baþarý kazanamamasý sonucunda, kurtulanlarla birlikte, Ehl-i Beyt'in intikamýný almak için ortaya çýkan Hz. Ali'nin Havle binti'l-Hanefiyye'den doðan oðlu Muhammed b. el-Hanefiyye'nin imametini savunan, Ýslâm tarihinde Mehdilik, gaib imam, ric'at ve bedâ gibi görüþlerle esaslý yankýlar uyandýran Muhtar b. Ebi Ubeyd es-Sakaf (67/687) gibi kimseler de Hz. Ali'nin neslinin adýný kullanarak toplumun içinde itibar kazanmaya çalýþmýþlardýr. Keysaniyye veya Muhtariyye ismi ile ortaya çýkan ve Muhammed b. el-Hanefiye'nin imametinini savunan bu fýrka günümüze ulaþmamýþtýr.

 

Þia'nýn bütün fýrkalarýnda ilk ve ihtilafsýz Ýmam Hz. Ali'dir. Onun ölümünden sonra imamet görevi oðullarý Hasan ve Hüseyin'e intikal etti. Hüseyin b. Ali'nin ölümünden sonra imamet oðlu Ali b. Hüseyin Zeynü'lAbidin'e geçti. Emevilere karþý Muhammed b. el-Hanefiyye'nin imametini savunanlar da, onun ölümünden sonra Ali b. Hüseyin'e baðlandýlar.

 

Böylece imamet tamamen Hz. Ali'nin, Hz. Hüseyin'den gelen evlâtlarýna intikal etmiþ oldu.

 

Kerbelâ'da katliamdan kurtulan Ali b. Hüseyin, Medine'ye intikal ettikten sonra siyasetten tamamen uzaklaþarak ölümüne kadar (95/713) ilimle meþgul oldu ve çevresindeki insanlarý yetiþtirmeye gayret etti. Daha sonra imâmeti devam ettiren büyük oðlu Muhammed el-Bâkýr ölümüne kadar (114/733) babasýnýn prensiplerini izleyerek ilmî konularla meþgul oldu ve çevresindeki mensuplarýný korumak için siyasetten uzak kalmaya çaba sarfetti. Altýncý Ýmam Ca'fer es-Sâdýk gerçekten alim ve faziletli bir kiþidir.[143]

 

Devrinde birçok kimse kendisinden istifâde etmiþtir. Bu imamýn devrinde, Ýslâm tarihinde, Hz. Hüseyin'in þahadetinden sonra Emevilere karþý, Ehl-i Beyt adýna ilk defa ayaklanan Zeyd b. Zeynü'l-Abidin'dir. Ali b. Hüseyin Zeynü'l-Abidin'in küçük oðlu, Muhammed el-Bâkýr'ýn kardeþi ve Ca'fer es-Sadýk'ýn amcasý ve akraný olan Zeyd, Emevi halifelerinden Hiþam b. Abdulmelik'e karþý Kûfe'de isyan etti. Kendisine bey'at eden onbeþbin kiþi ile Hiþam'ýn Kûfe-Basra (Irakeyn) valisi Yusuf b. Ömer es-Sakafi ile giriþtiði savaþta (122/740) baþarýsýzlýða uðradý ve öldürüldü. Zeyd'den sonra fikirlerini sürdüren oðlu Yahya (ö. 125/743) ile Zeydîyye fýrkasý ortaya çýkmýþtýr.

 

Zeyd b. Zeynelâbidin'in ölümünden sonra Carudiyye, Süleymaniyye, Batriyye gibi çeþitli fýrkalara ayrýlan Zeydîyye mensuplarý uzun süre daðýnýk halde kalmýþlardýr. Abbasi halifelerinin siyasî otoritelerinin zayýflamasýndan faydalanarak Yemen ve Taberistan'da ayaklanarak muhtelif devletler kurmuþlardýr. Hazar denizinin güneyinde Taberistan'da kurulan zeydî devleti 305 (917) yýlýna kadar varlýðýný sürdürmüþtür. Yemen Zeydîliði ise günümüze kadar varlýðýný muhafaza edebilmiþtir. 6/12. yüzyýldan itibâren sýnýrlarýný Tihâme'ye kadar geniþleten Zeydler daha sonra Osmanlý hakimiyetine girmiþlerdir.

 

Günümüzde Yemen'in resmî mezhebi Zeydîyedir. Ýmâmet konusunda daha mutedil bir yol izleyen bu fýrka mensuplarý büyük günah iþleyenler hakkýnda daha çok Haricilik ve Mutezile'nin tesiri altýnda bulunduklarý için bu tip kimselerin tam anlamýyla tevbe etmedikçe Cehennemde ebedi kalacaklarý görüþündedirler. Fýkýh konusunda genel olarak, Ehl-i Sünnet mezheplerinden Hanefiliðe yakýn bir yol izlerler. Ýsnaaþeriyye'den  farklý olarak mut'a nikahýný meþru olarak kabul etmezler.

 

Ca'fer es-Sadýk'ýn imamet devresinde önceleri oðlu Ýsmail'in kendisine halef olacaðýný kesin olarak belirtmiþken daha sonra bazý sebeplerle onu halifelikten çekti. Ýsmail babasýnýn saðlýðýnda vefat etti. 148 (765) yýlýnda, Ca'fer es-Sadýk'ýn ölümü üzerine, Ýsmail'in taraftarlarý onun adýna oðlu Muhammed b. Ýsmail'e bey'at ettiler. Böylece Þîa bünyesinde Ýsmailiyye adý ile anýlan yeni bir fýrka ortaya çýkmýþ oldu.

 

Aþýrý bir Þiî mezhebi olan Ýsmailiyye kuruluþundan itibaren bir buçuk asýr süre ile gizli imamlar ve dâiler tarafýndan idâre edildi. Basra, Kûfe, Ýran, Yemen, Bahreyn ve Kuzey Afrika'ya gönderilen dâiler, mezhebi yaymak için büyük çaba gösterdiler. Ali b. el-Fadl ve Ýbn Havþeb, Yemen'de Ebu Said el-Cennâbî ve oðlu Ebu Tahir el-Cennâbî Bahreyn'de, Ebu Abdulah eþ-Þiî ise Kuzey Afrika'da devlet kurmaya muvaffak oldular. 3/9. asrýn sonuna doðru Suriye'nin Selemiyye þehrinden Kuzey Afrika'ya intikal ederek burada mehdiligini ilan eden Ýsmaili imamý Ubeydullah 297 (909) yýlýnda Fatimîler Devletini kurmayý baþardý. Kýsa zamanda Mýsýr'ý ele geçiren Fatýmler, burada kurduklarý müesseselerle yaklaþýk üç asýr süreyle mezheplerini yaymaya çalýþtýlar.

 

Fatýmî halifelerinden el-Mustansýr'ýn 487 (1094) yýlýnda ölümü ile birlikte Ýsmailiyye, Nizâriyye ve Müsta'liyye diye iki büyük kola ayrýldý. Doðu ve Batý Ýsmailiyyesi diyebileceðimiz bu iki koldan birincisi Ýran'da Hasan Sabbah'ýn þahsýnda büyük bir himayeci bulmuþ, özellikle Kazvin yakýnýnda baþta Alamut kalesi olmak üzere diðer kalelerde yerleþen Nizarî fedaileri Ýslâm hükümdar ve devletleri için daima bir korku unsuru olmuþlardýr. Ýsmailiyye'nin bu kolu 1254 yýlýnda Hülagu tarafýndan, Suriye Nizârleri ise 1273 yýlýnda Sultan Baybars tarafýndan ortadan kaldýrýlmýþtýr. Ýsmailiyye'nin Musta'liyye kolu ise kýsa bir müddet Mýsýr'da hâkimiyetini sürdürmüþ, daha sonra birbirinden farklý kollara ayrýlarak Yemen'e intikal etmiþtir.

 

Buradan Hindistan'a geçen Müsta'liler, günümüzde Davudler ve Süleymanîler olmak üzere iki kýsma bölünmüþlerdir. Müsta'lî Ýsmailleri Hindistan'da Bohra adýyla anýlmaktadýrlar.

 

Hülagu'dan sonra daha çok Ýran Azerbaycan'ýnda kalan Nizarî Ýsmailîler, tasavvufi bir görünüm altýnda varlýklarýný sürdürmüþlerdir. 1718 yýlýnda öldürülen 45. Nizarî imamý Halilullah Þah'tan sonra Ýran Kaçar sarayýnda Aða Han ünvaný ile damat olan 46. Ýsmailî imamý Hasan Ali Þah'tan itibaren Nizârî imamlarý Aða Han ünvaný ile anýlmýþlardýr. Ali Þah ve Sultan Muhammed Þah'dan sonra günümüzdeki Nizârî Ýsmailîyyenin 49. imamý olan Kerim Aða Han bu görüþü sürdürmektedir.

 

Tarih boyunca Batýniyye, Sebiyye, Talimiyye, Melâhide vb. isimlerle anýlan Ýsmâilîyye'nin Behvalar hariç günümüzde ilmî çalýþmalarý, bir tefsir ve fýkýh sistemleri mevcut deðildir. Daha çok ticâretle uðraþan Ýsmailiyye mensuplarýna göre dinin en önemli özelliði imâmettir. Ýbadetler konusunda diðer Þîa fýrkalarýndan oldukça farklý özellik gösterirler.

 

Ca'fer es-Sadýk'tan sonra taraftarlarýnýn ekseriyeti oðlu Musa el-Kâzým'a tabi oldular. Harun er-Reþid zamanýnda isyan edebileceði endiþesiyle Medine'den Baðdad'a celbedilen Musa el-Kâzým uzun süre hapis hayatý yaþamýþtýr. Kendisinin 183 (799) yýlýnda ölümü üzerine imam olan Ali er-Rýza, Abbasi halifelerinden el-Me'mun tarafýndan Irak'a getirilerek veliahd tayin edilmiþ daha sonra 203 (818) yýlýnda zehirlenmek suretiyle öldürülmüþtür.

 

Bundan sonraki imamlar sýrasýyla Muhammed et-Takî (ö. 220/835), Ali en-Nakî (ö. 254/868), Hasan el-Askerî (ö. 260/873) ve Muhammed el-Mehdi'dir. el-Mehdiyyü'l-Muntazar, Hüccet, Sahibuzzaman lakaplarýyla anýlan Sâmarra'da bir mahzende kaybolduðuna, yeniden dünyaya gelip dünyayý ýslâh edeceðine inanýlan bu imamla, imamlarýn sayýsý onikiye ulaþtýðý için Þîa'nýn bu fýrkasý Ýsnaaþeriyye (onikiciler) diye anýlýr. Ayrýca imameti dinin en önemli rüknü saymalarý hasebiyle Ýmamiyye, Ýmam Ca'fer es-Sadýk'ýn fýkhýný uygulamalarý sebebiyle de Caferiyye diye bilinirler.

 

Ýmamiyye bir fýrka olarak 260 (873) yýlýndan sonra teessüs etmiþtir. Bu bakýmdan Zeydiyye ve Ýsmiliyye'den daha geç oluþmuþ bir fýrkadýr. 12. imamýn 260 (873) - 328 (940) yýlýna kadar süren gaybet devresinde Ebu Amr Osman b. Said, Ebu Cafer Muhammed, Hüseyin b. Ruh ve Ali b. Muhammed gibi sefirler aracýlýðýyla imamla irtibat kurulduðu için bu devreye küçük gaybet devresi denilir. 238 (940) yýlýnda son sefirin ölümü ile birlikte imamla irtibat kesildiði için günümüze kadar olan devre büyük gaybet devresi olarak adlandýrýlmaktadýr.

 

Ýmamiyye Þîasý gaybet-i kübra yani büyük gaybetin baþlamasýndan itibaren Ýran'ýn resmi mezhebi olduðu 10 (16) asra kadar Ýslâm dünyasýnda güçlü bir varlýk göstermemiþtir. Ancak Safevilerin kurulmasýyla Ýmamiyye 907 (1501) 1149 (1736-37) yýllarý arasýnda kendisini himaye eden bir devlete sahip olmuþtur. Þah Ýsmail devrinden itibaren Ýran'da camilerde ilk üç halifeye lânet edilmesi kararlaþtýrýlmýþ, ezana ilaveler yapýlmýþtýr.

 

Safevilerin Þiîlik üzerine kurulu siyaseti ile Sünnilik üzerine kurulu Osmanlý siyaseti arasýndaki farklýlýk sebebiyle Osmanlýlarla Ýran ordusu arasýnda 1514 yýlýnda cereyan eden Çaldýran savaþýnda Ýran ordusunun maðlup olmasý sonucunda Osmanlý-Ýran münasebetleri normal mecrasýnda yürümemiþtir. 12/18. yüzyýldan 14/20. yüzyýla kadar saðlanan bir devlet desteði olmadan kendi seyri içinde geliþme kaydeden Ýmamiyye þîasýnýn temsilcileri olan ulema 1905-6 yýllarýndaki anayasa faaliyetlerinde önemli rol oynamýþlardýr.

 

Kaçar hanedanýnýn 1925 yýlýnda yýkýlýþýndan sonra Ýran'da idareyi ele geçiren Pehleviler devrinde ulema kýsmî nüfuz kaybýna uðramýþtýr. Uzun bir hazýrlýk döneminden sonra Þîa Ayetullah Humeynî'nin çabalarýyla 1979 yýlýndan itibaren Ýran'da hakim kýlýnmýþ ve mezhebin prensipleri devletin yürütülmesinde esas olarak kabul edilmiþ bulunmaktadýr. Tevhid, nübüvvet, imamet, adl ve mead esaslarýný usuluddin olarak kabul eden bu fýrka Zeydiyye'den sonraki mutedil bir þii firkasý olarak kabul edilir.

 

Kitap, sünnet, icma ve aklý, þer'i deliller olarak kabul eden bu fýrka, ibâdet ve muameleler konusunda muta nikahý hariç Ehl-i Sünnet fýkhý ile cüzi ayrýlýklar göstermektedir. Günümüzde Ýran, Irak ve Pakistan'da bulunan bu mezhebin mensuplarý Þîa'nýn büyük ekseriyetini teþkil etmektedirler.

 

Bu üç fýrkanýn ötesinde kendilerini þiî sayan ve fakat mutedil Þîa'nýn kendileri ile ilgileri bulunmadýðýný belirttikleri gulat, galiye yahut aþýrý þiî fýrkalar vardýr. Ýslâm mezhepler tarihi ile ilgili eserlerde belirtilen Sebeiyye, Beyâniyye, Muðiriyye, Harbiyye, Mansuriyye, Cenâhiyye, Nusayriyye, Hattabiyye ve Gurâbiyye gibi fýrkalar Hz. Ali'yi ilâh yahut Allah'ýn ona hulûl ettiðini iddia ettikleri için mutedil Þîa tarafýndan Ýslâm ve Þîa dýþý aþýrý cereyan olarak deðerlendirilmektedir.

 

Þîa fýrkalarý arasýnda müþterek nokta Ýmamet esasýdýr. Düþüncelerine göre Cenab-ý Hak Hz. Peygamber (as)'ý Ýslâm dinini yaymak için göndermiþ, o da peygamberlik görevini yerine getirerek yirmi üç sene süreyle Allah'ýn dinin neþretmiþtir. Hz. Peygamber (as)'ýn inanç ve amel yönünden yirmi üç sene zarfýnda gerçekleþtirdiði ýslah hareketinin O'nun ölümü ile ortadan kalkmasý Allah'ýn hikmetine uygun düþmez. Bu sebeple Hz. Peygamber (as)'ýn faaliyetlerinin boþa gitmemesi ve devam etmesi için nübüvvetle eþ deðer olan bir imamet müessesesi gereklidir.

 

Ýslâm, dünya durdukça devam edecek bir ilahî din olduðuna göre bütün zamanlar boyunca, Hz. Peygamber adýna dinî konulara çözüm getirecek ve Ýslâm ümmetini yönetecek bir imama zaruri olarak ihtiyaç vardýr. Bu imamýn Hz. Peygamber (as)'ýn neslinden olmasý gereklidir. Ýmamlarýn ilki Ali b. Ebi Talib'dir. O, sadece Hz. Peygamber (a.s)'ýn yakýný ve damadý olduðu için deðil Allah'ýn emrinin gereði olarak imam tayin edilmiþtir. Kendisinden sonra imâmet, -Keysaniyye hariç- Hz. Fâtýma'dan olan neslinden devam edecektir.

 

Hz. Peygamber (a.s)'e bu manada naib olan imamlar, onun ümmet üzerindeki velâyetini hâizdirler. Ýmamlarýn tayini hiç bir zaman ölümlü, ihtirasýna ve menfaatine tutkun olan insanlar tarafýndan deðil, Allah, Peygamber ve bir önceki imam tarafýndan gerçekleþtirilir. Ýmamlar Hz. Peygamberin ilminin hamilleri ve onun gibi masum kimselerdir. Aksi halde onlarýn sözlerine itimat edilemez.

 

Þîa'nýn imamet konusunda böyle düþüncesine raðmen aralarýnda en çok ihtilaf edilen konunun yine imâmet olduðu söylenebilir. Hemen her imamýn ölümünden sonra o imâmýn oðullarý arasýnda cereyan eden mücâdelelerde Ýmam olan kiþinin güçlü ve itibarlý olmasý sebebiyle mi yoksa Allah'ýn onu Ýmam tayin ettiðinden dolayý mý Ýmam olduðu konusu daima tartýþýlabilir. Yukarýda Ýmamet konusu ile ilgili esaslar genellikle günümüzde en güçlü olan Ýmamiyye yahut Ýsna-aþeriyye tarafýndan benimsenen hususlardýr.

 

Ýmamet konusunda en mutedil davranan Þiî mezhebi Zeydiyye'dir. Onlar yukarýda belirtildiði gibi, imamýn Hz. Peygamberin kýzý Fatýma neslinden gelmesini kabul etmekle birlikte masumiyetini ve ismen tayinini benimsememektedirler. Ýmamýn vasfen tayin edilmesi gereði üzerinde duran bu fýrkaya göre, Hz. Fatýma neslinden gelen cömert, âlim ve takva sahibi olmasý gereken imam, kendini izhar edip imamlýðýný ilan etmelidir. Takýyye veya mestur imam düþüncesi Zeydiyye'de mevcut deðildir.

 

Ýsmail b. Ca'fer es-Sâdýk'ý imam tanýmakla Ýsmailiyye, naslarýn bâtýnî manasý bulunduðunu iddia ettikleri için Batýniyye ve bilginin akýl ve duyularla deðil ancak masum imamýn öðretmesiyle elde edileceðini iddia ettikleri için Ta'limiyye adýný alan bu fýrka imamet konusunda gerek ilk devrede gerekse Fâtýmîler devrinde farklý özellikler göstermiþtir. Ýmamý bilme ve ona baðlanma dinin aslý olduðu, dünya ve ahiret saadetine ancak bu þekilde ulaþýlacaðý, genel olarak Ýsmailiyye'nin prensipleri arasýnda bulunmaktadýr. Bu fýrka günümüzde imamet konusundaki müfrit düþüncelerini sürdürmektedir. Ýmametin dýþýnda takýyye, bedâ, rec'at gibi talî esaslar Þîa fýrkalarýnýn ekseriyeti tarafýndan benimsenmektedir.

 

Günümüzde Ýslâm dünyasýnýn muhtelif yerlerinde Þîa mevcudu kesin bir istatistik bulunmamasýna raðmen %7 - %9 arasýnda tahmin edilmektedir.

 

 

 

h) Ýslam Fýkhýnýn Bugünkü Durumu

 

 

Mescid-i Haramda bulunan bir Müslüman, doðrudan Kabe’ye yönelerek namaz kýlar. Çünkü Kabe-yi görmektedir. Ama Mekke’den uzakta bulunan bir Müslüman, kýbleyi araþtýrmak, çeþitli delil ve emareler yardýmýyla, tam ya da yaklaþýk olarak kýbleyi tespit etmekle yükümlüdür. Ancak, sorarak öðrendikten veya içtihat ettikten sonra namazýný kýlabilir.

 

Ayný þekilde, bir müçtehit, karþýlaþtýðý bir meselede Allah’ýn hükmünün ne olduðunu Kitap veya Sünnet nasslarý veya her ikisinin zahirleri vasýtasýyla biliyorsa onunla amel eder. Fakat karþýlaþtýðý meselenin hükmü ile ilgili doðrudan bir nass yoksa, o konuda Allah’ýn hükmünün ne olduðunu deliller ve emareler vasýtasýyla; bilinenden bilinmeyeni çýkarmaya çalýþmak suretiyle tespit eder.

 

Birinci yöntemle Müslüman’ýn ulaþtýðý hükümler, yani sübutu ve delaleti kat’i nasslardan elde ettiði bilgiye dayanan hükümler hakkýnda “þu meselede Allah’ýn hükmü budur" diyebilir. Ýkinci yöntemle ulaþtýðý hükümler, yani kýyas ve içtihada dayanan hükümler hakkýnda ise, "benim içtihadýma göre þu meselede Allah’ýn hükmü budur" diyebilir. Mescid-i Haramda namaz kýlan kimse de “kýble þöyledir" diyebilirken, Kabe ile arasýnda; daðlar, çöller, denizler bulunan kimse “benim tespitime göre kýble þöyledir" diyebilir.

 

Ehil bir fakihin, doðruyu bulmak için bütün gayretini sarf ettikten sonra, ulaþmýþ olduðu hüküm, nefsül-emirde de Cenab-ý Hakkýn hükmüne tetabuk etmiþ olursa, bu fakih isabet etmiþtir. Biri gayretinin, diðeri de isabetinin mükafatý olmak üzere iki sevap alýr. Ehil olduðu ve bütün gayretini sarf ettiði halde, o meselede Cenab-ý Hakkýn muradýna uygun hükme vasýl olmadýðý durumda da yükümlülükten kurtulur ve gayretinin karþýlýðý olarak bir sevap alýr.

 

Bütün Müslümanlarýn, her meselenin hükmünü delillerinden istinbat etmekle mükellef tutulmasý aklen ve þer’an mümkün olmadýðýndan, içlerinden bir kýsmýnýn bu vazifeyi deruhte etmesi icap etmektedir. Ýçlerinden bir kýsmý bu vazifeyi yerine getirdiðinde, diðerlerinin sorumluluðu düþer. Onlara, uymalarý gerekir. Ýmam Þafii’nin de tasrih ettiði gibi, içtihada muhtaç bulunan dini konularda içtihatta bulunmak farz-i kifayedir.

 

Taklit asýrlarýnda Müslümanlar, içtihattan uzak kalarak atalete teslim olmuþlardýr. Durgun su, mikroplarýn üremesi için uygun bir vasat oluþturur. Fikri durgunluk ve donukluk da böyledir.

 

Kendi çaðlarýnda yaþayan fikirler, asýrlar sonra ölü fikirler haline gelirler. "Ölü fikirler" ise, "Öldürücü fikirler"den daha tehlikelidirler. Çünkü öldürücü fikirler dýþardan geldiði için bünyemiz, onlara karþý tabii bir korunma refleksi geliþtirebilir. Ölü fikirler ise bünyemizde neþet ettiklerinden, vücut onlara karþý savunmasýzdýr.

 

Düþünce dünyamýzdaki ölü bir fikir, hasta bir vücuttaki habis bir ur gibidir. Zamanla yayýlýr ve ulaþtýðý yerdeki organý iþlevsiz hale getirir. Ýslam dünyasýnýn þimdiki hali budur. Ölü fikirleri bertaraf etmenin ve diri fikirler üretmenin yolu ise; usulüne, erkanýna uygun fýkýhla içtihattan geçer. Onun da zemini, içtihadýn mümkün ve zaruri olduðuna inanan fýkýhla donanmýþ ulemanýn yetiþmesidir.

 

Taklit asýrlarý boyunca, maalesef, fakihler içtihattan uzaklaþtýrýlmýþ; en tabii vazifesi olan bu faaliyetten uzak tutulmaya çalýþýlmýþtýr. Ýçtihad eden, yani vazifesini yapan fakih dýþlanmýþ, karalanmýþ ve bu tutum yakýn zamana kadar sürmüþtür. Asrýmýzda ve ülkemizde dahi içtihad konusunu gündeme getiren, bunun þartlarýný ve usulünü açýklayan fakih ve muttaki alimlerimiz "din tahripçisi", "reformist” gibi karalamalara maruz kalmýþlardýr. Ancak, artýk cehalet bulutlarý daðýlmýþ, güneþ tutulmasý sona ermiþ, Ýslam’ýn ve Müslümanlarýn içtihada þiddetli ihtiyaçlarý, gören gözler için bedihi bir hale gelmiþtir. Zira içtihad, dinin hayata tatbik kabiliyetidir. Ýçtihattan uzaklaþtýkça, dini hayattan uzaklaþtýrýlmýþ, hayatýn dýþýna itmiþ oluruz. Dini, hayatýn içine çekecek olan Kur’an ve sünneti insanla buluþturacak olan fakihlerin içtihadýdýr.

 

Ýçtihad, "Kur’an’ý asrýn idrakine söyletmek"tir. Demek ki "içtihad hayati bir zarurettir;” bugünün meselesi ise bunun keyfiyeti, kapsamý, usulü, tesiri gibi konulardýr. Bir alim ya da bir ilim heyeti, önüne gelen ve þer’i hükmü istenen bir meseleyi hangi tarzda ele alacak, nasýl bir usul takip edecektir? Özellikle, 14 asýrlýk fikir, fýkýh ve kültür mirasýna karþý tutumu ne olacaktýr. Asýrlarýn üzerinden atlayýverip, doðrudan Kur’an ve Sünnete baþvurmak mý en iyisidir; yoksa zengin ilim mirasýmýz da bizi ilgilendirmekte midir?

 

Acizane kanaatimizce bu meseledeki orta yol, Kur’an ve Sünnetin nasslarýný ve þeriatýn ruhunu esas almakla birlikte, 14 asýrlýk ilim mirasýmýzý da dikkate almaktýr. Gelenek, sýrtýmýzda bir yük deðil, elimizde bir zenginliktir. Bize alternatifler sunar, ama hiç bir zaman bizim önümüzü kesmez. Gelenekle iliþkimizde bir yerlerde bir sorun çýkýyorsa bunun sebebi, çoðu zaman geleneðin kendisi deðil, bizim onu okuma biçimimiz, algýlama biçimimizdir.

 

Öncelikle gelenekten haberdar olmamýz gerekir. Aksi takdirde en iyi ihtimalle Amerika’yý yeniden keþfederiz. Ýkincisi; geleneðe saygýlý ve baðlý olmamýz gerekir. Aksi takdirde köksüz oluruz. Saðlam kökleri olmayan bir aðacýn dallarý ve meyveleri de saðlam olmayacaktýr. Üçüncüsü; geleneðin içinde kaybolmamamýz gerekir. Aksi takdirde zamanýn dýþýna çýkmýþ oluruz. Zamanýn dýþýnda olursak, zamanýmýzdaki insanlarla iletiþim kuramaz; dini topluma taþýyamayýz.

 

Fakih olan Alimin önüne mesele geldiði zaman bakar: bu mesele Kur’an ve sünnette açýkça ele alýnmýþ ve hükmü bildirilmiþ bir meseleyse bunu böylece tespit eder ve söyler. Öyle deðil de yoruma açýk býrakýlmýþ ve üzerinde ihtilaf edilmiþ bir meseleyse o meseledeki farklý görüþlerin delillerini inceleyerek, delili kuvvetli olan görüþü tercih eder. Yani mesele, önceden tartýþýlmýþ meseleye bazý yönlerden benziyor, bazý yönlerden de benzemiyorsa genel usuller çerçevesinde, meseleyi yeniden düþünür eski hüküm üzerinde gereken deðiþikliði yaparak yeni meselenin hükmüne ulaþýr. Mesele önceden ele alýnmýþ meselelere benzemiyorsa, benimsemiþ olduðu usul çerçevesinde yeni bir içtihatta bulunur.

 

Fakih olan Alimin, delillerine vakýf olduktan ve gerekli çabayý gösterdikten sonra ulaþtýðý hükmün, geleneðe uygun düþmesi onun müçtehit olmadýðýný göstermediði gibi, aykýrý düþmesi de görüþünün batýl olduðunu göstermez. Fakih olan Alim, kendisine intikal etmiþ gelenekten ve içinde yaþadýðý hayattan haberdar olan; geleneðin sunduðu çözümü, hayatýn her an yenilenen þartlarýna göre gözden geçirme, gerekiyorsa o çözümü aynen kullanma, gerekiyorsa yeni bir çözüm getirme istidat ve kuvvetinde olan; bu donanýma ve bu ruha sahip olan kimsedir.

 

Ýslam dünyasýný geri býrakan unsurlarýn en mühimlerinden biri, fýkhýn terk edilmesi olmuþtur. Öyleyse ihyanýn temel taþlarýndan biri de fýkhýn ihyasý olacaktýr. Fýkhýn yerini taklit ve atalet alýnca din zamanýn dýþýnda kalmýþtýr. Bu durumda Müslümanlar da dine sarýldýkça zamanýn ve hayatýn dýþýna sürüklenmiþlerdir. Bu ikilem bir kaç asýrdan beri tahammül edilemez bir hale gelmiþtir. Toplumu, aileyi, ferdi, düþünceyi, sanatý, ticareti, her þeyi etkilemektedir.

 

Dine sarýlanlar; hayatýn, sanatýn, ticaretin, toplumun... dýþýna sürüklenmekte, moda tabirle “çaðdýþý” olmakta; hayata sarýlanlar ise dinden kopmaktadýr. Bu kopma ya doðrudan doðruya dine cephe almak veya dine alakasýz kalmak þeklinde; ya da daha çok, din adý altýnda yeni bir takým inanýþlar, þekiller, ritüeller icat etmek þeklinde tecelli etmektedir. Böyle bir din (!) ise, kendisinden beklenen hiçbir neticeyi asil etmemektedir. Olumlu etkileri; kiþinin iç dünyasýnda, aile hayatýnda, toplumla, insanlarla, çevreyle münasebetinde görülmektedir.

 

Dini, hayatýn içine çekmenin, hayatý da dine uygun hale getirmenin zamaný çoktan gelmiþtir.Ýslam düþüncesinin ihyasý için fýkýh ruhunun, Ýslam toplumunun yani "ümmet-i merhume”nin ihyasý içinse içtihad ruhunun ihyasýndan baþka yol ve çare yoktur.


 

 

 

- Okuma Parçasý -

 

 

Þer’i Deliller

 

Ýslâm, insana ait bütün meseleleri ihtiva eden, her dönemde geçerli ilkeler getirmiþtir. Bu bakýmdan, Ýslâm yasalarý, gerçekten tek ve eþsizdir. Ýslâm yasalarý, kaynaðýný, deðiþmez, ebedî ve bakî bir mucizeden almaktadýr. Bu yasalar, yer çekim kanunlarý kadar kesin ve doðrudur. Çünkü Allah, Resulü kanalýyla gönderdiði âyetlerle bütün insanlara açýklamýþtýr temel ilkeleri. Her dönemde insana yol gösteren Ýslâmî yasalarýn, bilindiði gibi, dört kaynaðý vardýr. Bunlar Kur'an, Sünnet, Ýcma Ýçtihat ve Kýyastýr.

 

a) Kur'an-ý Kerim

 

Ýslâm yasasýnýn deðiþmez ve ana kaynaðý Kur'an'dýr. O, bütün insanlara ýþýk tutmasý için Allah'ýn Peygambere gönderdiði mutlak bir mesajdýr. O, ebedî, evrensel ve mutlak bir mesajdýr.

 

Kur'an, yalanýn kendine asla ulaþamayacaðýný ilân etmektedir. Geçmiþteki tüm araþtýrmalar bu gerçeði doðrulamýþ ve ilerde ortaya çýkarýlacak her buluþ bu gerçeði doðrulayacaktýr. Kur'an, kavrama yeteneði ne olursa olsun, herkese seslenmektedir. O, deliller göstererek, örnekler vererek, benzetmeler yaparak, tabiattaki fenomenlerden söz ederek, muhakemeler kurarak her anlayýþa uzanmak ve her seviyedeki insana sesini duyurmaya çalýþmaktadýr.

 

Kur'an'ýn tabiatý hakkýnda bazý bilim adamlarý yanlýþ bir zan içindedirler. Onlara göre, âyetler, o zamanki Arap toplumunda ortaya çýkan olaylar üzerine indirildiði için, Kur'an'ýn büyük bir bölümü sebeplidir. O halde, çeþitli kurallarýn, Kur'an'ýn deðiþik âyetlerinden türetilmesi gereklidir.

 

Herkes, âyetler genellikle sebeplidir, diye düþünmeye baþlarsa, bir konuda herkesin kendi isteðine uygun sayýsýz kurallar ve deðer yargýlarý sürülecektir ortaya. Bu da Kur'an'ýn evrenselliðine zarar verecektir. Gerçek þudur ki, Kur'an'daki buyruklar, olduðu gibi yerine getirilmelidir. Bu, yazýlý ve sözlü olarak bize bildirilmeyen sorunlar için,kýyas yoluyla, bazý kurallar çýkarmaktan yoksun býrakýldýðýmýz anlamýna gelmez. O günkü toplumun içinde olunduðu þartlar üzerine gelen sembolik âyetlerdir.

 

Kur'an, ayrýntýlardan deðil, ana ilkelerden söz eder ve evrendeki ilâhi yasalara, onlarýn iþleyiþine ve bunlardan insanlarýn yararlanmasýna dikkati çeker, Gerçekte, gerek teorik ilkelerde, gerekse uygulama alanýnda insan refahýnýn yükselmesini saðlayan esaslar verilmektedir. Kur'an'da hatýrlatýlýyor:

 

يَا اَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءَتْكُمْ مَوْعِظَةٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَشِفَاءٌ لِمَا فِىالصُّدُورِ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنينَ

 

"Ey insanlar.! Size Rabbinizden, bir öðüt, gönüllerde olan dertlere bir þifa, müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiþtir."[144]

 

Bu çerçeve içerisinde, kiþi, gerçeði kabul edip etmemekte serbesttir. Bu yüzden on dört asýr önce gelen Kur'an'ýn aklý durgunlaþtýracaðý varsayýmý da yanlýþtýr. Tam tersine, aklý harekete geçirecek, idraki yükseltecek ve bilgi ufkumuzu geniþletecektir. Kur'an, sürekli olarak, insaný, bütün tabiî olaylar üzerinde düþünmeye itmiþ ve düþünmeleri gerektiði konusunda sýk sýk onlarý uyarmýþtýr.

 

Kur'an, hayatýn tüm maddi ve manevî ihtiyaçlarý arasýnda bir denge kurmaktadýr. Mekke'de gelen, özellikle ilk gelen âyetler, Mekkelileri, ölümden sonra diriliþe, muhakeme gününe, bu dünyadaki tüm davranýþlarýndan sorguya çekileceklerine inanmaya çaðýrmaktadýr. Medine döneminde gelen âyetler, daha çok, miras, evlenme, boþanma konularýyla, savaþ ve barýþ sorunlarýyla, zina, hýrsýzlýk ve adam öldürmede uygulanacak cezalarla ilgilidir.

 

Böylece. Kur'an, bir yandan Allah'a baðlanmanýn ve bu baðý sürdürmenin önemini belirtmekte, öte yandan sosyal yaþam için gerekli her þeyi açýklamaktadýr. Gerçekten baþýndan sonuna kadar, ahlâkî ve manevî gerilime önem veren bir vesika olarak ortadadýr. Kuþkusuz, ahlâkî ve manevî gerilim, yapýcý faaliyetlerin temelidir. Doðrusu, Kur'an'da ki âyetlerin aðýrlýk merkezi, insan ve insanýn iyiliði üzerinde toplanmaktadýr. Ýnsan, yaratýlýþýnda var olan bu gerilimlerle iþ yapar. Ýnsan, gönlüne göre kanunlar kayarak veya kanunlar feshederek, gözü kapalý, intihara gidemez. Çünkü bu kanunlar, insanlýðýn intiharý için deðil, onun yaþamasý içindir.

 

Bundan dolayý, Allah'ýn mutlak haþmeti ve üstünlüðü, en çarpýcý bir dille, Kur'an'da belirtilmiþtir. Peygamber (gerçek maksadý Allah bilir) Kur'an'ýn öðretisine bir misal olmak ve insanlara fiilen ideal bir hayat örneði sunmak için gönderilmiþtir. Bu yüzden, ne sünnet Kur'an'a, ne de Kur'an sünnete aykýrýdýr.

 

b) Sünnet

 

Lügatte yol, adet, alýþkanlýk anlamýna gelen sünnet, Ýslâmî literatürde "..Peygamberde örnekleþen davranýþ ve hareket.." anlamýna dönüþmüþtür. Sünnet kavramý, daha sonraki kuþaklarda, ister istemez, "yaþayan bir gelenek" þeklinde anlaþýlmýþtýr.

 

Kimi hukukçular, hadisle sünnet arasýnda, zaman ve öz bakýmýndan, bir fark olmadýðý görüþünü savunurlar. Fakat Sünnetle Hadis arasýnda bir ayýrým yapmak gerekir. Hadis, bir anlatýmdýr. Peygamberin ne yaptýðýný, ne söylediðini neleri tasvip ettiðini, neleri hoþ karþýlamadýðýný belirten, genellikle çok kýsa, sözdür Hadis. Bunun için, Hadis, daha çok teoriktir. Oysa, ayný anlatým uygulamaya dönük olduðu ve Müslümanlar için pratik bir kural olma niteliði kazandýðý zaman, Sünnet daha çok pratiktir. Davranýþlarýmýzda olduðu gibi yansýr. Hadis, yalnýz pratik kurallarý deðil!, dinî inanç ve ilkeleri de kapsamaktadýr.

 

Sünnet, neden Ýslâm hukukunun bir kaynaðý olmaktadýr? Bu sorunun cevabý Kur'an'da dýr. Kur'an, Müslümanlarý, Peygamberi izlemeye çaðýrmaktadýr. Allah, böylece, her Müslüman’a Peygamberin izinde gitmeyi farz kýlmýþtýr. Kur'an'ý Kerim’de:

 

وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا اَنَزَلَ اللّهُ

 

"Allah'ýn indirdiði ile hükmetmesi"[145] istenmektedir Peygamberden. Öte yandan, Peygamber, Kur'an'ýn tefsircisidir. Bu husus Kur'an'ý Kerim’de apaçýk þöyle belirtilmiþtir:

 

بِالْبَيِّنَاتِ وَالزُّبُرِ وَاَنْزَلْنَا اِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَانُزِّلَ اِلَيْهِمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ

 

“Apaçýk mucizeler ve kitaplarla (gönderildiler). Ýnsanlara, kendilerine indirileni açýklaman için ve düþünüp anlasýnlar diye sana da bu Kur'an'ý indirdik.”[146]

 

Misal: Kur'an, namaz ve zekâttan söz etmekte, ama ayrýntýlara girmemektedir. Ayrýntýlarý pratik olarak, sahabelere Peygamber açýklamýþtýr. Ayrýca Kur'an Müslümanlarý, Peygamberde örnekleþen bir hayatý izlemeye çaðýrmaktadýr. Bu bakýmdan, Sünnet, Ýslâm hukukunun bir kaynaðýdýr. Sünnet, "Kur'an'ýn ayrýntýlarda tefsiri" niteliðinde olduðu için, Kur'an'la Sünnetin çeliþir gibi göründüðü hususlarda "Sünnetin esas alýnacaðý" görüþünü savunanlar vardýr. Bu iddia üzerinde fazlaca durmayý gereksiz sayýyoruz. Çünkü bu iddia ile Ýslâm yasalarýnýn aðýrlýk merkezi Kur'an'dan Sünnete kaydýrýlmak istenmektedir.

 

Sünnetin dinamik bir gücü vardýr. Bu bakým dan hayatýn gittikçe artan sorunlarýný çözebilecek güç ve yetenektedir. Geliþen bir toplumda her zaman, yeni manevî gerilimler, idarî ve yasal sorunlar ortaya çýkacaktýr. Gerçekten, Ýslâm toplumunun teknolojik ufku geniþlerken, bir çok sorunlar ortaya çýkmýþtýr. Fakat "ideal sünnet" kavramý deðiþmemiþtir. Yeni maddeler ortaya konmuþ ve benzetmeler yapýlmýþ, fakat ideal Sünnet kavramý deðiþmemiþtir: Çünkü; tefsir, Sahabelerle baþlamýþ ve o zaman, Kur'an'ýn temel ilkeleri göz önüne alýnarak, bir çok pratik kurallar çýkarýlmýþtýr.

 

Hadislerin tefsirinden çýkarýlan sonuçlara, her dönemde, "Sünnet" denilmesi ilgi çekici ve anlamlýdýr. Bu yüzden, Ebu Davud, bir hadisi sonuca baðladýktan sonra "Bu hadiste beþ sünnet vardýr." diye ilâve eder. Yani Ebu Davud, müslümanlar için, bu hadisten, pratik beþ kural çýkarabileceðini ifade etmek istemektedir.

 

Bugün hadisleri kendi ruhu içerisinde ele almak ve yorumlamak zorundayýz. Hadis ve sünnetin yorumunu yaparken, meseleyi tarihî açýdan ele almak ve incelemek, tarihî geliþim içerisinde kazandýðý anlamlarý yakalamak gerekir. Çünkü hýzla geliþen ve geniþleyen bir toplumda, kiþinin iç hayatýna ve dýþtaki davranýþlarýna ýþýk tutabilmelidir. Kur'an ve Sünnetin tefsiri... O, katý bir þekilciliðe mahkûm edilmemelidir.

 

Tarih incelenirse, bu konuda, yani Sünnetin tefsiri konusunda, çok zengin kaynaklarýn olduðu görülecektir. Genellikle yorumlar aynýdýr. Yalnýz Hariciler ve kimi tarikatçýlar ayrýntýlarda farklý yorumlar getirmektedir. Bu, "oy çoðunluðu" veya "görüþ birliðine varýlan uygulama" kavramýný ortaya çýkarmýþtýr ki, buna "Ýcma" denilmektedir.

 

c) Ýcma

 

Ýslâm yasalarýnýn üçüncü kaynaðý Ýcmadýr Ýcma, ya din bilginleri veya toplumun, bir konu hakkýnda, görüþ birliðine_ varmasýdýr. Sünnet'le Ýcma arasýnda kavram farký vardýr. Sünnet, Peygamberin öðretileriyle sýnýrlanmýþtýr. Buna karþýlýk Ýcma, hýzla geliþen toplum karþýsýnda selim akýl ve mantýða dayanarak ortaya sürülen kurallardýr. Ýcma, Sahabelerle baþlamýþ ve sonraki kuþaklara intikal etmiþtir. Dinamik bir hukuk kaynaðý olarak, Ýcmanýn gerekçeleri hem Kur'an'da hem de Sünnet'te yer almaktadýr.

 

Kur'an "Biz sizi vasat bir millet yaptýk"[147] diye buyurmaktadýr. Peygamber:

 

لَا يَجْمَعُ أُمَّتِي عَلَى ضَلَالَةٍ

 

 "Benim ümmetim hata üzerinde fikir birliðine varmayacaktýr"[148] demektedir. Gerçek þudur ki, Ýcmanýn amacý, sadece þimdi ve gelecekteki sorunlarýn doðru çözümünü bulmak deðil, ayný zamanda geçmiþi de yerli yerine oturtmaktýr. Sünnetin ne olduðunu açýklayan ve Kur'an'ýn en doðru yorumunu yapan Ýcmaydý. Son incelemelerde, Kur'an ve Sünnet Ýcma kanalýyla doðrulanmaktadýr.

 

Bu bakýmdan öyle görünüyor ki, ibadet ve inanca iliþkin bazý karanlýk noktalarýn çözümünde en güçlü faktör Ýcmadýr. Belirli bir süre için geçerlidir. icmanýn kararý son kararsa, bu, izafî anlamda son karardýr. Çünkü Ýcmanýn hayatýn ihtiyaçlarýna göre özümseme, benzetme, reddetme ve deðiþtirme yeteneði vardýr. Ýcmanýn dinamizmi buradan gelmektedir. N.P. Agnides, haklý olarak, bu konuya þöylece deðinmektedir:

 

"...Ýslâm hukukunda Ýcmanýn çok büyük bir yeri vardýr. Bunun deðeri takdir edilemez. Onun aracýlýðýyla geçmiþteki bir çok sorunlar çözümlendiði gibi kýyasý ve analojiyi gerektiren hususlarda, müslümanlarýn, Ýslâm’ýn özünden ayrýlýp sapýklarýn sürüklenmeleri önlenmiþtir. Ýcmanýn bu birleþtirici gücüne raðmen bazý önemsiz konularda görüþ ayrýlýklarý olmuþtur. Fýkýh bilginleri, buna, Allah'ýn lütfünün bir belirtisi olarak bakarlar. Çünkü bu hususta da bir Ýcma yani görüþ birliði vardýr. Bu konudaki Ýcma, kaynaðýný þu hadisten almaktadýr: "Ümmetim arasýndaki görüþ ayrýlýðý, Allah'ýn rahmetinin bir iþaretidir."..... "

 

Yazý, bütün toplum tarafýndan kabul edilmiþ ve görüþ birliðine varýlmýþ konular olduðunu belirterek devam etmektedir. Tabiatýyla bu tür Ýcmalar "ümmetin icma'ý" veya "tüm toplumun icma'ý" olmaktadýr. Öte yandan, tüm toplumun deðil de yalnýz bilginlerin üzerinde birleþtiði konular da vardýr. Bu durum "bilginlerin icma'ý" olarak bilinmektedir. Bu icma, bilginlerin kiþisel ve meþru çalýþmalarý sonunda ortaya çýkan farklý görüþleri birleþtiren bir araç olarak kullanýlabilir.

 

Kimi bilginler, toplumun görüþlerini tespit etmenin güçlüðünden ötürü, icmanýn olamayacaðýný ileri sürmektedir. Hindistan, Ýngiltere, Amerika gibi demokratik ülkelerde halkýn görüþlerini tespit mümkün olduðuna göre, Ýcmanýn olmamasý için bir sebep yoktur. Ýcmanýn varolmasý için herhangi bir makamýn tasdiki gerekmez. Aksi halde, hukukun baðýmsýz bir kaynaðý olarak, icmanýn varlýðý bir fayda saðlamayacaktýr.

 

Kýyas, kiþisel bir görüþ Kur'an ve Sünnet gibi kesin deliller icmayý meydana getiren görüþler için dayanak olabilirler. Öyle görünüyor ki, yanlýþ görüþleri ortadan kaldýran icma, yaþayan toplum için dinamik bir güç kaynaðýdýr. Müslüman toplumlar, geliþen þartlara ayak uydurmak için icmaya önem vermek zorundadýr. Çünkü Ýcma, bazý ilkeleri meydana çýkarmamýza veya içtihat kanalýyla davranýþlara iliþkin bazý kurallar edinmemize yardým eder. Çünkü içtihat kanalýyla ortaya çýkan bazý görüþlerin kiþisellikten çýkýp tüm topluma iliþkin bir kural olmasýný saðlamaktadýr Ýcma.

 

d) Ýçtihat

 

Bir meselede, belirli bir ihtimalle, karara varmak için harcanan her türlü çabadýr Ýçtihat. Hukuk açýsýndan, Ýçtihadý görüþlerde hata payý olsa da, büyük bir ihtimalle, doðru kabul edilir. Allah'ýn birliði, Peygamberin gönderilmesi vs. gibi, Ýslâm dininin temel ilkeleri Ýçtihad konusuna girmez. El Maverdi'ye göre, Ýçtihat sekiz bölüme ayrýlýr. Yedi bölümü Kur'an'ýn yorumunu yapmaktan ibarettir. Sekizincisi ise Kur'an ve Sünnetin dýþýndaki kaynaklara, meselâ mantýða dayanarak manâlar çýkarmaktýr. Burada þu sonuç çýkmaktadýr: Ýçtihat, kýsmen yazýlý kaynaklarýn yorumuna, kýsmen mantýk kurallârýna dayanýr. Zaman ilerlerken sosyal hayat, günden güne, daha bir girift olmakta ve çözüm bekleyen yeni yeni sorunlar ortaya çýkmaktadýr.

 

Öte yandan, bilgilerimiz artarken düþünce ufkumuz da geniþlemektedir. Peygamberden günümüze dek, yeni yeni problemler ortaya çýkmýþ ve bu problemleri çözmek için yeni yeni yorumlarla Ýslâm hukuku inkiþaf etmiþtir. Bu yüzden, Ýçtihadýn her zaman doðru olduðunu savunan Mutezilenin görüþünü kabul etmeðe imkân yoktur. Ýçtihat, toplumda, zaman zaman ortaya çýkan bir þer'i mesele ile uðraþtýðý için, onun hükmü, her zaman geçerli deðildir. Zamanla sosyal ihtiyaçlar kavramý deðiþmektedir. Bu nedenle Kur'an ve sünnetin temel ilkelerini muhafaza ederek yeni yorumlar yapýlabilir.

 

Ýslâm’ýn ilk yýllarýnda kiþisel görüþ, içtihadýn esas aracýydý. Hukukî ilkeler yerli yerine konduktan sonra, Ýçtihat yerini kýyasa býraktý. Hiç þüphesiz Kur'an ve Sünnet, müslümanlarýn kiþisel ve sosyal hayatlarý ile ilgili kanunî kurallar vermektedir. Fakat toplum dinamiktir ve deðiþen þartlara göre kanunlarýn da, biçimsel olarak, deðiþmesi`gerekir. Bu bakýmdan.Ýçtihat gereklidir. Bununla birlikte, Ýslâmî yasalarýn evrim süreci içerisinde, Muhaddislerle Müçtehitler arasýnda çok acý mücadeleler olmuþtur.

 

"....Mekke ve Medine gibi büyük kentlerde yaþayan hukukçular, Hadislerin korunmasýna ve Hadis bilimine aðýrlýk vermiþlerdir. Her hangi bir yasal sorun ortâya çýktýðý zaman, bu hukukçular, hemen, hadislere baþvururlardý. Bunu kolaylýkla yapabiliyorlardý. Zirâ Peygamberin hadislerine uygun bir kültürel ve sosyal hayat bu kentlerde varlýðýný sürdürüyordu, ve gerek hadisler, gerekse o bölgenin gelenekleri (Hadis ve sünnet hayata girmiþtir) ortaya çýkan yasal sorunlarý kýyasa baþvurmadan çözmek için yeterliydi, Fakat bu durum, Arabistan dýþýndaki fethedilen ülkeler için geçerli deðildi.

 

Özellikle Irak'ta þartlar tamamen farklýydý ve oradaki hukukçular, Medine ve Mekke'den uzakta olduklarý için, ister istemez, Hadis biliminden de uzak kalýyorlardý. Bu bakýmdan, burada yaþayan hukukçular, yeni sorunlarýn çözümünde, daha çok kiþisel görüþlerini kullanýyorlardý ve kullanmak zorundaydýlar da. Bu yüzden, onlara, Hicazda oturan ve "Hadis halký" diye bilinen hukukçulardan ayýrmak için "rey hâlký" denirdi..."

 

Bu tartýþmalar, daha çok, demagojiye yönelmiþ tartýþmalardýr. Her ne kadar, bir çok ekollerde, Kýyas kabul edilmiþ ise de, yine her iki taraf, serbestçe, kiþisel görüþlerini ileri sürüyordu. Hukukçularýn çoðu, gerek aklî gerekse þer'i meselelerde, kýyasý kabul etmiþti. Bunu ispatlayacak tutanaklarýmýz vardýr. Bu konuda biz de ayný görüþü paylaþýyoruz.

 

Kýyasýn rolü, Kur'an'ýn ve Sünnetin oluþturduðu gerçek mantýk sýnýrýna kadar geniþletilmelidir. Hukukçulara göre, analoji ile kanunlarý çoðaltmak, yeni bir hukuk kuralý ortaya koymak deðildir. Bir eylem, Kur'an ve sünnetle yasaklanmýþsa, buna ortak olan baþka bir eylemde, ayný þekilde, yasaklanmýþ demektir. Bununla birlikte, açýk veya kapalý olarak yasaklar içerisine katýlmamalýdýr, hakkýnda zorlanarak hüküm çýkarýlan eylemler. Aksi halde, kýyasa dayanarak deðil de nasslara dayanarak yasaklanmýþ olacaktýr.

 

Hz. Ömer dönemi Ýslâmi yasalarýn dinamizmini belgeleyen örneklerle doludur. Onun, Zekâtýn toplanma tarzýnda getirdiði usuller, Hz. Peygamber ve Ebubekir zamanýnda uygulanmakta olan, fethedilen topraklarýn askerler arasýnda daðýtýlmasýnýn yasaklanmasý ve aldýðý öteki tedbirler, Ýçtihad yaparken ortam ve þartlarýn deðiþikliklerini göz önünde tutmak gerektiði gerçeðine iþaret etmektedir. Bu, Ýçtihat yoluyla bir karar verirken, göz önünde tutulmasý gereken en önemli bir faktördür.

 

Orta çaðda, Ýçtihad kapýsýnýn kapandýðý ve müslümanlarýn kurulu ekolleri izlemesi gerektiði söylenmiþtir. Çünkü o dönemde "baþkasýnýn görüþlerini körü körüne kabul" anlamýna gelen "taklit" eðilimi, halkýn içine tamamen sinmiþti. Bu bakýmdan, halk, belirli ekollere mensup hukukçularý izlemeye baþladý. Bu, bir bakýma. mezhep kurucularýnýn çok güçlü olmasýndan ve nasslarýn býraktýðý sýnýrlar içerisinde her türlü mantýk alternatiflerini kullanmýþ olmalarýndan ileri gelmektedir. Kur'an ve Sünnet'ten, doðrudan doðruya, kural çýkarma yeteneðinde olmayan halk kesiminin bu mezhepleri izlemeleri tabiidir.

 

Bu, Ýçtihat kapýsýnýn kapandýðý anlamýna gelmez. Ýçtihat vetiresi, hukuki niteliðine göre, her kanunun köküne inmeyi ve bunlara öncelik vermeyi gerektirir. Bir Þeriat sorununu çözmek için, müçtehidin, ilk önce, Kur'an ve Sünnete baþ vurmasý zorunludur. Bu kaynaklarda, soruna açýk bir çözüm bulunmazsa Ýcmaya baþvurulabilir. Bütün bunlardan sonra, ancak, kiþi, içtihat yapabilir. Ýçtihatta mutlaka doðru karara varmak zorunlu deðildir. Kiþi, gerçeði bulmak için, bütün çabalarýný harcar da sonuç doðru olmazsa, yine sevabýný alacaktýr.

 

Peygamberin bir Hadisinde:

 

عن عَمْرُو بْنِ العَاصٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إذَا اجْتَهَدَ الْحَاكِمُ فَأصَابَ فَلَهُ أجْرَانِ، وَإنِ اجْتَهَدَ فأخْطَأ فَلَهُ أجرٌ.

 

Amr Ýbn-i 'Âs, radiya'llahu anh'den rivâyete göre, Resûlu'llah Salla'llahu aleyhi ve sellem'in þöyle buyurduðunu iþitmiþimdir: Bir hâkim hükmedeceði zaman içtihad yâni hakký arayýp hükmeder de sonra bu hükmünde isâbet ederse, o hâkime iki ecir ve sevap vardýr: (Hakký aramak, hakka isâbet etmek sevaplarý). Eðer hükmedeceði zaman hakký arar, fakat hatâ ederse bu hâkime de bir ecir vardýr (Hakký aramak sevâbý.)"[149]

 

Bu hadis, her zaman Ýçtihat kapýsýný açýk tutmaktadýr. Ancak bir þart vardýr burada; o da, müçtehidin, Kur'an ve Sünneti tam anlamýyla bilmiþ olmasý ve Ýslam’ýn ahlâkî disiplini içerisinde yaþamasý gereðidir.

 

e) Sonuç

 

Yukarýdaki kýsa incelememizden þu sonuçlarý çýkarabiliriz: Kur'an'ýn kendine has bir kimliði vardýr. Fakat Sünnet, Ýcma ve Ýçtihat, birbirine çok yakýn iliþki içerisinde bulunmaktadýr. Özellikle Sünnet ve Ýcma, farklý olmalarýna raðmen, birbirinden ayrýlmasý güç iki kaynaktýr. Ýçtihat veya Kýyas da vazgeçilmez bir kaynaktýr. Bu sonuncusu, sadece, Sünneti yorumlayarak bazý yasalar çýkarmakla kalmamýþ, yeni idarî ve sosyal kurumlarý da tamamlamýþ ve Sünneti yaþayan bir gelenek olarak uygulamýþtýr.

 

Öte yandan, Ýçtihat gide gide, maddî ve manevî hayatýmýzýn birbirine ters düþen sorunlarýnýn çözümünde çok önemli bir rol oynayan Ýcmaya dönüþmüþtür.

 

Ýslâm’ýn çok önemli bir geçitten geçtiðini söylemek belki fazla olacaktýr. Geçmiþ, geleceðin bir müjdecisi olmak zorundadýr. Þimdiki yaþantýnýn bir anlam kazanmasý için, geçmiþ, geleceðe doðru mutlaka akmalýdýr. Daha canlý, daha dinamik, daha hýzlý bir atýlýma dönüþmelidir yakýn geçmiþin durgunluðu.

 

Kuþkusuz, gerçek tek ve bölünmez olduðu için mutlak ilkeler yolumuzu aydýnlatan bir ýþýk olarak kalacaktýr. Ýslâm’ýn adalet, eþitlik, hakikat, doðruluk ilkeleri öylesine dinamik, öylesine evrenseldir ki, onlarla bu günkü hayatýn, sosyo-ekonomik problemler de dahil, tüm sorunlarýný kucaklamak mümkündür.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

 

 

2)  FIKIH

 

 

a)  Tanýmý

 

b)  Konusu

 

c)  Amacý

 

d) Fýkýh Ýlminin Diðer Ýlimlerle Ýliþkisi

 

- Okuma Parçasý -

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

2)  FIKIH

 

 

Genel Bir Bakýþ

 

Fýkýh: Arapça’da isim olup; bir þeyi layýkýyla bilmek, þuurlu olarak idrak etme manasýna gelir. Baþka anlamý, söz ve fiillerin amaçlarýný kavrayacak þekilde keskin ve derin anlayýþtýr. Terim anlamý ise, Þer-i ameli hükümleri, delillerine dayanarak bilmektir.

 

Fýkýh: Þer'i  delillerden istinbat olunan  hükümlerin heyet-i  mecmuasýdýr. Þer'i, dini  delillerden  hüküm çýkarýp alana FAKÝH denir ki, bugünkü hukukçu  karþýlýðýdýr. Fýkýh, kulun hem Allah, hem de  insanlara olan münasebetini tanzim eder.  Bugünkü  hukukta ise  yalnýz  beþeri  münasebetler ele alýnýr.  Bugün Ýslam  Hukuku  ile ifade ettiðimiz Fýkýh, daha sonralarý bu anlamda  kullanýlmaya baþlanmýþtýr.

 

Fýkýh Ýslam'ýn hayata  geçiriliþi, bir hayat nizamý.... Yani vahyin somut hale dönüþümüdür. Yani “Hayatýn ruh haritasýdýr.”

 

Bu giriþten sonra þimdi fýkhýn kapsadýðý alanlarý özetle açýklamaya çalýþalým

 

1)  Fýkhýn Delilleri

2)  Fýkhýn  Emir ve Yasaklarý

3)  Fýkhýn  Ýçeriði

4)  Fýkhýn  Amacý

5)  Fýkhýn  Ýlkeleri

6)  Fýkhýn Ýlimleri

7)  Fýkhýn Lisaný

 

1) Fýkhýn delilleri

 

a)  Kur'aný Kerim, Ýslamýn kutsal kitabý

b) - Sünnet, Hz.Muhammed'in (a.s) söylediði, yaptýðý ve tasvip ettiði þeyleri aslýna uygun nakli

c) Ýcma-ý Ümmet, Ýslam hukukçularýnýn görüþ birliði

d) Kýyas, Hukuki benzetme türünden akýl yürütme yoluyla çýkarýlan hüküm.

 

2) Fýkhi (Emir ve Yasaklarý) Hükümler

 

Bunlar: a)  Yapýlmasý gerekenler b)  Yasaklanan þeyler diye bilinir.

 

a) Yapýlmasý gerekenler

1) Farz: Ýþlenmesi Kur’anla kesin olarak bildirilip emredilen, üzerinde hiçbir ihtilaf ve zan ilahi emirler. Namaz, oruç vs. gibi.

2) Vacip: Neye dalalet ettiði kesin olmayýp zanni olan ilahi hükümler. Vitir ve Bayram namazý vs. gibi.

3) Sünnet: Hz.Peygamber (a.s) Efendimizin gerek söylediði, yaptýðý ve sahabelerin yaptýðýnda kendisinin sukut ettikleri.  Ezan, vakitleri namazlarý içinde kýlýnan sünnet namazlarý vs. gibi.   

4) Müstehap: Peygamber (a.s) Efendimizin ara sýra iþledikleri ve peygamberimizin izince gidenlerin de sevdiði þeylerdir.

5) Mübah: Ýþlenmesinde ne sevap ne de günah olmayan helal þeylerdir.

 

b)Yapýlmamasý gerekenler

1) Haram: Yüce Allah’ýn kesin olarak yasak ettiði þeylerdir. Hýrsýzlýk etmek, içki içmek vs. gibi.

2) Mekruh: Yapýlmasý dinen hoþlanýlmayan þeylerdir. Abdest alýrken suyu israf etmek vs. gibi.

3) Müfsit: Baþlanýlan bir ibadet ve ameli bozan, iptal eden þeylerdir. Oruçta gýybet etmek vs. gibi.

 

3)  Fýkhýn Ýçeriði

 

a) Ýman: Ýnanýlmasý zaruri olan ve inkar etmekle kiþiyi küfre götüren þeyler. Allah’a, peygambere inanmak vs. gibi.

b) Ahlak: Fýtratý bozmadan yaþamak. Zina etmemek vs. gibi.

c) Ýbadet: Yapýlmasýnýn sonucunda amel-i salih (sevap) olan þeyler. Allah’ýn emrettikleri yapmak ve yasak ettiklerinden sakýnmak gibi. 

d) Muamelat: Sosyal ve siyasal olarak fýkhi hükümlerin içeriði. Komþu ve kardeþlik hakký ve Ýþveren iþçi, idareci ile idare edilenler vs. gibi.  

e) Ukubat: Cezayý müeyyide gerektiren fýkhi hükümler. Hýrsýzlýk yapanlarýn elinin kesilmesi, kýsasa kýsas vs. gibi.

 

 

4) Fýkhýn Amacý

 

a) Ýlim: Mükellefe ait þer’i hükümleri öðrenmek. “Ýlim öðrenmek her Müslüman erkek ve kadýna farzdýr.”

b) Amel: Mükellefe ait þer’i hükümleri ifa etmek. Dinin yapýlmasýný emrettiði farz, vacip vs. hükümlerin gereðini yapmak.

c) Ýhlas: Mükellef ifa edecek bütün amellerini sadece rýza-i ilahi için yapmasý. “Niyet ettim Allah rýzasý için ....... yapmaya”demek.

d) Ýhsan:  "Ýhsan Allah'ý sanki gözlerinle görüyormuþsun gibi Allah'a ibadet etmendir. Sen O'nu görmesen de O seni görüyor."      

e) Marifet: Celalin Cemalinin Cemil penceresinde arif olmak. Marifetullahtan arif olup tarif etmek.

 

5)Fýkhýn Ýlkeleri

 

a) Din Emniyeti: Ýnanç özgürlüðünü temin etmek. Hangi inanç olursa olsun saygý duymak. Yeter ki, potansiyel tehlikesi olmasýn.  

b) Akýl Emniyeti: Düþünce özgürlüðünü temin etmek. Kimsenin inanç ve düþüncesi rencide edilmediði sürece her türlü fikre saygý duymak.

c) Can Emniyeti: Can emniyetini temin etmek. Ýnsanlarýn can güvenliðini garanti altýna almak.  

d) Mal Emniyeti: Mal emniyetini temin etmek. Ýnsanlarýn mal güvencesini garanti altýna almak. 

e) Nesil Emniyeti: Nesil emniyetini temin etmek. Hangi inançta olursa olsun insanlýðýn zürriyetinin bekasýný güvence altýna almak.

 

6)  Fýkhýn Ýlimleri

 

a) Kur'an Ýlmi: Bütün ilimlerin anasý ve fýkhýn delili, kaynaðý. Fýkýhtaki hükümlerin Kur’an tarafýndan onaylanmasý lazým, aksi takdirde hüküm olmaktan çýkar.   

b) Hadis  Ýlmi: Fýkýh ilminin ikinci delili, kaynaðý. Yine fýkýhtaki hükümlerin sünnet ilmine ters düþmemesi gerekir,aksi takdirde hüküm batýl olur.

c) Akaid  Ýlmi: Yüce Allah’ýn zati ve subüti sýfatlarýnýn vs. imaný konularý içerir. Fýkhi hükümlerin birinci ve ana konusunu ihtiva eder.   

d) Ahlak  Ýlmi: Fýtratýn gereklilikleri. Fýkýhta ortaya konan hükümler ahlaka ters düþmemesi gerekir. Kadýnlara arkasýndan yaklaþmak vs. gibi.

e) Fýkýh  Ýlmi: Dini ilimleri neticeye baðlayan ve netleþtiren ince anlayýþ, keskin kavrayýþ. Onun için fýkýh ilmi büyük maharet isteyen bir ilimdir. Týpký: “Allah, kimin için hayýr murat ederse, onu dinde fakih (anlayýþlý) kýlar.”

 

7) Fýkhýn Lisaný

 

a) Ana dil: Ýslam fýkhý her ulusun yani herkesin kendi ana dilini konuþmasýný ve onunla Allah’a dua etmenin bir sakýncasý olmadýðýný kabul eder. Çünkü Kur’an buna onay veriyor:

 

وَمِنْ ايَاتِه خَلْقُ السَّموَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافُ اَلْسِنَتِكُمْ وَاَلْوَانِكُمْ اِنَّ فى ذلِكَ لَايَاتٍ لِلْعَالِمينَ

 

“(Allah’ýn) O'nun delillerinden biri de, gökleri ve yeri yaratmasý, lisanlarýnýzýn ve renklerinizin deðiþik olmasýdýr. Þüphesiz bunda bilenler için (alýnacak) dersler vardýr.”[150]

 

b) Uluslararasý: Ýslam fýkhý, insanlarýn en çok konuþtuklarý uluslararasý dili öðrenmenin ve o dil ile “her lisan, bir insandýr” dini insanlara ulaþtýrmanýn yolu onlarýn lisanýný bilmekle mümkün olacaðýný uygun görür. Týpký þu ayette olduðu gibi:

 

وَمَا اَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ اِلَّا بِلِسَانِ قَوْمِه لِيُبَيِّنَ لَهُمْ فَيُضِلُّ اللّهُ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدى مَنْ يَشَاءُ وَهُوَ الْعَزيزُ الْحَكيمُ

 

“(Allah'ýn emirlerini) onlara iyice açýklasýn diye her peygamberi yalnýz kendi kavminin diliyle gönderdik. Artýk Allah dilediðini saptýrýr, dilediðini de doðru yola iletir. Çünkü O, güç ve hikmet sahibidir.”[151]

 

c) Evrensel: Ýslam fýkhýnýn ana kaynaðý Kur’an olmasý hesabiyle, her Müslüman’ýn gücü nispetinde ve hüküm çýkaracak olanlarýn ise orijinalinden mutlaka öðrenmeleri gerekiyor. Bunun için Kur’an-ýn diline vakýf olmak þarttýr. Bu dilin kavmi, ýrký ve ulusu yoktur. (Daha geniþ bilgi için bkz. Ümmetin dil birliði)

 

Yüce Allah (cc) þöyle buyuruyor:

 

اِنَّا اَنْزَلْنَاهُ قُرْاَنًا عَرَبِيًّا لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ

 

“Anlayasýnýz diye biz onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik.”[152]

 

Sonuç olarak: Fýkýh, Allah (cc) indirdiði hükümleri Aziz peygamberlerin anlayýp tatbik ettiði ve anlattýðý þekilde kabullenip hayata uygulamaktýr. Keskin anlayýþ, ince kavrayýþ manasýna gelen fýkýh; ne Aziz peygamberlerden sýyrýlýp sivri zekalýk ederek sapýtmak, ne de Aziz peygamberlerin anlayýþlarýndan geri kalarak dalalet bataklýðýnda bocalanmaktýr. Yüce Allah (cc) insanlara indirdiði hükümleri Aziz peygamberlerin hayatlarýnda insanlarýn anlayacaðý ve yaþayacaðý þekilde ortaya koymuþtur. Yani bütün peygamberlerin yaþamlarý insanlarýn yaþayýp da saadeti dareyne ulaþacaklarý ruh haritasýnýn modelidir. 

 

Fýkýh, þeriatýn ameli yönüdür. Þeriat, Allah (cc) kullar için koyduðu bütün hükümlerdir. Bu, Kur’an veya sünnetle olabilir. Bu hükümler ya itikat ile ilgilidir ki, ilmi kelam veya ilmi tevhid sahasýna girerler veya ameli þekil ile alakalýdýr, bununla da fýkýh ilmi ilgilenir.

 

Fýkhýn geliþmesi Resulüllah (a.s) hayatýnda ve sahabe asrýnda tedricen baþladý. Ashab arasýnda erken çýkýp geliþmesinin nedeni, insanlarýn yeni olaylarýn hükümlerini bilmeye olan þiddetli ihtiyaçlarý idi. Ýnsanlarýn  sosyal iliþkilerini tanzim, her insanýn hak ve görevlerinin bilinmesi, yeni çýkan maslahatlarýn yerine getirilmesi, kökü ve sonradan çýkan zarar müspetlerin de giderilmesi açýsýndan fýkha olan ihtiyaç her zaman için var olagelmiþtir.

 

 

 

a) Fýkhýn Tanýmý

 

 

Fýkýh, Arapça’da isim olup; bir þeyi layýkýyla bilmek, þuurlu olarak idrak etme manasýna gelir.Baþka anlamý, söz ve fiillerin amaçlarýný kavrayacak þekilde keskin ve derin anlayýþtýr. Terim anlamý ise, Þer-i ameli hükümleri, delillerine dayanarak bilmektir.

 

Nitekim Kur’an-ý Kerim de:

 

فَمَالِ هَؤُلاَءِ الْقَوْمِ لاَ يَكَادُونَ يَفْقَهُونَ حَدِيثًا

 

“Böyleyken o kavme ne oluyor ki, kendilerine söylenilen hiçbir sözü anlamaya yanaþmýyorlar?”[153]

 

قَالُوا يَا شُعَيْبُ مَا نَفْقَهُ كَثيرًا مِمَّا تَقُولُ وَاِنَّا لَنَريكَ فينَا  ضَعيفًا وَلَوْلَا رَهْطُكَ لَرَجَمْنَاكَ وَمَا اَنْتَ عَلَيْنَا بِعَزيزٍ

 

“Dediler ki: ‘Ey Þuayb! Dediklerinden çoðunu anlamýyoruz (ma yefkahu)’; Onlara ne oluyor ki, sözü anlamýyorlar (la yekadüne yefkahuna):”[154]

 

Hz.Peygamber (a.s):

 

 “Allah, kimin için hayýr murat ederse, onu dinde fakih (anlayýþlý) kýlar.”[155]

 

Ebu Hanife fýkhý þöyle tarif etmiþtir: ”Kiþinin leh ve aleyhinde olaný bilmesidir.” [156]

 

Ýmamý Þafii de fýkhý þöyle tanýmlar: “Dinin ayrýntýlý kaynak ve delillerinden iþlerin dini ve hukuki deðerlerini ve hükümlerinin bilme iþine denilir.”[157]

 

 

 

b) Fýkhýn Konusu

 

 

a) Hükümlerin esasý vahye dayanýr. Kitap ve Sünnet'te açýkça ifade edilen kesin hükümler hiçbir þahýs veya kurumun tasdikine gerek olmaksýzýn geçerlidir ve bütün müminler için baðlayýcýdýr. Bunlar, tek kânun koyucu Allah ve Resulü'nün emir ve nehiyleridir. Bunlarýn esasa ait olan hükümleri, bütün fukahanýn görüþ birliðiyle yani icma ile sabit olmuþ, artýk deðiþtirilmesi mümkün olmayan kurallardýr. Bunlara 'þer'i þerif', 'þer'î hukuk' veya 'þer'î hükümler' denmiþtir.

 

Beþeri hukuklarda kanun koyucu vb. anayasalar her zaman deðiþtirilebilir. Kanun koyucular, bazen kral, sultan, þah gibi tek kiþi, bazen bir meclis vs. kalabalýk bir grup olabilir.

 

b) Kur'an ve Sünnet'te açýk hüküm bulunmayan, hakkýnda Ýslâm fukahasýnýn icma'ý da olmayan hükümlerde müçtehidler, furuâ ait meselelerde farklý içtihadlarda bulunmuþlardýr.

 

Ýslâm hukukçularýnýn farklý ictihadlarýyla çözümlenen bu hükümlerin dayanaðý; istihsan, maslahat (kamu yararý), örf, âdet, sahâbe kavli, önceki þeriatler ve sedd-i zerâyi' (kötülüðe giden yolu kapama) gibi tali delillerdir. Bu çeþit hükümleri ortaya çýkartan ve þer'i ölçülere göre tespit edenler müçtehid hukukçulardýr. Burada bir yönüyle kanun veya kaide koyma faaliyeti mefhumu, müçtehid imamlarýn içtihadlarýna inhisar etmektedir. Bir Ýslâm beldesinde Ulü'l-emr yani üst otorite, içtihad yapacak güce sahipse, o da bu yasama iþine dahil olur. Aksi hâlde, yasama, mevcut mezhep veya içtihadlar arasýnda tercih yaparak uygulanýr.

 

Ýslâm Devleti'nin en üst organýnýn yaptýðý düzenlemeler, þer'î esâslar dahilinde yapýlmak þartýyla baðlayýcý ve meþrûdur. Ulû'l-emr'in bu faaliyeti özellikle içtihâdý hükümlerin baðlayýcýlýk vasfýný kazanmasý için gereklidir. O, isterse bu meseleleri mütalaa ve müzakere etmek üzere ehli'l-hal ve'l-akd denilen uzman kiþilerden oluþan þûra meclisinin görüþlerini alýr.

 

c) Ýslâm fýkhýnýn kapsamý insanýn kendisi, toplum ve yaratýcýyla olan münasebetlerini düzenler. Çünkü fýkýh, hem dünyevî, hem uhrevî niteliðe sahiptir. Hem din, hem devlettir, kýyamete kadar süreklidir ve bütün insanlýða yöneliktir. Bu hükümlerin özelliði bütüncül oluþudur. Yani iman, ahlâk, ibâdet, muameleler içiçedir, birbirinden ayrýþmýþ hayat alanlarý veya lâik temellerle dini hükümlerin ayrýþmýþlýðý sözkonusu deðildir. Gönül huzuru, toplum düzeni, fert ve toplum hayatý, herkesi mutlu ve huzurlu kýlma düþüncesi, Allah'ýn gizli-açýk her þeyi kontrol etmekte olduðu esasý bu hukuku güçlendiren iç motiflerdir. Ýslâm, bu anlamda bütün beþerî sistemlerden ayrýlmaktadýr.

 

Fýkh'ýn yöneldiði mükelleflere ait söz, fiil, akit ve tasarruflar iki alanda cereyan eder: ibadetlere ait hükümler; temizlik, namaz, oruç, hac, zekât, adak, yemin gibi insanla Rabbi arasýndaki münasebetleri düzenleyen hükümler. Bu konu ile, ilgili olarak, Kur'an-ý Kerîm'de yüzkýrk kadar ayet vardýr.

 

Muamelat hükümleri; akit, hukuki tasarruf, suç ve ceza gibi insanlarýn birbirleriyle ve toplumla olan münasebetlerini düzenleyen hükümler. Bunlar, beþerî hukuktaki umûmî ve hususî hukuk alanýna girmektedir. Bunlarýn gâyesi; ferdin fertle, ferdin toplumla veya toplumun diðer toplumlarla münasebetlerini düzenlemektir.

 

Muamelat hükümleri þu dallara ayrýlmaktadýr

 

1) Aile hukuku: "el-ahvâlü'þ-þahsiyye" denilen bu hükümlere Kur'an'da nikâh, talâk, iddet, nafaka, mehir, nesep, miras gibi terimlerle yer verilmiþtir. Bu konuda Kur'an-ý Kerîm'de yetmiþ kadar ayet vardýr.

 

2) Medenî hükümler: Alým-satým, kira, kefâlet, ortaklýk, borçlanma, borcu ödeme gibi fertler arasýndaki mâli iliþkileri düzenleyen ve hak sahibinin hakkýný koruyan hükümler, bu niteliktedir. Bu hususta da Kur'an-ý Kerîm'de yetmiþ ayet vardýr.

 

3) Ceza hükümleri: Bunlar, mükellefin iþlediði suçlar ve bunlara uygulanacak müeyyidelerle ilgilidir. Amaç, can, mal, ýrz ve haklarý korumak, suçlu ile maðdur ve toplum arasýndaki iliþkileri düzenlemek ve güveni saðlamaktýr. Bu konuda otuz kadar âyet-i kerime vardýr.

 

4) Usûl hukuku: Kaza, dava, isbat yollarý gibi konularý kapsar. Bunlarla ilgili olarak yirmi kadar ayet vardýr.

 

5) Anayasa hukuku: Devlet nizâmýný ve bu nizâmýn iþleyiþ tarzýný belirleyen, yönetenle yönetilenler arasýndaki iliþkileri düzenleyen hükümler olup, "el-Ahkâmü's-Sultaniyye" adýyla incelenmiþtir.

 

6) Devletler umumi ve hususî hukuku: Bu hukuk dalý, Ýslâm devletinin barýþ ve savaþ zamanlarýnda diðer devletlerle olan münasebetlerini, müslüman ve zimmet ehli vatandaþlarýn haklarýný düzenler. Bu konu ile ilgili olarak yirmibeþ ayet vardýr.

 

Ýktisat ve maliye hukukuna dair on ayet vardýr. Bu ayetler, Ýslam devleti'nin gelir kaynaklarý ile harcama yerlerini gösterir.

 

Sonuç olarak, fýkhýn konusu ya namaz gibi yapýlmasý veya gasp gibi terk edilmesi istenen ya da yemek gibi muhayyer býrakýlan mükelleflerin fiilleridir.

 

 

 

c) Fýkhýn Amacý

 

 

Ýlk insan, ilk peygamber Hz.Adem ve eþi Havva’dan itibaren günümüze kadar, insanlar küçük veya büyük toplumlar halinde yaþamýþlardýr. Toplum halinde yaþayanlar asla baþýboþ deðildir, olmalarý da mümkün deðildir. Bir kýsým dini, hukuki, ahlaki kurallar ve geleneklerle hareketleri sýnýrlandýrýlmýþtýr. Toplumda huzur ve güven ortamý anýlan türden kurallarla saðlanabilir. Uymayanlar hakkýnda çeþitli müeyyideler yaptýrýmlar konulmuþtur. Kiþiler arasý iliþkiler ancak böylece düzenli bir þekilde yürütülür.

 

Ýslam’a Göre, Toplumdaki Ýliþkiler

 

a)  Kiþiyle Allah

b)  Kiþiyle kiþi

c)  Kiþiyle toplum

d)  Toplumlar arasý münasebetlerden ibarettir.

 

Hayatýn hiçbir dönemi fýkhýn dýþýnda býrakýlmamýþtýr. Amaç ise mutlu insanlardan oluþan bir mutlu toplum, meydana getirmek ve insanýn, dünya ve ahirette mutlu bir hayat sürmesidir. Yaratýlýþýn gerçek amacý da budur.

 

Baþka bir deyimle fýkýh ilmi; mükellefle yükümlü olduðu hükümlerin gayesini kavratýr.

 

Mezheplerin doðuþu, teþri tarihindeki önemini, konumunu kavratýr. Mükellefe hayatýný Ýslam’a göre düzenleme imkaný verir. Ona bu iradeyi kazandýrýr. Eðer yeterli donanýma sahipse problemlerini çöze bilme yollarýný öðretir.

 

 

 

d) Fýkýh Ýlminin Diðer Ýlimlerle Ýliþkisi

 

 

Fýkýh ilminin temelinde ilahi vahiy vardýr. Kaynaðý Kur’an, sünnet ve naklidir. Bunun ne demek olduðunu belirtmek için ilimlerin sýnýflandýrýlmasýný kýsaca anlamak gerekir.

 

1)  Akli ve Nakli Ýlimler

 

a)  Akli Ýlimler: Akli, deney ve tecrübe yollarýyla bilinen ilimler demektir. Matematik, fizik, kimya, biyoloji vs. gibi. Bunlarýn deneyleri yapýlabilir, akýl yoluyla geliþebilir, beþ duyuya konu olabilir.

b) Nakli Ýlimler: Temeli, verileri akýl ve deney yoluyla deðil de nakle dayanan, nakil yoluyla gelen ilimlerdir. Din kurallarý, dil ve edebiyat ilimleri, tefsir, hadis, fýkýh vs. ilimler böyledir. Aslýnda bu ilimlerde de aklýn yeri bir ölçüde vardýr. Fakat tek baþýna akýl, onlarýn prensiplerini bulmak ve kavramakta yetersizdir. Onlarýn çoðu nakille bilinir. Kaynaðý Ýlahidir.

 

2) Fýkýh Ýlminin Akli ve Nakli Ýlimlerle Münasebeti

 

Belirtilen kýsa açýklamalardan akli ve nakli ilimlerin birbirinden kesin çizgilerle ayýrýmý kolay görünür. Ama aslýnda durum hiç de öyle deðildir. Fýkhýn  kaynaklarýndan birisi de rey ve ictihaddýr. Burada akýl yürütme prensipleri uygulanýr. Hükümlerin sebeplerini anlamada da yine akli ilimlerden yararlanýlýr.

 

Nakli ilimlerden tefsir, hadis ve diðerlerinin de fýkha yardýmý çoktur. Müfessirler ve muhadislerce iþlenilen hukuki metinleri fakihler kullanýr, deðerlendirilir. Hadisçi, bir hadisin, sahih, zayýf veya mevzu olduðunu belirtir; fakih de bunlardan delil niteliðinde olaný ve deðerlendirilir.

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 - Okuma Parçasý -

 

 

Fýkýh

 

Fýkýh, anlayýþ üzerine bina olmuþtur. Anlayýþ, Allah inancý üzerine bina olmuþtur. Allah inancý, hayat üzerine bina olmuþtur. Hayat, ruhun üzerine bina olmuþtur. Ruh, gücünü inanç ve ibadetlerde alýr.

 

Ruhun varolma sebebi ve varlýðýnýn hem dünya ve hem ahiret saadeti ancak inanç, ibadet ve anlayýþla mümkündür. Çünkü insaný diðer varlýklardan ayýran en büyük özellik “anlamak”týr. Anlayýþý olmayan zaten mükellef deðildir. Yani yarý delidir. Yani deli ancak anlayýþsýz olur.

 

Fýkhýn anlayýþýyla yaratýlýþý anlamak, yaratýlýþtan yarataný anlamak, yaratandan niçin yaratýldýðýný anlamak büyük bir çaba ister. Ýþte fýkýh bu çabanýn ismidir. Hayat, bu anlayýþýn sebebidir. Ruh, bunun merkezidir. Ýnanç bunun en büyük amacýdýr. Ýbadet bunun en büyük selametidir.

 

Fýkýhla anlamak, inanmayý gerektirir. Ýnanmak ibadet etmeyi gerektirir. Ýbadet etme teslimiyeti gerektirir. Teslimiyet ancak ve ancak yaratana olur. Çünkü fýkýhla anlamak kendin gibi yaratýlmýþ bir zavallýya teslimiyeti kabul etmez. Ancak kendisinden daha yüce ve kusursuz, mükemmel birini aramayý, onu tanýmayý ve anlayýp teslim olmayý gerektirir.

 

Fýkýhla anlamak, fýkýhla yaþamak, fýkýhla yatmak ve fýkýhla kalkmak bir ayrýcalýktýr. Çünkü herkes neyin anlaþýlmasýný ve niçin yaþanýlmasýný gerektiði kolay kolay kavrayamadýðý için, Allah (cc) kitap ve Peygamberler göndermiþtir.

 

O zaman fýkýh “hayatýn ruh haritasý”dýr deyimi sanýrým yerinde olur. Çünkü fýkýhsýz hayat tarumar, fýkýhlý hayat ise anlamak ve anlamlandýrmaktýr. Hayatta anlamak kadar güzel bir þey olmamasý gerek.

 

Nitekim Kur’an-ý Kerim de:

 

اَيْنَ مَا تَكُونُوا يُدْرِكْكُمُ الْمَوْتُ وَلَوْ كُنْتُمْ فى بُرُوجٍ مُشَيَّدَةٍ وَاِنْ تُصِبْهُمْ حَسَنَةٌ يَقُولُوا هذِه مِنْ عِنْدِ اللّهِ وَاِنْ تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ يَقُولُوا هذِه مِنْ عِنْدِكَ قُلْ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللّهِ فَمَالِ هؤُلَاءِ الْقَوْمِ لَايَكَادُونَ يَفْقَهُونَ حَديثًا

 

“Nerede olursanýz olun ölüm size ulaþýr; sarp ve saðlam kalelerde olsanýz bile! Kendilerine bir iyilik dokunsa "Bu Allah'tan" derler; baþlarýna bir kötülük gelince de "Bu senden" derler. "Hepsi Allah'tandýr"" de. Bu adamlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamýyor (fýkhetmiyor)lar!”[158] buyurulmaktadýr.

 

Sonuç olarak Efendimiz (a.s) mütevatir ve meþhur hadisine deðinmeden geçmek hata olur. Ýþte mütevatir hadisi þerif þudur:

 

“Allah, kimin için hayýr murat ederse onu dinde anlayýþ sahibi kýlar.”[159]

 

Ecdadýn bize miras býraktýðý dualardan biride þudur:

“Allahým! Bizi anlayýþlý kimselerden kýl

 

-Allahým! Bizi anlayýþlý kimselerle karþýlaþtýr

 

-Allahým! Bizi anlayýþsýz kimselerle karþýlaþtýrma.” 

 


 

 

 

 

 

 

 

3) ÝLÝM

 

 

a) Tarifi ve Hükmü

 

b) Fazileti ve Kýsýmlarý

 

c) Ýlmin ve Alimin Amacý

 

- Okuma Parçasý-

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

3)  ÝLÝM

 

Genel Bir Bakýþ

 

Ýlim: Ýnsanýn duyu vasýtalarý ile elde ettiði veya Allah Tebarek ve Teâlâ'nýn vahiy yolu ile doðrudan doðruya gönderdiði, içinde zan ihtimali bulunmayan yakýný bilgidir.

 

Ýslamî terminolojide ilim terimi; "bilgi" kelimesini karþýlamak için kullanýldýðý gibi, herhangi bir bilgi þubesini ifade için de kullanýlýr. Meselâ; kelâm ilmi, tefsir ilmi gibi. Keza, ilim ve bilgi terimlerinin bazen marifet kelimesiyle karþýlanýldýðý da bilinir.

 

Seyyid Þerif Cürcânî'ye göre ilim: "Gerçeðe ve vakýaya uygun düþen bilgi ve kanattýr."[160]

 

Cürcânî ilim için þu tarifleri de yapar: "Ýlim; bir þeyi olduðu gibi idrak etmektir. Bilgisizlik bilginin zýddýdýr. Bilim, bilinenden gizlilik ve kapalýlýðýn kalkmasýdýr. Ýlim; nefsin, bir þeyin manasýna ulaþmasýdýr. Düþünen ile düþünülen arasýnda hususi bir alâkadýr."[161]

 

Ýlim, kesin olsun veya olmasýn kavram (tasavvur) veya hüküm olarak mutlak manasýyla idrak etmektir. ilim; düþünme, fehmetme ve hayal etme manalarýna da gelir."[162]

 

Ýlim kavramýnýn yanýnda çoðu zaman kullanýlan marifet kavramý, daha hususi bir anlam taþýr ve daha ziyade vasýtasýz bilgiyi, sezisi, kalbî bilgiyi ifade etmek için kullanýlýr. ilim ahiret yolunu dosdoðru gösteren (kýlavuz) bilgiler topluluðudur.

 

Ýnsanda ilmin ilk doðuþu; düþünmeden (basitçe), bir yol göstericiye baþvurmadan elde edilir. Ýnsan, yaþý ilerledikçe sebeplerine baþvurularak, düþünülerek, bir delille ilim elde etme yollarýnýn var olduðunu anlar. Toplu olarak söylersek; birisi vasýtasýz yolla doðrudan elde edilen ilim, diðeri vasýta ile elde edilen ilim vardýr.

 

a) Vasýtasýz ilim: Her insan kendi hususiyetleri ile kendi cinsleri arasýnda farklý ve ayrý yanlarýyla yaratýlýr. Tabii olarak var olan hususiyetleri bilmek, fertlere doðrudan, vasýtasýz verilen bilgidir (ilimdir). Ýnsan, açlýk, susuzluk, keder, neþe, korku vb. duygularý, çocuk, süt emmeyi; kuþ, uçmaya; balýk, yüzmeyi doðrudan öðrenir. Siyah ve beyazýna diðer renklerin ayný þey olmadýðý ve bir çok þeyin mevcudiyeti vasýtasýz olarak bilinir. Bu yolla genelde maddi seyler görerek öðrenilir.

 

b) Vasýtalý ilim: Bu çeþit ilim ise genel olarak akýl ve his aracýlýðý ile öðrenilen ilimdir. Vasýtalý ilimler ise, maddi olmayan, veya mevcut olup dýþta maddi þekli bulunmayan, fizik ötesi dediðimiz gayb aleminden fikir, zihin yoluyla öðrenilir. Ýnsanda bulunan beþ duyu (görme, iþitme, koklama, tat alma ve dokunma) ile maddi þeyler hakkýnda (duyular vasýtasýyla) bilgi edinilir. Bir þey görünce þekil; bir ses iþitince ses; bir þey koklayýnca koku; aðzýmýza yiyecek alýnca o þeyin tadý; bir þeye dokununca onun yumuþak ve sert oluþu vs. hakkýnda vasýtalý bilgiler ediniriz. Ancak hastalýk halinde tatlý, acý gibi gelir. Tren ve baþka araçla giderken yol geriye gidiyor sanýrýz. Bu gibi bazý istisnalar dýþýnda, duyular aracýlýðýyla, düþünerek, zihni bilgiler ediniriz. Ayrýca inceleme ve araþtýrma yoluyla da þüpheleri gideren doðru bilgilere ulaþýrýz.

 

Ýlimler farklý bakýþ açýlarýna göre þu tasniflere ayrýlabilir:Þer'î ilimler: Peygamber efendimizin getirdiði ilim.

 

Þer'î olmayan ilimler: Maddi, dünyevi ilimler. Ayrýca dinî, aklî ve dünyevî ilimler olarak, veya zâhir, (dünya hayatýný tanzim eden) bâtýn (ebedî hayatý tanzim edici) ilimler olarak da kýsýmlara ayrýlýrlar.

 

Ýslâm Akâidine Göre Ýnsanýn Ýlim Elde Etmesinin Yollarý Üçtür

 

1) Havass-ý selime (saðlam duyu organlarý). Bunlar göz, kulak, burun, dil ve deri olmak üzere beþtir. Bu duyu organlarý hastalýklardan uzak olduðu takdirde kendileriyle elde edilen bilgiye güvenilir.

2) Haber-i sadýk (doðru haber).

Bu ikiye ayrýlýr:

a) Mütevâtir haber: Yalan söylemek üzere birleþmeleri aklen mümkün olmayacak kadar çok sayýda bir topluluðun vermiþ olduðu haberdir. Bunda þüphe edilmez. Meselâ bugün Avustralya kýtasýnýn varlýðýný gözlerimizle görmesek bile bir çok kiþi tarafýndan haber verildiði için tereddütsüz kabul ederiz.

b) Haber-i Resul: Allah tarafýndan gönderilen hak peygamberin vermiþ olduðu haber ve söylemiþ olduðu þeylerdir.

3) Akýl: Ýslâm dini akla büyük önem vermiþ, onu ilim elde etme yollarýndan biri olarak kabul etmiþtir. Bir þey akýlla düþünmeden hemen bilinirse buna "bedîhî" denir. Düþünerek bilinirse "istidlâlî" denir

 

Ýslâm dini ilme, okumaya ve bilgiye büyük önem vermiþtir. Hz. Peygamber (as)'e inen ilk vahiyde okumaktan, kalemden, eðitim ve öðretimden bahsedilir:

 

 7 Õ Ü  ô©ˆ £Ûa  Ù¡£2 ‰ ¡á¤b¡2 ¤a Š¤Ó¡a

 

“Yaratan Rabbinin adýyla oku!”

 

 7§Õ Ü Ç ¤å¡ß  æb Ž¤ã¡üa  Õ Ü 

 

“O, insaný bir aþýlanmýþ yumurtadan yarattý.”

 

 =¢â Š¤× üa  Ù¢£2 ‰ ë ¤a Š¤Ó¡a

 

“Oku! Rabbin, en büyük kerem sahibidir.”

 

 =¡á Ü Ô¤Ûb¡2  á £Ü Ç ô©ˆ £Û a

 

“O Rab ki kalemle (yazmayý) öðretti.”

 

 6¤á Ü¤È í ¤á Ûb ß  æb Ž¤ã¡üa  á £Ü Ç

 

“Ýnsana bilmedikleri þeyi öðretti.”[163]

 

Ýslâm, insanýn yaratýlýþýna uygun bir din olduðu için bütün müslümanlara ilmi farz kýlmýþtýr. Her müslümanýn dinî görevlerini yerine getirecek, helâl ile haramý, hak ile batýlý birbirinden ayýrt edecek kadar bilgi sahibi olmasý farzdýr.

 

Nitekim Hz. Peygamber (as):

 

قَالَ رَسُولُ اللّهِ: »طَلَبُ الْعِلْمِ فَرِيضَةٌ عَلَى مُسْلِمٍ.

 

"Ýlim tahsil etmek her müslüman farzdýr"[164] buyurmuþtur.

 

Týb, hesap ve teknik gibi cemiyet için gerekli olan her türlü bilgiyi öðrenmek farz-ý kifayedir. Bu tür ilimler cemiyetin bazý fertleri tarafýndan öðrenilirse bu farzý yerine getirilmiþ olur. Fakat kimse öðrenmezse toplumun bütün fertleri Allah katýnda sorumlu olurlar.Övünmek ve baþkalarýna karþý üstünlük taslamak için ilim öðrenmek ise mekruhtur.

 

Ýslâm kadar ilme önem veren baþka bir din yoktur. Kur'an-ý Kerim'de sadece ilim kelimesi yüzbeþ defa zikredilir. Bu kökten gelen diðer kelimelerle birlikte bu sayý sekiz yüzellidokuzu bulur. Ayrýca "akýl, fikir, zikr" gibi kelimeler Kur'an-ý Kerim'de çok zikredilir.

 

Ýslâm'a göre ilim ve hikmet müminin kaybolmuþ malýdýr; mümin, yerine ve söyleyene bakmaksýzýn onu nerede bulursa alýr. Her fenalýðýn, hatta küfür ve þirkin de baþý bilgisizlik ve cehalettir. Küfrün ne demek olduðunu bilen bir kimse kafir olmaz. þirkin ne demek olduðunu bilen, baþkalarýný Allah'a ortak koþmaz, Allah'tan baþkasýna ibadet etmez. Bunun içindir ki Kur'an-ý Kerim'de:

 

وَاِنْ كَانَ كَبُرَ عَلَيْكَ اِعْرَاضُهُمْ فَاِنِ اسْتَطَعْتَ اَنْ تَبْتَغِىَ نَفَقًا فِى الْاَرْضِ اَوْ سُلَّمًا فِى السَّمَاءِ فَتَاْتِيَهُمْ بِايَةٍ وَلَوْ شَاءَ اللّهُ لَجَمَعَهُمْ عَلَى الْهُدى فَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْجَاهِلينَ

 

“Eðer onlarýn yüz çevirmesi sana aðýr geldi ise, yapabilirsen yerin içine inebileceðin bir tünel ya da göðe çýkabileceðin bir merdiven ara ki onlara bir mucize getiresin! Allah dileseydi, elbette onlarý hidayet üzerinde toplayýp birleþtirirdi, o halde sakýn cahillerden olma!”[165] buyurulmuþtur.

 

Kur'an-ý Kerîm'in açýkça ifade ettiðine göre:

 

وَمِنَ النَّاسِ وَالدَّوَابِّ وَالْاَنْعَامِ مُخْتَلِفٌ اَلْوَانُهُ كَذلِكَ اِنَّمَا يَخْشَى اللّهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمؤُا اِنَّ اللّهَ عَزيزٌ غَفُورٌ

 

“Ýnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da yine böyle türlü renkte olanlar var. Kullarý içinden ancak âlimler, Allah'tan (gereðince) korkar. Þüphesiz Allah, daima üstündür, çok baðýþlayandýr.”[166]

 

Kur'an-ý Kerîm'de ilmin her çeþidi övülmüþ, bilenlerle bilmeyenlerin bir olamayacaðý açýkça belirtilmiþtir:

 

اَمَّنْ هُوَ قَانِتٌ انَاءَ الَّيْلِ سَاجِدًا وَقَائِمًا يَحْذَرُ الْاخِرَةَ وَيَرْجُوا رَحْمَةَ رَبِّه قُلْ هَلْ يَسْتَوِى الَّذينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذينَ لَايَعْلَمُونَ اِنَّمَا يَتَذَكَّرُ اُولُواالْاَلْبَابِ

 

“Yoksa geceleyin secde ederek ve kýyamda durarak ibadet eden, ahiretten çekinen ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkarcý gibi) midir? (Resûlüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doðrusu ancak akýl sahipleri bunlarý hakkýyla düþünür.”[167]

 

Ýslâm ilmin, âlimin ve ilim yolcusunun deðerini yükseltmiþtir. Kur'an-ý Kerîm’de:

 

وَلِيَعْلَمَ الَّذينَ اُوتُوا الْعِلْمَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ فَيُؤْمِنُوا بِه فَتُخْبِتَ لَهُ قُلُوبُهُمْ وَاِنَّ اللّهَ لَهَادِ الَّذينَ امَنُوا اِلى صِرَاطٍ مُسْتَقيمٍ

 

“Bir de, kendilerine ilim verilenler., onun (Kur'an'ýn) hakikaten Rabbin tarafýndan gelmiþ bir gerçek olduðunu bilsinler de ona inansýnlar, bu sayede kalpleri huzur ve tatmine kavuþsun. Þüphesiz ki Allah, iman edenleri, kesinlikle dosdoðru bir yola yöneltir”[168] buyurulur.

 

Peygamber efendimiz (as) de hadîs-i þeriflerinde þöyle buyurmuþtur:

 

ـ وعن أبي الدرداء رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]سَمِعْتُ رَسُولَ اللّهِ # يَقُولَ: مَنْ سَلَكَ طَرِيقاً يَطْلُبُ بِهِ عِلْماً سَلَكَ اللّهُ بِهِ طَرِيقاً مِنْ طُرُقِ الْجَنَّةِ. وَإنَّ المََئِكَةَ لَتَضَعُ أجْنِحَتَهَا رِضىً لِطَالِبِ الْعِلْمِ، وَإنَّ الْعَالِمَ لَيَسْتَغْفِرُ لَهُ مَنْ فِي السَّمَواتِ وَمَنْ في ا‘رْضِ وَالْحِيتَانُ فِي جَوْفِ المَاءِ، وَإنَّ فَضْلَ الْعَالِمِ عَلى الْعَابِدِ كَفَضْلِ الْقَمَرِ لَيْلَةَ الْبَدْرِ عَلى سَائِرِ الْكَوَاكِبِ، وَإنَّ الْعُلَمَاءَ وَرَثَةُ ا‘نْبِيَاءِ، وَإنَّ ا‘نْبِيَاءَ لَمْ يُورِّثُوا دِينَاراً وََ دِرْهَماً وَلكِنْ وُرِّثُوا الْعِلْمَ فَمَنْ أخَذَهُ أخَذَهُ بِحَظِّ وَافِرٍ.

 

Ebu'd-Derda radýyallahu anh anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ýn þöyle dediðini iþittim: "Kim bir ilim öðrenmek için bir yola sülûk ederse Allah onu cennete giden yollardan birine dahil etmiþ demektir. Melekler, ilim talibinden memnun olarak kanatlarýný (üzerlerine) koyarlar. Semâvat ve yerde olanlar ve hatta denizdeki balýklar âlim için istiðfar ederler. Âlimin âbid üzerindeki üstünlüðü dolunaylý gecede kamerin diðer yýldýzlara üstünlüðü gibidir. Âlimler peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler, ne dinar ne dirhem miras býrakýrlar, ama ilim miras býrakýrlar. Kim de ilim elde ederse, bol bir nasib elde etmiþtir."[169]

 

"Ýlim tahsil etmek maksadýyla bir yola giden kimseye Allah Teâlâ Cennet yollarýndan açar. Melekler, ilim ve tahsil edene karþý memnuniyetleri ve tevâzûleri sebebiyle kanatlarýný yere sererler. Göklerde ve yerde olan her þey, hatta su içindeki balýklar, âlim için Allah'tan rahmet diler. Âlimin, bilmeden ibadet eden kimseye üstünlüðü, on dördündeki ayýn, görünen diðer yýldýzlara üstünlüðü gibidir. Âlimler peygamberlerin varisleridir. Peygamberler ne altýn ne de gümüþ býrakmýþlardýr, onlar miras olarak sadece ilmi býrakmýþlardýr. Kim ilmi almýþsa büyük ve deðerli bir þey almýþ demektir."[170]

 

ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولِ اللّهِ #: مَنْ خَرَجَ فِي طَلَبَ العِلْم فَهُوَ فِي سَبِيلِ اللّهِ حَتّى يَرْجِعَ[. أخرجه الترمذي .

 

Hz. Enes (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Ýlim talebi için yola çýkan kimse dönünceye kadar Allah yolundadýr."[171]

 

ـ وفي أخرى له عن سخبرة مرفوعاً: ]مَنْ طَلَبَ العِلْمَ كَانَ كَفَّارَةً لِمَا مَضى[.

 

Yine Tirmizî'nin Sahbere (radýyallahu anh)'tan kaydýna göre, Aleyhissalâtu vesselâm: "Kim ilim taleb ederse, bu iþi, geçmiþteki günahlarýna kefaret olur" buyurmuþtur."[172]

 

ـ عن حميد بن عبدالرحمن قال: ]سمعت معاوية رَضِيَ اللّهُ عَنْه يقول: سمعت رسول اللّه # يقول: مَنْ يُرِدِ اللّه بهِ خَيْراً يُفَقِّهْهُ فِي الدِّينِ.

 

Humeyd Ýbnu Abdirrahmân anlatýyor: "Hz. Muâviye (radýyallahu anh)'ý iþittim demiþti ki: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ýn þöyle söylediðini iþittim: "Allah kimin için hayýr murad ederse onu dinde fakih kýlar."[173]

 

ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رسولُ اللّهِ #: الْكَلِمَةُ الْحِكْمَةُ ضَالَّةُ الْمُؤْمِنِ فَحَيْثُ وَجَدَهَا فَهُوَ أحَقُّ بِهَا.

 

Hz. Ebu Hüreyre (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Hikmetli söz mü'minin yitiðidir. Onu nerede bulursa, onu hemen almaya ehaktýr."[174]

 

-"Alimler yeryüzünün kandilleri, peygamberlerin halifeleridir. Onlar benim ve diðer peygamberlerin vârisleridir."[175]

 

Ýslâm'da ilim, Allah'ýn rýzasýný kazanmak ve amel etmek için öðrenilir. Peygamber efendimiz (as), dualarýnda; "Allah'ým, bana öðrettiklerinle beni faydalandýr; bana fayda saðlayacak ilim öðret, ilmimi artýr."[176]

 

-"Faydasýz ilimden Allah'a sýðýnýrým"[177] buyurururdu.

 

Görülüyor ki, dünya ve ahiret saadetinin anahtarý ilimdir. Ýlim amellerin en faziletlisidir. Yukarýdaki emir ve sözlerin ýþýðýnda Ýslâmiyet'le ilim birbirinden ayrýlmaz iki þeydir demek mümkündür.

 

Dünya, ahiretin tarlasý ve Allah'a giden yolun baþlangýcýdýr. Dünya düzenini ayakta tutmak için bildirilen bir takým düsturlar vardýr. Ýþte bu dünyada insanlarýn ekonomik, sosyal, dinî ve dünyevî bütün durumlarýný düzenleyici ve insanlarý birleþtirici kuvvet sadece ilim yoluyla kazanýlýr.

 

Ýlim, nefisleri helâk edici ahlaksýzlýklardan temizler; insanlarý aydýnlatarak güzel ahlâka kavuþturur ve ahiret yolunun aydýnlanmasýný öðretir. Ýlim, Allahü Teâlâ'nýn kemâl sýfatýdýr. Peygamberlerin ve meleklerin þerefi ilimden gelmektedir. Allah'ýn huzuruna ilimle gidilir. Ýlim tek baþýna faziletin de kendisidir.

 

Âlim ise, bilmeyen kalabalýða gerçek ve doðru yolu gösterici olmasý bakýmýndan:

 

 6 Ù¡£2 ‰ ¤å¡ß  Ù¤î Û¡a  4¡Œ¤ã¢a ¬b ß ¤Í¡£Ü 2 ¢4좠£ŠÛa b è¢£í a ¬b í

 

“Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni teblið et”[178] ilâhi emrine muhatap olan peygamberin izindedir.

 

Ýlmi Gizlemek: Âlimler sahip olduklarý ilimleri baþkalarýna aktarmak zorunda mýdýrlar? Baþka bir deyimle, ilmi gizlemek, kýnanan ve suç sayýlarý bir iþ midir?

 

Kur'an-ý Kerîm'de bu konuda Yahudi ve Hristiyanlarla ilgili olmak ve hükmü müslümanlarý da kapsamak üzere bazý ayetler nazil olmuþtur. Ýmam Suyûtî "ed-Dürrü'l-Mensûr" isimli eserinde, Ýbn Abbas'tan rivayet ettiðine göre, Muâz b. Cebel ve bazý sahabiler Yahudi bilginlerinden bir gruba Tevrat'taki bazý hükümleri sordular. Yahudiler bu bilgileri gizlediler ve haber vermekten kaçýndýlar. Bunun üzerine þu ayet nazil oldu:

 

اِنَّ الَّذينَ يَكْتُمُونَ مَا اَنْزَلْنَا مِنَ الْبَيِّنَاتِ وَالْهُدى مِنْ بَعْدِ مَابَيَّنَّاهُ لِلنَّاسِ فِى الْكِتَابِ اُولئِكَ يَلْعَنُهُمُ اللّهُ وَيَلْعَنُهُمُ اللَّاعِنُونَ () اِلَّا الَّذينَ تَابُوا وَاَصْلَحُوا وَبَيَّنُوا فَاُولئِكَ اَتُوبُ عَلَيْهِمْ وَاَنَا التَّوَّابُ الرَّحيمُ

 

"Ýndirdiðimiz açýk delilleri ve hidayeti biz kitapta insanlara açýkça belirttikten sonra- gizleyenler var ya; iþte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edebilenler lânet eder. Ancak tövbe edip, durumlarýný düzeltenler ve gerçeði açýklayanlar baþkadýr. Onlarý baðýþlarým; çünkü ben tövbeyi çok kabul edenim, çok esirgeyenim."[179]

 

Yahudilerin gizlediði bilgiler arasýnda recim cezasý bulunduðu gibi, Hz. Peygamber (as)'ýn geleceðini bildiren haberler de bulunmaktadýr Nitekim bir ayette þöyle buyurulur:

 

اَلَّذينَ يَتَّبِعُونَ الرَّسُولَ النَّبِىَّ الْاُمِّىَّ الَّذى يَجِدُونَهُ مَكْتُوبًا عِنْدَهُمْ فِى التَّوْريةِ وَالْاِنْجيلِ يَاْمُرُهُمْ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهيهُمْ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَاتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَائِثَ وَيَضَعُ عَنْهُمْ اِصْرَهُمْ وَالْاَغْلَالَ الَّتى كَانَتْ عَلَيْهِمْ فَالَّذينَ امَنُوا بِه وَعَزَّرُوهُ وَنَصَرُوهُ وَاتَّبَعُوا النُّورَ الَّذى اُنْزِلَ مَعَهُ اُولئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

 

“Yanlarýndaki Tevrat ve Ýncil'de yazýlý bulduklarý o elçiye, o ümmî Peygamber'e uyanlar (var ya), iþte o Peygamber onlara iyiliði emreder, onlarý kötülükten meneder, onlara temiz þeyleri helâl, pis þeyleri haram kýlar. Aðýrlýklarýný ve üzerlerindeki zincirleri indirir. O Peygamber'e inanýp ona saygý gösteren, ona yardým eden ve onunla birlikte gönderilen nûr'a (Kur'an'a) uyanlar var ya, iþte kurtuluþa erenler onlardýr.”[180]

 

Ancak Ýslâmî hükümleri gizlemekten vazgeçip de tövbe eden, Hz. Peygamber'e iman ederek gidiþini düzelten ve Allah'ýn Peygamberlerine vahyettiði þeyleri insanlara açýklayanlar müstesnadýr. Bunlar Ýslâmî hükümleri gizlemekten vazgeçtikleri takdirde Allah onlarýn tövbesini kabul eder. Onlarý rahmet ve maðfiretine kavuþturur.

 

Ayet-i Kerimenin hükmü yalnýz Ehl-i kitaba deðil; Allah'ýn ayetlerini gizleyen ve þer'î hükümleri açýklamayan herkese þâmildir. Çünkü ayetin ifade tarzý usul âlimlerinin de dediði gibi özel sebebe baðlý olmaksýzýn genel anlam ifade eder.

 

Ebû Hayyân þöyle demiþtir: "Açýkça anlaþýlýyor ki, özel nüzul sebebi olsa bile ayetin umum manasý, ehl-i kitap olsun, baþkalarý olsun ilmi gizleyen herkes hakkýndadýr. Ayet, Allah'ýn dininden olup da yayýlmasýna ve duyurulmasýna ihtiyaç duyulan herhangi bir ilmi gizleyen herkesi içine alýr. Aþaðýdaki hadis bu ayeti tefsir eder.

 

Hadisi þerifte:

 

ـ عن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: قَالَ رَسُولُ اللّهِ : مَنْ سُئِلَ عَنْ عِلْمٍ فَكَتَمَهُ أُلْجِمَ بِلِجَامٍ مِنْ نَارٍ. أخرجه أبو داود والترمذي، وهذا لفظه.والمراد بذلك العلم الذي يلزم تعليمه ويتعين فرضه ككافر يسأل عن ا“سم والدين، وكحديث عهد با“سم يسأل عن الصة، وكمن جاء مستفتياً في حل وحرام فيلزمه تعليمه وجوابه. ومن منعه استحق الوعيد، وليس ا‘مر كذلك في نوافل العلم التي  يلزم تعليمها .

 

Hz. Ebu Hüreyre (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim, bir ilimden sorulur, o da bunu ketmedip söylemezse (kýyamet günü) ateþten bir gem ile gemlenir.”[181]

 

Sahabiler de yukarýdaki ayeti ayný þekilde anlamýþtýr. Ebû Hureyre'nin, þöyle dediði rivayet edilmiþtir: "Eðer Allah'ýn kitabýndaki bir ayet olmasaydý, size hiç bir hadis rivayet etmezdim" Ebû Hureyre bundan ilmi gizleyenlerle ilgili olan ayeti okumuþtur.[182] 

 

Diðer yandan bazý âlimler ilmi gizlemeye yol açacaðý endiþesiyle, yukarýdaki ayete dayanarak, Kur'an okuma karþýlýðýnda para almanýn caiz olmadýðýný söylemiþlerdir. Onlara göre ayet, hükümleri açýða vurmayý, yaymayý ve gizlemeyi emrediyor. Bir kimse. edasý kendisine gerekli olan bir amel için ücret almaz. Namaz kýldýðý için ücrete hak kazanamamasý gibi. Çünkü namaz, Allah'a yaklaþmak için yapýlan bir ibadettir. Bu yüzden namazý öðretmek karþýlýðýnda alýnacak ücret caiz olmaz.

 

Ancak, sonraki (Müteahhirûn) âlimleri, ücret veya maaþ alýnmadýðý takdirde dini görev ve çalýþmalarýn ihmal edileceðini, dini tebliðin yaygýnlaþamayacaðýný, ilmin giderek yok olacaðýný düþündüler ve dinî ilimlerin eðitim öðretim ve tebliðinde görev yapanlarýn, bu hizmetleri karþýlýðýnda ücret alabileceklerine dair fetva verdiler.

 

Ýlmel-Yakin: Delil ve burhan ile elde edilen kesin bilgi. Yakîn, kesin bilgi demektir.Kur'an-ý Kerîm'de de yakîn, zannýn karþýtý olarak zikredilmektedir:

 

وَقَوْلِهِمْ اِنَّا قَتَلْنَا الْمَسيحَ عيسَىابْنَ مَرْيَمَ رَسُولَ اللّهِ وَمَا قَتَلُوهُ وَمَا صَلَبُوهُ وَلكِنْ شُبِّهَ لَهُمْ وَاِنَّ الَّذينَ اخْتَلَفُوا فيهِ لَفى شَكٍّ مِنْهُ مَالَهُمْ بِه مِنْ عِلْمٍ اِلَّا اتِّبَاعَ الظَّنِّ وَمَا قَتَلُوهُ يَقينًا

 

"Artýk pek azý hariç, onlar inanmazlar. Küfürlerinden ve Meryem'e büyük bir iftira atmalarýndan 'Biz Allah'ýn elçisi, Meryem oðlu Ýsâ Mesih'i öldürdük!' demelerinden ötürü... Oysa onu öldürmediler ve asmadýlar; fakat öldürdükleri kimse Ýsa (as) gibi göründü. Onun hakkýnda anlaþmazlýða düþenler, ondan yana tam bir kuþku içerisindedirler. O hususta bir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Onu yakînen öldürmediler (onu öldürdüklerini kesin olarak bilemediler.)"[183]

 

Kesinlik ifade eden bilgiler arasýnda da bir derecelemenin mevcut olduðu bir vakýadýr. Kesin bir bilgi, kalbe daha da itminan verebilir. Bu nedenle âlimlerin bir kýsmý, kesinlik ifade eden bilgileri ilme'l-yakîn, ayne'l yakîn ve hakka'l-yakîn olmak üzere üç kademeye ayýrmýþlardýr.

 

a) Ýlme'l-yakîn: Sâlim akýl ve sahih naklin ifade ettiði bilgidir. Kesinlik ifade eden bilgilerin en aþaðý derecesidir.

 

b) Ayne'l-yakîn: Duyularla ya da tecrübe ile elde edilen, bizzat müþahede sonucu ortaya çýkan bilgidir. Bu meyanda; Leyselhabiri kelyekini.

 

"Verilen haber, görülen þey gibi deðildir" denilmiþtir. Buna misal olarak Hz. Ýbrahim'in ayette geçen þu sözü zikredilir:

 

وَاِذْ قَالَ اِبْرهيمُ رَبِّ اَرِنى كَيْفَ تُحْيِ الْمَوْتى قَالَ اَوَلَمْ تُؤْمِنْ قَالَ بَلى وَلكِنْ لِيَطْمَئِنَّ قَلْبى قَالَ فَخُذْ اَرْبَعَةً مِنَ الطَّيْرِ فَصُرْهُنَّ اِلَيْكَ ثُمَّ اجْعَلْ عَلى كُلِّ جَبَلٍ مِنْهُنَّ جُزْءًا ثُمَّ ادْعُهُنَّ يَاْتينَكَ سَعْيًا وَاعْلَمْ اَنَّ اللّهَ عَزيزٌ حَكيمٌ

 

“Ýbrahim Rabbine: Ey Rabbim! Ölüyü nasýl dirilttiðini bana göster, demiþti. Rabbi ona: Yoksa inanmadýn mý? dedi. Ýbrahim: Hayýr! Ýnandým, fakat kalbimin mutmain olmasý için (görmek istedim), dedi. Bunun üzerine Allah: Öyleyse dört tane kuþ yakala, onlarý yanýna al, sonra (kesip parçala), her daðýn baþýna onlardan bir parça koy. Sonra da onlarý kendine çaðýr; koþarak sana gelirler. Bil ki Allah azîzdir, hakîmdir, buyurdu.”[184]

 

Hiç þüphesiz Hz.Ýbrahim, Allah'ýn ölüleri dirilttiðini biliyor ve buna inanýyordu. Ancak gözleriyle buna þahit olmak istiyor ve böylece gönlünün daha da mutmain olacaðýný ifade ediyordu. Yani ilme'l yakîn'den ayne'l-yakîne varmak istiyordu.[185]

 

c) Hakka'l-yakîn: Bizzat yaþanarak elde edilen bilgidir. Kesinlik ifade etme bakýmýndan en üstün bilgi çeþididir.

 

Meselâ, denizde suyun bulunduðuna dair bilgi, ilme'l-yakîn; denizin yanýna gidip denizdeki suyu gözle görmek, ayne'l-yakîn; içine dalýp yüzmek ise, denizde su bulunduðuna dair hakka'l-yakîn derecesinde bir bilgi elde edilmiþ olur.[186]

 

Kur'an-ý Kerîm'de Tekâsür sûresinde 'ilme'l-yakîn' ile 'ayne'l-yakîn' bir arada zikredilmekte ve ayetlerin siyakýndan ayne'l-yakin'in ilme'l yakîn'den daha üstün olduðu anlaþýlmaktadýr. Söz konusu surede yüce Allah þöyle buyurmaktadýr.

 

 6 æì¢à Ü¤È m  Ò¤ì  5 ×  £á¢q

 

“Elbette yakýnda bileceksiniz!

 

 6¡åî©Ô î¤Ûa  á¤Ü¡Ç  æì¢à Ü¤È m ¤ì Û 5 ×

 

Gerçek öyle deðil! Kesin bilgi ile bilmiþ olsaydýnýz,

 

 = áî©z v¤Ûa  £æ¢ë Š n Û

 

Mutlaka cehennem ateþini görürdünüz.

 

 =¡åî©Ô î¤Ûa  å¤î Ç b è £ã¢ë Š n Û  £á¢q

 

Sonra ahirette onu çýplak gözle göreceksiniz.”[187]

 

Hakka'l-yakîn de, Kur'an'da iki yerde zikredilmektedir:

 

 ¡åî©à î¤Ûa ¡lb z¤• a ¤å¡ß  Ù Û ¥â5 Ž Ï

 

"Ey saðdaki! Sana selam olsun!

 

 = åî©£Û¬b £šÛa  åî©2¡£ˆ Ø¢à¤Ûa  å¡ß  æb × ¤æ¡a ¬b £ß a ë

 

Ama yalanlayýcý sapýklardan ise,

 

 =§áî©à y ¤å¡ß ¥4¢Œ¢ä Ï

 

Ýþte ona da kaynar sudan bir ziyafet vardýr

 

 =§áî©z u ¢ò î¡Ü¤– m ë

 

Ve (onun sonu) cehenneme atýlmaktýr.

 

 7¡åî©Ô î¤Ûa ¢£Õ y  ì¢è Û a ˆ¨ç  £æ¡a

 

Þüphesiz ki bu, kesin gerçektir.”[188]

 

Bu terkip bir de Hâkka sûresinde geçmektedir ki burada,[189] Kur'an-ý Kerim hakkýnda kullanýlmýþtýr.

 

Bazý müellifler, ayne'l-yakîn için Hz. Ýbrahim'in yukarýda sözkonusu ettiðimiz isteðini misal verdikleri halde, tasavvuf ehlinden âriflerin ilimlerinin hakka'l-yakîn derecesinde olduðunu zikrederler.[190]

 

 

 

a) Ýlmin Tarifi ve Hükmü

 

 

Ýlim, malum olanýn olduðu hal üzere bilinmesidir. Bu yaratýlmýþlarýn ilmidir. Allah (cc) ilmi ise; bir þeyin aslýnýn ne olduðunu ve ne olacaðýný kuþatmasý ve haberdar olmasýdýr. Kur’an-ý Kerim de:

 

وَلَا تَقْفُ مَالَيْسَ لَكَ بِه عِلْمٌ اِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤَادَ كُلُّ اُولئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْؤُلًا

 

“Bilmediðin þeyin ardýna düþme. Doðrusu duyman, görmen ve muhakeme ondan sorumludurlar.”[191]

 

Efendimiz (as):

 

 ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü •  £ó¡j £äÛa  £æ ªa ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa  ó¡™ ‰ ¤b £j Ç ¡å2¡a ¤å Ç

P§á¡Ü¤ŽŽ¢ß ¡3¢×óÜ Ç ¥ò ší¡Š Ï ¡á¤Ü¡È¤Û ¢k Ü Ÿ 4b Ó  á £Ü   ë

 

Hz. Ýbn Abbas (ra)'dan:  Hz. Peygamber  (as) þöyle buyurmuþ:

“Ýlim öðrenmek her Müslüman erkek ve kadýna farzdýr.”[192]

 

Ýbn-i Amr Ýbni'l-As radýyallahu anhüma anlatýyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Ýlim üçtür. Bunlardan fazlasý fazilettir. Muhkem âyet, kâim sünnet, âdil taksim."[193]

 

Bir Müslüman’ýn iman etmesi, yapmasý ve terk etmesi, yönünde dinin içerdiði her þeyin ilmi farzdýr. Seferde ve hazarda, sýhhat ve hastalýk halinde, dini þeylerde ve muamelatta, kýsaca Müslüman’ýn bütün yaþamý boyunca lehinde ve aleyhindekileri bilmesi/öðrenmesi farzdýr. Bilmeden/öðrenmeden hiçbir þey yapýlamaz.

 

Ýlim maluma tabidir. Çünkü kendisiyle farzýn ikamesine sebep olunan þeyin ilmi farz olur. Kendisiyle vacibin ikamesine sebep olunan þeyin ilmi de vacip olur. Ayný þey sünnet için ve müstehap içinde geçerlidir.

 

   

 

b) Ýlmin Fazileti ve Kýsýmlarý

 

 

Yüce Allah (cc), Kur’an-ý Kerim’de:

 

شَهِدَ اللّهُ اَنَّهُ لَا اِلهَ اِلَّا هُوَ وَالْمَلئِكَةُ وَاُولُوا الْعِلْمِ قَائِمًا بِالْقِسْطِ لَا اِلهَ اِلَّا هُوَ الْعَزيزُ الْحَكيمُ

 

“Allah kendisinden baþka ilah olmadýðýna adaletle þahadet etti. Melekler ve ilim sahipleri de Ondan baþka ilah olmadýðýna þahadet ettiler.”

 

ـ وعن أبي الدرداء رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: سَمِعْتُ رَسُولَ اللّهِ  يَقُولَ: مَنْ سَلَكَ طَرِيقاً يَطْلُبُ بِهِ عِلْماً سَلَكَ اللّهُ بِهِ طَرِيقاً مِنْ طُرُقِ الْجَنَّةِ. وَإنَّ المََئِكَةَ لَتَضَعُ أجْنِحَتَهَا رِضىً لِطَالِبِ الْعِلْمِ، وَإنَّ الْعَالِمَ لَيَسْتَغْفِرُ لَهُ مَنْ فِي السَّمَواتِ وَمَنْ في ا‘رْضِ وَالْحِيتَانُ فِي جَوْفِ المَاءِ، وَإنَّ فَضْلَ الْعَالِمِ عَلى الْعَابِدِ كَفَضْلِ الْقَمَرِ لَيْلَةَ الْبَدْرِ عَلى سَائِرِ الْكَوَاكِبِ، وَإنَّ الْعُلَمَاءَ وَرَثَةُ ا‘نْبِيَاءِ، وَإنَّ ا‘نْبِيَاءَ لَمْ يُورِّثُوا دِينَاراً وََ دِرْهَماً وَلكِنْ وُرِّثُوا الْعِلْمَ فَمَنْ أخَذَهُ أخَذَهُ بِحَظِّ وَافِرٍ

 

Ebu'd-Derda radýyallahu anh anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ýn þöyle dediðini iþittim: "Kim bir ilim öðrenmek için bir yola sülûk ederse Allah onu cennete giden yollardan birine dahil etmiþ demektir. Melekler, ilim talibinden memnun olarak kanatlarýný (üzerlerine) koyarlar. Semâvat ve yerde olanlar ve hatta denizdeki balýklar âlim için istiðfar ederler. Âlimin âbid üzerindeki üstünlüðü dolunaylý gecede kamerin diðer yýldýzlara üstünlüðü gibidir. Âlimler peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler, ne dinar ne dirhem miras býrakýrlar, ama ilim miras býrakýrlar. Kim de ilim elde ederse, bol bir nasib elde etmiþtir."[194]  

 

Hikmet, þerefli bir insanýn þerefine öyle büyük bir paye ilave eder ki, köleleri, sultanlarýn sevgisine çýkarýncaya deðin yükseltir.Ýman çýplaktýr; onun örtüsü takva, süsü haya ve meyvesi ilimdir.

 

Ýlim, muamele ve mükaþefe ilmi olmak üzere ikiye ayrýlýr. Müslüman’lara farz olan ilim sadece muamele ilmidir. Akýl-balið olan kimselerin yapmakla mükellef olduklarý üç husus vardýr:

1)  Ýtikad (inanç)

2)  Fiil (yapýlmasý gereken ameller)      

3) Terk (terk edilmesi lazým gelen davranýþlar)

 

 

 

c)  Ýlmin ve Alimin Amacý

 

 

Kur’an-ý Kerim’de:

 

وَمَا اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ اِلَّا رِجَالًا نُوحى اِلَيْهِمْ فَسَْلُوا اَهْلَ الذِّكْرِ اِنْ كُنْتُمْ لَاتَعْلَمُونَ

 

“Senden önce de, kendilerine vahyettiðimiz kiþilerden baþkasýný peygamber olarak göndermedik. Eðer bilmiyorsanýz, bilenlere sorun.”[195]

 

Yine:

 

اَمَّنْ هُوَ قَانِتٌ انَاءَ الَّيْلِ سَاجِدًا وَقَائِمًا يَحْذَرُ الْاخِرَةَ وَيَرْجُوا رَحْمَةَ رَبِّه قُلْ هَلْ يَسْتَوِى الَّذينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذينَ لَايَعْلَمُونَ اِنَّمَا يَتَذَكَّرُ اُولُواالْاَلْبَابِ

 

“Yoksa geceleyin secde ederek ve kýyamda durarak ibadet eden, ahiretten çekinen ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkarcý gibi) midir? (Resûlüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doðrusu ancak akýl sahipleri bunlarý hakkýyla düþünür.”[196]

 

Efendimiz (as):

 

وفي أخرى له عن سخبرة مرفوعاً: مَنْ طَلَبَ العِلْمَ كَانَ كَفَّارَةً لِمَا مَضى.

 

Tirmizi'nin Sahbere (ra)’tan kaydýna göre, Aleyhissalatu vesselam: "Kim ilim taleb ederse, bu iþi, geçmiþteki günahlarýna kefaret olur" buyurmuþtur."[197]

 

ـ عن أبي أمامة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]ذُكِرَ لِرَسُولِ اللّهِ # رَجَُنِ عَابِدٌ وَعَالِمٌ. فقَالَ: فَضْلُ الْعَالِمِ عَلى الْعَابِدِ كَفَضْلِي عَلى أدْنَاكُمْ.

 

 Ebu Ümâme (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a biri âbid diðeri  âlim iki kiþiden bahsedilmiþti."Âlimin âbide üstünlüðü, benim sizden en basitinize olan üstünlüðüm gibidir" buyurdu."[198]

 

ـ وفي رواية له: ]ثُمَّ قَالَ: إنَّ اللّهَ تَعالى وَمََئِكَتَهُ وَأهْلَ السَّمَواتِ وَأهْلَ ا‘رْضِ حَتّى النَّمْلَةَ فِى جُحْرِهَا وَالْحِيتَانَ فِي الْبَحْرِ يُصَلُّونَ عَلى مُعلِّمِ النَّاسِ الخَيْرَ[ .

 

Tirmizî'nin bir rivayetinde þöyle gelmiþtir: "...Aleyhissalâtu vesselâm sonra buyurdular ki: "Allah Teâlâ Hazretleri, melekleri, semâvat ehli, deliðindeki karýncaya,  denizindeki balýklara varýncaya kadar arz ehli, halka hayrý öðretene maðfiret duasýnda bulunur." (Hadis Tirmizî'nin ayný babýndadýr.)

 

ـ وعن ابن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قالَ رَسُولُ اللّهِ #: فَقِيهٌ وَاحِدٌ أشَدُّ عَلى الشَّيْطَانِ مِنْ ألْفِ عَابِدٍ.

 

Ýbnu Abbâs radýyallahu anhümâ anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Tek bir fakih, þeytana bin âbidden daha yamandýr."[199]

 

ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]سُئِلَ النَّبِىُّ #: أيُّ النَّاسِ أكْرَمُ عِنْدَ اللّهِ تَعالى؟ قالَ: أكْرَمُهُمْ عِنْدَ اللّهِ أتْقَاهُمْ قَالُوا: لَيْسَ عَنْ هذَا نَسألُكَ. قالَ: فَيُوسُفُ نَبِيُّ اللّهِ ابْنُ نَبِيِّ اللّهِ ابْنِ خَلِيلِ اللّهِ. قَالُوا: لَيْسَ عَنْ هذَا نَسْألُكَ قَالَ: فَعَنْ مَعَادِنِ الْعَرَبِ تَسْألُونِى؟ قَالُوا: َعَمْ. قَالَ: فَخِيَارُهُمْ فِي الجَاهِلِيَّةِ خَيَارُهُمْ فِي ا“سْمِ إذَا فَقِهُوا.

 

Hz. Ebu Hüreyre radýyallahu anh anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a Allah indinde en efdal insanýn kim olduðu sorulmuþtu: "Allah indinde en kýymetlileri en muttaki olanlardýr!" buyurdular. "Biz bunu sormadýk!" demeleri üzerine: "Öyleyse o, Halîlullah'ýn oðlu, Nebiyyullah'ýn oðlu Nebiyyullah'ýn oðlu Yusuf'tur" buyurmuþtu. Yine itirazla: "Hayýr, bunu da sormadýk" dediler. Bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm: "Siz bana Arap hanedanlarýndan mý soruyorsunuz?" dedi. "Evet (Ey Allah'ýn Resûlü!)" dediler. "Onlarýn cahiliye dönemindeki hayýrlýlarý, fýkýh öðrendikleri takdirde, Ýslâm'da da en hayýrlýlarýdýr!" cevabýný verdi."[200]

 

ـ وعن أبي الدرداء رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]سَمِعْتُ رَسُولَ اللّهِ # يَقُولَ: مَنْ سَلَكَ طَرِيقاً يَطْلُبُ بِهِ عِلْماً سَلَكَ اللّهُ بِهِ طَرِيقاً مِنْ طُرُقِ الْجَنَّةِ. وَإنَّ المََئِكَةَ لَتَضَعُ أجْنِحَتَهَا رِضىً لِطَالِبِ الْعِلْمِ، وَإنَّ الْعَالِمَ لَيَسْتَغْفِرُ لَهُ مَنْ فِي السَّمَواتِ وَمَنْ في ا‘رْضِ وَالْحِيتَانُ فِي جَوْفِ المَاءِ، وَإنَّ فَضْلَ الْعَالِمِ عَلى الْعَابِدِ كَفَضْلِ الْقَمَرِ لَيْلَةَ الْبَدْرِ عَلى سَائِرِ الْكَوَاكِبِ، وَإنَّ الْعُلَمَاءَ وَرَثَةُ ا‘نْبِيَاءِ، وَإنَّ ا‘نْبِيَاءَ لَمْ يُورِّثُوا دِينَاراً وََ دِرْهَماً وَلكِنْ وُرِّثُوا الْعِلْمَ فَمَنْ أخَذَهُ خَذَهُ بِحَظِّ وَافِرٍ.

 

Ebu'd-Derda radýyallahu anh anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ýn þöyle dediðini iþittim: "Kim bir ilim öðrenmek için bir yola sülûk ederse Allah onu cennete giden yollardan birine dahil etmiþ demektir. Melekler, ilim talibinden memnun olarak kanatlarýný (üzerlerine) koyarlar. Semâvat ve yerde olanlar ve hatta denizdeki balýklar âlim için istiðfar ederler. Âlimin âbid üzerindeki üstünlüðü dolunaylý gecede kamerin diðer yýldýzlara üstünlüðü gibidir. Âlimler peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler, ne dinar ne dirhem miras býrakýrlar, ama ilim miras býrakýrlar. Kim de ilim elde ederse, bol bir nasib elde etmiþtir."[201]

 

Ýlmin, alemlerin Rabbine yaklaþmaya, meleklerin ufkuna varmaya ve en yüce topluluk ile ayný seviyeye gelmeye vesile olduðu ilmin dünyadaki müspet sonuçlarýna gelince bunlar; izzet, saadet, hakimiyet, sultanlar üzerinde bile söz sahibi olmak, onlarý nüfuz altýna almak ve beþerin indinde alimin itibarýný kabul etmek gibi hususlardýr.Ýnsanlar arasýnda nübüvvet makamýn en yakýn kimseler ilim ehli olan kimselerdir. Ýlim ehli olanlar, halký peygamberlerin getirdiði ilahi hakikate yöneltirler. Ýlim, ýþýktýr. Alim ise o ilmin feneridir. Ýlmin ýþýðýyla yanan alim toplumun temel direðidir. Toplum alimsiz, alim ilimsiz olamaz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

- Okuma Parçasý -

 

Hadislerde Ýlim

 

Ýlmin fazileti konusunda çok sayýda hadis-i þerif vardýr. Bunlardan küçük bir seçme yapalým:

 

-"Ýlim tahsil etmek maksadýyla bir yola giden kimseye Allah Teâlâ, cennet yollarýndan birini açar.  Melekler,  ilim  tahsil  edene  karþý  memnuniyetleri  ve  tevâzûlarý sebebiyle kanatlarýný yere sererler. Göklerde ve yerde olan her þey, hatta su içindeki balýklar, âlim için Allah'tan rahmet diler. Âlimin, bilmeden ibadet eden kimseye üstünlüðü, ondördündeki dolunayýn görünen diðer yýldýzlara üstünlüðü gibidir. Âlimler, peygamberle-rin vârisleridir. Peygamberler ne altýn ne de gümüþ býrakmýþlardýr; onlar miras olarak sadece ilim býrakmýþlardýr. Kim ilmi almýþsa büyük ve deðerli bir þey almýþ demektir."[202]

 

-"Kim ilim tahsil etmek için (evinden veya yerleþim yerinden) çýkarsa, geri dönünceye kadar o kiþi Allah yolundadýr."[203]

 

-"Ýlim aramak, her müslüman üzerine farzdýr. Ehil olmayan insanlara ilim öðretmeye kalkan kimse, domuzlarýn boynuna cevher, inci ve altýn gerdanlýk takan adama benzer."[204]

 

-"Ey Ebu Zer, sabahleyin evinden çýkýp Kur'an'dan bir ayet öðrenmen senin için yüz rekât nafile namaz kýlmandan daha hayýrlýdýr. Yine sabahleyin evinden çýkýp mükellefin ameliyle ilgili olan veya olmayan ilimden bir bâbý öðrenmen (senin için) bin rekât nafile namazdan daha hayýrlýdýr."[205]

 

-"Kýyamet gününde âlimlerin mürekkebi, þehidlerin kaný ile tartýlýr."[206] 

 

-"Hikmet, mü'minin yitiðidir. Onu nerede bulursa o mü'minin kendisi ona daha lâyýktýr."[207]

 

-"Ne âlimlere karþý iftihar edip övünmek için, ne cahillerle münakaþa etmek ve ne de meclislerin seçkin köþelerinde yer almak için ilim talep edin. Bu yasaða raðmen kim böyle yaparsa ateþe (müstahaktýr), ateþe (müstahaktýr)."[208]

 

-"Allah kim hakkýnda  hayýr  dilerse,  onu  dinde  fakîh  (derin  anlayýþ  sahibi)  kýlar."[209]

 

-"Þeytana, bir fakîhi (dinde anlayýþ sahibi bir bilgini) aldatmak, bir âbid(i aldatmak) tan daha zordur."[210]

 

-"Rasülullah (a.s.)'a biri âbid (ibadetle çokca meþgul) ve diðeri âlim (ilimle çokca meþgul) olan iki adamdan bahsedildi ve bunun üzerine Rasül-i Ekrem: "Bir âlimin bir âbide karþý üstünlüðü, benim en aþaðý mertebede olanýnýza üstünlüðüm gibidir." buyurdu. Sonra þunlarý söyledi: "Allah, melekleri, göklerin ve yerin halký, hatta yuvalarýndaki karýncalar ve  balýklar, insanlara hayýr (faydalý þey) öðreten kiþiye dua ederler." (Tirmizî, Kitabu'l-Ýlim 19, hadis no: 2825)

 

-"Ýnsan öldüðü vakit bütün amelleri ondan kesilir. Yalnýz üç þeyden dolayý kesilmez; sadaka-i câriyeden, faydalanýlan ilimden ve kendisine dua eden salih evlâttan kesilmez."[211] 

 

-"Allah'ým, huþûu olmayan (korkmayan) kalpten, kabul olmayan duadan, doymayan nefisten ve fayda vermeyen ilimden sana sýðýnýrým."[212]

 

-"Ýlmin kaldýrýlmasý, cahilliðin kökleþmesi, þarabýn içilmesi, zinanýn çoðalmasý kýyamet alâmetlerindendir."[213]

 

-"Þüphesiz Allah, ilmi kullardan silmek suretiyle deðil, âlimlerin ruhlarýný kabzetmek suretiyle giderecektir. Nihayet hiçbir âlim býrakmayýnca insanlar, cahil kiþileri baþlarýna geçireceklerdir. Bunlara meseleler sorulacak; onlar da bilgileri olmadýðý halde fetva verecekler. Onlar bu suretle hem kendileri sapýklýða düþerler, hem de halký sapýtýrlar."[214]      

 

-"Allah'ýn benim vasýtamla gönderdiði hidayet ve ilim, bol yaðmura benzer. Bu yaðmur bazen  öyle verimli bir topraða düþer ki, onun  bir  kýsmý  topraðý  suya  doyurur ve çayýrda bol ot yetiþir. Bir kýsým toprak kurak olur, suyu üstünde tutar, gölcük olur da Allah onunla insanlarý yine faydalandýrýr; ondan hem kendileri içerler, hem de hayvanlarýný sularlar, ekin ekerler. Bu yaðmur bir de diðer bir çeþit topraða isabet eder ki, kýraç ve kaygandýr; ne suyu üstünde tutar, ne de ot bitirir. Ýþte Allah'ýn dinini anlayýp da Allah'ýn benim vasýtamla gönderdiði hidayet ve ilimden faydalanan ve bunu bilip de baþkasýna bildiren kimse ile; bunu duyduðu vakit kibrinden baþýný bile kaldýrmayan ve Allah'ýn benimle gönderilen hidayetini kabul etmeyen kimse böyledir."[215]

 

-Hz. Ebubekir (r.a.) Peygamberimiz'i anlatýrken þöyle ifade eder: "Rasülullah (a.s.) (Vedâ Haccýnda) þöyle buyurdu: "...Kanlarýnýz, mallarýnýz, ýrzlarýnýz birbirinize haramdýr. Burada hazýr bulunanlarýnýz, burada bulunmayanlara (yeni nesillere) bunu teblið etsin. Olabilir ki, hazýr olan kimse, bunu daha iyi anlayan bir kimseye teblið etmiþ olur."[216]   

 

-Hz. Abdullah bin Amr (r.a.) anlatýyor: "Rasülullah (a.s.), bir gün odalarýnýn birisinden çýkýp mescide girdi. Bu esnada iki halka (þeklinde oturmuþ iki grup) ile karþýlaþtý. Bunlardan bir halka Kur'an okuyor ve Allah'a dua ediyordu. Diðer halka da ilim öðreniyor ve öðretiyorlardý. Bunun üzerin Peygamber (s.a.s.): "(Bunlarýn) hepsi hayýr üzeredirler. Þunlar Kur'an okuyorlar ve Allah'a dua ediyorlar. Eðer Allah dilerse onlara (isteklerini) verir ve dilerse vermez. (Diðer cemaate iþaretle) bunlar da (ilim) öðreniyorlar ve öðretiyorlar. Ben de ancak muallim/öðretici olarak gönderildim." buyurdu ve hemen bunlarýn yanýna oturdular."[217]

 

-"Âlimler yeryüzünün kandilleri, peygamberlerin halifeleridir. Onlar, benim ve diðer peygamberlerin vârisleridir."[218]

 

Görülüyor ki, dünya ve âhiret saadetinin anahtarý ilimdir. Ýlim, amellerin en faziletlisidir. Ýlim, nefisleri helâk edici ahlaksýzlýklardan kiþiyi temizler; insanlarý aydýnlatarak güzel ahlaka kavuþturur ve âhiret yolunun aydýnlanmasýný öðretir. Ýlim, Allah'ýn kemal sýfatlarýndandýr. Peygamberlerin þerefi, sahip olduklarý ilimden ve ilimleriyle amel etmelerinden gelmektedir.


 

 

 

 

 

 

4) ÝMAN

 

 

a)  Ýmanýn Tanýmý

 

b)  Esaslarý

 

c)  Amentüsü

 

 - Okuma Parçasý -

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

4) ÝMAN

 

 

Genel Bir Bakýþ

 

 

Ýman: Güvenme, verilen bir habere kalbten inanma, haberi getireni tasdik etme; bir þeye tereddüde düþmeksizin inanma; Allah'a, ondan baþka îlâh olmadýðýna, Hz. Muhammed (as)'ýn Allah'ýn kulu ve Resulu olduðuna, Allah'ýn meleklerine, kitaplarýna, ahiret gününe, kadere, hayýr ve þerrin Allah tarafýndan yaratýldýðýna inanma.[219]

 

"Ýman" kelimesi; Arapça'da "if'al" vezninde olup, aslý "emn" kökünden gelir. Dillere göre, korkunun zýddý olan "emn-ü emân=emniyet, güven" manasýnda, "âmene" fiilinin masdarýdýr. Kelimenin aslý "emn" de "emân" idi. Baþýna "elif" gelince, "e'mene" oldu; sonra arapça gramer kaidesine göre "imân" okundu. Kelimenin baþýndaki "hemze" Arap diline göre "ta'diye" için "geçiþli" olursa, "eman vermek, emin kýlmak" manasýna gelir ki; "esmâüllah = Allah'ýn isimleri"nden olan "Mümin" bu manadan alýnmýþtýr. Sayrûret (olmak) için kullanýlýrsa, iman; "emin olma, kalbi güven ve sükûna kavuþturma" manasýna gelir. Buna lisanýmýzda "inanma" denir.

 

Bütün dilcilerin örfünde imanýn hakikati; "mutlak tasdik"dir. Yani, bir þahsa, bir habere veya bir hükme, kesin olarak ve gönülden gelerek inanmak, onu doðrulamak, sözünü doðru kabul etmektir. Tasdik eden, tasdik ettiði þahsý tekzip edilmekten emin kýlmýþ veya bizzat kendisi yalandan emin ve mutmain olmuþtur. Ýman kelimesi, ya "âmenehu" da olduðu gibi doðrudan, veya "âmene bihi" ve "âmene lehu" da olduðu gibi, (be) veya (lâm) ile mef'ul alýr. (be) ile olursa, "Ýkrar ve itiraf"; (lâm) ile olursa, "iz'an ve kabul" manasý ifade eder.[220]

 

Bu esasa göre sözlükteki iman, mantýk ilmindeki "tasavvur"un karþýlýðý olan "tasdik" ten ibaret olup, kavramýndaki iki unsur vardýr: Biri "bilgi=marifet" unsuru; diðeri, irade ve ihtiyar (kesb)" unsuru. Çünkü, önce neye, niçin ve nasýl inanýlacaðý bilinmeden, bir þeye iman ve onu tasdik mümkün olmaz. Bu yönden "marifet" unsurunun rolü açýk; imanýn akýl, fikir, düþünce ve nazar ile ilgisi aþîkârdýr. Ýrade ve ihtiyar unsuru ise, bilinen bir þeyin tasdik edilerek iman haline gelmesi, terim ifadesiyle "iz'an ve kabulü" için þarttýr.

 

Diðer bir deyimle; bilinen ve iman konusu olan husus, baský ve korkudan uzak, samimi bir gönülle içten benimsenmeli, tam bir teslimiyet ile kabul ve itiraf edilmelidir. O halde imanda; bilgiye dayanan iradeli bir tasdik, kesb ve ihtiyar lâzýmdýr. Her þeyi çok iyi bilen þeytanýn kâfir sayýlmasý, bu ikinci unsurun bulunmamasýndandýr.

 

O halde, yalnýz "marifet" ile iman olmaz. Çünkü kesb ve ihtiyar olmadan kalpte hasýl olan þey, tasdik deðil, marifettir. Zira bir bilginin. imanda aslolan "tasdik" derecesinde sayýlabilmesi için onda, irade ve ihtiyara dayanan kalp rýzasý ve teslimiyet þarttýr.

 

Ancak, tasdikte aranan iz'an'ýn, "itikad-ý câzim" denilen kesin olarak yakîn ifade etmesi þart koþulmadýðýndan; "zann-ý gâlib" denilen avam müslümanlarýn tasdiki, yani "mukallidin imam" Ehl-i Sünnete göre kâfi ve makbul sayýlmýþtýr. Bu gibi tasdiklere "iman-ý hükmî" denir. Aklý ve naklî delillere dayanarak elde edilen kuvvetli imana ise, "tahkîki iman" adý verilir. Bu yola (delil ve istidlâle) gücü yettiðince baþvurmak farz olduðundan, bunu terkeden bir mü'min günahkâr olur.[221]

 

Tasdikin Derece ve Türleri

 

Mutlak tasdikin derece ve türleri vardýr. Her tasdik, meselâ, "Allah'a iman ettim", "Hz. Muhammed (as)'e, Kitabullah'a ve ahirete inandým" cümleleri, ayrý ayrý kariyeler (önermeler) olarak farklý hükümler ifade eder. Her birinde tasdik ve hüküm bulunan bu iman nevileri, taalluk ettiði þeylere göre çeþitli manalara gelmekte, hepsi de, "kabul ve itiraf" manasý ifade etmektedir. Tasdikte aslolan, söylenen sözün veya haberin doðru ve sâdýk olmasýdýr. Sözün sadýk olmasý ise, verilen hükmün sadýk olmasýnda, yani o hükmün gerçeðe mutabýk olmasýndandýr. Mutabýk ise, o hükmün doðru ve sadýk; deðilse, yalan ve yanlýþtýr.

 

Tasdik edilerek inanýlan þey, görülen ve bilfiil mevcut olan bir þey ise, bu tasdike "tasdik-i þuhûdî"; gözle görülmediði halde, varlýðýna delâlet eden bir delil veya eser vasýtasýyla biliniyorsa, bu gibi tasdiklere de "tasdik-i gaybý" denir. Bu yönden, imanýn içerdiði mutlak tasdik, dilciler nazarýnda;

 

a)  Ya kavlî, yani sözle,

 

b)  Veya fiilî, yani iþ ve amel ile olur. Kavlî olan da, biri kalbî (kalp diliyle), diðeri de lisanî (dil ile) olmak üzere iki türlüdür. O halde, dilcilere göre tasdikin üç türü ve derecesi vardýr.

Bunlar:

a) Kalb ile yapýlan tasdik: Bir kimsenin herhangi bir þahsý veya hükmü kalbiyle kabul ve itiraf etmesidir.

b)  Bizzat dil ile yapýlan tasdik: Bu da, insanýn, inandýðý þeyin hak ve gerçek olduðunu baþkasý duyacak þekilde söyleyip ilân etmesidir. Dil ile yapýlan bu tasdik de iki türlüdür:

a) Hakîkî,

b) Zahirî,

Hakîkî anlamda; dil ile ikrar edilen, kalb ile de tasdik edilir. Yani dil ile kalb tasdikte birleþir. Böyle bir tasdike sahip olan kimse, hakîkaten inanmýþ bir "mü'min"dir. Zâhirî alanda ise dil ile tasdik olunan þey, kalp ile tekzip olunur. Yani dili ve zahiri baþka, kalbi ve batýný baþkadýr. Kalbi, dilinin söylediðini inkar ve reddetmektedir. Bu gibi zahiri tasdik sahiplerine, dinî literatürde "münafýk" adý verilir. Bunlar zahiren mümin; hakîkatta ve Allah katýnda kafir sayýlýrlar.

 

c) Organlarla yapýlan fiili tasdik: Söylenen sözün gereðini bilfiil ima etmek süretiyle yapýlan tasdik þeklidir ki, bunun makbul olaný; iþlenen fiilin, hem dil, hem de kalp ile yapýlan bir tasdike dayanmasýdýr. Þayet yalnýz dil ile ikrarýn eseri ise, yapýlan iþ, riyadan baþka bir þey deðildir ve nifak alametidir.[222]

 

Ýslam Istýlahýnda Ýmanýn Manasý, Hakîkati ve Rükûnleri

 

Ýslami ýstýlah olarak "iman", Peygamberimiz Hz. Muhammed (as)'ýn Allah (cc) tarafýndan getirdiði kesin olarak bilinen haber, dini esas ve hükümlerin doðru ve gerçek olduðuna tereddütsüz inanmak, bunlarýn tamamýný iz'an ve kabul ile tasdik ve itiraf etmektir. Yani Allah'a, Hz. Muhammed'in son Peygamber olduðuna ve "Zarûrât-ý diniyye" diye bilinen Ýslâmî esaslara, hükümlere ve haberlere, kesin olarak inanmak, tamamýný kabul ve itiraf etmektir.

 

Zarûrât-i diniyye; Peygamberimizden tevâtür yoluyla naklolunan ve aklî delile muhtaç olmadan bilinen; Kur'an'ýn Allah kelâmý olduðu, ölümden sonra dirilmenin ve âhiret hayatýnýn hak olduðu; namaz, oruç, zekât ve Hac gibi ibadetlerin farz; zinanýn, þarabýn, faizin, adam öldürmenin ve yalan söylemenin haram olduðu gibi Ýslâmî esas, hüküm ve haberlerdir.

 

Kesinlik ifade eden bu gibi dinî esaslara her müslümanýn tereddütsüz inanmasý gerekir. Bu bakýmdan, dini terim olarak iman, taalluk ettiði þeylerin arzettiði hususiyet bakýmýndan daha özel, dilciler nazarýnda ise daha genel ve þümullüdür.

 

Ýman hakîkatta bir kalp ve vicdan iþi olduðuna göre; dilciler nazarýnda da, dinî ýstýlahta da aslolan, imanýn hakîkatýnda bulunmasý gereken tasdiktir. Fakat, bu tasdik ve itirafýn masdarý, kaynaðý nedir? Ýmanýn hakîkatýný teþkil eden hükümler nelerdir? Yalnýz kalp midir? Yalnýz dil midir? Veya her ikisi birden midir? Yoksa bu ikisine ilaveten, azalarla yapýlan iþler, salih ameller midir? Ýþte bu hususta Ýslâm âlimleri arasýnda görüþ ayrýlýðý vardýr. Bundan dolayý birçok itikadi mezhep ortaya çýkmýþtýr.

 

a) Ehl-i Sünnet'ten bazýlarýna göre þer'î iman; Hz. Muhammed (as)'ýn Allah Teâlâ'dan getirdiði kesin olarak bilinen þeylerin hepsinin doðru ve gerçek olduðunu kalp ile tasdik ve dil ile ikrar etmektir. Bu tarife göre imanýn; biri tasdik diðeri ikrar olmak üzere iki rüknü vardýr. Ancak, bu rükünler ayný seviyede birer aslî rükün deðildir. Çünkü bunlardan "kalp ile tasdik", hiçbir mazeret karþýsýnda vazgeçilmeyen "aslî rükün"dil ile ikrar ise, dilsizlik ve ölüm tehlikesi gibi zarûrî haller karþýsýnda vazgeçilebilen ve vücubu sakýt olan "zâid rükün" dür. Aslî rükün sayýlarý kalb ile tasdik zâil olduðu anda, o kimse imandan çýkar ve kâfir olur. Çünkü her halükârda tasdiksiz iman olmaz.

 

Ancak ölüm tehdidi karþýsýnda diliyle ikrar etmeyen bir kimse, kalbi samimi tasdik ve imanla dolu olduðu için imandan çýkmaz ve kâfir olmaz.[223] "Kavl-i Meþhur" olarak þöhret bunlarý bu mezhebi, bazý Ehl-i Sünnet Kelâmcýlarý, Hanefi imamlarýndan Þemsü'l-eimme es-Serahsî, Fahru'l-Ýslâm Pezdevî ve diðer Hanefi fakihleri benimsemiþlerdir. Hatta Ýmam-ý Âzam'ýn da bu görüþü tercih ettiði rivayet edilmiþtir.[224]

 

b) Ehl-i Sünnet'ten "cumhuru muhakkikîn"e göre þer'î iman; inanýlmasý gerekenleri kalb ile tasdikten ibarettir. O halde þer'; imanýn yegane rüknü, kalb ile tasdiktir. Kalbinde böyle tereddütsüz bir tasdik bulunan kimse, gerçekte ve Hak Teâlâ indinde mümindir. Dil ile ikrar etmek ise, imanýn aslî veya zâid bir rüknü, yani imandan bir cüz deðildir. Fakat, kalble bulunan tasdike, ancak dil ile ikrar edilmesi halinde vakýf olunabileceði, aksi halde mü'min midir, deðil midir? bilinemeyeceðinden, dünyevî ve hukûkî hükümleri tasdik edebilmek için, dil ile ikrar þart koþulmuþtur.

 

Bu esasa göre, kalbiyle gerçekten tasdik edip de, bunu diliyle ikrar etmeyenler, dünyada müslüman sayýlýp dini ahkâm kendilerine uygulanmasa bile, Allah Tealâ katýnda mü'min sayýlýrlar. Dini nasslar bu görüþü daha fazla desteklemektedir:

 

كَتَبَ فى قُلُوبِهِمُ الْايمَانَ

 

"Allah iþte bunlarýn kalbine imaný yazdý."[225]

 

وَلَمَّا يَدْخُلِ الْايمَانُ فى قُلُوبِكُمْ

 

"Ýman henüz kalblerine girmedi"[226] gibi...

 

Ýmam Ebu Mansur el-Maturîdi'nin tercihi de budur. Özellikle, Ýmam Ebu'l-Hasan el-Eþ'ârî ile Ýmamu'l-Haremeyn el-Cüveynî ve Ýmam Fahru'd-Din er-Râzî bu görüþtedirler.[227]

 

c) Selef Ulemasý ile, Hadis âlimlerinden birçoðu ise rivayete göre, Ýmam Mâlik, Ýmâm Þâfiî ve Ýmam Ahmet (ra)'a göre Þer'î Ýman; "Ýkrarýn bil lisan, tasdikun bil cenan ve amelün bil erkân"dýr. Yani, "dil ile ikrar, kalp ile tasdik ve rükünlerle amel" fakat bu görüþe sahip olan Selef Ulemasý ve bazý mezhep imamlarý, ameli terk eden kimseleri "fâsýkâsî" saymýþlarsa da, bu gibilerin imandan çýkarak kafir olacaklarýna hükmetmemiþlerdir. Ayrýca, abid ve zahid müslümanlara tatbik edilmekte olan dini ahkâmýn, ameli terkeden fâsýklara da uygulanacaðýný söylemiþlerdir.

 

Nitekim tatbikatta hep böyle olagelmiþtir. Bu zevata göre þer'î imanýn hakîkatý iki þekilde mütâlaa edilmektedir. Biri; er geç Cennete girme imkânýný saðlayan iman esasýdýr ki, bu kalp ile tasdikle veya tasdikle beraber dil ile ikrar ile tahakkuk eder. Diðeri ise, müslümaný cehennemin azabýndan koruyan ve ebedî saadete erdiren "Kemâl-i iman", yani imanýn kâmil olmasýdýr. Þüphe yoktur ki amel, yani dini emir ve esaslara uyarak yasaklardan kaçýnmak, imanýn kemalinden olup, onun güzel bir semeresi ve beklenen meyvesidir.

 

Sonuç olarak, yukarýdaki tarif gerçekte, "imanýn aslýný ve hakikatý"nýn deðil, "kemâl-i iman" yani iman olgunluðunun tarifidir. Bu bakýmdan, Selef ve bazý hadisçilerin görüþü, Mu'tezile ve haricilerin katý görüþleriyle ilgili olmayan makul ve makbul bir görüþtür.[228]

 

d) Havâriç ve Mu'tezile ise Þer'î imanýn; dil ile ikrar ve kalp ile tasdik þartýndan baþka, bunlarý amel ile tasdik etmek olduðunu iddia etmiþlerdi. Bunlara göre imanýn hakikatý hem "fiil-i kalp, hem fiil-i lisan, hem de fiil-i cevârih" dir. Yani Þer'î imanýn "üç rüknü" vardýr.

 

Bunlar; Resulullah'ýn Allah Teâlâ'dan vahy ile telakki edip teblið ettiði ilâhî esaslarý ve þer'î hükümleri:

a) Kalp ile tasdik,

b) Dil ile ile ikrar,

c)  Azalarla tatbik etmek"tir.

 

O kadar ki, bu üç rükünden birine sahip bulunmayan; meselâ kalbiyle tasdik, diliyle ikrar ettiði halde, bunlarla amel etmeyen bir kimse, mümin sayýlmaz. Bu þahýs, Haricîler nazarýnda "kafir", Mu'tezile nazarýnda ise, "ne mümin ne de kafirdir", fakat imanýn hakîkatýndan olan bir cüz'ü, yani ameli terkettiði için "fâsýk" sayýlýr.

 

Bu esasa göre Mu'tezile, "günâh-ý Kebâûr" den, yani büyük günahlardan birini iþleyen veya "vâcipler"den birini terkeden kimseyi mümin olarak kabul etmez. Bu gibiler için meþhur "el-Menziletü beyne'l-menzileteyn" tezini ileri sürer, bunlarýn Cennet ile Cehennem arasýnda bir yerde kalacaklarýný iddia eder. Bu görüþlerini isbat için bir çok nasslarý te'vil eder. Bu mesele, Ehl-i Sünnet'in red ve cerhettiði Mutezilenin beþ ana prensibinden biridir. Hâricîlerin ki ise; siyâsî esasa dayanan, son derece kat bir iddia olup, mesnetsiz ve akl-ý selimden uzaktýr.

 

Bu müfsit görüþün karþýsýnda "tefrid" sayýlan diðer bir iddia ise, "Kerrâmiyye" adýyla anýlanlarýn þu görüþüdür: Þer'î imanýn tek bir rüknü vardýr. O da "tasdik-i kavlî" denilen "dil ile ikrar" dan ibarettir. Yani kalbiyle inandýðý halde, bu inancýný diliyle ikrar ve izhar etmezse, kimse, "mü'min deðildir ama ölünce Cennete girebilir." Bu iddiaya göre, kalbleriyle inanmadýklarý halde, diliyle inanmýþ gözüken münafýklarýn da mü'min olmalarý gerekir. Halbuki bu gibilerin mü'min olmadýklarý Kur'an-ý Kerim'de açýk olarak belirtilmiþtir:

 

وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ امَنَّا بِاللّهِ وَبِالْيَوْمِ الْاخِرِ وَمَاهُمْ بِمُؤْمِنينَ

 

“Ýnsanlardan bazýlarý da vardýr ki, inanmadýklarý halde "Allah'a ve ahiret gününe inandýk" derler.”[229]

 

Ýcmali ve Tafsili Ýman

 

Ehl-i Sünnet'e göre -yukarda açýklanan- Þer'î iman iki surette teþekkül eder. Ýcmali veya tafsilî. Resulullah Hz. Muhammed (as)'ýn tebliði ettiði dini esas ve ilâhî hükümlerin tamamýna, tafsilat gözetmeden topluca inanmaya icmali iman denir. Bunun da en özlü ifadesi; "Allah'tan baþka ilâh bulunmadýðýna ve Hz. Muhammed'in Allah'ýn Rasûlü olduðuna" kesin olarak inanmaktýr. Bu iman, "Kelime-i Tevhid" ve "Kelime-i þehadet" diye bilinen kesin "Lâ ilâhe illallah, Muhammedu'r-Resulullah" demek ve bunu kalb ile tasdik etmekle olur. Bu, Þer'i imanýn ilk mertebesi ve Ýslâm binasýna girmenin ilk þartýdýr. Çünkü bu cümlede, Ýslâm'ýn iki ana rüknü ile bir kimsenin iman etmesi zorunlu olan dini hakîkatlarýn esasý ve özü toplu olarak vardýr.[230]

 

Zira Allah Tealâ'nýn yegane hâlýk ve tek mabud; Hz. Muhammed (a.s)'ýn da Allah'ýn Resulü olduðunu tasdik etmek, onun haber verdiði bütün dinî esaslara ve ilâhî hükümlere topluca inanmak demektir. Ancak, bu dinî hükümlerin tamamýný tek tek hemen öðrenemeden, hepsine birden topluca iman edildiði için, bu tür imana "Ýcmali iman" denmiþtir. Akýl ve balið olan (akýllý ve erginlik caðýna gelen) her þahsa, "icmali iman"a sahip olmak þart ve farz ise de; mümine yaraþan imanýn bu ilk kademesinde ve Ýslâm'ýn ana kapýsýnda kalmayýp, dinin diðer iman ve ibadet esaslarýný, amelî ve ahlâkî hükümlerini -gücü ve takati nisbetinde- öðrenmesi ve bunlara ayrý ayrý tafsili olarak iman etmesidir.

 

Tafsili Ýmanýn Dereceleri ve Ýman Esaslarý

 

Tafsili imanýn birinci derecesi þu üç büyük esasa inanmaktýr:

a) Allah Teâlâ'nýn varlýðýna, birliðine, yegane yaratýcý ve tek Ma'bûd olduðuna,

b) Hz. Muhammed (as)'ýn Allah'ýn kulu ve son Peygamberi olduðuna,

c) Ölümden sonra dirilmenin (ba'sü ba'de'l-mevt), ahiretin ve ahiret ahvâlinin (Cennet ve nimetlerinin, Cehennem ve azabýnýn ve oradaki diðer gerçeklerin) hak ve gerçek olduðuna yakýnen inanmaktýr.

 

Tafsili imanýn ikinci derecesi;  Âmentü'de ifadesini bunlarý altý iman esasýna; Allah'a, Meleklerine, (bütün) kitaplarýna, (bütün) peygamberlerine, ahiret gününe (ve ahiret ahvaline) ve kaza-kadere (hayýr ve þerrin Allah'dan- O'nun yaratmasý ve takdiri ile olduðuna) kesin olarak inanmaktýr. Bu esaslar, Kur'an-ý Kerim'de birçok ayette belirtilmiþtir.[231]

 

Hz. Ömer (r.a)'ýn Peygamberimiz (a.s)'den naklettiði meþhur "Ýman, Ýslâm ve Ýhsan" hakkýndaki uzun hadisinde "Kaza ve Kadere iman" ayrýca zikredilmiþtir. Bu hadis, -Sünen-i Ebû Dâvud hâriç- Kütübü Sitte'de mevcut olup, tevatür derecesine ulaþmýþtýr. Bu bakýmdan bütün Ýslâm âlimlerince "Kaza ve Kadere Ýman", iman esaslarýndan kabul edilmiþ, Ehl-i Sünnet mezhebinin ana kitaplarýnda yeralmýþtýr.

 

Tafsili imanýn üçüncü ve en yüksek derecesi, Resulullah Hz. Muhammed (as)'ýn, Allah Teâlâ tarafýndan "Kitap" ve "Sünnet" ile teblið ettiði kesin olarak bilinen ilâhî esas ve hükümlerin tamamýna ve her birine ayrý ayrý (murad-ý ilâhîye uygun olarak) iman etmektir. Daha açýk bir deyimle; Allah kelâmý olduðu tevâtür yoluyla ve kesin olarak bilinen Kur'an ayetleri ile Peygamberimizin sahih hadislerinde zikredilen namaz, oruç, zekât ve hac gibi farz ibadetleri; adam öldürmek, zina etmek, içki içmek, yalan söylemek gibi haramlarý, hülâsa her türlü emir ve yasaklarý, iman, amel ve ahlâk esaslarýný ve her biri ile ilgili dinî hükümleri gücü yettiðince öðrenerek bunlarýn farz, vâcip, haram veya helâl olduklarýný tasdik etmek ve hepsinin hak ve gerçek olduðuna ayrý ayrý iman etmek, Ýslâm'da tafsili iman derecelerinin en yükseðidir.

 

Ancak, imanýn bu derecesine ulaþabilmek, çok geniþ ve etraflý bir ilim sahibi olmayý, yani aslî (itikadî) ve fer'î (fikhî amelî) bütün dinî esas ve hükümleri ayrý ayrý öðrenip, herbirine irade ve ihtiyar ile inanmayý gerektirir. Bu ise, ancak, bu nitelikte ilim ve iman sahibi olan âlimlere, din bilginlerine nasib olur. O halde tafsili imanýn dereceleri, her müslümanýn imkân ve yeteneklerine göre deðiþir. Gerçekte her þahýs, sahip olduðu ilim ve kabiliyet ile orantýlý olarak mükellef ve sorumludur.

 

Bu bakýmdan, genel olarak herkes için farz kýlýnan iman, imanýn ilk derecesi sayýlan "Ýcmali iman"dýr. Zira, Ýslâm dairesine ancak bu ana kapýdan girilir. Ancak, bununla yetinilmeyerek, Ýslâm inançlarýnýn ana unsurlarý olan iman esaslarýný güç oranýnda öðrenmek, onlara tereddütsüz inanarak iman derecelerinde yükselmek her müslüman için gereklidir. Böyle olan kimseler, takvâ yolunda ilerlemiþ, imanlarýný kuvvetlendirmiþ, olgunlaþtýrarak kemâle erdirmiþ olurlar.

 

Ýman ile Amel Arasýndaki Münasebet

 

Yukarda verilen bilgilerden ve yapýlan açýklamalardan anlaþýldýðýna göre; gerek dilciler ve gerekse Ehl-i Sünnet âlimlerinin cumhuru (büyük çoðunluðu) nazarýnda "imanýn hakikatý"; Allah Teâlâ'nýn varlýðýný ve birliðini (ulûhiyetini ve tevhidini), Hz. Muhammed (as)'ýn peygamberliðini ve Allah'dan getirip teblið ettiklerinde sadýk olduðunu kalp ile tasdikten ibarettir. Birçok ayet ve sahih hadisler, bu hükme sarahaten delâlet etmektedir. Nitekim Hak Teâlâ Kur'an-ý Kerîm'de, "iman" kelimesini daima insanlarýn kalblerine isnat etmek suretinde ifade buyurmuþtur:

 

a)   6¢é¤ä¡ß §€ë¢Š¡2 ¤á¢ç † £í a ë  æb àí©üa ¢á¡è¡2ì¢Ü¢Ó ó©Ï  k n × Ù¡÷¬¨Û¯ë¢a

 

“...Ýþte onlarýn kalbine Allah, iman yazmýþ ve katýndan bir ruh ile onlarý desteklemiþtir...”[232]

 

b)   6¤á¢Ø¡2ì¢Ü¢Ó ó©Ï ¢æb àí©üa ¡3¢¤† í b £à Û ë

 

"...Ýman henüz kalblerinize yerleþmedi (hele bir yerleþsin)..."[233]

 

c)   ¡æb àí©üb¡2 ¥£å¡÷ à¤À¢ß ¢é¢j¤Ü Ó ë  

 

"... Kalbi iman ile (dolu ve) mutmain (müsterih) olduðu halde... " [234]

 

Peygamberimiz (as) ise; "Lâ ilâhe illallah" demesine raðmen "kâfirdir" diye bir kimseyi öldüren Üsâme'ye; "Kelime-i Tevhid'i" söylediði halde, onu niçin öldürdün?" diye sormuþ, "o bu sözü, kendisini ölümden kurtarmak için söyledi" cevabýný alýnca: "Onun kalbini yarýp ta (imaný var mý diye) baktýn mý?"[235] buyurmuþlardýr

 

Ayný âlimlere göre "dil ile ikrar"da, yukarda belirtildiði gibi, imanýn hakikatýndan bir cüz, ondan bir rükün olmayýp, bir kimsenin müslüman olduðunu bilmek ve ona Ýslâm'ýn dünyevi ahkâmýný tatbik edebilmek için zarurî görülen bir þarttýr.

 

Ýslâmî hükümlerle amel etmek, yani inanýlan dinî hükümleri bilfiil tatbik etmek ise; Ehl-i Sünnet imam ve âlimlerinin çoðunluðu nazarýnda, imanýn hakikatýna dahil deðildir. Bu hususa yukarda kaydedilen delillerden baþka þu muhkem ayetler açýk ve kesin olarak delâlet etmektedir:

 

 a)  ¢âb î¡£–Ûa ¢á¢Ø¤î Ü Ç  k¡n¢× a¢ìä ß¨a  åí©ˆ £Ûa b è¢£í a ¬b í

 

"Ey iman edenler; sizin üzerinize oruç (tutmak) farz kýlýndý." [236]

 

 Bu ve benzeri ayetlerde.[237] Önce "iman edenler" diye hitap edilmiþ, sonra müminlerin yapmalarý ve yapmamalarý gereken emir ve yasaklar bildirilmiþtir. O halde olumlu veya olumsuz olan amel, imanýn hakikatýndan olmayan, ayrý ve baþka bir þeydir.

 

b)  §pb £ä u ¤á¢è¢Ü¡¤†¢ä  ¡pb z¡Ûb £–Ûa aì¢Ü¡à Ç ë aì¢ä ß¨a  åí©ˆ £Ûa ë

 

“Ýman eden ve iyi (salih) amel isleyen kimseleri Cennetimize koruz."[238]

 

Bu ve benzeri ayetlerde,[239] salih amel imana atfediliyor ki; arapça gramer kaidesince, ancak manasý baþka olan þeyler birbiri üzerine atfedilir. Yani âtýf iþlemi, "ma'tû" ile "ma'tûfun aleyh"in baþka baþka manada olmasýný gerektirir. O halde amel, imandan baþka olup, ondan bir cüz deðildir.

 

c)  ¡pb z¡Ûb £–Ûa  å¡ß ¤3 à¤È í ¤å ß ë

 

“Kim mümin olarak, iyi ve güzel amel iþlerse..."[240]

 

Bu âyet-i kerîmede amelin makbul olmasý, imanlý olma þartýna baðlanmýþtýr. Meþrutun (yani amelin) þartta (yani imandan) dahil olmayacaðý, bilinen kural gereðidir. O halde iman ve amel. ayrý ayrý þeylerdir.

 

d)  b7 à¢è ä¤î 2 aì¢z¡Ü¤• b Ï aì¢Ü n n¤Óa  åî©ä¡ß¤ªì¢à¤Ûa  å¡ß ¡æb n 1¡ö¬b Ÿ ¤æ¡a ë

 

“Eðer müminlerden iki zümre birbirleriyle vuruþur, cenk yaparsa, aralarýný bulup onlarý sulh ediniz..."[241]

 

Bu ayet-i kerimede; birbiriyle cenk yapan büyük günah sahipleri "mü'min" diye anýldýðýna göre; iman ile haram olan adam öldürme fiilinin dahi mümin bir þahýsta birlikte bulunabileceði, dolayýsýyla her cins amelin imandan ayrý ayrý ve ondan baþka bir unsur olduðu gayet açýk olarak bildirilmektedir.

 

Bu ve benzeri ayet-i kerîmelerin sarahatýna ilaveten, herbiri birer salih amel olan ibadetlerin Allah indinde makbul olabilmesi için, önce imanýn (kalbdeki tasdikin) þart olduðunda, Ýslâm âlimleri arasýnda icma vardýr. Bu bakýmdan, kafirin yaptýðý ibadetin bir deðeri ve sevabý yoktur. Çünkü o, önce iman etmekle, sonra ibadet ve salih amelle mükelleftir. Ýnanmadan yapýlan ibadetler, Allah katýnda makbul ve muteber deðildir.

 

Yukarda zikredilen delâleti katý dinî delillere ve ulemanýn icmaýna binaen; amelin, imanýn hakîkatýndan ve aslýndan bir rükün olmadýðý açýkça anlaþýlmaktadýr.[242]

 

Her ne kadar imandan bir cüz ve rükün deðil ise de, ikisi arasýnda çok sýký bir münasebet vardýr. Çünkü ibadette ve salih amel (iyi ve güzel iþler), sahibinin imanýný olgunlaþtýrýr. Allah Teâlâ'nýn vadettiði ve Resulullah (a.s)'ýn müjdelediði ebedî nimetleri ve rýza-i ilâhîyi kazandýrýr. O halde, kalpte bulunan iman nurunu parlatmak ve kuvvetlendirerek onu kemale erdirmek için Allah'a ibadet etmek, iyi ve salih ameller yapmak gerekir. Çünkü eseri dýþ hayatta ve toplumda görülmeyen bir iman, meyve vermeyen bir aðaç gibidir.

 

Dinin de, dinin temeli olan imanýn da bir hedefi ve bir gayesi vardýr. Bu hedef, güzel ahlâk, insanlara faydalý olmak ve Allah'ýn rýzasýný kazanmaktýr. Allah Teâlâ'nýn rýzasý ise, yalnýz -bir kalp ve vicdan iþi olan- iman ile deðil; o imanýn meyvesi olan ibadetle, salih amellerle ve güzel ahlâk sahibi olmakla, yani inanýlan þeylerin icabýný bilfiil yapmakla elde edilir.

 

Esasen kalp ve gönül sahasýndan çýkmayan herhangi bir inancýn, ameli ve hayatý bir kýymeti olamaz. Çünkü bu, imaný kalpte hapsetmekten ve ondan faydalanmamaktan baþka bir þey deðildir. Hakîki iman, insaný harekete getiren, sahibini iyiye, doðruya, salih amele götüren muharrik kuvvet olmalý; eseri hayata fiilen intikal ederek mümini ve çevresini aydýnlatmalýdýr.

 

Ýþte bu da, inanýlaný, hayatta tatbik etmekle, yani; Allah'a ibadetle, Salih amel adýyla anýlarý iyi ve doðru iþler yapmakla ve güzel ahlâka ermekle olur. O halde, imansýz olarak yapýlan ibadet ve amel makbul deðilse (ve nifâk alameti sayýlýrsa), amel ve ibadete sevketmeyen ve kalpte saklý kalan iman da kâfi deðildir.

 

Öyle ise, imaný kemâle erdirmek ve olgun bir hale getirmek için, Allah'ýn emirlerine sarýlmak, yasaklarýndan kaçýnmak; yani salih amel lâzýmdýr. Ýþte ancak bu gibiler, Allah'ýn rýzasýna ve sonsuz saadete ererler.

 

Bunun içindir ki; amel imanýn hakikatine dahil deðil ise de; kemâlinden olduðunda þüphe yoktur. Bu bakýmdan, yukarda belirtildiði gibi- Selef ulemasý, hadisçiler ve bazý mezhep imamlarý, ameli imandan, yani kemâlinden saymýþlardýr. Bu görüþ, doðru ve isabetli bir görüþtür.

 

 

 

a) Ýmanýn Tanýmý

 

 

Ýman, lügatte; inanmak, tasdik etmek, bir þeye tereddütsüz ve kesin olarak inanmaktýr. Þeri manasý; kalp ile tasdik ve dil ile ikrardýr. Yani Peygamber Efendimiz (a.s)’in Allah’tan getirdiði her þeyi kalp ile tasdik etmek ve bu inancýný dil ile de açýklamaktýr.

 

Allah’a iman, Allah’ýn var olduðuna, bir olduðuna ve bütün üstün sýfatlara sahip, bütün noksan sýfatlardan uzak olduðuna kesin olarak inanmaktýr. Diðer bir deyiþle Allah’a iman, onun hakkýnda vacip, mümteni ve caiz olan sýfatlarý ve isimleri bilmek ve inanmak demektir.

 

Allah’a iman, kul ile yaratýcýsý arasýnda sürekli irtibatý saðlayan manevi bir anten ve haberleþme baðýdýr. Ýnanan bir insan Allah’a iman sayesinde, büyük bir güven içinde yaþamaktýr. Haddizatýnda insan, hayatýnýn çeþitli dönemlerinde; hastalýk, sakatlýk, güçsüzlük, ihtiyarlýk fakirlik gibi, dünyevi musibetlerle ömrü bitince de; ölüm olayý, kabir hayatý, kýyamet vakasý ve nihayet Allah’ýn huzurunda hesaba çekilmesi gibi kendisini bekleyen büyük olaylarla karþý karþýya gelmenin verdiði korkuyu, emniyete dönüþtüren Allah’a imandýr.

 

Allah’a iman, dinin temelidir. Din bütünüyle Allah’a iman esasýna dayanýr. Her þeyi yaratan, düzene koyan ve idare eden; her þeyi bilen, yerde ve gökteki her þeyin kendisine muhtaç olduðu ve kendisi hiçbir þeye muhtaç olmayan, tek olan, ezeli ve ebedi olan Allah’a inanmak, erginlik çaðýna gelmiþ ve akýllý olan her insana farzdýr. 

 

Ýnsanlýk tarihi incelendiði zaman en bedevisinden en medenisine kadar, insanlarýn bulunduðu her yerde, bazen basit ve batýl da olsa, mutlaka bir dine ve bir tanrý fikrine rastlanýr. Ne zaman ve nerede yaþamýþ olursa olsun, bütün insanlarda bir Allah fikri, tapýnma meyli ve dolayýsýyla bir din inancýnýn olduðu görülür.

 

Kelimeyi Tevhid, “La ilahe illallah” tan ibarettir. “La ilahe illallah” Ortak tutmadan bir Allah’a ibadet etmeyi ve Allah’tan gelen þeylere sýký sýkýya sarýlmayý zorunlu kýlar.  Kelimeyi Tevhidin pratikleri ise, namaz, oruç, hac, zekat, cihad vs. gereðini yaþamaktýr.

 

“La ilahe illallah”ýn gerektirdikleri hayatýn her yönünü kapsamasý mükemmel ve bir biriyle koordineli bir halde onlarý içermesi için çoðalmasý ve komplike olmuþtur. Böylece O, Allah’ýn beþeriyetin yürümesini dilediði hayat yolu olmuþtur. Bu gereklilikler iman, ibadet, hakimiyet, ahlak, fikir ve düþünce, medeniyeti gibi kurallar ve gerekliliklerdir.Yüce Allah (cc) þöyle buyuruyor:

 

 = åî©à Ûb È¤Ûa ¡£l ‰ ¡é¨£Ü¡Û ó©mb à ß ë  ôb î¤z ß ë 󩨢ޢã ë ó©m5 •  £æ¡a ¤3¢Ó

 

“De ki Þüphesiz benim namazým, ibadetlerim, hayatým ve ölümüm hepsi alemlerin Rabb-ý olan Allah içindir.”[243]

 

Tevhitsiz yasalarýn, tevhitsiz tasalarýn ve tevhitsiz talimlerin hiçbir zaman insanlýðýn hayatýna zarardan fazla fayda getirdiði söylenemez. Bilinmelidir ki, bu ümmetin Ýslam’a dönmekten baþka hiçbir pratik çözümü yoktur.

 

Tevhid, çokluðun içinde tekliðin ifa ve ispatýdýr. Yüce Allah’ý bütün varlýklar için ayýrýp ona özel bir yer ve inanç besleyerek onu çokluklar için birlemektir. Bu hem akýl için, hem kalp için, hem de eylem için geçerlidir.

 

Yani Allah düþündüklerimizin ötesinde ve özeldir.

 

-Allah, sevdiklerimizin ötesinde onun sevgisi özeldir.

 

-Allah, saygý duyduklarýmýzýn ötesinde ona olan saygýmýz özeldir.

 

-Allah, bütün varlýklardan gördüklerimizin ve beklentilerimizin ötesinde çok ama çok özel bir yeri vardýr. Ýþte bu Allah (cc) olan inancýmýzýn tevhididir.

 

Ýman konusunda “kalp ile tasdik” en ön planda yer alýr. Kalbinde tasdiki bulunmayan insan, hiçbir zaman mümin sayýlmaz. Ýnanmadýðý halde “ben Allah’a inanýyorum” diyen bir kimsenin, bu sözü, Allah katýnda bir deðer taþýmaz. Çünkü inanmadýðý halde inandýðýný söyleyen münafýk olur.

 

Münafýk, dil ile inandýðýný söyleyip de kalbiyle inanmayandýr. Buna binaendir ki, iman tamamen kalbi bir olgudur. Kalpte neyin inanýlýp ve neyin de inkar edildiðini ancak Allah bilir. Cibril hadisindeki imanýn tanýmýnda:

 

¢4좠‰  æb ×  4b Ó ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa  ó¡™ ‰  ñ Š¤í Š¢ç ó¡2 a ¤å Ç g

P¡b £äÜ¡Û a¦‹¡‰b 2 b¦ß¤ì í  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü • ¡é¨£ÜÛa

¤æ a ¢æb àí¡üa  4b Ó  ¢æb àí¡üa b ß  4b Ô Ï ¥3¢u ‰ ¢êb m b Ï

P¡s¤È j¤Ûb¡2  å¡ß¤ªì¢m ë ¡é¡Ü¢¢‰  ë ¡é¡öb Ô¡Ü¡2  ë ¡é¡n Ø¡ö 5 ß  ë ¡é¨£ÜÛb¡2 ¢å¡ß¤ªì¢m

 

“Ýman, Allah’a, meleklerine, kitaplarýna, peygamberlerine, ahiret gününe iman etmek, bir de hayýr ve þer kadere inanmak ve diriliþe inamaktýr...”[244]

 

 

 

b)  Ýmanýn Esaslarý

 

 

Ýmanýn esaslarýný þu baþlýklar altýnda incelemeye çalýþalým:

 

a) Ýman Bir Bütündür: Ýnanýlmasý emredilen hepsine top yekun inanmaktýr. Yarýsýna inanýp yarýsýný kabul etmemek; “Allah’a inanýyorum ama ahirete inanmýyorum” demek.  Bütün peygamberleri kabul etmek; “Musa ve Ýsa diye peygamber yoktur” demek gibi. Bunlar imaný parçalar.

 

b) Taklidi ve Tahkiki Ýman: Delil istemeden ve araþtýrmadan inanmaya ‘Taklidi iman’ denir. Mukallidin, dinde delilsiz olarak imana gelen kiþinin imaný geçerlidir. Sahihtir, o Ýslam’ýn bütün rükünlerine itikat etmiþ ve delilsiz ikrarda bulunmuþtur. Hidayet yoluna taklitle giren kimsenin delile giren kimseden farký yoktur. Mukallit de delil sahibi gibi amacýna ulaþýr. Taklit ederek Mekke yoluna giden ve delil ile Mekke’ye varan kiþinin hali buna örnek gösterilir. 

 

c) Ýcmali Ýman: Peygamberimizin Allah'tan alýp haber verdiði þeylerin hepsine birden, topluca inanmak demektir.Bir kimse, mânâsýný bilerek ve kabûl ederek:

 

é£ÜÛa ¢4좠‰ ¥† £à z¢ß ¢é£ÜÛa  £ü¡a  é Û¡a ü

 

"Lâ ilâhe illâllah Muhammedün resûlüllah" dese icmalî olarak îman etmiþ olur.

 

Bu cümleye Kelime-i Tevhid denir. Mânâsý þudur:

 

Lâ ilâhe illâllah: Allah’tan baþka hiçbir ilâh ve hakikî ma'bud yoktur.

 

Muhammedün resûlüllah: Muhammed (as), Allah'ýn Resûlü ve Peygamberidir.

 

d) Tafsilî Ýman: Peygamberimizin Allah'tan haber verdiði þeylerin her birini delilleriyle bilip inanmaktýr. Diðer bir ifadeyle, dinin zaruriyatýný bütün tafsilât ve teferruâtýyla öðrenip tasdik etmek demektir.

 

Dînin zaruriyâtý, Âmentü'de yer alan 6 îman esasý ile dînin namaz, oruç, hac, zekât gibi farz kýldýðý ibâdetler ve adam öldürmek, içki içmek, zinâ yapmak gibi haram saydýðý fiillerdir. Bunlarý, her Müslüman’ýn teferruâtý ile bilmesi ve inanmasý þarttýr.

 

Âmentü, her Müslüman’ýn inanmasý, kabûl edip tasdik etmesi farz olan îman esaslarýndan ibarettir.

 

Âmentü'de yer alan îman esaslarý 6'dýr ve þunlardýr:

 

اٰمَنْتُ بِٱللهِ وَمَلآَئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَٱلْيَوْمِ ٱْلاٰخِرِ وَبِٱلْقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّهِ مِنَ ٱللهِ تَعَالٰى وَٱلْبَعْثُ بَعْدَ ٱلْمَوْتِ حَقٌّ اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ ٱللهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ

 

1- Allah'a inanmak,

2- Meleklerine inanmak,

3- Kitaplarýna inanmak,

4- Peygamberlerine inanmak,

5- Âhiret gününe, öldükten sonra dirilmeye inanmak,

6- Kadere, hayýr ve þerrin Allah’tan olduðuna inanmak.

 

e) Ýman Artmaz ve Eksilmez: Bu anlaþmazlýk imanýn özüyle ilgilidir. Ýmanýn nitelikleri söz konusu olduðunda artma eksilme olur. Ama iman kalple tasdik olarak kabul edildinde artma ve eksilme olmasý söz konusu deðildir. Zira inanç þüphe ve tereddüt kabul etmez. Nitelik yönünden bazý müminlerin imaný diðerlerinden daha üstündür. Bu imanýn özü yönünden olmayýp imanýn sýfatý yönündendir.

 

f) Tasdik ve Ýnkar: Ýman edene “Mümin”, Ýnkar edene “Müþrik (Kafir”, dil ile ikrar edip kalp ile inkar edene “Münafýk” ve iman edipte gereðini ihmal sonucu yapmayana ise ”Fasýk” denilir.

 

g) Ýman ve Ýslam (Ýman ve Amel): Ýman etmek amel etmeyi gerektirir. Müslüman’ýn inandýðý ile amel etmek ve inandýðýný yaþamak mecburiyeti vardýr. Eðer inandýðýný yaþamazsa bu sefer yaþadýðý, Ýslami olmayan hayatýn kurallarýna inanmak zorunda kalýr.

 

Kitabýmýz fýkýh olmasý itibariyle, asýl iman meseleleri “Evrenin Ruh Haritasý AKAÝD adý altýnda teferruatla incelendi ve geniþçe açýklandý. Burada Ýmanýn inanca dayýlý olduðunu, amelin ise yaþama dayalý olduðunu anlatmak.

 

Ýman dinin belirttiði iman esaslarýna kalple alakalý olan þeylere inanmaktýr. Mesela: Allah’a, Kitaplara ve ahirete vs. gibi. Amel ise dinin emrettiði ameli þeyleri yaþamaktýr. Mesela: Namaz, oruç vs. gibi.

 

Ýman ile amel arasýndaki farka gelince; inanýlmasý gereken þeylerden birisi inkar edilirse küfür olmasýdýr. Amel ile ilgili þeyden birisi terk edilirse günah olmasýdýr.

 

Ýman, kalp ile alakalýdýr. Amel ise yaþam ile alakalýdýr. Her ikisi de dini içeriklidir. Yalnýz biri imandýr, diðeri de ameldir.

 

Ýman edene mümin, amel edene ise müslim denir. Yalnýz müslim olmak için mümin olmak þarttýr. Çünkü inanmayan kiþinin ameli yani namazý, orucu vs. makbul deðildir. Onun için “Her mümin müslimdir. Fakat her müslim mümin deðildir.”

 

Fýkýh konumuzla, alakalý olaný da “Mümin ve müslim” iliþkisidir. Eðer dinin namaz, oruç vs. ibadet esaslarýndan bahs edilecekse önce inançla alakalý konularýn izahatýnýn kýsada olsa yapýlmasý gereklidir.

    

 

 

c)  Ýmanýn Amentüsü

 

 

Ýmanýn Amentüsü; Hz. Cebrail (as) ile Hz.Peygamber (as) arasýndaki geçen þu hadisi þerifin kendisidir:

 

وعن عبدُاللّهِ ابْنِ عُمرَ: لو أنّ ‘حدِهم مثلَ أحُدٍ ذهباً فأنفقَهُ ما قَبلَ اللّهُ منه حتى يُؤمِنَ بالْقَدَرِ.ثُمّ قال: حَدَّثَنِى أبى عُمَرُ بنُ الخطابِ  رضى اللّه عنه قال: بَيْنَمَا نَحْنُ جُلوسٌ عِنْدَ رسُولِ اللّهِ  إذْ طَلَعَ عَلينَا رجلٌ شَديدُ بيَاضِ الثِيابِ شَديدُ سوادِ الشّعرِ  يُرَى عليهِ أثرُ السفرِ، وَ يعرفُهُ مِنَّا أحَدٌ حتى جلَسَ إلى النبىِّ  فأسندَ ركبَتَيْهِ إلى رُكْبَتَيْهِ، ووَضَعَ كَفّيْهِ عَلى فَخِذَيْهِ. وَقالَ: يامحمّدُ أخْبِرْنِى عنِ اسْمِ. فقال: ا“سْمُ أنْ تَشْهَدَ أن َ إلَهَ إّ اللّهُ، وأنّ محمّداً عَبْدُهُ ورسُولهُ، وتقِيمَ الصّةَ، وتُؤتِى الزّكَاةَ، وَتَصُومَ رَمَضَانَ، وَتَحُجَّ البَيْتَ إنِ اسْتَطَعْتَ إليهِ سَبِيً. قال: صَدقتَ. فَعَجِبْنَا لَه يَسأَلهُ ويُصَدِّقُهُ. قال: فأخْبِرْنِى عنِ ايمَانِ. قال: أنْ تُؤْمِنَ بِاللّهِ وَمََئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلهِ وَاليَوْمِ اخِرِ، وَتُؤمنَ بالْقَدَرِ خيْرِهِ وَشَرِّه. قال: صدقتَ. قال: فأخْبِرْنِى عَنِ ا“حْسانِ. قال: أنْ تَعْبُدَ اللّهَ كَأنّكَ تَراَهُ، فإن لمْ تَكُنْ تَراهُ فإنّهُ يَراكَ. قال: فَأخْبِرْنِى عنِ السّاعةِ. قال: ما الْمَسْؤُلُ عَنْهَا بأعْلَمَ منَ السائلِ. قال: فأخْبِرْنِى عَن أمَاراتِهَا؟ قال: أن تَلِدَ ا‘مّةُ رَبّتهَا، وأنْ تَرَى الحُفَاةَ العُراةَ العالَةَ »وليسَ عندَ مسلم العالَةََ« رعاء الشّاءِ يتطاوَلُونَ في البنيَانِ. قال: ثم انطلقَ فَلَبِثْتُ ملِيّاً. هذا لفظ مسلمٍ، وعندهم: فَلَبِثْتُ ثثاً ثم قال: يا عُمَرُ أتَدْرِى مَنِ السّائلُ؟ قُلتُ: اللّهُ ورَسُولُهُ أعْلمُ. قال: فَإنّّهُ جِبْريلُ عليهِ السّمِ أتاكمْ يُعَلِّمُكُمْ دِينكُمْ؛ أخرجه الخمسة إّ البخارى. وزاد أبو داودََ في أخرى بعد صوم رمضان: واغتسالَ من الجنابةِ.ولهُ في أخرى: وَسألهُ رجلٌ من مُزينَةَ أوجُهينةَ فقال: يارسُولَ اللّهِ فيمَ نَعْمَلُ، في شئ خَ وَمَضَى، أو في شئ يُسْتَأنَفُ ان؟ قال: في شئ خََ وَمَضى، فقال الرجلُ، أو بعضُ القومِ: ففيمَ العمَلُ؟ قال: إنّ أهلَ الْجَنّةِ يُيَسَّرُونَ لِعَمَلِ أهلِ الْجَنّةِ، وإنّ أهلَ النّارِ يُيَسَّرُونَ لِعَمَلِ أهلِ النّارِ.وأخرجَ البخارى رحمه اللّهُ تعالى نحْوَهُ عن أبى هريرة، وهى روايةٌ لهُمْ إّ الترمذى رحمه اللّه تعالى، وفيه: أن تعبدَ اللّهَ  تُشْرِكُ بِهِ شيئاً: مكانَ أن تشْهَدَ.وفيه: فإذا كَانَ الحُفاةُ العُراةُ رؤسَ الناسِ.وزادَ في خمس  يعْلمها إّ اللّهُ تعالى وَتََ إنّ اللّهَ عِنْدَهُ عِلْمُ السَّاعَةِ اية.وفي أخرى بعد العُراة: الصمّ البُكْمَ ملوكَ ا‘رْضِ.وَعند النسائى رحمه اللّهُ تعالى قال:  والَّذِى بعَثَ محمّداً بِالْحَقِّ هادياً وبشيراً مَا كُنْتُ بأعْلمَ بهِِ من  رجلٍ مِنْكُمْ، وإنّه لجبريلُ عليه السّمُ نزل في صورةِ دِحيةَ الكلبِىِّ.وَمَعْنى »يَتَقفَّرونَ« يتتبعون، وقوله »أُنُفٌ« بضم الهمزة والنون: أى مُحْدَثٌ لم يسبق علم اللّه تعالى به. وكذَبَ أعداء اللّه تعالى، بل علمُ اللّه تعالى سابقٌ للمعلوماتِ كلِّها.

 

Abdullah bin Ömer  (r.a)'dan: Þöyle demiþtir: Babam Ömer Ýbnu'l-Hattâb (r.a) bana þunu anlattý: "Bir gün Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem açýkta oturuyordu. (yanýna) biri gelip: "Îmân nedir?" diye sordu.[245]

"Îmân; Allâha, Meleklerine, Allâh'a mülâkî olmaða (yâni Rü'yetu'llâh'a), Peygamberlerine inanmak, kezâlik (öldükten sonra) dirilmeðe inanmaktýr." cevâbýný verdi. "Ya Ýslâm nedir?" dedi.

"Ýslâm; Allâh'a ibâdet edip (hiçbir þeyi) O'na þerîk ittihâz etmemek, namazý ikâme ve farz edilmiþ zekâtý edâ etmek, Ramazanda da oruç tutmaktýr." buyurdu. (Ondan sonra) "Ya ihsân nedir?" diye sordu.

"Allâh'a sanki görüyormuþ gibi ibâdet etmendir. Eðer sen, Allâh'ý görmüyorsan þüphesiz O, seni görür." buyurdu. "Kýyâmet ne zaman?" dedi. (Bunun üzerine) buyurdu ki: "Bu meselede sorulan, sorandan daha âlim deðildir. (Þu kadar var ki, Kýyâmetten evvel zuhûr edecek) alâmetlerini sana haber vereyim: Ne zaman (satýlmýþ) câriye, sâhibini (yâni efendisini) doðurur, kim olduklarý belirsiz deve çobanlarý (yüksek) binâ kurmakta birbiriyle yarýþa çýkarlarsa (Kýyâmetten evvelki alâmetler görünmüþ olur. Kýyâmetin vakti) Allâh'tan baþka kimsenin bilmediði beþ þeyden biridir." Ondan sonra Nebiyy-i Muhterem salla'llâhu aleyhi ve selem:

 

"Kýyamet saatini bilmek ancak Allah'a mahsustur. Yaðmuru O indirir. Rahimlerde bulunaný o bilir. Kimse yarýn ne kazanacaðýný bilmez. Ve hiç kimse nerede öleceðini bilmez..."

 

Âyet-i Kerîme'sini tilâvet buyurdu. Sonra (gelen adam) arkasýný döndü (gitti). Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem "Onu çevirin." diye emrettiyse de izini bulamadýlar. Bunun üzerine buyurdu ki iþte bu, Cibrîl (a.s)’dýr. Halka dinlerini öðretmek için geldi.

Diðer kitaplarda "Ben üç gece sonra Hz. Peygamber (a.s)'la karþýlaþtým" þeklindedir- Hz. Peygamber (a.s) Ey Ömer, sual soran bu zatýn kim olduðunu biliyor musun? dedi. Ben: "Allah ve Resûlü daha iyi bilir" deyince þu açýklamayý yaptý: "Bu Cebrail aleyhisselâmdý. Size dininizi öðretmeye geldi."

 

Ebu Dâvud, bir baþka rivayette "Ramazan orucu"ndan sonra "cünüplükten yýkanmak" maddesini de ilâve eder.

Yine Ebu Dâvud'un bir baþka rivayetinde þu ziyâde vardýr: "Müzeyne veya Cüheyne kabilesinden bir adam sordu: "Ey Allah'ýn Resûlü, hangi iþi yapýyoruz, olup bitmiþ (levh-i mahfuza kaydý geçmiþ) bir iþi mi, yoksa (henüz levh-i mahfuza geçmemiþ) þu anda yeni baþlanacak olan bir iþi mi?" Resûlullah (a.s): "Olup biten bir iþi" dedi.

Adamcaðýz -veya cemaatten biri- yine sordu: Öyleyse niye çalýþýlsýn ki? Hz. Peygamber (a.s) þu açýklamada bulundu: "Cennet ehli olanlara cennetliklerin ameli müyesser kýlýnýr, ateþ ehli olanlara da cehennemliklerin ameli müyesser kýlýnýr."

 

Benzer bir hadisi, Buhârî (rahimehullah) Ebu Hüreyre (r.a)'den kaydeder.

Bu hadise Tirmizî hâriç diðerlerinde de rastlanýr. Mevzubahis rivayette, "þehâdette bulunman" yerine "Allah'a ibadet edip hiçbir þeyi ortak koþmaman" ifadesi de yer alýr. Bu hadiste ayrýca "Yalýn ayak, üstü çýplak kimseler halkýn reisleri olduðu zaman" ziyadesi de mevcuttur.

Þu ziyade de mevcuttur: (Kýyametin ne zaman kopacaðý), Allah'tan baþka hiç kimse tarafýndan bilinmeyen beþ gayýptan (mugayyebât-ý hamse) biridir buyurdu ve þu ayeti okudu:

 

"Kýyamet saatini bilmek ancak Allah'a mahsustur. Yaðmuru O indirir. Rahimlerde bulunaný o bilir. Kimse yarýn ne kazanacaðýný bilmez. Ve hiç kimse nerede öleceðini bilmez..."[246]

 

Bir baþka rivayette "üstü çýplaklar" tâbirinden sonra "saðýr ve dilsizler arzýn melikleri (krallarý) olduklarý zaman" ziyadesi vardýr.

Nesâî'nin Sünen'inde þu ziyade mevcuttur: "Dedi ki: Hayýr, Muhammed'i hakikatle birlikte irþat ve hidayet edici olarak gönderen zâta yemin olsun, ben o hususta (kýyametin ne zaman kopacaðý hususunda) sizden birinden daha bilgili deðilim. O gelen de Cibril aleyhisselamdý. Dýhyetu'l-Kelbî suretinde inmiþtir."

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

- Okuma Parçasý -

 

 

Ýman

 

 

Ýman kendini insan üzerinde þekillendirirken, insanýn varlýklardan ayrý ve özel bir tanýmla onu tanýmlar, “MÜMÝN.”

 

Kendini Ýslam esaslarýyla þekillendiren bir insan diðer insanlardan ayrý ve özel bir tanýmla anýlýr, “MÜSLÜMAN.”

 

Ýman ve Ýslam/inanç ve amel cihetiyle insan üzerinde pratiðe dönüþtüðünde insani kamil/insani erdem olgusunu meydana getirir. Ýnsani kamil erdem; evrende meleklerin dahi saygý duyduðu bir varlýktýr.

 

Ýmanýn Amentüsü kalbe yerleþince kalpde nurlu bir aðaca dönüþür. Enerjisini yüce Allah’tan alan bu aðaç, damarlarý ruhun derinliklerine kadar iner. Ýþte bu “Hayatýn ruh haritasý AHLAK”ta þekillenip kendini gösterir. Dinin emrettiði farzlarla kalpten amelle insan üzerinde dal budak salmaya baþlar. Bu dallar insan fiillerindeki bütün davranýþlarý kapsar. Ameller ne kadar çok ve ne kadar hassasiyetle yerine getirilirse, aðacýn dallarý o kadar güzel olur.

 

Hz.Peygamber (as) sünnetiyle insanýn amelleri meyve vermeye baþlar. Farzýn tamamlayýcýsý olan sünnetler, dinin kemalidir. Eðer sünnet bir farzdan ayýrt edilirse, o zaman aðaç meyvesiz kalmýþ gibi olur. Meyvesi olmayan bir aðaç da kesilir. Müstehaplarla insanýn amellerindeki meyvelerin hamlýktan olgunlaþmasýdýr. Ham meyveler karýn aðrýtýr. Olgun meyve ise her zaman faydalý ve takdir toplar. Müstehap sünnetin tamamlanmasýdýr. Týpký dalýnda olgunlaþmayý bekleyen ham meyve gibi.            

 

Ayný þekilde dinin yasak ettiði, haramlar, mekruhlar ve mufsitler de yukarýdaki anlatýlanlarýn tersinedir.

 

Yine Ýman, kalpte bir nurdur. Ýslam o nurun yansýyan ýþýðýdýr. Bu ýþýðýn kendisine ve etrafýna faydasý ancak iman ve amelin bütünleþmesiyle mümkündür.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

5)  ÝBADETLER

 

 

a)  Tanýmý

 

b)  Ýbadetin Dinlerdeki Durumu

 

c) Ýbadet Ýnsaný Planlý ve Disiplinli Yapar

 

d)  Cemaatle Ýbadet

 

e)  Ýbadette Ýhsan Derecesi

 

f)  Mükellef ve Görevleri

 

 - Okuma Parçasý-

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

5)  ÝBADETLER

 

 

Genel Bir Bakýþ

 

 

Yüce Allah (cc) Kur’an-ý Kerim’de:

 

 ¡æë¢†¢j¤È î¡Û ü¡a  ¤ã¡üa ë  £å¡v¤Ûa ¢o¤Ô Ü  b ß ë

 

“Ben insanlarý ve Cinleri ancak ibadet etmeleri için yarattým.”[247]

 

Ýbadetlerin geçerliliði her þeyden önce saðlam ve doðru bir imana baðlýdýr. Ýmansýz hiçbir ibadet geçerli deðildir. Kiþinin fikri düþünce yapýsý da inancýna göre þekillenir.

 

Ýbadet eden bir kiþi toplumun örnek insanýdýr. Ýbadetle beslenen iman sarsýlmaz bir durum kazanýr. Kalbi hassas ve duyarlý bir hal alýr, taþlaþmaz. Besinsiz kalan zayýf düþen vücudun hastalýklara karþý direnci çok azdýr veya hiç yoktur.

 

Ýþte ibadetsiz, inançsýz kiþinin de fikir ve vicdan yapýsý böyle zayýftýr. Her an esen rüzgara göre yön deðiþtirir. Boþ kalan kalbine her türlü þer akýmlarý hücum eder. Bundan hem kendisi hem de toplum zararlý çýkar.

 

Ýbadet edenlerin davranýþlarý akýl kurallarýna uygun biçimdedir. Yadýrganmaz, horlanmaz. Çünkü onu Allah ve Resulü sever. Giyim, kuþamýnýn, saç, sakal temizliðinin, tipinin belli þekilde olmasýný gerektirir.

 

Çok yönlü yararlarý olan ibadetlerimiz, moral ve fikir bakýmýndan istikrarlý bir hayat tarzý sürmeyi saðlar. Ýbadetini hakkýyla yerine getiren, bunun huzurunu duyar. Ýbadetli kiþilerden oluþan aile ve toplumlar da fikir yapýsý saðlam, maneviyat gücü yüksektir. Karþýlaþtýklarý ani ve anormal durumlar onlarý kolay etkilemez, korkutmaz, ümitsizliðe düþürmez.

 

Beþ vakit namaz kýlan kiþi günlük yaþayýþýný ona ayarlayacaktýr. Zekat verecek kiþi, malýnýn hesabýný, kitabýný o konudaki hükümlere göre yürütecektir. Yeme ve içmede israf  haramdýr. Zamaný deðerlendirme bakýmýndan Allah ve Resulü’nün emirlerine göre hareket eder.

 

Beden bakýmýndan ibadetin yararlarý, bedenimize etkisi sayýsýzdýr. Ýslam ibadetlerin ifasýnda temiz bir çevre, temiz bir elbise, saðlýklý bir vücud ve helal bir kazancý öngörür.

 

Ýbadetlerin asýl amacý kiþinin kendini ve yaratýcýsýný bilmesidir. Bu amaç gerçekleþmediði sürece yapýlan ibadetlerin de bir anlamý kalmaz.

 

Bu giriþten sonra, “abd” ve “abid” konularýný açýklamaya çalýþalým.Abd: Kul, köle, mahlûk, insan. Ýtaat etmek, boyun eðmek, tevâzu göstermek, daha açýk bir ifade ile kiþinin bir kimseye, ona isyan etmeden ve ondan yüz çevirmeksizin itaat etmesidir. Abd kelimesinin mastarý olan ubudiyyet (kulluk etmek) insanýn sýfatýdýr. Sâmî menþeli olduðu için; Ýbrânîce'de ve diðer akraba dillerde de görülen Abd kelimesi, Arapça'da bazý hususiyetler ifade etmektedir. insanýn yaratýlýþ hikmetinin Allah'u Teâlâ (cc)'ya kulluða dayandýðý Kur’an’la sabittir.

 

 6 3î©ö¬a Š¤¡a ¬ó©ä 2  p¤† £j Ç ¤æ a  £ó Ü Ç b è¢£ä¢à m ¥ò à¤È¡ã  Ù¤Ü¡m ë

 

"Bana karþý imtihan ettiðin -baþýma kaktýðýn- ganimet, Ýsrailoðullarýný kendine kul -köle- edindiðin için. " ifâdesindeki meâl, Musa (as)'ýn Firavuna cevabýnda olduðu gibi "kul", "köle" edindin demektir.”[248]

 

Abd kelimesinin mastarý olan ubûdiyet ve kulluk, insanýn; rubûbiyet ise Allah'ýn sýfatýdýr. Zaman zaman müstekbir ve mütekebbir insanlar, ilâhlýk taslayarak Allah'a ait vasýflarýn kendilerinde de bulunduðunu iddia ederler. Bilhassa hüküm vermede ve kanun yapmada bu durum kendini açýkça belli eder. Cenâb-ý Hak ise bu durum karþýsýnda bütün insanlarýn kul olduðunu, hüküm koymanýn yalnýz Allah'a ait olduðunu, bir insanýn Allah'ýn hükümlerine baðlý kalarak mükemmel bir kul ve insan olacaðý üzerinde Kur'ân'da ýsrarla durmuþtur.

 

Kur'ân-ý Kerim'de:

 

 ¡æë¢†¢j¤È î¡Û ü¡a  ¤ã¡üa ë  £å¡v¤Ûa ¢o¤Ô Ü  b ß ë

 

"Cinleri ve insanlarý, bana ibadet etmeleri için yarattým"[249] hükmü beyan buyurulmuþtur.

 

Bütün peygamberler abd olduklarýný övünerek söylemiþlerdir. Hýristiyanlar tarafýndan ilâh olduðu ileri sürülen Hz. Ýsa (as) bu iddiayý kesinlikle reddederek Kur'ân-ý Kerim'in tabiriyle þöyle der:

 

 =b¦£î¡j ã ó©ä Ü È u ë  lb n¡Ø¤Ûa  ó¡ãb m¨a ® ¡é¨£ÜÛa ¢†¤j Ç ó©£ã¡a  4b Ó

 

“Çocuk þöyle dedi: "Ben, Allah'ýn kuluyum. O, bana Kitab'ý verdi ve beni peygamber yaptý."[250]

 

 6¥la £ë a ¢é £ã¡a 6¢†¤j È¤Ûa  á¤È¡ã 6 å¨à¤î Ü¢  …@¢ëa †¡Û b ä¤j ç ë ë

 

“Biz Davud'a Süleyman'ý verdik. Süleyman ne güzel bir kuldu! Doðrusu o, daima Allah'a yönelirdi”[251] diye buyrulurken Hz. Eyyüb (as) hakkýnda da sabrýndan dolayý þöyle ifade edilmektedir:

 

وَخُذْ بِيَدِكَ ضِغْثًا فَاضْرِبْ بِه وَلَا تَحْنَثْ اِنَّا وَجَدْنَاهُ صَابِرًا نِعْمَ الْعَبْدُ اِنَّهُ اَوَّابٌ

 

“Eline bir demet sap al da onunla vur, yeminini böyle yerine getir. Gerçekten biz Eyyub'u sabýrlý (bir kul) bulmuþtuk. O, ne iyi kuldu! Daima Allah'a yönelirdi.” [252]

 

Kur'ân-ý Kerim'de birçok isim ve sýfatla anýlan Hz. Peygamber (as) için en þerefli isim olarak "abd" tabiri kullanýlmaktadýr. Cenâb-ý Allah'a en yakýn bulunduðu Mîrac gecesinde kendisinden "abd" diye sözedilmektedir.[253]

 

Rasûlullah (as)'ýn "abd" yönü ve özelliði rasûl sýfatýndan daha üstündür. Zira kul olma yönüyle Hakk'a ubûdiyet özelliðini yansýtýr; rasûl yönüyle ise insanlara teblið özelliðini ifade eder. Allah'a yönelik kul olma özelliði, halka yönelik rasûl özelliðinden daha önemli ve daha üstündür. Bundan dolayý da Kelime-i Þehâdet ve Kelime-i Tevhid'de önce abd (kul) sýfatý sonra rasûl sýfatý zikredilmektedir.

 

Ayný þekilde Cenâb-ý Hakk Kur'ân-ý Kerim'de:

 

²b6¦u ì¡Ç ¢é Û ¤3 È¤v í ¤á Û ë  lb n¡Ø¤Ûa ¡ê¡†¤j Ç ó¨Ü Ç  4 Œ¤ã a ô¬©ˆ £Ûa ¡é¨£Ü¡Û ¢†¤à z¤Û a

 

“Hamd olsun Allah'a ki kulu (Muhammed'e), Kitab'ý indirdi ve ona hiçbir eðrilik koymadý”[254]  âyetiyle peygamberlik görevinden söz ederken Rasûlullah'tan "kul" diye söz etmektedir.

 

Hz. Âdem (as)'den itibaren bütün peygamberler insanlarý, Allah'u Teâlâ (cc)'ya ibadet etmeye davet etmiþlerdir. Nitekim Kur'ân-ý Kerim'de:

 

وَلَقَدْ بَعَثْنَا فى كُلِّ اُمَّةٍ رَسُولًا اَنِ اعْبُدُوا اللّهَ وَاجْتَنِبُوا الطَّاغُوتَ فَمِنْهُمْ مَنْ هَدَى اللّهُ وَمِنْهُمْ مَنْ حَقَّتْ عَلَيْهِ الضَّلَالَةُ فَسيرُوا فِى الْاَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّبينَ

 

“Andolsun ki biz, "Allah'a kulluk edin ve Tâðut'tan sakýnýn" diye (emretmeleri için) her ümmete bir peygamber gönderdik. Allah, onlardan bir kýsmýný doðru yola iletti. Onlardan bir kýsmý da sapýklýðý hak ettiler. Yeryüzünde gezin de görün, inkâr edenlerin sonu nasýl olmuþtur!"[255]  buyurulmaktadýr. Bilindiði gibi tâðut; Allah'u Teâlâ (cc)'nýn indirdiði hükümlere karþý ayaklanan (tuðyan eden) her güce verilen bir isimdir. Bunun insan olmasý, þeytan olmasý, put olmasý veya bir ideoloji olmasý, mahiyetini deðiþtirmez.

 

Nitekim:

 

اَلَّذينَ امَنُوا يُقَاتِلُونَ فى سَبيلِ اللّهِ وَالَّذينَ كَفَرُوا يُقَاتِلُونَ فى سَبيلِ الطَّاغُوتِ فَقَاتِلُوا اَوْلِيَاءَ الشَّيْطَانِ اِنَّ كَيْدَ الشَّيْطَانِ كَانَ ضَعيفًا

 

“Ýman edenler Allah yolunda savaþýrlar, inanmayanlar ise tâðut (bâtýl davalar ve þeytan) yolunda savaþýrlar. O halde þeytanýn dostlarýna karþý savaþýn; þüphe yok ki þeytanýn kurduðu düzen zayýftýr”[256] âyet-i kerimesi insanlarýn, ya Allah'a iman edip O'nun dini için cihad edeceklerini, ya da küfredip (kâfir olup) tâðut yolunda savaþacaðýný sarih olarak ortaya koymuþtur. Bu iki hâlin dýþýnda, üçüncü bir hâlden söz etmek mümkün deðildir. Bu mücadelenin ortaya çýkardýðý hukûkî bir durum "abd" kavramý ile alâkalýdýr. Þöyle ki; abd kelimesi, köle mânâsýna da kullanýlmýþtýr.[257] Þimdi bu mâhiyet üzerinde kýsaca duralým.

 

Ruhlar âleminde iken Allah'u Teâlâ (cc) bütün insanlardan "mîsak" almýþtýr. Bu bir anlamda Allah'u Teâlâ (cc) ile insanlar arasýnda tahakkuk eden mânevî bir mukaveledir. Her mü'min "Ne zamandan beri müslümansýn?" suâline; "Kâlû Belâ'dan beri" diyerek, bu manevî mukâveleyi ikrar eder. Kur'ân-ý Kerim'de; Allah (c.c.)'ýn "emâneti" göklere, daðlara ve yeryüzüne teklif ettiðini, onlarýn bu emanetin aðýrlýðý karþýsýnda endiþeye düþtükleri, insanýn ise kendi iradesiyle yüklendiði bildirilmiþtir.[258]

 

Emânet; Allah'u Teâlâ (c.c.)'nýn tekliflerinin tamamýna verilen isimdir. Ruhlar âleminde gerçekleþen mîsak ve yüklenilen emânet sebebiyle; insan, yeryüzünde Allah (c.c.)'ýn halîfesi hükmündedir. Rasûl-i Ekrem (as)'ýn:

 

مَامِنْ مولودٍ إّلآ يولدُ علَى الفطرةِ.

 

"Her doðan çocuk muhakkak Ýslâm fýtratý üzerine doðar"[259] müjdesi sarihtir. insan; dünyaya geldikten sonra mîsaký unutur, emânete ihanet eder ve Ýslâm'a karþý savaþýrsa "kölelik" (abd, rakik, memlûk, cariye vs...) gündeme girer.

 

Nitekim Molla Hüsrev: "Kölelik; tevhid akîdesinden yüz çevirmenin cezasý olarak, Allah'u Teâlâ (c.c.)'nýn takdir ettiði bir hakirliktir"[260] demiþtir.

 

Ýbn Âbidîn'de bu konuyla ilgili olarak þu hükümlere yer verilmiþtir: "Bulunan çocuk (lâkit) bütün hükümlerde hürdür. Hattâ kazf (zina isnadý iftirasý) edene, had vurulur. Çünkü âdemoðlu için asýl olan hürriyettir. Zira insanlar müslümanlarýn en hayýrlýlarý olan, Hz. Adem ile Hz. Havva'nýn çocuklarýdýrlar. Bazý insanlardaki kölelik hâli ise, daha sonra ortaya çýkan küfür sebebiyle meydana gelmiþtir."

 

Dikkat edilirse köleliðin tahakkuku, ruhlar âleminde gerçekleþen mîsaký reddetmek ve emânete ihanet ederek Ýslâm'a karþý savaþmakla ilgilidir. Müsteþriklerin (veya onlarý taklid eden kimselerin) iddia ettikleri gibi kaba kuvvetle alâkasý yoktur. Rasûlullah (as)'ýn hür bir insaný, kuvvet kullanarak kendisine hizmetçi yapanýn namazýnýn asla kabul edilmeyeceðini ve kýyâmet gününde onun karþýsýnda olacaðýný ifade ettiði bilinmektedir.[261]

 

Dolayýsýyla bir Ýslâm beldesi kâfirlerin istilâsýna uðrarsa, o beldedeki müslümanlar "esir" olabilirler, ancak kat'iyyen "köle" olamazlar.

 

Râgýp el-Ýsfahânî; "abd" kavramýnýn Kur'ân-ý Kerim'de dört ayrý mahiyeti ifade için kullanýldýðýný kaydeder.

 

Bunlar:

1) Hukûkî açýdan köle mânâsýna: el-Bakara Sûresi'nin 221. âyetinde olduðu gibi.[262]

 

2) Yaratýlmasý bakýmýndan abd: Bu mâhiyette, sadece Allah'u Teâlâ (cc)’ya nisbet edilerek kullanýlýr. Çünkü hepiniz Allah'u Teâlâ (cc) 'nýn kullarýsýnýz.

 

3) Allah'a kulluk yapmasý açýsýndan abd: Ýster hür, ister köle olsun þer'î hududlara riâyet eden kimse.

 

4) Dünya’ya ve dünya servetine kul haline gelen abd: Rasûl-i Ekrem (as)'ýn: "Kahrolsun altýna, gümüþe ve lükse kul olan insan"[263] diye zemmettiði kimseler.

 

Kelime-i Þehâdet getirirken; bütün ilâhlarý reddettiðimizi, sadece Allah'u Teâlâ (cc)'ya iman ettiðimizi, Peygamber Efendimizin (as) önce "abd" (kul), sonra "rasûl" olduðunu ikrar ve tasdik ediyoruz. Dikkat edilirse, kelime-i þehâdette geçen kavramlardan birisi de "abd" kavramýdýr. Ýnsanýn sýfatý; Allah'u Teâlâ (cc)'ya kul olmasýdýr: Eðer bu sýfat kaybedilirse, tâðut'un esiri haline gelme tehlikesi mevcuttur. Allah'u Teâlâ (cc)'ya kulluk eden kimseye "hür insan", tâðuta kulluk edene de "köle" denilir. Bu mahiyet asla unutulmamalýdýr.[264]

 

Âbid: Ýbâdete düþkün, çok ibâdet eden kimse. Çoðulu ubbâd, âbidîn ve âbidûn'dir. Kur'ân'da tekil ve çoðul hâliyle, toplam oniki yerde geçer. Bir âyet-i kerime þöyledir:

 

اَلتَّائِبُونَ الْعَابِدُونَ الْحَامِدُونَ السَّائِحُونَ الرَّاكِعُونَ السَّاجِدُونَ الْامِرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَالنَّاهُونَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَالْحَافِظُونَ لِحُدُودِ اللّهِ وَبَشِّرِ الْمُؤْمِنينَ

 

“(Bu alýþ veriþi yapanlar), tevbe edenler, ibadet edenler, hamdedenler, oruç tutanlar, rükû edenler, secde edenler, iyiliði emredip kötülükten alýkoyanlar ve Allah'ýn sýnýrlarýný koruyanlardýr. O müminleri müjdele!"[265]

 

Âbid kelimesi hadis-i þeriflerde de "ibâdete düþkün" anlamýný ifâde eder. Ancak hadislerde ilimsiz ibâdet düþkünlüðü ile ahlâkî olgunluða ulaþmamýþ bir âbidliðin deðerinin olmadýðý anlatýlýr:

-"Âlim kiþinin, (âlim olmayan) âbid üzerine üstünlüðü, ayýn yýldýzlara olan üstünlüðü gibidir. Ya da benim, sahâbilerimden en aþaðý seviyede bulunana üstünlüðüm gibidir."[266]

-"Cömerd fakat câhil olan kiþi, âbid fakat cimri olan kimseye nazaran Allah nezdinde daha makbûldur."[267]

 

Hz. Peygamber ve hulefâ-i râþidin devrinden sonra Ýslâm devletinin sýnýrlarýnýn geniþleyerek müslümanlarýn büyük bir servete sahip olmasý, devlet idarecileriyle halkýn zenginlerinden bir kýsmýnýn dünya malýna fazlaca raðbet etmeleri, samimi müslümanlarýn tepkisini doðurdu. Hz. Peygamber ve ashâbýnýn sade ve gösteriþsiz, yaþantýsýna özlem duyan bazý insanlar, dünyaya deðer vermeden, halkýn arasýndan uzaklaþarak kendilerini Hakk'a ibâdete verdiler.

 

Halkýn büyük bir bölümünün lüks ve refah peþinde koþtuðu bir dönemde böyle bir hayatý tercih ederek kendilerini ibâdete verenlere bir ayrýcalýk olmak üzere "âbid", "zâhid" ve "nâsik" gibi adlar verildi. Ýlk Âbidler diyebileceðimiz bu kiþilerin çoðu, ilim ve amelle meþgul kimselerdi. Þu kadar var ki, âbid kelimesi tasavvuf literatüründe pek kullanýlmamýþ ve tasavvuf lügatlerine girmemiþtir.

 

Tasavvufta âbid yerine daha çok ârif ve âþýk terimleri benimsenmiþtir. Ýlk mutasavvýflardan Bâyezid-i Bistâmî "Abîd hâl ile ibâdet eden, vâsýl-ârif ise içinde bulunduðu hâl ibâdet olan kimsedir" der.[268]

 

Ýbnu'l-Cellâ, "Zâhid; övme ve yerme, nazarýnda eþit olana, âbid; farzlarý ilk vaktinde kýlana, muvahhid; her þeyi Allah'tan bilene denir" diyerek âbid, zâhid ve muvahhid arasýndaki nüansý ifâde etmektedir.

 

 

 

a) Tanýmý

 

 

Ýbadet: Tapmak, kulluk yapmak, itaat etmek, boyun eðmek. Niyete baðlý olarak yapýlmasýnda sevap olan, Cenab-ý Hakka yakýnlýk ifade eden ve özel bir þekilde yapýlan taat ve fiillerden ibarettir. Bu, bizi yoktan var eden, bize sayýsýz nimetler bahþeden yüce Allah'ý ta'zîm (ululamak, yüceltmek) amacýyla güden bir kulluk görevidir.[269]

 

Bu duruma göre ibadet, Cenab-ý Allah'a karþý gösterilen saygý ve hürmetin, en yüksek derecesini ifade eder. En geniþ anlamda ibadet, Allah'ýn hoþnut ve razý olduðu bütün fiil ve davranýþlarý kapsamýna alýr. Ýslam'da ibadet, yalnýz Allah için yapýlýr. Peygamber veya diðer insanlar için ibadet asla söz konusu olmaz. Kur'an-ý Kerîm'de, yeryüzündeki tüm insanlar için þu çaðrýda bulunulur:

 

يَا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمُ الَّذى خَلَقَكُمْ وَالَّذينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ

 

“Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz. Umulur ki, böylece korunmuþ (Allah'ýn azabýndan kendinizi kurtarmýþ) olursunuz.”[270]

 

 Ýslâm inancýnda, Allah'tan baþkasýna tapma, tevhîd inancý ile çeliþir ve kiþiyi niyetine göre dinden çýkarabilir. Putlara tapan müþriklere, cevap olmak üzere inen el-Kâfîrûn Sûresi konuyu þu esasa baðlar:

 

 = æë¢Š¡Ïb Ø¤Ûa b è¢£í a ¬b í ¤3¢Ó

 

“(Resûlüm!) De ki: Ey kâfirler!

 

 = æë¢†¢j¤È mb ß ¢†¢j¤Ç a ¬ü

 

Ben sizin tapmakta olduklarýnýza tapmam.

 

 7¢†¢j¤Ç a ¬b ß  æë¢†¡2b Ç ¤á¢n¤ã a ¬ü ë

 

Siz de benim taptýðýma tapmýyorsunuz.

 

 =¤á¢m¤† j Çb ß ¥†¡2b Ç ¯b ã a ¬ü ë

 

Ben de sizin taptýklarýnýza asla tapacak deðilim.

 

 6¢†¢j¤Ç a ¬b ß  æë¢†¡2b Ç ¤á¢n¤ã a ¬ü ë

 

Evet, siz de benim taptýðýma tapýyor deðilsiniz.

 

 ¡åí©…  ó¡Û ë ¤á¢Ø¢äí©… ¤á¢Ø Û

 

Sizin dininiz size, benim dinim de banadýr.”[271]

 

Hz. Ýsa'yý ilâh ve Allah'ýn oðlu tanýyarak, ona ibadet edenler için âyette þöyle buyurulur: "Þüphesiz, Allah, Meryem oðlu Ýsa Mesih'tir, diyenler kâfir oldular. Oysa Mesih onlara þöyle demiþti:

 

لَقَدْ كَفَرَ الَّذينَ قَالُوا اِنَّ اللّهَ هُوَ الْمَسيحُ ابْنُ مَرْيَمَ وَقَالَ الْمَسيحُ يَا بَنى اِسْرَائلَ اعْبُدُوا اللّهَ رَبّى وَرَبَّكُمْ اِنَّهُ مَنْ يُشْرِكْ بِاللّهِ فَقَدْ حَرَّمَ اللّهُ عَلَيْهِ الْجَنَّةَ وَمَاْويهُ النَّارُ وَمَا لِلظَّالِمينَ مِنْ اَنْصَارٍ

 

“Andolsun ki "Allah, kesinlikle Meryem oðlu Mesîh'tir" diyenler kâfir olmuþlardýr. Halbuki Mesîh "Ey Ýsrailoðullarý! Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a kulluk ediniz. Biliniz ki kim Allah'a ortak koþarsa muhakkak Allah ona cenneti haram kýlar; artýk onun yeri ateþtir ve zalimler için yardýmcýlar yoktur" demiþti.[272]

 

Allah'a kulluk edenlerin, ilâhî duygular içinde, yeni ve mânevî bir ortamýn rengini alacaklarý, âyette þöyle ifade buyurulur:

 

  æë¢†¡2b Ç ¢é Û ¢å¤z ã ë 9¦ò Ì¤j¡• ¡é¨£ÜÛa  å¡ß ¢å Ž¤y a ¤å ß ë 7¡é¨£ÜÛa  ò Ì¤j¡•

 

“Allah'ýn (verdiði) rengiyle boyandýk. Allah'tan daha güzel rengi kim verebilir? Biz ancak O'na kulluk ederiz (deyin.)”[273]

 

Hz. Peygamber'in vefatýndan sonra, Sahabenin çok üzülmesi, O'nun âhirete intikaline inanmayacak derecede bazý davranýþlar göstermesi ve meselâ Hz. Ömer'in kýlýcýný çekerek "Kim Muhammed öldü derse, baþýný uçurum" gibi sözler sarfetmesi üzerine, ilk halîfe Hz. Ebû Bekir, Ashâb-ý kiramý toplayarak büyük bir soðukkanlýlýkla þöyle demiþtir: "Dikkat ediniz, kim Muhammed'e tapýyorsa, bilsin ki, Muhammed ölmüþtür. Kim de Allah'a ibadet ediyorsa, þüphesiz Allah ölümsüz ve Bâkidir sonu yoktur."[274]

 

Ýslâm'a göre, insanýn yaratýlýþ gayesi Allah'a ibadet etmektir. Kur'an-ý Kerîm'de þöyle buyurulur:

 

 ¡æë¢†¢j¤È î¡Û ü¡a  ¤ã¡üa ë  £å¡v¤Ûa ¢o¤Ô Ü  b ß ë

 

"Ben cinleri ve insanlarý ancak bana ibadet etsinler diye yarattým.”[275]

 

Ýslâm'da ameller niyetlere göredir. Amellerden beklenen ecir ve sevabýn alabilmesi, ibâdetin yapýlmasýndan daha çok, niyetin hâlis ve katkýsýz olmasýna baðlýdýr.

 

Hadîste:

 

Pô ì ãb ß §ªô¡Š¤ßa ¡£3¢Ø¡Û b à £ã¡a ë ¡pb £î¡£äÛb¡2 ¢4b à¤Ç üa b à £ã¡a

 

"Ameller niyetlere göredir. Her bir kimse için niyet ettiði þey vardýr.” [276]

 

Ýbadet, yapanýn niyet ve maksadýna göre üç dereceye ayrýlýr.

1) Allah'a, sevabýný umarak ve azabýndan korkarak ibadet etmek. Yani Cennet ümidi veya Cehennem korkusu ile ibadet etmek.

2) Allah'a ibadetle þereflenmek veya onun emirlerine uymak ve kabul etmiþ olmak için ibadet etmek.

3) Allah'a, ibadet ve tâzime lâyýk olduðu için ibadet etmek. Bu ibadetin en yüksek derecesidir.[277]

 

Bu dereceye hadiste "ihsan" derecesi denir. Cibril hadisinde, Cebrail aleyhisselâmýn Rasûlullah (as) ve sorduðu sorulardan birisi de "ihsan" olmuþtur. Hz. Peygamber buna þöyle cevap vermiþtir; "Ýhsan; Allah'a sanki O'nu görüyormuþsun gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da O seni görmektedir.”[278]

 

Dolayýsýyla Ýslâm'da ibadet insanýn bütün davranýþlarýný kapsar. Bunlardan baþka bir de dünya ile ilgili bir takým faydalarý olduðu için ibadet etmek vardýr ki, buna ibadet etmek bile doðru deðildir.

 

Ýslâm'da Ýbadet, Kýsa Tanýmý Ýle Üç Þekilde Yapýlýr

 

a) Beden ile yapýlan ibadetler: Namaz ve oruç gibi ibadetler bu çeþit bir ibadettir. Beden ile yapýlan ibadetlerde baþka birini vekil tayin etmek câiz deðildir. Yani bir kimse baþka birinin yerine namaz kýlamadýðý gibi, oruç da tutamaz. Bunlarý herkes kendi yapmalýdýr.

 

b) Mal ile yapýlan ibadetler: Ýslâm'ýn beþ þartýndan biri olan zekât bu çeþit bir ibadettir. Mal ile yapýlan ibadetlerde baþka birini vekil yapmak câizdir.

 

c) Hem beden hem de mal ile yapýlan ibadetler: Hac böyle bir ibadettir. Parasý olduðu halde hacca gitmekten âciz olan veya herhangi bir özürden dolayý hac vazifesini yapamayan bir kimsenin baþka birini yerine vekil göndermesi caizdir.

 

 

  

b) Ýbadetlerin  Dinlerdeki Durumu

 

 

Evvela hiçbir dinde Allah inkar edilmemiþtir. Fakat insanlar kendileriyle Allah arasýna bir takým aracýlar koyup bunlara saygý gösterip tazim ederek Allah’a ibadet ettiklerini zan etmiþlerdir.

 

1) Yahudiler: Yahudiler Hz.Üzeyir (a.s) Allah’ýn oðlu demiþlerdi ve ona saygý göstermekle Allah’a ibadet ettiðini zan ediyorlardý.

 

2) Hýristiyanlar: Bunlar; Yahudiler gibi “Ýsa (a.s) Allah’ýn oðludur” demiþlerdi. Ýsa (a.s) ve Meryem Hatuna saygý göstermekle Allah’a ibadet ettikleri zan ediyorlardý.

 

3) Budistler: Budist dininin peygamberi Konfüçyüs’tür. Allah’tan baþka saygý gösterip taptýklarý ise Ýnektir.

 

4) Mecusiler: Ateþe tapan Mecusiler. Her þeyin ateþe muhtaç olduðunu savunarak, Allah’ýn dýþýnda en kutsal þeyin ateþ olduðunu savunurlar ve gösterirler

 

5) Ýslamiyet: Son ilahi din olarak Ýslam, Allah’la insan arasýna hiç kimsenin girmesine müsaade etmez. Allah haricindeki bütün insan ve nesneleri reddetmek. Namaz ve dua ile direk Allah’la buluþma huzurunu, huþuunu yaþayýp ibadet biçimini savunur.              

 

 

 

c) Ýbadetler Ýnsaný Planlý Yapar

 

 

Bedenimizin gerekli gýdalara ihtiyacý olduðu gibi ruhumuzun da gýdaya ihtiyacý vardýr. Ruhun gýdasý iman ve ibadetlerdir. Ýbadetler ruhumuzu yükseltir. Bizi kötülüklerden sakýndýrýr, ahlakýmýzý olgunlaþtýrýr, en deðerli varlýðýmýz olan imanýmýzý korur.

 

Hayatta insanýn çeþitli sýkýntýlarla karþýlaþýp ümitsizliðe ve bunalýma düþtüðü zamanlar olur. Böyle durumlarda insan ibadetle bunalýmdan kurtulur. Çünkü insan ibadet sayesinde Allah’a yaklaþýr.

 

Onun rahmetine sýðýnýr ve huzura kavuþur. Ýbadetlerimizin ruhumuza olduðu gibi bedenimize bir çok faydalarý vardýr.

 

Ýbâdet, Hayatýn Tüm Alanlarýný Kuþatýr

 

Ýbâdet, hayat yolunun bütünüdür. Namaz, oruç gibi ibâdetler, insanýn azýðýný ikmal ettiði, enerji depolanan istasyonlardýr. Azýk bittikçe ve yolcu, önündeki istasyona her uðrayýþýnda yeni bir enerji ve azýk aldýðý duraklardýr namazlar, oruçlar. Bu dinde ibâdet anlayýþý ve yolu geniþ kapsamlýdýr. Ýnsanlarýn ibâdet diye isimlendirmekte birleþtikleri bir takým taabbudî sembollerle sýnýrlý deðildir. Bu semboller -bütün önemlerine raðmen- farz kýlýnan ibâdetin sadece bir parçasýdýr.

 

قُلْ اِنَّ صَلَاتى وَنُسُكى وَمَحْيَاىَ وَمَمَاتى لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمينَ () لَا شَريكَ لَهُ وَبِذلِكَ اُمِرْتُ وَاَنَا اَوَّلُ الْمُسْلِمينَ

 

"De ki: Þüphesiz benim namazým, kurbaným, ibâdetlerim, hayatým ve ölümüm ortaðý olmayan Rabb’ul âlemîn Allah içindir. O'nun hiçbir ortaðý yoktur."[279]

 

Namaz ve kurban, sembolleri temsil ediyor; fakat gaye bundan daha büyüktür. Gaye ölünceye kadar hayatýn tümünün, hatta bizzat hayatýn, ortaðý olmayan Allah'a yöneltilmiþ bir ibâdet olmasýdýr. Yani ibâdet; her âný, her iþi, her fikri, her duyguyu kapsýyor.

 

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ

 

"Ben cinleri ve insanlarý ancak bana kulluk/ibâdet etsinler diye yarattým."[280]

 

Cinlerin ve insanlarýn yaratýlýþ hedefi Allah'a ibâdete hasredildiðine göre, hayatýn bütününü ölünceye kadar sadece þeklî farzlar doldurabilir mi? Bu, ancak ibâdetin hayatýn her yönünü kapsamasý durumunda gerçekleþir. Bu da bilfiil Ýslâm'da vardýr. Þeklî ibâdetler namaz da olsa, zekât, oruç veya hac da olsa, belirli bir süreyi kapsar. Ya da kiþi nâfilelerle bu süreyi arttýrabilir. Fakat hayatýn bütün alanýný dolduramaz. Bu þekilde ancak Allah'ýn nurdan yarattýðý melekler ibâdet edebilir.[281]

 

Yoksa insanoðlu bütün vakitlerini klasik ibadetlerle geçiremez. Ýnsanýn usanan bir bedeni, daðýlan bir aklý vardýr. Bu yüzden usanmaksýzýn gece-gündüz Allah'ý tesbih edemez. Zaten Allah da onu bununla mükellef kýlmamýþtýr. Allah, her kiþiye ancak gücünün yettiðini yükler. Allah onu bu yapýda yaratmýþtýr; onun gücünün sýnýrlarýný biliyor, güç yetiremeyeceði þeyi teklif etmiyor. Bununla beraber, onun bütün hayatý Allah için olmalýdýr. Zira Allah, onu sadece ibâdet için yaratmýþtýr.

 

Peki bu, istenilen ibâdetler sadece þekilsel ibâdetlerde kalýrsa gerçekleþebilir mi? Bu, ancak ibâdetin manasýnýn geniþleyip yeryüzündeki insanýn bütün eylemlerinin ona dahil olmasýyla gerçekleþir. Bu da her türlü amelin tevhide baðlanýp, tevhidin de bütün gerektirdikleriyle hayat tarzý olduðunda mümkündür.

 

Siyaset ibâdettir... Allah'ýn þeriatýný tatbik olduðunda, yeryüzü gerçeklerine göre Rabbânî adâlet tatbik olduðunda, insanlarý tek bir ilâha kulluk ettirdiðinde, tâðutlardan kurtarýp hürriyete kavuþturduðunda siyaset ibâdettir.

 

Ýktisadî dinamizm ibâdettir... Para, helâl kazançtan elde ediliyorsa; para ve mal biriktirilip, bunlarla hayra dâvet ve þerle savaþ oluyorsa;  kazanýlan para temiz iþlere harcanýyorsa o meþrû iþ, iktisadî birikimler ve para ibâdettir.

 

Sanat etkinlikleri de ibâdettir... Meþrû olan sanat türleriyle Hakka dâvet ve kötülüklerle savaþ olduðunda, Rabbânî anlayýþ gereðince yeryüzünü îmar ve Allah isminin yüceltilmesi için insanlarý çalýþmaya ve güzele teþvik ettiðinde.

 

Bütün ibâdetler, dünya ve âhireti beraber hedefleyen bir iþtir. Ýster klasik ibâdet tanýmý içine giren semboller olsun, ister insanýn icra edip yürüttüðü hayatî faâliyetler olsun.

 

Ýbâdetleri ma'bedlerle sýnýrlamayan bir dinin, temel buyruklarýnýn yanýnda, gülümsemeyi, sevmeyi, çalýþmayý, ticareti, yeme-içmeyi, kýzmayý, aðlamayý, yürümeyi, nefes almayý, seviþmeyi, yani hayatýn kendisini ibâdet haline getirmesine neden hayret etmeli? Ýlâhî sýnýrlar korunduðu zaman hayatýn her birimi gerçek kimliðini kazanýr. Bu kimlikle açýlýr cennetin kapýlarý.

 

Hýristiyanlar sadece kiliselerde ibâdet edebilirler. Ýslâm dýþýndaki hemen her din için de bu böyledir. Günümüzdeki tapýnmalar için de bu geçerlidir: Ýnsanlarýn ibâdet ihtiyacýný tatmin için arenalar, stadyumlar, müzikholler, türbeler, anýtlar, anýtmezarlar inþâ edilmiþ, insanlar tapýnmak için belirli vakitlerde buralarda sevdikleri uðruna kendilerinden geçmekte, ayýlýp bayýlmakta, huþû içinde tapýnmaktadýrlar. Hatta bu sahte ilâhlarýn önünde kendinden geçen insanlardaki huþû ve gönülden baðlýlýk nice müslümanýn namaz gibi en önemli ibâdetinde bile yok.

 

وَاَنَّ الْمَسَاجِدَ لِلّهِ فَلَا تَدْعُوا مَعَ اللّهِ اَحَدًا

 

"Mescidler Allah'a aittir. Orada Allah ile beraber bir baþkasýna dâvet, duâ etmeyin."[282]     

 

Bazý insanlarýn sandýðý gibi, ibâdet sadece âhiret için deðildir. Zira bu din, dünya hayatýndaki insanýn iþini ýslah etmek için de inmiþtir. Akîdesini olsun, þeriatýný olsun, ibâdetini olsun, onun dünyadaki her þeyini düzene koymak için gelmiþtir.[283]

 

Bundan dolayý bu dinde dünya ile âhiret her bir parçasýnda baðlýdýr. Ýnsanlar, dünya hayatýnda çalýþan organlarý, âhirete baðlý kalpleriyle dinin gölgesinde yaþarlar.

 

اِنَّ الصَّلوةَ تَنْهى عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ

 

 "Þüphesiz namaz, fuhuþtan ve kötülükten men' eder."[284]

 

Dünyada kötülüklerden menediyor, âhirette ise mükâfat var. Mü'min, Allah rýzâsý için namaz kýlar. Ayný zamanda fuhuþtan ve kötülükten de alýkonarak dünya hayatýný ýslah etmiþ olur. Orucun farz kýlýndýðýný bildiren âyetin sonunda da "umulur ki korunursunuz" denilir.[285] 

 

Dünyada korunup, yeryüzünde hayatýnýzý ýslah edersiniz, âhirette ise mükâfata eriþirsiniz. Zekâtýn emredildiði âyetlerde[286] geçen temizleme, çoðaltýp arttýrma, zenginin fakire baðýþlamasý, zekâtýn belirlenen sýnýflara daðýtýlmasý dünyada yapýlýr; âhirette ise mükâfat vardýr. Hacc sûresi, 27-28. âyetlerde belirtilen maslahatlar da böyle. Böylece ibâdet ayný anda hem dünya, hem de âhiret için oluyor.

 

 

 

d) Cemaatle Namaz

 

 

Önce cemaat ne anlama geldiði üzerinde duralým.

 

Cemaat: Ýnsan topluluðu, bir fikir ve inanç etrafýnda toplanmýþ kimseler. Ýslâm cemâati.

 

Ýslâm dini, müslümanlarýn cemâat halinde yaþamalarýna; her hususta birbirlerini destekleyen ve birbirlerine yardýmcý olan bir toplum olmalarýna önem vermiþtir. Peygamber (as) müminleri, bir binayý oluþturan ve birbirleri ile kenetlenmiþ tuðlalara benzetmektedir. Kur'an-ý Kerîm de, onlarý "kardeþler" olarak niteler.

 

Ýslâm cemâati kardeþlik, eþitlik, yardýmlaþma ve karþýlýklý fedakârlýk üzerine kurulmuþtur. Aralarýnda sýnýflaþma, ýrk ve bölge ayýrýmý yoktur.

 

Aralarýndaki birlik ve beraberliðin temel dayanaðý ise Kur'an ve Kur'an'ý açýklayan sünnettir. Birlik, Kur'an ve sünnetin bildirdiði yol üzere olur.

 

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اتَّقُوا اللّهَ حَقَّ تُقَاتِه وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ () وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّهِ جَميعًا وَلَا تَفَرَّقُوا وَاذْكُرُوا نِعْمَتَ اللّهِ عَلَيْكُمْ اِذْكُنْتُمْ اَعْدَاءً فَاَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَاَصْبَحْتُمْ بِنِعْمَتِه اِخْوَانًا وَكُنْتُمْ عَلى شَفَا حُفْرَةٍ مِنَ النَّارِ فَاَنْقَذَكُمْ مِنْهَا كَذلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمْ ايَاتِه لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ

 

“Ey iman edenler! Allah'tan, O'na yaraþýr þekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin. Hep birlikte Allah'ýn ipine (Ýslâm'a) sýmsýký yapýþýn; parçalanmayýn. Allah'ýn size olan nimetini hatýrlayýn: Hani siz birbirinize düþman kiþileridiniz de O, gönüllerinizi birleþtirmiþti ve O'nun nimeti sayesinde kardeþ kimseler olmuþtunuz. Yine siz bir ateþ çukurunun tam kenarýnda iken oradan da sizi O kurtarmýþtý. Ýþte Allah size âyetlerini böyle açýklar ki doðru yolu bulasýnýz.”[287]

 

فَاَقِمْ وَجْهَكَ لِلدّينِ حَنيفًا فِطْرَةَ اللّهِ الَّتى فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا لَاتَبْديلَ لِخَلْقِ اللّهِ ذلِكَ الدّينُ الْقَيِّمُ وَلكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَايَعْلَمُونَ () مُنيبينَ اِلَيْهِ وَاتَّقُوهُ وَاَقيمُوا الصَّلوةَ وَلَا تَكُونُوا مِنَ الْمُشْرِكينَ () مِنَ الَّذينَ فَرَّقُوا دينَهُمْ وَكَانُوا شِيَعًا كُلُّ حِزْبٍ بِمَا لَدَيْهِمْ فَرِحُونَ

 

“(Resûlüm!) Sen yüzünü hanîf olarak dine, Allah insanlarý hangi fýtrat üzere yaratmýþ ise ona çevir. Allah'ýn yaratýþýnda deðiþme yoktur. Ýþte dosdoðru din budur; fakat insanlarýn çoðu bilmezler. Hepiniz O'na yönelerek O'na karþý gelmekten sakýnýn, namazý kýlýn; müþriklerden olmayýn. Dinlerini parçalayan ve bölük bölük olanlardan (olmayýn. Bunlardan) her fýrka, kendilerinde olan ile böbürlenmektedir.”[288]

 

Ne yazýk ki bugün müslümanlar genelde bu duruma düþmüþler, dinlerini parça parça edip gruplara ayrýlmýþlardýr. Övünmeleri de diðer gruptakilere karþýdýr.

 

Hz. Peygamber (as):

"Cemâat rahmettir, tefrika ise azaptýr"[289] buyurmaktadýr.

Yine þöyle buyurur: "Allah'ýn eli cemâatle beraberdir."[290]

"Bereket cemâatle beraberdir."[291]

 

Allah'ýn birliði ve toplumun bütünlüðü inancý etrafýnda toplanmayý en mühim gaye sayan Ýslâm dininde, "cemâat" denilince: inançta olduðu gibi, dünya iþlerinde de bir araya gelip yardýmlaþarak yaþayan samîmî ve ihlâslý müslümanlarýn teþkil ettiði birlik akla gelir. Çünkü insan daima cemâat ve daha geniþ anlamýyla cemiyet halinde yaþayan "zoonpolitikon: Toplumcu bir canlý yaratýk"týr.

 

Vicdan ile birlikte, beraber yaþama isteði, cemâat rûhu insanda oluþmaya baþlayýnca, onu kibirden, bencillikten, dar görüþlülükten çýkarýr ve o nispette sosyalleþtirir. Kibirli ve dar bir vicdan yalnýz kendini sever. Ümidi kendisi için, korkusu yine kendisi içindir.

 

Fakat yüce bir duyguyla bu sevgi ve korku biraz yükselip de bir baþkasýný da kendisi gibi ve kendisine eþit bir deðerde görmeye, onun iyiliðine sevinip, zararýna da kendisi zarar görüyormuþ gibi üzüntü duymaya baþlarsa, onda cemâat ruhu oluþmaya baþlamýþ demektir.

 

Ýnsanýn bu "toplum halinde yaþama" ihtiyacýný en doyurucu bir þekilde din giderebildiðinden, cemâatler din sâyesinde ortaya çýkmýþ ve dine özgü gruplar olarak kabul edilmiþlerdir. Cemaat, bir peygamber etrafýnda ve ashabýnýn kendisine tamamen þahsî baðlýlýklarýna dayanarak oluþur.

 

Prensibi samîmiyet, sadakat ve ihlâs olan bu Ýslâm cemaatinin yegane baþarý sýrrý, kardeþlik ýþýðýndaki birlik-beraberlik þuurudur'. Allah (cc) onlar hakkýnda Kur'an-ý Kerîm'de:

 

اِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الَّذينَ يُقَاتِلُونَ فى سَبيلِه صَفًّا كَاَنَّهُمْ بُنْيَانٌ مَرْصُوصٌ

 

"Allah yolunda hepsi birbirine kenetlenmiþ, yekpare ve müstahkem bir bina gibi, saf baðlayarak mücadele edenleri sever”[292] buyurmuþtur.

 

Dinimiz, toplumun huzuru, ahengi ve sosyal geliþmenin gerçekleþebilmesi; yalnýz muayyen bazý fertlerin deðil, bütün bir toplumun maddî refahý ve saadeti için müminlere, kiþisel vazifeler yanýnda ictimaî ödevler de yükler. Cemiyeti oluþturan kiþileri inançta, yaþayýþta, gâyede, ýzdýrap ve refahta birleþmesi gereken kardeþler ilân eder.

 

Ayrýca ayýrým yapmaksýzýn bütün insanlarýn birbiriyle kenetlenmelerini birbirine yardým elini uzatmalarýný, bir iman vazifesi olarak emretmiþtir. Cenâb-ý Hakk:

 

وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوى وَلَا تَعَاوَنُوا عَلَى الْاِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَاتَّقُوا اللّهَ اِنَّ اللّهَ شَديدُ الْعِقَابِ

 

“...Ýyilik ve (Allah'ýn yasaklarýndan) sakýnma üzerinde yardýmlaþýn, günah ve düþmanlýk üzerine yardýmlaþmayýn. Allah'tan korkun; çünkü Allah'ýn cezasý çetindir.”[293]

 

 Bu tür sosyal vazifelerimizi yapmadýkça müslüman olarak yaþayabilmemize imkân yoktur.

 

Çünkü:

 

 7 æì¢z¡Ü¤1¢à¤Ûa ¢á¢ç  Ù¡÷¬¨Û¯ë¢b Ï ©é¡Ž¤1 ã  £|¢(  Öì¢í ¤å ß ë

 

"Gerçek müminler kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile, kardeþlerini kendi nefislerine tercih ederler.”[294]

 

Ayrýca yine:

 

ـ عن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رسولُ اللّه #: وَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ َ تَدْخُلُوا الجَنَّةَ حَتَّى تُؤْمِنُوا، وََ تُؤْمِنُوا حَتّى تَحَابُّوا. أَ أدلُّكُمْ عَلى شَىْءٍ إذَا فَعَلْتُمُوهُ تَحَابَبْتُمْ؟ أفْشُوا السََّمَ بَيْنَكُمْ.

 

Ebû Hüreyre (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)  buyurdular ki: "Nefsim yed-i kudretinde olan zâta yemin ederim ki, imân etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe imân etmiþ olmazsýnýz! Yaptýðýnýz takdirde birbirinizi seveceðiniz þeyi haber vereyim mi? Aranýzda  selamý yaygýnlaþtýrýn!"[295] buyuran Hz. Peygamber, cemiyetin temelini en saðlam bir tarzda þöyle ifadelendirmiþtir: "Ýnsanlarýn en hayýrlýsý insanlara faydalý olandýr."[296]

 

Cemaat ile Namaz

 

Cemâat; topluluk ve toplanma, bir araya gelme demektir. Cemâat namazý; bir araya gelen müslümanlarýn bir imama uyarak topluca kýldýklarý namaza denilir.

 

"Dinin direði" olarak tanýmlanan ve Ýslâm'ýn beþ þartýndan birisi olan beþ vakit namazýn, Ýslâm'ýn cemâate verdiði önemden dolayý, toplu olarak edâ edilmesi gerekmektedir.

 

Cemâatla namaz kýlmak Kitap, Sünnet ve Ýcmâ ile sabittir. Cenâb-ý Hak Peygamberimiz'e hitaben þöyle buyurur:

 

وَاِذَا كُنْتَ فيهِمْ فَاَقَمْتَ لَهُمُ الصَّلوةَ فَلْتَقُمْ طَائِفَةٌ مِنْهُمْ مَعَكَ

 

“Sen müminler arasýnda bulunup onlara namaz kýldýracaðýn zaman onlardan bir kýsmý seninle beraber olsun.”[297]

 

Hz. Peygamber (as) de cemâatle namazýn faziletini þöyle açýklamýþtýr.

 

للشيخين عن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قالَ رَسولُ اللّهِ : صََةُ الجَمَاعَةِ أفْضَلُ مِنْ صََةِ الْفَذِّ بِسَبْعٍ وَعِشْرِينَ دَرَجَةً.

 

- Sahîheyn'in Ýbnu Ömer (radýyallâhu anh)'den kaydettiði bir diðer rivâyette þöyle denmiþtir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Cemaatle kýlýnan namaz, ayrý kýlýnan  namazdan yirmiyedi derece üstündür."[298]  

 

Baþka bir rivayette bu fazilet yirmibeþ derece olarak ifade edilmiþtir.[299]

 

Ayrýca: Rasûlullah (as) þöyle buyurur: "Bir kimse güzelce abdest alýr, sýrf namaz için câmiye giderse, camiye varýncaya kadar atmýþ olduðu her adýma mukabil bir derece yükselir ve bir günahý silinir."[300]

 

Cemâatýn teþekkül etmesi için en az iki kiþi gereklidir. Bu da imamla birlikte bir kiþinin daha bulunmasýyla olur. Peygamber (as)'ýn "Ýki ve daha yukarýsý cemâattýr"[301] sözünden bunu anlýyoruz.

 

Cemâatýn gerçekleþmesi için bu iki kiþiden birinin imam olmasý, diðerinin de buna uymasý gerekir. Ýmama uyan þahýs ister erkek, ister kadýn, isterse âkil çocuk olsun farketmez. Çünkü Peygamber (a.s) iki kiþiyi "cemâat" diye adlandýrmýþtýr. Deli ve âkýl olmayan çocuk cemâat olarak kabul edilmez. Zira bu ikisi namaz kýlmakla yükümlü deðildirler ve adetâ yok hükmündedirler.[302]

 

Beþ vakit farz namaz ile teravih ve küsûf namazlarý gibi sünnetler cemâatle kýlýnabileceði gibi münferid olarak da kýlýnabilir. Ancak cuma namazý ile bayram namazlarýnýn cemâatle kýlýnmasý þarttýr. Zira bu iki namazýn sýhhatinin þartlarýndan biri de cemâattir.

 

Bayram namazlarý için imamla birlikte bir kiþinin daha bulunmasý yeterlidir. Cuma namazý için ise bu sayý -imam hariç- ikiden az olamaz.

 

Kadýnlarýn kendi aralarýnda cemâatle namaz kýlmalarý caiz olmakla birlikte mekruhtur. Bu durumda imam olan kadýn ön safýn ortasýnda yer alýr.[303]

 

Genç kadýnlarýn, erkeklerle kýlýnan cemâat namazýna gitmeleri de (fitneye sebep olduðu takdirde) mekruhtur. Ancak ihtiyar kadýnlar için bir sakýnca yoktur.[304]

 

Cemâatle namaz kýlan sadece iki erkek ise, imam kendisine uyan kiþiyi sað tarafýnda durdurur. Ýki kiþiye imam olduðu takdirde onlarýn önüne geçer. Ýmamdan baþka bir erkek ve bir kadýn bulunursa erkek imamýn saðýnda, kadýn imamýn arkasýnda biraz geride durur. Ýki erkek ve bir kadýn bulunursa, erkekler imamýn arkasýnda saf olur, kadýn da bu iki erkeðin arkasýnda durur. Erkeklerin bir kadýna veya çocuða uymalarý, arkalarýnda namaz kýlmalarý caiz deðildir.[305]

 

Saflarýn sýk ve düzgün olmasý, omuzlarýn birbirine bitiþtirilmesi, Peygamberimiz (a.s)'ýn üzerinde önemle durduðu bir husustur. Bunun için imamýn namaza baþlamadan önce saflarý kontrol etmesi gerekir.

 

Ýmam olan kimsenin normal olarak orta bir sürede namazý kýldýrmasý gerekir. Uzatarak cemâatý býktýrmasý veya kýsaltarak acele etmesi uygun deðildir. Ancak belli bir cemâatin, namazlarýnýn uzatýlmasýný istemeleri halinde namazýn uzatýlmasýnda bir beis yoktur.

 

Cemâat namazýnda kadýnlarla küçük çocuklar bulunursa, sýrasýyla en önde erkekler, sonra kadýnlar, en arkada da çocuklar dizilir. Erkek imama uyan kadýnýn, aralarýnda bir perde vs. olmadan imamýn yanýnda durmasý erkeðin namazýný bozar.[306]

 

Rasûlullah (a.s) cemâat namazýnýn faziletini çeþitli vesilelerle dile getirmiþ, kendisinden bu konuda bir çok hadis iþitilmiþtir.

 

Bunlardan bazýlarý:

-"Adamýn cemâatle kýldýðý namaz, evinde veya çarþýsýnda kýldýðý namazdan yirmi küsür derece fazladýr."[307]

 

-"Adamýn cemâatle kýldýðý namaz, kendi baþýna kýldýðý namazdan yirmiyedi derece üstündür."[308]

 

-"Eðer halk yatsý ve sabah namazlarýndaki fazileti bilselerdi, emekleyerek dahi olsa cemâate gelirlerdi."[309]

 

-"Kim yatsýyý cemâatle kýlarsa, gecenin yarýsýný ibadetle geçirmiþ gibi olur. Kim hem yatsý hem de sabahý cemâatle kýlarsa, bir geceyi ibadetle geçirmiþ gibi olur."[310]

 

Peygamber (a.s), bir taraftan cemâatle namaza teþvik ederken, diðer yandan cemâati terkedenleri þöyle yermektedir:

 

عن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسُولُ اللّه : أثْقَلُ صََةٍ عَلى المُنَافِقِينَ صََةُ الْعِشَاءِ، وَصََةُ الْفَجْرِ، وَلَوْ يَعْلَمُونَ مَا فِيهِمَا ‘تَوْهُمَا وَلَوْ حَبْواً وَلَقَدْ هَمَمْتُ أنْ آمُرَ بِالصََّةِ فَتُقَامَ، ثُمَّ آمُرَ رَجًُ يُصَلِّى بِالنَّاسِ، ثُمَّ أنْطَلِقُ مَعِى بِرِجَالٍ مَعَهُمْ حِزَمٌ مِنْ حَطَبٍ إلى قَوْمٍ َ يَشْهَدُونَ الصََّةَ فَأُحَرِّقَ عَلَيْهِمْ بُيُوتَهُمْ.

 

Ebû Hüreyre (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Münafýklara en aðýr gelen namaz yatsý namazýyla sabah namazýdýr. Eðer bu iki namazdaki hayrýn ne olduðunu bilselerdi, emekleyerek de olsa onlarý kýlmaya gelirlerdi. [Nefsimi kudret eliyle tutan Zât'a kasem olsun!] Ezan okutup namaza baþlamayý, sonra halkýn namazýný kýldýrmasý için yerime birini býrakmayý, sonra da beraberlerinde odun desteleri olan bir grup  erkekle namaza gelmeyenlere gitmeyi ve evlerini üzerlerine yýkmayý düþündüm."[311]

 

-"Vallahi bazý kavimler cemâatleri terketmekten vaz geçecekler ya da Allah onlarýn kalblerini mühürleyecektir. Sonra da muhakkak gafillerden olacaklardýr."[312]

 

Peygamber Efendimiz (as) zamanýndan günümüze kadar namaz bu üstün faziletinden dolayý cemâatle edâ edilmiþ, bu maksat için inþa edilen camiler de, ifâ ettikleri daha bir çok fonksiyonlarýyla birlikte sosyal birer kurum haline gelmiþlerdir. Cemâatle namaz, Hanefi mezhebine göre sünnet-i müekke'de; Þâfiî mezhebine göre, farz-ý kifâye -sünnet-i müekke'de-; Mâliki mezhebine göre, sünnet-i müekke'de-farz-ý kifâye: Hanbeli mezhebi ve Dâvud ez-Zahirî'ye göre ise; farz-ý ayýn'dýr.[313]

 

Cemâata katýlmak için; baþkalarýyla namaz kýlmaða gücü yetmek, çýplak olmamak ve mûkim olmak þartlarý aranmaktadýr. Bir kimse evinde haným ve çocuklarýna imamlýk yaparsa, cemâatýn faziletini elde edebilir ve sevap kazanabilir. Fakat camide cemâtla kýlmak daha çok sevabý gerektirir. Cemâat, herhangi bir yerde alenen edâ edilmediði takdirde, evlerde ve dükkânlarda ilân edilmeden kýlýnan namaz gibi,halký cemâat sorumluluðundan kurtaramaz. Cemâatla namaz kýlmayan bir yöre halkýný önce ezân ile cemâat olmaya dâvet etmek gerekir. Ýslâm'ýn hakim olduðu toplumda müslümanlar eðer bu davetle cemâate gelmezlerse, onlarý cemâate katýlmaya zorlamak için þiddete baþvurmak gerekir.

 

Cemâati çok olan câmide cemâatle namaz kýlmak daha efdâldir. Ancak imamý ehl-i bid'attan olursa, yani onun küfrünü deðil, fýskýný gerektiren bir hal bulunursa o zaman cemâati az olan câmiye gitmek daha iyidir. Cemâatla namaz kýlmak için camiye gitmeye engel olan bazý mazeretler vardýr ki bunlara fýkýhta: "Cemâate gitmemeyi mübah kýlan özürler" denilir. Bu mazeretler þunlardýr:

 

Yürüyemeyecek kadar hasta olmak, felçli olmak, ihtiyar olmak, kör olmak, kolu, ayaðý kesik olmak.

 

Bunlarýn dýþýnda herkesin kendi durumuna göre meþrû sayýlan önemli mazeretleri de cemâata gitmemeyi mübah kýlabilir. Evde hastasýnýn baþýnda bulunmasý gereken kiþi v.s. gibi. Cemâatle namazda kendisine uyulan kimseye imam; vazifesine imamet; cemâatin imama uymasýna iktida; imama uyanlara muktedi; muktedilerin meydana getirdiði düzgün sýraya da saf denir. Cemâat saf halinde namaz kýlarken hareketlerini imamdan sonra yapmak zorundadýr. Meselâ rükûa varýþta, rükûdan kalkýþta, secdeye varýþta vb. imamý takip eder. Ýmamdan baþka bir kiþi bile olsa cemâatla namaz kýlýnabilir.

 

Þüphesiz cemâat namazý, ferdî olarak kýlýnan namazlardan sevap bakýmýndan daha üstündür. Müslümanlarý bir araya getirmesi, onlara dayanýþma ruhu aþýlamasý, faziletlerinden bazýlarýdýr. Bu faziletleri maddeler halinde þu þekilde sýralamak mümkündür.

1) Vaktin evvelinde namaza gitmek,

2) Ýslâm þiârýný açýða vurmak,

3) Ýbadet üzerinde toplanarak yardýmlaþmakla þeytaný çileden çýkarmak,

4) Ýbadete karþý gevþekliði olanýn canlanmasý,

5) Münâfýklýk vasfýndan ve süizandan selâmette bulunmak,

6) Komþular arasýnda kaynaþma düzeninin kurulmasý,

7) Namaz vakitlerinde semt sakinlerinin buluþmalarý,

8) Müslümanlar arasýnda bulunmasý gerekli olan birlik ve beraberliðin örnek bir misâlini vermek ve pekiþtirmek.[314]

 

 

 

e)  Ýbadette Ýhsan Derecesi

 

 

Ýhsan: Ýyilik, güzellik, uygun ve güzel olaný en güzel ve kusursuz bir þekilde yapmak. Ýhsan; Allah'ýn huzurunda olduðunu onu gönül nuruyla görüyormuþ gibi tasavvur ederek kulluk vazifelerini yerine getirmek. Bu anlamda ayet-i kerimede:

 

بَلى مَنْ اَسْلَمَ وَجْهَهُ لِلّهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ فَلَهُ اَجْرُهُ عِنْدَ رَبِّه وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

 

“Bilâkis, kim muhsin olarak yüzünü Allah'a döndürürse (Allah'a hakkýyla kulluk ederse) onun ecri Rabbi katýndadýr. Öyleleri için ne bir korku vardýr, ne de üzüntü çekerler.”[315]

 

Ýnanç ve gönül planýnda ihsan ve teslimiyet Allah'ýn kullarýndan istediði kurtuluþ beraatýdýr. Anne-baba hakkýndaki tavsiyelerde de onlara "ihsan" ile davranýlmasý istenmiþtir.[316]

 

Münafýklar Hz. Peygamber (as)'e gelmiþler ve yaptýklarý kötülükleri gizlemek ve güzel göstermek için:

 

وَاِذَا قيلَ لَهُمْ تَعَالَوْا اِلى مَا اَنْزَلَ اللّهُ وَاِلَى الرَّسُولِ رَاَيْتَ الْمُنَافِقينَ يَصُدُّونَ عَنْكَ صُدُودًا

 

“Onlara: Allah'ýn indirdiðine (Kitab'a) ve Resûl'e gelin (onlara baþvuralým), denildiði zaman, münafýklarýn senden iyice uzaklaþtýklarýný görürsün”[317] diyerek Allah adýna yemin etmiþlerdir.

 

Bu ifade tarzýndan ihsan kavramýnýn Araplar arasýnda bilinen ve kullanýlan bir kavram olduðu anlaþýlýyor. Ancak Ýslâm bu kavrama farklý bir anlam yükleyerek mutlak iyilik, güzellik ve iyi davranýþ olgusunu ilâhî iradenin kabulüne ve rýzasýna uygun olarak yapýlarý iyilik tarzýnda deðiþtirmiþtir. Nitekim bu manayý Kur'an'ýn ifadelerinde ve Hz. Peygamberin hadislerinde müþahede etmek mümkündür. Cibril (as) sahabilerden Dýhye (ra)'ýn þeklinde Hz. Peygamber (as)’ýn huzuruna gelmiþ ve ona "ihsan nedir?' sorusunu sormuþtur. Peygamber (a.s) ihsaný þöyle tanýmlamýþtýr: "Allah'a onu görüyormuþsun gibi yani, sen onu (gözle) görmesen de o seni görüyormuþ gibi kulluk etmendir"[318]

 

Seyyid Þerifi Cürcani, ihsan teriminin tarifini yaparken bu hadisi zikrederek þöyle demektedir: "Basiret nuruyla Rabbü'l-Âlemîn'in huzurunda olduðunu tasavvur ederek kulluðu yerine getirmektir. Hadisteki "sanki onu görüyormuþsun" ifadesi Allah'ýn bizatihi görülmesinin maksat olmadýðýný, Allah'ýn sýfatlarýný idrak ederek kulluk etmenin istenildiðini anlatmaktadýr."[319]

 

Ýhsan yalnýz ibadetle ilgili meselelerde mü'minin yükümlü olduðu bir sorumluluk deðil, bütün söz ve iþlerindeki deðiþmez tavrýdýr.

 

Hz. Peygamber: "Allah her þeyde ihsan ile davranýlmasýný kullarýnýn üzerine gerekli kýlmýþtýr. Bundan dolayý "öldürdüðünüzde güzel davranýn, hayvanlarýn kesiminde güzel davranýn"[320] buyurmuþtur.

 

Yapýlarý iyiliklerin hasbî ve Allah rýzasý için olmasýnýn gerekliliðine de iþaret eden Hz. Peygamber (a.s) þöyle buyurmuþtur: "Ýnsanlar bize iyi davranýrsa onlara iyilik yaparýz þayet kötü davranýrlarsa onlara kötülük yaparýz diyen þahsiyetsizlerden olmayýn. Kendinizi, insanlar iyi davranýrsa onlara iyilikle mukabele etmeye, þayet kötülük yaparlarsa onlara aynýyla karþýlýk vermeye alýþtýrýn."[321]  

 

Yapýlan iyiliðin ve ihsanýn inkar edilmesi hoþ görülmemiþ, birtakým insanlarýn yapýlarý iyilikleri inkâr etmelerinin kendilerinin cehenneme girmesine sebep olan bir haslet olduðu bildirilmiþtir. Kocalarýný ve kocalarýnýn iyiliklerini inkar eden kadýnlarýn cehenneme gireceði bildirilmiþ.[322] Ýhsanýn insanlar arasýndaki münasebetlerdeki etkisi ve önemi anlatýlmýþtýr.

 

Ýnsanlara güzellikle davranan, Allah'a kulluk yaparken kulluðun gereði olan; kulluk yapýlan zatý iyi tanýmanýn gereklerini yerine getiren muhsinlerin Allah'ýn rahmetine çok yakýn olduðunu Hz. Peygamber (as) bildirmiþtir.[323]

 

 

 

f)  Mükellef ve Görevleri

 

 

Efali-Mükellefin: Yükümlülük sahibi olanlarýn yaptýklarý iþler, fiillerdir.

 

Ef'âl "fiil", mükellefin de "mükellef" kelimesinin çoðuludur. "Teklif" mastarýndan türetilmiþ olan bu kelime "yükümlülük sahibi kiþi" anlamýndadýr. Þer'i ýstýlahta: "Ýslâmî emir ve yasaklarýn muhatabý olan ve bunlara uymakla yükümlü bulunan kimse" demektir. Bu terkip "yükümlülerin fiilleri" diye Türkçeleþtirilebilirse de fýkýh ýstýlahýnda "yükümlülerin fiillerinin þer'î hükümleri" anlamýnda kullanýlmýþtýr.

 

Ef'âl-i mükellefin sekiz tanedir: Farz, vâcib, sünnet, müstehab, mübah, haram, mekruh ve müfsid. Bu taksim Hanefi hukukçularýna göredir.

 

1) Farz: Sübûtu ve ifâde ettiði anlamý (delâleti) kesin olan delillerle Allah ve Rasûlünün emrettiði fiiller "farz" adýný alýr. Farzlar, te'vile (baþka anlama) gelme ihtimali bulunmayan âyet veya mütevâtir hadislerle sâbit olur. Namaz, oruç, hac, ibâdetleri gibi. Bunlarla ilgili hem kesin âyetler vardýr, hem de Hz. Peygamber (as)'ýn tevâtüre varan yollarla nakledilmiþ hadisleri mevcuttur. Farzýn hükmü iþleyene sevap, terkedene ceza olmasý; inkâr edenin veya küçümseyenin dinden çýkmasýdýr. Bu da farzý ayn ve farz-ý kifâye olmak üzere ikiye ayrýlýr:

 

a) Farz-ý Ayn: Her yükümlü müslümanýn bizzat yerine getirmesi gerekli olan farzlardýr. Bir kýsmýnýn iþlemesiyle diðerlerinden yükümlülük kalkmaz. Abdest, beþ vakit namaz, ramazan orucu, mükellef olana hacc ve zekât ile Ýslâm topraklarý saldýrýya uðradýðýnda cihada çýkmak gibi.

 

b) Farz-ý Kifâye: Yükümlü müslümanlara ayrý ayrý deðil, topluca emredilen þeylerdir. Bir kýsým müslümanlar bunu yerine getirince diðerleri sorumluluktan kurtulur. Cihad etmek. Kur'ân-ý Kerîm dinlemek, Kur'ân-ý Kerîm ezberlemek, selâm almak, cenaze namazý kýlmak gibi. Farz-ý kifâyenin sevabý yalnýz onu iþleyenlere âit olur. Bu farzý hiçbir kimse yerine getirmezse bütün toplum günahkâr olur. Bir ibâdetin rükünleri ve þartlarý kabilinden olan farzlardan birinin terkedilmesi ibâdetin sýhhatine engel olur. Terk kasten olsun yanlýþlýkla olsun hüküm deðiþmez. Kasten terk halinde ayrýca günâha girme vardýr. Namaz kýlarken rükû veya secde etmeyi terketmek gibi.

 

2) Vâcib: Farzla sünnet arasýnda kalan ve amel bakýmýndan farz gibi kabul edilen emirlerdir. Bunlarý iþleyene sevap, özürsüz terk edene ceza gerekir. Ýtikadý açýdan, inanma bakýmýndan farzýn hükmü gibi deðildir. Yani vâcibi inkâr eden dinden çýkmaz. Bir ibâdetin vâciblerinden birisini kasden terketmek tahrimen mekruhtur, Sehven (yanlýþlýkla) terketme hâlinde ise sehiv secdesi gerekir. Vâcibin de kifâye olâný vardýr. Þâban ve Ramazan ayý sonlarýnda hilâli gözetlemek vacibtir. Fakat herkese vâcib deðildir. Diðer vâcib amellere örnek: Kurban kesmek, vitir ve bayram namazý kýlmak, yakýn hýsýmlardan ihtiyaç içinde olanlara yardým etmek gibi. Vâcib; sübûtu kat'i ve delâleti zanný olan delille sabit olur. Bu delil te'vile uðramýþ âyet veya hadis þeklinde olabilir.

 

Mesela: Kur'ân-ý Kerim'de:

 

 6¤Š z¤ãa ë  Ù¡£2 Š¡Û ¡£3 – Ï

 

“Þimdi sen Rabbine kulluk et ve kurban kes”[324]  buyurulur.

 

Burada, bayram namazý kýlma ve kurban kesme emrinin muhâtabý Hz. Peygamberdir. Yani bunlar Hz. Peygamber için farz hükmünde olur. Ancak emrin, diðer müslümanlarý kapsayýp kapsamadýðý kesin deðildir. Ancak bu emirlerin diðer müslümanlarýn kapsadýðý daha kuvvetli görüþtür. Böylece sünnetten daha kuvvetli, fakat âyetteki delâletin kesin olmamasý yüzünden farz derecesine ulaþmayan bir emir çeþidi ortaya çýkmýþ olur ki buna vâcib denir.[325]

 

3) Sünnet: Ýyi ahlâk, iyi huy. Hz. Peygamber'in sözleri, fiilleri, iþleri ve takrirleri. Misvak kullanmak, cemâatle namaz kýlmak gibi. Sünnet, müekked ve gayr-i müekked olma küzere iki kýsma ayrýlýr.

 

a) Müekked Sünnet: Hz. Peygamber (a.s)'ýn devamlý iþleyip nâdiren terk ettikleri farz ve vâcib olmayan amelleridir. Terkedilmesinde "itâb" vardýr. Sabah, öðlen ve akþam namazlarýndaki sünnetler ve çocuklarýn sünnet ettirilmesi gibi.

 

b) Gayr-i Müekked Sünnet: Hz. Peygamber'in çok defa terk edip, bazan yaptýklarý sünnet. Namazda uzun okuma, ikindi ve yatsý namazlarýnýn ilk sünnetleri gibi. Gayr-ý müekked sünnetlere müstehab ve mendûb isimleri de verilir.

 

Usûl bilginleri sünneti ikiye ayýrmýþlardýr

 

a) Sünnet-i Hudâ: Bunlar ibâdetlerle ilgili dinin tamamlayýcý olan sünnetleridir. Terkeden kýnanýr. Ezan okumak, kamet getirmek ve cemaatle namaz kýlmak gibi.

 

b) Sünnet-i Zevâid: Ýbâdetlerle ilgili olmayan Hz. Peygamber (a.s)'ýn sünnetlerine denir. Bunlarý terkeden kýnanmaz. Namazýn rükünlerini uzatmak ve Hz. Peygamber'in yemesi, içmesi, oturmasý, kalkmasý gibi fiillerinin taklit edilmesi.

 

Âyet-i kerimede þöyle buyurulur:

 

لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فى رَسُولِ اللّهِ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُوا اللّهَ وَالْيَوْمَ الْاخِرَ وَذَكَرَ اللّهَ كَثيرًا

 

“Andolsun ki, Resulullah, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuþmayý umanlar ve Allah'ý çok zikredenler için güzel bir örnektir.”[326]

 

Sünnet mutlak olarak kullanýldýðýnda Hulefâ-i Râþidîn'in sünnetini de kapsar. Ayrýca farz ve vâcibde olduðu gibi sünnetin kifâyî çeþidi de bulunur. Ramazan'ýn son on gününde itikaf yapmak ve terâvih namazýný cemaatle kýlmak gibi. Farz namazlarda cemâat sünnet-i ayn'dýr. Yani bir kýsým müslümanlarýn cemâatle namaz kýlmasý, diðerlerinden sünnet yükümlülüðünü kaldýrmaz.

 

Sünnet hükmü, farz ve vâcibden az sevap kazandýrýr. Kasden terk halinde ceza deðil, kýnama gerekir.

 

4) Müstehab: Buna mendub da denir. Hz. Peygamber'in bazan iþleyip, bazan terk buyurduklarý, selef-i sâlihinin sevip iþlediði ve raðbet ettikleri iþlerdir. Bazý nâfile namaz ve oruçlar gibi. Müstehabýn hükmü; iþlenmesinde sevap olup, terkinde kýnama bulunmamasýdýr. Müstehab genellikle gayr-i müekked sünnet ile eþ anlamlýdýr.

 

5) Mübah: Yükümlünün yapýp yapmamakta muhayyer bulunduðu iþlerdir. Bunun hükmü iþlenmesinde veya terk edilmesinde sevap veya kýnamanýn bulunmamasýdýr. Eþyada asýl olan mubahlýktýr.

 

Bazan þartlar deðiþince, hükümler de deðiþir. Meselâ, haram olan þeylerden yemek içmek mübahtýr. Ancak ölmemek için ihtiyaç miktarýnca haram olan þeylerden de yiyip içmek farz olur. Eðer yenilen mal, baþkasýna aitse, yiyen bunu tazmin eder. Bu þekilde yiyip kendisini ölümden kurtarmakla sevap bile kazanýr. Yemenin namazý ayakta kýlacak ve oruç tutmaya kolaylýk olacak ölçüde tutulmasý mendub ve müstehabdýr. Þiþmanlýk için yemek mekruh, misafire ikram dýþýnda doyduktan sonra yemeðe devam etmek haram sayýlmýþtýr. Ancak cihad gibi bir hizmet için güçlenmek üzere fazla yemekte bir sakýnca görülmemiþtir. Mübah ve meþrû' eþ anlamlýdýr.

 

6) Haram: Yasaklanmýþ olan ve terk edilmesi istenen þeylere gayr-ý meþrû denir. Bunlardan sübût ve delâlet bakýmýndan kesin delille sâbit olanlara "haram"; yalnýz sübût veya delâletten birisi ile yasaklanmýþ bulunanlara ise "mekruh" denir. Harama, mahrem veya mahzur adý da verilir .

 

Haramýn hükmü; terkine sevap, iþlenmesine ceza gerekmesi helâl ve mübah sayanýn dinden çýkmasýdýr. Ýçki içmek, kumar oynamak, anaya-babaya âsi olmak gibi.

 

7) Mekruh: Subûtu kat'i delâleti zanný veya subûtu zanný, delâleti kat'ý delille sâbit olan þeyler mekruh adýný alýr. Mekruhun hükmü amel bakýmýndan haramýn hükmü gibidir. Terkine sevap, iþlenmesine ceza korkusu vardýr. Mekruhun helâl olduðuna inanan kimse dinden çýkmaz. Midye istiridye, ýstakoz ve benzeri balýk cinsinden olmayan deniz hayvanlarýný yemek, cuma saatinde alýþ-veriþ etmek, abdest ve gusülde suyu israf etmek.

 

Mekruhun harama yakýn olanýna "tahrimen mekruh"; helâle yakýn olanýna ise "tenzîhen mekruh" denir. Birincisi vâcib karþýtý olarak kullanýlýr. Ebû Hanife ve Ýmam Ebû Yûsuf'a göre tahrimen mekruh, haram deðilse de, ona yakýndýr. Ýmam Muhammed'e göre ise gayr-i meþrû, haram demektir. Ancak haramlýðýna kesin delil bulunmadýðý için "Mekruh" tâbirini kullanmýþtýr. Mutlak sünnet kelimesi "müekked sünnet" anlamýnda kullanýldýðý gibi, mekruh ifadesi de prensip olarak "tahrîmen mekruh" anlamýnda kullanýlýr. Ebû Hanife, mücerred mekruh kelimesiyle "tahrîmen mekruhu" kasdettiðini Ebû Yûsuf'un sorusu üzerine açýkça ifade etmiþtir.[327]

 

Tahrîmen mekruh ifadesi de tenzihen mekruh ifadesi yerine kullanýlýr. Meselâ; Baþka su varken kedi artýðý olan suyu içmek ve kullanmak tenzîhen mekruhtur. Abdestte suyu israf etmek mekruh olduðu gibi, çok az kullanarak guslü mesh derecesine getirmek de mekruhtur.

 

8) Müfsîd: Baþlanan bir ameli bozan ve iptal eden kimsedir. Müfsidin yani baþlanan bir ameli bozanýn hükmü, bunu özürsüz olarak kasden yapmýþsa cezanýn gerekmesi, sehven yapmýþsa cezanýn gerekmemesidir. Baþlanan bir orucu veya namazý bozmak gibi.

 

Sonuç olarak, akýllý ve ergenlik çaðýna gelmiþ olan her mü'minin günlük hayatta yapmýþ olduðu fiiller yukarda açýkladýðýmýz sekiz maddeden birisine girer. Meselâ; meþru yoldan kazanç elde etmek helâl; rüþvet almak haram, ihtiyaç halinde karz-ý hasen almak mübah (câiz); muhtâca ödünç para vermek mendub; borcunu ödemek farz; sýkýntýda olan borçluya geniþlik zamanýna kadar süre vermek vâcibdir.

 

Dinin emir ve yasaklarýný öðrenmek her müslüman kadýn ve erkeðe farz-ý ayn; baþkalarýna fayda verecek derecede ilim öðrenmek farz-ý kifâye; þer'î ilimlerde ihtisas sahibi olmak mendub; övünmek için öðrenmek mekruhtur. Satým akdinin gerektirmediði ve taraflardan yalnýz birisinin yararýna olân bir þârt müfsid ve böyle bir akid fâsittir. Her insan gücü dâhilindeki fiilleri yapmakla mükelleftir. Gücünün dýþýndaki iþlerle sorumlu tutulmaz. (Fakir olana zekât ve hacca gitmenin emredilmesi gibi).

 

"Teklif-i mâ lâ yutak" yani yapýlmasý mümkün olmayan zor iþlerden sorumlu tutmak. Zira:

 

لَا يُكَلِّفُ اللّهُ نَفْسًا اِلَّا وُسْعَهَا

 

 "Allah kiþiye ancak gücünün yeteceði kadar yükler.”[328]

 

Ýnsana görev teklif edilebilmesi için, sorumluluðu yüklenmeye ehliyetli olmasý lâzýmdýr. Ehliyet kiþinin lehine ve aleyhine olan þer'î teklifleri yerine getirmeye salâhiyetli bulunmasýdýr.

 

Ehliyet, "vücûb ehliyeti" ve "edâ ehliyeti" olmak üzere iki kýsýmdýr:

 

a) Vücûb Ehliyeti: Mükellefin, insanýn kendi lehine ve aleyhine âit meþrû haklarýn gerekliliðine salâhiyet sahibi bulunmasý (vâris olma hakkýný lüzûmuna salâhiyetli bulunmasý gibi).

 

b) Edâ Ehliyeti: Ýnsanýn kendisinden þer'ân mûteber olacak þekilde fiillerin meydana gelmesine salâhiyet sahibi olmasý. Bu da, kâmil ehliyet (akýllý ve buluða ermiþ bir insanýn sahib olduðu ehliyet; kendisinin nikâh akdini kabulü, alýþ-veriþ, icâre gibi fiilleri meydana getirmeye tam salâhiyetli olmasý gibi) ve kasýr ehliyet (mümeyyiz bir çocuðun veya matuh (bunamýþ) bir kimsenin yaptýðý iþlerin bir kýsmýnýn sahih ve mûteber, bir kýsmýnýn ise mûteber olmamasý gibi) olmak üzere iki kýsýmda mütâlaa edilir.[329]

 

Allah ve Rasûlünün müslüman fertleri sorumlu tuttuðu fiiller önem sýrasýna göre itikat, ibâdât, muâmelât ve ukûbat'týr. Bunlar da ayrýca delillerinin saðlamlýðý, lâfýzlarýnýn delâletinin katiliðine göre kendi içlerinde sýralanýr. Ýslâmi bir toplumun imaný ve tâðutî olaný tefrik edebilmesi için yükümlülüklerini Allahu Teâlâ'nýn rýzasýna uygun olarak bilmesi gerekmektedir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

- Okuma Parçasý -

 

 

Kulluk

 

Yüce Allah (cc), Kur’an-ý Kerim’de:

 

 ¡æë¢†¢j¤È î¡Û ü¡a  ¤ã¡üa ë  £å¡v¤Ûa ¢o¤Ô Ü  b ß ë

 

“Ben cinleri ve insanlarý, ancak bana ibadet  etsinler diye yarattým.”[330]

 

Ayette geçen “abd” kulluk manasýna gelir. Kulluk; yaratýlmýþlarýn Ýnsan ve cinlerin Yaratana karþý saygý, sevgi ve efendiliklerini ortaya koymalarý, göstermeleri demektir. Bunun zamaný ve zemini yoktur.           

 

Kiþi bulunduðu  konumda, halde ve hasýlý her halukarda Yaratana karþý nasýl olmasý gerekiyorsa öyle olmasýdýr.

 

Buharinin Sahihinde:

Efendimiz (as): “Bütün Peygamberler: “Utanmazsan dilediðini yap” sözü üzerinde ittifak etmiþlerdir” diye buyurmuþ.[331]

 

Demek ki; Allah’a kulluk olan ibadeti, sadece namaza ve niyaza tahsis etmemek lazým. Çünkü sevgi, saygý ve efendiliðin belli yeri ve mekaný yoktur.

 

Elbette bunlarý söylerken namazýn ve diðer dini hükümleri hafife de almamak gerek, çünkü sevgi, saygý ve efendiliðin en büyük alametleri namaz vs. dini emirlerdir.

 

Anlatmak istediðimiz; yüce Allah’a kulluðun hayatýmýzýn her cephesine dönük olmasýdýr. Yani, oturuþumuzdan kalkýþýmýza, uykumuzdan uyanýklýðýmýza, yemek yeyiþimizden elbise giyiniþimize ve hayata karþý duruþumuzda sadece ve sadece Allah’a kulluk olmasý gerektiðini ve sadece Allah’ýn rýzasýný gözetmek olduðunu unutmamamýzdýr. Týpký, þu ayeti Kerime de olduðu gibi:

 

 = åî©à Ûb È¤Ûa ¡£l ‰ ¡é¨£Ü¡Û ó©mb à ß ë  ôb î¤z ß ë 󩨢ޢã ë ó©m5 •  £æ¡a ¤3¢Ó

 

“De ki: Þüphesiz benim namazým, kurbaným, hayatým ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir.”[332]

 

Yüce Allah gibi bir Zatý zül-Celal’e sevgi, saygý ve efendilik sergilemek, insanýn ruh aleminde büyük bir erdemliliðe ve manevi bir yükseliþe týrmanmasýna sebep olacaktýr.

 

Ýþte bunun ismi: “Ýnsan-ý Kamil”dir. Yüce Allah’ýn gönderdiði bütün peygamberlerin amacý “Ýnsan-ý Kamil” olmak ve insanlýðýn bu makama eriþmelerini saðlamaktý. Ýbadetin özünde de yatan anlayýþ bu olsa gerek “Allah’u alem.”

 

Ýbadetin olgusuyla yaþayan insan, abidler zümresine ilhak olur. Abidlik sýfatýyla yaþamýna anlam kazandýran insan, eþrefi mahlukat ünvanýna eriþir. Eþrefi mahlukat ünvanýna eriþen insan, melekut alemiyle hemhal olma özelliðine sahip olur. Melekut alemi, yüce Allah’a ibadet etmekten lezzet alanlardýr. Ýnsan üzerinde ibadetler lezzete dönüþürse, artýk yaþam gerçek anlamýný kazanmýþ olur. Hayat insan için çekilmez bir þey deðil, yaþanýlmasý gerektiren bir manevi mana alýr.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

6)  TEMÝZLÝK

 

 

a)  Taharet

 

b)  Abdest

 

c)  Özürlüler

 

d)  Meshin Hükmü

 

e)  Gusül (Boy Abdesti)

 

f)  Hamam Adabý

 

g)  Teyemmüm

 

h)  Kadýn Halleri

 

- Okuma Parçasý-

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

6) TEMÝZLÝK

 

 

Genel Bir Bakýþ

 

Temizlik: Bedenin ve ruhun maddî manevî pisliklerden uzak tutulmasý. Ýslâm Müslümanlarý bazý görevleri yerine getirmekle mükellef tutmuþtur. Bu görevlerden bir kýsmý Müslümanýn ruhi yönünü bir kýsmý da maddî yönünü ilgilendirir. Dinin kesinlikle yerine getirilmesini istediði bedenî görevlerin aksatýlmasý vücudun çeþitli rahatsýzlýklara yakalanmasý ve dinî-ahlakî görevlerin yapýlabilme güçlüðünü ortaya çýkarýr. Bunun için bedenî görevleri titizlikle yerine getirmek, saðlýklý ve her an her türlü görevi eksiksiz yapabilecek bir beden yapýsýna sahip olmak, ahlakî bir yükümlülüktür.

 

Bedenî görevlerin baþýnda temizlik gelir. Nitekim bir ayet-i kerimede Allah Teâla þöyle buyurmaktadýr:

 

لَا تَقُمْ فيهِ اَبَدًا لَمَسْجِدٌ اُسِّسَ عَلَى التَّقْوى مِنْ اَوَّلِ يَوْمٍ اَحَقُّ اَنْ تَقُومَ فيهِ فيهِ رِجَالٌ يُحِبُّونَ اَنْ يَتَطَهَّرُوا وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُطَّهِّرينَ

 

“Onun içinde asla namaz kýlma! Ýlk günden takvâ üzerine kurulan mescit (Kuba Mescidi) içinde namaz kýlman elbette daha doðrudur. Onda temizlenmeyi seven adamlar vardýr. Allah da çok temizlenenleri sever.”[333]

 

Ayetten de anlaþýlacaðý gibi, sadece gözle görülen maddî kirler deðil günah ve kötülükler gibi manevî kötülükler de pis sayýlmýþ ve müslümanlarýn bunlardan arýnmalarý istenmiþtir. Peygamber (as)'ýn “Temizlik imanýn yarýsýdýr”[334] buyurmasý da temizliðin önemini gösterir.

 

Temizliði; beden temizliði, yiyecek-giyecek temizliði ve çevre temizliði olarak ele almak gerekir. Kur'an-ý Kerîm'de de bu üç çeþit temizliðe iþaret eden ayetler vardýr.

 

a) Beden temizliði: Allah Teâlâ belli durumlarda müslümanlara abdest ve boy abdesti almalarýný emretmiþ ve þöyle buyurmuþtur:

 

يَااَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اِذَا قُمْتُمْ اِلَى الصَّلوةِ فَاغْسِلُوا وُجُوهَكُمْ وَاَيْدِيَكُمْ اِلَى الْمَرَافِقِ وَامْسَحُوا بِرُؤُسِكُمْ وَاَرْجُلَكُمْ اِلَى الْكَعْبَيْنِ وَاِنْ كُنْتُمْ جُنُبًا فَاطَّهَّرُوا

 

"Ey iman edenler! Namaza durmak istediðiniz zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi yýkayýn, baþýnýzý meshedin ve ayaklarýnýzý da topuklara kadar yýkayýn. Eðer cünüp iseniz tam temizlenin."[335]

 

Peygamber (a.s)'ýn de hiç olmazsa haftada bir kere vücudun tamamen yýkanmasýný ve her türlü kirden ve pis kokulardan arýndýrýlmasýný tavsiye ettiðini bilinmektedir. Namaz kýlmak, Kur'an okumak için abdest alýnmasý, belli zaman ve durumlarda boy abdestinin alýnmasý mecburiyetinin olmasý, Müslümanlarýn, ister istemez her an temiz olmalarý sonucunu ortaya çýkaracaktýr. Kaldý ki, bir Müslümanýn bedenini temizlemesi sadece abdest ve boy abdesti ile sýnýrlý kalmaz; gerekli gördüðü her yerde yýkanmak, yemeklerden önce ve sonra kesinlikle elleri yýkamak, özellikle aðýz ve diþ temizliðine dikkat etmek icab eder. Peygamber efendimiz:

 

¢4좠‰  4b Ó   4b Ó ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa  ó¡™ ‰  ñ Š¤í Š¢ç ó©2 ªa ¤å Ç g

ó¨Ü Ç  £Õ¢( ªa ¤æ ªa ü ¤ì Û  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü • ¡é¨£ÜÛa

P§ñ5 • ¡£3¢×  É ß ¡Úa ì¡£ŽÛb¡2 ¤á¢è¢m¤Š ß ªü ¡b £äÛa ó Ü Ç ¤ë ªa ó©n £ß¢a

 

Ebû Hüreyre radiya'llâhu anh'den: Þöyle demiþtir: Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: Ümmetime -yâhud (diðer rivâyete nazaran) nâsa- meþakkat vermek korkusu olmasaydý kendilerine her namaz kýlarken misvak (isti'mâlini) emrederdim."[336]

 

"Yemekten önce ve sonra el yýkamak yemeðe bereket getirir"[337] buyurmakla el, aðýz ve diþ temizliðine verdiði önemi göstermiþtir. Bu sebeple misvak veya fýrça kullanarak diþleri temizlemenin önemli bir saðlýk kuralý olduðu unutulmamalýdýr.

 

Fazla uzadýklarý, bakýmsýz ve pis býrakýldýklarý zaman birer mikrop yuvasý olan týrnaklarla, vücudun belli yerlerindeki kýllarýn kesilip temizlenmesine de dikkat edilmeli, saç, sakal, býyýk her zaman taranýp düzeltilmeli ve temiz tutulmalýdýr. Ýbadetlerle elde etmek istediðimiz gönül temizliðine giden yolun, beden temizliðinden geçtiði unutulmamalýdýr.

 

b) Yiyecek ve giyecek temizliði: Ýnsan yaþayabilmek için yer ve içer. Yiyecek ve içecekleri temiz ve helâl olanlardan seçmek Ýslam'ýn emirlerindendir.

 

Allah Teâlâ þöyle buyurur:

 

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا لَا تُحَرِّمُوا طَيِّبَاتِ مَا اَحَلَّ اللّهُ لَكُمْ وَلَا تَعْتَدُوا اِنَّ اللّهَ لَا يُحِبُّ الْمُعْتَدينَ () وَكُلُوا مِمَّا رَزَقَكُمُ اللّهُ حَلَالًا طَيِّبًا وَاتَّقُوا اللّهَ الَّذى اَنْتُمْ بِه مُؤْمِنُونَ

 

“Ey iman edenler! Allah 'ýn size helâl kýldýðý güzel ve temiz þeyleri haram etmeyin, sýnýrý, aþmayýn. Çünkü Allah, sýnýrý aþanlarý sevmez. Allah'ýn size verdiði rýzýklardan helâl ve temiz olarak yeyin ve inandýðýnýz Allah 'tan korkun”[338] buyurmuþtur.

 

Ýslâm Müslümanlarý bazý görevleri yerine getirmekle mükellef tutmuþtur. Bu görevlerden bir kýsmý Müslümanýn ruhi yönünü bir kýsmý da maddî yönünü ilgilendirir. Dinin kesinlikle yerine getirilmesini istediði bedenî görevlerin aksatýlmasý vücudun çeþitli rahatsýzlýklara yakalanmasý ve dinî-ahlakî görevlerin yapýlabilme güçlüðünü ortaya çýkarýr. Bunun için bedenî görevleri titizlikle yerine getirmek, saðlýklý ve her an her türlü görevi eksiksiz yapabilecek bir beden yapýsýna sahip olmak, ahlakî bir yükümlülüktür.

 

Bedenî görevlerin baþýnda temizlik gelir. Nitekim bir ayet-i kerimede Allah Teâla þöyle buyurmaktadýr:

 

لَا تَقُمْ فيهِ اَبَدًا لَمَسْجِدٌ اُسِّسَ عَلَى التَّقْوى مِنْ اَوَّلِ يَوْمٍ اَحَقُّ اَنْ تَقُومَ فيهِ فيهِ رِجَالٌ يُحِبُّونَ اَنْ يَتَطَهَّرُوا وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُطَّهِّرينَ

 

“Orada (Mescid-i Kuba'da) günahlardan ve pisliklerden temizlenmeyi seven adamlar vardýr. Allah da böyle çok temizlenenleri sever.”[339]

 

Ayetten de anlaþýlacaðý gibi, sadece gözle görülen maddî kirler deðil günah ve kötülükler gibi manevî kirler de pis sayýlmýþ ve müslümanlarýn bunlardan arýnmalarý istenmiþtir. Peygamber (as)'ýn "Temizlik imanýn yarýsýdýr"[340] buyurmasý da temizliðin önemini gösterir.

 

c) Çevre temizliði: Müslüman, yediði, içtiði ve giyindikleri kadar içinde yaþadýðý çevrenin de temiz olmasýna dikkat eder. Bu önemli bir ahlakî sorumluluktur. Baþta evler olmak üzere, sokaklar, mahalleler, köy ve kasabalar mutlaka temiz tutulmalýdýr. Eðitim kurumlarý, fabrikalar, dükkanlar, camiler temiz tutulmalýdýr .Allah Teâlâ þöyle buyuruyor:

 

وَاِذْ جَعَلْنَا الْبَيْتَ مَثَابَةً لِلنَّاسِ وَاَمْنًا وَاتَّخِذُوا مِنْ مَقَامِ اِبْرهيمَ مُصَلًّى وَعَهِدْنَا اِلى اِبْرهيمَ وَاِسْمعيلَ اَنْ طَهِّرَا بَيْتِىَ لِلطَّائِفينَ وَالْعَاكِفينَ وَالرُّكَّعِ السُّجُودِ

 

“Biz, Beyt'i (Kâbe'yi) insanlara toplanma mahalli ve güvenli bir yer kýldýk. Siz de Ýbrahim'in makamýndan bir namaz yeri edinin (orada namaz kýlýn). Ýbrahim ve Ýsmail'e: Tavaf edenler, ibadete kapananlar, rükû ve secde edenler için Evim'i temiz tutun, diye emretmiþtik.”[341]

 

  åí©Š¡£è À n¢à¤Ûa ¢£k¡z¢í ë  åî©2 a £ì £nÛa £k¡z¢í  é¨£ÜÛa  £æ¡a

 

“Þüphesiz Allah çok tövbe edenleri ve pisliklerden temizlenenleri sever.”[342]

 

Çevre temizliði sadece kiþileri ilgilendirmez, toplumsal bir konudur. Burada fertlerin karþýlýklý hak ve görevleri söz konusudur.

 

Meselâ; yola çöp atan veya çekinmeden tükürüp geçen; dinlenmek için gittiði gezinti yerlerinde yeyip içtiklerinin artýklarýný çevreye saçan; iþyerinin etrafýný artýk maddelerle kirleten bir kiþi, yalnýz çevresini kirletmiþ olmakla kalmaz, kirlettiði yerlerde yaþayan veya o yerlerden yararlanan insanlara karþý da haksýzlýk yapmýþ, terbiyesizlikte bulunmuþ olur. Bunun için çevre temizliðini ayný zamanda toplumsal bir görev olarak deðerlendirmek ve bu konuda çok titiz davranmak Müslümanlar için bir yükümlülüktür.

 

ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسولُ اللّه #: إنَّ أوَّلَ مَا يُسْألُ عَنْهُ الْعَبْدُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ مِنَ النَّعِيمِ أنْ يُقَالَ لَهُ: ألَمْ نُصِحُّ لَكَ جِسْمَكَ وَنُرْوِكَ مِنَ الْمَاءِ الْبَارِدِ.

 

Ebû Hüreyre (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Kulun , kýyamet günü, hesaba çekileceði ilk þey (mazhar olduðu) nimettir. Kendisine: "Bedenine sýhhat vermedik mi, soðuk sudan içirmedik mi?" denecektir."[343]

 

ـ عن عُبيداللّهِ بن محصن الخطمي رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَنْ أصْبَحَ مِنْكُمْ آمِناً في سِرْبِهِ، مُعَافىً في بَدَنِهِ، عِنْدَهُ قُوتُ يَوْمِهِ، فَكأنَّمَا حِيزَتْ لَهُ الدُّنْيَا بِحَذَافِيرِهَا.

 

Ubeydullah Ýbnu Mihsan el-Hutamî (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Sizden kim nefsinden emin, bedeni sýhhatli ve günlük yiyeceði de mevcut ise sanki dünyalar onun olmuþtur."[344]

 

ـ وعن ابن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنهما قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: نِعْمَتَانِ مَغْبُونٌ فِيهِمَا كَثِيرٌ مِنَ النَّاسِ: الصِّحَةُ وَالْفَرَاغُ.

 

Ýbnu Abbas (radýyallahu anhümâ) anlatýyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Ýki (büyük) nimet vardýr. Ýnsanlarýn çoðu onlar hususunda aldanmýþtýr:

* Sýhhat,

* Ve boþ vakit!"[345] buyurmuþtur.

 

 Gerçekten de çoðu zaman insan ancak hastalandýðýnda saðlýðýn kýymetini anlar. Buna meydan vermemek, sonunda piþman olmamak için hastalýk gelmeden tedbirinin alýnmasý gerekir. Saðlýðýn ilk þartý hastalýklara karþý en önemli tedbir olan temizliðe riayet etmektir.

 

Özetle, Müslüman; üstü-baþý, çevresi, yiyeceði ve giyeceði ile temiz, derli-toplu, intizamlý olmaya ve böylece Allah Teâla'nýn rýzasýný kazanarak O'nun sevgili kullarý arasýna girmeye çalýþýr. Bu onun en önemli ahlakî görevidir. Bu görevini kesinlikle aksatmamalý ve dikkatli bir þekilde yerine getirmeye çalýþmalýdýr.

 

 

a) Taharet

 

 

Taharet: Temizlik, (manevi pislikten) ve necasetten temizlenmek anlamýnda bir fýkýh terimidir.

 

Ýslâm ulemasý hikmeti bir þeyin meþru olmasýný gerektiren nesne, þeklinde tarif etmiþtir. Temizliðin meþhur olan hikmetlerinden bazýlarý þunlardýr.

 

Günahlara kefâret olmasý, þeytaný defetmesi, kýzgýnlýk ve gadab sebebiyle meydana gelen hareketi gidermesi ve dünyada vücûdun uzuvlarýný yýkamakla, Ahirette de güzelleþmesi bunlardan birkaçýdýr. Hz. Osman b. Affan (r.a)'tan rivâyet edilen hadis-i þerifte:

 

ـ وعن عثمان رَضِيَ اللّهُ عَنْه: أنَّ رسولَ اللّهِ # قالَ: مَنْ تَوَضّأ فَأحْسَنَ الْوُضُوءَ خَرَجَتْ خَطَايَاهُ مِنْ جَسَدِهِ حَتّى تَخْرُجَ مِنْ تَحْتَ أظْفَارِهِ .

 

Hz. Osman (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim abdest alýr ve abdestini güzel yaparsa hatalarý vücudundan týrnak diplerine  varýncaya kadar çýkar dökülür."

 

ـ وفي رواية: أنَّ عُثْمَانَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه تَوَضّأ، ثم قال: رَأيْتُ رَسُولَ اللّهِ # تَوَضّأ نَحْوَ وُضُوئى هذا ثُمَّ قال: مَنْ تَوَضّأ  هكذا غُفِرَ له مَا تَقَدّمَ مِنْ ذَنْبِهِ وَكَانَتْ صََتُهُ وَمَشْيُهُ إلى المَسْجِدِ نَافِلَةً.

 

Bir baþka rivayette þöyle gelmiþtir: "Hz. Osman (radýyallahu anh) abdest aldý ve dedi ki:"Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ýn þu benim abdestim gibi abdest aldýðýný, sonra da þöyle söylediðini gördüm: "Kim bu þekilde abdest alýrsa geçmiþ günahlarý affedilir, namazý ve mescide kadar yürümesi de nafile (ibadet) olur"[346] buyurduðu bilinmektedir.

 

Allahü Teâla (cc) insanlara elbiselerini temiz tutmalarýný, pislikten arýnmalarýný ve ter-temiz olmalarýný teklif etmiþ, Resûl-i Ekrem (as) bu konuda mü'minlere örnek olmuþtur. Kur'an-ý Kerim'de:

 

  åí©Š¡£è £À¢à¤Ûa ¢£k¡z¢í ¢é¨£ÜÛa ë a6뢊 £è À n í ¤æ a æì¢£j¡z¢í ¥4b u¡‰ ¡éî©Ï

 

“Orada ter-temiz olmak isteyen kimseler vardýr. Allah da tertemiz onlarý sever"[347] diye buyurulmuþtur.

 

Ýbn Kesir su ile temizlenmek hususunda aþýrý titizlik gösteren ensarýn (Medinelilerin) bu ayet-i kerime ile övüldüðünü kaydeder.

 

Allahü Teâla (cc)'ya kulluk edebilmek ve O'nun rýzasýný kazanmak için, temizlik ilk þarttýr. Çünkü taharetsiz yapýlmasý mümkün olmayan birçok ibadet vardýr. Her Müslüman bilir ki; gerek hakiki pisliði (necaseti), gerek hades denilen manevi pisliði temizlemeden namaz kýlýnamaz. Taharetin sebebi namazýn farz olmasýdýr. Müslümanlarýn taharet hususunda titiz olmalarý, ibadet hayatýyla yakýndan alakalýdýr. Avret mahallindeki ve koltuk altýndaki kýllarýn traþ edilmesi, týrnaklarýn kesilmesi ve diðer temizlik hususunda hassas olmak vaciptir. Zira bu hususlarda sünnet varid olmuþtur.

 

Tahâret, iki türlü olur; necasetten taharet; hadesten taharet:

 

1) Necasetten Tahâret

 

Necaset: Pislik, kan, sidik ve dýþký gibi pis þeydir. Ruhsat olmamasý halinde namazýn sýhhatine engel olan pisliktir. Necâset, temizliðin; necis de temiz olanýn zýddýdýr. Necis, þer'an pis olan þeyi ifade eder. Hakikî veya hükmî necis için kullanýlýr. Hakikî necise "habes", hükmî olanýna ise "hades" denir. Necis sýfat, neces þekli ise isim olarak kullanýlýr.

 

Necâset, hakikî ve hükmî olmak üzere ikiye ayrýlýr. Hakikî necâset, sözlükte kan, sidik ve dýþký gibi gerçek pislik olarak var olan þeyleri; terim olarak ise, namazýn sýhhatine engel olan pisliði ifade eder. Hükmî necâset ise, insan bedeninde manevî olarak bulunan abdestsizlik veya cünüplük hâli için kullanýlýr. Hakikî necâset üçe ayrýlýr: Aðýr ve hafif; katý ve sývý; görülen ve görülmeyen pislik.

 

Aðýr Pislik - Hafif Pislik

 

Buna galîza veya muðallaza pislik de denir. Giysilerde, bedende veya namaz kýlýnacak yerde bu pislikten, katý ise yaklaþýk 3 gr. kadarý; sývý ise avuç içinden fazla bir alaný kaplayacak miktarý namazýn sýhhatine engel olur. Bunlarýn necisliði kesin delille sabittir. Kan, sidik, dýþký gibi...

 

 =¤Š¡£è À Ï  Ù 2b î¡q ë

 

“Elbiseni de temiz tut”[348]  ayeti uyarýnca bunlarý temizlemek farzdýr.

 

Hafif pislik ise kesin delille sabit olmayan pisliktir. Bunlarýn bulaþtýðý elbise veya bedenin dörtte birinden az miktarý namaza engel olmaz. Eti yenenin sidiði ve yenmeyen kuþun pisliði gibi...

 

Aðýr olan necâsetler þunlardýr

 

1)  Ýnsandan çýkan veya ondan kopup ayrýlan þeylerden kan, sidik, dýþký, menî; küçük su döktükten veya aðýr bir þey kaldýrdýktan sonra cinsel organdan gelebilen beyaz renkli "vediy" denilen sývý; seviþme veya karþý cinsi düþünme sýrasýnda yine cinsel organdan gelebilen beyaz renkli yapýþkan "meziy" denilen sývý; aðýz dolusu kusuntu; bedenden kesilip ayrýlan et, deri parçasý ve kadýnlardan gelen âdet veya lohusalýk kaný aðýr pislik çeþidine girer.

 

2) Eti yenmeyen hayvanlarýn sidikleri, aðýzlarýnýn salyalarý, kuþlarýn dýþýndakilerin dýþkýlarý ve bütün hayvanlarýn akan kanlarý.

 

3) Eti yenen hayvanlardan tavuk, kaz ve ördeklerin dýþkýlarý.

 

4) Boðazlanmadan kendi kendine ölen hayvanýn eti ve tabaklanmamýþ derisi pistir.

 

Mâlikîlere göre murdar hayvanýn eti gibi derisi, kemiði ve sinirleri de temiz deðildir. Kýl, yün ve tüyleri ise temizdir. Þâfiîlere göre, ölü hayvanýn kýl, tüy, yün ve týrnaklarý dahil bütün cüzleri temiz sayýlmaz.

 

5) Domuz eti! Usûlüne göre kesilse de necistir. Eti, kýlý, kemikleri, tabaklansa bile derisi necistir.[349]

 

6)  Ýçki: Cenab-ý Hakkýn:

 

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اِنَّمَا الْخَمْرُ وَالْمَيْسِرُ وَالْاَنْصَابُ وَالْاَزْلَامُ رِجْسٌ مِنْ عَمَلِ الشَّيْطَانِ فَاجْتَنِبُوهُ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ

 

“Ey iman edenler! Þarap, kumar, dikili taþlar (putlar), fal ve þans oklarý birer þeytan iþi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluþa eresiniz.”[350] ayeti uyarýnca çoðunluk fakihlere göre necistir. Bu yüzden elbise veya bedene þarap dökülürse yýkanmadýkça namaz kýlýnmaz. Tercih edilen görüþe göre, diðer sarhoþluk veren içkiler de þarap hükmündedir.

 

Þâfiîlere göre de bütün sarhoþluk veren içki çeþitleri az olsun çok olsun temiz deðildir.

 

Hafif Sayýlan Ve Temiz Olmayan Þeyler Þunlardýr

 

1) At, katýr ve eþeklerin sidikleri ile, eti yenen koyun, keçi, geyik ve karaca gibi evcil ya da yabanî hayvanlarýn sidikleri ve bunlarýn tersleri, Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre hafif pisliktir. Fetvaya esas olan bu görüþtür. Ebû Hanîfe'ye göre ise bunlar aðýr pislik çeþidine girer.

 

2) Etleri yenmeyen hayvanlardan, doðan, atmaca, þahin, çaylak, kartal gibi havada terleyen hayvanlarýn dýþkýlarý.

 

3) Her hayvanýn öd kesesi, bu hayvanýn dýþkýsý hükmündedir.

 

Hafif pisliðin namazda baðýþlanan miktarý, bulaþtýðý yer elbise ise, elbisenin tamamýnýn dörtte biri; kol ve ayak gibi bedenin bir organý ise bulaþtýðý organýn dörtte biridir. Bununla, kaçýnýlmasý güç olan, mesleði ve içinde bulunduðu kültür ortamý bakýmýndan temizliðe tam dikkat edemeyen veya hayvancýlýkla uðraþanlarýn farkýnda olmadan karþýlaþtýðý hafif pislikler için kolaylýk getirilmiþtir.[351]

 

Katý ve Sývý Pislikler:Katý pislik ölü hayvan eti ve dýþký; sývý ise akan kan, meziy ve vediy gibi pisliklerdir.

 

Görülen ve Görülmeyen Pislikler:Görülen; dýþký ve kan gibi gözle görülen ve aynî varlýðý olan pisliklerdir. Bir defa da olsa kendisinin yok edilmesi ile temizlenmiþ olur.

 

Görülmeyen pislik ise sidik gibi kuruduktan sonra varlýðý gözle görülemeyen pisliktir. Temizlenmesi yýkayanýn temizlendiðine kanaat getirinceye kadar yýkamasý ile olur. Vesveseli kimse için yýkama sayýsý üçtür. Zahiru'r-rivayeye göre her defasýnda sýkmak da gerekir. Çünkü pisliði çýkaracak olan sýkmadýr.

 

Temizleme Þekil ve Yollarý

 

Temiz olmayan þeyler: temizlemek için özelliklerine göre çeþitli yollar vardýr.

 

1) Su ile yýkamak: Su, hem pisliði temizleme ve hem de abdest ve gusülde kullanýlma bakýmýndan asýl temizleyicidir. Allah Teâlâ þöyle buyurur:

 

وَهُوَ الَّذى اَرْسَلَ الرِّيَاحَ بُشْرًا بَيْنَ يَدَىْ رَحْمَتِه وَاَنْزَلْنَا مِنَ السَّمَاءِ مَاءً طَهُورًا

 

“Rüzgârlarý rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen O'dur. Biz, ölü topraða can vermek, yarattýðýmýz nice hayvanlara ve nice insanlara su vermek için gökten tertemiz su indirdik.”[352]

 

Temizlik için kullanýlacak su, yaðmur, kar, nehir, göl, deniz, kuyu, pýnar ve sel sularýnýn toplandýðý gölet sularý olabilir. Hz. Peygamber þöyle buyurmuþtur: "Su, temizdir. Onu tadý, rengi veya kokusu deðiþmedikçe dýþarýdan bir þey kirletmez."[353]

Yine Allah elçisi, Esmâ binti Ebî Bekir'e elbisesini hayýzdan nasýl temizleyeceði konusunda; "Ovalar sonra da su ile çitiler"[354] buyurmuþtur

 

Hanefilerde tercih edilen görüþe göre hakikî pislikler gül suyu, sirke, meyve ve bitki suyu gibi normal su dýþýndaki sývýlarla da temizlenebilir. Hanefîler su dýþýndaki temizleyici sayýsýný yirmibire kadar çýkarmýþlardýr. Diðer mezhepler bunlarýn bazýlarýnda Hanefilerden farklý görüþe sahiptirler. Ancak su dýþýndaki sývýlarla abdest alýnmaz, gusül yapýlmaz. Bu konuda görüþ birliði vardýr.[355]

 

Su ile temizlemenin þekli

 

1) Necâset, sidik, köpek salyasýnýn eseri gibi görünmeyen nitelikte ise, temizlendiðine kanaat getirinceye kadar yýkanýr. Bu da üç defadýr. Delil þu hadislerdir:

 

¡é¨£ÜÛa  4좠‰  £æ a ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa  ó¡™ ‰  ñ Š¤í Š¢ç ó¡2 a ¤å Ç g

ó¡Ï ¢k¤Ü Ø¤Ûa  l¡Š ( a ‡¡a  4b Ó  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü •

¦É¤j  ¢é¤Ü¡Ž¤Ì î¤Ü Ï ¤á¢×¡† y a  õb ã¡a

 

Ebû Hüreyre radiya'llâhu anh'den: Þöyle demiþtir: Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki, içinizden birinin kabýndan köpek (aðzýný sokup bir þey) içerse o kabý yedi kere yýkasýn."[356]

 

Yine: Sizden biriniz uykusundan uyandýðýnda, kaba sokmadan önce elini üç defa yýkasýn.”[357] Köpeklerin aðzýný sokmasýndan dolayý yedi defa yýkama emri Ýslâm'ýn ilk dönemlerinde zorunlu olmadýkça evde köpek beslemeyi sýnýrlamak amacýna yönelik idi.

 

Necâset, kan ve dýþký gibi gözle görülen çeþitten ise, bunlarýn temizliði bir defa da olsa pisliðin kendisini gidermekle olur. Ancak, yýkanmasýna raðmen renk ve koku gibi giderilmesi güç bir eseri kalýrsa, bu zarar vermez. Tercih edilen görüþe göre su saf bir hal alýncaya kadar yýkanýr.

 

Nitekim Havle binti Yesâr dedi ki: "Ey Allah'ýn Resulü! Benim bir tek elbisem var ve onda hayýz oluyorum". Hz. Peygamber buyurdu ki: "Temizlendiðin zaman kan bulunan yeri yýka ve onunla namaz kýl". Havle dedi ki: "Ya Resulullah! izi kalýrsa?". Buyurdu ki: "Su sana yeter, kanýn eseri ise zarar vermez."[358]

 

Ýçine sabun, toprak, deterjan gibi maddeler karýþmýþ olan sular, karýþým az olduðu takdirde temizleyicidir. Abdest ve gusülde kullanýlan sular temizdir, fakat temizleyici deðildir. Bunlara "musta'mel (kullanýlmýþ) sular" denir. Bunlarla pislik temizlenebilir, fakat abdest, ya da gusül abdesti alýnamaz. Ancak içine pislik karýþan veya kendisiyle pislik yýkanan kullanýlmýþ sular temiz olmaktan çýkar.

 

2) Silmek yolu ile temizleme: Býçak, cam, cilâlý tahta, mermer, fayans gibi pisliði içine emmeyen þeylere bir pislik bulaþýnca, yaþ bir bez, sünger veya toprak, ya da deterjanlý ýslak bezle pisliðin izi kalmadýðýna galip zan meydana gelecek þekilde silinirse temizlenmiþ olur. Meselâ; kurban kesilen býçak temiz bir bezle veya toprakla iyice silinince temiz olur ve böyle bir býçak üzerinde iken kýlýnacak namaz sahih olur. Çünkü Ashab-ý kiram düþmanla savaþýyor, kýlýçlarýný silerek, bunlar üzerlerinde iken namaz kýlýyorlardý.

 

3) Ateþe sokmak yolu ile temizleme: Ateþe dayanýklý maden parçasý üzerindeki kan ve benzeri necis þeyler, madenin ateþe sokulmasý ile yanar ve yok olur. Nitekim yaðlý, paslý, üzerinde necis kan ve et kalýntýlarý bulunan þiþ veya ýzgaralar ateþte yakýlýnca temiz hale gelir.

 

4) Kazýmak, ovmak veya silmek yoluyla temizlemek: Mest ve ayakkabý gibi pisliði emmeyen þeylere hayvan dýþkýsý gibi görünür bir pislik bulaþsa, bunlar su ile temizleneceði gibi, býçak gibi bir þeyle kazýnarak veya toprak ya da kum sürterek de temizlenebilir. Ancak mest veya ayakkabýya sidik gibi görünmeyen bir pislik dokunursa, bu yerin yýkanmasý gerekir. Nitekim elbiseye veya bedene dokunan pisliði kazýmak veya topraða sürtmek de yeterli deðildir.

 

Ýnsana ait kurumuþ meni ovalamakla temizlenebilir. Ancak yaþ olan meninin su ile yýkanmasý gereklidir. Diðer yandan kuru bir meni ovalamakla temizlendikten sonra, bu elbise ile namaz kýlýnabilirse de, yeri yeniden ýslanýrsa, saðlam görüþe göre pislik yeniden döner. Bu yüzden yeniden kurutup ovalamak veya yýkamak gerekli olur.

 

Hz. Âiþe'den þöyle dediði nakledilmiþtir: "Allah Resulünün elbisesindeki meniyi kuru ise ovalýyor, yaþ ise yýkýyordum."[359]

 

Hanefi ve Mâlikîler meniyi necis kabul ederken, Þâfiî ve Hanbelîler insan menisini temiz sayarlar. Bu görüþ ayrýlýðýnýn dayandýðý delil; yukarýdaki hadisin farklý yorumu yanýnda Ýbn Abbas (r.a)'dan rivayet edilen þu sözdür: "Üzerinden meniyi ot veya bir parçasý ile sil. Çünkü o tükrük ve sümük gibidir.”[360] Soðuk ve yolculuk gibi hallerde bu ikinci görüþ müslümanlara kolaylýk saðlar.

 

Meziy ve vediy de necistir. Meziy; cinsel istek veya bunu düþünme anýnda þehvetsiz olarak çýkan ince beyaz sudur. Meziy yýkanýr ve yeniden abdest alýnýr. Hz. Ali þöyle der: "Mezîsi çok akan bir kimse idim. Allah elçisine sormaya da utandým. Mikdad b. Esved (r.a)'a söyledim, o sordu "Bundan dolayý abdest gerekir" buyurdu. Müslim'in rivayetinde; "Cinsel uzvunu yýkar ve abdest alýr" ilâvesi vardýr.[361] Vediy ise idrardan sonra veya aðýr bir þey kaldýrma hâlinde çýkan koyu süt gibi beyaz bir sývýdýr, pistir. Çünkü sidikle birlikte veya ondan sonra çýktýðý için sidiðin hükmünü alýr.

 

Donmuþ yað, pekmez ve benzeri þeylerin içine pis bir þey düþse, bu madde çevresiyle birlikte ovulup çýkarýlýnca temizlenmiþ olur. Hz. Peygamber'in eþi Meymune (r.anhâ) þöyle demiþtir: "Bir fare yaða düþmüþtü. içinde öldü. Hz. Peygamber'e soruldu: "Onu ve çevresini atýn, yaðý da yiyin"[362] buyurdu.

 

Eðer necâset sývý haldeki yemek veya zeytinyaðý içine düþmüþse, bunlar bir kap içinde üç defa üzerine su döküp çalkalandýktan sonra alýnmakla temizlenmiþ olur. Hanefiler dýþýndaki çoðunluk bu gibi sývýlarýn artýk temizlenemeyeceði görüþündedir. Çok miktardaki yaðý veya yemeði bu sebeple telef etmek yerine burada bir kolaylýk gösterilmektedir. Ancak günümüzde bu iþlemden sonra bir gýda laboratuarýnda tahlil yaptýrarak zararlý unsurun kalýp kalmadýðý kontrol ettirilmelidir. Bu, ihtiyat gereðidir.

 

Katý maddeler, necaseti içine sýzdýrmadýðý sürece su ile temizlenir. Et, tavuk ve buðday gibi piþirilenlerden ise, çiðken yýkanarak temizlenir. Pislendikten sonra, pisliði ile birlikte ateþte kaynatýlýrsa, içine pislik nüfuz edeceði için artýk temizlenemez.

 

Bu yüzden iþkembe, baðýrsak veya hayvan kellesi temizlenmeden kaynatýlýrsa artýk temizlenme imkâný bulunmaz.

 

Yine içine temiz olmayan bir þey karýþan süt, pekmez ve bal gibi sývýlar temiz su içinde üç defa asýl kendi miktarlarýnda kalýncaya kadar kaynatýlmakla temiz olur. Çünkü bu durumda temiz olmayan þeyin niteliði deðiþmiþ sayýlýr.

 

5) Yapý deðiþikliði yolu ile temizleme: Temiz olmayan bir þeyin niteliði deðiþirse temiz hale gelir. Meselâ; bir domuz veya eþek bir tuzlaya düþerek tuz kesilse temizlenmiþ olur. Yine, geyik kanýnýn misk olmasý, içkinin kendiliðinden veya bir katký maddesi ile sirkeleþmesi, tezeðin yanarak kül olmasý lâðým suyu karýþan topraðýn kuruyup eserinin kaybolmasý bunlarý temiz hale getirir.

 

6) Boðazlama veya tabaklama yolu ile temizleme: Domuz dýþýnda, baþka bir hayvanýn usûlüne göre kesilmesi hâlinde derisi temiz olur. Artýk böyle bir derinin üstünde namaz kýlýnabilir. Bu hayvan eti yenen cinsten ise eti de temiz olur. Fakat eti yenmeyen hayvanlardan ise, fetvaya esas olan görüþe göre eti temiz sayýlmaz. Bununla birlikte meþrû kesimle eti temiz sayýlsa bile, yenilmesi caiz olmaz. Bu konuda görüþ birliði vardýr.

 

Yine domuz dýþýnda, murdar ölmüþ bir hayvanýn derisi tabaklanmakla temiz olur. Hz. Peygamber; "Bir deri tabaklanmakla temiz olur" buyurmuþtur.[363]

 

Allah elçisi Tebük yolculuðunda bazý evlerin yanýndan geçerken kadýnlardan su istedi. Bir kadýnýn; "ölmüþ hayvan derisinden yapýlmýþ bir kýrbada su var" deyince, Allah Resulü; "Onu tabaklamamýþ mýydýn?" buyurdu. "Evet tabaklamýþtým" deyince de "Tabaklanmasý temizlenmesidir"[364] buyurdu.

 

7) Necis olmuþ kuyunun suyunu boþaltma veya gereken kadar su çýkararak kuyuyu temizleme: Küçük bir hayvanýn kuyuya düþüp ölmesi hâlinde bütün suyu çýkarmak büyük zorluklara yol açacaðý için düþen canlýnýn durumuna göre bütün suyu veya suyun bir bölümünü çýkarma esasý benimsenmiþtir.

 

Kuyuya domuz gibi ayný ile necis bir hayvan düþmüþse suyun tümü çýkarýlýr. Eti yenen bir hayvan düþer, þiþmiþ ve daðýlmýþ olursa yine tüm su çýkarýlýr. Ancak þiþip daðýlmamýþsa, zahiru'r-rivâye'de bunlar üç sýnýfta incelenir.

a) Fare, serçe veya bu büyüklükte bir hayvan düþüp ölmüþse, yirmi ilâ otuz kova;

b) Kedi, tavuk, güvercin veya bu büyüklükte bir hayvan düþmüþ ölmüþse, kýrk ilâ elli kova;

c) Ýnsan düþüp, üzerinde pislik olduðu biliniyorsa su necis hale gelir; tümünü çýkarmak gerekir.

 

Ancak günümüzde kuyuyu tam olarak boþaltmak mümkün olmayan durumlarda, kanaat verecek miktar çýkarýldýktan sonra laboratuar tahlili yaptýrarak kuyu suyunda zararlý bir maddenin bulunup bulunmadýðýný belirlemek ihtiyata daha uygundur.

 

2) Hadesten Tahâret

 

Hades: Sonradan meydana gelme; pislik, necâset; abdestin bozulmasý anlamýnda fýkhî bir terim.

 

Abdest, boy abdesti veya teyemmümle giderilen ve varlýðý hükmen kabul edilen" pislik. Ayrýca buna "necâset-i hükmiyye" de denir. Namazýn altý þartýndan birincisi hadesten tahârettir.

 

Hades; hades-i asðar (küçük hades) ve hades-i ekber (büyük hades) diye ikiye ayrýlýr. Küçük hades; abdestsizliktir. Büyük hades (hades-i ekber), boy abdestidir; yani guslü gerektiren hallerdir. bunlar cünüblük, aybaþý (hayýz) ve lohusalýk halleridir. Kendisinde büyük hades meydana gelen kimse; namaz kýlamaz, camiye giremez, Kur'ân-ý Kerîm okuyamaz. Kur'ân-ý Kerîm'i tutamaz. Kur'ân âyetlerine el süremez, hayýzlý ve lohusa ise eþiyle çiftleþemez.

 

Hades-i asðar (küçük hades): yalnýz namaz kýlmaya, Kur'ân-ý Kerîm'i tutmaya ve Kur'ân âyetlerine el sürmeye engeldir. Küçük hades, abdest ile giderilir. Büyük hades ise boy abdesti (gusül) ile giderilir.Su bulunmadýðý yerlerde; gerek hades-i asðar, gerekse hades-i ekber için teyemmüm yapýlýr.

 

 

 

b) Abdest

 

 

Yüce Allah (cc), Kur’an-ý Kerim’de:

 

يَااَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اِذَا قُمْتُمْ اِلَى الصَّلوةِ فَاغْسِلُوا وُجُوهَكُمْ وَاَيْدِيَكُمْ اِلَى الْمَرَافِقِ وَامْسَحُوا بِرُؤُسِكُمْ وَاَرْجُلَكُمْ اِلَى الْكَعْبَيْنِ

“Ey iman edenler! Namaz için kalktýðýnýzda, yüzünüzü, dirseklere kadar ellerinizi yýkayýn, baþýnýzý meshedin, topuklara kadar da ayaklarýnýzý."[365]

 

Hz.Peygamber (as):

 

ـ وعن عليّ بن طلق رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رسولُ اللّه #: إذَا فَسَا أحَدُكُمْ في الصََّةِ فَلْيَنْصَرِفُ فَلْيَتَوَضّأ، وَلْيُعِدِ الصََّةَ.

 

 Ali Ýbnu Talk (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Biriniz namazda yellenirse derhal namazdan çýksýn, abdest alsýn ve namazý iade etsin."[366]

 

Bu hadisle abdestin vacip olduðuna ümmet icma etmiþtir.

 

Hadislerde Abdestin Önemi

 

ـ عن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه: أنَّ رسولَ اللّهِ # قالَ: أَ أدُلُّكُمْ عَلى مَا يَمْحُو اللّهُ بِهِ الخَطَايَا، وَيَرْفَعُ بِهِ الدَّرَجَاتِ؟ قالُوا: بَلى يَا رَسولَ اللّهِ. قالَ: إسْبَاغُ الوُضُوءِ عَلى المَكَارِهِ، وَكَثْرَةُ الخُطَا إلى المَسَاجِدِ، وَانْتِظَارُ الصََّةِ بَعْدَ الصََّةِ، فذلكُمُ الرِّبَاط، فذلِكُمُ الرِّبَاطُ، فذلِكُمْ الرِّبَاطُ.

 

Ebû Hüreyre (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Alah'ýn hatalarý silmeye ve dereceleri yükseltmeye  vesile kýldýðý þeyleri size söylemiyeyim mi?""Evet ey Allah'ýn Resûlü, söyleyin!" dediler. Bunun üzerine saydý:"Zahmetine raðmen abdesti tam almak. Mescide çok adým atmak. (Bir namazdan sonra diðer) Namazý beklemek. Ýþte bu ribâttýr, iþte bu ribâttýr, iþte bu ribâttýr."[367]

 

ـ وعن عقبة بن عامر رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: كَانَتْ عَلَيْنَا رَعَايَةُ ا“بِلِ، فَجَاءَتْ نَوْبَتِى أرْعَاهَا فَرَوَّحْتُهَا بِعَشِىٍّ، فأدْرَكْتُ رَسُولَ اللّهِ # قَائِماً يُحَدِّثُ النَّاسَ، وَأدْرَكْتُ مِنْ قَوْلِهِ: مَا مِنْ مُسْلِمٍ يَتَوَضّأُ فَيُحْسِنُ وُضُوءَهُ، ثُمَّ يَقُومُ فَيُصَلِّى رَكْعَتَيْنِ يُقْبِلُ عَلَيْهِمَا بِقَلْبِهِ وَوَجْهِهِ إَّ وَجَبَتْ لَهُ الجَنَّهُ، فَقُلْتُ: مَا أجْوَدَ هذَا فإذَا قَائِلٌ يَقولُ بَيْنَ يَدَىَّ: الَّتِى قَبْلَهَا أجْوَدُ، فَنَظَرْتُ فإذَا هُوَ عُمَرُ ابنُ الخَطَّابِ، فقَالَ: إنِّى قَدْ رَأيْتُكَ جِئْتَ آنِفاً قالَ: مَا مِنْكُمْ مِنْ أحَدٍ يَتَوضَّأُ فَيُبْلِغُ أوْ فَيَسْبِغَ الْوُضُوءَ، ثُمَّ يَقُولُ: أشْهَدُ أنْ َ إلَهَ إَّ اللّهُ وَحْدَهُ َ شَرِيكَ لَهُ، وَأشْهَدُ أنَّ مُحَمّداً عَبْدُهُ وَرَسُولُ إَّ فُتِّحَتْ لَهُ أبْوَابُ الجَنَّةِ الثَّمَانِيَةُ يَدْخُلُ مِنْ أيِّهَا شَاءَ.

 

Ukbe Ýbnu Âmir (radýyallahu anh) anlatýyor: "Üzerimizde develeri gütme iþi vardý, (bunu  sýrayla yapýyorduk.) (Bir gün) gütme nöbeti bana gelmiþti. Günün sonunda develeri kýra ben çýkarýyordum. (Bir gün, nöbetimden dönüþte) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a geldim, ayakta halka hitabediyordu. Söylediklerinden þu sözlere yetiþtim:"Güzel abdest alýp, sonra iki rekat namaz kýlan ve namaza bütün ruhu ve benliði ile yönelen hiç kimse yoktur ki kendisine cennet vâcib olmasýn!"(Bunlarý iþitince kendimi tutamayýp): "Bu ne güzel!" dedim. (Bu sözüm üzerine) önümde duran birisi:"Az önce söylediði daha da güzeldi!" dedi. (Bu da kim? diye) baktým. Meðer Ömer Ýbnu'l-Hattâb'mýþ. O, sözüne devam etti:"Seni gördüm, daha yeni geldin. Sen gelmezden önce þöyle demiþti: "Sizden kim abdestini alýr ve bunu en güzel þekilde yapar, sonra da: "Eþhedü en lâ ilâhe illallâh ve eþhedü enne Muhammeden abduhû ve Resûlühü. (Þehâdet ederimki Allah'tan baþka ilâh yoktur ve yine þehâdet ederim ki Muhammed Allah'ýn kulu ve Resûlüdür)" derse, kendisine cennetin sekiz kapýsý da açýlýr; hangisinden isterse oradan cennete girer."Ebû Dâvud'un rivayetinde "abdesti güzel yaparsa..." denmiþtir.Tirmizî'nin rivayetinde "...resûlühü (Allah'ýn ...Resûlü)" kelimesinden sonra "Allah'ým, beni tevbe edenlerden kýl, temizlenenlerden kýl" duasý da vardýr.[368]

 

ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه: أنَّ رسولَ اللّه # قالَ: إذَا تَوَضَّأ الْعَبْدُ المُسْلِمُ أوِ المُؤْمِنُ، فَغَسَلَ وَجْهَهُ خَرَجَ مِنْ وَجْهِهِ كُلُّ خَطِيئةٍ نَظَرَ إلَيْهَا بِعَيْنِهِ مَعَ المَاءِ، أوْ مَعَ آخِرِ قَطْرِ المَاءِ، وَإذَا غَسَلَ يَدَيْهِ خَرَجَ مِنْ يَدَيْهِ كُلُّ خَطِيئَةٍ بَطَشَتْهَا يَدَاهُ مَعَ المَاءِ، أوْ مَعَ آخِرِ قَطْرِ المَاءِ، فإذَا غَسَلَ رِجْلَيْهِ خَرَجَتْ كُلُّ خَطِىئَةِ مَشَتْهَا رِجَْهُ مَعَ المَاءِ، أوْ مَعَ آخِرِ قَطْرِ المَاءِ حَتَّى يَخْرُجَ نَقِيّاً مِنَ الذُّنُوبِ.

 

Hz. Ebû Hüreyre (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: Mü'min -veya müslüman- bir kul abdest aldý mý yüzünü yýkayýnca, gözüyle bakarak iþlediði bütün günahlar su ile -veya suyun son damlasýyla- yüzünden dökülür iner. Ellerini yýkayýnca elleriyle iþlediði hatalar su ile birlikte- veya suyun son damlasýyla- ellerinden dökülür iner. Ayaklarýný yýkayýnca da ayaklarýyla giderek iþlediði bütün günahlarý su ile- veya suyun son damlasýyla- dökülür iner. (Öyle ki abdest tamamlanýnca) günahlardan arýnmýþ olarak tertemiz çýkar."[369]

 

ـ وعن عثمان رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ رسولَ اللّهِ # قالَ: مَنْ تَوَضّأ فَأحْسَنَ الْوُضُوءَ خَرَجَتْ خَطَايَاهُ مِنْ جَسَدِهِ حَتّى تَخْرُجَ مِنْ تَحْتَ أظْفَارِهِ[ .

 

Hz. Osman (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim abdest alýr ve abdestini güzel yaparsa hatalarý vücudundan týrnak diplerine  varýncaya kadar çýkar dökülür."

 

ـ وفي رواية: ]أنَّ عُثْمَانَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه تَوَضّأ، ثم قال: رَأيْتُ رَسُولَ اللّهِ # تَوَضّأ نَحْوَ وُضُوئى هذا ثُمَّ قال: مَنْ تَوَضّأ  هكذا غُفِرَ له مَا تَقَدّمَ مِنْ ذَنْبِهِ وَكَانَتْ صََتُهُ وَمَشْيُهُ إلى المَسْجِدِ نَافِلَةً[. أخرجه الشيخان .

 

Bir baþka rivayette þöyle gelmiþtir: "Hz. Osman (radýyallahu anh) abdest aldý ve dedi ki:"Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ýn þu benim abdestim gibi abdest aldýðýný, sonra da þöyle söylediðini gördüm: "Kim bu þekilde abdest alýrsa geçmiþ günahlarý affedilir, namazý ve mescide kadar yürümesi de nafile (ibadet) olur."[370]

 

ـ وعن عمرو بن عبسة السلمى رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رسولُ اللّهِ #: مَا مِنْكُمْ مِنْ رَجُلٍ يُقَرِّبُ وُضُوءَهُ فَيَتَمَضْمَضُ وَيَسْتَنْثِرُ إَّ خَرَّتْ خَطَايَاهُ مِنْ وَجْهِهِ وَفِيهِ وَخَيَاشِيمِهِ، ثُمَّ إذَا غَسَلَ وَجْهَهُ كَمَا أمْرَهُ اللّهُ إَّ خَرَّتْ خَطَايَا وَجْهِهِ مِنْ أطْرَافِ لِحْيَتِهِ مَعَ المَاءِ، ثُمَّ يَغْسِلُ يَدَيْهِ إلى المِرْفَقَيْنِ إَّ خَرّتْ خَطَايَا يَدَيْهِ مِنْ أنَامِلِه مَعَ المَاءِ، ثُمَّ يَمْسَحُ رَأسَهُ إَّ خَرَّتْ خَطَايَا رَأسِهِ مِنْ أطْرَافِ شَعَرِهِ مَعَ المَاءِ، ثُمَّ يَغْسِلُ رِجْلَيْهِ إلى الْكَعْبَيْنِ إَّ خَرَّتْ خَطَايَا رِجْلَيْهِ مِنْ أنَامِلِهِ مَعَ المَاءِ فإنْ هُوَ قَامَ فَصَلّى فَحَمِدَ اللّهَ وَأثْنَى عَلَيْهِ، وَمَجَّدَهُ بِالَّذِى هُوَ لَهُ أهْلٌ، وَفَرَّغَ قَلْبَهُ للّهِ إَّ انْصَرَفَ مِنْ خَطِيئَتِهِ كَيَوْمَ وَلَدَتْهُ أُمُّهُ[. أخرجه مسلم .

 

Amr Ýbnu Abese es-Sülemî (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Sizden kim abdest suyunu hazýrlar, mazmaza  ve istinþakta bulunur (aðzýna ve burnuna  su çeker)  ve sümkürürse, mutlaka yüzünden, aðzýndan, burnundan hatalarý dökülür. Sonra Allah'ýn emrettiði þekilde yüzünü yýkarsa, sakalýn(ýn bittiði mahallin) etrafýndan su ile birlikte yüzü ile iþlediði günahlar dökülür. Sonra dirseklere kadar kollarýný yýkayýnca, ellerinin günahlarý su ile birlikte parmak uçlarýndan dökülür gider. Sonra baþýný meshedince, baþýnýn günahlarý saçýn etrafýndan su ile birlikte akar gider. Sonra topuklarýna kadar ayaklarýný yýkayýnca, ayaklarýnýn günahlarý, parmak uçlarýndan su ile birlikte akar gider. Sonra kalkýp namaz kýlar, Allah'a hamd ve senâda bulunur. Ona layýk þekilde tazimini gösterir ve kalbinden Allah'tan baþkasýný(n korku ve muhabbetini) çýkarýrsa, annesinden doðduðu gündeki gibi bütün günahlarýndan arýnýr."[371]

 

ـ وعن عبداللّه الصنابحى رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ رَسولَ اللّهِ # قالَ: إذَا تَوَضّأ الْعَبْدُ المُؤْمِنُ فَمَضْمَضَ خَرََجَتْ الخَطَايَا مِنْ فيهِ، فإذَا اسْتَنْثَرَ خَرَجَتِ الخَطَايَا مِنْ أنْفِهِ، فإذَا غَسَلَ وَجْهَهُ خَرَجَتْ الخَطَايَا مِنْ وَجْهِهِ حَتّى تَخْرُجَ مِنْ تَحْتِ أشْفَارِ عَيْنَيْهِ، فإذَا غَسَلَ يَدَيْهِ خَرَجَتِ الخَطَايَا مِنْ يَدَيْهِ حَتّى تَخْرُجَ مِنْ تَحْتِ أظْفَارِ يَدَيْهِ، فإذَا مَسَحَ بِرَأسِهِ خَرَجَتِ الخَطَايَا مِنْ رَأسِهِ حَتّى تَخْرُجَ مِنْ أُذَنَيْهِ، فَإذَا غَسَلَ رِجْلَيْهِ خَرَجَتِ الخَطَايَا مِنْ رِجْلَيْهِ حَتّى تَخْرُجَ مِنْ تَحْتِ أظْفَارِ رِجْلَيْهِ، ثُمَّ كَانَ مَشْيُهُ إلى المَسْجِدِ وَصََتُهُ نَافِلَةً لَهُ.

 

 Abdullah es-Sünâbihî (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Mü'min kul abdest aldýkta mazmaza yaptý mý (aðzýný yýkadý mý) günahlar aðzýndan çýkar. (Burnunu sümkürdü mü) günahlar burnundan çýkar, yüzünü yýkadý mý günahlar göz kapaklarýnýn altýna varýncaya kadar yüzünden çýkar. Ellerini yýkadý mý günahlar týrnak diplerine varýncaya kadar ellerinden çýkar. Baþýný meshetti mi, günahlar kulaklarýna varýncaya kadar baþýndan çýkar. Ayaklarýný yýkadý mý, günahlar ayak týrnaklarýnýn altýna varýncaya kadar ayaklarýndan çýkar. Sonra mescide kadar yürümesi ve kýlacaðý namaz nafile (bir ibadet) olur."[372]

 

ـ وعن أبي أمامة الباهلى رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]سَمِعْتُ عَمْرَو بنَ عَبْسَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه يَقُولُ: قُلْتُ لِرَسولِ اللّهِ # كَيْفَ الْوُضُوءُ؟ قالَ: أمَّا الْوُضُوءُ، فَإنَّكَ إذَا تَوَضَّأتَ فَغَسَلْتَ كَفَّيْكَ فَأنْقَيْتَهَا، وَغَسَلْتَ وَجْهَكَ وَيَدَيْكَ إلى المِرْفَقَيْنِ، وَمَسَحْتَ رَأسَكَ، وَغَسَلْتَ رِجْلَيْكَ إلى الْكَعْبَيْنِ اِغْتَسَلْتَ مِنْ عَامَّةِ خَطَايَاكَ، فإنْ أنْتَ وَضَعْتَ وَجْهَكَ للّهِ عَزَّ وَجَلَّ خَرَجْتَ مِنْ خَطَايَاكَ كَيَوْم َ وَلَدَتْكَ أُمُّكَ. قالَ أبُو أُمَامَةَ: فَقُلْتُ يَا عَمْرُو بنُ عَبْسَةَ: انْظُرْ مَا تَقُولُ: أكُلُّ هذَا يُعْطى في مَجْلِس وَاحدٍ؟ فقَالَ: أمَا واللّهِ لَقَدْ كَبُرَتْ سِنِّى، ودَنَا أجَلِى، وَمَا بِى مِنْ فَقْرٍ فَأكْذبَ عَلى رسولِ اللّهِ # وَلَقَدْ سَمِعَتْهُ أُذُنَاىَ وَوَعَاهُ قلبى مِنْ رسولِ اللّهِ #.

 

Ebû Ümâme el-Bâhilî (radýyallahu anh) anlatýyor: "Amr Ýbnu Abese (radýyallahu anh)'ý dinledim, diyor ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a: "Abdest nasýl alýnýr?" diye sordum. Þöyle açýkladý:"Abdest mi? Abdest alýnca þöyle yaparsýn: Önce iki avucunu tertemiz yýkarsýn. Sonra yüzünü ve dirseklerine kadar ellerini yýkarsýn. Baþýný meshedersin, sonra da topuklarýna kadar ayaklarýný yýkarsýn. (Bunlarý tamamladýn mý) bütün günahlarýndan arýnmýþ olursun. Bir de yüzünü Aziz ve Celil olan Allah için (secdeye) koyarsan, anandan doðduðun gün gibi, hatalarýndan çýkmýþ olursun."Ebû Ümâme der ki: "Ey Amr Ýbnu Abese dedim, ne söylediðine dikkat  et! Bu söylediklerinin hepsi bir defasýnda veriliyor mu?""Vallahi dedi, bilesin ki artýk yaþým ilerledi, ecelim yaklaþtý. (Allah'tan ölümden çok korkar bir haldeyim), ne ihtiyacým var ki, Allah Resûlü hakkýnda yalan söyleyeyim! Andolsun söylediklerim, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan kulaklarýmýn iþitip, hafýzamýn da zabtettiklerinden  baþkasý deðildir."[373]

 

Bu giriþten sonra þimdide abdestin tanýmýný izah edelim geçelim.

Abdest: Sözlükte; “belli organlarda suyu kullanma fiilinin adýdýr.” Þer-i ýstýlahta hususi bir temizlik manasýnadýr. Yada niyetle baþlayan hususi fiillerdir.

 

Bu da yüz, eller ve ayaklarýn yýkanmasý, baþýn meshedilmesidir. En açýk tarif ise: Temizlik suyun þeriatteki hususi þekliyle dört azada kullanýlmasýdýr. Asýl hükmü, namaz için asýl olarak ondan maksat farz olmasýdýr. Çünkü Allah (cc) þu sözü ile namazýn sýhhati için þarttýr:

 

يَااَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اِذَا قُمْتُمْ اِلَى الصَّلوةِ فَاغْسِلُوا وُجُوهَكُمْ وَاَيْدِيَكُمْ اِلَى الْمَرَافِقِ وَامْسَحُوا بِرُؤُسِكُمْ وَاَرْجُلَكُمْ اِلَى الْكَعْبَيْنِ

 

“Ey iman edenler! Namaz için kalktýðýnýzda, yüzünüzü, dirseklere kadar ellerinizi yýkayýn, baþýnýzý meshedin, topuklara kadar da ayaklarýnýzý.”[374]

 

Ýmdi bu giriþten sonra, abdestin sebeplerini açýklamaya gayret edelim.

 

Abdestin Sebebi

 

Abdestsiz yapýlmasý helal ve caiz olmayan bir(þeyi kastetmek, yapmaktýr. Namaz kýlmak, Kur’aný tutmak veya Kabeyi tavaf etmek gibi ki, bunlar ancak abdestle yapýlabilir. Abdestin dünyevi hikmeti, budur. Uhrevi hikmeti de ahirette sevabýna nail olmaktýr.

 

Abdestin Þartlarý

 

1)  Akýllý olmak,

2)  Buluð çaðýna eriþmek,

3)  Müslüman olmak,

4)  Bütün abdest uzuvlarýný yýkamak,

5)  Abdestsiz olmak,

6)  Hayýz ve Nifas halinde olmamak,

 

Sýhhatinin Þartlarý

 

1)  Cildin temiz su ile tamamen yýkanmasý,

2)  Abdest boyunca onu bozacak þeylerin olmamasý,

3) Mum ve Ýç yaðý gibi suyun vücuda temasýný engelleyecek bir þeyin olmamasý.

 

Abdestin Sünnetleri

 

1)  Allah’ýn ismini anarak, niyet etmek.

2)  Abdest baþlarken ellerini bileklere kadar yýkamak.

3)  Diþlerini temizlemek.

4)  Aðzýný çalkalamak.

5)  Burnuna su çekmek.

6)  Mazmaza yapmak.

7)  Sakallarýný (varsa) ovalamak.

8)  Abdest azalarýný üçer kere yýkamak.

9)  Baþýnýn tümünü meshetmek.

10)  Kulaklarýný meshetmek.

11)  Azalarýný ovarak yýkamak.

12)  Sýralamaya riayet ederek yýkamak.

13)  Boynunu meshetmek.

 

Abdestin Âdâbý (Müstehablarý)

 

1) Abdest alýrken suyun sýçramasýndan korunmak için yüksek bir yere çýkmak.

 

2)  Kýbleye doðru yönelerek abdest almak.

 

3) Abdest alýrken kimseden yardým istememek. Yani abdest ibadetini, kimsenin yardýmý olmaksýzýn bizzat kendi yapmaya çalýþmak. Hastalýk v.s. gibi baþkasýnýn yardýmýný zarurî kýlan özür hâli bundan müstesnadýr. Bir de kiþi kendisi yardým taleb etmeden, baþka birinin ona gönüllü olarak yardým etmesinde de bir mahzur yoktur. Âdâb ihlâl edilmiþ olmaz. Nitekim ashaptan bâzýlarýnýn, Resûlüllah Efendimize -Resûlüllah'tan bir yardým isteði gelmediði halde- abdest alýrken ibrikle su döktükleri ve duâ-yý Nebevîye mazhar olduklarý hadîs kitablarýnda kayýtlýdýr. Bu da gösteriyor ki, baþkasýnýn gönüllü olarak yaptýðý, abdest suyunu hazýrlamak ve dökmek gibi herhangi bir hizmeti kabûlde mahzur yoktur.

 

4) Zaruret olmadýkça abdest alýrken konuþmamak. Çünkü dünyevî lâkýrdý, insaný abdest dualarýný okumaktan alýkor.

 

5) Abdest almaya kalben olduðu gibi dil ile de niyet etmek ve bu niyeti abdestin evvelinden nihayetine kadar unutmayýp kalbde tutmak.

 

6) Her uzvu yýkarken ayrý besmele çekmek ve seleften nakledilen abdest dualarýný okumak. Eðer bu dualarý bilmiyorsa, Peygamber Efendimize salât ü selâm getirmek...

 

7) Dar olmayan, altýna su nüfuz edebilen yüzüðü oynatmak. Dar olan yüzük, zaten altýna suyun geçebilmesini saðlamak için oynatýlmalýdýr.

 

8)  Aðýza ve buruna su vermeyi sað el ile yapmak...

 

9) Buruna çekilen suyu, sol el ile atmak.

 

10)  Abdest alýrken suyu ne israf derecede fazla ve ne de uzuvlardan, hiç damlamayacak kadar az kullanmak. Yani israf da etmemek, çok da kýsmamak...

 

ـ وعن أبيّ بن كعب رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رَسولُ اللّهِ #: إنّ لِلْوُضُوءِ شَيْطَاناً يُقَالُ لَهُ الْوَلْهَانُ فَاتَّقُوا وَسْوَاسَ المَاءِ.

 

Ubeyy Ýbnu Ka'b (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Abdest (sýrasýnda) vesvese veren bir þeytan vardýr. Adý da el-Velehân'dýr. Öyleyse suyun vesvesesinden kaçýnýn.."[375]

 

11) Özür sahibi olmayan için, ibâdete hazýrlýk olmak üzere, vakit girmeden abdest almak veya her vakit abdestli bulunmaya gayret etmek.

 

Vakit girmeden abdest almak, çok faziletlidir. Çünkü, bu durum onu ruhen ibâdet havasýna hazýrlar, kalben ibâdete müteveccih kýlar.

 

Devamlý abdestli bulunmak ise, çok büyük sevablara ve mânevî faydalara vesiledir. Çünkü, böyle bir kimse, abdestle iþlenmesi gereken sâlih amellerden hangisini dilerse, nerede olursa olsun, kaçýrmadan iþleyebilir. Cemaatle namaz kýlabilir, nafile namaz kýlabilir, cenaze namazý kýlabilir, tilâvet secdesi yapabilir, istediði zaman Mushaf'ý tutabilir. Kýsacasý her türlü sâlih ameli iþlemek, bu sayede mümkün olur. Ayrýca abdestli iken vefat ederse, þehidlik mertebesine nâil olmasý da umulur.

 

Hadîs-i þerîf'te, daima abdestli bulunan ve yataða abdestli olarak yatanlar için, meleklerin devamlý istiðfarda bulunduklarý zikredilmiþtir.

 

Abdeste devam eden kimseye, yedi hasletin ihsân edileceði rivâyet edilir:

- Melekler onun sohbetine raðbet ederler.

- Kalem ona sevab yazmaktan asla boþ durmaz.

- O kimsenin bütün âzalarý tesbih ederler.

- Câmi ve cemaatten geri kalmaz.

- Melekler, onu gece karanlýðýnda kendisine isabet edebilecek zararlardan korurlar.

 

Abdestin Mekruhlarý

 

1)  Suyu israf etmek; ihtiyacýndan ve lüzumundan fazla su kullanmak.

2) Suyun miktarýný kýsmak, yani, yýkanacak âzayý sanki mesh edercesine çok az su ile yýkamak.

3) Suyu âzalara çarparak kullanmak.

4)  Lüzumsuz yere abdest arasýnda söz söylemek.

5)  Zaruret yokken baþkasýndan yardým istemek.

Bununla beraber, zaruret hâlinde veya baþkasýnýn, taleb olmaksýzýn, sýrf kendi arzusuyla yardýmda bulunmak istemesi durumunda, bu gibi yardýmlarý kabûl etmek câizdir.

 

Abdesti Bozan Þeyler

 

1) Ön ve arka mahalden çýkan herþey - ister az olsun, ister çok - abdesti bozar. Bu þeyler idrar, kazurat, meni, mezi, taþ, v.s. gibi maddelerdir.

 

2)  Arka taraftan gaz çýkmasý (yellenme).

 

3)  Çocuk düþürme hâli.

 

4)  Ön ve arka yollarýn dýþýnda, bedenin herhangi bir yerinden kan, irin, sarý su gibi akýntýlarýn gelmesi...

 

Bu gibi akýntýlarýn abdesti bozmasý için, çýktýðý noktada durmayýp etrafa yayýlmasý lâzýmdýr. Bu bakýmdan sýkýp çýkarýlmasý ile kendiliðinden çýkmasý arasýnda abdest bozma açýsýndan fark yoktur. Nasýl çýkarsa çýksýn, çýkýþ noktasýný aþtýktan sonra abdesti bozarlar.

 

Hacamat yoluyla kan aldýrmak, sülük tutmak da, abdesti bozar.

 

Kan, irin ve sarý sudan baþka olan akýntýlara gelince, bunlar ancak bir dert ve hastalýk sebebiyle akýyorlarsa, abdesti bozarlar. Meselâ bir göz hastalýðýndan dolayý gözleri sulanan kimselerin abdesti bozulur. Bir hastalýða baðlý olmayarak gelen akýntýlar ise, abdesti bozmazlar. Meselâ, aðlama ve çok gülmekten dolayý akan gözyaþý veya havanýn soðukluðu sebebiyle burundan gelen akýntý abdesti bozmaz.

 

Vücuttaki kabarcýklardan çýkan safi su, sahih olan görüþe göre, kan gibidir, abdesti bozar. Diðer bir görüþe göre ise, abdesti bozmaz. Bu ikinci görüþte, uyuz olanlar ve çiçek çýkaranlar için kolaylýk vardýr. Zaruret halinde bu görüþ ile amel edilmesinde bir beis olmadýðý, Ýmam-ý Hulvanî'den nakledilmiþtir.

 

Mayasýl ve eksama yaþlýðý ve parmak aralarý piþintisi ise, abdesti bozmaz.

 

- Þâfiîlere göre, önden ve arkadan baþka herhangi bir uzuvdan gelen kan, irin, sarý su gibi akýntýlar abdesti bozmazlar.

 

5)  Aðýz dolusu kusmak. Kusmuk; yemek, su veya safra gibi bir madde olabilir. Kusuntunun, azar azar geleni dahi bir araya toplanýnca aðýz dolusu miktarýna ulaþýyorsa, abdesti bozar.

 

6) Aðýzdan, tükürüðe eþit veya ona galib gelecek miktarda kan gelmek. Galibiyet veya eþitlik, renkten belli olur: Renk sarý ise, tükürük fazladýr. Kýrmýzýlýk eþitliði gösterir. Kýzýllýk ise, kanýn galib olduðunu... Tükrük kandan fazla ise, abdest bozulmaz. Ayva, elma, v.s. gibi þeyleri ýsýrmakla, onlarda kan eseri görülse bile abdest bozulmaz.

 

7) Ýnsanýn kendine hâkimiyetini kaybettiren uyku abdesti bozar. Bu uyku ister yan üstü yatarak, ister sýrtüstü yatarak, ister yüzü koyun yatarak, ister oturup dirseðine dayanarak olsun hüküm aynýdýr. Yanýnda konuþulanlarý duyacak derecedeki hafif uyuklamalar ise abdesti bozmaz.

 

Bir þeye dayanarak uyuyan kimsenin, dayanmakta olduðu þey çekildiði takdirde düþecek derecede uykuya dalmýþlýðý varsa, abdest bozulur.

 

8)  Az veya çok süreli baygýnlýk.

 

9)  Namazda gülmek.

 

Tebessümle gülmek ayrýdýr. Gülmek seslidir, iþitilir. Bu yüzden namazda abdesti bozar. Abdest bozulunca namaz da bozulmuþ olur. Tebessüm sessiz olduðu için, namazý da, abdesti de bozmaz. Yalnýz kendi duyup iþiteceði kadar hafif gülmek ise, namazý bozar, fakat abdesti bozmaz.

 

- Þâfiîlere göre, namaz içindeki kahkaha ile bile abdest bozulmaz.

 

10) Kadýnla erkeðin birbiriyle fâhiþ mübâþeretleri de abdesti bozar. Fâhiþ mübaþeret, erkekle kadýnýn arada hiçbir örtü olmaksýzýn veya çok ince bir bez olduðu halde mahrem yerlerini birbirine dokundurmalarý, temas ettirmeleridir. Bu temas sebebiyle tahrik olup kendilerinden yaþlýk (mezi) gelip gelmemesi müsavidir. Abdest her hâlükârda bozulur.

 

Ýmam-ý Muhammed'e göre, fâhiþ mübaþeretin abdesti bozmasý, ancak taraflardan yaþlýk (mezi) gelmesi hâlindedir. Yaþlýk belirmezse, abdest bozulmaz.

 

11) Erkeðin idrar akýntýsýný kesmek için idrar yoluna soktuðu pamuðun sonradan dýþarý çýkmasý veya çýkarýlmasý hâlinde, abdest bozulur. Pamuðun üzerinde yaþlýk bulunup bulunmamasý hükmü deðiþtirmez.

 

Eðer pamuk, idrar yoluna tamamen konulmayýp, kýsmen konulmuþsa, içte kalan kýsým ýslanmýþ olsa bile, dýþta kalan kýsma idrar sýzmadýktan sonra abdest bozulmaz. Ancak pamuk çekip çýkarýlýr veya kendiliðinden düþerse, üzerinde az bir yaþlýk bile olmasý, abdesti bozar.

 

12) Kadýnýn tenâsül uzvu içine veya dýþýna konulan bezin veya pamuðun, ýslanmýþ olarak dýþarý çýkmasý veya çýkarýlmasý da abdesti bozar.

 

Uzvun dýþýna konulan pamuðun iç tarafý ýslanmýþ olunca abdest bozulmuþ olur. Pamuðun dýþýna ýslaklýk sýzýp sýzmamasý mühim deðildir. Uzvun içine konulan pamuðun iç kýsmýnýn ýslanmasý abdesti bozmaya yetmez. Islaklýðýn pamuðun dýþýna da sirayet etmesi þarttýr.

 

13) Teyemmüm etmiþ kimsenin suyu görmesi, teyemmümle alýnan abdesti bozar.

 

14) Özür sâhipleri için namaz vaktinin çýkmasý ile abdestleri bozulur.

 

15) Esrar veya içki içerek sarhoþ olmak da abdesti bozar. Bu gibi müskiratý kullanmak kesin þekilde haram olmakla birlikte, insaný sarhoþ etmeyen miktarý abdesti bozmaz.

 

Abdesti Bozmayan Þeyler

 

1) Önden ve arkadan gayri bir yerden kan çýkýp, iðne ucu gibi çýktýðý yerde kalýr, etrafa daðýlmazsa, bu kan abdesti bozmaz. Bu kanýn el veya pamuk ile silinmesi de zarar vermez.

 

2) Yaradan akýntýsýz pýhtý hâlinde kan, et veya deri düþmesi.

 

3) Avret mahalline el sürmek. El sürülen, ister kadýnýn avret yerleri olsun, isterse erkeðin, farký yoktur. Mücerred el sürmekle abdest bozulmaz.

 

- Þâfiîlere göre, bir erkek veya kadýn, kendisinin veya baþkasýnýn ön veya arka avret yerini elinin içi ile tutsa, abdesti bozulur.

 

4) Kadýnýn avret mahalli dýþýnda vücudunun herhangi bir yerine dokunmakla da abdest bozulmaz. Ancak bu dokunma sebebiyle tahrik olup mezî denen yaþlýk çýkmamalýdýr. Mezi gelirse abdest bozulur.

 

-Erkeðin kendi mahremi olmayan bir kadýna dokunmasý, Þâfiî mezhebinde abdesti bozar. Kadýn erkeðin mahremi ise, ona dokunmak ittifakla abdesti bozmaz.

 

5) Aðýz dolusundan az olan kusmalar.

 

6) Balgam çýkarmak... Ýmam-ý A'zam ile Ýmam-ý Muhammed'e göre, balgamýn az veya çok olmasý neticeyi deðiþtirmez.

 

7) Hâkimiyetini kaybetmeyecek þekilde oturarak uyumak. Oturaðýný yere iyice yerleþtirip uyumak gibi...

 

8) Aðlamak abdesti bozmadýðý gibi, namaz dýþýnda gülmek de bozmaz.

 

9) Pire, kene, sivrisinek, karasinek gibi haþerattan birinin doyuncaya kadar emdiði kan.

 

10) Namazda iken tebessüm etmek.

 

11) Býyýklarýn veya saçlarýn traþ edilmesi, týrnaklarýn kesilmesi (Abdestli iken).

 

Abdestin Çeþitleri

 

Þer'î vasýf itibariyle üç çeþit abdest vardýr:

1)  Farz olan abdestler,

2)  Vâcib olan abdestler,

3)  Mendub olan abdestler.

 

Farz Olan Abdestler

 

Abdesti olmayanýn namaz kýlmak için abdest almasý farzdýr. Kýlýnacak namaz ister nafile, isterse cenaze namazý olsun.

 

Tilâvet secdesi ve Kur'an'a el sürmek için de, abdestli bulunmak þarttýr.

 

Vâcib Olan Abdestler

 

Kâ'be-i Mükerreme'yi tavâf için (abdestsiz olana) abdest almak vâcibdir. Kâ'be, abdestsiz olarak tavâf edilirse, bu tavaf sahih olur. Ancak abdestin terkinden dolayý, tavâfýn nev'ine göre kurban kesilmesi veya sadaka verilmesi îcabeder.Tefsîr kitablarýna el sürmek için abdest almak da, Kur'an'a hürmeten vâcibdir.

 

Mendûb Olan Abdestler

 

Yukarýda saydýðýmýz hususlar dýþýnda pek çok halde de abdest almak mendûb (müstehab) olur. Bunlardan bâzýlarýný sýralayalým:

 

-Fýkýh, Hadîs ve Akâid gibi dinî kitablarýn elle tutulabilmesi için abdest alýnmasý mendubdur. Bu kitablarý okumak için abdest almak, dinî ilimlere hürmet içindir.

 

Selef ulemâsý bu hususa çok dikkat ederlerdi. Ýmam-ý Hulvanî, "Biz ilimde bu pâyeye ve mertebeye ilme karþý duyduðumuz saygý ve hürmet ile nâil olduk. Çünkü ben abdestsiz olarak elime kâðýt dahi almadým" der.

 

Ýmam Sarahsî ise, bir gece baðýrsaklarýndan rahatsýzlanmýþtý. "Ýlmî çalýþmama devam edebilmem için, o gece on yedi kere abdest aldým" der.

 

- Uyumadan önce abdest almak da mendubdur.

 

- Uykudan kalktýðý vakit abdest almak...

 

- Devamlý abdestli bulunmak için abdest almak.

 

- Abdestli iken abdest üzerine abdest almak.

 

-Kazara yapýlan gýybet, söylenilen yalandan, koðuculuktan, sövmek gibi günahlardan sonra abdest almak.

 

- Kahkaha ile güldükten sonra abdest almak.

 

- Öfkeyi gidermek için abdest almak.

 

Bu hususta Peygamberimiz þöyle buyurmuþlardýr:

 

ـ وَعَنْ أبِي وَائِلٍ قَالَ: دَخَلْنَا عَلى عُرْوَةَ بْنِ مُحَمَّدٍ السَّعْدِىِّ فَكَلَّمَهُ رَجُلٌ فَأغْضَبَهُ فَقَامَ فَتَوضَّأ فقَالَ: حَدَّثَنِى أبِي عَنْ جَدِّى عَطِيَّةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّ الْغَضَبَ مِنَ الشَّيْطَانِ، وَإنَّ الشَّيْطَانَ خُلِقَ مِنَ النَّارِ، وَإنَّمَا تُطْفَأُ النَّارُ بِالْمَاءِ. فَإذَا غَضِبَ أحَدُكُمْ فَلْيَتَوَضَّأ[. أخرجه أبو داود .

 

Ebû Vâil (radýyallahu anh) anlatýyor: "Urve Ýbnu Muhammed es-Sadî'nin yanýna girdik. Bir zât kendisine konuþtu ve Urve'yi kýzdýrdý. Urve kalkýp abdest aldý ve:"Babam,  dedem Atiye (radýyallahu anh)'den  anlatýr ki, o, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ýn þöyle söylediðini nakletmiþtir:"Öfke þeytandandýr, þetyan da ateþten yaratýlmýþtýr, ateþ ise su ile söndürülmektedir; öyleyse biriniz öfkelenince hemen kalkýp abdest alsýn."[376]

 

- Ezbere Kur'an okumak için abdest almak.

 

- Hadîs okumak ve hadîs rivâyet etmek için abdest almak.

 

- Þer'î ilimlerden birini okumak veya okutmak için abdest almak.

 

- Arafat'ta vakfede durmak ve Safâ ile Merve arasýnda sa'y etmek için abdest almak.

 

- Kadýna dokunmak gibi mezhebler arasý abdesti bozup bozmayacaðý ihtilâflý mes'elelerden kurtulmak için abdest almak.

 

- Cenazeyi yýkamak ve tâkib etmek için abdestli olmak.

 

Abdest Alýnýþý

 

Abdestin farz, sünnet ve âdâbýný bu þekilde gördükten sonra, tertip ve usûlüne uygun bir abdesti nasýl alacaðýmýzý görelim:

 

- Abdest almaya niyetlendikten sonra, Eûzü - Besmele çekilerek eller bileklere kadar yýkanýr. Parmakta yüzük varsa, bu arada kýmýldatýlýr, altýna suyun geçmesi saðlanýr.

 

- Üç defa sað avuca su doldurularak bu su ile aðýz çalkalanýr. Abdeste baþlamadan önce diþler misvak ve fýrça ile temizlenmemiþ ise, aðza su verme iþlemi sýrasýnda parmaklarla diþler ovulabilir.

 

- Bundan sonra üç defa sað el ile burna su çekilir, sol el ile de etrafý rahatsýz etmiyecek þekilde sümkürüp temizlenir.

 

- Ýki avuca su alýnarak üç defa yüzün her tarafý yýkanýr.

 

- Dirseklerle birlikte, önce sað kol, sonra sol kol üçer defa yýkanýr.

 

- Eller ýslatýlýp sað elin içi ile baþýn ön kýsmýna meshedilir.

 

- Baþýn meshinden sonra elde kalan yaþlýk ile veya el yeniden ýslatýlarak kulak ve boyun da meshedilir.

 

- Önce sað ayak, sonra da sol ayak topuklarla birlikte üçer kere iyice yýkanýr. Parmak aralarýna su geçirtilir.

 

Gerek abdest sýrasýnda, gerekse abdestten sonra, abdest dualarýnýn okunmasý çok sevablýdýr.

 

Abdest Duâlarý

 

Abdeste baþlarken önce niyet edilir, sonra eûzü-besmele çekilir. Sonra da her bir âzayý yýkarken þu duâlar okunur:

 

a¦‰ì¢ã  â5¤¡ü¤a ë a¦‰ì¢è Ÿ  õ¬b à¤Ûa  3 È u ôˆ £Ûa ¡é£Ü¡Û ¢†¤à z¤Û a

 

Elhamdü lillâhi'llezî ce'ale'l-mâe tahûran ve'l-Ýslâme nûran.

 

Suyu temizleyici, Ýslâmý da nûr kýlan Allah'a hamdolsun.

 

-Aðýza su verirken

 

 Ù¡m …b j¡Ç ¡å¤Ž¢y ë  Ú¡Š¤Ø¢( ë  Ú¡Š¤×¡‡ ë ¡æ¬a¤Š¢Ô¤Ûa ¡ñ ë 5¡m óÜ Ç ó£ä¡Ç a  £á¢è£ÜÛ a

 

Allahümme eýnnî alâ tilâveti'l-Kur'ân ve zikrike ve þükrike ve hüsni ibâdetik.

 

Ey Allahým, Kur'an okumak, seni zikir ve sana þükür etmek, sana olan ibâdeti güzelleþtirmek hususlarýnda bana yardým et!..

 

-Buruna su verirken

 

¡‰b £äÛa  ò z¡ªí¬a ‰ óä¤y¡Š¢m ü ë ¡ò £ä v¤Ûa  ò z¡ªí¬a ‰ óä¤y¡‰ a  £á¢è£ÜÛ a

 

Allahümme erýhnî râihate'l-Cenneti ve lâ türýhnî râihate'n-nâr.

 

Allahým, bana Cennet kokusunu duyur, Cehennem kokusunu hissettirme!

 

-Yüzü yýkarken

 

 ¥êì¢u¢ë ¢£… ì¤Ž m ë ¥êì¢u¢ë ¢£œ î¤j m  â¤ì í óè¤u ë ¤œ¡£î 2  £á¢è£ÜÛ a

 

Allahümme beyyýd vechî yevme tebyaddu vücûhün ve tesveddü vücûh.

 

Allahým, yüzlerin kiminin ak, kiminin kara olduðu o günde, benim yüzümü kara deðil, ak çýkar!

 

-Sað kolu yýkarken

 

a¦ŠîŽ í b¦2b Ž¡y óä¤j¡b y ë óäî¡à î¡2 ó2b n¡× óä¡À¤Ç a  £á¢è£ÜÛ a

 

Allahümme a'týnî kitâbî biyemînî ve hâsibnî hisâben yesîrâ.

 

Allahým, kitâbýmý saðýmdan ver, hesabýmý da kolay eyle!

 

-Sol kolunu yýkarken

 

ô¡Š¤è Ã ¡õ¬a ‰ ë ¤å¡ß  ü ë ô‰b Ž î¡2 ó2b n¡× óä¡À¤È¢m  ü  £á¢è£ÜÛ a

 

Allahümme lâ tu'týnî kitâbî biyesarî ve lâ min verâi zahrî.

 

Allahým, kitâbýmý solumdan ve arkamdan verme.

 

-Baþý meshederken

 

 Ù¡(¤Š Ç ¢£3¡Ã  £ü¡a ¡£3¡Ã  ü  â¤ì í  Ù¡(¤Š Ç ¡£3¡Ã  o¤z m ó䠣ܡàa  £á¢è£ÜÛ a

Allahümme ezýllenî tahte zýlli arþike yevme lâ zýlle illâ zýllü arþik.

 

Allahým, Arþýnýn gölgesinden baþka gölge olmadýðý günde, beni Arþýnýn gölgesinde gölgelendir.

 

-Kulaklara meshederken

 

 ¢é ä Ž¤y a  æì¢È¡j £n î Ï  4¤ì Ô¤Ûa  æì¢È¡àn¤Ž í  å툠£Ûa  å¡ß óä¤Ü È¤ua  £á¢è£ÜÛ a

 

Allahüme'c'alnî mine'llezîne yestemiûne'l-kavle feyettebiûne ahseneh.

 

Allahým, beni sözü dinleyip de en güzeline uyanlardan eyle.

 

-Boynu meshederken

 

 ¡‰b £äÛa  å¡ß ón j Ó ‰ ¤Õ¡n¤Ç a  £á¢è£ÜÛ a

 

Allahümme a'tik rekabetî mine'n-nâr.

 

Allahým, boynumu Cehennem ateþinden âzâd eyle!

 

-Ayaklarý yýkarken

 

¢âa †¤Ó ü¤a ¡éîÏ ¢£4¡Œ m  â¤ì í ¡Âa Š¡£–Ûa ó Ü Ç  £óß † Ó ¤o¡£j q  £á¢è£ÜÛ a

 

Allahümme sebbit kademeyye ale's-sýrâti yevme tezillü fîhi'l-akdâm

 

Allahým, ayaklarýn Sýrat üstünde kaydýðý günde, ayaklarýmý sýrat üstünde sâbit eyle, kaydýrma!..

 

Faydalý Bilgiler

 

Kollarý yýkama (kol banyosu) yüksek deðere sahip devâ hazinesinin bir pýrlantasýdýr. Kollarý yýkama, özellikle kalbinden þikâyetçi olanlar tarafýndan çok sevilip, takdîr edilmektedir. Böyle yüzlerce hasta, bu kýymetli tedavi þeklini kendilerine bildirdiðinden dolayý, bana teþekkür ettiler. Kalb üzerinde baskýlar, etrafýnda batmalar, huzursuzluklar v.s. kollarý yýkama ile hafiflemekte, ekseri halde yok olmaktadýr. Rahatsýz edici kalb çarpýntýlarýnda da çok müsbet te'siri görülmektedir. Nâhoþ bir durum olan, soðuk veya sýcak eller, (her iki durum da kan dolaþýmýndaki aksaklýklara iþarettir.) ayný zamanda çok terleyen eller, uzun süre kollarý yýkamaya devam etmek sureti ile muhakkak sýhhat bulur ve normal duruma dönerler. Sinir ve kalb hastalarý, soðuk kol banyosunu, her gün öðleden önce ve sonra alabilirler.

 

Her saðlýklý kiþi de kol banyosunu sýk ve devamlý tatbik etmelidir. Hârikulâde ferahlatýcý ve teskîn edici hassaya sahip, özellikle aþýrý heyecan durumlarýnda, yorgunluk hallerinde, hayret verici bir tesir gösteren "kollarý yýkama" iþi yapýlmalý, her zaman buna devam edilmelidir. Zor ve yorucu çalýþma sonucu evine dönen kimseler, yemeðe oturmadan evvel, kollarýný yýkamalýdýrlar. O zaman, vücutlarý ferahlayacak, ruhen teskin olmuþ ve zinde þekilde yemek yiyecek, iki misli lezzet ve fayda temin edilmiþ olacak. Kollarý yýkamanýn faydalarý çok yönlü olup, ehemmiyeti, insan saðlýðýna müsbet yönde tesiri büyüktür. Bilhassa yukarýda da iþaret ve izah edildiði gibi, kalbinden þikâyetçi olanlar (kalb hastalarý) için, terk edilmemesi gereken bir zarurettir.

 

Kollarý yýkamanýn (bilhassa soðuk su ile) psikolojik etkisi, sinir sistemi üzerinde husule getirdiði yapýcý (faydalý) fonksiyondan neþ'et eder. (Ferahlama, hafifleme durumu, kalbe ve beyne intikal eder.) Kan dolaþýmýna da etkisi müsbettir. (Kalbin yükü hafifler ve iþi kolaylaþýr.) Tansiyon normal hal alýr. Kollarý yýkama gerçekten ideal bir kalb ilâcý olup, asla zararý olmaz. Sonra bu banyonun özelliði, fakir ve zengin, sýhhatli ve hasta kimseler tarafýndan, her zaman tatbik edilebilmesidir. Kollarý yýkama ameliyesinin özelliði, kalbi ve kaslarý kuvvetlendirici fonksiyonu, ayný zamanda yumuþak ve teskin edici sinir ilâçlarýný kendisinde toplamýþ olmasýdýr.

 

Kollarý yýkamanýn bütün bu sayýlan faydalarý, müsbet fonksiyonlarý bir yana, en güzel tarafý, asla zarara yol açmamasýdýr. Bu basit fakat þâyân-ý hayret etkiye sahip, mükemmel vasýtayý tanýyýp tatbik etmiþ herkes artýk bundan bir daha vazgeçmek istemeyecektir.

 

Ayaklarý Yýkama

 

Ayaklarý soðuk su ile yýkama, kýsmî banyo olarak, umumî kullanýma müsait ve hýfzýssýhhada önemli yer iþgal etmesi gereken bir usuldür. Bu kýsmî banyo, ayakta veya oturularak yapýlabilir.Ayaklarý yýkamada; ferahlýk, dimaðý dinlendirici, kan dolaþýmýný tahrik edici hassalar mevcuttur. Soðuk su ile ayaklarý yýkamada, çok büyük öneme haiz "alýþtýrma, sertleþtirme" tesiri dikkate þâyandýr.

 

Bu þekilde, ayaklar ne kadar çok soðuk suyun te'sirine alýþýrsa, o derece çeþitli hastalýklara ve hastalanmalara karþý vücut direnç kazanýr. Ayak banyosu, düztabanlýk þikâyetlerinde, ayak bileði (incinme) iltihaplanmalarýnda ve varislerde de, müsbet, iyileþtirici rol oynar. Bu basit tarzdaki "Ayaklarý yýkama", herkes tarafýndan, bilhassa akþamlarý yatmadan evvel tatbik edilmelidir.

 

Bundaki fevkalâde müsbet tesir, kendisini öyle gösterir ki, uzun zaman ayaklarýný yýkamaya devam eden kimse, artýk bunu býrakmaz ve her zaman, bu çok faydalý, dinlendirici, ferahlandýrýcý tesirleri olan kýsmî banyoyu yapar. Gün boyunca zihnen çalýþan ve dolayýsýyla yorgunluða uðrayan, baþýna kan hücumuna meyyal kimseler, bu günlük ayak banyosunu, bilhassa akþamlarý uykudan evvel, alýþkanlýk haline getirmelidir. "Ayaklarý yýkama" her gün yapýlmasý gereken ve yapýlabilecek bir iþlemdir.

 

 

 

c) Özürlülerle Ýlgili Hükümler

 

 

Sürekli devam eden abdest bozucu hallere özür denir. Meselâ, idrarýný tutamama, devamlý gaz çýkarma, sýk sýk burnu kanama, yarasýndan devamlý su akma gibi haller birer özür hâlidir.

 

Kendisinde bu gibi abdest bozucu bir özür bulunan kimseye ise, sâhib-i özür (özür sâhibi) veya mazur (özürlü) denir.

 

Özürlü Sayýlmanýn Þartý: Kiþinin özürlü sayýlabilmesi için, abdest bozucu bir hâlin, tam bir namaz vakti boyunca devam etmesi, yani, abdest alýp namaz kýlacak kadar kýsa bir süre dahi olsun kesilmemesi þarttýr. (Bu özrün baþlamasýnýn þartýdýr.) Bundan sonra da, her namaz vaktinde, en az bir kere ayný hâl ortaya çýkmalýdýr. (Bu da özrün devamýnýn þartýdýr.)

 

Bunu bir misalle îzah edelim

 

Bir kimsenin burnu, öðle vaktinin baþlangýcýndan itibaren kanamaya baþlasa ve bu hal, öðle vakti geçinceye kadar hiç kesilmeden devam etse, bu kiþi için özür hâlinin baþlama þartý gerçekleþmiþ olur. Artýk bundan sonraki her namaz vakti içinde en az bir kere bu kanama hâli görülse, o kimse "ÖZÜRLÜ" sayýlýr. Çünkü, her namaz vakti içinde özür hâli tekerrür ettiði için, özrün devam ettiði ortaya çýkmýþ, özürlü sayýlmanýn ikinci þartý da böylece gerçekleþmiþtir.

 

Özür durumunun ortadan kalkmasý için, özür hâlinin bir namaz vakti içinde tamamen ortadan kalkmasý, hiç görülmemesi gereklidir. Böyle olan kimse, artýk özürlü sayýlmaktan çýkmýþ olur.

 

Özür Sâhipleri Ýle Ýlgili Hükümler

 

Özür sâhipleri için, dînimiz büyük bir kolaylýk göstermiþtir. Bunlarýn abdestleri, abdest bozucu özürleri devam ettiði halde bozulmaz. Bu halde iken namazlarýný kýlarlar. Abdest bozucu kan, irin, idrar gibi akýntýlarýn kirlettiði yeri tekrar temizlemekle de mükellef tutulmazlar. Çünkü, bu kirler temizlendikten hemen sonra yeniden vâki olmaktadýr. Meselâ, devamlý idrarý gelen bir kimsenin, abdestini idrar akýntýsý bozmadýðý gibi, gelen bu idrarýn kirlettiði yeri yýkamak mecburiyeti de yoktur. Ýdrar kirletmesi mevcut olduðu halde namazýný kýlar.

 

Dînimizin özür sâhiplerine saðladýðý bu kolaylýða karþý, onlarýn da dikkat edecekleri bir husus vardýr. O da þudur:

 

Özürlü olduðunu tesbit eden kimse, her namaz vakti için, ayrý abdest alýr, o vakit için aldýðý bu abdestle dilediði kadar nafile veya kaza namazý kýlabilir. Vitir ve cenaze namazlarýný edâ edebilir.

 

Özür sâhibinin aldýðý abdest, sadece içinde bulunduðu namaz vakti süresince geçerlidir. Bir namaz vaktinin çýkýp diðer vaktin girmesiyle abdesti bozulur. Giren yeni vakit namazý için, yeniden abdest almasý gerekir. Meselâ; bir özür sâhibi sabah namazý için vaktinde abdest alsa, bu abdesti sabah namazýnýn vaktinin çýkmasýna kadar muteberdir. Vaktin çýkmasýyla, yani, güneþ doðmasýyla abdest bozulur, hükmü kalmaz. Artýk bu abdestle hiçbir namaz kýlamaz.

 

Özür sâhiplerinin dikkat edecekleri bir husus da, özürlü olmayanlara imamlýk yapamýyacaklarýdýr. Bu bakýmdan özürlüleri imamlýða zorlamak doðru olmaz.

 

Özürlülerin sabah namazý için aldýklarý abdest, güneþ doðmasýyla bozulduðu için, bayram ve kuþluk namazlarý için ayrýca abdest almalarý gerekir.

 

 

 

d) Mestler Üzerine Meshetmek

 

 

Abdestte, ayaklarý yýkamaya bedel, ayaklara giyilen mestleri, usûlüne uygun þekilde ýslatmaða mestler üzerine mesh denir.

 

Mestler üzerine mesh, yüce dînimizin erkek ve kadýn her Müslüman için koymuþ olduðu bir kolaylýk ve ruhsattýr.

 

Mestler üzerine mesh, sadece abdestte söz konusu olur. Gusül alýrken ayaklarý yýkamak yerine, mest giyip üzerine meshetmek câiz olmaz.

 

Mestler üzerine mesh sünnet-i müekkededir. Tevatür derecesine yakýn birçok sahih hadîsle Resûlüllah Efendimizin bâzý kereler, ayaðýna mest giyip üzerine mesh verdiði sabit olmuþtur.

 

Mestler Üzerine Meshin Câiz Olmasý Ýçin Aranan Þartlar

 

Mestler üzerine yapýlan meshin câiz olabilmesi için baþlýca þu þartlar aranýr:

 

1) Mestler ýslatýldýðýnda suyu içine geçirmeyecek bir vasýfta olmalýdýr.

 

2) Mestler, baðsýz olarak ayakta durabilecek derecede kalýn ve sýký olmalýdýr. Ayný zamanda, 12 bin adým (8-9 km.) kadar uzun bir yola dayanabilecek bir saðlamlýkta bulunmalýdýr.

 

3) Mestler, ayaklarý topuklarla birlikte her taraftan örtmelidir.

 

Topuklardan kýsa mestler üzerine mesh yapýlamaz.

 

Mestlerin, ayaða giyildikten sonra düðmelemek veya baðlamak suretiyle topuklarý kapatacak þekilde olmasý da câizdir. Fermuarlý mestler de ayný þekildedir. Yeter ki, ayaða giyilip, düðmesi iliklendiðinde veya fermuarý çekildiðinde, ayak topuklarla beraber tam örtülmüþ olsun. Mestte delik ve aralýk kalmasýn.

 

4) Mestlerden hiçbirinde topuktan aþaðý kýsmýnda üç parmak girecek miktarda bir delik, sökük ve yýrtýk bulunmamalýdýr.

 

Mest üzerindeki delik ve yýrtýklar, ayrý ayrý yerde ise, hepsinin toplamý dikkate alýnýr. Eðer hepsi üç parmak miktarýný buluyorsa, o mest üzerine mesh caiz olmaz.

 

Bir mestteki sökük ve yýrtýklar toplanýr, iki mestteki yýrtýklar ise toplanmaz, ayrý ayrý hesap edilir. Binaenaleyh bir mestte iki, diðerinde de bir veya iki sökük varsa, bu sökükler meshe mâni olmaz.

 

5) Her ayaðýn ön tarafýndan en az üç el parmaðý kadar bir mahal bulunmasý da þarttýr. Bir veya iki ayaðýn ön kýsýmlarý kesik ve kopuk olursa o ayaða mest giyilerek üzerine mesh verilmesi caiz olmaz.

 

6) Mestler, ayaða abdestli olarak giyilmelidir. Mest üzerine mesh yapýlabilmesi için önce abdest alýnýr, sonra bu abdest bozulmadan mestler giyilir.

 

Meshin Sünnetleri

 

Meshin iki mühim sünneti vardýr

 

1) Elle yapýlan meshin, en az üç parmak miktarý olmasý.

Meshin yeri mestin üzeri ve her ayaðýn ön tarafýdýr. Bu kýsýmdan en az üç parmaklýk kýsmýn meshi yeterlidir.

 

2) Meshin, elin en az üç parmaðýyla yapýlmasý.

 

Bir parmakla üç defa mesih yapmak caiz olmaz. Ancak her mesihte ele ayrý su dökülür ve mestin de ayrý yerleri ýslatýlýrsa, o zaman tek parmakla da mesih yapýlabilir.

 

Bu iki husus mesihte sünnettir. Yoksa mestin üzerine su dökmek veya sünger gibi bir þeyle mesti ýslatmak suretiyle de mesh yapýlabilir. Ne var ki sünnet terkedilmiþ, mekruh iþlenmiþ olur.

 

Bu iki husustan ayrý olarak mesihte þu hususlar da sünnettir:

 

- Mesh yaparken elin parmaklarýnýn açýk olmasý.

 

- Meshin el parmaklarýyla yapýlmasý.

 

- Meshin ayak parmaklarýnýn ucundan baþlayýp yukarý doðru yapýlmasý.

 

Mest Üzerine Mesh

 

Abdest aldýktan sonra, bu abdest bozulmadan mestler ayaða giyilir. Eðer mestler düðmeli veya fermuarlý ise, ayak topuklarý kapanacak þekilde fermuarý çekilir, düðmeleri iliklenir.

 

Aradan zaman geçip, abdest bozulduktan sonra, yeni bir abdest alýnýp, sýra ayaklarý yýkamaya gelince, önce her iki elin avucuna su alýnýp, yere dökülür. Sonra damlar halde olan ellerin parmaklarýyla (en az üç parmak) mestin ayak uçlarýndan yukarý bacaklara doðru meshedilir.

 

Sað el, sað ayaktaki mestin, sol el ise, sol ayaktaki mestin üzerine konarak ve parmaklarý mestlerin üzerine yatýrýlarak, uç taraftan mestin koncuna doðru yukarý çekilir.

 

Böylece mesh tamamlanmýþ olur. Parmaklar konçlara doðru çekilirken açýk bulundurulur.

 

Mesti, mesh yerine su ile yýkamak uygun olmaz. Mekruhtur.

 

Mesh Müddeti Ne Kadardýr?

 

Ayaða giyilen mestler üzerine mesh alýnmasý, ancak belli bir süre için geçerli olmaktadýr.

 

Bir mestin müddeti, mukîm olanlar, yani, bir yolculuða çýkmayýp evlerinde oturanlar için bir gün bir gece, yani 24 saattir. Sefere ve yolculuða çýkmýþ olanlar için ise, üç gün üç gece, yani 72 saattir.

 

 

Mesh Müddeti

 

Bu müddet, mestleri ayaða giydikten sonraki ilk hadesin (abdest bozulma halinin) vukuundan itibaren baþlar. Meselâ, bir kimse bugün saat 1'de abdest alýp mestlerini giydi. Saat 5'de abdesti bozuldu. Abdesti bozulduðu saatten itibaren, meshin müddeti baþlamýþ olur. Mukim ise, 24 saat, seferî ise 72 saat sonra bu müddet bitmiþ olur. Yoksa müddet, mestlerin ayaða giyildiði andan itibaren baþlamaz.

 

Meshi Bozan Þeyler

 

Abdesti bozan herþey, meshi de bozar. Ancak, meshin müddeti henüz bitmemiþse, abdestte ayaklarý yýkamaya bedel mestleri meshe devam edilir.

 

Þu üç halde ise, mesh tamamen bozulur. Bundan sonra alýnacak abdestte mesh yapýlamaz, ayaklarý yýkamak vâcib olur.

 

1) Mesh Müddetinin Sona Ermesi

 

Mesh müddetinin mukîm için 24 saat, yolculuk hâlinde olan kimseler için ise, 72 saat olduðunu zikretmiþtik. Bu süre dolduktan sonra, artýk mestler üzerine mesh yapýlamaz. Abdestli iken mesh müddeti sona ermiþse, mestler çýkarýlýp yalnýz ayaklarýn yýkanmasý abdestin devamý için kâfidir. Bu halde dileyen mestlerini tekrar giyip üzerlerine mesh yapabilir.

 

2) Mestin Ayaktan Çýkmasý Veya Çýkarýlmasý

 

Mestin birinin ayaktan kendiliðinden çýkmasý veya sâhibi tarafýndan çýkarýlmasý meshin bozulmasý için kâfidir. Bu halde de abdest mevcut ise, yalnýz ayaklarý yýkamak kâfidir.

 

3) Cünüplük, Hayýz, Nifas Gibi Guslü Gerektiren Bir Hâlin Vukuu

 

Bu hallerde de mesh bozulur. Hiçbir hükmü kalmaz.

 

Soðuktan ayaðýnýn donacaðýndan korkan kimse, mesh müddeti dolmuþ olsa bile, mestlerini çýkarmayýp meshe devam edebilir. Bu takdirde müddete itibar edilmez. Özür hâlinin ortadan kalkmasý esas alýnýr.

 

Sargýlar Üzerine Mesh

 

-Yaralar veya sakat, hasta âzalar üzerine baðlanan bezlere sargý denir. Abdest veya gusül âzalarý üzerinde bu gibi bir zaruretten dolayý sargý varsa ve bu sargýyý açýp altýný yýkamak da mahzurlu ise, sargýnýn üzerine meshedilir, böylece o âzalar yýkanmýþ hükmünü alýr.

 

Kýrýk ayaklar üzerindeki alçý veya tahta veya madenî sargýlar da ayný hükümdedir.

 

Ýlâçla örtülü yara için de durum aynýdýr.

 

- Sargýnýn tamamýný meshetmek gerekmez. Sargýnýn ekser kýsmýnýn üzerinin meshedilmesi kâfi gelir.

 

- Üzerine mesih yapýlan sargý için, belli bir müddet yoktur. Özür hâli devam ettiði müddetçe meshe devam edilir. Sargý çevresinde kalan saðlam yerler ise yýkanýr.

 

- Sargýlarýn abdestli iken sarýlmýþ olmasý da gerekmez.

 

- Henüz iyileþmemiþ yara üzerindeki sargý, düþer veya deðiþtirilirse mesh bozulmaz. Yeni sargý sarýlmasýyla meshin yenilenmesi gerekmez. Abdestlilik hâli devam eder.

 

- Sargý üzerine meshi bozan þey; üzerine sargý sarýlan yara veya özrün tamamen iyileþmesidir.

 

Faydalý Bilgiler

 

Sahîh hadîs kitablarýndan Tirmizî'de Resûlüllah Efendimizin mest giydiði þöyle rivâyet edilmektedir:

 

Habeþistan Meliki Necaþî, Resûl-i Ekrem Hazretlerine iki tane siyah nakýþsýz mest hediye etti. Bunu alan Resûlüllah hazretleri de, abdest alýp giydi ve üzerine bir müddet mesh etti.

 

Bir diðer hadîs'te de þu bilgi verilmektedir:

Resûl-i Ekrem Efendimize Ashabdan Dýhye (ra) mest hediye etti. Resûlüllah da alýp eskiyinceye kadar giydi ve üzerine meshetti.

 

Taberânî ve Beyhakî ise, bu konuda þöyle ibretli bir hâdise naklederler:

 

Resûl-i Ekrem hazretleri kýrda abdest almak için mestlerini çýkarmýþ, ötelere gitmiþti. Dönüþte mestinin birini kuþun kapýp havaya kaldýrdýðýný gördü. Kuþ, kaptýðý mesti havada bir müddet dolaþtýrdýktan sonra mestin aðzýný aþaðýya doðru çevirdi, kocaman bir yýlan mestin içinden aþaðýya düþtü. Sonra mesti býraktý.

 

Bunu gören Resûlüllah, Allah'a hamd ve senâ ederek þu meâldeki duâyý okudu:

"Yâ Rab! Karný üzerinde yürüyenlerin þerrinden, iki ayaklarý üzerinde yürüyenlerin þerrinden ve dört ayaklarý üzerinde yürüyenlerin þerrinden sana sýðýnýrým."[377]

 

Demek ki, mest giymek bir sünnettir.

 

Bâzý âlimler, mestin sünnet olduðunu ifade ettikten sonra, þöyle bir nükteyi de kaydederler:

-Mest giymek mi efdal, yoksa terketmek mi?

Bu suâle cevablarý þöyledir:

- Þayet mest giymenin sünnet olduðunu inkâr edenler varsa, onlara sünnet olduðunu fi'len göstermek için mesti giymek giymemekten efdaldir.

 

Anlaþýlýyor ki, ihtiyaç olursa mest giyilmeli, daha kolay abdest alýndýðý için ondan istifade edilmelidir. Buna ihtiyaç hissetmiyenler, elbette sünnet diye mest giymeye zorlanamazlar. Bu, tamamen arzuya, ihtiyaç duymaya baðlý bir keyfiyettir.

 

Resûlüllah Aleyhisselâm gerek mesti ve gerek ayakkabýyý giyerken önce saðý giyerdi. Çýkarýrken de önce solu çýkarýrdý. Bu hususta Ebu Hüreyre Hazretleri, þu hadîsi nakleder:

"Sizden biriniz mest veya ayakkabý giyerken önce saðý giysin. Çýkarýrken de solu çýkarsýn."[378]

 

 

 

e)  Gusül

 

 

Yüce Allah (cc), Kur’an-ý Kerim‘de:

 

 6a뢊 £è £Ÿb Ï b¦j¢ä¢u ¤á¢n¤ä¢× ¤æ¡a ë

 

“Ey iman edenler! ... Eðer cünüp oldunuz ise, boy abdesti alýn.”[379]

 

Hz.Peygamber (a.s):

 

حَدَّثَنَا مُحَمَّدُ بْنُ الْمُثَنَّى حَدَّثَنَا أَبُو عَاصِمٍ عَنْ حَنْظَلَةَ عَنْ الْقَاسِمِ عَنْ عَائِشَةَ قَالَتْ كَانَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِذَا اغْتَسَلَ مِنْ الْجَنَابَةِ دَعَا بِشَيْءٍ مِنْ نَحْوِ الْحِلَابِ فَأَخَذَ بِكَفَّيْهِ فَبَدَأَ بِشِقِّ رَأْسِهِ الْأَيْمَنِ ثُمَّ الْأَيْسَرِ ثُمَّ أَخَذَ بِكَفَّيْهِ فَقَالَ بِهِمَا عَلَى رَأْسِهِ

 

Nebiyy-i Ekrem salla'llâhu aleyhi ve sellem'in zevce-i tâhiresi Âiþe radiya'llâhu anhâ'dan:

Þöyle demiþtir: Nebiyy-i Ekrem salla'llâhu aleyhi ve sellem cenâbetten (çýkmak için) yýkandýðý zaman (iþe) ellerini yýkamaktan baþlardý. Sonra namaz için abdest alýr gibi abdest alýrdý. Sonra parmaklarýný daldýrýp saçlarýnýn dibini hilâllardý. Sonra suyu baþýna üç avuç döker, ondan sonra da bütün bedeninin üzerinden akýtýrdý.[380]

 

 حَدَّثَنَا يَعْقُوبُ بْنُ إِبْرَاهِيمَ حَدَّثَنَا عَبْدُ الرَّحْمَنِ يَعْنِي ابْنَ مَهْدِيٍّ عَنْ زَائِدَةَ بْنِ قُدَامَةَ عَنْ صَدَقَةَ حَدَّثَنَا جُمَيْعُ بْنُ عُمَيْرٍ أَحَدُ بَنِي تَيْمِ اللَّهِ بْنِ ثَعْلَبَةَ قَالَ دَخَلْتُ مَعَ أُمِّي وَخَالَتِي عَلَى عَائِشَةَ فَسَأَلَتْهَا إِحْدَاهُمَا كَيْفَ كُنْتُمْ تَصْنَعُونَ عِنْدَ الْغُسْلِ فَقَالَتْ عَائِشَةُ كَانَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَتَوَضَّأُ وُضُوءَهُ لِلصَّلَاةِ ثُمَّ يُفِيضُ عَلَى رَأْسِهِ ثَلَاثَ مَرَّاتٍ وَنَحْنُ نُفِيضُ عَلَى رُءُوسِنَا خَمْسًا مِنْ أَجْلِ الضُّفُرِ

 

Teymullah b. Sa’lebe’nin oðullarýndan biri olan Cumey b. Umeyr’den: Annem ve teyzem ile birlikte Aiþe’nin yanýna gitmiþtik. Onlardan birisi Aiþe’ye: “Gusulde neler yapardýnýz?” diye sordu. Aiþe de þu cevabý verdi: “Rasulullah önce namaz için aldýðý abdest gibi abdest alýr, sonra baþýna üç defa su dökerdi. Biz ise, saçýmýzdaki örgülerden dolayý beþ defa dökeriz.”[381]

 

 حَدَّثَنَا سُلَيْمَانُ بْنُ حَرْبٍ الْوَاشِحِيُّ وَمُسَدَّدٌ قَالَا حَدَّثَنَا حَمَّادٌ عَنْ هِشَامِ بْنِ عُرْوَةَ عَنْ أَبِيهِ عَنْ عَائِشَةَ قَالَتْ كَانَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِذَا اغْتَسَلَ مِنْ الْجَنَابَةِ قَالَ سُلَيْمَانُ يَبْدَأُ فَيُفْرِغُ بِيَمِينِهِ عَلَى شِمَالِهِ وَقَالَ مُسَدَّدٌ غَسَلَ يَدَيْهِ يَصُبُّ الْإِنَاءَ عَلَى يَدِهِ الْيُمْنَى ثُمَّ اتَّفَقَا فَيَغْسِلُ فَرْجَهُ وَقَالَ مُسَدَّدٌ يُفْرِغُ عَلَى شِمَالِهِ وَرُبَّمَا كَنَتْ عَنْ الْفَرْجِ ثُمَّ يَتَوَضَّأُ وُضُوءَهُ لِلصَّلَاةِ ثُمَّ يُدْخِلُ يَدَيْهِ فِي الْإِنَاءِ فَيُخَلِّلُ شَعْرَهُ حَتَّى إِذَا رَأَى أَنَّهُ قَدْ أَصَابَ الْبَشْرَةَ أَوْ أَنْقَى الْبَشْرَةَ أَفْرَغَ عَلَى رَأْسِهِ ثَلَاثًا فَإِذَا فَضَلَ فَضْلَةٌ صَبَّهَا عَلَيْهِ

 

(Ebu Davud’un Süleyman b. Harb el-Vahiþi ve Müsedded’den rivayet ettiði hadiste) Aiþe’den: Rasulullah cünüplükten dolayý guslettiði zaman –Süleyman b. Harb’in rivayetine göre- önce sað eliyle sol eline su döker –Müsedded’in rivayetine göre de- önce kaptan suyu sað eli üzerine dökerek ellerini yýkar, -sonra ikisinin ittifakla rivayetine göre- ve fercini yýkardý. (Bundan sonra Müsedded): Suyu sol eline dökerdi. Aiþe bazen ferci kinayeli olarak söylerdi (sözlerini ilave etti).

 

Hadisin bundan sonraki kýsýmýnda Süleyman ve Müsedded ittifak etmiþlerdir) Rasulullah sonra namaz için aldýðý abdest gibi abdest alýr, her iki elini de kaba daldýrýp (su alýr) suyun (baþýnýn) derisine ulaþtýðýný bilinceye veya deriyi paklayýncaya kadar saçlarýný hilaller ve baþýna üç defa su dökerdi. Sudan artan olursa onu da vücuduna dökerdi.[382]

 

Gusül  (Boy Abdesti)

 

Gusül: Tepeden týrnaða kadar vücudun her tarafýný hiçbir yer kuru kalmayacak þekilde yýkamak.

 

Fiil kökünden isim olan gusl, sözlükte; yýkanmak ve temizlenmek manasýna gelir. "Gasele" fiili de, kirin suyla giderilmesi ve temizlenmesini ifade eder.

 

Erginlik çaðýna gelmiþ her müslüman erkeðin ve kadýnýn boy abdesti almasý gerekir. Bu diriþten sonra, guslü gerektiren haller, izah etmeye çalýþalým.

 

Guslü gerektiren haller üçtür

 

1) Cünüplük hâlidir. Bu, iki sebebden ileri gelir:

 

a) Ýster uyanýk halde olsun, isterse uyku hâlinde olsun, herhangi bir temas veya cinsî münasebet olmaksýzýn, erkek ve kadýndan þehvetle meninin dýþarý atýlmasý.

 

Meninin þehvetsiz boþalmasýndan dolayý cünüplük hâli meydana gelmez. Bu sebeble gusletmek de gerekmez. Sadece abdest bozulmuþ olur.

 

b) Cinsî münasebette bulunulmasý... Burada meninin gelmesi (inzal) þart deðildir. Cinsî münasebetin kendisi cünüplük sebebidir.

 

2) Guslü farz kýlan ikinci hal, kadýnlarýn hayýz hâlidir.

 

Kadýnlarýn hayýz halleri son bulunca, gusletmeleri farz olur.

 

3) Gusletmeyi farz kýlan üçüncü durum, yine kadýnlara mahsus bir hâl olan nifas, yani doðumdan sonraki lohusalýk hâlidir.

 

Nifas hâlinden kurtulan bir kadýna da gusletmek farz olur.

 

Guslün Hikmetleri ve Faydalarý

 

Gusül, âkýl-bâlið olan her Müslümana, kendisinde guslü gerektiren bir hal meydana geldiði takdirde farzdýr. Gusül temizliðinde, mânevî ve uhrevî birçok faydalar yanýsýra, pek çok maddî fayda ve güzellikler de bulunmaktadýr. Bu sebeble Ýslâmiyet, gusle büyük ehemmiyet vermiþtir.

 

Ýnsan bu vecibeyi yerine getirmekle, hem Allah'ýn muhabbetini kendine celbetmekte ve rýzasýna nâil olmakta; hem de maddeten sýhhat ve âfiyet kazanmaktadýr.

 

Cünüplük, ibadetleri ifaya mâni, mânevî bir kirlilik hâli olduðu için, en baþta mü'minin kendine aðýr gelen, huzursuz kýlan, ruhunu daraltan bir durumdur. Rivâyetlerde, yeryüzünün cünüp gezen insanlardan tiksinti duyup onlarý Allah'a þikâyette bulunduðu zikredilmiþtir. Cünüp insanlarýn yanýna rahmet meleklerinin gelmeyeceði de yine rivâyetler arasýndadýr. Bu sebeble salâhat ve takvâ sahibi kimseler, kendilerinde cünüplük hâli meydana geldiðinde, bu halden kurtulmak konusunda acele etmiþler; geceyi cünüp olarak geçirmekten þiddetle kaçýnmýþlardýr. Bu, iþin takvâ yönüdür.

 

Bütün bunlar, cünüp olan bir insanýn, uðursuz ve maddeten pis ve necis olduðu mânasýna gelmez. Cünüp kimse ile görüþülüp konuþulmayacaðý söylenemez. Dikkat edilmesi gereken husus; namaz vaktini geçirmeden yýkanmaktýr. Ýnsan, namaz vaktini geçirmemek þartýyle, yýkanmayý te'hir edebilir ve bu halde iken cünüp kimseye yapmasý harâm olan iþlerin dýþýnda kalan herþey'i yapabilir. Bu da, iþin fetvâ yönüdür.

 

Bu hadîsten anlaþýldýðýna göre, cünüp olan bir mü'min, kimse ile görüþüp konuþamýyacaðý bir pislik ve uðursuzluk içine düþmüþ deðildir. Þu halde, yeryüzünün tiksinip, rahmet meleklerinin kendisinden kaçtýðý insanlar, cünüplüðü hafife alan ve cünüp gezmeyi âdet hâline getiren kimseler olmaktadýr.

 

Dinî açýdan bu derece kýymet ve ehemmiyet taþýyan guslün biraz da maddî ve týbbî yönü üzerinde duralým:

 

Guslün insan saðlýðýna yaptýðý müsbet te'sir þu þekilde îzah edilmektedir:

 

Cinsî boþalma olayý, insandaki bütün sinir sistemini seferber eden ve bütün organizmayý sarsan fizyolojik bir hâdisedir. Bu olay esnasýnda vücutta büyük bir hücre yýkýmý meydana gelir. Bu esnada solunum ve dolaþým cihazlarý bu olaya bütün güçleriyle katýldýklarýndan, solunum adedi artar. Kan dolaþýmý hýzlanýr. Hattâ bu esnada sarfedilen kuvvet, bin beþ yüz metre koþmaya eþittir. Yahut baþka bir benzetme ile, yedi katlý bir apartmanýn en üst katýna koþarak çýkmak kadar yorucudur.

 

Bu hâdise vuku bulduktan sonra, uzviyet müdhiþ bir yorgunluk ve ezici bir bitkinlik hisseder. Aðýr bir yük taþýmýþ gibi olur. Ýþte büyük bir hücre yýkýmýna uðrayan ve büyük bir sarsýntý geçiren insan vücudu, yýkanmak sayesinde derhal bir rehavet ve gevþeme ile sükûnete kavuþur. Vücuda yeni bir zindelik ve canlýlýk gelir.

 

Ýþte bu sebeble gusül, insan için mükemmel bir temizlik, maddeten ve mânen dinlenme ve huzur bahþeden bir yýkanmadýr.

 

 

Gusletmesi Farz Olanlara, Harâm Olan Þeyler

 

Cünüp olan kadýn ve erkeðe veyahut hayýz ve nifas hâlindeki kadýnlara yapmalarý harâm olan dinî vazifeler þunlardýr:

 

1)  Namaz kýlmak.

Cünüp olan kimse, oruç tutmakla beraber, hayýz ve nifas hâlindeki kadýn, oruç da tutamaz.

 

2)  Kur'an okumak.

Ezberden veya Mushaf'a bakarak bir âyet dahi olsa Kur'an okumak (tilâvet) haramdýr. Ancak Kur'an'daki dua ve sena âyetlerini tilâvet kasdý olmaksýzýn dua ve sena niyyetiyle ezberden okumak câiz görülmüþtür.

 

Meselâ, cünüp bir kimsenin dua ve sena âyetlerini ihtiva eden Fâtiha sûresini tilâvet kasdýyla okumasý haramdýr. Dua ve sena niyyetiyle okumasý ise câiz olur.

- Kelime-i þehadet getirmek, tesbih ve tekbir kelimelerini söylemek de câizdir.

 

3)  Kur'an okumak caiz olmadýðý gibi Kur'an-ý Kerîm'e el sürmek de caiz deðildir. Ýsterse el sürülen bir âyet olsun, isterse yarým âyet. Ancak Kur'ân-ý Kerîm bir mahfaza içinde olduðu takdirde el sürmek caiz olur.

 

4)  Kâbe-i Muazzama'yý tavâf etmek.

 

5)  Zaruret olmaksýzýn câmi-i þerîfin içine girmek veya camiin içinden geçmek.

 

6) Üzerinde âyet-i kerime yazýlý herhangi altýn ve gümüþ parayý ve kolyeyi veyahut levhayý elle tutmak da haramdýr.

 

Gusletmeleri Farz Olanlara Mekruh Olan Þeyler

 

1)  Dinî kitablardan herhangi birini el ile tutup okumak.

2)  Elini, aðzýný yýkamadan yiyip içmek.

 

Guslü Gerektiren Haller Ýle Ýlgili Bâzý Mes'eleler

 

- Þiddetle yerinden kopan ve þehvetle dýþarý boþalan meniden dolayý, gusül lâzým gelir. Þehvetle yerinden ayrýlýp, þehvet dindikten sonra dýþarý akan meniden dolayý ise, Ýmam-ý A'zam ve Ýmam-ý Muhammed'e göre yine gusül lâzým gelirse de, Ebû Yûsuf'a göre, gusül gerekmez.

 

Bu kavle göre, þehvetle yerinden ayrýlan meninin, o anda dýþarý boþalmasý önlenir ve þehvet dindikten sonra dýþarý akmasýna yol verilirse; bu durum guslü gerektirmez. Ebû Yûsuf'un bu görüþünde, misafirlikte veya kýþ mevsiminde böyle bir durumla karþýlaþanlar için, büyük kolaylýk vardýr.

 

- Gusül için, cinsî birleþme sýrasýnda, erkeðin tenasül uzvu (penis) ile kadýnýn tenasül uzvunun (vagina) tam birleþmesi gerekmez. Penisin sadece uç kýsmýnýn vaginaya girmesi ile, meni aksýn akmasýn gusül lâzým gelir. Yalnýz kadýn ile erkeðin bülûða ermiþ olmalarý da þarttýr. Sadece biri bülûð çaðýnda ise; gusül, bülûð çaðýnda olana gerekir, diðerine gerekmez.

 

- Erkeðin tenasül uzvunu bez gibi bir þeye sararak cinsî birleþmede bulunmasý hâlinde, ancak bu birleþmeden taraflarýn lezzet almalarý durumunda gusül gerekir. Lezzet alýnmazsa, gusül gerekmez. Fakat lezzet alýnmasa da, ihtiyaten yýkanýlmasý takvâya uygun görülmüþtür.

 

- Ön ve arka yoldan birine parmaðýný sokmak, guslü gerektirmez.

 

- Birini el ile tutmak, okþamak veya bakmak neticesinde meni gelirse, gusül gerekir. Bu durum, erkek için de kadýn için de böyledir.

 

- Uykudan kalkan kimse, yatak çarþafýnda veya iç çamaþýrýnda veya butlarýnda bir yaþlýk görse, duruma bakýlýr: Eðer rü'yada ihtilâm olduðunu hatýrlýyorsa, gusletmesi gerekir. Fakat ihtilâm olduðunu hatýrlamýyorsa, Ebû Yûsuf'a göre gusletmesi gerekmez. Çünkü, o yaþlýk mezi de olabilir. Kaldý ki, meni bile olsa, þehvetle geldiði bilinmemektedir. Ýmam-ý A'zam ve Ýmam-ý Muhammed ise, o yaþlýðýn meni olmayýp, mezi olduðu kesin bilinmesi halinde guslü gerekli görmezler. Fakat meni veya mezi olduðunda tereddüt edilse veya meni olduðu zanný hâsýl olsa, ihtiyaten gusül gerekir, derler.

 

- Rü'yada ihtilâm olduðu halde, dýþarý meni akmamýþsa gusül gerekmez.

 

- Bir kadýndan, yýkandýktan sonra, kocasýnýn menisi akacak olsa, tekrar yýkanmasý gerekmez.

 

- Dövülme, aðýr bir þey kaldýrma gibi sebeblerden dolayý þehvetsiz olarak gelen meni guslü icab ettirmez.

 

Ýmam-ý Þâfiî ise, bu halde de guslü gerekli görür.

- Gayr-i müslimin biri, cünüp veya hayýz veya nifaslý halde iken Ýslâm'a gelse, kendisine gusül etmek farz olur. Fakat bu haller kendisinde yokken Ýslâm'a girmesi durumunda, yýkanmasý ona farz deðil, mendubdur.

 

Guslün Sahih Olmasýnýn Þartlarý

 

Guslün sahih olabilmesi için, kadýnlarda hayýz ve nifas kanýnýn tamamen durmasýný; erkeklerde ise, kendilerinden gelen meninin arkasýnýn kesilmesini beklemek þarttýr.

 

Erkeðin, kendinden gelen meninin kesilmesini te'min için inzalden, yani, meninin akmasýndan sonra, ya uyumasý veya bir müddet yürüyüp gezinmesi veyahut da birkaç damla da olsa idrar çýkarmasý gerekir. Bu hususlardan birine riayet ederek gusleden kimseden, yýkandýktan sonra meni gelse bile, bu meni guslü bozmaz. Yeniden yýkanmayý gerektirmez. Fakat bu hususlara riayet edilmeden hemen yýkanýlýr yýkandýktan sonra da meni gelirse, guslü sahih deðildir. Tekrar yýkanmak gerekir.

 

Guslün sýhhatinin ikinci þartý da; bedende iðne ucu kadar bile, kuru hiçbir yerin kalmamasýna dikkat etmektir. Vücutta yýkanmamýþ bir yer kalýrsa, o gusül de sahih olmaz.

 

Guslün Rükünleri, Yani Farzlarý

 

Guslün farzlarý üçtür:

1)  Bir kere aðza dolu dolu su vermek,

2)  Bir kere burna sertçe su çekmek,

3)  Bir kere de bütün vücudu yýkayýp, temizlemek.

 

Aðzý, burnu ve bütün bedeni en az bir kere yýkamak farzdýr. Bu yýkamayý üç'e çýkaran kimse ise, farzý yerine getirmekle beraber, sünnet sevabýný da kazanýr.

 

Guslün farzlarýný îfa ederken bilhassa þu hususlara dikkat etmelidir

 

- Aðza bolca su alarak, aðzýn içini iyice ýslatmalý, diþler arasýnda, suyun diþlere temasýný önleyecek yemek artýklarý varsa, onlarý temizlemelidir.

 

- Burna ise sertçe su çekerek, burun içinde kuru yer kalmamasýna ihtimam göstermeli; kurumuþ sümük artýklarý varsa, onlarý el ile temizleyerek veya sümkürerek gidermelidir.

 

Yalnýz oruçlu iken burna su çekmekte dikkatli olup, boðaza su kaçýrmamaya çalýþmalýdýr.

 

- Vücutta iðne ucu kadar bile olsa, hiçbir kuru yerin kalmamasýna, suyun bedenin her tarafýna ulaþtýrýlmasýna itina gösterilmelidir.

 

Bu sebeble, bedende suyun deriye ulaþmasýný önleyici hamur, mum, yaðlý boya, oje, v.s. gibi maddeler varsa, yýkanmadan önce bunlarýn temizlenmesi þarttýr. Týrnak kirleri, pire ve sinek pislikleri, kýna, mürekkep gibi suyun cilde ulaþmasýna engel teþkil etmeyen boyalar, gusle mâni deðildir.

 

- Kapanmamýþ olan küpe deliklerinin de içinin yýkanmasý gerekir. Kulakta küpe takýlý ise, onlarý ileri geri oynatmakla bu te'min edilir.

 

- Göbek çukurunun içi de yýkanmalýdýr.

 

- Kadýnlarda, uzun veya örgülü saçlarýn bütünü ýslanmasý gerekmez. Buna binaen, kadýn, gusül için saçýnýn örgüsünü açmak mecburiyetinde deðildir. Þart olan, saçýn diplerine suyun ulaþtýrýlmasýdýr. Saçlarda kuru yer kalsa bile, saç dipleri ýslandýktan sonra gusül sahih olur.

 

Erkeklerde durum böyle deðildir. Çok uzun veya örgülü de olsa, erkeklerin, saçlarýnýn tamamýný yýkayýp ýslatmalarý gerekir. Çünkü, saç, erkekler için ziynet deðildir. Erkeðin saç uzatmasýnda bir maslahat yoktur.

 

-Sakal, sýk ve gür bile olsa, suyu cilde mutlaka ulaþtýrmalýdýr. Halbuki, abdestte sýk olan sakalýn diplerini yýkamak mecburiyeti yoktur; sadece sakalýn ýslatýlmasý kâfi gelir.

 

- Kaþ ve býyýklarýn durumu da aynýdýr. Kýllar ile birlikte derinin de yýkanmasý gerekir.

 

Mâlikîler ve Þâfiîler, aðzýn ve burnun içini, bedenin zâhirine (dýþýna) dahil saymazlar, birer iç organ olarak kabûl ederler. Bu sebeble, bunlarý gusülde ve abdestte yýkamak onlara göre farz deðil, sünnettir.

 

Hanbelîler ise, aðýzý ve burnun içini yüzün bir parçasý kabûl ederler. Abdestte de, gusülde de yýkanmasý bunlara göre farzdýr.

 

Diþ Dolgusu ve Kaplamasý

 

Hanefîlerde, gusülde aðýz ve burnun içini yýkamak farz olduðunu biliyoruz. Buna göre aðzýnda dolgu veya kaplama diþi bulunan Hanefî bir kimsenin, gusül abdesti alýrken, kaplama veya dolgulu diþi sökmesi ve altýna su geçirmesi mi gerekecektir, yoksa dolgu ve kaplamanýn üzerinden geçen su ile gusül yapýlmýþ mý sayýlacaktýr?

 

Bu hususla ilgili, “Ali Murtaza” -Fetvâ kitabýnda-: "Üzerine gusül farz olan Zeyd'in, oyuk (mücevvel) olan diþleri altýn veya gümüþ ile doldurulmuþ olup, diþlerinin oyuðuna yapýþmýþ olduðu için altýn ve gümüþü çýkartmakta güçlük ve meþakkat bulunmakta; gusül ederken o diþlerin oyuðuna su girmese ve bu þekilde bir zaruret meydana gelmiþ bulunsa, suyu o diþlerin içine ve oyuðuna ulaþtýrmak, temas ettirmek farz olmayýp, dýþýný (dolgunun üstünü) yýkamakla gusletmiþ ve temizlenmiþ olur mu?

 

-Elcevab: Olur."[383]

 

Bu fetvaya göre; ihtiyaç halinde diþlere dolgu ve kaplama yapýlmasýnda hiçbir mahzur yoktur. Gusülde bu diþlerin sadece dýþ yüzeyi yýkanýr. Dolgu ve kaplamayý söküp içini yýkamak gerekmez.

 

Son devir Þeyhü'l-islâmlarýndan Uryanizâde de diþ doldurmaya fetvâ vermiþtir.

 

Netice olarak diyebiliriz ki; gusülde aðýz içindeki kaplama veya dolgulu diþlerin içine su geçmesi imkânsýz olunca, yýkamasý mecburî olmaktan çýkar. Çünkü, bunlar ziynet ve süs için yapýlmýþ olmayýp, ihtiyaç için baþvurulan tedavilerdir. Týpký yaralarýn üzerine konulan sargýnýn altýna suyun geçmesinin mecburî olmadýðý gibi...

 

Diþ saðlýðýnýn, insan hayatýnda önemli bir yeri vardýr. Diþteki rahatsýzlýklarýn, pek çok hastalýðýn ortaya çýkmasýna sebeb olduðu bugün týbben de sâbittir.

 

Tedavinin zarurî îcabý olarak yapýlan dolgu ve kaplamalar, gusle mâni telâkki edildiði takdirde, Ýslâm âleminde diþ hastalýklarý ve rahatsýzlýklarý alýp yürür. Müslümanlarýn saðlýðý tehlikeye düþer. Diþ dolgusu ve kaplama, artýk tedavide vazgeçilmez bir zaruret hâline geldiði için, belvâ-i âmme hâline de gelmiþ, mahzurlarý mübah kýlan mevzuya da girmiþ olur. Bu bakýmdan dahi kaplama veya dolgulu diþler, gusle mâni olmazlar.

 

Bununla beraber vesveseye kapýlanlar, takvâ üzerine hareket etmek istiyenler, gusülde Þâfiî mezhebine de niyet edebilirler. Bilindiði gibi Þâfiî'de aðzýn ve burnun içini yýkamak farz deðil, sünnettir.

 

Altýn Diþ Takmak

 

Mebsut'da, Ýmam-ý Muhammed'in, altýn diþ taktýrmakta veya diþi altýn kaplama yaptýrmakta hiçbir mahzur görmediði kaydedilmektedir.

 

Ýmam-ý A'zam ise, altýn diþi mekruh addetmekte, ancak gümüþ diþ taktýrmayý veya diþleri gümüþle kaplatmayý caiz görmektedir. Ýmam-ý A'zam'ýn altýn diþi mekruh görmesi, altýn süs ve ziynet eþyasý olup erkeðe caiz olmamasý sebebiyledir. Þu halde altýn diþ, süs için deðil de, týbbî bir zaruret olarak takýlýrsa, ortada bir mahzur kalmaz. Nitekim günümüzde, altýn diþlerin, gümüþ diþlere göre daha sýhhata uygun olduðu ve aðýzda kötü koku yapmadýðý bir gerçek olarak ortaya çýkmýþtýr.

 

Aðýzdan çýkarýlýp takýlabilecek þekilde seyyar olan diþ ve protezlerin, gusülde aðzý yýkarken çýkarýlmalarý icabeder. Böylesi temizliðe de daha uygundur.

 

Guslün Sünnetleri

 

Guslün baþlýca sünnetleri þunlardýr:

1)  Gusle besmele ile baþlamak.

2)  Kalb ve dil ile gusle niyet etmek.

 

- Mâlikîler ile Þâfiîlerde niyet farzdýr. Hanbelîlere göre ise, niyet guslün sýhhat þartýdýr.

3)  Gusle, abdestte olduðu gibi misvak kullanarak, yani diþleri temizleyerek baþlamak.

4)  Gerek "Besmele"yi, gerekse niyeti, gusle baþlamadan önce yapmak.

5)  Gusülde evvelâ elleri, sonra avret yerlerini yýkamak. Bedende veya avret mahallinde meni veya benzeri bir pislik varsa, onlarý gidermek.

6)  Bundan sonra âdâb ve erkânýna riayet ederek abdest almak. Eðer ayaklarý altýnda kullanýlmýþ su birikiyorsa, abdestte ayaklarýn yýkanmasý iþini, guslün sonuna býrakmak gerekir.

7) Abdest aldýktan sonra, evvelâ üç kere baþa, sonra üç defa sað omuza, sonra da üç defa sol omuza su dökünmek. Suyu her uzva ilk döküþte her yerini iyice ovalamalýdýr.

 

Ýmam-ý Mâlik ile Ebû Yûsuf'a göre, gusülde bedeni ovmak (delk) farzdýr. Bir kimse aðzýna ve burnuna su alýp temizledikten sonra, akar suya ve büyük bir havuza, yahut da denize bütün vücuduyla dalsa, gusletmiþ olur.

 

Bu halde iken bir de kýmýldar, suyun içinde hareket ederse, gusüldeki sünnetlere de riayet etmiþ ve sünnet üzere gusül abdesti almýþ demektir.

 

Guslün Âdâbý (Müstehablarý)

 

Abdestin âdablarý, ayný zamanda guslün de âdâblarýdýr. Ancak abdestte kýbleye karþý dönmek ve dualarý okumak âdâbdan sayýlýr iken, gusülde bunlar yapýlmaz. Avret yeri açýk olabileceði için, kýbleye dönmek mekruh görülmüþtür.

 

Guslün en mühim âdâbý; yýkanýrken avret yerlerini örtülü bulundurmaktýr.

 

Bütün peygamberler, utanmanýn insanýn en büyük meziyeti ve vasfý olduðunda ittifak etmiþlerdir. Utanan insan, bedenini, bilhassa avret yerlerini baþkalarýna teþhir edip baktýrmaktan hoþlanmaz. Terbiye ve edebi buna mâni olur. Beþeriyete örnek olan din büyüklerinden bir Sahâbe: "Gökten düþüp parça parça olmaya razýyým. Fakat avret yerimi açarak baþkalarýna göstermeye razý deðilim" sözüyle, bizlere bu yolda örneklik etmiþlerdir.

 

Bu sebebledir ki, müslümanlar, gerek hususî ve gerekse umumî yerlerde yýkanýrken dikkat etmeli, avret yerlerini daima örtülü bulundurmaya gayret göstermelidirler.

 

Þu kadar var ki, evlerdeki þahsî banyolarda veya umumi hamamlarýn tek kiþilik banyo odalarýnda kýsa bir süre için, insan, bedeninin tamamýný açýp traþ ve benzeri temizlikleri yapabilir. Kimse görmediði için bunda mahzur söz konusu deðildir. Ama bu hâl, âdet hâline getirilmemeli, istenen temizlik yapýldýktan sonra, hemen avret yerleri örtülerek haya duygularýnýn zedelenmesine meydan verilmemelidir.

 

Abdestte olduðu gibi, guslü müteâkip iki rek'at namaz kýlmak da âdâbdandýr. Din büyükleri bu namazý hiçbir zaman ihmal etmezlerdi. Bu namaz Allah'a hamd ve þükür makamýnda yapýlan bir nafile namazý olabileceði gibi, kaza namazý da olabilir.

 

Guslün Mekruhlarý

 

Abdestte mekrûh olan þeyler gusülde de mekruhtur. Fazla olarak gusül yaparken dua okumak ve kýbleye dönmek de mekruh görülmüþtür.

 

Gusülde bir uzuvdaki su ile diðer bir uzvu ýslatmak caizdir. Çünkü gusülde bütün beden tek uzuv sayýlýr. Bu durum abdestte câiz deðildir.

 

Gusül Alýnýþý

 

Guslü dar ve geniþ zamanda olmak üzere iki türlü almak mümkündür:

 

1) Suyun azlýðý, soðukluðu, vaktin müsaadesizliði gibi hallerde, acele olarak yapýlan gusülde evvelâ ön ve arka taraftaki kirler giderilir. Sonra üç defa aðýza, üç defa buruna su çekilerek içlerinde kuru yer kalmamasý te'min edilir. Bundan sonra da baþtan, sað ve sol omuzlardan dökülen su ile bedenin tamamý yýkanýp ýslatýlýr. Kuru yer kalmadýðý anda, gusül yapýlmýþ olur.

 

Bu, dar ve sýkýþýk anlarda ve sadece guslün farzlarý yerine getirilerek yapýlan gusüldür.

 

2) Müsait zaman ve mekânda yapýlan gusülde ise, yine edeb yerleri yýkandýktan sonra, evvelâ, namaz abdesti gibi güzelce bir abdest alýnýr. Önce baþtan, daha sonra ise sað ve sol omuzlardan sýra ile üçer defa su dökülür. Her döküþte bedenin tamamý bir güzel ovalanýr, mânevî kirlerin yanýnda maddî kirlerden de temizlenmeye çalýþýlýr. Bu arada vücutta iðne ucu kadar kuru yer kalmamasýna itina gösterilir. En sonunda da, kirli sularýn döküldüðü yere basan ayaklar, son olarak tekrar yýkanýp çýkýlýr.

 

Guslün her iki halinde de, þart ve farz olaný aðýz ve burun içi ile bedenin tamamýnda kuru yer kalmamasýdýr. Bu yapýldýktan sonra, gusül yerine getirilmiþ, mânevî ve maddî temizliðe kavuþulmuþ olunur.

 

Gusül Ýle Ýlgili Meseleler

 

- Alýnan Gusül Ýle Ýbâdet Yapýlýr mý?

Bir adý da boy abdesti olan gusül temizliðiyle bütün ibâdetler yapýlýr. Zira namaz abdestinde sadece bedenin bilinen âzalarý yýkanýrken, bunda ise tamamý yýkanmakta, daha fazlasýyla temizlik hâsýl olmaktadýr. Abdesti bozucu bir hâl vâki oluncaya kadar, her türlü namaz kýlýnýp, ibâdet yapýlýr. Ancak abdesti bozan bir hâl vâki olunca, gusül abdestinin hükmü de bitmiþ olduðundan ibâdet için yeniden abdest almak gerekir.

 

- Gusletmesi gereken bir kimseden yýkanýrken idrar, kan, v.s. gibi abdesti bozucu bir akýntý gelse, guslü bozulur mu?

 

Gusül sýrasýnda gelen akýntý guslü bozmaz, guslün abdest oluþunu bozar. Yani sahih olan ve insaný cünüplükten kurtaran bu gusülle namaz kýlýnmaz. Ýbâdet için yeniden abdest almak gerekir. Gusül ise tamamdýr.

 

Ýlmi bir ifade ile, guslü bozan herþey abdesti de bozar. Lâkin abdesti bozan herþey guslü bozmaz. Bu bakýmdan, gusül sýrasýnda idrar yollarýndan gelen bir akýntý, yahut yaradan akan bir mayi, veya diþ kanamalarý, v.s. gusle mâni olmaz. Bu akýntýlarla yapýlan gusül sahih, fakat abdest bâtýl olur.

 

-Guslederken aðzýný burnunu yýkamadýðýný veya bir uzvunu yýkamadan kuru býrakmýþ olduðunu farkeden bir kimsenin, yeniden gusletmesi gerekir mi?

 

Gerekmez. Sadece kuru býraktýðý yeri yýkar.

 

- Bâzý evlerde helâ ile banyo, beraber olmaktadýr. Böyle helâlý banyolarda gusletmek caiz midir?

 

Helâda gusletmek mekrûh ise de, müsait yer yoksa câiz olur.

 

- Yýkanmasý gereken cünüp kimse, gusülden evvel birþey yeyip içmek isterse, ne yapar?

 

Kendisine gusül farz olan kimse, mümkünse yemek içmek iþini yýkandýktan sonraya tehir etmelidir. Buna raðmen yemek yeme ihtiyacý duyuyorsa, ekmek ve yemeðe deðecek taraflarýný yýkamalýdýr. Yani el ve aðzýný yýkayýp ondan sonra yemek yemeli, su içmelidir.

 

Buna göre, sahurda yýkanmaya vakit bulamayan kimse, el ve aðzýný yýkayýp yemeðini yer. Sonra da guslünü yapabilir. Yýkanmadýðý için sahursuz kalmak mecburiyetinde deðildir.

 

- Cünüpken bedendeki tüylerin temizlenmesi yerinde bir hareket midir? Yoksa traþ temizliði, cünüp olmadan yahut gusül yaptýktan sonra mý yapýlmalýdýr?

 

Bedendeki tüyler vücuttan, temizken ayrýlmalý, tertemiz olarak dýþarýya atýlmalýdýr. Efdal olaný budur.

 

Ancak cünüpken böyle bir temizlik yapýlsa da sonra gusül edilse, guslün sýhhatine bir zarar gelmez.

 

Guslün Kýsýmlarý

3 kýsma ayrýlýr:

 

I. Farz olan gusüller

Guslün, cünüplük hâlinden veya hayýz-nifas kanýnýn kesilmesinden sonra yapýlmasý farzdýr.

 

II. Sünnet olan gusüller

1)  Cuma namazý için yýkanmak sünnettir.

Cuma günü, hadîs-i þerîflerin de beyaný üzere, Seyyidü'l-Eyyâm, yani; günlerin en þereflisi ve üstünüdür. Ayný zamanda mü'minlerin bayram günüdür. Resûlüllah Efendimiz, birçok hadîs-i þerîflerinde, ümmetine, cuma günü yýkanarak ve temiz kokular sürünerek mescide çýkmalarýný tavsiye buyurmuþtur:

 

ـ وعن البراء بن عازب رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رَسُولُ اللّهِ # حَقّاً عَلى الْمُسْلِمِينَ أنْ يَغْتَسِلُوا يَوْمَ الجُمْعَةِ وَلْيَمَسَّ أحَدُهُمْ مِنْ طِيبِ أهلِهِ فَإنْ لَمْ يَجِدْ فَالْمَاءُ لَهُ طِيبٌ.

 

- Bera Ýbnu Âzib radýyallahu anh anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Müslümanlarýn cuma günü yýkanmalarý, üzerlerine hak olmuþtur. Her biri ailesinin kokusundan sürünsün. (Koku) bulamazsa, su onun sürünme maddesi olsun. Yani hem yýkansýn hem koku sürünsün, koku yoksa, artýk, su (yýkanma) ile yetinsin."[384]

 

ـ وعن ابن السباق: ]أنَّ رسولَ اللّهِ # قالَ فِي جُمْعَةٍ مِنَ الجُمَعِ: يَا مَعْشَرَ المُسْلِمِينَ! إنَّ هذَا يَوْمٌ جَعََلَهُ اللّهُ تَعالى عِيداً فَاغْتَسِلُوا. وَمَنْ كَانَ عِنْدَهُ طِيبٌ فََ يَضُرُّهُ أنْ يَمَسَّ مِنْهُ، وَعَلَيْكُمْ بِالسِّوَاكِ.

 

- Ubeydullâh Ýbnu's-Sebbâk rahimehullah'tan gelen bir rivayette, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) cumalardan birinde þöyle buyurmuþtur: "Ey müslümanlar! Bu öyle bir gündür ki, Allah Teâlâ Hazretleri onu (sizlere) bayram kýlmýþtýr, öyleyse yýkanýn. Kimin yanýnda bir tîyb (sürünme maddesi) varsa ondan sürünmesinde bir zarar yoktur. Size misvaký da tavsiye ediyorum."[385]

 

ـ وعن ابن عمر وأبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قا: ]بَيْنَا عُمَرُ رَضِيَ اللّهُ عَنْه يَخْطُبُ النَّاسَ يَوْمَ الجُمُعَةِ إذْ دَخَلَ عُثْمَانُ بْنُ عَفَّانَ فَنَادَاهُ عُمَرُ: أيَّةُ سَاعَةٍ هذِهِ؟ فقَالَ إنِّى شُغِلْتُ الْيَومَ فَلَمْ أنْقَلِبْ إلى أهْلِى حَتّى سَمِعْتُ التَّأذِينَ، فَلَمْ أزِدْ على أنْ تَوَضَّأتُ فقَالَ عُمَرُ رَضِيَ اللّهُ عَنْه: وَالْوُضُوءُ أيْضاً، وَقَدْ عَلِمْتَ أنَّ رَسُولَ اللّهِ # كَانَ يَأمُرُنَا بِالْغُسْلِ.

 

Ýbnu Ömer ve Ebu Hüreyre radýyallahu anhümâ anlatýyorlar: "Cuma günü, Ömer Ýbnu'l-Hattab hutbe verirken, Osman Ýbnu Affan mescide girdi. Ömer radýyallahu anh minberden ona seslendi. "Vaktin farkýnda mýsýn, (niye cumaya geciktin?)"Hz. Osman:"Bugün meþguliyetim vardý. Eve gelir gelmez ezaný iþittim. Abdest almanýn dýþýnda bir oyalanmam da olmadý!" açýklamasýnda bulundu.Hz. Ömer radýyallahu anh:"Keza abdest(le yetinmen de bir eksiklik). Biliyorsun, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize yýkanmayý da emretmiþti."[386]

 

ـ وفي حديث أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]ألَمْ تَسْمَعْ رَسُولَ اللّهِ # يَقُولُ إذَا جَاءَ أحَدُكُمُ الْجُمُعَةَ فَلْيَغْتَسِلْ[ .

 

- Ebu Hüreyre'nin bir hadisinde: "(Hz. Ömer, Hz. Osman'a:) "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ýn: "Biriniz cumaya giderken yýkansýn" dediðini duymadýn mý?" demiþtir.[387]

 

ـ وَلَفْظُ الشيخين عن طاوس قال: ]قلت بن عباس: ذكَرُوا أنَّ النبىَّ # قال: اغتَسِلُوا يَوْمَ الجُمُعَةِ وَاغْسِلُوا رُؤُسَكُمْ وَإنْ لَمْ تَكُونُوا جُنُباً، وَأصِيبُوا مِنَ الطِّيبِ. قال ابن عباس: أمَّا الغُسْلُ فَنَعَمْ. وَأمَّا الطِّيبُ فََ ادْرِى .

 

- Sahîheyn'in Tâvus'tan kaydettikleri rivayette, Tâvus der ki: Ýbnu Abbâs radýyallahu anhümâ'ya sordum: "Halk, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ýn: "Cuma günü yýkanýn, baþlarýnýzý da yýkayýn, cünüb olmasanýz dahi!. Ayrýca koku da sürünün!" buyurduðunu söylüyorlar, (ne dersiniz, doðru mudur?)"Ýbnu Abbâs þu cevabý verdi: "Guslü emretmesi doðrudur. Kokuya gelince, o hususta bir þey bilmiyorum!"[388]

 

ـ وعن سمرة بن جندب رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ رَسُولَ اللّهِ # قَالَ: مَنْ تَوَضَّأَ يَوْمَ الْجُمُعَةِ فَبِهَا وَنِعْمَتْ، وَمَنِ اغْتَسَلَ يَوْمُ الجُمُعَةِ فَالْغُسْلُ أفْضَلُ.

 

 -Semüre Ýbnu Cündeb radýyallahu anh anlatýyor:  "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Cuma günü kim abdest alýrsa bununla (o, sünneti yerine getirmiþ, fazilete ermiþ) olur ve (sünneti yapmýþ olma) nimetine erer. Ama cuma günü kim de guslederse (bilsin ki) gusül daha faziletlidir."[389]

 

ـ وعن جابر رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رَسُولُ اللّهِ #: عَلى كُلِّ رَجُل مُسْلِمٍ فِي كُلِّ سَبْعَةِ أيَّامٍ غُسْلُ يَوْمٍ؛ وَهُوَ يَوْم الجُمُعَةِ.

 

- Hz. Câbir radýyallahu anh anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Her müslüman yedi günde bir kere yýkanmalýdýr, bu gün de cuma günü olmalýdýr."[390]

 

Perþembe günü veya cuma gecesi yýkanmak ile de sünnet yerine getirilmiþ olur. Cuma günü yýkanmakla ilgili hadîslerin çokluðuna ve bu husustaki þiddetli tavsiyeye bakarak, âlimler, cuma guslünü sünnet-i müekkede olarak kabûl etmiþlerdir. Traþ olmak, týrnak kesmek gibi diðer beden temizlikleri de yine cuma günü yapýlmasý tavsiye edilmiþtir.

2) Bayram namazlarý için de yýkanmak yine sünnettir.

3) Hac ve umre için ihrama girerken yýkanmak.

Bu yýkanmak, mânevî temizlikten ziyade, maddî temizlik için olduðundan, kadýnlar o sýrada hayýz ve nifaslý dahi olsalar, bu guslü yapabilirler. Þayet su yoksa, teyemmüm yapýlmaz.

4) Hacýlarýn arefe günü Arafat'da vakfe için yýkanmalarý da sünnettir.

 

III. Mendub veya Müstehab Olan Gusüller

 

1)  Cünüplük veya hayýz - nifas gibi bir durum olmadan, temiz olarak ihtida etmiþ yeni Müslümanýn yýkanmasý menduptur.

 

2) Ýhtilâm ve hayýz olmamakla birlikte, onbeþ yaþýna ulaþarak hükmen bülûða eren kýz veya oðlanýn yýkanmasý da mendubtur. Hayýz ve ihtilâm yoluyla bülûða erenlerin yýkanmasý, zaten farzdýr.

 

3)  Baygýnlýk geçirenin baygýnlýktan kurtulduktan sonra yýkanmasý... Bu gusül, iyileþmeye karþý bir þükür olarak yapýlýr.

 

4)  Kan aldýrdýktan sonra yýkanmak.

 

5)  Ölü yýkamak için gusül etmek.

 

6) Berat ve Kadir gibi mübarek geceleri ihya etmek için yýkanmak.

 

7) Hacýlarýn Mina ve Müzdelife'de bulunmak için yýkanmalarý.

 

8) Mekke-i Mükerreme'ye veya Medine-i Münevvere'ye girmek için, bu mübarek beldelere hürmeten yýkanmak.

 

9) Güneþ ve ay tutulmalarý ânýnda kýlýnan küsuf ve husuf namazlarý için yýkanmak.

 

10)  Yaðmur duasýna çýkmak için yýkanmak.

 

11)  Yolculuktan gelen veya yeni çamaþýr deðiþtirenin de yýkanmasý menduptur.

 

12) Felâket ve musibetler ânýnda kýlýnan havf (korku) namazý için yýkanmak.

 

13) Günahtan tevbe etmek isteyen kimsenin de gusletmesi menduptur.

 

14) Cünüplüðün hemen ardýndan âdet görmeye baþlayan kadýn, dilerse cünüplükten dolayý hemen yýkanýr. Dilerse yýkanmayý, âdet bitimine býrakýr.

 

15) Zevcesiyle cinsî birleþmede bulunan bir kimse, yýkanmadan önce ikinci bir kere daha birleþmede bulunmak istediðinde, abdest almasý veya gusletmesi menduptur.

 

16) Cünüp bir kimsenin cünüplükten tezelden kurtulmasý için yýkanmakta acele etmesi de menduptur. Cünüp bir kimse, yýkanmasýný namaz vaktini geçirmeyecek kadar bir süre erteleyebilirse de hemen yýkanmasý efdaldir. Selef-i sâlihîn, bu hususa son derece dikkat ederler, kendilerine cünüplük ârýz olunca, vakit geniþ bile olsa hemen yýkanmayý tercih ederlerdi.

 

Sünnet veya müstehab olan gusüller mücerred olarak beden temizliði veya hürmet ve tâzim için yapýldýðýndan, farz olan gusüldeki gibi aðzý ve burnu yýkamak farz deðildir.

 

- Þâfiîlere göre farz dýþýnda kalan bütün yýkanmalar sünnettir.

 

 

 

f)  Hamam Adabý

 

 

Hamam: Gusül yapmak veya bedendeki kir ve tozlarý iyice temizleyebilmek için, hamama gitmekte, bâzý hususlara riayet ettikten sonra dinî yönden hiçbir mahzur yoktur. Sahâbe-i Kirâm Þam hamamlarýna girip yýkanmýþlar; hattâ bâzýlarý "Hamam ne güzeldir. Ýnsan bedenini kirlerden temizlediði gibi sýcaðýyla da cehennem ateþini hatýrlatýr" demiþlerdir.

 

Bâzýlarý da "Hamam ne fena yerdir ki mahrem yerlerin açýlmasýna ve hayâ hissinin zedelenmesine sebebiyet verir" buyurmuþlardýr. Birinci ifade, hamamýn faydalarýný, ikincisi de mahzurlarýný belirtir. Mahzurlarýndan kaçýnmak ve âdâbýna riayet etmek þartýyla hamama gitmekte bir beis yoktur.

 

Hamama giren kimseye vâcib olan, dikkat etmesi gerekli olan hususlar þunlardýr

 

1)  Avret yerini açmamak ve kimseye göstermemek.

 

2) Göbekten dizkapaðý altýna kadar olan bu mahrem kýsma, hiçbir yabancýnýn elini deðdirtmemek. Yani bu kýsýmlarý tellâða oðdurmamak. Diðer kýsýmlarý oðdurabilir.Hamamda vücudunu tellâka oðdurmanýn, masaj yaptýrmanýn câiz olduðu þu rivâyetten çýkarýlmaktadýr.

 

3) Hamamda kendi avret yerini göstermediði gibi, baþkalarýnýn avret yerlerine bakmamak da vâcibdir. Yýkanýrken avret yeri açýlmýþ olan mümkünse îkaz etmeli, yoksa o tarafa hiç bakmamalýdýr.Bu hususta lâtif bir kýssa anlatýlýr:

“Bir gün Ýmam hamama gitmiþ, cuma namazý için gusül almak istemiþti. Ne var ki yakýnýnda biri vardý. Peþtemalýný tam örtmüyor, diz kapaðý altý ile göbek arasý tesettürünü tam yerine getirmiyordu.

 

Ýmam, adamý görmemek için gözünü yumdu, bakmamaya gayret etti. Bu arada da su tasýný kaybetti. El yordamýyla onu arýyordu. Tesettürsüz adam tasý bulup verdi ve kendisine þöyle sordu: "Ya Ýmam, sizin gözünüz ne zaman âmâ oldu?"

 

-Ýmam cevab verdi:

"Senin tesettürsüzlüðünü gördüðüm andan itibaren geldi bu âmâlýk bana. Sen hayâ edip örtünsen, ümid ederim gözüm açýlýr. Tasý taraðý da aramaktan kurtulurum."

 

Adam hatâsýný anladý ve peþtemalýný iyice örterek avret yerlerini kapadý... Ýmam da gözü kapalý yýkanmaktan kurtuldu.

 

Ýþte yukarda saydýðýmýz üç þarta riayet edilecekse hamama gidilebilir. Yoksa hamama gitmemek, kendi evindeki hususî banyosunda temizlenmek çok daha  uygundur.

 

Tek kiþilik müstakil odalarý olan hamamlara gitmekte hiçbir mahzur olmadýðý gibi, bil'akis umumî hamamlardan ziyade bu gibi yerler tercih edilmelidir. Çünkü bu gibi yerlerde tesettürün te'mini daha kolaydýr.

 

Bundan Baþka Hamama Girmenin Baþlýca Edebleri Þunlardýr

 

1) Güzel niyet, yani, hamama girerken, sadece temizlenip parlamak ve güzelleþmek gibi dünyevî bir maksad deðil; belki tertemiz olarak namaz kýlmak, Allah huzuruna temiz çýkmak gibi uhrevî bir gayeyi taþýmak.

2)  Hamama sol ayaðýyla girmek.

3) Hamama girerken, "Allahümme innî eûzü bike mine'l-hubsi ve'l-habâis" demek.

4) Hamamýn tenha zamanýný seçmek de âdâbdandýr. Çünkü hamamdakilerin hepsi pek dindar, anlayýþlý, görgülü kimseler olmayabilir. Hayâ hissi duymadan avret yerini açabilir. Bu mahzurdan kurtulmak için en tenha zamanlarý seçmek ihtiyata daha uygundur.

5) Suyu lüzumundan fazla israf etmemek.

6) Hamamdaki sýcaklýk ile Cehennem harareti arasýnda irtibat kurup, ders ve ibret almaða çalýþmaktýr.

7) Hamama girerken selâm vermemek lâzýmdýr. Þayet bir veren olmuþsa, kendi cevab vermeyip baþkasýnýn cevab vermesini tercih etmek gerekir. Ancak "sýhhatler olsun" denebi lir. Musâfaha da yapýlabilir.

 

Fazla konuþmamak da hamamýn âdâbýndandýr. Âþikâre Kur'an okunmaz. Gizlice Besmele çekilebilir. Akþama yakýn ve akþam ile yatsý arasý hamama girmemek tavsiye edilmiþtir.

 

Kadýnlarýn Hamama Gitmesi

 

 

ـ وفي رواية ]أنّ عَائِشَةَ دَخَلَ عَلَيْهَا نِسْوَةٌ مِنْ نِسَاءِ أهْلِ الشَّامِ فقَالَتْ: لَعَلَّكُنَّ مِنَ الكُورَةِ الَّتِى يَدْخُلْنَ نِساؤُهَا الْحَمَّامَاتِ؟ قُلْنَ: نَعَمْ. قَالَتْ: أمَا اِنِّى سَمِعْتُ رَسُولَ اللّهِ # يَقُولُ: مَامِنْ امْرَأةِ تَخْلَعُ ثِيَابَهَا في غَيْرِ بَيْتِهَا إَّ هَتَكَتْ مَا بَيْنَهَا وبَيْنَ اللّهِ مِنْ حِجَابٍ[. أخرجه أبو داود والترمذي.»اَلْكُورَةِ«: اِسْمٌ يَقَعُ عَلى جِهَةٍ مِنَ ا‘رْضِ مُخْصُوصَةً كَالشَّامِ وَالعِراقِ وَفَلسْطِينَ وَنَحْوَ ذلِكَ .

 

-Hz. Âiþe radýyallahu anhâ'nýn yanýna, Þamlý kadýnlardan bir grup girmiþti. Hz. Âiþe: "Sizler herhalde, hanýmlarý hamamlara giren bölgedensiniz!" dedi. Kadýnlar: "Evet!" diye cevap verdiler. Hz. Âiþe: "Ama ben Resûlullah( aleyhissalâtu vesselâm)'ýn: "Elbisesini evinden hariç bir yerde çýkaran her kadýn, mutlaka Allah'la kendi arasýndaki perdeyi yýrtmýþ olur" dediðini iþittim" buyurdu.[391]

 

ـ وعن ابن عمرو بن العاص رَضِيَ اللّهُ عَنْهما: ]أنَّ رَسُولَ اللّهِ # قالَ: سَتُفْتَحُ لَكُمْ أرْضُ الْعَجَمِ، وَسَتَجِدُونَ فِيهَا بُيُوتاً يُقَالُ لَهَا الْحَمَّامَاتُ فََ يَدْخُلَنّهَا الرِّجَالُ إَّ بِا‘ُزُرِ، وَامْنَعُوا مِنْهَا النِّسَاءَ إَّ مَرِيضَةً أوْ نُفَسَاءَ.

 

-Abdullah Ýbnu Amr Ýbni'l-Âs radýyallahu anhümâ anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Size Acem diyarýnýn fethi müyesser olacak. Oralarda hammam denen evlere rastlayacaksýnýz. Sakýn ola erkekler onlara izarsýz girmesinler. Nifas veya hastalýk hali dýþýnda kadýnlarýn oralara girmesine izin vermeyin."[392]

 

ـ وعن جابر رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ رسولَ اللّهِ # قال: ]مَنْ كَانَ يُؤمِنُ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ اخَرِ فََ يَدْخُلِ الْحَمَّامَ بَغَيْرِ إزَارٍ، وَمَنْ كَانَ يُؤمِنُ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ اخِرِ فََ يُدْخِلْ حَلِيلَتَهُ الْحَمَّامَ مِنْ غَيْرِ عُذْرٍ، وَمَنْ كَانَ يُؤمِنُ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ اخَرِ فََ يَجْلِسْ عَلى مَائِدَةٍ يُدَارُ عَلَيْهَا الخَمْرُ.

 

-Hz. Câbir (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Allah ve ahiret gününe inanan kimse izarsýz hammâma girmesin. Kim Allah'a ve ahirete inanýyorsa, bir özrü olmadan hanýmýný hammâma sokmasýn. Kim Allah'a ahirete, inanýyorsa üzerinde  içki bulunan sofraya oturmasýn."[393]

 

Ancak zarurî hallerde, kadýnlar da hamama gidebilirler. Hazret-i Âiþe validemiz bir hastalýktan dolayý hamama gitmiþtir. Bu gibi zaruret dolayýsýyla hamama gidilecekse, tesettüre riayet edilmelidir. Kadýn kadýna göbek ile diz kapaðý arasýný gösteremez. Bu kýsmý kesinlikle açmamalýdýr. Tek kiþilik banyo odalarý olan hamamlar tercih edilmelidir.

 

 

 

 

g) Teyemmüm

 

 

Yüce Allah (cc), Kur’an-ý Kerim’de:

 

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا لَا تَقْرَبُوا الصَّلوةَ وَاَنْتُمْ سُكَارى حَتّى تَعْلَمُوا مَا تَقُولُونَ وَلَا جُنُبًا اِلَّا عَابِرى سَبيلٍ حَتّى تَغْتَسِلُوا وَاِنْ كُنْتُمْ مَرْضى اَوْ عَلى سَفَرٍ اَوْ جَاءَ اَحَدٌ مِنْكُمْ مِنَ الْغَائِطِ اَوْلمَسْتُمُ النِّسَاءَ فَلَمْ تَجِدُوا مَاءً فَتَيَمَّمُوا صَعيدًا طَيِّبًا فَامْسَحُوا بِوُجُوهِكُمْ وَاَيْديكُمْ اِنَّ اللّهَ كَانَ عَفُوًّا غَفُورًا

 

“Ey iman edenler! ... Eðer cünüp oldunuz ise, boy abdesti alýn. Hasta, yahut yolculuk halinde bulunursanýz, yahut biriniz tuvaletten gelirse, yahut da kadýnlara dokunmuþsanýz (cinsî birleþme yapmýþsanýz) ve bu hallerde su bulamamýþsanýz temiz toprakla teyemmüm edin de yüzünüzü ve (dirseklere kadar) ellerinizi onunla meshedin. Allah size herhangi bir güçlük çýkarmak istemez; fakat sizi tertemiz kýlmak ve size (ihsan ettiði) nimetini tamamlamak ister; umulur ki þükredersiniz”[394]

 

Hz.Peygamber (as):

 

ـ وفي رواية أبي داود قال: ]بَعَثَ رسولُ اللّهِ # أُسَيْدَ بنَ حُضَيْرٍ واُنَاساً مَعَهُ في طَلَبِ قَِدَةٍ أضَلَّتْهَا عَائِشَةُ رَضِيَ اللّهُ عَنْها فَحَضَرَتِ الصََّةُ فَصَلّوا بَغِيْرِ وُضُوءٍ فَأتَوْا النبىَّ # فَذَكَرُوا لَهُ ذلِكَ فَأنْزِلَتْ آيَةُ التَّيَمُّمِ[.زاد في رواية: فقَالَ أُسَيْدٌ يَرْحَمُكِ اللّه، مَا نَزَلَ بِكِ أمْرٌ تَكْرَهِينَهُ إَّ جَعَلَ اللّهُ فِيهِ لِلْمُسْلِمِينَ وَلََكِ فَرَجاً.»النُّقَبَاءُ« جمع نقيب، وهو المقدم على جماعة يكون أمرهم مردوداً إليه كالعريف وهو أكبر منه، والمراد بالنقباء هنا: سُبَّاق ا‘نصار إلى اسم في العقبة، جعلهم النبي # نقباء على قومهم، وكان أسيد منهم .

 

- Ebû Dâvud'un rivayetinde Hz. Âiþe (radýyallahu anhâ) derki: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Üseyd Ýbnu Hudayr (radýyallahu anh)'la Hz. Enes'i, Hz. Âiþe (radýyallahu anhâ)'nin kaybettiði kolyeyi aramaya gönderdi. Bu esnada namaz vakti girdi. Abdestsiz namaz kýldýlar. Gelip durumu  Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a haber verdiler. Bunun üzerine teyemmüm âyeti indirildi."

 

Bir rivayette þu ziyade gelmiþtir: "Üseyd, Hz. Âiþe'ye: "Allah rahmetini bol kýlsýn, senin baþýna hoþlanmadýðýn her ne gelmiþ ise onda Allah senin için de müslümanlar için de bir ferec (sýkýntýdan kurtulma) kýlmýþtýr" dedi."[395]

 

ـ وعن عمار بن ياسر رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ رسولَ اللّهِ # عَرَّسَ بِأُوَتِ الجَيْشِ، وَمَعهُ عَائِشَةُ رَضِيَ اللّهُ عَنْها. فَانْقَطَعَ عِقْدٌ لَهَا مِنْ جَزْعِ ظَفَارٍ فَحَبَسَ النَّاسَ ابْتَغَاءَ عِقْدِهَا ذلِكَ حَتّى أضَاءَ الْفَجْرُ وَلَيْسَ مَعَ النَّاسِ مَاءُ فَتَغيَّظَ أبُو بَكْرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه علَيْهَا وقالَ: حَبَسْتِ النَّاسَ وَلَيْسَ مَعَهُمْ مَاءٌ. فَأنْزَلَ اللّهُ عَلى رَسُولِهِ # رُخْصَةَ التَّطَهُّرِ بِالصَّعِيدِ الطَّيِّبِ. فقَامَ المُسْلِمُونَ مَعَ رسولِ اللّهِ # فَضَرَبُوا بِأيْدِيهِمْ إلى ا‘رْضِ. ثُمَّ رَفَعُوا أيْدِيَهُمْ وَلَمْ يَقْبِضُوا مِنَ التُّرَابِ شَيْئاً فَمَسَحُوا وُجُوهَهُمْ وَأيْدِيَهُمْ إلى المَنَاكِبِ، وَمِنْ بُطُونِ أيْدِيهِمْ إلى ا‘بَاطِ.

 

- Ammâr Ýbnu Yâsir (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), beraberinde Hz. Âiþe'nin de bulunduðu bir seferinde, Ûlât'ul-Ceyþ nâm mevkide geceleyin istirahat molasý vermiþti. Bu esnada Hz.Âiþe (radýyallahu anhâ)'nin Yemen boncuðundan mamul kolyesi koptu. Bunun aranmasý, askerleri yolundan alýkoydu ve sabah aydýnlýðý girdi. Ýnsanlarýn yanýnda su yoktu. Hz. Ebû Bekr (radýyallahu anh) Âiþe'ye kýzdý ve hatta:"Herkesi yolundan alýkoydun, yanlarýnda su da yok!" diye çýkýþtý. Derken Allah Teâlâ Hazretleri, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a, temiz toprakla temizlenme ruhsatýný indirdi.Bunun üzerine müslümanlar, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la kalkýp ellerini kaldýrdýlar. Topraktan hiçbir þey almadýlar, yüzlerini ve omuzlarýna kadar ellerini meshettiler. Ellerinin içlerinden de koltuk altlarýna kadar meshettiler."Ebû Dâvud þu ziyadede bulunmuþtur: "Bir hadiste Ýbnu Þihâb der ki: "Âlimler bu hadise itibar etmediler." Ebû Dâvud der ki: "Hadisi, Ýbnu Ýshak da böyle rivayet etti ve rivayette Ýbnu Abbâs (radýyallahu anhümâ)'dan onun "iki vuruþ zikrettiðini" kaydetti."Nesâî'nin bir rivayetinde "Topraktan hiçbir þey  çýrpmadýlar" denmiþtir.[396]

 

ـ وفي أخرى ‘بي داود: ]أنَّهُمْ تَمَسَّحُوا وَهُمْ مَعَ رَسولِ اللّهِ بِالصَّعِيدِ لِصَّةِ الْفَجْر، فَضَرَبُوا أكُفَّهُمْ بِالصَّعِيدِ ثُمَّ مَسَحُوا التُّرَابَ بِوُجُوهِهِمْ مَسْحَةً وَاحِدَةً. ثُمَّ عَادُوا فَضَرَبُوا أكفَّهُمْ بِالصَّعِيدِ مَرَّةً أُخْرَى فَمَسَحُوا بِأيْدِيهِمْ كُلِّهَا إلى المَنَاكِبِ وَاَبَاطِ مِنْ بُطُونِ أيْدِيهِمْ.

 

- Ebû Dâvud'un bir diðer rivayetinde þöyle denmiþtir: "Ashab, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la birlikte sabah namazý için, toprakla meshlendiler. Bu maksadla avuçlarýný topraða vurup toprakla yüzlerine bir defa meshettiler. Sonra tekrar dönüp avuçlarýný topraða bir kere daha vurup, ellerinin tamamý ile ellerinin içlerinden koltuk altlarýna, omuzlarýna kadar meshettiler."Ebû Dâvud'un bir diðer  rivayetinde, Ýbnu'l-Leys: "Dirseklerinin yukarýsýna kadar..." demiþtir.[397] 

 

ـ وعن شقيق قال: ]كُنْتُ بَيْنَ عَبْدِاللّهِ بنِ مَسْعُودٍ وَأبِى مُوسى رَضِيَ اللّهُ عَنْهما فقَالَ أبُو مُوسى: أرَأيْتَ يَا أبَا عَبْدِ الرَّحْمنِ لَوْ أنَّ رَجًُ أجْنَبَ فَلَمْ يَجِدِ المَاءَ شَهْراً، كَيْفَ يَصْنَعُ بِالصََّةِ؟ فقَالَ: َ يَتَيَمَّمُ وَإنْ لَمْ يَجِدِ المَاءَ شَهْراً. فقَالَ أبُو مُوسى: كَيْفَ بهِذِهِ ايةِ في سُورَةِ المَائِدَةِ. فَلَمْ تَجِدُوا مَاءً فَيَتَمَّمُوا صَعِيداً طَيِّباً. قالَ عَبْدُاللّهِ: لَوْ رُخِّصَ لَهُمْ في هذِهِ ايةِ ‘وْشَكَ إذَا بَرَدَ عَلَيْهِمْ المَاءُ أنْ يتَيَمَّمُوا بِالصَّعِيدِ. فقَالَ لَهُ أبُو مُوسى: وَإنَّمَا كَرِهْتُمْ هذَا لِذَا؟ قَالَ: نَعَمْ. فقَالَ أبُو مُوسى لِعَبْدِ اللّهِ: ألَمْ تَسْمَعْ قَوْلَ عَمّارٍ لِعُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما: بَعَثَنِى رَسولُ اللّهِ # فَأجْنَبْتُ فَلَمْ أجِدِ المَاءَ فَتَمَرَّغْتُ في الصَّعِيدِ كَمَا تَتَمَرَّغُ الدَّابَّةُ. ثُمَّ أتَيْتُ رسولَ اللّهِ # فذَكَرْتُ لَهُ ذلِكَ. فقَالَ: إنَّمَا كَانَ يَكْفِيكَ أنْ تَصْنَعَ هكَذَا، وَضَرَبَ بِكَفّيْهِ ضَرْبَةً عَلى ا‘رْضِ ثُمَّ نَفَضَهَا ثُمَّ مَسَحَ بِهَا ظَهْرَ كَفِّهِ بِشِمَالِهِ أوْ ظَهْرَ شِمَالِهِ بِكَفِّهِ، ثُمَّ مَسَحَ بِهَا وَجْهَهُ.

 

 Þakik merhum anlatýyor: "Ben, Abdullah Ýbnu Mes'ud ile Ebû Mûsa (radýyallahu anhümâ) arasýnda idim. Ebû Musa, Ýbnu Mes'ud'a:"Ey Ebû Abdirrahman! Bir adam cünüb olsa  ve bir ay boyu su bulamasa ne yapar, namazý nasýl kýlar, ne dersin?"diye sordu."Suyu bir ay bulamasa da teyemmüm etmez!" dedi. Ebû Musa:"Pekala Mâide suresindeki þu âyete ne dersin:  فَلَمْ تَجِدُوا مَاءً فَيَتَمَّمُوا صَعِيداً طَيِّباً

 "...Su bulamazsanýz temiz bir toprakta teyemmüm edin, yüzlerinizi, ellerinizi onunla meshedin."[398]

Abdullah þu cevabý verdi:"Bu âyette Ashaba ruhsat verilmiþ olsaydý çok geçmeden su soðuyunca da toprakla teyemmüm etmeye yeltenirlerdi."Ebû Musa da ona:"Siz teyemmümü bu sebeple mi hoþ bulmuyorsunuz?" dedi. Ýbnu Mes'ud "Evet!" deyince, Ebû Musa, Abdullah'a: "Sen Ammâr'ýn Hz. Ömer (radýyallahu anhümâ)'e  ne dediðini duymadýn mý?"Dedi ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) beni bir vazifeyle yola çýkarmýþtý. Sefer esnasýnda cünüb oldum. Su da bulamadým. Bunun üzerine hayvanlarýn bulanmasý gibi ben de topraða bulandým. Sonra Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gelip durumu kendisine arzettim. Bana:"Sana þöyle yapman kâfi idi!" dedi (ve gösterdi), iki avucuyla yere bir vurdu, sonra avuçlarýný çýrptý, sonra soluyla (sað) avucunun sýrtýný veya sol avucunun sýrtýný (sað) avucuyla meshetti. Sonrada onunla yüzünü de meshetti."[399]

 

ـ وعند مسلم: ]إنَّمَا كَانَ يَكْفِيكَ أنْ تَقُولَ بِيَدِكَ هكَذَا، ثُمَّ ضَرَبَ بِيَدِهِ ا‘رْضَ ضَرْبَةً وَاحِدَةً. ثُمَّ مَسحَ الشِّمَالَ عَلى الْيَمِينَ، وَظَاهِرَ كَفِّهِ وَوَجْهَهُ. قالَ عَبْدُ اللّهِ: أوَلَمْ ترَ عُمَرَ لَمْ يَقْنَعْ بِقَوْلِ عَمَّارٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما[ .

 

- Müslim'in rivayetinde [Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) þöyle demiþ olmalý]: "Ellerinle þöyle yapman sana yeterdi." Sonra (bizzat göstererek) ellerini bir kere yere vurdu. Sonra soluyla saðýný, yani avucunun içini ve dýþýný meshetti.Abdullah da: "Görmedin mi, Ömer (radýyallahu anh), Ammâr (radýyallahu anh)'ýn sözüne kanaat getiremedi" dedi."[400]

 

ـ وفي أخرى: ]أنَّ رسولَ اللّهِ # قالَ: إنَّمَا يَكْفِيكَ أنْ تَقُولَ هكذَا وَضَربَ بِيَدِهِ ا‘رْضَ فَقَبَضَ يَدَيْهِ فَمَسَحَ وَجْهَهُ وَكَفّيْهِ[. وهذا لفظ الشيخين .

 

-Bir diðer rivayette þöyle geldi: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Senin þöyle yapman sana yeterdi" buyurdular ve (göstermek için) ellerini yere vurup çýrptý, yüzünü ve avuçlarýný  meshetti." Bu Sahiheyn'in ibaresidir.[401]

 

 

Teyemmüm

 

Teyemmüm:  Kastetmek, yönelmek manasýna gelen teyemmüm, þeriat dilinde su bulunmadýðý veya bulunsa da kullanma gücü olmadýðý zaman, temiz toprak cinsinden bir þeyle hadesi (abdest almak veya gusül gerektiren hal) gidermek amacýyla yapýlan hareketleri dile getirir.

 

Teyemmüm, kitap ve sünnet ile sabittir. Teyemmüm, Hicretin beþinci yýlýnda meþrû kýlýndý. O sene þaban ayýnýn ilk günlerinde, Huzaa kabilesinin bir oymaðý olan Benî Mustalýk gazasýnda Hz. Peygamber ile bin kadar Ýslâm askeri, susuz bir yerde gecelediler. Sabah namazýný kýlmak için abdest alacak su bulamadýlar. Sabaha yakýn Mâide suresinin "Temiz yere teyemmüm ediniz"[402] mealindeki altýncý ayeti nazil oldu. Bu suretle, teyemmümle namaz kýlmalarýna izin verildi, teyemmüm ederek sabah namazýný kýldýlar.

 

Þimdi bu giriþten sonra, teyemmümü gerektiren halleri açýklamaya çalýþalým.

 

Teyemmümü Meþrû Kýlan Sebebler

 

Teyemmüm de, abdest gibi ancak bülûða ermiþ, aklý baþýnda Müslümanlar üzerine vâcipdir. Teyemmüm baþlýca iki sebepden dolayý meþru hâle gelir:

1) Gerçekten suyun bulunmamasý.

2) Hükmen suyun bulunmamasý.

 

Gerçekten Suyun Bulunmamasý

 

Ýbâdet edecek kimsenin yanýnda suyun hiç olmamasý veya temizliðe yetecek miktarda bulunmamasýdýr. Bu vaziyette olan kiþinin teyemmüm yapabilmesi için, önce durumuna göre, civarda su araþtýrmasý yapmasý gereklidir. Þöyle ki:

 

- Susuz kalan kimse, þehir veya þehir gibi bir yerde ise, teyemmümden önce mutlaka su aramalýdýr. Çünkü, böyle bir yerde araþtýrýlýrsa su bulunmasý kuvvetle muhtemeldir.

 

-Yolculuk esnasýnda ise, suyun bir millik bir mesafe içinde olmasý mümkün ve suyu aramaya gittiði takdirde de mal ve can emniyeti mevcud ise, suyu aramasý gerekir.Daha fazla uzaktaki suyu aramak mecburiyeti yoktur.

 

 

Hükmen Suyun Bulunmamasý

 

Þu iki halde, su mevcut olmakla beraber hiç su bulunmamýþ hükmü geçerlidir:

 

1) Temizliðe yetecek kadar bol su bulunur, fakat bir özür veya hastalýk sebebiyle onu kullanmak týbben mahzurlu olursa, bu durumda abdest veya guslü su ile almak vâcip olmaktan çýkar. Bil'akis su kullanmayýp teyemmüm almak vâcip olur.

 

2) Yahut, mevcut suya, temizlik dýþýnda içmek ve yemekte kullanmak gibi daha zarurî bir ihtiyaç için gerek duyulabilir. Bu halde de, su, açlýk ve susuzluðu gidermekte kullanýlýr. Abdest veya gusül için ise teyemmüm edilir.

 

Teyemmümün Sahih Olmasýnýn Þartlarý

 

Teyemmümün sahih ve Allah katýnda muteber olabilmesi için, þu þartlarýn bulunmasý lâzýmdýr:

 

1) Niyet etmek.

Teyemmüm, niyetsiz olmaz. Bizzat abdestsizlik veya cünüplükten temizlenmeye niyet edilmeden alýnacak teyemmüm sahih deðildir. Halbuki gusül ve abdestte niyet þart deðil, sünnettir.

 

2) Suyun bulunmamasý veya bulunsa bile, onu kullanmaya mâni haller zuhur etmek.

 

3) Yüz, el ve kollarda mum, yaðlý boya, oje gibi deriyi örten kalýn maddelerin bulunmamasý.

Bu maddeler temizlenmeden alýnan teyemmüm sahih deðildir.

 

4) Teyemmüm alýrken, abdest bozucu bir halin de bulunmamasý þarttýr.

Meselâ, burnu kanar halde alýnan abdest sahih olmadýðý gibi, teyemmüm de sahih deðildir.

 

5) Teyemmüm yapýlacak topraðýn temiz olmasý.

Teyemmüm yapýlacak nesnenin, sýrf toprak olmasý gerekmez. Kum, alçý, mermer, tuðla, madenî tuzlar, zümrüt, yâkut gibi topraktan çýkan ve toprak cinsinden sayýlan maddelerle de teyemmüm alýnabilir.

 

6) Teyemmüm, ellerin içyüzü ile, topraða iki vuruþla yapýlýr. Birinci vuruþta yüz, ikinci vuruþta kollar meshedilir.

 

7) Teyemmümde, âzalarý mesh, ellerin tamamýyla veya en az üç parmakla yapýlýr. Ýki parmakla yapýlan mesihle teyemmüm sahih olmaz.

 

8) Yüz ve kollarý, kaplama þekliyle tamamýný meshetmelidir.

 

Meselâ, sakal baþlarý ile kulak arasýndaki kýlsýz bölge, kaþ ile göz arasý, burnun her yaný meshedilmeli, yüzükler yerlerinden oynatýlmalý, parmaklar hilâllenmelidir. Diðer bir görüþe göre, teyemmüm âzalarýnýn dörtte üçü meshedilse kâfidir.

 

Teyemmümün Farzlarý

 

Teyemmümün farzlarý ikidir:

1)  Niyet.

2) Elleri temiz topraða iki kere vurarak, yüzün ve kollarýn tamamýný meshetmek...Birinci vuruþta yüz, ikincisinde de kollar meshedilir.

 

Teyemmümün Sünnetleri

 

Teyemmümün baþlýca sünnetleri þunlardýr:

 

1) Besmele ile baþlamak.

 

2) Toprak veya toprak cinsinden birþey üzerine elleri parmaklarýn arasý açýk olarak koyduktan sonra, elleri öne doðru sürmek.

 

3) Öne doðru sürülen elleri, önden arkaya doðru çekmek.

 

4)  Elleri topraktan kaldýrýnca, tozlu ise silkelemek.

 

5) Tertibe riayet etmek. Yani önce yüz, sonra kollarý meshetmek.

 

6) Meshler arasýnda baþka iþler yapmamak, meshe ara vermemek.

 

Teyemmüm Alýnýþý

 

Teyemmüm edecek olan kimse, önce teyemmüme kalben ve dil ile niyet ederek, ellerini parmaklarýnýn arasý açýk olarak temiz bir toprak veya toprak cinsinden bir madde üzerine koyup ileri doðru sürer. Sonra geriye çeker. Sonra ellerini çýrparak fazla tozlarý silkeler. Bundan sonra iki eli ile yüzünün her tarafýný kaplýyacak þekilde mesheder. Böylece topraða birinci vuruþ yerine getirilmiþ olur.

 

Sonra tekrar önceden yaptýðý gibi, iki elini topraða vurur, ellerini ileri-geri sürter, fazla tozu silkeler. Bundan sonra sol elinin iþaret parmaðý ile baþ parmaðýný birbirinden ayýrýr, kalan üç parmaðýn iç kýsmý ile sað elinin arkasýný dirseðine kadar sývazlar. Önceden ayýrmýþ olduðu iþaret ve baþparmaðý ile de iç kýsmýný sývazlar.

 

Böylece sað kolun meshi bitmiþ olur. Sýra sol kolun da bu þekilde meshedilmesiyle, teyemmüm tamamlanmýþ olur. Görüldüðü gibi, teyemmümde önce niyet edilmekte, sonra eller topraða iki kere vurularak birinci vuruþta yüz, ikinci vuruþta da sýrasýyla sað ve sol kollar sývazlanmaktadýr.

 

Teyemmümü Bozan Þeyler

 

1) Abdesti bozan veya guslü gerektiren þeylerin hepsi, teyemmümü de bozar. Meselâ, teyemmümlü kimsenin burnunun kanamasý gibi.

2) Teyemmümü meþrû kýlan özür hâlinin ortadan kalkmasý da teyemmümü bozar. Suyun bulunmasý veya suyu kullanmaya mâni özür veya ihtiyaç hâlinin zâil olmasý gibi.

 

Suyu bulmanýn veya suyu kullanmaya mâni olan hallerin ortadan kalkmasýnýn üç durumu vardýr:

a) Namaza baþlamadan evvel su bulunsa veya özür hâli ortadan kalksa, teyemmüm hemen bozulur. Namaz için abdest almak gerekir.

b) Namaz içinde su görülse veya özür hâli kalksa, teyemmüm de, namazda bozulur. Namazý, abdest alarak yeniden kýlmak gerekir.

c) Namaz kýlýndýktan sonra su bulunsa veya özür hâli ortadan kalksa, teyemmüm bozulur, fakat namazýn iadesi gerekmez.

 

Teyemmümle Ýlgili Bâzý Meseleler

 

-Temiz bir yerden müteaddit kimseler teyemmüm edebilirler. Çünkü yeryüzü, su gibi deðildir. El konulmasý ile müsta'mel olmuþ sayýlmaz.

 

- Bir teyemmüm ile birden fazla farz ve nafile namazlar kýlýnabilir.

 

Ýmam-ý Þâfiî'ye göre, bir teyemmüm ile yalnýz bir farz namaz ile birden fazla nafile namazlar kýlýnabilir. Bu ihtilâftan kurtulmak için her farz namaz için yeniden teyemmüm etmek evlâdýr.

 

- Abdest âzalarýnýn yarýsýnda veya ekserisinde yarasý olan kimse teyemmüm eder.

 

- Bir yerde mahpus kalan kimse, temiz su ve temiz toprak bulamasa, Ýmam-ý A'zam ve Ýmam-ý Muhammed'e göre, namazýný sonraya býrakýr. Ebu Yûsuf'a göre ise, bir þey okumaksýzýn namazýn bütün rükünlerini yapar. Baþka bir tabirle taklîden namaz kýlar. Bil'âhare kurtulunca da kaza eder.

 

- Hacýlarýn hediye için taþýdýklarý Zemzem suyu ile, baþka bir su bulunmazsa gusledilir. Teyemmüme gidilmez.

 

- Boy abdesti almasý gereken kimse, sadece abdeste yetecek kadar su bulsa, teyemmüm eder. O suyu kullanmasý gerekmez.

 

- Daha namaz vakti girmeden teyemmüm yapýlabilir. Fakat namazýn müstehab vakti geçmeden su bulmayý ümid eden kimsenin, teyemmümü te'hir etmesi mendubtur.

 

Diðer üç Ýmama göre, vakit girmeden teyemmüm yapýlamaz.

 

 

 

h) Kadýnlara Mahsus Haller

 

 

Hayýz,  Nifas,  Ýstihaze

 

Kadýnlara mahsus haller denilince, hayýz, nifas ve istihaze'den ibaret üç hâl kastedilir. Bunlarý sýrasý ile görelim:

 

Hayýz

 

Hayýz (regl), kadýnlarýn hastalýk ve doðum halleri dýþýnda ve belli yaþlar arasýnda rahimden gelen bir kandýr. Buna âdet hâli, ay hâli, aybaþý, muayyen hâl gibi adlar da verilir.

 

Hayýz hâli, kadýnlara mahsus tabiî bir haldir. Vücutta biriken kirli ve zehirli maddeler, hayýz kaný ile dýþarý atýlýr; vücut hafifler, sýhhat bulur. Bu sebeple hayýz hâlinden ürkmeðe, korkmaða, tiksinti duymaya sebep yoktur. Bu durumu normal bir hâl olarak karþýlamalý, Allah'ýn bir takdiri olarak bakmalýdýr.

 

Ne Zaman Baþlar ve Biter: Hayýz hâli, en erken 9 yaþýnda baþlar. Genç kýzlar bu hâlin baþlamasýyla bulûða ermiþ olurlar. Bu hâl, en geç 55 yaþýna kadar, her ay belli sürelerle devam edip gelir. Bu yaþtan sonra da kesilir.9'dan önce ve 55'ten sonra görülen kanamalar, muayyen halden sayýlmazlar. Bir hastalýktan gelen istihaze hâli kabûl edilirler.

 

Belirginliði: Hayýz akýntýsý kýrmýzý, siyah, sarý, bulanýk yeþil ve kiremit renklerinde olabilir. Pamukta bu renklerden biri görülse, muayyen hâlin baþlamýþ olduðuna hükmedilir. Muayyen hâl kesildiðinde ise, gelen akýntý beyaz renktedir ve rahimin tabiî akýntýsýdýr.Rahimden gelen akýntýnýn ay hâli sayýlabilmesi için kadýnýn hâmile olmamasý da þarttýr. Hâmilelik süresi içinde gelen kan, muayyen halden sayýlmaz.

 

Müddeti: Muayyen hal, en az 3 gün, en çok da 10 gün sürer. 3 günden (72 saat) az görülen akýntý ile, 10 günden (240 saat) fazla gelen akýntý muayyen halden sayýlmaz. Bir hastalýktan geldiði kabûl edilir. Hayýz süresi içinde akýntýnýn devamlý olmasý þart deðildir. Arasýra kesilebilir. Meselâ, bir kadýn üç gün dem görse, sonra iki gün akýntý kesilse, sonra yine üç gün daha dem gelse, o kadýnýn hayýz müddeti 9 gündür. Ve arada akýntýsýz geçen iki gün de hayýz günlerinden sayýlýr.

 

Ýki Ay Hâli Arasýnda Kalan Temiz Günlerin Süresi: Ýki ay hâli arasýndaki temizlik süresine "tuhr hâli" denir. Bu süre 15 günden az olmaz, daha fazla olabilir. Buna göre, 15 günden daha evvel ortaya çýkan akýntýlar, ay hâlinden sayýlmazlar.

 

Âdet Günlerin Süresi: Bâzý kadýnlarýn âdet günleri muayyendir. Meselâ, her ay 5 veya 7 veya 9 gün âdet görürler.Bâzýlarýnda ise, âdet günleri sabit deðil, aydan aya deðiþkendir. Meselâ, bunlar bir ay 5 gün, bir ay 6 gün âdet görürler. Bu halde ihtiyata uygun davranmak gerekir. Yani, böyle bir kadýn, 6. gün oldu mu yýkanýr, namazýný kýlar. Ramazanda ise, orucunu tutar. Çünkü, bu altýncý günde görülen(kanýn hastalýk kaný olma ihtimali vardýr. Ancak bu kadýn 6. gün çýkmadan kocasýyla cinsî münasebette bulunamaz. Zira bu hal hayýz hâli de olabilir.

 

Âdet Günlerinin Süresinin Deðiþikliði: Bir âdet süresinin deðiþmiþ olmasý için, o âdet süresine aykýrý üst üste iki âdet görülmelidir. Meselâ, her ay, devamlý 5 gün âdet gören bir kadýn, sonradan üst üste iki defa 4 veya 6 gün âdet görse artýk onun âdeti 5 deðil, 4 veya 6 gün olmuþtur. Þu halde mutad olan âdet süresinin deðiþmesi, üst üste görülen iki ayrý âdet ile olmaktadýr.Mûtad olan hayýz müddetinden fazla olan, fazla süresi 10 günü geçmeyen kanamalar da, âdet hâlinden sayýlýr. Bu durumda âdet süresi deðiþmiþ kabûl edilir. Meselâ, her ay 7 gün âdet gören bir kadýn, sonradan 10 gün görmeye baþlasa, 10 günü de hayýzlý sayýlýr. Fakat 10 günü geçen kanamalarda, mutad günden fazla olan günler, âdet hâli deðil, istihaze hâli kabûl edilir.

 

Ýlk Kanama Görününce: Âdet görecek çaða gelen bir kýz, ilk defa görmeye baþladýðý âdetten dolayý, hemen namazý orucu terk eder. Bu kýza "mübtedie" denir. Âdet hâli üç günden az sürerse hayýzlý olmadýðý anlaþýlýr. Terk ettiði ibâdetleri kaza etmesi gerekir. Ýmam-ý Azam'a göre, âdet tam üç gün devam edip hayýz hâli olduðu kesinleþmeden namazý ve orucu terk etmek câiz olmaz. Bir kadýnýn görmekte olduðu âdetini kocasýna karþý inkâr etmesi veya vâkýaya muhalif olarak âdet gördüðünü söylemesi helâl olmaz.

 

Nifas (Lahusalýk) Hali: Nifas, doðum sýrasýnda kadýndan gelen kana denir. Nifas hâline Türkçe’de "Lohusalýk hâli" denir.

 

Nifas Hâli Kaç Gündür: Nifas, yani, lohusalýk hâlinin en az kaç gün süreceði belli deðildir. Bir gün bile olabilir. En fazla devam müddeti ise, 40 gündür. 40 günden fazla sürmez. 40 günde kesilmeyip devam eden kan, artýk nifas kaný deðil, istihaze kanýdýr.

 

Bâzý kadýnlar çocuk doðurduktan sonra, ancak 15-20 veya 25 gün kadar nifas görürler. Sonra kan kesilir. Böyle kadýnlarýn, nifas süreleri bu kadar olmuþ olur. Bundan sonra yýkanýr, namaz kýlýp oruç tutmaya baþlayabilir. Nifasýn âzamî haddi, Ýmam-ý Þâfiî'ye göre 60 gündür. Yaygýný ise, 40 gündür.

 

Düþük Yapan Kadýn: Düþük çocuklarýn el, ayak, parmak gibi uzuvlarý belirmiþ ise, nifas hâli meydana gelir. Fakat âzalarý henüz teþekkül etmemiþ bir düþük ile, nifas hâli vücut bulmaz.

 

Ameliyatla Doðum Yapan Kadýnlar da Nifas: Bir özür dolayýsýyla çocuk ameliyatla (sezeryan) alýnýr ve kan da rahimden deðil de karýndan çýkarsa, nifas hâli tahakkuk etmez. Bu kan, yaradan akan kan hükmündedir. Ancak kan, rahim yoluyla dýþarý çýkarsa, kadýn nifaslý sayýlýr.

 

Nifasýn Muvakkaten Kesilmesi: 10 gün kan gelip 5 gün kesilse, sonra tekrar kanama baþlasa ve 10 gün kadar sürse, bu 25 günlük sürenin hepsi de nifastan sayýlýr. Çocuk dünyaya gelirken vücudunun ekserisinin rahimden çýkmasýyla, çocuk dünyaya gelmiþ sayýlýr.

 

Ýstihaze Hali: Ýstihaze: Hayýz ve nifas müddetleri dýþýnda, rahimden akan kana istihaze yani, hastalýk kaný denir. Ýstihaze kaný, hayýz ve nifas kanýndan farklýdýr. Bu kan, damardan geldiði için, ince ve kokusuzdur. Týpký burundan vesaire âzalardan akan kan gibidir. Bir özür ve hastalýk kanýdýr.

 

Hayýz,  Nifasla ve Ýstihaze Ýlgili Hükümler

 

Hayýz, nifasýn ve Ýstihaze  7 hükmü vardýr:

1) Hayýz ve nifas hâlindeki kadýndan her türlü namaz mükellefiyeti düþer. Kadýnlar hayýz-nifas hâlinde olduklarý müddet zarfýnda, namaz kýlmalarý kendilerine haram olur. Hayýz ve nifas hâlinde iken kýlamadýklarý bu namazlarý; kadýnlar sonradan kaza etmek mecburiyetinde de deðillerdir. Cenâb-ý Hak, fazl ve kereminden onlarý böyle bir mükellefiyetten affetmiþtir.

 

Ýslâm dîni gerçekten kolaylýk dînidir. Hayýz ve nifaslý kadýnlarýn namaz borçlarý hakkýndaki hükmünde de, bu kolaylýk prensibini apaçýk görmekteyiz. Çünkü, hayýz hâli kadýnlarýn her ay mübtelâ olduklarý ve bir haftaya yakýn zamanlarýný meþgul eden eziyetli bir durumdur. Bu arada pek çok vakit namazlarýný da kýlamamýþ haldedirler. Kadýnýn devamlý olarak kocasýnýn ve çocuklarýnýn hizmeti yanýsýra, evinin temizlik ve bakýmýyla da uðraþtýðý malûmdur. Bu durumda olan bir kadýnýn, mecburen terkettiði pek çok vakit namazlarýný sonradan kaza etmek zorunda kalmasýnýn, ona ne derece aðýr ve zahmetli geleceði apaçýk meydandadýr.

 

Nifas hâli için de durum aynýdýr. 20 gün, 30 gün, hattâ 40 gün namazýný terk etmek zorunda kalan bir kadýnýn, bütün bu birikmiþ namazlarý kaza edebilmesi ne kadar meþakkatli olacaðý bedihîdir. Ýslâmiyet, büyük bir kolaylýk olarak, kadýnlarýn, hayýz ve nifas hâlinde iken kýlamadýklarý bütün namazlarý affetmiþtir. Hayýz ve nifas hâlindeki kadýnlarýn namaz kýlmalarý haram olmakla birlikte, tespih, zikir ve duada bulunmalarý câizdir. Hattâ hayýz ve nifas hâlindeki bir kadýnýn, mümkün ise ve vakti de müsait ise, her namaz vaktinde abdest alýp, bir vakit namaz kýlacak kadar kýbleye karþý yönelerek oturmasý, bu süre içinde, tespih, tevhid ve tahlil ile meþgul olmasý müstehab bile görülmüþtür. Bu þekilde o, hem Rabbini unutmamýþ ve ibadet zevkini kaçýrmamýþ; hem de Allah'a ibadet hususunda -elinden gelseydi- ne derece arzu ve iþtiyak içinde olduðunu da göstermiþ olur. Bu güzel ve temiz niyeti sebebiyle, o kadýna hayatýnda en güzel ve en feyizli kýldýðý namazýn sevabý yazýlacaðý rivâyetlerden anlaþýlmaktadýr.

 

2) Hayýz-Nifas hâlindeki kadýnlara, namaz kýlmak gibi oruç tutmak da haramdýr. Ancak namazdan farklý olarak, tutamadýklarý günleri, temizlendikten sonra kaza etmeleri gerekmektedir. Çünkü, oruç, namaz gibi devamlý olmayýp senede bir ay olduðundan, kadýnlarýn tutamadýklarý birkaç günlük oruç borçlarýný sonradan kaza etmeleri, onlara pek fazla bir zahmet ve meþakkat yüklemez. Bu bakýmdan namaz borçlarý affedildiði halde, oruç borcu baki kalmýþ, sonradan kazasý istenmiþtir.

 

ـ وعن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها: ]أنَّ امْرَأةً قَالَتْ لَهَا: أتُجْزِى إحْدَانَا صََتُهَا إذَا طَهُرَتْ؟ فَقَالَتْ: أحَرُورِيَّةٌ أنْتِ؟ كُنَّا نُحِيضُ مَعَ النَّبِىِّ # فَنُؤْمَرُ بقَضَاءِ الصَّوْمِ وََ نُؤمَرُ بِقَضَاءِ الصََّةِ.

 

 Hz. Âiþe (radýyallahu anhâ)'nýn anlattýðýna göre, bir kadýn kendisine: "Temizlendiðimiz zaman kýldýðýmýz mutad namaz bize yeter mi (hayýzlý iken kýlamadýklarýmýzýn kazasý gerekir mi?)" diye sormuþ, o da þu cevabý vermiþtir:"Sen Harûriyye (Hâricî) misin? Biz Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'la beraberken ay hali gördüðümüzde, tutamadýðýmýz oruçlarý kaza etmemizi söylerdi, fakat namazlarýn kazasýný söylemezdi."[403]

 

3) Hanefilere göre, bir kýlýf içindeki Kur'ân'a el sürmek ve taþýmak hayýzlý ve cünüp için mümkün ve câizdir. Yine ilimle uðraþan kimse, tefsir, hadis ve fýkýh kitaplarýný zarûret yüzünden elbisesinin yeniyle veya eliyle tutabilir. Kur'ân yapraklarýný abdestli çevirmek müstehaptýr. Yine bu yapraklarý okumak için bir kalemle çevirmek de câizdir.[404]

 

Ýbn Abbâs, Davud b. Ali, Ýbn Hazm ve Þevkânî gibi âlimler âyetin mushaf ile deðil levh-i mahfuz ile ilgili olduðunu, abdestli olmayanýn mushafa dokunmasýný mene-den hadisin de sahih olmadýðýný yahut sahih olsa bile orada müþriklerin kastedildiðini ileri sürerek abdestli olmayan, cünüp ve âdet halindeki kimselerin mushafa dokunmasýný ve onu okumasýný câîz görmüþlerdir. Bu uygulamalarý ve abdestin gerekliliði yönündeki içtihadý esas alan ve kutsal kitabýna saygýsýnýn bir niþanesi olarak ona el sürerken abdestli olmaya gayret eden bir müminin bu davranýþý onun ecrini ve feyzini arttýrýr; fakat bu hükmün Kur'an'la yakýndan ilgilenme ve mânalarý üzerinde düþünme çabasýný engelleyen bir set gibi algýlanmasý kuþkusuz yanlýþ olur. Zaten Ýmâm Mâlik gibi Ýslâm âlimleri Kur'an eðitim-öðretiminin ve sýkýntýya yol açan durumlarýn ayrý mütâlâa edilmesi gerektiðini gösteren fetvalar vermiþlerdir. Mushafa dokunmadan Kur'an'ýn okunmasý veya tercümesine el sürülmesi için abdest almak ise genel olarak gerekli görülmemiþ, sadece tavsiye edilmiþtir.[405]

 

4) Hayýz-Nifas halinde olan kadýnlara (veya cünüplere) mescid ve camilere, zaruret olmadan girmek de haramdýr.

 

5) Hayýz-Nifas hâlindeki kadýnýn veya cünüp olan kadýn ve erkeðin, mü'minlerin kýblesi olan Kâbe-i Mükerreme'yi tavaf etmeleri de haramdýr.

 

6) Hayýz-Nifas hâlinde olan kadýnýn kocasý ile cinsî münasebette bulunmasý da haramdýr. Bu halde yapýlan bir cinsî birleþme, büyük günahlardan (günâh-ý kebâir) sayýlmýþtýr. Kur'ân-ý Kerîm'de þöyle buyurulur:

 

وَيَسَْلُونَكَ عَنِ الْمَحيضِ قُلْ هُوَ اَذًى فَاعْتَزِلُوا النِّسَاءَ فِى الْمَحيضِ وَلَاتَقْرَبُوهُنَّ حَتّى يَطْهُرْنَ فَاِذَا تَطَهَّرْنَ فَاْتُوهُنَّ مِنْ حَيْثُ اَمَرَكُمُ اللّهُ اِنَّ اللّهَ يُحِبُّ التَّوَّا بينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّرينَ

 

 "Sana kadýnlarýn hayýz (âdet) hallerini de soruyorlar. De ki: O (hayýz) bir ezâdýr. Binaenaleyh siz hayýz hâlinde kadýnlardan çekilin. Temizleninceye kadar onlara yanaþmayýn."[406]

 

Âyette geçen kadýnlara yaklaþmama emrinin ne mânâ ifade ettiðini Enes'den (ra) rivâyet edilen bir hadîs-i þerîf þu þekilde açýklamaktadýr:

 

ـ عن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ الْيَهُودَ كَانُوا إذَا حَاضَتِ الْمَرْأةُ فِيهِمْ لَمْ يُؤَاكِلُوهَا وَلَمْ يُجَامِعُوهَا فِي الْبُيُوتِ فَسَألَ أصْحَابُ النَّبىِّ # فأنْزَلَ اللّهُ تَعالى: وَيَسْألُونَكَ عَن المَحِيضِ قُلْ هُوَ أذىً فَاعْتَزِلُوا النِّسَاءَ في الْمَحِيضِ إلى آخر اية. فقالَ: رسولُ اللّهِ #: اصْنَعُوا كُلَّ شَىْءٍ إَّ النِّكَاحَ. فَبَلَغَ ذلِكَ الْيَهُودَ. فقَالُوا: مَا يُرِيدُ هذَا الرَّجُلُ أنْ يَدَعَ مِنْ أمْرِنَا شَيْئاً إَّ خَالَفَنَا فِيهِ فَجَاءَ أُسَيْدُ بنُ حُضَيْرٍ وَعَبَّادُ بنُ بِشْرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما. فَقَاَ يَا رَسُولَ اللّهِ: إنَّ الْيَهُودَ تَقُولُ كَذَا كَذَا، أفََ نُجَامِعُهُنَّ؟ فَتَغَيَّر وَجْهُ رسولِ اللّهِ # حَتّى ظَنّا أنَّهُ قَدْ وَجَدَ عَلَيْهِما فَخَرجَا فَاسْتَقْبَلَتْهُمَا هَدِيَّةٌ مِنْ لَبَنٍ إلى رسول اللّهِ # فَأرْسَلَ فِي آثارِهِمَا فَسَقَاهُمَا فَعَرَفَا أنَّهُ لَمْ يَجِدْ عَلَيْهِمَا.

 

- Hz. Enes (radýyallau anh) anlatýyor: "Yahudilerin þöyle bir âdeti vardý: Ýçlerinde bir kadýn âdet görmeye baþlayýnca, onunla beraber yiyip içmezler, evlerde beraber oturup kalkmazlardý. Bu durumu Ashab (radýyallahu anhüm) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a sordular. Bunun üzerine Cenâb-ý Hakk þu âyeti inzal buyurdu. (Meâlen): "(Ey Muhammed!) Sana kadýnlarýn aybaþý halinden sorarlar. De ki: "O bir ezadýr. Aybaþý halinde iken kadýnlardan uzak kalýn. Temizlenmelerine kadar onlara yaklaþmayýn. Temizlendikleri zaman Allah'ýn size buyurduðu yoldan yaklaþýn..."[407] âyeti üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Kadýnlarýnýzla nikah (zevciyat muamelesi) dýþýnda her þeyi yapýn!" buyurdu. Bu ruhsat yahudilere ulaþýnca: "Bu adam ne yapmak istiyor? Bize muhalefet etmediði bir þey býrakmadý!" dediler. (Bu sözü iþiten) Üseyd Ýbnu Hudayr ve Abbad Ýbnu Biþr (radýyallahu anhümâ) gelerek: "Ey Allah'ýn Resûlü! yahudiler þöyle þöyle söylüyorlar" diye haber verdiler. "Biz kadýnlarla beraber oturup kalkmýyacak mýyýz?" dediler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ýn rengi öylesine deðiþti ki, biz onlara kýzdýðýný zannettik. Onlar da hemen çýkýp gittiler. Derken onlar yolda Resûlullah'a gönderilen hediye sütle karþýlaþtýlar. Resûlullah o sütü hemen bunlarýn peþisýra içmeleri için gönderdi. Böylece anladýlar ki, Aleyhissalâtu vesselâm kendilerine gücenmemiþtir."[408]

 

Hayýz-Nifas hâlinde iken kadýnla cinsî temasda bulunmak dinî yönden olduðu gibi, týbbî yönden de çok mahzurludur. Kadýn bu hallerde hasta hükmündedir. Son derece itinalý bir bakýma ve temizliðe muhtaçtýr. Yorulmaktan büyük ölçüde kaçýnmalý, mümkün mertebe istirahat halinde olmalýdýr. Ayrýca hayýzlý kadýnýn dýþarý yaydýðý aðýr koku, erkeði kadýndan tiksindirmeðe de sebep olabilir. Bu bakýmdan bu nazik dönemde yapýlacak cinsî münasebetler, kocayý hanýmýndan tiksindirip soðutabileceði gibi, pek çok kadýn hastalýklarýna da sebebiyet verebilir.

 

Meselâ: Bugün Avrupa'da kadýnlarda çok sýk görülen rahim kanserlerinin mühim bir sebebi de, ay hâlinde kadýnlarýn kocalarýyla cinsî münasebette bulunmaya devam etmeleri olarak tespit edilmiþtir.

 

Bir erkeðin hayýz hâlinde olan hanýmýna yaklaþmasý haram olduðu gibi, kadýnýn ona boyun eðmesi de haramdýr.Eðer, karý-koca bu halde iken, cinsî münasebette bulunurlarsa, her ikisinin de tevbe ve istiðfar etmeleri gerekir. Ayrýca bir veya yarým dinar miktarýnda altýn veya onun bedelini de fakirlere sadaka olarak vermelidirler. [Bir dinar, bir miskal (4 gr.) aðýrlýðýnda bulunan altýn sikkedir].

 

Hayýz hâlinde olan kadýndan yataðýný ayýrmak câiz deðildir. Bu tarz davranýþ, Yahudilerin mezhebidir. Yahudiler ay hâlindeki kadýndan yataklarýný ayýrdýklarý gibi; onlarla yan yana oturmaz, beraber yemek bile yemezlerdi. Silindikleri havlularý bile ayýrýrlardý. Ýslâmiyet bu haksýz ve bâtýl âdeti kaldýrmýþ, ay hâlindeki kadýnla yatmayý, piþirdiði yemeði yemeyi, ayný havluya el, yüz silmeyi mekruh dahi saymamýþtýr.

 

Anlaþýlýyor ki, hayýz hâlindeki kadýnlar necis (pis) deðillerdir. Nifas hâlinde olanlar da böyledir. Bu haller sadece birer hadestir. Yani bâzý dinî mükellefiyetleri ifaya mâni þer'î birer kirlilik hâlidir. Yoksa neces, yani, hakikî pislik hâli asla söz konusu deðildir.

 

7) Ay hâlinde olan kadýnýn göbek ile diz kapaklarý arasýnda kalan avret sahasýna kocasýnýn þehvetsiz bile olsa çýplak olarak temas etmesi, el dokundurmasý da haramdýr.

 

Hayýzlý olan kadýnda kocasýnýn faydalanabileceði, el sürebileceði kýsýmlar; göbeðin üstü ile dizlerin altýnda kalan kýsýmdýr.

 

Gusletmeden Evvel Cinsî Münasebet: Hayýz ve nifasýn âzamî müddetleri (hayýzda 10, nifasta 40 gün) geçince kadýnla cinsî münasebet helâl hâle gelir. Guslü beklemek gerekmez.

 

Ancak yine de kadýn guslettikten sonra temas, müstehab kabûl edilmiþtir. 10 günden evvel hayýz ve 40 günden evvel nifas hâlinin sona ermesi durumunda ise, cinsî münâsebet derhal helâl olmaz. Cinsî münasebetin helâl olmasý için, kadýn ya yýkanmýþ olmalý veya yýkanmamýþ olsa bile hayýz ve nifas hâlinin bitiminden sonra üzerinden bir namaz vakti geçmelidir. Bu takdirde gusledilmemiþ bile olsa, cinsî münasebet helâl hâle gelmiþ olur.

 

Ýstihaze Ait Hükümler: Ýstihaze kaný, ne oruca, ne de namaza engel deðildir. Cinsî münasebete de mâni olmaz. Ancak istihaze hâlindeki kadýnlar, özürlü hükmünde bulunurlar. Özürlülerin tâbi olduðu hükümlere uygun olarak ibadetlerini yaparlar.

 

ـ وعن حمنة بنت جحش رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]كُنْتُ أسْتَحَاضُ فِي بَيْتِ أُخْتِى زَيْنَبَ بِنْتِ جَحْشٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْها. فَقَلْتُ يا رَسُولَ اللّهِ: إنِّى أسْتَحَاضُ حَيْضَةً كَثِيرَةً شَدِيدَةً، فَمَا تَرَى فِيهَا؟ قَدْ مَنَعَتْنِى الصََّة وَالصَّوْمَ. قالَ: أنْعَتُ لَكِ الكُرْسُفَ فَإنَّهُ يُذْهِبُ الدَّمَ. قَالَتْ: هُوَ أكْثَرُ مِنْ ذلِكَ. قالَ: فَاتَّخِذِى ثَوْباً. قَالَتْ: هُوَ أكْثَرُ مِنْ ذلِكَ. إنَّمَا أثُجُّ ثَجّاً. قالَ رَسُولُ اللّهِ #: سَأمُرُكِ بِأمْرَيْنِ، أيُّهُمَا فَعَلْتِ أجْزأ عَنْكِ مِنَ اخَرِ، وَإنْ قَوِيتِ عَلَيْهِمَا فَأنْتِ أعْلَمُ. قَالَ لَهَا: إنَّمَا هذِهِ رَكْضَةٌ مِنْ رَكَضَاتِ الشَّيْطَانِ، فَتَحَيَّضِى سِتَّةَ أيَّامٍ أوْسَبْعَةَ أيَّامٍ فِي عِلْمِ اللّهِ ثُمَّ اغْتَسِلِى حَتّى إذَا رَأيْتِ أنَّكِ قَدْ طَهُرْتِ وَاسْتَنْقَأتِ فَصلّى ثَثاً وَعِشْرِينَ لَيْلَةً أوْ أرْبَعاً وَعِشْرِينَ لَيْلَةً وأيَّامُهَا وَصُومِى. فإنَّ ذلِكَ يُجْزِئُكِ، وَكذلِكِ فَافْعَلِى فِي كُلِّ شَهْرٍ كَمَا تَحَيَّضُ النِّسَاءُ وَكَما يَطْهُرْنَ لِمِيقَاتِ حَيْضِهِنَّ وَطُهْرِهِنَّ، وَإنْ قَوِيْتِ عَلى أنْ تُؤُخِّرِى الظُّهْرَ وَتُعَجِّلِينَ الْعَصْرَ فَتَغْتَسِلِينَ وَتَجْمَعِينَ بَيْنَ الصََّتَيْنَ الظُّهْرِ وَالْعَصْرِ، وَتُؤَخِّرِينَ المَغْرِبَ وَتُعَجِّلِينَ الْعِشَاءَ، ثُمَّ تَغْتَسِلِينَ وَتَجْمَعِينَ بَيْنَ الصََّتَيْنِ فَافْعَلِى، وَتَغْتَسِلِينَ مَعَ الْفَجْرِ فَافْعَلِى، وَصُومِى إنْ قَدَرْتِ عَلى ذلِكِ قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: وَهذَا أعْجَبُ ا‘مْرَيْنِ إلىَّ؛ وَبَعْضُ الرُّوَاةِ قالَ: قالتْ حَمْنَةُ رَضِيَ اللّهُ عَنْها هذا أعْجَبُ ا‘مْرَيْنِ إليَّ، وَلَمْ يَجْعَلهُ مِنْ قَوْلِ النَّبِىِّ

 

- Hamne Bintu Cahþ radýyallahu anhâ anlatýyor: "Ben, kýzkardeþim Zeyneb Bintu Cahþ radýyallahu anhâ'nýn yanýndaydým, istihâze kanamam vardý. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'a:"Ey Allah'ýn Resûlü! Ben çok þiddetli þekilde istihâze kanamasýna maruzum, bu hususta ne tavsiye edersiniz? Bu hal benim namaz ve orucuma mani oluyor" dedim. Bana:"Sana pamuðu vasfeyliyeyim: O, kaný gidericidir (fercine pamuk koy)" buyurdular. Ben:"Ama akýntý pamuðun mani olacaðý miktardan çok fazla!" dedim. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):"Öyleyse bez kullan!" buyurdular. Ben:"Akýntý bezin durduracaðý miktardan da fazla! Þarýl þarýl akýyor" dedim. Bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm dedi ki:"Sana iki þey söyleyeceðim, hangisini yaparsan, diðerinin de yerine geçer. Ýkisini de yapabilecek durumdaysan birini seçmek sana ait, dilediðini seç! Bu kanama, þeytanýn tekmelerinden bir tekme(si yani zarar vermesi)dir. Sen kendini Allah'ýn ilminde altý yedi gün hayýzlý bil (orucu ve namazý terket). Sonra yýkan ve kendini hayýzdan temizlenmiþ bil ve yirmiüç veya yirmidört gece ve gündüz namaz kýl, (bu esnada farz veya nafile) oruç tut. Bu, sana yeterlidir. Kadýnlarýn her ay hayýz görmeleri, hayýzlý ve temizlik günlerinin olmasý gibi, bu þekilde senin de hayýz ve temizlik günlerin olacak. (Bu, sana söyleyeceðim iki þeyden birincisidir. Ýkinci hususa gelince, o da þudur): Eðer öðleyi te'hir ve ikindiyi de ta'cil edip, ikisi için gusletmeye gücün yeterse öðle ile ikindiyi birleþtir. Keza akþamý geciktirip yatsýyý tacil etmek, sonra da gusletmek suretiyle de bu iki namazý birleþtir. Sabah için de ayrýca guslet. Bu þekle gücün yeterse orucunu da böylece tutarsýn."Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), (birini seçmede beni muhayyer býraktýðý bu iki tarzý zikrettikten sonra ilaveten dedi ki: "Bu, (ikincisi, zikrettiðim) tarz, benim daha çok hoþuma gidenidir."Râvilerden biri dedi ki: "Hamne radýyallahu anhâ dedi ki: "Bu, iki tarzdan benim daha çok hoþuma gidenidir. Ravî böylece, bu sözün Resûlullah'a ait olmayýp Hamne'ye ait olduðunu ifade etmiþ oldu."[409]

 

ـ وعن أسماء بنت عميس رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّهِ إنَّ فَاطِمَةَ بِنْتِ أبِى حُبَيْشٍ اسْتُحِيضتْ مُنْذُ كَذَا وَكَذَا فَلَمْ تُصَلِّ. فقَالَ: سُبْحَانَ اللّهِ! هذَا مِنَ الشَّيْطَانِ، لِتَجْلِسْ فى مِرْكَنٍ. فَإذَا رَاَتْ صُفَرَةً فَوْقَ المَاءِ فَلْتَغْتَسِلْ لِلظُّهْرِ وَالْعَصْرِ غُسًْ وَاحِداً، وتَغْتَسِلْ لِلْمَغْرِبِ وَالْعِشَاءِ غُسًْ وَاحِداً، وَتَغْتَسِلْ لِلْظُّهْرِ وَالْعَصْرِ غُسًْ وَاحِداً، واَغْتَسِلْ لِلْمَغْرِبِ وَالْعِشَاءِ غُسًْ وَاحِداً، وَتَغْتَسِلْ لِلْفَجْرِ غُسًْ وَاحِداً، وَتَوضَّأْ فِيمَا بَيْنَ ذلِكَ. قالَ ابن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما لَمّا اشْتَدّ علَيْهَا الغُسْلُ أمَرَهَا أنْ تَجْمَعَ بَيْنَ الصََّتَيْنِ.

 

- Esma Bintu Umeys radýyallahu anhâ anlatýyor: "Ey Allah'ýn Resûlü! dedim. Fatýma Bintu Ebî Hubeyþ, þu þu kadar zamandan beri kanama geçiriyor, namazý býraktý!" (Bu sözün üzerine Aleyhissalâtu vesselâm):"Sübhanallah! (hiç namaz býrakýlýr mý?) Bu þeytandan (bir oyun. Kapýlmamalýydý. Söyleyin ona), bir leðene (su koyup içine) otursun. Eðer suyun üstünde (kanamadan hâsýl olan) bir sarýlýk görürse, öðle ve ikindi için tek bir gusül yapsýn; akþam ve yatsý için de tek bir gusül yapsýn. Sabah için de ayrý bir gusül yapsýn. Bu arada (kýlacaðý namazlar için) abdest alsýn" buyurdular." Ýbnu Abbâs radýyallahu anhümâ der ki: "(Her namaz için) gusletmek, kadýncaðýza zor gelmeye baþlayýnca iki namazýn arasýný birleþtirmeyi emretmiþti."[410]

 

ـ وعن أم سلمة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]إنَّ امْرَأةً كَانَتْ تَهْرَاقُ الدِّمَاءَ عَلى عَهْدِ رَسُولِ اللّهِ #. فَاسْتَفْتَتْ لَهَا أُمُّ سَلَمَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْها النَّبىَّ #، فقَالَ: لِتَنْظُرْ عَدَدَ ا‘يَّامِ وَاللَّيَالِى الَّتِى كَانَتْ تَحِيضُ فِيهَا مِنَ الشَّهْرِ قَبْلَ أنْ يُصِيبَهَا الَّذِى أصَابَهَا فَلْتَتْرُكِ الصََّةَ قَدْرَ ذلِكَ مِنَ الشَّهْرِ، فَإذَا خَلَّقتْ ذلِكَ فَلْتَغْتَسِلْ، ثُمَّ لَتَسْتَثفِرْ بَثَوْبٍ ثُمَّ لِتُصَلِّ.

 

- Ümmü Seleme radýyallahu anhâ anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanýnda bir kadýnýn kanamasý vardý. Ümmü Seleme radýyallahu anhâ, onun adýna, hükmü, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'dan soruverdi. Resûlullah:"Ýstihâze kaný baþlamazdan önce, bir ay içerisinde, kaç gün ve gece hayýz kaný gelmekte olduðuna baksýn, her ay o kadar müddette namazý terketsin. Bu zaman çýkýnca hemen yýkansýn ve (fercine pamuk koyup) bir bezle sargý yaparak namazýný kýlsýn."[411]

 

ـ وعن سُمَىٍّ مولى بن أبي بكر بن عبدالرحمن: ]إنَّ القَعْقَاعَ وَزَيْدَ بنَ أسْلَمٍ أرْسََهُ إلى سَعِيد بنِ المُسَيِّبِ رَحِمَهُ اللّهُ. يَسْألُهُ: كَيْفَ تَغْتَسِلُ المُسْتَحَاضَةُ؟ قالَ: تَغْتَسِلُ مِنْ ظُهْرٍ إلى ظُهْرٍ وَتَتَوضَّأُ لِكُلِّ صََةٍ فَإنْ غَلَبَها الدّمُ اسْتَثْفَرَتْ بِثَوْبٍ.

 

- Sümeyy Mevla Ýbnu Ebî Bekr Ýbni Abdirrahman anlatýyor: "Ka'ka ve Zeyd Ýbnu Eslem, beni, Saîd Ýbnu Meseyyeb rahimehullah'a gönderip müstehâzenin nasýl yýkanacaðýný sordular. Saîd þöyle açýkladý: "Müstehâze, öðleden öðleye yýkanýr ve her namaz için abdest alýr. Þayet kan galebe çalacak olursa bir bezle sargý yapar."

 (Ebu Dâvud) der ki: "Ýbnu Ömer ve Enes radýyallahu anhüm'den de bu þekilde (yani  "öðleden öðleye yýkanýr" diye) rivayet edildi. Bu, ayný zamanda Sâlim Ýbnu Abdillah, Hasan Basrî ve Atâ rahimehumullah'ýn görüþüdür."Ýmam Mâlik dedi ki: "Zanným o ki, Ýbnu Müseyyeb'in hadisi  مِنْ طُهْرٍ إلى طُهْرٍ   "temizlik vaktinden temizlik vaktine" olacaktý:  مِنْ ظُهْرٍ إلى ظُهْرٍ   öðle vaktinden öðle vaktine" þeklinde gelmiþtir. Herhalde buna bir vehim karýþmýþ."Bu hadisi el-Misver Ýbnu Abdilmelik de rivayet etmiþtir. Onun rivayetinde de  مِنْ طُهْرٍ إلى طُهْرٍ   "temizlik vaktinden temizlik vaktine" þeklinde gelmiþtir. Þu halde râviler bunu   مِنْ ظُهْرٍ إلى ظُهْرٍ   "öðleden öðleye" diye çevirmiþ olmalý. Derim ki: "Kadi Ýyaz'ýn zikrine göre,   مِنْ ظُهْرٍ إلى ظُهْرٍ   þeklinde noktalý rivayet sahihtir. Doðruyu Allah bilir."[412]

 

ـ وعن علي رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]المُسْتَحَاضةُ إذَا انْقَضَى حَيْضُهَا اغْتَسلَتْ كُلَّ يَوْمٍ وَاتّخَذَتْ صُوفَةً فِيهَا سَمْنٌ أوْزَيْتٌ.

 

 Hz. Ali radýyallahu anh anlatýyor: "Müstehâze, hayýz müddeti sona erince her gün yýkanýr. Üzerine tereyaðý veya zeytinyaðý sürülmüþ bir yün kullanýr."[413]

 

ـ وعن عبداللّه بن سفيان قال: ]سَألتُ امْرَأةٌْ ابنَ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما فقَالَتْ: إنِّى أقْبَلْتُ أُرِيدُ أن أُطُوفَ بِالْبَيْتِ، حَتّى إذَا كُنْتُ عِنْدَ بَابِ الْمَسْجِدِ هَرَقَتِ الدِّمَاءُ فَرَجَعْتُ حَتّى ذَهَبَ ذلِكَ عَنِّى. ثُمَّ اغْتَسَلْتُ حتّى إذَا كُنْتُ عِنْدَ بَابِ الْمَسْجِدِ هَرَقَتِ الدِّمَاءُ ثُمَّ جِئْتُ فكذلِكَ فقَالَ: إنَّمَا ذلِكَ رَكْضَةٌ مِنَ الشَّيْطَانِ فَاغْتَسِلِى ثُمَّ اسْتَثْفِرِى بِثَوْبٍ، ثُمَّ طُوفى.

 

- Abdullah Ýbnu Süfyan rahimehullah anlatýyor: "Bir kadýn, Ýbnu Ömer radýyallahu anhümâ'ya þöyle sordu: "Kabe'yi ziyaret maksadýyla gelmiþtim. Tam Mescid-i Haram'ýn kapýsýna geldiðim sýrada kanamam baþladý ve derhal geri dönüp, kanama duruncaya kadar bekledim. Sonra yýkandým. Tekrar tavaf için geldiðimde, kapýnýn yanýnda yine kan geldi. Ayný þekilde geri döndüm, size geldim." Abdullah þu cevabý verdi: "Bu þeytandan gelen bir zarardýr. Bu durumda yýkan. Pamuk týkayarak bir bez baðla, sonra da tavafýný yap!"[414]

 

ـ وعن مرجانة موة عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]كَانَ النِّسَاءُ يَبْعَثْنَ إلى عَائِشَةَ بِالدُّرْجَةِ فِيهَا الْكَرْسُفُ، فِىهِ الصُّفْرَةُ مِنْ دَمِ الحَيْضِ يَسْألْنَهَا عَنِ الصََّةِ فَتَقُولُ: َ تَعْجَلْنَ حَتّى تَرَيْنَ الْقُصَّةَ الْبَيْضَاءَ تَعْنِى الطُّهْرَ.

 

- Mercâne Mevla Âiþe radýyallahu anhâ anlatýyor: "Kadýnlar Hz. Âiþe radýyallahu anhâ'ya içerisinde pamuk bulunan bez (veya kap) gönderirlerdi. Bu pamuklar hayýz kanýyla sarý lekeler taþýrdý. (Bu safhada) namaz kýlýnýp kýlýnmayacaðýný sorarlardý. Hz. Âiþe radýyallahu anhâ: "Beyaz akýntýyý görünceye kadar acele etmeyin!" diye cevap verirdi. Beyaz akýntýdan temizliði kastederdi."[415]

 

ـ وعن أم سلمة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]كانَتِ النُّفَسَاءُ عَلى عَهْدِ رَسُولِ اللّهِ # تَقْعُدُ بَعْدَ نِفَاسِهَا أرْبَعِينَ يَوْماً وَأرْبَعِينَ لَيْلَةً، وَكُنَّا نَطْلِى عَلى وُجُوهِنَا الْوَرْسَ تَعْنِى مِنَ الْكَلفِ.

 

- Ümmü Seleme radýyallahu anhâ anlatýyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm devrinde, nifas olan kadýnlar nifaslarýndan sonra kýrk gün kýrk gece otururlardý. Biz yüzlerimize vers -yani kelef alarak- sürerdik..."[416]

 

Bu rivayet, istihaze hâlinin özür hâline ait hükümlere tâbi olduðunu açýkça göstermektedir.

 

Hayýz Hali ile Ýlgili Faydalý Bilgiler

 

Yaþadýðýmýz topraklarda genç kýzlar umumiyetle 12-15 yaþlarý arasýnda hayýz görmeye baþlarlar.12 yaþýna yaklaþan bir kýza sâhip olan bilgili ve anlayýþlý bir anneye bu devrede düþen en mühim vazife, kýzýný bu konuda aydýnlatmaktýr. Bunun için de kýzý ile bir arkadaþ gibi konuþup, ona günün birinde idrar yolundan biraz kan geldiðini göreceðini, bunun normal bir hâdise olduðunu, korkmamasý gerektiðini, çünkü anne olacak her genç kýzda, belli bir yaþtan itibaren bunun görüldüðünü ve görüleceðini, bunun adýna aybaþý veya hayýz dendiðini, bunun gebelik ve lohusalýk durumlarý hariç 45-55 yaþýna kadar, muntazaman ve her ay görüleceðini, çünkü Rabbimizin kadýnlarý bu hilkatte ve bu fýtratta yarattýðýný, bunda nice hikmetler bulunduðunu ve ay baþýlý devrede temizliðe bilhassa dikkat edilmesi gerektiðini öðretmesi lâzýmdýr.

 

Hayýz denince akla ilk gelecek þey temizliktir. Çünkü, bir kadýnýn sýhhatli, huzurlu ve neþeli olmasý, maddî bakýmdan aybaþý günlerinde riayet edeceði temizlik derecesine ve dolayýsýyla aybaþýsýnýn her ayýn belli günlerinde baþlayýp bitmesine, aybaþý kanýnýn normal miktarda ve aðrýsýz olarak gelmesine, yani normal bir aybaþý görmesine baðlýdýr.

 

Her Kadýn ve Genç Kýz, Bu Temizlik Ýçin

 

-Tülbentten kesilip dikilmiþ yumuþak bir bezi veya bir deniz süngerini, bir de iyi kaliteli bir sabunu, el altýnda bulundurmalýdýr.

 

-Gerek normal ve gerekse aybaþýlý günlerinde, günde en az bir defa ýlýk sabunlu su ile tülbenti veya deniz süngerini ýslatarak kasýk aralarýný yýkayýp kurulamalýdýr.

 

-Ayrýca geceleri yatarken diþlerini temizlemeli ve ayaklarýný -bilhassa ayak parmaklarýnýn arasýný- sabunla yýkamalýdýr.

 

-Her genç kýz ve kadýn, normal günlerinde -hiç olmazsa- gün aþýrý, aybaþýlý günlerinde ise her gün mutlaka ýlýk su ile yýkanmalýdýr. Ve bu yýkanma esnasýnda kasýk aralarýný, göðüs ve koltuk altlarýný parmak aralarýný yine sabunlu bezle yýkamalýdýr.

 

-Bir kadýn aybaþý günlerinde yýkanýp temizlenirken, sýcak ve soðuk su deðil, ýlýk su kullanmalýdýr.

 

Çünkü soðuk su ile yýkanýrsa, aybaþý sebebiyle vücudunun ne de olsa yorgun ve halsiz olduðu bir devrede, kendisini üþütmüþ olur ki bu hal birçok tehlikeli hastalýklara yol açar.

 

Kasýk arasý temizliðini soðuk su ile yaparsa, hem bu bölgeyi üþüterek mikroplarýn faaliyetini artýrmýþ olur, hem de soðuk su, bâzý hassas kadýn ve kýzlarda aybaþýnýn vaktinden önce ve âni kesilmesine sebep olur.

 

Sýcak suyun mahzuru ise, kanamanýn artmasýna yol açmasýdýr.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

 

- Okuma Parçasý -

 

 

Temizlik

 

Yüce Allah (cc), Kur’an-ý Kerim’de:

 

  åí©Š¡£è À n¢à¤Ûa ¢£k¡z¢í ë  åî©2 a £ì £nÛa k¡z¢í  é¨£ÜÛa  £æ¡a

 

"Þübhe yok ki, Allah, tevbe edenleri de, (maddî - mânevî kirlerden) temizlenenleri de sever..."[417] 

 

مَا يُريدُ اللّهُ لِيَجْعَلَ عَلَيْكُمْ مِنْ حَرَجٍ وَلكِنْ يُريدُ لِيُطَهِّرَكُمْ وَلِيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكُمْ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ

 

"(Bu abdest ve teyemmüm emriyle) Allah sizin için güçlük dilemez, fakat sizi tertemiz etmek ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister. Tâ ki þükredesiniz."[418]

 

  åí©Š¡£è £À¢à¤Ûa ¢£k¡z¢í ¢é¨£ÜÛa ë

 

“Allah temizlenmek isteyenleri sever.”[419]

 

اِذْ يُغَشّيكُمُ النُّعَاسَ اَمَنَةً مِنْهُ وَيُنَزِّلُ عَلَيْكُمْ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً لِيُطَهِّرَكُمْ بِه وَيُذْهِبَ عَنْكُمْ رِجْزَ الشَّيْطَانِ وَلِيَرْبِطَ عَلى قُلُوبِكُمْ وَيُثَبِّتَ بِهِ الْاَقْدَامَ

 

“O zaman katýndan bir güven olmak üzere sizi hafif bir uykuya daldýrýyordu; sizi temizlemek, þeytanýn pisliðini (verdiði vesveseyi) sizden gidermek, kalplerinizi birbirine baðlamak ve savaþta sebat ettirmek için üzerinize gökten bir su (yaðmur) indiriyordu.”[420]

 

Sonuç olarak, tahâret, lügatte, temizlik, nezâfet mânalarýna gelir. Dinî ýstýlahtaki mânasý ise necâset denilen maddî pislik ve hades denilen, ibâdetlere mâni hükmî kirlilik hallerinden temizlenmek demektir.

 

Ýslâmiyet, temizliðe büyük önem vermiþ, onu bir kýsým ibâdetlerin vazgeçilmez þartý, mukaddimesi ve anahtarý yapmýþtýr. Beden ve kalp temizliði, Ýslâm'ýn temeli ve en mühim bir esasýdýr. Temizlik bâzý ibâdetlerin ön þartý olduðu gibi, sýhhat ve âfiyetin vazgeçilmez unsurudur. Ayrýca rýzkýn artmasýna da sebeptir.

 

Temizliði, sadece beden temizliðine hasretmek yanlýþ olur. Beden temizliði kadar, hattâ ondan da önce kalp temizliði, niyet dürüstlüðü, ahlâk güzelliði gereklidir. Nitekim niyeti temiz olmayanýn ibâdeti hâlis olmaz, dolayýsýyla, Allah katýnda kabûl görmez.

 

Bu sebeple Müslüman’da kalp temizliði ile beden temizliði birleþmeli, her ikisinin de temiz tutulmasý halinde kâmil bir Müslüman olunacaðý bilinmelidir.

 

Cenâb-ý Hak, kâinata büyük bir temizlik kanunu koymuþ ve bütün mahlûkatýn bu kanuna itâat etmelerini emretmiþtir. Çevremize þöyle bir göz gezdirdiðimiz zaman, atomlardan güneþlere, zerrelerden yýldýzlara kadar bütün varlýklarda, bu temizlik kanununun hükmettiðini görürüz.

 

Kandaki alyuvarlar, vücuda giren zararlý mikrop ve maddeleri yok ederek bu emre uyarken, her zaman içimize alýp verdiðimiz nefes de kaný temizleyerek ayný kanuna tâbi olduðunu gösterir. Göz kapaklarý, gözleri siler. Sinekler, kanatlarýný süpürüp temizlemekle o emri dinledikleri gibi, gökyüzündeki koca bulut ve hava da dinler. Hava, yeryüzüne konan toz topraktan ibaret süprüntülere üfler, temizler. Bulut, ýslak bir sünger gibi zemin bahçesine su serper, toz topraðý yatýþtýrýr. Sonra kendisi de (âdeta) gökyüzünü kirletmemek için süprüntülerini toplayýp intizam içinde çekilir, gider. Göðün güzel yüzünü ve gözünü silinmiþ, süpürülmüþ parýl parýl parlar halde býrakýr.

 

Bütün bunlar, Allah'ýn kâinata koyduðu temizlik kanununun ne derece intizam içinde iþlediðinin örnekleridir. Kâinattaki bu umumî temizlik hakikatý, Cenâb-ý Hakk'ýn “KUDDÛS” isminin bir cilvesidir.

 

Atomlardan yýldýzlara kadar bütün varlýklar, Allah'ýn, Kuddûs ismine dayanan kâinattaki bu muazzam temizlik kanununa itâat edip temizliklerine son derece dikkat ederlerken, elbette insanýn bu umumî kanundan, Ýlâhî âdetten uzak kalmasý düþünülemez. Nitekim Cenâb-ý Hak, kâinata koyduðu temizlik emrine, mahlûkatýn en eþrefi ve en mükerremi olan insaný da muhatap kýlmýþ, onu maddî ve mânevî temizlikle mükellef tutmuþtur.

 

Canlý - cansýz bütün varlýklarýn boyun eðdiði böyle ulvî bir kanuna, insanýn lakayt kalmasý, yerler ve gökler Rabbinin emrine karþý gelmesi; elbette büyük bir gaflet ve isyandýr. Hem Allah'ýn, hem de mahlûkatýn hukukuna karþý iþlenmiþ büyük bir zulümdür.Ýþte temizlik hakikatý, Kuddûs ismi gibi Ýsm-i Azamdan sayýlan bir isme istinad ettiði içindir ki, hadîs-i þerîfte temizlik îmanýn nûrundan ve kemâlinden sayýlmýþtýr. Âyetlerde de maddî ve mânevî temizlikler, Allah'ýn sevgisini ve rýzasýný kazanmaya vesile gösterilmiþtir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

7)  NAMAZ

 

a)  Namazýn Vakitleri

 

b)  Namazýn Þartlarý

 

c)  Namazýn Cem edilmesi

 

d) Ezan ve Ýkamet

 

e)  Cemaatle Namaz

 

f)  Ýmamda Aranan Vasýflar

 

g)  Namazýn Çeþitleri

 

h)  Namazlarýn Kýlýnýþý

 

ý)  Yolcu ve Hasta Namazlarý

 

j)  Sehiv-Tilavet-Þükür Secdeleri

 

k) Kur’an’daki Kýsa Sureler

 

 - Okuma Parçasý-

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

7) NAMAZ

 

 

 Genel Bir Bakýþ

 

 

Farsça da isim olan “NAMAZ”; Ýslam dininde, günün belli zamanlarýnda (sabah, öðle, ikindi, akþam, yatsý) gerçekleþtirilmesi emredilen, kýyam, rüku, sucud, kuud gibi hareketler ve ayetler okuyarak gerçekleþtirilen ve Ýslamiyet’in beþ þartýndan biri olan ibadet salat, zikir, tespih, inabe. Dua. Namaz ibadetini ifa etmek manalarýna gelir. Arapça karþýlýðý ise “SALAT” olup; Namaz. Dua. Hz.Peygamber (a.s) için yapýlan dua.

 

Beþ vakit namaz için Salat-ý hamse

 

Salat-ý fecr: Sabah namazý,

Salat-ý zühr: Öðle namazý,

Salat-ý asr: Ýkindi namazý,

Salat-ý aþa: Akþam namazý,

Salat-ý leyl ve vitr: Yatsý ve Vitir namazý.

 

Ayrýca beþ vakit namazýn haricinde Cuma, Bayram ve diðer nafile ibadetlerde saymak mümkündür.

 

Bunlar:

Salat-ý cum’a: Cuma namazý,

Salat-ý iyd: Bayram namazý ve nafile namazlar,

Salat-ý iþrak: Kuþluk namazý,

Salat-ý istihare: Ýstihare namazý vb. namazlar.

 

Ýbadetlerimiz imanýmýzý korur ve kuvvetlendirir. Bunlarýn baþýnda namaz gelir. Namaz dinin direði, Allah’a yakýn olmayý saðlayan, baþ ibadet, itaatin en yüksek mertebesidir.

 

Kur’an ve hadislerde üzerinde en çok durulan, fazileti en bol olan ibadet namazdýr. Ameli salihin en baþýnda yer alýr. Kur’an-ý Kerim’de yüce Allah þöyle buyuruyor:

 

اُتْلُ مَا اُوحِىَ اِلَيْكَ مِنَ الْكِتَابِ وَاَقِمِ الصَّلوةَ اِنَّ الصَّلوةَ تَنْهى عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ وَلَذِكْرُ اللّهِ اَكْبَرُ وَاللّهُ يَعْلَمُ مَاتَصْنَعُونَ

 

“Resulüm sana vahy olunan Kur’an ayetlerini güzelce oku, namazý kýl. Þüphe yok ki namaz her türlü kötülüklerden men eder. Allah’ýn anýlmasý þüphesiz ki en büyük þeydir. Allah bütün yaptýklarýnýzý bilir.”[421]

 

وَاَقيمُوا الصَّلوةَ وَاتُوا الزَّكوةَ وَمَا تُقَدِّمُوا لِاَنْفُسِكُمْ مِنْ خَيْرٍ تَجِدُوهُ عِنْدَ اللّهِ اِنَّ اللّهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصيرٌ

 

“Namazý dosdoðru kýlýn; zekatý da verin. Kendiniz için hayýrdan her ne göndermiþ olursanýz onu Allah katýnda bulursunuz.”[422]

 

Hz. Peygamber (a.s)'de þöyle buyurmuþtur: Bilerek namazý terkeden kimseden Allah ve Resulunün zimmeti kalkar."[423]

 

Ýbn Ömer (r.a)'den rivayet edildiðine göre, Hz. Peygamber (a.s) þöyle buyurmuþtur: "Ýslâm beþ temel üzerine kurulmuþtur: Allah'tan baþka bir ilâh bulunmadýðýna, Hz. Muhammed'in Allah'ýn elçisi olduðuna þehadet etmek, namaz kýlmak, zekât vermek, haccetmek ve Ramazan orucunu tutmaktýr."[424]

 

Beþ vakit namaz, Efendimiz (as) Medine’ye hicretinden bir buçuk yýl kadar önce 27 Recep’te, Mirac gecesinde farz kýlýnmýþtýr. Farziyeti Kitap, Sünnet ve icma’ ile sabittir.

 

Bu açýklamadan anlaþýldýðý gibi namaz her mükellefin ölünceye kadar bütün þartlarýný yerine getirmekle mükellef tutulduðu bir ibadettir. Bununla kiþi hem beden ve hem de ruh temizliði kazanýr. Namaz günün beþ ayrý vaktinde devamlý ve huþu ile yerine getirilmesi gereken bedeni bir ibadettir.

 

Namazýn hikmet ve fazileti her türlü takdirin üstündedir. Allah’ýn farz kýldýðý namaz ibadeti ona saygý ve sayýsýz nimetlerine þükür manasý taþýr. Ýnsan için bu ibadette sonsuz yararlar vardýr.Efendimiz (a.s) bir hadisinde þöyle buyurmuþtur:

 

ـ عن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]سَمِعْتُ رَسُولَ اللّهِ # يَقُولُ: أرَأيْتُمْ لَوْ أنَّ نَهْراً بِبَابِ أحَدِكُمْ يَغْتَسلُ فِيهِ كُلَّ يَوْمٍ خَمْسَ مَرَّاتٍ مَا تَقُولُونَ يُبْقِى ذلِكَ مِنْ دَرَنِهِ شَيْئاً؟ قالُوا: َ يُبْقِى ذلِكَ مِنْ دَرَنِهِ شَيْئاً. قالَ: فذلِكَ مَثَلُ الصَّلَواتِ الخَمْس، يَمْحُوا اللّهُ بِهَا الخَطَايَا.

 

- Hz. Ebû Hüreyre (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in þöyle söylediðini iþittim:"Sizden birinizin kapýsýnýn önünden bir nehir aksa ve bu nehirde hergün beþ kere yýkansa, acaba üzerinde hiç kir kalýr mý, ne dersiniz?""Bu hal, dediler, onun kirlerinden hiçbir þey býrakmaz!" Aleyhissalâtu vesselâm:"Ýþte bu, beþ vakit namazýn misalidir. Allah onlar sayesinde bütün hatalarý siler" buyurdu."[425]

 

 وعن سعد بن أبى وقاص رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كَانَ رَجَُنِ أَخَوَانِ فَهَلَكَ أحَدُهُمَا قَبْلَ صَاحِبهِ بِأرْبَعِينَ لَيْلَةً فَذُكِرَتْ فَضِيلَةُ ا‘وَّلِ مِنْهُمَا عِنْدَ رَسُولِ اللّهِ #، فقَالَ النَّبىُّ #: ألَمْ يَكُنِ اخَرُ مُسْلِماً؟ قالوا: بَلَى، وَكانَ َ بَأسَ بِهِ، فقَالَ #: وَمَا يُدْرِيكُمْ مَا بَلَغَتْ بِهِ صََتُهُ بَعْدَهُ، إنَّمَا مَثَلُ الصََّةِ كَمَثَلِ نَهْرٍ عَذْبٍ غَمْرٍ بِبَابِ أحَدِكُمْ يَقْتَحِمُ فِيهِ كُلَّ يَوْمٍ خَمْسَ مَرَّاتٍ، فَمَا تَرَوْنَ ذلِكَ يُبْقِى مِنْ دَرَنِهِ، فإنَّكُمْ َ تَدْرُونَ مَا بَلَغَتْ بِهِصََتُهُ.

 

- Sa'd Ýbnu Ebî Vakkas (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Ýki erkek kardeþ vardý. Bunlardan biri öbür kardeþinden kýrk gün kadar önce vefat etti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ýn yanýnda bunlardan birincinin faziletleri zikredildi. Bunun üzerine Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm):"Diðeri müslüman deðil miydi?" diye sordu."Evet, müslümandý ve fena da deðildi!" dediler. Aleyhissalâtu vesselâm:"Öldükten sonra, namazýnýn ona ne kazandýrdýðýný biliyor musunuz? Namazýn misali, sizden birinin kapýsýnýn önünde akan ve her gün içine beþ kere girip yýkandýðý suyu bol ve tatlý bir nehir gibidir. Bu (nehrin) onun üzerinde kir býraktýðýný göremezsiniz. Öyleyse, siz ona namazýnýn neler ulaþtýrdýðýný bilemezsiniz."[426]

 

Sonuç olarak diyebiliriz ki; Allah’ýn muradý, Resulünün tarifi üzerine yerine getirilen namaz ibadeti günlük yaþayýþýmýza:

1)  Genel temizlik,

2)  Huy güzelliði

3)  Kardeþlik ve dayanýþma gücü,

4)  Planlý yaþama,

5)  Nizam ve intizam þuuru,

6)  Toplum huzuru vb. maddi, manevi önemli nimetler kazandýrýr.

 

 

 

a) Namazýn Vakitleri

 

 

Farz olan namazlar için vakit þarttýr. Farz namazlar; sabah, öðle, ikindi, akþam ve yatsýdan ibarettir. Bayramlarýn vakti kuþluktur.  Cumanýn ise öðle vaktidir. Kur’aný Kerim de ve Hadisi Nebevi de Namaz vakitlerinin tespiti þöyledir:

 

 

-Sabah Namazýnýn Vakti

 

وَاَقِمِ الصَّلوةَ طَرَفَىِ النَّهَارِ وَزُلَفًا مِنَ الَّيْلِ اِنَّ الْحَسَنَاتِ يُذْهِبْنَ السَّيِّاَتِ ذلِكَ ذِكْرى لِلذَّاكِرينَ

 

“Gündüzün iki ucunda, gecenin de ilk saatlerinde namaz kýl. Çünkü iyilikler kötülükleri (günahlarý) giderir. Bu, öðüt almak isteyenlere bir hatýrlatmadýr.”[427]

 

ـ وعن ابن مسعود رَضِىَ اللّهُ عَنْه قال: ]ذُكِرَ رَجُلٌ عِنْدَ النّبىِّ # فَقِيلَ مَا زَالَ نَائِماً حَتَّى أصْبَحَ، مَا قَامَ إلى الصََّةِ؟ فقَالَ #: ذلِكَ رَجُلٌ بَالَ الشّيْطَانُ في أُذُنِهِ[. أخرجه الشيخان والنسائى .

 

- Ýbnu Mes'ud (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ýn yanýnda bir adamýn zikri geçti ve sabaha kadar uyuduðu namaza kalkmadýðý söylendi. Aleyhissalâtu Vesselâm:"Bu adamýn kulaðýna þeytan iþemiþtir" buyurdu."[428]

 

ـ وعن عَمّارة بْنِ رؤيبة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: لَنْ يَلِجَ النَّارَ أحَدٌ صَلّى قَبْلَ طُلُوعِ الشَّمْسِ وَقَبْلَ غُرُوبِهَا يَعْنِى الْفَجْرَ وَالْعَصْرَ.

 

- Ammâre Ýbnu Rueybe (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Güneþin doðmasýndan ve batmasýndan önce namaz kýlan hiç kimse ateþe girmeyecektir. -Burada sabah ve ikindi namazlarý kastedilir."[429]

 

ـ وعن معاذ بن أنس الجُهَنِى رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ # مَنْ قَعَدَ في مُصََّهُ حِينَ يَنْصَرِفُ مِنْ صََةِ الصُّبْحِ حَتّى يُسَبِّحَ رَكْعَتِى الضُّحى، َ يَقُولُ إَّ خَيْراً غَفرَ اللّهُ لَهُ خَطَايَاهُ وَإنْ كَانَتْ أكْثَرَ مِنْ زَبَدِ الْبَحْرِ.

 

- Muaz Ýbnu Enes el-Cühenî (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Kim sabah namazýndan çýkýnca, iki rekatlik kuþluk namazýný kýlýncaya kadar hayýrdan baþka bir þey söylemeden namaz kýldýðý yerde oturur beklerse, Allah onun günahlarýný, denizin köpüðü kadar çok da olsa baðýþlar."[430]

 

Fecri sadýk yani ikinci fecir denilen hakiki aydýnlanma ile baþlar, güneþin doðmasýyla sona erer.

 

-Öðle Namazýnýn Vakti

 

  æì¢z¡j¤–¢m  åî©y ë  æì¢Ž¤à¢m  åî©y ¡é¨£ÜÛa  æb z¤j¢Ž Ï

 

“Artýk akþamladýðýnýz vakit ve sabahladýðýnýz vakit Allah Teâlâ ' ya tesbihte bulunun.”[431]

 

ـ وعن ابن مسعود رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]كانَ قَدْرُ صََةِ رَسُولِ اللّهِ # الظُّهْرَ في الصَّيْفِ ثََثَةَ أقْدَامٍ إلى خَمْسَةِ أقْدَامٍ، وَفى الشِّتَاءِ خَمْسَةَ أقْدَامِ إلى سَبْعَةِ أقْدَامٍ.

 

- Ýbnu Mes'ud (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) öðle namazý kýldýðý zaman (gölgenin) miktarý, yazda üç ayaktan beþ ayaða kadar idi. Kýþta da beþ ayaktan yedi ayaða kadardý."[432]

 

ـ وعنها رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]مَا رَأيْتُ رَجًُ كانَ أشَدّ تَعْجِيً لِلظُّهْرِ مِنْ رَسولِ اللّهِ # وََ مِنْ أبِى بَكْرٍ، وََ مِنْ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما.

 

Hz. Âiþe anlatýyor: "Ben öðle namazýný, ne Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kadar, ne de Ebû Bekr ve Ömer kadar tacil edip geciktirmeyen bir baþka insan tanýmýyorum."[433]

 

ـ وعن خباب رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]شَكَوْنَا إلى رَسول اللّهِ # حَرَّ الرَّمْضَاءِ فَلَمْ يُشْكِنَا. قالَ زُهَيْرٌ ‘بِى إسْحَاقَ: أفِى الظُّهْرِ؟ قالَ: نَعَمْ. قُلْتُ أفِى تَعْجِيلِهَا قالَ: نَعَمْ.

 

- Habbâb (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a (secde edilen) yerin sýcaklýðýndan þikayet ettik, ancak þikayetimizi dinlemedi. Züheyr, Ebû Ýshak'a: "Þikayetiniz öðle vaktinden miydi?" diye sordu. Öbürü:"Evet!" dedi. Ben:"Vakit girer girmez, (yani ortalýk çok sýcakken) kýlýnmasýndan mý?" diye sordum. O yine:"Evet!" dedi."[434]

 

ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كانَ رَسولُ اللّهِ # إذَا نَزَلَ مَنْزًِ لَمْ يَرْتَحِلُ حَتَّى يُصَلِّىَ الظُّهْرَ. قالَ لَهُ رَجُلٌ: وَإنْ كَانَ نِصْفَ النَّهَارِ؟ قالَ: وَإنْ كَانَ نِصْفَ النَّهَارِ.

 

- Hz. Enes (radýyallâhu anh): "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (yolculuk sýrasýnda) bir yere inecek olsa, öðleyi kýlmadan orayý terketmezdi" demiþti. Bir adam sordu:"Yani gün ortasýnda olsa da mý?""Evet, dedi, Enes, gün ortasýnda olsa da!"[435]

 

Güneþin günün orta noktasýndan batýya doðru kaydýðý andan itibaren baþlar, her þeyin gölgesinin iki misli olana kadar devam eder.

 

-Ýkindi Namazýn Vakti

 

 åî©n¡ãb Ó ¡é¨£Ü¡Û aì¢ßì¢Ó ë ó¨À¤¢ì¤Ûa ¡ñì¨Ü £–Ûa ë ¡pa ì Ü £–Ûa ó Ü Ç aì¢Ä¡Ïb y

 

“Namazlara ve orta namaza devam edin. Allah'a saygý ve baðlýlýk içinde namaz kýlýn.”[436]

 

ـ وعن أبى المليح رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كُنَّا مَعَ بُرَيْدَةَ في غَرَاةٍ في يَوْمٍ ذِى غَيْمٍ. فقَالَ: بَكِّرُوا لِصََةِ الْعَصْرِ، فإنَّ النّبىَّ  قالَ: مَنْ تَرَكَ صََةَ الْعَصْرِ، فقَدْ حَبِطَ عَمَلُهُ.

 

- Ebû'l-Melih (rahimehümullah) anlatýyor: "Biz bulutlu bir günde Büreyde (radýyallâhu anh) ile bir gazvede beraberdik. Dedi ki: "Ýkindi namazýný erken kýlýn, zîra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Kim ikindi namazýný terkederse ameli boþa gider" buyurdu."[437]

 

ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ رَسولُ اللّه  قال: مَنْ أدْرَكَ مِنَ الصُّبْحِ رَكْعَةً قَبْلَ أنْ تَطْلُعَ الشّمْسُ، فَقَدْ أدْرَكَ الصُّبْحَ، وَمَنْ أدْرَكَ رَكْعَةً مِنَ الْعَصْرِ قَبْلَ أنْ تَغْرُبَ الشّمْسُ، فقَدْ أدْرَكَ الْعَصْرَ.

 

- Hz. Ebû Hüreyre (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim sabah namazýndan bir rek'ati güneþ doðmazdan önce kýlabilirse, sabah namazýna yetiþmiþ demektir. Kim ikindi namazýndan bir rek'ati güneþ batmadan önce kýlabilirse ikindi namazýna yetiþmiþ demektir."

 

ـ وفي أخرى للبخارى والنسائى: ]إذَا أدْرَكَ أحَدُكُمْ سَجْدَةً مِنْ صََةِ الْعَصْرِ قَبْلَ أنْ تَغْرُبَ الشّمْسُ فَلْيُتِمَّ صَتَهُ، وَإذَا أدْرَكَ سَجْدَةً مِنْ صََةِالصُّبْحِ قَبْلَ أنْ تَطْلُعَ الشّمْسُ فَلْيُتِمَّ صََتَهُ.

 

- Buhârî ve Nesâî'de gelen bir diðer rivayette þöyle denmiþtir: "Sizden kim, ikindi namazýnýn bir secdesini güneþ batmazdan önce kýlabilirse, namazýný tamamlasýn, sabah namazýnýn da bir secdesini güneþ doðmazdan önce kýlabilen, namazýný tamamlasýn."Ancak Nesâî (bir rivayetinde de) þöyle der: "...ilk rek'atinde kýlarsa..."[438]

 

Öðle namazý vaktinin çýkýþý ile girer ve güneþin batýþý ile biter.

 

-Akþam Namazý Vakti

 

وَاَقِمِ الصَّلوةَ طَرَفَىِ النَّهَارِ وَزُلَفًا مِنَ الَّيْلِ اِنَّ الْحَسَنَاتِ يُذْهِبْنَ السَّيِّاَتِ ذلِكَ ذِكْرى لِلذَّاكِرينَ

 

“Gündüzün iki ucunda, gecenin de ilk saatlerinde namaz kýl. Çünkü iyilikler kötülükleri (günahlarý) giderir. Bu, öðüt almak isteyenlere bir hatýrlatmadýr.”[439]

 

ـ وعن سلمة بن ا‘كوع رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ رَسولَ اللّهِ # كَانَ يُصَلِّى المَغْرِبَ إذَا غَرَبَتِ الشَّمْسُ وَتَوارَتْ بِالْحِجَابِ.

 

- Seleme Ýbnu'l-Ekvâ (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) akþamý, güneþ batýp perdeye bürününce kýlýyordu."

 Ebû Dâvud'un bir rivayetinde þöyle denir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) akþamý, güneþin battýðý vakitte, güneþ (kursunun son) izi de ufukta kaybolunca kýlýyordu."[440]

 

ـ وعن رافع بن خريج رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كُنَّا نُصَلِّى المَغْرِبَ مَعَ النَّبىِّ # فَيَنْصَرِفُ أحَدُنَا وَإنَّهُ لَيُبْصِرُ مَوَاقِعَ نَبْلِهِ.

 

- Râfi Ýbnu Hadîc (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Biz akþamý, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte kýlýnca, cemaatten ayrýlýp (ok atýþý yapanýmýz olurdu da) attýðý okun düþtüðü yerleri rahat görebilirdi."[441]

 

ـ وللنسائى: ]عَنْ رَجُلٍ مِنْ أسْلَمَ مِنْ أصْحَابِ النَّبىِّ # أنَّهُمْ كَانُوا يُصَلُّونَ مَعَ النَّبىِّ # المَغْربَ، ثُمَّ يَرْجِعُونَ إلى أهْلِيهِمْ إلى أقْصى المَدِينَةِ يَرْمُونَ يُبْصِرُونَ مَوَاقِعَ سِهَامِهِمْ[ .

 

- Nesâî'nin bu hususta Eslem kabîlesine mensup ashabtan bir kimseden kaydettiði beyan þöyledir: "Onlar Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte akþamý kýlarlar, sonra da Medîne'nin (Mescid'e) en uzak yerinde olan ailelerine dönüp ok atýþý yaparlar ve de oklarýnýn düþtüðü yerleri görürlerdi."[442]

 

Güneþin batmasýyla baþlar, batýda görülen kýzýllýk kaybolana kadar devam eder.

 

-Yatsý Namazý Vakti

 

وَمِنَ الَّيْلِ فَتَهَجَّدْ بِه نَافِلَةً لَكَ عَسى اَنْ يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَحْمُودًا

 

“Gecenin bir kýsmýnda uyanarak, sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kýl. (Böylece) Rabbinin, seni, övgüye deðer bir makama göndereceðini umabilirsin.”[443]

 

 وعن ابن عمرو بن العاص رَضِيَ اللّهُ عَنْهما: ]أنَّ رَسول اللّهِ  قال: وَقْتُ الظُّهْرِ إذَا زَالَتِ الشَّمْسُ، وَكَانَ ظِلُّ الرَّجُلِ كَطُولِهِ مَا لَمْ تَحْضُرِ الْعَصْرُ، وَوَقْتُ الْعَصْرِ مَا لَمْ تَصْفَرَّ الشّمْسُ، وَوَقْتُ المَغْرِبِ مَا لَمْ يَغِبِ الشفَقُ، وَوَقْتُ صََةِ الْعِشَاءِ إلى نِصْفِ اللّيْلِ ا‘وْسَطِ، وَوقْتُ صََةِ الصُّبْحِ مِنْ طُلُوعِ الْفَجْرِ إلى أنْ تَطْلُعَ الشَّمْسُ، فإذَا طَلَعَتْ فأمْسِكْ عَنِ الصََّةِ فَإنَّهَا تَطْلُعُ بَيْنَ قَرْنَىْ شَيْطَانٍ.

 

Abdullah Ýbnu Amr Ýbni'l-Âs (radýyallâhu anhümâ) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Öðlenin (baþlama) vakti, güneþin (tepe noktasýndan batýya) meylettiði zamandýr. Kiþinin gölgesi kendi uzunluðunda olduðu müddetçe öðle vakti devam eder, yani ikindi vakti girmedikçe. Ýkindi vakti ise güneþ sararmadýkça devam eder. Akþam vakti ufuktaki aydýnlýk (þafak) kaybolmadýðý müddetçe devam eder. Yatsý namazýnýn vakti orta uzunluktaki gecenin yarýsýna kadardýr. Sabah namazýnýn vakti ise fecrin doðmasýndan (yani þafaðýn sökmesinden) baþlar, güneþ doðuncaya kadar devam eder. Güneþ doðdu mu namazdan vazgeç. Çünkü o, þeytanýn iki boynuzu arasýndan doðar."[444]

 

ـ وعن أبى المنهال قال: ]دَخَلَتُ أنَا وَأبِى عَلَى أبِى بَرْزَةَ ا‘سْلَمىِّ رَضِيَ اللّهُ عَنْه، فقَالَ لَهُ أبِى: كَيْفَ  كَانَ رسولُ اللّهِ # يُصَلِّى المُكْتُوبَةَ؟ فقَالَ: كانَ يُصَلِّى الْهَجِيرَةَ الّتى تَدْعُونَهَا ا‘وْلى حِينَ تَدْحَضُ الشّمْسُ، وَيُصَلِّى الْعَصْرَ، ثُمَّ يَرْجِعُ أحَدُنَا إلى رِحْلِهِ في أقْصى المَدِينَةِ وَالشّمْسُ حَيَّةٌ، وَنسِيتُ مَا قَالَ في المَغْرِبِ، وَكَانَ يَسْتَحِبُّ أنْ يُؤَخّرَ الْعِشَاءَ الّتى تَدْعُونَهَا الْعَتَمَةَ، وَكَانَيَكْرَهُ النَّوْم قَبْلَهَا وَالحَديثَ بَعْدَهَا، وَكَانَ يَنْفَتِلُ مِنْ صََةِ الْغَدَاةِ حِينَ يَعْرِفُ المَرْءُ جَلِيسَهُ، وَيَقْرأ بِالسِّتِّينَ إلى المِائَةِ.

 

- Ebû'l-Minhâl Seyyâr Ýbnu Selâme (rahimehullah) anlatýyor: "Ben ve babam birlikte Ebû Berze el-Eslemî (radýyallâhu anh)'nin yanýna girdik. Babam ona: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) farz namazlarý nasýl kýlardý?" diye sordu. Þu cevabý verdi:"Efendimiz sizin "el-Evvel" dediðiniz öðle namazýný güneþ (tepe noktasýndan) batýya kayýnca kýlardý. Birimiz ikindiyi kýlýnca, Medîne'nin en uzak yerindeki evine dönerdi de güneþ hâlâ canlýlýðýný korurdu.Akþam namazý hakkýnda ne söylediðini unuttum. Sizin atame dediðiniz yatsýyý geciktirmeyi iyi bulurdu (müstehap addederdi). Yatsýdan önce uyumayý, sonra da konuþmayý mekruh addederdi.Kiþi (yanýnda beraber oturduðu) arkadaþýný tanýyýnca sabah namazýndan ayrýlýrdý. Namazda altmýþyüz âyet miktarýnca Kur'ân okurdu."[445]

 

ـ وعن محمد بن عمزو بن الحسن بن على بن أبى طالب رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَدِمَ الَحَجَّاجُ المَدِينَةَ، فَكَانَ يُؤَخِّرُ الصََّةَ، فَسَأَلْنَا جَابرَ بنَ عَبْدِ اللّهِ فقَالَ: كانَ رَسولُ اللّهِ # يُصَلِّى الظُّهْرَ بِالْهَاجِرَةِ، وَالْعَصْرَ وَالشّمْسُ نَقِيَّةٌ، وَالمِغْرِبَ إذَا وَجَبَتِ الشّمسُ وَالعِشَاءَ، أحْيَانَا يُؤَخّرُهَا، وَأحْيَاناً يُعَجِّلُ، إذَا رَآهُمُ اجْتَمَعُوا عَجَّلَ، وَإذَا رَآهُمُ ابْطِئُوا أخّرَ، وَالصُّبْحُ كَانَ يُصَلِّيهَا بِغَلَس.

 

- Muhammed ibnu Amr Ýbni'lHasen Ýbni Ali Ýbnu Ebî Tâlib (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Haccâc, Medîne'ye geldiðinde namazý mûtad vaktinden tehir ediyordu. Bunun üzerine Câbir Ýbnu Abdillah (radýyallâhu anh)'a (namazlarýn vakti hakkýnda) sorduk. Bize þu açýklamayý yaptý:

"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) öðleyi hararetin þiddetli olduðu zamanda (hâcire vaktinde) kýlardý. Ýkindiyi de güneþ parlakken kýlardý. Akþamý, güneþ batýnca; yatsýyý bazan geciktirir, bazen de öne alýrdý. Halkýn toplandýðýný görünce tacil eder, onlarý aðýr görünce de tehir ederdi. Sabahý da alaca karanlýkta kýlardý."[446]

 

Akþam þafaðýn kaybolmasýyla baþlar, ikinci fecrin doðmasýna kadar devam eder.Namaz kýlýnmasý yasaklanan vakitler;  bunlar üç vakitte ele alýnýr:

1)  Güneþin doðmaya baþladýðý an 45 dakikalýk vakit

2)  Güneþin gün ortasýnda bulunduðu vakit

3) Güneþin gözleri kamaþtýrmayacak kadar sararmasýndan itibaren batýncaya kadar olan vakit

 

 

 

b) Namazýn Þartlarý

 

 

Namazýn altýsý dýþýnda olan þartlar, altýsý da içinde olan rükünler olmak üzere farzlarý on ikidir. Þartlarýn biri yerine getirilmediðinde namaz hükümsüzdür.

 

Namaz Baþlamadan Önce Yerine Getirilmesi Gerekli Þartlar Þunlardýr

 

1)  Hadesten taheret: Namaz kýlacak kiþinin hem büyük hadesten ve hem de küçük hadesten temizlenmesi gerekir.

 

2)  Necasetten taharet: Vücut, elbise ve namaz kýlýnacak yerin, namaza mani olacak, görünen ve hissedilen pisliklerden temizlenmesi.

 

3) Setri avret: Açýlmasý ayýp olan yerlerin örtülmesi demektir. Avret yeri erkekler için göbekten diz kapaðý altýna kadardýr. Diz avrettendir. Kadýnlarda yüz, el ve ayaklar dýþýndaki diðer uzuvlarýn belirlemeyecek þekilde kapatýlmasýdýr. Bir uzvun avret olmasý, baþkalarýna göredir. Avret yerlerinin baþkalarý tarafýndan görülmemesi esastýr.

 

4) Ýstikbali kýble: Namazda Kabe’ye yönelmek demektir.

 

5) Vakit: Namaz kendi vaktinden önce kýlýnamaz. Kur’aný Kerimde:

 

فَاِذَا قَضَيْتُمُ الصَّلوةَ فَاذْكُرُوا اللّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلى جُنُوبِكُمْ فَاِذَا اطْمَاْنَنْتُمْ فَاَقيمُوا الصَّلوةَ اِنَّ الصَّلوةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِنينَ كِتَابًا مَوْقُوتًا

 

“Namazý bitirince de ayakta, otururken ve yanýnýz üzerinde yatarken (daima) Allah'ý anýn. Huzura kavuþunca da namazý dosdoðru kýlýn; çünkü namaz müminler üzerine vakitleri belli bir farzdýr.”[447]

 

Gece ve gündüzlerin çok kýsa veya çok uzun bulunduðu yerlerdeki Müslümanlar, namazlarýný eda etme hususunda, kendilerine en yakýn olan ve beþ namaz vakti arasýnda insicam bulunan ülkelerin takvimlerini esas alýrlar; oruçlarýný da bu esasa göre tutarlar.

 

6-Niyet: Kalbin ihlasla, içten gelerek bir þeye karar vermesi niyettir. Niyetin dil ile söyleyerek takviye edilmesi evladýr. Namazda niyet, Allah rýzasý için namaz kýlmayý istemek ve hangi namazý kýlacaðýný kiþinin bilmesidir.

 

Namazýn içindeki rükün/þartlara gelince; bunlar namaza baþladýktan sonra yerine getirilmesi gereken farzlardýr ve altý tanedir

 

1) Ýftitah tekbiri: Namaza, Allah (cc) tazim ve hürmet ifade eden “Allah’u Ekber” sözüyle baþlamak. Ýftitah tekbirinde Allah lafzýnýn anýlmasý þarttýr.

 

2)  Kýyam: Farz ve vacib namazlarda ayakta durmaktýr.

 

3)  Kýraat: Kendi kendine namaz kýlanýn, yalnýz kendisi iþitecek kadar, Kur’andan küçükte olsa bir sure veya uzun bir ayet okumak.

 

4) Rüku: Kelime olarak eðilmek demektir. Terim olarak ellerle dizleri kavrayarak baþý ve sýrtý ayný hizada tutup öne doðru eðilmektir.

 

5)  Sücud: Secde etmek demektir. Secde, rükudan sonra, Allah’a tazim için yedi kemik üzere yapýlan bir tevazu biçimidir.

 

6) Ka’dei ahire: Son oturuþ demektir. Namazlarýn sonunda teþehhüd miktarý oturmaktýr. 

 

Namazýn Vacipleri

 

1)  Namaza “Allah-u Ekber" lafzýyla baþlamak.

 

2)  Fatihanýn tamamýný okumak

 

3)  Nafile namazlarýn her rekatýnda, farz namazlarýn ilk evvelki iki rekatýnda Fatiha okumak

 

4) Farz namazlarýn iki rekatýnda Fatihadan sonra bir küçük sûre, yahut üç kýsa veya bir uzun âyet okumak

 

5)  Fatihadan sonra okunacak sûre veya âyetleri, üç veya dört rekatlý farz namazlarýn ilk iki rekatýnda, Vitir namazýyla nâfile namazlarýn her rekatýnda okumak.

 

6)  Ýki secdeyi birbiri ardýnca yapmak

 

7) Tâdil-i Erkân, yani kýyamda iken dosdoðru, rükûda iken sýrtýn düz, kadýnlarýn biraz eðik durmasý; rükûdan kalktýðý zaman belini iyice doðrultmasý ve “Suphanallah" diyecek kadar öylece durmasý; secdeden kalktýðý zaman da iki secde arasýnda “Suphanallah" diyecek kadar oturmasý. (Bu tâdil-i Erkâna farz diyenlerde vardýr. Onun için çok dikkat etmek lâzým.)

 

8) Gerek ikinci rekattan sonra ve gerekse selam vereceði zaman oturulduðunda, “Et-Tehiyyâtü" yü okumak, (dört rekatlý namazlarýn ikinci rekatýndan sonra oturmak ve “Et-Tehiyyâtü" yü okumak sahih kavle göre vaciptir.)

 

9) Cemaâtle kýlýndýðý vakit sabah, akþam, yatsý namazlarýnýn birinci ve ikinci rekatlarýnda Cuma ve Bayram namazlarýnda, imamýn Fatiha ve sûreli açýktan okumasý

 

10)  Bayram tekbirleri, (Bayram namazýna mahsus olan fazla tekbirlere, Bayram namazýnýn ikinci rekatýnýn rükû tekbiri vaciptir.)

 

11)  Namazýn sonunda selâm vermek

 

12)  Namazda yanýlýrsa Sehiv Secdesi yapmasý

 

Namazýn Sünnetleri

 

1) Namaza baþlarken alýnan tekbirde, Salat-ý Vitrin Konut tekbirinde ve bayram tekbirlerinde el kaldýrmak, (Kadýnlar omuzlarýnýn hizasýna kaldýrýrlar) kaldýrýrken elleri açýk, parmaklar hâl-i tabiisinde olacak, yâni parmaklarýný ne büsbütün birbirine bitiþtirmiþ ve ne de açmýþ olmayýp hâli üzerine býrakmak. El ile parmaklarýn iç yüzü Kýbleye karþý olacak.

 

2) Ýmama uyan kimsenin iftitâh tekbirinin, imamýn iftitâh tekbirinden sonraya kalmasý ve imamýn tekbirine yakýn olmasý.

 

3)  Ýftitâh tekbirini alýr almaz el baðlamak

 

4)  Sübhaneke okumak

 

5) Ýlk rekatta Sübhaneke okuduktan sonra Eûzü-Besmele çekmek

 

6) Fatihanýn sonunda, okuyan ve iþitenin içinden “Amin" demesi

 

7) Sabah, Öðle namazlarýnda Fatihadan sonra uzunca, ikindi ve yatsý namazlarýnda kýsa, Akþam namazýnda daha kýsa sûre okumak, (Bu, misafir olmayanlar hakkýndadýr. Yolcu veya vakit dar ise dilediði âyet ve sûreyi okur.)

 

8)  Rükûa eðilirken “Allah-u Ekber" demek

 

9)  Rükûda üç kere “Sübhâne Rabbiye'l-Azim" demek.

 

10) Rükûdan kalkarken “Semiallahu limen hamideh" demek

 

11)  Bunun arkasýndan “Rabbenâ lekel-hamd" demek.

 

12)  Rükûda elleri tutarken parmaklarýn açýk olmasý

 

13)  Rükûdan doðrulduðu zaman “Sübhanallah" diyecek kadar durmak. (Buna Vacip ve Farz diyenler de vardýr. Bundan dolayý çok dikkat etmek lazýmdýr.)

 

14) Secdeye varýrken yere evvelâ dizlerini, sonra ellerini, daha sonra yüzünü koymasý.

 

15) Secdeden yukarý kalkarken evvelâ yüzünü, sonra ellerini, daha sonra dizleri üstüne ellerini koyarak dizlerini yerden kaldýrmak. (Zayýf ve hastalar nasýl kolaylarýna gelirse öylece kalkarlar)

 

16) Secdelere varýrken ve secdelerden kalkarken “Allah-u Ekber" demek.

 

17) Secdelerde karnýný uyluklarýndan, dirseklerini yarlarýndan ve kollarýný yerden uzak tutmak

 

18)  Otururken sol ayaðýný yere yayýp, üstüne oturmak ve sað ayaðýnýn parmaklarý kýbleye doðru gelmek üzere dikmek

 

19) Selâm vereceði vakit, “Et-tahiyyatü"den sonra “Allahüme-Salli", “Allahüme Barik" ve bunlardan sonra duâ okumak.

 

20) Selâm verirken baþýný evvelâ saða, sonra sola çevirmek. Selâmda “Es-Selâmü aleykum ve rahmetullah" demek

 

Namazda Sütre Edinmek

 

Sütre, önü açýk bir yerde namaz kýlan kimsenin gelip geçene siper olmak üzere ön tarafýna koyduðu þeydir.

 

Sütre, en az bir arþýn (70 cm. kadar) bir yükseklikte olmalýdýr. Namaza durmuþsa, sütre kullanmasý sünnettir. Sütre edinilen þey bir sütun, bir aðaç veya yere dikilmiþ bir deðnek, sandalye v.s. gibi yüksekliði olan herhangi bir þey olabilir. Hadîs-i þerîf'te bir ok ile de olsa sütre yapýlmasý emredilmiþtir.

 

Yer sert olup deðneði dikmek mümkün deðilse, uzunluðuna býrakýlýr. Sütre olarak kullanacak hiçbir þey bulunamadýðý takdirde ise, namaz kýlan kimse, önüne, uzunlamasýna bir çizgi çizer. Hilâl gibi kavisli de çizilebilir. Maksad onun arkasýnda olan þeylere bakýp da kalbini meþgul etmemektir.

 

Yere serilen seccade, yere çizilmiþ olan çizgiden daha fazla önünden geçmeðe mâni olduðu için, sütre yerine de geçer. Ýbn-i Âbidîn, önüne elbise veya kitabýný koymayý da kâfi görür. Sütreyi dikmek, yatýk koymaktan; yatýk koymak da çizgiden evlâdýr.

 

Erkek kýsmý önünden geçeni ikaz için okurken sesini yükseltebilir. Sadece Sübhânallah da diyebilir.

 

Namaz kýlanýn önünden geçilmesi, onun namazýna zarar vermez. Ancak geçen kimse günahkâr olmuþ olur.

 

Cemaatle kýlýnan namazlarda, yalnýz imamýn önünde sütrenin bulunmasý kâfidir.

 

Namazý Bozan Þeyler

 

1)  Sabah namazýný kýlarken günesin doðmasý,

 

2)  Yara iyileþtiði için sargýnýn düþmesi,

 

3) Özürlü kimsenin (namaz içinde) özrünün sona ermesi,

 

4) Ýmâ (iþaret) ile namaz kýlanýn, rükû ve secdelere gücü yetmesi,

 

5)  Teyemmümle namaz kýlmakta olan kimsenin (namaz esnâsýnda) su bulmasý, suyu kullanma imkâný olmazsa, namaz bozulmaz.

 

6)  Ayaðýndaki mestlerin kolaylýkla çýkmasý,

 

7)  Çýplak bir halde namaz kýlan kimse, temiz ve kendisi ile namaz kýlmak caiz olacak kadar elbise bulursa, namazý bozulur.

 

8) Namazda unutarak, kasten, hatâ en veya bilerek az veya çok konuþmak,

 

9) Namazda bir þey yemek, veyahut içmek. (Hariçten susam tanesi kadar bir þey veya diþleri arasýnda kalmýþ nohut tanesi kadar bir þeyi yutmak namazý bozar.)

 

10) Kendi iþiteceði kadar gülmek. (Yanýndakiler iþitecek kadar gülerse abdesti de bozulur.)

 

11)  Kýbleden göðsünü çevirmek,

 

12) Namazda iken bir iþ yapmaya çalýþmak. (Elbisesi ve bir tarafý ile uðraþýr ve hariçten bakanlar namazda deðil zannederlerse bunun namazý bozulur.)

 

13) Namazda iken birine selâm vermek veya selâm verenin her ne surette olursa olsun, selâmýný almak,

 

14) Dünyaya ait bir iþi hatýrlayarak sesle aðlamak, aðrý ve sýzýdan dolayý veya yorgunlukla “ah", “of" demek, inlemek.

 

15) Öksürüðü yok iken öksürmeye çalýþmak, boðazýný hýrýldatmak,

 

16) Bir þeyi üflemek,

 

17)  Birine cevap vermek maksadýyla bir âyet okumak,

 

18) Mest üzerine yapýlan meshin müddeti, namazda iken bitmek,

 

19) Namaz içinde kedi veya köpeði kovmak maksadý ile “piss", “hoþ", gibi þeyler söylese namazý bozulur.

 

20) Namaz esnâsýnda aðzýna kar, yaðmur, dolu düþen kimse, onu yutarsa namazý bozulur.

 

21) Âyeti yanlýþ okuyarak, manâsýný bozmak,

 

23 Erkekle, kadýn yan yana bir hizaya namaza durmak,

 

24) Namazda âyeti Mushaf’ýn yüzünden okumak.

 

25) Namazda bir rükün içinde üç defa bir yerini kaþýrsa namazý bozulur.

 

26) Namaz içinde iken unutarak da olsa, bir rüknü edâ edecek zaman devam etmek þartýyla avret yeri açýlýrsa veya elbisesine namaza mâni bir pislik düþerse,

 

27) Secdede iki ayaklarý birden kaldýrmak, (Tek ayak kalkarsa Mekruh olur.)

 

28) Namaz esnasýnda hayýz görmek.

 

Namazýn Mekruhlarý

 

Namazýn vâciblerinden herhangi birini bilerek yapmamak, tahrîmen (harama yakýn) bir mekruhtur. Sünnet veyahut âdâbýndan birini yapmamak mekruh ise de, harama yakýn deðildir.

 

Bu genel kaideden sonra, namazýn belli baþlý mekruhlarýný görelim

 

1)  Namazda bedeni ve elbisesiyle oynamak. Serinlemek maksadýyla eliyle yelpazelenmek.

Namazýn kemâli, ruhen ve bedenen huþû' ve sükûnet bulmak ve dünyevî iþlerden kalben alâkayý kesmek ile olduðundan bu gibi iþler mekruh görülmüþtür.

 

2) Abdesti sýkýþýk bir vaziyette veya iþtah çekici bir yemek sofraya konmuþ iken namaza durmak... Bunlar da, namazda kalb ve zihni meþgul ederek huzura engel olduklarýndan mekruh sayýlmýþlardýr.

 

3) Namazda parmak çýtlatmak veya parmaklarý birbirine geçirmek (teþbik).

 

Ýbn-i Âbidin'in beyanýna göre, parmak çýtlatmak namazýn haricinde de mekruhtur. Teþbik ise, ancak mafsallara masaj için yapýlýyorsa mekruh olmaz.

 

4) Namazda iken esnemek, gerinmek, eli böðrüne koymak.

 

5) Göðsünü kýbleden çevirmeden boynunu döndürüp bir yere bakmak. Göðsü kýbleden döndürmek ise namazý bozar.

 

6) Kollarýný yere sermek. Kadýnlarýn sermesi mekruh deðildir.

 

7)  Ýþâretle selâm almak.

 

8) Secdeye varýrken elbisesini önden veya arkadan eliyle tutup kaldýrmak.

 

9) Ceket ve paltosunu giymeyip omuzuna veya baþýna alarak namaz kýlmak. Bu, kibir ve namaza önem vermemek gibi duygularla olursa, mekruhtur. Bir özürden dolayý olursa mekruh sayýlmaz.

 

10) Kýlýksýz bir halde, kirli iþ elbisesi içinde veya baþkasýnýn yanýna çýkamayacaðý bir kýyafetle namaza durmak. Hz. Ömer (ra) kirden sakýnýlmayan hizmet elbisesi ile namaz kýlmakta olan bir kimseyi görünce ona hitaben: "Seni bâzý kimselere göndersem bu elbise ile gider misin?" diye sormuþ; o da, "Hayýr" deyince: "Cenâb-ý Hak, kendisi için süslenilmeðe en lâyýk olandýr" buyurmuþtur.

Namazda müstehab olan mu'tad elbisedir. Yani baþkasýnýn yanýna da giyilerek çýkýlabilen elbisedir. Gecelik ve pijamalar, evde giyilen mu'tad elbiseler olduðuna göre, onunla namaz câiz olur. Fakat evlâ olan pijama ve geceliklerle namaz kýlmamaktýr. Çünkü temiz olmama ihtimali mevcuttur.

 

11) Kýsa kollu elbise ile namaza durmak. Kollarý dirseklere kadar sývalý, lâubali bir vaziyette namaza durmak da mekruhtur.

 

12)  Kýrâeti tam bitirmeden rükû'a eðilmek.

 

13) Ýkinci rek'atta, ilk rek'atta okuduðu sûre ve âyetin üstündeki sûre ve âyeti okumak.

 

14) Birinci ve ikinci rek'atta okuduðu iki sûre arasýný, sadece bir sûre ile ayýrmak. Meselâ birinci rek'atta Fîl sûresini, ikinci rek'atte de Mâûn sûresini okumak gibi. Arada Îlâf sûresi atlanmýþtýr. Kerahetten kurtulmak için, arada en az iki sûre býrakmalýdýr.

 

15) Her namazýn ikinci rek'ati birinciden, dördüncü rek'ati de üçüncüden uzun olmamalýdýr.

 

16) Ýki rek'atta da ayný sûreyi tekrar etmek. Eðer ezberinde baþka sûre yoksa mekruh olmaz. Nafile namazlarda tekrarda bir kerahet yoktur.

 

17) Bilerek ayný sûrede bir veya birkaç âyet atlamak.

 

18) Namazda gözlerini yummak veya göðe dikmek. Namazda secde yerine bakmak âdâbdandýr. Gözleri yummak, bu edebi terk etmektir. Ancak huþûu giderici ve dikkati daðýtýcý bir þey'i görmemek için göz yumulmasý bakmaktan evlâdýr.

 

19) Vücudundan kýl koparmak gibi namaza uygun düþmeyen bir amel-i kalîlde bulunmak.

 

20) Namazda kaþýnmak, terini silmek. Kaþýnmadýðý ve terini silmediði takdirde aþýrý rahatsýzlýktan zihni meþgul olacaksa, câiz olur. Bir rek'atta üç kere üstüste kaþýnmak ise amel-i kesîr sayýlacaðý için, namazý bozar.

 

21) Canlý bir þey'in resmi üzerine secde etmek.

 

22) Üzerinde canlý resimleri bulunan elbise giymek, baþýnýn üstünde, arkasýnda, önünde, yan taraflarýnda veya karþýsýnda canlý resimleri olmak.

Eðer resim, ayakta duran için çok dikkat etmedikçe farkedilmeyecek derecede küçük olursa, yahut büyük olmakla beraber yaþamayacak þekilde baþý kesik veya âzasý noksan olursa câiz olur. Fakat yine de bunlarý kýble tarafýna asmamaya dikkat etmelidir.

 

23) Bir özür yokken, secdede yalnýz alný yere koyup burnu koymamak.

 

24) Ýþlek yol üzerinde, mezar üstünde, hamamda, gübrelikte, pisliðe yakýn bir yerde namaz kýlmak.

 

25) Camide ön safta açýk yer varken ilerlemeyip arkada namaza durmak.

 

26) Kor hâlindeki ateþe karþý namaz kýlmak. Mum, kandil, lâmba karþýsýnda namaz kýlmakta bir kerahet yoktur.

 

27) Tembellik eseri yanýnda takke taþýmayý bir külfet sayarak veya baþýný örtmeyi ehemmiyetsiz görerek baþý açýk namaz kýlmak. Halbuki namazda baþýn örtülü olmasý sünnettir. Hattâ, secde esnasýnda baþtan düþen takkeyi amel-i kesîr iþlemeden (meselâ tek el ile) yerden alýp baþa örtmeyi bâzýlarý efdal görmüþlerdir. Bir özürden dolayý baþýn açýk bulunmasýnda ise kerahet yoktur.

 

28) Âyetleri, rükû' ve secdelerde okunan tesbihleri el ile saymak.

 

29) Uyuyan insanlara ve insanýn yüzüne karþý da namaz kýlma mekruhtur. Arkasý dönük kimseye karþý namaz kýlmakta hiçbir mahzur yoktur.

 

30) Önünden insan geçeceði tahmin edilen yerde, namaz kýlarken önüne sütre koymamak da mekruhtur.

 

31) Farz namazlarda özürsüz bir þeye dayanmak ve saða-sola sallanmak da mekruhtur.

 

32) Secdeye giderken özürsüz olarak ellerini dizlerinden önce yere koymak; kalkarken de dizleri ellerden önce kaldýrmak veya ellerine abanarak kalkmak.

 

33) Rükû'da iken baþý sýrt ile beraber olarak düz tutmayýp yukarý dikmek ve aþaðý eðmek.

 

34)  Besmele'yi ve Âmin'i açýktan söylemek.

 

35)  Rükû ve secde tespihlerini 3'den az yapmak.

 

36)  Zaruret yokken sýrtýna veya kucaðýna çocuk alarak namaza durmak.

 

37) Zaruret yokken erkeðin ipek elbise ile namaz kýlmasý. Ýpek seccade üzerinde ise namaz kýlýnabilir. Çünkü erkek için haram olan ipek giymektir. Kullanmak ise câizdir.

 

 

 

c) Namazýn Cem Edilmesi

 

 

Cem'i takdim ve Cem'i tehir

 

Namazýn geciktirilmesi veya öne alýnmasý ile ilgili bir fýkýh terimi.

 

Cem'; sözlükte birleþtirmek, toplamak, biraraya getirmek demektir. Takdîm; öne almak, öne geçirmek, tehîr ise; geri býrakmak, geciktirmek anlamýna gelir. Bir fýkýh terimi olarak cem'-i takdîm, hacc yapanlarýn vakfe için Arafat'a çýktýklarýnda güneþin zevalinden sonra, yani öðle namazýnýn vakti içinde, önce öðle namazýný; hemen arkasýndan da ikindi namazýný birleþtirerek kýlmalarýdýr. Cem'i tehîr ise, yine hacýlarýn güneþ battýktan sonra Arafat'tan Müzdelife'ye geldiklerinde; önce, vakti geciken akþam namazýný kýlmalarý, hemen arkasýndan da yatsý namazýný edâ etmeleridir.

 

Burada öðle ile ikindi ve akþamla yatsý namazlarý, ayný vakitte birleþtirilerek kýlýndýklarý için buna "camii's-salâteyn" yani "iki namazý birleþtirme" terimi de kullanýlmýþtýr. Ebû Hanîfe ile bazý Þâfiîlere göre, bu iki namazý birlikte kýlmanýn sebebi hacc; Þâfiîlerin çoðunluðuna göre ise yolculuktur.[448]

 

Her namazý kendi vaktinde kýlmak farzdýr. Zira vakit, namazýn þartlarýndandýr. Ayetlerde þöyle buyurulur:

 

اِنَّ الصَّلوةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِنينَ كِتَابًا مَوْقُوتًا

 

"Namaz müminlere vakitli olarak farz kýlýndý."[449]

 

حَافِظُوا عَلَى الصَّلَوَاتِ وَالصَّلوةِ الْوُسْطى

 

"Namazlara ve orta namaza (ikindiye) devam ediniz..."[450]

 

اَقِمِ الصَّلوةَ لِدُلُوكِ الشَّمْسِ اِلى غَسَقِ الَّيْلِ

 

"Gündüzün iki ucunda ve gecenin gündüze yakýn saatlerinde namaz kýl... "[451]

 

Yine, Hz. Peygamber'e, güneþin eðilmesinden gecenin karanlýðýna kadar ve bir de, tan yeri aðarýrken namaz kýlmasý emredilir.[452]

 

Hz. Peygamber (a.s.) namaz vakitlerini genel olarak bildiren bu ayetlerin uygulamasýný ve beþ vakit namazýn vakitlerini bizzat açýklamýþ, ümmete göstermiþ ve böyle kýlmýþtýr.[453]

 

Her namazýn kendi vakti içinde kýlýnmasý prensibinin istisnasý, hacc yapanlarýn Arafat'ta öðle ile ikindi namazýný, öðle vaktinde; Müzdelife'de de akþamla yatsý namazýný yatsý vaktinde birleþtirerek kýlmalarýdýr. Bu konuda fakîhler arasýnda görüþ birliði vardýr. Çünkü Veda Haccý sýrasýnda Hz. Peygamber'in uygulamasý ve sözleri, namazýn vakitleriyle ilgili ayet ve hadisleri tahsis edecek kuvvettedir.

 

ـ وعن ابن مسعود رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]مَا رأيتُ رَسولَ اللّهِ # صَلّى صََةً لِغَيْرِ مِيقَاتِهَا إّ صََتَيْنِ، جَمَع بَيْنَ الْمَغْرِبِ وَالْعِشَاءِ بالمُزْدَلِفَةِ، وَصَلّى الْفَجْرَ يَوْمَئِذٍ قَبْلَ مِيقَاتِهَا.

 

Ýbnu Mes'ud (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ý þu ikisi hariç, vakti dýþýnda tek bir namazý kýldýðýný görmedim: Müzdelife'de akþamla yatsýyý birleþtirdi. O gün sabahý da vaktinden önce kýldý."[454]

 

 

Yine Abdullah b. Mesud, Hz. Peygamber'in vefatýndan sonra yaptýðý bir hacc sýrasýnda, Müzdelife'de akþamla yatsý namazlarýný birleþtirerek kýlmýþ, sabah namazýný da erkence kýldýrdýktan sonra, Rasûlullah'ýn þöyle buyurduðunu bildirmiþtir: "Akþamla yatsýdan ibaret olan Þu iki namazýn, Þu Müzdelife mevkiinde mutat olan vakitleri deðiþtirilmiþtir. Sakýn insanlar yatsý vakti girmeden Müzdelife ye gelip de bu iki namazý erkenden birleþtirmesin."[455]

 

Hz. Peygamber'in Arafat ve Müzdelife dýþýnda bazý yolculuk ve meþakkatli zamanlarda da öðle ile ikindiyi, akþamla yatsýyý birleþtirerek kýldýðý olmuþtur.

 

Sâlim b. Abdillah, babasýndan þöyle nakletmiþtir: "Rasûlullah (a.s.) sefere acele ettiði zaman akþam namazýný geciktirerek, yatsý ile birlikte kýlmýþtýr."[456]

 

Yine Muaz b. Cebel'den rivayete göre,o þöyle demiþtir: "Hz. Peygamber ile beraber Tebük savaþýna çýktýk. Hz. Peygamber, öðle ile ikindiyi birlikte, akþam ile yatsýyý da birlikte kýlardý."[457]

 

Bu ve benzeri hadîsler Hanefî mezhebince, Rasûlullah'ýn bunlarda birinci namazý vaktinin sonunda kýlmýþ olduðu, ikinci namazý da vaktinin evveline aldýðý; ancak her iki namazý bir vakitte kýldýðý þeklinde anlaþýlmýþtýr.

 

Ýbn Abbas'ýn naklettiði hadîs de bu manayý destekler: "Rasûlullah (a.s.) Medine'de korku veya yaðmur yokken, öðle ile ikindiyi, akþamla yatsýyý da birlikte kýldý." Ýbn Abbas'a Rasûlullah'ýn bununla ne yapmak istediði sorulmuþ, o þu cevabi vermiþtir: "Ümmetine meþakkat vermemeyi kastetti..."[458]

 

Ýslâm âlimlerinden hiçbirisi, hazarda, iki namazý birleþtirmenin caiz olduðunu söylememiþtir. Bu yüzden yukarýdaki Ýbn Abbas hadîsi birinci namazýn vaktinin sonunda, ikinci namazýn da ilk vaktinde kýlýnmasý anlamýna gelir. Buradan anlaþýlan þudur: Arafat ve Müzdelife dýþýnda iki namazýn birleþtirilmesi sadece þeklen olmuþtur. Aslýnda iki namaz ayrý ayrý kendi vakitleri içinde kýlýnmýþ; ancak birinci namaz vaktinin sonuna geciktirilmiþ, ikinci namaz ise ilk vaktinde edâ edilmiþtir.

 

Bu konudaki hadisler, Hanefilerce namazýn þartlarýndan olan vakti tahsis edecek güçte kabul edilmemiþtir. Yolculukta namazýn vaktinden önce cem'i takdîm (öne alýnarak birleþtirme) þeklinde kýlýnacaðýna delâlet eden, Hz. Muaz'dan naklen Ebû't-Tufeyl'in rivayet ettiði hadisten baþka açýk hadis yoktur. Bu hadîste þöyle denilmektedir: "Hz. Peygamber, Tebük savaþýnda, güneþ battýktan sonra yola çýkarsa, yatsýyý öne alýr ve onu akþamla birlikte kýlardý."[459]

 

Tirmizî bu hadîsin "garîb" olduðunu söylemiþ, Hâkim ise, "Bu hadîs uydurmadýr" demiþtir. Ebû Dâvud namazýn vaktinden önce kýlýnacaðýný bildiren sabit bir hadîs olmadýðýný belirtir.[460]

 

Ýmam Mâlik de, Arafat ve Müzdelife dýþýnda iki namazý birleþtirmeyi þekil bakýmýndan mümkün görür. O þöyle der: "Yolculuk zorlamadýkça, kiþinin seferde iki namazý birleþtirerek kýlmamasý caiz deðildir. Öðle ile ikindi arasýnda kiþiyi yolculuk zorlarsa, öðleyi vaktin sonuna kadar geciktirerek öyle kýlar, sonra ikindiyi vaktin ilk cüzünde kýlar. Akþam namazýný da vaktin sonuna þafak batmadan öncesine kadar geciktirerek bu vakitte kýlar. Sonra yatsýyý ilk vaktinde kýlar."[461]

 

Abdullah b. Abbas'tan, Rasûlullah (a.s.)'ýn Medine'de öðle ile ikindiyi ve akþamla yatsýyý yedi ve sekiz rekat olarak bir arada kýldýðý rivayet edilmiþtir. Ebû Eyyûb, "Sanýrým bu yaðmurlu bir gecede olmuþtur" demiþ,

 

Ýbn Abbas da "Olabilir" karþýlýðýný vermiþtir. Amr da der ki: "Ben, ey Ebu'þ Þa'sa sanýrým Hazret-i Peygamber öðleyi ertelemiþ ikindiyi vaktin baþýnda kýlmýþ, akþamý ertelemiþ yatsýyý vaktin baþýnda kýlmýþtýr dedim. O da ben de öyle sanýyorum dedi." Müslim þöyle der: "Rasûlullah, korku ve yolculuk olmaksýzýn öðle ve ikindi ile akþam ve yatsýyý bir arada kýldý." Müslim'in bir diðer rivayetinde: "Korku ve yaðmur olmaksýzýn..." denilmiþtir.[462]

 

Sonuç olarak hacc farizasý dýþýnda normal yolculuk, hastalýk ve benzeri darlýk zamanlarýnda öðle ve akþam namazlarýný son vakitlerinde, hemen arkasýndan da ikindi ve yatsý namazlarýný ilk vakitlerinde kýlmak mümkündür. Böylece iki namaz birlikte fakat kendi vakitlerinde kýlýnmýþ olur. Bu uygulama, Ýslâm'ýn müslümanlara getirdiði bir kolaylýktýr.

 

 

 

d) Ezan ve Kamet

 

 

Ezan ve Kametin Tanýmý, Hükmü Fazileti ve Lafzý

 

Ezanýn lügat manasý “bildirmek, ilan etmek" demektir. Ýslam’a ýstýlâhta: Özel bir þekilde namazýn vaktini bildirmektir. Bunun için vakit girmeden evvel ezan okunmaz.

 

Ezan, sünneti müekkededir. Ezan Arapça'nýn dýþýnda (Farsça, Türkçe, Ýngilizce v.s.) hiçbir lisanla okunmaz. Dolayýsýyla baþka lisanlarla namaz vakti ilân edilse, duyanlar üzerine namaz vacip olmaz. Kamet de namaz kýlýnan yerde ayakta ve kýbleye doðru okunur ve hemen namaza durulur. Ezan okuyana “Müezzin” denir.

 

Ezan Kur’an, Sünnet ve Ýcma ile sabittir. Ayette:

 

 ¡ñì¨Ü £–Ûa ó Û¡a ¤á¢n¤í …b ã a ‡¡a ë

 

“Namaza nida ettiðiniz zaman...”[463] buyrulmaktadýr. Burada ezanýn sübutu söz konusudur.

 

Ezan

 

ـ عن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]كانَ المُسْلِمُونَ حِينَ قَدِمُوا المَدِينَةَ يَجْتَمِعُونَ فَيَتَحَيَّنُونَ الصََّةَ وَلَيْسَ يُنَادِى بِهَا أحَدٌ، فَتَكَلَّمُوا يَوْماً في ذَلِكَ. فقَالَ بَعْضُهُمْ: اتَّخَذُوا نَاقُوساً مِثْلَ نَاقُوس النَّصَارَى، وَقالَ بَعْضُهُمْ: اتَّخَذُوا قَرْناً مِثْلَ قَرْنِ الْيَهُودِ. فقَالَ عُمَرُ رَضِيَ اللّهُ عَنْه: أوََ تَبْعَثُونَ رَجًُ يُنَادِى بِالصََّةِ؟ فقَالَ رسولُ اللّهِ #: يَا بَِلُ قُمْ فَنَادِ بِالصَّةِ.

 

 Ýbnu Ömer (radýyallâhu anhümâ) anlatýyor: "Müslümanlar Medîne'ye geldikleri vakit toplanýyorlar ve namaz vakitlerini birbirlerine soruyorlardý. Namaz için kimse nidâ etmiyordu. Bir gün bu hususta konuþtular. Bazýlarý:"Hristiyanlarýn çaný gibi bir çan edinin" dedi. Bazýlarý da:"Yahudilerin boynuzu gibi bir boynuz edinerek (onu öttürün!)" dedi. Hz. Ömer (radýyallâhu anh):"Bir adam çýkarsanýz da namazý ilan etse!" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Ey Bilâl! Kalk! namazý ilan et!" dedi."[464]

 

 وعن أبى عمير بن أنس عن عمومة له من ا‘نصار قال: ]اهْتَمّ رسولُ اللّهِ # لِلصَّةِ كَيْفَ يَجْمَعُ النَّاسَ لَهَا؟ فَقِيلَ لَهُ: انْصُبْ رَايَةً عِنْدَ حُضُورِ الصَّةِ فإذَا رَأوْهَا آذَنَ بَعْضُهُمْ بَعْضاً: فَلَمْ يُعْجِبْهُ ذَلِكَ، فَذُكِرَ لَهُ الْقُنْعُ، وَهُوَ شَبُّورُ الْيَهُودِ فََلَمْ يُعْجِبْهُ ذَلِكَ. فقَالَ: هذَا أمْرِ مِنْ أمْرِ الْيَهُودِ؛ فَذُكِرَ لَهُ النَّاقُوسُ. فقَالَ: هُوَ مِنْ أمْرِالنّصَارَى. فَانْصَرَفَ عَبْدُاللّهِ بنُ زيد ا‘نْصَارِىُّ وَهُوَ مُهْتَمٌّ لِهَمِّ رسولِ اللّهِ # فأُرِىَ ا‘ذَانَ في مَنَامِهِ.

 

 Ebû Umeyr Ýbnu Enes, Ensar'dan olan bir amcasýndan naklen anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) halký namaza nasýl toplayacaðý meselesine eðildi. Kendisine:"Namaz vakti olunca bir bayrak dik, onu görünce halk birbirine haber verir" dendi. Bu, Aleyhissalâtu vesselâm'ýn hoþuna gitmedi. Bunun üzerine O'na, boynuz hatýrlatýldý. Bu, yahudilerin borazaný idi. Onu bu da memnun etmedi ve hatta: "Bu yahudi iþidir!" dedi. Bunun üzerine büyük çan hatýrlatýldý. Efendimiz:"Bu hristiyanlarýn iþidir" dedi. Bu (konuþmalar)dan sonra Abdullah Ýbnu Zeyd el-Ensârî, Resûlullah'ýn üzüntüsüne üzülerek ayrýldý. Bunun üzerine rüyasýnda ezan öðretildi."[465]

 

ـ وفي أخرى له: ]جَاءَ رَجُلٌ مِنَ ا‘نْصَارِ فقَالَ يَا رسُولَ اللّهِ: إنِّى لَمّا رَجَعْتُ لِمَا رَأيْتُ مِنْ اهْتِمَامِكَ رَأيْتُ رَجًُ كَأنّ عَلَيْهِ ثَوْبَيْنِ أخْضَرَيْنِ فقَامَ عَلى المَسْجِدِ فأذَّنَ ثُمَّ قَعَدَ قَعْدَةً ثُمَّ قَامَ فقَالَ مِثْلَهَا إّ أنّّهُ يَقُولُ قَدْ قَامَتِ الصَةُ؛ وَلَوَْ أنْ يَقُولَ النّاسُ لَقُلْتُ إنِّى كُنْتُ يَقْظَاناً غَيْرَ نَائِمٍ، فقَالَ رَسُولُ اللّهِ #: لَقَدْ أراكَ اللّهُ خَيْراً فَمُرْ بًَِ فَلْيُؤَذِّنْ. فقَالَ عُمَرُ رَضِيَ اللّهُ عَنْه: أمَا إنِّى قَدْ رأيْتُ مَثْلَ الَّذِى رَأى، وَلَكِنِّى لِما سُبِقَتْ اسْتَحْيَيْتُ، وَقالَ فِيهِ: فَاسْتَقْبَلَ الْقِبْلَةَ، قالَ:اللّهُ أكْبَرُ، اللّهُ أكْبَرُ، اللّهُ أكْبَرُ، اللّهُ أكْبَرُ، أشْهَدُ أنْ َ إلَهَ إَّ اللّهُ، أشْهَدُ أنْ َ إلَهَ إَّ اللّهُ، أشْهَدُ أنّ مُحَمّداً رسولُ اللّهِ، أشْهَدُ أنَّ مُحَمّداً رَسُولُ اللّهِ، حَىّ عَلى الصةِ مَرَّتَيْنِ، حَىّ عَلى الفََحِ مَرَّتَيْنِ، اللّهُ أكْبَرُ اللّهُ أكْبَرُ، َ إلَهَ إَّ اللّهُ، ثُمَّ أُمْهِلَ هُنَيَةً، ثُمَّ قَامَ فقَالَ مِثْلَهَا، إَّ أنهُ زَادَ بَعْدَ مَا قَالَ حَىَّ عَلى الفََحِ، قَدْ قَامَتِ الصَةُ قَدْ قَامَتِ الصَّةُ. قالَ فقَالَ رسولُ اللّهِ # لقِّنْهَا بًَِ. فأذّنَ بِهَا بَِلٌ[.   »الشّبُّورَ« الْبُوقُ.

 

- Bir diðer rivayette þöyle denmiþtir: "Ensardan bir adam gelerek:"Ey Allah'ýn Resûlü! Ben sizin üzüntünüzü görüp ayrýldýðým vakit (rüyamdan) bir adam gördüm. Üzerinde yeþil renkli iki giysi vardý. Kalkýp mescidin üzerinde ezan okudu. Sonra bir miktar oturdu. Tekrar kalkýp ayný söylediklerini bir kere daha tekrarladý. Ancak bu sefer bir de kad kâmeti'ssalât (namaz baþlamýþtýr) cümlesini ilave etti. Eðer halkýn (bana yalancý diyeceðinden korkum) olmasaydý ben "uykuda deðildim, uyanýktým" diyecektim" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):"Allah sana hayýr göstermiþ. Bilâl'e söyle (bu kelimeleri söyleyerek) ezan okusun!" dedi. Hz. Ömer (radýyallâhu anh) de atýlarak:"Onun gördüðünü aynen ben de gördüm, ancak o, anlatma iþinde benden önce davranýnca, ben utandým (anlatamadým)" dedi."Adam anlattýklarý arasýnda þunlarý da söyledi: "(Mescidin üzerine çýkan adam) kýbleye yöneldi ve dedi ki: "Allahu ekber Allahu akber Allahu ekber Allahu ekber, eþhedu en lâ ilâhe illallah, eþhedu en lâ ilâhe illallah. Eþhedü enne Muhammeden Resûlullah eþhedü enne Muhammeden Resûlullah, hayye ala'ssalât -iki defa-, hayye ala'lfelâh -iki defa- Allahu ekber Allahu ekber, lâilâhe illallah."Sonra bir miktar durduruldu. Sonra adam tekrar kalktý, ayný þeyleri yeniden söyledi. Ancak bu sefer Hayye ala'lfelâh'tan sonra kad kâmeti'ssalât kad kâmeti'ssalât dedi. Râvi ilave etti: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):"Bunu Bilâl'e öðret!" buyurdu. (Adam emri yerine getirdi) Bilâl de onlarý söyleyerek ezan okudu."[466]

 

Akþam namazýnda ezanýn arkasýndan kamet getirilirken camiye giren kimse oturur. Ayakta durmasý mekruhtur. Ezan okunurken müezzinin söz söylemesi ve selam almasý mekruhtur.

 

Ezan Duasý

 

ـ وعن جابر رَضِيَ اللّهُ عَنْه ]أنّ رسولَ اللّهِ # قالَ: مَنْ قالَ حِينَ يَسْمَعُ النِّدَاءُ: اللَّهُمَّ رَبّ هذِهِ الدّعْوَةِ التّامّةِ وَالصَّةِ الْقَائِمَةِ آتِ مُحَمّداً الْوَسِيلَةَ وَالْفَضِيلَةَ وَابْعَثْهُ مَقَاماً مَحْمُوداً الَّذِي وَعَدْتَهُ[.وفي رواية: »كَمَا وَعَدْتَهُ إَّ حَلّتْ لَهُ شَفَاعَتِى يَوْمَ الْقِيَامَةِ

 

- Hz. Câbir (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Ezaný iþittiði zaman kim: "Allâhümme Rabbe hâzihi'dda'veti'ttâmme ve'ssalâti'lkâime âti Muhammedeni'l-Vesîlete ve'lfadîlete veb'ashu makâmen mahmûdeni'llezî va'adtehu.

Manasý:

(Ey bu eksiksiz davetin ve kýlýnan namazýn sahibi! Muhammed'e Vesîle'yi ve fazîleti ver. O'nu, va'adettiðin -bir rivayette va'adettiðin üzere- makam-ý Mahmûd üzere ba's et (dirilt)" derse, ona Kýyâmet günü mutlaka þefaatim helal olur."[467]

 

Makam-i Mahmud: Kýyamet gününde Peygamber Hz. Muhammed (as)' ýn oturacaðý yer:

 

 a¦…ì¢à¤z ß b¦ßb Ô ß  Ù¢£2 ‰  Ù r È¤j í ¤æ a 󬨎 Ç

 

“Umut et ki Rabbin seni makam-i mahmud'a getirecektir."[468]

 

Ezân-i Muhammedi’nin Meþru Olmasý

 

Hicretin birinci yýlýnda Medin'de, Mescid-i Nebevi'nin inþaatý tamamlanmýþ ve müminler cemaat halinde namaz kýlmaya baþlamýþlardýr.

 

Abdullah ibn-i Ömer (ra): "Müslümanlar muhacir olarak Medine'ye geldikleri zaman, bir araya toplanýp namaz vaktini gözetlerdi. Bugün bu husus hakkýnda aralarýnda müþavere ettiler. Bazýlarý Hýristiyanlarýn çaný gibi, çan kullanýlsýn, diðer bazýlarý da çan olmasýnda Yahudilerin nefirisi gibi boru calinsin teklifinde bulundu. Hz.Ömer (ra): "Öyle ama, namaza insanlarý çaðýrmak için niçin bir adam görevlendirmiyoruz?" dedi. Resùl-i Ekrem (as) bunun üzerine: "Haydi Bilâl kalk, namaz için nida et!" buyurdu.

Abdullah bin Zeyd'in bu müþavereden sonra ezani rüyasýnda gördüðünü ve bu durumu Resúl-i Ekrem (as)'e bildirdiðini kaydetti. Hz. Ömer (ra)'in de ayný günlerde ezani rüyasýnda iþittiðini kaydediyor.[469]

 

Kamet

 

ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه. ]أنَّ سَائًِ سَألَ رسولَ اللّهِ # عَنْ وَقْتِ الصُّبْحِ فَأمَرَ بًَِ فَأذَّنَ حِينَ طَلَعَ الْفَجْرُ، فَلَمَّا كَانَ مِنَ الْغَدِ أخَّرَ الْفَجْرَ حَتَّى أسْفَرَ. ثُمَّ أمَرَهُ فَأقَامَ فَصَلّى. ثُمَّ قَالَ: هذَا وَقْتُ الصَّةِ.

 

 Hz. Enes (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Bir kimse, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a sabah namazýnýn vaktini sormuþtu. O da Hz. Bilâl'e emretti. Þafak sökerken ezan okudu. Ertesi gün ortalýk aðarýncaya kadar sabah ezanýný tehir etti. Sonra ikâmet okumasýný emretti ve namazý kýldý. Sonra da adama:"Ýþte bu, (sabah) namazýnýn vaktidir" dedi."[470]

 

ـ وعن زياد بن الحارث الصُّدَائِى رَضِيَ اللّهُ عَنْه قالَ: ]لَمّا كانَ أوَّلُ أذَانِ الصُّبْحِ أَمَرَنِى رسولُ اللّهِ # فأذَنْتُ فَجَعَلْتُ أقُولُ: أُقِيمُ يَا رسولَ اللّهِ؟ فَجَعَلَ يَنْظُرُ إلى نَاحِيَةِ المَشْرِقِ إلى الْفَجْرِ فَيَقُولُ: َ. حَتَّى إذَا طَلَعَ الْفَجْرُ نَزَلَ فَبَرَزَ ثُمَّ انْصَرفَ إلىَّ، وَقَدْ تََحَقَ أصْحَابُهُ فَتَوَضّأ؟ فأرَادَ بَِلٌ أنْ يُقِيمَ. فقَالَ لَهُ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّ أخَا صُدَاءَ أذَّنَ، وَمَنْ أذَّنَ فَهُوَ يُقيمُ. قَالَ: فَأقَمْتُ.

 

- Ziyâd Ýbnu'l-Hâris es-Sudâî (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Sabah ezanýnýn ilk vakti girince, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana emretti, ben de ezan okudum ve:"Ýkâmet de getireyim mi ey Allah'ýn Resûlü?" diye sordum. (Soruma hemen cevap vermeyip) doðu tarafýna, fecre bakmaya baþladý ve: "Hayýr!" dedi. Ne zaman ki þafak söktü Hz. Peygamber (bineðinden) indi, abdest bozdu. Sonra bana doðru geldi. (Bu ara Ashâbý da toplandý. Abdestini aldý. Bilâl ikâmet okumak istedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):"Sudâ'nýn kardeþi ezan okudu, ezaný okuyan ikâmeti getirsin!" dedi. Ben de ikâmet getirdim."[471]

 

ـ وعن سماك بن حرب قال: ]كانَ بَِلٌ يُؤَذِّنُ إذَا دَحَضَتِ الشّمْسُ فََ يُقِيمُ حَتَّى يَخْرُجَ النّبىُّ #. فَإذَا خَرَجَ أقَامَ الصََّةَ حِينَ يَرَاهُ.

 

-  Simak Ýbnu Harb anlatýyor: "Bilâl, güneþ (öðlede, batý cihetine) kayýnca ezan okurdu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) odasýndan çýkýncaya kadar ikâmet getirmezdi. Odasýndan çýkýnca, O'nu görür görmez ikâmet getirirdi."[472]

 

ـ وعن جابر رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رسولَ اللّهِ # لِبَِلٍ: إذَا أذَّنْتَ فَتََرَسَّلْ، وَإذَا أقَمْتَ فَأحْدِرْ، وَاجْعَلْ بَيْنَ أذَانِكَ وَإقَامَتِكَ قَدْرَ مَا يَفْرُعُ اكِلُ مِنْ أكْلِهِ، وَالشّارِبُ مِنْ شُرْبِهِ، وَالمُعْتَصِرُ إذَا دَخَلَ لِقَضَاءِ حَاجَتِهِ. قالَ: وََ تَقُومُوا حَتَّى تَرَوْنِى.

 

- Hz. Câbir (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Bilâl (radýyallâhu anh)'e:"Ezan okuduðun zaman aðýr aðýr oku. Ýkâmet getirdiðin zaman da peþ peþe serî oku. Ezanla ikâmetin arasýna, yemek yiyenin yemeðinden, içenini içmesinden, üzerine sýkýþarak helaya girmiþ olanýn heladan fârið olacaðý bir zaman fasýlasý koy " diye talimat verdi. Þunu da ilave etti: "Beni görünceye kadar da (ikâmet için) kalkmayýn."[473]

 

Ezan okunurken, riayeti tavsiye edilen teressül, ezanýn kelimelerini birbirinden keserek teker teker söylemek mânasýna gelir. Ýbnu Kudâme teressülü, yavaþlýk ve teennî diye açýklar. Böylece ezanýn acele edilmeden, her kelimeye müstakil bir nefes tahsis ederek okunmasýný ve mesela, baþtaki dört tekbirin dört ayrý nefeste okunmasýný tavsiye etmiþ olmaktadýr.

 

Ancak Nevevî: "Ashabýmýz her iki tekbiri bir nefeste okumayý, yani bidayette Allahu ekber Allahu ekber' bir nefeste, sonra Allahu ekber Allahu ekber'i bir ikinci nefeste okumayý müstehab addetmiþlerdir" der. Nevevî'nin bu açýklamasý Efendimizin, müezzinin söylediklerini tekrar etmeyi tavsiye ettiði hadiste belirtilen ezan okunuþ tarzýna uygundur.

 

Ýkâmette tavsiye edilen hadr ise teressül'ün zýddýdýr. Aslen inmek, düþmek mânasýna gelse de kýraatte sür'at, çabukluk demektir. Þârihler, sadedinde olduðumuz nebevî tavsiyeden, ikâmet okurken cümlelerin birbirini hazlýca takib etmesi, araya -ezanda olduðu gibi- fasýla girmemesi gerektiðini anlarlar.

 

Ýbnu Kudâme: "Ezan gaib olana hitaptýr, onun vurgulanarak söylenmesi uygundur. Ýkâmet ise hazýr olana hitaptýr, vurgulamaya gerek yoktur" der. Hz. Ömer, Beytu'l-Makdis'e müezzin tayin ettiði zaman: "Ezan okurken aðýr aðýr oku, ikâmet getirirken serî ol" tembihinde bulunmuþtur.

 

Mu'tasýr: Dilimizdeki "üzerine sýkýþmak" tabirinin karþýlýðýdýr. Büyük veya küçük abdesti sýkýþýp, sýkýntýsýný hisseden, karnýný veya fercini sýkan, dolayýsiyle helaya girme ihtiyacýnda olan kimse mânasýna gelir.

 

"Beni görünceye kadar kalkmayýn" sözü müezzine tembihtir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Mescid'in avlu kýsmýnda inþa edilmiþ olan hücrelerde ikâmet ediyordu. Namaz vakitlerinde, ihtiyaç anlarýnda mescide geçiyorlardý.

 

Bu rivayet, Efendimizin sünnetleri hane-i saadetlerinde eda ettiklerini, farzý kýlmak üzere mescide teþrif buyurduklarýný göstermektedir: "Benim girdiðimi görmeden ikâmet getirmeyin, ben ne zaman kapýdan içeriye adýmý mý atarsam ikâmet getirin, böylece farzýn edasýna hemen baþlarýz.." demiþ olmaktadýr.

 

Ezanýn Sözleri

 

Ezanýn sözleri ve bu sözlerin kýsaca mânalarý þöyledir:

 

ـ حَدّثَنَا مُحَمّدُ بْنُ بَشَّارٍ، وَمُحَمّدُ بْنُ يَحْيى. قَاَ ثَنَا أبُو عَاصِمٍ. أنْبَأَنَا ابْنُ جُرَيْحٍ. أخْبَرَنِي عَبْدُ الْعَزِيزِ بْنُ عَبْدِ الْمَلِكِ بْنِ أبِي مَحْذُورَةَ، عَنْ عَبْدِاللّهِ بْنِ مُحَيْرِيزٍ، وَكَانَ يَتِيماً فِي حِجْرِ أبِي مَحْذُورَةَ بْنِ مِعْيَرٍ، حِينَ جَهَّزَهُ إلى الشَّامِ. فَقُلْتُ ‘بِي مَحْذُورَةَ: أيْ عَمِّ! إنِّي خَارِجٌ إلى الشَّامِ، وَإنِّي أُسْأَلُ عَنْ تَأذِينِكَ. فَأخْبَرَنِي أنَّ أبَا مُحْذُورَةَ قَالَ: خَرَجْتُ فِي نَفِرٍ. فَكُنَّا بِبَعْضِ الطَّرِيقِ. فَأذَّنَ مُؤَذَّنُ رَسُولِ اللّهِ # بِالصََّةِ، عِنْدَ رَسُولِ اللّهِ # فَسَمِعْنَا صَوْتَ الْمُؤَذَّنِ وَنَحْنُ عَنْهُ مُتَنَكِّبُونَ. فَصَرَخْنَا نَحْكِيهِ، نَهْزَأُ بِهِ. فَسَمِعَ رَسُولُ اللّهِ #. فَأرْسَلَ إلَيْنَا قَوْماً فَأقْعَدُونَا بَيْنَ يَدَيْهِ. فَقَالَ: »أيُّكُمُ الّذِي سَمِعْتُ صَوْتَهُ قَدِ ارْتَفَعَ؟« فَأشَارَ إلَيَّ الْقَوْمُ كُلُّهُمْ، وَصَدَقُوا. فَأَرْسَلَ كُلَّهُمْ وَحَبَسَنِي. وَقَالَ لِي: »قُمْ فَأذِّنْ«. فَقُمْتُ، وََ شَيْءَ أكْرَهُ إلَيَّ مِنْ رَسُولِ اللّهِ # وََ مِمَّا يَأْمُرُونِي بِهِ فَقُمْتُ بَيْنَ يَدَيْ رَسُولِ اللّهِ #، فَألْقَى عَلَيَّ رَسُولُ اللّهِ التَّأذِينَ هُوَ بِنَفْسِهِ. فَقَالَ »قُلْ: اللّهُ أكْبَرُ، اللّهُ أكْبَرُ، اللّهُ أكْبَرُ، اللّهُ أكْبَرُ. أشْهَدُ أنْ َ إلهَ إَّ اللّهُ، أشْهَدُ أنْ َ إلهَ اَِّ اللّهُ. أشْهَدُ أنَّ مُحَمّداً رَسُولُ اللّهِ، أشْهَدُ أنَّ مُحَمّداً رَسُولُ اللّهِ« ثُمَّ قَالَ لِي: »اِرْفَعْ مِنْ صَوْتِكَ. أشْهَدُ أنْ َ إلَهَ إَّ اللّهُ، أشْهَدُ أنْ َ إلهَ إَّ اللّهُ، أشْهَدُ أنَّ مُحمّداً رَسُولُ اللّهِ أشْهَدُ أنَّ مُحَمّداً رَسُولُ اللّهِ. حَيَّ عَلَى الصََّةِ، حَيَّ عَلَى الصََّةِ. حَيَّ عَلَى الْفََحِ، حَيَّ عَلَى الْفََحِ اللّهُ أكْبَر، اللّهُ أكْبَرُ. َ إلهَ إَّ اللّهُ«ثُمَّدَعَانِي حِينَ قَضَيْتُ التَّأذِينَ فَأعْطَانِي صُرَّةً فِيهَا شَيْءٌ مِنْ فِضَّةٍ. ثُمَّ وَضَعَ يَدَهُ عَلَى نَاصِيةِ أبِي مُحْذُورَةَ. ثُمَّ أمَرَّهَا عَلَى وَجْهِهِ، ثُمَّ عَلَى ثَدْيَيْهِ، ثُمَّ عَلَى كَبِدِهِ، ثُمَّ بَلَغَتْ يَدُ رَسُولِ اللّهِ # سُرَّةَ أبِي مُحْذُوَرةَ. ثُمَّ قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: »بَارََكَ اللّهُ لَكَ وَبَارَكَ عَلَيْكَ« فَقُلْتُ: يَا رَسُولَ اللّهِ! أمَرْتَنِى بِالتَّأذِينِِ بِمَكَّةَ! قَالَ »نَعَمْ. قَدْ أمَرْتُكَ« فَذهَبَ كُلُّ شَيْءٍ كَانَ لِرَسُولِ اللّهِ # مِنْ كَرَاهِيَةٍ، وَعَادَ ذلِكَ كُلُّهُ مُحَبَّةً لِرَسُولِ اللّهِ # فَقَدِمْتُ عَلَى عَتَّابِ بْنِ أسِيدٍ، عَامِلِ رَسُولِ اللّهِ # بِمَكَّةَ، فَأَذَّنْتُ مَعَهُ بِالصََّةِ عَنْ أمْرِ رَسُولِ اللّهِ #.قَالَ: وَأخْبَرَنِى ذلِكَ مَنْ أدْرَكَ أبَا مَحْذُورَةَ، عَلَى مَا أخْبَرَنِي عَبْدُ اللّهِ بْنُ مُحَيْرِيزٍ.

 

- Ebu Mahzûre Ýbnu Mi'yer (radýyallahu anh)'in terbiyesinde yetim olarak yetiþen Abdullah Ýbnu Muhayrýz'dan rivayet edildiðine göre, "Ebu Mahzûre, kendisini Suriye'ye göndermek üzere hazýrlarken, Abdullah, Ebu Mahzûre'ye  þöyle dediðini anlatýyor: "Ey amcacýðým! Ben Suriye'ye gidiyorum ve senin ezan okuyuþunun (hikâyesini) soruyorum."Ravi, bunun üzerine Ebu Mahzûre'nin þunu anlattýðýný belirtir: "Ben bir grupla birlikte yola çýkmýþtým. Epey bir yol almýþtýk. Resulullah  (aleyhissalâtu vesselâm)'ýn müezzini Aleyhissalâtu vesselâm'ýn yanýnda namaz için ezan okudu. Biz de müezzinin sesini Aleyhissalâtu vesselâm'a arkamýz dönük olarak iþittik.

Biz onun sesini alaylý alaylý tekrar edip  yansýladýk. (Bu yaptýðýmýzý) Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) iþitti. Bize bazý kimseler yollayarak yanýna çaðýrttý, önüne oturttu ve: "Kulaðýma kadar gelen ses hanginizin?" dedi. Arkadaþlarým beni iþaretlediler. Doðru da söylediler. Resulullah, onlarý geri çevirdi, beni alýkoydu. Sonra bana: "Kalk ezan oku!" dedi. Doðruldum. (Ezaný bilmediðimden) öyle mahçup olmuþtum ki, o anda nazarýmda Resulullah'tan  ve yapmamý emrettiði þeyden daha menfur bir þey yoktu. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ýn önünde doðrulmuþ, öyle kalmýþtým.Bunun üzerine Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), ezaný kendisi bana okudu. Arkadan: "Haydi söyle!" dedi. Allahuekber, Allahuekber, Allahuekber, Allahuekber, eþhedü en la ilahe illallah, eþhedu en la ilahe illallah, eþhedü enne Muhammede'r-Resulullah, eþhedü enne Muhammede'r-Resulullah!"Sonra bana þunu söyledi: "Sesini yükselt. Eþhedü en la ilahe illallah, eþhedu en lailahe illallah, eþhedü enne Muhammed'r-Resulullah, eþhedu enne Muhammede'r-Resulullah, hayye ala'ssalati, hayye  ala'ssalah, hayye ale'lfelahi hayye ale'lfelah. Allahuekber Allahuekber, lailahe illallah!"Sonra, ezaný bitirince beni çaðýrdý ve bana içerisinde gümüþ para bulunan bir çýkýn verdi. Sonra elini Ebu Mahzûre'nýn alnýna koydu, arkadan yüzüne kaydýrdý, sonra göðsü üzerine götürdü, sonra ciðerinin üzerine kaydýrdý. Sonra Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ýn mübarek eli, Ebu Mahzûre'nýn göbeði üzerine ulaþtý. Sonra Aleyhissalâtu vesselâm: "Allah seni mübarek kýlsýn, Allah sana bereket yaðdýrsýn"dedi. Ben de:"Ey Allah'ýn Resulü! Bana Mekke'de ezan okumam emir buyursanýz?" dedim."Haydi emrettim!" buyurdular.Derken içimde Resulullah'a karþý duyduðm bütün kötü hisler kayboldu. Yerine Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) sevgisi doldu. Hemen Resulullah'ýn Mekke'deki valisi Attab Ýbnu Esid'in yanýna geldim. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ýn emri sebebiyle Attab'ýn yanýnda namaz için ezaný ben okudum."Ravi der ki: "Ebu Mahzûre'ye  yetiþenler bu hadiseyi, Abdullah Ýbnu Muhayriz'in bana anlattýðý þekil üzere bana tahdis ettiler."[474]

 

 ¢Š j¤× a ¢é£ÜÛa  ¢Š j¤× a ¢é£ÜÛa

Allâhu Ekber Allâhu Ekber.

 

 ¢Š j¤× a ¢é£ÜÛa  ¢Š j¤× a ¢é£ÜÛa

Allâhu Ekber Allâhu Ekber.

 

 ¢é£ÜÛa  £ü¡a  é Û¡a ¬ü ¤æ a ¢† è¤( a

Eþhedü en lâ ilâhe illâllah

 

 ¢é£ÜÛa  £ü¡a  é Û¡a ¬ü ¤æ a ¢† è¤( a

Eþhedü en lâ ilâhe illâllah

 

 é£ÜÛa ¢4좠‰ ¦a † £à z¢ß  £æ a ¢† è¤( a

Eþhedü enne Muhammeder-Resûlüllah

 

 é£ÜÛa ¢4좠‰ ¦a † £à z¢ß  £æ a ¢† è¤( a

Eþhedü enne Muhammeder-Resûlüllah

 

 ¡ñ5 £–Ûa ó Ü Ç  £ó y

Hayye ale's-Salâh

 

 ¡ñ5 £–Ûa ó Ü Ç  £ó y

Hayye ale's-Salâh

 

 ¡€5 1¤Ûa ó Ü Ç  £ó y

Hayye ale'l-Felâh

 

 ¡€5 1¤Ûa ó Ü Ç  £ó y

Hayye ale'l-Felâh

 

 ¢Š j¤× a ¢é£ÜÛa  ¢Š j¤× a ¢é£ÜÛ a

Allâhu Ekber Allâhu Ekber

 

 ¢é£ÜÛa  £ü¡a  é Û¡a ¬ü

Lâ ilâhe illâllah.

 

Anlamý

 

"Allah en büyük ve en yücedir.

Allah'tan baþka hiçbir ilâh olmadýðýna þehâdet ederim.

Muhammed'in (asm) O'nun Resûlü olduðuna da þehâdet ederim.

Haydin namaza!

Haydin kurtuluþ ve felâha!

Allâh en büyük ve en yücedir.

Allah'tan baþka hiçbir ilâh yoktur."

 

Öðle, ikindi, akþam ve yatsý vakitlerinde ezan bu þekilde okunur. Sadece sabah namazýnda Hayye ale'l-Felâh dendikten sonra iki kere de:

Es-Salâtü hayrün mine'n-nevm: Namaz uykudan hayýrlýdýr, denilir.

 

Bu ilâveyi Peygamberimiz Hz. Bilâl'e emretmiþtir. Uyku dünya rahatýný, namaz ukbâ saâdetini te'min ettiðinden ve ukba rahatý, dünya rahatýndan efdal olduðundan böyle denmiþtir. Sabah namazýnýn kazasý için okunan ezanda bu ilâvenin söylenmesinde ihtilâf vardýr.

 

Ýkamet

 

Namazlarýn farzlarýný kýlmaða baþlarken okunan ezan sözlerinden ibarettir.

 

Ezan vaktin baþlangýcýnda okunur; ikamet ise farza durulacaðý zaman getirilir.

 

Ýkametin Sözleri

 

Ýkametin sözleri de ezanýn sözlerinin aynýdýr. Yalnýz, Hayye ale'l-Felâh dendikten sonra iki kere de “Kad kâmeti's-Salâh” cümlesi söylenir.

Mânasý:

“Namaza baþlandý,” demektir.

 

 

 

 

e) Cemaatle Namaz

 

 

Cemâat; topluluk ve toplanma, bir araya gelme demektir.

 

Cemâat namazý; bir araya gelen müslümanlarýn bir imama uyarak topluca kýldýklarý namaza denilir.

 

"Dinin direði" olarak tanýmlanan ve Ýslâm'ýn beþ þartýndan birisi olan beþ vakit namazýn, Ýslâm'ýn cemâate verdiði önemden dolayý, toplu olarak edâ edilmesi gerekmektedir.

 

Cemâatla namaz kýlmak Kitap, Sünnet ve Ýcmâ ile sabittir. Cenâb-i Hak Peygamberimiz'e hitaben þöyle buyurur:

 

وَاِذَا كُنْتَ فيهِمْ فَاَقَمْتَ لَهُمُ الصَّلوةَ

 

"Sen müminler arasýnda bulunup onlara namaz kýldýracaðýn zaman onlardan bir kýsmý seninle beraber olsun."[475]

 

ـ عن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسُولُ اللّهِ #: صََةُ الرَّجُلِ في جَمَاعَةٍ تُضَعَّفُ عَلى صََتِهِ في بَيْتِهِ وَسُوقِهِ خَمْساً وَعِشْرِينَ ضِعْفاً، وذَلِكَ أنَّهُ إذَا تَوَضّأَ فَأحْسَنَ الوَضُوءَ، ثُمَّ خَرَجَ إلى المَسْجِدِ َ تُخْرِجُهُ إَّ الصََّةُ لَمْ يَخْطُ خُطْوَةً إَّ رُفِعَتْ لَهُ بِهَا دَرَجَةٌ، وَحُطَّتْ عَنْهُ بِهَا خَطِيئَةٌ، فإذَا صَلَّى لَمْ تَزَلِ المََئِكَةُ تُصَلِّى عَلَيْهِ مَا دَامَ في مُصََّهُ: اللَّهُمَّ صَلِّ، اللَّهُمَّ ارْحَمْهُ. وََ يَزَالُ أحَدُكُمْ. في صََةٍ مَا انْتَظَرَ الصََّةَ.

 

- Hz. Ebû Hüreyre (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kiþinin cemaatle kýldýðý namazýn  sevabý evinde ve çarþýda (iþ yerinde) kýldýðý namazýndan yirmibeþ kat fazladýr. Þöyle ki, abdest alýnca güzel bir abdest alýr, sonra mescide gider, evinden çýkarken sadece mescid gâyesiyle çýkmýþtýr. Bu sýrada attýðý her adým sebebiyle bir derece yükseltilir, bir günahý affedilir. Namazý kýldý mý, namazgâhýnda olduðu müddetçe melekler ona rahmet okumaya devam ederler ve þöyle derler:"Ey Rabbimiz buna rahmet et, merhamet buyur."Sizden herkes, namaz beklediði müddetçe namaz kýlýyor gibidir."[476]

 

ـ وفي أخرى للشيخين عن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قالَ رَسولُ اللّهِ #: صََةُ الجَمَاعَةِ أفْضَلُ مِنْ صََةِ الْفَذِّ بِسَبْعٍ وَعِشْرِينَ دَرَجَةً[. »الْفَذُّ«: الفرد .

 

  Sahîheyn'in Ýbnu Ömer (radýyallâhu anh)'den kaydettiði bir diðer rivâyette þöyle denmiþtir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Cemaatle kýlýnan namaz, ayrý kýlýnan  namazdan yirmiyedi derece üstündür."[477]

 

ـ وعن أبى موسى رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رسولُ اللّهِ #: أعْظَمُ النَّاسِ أجْراً في الصََّةِ أبْعَدُهُمْ فَأبْعَدُهُمْ مَمْشىً، وَالَّذِى يَنْتَظِرُ الصََّةَ حَتَّى يُصلِّيهَا مَعَ ا“مَامِ أعْظَمُ أجْراً مِنَ الَّذِى يُصَلِّى ثُمَّ يَنَامُ[. أخرجه رزين. قلت: وهو في صحيح البخارى، واللّه أعلم .

 

- Ebû Mûsa (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Namazda en çok sevap alan kimse, en uzak olanlarýdýr, yürüme yönüyle en uzaktan gelenler, imamla kýlýncaya kadar namazý bekleyen kimse,  hemen kýlýp sonra da uyuyandan daha çok sevaba mazhardýr."[478]

 

ـ وعن عثمان رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]سَمِعْتُ رَسولَ اللّهِ # يَقُولُ مَنْ صَلَّى العِشَاءَ في جَمَاعَةٍ فَكَأنَّمَا قَامَ نِصْفَ اللَّيْلِ، وَمنْ صَلّى الصُّبْحَ في جَمَاعَةٍ، فَكَأنَّمَا صَلَّى اللَّيْلَ كُلَّهُ.

 

- Hz. Osman (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ý iþittim þöyle diyordu:"Kim yatsýyý bir cemaat içinde kýlarsa sanki gecenin yarýsýný ihya etmiþ gibi olur, kim de sabah namazýný bir cemaat içinde kýlarsa sanki gecenin tamamýný namazla geçirmiþ gibi olur."[479]

 

ـ وعن أبىّ بن كعب رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كانَ رَجُلٌ َ أعْلَمُ أحَداً أبَعْدَ مِنْهُ مِنَ المَسْجِدِ، وَكَانَتْ َ تُخْطِئُهُ صََةٌ، فَقِيلَ لَهُ: لَوْ اشْتَريْتَ حِمَاراً فَرَكِبْتَهُ في الظَّلْمَاءِ أوْ في الرَّمْضَاءِ؟ فقَالَ: مَا يَسُرُّنِى أنَّ مَنْزِلِى إلى جَنْبِ المَسْجِدِ، إنِّى أُرِيدُ أنْ يُكْتَبَ لِى مَمْشَاىَ إلى المَسْجِدِ وَرُجُوعِى إلى أهْلى، فقالَ رَسولُ اللّهِ #: قَدْ جَمَعَ اللّهُ تَعالى لَكَ ذلِكَ كُلَّهُ.

 

- Übeyy Ýbnu Ka'b (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Bir adam vardý Mescide ondan daha uzakta oturan birini bilmiyordum. Namazlarý da hiç kaçýrmýyordu. Kendisine: "Bir eþek alsan da karanlýk veya sýcak zamanlarda binsen!" denilmiþti, þu cevapta bulundu:"Evimin mescide yakýn olmasý beni memnun etmez. Ben mescide kadar yürümelerimin, sonra da aileme dönüþlerimin sevab olarak yazýlmasýný diliyorum."Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), (Adamýn bu sözünü iþitince): "Allah Teâlâ hazretleri bu isteklerinin  hepsini yerine getirdi" buyurdu."[480]

 

ـ عن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]أتَى رَسولَ اللّهِ # رَجُلٌ أعْمى، فقَالَ: يَا رَسولَ اللّهِ إنَّهُ لَيْسَ لِى قَائِدٌ يَقُودُنِى إلى المَسْجِدِ، وَسَألَ رَسُولَ اللّهِ # أنْ يُرَخَّصَ لَهُ، فَلَمَّا وَلَّى دَعَاهُ # فقالَ لَهُ: هَلْ تَسْمَعُ النِّدَاءَ؟ قَالَ: نَعَمْ. قالَ: فَأجِبْ.

 

 Hz. Ebû Hüreyre (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a âmâ bir zât gelerek:"Ey Allah'ýn Resûlü! Beni mescide kadar getirecek bir rehberim yok!" diyerek Aleyhissalâtu vesselâm'dan [namazý evinde kýlmak için]  ruhsat istedi. [O da izin verdi.] Adam geri dönünce, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onu çaðýrtarak:"Ezaný iþitiyor musun?" diye sordu. Adam: "Evet!" deyince:"Öyleyse icâbet et" dedi (ve evde kýlmaya izin vermedi.) [481]

 

ـ وعن ابن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَنْ سَمِعَ المُنَادِى فَلمْ يَمْنَعْهُ مِنَ اتِّبَاعِهِ عُذْرٌ لَمْ تُقْبَلْ مِنْهُ الصََّةُ الَّتِى صََّهَا. قِيلَ: وَمَا الْعُذْرُ؟ قَالَ: خوْفٌ، أوْ مَرَضٌ.

 

- Ýbnu Abbâs (radýyallâhu anhümâ) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim, müezzini iþitir ve kendini engelleyen bir özrü olmadýðý halde cemaate katýlmazsa, kýldýðý namaz (kâmil bir sevapla) kabul edilmez.""(Ey Allah'ýn Resûlü!) denildi, meþrû özür nedir?""Korku veya hastalýktýr!" buyurdu."[482]

 

ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسُولُ اللّه #: أثْقَلُ صََةٍ عَلى المُنَافِقِينَ صََةُ الْعِشَاءِ، وَصََةُ الْفَجْرِ، وَلَوْ يَعْلَمُونَ مَا فِيهِمَا ‘تَوْهُمَا وَلَوْ حَبْواً وَلَقَدْ هَمَمْتُ أنْ آمُرَ بِالصََّةِ فَتُقَامَ، ثُمَّ آمُرَ رَجًُ يُصَلِّى بِالنَّاسِ، ثُمَّ أنْطَلِقُ مَعِى بِرِجَالٍ مَعَهُمْ حِزَمٌ مِنْ حَطَبٍ إلى قَوْمٍ َ يَشْهَدُونَ الصََّةَ فَأُحَرِّقَ عَلَيْهِمْبُيُوتَهُمْ[. أخرجه الستة.»الحَبْوُ« المشى على ا‘يدى والركب .

 

- Ebû Hüreyre (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Münafýklara en aðýr gelen namaz yatsý namazýyla sabah namazýdýr. Eðer bu iki namazdaki hayrýn ne olduðunu bilselerdi, emekleyerek de olsa onlarý kýlmaya gelirlerdi. [Nefsimi kudret eliyle tutan Zât'a kasem olsun!] Ezan okutup namaza baþlamayý, sonra halkýn namazýný kýldýrmasý için yerime birini býrakmayý, sonra da beraberlerinde odun desteleri olan bir grup  erkekle namaza gelmeyenlere gitmeyi ve evlerini üzerlerine yýkmayý düþündüm."[483]

 

Cemâatýn teþekkül etmesi için en az iki kiþi gereklidir. Bu da imamla birlikte bir kiþinin daha bulunmasýyla olur. Peygamber (a.s.)'ýn "Ýki ve daha yukarýsý cemâattýr"[484] sözünden bunu anlýyoruz.

 

Cemâatýn gerçekleþmesi için bu iki kiþiden birinin imam olmasý, diðerinin de buna uymasý gerekir. Ýmama uyan þahýs ister erkek, ister kadýn, isterse âkil çocuk olsun farketmez. Çünkü Peygamber (a.s.) iki kiþiyi "cemâat" diye adlandýrmýþtýr. Deli ve âkil olmayan çocuk cemâat olarak kabul edilmez. Zira bu ikisi namaz kýlmakla yükümlü deðildirler ve adetâ yok hükmündedirler.[485]

 

Beþ vakit farz namaz ile teravih ve küsûf namazlarý gibi sünnetler cemâatle kýlýnabileceði gibi münferid olarak da kýlýnabilir. Ancak cuma namazý ile bayram namazlarýnýn cemâatle kýlýnmasý þarttýr. Zira bu iki namazýn sýhhatinin þartlarýndan biri de cemâattir.

 

Bayram namazlarý için imamla birlikte bir kiþinin daha bulunmasý yeterlidir. Cuma namazý için ise bu sayý -imam hariç- ikiden az olamaz.

 

Kadýnlarýn kendi aralarýnda cemâatle namaz kýlmalarý caiz olmakla birlikte mekruhtur. Bu durumda imam olan kadýn ön safýn ortasýnda yer alýr.[486]

 

Genç kadýnlarýn, erkeklerle kýlýnan cemâat namazýna gitmeleri de (fitneye sebep olduðu takdirde) mekruhtur. Ancak ihtiyar kadýnlar için bir sakýnca yoktur.[487]

 

Cemâatle namaz kýlan sadece iki erkek ise, imam kendisine uyan kiþiyi sað tarafýnda durdurur. Ýki kiþiye imam olduðu takdirde onlarýn önüne geçer. Ýmamdan baþka bir erkek ve bir kadýn bulunursa erkek imamýn saðýnda, kadýn imamýn arkasýnda biraz geride durur. Ýki erkek ve bir kadýn bulunursa, erkekler imamýn arkasýnda saf olur, kadýn da bu iki erkeðin arkasýnda durur. Erkeklerin bir kadýna veya çocuða uymalarý, arkalarýnda namaz kýlmalarý caiz deðildir.[488]

 

Saflarýn sýk ve düzgün olmasý, omuzlarýn birbirine bitiþtirilmesi, Peygamberimiz (a.s.)'ýn üzerinde önemle durduðu bir husustur. Bunun için imamýn namaza baþlamadan önce saflarý kontrol etmesi gerekir.

 

Ýmam olan kimsenin normal olarak orta bir sürede namazý kýldýrmasý gerekir. Uzatarak cemâatý býktýrmasý veya kýsaltarak acele etmesi uygun deðildir. Ancak belli bir cemâatin, namazlarýnýn uzatýlmasýný istemeleri halinde namazýn uzatýlmasýnda bir beis yoktur.

 

Cemâat namazýnda kadýnlarla küçük çocuklar bulunursa, sýrasýyla en önde erkekler, sonra kadýnlar, en arkada da çocuklar dizilir. Erkek imama uyan kadýnýn, aralarýnda bir perde vs. olmadan imamýn yanýnda durmasý erkeðin namazýný bozar.[489]

 

Rasûlullah (a.s.) cemâat namazýnýn faziletini çeþitli vesilelerle dile getirmiþ, kendisinden bu konuda bir çok hadis iþitilmiþtir. Bunlardan bazýlarý:

 

ـ وعن أم الدرداء قالت: ]دَخَلَ عَلىَّ أبُو الدَّرْدَاءِ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما وَهُوَ مُغْضَبٌ فَقُلْتُ: مَا أغْضَبَكَ؟ فقَالَ: واللّهِ مَا أعْرِفُ مِنْ أمْرِ مُحَمَّدٍ # شَيْئاً إَّ أنَّهُمْ يُصَلُّونَ جَميعاً.

 

- Ümmü'd-Derdâ (radýyallahu anhâ) anlatýyor: "Ebû'd-Derdâ (radýyallâhu anhümâ) öfkeli halde yanýma geldi. Kendisine:"Niye öfkelendin?" diye sordum. Þu cevabý verdi:"Vallâhi, Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'in iþinden bir þey anlamýyorum. Bildiðim tek þey cemaat halinde namaz kýlmalarýdýr."[490]

 

ـ عن عتبان بن مالك رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّهِ: إنَّ السُّيُولَ تَحُولُ بَيْنِى وَبَيْنَ مَسْجِدِ قَوْمِى، فَأحِبُّ أنْ تَأتِيَنِى فَتُصَلِّىَ في مَكانٍ مِنْ بَيْتِى أتَّخِذُهُ مَسْجِداً فقَالَ #: سَنَفْعَلُ، فَلَمَّا أتَاهُ قالَ: أيْنَ تُرِيدُ؟ فَأشَارَ إلى نَاحِيَةٍ، مِنْ الْبَيْتِ، فقَامَ # فصَفَفْنَا خَلْفَهُ، فَصَلَّى بِنَا رَكْعَتَيْنِ.

 

-  Itbân Ýbnu Mâlik (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Ey Allah'ýn Resûlü dedim, seller benimle kabîlemin mescidi arasýna engel çýkarýyor. Ýstiyorum ki evime kadar þeref verip bir yerde namaz kýlsanýz da orayý mescit yapsam!""(Ýnþaallah bir ara) geleyim!" buyurdular. Beraberinde Hz. Ebû Bekr olduðu halde huzuruyla evimizi þereflendirip (izin isteyerek içeri girdiði) zaman ilk  iþ olarak, "Nerede namaz kýlmamý istersin?" diye sordu. Evin bir köþesini iþaret ederek (yer gösterdim. Orada) namaza durdu. Biz de arkasýndan saf yaptýk. Bize iki rek'at (nafile) namaz kýldýrdý."[491]

 

ـ وعن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما: ]أنَّ رَسُولَ اللّهِ # كَانَ يَأمُرُ المُؤَذِّنَ في اللَّيْلَةِ الْبَارِدَةِ، أوْ ذَاتِ المَطَرِ في السَّفَرِ أنْ يَقُولَ: أَ صَلُّوا في رِحَالِكُمْ.

 

- Ýbnu Ömer (radýyallahu anhümâ) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sefer sýrasýnda, soðuk veya yaðmurlu gecelerde müezzine (ezan sýrasýnda) þöyle söylemesini de emrederdi: "Dikkat! namazlarýnýzý yerlerinizde kýlacaksýnýz!"[492]

 

Peygamber (a.s.), bir taraftan cemâatle namaza teþvik ederken, diðer yandan cemâati terkedenleri þöyle yermektedir:

 

"Vallahi içimden öyle arzu ediyorum ki, namaza durulmasýný emredeyim de ikâme edilsin, sonra bir adama emredeyim halka namaz kýldýrsýn. Bu emirden sonra beraberinde odun demetleri olan bir kaç' adamý, cemâate gelmeyen gurüha götürüp de üzerlerine evlerini cayýr cayýr yakayým. "[493]

 

"Vallahi bazý kavimler cemâatleri terketmekten vaz geçecekler ya da Allah onlarýn kalblerini mühürleyecektir. Sonra da muhakkak gafillerden olacaklardýr."[494]

 

Peygamber Efendimiz (a.s.) zamanýndan günümüze kadar namaz bu üstün faziletinden dolayý cemâatle edâ edilmiþ, bu maksat için inþa edilen camiler de, ifâ ettikleri daha bir çok fonksiyonlarýyla birlikte sosyal birer kurum haline gelmiþlerdir. Cemâatle namaz, Hanefi mezhebine göre sünnet-i müekke'de; Þâfiî mezhebine göre, farz-ý kifâye -sünnet-i müekke'de-; Mâliki mezhebine göre, sünnet-i müekke'de-farz-ý kifâye: Hanbeli mezhebi ve Dâvud ez-Zahirî'ye göre ise; farz-ý ayýn'dýr.[495]

 

Cemâata katýlmak için; baþkalarýyla namaz kýlmaða gücü yetmek, çýplak olmamak ve mûkim olmak þartlarý aranmaktadýr. Bir kimse evinde haným ve çocuklarýna imamlýk yaparsa, cemâatýn faziletini elde edebilir ve sevap kazanabilir. Fakat camide cemâtla kýlmak daha çok sevabý gerektirir. Cemâat,herhangi bir yerde alenen edâ edilmediði takdirde, evlerde ve dükkânlarda ilân edilmeden kýlýnan namaz gibi,halký cemâat sorumluluðundan kurtaramaz. Cemâatla namaz kýlmayan bir yöre halkýný önce ezân ile cemâat olmaya dâvet etmek gerekir.

 

Ýslâm'ýn hakim olduðu toplumda müslümanlar eðer bu davetle cemâate gelmezlerse, onlarý cemâate katýlmaya zorlamak için þiddete baþvurmak gerekir. Cemâati çok olan câmide cemâatle namaz kýlmak daha efdâldir. Ancak imamý ehl-i bid'attan olursa, yani onun küfrünü deðil, fýskýný gerektiren bir hal bulunursa o zaman cemâati az olan câmiye gitmek daha iyidir. Cemâatla namaz kýlmak için camiye gitmeye engel olan bazý mazeretler vardýr ki bunlara fýkýhta: "Cemâate gitmemeyi mübah kýlan özürler" denilir. Bu mazeretler þunlardýr:

 

-Yürüyemiyecek kadar hasta olmak, felçli olmak, ihtiyar olmak, kör olmak, kolu, ayaðý kesik olmak.

 

Bunlarýn dýþýnda herkesin kendi durumuna göre meþrû sayýlan önemli mazeretleri de cemâata gitmemeyi mübah kýlabilir. Evde hastasýnýn baþýnda bulunmasý gereken kiþi v.s. gibi.

 

Cemâatle namazda kendisine uyulan kimseye imam; vazifesine imamet ; cemâatin imama uymasýna iktida; imama uyanlara muktedi; muktedilerin meydana getirdiði düzgün sýraya da saf denir. Cemâat saf halinde namaz kýlarken hareketlerini imamdan sonra yapmak zorundadýr. Meselâ rükûa varýþta, rükûdan kalkýþta, secdeye varýþta vb. imamý takip eder. Ýmamdan baþka bir kiþi bile olsa cemâatla namaz kýlýnabilir.

 

Þüphesiz cemâat namazý, ferdî olarak kýlýnan namazlardan sevap bakýmýndan daha üstündür. Müslümanlarý bir araya getirmesi, onlara dayanýþma ruhu aþýlamasý, faziletlerinden bazýlarýdýr.

 

Bu faziletleri maddeler halinde þu þekilde sýralamak mümkündür.

 

1-Vaktin evvelinde namaza gitmek,

 

2- Ýslâm þiârýný açýða vurmak,

 

3- Ýbadet üzerinde toplanarak yardýmlaþmakla þeytaný çileden çýkarmak,

 

4- Ýbadete karþý gevþekliði olanýn canlanmasý,

 

5- Münâfýklýk vasfýndan ve süizandan selâmette bulunmak,

 

6- Komþular arasýnda kaynaþma düzeninin kurulmasý,

 

7- Namaz vakitlerinde semt sakinlerinin buluþmalarý,

 

8- Müslümanlar arasýnda bulunmasý gerekli olan birlik ve beraberliðin örnek bir misâlini vermek ve pekiþtirmek.[496]

 

Dinimizdeki bu önemli yeri dolayýsýyla beþ vakit farz namazlarýn cemaatle kýlýnmasý müekked sünnet, cumanýn kýlýnmasý ise farzdýr.

 

 

f) Ýmamda Aranan Vasýflar

 

 

Ýmam: Önde bulunan zat, kendisine uyulan kimse, önder. Ýmam kelimesi tekil olarak Kur'an-ý Kerim'de sekiz yerde geçmektedir.[497] Çoðul olarak "eimme" þeklinde de beþ yerde geçmektedir.[498] Ýmam kelimesi bu ayetlerde þu anlamlarda kullanýlmýþtýr:

 

Allah Teâlâ Hz. Ýbrahim'den bahsederken:

 

جَاعِلُكَ لِلنَّاسِ اِمَامًا

 

"Seni insanlara imam (önder) kýlacaðým"[499] buyurmuþtur.

 

Allah iyi kullarýndan bahsederken: onlarýn:

 

وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّقينَ اِمَامًا

 

"Bizi, Allah'a karþý gelmekten sakýnanlara imam (önder) yap"[500] dediklerini nakleder.

 

وَاِنْ نَكَثُوا اَيْمَانَهُمْ مِنْ بَعْدِ عَهْدِهِمْ وَطَعَنُوا فى دينِكُمْ فَقَاتِلُوا اَئِمَّةَ الْكُفْرِ اِنَّهُمْ لَا اَيْمَانَ لَهُمْ لَعَلَّهُمْ يَنْتَهُونَ

 

 

"Eðer antlaþmalarýndan sonra yeminlerini bozarlar, dinimize dil uzatýrlarsa, küfrün imamlarý (önderleri)yle savaþýn."[501]

 

Bu ayet-i kerime, küfre öncülük yapanlara da imam denilebileceðini gösterir.

 

وَمِنْ قَبْلِه كِتَابُ مُوسى اِمَامًا وَرَحْمَةً

 

"Önlerinde Musa'nýn kitabý imam (önder, rehber) ve rahmet olarak bulunanlar..."[502]

 

Ayette, insanlarýn uyduðu kitap ve benzeri þeyler için de imam ifadesi kullanýlmýþtýr. Buna göre devlet baþkanýna, halifeye bir birlik komutanýna, bir toplumun öncüsüne de imam denir.

 

Ýnsanlar kendilerine uyup fikirleri etrafýnda toplandýklarý için, büyük Ýslâm bilginlerine, müctehidlere de imam denmiþtir. Ýmam Azam, Ýmam Þâfiî, Ýmam Mâlik gibi.

 

Þiîler ise "Ýmam" tabirini daha deðiþik anlamlarda kullanmýþlardýr.

 

Terim olarak fýkýhta imam; cemaatin önüne geçip onlara namaz kýldýran kimseye denir. Ýmamýn yapmýþ olduðu göreve de imamet denir. Ýmamlýk faziletli bir görevdir.

 

 

Peygamber efendimiz ve kendisinden sonra gelen râþid halifeler bu görevi yapmýþlardýr. Geliþi güzel herkes bu görevi yapamaz. Ýmam olabilmek için bir takým þartlar vardýr.

 

Hadislerde Ýmam,Ýmamlýk:

 

ـ عن أبى مسعود البدرى رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رَسُولُ اللّهِ #: يَؤُمُّ الْقَوْمَ أقْرَؤُهُمْ لِكِتَابِ للّهِ تَعالى، فإنْ كَانُوا في الْقِرَاءَةِ سَوَاءً فأعْلَمُهُمْ بِالسُّنَّةِ فإنْ كَانُوا في السُّنَّةِ سَواءً فأقْدَمُهُمْ هِجْرَةً، فإنْ كَانُوا في الهِجْرَةِ سَوَاءً فأقْدَمُهُمْ سِنّاً، وََ يَؤُمُّ الرَّجُلُ الرَّجُلَ في بَيْتِهِ، وََ في سُلْطَانِهِ، وََ يَجْلِسُ عَلى تَكْرِمَتِهِ إَّ بِأذْنِهِ.

 

- Ebû Mes'ud El-Bedrî (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Cemaate, Kitabullah'ý en iyi okuyan kimse imam olur. Eðer kýrâatte (okumada) herkes eþitse, sünneti en iyi bilen; sünneti bilmede eþitseler, hicret etmede evvel olan; hicrette de eþitseler, yaþca büyük olan imam olur. Kiþi misafir olduðu evin sahibine veya (emri altýnda çalýþtýðý) sultanýna imamlýk yapmasýn, ev sahibinin baþ köþesine izni olmadan da oturmasýn."[503]

 

ـ وعن أبى سعيد رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسُولُ اللّهِ #: إذَا كَانُوا ثََثَةً فَلْيَؤُمَّهُمْ أحَدُهُمْ، وَأحَقُّهُمْ بِا“مَامَةِ أقْرَؤُهُمْ.

 

- Ebû Saîd (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "(Namaz kýlacaklar) üç kiþi iseler içlerinden biri imam olsun. Ýmamlýða ehak olan akra' (Kur'ân-ý Kerîm'i daha iyi okur) olandýr."[504]

 

ـ وعن ابن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قالَ رَسُولُ اللّهِ #: لِيُؤَذِّنَ لَكُمْ خِيَارُكُمْ، وَلِيَؤُمَّكُمْ قُرَّاؤُكُمْ.

 

- Ýbnu Abbâs (radýyallahu anhümâ) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Sizin için hayýrlýnýz ezan okusun, kurrâ olanýnýz da imam olsun."[505]

 

ـ وعن عمرو بن سلمة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]أمَمْتُ قَوْمِى وَأنَا ابنُ سِتٍّ أوْ سَبْعِ سِنِينَ، وَكُنْتُ أكْثَرَهُمْ قُرْآناً.

 

- Amr Ýbnu Seleme (radýyallâhu anh) anlatýyor "Ben altý veya yedi yaþýnda iken kendi kavmime imamlýk yaptým. O zaman ben, aralarýnda Kur'ân'ý en çok bilen kimseydim."[506]

 

ـ وعن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]لَمَّا قَدِمَ المُهَاجِرُونَ ا‘وَّلُونَ فَنَزَلُوا مَوْضِعاً بِقُبَاءَ قَبْلَ مَقْدَمِ النّبىِّ # كَانَ يَؤُمُّهُمْ سَالِمٌ مَوْلَى أبِى حُذَيْفَةً، وَكَانَ أكْثَرَهُمْ قُرْآناً[. أخرجه البخارى، وأبو داود.

 

- Ýbnu Ömer (radýyallahu anhümâ) anlatýyor: "Ýlk muhacirler geldiði zaman, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) gelmezden önce, Kuba'da (Usbe adýnda) bir menzile indiler. Onlara Ebû Huzeyfe'nin âzadlýsý Sâlim imamlýk yapýyor idi. O, Kur'ân'ý ezbere bilmede herkesten ileriydi."[507]

 

ـ وعن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها: ]أنَّهَا كَانَ يَؤُمُّهَا عَبْدُهَا ذَكْوَانُ مِنَ المُصْحَفِ.

 

- Hz. Âiþe (radýyallâhu anhâ)'nin anlattýðýna göre: "Kendisine kölesi Zekvân, Mushaf'ýn yüzünden okuyarak imamlýk yapýyordu."[508]

 

ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]اسْتَخْلَفَ رسولُ اللّهِ # ابنَ أُمِّ مَكْتُومٍ يَؤُمُّ النَّاسَ وَهُوَ أعْمى.

 

- Hz. Enes (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Ýbnu Ümmi Mektûm'u âmâ olduðu halde, halka imamlýk etmesi için (sefere çýkarken) yerine halef tâyin etti."[509]

 

ـ وعن جابر رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ مُعَاذاً رَضِيَ اللّهُ عَنْه كانَ يُصَلِّى مَعَ النّبىِّ # الْعِشَاءَ اخِرَةَ، ثُمَّ يَرْجِعُ إلى قَوْمِهِ فَيُصَلِّى بِهِمْ تِلْكَ الصََّةَ.

 

- Hz. Câbir (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Hz. Muaz (radýyallâhu anh), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile yatsýyý kýlar, sonra kavmine döner, bu namazý onlara kýldýrýrdý"[510]

 

ـ وعن ابن عمرو بن العاص رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قال رسولُ اللّهِ #: ثََثَةٌ َ يَقْبَلُ اللّهُ تَعالى صََتَهُمْ، مَنْ تَقَدَّمَ قَوْماً وَهُمْ لَهُ كَارِهُونَ، وَرَجُلٌ أتَى الصََّةَ دِبَاراً: والدِّبَارُ أنْ يَأتِيهَا بَعْدَ أنْ تَفُوتَهُ، وَمنْ اعْتَبَدَ مُحَرَّرَهُ.

 

- Ýbnu Amr Ýbnu'l-Âs (radýyallâhu anhümâ) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Üç kiþi vardýr, Allah onlarýn namazýný kabul etmez:

1) Kendisini sevmeyen kimselere imam olan;

2) Namaza arkadan gelen, yani vakti çýktýktan sonra gelen;

3) Köleyi âzad ettikten sonra tekrar köle kýlan."[511]

 

ـ وعن أبى أمَامة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسُولُ اللّهِ #: ثََثَةٌ َ تُجَاوِزُ صََتُهُمْ آذَانَهُمْ: الْعَبْدُ ابِقُ حَتَّى يَرْجِعَ، وَامْرَأَةٌ بَاتَتْ وَزَوْجُهَا، عَلَيْهَا سَاخِطٌ، وَإمَامُ قَوْمٍ وَهُمْ لَهُ كَارِهُونَ.

 

- Ebû Ümâme (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Üç kiþi vardýr ki, onlarýn namazlarý kulaklardan öte geçmez:

1) Dönünceye kadar, kaçan köle.

2) Geceyi, kocasý kendisine dargýn olarak geçiren kadýn.

3) Kavminin nefret ettiði imam."[512]

 

ـ وعن جابر رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]كانَ مُعَاذُ بنُ جَبَلٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه يُصَلِّى مَعَ النَّبىِّ #، ثُمَّ يَأتِى فَيَؤُمُّ قَوْمَهُ، فَصَلَّى لَيْلَةً مَعَ النَّبىِّ # الْعِشَاءَ، ثُمَّ أتَى قَوْمَهُ فَأمَّهُمْ فَافْتَتَحَ بِسُورَةِ الْبَقَرَةِ،فَانْحَرَفَ رَجُلٌ فَسَلّمَ ثُمَّ صَلَّى وَحْدَهُ وَانْصَرَفَ، فَقَالُوا لَهُ: أثَافَقْتَ يَا فَُنُ؟ قالَ: َ واللّهِ، وَتِيَنَّ رَسولَ اللّهِ # فَ‘خْبِرَنَّهُ. فَأتَاهُ فقَالَ: يَا رَسُولَ اللّهِ إنَّا أصْحَابُ نَوَاضِحَ نَعْمَلُ بِالنَّهَارِ، وَإنَّ مُعاذاً صَلَّى مَعَكَ الْعِشَاءَ ثُمَّ أتَانَا فَاسْتَفْتَحَ بِسُورَةِ الْبَقَرَةِ، فَأقْبَلَ رَسولُ اللّهِ # عَلى مُعاذٍ، قالَ: أفَتَّانٌ أنْتَ يَا مُعَاذُ اقْرَأ: وَالشَّمْسِ وَضُحَاهَا، وَالضُّحى، وَاللَّيْلِ إذَا يَغْشى، وسَبَّحِ اسْمَ رَبِّكَ ا‘عْلَى.

 

- Hz. Câbir (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Muâz Ýbnu Cebel (radýyallâhu anh) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la birlikte namaz kýlar, sonra gelir, kavmine imamlýk yapardý. Bir gece Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la birlikte yatsýyý kýldý. Sonra kavmine geldi ve onlara imamlýk yaptý ve Bakara sûresiyle kýrâate baþladý. Bir adam cemaatten ayrýlarak selam verdi. Namazýný tek baþýna kýlarak çekip gitti. Adama:"Ey filan, nifak mý çýkarýyorsun?" dediler. Adam:"Vallahi hayýr, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gidip (Muâz'ýn yaptýðýný) haber vereceðim." dedi. Yanýna varýp:"Ey Allah'ýn Resûlü, biz sulama devesi besleyen insanlarýz. Gündüz çalýþýrýz. Muâz sizinle yatsýyý kýldý. Sonra bize gelip bakara sûresi ile namaz kýldýrmaya baþladý" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Mu-âz'a yönelerek:"Ey Muâz, sen fitneci misin? Veþþemsi ve duhâhâ'yý, Vedduhâ'yý, Velleyli izâ yaðþa'yý, Sebbihi'sme Rabbike'l-a'lâ'yý oku" buyurdu."[513]

 

ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسولُ اللّهِ #: إذَا صَلّى أحَدُكُمْ لِلنَّاسِ فَلْيُخَفِّفْ، فإنَّ فِيهِمْ الضَّعِيفَ، والسَّقِيمَ، والمَريضَ، وذَا الحَاجَةِ وَإذَا صَلّى لِنَفْسِهِ فَلْيُطِلْ مَا شَاءَ.

 

- Hz. Ebû Hüreyre (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Sizden kim halka namaz kýldýrýrsa namazý hafif (kýsa) tutsun. Zîra cemaatte zayýf, sakat  hasta ve ihtiyaç sahibi vardýr. Müstakil kýlýnca dilediði  kadar uzatsýn."[514]

 

ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسولُ اللّهِ #: إنِّى ‘دْخلُ في الصََّةِ، وَأنَا أُرِيدُ أنْ أُطِيلَهَا، فَأسْمَعُ بُكَاءَ الصَّبىِّ فَأتَجَوَّزُ في صََتِى لِمَا أعْلَمُ مِنْ وَجْدِ أُمِّهِ مِنْ بُكَائِهِ[. أخرجه الخمسة إ أبا داود. »الْوَجْدُ«: الحزن .

 

- Hz. Enes (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Ben, uzun tutmak arzusuyla namaza baþlarým. (Namazý kýldýrýrken) bir çocuk aðlamasý kulaðýma gelir. Çocuðun aðlamasýndan annesinin duyacaðý elemi bildiðim için namazý uzatmaktan vazgeçerim."[515]

 

ـ وعن ثوبان رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسولُ اللّهِ #: ثََثٌ َ يَحِلُّ ‘حَدٍ أنْ يَفْعَلَهُنَّ. َ يَؤُمُّ الرَّجُلُ قَوْماً فَيَخُصُّ نَفْسَهُ بِالدُّعَاءِ دُونَهُمْ، فإنْ فَعَلَ فَقَدْ خَانَهُمْ، وََ يَنْظُرُ في قَعْرِ بَيْتٍ قَبْلَ أنْ يَسْتَأذَنَ، فإنْ فَعَلَ فَقَدْ خَانَهُمْ، وََ يُصَلِّى وَهُوَ حَقَنٌ حَتَّى يَتَخَفَّفَ.

 

- Sevbân (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Üç þey vardýr, onlarý yapmak kimseye helal olmaz: "Kiþi bir kavme imamlýk yapar, sonra da sadece kendisi için dua eder, cemaatini dua dýþý býrakýr; bunu yapan onlara ihânet eder. Kiþi, izin almazdan önce bir evin içine bakamaz, bunu yapan ev halkýna ihânet eder. Kiþi küçük abdestine sýkýþmýþ iken hafifleyinceye kadar namaz kýlamaz."[516]

 

Ýmamda Bulunmasý Gereken Þartlar

 

Bunlar;

 

1- Müslüman olmak. Müslüman olmayanlar imam olamaz. Fâsýk ve bid'at sahibi kimselerin imam olmasý ise tahrimen mekruhtur.

 

2- Erkek olmak. Kadýnýn imam olmasý caiz deðildir. Ancak kadýnýn kadýnlara imam olmasý kerahetle caizdir. Bu durumda imam olan kadýn öne geçmez, cemaat olan kadýnlarýn saðýnda bulunur.

 

3- Akýllý olmak. Akýl hastasýnýn imamlýðý caiz deðildir.

 

4- Erginlik çaðýna ermiþ olmak. Erginlik çaðýna ermemiþ olan çocuðun büyüklere imam olmasý caiz deðildir. Ancak kendisi gibi çocuklara imam olabilir.

 

5- Özürlü olmamak. Ýdrarý tutamamak, devamlý olarak burundan veya yaradan kan gelmesi gibi durumlar birer özürdür. Bu gibi özürleri olan kimseler imam olamazlar. Ancak ayný cins özre sahip olanlara imam olabilirler. Özürleri farklý ise imam olmasý caiz deðildir.

 

6- Namaz sahih olacak kadar ezbere düzgün Kur'an okumasýný bilmek. Okuma yazma bilmeyenlere "Ümmî" denir. Ümmî kendisi gibi olanlara imam olabilir. Ümmînin ümmîye imamlýðý caizdir. Kur'an'ý iyi okuyamayanlarýn, iyi okuyanlara imam olmasý sahih deðildir.

 

Camide namaz kýldýrmak, görevli olan imamýn hakkýdýr.

 

Evde ev sahibinin kýldýrmasý daha uygundur.

 

Cemaatle namaz kýlacaklar arasýnda ev sahibi, görevli bir imam veya yetkili amir yoksa, sýrasýyla þunlar imam olurlar:

 

1- Namazýn hükümlerini en iyi bilen,

 

2- Kur'an-ý Kerimi en güzel okuyan,

 

3- En fazla günahlardan sakýnan.

 

4- En yaþlý olan,

 

5- Ahlâký en güzel olan,

 

6- Yüzü daha çok nurlu olan

 

7- Sesi en güzel olan,

 

8- Elbisesi daha temiz olan.

 

Bütün bu hususlarda eþit olurlarsa aralarýnda kur'a çekilir ya da cemaat onlardan birisini imamlýða seçer.

 

 

 

g) Namazlarýn Çeþitleri

 

 

Dinin tarif ettiði üzere kýlýnan namazlar; farz, vacip ve nafile olmak üzere üç çeþittir. Farz namazlara “Salatý Mektube” adý verilir. Her üç nevi hakkýnda bilgiler kýsaca þöyledir.

 

1)Farz Namazlarý ve Çeþitleri

 

Ýslam’da beþ vakit namaz Hicretten 18 ay önce Mekke’de Miraç gecesinde farz kýlýnmýþtýr. Farzlýðý Kur’an, Sünnet ve Ýcma ile sabittir. Cuma namazý da bir farz-ý ayn, cenaze namazý ise bir farz-ý kifayedir.

 

Þu duruma göre, Müslüman, akýllý ve erginlik çaðýna gelmiþ her erkek ve kadýna beþ vakit namaz farzdýr. Ne var ki, çocuklarý, böyle önemli bir ibadete küçükken alýþtýrmak, 7 yaþlarýnda öðretmeye baþlamak yerinde olur.

 

Rekatlarý itibariyle Farz Namazlarý Þöyledir:

 
Farzdan önce           Sünnet    Farz   Sünnet  Vitir  

Sabah (Fecir)              2              2         -          -

Öðle (Zuhur)               4             4          2         -

Ýkindi (Asr)                 4             4          -          -

Akþam (Muðrip)         -              3         2           - 

Yatsý (Ýþa)                   4              4         2          3

Toplam  40 rekattýr.

             

2) Farz-ý Kifaye olan Cenaze Namazý

 

Cenaze üzerinde namaz kýlmak farz-ý kifayedir. Bir kiþi yerine getirirse geri kalan Müslümanlardan sakýt olur. Týpký defin, tekfin ve techizinden olduðu gibi.

 

Namazýn vakti, cenazenin hazýr bulunduðu vakittir. Onun için akþam namazýnýn sünnetine takdim edilir. Namazý bozan þeyler, cenaze namazýný da bozar. Ancak cenaze namazýnda kadýnla ayný hizada bulunmak, namazý bozmaz. 

 

Cenaze Namazýnýn Þartlarý

 

1)  Ölünün Müslüman olmasý

2)  Gömülmemiþse temizlenmesi

3)  Cenazenin konulacaðý yerin temiz olmasý

4)  Avretin örtünmüþ olmasý

5)  Cenazenin, namaz kýlanýn önüne konulmasý (Mevcut deðilse giyabi de kýlýnabilir)

6)  Cenaze namazýna niyet etmek.

 

Cenaze Namazýnýn Rükünleri

 

1) Dört tekbir

2)  Kýyam

3) Duada bulunmak

 

3) Vacip Namazlar ve Çeþitleri

 

Vacibin tarifinden de hatýrlanacaðý üzere, farzdan bir derece aþaðý olmakla beraber sünnetten daha kuvvetli olan namazlardýr. Vitir namazý, Bayram namazlarý böyledir. Ramazan ve Kurban Bayramlarý namazlarý 2’þer rekattýr.

 

Vitir namazýna “Salat-ý Vitr” denilmesinin nedeni, tek rekatlý oluþudur. Bu namaz Ramazanda, Teravih cemaatle kýlýnmasý halinde cemaatle kýlýnýr, diðer zamanlarda yatsý namazýndan sonra münferit kýlýnýr.

 

Bayram namazlarý ise, yalnýz cemaatle kýlýnabilir; Cuma namazýný kýlmak mükellef kiþiler Bayram namazlarýyla da sorumludurlar.

 

Ayrýca baþlanýp da bitirilmeden bozulmuþ her türlü nafile ve sünnet namazlarýyla kýlýnmasý adanmýþ nezir namazlarý da vaciptir.

 

4)  Nafile Namazlarý ve Çeþitleri

 

Mükellefin görevinden söz ederken sünnetin kýsýmlarý, hükümleri hakkýnda verilen genel bilgiler burada da bir ölçüde aynen geçerlidir. Nafile terimi sünnetin eþ anlamlýsý olarak kullanýlýr. Ancak kapsamý itibari ile sünnet teriminden daha geniþtir. Çoðulu “Nevafil”dir. Farz ve vacip derecesinde olmayan bütün namazlara nafile denilir.

 

Beþ Vakitte Kýlýnan Sünnet Namazlarý da Ýçerisine Alan Nafileler

 

a)  Revâtib Namazlar: Farz namazlarla birlikte namazýn öncesinde de sonrasýnda kýlýnan sünnet namazlarýna revâtib denilir.

 

Bunlar sabahýn farzýndan önce iki rek'at, öðleden önce dört rek'at, sonra da iki rekat, ikindiden önce dört rekat, akþamdan sonra iki rekat ve yatsýnýn farzýndan önce dört rekat, sonra da iki rek'at olmak üzere günde yirmi rekattýr. Revatib namazlar, müekkede ve gayr-i müekkede kýsýmlarýna ayrýlýrlar.

 

Müekkede Sünnet Namazlar: Sabah namazýndan önceki iki rekat, öðle namazýndan önce dört, sonra iki rekat ve akþam ile yatsýdan sonraki ikiþer rekat ve Cuma namazýndan önce ve sonra dörder rek'at olarak kýlýnan sünnet namazlar, müekkede sünnettir.

 

Gayr-i Müekkede Sünnet Namazlar: Ýkindiden ve yatsýdan önce dört rek'at olarak kýlýnan sünnet namazlar gayr-i müekkede sünnettir. Öðle ile yatsýnýn iki rekatlýk son sünnetlerine iki rek'at daha ilâve ederek bunlarý 4 rek'at olarak kýlmak menduptur.Akþam namazýnýn iki rekatlýk müekkede sünnetinden sonra altý rek'atlýk bir nâfile namaz kýlmak da menduptur ki, buna evvâbîn namazý denir.Müekkede sünnetler içinde en kuvvetlisi ve en faziletlisi, sabah namazýnýn sünnetidir.

 

Sabahýn sünnetinden sonra kuvvetlilik sýrasý þöyledir: Akþamýn sünneti, öðlenin son sünneti, yatsýnýn son sünneti, öðlenin ilk sünneti...Gayr-i müekkede sünnetler içinde ikindinin sünneti, yatsýnýn ilk sünnetinden efdaldir.

 

Vakit var ise, müekkede sünnetler terkedilmemelidir. Vakit daralmýþ, ancak farz kýlacak kadar vakit kalmýþsa, bu sünnet terk edilir. Sabah ile ikindinin sünneti farzýndan sonra kýlýnmaz. Sünnetleri evde kýlmak daha faziletlidir. Böylece insan kendisini gösteriþ ve riyadan kurtaracaðý gibi, evini de namaz ve ibâdetin yapýlmadýðý bir mezarlýk görüntüsünden çýkaracaktýr.

 

Dört rek'atlý müekked sünnetlerin ilk oturuþunda, sadece Tehýyyât okunur. Üçüncü rek'ata kalkýnca da Sübhâneke okunmaz.Gayr-i müekkede sünnetler ile mendub sünnetlerde ise, ilk oturuþta, Tehýyyât'tan sonra salâvat; üçüncü rek'atýn baþýnda da Sübhâneke okunur. Farz ile sünnet arasýnda dünyevî lâkýrdý ve konuþmalar namazýn sevabýný azaltýr, fakat sünnetin sýhhatine mâni olmaz.-Yatsý ve sabah namazlarýný cemaatle kýlmak bir bakýma geceyi ihyâ etmek (kýyâm-ý leyl) hükmünde olduðu Ýbn-i Abbas'tan mervîdir.

 

Þu halde gece kalkýp nafile ibadet yapamayanlar, yatsý ve sabah namazlarýný cemaatle kýlmaya gayret ederlerse, inþâllah gece kalkmýþ, ihyâ etmiþ gibi sevap kazanabilirler.

 

b)  Teheccüd (Gece) Namazý

 

ـ عن بل رَضِىَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رسولُ اللّهِ #: عَلَيْكُمْ بِقِيَامِ اللّيْلِ، فإنَّهُ دَأْبُ الصَّالِحِينَ قَبْلَكُمْ، وَقُرْبَةٌ إلى رَبِّكُمْ، وَمَنْهَاةٌ عَنِ اثَامِ، وَتَكْفِيرٌ للسَيِّئَاتِ، وَمَطرَدَةٌ للِدَّاءِ عَنِ الجَسَدِ.

 

- Hz. Bilâl (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Size geceleyin kalkmayý tavsiye ederim. Çünkü o, sizden önce yaþayan sâlihlerin adetidir; Rabbinize yakýnlýk (vesilesi)dir; günahlardan koruyucudur; kötülüklere kefârettir, bedenden hastalýðý kovucudur."[517]

 

ـ وعن ابن عمرو بن العاص رَضِىَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قال رسولُ اللّه #: مَنْ قَامَ بِعَشرِ آيَاتٍ لَمْ يَكْتُبْ مِنَ الغَافِلِينَ، وَمَنْ قَامَ بِمِائَةِ آيَةٍ كُتِبَ مِنَ الْقَانِتِينَ، وَمَنْ قَامَ بِألْفِ آيَةٍ كُتِبَ مِنَ المُقَنْطِرِينَ.

 

- Ýbnu Amr Ýbni'l-Âs (radýyallahu anhümâ) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim geceyi on âyet okuyarak ihya ederse gafiller arasýna yazýlmaz. Kim de yüz âyetle gecesini ihya ederse "kânitîn" zümresine yazýlýr. Kim de bin âyet okuyarak geceyi ihya ederse mukantýrîn arasýnda yazýlýr."[518]

 

ـ وعن المغيرة بن شعبة رَضِىَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَامَ رَسُولُ اللّهِ # حَتَّى تَوَرَّمَتْ قَدَمَاهُ. فَقِيلَ لَهُ: قَدْ غَفِرَ لَكَ مَا تَقَدَّمَ مِنْ ذَنْبِكَ وَمَا تَأخَّرَ؟ قَالَ: أفََ أكُونُ عَبْداً شَكُوراً.

 

- Muðîre Ýbnu Þu'be (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)  ayaklarý kabarýncaya kadar geceleri kalkýp namaz kýlardý. Kendisine: "Allah senin geçmiþ ve gelecek günahlarýný affetti (niye kendini bu kadar hýrpalýyorsun?)" denildi."Þükredici bir kul olmayayým mý?" cevabýný verdi."[519]

 

c) Duha (kuþluk) namazý

 

 

ـ عن عائشة رَضِىَ اللّهُ عَنْها قالتْ: ]مَا سَبَّحَ رسُولُ اللّهِ # سُبْحَةَ الضُّحَى قَطُّ، وَإنِّى ‘سَبِّحُهَا.

 

Hz. Âiþe (radýyallahu anhâ) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kuþluk namazýný her kýlýþýnda mutlaka ben de kýldým."[520]

 

Kuþluk namazýnýn vakti, sabahleyin mekruh olan vaktin çýkmasýyla baþlar. Mekruh vakit, güneþin doðmasýndan bir mýzrak boyu, yani beþ derece yükselmesine kadar olan vakittir. Türkiye'de kýrk-elli dakikalýk bir müddettir. Mekruh vaktin çýktýðýný anlama hususunda þu basit usülden de istifade edilebilir: Çeneyi göðse dayayarak güneþe doðru bakýnca, eðer güneþ ufukta görülemeyecek kadar yükselmiþse artýk kerâhet vakti çýkmýþtýr.

 

Hadiste kuþluk namazý sübhatu'd-Duhâ yani kuþluk sübha'sý diye  ifâde edilmiþ, namaz ma'nâsýna gelen salât kelimesi kullanýlmamýþtýr. Burada namaza tesbîh kökünden gelen sübha denmesi namazýn nafile olmasýndandýr. Çünkü burada nafile ma'nâsýnadýr. Nafile namazýn tesbîh aslýndan gelen sübha ile tesmiyesi farz namazlarda tesbîhin nafile olmasý sebebiyledir.Þöyle de denmiþtir: "Nafile namaz için sübha denmiþtir, çünkü o farz namazdaki tesbîh gibidir."

 

ـ وعن عبدالرحمن بن أبى ليلى قال: ]مَا حَدَّثَنَا أحَدٌ أنَّهُ رَأى النّبىَّ # يُصَلِّى الضُّحَى غَيْرَ أُمِّ هَانِئٍ. فإنَّهَا قَالَتْ: دَخَلَ عَلىَّ رَسُولُ اللّهِ # بَيْتى يَوْمَ الْفَتْحِ فَاغْتَسَلَ وَصَلّى ثَمَانِىَ رَكَعَاتٍ. فَلَمْ أرَ صََةً قَطُّ أخَفَّ مِنْهَا. غَيْرَ أنَّهُ يُتِمُّ الرُّكُوعَ والسُّجُودَ.

 

- Abdurrahman Ýbnu Ebî Leylâ  (rahimehullah) anlatýyor:  "Bize, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ýn kuþluk namazý kýldýðýný Ümmü Hânî'den baþka kimse anlatmadý. O dedi ki:

"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Fetih günü, benim eve geldi, yýkandý ve sekiz rek'at namaz kýldý. Ben bundan  daha hafif bir namazý hiç görmedim. Ancak rükû ve secdeleri tam yapýyordu."[521] 

 

Kuþluk namazý en az iki en fazla sekiz rekat olarak kýlýnýr. Sadedinde olduðumuz rivâyet, Fetih günü Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ýn Mekke'de sekiz rekat kuþluk kýldýðýný ifade etmektedir.

 

Ýbnu Ebî Leylâ'nýn ifadesinde de görüldüðü üzere, bu sünnet son derece yaygýnlýk kazanmamýþ olmalýdýr. Bazý sahâbîler Hz. Peygamber'in kuþluk kýldýðýný görmemiþler bile. Nitekim Abdullah Ýbnu Ömer bu namaza bid'a diyenlerdendir. Ancak "Ne güzel bid'a", "Bu, bid'alarýn en güzelidir" gibi tasvipkâr, takdirkâr ifadelerde bulunmuþtur.

 

Buhârî'nin bir rivâyetinde Müverrik der ki: "Ýbnu Ömer (radýyallahu anhümâ)'e sordum: "Kuþluk namazý kýlar mýsýn?" Bana "Hayýr!"  dedi. Ben tekrar sordum: "Ya Ömer?", "Hayýr!" dedi. Ben: "Ya Ebû Bekr?" dedim. O: "Hayýr!" demeye devam etti. "Pekala, dedim ya Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)?""Onun da kýldýðýný zannetmiyorum" cevabýný verdi."Hz. Ýbnu Ömer, Resûlullah hakkýnda kesin bir redde yer vermiyor, "zannetmiyorum" diyor. Bunun sebebi,  Resûlullah'ýn kuþluk kýldýðýný iþitmiþ olmasýdýr.

 

 

 

h) Namazlarýn Kýlýþý

 

 

1) Beþ Vakit Namaz

 

Beþ vakit namaz denilince 24 saatlik bir zaman dilimi içerisinde, günün 3’ü gece ve 2’si de gündüz kýsmýnda kýlýnan namazlardýr. Günlerin veya gecelerin çok uzun veya çok kýsa olduðu, vakit bakýmýndan anormal bölgelerde ( 6 ay gündüz ve 6 ay gece) de yine beþ vakit namaz kýlýnacaktýr. Bunun uygulama biçimi ise; o yerlere en yakýn bulunan, ayný boylam daireleri arasýnda kalan, beþ vakit namazýn belirli olduðu ülkeler takvimi ölçü alýnýr. Namaz vakitleri ona göre ayarlanarak kýlýnýr.

 

a) Sabah Namazýnýn Kýlýnýþý: Sabah namazý þöyle kýlýnýr: Namaza baþlamadan önce, bunun için gerekli olan þartlarý yerine getirmek zorundayýz. Abdest alýrýz, üzerimizin ve namaz kýlacaðýmýz yerin temizliðine dikkat ederiz. Gerekli þekilde vücudumuzu örteriz. Kýbleye döneriz. Önce sünneti kýlacaðýmýzdan “Niyet ettim Allah rýzasý için bugünkü sabah namazýnýn sünnetini kýlmaya” deriz.

 

Bu niyet kalpten gelerek her dilde olabilir. Erkekler elleri kulaklarýna, baþ parmaðýný da kulak yumuþaðýna deðecek þekilde kadýnlar ise omuz hizasýna kadar kaldýrýr. “Allah’u Ekber” der. Sonra sað el, sol elin üzerine gelecek þekilde, erkekler göbekleri üzerine, kadýnlarý göðüsleri üzerine baðlar. Erkekler sað el baþ ve serçe parmaðý ile sol elinin bileðini kavrar. Kýyamda dururken secde yerine bakýlýr. Erkeklerin ayak aralarý yaklaþýk dört parmak kadar açýk, kadýnlarýn ayaklarý ise bitiþik durur.

 

Kýyamda tekbir getirerek eller baðlandýktan sonra “Sübhaneke duasýný” okur;

 

 Ú¢Š¤î Ë  éÛ¡a ¬ü ë H Ú¢ªëb ä q  £3 u ëI  Ú¢£† u ó Ûb È m ë  Ù¢à¤a  Ú ‰b j m ë  Ú¡†¤à z¡2 ë  £á¢è£ÜÛ a  Ù ãb z¤j¢

 

“Sübhânekellâhümme ve bihamdik ve tebârekesmük ve teâlâ ceddük (ve celle senâük) ve lâ ilâhe ðayrük.”

 

Manasý:

“Allahým, seni noksan sýfatlardan tenzih ederim. Sana hamd ederim. Senin ismin mübârek, saltanat ve azametin yücedir. Senden baþka ilâh yoktur.”

 

Bunun hemen peþinde; “Euzu Besmele” çekilir. “Fatiha” süresi tamamen okunur. Peþinen “Amin” denilir. Sonra fazla beklemeden bir süre veya en az üç kýsa yada uzunca bir “Ayet” okunur.

 

Sonra “Allah’u Ekber” diyerek hemen “Rükua” gidilir. Ellerle diz kapaklarý iyice kavranýr, sýrt dümdüz olur. Rükuda en az üç kez: Rükû'daki tesbih:

 

¤áîĠȤÛa  ó¡£2 ‰  æb z¤j¢

 

Sübhâne Rabbiye'l-Azîm'dir”  denilir. Sonra;

 

¢ê †¡à y ¤å à¡Û ¢é¨£ÜÛa  É¡à 

 

“Semia'llâhu limen hamideh” dediði vakit. Peþinden;

 

¢†¤à z¤Ûa  Ù Û b ä £2 ‰

 

“Rabbenâ leke'l-hamd.” Sonra

 

“Allah’u Ekber” diyerek secdeye gidilir. Allah’a en yakýn olunan yer secdedir.

 

Secdede alýn, burun, diz kapaklarý ve ayak uçlarý yere temas eder. Baþ, eller arasýna alýnýr. El ve ayak parmaklarý kýbleye yönelik durur. O sýrada en az üç kez;

 

óÜ Ç ü¤a  ó¡£2 ‰  æb z¤j¢

 

“Sübhâne Rabbiye'l-A'lâ'dýr” duasý okunur.

 

 Sonra “Allah’u Ekber” denir ve oturulur. Bu oturuþ sýrasýnda sað ayak parmak uçlarý kýbleye yönelik olarak dikilir, sol ayak içe doðru döþenerek üzerine oturulur. Eller dizler üzerine konur. Yaklaþýk üç kez “Subhane’llah” denilecek kadar oturulur. Tekrar “Allah’u Ekber” denilir, secdeye varýlýr. Yine en az üç defa;

 

óÜ Ç ü¤a  ó¡£2 ‰  æb z¤j¢

 

“Sübhâne Rabbiye'l-A'lâ'dýr” denilir.

 

Sonra “Allah’u Ekber” der ve ayaða kalkýlýr.

 

Ýkinci rekatta, ayakta yalnýz “Besmele” okunur. Peþinde “Fatiha,” onun da peþinden ilave süre okunur. Bunun miktarý bir önceki rekattaki kadar veya ondan biraz kýsa olmalýdýr.Bu ilave süre ya birinci rekatta okunanýn peþinden gelen yada, süreler kýsa ise, en az iki sonraki bir süredir. Bitirince “Allah’u Ekber” der, rükua gidilir. Bir önceki rekattaki gibi rüku ve secdeler tekrarlanýr. Secdeden kalkýnca, týpký secdeler arasý oturma þekli gibi oturulur. Oturulurken eller diz kapaklarýna doðru uyluklar üzerine konulur. Bu oturuþta kiþi “Tahiyyat”

 

اَلتَّحِيَّاتُ ِللهِ وَ الصَّلَوَاتُ وَ الطَّيِّبَاتُ * اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِيُّ وَ رَحْمَةُ اللهِ وَ بَرَكَاتُهُ * السَّلاَمُ عَلَيْنَا وَ عَلَى عِبَادِ اللهِ الصَّالِحِينَ * اَشْهَدُ اَنْ لآ اِلَهَ اِلاَّ اَللهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّداً عَبْدُهُ وَ رَسُولُهُ *

 

"Et-tahiyyatu[522] lillahi ve's-salâvatu[523] ve't-tayyibâtu[524] es-selâmu aleyke eyyuhen-nebiyyu ve rahmetullahi ve berekâtuhu es-selâmu aleyna ve alâ ýbâdi'llahi's-salihin. Eþhedu en lâ ilâhe illallâh ve eþhedu enne Muhammeden abduhu ve resuluh" duasý okur; Peþinden “Salavat” dualarýný okur:

 

Ve nihayet bunlarýn peþinden de “Rebbane Atina ve Rabbe-naðfirli” dualarýný okur. Sonra önce saða peþinden de sola baþ, omuz hizalarýna kadar döndürülerek “Esselamü aleyküm ve rahmetullah” denilerek “Selam” verilir. Sað ve soldaki melekler de selamlanmýþ olur.

 

Sabah namazýnýn Farzý; iki rekattan ibarettir. Bu týpký yukarýda anlatýlan iki rekatlý sünnet gibi kýlýnýr. Yalnýz baþlarken önce kamet getirilir. Niyetlenirken de farz olduðu belirtilir.

 

b) Öðle Namazýnýn kýlýnýþý: Önce dört rekatlýk ilk sünnet için “Niyet ettim bugünkü öðle namazýnýn ilk sünnetini kýlmaya” denilerek niyetlenilir. Sabah namazýnýn iki rekatlý sünneti gibi iki rekat kýlýp oturunca yalnýz “Tahiyyat” duasý okunur. Ve Tekbir getirilerek üçüncü rekat için kalkýlýr.

 

Üç ve dördüncü rekatlar da ayný þekilde kýlýnýr, oturulur.  Tahiyyat, salavat ve rabbena dualarý peþ peþe okunur. Selam verilir. Dört rekatlý sünnetlerde ilave sürelerin düzeninden 1 ve 2, rekatlar bir, 3 ve 4. rekatlar da bir düþünülür. Ona göre okumada tertibe uyulur.

 

Öðle namazýn dört rekatlý farzýna gelince; bunun için kamet getirilir, farza niyetlenilir. Sonra týpký öðlenin ilk dört rekatlý sünneti gibi namaz kýlýnýr. Ancak 3 ve 4. rekatlarda Fatihadan sonra ilave süreler okunmaz.

 

Öðle namazýnýn son sünnetine gelince; bu iki rekatlýdýr. “Öðlenin son iki rekat sünnetini kýlmaya” þeklinde niyetlenilir. Sonra namaza durulur. Kýlýnýþ biçimi sabah namazýnýn sünneti gibidir.

 

c) Ýkindi Namazý ve Kýlýnýþý: Gündüzleyin kýlýnan ikindi (asr) namazýnýn yukarýda açýklanan biçimde vakti girince mükellef kiþi, namaz için týpký diðer namazlardaki gibi gerekli þartlarý yerine getirir.

 

Önce dört rekatlý sünneti için; “Niyyet ettim Allah rýzasý için bugünkü ikindi namazýnýn sünnetini kýlmaya” þeklinde niyetlenir. Namazýn kýlýnýþ biçimi genelde öðle namazýnýn ilk dört rekatlý sünneti gibidir. Ancak ikinci rekatta oturunca, Tahiyyat duasýndan hemen sonra Salavat dualarý okunur. Allah’uekber denilerek 3. rekata kalkýlýr ve hemen Sübhaneke duasý okunur, peþinden Ezu Besmele çekilir ve öðlenin sünnetinin 3., 4. rekatý gibi iki rekat daha namaz kýlýnýr ve Selam verilir.

 

Ýkindinin dört rekatlý farzý; týpký öðle namazýnýn farzý gibi kýlýnýr. Kametten sonra “Niyet ettim Allah rýzasý için bugünkü ikindi namazýnýn farzýný kýlmaya” denilir. Namaza girilir ve öðlenin farzý gibi yerine getirilir.

 

d) Akþam Namazý ve Kýlýnýþý: Gece namazlarýnýn ilkidir. Vakti girince; akþamýn üç rekatlý farzýnýn kýlýnmasý için; kamet getirilir. “Niyet ettim Allah rýzasý için bugünkü akþam namazýnýn farzýný kýlmaya” denilir. Ýlk iki rekatýný sabah namazýnýn farzý gibi kýldýktan sonra oturulur, Tahiyyat duasý okunur ve hemen 3. rekat için ayaða kalkýlýr. Bu rekatta Besmeleden sonra Fatiha süresi okunur. Anlatýldýðý þekilde rüku ve secdeler yapýlýr ve oturulur. Tahiyyat, Salavat ve Rabbena dualarý okunduktan sonra Selam verilir.

 

Akþamýn iki rekatlý sünnetine gelince; sabah namazýnýn sünneti gibi hareket edilir. Önce “Niyet ettim Akþam namazýnýn sünnetini Allah rýzasý için kýlmaya” denilir, namaza girilir, sabah namazýnýn sünneti gibi sürdürülür ve Selamla bitirilir.

 

e) Yatsý Namazý ve Kýlýnýþý: Gece namazlarýnýn ikincisidir. Yatsý namazýnýn vakti girince, mükellef kiþi namaz kýlmak için gerekli ön þartlarý yerine getirir.

 

Yatsýnýn dört rekatlý sünnetinin kýlýnmasý için; önce niyet edilir. “Niyet ettim Allah rýzasý için bugünkü yatsýnýn ilk sünnetini kýlmaya” denilir, namaza girilir. Bu sünnetin edasý týpký, dört rekatlý ikindi namazýnýn sünneti gibidir.

 

Yatsýnýn dört rekatlý farzýnýn kýlýnmasý için; kiþi kamet getirir. “Niyet ettim Allah rýzasý için bugünkü yatsý namazýnýn farzýný kýlmaya” þeklinde niyet eder. Tekbir getirerek namaza baþlar. Bunun kýlýnýþ biçimi de týpký öðlen namazýnýn dört rekatlý farzý gibidir.        

 

Yatsýnýn iki rekatlý son sünnetinin kýlýnmasý için; farzdan sonra ayaða kalkýlýr, “Niyet ettim Allah rýzasý için bugünkü yatsýnýn son sünnetini kýlmaya” diye niyet edilir. Týpký sabah namazýnýn iki rekatlý sünneti gibi kýlýnýr.

 

Namazlarda 2., 3., ve 4. rekatlarda Fatihadan önce yalnýzca Besmele çekilir. Ýkindi ve yatsýnýn gayr-i müekked sünnetlerinde ise 3. rekata kalkýnca Sübhaneke duasýndan sonra Euzu Besmele de çekilir.

 

Pek tabi bu beþ vakit namazý ve diðerlerini kýlarken riyadan uzak, dil ile okunanlarýn manalarýný kalp ile düþünerek, ihlas ve huþu ile Allah rýzasýný, kazanma ümidiyle kýlmak lazýmdýr. Allah’ýn muradýna uygun ve Nebisinin tarif ettiði bir namaz böyle kýlýnýnca yerine getirilmiþ olur.

 

f) Vitir Namazýnýn Kýlýnýþý: Yatsý namazý vaktinde kýlýnýr. Üç rekatlýdýr. Genelde münferit eda edilir ve yalnýzca ramazanlarda teravihten sonra cemaatle kýlýnýr. Vitri kýlmayan edasýndan kurtulamaz. Kazasý gerekir. Terk eden günahkardýr. Ýnkar edene kafir denilemez ama bozuk karakterlidir.

 

Malum olduðu üzere vitir namazý Kur’ani olmamakla beraber hakkýnda pek çok hadis mevcuttur.

 

ـ عن بُريدة رَضِىَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسُولُ اللّهِ #: الْوَتْرُ حَقٌّ. فَمَنْ لَمْ يُوتِرْ فَلَيْسَ مِنَّا. قَالَهَا ثَثاً.

 

- Hz. Büreyde (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Vitr namazý haktýr. Kim bunu kýlmazsa bizden deðildir." Bunu Efendimiz üç kere tekrar etti."[525]

 

"Vitir haktýr" sözü vitir kýlmaya teþvik içindir. Bu hususta gelen sahih rivâyetler "hak"la farzýn kastedilmediðini gösterir. Sözgelimi Ubâde Ýbnu Sâmit'e, Ensar'dan Ebû Muhammed'in "Vitir haktýr" dediði kulaðýna gelince: "Ebû  Muhammed hata etti" der ve Resûlullah'ýn namazlarýn sayýsýný beþ olarak ifade eden hadislerini rivâyet eder. Keza Talha Ýbnu Ubeydillah da bir Arâbinin sualine verdiði cevapta namazýn beþ olduðunu belirtir. Enes de Mi'râc hadisinde farz namazýn beþ olduðunu ifade eder.

 

Hülasa ulemâ vitrin farz olmadýðý hususunda icma etmiþtir. Sadece Hasan Ýbnu Ziyad, Ebû Hanîfe'nin farz dediðini rivâyet etmiþtir. Ancak imamýn ashâbý bunu kabul etmemiþtir. Þâyet bu rivâyet sahihse, þunu bilmek gerekir imamdan önce bu meselede icma vâki olmuþtur.

 

 "Kýlmayan bizden deðildir" ifadesini, "sünnetten nefret ederek kýlmayan bizden deðildir" þeklinde anlamak gerekmektedir.

 

ـ وعن علي رَضِىَ اللّهُ عَنْه قال: ]الْوِتْرُ لَيْسَ بِحَتْمٍ كَالصََّةِ المَكْتُوبَةِ، وَلَكِنَّ رسولَ اللّهِ # قال: إنَّ اللّهَ تَعالى وِتْرٌ يُحِبُّ الوِتْرَ. فَأوْتِرُوا يَا أهْلَ الْقُران.

 

- Hz. Ali (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Vitir namazý farz namaz gibi kesin deðildir. Ancak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Allahu Teâlâ hazretleri tektir, tek'i sever, öyleyse  ey ehl-i Kur'an vitri kýlýn!" buyurmuþtur."[526]

 

Hatm, farz ve vacib ma'nâsýna gelir. Biz vitr hususundaki mezhebimizin hükmüne uygun düþmek için "kesin" tâbirini tercih ettik.

 

Cumhur vitir namazýnýn vacib olmadýðý, sünnet olduðu hususunda icma eder. Ebû Hanîfe merhum bu meselede cumhura muhalefet eder, vacib olduðunu söyler.. "Farzdýr" dediði de rivâyet edilmiþtir. Ýbnu Hacer, Ýmam Muhammed ve Ýmam Yusuf bu meselede Ebû Hanîfe'ye muhalefet etmiþ olsalar da Ebû Hanîfe'nin bu hükmünde yalnýz olmadýðýný, Saîd Ýbnu Ôl-Müseyyeb, Ebû Ubeyde, Abdillah Ýbnu Mes'ud  ve  Dahhâk'ýn da vitrin vücubûna hükmettiklerine dair Ýbnu Ebî Þeybe'nin rivâyet kaydettiðini belirtir.

 

ـ وعن ابن مُحَيْريزٍ: ]أنَّ رَجًُ مِنْ بَنِى كِنَانَةَ يُدْعَى المُخْدِجِىَّسَمِعَ رَجًُ بِالشَّامِ يُكَنَّى أبَا مُحَمّدٍ يَقُولُ: الْوَتْرُ وَاجِبٌ. قالَ الْكِنَانِىُّ: فَسَألْتُ عُبَادَةَ بنَ الصَّامِتِ رَضِىَ اللّهُ عَنْه فقَالَ: كَذَبَ أبُو مُحَمّدٍ. سَمِعْتُ رسولَ اللّهِ # يَقُولُ: خَمْسُ صَلَوَاتٍ كَتَبَهُنَّ اللّهُ تَعالى عَلى الْعِبَادِ. فَمَنْ جَاءَ بِهِنَّ وَلَمْ يُضَيِّعْ مِنْهُنَّ شَيْئاً اسْتِخْفَافاً بِحَقِّهِنَّ كَانَ لَهُ عِنْدَ اللّهِ عَهْدٌ أنْ يُدْخِلَهُ الجَنَّةَ، وَمَنْ لَمْ يَأتِ بِهِنَّ فَلَيْسَ لَهُ عِنْدَ اللّهِ عَهْدٌ، إنْ شَاءَ عَذَّبَهُ وَإنْ شَاءَ أدْخَلَهُ الجَنَّةَ[. أخرجه ا‘ربعة إ الترمذي.»أبُو مُحَمّدٍ« هذا من ا‘نصار له صحبة.وقوله عبادة: »كَذَبَ أبُو مُحَمّدٍ« أى أخْطأ، وََ يَجوز أن يكذب في شئ من ا‘خبار عن رسولِ اللّهِ # .

 

 Ýbnu Muhayrîz anlatýyor: "Benî Kinâne'den el-Muhdicî denen bir adam, Þam'da Ebû Muhammed diye künyesi olan bir adamýn:"Vitir namazý vacibtir" dediðini iþitti. Kinânî dedi ki:"Ben bunu Ubâde Ýbnu's-Sâmit (radýyallâhu anh)'e sordum da:"Ebû Muhammed hata etmiþ. Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ý dinledim þöyle demiþti:"Allah'ýn kullar üzerine yazýp farz kýldýðý beþ namaz mevcuttur. Kim onlarý  eda eder, istihfafla herhangi bir eksikliðe meydan vermeden tam yaparsa Allah indinde ona verilmiþ bir söz vardýr: Onu cennete koyacaktýr. Onlarý kýlmayana ise Allah'ýn bir vaadi yoktur. Dilerse azab eder dilerse cennete koyar" der.[527]

 

Kýlýnýþý þöyledir: Önce niyet edilerek namaza durulur. Birinci ve ikinci rek'atlar aynen sabahýn sünnetinde tarif ettiðimiz þekilde kýlýnýr. Ýkinci rek'atýn sonunda oturulur, Tehýyyât okunarak üçüncü rek'ata kalkýlýr. Üçüncü rek'atta Besmele çekilip Fâtiha ve zamm-ý sûre okunur. Bundan sonra rükû'a eðilmeyerek eller kulaklara kaldýrýlýp tekbir alýnýr. Ve tekrar eller baðlanýp, kunut dualarý okunur. Konut Dualarý:

 

اَللَّهُمَّ إِنَّا نَسْتَعِينُكَ وَ نَسْتَغْفِرُكَ وَ نَسْتَهْدِيكَ * وَ نُؤْمِنُ بِكَ وَ نَتُوبُ اِلَيْكَ * وَ نَتَوَكَّلُ عَلَيْكَ * وَ نُثْنِى عَلَيْكَ اْلخَيْرَ كُلَّهُ نَشْكُرُكَ وَ لاَ نَكْفُرُكَ * وَ نَخْلَعُ وَ نَتْرُكُ مَنْ يَفْجُرُكَ *

 

Allahümme innâ neste'înüke ve nestaðfirüke ve nestehdîke ve nü'minü bike ve netûbü ileyke ve netevekkelü aleyke ve nüsnî aleyke'l-hayra küllehü neþkürüke ve lâ nekfürüke ve nahle'u ve netrükü men yefcürük.

 

اَللَّهُمَّ اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ لَكَ نُصَلِّى وَ نَسْجُدُ * وَ اِلَيْكَ نَسعْىَ وَ نَحْفِدُ * نَرْجُو رَحْمَتَكَ وَ نَخْشَى عَذَابَكَ * اِنَّ عَذَابَكَ الْجِدَّ بِاْلكُفَّارِ مُلْحِقٌ *

 

Allahümme iyyâke na'büdü ve leke nusallî ve nescüdü ve ileyke nes'â ve nahfidü nercû rahmeteke ve nahþâ azâbeke inne azâbeke bilküffâri mülhýk.

 

Kunut dualarý bittikten sonra rükû' ve secdeye gidilir. Secdeden sonra oturularak Tehýyyât, salâvat ve dualar okunarak selâm verilir.

 

Kunut duasýný bilmeyen kimse, Rabbenâ âtinâ fi'd-dünyâ haseneten ve fi'l-âhireti haseneten ve kýnâ azâbe'n-nâr âyetini okuyabilir. Üç kere Allahümme'ðfirlî de diyebilir. Üç kere Yâ Rab demesi de câizdir.Vitir namazý sadece Ramazanda cemaatle kýlýnýr. Ýmam olan zât namazý cehrî kýldýrýr; kunut ise gizli okunur. Ramazan dýþýnda vitri cemaatle kýlmak mekruhtur.

 

2)  Cuma Namazý ve Kýlýnýþý

 

a) Cumanýn Þartlarý: Cumâ namazý farzi-i ayn ve iki rekâttýr. Farziyeti Kitap, Sünnet ve Ýcmâ ile sabittir:

 

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اِذَا نُودِىَ لِلصَّلوةِ مِنْ يَوْمِ الْجُمُعَةِ فَاسْعَوْا اِلى ذِكْرِ اللّهِ وَذَرُوا الْبَيْعَ ذلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ

 

“Ey iman edenler! Cuma günü namaza çaðýrýldýðý(ezan okunduðu) zaman, hemen Allah’ý anmaya koþun ve alýþ veriþi býrakýn. Eðer bilmiþ olsanýz, elbette bu, sizin için daha hayýrlýdýr."[528]

 

Öðle namazý vaktinde ve cemâatle kýlýnýr. Dördü farzdan evvel dördü farzdan sonra olmak üzere sekiz rekat sünneti vardýr. Vakit girdikten sonra evvelâ dört rekat sünnet kýlýnýr. Ondan sonra ikinci defa olmak üzere câminin içinde bir ezan okunur. Ezandan sonra hatip minbere çýkarak hutbe okur. Hutbeden sonra hatip mihrâba geçerek imam olur ve cemâatle iki rekat Cumâ namazý kýlýnýr. Bu iki rekat farzdan sonra dört rekat daha sünnet kýlýnýr. Bu dört rekattan sonra isterse dört rekat Zuhr-u âhir ile iki rekat vakit sünneti kýlar.

 

ـ وعن سمرة بن جندب رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ رَسُولَ اللّهِ # قَالَ: مَنْ تَوَضَّأَ يَوْمَ الْجُمُعَةِ فَبِهَا وَنِعْمَتْ، وَمَنِ اغْتَسَلَ يَوْمُ الجُمُعَةِ فَالْغُسْلُ أفْضَلُ.

 

-Semüre Ýbnu Cündeb radýyallahu anh anlatýyor:  "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Cuma günü kim abdest alýrsa bununla (o, sünneti yerine getirmiþ, fazilete ermiþ) olur ve (sünneti yapmýþ olma) nimetine erer. Ama cuma günü kim de guslederse (bilsin ki) gusül daha faziletlidir."[529]

 

b)Cuma namazýnýn þartlarý: Cuma namazýnýn, vakit namazlarýn þartlarý ve farzlarý yanýnda on iki þartý vardýr. Bunlardan altýsý vücûbunun (farz olmasýnýn), altýsý da edasýnýn (sahih olmasýnýn) þartlarýdýr.

 

c) Vücûbunun þartlarý

 

1) Hür olacak ,

2) Erkek olacak,

3) Âkil balið olacak ,

4) Saðlýðý yerinde olacak,

5)Gözleri, ayaklarý saðlam olacak (körlere ve kötürümlere farz deðildir),

6) Mukim olacak (misafire farz deðildir)

 

Kendisinde bu þartlar mevcut olanlar Cumâ namazý farzdýr. Bu þartlar bulunmayanlara farz deðildir. Kadýnlara, hastalara, Cumâ'ya gitmekle hastalýðý artacak olanlara, hastabakýcýlara, düþkün ihtiyarlara, yolculara, gözsüzlere, kötürümlere, hürriyetti kendi elinde olmayanlara, Cumâ'ya gittiði vakit muhakkak sûrette, her ne þekilde olursa olsun bir zarar görecek olanlara Cumâ namazý farz deðildir. Ýsterlerse evlerinde oturup Öðle namazýný kýlarlar. Ýsterlerse Cumâ'ya giderler. Kendilerine Cumâ farz olmayanlar eðer Cumâ'ya giderek Cumâ namazýný kýlarlar ise o günün Öðle namazý yerine geçer.

 

d) Cumâ namazýnýn sahih olmasýnýn þartlarý

 

1) Cuma kýlýnacak yer, þehir veya þehir hükmünde olacak,

2) Devlet baþkanýn veya devlet baþkaný adýna bir yetkilinin izin vermesi,

3)  Cuma namazý kýlýnacak yerin herkese açýk olmasý,

4)  Öðle vaktinin gelmiþ olmasý,

5)  Ýmamdan baþka en azýndan üç kiþinin bulunmasý,

6)  Hutbe okunmasý

 

Hutbenin Rüknü: Hutbenin rüknü Cenâb-i Allah’ý zikirden ibarettir. Hutbe ikidir:

 

Birinci hutbe Müslümanlara vaaz ve nasihat, ikinci hutbe Müslümanlara duâdýr. Her birinde Allah'a hamd-ü senâ. Allah’ýn Birliðine, Muhammed (a.s)'ýn Peygamberliðine þahadet ve Peygambere salâvat vardýr.

 

e) Cumanýn Kýlýnýþý: Cumanýn ilk dört rekat sünnetinin kýlýnýþý için: Kiþi “Niyet ettim Allah rýzasý için cumanýn ilk sünnetini kýlmaya” þeklinde niyetlenir, tekbirle namaza baþlar. Bu sünnet öðle namazýnýn dört rekatlý ilk sünneti gibi kýlýnýr. Selamdan sonra kiþi hutbeyi dinler.

 

Cumanýn 2 rekatlý Kýlýnýþý Ýçin: Hutbenin bitimini müteakip cumanýn 2 rekat farzý için imama uyulur. Ýmam “Niyet ettim Allah rýzasý için Cuma namazýnýn farzýný kýlmaya ve bana uyanlara kýldýrmaya” þeklinde niyetlenir. Cemaat de “Niyet ettim Cuma namazýnýn farzýný kýlmaya ve uydum imama” der, tekbirini alýr. Cumanýn bu 2 rekatlýk farzý da týpký sabah namazýnýn farzý gibi kýlýnýr. Fakat bunda ilave uzun süreler okunmaz. Ýmam kýraati açýktan okur, cemaat dinler.

 

3) Cenaze Namazý

 

a) Cenaze Hakkýnda Bazý Bilgiler: Cenaze: Ölü, ölmek üzere olan kiþi demektir. Çoðulu cenaizdir. Ölmek üzere olan kiþi, þayet çevrilmede bir güçlük yoksa kýbleye doðru sað tarafý üzere çevrilir. Þahadet ve Tevhid kelimelerin telkin edilir. Kur’andan ayetler, süreler okunur.Ölmek üzere olan müminin akrabalarýnýn yaný baþýnda bulunmalarý uygundur. Ruhunu teslim edince açýk kalmasýn diye çenesi baðlanýr, göz kapaklarý kapatýlýr. Yanýna kokular konur, kollarý yanlarýna getirilir.

 

b) Cenazenin Yýkanmasý ve Kefenlenmesi: Cenaze yüksekçe bir yere konulur. Avret yerlerine bir bez örtülür, elbiseleri tamamen çýkartýlýr. Aðzýna ve burnuna su vermeksizin bir abdest aldýrýlýr. Sonra bütün vücudu sabunlu, ýlýk su ile yýkanýr. Kuru yer býrakmamaya özen gösterilir. Sonra da cenazeyi yýkayan kiþi (gassal) onu kendisine yasaklayarak oturtur, cenazenin karnýný sývazlar, içinden bir þey çýkmýþsa onlar da yýkanýr. Ayrýca bir daha abdest aldýrýlmaz.Erkeði erkek, kadýný da kadýn yýkar. Cenaze yýkayacak kiþilerin temiz olmasý, bu iþi bilmesi gerekir.

 

Cenazenin baþýna, saç ve sakalýna güzel kokular sürülür, Saç ve týrnaklarý kesilmez, taranmaz. Ölüye önce kefen gömleði giydirilir. Gömlek omuzlardan ayaklara kadardýr. Sonra birinci kat kefen “izar” giydirilir. Bu baþtan ayaða kadardýr. Bunun da üzerine ikinci kat kefen “lifafe” giydirilir, sarýlýr. Bu da tepeden ayaða kadardýr. Bunun baþ ve ayak kýsýmlarýndan baðlanýr. Ýþte erkeðin kefenlenmesi budur.

 

Kadýnýn kefeni; baþ örtüsü ile göðüs örtüsünün ilavesiyle beþ parçadan oluþur. Kadýnýn saçlarý iki parça halinde örtülür, göðüs örtüsü üzerinden göðsü üzerine konur. Belirtilen þekilde kefenlenme sünnete uygun olanýdýr. Bu iþleri yapmak farz-ý kifayedir. Ve herkse saðken kefenini hazýrlamalýdýr.

 

c) Cenaze Namazýnýn Kýlýnýþý

 

Cenaze namazý niyet ve 4 tekbir ile kýlýnýr. Niyet etmeksizin veya tekbirlerden birini getirmeksizin kýlýnacak namaz sahih olmaz. Niyet aslýnda kalben yapýlýr, dil ile de söylenilmesi sünnettir. Niyette, ölünün erkek veya kadýn veya sabî (çocuk) olduðu belirtilir. Ýmam olan zat, "Allah rýzasý çin, hâzýr olan cenaze namazýný kýlmaya ve cenaze için dua etmeye" diye niyet ederek namaza baþlar. Ýmamete niyet lâzým gelmez. Cemaat da ayný þekilde niyet eder, ayrýca, "uydum imama" derler. Yalnýzca "uydum imama" denilmesi de yeterlidir. Cenaze namazýnýn rükünleri, kýyâm ile tekbirdir. Kur'an okumak (kýrâet), rükû' ve secdeler yoktur. Namaz þu þekilde kýlýnýr: Ýftitah tekbiri alýnarak eller baðlanýr. Ve Sübhâneke okunur. Sübhâneke'de,

 

 وَتَعالى جَدُّكَ 

 

"Ve teâlâ ceddük" kelimesinden sonra,

 

وَجَلَّ ثَناؤُكَ

 

"Ve celle senâük" ilâvesi yapýlýr. Sonra eller kaldýrýlmaksýzýn, baþ göz iþâreti yapýlmaksýzýn, ikinci bir tekbir alýnarak Allahümme salli ve bârikler okunur. Sonra üçüncü bir tekbir alýnýr ve hem ölü için, hem de bütün Müslümanlar için duâ edilir. Burada muayyen bir dua yoktur. "Allahümme'ðfirlî ve li'l-meyyiti ve li-sâiri'l-mü'minîne ve'l-mü'minât..." veya: 

 

رَبَّنَا اتِنَا فِى الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِى اْلاخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّار بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمينَ 

 

 "Rabbenâ âtinâ fi'd-dünyâ haseneten ve fi'l-âhireti haseneten ve kýnâ azâbe'n-nâr birahmetike yâ erhame'r-râhimîn" dualarý yapýlabilir. Yahut daha baþka herhangi bir dua da olabilir. Bilmeyenler, dua niyetine Fâtiha sûresini bile okuyabilirler. Þu duayý okumak ise sünnettir: 

 

اَللّهُمَّ اغْفِرْ لِحَيِّنَا وَمَيِّتِنَا وَشَاهِدِنَا وَغَائِبِنَا وَذَكَرِنَا وَاُنْثَانَا وَصَغِيرنَا وَكَبِيرنَا اَللَّهُمَّ مَنْ اَحْيَيْتَهُ مِنَّا فَاَحْيهِ عَلَى اْلاِسْلاَمِ وَمَنْ تَوَفَّيْتَهُ مِنَّا فَتَوَفَّهُ عَلَى اْلايمَانِ وَخُصَّ هذَا الْمَيَّتَ بِالرَّوْحِ وَالرَّاحَةِ وَالْمَغْفِرَةِ وَالرِّضْوَانِ    اَللّهُمَّ اِنْ كَانَ مُحْسِنًا فَزِدْ فِى اِحْسَانِه وَاِنْ كَانَ مُسيئًا فَتَجاوَزْ عَنْهُ وَلَقِّهِ اْلاَمْنَ وَالْبُشْرى وَالْكَرَامَةَ وَالزُّلْفى بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمينَ 

 

 "Allahümme'ðfir li-hayyinâ ve meyyitinâ ve þâhidinâ ve ðâibinâ ve zekerinâ ve ünsânâ ve saðîrinâ ve kebîrinâ... Allahümme, men ahyeytehu minna fe-ehyihî ale'l-islâm ve men teveffeytehu minnâ fe-teveffehu ale'l-îman ve hussa hâze'l-meyyite bir-ravhý ve'r-râhati ve'l-maðfireti ve'r-rýdvân... Allahümme in kâne muhsinen fe-zid fî ihsânihî ve in kâne müsîen fe-tecâvez anhü ve lakkýhi'l-emme ve'l-büþrâ ve'l-kerâmete ve'z-zülfâ bi-rahmetike yâ erhame'r-râhimîn..."

 

Manasý:

"Allahým, bizim dirilerimizi, ölülerimizi, hâzýr ve gâib olanlarýmýzý, erkeklerimizi, kadýnlarýmýzý, küçük ve büyüklerimizi afv ü maðfiret buyur! Ya Ýlâhî bizden yaþattýklarýný Ýslâm üzere yaþat, öldürdüklerini ise îman üzere öldür... Bilhassa, bu (hâzýr olan) ölüyü kolaylýða, rahata, maðfirete ve rýzana erdir! Yâ Rabbi, eðer bu ölü muhsin ise, ihsanýný artýr. Ve eðer yaramaz biri ise afvet, kendisine emniyet, beþaret, keramet ve kurbiyet nasîb eyle, ey erhamerrâhimîn!.."

 

Ölü eðer erkek çocuk cenazesi ise, ve men teveffeytehû minnâ fe-teveffehû ale'l-îman cümlesinden sonra, þu þekilde dua edilir:

 

  اَللّهُمَّ اجْعَلْهُ لَنَا فَرَطًا  اَللّهُمَّ اجْعَلْهُ لَنَا اَجْرًا وَذُخْرًا  اَللّهُمَّ اجْعَلْهُ لَنَا شَافِعًا وَمُشَفَّعًا

 

 Allahümme'c'alhü lenâ feratan, Allahümme'c'alhü lenâ ecran ve zührâ... Allahümme'c'alhü lenâ þâfian müþeffeâ... "

 

Manasý:

Ýlâhî, onu bize takdim edilmiþ bir ecir kýl, yâ Rabbi onu bize bir sevab, bir zâhire kýl, onu bizlere þefaatçý ve þefaatý kabûl edilmiþ kýl...".

 

Sonra dördüncü tekbir alýnýr ve saða ve sola selâm verilir. Dördüncü tekbirden sonra namaz tamamlandýðýndan, eller salýverilir. Tekbirden baþka olan dualar gizli okunur. Cenaze namazýnda Kur'an okumak câiz deðildir. Ancak dua niyetiyle bâzý âyetler okunabilir. Baþlangýç tekbirinde imama yetiþemeyen kimse, sonraki tekbiri bekler ve onunla namaza girer. Cenaze musalladan kaldýrýlmadan da tekbiri dörde tamamlar.

 

Zaruret olmadýkça cami içinde cenaze namazýný kýlmakta kerahet vardýr. Yaðmur veya müsait yer olmamasý sebebiyle camilerde kýlýnmasýnda ise, bir mahzur ve kerahet yoktur. Cenaze namazýnda selâm vermek vâcibtir. Okunan dualar ise sünnettir. Cenaze namazý kýlacaklarýn üç saf olmasý menduptur. Cenaze üzerine bir defa namaz kýlýnýr. Tekrar edilmesinde kerahet vardýr. Müteaddid cenazelerin her birine ayrý ayrý namaz kýlmak evlâdýr. Hepsine bir namaz kýlmak da sahihdir. Ölünün alnýna veya sargýsýna veya kefenine ahidnâme, yani, kendisinin îman üzerine, ahd-i ezelî üzerine sâbit bulunmuþ olduðuna dair bâzý mukaddes kelimeler yazýlmasý hâlinde, Allah'ýn maðfiretine nail olacaðý umulur denmiþtir.

 

Fakat bu mübarek kelimelerin, meselâ kelime-i tevhidin, kabir içinde kalýp bilâhare çiðnenmesi veya cenazeden akacak mayilerle kirlenmesi mümkündür. Bu cihetle böyle bir þeyler yazmak mahzurdan uzak deðildir. Ölünün yýkanmasýndan sonra ve kefenlenmesinden önce alnýna mürekkeple deðil, þehadet parmaðý ile bismillâh; göðsü üzerine de lâ ilâhe illâllah yazýlmasý daha muvafýk görülmüþtür.

 

4) Bayram Namazý

 

Ýslamiyet kendi temel kurallarýna aykýrý olmayan geleneklere dokunmamýþtýr. Fakat dine aykýrý olanlar kaldýrýlmýþtýr. Ýslam öncesi geleneklerine olup da Ýslam kurallarýna uygun biçimde kutlanmayan bayramlar kaldýrýlmýþtýr. Onlarýn yerine daha hayýrlý, daha anlamlý Ramazan ve Kurban Bayramlarý konulmuþtur.

 

Bu bayramlarýn namazlarý ise; vacibdir. Cuma namazý kendilerine farz olan her kiþiye bayram namazlarý da vacibdir. Vakit namazlarýnýn farz, vacip ve sünnetleri burada da aynen söz konusudur. Bayram namazlarýndan sonra okunan hutbelerin hükmü ise sünnettir.

 

Bu namazlarýn vakti girince imam veya müezzin “Dokuz tekbir ile iki rekat vacip olan bayram namazýna niyet” diyerek cemaatý namaza davet eder. Kýbleye dönülerek saf tutulur. Ýmam mihraba geçer, herkes içerisinden “Niyet ettim dokuz tekbir ile iki rekat vacip olan bayram namazýný Allah rýzasý için kýlmaya, uydum imama” der.

 

Ýmam da namazý kýlmaya ve kýldýrmaya ayný þekilde niyet eder. Namazlardaki gibi iftitah tekbiri alýnýr. Eller baðlanýr. Herkes, içinden Sübhaneke Duasýný okur. Sonra imamla beraber cemaat iki defa “Allah’ü Ekber” diyerek elleri kulaklara kadar götürür ve yana salarlar. Üçüncü kez yine “Allah’ü Ekber” denir, eller kulaklara kaldýrýlýr ve tekrar göbek üzerine baðlanýr. Ýmam, “Euzu Besmele” çeker.

 

Açýktan Fatiha ve ilave süre okur. Sonra hep birlikte diðer namazlardaki gibi rüku ve secdeler yapýlýr. Ýkinci rekata kalkýlýr. Ýmam, içinden Besmele çeker, açýktan Fatiha ve ilave süreyi okur, cemaat dinler. Kýraatten sonra rükua gitmeden önce imamla beraber cemaat birinci rekattaki gibi üç defa “Allah’ü Ekber” diyerek elleri kulaklara kadar kaldýrýr ve her tekbirde yana salarlar. Dördüncü kez eller yandayken “Allah’ü Ekber” denilir, rükua gidilir, secdeler yapýlýr ve oturulur. Belli dualar okunur, selam verilir.

 

a) Bayram Hutbesi: Bayram namazý kýldýktan sonra imam mimbere çýkar ve oturmada hutbeye baþlar. Bu hutbenin hükmü sünnettir.

 

Ýmam, hutbeye Cuma hutbesindeki hamd, sena ve salavat dualarýna karþýlýk Allah’a tekbir ve hamdlarla baþlar. Tekbirleri þöyledir:

“Allah’u ekber allah’u ekber lailahe illallahu vallahu ekber allahu ekber ve lillahil hamd”

 

Cemaat de hatibin bu tekbirine ve daha sonra getireceði tekbirlere, ahenk içinde açýk sesle katýlýr. Hatip birinci hutbesinde Ramazan Bayramýnda cemaate ramazan, fitre ve bayramýn öneminden bahseder.

 

Ramazan Bayramýnda sabahleyin camiye giderken tatlý bir þey yenilir. Kurban Bayramýnda ise, kurban etiyle o gün yeme ve içmeye baþlanýr.

 

b) Teþrik Tekbirleri ve Hükmü: Kurban Bayramýndan bir gün önce Arafe Günü sabah namazýnýn farzýndan sonra baþlayýp 4. bayram günü ikindi namazýna kadar 23 vakitte farzlardan sonra getirilen tekbirlerdir. Tekbirler þöyledir:

 

¢†¤à z¤Ûa ¡é£Ü¡Û ë ¢Š j¤× a ¢é£ÜÛ a ¢Š j¤× a ¢é£ÜÛa ë é£ÜÛa  £ü¡a  éÛ¡a a¬ü ¢Š j¤× a ¢é£ÜÛ a ¢Š j¤× a ¢é£ÜÛ a

 

“Allahü Ekber Allâhü Ekber Lâ ilâhe Ýllâllahü Vallâhü Ekber, Allâhü Ekber ve Lillâhi'l-Hamd”

 

Anlamý:

“Allah en büyüktür. Allah en büyüktür. Allah en büyüktür. Allah’tan baþka hiçbir ilah yoktur. Allah en büyüktür. Allah en büyüktür. Her hamd Allah içindir.”

 

Bu tekbirin hükmü ise, namaz kýlmakla yükümlü herkes üzerine vaciptir. Çünkü ayette:

 

 6§pa …뢆¤È ß §âb £í a ó¬©Ï  é¨£ÜÛa a뢊¢×¤‡a ë

 

“Bir de sayýlý günlerde Allah’ý zikredin, tekbir alýn”[530] denilmiþtir.

 

 

 

ý) Seferi ve Hasta Namazlarý

 

 

1) Seferi Namazý

 

a) Seferi Hali: Seferilik: Yolculuk, yolculuða çýkma; sefer mesafesine yolculuk yapma. Bir fýkýh terimi olarak yolculuk, belirli bir mesafeye gitmektir. Bu mesafe ise orta yürüyüþle üç günlük, yani on sekiz saatlik bir uzaklýktan ibarettir. Buna üç merhalelik mesafe de denir.

 

Orta yürüyüþ, yaya yürüyüþü ve kafile içindeki deve yürüyüþüdür. Denizlerde ise yelkenli gemilerin mutedil havadaki üç günlük yolculuðudur. Ýþte karalarda böyle bir yürüyüþ ile denizlerde ise mutedil bir havada yelkenli bir gemi ile on sekiz saat sürecek bir mesafe "sefer süresi" sayýlýr. Bu yolun yalnýz gidilecek mesafesi esas alýnýr; yoksa gidiþ dönüþ mesafesine bakýlmaz. Yolculuk yapan kimse süratli bir araçla yolculuk yaparak bu mesafeyi günümüzde yeni çýkan ulaþým vasýtalarýnda olduðu gibi daha kýsa bir sürede katederse bile yine yolcu sayýlýr ve namazlarýný kýsa kýlar. Yolculukta üç günün esas alýnmasýnda üç günlük mesh süresine kýyas yapýlmýþtýr.

 

Vatanýnda veya o hükümdeki bir yerde oturan kimseye "mukim", buradan çýkýp en az on sekiz saatlik mesafeye gitmeye baþlamýþ olan kimseye de "misafir" (yolcu) denir.

 

Yolculuk hali genel olarak güçlük ve sýkýntýlardan uzak deðildir. Bu yüzden Ýslâm dini yolcular hakkýnda bazý kolaylýklar getirmiþtir. Yolculukta gece gündüz aralýksýz yolculuða devam edilemez, istirahata da ihtiyaç vardýr. Bu yüzden günlük yolculuk süresi altý saat olarak belirlenmiþtir. Saatte 5 km. yol katedilmesi esas alýnýnca, seferilik mesafesi 90 km. olmuþ bulunur. Bazý yolculuklarýn rahat, meþakkatsiz ve çok kýsa sürede yapýlabilmesi, sonucu deðiþtirmez. Çünkü hüküm ferde göre deðil, cinse göre meydana geleceðinden, bütün yolculuk hallerini kapsamýna alýr. Diðer yandan Hanefîlere göre, yolculukta getirilen kolaylýklarýn illeti, mücerret seferiliktir. Güçlük ve sýkýntý bunun hikmetidir.

 

Hanefîler dýþýndaki çoðunluða göre, namazlarýn kýsaltýlmasýný mubah kýlan uzun yolculuk, zaman bakýmýndan ortalama iki günlük yolculuk veya aðýr yükle ve yaya olarak iki konaklýk mesafedir. Bazý fakihlere göre sefer süresi, on sekiz fersahlýk bir mesafedir. Bir fersah üç mil; bir mil de 1849 metredir.

 

Bir fersah on iki bin adým; bir mil de dört bin adým sayýlmaktadýr. Bununla birlikte fersahlar düz yerler ile daðlýk ve derelik yerlere göre deðiþir. Meselâ; düz bir yerde bir fersah bir saatte alýnabildiði halde; daðlýk bir yerde böyle bir mesafe 1 saatte alýnamaz. Bu yüzden bu konuda fersah bir ölçü sayýlmamalýdýr. Ancak fersaha itibar edilince bir çok meselelerin çözümü kolaylaþmaktadýr.

 

Meselâ; tren veya uçakla yapýlacak yolculuklarda yolun kaç fersah olduðu dikkate alýnýr. En âz on sekiz fersahlýk bir mesafe katedilmiþ olunca, sefer süresi gerçekleþmiþ ve sefer hükmü cereyan etmeye baþlamýþ olur; artýk kara veya deniz aracýnýn hýzlý seyreden bir araç olmasýna itibar edilmez.

 

Diðer yandan Hanefiler dýþýndaki üç imam da fersah ölçüsünü esas almýþtýr. Ýmam Malik ve Ahmed b. Hanbel'e göre sefer süresi 16 fersah yani 48 mildir. Bir mil ise altý bin el arþýnýdýr. Ýmam Þafiî'nin yeni görüþüne göre de 48 mildir. Eski görüþüne göre bir gün bir gecedir. Gidilecek yerin hem denizden hem de karadan yolu bulunsa, yolcunun gideceði yola itibar edilir. Bu yüzden, bir beldeye meselâ deniz yoluyla on iki saatte; kara yoluyla da on sekiz saatte gidilecek olsa, karadan gidenler yolcu sayýlýr; denizden gidenler sayýlmaz. Bir yerin karadan iki yolu bulunduðu takdirde de hüküm böyledir, yalnýz sefer mesafesinde bulunan yoldan gidenler misafir olmuþ bulunurlar.

 

Yolculuk, vatan edinilen beldenin veya köyün yola çýkýldýðý tarafýndaki evlerinden ayrýldýktan ve en az üç günlük bir yere gidilmeye niyet edildikten itibaren baþlar. Bu yüzden þehir kenarlarýndaki yerleþim alanlarý þehirle bütünleþmiþ olan köyler veya köyden yola çýkanlar için "finayý mýsýr" denilen harmanlýk, mezarlýk ve aðýl gibi eklentiler geçilmedikçe yolculuk baþlamýþ olmaz.Þehir veya köyün yerleþim alaný dýþýnda kalan fabrikalar, organize sanayi kuruluþlarý, toptancý halleri, baðlar, bahçeler, hayvan ve tavuk çiftliði gibi alanlar þehirden sayýlmaz.

 

Seferîliðin Hükümleri: Yolcular için bir takým kolaylýklar, ruhsatlar getirilmiþtir. Ramazanda yolculukta bulunan için orucu geri býrakmak mübahtýr. Yolcunun mesh süresi üç gün üç gecedir. Yolcu dört rekatlý farz namazlarýný ikiþer rekat olarak kýlar. Buna "kasrý salat" denir.

 

Yolculukta dört rekatlý namazlarýn kýsaltýlarak kýlýnmasý Kur'an, Sünnet ve icma ile câizdir.Allah Teâlâ þöyle buyurur:

 

وَاِذَا ضَرَبْتُمْ فِى الْاَرْضِ فَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ اَنْ تَقْصُرُوا مِنَ الصَّلوةِ اِنْ خِفْتُمْ اَنْ يَفْتِنَكُمُ الَّذينَ كَفَرُوا اِنَّ الْكَافِرينَ كَانُوا لَكُمْ عَدُوًّا مُبينًا

 

“Yeryüzünde sefere çýktýðýnýz zaman kâfirlerin size kötülük etmelerinden endiþe ederseniz, namazý kýsaltmanýzda size bir günah yoktur. Þüphesiz kâfirler, sizin apaçýk düþmanýnýzdýr.”[531]

 

Bu âyette kýsaltmanýn korku þartýna baðlanmasý o günkü olayý tespit etmek içindir. Çünkü Rasûlüllah (as)'ýn çoðu yolculuklarý korkudan uzak deðildi. Ashab-ý Kiram'dan Ya'la b. Ümeyye (r.a) Hz. Ömer'e þöyle demiþtir: Biz neden namazlarý kýsaltarak kýlýyoruz? Halbuki güven içindeyiz. Hz. Ömer de buna cevap olmak üzere þöyle buyurdu: Ben de ayný durumu Hz.. Peygamber'e sormuþtum; þöyle buyurmuþtu: "Bu, Allah'ýn size verdiði bir baðýþtýr, Allahýn sadakasýný kabul edin.”[532]

 

Hz. Peygamber'in umre, hac veya savaþ için yaptýðý yolculuklarýnda namazlarý kýsaltarak kýldýðý ile ilgili haberler tevatür derecesindedir. Abdullah ibn Ömer (r.a) þöyle demiþtir: "Hz. Peygamber (as)'e yolda arkadaþlýk ettim. O, yolculuklarýnda iki rekattan fazla kýlmazdý. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman da böyle yaparlardý."[533]

 

Hz. Ömer'in þöyle dediði rivayet edilmiþtir: "Yolcunun namazý, Nebinizin lisaný üzere kýsaltýlmaksýzýn tam iki rekattýr."[534] (34).

 

Yolcunun dört rekatlý farz namazlarý kýsaltmasý zorunlu mudur; yoksa kýsaltmakla tam kýlmak arasýnda serbest midir?

 

Hanefîlere göre, yolcunun namazlarý kýsaltarak kýlmasý vacib ve ayný zamanda azimettir. Yolcunun bilerek iki rekattan fazla kýlmasý mekruhtur. Bununla birlikte iki rekat kýlýp da teþehhütte bulunduktan sonra iki rekat daha kýlacak olsa farzý eda etmiþ, son iki rekât da nafile olmuþ olur. Ancak selâmý tehir etmiþ olmasýndan ötürü kötü bir iþ yapmýþ sayýlýr. Fakat birinci teþehhüdü terketse veya ilk iki rekatta kýraatta bulunmamýþ olsa farzý eda etmiþ olmaz. Nitekim sabah ve cuma namazlarýnda da hüküm böyledir.

 

Hz. Aiþe (r.anha)'den þöyle dediði rivayet edilmiþtir: "Namaz ikiþer rekat olarak farz kýlýndý, sonra hazarda ziyade olundu, seferde ise olduðu gibi býrakýldý.”[535]

 

Ýbni Abbas (r.a)'ýn þöyle dediði nakledilmiþtir: "Allah Teâla namazý, Peygamberimizin dili ile hazarda dört rekat, seferde iki rekat olarak farz kýlmýþtýr."[536]

 

Malikilere göre, seferde namazý kýsaltarak kýlmak müekked sünnet, Þafiî ve Hanbelilere göre ise yolculukta namazlarý kýsaltarak kýlmak, muhayyer olmak üzere ruhsattýr. Seferî kiþi namazlarýný kýsaltarak da, tam olarak da kýlabilir. Ancak Hanbelîlere göre kýsaltmak mutlak olarak tam kýlmaktan daha faziletlidir. Çünkü, Hz. Peygamber ile dört halife bu þekilde yapmaya devam etmiþlerdir.

 

Yolculuk ister ibadet için, ister mübah veya masiyet bulunan bir amaçla olsun, her türlü yolculuk sýrasýnda namazlarý kýsaltmak caizdir. Meselâ; yol kesmek, meþrû olmayan bir eðlenti yapmak veya baþka bir haram iþlemek için yolculuk yapan kimse de ruhsatlarýndan yararlanýr. Zira bu konudaki nasslar bunun ifadesidir:

 

وَلَا تَهِنُوا فِى ابْتِغَاءِ الْقَوْمِ اِنْ تَكُونُوا تَاْلَمُونَ فَاِنَّهُمْ يَاْلَمُونَ كَمَا تَاْلَمُونَ وَتَرْجُونَ مِنَ اللّهِ مَا لَا يَرْجُونَ وَكَانَ اللّهُ عَليمًا حَكيمًا

 

“O (düþman) topluluðu takip etmekte gevþeklik göstermeyin. Eðer siz acý çekiyorsanýz onlar da, sizin çektiðiniz gibi acý çekmektedirler. Üstelik siz Allah'tan, onlarýn ümit etmedikleri þeyleri umuyorsunuz. Allah ilim ve hikmet sahibidir.”[537]

 

Ayetinde yolculuðun meþrû veya gayri meþrû olmasý arasýnda bir ayýrým yapýlmamýþtýr.[538]

 

Hanefiler dýþýndaki çoðunluk müctehidlere göre ise; yol kesmek, þarap ve haram þeylerin ticaretini yapmak gibi Allah'a isyanýn söz konusu olduðu yolculuklarda, sefere mahsus olan namazlarýn kýsaltýlmasý, birleþtirilmesi oruçlunun iftar etmesi, mestler üzerine üç gün mesh etmek, binek üzerinde nafile namaz kýlmak gibi ruhsatlar mübah olmaz. Çünkü, bu gibi kimseler Allah'a isyan için yolculuk yapmýþ sayýlýr.

 

Bu konudaki kaide þudur:

"Ruhsatlar masiyet ve kötülük iþlemeye dayanak yapýlamaz.” Yine Allah Teâlâ darda kalana ölü hayvan etini yemeyi "haddi aþmama ve Allah'a isyanda bulunmama" þartýna baðlamýþtýr.[539]

 

Bu durumda ruhsatlar günah ve kötülük iþlemeye dayanak yapýlamaz.[540]

 

Seferi kimse bir beldede on beþ gün ve daha fazla kalmaya niyet edince mukîm olur ve artýk namazlarýný tam kýlar. Eðer on beþ günden az kalmaya niyet ederse seferîliði devam eder. Bu konuda dayanýlan delil, kadýnlarýn temizlik süresine kýyastýr. Temizlik süresi, hayýz sebebiyle kadýnýn üzerinden düþen namaz ve orucun edasýna dönmeyi gerektirir.

 

Ýkamet yerinde bulunmak da sefer sebebiyle kiþinin üzerinden düþen bazý vecibelerin yapýlmasýna geri dönmeyi gerektirir. Bu yüzden temizlik süresinin on beþ gün ile sýnýrlanmasý gibi, en az ikâmet süresinde on beþ gün olarak takdir edilmesi gerekir. Bu görüþ Ýbn Abbas ve Ýbn Ömer (r.a)'dan nakledilen þu söze dayanýr: “Seferî olduðun halde bir beldeye girer ve bu beldede on beþ gün kalmaya niyet edersen namazýný tam kýl. Eðer buradan ne zaman sefere çýkacaðýný bilmezsen namazlarýný kýsaltarak kýl."[541]

 

Bir yolcu, bir beldede belirli bir ihtiyacýný görmek için beklerse, bekleme iþi yýllarca sürse bile namazlarýný kýsaltarak kýlar. On beþ günden fazla kalmaya, niyet etmediði için seferîlik hali devam eder. Nitekim Ýbn Ömer (r.a) Azerbaycan'da altý ay kalmýþ ve namazlarýný bu þekilde kýsaltarak kýlmýþtýr. Bir kýsým sahabenin de böyle yaptýðý rivayet edilmiþtir.

 

Ordu bir beldeye girse, askerler burada on beþ günden daha fazla kalmaya niyet etseler bile namazlarýný kýsaltarak kýlarlar. Çünkü orada kalmak veya yenilip çekilmek ihtimali bulunduðu için süre ile ilgili niyet geçerli deðildir.

 

Þâfiî ve Malikilere göre, yolcu bir yerde dört gün kalmaya niyet ederse namazlarýný tam kýlar. Çünkü sünnette, dört günden az ikâmetin, seferin hükmünü kesmeyeceði açýklanmýþtýr.

 

Rasülullah (a.s) þöyle buyurmuþtur: "Muhacir hacdaki ibadetlerini yaptýktan sonra üç gün ikâmet eder. " Nitekim Hz. Peygamber (as), umre yaptýðý zaman Mekke'de üç gün süreyle kaldýðý halde namazlarýný kýsaltarak kýlýyordu."[542]

 

Hanbelîlere göre yolcu, dört günden fazla veya yirmi vakitten fazla kalmaya niyet ederse namazlarýný tam kýlar. Bundan az olursa kýsaltarak kýlar.

 

Yolculuk ve ikâmet hallerinde, tabi olanýn deðil, tabi olunanýn niyeti geçerlidir. Bu yüzden asker, komutanýnýn; iþçi iþvereninin; öðrenci hocasýnýn; kadýn kocasýnýn niyetine göre mukim veya yolcu olmuþ olur.

 

Yolculuk konusunda henüz erginlik çaðýna girmemiþ olan çocuk hakkýnda da sefer hükümleri cereyan etmez. Þâfiîlere göre ise, mümeyyiz çocuðun yolculuða niyeti geçerli olup, namazýný kýsaltarak kýlabilir.

 

Yolculukta bulunan kimse tabi olduðu kimsenin nereye gideceðini ve niyetini bilmediði ve sorusuna da cevap alamadýðý takdirde üç günlük mesafeye kadar namazlarýný tam kýlar, ondan sonra kýsaltmaya baþlar.

 

Ýslâm devlet baþkaný, sefere niyet etmeksizin ülkesi içinde bir süre dolaþacak olsa, namazlarýný tam kýlar; fakat, sefer süresi dolaþmaya niyet ederse, namazlarýný kýsaltýr. Doðru olan budur.

 

Mukîmin kazaya kalan namazlarý, yolculuða çýkmasýyla ve yolcunun kazaya kalan namazlarý da ikamete niyet etmesiyle deðiþmez. Bu yüzden seferde iken kazaya kalan namazlarý ikiþer rekat olarak kýlar. Bir yolcu da ikâmet zamanýnda kazaya kalmýþ namazlarýný dörder rekat olarak kýlar.

 

Mukîm, misafire; misafir de mukîme uyabilir. Burada müsafir iki rekatýn sonunda selâm verince, mukîm kalkar -saðlam görüþe göre- kýraatta bulunmaksýzýn namazýný tamamlar; yanýlýrsa secde de etmez. Çünkü, bu mukîm bir lâhik mesabesindedir. Ýmam olan müsafirin namazdan önce "Ben seferîyim, siz namazlarýnýzý tamamlayýn" demesi müstehaptýr.

 

Yolcu ise ancak vakit içinde mukîme uyabilir. Bu durumda dört rekatlý bir farz namazýný mukîm gibi tam olarak kýlar. Ýmama vakit içinde uymakla farz namazý iki rekattan dört rekata dönüþmüþ olur. "Ýbn Abbas "Seferî'nin durumuna ne dersiniz? Yalnýz baþýna kýlýnca iki rekat, mukîm olarak dört rekat kýlýyor" sorusuna; "Bunu yapmak sünnettir" cevabýný vermiþtir."[543]

 

Nâfi' þöyle demiþtir: "Ýbn Ömer seferî olduðu zaman imamla birlikte kýlýnca dört rekat kýlar; yalnýz baþýna kýldýðý zaman ise iki rekat kýlardý.”[544]

 

Bir kimse misafir iken kazaya kalan dört rekatlý bir namazýnda mukîm imama uyamaz. Çünkü bu namaz daha önceden iki rekat olarak meydana gelmiþtir.

 

Yolculuk veya yaðmur, kar gibi bir mazeretle iki namazý bir vakitte kýlmak caiz deðildir. Yalnýz Arafat'ta öðle ile ikindi, Müzdelife'de akþam ile yatsý namazlarýný birleþtirip cemaatle kýlmak caiz görülmüþtür.

 

Hanefîler dýþýnda üç mezhep imamýna göre bir mazeret bulununca öðle ve ikindi veya akþam ile yatsý namazlarýný takdim veya tehir þekliyle bir vakitte birleþtirmek caizdir. Meselâ; öðle namazý ile ikindi namazý öðle vaktinde kýlýnabileceði gibi, ikindi vaktinde akþam ile yatsý birleþtirilerek iki vakitten birinde yani takdim veya te'hirle kýlýnabilir. Hanefîlerin dýþýnda kalan alimler takdim ve te'hir'in caiz olduðu kanaatindedirler.

 

Mukîm iken kazaya kalan namazlar, yolculuða çýkmakla veya yolcu iken kazaya kalan namazlar mukîm olmakla deðiþikliðe uðramaz. Bu yüzden yolculukta kazaya kalan dört rekatlý namazlar, ister yolculuk sýrasýnda isterse mukîm iken kaza edilsin, kýsaltýlarak kýlýnýr. Mukîm iken kazaya kalan namazlar da yolculuk halinde kaza edilecekse tam olarak kýlýnýr.

 

Yolculuðun Sona Ermesi

 

Aslî vatana dönüp gelmekle yolculuk hali sona erer. Burada oturmaya niyet edilip edilmemesi sonucu deðiþtirmez. Ýkâmet vatanýna dönüþte ise, oturmaya niyet gereklidir.

 

Vatan Üçe Ayrýlýr

 

1) Aslî vatan: Bir kimsenin doðup büyüdüðü veya evlenip içinde yaþamak istediði veya içinde barýnmayý kasd edip, baþka yeri vatan edinmek istemediði yere "aslî vatan" denir.

 

2) Ýkâmet vataný: Bir kimsenin doðup büyüdüðü, evlenip içinde sürekli yerleþmeye karar verdiði bir yer niteliðinde olmaksýzýn, yalnýz içinde on beþ günden fazla kalmak üzere yerleþtiði yere de "ikâmet vataný (vatan-ý ikâmet)" denir. Askerlik, öðrencilik, iþçilik veya memurluk gibi hizmetler sebebiyle sürekli bir þekilde yerleþilmeyen beldeler on beþ günden fazla kalmaya niyet edilmesi yüzünden "ikâmet vataný" niteliðindedir.

 

3) Süknâ vataný: Bir yolcunun, içinde on beþ günden az oturmak istediði yer de kendisinin bir vatan-ý süknâsý olur. Bu sonuncuya itibar edilmez. Bununla ne aslî vatan ve ne de ikâmet vataný deðiþmez. Böyle bir yolcu, hem yolculuk sýrasýnda hem de on beþ günden az kaldýðý bu süre içinde "seferî" sayýlýr; Aslî veya ikâmet vatanlarýna olan yolculukta ise yalnýz yolculuk sýrasýnda seferî hükümleri uygulanýr. Bu vatanlara ulaþan kimse, orada "mukîm" sayýlýr.

 

Seferîlik konusunda bu vatanlar kendi misli ile veya üstü ile bozulur, aþaðýsý ile bozulmaz. Bu yüzden insanýn asýl vataný olan yer, diðer ikâmet ve süknâ vatanlarý ile bozulmaz. Yani vatan-ý ikâmette bulunan kimse vatan-ý aslîye dönmekle müsafir olmaz. Ýnsan doðup yerleþtiði veya karýsýnýn yerleþtiði yere varýnca seferî olmaz. Sadece gideceði bu yer 90 km.'den uzakta olursa yolculuk sýrasýnda seferî olur, fakat oraya varýnca seferîliði kalkar.

 

Bir kimse yerleþtiði yerden, yine sürekli olarak yerleþmek amacýyla baþka bir yere giderse, gittiði yer vatan-ý aslîsi olur; birinci vataný vatan-ý aslî olmaktan çýkar. Çünkü, Hz. Peygamber (as) Mekke'ye gittiklerinde kendisini müsafir saymýþ ve "Biz seferîyiz" buyurmuþtur.[545]

 

Vatan-ý aslî, vatan-ý ikâmetle bozulmaz. Doðduðu veya karýsýnýn bulunduðu yerden öðrencilik, askerlik, iþçilik gibi bir amaçla on beþ günden az kalmak üzere baþka bir yere giden bir kimsenin önceki aslî vataný nitelik deðiþtirmez. Oraya dönünce üç gün bile kalacak olsa seferî sayýlmaz. Çünkü vatan-ý ikâmet, vatan-ý aslîyi bozmaz.

 

Bir kimse bir þehirde otururken ailesini nakletmeden baþka bir þehirde de evlense, her iki þehir kendisi için asýl vatan olur. Hangisine gitse mukîm sayýlýr. Vatan-ý ikâmet ise, baþka bir vatan-ý ikâmete gitmek veya oradan ayrýlýp yolculuða çýkmak yahut aslî vatana dönmekle bozulur. Yani vatan-ý ikâmetten ayrýlan kimse, yeniden buraya döndüðünde on beþ günden az kalacaksa seferî sayýlýr.

 

On beþ günden az kalýnacak yer olan vatan-ý süknanýn bir önemi yoktur. Kiþi orada seferî sayýlýr. Bu vatan, diðer vatan çeþitlerini deðiþtirmez. Kiþi onbeþ günden kýsa süren ve 90 km.'den uzaða yaptýðý tüm yolculuklarýnda, þehrin yerleþim alanlarý dýþýna çýktýðý andan itibaren ve gittiði yerde seferî sayýlýr. Bu durum geri dönünceye kadar devam eder.

 

Cemaatle namâzda mukîm müsafire uymuþsa, müsafir iki rekat kýlýnca selâm verir, mukim selâm vermeyip namazý dörde tamamlar. Namazý dörde tamâmlarken hiç bir þey okumaz; çünkü namazýn baþ tarafýný imamla kýlmýþ ve farz kýraat yerine gelmiþtir.[546]

 

Seferi  Namazý: Ýslâm dini kolaylýk dinidir. Yolculukta genellikle bir takým sýkýntýlar olabileceði için yolcuya bazý ibadetlerin ifasýnda kolaylýklar getirilmiþtir. Ramazanda yolculuða çýkan kimsenin orucunu kazaya býrakmasýnýn mübâh oluþu, abdestte mest üzerine mesh süresinin üç güne çýkarýlmasý ve dört rek'atli namazý iki rek'at olarak kýlmasý bunlar arasýnda sayýlabilir. Ýþte bu sonuncuya "kasr-ý salât" denir.

 

Sabah ve akþam namazlarýnýn farzlarý ile sünnetlerde kýsaltma söz konusu deðildir. Hanefilere göre yolcunun dört rek'atlý namazý iki rek'attan ibarettir. Bu gerçekte, dördü ikiye indirme anlamýnda olmayýp, yolcunun farzýnýn tamamý o kadardýr. Dörde tamamlarsa son iki rek'at nâfile olur. Ancak bu mekruhtur. Kötü bir iþ yapýlmýþ ve sünnete muhalefet edilmiþ sayýlýr. Þâfiîlere göre iki rek'at kýlmak ruhsat, dört kýlmak azîmettir.[547]

 

Hanefiler bu konuda kitap ve sünnete dayanýr. Kur'an-ý Kerîm'de þöyle buyurulur:

 

وَاِذَا ضَرَبْتُمْ فِى الْاَرْضِ فَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ اَنْ تَقْصُرُوا مِنَ الصَّلوةِ اِنْ خِفْتُمْ اَنْ يَفْتِنَكُمُ الَّذينَ كَفَرُوا اِنَّ الْكَافِرينَ كَانُوا لَكُمْ عَدُوًّا مُبينًا

 

“Yeryüzünde sefere çýktýðýnýz zaman kâfirlerin size kötülük etmelerinden endiþe ederseniz, namazý kýsaltmanýzda size bir günah yoktur. Þüphesiz kâfirler, sizin apaçýk düþmanýnýzdýr.”[548]

 

Hz. Âiþe'den þöyle dediði nakledilmiþtir: "Namaz ikiþer rek'at olarak farz kýlýnmýþtýr. Mukîmýn namazýna ilâve yapýldý, yolcunun namazý ise aslý üzere býrakýldý."[549]

 

Abdullah b. Abbas ve Enes (r. anhüm) Rasûlüllah (a.s)'ýn yolculuk sýrasýnda, dönünceye kadar namazlarýný iki rek'at olarak kýldýðýný bildirmiþlerdir.[550] 

 

Diðer yandan Hz. Ömer yolcunun namazýnýn, Rasûlüllah (as)'ýn diliyle kýsaltma söz konusu olmaksýzýn tam iki rek'at olduðunu belirtmiþtir.[551]

 

(Abdullâh) Ýbn-i Ömer (r.a) 'dan:

   Þöyle demiþtir: Minâ'da Nebiyy-i Ekrem (a.s) ile, Ebû Bekr ile, Ömer ile, emâretinin evvellerinde Osmân (radiya'llâhu anhüm) ile birlikte (hep) ikiþer rek'at kýldým. Sonradan (Hz.Osmân (r.a)) namazý (dörde) itmâm etti.[552]

 

Ýmam Þâfiî'ye göre, yolcunun namazý, mukimin farzý gibi dört rekattýr. Ancak yolcu için namazý iki rekat olarak kýlmak bir ruhsattýr. Dört rek'at kýlmasý ise azîmet niteliðindedir. Þafiîler de bu konuda kitap ve sünnete dayanýrlar. Onlara göre yolcunun namazý kýsaltabileceðinden söz eden âyetteki[553] "sakýnca yoktur" ifadesi farzlar ve azîmetler için deðil, mübah ve ruhsata baðlý ameller için kullanýlýr.[554]

 

Þafiîler sünnetten ise þu hadise dayanýrlar: “Âllah Teâlâ, yolculukta size namazýn yarýsýný baðýþlamýþtýr. O'nun baðýþýný kabul ediniz."[555]

 

Þâfiîler bu hadisi þöyle yorumlar: Kendisine baðýþ yapýlan kimse, baðýþý kabul edip etmemekte serbesttir. Nitekim, insanlar arasýndaki baðýþlarda da durum böyledir. Diðer yandan,namazdaki bu kýsaltma, yolculukta karþýlaþýlan güçlükler yüzündendir. Ramazan orucunda olduðu gibi, yolcular kendi durumuna göre, dileyen tam, dileyen kýsaltarak kýlabilir.[556]

 

Yukarýda verdiðimiz Hz. Aiþe'den nakledilen ve namazýn iki rek'at olarak farz kýlýndýðýný bildiren hadisi, Þâfiîler; "Ýki rek'at olarak takdir edildi veya kýsaltmak isteyen yolcu için iki rek'at olarak farz kýlýndý" þeklinde deðerlendirirler. Ahmed b. Hanbel'e ve Ýmam Þâfiî'den bir görüþe göre, namazlarý kýsaltarak kýlmak daha fazîletlidir.

 

Ýmam Þâfiî, baþka bir görüþünde yolcunun oruç tutmasýna kýyas yaparak, yolculukta namazlarý tam kýlmanýn daha faziletli olacaðýný ifade etmiþtir. Ýmam Mâlik ise, yolculukta namazýn iki veya dört kýlýnmasý hâlinde her ikisinin de sünnete uygun düþeceðini belirterek birleþtirici bir yol izlemiþtir.[557]

 

2) Hasta Namazý

 

Hasta namazý: Sýhhatini kaybeden bir müslümanýn namazýn tüm þartlarýný yerine getirme imkâný olmadýðý durumlarda yüce Allah bazý kolaylýklar göstermiþ ve namazý "imkâný elverdiði" þekilde kýlmasýna izin vermiþtir. Hasta müslümanýn tüm rükünlerini yerine getirmeyerek kýldýðý bu namaza hasta namazý adý verilir.

 

Ýslâm'daki ibâdetlerin amacý insaný zora koþmak olmadýðý için ibâdetler katý þekilci kurallarla çevrili deðildir. En önemli ibâdet olan namaz, günde beþ defa müslümanlara farz kýlýnmýþtýr; ancak namazýn amacý Allah'ý sürekli olarak hatýrlamak, günde beþ kez O'nun huzuruna çýkýp iki namaz arasýnda yaptýklarýnýn muhâsebesini yapma fýrsatýný ona vermektir. Bu þekilde günde beþ kez Allah'ýn huzuruna çýkan bir müslüman kötülük duygusunu kalbinden atýp onun yerine Allah korkusu ve sevgisini yerleþtirir.

 

Namazýn amacý bu olunca, yani insanlarý kendi rýzalarýyla Allah'ýn gözetimine sokmak olunca sýhhatli ya da sýhhatsiz olmasý bunu yapmaya, yani Allah'ýn huzurunda boyun eðmeye engel deðildir. O halde hasta olan bir müslüman bu görevini gücünün yettiði þekilde yerine getirir. Bunun bazý kurallarý vardýr: Namazda; farzlar, sünnetler, müstehablar vardýr.

 

Sýhhatli müslüman tüm bunlarý dosdoðru yerine getirerek namaz kýlar. Allah, "namazý dosdoðru kýlýn" emrini þekil açýsýndan, sadece sýhhatli olanlara farz kýlmýþtýr. Hasta olanlar ise görünen þekil yönünün dýþýnda kalben, ruhen ve tüm düþüncesiyle "dosdoðru kýlmak" zorundadýr. Ona gösterilen kolaylýk yapacaðý hareketler yönündendir.

 

Hastalýðý eðer ayakta duramayacak kadar þiddetliyse ve ayakta durmasý hastalýðý arttýracaksa oturarak; oturarak kýlýnamayacaksa, yattýðý yerde; hareket edemeyecek durumdaysa baþ ile baþýný dahi oynatamýyorsa göz hareketiyle, bu da olmuyorsa düþünceyi yoðunlaþtýrarak namaz kýlýnýr. Ama hiçbir zaman terkedilmez.

 

Temel ölçü yapýlabileceðinin en son þeklini yapmaktýr. Örneðin bir yere yaslanarak kýlabilecekken yatarak kýlmak nefsin kontrolüne girmenin göstergesidir ki bu yanlýþtýr.Namazýn diðer bir farzý olan okuyuþlarda da durum böyledir, dili ile okuyamýyor, dilini kullanamýyorsa kalbinden okur.

 

Diðer bir kolaylýk okuyuþlarýný kýsaltabilir ve eksiltebilir. Örneðin uzun süre rükû ve secdede kalmasý rahatsýzlýk veriyorsa, ta'dili erkan üzere kýlýnan namazda en az üç kez okunan "Sübhane rabbiyel azim" ve "Sübhane rabbiyel a'lâ" cümlelerini birer kez söyler. Örneðin son oturuþlardaki "Allahûmmâ salli ve barik" dualarýný okumadan selâm verebilir. Mümkün olaný en iyi þekilde yapmak, gücünün yettiði kadarýný yapmak, terketmemek esastýr. Çünkü insanýn açýða vurduðunu da kalplerde gizli olanýný da bilen Allah, hastalýðýn þiddetini hastadan daha iyi bilir.

 

Ufak hastalýklarý bahane edip namazlarý hafifletmek ve kolaya kaçmak ancak imaný zayýf olanlarýn yapacaðý bir tercihtir. Ýmanda samimi olanlarýn yapacaðý, gücünün tamamýný kullanarak namazý hâlis bir kalp ile kýlmaktýr.

 

Namaz öncesinde farz olan "maddî ve manevî pisliklerden temizlenmek" hasta için de farzdýr. Gusül abdesti ve namaz abdesti almasý o an hastalýðýna zarar verecekse teyemmüm alarak namazýný kýlar. Yatalak bir hastanýn istenmeyen durumlar sonucunda yataðýnda maddî pislikler varsa ve yataðýnýn deðiþtirilme imkâný yoksa görünen yüzeysel pislikler temizlenerek namazýný kýlabilir. Elbise için de durum aynýdýr.

 

Hastalýk durumunda þartlarý tam olarak yerine getirilmeden kýlýnan namazlar hastalýktan kurtulduktan sonra tekrar kýlýnmaz. Hasta, daha önceden kazaya kalan namazlarýný da kýlabildiði þekilde kýlar. Abdesti bozan durumlardan herhangi biri sürekli olsa; örneðin sürekli kanama durumu devam ettiði halde namaz kýlýnýr. Ancak bir sonraki namaz için yeniden abdest alýnýr, Özürlü halde kýlýnan bir namazýn vakti çýkmadan özür hali sona erse kýlýnan namaz tekrar edilir.

 

Özür, bir namaz vaktinin tamamýnda sürerse geçerlidir. Özür nedeniyle elbiseye bulaþan pislikler de bu hal devam ettiði sürece namaza engel deðildir. Ancak imkâný varsa Allah'ýn huzuruna en güzel zinetlerini (elbiselerini) giyip durmak daha güzeldir.

 

 

 

j) Sehiv, Tilavet Ve Þükür Secdeleri

 

 

1) Sehiv Secdesi

 

a) Sehiv Secdesi: Sehiv kelimesi unutmak/yanýlmak, gaflete düþmek gibi manalara gelir. Sehiv secdesi de yanýlma, gaflet secdesi demektir. Fýkýh terimi olarak “Sehiv Secdesi”; namazýn farzlarýndan birinin yerini dalgýnlýkla öne alarak veya geriye býrakarak deðiþtirmek, bir rükunu tekrarlamak, bir vacibi geriye býrakarak, niteliðini deðiþtirmek veya terk etmekten dolayý namaz sonunda yapýlan iki secde, okunan teþehhüd, salat, dua ve selamdan ibarettir.

 

b) Sehiv Secdesinin Yapýlýþý: Secde, namazýn sonunda þöyle yapýlýr. Namazýn son kadesinde Tahiyyat okunur, salavat ve Rabbena dualarý okunmadan saða selam verilir, sola selam verilmeden Allahü Ekber denilip secdeye varýlýr. Üç kere “Sühane Rabbiyel Ala” denir ve oturulur, bir tesbih süresi beklenir, “Allahü Ekber” deyip ikinci secdeye gidilir, ilk secdedekiler aynen tekrarlanýr. “Allahü Ekber” diyerek oturulur. “Tahiyyat”, “Salli Barik, Rebbena Atina” dualarý okuyup saða ve sola selam verilir.

 

2) Tilavet Secdesi

 

Tilâvet: Tilâvet kelimesi, Arapça "t-l-v-" kökünden türemiþ bir mastardýr. Sözlükte; bir kimseye uyup ardýndan gitmek, tâbî olmak; okumak gibi anlamlara gelmektedir.[558]

 

Tilâvet, her sözü okumak için kullanýlýrsa da, genel olarak tilâvet denilince, Kur'an-ý Kerîm'i okumak anlaþýlýr olmuþtur. Kur'an'ý ve bir kitabý okumakla birlikte manayý düþünmek de bu kelimenin taþýdýðý anlamlar içinde bulunmaktadýr.[559]

 

 Kur'ân-ý Kerîm'de bazý âyetler okunurken secde etmek gerekir. Bu âyetler mahiyet itibariyle þu üç muhtevadan birini taþýr:

* Ya secdeyi emretmektedir, bu emri yerine getirmek için secde edilir.

* Yahut secdeye teþvik ve secde edene övgü ifade edilmektedir, bu âyetler de de secde edilir ki fazîlete erilsin.

* Yahut secdeyi medhedici bir sîga ile bahsedilir. Kâfirlerin secde etmediði ifade edilir. Kâfirlere muhalefet etmek için de bu âyetlerde secde edilir.

 

 Kur'ân'da secde âyetlerinin sayýsý ihtilaflýdýr. Ýbnu Hacer "On tanesinde ulemâ icma etmiþtir" der.

 

Ýmâm-ý Mâlik'e nisbet edilen bir açýklamaya göre secde âyetleri onbeþ adeddir. Hanefîler ondört yerde secde kabul ederler. Secde âyetleri þunlardýr:

 

1- A'raf sûresinin son âyeti (206. âyet)   اِنَّ الَّذِينَ عِنْدَ رِبِّكَ َ يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَتِهِ وَيُسَبِّحُونَهُ وَلَهُ يَسْجُدُونَ 

 "Doðrusu Rabbinin katýnda olanlar, O'na kulluk etmekten büyüklenmezler, O'nu tenzîh ederler ve yalnýz O'na secde ederler."[560]

 

2- Ra'd sûresinin 15. âyeti:   وَللّهِ يَسْجُدُ مَنْ في السَّمَواتِ واَرْضِ طَوْعاً وَكَرْهاً 

 "Yerde ve göktekiler ve onlarýn gölgeleri sabah, akþam ister istemez Allah için secde ederler."[561]

 

3- Nahl sûresinin 49. âyeti:  وَللّهِ يَسْجُدُ مَا في السَّمَواتِ وَمَا في اَرْضِ مِنْ دَابَّةٍ وَمََئِكَةُ وَهُمْ َ يَسْتَكْبِرُونَ 

 "Göklerde ve yerde bulunan her canlý ve melekler büyüklük taslamaksýzýn Allah'a secde ederler."[562]

 

4- Ýsrâ sûresinin 107. âyeti:   قُلْ امنُوا بِهِ اَوْ َ تُؤْمِنُوا اِنَّ الَّذِينَ ُاوتُوا الْعِلْمَ مِنْ قَبْلِهِ اِذَا يُتْلى عَلَيْهِمْ يَخِرُّونَ لَِذْقَانِ سُجَّداً

"De ki: ""Kur'ân'a ister inanýn ister inanmayýn. Ondan önceki ilim verilenlere o okunduðu zaman, yüzleri üzerine secdeye varýrlar."[563]

 

5- Meryem sûresinin 58. âyeti:   اِذَا تُتْلى عَلَيْهِمْ آيَاتَ الرَّحْمنِ خَرُّوا سُجَّداً وَبُكِيّاً 

 "Rahmân'ýn âyetleri onlara okunduðu zaman aðlayarak secdeye kapanýrlardý."[564]

 

6- Hacc sûresinin 19. âyeti:   اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّهَ يَسْجُدُ لَهُ مَنْ في السَّمواتِ وَمَنْ في اَرْضِ وَالشَّمْسُ وَالْقَمَرُ وَالنُّجُومُ وَالْجِبَالُ وَالشَّجَرُ وَالدَّوَابُّ وَكَثِيرٌ مِنَ النَّاسِ  

 "Göklerde ve yerlerde olanlarýn, güneþ, ay, yýldýzlar, daðlar, aðaçlar, hayvanlarýn ve insanlarýn birçoðunun Allah'a secde ettiklerini görmüyor musun?"[565]

 

7- Yine Hacc sûresinde 77. âyet:   يا اَيُّهَاالَّذِينَ آمَنُوا ارْكَعُوا وَاسْجُدُوا وَاعْبُدُوا رَبَّكُمْ وَافْعَلُوا الْخَيْرَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ

  "Ey iman edenler! Rükû edin secdeye varýn, Rabbinize kulluk edin, iyilik yapýn ki saadete eriþesiniz."[566]

 

8- Furkân sûresinin 60. âyeti:  وَإذَا قِيلَ لَهُمُ اسْجُدُوا لِلرَّحْمنِ قَالُوا وَمَا الرَّحْمنُ 

 "Onlara: "Rahmân'a secdeye varýn!" dendiði zaman "Rahman da nedir?." derler."[567]

 

9- Neml sûresinde 25. âyet:   اََّ يَسْجُدُوا للّهِ الَّذِى يُخْرِجُ الْخَبْءَ في السَّمَواتِ وَاَرْضِ وَيَعْلَمُ مَا تُخْفُونَ وَمَا تُعْلِنُونَ 

 "Göklerde ve yerde gizli olanlarý ortaya koyan, gizlediðiniz ve açýkladýðýnýz þeyleri bilen Allah'a secde etmemeleri için, þeytan, kendilerine yaptýklarýný güzel göstermiþ.."[568]

 

10- Secde sûresi 15. âyet:   اِنَّمَا يُؤْمِنُوا بِآيَاتِنَا الَّذِينَ اِذَا ذُكِرُوا بِمَا خَرُّوا سُجَّداً وَسَبَّحُوا بِحَمْدِ رَبِّهِمْ وَهُمْ َ يَسْتَكْبِرُونَ 

 "Âyetlerimize ancak, kendilerine hatýrlatýldýðý zaman secdeye kapananlar, büyüklük taslamýyarak Rablerini överek yüceltenler... inanýrlar."[569]

 

11- Sâd sûresi 24. âyet:  قَالَ لَقَدْ ظَلَمَكَ بِسُؤالِ لَعْجَتِكَ... وَظَنَّ دَاوُدُ اَنَّمَا فَتَنَّاهُ فَاسْتَغْفَرَ رَبَّهُ وَخَرَّ رَاكِعاً وَاَنَابَ

 "Dâvud kendisini denediðimizi sanmýþdý da Rabbinden maðfiret dileyerek eðilip secdeye kapanmýþ, tevbe etmiþ, Allah'a yönelmiþti."[570]

 

Burada Hanefîlere göre secde yoktur. Ancak Þâfiîlere ve Mâlikîlere göre vardýr.

 

12- Fussilet sûresinin 37. âyeti:   وَمِنْ آيَاتِهِ اللَّيْلُ وَالنَّهَارُ وَالشَّمْسُ وَالْقَمَرُ َ تَسْجُدُوا لِلشَّمْسِ وََ لِلْقَمَرِ وَاسْجُدُوا للّهِ الَّذِى خَلَقَهُنَّ اِنْ كُنْتُمْ اِيَّاهُ تَعْبُدُونَ 

 "Gece ile gündüz, güneþ ile ay Allah'ýn varlýðýnýn delillerindendir. Güneþe ve aya secde etmeyin, eðer Allah'a kulluk etmek istiyorsanýz, bunlarý yaratana secde edin."[571]

 

13- Necm sûresinin 62. âyeti:   فاسْجُدُوا للّهِ وَاعْبُدُوا 

 "Artýk secdeye varýn Allah'a kulluk edin."[572]

 

14- Ýnþikak sûresinin 21. âyeti:   وَاِذَا قُرِئَ عَلَيْهِمُ الْقُرآنُ َ يَسْجُدُونَ

 "Onlara Kur'ân okunduðu zaman neden secde etmiyorlar?"

 

15- Alak sûresinin 19. âyeti:   كََّ َ تُطعْهُ وَاسْجُدْ وَاقْتَرِبْ 

 "Sakýn ona uyma, sen secde et, Rabbine yaklaþ."[573]

 

Ulemâ, secde âyetlerinin sayýsý hakkýnda ihtilaf eder. Bu hususta 12 farklý görüþ ortaya çýkmýþtýr. Teferruâta girmeden bazýlarýna dikkat çekeceðiz:

 

1- Neml sûresinde gösterilen âyet Hanefîlerin görüþüdür. Ýmam Mâlik ve Þâfiî'nin görüþüne göre secde âyeti   هُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظَيمِ   'den itibaren baþlar.

 

2- Sâd sûresindeki secde âyeti, Mâlikîlere ve Þâfiîlere göredir. Hanefîlere göre, burada secde gerekmez. Ýmam Mâlik'ten yapýlan bir diðer rivâyete göre secde mahalli, bir âyet sonra   وَحُسْنُ مَآبٌ  'dýr.

 

3- Fussilet sûresinde gösterilen âyet Ýmam Mâlik ve kavl-i kadîminde Þâfiî'nin görüþüdür. Hanefîlere ve kavl-i cedîdinde Þâfiî'ye göre, bir âyet daha okuyup   وَهُمْ َ يَسْألُونَ   'dan sonraki âyete kadardýr.

 

4- Ýnþikak sûresinde Mâlikîlerden Ýbnu Habîb'e göre sûrenin sonudur.

 

5- Hanefîlere göre Hacc sûresindeki ikinci secde yoktur, böylece onlara göre secde âyetinin sayýsý 14'dýr.

 

6- Ýmam Þâfiî'nin yeni görüþüne, Ýmam Ahmed'in esahh olan kavline göre Sâd sûresindeki secde âyetinde secde yoktur ve onlara göre de secde sayýsý 14'dür.

 

7- Ebû Sevr'e göre Ve'n-Necm'deki secde sâkýttýr ve sayý yine 14'dür.

 

8- Atâyý Horasânî'ye göre Hacc'daki ikinci secde ile Ýnþikâk'taki secde sâkýttýr, sayý 13'dür.

 

* Hanefîlere göre  tilâvet secdesinin sebebi: Secde âyetlerinin okunmasý, dinlenmesi ve okuyana iktida (uyma)dýr. Dolayýsýyla okuyan secde edeceði gibi, dinleyende eder. Cemaate dahil olup imama uyan kimse imamýn sessizce okuduðu secde âyeti için bile imamla birlikte secde  yapar.Okumanýn secdeye sebep olduðunda ittifak edilmiþtir. Ýþitme de secdeye sebep olur mu? Bunda ihtilaf edilmiþtir, aþaðýda açýklayacaðýz.

 

Ebû Hanîfe merhuma göre, okuyan ve dinleyen üzerine vâcibtir, iþiten dinlemeyi kastetmemiþ, âyet kulaðýna tesadüfen ulaþmýþ bile olsa.

 

Hanefîler bu hükme varýrken þu âyetleri delil kýlarlar:   فَمَا لَهُمْ َ يُؤْمِنُونَ وَاِذَا قُرِئَ عَلَيْهِمُ الْقُرآنُ َ يَسْجُدُونَ   "Onlara ne oluyor ki iman etmiyor, kendilerine Kur'ân okunduðu vakit de secde etmiyorlar."[574]

Bir diðer âyet   وَاسْجُدُوا للّهِ وَاعْبُدُوا 

 "Artýk Allah'a secde edip ibâdet edin."[575]

 

Hanefîler bazý hadislerden de vücûb  ma'nâsý çýkarýrlar:   اَلسَّجْدَةُ عَلى مَنْ سَمِعَهَا   "Secde, secde âyetini iþitene gerekir."

 

Keza:     وَاِنَّمَا السَّجْدَةُ عَلى مَنِ اسْتَمَعَ 

 "Secde, secde âyetini dinleyenedir." Birinci hadis ihtiyarsýz da olsa, iþiteni ifade ederken ikinci hadis, kasýdla dinleyeni ifade eder.

 

* Ýmam Þâfiîye göre tilâvet secdesi sünnet-i müekkededir. Ancak mezheb mensuplarý dinleme kasdý olmadan, secde âyeti kulaðýna  geldiði için iþiten hakkýnda farklý görüþler ileri sürmüþlerdir.

a) Kasýtsýz olarak iþiten kimsenin secde yapmasý müstehabtýr, sünnet-i müekkede deðildir.

b) Böyle birinin kasden dinleyenden farký yoktur, yani ona da sünnet-i müekkededir.

c) Böyle biri hakkýnda sünnet de deðildir. Gazâlî bu kanaattedir.

 

Ýmam Mâlik ve Ahmed Ýbnu Hanbel'e göre sünnettir. Aynî'nin kaydýna göre, Ýshâk Ýbnu Râhûye, Evzâî, Leys Ýbnu Sa'd, Dâvud-ý Zâhiriî de tilâvet secdesine sünnet demiþlerdir. Hz. Ömer, Selman Ýbnu Abbâs, Ýmrân Ýbnu Husayn (radýyallâhu anhüm) da ayný görüþtedirler. Mâlikîlerden bazýlarýnýn buna fazîlet yani mendub dediði de bilinmektedir.

 

Tilâvet secdesi, aynen namaz gibi, hadesten ve necâsetten tahâreti, setrü'l-avreti ve istikbâl-i kýbleyi gerektirir. Abdestsiz  tilâvet secdesini sadece Ýbnu Ömeryapmýþ, kendisine sadece Þa'bî muvafakat etmiþtir. Mamafih Ýbnu Ömer'in,   َ يَسْجُدُ الرَّجُلُ اَِّ وَهُوَ طَاهِرٌ  

 "Kiþi temiz olmadýkça secde edemez" dediði de rivâyet edilmiþtir. Âlimler bu iki rivâyeti "cünüb olmamalý" demek istemiþtir diye te'lif ederler.

 

* Namazý bozan þeyler tilâvet secdesini de bozar.

 

* Secde âyeti okunur okunmaz secde vâcib deðildir, sonra da yapýlabilir.

 

* Secde âyetinin secdeye delâlet eden kelimesi  bir önceki veya bir sonraki kelimeyle okunursa secde vâcib olur, âyetin tamamýný okumak gerekmez.

 

* Secde âyetinin tercümesini dinleyen, anlarsa secde vâcibtir. Anlamaz ve fakat âyetin tercümesi olduðu bildirilirse vâcib olmaz. Bu tercümeyi okuyana, anlasa da anlamasa da vâcibtir.

 

* Bir secde âyeti hakikaten veya hükmen müttehid olan bir mecliste birkaç kere okunsa tek secde  yeterlidir. Baþka baþka secde âyetleri okunursa her biri için ayrý secde  gerekir, meclisler deðiþirse de hüküm böyledir.

 

* Secde âyeti namazda kýyâm halinde okunmuþsa hemen secdeye gidebileceði gibi, bundan sonra üç âyetten az okunarak secdeye gidilirse, rükû tilâvet secdesinin yerine geçer, tekrar etmek gerekmez.

 

ـ وعن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]كانَ رسولُ اللّهِ # يَقْرَأُ السُّورَةَ الَّتِى فِيهَا السَّجْدَةُ فَيَسْجُدُ وَنَسْجُدُ حَتَّى مَا يَجِدُ أحَدُنَا مَكاناً لِمَوْضِعِ جَبْهَتِهِ في غَيْرِ وَقْتِ الصََّةِ.

 

- Ýbnu Ömer (radýyallâhu anhümâ) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),içerisinde secde âyeti olan sûreyi okur, (âyetler geldikçe) secde ederdi, biz de secde ederdik. Öyle ki (izdiham sebebiyle) namaz dýþý vakitlerde alnýmýzý koyacak secde yeri bulamadýðýmýz olurdu."[576]

 

Bu rivâyet, secde âyetini okuyan kimse secde edince, dinleyenlerin de edeceðini gösterir. Okuyan secde etmezse, dinleyen de etmez. Bu  meselede önceliðin çocuk bile olsa okuyana ait olduðu, okuyana "imam" dendiði merfû rivâyetlerde de gelmiþtir. Secde yeri bulamama halinde âlimlerden bir kýsmý, "kardeþinin sýrtýna secde eder" diye, bir kýsmý da "secdeyi te'hir eder, münâsib fýrsatta secdesini yapar" diye fetva vermiþtir.

 

ـ وعن ربيعة بن عبداللّه: ]أنَّهُ حَضَرَ عُمَرَ بْنَ الحَطَّابِ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قَرَأ يَوْمَ الجُمُعَةِ عَلى المِنْبَرِ بِسُورَةِ النّحْلِ حَتَّى إذَا جَاءَ السَّجْدََةَ، فَنَزَلَ وَسَجَدَ وَسَجَدَ النَّاسُ: حَتَّى إذَا كَانَتِ الجُمُعَةُ القَابِلَةُ قَرَأ بِهَا حَتّى اِذَا جَاءَ السَّجْدَةَ قَالَ يَا أيُّهَا النّاسُ اِنَّا نَمُرُّ بِالسُّجُودِ فَمَنْ سَجَدَ فَقَدْ أصَابَ وَمَنْ لَمْ يَسْجُدْ فََ اِثْمَ عَلَيْهِ وَلَمْ يَسْجُدْ عُمَرُ رَضِيَ اللّهُ عَنهُ.

 

- Rebî'a Ýbnu Abdillah (rahimehullah)'ýn anlattýðýna göre: "Hz. Ömer (radýyallâhu anh) cuma günü, minber üzerinde (hutbe verirken) Nahl sûresini okumuþ, secde âyetine gelince, minberden inip secde yapmýþ, halk da onunla birlikte secdeye kapanmýþtýr. Müteakip cumada da (ayný þekilde) ayný sûreyi okumuþ, secde âyetine gelince:"Ey insanlar, biz  secde  âyetlerine uymuyoruz. (Bunlar okununca) kim secde ederse isabet eder, kim  de secde etmezse üzerine günah yoktur" der ve Hz. Ömer (radýyallâhu anh) secde  etmez."[577]

 

Hadisin son kýsmýndan, âlimler tilâvet secdesinin farz olmadýðý hükmünü çýkarmýþ ise de Hanefîler: "Vâcib olmasýna mâni deðil" diye cevap vermiþlerdir. Hanefîler "dilemezsek" kaydýný "okumazsak vacib olmaz, ama okuduk mu vacib olur"diye açýklayarak, bu ifadeye dayanarak "vacib deðildir" diyenlere cevap verirler.

 

Hadisten þu hükümler de çýkarýlmýþtýr:

 

* Hatip hutbede Kur'ân okuyabilir, secde âyetine gelince minberi secdeye müsaid deðilse yere inebilir. Bu, hutbeyi bozmaz. Hz. Ömer, Ashâbýn huzurunda bunu yapmýþ, kimse onu kýnamamýþtýr.

 

* Hz. Ömer'in, "Kim secde etmezse üzerine günah yoktur" sözünden, bazý âlimler tilâvet secdesinin vâcib olmadýðýna delil çýkarmýþlardýr.

 

ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسولُ اللّهِ #: إذَا قَرَأ ابْنُ آدَمَ السَّجْدَةَ فَسَجَدَ، اعْتَزَلَ الشَّيْطَانُ يَبْكِى يَقُولُ يَا وَيْلَنَا، أُمِرَ ابْنُ آدَمَ بِالسُّجُودِ فَسَجَدَ فَلَهُ الجَنَّةُ، وَأُمِرْتُ بِالسُّجُودِ فَأبَيْتُ

 

- Ebû Hüreyre (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Âdemoðlu secde âyeti okur ve secde ederse þeytan aðlayarak ayrýlýr ve:"Yazýk bana, insanoðlu secdeyle emredildi ve secde etti, mukabilinde ona cennet var. Ben de secdeyle emrolundum ama ben itiraz ettim, benim için de ateþ var" der."[578]

 

Tilavet secdesi, alný yere koymaktýr. Secdenin hasta için ima ile ve namazdaki kiþi için rüku ile yerine getirilmiþ sayýlýr. Secde yapacak kiþinin ayakta dururken secdeye gidip secdeden tekrar ayaða kalkarak dikilmesi, kalkarken “Gufrane Rabbeke ve ileykel masir” duasý okumaktýr. Secdeye varýrken ve secdeden kalkarken “Allahü Ekber” denilmesi müstehaptýr. Secdenin kendisi ise vaciptir.[579]

 

3) Þükür Secdesi

 

Þükür: Verilen herhangi bir nimetten dolayý, bu nimeti verene karþý söz, fiil veya kalb ile gösterilen saygý ve karþýlýk, iyiliðin kýymetini bilme ve iyilik yapana bu hissi gösterme, nimet ve iyiliði anýp sahibini övme.

 

Arapça bir kelime olan þükür, "þekere" kökünden gelmektedir. Bu kökten gelen þükür, isim ve fiil olarak Kur'an-ý Kerim'de yetmiþe yakýn yerde geçmektedir.

 

Türkçede kullanýlan teþekkür ve þükran kelimeleri de ayný köktendir.

 

Hamd ve medih kelimeleri de mana itibarýyla þükür kelimesine yakýndýr. Bazý alimler, bilhassa hamd ile þükrün ayný anlamda olduðunu söylemiþlerdir.

 

Farklý görüþ belirterek bunlarýn ayrý seyler olduðunu söyleyen alimler de olmuþtur. Fatiha sûresinin tefsirinde, Hz. Muhammed (a.s); "Elhamdu lillahi Rabbilâlemin" dediðin zaman, muhakkak ki Allah'a þükretmiþ olursun" diyerek hamd ile þükrün birbirine olan yakýnlýðýný ifâde etmiþtir. Söz ile hamdedildiginde bu ayný zamanda þükrün baþý sayýlýr. Nitekim Hz. Muhammed (a.s); "Hamd, þükrün baþýdýr. Allah'a hamdetmeyen, O'na þükretmemiþ sayýlýr" demek suretiyle, bu hususa açýklýk getirmiþtir. Hamd ile þükrün ikisinde de kasdedilen kiþi, nimeti verendir.[580]

 

ـ عن أبى بكرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كَانَ رسولُ اللّهِ # إذَا جَاءَهُ أمْرٌ بِسُرُورٍ أوْ يُسَرُّ بِهِ خَرَّ سَاجِداً شَاكِراً للّهِ تَعالى.

 

Hz. Ebû Bekre (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sürûrlu bir hadiseyle veya sürûr veren bir hadiseyle karþýlaþýnca Allah'a þükretmek üzere secde ederdi."[581]

 

ـ وعن سعد بن أبى وقاص رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]خَرَجْنَا مَعَ رَسولِ اللّهِ # مِنَ مَكَّةَ نُرِيدُ المَدِينَةَ، فَلَمَّا كُنَّا بِبَعْضِ الطَّرِيقِ رَفَعَ يَدَيْهِ فَدَعَا اللّهَ وَخَرَّ سَاجِداً، ثُمَّ مَكَثَ طَوِيً، ثُمَّ قَامَ فَرَفَعَ يَدَيْهِ سَاعَةً، ثُمَّ خَرَّ سَاجِداً فَفَعَلَ ذلِكَ ثََثاً، ثُمَّ قَالَ: إنِّى سَألْتُ رَبِّى وَشَفَعْتُ ‘مَّتِى فأعْطَانِى ثُلثَ أُمَّتِى فَخَرَرْتُ لِرَبِّى سَاجِداً شُكْراً، ثُمَّ رَفَعْتُ رَأسِى، فَسَألْتُ رَبِّى ‘مَّتِى فَأعْطَانِى ثُلُثَ أُمَّتِى فَحَرَرْتُ لِرَبِّى سَاجِداً شُكْراً. ثُمَّ رَفَعْتُ رَأسِى فَسَأَلْتُ رَبِّى ‘مَّتِى فَأعْطَانِى الثُّلُثَ اخَرَ فَخَرَرْتُ لِرَبِّى سَاجِداً شُكْراً.

 

 Sa'd Ýbnu Ebî Vakkas (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte Mekke'den çýktýk. Medîne'ye gitmeyi arzu ediyorduk. Yolun bir yerine (Azvera'ya) ulaþýnca, Aleyhissalâtu vesselâm ellerini kaldýrýp Allah'a duâ etti ve secdeye kapandý. Uzun müddet öyle kaldý. Sonra kalkýp yeniden ellerini kaldýrdý, bir müddet (öyle kaldý). Sonra tekrar secdeye kapandý. Bu þekilde üç kere secde yaptý. Sonra dedi ki: "Ben Rabbimden talepte bulundum ve ümmetime þefaat ettim. Rabbim, ümmetimin üçte birini bana verdi. Ben de Rabbim için þükür secdesine kapandým. Sonra baþýmý yerden kaldýrýp, ümmetim lehinde tekrar (maðfiret için) talepte bulundum, bana ümmetimin üçte birini daha verdi, ben de Rabbime þükür secdesinde bulundum. Sonra baþýmý kaldýrdým ümmetim için tekrar talepte bulundum, bana ümmetimin son üçte birini de verdi, ben de Rabbime þükür secdesine kapandým."[582]

 

Ýslâm dîninde, bir nimete kavuþma veya bir musîbetten kurtulma anlarýnda, Cenâb-ý Hakk'a þükür ifade etmek için tekbîr alarak secdeye varýp secdede mûtad namaz tesbîhiyle tesbîh okuduktan sonra tekbir getirerek kalkmaktan ibaret secde yapýlmasý meþrû kýlýnmýþtýr. Bu, yukarýda kaydedilen hadislerden de anlaþýlacaðý üzere, sünnetle sâbit bir ibâdettir. Ashâbtan birçoðunun þükür secdesi yaptýðýna dair rivâyetler gelmiþtir. Ebû Cehl'in baþý kesilip getirilince Efendimizin beþ kere secde yaptýðý rivâyet edilir.

 

Sübülü's-Selâm'da belirtildiði üzere, Ýmam Ahmed ve Þâfiî hazretleri, þükür secdesinin meþrûiyyetine kâildir. Ýmam Mâlik bu meselede muhalif kalmýþtýr. Ebû Hanîfe  hazretlerinin  "bunda kerahet yok, mendub da deðil" dediði rivâyet edilmiþtir.

 

Þükür secdesinde  temizlik þart mýdýr? Ýhtilafýdýr. Namaza kýyasla "þarttýr" denildiði gibi, "þart deðildir" de denmiþtir. Bu ikinci hüküm esahh kabul edilmiþtir.

 

Neylü'l-Evtâr'da þükür secdesiyle ilgili hadislerde tekbir getirileceðine dair delil olmadýðýna dikkat çekilir. Tebük seferine mâzereti olmadýðý halde katýlmadýðý için cezalandýrýlan Ka'b Ýbnu Mâlik (radýyallâhu anh)'in affýyla ilgili âyetin nüzûl haberi geldiði zaman, þükür secdesi yapmýþ olmasý bunun ashâb arasýnda þâyi bir âdet olduðunu ifade eder. Hz.Ebû Bekr (radýyallâhu anh)'e de Müseylime'nin öldürülme haberi gelince þükür secdesine kapanmýþtýr. Hz. Ali (radýyallâhu anh) de Hâricîlerden  zü's-Südeyye'yi Nehrevân'da  öldürülmüþ görünce secde etmiþtir.

 

Ýkinci rivâyette Resûlullah'a her  defasýnda ümmetinin üçte birinin baðýþlandýðý, üç duâsýnýn sonunda ümmetinin tamamýnýn Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'in þefaatine mazhar kýlýndýðý ifade edilmektedir. Aliyyu'l-Kârî'nin Mirkât'da kaydýna göre, Türbüþtî, hadisi þu ma'nâda yorumlar: Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'ýn ümmeti önceki ümmetler gibi deðildir, günahý miktarýnca yandýktan sonra cehennemden çýkacaktýr.

 

Muhammed ümmetine ebedî cehennem yoktur. Eski ümmetlerden azaba uðrayanlarýn azablarý ebedî kýlýnmýþtýr. Onlardan pekçoðu, peygamberlerine isyanlarý  sebebiyle Allah'ýn lânetine uðramýþ, þefaatten mahrum kalmýþlardýr. Bu ümmetin âsîlerinden cezalandýrýlanlar, günahlarýndan temizlenmiþ olurlar. 

 

Þehâdet üzere (imanla) ölenler, isyâný sebebiyle azaba mâruz kalsa da ateþten çýkarýlacaklardýr. Resûlullah'ýn þefaati onlara da ulaþacaktýr, kebâir iþlemiþ olsalar bile, Cenâb-ý Hakk, bu ümmetin peygamberlerinin makamýnýn yüceliðine ikram olarak müslümanlarý bazý imtiyazlarla mümtaz kýlmýþtýr bu cümleden olarak, içlerinden geçen vesveseleri, konuþmadýklarý veya yapmadýklarý müddetçe affedecektir.

 

 Hadis, ayrýca hakkýnda rivâyet gelen hususlar dýþýnda duâ ederken ellerin kaldýrýlmasý gerektiðine delildir.

 

Þükür secdesi sevindirici bir olay veya haber üzerine, bir musibetin belanýn def edilmesi üzerine Allah’a karþý bir þükran, teþekkür duygusuyla yapýlan secdedir. Okuma secdesi gibi yapýlýr. Namaz dýþýnda yapýlabilir. Kýbleye dönülür, tekbir alýnýr, secdeye varýlýr. Allah’a hamd, þükür ve tespihte bulunulur. Secdeden tekbir getirilerek kalkýlýr. Efendimiz (a.s) sevindirici olaylar üzerine bunu yapmýþtýr.[583]

 

 

 

k) Kur’an’daki Kýsa Sureler

 

 

Yüce Allah (cc), Kur’an-ý Kerim’de þöyle buyuruyor:

 

 æì¢y¡Š Ï ¤á¡è¤í † Û b à¡2 §l¤Œ¡y ¢£3¢× 6eb¦È î,¡( aì¢ãb × ë ¤á¢è äí©… aì¢Ó £Š Ï  åí©ˆ £Ûa  å¡ß

 

 “Dinlerini parçalayan ve bölük bölük olanlardan (olmayýn. Bunlardan) her fýrka, kendilerinde olan ile böbürlenmektedir.”[584]

 

Bilindiði üzere tercüme, bir sözün anlamýný baþka bir dilde dengi bir sözle aynen ifade etmek demektir. Oysa her dilin, baþka dillerde bulunmayan (kendine ait) ifade, üslup ve anlatým özellikleri vardýr. Bu yüzden, edebî ve hissî yönü bulunmayan bazý kuru ifadeler dýþýnda, hiçbir tercüme aslýnýn yerini tutamaz ve hiçbir tercime de her bakýmdan aslýna tam bir uygunluk saðlanamaz.

 

O halde, Kur’an-ý Kerim gibi, ilahî belaðat ve i’cazý haiz bir kitabýn aslý ile tercümesi arasýndaki fark, yaratan ile yaratýlan arasýndaki fark kadar büyüktür. Çünkü biri Yaratan Yüce Allah’ýn kelamý; diðeri ise yaratýlan kulun aciz beyaný. Hiç böylesi bir tercümenin, Allah kelamýnýn yerine konulmasý ve ayný hükümde tutulmasý mümkün olur mu? Kaldý ki, Ýslam dini evrensel bir dindir. Deðiþik dilleri konuþan bütün müslümanlarýn ibadette ortak bir dili kullanmalarý onun evrensel oluþunun bir gereðidir.

 

Herkesin konuþtuðu dil ile ibadet yapmaya kalkýþmasý, Peygamberimizin öðrettiði ve bugüne kadar uygulana gelen þekle ters düþeceði gibi içinden çýkýlmaz bir takým tartýþmalara da yol açacaðý muhakkaktýr.

 

Þüphesiz bir müslümanýn en azýndan namazda okuduðu Kur’an-ý Kerim metinlerinin anlamlarýný bilmesi ve namazda bunlarý anlayarak ve duyarak okumasý son derece önemlidir ve bu zor da deðildir. Ancak manasýný anlamak, onun hidayetinden faydalanmak ve Yüce Rabbimizin emir, yasak ve öðütlerinin neler olduðunu öðrenmek için Kur’an-ý Kerim’i terceme etmenin ve bu maksatla meal, terceme ve tefsirlerini okumanýn hükmü baþka; bu tercemeleri Kur’an yerine koymanýn ve Kur’an hükmünde tutmanýn hükmü yine baþkadýr.

 

Namazda ve ibadet olarak Kur’an-ý Kerim asli lafýzlarý ile okunur. Yüce Rabbýmýzýn bize olan öðüt, buyruk ve yasaklarýný öðrenmek, onun irþadýndan yararlanmak maksadýyla ise, tercüme, meal ve açýklamalarý okunur. Bu maksatla Kur’an-ý Kerim’in tercüme, meal ve açýklamalarýný okumak ta çok sevaptýr ve genel anlamý ile ibadettir. (Daha geniþ bilgi ümmetin dil birliðinde gelecektir).

 

Þimdi Kur’an-ý Kerim’deki kýsa ( Duha Suresinden aþaðýsý) sureler ve anlamlarý:

 

 

 

1) سُورَةُ الْفَاتِحَةِ

¡ággggggggggggî©y £ŠÛa ¡å¨à¤y £ŠÛa ¡é¨£ÜÛa ¡ággggggggggg¤Ž¡2

 

1 - FATÝHA SÛRESÝ

 

Bismillâhirrahmânirrahîm

1-Fatiha Sûresi: Mekkede, risaletin baþlangýcýnda nazil olmuþ olup 7 ayettir. Tam olarak nazil olan ilk sûredir. Kur'an-ý Kerimin baþlangýcý olduðundan "bir yeri veya bir þeyi açan, baþlatan" anlamýna Fatiha adý verilmiþtir. Ayrýca yirmi kadar güzel vasfýný bildiren baþka isimleri de vardýr. Mesela: Namazda okunmasý vacip olduðundan Sûretu's-Salât, Allah Tealanýn Arþýnýn altýndaki hazineden indirilip ulvi mânalarýn hazinesi olduðundan Kenz; baþlý baþýna yeterli olduðundan Vâfiye, Kâfiye; bütün sûrelerin aslý, kökü, tohumu durumunda olduðundan Umm'ul-Kitab, Esas onun isimleri arasýndadýr. Bu kutlu ve özlü sûre gerçekten Kur'an-ý Kerimin feyizli ve bereketli bir hülasasý ve Ýslam ibadetinin esasýdýr. Kur'an-ý Kerimin ana gayeleri þunlardýr.  

1-Tevhid, yani Allahýn birliði 

2-Nübüvvet 

3-Ahiret 

4-Ýbadet, istikamet ve adalet. 

Fatiha sûresi bu esaslara açýkça delalet eder.

 

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحيمِ (1)

1. Rahman ve Rahim olan Allahýn adýyla.

اَلْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمينَ (2)

2 . Bütün hamdler, övgüler âlemlerin Rabbi Allahadýr.

اَلرَّحْمنِ الرَّحيمِ (3)

3. O Rahmandýr, Rahimdir.

مَالِكِ يَوْمِ الدّينِ (4)

4. Din gününün, hesap gününün tek Hakimidir.

اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعينُ (5)

5. (Haydi öyleyse deyiniz): "Yalnýz Sana ibadet eder, yalnýz senden medet umarýz."

اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقيمَ (6)

6. Bizi doðru yola, Sana doðru varan yola ilet.

صِرَاطَ الَّذينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَاالضَّالّينَ (7)

7. Nimet ve lütfuna mazhar ettiklerinin yoluna ilet. Gazaba uðrayanlarýn ve sapkýnlarýnkine deðil.

 

 

 

ó¨z¢£šÛa ¢ñ ‰ì¢ ›YS

¡ággggggggggggî©y £ŠÛa ¡å¨à¤y £ŠÛa ¡é¨£ÜÛa ¡ággggggggggg¤Ž¡2

 

93-ed-DUHÂ

 

Bismillâhirrahmânirrahîm

 

93-ed-Duhâ: Duhâ, kuþluk vakti demektir. Sûre, adýný ilk ayette geçen bu kelimeden alýr. Fecr sûresinden sonra Mekke'de inmiþtir, 11 (onbir) âyettir. Sûrede âhir zaman Peygamberinin hususiyetlerinden biri yani yetim oluþu ele alýnýr ve kendisi teselli edilir.

 

› =ó¨z¢£šÛa ë ›Q

1. Andolsun kuþluk vaktine

›=ó¨v  a ‡¡a ¡3¤î £Ûa ë ›R

2. Ve sükûna erdiðinde geceye ki,

›6ó¨Ü Ó b ß ë  Ù¢£2 ‰  Ù Ç £… ë b ß ›S

3. Rabbin seni býrakmadý ve sana darýlmadý.

›6ó¨Û@ë¢üa  å¡ß  Ù Û ¥Š¤î  ¢ñ Š¡¨5 Û ë ›T

4. Gerçekten senin için ahiret dünyadan daha hayýrlýdýr.

›6󍙤Рn Ï  Ù¢£2 ‰  Ùî©À¤È¢í  Ò¤ì Ž Û ë ›U

5. Pek yakýnda Rabbin sana verecek de hoþnut olacaksýn.

›:ô¨ë¨b Ï b¦àî©n í  Ú¤†¡v í ¤á Û a ›V

6. O, seni yetim bulup barýndýrmadý mý?

›:ô¨† è Ï ¦ü¬b ™  Ú † u ë ë ›W

7. Þaþýrmýþ bulup da yol göstermedi mi?

›6ó¨ä¤Ë b Ï ¦5¡ö¬b Ç  Ú † u ë ë ›X

8. Seni fakir bulup zengin etmedi mi?

›6¤Š è¤Ô m 5 Ï  áî©n î¤Ûa b £ß b Ï ›Y

9. Öyleyse yetimi sakýn ezme.

›6¤Š è¤ä m 5 Ï  3¡ö¬b £ŽÛa b £ß a ë ›QP

10. El açýp isteyeni de sakýn azarlama.

›¤t£¡† z Ï  Ù¡£2 ‰ ¡ò à¤È¡ä¡2 b £ß a ë ›QQ

11. Ve Rabbinin nimetini minnet ve þükranla an.

 

 

¡€¤Š £'Ûa ¢ñ ‰ì¢ ›YT

¡ágggggggggggî©y £ŠÛa ¡å¨à¤y £ŠÛa ¡é¨£ÜÛa ¡ággggggggggg¤Ž¡2

 

94-el-ÝNÞÝRÂH

 

Bismillâhirrahmânirrahîm

94-el-Ýnþirâh: "Ýnþirâh" açýlmak, geniþlemek, sevinmek manalarýna gelir. Duhâ sûresinden sonra Mekke'de inmiþtir. 8 (sekiz) âyettir. Bu sûrede Peygamberimizin, çocukluðunda risalete hazýrlamak üzere kalbinnin açýlýp arýtýlmasýndan söz edilmektedir. Ayrýca, onun getirdiði dindeki kolaylýklara dikkat çekilerek Allah'a þükretmeye teþvik edilmektedir.

 

›= Ú ‰¤† •  Ù Û ¤€ Š¤' ã ¤á Û a ›Q

1. Biz senin göðsünü açýp geniþletmedik mi?

›= Ú ‰¤‹¡ë  Ù¤ä Ç b ä¤È ™ ë ë ›R

2. Yükünü senden alýp atmadýk mý?

›= Ú Š¤è Ã  œ Ô¤ã a ô¬©ˆ £Û a ›S

3. O senin belini büken yükü .

›6 Ú Š¤×¡‡  Ù Û b ä¤È Ï ‰ ë ›T

4. Senin þânýný ve ününü yüceltmedik mi?

›a=¦Š¤Ž¢í ¡Š¤Ž¢È¤Ûa  É ß  £æ¡b Ï ›U

5. Elbette zorluðun yanýnda bir kolaylýk vardýr.

›a6¦Š¤Ž¢í ¡Š¤Ž¢È¤Ûa  É ß  £æ¡a ›V

6. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylýk daha vardýr.

›=¤k –¤ãb Ï  o¤Ë Š Ï a ‡¡b Ï ›W

7. Boþ kaldýn mý hemen (baþka) iþe koyul,

›¤k Ë¤‰b Ï  Ù¡£2 ‰ ó¨Û¡a ë ›X

8. Yalnýz Rabbine yönel.

 

 

 

¡åî©£nÛa ¢ñ ‰ì¢ ›YU

¡ággggggggggggî©y £ŠÛa ¡å¨à¤y £ŠÛa ¡é¨£ÜÛa ¡ágggggggggg¤Ž¡2

 

95-et-TÎN

 

Bismillâhirrahmânirrahîm

 

95-et-Tîn: "Tîn", dað adý veya incir demektir. Bürûc sûresinden sonra Mekke'de inmiþtir, 8 (sekiz) âyettir.

 

›=¡æì¢n¤í £ŒÛa ë ¡åî©£nÛa ë ›Q

1. Ýncire, zeytine,

›= åî©äî,© ¡‰ì¢Ÿ ë ›R

2. Sina daðýna ,

›=¡åî©ß üa ¡† Ü j¤Ûa a ˆ¨ç ë ›S

3.Ve þu emîn beldeye yemin ederim ki,

›9§áí©ì¤Ô m ¡å Ž¤y a ó¬©Ï  æb Ž¤ã¡üa b ä¤Ô Ü  ¤† Ô Û ›T

4.Biz insaný en güzel biçimde yarattýk.

›= åî©Ü¡Ïb   3 1¤ a ¢êb ã¤… … ‰  £á¢q ›U

5.Sonra da çevirdik aþaðýlarýn aþaðýsýna attýk.

 ¢Š¤î Ë ¥Š¤u a ¤á¢è Ü Ï ¡pb z¡Ûb £–Ûa aì¢Ü¡à Ç ë aì¢ä ß¨a  åí©ˆ £Ûa ü¡a ›V

›6§æì¢ä¤à ß

6. Fakat iman edip sâlih amel iþleyenler için eksilmeyen devamlý bir ecir vardýr.

›6¡åí©£†Ûb¡2 ¢†¤È 2  Ù¢2¡£ˆ Ø¢í b à Ï ›W

7. Artýk bundan sonra, ceza günü konusunda seni kim yalanlayabilir?

› åî©à¡×b z¤Ûa ¡á Ø¤y b¡2 ¢é¨£ÜÛa  ¤î Û a ›X

8. Allah, hüküm verenlerin en üstünü deðil midir?

 

 

¡Õ Ü È¤Ûa ¢ñ ‰ì¢ ›YV

¡ággggggggggggî©y £ŠÛa ¡å¨à¤y £ŠÛa ¡é¨£ÜÛa ¡ágggggggggggg¤Ž¡2

 

96-el-ALAK

 

Bismillâhirrahmânirrahîm

 

96-el-Alak: Alak, insanýn yaratýlýþ safhalarýndan olan aþýlanmýþ yumurtayý ifade eder. Bu sûreye "Ýkra' sûresi" de denir. Mekke'de inmiþtir; 19 âyettir. Ýlk 5 âyeti, Kur'an'ýn ilk inen âyetleridir. Bu sûrede okumanýn, öðrenmenin üstünlüðü, insanýn yaratýlýþý, kalemin özelliði, bunlarýn insana Allah'ýn ihsaný olduðu, insanýn bunlarý düþünmesi, Rabbine itaat etmesi gerektiði, aksi halde azaba dûçar olacaðý anlatýlýr.

 

›7 Õ Ü  ô©ˆ £Ûa  Ù¡£2 ‰ ¡á¤b¡2 ¤a Š¤Ó¡a ›Q

1. Yaratan Rabbinin adýyla oku!

›7§Õ Ü Ç ¤å¡ß  æb Ž¤ã¡üa  Õ Ü  ›R

2. O, insaný bir aþýlanmýþ yumurtadan yarattý.

›=¢â Š¤× üa  Ù¢£2 ‰ ë ¤a Š¤Ó¡a ›S

3. Oku! Rabbin, en büyük kerem sahibidir.

›=¡á Ü Ô¤Ûb¡2  á £Ü Ç ô©ˆ £Û a ›T

4. O Rab ki kalemle (yazmayý) öðretti.

›6¤á Ü¤È í ¤á Ûb ß  æb Ž¤ã¡üa  á £Ü Ç ›U

5. Ýnsana bilmedikleri þeyi öðretti.

›=ó¨Ì¤À î Û  æb Ž¤ã¡üa  £æ¡a ¬5 × ›V

6. Gerçek þu ki, insan azar.

›6ó¨ä¤Ì n¤a ¢ê¨a ‰ ¤æ a ›W

7. Kendini kendine yeterli gördüðü için.

›6ó¨È¤u¢£ŠÛa  Ù¡£2 ‰ ó¨Û¡a  £æ¡a ›X

8. Kuþkusuz dönüþ Rabbinedir.

›=ó¨è¤ä í ô©ˆ £Ûa  o¤í a ‰ a ›Y

9. Gördün mü þu men edeni,

›6ó¨£Ü • a ‡¡a a¦†¤j Ç ›QP

10. Namaz kýlarken bir kulu (Peygamber'i namazdan)?

›=ô¨†¢è¤Ûa ó Ü Ç  æb × ¤æ¡a  o¤í a ‰ a ›QQ

11. Gördün mü, ya o (Peygamber) doðru yolda olur,

›6ô¨ì¤Ô £nÛb¡2  Š ß a ¤ë a ›QR

12. Yahut takvâyý emrediyorsa?

›6ó¨£Û ì m ë  l £ˆ × ¤æ¡a  o¤í a ‰ a ›QS

13. Ne dersin o (meneden, Peygamber'i) yalanlýyor ve doðru yoldan yüz çeviriyorsa!

›6ô¨Š í  é¨£ÜÛa  £æ b¡2 ¤á Ü¤È í ¤á Û a ›QT

14. (Bu adam) Allah'ýn, (yaptýklarýný) gördüðünü bilmez mi!

›=¡ò î¡•b £äÛb¡2 b¦È 1¤Ž ä Û ¯¡é n¤ä í ¤á Û ¤å¡÷ Û 5 × ›QU

15. Hayýr, hayýr! Eðer vazgeçmezse, derhal onu alnýndan (perçeminden), yakalarýz (cehenneme atarýz).

›7§ò ÷¡Ÿb  §ò 2¡‡b × §ò î¡•b ã ›QV

16.O yalancý, günahkâr alýndan (perçemden),

›=¢é í¡…b ã ¢Ê¤† î¤Ü Ï ›QW

17.O, hemen gidip meclisini (kendi taraftarlarýný) çaðýrsýn.

›= ò î¡ãb 2 £ŒÛa ¢Ê¤† ä  ›QX

18.Biz de zebânîleri çaðýracaðýz.

›%¤l¡Š n¤Óa ë ¤†¢v¤a ë ¢é¤È¡À¢mü 6e5 × ›QY

19.Hayýr! Ona uyma! Allah'a secde et ve (yalnýzca O'na) yaklaþ!

 

 

 

¡‰¤† Ô¤Ûa ¢ñ ‰ì¢ ›YW

¡ággggggggggggî©y £ŠÛa ¡å¨à¤y £ŠÛa ¡é¨£ÜÛa ¡ágggggggggggg¤Ž¡2

 

97-el-KADR

 

Bismillâhirrahmânirrahîm

 

97-el-Kadr: Kadir gecesinden söz ettiði için bu adý almýþtýr. Abese sûresinden sonra Mekke'de inmiþtir. 5 (beþ) âyettir. Sûrede, Kadir gecesinden, onun faziletinden, o gecede meleklerin yeryüzüne iniþinden bahsedilir.

 

›7¡‰¤† Ô¤Ûa ¡ò Ü¤î Û ó©Ï ¢êb ä¤Û Œ¤ã a ¬eb £ã¡a ›Q

l. Biz onu (Kur'an'ý) Kadir gecesinde indirdik.

›6¡‰¤† Ô¤Ûa ¢ò Ü¤î Ûb ß  Ùí¨‰¤… a ¬b ß ë ›R

2. Kadir gecesinin ne olduðunu sen bilir misin?

›6§Š¤è ( ¡Ñ¤Û a ¤å¡ß ¥Š¤î  ¡‰¤† Ô¤Ûa ¢ò Ü¤î Û ›S

3. Kadir gecesi, bin aydan hayýrlýdýr.

›´=§Š¤ß a ¡£3¢× ¤å¡ß 7¤á¡è£¡2 ‰ ¡æ¤‡¡b¡2 b èî©Ï ¢€ë¢£ŠÛa ë ¢ò Ø¡÷¬¨Ü à¤Ûa ¢4 £Œ ä m ›T

 

4. O gecede, Rablerinin izniyle melekler ve Ruh (Cebrail), her iþ için iner dururlar.

›¡Š¤v 1¤Ûa ¡É Ü¤À ß ó¨£n y  ó¡ç ´® ¥â5  ›U

5. O gece, esenlik doludur. Ta fecrin doðuþuna kadar.

 

 

 

¡ò ä£¡î j¤Ûa ¢ñ ‰ì¢ ›YX

¡ággggggggggggî©y £ŠÛa ¡å¨à¤y £ŠÛa ¡é¨£ÜÛa ¡ágggggggggggg¤Ž¡2

 

98-el-BEYYÝNE

 

Bismillâhirrahmânirrahîm

 

98-el-Beyyine: Açýk delil manasýna gelen ve birinci âyette geçen "beyyine" kelimesi sûreye ad olmuþtur. Talâk sûresinden sonra Medine'de inmiþtir, 8 (sekiz) âyettir. Bu sûrede kâfirlerden ve müþriklerden söz edilmiþ, onlarýn bazý davranýþlarý anlatýlmýþ, inanan ve iyi iþler yapanlarýn kurtuluþa ereceði ifade edilmiþtir.

 

  åؠ1¤ä¢ß  åî©×¡Š¤'¢à¤Ûa ë ¡lb n¡Ø¤Ûa ¡3¤ç a ¤å¡ßa뢊 1 ×  åí©ˆ £Ûa ¡å¢Ø í ¤á Û ›Q

›$=¢ò ä£¡î j¤Ûa ¢á¢è î¡m¤b m ó¨£n y

1. Apaçýk delil kendilerine gelinceye kadar ehl-i kitaptan ve müþriklerden inkârcýlar (küfürden) ayrýlacak deðillerdi.

›=¦ñ Š £è À¢ß b¦1¢z¢• aì¢Ü¤n í ¡é¨£ÜÛa  å¡ß ¥4좠‰ ›R

2. (Ýþte o apaçýk delil,) Allah tarafýndan gönderilen ve tertemiz sahifeleri okuyan bir elçidir.

›6¥ò à£¡î Ó ¥k¢n¢× b èî©Ï ›S

3. En doðru hükümler vardýr þu sahifelerde.

 ¢á¢è¤m  õ¬b ub ß ¡†¤È 2 ¤å¡ß ü¡a  lb n¡Ø¤Ûa aì¢m@ë¢a  åí©ˆ £Ûa  Ö £Š 1 m b ß ë ›T

›6¢ò ä¡£î j¤Ûa

4. Kendilerine kitap verilenler ancak o açýk delil (Peygamber) kendilerine geldikten sonra ayrýlýða düþtüler.

  õ¬b 1 ä¢y  åí©£†Ûa ¢é Û  åî©–¡Ü¤‚¢ß  é¨£ÜÛa a뢆¢j¤È î¡Û ü¡a a¬ë¢Š¡ß¢a ¬b ß ë ›U

›6¡ò à¡£î Ô¤Ûa ¢åí©…  Ù¡Û¨‡ ë  ñì¨× £ŒÛa aì¢m¤ªì¢í ë  ñì¨Ü £–Ûa aì¢àî©Ô¢í ë

5. Halbuki onlara ancak, dini yalnýz O'na has kýlarak ve hanifler olarak Allah'a kulluk etmeleri, namaz kýlmalarý ve zekât vermeleri emrolunmuþtu. Saðlam din de budur.

  á £ä è u ¡‰b ã ó©Ï  åî©×¡Š¤'¢à¤Ûa ë ¡lb n¡Ø¤Ûa¡3¤ç a ¤å¡ß 뢊 1 ×  åí©ˆ £Ûa  £æ¡a ›V

›6¡ò £í¡Š j¤Ûa ¢£Š ( ¤á¢ç  Ù¡÷¬¨Û¯ë¢a b6 èî©Ï  åí©†¡Ûb 

6. Ehl-i kitap ve müþriklerden olan inkârcýlar, içinde ebedî olarak kalacaklarý cehennem ateþindedirler. Ýþte halkýn en þerlileri onlardýr.

›6¡ò £í¡Š j¤Ûa ¢Š¤î ¤á¢ç  Ù¡÷¬¨Û¯ë¢a ¡pb z¡Ûb £–Ûaaì¢Ü¡à Ç ëaì¢ä ß¨a  åí©ˆ £Ûa  £æ¡a ›W

7. Ýman edip sâlih ameller iþleyenlere gelince, halkýn en hayýrlýsý da onlardýr.

 ¢‰b è¤ã üa b è¡n¤z m ¤å¡ß ô©Š¤v m §æ¤† Ç ¢pb £ä u ¤á¡è£¡2 ‰  †¤ä¡Ç ¤á¢ç¯¢ªë¬a Œ u ›X

 ¤å à¡Û  Ù¡Û¨‡ 6¢é¤ä Ç a좙 ‰ ë ¤á¢è¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa  ó¡™ ‰ a6¦† 2 a ¬b èî©Ï  åí©†¡Ûb 

›¢é £2 ‰  ó¡' 

8. Onlarýn Rableri katýndaki mükâfatlarý, zemininden ýrmaklar akan, içinde devamlý olarak kalacaklarý Adn cennetleridir. Allah kendilerinden hoþnut olmuþ, onlar da Allah'tan hoþnut olmuþlardýr. Bu söylenenler hep Rabbinden korkan (O'na saygý gösterenler) içindir.

 

 

¡4a Œ¤Û¡£ŒÛa ¢ñ ‰ì¢ ›YY

¡ággggggggggî©y £ŠÛa ¡å¨à¤y £ŠÛa ¡é¨£ÜÛa ¡ággggggggg¤Ž¡2

 

99-ez-ZÝLZÂL

 

Bismillâhirrahmânirrahîm

 

99-ez-Zilzâl: Deprem demek olan "zilzâl", sûrenin ilk âyetinde geçer. Nisâ sûresinden sonra Medine'de inmiþtir, 8 (sekiz) âyettir. Kýyametin kopmasýndan, insanlarýn yeniden dirilip hesap vermelerinden, herkesin -iyi ya da kötü- ettiðini bulacaðýndan bahseder.

 

›=b è Ûa Œ¤Û¡‹ ¢ž¤‰ üa ¡o Û¡Œ¤Û¢‹ a ‡¡a ›Q

1. Yerküre kendine has sarsýntýsýyla sallandýðý,

›=b è Ûb Ô¤q a ¢ž¤‰ üa ¡o u Š¤ a ë ›R

2. Toprak aðýrlýklarýný dýþarý çýkardýðý,

›7b è Ûb ß ¢æb Ž¤ã¡üa  4b Ó ë ›S

3. Ve insan "Ne oluyor buna!" dediði vakit,

›=b ç ‰b j¤ a ¢t¡£† z¢m §ˆ¡÷ ß¤ì í ›T

4. Ýþte o gün (yer) haberlerini anlatýr,

›6b è Û ó¨y¤ë a  Ù £2 ‰  £æ b¡2 ›U

5. Rabbinin ona bildirmesiyle.

›6¤á¢è Ûb à¤Ç a a¤ë Š¢î¡Û =b¦mb n¤( a ¢b £äÛa ¢‰¢†¤– í §ˆ¡÷ ß¤ì í ›V

6. O gün insanlar amellerini görmeleri (karþýlýðýný almalarý) için darmadaðýnýk geri dönüp gelirler.

›6¢ê Š í a¦Š¤î  §ñ £‰ ‡  4b Ô¤r¡ß ¤3 à¤È í ¤å à Ï ›W

7. Kim zerre miktarý hayýr yapmýþsa onu görür.

›¢ê Š í a¦£Š ( §ñ £‰ ‡  4b Ô¤r¡ß ¤3 à¤È í ¤å ß ë ›X

8. Kim de zerre miktarý þer iþlemiþse onu görür.

 

 

¡pb í¡…b È¤Ûa ¢ñ ‰ì¢ ›QPP

¡ággggggggggggggî©y £ŠÛa ¡å¨à¤y £ŠÛa ¡é¨£ÜÛa ¡ágggggggggg¤Ž¡2

 

100-el-ÂDÝYÂT

 

Bismillâhirrahmânirrahîm

 

100-el-Âdiyât: Âdiyât, koþan atlar demektir. Asr sûresinden sonra Mekke'de inmiþtir, 11 (onbir) âyettir. Bu sûrede insanoðlunun nankörlüðünden, kýyamet günü ortaya çýkacak acýklý durumdan söz edilir.

 

›=b¦z¤j ™ ¡pb í¡…b È¤Ûa ë ›Q

l. Harýl harýl koþanlara,

›=b¦y¤† Ó ¡pb í¡‰ì¢à¤Ûb Ï ›R

2. (Nallarýyla) çakarak kývýlcým saçanlara,

›=b¦z¤j¢• ¡pa Šî©Ì¢à¤Ûb Ï ›S

3. (Ansýzýn) sabah baskýný yapanlara,

›=b¦È¤Ô ã ©é¡2  æ¤Š q b Ï ›T

4. Orada tozu dumana katanlara,

›=b¦È¤à u ©é¡2  å¤À  ì Ï ›U

5. Derken orada bir topluluðun ta ortasýna girenlere yemin ederim ki ,

›7¥…ì¢ä Ø Û ©é¡£2 Š¡Û  æb Ž¤ã¡üa  £æ¡a ›V

6. Þüphesiz insan, Rabbine karþý pek nankördür.

›7¥†î©è ' Û  Ù¡Û¨‡ ó¨Ü Ç ¢é £ã¡a ë ›W

7. Þüphesiz buna kendisi de þahittir ,

›6¥†í©† ' Û ¡Š¤î ‚¤Ûa ¡£k¢z¡Û ¢é £ã¡a ë ›X

8. Ve o, mal sevgisine de aþýrý derecede düþkündür.

›=¡‰ì¢j¢Ô¤Ûa ó¡Ï b ß  Š¡r¤È¢2 a ‡¡a ¢á Ü¤È í 5 Ï a ›Y

9. Kabirlerde bulunanlarýn diriltilip dýþarý atýldýðýný düþünmez mi?

›=¡‰ë¢†¢£–Ûa ó¡Ï b ß  3¡£–¢y ë ›QP

10. Ve kalplerde gizlenenler ortaya konduðu zaman ,

›¥Šî©j ‚ Û §ˆ¡÷ ß¤ì í ¤á¡è¡2 ¤á¢è £2 ‰  £æ¡a ›QQ

11. Þüphesiz Rableri o gün onlardan tamamýyle haberdardýr.

 

 

 

¡ò Ç¡‰b Ô¤Ûa ¢ñ ‰ì¢ ›QPQ

¡ágggggggggggî©y £ŠÛa ¡å¨à¤y £ŠÛa ¡é¨£ÜÛa ¡ággggggggg¤Ž¡2

 

101-el-KÂRÝA

 

Bismillâhirrahmânirrahîm

 

101-el-Kâria: Kâria, kapý çalan demektir ve kýyamet kasdedilmiþtir. Kureyþ sûresinden sonra Mekke'de inmiþtir, 11 (onbir) âyettir. Bu sûrede, kýyametin kopuþunda meydana gelecek olaylardan ve insanýn âkýbetinden söz edilmiþtir.

 

›=¢ò Ç¡‰b Ô¤Û a ›Q

1. Kapý çalan!

›7¢ò Ç¡‰b Ô¤Ûab ß ›R

2. Nedir o kapý çalan?

›6¢ò Ç¡‰b Ô¤Ûab ß  Ùí¨‰¤… a ¬b ß ë ›S

3. O kapý çalanýn ne olduðunu bilir misin?

›=¡tì¢r¤j à¤Ûa ¡*a Š 1¤Ûb × ¢b £äÛa ¢æì¢Ø í  â¤ì í ›T

4. Ýnsanlarýn, ateþin etrafýný sarmýþ pervaneler gibi olur,

›6¡*ì¢1¤ä à¤Ûa ¡å¤è¡È¤Ûb × ¢4b j¡v¤Ûa ¢æì¢Ø m ë ›U

5. Daðlarýn da atýlmýþ renkli yüne dönüþtüðü gündür (o Kâria!)

›=¢é¢äí©‹a ì ß ¤o Ü¢Ô q ¤å ß b £ß b Ï ›V

6. O gün kimin tartýlan ameli aðýr gelirse.

›6§ò î¡™a ‰ §ò 'î©Ç ó©Ï  ì¢è Ï ›W

7. Ýþte o, hoþnut edici bir yaþayýþ içinde olur.

›=¢é¢äí©‹a ì ß ¤o £1  ¤å ß b £ß a ë ›X

8. Ameli yeðni olana gelince.

›6¥ò í¡ëb ç ¢é¢£ß¢b Ï ›Y

9. Ýþte onun anasý (yeri, yurdu) Hâviye'dir.

›6¤é î¡çb ß  Ùí¨‰¤… a ¬b ß ë ›QP

10.Nedir o (Hâviye) bilir misin?

›¥ò î¡ßb y ¥‰b ã ›QQ

11.Kýzgýn ateþ!

 

 

 

¡Š¢qb Ø £nÛa ¢ñ ‰ì¢ ›QPR

¡ágggggggggggggî©y £ŠÛa ¡å¨à¤y £ŠÛa ¡é¨£ÜÛa ¡ágggggggggg¤Ž¡2

 

102-et-TEKÂSÜR

 

Bismillâhirrahmânirrahîm

 

102-et-Tekâsür: Tekâsür, çokluk yarýþý ve çoklukla övünmek demektir. Kevser sûresinden sonra Mekke'de inmiþtir. 8 (sekiz) âyettir. Cahiliye Araplarý, mal, evlât ve akrabalarýnýn çokluðunu bir gurur ve þeref sebebi sayarlar, hatta bu hususta yaþayanlarla yetinmeyip kabilelerinin üstünlüðünü geçmiþleriyle de isbat etmek için kabirlere gider, ölmüþ akrabalarýnýn çokluðuyla övünürlerdi. Sûrede onlarýn bu tutumu eleþtirilmekte ve gerçek üstünlüðün ahirette ortaya çýkacaðý belirtilmektedir.

 

›=¢Š¢qb Ø £nÛa ¢á¢Øî¨è¤Û a ›Q

1. Çokluk kuruntusu sizi o derece oyaladý ki,

›6 Š¡2b Ô à¤Ûa ¢á¢m¤‰¢‹ ó¨£n y ›R

2. Nihayet kabirleri ziyaret ettiniz.

›= æì¢à Ü¤È m  Ò¤ì  5 × ›S

3. Hayýr! Yakýnda bileceksiniz!

›6 æì¢à Ü¤È m  Ò¤ì  5 ×  £á¢q ›T

4. Elbette yakýnda bileceksiniz!

›6¡åî©Ô î¤Ûa  á¤Ü¡Ç  æì¢à Ü¤È m ¤ì Û 5 × ›U

5. Gerçek öyle deðil! Kesin bilgi ile bilmiþ olsaydýnýz,

›= áî©z v¤Ûa  £æ¢ë Š n Û ›V

6. Mutlaka cehennem ateþini görürdünüz.

›=¡åî©Ô î¤Ûa  å¤î Ç b è £ã¢ë Š n Û  £á¢q ›W

7. Sonra ahirette onu çýplak gözle göreceksiniz.

›¡áî©È £äÛa ¡å Ç §ˆ¡÷ ß¤ì í  £å¢Ü ÷¤Ž¢n Û  £á¢q ›X

8. Nihayet o gün (dünyada yararlandýðýnýz) nimetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.

 

 

¡Š¤– È¤Ûa ¢ñ ‰ì¢ ›QPS

¡ággggggggggggî©y £ŠÛa ¡å¨à¤y £ŠÛa ¡é¨£ÜÛa ¡ággggggggg¤Ž¡2

 

103-el-ASR

 

Bismillâhirrahmânirrahîm

 

103-el-Asr: Asr, yüzyýl, ikindi vakti ve meyvenin suyunu çýkarmak gibi manalara gelir. "Asr"a yemin ile söze baþladýðý için bu adý almýþtýr. Ýnþirâh sûresinden sonra Mekke'de inmiþtir. 3 (üç) âyettir. Sûrede kurtuluþun imana, iyi iþler yapmaya hakký ve sabrý tavsiye etmeye baðlý olduðu anlatýlmýþtýr.

 

›=¡Š¤– È¤Ûa ë ›Q

1. Asra yemin ederim ki

›=§Š¤Ž¢ ó©1 Û  æb Ž¤ã¡üa  £æ¡a ›R

2. Ýnsan gerçekten ziyan içindedir.

a ì m ë ¡£Õ z¤Ûb¡2 a¤ì •a ì m ë ¡pb z¡Ûb £–Ûa aì¢Ü¡à Ç ë aì¢ä ß¨a  åí©ˆ £Ûa ü¡a ›S

›¡Š¤j £–Ûb¡2 a¤ì •

3.Bundan ancak iman edip iyi ameller iþleyenler, birbirlerine hakký tavsiye edenler ve sabrý tavsiye edenler müstesnadýr.

 

 

¡ñ Œ à¢è¤Ûa ¢ñ ‰ì¢ ›QPT

¡ággggggggggggî©y £ŠÛa ¡å¨à¤y £ŠÛa ¡é¨£ÜÛa ¡ágggggggggg¤Ž¡2

 

104-el-HÜMEZE

 

Bismillâhirrahmânirrahîm

 

104-el-Hümeze: Hümeze, birini arkasýndan çekiþtirmek, onunla alay etmek, kýrmak ve incitmek manalarýna gelir. Kýyamet sûresinden sonra Mekke'de inmiþtir, 9 (dokuz) âyettir.

 

›=§ñ Œ à¢Û §ñ Œ à¢ç ¡£3¢Ø¡Û ¥3¤í ë ›Q

1. Arkadan çekiþtirmeyi, yüze karþý eðlenmeyi âdet edinen herkesin vay haline!

›=¢ê … £† Ç ë üb ß  É à u ô©ˆ £Û a? ›R

2. O ki, toplamýþ ve onu sayýp durmuþtur.

›7¢ê † Ü¤ a ¬¢é Ûb ß  £æ a ¢k Ž¤z í ›S

3. (O), malýnýn kendisini ebedî kýlacaðýný zanneder.

›9¡ò à À¢z¤Ûa ó¡Ï  £æ ˆ j¤ä¢î Û 5 × ›T

4. Hayýr! Andolsun ki o, Hutame'ye atýlacaktýr.

›6¢ò à À¢z¤Ûab ß  Ùí¨‰¤… a ¬b ß ë ›U

5. Hutame'nin ne olduðunu bilir misin?

›=¢ñ † Óì¢à¤Ûa ¡é¨£ÜÛa ¢‰b ã ›V

6. Allah'ýn, tutuþturulmuþ ateþidir.

›6¡ñ †,¡÷¤Ï üa ó Ü Ç ¢É¡Ü £À m ó©n £Û a ›W

7.(Yandýkça) týrmanýp kalplerin ta üstüne çýkar.

›=¥ñ † •¤ªì¢ß ¤á¡è¤î Ü Ç b è £ã¡a ›X

8.O ,onlarýn üzerine kapatýlýp kilitlenecektir.

›§ñ … £† à¢ß §† à Ç ó©Ï ›Y

9. (Bu ateþin içinde) uzatýlmýþ sütunlara baðlanmýþlar.

 

 

 

¡3î©1¤Ûa ¢ñ ‰ì¢ ›QPU

¡ágggggggggggî©y £ŠÛa ¡å¨à¤y £ŠÛa ¡é¨£ÜÛa ¡ágggggggggg¤Ž¡2

 

105-el-FÎL

 

Bismillâhirrahmânirrahîm

 

105-el-Fîl: Kâbe'yi yýkmak isteyen Ebrehe'nin fillerle hücumunu konu edindiði için bu adý almýþtýr. Kâfirûn sûresinden sonra Mekke'de inmiþtir, 5 (beþ) âyettir.

 

›6¡3î©1¤Ûa ¡lb z¤• b¡2  Ù¢£2 ‰  3 È Ï  Ñ¤î ×  Š m ¤á Û a ›Q

l. Rabbin fil sahiplerine neler etti, görmedin mi?

›=§3î©Ü¤š m ó©Ï ¤á¢ç †¤î × ¤3 È¤v í ¤á Û a ›R

2. Onlarýn kötü planlarýný boþa çýkarmadý mý?

›= 3î©2b 2 a a¦Š¤î Ÿ ¤á¡è¤î Ü Ç  3 ¤‰ a ë ›S

3. Onlarýn üstüne ebâbil kuþlarýný gönderdi.

›= :§3î©£v¡ ¤å¡ß §ñ ‰b v¡z¡2 ¤á¡èî©ß¤Š m ›T

4. O kuþlar, onlarýn üzerlerine piþkin tuðladan yapýlmýþ taþlar atýyordu.

›§4ì¢×¤b ß §Ñ¤– È × ¤á¢è Ü È v Ï ›U

5. Böylece Allah onlarý yenilip çiðnenmiþ ekine çevirdi.

 

 

 

§)¤í Š¢Ó ¢ñ ‰ì¢ ›QPV

¡ággggggggggggî©y £ŠÛa ¡å¨à¤y £ŠÛa ¡é¨£ÜÛa ¡ággggggggggg¤Ž¡2

 

106-KUREYÞ

 

Bismillâhirrahmânirrahîm

 

106-Kureyþ: Kureyþ'e cahiliye devrinde verilen bazý imtiyazlardan bahsettiði için bu adý almýþtýr. Tîn sûresinden sonra Mekke'de inmiþtir, 4 (dört) âyettir.

 

›=§)¤í Š¢Ó ¡Ò5í©ü ›Q

1. Kureyþ'e kolaylaþtýrýldýðý,

›7¡Ñ¤î £–Ûa ë ¡õ¬b n¡£'Ûa  ò Ü¤y¡‰ ¤á¡è¡Ï5í©a ›R

2. Evet, kýþ ve yaz seyahatleri onlara kolaylaþtýrýldýðý için ,

›=¡o¤î j¤Ûaa ˆ¨ç  £l ‰ a뢆¢j¤È î¤Ü Ï ›S

3.Onlar, þu evin Rabbine kulluk etsinler,ki,

›§Ò¤ì  ¤å¡ß ¤á¢è ä ß¨a ë §Êì¢u ¤å¡ß ¤á¢è à È¤Ÿ a ô¬©ˆ £Û a ›T

4.Kendilerini açlýktan doyuran ve her çeþit korkudan emin kýldý.

 

 

 

¡æì¢Çb à¤Ûa ¢ñ ‰ì¢ ›QPW

¡ággggggggggî©y £ŠÛa ¡å¨à¤y £ŠÛa ¡é¨£ÜÛa ¡ágggggggggg¤Ž¡2

 

107-el-MÂÛN

 

Bismillâhirrahmânirrahîm

 

107-el-Mâûn: Mâûn, zekât vermek yahut bir þeyi geçici olarak kullanmasý için birine vermek þeklinde yardým demektir. Âlimlerin çoðuna göre tamamý Mekke'de inmiþtir, 7 (yedi) âyettir. Dini yalanlayan, iyilikten uzak duran kimseler hakkýnda inmiþtir.

 

›6¡åí©£†Ûb¡2 ¢l¡£ˆ Ø¢í ô©ˆ £Ûa  o¤í a ‰ a ›Q

1. Dini yalanlayaný gördün mü?

›= áî©n î¤Ûa ¢£Ê¢† í ô©ˆ £Ûa  Ù¡Û¨ˆ Ï ›R

2. Ýþte o, yetimi itip kakar;

›6¡åî©Ø¤Ž¡à¤Ûa ¡âb È Ÿ ó¨Ü Ç ¢£œ¢z íü ë ›S

3. Yoksulu doyurmaya teþvik etmez;

›= åܠ–¢à¤Ü¡Û ¥3¤í ì Ï ›T

4. Yazýklar olsun o namaz kýlanlara ki,

›= æì¢çb  ¤á¡è¡m5 • ¤å Ç ¤á¢ç  åí©ˆ £Û a ›U

5. Onlar namazlarýný ciddiye almazlar.

›= æ@¢ªë¬a Š¢í ¤á¢ç  åí©ˆ £Û a ›V

6. Onlar gösteriþ yapanlardýr,

› æì¢Çb à¤Ûa  æì¢È ä¤à í ë ›W

7.Ve hayra da mâni olurlar.

 

 

 

¡Š q¤ì Ø¤Ûa ¢ñ ‰ì¢ ›QPX

¡ágggggggggggggî©y £ŠÛa ¡å¨à¤y £ŠÛa ¡é¨£ÜÛa ¡ágggggggggg¤Ž¡2

 

108-el-KEVSER

 

Bismillâhirrahmânirrahîm

 

108-el-Kevser: Kevser, çok nimet demektir; ayrýca cennette bir havuzun da adýdýr. Âdiyât sûresinden sonra Mekke'de inen bu sûre 3 (üç) âyettir. Erkek çocuklarý yaþamadýðý için Peygamberimize müþrikler, nesli kesik manasýna "ebter" dediler. Sûrede buna cevap verilmiþtir.

 

›6 Š q¤ì Ø¤Ûa  Úb ä¤î À¤Ç a ¬b £ã¡a ›Q

1. (Resûlum!) Kuþkusuz biz sana Kevser'i verdik.

›6¤Š z¤ãa ë  Ù¡£2 Š¡Û ¡£3 – Ï ›R

2. Þimdi sen Rabbine kulluk et ve kurban kes.

›¢Š n¤2 üa  ì¢ç  Ù ÷¡ãb (  £æ¡a ›S

3. Asýl sonu kesik olan, þüphesiz sana hýnç besleyendir.

 

 

 æë¢Š¡Ïb Ø¤Ûa ¢ñ ‰ì¢ ›QPY

¡ággggggggggggî©y £ŠÛa ¡å¨à¤y £ŠÛa ¡é¨£ÜÛa ¡ággggggggggg¤Ž¡2

 

109-el-KÂFÝRÛN

 

Bismillâhirrahmânirrahîm

 

109-el-Kâfirûn: Kâfirlerden söz ettiði için bu adý almýþtýr. Mâûn sûresinden sonra Mekke'de inmiþtir, 6 (altý) âyettir.

 

›= æë¢Š¡Ïb Ø¤Ûa b è¢£í a ¬b í ¤3¢Ó ›Q

l. (Resûlüm!) De ki: Ey kâfirler!

›= æë¢†¢j¤È mb ß ¢†¢j¤Ç a ¬ü ›R

2. Ben sizin tapmakta olduklarýnýza tapmam.

›7¢†¢j¤Ç a ¬b ß  æë¢†¡2b Ç ¤á¢n¤ã a ¬ü ë ›S

3. Siz de benim taptýðýma tapmýyorsunuz.

›=¤á¢m¤† j Çb ß ¥†¡2b Ç ¯b ã a ¬ü ë ›T

4. Ben de sizin taptýklarýnýza asla tapacak deðilim.

›6¢†¢j¤Ç a ¬b ß  æë¢†¡2b Ç ¤á¢n¤ã a ¬ü ë ›U

5. Evet, siz de benim taptýðýma tapýyor deðilsiniz.

›¡åí©…  ó¡Û ë ¤á¢Ø¢äí©… ¤á¢Ø Û ›V

6. Sizin dininiz size, benim dinim de banadýr.

 

 

¡Š¤– £äÛa ¢ñ ‰ì¢ ›QQP

¡ágggggggggggî©y £ŠÛa ¡å¨à¤y £ŠÛa ¡é¨£ÜÛa ¡ággggggggg¤Ž¡2

 

110-en-NASR

 

Bismillâhirrahmânirrahîm

 

110-en-Nasr: Nasr, yardým demektir. Sûrede Allah'ýn Hz. Peygamber'e yardým ederek fetihlere kavuþturduðu ifade edildiði için bu adý almýþtýr. Bu sûre, Mekke'nin fethi sýrasýnda inmiþ olmakla beraber Medine devrinde yani hicretten sonra indiði için medenî (Medine'de inen) sûrelerdendir. 3 (üç) âyettir. Ýslâm zaferini haber verir. Ýbn Ömer'den gelen rivayete göre bu sûre indikten sonra Peygamberimiz seksen gün yaþamýþtýr.

 

›=¢|¤n 1¤Ûa ë ¡é¨£ÜÛa ¢Š¤– ã  õ¬b u a ‡¡a ›Q

1. Allah'ýn yardýmý ve zaferi geldiði,

›=b¦ua ì¤Ï a ¡é¨£ÜÛa ¡åí©… ó©Ï  æì¢Ü¢¤† í  b £äÛa  o¤í a ‰ ë ›R

2. Ve insanlarýn bölük bölük Allah'ýn dinine girmekte olduklarýný gördüðün vakit ,

›b¦2a £ì m  æb × ¢é £ã¡a 6¢ê¤Š¡1¤Ì n¤a ë  Ù¡£2 ‰ ¡†¤à z¡2 ¤|¡£j Ž Ï ›S

3.Rabbine hamdederek O'nu tesbih et ve O'ndan maðfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir.

 

 

¡† Ž à¤Ûa ¢ñ ‰ì¢ ›QQQ

¡ágggggggggggî©y £ŠÛa ¡å¨à¤y £ŠÛa ¡é¨£ÜÛa ¡ággggggggggg¤Ž¡2

 

111-TEBBET

 

Bismillâhirrahmânirrahîm

 

111-Tebbet: Tebbet, "kurusun" manasýna bedduadýr. Ebu Leheb hakkýnda inmiþtir. Zira o, eziyet etmek kasdýyla Resûlullah'ýn yoluna gizlice diken koymuþ, bu iþte kendisine karýsý da yardým etmiþti. Sûre, "Mesed sûresi" diye de anýlýr. Fâtiha sûresinden sonra Mekke'de inmiþtir, 5 (beþ) âyettir. (Bir rivayete göre Þuarâ sûresinin 124. âyeti gereðince Efendimiz yakýn akrabasýný çaðýrarak, onlarý Ýslâm'a dâvet etmiþti. Amcasý Ebû Leheb galiz sözler sarfederek, "Bizi bunun için mi çaðýrdýn?" demiþti. Bunun üzerine bu sûre indi.)

 

›6  £k m ë §k è Û ó©2 a ¬a † í ¤o £j m ›Q

1. Ebu Leheb'in iki eli kurusun! Kurudu da.

›6 k Ž ×b ß ë ¢é¢Ûb ß ¢é¤ä Ç ó¨ä¤Ë a ¬b ß ›R

2. Malý ve kazandýklarý ona fayda vermedi.

›7§k è Û  pa ‡ a¦‰b ã ó¨Ü¤– î,  ›S

3. O, alevli bir ateþte yanacak.

›7¡k À z¤Ûa  ò Ûb £à y 6¢é¢m a Š¤ßa ë ›T

4. Odun taþýyýcý olarak karýsý da (ateþe girecek).

›§† Ž ß ¤å¡ß ¥3¤j y b ç¡†î©u ó©Ï ›U

5.Ve boynunda hurma lifinden bükülmüþ bir ip olduðu halde.

 

 

 

¡˜5¤¡üa ¢ñ ‰ì¢ ›QQR

¡ággggggggggggî©y £ŠÛa ¡å¨à¤y £ŠÛa ¡é¨£ÜÛa ¡ágggggggggg¤Ž¡2

 

112-el-ÝHLÂS

 

Bismillâhirrahmânirrahîm

 

112-el-Ýhlâs: Ýhlâs, samimi olmak, dine içtenlikle baðlanmak, esaslarýný sýrf Allah rýzasý için uygulamak anlamýnadýr. Mekke'de inmiþtir, 4 (dört) âyettir. Ýslâm'ýn tevhid akîdesinin en özlü ve anlamlý ifadesidir.

 

›7¥† y a ¢é¨£ÜÛa  ì¢ç ¤3¢Ó ›Q

1. De ki: O, Allah birdir.

›7¢† à £–Ûa ¢é¨£ÜÛ a ›R

2. Allah sameddir.

›=¤† Ûì¢í ¤á Û ë ¤†¡Ü í ¤á Û ›S

3. O, doðurmamýþ ve doðmamýþtýr.

›¥† y a a¦ì¢1¢× ¢é Û ¤å¢Ø í ¤á Û ë ›T

4. Onun hiçbir dengi yoktur.

 

 

 

¡Õ Ü 1¤Ûa ¢ñ ‰ì¢ ›QQS

¡ággggggggggggî©y £ŠÛa ¡å¨à¤y £ŠÛa ¡é¨£ÜÛa ¡ággggggggggg¤Ž¡2

 

113-el-FELAK

 

Bismillâhirrahmânirrahîm

 

113-el-Felak: Felak, sabah manasýna geldiði gibi yarmak manasýna da gelir. Bunndan sonra gelen Nâs sûresiyle birlikte ikisine "iki koruyucu" anlamýnda "muavvizeteyn" denir. Bu sûrelerin þifa maksadýyla okunduðuna dair hadisler vardýr. Medine'de inmiþtir. 5 (beþ) âyettir.

 

›=¡Õ Ü 1¤Ûa ¡£l Š¡2 ¢‡ì¢Ç a ¤3¢Ó ›Q

1. De ki:"Ben aðaran sabahýn Rabbine sýðýnýrým,

›= Õ Ü  b ß ¡£Š ( ¤å¡ß ›R

2.Yarattýðý þeylerin þerrinden,

›= k Ó ë a ‡¡a §Õ¡b Ë ¡£Š ( ¤å¡ß ë ›S

3.Karanlýðý çöktüðü zaman gecenin þerrinden,

›=¡† Ô¢È¤Ûa ó¡Ï ¡pb qb £1 £äÛa ¡£Š ( ¤å¡ß ë ›T

4.Ve düðümlere üfürüp büyü yapan üfürükçülerin þerrinden ,

› † Ž y a ‡¡a §†¡b y ¡£Š ( ¤å¡ß ë ›U

5.Ve kýskandýðý vakit kýskanç kiþinin þerrinden sabahýn Rabbine sýðýnýrým!

 

 

 

¡b £äÛa ¢ñ ‰ì¢ ›QQT

¡ággggggggggî©y £ŠÛa ¡å¨à¤y £ŠÛa ¡é¨£ÜÛa ¡ággggggggg¤Ž¡2

 

114-en-NÂS

 

Bismillâhirrahmânirrahîm

 

114-en-Nâs: Nâs, insanlar demektir. Medine'de inmiþtir, 6 (altý) âyettir.

 

›=¡b £äÛa ¡£l Š¡2 ¢‡ì¢Ç a ¤3¢Ó ›Q

1. De ki: Sýðýnýrým ben insanlarýn Rabbine,

›=¡b £äÛa ¡Ù¡Ü ß ›R

2.Ýnsanlarýn Melikine (mutlak sahip ve hakimine),

›=¡b £äÛa ¡é¨Û¡a ›S

3.Ýnsanlarýn Ýlâhýna.

›=¡b £ä ‚¤Ûa ¡a ì¤ ì¤Ûa ¡£Š ( ¤å¡ß ›T

4.O sinsi vesvesenin þerrinden,

›=¡b £äÛa ¡‰ë¢†¢• ó©Ï ¢¡ì¤ ì¢í ô©ˆ £Û a ›U

5.O ki insanlarýn göðüslerine (kötü düþünceler)fýsýldar.

›¡b £äÛa ë ¡ò £ä¡v¤Ûa  å¡ß ›V

6.Gerek cinlerden, gerek insanlardan olan bütün vesvesecilerin þerrinden Allah'a sýðýnýrým!

 

Ýlmuhal bilgisine sahib olan her Müslümanýn bilmesi önemli Kur’an-ýn özeti olan bu kýsa süreleri bilmesi gerekmektedir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

- Okuma Parçasý -

 

Namaz

 

Namaz sadece niyaz deðildir. Belki niyazý vardýr ama niyazýn ötesinde, insan Allah iliþkisindeki köprünün  “urvetul vuska” ipinin temel baðýdýr. Tutunduðu zaman insan o ipin ucuna, alýr onu miraca götürür. Miraç, yükseldikçe yüksekliðin sahibiyle hemhal olmaktýr. Onun Celal penceresinde Cemalini temaþe etmektir.

 

Celalin Cemalini pencereden seyretmek ancak bedenen ve ruhen temizlenenlere nasip olur. Onun namaz hem beden ve hem de ruhun temizlenmesi/arýnmasýdýr. Hiçbir þey namaz kadar insanýn hem dünya ve hem de ahiret saadetinin teminatýný vaad edemez.

 

Yine hiçbir þey namaz kadar insanýn hem maddi hem de manevi olarak bütün kir ve pisliklerden temizleyemez. O halde namaz, insan için bir borç, mümin için ise bir yük olamaz. Çünkü namaz sadece niyaz deðildir.

 

Namaz sadece oturup kalkmak deðildir. Oturup kalkmanýn ötesinde,  bir intizamdýr. Hiçbir nizamýn girmeye muvaffak olamadýðý yüreðe hükmetmektir. Yüreðin sükunetine ve ilhamýna kaynaklýk eden bir enerji depolama kablosudur.

 

Her gün o namaz enerjisinin gücüyle tazelenen yürek, hayatýn bütün olumsuzluklarýna direnme gücünü kendinden bulur. Onun için namaz hareketler ötesi yüreði aþk gücüyle zinde de tutan tek güç kaynaðýdýr. O halde namaz, sultanlar sultanýn nizam sofrasýna misafir olmaktýr.

 

Hâtem-i Esam (ra)' a namazdan sorduklarýnda þöyle diyor:

“Vakit yaklaþýnca, güzelce abdestimi alýr, namaz kýlacaðým yere gider, orada oturur, aklýmý baþýma alýr, sonra namaz için ayaða kalkarým, Kâbe ye iki kaþým arasýna, sýrat´ý ayaklarýmýn altýna, Cennet´i saðýma, Cehennem´i soluma alýr. Azrail´i tepemde kabul eder ve bu namazý son namazým diye kabul eder, korku ve ümit ile huzûru Ýlâhîde durur, tahkik ile tekbir alýr, aðýrca manâsýný düþünerek Kur´ân okurum, tevâzû ile rükû eder, huþû ile secdeye varýrým. Ýhlâsla namazýmý kýlar, sonrada kabul olup olmadýðýný bilemem, korkusunu saklarým" diyor.[585]

 

Þeytan (Aleyhi´l-Lâ´ne) diyor: Kul namaz kýlmak isteyince, ona vesvese veririm. Henüz vakit var, meþgulsün, iþini bitir, sonra kýlarsýn, derim Namazýný geciktiremezsem, insan þeytanlarýndan birini yollarým ve namazýný geciktiririm.

 

Onu da yapamazsam, o kula namazda musallat olurum. “Saða bak, sola bak,”  derim, bakýnca da yüzünü okþar, alnýndan öperim. Sonra da “namazýn bozuldu" diye vesvese verir namazdan çýkarýrým. Saða sola baktýramazsam, yalnýz baþýna namaz kýldýðýnda yanýna giderim. Çabuk kýlmasýný emrederim. Horozun yem yediði gibi çabukça kýldýrýrým.

 

Bunu da yaptýramazsam, cemaâtle namaz kýlarken, baþýna bir gem takarým ve baþýný imamdan önce secde ve rükûya götürürüm ve namazýný bozarým. Allah ise öylelerini kýyâmette eþek baþlý olarak haþreder, diyor.

 

Bunu da yaptýramazsam, namazda parmaklarýný çýtlatmasýný emrederim. Böylece beni tespih eder. Miskinlere, zavallýlara giderim, namazý býrakmalarýný emrederim. Namaz size göre deðil, siz rýzkýnýza bakýn, iþinizde çalýþýn derim.

 

Hastalara giderim, hastaya zorluk yoktur, iyi olunca kýlarsýn derim. Hattâ, hastayý isyân ettirir, küfre bile sokarým.

 

 

 

 

 

 

8)  ORUÇ

 

 

a)  Orucun Çeþitleri

 

b)  Ramazanýn Sübutu

 

c)  Orucun Þartlarý

 

d)  Kaza ve Kefaret

 

e)  Fidye ve Ýskatý Savm

 

f)  Nezir

 

g)  Ýtikaf

 

- Okuma Parçasý-

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

8)  ORUÇ

 

 

Genel Bir Bakýþ

 

a) Oruç: Farsça'dan Türkçe'ye geçmiþ bir isimdir. Kelimenin aslý "Ruze"dir. Önceleri "Oruze" (günlük) olarak kullanýlmýþ; daha sonra "Oruç" þeklinde telaffuz edilmeye baþlanmýþ ve bu þekliyle yaygýnlaþmýþtýr.

 

Arapça karþýlýðý "savm" veya "sýyam"dýr. Savm kelimesinin lügat manasý; yeyip-içmekten kendini tutmak, imsak, hareketsiz kalmak ve herþeyden el, etek çekmektir.

 

Meselâ bir kiþi konuþmaktan veya yemekten kendini tutarsa yani konuþmaz veya yemezse; lügat açýþýndan kendisine oruçlu denir.

 

فَكُلى وَاشْرَبى وَقَرّى عَيْنًا فَاِمَّا تَرَيِنَّ مِنَ الْبَشَرِ اَحَدًا فَقُولى اِنّى نَذَرْتُ لِلرَّحْمنِ صَوْمًا فَلَنْ اُكَلِّمَ الْيَوْمَ اِنْسِيًّا

 

"Ye, iç. Gözün aydýn olsun! Eðer insanlardan birini görürsen de ki: Ben, çok merhametli olan Allah'a oruç adadým; artýk bugün hiçbir insanla konuþmayacaðým."[586]

 

Görüldüðü gibi bu âyet-i kerimede gecen “oruç" sözcüðü, susmak ve konuþmamak anlamýnda kullanýlmýþtýr. “Oruç": Niyetlenip tan yeri aðarmaya baþladýðý zamandan tâ akþam güneþi batýncaya kadar hiçbir þey yememek, içmemek ve cinsi münasebette bulunmamak demektir.

 

b) Orucun Farziyeti ve Hikmetleri: Ýslâm’ýn beþ þartýndan birisi de oruçtur. Ramazan orucu, tutmaya gücü yeten her mükellefe farz-i ayn olan bir oruçtur. Hicretten bir bucuk yýl sonra, Þaban ayýnýn onuncu günü farz kýlýnmýþtýr. Farzlýðýn delili: Kitap, Sünnet ve Ýcmâ ile sabittir:

 

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنوُا كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ

 

"Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiþ ümmetlere farz kýlýndýðý gibi size de farz kýlýndý. Umulur ki korunursunuz."[587]

 

Sünnetteki delil ise þu hadis-i þeriftir:

 

 -عن أبي هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ صَلَّي اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ : كُلُّ عَمَلِ ابْنُ آدَمَ يُضَاعَفُ، الْحَسَنَةُ بِعَشْرِ أَمْثَالِهَا إِلَى سَبْعِمِائَةِ ضِعْفٍ. قَالَ اللّهُ تَعَالَى: إَِّ الصَّوْمَ فَإِنَّهُ لِى وَأنَا أَجْزِى بِهِ يَدَعُ شَهْوَتَهُ وَطَعَامَهُ مِنْ أَجْلِي: لِلصَّائمِ فَرْحَتَانِ، فَرْحَةٌ عِنْدَ فِطْرِهِ، وَفَرْحةٌ عِنْدَ لِقَاءِ رَبِّهِ، وَلَخُلُوفَ  فَمِ الصَّائِمِ أطْيَبُ عِنْدَ اللّهِ مِنْ رِيحِ المِسْكِ[.

 

- Hz. Ebu Hüreyre (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resûlullah'ý (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Ademoðlunun her ameli katlanýr. (Zira Cenab-ý Hakk'ýn bu husustaki sünneti þudur:) Hayýr ameller en az on misliyle yazýlýr, bu yediyüz misline kadar çýkar. Allah Teâla Hazretleri (bir hadis-kudsîde) þöyle buyurmuþtur: "Oruç bu kaideden hariçtir. Çünkü o sýrf benim içindir, ben de onu (dilediðim gibi) mükâfaatlandýracaðým. Kulum benim için þehvetini, yiyeceðini terketti.""Oruçlu için iki sevinç vardýr: Biri, orucu açtýðý zamanki sevincidir, diðeri de Rabbine kavuþtuðu zamanki sevincidir. Oruçlunun aðzýndan çýkan koku (halûf), Allah indinde misk kokusundan daha hoþtur."[588]

 

 -وفي رواية: ]الصِّيَامُ جُنَّةٌ، فَإِذَا كَانَ يَوْمُ صَوْمِ أَحَدِكُمْ فََ يَرفُثْ ، وََ يَصْخَبْ، فَإِنْشَاتَمَهُ أَحَدٌ، أَوْ قَاتَلَهُ فَلْيَقُلْ إِنِّي صَائِمٌ. إِنِّي صَائِمٌ.

 

- Bir rivayette de þöyle buyrulmuþtur: "Oruç perdedir. Biriniz birgün oruç tutacak olursa kötü söz sarfetmesin, baðýrýp çaðýrmasýn. Birisi kendisine yakýþýksýz laf edecek veya kavga edecek olursa "ben oruçluyum!" desin (ve ona bulaþmasýn)."[589]

 

 -وعن رَضِىَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ صَلَّي اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مَنْ صَامَ يَوماً فِي سَبِيلِ اللّهِ تَعَالَى جَعَلَ اللّهُ بَيْنَهُ وَبَيْنَ النّارِ خَنْدَقاً كَمَا بَيْنَ السَّمَاءِ وَا‘رْضِ.

 

Ebu Hüreyre (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim Allah Teâla yolunda bir gün oruç tutsa, Allah onunla ateþ arasýna, geniþliði sema ile arz arasýný tutan bir hendek kýlar."[590]

 

 -وعن أبى أمامة رَضِىَ اللّهُ عَنْه قال: ] قُلْتُ يَا رَسُولُ اللّهِ: مُرْنِي بِأَمْرِ يَنْفَعُنِي اللّهُ تَعَالَى بِهِ، فَقَالَ : عَلَيْكَ بِالصَّوْمِ فَإِنَّهُ عَدْلَ لهُ.

 

- Ebu Ümâme (radýyallahu anh) anlatýyor: "Ey Allah'ýn Resûlü dedim, bana öyle bir amel emret ki (yaptýðým takdirde) Allah beni mükâfatlandýrsýn.""Sana dedi, orucu tavsiye ederim, zira onun bir eþi yoktur."[591]

 

 -وعن سهل بن سعد رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ: إنَّ فِي الجَنَّةَ بَاباً يُقَالُ لهُ الرَّيَّانُ َ يَدخُلُهُ إَّ الصَّائِمُونَ ، فَإِذَا دَخَلُوا أُغْلِقَ فََ يَدْخُلُ مِنْهُ أَحَدٌ.

 

- Sehl Ýbnu Sa'd (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Cennette Reyyân denilen bir kapý vardýr. Oradan sadece oruçlular girer. Oruçlular girdiler mi artýk kapanýr, kimse oradan giremez."[592]

 

 -وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْه قال. ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ صَلَّي اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ : منْ فَطَّرَصَائِماً كان لهُ مثْلَ أجْرهِ  غَيْرَ أنَّهُ َ يَنْقُصُ منْ أجْرِ الصَّائِمِ شَيئْاً .

 

- Hz. Ebu Hüreyre (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim bir oruçluya iftar ettirirse, kendisine onun sevabý kadar sevap yazýlýr. Üstelik bu sebeple oruçlunun sevabýndan hiçbir eksiltme olmaz."[593]

 

 -و عنه رَضِىَ اللّهُ عَنْه: ]قَالَ قَالَ رَسُولُ اللّهِ صَلَّي اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: إِذَا دَخَلَ رَمَضَانُ فُتِّحَتْ أَبْوَابُ الجَنَّةِ، وَغُلِّقَتْ أَبْوَابُ النَّارِ، وَسُلْسِلَتِ الشَّيَاطِينُ[. أخرجه الستة إ أبا داود .

 

-Hz. Ebu Hüreyre (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Ramazan ayý girdiði zaman cennetin kapýlarý açýlýr, cehennemin kapýlarý kapanýr ve þeytanlar da zincire vurulur."[594]

 

Oruç zorunlu kýlýnmadan önce Hz. Muhammed (a.s)'ýn Medine'de Müslümanlara, Yahudilerin yaptýklarý gibi, yýlda bir kez sâdece Aþure gününde oruç tutmalarýný buyurduðu bilinmektedir. Yahudiler ve Hýristiyanlar da yýlýn belli günlerinde belli nesneleri yememek yoluyla bir çeþit oruç (perhiz) tutarlar.[595] Yahudiler ve Hýristiyanlar bu farzý yerine getirmemiþler, deðiþtirmiþler ve bozmuþlardýr.

 

Orucun ilk esaslarý Bakara suresinin 184 -187. ayetlerinde bildirilmiþtir.

 

اَيَّامًا مَعْدُودَاتٍ فَمَنْ كَانَ مِنْكُمْ مَريضًا اَوْ عَلى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِنْ اَيَّامٍ اُخَرَ وَعَلَى الَّذينَ يُطيقُونَهُ فِدْيَةٌ طَعَامُ مِسْكينٍ فَمَنْ تَطَوَّعَ خَيْرًا فَهُوَ خَيْرٌ لَهُ وَاَنْ تَصُومُوا خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ

 

“Sayýlý günlerde olmak üzere (oruç size farz kýlýndý). Sizden her kim hasta yahut yolcu olursa (tutamadýðý günler kadar) diðer günlerde kaza eder. (Ýhtiyarlýk veya þifa umudu kalmamýþ hastalýk gibi devamlý mazereti olup da) oruç tutmaya güçleri yetmeyenlere bir fakir doyumu kadar fidye gerekir. Bununla beraber kim gönüllü olarak hayýr yaparsa, bu kendisi için daha iyidir. Eðer bilirseniz (güçlüðüne raðmen) oruç tutmanýz sizin için daha hayýrlýdýr.”[596]

 

شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذى اُنْزِلَ فيهِ الْقُرْانُ هُدًى لِلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِنَ الْهُدى وَالْفُرْقَانِ فَمَنْ شَهِدَ مِنْكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُ وَمَنْ كَانَ مَريضًا اَوْ عَلى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِنْ اَيَّامٍ اُخَرَ يُريدُ اللّهُ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلَا يُريدُ بِكُمُ الْعُسْرَ وَلِتُكْمِلُوا الْعِدَّةَ وَلِتُكَبِّرُوا اللّهَ عَلى مَا هَديكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ

 

“Ramazan ayý, insanlara yol gösterici, doðrunun ve doðruyu eðriden ayýrmanýn açýk delilleri olarak Kur'anýn indirildiði aydýr. Öyle ise sizden ramazan ayýný idrak edenler onda oruç tutsun. Kim o anda hasta veya yolcu olursa (tutamadýðý günler sayýsýnca) baþka günlerde kaza etsin. Allah sizin için kolaylýk ister, zorluk istemez. Bütün bunlar, sayýyý tamamlamanýz ve size doðru yolu göstermesine karþýlýk, Allah’ý tazim etmeniz, þükretmeniz içindir.”[597]

 

 

 

a) Orucun Çeþitleri

 

 

Oruç altý kýsma ayrýlýr: Farz, Vâcib, Sünnet, Mendub, Nâfile ve Mekrûh...

 

Þimdi Bunlarý Sýrasý Ýle Görelim

 

1) Farz Oruç: Ramazan ayý orucunun edâsý da, kazâsý da farzdýr.

 

2) Vâcib Oruç: Nâfile olarak tutulan, sonradan bozulan orucun kazâsý vâcibdir. Nezir oruçlarý da vâcib oruçlardandýr. Meselâ, "Þu iþ þöyle olursa þu kadar gün oruç tutacaðým" diye oruç tutmaya söz vermiþ bir adamýn, dileði gerçekleþtiði zaman, bu oruçlarý tutmasý vâcib olur.

 

3) Sünnet Oruç: Muharrem ayýnýn 9 ve 10'uncu veya 10 ve 11'inci günleri oruç tutmak sünnettir. Bu oruca Aþûra Orucu denir. Bu oruç, aþûra günü olan Muharrem'in 10'uncu gününe, öncesinden veya sonrasýndan bir gün ilâve ile birlikte tutulmalýdýr. Çünkü sadece Muharrem'in 10'uncu günü oruç tutmak mekruhtur.

 

4) Mendub Oruç: Her kamerî ayýn 13, 14 ve 15'inci günü tutulan oruçlar menduptur. Bu günlere eyyâm-ý bîz denir. Her haftanýn Perþembe ve Pazartesi günleri ve Ramazan'ý tâkib eden Þevval ayýnda 6 gün oruç tutmak da menduptur.

 

5) Mekruh Oruç: Mekruh olan oruçlar ikiye ayrýlýr: Tenzîhen mekruh oruçlar, tahrîmen mekruh oruçlar... Muharrem ayýnýn sadece 10'uncu günü veya ilkbaharýn baþlangýcý olan Nevrûz günü yahut da Mehrican denilen sonbahar günü oruç tutmak tenzihen mekruhtur. Yalnýz Cuma günü oruç tutmak da tenzihen mekruhtur. Cuma günü oruç tutmaktan nehyin sebebi, o günün bir nevi bayram günü olmasýdýr. Yalnýz Cumartesi günü oruç tutmak da tenzîhen mekruh sayýlmýþtýr. Ramazan bayramýnýn birinci günü ile Kurban bayramýnýn dört gününde oruç tutmak ise tahrîmen mekruhtur. Bugünlerde oruç tutmayý haram sayan da vardýr.

 

Bu sebeble, bunlara haram oruç da denebilir. Bugünleri, Cenâb-ý Hak kullarý için bayram ilân etmiþtir. Nimetlerinden yenilip içilerek Allah'a bol bol þükredilecektir. Bugünleri oruçlu geçirmek ise, Allah'ýn nimetlerinden ve ziyafetinden yüz çevirmek mânasýna gelir ki, bu sebeble bu oruçlar haram veya harama yakýn mekruh sayýlmýþtýr. Ara vermeden yani, akþam iftar etmeden 2-3 gün peþ-peþe oruç tutmak (ki buna savm-ý visâl denir) mekruhtur.

 

Savm-ý visâl Resûlüllah Efendimiz hakkýnda câizdi. Zor ve meþakkatli olduðu için, ümmeti hakkýnda câiz olmamýþtýr. Bayram günleri de dahil bütün sene boyunca aralýksýz her gün oruç tutmak da mekruhtur. Buna savm-ý dehr denir. Bayram günleri oruç tutulmayýp iftar edildiði takdirde ise, bütün sene oruç tutmakta bir beis yoktur. Kocasýnýn rýzasý ve izni olmadan kadýnýn nâfile oruç tutmasý da mekruhtur. Kocasý dilerse, bu orucu bozdurabilir. Ücret mukabilinde çalýþan bir iþçi veya hizmetçi, ancak yaptýðý iþe ve hizmete zarar vermemek kaydýyla nafile oruç tutabilir.

 

Eðer tutulan oruç, yapýlan iþi aksatacaksa o takdirde ücreti ödeyen patron veya iþverenden izin almak þarttýr. Patron izin verirse nafile oruç tutar, vermezse tutmaz.

 

6) Nâfile Oruç: Yukarýda sayýlan vakitler dýþýnda, kerahet olmayan günlerde oruç tutmak ise nâfiledir. Nafilenin mânasý, farz ve vâcipten ayrý olarak, hiçbir dinî mükellefiyet olmaksýzýn, sýrf fazilet ve sevap için yapýlan ibâdet demektir.

 

 

 

b) Ramazanýn Sübutu

 

 

Oruç, hicretten iki yýl kadar sonra Medine de Þaban ayýnýn 10’nunda farz kýlýnmýþtýr.Ramazan orucunun farziyyeti Ramazan ayýna eriþmektir. Ramazan ayý, bulutsuz bir günde akþamleyin hilali görmekle, bulutlu günde ise Þaban ayýný 30 güne tamamlamakla tespit edilir;

 

وَكُلُوا وَاشْرَبُوا حَتّى يَتَبَيَّنَ لَكُمُ الْخَيْطُ الْاَبْيَضُ مِنَ الْخَيْطِ الْاَسْوَدِ مِنَ الْفَجْرِ ثُمَّ اَتِمُّوا الصِّيَامَ اِلَى الَّيْلِ

 

 “... Tan yerinde beyaz iplik siyah iplikten, sizce ayýrd edilinceye kadar yiyiniz, içiniz. Sonra orucu geceye kadar tamamlayýn...”[598]

 

 عَنْ طلحة بن عبيداللّه رَضِىَ اللّهُ عنه قال: ]كَانَ رَسُولُ اللّهِ # إذَا رَأى الْهَِلَ قَالَ: اَللَّهُمَّ اَهِلَّهُ عَلَيْنَا بِالْيُمْنِ وَاِيمَانِ، وَالسََّمَةِ وَاِسَْمِ رَبِّى ورَبُّكَ اللّهُ.

 

- Talha Ýbnu Ubeydillah (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) hilâli görünce þu duayý okurdu: "Allahým, Ay'ýn hilâl devresini bize bereketli, imanlý, selâmetli ve Ýslâm üzere geçir. (Ey hilâl) benim de senin de Rabbin Allah'týr."[599]

 

Hilâl, ayýn geçirdiði safhalardan bir safhanýn adýdýr. Ay'ýn ufukta belirmesinin ilk gecesiyle, ikinci ve üçüncü gecelerine denir. Dördüncü geceden itibâren kamer denir.

 

Hadiste talep edilen yümn, dilimizde uður, bereket, hayýr mânalarýna gelir. Uður, zýddý olan uðursuzluk inancýný hatýrlattýðý ve bunun da dinimizde yeri olmadýðý için bereket'le tercümesini daha uygun bulduk. Mamafih, bazý nüshalarda "yümn" yerine emn gelmiþtir. Bu da emniyet (güven) demektir. Emniyet duygusunun huzurlu bir hayat için ne kadar ehemmiyet arzettiði îzah gerektirmeyecek kadar açýk bir durumdur.

 

Hadisin Arapça metnini lügavî aslýna muvafýk olarak þöyle tercüme edebiliriz: "Allahým, bizler (bâtýnan) emniyet ve iman üzere, (zâhiren de ) selâmet ve Ýslâm üzere olduðumuz halde ayý üzerimize doðdurt."

 

Bâzý âlimlerimize göre, emniyet ve selâmetin zikri ile her çeþit zararlý þeylerin def'i; keza iman ve Ýslâm'ýn zikri ile de pek belið ve pek veciz bir sûrette her çeþit menfaatin celbedilmesi taleb edilmiþ olmaktadýr.

 

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in emniyet ve iman talebinde hilâli vesile yapmasý onun þe'ninin büyüklüðüne delâlet eder. Ona teveccüh ederek: "Senin de benim de Rabbimiz Allah'týr” sözü, bir kýsým insanlarýn, hâdisâtýn cereyanýnda felek adý altýnda gök cisimlerine tesir izâfe etmelerini reddir. Bilindiði üzere günümüzde bile, yýldýz falý adý altýnda, hâdisât üzerinde yýýldýzlarýn ve burçlar denen yýldýz kümelerinin tesirleri hususlarýnda pek bâtýl sözler mevcuttur.

 

Görüldüðü üzere Ýslam, yýldýzlarýn insanlara en yakýn olan, geceleri aydýnlatma ve yýlýn ay ve günlerini hesaplamada sunduðu takvimli hizmeti gibi hizmetlerde insanlarýn hayatýný tanzimde oynadýðý pek belirgin ve inkarý gayr-ý kâbil role sahip olan Ay'a da, "seni de bizi de yaratan Allah'týr" cümlesi ile hem cahiliye devrinde bir kýsým insanlarda görülen Ay ve Güneþ'e tapma sapýklýðýna ve hem de yýldýzlarla ilgili baþkaca bâtýl inançlara hâtime çekmiþtir.

 

Varlýðýný baþkasýndan alan, keyfine göre bir baþkasýna tesir edemez, tasarrufta bulunamaz. Þâyet bir te'siri, bir hizmeti varsa bu, onu yaratandan gelmektedir. Hakikî te'sir O'na (celle celâluhû) âittir.Ýslâm'ýn tevhid inancý, her çeþit tesir ve icraatýn Allah'tan geldiðini takrir eder. Resûlullah, ay doðduðu zaman okunacak duada bile bunun tesbit ve takrîrine ehemmiyet vermiþtir. Bütün bu gayrete raðmen, günümüzde bile, hâlâ yýldýzýn tesirine inanan, yýldýz falýyla vakit geçiren Müslümanlarýn varlýðý, üzüntü ile karþýlanacak bir durumdur.

 

ـ وعن قتادة رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ: ]أنَّهُ بَلَّغَهُ أنَّ النَّبِىَّ # كانَ إذَا رَأى الهَِلَ قالَ: هَِلُ خَيْرٍ وَرشْدٍ ثََثَ مَرَّاتٍ، آمَنْتُ بِاللّهِ الَّذِى خَلَقَكَ ثََثَ مَرَّاتٍ، ثُمَّ يَقُولُ: اَلْحَمْدُ للّهِ الَّذِى ذَهَبَ بِشَهْرِ كَذا، وَجَاءَ بِشَهْرِ كَذَا.

 

Katâde (rahimehullah)'ye ulaþtýðýna göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hilâli görünce þu duayý okurmuþ: "Hayýrlý ve istikametli bir hilal (devresi diliyorum.)" Bunu üç kere söyledikten sonra, "Seni yaratan Allah'a inandým."Bunu da üç kere tekrar ettikten sonra: "... Ayýný çýkarýp ... Ayýný getiren Allah'a hamdolsun" dermiþ."[600]

 

Hilâl devresinin hayýrlý ve istikametli (rüþd üzere) olmasýný dilemek, Allah'a ibâdetle geçmesini dilemektir. Hacc mîkatý, Ramazan orucunun baþý vs. hilâl devrelerine rastlamaktadýr.

 

Rivâyet, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in aylarý ismen zikrettiðini göstermektedir. Meselâ "Cemâziyelevvel'i çýkarýp Cemaziyelâhir'i getiren Allah'a hamdolsun" demek gibi.

 

Ebû Dâvud'un ikinci rivâyetinde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hilâli görünce yüzünü çevirdiði ifâde edilmektedir. Münâvî, bu hadîsi açýklarken þu izahý sunar: "Bu çevirme, hilâlin þerrinden çekinmek içindir. Zîra, Tirmizî'nin kaydettiði üzere, Hz. Âiþe'ye Resûlullah:   اَسْتَعِيذِى بِاللّهِ مِنْ شَرِّهِ فإنَّهُ الْغَاسِقُ اِذَا وَقَبَ   "Ey Âiþe, onun þerrinden Allah'a sýðýn, zîra o, battýðý zaman (Felak sûresinde haber verilen) elgâsýk'týr" demiþtir. Yahut da Resûlullah'ýn ondan yüzünü çevirmesinin hikmeti, cedd-i emcedi Hz. Ýbrahim (aleyhisselam)'ýn   َ اُحِبُّ افِلِينَ   "Batan þeyleri sevmem"[601]  sözüne meyletmektir.

 

Son olarak, hadislerin sýhhat durumuna temas edelim. Ebû Dâvud, hadisleri "Kiþi hilâli görünce ne demelidir?" baþlýðýný taþýyan bir bâbta kaydettikten sonra þunu söyler: "Bu bâbta Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan sahih müsned (muttasýl) bir hadis gelmemiþtir."

 

Katâde'den kaydedilenler mürseldir, yâni senedlerinde kopukluk vardýr. Zîra Katâde, Tâbiîn'dendir, sahâbe deðildir, kimden iþittiðini de tasrîh etmemiþtir.Ancak Ýbnu Hacer, Katâde'nin mürseline Müsedded'in Müsned-i Kebîr' inde -yine mürsel olan- bir þâhid bulduðunu, Ebû Nuaym'da da mevsûl (senedinde kopukluk olmayan) bir þâhid bulduðunu belirtir.

 

 

 

c) Orucun Þartlarý

 

Ramazan Orucu Kimlere Farzdýr?

 

Bülûða ermiþ, aklý baþýnda kadýn ve erkek her müslümana, Ramazanda oruç tutmak bir kulluk borcudur ve farz-ý ayndýr. Bülûða ermemiþ çocuklarýn oruç tutmasý ise farz olmamakla beraber onlarý da namaz gibi, küçük yaþlardan itibaren yavaþ yavaþ oruç tutmaya alýþtýrmak, oruca heveslendirmek lâzýmdýr.

 

Yolcu ve hasta olanlara da oruç farzdýr. Ancak Ramazanda tutmalarý mecburî deðildir. Çünkü Ramazan orucunun Ramazan içinde edâsýnýn farz olmasý için, sýhhat ve ikâmet þarttýr. Yolcularla hasta olanlara þeriatýn izin ve ruhsatý vardýr. Dilerlerse oruçlarýný Ramazanda tutarlar, dilerlerse yolcular yolculuktan evlerine döndüklerinde, hastalar da iyi olduklarýnda gününe gün kazâ ederler.

 

Oruç Tutma Vakti

 

Orucun vakti, imsâk vakti dediðimiz fecr-i sâdýk zamanýndan, akþam güneþin batýþýna kadar olan müddettir. Orucun baþlama ve bitme zamaný hakkýnda þübhe ile zannýn hükümleri ayrýdýr. Þöyle ki: Fecrin (imsâk vaktinin) baþlayýp baþlamadýðýnda þüpheye düþen kimse için, yiyip içmeyi terk etmek efdaldir. Bununla beraber yiyip içecek olsa, orucu sahihtir. Ancak fecirden sonra da yiyip içtiði kesinlikle anlaþýlýrsa, orucu bozulmuþ olur. Gününe gün kazâ etmesi gerekir.

 

Oruçlu kimsenin, güneþin battýðý hususunda þübhe içinde iken iftar etmesi helâl olmaz. Ýftar edip de sonradan iþin gerçeði anlaþýlmazsa, üzerine sadece kazâ lâzým gelir. Fakat güneþin batmasýndan evvel iftar ettiði sonradan kesin þekilde meydana çýkarsa, kefâret de lâzým gelir. Güneþin battýðý zannýyla iftar eden kimse ise, güneþ batmadan evvel iftar ettiðinin farkýna varýrsa, üzerine sadece kazâ lâzým gelir. Demek ki imsâk vaktinin girip girmediðini iyice kestiremeyen kimse için, yeme içmeyi terkederek bir an evvel oruca baþlamak ve güneþin battýðýný tam kestiremeyen kimse için de, hemen orucu bozmamak ihtiyat îcabýdýr.

 

Oruçta Niyetin Hükmü

 

Ýbâdet niyet ile olacaðý için oruç ibâdetinde de niyet þarttýr. Niyet, asýl insanýn kalbindedir. Yarýn oruç tutacaðýný bilmek ve içinden geçirmektir. Dil ile söylemek ise, þart olmamakla beraber sünnettir. Gece sahura kalkmak da niyet yerine geçer.

 

Orucun Niyeti

 

Ramazan orucuna, zamaný belirlenmiþ adak orucuna ve nâfile oruçlara; akþamdan itibaren ertesi günü kuþluk vaktine kadar niyet edilebilir. Ramazan orucunun kazasý ile vakti belirtilmemiþ adak orucuna, nâfile olarak baþlanýp bozulmuþ oruçlarýn kazâsýna ve keffâret oruçlarýna niyet ise, akþamdan itibaren imsâk vaktine kadar yapýlýr. Bu vakitten sonra yapýlan niyetle bu oruçlar sahih olmaz.

 

Þâfiîlere göre, nâfile oruç için, güneþ batana kadar niyet câizdir. Yeter ki niyete kadar orucu bozucu birþey yapýlmasýn. Bir kimse geceleyin herhangi bir oruç için niyet ettiði halde, imsâk vaktinden önce bu niyetinden dönse, bu dönme sahihtir. Ramazan-ý þerîfin her günü için ayrý niyet lâzýmdýr. Çünkü araya geceler girmekte ve her günün orucu, ayrý bir ibâdet sayýlmaktadýr.

 

Bir kazâ orucuna güneþin doðuþundan sonra niyet edilse, o oruç kazâ yerine geçmez, nâfile oruç tutulmuþ olur. Kazâ oruçlarýna imsâk vaktinden önce niyet edilmesi þarttýr. Bir kadýn, hayýz hâlinde iken geceden oruca niyet etse, imsâk vaktinden evvel de hayýz hâlinden çýksa, niyeti sahih olur, oruç tutmasý gerekir.

 

Oruçta mükellef olma þarttýr. Mükellefiyetin þartý da daha önce belirtildiði gibi; Müslümanlýk, akýl ve buluðdur. Ancak Müslüman çocuðu 7 yaþýndan itibaren oruca ve namaza alýþtýrmak sünnettir. Akýl, mümeyyiz Müslüman çocuðunun tuttuðu oruç nafile olarak sahihtir.

 

a)  Orucun Sýhhatýnýn Þartlarý

 

Tutulan oruçlarýn sahih olabilmesi için de iki þart vardýr:

1. Niyet,

2. Kadýnlar için hayýz ve nifastan temizlik.

 

Niyet edilmeden tutulan oruçlar dînen muteber sayýlmaz. Orucun sahih olabilmesi için niyet þarttýr. Nifas hâlindeki kadýnlar (lohusalar) ile âdet gören kadýnlar da bu halde iken ne namaz kýlabilir, ne de oruç tutabilirler. Fakat bu halden kurtulduktan sonra, tutamadýklarý oruçlarýný gününe gün kazâ ederler. Namazlarýný ise kazâ etmezler. Çünkü hayýz - nifâs hâlinde kýlýnmayan namazlarýn kazâsýnda meþakkat ve zorluk olduðundan Cenâb-ý Hak, lûtfuyla, kadýnlarý bu borçtan afvetmiþtir.

 

b)  Orucun Edasýnýn Þartlarý

 

Bu þartlar da iki tanedir:

1) Saðlýklý olmak; hastalara oruç tutmak farz deðildir. Saðlýðýna kavuþunca tutmadýklarý günleri kaza ederler. Hamile ve emzikli kadýnlara da bu hususta ruhsat vardýr. Kendisinin ve çocuðunun saðlýðý söz konusu ise orucu tutmazlar, sonra kaza ederler.

2) Mukim olmak; oruç tutmak misafirlere (yolculara farz deðildir. Yolculuk sýrasýnda isterlerse tutmazlar, sonra mukim hale gelince kaza ederler.

 

 

 

d)  Kaza ve Kefaret

 

 

 Oruç, niyet edip tutmaya baþlamakla mükellef üzerine borç olmuþtur. Bu sebeble, meþrû' bir mâzeret olmadýkça baþlanmýþ orucu bozmak günahtýr. Ayrýca bozulan orucun sonradan gününe gün kazâ edilmesi de lâzýmdýr. Farz olan Ramazan orucunu kasden bozmakta ise kazâ ile birlikte fazladan bir de keffaret denilen iki kamerî ay (yaklaþýk 60 gün) aralýksýz oruç tutmak cezasý vardýr.

 

Kazâ: Hiç tutulmayan veya tutulmaya baþlanýp da bozulan bir orucu sonradan günü gününe tutmaktýr.

 

Kefâret ise: Kasden bozduðu bir günlük Ramazan orucu yerine, ceza olarak iki ay birbiri ardýnca oruç tutmaktýr. Bu cezayý, yaþlýlýk, zayýflýk ve hastalýktan dolayý yerine getiremeyen kimse, 60 fakiri sabah ve akþam olarak iki öðün doyurur. Doyurmak; yedirmek suretiyle olacaðý gibi, yemek parasýný fakirin eline vermekle de olur. 60 fakir yerine bir fakiri, 60 gün doyurmak da câizdir. Oruç tutmaya bedenî gücü yetmediði gibi fakiri doyurmaya da mâli gücü kâfi gelmeyen bir kimseden ise, kefaret cezasý kalkar. Artýk onun yapacaðý þey, Allah'tan af ve maðfiret dilemektir.

 

Bu konuda Efendimiz (as) þöyle buyurmuþtur:

 

 -عن أبي هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْه قال: ]جَاءَ رَجُلٌ إِلَى النَّبيِّ صَلَّي اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ رَسُولَ اللّهِ: هَلَكْتُ. قَالَ: مَا أَهْلَكَكَ؟ قَالَ: وَقَعْتُ عَلَى أَهْلِي وَأنَا صَائِمٌ، فَقَالَ رَسُولُ اللّهِ صَلَّي اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: هَلْ تَجِدُ رَقَبَةً تَعْتِقُهاَ؟ قَالَ : َ. قَالَ: فَهَلْ تَسْتَطِيعُ أَنْ تَصُومَ شَهْرَيْنِ مُتَتَابِعَيْنِ؟ قَالَ: َ. هَلْ تَجِدُ إِطْعَامَ سِتِّينَ مِسْكِيناً؟ قَالَ: َ. قَال: فَاجْلِسْ، فَبَيْنَا نَحْنُ عَلَى ذَلِكَ إِذْ أُتِي صَلَّي اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بَعَرَقٍ فِيهِ تَمْرٌ، فَقَالَ: أَيْنَ السَّائِلُ؟ قَالَ: أنَا. قَالَ: خُذْ هَذاَ فَتَصَدّقْ بِهِ. قَالَ: أَعَلَى أَفْقَرَ مِنِّي، فَوَاللّهِ مَا بَيْنَ َبَتيْهَا أَهْلُ بَيْتٍ أفْقَرُ مِنَّا، فَصَحِكَ رَسُولُ اللّهِ صَلَّي اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، ثُمَّ قَالَ: أَطْعِمْهُ أَهْلَكَ.

 

 Hz. Ebu Hüreyre (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a bir adam geldi ve: "Ey Allah'ýn Resulü, helâk oldum" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:"Seni helak eden þey nedir?" diye sorunca: "Oruçlu iken hanýmýma temas ettim" dedi: Bunun üzerine Resûlullah'la aralarýnda þu konuþma geçti:"Azad edecek bir köle bulabilir misin?""Hayýr!""Üst üste iki ay oruç tutabilir misin?"

"Hayýr!""Altmýþ fakiri doyurabilir misin?" "Hayýr!" "Öyleyse otur!" Biz bu minval üzere beklerken, Aleyhissalâtu vesselâm'a içerisinde hurma bulunan bir büyük sepet getirildi."Soru sahibi nerede?" diyerek adamý aradý. Adam: "Benim! Buradayým!" deyince, Aleyhissalâtu vesselâm: "Þu sepeti al, tasadduk et!" dedi. Adam:"Benden fakirine mi? Allah'a yemin ediyorum, Medine'nin þu iki kayalýðý arasýnda benden fakiri yok!" cevabýný verdi. Bunun üzerine Resûlullah güldüler ve:"Öyleyse bunu ehline yedir!" buyurdular.[602]

 

Hadis Ramazan ayýnda oruçlu iken cimâ edene kefaret gerektiðini ifade etmektedir. Âlimler kýyasla yeme ve içmenin de ayný hükme girdiðini belirtmiþlerdir.Kefâret kelimesi, giymek, örtmek mânasýna gelen ke-fe-re kökünden gelir. Çiftçi, tohumu toprakla örttüðü; gece, eþyalarý; bulut da güneþi örttüðü için her üçüne de kâfir (örten) denir. Mesela كَفَرْتِ الشّمْسُ النّجُومَ "Güneþ yýldýzlarý örttü" cümlesi, kelimenin kök mânasýný anlamamýza yardýmcý olur. Þu halde kefâret, iþlenen bazý günahlarýn örtülmesini saðlayan ibâdet mânasýna gelir. Ancak bu, bir nevi cezadýr.

 

Sözgelimi, ramazanda tutmaya niyet ettiðimiz bir orucu meþru bir mâzeret olmadan bozarsak bu bir günahtýr, bunun cezasý, yukarýdaki hadiste de görüldüðü üzere ya bir köle azad etmek, ya altmýþ gün ard arda oruç tutmak, ya da altmýþ fakirin bir günlük yiyeceðini karþýlamaktýr. Bunlardan birini yerine getirmek suretiyle ramazanda niyetli orucunu bozma günahýný örtmüþ olur. Ýþte bu cezaya kefaret denir.Yemini bozmanýn, zýhâr yemini yapmanýn, hataen katlin de kendilerine has kefâretleri var. Kefâreti yerine getiren kimse, o günahý iþlememiþ gibi olur.

 

Resûlullah (Aleyhissalâtu vesselâm)'a durumunu arzedip sual soran zâtýn þahsiyeti kesinlikle bilinmemekle beraber bazý müellifler Süleyman -veya Seleme- Ýbnu Sahr olduðunu söylemiþtir.

 

Hadis farklý vecihlerden rivayet edilmiþtir. Rivayetlerde ziyade ve noksanlar olsa da, hadisten çýkarýlacak hükme te'sir edecek deðiþiklik yok, hepsi de ramazanda kasden oruç bozana kefâret gerektiðinde ittifak eder.

 

* Hududa girmeyip, içtihada giren meselelerde fetva sormak üzere gelen kimseye ta'zir ve ceza verilmez. Nitekim Aleyhissalâtu vesselâm Ramazan'ýn hürmetini ihlâl eden bedevîyi cezalandýrmamýþtýr.

 

Ýyâz der ki: "Çünkü geliþinde, fetva soruþunda onun yaptýðýndan piþmanlýðý ve vazgeçtiði gözükmektedir. Üstelik, fetva için her gelene ceza verilecek olsa bunun korkusuyla kimse fetva sormaya gelmez. Hududa giren bir fiille gelecek olursa o ayrý."

 

Buharî, bu hususla ilgili olarak Kitâbu'l-Muhâribin'de þu manada bir bab açmýþtýr: "Had dýþýnda bir günah iþleyen, gelir imama haber verirse, fetva sormak için geldikten sonra ceza verilmez babý."

 

* Kefâret mertebelidir. Yani imkâný olan köle azad eder, olmayan iki ay ard arda oruç tutar, bunu yapamayacak durumda olan altmýþ fakiri doyurur. Sadece Ýmam Mâlik, bu üçten biriyle kefâretini yerine getirmede ferdin muhayyer olduðunu söylemiþtir. Diðerleri "Bu sýraya riayet vacibtir" der.

 

Kefaret Orucu Tutanlarýn Dikkat Edecekleri Hususlar 

 

Üzerinde keffaret borcu olan bir adam, bu 2 aylýk orucu, hiç ara vermeden peþpeþe tutmak zorundadýr. Binaenaleyh, araya, Ramazan ayý veya kendisinde oruç tutmanýn haram olduðu günlerin girmemesi lâzýmdýr. Aksi takdirde keffaret orucunu tutmaya yeniden baþlamak gerekir.

 

Yolculuk, Ramazan orucunun edâsýný te'hire sebeb olmakla beraber; keffaret orucu tutmakta olan kimse, yolculukta da bu orucu devam ettirmek zorundadýr. Hayýz, nifas hâline giren kadýnýn keffareti bozulmaz. Bu günleri geçirdikten sonra, keffaret orucunu kaldýðý yerden tutmaya devam eder.

 

Keffaret; orucu tutmamanýn deðil, tutulan orucu kasden bozmanýn cezasýdýr. Bu bakýmdan, Ramazan-ý þerîf'te oruç tutmaya hiç niyet etmiyen bir kimse, tutmadýðý bu oruçlarý sonradan sadece kazâ eder. Kendisine ayrýca keffaret gerekmez.

 

Orucu Bozup Hem Kazâ Hem de Keffareti Gerektiren Haller

 

Aþaðýda sayýlacak hususlardan herhangi birini mecbur kalmadan, zorlanmadan, unutma durumu olmadan isteyerek iþleyen bir kimse için hem kazâ, hem de keffaret lâzým gelir:

1)  Cinsî münasebette bulunmak.

 

2)  Yemek, içmek veya ilâç yutmak.

 

3) Aðzýna ihtiyarsýz giren yaðmur, dolu ve kar suyunu isteyerek yutmak.

 

4) Tütün içmek, tütün veya benzeri bir tütsü maddesini yakýp dumanýný içine çekmek.

 

5) Enfiye çekmek.

 

6) Ýçyaðý, pastýrma veya çið et yemek.

 

7) Susam tanesi kadar bir þey'i aðzýna alýp yutmak veya çiðneyerek yemek.

 

8) Azýcýk tuz yemek. (Çok tuz yemek ise, sadece kazâyý gerektirir.)

 

9) Zevcesinin veya sevdiði bir kimsenin tükrüðünü, aðýz suyunu yutmak. Bu saydýðýmýz þeylerde, bedenin tedâvisi veya tegaddîsi (gýdalanmasý ve beslenmesi) veyahut telezzüzü (zevk ve lezzet almasý) vardýr. Bu sebeble kazâ ile beraber keffâreti de gerektirir.

 

Keffareti Düþüren Þeyler

 

Bile bile oruç bozduktan sonra, ayný gün hayýz ve nifas gibi oruç yemeyi mübah kýlan bir durum ortaya çýkarsa, keffaret düþer. Sadece kazâ borcu kalýr. Oruç tutmaya mâni bir hastalýðýn zuhuru hâlinde de, hüküm aynýdýr. Orucu bozduktan sonra, kendi isteðiyle veya mecburen seyahate çýkmak, yahut da kendini zorla hasta etmek, keffareti düþürmez.

 

Orucu Bozup Yalnýz Kazâyý Gerektiren Haller 

 

1)  Çið pirinç yemek.

 

2)  Sade un veya sade hamur yemek. (Hamurun içinde yað ve þeker katýlmýþsa keffaret de gerekir.)

 

3) Bir anda çok miktarda tuz yemek. (Az miktarda tuz yemek ise, keffareti de gerektirir.)

 

4) Taþ, toprak, çakýl taþý, demir, bakýr, altýn gümüþ gibi madenleri yutmak.

 

5) Zeytin veya kiraz çekirdeði yemek. Kayýsý çekirdeðinin içi yenirse, keffaret de gerekir.

 

6) Ayva gibi olgunlaþmadan yenmeyen bir meyveyi, ham iken, tuzlamadan ve piþirmeden yemek. (Olmuþ, piþmiþ, tuzlanmýþ olursa keffaret de gerekir.)

 

7) Henüz içi olmamýþ yeþil cevizi yemek. Veya bademi, fýndýðý ve kuru fýstýðý kabuðuyla birlikte çiðnemeden yutmak.

 

8) Arka yola fitil koymak, ilâç akýtmak.

 

9) Burna ilâç çekmek.

 

10) Kulaðýn içine yað damlatmak.

 

11) Boðaza huni ile bir þey akýtmak.

 

12) Karýnda veya baþta bulunan herhangi bir yaraya sürülen ilâcýn vücuttan içeri nüfuz etmesi.

 

13) Boðaza kaçan yaðmur, kar veya doluyu istemeyerek yutmak.

 

14) Abdest alýrken boðazýna veya burna su çekerken genzine hatâ ile suyun kaçmasý.

 

15) Ýsteyerek boðazýna veya burnuna duman çekmek. Sigara, anber gibi lezzet ve keyif verici bir duman olursa, keffaret de gerekir.

 

16) Baþkasýnýn zorlamasý sebebiyle oruç bozmak.

 

17) Uyurken boðazýna birisi tarafýndan su dökülmek.

 

18) Unutarak yiyip içtikten sonra, orucum bozuldu zannýyla bilerek yiyip içmek.

 

19) Diþleri arasýnda kalan nohut tanesi kadar þey'i yemek.

 

20) Kendi isteðiyle dýþarý kusmak. Bu kusma aðýz dolusundan az da olsa orucu bozar.

 

21) Aðýz dolusu kendiliðinden gelen veya isteyerek getirilen kusmuðu mideye çevirmek.

 

22) Sahur vakti geçtiði halde, geçmedi zannýyla sahur yemek.

 

23) Güneþ battý, iftar oldu zannýyla oruç bozmak.

 

24) Ramazan orucundan baþka bir orucu bozmak. Ýsterse kasden olsun...

 

25) Hanýmýný öpmek, okþamak, sarýlma, v.s. sebebiyle erkekten ve kadýndan meninin gelmesi. Þehvetlenip sadece mezinin gelmesi ile oruç bozulmaz.

 

26) Ramazan orucunu tutmaya niyet etmeden gündüz yeyip içmek de sadece kazâyý gerektirir. Keffaret icab etmez. Çünkü keffaret oruç tutmamanýn deðil, tutulan orucu bozmanýn cezasýdýr.

 

27) Baþkasýnýn tükürüðünü veya aðzýndan çýkan lokmasýný yutmak veyahut kendisinin aðzýndan çýkarýp dýþarda biraz beklettiði lokmasýný yemek... Ýnsan tabiatý bu gibi hallerden iðreneceði için, sadece kazâ gerekir: Ancak insanýn, sevdiklerinin tükrüðünü yutmasý keffareti de icab ettirir. Çünkü insan bundan lezzet alýr.

 

28) Ön veya arka yollarýn içine parmakla veya baþka bir vasýta ile, su yahut yað gibi bir yaþlýðýn iletilmesi. Bu bakýmdan oruçlunun istinca yaparken dikkatli olmasý, elindeki yaþlýðý ön ve arka mahallerin içine deðdirmemesi þarttýr.

 

29) El ile meni getirmek (istimna' - mastürbasyon).

 

30) Kan yutmak. Çoðunluðunu tükrük teþkil eden aðýzdaki az kaný yutmak orucu bozmaz.

 

 

Orucu Bozmayan Þeyler

 

1) Unutarak yemek içmek ve cinsî münasebette bulunmak, unutarak yapýlan bu iþler orucu bozmaz. Ancak oruçlu olduðunu hatýrladýðý anda, bu iþleri yapmaktan geri durmalýdýr. Birinin unutarak yiyip içtiðini görürsek ne yapmalýyýz? Eðer yeyip içen adam, güçsüz, zayýf ve ihtiyar birisi ise, hatýrlatmamak daha iyidir. Zira bu, Allah'ýn, o kimseye, güçsüzlüðüne merhameten orucunu unutturmak suretiyle ikram ettiði bir rýzýktýr. Unutarak yeyip içen kimse güçlü, kuvvetli biri ise, hemen hatýrlatýlmalýdýr.

 

2) Uyurken ihtilâm olmak.

 

3) Hanýmýný öpmek, elle tutmak, okþamak... Bu durumda meni gelmedikçe oruç bozulmaz.

 

4) Kadýna el sürmeden sadece bakmak, veya þehevî konularý düþünmek sebebiyle tahrik olup meninin gelmesi.

 

5) Geceden cünüp olan kimsenin, yýkanmayý sahurdan sonraya, oruçlu vaktine býrakmasý.

 

6) Aðza gelen balgamý yutmak.

 

7) Kafasýndan burnun içine gelen akýntýyý çekip yutmak.

 

8) Denize, yahut baþka bir suya dalýnca, kulaðýna su kaçmak.

 

9) Kendi isteðiyle olmayarak boðazýna sigara dumaný gibi keyif verici bir duman girmek.

 

10) Boðazýna toz veya sinek kaçmak. Gözyaþý veya yüz teri aðýza girecek olsa, eðer bir-iki damla kadarsa orucu bozmaz. Ancak tuzluluðu bütün aðýz içinde hissedilecek kadar çok olup oruç hatýrda iken yutulursa orucu bozar.

 

11) Sahurdan diþleri arasýnda kalmýþ nohut tanesinden küçük þeyleri yutmak... Nohut tanesinden büyük olursa, orucu bozar.

 

12) Hariçten susam veya buðday tanesi kadar bir þeyi aðzýna alýp yavaþ yavaþ ve tadý boðazýna varmayacak þekilde çiðneyip yok etmek.

 

13) Kendiliðinden gelen kusuntu, yine kendiliðinden geriye gitse, aðýz dolusu bile olsa orucu bozmaz. Kusma isteðiyle aðýza getirilen az miktardaki kusmuk ise, kendiliðinden içeri gitse, orucu bozmaz. Fakat miktarý aðýz dolusu ise, orucu bozar.

 

14) Kan aldýrmak.

 

15)  Göze sürme çekmek.

 

16 Ön ve arka yola kuru olarak sokulan parmak da orucu bozmaz. Ancak parmak yaðlý ve ýslak olursa oruç bozulur.

 

17) Derideki gözeneklerden (mesamattan) içeri giren þeyler orucu bozmaz. Buna binaen vücuda sürülen yað veya yýkanýlýp soðukluðu içeri nüfuz eden su, orucu bozmaz. Çünkü bunlar mesamat yoluyla içeri girerler.

 

18) Baþ veya karýndaki bir yaraya konulan ilâç, vücuttan içeri girmedikçe oruç bozulmaz.

 

Aþý ve Ýðneler Ýnsan vücudunda gýdalanmaya esas olan kanal ve yollar iki kýsýmdýr

 

a) Burun, kulak, ön ve arka yollar gibi tabiî ve aslî kanallar. Bunlarýn herhangi bir yerinden vücudun iç kýsmýna geçecek olan maddeler ittifakla orucu bozarlar. Ýç kýsma ulaþmýyanlar ise, orucu bozmazlar.

b) Ýkinci kýsým yollar ise, sonradan meydana gelen ârýzî kanal ve yollardýr. Vücuttaki bir kesik, yara, v.s. gibi. Bu yollardan içeri geçiþ kesinlik kazandýðý takdirde orucun bozulacaðýnda yine ittifak vardýr. Ancak iç kýsma geçiþ þüpheli durumlarda, Ýmameyn orucun bozulmadýðý hükmünü vermiþ, Ýmam-ý A'zam ise oruç bozulur demiþtir. Görüldüðü gibi Ýmam-ý A'zam ile iki talebesi arasýndaki ihtilâf esasta deðil, keyfiyet üzerindedir. Yani içe nüfuz kat'iyet kazandýðý zaman, onlara göre de oruç bozulmuþ olmaktadýr.

 

Bir de iðne, mermi, ok gibi bir þeyin vücuda saplanýp vücudun içinde kaybolma durumu vardýr ki, bu durumda da oruç bozulur. Ancak vücuda saplanan bu maddelerin bir kýsmý vücut dýþýnda kalýrsa oruç bozulmaz. Bu genel kaideler ýþýðýnda iðne ve aþýlarý incelediðimizde þu durum ortaya çýkmaktadýr: Çiçek aþýsý gibi deri üzerinden yapýlan aþý ve ilâçlamalar, orucu bozmaz. Çünkü deri vücudun dýþ kýsmýný teþkil eder. Bunun dýþýnda kalan iðne ve aþýlar, genel olarak damardan, kaba etten ve deri altýndan yapýlmaktadýr.

 

Her üç halde de ilâç verilmeksizin vücudun derinliðine batýrýlan iðnenin bir tarafý dýþta kaldýðý için, yalnýz batýrmakla oruç bozulmaz. Ancak içeri ilâç, su gibi maddeler enjekte edilirse oruç bozulur. Çünkü bu maddeler vücud içinde kararlaþýp yerleþir. Damardan verilen ilâçlar ise, doðrudan doðruya kana intikal eder. Oradan organlara daðýlýr. Kaba et ve deri altýndaki ilâçlar da yine içeriye nüfuz etmiþ sayýlýr. Bu itibarla vücuda ilâç zerketmek için yapýlan aþý ve iðneler, orucu bozarlar. Ancak keffaret icab etmez.

 

Yalnýzca kaza kâfi gelir. Önemli hastalýðý olanlar, zaten oruçlarýný bozabilirler. Bunlara oruçlu halde yapýlan iðne ile oruçlarý bozulur. Saðlýk durumlarý düzeldiðinde oruçlarýný kazâ ederler. Bu gibi kimselerin mümkünse iðneyi geciktirerek geceleyin yaptýrmalarý daha iyidir. Vücuda dýþardan kan vermek, ilâç vermek gibidir. Orucu bozar. Fakat kan aldýrmak orucu bozmaz.

 

19) Abdestte aðza su verip geri boþalttýktan sonra, arta kalan yaþlýðýn tükrük ile beraber yutulmasý orucu bozmaz.

 

20) Diþlerin arasýndan çýkan kan, az olup tükrük içinde kaybolmakta ise, bu kanýn yutulmasý oruca zarar vermez. Ancak kan tükrüðe galebe çalacak çoðunlukta ise, bunu yutmakla oruç bozulur.

 

Oruçluya Mekrûh Olup Olmayan Þeyler 

 

1) Oruçlu kimse için su ile ýslatýlmýþ misvak ve fýrça kullanmak, Ýmam Ebû Yûsuf'a göre mekruhtur. Ýmam-ý A'zam ile Ýmam-ý Muhammed'e göre ise oruçlunun su ile ýslatýlmýþ misvak veya fýrça kullanmasýnda hiç bir kerahet yoktur. Oruçlu iken diþ macunu sürülmüþ fýrça kullanmakta ise, mutlak mânada kerahet vardýr. Sakýnýlmasý icabeder.

 

2) Oruçlu kimsenin, bir þey'in tadýna bakmasý mekruhtur. Ancak kocasý çok titiz ve huysuz olan kadýnlar boðazlarýna kaçýrmamak þartýyla piþirdikleri yemeðin tadýna, tuzuna bakabilirler. Oruçlu kimse, satýn alacaðý bal, yað gibi bir þeyde aldatýlmaktan korkuyorsa, boðazýna kaçýrmamak þartýyla, bunlarý tatmasýnda bir beis yoktur.

 

3) Oruçlu kimsenin abdest alýrken aðzýna, burnuna su almakta mübalâða göstermesi, aðzýný su ile doldurup bu suyu aðzýnda fazla tutmasý da mekruhtur.

 

4) Sakýz çiðnemek. Sakýz çiðnemenin sadece mekruh olup orucu bozmamasý için, þu þartlarýn bulunmasý gerekir.

a) Aðýz yaþlýðýyla, sakýzdan mideye tatlýlýk v.s. gibi bir þey'in gitmemesi.

b) Sakýzýn önceden çiðnenmiþ beyaz sakýz olmasý.

c) Sakýzýn aðýzda eriyip daðýlýr cinsten olmamasý... Bu þartlarý taþýmayan sakýzlar, orucu bozarlar.

 

5) Oruçlunun kan aldýrmasý, oruçluyu orucunu tutamayacak kadar zayýf düþürecekse mekruhtur. Böyle bir durum söz konusu deðilse câiz olur.

 

6) Ramazan-ý þerîf'te serinlemek maksadý ile aðza burna su almak veya soðuk suyla yýkanmak, Ýmam-ý A'zam'a göre mekruhtur. Ebû Yûsuf'a göre bunda hiçbir kerâhet yoktur.

 

7) Nefsine güvenemeyen kimsenin hanýmýný öpüp okþamasý da mekruhtur. Zira meni gelerek orucun bozulma ihtimali vardýr. Fâhiþ olmamak ve kendinden emin bulunmak þartý ile, hanýmýný öpüp kucaklamakta kerâhet yoktur.

 

8) Karý ile kocanýn çýplak halde birbirlerine sarýlmalarý, nefislerinden emîn bile olsalar, mekruhtur. Buna fâhiþ mübâþeret denir.

 

9) Erkeðin hanýmýnýn dudaklarýný emmesi de mekruhtur.

 

10) Tükrüðünü aðzýnda biriktirip yutmak. Bu da orucun mekruhlarýndandýr. Oruçlu kimselerin gül ve misk gibi bir þey'i koklamasý mekruh deðildir. Oruca niyetli kimsenin cünüp olarak imsâk vaktine girmesi orucuna zarar vermez. Fakat geceden yýkanmak mümkün olduðu takdirde yýkanmadan sabahlamak kerâhetten tamamýyla uzak da deðildir.

 

Orucun Âdâbý (Müstehablarý) 

 

Orucun belli baþlý edebleri þunlardýr:

1) Sahura kalkmak. Resûl-i Ekrem (a.s) bir hadîs-i þerîflerinde:

 

 -وعن أنس رَضِىَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ صَلَّي اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: تَسَحَّرُوا فَإِنَّ فِي السَّحُورِ بَرَكَةً.

 

- Hz. Enes (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Sahur yemeði yiyin, zira sahurda bereket var."[603]

 

Diðer bir hadîs-i þerîfte ise þöyle buyurulmaktadýr:

 

 -وعن عمرو بن العاص رَضِىَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ صَلَّي اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ : فَصْلُ مَا بَيْنَ صِيَامِنَا وَصِيَامِ أهْلِ  الكِتَابِ أكْلَةُ السَّحَرِ.

 

- Amr Ýbnu'l-As (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Bizim orucumuzla Ehl-i Kitab'ýn orucunu ayýran fark sahur yemeðidir."[604]

 

Hadiste ehl-i kitapdan yahudi ve hýristiyanlarla müslümanlarýn oruçlarý arasýndaki farkýn sahur yemeði olduðu söylenmektedir. Hadisin açýklanmasý sadedinde Þârih Türbüþtî der ki: Mâna þudur: Sahur yemeði, bizim orucumuzla ehl-i kitab'ýn orucu arasýnda ayýrdedici farktýr. Çünkü Allah Teâlâ hazretleri Ýslam'ýn baþýnda bize de haram iken sonradan helal kýlmýþ ve sabatý vakti girinceye kadar mübah saymýþtýr.

 

Halbuki bunu onlara, uyuduktan sonra veya mutlak olarak haram kýlmýþ idi. Þu halde bizim onlara muhalefetimiz, bu nimete karþý þükür yerine geçer.

 

Aliyyu'l-Kârî, Ýbnu Hümâm'ýn sahur hakkýndaki: "Bu, geçmiþ peygamberlerin sünnetidir" sözünü, "sahih deðildir" diye reddeder.

 

Hattâbî, hadiste sahura teþvikten baþka, Ýslam dininin kolaylýk olup, onda zorluðun bulunmadýðýna dair delil olduðunu belirtir.

 

 -وعن زيد بن ثابت رَضِىَ اللّهُ عَنْه قال: ]تَسَحَّرْنَا مَعَ رَسُولُ اللّهِ صَلَّي اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: ثُمَّ قُمْنَا إِلَى الصََّةِ قِيلَ كَمْ كَانَ بَيْنَ ذَلِكَ؟ قَالَ: قَدْرُ خَمْسِيْنَ آيَةً.

 

 Zeyd Ýbnu Sâbit (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la birlikte sahur yemeði yedik, sonra namaza kalktýk." Kendisine: "(Yemekle sahur) arasýnda ne kadar zaman geçti?" diye sorulmuþtu, þu cevabý verdi: "Elli âyet (okuyacak) kadar!"[605]

 

 

Sahur yemeði oruç için insana kuvvet verir. Böylece oruç tutmak daha kolay hâle gelir.

 

2) Sahuru geç yemek, iftarý ise acele yapmak, yani, güneþ batar batmaz hemen orucu açmak. Hadîs-i þerîf'te;

 

-حَدَّثَنَا أَبُو بَكْرِ بْنُ أَبِي شَيْبَةَ. ثَنَا مُحَمَّدُ بْنُ بِشْرٍ، عَنْ مُحَمَّدِ بْنِ عَمْرٍو عَنْ أَبِي سَلَمَةَ عَنْ أَبِي  هُرَيْرَةَ؛ قَالَ: قَالَ رَسُولُ للّهِ صَلَّي اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ َ يَزَالُ النَّاسُ بِخَيْرٍ مَا عَجَّلُوا الْفِطْرَ. فَإنَّ الْيَهُودَ يُؤَخِّرُونَ.فِي الزوائد

 

- Hz. Ebu Hureyre radýyallahu anh anlatýyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Ýnsanlar iftarý tacil edip (geciktirmedikleri) müddetçe hayýr üzere devam ederler. Öyleyse iftarý tacil edin (ilk vaktinde orucunuzu açýn). Çünkü yahudiler, iftarlarýný tehir ederler."[606]

 

Resûlüllah Efendimiz iftar etmedikçe akþam namazýný kýlmazlardý. Önce bir-iki hurma tanesi yiyerek veya bir yudum su içerek iftar ederler, sonra namaz kýlarlar, asýl yemeði de namazý kýldýktan sonra yerlerdi. Ýftarda acele edilmesinin sebebi, Yahudi ve Hýristiyanlarýn, iftarý, yýldýzlar görününceye kadar te'hir etmeleridir. Onlara benzememek için, iftarda acele davranýlmasý müstehab olmuþtur.

 

Namazdan önce, iftarý açmak için yenilen lokma veya içilen suyun, mideyi uyarýcý ve asýl yemeðe hazýrlayýcý bir rolü olduðu da söylenir.

 

3) Ýftarý açarken þu duâyý yapmalýdýr

 

-وعن معاذ بن زهرة قال: بَلَغَنِي أَنَّ رَسُولُ اللّهِ صَلَّي اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كَانَ إِذَا أَفْطَرَ قَالَ: اَللَّهُمَّ لَكَ صُمْتُ، وَعَلَى رِزْقِكَ أفْطَرْتُ .

 

- Mu'âz Ýbnu Zühre anlatýyor: "Bana ulaþtý ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), iftar ettiði zaman þu duayý okurdu: "Allahümme leke sumtü ve alâ rýzkýke eftartü. (Ey Allahým senin rýzan için oruç tuttum ve senin rýzkýnla orucumu açýyorum.)"[607]

 

 وعن مروان بن سالم عن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهما قال: كَانَ النَّبيُّ صَلَّي اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: يَقُولُ إِذَا أَفْطَرَ : ذَهَبَ الظَّمَأُ، وَابْتَلَّتِ الْعُرُوقُ، وَثَبَتَ ا‘َجْرُ إِنْ شَاءَ اللّهُ تَعَالَى

 

- Mervân Ýbnu Sâlim, Hz. Ýbnu Ömer (radýyallahu anhümâ)'den naklediyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) orucunu açýnca þöyle derdi: "Susuzluk gitti, damarlar ýslandý, inþallah Teâlâ sevap kesinleþti."[608]

 

4) Ýftarý hurma gibi tatlý bir yiyecekle, yoksa su ile açmak.

 

5) Orucun mühim bir âdâbý da, mide gibi, bütün duygulara da bir nevi oruç tutturmaktýr. Ýnsanda mideden baþka, göz, kulak, kalb, hayâl, fikir gibi pek çok duygu ve cihazlar vardýr. Ýnsan oruçlu iken, bütün bu duygularýný mâlâyânilikten ve haramlardan çekerek, herbirini kendine mahsus ubudiyet ve kulluk vazifesine sevk etmelidir.

 

Meselâ, dilini yalandan, gýybetten, galiz ve çirkin sözlerden uzak tutmak ve onu Kur'an tilâveti, zikir, tesbih, salâvat ve istiðfar gibi þeylerle meþgul etmek. Gözünü nâmahreme bakmaktan ve kulaðýný fena þeyleri iþitmekten men'edip gözünü ibrete ve kulaðýný hak söz ve Kur'an dinlemeye sarf etmek. Ýþte bunlar gibi sair duygu ve cihazlara da bir nevi oruç tutturmak mümkündür. Oruçtan beklenen kemal ve fazilet de ancak bu þekilde tahakkuk eder.

 

Ýbn-i Hacer, "Tam ve kâmil olan oruç; bütün günahlardan ve Allah'ýn yasakladýðý þeylerden uzak durmaktýr" der.

 

6) Ýftar ve sahurda aþýrý derecede yememek, mideyi týka-basa doldurmamak da orucun edeblerindendir. Çünkü oruçtan bir maksad da, beden ve ruhumuza dinlenme, rahatlama, vücut fabrikamýza baþtan sona yýllýk bir temizlik ve bakým fýrsatý vermektir. Akþama kadar yemeyip de ezaný duyar duymaz bütün hýz ve hýþmýyla sofraya kapanmak, sofrada týka-basa yemek, edebe aykýrýdýr. Hattâ beden saðlýðý açýsýndan da zararlýdýr. Çünkü sindirim organlarýmýz, bu hücum ve baskýn karþýsýnda son derece zorlanýr, ýztýraba düþer. Þu halde sahurda ve iftarda mal kaçýrýr gibi sofradakileri mideye doldurmaya çalýþmamalýdýr. Az ve öz yiyerek, oruçlu olmanýn hikmet ve gayesine uygun hareket etmelidir.

 

7) Oruç ayý olan mübarek Ramazan ayýnda, bütün mü'minler, daha çok ibâdet etmeli, verdiði sonsuz nimetler sebebiyle bütün ruhuyla Allah'a þükretmeli, daha çok iyilik ve ihsanlarda bulunmalýdýr. Bu ayda Kur'an okumanýn, Kur'an dinlemenin sevabý çoktur. Binaenaleyh, Kur'an okumasýný bilenler bol bol Kur'an okumalý, hiç olmazsa Ramazan boyunca bir hatim indirmeye çalýþmalý; bilmeyenler ise, camilere gidip güzel sesli hâfýzlarýn aðzýndan Allah'ýn âyetlerini dinlemelidirler. Ramazan-ý þerîf gibi mübarek bir aya, lâyýk olduðu ihtiram, ancak bu þekilde gösterilir. 

 

 

 

e) Fidye ve Iskatý Savm

 

 

Fidye: Esiri veya herhangi bir kiþiyi içine düþtüðü durumdan kurtarmak için verilen mal veya para, kurtulmalýk.

 

Ýbadette meydana gelen bir noksanlýða karþýlýk olarak verilen mal ve bedele de fidye denir[609] veya baþka bir tarifle: "Fidye, bir þeyin yerinde geçerli olmak üzere verilen bedel demektir."[610]

 

Meselâ oruç tutamayacak kadar hasta olan bir müslüman tutamadýðý her güne karþýlýk bir fidye verir. Bu, oruç yerine geçerli bir bedeldir. Fitre'nin miktarý ne ise fidyenin miktarý da odur.

 

Ýbâdetlerden oruç hakkýndaki fidye, ayetle sabittir:

 

اَيَّامًا مَعْدُودَاتٍ فَمَنْ كَانَ مِنْكُمْ مَريضًا اَوْ عَلى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِنْ اَيَّامٍ اُخَرَ وَعَلَى الَّذينَ يُطيقُونَهُ فِدْيَةٌ طَعَامُ مِسْكينٍ فَمَنْ تَطَوَّعَ خَيْرًا فَهُوَ خَيْرٌ لَهُ وَاَنْ تَصُومُوا خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ

 

"O size farz kýlýnan oruç, sayýlý günlerdir. O günlerde sizden kim hasta, yahut seferde olurda oruç tutmazsa, tutamadýðý günler sayýsýnca, sýhhat bulduðu veya yolcu olmadýðý baþka günlerde oruç tutar. Fazla ihtiyarlýk veya aðýr hastalýk gibi sebeblerle oruç tutmaya gücü yetmeyenler üzerine, bir yoksul doyuracak kadar fidye vermek lâzýmdýr..."[611]

 

Ayetin açýk ifadesinden de anlaþýldýðý gibi oruç hakkýndaki fidye; hastalýk ve ihtiyarlýk gibi bir mazeret dolayýsýyla eza ve kazaya imkân bulunmadýðý zaman verilir. Fidyesini verse, sonrada oruç tutabilecek duruma kavuþsa, evvelâ verdiði fidyelerle yetinemez, tutamadýðý oruçlarý kaza gerekir. Bu durumda; kaza etmeden ölürse, oruç borcunun ödenmesi için varislerine vasiyette bulunmasý gerekir. Sýhhatine kavuþmadan vefât edecek olsa verdiði fidyeler kâfi gelir, vasiyette bulunmasý gerekmez.

 

Savaþ esirlerini serbest býrakma karþýlýðýnda alýnan fidye de ayetle sabittir.

 

فَاِذَا لَقيتُمُ الَّذينَ كَفَرُوا فَضَرْبَ الرِّقَابِ حَتّى اِذَا اَثْخَنْتُمُوهُمْ فَشُدُّوا الْوَثَاقَ فَاِمَّا مَنًّا بَعْدُ وَاِمَّا فِدَاءً حَتّى تَضَعَ الْحَرْبُ

 

''Onun için o küfredenlerle (savaþta) karþýlaþtýðýnýz zaman boyunlarýný vurun. Nihâyet onlarý güçsüz bir duruma düþürdüðünüz vakit baðý sýký tutun. (Ondan) sonra da ya iyilik yapýn yahut fidye alýn.”[612]

 

Ayetteki "baðý sýký tutun" ifadesinin anlamý onlarý esir alýn demektir.

 

Savaþ esirleri hakkýnda yapýlacak muamelede Ýslâm, devlet baþkanýna geniþ yetkiler vermiþtir. Ýslâm Devletini ve müslümanlarýn yararýný esas alýr. Esirin hayatta kalmasý zararlý ise idam edilir. Maslahata uygunsa fidye karþýlýðý serbest býrakýlýr veya karþýlýklý esirleri mubadele eder yahut da salývermeyip köleleþtirilmesini emreder. Ýslâm Devlet Baþkaný bütün bu yetkilerini, diðer meselelerde olduðu gibi Ýslâm; esaslara göre kullanýr. [613]

 

Bir müslüman namazýný kýlmamýþ, sonra da olan kaza etmeden vefat ederse, her vakit namaz için bir fitre miktarý fidye verilir. Bu kimse vasiyette bulunmuþsa býraktýðý malýn üçte birinden vasiyeti yerine getirilir, bulunmamýþsa varisler isterse bu fidyeyi verir, isterse vermez.

 

Ancak, iskat-ý salât hakkýnda, yani kýlýnmayan namazlarýn fidyesini vermek husûsunda Kur'an ve Sünnet'de bir nass ve hüküm yoktur. Yalnýz Ýmam-ý Muhammed'in "Ziyadât" isimli kitabýnda kendisinden bu hususta bir ictihad nakledilir. Bu ictihâdýn da Ýmam-ý Muhammed tarafýndan yapýlýp yapýlmadýðý kesin olarak bilinmemektedir. Onun için bu görüþü alan bütün âlimler, kýlýnmayan namazlarýn karþýlýðýnda verilen fidye sebebiyle o kimsenin af olacaðý husûsunda kesin bir hüküm verememektedirler. Yalnýz "verilen fidyeler ve-fakirlere yapýlan yardýmlardan dolayý baðýþlanmasý Allah'ýn rahmetinden umulur" derler.

 

Iskat Ve Devir

 

Iskat; düþürme, silme, hükümsüz býrakma. "Kazaya kalmýþ namaz ve oruçlarý fidye vermek suretiyle ölenin zimmetinden düþürmek temennisinde bulunmak."

 

Iskat tabiri daha çok "ýskat-ý salat" terkibinin kýsaltýlmýþý olarak namaz için kullanýlýr. Orucun ýskatý onun keffâretidir. Namazýn keffâreti yoktur

 

Namaz, mükellef olan her müslümanýn ölümüne kadar eda etmekle yükümlü olduðu farz bir ibâdettir. Herkes bu farzý gücüne göre (ayakta, oturarak, ima ile) bizzat eda etmek mecburiyetindedir. Kendi yerine baþkasýna namaz kýldýrmak (bedel) geçerli olmadýðý gibi, kýlamadýðý namazlar için keffâret ödemesi de geçerli deðildir.

 

Namazýn edasý farz olduðu gibi. kazasý da farzdýr. Yani bir kimse vaktinde kýlamadýðý farz namazlarý saðlýðýnda kaza etmek zorundadýr. Kaza etmezse günahkâr olur, üzerinde namaz borcu kalýr.

 

Ýnsanýn üzerinde iki türlü hak bulunur: Allah hakký, kul hakký. Namaz, oruç, hacc, zekat, adak ve keffâretler Allah hakkýdýr. Kul hakký ise; insanlara olan mâlî borçlar, çalman, gasbedilen mallardýr. Üzerinde Allah ve kul hakký bulunan kimseye, bunlarýn ödenmesini vasiyet etmek vaciptir. Vasiyeti terk ederse günahkâr olur ve azaba müstehak olur.[614]

 

Oruç tutamayacak kadar yaþlý ve hasta olan kimsenin her oruç için bir fidye vermesi gerektiði âyetle sabittir:

 

اَيَّامًا مَعْدُودَاتٍ فَمَنْ كَانَ مِنْكُمْ مَريضًا اَوْ عَلى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِنْ اَيَّامٍ اُخَرَ وَعَلَى الَّذينَ يُطيقُونَهُ فِدْيَةٌ طَعَامُ مِسْكينٍ فَمَنْ تَطَوَّعَ خَيْرًا فَهُوَ خَيْرٌ لَهُ وَاَنْ تَصُومُوا خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ

 

"Sayýlý günler olarak sizden kim hasta veya seferde olursa tutamadýðý günler sayýsýnca baþka günlerde (tutar). (Ýhtiyarlýktan ya da þifa ümidi kalmamýþ hastalýktan ötürü) oruca zor dayananlarýn her gün için fidye vermesi, bir yoksulu doyurmasý lâzýmdýr. Bununla beraber gönül isteðiyle kim fazladan bir hayýr yaparsa bu kendisi için daha hayýrlýdýr. Bilirseniz oruç tutmanýz sizin için daha hayýrlýdýr.”[615]

 

Oruç için fidye vermek Kur'an'da sabit olduðu halde, namaz için fidye vermek hiçbir þer'î delille sabit deðildir. Fakihler namazýn oruca kýyas edildiðini söylemiþlerse de bu kýyas sahih deðildir. Ancak ihtiyat olarak oruçtan daha mühim olan namaz için fidye için fidye verilmesi uygun görülmüþtür. Mehmed Zihni Efendi (ö.1332/1914) bu konuda þöyle diyor: "Namaz için fidye vermek Kur'an ve Sünnet hükmü ile deðildir. Nassla sabit olan oruç fidyesine onu kýyas etmek de -kýyaslanan hüküm makul olmadýðý için- sahih deðildir. Fakat ibâdet konusunda bu bir ihtiyattýr. Namazýn fidyesi -Allah katýnda- namaza kâfi ise ne âlâ, yoksa ölü için sadaka sevabý hasýl olur."[616]

 

Bir kimsenin, kendisine farz olduðu halde, saðlýðýnda edâ edemediði oruç ve hac vazifelerini, öldükten sonra varisleri yerine getirebilir. Bu hususta sahih hadisler vardýr. Fakat namaz borcunun düþürülmesi (ýskatý) hakkýnda sahih bir hadis yoktur. Iskat-ý salat konusunda kaydedilen en eski ifâde Ýmam Muhammed eþ-Þeybânî (ö.189/804)'nin ez-Ziyâdât adlý eserindeki namazlarýn fidyesi verilirse inþaallah kâfî gelir.[617]

 

Ölenin hayatýnda kýlamadýðý vitir dahil her namaz için bir fidye (1667 gr. buðday veya bunun günün râyicine göre nakid olarak bedeli) fakire sadaka olarak verilir. Fakirin yapacaðý duanýn, ölenin günahlarýnýn baðýþlanmasýna vesile olacaðý ümit edilir. Ölenin üzerinde kaç günlük namaz ve oruç varsa toplanýr, elde edilen yekün kadar fidye verileceði ortaya çýkar. Kadýnlarda dokuz, erkeklerde oniki yaþýna kadar devre dikkate alýnmaz.[618]

 

Iskat konusunda su hususlarýn bilinmesi gereklidir:

 

1. Iskat, ölenin vasiyeti yoksa, farz, vacip ve sünnet olan bir muamele deðildir

 

2. Üzerinde kazaya kalan oruç ve namazlarý için fidye verilmesini vasiyet eden kimsenin malýnýn üçte birinden bu vasiyeti yerine getirilir.

 

3. Ölenin vasiyeti yoksa ve geride mirasçýlarý varsa, kul borçlarý ödendikten sonra malýn tamamý varislerindir. Varisleri ýskat yapmaða zorlamak ve teþvik etmek doðru deðildir. Çünkü din, varisleri böyle bir þeyle yükümlü tutmamýþtýr. Varisler kendi istekleriyle yaparlarsa ölen için bir sadaka olur.

 

Devir; dolaþmak, dönmek. Üzerinde çok miktarda namaz borcu olan kiþi için, her namaza bir fidye olmak üzere hesaplanýp verilmesi büyük meblað tutar ve bunu vermek çok zaman mümkün olmaz. Buna bir çare olmak üzere "devir" denilen bir usul ihdas edilmiþtir. Buna göre meselâ; ölenin bir aylýk namazýnýn fidyesi esas almarak bu meblað bir fakire verilir. Fakir de onu verene baðýþlar. Oniki devir bir yýlý karþýlamak üzere kaç yýllýk namaz borcu varsa o kadar devir yapýlýr.

 

Devir muamelesinin ilk tatbikatýnýn nasýl olduðunu, paranýn nasýl daðýtýldýðýný ve kimlere verildiðini açýk olarak bilmiyoruz. Fakat bugün tatbik edildiði þekliyle devir, Ýslâmýn ruhuna uygun bir muamele deðildir. Eðer namaz borcu olduðu halde ölen kimseye hayýr yapýlmak isteniyorsa, varisleri onun namýna fakirlere sadaka vermelidir. Ýslâmýn ruhuna uygun olan budur. Ölenin bu konuda vasiyeti varsa o da "fakirlere sadaka vermek" þeklinde yerine getirilmelidir.

 

"Devir" hakkýnda peygamberimiz (a.s.) ve sahâbeden nakledilen hiçbir bilgi ve delil yoktur. Müçtehid imamlar zamanýnda da bu iþleme rastlanmamaktadýr. Devir þeklinin hicrî beþinci asýrdan sonra ortaya çýktýðý ve ýskat muamelesini kolaylaþtýrmak için þer'î bir çare olarak düþünüldüðü tahmin ediliyor. Ayrýca medrese talebesine yardým ve onlarý korumak gibi bir gaye de güdülmüþ olabilir.

 

Iskat ve devir yanlýþ tatbik edilerek istismar edilen konulardýr. Dinin aslýnda olmayan, fakat geçmiþte âlimlerin fayda (maslahat) görerek tatbikine müsaade ettiði bir konu istismara, yanlýþ yorumlara ve suistimâle yol açmýþsa, yine âlimler tarafýndan düzeltilmeli ve doðru tatbik edilmesi saðlanmalýdýr.

 

 

 

 

f)  Nezir

 

 

Nezir: Ýslâmî ýstýlahta "nezir" olan ve Türkçe’de "adak" olarak geçen bu kelime; "Allah Teâlâ'yý tâzim ve rýzâsýný kazanmak için, mübah bir fi'lin yapýlmasýný kendi nefsine vâcib kýlmak" mânasýna gelir. Nezir yapana, yani, adak sâhibine nâzir denir.

 

Nezir, yüce Allah’a saygý için yasak olmayan bir iþin yapýlmasýný üzerine alýp yüklenmektir. Böyle bir iþin yapýlmasýný kendine vacip kýlmaktýr. Nezrin Türkçe’si adaktýr.Sadece yüce Allah’ýn rýzasý için ibadet sayýlacak bazý þeyleri adamak geçerli sevaba bir yoldur. “Nezrim olsun, yarýn Allah rýzasý için oruç tutayým, veya fakire para vereyim gibi” gibi.

 

Böyle dünyaya ait maksat için yapýlan bir ibadet ve teati, kutsal bir maksada deðil, dünyaya ait isteðe ve amaca dayanmýþ olur. Bu ise, ibadet ve taatlarda aranan ihlasa aykýrýdýr. Böyle bir adak kaderi deðiþtirmez.Bununla beraber adaklara riayet etmek gerekir. Çünkü adak yapan yüce Allah’la sözleþme yapmýþ demektir. Onun için yapýlan adaða vefa gösterilmesi, verilen sözün yerine getirilmesi gerekir.Adaklar, zaman, yer, þahýs ve adanan þey bakýmýndan mutlak ve muallak nevilerine ayrýlmýþtýr.

 

Nezrin Hükmü:  Ýbâdet sayýlacak bâzý þeyleri kendine vâcib kýlmak, yapmaya Allah için söz vermek; hem makbûldür, hem de sevaba vesiledir. Fakat bu nezrin, sýrf Allah rýzâsý için yapýlmasý, rýzâ-yý Ýlâhî'nin esas maksad tutulmasý þarttýr. Yoksa dünyevî bâzý gayeler ve menfaatler esas alýnsa ve nezir sýrf o dünyevî maksadýn yerine gelmesi maksadýyla yapýlsa, bu durum, ibâdet ve tâatlerde aranýlan ihlâsa zýd bir hâl olur. Makbûl adak odur ki, sýrf Allah'ý tâzim ve rýzâsýný tahsil için yapýlsýn... Adak sâhibi, adaðýna riayete mecburdur. Zira yaptýðý nezirle, Allah ile bir nevi muahede, sözleþme yapmýþ olmaktadýr. Þu halde nezrini îfa etmesi, yani, adak olarak nefsine vâcib kýldýðý þeyi yerine getirmesi onun için bir borçtur.

 

Kur'ân-ý Kerîm'de, Hac sûresinin 29. âyetinde:

 

ثُمَّ لْيَقْضُوا تَفَثَهُمْ وَلْيُوفُوا نُذُورَهُمْ وَلْيَطَّوَّفُوا بِالْبَيْتِ الْعَتيقِ

 

"Sonra kirlerini gidersinler ve adaklarýný yerine getirsinler ve Beyt-i Atik'i tavaf etsinler."[619] mü'minler adaklarýný yerine getirmeye dâvet edilmektedirler.

 

Hadîs-i þerîf'te ise þöyle buyurulmaktadýr:

 

ـ عن سعيدِ بْن الْحَارثٍ قال سَمِعْتُ ابْنِ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنهُمَا يَقُولُ: ]أوَلَمْ تُنْهَوْا عَنِ النَّذْرِ؟ قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّ النَّذْرَ َ يُقَدِّمُ شَيْئاً وََ يُؤَخِّرُهُ، وَإنَّمَا يُسْتَخْرَجُ بِهِ مِنَ الْبَخِيلِ.

 

- Said Ýbnu'l-Haris anlatýyor: "Ýbnu Ömer (radýyallahu anhümâ)'i þöyle  söyler iþittim: "Siz nezr etmekten yasaklanmadýnýz mý? Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) demiþti ki: "Nezir, olacak bir þeyi ne öne alýr ne de geriye býraktýrýr. Ancak onunla cimriden mal çýkarýlmýþ olur."[620]

 

ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّ النَّذْرَ َ يُقَرِّبُ مِنْ ابْنِ آدَمَ شَيْئاً لَمْ يَكُنْ اللّهُ قَدَّرَهُ لَهُ، وَلكِنِ النَّذْرُ يُوَافِقُ الْقَدَرَ فَيُخْرَجُ بذلِكَ مِنَ الْبَخِيلِ مَالَمْ يَكُنْ الْبَخِيلُ يُرِيدُ أنْ يَخْرِجَ[. أخرجه الخمسة واللفظ لمسلم .

 

- Hz. Ebu Hureyre (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Nezir, ademoðluna, Allah'ýn kendisine takdir  etmediði hiçbir þeyi yakýnlaþtýrmaz. Ancak nezir, kadere muvafýk olur. Nezir sayesinde, cimrinin kendi arzusu ile çýkarmak istemediði, cimriden çýkarýlýr."[621]

 

ـ عن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنها قالت: ]سَمِعْتُ رَسُولَ اللّهِ # يَقُولُ: مَنْ نَذرَ أنْ يُطِيعَ اللّهَ فَلْيُطِعْهُ، وَمَنْ نَذَرَ أنْ يَعْصِيَ اللّهَ فََ يَعْصِهِ.

 

- Hz. Aiþe (radýyallahu anhâ) anlatýyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ýn þöyle söylediðini iþittim:"Kim Allah'a itaat etmeye nezrederse hemen itaat etsin. Kim de Allah'a isyan etmeye nezrederse, sakýn isyan etmesin."[622]

 

ـ عن ابنِ عبّاسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنهُما: ]أنَّ امْرَأةً اشْتَكَتْ شَكْوى، فَقَالَتْ: إنْ شَفَاني اللّهُ تَعالي ‘خْرُجَنَّ وَ‘صَلِّيَنَّ في بَيْتِ الْمَقْدِسِ. فَبَرَأتْ فَتَجَهَّزَتْ لِلْخُروجِ، فََجَاءَتْ مَيْمُونَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنها تُسَلِّمُ عَلَيْهَا، فأخْبَرَتْهَا بذلِكَ، فَقالَتْ لَهَا: اِجْلِسِي فَكُلِي مِمَّا صَنَعْتِ وَصَلِّي في مَسْجِدِ الرَّسُولِ # فإنِّى سَمِعْتُهُ يَقُولُ: صََةٌ فيهِ أفْضَلُ مِنْ ألْفِ صََةٍ فِيمَا سِوَاهُ مِنَ الْمَسَاجِدِ إَّ مَسْجِدَ الْكَعْبَةِ.

 

- Ýbnu Abbas (radýyallahu anhümâ) anlatýyor: "Bir kadýn hastalanmýþtý. Þöyle bir nezirde bulundu: "Allah Teala hazretleri bana þifa verirse, buradan gidip Mescid-i Aksa'da namaz kýlacaðým." Sonra kadýn iyileþmiþti. Hemen yol hazýrlýðý yaptý. Hz. meymune (radýyallahu anhâ)'ye geldi, selam verip kararýný anlattý. Meymune, kadýna:"Hele otur, hazýrladýðýný (burada) ye, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ýn  mescidinde namaz kýl. Zira ben Onun þöyle söylediðini  iþittim:"Þu mescidimde kýlýnan bir namaz,  Ka'be Mescidi hariç  bütün mescidlerde  kýlýnan bir namazdan daha hayýrlýdýr."[623]

 

ـ وعن جابر رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]قَامَ رَجُلٌ يَوْمَ الْفَتْحِ فَقالَ: يَا رَسُولَ اللّهِ إنِّي نَذَرْتُ للّهِ عَزَّ وَجَلَّ إنْ فَتَحَ عَلَيْكَ مَكَّةَ أنْ أُصَلِّىَ رَكْعَتَيْنِ فِي بَيْتِ الْمَقْدِسِ فَقَال: صَلِّ ههُنَا. ثُمَّ أعَادَ عَلَيْهِ فَقَالَ: صَلِّ ههُنَا. ثُمَّ أعَادَ عَلَيْهِ فَقَالَ: فَشَأنُكَ إذاً.

 

- Hz. Cabir (radýyallahu anh) anlatýyor: "Fetih günü bir adam kalkýp: "Ey Allah'ýn Resulü dedi. Ben aziz ve celil olan Allah'a nezirde bulundum ve dedim ki: "Eðer Mekke'nin fethini sana müyesser ederse, Beytu'l-Makdis'te iki rekat namaz kýlacaðým." Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) adama:"Sen þurada kýl!" cevabýnda bulundu. Adam talebini  tekrar  etti."Sen þurada kýl!" buyurdu. Adam bir  kere daha tekrar edince:"Öyleyse sen bilirsin" buyurdular."[624]

 

ـ عن حكيم بن أبي حرة ا‘سلمي: ]أنَّهُ سَمِعَ ابْنَ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنهُمَا يَقُولُ: أفِي رجُلٍ نَذَر أنْ َ يَأتِيَ عَلَيْهِ يَوْمٌ سَمَّاهُ إَّ صَامَهُ. فَوَافَقَ يَوْمَ أضْحَى أوْ فِطْر فَقَالَ: لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ. لَمْ يَكُنْ يَصُومُ يَوْمَ أضْحَى وََ فِطْرٍ وََ يَرَى صِيَامَهُمَا، فأعَادَ عَليْهِ، فَقَال: أمَرَالنَّبِيُّ # بِوَفَاءِ النَّذْرِ وَنَهى عَنْ صِيَامِ يَوْمِ الْعِيدَيْنِ، فأعَادَ عَلَيْهِ فَلَمْ يَزِدْ عَلى هذَا.

 

- Hakim Ýbnu Ebi Hürre el-Eslemî'nin anlattýðýna göre "Ýbnu Ömer (radýyallahu anhümâ)'in -önceden belirttiði bir günde oruç tutmaya nezreden bir kimsenin, nezrettiði o günü, Kurban veya Ramazan bayramlarýna rastladýðý takdirde, nezrini yerine getirip getirmeyeceði hususunda- þöyle dediðini iþitmiþtir: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'da sizin için güzel örnek vardýr. O, ne Kurban ne de Ramazan bayramlarýnda oruç tutmamýþtýr. Üstelik o günlerde oruç tutmayý uygun da görmemiþtir." Soru sahibi sorusunu tekrar edince Ýbnu Ömer: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) nezre uymayý emretmiþtir, iki bayram gününde oruç tutmayý da nehyetmiþtir" demiþtir. Soru sahibi sorusunu yine  tekrar edince eski  cevabýna ilavede  bulunmamýþtýr."[625]

 

Nezirleri îfa mecburiyeti, Kitab ve Sünnet ile sâbit olduðu gibi Ýcma' ile de sâbittir.

 

Nezrin Þartlarý: Bir nezrin (adaðýn) þer'î yönden sahih olabilmesi için, þu þartlarýn bulunmasý gerekir:

 

1) Adanýlan þey'in cinsinden bir farz veya vâcib bulunmalýdýr. Namaz, oruç, sadaka gibi... Namaz ve oruç, farzý olan îbâdetlerdendir. Sadakanýn farzý ise zekâttýr. Buna binaen hastayý ziyaret etmek, Kur'an okumak; mescid, kabir veya türbe ziyareti yapmak v.s. gibi þeyleri nezretmekle, nezir sahih olmaz. Çünkü bunlarýn hiçbiri ne farz, ne de vâcib olan ibâdetlerdir.

 

2) Adanýlan þeyin cinsinden bulunan farz veya vâcib, bizzat maksût olmalýdýr. Baþka bir farz veya vâcibe vesile olmamalýdýr. Buna binaen, abdest almaya nezredilmez. Çünkü abdest bizzat maksûd deðil, belki bâzý ibâdetlerin îfasý için bir vesiledir.

 

3)  Adanýlan þey, zaten yapýlmasý farz veya vâcib olan bir þey olmamalýdýr. Meselâ: "Yarýnki sabah namazýný kýlmaya nezrettim" tarzýnda yapýlan bir adak sahih olmaz. Zira sabah namazýnýn kýlýnmasý zaten farzdýr.

 

4) Nezredilen þey, mübah olmalý, günah bir iþ olmamalýdýr. Buna binaen, intihar nev'inden bir nezir (Meselâ: "Nefsimi Hakk'a kurban edeyim" þeklinde bir adak) sahih deðildir.

 

5) Adanýlan þey, adayanýn mülkünden fazla veya baþkasýna ait olmamalýdýr. Meselâ: 1000 lirasý olan bir kiþi 10.000 lira tasadduk etmeyi nezr edemez. Kendisine ancak en fazla 1000 lira tasadduk etmek vâcibdir. Veya baþkasýnýn malýný fakirlere daðýtmayý nezreden kimsenin de, bu nezri sahih deðildir.

 

Nezrin Kýsýmlarý 

 

Nezir, ya hiçbir þarta baðlý olmayarak mutlak olur, veya "nezrim olsun, kurban kesip etini fakirlere daðýtayým" diye yapýlan bir nezir, muteberdir. Fakat, "þu hastalýktan iyi olursam bir koyun keseyim" veya "filân türbe için bir kurban keseyim" gibi Allah rýzasý gözetilmeyen nezirler bir nezir mahiyetinde deðildir. Çünkü Allah rýzasýndan baþka hiçbir yer ve kimse namýna kurban kesilmesi câiz olmadýðý için, bu þekilde yapýlan nezirler muteber olmaz.Nezir kurbanlarýndan adak sâhiplerinin kendileri yiyemeyecekleri gibi; hanýmlarý, usul ve füru'larý, yani, ana-baba, çoluk-çocuk gibi aile efradlarý da yiyemezler. Þayet yerlerse yenilen miktarýn kýymeti, sadaka olarak fakirlere daðýtýlmalýdýr.

 

Muallak Adaklar: “Nezrim olsun, yarýn oruç tutayým” gibi bir adak muayyen (belirlenmiþ) bir adaktýr. “Nezrim olsun, bir gün oruç tutayým” denilmesi de gayri muayyen (belirlenmemiþ) bir nezirdir. Bunlar ayný zamanda bir þarta baðlý olmayýp mutlak (baðlantýsýz) nezirlerdir. “Falan kimse gelirse, Allah için nezrim olsun bir gün oruç tutayým, þu kadar sadaka vereyim” gibi, þarta baðlý nezirlerde birer (baðlantýlý) muallak nezirdir.

 

Bir kimse: Falan ayda, (recep ayý) oruç tutayým) diye nezrettiði halde, o ayda hasta olsa iftar eder. Sonra ramazan orucunda olduðu gibi kaza eder. “Ara vermeden on gün oruç tutayým” diye nezretmiþ bulunan bir kadýn, beþ gün oruç tutsa sonra adet görmeye baþlasa, tuttuðu oruçlar nezirden sayýlmaz. Temizlendikten sonra yeniden on gün tutmasý gerekir.

 

 

 

g)  Ýtikâf

 

 

Îtikâf, lügatte, bir þey'e devam etmek, bir þey'i bekleyip durmak mânasýna gelir. Istýlahtaki mânasý ise, 5 vakit cemaatle namaz kýlýnan bir camide, ibâdet niyetiyle durmak, ikâmet etmek demektir. Îtikâfa giren kimseye ise, mûtekif veya âkif denir.

 

Îtikâfýn Hükmü: Îtikâfýn meþrûiyeti, Kur'an ve Sünnet ile sâbittir.

 

Allah Teâlâ þöyle buyurmaktadýr:

 

وَاَنْتُمْ عَاكِفُونَ فِى الْمَسَاجِدِ تِلْكَ حُدُودُ اللّهِ فَلَا تَقْرَبُوهَا كَذلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ ايَاتِه لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ

 

"Mescidlerde (camilerde) îtikâf hâlinde iken kadýnlarýnýzla ailevî münasebette bulunmayýnýz"[626]

 

Resûl-i Ekrem (a.s) Medine'ye hicretinden sonra, âhirete irtihallerine kadar her Ramazan'ýn son 10 gününü îtikâf ile geçirirlerdi.

 

ـ عن عائشة رَضِىَ اللّهُ عنها قالت: ]كَانَ رَسُولُ اللّهِ # يَعْتَكِفُ العَشْرَ ا‘وَاخرَ منْ رَمَضَانَ حتّى تَوفّاهُ اللّهُ تعالى وَيقُولُ: تَحرَّوْا ليلَةَ القَدْرِ في العَشْرِ ا‘وَاخِرِ منْ رَمََضَانَ ثمّ اعتَكَفَ أزْوَاجُهُ من بعده[. أخرجه الستة.وفي رواية ]كانَ يعْتَكِفُ في كلِّ رَمَضَانَ فإذَا صَلَّى الْغَدَاةَ جاءَ مَكانهُ الَّذِى اعْتَكَفَ فِيهِ قال: فاسْتَأْذَنَتْهُ عائشةُ رَضِى اللّهُ عنها أن تعتكفَ فأذن لَها فَضربتْ فِيهِ قُبةً فسمعتْ بها حفصةُ رَضِىَ اللّهُ عنها فضربتْ، قبةً وضربتْ زينبُ رَضِىَ اللّهُ عنهَا أخرى، فلما انصرفَ من الغداةِ أبصرَ أربَع قبابٍ فقال: ما هذهِ؟ فأُخْبِرَ بذلكَ، فقالَ مَا حملُهنَّ على هذا، آلِبِرٍّ؟ انزعوها ف أرَاهَا. فنُزعتْ فلمْ يعتكفْ في رمضانَ حتّى اعتكفَ في آخرِ العشرِ من شوالٍ[.وفي رواية ]أمرَ بخبائهِ فقُوِّضَ وتركَ اعتكافَ في شهرِ رمضانَ حتّى اعتكفَ في العَشرِ ا‘ولِ منْ شَوّالٍ.

 

 Hz. Aiþe (radýyallahu anhâ) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) vefat edinceye kadar Ramazan'ýn son on gününde itikafa girer ve derdi ki: "Kadir gecesini Ramazan'ýn son on gününde arayýn". Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan sonra, zevceleri de itikâfa girdiler."

Bir baþka rivayette þöyle denir: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) her Ramazan'da itikafa girerdi. Akþam namazýný kýlar kýlmaz itikaf mahalline gelirdi. Râvi der ki: Bir gün Hz. Aiþe de itikâf için izin istedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) izin verdi. Mescidin içinde itikaf için bir çadýr kuruldu. Bunu Hafsa validemiz (radýyallahu anhâ) iþitti, O'nun için de bir çadýr kuruldu. Arkadan Zeyneb (radýyallahu anhâ) validemiz için de bir çadýr kuruldu. Sabah olup da Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hücresinden çýkýnca dört çadýr kurulduðunu görür ve "Bunlar da ne?" diye sorar. Durum haber verilince: "Onlarý bu iþe sevkeden þey nedir, Allah'ýn rýzasýný kazandýracak bir amel düþüncesi mi? Hayýr! Derhal kaldýrýn, gözüm görmesin!" emretti. Çadýrlar kaldýrýldý. O Ramazan Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'da itikâfý terketti. Þevvâl'in son onunda itikâfa girdi."Bir diðer rivayette þöye denir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) çadýrlarýn kaldýrýlmasýný emretti. Derhal yýkýldýlar. O yýl itikâfa girmeyi Ramazan'da terketti, Þevvâl ayýnýn ilk onunda yerine getirdi."[627]

 

ـ وعن أبى سعيد رَضِىَ اللّهُ عنهُ قال: ]اعْتِكَفْنَا معَ رَسُولِ اللّهِ # العشرَ ا‘وسطَ فلما كانَ صَبيحةَ عشرينَ نقلْنَا متَاعنَا فقال: مَنْ كَانَ اعتكفَ فليرجعْ إلى مُعْتَكَفِهِ فإنّى رأيتُ هذهِ الليلةَ ورأيتُنى كأنى أسجدُ في ماء وطينٍ، فلما رجعَ إلى معتَكَفهِ هاجتِ السماء من آخرِ ذلكَ اليومِ، وكاَنَ المسجدُ علَى عريشٍ، فلقدْ رأيتُ على أنفهِ وأرنبتهِ أثرَ الماء والطينِ وذلكَ ليلةَ الحادِِى والعشرينَ.

 

- Ebu Saîd (radýyallahu anh) anlatýyor: "Biz Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'le birlikte Ramazan'ýn orta on gününde i'tikafa girdik, yirminci günün sabahý olunca eþyalarýmýzý (evlerimize) taþýdýk. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir hutbe irad etti ve) sonra þunu söyledi: "Ýtikafa girmiþ olanlar, itikaf mahallerine dönsünler. Zira bu gece bana Kadir gecesinin hangi gece olduðu gösterilmiþti, sonra unutturuldu. Siz, son onda ve tek gecelerde  arayýn. Ayrýca bu gece kendimi su ve çamur içinde secde eder gördüm." Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) itikaf mahalline dönünce, o günün sonuna doðru hava bozdu. Mescid o sýralarda (üzeri dallarla örtülmüþ) çardak þeklindeydi. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'n burnu ve burun yumuþaðý üzerinde su ve çamur bulaþýðýný gördüm. Bu gece 21. gece idi."[628]

 

ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عنهُ قال: ]كَانَ رَسُولُ اللّهِ # يَعْتَكِفُ في كلِّ رَمضانَ عشرةَ أيامٍ فلما كَان العامُ الَّذِى قُبِضَ فيهِ اعتَكفَ عشرينَ.

 

- Ebu Hüreyre (radýyallahu anh) anlatýyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) her Ramazanda on gün i'tikâfa girerdi. Vefat ettiði yýlda ise yirmi gün i'tikâfa girdi."[629]

 

ـ وعن أنس وأبىّ بن كعب رضى اللّهُ عنهما قا: ]كَانَ رَسُولُ اللّهِ # يَعْتَكفُ العشرَ ا‘وَاخرَ من رَمضَانَ فلمْ يعتَكفْ عاماً فلمّا كَانَ العامُ المقبلُ اعتكفَ عشرين.

 

- Enes ve Ubey Ýbnu Ka'b (radýyallahu anh) anlatýyorlar. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Ramazan'ýn son on gününde itikafa girerlerdi. Fakat bir sene (seferde olduðu için) itikafa girmedi, müteakip yýl yirmi gün itikaf yaptý."[630]

 

ـ وعن عائشة رَضىَ اللّهُ عنها ]أنّها كَانتْ تُرَجِّلُ النّبىَّ # وَهِىَ حائضٌ وَهُوَ معتكفٌْ في المسجدِ، وهىَ في حُجْرتهَا يناولُها رأسَهُ، وكَانَ  يدخلُ البيتَ إ الحاجةِ ا“نسان إذا كَانَ معتكِفاً[. أخرجه الستة.وزاد أبو داود ]وَكانَ يَمُرُّ بالْمَريضِ وَهُوَ معتكفٌ فيمرُّ وَ يعرِّجُ يسألُ عنه. وقالت: السنةُ لِلْمُعْتَكِفِ أن  يعودَ مريضاً، وَ يشهد جنازةً، وَ يَمَسَّ امرأةً، و يباشرَهَا، وََ يخرُجَ إّ لِمَا بدَّ له منهُ، وَ اعتكَافَ إّ في المسجدِ الجامعِ.

 

- Hz. Aiþe (radýyallahu anhâ)'nin anlattýðýna göre, "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) mescitte itikafda olduðu sýrada, kendisi de hayýzken, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ýn saçlarýný taramýþtýr. Bu hizmeti yaparken kendisi odasýnda ayrýlmamýþ; Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) baþýný ona uzatmýþtýr. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) itikafda iken, (büyük veya küçük abdest bozmak gibi) zarurî bir ihtiyaç olmadýkça odaya girmezdi."[631]

Ebu Dâvud'da þu ziyade var: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) itikafda iken hastaya uðrar, oyalanmadan halini sorar geçerdi. Hz. Aiþe buyurdu ki: "Aslýnda, mûtekif için sünnet olaný, hasta ziyaretine gitmemesi, cenaze merasimine katýlmamasý, kadýna temas etmemesi, kadýnýn tenine tenini deðdirmemesi, zarurî ihtiyaç dýþýnda  çýkmamasýdýr. Oruçsuz itikaf yoktur. Keza cuma kýlýnan mescid dýþýnda da itikaf yoktur."[632]

 

ـ وعنها رَضِى اللّهُ عنها قالت: ]اعتكفتْ مع النبىّ # امرأةٌ من أزواجهِ مستحاضةٌ فكانتْ ترَى الدمَ والصفرَةَ وهىَ تُصلِّى، وربمَا وضعتِ الطِّسْتَ تحتَها منَالدمِ[. أخرجه البخارى وأبو داود.

 

Hz. Aiþe (radýyallahu anhâ) anlatýyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'ýn zevcelerinden biri, müstehaza haliyle Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la birlikte itikafa girdi. Öyle ki, kadýn, kaný ve elbisesinde sarý lekeyi de görüyor bu halde  de namaz kýlýyordu. Kanýn þiddetli akmasý halinde (kirletmeyi önlemek için) altýna leðen koyduðu oluyordu."[633]

 

ـ وعن علي بن الحسين قال: قالت صفيةُ رضِى اللّه عنها: ]كَانَ رَسولُ اللّهِ # معتكفاً فأتيتهُ أزورهُ ليً فحدثتُه ثم قمتُ ‘نْقَلبَ فقامَ مَعى حتّى اذا بلغ بابَ المسجدِ مرّ رجن من ا‘نصارِ فلما رأيا رسُولَ اللّهِ # أسرعا فقال على رِسلكما إنها صفيةُ بنتُ حُيَىٍّ، فقاَ سبحَانَ اللّهِ يَا رَسُولَ اللّهِ فَقَلَ: إنّ الشَيطانَ يجرِى من ابنِ آدمَ مجرى الدمِ، وإنى خشيتُ أن يقذف في قلوبكما شَرّاً، أو قال شيئاً.

 

- Ali Ýbnu'l-Hüseyn anlatýyor: Safiyye (radýyallahý anhâ) buyurdu ki: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) itikafta iken ziyaret maksadýyla geceleyin yanýna uðradým. Bir müddet konuþtuk. Sonra geri dönmek üzere kalktým. Uðurlamak üzere de o kalktý. Kapýya kadar gelmiþti ki, Ensar'dan iki kiþi oradan geçiyordu. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'i görünce hýzlandýlar. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Aðýr olun dedi, þu yanýmdaki Huyey'in kýzý Safiyye'dir." Onlar: "Subhânallah, dediler bu da ne demek ey Allah'ýn Resûlu" Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Þeytan, insana, damarlardaki kan gibi nüfuz eder. Ben, onun kalplerinize bir kötülük atmasýndan korkarým" buyurdu."[634]

 

ـ وعن ابن عمر رَضى اللّهُ عنهما ] أنّ عمرَ نذرَ في الجاهليةِ أن يعتكفَ ليلةً، ويرُوى: يوماً في المسجدِ الحرامِ فسأل رسُولَ اللّهِ # فقال: أوف بنذركَ.

 

Ýbnu Ömer (radýyallahu anh) anlatýyor: "Babam Ömer (radýyallahu anh) cahiliye devrinde iken geceleyin itikafa girmek üzere nezretmiþti (adamýþtý). -Hatta Mescid-i Haram'da bir gün itikaf yapmayý adamýþtý diye de rivayet edilir- Durumu Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den sordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) "Nezrini yerine getir" buyurdu."[635]

 

Ýhlâs ile yapýlan bir îtikâf, amellerin en faziletlisi sayýlmaktadýr. Bu sayede kalbler bir müddet için de olsa, dünya iþlerinden sýyrýlýp Hakka müteveccih olur.

 

Ýslâm Büyüklerinden Atâ þöyle der: "Ýtikâfa giren kimse ihtiyacýndan dolayý büyük bir zâtýn kapýsýnda oturup "Hâcetimi yerine getirmedikçe buradan ayrýlýp gitmem" diye yalvaran bir kimseye benzer. O da Allah Teâlâ'nýn bir mâbedine sokulmuþ, "Beni baðýþlayýp maðfiret etmedikçe buradan ayrýlýp gitmem" demektedir."

 

Bir mü'min için, cami gibi kudsî bir mahalde, Ramazan ayý gibi nurlu, mübarek bir ayda, bir müddet dünyanýn her türlü meþgalesinden sýyrýlýp Rahîm olan Rabbine bütün varlýðýyla yönelmesi ve sâf bir kalp ve temiz bir dille O'na ibâdet ve tâatta bulunmasý, mânevî bir zevke dalmasý, ne müstesna bir ganimettir.

 

Mûtekif, bütün vakitlerini namaza ayýrmýþ, her âný ibâdet içinde geçen bir kimse hükmündedir. Çünkü o, bilfiil kýlmadýðý vakitlerde de, cami içinde devamlý namazý bekler bir haldedir. Bu bekleyiþ ise, ona devamlý namazda imiþçesine sevap kazandýrýr.Kýsacasý, îtikâf sayesinde insanýn mâneviyâtý yükselir, kalbi nurlanýr, sîmasýnda kulluk niþaneleri parlar, feyizlere mazhar olur.

 

Îtikâfýn Kýsýmlarý: Îtikâflar 3 kýsýmdýr: Vâcib îtikâf, sünnet îtikâf ve müstehab îtikâf... Vâcib olan îtikâf, nezir îtikâfýdýr. Yâni bir kimse îtikâfa girmeyi adarsa, onu yapmak kendisine vâcib olur. Ramazanýn son 10 gününde îtikâfa girmekse sünnet îtikâftýr. Bu îtikâf, vefatýna kadar Resûlüllah Efendimizin devamlý yaptýklarý bir ibâdet olduðu için, müekkede sünnettir. Ayný zamanda sünnetin kifaye kýsmýndandýr.

 

Bir beldede bir kiþinin bu ibâdeti yerine getirmesiyle, diðerlerinin üzerinden sâkýt olur. Aksi takdirde bu müekked sünnet terkedilmiþ olur. Nezredilmeyen ve Ramazan-ý þerîf'in son 10 günü dýþýnda yapýlan îtikâflar müstehabdýr.

 

Îtikâfýn Müddeti : Vâcib îtikâfýn en az müddeti, bir gündür. Müstehab îtikâf için, belli bir müddet yoktur. Niyet ederek camide yarým saat, bir saat durmakla bile îtikâf yerine getirilmiþ olur. Sünnet îtikâfýn müddeti ise, Ramazan-ý þerîf'in son 10 günüdür.

 

Îtikâfýn Þartlarý 

 

Bir îtikâfýn sahih ve þer'an muteber olmasý için þu þartlarýn bulunmasý gerekir:

 

1) Mûtekif; Müslüman, akýllý ve temiz olmalýdýr. Buna binaen, gayr-ý müslimin, delinin, cünübün, hayýz ve nifas hâlindeki kadýnýn îtikâfý câiz olmaz. Îtikâf için bülûð þart deðildir.

 

2) Ýtikâfa niyet edilmiþ olmalýdýr. Niyetsiz olarak yapýlan camide uzlete çekilmeler, îtikâf yerine geçmez.

 

3) Ýtikâf, içinde cemaatle namaz kýlýnan herhangi bir mescid ve camide yapýlmalýdýr. Büyük camilerde yapýlmasý efdaldir. Bu hüküm erkekler içindir. Kadýnlar kendi evlerinde devamlý namaz kýldýklarý, bir nevi mescid edindikleri bir odada îtikâfa girerler. Kadýnlarýn, dýþardaki mescidlerde îtikâfa girmeleri câiz ise de, kerâhetten uzak deðildir. Þâfiîlere göre, evlerde îtikâfa girilmesi uygun deðildir.

 

4) Vâcib olan îtikâfta, mûtekif oruçlu bulunmalýdýr. Bu halde yanlýþlýkla orucun bozulmasý îtikâfa zarar vermez. Müstehab olan îtikâflar için ise, oruç þart deðildir. Þâfiîlere göre, vâcib îtikâflar için de oruç þart deðildir.

 

Kadýnýn îtikâfa girmesi kocasýnýn iznine baðlýdýr. Koca izin vermezse, kadýn nezrettiði îtikâfý bile yerine getiremez. Bir kimse, hanýmýna îtikâf için izin verse, artýk bundan dönemez.

 

Ýtikâfý Bozup Bozmayan Þeyler 

 

1) Îtikâfa giren bir kimse îtikâfa girdiði yerden dýþarý çýkamaz. Çýkarsa îtikâfý bozulur. Ancak þer'î veya tabiî veyahut zarurî bir özür ve ihtiyaçtan dolayý dýþarý çýkýlmasýnda bir mahzur yoktur. Îtikâf bozulmaz.  Þer'î özür, mûtekifin Cumayý baþka bir camide kýlmak için dýþarý çýkmasýdýr.

 

Tabiî özür, def'-i hâcet yapmak, abdest veya gusül almak için camiden çýkmaktýr. Zarurî özür ise, mûtekifin bulunduðu mescidin yýkýlmasý, yahut kendisine veya çoluk çocuðuna bir zarar gelmesi gibi hallerden dolayý çýkma mecburiyetinde kalmaktýr. Þâfiîlere göre, Cuma namazý için baþka bir camiye çýkmak, bir özür sayýlmaz, îtikâfý bozar.

 

2) Hasta ziyareti için, cenaze namazý için dýþarý çýkýlmasý da îtikâfa mânidir.

 

3) Mûtekife, îtikâfý sýrasýnda, birkaç günlük baygýnlýk veya delilik ârýz olsa, îtikâfý bozulmuþ olur.

 

4) Mûtekif, yemesini içmesini, nefsi ve ailesi için mutlak zarurî olan bâzý âlýþveriþ muamelesini dýþarý çýkmadan hep mescidde yerine getirir. Bu, îtikâfa mâni deðildir. Ancak satýn aldýðý þeyleri camiye getirip yýðamaz. Zarurî ihtiyaçlarý dýþýnda ticarî muamelelerde bulunmak da mekruhtur.

 

Mescidden dýþarý çýkma sûretiyle îtikâfýn bozulmasý durumu, vâcib olan îtikâflara göredir. Nâfile olan îtikâflarda bir özre mebni olsun olmasýn dýþarý çýkmakla îtikâf bozulmuþ olmaz. Sadece îtikâftan çýkýlmýþ olur. Vacip olan bir îtikâf bozulunca kazâsý lâzým gelir. Baþlandýktan sonra terkedilen nâfile bir îtikâfýn ise kazâsý lâzým gelmez.

 

5) Mûtekif için hanýmýyla cinsî temas veya bunu dâvet edici öpme ve okþama gibi hareketler, gerek gündüzün olsun ve gerekse geceleyin haramdýr. Cinsî temas, ister kasden olsun ister unutularak îtikâfý bozar; öpme ve okþama ise cünüplük durumu olmadýkça îtikâfý bozmaz. Sýrf bakma ve düþünme ile cünüplük meydana gelmesi de, îtikâfa mâni deðildir.

 

6) Mûtekif ezan okumak için minareye çýkabilir. Ýsterse minarenin kapýsý caminin dýþýnda olsun. Bu durum îtikâfa mâni sayýlmaz.

 

Îtikâfýn Âdâbý  

 

1) Îtikâf sýrasýnda hayýrdan baþka söz söylenmemelidir. Günahý gerektirmeyen sözlerde gerçi bir beis yoktur, fakat mûtekif için boþ konuþmayýp, hayýrlý þeyler konuþmak âdâbdandýr. Ýbâdet inancýyla tamamen susup, hiç konuþmamak ise, mekruhtur. Çünkü susmak bizim dînimizde ibâdet deðildir. Ama dilini gýybet, boþ söz gibi þeylerden korumak niyetiyle susmak ise, mekruh olmadýðý gibi ayný zamanda makbûl bir ibâdet de sayýlýr.

 

2) Îtikâf esnasýnda, Kur'ân-ý Kerîm ve hadîs-i þerîflerle meþgul olmak, Peygamberimizin ve diðer peygamberlerin hayatlarýna ve kýssalarýna dair kitaplar okumak, kýsacasý dinî meselelerle gerek okumak, gerekse yazmak suretiyle iþtigal etmek de âdâbdandýr.

 

3) Mûtekif, îtikâfa girerken, en temiz elbiselerini giymeli ve üzerine güzel kokular sürünmelidir.

 

4) Îtikâfta bulunmaya nezreden kimse buna yalnýz kalben niyet etmekle yetinmemeli, dili ile de söylemelidir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

- Okuma Parçasý -

 

 

Ramazan ve Oruç

 

Ramazan: Kameri aylardan dokuzuncusunun ismi. Müslümanlarýn oruç tutmakla mükellef olduklarý, dinimizce yüce ve kutsal kabul edilen ay.

 

Ramazan, arapça bir kelimedir. Bu mübarek ay'a Ramazan isminin verilmesindeki hikmet þöyle belirtilmiþtir:

 

1- Yaz sonunda, güz mevsiminin evvelinde yaðýp yeryüzünü tozdan temizleyen yaðmur manasýna "ramdâ" kelimesinden alýnmýþtýr. Bu yaðmurun yeryüzünü temizlediði gibi, Ramazan ay'ý da müminleri günah kirlerinden temizler. Nitekim bir hadis-i þerifte Peygamber Efendimiz (a.s);

 

-وعن رَضِىَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ صَلَّي اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مَنْ صَامَ يَوماً فِي سَبِيلِ اللّهِ تَعَالَى جَعَلَ اللّهُ بَيْنَهُ وَبَيْنَ النّارِ خَنْدَقاً كَمَا بَيْنَ السَّمَاءِ وَا‘رْضِ.

 

Yine Ebu Hüreyre (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim Allah Teâla yolunda bir gün oruç tutsa, Allah onunla ateþ arasýna, geniþliði sema ile arz arasýný tutan bir hendek kýlar."[636]

 

 -وعن أبى أمامة رَضِىَ اللّهُ عَنْه قال: ] قُلْتُ يَا رَسُولُ اللّهِ: مُرْنِي بِأَمْرِ يَنْفَعُنِي اللّهُ تَعَالَى بِهِ، فَقَالَ : عَلَيْكَ بِالصَّوْمِ فَإِنَّهُ عَدْلَ لهُ.

 

- Ebu Ümâme (radýyallahu anh) anlatýyor: "Ey Allah'ýn Resûlü dedim, bana öyle bir amel emret ki (yaptýðým takdirde) Allah beni mükâfatlandýrsýn.""Sana dedi, orucu tavsiye ederim, zira onun bir eþi yoktur."[637]

 

 -وعن سهل بن سعد رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ: إنَّ فِي الجَنَّةَ بَاباً يُقَالُ لهُ الرَّيَّانُ َ يَدخُلُهُ إَّ الصَّائِمُونَ ، فَإِذَا دَخَلُوا أُغْلِقَ فََ يَدْخُلُ مِنْهُ أَحَدٌ.

 

- Sehl Ýbnu Sa'd (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Cennette Reyyân denilen bir kapý vardýr. Oradan sadece oruçlular girer. Oruçlular girdiler mi artýk kapanýr, kimse oradan giremez."[638]

 

2- Güneþin þiddetli hararetinden taþlarýn yanýp kýzmasý anlamýna olan "ramad" kelimesinden alýnmýþtýr. Böyle kýzgýn yerde yürüyenin ayaklarý yanar, zahmet ve meþakkat çeker. Bunun gibi oruç tutan kimse de açlýk ve susuzluðun hararetine katlanýr, meþakkat çeker, içi yanar. Kýzgýn yer orada yürüyenlerin ayaklarýný yaktýðý gibi, Ramazan da müminlerin günahlarýný yakar, yok eder.

 

3- Kýlýcýn namlusunu veya ok demirini inceltip keskinleþtirmek için yalabýk iki taþýn arasýna koyup döðmek anlamýna olan "ramd" dan alýnmýþtýr. Bu ay'a Ramazan isminin verilmesi de Araplarýn bu ayda silahlarýný bileyip hazýrladýklarýndan dolayýdýr.[639]

 

Ramazaný kutsal yapan ve bin aydan daha hayýrlý olmasýnýn sebebi bu ayda Kur’an-ýn inzal olmasýdýr. Kur’an, Ramazanýn kutsal olduðunu bildirir. Ramazanda Kur’an-ýn ayý olarak kabul edilir. Bu þekilde Kur’an ve Ramazan birbirleriyle kardeþ gibidir.

 

Kur’an’da, Ramazan ayýnda nefsin, midenin tüm isteklerine gem vurulmasý gerektiðini, kalbin, ruhun derinliklerine inilmesini, maddi ve dünyevi olan her þeyden sýyrýlýp yüce Allah’a yönelmesinin, Onun azametinin yüceliðini, þerefinin deðerini idrak ve tefekkür edilmesini bildirir.

 

Ramazanda, Kur’an-ýn ayýdýr. Bu ayda bütün kitaplarýn tek bir kitabý anlamanýn gerekliliðini, Kur’anýn Allah’ýn kitabý olmasý hesabýyla onunla baþ baþa kalmaya çalýþarak yüce Allah’ýn kelamýyla yüce zatý zül-Celal’in manevi zevkine varabilme ayýdýr.Ramazan 11 ayýn sultanýdýr. 11 ayda yapýlan bütün ameller bu ayda toplanýp Kur’an-ýn terazisine konularak ölçme, biçme ve deðerlendirme ayýdýr. “Acaba karda mýyým? Yoksa zararda mýyým?” demenin ayýdýr. Eðer 11 ay içinde zarar etmiþ isek bu ayda tövbe istiðfar etmemiz gerekir.

 

Yok eðer kar yapmýþsak yüce Allah’tan ayný iyilikler üzerinde sebat etmek için hamd, þükür etmemiz gerekir. Bir ömür boyu yaþayan ve ahirete doðru yolculuk yapan biz ademoðullarýnýn Kur’an-ýn belirttiði Ramazan ayýnýn dinlenme tesisinde dünya ve içindekilerden yüz çevirip mola verme zamaný ve zeminidir Ramazan ayý...

 

“Ne kadar yol teptik, bundan sonra ne kadar yolumuz var?” diye bilmenin ayýdýr Ramazan. Ruhumuzun merkebi olan bedenimiz, þu fani yolculukta 11 aydan beri yol yürüdü, bu yolculukta daha ne kadar dayanacaðýný kontrol etme ve Ramazanýn dinlenme tesisinde gözden geçirmek gerekir.

 

Ramazan ayýnýn orucu, ruhun beden yönetimini ele geçiren nefse dizgin vurup bedenin kontrolünü ele geçirmesidir. Nefs yemekle güçlenir ve þeytana pas atar. Ruh ise Allah’ý zikir ederek kuvvet bulur. Ýþte Ramazanýn dinlenme tesisinde nefsin imkanlarý elinden alýnýr ve þeytanlar baðlanýr, ruh da bundan istifade ederek manevi güç kazanýr ve bedeni nefs ve þeytanýn istilasýndan kurtarýr.

 

Evet, Kur’an, Ramazan ve Oruç üçleri, insanoðlunun iç dünyasýna hitap eden ve diyalog kuran baðlardýr. Bu baðlarla irtibatýný koparanlar iç dünyalarýný nefs ve þeytan istilasýna terk etmiþ olurlar. Oysa 11 ay dünya ve dünyalýlara hizmete adadýðýmýz þu fani bedenin hakkýdýr 1 ay dinlenmek ve tedavi görmek.

 

Yüce Allah cümlemize Kur’an-ýn, Ramazanýn ve Orucun hakkýný ihlas ile ifa etmeyi nasip etsin.

 

Ramazan-ý þerifteki oruç, Ýslâmiyet’in beþ þartýndan birincilerindendir ve Ýslâm’ýn þeâirlerinin en mühimlerindendir. Ramazan ayýndaki oruç sadece aç kalmaktan ibaret deðildir; saymakla bitmeyecek pek çok hikmetleri vardýr.

 

Bu hikmetlerinden bazýlarýný kýsaca þöylecedir

 

Cenâb-ý Hakk yeryüzünü bir nimet sofrasý þeklinde yaratýp, umulmadýk tarzda ve hadsiz hesapsýz nimetlerle donatmýþtýr. Böylelikle ‘rubûbiyetini’, ‘rahmâniyetini’ ‘rahîmiyetini’ insanlara göstermiþtir. Ancak insanlar gaflet perdesi altýnda olduklarý veya unuttuklarý için bu hakikati tam göremeyebiliyorlar.

 

Ramazan ayýnda ise disiplinli ve muntazam bir ordu hükmüne geçen mü’minler, iftar vakti “Buyurunuz!” emrini duymadan ellerini nimetlere sürmezler. Gafletleri kýrýlýr ve o Yüce Rabb’e karþý gerçek bir ‘abd’, hakiki bir ‘kul’ tavrýný takýnýrlar. Hem de topyekûn, tüm âlem-i Ýslâmla birlikte...

 

Ýnsanlar maiþet, yani geçim yönünden farklý farklý yaratýlmýþtýr. Böylelikle Yüce Yaratýcý zenginlere fakirlere yardým etmelerini emretmiþtir. Bunun için de her insana insanlara karþý þefkat etme hissi verilmiþtir. Ancak Ramazan ayý dýþýndaki vakitlerde aç insanlarýn açlýklarý tam olarak hissedilmediði için bu þefkat hissi tam uyanmaz.

 

Ramazan ayýnda ise en zenginden en fakire kadar herkes açlýk hissini tadar. Herkes kendinden bir derece daha fakiri bulabilir ve ona þefkat ve yardýmla mükelleftir. Ýþte Ramazan ayýndaki oruç, bu hissi uyandýrdýðý için sosyal hayatýn huzuruna vesile olur.

 

Ýnsan, kendisine verilen nimetlere karþý þükürle mükelleftir. Ýnsanýn yaratýlýþ gayesi de þükürdür. Þükür ise ancak ‘nimetin kýymetini takdir etmek’, ‘nimeti doðrudan doðruya Allah’tan bilmek’ ve ‘nimete ihtiyaç hissetmek’le mümkündür. Ramazan-ý Þerif dýþýnda insan, hakiki açlýðý tam hissetmediði için nimetlerin kýymetlerini takdir edemiyor. Ramazan’da ise aç kalmakla “Bu nimetler benim mülküm deðil! Çünkü bunlarýn kullanýlmasýnda hür deðilim” deyip nimeti nimet bilir ve gerçek vazifesi olan þükre yönelmiþ olur.

 

Ramazan-ý Þerifteki oruç, maddî ve manevî bir perhizdir. Ýnsan Ramazan ayý dýþýnda dilediðince yemek ve içmek ister. Bu þekilde bedenine çokça zarar verdiði gibi, helâl ve haramlara dikkat etmediði için de manevî olarak da zarar görür. Artýk bu hâldeki nefis dizginlenemez; nefis dizginleri ele geçirir, insana her istediðini yaptýrtýr. Ramazan-ý Þerif’teki oruç vasýtasýyla nefis perhize alýþýr, riyazete çalýþýr ve ‘emir dinlemeyi’ öðrenir.

 

Demek ki, Ramazan ayýndaki orucun nefsin ýslahýnda mühim bir tesiri vardýr ve cihâd-ý ekber olan nefisle mücadelede en tesirli silah oruçtur. Orucun en mükemmeli bütün hislere, azâlara, duygulara oruç tutturmak, hepsini Allah’ýn râzý olacaðý fillerle meþgul etmektir. Haramlardan, mekruhlardan hatta mâlâyani dediðimiz boþ ve yararsýz iþlerden bütün âzâ ve hislere el çektirmektir. “Nice oruç tutan vardýr ki, onlardan kendilerine kalan yalnýzca açlýk ve susuzluktur” nebevî ihtarýndaki kimseler gibi olmamak için gayret göstermektir. Ramazan-ý Þerif hepimize mübârek olsun! Hakk Teâlâ tutacaðýmýz oruçlarý kabûl etsin. Âmîn.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

 

   9)  ZEKAT

 

 

a)  Tanýmý

 

b)  Hükmü ve Delili

 

c)  Þartý

 

d)  Nisap

 

e)  Zekat Verilmesi Gerekli Mallar

 

f)  Zekat Kimlere Verilir

 

g)  Sadaka

 

h)  Fýttýr Sadakasý

 

 - Okuma Parçasý-

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

9) ZEKAT

 

 

Genel Bir Bakýþ

 

Zekat, kelime olarak artmak, çoðalmak, güzel zikir, bereket, temizlik, iyi durum... gibi anlamlara gelir. Fýkýhta zekat; Allah’ýn Kur’an’da belirlenen kiþilere, zenginlerin vermesini emrettiði paya denilir.

 

Zekat, mükelleflerin baðlýlýklarýný gösterir. Bu sebeple zekata sadaka denildiði de olmuþtur. Bazen zekata, zekat yerine sadaka, sadaka yerine de zekat terimleri kullanýlýr. Ancak sadaka terimi zekat teriminden daha genel manadadýr. Ayetlerden ve hadislerden örnek verilecek olursa;

 

اِنَّمَا الصَّدَقَاتُ لِلْفُقَرَاءِ وَالْمَسَاكينِ وَالْعَامِلينَ عَلَيْهَا وَالْمُؤَلَّفَةِ قُلُوبُهُمْ وَفِى الرِّقَابِ وَالْغَارِمينَ وَفى سَبيلِ اللّهِ وَابْنِ السَّبيلِ فَريضَةً مِنَ اللّهِ وَاللّهُ عَليمٌ حَكيمٌ

 

“Sadakalar (zekâtlar) Allah'tan bir farz olarak ancak, yoksullara, düþkünlere, (zekât toplayan) memurlara, gönülleri (Ýslâm'a) ýsýndýrýlacak olanlara, (hürriyetlerini satýn almaya çalýþan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda çalýþýp cihad edenlere, yolcuya mahsustur. Allah pek iyi bilendir, hikmet sahibidir.”[640]

 

خُذْ مِنْ اَمْوَالِهِمْ صَدَقَةً تُطَهِّرُهُمْ وَتُزَكّيهِمْ بِهَا وَصَلِّ عَلَيْهِمْ اِنَّ صَلوتَكَ سَكَنٌ لَهُمْ وَاللّهُ سَميعٌ عَليمٌ

 

“Ey Peygamber! Onlarýn mallarýnýn bir kýsmýný, kendilerini temizleyip arýtacak sadaka olarak al. Onlara dua et. Senin duan onlar için bir güvendir. Allah iþitir ve bilir.”[641]

 

Hadisi Þerifler:

 

ـ عن عبداللّه بن عمر بن الخطاب رضى اللّه عنهما، وقال له رجلٌ: أَ تَغْزُو؟ فقال: إنى سمِعْتُ رسُولَ اللّهِ # يَقُولُ ]إنّ ا“سمَ بُنِىَ علَى خمسٍ: شَهادَةِ أنْ َ إلَهَ إّ اللّهُ، وَأنّ مُحمّداً عَبْدُهُ وَرَسُولهُ، وإقَامِ الصَّةِ، وَإيتاءِ الزَّكاةِ، وَحجِّ البَيْتِ، وصَوْمِ رَمَضَانَ.

 

- Abdullah Ýbnu Ömer Ýbni'l-Hattâb (radýyallahu anh)'ýn anlattýðýna göre, bir adam kendisine: Gazveye çýkmýyor musun?" diye sorar. Abdullah þu cevabý verir: "Ben Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'i iþittim, þöyle buyurmuþtu: "Ýslâm beþ esas üzerine bina edilmiþtir: Allah'tan baþka ilâh olmadýðýna ve Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduðuna þehâdet etmek, namaz kýlmak, zekat vermek, oruç tutmak, Kâbe'ye haccetmek, Ramazan orucu tutmak."[642]

 

ـ عن مراد رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسول اللّه #: قَدْ عَفَوْتُ لَكُمْ عَنِ الخَيْلِ وَالرَّقِيقِ فَهَاتُوا صَدَقَةً الرِّقَةِ مِنْ كُلِّ أرْبَعِينَ دِرْهَماً دِرْهَمٌ، وَلَيْسَ في تِسْعِينَ وَمِائَةٍ شَىْءٌ. فَإذَا بَلَغَتْ مِائَتَيْنِ فَفِيهِمَا خَمْسَةُ دَرَاهِمَ[. أخرجه أصحاب السنن.»الرِّقَةُ« الدراهم المضروبة .

 

- Hz. Ali (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Sizi (ticarî olmayan) atýn ve kölenin zekâtýndan affettim. Öyle ise gümüþ paralarýnýzýn zekâtýný verin. Bunun her kýrk dirhemine bir dirhem vereceksiniz. Ancak yüz doksan dirheme zekât düþmez. Ýkiyüz dirheme ulaþtý mý beþ dirhem verilecektir."[643]

 

ـ وَعَنْ بَهز بن حكيم بن معاوية بن حيدة القشيرى عن أبيه عن جده قال ]قُلتُ: يَا نبىًَّ اللّهِ مَا أتيتُك حتّى حلفتُ أكثر من عدد هؤءِ )‘صابع يديه( أن  آتيِكَ وَ آتِىَ دِينَكَ، وَإنِى كنْتُ إمْرَأً  أعْقَلُ شيئاً إّ ما عَلَّمَنِى اللّهُ تَعَالى وَرسُولُه، وَاِنى سألتُكَ بِوَجْهِ اللّهِ تَعَالى، بِمَ بَعَثَكَ اللّهُ إلينَا؟ قَالَ بِا“سَْمِ. قُلْتُ: وَمَا آياتُ ا“سْمِ؟ قَالَ أنْ تَقُولَ: أسلمْتُ وَجْهِىَ للّهِ تَعَالى، وَتَخلّيْتُ، وتُقِيمَ الصّةَ، وَتُؤتِىَ الزّكاةَ، كلُّ مسلمٍ على مسلمٍ محرّمٌ أخَوَانِ نصِيرانِ،  يُقبَلُ من مشركٍ بعدَ ما أسلم عملٌ أو يفارقُ المشركين إلى المسلمين.

 

- Behz Ýbnu Hakîm Ýbni Mu'âviye Ýbni Hayde el-Kuþeyrî babasý tarikiyle dedesinden þunu rivayet ediyor: "Dedim ki: Ey Allah'ýn Resûlü, ben sana gelirken, seni ve dinini benimsemiyeceðim diye þunlarýn (ellerinin parmaklarýný göstererek) adedinden fazla yemin ettim. Meðerse, Allah ve Resûlünün öðrettiði dýþýnda hiçbir þey anlamayan bir kimseymiþim. Þimdi Allah rýzasý için senden soruyorum. Allah seninle bizlere ne gönderdi?"Hz. peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Ýslâm"ý dedi. "Pekâla, dedim, Ýslâm'ýn alâmetleri nedir?" Þu cevabý verdi: "Kendimi Allah'a teslim ettim, baþka þeyleri terkettim" demen, namaz kýlman, zekât vermendir. Her Müslüman bir baþka Müslümana haramdýr. Ýki Müslüman birbiriyle kardeþtir ve birbirlerine yardýmcýdýrlar. Bir kimse Müslüman olduktan sonra müþrikleri terkedip, Müslümanlara karýþmadýkça hiçbir ameli (Allah katýnda) makbul deðildir."[644]

 

ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]لَمَّا تُوُفِّى النَّبىُّ # وَاسْتُخْلِفَ أبُو بكْرٍ وَكَفَرَ مَنْ كَفَرَ مِنَ العَرَبِ، قالَ عُمَرُ ‘بِى بَكْرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهُما: كَيْفَ تُقَاتِلُ النَّاسَ وقد قال رسول اللّه #: أُمِرْتُ أنْ أُقَاتِلَ النَّاسَ حَتَّى يَقُولُوا َ إلَهَ إَّ اللّهُ، فَمَنْ قَالَهَا فقَدْ عَصَمَ مِنِّى مَالَهُ وَنَفْسَهُ إَّ بِحَقِّهِ، وَحِسَابُهُ عَلى اللّهِ تَعالى. فقَالَ أبُو بَكْرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ: وَاللّهِ ‘قَاتِلَنَّ مَنْ فَرَّقَ بَيْنَ الصََّةِ وَالزَّكَاةِ فَإنَّ الزَّكَاةَ حَقُّ المَالِ. وَاللّهِ لَوْ مَنَعُونِى عَنَاقاً كَانُوا يُؤَدُّنَهَا إلى رسول اللّه # لَقَاتَلْتُهُمْ عَلى مَنْعِهَا. قال عُمَرُ: فَوَاللّهِ مَا هُوَ إَّ أنْ رَأيْتُ أنَّ اللّه شَرَحَ صَدْرَ أبِى بَكْرٍ لِلْقِتَالِ فَعَرَفْتُ أنَّهُ الحَقُّ.

 

- Hz. Ebû Hüreyre (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) vefat edince, ondan sonra Hz. Ebû Bekir (radýyallâhu anh) halife seçildi. Bunun üzerine bedevîlerden bir kýsmý "irtidât" etti. (Hz. Ebû Bekir halife olarak onlarla savaþmaya karar verince)  Hz. Ömer, "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Ýnsanlar lailaheillallah deyinceye kadar onlarla savaþmaya emrolundum. Bunu söylediler mi, benden mallarýný ve nefislerini korurlar. (Ýslâm'ýn) hakký hâriç artýk hesaplarý da Allah'a kalmýþtýr!" demiþ iken, sen nasýl insanlarla savaþýrsýn?" dedi. Hz. Ebû Bekir: "Allah'a yemin olsun, namazla zekâtýn arasýný ayýranlarla savaþacaðým. Zîra zekât, malýn hakkýdýr. Vallahi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a vermekte olduklarý bir oðlaðý vermekten vazgeçseler, onu almak için onlarla savaþacaðým" dedi. Hz. Ömer sonradan demiþtir ki: "Allah'a yemin ederim, anladým ki, Hz. Ebû Bekir'in bu görüþü, Allah'ýn savaþ meselesinde ona ilhamýndan baþka bir þey deðildi. Ýyice anladým ki, bu karar hakmýþ."[645]

 

Bu tarif ve delillerden de anlaþýldýðý kadarýyla zekat; mali bir ibadettir. Kur’an’da ve hadislerde, pek çok yerde namazla birlikte zikredilir. Hicri 2. yýlýn sonunda farz kýlýnmýþtýr.

 

Zekat, Ýslam’ýn beþ temelinden birisidir. Onu vermek istemeyenler, ayet ve hadislerde sýk sýk uyarýlmýþ ve haklarýnda müeyyidelere yer verilmiþtir. Namazla zekat Kur’an ve hadislerde yan yana sýkça zikredilir. Böylece kulluk görevi beden ve malla beraber yürütüldüðünde tam kemaline ulaþmaktadýr.

 

Allah yolunda malýndan veren kiþi, verimli topraða tohum atan birisi gibidir. Malýnýn artmasýna, çoðalmasýna sebep olur. Zekattan kaçan da onun dünya ve ahiret zararýný çeker. Baþta, sahibi bulunduðu mal, onun hakkýnda davacý olur.

 

Zekat, toplumda sosyal dayanýþma ve yardýmlaþmayý kuvvetlendirir. Kiþileri fedakarlýða alýþtýrýr.

 

Zekat, baþkalarýný düþünmeye kiþiyi yönlendirir. Hasislik ve cimrilik hastalýðýný tedavi eder.Yeryüzünün ve kainatýn gerçek maliki ve sahibi Allah’týr. Kazançlarýmýz genelde birer emanettir, geçicidir. Onu, bize verene karþý þükrünü ödemenin ilk ve baþ yolu zekattýr, sadakadýr.

 

Zekat ve benzeri mali ibadetler nimetin devamlýlýðýný saðlar, mal ve canýmýzýn düþmanlarýný, hasetçilerini azaltýr. Ülke çapýnda mal va can güvenliðini gerçekleþtirir. Bütün mallar, zekatla güven altýna alýnýr.

 

Daha önceki konularda ve bir önceki bölümde belirtildiði üzere zekat, mükellefin yerine getirmesi farz olan, mali bir ibadettir. Bu ibadetin hem mali ve hem de içtimai yönleri vardýr. Çünkü kiþinin mal ve sermaye gelirlerinden alýnýr. Muhtaçlarýn ihtiyaçlarýna harcanýr. Altýn, gümüþ ve para gibi kýymetlerin biriktirilmesini önler. Onlarý yatýrýma kaydýrýr.

 

Ýçtimai yönden faydalarýnýn bulunuþuna gelince; sosyal yardýmlaþma ve sosyal adaleti gerçekleþtiriþiyledir. Toplumda zengin/fakir arasýndaki çekiþmeleri önler. Fakirlere de toplumda daha rahat yaþama imkaný hazýrlar.

 

  

 

a) Tanýmý

 

 

Zekat: Arapça bir kelime olup, temizlik, çoðalmak güzel zikir, bereket ve iyi durum manalarýna gelir.

 

Fýkýhta zekat: Yüce Allah’ýn Kur’an’da belirlenen kiþilere, zenginlerin vermesini emrettiði paya denilir.

 

Zekat, mükelleflerin baðlýlýklarýný gösterir. Bu sebeple zekata sadaka denildiði de olmuþtur. Bazen zekata, zekat yerine sadaka, sadaka yerine de zekat terimleri kullanýlýr. Ancak sadaka terimi zekat teriminden daha genel manadadýr.

 

Kur’an-ý Kerim’de:

 

اِنَّمَا الصَّدَقَاتُ لِلْفُقَرَاءِ وَالْمَسَاكينِ وَالْعَامِلينَ عَلَيْهَا وَالْمُؤَلَّفَةِ قُلُوبُهُمْ وَفِى الرِّقَابِ وَالْغَارِمينَ وَفى سَبيلِ اللّهِ وَابْنِ السَّبيلِ فَريضَةً مِنَ اللّهِ وَاللّهُ عَليمٌ حَكيمٌ

 

“Sadakalar (zekâtlar) Allah'tan bir farz olarak ancak, yoksullara, düþkünlere, (zekât toplayan) memurlara, gönülleri (Ýslâm'a) ýsýndýrýlacak olanlara, (hürriyetlerini satýn almaya çalýþan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda çalýþýp cihad edenlere, yolcuya mahsustur. Allah pek iyi bilendir, hikmet sahibidir.”[646]

 

خُذْ مِنْ اَمْوَالِهِمْ صَدَقَةً تُطَهِّرُهُمْ وَتُزَكّيهِمْ بِهَا وَصَلِّ عَلَيْهِمْ اِنَّ صَلوتَكَ سَكَنٌ لَهُمْ وَاللّهُ سَميعٌ عَليمٌ

 

“Ey Peygamber! Onlarýn mallarýnýn bir kýsmýný, kendilerini temizleyip arýtacak sadaka olarak al. Onlara dua et. Senin duan onlar için bir güvendir. Allah iþitir ve bilir.”[647]

 

Bu tariflerden anlaþýldýðý kadarýyla zekat; mali bir ibadettir. Kur’anda ve hadislerde, pek çok yerde namazla birlikte zikredilir.

 

Kelime manasýndan anlaþýldýðý gibi zekat vermekle maldan eksilme olmaz, bilakis artma olur. Ýslam’ýn bu gerçeðine inanýp da zekat vererek mallarýnýn gözleri önünde hazineye dönüþmüþ pek çok tarihi olaylar ve gerçekler vardýr.

 

 

 

b) Zekatýn Hükmü ve Delili

 

 

Zekat: Saðlam ve keskin dillerle sabit bir farz olan zekat, Ýslam’ýn beþ ana temelinden biridir. Cenabý-ý Allah onu hicretin 2. senesinde, önemlilerin; aþaðýda sayacaðýmýz yüce ve üstün hikmetlerle fakirler için zenginlere farz kýlmýþtýr.

 

Zekatýn delili: Kitap, sünnet, icma ile sabittir. Kur’an-ý Kerim de:

“Namazýnýzý kýlýn, zekatýnýzý verin” emri bir çok ayeti kerimede tekrar tekrar beyan buyrulmuþtur. Kur’an-ý Kerim-in muhtelif surelerinde 32 yerde zikredilmiþtir:

 

وَاَقيمُواالصَّلوةَ وَاتُواالزَّكوةَ وَارْكَعُوا مَعَ الرَّاكِعينَ

 

“Namazý dosdoðru kýlýn zekatý verin ve rüku edenlerle birlikte siz de rüku edin.”[648]

 

وَجَاهِدُوا فِى اللّهِ حَقَّ جِهَادِه هُوَاجْتَبيكُمْ وَمَا جَعَلَ عَلَيْكُمْ فِى الدّينِ مِنْ حَرَجٍ مِلَّةَ اَبيكُمْ اِبْرهيمَ هُوَ سَمّيكُمُ الْمُسْلِمينَ مِنْ قَبْلُ وَفى هذَا لِيَكُونَ الرَّسُولُ شَهيدًا عَلَيْكُمْ وَتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ فَاَقيمُوا الصَّلوةَ وَاتُوا الزَّكوةَ وَاعْتَصِمُوا بِاللّهِ هُوَ مَوْليكُمْ فَنِعْمَ الْمَوْلى وَنِعْمَ النَّصيرُ

 

“Allah adýna gerektiði gibi cihad edin. O sizleri seçmiþ ve din konusunda size bir güçlük yüklememiþtir atanýz Ýbrahim'in dini(nde olduðu gibi). O (Allah) bundan daha önce de bunda (Kur'an'da) da sizi "Müslümanlar" olarak isimlendirdi; elçi sizin üzerinize þahid olsun siz de insanlar üzerine þahidler olasýnýz diye. Artýk dosdoðru namazý kýlýn, zekatý verin ve Allah'a sarýlýn sizin Mevlanýz O'dur. Ýþte ne güzel mevla ve ne güzel yardýmcý.”[649]

 

وَاَقيمُوا الصَّلوةَ وَاتُوا الزَّكوةَ وَاَطيعُوا الرَّسُولَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ

 

“Dosdoðru namazý kýlýn, zekatý verin ve elçiye itaat edin. Umulur ki rahmete kavuþturulmuþ olursunuz.”[650]

 

اَلَّذينَ يُقيمُونَ الصَّلوةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكوةَ وَهُمْ بِالْاخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ

 

“Ki onlar namazý dosdoðru kýlarlar, zekatý verirler ve onlar ahirete kesin bilgiyle iman ederler.”[651]

 

Hadisi Þerifte:

 

ـ عن معاذ رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ ]أنَّ النبىَّ # قال له حِينَ بََعَثُهُ إلى اليَمَنِ: خُذِ الحَبَّ مِنَ الحَبِّ، وَالشَّاءَ مِنَ الْغَنَمِ، وَالْبَعِيرَ مِنَ ا“بِلِ، وَالْبَقَرَ مِنَ الْبَقَرِ[ .

 

 Hz. Muâz (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Yemen'e gönderirken kendisine  demiþtir ki: "Zekât olarak hububâttan hububât al, davardan koyun al, deveden erkek veya diþi bir deve (baîr) al, sýðýrdan da bir sýðýr al."[652]

 

Bu rivâyet, zekât toplamada, tahsildarlarýn uymasý gereken bir prensibi, bir "asl"ý beyan etmektedir: Hangi mal zekâta tâbi ise, zekât o cinsten alýnmalýdýr. Koyundan koyun, deveden deve, sýðýrdan sýðýr, buðdaydan buðday vs. Ancak, bu bir vecîbe deðildir. Ayný deðerde bir baþka þey de alýnabilir. Ancak, cinsinden baþkasýný alma hususunda tahsildâr ýsrar ederek zorluk çýkarmayacaðý gibi, mal sahibi de bir baþka þey vermede ýsrar edemez.

 

ـ وعن سَمْرَةَ بن جُنْدُبٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]كانَ رسولُ اللّهُ # يَأمُرُنَا أنْ يُخْرِجَ الصَّدَقَةَ مِنَ الَّذِى نَعُدُّهُ لِلْبَيْعِ[. أخرجه أبو داود .

 

- Semüre Ýbnu Cündüb (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) satmak üzere hazýrladýðýmýz þeyden zekât vermemizi emrederdi."[653]

 

ـ وعن سعيد بن أبيض عن أبيه أبيض بن حَمَّالٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ: ]أنَّهُ كَلَّمَ رَسُولَ اللّهِ # حِينَ وَفَدَ عَلَيْهِ: أنْ َ يَأخُذَ الصَّدَقََةَ مِنْ أهْلِ سَبَإٍ. فقَالَ: يَا أخَا سَبَإٍ َ بُدَّ مِنْ صَدَقَةٍ. فَقَالَ: يَا رَسُولَ اللّهِ؟ إنَّمَا زَرْعُنَا الْقُطْنُ، وَقَدْ تَبَدَّدَتْ سبَأَ وَلَمْ يَبْقَ مِنْهُمْ إَّ قَلِيلٌ بِمَأرِبٍ. فَصَالَحَ رسولَ اللّهِ # عَلى سَبْعِينَ حُلّةَ بَزٍّ مِنْ قِيمَةِ وَفَاءِ بَزَّ المَعَافِرِ كُلَّ سَنَةٍ عَمَّنْ بَقِىَ مِنْ سَبَإٍ بِمَأرِبٍ فَلَمْ يَزَالُوا يُؤَدُّونَهَا حَتَّى قُبِضَ رسولُ اللّهِ #. فَأقَرَّ ذلِكَ أبُو بَكْرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ حَيَاتُهُ. فَلَمَّا مَاتَ أبُو بَكْرٍ انْتَقَضَ ذلِكَ فَصَارَتْ عَلى مُقْتَضى الصَّدَقَةِ[. أخرجه أبو داود .

 

- Saîd Ýbnu Ebyaz, babasý Ebyaz Ýbnu Hammâl (radýyallâhu anh)'dan naklettiðine göre, "O (Ebyaz) kavminin, murahhasý olarak Hz. Peyamber (aleyhissalâtu vesselâm) 'a geldiði vakit, Resûlullah'la konuþup Sebe halkýnda zekât almamasýný söylemiþtir. Hz. Peygamber, ona:"Ey Sebe'nin kardeþi, demiþtir, zekât þart.""Ey Allah'ýn Resûlü, bizim ektiðimiz þey sadece pamuk. Sebe halký daðýldý, onlardan halký daðýldý, onlardan Me'rib'de az bir halk kaldý" dedi.Bunun üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Me'rib'de kalan Sebeliler için her yýl, Meâfirî kumaþýn deðerine denk, yetmiþ takým kumaþ elbise vermeleri þartýyla sulh antlaþmasý yaptý. Onlar bu zekâtý, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) vefat edinceye kadar ödemeye devam ettiler. Sonra Hz. Ebû Bekir (radýyallâhu anh) de hayatý boyunca bu antlaþmayý te'yîd etti. Hz. Ebû Bekir vefat edince bu antlaþma sona erdi, onlardan zekâtýn muktezasýna göre vergi alýndý."[654]

 

 

 

 

c) Zekatýn Þartý

 

 

1) Mükellefin Þartý

 

a) Müslüman Olmak: Zekat mali bir ibadettir. Dini yönü daha aðýrdýr. Onun ancak Müslümanlar sorumludur.

b) Akýllý Olmak: Ýslam’ýn emirleri, temyiz gücü olanlaradýr. Esasen mükellefiyetin bir þartý da akýllýlýktýr. 

c) Buluð Çaðýna Ermek: Bu çaðdan önceki döneme çocukluk devresi denir. 

d) Hür Olmak: Köleler ve cariyeler, statüleri ne olursa olsun, zekatla sorumlu deðillerdir.

e) Nisap Miktarý Mala Sahip Olmak: Ýslam, en küçük bir ailenin bir senelik tüketimini, temel ihtiyaç maddelerini gözetir ve onun ötesindeki kýymetleri zekata tabi kýlar.

  

2) Malda Aranan Þartlar

 

a) Nema þartý: Nema, bir þeyin artmasý, çoðalmasý, büyümesi demektir.

b) Mülkiyet: Bundan amaç, zekat mükellefinin zekata tabi mal üzerinde tam bir mülke sahip olmaktýr.

c) Havlilik (Yýllanma Þartý): Zekata tabi mallarýn mülkiyete geçiþinden sonra üzerinde tam bir kameri yýl geçmesi esastýr.

d) Asli Ýhtiyaç (Hacet-i Asliyye) Þartý: Bu þart, yeni vergilendirme sisteminde asgari geçim indirimi olarak adlandýrýlýr. O da ailenin nüfus sayýsýna vs. ye göre deðiþir.

 

Her ibadette olduðu gibi zekatta da niyet þarttýr. Zekatýn ödenmesi sýrasýnda niyet gerekir. Kiþi kendisinin zekatýný verirken de baþkasýnýn zekatýný verirken de niyet etmeleridir.

 

Zekata tabi malýndan bir miktarýný, o amaçla ayýrmasý zekat kastýnýn bulunduðunu gösterir. Devlet zekat toplamasý durumunda da mükellef yine zekata niyet etmelidir. Zekatlýk payý ayýrma anýnda da bu niyet var sayýlýr. Niyetsiz verilen mal, henüz zekata layýk kiþinin elinde duruyorsa zekata niyet edebilir. Harcamýþsa niyet geçersizdir.

 

 

 

d) Nisap

 

Zekatta Nisap

 

Zekatýn farz oluþ sebebi 2’dir.

 

1) Nisap Miktarý mala sahip olmak. Ýslam, en küçük bir ailenin bir senelik tüketimini, temel ihtiyaç maddelerini gözetir ve onun ötesindeki kýymetleri zekata tabi kýlar. Fazla gelen ve zekatlandýrýlan bu miktarlar da mal ve kýymetler, cinsine göre deðiþmektedir. Asli ihtiyacý ve borçlarý dýþýnda kalan ve gerçekten veya manen artýþ, çoðalmak kaydeden mallarýn her birisinin nisabý/miktarýdýr. Bunlar aþaðýda kýsaca belirtilenlerdir.

 

2) Malýn hakikaten veya taktirden (hükmen) artabilmesi geliþebilmesi (Nemadýr).

 

Nisap: Bir malýn zekatýný vermeyi gerektiren miktar. Mesela; kiþinin bir yýllýk geçim ihtiyacý üstünde 150 dirhem gümüþü olsa zekat vermesi gerekli deðildir. Ama 200 dirhem gümüþü varsa bunun zekatýný vermesi lazýmdýr.

 

Nema: Ticaret yoluyla veya üreyip çoðalarak geliþen artan her türlü mal demektir. Ticaret veya iþ sahasýnda iþletilirse geliþip çoðalmasý mümkün olduðu halde sahibi tarafýndan çalýþtýrýlmayýp saklanan altýn, gümüþ gibi servetler. Aslýnda nema yeteneðine sahip olduklarý için bunlara takdiren. Hükmen artan (Nami mallar) denir.

 

Temel ihtiyaçlar: Bundan maksat, oturacak ev ile eve gerekli olan eþya, kýþlýk ve yazlýk elbise, gerekli silah ve aletler kitaplar, binek hayvaný, hizmetçi, köle ve cariye, bir aylýk doðru kabul edilen baþka bir görüþe göre, bir yýllýk nafaka demektir. Borç karþýlýðý olarak elde bulunan parada böyledir.

 

Ticaret için niyet edilsin veya edilmesin, “Altýn ve gümüþün zekatý verilir.” Fiili olanlar ise; altýn ve gümüþün dýþýnda kalanlardýr. Bunlarda nema; ticarete niyet etmekle olur. Bilindiði gibi ticarete niyet de; ya serahaten (açýkça) beyanla veya delaletten sabit hale gelir. Mesala; ev yapmak için, bir arsa alan kimse ile arsa ticaret yapan kimse arasýnda fark vardýr. Bir malýn zekatýnýn verilmesi için; o malýn sahibinin elinde bulunmasý ve malýn artmasý veya temekkün etmesi (yýðýlmasý) lazýmdýr.Artmasý olmayan ve temekkünü bulunmayan mal için zekat yoktur.

 

ـ وعن محمد بن عُقْبَةَ مولى الزبير: ]أنه سَألَ الْقَاسِمَ بْنَ مُحَمَّدٍ: عن مُكَاتَبٍ قَاطَعَهُ بِمَالٍ عَظِيمٍ، هل عليه فِيهِ زَكاةٌ؟ فقَالَ الْقَاسِمُ: إنَّ أبَا بَكْرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ لَمْ يَكُنْ يَأخُذُ مِنْ مَالٍ زَكَاةً حَتَّى يَحُولَ عَلَيْهِ الحَوْلُ. قالَ الْقَاسِمُ: فَكَانَ أبُو بَكْرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ إذَا أعْطَاهُ النَّاسُ عَطَايَاهُمْ يَسْألُ الرَّجُلَ هَلْ عِنْدَكَ مِنْ مَالٍ وَجَبَتْ عَلَيْكَ فِيهِ الزَّكاةُ؟ فإن قال نَعَمْ أخذَ مِنْ عَطَائِهِ زَكاةَ ذلِكَ المَالِ. وإن قال: . سَلّمَ إليه عَطَاءَهُ ولم يَأخُذْ مِنْهُ شَيْئاً.

 

- Zübeyr'in azadlýsý Muhammed Ýbnu Ukbe'den yapýlan rivâyete göre, Kâsým Ýbnu Muhammed'e, mukâtebe akdi yaptýðý köle (sin)den aldýðý para sebebiyle kendisine zekât düþüp düþmeyeceðini sormuþtu. Kâsým, kendisine þu cevâbý verdi: "Hz. Ebû Bekir (radýyallâhu anh) üzerinden bir yýl geçmeyen maldan zekât almazdý. " Kâsým ilâveten der ki:  "Hz. Ebû Bekir (radýyallâhu anh), halk kendisine baðýþlarda bulunurken onlardan her birine: "Sana zekâtý vâcib kýlacak miktarda malýn var mý?" diye sorardý. Adam: "Evet!" derse, onun getirdiði baðýþtan, malýna düþecek miktarda zekât alýrdý. adam: "Hayýr!" diyecek olursa, baðýþýný adama teslîm eder ve hiçbir þey almazdý. "[655]

 

Bu hadis-i þerifini esas alan Hanefi fukuhasý: “Zekatýn farz olmasýnýn þartlarýndan birisi de, malýn üzerinden bir sene geçmesidir.” Zekatta kameri yýla itibar olunur. Nisap senenin baþýnda ve sonunda tamam olursa, sene içerisinde noksanlaþmýþ olmasý, zekatý düþürmez. Hükmünde ittifak etmiþtir.

 

 

 

e)  Zekat Verilmesi Gereken Mallar

 

 

Zekat Verilmesi Gerekli Olan Mallar: Yýlýn çoðunda gýdasýný atlayarak saðlayan koyun, sýðýr ve deve gibi dört ayaklý (saime) hayvanlar. Altýn gümüþ ve diðer paralar, ticaret mallarý, tarým (ziraat ürünleri) ve meyveler. Maden ve defineler (yer altý servetleri).

 

Otlayýcý (saime) Hayvanlarýn Zekatý: Otlayýcý dört ayaklý hayvanlar; deve, sýðýr ve koyunlardýr. Üç þartýn bulunmasýyla bunlarýn zekatýný vermek farz olur. Bu mallarý nisaba, vermek. Bu nisap devede beþ, sýðýrda otuz, koyunda kýrk, altýnda yirmi miskal, gümüþte iki yüz dirhemdir. Böyle bir malýn, mülkiyetinde iken üzerinden bir yýlýn geçmiþ olmasý. Yýl boyunca veya yýlýn çoðunda mubah otlama ile idare edebilmeleri.

 

Devenin Zekatý: Devenin sayýsý beþe varmadýkça zekate tabi deðildir. Devenin sayýsý beþe vardýðý zaman bir koyun zekat verilir. Develerin sayýsý 25’e yükselinceye kadar bu þekilde her beþi için bir koyun zekat verilir. (Deve sayýsý 25’e varýnca bunlar için iki yaþýna girmiþ bir diþi deve verilir).

 

Sýðýrlarýn Zekatý: Otuzdan aþaðý sýðýrlar için zekat vermek gerekmez. Otuza vardýðýnda iki yaþýna basmýþ bir diþi dana verilir. Kýrka vardýðýnda üç yaþýna basmýþ bir diþi veya erkek dana verilir. Sýðýr sayýsý altmýþ olduðunda iki yaþýna basmýþ iki erkek veya diþi dana verilir. Ýþte bu þekilde, her on (beþ çoðalma) da (sýðýrlar için) farz (olan zekat miktarý) iki yaþýna basmýþ dana iken üç yaþýna basmýþ dana gerekliliði (ve þekli) hususunda mandalar, sýðýrlar gibidir.

 

Koyunlarýn Zekatý: Kýrk beþten az olan koyunlar için zekat vermek gerekmez. Kýrktan yüz yirmiye kadar kýrk da dahil olan sayýdaki koyunlar için bir koyun verilir. Yüz yirmiden iki yüze kadar olan sayýdaki koyunlar için iki koyun verilir. Ýki yüzden dört yüze kadar olan sayýdaki koyunlar için üç koyun verilir. Dört yüz baþ koyun için ise dört koyun verilir. Dört yüzden yukarý koyunlarýn her yüz baþ için bir koyun verilir. Keçiler zekat hususunda koyunlar gibidir. (Keçiler için bir yaþýný doldurmamýþ keçi yavrularý deðil iki yaþýna basmýþ keçi yavrularý (sen’i) verilir.

 

Altýn Gümüþün ve Paralarýn Zekatý

 

Resul-i Ekrem (as)’ýn Hz. Muaz (ra)’a hitaben: “Her iki yüz dirhem gümüþten beþ dirhem, ve her yirmi miskal altýndan yarým miskal altýndan yarým miskal zekat al emrini verdiði bilinmektedir. Hanefiler bu hadis-i þerifi esas alarak: “Her iki yüz dirhem gümüþ için beþ dirhem zekat vermek farzdýr.

 

Bunlarý biriktirip hakkýný ödemeyenlerin, kýyamette karþýlaþacaðý acýklý durum Kur’an’da dile getirilir. Altýn veya gümüþ para veya ziynet eþyasý biçimine sokulmuþ olsun veya olmasýn her türlüsü zekata tabidir.

 

Nisap miktarýnda gümüþ ya da altýn (veya herhangi bir devletin parasýyla bunlarýn karþýlýðýna) sahip olan kimsenin bunlarýn onda birinin (kýrkta birini) zekat olarak vermesi gerekir.

 

Ticaret Mallarýnýn Zekatý: Ticaret mallarý altýn, gümüþ (ve diðer paralarýn) dýþýnda ticaret için hazýrlanmýþ ya da (imal edilmiþ) mallardýr. Bunlarýn (tüccarýn) elinde bulunan kýsmýn (toplamýnýn) deðeri altýn, gümüþ veya TL nisabýndan miktarýný doldurursa, bunlar için zekat vermek gerekli olur. (Toplam hesap edilirken) ayrý ayrý cinsteki mallarý deðeri birbirine katýlarak (toplam) hesap edilir. Ticaret mallarýnýn zekatýný vermenin gerekmesi için iki þey þarttýr:

1) Bir yýl boyunca (kiþinin bu mallarýn) ticaretiyle (meþgul olmaya) niyet etmesi.

2) Ticaret mallarýnýn, zekatýný gerekliliðine elveriþli olmalýdýr.

 

Tarým Ürünlerinin Zekatý: Bir öþür arazisi yaðmur veya ýrmak çay sularý ile sulanýrsa, ürünleri onda bir nispetinde “Öþür” zekatýna tabi olur. Eðer dalya, dolap ve hayvan ile veya satýn alýnacak sularla bütün sene veya senenin yarýsýndan çoðu sulanacak olursa yirmide bir nispetinde öþür alýnýr. Öþür mükellefiyetinde akýl ve buluð þart deðildir. Mahsulü ilgilendiren bir konudur. Ürün üzerinde bir yýlýn geçmesi þartý da yoktur. Ürün kimin ise zekatýný da o verir. Arazinin ariyet veya kiralýk olmasý vs. önemli deðildir. Arýdan elde edilen balýn kýymeti bir ton ürün kýymetine eþ durumdaysa o baldan yüzde on öþür alýnýr. Arýcýlýk zorunlu masrafý gerektiriyorsa o zaman öþür yüzde beþtir.

 

Maden ve Defineler (Yer altý servetlerinin) Zekatý

 

Ateþle yumuþayýp erimeyen madenler: Kireç, alçý taþý, yakut, elmas, firuze gibi maddelerden hisse alýnmaz. Bunlarýn tamamý sahibine, sahibi yoksa bulana aittir. Ateþle yumuþayýp eriyebilenler; altýn, gümüþ, bakýr, kalay, nikel ve demir madenleri öþür ve haraç arazisinde veya sýrf mülk arazide veya sahrada bu cins madenlerin beþte bir nispetinde devlet adýna hisse alýnýr. Sývý halinde bulunan madenler: Su, tuz, zift neft (petrol) gibi. Bunlardan da bir þey alýnmaz.

 

Defineler Üçe Ayrýlýr

 

1)  Ýslam öncesine ait

2)  Müslümanlara ait

3) Þüpheliler þeklinde üç kýsma ayrýlýr.

Ocakta çýkarýlan maden veya yer altýnda bulunan Ýslam öncesine ait veya þüpheli mahiyetteki definelerin nisabý aranmaksýzýn Hanif-i Mezhebine göre yüze de yirmisi zekat olarak verilir. Bu gibi kýymetlerde nisap aranmadýðý gibi üzerinde yýl geçmesi de gerekmez. Bulunur bulunmaz yüzde seksen kiþinin, yüzde yirmisi de kamunun hakkýdýr. Bu uygulama Hanefi mezhebine göredir.

 

 

 

f) Zekat Kimlere Verilir

 

 

Zekat, þu ayeti celile de beyan buyurulan kimselere verilir:

 

اِنَّمَا الصَّدَقَاتُ لِلْفُقَرَاءِ وَالْمَسَاكينِ وَالْعَامِلينَ عَلَيْهَا وَالْمُؤَلَّفَةِ قُلُوبُهُمْ وَفِى الرِّقَابِ وَالْغَارِمينَ وَفى سَبيلِ اللّهِ وَابْنِ السَّبيلِ فَريضَةً مِنَ اللّهِ وَاللّهُ عَليمٌ حَكيمٌ

 

“Sadakalar (zekâtlar) Allah'tan bir farz olarak ancak, yoksullara, düþkünlere, (zekât toplayan) memurlara, gönülleri (Ýslâm'a) ýsýndýrýlacak olanlara, (hürriyetlerini satýn almaya çalýþan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda çalýþýp cihad edenlere, yolcuya mahsustur. Allah pek iyi bilendir, hikmet sahibidir.”[656]

 

Ayette Geçen Sekiz Sýnýfý Kýsaca Açýklayalým

 

1) Fakirler: Ne nisaba ulaþacak kadar bir mala ne de onun kýymetine sahip kiþilerdir.

2) Miskinler: Hiçbir þeyi bulunmayan kiþiler, fakirlerdir.

3) Zekat Memurlarý( Amiller): Zekatý toplama iþiyle görevli her kiþi yaptýðý hizmete karþýlýk zekat alabilir.

4) Müellifi Kulub: Kafirlerin Müslüman olmalarýný temin için zekat verilir.

5) Köleler: Ayette geçen köle terimi her nevi köleyi içine alýr.

6) Borçlular: Borcundan fazla bir mal varlýðýna sahip olmayan veya kendisinin de baþkasýnda malý bulunuyorsa da almasý imkansýz hale gelmiþ kiþidir.

7) Allah Yolunda mücadele Edenler: Canlarýný gerek savaþ ve gerek ilim için kendilerini ümmetin menfaatine adayan kimselere de zekat verilir.

8) Yolculara: Ayette geçen sonuncu sýnýftýr. Parasýzlýk, imkansýzlýklar nedeniyle yolda kalmýþlara zekat verilir.

 

Þu Kimselere de Zekat Verilmez

 

1)  Bakmakla yükümlü  olduðu yakýn akrabalarýna 

2) Zenginlere; böyleler esasen zekat vermekle yükümlüdürler.

3)  Çalýþýp kazanabilecek durumda olanlara

4)  Müslüman olmayanlara

5)  Hz.Muhammed (as) yakýnlarýna yani Ehli Beyte.

 

 

 

g) Sadaka

 

 

1)  Sadakanýn Tanýmý ve Çeþitleri

 

Kur’anda ve sünnette çokça kullanýlan bir terimde sadaka kelimesidir. Kelime olarak; doðrulamak, tasdik etmek, haklý sarfta bulunmak, bir þeyi harcamak manalarýna gelir. Fýkýhta ise sadaka; zekat ve zekatýn dýþýnda, hayýr amacýyla maldan verilen þeylerdir.

 

Kur’an-ý Kerim de Sadaka:

 

اِنْ تُبْدُوا الصَّدَقَاتِ فَنِعِمَّا هِىَ وَاِنْ تُخْفُوهَا وَتُؤْتُوهَا الْفُقَرَاءَ فَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَيُكَفِّرُ عَنْكُمْ مِنْ سَيَِّاتِكُمْ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبيرٌ

 

“Eðer sadakalarý (zekât ve benzeri hayýrlarý) açýktan verirseniz ne âlâ! Eðer onu fakirlere gizlice verirseniz, iþte bu sizin için daha hayýrlýdýr. Allah da bu sebeple sizin günahlarýnýzý örter. Allah, yapmakta olduklarýnýzý bilir.”[657]

 

لِلْفُقَرَاءِ الَّذينَ اُحْصِرُوا فى سَبيلِ اللّهِ لَا يَسْتَطيعُونَ ضَرْبًا فِى الْاَرْضِ يَحْسَبُهُمُ الْجَاهِلُ اَغْنِيَاءَ مِنَ التَّعَفُّفِ تَعْرِفُهُمْ بِسيميهُمْ لَا يَسَْلُونَ النَّاسَ اِلْحَافًا وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ خَيْرٍ فَاِنَّ اللّهَ بِه عَليمٌ

 

“(Yapacaðýnýz hayýrlar,) kendilerini Allah yoluna adamýþ, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaþamayan fakirler için olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayý onlarý zengin zanneder. Sen onlarý simalarýndan tanýrsýn. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptýðýnýz her hayrý muhakkak Allah bilir.”[658]

 

Hadislerde Sadaka:

 

 -عن أَبِي هُرَيْرَةَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قَالَ: ]قَالَ رَسُولُ للّهِ صَلَّي اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ:  مَا تَصَدَّقَ أَحَدٌ بِصَدَقَةٍ مِنْ طَيِّبٍ، وََ يَقْبَلُ اللّهُ إَِّ الطَّيِّبَ، إَّ أَخَذَهَا الرَّحْمَنِ بِيَمِينِهِ وَكِلْتَا يَدَيْهِ يَمِينٌ، وَإِنْ كَانَتْ تَمْرَةً. فَتَرْبُو فِي كَفِّ الرَّحْمَنِ حَتَّى تَكُونَ أَعَظَمَ مِنَ الْجَبَلِ كَمَا يُرَبِّى أَحَكُمْ فَلُوَّهُ أَوْ فَصِيلَهُ.

 

- Ebu Hüreyre (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Temiz þeylerinden kim ne tasadduk ederse -ki Allah sadece temizi kabul eder- Rahmân onu sað eliyle alýr -ki O'nun her iki eli de saðdýr- bu sadaka bir tek hurma bile olsa, O, Rahmân'ýn avucunda daðdan daha iri oluncaya kadar büyür, týpký sizin bir tayý veya bir boduðu büyütmeniz gibi (O da sadakanýzý büyütür)."[659]

 

Hadis, Allah Teâlâ Hazretlerinin temiz ve helal kazançtan yapýlan hayýrlarý kabul edeceðini belirtmektedir. Kurtubî, Allah'ýn haram kazançtan yapýlan sadakalarý kabul etmeyiþini, "Çünkü o mal, tasadduk edene ait deðildir. Kendine ait olmayan malda tasarruftan kiþi yasaklanmýþtýr. Halbuki, burada tasadduk eden kimse, yasaða raðmen hareket etmiþ olmaktadýr. Allah bunu ondan kabul edecek olsa muhal bir durum ortaya çýkar. Bu iþ ayný anda hem yasaklanmýþ hem emredilmiþ olur."

 

يَمْحَقُ اللّهُ الرِّبَى وَيُرْبَى الصَّدَقَاتِ.

 

"Allah ribayý eksiltir, sadakalarý artýrýr."[660]

 

 -وَعَنْه رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قَالَ: ]قَالَ رَسُولُ للّهِ صَلَّي اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ:  بَيْنَا رَجُلٌ فِي فََةٍ مِنَ ا‘َرْضِ إِذْ سَمِعَ صَوْتًا فِي سَحَابَةِ اسْقِ حَدِيقَةَ فَُنٍ. فَتَنَحَّى ذَلِكَ السَّحَابُ فَأَفْرَغَ مَاءَهُ فِي حَرَّةٍ فَإِذَا شَرْجَةٌ مِنْ تِلْكَ الشِّرَاجِ قَدِ اسْتَوْعَبَتْ ذَلِكَ الْمَاءَ. فَتَتَبَّعَ الْمَاءَ فَإِذَا رَجُلٌ قَائِمٌ فِي حَدِيقَةٍ يُحَوِّلُ الْمَاءَ بِمِسْحَاتِهِ. فَقَالَ لَهُ: يَا عَبْدُ اللّهِ، مَا اسْمُكَ لِمَ ؟ قَالَ فَُنٌ، اِسْمُ الَّذِي سَمِعَ فِي السَّحَابَةِ. فَقَالَ لَهُ: يَا عَبْدَ اللّهِ، لِمَ سَألْتَنِي عَنْ اسْمِي؟ قَالَ: سَمِعْتُ صَوْتًا فِي  السَّحَابِ الَّذِي هَذَا مَاؤُهُ يَقُولُ: اِسْقِ حَدِيقَةَ فَُنٍ، ِسْمِكَ. فَمَا تَصْنَعُ فِيهَا؟ قَالَ: أَمَّا إِذْ قُلْتَ هَذَا فَإِنِّي أنْظُرُ إِلَى مَا يَخْرُجُ مِنْهَا فَأتَصَدَّقُ بِثُلِثِهِ.وَآكُلُ أَنَا وَعِيَالِي ثُلُثَهُ، وَأرُدَّ فِيهَا ثُلُثَهُ.

 

 Yine Hz. Ebu Hüreyre (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Bir adam boþ bir arazide giderken bulut içinden gelen bir ses iþitti: "Falancanýn bahçesini sula!" diyordu. O bulut uzaklaþarak suyunu bir ketire (kayalýða) boþalttý. Derken oradaki sel yollarýndan biri bu sularýn tamamýný akýtmaya baþladý. Adam da suyun istikametini takiben yürüdü. Bir müddet sonra, suyu bahçesine çevirmek üzere elinde bir kürek, çalýþan bir adam gördü. Ona:"Ey Allah'ýn kulu ismin ne?" diye sordu."Falan!" dedi. Bu isim, adamýn buluttan iþittiði isimdi. Bu sefer o sordu: "Ey Allah'ýn kulu, peki sen benim adýmý niye sordun?""Ben sana þu suyu getiren buluttan bir ses iþitmiþtim, senin ismini söyleyerek "Falanýn bahçesini sula!" diyordu. Sen bahçede ne yapýyorsun?" "Madem ki sordun söyleyeyim. Ben bu bahçeden çýkan mahsule nezaret ederim. Ondan çýkan mahsulün üçte birini tasadduk ederim. Üçte birini ben ve ailem yeriz, üçte birini de bahçeye iâde ederim" dedi."[661]

 

 -وَعَنْه رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قَالَ: ]قَالَ رَسُولُ للّهِ صَلَّي اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ:  سَبَقَ دِرْهَمٌ مَائَةَ أَلْفِ دِرْهَمٍ. قِيلَ: وَكَيْفَ ذَلِكَ يَا رَسُولَ للّهِ؟ قَالَ: كَانَ لِرَجُلٍ دِرْهَمَانِ فَتَصَدَّقَ بِأَجْوَدِهِمَا وَانْطَلَقَ آخِرُ إِلَى عُرْضِ مَالِهِ فَأَخْرَجَ مِنْهُ مِائَةَ أَلْفِ دِرْهَمٍ فَتَصَدَّقَ بِهَا.

 

 Yine Ebu Hüreyre (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Bir dirhem, yüzbin dirhemi geçmiþtir.""Bu nasýl olur, ey Allah'ýn Resulü?" diye sordular. Þu cevabý verdi. "Bir adamýn iki dirhemi vardý. Bunlardan daha iyisini tasadduk etti,Diðeri ise, malýnýn yanýna varýp, malýndan yüzbin dirhem çýkardý ve onu tasadduk etti."[662]

 

 -وَعَنْ اِبْنِ عَبَّاسٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما: ]أَنَّهُ جَاءَهُ سَائِلٌ: فَقَالَ لَهُ اِبْنُ عَبَّاسٍ: أَتَشْهَدُ أَنْ َ إِلَهَ إَِّ اللّهُ؟ قَالَ: نَعَمْ. قَالَ: فَتَصُومُ وَتُصَلِّي؟ قَالَ: نَعَمْ. قَالَ: سَأَلْتُ وَلِلسَّائِلِ حَقٌّ، إِنَّهُ يَحِقُّ عَلَيْنَا أَنْ نَصِلَكَ. فَأَعْطَاهُ ثَوْبًا وَقَالَ: سَمِعْتُ رَسُولَ للّهِ صَلَّي اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَقُولُ: مَا مِنْ مُسْلِمٍ يَكْسُو مُسْلِمًا ثَوْبًا إَِّ كَانَ فِي حِفْظِ اللّهِ تَعَالَى مَا دَامَ عَلَيْهِ مِنْهُ خِرْقَةٌ.

 

- Ýbnu Abbâs (radýyallahu anhümâ)'ýn anlattýðýna göre, kendisine bir dilenci gelmiþ o da dilenciye sormuþtur:"Allah'tan baþka ilah olmadýðýna ve Muhammed aleyhissalâtu vesselâm'ýn O'nun elçisi olduðuna þehadet ediyor musun.", Adam, "Evet!" deyince tekrar sormuþtur: "Oruç tutuyor musun?" Adam tekrar "Evet!" demiþtir. Bunun üzerine Ýbnu Abbâs: "Sen istedin. Ýsteyenin bir hakký vardýr. Bizim de isteyene vermek, üzerimize vazifedir" der ve ona bir elbise verir. Sonra ilaveten der ki:"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ý iþittim þöyle demiþti: "Bir müslümana elbise giydiren her müslüman mutlaka Allah'ýn hýfzý altýndadýr, ta o giydirdiðinden bir parça onun üzerinde bulundukça."[663]

 

Bu hadis, müslümanlarý giydirmeye teþvik etmektedir. Hatta hadiste gelen "müslüman" kaydý ve buna ilaveten Hz. Ýbnu Abbâs'ýn dilenciyi imaný açýsýndan imtihan etmiþ olmasý, gayr-ý müslimin giydirilmesinde burada vaadedilen sevabýn olmayacaðý hükmünün çýkarýlmasýna yol açmýþtýr.

 

Hadis ayrýca, yeni ve saðlam giyecek vermeye de teþvik etmiþ olmâktadýr. Zira elbise ne kadar dayanýrsa fakirin üzerinde o kadar uzun müddet kalýr. Hadis ise, elbise eskiyinceye kadar yani kullanýldýðý müddetçe, baðýþý yapana dünyevî ve uhrevî himaye-i Ýlâhi vaadetmektedir.

 

Bu hadis, fakirlik mi üstün, zenginlik mi? ihtilafýnda "zenginlik" diyenlere delil sunmaktadýr. Çünkü, fayda ve ihsan Allah'ýn sýfatlarýndandýr. Allah Teâla Hazretleri kendi sýfatlarýndan biriyle muttasýf olanlarý sever. Zenginlik ve cömertlik sýfatýný da, Zat-ý akdeslerinin sýfatý olduðuna göre, zenginlik ve cûd'u sevecektir.

 

Ýbnu Abbâs'ý وَلِلسَّائِلِ حَقٌّ.

"Ýsteyenin bir hakký vardýr" demeye sevkeden husus þu âyet-i kerime olabilir: وَفِي اَمْوَالِهِمْ حَقُّ لِلسَّائِلِ وَالْمَحْرُومِ.

"Onlarýn mallarýnda muhtaç ve yoksullar için bir hak vardýr."[664]

 

Mamafif bu husus bazý hadislerde de ele alýnmýþtýr.

Ahmed Ýbnu Hanbel ve Ebu Dâvud'da rivayet edilen bir hadiste, لِلسَّائِلِ حَقٌّ وَإِنْ جَاءَ عَلَى فَرَسٍ.

"Ýsteyen, at üzerinde gelse bile ona bir hak vardýr."

 

Sâil'i, Ýbnu'l- Esir, "Dilenen, isteyen" diye tarif eder. Mahrum'u Ýbnu Abbas (radýyallahu anhümâ) ve Mücâhid: "Beytü'l-maldan (þu veya bu þekilde) herhangi bir pay almayan, geçimini saðladýðý bir geliri veya mesleði olmayan fakir kimse" olarak tavsif eder.

 

Hz. Aiþe (radýyallahu anhâ): "Kazancý ihtiyacýný karþýlayamayan fakir" diye tarif etmiþtir.

 

Dahhâk: "Malýný (sel, yangýn, âfet gibi bir sebeple) kaybeden kimse" diye tarif ederken, Zührî de: "Ýnsanlara ihtiyacýný açmayan, onlardan hiçbir þey istemeyen kimsedir" demiþtir. Ýslam âlimleri, dilencilik yaparak nefsini alçaltan kimseyi sû-i zanla karþýlamamak, güler yüz, tatlý söz ve ikramla karþýlamak gerektiðine hükmetmiþlerdir.

 

Hattâbî, "Dilenen, at üzerinde bile gelse ona bir hak vardýr" hadisinde dilenciler hakkýnda hüsn-ü zan edilmesinin "emredildiðini" belirtir; "onlarý tasdik imkaný varken tekzible karþýlamamak icabettiðine" dikkat çeker.

 

Hadisin: "Dilencinin görünüþü seni þüpheye atsa bile, ata binerek gelmiþ olsa bile onu mahrum býrakma" diye emrettiðini söyler ve ilave eder: "Zira, bazan kiþinin atý olur ama, geride býraktýðý âilesi ve borcu da olur ve içinde bulunduðu bu þartlar sadaka almasýný câiz kýlar. Bazan da adam yolcudur, memleketinde zengin olsa bile sadaka almasý câizdir."

 

Ýbnu'l-Esir gâzi ve borçlularýn da sadaka almalarýnýn câiz olduðunu belirtir. Hülasa âlimler, çeþitli meþru sebepler göstererek, kapýya gelenlerin boþ çevrilmemesi gerektiði sonucuna varýrlar. Ancak, fakir diye sadakadan verilen kimsenin fakir olmadýðýnýn ortaya çýkmasý halinde alýnacak tavýr hususunda ihtilaf edilmiþtir. Ebu Hanife ve Ýmam Muhammed, Hasan Basri, verenden sadaka borcu düþer demiþlerdir. Sevrî ve iki görüþünden birinde Þâfiî ve Ebu Yusuf sadaka borcunun düþmeyeceðini söylemiþlerdir.

 

 -وَعَنْ أَبِي سَعِيدِ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ: ]أَنَّ أَعْرَابِيًّا قَالَ يَا رَسُولَ للّهِ: أَخْبِرْنِي عَنِ الْهِجْرَةِ. فَقَالَ: وَيْحَكَ إِنَّ شَأْنَهَا شَدِيدٌ، فَهَلْ لَكَ مِنْ إِبِلٍ؟ قَالَ: نَعَمْ. قَالَ: فَتُعْطِي صَدَقَتَهَا؟ قَالَ: نَعَمْ. قَالَ: فَهَلْ تَمْنَحُ مِنْهَا؟ قَالَ: نَعَمْ. قَالَ: فَتَحْلُبُهَا يَوْمَ وِرْدَهَا؟ قَالَ: نَعَمْ. قَالَ: فَاعْمَلْ مِنْ وَرَاءِ الْبِحَارِ فَإَِّن اللّهَ لَنْ يَتْرُكَ مِنْ عَمَلِكَ شَيْئًا.

 

- Ebu Sa'id (radýyallahu anh) anlatýyor: "Bir bedevi gelerek: "Ey Allah'ýn Resûlü! Bana hicretten haber ver!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:"Vah sana! O aðýr bir iþtir. Senin develerin var mý?" dedi. Adam, "Evet!" deyince:"Zekatlarýný veriyor musun?" diye sordu. Adam yine "Evet!" deyince: "Öyleyse sen o uzaklarda kal ve çalýþ, zira Allah senin amelinden hiçbir þeyi eksiltmeyecektir" buyurdu."[665]

 

 -وَعَنْ أَبِي  هُرَيْرَةَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قَالَ: ]قَالَ رَسُولُ للّهِ صَلَّي اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: الصَّدَقَةُ تُطْفِئُ غَضَبَ الرَّبِّ وَتَدْفَعُ مِيتَةَ السُّوءِ.

 

- Ebu Hüreyre (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Sadaka Rabbin öfkesini söndürür ve kötü ölü mü bertaraf eder."[666]

 

 

Çeþitleri: Sadaka vacip ve nafile olmak üzere iki çeþidi vardýr:

1) Vacip olan sadaka: Bu gurubun baþýnda fýtýr sadakasý ve kurban gelir.

2) Nafile olan sadaka: Kiþiye dünya ve ahirette yarar saðlayan sevap kaynaðý sadakalar çok çeþitlidir. Sadaka-ý Cariye de denilen bu kýsma sürekli yardým kaynaklarý girer. Mesela vakýf, vasiyet, baðýþ ve karz-ý hasen vb. leri gibi.

 

Nafile Türünden Sadakalar Þöylece Sýralanabilir

 

1) Hasad Hakký: Hububat ve meyveler hasad edilip devþirtildiðinde öþrü ve zekatý dýþýnda oradakilere bir miktar vermek, yedirmek, daðýtmak.

2) Misafir Hakký: Ýslam’da misafire yardým en büyük ikram kabul edilir.

3)  Maun Hakký: Her türlü komþu hakkýdýr.

4) Sadak-ý Cariye: Toplumun ve kiþilerin bir kýsým zaruri ihtiyaçlarýný karþýlamak, gelirin bir ölçüde halka yansýmasýný saðlamak için Ýslam’da vakýfta ve vasiyette bulunmayý emretmiþtir.

5) Hayvanlarýn Hakký: Hadislerde ekilip dikilen bir þeyden kuþlar, kurtlar yediðinde bile bu mal sahibi için sevaba vesiledir.

 

Sadakanýn Dinimizdeki Yeri

 

Dinimizde, zekat dýþý yardýmlarý da bazen de sünnet saymýþtýr. Böylece kiþi için, bir bakýma onlarý yerine getirmekten baþka bir tercihi yoktur.

 

Sadaka Vermeyecek Olanlar

 

Sadaka açýsýndan durum þöyledir; kiþi bedeniyle, parasýyla, hatta bazen güzel sözleriyle sadakada bulunur. Bu sadakanýn genel anlamýdýr. Fakat malýndan ve mülkünden tasaddukta bulunacak kiþi, onu yapmadan önce, üzerinde varsa kul borçlarýný ödeyecektir.

 

Aile, çoluk/çocuðunun normal bir hayat sürebilmelerini, iaþe ve ibadetlerini saðlayacaktýr. Ayrýca, Allah’a olan görevi sayýlan farz veya vacip yönünden de üzerinde de bir borç kalmamalýdýr. Zekat, kurban, fitre borçlarý varken sünnet nevinden sadaka verilmez.

 

 

 

h) Fýtýr Sadakasý

 

Tanýmý: Fýtr veya Fitrenin kelime anlamý; yaratýlýþ, yaratýlýþtaki saðlýklý, temiz durum, orucu açmak, ramazan ayýný tamamlamak anlamlarýnda kullanýlýr.

 

Sadaka-ý Fýtýr veya daha kýsa adýyla Fitre ya da Fýtra; ramazan ayýný yaþama, onun ecrine, bereketine kavuþmanýn bir þükran ifadesi olarak verilen bir mal ve harcamadýr. Daha geniþ bir tanýmla ramazan-ý þerifin sonuna yetiþen, temel ihtiyaçlarýndan baþka en az nisab miltarý bir malý bulunan hür Müslüman için vacip türünden bir sadakadýr, bir ibadettir.

 

ـ عن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]فَرَضَ رسولُ اللّه # زَكَاةَ الْفِطْرِ صَاعاً مِنْ تَمْرٍ أوْ صَاعاً مِنْ شَعِيرٍٍ عَلى كُلِّ عَبْدٍ أوْ حُرٍّ صَغِيرٍ أوْ كَبِيرٍ ذَكَرٍ أوْ أُنْثَى مِنَ المُسْلِمِينَ.

 

- Ýbnu Ömer (radýyallâhu anhümâ) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sadaka-i fýtrý müslümanlardan büyükküçük, kadýn-erkek, her bir hür ve köle üzerine bir sa' hurma veya bir sa' arpa olarak farz kýldý."[667]

 

ـ وفي رواية: ]فَعَدَلَ النَّاسُ بِهِ نِصْفَ صَاعٍ مِنْ بُرٍّ، وَكانَ ابْنُ عُمرَ يُعْطِى التَّمْرَ، فَأعْوَزَ أهْلُ المَدِينَةِ التَّمْرَ فأعْطَى شَعِيراً[ .

 

-Bir baþka rivâyette de þöyle gelmiþtir: "Halk (Hz. Muâviye' nin bir hitabesi üzerine) yarým sa' buðdayý bir sa' hurmaya denk kýldýlar. Ýbnu Ömer Hazretleri (radýyallâhu anhümâ) fýtýr sadakasýný hurmadan verirdi. (Bir sene) Medîne halký hurmaya muhtaç oldu. Ýbnu Ömer (o yýl) sadaka-i fýtrýný arpadan verdi."[668]

 

ـ وعن أبى سعيد رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال:  ]كُنَّا نُخْرِجُ زكَاةَ الْفِطْرِ صَاعاً مِنْ طَعَامِ، أوْ صَاعاً مِنْ شَعِيرٍ، أوْ صَاعاً مِنْ تَمْرٍ، أوْ صَاعاً مِنْ أقِطٍ، أوْ صَاعاً مِنْ زَبِيبٍ. فَلَمَّا جَاءَ مُعَاوِيَةُ وَجَاءَتِ السَّمْرَاءُ قال: أرَى أنَّ مُدّاً مِنْ هَذا يَعْدِلُ مُدَّيْنِ.

 

-Ebû Saîd (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Biz sadaka-i fýtrý bir sa' yiyecek veya bir sa' arpa veya bir sa' hurma veya bir sa' ekýt (denen yoðurt kurusu) veya bir sa' kuru üzümden çýkarýrdýk."[669]

 

ـ وعن عمرو بن شعيب عن أبيه عن جده رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]بَعَثَ النَّبىُّ # مُنَادِياً في فِجَاجِ مَكَّةَ. أَ إنَّ صَدَقَةَ الْفِطْرِ وَاجِبَةٌ عَلى كُلِّ مُسْلِمٍ ذَكَرٍ أوْ أُنْثَى حُرٍّ  أوْ عَبْدٍ صَغِيرٍ أوْ كَبِيرٍ. مُدَّانِ مِنْ قَمْحٍ أوْ سِوَاهُ صَاعٌ مِنْ طَعَامٍ.

 

- Amr Ýbnu Þuayb, an ebîhi an ceddihî (radýyallâhu anh) tarikinden anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Mekke caddelerinde dellâl çýkararak þöyle ilan ettirdi:"Duyduk duymadýk demeyin! Sadaka-i fýtr her müslümana, erkekkadýn, hürköle, küçükbüyük olsun vâcibtir. Bu, ya iki müdd buday veya onun dýþýnda bir sa' yiyecektir."[670]

 

ـ وعن نافع قال: ]كانَ ابنُ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهُما يُعْطِى زَكاةَ رَمَضَانَ بِمُدِّ النَّبىِّ #، وفي كَفّارَةِ الْيَمِينِ.

 

- Nâfi (rahimehullah) anlatýyor: "Ýbnu Ömer (radýyallâhu anhümâ) ramazan zekâtýný müdd-i Nebî (aleyhisselâm) ile verirdi. Kefâret-i yemini de müdd-i Nebî ile öderdi."[671]

 

ـ وعن قيس بن سعد بن عُبَادَةَ قال: ]أمَرَنَا رسولُ اللّهِ # بِصَدَقَةِ الْفِطْرِ قَبْلَ أنْ تَنْزِلَ الزَّكَاةُ. فَلَمَّا نَزَلَتْ لَمْ يَأمُرْنَا وَلَمْ يَنْهَنَا، وَنَحْنُ نَفْعَلُهُ.

 

- Kays Ýbnu Sa'd Ýbnu Ubâde anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), zekât emri gelmezden önce, bize sadaka-i fýtr'ý emretmiþti. Zekât farz kýlýnýnca, fýtýr sadakasýný ne emretti ne de nehyetti. Biz onu yerine getirmeye devam ettik..."[672]

 

Fitrenin Dindeki Yeri ve Hükmü

 

Hicretin 2. yýlýnda konulmuþtur. Bunu vermekle kiþi, yoksulluða maruz kalmaz. Muhtaçlarýn ihtiyacýný karþýlar. Fitre sayesinde ramazanda iþlenilen bazý günahlar da affa uðrar. Fitre verilirken niyet gereklidir. Zengin olan çocuk ve delinin de malýndan fitre ödenir.

 

Böyle bir mali ibadetin dindeki hükmü konusunda farklý görüþler vardýr. Hanefilere göre, fýtýr sadakasý vacip nevinden bir ibadettir. Þevval ayýnýn ilk günü sabah namazý vaktinden itibaren ödenmesi vaciptir. Þafii, Maliki ve Hanbeli mezheplerine göre ise farz ile vacip arasýnda bir ayýrým yoktur ve onlara göre fitre farz derecesinde bir ibadettir.

 

Fitre Verecekler: Bayram sabahýna sað olarak giren ve mal varlýðý bulunan her erkek ve kadýn kendi fitresini verecektir. Mal varlýðý olmayan ve ailesi yanýnda bulunan çocuklarýn fitresini anne/babalarý verir. Zengin olmayan kadýnýn fitresini de kocasý verir. Yetiþkin çocuk, ailesinden ayrý ve uzakta yaþýyorsa, malý da yoksa fitresini ailesi verir.

 

Fitre verecek mükelleflerde aranýlan bir diðer husus da; nisaba malik olmaktýr. Hanefilere göre, zekatta olduðu gibi burada da kiþi temel ihtiyaçlarý dýþýnda belirli bir miktar mal varlýðýna malik olmalýdýr.

 

Fitre Verilecekler

 

Kiþinin bakmakla yükümlü bulunduðu usul ve füruuna, karýsýna fitre verilmez. Bunlarýn dýþýnda kalan her Müslüman gerçek kiþiye fitre verilir.

 

Yüce Allah (cc) Kur’an-ý Kerim’de:

 

اِنْ تُبْدُوا الصَّدَقَاتِ فَنِعِمَّا هِىَ وَاِنْ تُخْفُوهَا وَتُؤْتُوهَا الْفُقَرَاءَ فَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَيُكَفِّرُ عَنْكُمْ مِنْ سَيَِّاتِكُمْ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبيرٌ

 

"Eðer sadakalarý (zekât ve benzeri hayýrlarý) açýktan verirseniz ne âlâ! Eðer onu fakirlere gizlice verirseniz, iþte bu sizin için daha hayýrlýdýr. Allah da bu sebeple sizin günahlarýnýzý örter. Allah, yapmakta olduklarýnýzý bilir.”[673]

 

Fitre verilecek zaman:Fitrenin ödeme, borç haline gelme zamaný ramazan bayramý sabahýdýr. Bu ibadet bayram günüyle yakýndan ilgilidir. Fýtýr sadakasý da bayram sabahý vacip hale gelir. En uygunu, ramazan içinde ve en geç bayramýn 1. günü bayram namazýndan önce vermektir.

 

Fitrenin içerdikleri ve miktarý : Fitre, buðday, arpa buðday ve arpa unu, kuru üzüm ve hurma üzerinde verilir.Gýda maddelerinin seçim ve tespitinden amaç, muhtaç kiþinin en az bir günlük iki öðüne yetecek kadar zaruri ihtiyacýný karþýlamaktýr. Buna göre de her bir mükellef günlük hayatýnda, evinde en çok hangi gýda maddesini tüketiyorsa ondan bir Sa (ölçek) verecektir. Ýsteyen bu maddeyi aynen verir. Ýsteyen günlük satýþ bedeli ne kadarsa onu verir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

- Okuma Parçasý -

 

 

Ýslam dinin de sosyal adaletinin teminatý olan zekat, mali bir ibadettir. Zekatýn ifasý için iman þarttýr. Ýmaný olmayanýn zekatý makbul deðildir ve ibadette sayýlmaz. Çünkü dinin temel esasý imandýr ve imaný Ýslam olmayanýn yapacaðý her þey batýldýr ve zekatý ibadet deðil, haraçtýr.   

 

Ýslam’da haraç müminlerden alýnmaz, gayri Müslimlerden alýnýr. Gayri Müslim’in verdiði haraç ise sadece kendisinin can ve mal teminatý içindir. Ahirette hiçbir nasibi olmaksýzýn, dünya menfaatý söz konusudur.

 

Oysa mümin kiþilerin vereceði zekat, hem dünyada sosyal adaletin, güvenliðin ve mutluluðun teminatý olmakla beraber, ahiret hayatýna dönük de bir amel-i salihtir. Yani ahirette cennetle karþýlýk verilecek olan sevaptýr.

 

Mümin kiþilerin zekatý sosyal dengenin, güvencenin garantisidir. Çünkü zenginlerin zekatýný verdiði bir toplumda fakir, yoksul ve baþý boþ kimse kalmaz. Ayný zamanda kimsenin nefsi, gözü ve eli zenginin malýnda olmaz. Buda zengin için bir sosyal güvencedir.

 

Mümin kiþiler zekatlarýný verdikleri zaman, zekatlarýn toplandýðý memleketin umumi harcama (Beytul mal merkezi, Vakýf vs.) yerlerde evlenme çaðýna gelip de evlenemeyenlerin evliliði, okuma çaðýna gelip de okuyamayanlarýn okumalarý, yetimlerin, kimsesizlerin, yolcularýn, yolda kalmýþlarýn ve Allah rýzasýna adananlarýn bütün maddi masraflarý ve kiþisel ihtiyaçlarý karþýlanýr.

 

Böylesi sosyal kurumlarýn oluþmasý ancak zekat ibadetinin ifasýyla mümkündür. Aksi taktirde zenginin malý, her zaman baþkalarýn töhmeti altýndadýr. Ne zaman fýrsatçýlar fýrsatý bulsalar, zenginin malý da, mülkü de talan olur. Ýþte dünya güvencesi menfaatidir.

 

Ahiret sevabý bunun fevkindedir. Orayý tarif etmek ancak görmekle mümkündür. Bildiðimiz bir gerçek var ki, oda; Allah rýzasý için verilen hiçbir þeyin karþýlýksýz kalmayacaðýný Allah yüce Kitabýnda bize vaad etmektedir:

 

¡ مَثَلُ الَّذينَ يُنْفِقُونَ اَمْوَالَهُمْ فى سَبيلِ اللّهِ كَمَثَلِ حَبَّةٍ اَنْبَتَتْ سَبْعَ سَنَابِلَ فى كُلِّ سُنْبُلَةٍ مِائَةُ حَبَّةٍ وَاللّهُ يُضَاعِفُ لِمَنْ يَشَاءُ وَاللّهُ وَاسِعٌ عَليمٌ

 

“Allah yolunda mallarýný harcayanlarýn örneði, yedi baþak bitiren bir tane gibidir ki, her baþakta yüz tane vardýr. Allah dilediðine kat kat fazlasýný verir. Allah'ýn lütfü geniþtir, O her þeyi bilir.”[674]

 

اِنْ تُقْرِضُوا اللّهَ قَرْضًا حَسَنًا يُضَاعِفْهُ لَكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ وَاللّهُ شَكُورٌ حَليمٌ

 

“Eðer Allah'a (rýzasý uðruna) ödünç verirseniz, Allah onu sizin için kat kat arttýrýr ve sizi baðýþlar. Allah çok mükâfat verendir, ceza vermekte acele etmeyendir.”[675]

 

Sonuç olarak zekat, hem dünya hem de ahiret teminatýdýr. Eðer zekat vermeye gücü yetenler hakkýyla zekatlarýný verseler; memlekette ne hýrsýz, ne sarhoþ, ne de yoksul kalýr. Hýrsýzý, sarhoþu ve yoksulu çok olan bir memleketteki zenginlerin; ne can, ne de mal güvenlikleri vardýr.

 

Yine hýrsýzý, sarhoþu ve yoksulu bol olan bir memlekette yaþamak; zenginlerin edeceði duaya çok dikkat etmeleri gerekir. Çünkü mazlumun bedduasýný alarak dua edilmez.   

 

 


 

 

 

 

 

 

 

 

10) HAC

 

 

a) Haccýn Þartlarý

 

b) Haccýn Çeþitleri

 

c) Umrenin Þartlarý

 

d) Kurban

 

- Okuma Parçasý-

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

10) HAC

 

 

Genel Bir Bakýþ

 

Haccýn Tanýmý ve Hükmü: Hac, kelime manasýyla kastetmek demektir. Þeriat dilinde ise belli bir yeri muayyen bir zamanda belli hareketlerle kastetmek (ziyaret etmek)tir. (Belli yer, Kabe ve Arafat’týr. Muayyen zaman, hac mevsimi yani, þevval zilkade ile zilhiccenin ilk on günüdür, belli hareketler ise Beytullah’ý tavaf etmek ve Arafat’ta  duruþ ibadetidir). Cenabý-ý Allah haccý hicretin dokuzuncu yýlýnda ömür boyunca bir kere ve hemen geciktirmesizin (yapýlmak üzere) farz kýlýnmýþtýr.

 

Hac ibadetini yapana “Hacý” denir. Çoðulu “Hucac”dýr. Hacc zamanýna hacc mevsimi denir. Bir yönüyle de Hacc-ý Ekber ve Hacc-ý Asðar terimleri geçer. Açýklamalara göre, Arafat’ta vakfe günü Cumaya rastlarsa ona Hacc-ý Ekber, haftanýn bir baþka gününe rastlarsa ona da Hacc-ý Asðar denir.

 

Hac ibadeti Ýslam’ýn beþ temel esasýndan birisidir. Farz kýlýnýþý, Kur’an, Sünnet ve Ýcma ile sabittir. Hicretin 9. senesinde farz kýlýnmýþtýr.

 

Kur’an-ý Kerim’de:

 

فيهِ ايَاتٌ بَيِّنَاتٌ مَقَامُ اِبْرهيمَ وَمَنْ دَخَلَهُ كَانَ امِنًا وَلِلّهِ عَلَى النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ مَنِ اسْتَطَاعَ اِلَيْهِ سَبيلًا وَمَنْ كَفَرَ فَاِنَّ اللّهَ غَنِىٌّ عَنِ الْعَالَمينَ

 

“Orada apaçýk niþâneler, (ayrýca) Ýbrahim'in makamý vardýr. Oraya giren emniyette olur. Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi, Allah'ýn insanlar üzerinde bir hakkýdýr. Kim inkâr ederse bilmelidir ki, Allah bütün âlemlerden müstaðnîdir.”[676]

 

Efendimiz (a.s) þöyle buyurmuþ:

 

ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]خَطَبَنَا رسول اللّه # فَقَالَ: يَا أيُّهَا النَّاسُ قَدْ فُرِضَ عَلَيْكُمْ الحجُّ فحُجُّوا. فقَالَ رَجُلٌ: أفِى كُلِّ عَامٍ يَا رسولَ اللّهِ؟ فسكَتَ حَتَّى قَالَهَا ثَثاً. ثُمَّ قالَ: ذَرُونِى مَا تَرَكْتُكُمْ. لَوْ قُلْتُ نَعَمْ لَوَجَبَتْ وَلَما اسْتَطَعْتُمْ. إنَّمَا أهْلَكَ مَنْ كانَ قَبْلَكُمْ كَثْرَةُ سُؤالِهِمْ وَاخْتَِفُهُمْ عَلى أنْبِيَائِهِمْ، فإذَا أمَرْتُكُمْ بِأمْرٍ فأتُوا مِنْهُ مَا اسْتَطَعْتُمْ وَإذَا نَهَيْتُكُمْ عَنْ شَئٍ فاجْتَنِبُوهُ.

 

- Ebu Hüreyre hazretleri (radýyallahu anh) anlatýyor: "Bir gün Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize þöyle hitab etti:"Ey insanlar, size hacc farz kýlýnmýþtýr. Þu halde haccý edâ edin!"Cemaatte bulunan bir adam:"Her sene mi, Ey Allah'ýn Resûlü?" diye sordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) cevap vermedi. Adam sorusunu üç kere tekrar etti. Bunun üzerine:"Ben sizi býraktýkça siz de beni býrakýn. (Madem ki sükût ettim, niye sormada ýsrar ediyorsunuz?) Þayet (sorunuza) "Evet!" deseydim, her yýl haccetmek vacib oluverirdi ve buna güç yetiremezdiniz. Þunu bilin ki,  sizden öncekileri helak eden þey, çok sual sormalarý ve peygamberleri hakkýnda ihtilâflarýdýr. Size bir iþ emrettiðim zaman, bunu gücünüz yettiðince îfa edin, bir yasaklamada bulunduðum vakit de ondan kaçýnýn (bu emir ve yasakla ilgili olarak aklýnýza gelen her þeyi sormaya kalkmayýn!)"[677]

 

ـ وعن علي رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسول اللّه #: مَنْ مَلَكَ زَاداً وَرَاحِلَةً تُبَلِّغُهُ إلى بَيْتِ اللّهِ الحَرَامِ وَلَمْ يَحُجَّ فََ عَلَيْهِ أنْ يمُوتَ يَهُوديّاً أوْ نَصْرَانِيّاً وَذلِكَ أنَّ اللّهَ تَعالى يَقُولُ: وَللّهِ عَلى النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ مَنِ اسْتَطَاعَ إلَيْهِ سَبِيً اية.

 

- Hz. Ali (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) efendimiz þöyle buyurdular:"Kim kendisini Beytullahi'lharam'a ulaþtýracak kadar azýk ve bineðe sahip olduðu halde haccetmemiþse onun Yahudi veya Hýristiyan olarak ölmesi arasýnda fark yoktur. Zîra, Cenab-ý Hakk þöyle buyurmuþtur: "Oraya yol bulabilen insana, Allah için Kâbe'yi haccetmesi gerekir."[678]

 

ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما. ]أنَّ ا‘قْرَعَ بْنَ حَابِسٍ سَألَ رسولَ اللّه # فقَالَ: الحَجُّ في كُلِّ سَنَةٍ أوْ مَرَّةً وَاحِدَةً؟ فقَالَ: بَلْ مَرَّةً وَاحِدَةً. فَمَنْ زَادَ فَتَطَوُّعٌ[ .

 

- Ýbnu Abbas (radýyallahu anhümâ) hazretleri anlatýyor: "Akra' Ýbnu'l-Hâbis (radýyallahu anh), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a:"Hacc her sene midir, ömürde bir kere midir?" diye sordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):"Bir keredir, fazla yapan nafile olarak yapmýþ olur!" diye cevap verdi."[679]

 

ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسولُ اللّه #: َ صَرُورَةَ في ا“سَْمِ.

 

- Yine Ýbnu Abbas (radýyallahu anhümâ) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ýn þöyle dediðini rivayet etmiþtir: "Ýslâm'da hacc yapmamak (zaruret) yoktur."[680]

 

ـ وله عنه أيضاً: ]قال #: مَنْ أرَادَ الحَجَّ فَلْيَتَعَجَّلْ[

 

 Yine Ýbnu Abbas (radýyallahu anhümâ), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ýn þu sözünü rivayet etmiþtir: "Hacc yapmak isteyen acele davransýn."[681]

 

Haccýn farziyeti hakkýnda, sahabe devrinden günümüze kadar her Müslüman toplum icma etmiþtir. Her yýl binlerce milyonlarca kiþi bu farzý, emrine uyarak ifa ede gelmiþtir.

 

Haccýn Hikmet ve Faydalarý: Haccýn farz kýlýþýnýn kiþinin maddi, ruhi yapýsý, toplumun din ve dünya açýsýndan bir çok hikmeti vardýr. Bunlarýn önemli birkaçý þöyle özetlenebilir.

 

1) Kiþinin mal ve bedeni üzerinde mevcut olan Allah þükran hakkýnýn ödenmesine sebep olur.

 

2) Sýký disiplin, yolda ve orada iyi geçinme duygusu canlanýr.

 

3) Ýbadet yapýlan, ziyaret edilen o mukaddes yerlerde peygamberimizin ve ashabýnýn neler çektiði, önceki peygamberlerin oralarda ne sýkýntýlara katlandýklarý anýlýr.

 

4) Ýslam toplumlarýnýn yýllýk kongresi gibidir. Oraya üyelik, haccýn þartlarýný taþýyan herkes içindir. Hiçbir ayrýcalýk yoktur. Dünyanýn her tarafýndan gelen farklý renkler ve milletlerden insanlar kaynaþýverir. Sýnýf, makam ve mevki farký yoktur. Bilgi alýþ/veriþi vardýr. Ortak dertlerin dile getirilmesi vardýr. Bu anýlarý yýllarca zihinlerde silinmez.

 

5) Ýnsan anasýndan doðduðu ilk gün gibi günahsýz, tertemiz hale gelir. Ancak kul hakký bunlardan müstesnadýr.

 

6) Giydiði ihram içinde kiþi, hayatýnýn sonunda iþte o hale geleceðini düþünür, kendisine çeki düzen verir. Kabe’nin ve diðer mukaddes yerlerin Ýslami önemini kavrar. Her bir yerde kýlýnan ibadetin, yapýlan dualarýn faziletine kavuþur. Dar olan din ve dünya görüþlerinde hacc sayesinde ufuklarý açýlýr. Görgülü, bilgili, dini salabet sahibi bir kiþi haline gelir.

 

Haccýn Dinimizdeki Yeri

 

Kiþilerin yapmasý gerekli bir Allah emridir. Kabe durdukça bu emir de devam eder. Bu ibadet, kiþinin bizzat kendisinin yerine getirilmelidir. Bazý özürler nedeniyle gidemiyorsa, ya da üzerine farz iken aniden ölüvermiþse bu gibi durumlarda yerine vekil veya bedel olarak birisini göndermesi lazýmdýr. Dindeki önemi üzerinde duranlar, akýllý, ergin bir Müslüman fakir iken bile yürüyerek hacca gidebilecek derecede saðlýðý varsa haccedebilir derler. Nitekim öyle birisi haccetse, daha sonra zengin hale gelse, bir daha gitmesi gerekmez.

 

Haccýn Terimleri

 

Ýhram: Ýhram: Kelime olarak yasaklýða girmek demektir. Dinde tanýmý ise; hacc veya umreyi ifaya baþlamaya niyet etmektir. Ýhrama girmek, niyetlenmek ve telbiye duasýný söylemekten ibaretti. Hacc ve umre yasaklarýnýn baþladýðýna özel kisve ile iþarettir.

 

Ýhram; dünyevi iþlerden soyulmayý, el/etek çekmeyi ifade eder. Geçici rutbeler orada biter. Ölü iken giyilen kefene eþ bir hal. Ýnsan bu kýyafetiyle birkaç gün ömür geçirerek fani olduðunu duyacaktýr. Ýhramlýya “muhrim” denilir.

 

Telbiye: Kelime olarak itaat etmek, emre koþmak demektir. Dindeki anlamý ise; ihrama girdikten sonra muhrimin aþaðýdaki duayý okumasýdýr:

 

  Ù Û  ò à¤È¡£äÛa ë  †¤à z¤Ûb £ã¡a  Ù¤î £j Û  Ù Û  Ù튠( ü  Ù¤î £j Û  £á¢è£ÜÛ a  Ù¤î £j Û

 Ù Û  Ù튠( ü  Ù¤Ü¢à¤Ûa ë

 

“Lebbeyk, Allahümme lebbeyk. Lebbeyk lâ þerîke leke lebbeyk. Ýnnel-hamde ve'n-nimete leke ve'l-mülk. Lâ þerîke lek”.

 

Bu duaya telbiye ismi verilir. Erkekler açýktan, yüksek sesle, kadýnlar ise içlerinden okurlar, kiþi ihramdan çýkana kadar bu duayý devam eder.

 

Sa’y: Kelime olarak, koþmak, acele yürümek manasýnadýr. Dindeki kullanýmý ise; Mescit-i Haram dýþýnda bulunan Safa Merve tepeleri arasýnda önce Safa tepesinden baþlamak üzere gidip/gelmek demektir. Hanefilere göre, hacc ve umre ibadetinin vaciplerindendir. Diðer mezheplere göre, farzdýr. Koþulan tere Mes’a denir.

 

Vakfe: Kelime olarak durmak, beklemek anlamlarýndandýr. Dini kullanýþta ise, Zilhicce ayýnýn 9. günü öðle namazýndan itibaren bayram günü sabah namazý vakti girene, fecr-i sadýka dek zaman içerisinde uzun veya kýsa bir süre Arafat’ta beklemektir. Bu bekleyiþ haccýn farzýdýr. Yerine getirilmediðinde haccýn kaza gerekir.

 

Þeytan Taþlama (Remy-i Cimar): Müzdelifede vakfeden sonra Minaya gelindiðinde remy-i cimar (cemreleri taþlama, þeytan taþlama) yapmak haccýn vacibidir. Toprak veya çakýl parçalarýndan alýnarak Kurban Bayramý günlerinde Minada bulunan 3 taþ yýðýndan her birisine 7 þer taþ atmak demektir. Bu üç taþ yýðýný Müzdelifeden Mekkeye geliþine göre ilk cemre (cemre-i ula), orta cemre (cemre-vüsta) ve son cemre (cemre- akabe) adýyla anýlýr.

 

 

 

a) Haccýn Rükunlarý ve Þartlarý

 

 

1)Rükunlarý

 

Haccýn iki rüknu vardýr:

1) Arafat’ta bir müddet vakfede beklemek

2) Müzdelifede vakfede beklemek

 

Arafat daðýnda, öðle namazýndan itibaren bayram sabahý namaz vaktinden önceye kadar geçen zaman içerisinde bir süre beklemektir. Bunun terki halinde ceza olarak kurban kesmek gerekir.

 

Bir de Müzdelife’de vakfe vardýr ki, onun da hükmü vaciptir. Özellikle Arafat’ta vakfe, kiþinin kendinden geçmesi, Allah’ta eriyiþ ve ona kavuþmanýn bir sembolüdür. Önemli ve anlamlý bir mensektir.

 

Arafat’ta vakfenin sünnetleri

 

1) Gusletmek

2) Öðle ile ikindiyi birlikte öðle namazý vaktinde cemaatle kýlmak

3) Vakfeye namazdan sonra baþlamak

4) Oruçlu olmak

5) Dualarda salat selamda, tahlil ve tespihlerde bulunmak. 

6) Kabe-i muazzamayý farz manada tavaf etmektir. Bunun kýsýmlarý þöyledir

 

Tavafýn Þartlarý

 

1) Vakfeden sonra ihramlý olarak yapmak

2)  Mescid-i Haram içerisinde, Kabe etrafýnda yapmak

3) Bayram günlerinde gecikmeden yapmak.

 

Tavafýn Vacipleri

 

Ziyaret tavafýnýn yedi kadar vacibi vardýr

1)  Gücü yetenin bizzat kendisi tavaf yapacaktýr.

2)  Hacer-i Esved’den baþlamak

3)  Farz olan dört þartý yediye tamamlamak

4)  Ziyaret tavafýný bayram günleri içinde yapmak

5)  Namazda örtülmesi gereken yerleri örtmek

6)  Tavafý, Hatimin dýþýnda yapmak

7) Her tavafýn yedi þartýndan sonra iki rekat namaz kýlmak

 

Tavafýn Sünnetleri

 

1) Üstte sarýlan olan ihramýn bir ucunu sað kol altýndan alýp sol omuz üzerine koymak

2) Tavafa ruknü yemani yönünden Hacer-i Esvede doðru gelerek baþlamak

3) Her þavt sonunda Hacer-i Esvede dönerek Kabeyi Selamlamak, tekbir getirmek

4) Tavafýn yedi þartýný peþ peþe yapmak

5) Tavaftan sonra iki rekat namazý Makam-ý Ýbrahim tarafýndan kýlmak.

 

Tavafýn Mahiyeti

 

Tavaf bir nevi namazdýr. Her þavtýnda Allah’u Ekber diyerek baþlamak namazýn iftitah tekbiri gibidir. Tavaf, Allah’a sevgi ve tazimin bir iþaretidir. Madde aleminden mana alemine ruhen yücelmenin basamaklarýdýr. Kabe, bu dünyanýn ötelere baðlý serhad kapýsýdýr. Bütün yönlerin orada birleþtiði bir yerdir.

 

Tavafýn çeþitleri

 

1) Tavaf-ý Küdum: Taþradan Mekke’ye gelenlerin yaptýklarý ilk tavaftýr. Hükmü Sünnettir.

2) Tavaf-ý Ziyaret: Arafattan inince yapýlan tavaftýr. Farzdýr.

3) Tavaf-ý Tatavvu: Mekke’de bulunan zaman zaman yaptýklarý, nafile nevinden tavaflardýr. Bu tavaf taþradan gelenler için nafile namazdan önemlidir.

4) Tavaf-ý Veda

5) Tavaf-ý Umre: Ýleride de belirtileceði gibi, umre kelimesi, ziyaret manasýnadýr. Hanifilerce Müekkeed sünnet olan esaslý rüknüdür.

 

2)  Haccýn Þartlarý

 

Burada haccýn ön þartlarý, farz oluþu yerine getiriliþi üzerinde durulacaktýr.

Mükellefde aranan þartlar:Ýslam’ýn beþ temelinden biri olan haccýn farziyeti için mükellefde aranýlan þartlar yedidir.

1) Müslüman olmak

2)  Akýllý olmak

3)  Buluð Çaðýna Ermek

4)  Hür olmak

5)  Kudreti Olmak

6)  Haccýn Farz olduðunu bilmek

7)  Yeterli bir Vakte sahip olmak

 

Haccýn Edasýnýn Þartlarý

 

1)  Vücud saðlýðý

2)  Yol güvenliði

3)  Ýddetin bitmesi

4)  Mahremin bulunmasý

5)  Haccýn edasý için hissi engeller bulunmamalýdýr.

 

Hac Ýbadetinin (Sýhhatinin) Þartlarý

 

1)  Ýslam

2)  Mekan

3)  Vakit

4)  Ýhram       

 

Hac Ýbadetinin Adabý

 

1) Hacceden kiþi helal mal ve kazançla bu ibadetini yerine getirmelidir

2) Yola çýkmadan önce kul borçlarýndan acil olanlarý ödemelidir.

3) Yolda geçimsizliðe düþmemek, niza çýkarmak, riya ve gösteriþten kaçýnmak, herkesle iyi geçinmek

4)  Eþ/dost ve akrabayla vedalaþmak

5)  Mekke ve Medine ve her ikisi arasýnda bulunan diðer yerlerde bulunan; Nebi (as), ashabýnýn, ilk Müslüman þehitlerinin kabirlerini, mescitleri ziyaret etmek.

 

 

 

b) Haccýn Çeþitleri

 

 

Hac; farz, vacip ve nafile kýsýmlarýna ayrýldýðý gibi, ifrad hac, temettü hac ve kiran hac nevilerine de ayrýlýr.

 

1) Farz Hac: Þartlarýný kendisinde toplayan bir Müslüman’ýn ömründe bir defa yapmakla yükümlü olduðu hacdýr.                       

 

2) Vacip Hac: Nezr edilen veya baþlamýþken bozulan nafile bir hacca karþýlýk kaza edilecek olan hacdýr.                      

 

3) Nafile Hac: Buluð çaðýný ermemiþ olmakla mükellef bulunmayanýn veya farz haccý yapmýþ bulunan bir kimsenin Allah rýzasý için nafile olarak yapacaðý hacdýr ki, bu hac tekrar tekrar yapýlabilir.

 

4) Ýfrad Hac: Beraberinde umre yapýlmaksýzýn yalnýz baþýna yapýlan farz, vacip ve nafile hacdýr ki, ihrama girerken yalnýz hacca niyet edilir. Bunu yapana “müfrid” denilir.

 

5) Temettü Hac: Hac mevsiminde önce umre için ihrama girilip umre yapýldýktan sonra ayný mevsimde daha yurda dönmeden tekrar ihrama girerek usulü üzere yapýlan farz hacdýr. Bu haccý yapana “Mütemetti” denir. Bu ifrad hacdan daha faziletlidir.

 

6) Kýran Hac: Hac aylarýndan önce veya hac aylarý içinde mikattan evvel veya mikatte Umre ile farz  haccý bir ihramda toplayýp bir niyetle Umre yapýldýktan sonra usulü üzere yerine getirilen hacdýr. Bu þekilde hac yapýlmasý Temettu hac yapýlmasýndan daha faziletlidir. Bu haccý yapana da “Karin” denir.

 

 

 

c) Umrenin Þartlarý ve Rükunlarý

 

 

Umrenin anlamý: Kelime olarak umre ziyaret demektir. Fýkhi manasý ise; ihrama girmek, Kabeyi tavaf, Safa ile Merve arasýnda Sa’yde bulunmak, saçlarýn kýsaltýlmasý veya kazýnmasýndan ibarettir. Buna küçük hac da denir.

 

Umrenin Hükmü: Hayatta bir kez umre yapmak müekked sünnettir.

 

Umrenin Zamaný: Senenin her günü umre yapabilir. Ramazanda umre yapmak menduptur.

 

Umrenin Þartý: Ýhramdýr. Rüknu beytullahýn etrafýný yedi defa veya daha fazla dolaþmaktýr.Þartlar ya erkekleri ve kadýnlarý içine alýr veya yalnýzca kadýnlarý ilgilendirir. Ancak her iki halde de þartlarýn anlamý, bulunmalarý durumunda hac ve umrenin edasýnýn vacip, bulunmamalarý durumunda da böyle bir yükümlüðünün söz konusu olmasý demektir.

 

Bunlardan bazýlarý farz oluþunun, sýhhat ve edasýnýn þartlarýdýr ki, bunlar da Müslüman va akýllý olmaktan ibarettir. Bazýlarý da sýhhatle ilgili olmayýp sadece farz oluþunun þartýdýr ki, o da ergenlik ve hürriyettir. Söz konusu þartlardan bazýlarý da yalnýzca farz oluþuna aittir. Ki, bu da güç ve imkana sahip olmaktýr.

 

Hac ile Umrenin Farký

 

Hac ile Umre arasýndaki belli baþlý farklar þunlardýr;

1) Umre müekked sünnettir, belirli bir zamaný yoktur. Hac farzdýr ve belirli zamanda yapýlýr.

2) Umrede vakfede bulunma ve þeytan taþlama yoktur. Hacda bunlar vardýr.

3) Umrede hutbe yoktur. Hacda hutbeler vardýr.

4) Umrede kudüm ve sader tavafý yok, hacda vardýr.

5) Umreyi bozmak koyun kurban etmeyi gerektirir. Haccý bozmak ise sýðýr veya deve kurban etmeyi gerektirir. Ayrýca umrede kurban yok, hacda vardýr.

 

Bedel Suretiyle Yapýlan Hac

 

1) Bedel kabul edip etmeme yönünden ibadetlerin kýsýmlarý: Bedeni ibadetlerde dinin amacý; her kiþinin tek tek yapmasýyla ibadet meydana gelmektedir. Dini amaç, her kiþinin kendisinin ibadeti yapmadýkça gerçekleþmediðinden bedeni ibadetlerde baþka kiþileri vekil veya naib tayin etmek mümkün deðildir. Mali ibadetler, dinin amacý, toplumun mali dengesini saðlamaktýr. Bu dengenin saðlamasý için, mali imkanlar ihtiyaç sahiplerine verilmiþse dinin amacý gerçekleþmiþtir.

 

Bu ibadetlerde, kiþinin bir baþkasýný vekil tayini mümkündür. Hac gibi bedeni/mali bir ibadet, en ideal bir eda biçimi olan kiþinin kendisi tarafýndan yerine getirilmeyecek ise, yani kiþi açýsýndan eda imkaný kalmamýþsa bir baþkasý tarafýndan da eda edilebilir. Kendisine bedel olarak baþkasýnýn hacca gitmesini isteyen kiþiye, isteyen anlamýna amir (müvekkil), onun yerine hacca giden kiþiye de naip veya vekil denmiþtir. Ancak bunun için bir takým þartlarýn bulunmasý gereklidir.

 

2) Bedel Haccýnýn Þartlarý

 

Bedel haccýnýn þartlarý þunlardýr;

1)  Amire hac farz olmalýdýr.

2)  Müvekkil (Amir), vekilinden hacc etmesini kendisi istemelidir.

3) Ýhrama girerken veya hacc fiillerine baþlamadan önce, vekil, müvekkili için hacca niyetlenmelidir.

4) Vekil, amir namýna haccetmelidir.

5) Hacc ve Umre hakkýnda müvekkil, vekilden hangi ibadetin yapýlmasýný istemiþse onu yapmalýdýr.

6) Vekil hem kendi hem de müvekkili namýna ihrama giremez.

7) Amir ve naibi Müslüman, akýllarý baþýndan olmalýdýr.

 

Farz, Vacip, Sünnet ve Adabýna Uygun Hac Tatbikatý

 

Buraya kadar verilen bilgiler ýþýðýnda bir hac ibadetinin yapýlýþý ana hatlarýyla þöyledir:

 

Hac menasiklerinin yapýlýþýnda esas þekil, hacc-ý ifraddýr. Bu ifrad haccýndan umre yoktur. Hacca niyetlenen kiþi temizliðini, guslünü yaptýktan sonra mikatta ihrama girer, o sýrada güzel kokular sürünür, 2 rekat namaz kýlar. Artýk baþý açýk, ayaklarý yalýndýr. Ayaklarýna, üst kýsmý açýk terlikler giyebilir. Kadýnýn ihramý ise, elbisesidir. Hacý adayý ihrama girerken yapacaðý hacca niyetlenir, duada bulunur.

 

Sonra her fýrsatta telbiyede, salat ve selamda, dualarda bulunur. Mekkeye girerken gusleder, mümkünse gündüzün girer, Mekkeye girerken, Kabeyi görünce Allah’a bol bol dua ve niyazda bulunur. Kabeye mümkün ise Baü’s-Selamdan girer, Beytullah karþýsýnda tekbirler, tahliller getirir. Kudum tavafýnda bulunur, tavaftan sonra Makam-ý Ýbrahimde 2 rekat namaz kýlar. Her namaz kýlýþta ve sonra telbiyeler getirir.

 

Kudüm tavafýndan sonra Mes’aya gider. Safa ile Merve arasýnda usulüne uygun sa’yeder. Safadan baþladýðý sa’ye 7. þavtta Mervede son verir. Her iki tepede Kabeye dönerek, ellerini kaldýrarak tekbir getirir. Sa’y bittikten sonra ifrad haccýna niyetlenen hacý adayý Mekkede kalýr. Zilhiccenin 8. gününe kadar Kabede istediði kadar tavafta bulur. Bu nafile tavaflarda remel ve tavaf bitiminde de Sa’y yoktur. Zilhiccenin 8. günü (Terviye günü) Minaya gidilir. Orada Arefa günü sabahýna kadar kalýnýr. O gün sabah namazýndan sonra Arafat’a çýkýlýr. Arafat’ta gün batana kadar kalýnýr.

 

Bu sýrada öðleyin hutbe dinlenir. Namazdan sonra bol bol dua ve niyazda bulunur. Gün batýmýný müteakip hacý adayý, Müzdelifeye yönelir, Müzdelifede Meþ’ar-i Haram denilen yerde geceler. Akþam ve yatsý namazlarýný burada yatsý vaktinde cem ederek kýlar. Kurban bayramý sabah namazýný Müzdelifede kýlar ve o vakitte vakfede bulunur. Müzdelifedeyken 70 adet çakýl taþý toplar, gün doðumuna yakýn Minaya hareket eder.

 

Hacý adayý Minaya gelince; cemr-i akabeye (son cemreye) öðleden önce 7 taþ atar. Bundan sonra artýk telbiye getirmez. Sonra dilerse kurban keser peþinden traþ olur. Yemettü veya Kýran haccýna niyetlenenler mutlaka kurban kesecektir. Bu iþlemlerden sonra, hanýmýyla cinsi temas hariç her þey serbesttir. Daha sonra Mekke’ye gelinir. Ziyaret tavafýnda bulunur. Hutbeyi dinler. Sonra geri kalan cemreler için hacý Mina’ya gider. Orada 3 gün kalýr. Bu süre içerisinde cemrelere; sýrasýyla her gün 7 þer taþ atar. Böylece;

Ýlk cemreye (cemre- ulaya)               7 x 3=21

Orta cemreye (cemre-i vüstaya)        7 x 3=21

Son cemreye (cemre-i akabeye)         7 x 4=28

taþ olmak üzere toplam                      70 taþ atýlmýþ olur.

 

Minada þeytan taþlanýrken ve orada kalýrken anne/babasý ve cümle tanýdýklarý için bütün Müslümanlar için bol bol dualarda bulunur. Bu iþlemlerden sonra tekrar Mekke’ye dönülür.

 

Yolda muhassab (Ebtah) denilen yerde bir süre kalýnýr. Mekke’ye gelen hacý Hareme varýr, veda tavafýnda bulunur, peþinden 2 rekat namaz kýlar sonra da zemzem suyundan kana kana içer, dualarda bulunur. Namazdan sonra Beytullaha, örtüsüne yüzünü, göðsünü dayayarak Allah’a dua ve niyazda bulunur. Böylece kiþi ifrad haccýný bitirmiþ olur. Her bir temel mensekten (iþlemden) daha önce bahsedilirken ayrýntýlý bilgiler verilmiþtir. O nedenle burada yalnýzca temel iþlemler sýralanmýþtýr.

 

Bugün hac iþleminin ifa edildiði yerde, Arafat, Müzdelife, Mina ve hatta Harem- Þerifte plan, proje bakýmýndan önemli yenilikler olmuþtur. Cemrelerin yapýldýðý yerler ile Hareme gelen tüneller, Safa ve Merve arasý revaklar bunun en belirgin örnekleridir. Bu sebeple haccýn sünneti sayýlan bazý hususlar mesela: Ebtah vadisinde bir süre konaklama bugün yerine getirilmemektedir.

 

 

 

d) Kurban

 

 

Kurbanýn Tanýmý: Aslý Arapça olan kurban kelimesi yakýnlaþmak anlamýndandýr. Bir fýkýh terimi olarak kurban: Allah’a yakýnlaþmak amacýyla belli zamanda, belli bir hayvaný kesmek demektir.

 

Kurbanýn Önemi: Kurban bayramýnda fakirlere, kurban kesenlerin verdiði etlerle hem temel gýda maddelerinden biri kendilerine sunulmuþ hem de bütün Müslüman kullarý için Allah’ýn düzenlediði ilahi ziyafete katýlmýþ olurlar.

 

Kurban kesen ve baþkalarýna veren kimse, Allah’a yaklaþmýþ ve bazý günahlarýndan temizlenmiþ olur. Dini bir ibadete bulunmak, mali bir fedakarlýk göstererek inancýna uymanýn moral yüksekliðini kazanýr.

 

Ayrýca kendisinin ve aile fertlerinin çeþitli sýkýntýlardan kurtulmasýna vesile olabilecek bir iþ yapmýþ sayýlýr. Çok büyük miktarlarda hayvan alým/satýmýyla piyasada ticari bir canlýlýk hissedilir. Biriktirilmiþ paralar kamu yararý için harcanarak sosyal adalet ve tesanüd gerçekleþmiþ olur.

 

Kurbanýn Dinimizdeki Yeri

 

Kurban, Hz. Ýbrahim (as)’dan beri devam edegelen bir ibadettir.

 

Kur’an-ý Kerim’de:

 

 6¤Š z¤ãa ë  Ù¡£2 Š¡Û ¡£3 – Ï

 

“Rabbýn için namaz kýl ve kurban kes.”[682] 

 

Hadisi Nebevide:

 

ـ عن مِخْنَفِ بن سليم رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُ قال: ]سَمِعْتُ رسولَ اللّه # يَقُولُ: يَا أيُّهَا النَّاسُ إنَّ على كُلِّ أهْلِ بَيْتٍ في كُلِّ عَامٍ أُضْحِيَة وَعَتِيرَةً. هَلْ تَدْرُونَ مَا الْعَتِيرَةُ؟ هِىَ الَّتِى تُسَمُّونَهَا الرَّجَبِيَّةَ.

 

- Mihnef Ýbnu Süleym (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ý iþittim þöyle buyurmuþtu: "Ey insanlar, her aile sâhibine her sene bir kurbanlýk, bir de atîre borç olmuþtur. Atîre'nin ne olduðunu biliyor musunuz? O, recebiye dediðiniz þeydir."[683]

 

ـ وعن ابن عمرو بن العاص رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُما قال: ]قال رسولَ اللّه #: أُمِرْتُ بِيَوْمِ ا‘ضْحَى عِيداً جَعَلَهُ اللّهُ تَعالى لهذِهِ ا‘مَّةِ. فقَالَ لَهُ رَجُلٌ: يارسولَ اللّهِ أرَأيْتَ إنْ لَْ أجِدْ إَّ مَنيحَةً أُنْثَى أفأضَحِّى بِهَا؟ قالَ: َ. وَلكِنْ تَأخُذُ مِنْ شَعَرِكَ وأظْفَارِكَ وَتَقُصُّ شَارِبَكَ وَتَحْلِقُ عَانَتَكَ، فذلِكَ تَمامُ أُضْحِيّتِكَ عِنْدَ اللّهِ تَعالى.

 

- Abdullah Ýbnu Amr Ýbnu'l-Âs (radýyallahu anhümâ) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):"Kurban gününü bayram olarak kutlamakla emrolundum. Onu bu ümmet için Allah bayram kýlmýþtýr" buyurmuþtu. Bir adam kendisine:"Ey Allah'ýn Resûlü! Ben iâreten verilmiþ bir hayvandan baþka bir þeye sahip deðilsem, onu kesebilir miyim?" diye sordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):"Hayýr, dedi, ancak saçýný, týrnaklarýný kýsaltýr, býyýklarýndan alýr, etek traþýný olursun. Bu da sana Allah indinde bir kurban yerine geçer."[684]

 

ـ وعن نافع ]أنَّ ابْنَ عُمَرَ رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُما لَمْ يَكُنْ يُضَحِّى عَمَّا في بَطْنِ المَرأةِ.

 

- Nâfi' (rahimehullah) anlatýyor: "(Ailenin her ferdi için kurban kesmek gerektiði görüþünde olan) Abdullah Ýbnu Ömer (radýyallahu anhümâ), anne karnýndaki çocuk adýna kurban kesmezdi."[685]

 

Kurbanýn Hükmü

 

Kurban, hicretin ikinci yýlýnda meþru kýlýnmýþtýr. Bunun meþru olmasý, kitap, sünnet ve icma ile sabittir.

 

Hanefilere göre, vaciptir. Böylece kurbaný kesen Müslüman, dinen yapýlmasý kendisinden istenilmiþ bir fiili yaparak ibadet ve taatte bulunmuþ olmakta, ahirette de sevaba erme hakkýný kazanmaktadýr.

 

Kurban yüce Allah’ýn rahmetine yaklaþmak için ibadet niyeti ile kesilen özel hayvandýr. Kurban bayramýnda ibadet niyeti ile kurban kesmek hür, mukim, müslim ve zengin kimseye vaciptir. Zenginden maksad, temel ihtiyaçlarýndan baþa, artýcý olsun olmasýn, en az iki yüz dirhem gümüþ deðerinde bir mala sahip olan, fitre vermekle yükümlü olan kiþilerdir.

 

Kurban kesme yükümlülüðü için, Ýmam-Azam ile Ýmam Ebu Yusuf’ göre, akýl ve buluð þart deðildir. Zengin olan bir çocuðun veya delinin malýndan bunlarýn velisi kurban keser. Bu çocuk veya bu mecnun o kurbanýn etinden yer.

 

Kurbanlar yalnýz koyun, keçi, deve ve sýðýr cinsi hayvanlardan kesilebilir. Mandalar da sýðýr cinsindendir. Bunlarý erkekli ile diþileri eþittir. Ancak koyun cinsinden erkeðini kurban etmek daha faziletlidir. Keçinin erkeði ile diþisi kýymetçe eþit olsalar, diþisini kesmek daha faziletlidir.

 

Koyun ile keçi ya birer yaþýný doldurmalý ve koyunlar yedi-sekiz aylýk olduðu halde birer yaþýnda imiþ gibi gösteriþli bulunmalýdýr. Deve, en az beþ yaþýný, sýðýr da en az iki yaþýný bitirmiþ bulunmalýdýr. Tavuk, horoz ve kaz gibi evcil hayvanlar kurban olmaz.

 

Kurbanlýk hayvanýn þaþý, topal, uyuz ve deli olmasýnda, doðuþtan boynuzlu veya boynuzsuz veya boynuzunun azý kýrýk bulunmasýnda, kulaklarýnýn delinmiþ veya enine yarýlmýþ olmasýnda, kulaklarýnýn uçlarýndan kesilip sarkýk bir halde bulunmasýnda, diþlerinin azý düþmüþ olmasýnda, cinsel organý bulunmamasýnýn da burulmuþ olarak bulunmasýnda bir sakýnca yoktur, bu hayvanlar kurban edilebilirler. Ýki gözü veya bir gözü kör, diþlerinin çoðu düþmüþ ve kulaklarý kesilmiþ, boynuzlarýnýn biri veya ikisi kökünden kýrýlmýþ, kulaðýnýn veya kuyruðunun yarýdan fazlasý veya memelerinin baþlarý kopmuþ, kulaklarý veya kuyruðu yaratýlýþýnda bulunmayan bir hayvan kurban olamaz.

 

Kurban kesmekle yükümlü olan bir kimsenin satýn aldýðý kurbanda yukarýdaki kusurlardan biri sonradan meydana gelse, yerine baþkasýný almasý gerekir. Fakat fakir bir kimsenin aldýðý kurban böyle kusurlaþýrsa, yine kurban olarak kesilmesi caiz olur. Hatta böyle kusurlu bir hayvaný  satýn alýp kesmesi yeterli olur. Çünkü bu kurban o fakir için bir nafiledir. Nafilelerde ise, gençlik ve kolaylýk vardýr.

 

Kurbanýn kesilme zamaný nahr (Bayramýn birinci, ikinci ve üçüncü günleridir). Kurbanlar, bayram namazý kýlýnan þehir gibi yerlerde ise bayram namazý kýlýndýktan sonra, bayram namazý kýlýnmayan yerlerde ise bayram gününün fecrinden sonra kesilir. Ýlk vakit budur. Kurbanlar kýbleye karþý yatýrýlarak:

 

“Bismillah Allah’u-Ekber” diye kesilir.

 

Kurbaný, elinden geliyorsa sahibi kesmelidir, deðilse uygun gördüðü bir Müslüman’a emredip kestirmeli ve kendiside baþýnda bulunmalýdýr. Þu ayet-i kerimeyi de okumalýdýr:

 

 = åî©à Ûb È¤Ûa ¡£l ‰ ¡é¨£Ü¡Û ó©mb à ß ë  ôb î¤z ß ë 󩨢ޢã ë ó©m5 •  £æ¡a ¤3¢Ó

 

“De ki: Þüphesiz benim namazým, kurbaným, hayatým ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir.”[686] 

 

Yalnýz kurban sahibinin besmelesi yeterli olmaz; onu kesenin Besmeleyi getirmesi þarttýr. “Bismillah Allahuekber” demelidir.

 

Nezir Kurbaný

 

Nezir, Türkçe’de adak anlamýna gelen nezir kelimesi, tedbir almak, kendini yükümlü kýlmak anlamlarýnda mastardýr. Terim olarak ise, Allah’a tazimde bulunmak, onu büyüklemek maksadýyla Ýslam’da mübah bir fiilin yapýlmasýný, Allah’a karþý taahhüt etmek, insanýn kendisini o fiil ile yükümlü kýlmasýdýr. Allah’ýn razý olacaðý ibadet cinsi þeylerin adanmasý, nezri makbuldür, sevap kazanmaya vesiledir.

 

Mesela:

-“Þu kadar rekat namaz kýlmaya”

-“Þu kadar gün oruç tutmaya”  

-“Bir koyun kurban etmeye nezrediyorum” ifadeleri böyledir.

 

Akika Kurbaný: Akikanýn kelime manasý; insan ve hayvan yavrularýnýn ana rahmindeyken baþýnda biten tüyler, yerdeki uzun çukur, buluttaki þimþek parýltýsý gibi anlamlardýr. Fýkýh terimi olarak akika; yeni doðan çocuk sebebiyle Allah’a bir þükür fiili olarak doðumunun 7. gününde Allah için kesilen kurban anlamýnadýr.

 

Eti yenmeyen Hayvanlar

 

Bunlarý þu baþlýklar altýnda ele almaya çalýþalým:

1)  Eþek      

2)  Katýr

3)  Köpek

4)  Kurt

5)  At

6)  Ayý

7)  Aslan

8)  Kaplan

9)  Pars

10)  Sýrtlan

11)  Fil

12)  Tilki

13)  Maymun

14)  Kedi

15)  Sincap

16)  Sancar

17)  Gelincik

18)  Kerkes

19)  Çaylak

20)  Kartal

21)  Kuzgun

22)  Akbaba

23)  Alaca karga

24)  Atmaca

25)  Þahin

26)  Fare

27)  Yaban Faresi

28)  Akrep

29)  Yýlan

30)  Kurbaða

31)  Kaplumbaða

32)  Köstebek

33)  Kirpi

34)  Kertenkele

35)  Salyangoz

36)  Solucan

37)  Her çeþit, kurtlar, böcekler, haþereler... eti yenmeyen hayvanlardandýr.

           

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

- Okuma Parçasý -

 

 

Hac ve Kurban

 

Ýslam’ýn üzerine kurulduðu beþ temel esaslardan biri olan Hac, sýhhati ve maddi durumu yerinde olan Müslümanlar için ömründe bir defa olmak üzere farzdýr. Ancak, insanýn ömründe yalnýzca bir defa farz olmasý, bir defadan fazla hac yapýlamayacaðý anlamýna gelmemelidir. Maddi durumun yerinde olmasýnýn ölçüsü konusunda kýsmen ihtilaf varsa da, genelde bunun ölçüsü bir kimsenin nisap miktarýna varan malý ile birlikte, Hacca gidip gelecek kadar malý olmasý ve bakmakla yükümlü olduðu kimselerin nafakasýný temin etmiþ olmasý gerekir.

 

Nafaka genel olarak, insanýn asli ihtiyaçlarýna verilen genel addýr. Bunda da ençok, özellikle yiyecek ve giyecek akla gelir. Ýçinde barýnýlabilecek bir mesken de nafaka içerisinde yer alýr.

 

Ýslam alimlerinin çoðunluðu tarafýndan kabul gören nisap miktarý ise 90 gram altýndýr. Bazý alimlere göre bu miktar biraz daha fazla veya biraz daha azdýr. Bir kimse maddi olarak bu þartlarý haiz ise maddi olarak Hac üzerine farz olur. Bununla birlikte saðlýk durumu da Hac için önemli bir þarttýr. Hacca gidip gelmeye ve haccýn meþakkatlerine katlanabilecek derecede sýhhatli olmak gerekiyor.

 

Haccýn bir diðer önemli þartlarýndan biri de, yol güvenliði ile birlikte can ve mal güvenliðinin saðlanmýþ olmasý gerekmektedir. Ýslam’ýn beþ temel esaslarý ayný zamanda ibadetlerin de özünü teþkil eder. Kelime-i Þahadet, Namaz, Zekat, Hac ve Oruç olan Ýslam’ýn üzerine kurulu olduðu bu beþ temel esas, Müslümanlarýn üzerinde hiç bir zaman ihtilafý olmayan esaslardýr. Hiç bir Müslüman’ýn bu esaslarý reddetme hakký yoktur. Ancak bu ibadetlerin yerine getirilmesi ile ilgili bazý ihtilaflar varsa da genelde ve özde bütün Müslümanlar bu konularda müttefîktirler. Müslüman, baðlý bulunduðu Ýslam dininin bir mensubu olarak bütün varlýklarý yoktan var eden yüce yaratýcý Allah’u Teala'nýn emirlerini yerine getirmekle yükümlüdür.

 

Ýbadet, insanlarýn yüce yaratýcý karþýsýndaki acziyetini kabulünün bir ifadesidir. Ýbadetlerde genelde bir hikmet aransa da en önemlisi bu hikmetin Cenab-ý Hakk'ýn emri olmasýdýr. Dolayýsýyla Mekke-i Mükerreme'de bulunan Beytullah'ýn sýnýrlandýrýlmýþ vakti içinde ziyaret edilmesinde pek çok hikmetle bulunmakla birlikte asýl gaye bu hikmetleri mazhar olmak deðildir. Ancak Haccýn hikmetlerini Hacca giden bütün Müslümanlar doya doya tespit edebilmektedirler.

 

Hac bir turistik seyahat deðildir. Seyahat olmakla birlikte ibadet maksadýyla, Allah’ýn emrini yerine getirmek amacýyla yapýlan bir seferdir. Elbette ki Cenab-ý Allah bunun karþýlýðýný kullarýna ihsan edecektir. Bütün dünyada gelen milyonlarca Müslüman Hac’da, aralarýnda hiç bir irk, renk ve bölge  farký olmadan tek bir varlýða karþý olan görevleri ifa eden Müslümanlar böylece ümmet kardeþliðinin ne demek olduðunu da tespit edebilmektedir.

 

Hac’da giyilen ihram her tür kesimde Müslüman’ýn aralarýnda hiç bir farkýn olmadýðýný simgelemektedir. Ýdarecisinden, idare edilenine, kralýndan en sýradan insanýna kadar bütün Müslümanlar ayni þekilde davranmak zorundadýrlar. Ýslam’ýn ibadette anladýðý ve insanlara anlatmak istediði  budur zaten.  Milyonlarca insanýn dünyanýn dört bir bucaðýnda bir araya gelerek ayný duygularla Allah'a ibadet etmeleri de bunun göstergesidir.

 

Bütün insanlar eþit derecede ibadet edebilme hakkýna sahiptir. Hiç kimsenin ibadeti, hiç bir kimseye yüklenemez. Hacda bütün dünya Müslümanlarýnýn kalpleri tek yöne doðru atar. Alemlerin Rabbi olan Allah'a doðrudur, bu atýþ. Hac ile Kurban neredeyse iç içe girmiþ bir ibadetler bütünüdür. Kurban kesmenin vaktiyle ard arda yapýlmasý bu iki ibadetin önemini de ortaya koymaktadýr. Kurbanýn sünnet ve vacip bir ibadet olduðu konusunda ihtilaflar var ise de Kurban kesme konusunda bütün Müslümanlar müttefiktirler.

 

Kurban kesmenin vakti Zilhicce ayinin 10 ve 12. günleri arasýndaki günlerdir. Kurbanýn ille de mukaddes beldelerde kesilmesi diye bir þart yoktur. Kurbanýn kesilmesi için vekalet verilebilir.

 

Kurban Allah için kesilir. Et yemek için kesilmez. Kurban etinin ihtiyaç sahiplerine tasadduk edilmesi tercih edilir. Ayeti kerimede:

 

 ô¨ì¤Ô £nÛa ¢é¢Ûb ä í ¤å¡Ø¨Û ë b ç¢ª¯ë¬b ß¡… ü ë b è¢ßì¢z¢Û  é¨£ÜÛa  4b ä í ¤å Û

 

"Kurbanlarýnýzýn ne etleri ne de kanlarý Allah'a ulaþmaz. Fakat sizin takvanýz Allah'a ulaþýr..."[687] diye geçmektedir.

 

Buradaki anlam Kurbanýn hikmetlerini ortaya koymaktadýr. Bir hayvanýn kanýnýn akýtýlmasýndan öte, Kurban kesmekteki takva ve niyet ile amaç önemlidir. Kurban bu takva ile kesilir. Cenab-ý Allah’ýn insanlarýn ibadetine ihtiyacý yoktur. Aksine, insanlarýn Cenab-ý Allah'a ibadet etmeleri zaruridir. Yukarýdaki ayeti kerimede belirtildiði gibi, akan kanlar ve elde edilen etler Allah'a ulaþmayacaðýna göre ona ulaþacak olan Müslümanlarýn niyetleri ve takvalarýdýr.

 

Kurban, Allah’ýn emrinin yerine getirilmesidir. Malýn, Allah emretti diye helak edilebileceðini, harcanabileceðini göstermesi bakýmýndan Kurban önemli bir göstergedir. Bunun içindir ki, Allah Kurbanýn sevabýný kendisi tespit edecektir.

 

"Hali vakti yerinde olup da Kurban kesmeyen bizim mescidimize gelmesin" þeklinde rivayet olunan bir hadisle Kurbanýn önemi anlatýlmak isteniyor. Bu Hadisin açýk anlamý þudur: Eðer bir Müslüman Kurban kesmekten imtina ederse, onun Müslümanlýðýnda þüphe vardýr. Kurban ve Hac ibadetlerinin yerlerine getirilmesi sýrasýnda gösterilecek olan sebat ve takva beraberinde pek çok sevabý da getirmektedir.

 

Hac esnasýnda karþýlaþtýðýmýz binlerce Müslüman’la selamlaþmak, onlarla tanýþmak ve gülümsemek, sevap torbamýzýn dolmasýný temin edecektir.

 

Kurbanlarýmýzý ihtiyaç sahibi Müslümanlara tasadduk etmekte, bu hadisi þerifin ifade etmek istediði sevaptan yararlanmamýza vesile olacaktýr.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

 

 

 

 

11) AÝLE HUKUKU

 

 

a)  Nikah

 

b)  Mehir

 

c)  Talak

 

d)  Ýddet

 

e)  Nafaka

 

f)  Vasiyet

 

g)  Miras

 

- Okuma Parçasý -

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

11) AÝLE HUKUKU

 

 

Genel Bir Bakýþ

 

Aile: Arapça olup fakir düþmek, bakýma muhtaç hale gelmek gibi manalara gelir. Fýkýhtaki tanýmýysa; meþru bir evlenme akdiyle hayatlarýný birleþtiren kadýn ile erkekten kurulu bir küçük topluluktur. Evlenme ise; aralarýnda bir engel bulunmayan bir kadýn ile bir erkeðin kendi istekleriyle beraber yaþamak maksadýyla birlikte yaptýklarý akittir.

 

Aile hemen her dinde ve diðer sosyal düzen kurallarýnda toplumun temel taþý kabul edilir. Müslümanlýkta da ailenin bu önemine sýk sýk deðinilmiþtir. Kur’anda ve hadislerde fýkýh bakýmýndan en ayrýntýlý hükümler aile kurumuyla ilgili olanlardýr. Karý/koca arasý, anne/babayla çocuklarý arasý ve nihayet akrabalar arasý dini, hukuki ahlaki iliþkiler çoðu kez en ince noktasýna kadar aydýnlatýlmýþtýr. Amaç, Müslüman toplumu saðlam temellere oturtmak, temel taþlarýný iyi tespit etmektir. Toplum içindeki iliþkiler bu kadar ayrýntýlý bir þekilde düzenlenmiþtir.

 

Bilirsiniz ki, dünyada her þeyin bir esasý, bir temeli olduðu gibi milletleri teþkil eden cemiyetlerin temeli de ailelerdir. Ailenin temeli ise karý ile kocadýr. Aile hayatý, toplumsal varlýðýn baþlangýcýdýr. Ýslam’da aile teþkilatý pek önemlidir. Aile fertleri, baþta zevc ile zevceden ve bunlarýn çocuklarýndan ibarettir. Bunlarýn karþýlýklý görevleri vardýr.

 

Kocasýnýn baþlýca görevleri: Zevcesi ile güzel geçinmek, onu korumak, onun nafakasýný karþýlamak, kendisine doðruluktan ayrýlmamaktýr. Bir hadis-i þerifte: “Sizin hayýrlýnýz, kadýnlarý için hayýrlý olanýnýzdýr”[688] buyurmuþtur.

 

Kadýnlarýn Baþlýca Görevleri: Kocasýnýn dine uygun emirlerini tutmak, onun namus ve þerefini korumak, bulunduðu hale kanaat etmek, israftan kaçýnmak, ev hanýmý olacak bir þekilde bulunmaktýr.

 

 6 £å¢è Û  ¥b j¡Û ¤á¢n¤ã a ë ¤á¢Ø Û ¥b j¡Û  £å¢ç 6¤á¢Ø¡ö¬b Ž¡ã

 

“Onlar (kadýnlar) sizin için sizde onlar için birer libassýnýz.”[689]

 

Bütün ailelerde erkek ve kadýn eðer Ýslam terbiyesi ile terbiye edilerek mazbut bir þekilde yetiþtirilir ve her aile yuvasýnda Kur’an-ý Kerim-in ahkamýyla amel edilir, sünneti nebeviye sarýlýr, selefin güzel adet ve ananesine uyulursa elbette ki böyle ailelerden teþekkül eden cemiyet ve millet de mazbut olur. Kur’an-ý Kerim’de:

 

وَاِذْ قَالَ لُقْمنُ لِابْنِه وَهُوَ يَعِظُهُ يَا بُنَىَّ لَاتُشْرِكْ بِاللّهِ اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظيمٌ () وَوَصَّيْنَا الْاِنْسَانَ بِوَالِدَيْهِ حَمَلَتْهُ اُمُّهُ وَهْنًا عَلى وَهْنٍ وَفِصَالُهُ فى عَامَيْنِ اَنِ اشْكُرْ لى وَلِوَالِدَيْكَ اِلَىَّ الْمَصيرُ () وَاِنْ جَاهَدَاكَ عَلى اَنْ تُشْرِكَ بى مَالَيْسَ لَكَ بِه عِلْمٌ فَلَا تُطِعْهُمَا وَصَاحِبْهُمَا فِى الدُّنْيَا مَعْرُوفًا وَاتَّبِعْ سَبيلَ مَنْ اَنَابَ اِلَىَّ ثُمَّ اِلَىَّ مَرْجِعُكُمْ فَاُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ () يَا بُنَىَّ اِنَّهَا اِنْ تَكُ مِثْقَالَ حَبَّةٍ مِنْ خَرْدَلٍ فَتَكُنْ فى صَخْرَةٍ اَوْ فِى السَّموَاتِ اَوْ فِى الْاَرْضِ يَاْتِ بِهَا اللّهُ اِنَّ اللّهَ لَطيفٌ خَبيرٌ () يَا بُنَىَّ اَقِمِ الصَّلوةَ وَاْمُرْ بِالْمَعْرُوفِ وَانْهَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَاصْبِرْ عَلى مَا اَصَابَكَ اِنَّ ذلِكَ مِنْ عَزْمِ الْاُمُورِ () وَلَا تُصَعِّرْ خَدَّكَ لِلنَّاسِ وَلَا تَمْشِ فِى الْاَرْضِ مَرَحًا اِنَّ اللّهَ لَا يُحِبُّ كُلَّ مُخْتَالٍ فَخُورٍ () وَاقْصِدْ فى مَشْيِكَ وَاغْضُضْ مِنْ صَوْتِكَ اِنَّ اَنْكَرَ الْاَصْوَاتِ لَصَوْتُ الْحَميرِ

 

“Lokman, oðluna öðüt vererek: Yavrucuðum! Allah'a ortak koþma! Doðrusu þirk, büyük bir zulümdür, demiþti. Biz insana, ana-babasýna iyi davranmasýný tavsiye etmiþizdir. Çünkü anasý onu nice sýkýntýlara katlanarak taþýmýþtýr. Sütten ayrýlmasý da iki yýl içinde olur. (Ýþte bunun için) önce bana, sonra da ana-babana þükret diye tavsiyede bulunmuþuzdur. Dönüþ ancak banadýr. Eðer onlar seni, hakkýnda bilgin olmayan bir þeyi (körü körüne) bana ortak koþman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda dönüþünüz ancak banadýr. O zaman size, yapmýþ olduklarýnýzý haber veririm. (Lokman, öðütlerine devamla þöyle demiþti:) Yavrucuðum! Yaptýðýn iþ (iyilik veya kötülük), bir hardal tanesi aðýrlýðýnda bile olsa ve bu, bir kayanýn içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa, yine de Allah onu (senin karþýna) getirir. Doðrusu Allah, en ince iþleri görüp bilmektedir ve her þeyden haberdardýr. Yavrucuðum! Namazý kýl, iyiliði emret, kötülükten vazgeçirmeye çalýþ, baþýna gelenlere sabret. Doðrusu bunlar, azmedilmeye deðer iþlerdir. Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beðenmiþ övünüp duran kimseleri asla sevmez. Yürüyüþünde tabiî ol, sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.”[690]

 

Akraba Hakký: Bu Ýslam’ýn farzlarýndandýr. Bunun en aþaðý sýnýrý; selam vermek, ziyaretlerine gitmek, haberleþmek ve hediyeleþmektir.

 

Yüce Allah Kur’an-ý Kerim’de akrabayla iliþkiyi kesmekle yeryüzünde fesat çýkarmayý bir arada zikreder ve bunu yapaný kýnar:

 

¤á¢Ø ßb y¤‰ a a¬ì¢È¡£À Ô¢m ë ¡ž¤‰ üaó¡Ï a뢆¡Ž¤1¢m ¤æ a ¤á¢n¤î £Û ì m ¤æ¡a ¤á¢n¤î, Ž Ç ¤3 è Ï

 

“Geri dönerseniz, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya ve akrabalýk baðlarýný kesmeye dönmüþ olmaz mýsýnýz?“[691]

 

Komþu Hakký: Komþu hakkýnýn asgarisi, onun namus ,mal, can ve çocuðuna zarar vermemektir. Kötü komþu insaný daima huzursuz eder. Daima ondan korkulur. Onun için komþusuna bu asgari haklarý vermeyen, hayýr ve iyilikleri ne kadar çok olursa olsun cehenneme girecektir.

 

ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رسُولُ اللّهِ : َ يَدْخُلُ الجَنّةَ مَنْ َ يَأمَنُ جَارُهُ بَوَائِقَهُ

 

-Hz. Ebû Hüreyre (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)  buyurdular ki: "Komþusu, zararlarýndan emin olmayan kimse cennete giremez..”  [692]

 

 

 

a) Nikah

 

 

Nikah: Evlenme, kocaya gitme, cinsî temasta bulunma, sarhoþ etme, evlenmeleri yasak olmayan bir erkekle bir kadýn arasýnda yapýlan ve müþterek hayat ve nesli sürdürmek için bir bað meydana getiren akit.

 

Tarih boyunca, çeþitli milletlerde ve hukuk sistemlerindeki evlilik anlayýþý ve tatbikatý ayný olmamýþtýr. ilâhî vahye dayanan semavî dinlerde erkekle kadýnýn ortak bir yuva kurmasý ancak nikâh akdiyle mümkün kýlýnmýþtýr.

 

Nikâh akdi eþlerin veya temsilcilerinin serbest iradesiyle oluþur. Karý kocadan meydana gelen aile yuvasýnda tarih boyunca, çeþitli topluluklarda üç usul uygulanmýþtýr.

 

Koca hakimiyetine dayanan evlilik: Tarihin eski çaðlarýndan beri yaygýn olan evlilik þekli budur. Onsekiz ve ondokuzuncu yüzyýlda Avrupa'da meydana gelen çok önemli siyasî ve sosyal geliþmelere raðmen koca, evlilik birliði içinde hâkim rolünü bazý hukuk sistemlerinde korumuþtur. Meselâ, Fransýz Medeni Kanunu büyük ihtilalden sonra da evlilik birliðinde kocanýn hakimiyetini sürdürmüþtür. Eski Roma hukukunda evlilik tamamen kocanýn hakimiyetine dayanýyordu. Napolyon da bu sistemi devam ettirmiþtir.

 

Eþlerin eþitliði esasýna dayanan evlilik: Ondokuz ve yirminci yüzyýllarda geliþen sosyal ve ekonomik þartlar, kadýnýn da ekonomik hayatta ve birçok idarî kademelerde görev almasýna yol açmýþtýr. Bunda üst üste geçirilen savaþlarýn da etkisi olmuþtur.

 

Bazý ülkelerde "Koruma ve itaat prensibi" terkedilerek, karýkocanýn mutlak eþitliði esasý benimsenmiþtir. Meselâ, Rusya'da karý koca mutlak surette eþittir. Bu yüzden Rus kadýný, kocasýnýn soy adýný taþýmak zorunda olmadýðý gibi, ikametgâh deðiþikliði hâlinde isterse kocasýný takip etmeyebilir. Sonuç olarak orada, evlilik kadýnýn ehliyetine tesir etmez. Ýskandinav ülkelerinde de durum böyledir. Ancak bu kadar serbestlik, aile yuvasýný sarsmýþ, sýcak anne kucaðý görmeyen çocuklar bu ülkeler için problem halini almýþtýr.

 

Ortalama sistem: Bu sistemde karýkoca esas itibariyle eþit olmakla birlikte, evlilik birliðinin korunmasý ve devamý için erkeðe bazý hususlarda üstünlük tanýnmýþtýr. Bu cümleden olarak, erkek ailenin reisidir. Karý, kocanýn soyadýný taþýr ve onun rýzasý olmadan bir sanat ve meslekle iþtigal edemez. Ancak bu durum, kocaya her yönde bir hâkimiyet saðlamaz.

 

Ýslâm'daki duruma gelince; bu konuda genel bir prensip söylemek güçtür. Çünkü kadýn þahsi bakýmdan kocasýna tabi olmakla birlikte, kendisine ait bir mal üzerinde serbestçe tasarruf edebilmekte, her türlü hukukî muameleyi yapabilmektedir. O, her konuda dava açabilir. Bunun için kocasýnýn rýzasýna da muhtaç deðildir. Evlenme, kocaya karýsýnýn mallarý üzerinde hiçbir hak vermez. Serveti ne olursa olsun, kadýn evin masraflarýna katýlmak zorunda deðildir. Eþler arasýnda mal ayrýlýðý esasý uygulandýðý için boþanma veya ölüm halinde problem çýkmaz.

 

Mal varlýðý bakýmýndan bu þekilde geniþ hürriyete sahip olan kadýn, þahsî bakýmdan kocasýna tabidir. Bu sebeple ailenin reisi kocadýr. Çünkü o, daha güçlü ve hayat olaylarý karþýsýnda daha dayanýklýdýr. Kur'an-ý Kerim'de þöyle buyurulur:

 

اَلرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَاءِ بِمَا فَضَّلَ اللّهُ بَعْضَهُمْ عَلى بَعْضٍ وَبِمَا اَنْفَقُوا مِنْ اَمْوَالِهِمْ

 

"Erkekler kadýnlar üzerinde hakimdirler. O sebeple ki, Allah onlardan kimini (erkekleri) kiminden (kadýnlar) daha üstün kýlmýþtýr.”[693]

 

 ;¥áî©Ø y ¥Œí©Œ Ç 6騣ÜÛa ë 6¥ò u ‰ …  £å¡è¤î Ü Ç ¡4b u¡£ŠÜ¡Û ë

 

 “...Ancak erkekler, kadýnlara göre bir derece üstünlüðe sahiptirler. Allah azîzdir, hakîmdir.”[694]

 

Ancak Ýslâm, kadýna, kocaya itaatý emrederken, kocaya da kadýna karþý bir takým ödevler yüklemiþtir. Nitekim, Bakara sûresinde yukarýdaki âyetin devamýnda: "Erkeklerin meþru þekilde kadýnlar üzerindeki haklarý gibi, kadýnlarýn da onlar üzerinde haklarý vardýr" buyurulur.

 

Nikâh teriminde erkeðin, kadýnýn cinsel yönlerinden yararlanma anlamý vardýr. Nitekim Hanefîlerin tarifi þöyledir: Nikâh; þer'an evlenme engeli bulunmayan bir kadýnýn cinsel yönlerin dýþýnda da yararlanmayý erkeðe mübah kýlan bir akittir. Müteahhirûn fakihleri bunu þöyle formüle etmiþlerdir: Nikâh, kasten mülk-i mut'ayý ifade eden bir akittir.[695]

 

Evliliðin meþrûluðu Kitap, Sünnet ve Ýcmâ delillerine dayanýr. Kur'an-ý Kerîm'de þöyle buyurulur:

 

وَاِنْ خِفْتُمْ اَلَّا تُقْسِطُوا فِى الْيَتَامى فَانْكِحُوا مَا طَابَ لَكُمْ مِنَ النِّسَاءِ مَثْنى وَثُلثَ وَرُبَاعَ فَاِنْ خِفْتُمْ اَلَّا تَعْدِلُوا فَوَاحِدَةً اَوْ مَا مَلَكَتْ اَيْمَانُكُمْ ذلِكَ اَدْنى اَلَّا تَعُولُوا

 

“Eðer (kendileriyle evlendiðiniz takdir de) yetimlerin haklarýna riayet edememekten korkarsanýz beðendiðiniz (veya size helâl olan) kadýnlardan ikiþer, üçer, dörder alýn. Haksýzlýk yapmaktan korkarsanýz bir tane alýn; yahut da sahip olduðunuz (cariyeler) ile yetinin. Bu, adaletten ayrýlmamanýz için en uygun olanýdýr.”[696]

 

وَاَنْكِحُوا الْاَيَامى مِنْكُمْ وَالصَّالِحينَ مِنْ عِبَادِكُمْ وَاِمَائِكُمْ اِنْ يَكُونُوا فُقَرَاءَ يُغْنِهِمُ اللّهُ مِنْ فَضْلِه وَاللّهُ وَاسِعٌ عَليمٌ

 

“Aranýzdaki bekârlarý, kölelerinizden ve cariyelerinizden elveriþli olanlarý evlendirin. Eðer bunlar fakir iseler, Allah kendi lütfu ile onlarý zenginleþtirir. Allah, (lütfu) geniþ olan ve (her þeyi) bilendir.”[697]

 

Evlilik konusunda pek çok hadis-i þerifler nakledilmiþtir: Allah elçisi, gençlere hitaben þöyle buyurmuþtur:

 

ـ عن مَعْقَلِ بْنِ يسار رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]جَاءَ رَجُلٌ الى رَسُولِ اللّهِ # فقَالَ: إنِّى أصَبْتُ امْرَأةً ذَاتَ حَسَبٍ وَجَمَالٍ وَأنَّهَا َ تَلِدُ، أفَأتَزَوَّجُهَا؟ قَالَ: َ. ثُمَّ أتَاهُ الثَّانِيَةَ، فَنَهَاهُ. ثُمَّ أتَاهُ الثَّالِثَةَ، فقَالَ: تَزَوَّجُوا الْوَدُودَ الْوَلُودَ، فإنِّي مُكَاثِرٌ بِكُمُ ا‘ُمَمَ.

 

- Ma'kýl Ýbnu Yesar (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a bir adam gelerek: "Ben (evlenmek üzere) asaletli ve güzel bir kadýn buldum. Ancak kýsýrdýr, çocuk doðurmuyor. Onunla evleneyim mi?" diye  sordu. Aleyhissalâtu vesselâm:"Hayýr evlenme!" buyurdular. Sonra adam ikinci sefer geldi, yine ayný cevabý aldý. Adam üçüncü sefer de gelince: "(Ey insanlar!) vedud (çok seven) ve velud (çok doðuran)  olanla evlenin. Zira ben (kýyamet günü) diðer ümmetlere karþý çokluðunuzla övüneceðim" buyurdular."[698]

 

ـ وعن ابْنِ عَمْرُو بْنِ العاص رَضِيَ اللّهُ عَنهما قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: اَلْدُّنْيَا مَتَاعٌ، وَخَيْرُ مَتَاعِ الدُّنْيَا الْمَرْأةُ الصَّالِحَةُ.

 

- Abdullah Ýbnu Amr Ýbni'l-As (radýyallahu anhümâ) anlatýyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Dünya bir meta'dýr. Dünya metaýnýn en hayýrlýsý saliha kadýndýr."[699]

 

ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: تُنْكَحُ الْمَرأةُ ‘رْبَعِ خِصَالِ: لِمَالِهَا، وَلِحَسَبِهَا، وَلِجَمَالِهَا، وَلِدِينِهَا. فَأظْفَرْ بِذَاتِ الْدِّينِ، تَرِبَتْ يَدَاكَ.

 

- Hz. Ebu Hureyre (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Kadýn dört hasleti için nikahlanýr: Malý için, haseb ve nesebi için, güzelliði için, dini için. Sen dindarý seç de huzur bul."[700]

 

ـ وعن جابرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]لَمَّا تَزَوَّجْتُ قَالَ لِى رَسُولُ اللّهِ # مَا تَزَوَّجْتَ؟ قُلْتُ: تَزَوَّجْتُ ثَيْباً. فقَالَ: هََّ بِكْراً تَُعِبُهَا وَتَُعِبُكَ.

 

- Hz. Cabir (radýyallahu anh) anlatýyor: "Evlendiðim zaman Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana:"Nasýl biriyle evlendin (dulla mý bakire ile mi?)" diye sordular."Bir dul aldým!" dedim."Niye bakire deðil? O senin sen de onunla mülâtefe ederdiniz!" buyurdular."[701]

 

Üç kiþi Allah Elçisinin eþlerine onun gece ibadetini sormuþlar; belki azýmsayarak birincisi "Sürekli gece namazý kýlmaya", ikincisi "sürekli oruç tutmaya", üçüncüsü de "kadýnlardan sürekli ayrý kalmaya ve hiç evlenmemeye" karar verir. Bunu iþiten Hz. Peygamber þöyle buyurur: "Bazý kimselere ne oluyor ki þöyle þöyle demiþler. Fakat ben hem namaz kýlýyorum, hem uyuyorum; oruç tutuyorum, tutmadýðým da oluyor; kadýnlarla da evleniyorum. Kim benim sünnetimi terkederse, o benden deðildir."[702]

 

-“Mümin, Allah korkusundan ve O'na itaattan sonra, iyi bir kadýndan yararlandýðý kadar hiç birþeyden yararlanmamýþtýr. Çünkü ona emretse sözünü dinler, yüzüne baksa kendisini sevindirir, üzerine yemin etse, yeminini doðru çýkarýr, baþka tarafa gitse, kendisinin bulunmadýðý sýrada namusunu ve malýný korur."[703]

 

Evlenmenin meþrûluðu üzerinde bütün ümmetin görüþ birliði vardýr.Evleneceklerin durumuna göre nikâhýn hükmü farz, vacib, sünnet, haram, mekruh veya mübah kýsýmlarýna ayrýlýr:

 

1) Evlenmediði taktirde zinaya düþeceði kesin olan kimsenin -mehri verecek ve eþinin geçimini saðlayacak durumda ise- evlenmesi farzdýr.

 

2) Yine evlenmezse zinaya düþme tehlikesi bulunan kimsenin -mehir ve nafakayý saðlayacak durumda ise- evlenmesi vacibtir. Hanefiler dýþýndaki çoðunluk farz ve vacib arasýnda bir ayýrým yapmaz.[704]

 

3) Evlenince, eþine zulüm yapacaðýna kesin gözüyle bakýlan kimsenin evlenmesi haramdýr. Hem zinaya düþme, hem de eþine zulüm yapma korkusu bulunan kimsede haramlýk yönü tercih edilir. Çünkü bir konuda helâl ve haram birleþince, prensip olarak haram üstün tutulur ve ondan kaçýnmak gerekir. Nitekim ayet-i kerimede:

 

6©é¡Ü¤š Ï ¤å¡ß ¢é¨£ÜÛa ¢á¢è î¡ä¤Ì¢í ó¨£n y b¦yb Ø¡ã  æë¢†¡v í ü  åí©ˆ £Ûa ¡Ñ¡1¤È n¤Ž î¤Û ë

 

"Evlenmeye güç yetiremeyenler, Allah kendilerine fazlu kereminden zenginletinceye kadar iffetlerini korusunlar”[705] buyurulur.

 

4) Eþine zulüm yapacaðýndan korkulan kimsenin evlenmesi mekruhtur.[706]

 

5)  Cinsel bakýmdan itidal halde bulunanlarýn evlenmesi sünnettir. Ýtidal; evlenmezse zinaya düþeceðinden korkulmayan, evlenirse de eþine zulüm yapacaðýndan endiþe duyulmayan kimsenin halidir. Toplumda çoðunluðun bu durumda olmasý asýldýr. Yukarýda zikrettiðimiz, evlenemeyen gençlere oruç tutmayý tavsiye eden, evlilik konusunda aþýrý çekimser kalmaða karar veren üç sahabeyi uyaran hadisler bunun delilidir.Diðer yandan Hz. Peygamber ve Ashab-ý kiram evlenmiþler ve onlara uyanlar da bu sünneti sürdürmüþlerdir. Tercih edilen görüþ budur.[707]

 

Ýmam Þâfiî'ye göre ise, bu durumda evlenmek mubahtýr. Evlenmek veya bekâr kalmak caiz olur. O'na göre, vakitlerini ibadete ayýrmak ve ilimle uðraþmak evlilikten daha üstündür. Dayandýðý deliller þunlardýr: Cenab-ý Hak Yahyâ peygamberi þu sözlerle övmüþtür:  "...efendi, nefsine hakim, iffetli"[708] Ayetteki hasûr ifadesi; gücü yettiði halde kadýnla cinsel temas kurmayan kimse anlamýna gelir. Evlilik daha üstün olsaydý, bunu terketmek övülmezdi. Çoðunluk fakihler bu örneðin daha önceki þeriat uygulamasý olduðunu, Ýslâm ümmetini baðlamadýðýný söylemiþlerdir. Ýmam Þâfiî'nin diðer bir delili þu ayettir:

 

وَالْمُحْصَنَاتُ مِنَ النِّسَاءِ اِلَّا مَا مَلَكَتْ اَيْمَانُكُمْ كِتَابَ اللّهِ عَلَيْكُمْ وَاُحِلَّ لَكُمْ مَا وَرَاءَ ذلِكُمْ اَنْ تَبْتَغُوا بِاَمْوَالِكُمْ مُحْصِنينَ غَيْرَ مُسَافِحينَ فَمَا اسْتَمْتَعْتُمْ بِه مِنْهُنَّ فَاتُوهُنَّ اُجُورَهُنَّ فَريضَةً وَلَاجُنَاحَ عَلَيْكُمْ فيمَا تَرَاضَيْتُمْ بِه مِنْ بَعْدِ الْفَريضَةِ اِنَّ اللّهَ كَانَ عَليمًا حَكيمًا

 

“(Harp esiri olarak) sahip olduðunuz cariyeler müstesna, evli kadýnlar da size haram kýlýndý. Allah'ýn size emri budur. Bunlardan baþkasýný, namuslu olmak ve zina etmemek üzere mallarýnýzla (mehirlerini vererek) istemeniz size helâl kýlýndý. Onlardan faydalanmanýza karþýlýk kararlaþtýrýlmýþ olan mehirlerini verin. Mehir kesiminden sonra (bir miktar indirim için) karþýlýklý anlaþmanýzda size günah yoktur. Þüphesiz Allah ilim ve hikmet sahibidir.”[709]

 

Bir þeyin helal olmasý mübah olmasý demektir. Çünkü bu iki kelime birbirinin eþ anlamlýsýdýr. Diðer yandan evlilik, kiþiye cinsel yönden yarar saðlar. Yararýna olan bir iþi yapmak ise bir kimseye vacib olmaz. Böylece evlilik yeme, içme, alýþ-veriþ gibi mübah olan muamelelerdendir.[710]

 

Eþ Seçimi

 

Evlilikte eþ seçimi önemlidir. Yuvayý yapacak, çocuklarý eðitecek, erkeðe ömür boyu iyi veya kötü günde destek ve mutluluk verecek olan eþi seçerken güzelliðinden, soyundan ve malýndan çok, dindarlýðýna ve iyi ahlâk sahibi olmasýna dikkat edilmelidir. Hz. Peygamber þöyle buyurmuþtur:

 

ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: تُنْكَحُ الْمَرأةُ ‘رْبَعِ خِصَالِ: لِمَالِهَا، وَلِحَسَبِهَا، وَلِجَمَالِهَا، وَلِدِينِهَا. فَأظْفَرْ بِذَاتِ الْدِّينِ، تَرِبَتْ يَدَاكَ.

 

- Hz. Ebu Hureyre (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Kadýn dört hasleti için nikahlanýr: Malý için, haseb ve nesebi için, güzelliði için, dini için. Sen dindarý seç de huzur bul."[711]

 

Ýslâm hukukuna göre nikâh akdi hem medenî bir muâmele, hem de bir ibadettir. Çünkü nikâhýn rükûn ve þartlarýný Ýslâm belirler ve evlilik sebebiyle eþlerin pek büyük ecirlere ulaþacaklarý açýklanýr. Bu konuda Ýbnül-Hümâm (ö. 861/1457) þöyle der: "Nikâh, ibadetlere daha yakýndýr. Hattâ evlenmek, sýrf ibadet niyetiyle bekâr kalmaktan daha faziletlidir."[712]

 

Son devir hukukçularýndan Ýbn Abidîn (ö. 1252/1836), Reddül-Muhtar adlý ünlü eserinde nikâh konusuna þu cümlelerle baþlar: "Bizim için Hz. Adem devrinden bugüne kadar meþrû olmuþ, sonra Cennette de devam edecek, nikâh ile imandan baþka ibadet yoktur."[713]

 

Nikâhýn cami içinde aktedilmesi ve mümkünse cuma gününe rastlatýlmasý müstehaptýr. Bu da onun ibadet yönünü güçlendirir.[714]

 

Þâfiîlere göre, evlilik satým akdi gibi dünyaya ait iþlerden olup, bir ibadet deðildir. Dayandýðý delil, gayri müslimlerin nikâhýnýn da Ýslâm nazarýnda geçerli sayýlmasýdýr. Eðer ibadet olsaydý, bu nikâhlarýn geçersiz olmasý gerekirdi. Nikâhtan amaç, kiþinin þehvetini teskin etmesidir. Ýbadet yapmak ise Allah için bir iþ yapmaktýr. Bu nedenle Allah için iþ yapmak, kendi nefsi için iþ yapmaktan daha faziletlidir.

 

Þâfiîlerin bu görüþüne çoðunluk fakihler karþý çýkmýþtýr. Çoðunluða göre nikâhýn mümin veya gayri müslim için geçerli olmasý dünyada toplum düzeni ile ilgilidir. Nitekim mescit, yol yapýmý ve benzeri hayýr iþleri müslüman için bir ibadet olduðu halde, gayri müslim için bir ibadet sayýlmaz. Genel anlamda Allah'ýn hoþnut ve razý olduðu her iþ müslüman için ibadettir. Ýslâmî esaslara göre kurulan ve buna göre yürütülen evlilik de ibadet kabilindendir. Çünkü nikâh akdi ile, nefsi haramlardan korumak ve nesli sürdürmek gibi bir çok toplum maslahatlarý gerçekleþir.

 

Nitekim Hz. Peygamber (a.s) "Sizden birinizin evliliðinde sadaka sevabý vardýr"[715] buyurmuþtur.

 

Ýslâm'da nikâh akdi sýrasýnda evlenecek erkekle kadýnýn veya hukukî temsilcilerinin ve þahitlerin dýþýnda dinî veya resmî bir görevlinin bulunmasý zorunlu deðildir. Bu durum onun dinî niteliði ve ibadet yönü için bir engel teþkil etmez. Çünkü bir Ýslâm âliminin nikâh meclisini yönetmesi, gerekli soru ve cevaplarý almasý nikâhýn rükün veya þartlarýndan deðildir.

 

Hýristiyan toplumlarýnda nikâhýn dinî veya medenî niteliði uzun süre tartýþma konusu olmuþ; kimi ülkelerde nikâh tamamen kiliselerde akdedilirken, kimi ülkelerde de medenî nikâh esasý benimsenmiþtir.

 

Fransa'da 1787 Kasýmýnda çýkarýlmýþ olan bir kral buyruðu ile Katolik olmayanlarýn evlenmelerini dilerlerse ikametgâhlarýnýn bulunduðu yer kilisesinde, dilerlerse ayný mahallin hakimi önünde akdedebilecekleri kabul edilmiþtir. Birincisi dinî, ikincisi medenî nikâh niteliðindedir.

 

Osmanlý Devleti uygulamasýnda 1917 tarihli "Hukuk-ý Aile Kararnamesi" Hýristiyanlar için kýsmen dinî ve kýsmen medenî bir evlenme usulü getirmiþtir. Buna göre, Ýsevîlerin nikâhý, dinî ayinler çerçevesinde rûhânî memurlarca akdedilir. Ancak rûhânî memur, en az yirmi dört saat önce mahallî mahkemeye haber verir. Hakim, belirtilen saatte nikâh meclisine özel bir memur gönderip kýyýlan nikâhý deftere kayýt ve tescil ettirir.[716] 

 

Bazý hristiyan ülkeler sonradan medenî evlenmeyi kabul etmekle birlikte, önce dinî nikâhýn akdedilmesini þart koþmuþlardýr. Meselâ; Yunanistan ve Romanya, medenî nikâhtan önce dinî nikâhýn akdedilmesi esasýný benimsemiþlerdir.[717]

 

A.B.D.'de, Ýngiltere'de ve Ýskandinav ülkelerinde ise toplum dinî veya medenî nikâhtan dilediðini seçme hakkýna sahiptir. Eþlerin tercihine göre kilisede veya resmî nikâh memuru önünde akdedilen nikâhla ilgili belgeler nüfus kütüklerinde birleþmiþ olur.

 

Bazý ülkelerde medenî evlenme þekli zorunlu hale getirilmiþtir. Hollanda, Ýsviçre ve Türkiye gibi ülkeler bunlar arasýndadýr. Bu gibi ülkelerde resmî memur önünde kýyýlmayan nikâh yok hükmünde sayýlmaktadýr.

 

Nikâh'ýn Rükünleri

 

Bir þeyin varlýðý kendi varlýðýna baðlý olan ve onun yapýsýndan bir parça teþkil eden ana unsura "rükün" denir. Evlilik akdi için "icap ve kabul" bir rükündür. Çünkü evlenme akdinin varlýðý, icap ve kabulün varlýðýna baðlýdýr ve bu akdin bir parçasýdýr. Bir þeyin varlýðý kendi varlýðýna baðlý olmakla birlikte, onun yapýsýndan bir parça teþkil etmeyen iþ veya niteliðe ise "þart" denir. Meselâ, namaz iþin abdest bir þarttýr. Abdestsiz namazýn varlýðýndan söz edilemez, fakat bununla birlikte abdest, namazýn niteliðinden bir parça deðildir. Evlilik akdinde þahitlerin bulunmasý, akdin þartýdýr.

 

Hanefîlere göre evlilik akdinin rükünleri icap ve kabulden ibarettir. Çoðunluk müctehitlere göre ise evliliðin rükünleri dört tane olup; sîyga (icap ve kabul), kadýn, koca ve veli'dir.Akdin konusu; eþlerin evlilikten amaçladýklarý birbirinin cinsel yönlerinden yararlanmadýr. Bu nedenle, yalnýz ev hizmetlerini görmek üzere yapýlacak bir akit bir iþ akdi olabilir. Nikâh akdinde karý koca hayatý yaþamý asýldýr. Mehir, akdin kendisine baðlý olduðu bir unsur deðil; nafaka gibi evliliðin hükümlerindendir.

 

Ýcap, evlenme akdi taraflarýndan birisinin ilk olarak yaptýðý tekliftir. "Benimle þu anda evlenmeyi kabul ediyor musun?" teklifine, diðer tarafýn "Kabul ettim" þeklindeki cevabý "kabul" niteliðindedir. Burada ilk teklifin karý veya koca tarafýndan yapýlmasý sonucu etkilemez. Ýlk teklif icap, ikincisi kabul niteliðindedir.Çoðunluk Ýslâm fakihlerine göre icap, kadýnýn velisi veya vekili tarafýndan erkeðe yapýlan evlendirme teklifidir. Kabul ise, kocanýn bu teklife verdiði olumlu cevaptan ibarettir.[718]

 

Ýcap ve Kabulde Bulunurken Uyulacak Þartlar

 

1) Taraflar evlenme iradelerini nikâh meclisinde açýklamalý ve icapla kabul hemen birbirini izlemelidir. Taraflardan birisi normal konuþma iþitilemeyecek þekilde diðerinden uzaklaþmýþsa, nikâh meclisi terkedilmiþ sayýlýr. Ebû Yusuf'a bir taraf nikâh meclisinde hazýr deðilken, diðer taraf þahitlerin önünde icapta bulunsa, akit, bulunmayan tarafýn icazetine baðlý olarak meydana gelir. Karþý taraf bunu öðrenince olumlu cevap verirse akit kesinleþir; aksi halde ortadan kalkar.[719] (21).

 

2) (Ýcap ve kabul her bakýmdan birbirine uygun bulunmalýdýr. Ýcap ve kabul arasýnda yanýlma, hile yüzünden bir ayrýlýk varsa evlenme meydana gelmez.

 

3) Ýcap ve kabul taraflarca iþitilmeli ve anlaþýlmalýdýr. Ancak saðýr ve dilsizler özel iþaretleriyle irade beyanýnda bulunabilecekleri gibi, Ýslâm hukukunda mektupla evlilik akdi yapma kolaylýðý da getirilmiþtir. Mektup diðer taraf ve þahitler huzurunda okunur, bu tarafýn da kabulü ile nikâh akdi tamamlanýr. Burada nikâh meclisi hükmen bir sayýlýr.[720]

 

4)  Ýcap ve kabul için kullanýlan sözler açýk veya kinayeli olur. Yalnýz evlilik akdi meydana getirmede kullanýlan "inkâh" ve "tezvîc" sözcükleri ile bunlarýn baþka dildeki karþýlýklarý açýk sözlerdir. "Tezevvüc ettim, nikâhladým, nikâh ettim, nikâhla aldým, nikâhla verdim, tezvic ettim, evlendim, evlendirdim" sözcükleri gibi (4/22;33/37).

 

Buna karþýlýk mülkiyetin nakli sonucunu doðuran satýþ, hibe, sadaka ve temlik gibi sözler de, nikâh konusunda mecâz olarak icap ve kabul için kullanýlabilir. "Kendimi sana þu kadar mehir karþýlýðýnda hibe ettim" diye icapta bulunmak gibi. Burada mehrin zikredilmesi, þahitlerin hazýr bulunmasý, meclisin bir nikâh meclisi olmasý taraflarýn gayelerinin evlenmek olduðunu açýkça gösterir. Buna karþýlýk kira, rehin, ibra, vedia gibi deyimler evlenmede icap ve kabul için kullanýlmaya elveriþli deðildir. Çünkü bunlar mülkiyetin nakli sonucunu doðurmayan terimlerdir.[721]

 

Þâfiî ve Hanbelîlere göre ise evlilik akdi yalnýz nikâh ve tezvic sözcükleri ile meydana gelir. Delil, Kur'an-ý Kerim'de bu akit için yalnýz belirtilen sözcüklerin kullanýlmasýdýr.[722]

 

5) Ýcap ve kabulün þarta baðlanmamasý ve kullanýlan siyganýn da "gelecek zaman" olmasý gerekir.

 

Evlilik akdinin geçmiþ zaman siygasiyle oluþmasý konusunda görüþ birliði vardýr. Kadýnýn "þu kadar mehirle kendimi sana nikâhladým" icabýna, kocanýn; "Kabul ettim" diye cevap vermesi gibi. Çünkü bu siyganýn anlamý, akdi o anda meydana getirmektir. Bununla akit bir niyet ve karineye ihtiyaç olmaksýzýn o anda meydana gelir.

 

Þimdiki zaman siygasý ise Hanefi ve Mâlikîlere göre akdi o anda meydana getirmeye delâlet eden bir karînenin bulunmasý halinde evlilik akdi meydana getirmeye elveriþli sayýlýr. Erkek kadýna, "Þu kadar mehirle seni kendime nikâhlýyorum" dese, kadýn da, "Kabul ediyorum" veya "Razý oluyorum" diye cevap verse, bu geleceðe ait bir va'd olmamasý ve bir nikâh meclisi bulunmasý þartýyla akit meydana gelir. Ancak nikâh meclisi olmaz ve akdin o anda yapýldýðýný gösteren bir karine de bulunmazsa bu bir nikâh deðil, geleceðe ait bir "söz verme" niteliðindedir.

 

Evlilik akdinde emir siygasý da kullanýlabilir. Erkek kadýna "Beni kendine nikâhla" dese ve bununla o anda evlilik akdi yapmayý kasdetse; kadýn "Sana kendimi nikâhladým" diye cevap verince akit tamam olur. Hanefîlere göre buradaki emir siygasý ile erkek kadýna evlenme için vekâlet vermiþ olur. Böylece kadýn kendisinden asîl, erkekten vekil sýfatýyla icap ve kabulde bulunmuþ olur. Mâlikîlere göre ise burada emir siygasý icap niteliðindedir.

 

Soru siygasý icap sayýlmaz, belki icaba çaðrý niteliðindedir.[723]

 

Evlilik Akdinde Velînin Rolü: Akýllý ve ergin erkek, velisi olmaksýzýn kendi irade beyaný ile evlenebilir. Onun bir vekil aracýlýðý ile evlenmesi de mümkündür. Hanefîlere göre hür, akýllý ve ergin kadýn da evlenme akdinde bizzat taraf olabilir. Çünkü burada velinin bulunmasý evliliðin sýhhat þartlarýndan deðildir.Allah Teâlâ þöyle buyurur: Hulle bildiren ayette de ayný anlamý görmek mümkündür:

 

فَاِنْ طَلَّقَهَا فَلَا تَحِلُّ لَهُ مِنْ بَعْدُ حَتّى تَنْكِحَ زَوْجًا غَيْرَهُ فَاِنْ طَلَّقَهَا فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِمَا اَنْ يَتَرَاجَعَا اِنْ ظَنَّا اَنْ يُقيمَا حُدُودَ اللّهِ وَتِلْكَ حُدُودُ اللّهِ يُبَيِّنُهَا لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ

 

“Eðer erkek kadýný (üçüncü defa) boþarsa, ondan sonra kadýn bir baþka erkekle evlenmedikçe onu almasý kendisine helâl olmaz. Eðer bu kiþi de onu boþarsa, (her iki taraf da) Allah'ýn sýnýrlarýný muhafaza edeceklerine inandýklarý takdirde, yeniden evlenmelerinde beis yoktur. Bunlar Allah'ýn sýnýrlarýdýr. Allah bunlarý bilmek, öðrenmek isteyenler için açýklar.”[724]

 

Bu ayette de, baþka bir erkekle evlenmede kadýn taraf olarak gösterilmiþtir. Hz. Peygamber'in þu hadisleri de yukarýdaki ayetlerin açýklamasý niteliðindedir. "Dul kadýn hakkýnda velinin yapabileceði bir iþ yoktur." "Bekâr kadýn, kendisi hakkýnda velisinden daha fazla hak sahibidir.”[725]

 

Ýmam Þâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'e göre, kadýn için nikâhta erkek bir velinin bulunmasý þarttýr. Veli, kadýnýn asabesinden en yakýn olan erkektir. Kadýnýn nikâhta doðrudan taraf olmasý caiz deðildir. Yaþýnýn küçük veya büyük olmasý, kendisinin dul veya bâkire bulunmasý, sonucu deðiþtirmez. Bu müctehitlere göre kadýnýn kadýný evlendirmesi de caiz deðildir. Dayandýklarý deliller þunlardýr: Kur'an-ý Kerim'de þöyle buyurulur:

 

وَاِذَا طَلَّقْتُمُ النِّسَاءَ فَبَلَغْنَ اَجَلَهُنَّ فَلَا تَعْضُلُوهُنَّ اَنْ يَنْكِحْنَ اَزْوَاجَهُنَّ اِذَا تَرَاضَوْا بَيْنَهُمْ بِالْمَعْرُوفِ ذلِكَ يُوعَظُ بِه مَنْ كَانَ مِنْكُمْ يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الْاخِرِ ذلِكُمْ اَزْكى لَكُمْ وَاَطْهَرُ وَاللّهُ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ

 

“Kadýnlarý boþadýðýnýz ve onlar da bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, aralarýnda iyilikle anlaþtýklarý takdirde, onlarýn (eski) kocalarýyla evlenmelerine engel olmayýn. Ýþte bununla içinizden Allah'a ve ahiret gününe inanan kimselere öðüt verilmektedir. Bu öðüdü tutmanýz kendiniz için en iyisi ve en temizidir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”[726]

 

Burada velilerin, boþanan kadýnýn yeniden evlenmesine engel olmamasý istenmektedir. Eðer kadýnýn bizzat evlenmeye yetkisi olsaydý, velisine böyle bir yasak koymanýn anlamý kalmazdý.

 

وَاَنْكِحُوا الْاَيَامى مِنْكُمْ

 

"Ýçinizden bekârlarý evlendirin..."[727] ve Ýslâm'ý kabul etmedikçe (mümin kadýnlarý) Allaha ortak koþan erkeklere nikâhlamayýnýz." (2/221) ayetlerinde de erkeklere hitap edilmekte ve velâyet yetkisi onlara verilmektedir.

 

Çoðunluk hukukçular bu konuda bazý hadis-i þeriflere de dayanmýþlardýr. Ezcümle, “Herhangi bir kadýn, velisinin izni olmadan evlenirse, onun nikâhý batýldýr, batýldýr, batýldýr."[728]

 

-"Kadýn kadýný evlendiremez, kadýn bizzat kendisini de evlendiremez.”[729]

 

Hanefiler çoðunluðun bu görüþünü ve delillerini þu þekilde eleþtirmiþlerdir:

 

Yukarýda zikredilen el-Bakara, 232. ayet, nikâh fiilini kadýna isnat eder. Çünkü bu ayet Sahabe'den Ma'kýl b. Yesar (ra)'ýn, dul kýz kardeþinin yeniden eski kocasýyla evlenmesine karþý çýkmasý üzerine inmiþtir. Ayet baþ tarafý ile bir bütün olarak ele alýnýnca; böyle bir kadýnýn velinin müdahalesi olmaksýzýn serbestçe evlenebilmesi anlamý ortaya çýkar. Bekârlarý evlendirmeyi emreden âyetler ise yalnýz velilere deðil Ýslâm toplumuna hitap etmektedir.

 

Hanefiler velisiz nikâh olmayacaðýný bildiren hadislerin zayýf, hattâ bazýsýnýn mürsel olduðunu ortaya koymuþ ve velisiz evlenme konusunda "Bekâr kadýnýn kendini evlendirme hususunda velisinden daha fazla hak sahibi olduðunu"[730] bildiren Ebû Dâvud hadisine dayanmýþlardýr. Çoðunluðun delil olarak aldýðý hadisleri sahih kabul etsek bile, bunlarýn nedb'e de ihtimali vardýr. Onun için akýllý ve ergin kadýnýn evlenmesinde velinin bulunmasý vacib deðil mendub hükmündedir.

 

Evliliðin Tek Kiþi Tarafýndan Akdedilmesi

 

Evlilikte tek kiþinin asîl veli veya vekil sýfatýyla iki tarafý birlikte temsil ederek, þahitlerin önünde akdi meydana getirmesi mümkün ve caizdir. Þu durumlarda temsil tek kiþide toplanýr:

 

1) Bir kimsenin her iki tarafýn velisi olarak hareket etmesiyle akit oluþur. Bir dedenin veli olarak oðlunun küçük yaþtaki oðlunu, diðer oðlunun yine küçük yaþtaki kýzý ile evlendirmesi gibi.

 

2) Asil ve veli sýfatýnýn tek kiþide toplanmasý. Veli durumunda amca oðlunun, amcasýnýn kýzýný kendisine nikâhlamasý gibi.

 

3) Ýki tarafýn vekâletinin tek kiþide toplanmasý mümkündür. Ukbe b. Âmir (ra)'den rivayete göre, Hz. Peygamber bir adama "Seni filanca kadýnla evlendirmeme razý mýsýn?" diye sordu. Adam "Evet" dedi. Kadýna da "Seni filanca erkekle evlendirmeme razý mýsýn?" diye sordu. Kadýn da; "Evet" deyince, onlarý birbiri ile evlendirdi.[731]

 

4) Asil ve vekil sýfatlarýnýn tek kiþide toplanmasý mümkündür. Abdurrahman b. Avf (ra), Ümmü Hakîm (r.anhâ)'ya "Evlenmek için bana yetki veriyor musun?" diye sordu. Kadýn "Evet" deyince de; "Seni kendime nikâhladým" dedi.[732]

 

Þâfiîler yalnýz iki tarafýn velisi sýfatýyla, bir kiþinin iki tarafý temsil edebileceðini söylerler.[733]

 

Nikâh Akdinde Özel Þartlar Belirlemek: Evlilik akdi yapýlýrken eþlerden birisi diðerini yük altýna sokacak bir þart öne sürse ve karþý taraf da bunu kabul etse, böyle bir þart baðlayýcý olur mu?

 

1) Akdin niteliði ile baðdaþan ve þer'î hükümlerle çeliþmeyen sahih þart, nikâh akdinde karþý tarafý baðlar. Meselâ kadýnýn, koca evinde, kocasýnýn ailesi veya kuma olmaksýzýn oturmayý, yahut kadýnýn ailesi izin vermedikçe sefer mesafesinden uzak beldeye göç edilmemesini þart koþmasý, kocayý baðlar. Çünkü bu gibi þartlarla evlilik akdi baðdaþýr niteliktedir.

 

2) Akdin niteliði ile baðdaþmayan veya þer'î hükümlerle çeliþen fasit bir þart belirlenmiþse, evlilik akdi geçerli olur. Fakat yalnýz þart batýl olur. Eþlerden birisi için muhayyerliði þart koþmak gibi.

 

Þartla ilgili bir yasak bulunursa, böyle bir þartý yerine getirmek mekruh olur. Evleneceði erkeðin, ilk eþini boþamasýný þart koþmak gibi. Hz. Peygamber (a.s) bu konuda þöyle buyurmuþtur: "Bir kadýn için, kocasýndan kumasýný boþamayý istemesi helal deðildir."[734]

 

Evliliðin hükümlerinden olan, eþlerin birbirinin cinsel yönlerinden yararlanmasý ve kadýnýn nafaka hakký gibi vazgeçilmez özlük haklarýný ihlâl eden þartlar da geçersizdir. Sadece ev hizmetlerini yürütmek veya kadýnýn maiþetini saðlamamak þartýyla evlenmek gibi.[735]

 

Evliliðin Sýhhat Þartlarý

 

Evliliðin geçerli olmasý için þu þartlarýn gerçekleþmesi gerekir:

1) Eþler arasýnda sürekli veya geçici bir evlenme engeli bulunmamalýdýr. Bain talâkla boþanýp iddet beklemekte olan kadýný nikâhlamak, biri kadýn diðeri erkek olduðu takdirde birbirine haram olacak derecedeki iki hýsýmý bir nikâh altýnda toplamak gibi. Bu durumlarda nikâh fasit olur. Eðer kadýn erkeðe ebedî olarak haram olan hýsýmlardan ise, akit ittifakla batýl olur. Artýk bu bir meydana gelme þartý sayýlýr. Kýz, kýz kardeþ, hala veya teyze ile evlenmek gibi. Buna göre, haramlýk kesin ise; bu, butlan sebebi olur. Eðer zannî olursa fesat sebebi olur.

 

2) Ýcap ve kabul siygasý geçici deðil, süreklilik bildiren bir uslûbla ifade edilmelidir. Evlilik belli bir süre için yapýlmýþsa akit batýl olur. Erkeðin kadýna "Bir ay süreyle senin cinsel yönlerinden yararlanayým" veya “seni bir ay” veya “bir yýl yahut bu beldede oturduðu sürece kendime nikâhladým" dese, kadýn bu teklifi kabul edince birincisi "mut'a", ikincisi "muvakkat nikâh" adýný alýr.

 

3) Evlilik akdi sýrasýnda iki þahidin bulunmasý sýhhat þartýdýr. Veli dýþýnda iki þahit bulunmadýkça akit geçerli olmaz.

 

Delil þu hadislerdir: Hz. Âiþe (r.anhâ), Hz. Peygamber (as)'ýn þöyle buyurduðunu nakletmiþtir: "Bir veli ve iki adaletli þahit olmadýkça nikâh olmaz.” [736]

 

- "Þahitler bulunmadýkça nikâh olmaz."[737]

 

-Dört kimsenin hazýr bulunmadýðý evlilik ancak fuhuþtur. Bunlar; evlenecek olan erkek, kýzýn velisi ve iki þahittir."[738]

 

Akit sýrasýnda þahit bulundurulmasýný bildiren ayet evlilik akdini de kapsamýna alýr. [739]

 

Akitlerde þahit, genellikle anlaþmazlýk halinde taraflarýn haklarýný korumada ispat kolaylýðý saðar. Evlenme akdi de eþlerin lehine ve aleyhine hukuki sonuçlar meydana getiren bir akittir. Mehir, nafaka yükümlülüðü, nesebin sabit olmasý, sihrî hýsýmlýðýn meydana gelmesi bunlar arasýndadýr. Diðer yandan evlilik akdinin alenen yapýlmasý ve akit sýrasýnda þahitlerin bulunmasý, eþleri zina töhmetinden korur.

 

Evlenme Þahidinde Aranan Nitelikler

 

Evlenmede þahidin fonksiyonu, evlenmeye iliþkin icap ve kabulü iþitmek ve anlamaktan ibarettir. Bunun için þahitlerin ayný yerde ve birlikte bulunmalarý gerekir. Ayrý ayrý yerlerde veya ayný yerde olmakla birlikte, birbiri ardýndan evlenme iradelerine þahit olan kimselerin þahitlikleri geçerli sayýlmaz.

 

Þahitte Aranan Nitelikler Þunlardýr

 

1) Þahit akýllý ve ergin olmalýdýr. Akýl hastasý veya küçük çocuklarýn þahitliði yeterli deðildir.

2) Þahitlerin iki erkek veya bir erkek iki kadýn olmasý gerekir. Tek þahitle nikâh geçerli olmaz. Çünkü hadiste "Bir velî ve iki adaletli þahit olmadýkça nikâh olmaz"[740] buyurulmuþtur.

 

Allah Teâlâ þöyle buyurur:

 

وَاسْتَشْهِدُوا شَهيدَيْنِ مِنْ رِجَالِكُمْ فَاِنْ لَمْ يَكُونَا رَجُلَيْنِ فَرَجُلٌ وَامْرَاَتَانِ مِمَّنْ تَرْضَوْنَ مِنَ الشُّهَدَاءِ

 

"Erkeklerinizden iki þahit tutun. Eðer iki erkek bulunmazsa, bu takdirde razý olacaðýnýz þahitlerden bir erkekle iki kadýn yeter.”[741]

 

Ýmam Þâfiî'ye göre bu ayet nikâh akdini kapsamaz. Kýsasta ve diðer þer'î cezalarda olduðu gibi, nikâhta her iki þahidin erkek olmasý þarttýr. Hanbelî ve Mâlikîler de ayni görüþtedir.

 

Hanefîlere göre, kadýnlar nikâhta taraf olduklarý gibi, bir erkek için iki kadýn olmak üzere þahitlik yapabilirler. Bunlarýn þahitlikleri yalnýz had ve kýsas davalarýnda unutma ve gaflet sebebiyle kabul edilmez. Çünkü hadler þüphe ile düþer.[742]

 

3) Þahit hür olmalýdýr. Hanbeliler dýþýndaki çoðunluk, þahitlerin hür olmasý gerektiðini söylerler. Hanbelîlere göre ise, köle diðer haklar konusunda þahitlik yapabildiði gibi nikâhta da þahit olabilir. Çünkü bunu yasaklayan bir ayet, hadis veya icma yoktur.[743]

 

4) Müslüman olmalýdýr. Ýki tarafýn müslüman olduðu bir evlenmede her iki þahidin de müslüman olmasý gerektiðinde görüþ birliði vardýr. Çünkü gayri müslimin müslüman üzerinde velayet hakký yoktur.[744] Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf'a göre, iki taraf veya yalnýz kadýn ehl-i kitaptan olursa þahitler de ehl-i kitaptan olabilir.

 

5) Çoðunluk fakihlere göre, görme yeteneði þart olmayýp, iþitme ve anlama yeteneðinin bulunmasý þarttýr. Bu nedenle þahidin nikâh akdinde konuþulan sözleri anlamasý gerekir. Çünkü þahitliðin amacý budur. Aksi halde þahit, bir söz kesme veya niþan merasimini nikâh akdi sanabilir. Bu da toplumda yanlýþ anlamalara neden olur.

 

6) Þahitler evlenecek kimselerin usûl, fürû veya diðer hýsýmlarýndan olabilir. Buna göre, ana, baba, dede ve nine ile, eþlerin oðul veya kýzlarý nikâhta-yukarýda belirtilen niteliklere sahip iseler-þahit olabilirler. Çoðunluða göre bu hýsýmlardan birisi veli olarak akde katýlýyorsa þahit sayýlmaz.[745]

 

7) Hanefîlere göre, þahitlerin adaletli olmasý þart deðildir. Ýki fasýk þahidin þahitliði de yeterlidir. Çünkü fasýk veli olmaya ehildir. Ýmâmiyye Þîasý da bu görüþtedir. Hatta Ýmâmiyye mezhebine göre, nikâhta þahit bulundurma, akdin sýhhat þartý deðil, menduptur. Onlar sürekli nikâhta þahit bulundurma, ilân ve açýða vurmayý müstehap sayarlar. En saðlam görüþe göre, kadýn reþid, ergin olunca iki þahit ve velinin hazýr bulunmasý þart deðildir.[746]

  

 

 

b) Mehir

 

 

Mehir: Evlenme sýrasýnda kadýna bu isimle ödenen meblað; evlilikte kadýnýn nikâh akdi veya cinsel temasla hak kazandýðý mal veya meblað anlamýnda bir fýkýh terimi. Kitap, Sünnet ve fýkýh literatüründe mehir kelimesi yerine, eþ anlamda; "sadûk", "saduka","nýhle", "farîza", "ecr", "hýbâ", "ukr", "alâik", "tavl" ve "nikâh" kelimeleri de kullanýlýr.

 

Ýslâm Hýristiyanlýkta olduðu gibi kadýnýn erkeðe verilmek üzere para biriktirilmesini (drahoma) deðil de; aksine, erkeklerin kadýnlara raðbetinin bir sembolü olsun diye hediye kabilinden bir meblaðýn ona verilmesini emretmiþtir. Mehir kadýna deðil, erkeðin üzerine vaciptir. Dâru'l-Ýslâm'da bir kadýnla cinsel temas, ya had cezasýný gerektirir, ya da mehir hakkýný doðurur. Bu, kadýna saygýnýn bir sonucudur.Kur'an-ý Kerîm'de mehirden söz eden çeþitli ayetler vardýr. Bazýlarý þunlardýr:

 

وَاتُوا النِّسَاءَ صَدُقَاتِهِنَّ نِحْلَةً فَاِنْ طِبْنَ لَكُمْ عَنْ شَىْءٍ مِنْهُ نَفْسًا فَكُلُوهُ هَنيًا مَريًا

 

“Kadýnlara mehirlerini gönül rýzasý ile (cömertçe) verin; eðer gönül hoþluðu ile o mehrin bir kýsmýný size baðýþlarlarsa onu da afiyetle yeyin.”[747]

 

Çoðunluða göre, burada hitap kocalaradýr. Bazý bilginler hitabýn velilere olduðu görüþündedir. Cahiliye devrinde mehri kýzýn velileri alýr ve adýna da "nihle" derlerdi.

 

وَالْمُحْصَنَاتُ مِنَ النِّسَاءِ اِلَّا مَا مَلَكَتْ اَيْمَانُكُمْ كِتَابَ اللّهِ عَلَيْكُمْ وَاُحِلَّ لَكُمْ مَا وَرَاءَ ذلِكُمْ اَنْ تَبْتَغُوا بِاَمْوَالِكُمْ مُحْصِنينَ غَيْرَ مُسَافِحينَ فَمَا اسْتَمْتَعْتُمْ بِه مِنْهُنَّ فَاتُوهُنَّ اُجُورَهُنَّ فَريضَةً وَلَاجُنَاحَ عَلَيْكُمْ فيمَا تَرَاضَيْتُمْ بِه مِنْ بَعْدِ الْفَريضَةِ اِنَّ اللّهَ كَانَ عَليمًا حَكيمًا

 

“(Harp esiri olarak) sahip olduðunuz cariyeler müstesna, evli kadýnlar da size haram kýlýndý. Allah'ýn size emri budur. Bunlardan baþkasýný, namuslu olmak ve zina etmemek üzere mallarýnýzla (mehirlerini vererek) istemeniz size helâl kýlýndý. Onlardan faydalanmanýza karþýlýk kararlaþtýrýlmýþ olan mehirlerini verin. Mehir kesiminden sonra (bir miktar indirim için) karþýlýklý anlaþmanýzda size günah yoktur. Þüphesiz Allah ilim ve hikmet sahibidir.”[748]

 

ـ وعن ابن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]لَمَّا تَزَوَّجَ عَليٌّ فَاطِمَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما أرَادَ أنْ يَدْخُلَ بِهَا فَمَنَعَهُ رسولُ اللّهِ # حَتَّى يُعْطِيَهَا شَيْئاً. فقَالَ: لَيْسَ لِي شَىْءٌ. فقَالَ #: أعْطِهَا دِرْعَكَ. فَأعْطَاهَا دِرْعَهُ ثُمَّ دَخَلَ بِهَا.

 

- Ýbnu Abbâs (radýyallâhu anhümâ) anlatýyor: "Hz.Ali, Fâtýma (radýyallâhu anhümâ)'yý nikâhlayýnca, hemen gerdek yapmak istedi. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ise, mehir olarak bir þeyler verinceye kadar buna mâni oldu. Hz. Ali (radýyallâhu anh): "Benim verecek bir þeyim yok!" demiþti. Aleyhissalâtu vesselâm:"Ona zýrhýný ver!" buyurdu. Hz. Ali (radýyallâhu anh) (bu maksadla) zýrhýný verdi, sonrada gerdek yaptý."[749]

 

Bir kadýnla evlenmek isteyen bir sahabeye Allah'ýn elçisi mehir vermesini bildirdi. Evinden de eli boþ dönünce; "Demirden bir yüzük de olsa bak" deyip, yeniden eve gönderdi. Yine boþ dönünce, ne miktar Kur'an-ý Kerîm bildiðini sordu ve sonunda þöyle buyurdu: "Haydi git, onu sana bildiðin Kur'an karþýlýðýnda verdim."[750]

 

Bu konudaki ayet ve hadislerden þu sonuca varýlmýþtýr. Resulullah (as), mehirsiz hiç bir evliliðe ruhsat vermemiþtir. Eðer mehir vacip olmasaydý, bunu göstermek için arada bir onu terkederdi. Diðer yandan, sahabe devrinden bu yana Ýslâm bilginleri mehir üzerinde icma etmiþlerdir.[751]

 

Aile yuvasýyla ilgili görevlerin en güzel þekilde yerine getirilmesi için eski çaðlardan beri kadýnla erkek arasýnda bir görev bölümü yapýlmýþtýr. Erkek, evin dýþýndaki iþlerle uðraþýr ve gerektiðinde aðýr iþlerde çalýþarak geçim için kazanç saðlar. Kadýn da evin yönetimi, yemeðin hazýrlanmasý, çocuklarýn bakým ve terbiyesiyle uðraþýr.

 

Bu yüzden bütün malî yükümlülükler kadýnýn deðil, erkeðin görevidir. Mehir ve bütün kapsamýyla nafaka bu yükümlülükler arasýndadýr. Bu görev bölümü erkekle kadýnýn yaratýlýþýna ve ilâhî sünnete de uygundur. Erkek daha güçlü olduðu için çalýþýp kazanmaya daha yatkýndýr. Kur'an'da þöyle buyurulur:

 

اَلرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَاءِ بِمَا فَضَّلَ اللّهُ بَعْضَهُمْ عَلى بَعْضٍ

 

“Allah'ýn insanlardan bir kýsmýný diðerlerine üstün kýlmasý sebebiyle ve mallarýndan harcama yaptýklarý için erkekler kadýnlarýn yöneticisi ve koruyucusudur...”[752]

 

Mehir, nikâh akdinin rükün veya þartlarýndan deðildir. Bu yüzden mehirsiz akdedilecek nikâh geçerli olur ve kadýn emsal mehire hak kazanýr. Kur'an-ý Kerim'de þöyle buyurulur:

 

فَاَزَلَّهُمَا الشَّيْطَانُ عَنْهَا فَاَخْرَجَهُمَا مِمَّا كَانَا فيهِ وَقُلْنَا اهْبِطُوا بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ وَلَكُمْ فِى الْاَرْضِ مُسْتَقَرٌّ وَمَتَاعٌ اِلى حينٍ

 

“Kendileriyle cinsel temasta bulunmadýðýnýz veya kendilerine bir mehir tayin etmediðiniz kadýnlarý boþamýþsanýz, bunda üzerinize bir sakýnca yoktur.”[753]

 

Bu ayette, cinsel birleþmeden veya mehir tesbitinden önce kadýný boþamanýn geçerli olduðu belirtilmektedir. Boþama ancak sahih nikâhtan sonra mümkün olduðuna göre, ayet, akit sýrasýnda mehrin konuþulmasýnýn ne bir rükün ve ne de bir þart olmadýðýna delâlet eder.[754]

 

ـ عن عقبة بن عامر رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ رسولَ اللّهِ # قال لِرَجُلٍ: أتَرْضَى أنْ أُزَوِّجَكَ مِنْ فَُنَةَ؟ قالَ: نَعَمْ، وَقالَ لِلْمَرأةِ: أتَرْضَيْنَ أنْ أُزَوِّجَكِ مِنْ فَُنٍ؟ قالَتْ: نَعَْ . فَزَوّجَ أحَدَهُمَا مِنْ صَاحِبِه. فَدَخَلَ بِهَا وَلَمْ يَفْرِضْ لَهَا صَداقاً وَلَمْ يُعْطِهَا شَيْئاً، وَكَانَ مِمَّنْ شَهِدَ الحُدَيْبِيّةَ، وَكَانَ لَهُ سَهْمٌ بِخَيْبَرَ. فَلَمَّا حَضَرَتْهُ الْوَفَاةُ قالَ: إنَّ رسُولَ اللّهِ زَوَّجَنِي فَُنَةَ وَلَمْ أُفْرِضْ لَهَا صَدَاقاً ولَمْ أُعْطِهَا شَيْئاً. وَإنِّي أُشْهِدُكُمْ أنِّي قَدْ أعْطِيْتُهَا مِنْ صَدَاقِهَا سَهْمي بِخَيْبَرَ. فَأَخَذَتْهُ فَبَاعَتْهُ بَعْدَ مَوْتِهِ بِمِائَةِ ألْفٍ[ .

 

- Ukbe Ýbnu Âmir (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir adama:"Sana falan kadýný nikâhlasam razý mýsýn?" diye sordu. Adam, "Evet!" deyince, bu sefer o kadýna sordu: "Seni falan erkekle nükâhlasam razý olur musun?"Kadýn, "Evet!" deyince bunlarý birbirlerine nikâhladý. Erkek, kadýnla gerdeðe girdi, ama kadýn için bir mehir belirlemedi herhangi bir þey de vermedi. Bu erkek, Hudeybiye gazvesine katýlanlardan biriydi, Hayber'de onun da hissesi vardý. Adam ölceði zaman:"Resûlullah falan kadýný bana nikâhladý ama ben ona bir mehir belirlemedim, peþin olarak da bir þey vermiþ deðilim. Þimdi sizleri þâhid kýlýyorum, kadýna mehir olarak Hayber'deki hissemi veriyorum!" dedi. Kadýn onu aldý ve erkeðin vefatýndan sonra yüzbin (dirhem)e sattý."[755]

 

Yalnýz Malikîler mehri, nikâhýn bir rüknü olarak kabul ederler.

 

Eþler mehirsiz olarak veya þarap, domuz eti gibi þer'an mal sayýlmayan bir þeyi mehir yaparak evlenseler Malikîler dýþýnda çoðunluða göre akit geçerli olur.

 

Mehrin Üst ve Alt Sýnýrý

 

Mehrin en çok miktarý için bir sýnýr getirilmemiþtir. Ayette:

 

وَاِنْ اَرَدْتُمُ اسْتِبْدَالَ زَوْجٍ مَكَانَ زَوْجٍ وَاتَيْتُمْ اِحْديهُنَّ قِنْطَارًا فَلَا تَاْخُذُوا مِنْهُ شَيًْا اَتَاْخُذُونَهُ بُهْتَانًا وَاِثْمًا مُبينًا

 

“Eðer bir eþi býrakýp da yerine baþka bir eþ almak isterseniz, onlardan birine yüklerle mehir vermiþ olsanýz dahi ondan hiçbir þeyi geri almayýn. Siz iftira ederek ve apaçýk günah iþleyerek onu geri alýr mýsýnýz?”[756] buyurulur.

 

 Hz. Ömer bunu 400 dirhemle sýnýrlamak istemiþ, aksi halde fazlanýn beytü'l-mâle gelir kaydedileceðini ilân etmiþti. Hz. Ömer'in dayandýðý delil; Hz. Peygamber'in eþi ve kýzlarý için 480 dirhemden (12 okiye) daha fazla mehir verilmemesi idi. Hz. Ömer minberden indikten sonra Kureyþli bir kadýn, yukarýdaki ayeti[757] okuyarak, Allah'ýn mehir için bir sýnýr getirmediðini, aksine, kadýnlarý yükler dolusu mehre lâyýk gördüðünü belirtti. Bunun üzerine yeniden minbere çýkarak, sözünü geri aldý ve þöyle dedi: "Size, kadýnlarýnýz için 400 dirhemden fazla mehir vermenizi yasaklamýþtým. Ýsteyen, malýndan dilediði kadar verebilir.”[758]

 

Ebû Hanîfe'ye göre, mehrin en az miktarý on dirhem gümüþ veya bunun karþýlýðýdýr. Hz. Peygamber devrinde bu kadar para yaklaþýk iki kurbanlýk koyun bedelidir. Hýrsýzlýkta, had cezasýnýn uygulanmasýný gerektiren en az miktar. bir dinar altýn para olup, mehirde buna kýyas yapýlmýþtýr. Çünkü bir dinar altýn para, on dirhem gümüþ paraya satýn alma gücünde eþit durumda idi. Ýmam Malik'e göre mehrin en az miktarý üç dirhemdir. Bu mezhep de kendi hýrsýzlýk nisabýný ölçü olarak almýþtýr. Ýmam Þafiî ve Ahmed b. Hanbel, en az miktar için bir sýnýr koymamýþlardýr. Delilleri; mehir ayetinde malýn azýna bir sýnýr konulmamasýdýr.[759]

 

Mehrin konusu: Satýþý veya kullanýlmasý yasak olmayan her þey mehir olarak verilebilir. Menkul ve gayrimenkul mallar, ziynet eþyasý, hayvanlar, misli þeyler ve hatta menkul veya gayri- menkul bir maldan yararlanma hakký bunlar arasýndadýr. Ancak Ýslâm'ýn yasak ettiði þeyler, meselâ; alkollü içkiler, domuz, ölmüþ hayvan etleri mehir olamaz. Bu gibi þeyler mehir yapýldýðý takdirde, nikâh akdi mehirsiz yapýlmýþ sayýlýr ve kadýn emsal mehre hak kazanýr.[760]

 

Kur'an-ý Kerîmi veya helâl ve haramdan bazý dinî hükümleri öðretmenin mehir sayýlýp sayýlmamasý fakihler arasýnda tartýþýlmýþtýr. Ýlk Hanefî müçtehidlerine göre, Kur'ân ve fýkýh öðretimi mehir yerine geçmez. Çünkü, helâl kýlýnan kadýnlarý belirleyen ayetteki; "mallarýnýzla istemeniz."[761] ifadesi buna engeldir. Kur'an öðretimi ve benzeri ameller taat niteliðinde olup, kiþi bunlarý Allah'a yaklaþmak için yapar. Bu yüzden ilk üç Hanefî müçtehidine göre, bunun için iþ akdi yapmak geçerli olmaz. Böyle bir durumda kadýn emsal mehre hak kazanýr. Çünkü bu, mal olarak karþýlýðý bulunmayan bir yararlanmadýr.

 

Sonraki Hanefî fakihleri ise, Kur'ân-ý Kerîm öðretimi ve diðer dini hizmetlerin; þartlarýn deðiþmesi ve geçim için insanlarýn çok meþgul olmasý gibi sebeplerle olan ihtiyaç yüzünden, bir ücret karþýlýðýnda yapýlabileceðine fetva verdiler. Delil; Hz. Peygamber'in bildiði Kur'ân-ý eþine öðretmesi karþýlýðýnda bir erkeði evlendirmesidir. Ýlk Hanefî müctehidleri, bu hadisi te'vil ederek, mehirsiz evlendirmenin Hz. Peygamber'e mahsus bir muamele olduðunu söylemiþlerdir.[762]

 

Mehrin Çeþitleri

 

Mehir genel olarak mehr-i müsemma ve mehr-i misil olmak üzere ikiye ayrýlýr. Mehr-i müsemma da muaccel ve müeccel diye kendi içinde ikiye ayrýlýr.

 

1) Mehr-i müsemma: Bu, nikâh akdi sýrasýnda veya daha sonra eþlerin karþýlýklý rýza ile belirledikleri mehirdir:

 

وَاِنْ طَلَّقْتُمُوهُنَّ مِنْ قَبْلِ اَنْ تَمَسُّوهُنَّ وَقَدْ فَرَضْتُمْ لَهُنَّ فَريضَةً فَنِصْفُ مَا فَرَضْتُمْ اِلَّا اَنْ يَعْفُونَ اَوْ يَعْفُوَا الَّذى بِيَدِه عُقْدَةُ النِّكَاحِ وَاَنْ تَعْفُوا اَقْرَبُ لِلتَّقْوى وَلَا تَنْسَوُا الْفَضْلَ بَيْنَكُمْ اِنَّ اللّهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصيرٌ

 

“Eðer siz, onlarý kendilerine temas etmeden önce boþar, fakat daha önce onlara bir mehir tayin etmiþ bulunursanýz, bu tayin ettiðiniz mehrin yarýsý onlarýndýr.”[763]

 

 Mehr-i müsemma da peþin verilip verilmeme durumuna göre ikiye ayrýlýr:

 

a) Mehr-i muaccel: Eþlerin miktarýný belirledikleri mehir, nikâh akdi sýrasýnda ödenebileceði gibi, sonraki bir tarihte de ödenebilir. Ýþte akit sýrasýnda peþin olarak ödenen mehre "mehr-i muaccel (peþin mehir)" denir. Eþler, mehrin miktarýný belirlemekle birlikte, ödeme þeklini tespit etmemiþlerse, peþin ödenecek miktar örfe göre belirlenir. Örf, tamamýnýn peþin veya ileride ödenmesi yahut bir bölümünün, örneðin üçte birinin veya yarýsýnýn peþin, geri kalanýnýn sonradan verilmesi þeklinde meydana gelmiþse buna göre hareket edilir. Çünkü mehrin ödeme þekla üzerindeki örf, aksi kararlaþtýrýlmadýkça eþler arasýnda þart koþulmuþ gibidir.

 

Hadiste; "Müslümanlarýn güzel gördüðü þeyler Allah nezdinde de güzeldir”[764] buyurulmuþtur.

 

Bazý fakihler, zifaftan önce kadýna mehrin bir kýsmýný vermeyi müstehap görürler. Bu konuda, Hz. Ali'nin, Fâtýma (r.anhâ) ile evlenirken zifaftan önce mehir olarak zýrhýný vermesi uygulamasýna dayanýrlar. Bu evlilik Medine'de, Hicret'in ikinci yýlýnda vuku bulmuþ ve mehrin ödenmesi konusunda Medîne örfüne uyulmuþtur.[765]

 

Bugün Mýsýr'da geçerli olan örfe göre, genel olarak, mehrin üçte ikisi peþin alýnýr. Fas'ta ise mehrin yarýsý peþin ödenir.[766]

 

b) Mehr-i müeccel: Mehrin tamamýný peþin olarak deðil de, evlenmenin sona ermesi, beþ yýl, on yýl sonunda veya kocanýn ölümü halinde ödenmesi kararlaþtýrýlabilir. Ýþte bu þekilde, ödenmesi belirli bir vadeye baðlanmýþ olan mehir "mehr-i müeccel (vadeli mehir)" adýný alýr.

 

Bu durumda kadýn, belirlenen vade gelmeden önce mehri isteyemez. Miktarý belirlendiði halde, ödeme þekli belirlenmemiþ olan ve bu konuda örf de bulunmayan durumlarda, mehir; boþanma veya eþlerden birisinin ölümü halinde peþine dönüþür. Boþamanýn kesin (bâin) veya cayýlabilir (ric'î) olmasý arasýnda bir fark yoktur. Ancak, ric'î boþama halinde mehir, iddetin sonunda peþin mehre dönüþür.[767]

 

2) Mehr-i misil: Kadýnýn emsaline göre takdir edilen mehir. Kadýn, þu durumlarda mehr-i misle hak kazanýr:

 

a) Nikâh akdinde mehrin zikredilmemiþ olmasý halinde mehr-i misil gerekir. Mehrin zikredilmemesi, akdin fesatýný gerektirmez. Çünkü nikâh, evlenecek olan çiftlerin icab-kabûlüyle tamam olur. Mehir ise nikâhýn rüknü deðildir ve bundan dolayý nikâh akdinin inikat ve sýhhati, mehrin zikredilmesine baðlý deðildir. Mehir zikredilmediði halde koca vefat ederse karýsý mehr-i mislini terikeden alýr, kadýn vefat ederse vârisleri kocadan mehri misli alýrlar.

 

b) Mehrin, tayin edilmiþ olmakla birlikte mehir hakkýnda bilgisizliðin fazla olmasý (el-Cehâletü'l-fahiþe) veya gayr-ý mütekavvim bir mal olarak tayin edilmesi halinde mehrî misil gerekir. Mehrin ev, araba, hayvan, elbise vb. þekilde mutlak olarak zikredilmesi halinde fâhiþ cehaletten sözedilir ve bu durumda mehr-i misil gerekir. Çünkü bu cins isimler farklý vasýflarda ve deðerlerde olabileceðinden anlaþmazlýk ve çekiþmeye götürür.

 

Meselâ, mutlak olarak ev denildiðinde evin müstakil, büyük veya küçük olmasý, manzarasý vb. gibi problemleri beraberinde getirebilir. Bunun yanýnda þeriatýn domuz, içki gibi mütekavvim mal kabul etmediði þeylerin mehir olarak tayini halinde bunlar geçersizdir ve mehr-i misil tahakkuk eder.

 

c) Taraflar arasýnda mehr-i ortadan kaldýrma konusunda bir anlaþma varsa yine mehr-i misil gerekir. Mehir þâriin nikâh akdinde uyulmasýný emrettiði hükümdür. Bundan dolayý taraflarýn mehri kaldýrma yetkisi yoktur. Eðer akde bitiþik bir þartla onu kaldýrmaya teþebbüs ederlerse bu þart fâsiddir. Bu durumda akit sahih ve þart geçersiz olur. Bunun en önemli misâlini þigar evliliði oluþturmaktadýr. Þigar evliliði iki kadýnýn mehir zikredilmeksizin birbirine karþýlýk olmak üzere iki erkekle evlendirilmesidir. Burada nikâh akdi geçerli fakat þart geçersizdir ve mehir zikredilmediðinden mehr-i misil gerekir. Þigar evliliði Ahmed b. Hanbel, Ýmam Mâlik ve Ýmam Þafiî'ye göre fâsiddir.[768]

 

d) Mehrin zikredilip zikredilmediði konusunda karý-koca arasýnda ihtilâf ortaya çýkarsa Mehr-i misil gerekir. Ancak hangisi delil getirirse kabul olunur. Delil getiremezlerse mehir zikredilmedi (münkir) diyenden yemin istenir. Yeminden kaçýnýrsa (nükul), mehrin zikredildiðini söyleyenin davasý sabit olur. Yemin ederse mehr-i misil gerekir.[769]

 

Mehr-i Mislin Takdiri

 

Mehr-i misli tayin için evlenecek olan kadýnýn babasý kabîlesinden; yaþ, güzellik, mal, þehir, takvâ, akýl, dine baðlýlýk, bekâret, iffet, ilim, edeb, güzel ahlâk, çocuk sahibi olma gibi çeþitli vasýflarda benzeri olan kadýnlarýn mehirleri dikkate alýnýr. Bu benzerlik iki tarafýn yani mehri tayin olunacak kadýn ile denk ve benzeri kadýnlarýn akit sýrasýnda sahip olduklarý vasýflar itibariyle araþtýrýlýr. Bu vasýflarýn akitten sonra artmasý veya eksilmesi emsalliðin meydana gelmesine zarar vermez.

 

Eðer babasý tarafýnda benzeri bulunmazsa babasýnýn kabîlesine denk olan kabîleden emsali kadýnlarýn mehri takdir edilir. Kadýnýn bu durumlarda benzeri bulunmadýðý takdirde Mehr-i misil iki adil erkek veya bir erkek iki kadýnýn þahadetiyle sabit olur. Eðer adil þahid bulunamazsa söz yeminle beraber kocaya aittir. Koca mehr-i misli tayinden kaçýnýrsa mehrin miktarýný tayin için hâkime baþvurabilir. Bu hükümler, ihtilâf ortaya çýkmasý halindedir. Eðer mihir konusunda ittifak hasýl olursa kabul olunur.[770]

 

Mehrin Sahibi

 

Mehir, evlenecek olan kadýnýn hakkýdýr. Babasý veya dedesi mehri kadýn adýna alabilir, fakat ona sahip olamaz. Ancak kadýn razý olmazsa, velisine yapýlacak mehir ödemesi geçerli deðildir. Kadýn; küçük, akýl hastasý veya bunamýþ olursa, bu takdirde mehir malî velâyeti haiz olan veliye verilir.

 

Ahmed b. Hanbel, baba için, mehir yanýnda bir meblað alma hakkýný tanýmýþ ve delil olarak da, Hz. Þuayb'ýn kýzýyla evlenmek için Hz. Musa'nýn sekiz yýl çobanlýk yapmasýný delil göstermiþtir.

 

Kur'ân-ý Kerîm'de þöyle buyurulur:

 

قَالَ اِنّى اُريدُ اَنْ اُنْكِحَكَ اِحْدَى ابْنَتَىَّ هَاتَيْنِ عَلى اَنْ تَاْجُرَنى ثَمَانِىَ حِجَجٍ فَاِنْ اَتْمَمْتَ عَشْرًا فَمِنْ عِنْدِكَ وَمَا اُريدُ اَنْ اَشُقَّ عَلَيْكَ سَتَجِدُنى اِنْ شَاءَ اللّهُ مِنَ الصَّالِحينَ

 

“(Þuayb) dedi ki: Bana sekiz yýl çalýþmana karþýlýk þu iki kýzýmdan birini sana nikâhlamak istiyorum. Eðer on yýla tamamlarsan artýk o kendinden; yoksa sana aðýrlýk vermek istemem. Ýnþallah beni iyi kimselerden (iþverenlerden) bulacaksýn.”[771]

 

 Bu ayet-i kerîme, karþýlýðýnda ücret alýnabilen yararlanmanýn mehir olabileceðine delâlet eder. Diðer mezheplere göre, burada baþlýk parasýndan çok, babanýn kýzý adýna almýþ olduðu mehir söz konusu olabilir. Nitekim, Hz. Musa'nýn orada evlendirilmesi, mal-mülk sahibi olarak yeniden Mýsýr'a dönmesi bunu gösterir.

 

Ebû Hanîfe ve diðer bazý fakîhlere göre, kýzýn babasýnýn evlenecek erkekten mehir dýþýnda bir þey almasý caiz deðildir. 1917 tarihli Osmanlý Hukuk-ý Aile Kararnamesinde þu hükümler yer alýr: "Mehir, evlenen kadýnýn hakký olup, onunla çeyiz yapmaða zorlanamaz. Bir kýzý evlendirmek veya teslim etmek için ana-baba veya diðer hýsýmlarýnýn, kocadan akçe veya benzeri þeyleri almalarý memnûdur.”[772]

 

Kadýnýn, Mehrin Tamamýna Hak Kazandýðý Haller

 

Kadýn; sahih halvet, zifaf veya ölüm halinde mehrin tamamýna hak kazanýr;

 

a) Sahih halvet: Sahih bir akitle evli bulunan eþlerin, kimsenin göremeyeceði ve istekleri dýþýnda kimsenin giremeyeceði kapalý veya kapalý sayýlan bir yerde yalnýz kalmalarýdýr. Halvete engel olan durumlarýn da bulunmamasý gerekir. Eþlerin yanýnda üçüncü bir kiþinin bulunmasý, karý-kocada cinsel birleþmeye engel halin olmasý, küçüklük, ay hali, hastalýk, farz oruçlu olmak, farz veya nafile hac için ihramda bulunmak gibi.

 

Sahih halvet iki durumda zifaf olmuþ gibi sonuç doðurur. Bu halvetten sonra kadýn boþanýrsa kadýn tam mehre hak kazanýr. Çünkü kadýn evlenme ümidiyle nikâhlý olarak kapalý bir yerde bulunduðu için daha sonra boþanma olursa, yeniden evlenmede nikâhtan önceki þartlarla eþ bulamayabilir. Halvetten sonra boþanan kadýn iddet bekler. Dolayýsýyla da iddet nafakasý, halvetten sonra en az altý ay sonra doðacak çocuðun nesebinin sabit olmasý gibi haklardan yararlanýr.

 

b) Zifaf: Burada evliliðin mûteber olma þartý da aranmaz. Zifaf ve sahih halvette mehrin tamamýnýn gerekliðinin delili þu ayettir:

 

وَاِنْ اَرَدْتُمُ اسْتِبْدَالَ زَوْجٍ مَكَانَ زَوْجٍ وَاتَيْتُمْ اِحْديهُنَّ قِنْطَارًا فَلَا تَاْخُذُوا مِنْهُ شَيًْا اَتَاْخُذُونَهُ بُهْتَانًا وَاِثْمًا مُبينًا

 

“Eðer bir eþi býrakýp da yerine baþka bir eþ almak isterseniz, onlardan birine yüklerle mehir vermiþ olsanýz dahi ondan hiçbir þeyi geri almayýn. Siz iftira ederek ve apaçýk günah iþleyerek onu geri alýr mýsýnýz?”[773]

 

Zifaf sahih evlilikte olmuþsa kadýn mehrin tamamýna hak kazanýr. Tesbit edilen mehir yoksa mehr-i misil alýr. Zifaf fasit evlilikte olmuþsa, kadýn mehr-i misil ile mehr-i müsemmadan hangisi daha az ise ona hak kazanýr. Daha önceden mehir tespit edilmemiþse, mehr-i misil alýr. Fasit nikâhta halvet, zifaf hükmünde deðildir.[774]

 

c) Eþlerden birinin ölümü: Kadýn vefat ederse, mirasçýlarý, mehri mirastaki paylarýna göre bölüþürler. Kocasý da dörtte bir veya ikide bir mirasçý olacaðý için mehri o ölçüde eksik verir. Koca vefat ederse, kadýn, terikeden mehir miktarýný ayrýca alýr.[775]

 

Mehrin yarýsýnýn ödeneceði haller: Sahih evlilik, zifaf veya sahih halvetten önce kocanýn fiiliyle sona ermiþse, kadýn mehr-i müsemmanýn yarýsýný alabilir. Mehrin tamamý peþin olarak ödenmiþse, kadýn bunun yarýsýný kocasýna iade etmek zorunda bulunur. Delil þu ayettir:

 

وَاِنْ طَلَّقْتُمُوهُنَّ مِنْ قَبْلِ اَنْ تَمَسُّوهُنَّ وَقَدْ فَرَضْتُمْ لَهُنَّ فَريضَةً فَنِصْفُ مَا فَرَضْتُمْ اِلَّا اَنْ يَعْفُونَ اَوْ يَعْفُوَا الَّذى بِيَدِه عُقْدَةُ النِّكَاحِ وَاَنْ تَعْفُوا اَقْرَبُ لِلتَّقْوى وَلَا تَنْسَوُا الْفَضْلَ بَيْنَكُمْ اِنَّ اللّهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصيرٌ

 

“Kendilerine mehir tayin ederek evlendiðiniz kadýnlarý, temas etmeden boþarsanýz, tayin ettiðiniz mehrin yarýsý onlarýn hakkýdýr. Ancak kadýnlarýn vazgeçmesi veya nikâh baðý elinde bulunanýn (velinin) vazgeçmesi hali müstesna, affetmeniz (mehirden vazgeçmeniz), takvâya daha uygundur. Aranýzda iyilik ve ihsaný unutmayýn. Þüphesiz Allah yapmakta olduklarýnýzý hakkýyla görür.”[776]

 

Bu ayet hükmüne göre, kadýnýn yarý mehir almasýnýn þartlarý þunlardýr:

a) Mehir daha önceden tesbit edilmiþ olacak.

b) Koca, karýsýný zifaftan önce boþamýþ olacak.

c) Kadýn mehir hakkýndan vazgeçmemiþ bulunacak.

 

Burada evlilik boþama ile sona erebileceði gibi fesih, ile Lian, kocanýn iktidarsýzlýðý, Ýslâm dinini terketmesi, karýsý müslüman olduðu halde kendisinin Ýslâm'a girmekten kaçýnmasý, karýnýn usul ve fürûuna hürmet-i müsaharayý gerektiren bir fiil iþlemesi halleriyle de sona erebilir. Bütün bu durumlarda evliliðin sona ermesi kocanýn fiili ile olmuþ bulunur ve kadýn yarý mehre hak kazanýr. Yeter ki bu ayrýlýk cinsel birleþmeden önce vuku bulsun. Bu çeþit ayrýlýkta kadýna iddet gerekmez.[777]

 

Yukarýdaki durumlarda evlilik yine zifaftan önce ve kocanýn fiiliyle olur, fakat verilecek mehir miktarý belirlenmemiþ olursa kadýna muta denen bir teselli hediyesi vermek gerekir.[778] Muta; kocanýn; mal, elbise veya yiyecek olarak boþanmýþ hanýmýna verdiði þeylere denir. Ayette mutanýn miktarý belirlenmemiþ ve bu husus içtihada býrakýlmýþtýr. Ebû Hanîfe'ye göre, mutanýn en azý bir elbise, baþ örtüsü ve bir yorgan olup, mehr-i mislin yarýsýndan çok olamaz.[779]

 

Kadýna Mehir Vermenin Gerekmediði Durumlar

 

Ýki durumda kadýna mehir vermek gerekmez.

a) Evlenme akdi fasit olur ve koca karýsýný zifaftan önce boþarsa, erkeðin mehir veya mut'a vermesi gerekmez. Bura evliliðin karþýlýklý rýza ile veya hâkimin hükmü sona ermesi sonucu deðiþtirmez.

 

b) Evlilik akdi sahih olur, fakat, gerçek veya hükmî (sahih halvet sûretiyle) zifaftan önce kadýnýn fiiliyle ayrýlýk vuku bulursa, kadýn yine birþey alamaz. Kadýnýn küçük evlendirilmesi halinde bulûð muhayyerliði hakkýný kullanmasý, irtidat etmesi veya kocasý Ýslâm'a giren ve ehl-i kitap olmayan kadýnýn, müslüman olmaktan kaçýnmasý hallerinde evlilik akdi kadýn tarafýndan veya kadýn sebebiyle sona ermiþ sayýlýr. Kadýnýn, kocasýnýn usul veya fürûundan birisiyle hurmet-i müsaharayý gerektiren bir fiil iþlemesi, meselâ zina etmesi veya bunlardan birisiyle seviþmesi halinde de evlilik kadýn tarafýndan sona erdirilmiþ sayýlýr.[780] (64).

 

Sonuç olarak, mehir evlilik hayatý süresince kadýn için bir yedek akçe niteliðindedir. Kadýnýn aniden kocasýný kaybetmesi veya boþanmalarý hâlinde, kocasýnýn evinde kalmasý zorlaþabileceði için, kendisine yeni bir hayat programý hazýrlayýncaya kadar mehir ona bir destek olur. En az mehir miktarýnýn iki tane kurbanlýk koyun parasý kadar olduðu, üst sýnýrýnýn ise dört yüz dirhemin de üstünde olabileceði, Hz. Peygamber devrinde, yaklaþýk beþ dirheme bir kurbanlýk koyun alýndýðý dikkate alýnýrsa, böyle bir gerçek mehrin, önemli bir yedek akçe teþkil edeceði açýktýr.

 

 

c) Talak

 

 

Talak: Ýslâm hukukunda, nikâhla kurulan evlilik baðýný çözmek, ortadan kaldýrmaktýr. Boþama anlamýnda tatlîk þeklinde kullanýlýr.

 

Ýslâm'a göre evlilikten maksat, huzurlu bir aile hayatý kurmak ve böyle bir yuvada iyi bir nesil yetiþtirmektir. Ama, böyle yüce gayelerle kurulan evliliklerin hepsinin baþarýya ulaþmasý mümkün deðildir. Bazen ölüm ve hastalýk gibi tabii engeller, bazen da geçimsizlik, münaferet, eþlerin birbirini sevmemesi, anlaþamama gibi eþlerden kaynaklanan engeller evliliðin baþarý ve devamýna mani olur.

 

Ýslâm, evliliðin asýl gayesinden uzaklaþtýðý, eþlerin bir arada huzurla yaþamalarýna imkan kalmadýðý, ihtiyaç ve zaruretlerin gerektirdiði hallerde evliliðin sona erdirilmesine izin vermiþtir. Bu izin doðrultusunda evliliðe, erkek tarafýndan doðrudan yada kadýndan aldýðý bir bedel karþýlýðýnda son verilebileceði gibi, talâk hakkýný elinde tutan kadýn tarafýndan, hakim veya hakem kararýyla da son verilebilir.

 

Talâkýn Hikmeti

 

Evliliðin huzur ve mutluluk içinde devam ettirilebilmesi, her þeyden önce eþlerin birbirini sevip saymalarýna baðlýdýr. Hemen her evlilik bu düþünceyle kurulur. Fakat hepsinin bu hedefe ulaþtýðý söylenemez. Bõyle güzel ve samimi duygularla evlenenler daha sonra mutlu olamamýþlar ve olmalarý da mümkün deðilse, ömür boyu bu müþterek hayata katlanmalarýnýn bir anlamý yoktur. Bu durumda evliliðe son vererek ýzdýraptan kurtulmalarý gerekir.

 

Ýnsaný maddi ve manevi özellikleriyle ele aldýðýmýzda, onun her yönüyle mükemmel olmadýðýný görürüz. Bu nedenle, taraflardan biri, evliliðin kuruluþunda veya devamý sýrasýnda bir hata, kusur yapmýþ olabilir. Bu hata veya kusurlarýn telafisi imkansýz da olabilir. Taraflarýn bunun cezasýný bir ömür boyunca çekmeleri doðru deðildir. Öyleyse çözüm, çekilmez hale gelen evliliði sona erdirmek, taraflarýn belki de mutlu olabilecekleri diðer bir evliliðe imkan tanýmaktýr.

 

Talâkýn Hükmü

 

Ýslâm gerçekçi bir dindir. Yani hükümleri, insan fýtratýnda var olan gerçekler dikkate alýnarak konulmuþtur. Ýnsaný en iyi tanýyan Cenab-ý Hak, bu durumlardan haberdar olduðu için, çekilmez hale gelen evliliklerin son verilmesine müsade etmiþtir:

 

 6§æb Ž¤y¡b¡2 ¥|í©Š¤Ž m ¤ë a §Ò뢊¤È à¡2 ¥Úb Ž¤ß¡b Ï :¡æb m £Š ß ¢Ö5 £ÀÛ a

 

"Talâk (boþama) iki keredir. Sonra ya iyilikle geçinmek ya da güzellikle ayrýlmak gerekir.”[781]

 

يَا اَيُّهَا النَّبِىُّ اِذَا طَلَّقْتُمُ النِّسَاءَ فَطَلِّقُوهُنَّ لِعِدَّتِهِنَّ وَاَحْصُوا الْعِدَّةَ

 

"Ey Peygamber! Kadýnlarý boþayacaðýnýzda iddetleri vaktinde boþayýn, iddeti de sayýn.."[782]

 

ـ وعن محارب بن دِثَار عن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قَالَ رَسولُ اللّه : مَا أحَلَّ اللّهُ شَيْئاً أبْغَضَ إلَيْهِ مِنَ الطََّقِ[.وفي أخرى »أبْغَضُ الحََلِ إلى اللّهِ الطََّقُ

 

-Muharib Ýbnu Disâr, Ýbnu Ömer (radýyallahu anhümâ)'dan naklen anlatýyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Allah'ýn, helal kýldýklarý arasýnda en sevmediði þey talaktýr."Bir diðer rivayette ise þöyle gelmiþtir: "Allah'ýn en sevmediði helal, talaktýr."[783]

 

Bu naslardan da anlaþýlacaðý gibi talâk caizdir, mübahtýr. Ancak, ihtiyaç ve zaruret halinde baþvurulmasý gereken bir çaredir. talakýn genel hükmü bu olmakla birlikte, bu hüküm yerine göre deðiþir. Meselâ, bid'i boþamalar haramdýr. Kusuru bulunmayan bir eþi usulüne uygun olarak boþamak mekruh; dindar ve iffetli olmada eþi boþamak mendub; geçimsizlik halinde hakemlerin gerekli bulunduðu boþama farz; sevilmeyen eþin boþanmasý ise caizdir.

 

Talâk Yetkisi

 

a) Boþama hakký prensip olarak erkeðindir. Evlilik hayatýnda yüklendiði sorumluluk ve külfet açýsýndan erkek buna daha layýk görülmüþtür. Ne var ki, talâkýn geçerli olabilmesi için erkeðin bazý þartlara sahip olmasý gerekir. Bunlar, akýl ve bulûðdur. Mükrehin (zorlanan, ölümle tehdit edilen), sarhoþun, medhuþun (öfke halindeki kimse, talâk ehliyetine sahip olup olmadýðý, yani bunlarýn talaklarýnýn geçerli olup olmadýðý alimler arasýnda ihtilaflýdýr. Hanefilere göre bunlarýn talaklarý geçerlidir.

 

b) Nikah akdinde þart koþulursa, talâk hakký kadýna veya üçüncü bir þahsa devredilebilir. Talak hakkýnýn devredilmesine tefviz; boþama hakký kendisine devredilen kadýna mufavvaza denir. Bu durumda kadýn istediði zaman talâk hakkýný kullanabilir. Erkek dilerse, boþama hakkýný nikahtan sonra da kadýna devredebilir.

 

Talâkýn Çeþitleri

 

Biçimi ve sonuçlarý bakýmýndan talâk çeþitlere ayrýlýr. Biçiminin Kur'an ve sünnetin belirlediði kurallara uygunluðu açýsýndan talâk sünn ve bid'i olmak üzere ikiye ayrýlýr. Sonucunda evlilik hayatýna dönüþ imkaný tanýyýp tanýmamasý bakýmýndan da talâkýn ric'î ve bain olmak üzere iki çeþidi vardýr.

 

1) Sünnî Talâk: Sünnî talâk (talâk-ý sünn), Kur'an ve sünnetin talimatýna uygun olan boþama biçimidir. Bu talâk biçiminin üç temel þartý vardýr. Bunlar eþin hayýz halinde bulunmamasý, hayýzdan temizlendikten sonra cinsî temasýn olmamasý ve boþanmanýn yalnýz bir talakla yapýlmasýdýr. Ýmam Mâlik, Evzaî, Sevrî ve bir görüþünde Ýmam Þafiî'ye göre bir temizlik içinde üç defa ve birbirini izleyen üç temizlik içinde üç kere boþamak sünnete aykýrý ve bid'attýr. Buna göre temizlik durumunda ve cinsi temas olmadan yapýlan boþamadan sonra iddet sayýlmalý, iddetin bitiminde ikinci boþama yapýlmalý, ikinci iddet süresinden sonra da üçüncü boþama ile evlilik sona erdirilmelidir.

 

Hanef hukukçular ise bir temizlik süresinde üç defa boþamayý bid'at kabul etmekle birlikte, üç temizlik içinde üç kere boþamayý bid'at deðil sünni boþama sayarlar.

 

2) Bid'î Talâk: Kadýný hayýz günlerinde veya temizlik halinde cinsi temastan sonra yahut temizlik halinde birden fazla boþamak sünnete aykýrý olduðundan bid'î talâk (talâk-ý bid') adýný alýr. Bu çeþit boþama dinen haram kýlýndýðý için, bu yola baþvuran koca günahkar olur; buna raðmen boþama geçerlidir, hukukî sonuçlarýný doðurur.

 

Hanefi, Þafiî, Malikî ve Hanbelî mezheplerine göre bid'î talâkla boþama muteberdir. Ancak, bu yola baþvuran kimse Ýslâm'ýn koyduðu kurallara uymadýðý için günaha girer. Bu konu, aþaðýdaki meselelere benzetilmiþ ve kýyas yapýlmýþtýr:

 

a) Cuma namazý kýlmakla yükümlü olan kimseler, cuma saatinde alýþ veriþ yaparlarsa:

 

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اِذَا نُودِىَ لِلصَّلوةِ مِنْ يَوْمِ الْجُمُعَةِ فَاسْعَوْا اِلى ذِكْرِ اللّهِ وَذَرُوا الْبَيْعَ ذلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ

 

“Ey iman edenler! Cuma günü namaza çaðýrýldýðý (ezan okunduðu) zaman, hemen Allah'ý anmaya koþun ve alýþ veriþi býrakýn. Eðer bilmiþ olsanýz, elbette bu, sizin için daha hayýrlýdýr”[784] ayetine muhalefet ettikleri için günahkar olurlar. Ancak, yaptýklarý alýþ veriþ hukuki açýdan geçerlidir; satýcý bedeli, alýcý da satýlan malý almaya hak kazanýr.

 

b) Gasbedilen bir tarla üzerinde veya gasbedilen bir elbiseyle namaz kýlma halinde, gasbdan dolayý günahkar olunur. Buna raðmen kýlýnan namaz geçerlidir. Diðer yandan, Hz. Ömer'in oðlu hayýz halindeki karýsýný boþamýþtý. Hz. Ömer durumu Allah Resulune arzetti. Resulullah (a.s) þöyle buyurdu: "Ona emret, karýsýna dönsün. Sonra, onu temizlenip hayýz görünceye ve sonra temizleninceye kadar nikâh altýnda tutsun. Bundan sonra da isterse tutsun, isterse birleþmeden boþasýn. Ýþte Allahu Teâlâ'nýn kadýnlarýn içinde boþanmasýný emrettiði iddet budur.”[785]

 

Bu hadis-i þerife göre Resulullah (as) Ýbn Ömer'e bid'î talâkla boþadýðý karýsýna dönmesini emretmiþtir. Boþanan eþe dönmek ise ancak boþamanýn gerçekleþmesinden sonra mümkün olabilir. Hatta Buharî'nin bir baþka rivayetinde Ýbn Ömer'in þöyle dediði belirtilir: "Karýmý hayýz halinde iken boþamam, benim hakkýmda bir talâk hesab edildi.”[786]

 

Bazý þii ve Mutezile hukukçularýna göre bid'î talâk geçerli deðildir. Ýbn Hazm, Ýbn Teymiye ve Ýbn Kayyim de bu görüþe uymuþlardýr. Bunlar þu hadise dayanmaktadýrlar: "Kim bizim emrimize uymayan bir amel iþlerse, bu amel merduddur, makbul deðildir.”[787]

 

3) Ric'î Talâk: Yeni bir nikâh akdi yapýlmadan erkeðin eþiyle normal aile hayatýna dönmesine imkan veren boþama þekline ric'î talâk denir. Ric'î talâkýn baþlýca üç þartý vardýr. Bunlar;

a) Boþadýðý karýsýyla daha önceden fiilen evlenmiþ, karý-koca hayatý yaþamýþ bulunmak;

b) Hanefilere göre sarih boþama sözleriyle boþamýþ olmak ve þiddet, mübalaða ifade eden bir kelime söylememiþ olmak;

c)  Üçüncü boþama hakim kullanmamýþ olmaktýr.

Ric'î boþamadan sonra erkek eþine, "Evliliðimizi devam ettirmek istiyorum", "Sana dönüyorum" gibi sözle; eþini öpmesi, þehvetle yaklaþmasý ya da cinsî temasta bulunmasý gibi fiillerle geri dönebilir.

 

4) Bain Talâk: Yeni bir nikâh akdedilmeden erkeðin normal evlilik hayatýna dönüþüne imkan vermeyen boþama þekline bain talâk denir.

a)  Ýddet süresi içinde evliliðe dönülmeyen ric'î boþama,

b) Nikâhtan sonra, fakat birleþmeden ve halvet-i sahihadan önce yapýlan boþama,

c) Hanefilere göre kinai sözlerle veya mübalaða ve þiddet ifade eden sözle boþama,

d) Kadýnýn isteðiyle bir bedel üzerine anlaþarak boþama (muhalaa),

e) Hakim kararýyla gerçekleþen boþanma,

f) Üçüncü talâkýn kullanýldýðý boþama bain talâk sonucunu doðurur. Üçüncü talâkýn kullanýlmasý dýþýndaki boþamalarda kadýnla erkeðin ayrýlýðýna beynunet-i sugra (küçük ayrýlýk) denir. Bu durumda eþler yeni bir nikâh akdiyle evlilik hayatýna dönebilirler. Üçüncü talâkýn kullanýlmasý durumunda ise eþler birbirinden kesin biçimde ayrýlýr. Buna, beynunet-i kübra (büyük ayrýlýk) denir. Beynunet-i kübrada kadýn baþka bir erkekle gerçek bir evlilik tecrübesi yaþamadan ilk kocasýyla yeniden evlenemez.

 

Bain talâkýn doðuracaðý çeþitli sonuçlar vardýr. Buna göre,

1) Evlilik baðý sona erer. Karþýlýklý haklar düþer. Sadece iddet süresince kadýnýn koca evinde kalmasý ve nafakasýnýn koca tarafýndan saðlanmasý hakký devam eder.

2) Ýddet sýrasýnda kocanýn ric'at hakký yoktur. Ancak iki tarafýn rýzasýyla ve yeni bir mehirle yeniden evlenmeleri mümkündür.

3) Talâk hakkýnýn bir bölümü kullanýlmýþ ve eksilmiþ olur. Eðer üçüncü talâk hakký kullanýlmýþsa, bu durumda beynunet-i kübra meydana gelir.

4)  Müeccel mehrin ödenmesi gerekir .

5)  Tevarüse engel olur.

 

Talâkta Þahit Bulundurma

 

Boþama ile ilgili konulara yer verilen Talâk Suresi'nde, boþamada þahit bulundurma konusunda:

 

يَا اَيُّهَا النَّبِىُّ اِذَا طَلَّقْتُمُ النِّسَاءَ فَطَلِّقُوهُنَّ لِعِدَّتِهِنَّ وَاَحْصُوا الْعِدَّةَ

 

“Kadýnlar iddetlerini doldurunca onlarý ya güzelce evinizde tutun veya onlardan güzelce ayrýlýn. Ýçinizden iki adil kimseyi de þahit tutun..."[788] buyurmaktadýr.

 

Ýmam Buharde sünn talâký, "Sünnet olan boþama kadýný temiz iken, birleþmeden boþamak ve iki de Þahit bulundurmaktýr."[789] þeklinde tarif etmiþtir. Bu delillere dayanan Ýsnaaþeriye ve Ýsmailiye mezhepleri, iki adil þahit önünde yapýlmayan boþanmanýn geçerli olmadýðý görüþünü benimsemiþlerdir.

 

Buna karþýlýk cumhur, Hz. Peygamber ve sahabe devrindeki uygulamalara bakarak, "Naslarýn hükmü amir (emredici) deðildir, þahitsiz boþama da geçerlidir" demiþlerdir. Çaðdaþ hukukçulardan Muhammed Ebu Zehra, boþamayý güçleþtireceði, anormal boþamalarý önleyeceði, gerektiðinde ispatý kolaylaþtýracaðý gerekçeleriyle, "Eðer bize imkan verilse, boþamanýn muteberliði için þahitlerin þart olduðu görüþünü tercih ederdik" diyerek anýlan görüþün günümüzdeki önemini ifade etmiþtir.[790]

 

Boþama Mehri

 

Mehir, evlenirken erkeðin karýsýna vermesi gereken maddî bir meblaðdýr. Bu, para, altýn, gümüþ, ziynet eþyasý, ev, tarla, dükkan, mal, mülk vb. olabilir. Aslolan mehrin nikâh esnasýnda peþin verilmesi iken, kadýn kabul ederse mehrinin tamamýný veya bir kýsmýný te'cil edebilir. Yani, kocasýnýn ödeme iþlemini sonraya býrakabilir. Ýsterse, aldýðý veya alacaðý mehrin tamamýný veya bir kýsmýný kocasýna hibe de edebilir. Erkek, karýsýný boþadýðý zaman, daha önce ödememiþse mehrini ödemek mecburiyetindedir. Bu mecburiyet, bir nevi geçici boþama olan ric'î talakta deðil, boþamanýn tamamen kesinleþmiþ hali olan bâin talâkta ortaya çýkar, Erkek nikahlandýðý karýsýný, birleþme (yatma) veya sahih halvetten önce boþarsa, mehrinin yarýsýný verir.

 

Birleþme veya sahih halvetten sonra boþarsa, mehrin tamamýný vermesi gerekir. Birleþme veya sahih halvetten önce, kadýnýn sebep olmasýyla ayrýlýk vaki olursa, kadýnýn mehir alma hakký olmaz, yani mehir düþer. Sahih halvet, kimsenin göremeyeceði ve ansýzýn gelemeyeceði bir yerde nikâhlý çiftlerin baþ baþa kalmalarýdýr. Bu þartlar bulunmaksýzýn çiftlerin bir arada bulunmasýna da fasid halvet denir. Meselâ, nikâhlý çiftlerin sokakta, insanlarýn içinde, kapý ve penceresi açýk evde yan yana gelmeleri gibi.

 

Nikâh kýyýlýrken mehir tayin edilmiþse, böyle bir kadýný boþayan kocanýn mehr-i misil (benzer mehir) ödemesi gerekir. Mehr-i misil, kadýnýn emsaline bakýlarak takdir edilen mehirdir. Bu hususta göz önüne alýnacak ölçüler, yaþ, güzellik, servet, yasadýðý çevre, akýl, dindarlýk, bekarlýk veya dulluk, bilgi, güzel ahlak, sosyal ve kültürel seviye gibi hallerdir.

 

Yemin Kasdýyla Talâk

 

Dil alýþkanlýðý ile her sözün arasýnda "vallahi" diyen kimse, yemine niyet etmedikçe sorumlu olamayacaðý gibi, ayný þekilde yemine ve boþamaya niyet etmeksizin "þart olsun", "boþ olsun" sözlerini kullanan kimse, bu sözleri ile karýsýný boþanmýþ olmaz (laðv yemini gibi). Fakat bir kimse boþama niyetiyle deðil de yemin niyetiyle bu sözleri söyler ve meselâ "þu iþi yaparsam veya yapmazsam karým boþ olsun" derse, bunun hüküm ve neticesi ne olur mevzuu tartýþýlmýþtýr. "Böyle bir yeminin mevzuu gerçekleþmediði takdirde karý boþ olur" þeklindeki fetva, sahâbe devrinden sonra ortaya çýktýðý için, bid'î talâk sayýlabilir.

 

Yemin Niyetiyle Kullanýlan Talâk Kelimesinin Hükmü Mevzuunda Üç Görüþ Vardýr

 

1) Cumhûra göre, bu boþamanýn bir þarta baðlanmasý (ta'lik) kabilindendir þartý gerçekleþince boþama da tahakkuk etmiþ olur. Buna delâlet eden naslar ve sahâbe fetvalarý vardýr.

2)  Ýbn Teymiyye'ye göre yemin niyetiyle söylenen talâk boþanma neticesi doðurmaz; fakat yemin kefareti gerekir.

3)  Ýbnu'l Kayyim'e göre, ne boþ olmayý, ne de kefareti gerektirir. Çünkü Hz. Peygamber ve sahâbeden nakledilen rivâyetler yemin kastýyla yapýlan ta'lik'e deðil, belli bir iþin neticesine göre boþama niyetiyle yapýlan ta'lik'e aittir. Yemin kastiyle olan ta'lik'in böyle bir netice doðuracaðýna ait hiçbir nas yoktur. Ayrýca Hz. Ali, Þurayh ve Tavûs "talâk üzerine yemin edip yeminini yerine getiremeyen kimseye bir þey lâzým gelmez" diye fetvâ vermiþler; buna muhâlif bir sahâbi de çýkmamýþtýr.

 

Muhalaa

 

Herhangi bir nedenle evlilik hayatýný sürdürmek istemeyen kadýnýn kocasýna ödediði bir bedel karþýlýðýnda evlilik baðýndan kurtulmasýna muhalaa denir. Bu boþanma biçiminde kadýn istemediði evlilikten kurtulurken, erkek de uðrayabileceði maddi zararý telafi ederek yeniden evlenme imkanýný elde etmiþ olur.

 

Allah-u Teâlâ, Kur'an-ý Kerim'de:

 

وَلَا يَحِلُّ لَكُمْ اَنْ تَاْخُذُوا مِمَّا اتَيْتُمُوهُنَّ شَيًْا اِلَّا اَنْ يَخَافَا اَلَّا يُقيمَا حُدُودَ اللّهِ فَاِنْ خِفْتُمْ اَلَّا يُقيمَا حُدُودَ اللّهِ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِمَا فيمَا افْتَدَتْ بِه تِلْكَ حُدُودُ اللّهِ فَلَا تَعْتَدُوهَا وَمَنْ يَتَعَدَّ حُدُودَ اللّهِ فَاُولئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ

 

“...Kadýnlara verdiklerinizden (boþanma esnasýnda) bir þey almanýz size helâl olmaz. Ancak erkek ve kadýn Allah'ýn sýnýrlarýnda kalýp evlilik haklarýný tam tatbik edememekten korkarlarsa bu durum müstesna. (Ey müminler!) Siz de karý ile kocanýn, Allah'ýn sýnýrlarýný, hakkýyla muhafaza etmelerinden kuþkuya düþerseniz, kadýnýn (erkeðe) fidye vermesinde her iki taraf için de sakýnca yoktur. Bu söylenenler Allah'ýn koyduðu sýnýrlardýr. Sakýn onlarý aþmayýn. Kim Allah'ýn sýnýrlarýný aþarsa iþte onlar zalimlerdir”[791] buyurarak muhalaa yoluyla boþanmayý meþru kýlmýþtýr.

 

Boþamaya ehil olan erkekle boþanmaya ehil olan kadýn, ayný zamanda muhalaaya da ehildir. Cumhura göre, muhalaa, kadýnýn istediði üzerine kocasýyla karþýlýklý anlaþmaya baðlýdýr ve anlaþma gerçekleþince neticesi de meydana gelir. Buna karþýlýk Hasan Basrî ile Ýbn Þîrîn boþanmanýn meydana gelmesi için hakimin hükmünü þart koþmuþlardýr.

 

Tefviz-i Talâk

 

Ýslâm hukukunda, boþama hakký prensip olarak kocaya tanýnmýþtýr. Bazý durumlarda kadýnýn talebi üzerine hâkimin de evliliðe son vermesi mümkündür. Mahkemede boþanma sebebi olabilen haller mezhepler arasýnda ihtilaflý olmakla birlikte, hastalýk ve kusur, kocanýn nafakayý kesmesi, kayýplýk ve hakem yoluna baþvurulmuþ olmasý bunlar arasýnda sayýlabilir.

 

Koca, hanýmýný mahkemeye baþvurmadan bizzat boþayabileceði gibi, vekil aracýlýðý ile de boþayabilir. Yetkili kýlýnan vekil, haným da olabilir. Koca boþama yetkisini bizzat eþine vermiþse, bu yetki vermeye "tefviz" karýsýna da "mufavvaza" denir. Böylece tefviz, kocanýn boþama yetkisini karýsýna vermesi, diye belirlenebilir. Bu vekâleten farklý bir tasarruf olup, bundan kocanýn rücû etmesi mümkün deðildir.

 

Tefviz-i talâk'ýn dayandýðý deliller. Kitap ve sünnettir. Kur'an-ý Kerim'de þöyle buyrulur:

 

يَا اَيُّهَا النَّبِىُّ قُلْ لِاَزْوَاجِكَ اِنْ كُنْتُنَّ تُرِدْنَ الْحَيوةَ الدُّنْيَا وَزينَتَهَا فَتَعَالَيْنَ اُمَتِّعْكُنَّ وَاُسَرِّحْكُنَّ سَرَاحًا جَميلًا () وَاِنْ كُنْتُنَّ تُرِدْنَ اللّهَ وَرَسُولَهُ وَالدَّارَ الْاخِرَةَ فَاِنَّ اللّهَ اَعَدَّ لِلْمُحْسِنَاتِ مِنْكُنَّ اَجْرًا عَظيمًا

 

"Ey Peygamber, zevcelerine de ki: Eðer siz dünya hayatýný ve onun zinet ve ihtiþamýný arzu ediyorsanýz, gelin size boþanma bedellerini vereyim de hepinizi güzellikle salývereyim. Eðer Allah'ý, Peygamberini ve ahiret yurdunu diliyorsanýz þüphe yok ki, Allah, içinizde güzel hareket edenler için büyük bir mükafat hazýrlamýþtýr.”[792]

 

 Bu ayet, Hz. Peygamber'in zevcelerinin onda olmayan bazý zinet ve eþyayý istemeleri üzerine nâzil olmuþtur. Ýslâm âlimlerinin çoðunluðuna göre, karýlarýn dünyayý tercihinden maksat boþanmayý istemeleridir. Bu Ayet inince Allah'ýn elçisi, hanýmlarýný muhayyer býraktý, dileyen kalýr, isteyen de boþanabilirdi. Ancak ayetin hükmü karþýsýnda Hz. Peygamberin pâk zevceleri çok üzülmüþ ve hepsi onu tercih etmiþlerdir.

 

Hz. Âîþe (r.a)'den rivâyete göre þöyle demiþtir: "Resulullah (as) bizi muhayyer býraktý ve biz Allah'ý ve Resulunü tercih ettik. Bu muhayyerlik bizim aleyhimize bir hüküm meydana getirmedi."

Diðer bir rivâyette ise "Resulullah bunu bir boþama olarak saymadý" demiþtir.[793] Bu hadis, kadýn boþama yetkisine sahip olduktan sonra, kocasýný deðil de kendi nefsini tercih ederse, bunun bir boþama sayýlacaðýna delâlet eder.

 

Koca, karýsýna boþanma yetkisini, baþlangýçta nikâh akdi sýrasýnda verebilir. Kadýn, erkeðe, "Bir boþama hakký elimde olmak üzere seninle evlendim" dese, erkek de "O þekilde seni karýlýða kabul ettim" diye kabulde bulununca tefviz gerçekleþir. Evliliðin devamý sýrasýnda da kadýna boþanma yetkisi verebilir.

 

Ancak þunu da belirtelim ki, erkekle kadýný, boþanmada eþit duruma getiren tefviz-i talâk hakký, uygulamada pek az görülmüþtür. Müslüman kadýn, bilinçlenip diðer haklarýna sahip çýkarken tefviz-i talâk hakkýný da gözden uzak tutmamalýdýr. Bu hakký evliliðin eþiðindeki gençlerin düþünmesi ve ilerisini görerek sahip çýkmasý bazý güçlükler doðurabilir.

 

Daha iþin baþýnda, bunun evlenecek erkekle pazarlýk konusu yapýlmasý, müstakbel eþlerin birbirine güvensizliði anlamýna gelebilir. Bu nedenle, konunun genel bir hak olarak ele alýnmasý ve nikah akdi ile birlikte doðan bir prosedüre baðlanmasý daha uygudur.

 

Hakim Kararýyla Boþanma (Tefrik): Ýslâm hukukunda boþama, prensip olarak kocanýn tek yanlý iradesiyle ve mahkeme kararýna gerek olmaksýzýn meydana gelir. Koca, bizzat boþayabileceði gibi, vekil aracýlýðý ile de boþanabilir, ya da karýsýna boþama yetkisi (tefviz) verebilir. Ancak bazý boþanma sebepleri ortaya çýkýnca, kadýnýn da mahkemeye baþvurarak evliliðe son verdirmesi mümkündür. Evliliðin bu þekilde sona erdirilmesine "tefrik" denir.

 

Boþanma Sebeplerini Dört Maddede Toplayabiliriz.

 

1)  Hastalýk ve kusur,

2)  Nafakayý kesmek,

3)  Kayýplýk,

4)  Þiddetli geçimsizlik ve pek fena muâmeleler.

 

1)  Hastalýk ve kusur: Evlilik akdi sýrasýnda mevcut olan veya daha sonra meydana gelen bazý hastalýk ve kusurlar nedeniyle karýnýn boþama davasý açma hakký vardýr. Kocanýn mahkemeye baþvurmadan evliliðe son verme imkâný her zaman bulunduðu için, bu durumda onun dava açma hakký söz konusu olmaz. Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf'a göre, kadýna boþanma için hâkime baþvurma imkâný veren kusurlar beþ tanedir.

 

Kocanýn iktidarsýz (innin) olmasý, husyelerinin çýkarýlmýþ bulunmasý, cinsiyet uzvunun kesik olmasý, onun büyü, sihir vb. etkilere baðlý olmasý, erkeðin cinsiyetinin erkek mi, kadýn mu olduðunun belirli olmamasý. Ancak, bu kusur ve hastalýklar bilinerek evlenilmiþse, artýk bunlara dayanarak boþama talebinde bulunamayacaðý konusunda görüþ birliði vardýr.

 

2) Nafakayý kesmek: Bir erkek, hanýmýnýn maiþetini saðlamakla yükümlüdür. Koca, bunu kendiliðinden saðlarsa mesele kalmaz. Aksi halde kadýnýn baþvurusu üzerine hâkim nafakaya hükmeder. Ancak koca fakir olur ve hâkimin hükmettiði nafakayý ödeyecek malý bulunmazsa durum ne olur? Acaba kadýn buna dayanarak boþanma davasý açabilir mi? Bu konuda iki görüþ vardýr.

 

a) Ebû Hanîfe'ye göre, bu sebebe dayanarak hâkimin boþamaya karar vermesi caiz deðildir. Kadýnýn sabretmesi, gerekirse kocasýnýn izni ile çalýþmasý ve kocasýnýn nafakayý borçlanmasý gerekir. Kadýn borçlanma yoluyla da nafakayý temin edemezse, kocasý ölseydi ona kim nafaka verecek idiyse, ondan alýr. Bunlar sonradan kocaya rücu ederler. Delil þu ayettir.

 

وَاِنْ كَانَ ذُو عُسْرَةٍ فَنَظِرَةٌ اِلى مَيْسَرَةٍ وَاَنْ تَصَدَّقُوا خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ

 

“Eðer (borçlu) darlýk içinde ise, eli geniþleyinceye kadar ona mühlet vermek (gerekir). Eðer (gerçekleri) anlarsanýz bunu sadakaya (veya zekâta) saymak sizin için daha hayýrlýdýr.”[794]

 

b)  Ýmam Þâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'e göre, kadýn bu sebeple boþanma davasý açabilir.

 

Delili þu ayettir:

 

وَاِذَا طَلَّقْتُمُ النِّسَاءَ فَبَلَغْنَ اَجَلَهُنَّ فَاَمْسِكُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍ اَوْ سَرِّحُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍ وَلَا تُمْسِكُوهُنَّ ضِرَارًا لِتَعْتَدُوا

 

"Siz kadýnlarý cayýlabilir (ric'ý) talâkla boþadýðýnýz zaman, iddetlerini bitirmeye yakýn, onlarý ya iyilikle tutun veya iyilikle boþayýn. Yoksa haklarýna tecavüz için zararlarýna olarak tutmayýn...”[795]

 

Bu ayet, nafakasý temin edilmeyen kadýnýn zorla nikâh altýnda tutulamayacaðýný ifade etmektedir.[796]

 

1917 tarihli Osmanlý Hukuk-ý Aile Kararnâmesi bu konuyu Ebû Hanife'nin görüþüne uygun olarak düzenlemiþtir.

 

3) Kayýplýk: Bulunduðu yer ve hayatta olup olmadýðý bilinmeyen kimseye "mefkûd" denir. Hayatta olduðu halde evine gelmeyen kimseye de "gaib" denir.

 

Ebû Hanîfe ve Þâfi'ye göre mefkûdun ölümüne hükmetmek için, karýsý ve malý için akranlarýnýn hayatý kadar bir süre beklemek gerekir. Böyle bir karar evliliðini de sona erdirir. Gâiblik hâlinde ise, boþanma davasý açma hakký bulunmaz.

 

Ýmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'e göre hâkim, kocanýn yeri bilinmez ve üzerinden bir yýl da geçmiþ bulunursa, kadýnýn isteði üzerine evliliðe son verir. Yeri bilinen gâib kocaya ise ihtar eder ve eve dönmesi için makul bir süre tanýr. Bu süre geçtiði halde dönmezse evliliðe son verir.

 

4) Þiddetli geçimsizlik ve kötü muamele: Koca, eþine karþý iyi davranmaz ve zulme varan muâmelelerde bulunursa, karý hâkime baþvurarak boþanma dâvasý açabilir mi? Prensip olarak karý, kocanýn zulmünü önlemek için her zaman mahkemeye baþvurabilir. Hâkim zulmünü önler ve ona karýsýna iyi muâmele etmesi için nasiatte bulunur. Geçimsizlik her iki eþten olabilir. Maðdur olan eþ, hakem yoluna baþvurabilir.

 

Hakem yoluyla boþanma:Anlaþmazlýða düþen kimselerin arasýný bulmak üzere görevlendirilen kimseye "hakem" denir. Hakem kararlarýnýn uygulanmasý genellikle taraflarýn rýzasýna baðlýdýr. Hâkim kararý ise zorla uygulanýr. Hakem muamelatýn pek çok konularýnda söz konusu olabilir. Ýslâm aile hukukunda daha çok eþlerin birbiriyle anlaþamamasý halinde baþvurulan bir yoldur.

 

Ýslâmda karý-koca birbirine iyi davranmak ve iyi niyet kurallarýna uymak zorundadýr,[797] Geçimsizlik halinde erkeðin karýsýna öðütte bulunmasý, onu yataðýnda bir süre yalnýz býrakmasý veya te'dîpte bulunmasý hakký vardýr.[798] Kocanýn eþine iyi davranmamasý hâlinde, onun zulmünü önlemek için her zaman mahkemeye baþvurma hakký vardýr. Hâkim haksýzlýðý önler, karýsýna karþý iyi muâmele etmesini kocaya emreder ve öðütte bulunur. Tekerrür hâlinde hâkim onu cezalandýrýr. Geçimsizlik kimi zaman her iki eþten kaynaklanabilir. Maðdur olan eþ hâkime baþvurarak hakem yolu ile ara bulma veya boþanma isteðinde bulunabilir. Hakem tayini ile ilgili ayette þöyle buyurulur:

 

وَاِنْ خِفْتُمْ شِقَاقَ بَيْنِهِمَا فَابْعَثُوا حَكَمًا مِنْ اَهْلِه وَحَكَمًا مِنْ اَهْلِهَا اِنْ يُريدَا اِصْلَاحًا يُوَفِّقِ اللّهُ بَيْنَهُمَا اِنَّ اللّهَ كَانَ عَليمًا خَبيرًا

 

"Eðer karý ile kocanýn aralarýnýn açýlmasýndan korkarsýnýz, o vakit kendilerine erkeðin ailesinden bir hakem, kadýnýn ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar, barýþtýrmak isterlerse, Allah aralarýndaki dargýnlýk yerine geçime, onlarý uyuþmaya muvaffak buyurur.”[799]

 

Bu ayette hitap hâkimleredir. Koca, geçimi saðlamaya muvaffak olamamýþsa, eþlerden birinin hâkime baþvurarak hakem tayinini talep etmek hakký doðar.Hakemlerin eþlerin hýsýmlarýndan olmasý daha uygundur. Çünkü eþleri iyi tanýr, geçimsizlik sebeplerini bilir ve ara bulmalarý daha kolay olur. Fakat hâkimin, hakemleri yabancý kiþilerden seçmesi de mümkündür.[800]

 

Ebû Hanîfe ve Ahmed b. Hanbel'e göre, eþler özel yetki vermedikçe hakemler boþamaya karar veremez. Çünkü onlar vekil durumunda olup verilen yetki dýþýna çýkamazlar. Ayette hakemlerin yetkisi ise "ýslâh"tan ibarettir. Ancak eþler hakemlere özel yetki vermiþse, bu takdirde boþamalarý mümkündür. Evlilik düzeninin bozulmasýnda kusurlu olan eþin özel yetki vermek istemeyeceði açýktýr.Ýmam Þâfiî'nin bu konuda iki görüþü vardýr. Ýlk görüþü Hanefiler gibidir. Ýkinci görüþüne göre ise, ayetteki hakem, hâkim demektir. Hâkim kendine gelen davayý taraflarýn rýzasý olmasa da hükme baðlama yetkisine sahiptir.[801]

 

Hakem yolu ile boþanma da tefvîz-i talâkta (kadýna boþama hakký vermek) olduðu gibi, erkekle kadýný boþanmada eþit duruma getiren haklardandýr. Ancak bu usûl, Osmanlý Ýmparatorluðu uygulamasýnda geniþ yer bulamamýþtýr. Çünkü hâkimler, baþvuru hâlinde arabuluculuk (ýslâh) görevini kendileri yapýyorlardý. Hâkem usûlü, boþama deðil arabulma müessesesi olarak yaygýnlaþmýþtý.[802]

 

1917 tarihli Osmanlý Hukuk-ý Aile Kararnâmesi hakem usûlünü geçimsizlikte kusur prensibinden hareketle Mâlikî mezhebine göre düzenlemiþtir. Konuya iliþkin 130. madde þöyledir:

 

"Karý koca arasýnda anlaþmazlýk ve geçimsizlik meydana gelip de taraflardan biri hâkeme baþvurursa, hâkim iki tarafýn ailelerinden birer hakem tayin eder. Bir veya iki taraf ailesinden hakem tayin olunacak kimse bulunamaz veya bulunup ta hakem olacak vasýflara hâiz olmazsa hariçten münasiplerini tayin eder. Bu sûretle teþekkül eden aile meclisi taraflarýn iddia ve savunmalarýný inceleyerek aralarýný ýslâha çalýþýr. Bu mümkün olmadýðý taktirde kusur kocada ise aralarýný tefrik eder. Kusur karýda ise mehrin tamamý veya bir kýsmý üzerine muhalaa eyler. Hakemler ittifak edemezlerse hâkim gerekli vasýflarý haiz diðer bir hakem heyeti veya taraflara akrabalýðý olmayan üçüncü bir hakem tayin eder. Hakemlerin vereceði hüküm kesin olup itiraz edilemez."

 

Ayný kararnâmenin 131. maddesinde; yukarýdaki usûle göre olan boþanmanýn bir bâin talâk sayýlacaðý ve usûlüne göre tescil edileceði belirtilir.Eþlerin hakem kararýna itiraz edememesi, bu hükmün þahitliðe deðil, geçimsizlik sebepleri incelendikten sonra hakemlerin takdirine dayanmasý ile açýklanýr.[803]

 

 

 

d) Ýddet

 

 

Ýddet: Muayyen sayý ve bunun son haddi. Topluluk. Ýslâm hukukunda evliliðin ölüm, boþanma veya fesih sebeplerinden birisiyle sona ermesi halinde yeniden evlenebilmek için kadýnýn beklemeðe mecbur olduðu müddet.Ýslâm'da kadýnýn iddet süresi, evliliðin sona erme sebebine göre deðiþik olmaktadýr.

 

1) Evlilik kocanýn ölümüyle sona ermiþse, kadýn dört ay on gün iddet bekler. Nitekim Kur'an'da þu ayet bunu açýklamaktadýr:

 

اَلرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَاءِ بِمَا فَضَّلَ اللّهُ بَعْضَهُمْ عَلى بَعْضٍ وَبِمَا اَنْفَقُوا مِنْ اَمْوَالِهِمْ فَالصَّالِحَاتُ قَانِتَاتٌ حَافِظَاتٌ لِلْغَيْبِ بِمَا حَفِظَ اللّهُ وَالّتى تَخَافُونَ نُشُوزَهُنَّ فَعِظُوهُنَّ وَاهْجُرُوهُنَّ فِى الْمَضَاجِعِ وَاضْرِبُوهُنَّ فَاِنْ اَطَعْنَكُمْ فَلَا تَبْغُوا عَلَيْهِنَّ سَبيلًا اِنَّ اللّهَ كَانَ عَلِيًّا كَبيرًا

 

“Sizden ölenlerin, geride býraktýklarý eþleri, kendi baþlarýna (evlenmeden) dört ay on gün beklerler. Bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, kendileri hakkýnda yaptýklarý meþru iþlerde size bir günah yoktur. Allah yapmakta olduklarýnýzý bilir.”[804]

 

2) Hamile kadýnýn iddeti doðuma kadardýr. Burada evlenme gerek kocanýn ölümü ve gerekse boþanma sebebiyle sona ersin, hüküm deðiþmez.

 

Ayette:

 

وَالّئ يَئِسْنَ مِنَ الْمَحيضِ مِنْ نِسَائِكُمْ اِنِ ارْتَبْتُمْ فَعِدَّتُهُنَّ ثَلثَةُ اَشْهُرٍ وَالّئ لَمْ يَحِضْنَ وَاُولَاتُ الْاَحْمَالِ اَجَلُهُنَّ اَنْ يَضَعْنَ حَمْلَهُنَّ  وَمَنْ يَتَّقِ اللّهَ يَجْعَلْ لَهُ مِنْ اَمْرِه يُسْرًا

 

“Kadýnlarýnýz içinden âdetten kesilmiþ olanlarla, âdet görmeyenler hususunda tereddüt ederseniz, onlarýn bekleme süresi üç aydýr. Gebe olanlarýn bekleme süresi ise, yüklerini býrakmalarý (doðum yapmalarý)dýr. Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona iþinde bir kolaylýk verir”[805] buyurulur.

 

Eðer hamilelik evlilik dýþý meydana gelmiþ olur ve kadýn tabîi baba olan suç ortaðý erkekle evlenmek isterse, beklemeksizin evlenebilirler. Yabancý bir erkekle evlenmek isterse, Hanefi ve Þâfiîlere göre yine beklemeksizin nikah akdi yapýlabilir, fakat zifaf doðuma kadar geciktirilir. Evlilik dýþý birleþmede kadýnýn hamile olup olmadýðý belli deðilse ve baþka bir erkekle evlenmek isterse bir defa hayýz görünceye kadar iddet beklemesi gerekir. Eðer kadýn hayýz görmeyen cinstense bir ay beklemesi yeterlidir.

 

3) Boþanan kadýnlarýn iddeti, eðer hamile deðilse üç hayýz (kurû) süresidir. Bu da normal hayýz gören kadýnlarda yaklaþýk üç ay kadar bir sürede gerçekleþir:

 

 6§õ¬ë¢Š¢Ó  ò r¨Ü q  £å¡è¡Ž¢1¤ã b¡2  å¤– £2 Š n í ¢pb Ô £Ü À¢à¤Ûa ë

 

“Boþanan kadýnlar, kendi kendilerine üç hayýz ve temizlenme süresi beklerler.”[806]

 

4) Hayýz görmeyen küçüklerle hayýzdan ümit kesilen yaþlýlarýn iddeti üç aydýr:

 

وَالّئ يَئِسْنَ مِنَ الْمَحيضِ مِنْ نِسَائِكُمْ اِنِ ارْتَبْتُمْ فَعِدَّتُهُنَّ ثَلثَةُ اَشْهُرٍ وَالّئ لَمْ يَحِضْنَ وَاُولَاتُ الْاَحْمَالِ اَجَلُهُنَّ اَنْ يَضَعْنَ حَمْلَهُنَّ  وَمَنْ يَتَّقِ اللّهَ يَجْعَلْ لَهُ مِنْ اَمْرِه يُسْرًا

 

“Kadýnlarýnýz içinden âdetten kesilmiþ olanlarla, âdet görmeyenler hususunda tereddüt ederseniz, onlarýn bekleme süresi üç aydýr. Gebe olanlarýn bekleme süresi ise, yüklerini býrakmalarý (doðum yapmalarý)dýr. Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona iþinde bir kolaylýk verir.”[807]

 

 Bu duruma göre, henüz bülûð çaðýna girmemiþ veya yaþý ilerlediði için artýk hayýzdan kesilmiþ olan kadýnlarýn iddet süresi boþanmadan sonra üç aydýr.

 

Geçerli bir evlilik, rýc'î (dönülebilir) veya bâin (kesin) boþama ile sona ermiþse, kadýn iddet suresince nafaka hakkýna sahip olur. Yani boþandýðý kocasý kadýnýn geçimini saðlamakla yükümlüdür. Ancak evlilik, kocanýn ölümüyle sona ermiþse, kadýn nafaka alamaz. Çünkü nafaka yükümlüsü olan erkek ölmüþtür.

 

Geride býraktýðý malý, artýk miras hükümlerine göre, varislerinin hakkýdýr. Karýsý da, eðer ölen kocasýnýn çocuklarý varsa sekizde bir, yoksa dörtte bir nisbetinde miras hakkýna sahip olur. Ýþte nafaka istemek yerine, onun bu hakkýný alarak geçimini saðlamasý mümkündür. Diðer yandan kadýnýn eðer varsa kendisine ait mülkü veya daha önce almadýðý mehir hakký da devreye girer ve bunlar kadýn için koruyucu haklardan olur.

 

Bu duruma göre, iddet süresince nikâhýn bazý iz ve etkileri devam eder. Ýddet bittikten sonra ise artýk erkekle kadýnýn ilgisi tamamen kesilmiþ bulunur. Kadýn üç talakla boþanmýþsa, artýk hulle'den önce bu erkeðin onunla yeniden evlenmesi mümkün olmaz. Bir veya iki defa boþanmýþ durumda ise, ric'î boþamada iddet devam ederken eþler barýþabilir ve yeni bir nikâh akdine gerek bulunmaz. Ýddet sonunda ise ric'î boþama bâin'e dönüþür. Eþler yeni bir nikâh akdi ile yeniden evlenebilirler. Tek boþama hâlinde iki, iki defa boþama hâlinde, ise bir boþama hakký ile evlilik devam eder.

 

 

 

e) Nafaka

 

 

Nafaka: Ýnfak edilen þey, azýk, yiyecek, ev reisinin saðlamak zorunda olduðu yiyecek, giyecek, mesken ve benzeri þeyler. "Nafaka" kökünden infâk; hayýr yolunda mal sarfetmek demektir. Nafakanýn çoðulu "nafakât"týr. Bir terim olarak yiyecek, giyecek ve meskenden kiþiye yetecek miktarý ifade eder.

 

Nafaka Genel Olarak Ýkiye Ayrýlýr

 

1) Kiþinin kendisine gerekli olan nafaka. Bu, baþkasýna vereceði nafakadan önde gelir. Çünkü Hz. Peygamber; "Önce kendi nefsine, sonra nafakasý sana gerekli olan kimselere tasadduk et"[808] buyurmuþtur.

 

2) Kiþinin baþkalarýna vermesi gereken nafaka. Bu çeþit nafakanýn üç sebebi vardýr. Evlilik, hýsýmlýk ve mülkiyet baðý.

 

Ýslâm'da aile reisi olarak kadýnýn ve çocuklarýn geçimini saðlamak görevi erkeðe verilmiþtir. Ayrýca, anne, baba, kardeþler ve diðer hýsýmlar bakýma muhtaç duruma düþünce, "geçimi saðlama yükümlülüðü" onlarý da kapsamýna alýr. Hattâ Ýslâm'da mâlik veya zilyed olunan hayvanlarýn bile yedirilip içirilmesi görevi aile reisinindir.[809]

 

Hayvanýn açlýk veya susuzluk nedeniyle ölümüne sebep olmak sorumluluðu gerektirir. Nitekim Allah'ýn Rasûlü bir kedinin ölümüne sebep olan bir kadýn için þöyle buyurmuþtur: "Açlýktan ölünceye kadar hapsettiði bir kedi için bir kadýn azap olundu. Ona kendisi yedirmediði gibi, toprak haþaratýn yiyebilmesi için serbest de býrakmadý.”[810]

 

Hayvana gücünün yetmeyeceði yükün taþýtýlmasý haramdýr. Köleye de böyle yük yükletilemez. Mâlik, hayvana infaktan kaçýnýrsa, çoðunluða göre kazâen ve diyâneten buna zorlanýr. Hanefilere göre ise buna kaza yoluyla zorlanamaz.[811]

 

Ýnsanlardan Nafaka Hakký Sahipleri Sýrasýyla Þöyledir

 

Evli Kadýnýn Nafakasý:Bir kadýn evlenip kocasýnýn evine yerleþtikten sonra bütün yiyecek, giyecek ve mesken masraflarý kocaya aittir. Bunlar, israfa kaçmadan ve cimrilik de etmeden eþlerin sosyal seviyelerine göre saðlanýr. Eþlerin her ikisi de zengin ise, buna uygun harcama yapýlýr. Ýkisi de fakirse, kadýn kocasýndan zenginler seviyesinde bir harcama isteyemez. Birisi zengin, diðeri fakirse, ortalama yol izlenir. Ancak bazý alimler nafakanýn miktarý konusunda yalnýz kocanýn durumunun dikkate alýnacaðýný söylerler.Ayet-i kerîmelerde þöyle buyurulur:

 

وَالْوَالِدَاتُ يُرْضِعْنَ اَوْلَادَهُنَّ حَوْلَيْنِ كَامِلَيْنِ لِمَنْ اَرَادَ اَنْ يُتِمَّ الرَّضَاعَةَ وَعَلَى الْمَوْلُودِ لَهُ رِزْقُهُنَّ وَكِسْوَتُهُنَّ بِالْمَعْرُوفِ

 

“Emzirmeyi tamamlatmak isteyen (baba) için, anneler çocuklarýný iki tam yýl emzirirler. Onlarýn örfe uygun olarak beslenmesi ve giyimi baba tarafýna aittir... “[812]

 

لِيُنْفِقْ ذُو سَعَةٍ مِنْ سَعَتِه وَمَنْ قُدِرَ عَلَيْهِ رِزْقُهُ فَلْيُنْفِقْ مِمَّا اتيهُ اللّهُ لَايُكَلِّفُ اللّهُ نَفْسًا اِلَّا مَا اتيهَا سَيَجْعَلُ اللّهُ بَعْدَ عُسْرٍ يُسْرًا

 

“Ýmkâný geniþ olan, nafakayý imkânlarýna göre versin; rýzký daralmýþ bulunan da Allah'ýn kendisine verdiði kadarýndan nafaka ödesin. Allah hiç kimseyi verdiði imkândan fazlasýyla yükümlü kýlmaz. Allah, bir güçlükten sonra bir kolaylýk yaratacaktýr.”[813]

 

Koca, hanýmýnýn giyim masraflarýný da karþýlamak zorundadýr. Burada da sosyal seviye ve Ýslâm'a uygun olan örf ve âdetler ölçü alýnýr. Kadýnýn biri yazlýk, diðeri kýþlýk olmak üzere yýlda en az iki kat elbiseye hakký vardýr. Giyim kapsamýna yorgan, döþek, çarþaf ve yastýk gibi evin normal eþyasý da girer.

 

Koca, hanýmýna müstakil ve içinde sosyal durumuna uygun mefrûþatý bulunduran, kötü komþulu olmayan bir mesken saðlamak zorundadýr. Bu yer kadýnýn malý, caný ve ýrzý hakkýnda güvenli olmalý ve karýkoca hayatý yaþamaya elveriþli bulunmalýdýr.Ayet-i kerime'de þöyle buyurulur:

 

اَسْكِنُوهُنَّ مِنْ حَيْثُ سَكَنْتُمْ مِنْ وُجْدِكُمْ وَلَا تُضَارُّوهُنَّ لِتُضَيِّقُوا عَلَيْهِنَّ  وَاِنْ كُنَّ اُولَاتِ حَمْلٍ فَاَنْفِقُوا عَلَيْهِنَّ حَتّى يَضَعْنَ حَمْلَهُنَّ  فَاِنْ اَرْضَعْنَ لَكُمْ فَاتُوهُنَّ اُجُورَهُنَّ  وَاْتَمِرُوا بَيْنَكُمْ بِمَعْرُوفٍ وَاِنْ تَعَاسَرْتُمْ فَسَتُرْضِعُ لَهُ اُخْرى

 

"Boþanan o kadýnlarý, gücünüzün yettiði kadar ikamet ettiðiniz yerin bir bölümünde oturtun. Evleri baþlarýna dar etmek için kendilerine zarar vermeyin."[814]

 

Karý, kocasýnýn hýsýmlarýyla birlikte oturmaya zorlanamaz. Ancak koca, bir baþka evliliðinden olan ve henüz bülûð çaðýna gelmemiþ bulunan kýzýný karýsýyla birlikte oturtmak hakkýna sahiptir.Kadýn kendi evini, kendisinin ikametine tahsis etmesi için kocasýna kiraya verebilir.[815]

 

Kadýn, bakýma muhtaç olduðu veya sosyal seviye bakýmýndan emsali kadýnlarýn hizmetçisi bulunduðu takdirde, hizmetçi tutmak da nafaka kapsamýna girer.Kadýn, kocasýnýn talebine raðmen, onun evine gelmez veya itaatsiz olarak evden çekip gider yahut irtidat ederse erkeðin nafaka yükümlülüðü kalkar. Ýddet bekleyen kadýnýn nafakasý: Ýddet kocanýn ölümü veya eþini boþamasý halinde söz konusu olur.

 

Vefat iddeti bekleyen kadýna nafaka gerekmez. Çünkü koca vefat edince tüm malý mirasçýlara geçer. Karýsý da dörtte bir veya þekilde bir oranýnda mirasçý olur. Ýslâm'ýn ilk dönemlerinde koca, eþi için ölümünden sonra bir yýl süreyle nafaka verilmesini vasiyet etmek zorundaydý.Ayette þöyle buyurulur:

 

¦ وَالَّذينَ يُتَوَفَّوْنَ مِنْكُمْ وَيَذَرُونَ اَزْوَاجًا وَصِيَّةً لِاَزْوَاجِهِمْ مَتَاعًا اِلَى الْحَوْلِ غَيْرَ اِخْرَاجٍ فَاِنْ خَرَجْنَ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ فى مَا فَعَلْنَ فى اَنْفُسِهِنَّ مِنْ مَعْرُوفٍ وَاللّهُ عَزيزٌ حَكيمٌ

 

“Sizden ölüp de (dul) eþler býrakan kimseler, zevcelerinin, evlerinden çýkarýlmadan, bir yýla kadar býraktýklarý maldan faydalanmalarý hususunda (saðlýklarýnda) vasiyet etsinler. Eðer o kadýnlar, (kendiliklerinden) çýkýp giderlerse, kendileri hakkýnda yaptýklarý meþru þeylerden size bir günah yoktur. Allah azîzdir, hakîmdir.”[816]

 

Ancak bu ayette belirtilen bir yýl süreli nafaka ve mesken ile vasiyet hükmü kadýna miras hakký tanýyan Nisâ Sûresi 12. ayetin inmesiyle neshedilmiþ, bir yýllýk iddet süresi de þu ayetle kýsaltýlmýþtýr:

 

وَالَّذينَ يُتَوَفَّوْنَ مِنْكُمْ وَيَذَرُونَ اَزْوَاجًا يَتَرَبَّصْنَ بِاَنْفُسِهِنَّ اَرْبَعَةَ اَشْهُرٍ وَعَشْرًا فَاِذَا بَلَغْنَ اَجَلَهُنَّ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ فيمَا فَعَلْنَ فى اَنْفُسِهِنَّ بِالْمَعْرُوفِ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبيرٌ

 

“Sizden ölenlerin, geride býraktýklarý eþleri, kendi baþlarýna (evlenmeden) dört ay on gün beklerler. Bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, kendileri hakkýnda yaptýklarý meþru iþlerde size bir günah yoktur. Allah yapmakta olduklarýnýzý bilir.”[817]

 

Ric'î olsun, bâin olsun boþanma hâlinde iddet süresince kocanýn nafaka yükümlülüðü devam eder. Boþamanýn iki veya üç defa olmasý sonucu deðiþtirmez. Ancak üçlü boþamada Þâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'e göre yalnýz mesken temin edilir; diðer giyim, yiyecek vb. gerekmez.

 

Çocuklarýn geçim masraflarý kýz ve erkek çocuklarýn nafakalarý babalarýna aittir. nafakanýn kapsamýna bu çocuklarýn yiyecek, giyecek ve mesken ihtiyaçlarý girer.Talâk sûresi 6. ayette þöyle buyrulur: "Eðer (çocuklarýnýzý) sizin için, onlar (anneleri) emzirirlerse, onlara emzirme ücretlerini tam olarak veriniz."

 

Burada, boþanmýþ bir kadýnýn iddetini tamamladýktan sonra, çocuðunu emzirmesi halinde ücrete hak kazanacaðý hükmü yer almaktadýr. Bu da, çocuðun nafakasýnýn babaya ait olduðunu gösterir. Evli kadýn çocuðunu emzirmek istemezse, eðer çocuk baþka kadýnýn sütünü alýrsa, annesi emzirmeye zorlanamaz.

 

Hz. Âiþe (r.anha)'dan þöyle dediði rivayet edilmiþtir. Ebû Süfyanýn karýsý Hind b. Utbe Rasûlüllah'ýn huzuruna girdi ve "Ey Allah'ýn elçisi, gerçekten Ebû Süfyan çok cimri bir adamdýr. Bana kendime ve çocuklarýma yetecek kadar nafaka vermiyor. Onun malýndan haberi olmaksýzýn birþey alýrsam, bana günah var mýdýr?" dedi. Rasûlüllah (a.s); "Onun malýndan sana ve çocuklarýna yetecek kadarýný ma'ruf þekilde al" buyurdu.[818]

 

Bu hadis-i þerif, karýsý ile çocuklarýnýn nafakasýný vermenin erkek üzerine vacib olduðunu gösterir.

 

Babanýn erkek çocuðuna bakma yükümlülüðünün þartlarý:

 

1) Erkek çocuk büluð çaðýna gelmemiþ olmalýdýr. Ancak çocuk büluð çaðýna geldiði halde sakat, kötürüm, felçli ve müzmin þekilde hasta olur ve kazanmaktan aciz bulunursa yine babanýn nafaka yükümlülüðü devam eder.

 

2) Fakir olmalýdýr. Çocuðun kendine ait malý varsa, masraflar ondan yapýlabilir.

 

3) Baba, çocuklarýna bakmaya muktedir olmalýdýr. Bu, babanýn ya zengin ya da çalýþabilecek durumda olmasýyla gerçekleþir.

 

4) Babanýn ve çocuðun hür olmalarý gerekir.

 

Babanýn Kýz Çocuðuna Bakma Yükümlülüðünün Þartlarý

 

1) Kýzda büluð ve yaþ aranmaz. Evleninceye kadar kýz çocuklarýnýn geçimi babaya aittir. Evlendikten sonra bu yükümlülük kocasýna geçer. Kocasý ölür veya boþanýrlarsa kadýn yine babasýnýn evine döner. Kadýn çalýþýp kazanmaya zorlanamaz. Fakat Ýslâmî ölçüler içinde bir iþ veya meslekte çalýþýp kazanmak isterse bu da câizdir.

 

2) Fakir olmalýdýr. Eðer kýzýn malý varsa, geçimi ondan saðlanýr.

 

3) Baba, çalýþýp kazanmaya muktedir veya zengin olmalýdýr.

 

4) Babanýn ve kýzýn hür olmalarý gerekir.

 

Bir kimsenin yakýnlarýnýn geçimini saðlarken öncelik vereceði kimseler hadis-i þerifte þöyle belirlenmiþtir: Ebû Hûreyre (r.a) nakleder: "Bir adam Resûlullah (as)'a gelerek þöyle dedi: Ey Allah'ýn elçisi! Benim yanýmda bir dinar para var, nereye sarfedeyim? Hz. Peygamber; "Kendi ihtiyacýn için sarfet" buyurdu. Adam: "Yanýmda baþka bir dinar daha var" dedi. Hz. Peygamber; Eþine sarfet" buyurdu. Adam dedi: "Baþka bir dinar daha var". Hz. Peygamber; "Çocuklarýna sarfet" buyurdu. Adam:

"Bir dinar daha var" dedi. Hz. Peygamber, onu da hizmetçisine harcamasýný söyledi. Son bir dinar daha olduðunu söyleyince de; "Sen onu nereye harcayacaðýný daha iyi bilirsin" buyurarak, bu konuda onu serbest býraktý.”[819]

 

Ana-baba ve diðer usulün geçim masraflarý;Ana-baba yoksul düþer veya yaþlanýp çalýþamaz olursa, ilgi ve bakým yükümlülüðü çocuklara aittir.Ayet-i kerimelerde þöyle buyurulur:

 

وَقَضى رَبُّكَ اَلَّا تَعْبُدُوا اِلَّا اِيَّاهُ وَبِالْوَالِدَيْنِ اِحْسَانًا اِمَّا يَبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِبَرَ اَحَدُهُمَا اَوْ كِلَاهُمَا فَلَا تَقُلْ لَهُمَا اُفٍّ وَلَا تَنْهَرْهُمَا وَقُلْ لَهُمَا قَوْلًا كَريمًا

 

“Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanýza da iyi davranmanýzý kesin bir þekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanýnda yaþlanýrsa, kendilerine "of!" bile deme; onlarý azarlama; ikisine de güzel söz söyle.”[820] 

 

وَوَصَّيْنَا الْاِنْسَانَ بِوَالِدَيْهِ حَمَلَتْهُ اُمُّهُ وَهْنًا عَلى وَهْنٍ وَفِصَالُهُ فى عَامَيْنِ اَنِ اشْكُرْ لى وَلِوَالِدَيْكَ اِلَىَّ الْمَصيرُ () وَاِنْ جَاهَدَاكَ عَلى اَنْ تُشْرِكَ بى مَالَيْسَ لَكَ بِه عِلْمٌ فَلَا تُطِعْهُمَا وَصَاحِبْهُمَا فِى الدُّنْيَا مَعْرُوفًا وَاتَّبِعْ سَبيلَ مَنْ اَنَابَ اِلَىَّ ثُمَّ اِلَىَّ مَرْجِعُكُمْ فَاُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ

 

“Eðer onlar seni, hakkýnda bilgin olmayan bir þeyi (körü körüne) bana ortak koþman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda dönüþünüz ancak banadýr. O zaman size, yapmýþ olduklarýnýzý haber veririm.Biz insana, ana-babasýna iyi davranmasýný tavsiye etmiþizdir. Çünkü anasý onu nice sýkýntýlara katlanarak taþýmýþtýr. Sütten ayrýlmasý da iki yýl içinde olur. (Ýþte bunun için) önce bana, sonra da ana-babana þükret diye tavsiyede bulunmuþuzdur. Dönüþ ancak banadýr.”[821]

 

Cabir b. Abdullah'dan þöyle dediði nakledilmiþtir: Hz. Peygamber (as)'e babasý ile birlikte bir adam geldi ve þöyle dedi: "Ey Allah'ýn elçisi! Benim kendime ait malým var; bir de malý olan babam var. Babam benim malýmý almak istiyor." Rasûl-i Ekrem (a.s) þöyle buyurdu: "Sen ve malýn babana aittir.”[822]

 

Ancak, ana-babalarýn çocuklarýn malý üzerindeki bu mülkiyet hakký, yorumlanarak, onlarýn fakîr ve muhtaç olmalarýyla sýnýrlandýrýlmýþtýr. Çünkü miras ayetleri nâzil olunca ana ve babanýn, ölen çocuklarýnýn malý üzerindeki haklarý belirlenmiþtir.Ana-babanýn çocuktan nafaka almalarýnýn þartlarý þunlardýr: Bunlarýn yoksul olmasý gerekir. Aksi halde ihtiyaçlarý kendi mallarýndan karþýlanýr. Nafaka yükümlüsü olan çocuk veya torunun, bunu vermeðe muktedir olmasý gerekir. Bu kudret ya zengin olmakla, ya da çalýþýp kazanmaya gücü yetmekle gerçekleþir.

 

Yakýnlara Nafakanýn Gerekli Olmasý Ýçin Þartlar Þunlardýr

 

1) Hýsýmýn yoksul olmasý gerekir. Bu da ya malý olmamakla veya çalýþmaya gücü yetmemekle meydana gelir. Çalýþmaya gücün yetmemesi yaþ küçüklüðü, yaþlýlýk, akýl hastalýðý veya müzmin hastalýk gibi nedenlerle olur. Ancak ana-baba bundan müstesnadýr. Çünkü bunlar saðlýklý ve güçlü olup çalýþmaya güçleri yetse de kendilerine nafaka desteði saðlanýr. Bu duruma göre, ana-baba ve eþ dýþýndaki hýsýmlar zengin olur veya çalýþmaya gücü yeterse kendilerine nafaka gerekmez. Mâlikîlerce tercih edilen görüþe göre ana-baba çalýþmaya gücü yetince çocuklarýndan nafaka talep edemez.[823]

 

2) Nafaka yükümlüsünün gerek zenginlik ve gerekse çalýþýp kazanmaya güç yetirmesi bakýmýndan yoksul hýsýmýnýn geçimini saðlayacak durumda olmasý gerekir. Ancak baba ve eþ, bunun istisnasýdýr. Bir erkek yoksul da olsa ebeveynine ve eþine bakmakla yükümlüdür. Mâlikîlere göre yoksul çocuk, çalýþýp kazanmaya gücü yetse bile ana babasýna nafaka vermesi gerekmez. Câbir (r.a)'in naklettiði bir hadiste þöyle buyurulur: "Sizden biriniz yoksul düþerse, önce kendi ihtiyaçlarýný karþýlasýn. Bundan artarsa aile fertlerinin ihtiyacýna sarfetsin, yine artarsa diðer hýsýmlarýna harcasýn.”[824]

 

3) Geçimi saðlanacak kimsenin nesep hýsýmý olmasý gerekir. Ancak karý ve mülk iliþkisine dayanan câriye bu kuralýn dýþýndadýr.Hanefilere göre nafaka yükümlüsünün, nafaka vereceði kimseye mirasçý olacak derecede nesep hýsýmý olmasý gerekir. Delil þu âyettir:

 

لَا تُضَارَّ وَالِدَةٌ بِوَلَدِهَا وَلَا مَوْلُودٌ لَهُ بِوَلَدِه وَعَلَى الْوَارِثِ مِثْلُ ذلِكَ

 

" ... Ne bir anne çocuðu yüzünden, ne de çocuk kendisinin olan bir baba çocuðu sebebiyle zarara sokulmasýn. Mirasçýya düþen de bunun gibidir."[825]

 

Bu âyete göre, ana-baba ile çocuklar arasýndaki bir takým hak ve yükümlülükler diðer mirasçýlar arasýnda da söz konusu olur. Bu, gerektiðinde geçim masraflarýný da kapsamýna alýr.

 

Din Ayrýlýðýnýn Nafakaya Etkisi: Kadýn itaatsiz veya mürted olmadýðý sürece eþler arasýndaki din ayrýlýðý kadýnýn nafaka alma hakkýna engel olmaz. Diðer hýsýmlar arasýndaki nafaka yükümlülüðüne gelince; Hanefilere göre, usûlün, fürûun ve eþin nafakasýnda din birliði þart deðildir. Bu üç sýnýfýn dýþýndakiler için ise din birliði þarttýr. Çünkü müslümanla gayri müslim arasýnda miras cereyan etmez.

 

Buna göre, karý, ana, baba, dedeler, nineler, çocuk ve torunlar dýþýndaki hýsýmlara din ayrýlýðý bulununca nafaka gerekmez. Karýnýn nafakasý onu evde hapsetme karþýlýðýdýr. Bunun dýþýndaki usûl ve fürûun nafakasý ise "biri diðerinin cüz'ü olmasý" esasýna dayanýr. Bir kimsenin parçasý kendisi gibidir. Küfrü sebebiyle kendi geçimini saðlamaktan kaçýnamadýðý gibi, kendi parçasý olan usûl ve fürûunun geçimini saðlamaktan da kaçýnamaz. Ancak bu hýsýmlar harbi durumda olurlarsa pasaportlu yabancý bile olsalar, bunlarýn nafakasý müslümana vacib olmaz. Çünkü müminler, din konusunda kendileriyle savaþ halinde olanlara iyilik yapmaktan nehyolunmuþlardýr.

 

Baþkasýnýn geçimini saðlamanýn sebebi, ihtiyaçtýr. Ýhtiyacý olmayanýn geçimini saðlamak gerekmez. Malý olanýn geçim masraflarý kendi malýndan karþýlanýr. Yaþý küçük veya büyük olsun hüküm deðiþmez. Ancak haným bundan müstesnadýr. Eþ, zengin de olsa geçim masraflarý kocasýna aittir. Çünkü karýya nafaka vermenin sebebi "ihtiyaç" deðil, onun kocanýn bir hakký olarak evde "tutulmasý"dýr.

 

Nafaka için hâkim kararý gerekir mi? :Usûl ve fürûun nafakasý hâkimin kararýna baðlý olmaksýzýn vacib olur. Ancak küçüðe ait gaib bir mal olur ve babasý geçim masraflarý için bu mala rücû etmek isterse bunun için hâkim kararý veya iki kiþiyi þahit tutmasý gerekir.

 

Eðer hâkimin izni olmadan veya þahit de tutmadan masraf yapsa küçüðün malýna kazâen rücû edemez. Allah ile kendi arasýnda olmak üzere "diyâneten" rücû edebilir.Usûl ve fürû dýþýndaki hýsýmlarýn nafakasý ancak hâkim kararý veya karþýlýklý rýza ile sabit olur. Bunun sebebi, bu hýsýmlarýn nafakasý konusunda müctehidler arasýnda görüþ ayrýlýðýnýn bulunmasýdýr.[826]

 

Karýnýn Nafakasýný Düþüren Haller

 

1) Nafaka vacib olup, hâkimin kararý veya karþýlýklý rýza ile zimmette borç halini almadýkça geçen süreye ait nafaka düþer. Mâlikîlere göre geçen süreye ait nafaka düþmez. Kadýn kocasýna geçmiþ günlere ait nafaka için de rücû edebilir.

 

2) Geçmiþ günlere ait ibra, nafakayý düþürür. Ancak Hanefîlere göre geleceðe ait nafakadan ibra veya hibe geçerli deðildir. Çünkü kadýnýn nafakasý evde tutulma karþýlýðý olarak zaman geçtikçe parça parça gerekli olur. Geleceðe ait ibra, henüz vacib olmadan düþürme anlamýna gelir ki geçerli olmaz.

 

3) Eþlerden Birisinin Ölümü: Koca nafakayý vermeden ölse, kadýn bunu onun malýndan alamaz. Kadýn ölürse, mirasçýlar da bunu talep edemez.

 

4) Kadýnýn itaatsýzlýðý. Kadýnýn kocasýnýn meþrû isteklerine itaat etmemesi ve özürsüz yere evi terketmesi halinde kocanýn nafaka yükümlülüðü düþer.

 

5) Kadýnýn dinden çýkmasý. Kadýn irtidâd edince kocasýnýn nafaka yükümlülüðü düþer. Çünkü bu durumda kadýnýn cinsel yönlerinden yararlanmak da caiz olmaz. Yeniden Ýslâm'a dönünce nafaka hakký da doðar.

 

6) Kadýnýn ma'siyet yoluyla sebep olduðu ayrýlýk nafaka hakkýný düþürür. Meselâ; onun irtidadý veya kocasý Ýslâm'a girdiði halde onun küfürde devam etmesi veya üvey oðlu ile cinsel iliþki kurmasý gibi. Bütün bu durumlarda onun nafaka hakký düþer; çünkü günah iþleme yoluyla evlilikteki "cinsel yararlanma" esasýný kaldýrmýþtýr.

 

Bu yüzden "itaatsiz (nâþize)" durumuna düþer. Ancak onun sadece evde oturma hakký devam eder. Çünkü bu hak günah iþlemekle düþmez.Ayrýlýk günah iþleme yoluyla olmamýþsa nafaka hakký düþmez. Büluð muhayyerliði, kefâetin yokluðu ve üvey oðlu ile zorlama sonucu cinsel iliþki kurma gibi. Çünkü o, bu konularda þer'an özürlü sayýlýr. Koca tarafýndan meydana getirilen ayrýlýk, ma'siyet yoluyla olsun veya olmasýn nafaka hakkýný düþürmez.[827]

 

Eþ Dýþýndaki Hýsýmlarýn Nafakasýnýn Düþmesi 

 

Çocuk, anne, baba ve diðer nesep hýsýmlarýnýn nafakasý, sürenin geçmesiyle düþer. Hâkim bu hýsýmlar lehine nafakaya hükmettiði zaman, hýsým bunu kabzetmese veya süre geçinceye kadar nafakaya mahsûben borçlanmamýþ olsa nafaka düþer. Hanefilere göre, hâkim borçlanmaya izin vermedikçe süresi geçen nafaka düþer. Çünkü diðer hýsýmlarýn nafakasý ihtiyacý gidermek için vacib olur. Zengin olan bunu isteyemez. Nafakanýn zamanýnda kabzedilmemesi, hak sahibinin ihtiyacý olmadýðýný gösterir.[828]

 

 

 

f) Vasiyet

 

 

Vasiyet: Emretmek, bir iþi birisine ýsmarlamak, bir malý ölümden sonra baðýþlama anlamýnda bir fýkýh terimi. Terim olarak, dinî ilimlerden fýkýhta ve hadis usûlünde ayrý ayrý manalara gelmektedir.

 

Fýkýh Istýlahýnda Vasiyet

 

Fýkýh ýstýlahýnda vasiyet iki ayný manada kullanýlmaktadýr.

1) Bir malý veya menfaati ölümden sonraya baðlayarak bir þahsa veya hayýr kurumuna karþýlýksýz olarak baðýþlamak.[829]

 

2) Bir kimsenin ölmeden önce, küçük çocuklarýnýn mâlî iþlerini yürütmekte veya terikesinde tasarrufta bulunmakta birisini yetkili kýlmasýdýr.

 

Malýný veya bir malýnýn menfaatýna ölümüne baðlayarak bir þahsa veya hayýr cihetine hibe eden kiþiye vasî, kendisine mal veya menfaat býrakýlan (vasiyet edilen) kiþiye veya hayýr cihetine mûsâ leh, vasiyet edilen mala ya da menfaate mûsâ bih, vasiyette bulunma olayýnda îsa denilir.

 

Vasiyetin Meþruiyeti

 

Vasiyet, Ýslâm'ýn meþru kabul ettiði akitlerdendir. Tarihî açýdan bakýldýðýnda vasiyetin Ýslâm'dan önce de var olduðu görülmektedir. Mesela Romalýlarda aile reisi malýnda vasiyet yoluyla ve hiç bir kayda tabi olmadan dilediði gibi tasarrufta bulunuyordu. Hatta bazan malýnýn tamamým yabancýlara vasiyet edip, kendi varislerini mirastan mahrum býrakabiliyordu.

 

Daha sonra bir takým deðiþiklikler yapýlarak, babanýn malýnýn en az dörtte birini çocuklarýna býrakmasý zorunlu hale getirildi. Cahiliye Araplarýnda da vasiyet sýnýrsýz bir þekilde vardý. Araplar, kendi akrabalarýný muhtaç býrakmak pahasýna büyüklük taslamak için, mallarýnýn tamamýný yabancýlara vasiyet ediyorlar ve bununla övünüyorlardý.[830]

 

Demek oluyor ki, Ýslâm vasiyeti ihdas etmedi, hazýr buldu. Ýslah ederek ibka etti, hatta tavsiye etti.Vasiyet, tüm Ýslâm müctehidlerine göre meþrûdur. Meþrûiyeti, Kitap, Sünnet ve Ýcma ile sabittir; Bakara sûresinin 180. âyetinde:

 

كُتِبَ عَلَيْكُمْ اِذَا حَضَرَ اَحَدَكُمُ الْمَوْتُ اِنْ تَرَكَ خَيْرًا اَلْوَصِيَّةُ لِلْوَالِدَيْنِ وَالْاَقْرَبينَ بِالْمَعْرُوفِ حَقًّا عَلَى الْمُتَّقينَ

 

“Birinize ölüm geldiði zaman, eðer bir hayýr býrakacaksa anaya, babaya, yakýnlara uygun bir biçimde vasiyet etmek Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur.”[831]

 

240. âyetinde de:

 

وَالَّذينَ يُتَوَفَّوْنَ مِنْكُمْ وَيَذَرُونَ اَزْوَاجًا وَصِيَّةً لِاَزْوَاجِهِمْ مَتَاعًا اِلَى الْحَوْلِ غَيْرَ اِخْرَاجٍ فَاِنْ خَرَجْنَ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ فى مَا فَعَلْنَ فى اَنْفُسِهِنَّ مِنْ مَعْرُوفٍ وَاللّهُ عَزيزٌ حَكيمٌ

 

“Sizden ölüp de (dul) eþler býrakan kimseler, zevcelerinin, evlerinden çýkarýlmadan, bir yýla kadar býraktýklarý maldan faydalanmalarý hususunda (saðlýklarýnda) vasiyet etsinler. Eðer o kadýnlar, (kendiliklerinden) çýkýp giderlerse, kendileri hakkýnda yaptýklarý meþru þeylerden size bir günah yoktur. Allah azîzdir, hakîmdir”[832] buyurulmaktadýr.

 

Nisâ sûresinin 11 ve 12. âyetlerinde de ölenin bazý yakýnlarýnýn mirastaki hisseleri belirtilirken, bu hisselerin borçlar ödendikten ve vasiyetler tenfiz edildikten sonra hak sahiplerine ödeneceði beyan edilmektedir.

 

Hz. Peygamber'in hadislerinde de vasiyet teþvik edilmiþtir. Mesela Ýbn Ömer'den rivayet edilen bir hadiste: "Bir Müslümanýn vasiyet etmek istediði bir þey olup da, vasiyeti yastýðýnýn altýnda yazýlý olmadan iki gece geçirmesi doðru deðildir"[833] buyurmaktadýr.

 

Hz. Peygamber bir baþka hadisinde de: "Âllah (c.c) size, amellerinize ziyade olarak ölümünüz esnasýnda mallarýnýzýn üçte birini tasadduk etti (vasiyet etme yetkisi verdi)"[834] buyurmuþtur.

 

Bu âyet ve hadislerin delaleti doðrultusunda Ýslâm alimlerinin tümü vasiyetin meþruluðunda ittifak etmiþlerdir. Dolayýsýyla vasiyet Ýcma ile de meþrudur.[835]

 

Vasiyetin Hükmü: Prensip olarak vasiyet müstehap[836] veya menduptur.[837] Yukarýdaki âyet zahiren vasiyetin farz olmasý gerektiði izlenimi verebilir. Çünkü âyet-i kerimede vâsiyetin Allah'ýn kullar üzerinde bir hakký olduðu vurgulanmaktadýr. Ancak ulema bu âyetin, daha sonra inen miras âyetiyle neshedildiðini söylemiþlerdir. Bu âyetin mensuh oluþunun delili sahabelerden bir çoðunun vasiyette bulunmamalarýdýr. Çünkü eðer vasiyet farz olsaydý sahabelerin bunu terketmeleri mümkün olmazdý. Zaten Ýbn Abbas ve Ýbn Ömer vasiyetin farz olacaðý izlenimini veren bu âyetin mensuh olduðunu söylemiþlerdir.[838]

 

Vasiyet Çeþitleri

 

Vasiyet bir olay veya zamanla kayýtlý olmazsa, mutlak vasiyet, belirli bir olayla veya zamanla "þu iþim olursa", "þu zamana kadar ölürsem" gibi kayýtlý olursa mukayyet vasiyet; mûsâ bihin miktarý, malýn üçte biri, dörtte biri gibi bir oranla deðil, belirli bir miktarla belli olursa mürsel vasiyet; miktar belli edilmeden terikenin üçte biri dörtte biri gibi bir oran vasiyet edilirse bu vasiyete de gayri mürsel vasiyet denilir. Vasiyet edilen þeyin mal veya menfaat olmasý bakýmýndan da vasiyetler, vasiyye bi'l-mal ve vasiyye bil'l-menfaat kýsýmlarýna ayrýlýrlar.[839]

 

Vasiyetler Dînî Açýdan Beþ Grupta Toplanýrlar

 

a) Vacip vasiyetler: Bir Müslümanýn hayatýnda iken ödemesi gereken ama ödeyemediði borçlarýný veya baþkasýna ait haklarý -bu borçlar Allah hakkýna taalluk edebileceði gibi kul hakký da olabilir- ödenmesi veya sahiplerine verilmesi için vasiyet etmesi vaciptir. Dolayýsýyla elinde birisine ait emanet mal bulunan, birisine borcu olup, borcun varlýðýna dair þiir vesîka bulunmayan kiþinin bu emanetlerin sahiplerine verilmesini, borçlarýn ödenmesini vasiyet etmesi gerekir. Ayný þekilde, hac, zekat, oruç gibi ibadetler kendisine farz olduðu halde eda edemeyenler, üzerinde keffaret borcu olanlar hac ve zekâtýn edasýný, orucun fidyesinin verilmesini, kefaretlerin ödenmesini vasiyet etmek zorundadýrlar.[840]

 

b) Müstehap vasiyetler: Hali vakti yerinde olan kiþinin, varis olmayan akrabalarýna, yoksullara ve hayýr kurumlarýna vasiyette bulunmasý müstehaptýr.

 

c) Mübah vasiyetler: Akrabalardan veya yabancýlardan zengin olanlar için vasiyette bulunmak mübahtýr.

 

d) Mekruh vasiyetler: Fakir varisi olanlarýn, mallarýný vasiyet etmeleri ittifakla mekruhtur. Ayrýca Hanefilere göre, kim olursa olsun fisku fücur ehline vasiyette bulunmak da tahrimen mekruhtur.

 

e) Haram olan vasiyetler: Haram bir iþin yapýlmasý için vasiyette bulunulmasý ittifakla haramdýr. Mesela, bir Müslümanýn kilise yapýlmasý, þarap fabrikasý inþasý gibi haram olan bir þeyi vasiyet etmesi haramdýr. Bu tür vasiyetlere uyulmaz. Ayrýca meþru cihetlere bile olsa malýn üçte birinden fazlasýnýn vasiyet edilmesi de caiz deðildir. Þayet vasiyet edilmiþse, varislerin, malýn üçte birisinden fazla olan kýsmýnda bu vasiyete uymalarý mecbur deðildir. Ancak, isterlerse uyabilirler. Hambelilerdeki sahih görüþe göre bu tür bir vasiyet mekruhtur.[841]

 

Vasiyetin Rüknü

 

Ebu Hanîfe, Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre vasiyetin rüknü; hibe, alým satým, icare vs. akitlerde olduðu gibi, icap ve kabuldür. Yani, mûsî vasiyette bulunacak, mûsa leh de kabul edecektir. Mûsa lehin kabûlünün bulunmamasý halinde vasiyet tamamlamýþ olmaz. Mûsa lehin kabulü, sarahaten olabileceði gibi, kabul veya red etmeden ölmesi durumunda olduðu gibi delâleten de olabilir. Vasiyetin kabulü ancak, mûsînin ölümünden sonra olur.[842]

 

Ýmam Züfer'e göre ise, vasiyetin rüknü sadece icaptýr. Mûsînin vasiyetini mûsa lehin kabul etmesi gerekmez. Çünkü, musa lehin durumu varisin durumu gibidir. Nasýl varis mîrasý red imkânýna sahip deðilse, musa leh de vasiyeti reddetme imkânýna sahip deðildir.[843]

 

Vasiyette icab ve kabul, vasiyet kelimesi ile olabileceði gibi vasiyete delâlet eden baþka kelimelerle veya yukarýda belirtildiði gibi delâleten de olabilir. Bu hüküm Hanefilere göredir. Cumhura göre ise delâleten kabul olmaz, mutlaka sözle yapýlmasý gerekir.[844]

 

Vasiyetin tahakkuku için kabulün þart olduðu görüþüne göre, kabul veya reddin fevrî (îcabýn hemen peþinden) olmasý þart deðildir. Mûsa leh, vasiyyeti, mûsînin ölümünden sonra olmasý kaydýyla ve reddetmemiþse uzun süre sonra da kabul edebilir. Þafiîlere göre mûsa lehin kabul veya red ettiðine dair bir þey söylememesi durumunda vârisler ondan görüþünü açýklamasýný talep edebilirler.

 

Bu isteðe raðmen, görüþ açýklamaktan imtina etmesi durumunda bu, vasiyeti red sayýlýr. Vârislerin zarara uðramamalarý bakýmýndan Þafiîlerin bu görüþü tatbike daha elveriþlidir. Mûsa leh, kendisine vasiyet edilen þeyin hepsini kabul veya red zorunda deðildir. Hepsini kabul veya red edebileceði gibi bir kýsmýný kabul, bir kýsmýný reddetmesi de mümkündür.[845]

 

Prensip olarak mûsa leh vasiyeti kabul veya red ettikten sonra bu tasarrufundan rucû edemez. Ancak, varisler buna icazet verirlerse rucû caizdir. Varislerin hepsi veya birisi, mûsa lehin kabulden sonra rucunu kabul ederlerse vasiyet reddedilmiþ olur, mal varislere geri döner. Þâfiî ve Hanbelilere göre mûsa leh vasiyeti kabul edip kazbettikten sonra artý geri dönemez.

 

Vasiyetin Þartlarý

 

Vasiyetin sahih olmasý için, mûsîde, mûsâ lehte ve mûsâ bihte bulunmasý gereken bir takým þartlar vardýr;

 

a)  Mûsîde bulunmasý gereken þartlar

1) Mûsî (vasiyette bulunan þahýs), teberrua ehil olmalýdýr. Buna göre, mûsî, âkil, bâlið ve hür olmalýdýr. Mûsînin akýl sahibi olmasý gerektiðinde ulema arasýnda her hangi bir görüþ ayrýlýðý yoktur. Definin, bunaðýn ve baygýnýn vasiyeti ittifakla caiz deðildir. Büluð konusu ise ihtilafladýr. Hanefî ve Þâfiîlere göre mûsînin balið olmasý þarttýr. Mâlikî ve Hanbelilere göre þart deðildir. Onlara göre mümeyyiz olan çocuðun (on yaþý temyiz çaðý kabul ediyorlar) vasiyetleri geçerlidir.

 

Sefahet sebebiyle kendisine hacr konulmuþ olan mahcudun vasiyeti temelde ittifakla caiz olmakla birlikte bazý teferruatta mezhepler arasýnda ufak tefek görüþ ayrýlýklarý vardýr. Hanefilere göre mahcurun vasiyetinin geçerliliði, vasiyetin fakirlere veya bir hayýr kurumuna olmasý ile kayýtlýdýr. Zengin için yapacaðý vasiyet geçerli deðildir. Diðer mezheplere göre ise böyle bir þart yoktur. Ancak Þâfiîlere göre iflas sebebiyle hacr edilenin vasiyetinin cevazý, alacaklarýn icazetine baðlýdýr.

 

Sarhoþun vasiyeti Þâfiilerin dýþýndaki ulemaya göre mutlak olarak geçerli deðildir. Çünkü aklý baþýnda deðildir. Þafiilere göre ise haram bir þeyden dolayý sarhoþ olanýnki sahihtir.

Kâfirin vasiyeti ittifakla caizdir.[846]

 

2) Mûsî, vasiyet ettiði mala malik olmalýdýr. Bir kimsenin kendisine ait olmayan bir malý vasiyet etmesi caiz deðildir.

 

3) Mûsî vasiyeti kendi rýzasý ve hür iradesi ile etmiþ olmamalýdýr. Ýkrah, þaka veya hata ile yapýlmýþ olan vasiyetlerin geçerliliði yoktur.

 

b) Mûsâ lehle ilgili olan þartlar

1) Mûsâ leh, mevcut olmalýdýr. Ana karnýndaki cenin de mevcut sayýldýðý için, cenine yapýlan bir vasiyet geçerlidir.

 

2) Mûsa leh belli olmalýdýr. Kim olduðu bilinmeyen meçhul bir þahsa vasiyet caiz deðildir.

 

3) Mûsa leh mal edinmeye müstehak birisi olmalýdýr. Dolayýsýyla köle için yapýlan vasiyet geçerli sayýlmamýþtýr.

 

4) Mûsa leh, musî'in katili olmamalýdýr. Mûrisi öldüren katil, mirastan mahrum olduðu gibi, mûsîsini öldüren mûsa leh de vasiyetten mahrum edilir. Bu görüþ, Hanefî ve Hanbelîlere göredir. Þâfiî ve Mâlikîlere göre katile vasiyet yapýlabilir.

 

5) Mûsa leh, mûsînin vârisi olmamalýdýr. Vârise vasiyet caiz deðildir. Þayet birisi vârisine vasiyette bulunmuþsa, bu vasiyetin geçerliliði diðer varislerin rýzasýna baðlýdýr.

 

6) Mûsa leh, haram bir cihet olmamalýdýr. Kumar salonu yapýlmasý, þarap fabrikasý inþasý gibi haram bir cihet için yapýlmýþ olan vasiyetler ittifakla geçersizdir. Vasiyet ciheti aslýnda mübah olmakla beraber, bir masiyete vesile olabilecek cinsten ise -fasýklarýn fýsklarýný icra edebilmeleri için yardýmlaþmalarýný saðlayacak bir tesis inþasý gibi- Hanefi ve Þafiilere göre geçerli, Mâlikî ve Hanbelilere göre batýldýr.

 

c) Musa bihte bulunmasý gereken þartlar

1) Musa bih mal olmalýdýr. Mal, taþýnýr ve taþýnmaz bir mal olabileceði gibi, hak ve menfaat da olabilir. Bir kimse mesela evinin mülkiyeti varislerinin olmasý þartýyla, süknâsýný (içerisinde oturma hakký) bir baþkasýna vasiyet edebilir.

 

2) Mûsa bih olan mal, mütekavvim (Müslümanlar katýnda deðeri olan bir mal) olmalýdýr. Bir Müslümanýn baþka bir Müslüman için þarap, domuz gibi mütekavim olmayan bir þeyi vasiyet etmesi caiz deðildir. Ayný þekilde, bir kimsenin ölümünden sonra peþinden aðýt okunmasý için vasiyette bulunmasý caiz olmaz.

 

3) Temlîki kabil olmalýdýr. Bundan maksat; vasiyet edilen alýn þer'î akitlerden bir akitle sahip olunmasý sahih bir mal olmalýdýr. Binaenaleyh, henüz ana karnýna düþmemiþ bir yavruya vasiyet caiz deðildir.

 

4) Vasiyet edilen mal muayyense, vasiyet edilirken, mûsînin mülkü olmalýdýr.

 

5) Mûsa bihin masýyet veya þer'an haram olan bir þey olmamasý gerekir. Meselâ kabrin gösteriþli bir þekilde yapýlmasý için vasiyette bulunmak caiz deðildir.

 

6) Mûsînin varisi varsa, mûsa bih terikenin üçte birinden fazla olmamalýdýr. Þayet üçte birden fazla olursa, fazla olan miktardaki vasiyetin edasý varislerin icazetine baðlýdýr. Bu Hanefilerin görüþüdür. Þâfiî, Mâlikî, ve Hanbelîlere göre ise, mûrisin varisi olmasa bile terikenin üçte birini aþan miktardaki vasiyet batýldýr. Çünkü bu durumdaki birinin malýnda tüm Müslümanlarýn hakký vardýr.[847]

 

Vasiyetin Hukuki Hükümleri

 

Vasiyet, bütün alimlere göre lâzým (baðlayýcý olmayan) bir akittir. Çünkü bir teberrudur. Vasiyette bulunan vasiyete karþýlýk bir þey almamaktadýr. Dolayýsýyla, ister saðlýklý halinde, ister hastalýk halinde vasiyet etmiþ olsun, istediði zaman vasiyetinin tamamýndan veya bir kýsmýndan dönebilir.[848]

 

Þartlarýný haiz olan bir vasiyet sahihtir. Vasiyet mutlaksa, musî öldüðünde ve musa leh kabul ettiði andan itibaren, bir zamana veya þarta baðlý ise þartýn tahakkuku ve zamanýn gelmesinden itibaren vasiyet edilen mala malik olur. Vasiyetin infazý miras taksiminden önce gelir. Ölünün býraktýðý terikede yapýlacak ilk iþlem, techiz ve tekfin, sonra borçlarýn ödenmesi, peþinden de vasiyetlerin infazýdýr.[849]

 

Mûsa bih muayyen bir mal ise sadece ona baðlýdýr. Dolayýsýyla henüz musa lehin eline geçmeden telef olursa vasiyet de batýl olur. Mûsînin baþka mallarý olsa o mallarla mûsâ lehin hiç bir ilgisi yoktur. Vasiyet, bir mal çeþidinin belirli bir oraný ise, vasiyet edildiði esnada mevcut olan mala taalluk eder.

 

Vasiyye Bil'l-menfaa

 

Hanefilere göre menfaatten maksat, bir kölenin hizmeti, bir evde oturma hakký ve geliri, bahçe ve tarlanýn ürün ve kirasýdýr.[850]

 

Dört mezhep imamýna göre menfaatin vasiyeti caizdir. Daha önce aynýlarýn vasiyetinde vasiyet edilen malýn terikenin üçte birinden fazla olmayacaðýna deðinilmiþti. Bu oranýn, menfaatte nasýl takdiri yapýlacaktýr? Bu konu mezhepler arasýnda deðiþik deðerlendirilmiþtir; Hanefîler ve Mâlikîler menfaati vasiyet edilen malýn deðerine bakarlar. Þayet bu mal terikenin üçte birini aþmýyorsa, süresi ne olursa olsun vasiyet uygulanýr.

 

Fakat, bu mal terikenin üçte birinden daha fazla olursa, üçte biri kadarý geçerli, kalaný geçersizdir. Yani bu mezheplere göre itibar, menfata deðil, menfaati vasiyet edilen aynadýr. Þafii ve Hanbelî mezheplerine göre, muteber olan, mal deðil, malýn vasiyet müddetindeki menfaatidir. Çünkü mûsa bih, menfaattir. Hanbelîlerden bir görüþe göre, müddetin sýnýrsýz olmasý halinde, Hanefîlerde olduðu gibi aynýn kýymetine itibar edilir.[851]

 

Menfaatin elde edilmesi ya mûsa lehin bizzat kendisinin kullanmasý ile veya kiraya verip kirasýný almasý ile gerçekleþir. Þayet mûsi, vasiyet ederken bunlardan birisini kayýtlamamýþsa, mûsâ leh dilediði þekilde istifade edebilir. Fakat, bir menfaat türü ile kayýtlamýþsa Hanefilere göre bu kayda uymak zorundadýr. Aksine hareket edemez. Dolayýsýyle, kendisinin oturmasý için, oturma hakký vasiyet edilen birisinin, evi kiraya vererek kirasýný almasý caiz olmaz. Þafii ve Hanbelîlere göre, musâ leh, böyle bir kayda uymak zorunda deðildir. Ýstediði þekilde faydalanabilir.

 

Bir malýn menfaati, mûsâ leh ile varisler arasýnda müþterek ise, dilerlerse malý kiraya verip kirasýný bölüþürler, dilerlerse ve mal müsaitse malý aralarýnda bölüþüp her biri muayen bir kýsmýnýn menfaatini alýr. Üçüncü bir yol olarak da malý münavebeli olarak kullanabilirler.[852]

 

Vasiyet edilen menfaat geçici olabileceði gibi, süresiz de olabilir. Þayet belirli bir süreye münhasýrsa veya sonu gelecek bir cihete ise malýn kendisi mûsinin varislerine aittir. Sürenin bitiminde onlara döner. Fakat, bir malýn menfaati sýnýrsýz olarak ya da mutlak olarak vasiyet edilmiþ ve mûsa leh sonu gelmeyen bir türdense o ayný vakýf hükmündedir.[853]

 

Ýkinci Manada Vasiyet

 

Bir kimsenin, ölmeden önce küçücük çocuðuna ait malî iþleri yapmasý veya terikesinde tasarrufta bulunmasý için birisini yetkili kýlmasýnýn, vasiyetin fýkýh ýstýlahýndaki ikinci manasý olduðunu söylemiþtik. Akýl hastalýðý, bunama, akýl zaafý ve sefahat sebebiyle, bir kimsenin tasarruf yetkisi elinden alýnmýþ ve iþlerin yürütmesi için birisi tayin edilmiþse buna da kayyum denilir. Kayyum vasi mesabesindedir.[854] Þimdi de kýsaca bu manadaki vasiyet üzerinde duralým.

 

Bir kimseyi, mallarýnda veya çocuklarýnýn iþlerinde tasarruf etmekte yetkili kýlan kiþiye mûsî, yetkili kýlýnan þahsa vasî veya musâ ileyh, bu zatýn sahip olduðu sýfata da vesâyet denilir.

 

Bu Anlamda Ýki Türlü Vasî Vardýr

 

1) Vasýyyi Muhtar: Kiþi tarafýndan seçilmiþ olan vasîdir. Yani, bir kimse ölümünden sonra býraktýðý terike veya çocuklarý ile ilgili iþlerde tasarruf etmesi için birisini yetkili kýlarsa buna vasiyi muhtar (seçilmiþ vasî), vasiyyul-meyyit (ölenin vasîsi), vasiyyu'l-eb (babanin vasîsi) denilir.

 

2) Vasiyyi Mensup (tayin edilmiþ vasî): Yukarýda söylenilen iþleri yapabilmesi için hâkim tarafýndan tayin edilmiþ olan vasîdir. Buna vasiyyu'l kadî (hâkimin vasîsi) da denilir.[855]

 

Ýslâm hukuku prensip olarak vasî tayin etme yetkisini babaya vermiþtir. Þayet baba vefat etmeden önce birisini vasî seçmiþse çocuðun mallarýnda tasarruf etmek onun hakkýdýr. Þayet seçmemiþse ve varsa, sýra dede (babanýn babasý) ve onun tayin ettiði vasîdedir. O da yoksa o zaman vasî tayini hâkimin salahiyetine girer. Demek oluyor ki, çocuðun malý üzerindeki tasarruf yetkisi sýrayla, baba, babanýn vasîsi, babanýn vasîsinin vasîsi, dede, dedenin vasîsi, dedenin vasîsinin vasîsi ve hâkimin vasîsine aittir.[856]

 

Anne, kardeþ, amca gibi akrabalarýn küçüðün malý üzerinde tasarruf yetkileri yoktur.[857]

 

Vesayet, mûsinin icabý ve vasînin kâbûlü ve meydana gelir. Tek taraflý bir irade yeterli deðildir, dolayýsýyla vasînin kabulü þarttýr. Vasînin, âkil, bâlið, hür ve taarrufa ehil olmasý gerekir. Bir gayri müslimin, Müslüman üzerindeki vesayeti caiz deðildir.

 

Vasînin, çocuðun malý üzerindeki tasarrufu, küçüðün menfaatýnýn kesin veya muhtemel olmasýna baðlýdýr. Kesin zararýna olan tasarruflarý ise geçerli deðildir. Buna göre, vasî, küçüðün malýndan hibe, tasadduk gibi bir yolla teberruda bulunamaz. Hibe ve sadaka kabulü gibi mutlak menfaat olan tasarruflara yetkilidir. Kâra da zarara da ihtimali olan alým satým gibi tasarruflarda gabni fahiþ derecede zararýna olmayacak tasarruflarda bulunabilir.[858]

 

Þayet vasiyyi muhtarýn küçüðün malýndaki tasarrufunda hýyaneti görülürse, hâkim tarafýndan azledilir. Ama bir hýyaneti söz konusu olmazsa, bir görüþe göre azletemez, diðer bir görüþe göre azlederse geçerlidir fakat günahkar olur. Hâkim kendi tayin ettiði vasîyi ise istediði zaman ve hiç bir kayda baðlý olmadan azledebilir.[859]

 

Bir vasî vesayet iþlerini tek baþýna görmekten aciz ise hâkim ikinci bir vasî tayin edebilir. Ayrýca baba veya dedenin de birden fazla kiþiyi vasî tayin etmesi mümkündür. Bu durumda vasilerden birisinin tek baþýna tasarrufta bulunma yetkisi yoktur. Þayet bulunur da yetimin malý zayi olursa bu malý tazmin etmek zorundadýr.

 

Vasiyi muhtar vesayeti kabul ettiði zaman, musînin vefatýndan sonra artýk vesayeti terk edemez. Hâkimin tayin ettiði vasî ise istediði zaman kendisini vesayetten azledebilir. Ancak daha önce hâkime haber vermesi gerekir. Vasiyyi muhtar, ücret alamaz, vasiyyi mansup ise hakimin takdiri ile belirli bir ücret alabilir. Ancak, vasýyyi muhtarýn da muhtaç olmasý kaydýyla yetimin malýndan yemesi caizdir.[860]

 

Vesayet, vasî tayin eden kiþi veya mercinin azli, çocuðun büyümesi, zamana baðlý olan vesayetlerde sürenin bitimi, belirli bir iþ için vasî kýlýnmasý halinde o iþin yapýlmýþ olmasý, vasînin aklýný kaybetmesi, fýska mübtelâ olmasý ve ölümü ile sona erer.[861]

 

Hadis Usülü Istýlahýnda Vasiyet

 

Hadis usûlü ilminde Vasiyet, hadis tahammül yollarýndan birisidir. Sefere çýkacak veya ölmek üzere bir þeyh (hadis bilgini) in, rivayet etmekte olduðu bir kitabý bir þahsa Vasiyet ederek býrakmasý demektir. Bu ilimde, vasîyette bulunan þeyhe, mûsî, kendisine kitap býrakýlan öðrenciye mûsa leh denilir.

 

Vesayet yoluyla hadis tahammülünün caiz olup olmadýðý bu sahanýn bilginleri arasýnda tartýþmalýdýr. Ýçlerinde Nevevî'nin de bulunduðu bir gruba göre caiz deðil, bir baþka gruba göre caizdir. Caiz görenler de bu yolu hadis tahammül þekillerinin en alt seviyesi olarak kabul etmiþlerdir. Vasiyet yoluyla tahammülü kabul edenler, þeyhi bu vasiyetiyle öðrencisine muayyen bir þey vermiþ, ve onun kendi rivayetlerinden birisi olduðunu kabul etmiþ gibi telakki ederler. Vasiyet edilen bir kimsenin rivayet sýrasýnda vasiyet edenin sözlerini fazla veya eksik olmadan aynen aktarmasý gerekir.[862]

 

 

 

g) Miras

 

 

Miras: Ölenin geride býraktýðý mal ve haklar. Çoðulu "mevârîs"tir. Kelimenin "VRS" kökünden "irs" mastarý, bir kimsenin malýnýn ölümünden sonra þer'î mirasçýlarýna intikal etmesi demektir. Ayný kökten, "tevârüs"; karþýlýklý mirasçý olmak veya bir kimsenin diðerine mirasçý olmasý; "vâris" mirasçý; "mûris", miras býrakan; "terike", ölenin býraktýðý miras anlamlarýnda kullanýlýr.

 

Miras ilmi anlamýnda kullanýlan baþka bir terimde "Ferâiz"dir. Bunun tekili olan "farîza"; farz, belirli pay, hisse demektir. Ferâiz, Ýslâm miras hukuku terimi olarak kullanýldýðýnda, belirli miras hisseleri anlamýný ifade eder. Bu ilme "ferâiz" denmesi, miras âyetindeki; "Bu hisseler Allah'tan birer farîzadýr"[863] ifadesi ile, “Ferâiz ilmini öðreniniz."[864] hadisindeki "ferâiz" terimi sebebiyledir.

 

Miras veya ferâiz ilmi fýkýh terimi olarak; ölenin geride býraktýðý mal ve haklarýn belli ölçülerle, þer'î mirasçýlara bölünmesinden söz eden bir ilimdir. Ferâiz ilminin amacý, hak sahiplerine haklarýný ulaþtýrmaktýr. Buna mirasýn bölüþtürülmesi denir.

 

Mirasýn Dayandýðý Deliller

 

Miras; Kitap, sünnet ve icma delillerine dayanýr. Miras hukukunda, icmâ bulunmadýkça kýyas veya içtihad yoluna gidilmez.

 

1)Kur'ân-ý Kerîm'den deliller: Miras hükümleri en-Nisâ Sûresinin 7, 11, 12 ve 176. âyetleri ile el-Enfal Sûresi'nin 75. âyetinde þu þekilde belirlenmiþtir: Çocuklar ve ana babanýn mirasý aþaðýdaki þekilde belirlenmiþtir;

 

يُوصيكُمُ اللّهُ فى اَوْلَادِكُمْ لِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ الْاُنْثَيَيْنِ فَاِنْ كُنَّ نِسَاءً فَوْقَ اثْنَتَيْنِ فَلَهُنَّ ثُلُثَا مَا تَرَكَ وَاِنْ كَانَتْ وَاحِدَةً فَلَهَا النِّصْفُ وَلِاَبَوَيْهِ لِكُلِّ وَاحِدٍ مِنْهُمَا السُّدُسُ مِمَّا تَرَكَ اِنْ كَانَ لَهُ وَلَدٌ فَاِنْ لَمْ يَكُنْ لَهُ وَلَدٌ وَوَرِثَهُ اَبَوَاهُ فَلِاُمِّهِ الثُّلُثُ فَاِنْ كَانَ لَهُ اِخْوَةٌ فَلِاُمِّهِ السُّدُسُ مِنْ بَعْدِ وَصِيَّةٍ يُوصى بِهَا اَوْ دَيْنٍ ابَاؤُكُمْ وَاَبْنَاؤُكُمْ لَاتَدْرُونَ اَيُّهُمْ اَقْرَبُ لَكُمْ نَفْعًا فَريضَةً مِنَ اللّهِ اِنَّ اللّهَ كَانَ عَليمًا حَكيمًا

 

“Allah size, çocuklarýnýz hakkýnda, erkeðe, kadýnýn payýnýn iki misli (miras vermenizi) emreder. (Çocuklar) ikiden fazla kadýn iseler, ölünün býraktýðýnýn üçte ikisi onlarýndýr. Eðer yalnýz bir kadýnsa yarýsý onundur. Ölenin çocuðu varsa, ana-babasýndan her birinin mirastan altýda bir hissesi vardýr. Eðer çocuðu yok da ana-babasý ona vâris olmuþ ise, anasýna üçte bir (düþer). Eðer ölenin kardeþleri varsa, anasýna altýda bir (düþer. Bütün bu paylar ölenin) yapacaðý vasiyetten ve borçtan sonradýr. Babalarýnýz ve oðullarýnýzdan hangisinin size, fayda bakýmýndan daha yakýn olduðunu bilemezsiniz. Bunlar Allah tarafýndan konmuþ farzlardýr (paylardýr). Þüphesiz Allah ilim ve hikmet sahibidir.”[865]

 

Karý-kocanýn mirasýnýn belirlenmesi ile ilgili ayet;

 

وَلَكُمْ نِصْفُ مَا تَرَكَ اَزْوَاجُكُمْ اِنْ لَمْ يَكُنْ لَهُنَّ وَلَدٌ فَاِنْ كَانَ لَهُنَّ وَلَدٌ فَلَكُمُ الرُّبُعُ مِمَّا تَرَكْنَ مِنْ بَعْدِ وَصِيَّةٍ يُوصينَ بِهَا اَوْ دَيْنٍ وَلَهُنَّ الرُّبُعُ مِمَّا تَرَكْتُمْ اِنْ لَمْ يَكُنْ لَكُمْ وَلَدٌ فَاِنْ كَانَ لَكُمْ وَلَدٌ فَلَهُنَّ الثُّمُنُ مِمَّا تَرَكْتُمْ مِنْ بَعْدِ وَصِيَّةٍ تُوصُونَ بِهَا اَوْ دَيْنٍ وَاِنْ كَانَ رَجُلٌ يُورَثُ كَلَالَةً اَوِ امْرَ اَةٌ وَلَهُ اَخٌ اَوْ اُخْتٌ فَلِكُلِّ وَاحِدٍ مِنْهُمَا السُّدُسُ فَاِنْ كَانُوا اَكْثَرَ مِنْ ذلِكَ فَهُمْ شُرَكَاءُ فِى الثُّلُثِ مِنْ بَعْدِ وَصِيَّةٍ يُوصى بِهَا اَوْ دَيْنٍ غَيْرَ مُضَارٍّ وَصِيَّةً مِنَ اللّهِ وَاللّهُ عَليمٌ حَليمٌ

 

“Yapacaklarý vasiyetten ve borçtan sonra eþlerinizin, eðer çocuklarý yoksa, býraktýklarýnýn yarýsý sizindir. Çocuklarý varsa býraktýklarýnýn dörtte biri sizindir. Çocuðunuz yoksa, sizin de, yapacaðýnýz vasiyetten ve borçtan sonra, býraktýðýnýzýn dörtte biri onlarýndýr (zevcelerinizindir). Çocuðunuz varsa, býraktýðýnýzýn sekizde biri onlarýndýr. Eðer bir erkek veya kadýnýn, anababasý ve çocuklarý bulunmadýðý halde (kelâle þeklinde) malý mirasçýlara kalýrsa ve bir erkek yahut bir kýzkardeþi varsa, her birine altýda bir düþer. Bundan fazla iseler üçte bire ortaktýrlar. (Bu taksim) yapýlacak vasiyetten ve borçtan sonra, kimse zarara uðramaksýzýn (yapýlacak)týr. Bunlar Allah'tan size vasiyettir. Allah her þeyi hakkýyle bilendir, halîmdir.”[866]

 

Kardeþlerin mirasý: Kelâle adý verilen kardeþlerin mirasý, ana bir kardeþ veya ana-baba bir yahut baba bir kýz kardeþ olmak üzere iki statüde toplanmýþtýr. Kelâlenin mirasçý olmasýnda ön þart, miras býrakanýn baba veya erkek çocuklarýnýn bulunmamasýdýr. Ana bir kardeþlerin mirasý þöyle belirlenmiþtir:

 

وَلَكُمْ نِصْفُ مَا تَرَكَ اَزْوَاجُكُمْ اِنْ لَمْ يَكُنْ لَهُنَّ وَلَدٌ فَاِنْ كَانَ لَهُنَّ وَلَدٌ فَلَكُمُ الرُّبُعُ مِمَّا تَرَكْنَ مِنْ بَعْدِ وَصِيَّةٍ يُوصينَ بِهَا اَوْ دَيْنٍ وَلَهُنَّ الرُّبُعُ مِمَّا تَرَكْتُمْ اِنْ لَمْ يَكُنْ لَكُمْ وَلَدٌ فَاِنْ كَانَ لَكُمْ وَلَدٌ فَلَهُنَّ الثُّمُنُ مِمَّا تَرَكْتُمْ مِنْ بَعْدِ وَصِيَّةٍ تُوصُونَ بِهَا اَوْ دَيْنٍ وَاِنْ كَانَ رَجُلٌ يُورَثُ كَلَالَةً اَوِ امْرَ اَةٌ وَلَهُ اَخٌ اَوْ اُخْتٌ فَلِكُلِّ وَاحِدٍ مِنْهُمَا السُّدُسُ فَاِنْ كَانُوا اَكْثَرَ مِنْ ذلِكَ فَهُمْ شُرَكَاءُ فِى الثُّلُثِ مِنْ بَعْدِ وَصِيَّةٍ يُوصى بِهَا اَوْ دَيْنٍ غَيْرَ مُضَارٍّ وَصِيَّةً مِنَ اللّهِ وَاللّهُ عَليمٌ حَليمٌ

 

 "Eðer ölen bir erkek veya kadýn, erkek usül veya fürûu bulunmaksýzýn mirasçý olunuyorsa, kendisinin (ona bir) erkek veya (ana bir) kýz kardeþi bulunuyorsa, bunlardan herbirinin miras payý terekenin altýda biridir. Eðer bu kardeþler bundan daha çok iseler, bu takdirde kardeþler mirasýn üçte birini zarara uðratýlmaksýzýn aralarýnda eþit olarak paylaþýrlar. Bu paylar, ölenin vasiyeti yerine getirilip ve varsa borcu ödendikten sonra verilir. Bunlar, Allah tarafýndan bir emirdir. Allah her þeyi bilen ve yarattýklarýna çok yumuþak davranandýr."[867]

 

Yukarýdaki miras düzenlemesinin arkasýndan, ayný âyetlerin devamýnda, müeyyide niteliðinde þu iki âyet yer alýr:

 

تِلْكَ حُدُودُ اللّهِ وَمَنْ يُطِعِ اللّهَ وَرَسُولَهُ يُدْخِلْهُ جَنَّاتٍ تَجْرى مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدينَ فيهَا وَذلِكَ الْفَوْزُ الْعَظيمُ

 

“Bunlar, Allah'ýn (koyduðu) sýnýrlardýr. Kim Allah'a ve Peygamberine itaat ederse Allah onu, zemininden ýrmaklar akan cennetlere koyacaktýr; orada devamlý kalýcýdýrlar; iþte büyük kurtuluþ budur.”[868]

 

وَمَنْ يَعْصِ اللّهَ وَرَسُولَهُ وَيَتَعَدَّ حُدُودَهُ يُدْخِلْهُ نَارًا خَالِدًا فيهَا وَلَهُ عَذَابٌ مُهينٌ

 

“Kim Allah'a ve Peygamberine karþý isyan eder ve sýnýrlarýný aþarsa Allah onu, devamlý kalacaðý bir ateþe sokar ve onun için alçaltýcý bir azap vardýr.”[869]

 

Öz veya baba bir kýz kardeþin mirasý ise þöyle düzenlenmiþtir.

 

يَسْتَفْتُونَكَ قُلِ اللّهُ يُفْتيكُمْ فِى الْكَلَالَةِ اِنِ امْرُؤٌا هَلَكَ لَيْسَ لَهُ وَلَدٌ وَلَهُ اُخْتٌ فَلَهَا نِصْفُ مَاتَرَكَ وَهُوَ يَرِثُهَا اِنْ لَمْ يَكُنْ لَهَا وَلَدٌ فَاِنْ كَانَتَا اثْنَتَيْنِ فَلَهُمَا الثُّلُثَانِ مِمَّا تَرَكَ وَاِنْ كَانُوا اِخْوَةً رِجَالًا وَنِسَاءً فَلِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ الْاُنْثَيَيْنِ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمْ اَنْ تَضِلُّوا وَاللّهُ بِكُلِّ شَىْءٍ عَليمٌ

 

“Senden fetva isterler. De ki: "Allah, babasý ve çocuðu olmayan kimsenin mirasý hakkýndaki hükmü þöyle açýklýyor: Eðer çocuðu olmayan bir kimse ölür de onun bir kýzkardeþi bulunursa, býraktýðýnýn yarýsý bunundur. Kýzkardeþ ölüp çocuðu olmazsa erkek kardeþ de ona vâris olur. Kýzkardeþler iki tane olursa (erkek kardeþlerinin) býraktýðýnýn üçte ikisi onlarýndýr. Eðer erkekli kadýnlý daha fazla kardeþ mevcut ise erkeðin hakký, iki kadýn payý kadardýr. Þaþýrmamanýz için Allah size açýklama yapýyor. Allah her þeyi bilmektedir.”[870]

 

Zevi'l-Erhâmýn mirasý: Âyet veya hadislerde miras paylarý veya mirasçýlýk esaslarý belirlenmiþ bulunanlarýn dýþýnda kalan diðer hýsýmlar için þu þekilde bir genel düzenleme yapýlmýþtýr:

 

وَالَّذينَ امَنُوا مِنْ بَعْدُ وَهَاجَرُوا وَجَاهَدُوا مَعَكُمْ فَاُولئِكَ مِنْكُمْ وَاُولُوا الْاَرْحَامِ بَعْضُهُمْ اَوْلى بِبَعْضٍ فى كِتَابِ اللّهِ اِنَّ اللّهَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَليمٌ

 

“Sonradan iman eden ve hicret edip de sizinle beraber cihad edenler de sizdendir. Allah'ýn kitabýna göre yakýn akrabalar birbirlerine (vâris olmaða) daha uygundur. Þüphesiz ki Allah her þeyi bilendir.”[871]

 

Þu âyet de miras haklarýndan genel olarak söz eder:

 

لِلرِّجَالِ نَصيبٌ مِمَّا تَرَكَ الْوَالِدَانِ وَالْاَقْرَبُونَ وَلِلنِّسَاءِ نَصيبٌ مِمَّا تَرَكَ الْوَالِدَانِ وَالْاَقْرَبُونَ مِمَّا قَلَّ مِنْهُ اَوْ كَثُرَ نَصيبًا مَفْرُوضًا

 

“Ana-babanýn ve yakýnlarýn býraktýklarýndan erkeklere bir pay vardýr; ana-babanýn ve yakýnlarýn býraktýklarýndan kadýnlara da bir pay vardýr. Gerek azýndan, gerek çoðundan belli bir hisse ayrýlmýþtýr.”[872]

 

Mirastan çevredeki bazý muhtaç kimselerin de yararlandýrýlmasý konusunda þöyle buyurulur:

 

وَاِذَا حَضَرَ الْقِسْمَةَ اُولُوا الْقُرْبى وَالْيَتَامى وَالْمَسَاكينُ فَارْزُقُوهُمْ مِنْهُ وَقُولُوا لَهُمْ قَوْلًا مَعْرُوفًا

 

“(Mirastan payý olmayan) yakýnlar, yetimler ve yoksullar miras taksiminde hazýr bulunursa bundan, onlarý da rýzýklandýrýn ve onlara güzel söz söyleyin.”[873]

 

2) Sünnet delili: Hz. Peygamber'den mirasla ilgili çeþitli hadisler nakledilmiþtir.

 

Bazýlarý þunlardýr:

 

ـ عن عمرو بن خارجة رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]خَطَبَ رَسُولُ اللّهِ # عَلى نَاقَتِهِ، وَأنَا تَحْتَ جِرَانِهَا وَهِيَ تَقْصَعُ بِجَرَّاتِهَا، وَإنَّ لُعَابَهَا لَيَسِيلُ بَيْنَ كَتِفَيَّ فَسَمِعْتُهُ يَقُولُ: إنَّ اللّه تَعالى أعْطَى كُلَّ ذِى حَقٍّ حَقّهُ، فََ وَصِيّةَ لِوَارِثٍ.

 

- Amr Ýbnu Hatice (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) devesinin üzerinde hitabede bulundu. Ben devenin boynunun altýnda idim. Deve durmadan geviþ getiriyor, hayvanýn salyasý omuzlarýmýn arasýnda akýyordu. Ýþte bu esnada Aleyhissalâtu vesselâm'ýn þu sözünü iþittim:"Allah Teala hazretleri her hak sahibine hakkýný verdi. Bu sebeple varislerden biri lehine vasiyet yoktur."[874]

 

ـ وعن طلحة بن مصرف قال: ]سَأَلْتُ ابنَ أبِي أوْفَى رَضِيَ اللّهُ عَنه. هَلْ أوْصَى النّبىُّ #؟ قَالَ: َ. قُلْتُ: فَكَيْفَ كَتَبَ عَلى النَّاسِ الْوَصِيَّةَ، أوْ أمَرَ بِهَا وَلَمْ يُوصِ؟ قَالَ: أوْصَى بِكِتَابِ اللّهِ تَعالى.

 

- Talha Ýbnu Musarrýf anlatýyor: "Ýbnu Ebi Evfa (radýyallahu anh)'ya: "Resulullah vasiyette bulundu mu?" diye sordum."Hayýr" dedi. Ben tekrar:"Öyleyse,  kendi vasiyette bulunmaksýzýn halka nasýl vasiyeti farz kýlar veya emreder?" dedim."Kitabullah'ý vasiyet etti!" diye cevap verdi."[875]

 

ـ عن أُسَامَةُ بْنُ زَيْدٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: َ يَرِثُ الْمُسْلِمُ الْكَافِرَ، وََ الْكَافِرُ الْمُسْلِمَ.

 

- Üsâme Ýbnu Zeyd (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki:"Müslüman kimse kafir kimseye varis olamaz; kâfir de Müslümana varis olamaz."[876]

 

ـ وعن ابْنِ عَمْرِو بْنِ الْعَاصِ وَجَابِرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهم قَالَ: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: َ يَتَوارَثُ أهْلُ مِلَّتَيْنِ.

 

- Ýbnu Amr Ýbni'l-As ve Hz. Cabir (radýyallahu anhüm) anlatýyorlar: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Ýki farklý din mensuplarý birbirlerine varis olamazlar."[877]

 

ـ وعن أُسَامَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه أنَّهُ قَالَ: ]يَا رَسُولَ اللّهِ! أيْنَ تَنْزِلُ غَداً في دَارِكَ بِمَكَّةَ؟ قَالَ: وَهَلْ تَرَكَ لَنَا عَقِيلٌ مِنْ رِبَاعٍ أوْدُورٍ، وَكَانَ عَقِيلٌ وَرِثَ أبَا طَالِبٍ هُوَ وَطَالِبٌ، وَلَمْ يَرِثْهُ جَعْفَرٌ وََ عَلِيٌّ رَضِيَ اللّهُ عَنْهُمَا ‘نَّهُمَا كَانَا مُسْلِمِينَ، وَكَانَ عَقِيلٌ وَطَالِبٌ كَافِرَيْنِ.

 

- Hz. Üsâme (radýyallahu anh)'ýn anlattýðýna göre [haccý sýrasýnda Aleyhissalâtu vesselâm'a] denmiþtir ki:"Ey Allah'ýn Resûlü! Yarýn nereye  ineceksin, Mekke'deki evine mi?""Akil bize evbark býraktý mý ki?" buyurdular. Akil ile Talip, Ebu Talib'e varis olmuþlardý. Ne Ali  ne de Cafer (radýyallahu anhüma) ona varis olamamýþlardý. Çünkü bu ikisi Müslüman idiler. Akil ve Talib ise kafirdiler."[878]

 

ـ عن ابْنِ الزبير رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]أنَّهُ كَتَبَ إلَيْهِ أهْلُ الْكُوفَةِ فِي الْجَدِّ فَقَالَ: أمَّا الّذِي قَالَ فيهِ رَسُولُ اللّهِ #: لَوْ كُنْتُ مُتَّخِذاً مِنْ هذِِهِ ا‘مَّةِ خَلِيً َتَّخَذْتُهُ فإنَّهُ نَزَّلَهُ مَنْزِلَةَ ا‘بِ. يَعْنِي أبَا بَكْرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ.

 

- Ýbnu'z-Zübeyr (radýyallahu anhümâ)'in anlattýðýna göre: Ehl-i Kûfe, kendisine yazarak dede hakkýnda sormuþlardý. O da þu cevabý vermiþti: "Hakkýnda Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ýn: "Ben bu ümmet içerisinde birini kendime halil seçseydim, onu seçerdim"  dediði kimse, yani Ebu Bekr, dedeyi (miras meselesinde) baba yerine koymuþtu."[879]

 

ـ وَعَنْ عِمْرَانِ بْنِ حُصَين رَضِيَ اللّهُ عَنْهُمَا قَالَ: ]جَاءَ رَجُلٌ الى رَسُولِ اللّهِ #: فقاَل: إنَّ ابْنَ ابْنِي مَاتَ، فَمَالِي مِنْ مِيرَاثِهِ؟ قَال: لَكَ السُّدُسُ، فَلَمَّا وَلَّى دَعَاهُ. فَقَالَ: لَكَ سُدُسٌ آخَر؛ فَلَمَّا وَلّى دَعَاهُ وَقَالَ: إنَّ السُّدُسَ اخَرَ طُعْمَةٌ.

 

- Ýmrân Ýbnu Husayn (radýyallahu anhümâ) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a bir adam gelerek: "Oðlumun oðlu vefat etti. Ondan miras hakkým nedir?" diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm:"Sana altýda biri var!" buyurdu. Adam dönüp gidince geri çaðýrdý ve:"Sana diðer bir altýda bir daha var!" buyurdu. Adam dönüp gidince tekrar çaðýrdý ve:"Diðer altýda bir, (hak deðil) fazladan bir ikramdýr!" buyurdu."

 Ebu Davud der ki: "Katade þunu söyledi: "(Sahabe, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ýn bu kimseyi, baþka) hangi varisler olduðu halde varis kýldýðýný bilmiyor." Katâde devamla der ki: "Dedenin tevarüs ettiði en az miktar, altýda birdir."[880]

 

ـ وعن معاوية رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّّهُ كَتَبَ الى زَيْدِ بْنِ ثَابِتٍ يَسْألُهُ عَنْ الجَدِّ. فَكَتَبَ إلَيْهِ: كَتَبْتَ تَسْألُنِى عَنِ الجَدِّ، واللّهُ أعْلَمُ. فإنْ ذلِكَ مِمَّا لَمْ يَكُنْ يَقْضِى فيهِ إَّ ا‘ُمَراءُ، يَعْنِى الْخلفاءُ، وقَدْ حَضَرْتُ الْخَلِيفَتَيْنِ قَبْلَكَ يُعْطِيَانِهِ النِّصْفَ مَعَ ا‘خِ الْوَاحِدِ، وَالثُّلُثَ مَعَ ا“ثْنَيْنِ فَصَاعِداً، َ يَنْقُصُ مِنَ الثُّلُثِ وَإنْ كَثُرَ ا“خْوَةُ.

 

- Hz. Muaviye (radýyallahu anh)'nin anlattýðýna göre: "Kendisine dedenin miras payýndan soran Zeyd Ýbnu Sabit'e þöyle yazmýþtýr: "Bana yazarak dededen soruyorsun. Doðruyu Allah bilir. Bu mesele, ancak umeranýn -yani halifelerin- hükmedeceði meselelerden biridir. Ben sizden önce iki halifeyi gördüm. Onlar ölenin tek bir kardeþi ile verasete iþtirak eden dedeye malýn yarýsýný veriyorlardý. Ýki ve daha fazla kardeþ olmasý halinde üçte bir veriyorlardý. Erkek kardeþler çok da olsa  dedenin payý üçte birden aþaðý düþmezdi."[881]

 

ـ وعن بُرَيْدَةٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]جَعَلَ النَّبِىُّ #: لِلْجَدَّةِ السُّدُسَ إذَا لَمْ يَكُنْ دُونَهَا أُمٌّ[. أخرجه أبو داود.

 

- Büreyde (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), büyükanneye, önünde, (ölenin) anne(si) olmadýðý takdirde, altýda bir pay koydu."[882]

 

3) Ýcmâ delili: Bir tane ninenin tek baþýna altýda bir pay alacaðý, ikiden fazla ninelerin altýda bir hisseyi aralarýnda eþit olarak paylaþacaklarý prensibi Sahabe ve Tâbiîlerin icmâý ile sabittir. Hz. Ebû Bekir (ö.13/634)'in halifeliði sýrasýnda konu tartýþýlmýþ, Hz. Peygamber'den, altýda bir uygulamasý nakledilince, bu yönde görüþ birliði oluþmuþtur.[883] 

 

Ferâiz ilminin önemi büyüktür. Çünkü hayatta iken yaptýðý muamelelerin, ölümünden sonra devamý niteliðindedir. Hadis-i þerifte þöyle buyurulmuþtur: "Ferâiz ilmini öðreniniz ve onu insanlara öðretiniz. Çünkü o, ilmin yarýsýdýr, unutulur ve o, ümmetinden kaldýrýlan ilimlerin ilki olacaktýr.”[884]

 

Mirasýn Rükünleri

 

1) Mûris: Vefat edip, geride miras býrakan kimsedir. Buna müteveffâ da denir.

 

2) Vâris: Kendisine miras intikal eden, yani terikede hissesi olan kimsedir.

 

3) Terike: Ölenin mal veya hak olarak geride býraktýðý þeyler olup, buna "mîras", "mevrûs" ve "irs" adý da verilir. Haktan maksat; kýsas, satýþ bedelini alabilmek için satýlan malý ve borcu alabilmek için rehnedileni hapsetme hakký gibi haklardýr.

 

Bu üç rükünden birisinin bulunmamasý halinde miras söz konusu olmaz.

 

Mirasçý Olmanýn Sebepleri

 

Mirasýn söz konusu olabilmesi için üç þeyin bulunmasý gerekir. Mirasýn sebep ve þartlarýnýn bulunmasý, miras engellerinin ise bulunmamasý gereklidir.

 

Mirasçý olmanýn sebepleri üçtür. Nesep hýsýmlýðý, evlilik ve velâ.

 

1) Hýsýmlýk: Varisin, miras býrakana mirasçý olabilmesi için aralarýnda hýsýmlýk baðýnýn bulunmasý gerekir. Usûl, fûrû, yani ana, baba, dede ve nine gibi kendi neslinden gelinenlerle; çocuk, torun gibi kendi neslinden gelenler; yine ölenin kardeþleri ile amcalar bu hýsýmlardandýr. Bunlar mûrise yakýnlýk derecesine göre mirasçý olurlar. Daha uzak olanýn mirasçý olmasýný önlerler, buna "hacbetme" denir.

 

Bu hýsýmlardan erkek vasýtasýyla mûrise baðlanan erkek hýsýmlara "asabe" denir. Ölenin babasý, babasýnýn babasý veya oðlu, ya da oðlunun oðlu gibi. Bir de paylarý muayyen mirasçýlar vardýr ki, bunlara "ashâbülferâiz" (farz sahipleri) denir. Bunlardan kalan mirasý asabe alýr. Sadece asabe varsa, mirasýn tamamý bunlara kalýr. Farz sahipleri ve asabe yoksa, bunlarýn dýþýnda kalan ve ölenin uzaktan kan hýsýmý olan "zevilerhâm" mirasçý otur. Hala, dayý, kýzýn kýzý gibi.

 

2) Evlilik: Geçerli bir nikâh akdi eþler arasýnda miras hakký doðurur. Cinsel temasýn olup olmamasý sonucu etkilemez. Bu yüzden, zifaftan önce eþlerden birisinin ölümü halinde, diðeri ona mirasçý olur. Eþlerin miras haklarýný belirleyen âyetin genel anlamý (4/12) ile Hz. Peygamber'in, cinsel temastan önce kocasý ölen Berva' binti Vâþýk'ý ölen kocasýna mirasçý yapmasý bunun delilidir.[885]

 

Ric'î (cayýlabilir) talaktan dolayý iddet bekleyen kadýn, iddetli iken, ölen kocasýna mirasçý olur. Çünkü ric'î boþamada evlilik iddet süresince devam eder. Saðlam kocasý tarafýndan bâin talâkla (kesin ayýrýcý boþama) boþanan kadýn, iddet beklerken kocasý ölse, ona mirasçý olamaz. Çünkü bu durumda o, karýsýný mirastan mahrum etmek boþamakla itham edilemez. Eðer karýsýný, ölüm hastasý olan bir erkek bâin talakla boþamýþsa ve kadýn iddet beklerken de ölürse, bu kadýn ona mirasçý olur. Burada mirastan mahrum etmek amacýyla boþama ithamý söz konusudur.

 

3) Velâ: Bu, þârün belirlediði hükmî bir yakýnlýk olup, köleyi azat eden efendinin azad ettiði köleye mirasçý olmasýný ifade eder. Hadiste; "Velâ, neseb baðý gibi bað meydana getirir, satýlmaz ve hibe edilmez"[886] buyurulur. Ýbn Hibbân ve Hâkim bu hadisi sahihlemiþtir. Hanefiler buna "velâul-müvâlât" veya "mevlâl-muvâlât"ý da eklediler. Bu, iki kiþinin birbirine koruyucu ve diyet ödemede yardýmcý olmak ve buna karþýlýk birbirine mirasçý olmak üzere anlaþmasýdýr.

 

Mirasýn Þartlarý

 

Mirasta hakkýn sabit olmasý üç þartýn gerçekleþmesi gerekir. Mûrisin ölümü, mirasçýnýn hayatta olmasý ve bir miras engeli bulunmamasý.

 

1) Mûrisin Ölmesi: Mirasýn söz konusu olmasý için, mûrisin gerçek, hükmî veya takdiri olarak ölmüþ bulunmasý gerekir. Gerçek ölüm, ruhun bedenden ayrýlmasý ile gerçekleþir. Görme, iþitme veya baþka bir delille sabit olur. Hükmî ölüm; hayatta olduðu bilinen veya muhtemel bulunan kimsenin ölümüne hâkimin hükmetmesiyle ortaya çýkar. Hayatta olduðu bilinen mürteddin (dininden dönen) dâru’l-harbe kaçmasý halinde hakim ölü sayýlmasýna hüküm verir. Bunun mirasý, hüküm tarihine kadar mirasçý olan hýsýmlarýna taksim edilir.

 

Hayatta olmasý ihtimali bulunan kayýp kiþinin (mefkûd) durumu mahkemeye intikal edince, gerekli süreler geçmiþse, hakim vefatýna hükmeder. Eþi iddet bekler ve serbest kalýr. Mirasý da hüküm sýrasýnda hak sahibi olan varislere paylaþtýrýlýr. Takdiri ölüm; kiþinin takdiren ölü kabul edilmesidir. Bu annesinden suç iþleme yoluyla ölü olarak doðan cenîndir. Gebe kadýna baþkasýnýn vurmasýyla cenînin ölü doðmasý gibi. Bu durumda suçluya, elli dinar (yaklaþýk iki yüz gram altýn para) gurre cezasý tazminat olarak ödettirilir. Bu, tam diyetin yirmide biri kadar bir tazminattýr. Ebû Hanife'ye göre, cenîn mirasçý olur ve kendisine mirasçý olunur. Çünkü onun suç iþleme sýrasýnda diri olduðu kabul edilir.[887]

 

2) Mirasçýnýn Hayatta Olmasý: Murisin ölümü sýrasýnda varisin hayatta olmasý gerekir. Bu yüzden, muristen önce ölen bir hýsým, daha sonra ölen murisine mirasçý olamaz. Muris vefat ettiði zaman, ana karnýnda bulunan çocuðu da (cenîn) sað doðmak þartýyla mirasçý olur.

 

3) Miras Engeli Bulunmamasý: Miras engelleri þunlardýr:

a) Öldürme: Mûrisini öldüren bir kimsenin, bir an önce onun servetini elde etmek için öldürme ithamý vardýr. Hýsýmýný öldüren kimsenin onun mirasýndan mahrum olacaðý konusunda mezheplerin görüþ birliði vardýr. Ancak hangi çeþit öldürmelerin miras engeli olacaðý hususu mezhepler arasýnda ihtilâflýdýr. Hadiste; "Katil için miras yoktur”[888] buyurulur. Hanefilere göre, kýsas veya keffâret cezasýný gerektiren öldürme çeþitleri mirasa engel olur. Bunlar da þu çeþit öldürmelerdir:

 

Kasden öldürme: Mûrisi silâh veya kesici bir aletle kasden öldürmek gibi. Buna günah ve kýsas gerekir, keffaret gerekmez. Ebû Yusuf ve Ýmam Muhammed'e göre, insan öldürebilecek büyük taþ vb. her þeyle, kasden öldürme suçu meydana gelir.

 

Kasda benzer þekilde öldürme. Ýnsan öldürmede kullanýlmayan, sopa, deðnek gibi bir þeyle vurup öldürmek gibi... Cezâsý: Keffâret, âkile üzerinde diyet ve günahtýr. Birisini yanlýþlýkla öldürme: Ava atýp, insaný öldürmek gibi... Cezasý; keffâret, âkýle üzerine diyettir. Ahiretteki günahý kaldýrýlmýþtýr.

 

Hata sayýlan öldürme: Uykuda veya uyanýk iken birisinin üzerine düþüp ölümüne sebep olmak gibi. Cezasý; hataen öldürmenin aynidir.[889]

 

Dolaylý yoldan ölüme sebebiyet verme (tesebbüb) mükellef olmayanýn öldürmesi, meþrû savunma halinde öldürme ve mükrehin öldürmesi miras engeli deðildir.

 

Ýmam Þâfii'ye göre, öldürme fiilini iþleyen herkes öldürülene mirasçý olamaz. Kastýn bulunup bulunmamasý, öldürenin mükellef olup olmamasý sonucu etkilemez. Mâlikîler ise, katilde kasýt ve tecâvüzü esas alýrlar. Buradaki görüþ ayrýlýðý, miras engeli bildiren hadisteki "kâtil" sözcüðünün kapsamýndaki belirsizlikten doðmuþtur.[890]

 

b) Din Farký: Mûrisle vârisin ayrý dinlerden oluþu bir miras engelidir. Bu konuda Ýslâm hukukçularýnýn görüþ birliði vardýr. Müslüman kâfire, kâfir de müslümana nesep hýsýmlýðý veya evlilik akdi bulunsa bile mirasçý olamaz. "Müslüman kâfire, kâfir de müslümana mirasçý olamaz.”[891] "Ýki ayrý dine mensup olanlar, birbirine mirasçý olamaz.”[892] hadisleri buna delildir. Bunun sebebi, müslümanla gayri müslim arasýnda velâyet baðýnýn kesik olmasýdýr.

 

Bu duruma göre, meselâ; müslüman bir erkekle gayri müslim olan karýsý arasýnda mirasçýlýk cereyan etmeyeceði gibi, bunlardan doðan çocuklar da babaya tabi olarak müslüman sayýlacaklarýndan onlarla gayri müslim olan anneleri arasýnda da mirasçýlýk cereyan etmez.

 

Ancak Muaz b. Cebel ve Muâviye ile Tâbiîlerden Mesrûk b. el-Ecdâ', Saîd b. el-Müseyyeb, Ýbrâhim en Nahâî ve diðer bazý bilginler aksi görüþtedir. Bunlara göre; “Müslüman kâfire mirasçý olur. Fakat kâfir müslümana mirasçý olamaz." Dayandýklarý delil þu hadislerdeki genel anlamdýr: "Ýslâm yücedir, onun üzerine yücelinmez.”[893] "Ýslâm arttýrýr, eksiltmez.”[894]

 

Bu konuda sahabe uygulamasý da vardýr. Bir yahudi vefat edince, biri yahudi diðeri müslüman olan iki oðlu kalmýþtý. Yahudi olan oðlu bütün mirasý almak isteyince, müslüman olan oðlu mahkemeye baþvurdu ve hak istedi. Davaya bakan Muaz b. Cebel (ö.18/639) müslümaný yahudiye mirasçý yapmýþtýr.[895]

 

Çoðýýnluk Ýslâm hukukçularý, müslümanla kâfir arasýnda mirasýn olamýyacaðýný ifade eden hadisleri bu konuda ana delil kabul etmiþ, azýnlýðýn dayandýðý hadisleri doðrudan mirasla ilgili görmemiþtir.

 

Diðer yandan gayri mûslimler birbirine mirasçý olabilirler. Çünkü küfür ehli tek millet sayýlýr. "Ehl-i, küfür birbirinin velisidir"[896] âyetinin genel anlamý bütün gayri müslimlerin hepsini kapsamýna alýr. "Hakkýn dýþýnda sapýklýktan baþka ne vardýr"[897] âyeti de bunu ifade eder. Yalnýz Mâlikîler, "Ýki ayrý dine mensup olanlar birbirine varis olamaz" hadisinin, hristiyan ve yahudilerin kendi aralarýndaki mirasçýlýðýný da kapsadýðýný söylerler.

 

c) Mürtedin mirasý: Ýslâm'ý terkeden kimseye "mürted" denir. Mürted mânen ölmüþ sayýldýðý için, o ne müslüman ve ne de kâfire mirasçý olamaz. Mürtedin mirasýnýn baþkalarýna intikali konusunda ise görüþ ayrýlýklarý vardýr.

 

Ebû Hanife'ye göre, irtidattan önce kazandýðý mal varlýðý müslüman varislerine gider..Sonra kazandýklarý ise beytü'l-mâle "fey" geliri kaydedilir. Mürted kadýnsa, bütün mirasý müslüman mirasçýlarýna intikal eder.

 

Ýmam Ebû Yûsuf ve Ýmam Muhammed'e göre, irtidattan önce ve sonra kazandýðý mallarý müslüman varislerine intikal eder. Bu iki müçtehid, erkek ve kadýn mürted arasýnda miras bakýmýndan bir ayýrým yapmaz.

 

Þâfiî, Mâliki ve Hanbelilere göre, aslî inkârcýda olduðu gibi mürted mirasçý olamaz ve ona da baþkasý mirasçý olamaz. Bütün malý, beytü'l-mal için fey' geliri kaydedilir. Çünkü o, irtidat etmekle, Ýslâm toplumuna karþý harp ilân etmiþ sayýlýr ve servetine de harbînin malýna uygulanan hükümlerin uygulanmasý gerekir. Ancak bu hükümler, mürted irtidadý üzere ölürse uygulanýr. Hayatta olduðu sürece malý bekletilir. Ýslâm'a dönerse, malý kendisine verilir.[898]

 

d) Tebealýk Farký (Ýhtilâfu'd-dâreyn): Müslümanlar hangi devletin tebeasý olurlarsa olsunlar birbirlerine mirasçý olurlar. Müslüman için baþka baþka devletin tebeasý olmak miras engeli deðildir. Meselâ; Türkiye'deki bir müslüman, Mýsýr'daki müslüman bir hýsýmýna mirasçý olabilir. Çünkü Dârul-Ýslâm müslümanlar için tek vatan sayýlýr. Daha sonra kâfirlerin Darul-Ýslam'a egemen olmasý ve buralarda ayrý sistemlerin ve rejimlerin olmasý veya baðlantýnýn kopuk olmasý da sonucu deðiþtirmez. Bu yüzden, bir müslüman Dâru'l-Harpte ölse, ona Dârul-Ýslâm'da yaþayan varisleri mirasçý olur.

 

Ülke ayrýlýðý gayri Müslimler için bir miras engeli teþkil eder. Meselâ; Ýslâm tebeasýndaki bir gayri müslim, yabancý tebealý gayri müslim bir hýsýmýna mirasçý olamaz. Burada, mirasçýlýk "velâyet baðý" esasýna dayanýr. Bu bað kopunca mirasçýlýk hakký da ortadan kalkmaktadýr. Ancak ülkeler sulh anlaþmalarý yaparak, karþýlýklý miras iliþkilerini düzenleyebilirler.

 

Malikî, Hanbelî ve Zâhirîlere göre tebealýk farký hiç bir þekilde miras engeli doðurmaz.[899]

 

e) Kölelik: Kölelik hali de miras engelidir. Bu statüde olan kimse hýsýmlarýna mirasçý olamaz. Çünkü köle, bir mala; mülk edinme sebepleriyle matik olamadýðý gibi miras yoluyla da malik olamaz. Onun elindeki þeyler efendisine ait bulunur. Eðer o, mirasçý yapýlýrsa, mülk kendiliðinden efendisine geçeceði için sebepsiz yere, bir yabancý mirasa sokulmuþ olur ki, bu icmâa göre bâtýldýr:

 

Bu engellerden mûrisini öldürme ve kölelik tek yanlýdýr. Bunlar yalnýz kendileri baþkasýndan miras alamaz. Fakat baþkasý kendilerine mirasçý olabilir. Bunlara, murisin ölüm tarihinin belirlenememesi ve mirasçýnýn kim olduðunun bilinememesi gibi baþka engeller de eklenmiþtir.[900]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

- Okuma Parçasý -

 

 

Aile, toplumun küçültülmüþ þekli ve onun en büyük dayanaðýdýr. Ümmet, toplumlarýn medeniyet ve bedevilik, geliþme ve donukluklarýna göre deðer ve etkileri farklýlýk arzeden prensip, kanun, örf ve geleneklerle birbirlerine baðlý aileler topluluðundan baþka bir þey deðildir.

 

Temel saðlam olduðundan nasýl bina da saðlam olursa, aile de kuvvetli olup saðlýklý temeller ve elveriþli prensipler üzere dayalý olduðunda toplum binasý da saðlam ve korunaklý, ailenin kendisine de, topyekün insanlýða da erdemli etkileri olur.

 

وَالْبَلَدُ الطَّيِّبُ يَخْرُجُ نَبَاتُهُ بِاِذْنِ رَبِّه وَالَّذى خَبُثَ لَايَخْرُجُ اِلَّا نَكِدًا كَذلِكَ نُصَرِّفُ الْايَاتِ لِقَوْمٍ يَشْكُرُونَ

 

“Rabbinin izniyle güzel memleketin bitkisi (güzel) çýkar; kötü olandan ise faydasýz bitkiden baþka birþey çýkmaz. Ýþte biz, þükreden bir kavim için âyetleri böyle açýklýyoruz.”[901]

 

Ümmetin temel dayanaðý nasýl aile ise, evlilik de ailenin temelidir. Onun sayesinde oluþur ve onun beþiðinde doðar, emekler ve geliþir. Onun ruhi ve maddi gýdalarýndan beslenerek büyür ve olgunlaþýr. Dallarýnda yeni neslin tomurcuklarý açýlýr; erkek ve kýz çocuklarý dünyaya gelip bir müddet aile kucaðýnda büyür sonra görevlerini yerine getirmek, sorumluluklarýný yüklenmek ve babalarýyla dedelerinin nöbetlerini devralmak üzere yavaþ yavaþ hayata atýlýrlar.Bu yetiþen tomurcuklardan akrabalýk baðlarý dallanýp budaklanýr, oraya buraya uzanýr, böylece çatýsý altýnda birbirine kenetlenmiþ toplum ortaya çýkar.

 

Ailede evliliðin ve toplumlarla milletler için ailenin önemi iþte burada kendini gösterir. Yüce Allah (cc), insanýn yaratýlýþý, evlilik yoluyla çoðalmasý ve insanoðlu ne kadar oraya buraya daðýlýrsa daðýlsýn aralarýnda yakýn bir akrabalýk baðý bulunduðunu çünkü insanlarýn tamamýnýn bir kiþiden yaratýldýðýný, eþinin de o kiþiden yaratýldýðýný ifade eden Nisa suresinin ilk ayetinde takvadan iki kez sözeder:

 

يَا اَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمُ الَّذى خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ وَخَلَقَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَبَثَّ مِنْهُمَا رِجَالًا كَثيرًا وَنِسَاءً وَاتَّقُوا اللّهَ الَّذى تَسَاءَ لُونَ بِه وَالْاَرْحَامَ اِنَّ اللّهَ كَانَ عَلَيْكُمْ رَقيبًا

 

“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eþini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadýnlar üretip yayan Rabbinizden sakýnýn. Adýný kullanarak birbirinizden dilekte bulunduðunuz Allah'tan ve akrabalýk haklarýna riayetsizlikten de sakýnýn. Þüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.”[902]

 

Efendimiz (a.s) hadislerinde:

 

ـ عن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]قالَ رسولُ اللّه #: كُلُّكُمْ رَاعٍ وَكُلُّكُمْ مَسْئُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ، فَا“مَامُ رَاعٍ وَمَسْئُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ، وَالرَّجُلُ رَاعٍ في أهْلِهِ، وَهُوَ مَسْئُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ، وَالمَرْأةُ في بَيْتِ زَوْجِهَا رَاعِيَةٌ، وَهِىَ مَسْئُولَةٌ عَنْ رَعِيَّتِهَا، وَالخَادِمُ في مَالِ سَيِّدِهِ رَاعٍ، وَهُوَ مَسْئُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ. قالَ: فَسَمِعْتُ هؤَُءِ مِنَ النَّبىِّ # وَأحْسِبُهُ قالَ: وَالرَّجُلُ في مَالِ أبِيهِ رَاعٍ، وَهُوَ مَسْئُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ.

 

- Ýbnu Ömer (radýyallâhu anhümâ) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Hepiniz çobansýnýz ve hepiniz sürünüzden mes'ulsünüz. Ýmam çobandýr ve sürüsünden mes'ûldür. Erkek ailesinin çobanýdýr ve sürüsünden mes'uldür. Kadýn, kocasýnýn evinde çobandýr, o da sürüsünden mes'ûldür. Hizmetçi, efendisinin malýndan sorumludur ve sürüsünden mes'ûldür."Ýbnu Ömer der ki: "Bunlarý Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan iþitmiþtim. Zannediyorum ki þöyle de demiþti:"Kiþi bâbasýnýn malýnda çobandýr, o da sürüsünden mes'ûldür."[903]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

12) MUAMELAT HUKUKU

 

 

a) Mülk

 

b)  Ýslamda Kazanç

 

c) Ticaret Alýþveriþ

 

d) Borç

 

e) Faiz

 

f) Ýçkiler ve Uyuþturucular

 

g) Eþya

 

h) Akitler

 

ý) Vakýf

 

- Okuma Parçasý -

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

12)  MUAMELAT HUKUKU

 

 

Genel Bir Bakýþ

 

Muamelat: Muâmeleler, insanýn iþ ve pratiðe yönelik amelleri. Ýslam'da fiili ibadet hükümleri dýþýnda kalan ve insanlarýn birbirleriyle veya ferdin toplumla yahut da toplumlarýn birbirleriyle olan hukuki, idari, mâli, iktisadî ve beþeri münasebetlerini düzenleyen hükümleri ifade eden bir fýkýh terimidir. Âmele fiilinin mastarý "muâmele" olup, çoðulu "muâmelât"týr. Kur'an-ý Kerim ve sünnette yer alan hükümler genel olarak üç grupta toplanabilir.

 

1) Ýnanç hükümleri: Allah Teâlâ'ya, meleklere, kitaplara, âhiret gününe; hayýr ve þerrin Allah'tan olduðuna inanmak gibi akide esaslarý bu guruba girer. Ýnanç esaslarý ile ilgili âyetler daha çok Mekke döneminde gelmiþ, insanlarýn önce yanlýþ kanaat, inanç ve hurafelerden arýndýrýlmasý temin edilmiþtir.

 

2) Ahlaki hükümler: Ýnsandaki imanýn güçlenmesine, ihlâs, takvâ ve fazilet sahibi olmasýna, beþeri münasebetlerinde en güzel davranýþlarý kazanmasýna yönelik hükümler, ibretli peygamber kýssalarý, özendirme veya sakýndýrma anlamý taþýyan nasslar bu gruba girer. Bu hükümler dürüst, üstün, olgun ve kâmil mü'minler yetiþtirmek gayesine yöneliktir. Ýslâm'da, Hz. Peygamber ahlâkýn sembolüdür.

 

Kur'an-ý Kerim'de:

 

 §áî©Ä Ç §Õ¢Ü¢ ó¨Ü È Û  Ù £ã¡a ë

 

 “Þüphesiz sen en üstün ahlâk üzerindesin.”[904]

 

لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فى رَسُولِ اللّهِ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُوا اللّهَ وَالْيَوْمَ الْاخِرَ وَذَكَرَ اللّهَ كَثيرًا

 

“Þüphesiz Allah'ýn Rasülünde sizin için, Allah'ý ve âhiret gününü umanlar ve Allah'ý çok zikredenler için güzel bir örnek vardýr”[905]  buyurulmuþtur.

 

Diðer yandan Hz. Aiþe'ye Rasulullah (a.s)'ýn ahlâký sorulduðunda; "O'nun ahlaký Kur'ân ahlâkýndan ibarettir" diye cevap vermiþtir.

 

3) Amelî hükümler: Bunlar, mükellefin söz, fiil ve akitler gibi diðer insanlarla olan iliþkilerini ve tüm toplum hayatýný düzenleyen pratiðe yönelik hükümlerdir. Ameli hükümleri de ibadetler ve muâmelât hükümleri olmak üzere ikiye ayýrmak mümkündür:

 

a) Ýbadetler: Kur'an-ý Kerim farzlarý kýsa anlatýmla emretmiþ, uygulama þekil ve ayrýntýyý Sünnete býrakmýþtýr. Namaz, oruç, hac, zekât, adak, yemin gibi ibadetlerin yapýlýþ þekilleri Allah'ýn Rasulü tarafýndan bizzat yaþanmýþ ve ümmetine gösterilmiþtir.

 

Þu hadisler, ibadetlerdeki uygulamanýn Hz. Peygamber'den alýnmasý gerektiðini açýkça ifade eder: "Ben namazý nasýl kýlýyorsam, siz de öyle kýlýn.”[906]

 

-"Hac ile ilgili ibadetlerinizi benden alýnýz."[907] (2)

 

Diðer yandan ibadet veya muâmelelerdeki eksik veya hatayý telafi etmek için öngürülen; zýhâr,[908] yemin[909] ve baþkasýný hata yoluyla öldürme keffaretleri[910] de ibadet niteliðindedir.

 

b) Muâmelât: Ýbadetin dýþýnda kalan hukuki tasarruflar, akitler, suç, ceza ve benzeri hükümlerdir. Bunlar; ferdin fertle, ferdin toplumla veya toplumlarýn birbiriyle olan iliþkilerini düzenleyen kaidelerdir.

 

Muamele Hükümlerini Aþaðýdaki Þekilde Kýsýmlara Ayýrmak Mümkündür

 

Aile hukuku: Ýslâm hukukunda aileye iliþkin hükümler, baþka konulara ait olanlardan daha ayrýntýlýdýr. Evlenme, boþanma, nafaka, velâyet, iddet, miras, nesep bu hükümler arasýnda sayýlabilir.

 

Medeni hukuk: Ýnsanlar arasý muamelelere iliþkin hükümler olup, alýþveriþ, kiralama, trampa, rehin, kefâlet, ortaklýk, borçlanma ve taahütte bulunma gibi fertler arasýnda mali iliþkileri düzenlemeyi ve hak sahibi olan herkesi korumayý amaç edinen prensiplerdir.

 

Ceza hukuku: Ferdin iþleyeceði suçlar ve bunlara verilecek cezalar bu gruba girer. Cezâ hükümleri; mal, can, ýrz, nesep ve aklý korumayý amaç edinir. Hýrsýzlýk, yol kesme, içki kullanma gibi suçlar için Ayet ve hadisle belirlenen cezaya "had" denir. Ýslâm devletinin toplumun yararý ve kamu düzeninin saðlanmasý için koyacaðý uyarma, dayak, sürgün ve hapis cezasý gibi cezalara ise "ta'zîr" denir.

 

Kaza hükümleri: Davalarýn görülmesi, þahitlik, yemin, hüküm gibi insanlar arasýnda adaleti gerçekleþtirmek için gerekli icraatý düzenlemeyi amaç edinir. Klâsik Ýslâm hukuku kaynaklarýndaki ibâdât, muâmelât ve ukûbât þeklindeki üçlü taksimde "ukûbât" ceza hukuku yerindedir.

 

Ýdare edenlerle idare edilenler arasýndaki iliþkiler: Bu hükümler: adâlet, þûrâ, maslahat, yardýmlaþma ve koruma gibi esaslara dayanýr. Adâlet, bir devlet yönetiminin en baþta gözetmesi gereken bir prensiptir. Kur'ân-ý Kerim'de adaleti emreden âyetler vardýr:

 

اِنَّ اللّهَ يَاْمُرُكُمْ اَنْ تُؤَدُّوا الْاَمَانَاتِ اِلى اَهْلِهَا وَاِذَا حَكَمْتُمْ بَيْنَ النَّاسِ اَنْ تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِ اِنَّ اللّهَ نِعِمَّا يَعِظُكُمْ بِه اِنَّ اللّهَ كَانَ سَميعًا بَصِيرًا

 

“Allah size, mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasýnda hükmettiðiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar güzel öðütler veriyor! Þüphesiz Allah her þeyi iþitici, her þeyi görücüdür.”[911]

 

اِنَّ اللّهَ يَاْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالْاِحْسَانِ وَايتَائِ ذِىالْقُرْبى وَيَنْهى عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ وَالْبَغْىِ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ

 

“Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliði, akrabaya yardým etmeyi emreder, çirkin iþleri, fenalýk ve azgýnlýðý da yasaklar. O, düþünüp tutasýnýz diye size öðüt veriyor.”[912]

 

 Þûrâ prensibi de, devlet yönetiminde en güzel yöntemleri belirlemede yardýmcý olur; keyfi yönetim isteklerini engeller. Âyetlerde þöyle buyurulur:

 

وَالَّذينَ اسْتَجَابُوا لِرَبِّهِمْ وَاَقَامُوا الصَّلوةَ وَاَمْرُهُمْ شُورى بَيْنَهُمْ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ

 

“Yine onlar, Rablerinin davetine icabet ederler ve namazý kýlarlar. Onlarýn iþleri, aralarýnda danýþma iledir. Kendilerine verdiðimiz rýzýktan da harcarlar.”[913]

 

فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللّهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَليظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِى الْاَمْرِ فَاِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ اِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلينَ

 

“Ýþ hakkýnda onlara danýþ. Kararýný verdiðin zaman da artýk Allah'a dayanýp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanýp güvenenleri sever.”[914]

 

 Yukarýdaki ilk âyet, metinden anlaþýlan anlamýyla Ýslâm idaresinin, müslümanlar arasýnda þûrâ esasýna dayandýðýný ifade etmektedir. Diðer yandan iþaret yoluyla da; müslüman toplumun, Ýslâm devlet baþkanýný kontrol edecek ve devlet iþlerini düzenlemede ona yardýmcý olacak bir topluluðu seçip iþ baþýna getirmesi gereðini bildirmektedir.[915]

 

Devletler hukuku: Kur'an-ý Kerim, gayri müslim ülkelerle olan iliþkileri de düzenleyici esaslar getirmiþtir. Âyetlerde, devletler arasý anlaþma yapýlýrsa, buna uyulmasý istenir.[916] Ýslâm devleti karþýsýnda, gayri müslimler üç statüde bulunabilir:

a) Zimmi ve muahedler (antlaþmalýlar)

b)  Müste'menler (pasaportlular)

c)  Muharipler. Bu sonunculara "harbi" adý da verilir.

 

Ýktisat ve mâfiye hukuku: Zenginin malýnda yoksulun hakký; gelir ve giderin hesaplanmasý ile ilgili ve benzeri hükümler bu gruba girer.

 

Sonuç olarak, muâmelât hükümleri, Ýslâm'ýn toplum hayatýna ve pratiðe yönelik esaslarýný ifade eder. Ýnanç ve ibâdetlerle olgunlaþan, Allah'a ve insanlara karþý sorumluluk duygusu güçlenen mü'min günlük iþleri, ticaret, sanat, tarým vb. meslekleri yaparken, içindeki ahlâk, fazilet ve dürüstlüðü iþine yansýtýr.

 

 

 

a) Mülk Hukuku

 

 

Mülkiyet: Mübah bir þeyi ele geçirme ve onun üzerinde tek baþýna söz sahibi olma gücü; tasarrufa konu olan þey üzerinde sýrf sahibine ait olmak üzere tasarruf yetki ve iktidarý, yahut tasarrufa konu olan þey üzerinde tasarrufta bulunabilmek üzere hukuk düzenince tanýnan bir yetki ve iktidar anlamýnda bir fýkýh terimi. Arapça "milk" mastarýndan bir isimdir.

 

Mülkiyetin ihraz ve ihtisas terimleriyle yakýn iliþkisi vardýr. Mübah bir þeyin, ihtiyaç sýrasýnda yararlanýlmak üzere elde edilmesine "ihraz" denir. Suyun kaba alýnmasý veya av hayvanýnýn yakalanmasý gibi... Ýhraz edilen þeyin sýrf ihraz edene ait kýlýnmasýna da "ihtisas" denir. Ýþte ihraz ve ihtisas iþlemleri sonucunda eþya ile kiþi arasýnda meydana gelen hak ve yetki iliþkisine "mülkiyet" adý verilmiþtir. Klâsik Ýslâm hukuku kaynaklarýnda "mülkiyet" terimine rastlanmaz. Bunun yerine "milk" teriminin kullanýldýðý görülür. "Mülkiyet" daha çok son devir araþtýrma eserlerinde kullanýlmýþtýr.[917](4).

 

Ýslâm hukukuna göre mülkiyet hakký sýrf maddi eþya ile sýnýrlý tutulmamýþtýr. Maddi bir mal olan arsa, tarla, ev veya bir hayvan mülkiyete konu olduðu gibi; evde oturma, hayvana binme gibi yararlanmalar ve geçit hakký gibi irtifak haklarý da mülkiyet kapsamýna girebilmektedir. Eðer bir maddî eþya aynýyla yararlanma ve haklarýyla birlikte bir kimseye ait bulunursa buna tam mülkiyet ayn'a ait mülkiyet hakký birisine, yararlanma hakký baþkasýna ait olursa böyle bir mülkiyete de "eksik mülkiyet" denir. Meselâ mîrî arazi uygulamalarýnda görüldüðü gibi topraðýn kuru mülkiyeti (rakabe) devletin, ekip-biçme hakký köylülerin olmak üzere kurulan bir mülkiyet iliþkisi eksik mülkiyettir.[918]

 

Eksik mülkiyet bir rakabe mülkiyeti ise er geç tam mülkiyete dönüþür. Bir yararlanma mülkiyeti ise, o takdirde ya sürenin sona ermesi halinde veya bu hakkýn sahibinin ölümüyle sona erer. Meselâ kendisine bir gayri menkulün menfaati vasiyet edilen kimse ölünce veya kira akdinin süresi bitince yararlanma hakký da sona ermiþ olur.

 

Böylece Ýslâm hukuku mülkiyet hakkýný maddî eþya yanýnda yararlanmaya ve bazý haklarý da kapsayacak þekilde mülkiyet kavramý ile ilgili olarak doðu ve batý hukukçularýnýn uzun tecrübe ve tartýþmalar sonucunda ulaþtýklarý teorileri çok erken tarihlerde, daha 7. ve 8. M. yüzyýllarda ortaya koymuþlardýr.

 

Avrupa kýtasý mülkiyet kavramýný Roma Hukukuna sadýk kalarak taþýnýr ve taþýnmaz mallara intisar ettirirken; Anglo-Sakson hukuku, mülkiyeti tarif etmekten kaçýnmýþ, bunun haklar, yükümlülükler ve davranýþ biçimlerinden ibaret olduðunu belirtmekle yetinmiþtir.

 

Bu yüzden alacak hakkýný, ipoteðin doðurduðu hakký, bir þirketteki hisse senedini, patent hakkýný ve fikri eserleri hak kavramý içine alarak bu kavrama sosyal ve ekonomik iþlerlik kazandýrmýþtýr. Buna göre, bu son hukuk sistemi ile Ýslâm hukukunun mülkiyet kavramýný deðerlendirmesi arasýnda benzerlik olduðu söylenebilir.

 

Ýslâm'ýn çýkýþý sýrasýnda Hicaz yöresinde bazý mülkiyet edinme yollarý: Ýslâm'ýn çýkýþý sýrasýnda Hicaz yöresinde bazý mülkiyet edinme yollarý Ýslâm bunlarý kaldýrmýþ ya da bazý sýnýrlamalar getirmiþtir.

 

Bunlarý Þu Baþlýklar Altýnda Toplayabiliriz

 

1) Himâ: Câhiliye devrinde, nüfuzlu bir kiþi hayvanlarý için otlak bir yeri seçer, köpek sesinin ulaþabileceði kadar çevreyi belirler, orasýný kendi korusu haline getirirdi. Baþkasý buraya hayvanýný sokamaz, fakat o, diðer yerlerden de yararlanýrdý. Hz. Peygamber; "Kiþilerin koru (himâ) hakký yoktur. Ancak Allah ve Rasûlünün koru hakký vardýr"[919] buyurarak koru'ya iliþkin düzenleme yetkisini Ýslâm devletine verdi.

 

2) Mirbâ (baþkan payý): Cahiliye devrinde baþkan savaþtan elde edilen ganimetin dörtte birini ve buna ek olarak tüm ganimetin içinden beðendiklerini alýrdý. Yine yolda ele geçirilenler ve bölüþtürülmesi mümkün olmayan ganimet fazlasý þeyleri de baþkan alýrdý. Ýslâm ganimetlerle ilgili bir dizi düzenlemeler getirerek bu konudaki statüyü belirledi.[920]

 

Bu düzenlemeye göre, ganimetin beþte biri kamu ihtiyaçlarýna ayrýlýr, beþte dördü de gazilere bölüþtürülür.

 

3) Muâhât (kardeþleþtirme): Allah'ýn elçisi M. 622 yýlýnda Mekke'den Medîne'ye hicret sonucunda evini barkýný Mekke'de býrakan Muhacirlerle Medineli Ensarý kardeþleþtirdi. Ensar, mallarýnýn yarýsýný Muhacirlere mülk olarak vermek istemiþse de Allah'ýn elçisi, topraðý ekip biçmede ürünü paylaþmak üzere ortakçýlýk tavsiye etti. Bu uygulama Hayber veya Fedek arazilerinin müslümanlarýn eline geçmesine kadar sürdü. Bu yeni fethedilen topraklardan Mühacirlere ganimet verilmesi üzerine, Ensar kardeþlerinin yarýcýlýkla iþledikleri bað, bahçe veya arazilerini geri verdiler.[921]

 

4) Fey: Fey, mülkiyeti kamuya ait gelir demektir. Silâh zoru ile deðil de antlaþma ve benzeri yollarla müslümanlarýn eline geçen topraklara fey' hükümleri uygulanmýþtýr. Bu uygulama,[922] âyetlerinde açýklanmýþtýr. Buna göre, Kur'an-ý Kerîm'de fey adý altýnda toplanan gelirlerin tamamý ile ganimet gelirlerinin beþte biri, sonuç olarak, Allah'a, Rasûlüne, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmýþlara tahsis edilmiþtir. Bu durum, bu gelirlerin kamu mülkiyeti niteliðinde olduðunu gösterir. Böylece özel mülkiyet yanýnda bir de kamu mülkiyeti söz konusu olur.

 

Özel Mülkiyet-Kamu Mülkiyeti Ýkilemi

 

Kur'an-ý Kerîm de bu iki çeþit mülkiyeti düzenleyen hükümler vardýr.

 

1) Özel mülkiyete iliþkin olarak: Zekât, mâlî bir ibadet olarak emredilmiþtir. Bu ibadetle yükümlü olmanýn þartý bir mala malik olmaktýr.[923]

 

Miras hükümlerinin uygulanmasý, ölenin bir malvarlýðýnýn bulunmasýna baðlýdýr.[924] Yine Kur'an'da ticaret ve mâli konularý düzenleyen hükümler de özel mülkiyetin varlýðýný gerekli kýlar.[925]

 

2) Kur'an'da kamu mülkiyeti: Ganimet mallarýnýn beþte birinin Allah ve Rasûlüne ayrýlmasý bu kýsma kamu mülkiyeti niteliði kazandýrýr. Burada mülkün Allah Teâlâ'ya izafesi Ýslâm toplumu adýnadýr. Sarf yerleri olan "yetim", "yoksul" ve "yolda kalýnýþ"lar ayný zamanda zekâta da hak kazanan sýnýflardandýr. Ganimette daðýtým dýþý tutularak kamuya mal edilen bu mallar, Allah'ýn emrettiði þekilde hak sahiplerine devlet eliyle daðýtýlmýþ olur.[926]

 

Ýslâm'da toprak mülkiyeti özel mülkiyete de kamu mülkiyetine de konu olabilir, Ýslâm devleti toprakla ilgili düzenlemeler yapabilir. Özellikle topraðý mülk edinme, kullanma ve mirî arazi ile ilgili tasarruflara devlet tarafýndan bir takým sýnýrlamalar getirilebilir.

 

Mülk Edinme Yollarý

 

1) Ýþgal: Bu yalnýz mülkü elde etme yolu deðil; ayný zamanda mülkiyet hakkýnýn kaynaðý olarak kabul edilir. Ýslâm hukukuna göre, mülkiyet hakký için menkullerde iþgal yeterli iken, gayri menkullerde ihyâ þartý da gereklidir. Ýhyâ; sahipsiz arazinin zeminini temizlemek, su ulaþtýrmak veya kazýp taþýný ayýklamak gibi iþlemlerle gerçekleþir.

 

Mecelle, ihya yoluyla elde edilecek arazi için þu þartlarý öngörür

 

a) Kimsenin mülkü olmayacak,

b) Kasaba veya köyün mer'a veya baltalýðý olmayacak,

c) Kasaba veya köyden yüksek sesle baðýrýldýðýnda sesin ulaþmayacaðý kadar uzakta bulunacak.[927]

 

Ýslâm hukuku gasp ve zaman aþýmýný mülkiyeti kazandýrýcý bir yol olarak kabul etmemiþtir. Klâsik fýkýh kaynaklarýnda rastlanan 10, I5 veya 30 yýllýk zaman aþýmý süreleri sadece kaza açýsýndan yani dünya hukuku bakýmýndan mahkeme nezdinde hak talep edilip edilemeyeceðini belirleyen sürelerdir.[928]

 

2) Emek: Ýhraz ve ihya fiilleri emek olarak deðerlendirilebilirse de, mülkün mücerred bu iþlemlerin bedeli olmadýðý da açýktýr. Meselâ; 50 dönümlük deðerli bir araziye ilk iþgal ve on günlük bir ihya çalýþmasý sonucu mâlik olan bir kimse, bu araziye on günlük emeði karþýlýðýnda mâlik olmuþ sayýlmaz.

 

Ýslam, diðer hukuk sistemlerinde bulunmayan ve çalýþmasýnýn ve emeðinin karþýlýðý olarak kiþiyi mülk sahibi kýlan bir usulü getirmiþtir. Bu da "mudarabe" yöntemidir. Müdarabe emek-sermaye ortaklýðýdýr. Bu ortaklýkta baþkasýnýn sermayesini iþleten kimse, sýrf emeði karþýlýðýnda kârdan anlaþmaya göre pay alýr. Maddî zarara sadece sermayedar. katlanýrken; emek sahibinin zarara katlanmasý, yalnýzca emeðinin boþa gitmesi þeklinde olur. Mudarabe, Ýslâm bankacýlýðýnýn da esasýný teþkil eder.

 

3) Diðer mülkiyet kazanma yollarý: Bir çoðu emeðe veya sermaye riskine dayanan baþka iktisap yollarý da vardýr.Ziraat, ticaret, san'at ve mübah þeyleri ihraz þahsî emek ve gayret olmaksýzýn, mülkiyetin kazanýlma yollarýndandýr. Nafaka, miras, sadaka, zekât, hibe ve mükâfat alma gibi emek unsuru bulunmayan yollarla da mülk edinilir. Ganimet, diyet, ikta', lukata, mehir ve muhâlea bedeli de emeksiz mülk edinmeye örnek verilebilir.[929]

 

Toprak Mülkiyetinin Kazanýlmasý

 

Topraðýn hem kamu, hem de özel mülke konu olabileceðini yukarýda belirtmiþtik. Ýslâm, toprak mülkiyetinin kazanýlabilmesi için þu esaslarý getirmiþtir.

 

1) Ýlk iþgal ve ihya: Diðer mübah þeylere mâlik olabilmek için meþrû zilyedlik (ihraz) yeterli iken, toprak mülkiyetinde buna ihyâ þartý da eklenmiþtir. Hz. Peygamber þöyle buyurmuþtur: "Henüz hiç kimsenin eline geçmemiþ bulunan bir þey, onu ilk ele geçiren kimseye ait olur.”[930]

 

Bu hadisi duyan sahabilerin araziye daðýlarak iþgal etmek istedikleri toprak parçalarýný adýmlayýp iþaretlemeye baþladýklarý nakledilir. Baþka bir hadiste ise ihya þartý açýklanýr: "Kim ölü bir topraðý ihya ederse, bu toprak onun olur. Haksýz verilen emek için bir hak yoktur."[931]

 

Topraðý iþgal edip, ihya etmeksizin uzun süre bekletenlerle ilgili olarak, Allah elçisi þöyle buyurmuþtur: "Âd'tan kalma Allah'ýn, Rasûlünün ve sonra sizindir. Kim ölü araziyi ihya ederse ona sahip olur. Çeviren üç yýl içinde ihya etmemiþse, bundan sonra bir hakký kalmaz."[932]

 

Nitekim mücerred olarak arazi çevirmenin mülkiyet ifade etmeyeceðini ve bunun belli süre içinde ihya edilmesi gerektiðini Hz. Ömer þöyle belirtmiþtir: "Ölü araziyi kim ihya ederse onun olur. Çeviren üç yýl içinde ihya etmezse, çevirdiði arazi üzerinde bir hakký kalmaz."[933]

 

Bu duruma göre, arazinin etrafýný çevirmek veya ilk iþgalde bulunmak üç yýl süreyle öncelik hakký vermektedir. Buna üç yýl içinde ihya þartý da eklenirse, toprak üzerinde mülkiyet hakký doðmaktadýr.

 

2) Koru ve otlak olarak çevirme hakký: Bu hak yalnýz devlete tanýnmýþtýr. "Allah ve Rasûlünden baþka kimsenin otlak çevirme (himâ) hakký yoktur"[934] hadisi bunun delilidir. Böylece nüfuzlu kimselerin otlaklarý çevirip baþkalarýna ait hayvanlarýn oraya girmesini engellemesi uygulamasýna fýrsat verilmemiþtir.

 

3) Sulh yoluyla Ýslâm ülkesine katýlan topraklar: Bu topraklarda diðer sahipsiz topraklar gibi Devlet mülkiyetine geçer. Bunlar, gerektiðinde özel þahýslara da daðýtýlabilir. Nitekim, Fedek arazisi kendi mülkleri bulunmayan Muhacirlerle, ihtiyaç içindeki Medineli üç Sahabeye taksim edilmiþtir.[935]

 

Sulh yoluyla Ýslâm ülkesine katýlan veya savaþla fethedildiði halde sahipsiz bulunan topraklar devlet mülkiyetine geçtiðinden, bu topraklar ancak devlet baþkanýnýn tahsis etmesi (ikta) ile özel mülkiyete konu olabilir. Devletin þahýslara tahsis edeceði bu topraklar arazinin bulunduðu bölgeye göre öþür veya harac vergisine tabi olur.[936]

 

Ýmam Ebû Yûsuf Irak'taki bu çeþit topraklardan söz ederken þunlarý saymýþtýr: Ýran devlet baþkanýna (Kisrâ), vezirlere, hanedana ve savaþtan önce veya savaþ sýrasýnda ölen ya da ülkeyi terk edenlere ait sahipsiz topraklar. Devlet bu çeþit topraklarý istediði kimselere ikta etme yetkisine sahiptir.[937]

 

4) Savaþ yolu ile ele geçirilen topraklar: Bu topraklarýn daðýtýlmasý konusu tartýþmalýdýr. Hanefilere göre, Ýslâm devlet baþkaný fethedilen topraklardan sahipli olanlar hakkýnda; önceki yöneticilere ait olanlarýn dýþýnda kalanýn beþte birini beytülmale ayýrdýktan sonra, gazilere daðýtmak veya eski sahiplerinin elinde býrakarak kendilerinden harac almak þýklarýndan birini tercih edebilir.[938] Hz. Ömer'in Irak ve Sûriye topraklarý üzerindeki uygulamasý buna örnek gösterilebilir.

 

Ýmam Þafiî'ye göre, devlet baþkaný savaþ yolu ile fethedilen beldenin iþlenen veya deðerli olan topraklarýný, diðer ganimet mallarý gibi, beþte bir beytülmal hissesi ayrýldýktan sonra gazilere daðýtmak zorundadýr. Ancak, gazilerin haklarýndan feraðat etmeleri halinde bu topraklar devlete kalabilir.[939]

 

Ýmam Mâlik'e göre, fethedilen arazi prensip olarak daðýtýlmaz. Bütün müslümanlar lehine vakýf gibidir. Ancak Ýslâm devlet baþkaný bu arazilerin daðýtýlmasýnda toplum yararý görürse daðýtmak yoluna da gidebilir.[940]

 

Ahmed b. Hanbel'e göre ise, Ýslâm devlet baþkaný fethedilen yer topraklarý ile ilgili olarak, müslümanlarýn yararýný gözetmek þartýyla, seçimlik hakkýna sahiptir. Ýslâm toplumu adýna vakfetmek, beþte biri ayýrdýktan sonra daðýtmak, kýsmen daðýtmak þýklarýndan birisini tercih edebilir. Nitekim, Rasulullah (as) her üçünü de yapmýþtýr. Benu Kurayza ve Benu Nadir arazini daðýtmýþ, Mekke arazisini daðýtmamýþ, Hayber topraklarýný ise kýsmen daðýtmýþtýr.[941]

 

5) Madenlerin mülkiyeti: Ýslâm hukukuna göre, maden mülkiyetini; istihsal edilen maden ve kaynaðýndaki maden rezervi olmak üzere ikiye ayýrmak mümkündür.

 

Ýstihsal edilen maden, cinsi ne olursa olsun su, ot, ateþ gibi mübah mallardan olup, prensip olarak bulana, yani üretene ait olur. Bir pýnardan alýnan su alana ait olduðu gibi, madenlerden istihsal edilen de istihsal edene ait olur. Yalnýz altýn, gümüþ, demir, bakýr ve kurþun gibi erime özelliði taþýyan madenler, ganimetlerde olduðu gibi beþte bir vergiye tabidir. Ýmam Malik'e göre, böyle bir maden kolaylýkla çýkarýlmýþsa vergi beþte bir olurken, masraflý bir üretim yapýlmýþsa vergi oraný kýrkta bir olur.[942]

 

Diðer yandan kaynaktaki maden rezervi üzerinde ne yer sahibi ve ne de bulan için bir mülkiyet hakký doðmaz. Bu yüzden Hanefî, Mâlikî ve Hanbelî hukukçularý madenlerin rakabe mülkiyeti olarak hiç kimseye ikta edilemeyeceðini ve bunlarýn herkesin ortak bulunduðu mübah mallardan olduðunu belirtmiþlerdir.

 

Hatta Hanefî hukukçusu es-Serahsî, ikta için daha açýk örnekler vermektedir: "Bir kimse, devletin kendisine ikta yoluyla iþletme imtiyazý verdiði bir maden ocaðýnda iþçi çalýþtýrsa, ocaktan maden çýksýn veya çýkmasýn iþçinin ücretini yüklendiði için, istihsal edilen maden iþverenin olur. Ýstihsal ettiði madenin ise beþte birinden az olmamak üzere, devlet ile anlaþtýklarý oranda vergi verir. Bu kiþinin yanýnda iþ akdi yapmaksýzýn baþka birisi kendi baþýna çalýþsa, istihsal ettiði madenin beþte dördü bu kiþinin olur. Çünkü maden, ikta edilmekle kiþinin mülkiyetine geçmez. Kaynaktaki maden rezervi hadiste bildirilen su, ot ve ateþ gibi ortak mübahlardandýr."[943]

 

Maden rezervlerinin özel mülk edinilememesi prensibinin kaynaðý, ortak mübahlarla (su, ot, ateþ) ilgili hadis ve Hz. Peygamber'in tuzluk iktama ait þu hadisidir: "Ebyad b. Hammal'dan nakledildiðine göre, bu zat Hz. Peygamber'i ziyaret ederek yerini belirttiði tuzluðun kendisine ikta edilmesini istemiþ ve Hz. Peygamber de ikta etmiþti. Tam oradan ayrýlacaðý sýrada, orada bulunanlardan birisi, Hz. Peygamber'e; "Neyi ikta ettiðinizi biliyor musunuz, ya Rasülullah? Siz ona sanki bir kaynak su ikta etmiþ oldunuz" demiþtir. Ravi Ebyad bunun üzerine o ikta, Hz. Peygamber'in geri aldýðýný ilâve etmiþtir."[944]

 

Sonuç olarak, Ýslâm hukukuna göre, maden mülkiyeti ne "mütemmim cüz", ne "sahipsiz mal" ve ne de "devlet mülkiyeti" niteliði taþýmaz. Madenler kamu karakterli mübah ve beþte biri toplumun, beþte dördü, bulup iþletenin olmak üzere temelde ortak mübahlardandýr.

 

 

 

b) Ýslâm'da Kazanç   

 

 

Kazancýn Ehemmiyeti: Müslümanlýkta kesb, yani, kazanç sahasýna atýlmak, rýzkýný helâl yoldan te'mine çalýþmak, bütün Müslümanlarý ilgilendiren ehemmiyetli bir vazifedir. Allah, yeryüzünü insan için hazýrlamýþ, her þey'i onun emrine âmâde kýlmýþtýr. Allah'ýn bu nimetinden faydalanmak için insanýn akýl, bilgi ve emeði ile imkânlarýný deðerlendirmesi, çalýþýp kazanmasý gereklidir.

 

Nitekim Kur'an'da:

 

هُوَ الَّذى جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ ذَلُولًا فَامْشُوا فى مَنَاكِبِهَا وَكُلُوا مِنْ رِزْقِه وَاِلَيْهِ النُّشُورُ

 

"Yeryüzünü sizin için boyun eðdiren O'dur. Öyle ise, yerin sýrtlarýnda dolaþýn ve Allah'ýn verdiði rýzýktan yeyin"[945] emredilmiþtir.

 

 Yeryüzünün boyun eðmesi, iþlemeye ve verimli kýlmaya müsait oluþudur. Yerin sýrtýnda dolaþmak ise, onu adým adým, karýþ karýþ araþtýrmak, faydalý imkânlarý ortaya çýkarmak, üzerinde iþlemek, istifade etmek ve ettirmektir... Ýbâdet veya Allah'a tevekkül bahanesiyle müslümanýn oturmasý, rýzýk edinmek için çalýþmayý terk etmesi câiz deðildir. Çalýþmaya, kendine ve ailesine kâfi miktarda kazanç elde etmeye kudreti yeten kimsenin dilenmesi, rýzkýný baþkasýndan beklemesi Ýslâm'ýn men'ettiði bir davranýþtýr.

 

ـ وعن ابن عمرو بن العاص رَضِيَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]قال رسولُ اللّهِ #: َ تَحِلُّ الصَّدَقَةُ لِغَنِىٍّ وََ لِذِى مِرَّةٍ سَوىٍّ.

 

- Abdullah Ýbnu Amr Ýbni'l-Âs (radýyallâhu anhümâ) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Sadaka, ne zengine ne de sakatlýðý olmayan güçlüye helâl deðildir."[946]

 

ـ عن ابْنِ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: َ تَزالُ الْمَسْألَةُ بِأحَدِكُمْ حَتّى يَلْقى اللّهُ وَلَيْسَ بِوَجْهِهِ مُزْعَةُ لَحْمٍ.

 

- Ýbnu Ömer (radýyallahu anhümâ) anlatýyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Sizden biri dilenmeye devam ettiði takdirde yüzünde bir parça et kalmamýþ halde Allah'a kavuþur."[947]

 

Müslüman, ancak kendi gücünü aþan bir ihtiyaç ve zaruret hâlinde, baþkasýndan yardým bekleyebilir ve isteyebilir.

 

ـ وعن قبيصة بن مخارق رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]تَحَمَّلْتُ حَمَالَةً فَلَقِيْتُ رَسُولَ اللّهِ # أسْألُهُ فيهَا. فقَالَ: أقِمْ حَتّى تَأتِينَا الصَّدَقَةُ فَنَأمُرَ لَكَ مِنْهَا. ثُمَّ قَالَ: يَا قَبِيصَةُ، إنَّ الْمَسْألَةَ َ تَحِلُّ إَّ ‘حَدِ ثَثَةٍ: رَجُلٌ تَحَمَّلَ حَمَالَةً، فَحَلّتْ لَهُ الْمَسْألَةُ حَتّى يُصِيبَهَا. ثُمَّ يُمْسِكُ، وَرجُلٌ أصَابَتْهُ جَائِحَةٌ فَاجْتَاحََتٌ مَالَهُ فَحَلّتْ لَهُ الْمَسْألَةُ حَتّى يُصِيبَ قِوَاماً مِنْ عَيْشِ، أوْ قَالَ سِدَاداً مِنْ عَيْشٍ؛ وَرَجُلٌ أصَابَتْهُ فَاقَةٌ، حَتّى يَقُولَ ثََثَةٌ مِنْ ذَوِي الْحِجَى مِنْ قَوْمِهِ: لَقَدْ أصَابَتْ فَُناً فَاقَةٌ، فَحَلَّتْ لَهُ الْمَسْألَةُ حَتّى يُصِيبَ قِوَاماً مِنْ عَيْشٍ، أوْ قَالَ سِدَاداً مِنْ عَيْشِ، فَمَا سِواهُنَّ مِنَ الْمَسألَةِ يَا قَبِيصَةُ سُحْتٌ، يَأكُلُهُ صَاحِبُهُ سُحْتاً.

 

- Kabisa Ýbnu Muharik (radýyallahu anh) anlatýyor: "Sulh için diyet (hamâle) ödemeyi kabullenmiþtim. Bu hususta yardým istemek için Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ý aradým ve karþýlaþtýk. (Meseleyi açýnca):"Bekle, bize sadaka malý gelecek. O zaman ondan sana da verilmesini emrederim" buyurdular. Sonra da:"Ey Kabisa! Ýstemek, üç kiþi dýþýnda hiç kimseye helal olmaz:* Sulh diyeti (hamale) kabullenen kimse. Buna, gereken miktarý buluncaya kadar, istemesi helaldir. Ama o  miktara ulaþýnca, artýk istemez.* Afete uðrayýp malýný kaybeden kimse. Buna da maiþetini temin edecek miktarý elde edinceye kadar istemesi helaldir.* Fakirliðe uðrayan adam. Eðer kavminden üç kiþi, "Falancaya fakirlik isabet etti" diye ittifak ederlerse, geçimine yetecek miktarý elde edinceye kadar istemesi helaldir. Bunlar dýþýnda  istemek, ey Kabisa haramdýr."[948]

 

Çalýþarak rýzkýný te'minden âciz kalan kimsenin baþkalarýndan yardým talep etmesi vâciptir. Böyle bir kimse dilenmeyi býrakýp da açlýktan ölecek olsa günahkâr olmuþ olur. Çünkü nefsini tehlikeye atmýþ, bir nevi intihar etmiþ bulunur. Böyle zaruret ve ihtiyaç hâlinde dilenme, zillet de sayýlmaz.

 

Bu hususa iþareten, hadîs-i þerifler:

 

ـ وعن عائذِ بْنِ عَمْرُو قال: ]سَألَ رَجُلٌ رَسُولَ اللّهِ # فأعْطَاهُ فَلَمّا وَضَعَ رِجْلَهُ عَلى أُسْكُفَّةِ الْبَابِ قَالَ #: لَوْ تَعْلَمُونَ مَا في الْمَسْألَةِ مَا مَشى أحَدٌ الى أحَدٍ يَسْألُهُ شَيْئاً[. أخرجه النسائي .

 

- Aiz Ýbnu Amr (radýyallahu anh) anlatýyor: "Bir adam Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan birþeyler istedi. Aleyhissalâtu vesselâm da verdi. Adam dönmek üzere ayaðýný kapýnýn eþiðine basar basmaz, Aleyhissalâtu vesselâm: "Dilenmede olan (kötülükleri) bilseydiniz kimse kimseye birþey istemek için asla gitmezdi!" buyurdular."[949]

 

ـ وعن الزبير رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: ‘نْ يَأخَذَ أحَدُكُمْ أحْبُلَهُ ثُمَّ يَأتِى الْجَبَلَ فَيَأتِى بِحُزْمَةٍ مِنْ حَطَبٍ عَلى ظَهْرِهِ فَيَبِيعُهَا، خَيْرٌ لَهُ مَنْ اَنْ يَسْألَ النَّاسَ، أعْطُوهُ أوْ مَنَعُوهُ.

 

- Hz. Zübeyr (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Kiþinin iplerini alýp daða gitmesi, oradan sýrtýnda bir deste odun getirip satmasý, onun için, insanlara gidip  dilenmesinden daha hayýrlýdýr. Ýnsanlar istediðini verseler de vermeseler de."[950]

 

ـ وعن ثَوْبَانِ رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَنْ يَتَكَفَّلُ لِي أنْ َ يَسْألَ النَّاسَ شَيْئاً وَاتَكَفَّلُ لَهُ بِالْجَنَّةِ. فقَالَ ثَوْبَانُ رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ: أنَا. فَكَانَ َ يَسألُ أحَداً شَيْئاً.

 

- Sevban (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir gün):"Cenneti garanti etmem  mukabilinde,  insanlardan hiçbir þey istememeyi kim  garanti edecek?" buyurdular. Sevban (radýyallahu anh) atýlýp:"Ben, (Ey Allah'ýn Resulü!)" dedi. Sevban (bundan böyle) hiç kimseden birþey istemezdi."[951]

 

ـ وعن مَعاوية رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ # َ تُلْحِفُوا في الْمَسْألَةِ، فَوَاللّهِ َ يَسْألُنِي أحَدٌ مِنْكُمْ شَيْئاً فَتُخْرِجُ لَهُ مَسْألَتُهُ شَيْئاً وَأنَا لَهُ كَارِهٌ فَيُبَارَكُ لَهُ فِيمَا أعْطَيْتُهُ.

 

 Hz. Muaviye (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Ýstemede ýsrar etmeyin. Vallahi, kim benden bir þey ister, ben ona vermek arzu etmediðim halde, ýsrarý (sebebiyle) bir þey kopartýrsa, verdiðim o þeyin bereketini görmez."[952]

 

Bir fakir, dilenmekten de âciz bir durumda olursa, hâline muttali' olan müslümana, ona bizzat veya bilvasýta yardým etmek bir vecîbe olur. Bu vecîbe yerine getirilmezse, fakirin o hâline muttali' olanlar günahta ortak olurlar. Bu hallerin dýþýnda müslümanýn vazifesi bir iþ ve meslek edinerek çalýþýp kazanmaktýr. Ýþ ve mesleðin kötüsü yoktur. Peygamber Efendimiz bu hususa þu þekilde iþaret etmiþlerdir:

 

وعن سمرة بن جندب رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: قَالَ رَسُولُ اللّهِ : المَسَائِلُ كُدُوحٌ يَكْدَحُ بِهَا الرَّجُلُ وَجْهَهُ، فَمَنْ شَاءَ أبْقى عَلى وَجْهِهِ، وَمَنْ شَاءَ تَرَكُهُ. إَّ أنْ يَسْألَ الرَّجُلُ ذَا سُلْطَانٍ في أمْرٍ َ يَجِدُ مِنْهُ بُدا

 

Semüre Ýbnu Cündeb radýyallahu anh anlatýyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Ýstemeler bir nevi cýrmalamalardýr. Kiþi onlarla yüzünü  cýrmalamýþ olur. Öyle ise, dileyen (hayasýný koruyup) yüz suyunu devam ettirsin, dileyen de bunu terketsin. Þu var ki, kiþi,  zaruri olan (þeyleri) iktidar sahibinden istemelidir."[953]

 

Þu halde insaný dilencilikten kurtaran, geçimini te'min eden her iþ ve meslek, gayr-i meþrû olmadýkça, insan için þerefli bir meþguliyet, lezzetli bir çalýþmadýr...

 

Ýslâm’da Kazanmanýn Hükmü: Bir müslümanýn kendi nefsine ve geçindirmekle mükellef olduðu aile efradýna yetecek kadar kazanç elde etmesi, üzerine farzdýr. Fakirlere yardým ve iyilik yapmak düþüncesiyle kifayet miktarýndan fazla kazanç ise memduh ve müstahsendir. Bu niyetle elde edilen kazanç, nafile ibâdetten bile faziletlidir. Çünkü bu kazancýn faydasý sadece sahibine deðil, baþkalarýna da þâmildir. Daha refah bir hayat seviyesine kavuþmak, helâl nimetlerden daha fazla faydalanmak için çalýþýp fazla kazanmak mübahtýr.

 

 Bir hadîs-i þerîfte: "Ýyi insan için iyi ve temiz mal ne güzeldir..."[954] buyurulmuþtur.

 

Halka karþý tekebbürde bulunmak, üstünlük taslamak düþüncesiyle yapýlan kazançlar ise, haramdýr. Ýsterse bu kazanç helâl yolundan olsun...

 

Çeþitli Kazanç Yollarý ve Bunlarýn Fazilet Dereceleri: Kazanç yollarý pek çoktur. Bunlardan, Ýslâm nazarýnda en faziletli olanlarý sýrasýyla ziraat, ticaret ve san'attýr. Memuriyet ve iþçilik de Ýslâm'ýn  mübah gördüðü kazanç yollarýndandýr.

 

Ýslâmiyet, kazanç konusunda, her þeyden önce þu genel kaideleri koymuþtur

 

1) Karþýlýklý rýza.

2) Ýyi niyet ve dürüstlük.

3) Menfaat te'min ederken, baþkalarýný hiçbir þekilde zarara sokmamak... Bu prensiplere pek çok âyet ve hadîslerde iþâret buyurulmuþtur. Binaenaleyh, Ýslâm nazarýnda, "Kazancýný bir ferdin mutlak zararýna dayayan kazanç yollarý gayr-ý  meþrudur. Dürüstlük, karþýlýklý rýza ve iyi niyetle fertlerin birbirlerinden faydalanmalarýný te'min eden kazanç yollarý ise meþru'dur."

 

 

 

c) Ticaret-Alýþ Veriþ Hukuku

 

 

Alýþ-Veriþ: Deðeri olan bir malý yine deðeri olan baþka bir mal veya para karþýlýðýnda deðiþtirme. Alýþ-veriþ taraflarýn karþýlýklý onayý ile yani icab ve kabûl ile gerçekleþir. Ýki taraftan biri malý, diðeri karþýlýðý olan para veya kýymet taþýyan baþka bir malý ele geçirmeleri netîcesinde satýþýn gerçekleþtiði söylenebilir .Ýnsanlar dünya hayatlarýnda geçimlerini saðlamalarý için belirli bir ölçü içinde karþýlýklý mal mübâdelesinde bulunmak zorundadýrlar, buna da 'rýzýk temini' denilir.

 

Cenâb-ý Hakk:

 

هُوَ الَّذى جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ ذَلُولًا فَامْشُوا فى مَنَاكِبِهَا وَكُلُوا مِنْ رِزْقِه وَاِلَيْهِ النُّشُورُ

 

“Yeryüzünü size boyun eðdiren O'dur. Þu halde yerin omuzlarýnda (üzerinde) dolaþýn ve Allah'ýn rýzkýndan yeyin. Dönüþ ancak O'nadýr”[955] buyurmuþtur.

 

Yeryüzünde dolaþmaktan maksat insanlara faydalý olan nîmetlerin ortaya çýkarýlmasýný saðlamak ve bunun için araþtýrma yapmaktýr. Cenâb-ý Allah yeryüzünü insanlar için rýzýk saðlama yeri kýlmýþtýr.

 

Abdullah b. Mes'ud (r.a.)'tan rivayet edilen bir hadîste Hz. Peygamber (a.s) þöyle buyurmuþlardýr: "Rýzýk saðlamak gayesiyle çalýþmak her müslüman üzerine farzdýr."[956]

 

Buna göre müslümanlar helâl ve haramlara dikkat ederek kendilerinin ve aile ferdlerinin rýzýklarýný saðlamak zorundadýrlar. Ancak bu rýzký saðlamak için çalýþýldýðýnda mutlaka Allah'ýn rýzasý ve O'nun koyduðu sýnýrlar gözetilmelidir.

 

Hz. Ebû Bekr'in: "Haram ile beslenen bir vücûda ancak Cehennem ateþi yakýþýr" sözü müslümanýn rýzýk temini ve alýþ-veriþ anlayýþýný en güzel bir þekilde belirtmektedir. Ashâbýn helâl alýþveriþ yapmak ve haramlardan uzak durmak için þüpheli olan hususlarý bile terk ettiklerini biliyoruz. Ticaretle uðraþan bir müslümanýn, Ýslâm'ýn alýþveriþe dair koyduðu bütün hükümleri ana hatlarýyla bilmesi gerekir. Günlük hayatta yapýlan alýþ-veriþleri Allah'ýn razý olacaðý bir usûlde yürütebilmek için de bu hükümleri asgarî ölçüde bilmek her müslüman için farzdýr.

 

Ýslâm fýkhýna göre bir müslümanýn kendisinin ve ailesinin nafakasýný saðlamaya ve varsa borçlarýný ödemeye yetecek kadar para kazanmasý 'farz'dýr. Bunun dýþýnda, fakîr müminlerin ihtiyaçlarýný karþýlamak ve akrabalarýna ikram etmek için kazanmak da 'müstehap'týr. Güzel ve müreffeh bir hayat sürmek için bundan fazlasý için çalýþmak 'mübah'týr.

 

Baþkalarýna karþý kibirlenmek, dünyevî hýrsa kapýlarak baþkasýnýn servetiyle yarýþmaya kalkýþmak ve bu mal ile azgýnlýk ve taþkýnlýk yapmak için kazanmak, bu kazanç helâl yolla dahi olsa 'haram'dýr. Buna karþýlýk, küfre karþý verilen mücadelede maddî katkýda bulunmak ve malýný Allah yolunda infak için samimî bir niyetle çok çalýþýp para kazanmak da güzel bir ibadettir. Bu gaye için çalýþýp para kazanan kiþi sürekli ibadet hâlinde sayýlýr.

 

Ayný þekilde Ýslâm, çalýþýp kazanabilme gücüne sahip olan bir kimsenin dilenmesini yasaklamýþtýr. Hz. Peygamber (a.s) þöyle buyurmaktadýr:

 

ـ وعن أنَسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]أتَى رَجُلٌ مِنَ ا‘نْصَارِ يَسْألُ رَسُولَ اللّهِ # فقَالَ: أمَا في بَيْتِكَ شَىْءٌ؟ قَالَ: بَلى؛ حِلْسٌ نَلْبَسُ بَعْضَهُ وَنَبْسُطُ بَعْضَهُ، وَقَعْبٌ نَشْرَبُ فيهِ الْمَاءَ. فقَالَ: ائْتَنِى بِهِمَا. فأتَاهُ بِهِمَا. فأخَذَهُمَا # بِيَدِهِ، وَقَالَ: مَنْ يَشْتَرِي هذَيْنِ؟ قَالَ رَجُلٌ: أَنا آخُذُهُمَا بِدِرْهَمٍ. قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَنْ يَزِيدُ عَلى دِرْهَمٍ مَرَّتَيْنِ أوْ ثََثاً. قَالَ رَجُلٌ: أنَا آخُذُهُمَا بِدِرْهَمَيْنِ. فأعْطَاهُمَا إيَّاهُ، وَأخَذَ الدِّرْهَمَيْنِ فَأعْطَاهُمَا لِ‘نْصَارِي، وقَالَ: اشْتَرِ بِأحَدِهِمَا طَعَاماً فَانْبِذُهُ الى أهْلِكَ، وَاشْتَرِ باخَرِ قَدُوماً فَاْتِنِي بِهِ. فأتَاهُ بِهِ فَشَدَّ فيهِ رَسُولُ اللّهِ # عُوداً بِيَدِهِ. ثُمَّ قَالَ لَهُ: اذْهَبْ فَاحْتَطِبْ وَبِعْ، وََ أرَيَّنَّكَ خَمْسَةَ عَشْرَ يَوْماً. فَفَعَلَ ثُمَّ جَاءَ، وَقَدْ أصَابَ عَشَرَةَ دَرَاهِمَ فَاشْتَرَى بِبَعْضِهَا ثَوْباً وَبِبَعْضِهَا طِعَاماً فقَالَ لَهُ #: هذَا خَيْرٌ لَكَ مِنْ أنْ تَجِئَ الْمَسْألَةُ نُكْتَةَ في وَجْهِكَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ، إنَّ الْمَسْألَةَ َ تَصْلُحُ إَّ لذِي فَقْرٍ مُدْقِعٍ، أوْ لِذِي غُرْمٍ مُقْطِعٍ، أوْ لِذِي دَمٍ مُوجِعٍ.

 

- Hz.Enes (radýyallahu anh) anlatýyor: "Ensârî bir zat gelip Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan birþeyler istemiþti."Evinde hiçbir þey yok mu?" buyurdular. Adam:"Evet, dedi. Bir çulumuz var. Bir kýsmýyla örtünüp, birkýsmýný da yaygý olarak yere seriyoruz! Bir de su içtiðimiz kabýmýz var."

"Onlarý bana getir!" diye emrettiler. Adam gidip getirdi. Aleyhissalâtu vesselâm eþyalarý  eline alýp:"Þunlarý satýn alacak yok mu?" buyurdular. Bir adam:"Ben bir  dirheme satýn alýyorum" dedi. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):"Bir  dirhemden fazla veren yok mu?" dedi ve iki üç sefer tekrarlayarak (açýk artýrmaya çýkardý). Orada bulunan bir adam:"Ben onlara iki dirhem veriyorum" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm eþyalarý ona sattý. Ýki dirhemi alýp Ensariye verdi ve:"Bunun biriyle ailen için yiyecek al, ailene ver. Diðeriyle de bir balta al bana getir!" buyurdular. Adam gidip bir  balta alýp getirdi. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), ona eliyle bir saplýk geçirdi. Sonra:"Git, odun eyle, sat ve on beþ gün bana gözükme!" buyurdu. Adam aynen böyle yaptý, sonra yanýna geldi. Bu esnada on dirhem kazanmýþ, bunun bir kýsmýyla giyecek, bir kýsmýyla da yiyecek satýn almýþtý. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):"Bak, bu senin için, kýyamet günü alnýnda  dilenme lekesiyle gelmenden daha hayýrlýdýr!" buyurdu ve sözlerine þöyle devam etti:"Dilenmek, sersefil, fakra düþmüþ veya rüsvay edici borca batmýþ veya elem verici kana bulaþmýþ inanlar dýþýnda, kimseye caiz deðildir."[957]

 

 Buna göre, çalýþmaya gücü yeten kimsenin dilenmesi meþrû deðildir. Ýslâm'da rýzýk temin etmenin en faziletli yolu cihad'tan (ganimetten) sonra ticarettir. Sonra ziraat ve sonra da zanaattýr. Bütün bu rýzýk temin etme yollarýnda alýþ-veriþ iþlemi söz konusu olmaktadýr.

 

Gerçekte insanýn ihtiyacýný gideren eþya, tarým veya sanayi ürünüdür. Bundan dolayý bazý ekonomik sistemler, insanlarýn, tarým ve sanayi dýþýndaki yollarla kazanç temîn etmesini kabul etmezler. Fakat, bir malýn üretilmiþ olmasý, ihtiyaçlarýn giderilmesi için yeterli deðildir. Ýhtiyaç, ancak üretilen eþyanýn, muhtaç olanlara ulaþtýrýlmasýyla giderilir. Çiftçi veya sanayicinin ürettiði malý, ihtiyacý olanlara ulaþtýrabilmesi ise mümkün deðildir. Türkiye þartlarýnda düþünecek olursak, bir fabrikanýn ürettiði mallarý tüketicisine ulaþtýrabilmesi için birçok yerde þube açmasý ve bunlarla daðýtýmýný yapmasý gerekir.

 

Diðer taraftan tüketicilerin, ihtiyaç duyduklarý eþyayý elde edebilmeleri için doðrudan üretici ile iliþki kurmalarý da imkânsýzdýr. Öyleyse, eþya ile tüketici arasýnda köprü olacak, bunlarý birbirine ulaþtýrarak, yukarda zikredilen mahzûrlarý ortadan kaldýracak fakat yaptýðý bu hizmet için belirli bir kâr elde edebilecek bir hizmet sektörüne ihtiyaç vardýr. Ýþte bu da, 'Ticaret Sektörü'dür. Ýnsanlara hizmet anlayýþýyla yapýlan bu manadaki ticareti Ýslâm meþru ve makbûl saymýþtýr. Ticaret hakkýnda Allah'u Teâlâ þöyle buyurur;

 

 a6ì¨2¡£ŠÛa  â £Š y ë ɤî j¤Ûa ¢é¨£ÜÛa  £3 y a ë

 

"Allah, ticareti helâl, ribâyý da haram kýldý."[958]

 

"Güvenilir, doðru ve müslüman tacir, kýyamet günü þehidlerle beraberdir."[959] Hadîs-i Þerîfi de dürüst ticaretin sahibine ne kadar sevap kazandýracaðýný belirtmektedir.

 

Ýslâm'a göre ticaret; deðerli olan bir malý, deðerli olan bir diðer mal veya para karþýlýðýnda deðiþtirmektir. Dinimizin ticarette gözettiði gaye, her ne pahasýna olursa olsun kazanmak deðil, insanlara, ihtiyaçlarý olan faydalý eþyayý temin ederek hizmette bulunmak, bu vesîle ile de normal, meþru bir kazanç saðlamaktýr.

 

Meþru bir ticarette þu özellikler bulunmalýdýr

 

1) Alan ve satanýn rýzasý,

2)  Karþýlýklý iyi niyet ve dürüstlük,

3) Ticaretin, taraflardan birine veya baþkalarýna zarar vermemesi.

 

Ticarette bulunmasý gereken bu vasýflarý Kur'an þöyle zikreder:

 

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا لَا تَاْكُلُوا اَمْوَالَكُمْ بَيْنَكُمْ بِالْبَاطِلِ اِلَّا اَنْ تَكُونَ تِجَارَةً عَنْ تَرَاضٍ مِنْكُمْ وَلَا تَقْتُلُوا اَنْفُسَكُمْ اِنَّ اللّهَ كَانَ بِكُمْ رَحيمًا () وَمَنْ يَفْعَلْ ذلِكَ عُدْوَانًا وَظُلْمًا فَسَوْفَ نُصْليهِ نَارًا وَكَانَ ذلِكَ عَلَى اللّهِ يَسيرًا

 

“Ey iman edenler! Karþýlýklý rýzaya dayanan ticaret olmasý hali müstesna, mallarýnýzý, bâtýl (haksýz ve haram yollar) ile aranýzda (alýp vererek) yemeyin. Ve kendinizi öldürmeyin. Þüphesiz Allah, sizi esirgeyecektir. Kim düþmanlýk ve haksýzlýk ile bunu (haram yemeyi veya öldürmeyi) yaparsa (bilsin ki) onu ateþe koyacaðýz; bu ise Allah'a çok kolaydýr.”[960]

 

Alýþ-Veriþin Rüknü

 

Diðer akitlerde olduðu gibi icab ve kabuldür. Ýcab ve kabul, sözle yazý ile ve iþaretle olur. Ýcab ve kabulde kullanýlan ifadelerin kesinlik taþýmasý gerekir; satýcýnýn bu malý sana sattým, verdim; alýcýnýn da aldým, kabul ettim demesi gibi. Satýcýnýn bu sözlerine îcab, alýcýnýn sözüne de kabul denir.

 

Alýþ-veriþlerde satýþ akdinin yazý ile tesbiti iyidir. Anlaþmazlýk anýnda elde vesika olur. Ýcab ve kabul olunca alýþ-veriþ kesinleþir tek taraflý cayma hakký yoktur. Ancak alýcý veya satýcý pazarlýk devam ederken alýþ-veriþten cayabilirler. Alýþ-veriþ, kabz yani malý teslim alma ile tamam olur. Böylece alýcý, mala; satýcý da paraya sahip olur.

 

Alýþ-Veriþlerin Hüküm Yönünden Çeþitleri 

 

Sahih, fâsit ve batýl olarak üçe ayrýlýr:

1) Sahîh alýþ-veriþler: Aslen ve vasfen (maddesi ve niteliði) dine uygun olan þeylerin alýþ-veriþi sahîhtir. Meselâ: Kullanýlmasý dînen caiz olan bir malýn þartlarýna göre satýlmasý gibi.

2) Fâsit alýþ-veriþler: Satýlan malýn vasfý (niteliði) dîne uygun deðilse, bu tür satýþ fâsittir. Meselâ, sürüden bir koyun diyerek, meçhûl bir koyunu satmak gibi. Aslýnda koyunun satýþý caizdir. Fakat yukarýdaki satýþta satýlan koyunun nasýl bir koyun olduðu (niteliði) bilinmediðinden alýþ-veriþ fâsit olmaktadýr.

 

3) Batýl alýþ-veriþler: Satýlan malýn aslýnda Ýslâm'a aykýrý bir durumu varsa böyle mallarýn satýþý batýldýr. Kullanýlmasý veya yenilip içilmesi haram olan bir þeyin satýlmasý, Meselâ içki, domuz vs. gibi mal ve eþyanýn satýþý Ýslâm'da yasak bir alýþ-veriþ türüdür.

 

Bedelleri Açýsýndan Alýþ-Veriþ Þekilleri

 

1) Bey': Malý para karþýlýðýnda satmaya bey' denir. Alýþ-veriþlerin büyük bir kýsmý bu þekilde yapýlmaktadýr.

2) Sarf : Paranýn para ile deðiþtirilmesi olayýna sarf denir.

3) Mubâdele: Malý mal ile deðiþtirme iþlemine denir. Halk arasýnda buna trampa ve takas gibi isimler verilmektedir .

4) Selem: Para peþin, mal veresiye yapýlan ticarete selem denir. Bu tür satýþlara halk arasýnda 'alevra satýþ' da denir. Bilhassa çiftçi ve sanayicilerin baþvurduðu bir satýþ þekli olan selemin caiz olmasý için bâzý þartlarýn bulunmasý gerekir. Paraya muhtaç olan kimse, malýný-elde etmeden önce satmak ister. Ýslâm dini, satýcýnýn darlýðýndan istifade ederek alýcýnýn, malý ucuza kapatmasýný önlemek, üreticinin malýný deðerlendirmesine fýrsat vermek için bazý þartlarla bu tip satýþlarý caiz görmüþtür.

 

Peygamberimiz, Medine'ye geldiðinde, Medinelilerin mahsûllerini bir iki sene önceden Yahudilere sattýklarýný görür. Bunun üzerine þöyle der: "Kim hurmasýný önceden satacaksa; belirli ölçüde, belirli tartýda ve belirli bir vakte kadar olmak þartýyla satsýn."[961]

 

Selem, var olmayan (mâdûm) bir malýn satýþý olduðundan, caiz olmamasý gerekirken, ihtiyaç ve zarûret sebebiyle caiz görülmüþtür. Bunda her iki tarafýn da kârý vardýr; müþteri biraz daha ucuza mal alýr, satýcý da peþin para ile ihtiyacýný giderir. Meselâ bir sanayici nakit sýkýntýsýna düþerse, belirli bir süre sonra teslim edilmek þartýyla, üreteceði -vasýflarý belli olan mallarý satar; alacaðý para ile üretimini yapar. Böylece sanayicinin tezgâhý çalýþýr, üretim devam eder, alýcý da normal zamana nisbetle biraz daha ucuz mal almýþ olur.

 

Bu imkân üreticiyi, tefecilerin eline düþmekten de korur. Çünkü üretimin devamý için paraya kaçýnýlmaz bir ihtiyaç vardýr.Fiyatlarda aþýrý bir düþüklük olursa böyle alýþ-veriþler caiz deðildir.

 

Selemin Sahîh Olmasý Ýçin Gereken Þartlar

 

a) Malýn vasýflarýnýn belli olmasý cinsi, nev'i, niteliðinin önceden belirlenmesi.

b) Miktarýnýn belirlenmiþ olmasý. Kaç kilo, kaç metre, kaç ölçek vs. olacaðýnýn bilinmesi.

c) Vadenin belirlenmesi. Selem yoluyla satýlan malýn ne zaman teslim edileceði belirtilmelidir. Belirtilen vakitte malýn teslim imkâný olmayacaksa veya olmazsa selem bâtýl olur. Meselâ: Nisan ayýnda buðday teslimi imkânsýzdýr. Nisan ayýnda buðday teslim etmek üzere bir çiftçinin önceden selem tarzýnda satýþ yapmasý caiz deðildir.

d) Mal karþýlýðýnda alýnan paranýn miktarýný belirlemek ve parayý peþinen almak. Fiyatta aþýrý derecede ucuzluk olmamalýdýr.

 

5) Veresiye satýþlar: Satýlan malýn bedeli peþin alýnabileceði gibi, belirli bir süre sonra da alýnabilir. Bu tür alýþ-veriþlerde malýn karþýlýðýnýn (bedel) para gibi baþka bir cinsten olmasý gerekir. Ayný cins mallarýn (meselâ altýnla altýnýn...) veresiye satýþý caiz deðildir.

 

Alýþ-veriþ çeþitlerinden bir diðeri de Bey' bi'l-vefa'dýr. Vefâ yoluyla satým akdi yapmak demektir. Bir terim olarak ise, bir malý, satýþ bedelini iade edince geri almak üzere bir kimseye bir para veya borç karþýlýðýnda geçici olarak satmak anlamýna gelir. Satýcý semeni geri verince veya borcunu ödeyince, alýcý satýn almýþ olduðu þeyi geri verir.

 

Böyle bir akit, alýcýnýn maldan yararlanabilmesi dikkate alýnýrsa sahih satým akdi; taraflarýn akdi fesh edebilme yetkilerine bakýnca da fâsid satým akdi niteliðindedir. Alýcý, vefâ yoluyla satýn aldýðý malý baþkasýna satamayacaðý cihetle de bu, rehin hükmündedir ve bu rehin olma özelliði üstündür. Fâkîhlerin çoðu, bey' bi'l-vefâ þeklindeki satým akdini caiz görmüþlerdir.[962]

 

Bu muâmele faizden kaçýnmak ve borcu teminata baðlamak amacýyla örfleþen bir satýþ þeklidir. Burada, satýcý ileriki bir tarihte satýþ bedelini geri vermeyi veya daha önceden kalma borcunu ödemeyi, alýcý da buna karþýlýk malý iade etmeyi taahhüt ettiði için akit bu adý almýþtýr. Buna "bey'u'l-muâmele" denildiði gibi, Mýsýr'da "bey'u'l-emâne" adý da verilmiþtir .

 

Mîlâdî 15. yüzyýl baþlarýnda yaþayan Þeyh Bedruddin Mahmûd (ö. 823/1420) bey' bi'l-vefâ tarzýndaki satýþýn baþlangýcý hakkýnda þöyle der: "Zamanýmýzda ribâdan korunmak için, bey'bi-l-vefâ þeklindeki satýþ örf haline gelmiþtir. Bu, gerçekte bir rehin muâmelesi olup alýcý mebia mâlik olamaz ve mâlikin izni olmadýkça gelirinden de yararlanamaz.”[963]

 

Vefa yoluyla satýþta, taraflar tek yanlý irade beyaniyle dilediði zaman akdi feshedebilir. Alýcý, akit süresince mala mâlik olamaz. Satýcý her an satýþ bedelini iade edip malý geri isteyebilir. Alýcý da malý geri verip, parayý talep edebilir, taraflarýn sözleþmede belirlenen süreye uymalarý da gerekmez. Satýþa konu olan mal, rehin hükmünde olduðu için, ne satýcý ve ne de alýcý diðerinin izni olmadýkça malý baþkasýna satamaz. Bu hak taraflarýn mirasçýlarýna da intikal eder. Ancak taraflardan birisi, diðerinin izniyle satýþ yapabilir.

 

Rehin edenin izni bulununca, rehin býrakýlan þeyden, rehin alanýn yararlanmasý mümkün ve caizdir. Vefâ yoluyla satýþ da rehin niteliðinde olduðu için alýcýnýn bundan yararlanmasý mümkündür. Mecelleyi þerh eden Ali Haydar Efendi bu konuda þöyle der: "Mebî'in, yani vefâen satýlan bir gayri menkûlün menfaatlerinden bir bölümü alýcýya ait olmak üzere þart kýlýnsa, bu þarta riayet olunur.” Çünkü Mecelle'nin seksen üçüncü maddesinde: "Ýmkân ölçüsünde, þer'-i þerife uygun bulunan þarta uymak gerekir" hükmü yer alýr.

 

Meselâ, vefâen satýlan bir baðýn üzümü, satýcý ile alýcý arasýnda yarý yarýya paylaþýlmak üzere, karþýlýklý rýza ile mukâvele olunsa, bu mukâveleye göre amel edilmesi gerekir. Ancak zikredilen menfaatlerin alýcýya ait olmasý þart kýlýnmadýðý halde, alýcý o menfaatleri izinsiz olarak istihlâk etse tazmin etmesi gerekir. Çünkü vefâen satýlan maldan meydana gelen mahsûle alýcý mâlik olamaz. Ancak satýcýnýn mübah ve helâl kýlmasýyla istihlâk etmiþse, satýcý bunu alýcýya tazmin ettiremez. Mahsûl, alýcýnýn haddi aþmasý veya kusûru bulunmaksýzýn telef olsa, tazmin gerekmez. Ancak telef olan miktar kadar borçtan düþülür.[964]

 

Borç para bulmaya veya bir borcu ertelemeye yönelik bu gibi çareler, Ebû Hanîfe ve Ýmam Þâfiî'ye göre, yararlanma akit sýrasýnda þart koþulmamasý kaydýyla caizdir.

 

Kâr Açýsýnýn Alýþ-Veriþ Þekilleri

 

1) Müsaveme: Satýcýnýn, malý alýþ fiyatýný ve kârýn miktarýný söylemeden satmasýdýr. Serbest pazarlýk suretiyle yapýlan bir satýþtýr. Ekseriya satýþlar böyledir. Daha önce de belirttiðimiz gibi bunda kârýn fâhiþ miktarda olmamasý gerekir.

2) Murabaha: Satýcýnýn, maliyet fiyatýný, kâr miktarýný belirterek satmasýdýr. Meselâ: satýcýnýn "bu malý, 1000 liraya aldým, 100 lira kâr ederek 1100 liraya sana sattým." demesi gibi. Bunda satýcýnýn yalan söylememesi gerekir. Bu tür bir alýþ-veriþte satýcýnýn yalaný anlaþýldýðýnda, yalan söylenilen miktar müþteri tarafýndan geri istenebilir.

3) Tevliye: Maliyet fiyatýna kârsýz satýþtýr, belirli bir kârla veya kârsýz satýþlarda müþteri, satýcýnýn yalan söylediðini anlarsa-yukarýda kýsmen deðindiðimiz gibi- alýþ-veriþi bozabilir.

4) Vâzia: Maliyetten aþaðýsýna, zararýna satýþtýr. Günümüzde bilhassa mevsim sonlarýnda ve dükkân tasfiyelerinde baþvurulan bir satýþ þeklidir. Satýcýnýn beyan ettiði fiyatlarda yalancý olmamasý gerekir. Eðer yalan meydana çýkarsa alýcý fazla miktarý satýcýdan talep edebilir.

 

Muhayyer Alýþ-Veriþler 

 

Alýcý veya satýcý, satýþýn gerçekleþmesini bazý þartlara baðlayabilirler. Böyle alýþveriþlere muhayyer satýþ denir. Muhayyerliði þart koþan, þartlar gerçekleþmeyince alýþ-veriþi bozabilir. Peygamberimiz böyle alýþ-veriþler hakkýnda þöyle buyurur: "Alýcý ve satýcý alýþ-veriþ yaptýklarýnda, birbirlerinden ayrýlýncaya kadar pazarlýktan dönmekte muhayyerdir, veya alýþ-veriþleri muhayyerdir. Eðer alýþ-veriþlerinde muhayyerlik varsa alýþ-veriþ (muhayyerlik þartlarý ile) gerçekleþmiþ olur."[965]

 

Alýcý ve satýcý için üç gün muhayyerlik müddeti tanýnmýþtýr. Ýmam-ý A'zama göre alýþveriþte muhayyerliði þart koþanlar üç gün içinde bu alýþ-veriþten cayma hakkýna sahiptirler. Bu müddetin sona ermesinden sonra alýþ-veriþten cayma hakký kalmaz.

 

Satýcý muhayyerliði þart koþmuþsa satýlan mal onun mülkiyetinde kalýr. Üç gün içinde bu mal alýcýnýn elinde helâk olursa onu tazmin eder; yani bedelini satýcýya vermek zorundadýr. Ancak alýcý muhayyerlik þartý ileri sürerse söz konusu mal satýcýnýn mülkiyetinden çýkmýþtýr.

 

Üç gün içinde alýcý vazgeçerse malý iade eder. Fakat bu üç gün içinde alýcýnýn elindeki mal yok olursa satýþ bedeli alýcý tarafýndan mal sahibine ödenir. Bu duruma göre muhayyerliði þart koþan taraf bu müddet içinde alýþ-veriþi bozabilir veya geçerli kýlabilir .

 

Bir kimsenin, görmediði bir malý satýn almasý caizdir. Buna göre malý gördüðü zaman muhayyerlik hakkýna sahip olur. Malý gördüðünde isterse kabullenir, isterse malý geri çevirir. Malýn bedeli olarak önceden konuþulmuþ olan fiyat geçerlidir. Alýcý bu fiyatý kabullenir. Malý görmeden aldýðýný ve razý olduðunu söylese bile, malý gördüðünde isterse geri verebilir.

 

Satýcý ise, kendisine ait olup da görmediði bir malý sattýðýnda muhayyerlik hakkýna sahip deðildir. Yani sattýktan sonra malýný görüp de piþman olursa bu satýþtan dönemez.

 

Satýlan mallarýn tümünün görülmesi þart deðildir. Numûnesinin görülmesi yeterlidir. Ancak malýn geri kalan kýsmý numûnenin ayný olmalýdýr. Buna göre malý görmeden satýn alan kimsenin bu malý kabullenmesi veya geri vermesi hususunda muhayyerdir. Zîra aldanmasý söz konusu olabileceðinden dolayý bu muhayyerlik hakký müþteriye verilmiþtir.

 

Bir müþteri satýn aldýðý malý bir kusurunu görse satýn alýp almama konusunda muhayyerdir. Ýsterse bedeli karþýlýðýnda alýr, isterse malý geri verir. Malýn belirli bir özellikte olduðu söylenirse, o özellik bulunmayýnca satýþ bozulabilir. Meselâ onbeþ kilo süt vermesi þartýyla satýn alýnan bir inek daha az süt verirse alýcý bu satýþý bozabilir.

 

Birkaç mala ayrý ayrý fiyat biçilip müþterinin bunlardan birini tercih etmekte muhayyer olmasý.Malýn deðerini düþüren bir ayýp veya kusur olursa alýcý muhayyer olur.

 

Alýnan bir kumaþýn defolu olmasý gibi. Ama müþteri bir maldaki kusuru görerek ve bilerek alýrsa bu durumda alýcýnýn muhayyerliði olmaz. Ancak satýn aldýðý kumaþýn deðerini yükseltecek þekilde boyasa, dikse ve ondan sonra kusurunu görse bundan dolayý ortaya çýkan deðer eksikliðini satýcýdan alma hakkýna sahiptir. Satýcý böyle bir iþlemden geçen malý satýþ bedeli ile geriye almak isterse bu hakka sahip deðildir; malý artýk geri alamaz.

 

Alýþ-Veriþin Þartlarý

 

1) Ticarette mübadele edilen malýn kýymetli olmasý: Ticareti yapýlan mal, kullanýlmasý dînen caiz olan maldýr; helâl olan yiyecekler, giyecekler, çeþitli eþyalar gibi. Kullanýlmasý haram olan eþyanýn ticareti de haramdýr. Peygamberimiz Mekke fethinde insanlara þöyle demiþtir: "Allah ve Resulü þarap (bütün alkollü içkiler), ölü hayvan, domuz ve putlarýn satýþýný yasakladý."[966]

 

Ýnsanlara haram kýlýnan þeyler, gerçekten onlara zararlý olan þeylerdir. Haram olan mallarý satanlar insanlara kötülük yapmýþ olurlar. Dînimiz böyle mallarýn ticaretini yasaklayarak insanlarýn birbirine kötülük yapmalarýný önlemiþtir.

 

2) Malýn özelliklerinin belirli olmasý, gizli bir kusuru bulunmamasý: Peygamberimiz þöyle buyurur: "Birbirinden ayrýlmadýkça alan ve satan pazarlýðý bozmakta muhayyerdir. Alan satan doðru söyler, malýn özelliklerini açýklarlarsa alýþ-veriþleri bereketlenir; yalan söyler ve malýn ayýplarýný gizlerlerse ticaretlerinin bereketi yok olur."[967] Çünkü böyle bir alýþ-veriþ, taraflardan birinin aldanmasý, zarara uðramasý demektir. Bu ise dinde asla hoþ görülmez. Satýlan malda herhangi bir kusur varsa bu gizlenmemeli; açýkça belirtilmelidir. Ancak böyle satýlýrsa ticaret helâl ve bereketli olur.

 

3) Satýlan malýn mevcut olmasý: Mevcut olmayan bir malýn satýþý caiz deðildir. Mevcut olmayan malýn alýcýya teslimi mümkün olmayabilir. Bu takdirde alýcý maðdur olacaktýr. Böyle bir maðduriyeti önlemek için Ýslâm hukuku, hemen teslim edilecek veya teslim edilebilmesi mümkün olan mallarýn satýþýný uygun görmüþtür. Peygamberimiz (as) meyveler meydana gelmeden, tomurcuk veya çaðla halinde iken satýþýný yasaklamýþ, ancak dönmeye baþladýðý bir zamanda satýþýna izin vermiþtir.[968]

 

Çünkü, olgunlaþmasýna kadar meyvelerde pek çok hasar ve hastalýk meydana gelebilir. Bundan da alýcý büyük zarar görür. Diðer taraftan bu safhada meyvelerin miktarlarýný tahmin de güçtür. Bütün bu sakýncalarýndan dolayý mevcut olmayan malýn satýþýna izin verilmemiþtir.

 

4) Mal ve bedelin belirli olmasý: Alýþveriþ belirli bir malýn belirli bir bedelle deðiþtirilmesidir. Mal veya bedelden biri belli olmazsa bu ticaret meþrû deðildir. Müþteri satýlan malý görmeli, kontrol etmeli gerekli incelemeleri yapabilmelidir. Satýcýnýn da malý karþýlýðýnda alacaðý þeyi; para ise miktarýný baþka bir mal ise, bunun ne olduðunu bilmesi lâzýmdýr.

 

Meselâ: müþteri, cüzdanýmdaki paraya bu malý bana sat dese, satýcý da kabul etse böyle bir alýþ-veriþ caiz deðildir. Bu tür alýþveriþlerde taraflardan biri için, mutlaka tehlike ve aldanma vardýr. Ýslâm'dan önce geçerli olan bu tür alýþveriþleri Peygamberimiz (a.s) yasaklamýþtýr. Akit unsurlarýndan birinin meçhul olduðu bu tür alýþ-veriþlerin hepsine "garar" denir.

 

5) Malýn teslim alýnmasý, (Kabz): Satým akdinde, alýcýnýn herhangi bir engelle karþýlaþmaksýzýn, satýn aldýðý mal üzerinde tasarruf yetkisine sahip olmasý demektir. Bu iþlem, satýlan malýn teslim alýnmasý ile gerçekleþir. Kabz sayýlan iþlemler, satýlanýn durumuna göre deðiþir. Meselâ ev veya arsanýn teslimi; alýcýnýn içine girmesi veya arsayý görecek þekilde yakýnýnda durmasý yahut da evin kapý anahtarlarýna sahip olmasý ile tamam olur. Menkul mallarda ise, satýlanýn fiilen teslim alýnmasý veya alýcýnýn tasarruf alanýna sokulmasý ile meydana gelir. Ancak ölçü, tartý veya sayý ile satýlan þeylerin kabzý; ölçerek, tartarak veya saymak suretiyle tamamýnýn teslimi ile gerçekleþir.[969]

 

Menkûl mallarýn kabzdan önce satýþýnýn caiz olmadýðý konusunda görüþ birliði vardýr. Delîl Hz. Peygamber'in þu hadîsidir: "Bir gýda maddesini satýn alan kimse, onu kabzetmedikçe (teslim almadýkça) satmasýn."[970] Hadîste zikredilen gýda maddesi örnek kâbilinden olup, diðer menkûl mallar da hadîs kapsamýna girer. Ýslâm hukukçularýnýn çoðunluðu bu görüþtedir.[971]

 

Buradaki endiþe; menkûl mallarda çokça karþýlaþýlan hasar veya bir ayýbýn sirâyeti ve bu yüzden sonraki müþterinin aldanma tehlikesidir. Diðer bir tehlike de ilk müþterinin malý kabzedememesi ve kendi müþterisine teslim edememesidir. Kabzdan önce satýþýn yüzyýlýmýz ekonomisinde görülen zararlarýndan birisi de sun'î fiyat artýþlarýna neden olmasýdýr. Þöyle ki:Günümüzde, arz ve talep dengesi yüzünden, özellikle kontrollü arz sonucu üretici ile tüketici arasýna, henüz mal piyasaya sürülmeden aylar önce, pekçok þahýs veya þirket girmektedir.

 

Meselâ; ana toptancý, üretici firmanýn belki beþ-altý ayda üretebileceði tüm malýný daha üretilmeden kapatmakta; fakat henüz mal eline geçmeden, baþka toptancýlara, onlar da tüketiciye kâr paylarýný ekleyerek satmaktadýr. Mal son alýcýya, sanki bir kaç elden geçtikten sonra ulaþmaktadýr. Fakat gerçekte, ilk toplama ile son muþteri arasýnda yer alan kiþiler, kendi aralarýndaki iþleri hep evrak üzerinde yürütmekte ve satýþ bedeline her biri ayrý ayrý kâr eklemektedir. Mal, üretildiðinde son müþteriye doðrudan intikal etmektedir .

 

Piyasada akýcýlýk gibi görünen bu iþler, gerçekte fiyatlarýn sun'î olarak artýþýna, mal arzýnýn kontrol altýnda tutulmasýna, piyasaya kontrollü mal sürülmesine sebep olmaktadýr. Kabzdan önce satýþ yasaðý uygulanýnca; ticaret muâmeleleri biraz aðýrlýk kazanacak, bunun yanýnda birtakým aracýlar ortadan çýkmak zorunda kalacaktýr. Çünkü nakliye, depo kirasý, personel istihdamý vb. harcamalar, aracýlarý ve parazit þirketleri aradan çekilmeye zorlayacaktýr. Böylece, piyasada rayiç fiyatýn tabii olarak oluþmasý imkân dahiline girecektir.

 

Sonuç olarak, satýn alýnan bir malýn kabz ve teslim alýnmadan önce satýþ yolu açýk býrakýlýrsa; bir ambarda depo edilmiþ malýn fiyatý, o mal daha yerinden oynamadan elden ele, dilden dile dolaþa dolaþa sebepsiz yere yükseltilmiþ olur.[972] (50).

 

Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf'a göre kabzdan önce satýþ yasaðý, arsa ve arazi satýþlarýný kapsamýna almaz. Çünkü menkûl mallarýn tesliminde ortaya çýkabilecek güçlük ve riskler (garar) gayr-i menkûllerde söz konusu deðildir. Onun telef olma ihtimâli azdýr.[973]

 

Ticarette kâr sýnýrý

 

Ticarette maksat; insanlara hizmetle beraber, o iþten bir kâr saðlamaktýr. Yalnýz bu kârýn aþýrý (ðabn-i fâhiþ) olmamasý gerekir. Genel olarak Ýslâm, ticarette belirli bir kâr haddi koymamýþtýr. Kâr oraný satýlan mallarýn cinsine, özelliklerine göre deðiþir; Bazý mallarda düþük bir kâr haddi yeterlidir. Toptan satýþlarda ve deðeri yüksek olan mallarda olduðu gibi. Bazý mallarda ise bu oran normal tutulur. Bozulma ihtimâli olmayan mallar, perakende satýþlar vs. gibi. Bazý mallarda da kâr oraný yüksek olur. Bozulma oraný fazla çeþitli riskleri mevcut olan mallar gibi.

 

Kâr oraný þartlara göre deðiþir. Fakat bu, her þeyden önce vicdan iþidir. Çünkü müslüman, kardeþini aldatmaz, ona ihanet etmez, onu kendisi gibi düþünür. Yani satacaðý malý almak istediðinde, ona ihtiyacý olduðunda, kendisine kaça veya hangi þartlarda satýlmasýný istiyorsa baþkasýna da öyle satar. Ýslâmiyet belirli bir kâr haddi koymamýþtýr derken, bundan, hiç müdâhale edilemez manasý çýkarýlamaz. Devlet lüzum gördüðünde mallarýn cinsine göre belirli kâr hadleri (narh) koyar; buna uymayanlarý da cezalandýrýr.

 

Müslüman olarak alýþ-veriþlerde dikkat edilmesi gereken hususlar

 

1) Ticaretle meþgul olan bir müslümanýn özen göstermesi gereken ilk önemli konu, haram kýlýnan mallarýn satýþýný yapmamaktýr. Allah bir þeyi haram kýlmýþsa, onun bedelini de haram kýlmýþtýr. Nitekim Hz. Peygamber (as) þarapla ilgili olarak "Ýçilmesini haram kýlan Allah'u Teâlâ satýlmasýný da haram kýldý"[974] buyurarak meseleyi gayet açýk bir þekilde belirlemiþtir. Ayný þekilde mümin bir kasabýn, Allah'ýn adý anýlarak kesilmemiþ olan bir hayvanýn etini satmasý da böyledir. Çünkü hayvan boðazlarken kasten Allah'ýn adý anýlmazsa o et haram olur. Buna göre, bir müslüman böyle bir eti satamaz. Ayný þekilde put ve benzeri þeylerin de satýþý Ýslâm'da yasaktýr .

 

2) Çalýntý olan bir malýn satýlmasý veya piyasaya sürülmesi de caiz deðildir. Hz. Peygamber (a.s)'ýn: "Kim bildiði halde hýrsýzlýkla elde edilmiþ çalýntý bir malý satýn alýrsa onun günahýna ve alçaklýðýna ortak olmuþtur"[975] buyurduðu bilinmektedir. Buna göre ticaretle uðraþan bir müslümanýn gerek mal alýrken ve gerek satarken bu hususlarda titizlik göstermesi gerekir.

 

3) Ýslâm toplumunda mallarýn fiyatlarýna sun'î olarak yapýlan müdahaleler asla câiz deðildir. Rasûlullah (as.): "Pahalýlýðý arttýrmak için fiyatlara müdahale eden kimseyi kýyamet gününde büyük bir ateþin üzerinde oturtmayý Allah'u Teâlâ üzerine almýþtýr" buyurmaktadýr.”[976] (54). 

 

4) Ýslam toplumunda karaborsa (ihtikar) haramdýr. Karaborsa, bir malýn fiyatýnýn artmasý için piyasadan çekilmesi, stok edilmesi, satýlmamasý ve fiyatý artýnca satýlmasýdýr. Ticarette normal kâr helâldir. Fakat, ticaretin gayesi her ne pahasýna olursa olsun kâr, hele aþýrý kâr elde etmek deðildir. Ýslâm'ýn haram kýldýðý aþýrý kâr yollarýndan biri de karaborsadýr. Karaborsanýn insanlara pek çok zararý vardýr.

 

Bunlarý Þöyle Sýralayabiliriz

 

5) Piyasada sun'î darlýk meydana getirmek, tüketimi sun'î olarak artýrmak, bu vesîleyle enflasyonu yükseltmek, fazla fiyatla tüketicinin maðdur edilmesi, alýcý-satýcý arasýndaki itimat, iyi niyet, sevgi ve saygýnýn ortadan kalkmasý... Birkaç kiþinin aþýrý para kazanmasý için buna baþvurmasý, günah sayýlmýþtýr. Peygamberimiz karaborsacýyý þöyle tehdid eder. "Pazara mal getiren rýzýklandýrýlmýþ; ihtikar (stok ve karaborsa) yapan lânetlenmiþtir"[977]

 

6) Ýhtikar dînen haramdýr. Bazý müctehidler ihtikarýn sadece insan ve hayvan yiyeceklerinde olduðunu kabul etmiþlerdir. Yukarýda geçen hadîste ise genel bir ifade vardýr; yani insanýn bütün ihtiyaçlarýný içine almaktadýr. Buna göre yiyecek maddesi dýþýnda kalan diðer ihtiyaç maddeleri de, karaborsacýlýðýn sýnýrý içine girmektedir. Çiftçinin ürettiði malý bekletmesi ise ihtikar deðildir. Çiftçi emeðini deðerlendirmek için bekletebilir. Fakat o mala aþýrý bir ihtiyaç duyulursa piyasaya sürmesi daha iyidir.

 

7) Malý deðerinin altýnda almak: Satýcýnýn paraya çok ihtiyacý olur, müþteri de bunu hissederek malý gerçek deðerinin çok altýnda bir fiyata almak isterse, bu da dînen doðru bir hareket deðildir.

 

8) Pazarlýk etmek. Malýn fiyatý; satýcý ile alýcýnýn anlaþmasý sonucunda, yani pazarlýkla ortaya çýkar. Pazarlýk yapmak helâldir. Helâl olmayan davranýþ, bir mala aþýrý fiyat istemek veya deðerinin çok altýnda fiyat vermektir. Alýcý ile satýcý pazarlýk yaparken ikinci bir alýcýnýn pazarlýk yapmasý caiz deðildir.

 

Abdullah b. Ömer, pazarlýk üzerine ikinci bir þahsýn pazarlýk yapmasýný Peygamberimizin yasakladýðýný söyler.[978] Malý alma niyeti olmaksýzýn fiyatý artýrmak veya kýrmak, böylece üçüncü þahýslara zarar vermek, kapalý veya açýk artýrmalarda yapýlan hîle ve gizli anlaþmalar da haramdýr. Bütün bu davranýþlara dinimizde "necþ: aldatma" denir ve Peygamberimiz tarafýndan yasaklanmýþtýr.[979]

 

9) Alýþ-veriþte yemin etmek. Pazarlýk esnasýnda yemin etmek caiz deðildir. Yalan yere yemin etmek ise daha büyük bir haramdýr. Çünkü bu, basit bir kazanç için Allah'ýn adýný istismar etmek, müþteriyi kandýrmaktýr.

 

Hz. Peygamberimiz (as) kýyamet günü Allah'ýn, yüzlerine bakmayacaðý üç gruptan birinin; "...malý þu fiyata aldým deyip müþterinin kendisini doðruladýðý ve malýný satýn aldýðý kimse," olduðunu bildirmektedir.[980]

 

Baþka bir hadiste de Peygamberimiz þöyle buyurmaktadýr: "Ticarette çok yemin etmekten sakýnýn. Çünkü yemin sürümü artýrýr, fakat bereketi yok eder."[981]

 

10) Ölçü ve tartýnýn doðru olmasý, alýþveriþe ailenin karýþtýrýlmamasý.Ýslâm dini, insanlarý ahlâka, fazîlete ve muâmelelerinde dürüstlüðe çaðýrýr. Müslümanýn en dikkate deðer özelliði dürüst oluþudur. Alýþ-veriþlerde hîleden maksat; bir kimseyi söz, fiil ve davranýþlarýyla etkileyerek, satým akdinin onun yararýna olduðunu telkîn etmek ve onu piyasa fiyatýnýn dýþýnda bir satýþ bedeline razý etmektir.

 

Ayet-i Kerîme'de þöyle buyrulur:

 

وَيْلٌ لِلْمُطَفِّفينَ  اَلَّذينَ اِذَا اكْتَالُوا عَلَى النَّاسِ يَسْتَوْفُونَ  وَاِذَا كَالُوهُمْ اَوْ وَزَنُوهُمْ يُخْسِرُونَ

 

"Azap olsun ölçüde tartýda noksanlýk edenlere ki, onlar insanlardan ölçüp (haklarýný) aldýklarý zaman tam olarak alýrlar. Fakat insanlara (verilmek üzere) ölçtükleri veya onlara tarttýklarý zaman eksiltirler."[982]

 

Hz. Muhammed (a.s) Peygamber olduðu zaman Hicaz'da Araplar ticaretle uðraþýyordu. Peygamber (a.s) vahiy gereði olarak düzenleyici bazý hükümler getirerek dürüst bir piyasanýn teþekkülünü saðladý.

 

 

 

d) Borç 

 

 

Borç: Geri verilmek üzere alýnan para veya eþya; bir veya birkaç kiþiye yahut bir kuruma karþý yerine getirilmesi gereken yükümlülük, ödünçdür.

 

Borç yahut fýkhî terim olarak "deyn" genellikle borçlunun ödemeyi teahhüt ettiði nakit veya borçlunun zimmetinde bulunan mislî eþya; yani ölçü, tartý vb. yollarla benzeri ile ödenebilen eþya karþýlýðýnda kullanýlan bir terimdir. Borcun zimmetinden maksat da þahsýn borcu yüklenme kabiliyetidir.

 

Ýnsanlarýn birbirleriyle yardýmlaþma yollarýndan biri de borç alýp vermedir. Borç alýp verme iþlemi Ýslâm'da nakit para gibi sayýlabilen; buðday, arpa, pirinç gibi ölçülebilen; yahut altýn, gümüþ ve et gibi tartýlabilen; ya da yumurta ve ceviz gibi büyüklükleri birbirlerine yakýn olan mallarda geçerlidir. Fakat hayan vs. gibi her birinin kendine göre ayrý ayrý deðer ve özelliði bulunan mallarda borçlanmanýn olup olmayacaðý hususu ise Ýslâm hukukçularý arasýnda ihtilaflý bir konudur.

 

Böyle bir borçlanmanýn caiz olmadýðý kanaatinde olan Hanefî hukukçularý; "alýnan borç harcanýr, sonra benzeri ödenir. Canlý bir koyun borç alýndýðýnda tamamen ayný özelliklere sahip bir koyun bulunmayabilir. Onun için bu gibi borçlanmalarda taraflardan biri maðdur olabilir" demektedirler. Borç alýnan para para ile; buðday buðday ile ödenir. Fazla bir þey verilmez, istenirse faiz olur.

 

Borç verme Ýslâm'da sevaptýr. Dinimiz bunu teþvik etmiþtir. Hatta bazý durumlarda sadaka vermekten de sevaptýr. Cenâb-ý Hakk þöyle buyurur:

 

اِنْ تُقْرِضُوا اللّهَ قَرْضًا حَسَنًا يُضَاعِفْهُ لَكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ وَاللّهُ شَكُورٌ حَليمٌ

 

“Eðer Allah'a (rýzasý uðruna) ödünç verirseniz, Allah onu sizin için kat kat arttýrýr ve sizi baðýþlar. Allah çok mükâfat verendir, ceza vermekte acele etmeyendir.”[983]

 

Peygamber Efendimiz (as) de bir sadakaya on misli sevap verileceðini, borç vermeye ise onsekiz misli sevap verileceðini bildirmiþtir.[984]

 

Bir kimse borç verdiði para vs.'nin bir kýsmýný veya tamamýný baðýþlayabilir. Borçlusu güç durumda ise ona kolaylýk gösterilmesine, hatta mümkün ise alacaðýný baðýþlamasýný teþvik etmiþtir.

 

Kur'an-ý Kerîm'de:

 

وَاِنْ كَانَ ذُو عُسْرَةٍ فَنَظِرَةٌ اِلى مَيْسَرَةٍ وَاَنْ تَصَدَّقُوا خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ

 

“Eðer (borçlu) darlýk içinde ise, eli geniþleyinceye kadar ona mühlet vermek (gerekir). Eðer (gerçekleri) anlarsanýz bunu sadakaya (veya zekâta) saymak sizin için daha hayýrlýdýr”[985] buyrulur.

 

Yani þayet borçlulardan herhangi bir kimse zor durumda kalmýþ ise "darda ise, eli geniþleyinceye kadar mühlet veriniz." Böyle bir durumda verilecek olan hüküm, onun borcunu rahatlýkla ödeyebileceði zamana kadar imkân tanýmaktýr.

 

"Eðer bilirseniz sadaka olarak baðýþlamanýz sizin için daha hayýrlýdýr." Borçlunuz olan kimse borcunu ödeyemeyecek kadar zor durumda olursa ona mallarýnýzý veya bir kýsmýný sadaka olarak baðýþlamanýz kýyamet gününde sizin için daha hayýrlýdýr. Burada "eðer bilirseniz" þartýnýn getirilmesi teorik olarak bilmeden kasýt, beraberinde amelin de söz konusu olduðu bir bilgidir. Buna göre takdirî mana þöyle olur: "Þayet sizler bunun Allah katýnda olduðunu bilerek gereðince amel edecek olursanýz, ona sadaka olarak baðýþlamanýz için daha hayýrlýdýr."

 

 -و عن أبي هريرة رضي اللّهُ عنه قال: ]كَانَ رَسُولُ اللّه صَلَّي اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يُؤْتَى بالرَّجُلِ المُتَوفِّى وَ عَلَيْهِ الدَّيْنُ فَيَسْأَلُ : هَلْ تَرَكَ لِدَيْنه قَضَاءَ، فَإِنْ حُدِّثَ أنَّهُ تَرَكَ وفَاءً صَلَّى، وَإّقَالَ: صَلُّوا عَلَى صَاحِبِكُمْ، فَلَمَّا فَتَحَ اللّهُ عَلَى رَسُولهِ صَلَّي اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كَانَ يُصَلِّي وََ يَسْأَلُ، وَكَانَ يُقَالُ: أَنَا أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنْفُسِهِمْ، فَمَنْ تَرَكَ دَيْناً، أَوْ كًَّ، أَوْ ضَيَاعًا فَإِلَيَّ وَعلَيَّ، وَمَنْ تَرَكَ مَا ً فَلِوَرَثَتِهِ.

 

- Hz. Ebû Hüreyre (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a üzerinde borç olan bir ölü getirildiði zaman:"Borcunu ödeyecek bir mal býraktý mý?" diye sorardý. Eðer yeterli mal býraktýðý söylenirse namazýný kýlardý. Aksi taktirde:"Arkadaþýnýzýn namazýný kýlýn!" derdi. Ancak Allahu Teâla Hazretleri, Resûlüne fetihler müyesser ettiði zaman (her getirilenin) namazýný kýldý ve (borcu var mý? Diye) sormadý. Þöyle derdi:"Ben mü'minlere nefislerinde evlâyým. Öyleyse, kim borç veya aðýr bir yük veya horanta býrakýrsa o banadýr, benim üzerimedir. Kim de mal býrakýrsa o da kendi vârislerinedir."[986]

 

ـ عن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]ذَكَرَ رَسُولُ اللّهِ # رَجًُ مِنْ بَنِي إسْرَائيل سَألَ بَعْضَ بَنِي إسْرَائيلَ أنْ يُسْلِفَهُ ألْفَ دِينَارٍ. فقَالَ: اِئْتِنِي بِالشُّهَدَاءِ أُشْهِدُهُمْ. قَال: كَفَى بِاللّهِ شَهِيداً. قَالَ: فأتِنِي بِالْكَفِيلِ. قَالَ: كَفَى بِاللّهِ كَفِيً. قَالَ: صَدَقْتَ. فَدَفَعَهَا إلَيْهِ الى أجَلٍ مُسَمّى، فَخَرَجَ في الْبَحْرِ، فقَضَى حَاجَتَهُ. ثُمَّ الْتَمَسَ مَرْكَباً يَقْدَمُ عَلَيْهِ في ا‘جَلِ الّذِي أجَّلَهُ فَلَمْ يَجِدْ. فَاتَّخَذَ خَشَبَةً فَنَقَرَهَا، فَأدْخَلَ فيهَا ألْفَ دِينَارٍ وَصَحِيفَةً مِنْهُ الى صَاحِبِهِ. ثُمَّ زَجَّجَ مَوْضِعَهَا. ثُمَّ أتَى بِهَا البَحْرَ. ثُمَّ قَالَ: اللّهُمَّ إنَّكَ تَعْلَمُ أنِّي تَسَلَّفْتُ مِنْ فَُنٍ ألْفَ دِينَارٍ فَسَألَنِي شَهِيداً. فَقُلْتُ: كَفى بِاللّهِ شَهِيداً فَرَضِيَ بِكَ شَهِيداً. وَسَألَنِي كَفِيً. فَقُلْتُ: كَفَى بِاللّهِ كَفِيً،فرَضِيَ بِكَ كَفِيً. وَإنّي جَهَدْتُ أنْ أجِدَ مَرْكَباً فَلَمْ أجِدْ، وإنِّي أسْتَوْدِعُكُهَا فَرَمى بِهَا في الْبَحْرِ حَتّى وَلِجَتْ فيهِ. ثُمَّ انْصَرَفَ وَهُوَ في ذلِكَ يَلْتَمسُ مَرْكَباً يَخْرُجُ الى بَلَدِهِ فَخَرَجَ الرَّجُلُ الَّذِى كَانَ أسْلَفَهُ يَنْظُرُ لَعَلَّ مَرْكَباً قَدْ جَاءَ بِمَالِهِ. فإذَا بِالْخَشَبَةِ الّتِي فيهَا الْمَالُ، فأخَذَهَا ‘هْلِهِ حَطَباً. فَلَمّا نَشَرَهَا وَجَدَ الْمَالَ وَالصَّحِيفَةَ. ثُمَّ قَدَمَ الَّذِي كَانَ أسْلَفَهُ. فأتَى بِألْفِ دِينَارٍ. وَقَالَ: مَازِلْتُ جَاهِداً في طَلَبِ مَرْكَبٍ تِيَكَ بِمَالِكَ، فَمَا وَجَدْتُ مَرْكباً قَبْلَ الّذِي أتَيْتُ فيهِ. قَالَ: هَلْ كُنْتَ بَعَثْتَ إليّ بِشَىْءٍ؟ قَالَ: أُخْبِرُكَ أنِّي لَمْ أجِدْ مَرْكَباً قَبْلَ الّذِي جِئْتُ فيهِ. قَالَ: فإنَّ اللّهَ تَعالى قَدْ أدّى عَنْكَ الّذِي بَعَثْتَ في الْخَشَبَةِ، فانْصَرِفْ بِا‘لْفِ دِينَارٍ رَاشِداً.

 

- Hz. Ebu Hureyre (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Benî Ýsrail'den bin dinar borç para isteyen bir kimseden bahsetti. Benî Ýsrail'den borç talep ettiði kimse: "Bana þahidlerini getir, onlarýn huzurunda vereyim, þahid olsunlar!" dedi. Ýsteyen ise: "Þahid olarak Allah yeter!" dedi. Öbürü: "Öyleyse buna kefil getir" dedi. Berikisi "Kefil olarak Allah yeter" dedi. Öbürü:"Doðru söyledin!" dedi ve belli bir vade ile parayý ona verdi. Adam deniz yolculuðuna çýktý ve ihtiyacýný gördü. Sonra borcunu vadesi içinde ödemek maksadýyla geri dönmek üzere bir gemi aradý, ama bulamadý. Bunun üzerine bir odun parçasý alýp içini oydu. Bin dinarý sahibine hitabeden bir mektupla birlikte oyuða yerleþtirdi. Sonra oyuðun aðzýný kapayýp düzledi. Sonra da denize getirip:"Ey Allahým, biliyorsun ki, ben falandan bin dinar borç almýþtým. Benden þahid istediðinde ben: "Þahid olarak Allah yeter!" demiþtim. O  da þahid olarak sana razý oldu. Benden kefil isteyince de: "Kefil olarak Allah yeter!" demiþtim. O da kefil olarak sana razý olmuþtu. Ben ise þimdi, bir gemi bulmak için gayret ettim, ama bulamadým. Þimdi onu sana emanet ediyorum!" dedi ve odun parçasýný denize attý  ve odun denize gömüldü. Sonra oradan ayrýlýp, kendini memleketine götürecek bir gemi aramaya baþladý. Borç veren kimse de, parasýný getirecek gemiyi  beklemeye baþladý. Gemi yoktu ama, içinde parasý bulunan odun parçasýný buldu. Onu ailesine odun yapmak üzere aldý. (Testere ile) parçalayýnca parayý ve mektubu buldu.Bir müddet sonra borç alan kimse geldi. Bin dinarla adama uðradý ve: "Malýný getirmek için aralýksýz gemi aradým. Ancak beni getirenden daha önce gelen bir gemi bulamadým" dedi. Alacaklý: "Sen bana bir þeyler göndermiþ miydin?" diye sordu. Öbürü: "Ben sana, daha önce bir gemi bulamadýðýmý söyledim" dedi. Alacaklý:"Allah Teala hazretleri, senin odun parçasý içerisinde gönderdiðin parayý sana bedel ödedi. Bin dinarýna kavuþmuþ olarak dön" dedi."[987]

 

ـ وعن عبيد بن أبى صالح قال: ]بِعْتُ بُرّاً منْ أهْلِ دَارِ نَخْلَةَ إلى أجَلٍ فأردتُ الْخُروجَ إلى الكوفةِ فعَرَضُوا عليَّ أنْ أضَعَ لَهُمْ ويَنْقُدُونِى فسألتُ زيدَ بنَ ثَابتٍ فقال:  آمرُكَ أنْ تَفْعَلَهُ، وََ أنْ تَأكُلَ هَذَا وَتُوَكِّلَهُ[. هذه اثار الثثة أخرجها مالك .

 

- Ubeyd Ýbnu Ebî Sâlih anlatýyor: "Ben, bilâhere ödenmek üzere Dar-ý Nahle ehline bez sattým. Bir müddet sonra Kûfe'ye gitmek istedim. Borçlular bana gelerek fiyattan biraz inmem hâlinde peþin ödeyeceklerini söylediler. Bunu Zeyd Ýbnu Sâbit'e sordum. Bana: "Hayýr, bu iþi yapmana cevaz veremem, bunu (ribâyý) ne senin yemeni, ne de (satýn alanlara) yedirmeni emredemem"dedi.[988]

 

ـ وعن أم يونس قالت: ]جَاءَتْ أمُّ وَلَدِ زَيدِ بنِ أرْقَمَ رضِىَ اللّهُ عنه إلى عائشةَ رضِىَ اللّهُ عنها فقالت: بِعْتُ جَارِيةً منْ زيدٍ بثمانمائةِ دِرْهمٍ إلى العَطَاءِ تم اشْتَرَيْتُهَا منهُ قَبْلَ حُلُولِ ا‘جَل بِستِّمائَةِ دِرْهَمٍ، وكنتُ شرَطْتُ عليه أنَّكَ إنْ بِعْتَهَا فأنَا أشْتَريِها مِنْكَ فقالتْ عائشةً رضى اللّه عنها: بِئْسَمَا شَريْتِ وَبِئْسَمَا اشْتَرَيْتِ: أبْلِغِى زيدَ بنَ أرْقَمَ أنّه قَدْ أبْطَلَ جِهَادَهُ مَعَ رسولِ اللّهِ # إنْ لَمْ يَتُبْ مِنْهُ. قالتْ فمَا  يَصْنَعُ؟ فَقَالَتْ عائشةُ رضى اللّه عنها فَمَنْ جَاءَهُ مَوْعِظَةٌ مِنْ رَبِّهِ فانْتَهَى فلهُ مَا سَلَفَ وأمْرهُ إلى اللّهِ اية فلم يُنْكِرْ أحَدٌ على عائشةَ رضى اللّه عنها، والصّحَابَةُ رضى اللّه عنهم مُتَوَافِرُونَ .

 

Ümmü Yunus (radýyallahu anh) anlatýyor: "Zeyd Ýbnu Erkam (radýyallahu anh)'ýn Ümmü Veled'i (çocuk doðurmuþ cariyesi), Hz. Aiþe (radýyallahu anhâ)'ye uðradý ve dedi ki: "Zeyd'in bir cariyesini el-Atâ'ya sekiz yüz dirheme sattým. Sonra ayný cariyeyi ondan, ödeme zamaný dolmazdan önce altý yüz dirheme satýn aldým. Ayrýca ben kendisine, bunu satacak olursan senden ben satýn alacaðým diye þart koþmuþtum." Hz. Aiþe (radýyallahu anhâ): "Þart koþman da uygunsuz, satýn alman da uygunsuz olmuþ. Zeyd Ýbnu Erkam'a söyle ki, bu iþ sebebiyle tevbe etmezse, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la birlikte yaptýðý cihadý iptal etmiþtir" dedi.Kadýn: "Zeyd ne yaptý ki (böyle hükmediyorsun?)" diye sorunca Hz. Aiþe cevap olarak þu âyeti okudu: "Kime Rabb'inden bir öðüt gelir de fâizcilikten geri durursa, geçmiþi kendisinedir, onun iþi Allah'a aittir..." Ashab'tan pek çoðu hayatta olduðu hâlde, kimse bu hükümden dolayý Hz. Aiþe'yi reddetmedi." [989]

 

ـ وعن زيد بن أسلمَ قال: ]كانَ الرِّبَا الَّذِى أذِنَ اللّهُ فيهِ بالحَرْبِ لِمَنْ لَمْ يتْرُكْهُ عندَ الجاهليةِ على وَجْهَيْنِ: كَانَ يكونُ لِلرَّجُل على رَجُلٍ حقٌّ إلى أجَلٍ فإذا حلَّ ا‘جَلُ قال صاحِبَ الحَقِّ: أتَقْضِى أمْ تُرْبى؟ فإنْ قَضَاهُ أخَذَ منه، وإَّ طَواهُ إن كانَ مِمَّا يُكَالُ أو يُوزَنُ أو يُذْرَعُ أو يُعَدُّ، وإنْ كَانَ سِنَّا رَفَعَهُ إل الذى فَوْقَهُ وَأخَّرَهُ عنه إلى أجلٍ أبْعَدَ منْهُ. فلمَّا جَاءَ ا“سْمُ أنْزَلَ اللّهُ تعالى: يَا أيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللّهَ وَذَرُوا مَا بَقِىَ منَ الرِّبَا إنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ ـ إلى ـ وإنْ تُبْتُمْ فَلَكُمْ رُؤسُ أْوَالِكُمْ إلى آخرها.

 

- Zeyd Ýbnu Eslem anlatýyor: "Cenab-ý Hakk'ýn terketmeyenler için harb etmeye izin verdiði ribâ, câhiliye devrinde iki þekilde cereyan ederdi:

1- Bir kimsenin diðer bir kimsede, vâdeli bir alacaðý bulunurdu. Vâde dolunca alacaklý: "Ödeyecek misin yoksa fâizlesin mi?" derdi. Borçlu öderse öbürü alýrdý. Ödemezse, ölçeklenen, tartýlan, ekilen veya sayýlan çeþitten ise alacak katlanýrdý.

2- Yaþla ölçülen bir mal ise, daha üst mertebeye kaydýrýlýr, vâde de uzatýlýrdý. Ýslâm gelince Cenab-ý Hakk þu âyeti indirdi: "Ey iman edenler! Allah'tan sakýnýn, inanmýþsanýz fâizden arta kalan hesaptan vazgeçin. Böyle yapmazsanýz, bunun Allah'a ve Peygamberine karþý açýlmýþ bir savaþ olduðunu bilin. Eðer tevbe ederseniz sermayeniz sizindir. Böylece haksýzlýk etmemiþ ve haksýzlýða uðramamýþ olursunuz."[990]

 

Borçlunun alacaklýdan biraz indirim yapmasýný istemesi caizdir. Mâlikîlerden bazýlarý bunu mekruh görmüþlerdir; zira bunda bir minnete katlanma vardýr.

 

Kurtubî: "Ýhtimal kerahati mutlak söyleyenlerin maksatlarý bunun hilâf-ý evlâ olduðunu anlatmaktýr" demiþtir.

 

Aynî, Ýmam A'zam'ýn görüþünün de böyle olmasý gerektiðini söylemiþtir. Nevevî indirim istemekte beis olmadýðýný söyledikten sonra: "Lâkin zarûret yokken ýsrar derecesine, nefsi tahkîre veya ezâya vardýrmamak þarttýr" diyor.

 

ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قالَ رسولُ اللّهِ #: مَنْ أخَذَ أمْوَالَ النَّاسِ يُرِيدُ آدَاءَهَا أدَّى اللّهُ عَنْهُ، وَمَنْ أخَذَهَا يُرِيدُ إتَْفَهَا أتْلَفَهُ اللّهُ تَعالى.

 

- Ebû Hüreyre (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim, ödemek arzusu ile insanlarýn malýný alýr ise, Allah (onun borcunu) ona bedel edâ eder. Kim de telef etmek niyetiyle halkýn malýný alýrsa Allah onu telef eder."[991]

 

ـ عن أبى موسى رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قالَ رسولُ اللّهِ #: إنَّ مِنْ أعْظَمِ الذُّنُوبِ عِنْدَ اللّهِ تعالى أنْ يَلْقَاهُ بِهِ عَبْدٌ بَعْدَ الْكَبَائِرِ الَّتِى نَهى اللّهُ عَنْهُا، أنْ يَمُوتَ رَجُلٌ، وَعَلَيْهِ دَيْنٌ َ يَدَعُ لَهُ قَضَاءَ[. أخرجه أبو داود .

 

- Ebû Mûsa (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Allahu Teâla nazarýnda, bir kulun Allah tarafýndan yasaklanan kebîrelerden sonra, beraberinde getirebileceði en büyük günahlardan biri, kiþinin ödenecek karþýlýk býrakmadan üzerinde borç olduðu halde ölmesidir."[992]

 

ـ وعن عمران بن حذيفة قال: ]كانَتْ مَيْمُونَةُ رَضِيَ اللّهُ عَنْها تَدَّانَ وَتُكْثِرُ فقَالَ لَهَا أهْلُهَا في ذلِكَ وََمُوهَا، فقَالَتْ: َ أتْرُكُ الدَّيْنَ، وَقَدْ سَمِعْتُ خَلِيلِى وَصَفِىِّ # يَقُولُ: مَا مِنْ أحَدٍ يَدَّانُ دَيْناً فَيَعْلَمُ اللّهُ تَعَالى أنَّهُ يُرِيدُ قَضَاءَهُ إَّ أدَّاهُ اللّهُ تَعالى عَنْهُ في الدُّنْيَا.

 

- Ýmrân Ýbnu Huzeyfe (rahimehullah) anlatýyor: "Meymûne (radýyallâhu anha) fazlaca borca giriyordu. Ailesi bu meselede müdâhale edip ayýpladýlar. Þu cevabý verdi: "Borcu býrakmayacaðým. Ben dostum ve can yoldaþým aleyhissalâtu vesselâm'ý þöyle söylerken dinledim: "Bir borçla borçlanan bir kimsenin ödeme niyetinde olduðunu Allah bilince, onun borcunu Allah mutlaka dünyada iken öder."[993]

 

ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قالَ رسولُ اللّه # مَطْلُ الْغَنِىِّ ظُلَمٌ؛ وَإذَا أُتْبِعَ أحَدُكمْ عَلى مَلِىٍّ فَلْيَتْبَعْ.

 

- Hz. Ebû Hüreyre (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Borcunu ödeyebilecek durumda olan zengin kimsenin ödemeyi geçiktirmesi zulümdür. Biriniz bir zengine havâle olunursa (havâleyi kabûl etsin.)"[994]

 

ـ وعن الشرّيد رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسُولُ اللّه #: لَىُّ الْوَاجِدِ يحِلُّ عِرْضَهُ وَعُقُوبَتَهُ، قالَ ابنُ الْمُبَارَكِ: يُغْلَظُ له وَيُحْبَسُ.

 

- eþ-Þerrîd (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Zenginin borcunu savsaklamasý, haysiyetinin ihlal edilmesini ve cezalandýrýlmasýný helâl kýlar."Ýbnu'l-Mübârek der ki: "Irzýný helâl kýlar", kendisine kaba davranýlýr demektir. "Cezalandýrýlmasý" da, hapsedilmesidir."[995]

 

ـ وعن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]سَمِعَ رسول اللّهِ # صوتَ خُصُومٍ بِالْبَابِ عَالِيَةً أصْوَاتُهُمْ وَإذَا أحَدُهُما يَسْتَوْضِعُ اخَرَ وَيَسْتَرْفِقُهُ في شَئٍ وَهُوَ يَقُولُ: وَاللّهِ  أفْعلُ. فَخَرَجَ عَلَيْهِمَا رسولُ اللّهِ # فقَالَ: أيُّكُمُ المُتَأَلّى عَلَى اللّهِ أنْ َ يَفْعَلَ المَعْرُوفَ؟ فقَالَ: أنَا يَا رَسُولَ اللّهِ. فَلَهُ أىُّ ذلِكَ أحَبُّ.

 

- Hz. Âiþe (radýyallâhu anhâ) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kapýda yüksek sesle münâkaþa edenlerin görültülerini iþitti. Bunlardan biri, diðerinden borç indirmesini taleb ediyor, bir hususta da merhametli olmasýný istiyor. Öbürü de:"Vallahi yapmam!" diyordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yanlarýna gitti ve:"Hanginiz, hayýr yapmamak üzere Allah adýna yemin etti?" dedi. Birisi:"Benim ey Allah'ýn Resûlü! (Borç indirimi ile, merhametli davranmadan) hangisini dilerse onun olsun (teklifini kâbul ettim)" dedi."[996]

 

Burada matl (geciktirme): bir kimsenin borcunu vermeyi geciktirmesi, alacaklýyý oyalamasý, savsaklamasý karþýlýðýnda kullanýlmýþtýr. Kurtûbi bu kelimenin, "ödemesi gereken borcu, imkâný varken ödememek" manasýna olduðunu söyler. Hadis-i þerif'te, önce borcunu ödeme imkânýna sahip olduðu halde, borcu ödemeyip geciktirmenin zulüm olduðu belirtilmektedir. Bazý âlimler ise bu cümlenin "zengine olan borcu geciktirmek zulümdür" manasýna geldiðini söylerler. Bu durumda hadisi "Zengine olan borcu ödemeyip geciktirmek zulüm olduðuna göre, fakire olaný geciktirmek öncelikle zulümdür" þeklinde anlamak gerekir. Ancak, yukarýda da iþaret edildiði gibi, âlimlerin büyük çoðunluðu önceki manayý benimsemiþ ve hadis "Zenginin borcunu geciktirmesi zulümdür" þeklinde anlamýþlardýr.

 

ـ وعن أبى هريرة رَضِى اللّهُ عَنْهُ قال: ]كَانَ لِرَجُلٍ عَلَى رَسُول # سنٌّ مِنَ ا“بِلِ فَجَاءَهُ يَتَقَاضَاهُ، وَإنَّهُ أغْلَظَ لَهُ في القَوْلِ حَتَّى هَمَّ بِهِ بَعْضُ الْقَوْمِ. فقَالَ: دَعُوهُ فإنَّ لِصَاحِبِ الحَقِّ مَقَاً. ثُمَّ قَالَ أعْطوهُ فَطَلَبُوا سِنَّهُ فلَمْ يَجِدُوا إّ سِنّاً فَوْقَهَا. فقَالَ: أعْطُوهُ. فقَالَ أوْفَيْتَنِى أوْفَاكَ اللّهُ تَعالى! فَقَالَ #: إنَّ خَيْرَكُمْ أحْسَنُكُمْ قَضَاءً.

 

- Hz. Ebû Hüreyre (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'da bir adamýn (parasý ödenmemiþ) bir devesi vardý. Borcunu istemeye geldi. Bu sýrada kaba sözler sarfetti, hatta Ashab'tan bâzýlarý haddini bildirmek istedi. Ancak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buna meydan vermeyip:

"Býrakýn onu! Hak sâhibinin konuþma hakký vardýr" buyurdu, sonra da:"Devesini verin!" diye emretti, (ilgililer) devesini aradýlarsa da bulamadýlar. Fakat onunkinden daha deðerli bir deve buldular. Aleyhissalâtu vesselâm Efendimiz:"Bunu verin" dedi. Adam: "Bana borcunu tam ödedin, Allah da sana ödesin" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:"En hayýrlýnýz, borcunu en iyi ödeyendir!" buyurdu."[997]

 

Nevevî ise "Zekât mallarýný baþkasýna teberru olarak vermek caiz olmadýðýna göre, nasýl olmuþ da Hz. Peygamber aldýðý borcu, zekât develerinden fazlasýyla ödemiþtir" þeklindeki muhtemel bir itiraza cevap verirken þöyle der: Hz. Peygamber (a.s), genç deveyi kendisi için ödünç almýþtý; sonra zekât develerinden birisini satýn aldý ve borcunu ödedi. Ebû Hureyre'nin rivayetindeki, "Onun için bir deve satýn alýp alacaklýya verdiler" þeklindeki ifade de buna delâlet eder."

 

Görüldüðü gibi Nevevî, Hz. Peygamber'in genç deveyi kendisi için satýn aldýðý görüþündedir. Hz. Peygamber'in deveyi kendisi için borç alýp bunu ihtiyaç sahiplerine vermiþ olmasý da mümkündür. Hadîs'in zâhiri, hayvaný borç alýp vermenin caiz olduðuna delâlet etmektedir. Evzai, Leys, Ýmam Malik, Ýmam Þafii ve Ahmed b. Hanbel bu görüþtedirler.Hanefilere göre, yukarýda ifade edildiði gibi sadece para ve mislî olan mallar borç verilebilir.

 

Mislî mal; piyasada benzeri bulunan, telef edildiðinde deðeri deðil, misli ile tazmin olunan mallardýr. Bunlar, mekil (ölçekle alýnýp satýlan mallar) mevzûn (tartý ile alýnýp satýlan mallar) ve ceviz, yumurta gibi büyüklükleri biribirlerine çok yakýn olan aded-i mütekarib mallardýr.

 

Hanefiler bu sayýlanlarýn dýþýndaki mallarda borç alýp vermeyi kabul etmezler. Çünkü bu adaletli bir ödemeye imkân vermez. Hayvan da, borç olarak verilmesi caiz olmayan mallardandýr.Nevevî bu hadislerin Hanefiler aleyhine delil olduðunu, delil olmadan nesh davasýnýn kabul edilemeyeceðini söyler. Hanefi âlimleri Hz. Peygamber'in hayvan ödünç aldýðýna delâlet eden hadislerin mensuh olduðunu ve nesh davasýnýn delilsiz olmadýðýný söylerler. Tahavî, Meâni'l-Âsâr adýndaki eserinde, hayvaný borç vermenin caiz olmadýðýna iþaret eden bazý hadisler rivayet eder.

 

-Ýbn Abbas (r.a.) þöyle der: "Hz. Peygamber (as) veresiye olarak hayvan mukabilinde satmayý nehyetti.”[998]

 

-Câbir (r.a.) þöyle demiþtir: "Rasûlullah (as) -peþin olarak iki hayvaný bir hayvan karþýlýðýnda satmakta bir beis görmez, fakat veresiye olarak satýþým kerih görürdü.”[999]

 

Tahavî; bu hadislerin hayvaný hayvan mukabilinde veresiye olarak satmayý caiz gören hadisleri neshettiðini: hayvaný ödünç almanýn da ayný hükümde olduðunu söyler. Tahavî daha sonra, karþý görüþ sahipleri tarafýndan ileri sürülen bazý itirazlara iþaret ederek, bunlarý cevaplandýrýr.

 

Hadis-i Þerif'in delâlet ettiði diðer bir anlam da þudur:

Borç alan kiþi, borcunu aldýðýndan daha üstün bir þekilde ödeyebilir. Çünkü Hz. Peygamber borç olarak genç bir deve almýþ ve bunu yedi yaþýna girmiþ iyi bir deve ile ödemiþtir. "Bekr" denilen genç deve, yedi yaþýna giren deveye nisbetle daha az deðerlidir. Üstelik bu iyi bir davranýþtýr, müstehaptýr. Üstünlük borcun miktarý yönünden olabileceði gibi; kalitesi yönünden de olabilir. Meselâ bin TL. borç alan bir kimse, borcunu binyüz TL. olarak verebilir.

 

Yine ikinci kalite buðday borç alan, borcunu öderken birinci kaliteden ödeyebilir. Ancak bunun borç verme esnasýnda þart koþulmamýþ olmasý gerekir. Ama borç alýnýrken borcu daha fazlasýyla veya daha iyisiyle ödeme, ya da borçlunun alacaklýya fayda temin edecek baþka bir þeyi yapmasý þart koþulursa bu caiz deðildir; faizdir. Peygamber Efendimiz bir hadisinde "Menfaat saðlayan her türlü borç faizdir" buyurmuþtur.[1000]

 

Ýmam Malik'e göre þart koþulmamýþ bile olsa, borcu miktar olarak fazlasýyla ödemek caiz deðildir. Hadisteki "insanlarýn en hayýrlýsý, borcunu en iyi þekilde ödeyendir" cümlesi Ýmam Malik'e karþý delil olarak ileri sürmüþtür.

 

Borcun Yazýlmasý

 

Kur'an'daki her hüküm ayetindeki açýklýk gibi borçlanma konusunda da öylesine pratik bir hüküm ortaya konmuþtur ki, bu hükme uyanlar hiç bir zaman öteki hükümleri kabul edenler gibi periþan olmazlar. Çünkü Kur'an, müminler için rahmet ve þifadýr. Onun þifa oluþu ona teslim olanlar tarafýndan görülmüþ ve yaþanmaktadýr. Hakikatte onu kabul eden ve fakat hükmüne teslim olmayan için Kur'an, ne rahmet, ne de þifadýr.

 

Bugün alýþveriþlerini Kur'an'a göre yapmayanlar, ekonomik bir takým prensiplerden medet ummaktadýrlar. Oysa Allah Teâlâ'nýn emri dikkate alýnmýþ olsa ve bu emirle yaþanmýþ olunsa bütün iç ve dýþ borçlanmalar kendiliðinden ve Allah'ýn yardýmýyla bir rahmet olarak karþýmýza çýkar.

 

Kur'an'da toplum içinde yerleþtirilmek istenen prensip, malýn yok olmamasý ve muayyen bir zaman için alýnan borçlar hususunda borcun miktarýnýn yazýlmasýdýr. Bunu yazmak isteðe baðlý olarak deðil, ayet-i kerîme ile farz kýlýnmýþ bir husustur. Ayet de hiç bir yoruma tabi tutulmayacak kadar açýktýr.

 

يَااَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اِذَا تَدَايَنْتُمْ بِدَيْنٍ اِلى اَجَلٍ مُسَمًّى فَاكْتُبُوهُ وَلْيَكْتُبْ بَيْنَكُمْ كَاتِبٌ بِالْعَدْلِ وَلَا يَاْبَ كَاتِبٌ اَنْ يَكْتُبَ كَمَا عَلَّمَهُ اللّهُ فَلْيَكْتُبْ وَلْيُمْلِلِ الَّذى عَلَيْهِ الْحَقُّ وَلْيَتَّقِ اللّهَ رَبَّهُ وَلَا يَبْخَسْ مِنْهُ شَيًْا فَاِنْ كَانَ الَّذى عَلَيْهِ الْحَقُّ سَفيهًا اَوْ ضَعيفًا اَوْ لَا يَسْتَطيعُ اَنْ يُمِلَّ هُوَ فَلْيُمْلِلْ وَلِيُّهُ بِالْعَدْلِ وَاسْتَشْهِدُوا شَهيدَيْنِ مِنْ رِجَالِكُمْ فَاِنْ لَمْ يَكُونَا رَجُلَيْنِ فَرَجُلٌ وَامْرَاَتَانِ مِمَّنْ تَرْضَوْنَ مِنَ الشُّهَدَاءِ اَنْ تَضِلَّ اِحْد يهُمَا فَتُذَكِّرَ اِحْد يهُمَا الْاُخْرى وَلَا يَاْبَ الشُّهَدَاءُ اِذَا مَا دُعُوا وَلَا تَسَْمُوا اَنْ تَكْتُبُوهُ صَغيرًا اَوْ كَبيرًا اِلى اَجَلِه ذلِكُمْ اَقْسَطُ عِنْدَ اللّهِ وَاَقْوَمُ لِلشَّهَادَةِ وَاَدْنى اَلَّا تَرْتَابُوا اِلَّا اَنْ تَكُونَ تِجَارَةً حَاضِرَةً تُديرُونَهَا بَيْنَكُمْ

 

"Ey iman edenler, muayyen bir zaman vaadiyle borçlandýðýnýzda onu yazýn. Aranýzda bir kâtip de doðrulukla yazsýn. Yazan Allah'ýn kendisine öðrettiði gibi yazmaktan çekinmesin. Yazsýn. Hak kendi üzerinde olan da yazdýrsýn. Þayet, borçlu, sefih, küçük ve kendisi yazdýramýyacak durumda ise, velisi dosdoðru yazdýrsýn. Erkeklerden iki de þahit yapýn. Eðer iki erkek bulunmazsa Þahitlerden razý olacaðýnýz bir erkek, biri unuttuðunda diðeri ona hatýrlatacak iki kadýn olabilir. Þahitler çaðýrýldýklarýnda çekinmesinler. Borç, küçük veya büyük olsun onu müddeti ile beraber yazmaktan üþenmeyin. Bu Allah yanýnda adalete daha uygun, þahitlik için daha saðlam, þüpheye düþmemenize de daha yakýndýr... "[1001]

 

Süfyan es-Sevrî... "Ey iman edenler, muayyen bir vade ile borçlandýðýnýz zaman onu yazýn" ayet-i kerîmesi hakkýnda Ýbn Abbâs'tan þu sözü nakleder: "Bu ayet-i kerîme belli bir vade ile yapýlan selef (vâdeli satýþ) hakkýnda nazil olmuþtur."

 

Katâde Ýbn Abbâs'tan rivayet ediyor ki, O: "Ben þehadet ederim ki belli bir vade taþýyan selef (vâdeli satýþ)'ý Allah Teâlâ helâl kýlmýþ ve buna izin vermiþtir" deyip, sonra da: "Ey iman edenler, muayyen bir vade ile borçlandýðýnýz zaman, onu yazýn" ayet-i kerîmesini okumuþtur.

 

¢4좠‰  â¡† Ó  4b Ó b à¢è¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa  ó¡™ ‰ §b £j Ç ¡å¤2a ¡å Ç g

¢b £äÛa  ë  ò äí©† à¤Ûa  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü • ¡é¨£ÜÛa

 Ñ Ü¤ ªa ¤å ß  4b Ô Ï  å¤î ßb È¤Ûa ë  âb È¤Ûa ¡Š à £rÛa ó¡Ï  æì¢1¡Ü¤Ž¢í

 ë §âì¢Ü¤È ß §æ¤‹ ë  ë §âì¢Ü¤È ß §3¤î × ó©Ï ¤Ñ¡Ü¤Ž¢î¤Ü Ï §Š¤à m ó©Ï

P§âì¢Ü¤È ß §3 u ªa ó¨Û¡«a ¢é¤ä Ç §ò ía ë¡‰ ó©Ï

 

Ýbn-i Abbâs radiya'llâhu anhumâ'dan þöyle dediði rivâyet edilmiþtir:

 Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem Medîne'ye kudûmunda nâs selem sûretiyle bir, iki (, üç) sene va'deli hurma alýrlar, satarlardý. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem: Her kim hurma (gibi bir þey almak satmak) da Selem tarîkýyle bey' ederse (mikdârý) keyli veya vezni ma'lûm olarak -yine Ýbn-i Abbâs'tan bir rivâyette- muayyen bir va'deye (deðin) akdetsin buyurdu”.[1002]

 

Ýbn Cüreyc der ki: Kim borçlanýrsa yazsýn, kim alýþ-veriþ yaparsa þahit tutsun.

 

Ýslâm'ýn insanlýða getirdiði güzel mesajlardan biri müsamaha ve sevimliliktir. Ýslâm, tamahkârlýk, bencillik, egoistlik ve cimrilik sahrasýnda, insanoðlunun sýðýnabileceði yegane gölgeliktir. Bu din hem borçlanan, hem de borç veren için ve gölgesine sýðýnan bütün topluluklar için bir rahmet ve þefkat kucaðýdýr.

 

Çaðdaþ cahiliyyenin bencil duygularýyla yetiþmiþ olan kimselere bu kelimeler bir mana ifade etmez. Bilhassa faizle beslenmiþ kapitalistlerin dünyasýnda bu güzel duygularýn hiç yeri yoktur.

 

 

 

e) Faiz

 

 

Faiz, kelime olarak, "çoðalýp akmak, dolup taþmak" mânasýna gelen feyz kökünden, "çoðalýp akan, dolup taþan" anlamýnda bir sýfattýr.

 

Kelime, Türkçe’de, "Borç karþýlýðýnda belli zaman sonunda alýnan belirli bir meblað veya borcun belirli sürede getirdiði kazanç" mânasýnda isim olarak kullanýlmaktadýr. Türkçe’de bu mânada kullanýlan faiz kelimesinin son harfi dad'dýr.

 

Arapça’da bir de son harfi ze olan faiz kelimesi vardýr. Bu kelime ise,  "elde etmek, kurtulmak, dileðine ermek, baþarmak" mânasýna gelen feyz kökünden gelen bir sýfattýr. "Kurtulan, istediðini elde eden, baþaran" mânasýna gelmektedir.

 

Kur'ân-ý Kerîm'de, "Borç verilen þey'i belli bir ilâve ile geri alma" mânasýna olan ve feyz kökünden türeyen fâiz   kelimesi yoktur. Bu kelimenin yerine, Kur'an'da ribâ  kelimesi kullanýlmýþtýr. Fevz kökünden gelen fâiz kelimesi ise Kur'an'da zikredilmektedir. Bu iki faiz kelimesinin zaman zaman birbirine karýþtýrýldýðý görülmektedir.

 

Nitekim Ýzmir'de yapýlan Türkiye 2. Ýktisat Kongresinde Türkiye Ziraat Odalarý Birliði adýna sunulan bir tebliðde, böyle büyük bir yanlýþlýða düþülmüþ; faiz kelimesine Kur'an'da övgüyle yer verildiðinden bahisle, faizin Ýslâm'da haram olmadýðý, haram kýlýnan hususun tefecilik olduðu ileri sürülmüþtür. Bu iddianýn yanlýþlýðý apaçýk ortadadýr. Dilimizde kullandýðýmýz faiz kelimesiyle Kur'an'da zikredilen faiz kelimesinin - yukarýda izah ettiðimiz vechile - hiçbir alâkasý yoktur.

 

Bu bakýmdan, faizin meþrû olduðu iddiasýnýn yanlýþlýðý açýktýr. Türkçe’de kullandýðýmýz mânadaki faiz kelimesinin karþýlýðý, ribâ kelimesidir. Ribâ, lügatte, "çoðalma, artma ve büyüme" mânalarýna gelmektedir. Kur'an-ý Kerîm'in indiði devrede bu kelime, "Borçludan, borç süresi (vâde) mukabili alýnan fazlalýk" için kullanýlýyordu. Bu mânasý ile riba mefhumu Türkçe’de kullandýðýmýz faiz kelimesinin tam karþýlýðý olmaktadýr.

 

Ýslâm'dan Önceki Fâiz Uygulamasý

 

Ýslâm'dan önce faiz, arablar arasýnda son derece yaygýndý. Mekke'de, Tâif'de, Medine'de faizcilik yaparak çalýþmadan kazanan, halkýn sýrtýndan geçinen bankerler vardý. Bunlar, belirli süre sonunda verdikleri ana paraya ilâve olarak belli bir fazlalýðý da almak üzere ihtiyaç sahiplerine borç verirlerdi. Borçlu o belirli süre sonunda borcunu ödeyemezse vâde uzatýlýr, buna karþýlýk faiz miktarý da artýrýlýrdý. Böylece borçlu çoðu zaman aldýðýnýn kat kat fazlasýný ödemek zorunda kalýrlardý. Bu uygulama o derece yerleþmiþ ve kökleþmiþti ki, Kur'an'ýn da ifade buyurduðu gibi:

 

 a<ì¨2¡£ŠÛa ¢3¤r¡ß ¢É¤î j¤Ûab à £ã¡a a¬ì¢Ûb Ó ¤

 

"Alýþ-veriþ de faiz gibidir"[1003] deniliyor; faiz de týpký alýþ-veriþ gibi meþrû sayýlýyordu.

 

Ýslâm'da Faizin Yasaklanmasý

 

Ýnsanlarý kökleþmiþ âdet ve inançlarýndan vazgeçirmek oldukça zor bir iþtir. Bu sebeplerdir ki baþta peygamberler olmak üzere bütün ýslahatçýlar, insanlara yanlýþ fikirlerini ve kötü âdetlerini býraktýrmakta çok güçlüklerle karþýlaþmýþlar, büyük meþakkatler çekmiþlerdir. Onlara alýþtýklarý kötü âdetlerini terk ettirmek ve inançlarýna ters gelen gerçekleri kabul ettirmek için tedriç metoduna baþvurmuþlardýr.

 

Hz. Âiþe Validemizin þu sözleri bu gerçeði apaçýk ortaya koymaktadýr: "Kur'an-ý Kerîm'in mufassal sûrelerinden ilk nâzil olanlarý, Cennet-Cehennem gibi konularýn anlatýlmýþ olduðu sûrelerdir. Ýnsanlarýn kalpleri ýsýnýp Ýslâm'ýn emir ve yasaklarýný tâkibe baþlayýnca helâl ve haramla ilgili hükümler inmiþtir. Eðer 'içki içmeyiniz, zina yapmayýnýz' gibi emirler, ilk inen hükümler olsaydý, mutlaka 'içkiyi ve zinayý asla terk etmeyiz' derlerdi."

 

Bu sebepledir ki Ýslâm'da içki, kumar, faiz gibi kökleþmiþ âdet ve uygulamalar birden yasaklanmamýþ; bunlarýn haram kýlýnmasýnda tedriç yolu takip edilmiþtir. Ýçkinin yasaklanmasý 3 safhada gerçekleþtiði gibi, faizin haram kýlýnmasý da 4 safhada gerçekleþmiþtir. Bu konuda ilk inen hüküm Rûm sûresi'nin 39. âyetidir. Mekke devrinde nâzil olmuþtur.

 

وَمَااتَيْتُمْ مِنْ رِبًا لِيَرْبُوَا فى اَمْوَالِ النَّاسِ فَلَا يَرْبُوا عِنْدَ اللّهِ وَمَا اتَيْتُمْ مِنْ زَكوةٍ تُريدُونَ وَجْهَ اللّهِ فَاُولئِكَ هُمُ الْمُضْعِفُونَ

 

"Ýnsanlarýn mallarý içinde artsýn diye verdiðimiz herhangi bir faiz, Allah katýnda artmaz, fakat Allah rýzasýný dileyerek verebildiðiniz herhangi bir sadaka böyle deðildir. Ýþte onlar sevablarýný kat kat artýranlardýr" arzedilen bu âyet-i kerîmede faiz yasaklanmamýþ, fakat faiz kazancýnda bereket olmayacaðý beyan edilmiþtir. Medine devrinde nâzil olan Nisâ sûresi'nin 160-161. âyetlerinde ise þöyle buyurulmuþtur:

 

اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذينَ يَزْعُمُونَ اَنَّهُمْ امَنُوا بِمَا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ يُريدُونَ اَنْ يَتَحَاكَمُوا اِلَى الطَّاغُوتِ وَقَدْ اُمِرُوا اَنْ يَكْفُرُوا بِه وَيُريدُ الشَّيْطَانُ اَنْ يُضِلَّهُمْ ضَلَالًا بَعيدًا () وَاِذَا قيلَ لَهُمْ تَعَالَوْا اِلى مَا اَنْزَلَ اللّهُ وَاِلَى الرَّسُولِ رَاَيْتَ الْمُنَافِقينَ يَصُدُّونَ عَنْكَ صُدُودًا

 

"Yahudilerin haksýz davranýþlarý, çoklarýný Allah yolundan çevirmeleri, kendilerine yasaklandýðý halde faiz almalarý ve insanlarýn mallarýný haksýzlýkla yemelerinden dolayý, kendilerine helâl kýlýnmýþ olan temiz þeyleri onlara haram kýldýk. Onlardan inkâr edenlere elem verici bir azap hazýrladýk."[1004]

 

Bu âyetlerde faizin Müslümanlara yasaklandýðýna dair açýk bir hüküm olmamakla beraber, Yahudilerin kendilerine haram kýlýndýðý halde faiz aldýklarý, böylece Ýlâhî azâbý hak ettikleri beyan edilmiþtir. Bu ifade ile, faiz almanýn son derece kötü ve uzak kalýnmasý gereken bir iþ olduðuna iþaret olunmuþtur. Faizin Müslümanlara ilk haram kýlýnýþý Âl-i Ýmrân sûresi'nin 130. âyeti ile olmuþtur:

 

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا لَا تَاْكُلُوا الرِّبوا اَضْعَافًا مُضَاعَفَةً وَاتَّقُوا اللّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ

 

"Ey iman edenler, faizi kat kat alarak yemeyiniz. Allah'tan sakýnýn ki baþarýya ulaþasýnýz." Bu âyetle, o devirde en çok uygulanan ve fakiri en çok ezen fahiþ ribâ, yani bileþik faiz yasaklanmýþtýr. Basit faizin haram olduðu hakkýnda henüz kesin bir hüküm inmemiþtir. Bu, týpký içkinin, içilmesinin haram kýlýnmayýp sarhoþ halde namaza yaklaþýlmasýnýn yasaklanmasý safhasýna benzemektedir. Ýslâm, önce,  fakirin belini iyice kýran kat kat faiz þeklini yasaklamýþ oluyordu. Daha sonra nâzil olan Bakare sûresinin 275-281'inci âyetleriyle her türlü faiz kesinlikle haram kýlýnacaktý. Faizi kesinlikle yasaklayan bu âyetler þöyledir:

 

اَلَّذينَ يَاْكُلُونَ الرِّبوا لَا يَقُومُونَ اِلَّا كَمَا يَقُومُ الَّذى يَتَخَبَّطُهُ الشَّيْطَانُ مِنَ الْمَسِّ ذلِكَ بِاَنَّهُمْ قَالُوا اِنَّمَاالْبَيْعُ مِثْلُ الرِّبوا وَاَحَلَّ اللّهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبوا فَمَنْ جَاءَهُ مَوْعِظَةٌ مِنْ رَبِّه فَانْتَهى فَلَهُ مَا سَلَفَ وَاَمْرُهُ اِلَى اللّهِ وَمَنْ عَادَ فَاُولئِكَ اَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فيهَا خَالِدُونَ () يَمْحَقُ اللّهُ الرِّبوا وَيُرْبِى الصَّدَقَاتِ وَاللّهُ لَا يُحِبُّ كُلَّ كَفَّارٍ اَثيمٍ () اِنَّ الَّذينَ امَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَاَقَامُوا الصَّلوةَ وَاتَوُا الزَّكوةَ لَهُمْ اَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ () يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اتَّقُوا اللّهَ وَذَرُوا مَا بَقِىَ مِنَ الرِّبوا اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنينَ () فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا فَاْذَنُوا بِحَرْبٍ مِنَ اللّهِ وَرَسُولِه وَاِنْ تُبْتُمْ فَلَكُمْ رُؤُسُ اَمْوَالِكُمْ لَا تَظْلِمُونَ وَلَا تُظْلَمُونَ () وَاِنْ كَانَ ذُو عُسْرَةٍ فَنَظِرَةٌ اِلى مَيْسَرَةٍ وَاَنْ تَصَدَّقُوا خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ () وَاتَّقُوا يَوْمًا تُرْجَعُونَ فيهِ اِلَى اللّهِ ثُمَّ تُوَفّى كُلُّ نَفْسٍ مَا كَسَبَتْ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ

 

"Faiz yiyenler, mahþerde ancak Þeytanýn çarptýðý kimsenin kalktýðý gibi kalkarlar. Bu, onlarýn "alýþ-veriþ de faiz gibidir" demelerindendir. Oysa, Allah alýþ-veriþi helal, faizi ise haram kýlmýþtýr. Artýk kime Rabbýndan bir öðüt gelir de faizcilikten vazgeçerse, geçmiþi kendisinedir, onun iþi (baðýþlanmasý) Allah'a aittir. Kim de faizciliðe dönerse, iþte onlar Cehennemliktir ve orada ebedi kalacaklardýr. Allah, faiz kazancýný eksiltir, sadakalarý ise bereketlendirir. Allah nankörlük eden hiçbir günahkârý sevmez. Ýnanýp yararlý iþler iþleyenlerin, namaz kýlýp, zekât verenlerin Rablarý katýnda ecir ve mükâfatlarý vardýr. Onlar için hiçbir korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir de. Ey inananlar! Allah'tan korkun; eðer inanýyorsanýz, faizden artakalan kýsmý býrakýn. Þâyet böyle yapmayacak olursanýz, bunun Allah ve Resûlüne karþý açýlmýþ bir savaþ olduðunu bilin. Eðer tevbe eder de (faizden vazgeçerseniz), sermayeleriniz sizindir. Böylece ne haksýzlýk etmiþ, ne de haksýzlýða uðramýþ olursunuz. Borçlu darda ise, eli geniþleyinceye kadar, ona mühlet verin. Eðer baðýþlarsanýz, bilesiniz bu sizin için ne kadar hayýrlýdýr. Allah'a döndürüleceðiniz ve sonra haksýzlýða uðramadan herkesin kazancýnýn eksiksiz kendisine verileceði günden korkunuz."

 

Faizle ilgili son nâzil olan âyetler bunlardýr ve bu âyetlerle her türlü faiz kesinlikle haram kýlýnmýþtýr. Hz. Ömer (ra.): "Faiz âyeti en son inen âyetlerdendir. Resûlüllah (as) bunun yeterince açýklamadan vefat etti. Bu sebeple faizi ve faiz þüphesi olan þeyleri býrakýnýz" demiþtir.

 

Bunun içindir ki, "Kim þüpheli þeylerden kaçýnýrsa dinini ve ýrzýný korumuþ olur; kim de þübheli þeylere dalarsa sonunda harama düþer."

 

-"Sana þüphe vereni býrak, þüphe vermeyeni yap" hadîs-i þerifleri gereðince, þüpheli þeylerden kaçýnmak mendub sayýldýðý ve takvâ iþi kabûl edildiði halde, faiz þüphesinden kaçmak Ýslâm âlimlerince vacip sayýlmýþtýr. Faizcilik, bu bakýmdan en büyük günahlardandýr.

 

Kur'ân-ý Kerîm'de faizcilik Allah ve Resûlüne karþý savaþ olarak nitelenmiþ, hiç bir haram için böylesine tehditkar bir ifade kullanýlmamýþtýr.

 

Nitekim Resûlüllah Efendimiz (a.s):

 

ـ وعن عليٍّ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]لَعَنَ رَسُولُ اللّهِ # آكِلَ الرِّبَا وَمُوكِلَهُ وَكَاتِبَهُ، وَمَانِعَ الصَّدَقَةِ، وَالْوَاشِمَةَ، وَالْمُسْتَوْشِمَةَ إَّ مِنْ دَاءٍ، وَالْمُحَلِّلَ وَالْمُحَلَّلَ لَهُ[. أخرجه النسائي.

 

- Hz. Ali (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resulullah  (aleyhissalâtu vesselâm) ribayý yiyeni, yedireni, riba akdini yazaný, sadakaya (zekata) mani olaný, dövme yapaný, dövme yaptýraný -hastalýk sebebiyle olan hariç- hulle yapaný, hulle yaptýraný lanetledi."[1005]

 

ـ عن ابن مسعود رضى اللّه عنه قال: ]لَعَنَ رسُولُ اللّهِ # آكِلَ الرِّبَا وَمُوكِلهُ[. أخرجه مسلم وأبو داود والترمذى، وزاد ا‘خيران: وشَاهِدَيْهِ وَكاتِبَهُ .

 

 Ýbnu Mes'ud (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ribâyý (fâizi) yiyene de, yedirene de lânet etti."

Ebu Davud ve Tirmizî'nin rivayetlerinde þu ziyade vardýr: "(Fâiz muâmelesine) þâhitlik edenlere de bu muâmeleyi yazana da..."[1006]

 

Faizin Diðer Dinlerdeki Durumu

 

Faiz sadece Ýslâm'da deðil, bütün semavî dinlerde yasaklanmýþtýr. Nitekim bugün elde bulunan muharref Tevrat ve Ýncil'de bile, faiz yasaðý ile ilgili hükümler bulunmaktadýr.

 

Bu konuda Tevrat'da: "Eðer kavmine, yanýnda olan bir fakire ödünç para verirsen, ona murabahacý olmayacaksýn. Onun üzerine faiz koymayacaksýn."[1007]

 

-"Ve eðer kardeþin fakir düþer ve senin yanýnda zayýf olursa, ona yardým edeceksin; senin yanýnda garip ve misafir gibi yaþayacak. Ondan faiz ve kâr alma. Allah'tan kork, tâ ki kardeþin senin yanýnda yaþasýn." [1008]

 

-"Para faizi olsun, zahire faizi olsun, yahut ödünç verilen bir þey'in faizi olsun, faizle kardeþine ödünç vermeyeceksin. Yabancýya ise faizle ödünç verebilirsin; fakat kardeþine faizle ödünç vermeyeceksin."[1009]

 

Görüldüðü üzere Musevîlikte, Yahudîlerin kendi aralarýnda faizcilik yapmalarý yasaklanmakta, fakat Yahudî olmayanlardan faiz alýnmasýnda bir sakýnca görülmemektedir. 

 

Ýncil'de ise: "Eðer kendilerinden almayý ümit ettiðiniz kimselere ödünç verirseniz, ne mükâfatýnýz olur? Günahkârlar bile, günahkârlara karþýlýðýný almak üzere ödünç verirler. Fakat düþmanlarýnýzý sevin, onlara iyilik edin ve hiç ümitsiz olmayarak ödünç verin; karþýlýðýnýz büyük olacaktýr"[1010] denilmektedir.

 

Ýslâm'da faizin tedricen yasaklandýðýný, kesin yasakla ilgili hükümlerin en son nâzil olan âyetlerde yer aldýðýný, yukarýda kaydetmiþtik.

 

Gerçekten Hz. Peygamber (as) bu yasaðýn genel uygulamasýný Veda Haccý esnasýnda, kendisine:

 

اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دينَكُمْ وَاَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتى

 

 "...Bugün sizin dîninizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetleri tamamladým..."[1011] âyet-i celîlenin indirildiði Arafe günü yapmýþ, meþhur Vedâ Hutbesinde:

 

ـ وعن عمرو بن ا‘حوص رضى اللّه عنه قال: ]سَمِعْتُ رسولَ اللّهِ # يقولُ في حَجَّةِ الَوداعِ: أَ إنَّ كُلَّ رِباً منَ رِبَا الجاهِلِيَّةِ مَوْضُوعٌ. لَكُمْ رُؤُسُ أمْوَالِكُمْ َ تَظْلِمُونَ وََ تُظْلَمُونَ. أَ وإنَّ كلَّ دمٍ منْ دِمَاءِ الجاهليةِ مَوْضُوعٌ، وأوَّلُ دَمٍ أضَعُهُ دَمُ الحارِثِ بنِ عبدِ المُطَّلِبِ، وكان مُسْتَرْضَعاً في بَنِى لَيْثٍ فَقَتَلَتْهُ هُذَيْلٌ: اللَّهُمَّ قدْ بَلّغْتُ. قالوا: نَعَمْ ثثَ مراتٍ. قال: اللَّهُمَّ شْهَدْ ثثَ مراتٍ.

 

- Amr Ýbnu'l-Ahvas (radýyallahu anh) anlatýyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'i Veda Haccý sýrasýnda dinledim, þöyle diyordu: "Haberiniz olsun, câhiliye  devrindeki bütün ribâlar kaldýrýlmýþtýr, ödenmeyecektir. Sadece verdiðiniz ana parayý alacaksýnýz. Böylece ne zulmetmiþ olacaksýnýz ne de zulme uðramýþ olacaksýnýz. Haberiniz olsun cahiliye devrindeki bütün kan dâvalarý kaldýrýlmýþtýr. Kaldýrdýðým ilk kan dâvasý da el-Hâris Ýbnu Abdilmuttalib'in kan dâvasýdýr. Bu kimse, Benû Leys'te süt anadaydý. Hüzeyl onu öldürmüþtü. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): Yârabbi teblið ettim mi? dedi. Cemaat: Evet teblið ettin dediler ve üç kere tekrarladýlar. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): Ya Rabbi þahid ol! dedi ve üç kere tekrar etti."

Hattâbî der ki: "Ebu Davûd, hadisi þu þekilde, yani "Haris Ýbnu Abdilmuttalib'in kan dâvasý..." diye rivayet etmiþtir. Halbuki diðer kitaplarda: Rebî'a Ýbnu'l-Haris Ýbni Abdilmuttalib'in kan dâvasý þeklinde rivayet edilmiþtir.[1012] buyurmuþtur.

 

 

Faizin Yasaklanmasýndaki Hikmetler

 

Bir toplumda faizin bulunmamasý, o toplumun maddî ve mânevî her cihetten geliþmiþ olmasýnýn niþanesidir. Fertlerinde dinî ve ahlâkî duygular kemâle ermemiþ, sosyal yardým ve dayanýþma düþünceleri yeterince geliþmemiþ topluluklarýn faizden kurtulmalarý mümkün deðildir. Faiz, toplumda düþmanlýk, kin ve haset hislerinin yaygýnlaþmasýna sebep olur. Yardýmlaþma ve merhamet duygularýný zayýflatýr, giderek yok eder. Halbuki bütün dinlerin, özellikle Ýslâm'ýn en büyük hedefi, toplumda dayanýþma ve yardýmlaþma ruhunu uyandýrmak; düþmanlýk, kin ve haset duygularýný ortadan kaldýrmaktýr.

 

Bu bakýmdan faiz bütün semavî dinlerde kesinlikle yasaklanmýþtýr. Faiz toplumda bir kesimin hiç çalýþmadan kazanmasýný saðlar. Ýnsanlarý çalýþarak üretim yapmaktan alýkor. Böylece onlarý tembelliðe sevk eder. Bugün topraðý, traktörü, ziraat âletleri, hayvanlarý, depo ve samanlýðý ile 500 milyon lira deðerinde malý olan bir çiftçi ailesinin çoluk çocuk bir yýl çalýþarak elde ettikleri kazançtan, 500 milyon liranýn faiz geliri daha yüksektir. Pek çok meslek ve sanat için durum aynýdýr.

 

Þimdi bütün bu insanlar mallarýný paraya çevirip çalýþmadan kazanmak için faiz peþine düþseler, memleketin hâli nice olur? Nasýl olsa böyle bir durum olmuyor diye, parasý olanlara toplumun sýrtýndan aþýrý kazançlar saðlanmasý adâlet hisleriyle nasýl baðdaþýr? Bunu hangi vicdan kabul eder.

 

Faiz kazancý belli bir kesime meþ'um da olsa bir kazanç saðlarken, zararý ise bütün toplum, özellikle de dar gelirliler çekmektedir. Çünkü bankalar veya büyük kuruluþ ve þirketler, faizle aldýklarý paralarý, ya sýkýntýda olan kimselere, sanayici ve iþ adamlarýna daha yüksek faizle vermekte, yahut da kendileri bizzat ticaret ve üretimde kullanmaktadýrlar. Üretimde ve ticarette kullandýklarý takdirde, ödedikleri faizi maliyete ekledikleri için de sonunda bu faiz onlara deðil, dar gelirli tüketicinin sýrtýna yüklenmektedir. Sanayici ve iþ adamlarýnýn aldýklarý faizli krediler için de ayný durum söz konusudur.

 

Ayrýca faizle para veren hiçbir emek sarf etmediði halde daima kazançlý; faizle borç alan ise, emek sarf etmesine raðmen zarar ihtimali içinde bulunmaktadýr. Burada da büyük bir eþitsizlik ve dengesizlik söz konusudur.

 

 

 

f) Ýçki ve Uyuþturucular

 

 

Ýçki: Türkçe’de içki, Arapça’da hamr ve müskir; içildiðinde azý veya çoðu sarhoþluk veren alkollü maddeler için kullanýlmaktadýr. Ýslâmiyet, sarhoþluk veren her nevi içkiyi haram kýlmýþ, içilmesini yasaklamýþtýr. Kur'an'da þöyle buyurulur:

 

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اِنَّمَا الْخَمْرُ وَالْمَيْسِرُ وَالْاَنْصَابُ وَالْاَزْلَامُ رِجْسٌ مِنْ عَمَلِ الشَّيْطَانِ فَاجْتَنِبُوهُ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ () اِنَّمَا يُريدُ الشَّيْطَانُ اَنْ يُوقِعَ بَيْنَكُمُ الْعَدَاوَةَ وَالْبَغْضَاءَ فِى الْخَمْرِ وَالْمَيْسِرِ وَيَصُدَّكُمْ عَنْ ذِكْرِ اللّهِ وَعَنِ الصَّلوةِ فَهَلْ اَنْتُمْ مُنْتَهُونَ

 

"Ey îman edenler! Ýçki, kumar, putlar ve fal oklarý þüphesiz þeytan iþi pisliklerdir. Bunlardan kaçýnýn ki, saadete eresiniz. Þeytan þüphesiz ki, içki ve kumar yüzünden aranýza düþmanlýk ve kin sokmak ve sizi Allah'ý anmaktan, namazdan alýkoymak ister. Artýk bunlardan vazgeçersiniz deðil mi?"[1013]

 

Bu âyetlerde içki ve kumar yasaðýnýn hikmetleri apaçýk belirtilmiþtir. Günümüz týp dünyasý, içkinin insan saðlýðýna zararlarý üzerinde ittifak hâlindedir. Yapýlan istatistikler ortaya çok vahim sonuçlar koymaktadýr. Bâzý ülkeler bu yüzden içki ile devletçe mücadele yoluna bile baþvurmak zorunda kalmýþlardýr.

 

 

 

Sarhoþ Eden Herþey Ýçkidir Ve Haramdýr

 

Azý veya çoðu sarhoþluk veren her nevi içki, hangi maddeden yapýlmýþ olursa olsun, âyette geçen hamr mefhumuna dahildir ve haramdýr. (Buna göre bira ve benzeri þeyler de haramdýr). Bal, darý, arpa ve benzeri maddelerin mayalandýrýlmasýndan elde edilen içki hakkýnda Peygamberimize sorulduðunda, cevaben: "Sarhoþ eden her þey içkidir. Her içki de haramdýr" buyurmuþtur.

 

Çoðu Sarhoþ Edenin Azý da Haramdýr

 

Sarhoþluk veren içkiler, zamanla alýþkanlýk ve baðýþýklýk saðladýðý için, az içenin giderek çoða kaçtýðý, önceleri azý te'sir edip sarhoþ ederken, alýþkanlýk arttýkça ayný miktarýn te'sir etmediði   görülmektedir. Bu sebeple içkiyi önlemenin en kesin yolu, azýný çoðunu, hepsini yasaklamaktýr. Ýþte Ýslâm da, bu maksatla çoðu sarhoþluk veren nesnelerin azýný içmeyi de haram kýlmýþtýr. Resûlüllah Efendimiz, Ýslâm’ýn bu konudaki hükmünü þu þekilde ifade etmiþlerdir:

 

ـ وفي أخرى له عن عثمان رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]لَيْسَ لِسَكْرَانَ، وََ مَجْنُونٍ طََقٌ[.

 

- Yine Buhârî'nin Hz. Osman (radýyallahu anh)'tan kaydettiði diðer bir rivayette þöyle buyurulmuþtur: "Ne sarhoþun ne de  mecnunun talaký mûteber deðildir."[1014]

 

ـ وله في أخرى عن ابن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]لَيْسَ لِمُسْتَكْرَهٍ، وََ لِمَجْنُونٍ طََقٌ .

 

- Yine Buhârî'nin Ýbnu Abbâs (radýyallahu anhümâ)'dan kaydettiði bir diðer rivayette þöyle buyurulmuþtur: "Ne müstekreh ne de mecnunun talaký mûteber deðildir."[1015]

 

ـ وعن حُذَيْفَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: اَلْخَمْرُ جِمَاعُ ا“ثْمِ، وَالنّسَاءُ حَبَائِلُ الشَّيْطَانِ، وَحُبُّ الدُّنْيَا رَأسُ كُلِّ خَطِيئَةٍ.

 

- Hz. Huzeyfe (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Hamr (sarhoþ edici içki), günahýn her çeþidinin kaynaðýdýr. Kadýn, þeytanýn oltasýdýr, dünya sevgisi her çeþit hatanýn baþýdýr."[1016]

 

ـ وفي أخرى ‘بى داود: ]كُلُّ مُسْكرٍ حَرَامٌ، وَمَا أسْكَرَ مِنْهُ الْفَرْقُ فَمِلْءُ الْكَفِّ مِنْهُ حَرَامٌ.

 

- Ebû Dâvud'da gelen diðer bir rivâyette (Resûlullah'a açýklamasý þöyledir): "Her sarhoþ edici þey haramdýr. Bir farak (küp) içildiði takdirde sarhoþluk veren bir þeyin tek avucu da haramdýr."Tirmizî'de gelen bir diðer rivâyette "tek yudumu haramdýr" diye gelmiþtir.[1017]

 

Ýçki Ticareti

 

Ýslâmiyet, içkinin az veya çok içilmesini men'etmekle kalmamýþ, ticaretini de haram kýlmýþtýr.

 

Ýslâm, içkinin içilmesini yasakladýðý gibi, müslümanlar arasýnda ticaretini de yasaklamýþtýr. Hz. Peygamber þöyle buyurmuþtur:

 

ـ4ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]لَعَنَ النَّبىُّ # في الخَمْر عَشَرَةً، عَاصِرَهَا وَمُعْتَصِرَهَا، وَشَارِبَهَا وَسَاقِيَهَا، وَحَامِلَهَا وَالمَحْمُولَةَ إلَيْهِ، وَبَائِعَهَا وَمُبْتَاعَهَا، وَوَاهِبَهَا، وَآكِلَ ثَمَنِهَا[. أخرجه الترمذي .

 

- Hz. Enes (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hamrla ilgili olarak on kiþiye lanet etti: "(Hammaddesinden þarap yapmak maksadýyla) sýkana ve sýktýrana, içene ve sâkilik yapana, (imalathâneden veya depodan, toptancýdan perakendeciye veya müstehlike kadar) taþýyana ve taþýtana, satana ve satýn alana, baðýþlayana, bunun parasýný yiyene."[1018]

 

Mâide suresindeki kesin içki yasaðý bildiren ayet geldikten sonra Allah Resulu uygulama ile ilgili olmak üzere þöyle buyurdu: "Þüphesiz Allah içkiyi haram kýlmýþtýr. Bu ayeti haber alýp da yanýnda içki bulunan kimse, ondan içmesin ve satmasýn..."[1019]

 

ـ وعن أبى طلحة رضى اللّهُ عنه. ] أنهُ سألَ رسُولَ اللّهِ # عنْ أيتَامٍ وَرِثُوا خَمْراً فقال: أهرِقْهَا، قالَ أوََ أجْعَلُهَا خًَّ؟ قالَ َ[. أخرجه أبو داود والترمذى.وعندهُ: أهرِقِ الخمرَ واكسِرِ الدِنَان .

 

- Ebu Talha (radýyallahu anh) anlattýðýna göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan "Ýçkiye vâris olan yetimler" hakkýnda sormuþtur. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Dök onu!" emretmiþtir. Ebu Talha: "Sirke yapsam olmaz mý?" deyince de "Hayýr!" diye cevap vermiþtir."

Tirmizî'nin rivayetinde: "Þarabý dök, küplerini de kýr"[1020] buyurmuþtur.

 

 

Ýçki Meclisinde Bulunmak

 

Müslüman sadece haramý iþlememekle deðil, elinden geldiði ölçüde iþlenmesine engel olmakla da mükelleftir. Bu kaide onun, kat'i bir mecburiyet olmadýkça, içki içilen yerde oturmasýna mânidir. Resûlüllah Efendimizin bu konudaki îkazlarý þöyledir:

 

ـ وعن عبدالرحمن بنِ وَعْلَةَ أنهُ سألَ ابنَ عباسٍ رَضِى اللّهُ عنهما عمّا يُعْصَرُ مِنَ العِنَبِ فقال: ]إنَّ رجً أهدَى لرسولِ اللّهِ # رَاويةَ خَمْرٍ فقالَ لهُ: هلْ عَلِمْتَ أنَّ اللّهَ تعالى حَرَّمَها؟ قال  فَسَارَّ إنساناً إلى جَنْبِهِ، فقال لهُ رَسُول اللّه #: بِمَ سَارَرْتَهُ؟ قالَ أمَرْتُهُ بِبَيْعها. فقال: إنّ الَّذِي حرَّم شُرْبَها، حَرَّمَ بيعَها، فَفَتَحَ المَزادَتيْنِ حتَّى ذَهَبَ ما فيهما.

 

- Abdurrahman Ýbnu Va'le'nin anlattýðýna göre, Ýbnu Abbas (radýyallahu anh)'dan üzüm  þýrasý hakkýnda sorunca ondan þu cevabý almýþtýr: "Adamýn biri Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a bir þarap daðarcýðý hediye etmiþti, kendisine "Allah'ýn bunu haram kýldýðýný bilmiyor musun?" dedi. Adam: "Hayýr bilmiyorum" cevabýný verdi ve yanýnda bulunan birisine birþeyler fýsýldadý. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) adama "Ona ne fýsýldadýn?" diye sorunca adam: "Onu satmasýný emrettim" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Ýçilmesi haram olanýn satýlmasý da haramdýr" buyurdu ve iki þarap daðarcýðýnýn aðýzlarýný açarak içlerini boþalttý."[1021]

 

Müslüman Ýçki Hediye Etmez

 

Müslüman’a içki hediye etmesi ve kendisine içki hediye olunmasý yakýþmaz. Zira Müslüman temizdir, temizden baþkasýný hediye etmez ve ondan baþkasýný da kabûl etmez. Rivayet edildiðine göre:

 

ـ وعن ابن عباس رضى اللّه عنهما قال: ]رأيتُ رسُولَ اللّهِ # جالساً عندَ الرُّكنِ فرَفَعَ بَصَرَهُ إلى السماءِ فضَحِكَ فقال: لَعَنَ اللّهُ اليهودَ ثثاً: إنَّ اللّهَ تعالى حرَّمَ عليهِمُ الشُّحُومَ فباعوهَا وأكلُوا أثمَانَهَا، وإنَّ اللّهَ تعالى إذا حرَّمَ عَلَى قومٍ أكلَ شئ حَرَّمَ عليهمْ ثَمَنَهُ[. أخرجه أبو داود .

 

- Ýbnu Abbas (radýyallahu anh) anlatýyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'i Kâbe'nin yanýnda otururken gördüm. Bir ara baþýný semaya kaldýrarak güldü ve þunu söyledi:

"- Alah Yahudilere lânet etsin, Allah Yahudiler'e lânet etsin, Allah Yahudiler'e lânet etsin! Allah onlara (ölmüþ hayvanlarýn) iç yaðýný yasaklamýþtý tutup bunu sattýlar ve parasýný yediler. Halbuki Allah bir millete bir þeyin yenmesini haram etti mi, onun parasýný da haram etti demektir."[1022]

 

ـ وله عن المغيرةِ رضى اللّه عنه قال: قالَ رَسُولُ اللّهِ #: ]مَنْ بَاعَ الْخَمْرَ فَلْيُشَقِّصِ الخَناَزِيرَ: أى فليقطعها كالقصَّاب ويبيعها[ .

 

- el-Muðîre (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: "Kim içki satarsa, hýnzýr kasaplýðý da yapsýn."[1023]

 

Ýçkinin Zaralarý

 

ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسُولُ اللّهِ #: بَادِرُوا بِا‘عْمَالِ سَبْعاً؛ هَلْ تَنْتَظُرونَ إَّ فَقْراً مُنْسِياً، أوْ غَنىً مُطْغِياً، أوْ مَرَضاً مُفْسِداً، أوْ هَرمَاً مُفْنِداً، أوْ مَوْتاً مُجْهِزاً، أوِ الدَّجَّالَ، فَشَرُّ غَائِبٌ يُنْتَظَرُ، أوِ السَّاعَةُ أدْهَى وَأمَرُّ.

 

- Hz. Ebu Hureyre (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Yedi þeyden önce amelde acele edin:

* Unutturucu fakirliði mi  bekliyorsunuz?

* Tuðyan ettirip azdýrýcý zenginliði mi bekliyorsunuz?

* Ýfsad edici hastalýðý mý bekliyorsunuz?

* Aklýnýzý götürecek ihtiyarlýðý mý bekliyorsunuz?

* Ani ölüm mü bekliyorsunuz?

* Deccali mi bekliyorsunuz. Bu beklenen gaib bir þerdir.

* Yoksa kýyameti mi bekliyorsunuz? Kýyamet ise hepsinden kötü, hepsinden daha acýdýr."[1024]

 

Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) dindeki ihmali sebebiyle mü'mini tevbih (azarlama) üslubuyla, hayýrlý amellerde bulunmakta gecikmemek gerektiðini ders veriyor. Hadiste sayýlan yedi hallerden birkýsmý hemen gelebilecek durumdadýr. Onlardan biri geldi mi hayýr yapma imkaný kalmayacaktýr. Öyleyse, bu musibetli durumlar gelip çatmadan elinizdeki fýrsatý hayýr iþlemede deðerlendirin denmiþ olmaktadýr.

 

Alkollü Ýlâç Ýle Tedavi

 

ـ وعن وائل بن حجر: ]أنَّ طَارِقَ بْنَ سُوَيْدٍ الْجُعْفِىَّ سَألَ النَّبِىّ # عَنِ التَّدَاوِى بِالْخَمْرِ؟ فَنَهَاهُ، إنَّهُ لَيْسَ بِدَواءٍ وَلكِنَّهُ دَاءٌ.

 

- Vâil ÝbnuHucr (radýyallahu anh) anlatýyor: "Târýk Ýbnu Süveyd el-Cu'fî (radýyallahu anh), Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a hamr (alkollüler) ile tedavi hususunda sordu. Aleyhissalâtu vesselâm onu bundan men etti ve:"Hayýr! O, deva deðil, derttir!" buyurdu.[1025]

 

Görüldüðü gibi, hadîs-i þerîf, alkollü maddelerin ilâç olarak kullanýlmasýný men'etmektedir. Ancak daha önce de belirttiðimiz gibi, bu hüküm normal durumlara aittir. Eðer helâl maddeden yapýlmýþ bir ilâç bulunmadýðý için, mütehassýs ve dindar bir doktor alkollü ilâcý bir hastaya tavsiye ederse, o ilâcý kullanmak hayatî bir önemi hâiz olursa, bu durumda zaruret hâli ortaya çýkar ve bu gibi ilâçlarla tedâvi câiz olur.

 

Uyuþturucu Maddeler

 

ـ1ـ عن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]نَهى رسولُ اللّهِ # عَنْ الخَمْر أنْ يُتَّخَذَ خًَّ.

 

- Hz. Enes (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hamr'dan sirke yapmayý yasakladý."[1026]

 

ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ النّبىُّ #: أُتِيْتُ لَيْلََةَ أُسِرىَ بِى بقَدَحَيْنِ مِنْ خَمْرٍ وَلبَنٍ، فَأخَذْتُ اللَّبْنَ، فقَالَ المَلكُ: الحَمْدُللّهِ الّذِى هَدَاكَ لِلْفِطْرَةِ، وَلَوْ أخَذْتَ الخَمْرَ غَوَتْ أُمَّتُكَ.

 

- Hz. Ebû Hüreyre (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Miraca çýkarýldýðým gece bana iki kadeh getirildi, birinde þarap diðerinde de süt vardý. Ben sütü aldým. Melek: "Seni fýtrata irþad eden Allah'a hamd olsun. Eðer þarabý alsaydýn ümmetin azmýþtý" dedi."[1027]

 

Bu vak'a hamr'ýn yani þarabýn henüz haram edilmemiþ olduðu zamâna rastlar, çünkü Mirac Mekke devrinde cereyan etmiþtir. Ýçkinin tahrimi ise hicretten sonraya ait bir hadisedir.

 

Resûlullah'ýn þarabý almayýþý, onu içmeye alýþmamýþ olmasýndan ileri gelir. Böylece Efendimiz, Allah'ýn kendisini bir korumasý ve yönlendirmesi olarak bilahare vaki olacak tahrim, tabiatýna muvafýk düþüyor. Efendimiz, me'lufu olduðu, önceden alýþmýþ bulunduðu sütü tercih etmiþtir. Süt kolay, hoþ, temiz içimli, sýhhate uygun bir içecektir. Hamr ise, zikredilen bu hususlarýn hepsinde tam aksine bir mahiyet taþýr.

 

Bu hadiste geçen fýtrat'tan maksad hak dine uygun doðru yoldur, istikamettir.

 

Hadiste, hoþ olan bir þey hasýl olunca hamdetmenin meþruluðu, yasaklanan þeyin de terki gözükmektedir.

 

ـ وعن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]سُئِلَ رسولُ اللّهِ # عَنْ أطْيَبِ الشَّرَابِ، فقَالَ: الحُلْوُ الْبَارِدُ[. أخرجه الترمذي .

 

- Hz. Âiþe (radýyallâhu anhâ) anlatýyor: "Resûlullah'a içeceklerin en iyisi hangisi?" diye sorulmuþtur."Soðuk olan tatlý!" diye cevap verdi."[1028]

 

Esrar, afyon, eroin, kokain, morfin, L.S.D. gibi uyuþturucu maddeler aklý gidermek, insan vücuduna zarar vermek bakýmýndan tesiri alkollü içkilerden daha fazladýr. Bu bakýmdan uyuþturucu kullanmak týpký içki kullanmak gibidir. Hattâ bâzý hususlarda ondan da kötüdür. Ýslâm âlimleri, uyuþturucu maddelerin haram olduðu hususunda müttefiktirler.

 

 

 

g) Eþya Hukuku

 

 

Eþya Hukukunu Dört Baþlýk Altýnda Ýncelemeye Çalýþalým

 

1)  Vedia

 

Vedia: Terkedilmiþ þey. Bir kimsenin bir veya daha fazla kiþinin yanýnda korumalarý için býrakmýþ olduðu mal veya böyle bir akit manasýnda kullanýlan bir Ýslâm hukuku terimi. Mecelle vedîayý; "Hýfz için bir kimseye verilen maldýr" diye tarif etmiþtir.[1029] Terim manasý ile sözlük manasý arasýndaki ilgi, malýn sahibi tarafýndan vedî'ýn yanýna terkedilmiþ olmasýdýr.[1030]

 

Vedîa verme olayýna iydâ, vedîa verene mûdi', kendisine vedîa býrakan kiþi veya kuruma müda', müctevdü ve vedî denilir. Kendisine emanet mal býrakýlmak istenilen kiþi, bu malý koruyabileceðini biliyorsa emaneti kabul etmesi müstehaptýr.

 

Rüknü: Diðer akitlerde olduðu gibi vedîanýn da rüknü, icab (akde taraf olanlardan birisinin akit yapmak için yapmýþ olduðu teklif) ve kabul (akdin karþý tarafýn diðer tarafýn teklifini kabul etmesi)dir. Ýcab, "emanet býraktým, koruman için verdim, vedîa olarak verdim..." gibi, emanet býrakmaya delâlet eden sözlerle olabileceði gibi bir emanetçinin korunmasý istenilen malý emanetçinin yanýna veya görevlinin haberi olmasý kaydýyla deposuna býrakmasý suretiyle de olabilir.

 

Þartlarý: Vedîa'nýn sýhhati yani vedîa ahkâmýnýn uygulanabilmesi için bir takým þartlarýn bulunmasý gerekir.

 

Bunlar:

1) Mûda'ýn (yanýna emanet býrakýlan kiþi) mükellef olmasý gerekir. Mümeyyiz olmayan bir çocuðun yanýna býrakýlan malýn hiç bir güvencesi yoktur. Dolayýsýyla bu durumdaki bir malýn telefi halinde o çocuðun sorumluluðu yoktur.

2) Mûda"ý' (emanet býrakan) mümeyyiz olmalýdýr. Dolayýsýyla çocuk, deli gibi mümeyiz olmayanlarýn býraktýklarý malda vedîa hükümleri caiz olmaz.

3) Vedîa býrakýlan mal, elde bulundurulabilecek cinsten bir mal olmalýdýr: Dolayýsýylâ, havadaki bir kuþun emanet býrakýlmasý mümkün deðildir.[1031]

 

Vedîanýn Hükümleri

 

Mûda' vedîayý teslim aldýðý zaman bir takým yükümlülükler altýna girer. Bu yükümlülüklerle ilgili esaslar bu akdin hükümlerini teþkil ederler.

Bunlar:

a) Mûda', kendisine emanet býrakýlan malý örfün öngördüðü ve kendi malýný koruduðu þekilde korumak zorundadýr.[1032] Mûda' malý bizzat kendisi koruyabileceði gibi ailesi efradýndan birisi veya hizmetçisi eliyle de koruyabilir. Ama ayný çatý altýnda kalmayan bir yakýnýn eliyle koruyamaz. Her malýn muhafazasý için ayn bir 'mekan veya kap vardýr.

 

Mesela para ve mücevherin korunacaðý kap kasa, at ve benzeri bir hayvanýn korunacaðý mekân ahýrdýr. Dolayýsýyla mûda' kendisine emanet edilen malý örfen o malýn korumaða uygun bir yere koyarsa görevini yapmýþ olur. Aksi halde kusur söz konusudur. Kusur varsa ve mal telef olursa mûda' bu malý tazminle mükelleftir.

 

Emanet býrakan þahýs, mûda'a malý verirken onun muhafazasý için bir takým þartlar koþabilir. Þayet bu þartlar faydalý ise ona uymak zorundadýr. Mesela mal sahibi vedîa býrakýrken, "bu malý evinde koru" dese, ama vedî buna önem vermeden malý yanýnda taþýsa ve mal telef olsa o malý tazmin eder. Fakat bir zarurete binaen þarta uyamazsa tazminle mükellef deðildir. Yukarýda verilen misalde, þayet malý evine götürürken yolda giderken telef olsa tazmin etmez.

 

b) Mûda' vedîayý kullanamaz. Þayet kullanýrsa bu teaddi sayýlýr ve elinde emanet olan mal, mazmûn durumuna düþer. Dolayýsýyla bu durumda telef olacak olursa o malý, özelliðine göre, mislini veya kýymetini ödemek durumundadýr. Mesela elinde emanet olan bir elbiseyi giymek, kendisine emanet býrakýlan bir arabaya binmek o malý emanet olmaktan çýkarýr, maðsub mal hükmüne sokar. Eðer mûda' emanet malý kullanýr, sonra da bir daha kullanmamak niyetiyle korunduðu yere koyarsa ve bir daha da kullanmazsa bu mal tekrar emanet hükmüne döner. Þayet emanet býrakan þahýs, mûda'a malý kullanmasý için verirse, bu akit vedîa olmaktan çýkar âriyet'e dönüþür.[1033]

 

Mûda' vedîayý kullanamamanýn yanýsýra onda herhangi bir tasarrufta da bulunamaz. Yani onu satamaz, kiraya veremez, rehin býrakamaz; kendi ailesi dýþýnda bir baþkasý vedîa veya ariyet olarak veremez. Þayet emanet malda bir tasarrufta bulunur da kazanç saðlarsa bu kazancýn kime ait olduðu ihtilaflýdýr; Ýmam Ebû Yusuf, Ýmam Mâlik ve Leys'e göre, malýn aslýný sahibine iade edince, edilen kâr kendisi için helaldir. Ýmam Ebû Hanîfe, imam Muhammed ve Zlifer'e göre aslýný sahibine iade eder, kazancý da fakirlere daðýtýr. Bir gruba göre hem aslý hem de kârý asýl mal sahibinindir. Bir baþka gruba göre kazanç alým satým yoluyla elde edilmiþse bu tasarruf geçersizdir.[1034]

 

c) Sahibi istediði zaman mûda' vedayý geri vermek zorundadýr. Böyle bir talep halinde vermeyi geciktirmeye hakký yoktur. Zaruret olmadýðý halde geri vermez de mal telef olursa onu ödemek zorundadýr. Mûda'nýn malý geri vermek zorunda olduðu þahýs, vedîa'nýn sahibi, vekîli veya elçisidir. Bir baþkasýna veremez, verirse sorumlu durumuna düþer.

 

Vedîa olarak býrakýlan mal, mûda'ýn elinde emanettir. Dolayýsýyla mûda'nýn kusuru veya teaddisi olmadan bu mal telefi doðrudan bu kusur veya teadiye baðlý olmasa bile mûda' bu malý tazmin edecektir. Telef olan malýn tazmini, mal mislî ise (ölçü veya tartý ile alýnýp satýlan veya taneleri arasýnda fiyata tesir edecek derecede fark olmayan mallar) misli ile, kýyemî ise kýymeti ile tazmin edilir.

 

Mûda'ýn evinde veya ambarýnda yangýn, göçük gibi tabii bir âfet olur ve emanet býrakýlan mal telef olursa bundan dolayý tazminat gerekmez.[1035]

 

Mûda'ýn Nafakasý

 

Vedîa olarak býrakýlan mal hayvan vs. gibi bir þey olur ve elde tutulmasý bir takým masraflarý gerektirirse bu masraflar mal sahibine aittir. Eðer mal sahibi býraktýðý hayvan için gerekli samaný, yemini býrakýrsa o yedirilir. Aksi halde mûda' kendi yanýndan verir ve sonra bunun bedelini mal sahibinden alýr. Yalnýz, Mûda'ýn harcamasý, mal sahibinin emri olmadan yapýlmýþsa, kendisine rücu hâkim kararýna muhtaçtýr.

 

Vedayý Ýade

 

Mal sahibi malýný istediði zaman, vedîin iadesi o anda bir zararý gerektirmiyorsa, malý iade etmek zorundadýr. Malýn iadesini geciktirecek bir mazeret olmadýðý halde iade etmez de, bu ara mal telef olursa bu teaddi sayýlýr ve daman gerektirir. Ama malýn bulunduðu yer ile, teslim edileceði yer arasýndaki mesafenin uzaklýðý, o esnada yol emniyetinin olmamasý gibi bir sebepten dolayý teslim gecikir ve bu esnada mal telef olursa daman gerekmez.

 

Malýn sahibine iadesi külfet ve masrafý gerektiriyorsa bu masraflar mal sahibine aittir.

 

2) Ariyet

 

Âriyet: Geçici olarak, vadesiz alýnan yahut verilen þey, ödünç.

 

Âriyet veya âriyyet, emanet verilen þeye veya âriyet akdine ait bir isimdir. "Âre" fiilinden alýnmýþ olup, mastarý gidip-gelmek demektir. Teâvür' den geldiði de söylenmektedir. Emanet bir þey istemek âr ve ayýp olduðu için "âr" kelimesine nispet edilmiþtir. Ancak Hz. Peygamber de âriyet aldýðý için, bu akdin ayýp bir iþ olmadýðý söylenmiþtir.[1036]

 

Es-Serahsî ve Malikiler âriyet vermeyi þöyle tarif ederler: "Âriyet akdi, yararlanmayý bir bedel olmaksýzýn temlîk etmektir." Þafiî ve Hanbelîlerin tarifi ise þöyledir: "Âriyet akdi, yararlanmayý bedelsiz olarak mübah kýlmaktýr." Yine âriyet, bir malýn birine meccânen, yani herhangi bir bedel almaksýzýn ve geri alýnmak üzere temlîk olunmasýdýr.[1037]

 

Buna göre, âriyet akdi, bir maldan meccânen yararlanmayý saðlayan bir akittir.Âriyet akdinin meþrû oluþu Kitap, Sünnet ve Ýcmâ delillerine dayanýr.

 

Kur'an-ý Kerim'de doðrudan âriyet akdinden söz eden bir ayet yoktur. Ancak karþýlýklý yardýmlaþmayý teþvik eden, yardýmlaþmayý engelleyenleri kötüleyen ayetler bu akdi de kapsamýna alýr.

 

Ayetlerde:

 

وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوى وَلَا تَعَاوَنُوا عَلَى الْاِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَاتَّقُوا اللّهَ اِنَّ اللّهَ شَديدُ الْعِقَابِ

 

“...Ýyilik ve (Allah'ýn yasaklarýndan) sakýnma üzerinde yardýmlaþýn, günah ve düþmanlýk üzerine yardýmlaþmayýn. Allah'tan korkun; çünkü Allah'ýn cezasý çetindir.”[1038]

 

  æì¢Çb à¤Ûa  æì¢È ä¤à í ë

 

“Ve hayra da mâni olurlar”[1039]   buyurulur.

 

Zekât olarak ifade edilen "mâûn" çeþitli tefsirlerde kap-kacak, çanak-çömlek, iðne, balta, kova, su, ateþ ve tuz gibi âriyet olarak verilmesi âdet olan þeylerdir.[1040] Bu iki ayet, insanlarýn muhtaç olduklarý þeyleri birbirine âriyet yoluyla vererek ihtiyaçlarýný gidermelerini öngörmektedir. Bu mendûb bir ameldir.

 

Resulullah (a.s): Ebû Talha'dan emanet olarak bir at aldý ve ona bindi.[1041]

 

Baþka bir hadiste þöyle buyurulmuþtur: "Hz. Peygamber Huneyn gününde Safvân b. Ümeyye'den bir zýrhý emanet olarak aldý. Bunun üzerine Safvân þöyle dedi: "Bunu gasp olarak mý aldýnýz ya Muhammed." "Resûlullah (as): Hayýr, tazmin edilecek bir âriyet olarak aldým"[1042] buyurdu  

 

Hanefilere göre âriyet akdinin rüknü : Malýn sahibinin icab (teklif)ýndan ibarettir. Âriyeti alanýn kabûlü ise istihsâna göre bir rükün olmayýp, kýyasa göre rükün sayýlýr.[1043]

 

Âriyet Akdinin Þartlarý

 

a) Âriyet verenin âkil (akýllý) olmasý gerekir. Hanefilere göre bülûð þartý yoktur. Diðer fakihlere göre ise, âriyet verenin teberrua ehil olmasý gerekir.

b) Âriyet isteyenin kabzý. Çünkü bu, bir teberrû akdidir. Âriyet hükmü, hibede olduðu gibi kabzsýz sabit olmaz.

c) Âriyet verilen þeyden istihlâk edilmeksizin yararlanmanýn mümkün olmasý.[1044]

 

Ýslâm âlimleri ev, arazi, elbise, hayvan, nakil aracý gibi devam etmesiyle birlikte kendisinden yararlanmak mümkün olan her þeyde âriyet akdinin geçerli olduðunu kabul ederler. Harbîye silâh ve atý; mümin olmayana mushafý ve bu nitelikteki kitabý âriyet olarak vermek haramdýr.[1045]

 

Âriyet Akdi Mutlak ve Mukayyed Olmak Üzere Ýki Kýsma Ayrýlýr

 

1) Mutlak âriyet: Bir kimsenin bir þeyi, bizzat kendisinin mi yoksa baþkasýnýn mý kullanacaðý ve nasýl kullanýlacaðý gibi hususlarý belirtmeden âriyet olarak almasýdýr. Bir hayvaný binmek veya yük yüklemek için aldýðýný belirtmeden âriyet almak gibi. Bu durumda örfe göre sahibi imiþ gibi hareket edebilir.[1046]

2) Mukayyed âriyet: Bu, süre ve yararlanma veya bunlardan birisi hakkýnda kayýt konulmuþ âriyettir. Burada mümkün olduðu kadar kayda uyulur.[1047]

 

Âriyet verenin borçlarý: Âriyet verilen þeyi teslim etmek. Âriyet alanýn aldýðý þeyden yararlanabilmesi için, malýn kendisine teslim edilmiþ olmasý gerekir. Çünkü âriyet malý kullanmak ona sahip olmayý gerektirir. Faydalanmaya elveriþli malý vermek. Bazý mallardan yararlanma ancak istihlâkla mümkün olur.

 

Bunlar ölçü, tartý veya sayýyla satýlan misli þeylerdir. Nakit para, buðday, þeker gibi. Bazý mallar tüketilmeksizin yararlanmaya elveriþlidir. Bu tür kullaným þekline "âriyet" denir. Yararlanmanýn karþýlýksýz olmasý. Âriyet veren kimse malý kullanandan ücret isteyemez. Eðer maldan yararlanma karþýlýðýnda bir bedel sözkonusu olursa bu akde "kira akdi" denir.[1048]

 

Âriyet verenin haklarý: Âriyet verilen þeyi geri isteme. Ýmam Ebû Hanîfe ve Ýmam Þâfiî'ye göre âriyet akdi her zaman feshi mümkün olan bir akittir. Âriyet veren dilediði zaman verdiði þeyi geri isteyebilir.[1049]

 

Âriyet verilen þeyin akde veya þeyin niteliðine yahut tahsis maksadýna uygun olarak kullanýlmasýný istemek.Âriyet alanýn aldýðý þeyi, mülk sahibinin istemesi veya sürenin sona ermesi üzerine geri vermesi gerekir. Âriyet malý belirlenen þartlara veya örfe göre kullanmak; bu konuda sýnýrý aþmamak gereklidir. Âriyet verilen þeyin koruma ve bakým masraflarýný âriyet alanýn karþýlamasý asýldýr.

 

Bu malý kendi mülkü gibi korumasý gerekir.Âriyet alanýn, emanet malý aþýrý bir þekilde kullanmasý ve bu yüzden telef olmasý hâlinde, bedelini ödemesi gerekir.[1050] Mal sahibi emaneti geri istediði hâlde, âriyet alan vermez ve bu arada telef olursa yine bedelini öder.[1051]

 

Hadiste: "El, aldýðý þeyden onu geri verinceye kadar sorumludur."[1052]

 

Âriyet þeyin izinsiz olarak üçüncü kiþiye verilip zayi olmasý da bedelin ödenmesini gerektirir.[1053]

 

Þu durumlarda âriyeti tazmin gerekmez: Normal olarak kullanýlýrken zayi olan âriyet. Âriyet, âriyet alanýn elinde emanet hükümlerine tabidir. Emanet, kasýt veya ihmal olmadýkça tazmin edilmez.[1054]

 

Kullanma þekli sýnýrlandýrýlmýþ âriyette sýnýrý aþmaksýzýn kullanmaktan dolayý mal zayi olsa bedelin ödenmesi gerekmez. Kullanma için þart konulmamýþsa bu konuda örfe uyulur.[1055] Âriyet akdi, âriyet verenin malý geri istemesi veya taraflardan birisinin vefat etmesi yahut da kullanma süresinin bitmesiyle sona erer.[1056]

 

3) Lukata 

 

Lukata: Bir þeyi yerden kaldýrýp almak; ilmi, kitaplardan öðrenmek; kýllarý yolmak; bulunan mal hakkýnda kullanýlan bir Ýslâm hukuku terimi. Mülkiyetini veya üzerindeki hakkýný terketme niyyeti olmaksýzýn sahibinin iradesi dýþýnda kaybolmuþ ve baþkasý tarafýndan bulunup sahibine verilmek üzere alýnmýþ, bulanýn sahibini bilmediði muhterem (üzerinde sahibinden baþkasýnýn tasarruf hakký olmayan) maldýr.

 

Lukata ile ilgili hükümleri Ýslâm hukukunun iki temel kaynaðýndan ikincisi olan Hz. Peygamber'in sünneti düzenlemektedir. Kur'an-ý Kerîm lukata ile ilgili hükümleri açýklamamýþtýr.[1057] Bu durum sünnet'e olan ihtiyacýn en açýk delîlidir. Lukata konusunun mihverini teþkil eden hadis þudur:

 

 £ó¡j £äÛa  £æ a ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa  ó¡™ ‰ ¡£ó¡ä è¢v¤Ûa §†¡Ûb  ¡å¤2 ¡†¤í ‹ ¤å Ç g

 4b Ô Ï P¡ò À Ô¢£ÜÛa ¡å Ç ¥3¢u ‰ ¢é Û ªb   á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü •

¤É¡n¤à n¤a  £á¢q b è •b 1¡Ç  ë Pb ç õb Ç¡ë  4b Ó ¤ë a Pb ç õb ×¡ë ¤Ò¡Š¤Ça

¡3¡2¡üa ¢ò £Ûb š Ï  4b Ó P¡é¤î Û¡a b ç¡£… b Ï b è¢£2 ‰  õb u ¤æ¡b Ï Pb è¡2

P¢é¢è¤u ë  £Š à¤ya  4b Ó ¤ë fa P¢êb n ä¤u ë ¤p £Š à¤ya ó £n y  k¡š Ì Ï

¢…¡Šm Pb ç¢ªëa ˆ¡y ë b ç¢ªëb Ô¡ b è È ß  b è Û ë  Ù Ûb ß  4b Ô Ï

Pb è¢£2 ‰ b çb Ô¤Ü í ó £n y b ç¤‰ ˆ ç P Š v £'Ûa ó Ç¤Š m ë  õb à¤Ûa

P¡k¤ö¡£ˆÜ¡Û ¤ë a  Ùî¡ ü ¤ë a  Ù Û  4b Ó  ¡á ä Ì¤Ûa ¢ò £Ûb š Ï  4b Ó

 

Zeyd b. Hâlid el-Cühenî radiya'llâhu anh'den:

Þöyle demiþtir: Biri, Nebiyy-i Ekrem salla'llâhu aleyhi ve sellem'den lukatayý, (yâni yitik malý) sordu. Buyurdu ki: "Baðýný, yâhud kabýný, kýlýfýný belle sonra (ötekine, berikine) bir sene ta'rîf et. Ondan sonra onu kullan. (Ondan sonra da) sâhibi çýkarsa (yine) ona ver." O adam: "Yitik deve de (böyle mi?)" diye sordu. (Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem) o kadar gazab etti ki mübârek yanaklarý, yâhud yüzü kýzardý. Ve: "Ondan sana ne? (Su) tulumunu, (ayaðýndaki) markubunu o berâber taþýr, (muhtâc oldukca) su baþlarýný bulur, aðaç (yapraklarýndan) otlar. Onu sâhibi buluncaya kadar kendi hâline býrak." buyurdu. "Ya, yitik davara ne buyurursun?" dedi, "O ya senindir, ya kardeþinindir, ya kurdundur" buyurdu.[1058]

 

Bulunan malýn alýnmasýnýn efdal olup olmadýðý ihtilâflýdýr. Hanefî ve Þafiîlere göre bulunan bir malýn sahibine vermek üzere alýnmasý, terkinden efdaldir. Çünkü böyle bir malý almakla, onun kaybolmasý önlenmiþ olmaktadýr. Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855) ise, böyle bir malý almanýn, nefsi haram yemekle karþý karþýya getireceðinden, terkinin daha faziletli olduðu görüþündedir.[1059]

 

Lukatanýn alýnýp muhafaza edilmesi ve sahibi çýktýðýnda ona verilmesi, bütün ilâhi dinlerde mevcud bulunan zaruret-i diniyye'den malý koruma prensibine dahildir.[1060]

 

Lukatayý alýrken mültakit (lukatayý alan)in niyyeti önemlidir. Lukatayý alan sahibine vermek üzere alýrsa, lukata onun yanýnda emânet hükmündedir ve telef olmasý halinde. ödeme mükellefiyeti yoktur. Ancak kendisine mal edinmek maksadýyla alýrsa; gâsýb hükmündedir ve malýn telef edilmesi halinde tazmin gerekir.[1061] Ancak Lukatayý alanýn sahibine vermek üzere emâneten aldýðýnýn ortaya konulmasý bazý görevlerin yerine getirilmesine baðlýdýr.

 

Bunlar:

a) Ýþhâd: Lukatayý alanýn bunu kendisi için almayýp sahibine vermek üzere aldýðýna iki adil kiþiyi þahid tutmasýdýr. Ebû Hanife'ye göre iþhâd vâcip; Maliki, Þafiî ve Hanbelilere göre müstehaptýr.[1062]

b) Ýlân: Lukatanýn -sopa, kýrbaç, ip vb. gibi insanlarýn deðer vermediði önemsiz þeyler haricinde- 1 yýl ilâný vaciptir.[1063] 

 

Ýlândan maksat malýný sahibine ulaþtýrmaktýr. Bundan dolayý ilân insanlarýn kalabalýk bulunduklarý yerlerde özellikle malýn bulunduðu civarda belli aralýklarla yapýlmalýdýr. Mültakit lukatayý ilân ederken sadece cinsini -altýn, gümüþ gibi- zikretmelidir. Vasýflarýn hepsini zikretmesi halinde buna muttali olan ve sahibi olmayan birisi lukatayý kendisinin olduðunu iddia ederek alabilir. Bu durumda multakit lukatayý tazmin eder. Buna göre lukata baþkasýna gösterilemez.[1064] Ýlân herhangi bir masrafý gerektirirse Hanefî, Þafiî, Hanbelilere göre ilân masraflarý multakite aittir. Malikilere göre ise multakit lukatanýn ilâný için yapýlacak masraflarý lukatadan verilmek üzere bir baþkasýna yaptýrabilir.[1065]

 

Þârî'in lukatayý alma konusundaki izni iþhâd ve ilânla kayýtlýdýr. Bu görevleri yerine getirmeye multakit hakkýnda gasb hükümleri uygulanýr.

 

Multakitin bulduðu malý korumasý ve ilân etmesi karþýlýðýnda bir ücret hakký yoktur. Yaptýklarý, teberrûdan ibarettir. Ancak mal sahibi multakite bahþiþ verebilir. Hanbelî ve Þafiîlere göre ise mal sahibinin vaadi varsa mültakit buna hak kazanýr.[1066]

 

Multakitin lukataya yapmýþ olduðu masraflarý mal sahibinden alabilmesi için masraflarý hâkimin izniyle yapmýþ olmasý þarttýr. Aksi takdirde bu masraflar teberrû mahiyetindedir. Hâkimin izniyle yapýlan masraflarý mal sahibinin ödememesi durumunda multakite masraflarý ödettirinceye kadar malý hapis hakký doðar.[1067]

 

Lukatanýn sahibi olduðunu iddia edene teslimi Lukatanýn sahibi geldiðinde kendisine malýn verilmesi gerekir. Ancak lukatanýn kendisinin olduðunu iddia edenin doðruluðunu anlamak için iki yol vardýr:

1) Lukatanýn vasýflarýný bilmek,

2) Delil ile ispat.

 

Lukatanýn, kendisinin olduðunu delil ile isbat edene verilmesi ittifakla vaciptir. Ancak lukatanýn vasýflarýný bilene verilmesi Hanefîlere göre vacip deðildir. Hanbelî ve Mâlikilere göre ise vasýflarýný bilene lukata verilir. Þafiîlere göre ise multakit vasfedenin doðru söylediðine kanaatý varsa lukatayý vasfedene verebilir.[1068]

 

Lukatanýn Kýsýmlarý

 

1) Hayvanlar: Hayvanýn zayýflamasý, sahibinin nafakasýný karþýlayamamasý vb. sebeplerle sahibinin terkedip baþkasýnýn alýp beslediði hayvanlar, terk esnasýnda sahibi, kim alýrsa onun olsun demiþ ise, mal, alýp besleyene aittir. Böyle bir þey söylememiþse, sahibi malýný alýr; ancak masrafý tazmin eder.[1069]

 

Hanefîlere göre, bulunan bir hayvanýn alýnmasý diðer lukatalar gibi câizdir. Hanbelî, Þafiî, Malikî ve Zâhirîlere göre ise devenin alýnmasý câiz deðildir. Ýhtilâfýn kaynaðý yukarýda zikredilen hadistir.[1070]

 

Kendini korumaktan aciz olan koyun, kaz, tavuk gibi hayvanlarýn alýnmasý câizdir. Bu tip hayvanlar sahibi çýkmadýðýnda yenilebilir. Ancak cumhura (fukaha çoðunluðu) göre, sahibi çýktýðýnda bedelinin ödenmesi gerekir. Ýmam Mâlik'e göre ise gerekmez.[1071]

 

2) Dayanýklý olmayan lukatalar: Hanefîlere göre bozulacaðýndan korkulan andan biraz öncesine kadar ilân edilir. Sahibi çýkmazsa multakit bunu yiyebilir. Þafiî ve Hanbelîlere göre kavun, karpuz, üzüm gibi uzun süre dayanýklý olmayan mallarý bulan dilerse yer, bedelini borçlanýr; dilerse satýp parasýný muhafaza edebilir. Malikîlere göre ise dayanýklý olmayan lukatalarda ilân þartý yoktur. Multakit fakirse yiyebilir veya sadaka verebilir. Mal sahibi bundan sonra gelirse multakit yemiþ ise bedeli öder; sadaka vermiþ ise mal sahibi dilerse sadakaya razý olur, dilerse ödettirir.[1072]

 

3) Kullanýmý haram olan bulunmuþ þeyler: Bir müslümana ait olan içki, domuz vb. gibi kullanýlmasý haram olan þeyler mal olamayacaðýndan ilâný þart olmadýðý gibi, imha da edilebilir.[1073]

 

4) Önemsiz lukatalar (tâfih): Ýp, sopa, kýrbaç, yiyecek kýrýntýsý gibi bulunan önemsiz þeyler, ilâna gerek kalmadan kullanýlabilir. Ancak sahibi gelirse geri alabilir.[1074] Çünkü baþkasýna göre önemsiz de olsa hiç bir hak zayi olmaz.

 

5) Mekke'nin lukatasý: Mekke'nin lukatasýnýn alýnýp alýnmayacaðý konusu ihtilâflýdýr.[1075] Bu konuda ihtilâfýn kaynaðý þu hadis-i þerîftir: "....Onun dikeni koparýlmaz, aðacý kesilmez, kaybolan eþyasý alýnmaz. Meðer ki, bulan ilân maksadýyla almýþ ola..."[1076]

 

Hanefî ve Malikîlere göre lukata konusundaki hadisler mutlak olduðundan Mekke'nin lukatasý ile diðer yerlerin lukatasý arasýnda fark yoktur.

 

Bu hadisinde Hz. Peygamber (a.s) çeþitli beldelerden yabancýlarýn gelip memleketlerine dönmesi sebebiyle sahibi bulunamaz endiþesiyle Mekke'nin lukatasý ilâný gerektirmez vehmini insanlarýn kafasýndan silmeyi ve ilân konusunda azamî titizliðin gösterilmesini murat etmiþtir. Hanbelî ve Þafiîlere göre ise Mekke'nin lukatasý ancak ilân maksadýyla alýnabilir ve ebedî olarak ilân edilir, temellükü câiz deðildir. Mezkûr hadis buna delâlet etmektedir.[1077]

 

6) Alýnan malýn yerinde kalan mallar: Bir kimsenin malý deðiþtiðinde camide ayakkabý deðiþmesi gibi bu bir yanlýþlýk neticesinde olmuþ ise, kalan mal lukata hükmündedir. Fakat kasten alýnýp yerine kýymetçe ondan daha düþük bir mal býrakýlmýþ ise, bu malý kullanmak câizdir.[1078]

 

Ýlân müddeti dolduktan sonra sahibi gelmeyen lukatalarda yapýlacak muâmeleler

 

1) Sahibi adýna korunmasý: Ýlân müddeti dolduktan sonra multakit lukatayý korumaya devam edebilir. Ölümünden sonrada varislere paylaþmamalarý ve hýfzetmeleri için vasiyette bulunur.[1079] (128).

 

2) Beytü'l-Mâla konulmasý: Burada lukatalarýn korunacaðý bir bölümün bulunmasý þer'î hükümlerin bir gereðidir. Sahibi geldiðinde lukatayý oradan alýr.[1080]

 

3) Hâkime teslim etme: Hâkim lukatayý koruyabileceði gibi borç verilebilecek bir cinsten ise multakite veya baþkasýna borç verebilir.[1081]

 

4) Satýlmasý: Hâkim veya multakit lukatayý satýp parasýný muhafaza edebilir. Hâkim, lukatayý ilân müddeti dolmadan satabilir ve mal sahibinin hâkimin yaptýðý satýþ akdini feshetme hakký yoktur.[1082]

 

5) Sadaka olarak verilmesi: Multakit, fakir ise lukatayý kendisi kullanabileceði gibi, bir baþka fakire de sadaka olarak verebilir. Hanefîlere göre, multakit zengin ise lukatayý kullanamaz ve bir baþka zengine tasadduk edemez. Ýmam Þafiî ve Ahmed b. Hanbel'e göre ise verebilir.[1083]

 

Burada þuna iþaret etmekte fayda vardýr: Lukatanýn ilân müddeti içinde sahibinin gelmemesinden dolayý yapýlan tasarruflar mal sahibinin hakkýný asla zayi etmez. Her ne zaman gelirse gelsin ve hangi deðerde olursa olsun mal sahibi geldiðinde malýný alabilir. Ýhtilaf veya elden çýkmasý durumunda malýný ödettirme hakkýna sahiptir. Çünkü haklarýn iptali söz konusu deðildir.[1084]

 

Lukatanýn vergisi: Usûlüne uygun olarak sahibi arandýktan sonra sahibi bulunamayan lukatalarýn 1/5 (humus)i tahsil edilir ve kalaný bulana ait olur.[1085]

 

4) Lakit (Buluntu)

 

Lakit: Atýlmýþ ve kaybolmuþ olup da bulunan çocuk hakkýnda kullanýlan bir fýkýh ýstýlahýdýr.Lakît lügatta yerden kaldýrýp alýnan þey anlamýnda kullanýlýr.[1086]

 

Fýkýh ýstýlahýnda ise ailesi tarafýndan fakirlik korkusu, zina töhmetinden kurtulmak vb. sebeplerle sokaða atýlmýþ veya kaybolmuþ çocuða verilen isimdir.[1087]

 

Tariften anlaþýldýðýna göre lakît, doðumun peþinden sokaða atýlmýþ çocuk veya mümeyyiz olmayan sabidir. Þafiiler gözetilmeye ihtiyaçlarý bulunduðundan Mümeyyiz sabî ve deliyi lakît kapsamýna dahil etmektedirler.[1088]

 

Herhangi bir sebepten dolayý sokaða terkedilmiþ çocuk ölüm tehlikesi içindedir. Böyle bir çocuðu alýp helâkini önlemek, bir insanlýk vazifesi olduðu gibi, dinen de emredilen bir husustur. Çünkü caný muhafaza, Ýslâmýn emrettiði hususlardandýr. Ayrýca bir nefsi helâkten kurtaran ve ihyâ eden kiþi Kurân-ý Kerim'de övülmüþ ve onun bu hareketi bütün insanlýðýn ihyâsý olarak kabul edilmiþtir.[1089]

 

Terkedilmiþ vaziyette bulunan çocuðun alýnmasý Hanefilere göre mendûb ve müstehabtýr. Kaldýrýlmadýðý takdirde helâk olacaðýndan korkulan çocuðun alýnmasý farz-ý kifaye; görenden baþkasý bu çocuðu bilmiyorsa almak farz-ý ayndýr. Diðer üç mezhebe göre bulunmuþ çocuðu almak farz-ý kifaye, helâkinden korkuluyorsa farz-ý ayn'dýr.[1090]

 

Ancak lakît'i bulup alan kiþi akýllý, bulûða ermiþ, hýfza muktedir ve ahlâký düzgün olmalýdýr. Hâkim, ahlâký düzgün olmayan kiþilerin kaldýrdýðý lakitleri onlardan alarak emîn birisine verir. Çünkü böyle bir kiþi bulup aldýðý lakîti maddeten helâkten kurtarsa bile onu manen helâk etmektedir.[1091]

 

Þafiîler ise lakîti alanýn mükellef, hür, reþîd, müslüman, âdil, fýsktan arî olmasýný þart koþarlar. Sefih, fâsýk, gayr-ý müslimlerin kaldýrdýklarý lakîtler ellerinden alýnýr.[1092]

 

Lakîti yerden alýp kaldýranlar birden fazla olduðu takdirde kendisine hangisi daha faydalý ise ona teslim edilir. Bu konuda eþit iseler tercih hakký hâkimindir. Hanbelî ve Þafiîlere göre ise aralarýnda kura çekilir.[1093]

 

Lakît'in Ýslâm Hukukunda Kendine Özgü Özel Durumlarý

 

1) Hürriyeti: Lakît zahiri hale göre hür sayýlýr Çünkü insanda aslolan hürriyettir. Ýnsanlar hür olan Hz. Adem ile Hz. Havva'nýn çocuklarýdýrlar. Kölelik durumu ise arýzîdir. Binâenaleyh hilâfýna delil bulunmadýkça asl ile amel etmek gerekir. Kölelik iddiasýnda bulunulmasý halinde bunun delil ile isbâtý þartý vardýr. Çünkü mücerred dava ile, sabit olan bir hak iptal edilemez.[1094] Lakîtin delil ile köleliði isbat edilirse o zamana kadar yaptýðý tasarruflarý geçerlidir.

 

2) Dini: Hanefîlere göre bulunan çocuðun dini bulunduðu yere tabidir. Ýslâm ülkesinde bulunan çocuk müslüman, müslümanlarýn bulunmadýðý beldede bulunan çocuk ise gayr-ý müslim sayýlýr. Þafiî ve Hanbelîlere göre ise darul-Ýslâm'da bulunan her çocuk müslüman sayýlýr. Gayr-i müslimler tarafýndan iþgal edilen beldede bulunan bir çocuk hilâfýna delil olmadýkça orada bir müslüman bile bulunsa müslüman olduðuna hükmedilir. Gayr-i müslim beldesinde bulunan çocuk ise kâfirdir. Mâlikîlere göre ise müslümanlarýn bölgesinde bulunan çocuk müslüman, zimmîlerin bölgesinde bulunan çocuk ise zimmî sayýlýr.[1095]

 

3) Nesebi: Nesebi meçhuldür. Kim çocuðu olduðunu iddia ederse delil istenmeksizin istihsânen neseb ondan sabit olur. Çocuk ölü ise delil getirmek þarttýr. Ýkiden fazla kiþi lakîtin kendi çocuðu olduðunu iddia ederse Ýmam Azam'a göre lakîtin nesebi beþ kiþiye kadar her dava edenden sabit olur. Eþit durumdaki iki kiþi neseb iddiasýnda bulunurlarsa, sonra iddia edenin þahit getirmesi istenir. Evli bir kadýn çocuðun kendisinin olduðunu iddia ederse kocasýnýn tasdiki veya ebe yahut bir erkekle iki kadýnýn þehadeti gerekir.[1096]

 

4) Nafakasý: Yiyecek, içecek, giyecek vb. ihtiyaçlarý kendisine ait özel malýndan veya umumî olarak lakîtlere tahsis edilmiþ mallar bulunduðunda ihtiyaçlarýnýn bu mallardan karþýlanacaðýna dair fukaha arasýnda ittifak vardýr. Özel mallarý, üzerinde bulunan paralar, elbiseler, kendisine hibe edilmiþ mallar vb. dir. Umumî mallar ise lakîtlere tahsis edilmiþ vakýflar, kendilerine vasiyette bulunulan mallardýr. Böyle bir mal yoksa nafaka Beytü'l-mâl'dan karþýlanýr.[1097]

 

5) Malý: Üzerinde veya altýnda bulunan elbiseler, cebinde bulunan paralar, giyeceklerine baðlý olanlar veya elinde bulunanlar, üzerinde bulunduðu binek, yanýna býrakýlmýþ serîr, vb. bütün bunlar Lakîte aittir ve onun malýdýr.[1098]

 

6) Mirasý: Nesebi meçhul olduðu için mirasý Beytü'l-mâl'a kalýr. Çünkü Beytü'l-mâl vârisi olmayanýn vârisidir.[1099]

 

7) Baþka Bir Yere Nakli: Bulunan çocuðun günlük hayat bakýmýndan daha düþük seviyedeki bir yere nakli uygun deðildir. Meselâ þehirden köye nakline engel olunur. Çünkü þehirlerde eðitim, öðretim, hayatýn çeþitli nimetlerinden faydalanma daha fazladýr. Ayrýca çocuðun bulunduðu yerde býrakýlmasý, nesebinin, ailesinin ortaya çýkmasýna vesile olabilir.[1100]

 

8) Lakîte Velâyet: Nefsi ve malý üzerindeki Velâyet sultana aittir. Onun hýfzedilmesi, terbiyesi, malýndaki tasarruflarý, evliliði, eðitim-öðretimi yönetici tarafýndan idare edilir. Bu konuda Hz. Peygamber (a.s): “Ýslâm devletinin yöneticisi, velisi olmayanýn velisidir" buyurmuþtur.[1101] Multakitin hakimin izni olmaksýzýn lakît üzerinde velâyet hakký yoktur.[1102]

 

9) Ýþlediði Suçlar: Tazmini gerektiren bir fiil ika ettiðinde bunu devlet öder. Devlet diyeti ödemekle Âkýle'nin, mevlânýn yerine geçer ve lakît baþka birisini seçemez.[1103]

 

10) Kendisine Karþý Ýþlenen Suçlar: Lakîte karþý diyeti gerektirecek bir suç iþlendiðinde diyeti Beytü'l-mâl alýr. Cinayet kýsasý gerektiren kasttan ibaret ise imam kýsasla af arasýnda muhayyerdir.[1104]

 

Görüldüðü gibi lakît ile ilgili konularda onun lehine hükümler getirilmiþtir.[1105]

 

 

 

h) Akitler

 

 

Akit; Arap dilinde, bir þeyin uçlarýný birbirine baðlamaktýr. Bu ister maddi bir að olsun ister bir taraftan olsun ister iki taraf arasýnda olsun deðiþmez. “Bir þeyin üzerine niyeti ve azmini baðladý yemini baðladý (yani yemin etti).” Bu irade ile iltizam ettiði þeyi tenfiz etmek arasýný baðlamak demektir. Satýþ akti yaptý, nikah akti yaptý, kira akti yaptý demek baþka bir þahýsla baðlantý kurdu demektir. Bu mana lügat manasýna ve Maliki, Þafii ve Hanbeli fakihleri arasýnda yaygýn manaya en yakýn olandýr. Bu kiþinin yapmaya azmettiði her þeydir. Ýster bu vakýf, ibra, talak, yemin gibi tek taraflý bir iradeyle olmuþ olsun, isterse satýþ, kira, vekalet, rehin gibi inþasýnda iki tarafýn iradesine muhtaç olan bir akit olsun.

 

Burada akit nazariyesinden bahsederken kastettiðimiz hususi mana “Eseri mahalin de zahir olacak þekilde meþru vechile icap ise kabulün irtibatýdýr.” Diðer bir ifadeyle, taraflardan birinin sözünün diðeriyle, þer’an eseri mahal deðerine  “Sana þu kitabý sattým” dese bu icaptýr, diðerinin de “aldým” demesi kabuldür. Ne zaman kabul icaba baðlý olarak gelir ve bunlar da þer’an ehliyeti geçerli olan þahýslardan sadýr olmuþlarsa satýþýn eseri, mahalli olan kitapta meydana gelir ki bu, satýlan malýn mülkiyetinin müþteriye intikali, satýcýnýn da müþterinin zimmetindeki semene hak kazanmasýdýr.

 

Ýmdi bu giriþten sonra, akitlerin içeriðini açýklamaya çalýþalým.

 

a) Ýbra

 

Ýbra: Temize çýkarma, kurtarma, bir þeyden uzaklaþma, terim olarak, bir kimsenin baþkasýnýn zimmetinde veya onun cihetinde olan kendisine ait bir hakký düþürmesidir. Alacaklýnýn, borçlunun zimmetinde bulunan alacaðýný düþürmesi ve onu borçtan kurtarmasý gibi. Hak, bir kimsenin zimmetinde olmadýðý zaman þuf'a veya lehine vasiyet edilenin meskende oturmasý gibi, bunu düþürmek ve býrakmak bir ibrâ sayýlmaz. Belki bu yalnýz borcu düþürmedir. Her ibrâ bir borcu düþürmedir, fakat her düþürme bir ibrâ deðildir.

 

Ýbrâ'nýn hükmü: Ýbranýn hükmü mendub olup, müslümanlar buna teþvik edilmiþtir. Çünkü ibrâ; ihsan, iyilik ve Cenâb-ý Hakk'ýn rýzasýný kazandýran bir ameldir. Ayette;

 

وَاِنْ كَانَ ذُو عُسْرَةٍ فَنَظِرَةٌ اِلى مَيْسَرَةٍ وَاَنْ تَصَدَّقُوا خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ

 

“Eðer (borçlu) darlýk içinde ise, eli geniþleyinceye kadar ona mühlet vermek (gerekir). Eðer (gerçekleri) anlarsanýz bunu sadakaya (veya zekâta) saymak sizin için daha hayýrlýdýr”[1106] buyurulur.

 

Ýbrâ'nýn rüknü: Ýbranýn rüknü ibrâ hakký sahibinin, hakkýný terkettiðini ve düþürdüðünü açýk bir þekilde ifade eden teklifinden ibarettir. Bu akdin meydana gelmesi için kabul þart deðildir. Çünkü ibrâ, hakký düþürmektir. Boþama, köle azadý gibi hakký düþürücü tasarruflar karþý tarafýn kabulüne baðlý deðildir.

 

Ýbrâ; "Seni alacaðýmdan ibrâ ettim veya alacaðýmý düþürdüm yahut da sana onu temlik ettim veya onu sana býraktým" gibi sözlerle gerçekleþir.

 

Ýbrâ, borçlunun akit meclisinde veya daha sonra reddi ile reddedilmiþ olur.

 

Bir Hakkýný Ýbrâ Edende Bulunmasý Gereken Þartlar

 

l) Ýbrâ edenin teberru yapma ehliyetine sahip olmasý gerekir. Bu da onun âkýl, bâlið ve reþîd olmasýný, sefih veya borç sebebiyle hacr altýnda bulunmamasýný gerektirir.

2) Ýbrâ edeceði hak üzerinde, mâlik, vekil veya vasî gibi bir tasarruf velâyetine sahip olmasý.

3) Rýzasýnýn bulunmasý. Zorlananýn ibrâsý geçerli olmaz.

 

Ölüm hastasý bir vârisini borçtan ibrâ etse, borç üçte birden az olsa bile, ibrâ mirasçýlarýn icâzetine baðlýdýr. Mirasçý olmayan birisini ibrâ etse ve borç da terikenin üçte birini geçiyorsa, üçte birden fazlada ibrânýn geçerli olmasý mirasçýlarýn icâzetine baðlýdýr.

 

Ýbrâ edilenin belirli bir kimse olmasý, müphem ve meçhul bulunmamasý gerekir. Ýbrâ konusunun miktar ve niteliði meçhul olabilir. Çünkü ibrâ, boþama gibi bir hakký düþürmekten ibarettir. Bu, bilinse de bilinmese de tatbik edilir. Mal (ayn) cinsinden olsa bile borçlardan ibrâ geçerlidir. Deve cinsinden diyet borcu gibi.

 

Kefili kefâretten, bir kimseyi dava hakkýndan ibrâ gibi, haklardan ibrâ da câizdir. ibrâ konusunun, ibrâ sýrasýnda mevcut olmasý gerekir. Bu yüzden geleceðe ait haklarda ibrâ geçerli olmaz. Meselâ, karýsýnýn kocasýný gelecek nafakadan ve boþamadan önce iddet nafakasýndan ibrâ etmesi muteber deðildir. Çünkü henüz ibrâ konusu hak meydana gelmemiþtir. Bu yüzden nikâh akdinden önce boþama geçerli olmaz.

 

Hadiste; "boþama hakký ancak bu hakka sahip olmakla var olur."[1107]

 

Ýbn Mâce'nin rivayetinde ise, "nikâhtan önce boþama yoktur"[1108] buyurulur.

 

Ýbrânýn bir þarta veya gelecek zamana baðlanmasý gerekir. Ancak þart uygun olursa geçerlidir. "Benim, sende bir alacaðým varsa veya ben ölürsem, sen borcundan berîsin" demek gibi. Ölüme baðlanan ibrâ, vasiyet niteliðindedir. Ýbrânýn Ýslâmî prensiplerle çeliþmemesi gerekir.

 

Meselâ, sarf (nakitlerin alým-satýmý) akdinde karþýlýklý kabzdan veya küçüðün velayetinden ibrâ gibi, Ýslâmî hükmü deðiþtirmeye yol açan tasarruflar bâtýldýr. Ýbrâ edilen hakta, ibrâ edenin eski bir mülkiyet hakký bulunmalýdýr. Çünkü bir kimsenin, yetkili kýlýnmadýkça, baþkasýnýn mülkünde tasarrufu geçerli deðildir.[1109]

 

Ýbrânýn konusu mal, eþya, borçlar ve haklardýr. Ýbrâ, mal dâvasý veya malýn kendisi ile ilgili olabilir. Zimmette bulunan borçlardan ibrâ geçerlidir. Çünkü ibrânýn esasý, zimmetteki þeyi düþürmektir.

 

Haklardan Ýbrânýn Çeþitleri

 

l) Kefâret, havâle gibi sýrf kul haklarýndan ibrâ ittifakla geçerlidir.

2) Zina, kazif ve hýrsýzlýk cezasý (haddi) gibi sýrf Allah haklarýndan ibrâ, Hanefî ve Malikilere göre, dâvâ açýldýktan sonra geçerli deðildir.

3) Ta'zîr, kýsas, diyet, intifâ', ayýp muhayyerliði ile fesih gibi, kul hakký üstün olan haklardan ibrâ geçerlidir.

 

Kocanýn, karýsýnýn nafakasýndan, nafaka kocanýn zimmetinde mevcut bir borç olmadýkça, ibrâ etmesi ittifakla geçerli deðildir.

 

Ýbrâ, kapsam bakýmýndan ikiye ayrýlýr. Genel ve özel ibrâ. Genel ibrâ, baþkasýndaki mal, borç ve þahsa ait her haktan ibrâdýr. Özel ibrâ ise, belirli bir hakký içine alýr. Özel bir borçtan ibrâ hâlinde yalnýz o borç düþer. Ýbrâda tarih ve þahýs belirtilmiþse, ibrâ yalnýz bununla sýnýrlý olur.[1110]

 

Ýbrânýn hükmü, özel veya genel ibrâ olmasýna göre, ibrâ edilen hakký düþürmesidir. Özel ise, artýk ibrânýn kapsadýðý konularda hakký istemek câiz olmaz ve bu konuda açýlacak dava dinlenmez. Genel ibrâ ise, o ana kadar meydana gelmiþ olan bütün haklarý kapsamýna alýr. Hanefilere göre, bir bedel karþýlýðýnda ibrâ; mal karþýlýðý sulh olma anlamýndadýr.[1111]

 

b) Yemin

 

Yemin: Sað el; bereket; güç, kuvvet ve güzel mevki, yaralayýcý; kiþinin bir haberi kuvvetlendirmek veya bir iþi yapýp yapmamak hususundaki azim ve iddiaya güç vermek için Allah'a kasem ya da boþama ve köle azadý gibi bir þeye baðlamak suretiyle akit etmesi anlamýnda bir fýkýh terimidir.

 

Yemin daha çok Allah'ýn isimleri veya zâtî sýfatlarýndan birisi anýlarak yapýlan kasem için kullanýlýr. Talâka veya köle âzadýna baðlý olanlarýn yemin olup almadýðý tartýþmalýdýr.[1112]

 

Kasem ve hýlf kelimeleri arasýnda nüanslar olmakla birlikte "yemin" ile eþ anlamlý olarak kullanýlmaktadýrlar.[1113] Türkçe'de bazen yemin yerine "and içmek" tabirinin kullanýldýðý görülmektedir.

 

Bu mefhumun, kelimenin anlamý ile irtibatý; yeminin söze güç kuvvet katmasý ve yeminleþenlerin sað ellerini birbirlerine vurmalarýdýr.[1114]

 

Yemin, akitlerde ve husûmetlerde sözü te'kid için meþrudur. Meþrûtiyeti Kur'ân-ý Kerîm ve Sünnetle sabittir. Kur'ân'ýn bir çok sûresi deðiþik cisimler üzerine yapýlan yeminlerle baþlar. Tin, Þems, Fecr sûreleri bu kabildendir. Bakara sûresinin 225. ve Mâide sûresinin 89. âyetinde Allah Teâlâ'nýn, yemin-i laðv sebebiyle kullarýný mülahaza etmeyeceði bildirilmektedir.

 

Yine Mâide sûresinin 89. âyetinde sorumluluk getiren yeminin mûn'akýde yemini olduðu ifade edilmekte, yeminlere riayet emedilmekte ve yeminini bozanlarýn nasýl keffaret ödeyecekleri beyan edilmektedir. Bunlarýn yanýsýra;[1115] âyetleri de yeminin meþrûtiyetinin Kur'ân'dan delilleridir.

 

Hz. Peygamber bir hadisinde ümmetine, babalar ve putlar adýna yemin etmemelerini, yemin edeceklerse Allah adýna yemin etmelerini ya da hiç yemin etmemelerini emretmiþtir.[1116] Rasûlüllah bizzat kendisi de yemin etmiþtir. Onun yemin ederken en çok kullandýðý tabirlerden birisi: "Nefsime veya Muhammed'in nefsine sahip olana yemin ederim ki" dir.[1117]

 

Yemin Çeþitleri

 

Yeminler önce Allah adýna edilenler ve Allah'tan baþkasý adýna edilenler olmak üzere ikiye ayrýlýrlar. Allah adýna edilen yeminler de kendi aralarýnda taksime tabidirler.

 

I ) Allah adýna edilen yeminler

 

Kasem suretiyle Allah adýna yeminler "Allah" ya da "Ýzzet, celal, azamet" gibi zati sýfatlarýnýn baþýna "ba, va, ta" harflerinin birisini getirmek suretiyle yapýlýr.[1118] Müslümanlar arasýnda en çok kullanýlan yemin lafýzlarý: "Vallâhi, billâhi ve tallâhi" sözcükleridir.

 

Allah'ýn isim ve zatî sýfatlarýnýn dýþýnda hiçbir þeye yemin edilmez. Hanefilere göre, Nebi, Kur'ân, Kâbe gibi Müslümanlarca kutsal olan varlýklar adýna da yemin edilmesi caiz deðildir.[1119]

 

Ýmam Þâfiî, Ýmam Mâlik ve Ýmam Ahmed b. Hanbel'e göre Kur'ân, Kur'ân âyetleri ve Mushaf adýna edilen yeminler mûteberdir. Bozulmasý halinde keffareti gerektirir.[1120]

 

Hanbelîlere göre Kâbe ve diðer yaratýklar adýna yemin etmek caiz deðilse de, Peygamber adýna yemin etmek caizdir. Bozulmasý keffareti gerektirir.[1121]

 

Yeminin mûteber olmasý için mutlaka arapça olmasý þart deðildir. Diðer dillerle de yemin edilebilir. Kaynaklar farsça bazý tabirlerle yemin edilebileceðine iþaret etmiþlerdir.[1122]

 

Buna göre Türkçe'de kullanýlan "yemin ederim, kasem ederim, and içerim" gibi sözler de yemin sayýlýr. Ancak "mukaddesâtým adýna, þerefim üzerine and içerim" gibi sözlerin yemin olmamasý gerekir. Çünkü Allah'ýn adý veya sýfatlarý adýna yapýlmamýþtýr. Merginânî, hangi sözlerle yemin edip edilemeyeceðinin örfe baðlý olduðunu söylemektedir.[1123]

 

Bu sözcükler bugün ülkemizde bazý ortamlarda yemin için mâruf hale gelmiþlerse de yaygýn bir örf saymak mümkün deðildir. Bunlarýn dýþýnda, kiþinin mübah olan bir þeyi kendisine haram kýlmasý veya birþeyi yaptýðý ya da yapmadýðý takdirde, yahudi, hristiyan vs. olacaðýný yemin kasdýyla söylemesi de bir yemindir.[1124]

 

Ýmam Þâfiî, Ýmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'den nakledilen bir görüþe göre bu tür sözler yemin sayýlmaz, dolayýsýyla bozulmasý durumunda keffaret gerekmez.[1125]

 

Allah adý anýlarak edilen yeminler ðamûs, laðv ve mün'akýde olmak üzere üç çeþittir;

 

a) Ðamûs yemin: Ðamûs yemin; geçmiþteki veya bu zamandaki bir olayýn ilgili olarak, bile bile yalan yere yemin,etmektir. Mesela bir kimsenin, borcunu ödemediðini bildiði halde "ödedim” diye veya hâli hazýrda cebinde parasý olduðu halde parasýnýn olmadýðýný söyleyerek yemin etmesi birer ðamûs yeminidir. Böyle bir yemin büyük bir günahtýr. Allah (c.c):

 

اِنَّ الَّذينَ يَشْتَرُونَ بِعَهْدِ اللّهِ وَاَيْمَانِهِمْ ثَمَنًا قَليلًا اُولئِكَ لَاخَلَاقَ لَهُمْ فِى الْاخِرَةِ وَلَايُكَلِّمُهُمُ اللّهُ وَلَا يَنْظُرُ اِلَيْهِمْ يَوْمَ الْقِيمَةِ وَلَا يُزَكّيهِمْ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَليمٌ

 

“Allah'a karþý verdikleri sözü ve yeminlerini az bir bedelle deðiþtirenlere gelince, iþte bunlarýn ahirette bir payý yoktur. Kýyamet günü Allah onlarla konuþmayacak, onlara bakmayacak ve onlarý temize çýkarmayacaktýr. Onlar için acý bir azap vardýr”[1126] buyurmaktadýr.

 

Eþ'as bin Kays'ýn bildirdiðine göre, bu âyet kendisine ait bir kuyuda amcasýnýn oðlunun hak iddia etmesi ve onun beyyine getirmediðini takdirde amcasý oðlunun yalan yere yemin edebileceðini söylemesi üzerine nazil olmuþtur.[1127]

 

Hz. Peygamber (a.s) bir çok hadisinde yalan yere baþkasýnýn malýný almak için yemin etmenin Allah'a ortak koþmak, adam öldürmek, anaya babaya isyan etmek gibi büyük günahlardan olduðunu, böyle yemin edenlerin Cennet'in mahrum olup, Cehennem'i hak ettiklerini, dolayýsýyla oradaki yerlerine hazýrlananlarý gerektiðini haber vermektedir.[1128]

 

Hanefi, Hanbelî ve Malikilere göre ðamûs yemininden dolayý keffaret yoktur. Yemin eden kiþi Allah'tan af dilemeli, tevbe istiðfar etmelidir. Çünkü bu yemin Allah'a karþý büyük bir cür'ettir, onu hafife almaktýr; böyle büyük bir günahýn keffaretle giderilmesi mümkün deðildir. Hz. Peygamber (a.s) bir hadisinde beþ þeyden dolayý keffaret olmadýðým söylemiþ ve kiþinin uymak zorunda olduðu yemini bunlardan saymýþtýr.[1129]

 

Buradaki kefaretin olmayýþýndan maksat, bu yeminin günahýný kefaretin silemeyeceðidir. Kâsanî (v.587/1191) tevbe ve istiðfarýn, ðamûs yemininin keffareti olduðunu söylemektedir.[1130] Þâfiîlere göre bu yeminden dolayý keffaret gerekir.[1131]

 

b) Laðv Yemin: Lað yemini Hanefilere göre-yanlýþlýkla edilen, yani sahibinin söylediði sözün hakikat dýþý olduðu halde, doðru olduðunu zannederek ettiði yemindir. Bu yemin de hem geçmiþ ve hem de þimdiki zamanla ilgili olabilir. Meselâ borcunu ödemediði halde, ödediðini zannederek, veya cebinde para olduðu halde olmadýðýný zannederek yemin eden kiþinin ettiði yemin, laðv yemindir.[1132]

 

Hanefîlerin bu anlayýþý bir çok sahabe ve tabiinden nakledilmiþtir.[1133]

 

Þâfiîlere göre laðv yemini, konuþma esnasýnda kasýt olmadan insanýn aðzýndan çýkan "hayýr vallahi, evet vallahi" gibi yeminlerdir. Laðv yemininin bu þekildeki izahý Hz. Âiþe tarafýndan Hz. Peygamber'den nakledilmiþtir.[1134]

 

Hz. Peygamber'den laðv yemini için baþka izahlar da rivâyet edilmiþtir. Meselâ bir hadiste: "Âtýcýlarýn yemini laðvdýr, onun için keffaret yoktur" [1135]buyurmuþtur.  

 

Alimler kendi anladýklarý laðv yemininden dolayý günah ve keffaret olmadýðýnda hemfikirdirler. Çünkü Allah (c.c) laðv yemininden dolayý kulunun muaheze edilmeyeceðini bildirmiþtir.

 

Þâfiiler, Hanefilerin laðv yemini dedikleri yeminleri bu grup içinde kabul etmedikleri için, doðru zannedilerek edilen yeminlerden dolayý da kefaretin gerekli olduðu kanaatindedirler.

 

c) Mün'akýde yemini: Mün'akide yemini bir þeyi yapmak veya yapmamak için edilen yemindir. Bu yemin gelecek ile ilgilidir. Bir kimsenin "yarýn falan yere gideceðine" veya "falan kiþiyle bir daha konuþmayacaðýna" yemin etmesi bu kabildendir. Mün'akide yemini kendi arasýnda, mürsel, muvakkat ve fevr olmak üzere üçe ayrýlýr.

 

1) Mürsel yemin: Bir fiili yapýp yapmamayý zamana baðlamadan edilen yemindir. Meselâ, bir iþi yapacaðýna yemin eden ama bunu zamana baðlamayan kiþinin ettiði yemin mürseldir. Ölüm anýna kadar ettiði þeyi yapýp yemininden kurtulabilir. Belirli bir sürenin geçmesi ile yemini bozmuþ sayýlmaz. Bu yemine "mutlak yemin" de denilir.

 

2) Muvakkat yemin: Bir zamana baðlý olarak edilen yemindir. Bu yemin, filin baðlandýðý zamanla kayýtlýdýr. Zamanýn dolmasý ile yeminin hükmü sona erer. Meselâ bir meyveyi üç gün yetmeyeceðine yemin eden kiþi, üç gün dolduktan sonra o meyveyi yese yeminini bozmuþ sayýlmaz. Belirli bir süre içinde bir þeye yapmaya yemin eden kiþi o kiþi ön gördüðü süre içinde yaparsa yemininden kurtulmuþ olur. O süre içinde yapmazsa, daha sonra yapsa bile yeminini bozmuþtur; keffaret ödemesi gerekir. Þayet yemin eden kiþi süre dolmadan ölürse, Ebû Hanife ve Muhammed'e göre yeminini bozmuþ olmaz. Ebû Yusuf'a göre bozmuþ olur. Bu yemine "mukayyed yemin" de denilir.

 

3) Fevr yemin: Bir sebebe baðlý olarak edilen yemindir. Baþka deyiþle; kendisi ile gelecek deðil þimdiki zaman kasdedildiðine karineler bulunan yemindir. Bir soruya cevap verirken edilen yemin bu kabildendir. Meselâ yemek yiyenlerin yanlarýna gelen birisine "buyur ye" demelerine karþýlýk onun "vallahi yemem" demesi fevr yeminidir. Gelecekle deðil o anla ilgilidir. Dolayýsýyla daha sonra bir þey yemesi ile yeminini bozmuþ olmaz.[1136]

 

Mün'akide yemininde yeminin gereðini yapmaya berr, yapmamaya bârr, yemini bozmaya hins, bozana da hânis denilir. Bu türden bir yeminin gereðini yapan kiþi yemininden kurtulmuþ olur. Yemininde hânis olan kiþiye ise keffaret gerekir. Yeminde aslolan ona sadakat göstermektir. Ancak bu, yemin edilen þeyin dinî hükmüne göre farklýlýk gösterebilir.

 

Sadakat Konusunda Yeminin Çeþitleri

 

1) Uyulmasý vacip olan yeminler: Farz olan bir ibadeti yapmak veya masum bir insaný ölümden kurtarmak, ya da bir haramý terk etmek için yapýlan yeminleri yerine getirmek farzdýr. Çünkü Hz. Peygamber (a.s): "Âllah'a itaat etmek üzere yemin eden kiþi itaat etsin" buyurmuþtur. Bu kabilden olan bir yeminin gereðini yerine getirmeyen kiþi günahkar olmuþtur; tevbe ve istiðfar etmesi icab eder, ayrýca yemin keffareti ödemesi gerekir.

 

2) Edilmesi haram, uyulmamasý cevap olan yeminler:Bir farzý terk etmek veya bir haramý iþlemek için yemin etmek haram bir yemindir, bozulmasý farzdýr. Dolayýsýyla, meselâ ana babasý ile konuþmamaya yemin eden kiþi, onlarla konuþacak, yani yeminini bozacak ama yemin keffareti ödeyecektir. Ayrýca haram birþeyi yapmaya yemin ettiði için tevbe istiðfar edecektir. Hz. Peygamber; “Bir þeye yemin edip de, baþkasýný daha hayýrlý gören kiþi yemininden dolayý keffaret ödesin, sonra da o hayýrlý olan þeyi yapsýn"[1137] buyurmuþtur.

 

Bir baþka hadiste de þöyle buyurulmuþtur: "Rabbe isyanda, sýlayý rahmi kesmekte ve mâlik olmadýðýn þeyde sana yemin de, nezir de yoktur."[1138]

 

Þâ'bî'ye göre haram bir fiili iþlemek üzere yemin eden kiþi yeminini bozar, yani o haramý iþlemez. Ayrýca keffaret ödemesine de gerek yoktur. Çünkü Hz. Peygamber kiþinin haramý iþlememesinin yeminine keffaret olduðunu söylemiþtir.[1139]

 

Hanefiler mün'akide yemininden dolayý kullarýn sorumlu tutulacaðý bildiren âyetin zahirine dayanmaktadýrlar.[1140]

 

3) Uyulmasý mendup olan yeminler: Bir maslahata müteallik olan yeminlerdir.Yapýlmasý mendup olan bir fiili iþlemek için edilen bir yemine uymak da menduptur. Böyle bir yeminin bozulmasý mekruhtur, keffaret gerekir.

 

4) Mübah olan yeminler: Mübah olan bir iþi yapmak veya yapmamak, ya da doðru olan bir haber üzerine yemin etmek mübahtýr. Böyle bir yeminin bozulmasý efdaldir. Bozulursa keffaret gerekir.

 

5) Mekruh olan yeminler: Mekruh olan bir fiili iþlemek veya mendubu terketmek için yemin etmek mekruhtur. Alýþ veriþ esnasýnda yemin etmek de mekruhtur. Böyle bir yeminin bozulup keffaret ödenmesi efdaldir. Yemine sadakat ise mekruhtur.[1141]

 

Hanefî ve Malikilere göre unutarak, hataen, ikrah yoluyla ve yemin kasdý olmadan edilen yeminler mûteberdir. Çünkü yukarýda iþaret edilen ayet mutlaktýr. Yeminin kasda dayanýp dayanmamasý konusunda bir kayýt mevcut deðildir. Ayrýca Hz. Peygamber (a.s) bir hadisinde; yemin, talak ve nikahýn ciddisinin de, ciddi sanýldýðýný haber vermiþlerdir.[1142]

 

Þâfiî ve Hanbelîlere göre yeminini unutarak bozan kiþi, yemininde hânis sayýlmaz. Dolayýsýyla kendisine keffaret icab etmez. Delilleri, kullarýn hataen yaptýklarýndan dolayý günah olmadýðýný bildiren ayetle[1143] Müslümanlarýn hatâen, unutarak ve ikrah yoluyla iþlediklerinden dolayý sorumlu tutulmayacaklarýný bildiren hadistir.[1144]

 

Ýkrah yoluyla yeminini bozan kiþi, Ebû Hanife ve Mâlik'e göre keffaret öder; Ahmed b. Hanbel 'e göre ödemez. Ýmam Þâfiî'den ise bu konuda iki ayrý görüþ nakledilmiþtir.[1145]

 

Yemin edildikten sonra hemen peþinden "inþallah" denilirse, bozulmasý halinde keffaret gerekmez. Çünkü Hz. Peygamber (a.s) "Yemin edip de istisna eden (Ýnþallah diyen) isterse, döner, isterse yemini bozmadan terk eder" buyurmuþtur.[1146]

 

Ancak bu hükmün geçerliliði yeminle "inþallah" demenin arasýnda konuþulmamasýna veya konuþacak kadar susulmamasýna baðlýdýr.

 

Ýbn Kudame'nin bildirdiðine göre "inþallah" denildiðinde kefaretin gerekmeyeceðinde dört mezhep müttefiktir.[1147]

 

Yemin Keffareti

 

Mü'akide yemininin hangi türünden olursa olsun bozulmasý, keffareti gerektirir. Normalde keffaret yemin bozulduktan sonra ödenir. Yemin bozulduktan sonra ödenen kefaretin mûteber olduðu konusunda ulema arasýnda hiç bir ihtilaf yoktur. Ancak önce kefaretin ödenip sonra yeminin bozulmasý durumunda bu kefaretin yeterli olup olmayacaðý tanýþmalýdýr.

 

Hanefilere göre, keffaret ister malla, ister oruçla ödensin mutlaka yemin bozulduktan sonra ödenmelidir. Bozulmadan önce ödenmesi caiz deðildir. Þafiilere göre keffaret malla ödenecekse yemin bozulmadan önce de ödenebilir. Hanbelî ve Mâlikîlere göre kefaretin ister malla ister oruçla, yemin bozulmadan önce de sonra da ödenmesi caizdir.Yemin edilmeden önce keffaret ödenip daha sonra yemin edilmesi ve bozulmasý durumunda bu keffaret mûteber deðildir. Bu konuda hiçbir görüþ ayrýlýðý yoktur.[1148]

 

Yemin keffareti; gücü yeterse bir köle azad etmek veya on fakiri sabahlý akþamlý doyurmak ya da on fakiri alýþýlmýþ biçimde giydirmektir. Kiþi bu üçü arasýnda muhayyerdir. Ama bunlara gücü yetmezse,peþi peþine üç gün oruç tutar.

 

Orucun arasý hayýz dahil hiç bir özür sebebiyle kesilmez, kesilmesi halinde yeniden baþlanmalýdýr. Yemin kefaretinin gereði ve bu þekilde ödeneceði Kur'ân-ý Kerîm'le sabittir. Ve âyet gayet nettir.[1149] Onun için konu ile ilgili görüþ farklýlýðý yoktur.

 

II)  Allah'tan Baþkalarý Adýna edilen Yeminler

 

Allah'tan baþkalarý adýna edilen yeminler iki kýsýmdýr:

a) Babalar, anneler, melekler vs. gibi Allah'tan baþka varlýklar adýna edilen yeminler: Bu þekilde yemin etmenin caiz olmadýðýný, Hz. Peygamber'in böyle yemin etmeyi men ettiðini yukarýda belirtmiþtik. Böyle sözlerle yemin etmek caiz olmadýðýna göre, buna yemin demek de doðru deðildir.

b) Bir þarta baðlanarak edilen yeminler:

 

Bu gruptaki yeminleri de iki kýsýmda ele almak mümkündür

 

1)  Ýbadet ve taat cinsinden bir þeye baðlananlar: Meselâ bir kimse "þu iþi yaparsam üç gün oruç tutayým" dese, bu bir bakýma yemindir. Çünkü o iþi yapmaktan nefsini menetmek maksadýyla o sözü söylemiþtir. Bir baþka açýdan da nezir (adak)týr. Çünkü bir ibadeti yapmayý, bir þarta baðlamýþtýr. Bu târz bir ifadenin nezir olarak deðerlendirilmesi daha isabettir.[1150]

 

2) Ýbadet ve taate baðlanmayýp, talak veya köle azadýna baðlanan yeminler: Bir kimse karýsýnýn boþ olmasýný veya kölesinin hür olmasýný bir þartýn tahukkukuna baðlarsa, talakla. veya köle azadý ile yemin etmiþ sayýlýr. Böyle yeminlere tâliki talak da denir. Böyle sözlerin yemin olarak deðerlendirilmesi kiþiyi bir fiili yapmaya teþvik veya yapmaktan men etme konusunda kuvvet vermesinden dolayýdýr.[1151]

 

Bu maddede söz konusu edilen þartýn tahukkuku halinde þayet adamýn maksadý kendisini bir iþi yapmaya teþvik veya yapmaktan menetmek deðil de karýsýný boþamak veya kölesini azad etmekse, þartýn vukuu halinde karýsý boþ veya kölesi azad olmuþ olur. Bu konuda ulema arasýnda her hangi bir görüþ ayrýlýðý tesbit edilmemiþtir. Çünkü bu yemin deðil, talaký veya itaký þarta baðlamaktýr.

 

Ama eðer kiþinin maksadý, karýsýný boþamak deðil de, kendisini bir iþi yapmaya veya yapmamaya zorlamak ise hüküm nedir? Ýþte bu konuda bazý deðiþik görüþler vardýr. Konuyu bir örnekle anlatalým: Ýçki müptelasý olan bir kimse içkiyi býrakmak ve nefsini bu iþe mecbur etmek maksadýyla "Bir daha içki içersem karým boþ olsun" veya "bir daha içersem þart olsun" dese ve daha sonra yeminini bozsa yani içki içse bu durumda ne uygulanacaktýr? Bu konuda üç görüþ vardýr:

 

Birincisi: Bu söz tamamen geçersizdir; ne talaktýr ne de yemindir. Çünkü ne Allah'ýn istediði bir þekilde karý boþama, ne de bir yemin etmedir. O halde böyle bir söz söyleyen ve sonra bozan kiþinin karýsý boþ olmaz, kendisine yemin keffareti de gerekmez. Bu görüþ Hz. Ali'ye nisbet edilmektedir. Zahirîler ve bazý Mâlikîler de bu görüþtedir.

 

Ýkincisi: Böyle bir söz söyleyen kiþi yemin etmiþ ve yeminini bozmuþtur. Çünkü adamýn maksadý karýsýný boþamak deðil, kendisini içki içmekten men etmektir. Dolayýsýyla kiþi ettiði yemini bozduðu için kendisine yemin keffareti icabeder; karýsý boþ olmaz. Hanbelîlerden Ýbn Teymiye ve Ýbn Kayyim el-Cevziyye bu görüþtedir.[1152]

 

Üçüncüsü: Talak veya köle azadýnýn bir þarta baðlanmasý ve þartýn tahakkuku halinde, karý boþ veya köle hür olur. Yukarýdaki misalimizde, adam içki içtiði zaman karýsý boþ olmuþ olur. Dört mezhebin görüþü bu istikamettedir.

 

Yeminin Hâkim Kararýna Etkisi

 

Davacý, mahkemede davasýný isbat edemezse, davalýya yemin teklif etme hakkýna sahiptir. Yemin onun kendi fiili veya baþkasýnýn fiili hakkýnda olumlu veya olumsuz yönde olabilir; "Allah'a yemin olsun ki, satmadým yahut satýn almadým yahut da sattým veya satýn aldým" demek gibi. Çünkü insan kendi durumunu ve fiillerini baþkalarýndan daha iyi bilir. Bu yüzden onun yemini anlaþmazlýðý sona erdiren bir delil sayýlýr.

 

Ýbn Abbas (r.a)'den rivâyete göre Hz. Peygamber (a.s) bir adama”yemin teklif etti ve ona þöyle dedi: "De ki, kendisinden baþka hiçbir ilah olmayan Allah'a yemin ederim ki, davacýnýn bende hiç bir hakký yoktur." Yine Eþ'as b. Kays'dan rivâyet edilmiþtir. O þöyle dedi: Kindeli bir þahýsla Hadramutlu birisi Yemen'deki bir toprak için Hz. Peygamber'in önünde hasýmlaþtýlar. Hadramutlu hasýmýnýn babasýnýn kendi topraðýný gasbettiðini ve halen bu topraðýn hasmýnýn elinde bulunduðunu iddia etti. Hz. Peygamber davacýya delilini sordu O, "Delilim yok, fakat yemin ederim ki, o topraðýn babasý tarafýndan gasbedildiðini bilmiyor" dedi. Bunun üzerine Kindeliye yemin teklif edildi.[1153]

 

Mahkemede Edilen Yeminde Aranan Þartlar

 

1) Yemin edenin buluð çaðýna gelmiþ olmasý, temyiz kudretini hâiz bulunmasý ve iradesinin hür olmasý;

2) Davalýnýn, davacýnýn hakkýný inkâr etmesi;

3) Hasýmýn hâkimden yemin talep etmesi ve hakimin yemin edecek olana teklifte bulunmasý;

4) Yemin þahsa baðlý olup, yeminde vekâlet kabul edilmez. Yemin, yemin edecek olanýn zimmeti ve dini ile baðlantýlý olduðu için veli veya vekil bu hakký kullanamaz.

5) Hadler gibi Allah'a ait haklarla ilgili olmamasý gerekir.

6) Ýkrar caiz olan haklarla ilgili olmasý. Hadis-i þerifte Delil davacýya, yemin ise davalýya aittir" buyurulur. Ýkrar caiz olmayan haklar konusunda yemin geçerli olmaz.

7) Ýsbat için delil olmamasý veya mevcut delillerin yetersiz bulunmasý.

 

Mahkemedeki Yeminlerin Çeþitleri

 

1) Þâhidin yemini: Bu, þâhidin, þehadetten önce doðru söyleyeceðine dair yaptýðý yemindir. Günümüzde, þahidin tezkiyesi yerine geçmek üzere baþvurulan bir yoldur. Malikiler, Zeydiyye, Zâhiriye, Ýbn Ebî Leyld ve Ýbnü'l-Kayyim, devrin bozulmasý ve dinî duygularýn zayýflamasý sebebiyle bu yemine cevaz vermiþlerdir. Ýslâm hukukçularýnýn çoðunluðu ise þahid yeminine karþýdýr.[1154]

 

2) Davacýnýn yemini: Hanefiler dýþýnda diðer çoðunluk hukukçulara göre, kendisinden töhmeti kaldýrmak için davacý da yemin edebilir. Bu yemin, hakkýný isbat veya aleyhindeki yemini reddetmek için de olabilir.

 

Ýslâm hukukçularýnýn çoðunluðu bir þahid ve davaya verilecek yemin delilleri ile hüküm verilebileceðini söylerken Hanefîler, âyetlerde iki þahidin öngörüldüðünü, bu olmadýðý takdirde, davalýya yemin teklif etme hükmünün hadisle sabit bulunduðu görüþünü benimser.[1155]

 

Yemin ancak hâkimin veya naibin huzurunda onlarýn teklifi ile geçerli olur. Mahkeme dýþýndaki yemin veya yeminden kaçýnma muteber deðildir. Çünkü, yemin husumeti kesmek için söz konusu olur. Yemin hasmýn talebi üzerine verilir.

 

Hakimin davalýya re’sen yemin teklif edeceði haller

 

1) Bir kimse bir mirastan alacak veya bir mal dava edip de isbat ederse, hâkim baþka hukukî yollarla bu hakký düþüren bir muamelenin olmadýðý konusunda davacýya yemin teklif eder.

2) Bir malý dava edip kendisine ait olduðunu isbat eden kimseye hâkim "malýn onun mülkünden baþka bir muamele ile çýkmadýðý" konusunda yemin teklif eder.

3) Müþteri, malý ayýp sebebiyle reddederse, ayýba razý olmadýðý konusunda yemin teklif eder.

4) Hakim þüf'a hakký sebebiyle bu hakký daha önce düþürmediði konusunda yemin teklif eder.

5) Kocasý kayýp olan bir kadýnýn lehine nafaka ile hükmedilince hâkim, evliliðin devam ettiði, nafaka olmadýðý ve onun yanýnda mal býrakmadýðý, konusunda yemin teklif eder.

 

Kendisine yemin teklif edilen kimse, yemin ederse dava konusunda hak kazanýr. Yeminden kaçýnýrsa dava konusu þeyi kaybetmiþ olur.

 

c) Kefalet

 

Kefalet: Bir þeyi bir þeye katmak ve eklemek. Kefilin zimmetini, esas borçlu olan kiþinin zimmetine mutlak bir þekilde eklemek demektir. Bu tarifteki mutlak ifadesiyle kefâlet; þahýs, borç veya belirli bir mal üzerindeki kefâleti kapsamaktadýr. Kefâlet, borcu veya yüklendiði hususu kefilden isteme hakký verir, yoksa borç, esas borçludan düþüp de kefil üzerinde sabit olmaz.[1156]

 

Hanefiler dýþýndaki üç mezhebe göre kefâlet; kefilin zimmetini, kefil olunanýn zimmetine, onun borcunu kendi üzerine alarak eklemektir. Bu tarife göre, borç, hem esas borçlu, hem de kefil üzerinde sâbit olmaktadýr.[1157]

 

Þahýs ve ya belirli mal üzerindeki kefâletin hak sahibine yalnýz "yüklenilen þeyin ifasýný isteme" hakkýný verdiði konusun dâ iki tarif zorunlu olarak birleþmektedir. Borca kefâlette, borç (deyn) asýlýn üzerinde devam etmekle birlikte kefilin zimmetinde sâbit olmaktadýr. Alacaklý bunlardan yalnýz birisinden borcu alma hakkýna sahip olduðu için, sonuç olarak borç zimmeti tek kiþide toplanmaktadýr.

 

Eðer borca kefâlet, mücerred "isteme hakký"ndan ibaret olsaydý, alacaðýn, kefil öldükten sonra onun terekesinden alýnamamasý gerekirdi. Çünkü þahsa kefâlette olduðu gibi, kefilin ölümü ile, ondan alacaðý isteme hakký düþer, fakat mirasýndan alýnýr.[1158]

 

Kefâlet; Kitap, Sünnet ve Ýcmâ' delillerine dayanýr. Kur ân-ý Kerîm'de þöyle buyurulur:

 

وَكَفَّلَهَا زَكَرِيَّا كُلَّمَا

 

"Rabbi O'na (Meryem'e), Zekeriyya'yý kefil kýldý."[1159] Burada, Zekeriyya (a.s)'nýn Hz. Meryem'in bakýmýný üstlendiði belirtilmektedir.

 

قَالُوا نَفْقِدُ صُوَاعَ الْمَلِكِ وَلِمَنْ جَاءَ بِه حِمْلُ بَعيرٍ وَاَنَا بِه زَعيمٌ

 

"Bunun üzerine Hz. Yûsuf'un adamlarý: Biz hükümdarýn su kabýný kaybettik. Bulup getirene bir deve yükü mükâfat var, dediler. Baþkanlarý da. Ben bu mükâfatýn verileceðine kefilim, dedi."[1160]

 

Hz. Peygamber þöyle buyurmuþtur: "Kefil, üzerine aldýðý borcu bizzat yüklenendir."[1161]

 

Hz. Peygamber'e namazý kýldýrmasý için bir cenaze getirilmiþti. Miras olarak bir þey býrakýp býrakmadýðýný sordu?. Bir malý olmadýðýný söylediler. Bir borcu var mýdýr? diye sordu. "Evet iki dinar borcu var?" denilince; cenaze namazýný kýldýrmak istemedi ve "Arkadaþýnýzýn namazýný siz kýldýnýz" buyurdu. Ebû Katâde'nin; "Ey Allâh'ýn elçisi, bu iki dirhemi ben üzerime alýyorum" demesi üzerine, Hz. Peygamber onun namazýný kýldý.[1162]

 

Diðer yandan Ýslâm hukukçularý; insanlarýn ihtiyacý ve borçlunun sýkýntýsýnýn giderilmesi için kefâletin caiz olduðu konusunda görüþ birliði içindedir. Sadece bazý ayrýntýlarda görüþ ayrýlýðý vardýr. Ýyi niyetle kefil olma, kefile sevap kazandýran taat kabilinden bir ameldir. Kefil olan kimse Allâhu Teâlâ'nýn yardýmýný üzerine çeker.

 

Hz. Peygamber þöyle buyurmuþtur: "Bir kimse mü'min kardeþinin yardýmýnda bulunduðu sürece, Allahu Teâlâ da o kimsenin yardýmýndadýr.”[1163] Diðer yandan, insanlar arasýnda iyilik iyiliði çeker. Karþýlýklý yardýmlaþmaya sebep olur. Kur'ân'da þöyle buyurulur:

 

 7¢æb Ž¤y¡üa ü¡a ¡æb Ž¤y¡üa ¢õ¬a Œ u ¤3 ç

 

"Ýyiliðin karþýlýðý ancak iyilikten baþka bir þey deðildir.”[1164]

 

Ebû Hanîfe ve Ýmam Muhammed'e göre kefâletin rüknü, kefilin teklifi ve alacaklýnýn kabulünden ibarettir. Çoðunluk Ýslâm hukukçularýna göre ise, kefil olacak kimsenin "ben kefilim" demesi yeterlidir kabul bir rükün deðildir. Çünkü Rasûlüllah (a.s), Ebû Katâde'nin, ölen bir kimsenin borcunu üstlenmesine karþý çýkmamýþtýr.[1165]

 

Ancak borçlunun rýzasýnýn gerekmediði konusunda Ýslâm hukukçularý arasýnda görüþ birliði vardýr. Çünkü baþkasýnýn borcunu izinsiz ödemek caiz olunca, bu borca kefil olmak öncelikle caiz olur. Diðer yandan iflas etmiþ olarak ölen bir kimseye kefâletin geçerli olduðunu, Ebû Hanîfe dýþýndaki bütün fakihler kabul ederler.[1166]

 

Kefillik þahýs veya mal yahut nakit para borçlarý için söz konusu olur. Þahsa kefil olmak onu belirli bir tarihte, belirli bir yerde hazýr bulundurmayý eder. Mal veya paraya kefillikte ise, asil borçlu mal ya da para horcunu vadesinde ödemezse, kefil bunlarý alacaklýya ödemeyi üstlenmiþ olur.

 

Kefilliðin Çeþitleri

 

Kefillik mutlak ve Mukayyed kefillik olmak üzere ikiye ayrýlýr.

1) Mutlak kefillik: Borcun ödenme þekil ve vadesinde söz etmeksizin yapýlan kefillik sözleþmesidir. Burada borç peþin ödenecekse, kefillik de baþlamýþ olur. Borç va'deli ise kefil bu vade sonuna kadar süreye sahip olur.

 

2) Mukayyed kefillik: Kefillik için bir ay veya bir yýl gibi sure sýnýrlamasý yoluna gidilebilir. Kefillik süresinin, asýl borç suresine denk, ondan az vefa süre olmasý mümcün ve câizdir. Çünkü borcu istemek alacaklýnýn hakký olup, o, kefil ve asil ile dilediði þekilde anlaþma yapabilir.

 

Kefalet akdi, bir yýl gibi bir süreyle sýnýrlandýrýlmýþ ise, süre dolmadan borçlu ölse, onun malýndan ödenmesi gerekli olur. Kefil için süre devam eder. Bir yýldan önce kefil vefat ederse, borç, onun malýndan ödenir hale gelir. Süre, asýl, borçlu için devam eder.

 

Bu görüþ Hanefi, Þâfiî ve Mâlikilere aittir. Çünkü Hanefîlere ölüm, zimmeti sona erdirir ve zarurî bazý durumlar dýþýnda insanýn ehliyetini ortadan kaldýrýr. Hanbelîlerin ibn Kudâme tarafýndan tercih edilen bir görüþüne göre, borçlar, ölüm sebebiyle muacceliyet kazanmaz. Çünkü borç bir vadeye baðlanmýþsa, vade tarihi gelmedikçe talep edilemez.[1167]

 

Bir kimse, bir þahsý belli bir yerde, meselâ mahkemede hazýr bulundurmak üzere bir ay veya üç gün gibi bir süreyle kefil olsa, caizdir. Bu durumda kefilden kefâlet süresi geçmedikçe kefili olduðu kimseyi teslim etmesi istenemez.

 

Þartlý kefâlette, þartýn kefâlet akdinin niteliði ile baðdaþýr nitelikte olmasý gerekir. "Ali geldiði zaman onun kefiliyim veya Ali bu beldeyi terkederse onun kefiliyim" demek gibi. Yaðmurun yaðmasý veya rüzgârýn esmesi gibi bir þarta baðlý olan kefâlet, derhal meydana gelir, vade geçersiz olur. Çünkü bu süreler belirsizdir.[1168]

 

Kefâlet Akdinin Þartlarý  

 

Bu þartlar; kefil, borçlu veya alacaklý ile ilgili olmak üzere üç kýsýna ayrýlabilir.

 

1) Kefille Ýlgili Þartlar

 

Kefilin akýllý olmasý ve büluð çaðýna gelmiþ bulunmasý gerekir. Akýl hastasý ve küçük çocuklarýn kefil olmasý geçerli deðildir. Çünkü kefillik, baþkasýnýn borcunu yüklenme sebebiyle, bir teberru akdidir. Bu yüzden, teberru ehliyeti bulunmayan kimse kefâlet akdi de yapamaz. Bu konuda görüþ birliði vardýr. Sefahat sebebiyle kýsýtlý bulunanlar da kefâlete ehil deðildir. Kefâlet malî bir tasarruf olduðu için kefilin reþid olmasý gerekir.[1169]

 

2) Borçlu (Asil) Ýle Ýlgili Þartlar

 

a) Kefilin, kefâlet konusunu ifaya gücü yetmesi gerekir. Ebû Hanîfe'ye göre, borcunu ödemeye yetecek mal býrakmaksýzýn müflis olarak vefat eden kimsenin borcuna kefâlet geçerli deðildir. Çünkü bu borç dünya hukuku bakýmýndan düþmüþtür. ibrâ ile düþen borçta olduðu gibi, buna da kefalet sahih olmaz. Ölünün zimmeti ölümle sona ermiþtir. Onun zimmetinde borç devam etmez.

 

Ebû Yûsuf, imam Muhammed ve çoðunluk Ýslâm hukukçularýna göre, iflâs eden ölünün borcuna kefâlet geçerlidir. Delil, yukarýda verdiðimiz Ebû Katâde'den nakledilen hadistir.[1170]

 

b) Kefilin, borçlunun kimliðini bilmesi gerekir. Kefil, "Ýnsanlardan herhangi birisine kefil oldum" gibi belirsiz tasarrufta bulunsa, kefâlet geçerli olmaz.[1171]

 

3) Alacaklýda bulunmasý gereken þartlar

 

a) Alacaklýnýn belirli olmasý gerekir. Aksi halde, kefâletten beklenen amaç gerçekleþmez.

b)  Alacaklýnýn, akit meclisinde hazýr bulunmasý gerekir.

c)  Alacaklýnýn akýllý olmasý gerekir.[1172]

 

4) Kefâletin konusu ile ilgili þartlar

 

a) Kefâlet konusunun borçlu adýna yüklenilmiþ olmasý þarttýr. Konunun borç, belirli bir mal, þahýs veya bir eylem olmasý mümkündür.

b) Akdin konusunun, kefil tarafýndan ifasýna güç yetirilmesi gerekir. Bu yüzden had ve kýsas cezalan için kefâlet geçerli deðildir.

c) Borcun, sahih ve lazým olmasý gerekir. Bu borç, ancak ibrâ veya edâ ile düþer. Bu þart, malla ilgili kefalete âittir.[1173]

 

Kefâletin hükümleri: Kefilin, asile rucû etme hakký vardýr. Kefâlet, borç üzerinde ise, kefil, ödemek zorunda kaldýðý borcu asýl borçludan talep eder. Kefil iki kiþi olursa,-borç onlardan yarý yarýya tahsil edilir. Daha sonra bu kefiller, bunu asýl borçludan isterler. Alacaklý, alacaðýný asýl borçludan veya kefilden dilediðini tercih ederek isteme hakkýna sahiptir.Kefil, borcu ödemeden önce, asýl borçludan isteyemez.[1174]

 

Kefâletin Sona Ermesi  

 

Mal ile ilgili kefâlet iki durumda sona erer.

1) Borcun alacaklýya ödenmesi: Bu ödeme ister asýl borçlu, isterse kefil tarafýndan yapýlsýn kefâlet akdini sona erdirir. Yine, alacaklý alacaðýný kefile veya asile hibe etse kefâlet iliþkisi sona erer. Çünkü hibe, edâ yerindedir. Kefile veya asile borcu tasadduk etmek hibenin benzeridir. Alacaklý vefat eder ve borçlu yahut kefil, ona mirasçý olursa yine kefâlet akdi sona erer. Çünkü mirasla onun zimmetinde bulunan þeylere de mâlik olunmuþtur.

 

2) Ýbrâ ve bu anlamda olan tasarruflar: Alacaklý, kefili veya asili borçtan ibrâ etse kefâlet sona erer. Ancak, yalnýz kefili veya yalnýz asili ibrâ etmesi, diðerini de ibrâ etmesi anlamýna gelmez. Kefilin borçtan ibrâsý, yalnýz borcun ondan istenmesi hakkýný düþürür, fakat borcun aslýný ortadan kaldýrmaz. Ancak alacaklý borcun ödendiðini ikrar ve itiraf ederse, kefil de, asil de borçtan kurtulmuþ olur.

 

Kefâlet sulh yoluyla da sona erebilir. Kefil, alacaklý ile iddia konusu borcun bir bölümü üzerinde anlaþsalar, iki durumda kefil ve asil birlikte borçtan kurtulmuþ olurlar. Kefil ya; "Ben ve borçlu, ikimiz de geri kalan borçtan beriyiz" der veya mutlak ibrâ anlamýnda, alacaklý ile belli bir rakam üzerinde anlaþma yapýlmýþ olabilir.[1175]

 

Þahýs Üzerindeki Kefâlet Üç Durumda Sona Erer

 

1) Kefil olunan þahsýn teslim edilmesi Bu, daha çok, bir tutukluyu veya tutuklanmayý gerektirecek bir suçla itham edilen kimseyi, duruþma için mahkemede hazýr bulundurmak amacýyla yapýlan bir kefâlet sözleþmesidir. Sanýk, kefili tarafýndan belirtilen tarihte mahkemede hazýr bulundurulunca akit sona erer. Mahkemenin bulunmadýðý bir beldede, sanýðý karakola teslim etmekle kefil görevini tamamlamýþ sayýlmaz. Eðer, mahkeme bulunan þehirde, çarsý veya pazarda sanýk teslim edilmiþ olursa, kefâlet akdi sona erer. Çünkü, burada sanýðý yargýlama imkâný vardýr.

 

Kefil, sanýðý kararlaþtýrýlan þehirden baþka bir þehirde teslim etse, Ebû Hanîfe'ye göre, yargýlama imkâný doðduðu için kefâlet akdi sona erer. Ebû Yûsuf ve Ýmam Muhammed'e göre ise, belirlenen þehirde teslim etmedikçe, kefâlet sona ermez. Devlet baþkaný yerine, hâkime teslim etmek kefâleti sona erdirir.

 

2) Ýbra: Hak sahibi, kefili, þahsa kefâletten beri kýlýnca, kefâlet akdi sona erer. Bu durumda sanýk (asil) yükümlülükten kurtulmuþ olmaz. Ancak, hak sahibi asile karþý, hakkýndan vazgeçerse, kefil ve asil birlikte yükümlülükten kurtulmuþ olurlar.

 

3) Þahsa kefil olan kimsenin ölümü: Kefâlet konusu olan þahýs ölünce, kefil, kefâletten kurtulur. Çünkü artýk onu belirlenen yerde bulundurmaya gücü yetmez. Kefil, öldüðü zaman da kefâlet akdi sona erer. Çünkü bu durumda da, onun kefil olduðu kimseyi hazýr bulundurma imkâný yoktur. Onun mirasý borca da kefâletin aksine bu görevi ifaya elveriþli deðildir.

 

Lehine kefil olunan þahsýn ölümüyle, þahsa kefâlet sona ermez. Nitekim mala kefâlette de, alacaklýnýn ölümüyle kefâlet sona ermiþ olmaz. Çünkü kefilin, görevini ifaya gücü yetmektedir Bu durumda vasî veya vârisler, alacaðý istemede, vefat edenin yerine geçerler.[1176] Belirli bir malýn tazminine yönelik olan kefâlet akdi iki durumda sona erer:

 

Kefil olunan mal, mevcutsa bunun hak sahibine teslimi, malýn helâk olmasý hâlinde ise mislini veya kýymetini verme durumunda kefâlet akdi sona erer. Hak sahibinin kefili kefâletten ibrâ etmesi hâlinde de akit sona erer. Çünkü kefil isteme, alacaklýnýn hakkýdýr Borçta olduðu gibi, onun düþürmesiyle kefillik de düþmüþ olur.[1177]

 

Kefilin ödediði borç için asile rucû etmesi için þu þartlarýn bulunmasý gerekir

 

1) Kefâletin borçlunun izniyle olmasý: Borçlu olan bir kimse, borcu için birisine kefil olma izni vermemiþse, baþkasýnýn onun adýna yapacaðý ödeme teberru niteliðinde olur. Eðer teberruda bulunan kefilin asýl borçluya rucû hakký olsaydý, Hz. Peygamber'in, borçlu olarak ölen sahabenin namazýný, Ebû Katade'nin tazmini sebebiyle kýlmamasý gerekirdi. Bu, Hanefi ve Þâfiîlerin görüþüdür. Mâlik ve bir rivâyette Ahmed b. Hanbel'e göre, ödemenin kendisi için ödeme yapýlanýn izniyle olmasý þart deðildir. Çünkü bu, onun yükümlülükten kurtaran bir ödemedir. Bu, borçlunun ödemeden kaçýnmasý hâlinde, hâkimin onun adýna ödeme yapmasý gibidir.

 

2) Ödemenin asýl borçlu adýna yapýlmasý: Kefil, temelde borçlunun borcunu yüklenir. Eðer borçlu tazmini kendisine izafe etmezse, kefille kendi arasýnda kurularý "karz akdi" gerçekleþmez. Çünkü kefâlet, borçluya göre ödünç para istemekten (istikraz), kefile göre ise ödeme yap|ýðý takdirde, borçluya ödünç para vermekten (ikraz) ibarettir. Kefil ödeme konusunda borçlunun naibi (vekili) durumundadýr.[1178]

 

Kefilin asile rucû etmesi: Hanefilere göre, kefil asile, onun adýna ödediði meblaðý ile deðil, tazmin etmeyi üstlendiði miktar ile rucû eder. Çünkü o, borcu ödemekle asýl borçlunun zimmetindeki borca sahip olmuþ bulunur. Kýsaca, kefil, alacaklýya borcu baþka cins paradan ödeyen kimseye borç yerine baþka bir mal verse, asýl borçludan kefil olduðu miktarý taleb edebilir.

 

Bir borcu vekil sýfatýyla ödeyen kimse ise, müvekkile ödediði þeyin cins ve miktarý ile rucû eder. Çünkü vekil, edâ ile borca mâlik olmuþ sayýlmaz. Belki, ödediði meblaðý müvekkile ödünç (karz) olarak vermiþ sayýlýr. Bu yüzden borçluya, ödünç verdiði þeyle rucû eder.Ancak kefil sulh yoluyla borcun bir bölümünü ödemiþ olursa, artýk borçludan borcun tümünü deðil, ödediði kadarýný isteyebilir. Çünkü o, bu durumda bir bölümünü ödemekle tüm borca mâlik olmuþ sayýlmaz. Kefili borcun bir bölümünü sulh yoluyla düþmesinin, temlik sayýlmasý halinde, kefilin ödediði ile borcun tamamý arasýndaki fark faiz iþlemine girer.

 

Þafiî ve Malikîlere göre, kefil borçluya fiilen ödemek zorunda kaldýðý miktarla rucû eder. Borcun bir bölümü üzerinde sulh veya ibrâ halinde de, kefil ödediði kadarýyla rucû eder Hanbelilere göre ise kefil, asil borçla, fiilen ödediðinden hangisi azsa, onunla asile rucû eder. Çünkü, eðer borç, ödenenden azsa fazlalýk teberru niteliðindedir. Ödenen azsa o, ödediði kadarýyla rucû edecektir.[1179]

 

Bir kimse, alýcý için satýcýnýn sattýðý mala, helâk olursa parasýný yahut kýymetini vermek yahut rehin veren için, rehin alan kimseden dolayý rehin verilen mal helâk olursa, parasýný yahut kýymetini vermek üzere kefil olursa, sahih olmaz. Çünkü satýlan, satýcýnýn elinde iken helâk olsa, alýcýdan bir þey alamaz. Rehin alanýn yanýndaki rehin helâk olsa, rehin alana bir þey lâzým gelmez. Buna göre, helâk olduðunda ödenmesi gerekmeyen mallara, kefil olmak geçerli deðildir.

 

Bunun gibi, emânetlere, âriyetlere, kiralanan þeylere ve ortak mallara kefil olmak caiz deðildir. Çünkü bunlar helâk olduðu takdirde ödenmeleri gerekmez. Ancak, satýlan malýn, alýcýya; rehin verilen malýn, rehin verene; kiralanan malýn kiracýya; satýlan malýn, parasýnýn satýcýya teslim edilmesine kefil olmak mümkün ve câizdir.[1180]

 

Kefâlet için bir ücret istemenin hükmü: Kefâlet, bir teberru akdi ve kefilin kendisi sebebiyle sevap kazanacaðý bir taattýr. Çünkü bu, hayýrda yardýmlaþmadýr. Diðer yandan kefil ödemek zorunda kalacaðý þeyle, asile rucû eder. Bunun bir bedel talep edilmeksizin Allah rýzasý için ve karþýlýðý âhirette beklenmek üzere yapýlmasý en güzelidir. Þüpheden uzak olan þekli de budur.

 

Ancak alacaklý, kefilin ödemede bulunarak kendisine yaptýðý iyiliðe bir karþýlýk olmak üzere, ona hibe veya hediye olarak bir þeyler verse bu câiz olur. Diðer yandan kefil, kefâletine bir karþýlýk veya belli bir ücret þart koþsa, kefil göstermek zorunda olan borçlu, meccânen kefil olacak birisini bulamazsa zarûret veya ihtiyaç sebebiyle ücret karþýlýðý kefâlet caiz olur. Günümüzde pek çok ticarî yatýrýmlarda ve taahhüt iþlerinde istenen "teminat mektubu" da zaruret hâlinde bu gruba girebilir. Bu görüþ Ýslâm hukukçularýna göre þu esasa dayanýr:

 

Kur'ân-ý Kerim öðretilmesi: Ýmamlýk, müezzinlik ve müftülük gibi, insaný Allah'a yaklaþtýran bazý ibadet ve taatlerin ifasý karþýlýðýnda ücret vermek, ihtiyaç sebebiyle caiz görülmüþtür. Diðer yandan, hakký hâkim kýlmak, zulmü kaldýrmak veya bir beldeden düþmanýn zarar veya tehlikesini bertaraf etmek için düþmana rüþvet yoluyla bir þeyler verilmesinde de bir sakýnca görülmemiþtir.

 

Sonuç olarak, kefâletin aslýnýn teberru niteliðinde olduðu ve kefile karz-ý hasen sevabý kazandýrdýðý dikkate alýnarak, bunun bir karþýlýk beklemeksizin yapýlmasý gerekir. Ancak bir beldede, menfaat karþýlýðý olmaksýzýn kefil bulunamaz hale gelmiþse, zarûret ve ihtiyaç hallerinde ücret karþýlýðý kefâlete bâþvurulabilir.

 

Nitekim, Hanefîlerde Kur'ân öðretimi, imamlýk ve müezzinlik gibi taatler önceleri ücret veya maaþ almaksýzýn yürütülürken, bunu meccânen yapanlarýn kalmayýþý, aksi halde bu hizmetlerin büyük ihmallere uðrayacaðýnýn anlaþýlmasý üzerine bunlarý yapanlara ücret verilebileceðine fetvâ verilmiþtir. Böylece Hz. Peygamber devrinde yapýlmayan bir iþ, þartlarýn deðiþmesiyle sonraki müctehidler tarafýndan yeni þartlara göre deðerlendirilmiþ, toplumun ve Ýslâm'ýn maslahatý için bu yola gidilmiþtir.

 

 

 

ý) Vakýf

 

 

Vakýf: Ýslâm hukukunda vakýf muamelesi için "Vakýf", "Habs veya Hums" ve "Sadaka" olmak üzere üç terim kullanýlmýþtýr. Vakf veya vakýf (va-ka-fe) kökünden arapça bir mastar olup; sözlükte; hapsetmek ve alýkoymak demektir. Kök anlamýn kapsamý ederek geniþlemiþ ve bir malý; mülkiyetin nakli sonucunu doðuran tasarruflardan menedip, gelirini sürekli olarak yoksullara tahsis etmek anlamýný kazanmýþtýr. Çoðulu "evkâf" ve "vukûf 'tur. Vakýf kelimesi bir isim olarak, edilgen kök, yani "vakfedilen mal" anlamýný ifade eder. Osmanlý Devleti uygulamasýnda "evkif ' tabiri, bu anlamda vakfýn çoðuludur.[1181]

 

Ýslâm Peygamber'i Hz. Muhammed bazý hadislerinde vakýf yerine eþ anlamlýsý olan "habs" kelimesini kullanmýþtýr.

 

Ýmam Þafiî (ö. 204/819) ile Mâliki hukukçular ve bunlarý izleyenler, Hz. Muhammed'in ifadesine sadýk kalarak, vakýf için "habs" veya "hubs" ile çoðulu olan "ahbâs" terimini kullanmaya devam etmiþlerdir. [1182]

 

Vakýf yerine "sadaka" kelimesinin kullanýldýðý da olmuþtur. Sadaka; yoksullara Allah rýzasý için verilen þey, sevap kazanmak amacýyla hibe edilen mal, demektir.[1183]

 

Bu kelimeye muharreme (dokunulmaz hâle gelen), müebbede (ebedî kýlan) veya câriye (devam eden) gibi sýfatlar eklenerek vakýf anlamý kazandýrýlmýþtýr (Þafii ayný yer). Hanefilerin büyük çoðunluðu, iþin baþýndan itibaren vakýf terimi kullanmayý tercih etmekle birlikte, bazý Hanefî hukukçularý, konu baþlýðý olarak "Vakýf ve Sadaka"yý birlikte kullanmýþlardýr.[1184]

 

Vakýf, bir hukukî müessese olarak þöyle tarif edilmiþtir: Vakýf; kendisinden yararlanmak mümkün ve caiz olan bir malý, devamlý olarak Allah'ýn mülkü olmak üzere temlik ve temellükten menetmek ve menfaatýný (gelirini), Allah rýzasý için bir hayýr cihetine tasudduk etmektir. Burada mal, vakfedenin mülkiyetinden çýkar ve Allah'ýn (toplumun) mülkü haline gelir. Böyle bir malýn yönetimi artýk vakýfnamedeki þartlara ve genel esaslara göre olur.[1185]

 

Ebû Hanife'nin (ö. 150/767) tarifi þöyledir: Vakýf, mülk olan bir ayn'ý, vakfedenin mülkiyetinde alýkoymak ve gelirini yoksullara veya baþka hayýr yollarýna tasadduk etmekten ibarettir.[1186]

 

Malikiler, vakýfta ebediliði (te'bid) þart koþmazlar ve kýsa süreli vakfý da geçerli sayarlar. Bir ev, dükkân veya araziyi belli süre için kiraya verip, kira bedelini hayýr yoluna sarfetmek gibi.

 

Vakfýn Ortaya Çýkýþý

 

Vakýf müessesesinin tarihi çok eskilere dayanýr. Ýslâm'dan önce Arabistan'da bilinen en eski vakýf Mekke'deki Kâbe'dir. Kâbe, yeryüzünde ilk mabed olarak kabul edilir ve yapýnýn temelleri Hz. Âdem'e kadar dayandýrýlýr. Bu günkü Kâbe þeklinin Ýbrahim Peygamber ve oðlu Ýsmail tarafýndan inþa edildiði Kur'ân-ý Kerîm'de bildirilir.[1187]

 

Ýslâm'da vakýf Kur'ân, Sünnet ve Ýcmâ' (Ýslâm bilginlerinin görüþ birliði) delillerine dayanýr. Kur'ân'da doðrudan vakýfla ilgili görülen âyet þudur:

 

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ شَىْءٍ فَاِنَّ اللّهَ بِه عَليمٌ

 

"Sevdiðiniz þeylerden Allah için harcamadýkça tam hayra eriþemezsiniz."[1188]

 

Ashab-ý Kiram'dan Ebu Talha (ö. 34/654) bu âyet inince; "Rabbýmýz bizden mallarýmýzý kendi yolunda harcamamýzý istiyor. Ey Allah'ýn elçisi, en sevdiðim "Beyruhâ" arazimi Allah için tasadduk etmek istiyorum" dedi. Hz. Muhammed'in, araziyi en yakýn hýsýmlarýna vermesini tavsiye etmesi üzerine de, onu amcasýnýn oðullarý ve diðer bazý hýsýmlarý arasýnda taksim etti.[1189] Tefsir bilginlerinin çoðu ve hadisçiler bu âyeti vakýfla açýklamýþlardýr.[1190]

 

Hz. Muhamed'in þöyle dediði nakledilmiþtir: "Ademoðlu öldüðü zaman, amel defteri kapanýr. Üç kimse bundan müstesnadýr. Devamlý sadaka (sadaka-i câriye) meydana getirenler, topluma yararlý bir ilim (eser) býrakanlar ve kendisine hayýr dua eden hayýrlý çocuk býrakanlar."[1191]

 

Hadiste geçen "sadaka-i câriye"nin vakfý da kapsamýna aldýðýnda þüphe yoktur. Hz. Âiþe'den (ö. 57/676) nakledildiðine göre, Allah'ýn elçisi Medine'deki yedi parça mülkünü vakfetmiþtir. Bu mülkler: A'vaf, Sâfiye, Delâl, Müseyyeb, Bürka, Hismâ ve Meþrebe'dir. Nadiroðularý'ndan Muhayrîk isimli bir þahýs þöyle bir vasiyette bulunmuþtu: "Ben ölünce, tüm mallarým Allah elçisine ait olsun, O dilediði yere sarfetsin."

 

Muhayrîk'in Hicret'in 2.nci yýlýnda ölmesi üzerine tüm mallarý, Hz. Muhammed'e kalmýþ, o da bu mallarý, bir görüþe göre Abdulmuttalib ve Hâþimoðullarý'na, baþka bir rivayete göre, ise, Ýslâm'ýn ve Müslümanlarýn acil ihtiyaçlarýna vakfetmiþtir. Ýslâm'da ilk vakfýn bu olduðu kabul edilir.[1192]

 

Hz. Ömer (ö. 23/643) çok sevdiði bir araziyi vakfediþini þöyle anlatýr: "Allah'ýn elçisine; Hayber topraklarýnýn taksimi sonucu, ömrümde sahip olmadýðým güzel ve deðerli bir arazi bana isabet etti, bu konuda ne buyuruyorsunuz? dedim. Hz Peygamberde: Ýstersen malýn mülkiyetini elinde tut, semere ve gelirini ise yoksullara tasadduk et" buyurdu. Hz. Ömer, arazisini; satýlmamak, baðýþlanmamak ve mirasla da geçmemek üzere, yoksullara, yakýn hýsýmlara, miskinlere, yolda kalmýþlara, Allah yolunda savaþanlara ve azatlýk anlaþmasý yapan kölelere vakfetti. Mütevellinin de bundan örfe göre yiyebileceðini þart koþtu. Bu konuda bir vakýfnâme düzenleyerek kýzý Hafsa'ya (ö. 41/244), sonra da nesline teslim ve vasiyet etti.[1193]

 

Ashâb-ý kiramýn pek çoðu mallarým vakfetmiþlerdir. Hâlid bin Velid'in (ö. 21/641) zýrhýný ve savaþ atlarýný vakfetmesi.[1194]

 

,Hz. Ali'nin (ö. 40/660) Yenbu'daki bir arazisini ve çeþmesini vakfetmesi[1195] ve Hz. Osman'ýn (ö. 35/655) susuzluk çekildiði bir sýrada, Medineli bir Yahudi'den Rume kuyusunu satýn alýp, suyunu ebedi olarak topluma baðýþlamasý bunlar arasýnda sayýlabilir.[1196]

 

Câbir bin Abdillah'tan þöyle dediði nakledilmiþir: "Ben Mekkeli ve Medineli Müslümanlardan mal ve mülk sahibi olup da, vakýf yapmamýþ bir kimse bilmiyorum.”[1197]

 

Vakfedilecek Malda Aranan Þartlar

 

Ýslâm hukukçularýnýn büyük çoðunluðuna göre vakýfta ebedilik (te'bid) þart olduðu için, vakfedilecek malýn buna el-veriþli olmasý gerekir. Diðer yandan maldan yararlanmanýn da mümkün ve caiz olmasý gerekir. Bunun için vakfedilecek malda aþaðýdaki özelliklerin bulunmasý öngörülmüþtür:

 

1) Mütekavvim Mal Olmasý

 

Kendisinden yararlanmak mümkün ve meþru olan mala "mütekavvim", bu özelliði taþýmayan mallara ise "gayri mütekavvim" denir. Ýnsan fýtratýnýn kendisine meylettiði, deðer verdiði ve ihtiyaç için biriktirdiði þeye mal denir. Bunlar menkul ve gayri menkul, yararlanýlmasý (intifaz) mubah olan ve olmayan diye ikiye ayrýlýrlar. Ýþte, vakfedilecek þeyin, ev, dükkan, arazi gibi ayn'ýndan veya gelirinden yararlanýlmasý caiz olan mal niteliðinde bulunmasý gerekir.[1198]

 

2)  Malýn Belirli Olmasý

 

Vakýf malýn anlaþmazlýða yol açmayacak þekilde belirli bir mal olmasý gerekir. Þu evimi veya dükkânýmý vakfettim, demek gibi. Yer ve miktarýný belirtmeksizin "Þu topraðýmýn bir bölümünü veya beþ-on tane zeytin aðacým vakfettim" gibi sözlerle yapýlacak vakýf, anlaþmazlýða yol açabileceði için geçerli olmaz.[1199]

 

3) Vakfedenin Mülkü Olmasý

 

Ýslâm hukukçularý arasýnda, vakfedilen malýn, vakfedenin mülkü olmadýkça, vakýf tasarrufunun geçerlilik kazanamayacaðý konusunda görüþ birliði vardýr.[1200]

 

4) Ýfraz Edilmiþ Olmasý

 

Kendisinden ancak ayn'ýyla intifa olunabilen mabed, hastane, kabristan ve kütüphane gibi vakýflarda, vakfedilen malýn ifrazý (baðýmsýz birim haline getirilmiþ olmasý) þarttýr. Tapusu hisseli olan yerler bu gibi vakýflar için elveriþli deðildir. Allah rýzasý için yapýlmasý gereken vakýfla ortaklýk baðdaþmaz. Bir gayri menkulün bir ay mabed, bir ay da iþ yeri olarak kullanýlmasý düþünülemez. Ancak alt katlarýn dükkân ve üst kattarýn mescid yapýlmasý halinde vakfa gelir saðlamak amacýyla, bu caiz görülmüþtür.[1201]

 

Ayn'ýyla intifa olunmayan, sadece gelirinden yararlanýlan þâyi hisseli yerden bir hissenin vakfedilmesi çoðunluk Ýslâm hukukçularýna göre caiz olup, böyle bir vakfýn baðýmsýz birim haline getirilmesi (ifraz) þart deðildir. Ýmam Muhammed eþ-Þeybânî, vakýfta mütevelliye teslimi þart koþtuðu için, hisse vakfýný caiz görmez. O, bu konuda vakfý; baðýþlama ve sadaka tasarrufuna benzetmiþtir.[1202]

 

Osmanlý Devleti uygulamasýnda, fetvaya çoðunluðun görüþü esas alýnmakla birlikte, þer'iyye sicillerinde Ýmam Muhammed'in görüþü doðrultusunda kararlar verildiði de görülmüþtür.[1203]

 

Menkullerin Vakfý 

 

Vakýfta devamlýlýk (te'bid) esas olduðu için, prensip olarak vakfýn gayri menkul kabilinden olmasý gerekir. Bu özelliðe sahip olmayan menkulleri vakfetmek caiz deðilse de Hanefilere göre þu üç istisna saklý tutulmuþtur:

 

1) Gayri Menkule Tabi Olma

 

Ebû Yusuf ve Ýmam Muhammed eþ-Þeybânî'ye göre teâmül bulunmasa bile, menkul mallarýn bir gayri menkule baðlý ve tabi olarak vakfedilmesi mümkündür. Arsa ile birlikte binayý, arazi ile birlikte bazý hayvanlarý ve tarým âletlerini vakfetmek gibi.[1204]

 

Mütemmim cüzler, yol, geçit, su içme, su alma hakký gibi irtifak haklarý da gayri menkule baðlý olarak kendiliðinden vakfedilmiþ sayýlýr. Mâlikîlere göre, intifa hakký ve sýnýrlý bazý aynî haklar baðýmsýz olarak da vakfedilebilir.[1205]

 

2) Hakkýnda Nass (Hadis) Bulunmasý

 

Vakfýn gayri menkul olmasý prensibinin ikinci istisnasý, vakfedilmesinin cevazý konusunda hadis bulunmasýdýr. Silah, ve at gibi savaþ âleti ve malzemelerini vakfetmek gibi. Nitekim Hâlid bin Velid (ö. 21/641) savaþ silahýný ve zýrhýný Allah yoluyla vakfetmiþtir. Hz. Muhammed bunu tasvib etmiþti.[1206] Hz. Hafsa'nýn da Kur'ân vakfettiði nakledilir.[1207]

 

Ebû Yusuf, menkul vakfýný bu hadislerle sýnýrlý tutarak, sadece savaþ için at, deve ve silahlarýn vakfedilebileceðini belirtmiþtir. O'na göre, "kýyasa aykýrý olarak sabit olan hüküm, baþka bir hükme esas olamaz. Çünkü vakýfta gayri menkul olma esas olduðu için, menkul vakfý temelde kýyasa aykýrýdýr."[1208]

 

3) Teâmül Bulunmasý

 

Ýmam Muhammed eþ-Þeybânî'ye göre, hakkýnda nass (âyet-hadis) bulunmasa da, vakfedilmesi teâmül haline gelen menkullerin vakfý geçerlidir. Kitap, ev, balta, gelinlik, el-bise, mutfak eþyasý, mushaf, bazý kitaplar, dinar, dirhem (nakit para) ve mislî (standart) menkuller bunlar arasýnda sayýlabilir. Örf ve teâmül; toplumda, Ýslâm'a aykýrý olmayan bir iþin çokça yapýlmasýyla gerçekleþir. Ýmam Muhammed burada istisna' (eser sözleþmesi yapma) aktinde olduðu gibi "istihsan" deliline dayanarak kýyasý terketmiþtir. Bu duruma göre,bu beldede menkul bir malýn vakfedilmesi örf ve âdet halini almýþsa, bu çeþit menkullerin vakfý geçerli olacaktýr.[1209]

 

Osmanlý Ýmparatorluðu uygulamasýnda, "teâmül" kriteri esas alýnarak, örfleþmiþ bulununca menkullerin vakfý caiz görülmüþ ve nakit para vakfý da menkul kapsamýna alýnmýþtýr. Hanefiler dýþýndaki üç mezhep, prensipte para vakfýna karþý deðildir. Ancak asýl, para vakfýna cevaz veren ve vakfedilecek nakit paralarýn iþletilme yöntemlerini belirleyen, Hanefî müctehidlerinden Ýmam Züfer'dir.

 

Maddî bir karþýlýk beklemeden baþkalarýna yardým etmek gibi ulvî ve fevkalâde bir düþüncenin mahsûlü olan vakýf müessesesi, yüzyýllardan beri islâm ülkelerinde büyük bir ehemmiyet kazanmýþ, sosyal ve ekonomik hayat üzerinde derin tesirler icra etmiþ olan dinî ve hukukî bir müessesedir. Ýnsan fýtratýnda mevcud olan yardýmlaþma hissi, þüphesiz ki insanlýk tarihi kadar eskidir. Bu his, dinî emir ve hükümlerle birleþince daha bir kuvvet kazanýr.

 

Ýslâm ülkelerinde vakýflarýn, asýrlarca büyük bir fonksiyonu icra etmesinin sebebini burada (dinî his) aramak lâzýmdýr. Çünkü "insanlarýn en hayýrlýsý, insanlara faydalý olan; malýn en hayýrlýsý, Allah yolunda harcanan (baþka bir ifade ile vakfedilen), vakfýn en hayýrlýsý da insanlarýn en çok duyduklarý ihtiyacý karþýlayandýr" prensibinin mânasýný çok iyi bilen Müslümanlar, bu yolda birbirleri ile âdeta yarýþýrcasýna vakýf eserler kurmuþlardýr.

 

Ýslâm âleminde vakýflarýn dinî bir mahiyet taþýmasý, onlarýn devamlýlýðýný saðlýyordu. Nitekim, dinî inanç ve düþüncesinin güçlü olduðu müesseseler olarak vakýflar, siyasî çalkantý ve idarî istikrarsýzlýklar dýþýnda kalýyorlardý. Bu sayede onlar, Müslüman toplum hayatýnda istikrar ve devamlýlýk sembolü olarak devam ediyorlardý. Nitekim, vakfedilen gayr-i menkuller, herhangi bir sebeple müsadere edilemeyeceði, kullaným sahasý deðiþtirilemeyeceði ve vakfiyedeki esaslara aykýrý davranmadýkça mütevellileri deðiþtirilemeyeceði için bu müesseseler, siyasî ve idarî müdahalelerin dýþýnda kalýyorlardý.

 

Ýslâm dünyasýnda önemli bir müessese olarak vakýflarýn oynadýðý rol, çok büyüktür. Bu bakýmdan, onun kuruluþu ile ilgili hukukî kaide ve prensipler ortaya konmuþtur. Buna göre vakýflarýn kuruluþu tescil, vasiyet ve fiille olmaktadýr.[1210]

 

Ýslâmiyet, kuruluþundan itibaren ulvî ve insanî gayeleri hedef alan her müesseseyi geliþtirmeye çalýþtýðý için vakýflarý da faydalý görerek onlarý teþriî sahasýna almýþtýr. Sadaka, Kurban ve Zekât gibi ictimaî müesseselerin gayesi de fakir ve yoksullarý bu sýkýntýlarýndan kurtarmak olduðundan, Ýslâm'da önemli bir mevkiye sahip kurumlar olarak vaz' edilmiþlerdir.

 

Ýslâm dünyasýnda, vakýflarýn geniþ bir þekilde yer edip geliþmesinde Hz. Peygamber'in biraz önce bahs ettiðimiz hadisinden baþka, bizzat kendisinin de vakýf yapmasý, önemli bir âmil olmuþtur. Hz. Peygamber Medine'de kendisine ait bulunan hurma bahçesini vakf edip hâsýlatýný "havadis-i dehr"e yani Ýslâm'ýn müdafaasýný icab ettirecek hadise ve mübrem ihtiyaçlara tahsis etmiþtir. Ayný þekilde Fedek hurmalýðýný da yolculara vakf ettiðini biliyoruz.[1211]

 

Kur'ân-ý Kerîm ile Hz. Peygamberin emir ve tatbikatlarý Müslümanlar için uyulmasý gereken bir vazife telakki edildiðinden bu konuda mü'minler aramda âdeta bir yarýþ sürüp gitmiþtir.

 

Hz. Peygamber'in ashabý da O'nun yolunda yürüyerek çeþitli vakýflar kurmak suretiyle insanlýða hizmet ettiler. Nitekim Câbir (r.a) "Ben, Muhacir ve Ensar'dan mal ve kudret sahibi bir kimse bilmem ki vakýf ve tasaddukta bulunmuþ olmasýn”[1212] diyerek bu durumu belirtmek ister. Bunun içindir ki, Müslüman þehir, kasaba ve köylerde sayýsýz vakýf vücuda getirilmiþtir.

 

Ýslâmî yardýmlaþma prensibinin bir sonucu olarak ortaya çýktýðýný gördüðümüz vakýflar, Ýslâm ülkelerinin tamamýnda sayýlamayacak kadar çok ve önemli hizmetler ifa ediyorlardý. Hz. Peygamber ve halifelerinin kurduklarý vakýflardan sonra, imkâný olan her Müslüman, böyle bir tesis kurmak için büyük bir gayretle çalýþýyordu. Bu durum, sadece zengin Müslümanlarý deðil, ayný zamanda devlet baþkanlarýný ve devletleri de harekete getiriyordu.

 

Emevîler zamanýnda vakýflar çok geniþledi. Hatta bu dönemde ilk defa yeni yeni teþebbüslerde bulunuldu. Nitekim hicrî 88 senesinde Emevî halifesi Vefid b. Abdillmelik, Ümeyye Cami için ilk defa köy ve mezralarý gelir getiren birer kaynak olarak vakfetti.

 

Emevîlerden sonraki Abbasî devletinde vakýflar daha bir geliþme gösterdi. Hatta bu devlette vakýflar o derece ehemmiyetli bir tesis haline geldi ki, bular için vakýflar nezareti adýnda bütün vakýflarý kontrol eden ve onlarýn bir sisteme baðlanmasýný saðlayan teþkilatlar kuruldu.[1213]

 

Abbasîler devrinde, Ýslâm camiasýnýn muhtefif siyasî parçalara ayrýlmasý ve nihayet Büyük Selçuklu Devleti'nin kurulmasý ile Doðu Müslümanlarýnýn Türk hakimiyeti altýna girmesi vakýf müessesenin bir kat daha inkiþafýna sebep oldu. Selçuklu devletinin "Fatimî-Þiî" hareketine karþý takib atiði Sünnîlik siyaseti, devletin her tarafýnda yeniden birçok dinî müessesenin vücuda gelmesi ve bilhassa bir çok medresenin açýlmasýna sebep oldu. Büyük bir malî güce sahip olan Selçuklu sultanlarý, þehzadeleri ve devlet adamlarý ile ileri gelenler vakýf kurma bakýmýndan birbirleri ile adeta yarýþýyorlardý. Selçuklulardan sonra ortaya çýkan Harzemþahlar, Atabeðler, Eyyubîler, Mýsýr Memluklularý ile Anadolu Selçuklularý sülaleleri hakim olduklarý yerlerde malî güçleri oranýnda vakýflara önem verdiler.

 

Ýslâm dünyasýnda ayrý bir yeri bulunan Osmanlý devleti de vakýflara büyük bir önem verdi. Bu devlette, camiler, medreseler, türbeler, ribatlar, tekkeler, mektepler, köprüler, hastahaneler, sulama yol ve kanallarý, kervansaraylar, imâretler vs. gibi bir çok dinî hayrî tesis hep vakýflar sâyesinde vücuda getirildi. Onlar diðer müessaelerde olduðu gibi vakýf konusunda da kendisinden önceki Müslüman devletleri örnek aldýlar. Nitekim, Osmanlý devletinde, daha ilkbeyler zamanýnda baþlayan devletin siyasî ve malî kudretinin inkiþafýna paralel olarak geliþip artan vakýflarýn, Osmanlýlar dönemindeki ilk müessisi Orhan Gazi olmuþtur.

 

Orhan Gazi, Ýznik'te ilk Osmanlý medresesini kurarken, onun idaresi için, yeterince gelir getirecek gayri menkul vakfetti. Bu medrese kýsa bir müddet zarfýnda kudretli ilim ve devlet adamlarý yetiþti. Sultan Orhan'ýn yaptýrdýðý ilim ve hayýr müesseleri bir hayli fazladýr. Nitekim günümüzde Adapazarý þehrinde halen Orhan Bey Camii ve Kandýra'da Orhan Camii adý ile anýlan camiiler ile yine Adapazarýnda medrese, Bursa'da bir cami, zaviye, misafirhane ve ziyâret inþa ederek bunlara vakýflar tahsis etti. Bu hayýr eserlerin görevlieri olan müderris, imam, hafýz, nakib, tabbah, hakim ve bevvab gibi kimseleri de tayin etti.[1214]

 

Orhan Gazi'den baþlayarak Osmanlý padiþahlarý, sultanlarý, vezirleri, emirleri, zengin tebaa, pek çok vakýf yaptýlar. Konunun fazla uzamamasý için bunlara temas etmiyoruz.

 

Vakýflarýn idaresi nâzýr adý verilen görevlilerce yapýlmaktaydý. Zaman içinde idare þekillerinde devlet ve imkanlara göre deðiþiklikler yapýldý. Kendi vakfý için ilk nâzýr tayin eden bizzat Hz. Peygamberdir. Hicretin ilk iki asrýnda vakýflar, Vâkýf' tarafýndan tayin edilen mütevellilerce yönetilirdi.

 

Nâzýr, mütevellilerin kontrolcusu olarak, onlarýn iþlerinin tamamlanmasýna nezâret ederdi. Bunlarýn genel murakabesi de "emiru'l-mü'minîn" olan hafifeye aitti. Abbasiler döneminde bu iþi halifeler yapýyordu. Yýldýrým Bayezid, her vilayete "müfettiþ-i ahkâmý'þ-þer'iyye" tayin ederek vakýf iþlerini teftiþ ettiriyordu. Osmanlýlar döneminde özel þahýslar tarafýndan kurulan vakýflarla mütevelliler meþgul olmuþ, bunlar kadýlar vasýtasýyla teftiþ ve murakabe edilmiþlerdir. Her kadý, kendi mýntýkasýndaki vakýflarý emrindeki müfettiþlerce teftiþ ettirdiði gibi, bazan bizzat kendisi de bunlarý teftiþ ederdi. Bununla beraber payitaht kadýsý (Ýstanbul kadýsý), bütün vakýflarý teftiþ yetkisine sahipti.[1215]

 

Osmanlýlar döneminde 1242 (m. 1826) yýlýnda kurulan Evkaf Nezareti'nden önce vakýflar, vâkýflarýnýn þartlarýna göre idare ediliyor ve bunlar ayrý nezâretlerce murakabe ediliyorlardý. Bu nezâretler: Haremeyn, Vezir, Þeyhülislâm, Tophane ümerasý ve Ýstanbul kadýlarý nezâreti idi. Osmanlýlarýn sonuna kadar devam eden Evkaf Nezâreti, 3. 3. 1924 tarihinde çýkarýlan 429 sayýlý kanunla ilga edilerek Baþkanlýða baðlý bir umum müdürlüðe havale edildi.

 

Böylece Vakýflar Umum Müdürlüðü kurulmuþ oldu. Cumhuriyetten sonra vakýf mevzuatýnda ilk mühim deðiþiklik 5. 6. 1935 tarih ve 2762 sayýlý kanunla yapýldý. Bu deðiþikliklerle vakýf müessesesi kuruluþ gayelerinin ve vakýf þartlarýnýn tamamen dýþýna çýktý ve toplum için görmüþ olduðu fonksiyonlar yok edildi.

 

Ýslâm dünyasýnda dinî, kültürel, askerî, sivil, iktisadî, ictimaî, su ve spor gibi sahalara varýncaya kadar hemen her sahada kurulmuþ bulunan vakýflar büyük bir hizmet ifa etmiþlerdi. Sýrf Allah rýzasýný kazanmak için bu tesisleri kuran insanlara bugün de ihtiyacýmýz var.

 

Para Vakfý Ekonomik faaliyetlerin özü ve itici gücü kâr unsurudur. Üretim, dolaþým, paylaþým veya tüketim safhalarýndan herhangi birisinde kâra hak kazanabilmek için, Ýslâm hukuku önce, yapýlacak ticaret iþinin meþrû olmasýný ister. Ýkinci olarak da þu üç unsurdan en az birisinin bulunmasýný þart koþar: Emek, sermaye ve tazmin etme riski. Ýslâm'da bu üçüncüsü "Vücûh Þirketi"nde ortaya çýkar. Bu da, iki veya daha çok kiþinin sermayesiz, borç para kullanmak veya vadeli mal alýp satmak suretiyle elde edecekleri kân, borçlarýn riskini üstlendikleri orana göre paylaþmasý esasýna dayanýr. 

 

Ýslâm toplumlarýnda finans sorunu, Ýslâm'ýn çýkýþýndan 24. yüzyýl baþlarýna kadar, karz-ý hasen dýþýnda büyük ölçüde risk esasýna ve kâr-zarar ortaklýðý prensibine dayalý olarak çözümlenmiþtir. Muddrebe (emekle sermayenin iþbirliði yapýlarak, kân aralarýndaki anlaþmaya göre paylaþmasý ve zarar sermayenin katlanmasý yöntemi), Müþareke (sermaye ortaklýðý, kârýn paylaþýlmasý anlaþmaya göre, zarara katlanma ise kural olarak sermaye oranlarýna göre olan ortaklýk), Sanâyi' (taahhüd iþleri yapma), Ziraat Ortakçýlýðý (emek ve toprak sahibi ortaklýðý ve kiralama (leasing) bunlar arasýnda sayýlabilir. 13.cü yüzyýldan itibaren giderek büyüyen para vakýflar da önemli bir fýnans kaynaðý oluþturmuþtur.

 

Ancak vakýf paralarýn kullanýmýnda temelde islâmî olmayan bazý uygulamalarýn da vuku bulduðunu ve bunu mütevellilerin iþi bilmeyiþine hamletmek gerektiðini belirtelim. Diðer yandan vakýfnâmelerde yer alan bazý hukuk terimlerinin, yanlýþ yorumlanmasýnýn da bu uygulamalarda etkili olduðunu söylemek mümkündür.

 

Ýslam tarihinde vakýflar, çeþitli maksatlara hizmet eder

 

1)  Fakirleri himaye etmek,

2) Yolcularýn ihtiyaçlarýný karþýlamak

3) Yetimleri büyütmek

4)  Öðrencilere burs vermek

5)  Ýþsizlere iþ bulmak

6)  Çýrak yetiþtirmek

7)  Müflis ve borçlulara yardýmcý olmak

8)  Bekarlarý evlendirmek

9)  Korumasýz hayvanlara bakmak

10)  Köprü, cami, saðlýk evi, aþ evi, medrese vs. yapmak

 

Ýslam’da vakfýn amacý, Allah’ýn rýzasýný kazanmaktýr. Malýný vakfeden Müslümanlar, bidayetten beri hep bu maksadý gütmüþler ve vakfiyelerde bunu açýk bir þekilde belirtmiþlerdir. Ýslam’da “takarrüb ilallah” tabirinde vecizeleþtirilen “Allah’a yakýnlaþmak, Onun rýzasýný aramak” gayesi esas alýnmýþ ve bu, Ýslam’ý manadaki vakfýn sýhhat þartlarýndan biri addedilir.

 

Vakýf malý tasarruf dýþý býrakýp gelirini Allah rýzasý için bir hayýr cihetine tahsis etmektir. Ýlim müesseselerine, hastane, okul, harp malzemesi imal eden fabrika gibi hayýr müesseselerine vakfetmez, öldükten sonra muayyen bir hayýr cihetine sarf edilmek þartýyla bir þahýs üzerine vakfetmez gibi. Vakýf akdi yalnýz vakfedenin iradesiyle akd olunur, bir þahýs üzerine vakfetmiþse o þahsýn reddetme hakký vardýr. Vakfýn geliri sadece vakfedenin tayin ettiði hayýr cihetine sarf edilir.

 

Vakfýn, yardým eden ile yardýma muhtaç arasýnda bir köprüdür. Bu köprünün sayesinde ne veren alaný, ne de alan vereni görür, ikisi de gönül hoþluðuyla memnun kalýrlar. Çünkü veren alaný görse belki kalbine kibirden bir parça düþe bilir, buda onun verdiklerinin sevabýný giderir. Eðer alan vereni görse belki kalbine bir mahcubiyet düþer ve boynu bükük olarak geriye döner, buda kiþiyi rencide eder. Onun için vakýf, Ýslam tarihinin miras býraktýðý çok güzel müesseselerinden biridir. Bu sayede devletin güç yetiremediði nice þeyleri tarihte vakýflar baþarmýþtýr.         

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

- Okuma Parçasý -

 

 

Hýzýr ile Ýdareci

 

Hârûn Reþîd zamanýnda bir zâbýta âmiri vardý. Hýzýr aleyhisselâm ile her gün görüþüp sohbet ederlerdi. Zâbýta âmiri bir gün vazifesinden istifâ etti. Zâhid olup insanlardan ayrý yaþamaya, kimseyle görüþmeyip tek baþýna ibâdet yapmaya baþladý. Fakat istifâ ettikten sonra Hýzýr aleyhisselâm kendisine bir gün dahî uðramaz oldu. Bu duruma zâbýta âmiri çok üzüldü. Her gün sabahlara kadar Cenâb-ý Hakk'a yalvarýp, gözyaþý döktü, tevbe-istiðfâr etti.

 

Bir gece rü'yasýnda Hýzýr aleyhisselâmý görüp yalvardý:

"Ey vefâlý dost! Ben seninle devamlý olarak sohbet etmek maksadýyla dünya makamlarýndan istifâ ettim. Uzlete çekilip, yalnýz baþýma devamlý ibâdet etmeye baþladým. Böylece sana kavuþurum sandým. Halbuki tam tersine seninle artýk hiç görüþemedim. Beni, mübârek cemâlinize hasret býraktýnýz. Acaba  bunun hikmeti nedir? Yoksa bir kusûr mu iþledim? Bu þekilde daha ne kadar hasretinizle yanacaðým?.." gibi sözlerle yanýp yakýlarak aðladý.

 

Zâbýta âmirinin bu acýnacak durumuna dayanamayan Hýzýr aleyhisselâm buyurdu ki:

"Ey azîz dostum! Benim sana görünüp sohbet etmemin sebebi, yaptýðýn ibâdetler, hayýr hasenâtlar deðildi. Senin o mühim vazifede Müslümanlarýn iþlerini, hak ve adâlet ile idâre ettiðin için sana gelip sohbet ediyordum. Hâlbuki, sen bu kýymetli vazifeyi býrakýp, Müslümanlara hizmeti terk ettin. Hattâ onlarý adâletli olmayan birisiyle baþ baþa býraktýn. Sadece kendi þahsî kemâlâtýn için bir köþeye çekildin. Kendi mânevî menfaatini Müslümanlara tercih ettin. Þimdi o adâletsiz kimse, oradaki Müslümanlara zulüm ve gayr-i meþrû iþler ile elem vermektedir. Þu anda onlar sýkýntý ve üzüntü içindeler. Bunlara hep sen sebep oldun. Elbette senin þahsî menfaatinin, Müslümanlarýn umûmî menfaatleri yanýnda kýymeti yoktur. Çünkü uzlete çekilip abdest almayý, namaz kýlmayý, oruç tutmayý, zikir etmeyi herkes yapabilir. Fakat makâmý ile Müslümanlara hizmet etmeyi herkes yapamaz. Ýþte bunun için artýk senin yanýna gelemiyorum."

 

Zâbýta âmiri bunlarý dinledikçe gözyaþlarý sel oluyor, bir taraftan da:

"Çok doðru... Çok doðru..." diyordu.

 

Uyanýnca, istifâ etmekle ne büyük bir hatâ yaptýðýný anladý. Sabah olunca derhal hükümdârýn huzûruna çýkýp, eski vazifesini yeniden istedi. Hükümdâr anlayýþla karþýlayýp, onu tekrar eski vazifesine tâyin etti.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

 

 

13)  AMME HUKUKU

 

 

a)  Ýmamet

 

b)  Þura

 

c)  Ümmet

 

d)  Kaza (Yargý)

 

e)  Ukubat (Ceza)

 

f)  Cihad

 

- Okuma Parçasý-

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

13)  AMME HUKUKU

 

 

Yüce Allah (cc) Kur’an-ý Kerim de:

 

; æì¢ä¡Óì¢í §â¤ì Ô¡Û b¦à¤Ø¢y ¡é¨£ÜÛa  å¡ß ¢å Ž¤y a ¤å ß ë 6 æì¢Ì¤j í ¡ò £î¡Ü¡çb v¤Ûa  á¤Ø¢z Ï a

 

“Yoksa onlar (Ýslâm öncesi) cahiliye idaresini mi arýyorlar? Ýyi anlayan bir topluma göre, hükümranlýðý Allah'tan daha güzel kim vardýr?”[1216]

 

  åî©à¡×b z¤Ûa ¡á Ø¤y b¡2 ¢é¨£ÜÛa  ¤î Û a

 

“Allah, hüküm verenlerin en üstünü deðil midir?”[1217]

 

Fýkýh hukuki kurallar manzumesini kapsadýðý için, bu hukuki hükümlerin uygulama alanýna sokulmasý, büyük bir otoriteyi gerektiriyor. Ýmdi bu giriþten sonra amme hukukunun içeriðini izah etmeye çalýþalým.

 

Amme Hukuku: Bir devletin hukukî yapýsýný, bu hukukun iþleyiþini, özel ve tüzel þahsiyetler ve yabancý devletlerle karþýlýklý iliþkilerini düzenleyen hukuk dalý.

 

"Amme" kelimesi, "âmm, umum"dan türetilmiþ olup kapsama ve kuþatma (þümul ve ihate) anlamýnadýr. Her çokluða, fertleri sayýlamayacak oranda çok olan halk topluluðuna ýtlak olunur. "Âmm" kelimesinin ifade ettiði çokluk, "âmme" kelimesinin delâlet ettiði þeyde mübâlaðalý bir þekilde söz konusu olmaktadýr ki, özetle büyük-küçük, erkek-diþi, zengin-fakir, vb. her yerde þümulü anlatýr.

 

Bu bakýmýndan âmme velâyeti, âmme hukuku (kamu hukuku), âmme riyaseti, âmme idaresi (kamu yönetimi), âmme müesseseleri, (kamu kurumlarý) âmme kudreti (kamu otoritesi), âmme hizmeti (kamu hizmeti) terimlerinde bu genel ve üyesinin sayýsýz çokluðu anlamý vardýr. Nitekim devlet kurumunun nüfus, ülke, hâkimiyet unsurlarýndan birincisi olan nüfus miktarýnýn çokluðunu "Âmme" kelimesiyle anlatmak söz konusudur.

 

Aslýnda "Âmme" kelimesiyle anlatýlmak istenen devlettir. Çünkü devlet son tahlilde "fertlerden" oluþturulmaktadýr. Yani devlet, varlýðýný fertlerin oluþturduklarý toplulukta bulmakta, dolayýsýyla devlet bu topluluða mal edilerek devletle topluluk ayný þeyler telakkî olunmaktadýr. Devlete atfedilen gerçeðin aslýnda devleti meydana getiren kamuya raci bulunduðu söylenebilir.

 

Âmme hukuku denildiðinde, doðrudan doðruya fertlerden oluþan kamuya þâmil, onunla ilgili bir hukuk dalý sözkonusu olmaktadýr. Baþka söyleniþle bu hukuk dalýnýn, kamuya aidiyetini belirtmek için "Âmme" kelimesiyle tanýmlanmaktadýr. Ancak buradaki kamu, kendi hukukî anlamýný devletle bulduðuna göre, devlete has hukuk þeklinde tanýmlanan yaygýn ve doðru kabul edilmiþtir .

 

Demek oluyor ki, bir toplumu meydana getiren fertlerin müþtereken sahip bulunduklarý kuvvetten, yetkiden, o fertler ile onlarý yöneten ve koruyan üstün ya da kamu otoriteleri (devlet) arasýnda riayet olunmasý gereken iliþkiler akla gelir. Bu bakýmdan fertler veya þahýslar ile devlet arasýndaki iliþkileri gösteren, þahýslarýn devlete karþý sahip bulunduklarý hak ve yetkileri, ayrýca yapmakla yükümlü bulunduklarý ödevleri tayin eden ve düzenleyen dolayýsýyla hukuk biliminin bir dalýný meydana getiren usûl ve kurallarýn bütünü, âmme hukuku kapsamýnda düþünülebilir.

 

Tarihi Geliþim: Âmme hukukunun genel hukuk içindeki yerinin belirlenmesi konusu tartýþýlmýþtýr. Bir anlayýþa göre ilk defa Roma hukukçularý tarafýndan tespit edilen ve Roma hukuk külliyeti (corus iuris) içinde yer alan tasnifte, ilki, kamu menfaatiyle ilgili "devlete ait hukuk" veya "devlet hukuku" þeklinde nitelendirilmesi mümkün "âmme hukuku" (ius publicum); ikincisi özel menfaatle ilgili "özel hukuk" (ius privatum)tur.

 

Fakat bu tasnifin hakikate, özellikle de hukukun mahiyetine uygun olmadýðý ileri sürülmüþtür. Çünkü kamu menfaatiyle özel hukukun sýnýrlarýnýn kesin ve açýk bir þekilde tespiti mümkün olamayacaðý gibi, tasnifin dayandýðý esas (menfaat) da hukukun mahiyetini tam anlamýyla ifadeden uzaktýr. Kaldý ki hukukta gaye, menfaati korumak ve güvence altýna almak olmakla birlikte, asýl gaye hakkýn, daha doðrusu adaletin gerçekleþtirilmesidir.

 

Ayrýca uygulamada kamu özel menfaat ayrýmýnýn yapýlmasý daima mümkün deðildir. Gerçekte sözgelimi âmme hukukunun merkezi olan devlet fertlerin özel menfaatlerine hizmet ettiði gibi mülkiyet ve evlenme gibi özel hukuk müesseseleri de kamu menfaatiyle yakýndan ilgilidirler. Öte yandan bu tasnifin bilimsel olduðu da ileri sürülemez. Sözgelimi ferdin hayatýný koruyan kanunlar (meselâ temel hak ve özgürlükler kanununda bulunan düþünce özgürlüðü, inanç ve vicdan özgürlüðü, çalýþma hakký vb.) âmme hukuku kapsamýndadýrlar. Kaldý ki, Roma hukukundaki bu tasnifin aksine Germen hukukunda böyle bir ayrým kabul edilmektedir.

 

Ýslâm hukuku (fýkýh) böyle bir ayrýmý kabul etmemektedir. Çünkü Ýslâm hukukunun, kaynaðý, mahiyeti, usûlü ve dayandýðý kavramlarýn kendine has oluþu sebebi yanýnda; Ýslâm dininin esaslarý da bu türden bir ayrýma cevaz verir nitelikte deðildir. Ancak bu durum Ýslâm hukuk teorisi içinde âmme hukukunun bulunmadýðý ya da ihmal edildiði anlamýna alýnmamalýdýr.

 

Aksine Ýslâm hukukunun özel hukuk alanýnda olduðu gibi âmme hukuku alanýnda da önemli kural ve ilkelerinin bulunduðunu ve þimdiye kadar yapýlan incelemelerin bu konuda yeterli bilgileri ortaya koyduðu söylenmelidir. Ne var ki, Ýslâm hukukunun gerek kaynaklarýnýn düzenlenmesi, gerek kavramlarýnýn farklýlýðý, bu kural ve ilkeleri anlamada özel bir çalýþmayý gerektirmektedir.

 

Gerçekte Ýslâm âmme hukukunun devlet, anayasa, idare, ceza hukuku; hukuk felsefe ve sosyolojisi alanýnda oluþturulan bilgilerini, bu hukukun kaynaklarýnda toplu bir þekilde bulmak mümkün olmayabilir. Sözgelimi âmme hukukunun çeþitli konularý fýkýh eserlerinin kazâ, imâre, siyer, hudûd, fey kýsýmlarýnda ele alýndýðý gibi; es-siyâsetü '-þer'iyye, el-ahkâmü's sultâniyye, el-emvâl adý altýnda yazýlmýþ baðýmsýz eserlerde, bazen de tarih ve kelâm kitaplarýnda incelenmiþtir. Keza Devletler Umumi Hukuku dalý fýkýh eserlerinin siyer, cihat, meðâzi, nikâh, talâk vb. bölümlerinde ele alýnmýþtýr.

 

Demek oluyor ki, âmme hukukunun genel hukuk teorisi içindeki yerini belirlemek Romalýlar'ýn yaptýðý tarife göre yeterli olmadýðý gibi, bütün hukuk sistemleri bakýmýndan da ayrý görünüþü vermesi düþünülmemelidir. Kaldý ki, kýta Avrupasý hukukunda da Romalýlar'ýn tasnifi önceki yüzyýllardaki önemini ve geçerliliðini pek korur durumda deðildir.

 

Âmme hukukunun genel hukuk teorisi içinde yerinin Batý hukuk sisteminde þu þekilde tespit edildiði bilinmektedir:

1)  Anayasa hukuku

2)  Ýdare hukuku

3)  Ceza hukuku.

 

Bu da kendi içerisinde

a) Genel ceza hukuku,

b) Özel ceza hukuku,

c) Askerî ceza hukuku,

d) Milletlerarasý ceza hukuku bölümlerine ayrýlýr.

 

4) Muhakeme (veya usûl) hukuklarý

Bu da:

a) Medenî-muhakeme hukuku,

b) Ceza muhakeme hukuku,

c) Ýdarî yargý olmak üzere üç kýsýmdýr.

 

5)  Umumi âmme hukuku (devlet hukuku)

6) Devletler umumi hukuku

7) Ýþ hukuku

8) Malî hukuk

 

Ýslâm hukukunda ise genel olarak üçlü bir tasnif mevcuttur

1)  Ýbâdad

2) Muâmelât

3) Ukûbât.

 

Fakat bu tasnif bazen þu þekilde de yapýlmaktadýr

1)  Ýbâdât

2)  Ahvâl-i þahsiyye (þahýs ve aile hukuku)

3)  Muâmelât (kýsmen medeni ve borçlar hukuku)

4) Ahkâm-ý Sultâniyye (velayet-i amme): Anayasa, idare, kýsmen ceza hukuku,

5) Ukûbât (ceza hukuku)

6) Siyer (devletler umumi ve kýsmen devletler hususi hukuku)

7) Âdâb (ahlâk ve muâþeret).

 

Âmme hukukunun mahiyetine gelince: Amme hukuku, devlete uygulanan hukuk kurallarýnýn bütünü, kýsacasý devlet hukuku olarak tanýmlanabilir. Yani bu hukukun konusu bizzat devlet, devlet teþkilâtý ve organlarý, hükûmet ve idare ile faaliyetleri, bunlarla fertler arasýndaki iliþkilerdir.

 

Kýsacasý âmme hukuku, devlet ve devlet ile ilgili iliþkileri düzenleyen hukuk kurallarý ve müesseselerinin bütününü ihtiva eden bir hukuk dalýdýr. Amme hukukunda hukuki iliþkinin taraflarýndan birisinin mutlaka devlet veya âmme hükmî þahýslarýndan birinin olmasý gerekmektedir. Genellikle bu iliþkilerde kamu menfaati hakim ve üstün mevkide bir eþitlik deðil, devlet veya kamu hükmî þahýslarý lehine fertler aleyhine bir üstünlük kamu menfaatlerini önde tutma sözkonusudur.

 

 

 

 

 

 

 

a)  Ýmamet

 

 

Ýmamet-i Kübra: Ýslâmî topluluðun dini ve siyasî liderliði. Hilâfet lafzý baþlangýçtan itibaren ve bilhassa daha sonralarý imâmet manasýnda kullanýlmýþtýr Ayný zamanda bu makama, namaz kýldýrma vazifesi demek olan imamlýktan (imâmet-i suðrâ) ayýrdetmek için Ýmâmet-i Kübrâ da denilmiþtir Biz burada çeþitli Ýslâm fýrkalarýnýn imam anlayýþýný anlatmaktan ziyade Ehl-i Sünnet'in bu konudaki görüþlerini özetlemekle yetineceðiz.

 

Ehl-i Sünnet'e göre imâmet-i kübrâ itikadý ilgilendiren bir konu deðildir. Sadece kullarýn fiillerine ait muamelatla ilgili meselelerdendir. Resulullah (as)'ýn vefatýný müteakip Ashabýn imam nasbettikleri ve Ýslâm ümmetinin imamsýz bir zamanýnýn geçmesine rýza göstermedikleri tevatüren sabittir. Nitekim Hz. Ebubekir, meþhur hutbesinde buna iþaret ederek diyordu ki; "Haberiniz olsun ki, Muhammed (a.s) vefat etmiþtir ve bu dini ayakta tutacak bir reise (imâmet-i Kübrâ) mutlak ihtiyaç vardýr." Muhtemel bir zararýn defedilmesi bakýmýndan da halife seçilmesinin vacip olduðunda icma edilmiþtir. Bu nedenle herkes Hz. Ebû Bekr'in sözünü yürekten kabul etti.[1218]   

 

Taftâzânî, þunlarý da söylemektedir: "Ýmâmet-i kübrâ meselesi itikadî esaslardan olmayýp fýkhý ilgilendiren bir füru' meselesidir. Fýkýh kitaplarýmýzda zikredilmiþtir ki; millet için, dini yaþatacak, sünneti ayakta tutacak, mazlumlarý koruyacak ve haklýyý haksýzdan ayýracak bir baþkana (imâm) mutlaka ihtiyaç vardýr."[1219]

 

Ýmamýn seçimi ise; "ehl-i hall ve'lakd"in seçmesi ile olur: Diðer bir görüþe göre; daha evvelki imam tarafýndan bir nas ve tavsiye ile beraber halkýn ileri gelenlerinin bey'atýndan ibarettir. Bu iki görüþ arasýnda gerçekte büyük bir ayrýlýk yoktur. Bu ihtilaf, ilk halifelerin tesbit tarzýndan ileri gelmektedir.

 

Ýmamýn mükellef, müslüman, hür ve erkek olmasýndan baþka þu þartlarý da taþýmasý þart koþulur:

 

1) Ýlim: Ýmâmet-ý Kübrâ'ya aday gösterilecek kimse, Allah'ýn insanlara bildirdiði kanunlarýný tam manasý ile bilip, derinliðine nüfuz edecek kadar âlim olmalýdýr.

 

2) Adalet: Ýmâmet-ý kübrâ'ya aday olacak kimsenin adil olmasý gerekir. Bu makam, adaletle iþ görmesi gereken bütün diðer makamlarý idare ve kontrol eden bir makamdýr. O halde bu makam sahibinin her þeyden evvel adil olmasý gerekir.

 

3) Ýktidar ve ehliyet: Dinin korunmasý, düþmanla savaþ, çeþitli kanunlarýn çýkarýlmasý, hükümlerin konulmasý ve þer'î cezalarýn tatbik edilmesi gibi birçok hususlarda imamýn, zamanýnda karar vermesi ve bu kararý yerinde tatbik edebilecek ehliyete ve fevkalâde bir siyâsî basirete sahip olmasý gerekir. Bazý eserlerde ayrý birer sýfat olarak zikredilen cesaret, ictihat ve rey sahibi olmasý da iktidar ve ehliyetin içinde hulasa edilebilir.[1220]

 

4) Bünyesinin saðlam ve arýzasýz olmasý: Ýmâmet-i Kübrâ makamýna oturacak olan kiþinin delilik, körlük, saðýrlýk, dilsizlik, iki el ve ayaðýnýn yokluðu gibi noksanlýklardan berî ve duyularýnýn saðlam olmasý lâzýmdýr. Çünkü bu noksanlýklar, imamýn üzerine aldýðý iþleri baþaramamasýnýn sebeplerindendir. Bu bakýmdan eðer bu eksiklikler, þahsýn sadece görünüþünü ilgilendiren cinsten ise, o zaman bu þart bir kemal þartý olur.[1221] Meselâ körlük, saðýrlýk, dilsizlik sebebiyle imâm azledilir; fakat aðýr iþitmek ve kekemelik sebebiyle azledilemez.[1222]

 

5) Ýmâmet-i Kübrâ makamýna geçecek kimsenin Kureyþli olmasýna gelince: "Ýmamlar Kureyþ'tendir." hadisi þerifi ile ve Kureyþlilerin Ensar'a bu hadisi delil göstermesi sebebiyle ileri sürülen bu þartý, Ebû Bekr Bâkýllanî gibi bazý alimler kabul etmemiþlerdir.[1223]

 

Bu hususta Ýbn Haldun'un görüþü þudur: "Halife'nin (imamýn) Kureyþ'ten olmasýnýn þart koþulmasýnýn asýl sebebi, Kureyþ'in devleti idare ve koruma kudretine sahip olduðu ve çekiþmeleri ortadan kaldýrabildiði içindir. Þari', hüküm ve kaideleri yalnýz bir kavim bir asýr ve sadece bir millet için ortaya koymamýþtýr. Müslümanlarýn idaresi baþýnda bulunacak kavmin, devleti idare ve koruma kudretine sahip ve kendi zamanýnda diðer kavimlerden üstün olmasý þarttýr. Þari'in maksadý herhalde iþte budur. Bu açýklamalardan halifeliðin her asýrda Kureyþ'e mahsus olmayýp her ülkenin o zamanda devleti idare etme kudretine sahip olan kavmin elinde olacaðý anlaþýlýr ve o kavim devletin baþýna geçer."[1224]

 

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اَطيعُوا اللّهَ وَاَطيعُوا الرَّسُولَ وَاُولِى الْاَمْرِ مِنْكُمْ

 

"Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Peygamber'e ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin...”[1225]

 

 Ayet-i kerimesine göre, halifeye itaat farzdýr. Yalnýz bu itaat halifenin Allah (c.c)'nun emrine uymasý ile kayýtlanmýþtýr. Eðer halife Allah'ýn emrine uymazsa, kendisi ikaz edilir; dinlemezse azledilir.

 

Nitekim Hz. Ebû Bekr (siyasetin düsturu sayýlan) meþhur hutbesinde bu hususu þöyle açýklar: "Ben sizin en hayýrlýnýz olmadýðým halde baþýnýza geçmiþ bulunuyorum. Eðer doðru yolda yürürsem bana yardým ediniz; doðrudan saparsam bana gerçek yolu gösteriniz. Doðruluk, emanet; yalan ise hýyanettir. içinizde zayýf bir kimse, hakkýný kendisine vererek rahatlatýncaya kadar nazarýmda kuvvetlidir. Kuvvetli de, baþkasýnýn hakkýný ben kendisinden alýncaya kadar yanýmda zayýftýr. Hiç biriniz Allah Yolunda cihadý terk etmesin; çünkü cihadý terkeden kavmi Cenab-ý Allah zillete düþürür. Bir kavimde de kötülükler yayýldý mý, Allah onlarý umumî belalarla terbiye eder. Ben Allah ve Resulüne itaat ettiðim müddetçe bana itaat ediniz. Eðer Allah ve Peygamberine itaat etmezseniz sizin de bana itaatýnýz gerekmez.”[1226]

 

Taberi'nin bu naklinden de anlaþýldýðý gibi, imâmet-i Kübra, makamýnda olan kimseye Allah ve Resulüne baðlý olduðu müddetçe itaat edilir. Allah'a karþý isyan eden bir kimseye itaat etmeme, Ýslâm'da çok meþhur ve bilinen bir prensiptir.[1227]

 

 

 

b)  Þura

 

 

Ýstiþare: Herhangi bir konuda doðruya ulaþmak veya yaklaþmak için bir baþkasýnýn görüþüne baþvurma.

 

Müþâvere, þivâr, meþvure, meþvere, meþûre, istiþâre, danýþýp iþaret ve görüþ almak anlamýna geldiði gibi, müþâvere ve iþaret; arý kovanýndan bal almak, rey vermek manalarýna da kullanýlýr. Toplanýp meþveret eden cemâate de þûrâ denir.[1228]

 

Ýstiþârenin lügat manasý ile ýstýlah manasý arasýnda yakýn bir bað vardýr. Çeþitli görüþlere baþvurmak suretiyle doðruyu elde etmek veya ona yaklaþmalarýnýn çeþitli çiçeklerden gerekli malzemeyi alýp iþledikten sonra ortaya çýkardýðý balý kovandan almasý gibidir. Bu bakýmdan Kur'an-ý Kerîm olayýn ehemmiyetini þu þekilde ortaya koymuþtur:

 

 7¡Š¤ß üa ó¡Ï ¤á¢ç¤‰¡ëb ( ë ¤á¢è Û ¤Š¡1¤Ì n¤a ë

 

"Ýþ hususunda onlarla müþâvere et.”[1229]

 

وَالَّذينَ اسْتَجَابُوا لِرَبِّهِمْ وَاَقَامُوا الصَّلوةَ وَاَمْرُهُمْ شُورى بَيْنَهُمْ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ

 

“Yine onlar, Rablerinin davetine icabet ederler ve namazý kýlarlar. Onlarýn iþleri, aralarýnda danýþma iledir. Kendilerine verdiðimiz rýzýktan da harcarlar.”[1230]

 

Ýstiþâre, kiþinin kendisini ilgilendiren konularda bir baþkasýnýn görüþüne baþvurmasý veya idârecilerin ümmetin durumunu ilgilendiren konularda müþâverede bulunmasý þeklinde iki cepheden ele alýnabilir. Birinci durumda istiþâre sünnettir.[1231]

 

Ýdârecilerin ümmetin durumunu ilgilendiren konularda istiþârede bulunmasýnýn hükmü konusunda ise farklý görüþler vardýr.

 

 7¡Š¤ß üa ó¡Ï ¤á¢ç¤‰¡ëb ( ë ¤á¢è Û ¤Š¡1¤Ì n¤a ë

 

"Ýþ hususunda onlarla istiþâre et"[1232] ayetinin vücûb mu nedb mi ifade ettiði konusunda ulema ihtilâf etmiþlerdir. Mâlikîler dini konularda Ýslâm devletinin yönetimi ile ilgili mevzularda idarecilerin istiþârede bulunmalarýnýn vacip olduðu görüþündedirler. Hatta ibn Atiyye ve Ýbn Hüveyzimendâd böyle bir durumda âlimlere danýþmayan idarecinin azlinin vacib olduðunu savunmuþlardýr.[1233]

 

Ýmam Þafiî istiþâreyi nedb'e hamletmiþ, ancak daha sonraki Þâfiî fukahasý ayetin vücub ifade ettiði görüþünü benimsemiþlerdir.[1234]

 

Bu konuda Hanefilere nisbet edilen bir görüþ bulunmamakla birlikte, Cessâs (v.370/980)'ýn Þûrâ 38. ayetinin tefsirinde "istiþârenin iman ve namaz kýlmakla birlikte ele alýnmasý, konunun önemine ve bizim bununla emrolunduðumuza delâlet etmektedir" þeklindeki sözünden istiþârenin vacip olduðu görüþünü benimsediðini anlýyoruz.[1235]

 

Hz. Peygamber (as) istiþâreye teþvik etmiþ; kendisi de Bedir'de Ebû Sufyân'ýn geldiðini haber alýnca ne gibi tedbir alýnacaðý konusunda Ensar'la müþâvere etmiþ; ayrýca Bedir esirleri konusunda, Uhud ve Hendek Gazvelerinde, Hudeybiye'de, Taif Seferinde, Ýfk hadisesinde, ezan konusunda olduðu gibi birçok mevzuda ashabýyla istiþâre etmiþtir.

 

Hatta Ebû Hureyre, Rasûlullah'tan daha çok ashabýyla istiþâre eden kimse görmediðini belirtmektedir. Bundan dolayý ibn Teymiyye idareciler istiþâreden muaf olamazlar. Çünkü Allah onu peygamberine emretmiþtir, demektedir.[1236]

 

Bunun yanýsýra sahâbe ve özellikle Hulefâ-i râþidîn istiþâreye büyük önem vermiþler, Hz. Ebû Bekir ve Ömer (r.a); istiþâre etmek üzere Hz. Osman, Hz. Ali, Abdurrahman b. Avf, Muaz b. Cebel, Ubey b. Ka'b, Zeyd b. Sâbit ve diðer ashab'tan oluþan birer müþâvere heyeti oluþturmuþlardýr.[1237]

 

Ýslâm hükümeti,[1238] ayette belirtildiði üzere meþveret (istiþâre) esasý üzerine kurulmuþtur.[1239]

 

Bu özelliðiyle Ýslam idaresi bir þahsýn diktatörlüðüne dayanan "otokrasi"den; kendisinde ilâhî bir sýfat olduðu iddiasýyla ortaya çýkan kiþinin idaresine dayanan "teokrasi"den; üstün azýnlýk sýnýfýnýn hâkimiyetine dayanan "oligarþi"den; kiþilerin heva ve heveslerine göre idare ettiði "demagoji"den ayrýlýr.[1240]

 

Ýslâm'daki istiþâre sistemi çoðunluk veya azýnlýk-farký gözetilmeksizin imkan dahilinde herkesin görüþünü almayý gerektirmekte bunun yanýnda görüþler içinde tercihe þayan olanýn parmak hesabýyla deðil, derin ve tarafsýz aklî araþtýrma neticesi tesbit edilmiþ olanýn tatbik mecburiyetini içermektedir.[1241]

 

Bu sistem iktidar nazariyesinde bir yenilik olup, kapitalist demokratik rejimlerdeki þekliyle ekseriyetin ekalliyete; sosyalist demokratik rejimlerde olduðu gibi ekalliyetin ekseriyete tahakkümünü safdýþý etmektedir. Bununla beraber Ýslâmî müþâvere sistemi arzu edilen neticeyi verebilmesi için belli bir pedagojik (terbiyevi) hazýrlýk devresini gerektirmektedir.[1242]

 

Devlet baþkanýnýn istiþâre edeceði heyet deðiþik bir kadro teþkil edebilir. Þura meclisi Uhud savaþýnda Hz. Peygamberin müslümanlarla istiþâresinde olduðu gibi bazen halkýn çoðunluðu;[1243] bazen Havazin ganimetleri meselesinde olduðu gibi istiþâre anýnda mevcut müslümanlarýn tamamý; bazen Hendek muhasarasýnda Gatafan'ýn çekilmesi için yapýlacak antlaþmalarda görüldüðü üzere Sa'd b. Muâz ve Sa'd b. Ubâde gibi kendi kavimleri içinden yükselmiþ kiþiler;[1244] bazen de Bedir esirleri konusunda olduðu gibi, müslümanlarýn bir kýsmý þûrâ meclisini oluþtururlar.[1245]

 

Ancak þûra meclisi kimlerden oluþursa oluþsun ortaya çýkan hükümler Ýslâm'ýn genel prensiplerine aykýrý olamayacaðýndan, halk üzerinde keyfî bir idare, diktatörlük, zulüm ve adâletsizlik meydana getirmeyecektir. Zira Ýslâm âdil bir sistemdir.

 

Devlet erkâný bilmedikleri ve içinden çýkamadýklarý dinî konularda âlimlerle; cihadla ilgili konularda ordu komutanlarýyla; ümmetin menfaatine yönelik mevzularda halk büyükleriyle; memleket davalarýnda yazarlar, nâzýrlar, iþçi ve memur temsilcileriyle istiþâre etmeleri durumunda bu prensip amacýna ulaþýr. istiþâre yapýlan kiþiler hakkýyla dindar, bilgili (sahasýnda uzman), akýllý ve tecrübeli olmalýdýr.[1246]

 

Ýstiþâre bir nevi ictihad demektir. Konusunu ise Kur'an ve Sünnetin açýkça beyan etmediði konular teþkil eder.[1247] Devlet baþkaný ile þura meclisi arasýnda anlaþmazlýk çýkmasý halinde, ihtilâf konusunu tartýþýp inceledikten sonra görüþ bildirecek bilirkiþilerden oluþacak hakem heyeti kurulabilir. Hz. Ömer bunu tatbik etmiþtir.

 

Þam'a giderken, yolda orada veba salgýný olduðunu öðrenince, yola devam edip etmeme konusunda muhâcirlerle istiþâre etmiþ; anlaþma olmamasý üzerine ensarla görüþmüþ; yine netice çýkmayýnca ilk muhacirlerden Kureyþ büyükleriyle müþavere etmiþ ve onlarýn geri dönme yolundaki teklifini kabul ederek maiyetiyle birlikte geri dönmüþtür.[1248] Bu gibi durumlarda Hz. Peygamberin çoðunluðun görüþüne uyduðu da olmuþtur. Meselâ Uhud'da Medine'nin dýþýna çýkmanýn aleyhinde olduðu halde, ekseriyetin isteði üzerine þehir dýþýnda savaþmýþtýr.[1249]

 

Ýstiþârenin Fazileti: Ýstiþâre ile iþlerin güzel neticelere varmasý, siyâsi, içtimâî, askeri vs. bütün alanlarda problemlerin çözülmesi mümkündür. Kiþi ne kadar akýllý, zeki ve tecrübeli bulunursa bulunsun, Cenâb-ý Hakk'ýn Kur'an-ý Kerîm'in de iþaret ettiði ve fâillerini övdüðü müþâvere esasýna uygun hareket etmedikçe, faydalý sonuçlara ulaþmasý ve problemlerini güzel bir þekilde çözümlemesi pek mümkün deðildir. Zira Hz. Peygamber (as) akýl ve zekâ yönüyle insanlarýn en mükemmeli iken, Allah ona bile müþâvereyi emretmiþtir.

 

Hz. Peygamber (a.s) vahyin indirilmediði durumlarda daima arkadaþlarý ile istiþâre yoluna gitmiþtir. Ashab-ý kirâm, Resulullah (a.s)'ýn kendi fikriyle hareket ettiðini bildikleri konularda, kendi fikirlerini O'na açýklar, o da uygun fikir doðrultusunda hareket ederdi. Bunun örnekleri pek çoktur.

 

Peygamber Efendimiz. Bedir savaþýnda, kendilerine en yakýn kuyunun baþýnda durdu ve orayý karargah yapmak istedi. Bu sýrada Ashab'tan Hubâb el-Cümuh, Peygamberimize "Yâ Resulullah! Burayý, Allah'ýn seni yerleþtirmiþ olduðu ve bizim ileri geri gitmeðe yetkimiz olmayan bir yer olarak mý seçtin? Yoksa bu. bir görüþ, bir harp taktiði midir?" diye sordu. Resulullah (as) "Hayýr; bu bir görüþ ve bir harp taktiðidir" dedi. O zaman sahâbi "O halde Yâ Resulullah! Burasý uygun bir yer deðil, orduyu kaldýr. Düþmana en yakýn kuyuya gidelim. Orada bir havuz yapýp içine su dolduralým, geride kalan kuyularý tahrip edelim, düþman istifade edemesin." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s) "Sen güzel bir fikre iþaret ettin" buyurdu ve sahabinin dediði þekilde hareket etti.[1250]

 

Toplumlarýn düþtükleri hatalar, çok defa iþi kendi baþýna yürütme sonucu olmaktadýr. Bu, iþi kendi baþýna yürütme ne kadar geniþlerse hatalarýn sayýsý o nisbette artar; ne kadar daralýrsa hatalar da o nisbette azalýr. Gerçi hatadan büsbütün kurtulmak imkânsýzdýr. Çünkü hatadan uzak kalan sadece Allah'týr. Ancak meselelerin çözümünde birçok fikir bir araya gelirse, mükemmel veya nisbeten doðru bir çözüm elde edilebilir. Bu surette, sorumlu kimselerin üzerindeki sorumluluk yükü de hafifler ve sorumluluk müþterek olur.

 

Ýstiþâre ederken göz önünde bulundurulmasý gereken en önemli noktalardan biri, kime veya kimlere danýþýlacaðý konusudur. Bu husus, yapýlacak olan bir iþin hayýrla neticelenmesine önemli derecede etki eder. Bu yüzden danýþýlacak olan kiþinin, akýl ve tecrübe sahibi, dindar ve faziletli, samimi, saðlam fikirli, keskin görüþlü, insan psikolojisini iyi tahlil edebilme, doðruluk ve güvenirlik gibi deðerlere sahip olmasýna dikkat edilmelidir. Öte yandan, aklý bir þeye ermeyen, ahlâksýz, maðrur kimselere danýþmanýn kiþiye hiçbir yarar saðlamayacaðý da açýktýr.

 

Görüþlerinde ve düþüncelerinde daima isabet edenlerin, bir iþ yapmaða niyetli olduklarýnda, istiþâre etmelerine þaþýlmamalýdýr. Çünkü böyle kimseler, kendi görüþlerini yoklarlar, zekâ ve anlayýþlarýný denerler. Bu þekilde hareket etmekle fikir ve düþüncelerini zinde tutarlar.

 

Herhangi bir konuda istiþâre etme ihtiyacý ortaya çýkarsa, þu iki metoddan biri ile problem halledilir Birincisi, birkaç kiþiyle ayrý ayrý görüþülür, fikirleri alýnýr; fikirler hangi noktada daha çok birleþiyorsa, o uygulanýr. ikincisi birkaç kiþi toplanýp görüþleri sorulduðu zaman her biri fikirlerini söyler, daha sonra bu kiþiler birbirlerinin görüþlerini inceleyerek en uygun görüþte karar kýlarlar ki bu görüþle de saðlýklý hareket etmek mümkündür.

 

Abbasi yöneticilerinden Me'mun, oðluna nasihat ederken, istiþâre konusunda þöyle demiþtir: "Þüphen olan iþlerde, tecrübe sahibi, gayretli ve þefkatli ihtiyarlarýn görüþlerine baþvur. Çünkü onlar, çok þey görüp geçirmiþler, zamanýn iniþli-çýkýþlý, ikballi-hezimetli olaylarýna þahit olmuþlardýr. Onlarýn sözü acý da olsa kabul ve tahammül et. Danýþma kuruluna korkak, hýrslý, kendini beðenmiþ, yalancý ve inatçý kiþileri alma.''

 

Kendilerini beðenen, baþkalarýnýn görüþ ve düþüncelerine deðer vermeyen kiþiler, hiç kimseye danýþmazlar. iþlerini kendi görüþ ve düþünceleri doðrultusunda çözümlemeye çalýþýrlar. Bu þekilde davranma ise çoðu zaman yanlýþlýklara sebep olur. Yapýlarý iþlerden fayda yerine zarar elde edilir.

 

Bir kiþiye bir iþ hakkýnda düþüncesi sorulup da, o kiþinin düþüncesi etrafýnda iþ halledilmeðe çalýþýrken, iþin sonucu iyi çýkmazsa, düþüncesi sorularý kiþi azarlanmamalý ve tekdir edilmemelidir. Zira, bu dünyada herkesin, kendi düþünce ve fikirlerinin uygun olduðunu zannetmesi normaldir. Kiþi, görüþündeki hatasýyla kýnanýr ve azarlanýrsa. kendisine ümitsizlik ve güvensizlik gelir. Bu durumda olan kiþiye danýþýlýnca da, doðru olan görüþünü gizler ve hata yapma korkusu ile o konuda hiçbir þey söylemez.

 

Kýsaca belirtmek gerekirse, istiþâreye yani danýþmaya, Yüce Allah'ýn emri, Peygamber Efendimizin sünneti olarak önem verilmelidir. Atalarýmýz da "Ulu sözü dinleyen, ulu daðlar aþar", "Akýl akýldan üstündür" diyerek, istiþârenin gerekliliðini kýsa ve öz bir þekilde ifade etmiþlerdir.

 

 

 

 

c)  Ümmet

 

 

Ümmet: Ana, yol, din, cemaat, familye, nesil, boy, zaman. Istýlahta ise, kendi irâdeleriyle veya bir zorunluluk neticesinde aynýyerde, ayný zamanda veya ayný dine tabi olma neticesinde bir arada yaþayan insan topluluðudur. Âlimlerin çoðu, ümmet kelimesini ayný dine tabii olanlar yani Müslümanlar için kullanmýþlardýr. Arapça bir kelime olup, "emme" fiilinden isimdir. Çoðulu "umem"dir.[1251]

 

Ümmet kelimesi, çoðulu olan umem ile birlikte Kur'ân'da altmýþ küsur yerde geçmekte ve birçok hadis-i þerifte de konu edilmektedir.

 

Yüce Allah:

 

وَمَا مِنْ دَابَّةٍ فِى الْاَرْضِ وَلَا طَائِرٍ يَطيرُ بِجَنَاحَيْهِ اِلَّا اُمَمٌ اَمْثَالُكُمْ مَا فَرَّطْنَا فِى الْكِتَابِ مِنْ شَىْءٍ ثُمَّ اِلى رَبِّهِمْ يُحْشَرُونَ

 

“Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve (gökyüzünde) iki kanadýyla uçan kuþlardan ne varsa hepsi ancak sizin gibi topluluklardýr. Biz o kitapta hiçbir þeyi eksik býrakmadýk. Nihayet (hepsi) toplanýp Rablerinin huzuruna getirilecekler”[1252] diyerek, hayvan topluluklarýnýn da birer ümmet olduklarýný bildirmiþtir.

 

Hz. Muhammed (a.s) de; köpeklerin bir ümmet olduklarýný bildirmiþtir.[1253]

 

Diðer bir hadiste de: "Karýnca, ümmetlerden biridir"diye buyurmuþtur.[1254] 

 

Ümmet, imâm kelimesi ile ayný kökten gelmektedir. Her peygamber, birer imâm, rehber olarak kabul edilir ve ona tabi olanlara da onun ümmeti denir.

 

Yüce Allah Kur'n'da, insanlarýn önceleri tek bir ümmet olduðu hususunda þöyle buyurmuþtur:

 

كَانَ النَّاسُ اُمَّةً وَاحِدَةً فَبَعَثَ اللّهُ النَّبِيّنَ مُبَشِّرينَ وَمُنْذِرينَ وَاَنْزَلَ مَعَهُمُ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِيَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ فيمَا اخْتَلَفُوا فيهِ وَمَااخْتَلَفَ فيهِ اِلَّا الَّذينَ اُوتُوهُ مِنْ بَعْدِ مَاجَاءَتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ بَغْيًا بَيْنَهُمْ فَهَدَى اللّهُ الَّذينَ امَنُوا لِمَا اخْتَلَفُوا فيهِ مِنَ الْحَقِّ بِاِذْنِه وَاللّهُ يَهْدى مَنْ يَشَاءُ اِلى صِرَاطٍ مُسْتَقيمٍ

 

"Ýnsanlar tek bir ümmet idi. Allah, peygamberleri müjdeciler ve uyarýcýlar olarak gönderdi. Anlaþmazlýða düþtükleri konularda insanlar arasýnda hükmetsin diye o peygamberle beraber, gerçekleri içinde taþýyan kitab indirdi. Oysa kendilerine kitab verilmiþ olanlar, kendilerine açýk deliller geldikten sonra, sýrf aralarýndaki kýskançlýktan ötürü, o kitab hakkýnda anlaþmazlýða düþtüler. Bunun üzerine Allah, kendi izniyle inananlarý, onlarýn üzerinde ihtilaf ettikleri gerçeðe iletti. Allah, dilediðini doðru yola iletir.”[1255]

 

Âlimler bu âyeti deðiþik þekilde yorumlamýþlardýr. Bazý âlimlere göre, bütün insanlar önce hak yolda, Allah'ýn yoluna tabi idiler. Sonradan aralarýna tefrika girdi, tek ümmet olmaktan çýktýlar. Diðer bazý âlimlere göre ise, insanlar tevhid inancýnýn dýþýnda, küfür yolunda idiler. Küfür de tek ümmet idi.[1256]

 

Buna göre; küfür yolundaki insanlar bir ümmettirler ve Hz. Muhammed (a.s)'e iman eden, onun yolunda olan insanlar da, onun ümmetidir.

 

Nitekim bir hadiste þöyle buyurulmuþtur: "Bu ümmet (Ýslâm ümmeti), diðer ümmetlere karþý üstün kýlýndý."[1257]

 

Diðer bir hadiste Rasûlüllah (as); "Her ümmet kendi peygamberine tabi olur"[1258] diyerek, her peygamberin, kendisine tabi olan ümmetinin bulunduðunu haber vermiþtir.

 

Yüce Allah, Kur'ân-ý Kerîm'in birçok yerinde ümmet hakkýnda açýklamada bulunmuþtur. Bu âyetlerden bazýlarýnýn meâli þöyledir:

 

وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ اُمَّةٌ يَدْعُونَ اِلَى الْخَيْرِ وَيَاْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَاُولئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

 

“Sizden, hayra çaðýran, iyiliði emredip kötülüðü meneden bir topluluk bulunsun. Ýþte onlar kurtuluþa erenlerdir.”[1259]

 

كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَاْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَلَوْ امَنَ اَهْلُ الْكِتَابِ لَكَانَ خَيْرًا لَهُمْ مِنْهُمُ الْمُؤْمِنُونَ وَاَكْثَرُهُمُ الْفَاسِقُونَ

 

"Siz, insanlar için çýkarýlmýþ en hayýrlý bir ümmet oldunuz. Ýyiliði emreder, kötülükten men edersiniz ve Allah'â inanýrsýnýz.”[1260]

 

 ; æì¢Û¡†¤È í ©é¡2 ë ¡£Õ z¤Ûb¡2  æë¢†¤è í ¥ò £ß¢a ¬b ä¤Ô Ü  ¤å £à¡ß ë

 

“Yarattýklarýmýzdan, daima hakka ileten ve adaleti hak ile yerine getiren bir millet bulunur.”[1261]

 

Ýslâm ümmetinin birçok ýrký barýndýrmasý, herhangi bir probleme sebep olmaz. Kur'ân-ý Kerîm ýrklarýn çokluðunu kabul ediyor. Ancak bunlarý kaynaþma vesilesi olarak haber vermiþtir:

 

يَا اَيُّهَا النَّاسُ اِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَاُنْثى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَائِلَ لِتَعَارَفُوا اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّهِ اَتْقيكُمْ اِنَّ اللّهَ عَليمٌ خَبيرٌ

 

“Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir diþiden yarattýk ve birbirinizi tanýmanýz için sizi milletlere ve kabilelere ayýrdýk. Allah'ýn yanýnda en üstün olanýnýz, (Allah'ýn buyruklarýnýn dýþýna çýkmaktan) en çok korunanýzdýr. Allah herþeyi bilir ve herþeyden haberdardýr.”[1262]

 

Hz. Muhammed (as)'ýn ümmetinin arasýnda, hiçbir ýrkýn veya rengin diðerine üstünlüðü düþünülemez. Üstünlüðün tek ölçüsü, takvadýr; yani Allah'ýn emir ve yasaklarýna uygun hareket etmektir. Son peygamber'in Araplar içinde ve onlardan biri olarak gelmesi, Araplara ümmet içinde bir ayrýcalýk getirmemiþtir. Onlar da diðer ýrklar gibidirler.

 

Hz. Muhammed (a.s) vedâ hutbesinde Arap kelimesini özellikle kullanmýþ; Arabýn Arap olmayana ve Arap olmayanýn da araba karþý üstünlüðü gibi bir felsefeyi reddetmiþtir. Ýslam'a göre, ýrklarý Allah yaratmýþtýr. Bu ýrklar, kaynaþmaya ve yardýmlaþmaya bir yoldur. Ýnsanlarýn hepsi bir babadandýr. O baba da toprak asýllýdýr. Üstünlük beþerî ölçülerle deðildir. Yukarýda ifade edildiði gibi, üstünlük takva iledir.

 

Ýslam, ümmet dahilindeki her milletin kendi dilini, edebiyatýný, þiirini, kültürünü yaþayýp devam ettirmesini çok tabii olarak kabul etmiþtir. Ancak ümmet olarak Müslümanlarýn ibâdet dili Arapçadýr. Ezaný, namazdaki sûre ve dualarý Arapça okurlar. Kur'ân ve sünnetin Arapça olmasý, bu dilin ümmet içinde tabii bir þekilde yükselmesini saðlamýþtýr.

 

Ümmetin siyasî yapýsýnda, baþta halife bulunur. Ona imâm veya Emiru'l-Mü'minin de denir. Halký, Ýslâm esaslarýna göre yönetir. Halife, dokunulmazlýk gibi olaðanüstü vasýflar taþýmaz. O da toplumun bir ferdidir. Ümmet içinde yönetenler ve yönetilenler diye bir sýnýflaþma yoktur. Ümmet içindeki her fert, Allah'ýn bir kuludur. Her kul, Ýslâm ölçüleri dahilinde kulluðunu yerine getirmekte ve eþit haklara sahip bulunmaktadýr.

 

Ýslam ümmeti birliðinin faktörleri çok ve birbirine baðlýdýr. Müslümalar bu mefhumlarla birbirlerine manevi olarak baðlanýrlar. Öyleki bu birlik tam akraba baðlarla baðlanmýþ gibidir.

 

Bu Birliðin Görüntülerinden Bazýsý

 

1) Ýnanç Birliði: “Lailahe illallah Muhammedun Resulüllah” Müslümanlarýn birliðinin temelidir. Ýnsan bunu söylediði zaman Ýslam ümmetinin bir ferdi olur. Allah’ýn (cc) birliðine ve Muhammedin (a.s) Peygamberliðine inanan hangi ýrk ve renkten olursa olsun kalpler birdir.    

 

2) Ýbadet Birliði: Allah’a inanmanýn þuurda ve pratikte gerçekleþmesi, ancak ibadetle olur. Müslümanlarýn hepsine farz kýlýnan ibadetler birdir. Erkek olsun, kadýn olsun her Müslüman fert ayný ibadetlerden sorumludur. Irk ve renge göre ibadetler deðiþmediði gibi, bölge ve yöreye göre de deðiþmez. Bazý istisnalar hariç kadýn ve erkek içinde deðiþmez. 

 

3) Ahlak Birliði: Yüce Allah Kur’an-ý Kerim’de:

 

لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فى رَسُولِ اللّهِ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُوا اللّهَ وَالْيَوْمَ الْاخِرَ وَذَكَرَ اللّهَ كَثيرًا

 

“Andolsun ki, Resulullah, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuþmayý umanlar ve Allah'ý çok zikredenler için güzel bir örnektir.”[1263]

 

Bu ilahi emir bütün inananlar için geçerlidir. Çünkü Peygamber (a.s) Allah seçmiþtir. Onu takip etmek ne ýrki bir baðdan dolayýdýr, ne de coðrafi bir farklýlýktan dolayýdýr. O Allah’ýn Resulü olduðu içindir.

 

4) Tarih Birliði: Müslüman’ýn tarihi vatan topraðýna, renk boyasýna ve kiþinin mensubu bulunduðu ýrkýn diline baðlý deðildir. Müslümanýn kendisine baðlandýðý ve onunla þereflendiði tarih, Ýslam tarihidir. Onun davetçileri, kahramanlarý ise Allah’ýn peygamberleridir. Hz.Adem (a.s)’la baþlayan Hz.Nuh, Hz.Musa, Hz.Ýsa ve Hz.Muhammed (a.s) biten bir tarihe sahiptir Müslüman... Bu tarih ümmetin tarihidir. Müslüman olan herkesin övüneceði ve Müslüman olmayanýn ise kendine mal etmeye hakký bulunmayan bir tarihtir.     

 

5) Dil Birliði: Ýslam hem inanç, hem de ibadet ve hem de ahlaktýr. Dil, bu mefhumlarýn ifade edilmesidir. Dil, bir amaç deðil, bir araçtýr. Dillerin çok oluþu Allah’ýn ayetlerindendir.

 

 æì¢y¡Š Ï ¤á¡è¤í † Û b à¡2 §l¤Œ¡y ¢£3¢× 6eb¦È î,¡( aì¢ãb × ë ¤á¢è äí©… aì¢Ó £Š Ï  åí©ˆ £Ûa  å¡ß

 “Dinlerini parçalayan ve bölük bölük olanlardan (olmayýn. Bunlardan) her fýrka, kendilerinde olan ile böbürlenmektedir.”[1264]

 

Bilindiði üzere terceme, bir sözün anlamýný baþka bir dilde dengi bir sözle aynen ifade etmek demektir. Oysa her dilin, baþka dillerde bulunmayan (kendine ait) ifade, üslup ve anlatým özellikleri vardýr. Bu yüzden, edebî ve hissî yönü bulunmayan bazý kuru ifadeler dýþýnda, hiçbir terceme aslýnýn yerini tutamaz ve hiçbir terceme de her bakýmdan aslýna tam bir uygunluk saðlanamaz.

 

O halde, Kur’an-ý Kerim gibi, ilahî belaðat ve i’cazý haiz bir kitabýn aslý ile tercemesi arasýndaki fark, yaratan ile yaratýlan arasýndaki fark kadar büyüktür. Çünkü biri Yaratan Yüce Allah’ýn kelamý; diðeri ise yaratýlan kulun aciz beyaný. Hiç böylesi bir tercemenin, Allah kelamýnýn yerine konulmasý ve ayný hükümde tutulmasý mümkün olur mu? Kaldý ki, Ýslam dini evrensel bir dindir. Deðiþik dilleri konuþan bütün müslümanlarýn ibadette ortak bir dili kullanmalarý onun evrensel oluþunun bir gereðidir.

 

Diðer taraftan, yüzleri aþan terceme ve meal arasýndan din ve vicdan hürriyetini zedelemeden, üzerinde birlik saðlanacak birisinin namazda okunmak üzere seçilmesi ve buna herkesin benimsemesi mümkün görülmemektedir.

 

Türkçe namaz ile Türkçe dua birbirine karýþtýrýlmamalýdýr. Çünkü dua kulun Allah’tan istekte bulunmasýdýr. Bunun ise herkesin konuþtuðu dil ile yapýlmasýndan daha tabii bir þey olamaz ve zaten genelde de ülkemizde Türkçe dua yapýlmaktadýr.

 

Diðer taraftan, Kur’an-ý Kerim’in en önemli özelliklerinden biri de i’cazdýr. Bir benzerinin ortaya konulmasý konusunda, Kur’an bütün insanlýða meydan okumuþtur. Bu i’cazýn sadece anlamda olduðu söylenemez. Aksine, “onun Allah katýndan indirildiðinde þüpheniz varsa, haydi bir benzerini ortaya koyun” anlamýndaki tehaddi (meydan okuma) ayetlerinden[1265] bu özelliðin daha çok lafýzla ilgili olduðu anlaþýlmaktadýr.

 

Ayrýca bir benzerini ortaya koymak için, insanlar ve cinler bir araya toplanýp birbirlerine destek olsalar bile bunu baþaramayacaklarýný ifade eden ayet-i kerime[1266] den de, Kur’an’ýn bir benzerinin yapýlamayacaðý ve bu itibarla tercümesinin Kelamullah sayýlamayacaðý, o hükümde tutulamayacaðý ve dolayýsýyla namazda tercümesinin okunamayacaðý açýkça anlaþýlmaktadýr. Nitekim, 1926 yýlýnda Ýstanbul Göztepe Camii Ýmam-Hatibi Cemal Efendi’nin Cuma namazýnda Kur’an-ý Kerim’in Türkçe tercümesini okumasýyla ilgili olarak Ýstanbul Müftülüðü:

“Namazda kýraet-i Kur’an bi’l-icma farz ve Kur’an’ýn hangi bir lügat ile tercemesine Kur’an itlaký kezalik bi’l-icma gayr-ý caiz ve namazda kýraet-i Kur’an mahallinde terceme-i Kur’an’ýn adem-i cevazý da bi’l-umum mezahib fukahasýnýn icmaý ile sabit olduðundan, hilafýna mücaseret, namazý vaz’-ý þer’isinden taðyir ve emr-i dini istihfaf ve mel’abe þekline vaz’ý mutazammýn olduðu gibi, beyne’l-müslimin iftirak ve ihtilafa ve memlekette fitne hûdusuna bâis olacaðýndan, fiil-i mezbure mecasereti sabit olan merkum Cemal Efendinin uhdesindeki vezaif-i ilmiye ve diniyenin ref’i, emr-i zaruri halini almýþ olmakla ol vechile tebligat icrasý...” [1267] denilmiþtir.

 

Þüphesiz bir müslümanýn en azýndan namazda okuduðu Kur’an-ý Kerim metinlerinin anlamlarýný bilmesi ve namazda bunlarý anlayarak ve duyarak okumasý son derece önemlidir ve bu zor da deðildir. Ancak manasýný anlamak, onun hidayetinden faydalanmak ve Yüce Rabbimizin emir, yasak ve öðütlerinin neler olduðunu öðrenmek için Kur’an-ý Kerim’i terceme etmenin ve bu maksatla meal, terceme ve tefsirlerini okumanýn hükmü baþka; bu tercümeleri Kur’an yerine koymanýn ve Kur’an hükmünde tutmanýn hükmü yine baþkadýr.

 

Namazda ve ibadet olarak Kur’an-ý Kerim asli lafýzlarý ile okunur. Yüce Rabbýmýzýn bize olan öðüt, buyruk ve yasaklarýný öðrenmek, onun irþadýndan yararlanmak maksadýyla ise, tercüme, meal ve açýklamalarý okunur. Bu maksatla Kur’an-ý Kerim’in tercüme, meal ve açýklamalarýný okumak ta çok sevaptýr ve genel anlamý ile ibadettir.

 

Sonuçta diller farklý olsa da ibadetlerde ayný surelerin ve dualarýn okunmasý ayný kýbleye yönelmeleri bütün Müslümanlarýn dil birliðini gösterir. Ümmetin birliði, ne beden ile nede dil ile ve ne de renk ile olur. Ancak ayný Allah’a, Kitaba ve Peygambere inanma ile olur.

 

 

 

d) Kaza  (Yargý)

 

 

Yargý (Kaza): Ýnsanlar arasýnda hüküm verme, yargýlama, hükme baðlama anlamýnda Arapça "Kadâ-yakdî" fiilinden bir mastar; "Kazâ" bir isim olarak; yargý, hüküm, yerine getirme, ödeme, edâ ve mahkeme etme iþi anlamlarýna gelir. Bir fýkýh terimi olarak kazâ; insanlar arasýndaki husûmetleri gidermek ve anlaþmazlýklarý sona erdirmektir. Þâfiîlerin tarifi þöyledir: Kazâ; iki ve daha çok kiþi arasýndaki husûmeti Allah'ýn hükümlerini uygulayarak çözmektir. Baþka bir deyimle, þerîatýn hükmünü belirli olaylara uygulamaktýr.[1268]

 

Ýnsanlar arasýndaki anlaþmazlýklarý yargý yoluyla çözme görevinin meþrûluðu Kitap, Sünnet ve Ýcmâ delilleriyle sâbittir. Kur'ân-ý Kerîm'de þöyle buyurulur:

 

يَا دَاوُدُ اِنَّا جَعَلْنَاكَ خَليفَةً فِى الْاَرْضِ فَاحْكُمْ بَيْنَ النَّاسِ بِالْحَقِّ وَلَا تَتَّبِعِ الْهَوى فَيُضِلَّكَ عَنْ سَبيلِ اللّهِ اِنَّ الَّذينَ يَضِلُّونَ عَنْ سَبيلِ اللّهِ لَهُمْ عَذَابٌ شَديدٌ بِمَا نَسُوا يَوْمَ الْحِسَابِ

 

“Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife yaptýk. O halde insanlar arasýnda adaletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma, sonra bu seni Allah'ýn yolundan saptýrýr. Doðrusu Allah'ýn yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarýna karþýlýk çetin bir azap vardýr.”[1269]

 

 ¤á¢ç  õa¬ ì¤ç a ¤É¡j £n m ü ë ¢é¨£ÜÛa  4 Œ¤ã a ¬b à¡2 ¤á¢è ä¤î 2 ¤á¢Ø¤ya ¡æ a ë

 

"Onlarýn aralarýnda Allah'ýn indirdiði ile hükmet. Onlarýn heva ve heveslerine uyma.”[1270]

 

اِنَّا اَنْزَلْنَا اِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ بِمَا اَريكَ اللّهُ وَلَا تَكُنْ لِلْخَائِنينَ خَصيمًا

 

"Þüphesiz biz, sana kitabý, Allah'ýn sana gösterdiði þekilde insanlar arasýnda hükmetmen için, hak olarak indirdik. Hýyânet edenlerin savunucusu olma.”[1271]

 

 Müslümanlarýn dýþýnda ehl-i kitaptan baþvuran olduðu takdirde onlara da Ýslâm'ýn hükümleriyle hükmedilmesi þöyle açýklanmýþtýr:

 

سَمَّاعُونَ لِلْكَذِبِ اَكَّالُونَ لِلسُّحْتِ فَاِنْ جَاؤُكَ فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ اَوْ اَعْرِضْ عَنْهُمْ وَاِنْ تُعْرِضْ عَنْهُمْ فَلَنْ يَضُرُّوكَ شَيًْا وَاِنْ حَكَمْتَ فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ بِالْقِسْطِ اِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُقْسِطينَ

 

"Onlar çok yalan dinleyen ve haram yiyenlerdir. Eðer sana baþvurulursa, aralarýnda hükmet veya onlardan yüz çevir. Onlardan yüz çevirirsen, sana hiç bir þekilde zarar veremezler. Eðer hükmedersen aralarýnda adaletle hükmet. Çünkü Allah adalet sahiplerini sever.”[1272]

 

Ýslâm toplumunda insanlar arasý anlaþmazlýklarýn vahiy ve Sünnetle çözülmesi gerektiðini bildiren daha pek çok âyet ve hadisler vardýr. Yargý kapsamýna Sünnet de dahildir. Bu esas þu âyetlerde açýkça ifade buyurulmuþtur:

 

فَلَمَّا وَضَعَتْهَا قَالَتْ رَبِّ اِنّى وَضَعْتُهَا اُنْثى وَاللّهُ اَعْلَمُ بِمَا وَضَعَتْ وَلَيْسَ الذَّكَرُ كَالْاُنْثى وَاِنّى سَمَّيْتُهَا مَرْيَمَ وَاِنّى اُعيذُهَا بِكَ وَذُرِّيَّتَهَا مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجيمِ

 

“Allah ve Rasûlü bir iþte hüküm verdiði zaman, artýk mü'min bir erkek ve kadýnýn, o iþi kendi isteklerine göre seçme hakký yoktur. Kim Allah'a ve Rasûlüne karþý gelirse apaçýk bir sapýklýða düþmüþ olur.”[1273]

 

فَلَا وَرَبِّكَ لَايُؤْمِنُونَ حَتّى يُحَكِّمُوكَ فيمَاشَجَرَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ لَايَجِدُوا فى اَنْفُسِهِمْ حَرَجًا مِمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُوا تَسْليمًا

 

"Hayýr! Rabbine yemin olsun ki, onlar aralarýnda çýkan anlaþmazlýklarda seni hakem yapýp, sonra da senin verdiðin hükme karþý içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamýyla teslim olmadýkça iman etmiþ olmazlar.”[1274]

 

Hz. Peygamber ve dört halîfe döneminde, insanlar arasý anlaþmazlýklarýn vahiy ve Sünnetle çözümlendiðine dair bir çok uygulama örnekleri vardýr. Hatta daha Rasûlüllah (a.s) hayatta iken uzak yörelere hâkim olarak görevlendirmeler yapýldýðý bilinmektedir.

 

ـ عن الحارث بن عمرو بن أخي المغيرة بن شعبة يرفعه الى معاذ رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]لَمَا بعثهُ رَسُولُ اللّهِ # الى اليمن قال له: كَيْفَ تَقْضَى إذَا عَرَضَ لَكَ قَضَاءٌ؟ قَالَ: أقْضِي بِكِتابِ اللّهِ. قَالَ: فإنْ لَمْ تَجِدْ؟ قَالَ: أقْضي بِسُنَّةِ رَسُولِ اللّهِ # قَالَ: فإنْ لَمْ تَجِدْ في سُنّةِ رَسُولِ اللّهِ # وََ في كِتَابِ اللّهِ؟ قَالَ: قُلْتُ أجْتَهِدُ بِرَأيِى وََ آلُو. قَالَ: فَضَرَبَ رَسُولُ اللّهِ # صَدْرِي، وَقَالَ: الْحَمْدُ للّهِ الَّذِي وَفّقَ رَسُولَ اللّهِ # لِمَا يُرْضَي رَسُولَ اللّهِ #.

 

- Haris Ýbnu Amr Ýbni Ahi'l-Muðîre Ýbni Þu'be, Muaz (radýyallahu anh)'dan naklen anlatýyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Muaz'ý  Yemen'e gönderdiði zaman kendisine sorar: "Sana bir dava geldiði vakit nasýl hükmedeceksin?""Allah'ýn kitabýyla hükmedeceðim" der Muaz."(Meseleyi Kitabullah'ta) bulamazsan?""Resulullah'ýn sünnetiyle hükmedeceðim!""Ne Kitabullah'ta ve ne de Resulullah'ýn sünnetinde bulamazsan?""Kendi re'yimle ictihad edeceðim, (hüküm vermekten) geri durmayacaðým."Hz. Muaz der ki: "Bu cevabým üzerine Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (memnun kaldý), göðsüme eliyle vurup:

"Allah'ýn elçisinin elçisini, Allah'ýn elçisini memnun edecek usulde muvaffak kýlan Allah'a hamdolsun!" buyurdular."[1275]

 

Böylece, Kitap ve Sünnet'te çözüm bulunamayan sosyal ve ekonomik problemlerin ictihad yoluyla çözülmesine bizzat Allah elçisi tarafýndan izin verilmiþtir. Hatta yönetici ve hâkimlerin yeni meseleleri çözmek için sarf edecekleri fikir ve görüþ mesaisinin ecri þöyle belirlenmiþtir: "Yönetici ve hâkim ictihad yaparak hükmedince, bunda isabet ederse kendisi için iki ecir vardýr. Ýctihad edip yanýlýrsa, kendisi için bir ecir vardýr."[1276]

 

Hâkim ve ed-Dârekutnî'nin rivâyetinde son kýsým þöyledir: "Hâkim ictihad edip yanýlýrsa, kendisi için bir ecir, isabet ederse on ecir vardýr."[1277]

 

Hz. Peygamber kendisi pek çok anlaþmazlýklarý Allah'ýn kitabý veya kendi sünneti ile çözümlemiþ ve Muaz b. Cebel (r.a)'den sonra Hz. Ali'yi (ö. 40/660) de Yemen'e kazâ (yargý) hizmeti için göndermiþtir. (39-58) Dört halîfe de insanlar arasýnda bizzat hüküm vermiþler, Hz. Ömer (ö. 23/643), Ebû Musa el-Eþ'arî'yi (ö. 44/664) Basra'ya kadý olarak göndermiþtir. Abdullah b. Mes'ud (r.a) de (ö. 32/652) Kûfe'ye kadý olarak gönderilenlerdendir.

 

Ýslâm toplumundaki anlaþmazlýklarý çözmek üzere hâkim tayin etmenin meþrûluðu konusunda görüþ birliði vardýr. Çünkü haklar ancak bu þekilde güç kullanarak alýnýr ve zulüm bu sayede önlenebilir.

 

Kazâ görevi kifâî farzlardandýr. Ýslâm devlet baþkanýnýn hâkim tayin etmesi gerekir. Çünkü, o iþlerinin çokluðu yüzünden insanlar arasýndaki düþmanlýk, anlaþmazlýk ve hasýmlaþmalarý bizzat kaldýrmaya güç yetiremez.

 

Kur'ân-ý Kerîm'de þöyle buyurulur:

 

يَااَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا كُونُوا قَوَّامينَ بِالْقِسْطِ شُهَدَاءَ لِلّهِ وَلَوْ عَلى اَنْفُسِكُمْ اَوِ الْوَالِدَيْنِ وَالْاَقْرَبينَ اِنْ يَكُنْ غَنِيًّا اَوْ فَقيرًا فَاللّهُ اَوْلى بِهِمَا فَلَا تَتَّبِعُوا الْهَوى اَنْ  تَعْدِلُوا وَاِنْ تَلْوُا اَوْ تُعْرِضُوا فَاِنَّ اللّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبيرًا

 

“Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendini, ana-babanýz ve akrabanýz aleyhinde de olsa Allah için þahitlik eden kimseler olun. (Haklarýnda þahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakýndýr. Hislerinize uyup adaletten sapmayýn, (þahitliði) eðer, büker (doðru þahitlik etmez), yahut þâhidlik etmekten kaçýnýrsanýz (biliniz ki) Allah yaptýklarýnýzdan haberdardýr.”[1278]

 

 Kaza görevinin kifâî farz oluþu iyiliði emir ve kötülüðü nehiy kapsamýna girmesi yüzündendir. Bazý Ýslâm bilginleri de kazâ görevinin, dinî bir iþ, Müslümanlarýn maslahatlarýndan bir maslahat olduðunu ve buna yardýmcý olmak gerektiðini, çünkü insanlarýn buna büyük ihtiyaçlarýnýn bulunduðunu söylemiþlerdir.[1279]

 

Diðer yandan hâkimlik Allah'a yaklaþma ve onun rýzasýný kazanma imkâný veren bir ameldir. Nitekim Abdullah b. Mes'ud (r.a); "Bana, iki kiþinin arasýnda kadý olarak oturmak, yetmiþ yýl ibadetten daha sevimlidir" demiþtir.[1280]

 

Ýslâm Hâkiminde Aranan Þartlar:  Mezhep imamlarý, Ýslâm toplumunda kadýlýk yapacak kimsenin akýllý, ergin hür, Müslüman olmasý iþitir, görür ve konuþur durumda bulunmasý gerektiði konusunda görüþ birliði içindedir. Adalet, erkek olma ve müctehid olma þartlarýnda ise görüþ ayrýlýðý vardýr.[1281]

 

Görüþ ayrýlýðý bulunan bu üç þartýn açýklamasý kýsaca þöyledir

 

1) Adâlet: Hanefîlere göre fâsýk kimse hâkimlik yapabilir. Ýmaný olduðu halde namaz, oruç gibi ibadetleri terkeden veya içki, kumar, zina gibi haramlarý iþleyen kimseye "âsî" ve "fâsýk" denir. Böyle bir kimse ihtiyaç sebebiyle atanmýþ olursa, hâkimliði geçerli olur. Ancak Ýslâm devletinin böyle bir kimseyi hâkim atamamasý gerekir.

 

Nitekim, hâkimin, fâsýk olan bir kimsenin þahitliðini kabul etmemesi gerekir, ancak davanýn gidiþi içinde böyle bir þahidi takdir hakkýný kullanarak kabul etmiþ olsa, bu caiz olur. Fakat fâsýk hâkimi tayin eden kimse ile, fasýk þahidi kabul eden hâkim günahkâr olur. Çünkü bu yolla adalete gölge düþme kapýsý açýlmýþ olur. Diðer yandan kendisine zina iftirasý cezasý (kazf) uygulanmýþ olan kimse ne hâkim tayin edilebilir ne de þahitliði kabul edilir. Çünkü þahitlik velâyetin en aþaðý derecesidir. Þahitlik kabul edilmeyince, öncelikle kadý tayin edilmemesi gerekir.

 

Þâfiî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre, hâkimde adalet þartýnýn bulunmasý gerekir. Çünkü ve fasýðýn ve ne de þahitliði reddeden kimsenin velâyet üstlenmesi caiz deðildir. Delil þu âyettir:

 

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اِنْ جَاءَكُمْ فَاسِقٌ بِنَبَأٍ فَتَبَيَّنُوا اَنْ تُصيبُوا قَوْمًا بِجَهَالَةٍ فَتُصْبِحُوا عَلى مَافَعَلْتُمْ نَادِمينَ

 

“Ey iman edenler! Size fâsýk bir kimse bir haber getirdiðinde (bu haberin doðruluk derecesini) araþtýrýn. Aksi halde bilmeksizin bir topluluða sataþýrsýnýz da yaptýðýnýza piþman kimseler olursunuz.”[1282]

 

 Bir kimsenin getirdiði haber yani onun o konudaki þahitliði geçerli sayýlmayýnca, bu kimsenin öncelikle hâkim olmamasý da gerekir.

 

2) Erkek olma: Hanefilere göre, kadýnýn mâlî konularda hâkimlik yapmasý caizdir. Çünkü günlük muamelelerde onun þahitliði geçerlidir. Ancak had ve kýsas cezasýný gerektiren davalarda kadýn hâkim görev yapamaz. Çünkü kadýnýn cinayet davalarýnda þahitliði kabul edilmez. Bu görüþ kazâ ehliyetinin þahitlik ehliyeti ile ayný nitelikte görülmesi esasýna dayanýr.

 

Çoðunluk fakihlere göre ise hâkimlikte erkek olmak þarttýr. Kadýn kazâ görevi üstlenemez; delil þu hadistir: "Ýþlerini bir kadýna býrakan topluluk asla felah bulamaz."[1283]

 

Devlet baþkanlýðý kazâ görevini de kapsadýðý için buradaki rivâyet farklýlýðý, sonucu etkilemez. Klâsik fýkýh kaynaklarýnda kadýnýn kazâ görevi dýþýnda tutulmasýnýn gerekçesi þöyle açýklanýr: Kazâ görevi tam görüþ sahibi olmayý, aklý ve uyanýk bulunmayý, bir de hayat olaylarý karþýsýnda tecrübe kazanmýþ olmayý gerektirir. Kadýnýn ise görüþ ufku dardýr. Bu, tecrübesinin azlýðýndan ve hayat olaylarýnýn içinde bulunmayýþýndan kaynaklanýr. Diðer yandan hâkimin, fakihleri, þahitler ve hasýmlardan bir takým erkeklerle oturum yapmasý gerekir. Kadýna ise, fitne korkusu yüzünden erkeklerle oturum yapmasý ise yasaklanmýþtýr.

 

Allah Teâlâ, kadýnlarýn þahitliði konusunda onlarýn bir özelliðini þöyle belirler:

 

وَاسْتَشْهِدُوا شَهيدَيْنِ مِنْ رِجَالِكُمْ فَاِنْ لَمْ يَكُونَا رَجُلَيْنِ فَرَجُلٌ وَامْرَاَتَانِ مِمَّنْ تَرْضَوْنَ مِنَ الشُّهَدَاءِ اَنْ تَضِلَّ اِحْد يهُمَا فَتُذَكِّرَ اِحْد يهُمَا الْاُخْرى

 

"Erkeklerinizden iki de þahit yapýn. Eðer iki erkek bulunmazsa, razý olacaðýz þahitlerden bir erkekle iki kadýn yeter. Böylece kadýnlardan biri unutursa diðerinin hatýrlatmasý (saðlanmýþ olur).”[1284]

 

 Bu duruma göre kadýnlar Ýslâm devlet baþkanlýðý veya vâlilik görevi için de elveriþli bulunmazlar. Çünkü ne Hz. Peygamber ne dört halife ve ne de ondan sonra gelenler herhangi bir kadýna yargý veya vâlilik görevi vermemiþlerdir.[1285]

 

Ancak günümüz mü'min kadýnlardan Ýslâmî ölçüler içinde eðitim görmüþ, hukuk formasyonunu tamamlamýþ, Müslümanlarýn karþýlaþtýðý problemlerin þer'î fetvalarýný verecek dirayeti kazanmýþ, Ýslâm toplumunu yakýndan tanýyan, sosyal olaylarý yakýndan izleyerek tecrübe kazanmýþ olan bilgin hanýmlar için yukarýdaki gerekçeler önemini kaybetmiþ olur.

 

Diðer yandan herkese açýk olan duruþma salonlarýnda, sanýk, þahit, davacý, davalý, bilir kiþi ya da duruþmayý izleyenlerin kendilerine ait özel yerlerde otur makta oluþu erkek kadýn ihtilât endiþesini ve iffetle ilgili fitne korkusunu da kaldýracak yapýdadýr. Bununla birlikte toplumun en çirkin olaylarý, zulüm, haksýzlýk ve sert anlaþmazlýklar mahkemelerde sergilendiði için erkeðe göre daha nazik, daha ince duygulu bir ruha sahip olan mü'min kadýnýn, fýtratýna uygun olan baþka meslekleri tercih etmesi maslahata daha uygun olsa gerektir.

 

Bu konuda Ýbn Cerîr et-Taberî (ö. 310/922) þöyle demiþtir: “Kadýnýn her konuda mutlak olarak hakimlik yapmasý caizdir. Çünkü kadýnýn müftî olmasý caiz olunca, hâkim olmasýnýn da caiz olmasý gerekir."[1286]

 

3) Ýctihad Þartý: Hanefilerin çoðunluðuna göre hakimin ictihad edecek derecede ilim sahibi olmasý þart deðildir. Ýctihad þartý gerçekte bir tercih sebebi ve mendup bir vasýftýr. Hâkimin müctehid olmayaný taklid etmesi ve baþka müctehidin fetvasý ile hüküm vermesi caizdir. Çünkü yargýdan amaç, hasýmlarýn arasýnda ayýrmak ve hakký sahibine ulaþtýrmaktýr. Bu ise taklitle de gerçekleþir. Diðer yandan cahil kimsenin þer'î hükümlerin delillerini ayrýntýlý þekilde taklid etmemesi gerekir. Çünkü delilleri karýþtýrýr ve düzgün olaný da bozabilir.

 

Þafii, Mâliki ve Hanbelîlerle Kudûrî gibi bazý Hanefilere göre, hâkimlik için müctehid olmak þarttýr. Ne cahil ve ne de taklitçi için þerîat hükümleri üzerinde velâyet hakký bulunmaz. Çünkü bunlar fetva veremediði gibi, öncelikle hâkimlik görevi de üstlenemezler.

 

Allah Teâlâ þöyle buyurur:

 

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اَطيعُوا اللّهَ وَاَطيعُوا الرَّسُولَ وَاُولِى الْاَمْرِ مِنْكُمْ فَاِنْ تَنَازَعْتُمْ فى شَىْءٍ فَرُدُّوهُ اِلَى اللّهِ وَالرَّسُولِ اِنْ كُنْتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الْاخِرِ ذلِكَ خَيْرٌ وَاَحْسَنُ تَاْويلًا

 

“Eðer bir hususta anlaþmazlýða düþerseniz Allah'a ve ahirete gerçekten inanýyorsanýz onu Allah'a ve Resûl'e götürün (onlarýn talimatýna göre halledin); bu hem hayýrlý, hem de netice bakýmýndan daha güzeldir.”[1287]

 

ـ وعن بُرَيْدَة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: اَلْقُضَاةُ ثَثَةٌ: وَاحدٌ في الْجَنَّةِ، وَاِثْنَانِ في النَّارِ. فأمَّا الَّذِي في الْجَنَّةِ فَرَجُلٌ عَرَفَ الْحَقَّ فقَضى بهِ، وَرَجُلٌ عَرَفَ الْحَقَّ وَجَارَ في الْحُكْمِ فَهُوَ في النَّارِ، وَرَجُلٌ قَضَى لِلنَّاسِ عَلى جَهْلٍ فَهُوَ في النَّارِ[. أخرجه أبو داود .

 

- Büreyde radýyallahu anh anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Kadý üçtür: Biri cennetlik, ikisi cehennemliktir. Cennetlik olan, hakký bilip öyle hükmedendir. Hakký bilip hükmünde (bile bile) adaletsiz davranan cehennemliktir. Halka câhilâne hükümde bulunan da cehennemliktir."[1288]

 

Hanefîlerden el-Kudûrî (ö. 428/1037) hâkimin þahitlik þartlarýn. dan baþka þahitlik þartlarý yanýnda müctehid olmasýnýn da gerekli olduðunu belirtir.

 

Kudûrî metnini þerheden el-Meydânî el-Hidâye'den naklen þöyle der: "Doðru olan þudur ki; ictihad ehliyeti öncelik þartýdýr. Cahilin taklidine gelince, bize göre bu da geçerlidir. Çünkü onun baþkasýnýn fetvasý ile hüküm vermesi ve yargýdan beklenen amacýn bununla gerçekleþmesi mümkündür. Bu amaç da hakkýn hak sahibine ulaþtýrýlmasýdýr. Ancak taklitçinin kendisinden daha güçlü ve daha lâyýk olan tercih etmesi gerekir. Çünkü Hz. Peygamber þöyle buyurmuþtur: Bir kimse toplumda ondan daha iyisi olduðu halde amelde delilini araþtýrmadan baþka birisini taklit ederse, Allah'a, Rasûlüne ve Ýslâm toplumuna karþý hýyânette bulunmuþ olur."[1289]

 

Mâlikîlerde daha saðlam görüþe göre, müctehid bulunsa bile, taklitçiye yargý velâyetinin verilmesi geçerlidir.[1290]

 

Ýctihad ehliyeti Kitap ve Sünnet hükümleri ile icmâ, kýyas ve görüþ ayrýlýðý olan konularý ve Arap dilini bilmeyi kapsar. Fakîhin Kur'an ve Sünnetin veya gelen habercilerin bütününü bilmesi gerekmez. Yine bu kimsenin bütün meselelerde ictihad yapacak durumda olmasý da þart deðildir. Belki çözümlenmesi gereken konu ile ilgili hususlarý bilmesi gerekir.

 

Ýmam Þâfiî ayrýlýðý bulunan þartlarla ilgili olarak þöyle der: "Bu þartlarýnýn bulunmasý güç olur ve Ýslâm devlet baþkaný kendisine fasýk veya delilini araþtýrmadan baþkasýný taklit eden birisine yargý velâyeti verse, bunun yargý görevi zarûret sebebiyle geçerli olur. Sonuç olarak hâkimlikte üstün niteliklere sahip olmak bir tercih sebebidir. Meselâ; iki kiþiden her biri kazâ görevine ehil olsa; ilimde, dindarlýkta, takvâda, adâlet, iffet ve güçte daha üstün olan baþkalarýna tercih edilir. Hz. Peygamber þöyle buyurmuþtur: "Kim müslümanlarýn bir iþini üstlenir ve içlerinde bu ise daha ehil, Allah'ýn kitabýný ve Rasûlünün sünnetini ondan daha iyi bilen birisinin bulunduðunu bildiði halde onlara bir adamý vali olarak tayin ederse, Allah'a Rasûlüne ve Ýslâm toplumuna hýyanet etmiþ olur."[1291]

 

Hâkimlik Görevine Baþvurma Usûlü: Bir beldede hâkimlik yapabilecek niteliklere sahip tek kiþi varsa, bu kimsenin görevi isteyip kabul etmesi gerekir. Aksi halde diðer aynî farzlarda olduðu gibi âsî olur. Yöneticilerin onu görevi kabul etmeye zorlama hakký vardýr. Çünkü Ýslâm toplumunun onun ilmine ve görüþlerine ihtiyacý vardýr. Bu, yanýnda yiyecek bulunup da darda kalan kimseleri bundan menedenin durumuna benzer.

 

Bir beldede, yargý iþine ehil birden çok kimseler varsa, bunlardan her birinin kabul edip etmemesi caiz olur. Dört mezhepte çoðunluða göre bu durumda görevi kabul etmemek daha faziletlidir.

 

Çünkü Hz. Peygamber þöyle buyurmuþtur: "Kim kazâ iþine tayin olunursa, býçaksýz boðazlanmýþ olur."[1292]

 

Nitekim bu þiddeti uyarýlar yüzünden Abdullah b. Ömer (ö. 73/692) ve Ebû Hanîfe (ö. 150/767) gibi bazý büyük müctehidler hâkimlik görevini kabulden kaçýnmýþlardýr. Bu göreve aþýrý istekle talip olmanýn mekruh olduðu belirtilir. Çünkü Hz. Peygamber, Abdurrahmân b. Semüre (ö. 51/671)'ye þöyle demiþtir. “Ey Abdurrahmân b. Semüre! Yöneticiliði isteme. Eðer yöneticilik sana istemeksizin verilirse, yardýmcý ol."[1293]

 

Ebû Hüreyre (r.a)'ten Rasûlüllah (a.s)'ýn þöyle buyurduðu nakledilmiþtir: "Þüphesiz siz, yöneticiliðe karþý büyük bir istek göstereceksiniz, kýyamet gününde ise piþman olacaksýnýz."[1294]

 

Diðer yandan, hukuk ilmini bu yolla yaymayý uman tanýnmamýþ bir bilginin yargý görevi istemesi ise mendup sayýlmýþtýr. Nitekim çalýþmaya ve rýzýk teminine muhtaç olan fakîhin istekte bulunmasý da böyledir. Çünkü kazâ görevi, adaleti ayakta tutacaðý için taat niteliðinde ameldir.

 

Bazý müctehidler de fýkýh formasyonunu tamamlayýp hâkimlik görevi üstlenmenin daha faziletli olduðunu söylemiþlerdir. Çünkü nebîler, peygamberlik ve dört halife kazâ iþini üstlenmiþ olup, bunlarda bize güzel bir örnek vardýr. kazâ hizmeti, kendisinden Allah'ýn rýzasý beklendiði zaman hâlis bir ibadet olur. Belki en faziletli ibadetler arasýndadýr.

 

Nitekim Hz. Peygamber þöyle buyurmuþtur: "Adaletli Ýslâm devleti baþkanýnýn bir günü altmýþ yýl (nâfile) ibadetten daha üstündür. Yeryüzünde tam olarak uygulanan þer-i bir had cezasý, orada kýrk gün yaðacak yaðmurdan daha temizleyici ve daha bereketlidir."[1295]

 

Baþka bir hadiste þöyle buyurulur: "Þüphesiz adalet yapanlar Allah nezdinde, Rahmân olan Allah'ýn saðýnda nur'dan minberlerin üstündedirler."[1296]

 

Sonuç olarak yargý görevini kabulün aleyhinde olan hadisler, cahil hâkime, fâsýk bilgine ve rüþvet konusunda kendisinden emin olmayan kimselerle ilgili görülmüþtür.[1297]

 

Hâkim Ýçin Mecelle'de Belirlenen Nitelikler

 

Hâkim; bilgin, zeki, doðru, güvenilir, vakar sahibi, saðlam olmalýdýr; fýkhî mes'elelere ve yargýlama usûlüne vâkýf, bunlarý olayla ilgili iddialara uygulayarak davayý çözmeye gücü yetmelidir. Ayrýca hâkim iyiyi kötüden tam olarak ayýrma gücüne sahip olmalýdýr. Buna göre, küçük çocuðun, bunamýþýn, gözleri görmeyenin veya taraflarýn konuþtuklarýný iþitemeyecek kadar saðýr olanlarýn hâkimliði ve hüküm vermesi caiz deðildir.

 

Ýslâm'da Hakimlerin Yetki Alaný

 

Kararnamesinde bir sýnýrlama veya görev bölümü yapýlmadýðý takdirde bir hakimin yetki alanýna giren hususlar on maddede toplanabilir:

1) Hasýmlarýn anlaþmazlýðýný karþýlýklý rýzaya dayalý olarak sulh yoluyla veya rýzaya bakmaksýzýn baðlayýcý hükümle çözmek.

2) Hakka saldýranlarý gasb, saldýrý ve benzerlerinden menetmek, zulme uðrayana yardým etmek ve her hak sahibinin hakkýný kendisine ulaþtýrmak.

3)  Had cezalarýný uygulamak ve Allah haklarýnýn yerine getirilmesini denetlemek.

4)  Öldürme ve yaralama davalarýna bakmak.

5)  Yetimlerin ve akýl hastalarýnýn mallarýný gözetmek ve bunlarý korumak için vasiler tayin etmek.

6)  Vakýf mallarý korumak.

7)  Vasiyetleri infâz etmek.

8) Velisi bulunmayan veya evlenmesi veli tarafýndan haksýz olarak engellenen kadýnlarýn nikâh akdini yapmak.

9) Müslümanlarýn ve baþkalarýnýn kullandýðý umuma açýk yol ve benzeri yerleri de kamu yararýna gözetmek.

10) Söz ve fil ile "el-emru bi'lma'rûf ve'n-nehyu ani'l-münker" görevini yürütmek.[1298]

 

Hâkimin Hüküm Dayanaklarý Þunlardýr

 

Hâkim bir Ýslâm toplumunda Müslümanlar arasý anlaþmazlýklarý çözerken, önce dört ana kaynaða baþvurur. Kitap, Sünnet, Ýcmâ ve Kýyas. Eðer bunlarda bir çözüm bulamaz ve kendisi ictihad yapabilecek güce sahip olursa ictihadla problemi çözümler. Ancak bu noktada kendisinden daha fakih bir müctehidin ictihadý varsa, onu mu esas almalýdýr, yoksa kendisi ictihad yapabilir mi?

 

Ebû Hanîfe'ye göre daha fakih olanýn ictihadý ile hüküm verir. Ebû Yûsuf ve Ýmam Muhammed, aksi görüþtedir. Burada görüþ ayrýlýðýnýn dayandýðý esas þudur: Daha fakih olanýn görüþü tercihe elveriþli midir? Ebû Hanife'ye göre, elveriþlidir. Çünkü onun ictihadý doðruya daha yakýndýr. Ebû Yûsuf ve Ýmam Muhammed'e göre ise elveriþli deðildir. Çünkü bir âlimin baþkalarýndan daha fakih olmasý, nass'lardan (âyet hadis) hüküm çýkarmada dayanýlacak delil niteliðinde deðildir.

 

Eðer hâkim, müctehid deðilse, diðer müctehidlerden daha fakih ve daha fazla takva sahibi olaný kendi kanaatine göre tercih eder.[1299]

 

Ancak Ýslâmî hükümler ana kaynaklarýndan çýkarýlarak tedvin edilmiþ olur ve kanun metni haline getirilmiþ bulunursa, bir Ýslâm toplumunda usulüne göre uygulanmak üzere kabul edilen böyle bir kanun, hâkimleri ve toplumu baðlar. Artýk kanun metninde, lafýz ve ruh olarak yer alan prensipler toplum problemlerine uygulanýr.

 

Nitekim Mecelle,1917 tarihli Osmanlý Hukuki Aile Kararnamesi ile çeþitli Ýslâm ülkelerinde Ýslâmî esaslara göre hazýrlanan kanun, yönetmelik ve tüzükler buna örnek gösterilebilir. Ýdarî ve mâli ve arazi konularýndaki örfi kanunlar da hâkimlerin elinde doðrudan uygulanabilecek kurallardýr. Buna göre tedvîn ve kanunlaþtýrma yoluyla Ýslâmi hükümler kaideler halini alýnca, her devirde yeni baþtan hüküm çýkarma veya her olay için Kitap, Sünnet, Ýcma veya Kýyastan delil arama zorluðu da ortadan kalkmýþ olmaktadýr.

 

Ancak günlük muameleler ve olaylar hýzla geliþip, yeni meseleler ortaya çýkmaya devam edeceði için kanun metinleri çoðu zaman davalarý çözmeye yeterli olmaz. Olaylar arasýndaki benzerlikleri bulmak hâkimi sürekli olarak bu kurallarýn dayandýðý ana delilleri incelemeye ve yeni yorumlar yapmaya zorlar. Bu yüzden bir islâm hâkimi prensipleri bilme yanýnda bunlarýn dayandýðý âyet, hadis, icma, kýyas, istihsan, maslahat, örf-âdet, önceki þeriatlar gibi delilleri de tanýma ve doktrini bu ana köklerle baðlantýlý olarak geliþtirme sonucunda hukuk formasyonunu tamamlamýþ olur.

 

Bu durum Ýslâm hukukunun, günümüz hukuk metotlarý içinde incelenip, araþtýrýlmasýný ve günlük olaylarý, yeni meseleleri kapsar bir yapýya kavuþturulmasýný gerektirir. Bu yapýldýðý takdirde ana kaynaklarý anlayabilecek bir Arapça alt yapýsýyla dört yýllýk fakülte ve iki yýllýk staj dönemiyle bir hukukçunun Ýslâm hukukunun bütününe idrak etmesi ve formasyon kazânmasý mümkündür. Nitekim bazý Ýslâm ülkelerinde benzer sürelerde bu formasyon kazandýrýlmaktadýr. Ezher ve Ýmam formasyon kazandýrýlmaktadýr. Ezher ve Ýmam Muhammed Üniversitelerinin "Külliyetü'þ-Þerîa"larý buna örnek verilebilir.

 

Hâkimin Hükmünün Niteliði 

 

Çoðunluk fakihlere göre, hâkimlerin hükmü yalnýz dýþ görünüþ bakýmýndan geçerli (nâtîz) olur. Ýç yüzü Cenab-ý Hakk'a havale edilir. Çünkü insanlar dýþ görünüþe uymakla emrolunmuþtur. Bu yüzden hâkimin kararý haramý helal, helalý haram yapmaz. Hakim, dýþ görünüþü bakýmýndan adaletli olan iki þahidin þahitliði ile hüküm verse bile, bu hükümle iç yüzü bakýmýndan helallik meydana gelmez. Dava konusu malla ilgili olsun, baþka konularda olsun sonuç deðiþmez.

 

Delil þu hadistir: "Þüphesiz siz bana dava için baþvuruyorsunuz. Ýçinizden bazýsý, delilini diðerinden daha iyi anlatabilir, bu yüzden dinlediklerime göre, onun lehine hüküm verebilirim. Kardeþinin hakkýndan lehine bir þey hükmettiðim kimse bunu olmasýn. Çünkü ben bununla ona ateþten bir parça vermiþ olurum."[1300]

 

Ebû Hanîfe'ye göre, bir Ýslâm hâkimi akit, fesih veya talak (boþama) gibi bir konuda hüküm verdiði zaman bu hem dýþ, hem de iç yüzü bakýmýndan geçerli (nâfýz) olur. Çünkü hâkim doðru bildiði ile hüküm vermiþtir. Yukarýdaki hadis hüküm (kaziyye) hakkýnda olup, delil (beyyine) hakkýnda deðildir. Buna göre, bir erkek, bir kadýnla evli olduðunu iddia etse, kadýn bunu inkâr edince, evliliði konusunda iki yalancý þahit dinletse ve hâkim evliliklerine hükmetse, aralarýnda (gerçekte) nikâh bulunmadýðýný bildikleri halde erkeðin bu kadýna cinsel temasý ve kadýnýn da kendisine bu imkâný vermesi helal olur.

 

Yine ayný þekilde boþamaya hükmetse, erkek karþý çýksa bile eþlerin arasý ayrýlýr. Satým, kira vb. akitler de buna kýyas edilir. Ancak çoðunluk aksi görüþtedir. Ebû Yusuf ile Ýmam Muhammed de çoðunluðun görüþünde olup, Hanefilerde fetva bu iki imamýn ictihadýna göre verilmiþtir. Ebû Hanîfe dýþýnda büyük çoðunluða göre, Allah nezdinde helal hâkimin hükmettiði delil, gerçeðe, olayýn iç yüzüne uygun olan durumdur.[1301]

 

Yargýda Ýspat Yollarý

 

Ýslâm hâkiminin, þer'î ispat yollarýndan birisine dayanarak hüküm vermesi gerekir. Þer'î ispat yollarý da; beyyine (þahit ve diðer maddî delil ve belgeler), ikrar, yemin, yeminden kaçýnmadan ibarettir. Beyyine tam olunca, dava konusunun sabit sayýlacaðý konusunda görüþ birliði vardýr. Ýkrar da tam delildir. Çünkü bir kimse, kendi aleyhine yalan yaparak ikrarda bulunmakla itham edilemez. Yemin, beyyinesi olmayan davacýnýn davasýný düþürür. imam Malik'e göre de, yeminle davacýnýn hasmý tarafýndan inkâr edilen hakký sabit olur. Davalýnýn yeminden kaçýnmasý ile de Ebu Hanîfe'ye göre, malî davalarda davacýnýn hakký sabit olur.

 

Diðer yandan hâkimin kendi bilgisine veya baþka bir hâkimin yazýsýna ya da þahitlik üstüne þahitliðe dayanarak hüküm vermesi de mümkündür. Ancak bu konuda görüþ ayrýlýklarý vardýr:

 

1) Hâkimin olayý kendi bilgisine dayanarak hükme baðlamasý: Hanefilere göre, hâkimin dava konusu ile ilgili özel bilgisi ya görmeye ya iþitmeye ya da olayýn sonuçlarýný müþâhedeye dayanýr. Hâkimin bu bilgiye dayanabilmesi bazý þartlara baðlýdýr.

 

Hâkimin dava ile ilgili özel bilgisi yargýlama sýrasýnda, duruþma yerinde edinilmiþ olur, malî bir hakký ikrar gibi medenî haklar veya erkeðin karýsýný boþamasý gibi þahýs haklarý yahut da zina iftirasý ya da bir insanýn öldürülmesi gibi bazý cinayet konusunda bulunursa, bu özel bilgiye dayanarak vereceði hüküm caiz olur. Hâkim sýrf Allah hakký olan hadler konusunda özel bilgisine dayanarak hüküm veremez. Hýrsýzlýkta yalnýz malla ilgili karar bunun dýþýndadýr. Hadlerde ihtiyatlý hareket etmek gerekir; hâkimin özel bilgisine dayanmada ise ihtiyat yoktur. Bu konuda Þâfiîlerin görüþü Hanefilere yakýndýr.

 

Hâkimin, dava konusu hakkýndaki özel bilgisi, hâkim olmadan veya hâkim olup da henüz görev yerine ulaþmadan önceye aitse, Ebû Hanîfe'ye göre bu bilgiye dayanarak karar veremez. Ebû Yûsuf ve Ýmam Muhammed ise hadler dýþýndaki konularda, yargý sýrasýnda edinilen bilgiye kýyas yaparak, hâkimin hâkimlikten önceki özel bilgisiyle de hüküm verebileceði görüþündedir. Ebû Hanîfe hâkimin görevli iken edindiði özel bilgiyi beyyine (delil) kuvvetinde görmüþ, bundan önceki bilgileri ise beyyine niteliðinde saymamýþtýr. Çünkü geçerli delil, hâkimin þahitleri hâkim iken dinlemesi ile meydana gelir. Hâkimlikten önceki özel bilgisi, hâkim olmadan önce þahit dinlemesine benzer ki, bunun bir delil deðeri yoktur.[1302]

 

Müteahhýrün Hanefi fakihleri ise, devrin kadýlarýnýn bozulmasý sebebiyle kendi devirlerinde hakimlerin özel bilgisine dayanarak hüküm vermelerinin caiz olmadýðýna fetva vermiþlerdir.[1303]

 

Malikî ve Hanbelîlere göre, hâkim ne hadler ve ne de baþka konularda özel bilgisine dayanarak karar veremez. Bu bilginin hâkimlik sýrasýnda veya öncesinde edinilmiþ olmasý da sonucu deðiþtirmez. O, sadece kazâ meclisinde öðrendiði bilgilere dayanarak karar verebilir. Huzurunda ikrarda bulunulmasý gibi... Delil, Hz. Peygamber'in, mahkemede kendini daha iyi savunan kiþinin haksýz olarak kardeþinin bir hakkýný almasý halinde, ateþten bir kor almýþ olacaðýný bildirdiði hadisidir.[1304]

 

Diðer yandan Hz. Peygamber davacýya þöyle demiþtir: "Senin için iki þahit veya onun yemini vardýr. Bundan baþkasý yoktur."[1305]

 

2) Baþka hâkimin yazýsýna dayanarak karar vermek: Ýslâm fakihleri malî konularda, bir hakimin baþka bir hâkimin yazýsýna dayanarak hüküm verebileceði konusunda görüþ birliði içindedir. Çünkü bazan haklar baþka bir beldede olur, þahitlerin ifadesini almak, tapu kayýtlarýný incelemek gibi bir takým delillerin toplanmasýný gerektirebilir. Bütün bu delilleri baþka bir yöre hakimi yine yargý esaslarýna göre toplayýp göndereceði için hakimler arasýnda böyle bir yardýmlaþmaya ihtiyaç olur.

 

Böylece daha az emek ve az masrafla davanýn yürümesi saðlanmýþ olur. Günümüzde hâkimler birbirine talimat yazýsý yazarak kendi bölgelerindeki þahit dinleme gibi iþlemleri yapýp, mahalline göndermektedir.

 

Hâkimlerin Yazýþma Esaslarý 

 

a) Yazýnýn hakime ait olduðunu belirleyen iki þahit beyaný.

b) Yazýnýn mühürlü olmasý ve þahitlerin bu mührün hâkime ait olduðunu beyaný.

c) Ýki þahidin yazýnýn içeriðine þahitlik etmesi. Ebû Yusuf'a göre, þahit ifadelerinin yazýnýn içeriðini kapsamasý gerekmez.

d) Yazýþmanýn en az sefer mesafesi kadar uzaklýktaki iki hâkim arasýnda yapýlmýþ olmasý.

f) Yazýnýn konusu; borçlar, nikâh, nesep tesbiti, gasbedilen þeyler, emânet ve mudârabe gibi medenî veya þahsî haklarla yahut arazi, bina gibi gayri menkullerle ilgili bulunmalýdýr.

 

Menkullerde dava ve þahitlik sýrasýnda bizzat iþaretle göstermeye ihtiyaç olduðu için bunlarla ilgili yazýþma kabul edilmez denilmiþtir. Ýmam Muhammed'ten bir rivayete göre yazýþma kapsamýna menkuller de girer. Müteahhirûn (sonrakiler) Hanefi fakihleri bu görüþü almýþ ve fetva bununla verilmiþtir.g) - Yazýnýn hadler ve kýsas konusunda olmamasý gerekir. Mâlikîler aksi görüþtedir.[1306]

 

Günümüz hâkim yazýþmalarý, hâkimlerin sicil numarasýný, resmî mahkeme mührünü ve zabýt kâtiplerinin isim ve imzalarýný kapsadýðý için Ýslâm hukukunda yazýdaki hile ihtimalleri en aza indirilmiþ ve formaliteler de azalmýþtýr. Diðer yandan adlî yazýþma, teblið ve tebellüðleri de savcýlýklar da devreye sokularak yazýþma güvenliði saðlanmýþtýr.

 

3) Hâkimin dolaylý þahide dayanarak hüküm vermesi: Ýslâm fakihleri þahitlik üstüne þahitliðin yalnýz mâli konularda kabul edilebileceði konusunda görüþ birliði içindedir. Delil boþama sýrasýnda þahit bulundurmayý bildiren; "... içinizden adalet sahibi iki kiþiyi de þahit yapýn"[1307] âyetinin genel anlamý ile, buna duyulan ihtiyaçtýr. Çünkü kimi zaman olaylara doðrudan þahit bulmak güç olur.

 

Bu yüzden daha önce çeþitli yerlerde olayýn görgü tanýðý olayý anlatmýþ ve bunu baþkalarý duymuþ olur. Ýþte dava sýrasýnda herhangi bir nedenle asýl görgü tanýklarý dinlenemezse onlardan olayý iþiten dolaylý tanýk ifadelerine de baþvurulur. Ancak Hanefi, Hanbelî ve daha kuvvetli görüþünde Þâfiîlere göre had cezalarý konusunda dolaylý tanýðýn þahitliði kabul edilmez. Çünkü hadler örtme ve þüphe ile düþme esasýna dayanýr. Dolaylý tanýklýkta ise þüphe vardýr. Hata, yanýlma ve yalan ihtimali görgü tanýðýna göre dolaylý tanýkta daha fazladýr.

 

Ýmam Mâlik'e göre ise dolaylý tanýklýk hadler dahil her çeþit davada geçerlidir.[1308]

 

 

 

e) Ukubat  (Ceza)

 

 

Ukubat: Arapça ukûbet ceza demektir. Çoðulu "ukûbât"týr. Ýslâm'ýn getirdiði emir ve yasaklara veya Ýslâm'ýn verdiði yetki sýnýrlarý içinde yöneticilerin belirlediði kurallarâ uymayanlara uygulanacak müeyyide ve yaptýrýmlardýr.

 

Ýslâmî hükümler inanç ve amelle ilgili olmak üzere ikiye ayrýlýr. Amelle ilgili olan hükümler de temel fýkýh kaynaklarýnda "ibâdetler, muâmeleler ve ukûbât yani ceza hukuku" olmak üzere üçe ayrýlýr.

 

Ceza hukuku gerek inançla, gerek ibadet ve muâmelelerle ilgili hükümlere uymama veya Ýslâm'ýn koyduðu yasaklarý çiðneme halinde uygulanacak hükümleri ifade eder. Bu cezalardan ayet ve hadislerde belirlenmiþ olanlâra "had" cezasý denir. Çoðulu "hudûd"tur. Ýslâm devletinin koyacaðý cezalara "ta'zîr" cezasý adý verilir.

 

Had cezalan beþ tane olup; zina, hýrsýzlýk, içki içmek, namuslu kadýna zina iftirasý atmak ve yol kesmek suçlarý için belirlenen cezalardan ibarettir. Bunlar kýsaca þöyle açýklanabilir:

 

l)  Zina Cezasý

 

 Evli erkek ve kadýn için recm, bekâr erkek ve kadýn için yüz deðnek vurmakla yerine getirilir.

 

Bekarlarýn Cezasý

 

Bekârlarýn zina cezasý ayetle, evlilerinki ise hadisle sabittir.

 

Kur'an-ý Kerîm'de þöyle buyurulur:

 

اَلزَّانِيَةُ وَالزَّانى فَاجْلِدُوا كُلَّ وَاحِدٍ مِنْهُمَا مِائَةَ جَلْدَةٍ وَلَا تَاْخُذْكُمْ بِهِمَا رَاْفَةٌ فى دينِ اللّهِ اِنْ كُنْتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ  الْاخِرِ وَلْيَشْهَدْ عَذَابَهُمَا طَائِفَةٌ مِنَ الْمُؤْمِنينَ

 

"Zina eden kadýn ve zina eden erkeðin her birine yüz deðnek vurun. Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanýz, Allah'ýn dinini uygulama konusunda onlara acýyacaðýnýz tutmasýn. Müminlerden bir topluluk da onlarýn cezalarýna þahit olsun."[1309]

 

Bu ayette kastedilen bekârlarýn zinasýdýr.

 

Zina, sözlükte ve þeriatte þöyle tarif edilir: Erkeðin kadýnla mülk ve mülk þüphesi bulunmaksýzýn önden cinsel iliþkide bulunmasýdýr. Hanefiler haddi gerektiren zinayý þöyle tarif ederler: Ýslâmî hükümlerin uygulandýðý bir ülkede kendisine cinsel istek duyulacak yaþtaki diri bir kadýna, isteyerek mülk (cariyelik gibi) ve mülk þüphesi, nikâh ve nikâh þüphesi olmaksýzýn önden haram cinsel iliþkide bulunmaktýr.

 

Bu tarife göre, iliþkinin zina sayýlmasý ve had cezasýný gerektirmesi için, erkeðin cinsel organýnýn sünnet kýsmýnýn kadýnýn cinsel organýna girmiþ olmasý yanýnda akýllý ve ergin bulunmak da gerekir. Çünkü küçük çocuk ve akýl hastasý zina hükmüne muhatap olmaz.

 

Hadiste þöyle buyurulur: "Üç kiþiden kalem kaldýrýlmýþtýr: Çocuktan erginlik çaðýna kadar; uyuyandan uyanýncaya kadar; akýl hastasýndan þifa buluncaya kadar."[1310]

 

Diðer yandan üç mezhebin ve Ebû Yusuf ile Ýmam Muhammed'in aksine, Ebû Hanîfe'ye göre arkadan cinsel temas zina hükmünde deðildir. Zorla ýrza geçmelerde de istek olmadýðý için zorlanana had cezasý uygulanmaz.

 

Hadiste þöyle buyurulmuþtur: "Ümmetimden yanýlma, unutma ve zorlandýklarý þeyin hükmü kaldýrýlmýþtýr."[1311]

 

Ayrýca, zina edilen yerin dâru'l-Ýslâm olmasý da gerekir. Çünkü dâru'l-harp veya dâru'l baðy'de Ýslâm'ýn devletle ilgili hükümlerini uygulama imkâný bulunmaz. Yine bir kimse þahitsiz veya velisiz yahut geçici nikâhla yahut da mut'a nikâhý ile evlendiði bir kadýnla cinsel iliþkide bulunsa had cezasý uygulanmaz. Çünkü burada nikâh þüphesi söz konusudur.

 

Hadiste; "Gücünüzün yettiði kadar þüpheler ile hadleri düþürünüz.”[1312]

 

Þâfiî ve Hanbelilere göre, deðnek cezasý yanýnda bir yýl süreyle, sefer mesafesindeki bir yere sürgün cezasý da verilir.

 

Delil þu hadistir. "Bekârýn bekârla zinasýnda yüz deðnek ve bir yýl sürgün, dulun dulla zinasýnda yüz deðnek ve recm cezasý vardýr."[1313]

 

Hanefilere göre, zinada sürgün bir had cezasý olmayýp, Ýslâm devletinin ihtiyaç duymasýna havale edilen hapis cezasý gibi ta'zir kabilinden bir cezadýr.[1314]

 

Evlilerin Zinasý

 

Ýslâm bilginleri evlilerin zinasýna recm cezasýnýn gerektiði konusunda görüþ birliði içindedir. Recm cezasý tevatüre ulaþan hadislerle, ve icmâ ile sabittir. Hz. Peygamber döneminde birkaç evli kiþiye zina cezasý uygulanmýþtýr.Hz. Peygamber þöyle buyurmuþtur:

"Müslüman bir kimsenin kaný üç þeyden birisi dýþýnda helal olmaz: Zina eden dul, can karþýlýðý can ve cemaatten ayrýlarak dinini terkeden kimse." [1315]

 

Bir iþçi, patronunun eþiyle zina etmiþ, kendisi bekâr olduðu için Hz. Peygamber'in emriyle yüz degnek vurulmuþtur. Allah elçisi Üneys (r.a)'ý görevlendirerek þöyle buyurmuþtur: "Ey Üneys, o kadýna git, zinasýný itiraf ederse, onu recmet."[1316]

 

Yine sahabilerden Mâiz zinasýný itiraf ettiði için kendisine recm uygulanmýþtýr.[1317] Diðer yandan zinadan gebe olan bir kadýnýn dört defa ikrarý üzerine doðumdan sonra recmedilmesi emredilmiþtir. Ancak kendi rýzasý ile Allah'ýn ve Resulunun hükmüne razý olan bu kadýn hakkýnda Allah elçisi cenaze namazýný kýldýrdýktan sonra þöyle buyurmuþtur: "O, öyle bir tövbe etti ki, Medine'lilerden yetmiþ kiþiye taksim edilse hepsine yeterli olurdu. Allah için canýný vermesinden daha faziletli bir amel biliyor musunuz?"[1318]

 

Recm cezasýnýn uygulanmasý için zina edenin "muhsan" olmasý gerekir. Çünkü çeþitli hadislerde bu þarta yer verilmiþtir. Muhsan'm mastarý olan "ihsân" sözlükte menetmek demektir. Recm konusunda ise bir kimsenin muhsan sayýlmasý için Hanefilere göre yedi þartýn bulunmasý gerekir. Zina eden kiþinin;

1)  Akýllý olmasý,

2) Ergin olmasý,

3) Hür olmasý,

4) Müslüman olmasý,

5) Sahih nikahla evli olmasý,

6) Sahih nikâh içinde eþiyle guslü gerektirecek þekilde cinsel iliþkide bulunmasý, burada boþalma þartý aranmaz.

7) Yukarýdaki niteliklerin cinsel birleþme sýrasýnda her iki eþte de bulunmasý. Bu þartlardan herhangi birisi bulunmazsa deðnek cezasý uygulanýr.[1319]

 

Bu sonuncu maddeye göre, diðer þartlar bulunup kadýn küçük olur veya akýl hastasý ya da cariye statüsünde bulunursa, bu eksiklik giderilip yeni bir cinsel iliþki olmadýkça taraflar muhsan hale gelmiþ bulunmaz.

 

Ebû Yusuf ve Þâfiîler bu sonuncu þartý gerekli görmezler. Onlara göre, diðer þartlar bulununca, kadýn kâfir olsa veya taraflardan birisi akýl hastasý veya küçük bulunsa da muhsan þartý gerçekleþir.[1320]

 

Þâfiî, Ahmed b. Hanbel ve Ebû Yusuf'a göre, recm için taraflarýn Müslüman olmasý þart deðildir. Bu yüzden zimmî, Ýslâm mahkemesine baþvursa had uygulanýr. Yine Müslüman erkek zimmî bir kadýnla evlenip, onunla cinsel iliþkide bulunsa her ikisi de muhsan olurlar. Delil þu hadistir. Ýbn Ömer (r.anhümâ)den rivayete göre Allah elçisine zina eden iki yahudi getirilmiþ, o, bunlarýn recmedilmelerini emretmiþtir.[1321] Eðer recmde, Müslümanlýk þartý olsaydý, bunlarý recmetmezdi.

 

Hanefilere göre, iki yahudinin recmedilmesi olayý recm ayeti inip neshedilmezden önce, Tevrat hükmüne uygun olarak vuku bulmuþtur.[1322]

 

Sonuç olarak zina cezasýnýn uygulanmasý için Ýslâmî yönetimin bulunmasý, dört erkek þâhidin suçlularýn zina fiiline bizzat görgüye dayalý olarak þahitlik yapmasý veya zina edenin ayrý zamanlarda mahkemede dört defa zina ikrarýnda bulunmasý gerekir.

 

2)  Hýrsýzlýk Cezasý 

 

Baþkasýna ait olup, koruma altýnda bulunan en az on dirhem deðerindeki (Hz. Peygamber döneminde iki koyun bedeli) bir malý çalmanýn cezasý Kur'an-ý Kerim'de þöyle belirlenmiþtir:

 

وَالسَّارِقُ وَالسَّارِقَةُ فَاقْطَعُوا اَيْدِيَهُمَا جَزَاءً بِمَا كَسَبَا نَكَالًا مِنَ اللّهِ وَاللّهُ عَزيزٌ حَكيمٌ

 

"Hýrsýzlýk yapan erkek ve kadýnýn; yaptýklarýna karþýlýk Allah'tan bir ceza olarak ellerini kesin. Allah her þeye galip, tam hüküm ve hikmet sahibidir.”[1323]

 

Hz. Peygamber þöyle buyurmuþtur: "Sizden öncekiler, þu yüzden helak oldular, onlar þerefli bir kimse hýrsýzlýk yaptýðý zaman, hýrsýzý serbest býrakýrlar, güçsüz bir kimse hýrsýzlýk yapýnca da ona ceza uygularlardý."[1324]

 

Hýrsýzlýk cezasý uygulanýnca, çalýnan mal elde mevcutsa sahibine teslim edilir; helâk olmuþsa bu malýn tazmini gerekmez. Çünkü had ile tazmin bir arada uygulanmaz. Hatta, malý çalýnan kiþi daha önce malýnýn tazminini talep etmiþse artýk el kesme cezasý düþer. Çünkü yukarýdaki ayette yalnýz had cezasýna yer verilmiþ, malýn tazmininden söz edilmemiþtir. Diðer yandan Allah elçisi; "Hýrsýza had uygulanýnca artýk malýn tazmini istenemez"[1325] buyurmuþtur.

 

Mâlikilere göre, hýrsýz zenginse hem had, hem de malýn tazmini birlikte uygulanýr; yoksulsa, had cezasý ile yetinilir.

 

Þâfiî, ve Hanbelîlere göre ise, hýrsýzýn zengin veya yoksul oluþuna bakýlmaksýzýn had ve tazmin cezasý birlikte uygulanýr. Çalýnan mal mislî ise misliyle, kýyemî ise kýymetiyle tazmin ettirilir. Çünkü had cezasý Allah hakký, tazmin cezasý ise kul hakkýdýr.

 

El kesme cezasý da diðer hadler gibi Ýslâmî hükümlerin tam olarak uygulandýðý Ýslâm ülkesinde söz konusu olur. Böyle bir ülkede toplum dengeleri kurulmuþ, sosyal güvenlik müesseseleri oluþturulmuþ olacaðý için maddî sýkýntýya düþenlerin problemleri çözülmüþ olur. Bu yüzden Hz. Ömer kýtlýk yýlýndaki sýkýntýlarý dikkate alarak el kesme cezasýný uygulamamýþtýr.[1326]

 

3)  Zina Ýftirasý Cezasý (Kazf) 

 

Namuslu (muhsan) bir kadýna zina iftirasýnda bulunmak büyük günahlardandýr. Hz. Peygamber (as) þöyle buyurmuþtur: "Ýnsaný helake götüren yedi günahtan sakýnýnýz. Bunlar þu günahlardýr; Allah'a þirk koþmak ,sihir yapmak, haksýz yere adam öldürmek, faiz yemek, yetim malý yemek, savaþtan kaçmak, iffetli ve iman sahibi bir kadýna zina iftirasýnda bulunmak."[1327]

 

Kur'an'da þöyle buyurulur:

 

اِنْ تَجْتَنِبُوا كَبَائِرَ مَا تُنْهَوْنَ عَنْهُ نُكَفِّرْ عَنْكُمْ سَيَِّاتِكُمْ وَنُدْخِلْكُمْ مُدْخَلًا كَريمًا

 

"Eðer yasaklandýðýnýz büyük günahlardan kaçýnýrsanýz kusurlarýný örter ve sizi güzel bir makama koyarýz”[1328] buyurulur.

 

Zina iftirasýnýn cezasý Kur'an-ý Kerîm'de þöyle belirlenmiþtir:

 

وَالَّذينَ يَرْمُونَ الْمُحْصَنَاتِ ثُمَّ لَمْ يَاْتُوا بِاَرْبَعَةِ شُهَدَاءَ فَاجْلِدُوهُمْ ثَمَانينَ جَلْدَةً وَلَا تَقْبَلُوا لَهُمْ شَهَادَةً اَبَدًا وَاُولئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ () اِلَّا الَّذينَ تَابُوا مِنْ بَعْدِ ذلِكَ وَاَصْلَحُوا فَاِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَحيمٌ

 

"Ýffetli kadýnlara zina isnad edip de sonra bu iddialarýný doðrulayacak dört (erkek) þahit getiremeyenlere seksen deðnek vurun; onlarýn þahitliklerini de ebediyyen kabul etmeyin. Ýþte onlar, fasýklarýn ta kendileridir. Ancak bundan sonra tövbe edip islâh olanlar bu hükmün dýþýndadýr. Çünkü Allah baðýþlamasý ve merhameti bol olandýr.”[1329]

 

Zina isnadý ya açýk ifadelerle olur: "Ey zâni", "sen zina ettin" sözleri böyledir. Bu dört þahitle ispat edilir veya zina isnadýnda bulunulan ikrarda bulunursa zina cezasý uygulanýr. Aksi halde zina isnad eden iftira etmiþ sayýlýr ve seksen deðnek vurulur. Ýsnad, bir kimsenin nesebini, bilinen babasýndan kaldýrmakla da olabilir. "Sen filancanýn oðlu deðilsin" veya "O, senin baban deðildir" demek gibi. Bunu ispat edemezse, zina iftirasý yapmýþ olur.

 

Zina Ýftirasý Yapýlanda Bulunmasý Gereken Þartlar 

 

1) Ýftira edilen kimse erkek olsun kadýn olsun, muhsan olmasý gerekir. Kazf konusunda "muhsan" sayýlmanýn beþ þartý vardýr. Zina iftirasý atýlan kiþide bunlarýn bulunmasý þarttýr.

a)   Akýllý olmak,

b)  Ergin bulunmak,

c)  Hür olmak,

d) Müslüman olmak,

e) Zina yönünden iffetli bulunmak.

Buna göre küçük çocuk ve akýl hastasýna zina iftirasý yapýlsa had deðil ta'zîr cezasý gerekir. Ýffetli olmaktan maksat ömrü boyunca, haram yolla cinsel iliþkide bulunmamýþ olmasýdýr.

2) Zina isnadý yapýlanýn bilinen bir kimse olmasý gerekir. Bu yüzden; "Sizin içinizde bir kiþi dýþýnda zina eden bir kiþi vardýr" veya iki kiþiye hitaben; "Sizden biriniz zina edendir" gibi sözlerde belirsizlik vardýr.[1330]

 

Bir erkek kendi karýsýna zina isnadýnda bulunur ve bunu dört þahitle ispat edemezse, önceleri ona da seksen deðnek cezasý uygulanýyordu. Ancak daha sonra inen þu ayetler bu konuda yöntemini getirdi:

 

وَالَّذينَ يَرْمُونَ اَزْوَاجَهُمْ وَلَمْ يَكُنْ لَهُمْ شُهَدَاءُ اِلَّا اَنْفُسُهُمْ فَشَهَادَةُ اَحَدِهِمْ اَرْبَعُ شَهَادَاتٍ بِاللّهِ اِنَّهُ لَمِنَ الصَّادِقينَ () وَالْخَامِسَةُ اَنَّ لَعْنَتَ اللّهِ عَلَيْهِ اِنْ كَانَ مِنَ الْكَاذِبينَ () وَيَدْرَؤُا عَنْهَا الْعَذَابَ اَنْ تَشْهَدَ اَرْبَعَ شَهَادَاتٍ بِاللّهِ اِنَّهُ لَمِنَ الْكَاذِبينَ () وَالْخَامِسَةَ اَنَّ غَضَبَ اللّهِ عَلَيْهَا اِنْ كَانَ مِنَ الصَّادِقينَ

 

"Hanýmlarýna zina isnat edip de, kendilerinden baþka þahitleri olmayanlarýn þahitliði, doðru söyleyenlerden olduðuna dair dört defa Allah'ý þahit tutup yemin etmesiyle olur. Beþinci defasýnda, eðer yalan söyleyenlerden ise Allah'ýn lânetinin kendi üzerine olmasýný diler. Kadýnýn da kocasý yalancýlardan olduðuna dair, Allah'ý dört defa þahit tutup yemin etmesi, cezayý kendisinden kaldýrýr. Beþinci defasýnda kocasý doðru söyleyenlerden ise, Allah'ýn gazabýnýn kendi üzerine olmasýný diler.”[1331]

 

Bu hükümlerden Ýslâm'ýn erkek ve kadýnýn cinsel hayatýný koruma altýna aldýðý, onlarý evlilik dýþý cinsel maceralardan koruduðu anlaþýlmaktadýr.

 

4) Yol Kesmenin Cezasý

 

Yoldan geçenlerin önünü kesmek ve geçiþi haksýz olarak engellemek suretiyle yolcularý soymak, Ýslâm'da þiddetle cezalandýrýlmýþtýr. Allah Teâlâ þöyle buyurur:

 

اِنَّمَا جَزؤُا الَّذينَ يُحَارِبُونَ اللّهَ وَرَسُولَهُ وَيَسْعَوْنَ فِى الْاَرْضِ فَسَادًا اَنْ يُقَتَّلُوا اَوْ يُصَلَّبُوا اَوْ تُقَطَّعَ اَيْديهِمْ وَاَرْجُلُهُمْ مِنْ خِلَافٍ اَوْ يُنْفَوْا مِنَ الْاَرْضِ ذلِكَ لَهُمْ خِزْىٌ فِى الدُّنْيَا وَلَهُمْ فِى الْاخِرَةِ عَذَابٌ عَظيمٌ

 

“Allah ve Resulune karþý savaþan ve yeryüzünde fesat çýkarmaya çalýþanlarýn cezasý ancak; öldürülmeleri veya asýlmalarý yahut ellerinin ve ayaklarýnýn çaprazlama kesilmesi ya da yeryüzünde baþka bir yere sürgün edilmeleridir. Bu, dünyada onlar için bir zillettir. Ahirette ise onlar için büyük bir azap vardýr.”[1332]

 

Bu ayette belirlenen cezalar suçun niteliðine ve þiddetine göre uygulanýr. Yol kesenler yalnýz soygun yapmýþsa el ve ayaklarý çaprazlama kesilir, yalnýz öldürme suçu iþlemiþlerse öldürülürler. Hem soygun, hem de öldürme birlikte iþlenmiþse;

 

Ebû Hanîfe (ö.150/767) ve Ýmam Züfer'e (ö.158/775) göre, Ýslâm devlet baþkaný seçimlik hakka sahiptir. Ýsterse ibret olmasý için önce el ve ayaklarýný çaprazlama keser, sonra öldürülür veya idam edilir. Dilerse kesme uygulanmaksýzýn yalnýz öldürülür veya asýlýr.

 

Ebu Yûsuf (ö.182/798) ve Muhammed eþ-Þeybânî'ye (ö.189/805) göre ise bu durumda yol kesen ya öldürülür veya asýlýr. Çaprazlama el ve ayak kesilmez. Çünkü burada asýl suç yol kesme olup, bir suça iki had birden uygulanmaz. Zaten öldürme cezasý, daha hafif olan çaprazlama kesmeyi de kapsamýna alýr. Nitekim evli kimse hem hýrsýzlýk hem de zina yapsa "recm" cezasý ile yetinilir. Çünkü aðýr olan bu ceza diðerini de kapsar.[1333]

 

Yol kesip adam öldüren ve soygun yapan kimseye had cezasýnýn uygulanacaðý konusunda islâm âlimleri arasýnda görüþ birliði vardýr. Bu ceza, âdî katilden farklý olarak öldürülenin velisinin affetmesi veya soygunda alýnan malýn geri verilmesi ile düþmez.

 

5)  Ýçki Ýçmenin Cezasý

 

Sarhoþ edici içkilerin içilmesi ayet ve hadislerle yasaklanmýþtýr. Kur'an-ý Kerim'de altý ayette geçen "hamr" kelimesi üzüm suyundan elde edilen özel içkinin adý olmuþtur. Türkçe'de "üzüm þarabý" denilen içki budur. Diðer içki çeþitleri veya; içkinin yapýldýðý hammaddeler hadislerde belirlenmiþtir. Tedricî yasaklamanýn sonunda, kesin içki yasaðý bildiren ayette þöyle buyurulur:

 

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اِنَّمَا الْخَمْرُ وَالْمَيْسِرُ وَالْاَنْصَابُ وَالْاَزْلَامُ رِجْسٌ مِنْ عَمَلِ الشَّيْطَانِ فَاجْتَنِبُوهُ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ () اِنَّمَا يُريدُ الشَّيْطَانُ اَنْ يُوقِعَ بَيْنَكُمُ الْعَدَاوَةَ وَالْبَغْضَاءَ فِى الْخَمْرِ وَالْمَيْسِرِ وَيَصُدَّكُمْ عَنْ ذِكْرِ اللّهِ وَعَنِ الصَّلوةِ فَهَلْ اَنْتُمْ مُنْتَهُونَ

 

“Ey iman edenler! Ýçki, kumar, putlar ve fal oklarý sadece þeytanýn iþinden birer pisliktirler. Bu pislikten kaçýnýn ki, kurtuluþa eresiniz. Þüphesiz Þeytan kumar ve içki ile aranýza düþmanlýk ve kin sokmayý, sizi Allah'ýn zikrinden ve namaz kýlmaktan alýkoymayý ister. Artýk bunlardan vazgeçtiniz deðil mi?”[1334]

 

Hanefilere göre had cezasýnýn uygulanmasý bakýmýndan içkiler ikiye ayrýlýr: Þarap içene verilecek ceza, þarap dýþýndakileri içene verilecek ceza. Þarap içen kimse az içsin, çok içsin sarhoþ olsun veya olmasýn kendisine had cezasý uygulanýr. Çünkü Hz. Peygamber; "Þarap içen kimseye deðnek vurunuz."[1335] buyurmuþtur.

 

Bu hadisteki "hamr"da köpük atmýþ taze üzüm suyu olup, içenin aklýný örttüðü için bu ad verilmiþtir. Þarap dýþýndaki içki çeþitlerinde ise, kiþi sarhoþ olacak kadar içtiði takdirde had cezasý uygulanýr.[1336]

 

Çoðunluk fakihler ise þarapla diðer içki türleri arasýnda bir ayýrým yapmazlar. Çoðu sarhoþ eden içkinin azý da haramdýr ve hamr (þarap) hükmündedir. Bu yüzden, sarhoþ edici olduðu bilinen herhangi bir içkiyi içene had cezasý gerekir.

 

Delil þu hadistir: "Her sarhoþ edici içki hamr'dýr ve her hamr da haramdýr."[1337]

 

Ebû Hanîfe'ye göre haddin uygulanmasýný gerektiren sarhoþluðun ölçüsü; sarhoþun konuþulanlarý anlamamasý, mantýklý konuþamamasý, erkekle kadýný, yerle göðü birbirinden ayýrt edememesidir. Çünkü hadlerde þüphenin kalkmasý için aðýr olaný esas almak gerekir.

 

Hz. Peygamber; "Gücünüzün yettiði sürece hadleri þüphelerle kaldýrýnýz"[1338] buyurmuþtur.

 

Ebû Yûsuf, imam Muhammed ve diðer üç mezhep imamýna göre, sarhoþluk ölçüsü; sarhoþun saçma konuþmasý ve sözleri birbirine karýþtýrmasýdýr. Çünkü insanlar bu durumdaki kiþiye "sarhoþ" demektedir. Bu kimse kendi elbisesini veya ayakkabýlarýný baþkasýnýnkinden ayýrt edemez.

 

Ýçki içene ceza uygulanabilmesi için akýllý, ergin, Müslüman olmasý, içki zorlama ile veya zarûret sebebiyle içmemiþ olmasý, içtiði þeyin içki olduðunu haram kýlýnmýþ bulunduðunu bilmesi gerekir. Ayrýca içtiði içkinin kendi mezhep görüþüne göre haram sayýlmasý da gereklidir.

 

Ýçki Ýçene Verilecek Cezanýn Miktarý: Çoðunluk müctehitlere göre, sarhoþluðun cezasý seksen deðnektir.

 

Delil, Hz. Ali'nin þu sözüdür: "Kiþi içki içince sarhoþ olur, sarhoþ olunca da saçma sözler konuþur; saçma sözler arasýnda da iftira eder. Ýftiranýn had cezasý ise seksen deðnektir."[1339]

 

Þâfiîlere göre, þarap veya diðer içkileri içmenin cezasý kýrk deðnektir. Çünkü Hz. Peygamber (a.s) bu konuda belirli bir miktar uygulamamýþtýr. Ebû Hüreyre (r.a), Hz. Peygamber'e getirilen bir sarhoþa uygulanan cezayý þöyle anlatýr: "Bizden bir kýsmý eliyle, bazýlarý ayakkabýsý ya da elbiseleriyle vurdular. Adam ayrýlýp gidince, arkasýndan; Allah seni rüsvay etsin" dediler. Bunun üzerine Allah Rasûlü þöyle buyurdu: "Böyle söylemeyin, ona karþý þeytana yardým etmeyin."[1340]

 

6)  Kýsas Cezasý 

 

Ýslâm hukukunda âyet ve hadisle miktar ve kapsamlarý belirlenen had cezalarý yukarýda kýsaca açýklananlardan ibarettir. Ýslâm toplumu ideal bir ahlâk yapýsýna kavuþtuðu takdirde Ýslâm devletinin yalnýz bu cezalarla yetinmesi mümkün ve caizdir. Bunlarýn yanýnda "kýsas" cezasý gibi kul hakký sayýlan cezalarla, diyet, erþ ve hükûmetü'l-adl gibi malî cezalar da vardýr.

 

ـ عن أبي شريح رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَنْ قُتِلَ عَمْداً بِغَيْرِ حَقٍّ فَلِوَلِيّهِ أنْ يَخْتَارَ إحْدَى ثََثٍ: إمّا أنْ يَقْتَصّ، وَإمّا أنْ يَعفُوَ، وَإمّا أنْ يَأخُذَ الدَّيَةَ، فإذَا أرَادَ الرَّابِعَةَ فَخُذُوا على يَدِهِ ثُمَّ تََ: فَمَنِ اعْتَدى بَعْدَ ذلِكَ فَلَهُ عَذَابٌ ألِيمٌ.

 

- Ebu Þüreyh (radýyallahu anh) anlatýyor:  "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Kim haksýz yere, âmden (bile bile) öldürülürse velisi þu üç þeyden birini tercihte muhayyerdir:Ya kýsas ister.Ya affeder.Yahut diyet alýr.Eðer dördüncü bir þey istemeye kalkarsa elinden tutun (mani olun)!"Sonra Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), þu ayeti  tilavet buyurdu. (Mealen): "Kim bundan sonra tecavüz ederse ona elim bir azab vardýr."[1341]

 

ـ وعن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قَالَ رسولُ اللّهِ #: مَنْ قَتَلَ رَجًُ مُؤْمِناً فَهُوَ قَوَدٌ بِهِ. فَمَنْ حَالَ دُونَهُ فَعَلَيْهِ لَعْنَةُ اللّهِ وَغَضَبُُهُ، وََ يَقْبَلُ اللّهُ مِنْهُ صَرْفاً وََ عَدًْ.

 

- Ýbnu Ömer  (radýyallahu anhümâ) anlatýyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim mü'min bir kimseyi (âmden) öldürürse, katil bu sebeple kýsas olunur. Kim bu  kýsasa mani olursa Allah'ýn lanet ve gadabý onun üzerine olsun. Allah onun  ne farz  ve ne nafile hiçbir hayrýný kabul etmez."[1342]

 

ـ عن ابن عبّاس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قَالَ رَسولُ اللّهِ #: مَنْ قُتِلَ في عِمِّيَّا أوْ رِمّياً تَكُونُ بَيْنَهُمْبِحَجَرٍ أوْ بِسَوْطٍ أوْ ضَرْبٍ بِالْعَصَا فَهُوَ خَطَأٌ وَعَقْلُهُ الْخَطَأ، وَمَنْ قُتِلَ عَمْداً فَهُوَ قَوَدٌ، وَمَنْ حَالَ دُونَهُ فَعَلَيْهِ لَعْنَةُ اللّهِ وَغَضَبُهُ، وََ يُقْبَلُ مِنْهُ صَرْفٌ وََ عَدْلٌ.

 

- Ýbnu Abbas (radýyallahu anhümâ) anlatýyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Kim, aralarýnda taþ atýþmasý veya kamçý veya sopa darbý  gibi durumlarda mübhem þekilde öldürülürse (bunun hükmü) hataen öldürme hükmüne tabidir, diyeti de hata diyetidir. Kim bu diyetin yerine getirilmesine mani olursa Allah'ýn lanet ve gadabý üzerine olsun. Onun hiçbir farz  ve nafile hayrý kabul edilmeyecektir."[1343]

 

ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَتلَ رَجُلٌ رَجًُ عَلى عَهْدِ رَسُولِ اللّهِ # فَرُفِعَ الى النّبِىِّ # فَدَفَعَهُ الى وَلِي الْمَقْتُولِ. فقَالَ الْقَاتِلُ: يَا رَسُولَ اللّهِ مَا أرَدْتُ قَتَلَهُ. فقَالَ # لِلْوَلِىِّ: أمَا إنّهُ إنْ كَانَ صَادِقاً فَقَتَلْتَهُ دَخَلْتَ النَّارَ فَخَلّى سَبِيلَهُ، وَكَانَ مَكْتُوفاً بِنسْعَةٍ فَخَرَجَ يَجُرُّ نِسْعَتَهُ، فَسُمّى ذَا النِّسْعَةِ[. أخرجه أصحاب السنن .

 

 Ebu Hüreyre (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanýnda bir adam bir adamý öldürmüþtü. Hâdise Aleyhissalâtu vesselâm'a geldi. (Meseleyi tahkikten sonra) katili, maktulün velisine teslim etti. Katil:"Ey Allah'ýn Resûlü! Ben onu öldürmeyi kasdetmemiþtim (kazaen öldürdüm)! " dedi. Aleyhissalâtu vesselâm veliye:"Eðer bu sözünde sadýk ise ve doðruyu söylüyorsa, bu durumda onu öldürdüðün takdirde ateþe gidersin!" buyurdu. Bunun üzerine veli, adamý salýverdi. Adam bir kayýþla baðlý idi, kayýþýný sürüyerek uzaklaþtý. Bundan sonra kendisine zu'nnis'a (kayýþlý) adý takýldý."[1344]

 

 

 

f) Cihad

 

 

Cihad: Çalýþmak, uðraþmak, çabalamak, gayret sarfetmek.

 

Ýslâm'ýn yükselmesi, korunmasý ve yayýlmasý için her türlü çalýþmada bulunmak, uðraþmak, gayret sarfetmek ve bu yolda sýcak ve soðuk savaþa girmektir. Daha açýk bir ifade ile Allah (c.c.) tarafýndan kullarýna verilmiþ olan bedenî, malî ve zihnî kuvvetleri Allah yolunda kullanmak, o yolda feda etmektir. Ýnsanýn maddî-manevî bütün varlýðýný Allah yolunda ortaya koyarak Hakk'ýn düþmanlarýný ortadan kaldýrmak için savaþmasý "cihad"dýr.Ýslâm'da cihad farzdýr. Allah Teâlâ bu konuda þöyle buyuruyor:

 

كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ وَهُوَ كُرْهٌ لَكُمْ وَعَسى اَنْ تَكْرَهُوا شَيًْا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَعَسى اَنْ تُحِبُّوا شَيًْا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْ وَاللّهُ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ

 

“Hoþunuza gitmediði halde savaþ size farz kýlýndý. Sizin için daha hayýrlý olduðu halde bir þeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduðu halde bir þeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”[1345]

 

وَقَاتِلُوهُمْ حَتّى لَا تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدّينُ لِلّهِ فَاِنِ انْتَهَوْا فَلَا عُدْوَانَ اِلَّا عَلَى الظَّالِمينَ

 

“Fitne tamamen yok edilinceye ve din (kulluk) de yalnýz Allah için oluncaya kadar onlarla savaþýn. Þayet vazgeçerlerse zalimlerden baþkasýna düþmanlýk ve saldýrý yoktur.”[1346]

 

قَاتِلُوا الَّذينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَلَا بِالْيَوْمِ الْاخِرِ وَلَا يُحَرِّمُونَ مَا حَرَّمَ اللّهُ وَرَسُولُهُ وَلَا يَدينُونَ دينَ الْحَقِّ مِنَ الَّذينَ اُوتُوا الْكِتَابَ حَتّى يُعْطُوا الْجِزْيَةَ عَنْ يَدٍ وَهُمْ صَاغِرُونَ

 

“Kendilerine Kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Resûlünün haram kýldýðýný haram saymayan ve hak dini kendine din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaþýn.”[1347]

 

وَقَاتِلُوا الْمُشْرِكينَ كَافَّةً كَمَا يُقَاتِلُونَكُمْ كَافَّةً وَاعْلَمُوا اَنَّ اللّهَ مَعَ الْمُتَّقينَ

 

“...Müþrikler nasýl sizinle topyekün savaþýyorlarsa siz de onlara karþý topyekün savaþýn ve bilin ki Allah (kötülükten) sakýnanlarla beraberdir.”[1348]

 

Hz. Peygamber (a.s)'de: "Cihad kýyamete kadar devam edecek bir farzdýr”[1349] buyurmuþtur.

 

Yalnýz, bu farz bazý hallerde farz-ý ayýn; bazý hallerde ise farz-ý kifayedir. Müslümanlar içinden sadece bir grup cihadýn gayesini gerçekleþtirebiliyor, müslümanlarýn yurt, mal, ýrz, namus ve haysiyetlerini düþmanlara karþý koruyabiliyorsa o taktirde cihad farz-ý kifaye olmuþ olur ve diðer müslümanlarýn üzerinden sorumluluk kalkar. Þayet fert fert gücü yeten her müslümanýn düþmana karþý koyma gereði varsa o zaman farz-ý ayýn olur; herkesin bizzat cihâd etmesi icab eder.

 

Cihâdýn gayesi, yeryüzünden fitneyi kaldýrmak ve hakký yüceltmektir. Ýslâm'da savaþ, intikam, öldürme yaðma, baský ve zulüm yapmak için deðil: bunlarý ortadan kaldýrmak için yapýlýr. Müslüman olmayanlarý zorla Ýslâm'a sokmak yoktur. Cihad'dan maksat, insanlarý baskýlardan kurtarmak, Ýslâm'ýn yüce gerçeklerini onlara duyurmak ve kendi rýzalarýyla müslüman olabilecekleri ortamlarý hazýrlamaktýr.

 

Ýslâm'ýn gayesi toprak ele geçirmek deðildir. O yalnýz bir bölge ve kýta ile yetinmez. Ýslâm bütün dünyanýn saadet ve refahýný düþünür. Bütün insanlýða, kendisinin beþeri sistemlerden ve diðer dinlerden daha üstün âlemþumül bir din olduðunu göstermek ister. Bu yüce maksadý gerçekleþtirmek için müslümanlarýn bütün güçlerini seferber eder. Ýþte bu bitmeyen cehd ve uðraþmaya, büyük bir enerji ile çalýþma iþine ve meþrû bütün yollara baþvurma gayretine cihad denir.

 

Yeryüzünde zorbalar, batýlýn ve fitnenin devamýný isteyenler, þirk ve müþrikler ile küfür sistemleri var oldukça, onlarýn yeryüzünde yayacaklarý kötülüklerine karþý bir emniyet olan cihad da devam edecektir. Bu bakýmdan cihadýn Ýslâm'da önemli bir yeri vardýr. Hz. Peygamber'e, hangi amelin daha faziletli olduðu sorulduðunda, "Ýman ve Allah yolunda cihad'dýr"[1350] buyurarak cihadýn imandan hemen sonra geldiðine, imanýn cihadla varlýðýný sürdüreceðine iþaret etmiþlerdir. Ayrýca Allah yolunda savaþanlarý, gazilik ve þehitlik rütbesine erenleri öven ve onlar için büyük nimetler ve dereceler bulunduðunu haber veren birçok ayet ve hadis vardýr.

 

Müslümanlar savaþý istemezler. Ama savaþ vukû bulunca sabýr ve metanetle savaþýrlar. Zira Hz. Peygamber (a.s): "Düþmanla karþýlaþmayý temenni etmeyiniz. Fakat düþmanla karþý karþýya gelirseniz sabrediniz, direniniz”[1351] buyurmuþtur. Müslümanlar savaþ anýnda Allah'a güvenir ve Allah'ýn kendileriyle beraber olduðunu bilirler. Onun þu buyruðunu hiç akýllarýndan çýkarmazlar.

 

 ; åî©ä¡ß¤ªì¢à¤Ûa  å¡ß  Ù È j £ma ¡å ß ë ¢é¨£ÜÛa  Ù¢j¤Ž y ¢£ó¡j £äÛa b è¢£í a ¬b í

 

"Ey peygamber; sana da sana tâbi olan müminlere de Allah yeter.”[1352]

 

Ýslâmiyet'e göre cihad, bize harp açanlara[1353] verdikleri sözü tutmayýp tekrar dinimize saldýranlara,[1354] Allah'a ve ahiret gününe inanmayarak, Allah ve Peygamberin haram kýldýðý þeyleri haram kabul etmeyenlere karþý,[1355] yeryüzünde fitneyi söküp atmak ve Allah'ýn dinini hâkim kýlmak,[1356] gayesi ile meþrû kýlýnmýþtýr.

 

Müslümanlar savaþ için düþman memleketine girip bir þehri veya bir kaleyi muhasara ettikleri zaman, önce onlarý Ýslâm'a davet ederler. Kabul ederlerse kendileriyle savaþmazlar. Þayet Ýslâm'ý kabul etmezlerse Ýslâm devletine cizye vergisi vermesini isterler. Verirlerse mal ve can güvenliðini elde ederler. Bunu da kabul etmezlerse geriye savaþmak kalýr.

 

Cihad Ýçin Gerekli Þartlar

 

a) Düþman, Ýslam'a girmeleri için yapýlan çaðrýyý yahut cizye vermeyi reddetmiþ olmalýdýr.

b) Müslümanlarla düþman arasýnda herhangi bir anlaþma sözkonusu olmamaktýr.

c) Müslümanlarda cihad için gerekli askerî güç siyasî otorite bulunmalýdýr.

 

Bütün bu hususlar bir araya geldiðinde cihadýn farziyeti gerçekleþir. O zaman düþmanla yapýlacak savaþta þehirler yakýlabilir, insanlar öldürülebilir ve düþmanýn savaþ gücü her þekilde zayýflatýlmaya çalýþýlýr. Yalnýz kadýn, çocuk, kötürüm, yaþlý ve körler öldürülmez. Barýþ, Ýslam devleti için uygun olduðu zaman yapýlabilir.

 

Düþmana hiç bir þekilde silâh vb. savunma vasýtasý satýlamaz. Bir müslüman topluluðu kâfirlere emân verirse, bunlarla, yeryüzünde fesat çýkarma ve Ýslâm'a saldýrma durumu hariç, savaþýlmaz. Cihad, bizzat sýcak bir savaþ olacaðý gibi normal þartlarda mal, dil ve kalple de yapýlabilir.

 

Cenâb-ý Hak þöyle buyurur:

 

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذينَ امَنُوا بِاللّهِ وَرَسُولِه ثُمَّ لَمْ يَرْتَابُوا وَجَاهَدُوا بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ فى سَبيلِ اللّهِ اُولئِكَ هُمُ الصَّادِقُونَ

 

“Müminler Allah ve Rasûlüne iman ederler, sonra da þüpheye düþmezler. Hak yolunda mallarý ve canlarý ile cihad ederler. Ýþte sadakat sahibi kimseler bunlardýr.”[1357]

 

Hz. Peygamber (a.s) ise:

-"Müþriklerle mallarýnýzla, canlarýnýzla ve dillerinizle cihad ediniz" Allah benden evvel hiç bir ümmete bir nebi göndermemiþtir ki, ümmet içinde kendisine yardýmcý olan havârîlere, yerleþtirdiði geleneklere göre hareket eden arkadaþlara ve emirlerine itaat eden dostlara sahip olmamýþ olsun. Sonra bunlarý bir nesil takip eder. Onlar yapmadýklarýný söyler, emredilmeyen iþleri yaparlar. Bunlarla eli ile fiilen mücadele eden mümindir, dili ile mücadele eden mümindir kalbi ile mücahede eden mümindir. Bunun dýþýnda kalanlarýn hardal tanesi kadar da olsa imanlarý yoktur.”[1358]

 

-“Þüphesiz ki mümin kýlýcý ve dili ile cihad eder”[1359] buyurmuþlardýr.

 

Ýslâmiyet'in ilk devrelerinde müminlere Ýslâm düþmanlarýna karþý yumuþak davranmalarý, eziyetlerine katlanmalarý müdafaa kasdýyla da olsa karþýlýk vermemeleri; sadece öðüt vererek Ýslâm'a davet yolunu takip etmeleri emredilmiþtir. Bir ayet-i kerimede:

 

فَاعْفُوا وَاصْفَحُوا حَتّى يَاْتِىَ اللّهُ بِاَمْرِه اِنَّ اللّهَ عَلى كُلِّ شَىْءٍ قَديرٌ

 

“...Yine de siz, Allah onlar hakkýndaki emrini getirinceye kadar affedip baðýþlayýn. Þüphesiz Allah her þeye kadirdir”[1360] buyurulmuþtur.

 

 Çünkü o zaman müslümanlar sayý ve imkân bakýmýndan son derece zayýftý. Düþmana karþý koyacak güçleri yoktu. Müslümanlarýn adedi ve kuvveti biraz daha çoðalýnca kendilerine ve akidelerine karþý direnenlerle savaþmalarýna izin verildi. Müslümanlar büsbütün güçlenip düþmanlarý maðlup edecek seviyeye gelince de cihad müsaadesi verildi.

 

اُذِنَ لِلَّذينَ يُقَاتَلُونَ بِاَنَّهُمْ ظُلِمُوا وَاِنَّ اللّهَ عَلى نَصْرِهِمْ لَقَديرٌ

 

“Kendileriyle savaþýlanlara (müminlere), zulme uðramýþ olmalarý sebebiyle, (savaþ konusunda) izin verildi. Þüphe yok ki Allah, onlara yardýma mutlak surette kadirdir.”[1361]

 

Bu izin Medine döneminde olmuþtur.

 

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذينَ امَنُوا بِاللّهِ وَرَسُولِه ثُمَّ لَمْ يَرْتَابُوا وَجَاهَدُوا بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ فى سَبيلِ اللّهِ اُولئِكَ هُمُ الصَّادِقُونَ

 

“Müminler ancak Allah'a ve Peygamberine iman eden, sonra þüpheye düþmeyen; Allah uðrunda mallarýyla, canlarýyla cihad edenlerdir. Ýþte onlar doðru olanlardýr”[1362] ayetinden de cihadýn mal ve canla yapýlacaðýný öðreniyoruz.

 

Cihadýn Çeþitleri 

 

Cihad konusundaki diðer ayet ve hadisler de göz önüne alýndýðýnda, cihadýn baþlýca þu çeþitlere ayrýldýðýný görürüz:

 

1) Nefs'e Karþý Cihad: Þüphesiz en güç cihad, insanýn nefsiyle ve nefsinin arzularýna karþý yaptýðý cihaddýr. Müslüman, gerçek cihadý nefsine karþý verir. Nefsine karþý cihadý kazanamayan, düþmanýn karþýsýna çýkmak için kendisinde güç ve cesaret bulamaz.

 

Hz. Peygamber Tebük seferinden dönüþte ashabýna þöyle buyurmuþtu: "Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz.”[1363]

 

Bu hadisinde Hz. Peygamber, en kalabalýk bir ordu ile katýldýðý Tebük seferini "küçük cihad" olarak vasýflandýrýrken; nefse karþý verilecek mücadeleyi "büyük cihad" olarak nitelendirmektedir. "Hakiki mücahid nefsine karþý cihad açan kimsedir”[1364] hadîsi de ayný manayý ifade etmektedir.

 

Ayný meâlde baþka hadis-i þerifler de vardýr. Bütün bunlar bize, insanýn nefsi ile, nefsinin boþ ve mânâsýz, hatta gayr-ý meþrû istekleri ile mücadele etmesinin cihad olarak deðerlendirildiðini göstermektedir.

 

2) Ýlim Ýle Cihad: Cihad'ýn baþka bir çeþidi de ilim ile yapýlan cihaddýr. Dünyadaki bütün kötülüklerin sebebi cehalettir. Hakk'a ulaþmak isteyen herkesin cehaletten kurtulmasý, ondan uzaklaþmasý gerekir. Bilginin ortaya koyduðu delillerin gönüller üzerinde icra ettiði tesiri silâh gücü ile temin etmek mümkün deðildir. Onun için þöyle buyurulmuþtur:

 

لِيَحْمِلُوا اَوْزَارَهُمْ كَامِلَةً يَوْمَ الْقِيمَةِ وَمِنْ اَوْزَارِ الَّذينَ يُضِلُّونَهُمْ بِغَيْرِ عِلْمٍ اَلَا سَاءَ مَايَزِرُونَ

 

Ey Muhammed! Ýnsanlarý Rabbi'nin yoluna, hikmetle, güzel öðütle çaðýr; onlarla en güzel þekilde tartýþ. Doðrusu Rabbin, kendi yolundan sapanlarý daha iyi bilir. O, doðru yolda olanlarý da en iyi bilir.”[1365]

 

Temeli ilim yoluyla teblið ve davete dayanan Ýslâmiyette, bu teblið faaliyetinin adý "ilim ile cihad"dýr. Bu usûle "Kur'an ile cihad" da denilir. En güzel mücadele þekli Kur'an'ýn mücadele þeklidir.

 

Bunun için Cenâb-ý Hak:

 

 a¦Šî©j × a¦…b è¡u ©é¡2 ¤á¢ç¤†¡çb u ë  åí©Š¡Ïb Ø¤Ûa ¡É¡À¢m 5 Ï

 

"Sen kâfirlere uyma, uyanlara karþý Kur'an ile büyük bir cihadla cihad et”[1366] buyurmuþtur. Ayet-i kerimede Kur'an ile cihadýn "büyük cihad" olarak belirtilmesi, Kur'an'ýn ilim ile cihad konusuna ne kadar önem verdiðini göstermektedir.

 

Hak ve hakikatý, en tehlikeli zamanda bile, hiç bir þeyden korkmadan ve çekinmeden olduðu gibi söylemek de bir çeþit cihaddýr. Rasûlullah (as) bu konuda þöyle buyurmuþtur: "Zalim bir hükümdar karþýsýnda hak ve adaleti açýkça söylemek, büyük bir cihaddýr. "[1367]

 

3) Mal Ýle Cihad: Mal ile cihad, Allah Teâla'nýn insana ihsan etmiþ bulunduðu mal ve servetin yine Allah (c.c.) yolunda harcanmasý demektir.

 

Bilindiði gibi dünyada her iþ para ile yapýlmaktadýr. Hakkýn korunmasý ve zafere ulaþýlmasý da yine paraya baðlýdýr. Bunun için mal ile cihadýn önemi büyüktür. Müslümanlarýn, Ýslâm'ýn yücelmesi hakkýn muzaffer olmasý için her türlü mal, servet ve paralarýný bu yolda fedâ etmeleri mal ile cihaddýr.

 

Hz. Peygamber'in, mal ile cihad hususundaki teþvik edici sözleri ashabý kiramý harekete geçirmiþ ve kendileri yoksulluk içinde sýkýntýlý bir hayat geçirirken, mal ile cihad farizasýný edâ edebilmek için elde avuçta ne varsa getirip Rasûlullah'a vermiþlerdir. Bu konuda Kur'an-ý Kerîm'de de pek çok ayeti kerîme vardýr.

 

Cenâb-ý Hak þöyle buyurmuþtur:

 

اِنَّ الَّذينَ امَنُوا وَهَاجَرُوا وَجَاهَدُوا بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ فى سَبيلِ اللّهِ وَالَّذينَ اوَوْا وَنَصَرُوا اُولئِكَ بَعْضُهُمْ اَوْلِيَاءُ بَعْضٍ وَالَّذينَ امَنُوا وَلَمْ يُهَاجِرُوا مَا لَكُمْ مِنْ وَلَايَتِهِمْ مِنْ شَىْءٍ حَتّى يُهَاجِرُوا وَاِنِ اسْتَنْصَرُوكُمْ فِى الدّينِ فَعَلَيْكُمُ النَّصْرُ اِلَّا عَلى قَوْمٍ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُمْ ميثَاقٌ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصيرٌ

 

"Ýman edip hicret eden, Allah yolunda mallarýyla, canlarýyla cihad eden, (mücâhidlere) yer veren ve yardým edenlerin hepsi birbirinin vekilidir.”[1368]

 

فَضَّلَ اللّهُ الْمُجَاهِدينَ بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ عَلَى الْقَاعِدينَ دَرَجَةً وَكُلًّا

 

"Allah, mallarýyla, canlarýyla mücadele edenleri derece bakýmýndan oturanlardan üstün kýlmýþtýr.”[1369]

 

4) Savaþarak Cihad Yapmak: Cihad, müslümanlara farýdýr. Her müslümanýn nefsi ile, ilim ve malý ile sürekli cihad yapmasý, böylece dinin korunmasý, Hakk'ýn galip kýlýnmasý için çalýþmasý gerekir. Bazen "Ý'lây-ý kelimetullah" yani Allah adýnýn yüceltilmesi dinin korunup yayýlmasý içinde elde silâh düþmanla savaþmak icab edebilir. Bu en büyük cihaddýr ve müslümanlara farzdýr. Hattâ cihad denildiði zaman ilk akla gelen husus, düþmanla sýcak savaþa girmektir. Cenâb-ý Hak þöyle buyurmuþtur:

 

وَقَاتِلُوا فى سَبيلِ اللّهِ الَّذينَ يُقَاتِلُونَكُمْ وَلَاتَعْتَدُوا اِنَّ اللّهَ لَا يُحِبُّ الْمُعْتَدينَ

 

“Size karþý savaþ açanlara, siz de Allah yolunda savaþ açýn. Sakýn aþýrý gitmeyin, çünkü Allah aþýrýlarý sevmez.”[1370]

 

Bu ilâhi emir Allah yolunda, Ýslâm uðrunda savaþmanýn ve Ýslâm yurdunu düþmana karþý korumanýn cihad olduðunu bize ifade etmektedir. Hz. Peygamber (a.s) de bir hadis-i þeriflerinde; ganimet elde etmek, þan ve þöhrete ulaþmak, mevki ve makam elde etmek için yapýlan savaþýn cihad olmadýðýný, cihadýn, Allah (c.c.)'ýn adýnýn yüceltilmesi (Ý'lây-ý kelimetullah) için yapýlan savaþ olduðunu haber vermiþtir.

 

Çaðýmýzda bir takým gruplar her ne kadar savaþsýz bir dünyanýn özlemini dile getirmekte ve bunun için açýk veya gizli savaþ aleyhtarý faaliyetler sürdürmekte iseler de, bu hiç bir zaman, binlerce yýldan beri devam eden gerçeði deðiþtirmeyecek ve savaþlar sürüp gidecektir.

 

Cenâb-ý Hak bu deðiþmez gerçeði aþaðýdaki ayet-i kerîmede bize haber vermiþtir:

 

كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ وَهُوَ كُرْهٌ لَكُمْ وَعَسى اَنْ تَكْرَهُوا شَيًْا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَعَسى اَنْ تُحِبُّوا شَيًْا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْ وَاللّهُ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ

 

“Hoþunuza gitmediði halde savaþ size farz kýlýndý. Sizin için daha hayýrlý olduðu halde bir þeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduðu halde bir þeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”[1371]

 

وَمَنْ جَاهَدَ فَاِنَّمَا يُجَاهِدُ لِنَفْسِه اِنَّ اللّهَ لَغَنِىٌّ عَنِ الْعَالَمينَ

 

“Cihad eden, ancak kendisi için cihad etmiþ olur. Þüphesiz Allah, âlemlerden müstaðnîdir. (O'nun hiçbir þeye ihtiyacý yoktur).”[1372]

 

Ýslâm dini müslümanlara þerefli bir hayat yaþatmayý hedef edinmiþtir. Bu sebeple bu dinin emrettiði savaþ, savunma savaþý, zâlimlerden mazlumlarý kurtarma savaþý, her yere adalet götürme savaþý ve müslümanlarýn haysiyetini koruma savaþýdýr. Kur'an-ý Kerîm'de:

 

اُذِنَ لِلَّذينَ يُقَاتَلُونَ بِاَنَّهُمْ ظُلِمُوا وَاِنَّ اللّهَ عَلى نَصْرِهِمْ لَقَديرٌ

 

“Kendileriyle savaþýlanlara (müminlere), zulme uðramýþ olmalarý sebebiyle, (savaþ konusunda) izin verildi. Þüphe yok ki Allah, onlara yardýma mutlak surette kadirdir”[1373] buyurulup meþrû savunma savaþýna izin verilirken her an savaþa hazýr olmak da emredilmiþtir. Savaþýn önemini ýsrarla belirten Ýslâm dini ve onun yüce kitabý, barýþýn da gereðine iþaret etmekte, barýþ teklifi düþmandan geldiði takdirde taviz vermeden teklifin yerine getirilmesini istemektedir:

 

وَاَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِهِمْ لَوْ اَنْفَقْتَ مَا فِىالْاَرْضِ جَميعًا مَا اَلَّفْتَ بَيْنَ قُلُوبِهِمْ وَلكِنَّ اللّهَ اَلَّفَ بَيْنَهُمْ اِنَّهُ عَزيزٌ حَكيمٌ

 

“Ve (Allah), onlarýn kalplerini birleþtirmiþtir. Sen yeryüzünde bulunan her þeyi verseydin, yine onlarýn gönüllerini birleþtiremezdin, fakat Allah onlarýn aralarýný bulup kaynaþtýrdý. Çünkü O, mutlak galiptir, hikmet sahibidir.”[1374]

 

Ýslâm, müslümanlara yapýlan tecavüzlerin hiç birinin karþýlýksýz býrakýlmamasýný istemektedir:

 

اَلشَّهْرُ الْحَرَامُ بِالشَّهْرِ الْحَرَامِ وَالْحُرُمَاتُ قِصَاصٌ فَمَنِ اعْتَدى عَلَيْكُمْ فَاعْتَدُوا عَلَيْهِ بِمِثْلِ مَا اعْتَدى عَلَيْكُمْ وَاتَّقُوا اللّهَ وَاعْلَمُوا اَنَّ اللّهَ مَعَ الْمُتَّقينَ

 

“Haram ay haram aya karþýlýktýr. Hürmetler (dokunulmazlýklar) karþýlýklýdýr. Kim size saldýrýrsa siz de ona misilleme olacak kadar saldýrýn. Allah'tan korkun ve bilin ki Allah müttakîlerle beraberdir.”[1375]

 

Yeryüzünde fitne kalmayýncaya kadar müslümanlarýn cihada devam etmelerini isteyen Ýslâm, savaþ hukukunu da en güzel þekilde tanzim etmiþtir.

 

Allah Teâlâ'nýn:

 

وَاَوْفُوا بِعَهْدِ اللّهِ اِذَا عَاهَدْتُمْ وَلَا تَنْقُضُوا الْاَيْمَانَ بَعْدَ تَوْكيدِهَا وَقَدْ جَعَلْتُمُ اللّهَ عَلَيْكُمْ كَفيلًا اِنَّ اللّهَ يَعْلَمُ مَا تَفْعَلُونَ

 

“Antlaþma yaptýðýnýz zaman, Allah'ýn ahdini yerine getirin ve Allah'ý üzerinize þahit tutarak, pekiþtirdikten sonra yeminleri bozmayýn. Þüphesiz Allah, yapacaðýnýz þeyleri pek iyi bilir.”[1376]

 

وَقَاتِلُوا فى سَبيلِ اللّهِ الَّذينَ يُقَاتِلُونَكُمْ وَلَاتَعْتَدُوا اِنَّ اللّهَ لَا يُحِبُّ الْمُعْتَدينَ

 

“Size karþý savaþ açanlara, siz de Allah yolunda savaþ açýn. Sakýn aþýrý gitmeyin, çünkü Allah aþýrýlarý sevmez”[1377]  buyurmasý; Peygamber Efendimiz'in cephe gerisinde bulunan kadýn, çocuk, ihtiyar ve din adamlarýnýn öldürülmemesini, savaþçýlara iþkence edilmemesini çapulculuk yapýlmamasýný istemesi, Ýslâm savaþ hukukunun temel kurallarý olmuþtur.

 

Dinimizin müslümanlara farz kýldýðý cihadýn fazileti ve bu emri yerine getirenlerin Allah katýnda ulaþacaklarý yücelikler Kur'an-ý Kerim'de þöyle haber verilmektedir:

 

اِنَّ اللّهَ اشْتَرى مِنَ الْمُؤْمِنينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ يُقَاتِلُونَ فى سَبيلِ اللّهِ فَيَقْتُلُونَ وَيُقْتَلُونَ وَعْدًا عَلَيْهِ حَقًّا فِى التَّوْريةِ وَالْاِنْجيلِ وَالْقُرْانِ وَمَنْ اَوْفى بِعَهْدِه مِنَ اللّهِ فَاسْتَبْشِرُوا بِبَيْعِكُمُ الَّذى بَايَعْتُمْ بِه وَذلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظيمُ

 

“Allah müminlerden, mallarýný ve canlarýný, kendilerine (verilecek) cennet karþýlýðýnda satýn almýþtýr. Çünkü onlar Allah yolunda savaþýrlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat'ta, Ýncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardýr! O halde O'nunla yapmýþ olduðunuz bu alýþ veriþinizden dolayý sevinin. Ýþte bu, (gerçekten) büyük kazançtýr.”[1378]

 

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا هَلْ اَدُلُّكُمْ عَلى تِجَارَةٍ تُنْجيكُمْ مِنْ عَذَابٍ اَليمٍ () تُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَرَسُولِه وَتُجَاهِدُونَ فى سَبيلِ اللّهِ بِاَمْوَالِكُمْ وَاَنْفُسِكُمْ ذلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ () يَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَيُدْخِلْكُمْ جَنَّاتٍ تَجْرى مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ وَمَسَاكِنَ طَيِّبَةً فى جَنَّاتِ عَدْنٍ ذلِكَ الْفَوْزُ الْعَظيمُ

 

“Ey mü'minler! Sizi çetin bir azabdan kurtaracak bir ticaret yolu göstereyim mi? O da þudur: Allah'a ve Rasûlüne iman eder ve Allah yolunda mallarýnýzla, canlarýnýzla savaþýrsýnýz. Bir bilseniz bu iþ sizin için ne kadar hayýrlýdýr. Bu takdirde Allah sizin günahlarýnýzý maðfiret eder, altlarýndan ýrmaklar akan cennetlere ve Adn Cennetlerindeki hoþ konutlara koyar. Ýþte büyük kurtuluþ budur.”[1379]

 

Cihadýn fazileti hakkýnda Hz. Peygamber (a.s) de þöyle buyurur:

 

-"Rasûlullah'a: "-hangi iþ daha hayýrlýdýr?" diye soruldu. " Allah'a ve Peygamberine iman etmektir. " dedi.

"-Sonra hangisi faziletlidir, denildi: Allah yolunda cihaddýr" cevabým verdi sonra "hangisidir?" sorusuna karþý da:

"-Makbûl olan hac'dýr," buyurdu.[1380]

 

-Abdullah b. Mes'ud þöyle anlatýyor: "Rasûlullah'a: -Yâ Rasûlallah, Allah katýnda hangi iþ daha sevimlidir? diye sordum. -Vaktinde kýlýnan namazdýr, dedi. -Sonra hangisidir? dedim. -Anne ve babana iyilik etmendir, buyurdu. Sonra hangisidir? sorusuna da: -Allah yolunda cihaddýr, cevabýný verdi."[1381]

 

-Ebû Zerr (r.a.)'den þöyle rivayet edilmiþtir:

"-Ya Rasûlallah, hangi amel daha faziletlidir?" dedim. "Allah'a iman etmek ve onun yolunda savaþmaktýr" buyurdu.[1382]

 

 4좠‰ b í  3î©Ó  4b Ó ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa  ó¡™ ‰ §†î©È  ó©2 ªa ¤å Ç g

¢é¨£ÜÛa ó £Ü • ¡é¨£ÜÛa  ¢4좠‰  4b Ô Ï ¢3 š¤Ï ªa ¡b £äÛa ¢£ô ªa ¡é¨£ÜÛa

¡é¡Ž¤1 ä¡2 ¡é¨£ÜÛa ¡3î©j  ó©Ï ¢†¡çb v¢í ¥å¡ß¤ªì¢ß  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç

¡lb È¡£'Ûa  å¡ß §k¤È¡( ó©Ï ¥å¡ß¤ªì¢ß  4b Ó ¤å ß  £á¢q aì¢Ûb Ó ¡é¡Ûb ß  ë

   P¡ê¡£Š ( ¤å¡ß  b £äÛa ¢Ê † í  ë  é¨£ÜÛa ó¡Ô £n í

 

Ebû Saîd (-i Hudrî) radiya'llâhu anh'ten þöyle dediði rivâyet olunmuþtur: (Bir kere Resûlullâh'a):

   - Yâ Resûla'llâh! Ýnsanlarýn hangisi efdaldir? diye soruldu da Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem:

   - Caniyle, maliyle Allah yolunda cenk eden mü'min, buyurdu.

   - Sonra kim? diye sordular. Resûlullâh:

   - (O da) vâdîlerden bir vâdîde (ihtiyâr-ý uzlet eden) mü'mindir ki, o, Allah'dan korkar da insanlarý, þerrinden rahat býrakýr,” buyurdu.[1383]

 

Elde silâh, din ve Ýslâm diyarý uðrunda hudut boylarýnda nöbet beklemenin asil bir görev olduðunu ve bunun Allah Teâlâ'yý ziyadesiyle memnun ettiðini bildiren Peygamberimiz (a.s) þöyle buyurmuþtur:

"Hudut ve Ýslâm diyarýnýn muhafazasý için bir gün, bir gece nöbet beklemek, bir ay (nafile olarak) gündüz oruç tutup gece namaz kýlmaktan daha hayýrlýdýr."[1384]

 

-"Ýki çeþit gözü, Cehennem ateþi yakmaz: Biri Allah korkusundan aðlayan göz; diðeri Allah yolunda nöbet beklerken uyumayan göz."[1385]

 

Görüldüðü gibi cihad ilâhi bir emir olup kadýn erkek bütün müslümanlara farzdýr. Bu farzý yerine getirenler Cenâb-ý Hakk'ýn hoþnutluðunu kazanacak ve ahirette yüce mertebelere ulaþacaklardýr.

 

Cenâb-ý Hak:

 

وَاَعِدُّوا لَهُمْ مَا اسْتَطَعْتُمْ مِنْ قُوَّةٍ وَمِنْ رِبَاطِ الْخَيْلِ تُرْهِبُونَ بِه عَدُوَّ اللّهِ وَعَدُوَّكُمْ وَاخَرينَ مِنْ دُونِهِمْ لَا تَعْلَمُونَهُمْ اَللّهُ يَعْلَمُهُمْ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ شَىْءٍ فى سَبيلِ اللّهِ يُوَفَّ اِلَيْكُمْ وَاَنْتُمْ لَا تُظْلَمُونَ

 

“Onlara (düþmanlara) karþý gücünüz yettiði kadar kuvvet ve cihad için baðlanýp beslenen atlar hazýrlayýn, onunla Allah'ýn düþmanýný, sizin düþmanýnýzý ve onlardan baþka sizin bilmediðiniz, Allah'ýn bildiði (düþman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanýz size eksiksiz ödenir, siz asla haksýzlýða uðratýlmazsýnýz”[1386]  buyurarak müslümanlara her zaman cihad için hazýrlýklý olmalarýný emretmiþtir.Ýþte bütün bu ayet ve hadislerin ýþýðýnda cihad, dünya ve dünya malý için olmayan, Kelîme-i Tevhîd'in kabulü ve gönüllere yerleþmesi için gösterilen cehd ile bunun neticesinde kazanýlan kardeþliðin adýdýr.

 

Cihad; insanlarý, kula kul olmaktan kurtarýp Allah'a kul etmeðe davet ediþin ve bu uðurda çekilen sýkýntýlarýn adýdýr. Cihad, insanlarý, sýnýf, zümre, parti ve bütün beþeri hegemonyalardan kurtarýp Allah'ýn hâkimiyeti altýna gönül rýzasý ile davet etmenin adýdýr. Kinsiz, kansýz ve mutlu bir Ýslâm toplumu oluþturmak için gösterilen ihlaslý hareketin adýdýr.

 

Cihad, her ferdin, kendisini günahlardan arýndýrýp Allah'a istiðfar etmesi, Allah'a yönelmesi, Allah'a yönelen insanlardan oluþan bir dünya kurmasý ve bu dünyada kendisi ve insanlar için yalnýz Allah'ýn hâkimiyetini istemesi ve bunun için devamlý hareket halinde olmasýdýr. Cihad, eskiden yapýlan ve piþmanlýk duyulan bütün yanlýþ iþlerin aksini yapma gücüdür. Cihad, zimmete geçirilen bütün haklarý geri iade edebilmektir.

 

Cihad, terkedilen hukukullahý telâfi etmektir. Cihad, nefis ve bedendeki her türlü taklidi terk etmektir.

 

Rasûlullah (a.s)'ýn torunu Hz. Hasan der ki: "Adam Allah uðrunda cihad eder. Halbuki bir kýlýç vurmamýþ bulunur. Sonra Allah uðrunda cihadýn hakký da; hak ve ihlâsa yakýn bulunmasý, haksýzlýktan ve kötü niyetlerden gücü yettiði oranda kusur ve ilgisizlikten uzak bulunmasýdýr."

 

Cihad, insanlarý baský ve zorlamadan korumak ve kurtarmaktýr. Zorlama ve baský olmayan Ýslâm'a, insanlarý davet ederek Allah'ýn adýný yüceltmektir. Cihad, herkesi, mensubu olduðu akîdeden zorla çýkarmaya çalýþmayýp, hakkýn kabulü ve yayýlýþýna engel olmak isteyen ve gücünün yettiðine baský yapan hak düþmanlarýnýn kovulmasý ve her türlü engelin kaldýrýlmasý ile, saðlam kalp ve dosdoðru düþünen bir akýl için belirlenmiþ en güzel nizamý, yani Ýslâm'ý hâkim kýlmaktýr.

 

Cihad, Hz. Peygamber (as)'ýn yaþayýp teblið ettiði Ýslâm'a yapýþarak Allah yolunda kendini ve. malýný feda etmiþ, orta yolu seçmiþ, aþýrýlýktan sakýnmýþ ilâh olarak Allah'ý ve onun hâkimiyetini tanýmýþ, Ýslâm'ý bütün dinlerin üstünde ve tamamlanmýþ tek din kabul ederek bu dini müdafaa ve yaþanýlýr kýlmak için çalýþmak demektir. Bunun için Ýslâm'da mutlak surette, öldürme, intikam, din deðiþtirmeye zorlama yoktur. Düþmaný yenmek, onun kuvvet ve gücünü bertaraf edip, dinde serbest olarak Allah'ýn hükmüne tabi tutmaktýr ki, iþte Allah'ýn adýný yüceltmek için yapýlan cihad þekillerinden birisi de budur.

 

Cihad, ne bir savunma savaþý ne düþmana saldýrýda bulunup onu imha etme savaþýdýr. Kýtal ve kan dökme deðildir. Yahut bir üstünlük ve egemenlik kurarak insanlarý boyunduruk altýna alma savaþý da deðildir.

 

Ýnsanlarla mücadele ve insanlar arasý savaþ iliþkilerini anlatan pek çok kelime varken, Ýslâm bu kelimeleri cihad kavramý yerine kullanmadý. Meselâ, harp, kýtal, ezâ kelimeleri cihad kelimesinin yerini tutmamaktadýr. Ýslâm niçin eskiden Araplar'ýn kullandýðý harp vb. gibi kelimeleri almadý da yepyeni bir ifade olan cihad tabirini aldý.

 

Bunun birinci sebebi, harp tabiri þahsi menfaatler, polemik oyunlar için ateþi sönmeyen, yangýný çaðlar boyu milletlerin, kabilelerin içinden çýkmayan kýtal anlamýnda kullanýlmýþtýr. Harplerde genellikle, kiþisel ve toplumsal kinler hâkim olmuþtur. Harplerde fikir endiþesi, bir akîdeyi galip kýlma çabasý göze çarpmaz.

 

Cihad Allah Ýçindir ve Allah Yolundadýr: Ýslâm'da cihad, hedefsiz, gayesiz bir savaþ deðildir. Ýslâm'da cihad yalnýz Allah yolunda olur. Bu þart, cihaddan ayrýlmaz. Ýslâm'ýn kendi hedeflerine varmak için niçin harp veya baþka bir kelimeyi deðil de; "cihad" kelimesini seçtiðini belirtirken, cihadýn diðer kelimelerden farklý olduðunu ifade ettik. Bu farklýlýðý saðlayan bir hususiyet de "Allah yolunda" ifadesinin ve kavramýnýn cihad kelimesinin içinde bulunmasýndandýr. "Allah yolunda" tabiri de Ýslâm'ýn kendi mefkûresi için kullandýðý terimler sözlüðünden bir terimdir. Bu terimi de bir çok kiþi yanlýþ anlamýþ, halký Ýslâm inancýna boyun eðdirip, Ýslâm'ý kabul ettirip bunun için zorlamak olduðu düþüncesini "Allah yolunda cihad" olarak düþünmüþlerdir.

 

Gerçekte, "Allah yolunda" terimi, Ýslâm kavramlarý içinde onlarýn düþündüðünden çok geniþ bir anlam belirtir. "Allah yolunda cihad" batýlýlarýn anladýðý manada kutsal bir savaþ deðildir. Ýslâm nazarýnda, toplumun fayda ve mutluluðu için, geçici dünya arzusunda bulunmadan yapýlan her hareket "Allah yolunda"dýr.

 

Allah'ýn sana verdiði mallarý geçici dünyalýk faydalar umarak sarfedersen bu "Allah yolunda" olmak deðildir. Ama sýrf Allah rýzasý için, bildiðin muhtaçlara yardým edersen þüphesiz ki bu "Allah yolunda" bir iþtir. Ýþte bu "Allah yolunda" terimi, yalnýz Ýslâm'a mahsus; maddi menfaat ve arzulardan uzak, sýrf Allah rýzasý umulan davranýþlar için kullanýlýr.

 

Bunu yapan kimse bilir ki mümin. kardeþlerinin saadeti için yaptýðý her iþ Allah rýzasý içindir. Müminin geçici dünya hayatýnda istediði tek husus Allah Teâlâ'nýn rýzasýný kazanmaktan baþka bir þey deðildir.

 

Ýþte yüce Allah, bu anlama iþaret etmek için cihadý, "Allah yolunda" kaydýyla sýnýrlamýþtýr. Ýslâm'ýn istediði de budur. Müslüman topluluk veya fert, batýl ve beþerî sistemleri yýkýp, yerine Ýslâm akîdesine dayalý bir sistemi getirirken, harcayacaklarý çabalarý ve yapacaklarý her türlü fedakârlýklarý, kiþisel çýkarlardan, nefsânî arzulardan uzak tutmalýdýr.

 

Bütün çýrpýnmalarýnýn karþýlýðý olarak, hak ölçülerine uygun, adaletli bir sistemi getirmekten baþka bir þey gözetmemelidirler. Mümin, yaptýðý þeylerin karþýlýðýný bu dünyada beklemez. Allah'ýn kelâmýný yüceltmek için, bu bitmeyen mücadelenin, dinmeyen savaþýn karþýlýðýnda; mal, mülk, þan, þeref, rütbe, geçici dünyalýk elde etme düþüncesi aklýndan geçmez.

 

اَلَّذينَ امَنُوا يُقَاتِلُونَ فى سَبيلِ اللّهِ وَالَّذينَ كَفَرُوا يُقَاتِلُونَ فى سَبيلِ الطَّاغُوتِ فَقَاتِلُوا اَوْلِيَاءَ الشَّيْطَانِ اِنَّ كَيْدَ الشَّيْطَانِ كَانَ ضَعيفًا

 

“Ýman edenler Allah yolunda savaþýrlar, inanmayanlar ise tâðut (bâtýl davalar ve þeytan) yolunda savaþýrlar. O halde þeytanýn dostlarýna karþý savaþýn; þüphe yok ki þeytanýn kurduðu düzen zayýftýr.”[1387]

 

Bütün bunlardan anlaþýlýyor ki, Allah, ancak kendi rýzasý için olan cihadý kabul eder. Nefsânî arzulardan, kavmiyetçi kinlerden, kabilecilik taassubundan kopan savaþý deðil... Yeryüzündeki her canlý, hayatýný devam ettirmek için çýrpýnýp durur.

 

Fýtrî gayesine ulaþmak için gece gündüz demeyip çalýþýr. fakat müslümanýn çýrpýnýþ ve çalýþmasý baþka gayelere yöneliktir. O, yani, Ýslâm'a inanýp, onun sistemine baðlanan kimse, her þeyden önce Ýslâm inkýlâbýnýn gayesi olan Hakký getirmek için canla baþla, malla Allah yolunda cihad eder.

 

Bütün gücüyle þer güçleri yýkmak, fitne ve fesat tohumlarýnýn yeryüzünde yayýlmasýna engel olmak için çalýþýr. "Fitne yok olup din ve hâkimiyet yalnýz Allah'ýn oluncaya kadar" cihad eder. Ýþte Ýslâmî cihad budur.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

-Okuma Parçasý –

 

Suçlularýn Olumsuz Ahlaki Davranýþ Sebepleri

 

Hiçbir insan davranýþý yoktur ki, kýsa bir süre içerisinde ansýzýn oluþsun. Týpký tohumun atýlmasý, onun kök salýp meyve vermesi olayýnda olduðu gibi, insanýn kiþilik yapýsý da giderek bir geliþim gösterir. Bunun gibi Kur'an'daki mücrimin kiþilik yapýsýyla iþlediði suçlar, uzun ve karmaþýk bir geliþim sürecinin ürünleridir.

 

Cahiliye döneminde çok sýradan gibi görünen birtakým davranýþlara daha sonra Kur'an âyetleriyle yasaklar getirilmesi davranýþ sahiplerinde karþý çýkýþlar meydana getirmiþtir. Önceki yaþamlarýnda hiçbir sýnýrlamayla karþýlaþmayan bu kiþilerin, yeni kurallara uyum sorunu yaþamalarý kaçýnýlmazdý. Hatta bu uyum döneminde çok defa inkârcý davranýþlar da sergilemiþlerdir.

 

Ýnsanýn kendisine bir hayat kaidesi empoze etmesi, mümkün olan bir çok hareket tarzýndan iyi olarak telakki ettiðini seçmesi þeklinde tanýmlanabilecek olan ahlâkî faaliyet Kur'an'daki suçlunun dünyasýnda yer almýyor. Suçlular, baþkalarýnýn bedbahtlýðýndan veya felaketinden zevk alan hatta böyle olmalarý için çalýþan kimseler görünümündedirler. Ýþte Kur'an, suçlularýn bu olumsuz ahlâkî faaliyetlerini psikolojik ve sosyal sonuçlarý ile ortaya koyuyor.

 

Kur'an'da suçlularýn davranýþ özellikleri ahlâk psikolojisi açýsýndan ele alýndýðýnda öne çýkan olumsuz davranýþlarýn bencillik, kibir, alaya alma, kin, iftira ve gýybet olduðu hemen göze çarpmaktadýr. Þimdi suçlunu bu olumsuz ahlâkî davranýþlarýný Kur'an perspektifinden ortaya koymaya çalýþalým.

 

Bencillik

 

يُبَصَّرُونَهُمْ يَوَدُّ الْمُجْرِمُ لَوْ يَفْتَدى مِنْ عَذَابِ يَوْمِئِذٍ بِبَنيهِ () وَصَاحِبَتِه وَاَخيهِ () وَفَصيلَتِهِ الَّتى تُْويهِ () وَمَنْ فِى الْاَرْضِ جَميعًا ثُمَّ يُنْجيهِ

 

“Her suçlu, o gün çocuklarýný feda ederek kendisini kurtarmak ister, eþini ve kardeþini, kendisini himaye etmiþ bütün akrabalarýný, yeryüzünde yaþayan baþka herkesi, onlarýn tümünü; böylece yalnýz kendini kurtarabilsin diye.”[1388]

 

ـ وعن ابن عمر رضِىَ اللّهُ عنهُما قال: ]خَطَبَ رسولُ اللّه # فقالَ: إيَّاكُمْ والشُّحَّ فإنَّمَا هلكَ مَنْ كانَ قَبلَكُمْ بِالشُّحِّ، أمَرَهُمْ فَبَخِلُوا، وَأمرَهُمْ بِالْفُجُورِ فَفَجَرُوا.

 

- Ýbnu Ömer anlatýyor: "Bir gün Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize hitab ederek þöyle buyurdular: "Sýkýlýk huyundan kaçýnýn. Zira sizden önce gelip geçenler bu huy yüzünden helâk oldular. Þöyle ki: Bu huy onlara cimrilik emretti, onlar hemen cimrileþiverdiler, sýla-ý rahmi kesmelerini emretti, hemen sýla-ý rahmi kestiler, doðru yoldan çýkmayý (fücur) emretti, hemen doðru yoldan çýktýlar."[1389]

 

Bencillik, insanýn kendisini düþünme, benliðini öne çýkarma, biyolojik ve psikolojik ihtiyacýný temin etme isteðinden kaynaklanan bir duygudur ve bireyin bütün eylem, etkinlik ve davranýþlarýnda tezahür eden kiþilik türüdür. Bencil insan, yalnýz kendisiyle ilgilenir, her þey kendisinin olsun ister, vermekten hiçbir zevk duymaz, sadece almaktan hoþlanýr.

 

Dýþ dünyaya ondan elde edebileceði þeyler açýsýndan bakar, baþkalarýnýn kiþilik bütünlüðüne ve deðerine saygý göstermez. Diðer taraftan bencilliði, tüm bilinçli eylemlerin bireysel çýkar ya da faydaya göre ayarlandýðý bir kiþilik ve hayatý muhafaza etmeye yönelik tabiî bir eðilim olarak algýlamak da mümkündür.

 

Günümüzde bir ahlâk ve psikoloji terimi olarak kullanýlan bencilliðin, “insanýn yalnýz kendisiyle ilgilenmesi, iliþkide bulunduðu her þeyi kendi yararýna kullanma isteði” (egoizm) ve “kendini üstün görme, dolayýsýyla kendini her þeyin amacý olarak kabul etme eðilimi” (egosantrizm) anlamlarýnda kullanýldýðýný görüyoruz. Ancak þunu da belirtmek gerekir ki, toplumsal beklentilerden sapma olarak nitelenen bencillik aþýrý bir hal aldýðýnda, kiþilik bozukluklarýnýn en önemlilerinden biri sayýlmaktadýr.

 

Ýnsaný olumsuz ahlaki davranýþlara sürükleyen etkenlerden birinin içinde bulunduðu yoðun çýkar duygusunun olduðunu söyleyebiliriz. Ýnsanýn fýtri olarak çýkar ve haz peþinde koþtuðunu Kur'an da dile getiriyor. Yukarýda açýklamasýný verdiðimiz ayet bu baðlamda deðerlendirildiðinde, suçlu sýrf kendini kurtarmak için kendisi dýþýndaki deðerleri yok sayma hatta onlarý kendisi için feda etme davranýþýný gösterdiði söylenebilir.

 

Bencilliði tartýþýrken, bu kavramýn yerine kullanýlan bir baþka kavramýn,çýkar kavramýnýn kullanýldýðýný da görmemiz gerekir. Genellikle "çýkar", insan yaþamasýna elveriþli; bu yaþamayý saðlayan, geliþtiren; bu yaþama için yararlý amaç ve araçlarý göstermede kullanýlýr. Böylece "çýkar", insana iliþkin bir kavramdýr ve en çok tek tek kiþilerin kurduðu topluluklardan söz ederken kullanýlýr.

 

Kiþisel ihtiyaçlara uygun, bu ihtiyaçlarý doyurup gideren her çaba çýkar güden bir çabadýr. Ýhtiyaçlar arasýnda da genellikle en etkili olanlar biyolojik köklere dayandýðý için "çýkar"a doðal bir þey gözüyle bakýlýr. Çýkarcý diye damgalanan ve çýkarýna düþkünlüðünden ötürü yerilen kimseler, bu doðallýða aþýrý sarýlan, birtakým sýnýrlar ve ölçülerin gereksizce dýþýna çýkan kimseler diye tanýmlanýrlar.

 

Öte yandan þöyle bir anlayýþýn varlýðýný da inkâr etmemek gerekir. Kendi çýkarýna aykýrý davrananlara da çok defa  toplumda hiç çekinmeden "aptal" diye çýkýþýlýr. Bir toplum düþünün ki, o toplumdaki insanlarýn büyük bir kesimi menfaatçi bir yapýda, haklarýnýn ve elde etmeleri gerekenlerin ötesinde bir çok þeyi arzularlar ve dinî deðerleri yok sayarak, bunlarý elde etmek için yoðun bir çaba gösterirler.

 

Bunlarýn içerisinde biri de var ki, kanaatkâr ve temel sabitelerinin dýþýnda bir þey istemez, vermeye çalýþsanýz da reddeder. Böyle bir tip için,  diðerleri her halde "aptal" tabirini kullanýr. Ahlak dýþý davranýþ ve deðerlerin revaçta olduðu bir ortamda böyle bir anlayýþýn varlýðý doðaldýr. O halde þunu söyleyebiliriz. Çýkar kavramý biyolojik köklerden türemekle birlikte ayný zamanda sosyal bir nitelemedir de.

 

Gerçekte insanýn denenmesinin nedeni, onun bencil ve cimri olan tabiatýný iradi olarak kontrol altýna almasý ve evrensel ahlaki doðrularý görmesidir.

 

b6 ä¡™¤‰ a ¤å¡ß ¤Ñ £À ‚ n¢ã  Ù È ß ô¨†¢è¤Ûa ¡É¡j £n ã ¤æ¡a a¬ì¢Ûb Ó ë

 

“Biz seninle beraber doðru yola uyarsak yurdumuzdan atýlýrýz.”[1390]

 

Bu ayette korkularý ve kaygýlarý dile getirilen müþrik grubun özgüvenlerini geliþtiremedikleri, bir þekilde topluluk içerisinde egemen güçler karþýsýnda zayýf kaldýklarý ve bu yüzden korkak tavýr sergiledikleri, eldeki deðerlerden yoksun kalma endiþesi içinde olduklarý görülmektedir. Bu tutum ayný zamanda bir suçlu tutumudur. Kur'an'î anlayýþa göre insan geçim sýkýntýsý çekerken de denenmektedir. Kimi insanlar zor zamanlarda sabredip, doðrular uðruna kendinden bir þeyler verip imtihaný kazanýrken, kimileri de:

 

 7¡å ãb ç a 󬩣2 ‰ ¢4ì¢Ô î Ï ¢é Ó¤‹¡‰ ¡é¤î Ü Ç  ‰ † Ô Ï ¢éî¨Ü n¤2a b ß a ‡¡a ¬b £ß a ë

 

“Onu imtihan edip rýzkýný daralttýðýnda ise "Rabbim beni önemsemedi"der”[1391] inkarcý davranýþ sergiler.

 

Hz. Muhammed'in Medine'ye hicretinden sonra Medineliler arasýnda  münafýklar olarak nitelenen bir inanç grubunun ortaya çýkýþýnda menfaat ve bencillik önemli faktördü. Çünkü bu inanç grubu, inanmadýklarý halde inanmýþ gibi görünerek menfaat elde etmeye çalýþýyorlardý. Ýnkarlarýnýn temelinde de menfaat unsuru bulunmakta idi. Kur'an, bu insanlarýn bencil ve cimri durumlarýný sýkça eleþtirir.

 

كَلَّا بَلْ لَا تُكْرِمُونَ الْيَتيمَ () وَلَا تَحَاضُّونَ عَلى طَعَامِ الْمِسْكينِ () وَتَاْكُلُونَ التُّرَاثَ اَكْلًا لَمًّا () وَتُحِبُّونَ الْمَالَ حُبًّا جَمًّا

 

"Siz yetime ikram etmiyorsunuz, yoksulu yedirmeye birbirinizi teþvik etmiyorsunuz, haram-helâl demeden miras yiyorsunuz, malý bütün gücünüzle seviyorsunuz.”[1392]

 

Kur'an, insan fýtratýnýn ihtiraslý ve cimri olduðunu belirterek fýtratýn bu olumsuz halinden korunmadýkça kurtuluþun gerçekleþmeyeceðini ifade etmektedir.

 

 7 æì¢z¡Ü¤1¢à¤Ûa ¢á¢ç  Ù¡÷¬¨Û¯ë¢b Ï ©é¡Ž¤1 ã  £|¢(  Öì¢í ¤å ß ë

 

"Kimler nefislerinin cimriliðinden korunursa, iþte onlar kurtuluþa ermiþlerdir.”[1393]

 

Bencillik duygusunun bir tezahürü olan mala düþkünlük, onu elde etme noktasýnda gösterilen zaaf, toplumun çekirdeði olan bireyi mahvettiði gibi, toplumu da çökerten bir illet olmuþ olur. Bu tür bir zaaf, ayný zamanda gizli bir þirk olarak da telakki edilmektedir. Nitekim bu tür insanlara bir nimet verildiðinde bu nimeti kendi güçleri sayesinde elde ettiklerini düþünerek keyiflenmekte, baþlarýna her hangi bir kötülük geldiðinde ise kýzmakta, morali bozulmakta ve isyan ederek ümitsizliðe düþmektedirler.

 

Kibir

 

وَاَمَّا الَّذينَ كَفَرُوا اَفَلَمْ تَكُنْ ايَاتى تُتْلى عَلَيْكُمْ فَاسْتَكْبَرْتُمْ وَكُنْتُمْ قَوْمًا مُجْرِمينَ

 

“Ama inkâr edenlere gelince (onlara da þöyle denir); âyetlerim size okunurdu, fakat siz büyüklük tasladýnýz ve suçlu bir toplum oldunuz.”[1394]

 

ـ و‘بي داوُدَ مِنْ روايةِ حارِثة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: َ يَدْخُلُ الْجَنَّةَ الْجَوَّاظُ وََ الْجَعْظَرِيُّ.

 

- Ebu Davud'da Harise (radýyallahu anh)'den gelen bir rivayette Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) þöyle buyurmuþtur:"Cennete ne  zengin cimri, ne de kaba merhametsiz girer."[1395]

 

ـ وعن ابنِ مسعودٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: َ يَدْخُلُ الْجَنَّةَ مَنْ كَانَ في قَلْبِهِ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ مِنْ كِبْرٍ. فقَالَ رَجُلٌ: إنَّ الرَّجُلَ يُحِبُّ أنْ يَكُونَ ثَوْبُهُ حَسَناً وَنَعْلُهُ حَسَنَةً؟ فقَالَ: إنَّ اللّهَ تَعالى جَمِيلٌ يُحِبُّ الْجَمَالَ؛ اَلْكِبْرُ بَطْرُ الْحَقِّ وَغَمْطُ النّاسِ.

 

- Ýbnu Mes'ud (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Kalbinde zerre miktar kibir bulunan kimse asla cennete girmeyecektir!" buyurmuþtu. Bir adam: "Kiþi elbisesinin güzel olmasýný, ayakkabýsýnýn güzel olmasýný sever!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm da: "Allah Teala hazretleri güzeldir, güzelliði sever! Kibir ise hakkýn ibtali, insanlarýn tahkiridir" buyurdular."[1396]

 

ـ وفي أخرى: ]َ يَدْخُلُ النّارَ أحَدٌ في قَلْبِهِ مِثْقَالُ حَبَّةٍ مِنْ خَرْدَلٍ مِنْ إيمَانٍ، وََ يَدْخُلُ الْجَنَّةَ أحَدٌ في قَلْبِهِ مِثْقَالُ حَبَّةٍ مِنْ خَرْدَلٍ مِنْ كِبْرٍ.

 

- Bir diðer rivayette: "Kalbinde hardal tanesi kadar iman bulunan bir kimse cehenneme girmez. Kalbinde hardal tanesi kadar kibir  bulunan kimse de cennete girmez." buyrulmuþtur.[1397]

 

Kur'an'da suçlularýn ahlâkî kusurlarýndan bir tanesi de onlarýn büyüklük taslamalarýdýr. Kur'an'a göre "tekebbür" yani büyüklenme yalnýz Allah'a mahsustur. Büyüklenmenin, kendinden baþkasýna muhtaç olmama ve her þeyin üstesinden gelme anlamlarýný içerdiði söylenebilir. Her hangi bir insanýn Allah'a ve peygambere inanmayý reddetmesi onun ahlâkî deðersizlik yaþantýsý içinde olduðunu gösterir. Nitekim Ýblis de Allah tarafýndan Âdem'e secde etmeye çaðrýldýðýnda, kibirlenme gibi ahlâkî bir kusur yüzünden emre karþý gelmiþ ve itaatsizlik etmiþtir.

 

Diðer taraftan suçlu kavimler olarak görülen Âd ve Lût kavimlerinin peygamberlerine karþý sergiledikleri inkârcý tavýrlarýnýn temelinde yine ahlâk dýþý olan kendini büyük görme davranýþý vardý. Halbuki Allah'ý gereði gibi takdir etseydiler, kendilerinin Allah karþýsýndaki durumlarýný doðru deðerlendirmiþ olsaydýlar ilâhî azap gelip çatmayacaktý.

 

Gerçekte suçlu, ahlâkî anlamda kötü fiiller iþlemekte, kötü fiiller iþledikçe de kalbi paslanmaktadýr. Kalbi bu halde kaldýkça inkarcýlýðý kaçýnýlmaz bir hal alacaktýr. Bilgi aktlarý dumura uðramýþ kiþi, sürekli bio-psiþik dürtülerinin etkisiyle ahlâkî alanda daima olumsuz davranýþlar içerisinde olabilecektir. Böyle olumsuz ahlâkî davranýþlar sergileyenler, kuþkusuz, Kur'an'ýn deyimiyle heva ve hevesini tanrý edinen kimselerdir.

 

Kur'an'da kibirli insan (ayný zamanda suçlu insan), inkarcýlýðýnýn yanýnda olumsuz nitelikleriyle de merkezî bir tip olarak göze çarpar. Kibir kavramý, insan gücünün dev aynasýnda görülmesinden neþet etmektedir. Cahiliye devrinde, gücünün farkýnda olan kiþinin bunu tüm davranýþlarýnda göstermesi, gurur ve küçümseme ile davranmasý son derece doðal karþýlanýrdý.

 

Putperestlik bile böyle þahýslarýn kibrini zedelemeyecek þekilde sýnýrlý bir çerçeve içinde tutulurdu. Ama Ýslâm açýsýndan insanýn böyle bir tavýr içinde olmasý, Allah'ýn üstün otoritesine karþý gelmek ve baþkaldýrmaktan baþka bir þey deðildir.

 

Kibir, insanýn kendisini baþkalarýndan üstün görmesi ve onlarý küçümseme þeklinde tezahür eder. Bu haliyle kibrin, psikolojik bir boyutu da vardýr. Kibirli insan, kendini olduðundan daha büyük ve daha güçlü sanarak, sanmanýn da ötesinde öyle göstererek, herkesin kendisine saygý göstermesini ve övmesini ister. Yürümesinde ve konuþmasýnda yapmacýk ve sunîlik vardýr.

 

Kibirliliðin ileri þekli psikolojide bir hastalýk olarak görülür ve büyüklük hezeyaný (delusion of grandeur) þeklinde ifade edilir. Bu tip hastalarda aþýrý derecede benlik tutkusu ve güç vardýr. Kuvvet, kudret, zenginlik ve üstünlük fikirleri yanýnda toplumsal hayatta da eriþilmez bir insan olduðu düþüncesindedirler.

 

Suçlularýn kibirli davranýþlarýnýn yanýnda inançsýzlýk, ahlâkî deðerleri reddetme ve küçümseme gibi özellikleri de vardýr. Ýnançsýzlýk, çatýþmalarýn algýlanmasýna karþý oluþturulan bir tür savunma þekli olarak da düþünülebilir. Þöyle ki, Peygamberlerin getirdikleri yeni deðerler karþýsýnda bocalayan ve bir zihin dönüþümünü gerçekleþtiremeyen suçlu bir tatmin yolu bulmak zorundadýr, bu da bir tür savunma olan inkar etmedir. Kur'an'daki þu tavýr, suçlunun kiþiliðinde ortaya konan psikolojik hali açýkça yansýtýyor:

 

وَقَالُوا مَا هِىَ اِلَّا حَيَاتُنَا الدُّنْيَا نَمُوتُ وَنَحْيَا وَمَا يُهْلِكُنَا اِلَّا الدَّهْرُ وَمَا لَهُمْ بِذلِكَ مِنْ عِلْمٍ اِنْ هُمْ اِلَّا يَظُنُّونَ

 

“Dediler ki: Hayat ancak bu dünyada yaþadýðýmýzdýr. Ölürüz ve yaþarýz. Bizi ancak zaman helâk eder. Bu hususta onlarýn hiçbir bilgisi de yoktur. Onlar sadece zanna göre hüküm veriyorlar.”[1398]

 

وَاِذَا قيلَ لَهُمُ اتَّبِعُوا مَا اَنْزَلَ اللّهُ قَالُوا بَلْ نَتَّبِعُ مَا اَلْفَيْنَا عَلَيْهِ ابَاءَنَا اَوَلَوْ كَانَ ابَاؤُهُمْ لَايَعْقِلُونَ شَيًْا وَلَا يَهْتَدُونَ

 

“Onlara (müþriklere): Allah'ýn indirdiðine uyun, denildiði zaman onlar, "Hayýr! Biz atalarýmýzý üzerinde bulduðumuz yola uyarýz" dediler. Ya atalarý bir þey anlamamýþ, doðruyu da bulamamýþ idiyseler?” [1399]

 

Kur'an'dan anlaþýldýðýna göre, düzenleyici ve yapýcý yeni oluþuma uyun denince suçlu ve müþrik toplum cahilî bir taassupla tarihe ve atalardan tevarüs eden geleneðe sýðýnmayý tercih etmiþlerdir. Yeni oluþuma bu toplumsal muhalefet üzerine yukarýdaki âyet inmiþse de bu olay tarihin belli bir kesitinde vuku bulmuþ ancak o döneme özgü kalmamýþtýr. Kur'an'da da ifade edildiði gibi tarihe ve geleneðe sýðýnmanýn arka planýnda, toplumda hayatiyetini sürdüren deðer yargýsý kalýplarýnýn aþýnýp dejenerasyona uðrayarak alt üst olmasý endiþesi yatýyordu.

 

Sosyal ve psikolojik bir varlýk olan insan, tabiatý gereði, bir önceki nesilden devralmýþ olduðu davranýþ kalýplarýný sahiplenir. Sahiplenilen bu davranýþ kalýplarý nesiller boyu bir süreklilik arz eder. Süreklilik, atalardan tevarüs eden geleneðin en tipik özelliðidir.

 

Nesilden nesile aktarýlarak gelen yaþam biçimleri ve alýþkanlýk haline dönüþen davranýþ kalýplarý bireyin dünyasýnda oldukça egemendir ve þahsiyetinin derinliklerine kadar nüfuz etmiþtir. Gelenekler, geçmiþin düþüncelerini, duygularýný ve ihtiyaçlarýný temsil ederler ve bütün aðýrlýklarýyla üzerimize yüklenmiþlerdir. Bu yüzden bu yaþam biçimleri ve davranýþ kalýplarý insan ve toplum hayatýna yön verir ve günlük yaþamda zorlayýcý birer unsur olarak pratiðe yansýrlar.

 

Þunu da ifade etmek gerekir ki, sýký bir gelenekçi ve atalar kültüne baðlýlýðý göze çarpan suçlunun, ilâhî olan geleneðe baðlanmasý ve onun bir gerçekliði olduðunu algýlamasý zordur ve bu bir süreç ister. Suçlunun atalarýnýn mirasýna baðlý kalmasýndaki inatçý davranýþýnýn ve peygamberin tebliðini reddetmesinin görünen bir amacý vardýr, o da statükoyu kendi lehinde korumaktýr. Bu yüzden onun baþvurmayacaðý bir araç yoktur. O her araca baþvurur ve sýrf o baþvurduðu için de o aracýn bir meþrûiyeti vardýr. Suçlu, esas itibariyle sahip olduðu fikirlerin ve düþüncelerin gayri meþru olduðunu ve olabileceðini aklýna bile getirmez. Çünkü onun için belirlenmiþ bir mukaddes vardýr, o mukaddesin adý da kendi iktidarýdýr.

 

Suçlunun da kendine göre kabul edilebilir deðer ölçüleri vardýr. Ancak suçlu kendi deðer ölçülerine, statükoyu koruma adýna, sýký sýkýya baðlanýrken ahlâkî deðerler baðlamýnda derinlere iþlemiþ bir belirsizlik mutlaka bulunacaktýr.

 

Ýnançsýzlýðýn her zamanki iþlevi, ahlâk deðerlerinin varlýðýný reddetmektir. Diðer taraftan inançsýzlýk, bilinçsiz de olabilir ve aðýr basan öðretilere iliþkin sözde kalan bir inançla (dilleri ile inandýk derler) gizlenebilir. Birey, inançsýzlýðýnýn kendi üzerindeki etkisinin farkýnda olmasa da yaþama biçimi ve kendi yaþamýndan söz etme biçimi, onun bu inançsýzlýðýn ilkelerine uyduðunu açýða çýkaracaktýr.

 

Bütün bunlar, ahlâkî deðerler karþýsýnda çatýþma içinde olan suçlunun kiþiliðinde oluþan savunmalardýr.

 

Alaya Alma

 

اِنَّ الَّذينَ اَجْرَمُوا كَانُوا مِنَ الَّذينَ امَنُوا يَضْحَكُونَ () وَاِذَا مَرُّوا بِهِمْ يَتَغَامَزُونَ () وَاِذَا انْقَلَبُوا اِلى اَهْلِهِمُ انْقَلَبُوا فَكِهينَ

 

“Suç iþleyenler, inananlarýn üstüne gülerlerdi. Onlarýn yanlarýndan geçtikleri zaman birbirlerine kaþ göz eder (ek onlarý küçümser)lerdi. Ailelerinin yanýna döndükleri zaman da (müminleri ortaya atýp) eðlenmeye baþlarlardý.”[1400]

 

ـ وعن أبى جبيرة بن الضحاك رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]فيناَ بَنِى سَلِمةَ نزَلتْ هذِهِ ايةُ، قَدِمَ عَلَيْنَا رسول اللّهِ # وَلَيْسَ فِينَا رَجُلٌ إَّ ولَهُ اسْمَانِ أوْ ثَثَةٌ. فَجَعَلَ رسولُ اللّهِ # يَقُولُ: يَا فَُنُ. فَيَقُولُونَ لَهُ: يَا رسولَ اللّهِ إنَّهُ يَغْضَبُ من هذَا اسْمِ. فنزلَتْ: وََ تَنَابَزُوا بِا‘لْقَابِ بِئْسَ اِسْمُ الْفُسُوقُ بَعْدَ ا“يمَانِ

 

 Ebu Cebîre Ýbnu'd-Dahhâk (radýyallahu anh) anlatýyor: "Bir âyet, biz Benî Selime hakkýnda nâzil oldu. Þöyle ki: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bize geldiði vakit herkesin mutlaka iki veya üç adý vardý. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu adlarýndan  biriyle: "Ey falan!" diye bir kimseyi çaðýrýnca kendisine:"- Ey Allah'ýn Resûlü! O, bu isimle çaðýrýlýnca, kýzar" diye ikaz ediyorlardý. Ýþte bu durum üzerine þu âyet indi:"Ey iman edenler, bir kavm diðer bir kavm ile alay etmesin. Olur ki (alay edilenler Allah indinde) kendilerinden (yani alay edenlerden) daha hayýrlýdýr. Kadýnlar da kadýnlarý (eðlenceye almasýn). Olur ki onlar (eðlenceye alýnanlar) kendilerinden daha hayýrlýdýr. Kendi kendinizi ayýplamayýn. Birbirinizi kötü lakaplarla çaðýrmayýn. Ýmandan sonra fasýklýk ne kötü addýr. Kim (Allah'ýn yasak ettiði þeylerden) tevbe etmezse, onlar zalimlerin ta kendileridir."[1401]

 

Kur'an'da suçlularýn ahlâk dýþý davranýþlarýndan bir diðeri de alaycý olmalarýdýr. Kur'an, suçlularýn Allah'a ve O'ndan gelen her þeye dudak bükmelerini ve alaya almalarýný sürekli anlatýr. Bu davranýþ onlarýn en belirgin davranýþlarýndan biri olarak da ifade edilir. Önlerindeki dünya hayatýnýn ötesinde hiçbir þey görmeyen, hafif meþrep ve gamsýz insanlar için, ilerdeki ebedî hayatýn tek gerçek olduðunu anlatan bir dinin ve onun müntesiplerinin bir gülüþme vesilesi olmasý muhakkaktý.

 

Kur'an'ýn çizdiði bu sahne Mekke'deki hayat sahnelerinden alýnmýþ bir sahnedir. Suçlularýn alay ettikleri þeyler çoðu zaman müminlerin fakirlikleri ve periþan halleridir. Kur'an'daki suçlu kiþiliðinde, küçük düþürücü ve güldürücü hareketlerle insanlarýn ayýplarýný ve eksikliklerini ortaya koymak, maskaralýða almak þeklinde tanýmlanabilecek olan alay etme, önemli bir ahlâkî zafiyet olarak göze çarpmaktadýr.

 

Müstehzi baþkalarýna karþý saygýsýz, kibirli, iki yüzlü ve sinsi bir konumdadýr. Baþkalarý nezdinde, inanmadýðý inançlarý yaþamak zorunda kalmasýndan dolayý da öz yapýsýnda taþýdýðý bütün bu küçültücü nitelikler onu saygý duyulmaz, söylediðine itibar edilmez biri haline getirir. Müstehzi yalandan yapýlmýþ bir dünyada yaþar, fakat bu yalandan dünyanýn malzemesi bizzat kendisi tarafýndan meydana getirilmiþtir.

 

Müstehzinin yüzünde aþikar olarak görünen biricik þey, yukarýda da ifade ettiðimiz gibi onun saygýsýzlýðýdýr. Müstehzinin saygýsýzlýðýndan baþka her þeyi gizlidir. Müstehzi, hiç bir davranýþýnýn açýða çýkmasýna izin vermez. Onun açýða çýkan davranýþý varsa, bu davranýþ kendisine raðmen ortaya çýkmýþtýr.

 

Yukarýda açýklamasýný verdiðimiz ayetten, suçlularýn alaycý tavýrlarýnýn yanýnda onlarýn müminlere yönelik olumsuz tavýrlarýný pek sezdirmeden kaþ göz oynatarak, bir anlamda da fýsýldaþarak ortaya koyduklarýný anlamamýz da mümkündür. Yine bu ayet, suçlularýn kaþ, göz ederek bu davranýþlarýndan büyük haz aldýklarýný ifade etmektedir. Bu da bize suçlularýn iç dünyalarýndaki zevklerinin niteliðini göstermektedir.

 

Kin

 

 6 åî©ß¡Š¤v¢à¤Ûa  å¡ß a¦£ë¢† Ç §£ï¡j ã ¡£3¢Ø¡Û b ä¤Ü È u  Ù¡Û¨ˆ × ë

 

“Biz her elçiye suçlulardan bir düþman var ettik.”[1402]

 

ـ وعن أبي صِرمَة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رسولُ اللّه #: مَنْ ضَارَّ ضَارَّ اللّهُ بِهِ، وَمَنْ شَاقَّ شَقَّ اللّهُ عَلَيْهِ.

 

- Ebû Sýrma (radýyallâhu anh) anlatýyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim (bir müslümana) zarar verirse Allah da ona zarar verir. Kim de (bir müslüman) ile, nizaya husumete girerse Allah da onunla husûmete girer."[1403]

 

Allah, insanlara yön bulmalarý ve davranýþlarýnda yardým için vahiy gönderir. Elçiler, ilâhî bildirimleri alýp teblið ederek insan bilincini uyuþukluk ve olumsuz ahlâkî davranýþ halinden sýyýrýp iyiyi ve kötüyü açýkça görecekleri ve davranýþýna yansýtabilecekleri teyakkuz haline getiren olaðanüstü insanlardýr.

 

Ancak peygamberlerin öncelikli olarak kendi halklarý arasýnda teblið görevini yerine getirirken yeni oluþuma, eski alýþkanlýklarýna (yeni oluþumun dýþladýðý deðerlere, davranýþ ve düþünüþ biçimlerine) baðlýlýklarý ya da baðlý kalma istekleri nedeniyle karþý çýkan, ayak direten ve uyum sorunlarý yaþayan suçlular, bir muhalefet grubu olarak peygamberlerin karþýsýna çýktýlar.

 

Kurulu düzene karþý çýkma, yasalarý çiðneme, yasa koyucuya karþý düþmanlýk duygularýný besleme ve kin duyma suçlularýn diðer önemli özelliklerindendir. Suçlularýn kindar olmalarýnýn nedeni kendilerine göre oluþturduklarý toplumsal yapýyý - kuþkusuz bu toplumsal yapý bozulmuþ bir toplumsal yapýdýr - düzeltmeye ve yeniden oluþturmaya çalýþan ve vahiyle yönlendirilen müdahaleci peygamberlerin varlýðýdýr.

 

Peygamberler, çok defa gücü, kudreti ve iktidarý elinde bulunduran suçlularýn kamuya yönelik olumsuz müdahalelerine karþý çýktýklarý için suçlularýn tepkisini toplamaktadýrlar. Baþlangýçta zararsýz olan bu tepki daha sonra saldýrýya yönelten kine dönüþmektedir. Açýkçasý suçlu, kiþisel ikballerini gözeten, þahsi ihtiraslarýný tatmin eden ve kavgacý bir yol izlemeyi marifet sayan biri olarak karþýmýza çýkmaktadýr.

 

Bilindiði gibi kin, genel bir sinirlilik hali olarak ortaya çýkan ve saldýrganlýk tepkisi olan öfkenin insan zihninde sürekli bir biçimde toplanmasý sonucu meydana gelir. Kindar insan, düþmanýna ya kýsmen ya da tamamýyla zarar vermek, onu yok etmek ister. Kinin öfkeden farký, uzun süreli olmasýdýr. Öfke geçicidir, kýsa sürede söner gider. Kin ise uzun sürelidir. Kindar insan zihninde, kin beslediði kiþiye verebileceði zararlarý, bunlarýn sonuçlarýný, karþýsýna çýkabilecek engelleri hesaplar ve kendine göre en uygun þartlarý bekleyerek intikamýný almaya çalýþýr. Öfkede olduðu gibi yarý bilinçsiz hareket etmez.

 

Yukarýda da ifade ettiðimiz gibi suçlu insan kindar, ve saldýrgan bir tiptir. Saldýrgan tip, genellikle kendi arzularýný ortaya koyabilen, emirler yaðdýrabilen ve kýzgýnlýðýný dile getirebilen bir tiptir. Kendisine iliþkin duygusu, kendisinin güçlü, dürüst ve gerçekçi olduðu yolundadýr.

 

Kendi önermelerine göre kendine iliþkin deðerlendirmesi kesinlikle mantýklýdýr. Çünkü onun için acýmasýzlýk güç, baþkalarýna yönelik saygý yokluðu dürüstlük, kendi amaçlarý peþinden koþma tutumu gerçeklik demektir. Ýnsanlýk sevgisine iliþkin duygularý ve bunun gibi þeyleri basit bir aldatmaca olarak görür. Kendine göre oluþturduðu deðerler grubu, yaþam felsefesinin özünü oluþturur. Güç, insaný haklý yapar mantýðý içindedir. Kendisini her zaman en güçlü, en zeki, arkasýndan en çok koþulan insan olarak ortaya koymaya itildiði için, böyle olmanýn gerektirdiði yeterliliði ve becerikliliði geliþtirmeye çalýþýr.

 

Ýftira

 

 a6¦† Û ë ¢å¨à¤y £ŠÛa  ˆ ‚ £ma aì¢Ûb Ó ë

 

“Rahman çocuk edindi, dediler.”[1404]

 

ـ وعَنْ مُعَاذِ بْنِ أسَدٍ الْجُهَنِىِّ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قَالَ: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَنْ حَمى مُؤْمناً مِنْ مُنَافِقٍ بَعَثَ اللّهُ لَهُ مَلكاً يَحْمِى لَحْمَهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ مِن نَارِ جَهَنَّمَ، وَمَنْ رَمَى مُسْلِماً بِشئٍ يُرِيدُ شَأنَهُ بِهِ حبَسَهُ اللّهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ عَلى جِسْرٍ مَنْ جُسُورِ جَهَنَّمَ، حَتّى يَخْرُجَ مِمَّا قَالَ.

 

- Muaz Ýbnu Esed el-Cühenî (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Kim bir mü'mini bir münafýða (gýybetçiye) karþý himaye ederse, Allah da onun için, Kýyamet günü, etini cehennem ateþinden koruyacak bir melek gönderir. Kim de müslümana kötülenmesini dileyerek bir iftira atarsa, Allah onu, kýyamet günü, cehennem köprülerinden birinin üstünde, söylediðinin (günahýndan paklanýp) çýkýncaya kadar hapseder."[1405]

 

Suçlularýn ahlâk dýþý davranýþlarýndan bir diðeri onlarýn müfteri olmalarýdýr. Suçlularýn iftiraya baþvurmalarýnýn biliþsel ve davranýþsal arka planýnda yeni oluþumun mimarý olan peygamberi küçük düþürmek ve onu tebliðinde baþarýsýz kýlmak yatmaktadýr.

 

Ýftira, bir þahsýn yapmadýðý bir kusuru, bir suçu ona yüklemek demektir. Ýftiranýn amacý, bir insanýn, bir ailenin ve bazen de sosyal bir topluluðun ( parti, dernek vb.) huzurunu ve mutluluðunu bozmak ve kendi lehine birtakým menfaatler elde etmektir. Ýftirada ya tamamýyla bir yalan vardýr ya da herhangi bir olayýn bütün olumsuz yönleri abartýlarak aktarýlýr. Ýftirada her türlü hayalî kötülük vardýr. Müfteri silinmez bir yalanla seçtiði kurbanýný karalar. Ýftiradan sonra geriye bir þey kalýr, o da kuþkudur.

 

Bu kuþku o kadar güçlüdür ki, insanýn zihninde iftiraya uðrayan þahýs hakkýnda birtakým sorularýn doðmasýna yol açar. Ýnsan kendi kendine iftiraya uðrayan þahýs hakkýnda "gerçekten öyle mi, yaptý mý acaba?" gibi sorular sorar ve bu sorular çoðu zaman cevapsýz kalýr. Zihninin bir köþesinde her zaman iftiraya uðrayan þahýs hakkýnda olumlu düþüncelerinin yanýnda, olumsuz düþünceler de bulunacaktýr. Bunun için kültürümüzde bu durumu anlatan sözlü bir gelenek oluþmuþ:

 

“Ýftira at, kendisi olmazsa izi kalýr.”

 

Ýftira, toplumda büyük bela ve zararlara sebep olan, insanýn þerefini altüst eden suçlardan biri olduðu için Kur'an, bu olumsuz ahlâkî davranýþa giden yolu kapatmak ister. Bunun için fasýklarýn getirdikleri haberlerin, içinde yalan ve iftira olabilir kuþkusuyla, iyice araþtýrýlmasýný öðütlemektedir.

 

Fasýklarýn getirdikleri haberler, iyice araþtýrýlýrsa toplumda meydana gelebilecek muhtemel zararlar önlenmiþ olacaktýr. Çünkü dinî düþünce ve davranýþ düzeyinde zorluklarý bulunan ve günahkar olan insanlar þeytanýn etkisiyle hayalî kurgularýný orada burada söyler ve hiçbir fenalýktan çekinmezler.

 

Gýybet (Dedikodu)

 

اِنَّ الَّذينَ اَجْرَمُوا كَانُوا مِنَ الَّذينَ امَنُوا يَضْحَكُونَ () وَاِذَا مَرُّوا بِهِمْ يَتَغَامَزُونَ () وَاِذَا انْقَلَبُوا اِلى اَهْلِهِمُ انْقَلَبُوا فَكِهينَ () وَاِذَا رَاَوْهُمْ قَالُوا اِنَّ هؤُلَاءِ لَضَالُّونَ

 

“Suç iþleyenler, inananlarýn yanlarýndan geçtikleri zaman birbirlerine kaþ göz eder(ek onlarý  küçümser)lerdi. Ailelerinin yanýna döndükleri zaman da (müminleri ortaya atýp) eðlenmeye baþlarlardý.”[1406]

 

ـ عَنْ أبِي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قَالَ: ]قالَ رسُولُ اللّهِ # أتَدْرُونَ مَا الْغِيبَةُ؟ قَالُوا: اَللّهُ وَرَسُولُهُ أعْلَمُ. قَالَ: ذِكْرُ أحَدِكُمْ أخَاهُ بِمَا يَكْرَهُ. فقَالَ رَجُلٌ: أَرَأيْتَ إنْ كَانَ فِي أخِى مَا أقُولُ؟ قَالَ: إنْ كَان فيهِ مَا تَقُولُ، فقَدْ اِغْتَبْتَهُ. وَانْ لَمْ يَكُنْ فىهِ مَا تَقُولُ فقَدْ بَهَتَّهُ.

 

- Hz. Ebû Hüreyre (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Gýybetin ne olduðunu biliyor musunuz?""Allah ve Resulü daha iyi bilir!" dediler. Bunun üzerine:"Birinizin, kardeþini hoþlanmayacaðý þeyle anmasýdýr!" açýklamasýný yaptý. Orada bulunan bir adam:  "Ya benim söylediðim onda varsa, (Bu da mý gýybettir?)"dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:"Eðer söylediðin onda varsa gýybetini yapmýþ oldun. Eðer söylediðin onda yoksa bir de bühtanda (iftirada) bulundun demektir."[1407]

 

ـ وعَنْ عَائِشَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْها قَالَ: ]قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّهِ؟ حَسْبُكَ مِنْ صَفِيَّةَ قِصَرُهَا. قَالَ: لَقَدْ قُلْتِ كَلِمَةً لَوْ مُزِجَ بِهَا الْبَحْرُ لَمَزَجَتْهُ. قَالَتْ: وَحَكَيْتُ لَهُ إنْسَاناً. فَقَالَ: مَا أُحِبُّ أنِّى حَكَيْتُ إنْسَاناً وَإنَّ لِى كَذَا وَكذَا.

 

- Hz. Âiþe (radýyallahu anhâ) anlatýyor: "Ey Allah'ýn Resûlü, sana Safiyye'deki þu þu hal yeter!" demiþtim. (Bundan memnun kalmadý ve):"Öyle bir kelime sarfettin ki, eðer o denize  karýþtýrýlsaydý (denizin suyuna galebe çalýp) ifsad edecekti" buyurdu. Hz. Âiþe  ilaveten der ki: "Ben Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a bir insanýn (tahkir  maksadýyla) taklidini yapmýþtým. Bana hemen þunu söyledi:"Ben bir  baþkasýný (kusuru sebebiyle söz ve fiille) taklid etmem. Hatta (buna mukabil) bana, þu þu kadar (pek çok dünyalýk) verilse bile!"[1408]

 

ـ وَعَنْ أنسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قَالَ: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَرَرْتُ لَيْلَةَ الْمِعْرَاجِ بِقَوْمٍ لَهُمْ أظْفَارٌ مِنْ نُحَاسٍ يَخْمِشُونَ بِهَا وُجُوهَهُمْ. فَقُلْتُ: مَنْ هؤَُءِ يَا جِبْرِيلُ؟ فَقَالَ: هؤَُءِ الَّذِىنَ يَأكُلُونَ لُحُومَ النَّاسِ وَيَقَعُونَ فِى أعْرَاضِهِمْ[.

 

- Hz. Enes (radýyallahu anh) anlatýyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Mîrac gecesinde,  bakýr týrnaklarý olan bir kavme uðradým. Bunlarla yüzlerini (ve göðüslerini) týrmalýyorlardý."Ey Cebrâil! Bunlar da kim?" diye sordum:"Bunlar, dedi, insanlarýn etlerini yiyenler ve ýrzlarýný (þereflerini) payimal edenlerdir."[1409]

 

Kur'an'daki suçlunun öteki yüzünde bir de gýybet vardýr. Yukarýdaki ayetten de anlaþýldýðýna göre suçlu, müminlere yönelik olumsuz davranýþlar içerisindedir. Müminlere karþý bu yapýp etmelerinden memnunluk duymakta hatta bu durumu ev ortamýna taþýyarak eðlenme aracý yapmaktadýr. Gerçekte suçlunun bu içinde bulunduðu psikolojik tavýr, bütünüyle müminlerin saygýnlýðýný yýkmaya yöneliktir.

 

Bilindiði gibi gýybet, bir þahsýn yaptýðý, ancak kendisine söylendiði takdirde hoþlanmadýðý bir hareketi, onun arkasýndan söyleyerek çekiþtirmek demektir. Bireyin bedenine, nesebine, yaratýlýþýna, dinine, elbisesine, eþyasýna ve yiyip içeceklerine iliþkin söylenenler o bireyi incitiyorsa bu gýybet olmaktadýr. Gýybet sadece sözle deðil, iþaret, yazý ve hareketlerle de olabilir. Ayrýca birisiyle gýyabýnda eðlenmek de gýybet sayýlýr.

 

Ruhsal bir hastalýk olarak kabul edilen gýybetin hem birey hem de toplum açýsýndan büyük zararlarý vardýr. Ayrýca bu olumsuz ahlâkî davranýþ, arakadan yapýldýðý için gýybette bulunan kimsenin korkak ruh halini de yansýtmaktadýr. Çünkü düþündüklerini yüze karþý söylemeye cesaret edememektedir.

 

Gýybet eden bir insan, bu iþe devam ettiði takdirde fikir ölçüsünü ve yüksek ahlâkî seciyelerini kaybeder. Çünkü bedenden ruha, ruhtan bedene devamlý bir etkileþim söz konusudur.

 

وَلَا تَجَسَّسُوا وَلَا يَغْتَبْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخيهِ مَيْتًا فَكَرِهْتُمُوهُ وَاتَّقُوا اللّهَ اِنَّ اللّهَ تَوَّابٌ رَحيمٌ

 

“...Biriniz, diðerinizi arakasýndan çekiþtirmesin. Biriniz, ölmüþ kardeþinin etini yemeði sever mi? Ýþte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. Þüphesiz Allah, tövbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyendir”[1410] ayette, gýybette bulunan kiþinin ne kadar kötü bir eylem yaptýðý ve bu eylemin kötü sonucu temsil yoluyla anlatýlmak istenmiþtir.

 

Yine âyette ölü kardeþ etini yemekten söz ediliyor. Aslýnda bu davranýþ, öfke ve düþmanlýk göstergesi olarak kabul edilebilir. O halde gýybet, büyük oranda düþmanlýk ve öfkeden kaynaklanýyor denebilir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

I-II- CÝLT- ÝÇÝNDEKÝLER

 

 

1)  FIKIH TARÝHÝ .......................................                   3

Genel Bir Bakýþ.............................................                     5

a)  Doðuþu ve Vahiy Dönemi........................                   9 

b)  Sahabe Dönemi........................................                     12

c)  Tabiin Dönemi..........................................                    19

d)  Müçtehitler Dönemi ................................                    23

e)  Mezheplerin Çýkýþý ...................................                   31

f)  Taklit Dönemi............................................                    45

g)  Günümüzde Yaþayan Mezhepler ve Ýmamlarý         51

h)  Ýslam Fýkhýnýn Bugünkü Durumu.............                 123

    - Okuma Parçasý-........................................                    129

     -Kaynakça .................................................                    143

2)  FIKIH........................................................                    149

    -Genel Bir Bakýþ.........................................                    151

a)  Fýkhýn Tanýmý............................................                    158    

b)  Fýkhýn Konusu...........................................                   159

c)  Fýkhýn Amacý..............................................                   162    

d)  Fýkýh Ýlminin Diðer Ýlimlerle Ýliþkisi..........                164    

    - Okuma Parçasý-.........................................                   167

     -Kaynakça..................................................                    171

3)  ÝLÝM...........................................................                   173    

     -Genel Bir Bakýþ..........................................                  175

a)  Ýlim Tarifi ve Hükmü..................................                 189

b)  Ýlmin Fazileti ve Kýsýmlarý..........................                190

c)  Ýlmin ve Alimin Amacý...............................                 192

    - Okuma Parçasý-.........................................                   195

     -Kaynakça...................................................                   197

4)  ÝMAN.........................................................                    199

     -Genel Bir Bakýþ..........................................                  201

a)  Ýmanýn Tanýmý.......................................                        217

b)  Esaslarý..................................................             220    

c)  Amentüsü..............................................             223

    - Okuma Parçasý-....................................                        227

     -Kaynakça..............................................                        229

5)  ÝBADET................................................             231

    -Genel Bir Bakýþ....................................                         233

a)  Tanýmý..................................................              242    

b)  Ýbadetin Dinlerdeki Durumu................                      247    

c)  Ýbadet Ýnsaný Planlý ve Disiplinli Yapar                    248    

d)  Cemaatle Ýbadet....................................                        249

e)  Ýbadette Ýhsan Derecesi........................                       259

f)  Mükellef ve Görevleri...........................                       262

    - Okuma Parçasý-...................................             271

    - Kaynakça...........................................               275

6)  TEMÝZLÝK........................................               277

     -Genel Bir Bakýþ.................................               279

a)  Taharet..................................................             285    

b)  Abdest..................................................              297    

c)  Özürlüler...............................................             318

d)  Meshin Hükmü.....................................            320    

e)  Gusül (Boy Abdesti) ............................                       328

f)  Hamam Adabý......................................              351

g)  Teyemmüm ........................................               354

h)  Kadýn Halleri .......................................             364

    - Okuma Parçasý-....................................                        379    

    - Kaynakça.............................................                         383

7)  NAMAZ...............................................              387    

    -Genel Bir Bakýþ....................................                         389

a)  Namazýn Vakitleri................................            392

b)  Namazýn Þartlarý..................................             398

c)  Namazýn Cem  edilmesi.......................                        409

d)  Ezan ve Ýkamet....................................              412

e)  Cemaatle Namaz..................................             418    

f)  Ýmamda Aranan Vasýflar.......................                       418    

g)  Namazýn Çeþitleri................................             421    

h) Namazlarýn Kýlýnýþý...............................                        427    

 ý)  Seferi, Yolcu ve Hasta Namazlarý.......                       445    

j)   Sehiv-Tilavet-Þükür Secdeleri..............                     462    

k)  Kur’an’daki Kýsa Sureler......................                      463

   - Okuma Parçasý-....................................             489    

   -Kaynakça..............................................              493

 

CÝLT –II-  ÝÇÝNDEKÝLER

 

8)  ORUÇ...................................................             503    

    -Genel Bir Bakýþ....................................                         505

a)  Orucun Çeþitleri....................................                       508

b)  Ramazanýn Sübutu................................                       511

c)  Orucun Þartlarý......................................                       512

d)  Kaza ve Kefaret.....................................                       515    

e)  Fidye.......................................................                        528    

f)  Nezir........................................................                       530

g)  Ýtikaf.......................................................            533    

    - Okuma Parçasý-.....................................                       539    

    -Kaynakça................................................                       543

9)  ZEKAT...................................................                       545

    -Genel Bir Bakýþ.......................................                      547

a)  Tanýmý......................................................                      555    

b)  Hükmü ve Delili......................................                     552    

c)  Þartý.........................................................                       558    

d)  Nisab.......................................................                       559    

e)  Zekat Verilmesi Gerekli Mallar...............                  561    

f)  Zekat Kimlere Verilir...............................                    565

g)  Sadaka......................................................                      566

h)  Fýttýr Sadakasý..........................................                     570    

    - Okuma Parçasý-.......................................                     573    

    - Kaynakça..................................................                    577

10)  HAC........................................................                     579    

    -Genel Bir Bakýþ.........................................                    581

a)  Haccýn Þartlarý..........................................                    585    

b)  Haccýn Çeþitleri........................................                    589    

c)  Umrenin Þartlarý......................................                     590    

d)  Kurban.....................................................                      595

    - Okuma Parçasý-......................................                      603    

     - Kaynakça ...............................................                     609

11)  AÝLE HUKUKU...................................                     611    

     - Genel Bir Bakýþ.....................................                      613

a)  Nikah.......................................................                       616    

b)- Mehir......................................................                       637    

c)  Talak.......................................................                        652    

d)  Ýddet........................................................                       671

e)  Nafaka....................................................                        674

f)  Vasiyet....................................................                        686

g)  Miras ......................................................                       700

    - Okuma Parçasý-......................................                      715    

    - Kaynakça...............................................                       719

12)  MUAMELAT HUKUKU.....................                    727

    - Genel Bir Bakýþ......................................                      729

a)  Mülk ........................................................                      734

b)  Ýslam’da Kazanç ......................................                    744

c)  Ticaret – Alýþveriþ  ...................................                   748

d)   Borç ........................................................                      768

e)   Faiz.........................................................                       779    

f)   Ýçkiler ve Uyuþturucular.........................                    788    

g)   Eþya Huku...............................................                     791    

h)   Akitler.....................................................                      810

ý)    Vakýf.......................................................                      840

   -Okuma Parçasý........................................                    855

    - Kaynakça...............................................                       857

13)  AMME HUKUKU...............................                      871

    - Genel Bir Bakýþ.....................................                       873

a)  Ýmamet....................................................                        879

b)  Þura.........................................................                       882

c)  Ümmet.....................................................                       890

d)  Kaza (Yargý)............................................                      898

e)  Ukubat (Ceza).........................................                     918

f)  Cihad.......................................................                        932

    - Okuma Parçasý......................................                       952

    - Kaynakça...............................................                       969  

     -Genel Kaynakça.....................................                     975

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Fýkýh Dersinin Test Sorularý

 

Soru 1  : Allah (c.c.)’ýn emir ve yasaklarý karþýsýnda sorumlu olan, akýllý ve bülüð çaðýna eren müslümana ne denir?

Cevap   : Mükellef denir.

 

Soru 2  : Mükellef olan insanýn bilmesi gereken fiiller sekiz tanedir. Mükellef olan kimse bu sekiz fiili, ameli yerine getirmek mecburiyetindedir. Efal-i Mükellefin de denilen bu sekiz kýsým amel ve iþler nelerdir?

Cevap  : a- Farz  b- Vacip   c- Sünnet  d- Müstehap   e- Mübah  f- Haram g- Mekruh   h- Müfsit

 

Soru 3  : Kendisinde þüphe olmayan kati bir delille sabit olan, Allah (c.c.)’ýn iþlenmesini kesin olarak emrettiði hükümlere ne ad verilir? bir kaç örnek veriniz.

Cevap  : Farz denir. (Beþ vakit namaz, Zekat, Oruç, Hac vb.)

 

Soru 4  : Farzlarý terk haramdýr, inkar etmek küfürdür. Farzlar iki çeþittir. Farzý ayýn ve farzý kifaye. Bu her iki farzý tarif edip misallendiriniz?

Cevap  : a- Farzý Ayýn: Mükelleflerden her birinin yapmasý gereken farzlardýr. (Oruç, Hac, vb.) b- Farzý Kifaye: Mükelleflerden bazýlarýnýn yapmasýyla diðerlerinde sorumluluk kalkan farzdýr. (Cenaze namazý kýlmak, Hafýz olmak vb.)

 

Soru 5  : Yapýlmasý þeran kesin bir delille sabit olmayan ama kuvvetli bir delille sabit olan ibadettir. Ýþleyene sevap, özürsüz terk edene günah olan bu amel nedir?

Cevap  : Vacip (Vitir ve bayram namazlarý gibi.)

 

Soru 6  : Peygamber Efendimiz (a.s.)’ýn farz ve vacipler dýþýnda yaptýðý veyapýlmasýný istediði ibadetlere ne ad verilir?

Cevap  : Sünnet.

 

Soru 7  : Sünnet iki kýsýmdýr. Sünneti müekkede, sünneti gayri müekkededir. Her iki sünneti tarif edip misaller veriniz?

Cevap   : a- Müekket Sünnet: Rasülullah (s.a.v.)’in devamlý yaptýðý ve yapýlmasýný teþvik ettiði sünnetlerdir. (Sabah, öðle, akþam namazlarýnýn sünnetleri, namazlarý cemaatla kýlmak vb.) b- Gayri Müekket Sünnet: Rasülullah (a.s.)’ýn ara sýra yaptýðý ve yapýlmasýný tavsiye ettiði sünnetlerdir. (Abdesti kýbleye dönerek almak, Ezaný dinlemek, Ýþe saðdan baþlamak vb.)

 

Soru 8  : Abdest dinimizde; namaz kýlmak, Kur’an’ý Kerim’i elle tutmak, Kabe’yi tavaf etmek gibi amelleri yapmak için yapýlan, belli organlarý usulüne göre yýkamaktan ve meshetmekten ibaret bir temizliktir, bir ibadettir ve itaattir. Abdestin farzlarý nelerdir? Sayýnýz.

Cevap  : a- Yüzü yýkamak (Ýki kulak memesi arasýndaki yer ile alnýnýn saç biten

                    yerinden çene altýna kadar )

               b- Ýki eli dirseklerle beraber yýkamak

               c- Basýn dörtte birini meshetmek

               d- Her iki ayaðý topuklarla beraber yýkamak.

 

Soru 9  : Ýþlenmesinde sevap olan, terk edilmesinde günah olmayan, Efal-i Mükellefinden olup Peygamberimiz (a.s)’ýn bazen yaptýðý bazense terk ettiði ibadete ne denir? (Kuþluk namazý gibi)

Cevap   : Müstehap

 

Soru 10: Yapýlmasýnda ve yapýlmamasýnda günah olmayan, yapýlýp yapýlmama hususu dinde caiz görülen þeylere ne denir? (Helal olan bir meyveyi yiyip yememek gibi.)

Cevap   : Mübah

 

Soru 11: Mükellefin yapmamasý istenen ve kesin bir delille iþlenmesi yasak olan þeri hükümlere ne ad verilir? Ki bunlarýn terk edilmesi sevap iþlenmesi günahtýr. Ýnkarý ise günahtýr. (Zina yapmak, domuz eti yemek, yalan konuþmak vb.)

Cevap   : Haram

 

Soru 12: Haram iki kýsýmdýr. Haram li aynihi, Haram li gayrihi. Bunlarýn tarifini yapýp misal veriniz?

Cevap  : a- Liaynihi Haram: Aslý itibariyle herkese haram olan þeydir.(Þarap, zina vb.)  b- Ligayrihi Haram: Aslýnda helal olup baþkasýnýn hakkýndan dolayý haram olan þeydir. Sahibinin izni olmadýkça o þeyden baþkalarý faydalanamaz. (Baþkasýna ait olan bir malý izinsiz almak gibi)

 

Soru 13: Kelime manasý itibariyle; sevilmeyen ve hoþ görülmeyen þeyler olup, dindeki

manasý da; yasaklýðý sabit olmakla beraber,ona aykýrý olarakda bir delil ve iþaret bulunup, yapýlmasý doðru olmayýp yapýlmamasý iyi olan þeylere ne ad verilir? (Sað elle sümkürmek, gusül almasý gereken bir kimsenin elini ve aðzýný yýkamadan bir þey yiyip içmesi gibi.)

Cevap  : Mekruh

 

Soru 14: Meþru olan bir iþi (baþlanmýþ bir ibadeti) bozan, hükümsüz kýlan kasten yapýlmasý azabý gerektiren þeylere ne denir? (Namaz içinde gülmek gibi)

Cevap   : Müfsit

 

Soru 15: Dinimizde namazlarýn camide cemaatle kýlýnýp eda edilmesi bildirilmiþtir. Namaz ibadetimizi camide kýlarken cemaatin önünde namazý kýldýran kiþiye imam denir. Ýmam efendinin namaz kýldýrýrken durduðu yere ne ad verilir?

Cevap  : Mihrap

 

Soru 16: Hadesten taharet vücudumuzu cünüplükten ve abdestsizlikten kurtarmaktýr. Cünüplükten kurtulmak Gusül ile olur. Cünüp ise, þehvetle kendisinden meni dediðimiz su çýktýktan sonra henüz boy abdesti almamýþ yani yýkanmamýþ olan kimsedir. Boy abdesti dediðimiz guslün farzlarý nelerdir yazýnýz?

Cevap  : a- Mazmaza: Aðza üç defa su alýp gargara yaparak aðzý yýkamak.

               b- Ýstinþak: Burnu üç kere sað elle su alýp, sol elle sümkürerek yýkamak.

               c- Bütün vücudu iyice ovuþturarak yýkamak (Hiç bir kuru yer kalmamak suretiyle.)

 

Soru 17: Camilerimizde dini ve dünyevi mevzularýn anlatýlmak ve açýklanmak üzere Cuma namazýndan önce ve diðer bazý vakitlerde imamlarýmýzýn çýkýp vaaz ettiði, talim,irþat ve telkin makamý olan yere ne ad verilir?

Cevap  : Kürsü

 

Soru 18: Camilerimizde beþ vakit namazlarýmýz için Ezan-ý Muhammedi’yi okuyan, gamet eden, Hz. Bilal Habeþi’nin mesleðini yapan kimselere ne denir?

Cevap  : Müezzin

 

Soru 19: Namazýn farzlarý on ikidir. Bunlar iki kýsma ayrýlýr. Þartlar ve rükünler diye adlandýrýlýr. Altýsý þart diðer altýsý ise rükündür. Þartlar daha namaza baþlamadan önce yapýlmasý gereken þeyler olup, rükünler ise baþlangýç tekbiri ile namaza baþlayýp namazýn içinde yapýlmasý gereken farzlardýr. Namazýn farzlarý dediðimiz þartlarý ve rükünleri sayýp tarif ediniz.

Cevap  : A- Namazýn Þartlarý:

               a- Hadesten Taharet; Bedeni cünüp ve abdestsizlikten temizlemek

               b- Necasetten Taharet; Elbise ve namaz kýlacak yeri temizlemek

               c- Setrul Avret; Avret yerlerin örtülmesi

               d- Ýstikbali Kýble; Kýbleye yönelmek

               e- Vakit; Vaktinde kýlýnmasý

               f- Niyet; Niyet etme

               B- Namazýn Rükünleri:

               a- Ýftidah Tekbiri; Baþlangýç tekbiri

               b- Kýyam; Ayakta durmak

               c- Kýraat; Okumak

               d- Ruku; Rukuya eðilmek

               e- Sücut; Secdeye eðilmek

               f- Kade-i Ahire; Namazda son oturuþu yapmak.

 

Soru 20: Ýnsanoðlunun uzuvlarýndan örtülmesi farz olan, baþkalarýnýn da bakmasý haram olan yerlere avret mahalli denir. Kadýnlar ve erkekler için Setri avret yerlerini tarif ediniz?

Cevap  : Erkeklerde: Göbek ve diz kapaklarý dahil bu kýsmýn arasýnda kalan bölgeler. Kadýnlarda: Yüzleri, elleri ve ayaklarý dýþýnda kalan bütün bölgeleri kapatmalarý gereklidir.

 

Soru 21: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ýn yaþantýsý olarak tarif edilen sünnetin bölümleri üçtür. Sünnetin çeþitleri diyebileceðimiz bölümlerini söyleyiniz?

Cevap  : a- Fiili Sünnet : Yaþantýsýdýr

               b- Kavli Sünnet : Sözleridir

               c- Takriri Sünnet : Söz ve olaylara sukutu ile karþýlýðýdýr.

 

Soru 22: Camilerimizde Cuma günü insanlara dini meseleleri, hükümleri açýklamak veya Ümmeti Muhammedi ilgilendiren haftalýk meseleleri anlatmak için hutbe okunur. Ýmamýn Cuma günü hutbe okumak için çýktýðý, camilerde kýbleye göre sað tarafta bulunan basamaklý olan yere ne denir?

Cevap  : Mimber

 

Soru 23: Suyun bulunmadýðý zamanlar veya mekanlar olduðunda dinimiz, ibadetlerimizi aksatmadan yapabilmemiz için abdest yerine yapabileceðimiz bir ameli bize bildirmiþtir. Bu amel toprakla yapýlýp su bulununcaya kadar abdesti bozacak bir iþ bir fiil yapýlmamýþ ise abdestle yapýlacak bütün ibadetler ve taatlar yapýlýr. Çünkü bu amel abdest ve gusül abdestinin yerine geçer. Su görülünce de bozulur. Ýki darp (vuruþ) bir niyet olmak üzere iki tane farzý vardýr. Niyetin farz olduðu bu ibadetimizin adý nedir?

Cevap   : Teyemmüm denir.

 

Soru 24: Boy abdesti olmayana yapmasý yasak olan ameller nelerdir?

Cevap  : a- Namaz kýlamaz

               b- Camiye mescide giremez

               c- Kur’an’a el süremez ve okuyamaz

               d- Kabe’yi tavaf edemez.

 

Soru 25: Namazlarýmýzda yapmýþ olduðumuz secde yedi tane uzvumuzun (organýmýzýn) beraber yere deðerek yapýlmasýyla olur. Bu yedi azamýzý sayýnýz?

Cevap   : Alnýmýz ve burnumuz(1), Ellerimiz(2), Dizlerimiz(2), Ayaklarýmýz(2) toplam yedidir.

 

Soru 26: Namazlarýmýzý kýlarken yanýlabiliriz, böyle hallerde namazýn telafisi için  son oturuþta Et-Tahiyyatüyü okuyup iki defa daha secde yaparak namazýmýzý tamamlamýþ oluruz. Böyle hallerde yapýlan secdeye sehiv secdesi yani yanýlma secdesi denir. Namazda sehiv secdesini gerektiren haller nelerdir?

Cevap  : Namazýn farzlarýndan birisinin unutularak yapýlmasýnýn geciktirilmesinde, vaciplerinin birinin unutularak terk edilmesi veya yine unutularak yapýlmasýnýn geciktirilmesinde yapýlýr.

 

Soru 27: Namazýn kýyam, rüku ve secde gibi her rüknünü yerine getirmek ve bunu yaparken her uzvun rahat bir halde bulundurulmasý, her yapýlan amele, harekete özenerek yapýlmasýna ne ad verilir? Mesela: Rükudan kýyama kalkarken vücut dimdik bir hale gelmeli, iki secde arasýnda en az bir defa “sübhanallahil azim” diyecek kadar oturmuþ olmak gibi.

Cevap  : Tadili erkana riayet (Rükunlarýn hakkýný vererek yapmak.)

 

Soru 28: Cuma namazý kimlere farzdýr?

Cevap  : a-Erkek olmak b-Hür olmak c-Misafir olmamak d-Sýhhatli olmak (Camiye yürüyerek gidecek kudrette olmak) e-Kör olmamak f-Kötürüm olmamak (Ayaklarý kesilmiþ olmamak)

 

Soru 29: Cuma günü müslümanlarýn bayram günüdür. O günde mü’minler Allah (c.c.)’ýn emriyle camilere toplanýr, Cuma namazlarýný kýlarlar ve hutbeyi dinlerler. Vakti öðle namazýnýn vaktidir. Bu vakitte kýlýnan Cuma namazý kaç rekattýr, isimleriyle birlikte söyleyiniz.

Cevap  : 10 rekattýr. 4 ilk sünnet, 2 farz, 4 rekatta son sünnetidir. (Ayrýca ayný vakitte kýlýnan 4 rekat Zuhri Ahir ve 2 rekatta vaktin son sünneti kýlýnýr. Ama Cuma 10 rekattýr.)

 

Soru 30: Ramazan ayýnda, yatsý namazýndan sonra 20 rekat kýlýnan namazdýr. Cemaatla veya tek baþýna kýlýnabilir. Ýki yada dört rekatta bir selam verilerek kýlýnan ve ramazan ayýna ait olan bu namazýn adý nedir? ve nasýl bir namazdýr?

Cevap  : Teravih namazýdýr ve Sünneti müekkede bir namazdýr.

 

Soru 31: Oruç ibadetimizin çeþitleri altýdýr. Bunlarý misaller vererek sayýnýz.

Cevap  : a- Farz oruçlar: Ramazan orucu, keffaret orucu vb.

               b- Vacip oruçlar: Adaklar, itikaf orucu ve kazaya kalmýþ nafile oruçlar

               c- Sünnet oruçlar: Muharrem ayýnýn 9. 10. 11.ci günleri tutulan oruçlar.

               d- Müstehap oruçlar: Kameri aylarýn 13. 14. 15.ci günleri tutulan oruçlar.

               e- Mekruh oruçlar: Aþure günü, Cuma günleri tutulan oruçlar.

               f- Haram oruçlar: Bayramlarda tutulan oruç.

 

Soru 32: Ýslamýn þartlarýndan mali ibadetimizdir. Dinen zengin sayýlan erkek, kadýn, her mükellef müslümanýn senede bir kez, malýnýn kýrkta birini, niyet ederek müslüman fakire vermesi farzý ayýn olan ibadettir. Bir diðer mana ile müslüman fakirin müslüman zengin üzerindeki hakkýdýr. Terki günah, inkarý küfürdür. Bu mali ibadetimiz hangisidir?

Cevap   : Zekat.

 

Soru 33: Ramazan ayýnýn sonuna ulaþan ve temel ihtiyaçlardan baþka nisaba malik (mala sahip) olan her müslümanýn vermesi gereken ve vacip olan mali bir ibadettir.  Ýnsanlarýn yaratýlýþýna bir þükür olmak üzere sevap kazanmak için yapýlan mali ibadetimiz nedir?

Cevap  : Sadaka-i Fýtýr

 

Soru 34: Kurban bayramý günlerinde Arafat’a çýkarak vakfe yapýlan, ihrama girerek ve Kabe’yi tavaf ederek ziyaret yapýlan, zengin olan müslümana ömründe bir kez yapmak farzý ayýn olan mali ve bedeni ibadetimiz hangisidir?

Cevap  : Hac.

 

Soru 35: Senenin herhangi bir bölümünde Kabe-i Muazzamayý ve Ravza-i Mudahharayý ziyaret maksadýyla yapýlan mali ve bedeni ibadetimiz hangisidir?

Cevap  : Umre ziyareti.

 

Soru 36: Takvim olarak aya göre düzenlenen ve hicretle baþlayan yýla hicri yýl denir. Hicri yýlýn aylarýna kameri aylar denir. Müslümanlarýn takvimi olan bu takvime göre bayram ve diðer önemli gün ve geceler ayarlanýr. Bu hicri yýlýn kameri aylarýný sayýnýz.

Cevap : Muharrem, Sefer, Rebiyyül  Evvel, Rebiyyül Ahir, Cemaziel Evvel, Cemaziel Ahir, Recep, Þaban, Ramazan, Þevval, Zilkade, Zilhicce.

 

Soru 37: Hicri yýlýn baþlangýç günü hangi gündür?

Cevap  : 1 Muharrem.

 

Soru 38: Mevlit kandili Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in doðum günüdür. Mekke’de Kabe’nin içinde 360 putun yýkýldýðý, Sasani Ýmparatorluðunun bin yýldan beri yaktýklarý ateþin söndüðü gün bu gündür. Ýslam takvimi olan hicri yýlda Mevlit kandili hangi gündür?

Cevap  : Rebiyyül evvel ayýnýn 12. Gecesi, Pazartesi günü.

 

Soru 39: Mübarek üç aylarýn baþlangýç tarihi ne zamandýr?

Cevap  : 1 Recep ile baþlar.

 

Soru 40: Ýkram, deðeri çok olan, baðýþ, ihsan, istenilen gibi manalar taþýyan ve Hz. Amine’nin Peygamber Efendimiz (a.s.)’e hamile olduðunu anladýðý gün olarak bilinen, mübarek gece olarak ibadetlerle deðerlendirdiðimiz, Peygamber Efendimiz (a.s.)’ýn kendisinin de 12 rekat þükür namazý kýldýðý mübarek gecemizin adý ve hangi günde olduðunu söyleyiniz.

Cevap  : Regaip kandili, Recep ayýnýn ilk Cuma gecesidir.

 

Soru 41: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ýn bir gecede Mekke’den Kudüs þehrine yürüyüþüne ve oradan da semaya yükseliþine ayrý ayrý isim verilen, hakkýnda Kur’an’ý Kerim’de sure olan mübarek gecemizin ismi ve zamanýný söyleyiniz.

Cevap  : Ýsra ve Miraç denir. Recep ayýnýn 27.ci gecesidir.

 

Soru 42: Yaratýlmýþlarýn bir sene içindeki rýzýklarýna, zengin veya fakir, aziz veya zelil olacaklarýna, diriltilip öldürüleceklerine ve ecellerine dair Allah (c.c.) tarafýndan meleklerine bilgi verilen mübarek gecemiz hangisidir, ve hicri tarihini söyleyiniz.

Cevap  : Berat Gecesi. Þaban ayýnýn 15.ci gecesi.

 

Soru 43: Ramazan ayý içersinde idrak ettiðimiz ve Kur’an’ý Kerim bu geceden baþlayarak indirildiði bildirilen adýna Kur’an’ý Kerim’de sure bulunan ve Peygamberimiz (a.s.)’ýn Ramazan ayýnýn son on gününün tekli günlerinde arayýn dediði mübarek gecemizin ismi nedir ve hangi güne rastlar?

Cevap  :  Kadir Gecesi. Ramazanýn 27.ci gecesi.

 

Soru 44: Ramazan ayýnýn son on gününde beþ vakit namaz kýlýnan cami veya mescitte, ibadet niyeti ile ikamet edilen (kalýnan) ve bayram namazý ile son bulan ibadetin adý nedir?

Cevap  :  Ýtikaf.

 

Soru 45: Amelde hak mezhepler dediðimiz mezheplerimiz ve imamlarýmýzý söyleyiniz.

Cevap  : a- Hanefi Mezhebi; Ýmamý Azam Ebu Hanife

                b- Þafi Mezhebi; Ýmamý Þafi

                c- Maliki Mezhebi; Ýmamý Malik

                d- Hanbeli Mezhebi; Ýmamý Ahmet Bin Hanbel.

 

Soru 46: Haccýn çeþitleri nelerdir?

Cevap  : a- Haccý Temettü   b- Haccý Ýfrat   c- Haccý Kýran

 

Soru 47: Haccýn farzlarýný söyleyiniz.

Cevap  : a- Arafat’ta vakfe durmak   b- Ziyaret tavafý yapmak.

 

Soru 48: Cihat ibadetini diðer ibadetlerden ayýran özellikler nelerdir?

Cevap  : a- Kur’an’ý Kerim’de en çok zikredilen ibadet olmasý

                b- En büyük ibadettir

                c- Zamana baðlý deðildir

                d- Ýlk eda edilecek farzdýr

                e- Miktarla sýnýrlý deðildir.

 

Soru 49: Üç vakit vardýr ki bu vakitlerde kaza namazý, vacip bir namaz, cenaze namazý, tilavet secdesi, nafile namaz kýlýnmaz ve olmaz. Bu vakitlere dinimizde kerahat vakitleri denir. Kendisinde ibadet olmayan bu vakitleri söyleyiniz?

Cevap  : a- Güneþ doðarken    b- Güneþ tam tepede iken     c- Güneþ batarken.

 

Soru 50: Namaz dinin direði ve ilk görülecek olan ibadettir. Namazlarýn vaktinde kýlýnmasý gerekir, çünkü “vakit” namazýn farzlarýndandýr. Vaktinde ve vakti geçtikten sonra kýlýnan namazlara ne ad verilir?

Cevap  : Vaktinde kýlýnan namaza; “Eda”,  Vaktinden sonra kýlýnan namaza ise; “Kaza” denir

 

Soru 51: Dinimiz her yönüyle bize kolaylýklar getirir. Ki bunlardan biride kýþýn ayaklarýmýza giyilen deriden yapýlmýþ mestlerin giyilmesidir. Bu mestler abdest alýndýktan sonra giyilir ve ondan sonra    belirli bir zamana kadar alýnacak abdestler için bu mestler çýkarýlmadan üzerine ýslak elle yapýlan meshetme iþlemi ile abdest alýnmýþ olur. Bu meshetmenin müddeti (süresi) yolculukta ve ikamette (bulunduðumuz yerde) ne kadardýr?

Cevap  : Ýkamette 24 saat (bir gün bir gece), yolculukta 72 saat (üç gün üç gece)

 

Soru 52: Dinimizde bir beldeden (oturduðumuz köy, kasaba veya þehirden) çýkýp yaya olarak 18 saatlik yola gitmiþ olan kimseye yolcu (Misafir) denir. (18 saatlik yolun karþýlýðý bugünün ölçüleriyle 90 km uzaklýktýr.) Bu mesafeye çýkmýþ olan yolcuya kolaylýklar olarak ayaðýndaki mestin müddeti 3 gün 3 gece olduðu gibi namazlar için de bazý kolaylýklar vardýr. Yolcu namazý ve seferilik dediðimiz bu namazlarýn kýlýnýþý nasýldýr?

Cevap  :  Dört rekatlý farz namazlarý iki rekat olarak kýlýnýr.

 

Soru 53: Dinimizde büyük abdest temizliði dediðimiz kan, meni, sidik, ve gaita (büyük pislik) gibi pisliklerin çýkmýþ olduklarý yerleri temizlemeye verilen isim nedir?

Cevap  :  Ýstinca.

 

Soru 54: Namazlarýn cemaatla kýlýnmasý 27 derece daha sevap olduðu bildirilmiþtir. Namazlarýmýzý cemaatla kýlarken imama ruküde yetiþmiþ kiþi o rekatý imamla kýlmýþ sayýlýr. Ruküden kalkarken, secde yapýlýrken veya tahiyyatta iken namaza iþtirak eden kiþi ise imam selam verdikten sonra kendi selam vermeden kalkar ve kaç rekat kýlmamýþ ise tamamlar. Namazýn baþlamasýndan sonuna kadar aralýksýz olarak imama uyan, namazýnýn tümünü imamla kýlan kimseye ne ad verilir?

Cevap  :  Müdrik (Namazý idrak etmiþ, yetiþmiþ manasýnda.)

 

Soru 55: Namaz baþlayýp ilk rekatýn ruküsünden sonra herhangi bir bölümünde imama uyan ve imamla birlikte kýlmadýðý rekatlarý cemaatýn selamýndan sonra kýlarak tamamlayan kiþiye ne denir?

Cevap  :  Mesbuk (sabýkalý)

 

Soru 56: Namaza imamla baþladýðý halde, kendisine namazda uyku, dalgýnlýk, cemaatýn çokluðundan bir eziyet veya abdesti bozulup ta namazýn bir kýsmýný imam ile birlikte kýlmayan kimseye ne ad verilir?

Cevap  :  Lahik.

 

Soru 57: Ýbadetlerimizin sýhhati için küçük abdest temizliði dediðimiz, erkeklerin idrar yaptýktan sonra idrar sýzýntýsýný beklemeleri gerekir. Yoksa abdest aldýktan sonra gelen damlalar abdesti bozmuþ olur. Ama insan abdestliyim düþüncesiyle ibadet eder ki bu emelde boþa gider. Bu sebeple idrarýn kesilmesini biraz yürüyerek, ayaklarý hareket ettirerek veya beklemek gibi

hallerle bekleyip sonrada su ile yýkamakla yapýlan amelin adý nedir?

Cevap  :  Ýstibra.

 

Soru 58: Hadis-i Kutside Rabbimiz (c.c.) buyuruyor ki; “Farzlarýmý yapmakla kulluðunuzu idrak edersiniz, nafilelerle bana yaklaþýrsýnýz.” Dinimizde farz  namazlarýn ve sünnetlerin dýþýnda kýlýnan birtakým nafile namazlar vardýr ki, bunlara tatavvu namazý da denir. Her bir namazýn kendisine has fazileti ve sevabý vardýr. Bunlardan bazýlarý; Duha, Kuþluk, teheccüt namazlarý,

Regaip, Berat, Miraç, Kadir geceleri namazlarý, yolculuk, tesbih namazlarý vb... Bir mescide, camiye ziyaret için gidildiðinde veya öðrenmek veya öðretmek gibi bir maksatla giren kimsenin daha mescide oturmadan nafile olarak kýldýðý iki rekat namazýn adý nedir?

Cevap  :  Tahiyyetül Mescit.

 

Soru 59: Güneþ doðup bir miktar yükseldikten sonra istiva vaktine kadar iki, dört,sekiz veya on iki rekat kýlýnabilen nafile namazýn adý nedir?

Cevap  :  Duha (kuþluk) namazý.

 

Soru 60: Ýnsanýn kendi hakkýnda bir þeyin hayýrlý olup olmadýðýna dair bir iþarete kavuþmak istediðinde, yatacaðý zaman iki rekat namaz kýlýp özel duasýný okuyarak bitirdiði namaz hangisidir?

Cevap  :  Ýstihare namazý.

 

Soru 61: Yatsý namazýndan sonra daha uyumadan veya bir miktar uyuduktan sonra kalkýp kýlýnan, iki rekatta bir selam verilerek iki, dört, altý veya sekiz rekat kýlýnabilen, Peygamber Efendimiz (a.s.)’ýn devam ettiði ve çok sevap olan bu namazýn adý nedir?

Cevap   : Teheccüt (gece) namazý.

 

Soru 62: Nisap; Þeriatýn bir þey için koymuþ olduðu belirli bir ölçü ve miktar demektir. Mesela; Altýn için nisap miktarý 96 gramdýr ve buna sahip olan kimse zengin sayýlýr ve bu malýn üzerinden bir yýl geçtikten sonra bunun zekatýný vermesi kendisine farzdýr. Koyun, keçi, sýðýr ve deve gibi mallarda nisap sayý iledir. Koyunlarda nisap ölçüsü ve miktarý nedir?

Cevap   : 39’a kadar zekat düþmez. 40’dan 120’ye kadar bir koyun.  121’den 200’e kadar iki koyun.  201’den 399’a kadar üç koyun.  400 koyuna dört ve sonraki her yüz koyuna bir koyun verilir.

 

Soru 63 : Sýðýrlarýn nisap ölçüsü ve miktarý ne kadardýr?

Cevap   : 29’a kadar zekat düþmez. 30’dan 40’a kadar iki yaþýnda bir buzaðý.  40’dan 59’a kadar üç yaþýnda bir dana. 60’da birer yaþýný bitirmiþ iki buzaðý ve sonra her 30’da bir buzaðý, her 40’da bir dana olarak hesap edilir.

 

Soru 64: Hangi mallardan zekat verilir?

Cevap  : a- Nakit paranýn, istenen borç paralarýn

                b- Ticaret mallarýnýn

                c- Koyun, keçi, sýðýr ve devenin

                d- Altýn ve gümüþlerin

                e- Arazi ürünlerinin

                 f- Madenlerin ve definelerin.

 

Soru 65: Zekat kimlere verilmez?

Cevap  :  a- Ana ve babaya

                b- Dede ve ninelere

                c- Evlatlara

                d- Karý veya kocaya

                e- Zenginlere

                f- Cami, mescit, çeþme ve benzerlerini yaptýrmak veya onartmak için zekat verilmez.

 

Soru 66: Kurban bayramýnda ibadet niyeti ile kurban kesmek hür, mukim (yolcu olmayan), müslüman, zengin olan kimselere vaciptir. Kurban ibadet maksadýyla olursa eda edilmiþ olur. Bunun dýþýnda ki maksatlarla (et yemek gibi) kesilen hayvanlar kurban olmayacaðý gibi birde vebal olur. Kurbaný kesme günleri hangi günlerdir.

Cevap  :  Kurban bayramýnýn 1. 2. ve 3.cü günleridir.

 

Soru 67: Kabe’nin etrafýnda usulünce ibadet için yedi defa dolaþmaya ne denir?

Cevap  : Tavaf.

 

Soru 68: Yeni doðan bir çocuðun doðduðu günden bülüð çaðýna gelinceye kadar Cenabý Hakk’a þükür olsun diye kurban kesmek mubahtýr. Fakat 7. Günü kesilmesi daha faziletlidir. Çocuðun doðduðunda kesilmesi gereken bu kurbana ne ad verilir?

Cevap  : Akika kurbaný.

 

Soru 69: Zekat kimlere verilir?

Cevap  : 1- Müslüman fakirlere

                2- Miskinlere

                3- Borçlulara

                4- Yolculara

                5- Azat olacak köle, cariyeye

                6- Zekat memurlarýna

                7- Müellefe-i Kulup (Kalpleri Ýslam’a ýsýndýrýlmak istenenlere)

                8- Xslam yolunda qaliäanlara

 

Soru 70: Tilavet secdesi ne zaman ve nasýl yapýlýr?

Cevap  : Kur’an’ý Kerim’den bir secde ayeti okunduðu yada duyulduðu zaman yapýlýr. Yapýlýþý: Ayaða kalkýlýr, eller kaldýrýlmadan tekbir alýnýr ve secdeye gidilir. Secde de üç defa “Sübhane Rabbiyel Azim” dedikten sonra tekrar Allah’ü ekber denilerek ayaða kalkýlýr.

 

Soru 71: Ameli salih ne demektir?

Cevap  : Allah (c.c.)’ýn rýzasýna uyan hayýrlý amel, günahlardan uzak iþtir.

 

Soru 72: Cenaze namazý nasýl kýlýnýr ve kaç tekbirdir?

Cevap  : Ayakta kýlýnýr ve dört tekbirlidir.

 

Soru 73: Kimlerin cenaze namazý kýlýnmaz?

Cevap  :  a- Düþük ve ölü doðan çocuklarýn

                b- Bilerek anne ve babasýný öldüren katillerin

                c- Yol kesicilerin

                d- Ýslam’a karþý çýkanlarýn namazý kýlýnmaz.

 

Soru 74: Belli bir zaman içinde sünneti de kaza edilen namaz hangisidir?

Cevap  : Sabah namazý,o günün öðle vaktine kadar sünneti ile birlikte kaza edilir.

 

Soru 75: Kaza namazý ne demektir?

Cevap  : Vaktinde kýlýnamayan beþ vakit namazý ödemek üzere, baþka vakitte kýlmaya denir.

 

Soru 76: Bir sünnet var ki,onu yerine getirmek bir farzý yerine getirmekten daha fazla sevaptýr. Bu farzdan daha sevap sünnet hangisidir?

Cevap  :  Selam vermek sünneti, selam almak sünneti farzdan daha fazla sevap kazandýrýr.

 

Soru 77: Çocuklarýn benimsemeleri ve alýþkanlýk kazanmalarý için, Ýslam’a göre hangi yaþta namaza baþlatýlmalarý gerekir?

Cevap  : Yedi yaþýnda.

 

Soru 78: Ýslam’a göre çocuk doðduðunda ismi nasýl konur?

Cevap  : Çocuðun sað kulaðýna ezan, sol kulaðýna kamet okunarak ismi zikredilir ve dua yapýlýr.

 

Soru 79: Kurban eti nasýl pay edilir?

Cevap  : Kurban eti üç kýsma ayrýlýr. Bir bölümü fakirlere, bir bölümü komþu ve dostlara, kalan bölümü ise ev halkýna ayrýlýr.

 

Soru 80: Zilhicce ayýnýn 9.cu, yani arife günü sabah namazýndan baþlayarak, bayramýn 4.cü günü ikindi namazýna kadar, her farz namazýn selamýndan sonra alýnmasý kadýn erkek her müslümana vacip olan tekbirlere ne ad verilir?

Cevap  :  Teþrik tekbirleri.

 

Soru 81: Her müslümanýn gün birlik yaþamýnda hiç unutmadan her yaptýðý iþin evvelinde söylemesi gereken bir söz vardýr. Bu söz nedir?

Cevap  :  “Bismillah” yada “Bismillahirrahmanirrahim” (Rahman ve Rahim olan Allah’ýn adýyla.)

 

Soru 82: Bir müslümanýn geleceðe dönük iþlerini tasarladýðý zaman, ümit ve temenni ifadelerini Rabbimizin isteðine býrakan bir imanla söylediði, unutulmamasý gereken söz nedir?

Cevap  :  Ýnþallah” (Eðer Rabbim dilerse) demek

 

Soru 83: Müslümanlarýn su içtiklerinde, yemek yediklerinde yada sevinçli bir haber aldýklarýnda söyledikleri söz nedir?

Cevap  :  “Elhamdülillah” (Þükür Allah’adýr.)

 

Soru 84: Müslümanýn müslüman üzerindeki beþ hakkýný sayýnýz.

Cevap  : a- Selamýna karþýlýk vermek

                b- Hasta ise ziyaretine gitmek

                c- Aksýrýnca dua etmek

                d- Meþru olan davetine gitmek

                e- Vefatýnda cenazesinde bulunmak.

 

Soru 85: Aksýran müslümanýn “Elhamdülillah” demesi gerekir. Yanýnda bulunan müslümanýn buna vermesi gereken karþýlýk nedir?

Cevap  :  “Yerhamükellah” (Allah sana rahmeti ile muamele etsin)

 

Soru 86: Ýslam’da selam verme ölçüsü nedir?

Cevap  : Küçük büyüðe, yürüyen oturana, bineklide yaya olana selam verir.

 

Soru 87: Bir müslüman Peygamber Efendimiz (a.s.)’ýn ismi andýðýnda yada yanýnda anýldýðýnda ne yapmasý gerekir?

Cevap  : Ona salat ve selam getirir.

 

Soru 88: Zekatýn faydalarýný yazýnýz.

Cevap  : a- Malý temizler

               b- Malý çoðaltýr

               c- Kalpteki dünya sevgisine ilaçtýr

               d- Müslümaný mal fitnesinden korur

               e- Allah (c.c.)’a bir þükürdür

                f- Kalbin katýlaþmasýný önler

                g- Ýhtiras (hýrs) zincirini kýrar

                h- Fakirleri dilenmekten alýkoyar

                i- Þefkat anahtarýdýr

                j- Malý ebedileþtirir, fert yatýrýma yönelir

 

Soru 89: Seferi olan kimsenin kendi oturduðu memlekete ne ad verilir?

Cevap  : Vatan-ý Asli

 

Soru 90: Hanefi mezhebine göre Cuma namazý en az kaç kiþi ile kýlýnýr?

Cevap  : En az üç kiþi ile kýlýnýr.

 

Soru 91: Sahih olmayan (geçerli olmayan) evlilikler nelerdir?

Cevap  : a- Sigar nikahý

               b- Hulle nikahý

               c- Mute nikahý

               d- Ýhramlýnýn nikahý

               e- Zinakar kadýnla nikah

                f- Dörtten fazla kadýnla yapýlan nikah

                g- Ayný anda iki kýz kardeþ ile yapýlan nikah.

 

Soru 92: Sigar nikahý nedir tarif ediniz?

Cevap  : Aralarýnda mehir (kýzýn kýzlýk hakký) olmaksýzýn bir adamýn kendi kýzýný diðerinin kýzý karþýlýðýnda ona nikahlamasýna denir.

 

Soru 93: Yeminin keffareti nedir söyleyiniz?

Cevap  :  a- Gücü yetiyorsa müslim yada gayri müslim bir köle veya cariyeyi azat etmek.

                b- Veya on fakiri akþamlý sabahlý doyurmak

                c- Veya on fakiri orta halli giydirmek

                d- Veya üç gün aralýksýz oruç tutmaktýr.

 

Soru 94: Nikahý kendisine haram olanlarý sayýnýz.

Cevap  :  a- Karabet (yakýnlýk) ciheti ile haram olanlar.

                b- Sýhriyet (sonradan kazanýlan akrabalýk) yoluyla haram olanlar.

                c- Emiþme yoluyla haram olanlar (ayný kadýnýn emzirdiði çocuklar)

                d- Ýki kýz kardeþi bir arada nikahlamak. (Ýkiside yaþarken tek erkeðin hanýmlarý olamazlar.)

                e- Musahere cihetiyle haram olanlar. (Yani üvey kýz babaya, üvey oðlan anaya haramdýr.)

                f- Efendinin cariyesini, hanýmefendinin de kölesini nikahlamasý haramdýr.

                g- Kafir kadýnla bir mecusi kadýný veya putperest bir kadýný bir arada bulundurmak.

                h- Cariye ile hür kadýný bir arada bulundurmak.

                i- Dörtten çok (bir arada) nikah yapmak.

                j- Baþkasýnýn zevcesini nikahlamak.

                k-Nikahlý iken hamile kalan kadýný nikahlamak.

 

Soru 95: Karabet (yakýnlýk) ciheti ile kendisine haram olanlar kimlerdir?

Cevap  : Analar, Kýzlar, Kýz kardeþler, Halalar, Teyzeler, Erkek ve kýz kardeþlerin kýzlarý.

 

Soru 96: Namazda birinci tahiyyat ile ikinci tahiyyat arasýnda ne fark vardýr?

Cevap  : Birincisi vacip, ikincisi ise farzdýr.

 

Soru 97: Yeryüzünde üç mescit vardýr ki, bunlarda kýlýnan namazlar diðer mescitlerde kýlýnan namazlardan sevabý daha fazladýr. Bu mescitleri sevap çokluðu sýrasý ve sevap oranlarý ile yazýnýz.

Cevap  :  a- Mescidi Haram (Kabe); Yüz bin namaz sevabý

                b- Mescidi Nebevi; Bin namaz sevabý

                c- Mescidi Aksa; Beþ yüz namaz sevabý vardýr.

 

Soru 98: Ýnsanlarýn akýllýsý kimdir? Sorusuna Peygamber Efendimiz (a.s.)’ýn verdiði cevap ne olmuþtur?

Cevap  :  “Ölümü çok hatýrlayýp onun için hazýrlýklý olandýr.” Cevabýný vermiþtir.

 

Soru 99: Namazlarýmýzý kýlarken Ruküden sonra kalkýp secdeye gitmeden kýyam halinde iken zikrettiðimiz “Rabbena lekel hamt”in manasý nedir?

Cevap  : Rabbimiz þükür ancak sanadýr demektir.

 

Soru 100: Namazlarýmýzda secdede iken en az üçer kez söylediðimiz “Sübhane rabbiyel ala”nýn manasý nedir?

Cevap    : Yüce Rabbimi tüm eksiklerden tenzih ederim demektir.

 

Soru 101: Namazlarýmýzda ruküde iken en az üç defa söylediðimiz “Sübhane rabbiyel azim”in manasý nedir?

Cevap    : Yüce Rabbimiz tüm eksiklerden münezzehtir demektir.

 

Soru 102: Sýhriyet (sonradan kazanýlan akrabalýk) ciheti ile kendisine haram olanlar kimlerdir?

Cevap    :  Zevcenin annesi (Kaynana), Zevcenin kýzý (Üvey kýz), Babasýnýn zevcesi(Üvey anne), Oðlunun zevcesi (Gelini).

 

Soru 103: Peygamber Efendimiz (a.s.) haftanýn hangi günleri oruç tutardý?

Cevap    : Pazartesi ve Perþembe günleri.

 

Soru 104: Abdestin vaciplerini sayýnýz?

Cevap    : Abdestin vacibi yoktur.

 

Soru 105: Dinimizde misafir kime denir?

Cevap    : 15 günden daha az oturmak niyeti ile, 90 km veya daha uzak bir yolculuða çýkana denir.

 

Soru 106: Ýslam dininin uygulamaya dönük yasa ve hükümlerini delilleriyle bildiren ilme ne denir?

Cevap    :  Fýkýh denir.

 

Soru 107: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ýn kurduðu Ýslam devletini idare eden veya Ýslam devletinin kurulmasý için mücadele eden, bütün iþlerinde mü’minlere Emir olan kiþiye hak ölçüleri çerçevesinde baðlanýp itaat etmeðe, malý ve canýyla onu desteklemeye ne ad verilir?

Cevap    : Beyat (Biat) denir.

 

Soru 108: Ýmam olabilmenin þartlarý nelerdir?

Cevap    : a- Açýk ve herkes tarafýndan bilinmesi

                  b- Ehliyetli, dirayetli ve tam idareci olmasý

                  c- Siyaset ilmini ve sanatýný iyi bilmesi

                  d- Ýslam nizamýný yürürlükte tutmaya yetenekli olmasý

                  e- Adaletli olmasý

                  f- Hür ve erkek olmasý

                  g- Akil balið ve müçtehit olmasý.

 

Soru 109: Cuma namazýný eda edebilme þartlarý nelerdir?

Cevap    : a- Þehir veya þehir hükmünde olan yer

                  b- Halife veya görevlendirdiði kiþinin kýldýrmasý

                  c- Namazdan önce hutbe okunmasý

                  d- Cemaatla kýlýnmasý

                  e- Vakti geçmeden kýlýnmasý

 

Soru 110: Rasulüllah (a.s.)’ýn “küçük þirk” olarak nitelendirdiði günah nedir?

Cevap    : Riya (Gösteriþ için ibadet.)

 

Soru 111: Boðulan kimseyi kurtarmakta olan kimse namaz vakti geçiyorsa ne yapar?

Cevap    : Boðulmakta olan kimseyi kurtarýr. Namazý sonra kýlar.

 

Soru 112: Arafat ve Müzdelife’de iki namazý birleþtirerek kýlmaya ne denir?

Cevap    : Cem’us-Salat

 

Soru 113: Ýmam farz namaza cemaatla baþladýktan sonra nafile namaz kýlmak ne olur?

Cevap    : Mekruh olur.

 

Soru 114: Cemaatý terk edip namazlarý evde kýlmayý adet haline getiren kimseye ne denir?

Cevap    : Melun.

 

Soru 115: Þeytan nerede taþlanýr?

Cevap    : Mina’da.

 

Soru 116: Oruç ne zaman farz kýlýndý?

Cevap    : Hicretin 2.ci yýlýnda.

 

Soru 117: Ýslam fýkhýnda feri deliller hangileridir?

Cevap    : a- Ýstihsan    b- Mesaliki Mürsele   c- Örf      d- Önceki þeriatlar    e-Sahibi kavli    f-Ýstishap

 

Soru 118: Ýnsanlarýn ve evcil hayvanlarýn yiyecek ve içecekleri olan maddeleri ucuz olan yerlerden alýp kýymetinin artmasý için 40 gün bekletmeye ne ad verilir?

Cevap    : Ýhtikar denir.

 

Soru 119: Ýslam hukukunda miras taksimini kendisine konu alan ilmin adý nedir?

Cevap    : Feraiz ilmi.

 

Soru 120: Hac esnasýnda Safa ile Merve arasýnda müslüman erkeklerin her gidiþ ve geliþte göðüslerini gererek (çalýmlý çalýmlý) yürümeye ne ad verilir?

Cevap    : Hervele.

 

Soru 121: Peygamber (a.s.): “En hayýrlý amel vaktinde kýlýnan namazdýr” buyurmaktadýr. Vaktinde kýlýnmayan namazlar ise mutlaka kaza edilmelidir. 6 vakit namaz üst üste kazaya kalmayan kiþiye ne ad verilir?

Cevap    :  Sahib-i Tertip.

 

Soru 122: Zekat Ýslam toplumundaki, sosyal yardýmlaþmanýn, müslümanlar arasýndaki sevgi ve kardeþliðin kuvvetlendirilmesi açýsýndan Rabbimizin müslümanlara olan bir rahmetidir. Zekatýn kimlerden alýnacaðýný ve kimlere verileceðini Ýslam belirlemiþtir. Altýn da zekata tabi mallardandýr. Hanefi mezhebine göre altýnýn zekata tabi olmasý için nisap miktarýný yazýnýz.

Cevap    :  97 gram, 20 miskal ve 60 santimdir.

 

Soru 123: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ýn ahirete irtihalinden sonra sekizinci asýrdan itibaren bir ilim olarak þekillenmiþtir. Ancak peygamberimizin ve sahabenin yaþadýðý maneviyatý ve ahlaki olguyu amaç edinmiþtir. Nefisleri temizleyip terbiye etmek, ahlaký güzelleþtirmek ve dini yaþamak ilmidir. Züht ve takva ile ruhu temizleyen, insaný Allah sevgisinde eriten, nefsi Allah yolunda mal ve can vermeye hazýrlayan, Allah’tan baþkasýyla kalbi iliþkiyi kesmeyi amaçlayan, toplumlarýn her devirde ihtiyaç duyduðu ilmin adý nedir?

Cevap    :  Tasavvuf.

 

Soru 124: Bir insan müslüman iken daha sonra Ýslam dininden dönse bu insana hemen tövbe edip tekrar Ýslam’a dönmesi emredilir. Bu tür Ýslam’dan dönme olaylarýna Hz. Peygamber (a.s.) döneminde 3, Hz. Ebu Bekir döneminde 7, Hz. Ömer döneminde ise 1 kere meydana geldiði görülmüþtür. Ýslam hukukuna göre Ýslam’dan dönme olayýna ve dönen þahsa ne ad verilir?

Cevap    :  Olaya Ýrtidat,  dönene Mürtet denir.

 

Soru 125: Kýyamete kadar yasaklanan, nikah þahitleri bulunmaksýzýn, bir kadýna para verip, belli zaman için beraber yaþamak üzere sözleþmek anlamýna gelen muta nikahý gibi, þahitler huzurunda, ama yüz senede olsa belli bir zaman sonra boþanmayý söyleyerek ve bütün þartlarýna uyularak yapýlan bir nikah çeþidi daha vardýr ki, bu kesinlikle haramdýr. Bu nikah çeþidi hangisidir?

Cevap     : Muvakkat nikahý.

 

Soru 126: Kabe’yi tavaf ederken Haceri esvedin karþýsýndan baþlamanýn hükmü nedir?

Cevap    : Vacip.

 

Soru 127: Namaz kýlan kimseye ne denir?

Cevap    : Musalli denir.

 

Soru 128: Hac ve umrenin vaciplerindendir. Mekke-i Mükerreme’nin içinde ve Mescidi Haram dýþýnda bulunan Safa ve Merve denilen basamaklý iki tepe arasýnda Safa’dan baþlayarak Merve’ye ve Merve’den Safa’ya yedi kere gidip gelmektir. Bu gidip gelme olayýna ne ad verilir?

Cevap    : Say

 

Soru 129: Mikat mahalli dýþýnda oturan bir kimsenin Mekke’ye varýnca ilk ne yapmasý gerekir?

Cevap    : Kudüm tavafý.

 

Soru 130: Haccý veya umreyi yada her ikisini de eda etmek için mübah olan bazý þeyleri kendi nefsine geçici olarak haram kýlmak, onlarý yapmaktan sakýnmak ve haram denilen Mekke sýnýrlarý içine girme haline ne denir?

Cevap    : Ýhram.

 

Soru 131: Ramazan ayýnýn son günü içinde bir mescitte dünya iþlerinden tamamen uzaklaþarak ibadet etmeye ne denir?

Cevap    : Ýtikaf

 

Soru 132: Kazasý olmayan namaz hangisidir?

Cevap    : Cuma namazý

 

Soru 133: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ýn ömründe bir defa yaptýðý ve Ýslam’ýn beþ þartýndan biri olan ibadetin adý nedir?

Cevap    :  Hac

 

Soru 134: Fýkýh ilminin dört büyük kýsýmlarýndan biri olan cezalarla ilgili bölümüne ne isim verilir?

Cevap    :  Ukubat

 

Soru 135: Teyemmümün farzlarý nelerdir?

Cevap    :  Niyet etmek, elleri topraða vurarak kollarý ve yüzü meshetmek.

 

Soru 136: Hangi namaz çeþidini kýlmak zorunluluðu yoktur?

Cevap    : Nafile namazýn.

 

Soru 137: Haccý veya umreyi yada her ikisini eda için mübah olan þeylerden bazýlarýný geçici olarak haram kýlmak, onlarý yapmaktan sakýnmak ve haram denen Mekke sýnýrlarý içeri girme haline denir. bu halde iken günah, isyan, kavga gibi þeylerden çekinmek icap eder. Cinsi yakýnlaþma terk edilir, avlanýlmaz, týraþ olunmaz, yeþil ot dahi kopartýlmaz. Bu hale ne ad verilir?

Cevap    :  Ýhram

 

Soru 138: La ilahe Ýllallahýn kelime manasý Allah’tan baþka ilah olmadýðýna inanmakla birlikte geniþ manada dört þeyi içerir. Bunlardan üç tanesi þunlardýr: a-Ben Allah’ýn kuluyum  b-Ben yardýmý ancak Allah’tan beklerim c-Ancak Allah’ýn rýzasýný  gözetirim demektir. Diðer dördüncüsü nedir?

Cevap    :  Kanun koyucu ancak Allah (c.c.)‘dýr.

 

Soru 139: Mescidi Haram, Kabe ve etrafýný saran mescidin tamamýnýn adýdýr. Mescidi Haram yeryüzünde yapýlan ilk mescittir. Hacýlar burayý ziyaret ve Kabe’yi tavaf için giderler. Mescidi Haramýn bölümlerinden bazýlarý þunlardýr: Zemzem, Safa ve Merve tepeleri, Minberi Þerif, Mültezem, Makamý Cibril, Hatim, Metaf, Þerif yani tavaf yeri, Makamý Ýbrahim, Kabe-i Muazzama, bunlardan baþka Kabe’nin hemen önünde belli bir boþluktan sonra yay þeklinde bir duvar vardýr. Hacýlar tavaf ederken Kabe ile bu duvar arasýndan geçmezler. Burada Hz. Hacer ve Hz. Ýsmail’in mezarlarýnýn bulunduðu rivayet edilmektedir. Bu yerin adý nedir?

Cevap    :  Hicri Ýsmail

 

Soru 140: Namazlarda kýyam, rüku ve secde gibi her rüknünü sükunetle yerine getirmeye ve bu rükunlarý yaparken her uzvun yatýþýp, hareket halinden beri olmasýna tadili erkan denir. Mesela, rükudan kýyama kalkarken vücut dimdik hale gelmeli ve sükunet bulmalý. Namazlarýn tadili erkana göre kýlýnmasýnýn hükmü Ýmam-ý Azama göre nedir?

Cevap    :  Vaciptir

 

Soru 141: Her ibadette olduðu gibi hac ibadetinin de vacipleri vardýr. Bunlara örnek olarak, ihrama belirli yerden baþlamak, ziyaret tavafýný kurban bayramýnýn birinci, ikinci ve üçüncü günlerinde yapmak ve veda tavafý yapmayý da sayabiliriz. Ýhramsýz girmenin yasak olduðu yerlere (sýnýrlara) ne ad verilir?

Cevap: Mikat mahalli.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KAYNAKÇA

 

 

 

Abbâdî, el-Mülkiyye fî þ-Þerîati'l-Ýslâmiyye, Ammân 1974

 

Hanbel, Ahmed ibnu, (v. 241) Müsnedu Ahmedi'bni Hanbel, 1313. Kahre (baskýsýndan ofset). Beyrut, ty.

 

Akgündüz, Ahmet, Ýslâm Hukukunda ve Osmanlý tatbikatýnda Vakýf Müessesesi, Ankara 1988

 

Aydýn, Mehmet, Dinler Tarihi, Konya 1980

 

Aclunî, Ýsmail Ýbnu Muhammed (v. 1162/1748): Keþfu'l-Hafa Müzîlü'l-Ýlbâs ammâ Ýþtehere mine'l-Ehâdîsi alâ Elsineti'n-Nâs, Beyrut 1351

 

Amidi, Seyfuddin Ebu'l-Hasen Ali Ýbnu Ebi Ali (v. 631), el-Ýhkam fi Usuli'l-Ahkam, Kahire, 1968/1387

 

Allan, Muhammed b.- Delilu'l-Fâlihîn, Mýsýr 1971

 

Ayni, Bedru'd-Din Ebu Muhammed Mahmud Ýbnu Ahmed (v. 855), Umdetü'l-Kârî Þerhu Sahihi'l-Buhari, 1348 (baskýsýndan ofset, Beyrut).

 

……. Tibyan Tefsiri, Ýstanbul-1986

 

Aliyyu'l-Kâri, Fýkh-ý Ekber Þerhi, terc. Y. Vehbi Yavuz, Ýstanbul 1979

 

…………. Þerhu'l Fýkhý'l-Ekber, Mýsýr 1323 h.

 

Ahmed Saim Kýlavuz, Ýman-Küfür Sýnýrý, Ýstanbul 1982

 

Baðdâdî, Târihû Baðdâd, Mýsýr 1394/ 1931

 

………..Usûlü'd-Dîn, Ýstanbul 1346/1928

 

Behûtî, Þerhu Müntehâ'l-Ýrâdât, Beyrut t.y

 

Beydâv, Envanu't-Tenzil ve Esranu't-Te'vîl, Mýsýr 1955

 

Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Ýstanbul 1962

 

Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük Ýslâm Ýlmihali, Ýstanbul 1985

 

Buharî, Ebi Abdillah Muhammed Ýbnu Ýsmail (sv. 256) el-Ebedi'l-Müfred, Kahire, 1379.

 

…………..et-Tarihu'l-Kebîr, Haydarâbâd. 1360

 

Canan, Ýbrahim, Kütüb-i Sitte Muhtasarý Þerhi, Ankara 1988.

 

Cessas, Ebu Bekir Ahmed Ýbnu Ali (v. 370), Ahkamu'l-Kur'an, Kahire, ty.

 

el-Ceziri,el-Fýkh ale'l-Mezâhibi'l-Erbea, Çaðrý,Ýstanbul,1968

 

el-Cevher, es-Sýhah, Beyrut, 1399/1979

 

Cürcânî, Þerhu'l-Mevâkýf, Ýstanbul, 1311 h.

 

………et-Ta'rifât, Beyrut,ty.

 

Demir,Fahri, Ýslâm Hukukunda Mülkiyet ve Servet Daðýlýmý, 1981 Ankara

 

Devâlibî,Muhammed Maruf, Ýlmi Usûl-i Fýkýh, Beyrut 1965

 

Döndüren Hamdi, Delilleriyle Ýslâm Ýlmihali, Ýstanbul, 1991

 

……….  Delilleriyle Ýslâm Hukuku, Ýstanbul 1983

 

Darakutnî, Ali Ýbnu Ömer (v. 358), es-Sünen, Kahire, 1386/1966

 

Dehlevi, Þah Veliyyullah Ahmed Ýbnu Abdurrahim (v. 176) el-Ýnsaf fi beyan-ý Sebebi'l-Ýhtilaf fi'l-Ahkami'l-Fýkhiyye, Kahire, 1398.

 

Ebu Zehra, Ýslâm'da Fýkhî Mezhepler Tarihi, Trc. Abdulkadir Þener, Ankara 1968

 

…………., Ýmam Malik, Ankara 1984,

 

………….Usûlü'lFýkh, Dâru'l-Fikri'l-Arabî tab' 1377/1958

 

………….eþ-Þafiî, Terc. Osman Keskioðlu, Ankara 1969

 

…………. el-Ahvâluþ-þahsiyye, Kahire 1368/1948

 

Ebî Ya'lâ, Tabakâlü'l-Hanâbile, Kahire 1378/1952

 

Emin,Ahmed, Fecrul-Ýslâm, Kahire 1964

 

Erdoðan, Mehmet, Ýslâm Hukukunda Ahkâmýn Deðiþmesi, Ýstanbul 1990

 

Erzurumi, Ýbrahim Hakký, (v. 1194), Marifetname, Ýstanbul, 1330

 

Frûzâbâd, Kâmus Tercemesi, Ýstanbul 1305

 

Gölcük-Þerafettin, Kelâm, Konya 1988

 

el-Gazzalî, el-Ýhyâ, Beyrut t.y

 

Haydar, Ali, Düreru'l-Hukkâm þerhu Mecelleti'l-Ahkâm, Ýstanbul 1299

 

Hadimî, Ebu Said Muhammed, Menâfiu'd-Dakâik fi, Þerhi Mecâmü'l-Hakâik, Ýstanbul 1305

 

el-Hâkim, el-Müstedrek alâ's-Sahîheyn, Haydârâbâd-Deken 1335.

 

Hallâf, Abdulvehhab, Ýlmu Usûli'l-Fýkh, Kahire 1978

 

Hüseyin, Taha, el-Fitnetu'l-Kübra, Kahire 1966

 

Hüsrev,Molla, Dürerü'l-Hukkâm Þerhu Gureril-Ahkâm, Ýstanbul 1979,

 

Ýbnü'l-Cevzî; Menâkýbu'l-Ýmam Ahmed, Mýsýr 1349

 

Ýbnu Hacer el-Askalanî (v. 852), Selamet Yollarý, Tercüme: Ahmed Davudoðlu, Sönmez Neþriyat, Ýstanbul, 1972.

 

….. ……..Fethu'l-Bari, Mýsýr, 1959.

 

………… el-Ýsâbe, Mýsýr 1328,

 

………….Bülûðu'l-Merâm, Terc. A. Davudoðlu, Ýstanbul 1967

 

Ýbnu'l-Arabi, Ebu Bekr (v. 543), Ahkamu'l-Kur'an, Kahire, 1968.

 

…………. el-Fütühâtü'l-Mekkiye, Bulak, 1269 h.

 

Ýbn Abdilberr, Câmiu'l-Beyâni'l-Ýlm, Mýsýr 1346,

 

Ýbnu Kesir, Ýmamuddin Ebu'l Fida (v. 774), Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim, Beyrut, 1966.

 

Ýbn Hallikân, Vefeyâtü'l-Ayân, Kahire 1367/1948

 

Ýbnu Hazm, Ali, el-Endülusî (v. 457/1064): el-Ýhkâm fi Usûlü'l-Ahkâm, Kahire, ty.

 

………….el-Fasl fi'l Milel, Beyrut 1395/1975

 

Ýbnu Asâkir, Keþfu'l-Gýta fi Fazâili'l-Mustafa, 1946, Mýsýr

 

Ýbn Abidin, Reddü'l-Muhtâr, Ýstanbul 1984

 

Ýsfahânî, el-Müfredât fi Caribi'l-Kur'an, Mýsýr 1961

 

Ýbn Kudâme, el-Muðnî, Kahire t.y.

 

Ýbnü'l-Kayyim, Ý'lâmü'l-Muvakkýîn, thk. M. Muhyiddin Abdulhamid, Mýsýr 1955

 

Ýbnü'l Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Beyrut 1317

 

Ýbnu Haldun Abdurrahman (v. 808), el-Mukaddime, Beyrut, ty.

 

Ýbnu Hibban, Ebu Hatim Muammed Ýbnu Hibban el-Bustî, Sahihu Ýbnu Hibban, Beyrut 1987.

 

Ýbn-i Manzur, Lisânü'l-Arap, Bulak Mýsýr 1303

 

Ýbnü'n-Nedim, el-Fihrist, Beyrut 1954

 

Ýbn Nüceym, el-Efbah ve'n-Nezâir (Hamevi Þerhi ile), Ýstanbul 1257

 

Ýbn Ýshak, Ýbn Hiþam, Sîre, Beyrut 1391

 

Ýbn Hiþam, Sîre, Beyrut 1391

 

Ýbnül-Esîr, el-Kâmil, Beyrut 1385/1965

 

Ýbn Rüþd, Bidâyetü'l-Müctehid, Mýsýr, t.y

 

ibn Zenceveyh, Kitabu'l-Emvâl, Ýstanbul 1977

 

el-Ýsnevî, Þerhu Minhâci'l-Usûl, Mýsýr 1316

 

Ýþler, Mehmed Hulusi, Nefis ve Þeytan, Ýstanbul 1984

 

Ýzmirli,Ýsmail Hakký, Yeni Ýlmi Kelam, Ýstanbul 1339/1341

 

el-Kevserî, M. Zahid, Te'nîbü'l-Hatîb, Kahire, 1361

 

Kýlavuz, A. Saim, Anahatlarýyla Ýslâm Akâidi ve Kelâm'a Giriþ, Ýstanbul 1987

 

Karaman, Hayrettin, Fýkýh Usûlü, Ýstanbul 1963

 

Kâsânî, Bedâyiu's Sanâyi, Beyrut 1328/1910

 

Kutup, Seyyid, Fizýlâlý'l-Kur'an, Çev: M. E. Saraç, Ý Hakký Þengüler, Bekir Karlýða, Ýstanbul

 

Kurtubî, el-Câmi' Li Ahkâmi'l Kur'an, Kâhire 1967

 

Matürîdî, Te'vîlât, vrk. 182a. Numara: 47 Raþid Efendi Kütüphanesi, Kayseri

 

Meydanî, el-Lubâb, Ýstanbul, ty.

 

Maverdi Eb'l-Hasen Ali ibnu Muhammed (v. 450), Edebu'd-Dünya ve'd-Din, Ýstanbul 1299

 

………….. el-Ahkâmû's-Sultâniyye, Kahire 1298

 

……….en-Nuketu ve'l-Uyunu, Beyrut, 1992

 

el-Mutîî, Necib, Tekmiletü'l-Mecmü', Bâcî, el-Müntekâ, Kahire 1332

 

Münâvî, Feyzu'l-Kadîr, Beyrut 1972

 

Molla Hüsrev, Düraru'l-Hukkâm, Ýstanbul 1307

 

Mevdudî, Tefhimu'l-Kur'an, Terc. Heyet, Ýstanbul 1986

 

Nâsýf, Mansur Ali, et-Tâcü' el-Câmi' li'l-Usul, fi Ahadisi'r-Rasûl, Ýstanbul,ty

 

En-Nevbaht, Firaku'þ-þîa, Necef 1368

 

en-Nebhân, Faruk, Ýslâm Anayasa ve Ýdare Hukukunun Genel Esaslarý, Çev. Servet Armaðan, Ýstanbul 1980

 

Nesefý, Ebu'l-Mu'ýn Meymûn b. Muhammed, Tabsýratü'l-Edille, vrk. 8b-9a. Raþid Efendi Kütüphanesi, Numara: 496. Fatih Kütüphanesinde 2907 numarada kayýtlý nüsha, vrk.

 

…………El Menar fi Usûl-i Fýkh, Ýst: 1326

 

Neysâbûrî, Ma'rifetu Ulûmi'l-Hadîs, nþr. es-Seyyid Muazzam, Kahire 1937

 

Nizameddin, Þeyh, Fetâvâ'l-Hindiyye, Bulak 1310 h.

 

Nureddin, Ali ibnu Ebi Bekr (v. 807), Mecma'u'z-Zevaid, Beyrut, 1967

 

Râgýb, El-Mutredâd; Asým Efendi, Kamüsü'l-Mühit tercemesi, Ýstanbul 1272

 

………….el-Müfredât fi Caribi'l-Kur'an, Mýsýr, 1961

 

Razî, et-Tefsiru'l-Kebir, Mýsýr 1937

 

Safve, Ahmed Zeki, Cemheretu Hutebi'l-Arab, Mýsýr 1962

 

Serahsî, Þemsü'd-Dîn Ebu Bekr Muhammed Ýbnu Ahmed (v. 490/1096): Usûlu's-Serahsî, Haydarâbad-Deken, 1973

 

es-Sýddîkî, Delilu'l-Falihin li turuki Riyazi's-Salihin, Mýsýr 1971

 

Suyuti, Celalü'd-Din Abdurrahman Ebu Bekr (v. 911) Tefsiru Celaleyn, Dýmeþk, 1378

 

………. Tedrîbu'r-Râvî, Mýsýr 1379,

 

……….Tedribu'r-Râv fi Þerhi Takribi'n-Nevev, Mýsýr 1379,

 

………….El Ýtkan fi Ulûmû'l Kur'an, Kahire: 1368,

 

Sabunî, el-Bidâye, terc. Bekir Topaloðlu, Ankara 1979

 

Sâbûnî, Mâtürîdî Akaidi, terc. Bekir Topaloðlu, Ankara 1979

 

Subkî, el-Menhel, Beyrut, 1394

 

Serahsî, el-Mebsût, Beyrut 1331

 

…….. Þerhu's-Siyeri'l Kebîr, Kahire 1971

 

Þa'ban, Zekiyüddin, Usûlü'l-Fýkh, Terc. Ýbrahim Kâfi Dönmez, Ankara 1990

 

eþ-Þafiî, elÜmm, Kahire 1321-1325

 

…… er-Risâle, Kahire 1979

 

eþ-Þâtýbî, Ebu Ýshâk Ýbrahim Ýbnu Mûsâ (v. 790/1388): el-Muvâfakât fî Usûli'l-Ahkâm, Kahire. 1969.

 

Þevkânî, Neylü'l-Evtâr, el-Matbaatü'l-Osmâniyye, Mýsýr,ty

 

eþ-Þirbinî, Muhammed b. Ahmed, Muðni'l-Muhtâc, Beyrut (t.y.)

 

Tahavî, Ebu Ca'fer Ahmed Ýbnu Muhammed (v. 321), Þerhu Me'ani'l-Asar, Kahire, 1387/1968

 

……..Hâþiye alâ Merâký'l felâh, Ýstanbul, 1985

 

Taftâzânî, Þerhu'l-Makâsýd, Ýstanbul t.y.

 

Taberî, Câmiu'l-Beyân, Mýsýr 1388/1968

 

………..Tefsir, Mýsýr 1954

 

……..Tarih, Mýsýr 1326

 

Tehanevî, Keþþâfu lstýlâhâti'l-Funun, Ýstanbul 1984

           

Topaloðlu, Bekir. Kelam Ýlmi (Giriþ), Ýstanbul 1987

 

 

Ünal Ali, Kur'an'da Temel Kavramlar, Ýstanbul 1986

 

Yazýr, Elmalýlý Hamdi, Hak Dini Kur'ân Dili, Ýstanbul 1971.

 

Zehebî, Tercemetü Ahmed b. Hanbel, Müsned'in baþtarafý, Mektebetü'l-Maarif tab'ý, Mýsýr, ty

 

……….Tezkiretü'l-Huffâz, Haydarâbâd 1375/1955

 

ez-Zernûci, Ýmam Burhaneddin, Ta'limü'l Müteallim, Ýstanbul 1980

 

ez-Zemahþerî, el-Keþþâf, Mýsýr 1977

 

Zebîdi, Tecrid-i Sarih Terc. Kâmil Miras, Ankara 1985

 

ez-Zeb, Seyyid Muhammed Murtaza, Ed, Tâcü'l-Arûs, Beyrut, ty,

 

Zeydan, Abdülkerîm, Ýslâm Hukukuna Giriþ, Terc. Ali Þafak, Ýstanbul (t.y)

 

Zeylâî, Tebvînü'l-Hakâik, Beyrut, ty

 

………..Nasbu'r-Râye, 1. Baský, 1393/1973

 

Zihni,Mehmet, Nimet-i Ýslâm, Ýstanbul 1316

 

Ziyaüddin, G.Ahmed, Ramuz El Hadis, Gonca Yayýnevi, Ýstanbul, 1997

 

Zühaylî, el-Fýkhu'l-Ýslâmî ve Edilletüh, Dýmaþk 1405/1985

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Baskýya Hazýrlanan Kitaplar

 

 

1.KUR’AN’IN RUHU-KUR’AN-I KERÝM (Sebeb-i Nüzulü Açýklamalý ve Kelime Kelime Meali)

Bütün kitaplar tek bir kitabý anlamak içindir,

Bütün bilgiler tek bir bilgiye ulaþmak içindir,

Bütün hakikatler tek bir hakikat içindir,

Bütün dinler tek bir dine kavuþmak içindir,

Bütün güzellikler tek bir güzeli görmek içindir,

Bütün ilahlar tek bir Allah'a eriþmek içindir,

Bütün yollar tek bir yolu yürümek içindir,

Bütün þeyler tek bir þeyi anlamak içindir,

Aslýnda herþey tek bir þey ve ayný þeydir.

 

2. KIRK AYET –KIRK HADÝS (Kýrk Hadis)

Resûlullah (a.s): "Kim ümmetime, sünnetimden kýrk tanesini koruyup ulaþtýrýrsa ben kýyamet günü onun imânýna þâhid ve þefaatçi olurum" (Abdullah Ýbnu'l-Mubârek el-Hanzalî (181/797). Beyhakî, Þuabu'l-Ýmân, 2/270)

Sebeb-i Nüzulüne göre kýrk ayet ve Sebeb-i Vüruduna göre kýrk hadis. 

Sünneti anlamak için Peygamberi tanýmak, Peygamberi tanýmak için  KUR’AN-I KERÝM’e bakmak, bunun için de KUR’AN-I KERÝM’in dilini bilmek þarttýr.

 

3. EVRENÝN RUH HARÝTASI (Akaid Kitabý)

Kaybetmiþiz Pusulamýzý

Ebrehelerin Hüküm Sürdüðü Kaldýrýmlarda

Ölüler Abid

Taþlar Mabud

Aðaçlar Mabed Olmuþ.

 

4. ÝNSANLIÐIN RUH HARÝTASI (Ahlak Kitabý II Cilt)

Ahlak, ruhun derinliklerinde dýþa yansýyan iyiliðin, kývýlcýmýdýr.

Gülün güzelliði rengidir.

Bülbülün ki, sesidir.

Göðün ki, yýldýzlardýr.

Yerlerin ki, bitkilerdir.

Dilberin ki, cemalidir.

Yiðidin ki, bileðidir.

Arifin ki, bilgidir.

Abidin ki, zikridir.

Ýnsanlýðýn ki ise, AHLAKIDIR.

 

5. RUHLARIN ÞÝFASI (Esma’ül Husna)

“En güzel isimler (el-esmâü'l-hüsnâ) Allah'ýndýr. O halde O'na o güzel isimlerle dua edin. Onun isimleri hakkýnda eðri yola gidenleri býrakýn. Onlar yapmakta olduklarýnýn cezasýna çarptýrýlacaklardýr.” (7:180)

Ebû Hüreyre (r.a) den nakil: Resûlüllah (a.s) buyurdular ki:

"Þüphesiz ki, Allahü Teâlâ'ya mahsus doksan dokuz isim vardýr. Her kimbu (güzel) isimleri ihsâ eder (sayar, ezberler vedilinin  tesbihi  haline getirirse) Cennete girer.”(Tirmizi, ibn Hibban ve Hakim)

Esma-ül Husna’nýn bilinmesi üç þey için çok önemlidir:

1-Ýlahi Rububiyyet; yüce Allah’ýn Rabbaniyyetine dalalet eden; varlýðýna ve biriliðine ve nasýl yaratýcý, nasýl yarattýðý varlýklarýn rýzýklarýný verici ve nasýl terbiye edici olduðunu öðrenmek.

2-Ýlahi Uluhiyyet; yüce Allah’ýn Azametine dalalet eden ne kadar güçlü, ne kadar büyük, nerde ve ne yaptýðýný öðrenmek.

3-Ýlahi Ubudiyyet; yüce Allah’ýn lutfuna dalalet eden; niye ibadet edilir, nasýl dua edilir, kimi sever,  kime rahmet eder, kimi ne için cehenneme koyar ve kimi niçin cennetine koyar gibi özellikleri öðrenmek.

 

6. YAÞAMIN RUH HARÝTASI (Fýkýh Kitabý IICilt)

Anlamak (fýkh etmek), insanýn ruh portresidir.

Anlayýþ sahibi insanlar, halklarýn gülü ve çiçekleridir.

Anlayýþ sahipleri, halklar tarafýndan her zaman koklanmaya çalýþýlýr.

Bazen göklere çýkartýlýp yükseltilirler.

Bazen yerlere atýlýp ezilirler.

 

7. ÝNSANLIÐIN RUH MÝMARLARI PEYGAMBERLER (Peygamberlerin Hayatý IICilt)

Evrenin en büyük sanatçýsý Allah’týr.

Yüce Allah’ýn en büyük sanat eseri insandýr.

Ýnsanýn en büyük sanatý ruhtur.

Ruhun mimarlarý aziz Peygamberlerdir.

 

8. PEYGAMBERLERÝN ÇÝZDÝÐÝ RUH HARÝTASI (Hz. Peygamber(a.s)'in Hayatý II Cilt)

Kaybolmuþuz Peygamberlerin çizdiði haritanýn üzerinde.

Yön tayin etmede zorlanýyoruz.

Neresi doðu.

Neresi batý.

Neresi kýble.

 

9. ÇOCUKLARIN RUH DÜNYASI (Doðumundan Ölümüne Kadar Çocuk Terbiyesi)

“Her çocuk Ýslam fýtratý üzere doðar.”

Hiç bir çocuk, anne ve babasýnýn  meþru veya gayri meþru yaptýklarýyla sorumlu deðildir.

Her çocuk kendi kiþisel menkýbesinin sorumlusudur.

Çocuklar, ailenin balý ve dalý,

Toplumun gülü ve bülbülü,

Kainatýn çiçeði ve eþrefidirler.

 

10. DERSLERÝN RUHU (Tefsir Dersine Giriþ 1) 

Bütün kitaplar, bir kitabý anlamak içindir, oda KUR’ANI KERÝM’dir.

Bütün ilimler, tek bir ilimden onay alýr,  oda KUR’ANI KERÝM’dir.

Bütün ilimlerin merkezi, tefsir ilmidir, oda KUR’ANI KERÝM’dir.

 

11. DERSLERÝN RUHU (Tefsir Ýlmine Giriþ 2)

Usûl, Arapça asl'ýn çoðuludur. 

Asl sözlükte temel, kök, soyluluk ve orijinal anlamlarýna gelir.

Tefsir usûlü ya da Ýlmu Usûli't Tefsir,

Kur'ân-ý Kerim'in insanlar tarafýndan anlaþmasýna yardýmcý olmak üzere onu, insanlarýn zihinlerine,  akýllarýna yaklaþtýrma çalýþmalarý  diyebileceðimiz tefsirin ve müfessirlerin  prensiplerini, þartlarýný ve çerçevesini belirleyen,  tarihini tespit eden ilim veya  ilimlerin hepsine birden verilen isimdir.

 

12. ÇAÐIN ALTIN RUHLULARI (Sahabe-i Kiramýn Hayatý II Cilt)

Rasulullah (a.s)’ýn da üzere yaratýlmýþ olduðu “ALLAH AHLÂKI”?…

“VERMEK”!

Karþýlýksýz vermek!

Çýkar düþünmeksizin vermek! EBU BEKÝR gibi.

Zâhirde ve bâtýnda her an ve her koþul altýnda adil olmak! ÖMER gibi.

Ar, haya, sevgi vermek!.. Karþýlýk beklemeksizin! OSMAN gibi. 

Ýlim, cesaret  vermek!… Karþýlýk beklemeksizin! ALÝ (r.a) gibi...

 

13. ADEMÝN HÝKMETÝ

Adem dedikleri;

el,

ayak,

baþ deðil,

manaya  derler.

Kaþ,

göz deðil,

ruha derler.

 

14. ALEMÝN HÝKMETÝ

Her insan bir ademdir.

Her adem bir alemdir.

Her alem bir sýrdýr.

Her sýr bir yitiktir.

Her yitik bir hikmettir.

Her hikmet bir hazinedir.

Her hazine bir saadeti dareyndir.

 

15. EÐÝTÝMÝN HÝKMETÝ

Her Müminin dinini öðrenmesi ve bildiklerini öðretmesi dini bir ihtiyaçtýr.

Zira inandýklarýný uygulayabilmesi öðrenmeye baðlýdýr. Öðrenim, eðitimin bir parçasýdýr.

Eðitim, hedeflenen davranýþlarýn programlý ve planlý faaliyetlerle insana kazandýrýlmasýdýr.

Öðretim ise, öðretme faaliyetlerinin belirlenen hedefler doðrultusunda, planlý ve kontrollü olarak düzenlenmesi ve uygulanmasýdýr.

 

16. DÜÞÜNMENÝN HÝKMETÝ

Felsefe;

“seviyorum, peþinden koþuyorum ve arýyorum”;

anlamýna gelen ve

“bilgi, bilgelik”

anlamýna gelen sözcüklerinden türeyen terimin

iþaret ettiði entelektüel faaliyet ve disiplindir.

Buna göre felsefe

“bilgelik sevgisi”

yada;

“bilginin peþinden koþma”

anlamýna gelir.

 

17. DÜÞLERÝN HÝKMETÝ

Rüya konusunda;

Batý bilginleri genelde rüyanýn insanýn günlük yaþantýsý sonucu gördüðü þey olarak yorumlarken,

Doðu bilginleri bu görüþe katýlmakla birlikte Allah'tan gelen ilahi bir mesaj olarak da görmüþlerdir.

 

18. HAYALÝN HÝKMETÝ  

Fertte çaðrýþým yapan hayaller neticesinde meydana gelen kolektif alt þuuru psiþik hayatýn esaslý faktörüdür.

 

19. MEDENÝYETÝN HÝKMETÝ

Allah'ýn indirdiklerini kendisine hayat nizamý olarak kabul eden toplumlarda medeniyet, kavramýn içerdiði gerçek anlamýyla ortaya çýkmýþtýr. Ýslâm medeniyeti, iman, amel, ahlâk, sosyal iliþkiler, toplum hayatýný insanlarýn iyiliði doðrultusunda yöneten idarî prensiplerin bir tezâhürüdür.

 

20.  ACILARIN HÝKMETÝ (Þiir)

Þair, Þiir yazarken,

çocuk dünyaya getiren

bir annenin sancýsýný çekmiyorsa

yazdýklarýnýn hepsi yalandýr.

 

21. ÞEREFÝN HÝKMETÝ (Müslüman Kadýn)

Ýslâm'a göre þeref, müttakî olandýr; Allah'tan korkup haramlardan her zaman sakýnan, Allah'ýn emirlerini yerine getirendir.

 

22. AKLIN HÝKMETÝ

Akýl, eþyanýn güzellik, çirkinlik, kemâl ve noksanýyla ilgili sýfatýný idrak eden özelliktir. Ýki hayýrdan daha hayýrlý; iki þerden daha az þerli olanýný idrak etmekten ibarettir. Akýl insanoðluna verilmiþ manevi bir kuvvettir. Ýnsan bu güç ile gerekli ve nazarý bilgileri elde eder. Bilgiyi elde eden güç Ýslâm'da insaný mükellef kýlan akýl gücüdür. Bu güç insanda ana rahminde cenin iken oluþan özelliktir. Bu erginlik çaðýna gelince geliþir ve gittikçe olgunlaþýr. Bu da, zarûriyyâtý anlayan güçtür. Bu güç ile elde edilen 'bilgi'ye gelince yerine göre kullanýlmadýðýnda akýlsýzlýk özelliðini taþýr.

 

23. NAMAZIN HÝKMETLERÝ

Namaz, tekbir ile baþlayýp selâm ile son bulan, belli fiil ve sözleri içine alan bir ibadettir. Allah'a karþý tesbîh, ta'zîm ve þükrün ifadesidir.

Sabah namazýnýn iki rekat olmasýnýn hikmeti nedir? Öðle namazý niçin dört rekattýr? Bazý namazlarýn iki ve üç veya dört rekat olmasýnýn sebebi hikmeti nedir? Ýþte bütün bunlarýn hikmeti bu kitabýn içinde geçer.

 

24. DÝN NASÝHATTIR (Ýbretli Sözler) *Çýktý*

Nasihat, Ýslâm'ýn pratik hayata aktarýlmasý, ahlâkî prensiplerin yaþanmasý, insanî erdemliliklerin, görgü kurallarýnýn öðretilmesi amacýyla bilenlerin bilmeyenlere öðretmesi ve hatýrlatmada bulunmasý amacýyla yapýlan öðütlerdir. Bu öðütler yapýlýrken asla bir ard niyet güdülmez, dünyevî çýkarlar düþünülmez.

 

25.NAMAZIN DÝLÝ

Namaza baþlarken ve namaz kýlarken, söylediklerimizin anlamý nedir? Neden “Allah’u Ekber” diyoruz? Neden Ku’ran ile deðil de “Sübhaneke” ile namaza giriþ yapýyoruz? Neden “Ruku” ediyoruz? Niçin “Secde”ye kapanýyoruz? Bütün bunlar ne anlama geliyor? Ve biz bunlarý yaparken ne demek istiyoruz? Bunlarýn anlamý ve dili nedir?

 

 

 



[1]  Muhammed Maruf Devâlibî, Ýlmi Usûl-i Fýkýh, Beyrut 1965, 12; Ýbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr Ale'd-Dürri'l Muhtâr, Ýstanbul 1982, 1, 34; Ýmam Burhaneddin, ez-Zernûci, Ta'limü'l Müteallim, Ýstanbul 1980, 27; M. Ebû Zehra, Ýslâm Hukuk Metodolojisi (Fýkýh Usulü), 13; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ý Ýslâmiye ve Istýlâhât-ý Fýkhýyye Kamûsu, Ýstanbul 1976, 1, 13

[2]  Nisa,4/78

[3]  Araf,7/179; l l/91

[4]  Tevbe,9\122

[5]  Buhârî, Farzu'l-Humus 7, Ýlm 13, Ý'tîsâm 10; Müslim, Ýmâret 98, (1038), Zekât 98, 100, (1038); Tirmizî, Ýlm 1.

[6]  Mecelle,1

[7]  Ýmam Þâfiî, er-Risâle, Kahire 1979, 503 vd.

[8]  Nisa,4/59

[9]   Bakn. Maide,5/101

[10]   Maide,5/101

[11]   Buhârî, Ý'tisâm 3; Müslim, Fedâil 132, (2358); Ebû Dâvud, Sünnet 7,

[12]  "Mezhepler Tarihi" Ebu Zehra,Hisar Y.

[13]   Enfal,8/67

[14]  Tirmizî, 3, s. 616: Ahmed b. Hanbel, 5, 230; Þafii, el-Ümm, 7, 273

[15]  Kutubu Sitte (Ý.Canan, Ter.) 10/501

[16]  Ýbn Hacer, el-Ýsâbe, Mýsýr 1328, 1, 8

[17]  Muvatta, Kader 3; Tirmizî, Menâkýb 77

[18]  Ýslam hukukunda yöntem Tartýþmasý, M.el-Hýyn, S, 56

[19]  Ýslam Hukuku, S.Ramazan el Buti, s56-Saff.

[20]  Fýkýh Usulü, Taha Cabir el Alvani,s,43 –Balkan-

[21]   Mezhepler Tarihi, Ebu Zehra,S,54.-Hisar Y-

[22]  Celâluddin es-Süyût, Tedribu'r-Râv fi Þerhi Takribi'n-Nevevi, Mýsýr 1379, s. 416.

[23]   Zeynuddin Ahmed b. Ahmed b. Abdullatif ez-Zebýdî, Sahih-i Buhârî Muhtasarý Tecrid-i Sarih Tercemesi, trc. Ahmed Naim, Ankara 1970, Mukaddime, s. 30.

[24]  Zebîdî, Tâcû'l-Arûs, 2, 329; Þâfiî, er-Risale, s. 477, el-Ümm, 7, 275.

[25]  Mecelle, Madde, 14.

[26]  Tirmizi, Ahkâm, 3; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5, 230, 236, 242; Þafii, el-Ümm, 7, 273

[27]  Ýbnü'l-Kayyim, Ý'lâmü'l-Muvakkýîn, thk. M. Muhyiddin Abdulhamid, Mýsýr 1955, 1, 14.

[28]  Þîrâzî, Tabakât, s: 7; Ýbnü'l-Kayyim, a.g.e.,1, 204

[29]  Þâtibî, el-Muvâfakât,4,114

[30]  Þâtýbî, a.g.e., 4, 162, 165

[31]  Ebû Zehra, Usulü'l-Fýkh, s., 382 vd.

[32]  Ýsnevî, Þerhu Minhâci'l-Usûl, 3, 310 (Ýbn Emîr'in Takrîri kenarýnda) Mýsýr 1316; Þafii, a.g.e., s., 477

[33]   Enbiya,21/107

[34]  Hacc,22/40

[35]  Ebû Zehrâ, a.g.e., s. 388, 389; Ýslâm'da Fýkhî Mezhepler Tarihi, Trc. Abdulkadir Þener, Ankara 1968, 1969, s. 125, 126

[36]  Tirmizi, Ýman, 18; Ebu Davud, Sünnet, 1; Ýbn Mace, Fiten 17; ed-Dârimî, Siyer, 75. Bu hadisin çeþitli rivayetleri için bk. Abdulkahir el-Baðdadi, el-Fark beynel-Fýrak, Kahire, t.y. s. 4-10.

[37]   Enfal,8/63

[38]   Ali-Ýmran,3/103,105

[39]  Ebû Dâvûd, el-Akdiye, 11; Ahmed b. Hanbel,Müsned, 5, 230, 236

[40]  Buhari, el-Ý'tisam, 21; Müslim, el-Akdýye, 6

[41]   Nisa,4/82

[42]   Nahl,16/43

[43]   Nisa,4/59

[44]   Tevbe,9/100

[45]  Buhârî, Fedâilü Ashabi'n-Nebî, 1; Müslim, Fedâilü's-Sahabe, 210-215

[46]   Maide,5/104; 31/21; 43/22-23

[47]   Nisa,4/59

[48]   Enam,6/57; 12/40

[49]   Tevbe,9/16

[50]   Tevbe,9/35

[51]  Nur,24/63

[52]  Nahl,16/43

[53]  Ýbnü'l-Kayyim, Ý'lâmü'l-Muvakkin, 1, 16, 17, 20

[54]  Neysâbûrî, Ma'rifetu Ulûmi'l-Hadîs, nþr. es-Seyyid Muazzam, Kahire 1937, s. 191, 192

[55]  Kevserî, Fýkhu Ehli'l-Irak ve Hadisühum, Nasbü'r-Râye mukaddimesi, 1, 29, 30

[56]  Kevserî, a.g.e.,1, 35, 36

[57]  Hatîb, Tarihu Baðdâd 11, 307 vd.; el-Kevserî a.g.e., 1, 36 vd.

[58]  Bezzâzî, Menâkýb, 2, 125

[59]  Bunlarýn rivâyet, nüsha ve þerhleri için bk., Brockelmann, Galþ Fuad Sezgin, Gas; Halim Sâbit Þibay, " Ebû Hanife ", ÝA, 4, 26, 27

[60]  Mekkî, Menâkýb, 1, 74-78; ez-Zehebî, Menâkýb, s. 20-21

[61]  Buhârî, Vüdû', 33; Müslim, Tahâret, 89, 91, 92, 93

[62]  M. Zahid el-Kevserî, a.g.e., 1, 27, 28) Ayný Müellif; Te'nîbü'l-Hatîb,1361 Kahire, s. 152-154

[63]  Buharî, Ezân, 95; Ebû Zehra, Usûlü'l-Fýkh, s. 111

[64]  Ýbn Hazm, el-Ýhkâm fi Usüli'l-Ahkâm, Nþr. A.M. Þakir Mýsýr (t.y.), s. 929; el-Kevserî, Te'nîb, s. 152; Mekkî, Menâkýb, 2, 96

[65]  Ýbnü'l-Kayyim, Ý'lâmü'l-Muvakkýîn, l, 77, 227

[66]  Ebû Zehra, a.g.e., s. 262

[67]  bk. el-Ümm, 7,267-277

[68]  Ýbn Hazm el-Ýhkâm, s. 22; Ýbn Hazm Ýbtâlü'l-Kýyâs, s. 5-6

[69]  M. Ebû Zehra, Usûlü'l-Fýkh, s. 270.

[70]  Serahsî, el-Mebsût, 10, 145; el-Kevserî a.g.e., 1, 24-27

[71]  Buharî, Savm, 26; Müslim, Sýyam,171

[72]  Zeylaî, Nasbu'r-Raye, 1, 47

[73]  bk. eþ-Þâfiî, el-Ümm, 7, 267 vd.; el-Kevserî, a.g.e., 1, 23-27; es-Serahsî, el-Mebsût, 10, 145; es-Serahsî, el-Usûl, 2, 201; Ebû Zehra, Usûlü'l-Fýkh, s. 263-273

[74]  Ebû Zehra, Ebû Hanife, terc. O, Keskioðlu, Ýst. 1966, s. 473.

[75]  Muhammed Ebu Zehra, Ýmam Malik, Ankara 1984, 200

[76]  Muvatta, 3, 180

[77]  Ebu Zehra, a.g.e., 291

[78]  bk. M. Ebu Zehra, a.g.e., 291-300

[79]  M. Ebu Zehra a.g.e., 325

[80]  Muvatta, 2, 122

[81]  Ebu Zehra, a.g.e., 349

[82]  Ýbn Kayyým el-Cevziyye, Ý'lamu'l Muvakkýýn, Mýsýr t.y., 3, 1

[83]   Enam,6/108

[84]  bk. Ebu Zehra, a.g.e., 407 vd

[85]  Vehbe ez-Zühaylý, el-Fýkhu'l-Ýslâmi ve Edilletüh, Dimask 1405/1985, 1, 36,37

[86]  Zühaylî, a.g.e., 1, 37; Muhammed Ebû Zehra, Kitabü'þ- Þafiî, 149 vd.

[87]  Âmidý, el-Ýhkâmî Usûli'l-Ahkâm, Kahire (t.y), 1, 265

[88]  Þafiî, elÜmm, Kahire 1321-1325, 7, 246

[89]  M. Ebû Zehra, Ýslâm'da Fýkhý Mezhepler Tarihi, Terc. Abdülkadir Þener, Ýstanbul 1978, s. 336, 337

[90]  Tirmizi, Ýlim, 7; Ebû Dâvûd, Ýlim, 10; Ýbn Mâce, Mukaddime, 18; Menâsik, 46; Ahmed b. Hanbel, 1, 437,5,183

[91]  Buhârî, Alim, 9, 10, 37; Hacc, 132, Sayd, 8; Edâhî, 5; Megâzî, 51; Fiten, 8; Tevhid, 24; Müslim, Hacc, 446; Kasâme, 29,30; Ebû Dâvud, Tatavvu', 10; Tirmizî, Hacc, 1; Nesâî, Hacc, 111

[92]  Ebû Zehra, a.g.e., 339, 340

[93]  M. Ebû Zehra, Usûlü'lFýkh, Dâru'l-Fikri'l-Arabî tab' 1377/1958, s., 111,112

[94]  eþ-,Sevkânî, Neylü'l-Evtâr, 4, 319

[95]  Ýbn Mâce, Rûhûn, 3; Zeylaî, Nasbu'r-Râye, 4, 319-321

[96]  Zekiyüddin Þa'ban, Usûlü'l-Fýkh, Terc. Ýbrahim Kâfi Dönmez, Ankara 1990, 80,81

[97]  M. Ebû Zehra, eþ-Þafiî, Terc. Osman Keskioðlu, Ankara 1969, s. 252.

[98]  Kýyâme, 75/36

[99]   Nisa,4/59

[100]   Mücadele,58/1-4

[101]  Þâfiî, el-Ümm, 6, 303, 7, 271 vd.; Ebû Zehra, Usûlü'l-Fýkh, 271 vd.

[102]  Ebû Davud, Büyü', 70

[103]  Ebû Dâvud, Büyü', 57

[104]  Ýbnü'l-Hümâm, Fethu'lKadîr, 1, 67 vd.; Ýbn Âbidîn, Reddü'lMuhtâr, 1, 147.

[105]  Zekiyüddin Þa'ban, Usûlü'l-Fýkh, 168

[106]  Zekiyüddin Þa'ban, a.g.e., 171

[107]  Âmidî, el-Ýhkâm, 3, 138

[108]  Risâle, Halebî baskýsý ve Ahmet M. ,Sakir nesri, Kahire 1940, s. 597

[109]  Þâfiî, el-Ümm, 7, 246

[110]  Ebû Zehra, Ýslâm'da Fýkhî Mezhepler Tarihi, 354, 355

[111]  Ebû Zehra, a.g.e, 358 vd.

[112]   Hudarî, Târihu't-Teþrîi'l-Ýslâmî, terc. Haydar Hatipoðlu, s. 260, 261

[113]  Muhammed Ebû Zehra, Ýslâm'da Fýkhî Mezhepler Tarihi, Terc. Abdulkadir Þener, Ýstanbul 1976, s. 423 vd.

[114]  Zehebî, Tercemetü Ahmed b. Hanbel, Müsned'in baþtarafý, Mektebetü'l-Maarif tab'ý, Mýsýr, t.y.); Ebû Zehra, a.g.e., s. 437

[115]  Ahmed b. Hanbel'in hal tercemesi için bk. el-Hatîbü'l-Baðdâdî, Târihû Baðdâd, Mýsýr 1394/ 1931, 4, 412-423; Ebû Nuaym, Hýlye, Mýsýr 1352/15, 9,161-233; el-Buhârî, et-Tarihu'l-Kebîr, Haydarâbâd. 1360, 1, 2, 5; Ýbn Hallikân, Vefeyâtü'l-Ayân, Kahire 1367/1948, 1, 47-49; Ýbn Ebî Ya'lâ, Tabakâlü'l-Hanâbile, Kahire 1378/1952, 1, 4-20: Ýbnü'l-Cevzî; Menâkýbu'l-Ýmam Ahmed, Mýsýr 1349; ez-Zehebî, Tezkiretü'l-Huffâz, Haydarâbâd 1375/1955, 1, 431-432; Târihu'l-Ýslâm, 1, 58-131 (Ahmed Muhammed Þâkir'in Müsned neþri mukaddimesi); Ebû Zehra, Ahmed b. Hanbel, Kahire 1949; Fuat Sezgin, GAS, 1, 502-509

[116]  M. Ebû Zehra Usûlü'l-Fýkh, Dâru'l-Fikri'l-Arabî tab'ý, y. ve t.y., s. 108 vd.

[117]  Ýbnti'l-Kayyim, Ý'lâmil'l-Muvakkýîn, Mýsýr 1955, 1, 29, 30

[118]  Ýbnü'l Kayyim, a.g.e., 1, 32

[119]  Ebû Zehra, Ýslâm'da Fýkhî Mezhepler Tarihi, s. 493, 494

[120]  Ýbnü'l Kayyim, a.g.e., 1, 119

[121]  Ebû Zehra, a.g.e., s. 497, 498

[122]  Ýbnü'l-Kayyim, a.g.e., Delhi tab'ý, I, 125; Ebû Zehra, Usûlü'l-Fýkh, s. 299, 300

[123]  Þura,42/38

[124]  Ýbnu'l-Cevzî, Menâkýbu'l Ýmam Ahmed b. Hanbel, s. 168

[125]  Ýbnü'l-Cevzî, el Menâkýb, s. 176

[126]  Ýbnü'l-Cevzî, el-Menâkýb, s. 69

[127]  Medînî, Hasâisu'l-Milsned (Ahmed Muhammed Þakir tarafýndan Müsned mukaddimesinde nakledilmiþtir), I, 23; es-Suyûtî, Tedrîbu'r-Râvî, Mýsýr 1379, s. 101

[128]  Süyûlî, a.g.e., s. 101

[129]  Medînî, a.g.e., 1, 21; es-Suyûtî, a.g.e., s. 101

[130]  Ýbn Abdilberr, Câmiu'l-Beyâni'l-Ýlm, Mýsýr 1346, 2,149

[131]  Ýbnü'l Kayyim, Ý'lâm, Mýsýr 1955, 2, 178,181, 182

[132]  Ebû Zehra, Ýslâm'da Fýkhî Mezhepler Tarihi, Terc. Abdulkadir Þener, Ýstanbul 1976, s. 499, 500

[133]   Nahl,16/125

[134]  Ebû Zehra, a.g.e; s. 505, 506

[135]  Bekir Topaloðlu, Kelam Ýlmi (Giriþ), Ýstanbul 1987, s. 87 vd.

[136]  Ýsmail Hakký Ýzmirli, Yeni Ýlmi Kelam, Ýstanbul 1339/1341, 1, s. 98 v.d.; Neþet Çaðatay - Ý. Agah Çubukçu, Ýslâm Mezhepleri Tarihi, Ankara 1976, s. 191

[137]  Ýsmail Hakký Ýzmirli, a.g.e., 1, s. 105 v.d.

[138]  Þehristan, el-Milel ve'nNihal, 1, 146

[139]  En-Nevbaht, Firaku'þ-þîa, Necef 1368, 39-40

[140]  Bernard Lewis, the Origins of Ýsmailism, Cambridge 1940, 23 ve Ahmed Emin, Fecrul-Ýslâm, Kahire 1964, 266 vd.

[141]  Ýbnü'n-Nedim, el-Fihrist, Beyrut 1954, 175

[142]  Taha Hüseyin, el-Fitnetu'l-Kübra, 2, Kahire 1966, 175

[143]  bk. Mustafa Öz, "Ca'fer es-Sadýk",TDV Ýslâm Ansiklopedisi,7,1, 3).132) - (10/57

[144]   Yunus,10/57

[145]  Maide,5/47,48

[146]   Nahl,16/44

[147]  Bakara,2\143

[148]  Tirmizî, Fiten 7; Dârimî, Mukaddime 8; Müsned: 5/145; Buhariden; Nazmul Mütenasir el-Hadis il-Mütevatir,Kettani-  S.16

[149] Buhârî, Ý'tisâm 21; Müslim, Akdiye 15; Ebu Dâvud, Akdiye 2; Tirmizî, Ahkâm 2; Nesâî, Kazâ 3.

[150]   Rum,30/22

[151]   Ýbrahim,14/4

[152]   Yusuf,12/2; bkz: 13/37. 16:103. 20:113. 26:195. 39:28. 41:3. 41:44.  42:7. 43:3. 46/12.

[153][153]  Nisa,4/78

[154]   Hud,11/91

[155]  Buhâri, ilim, 10.

[156] Muhammed Maruf Devâlibî, Ýlmi Usûl-i Fýkýh, Beyrut 1965, 12; Ýbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr Ale'd-Dürri'l Muhtâr, Ýstanbul 1982, I, 34; Ýmam Burhaneddin, ez-Zernûci, Ta'limü'l Müteallim, Ýstanbul 1980, 27; M. Ebû Zehra, Ýslâm Hukuk Metodolojisi (Fýkýh Usulü), 13; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ý Ýslâmiye ve Istýlâhât-ý Fýkhýyye Kamûsu, Ýstanbul 1976, I, 13

[157]  Þâfiî, er-Risâle, Kahire 1979, 503 vd.

[158]   Nisa,4/78

[159]  Buhârî, Farzu'l-Humus 7, Ýlm 13, Ý'tîsâm 10; Müslim, Ýmâret 98, (1038), Zekât 98, 100, (1038); Tirmizî, Ýlm 1.

[160]  Cürcani, et-Ta'rifat, Beyrut 1985, s. 160

[161]  Cürcânî, et- Ta'rifat, s. 160, 167

[162]  Tahanevi, Keþþafü lstýlahati'l-fünun, 2, 1055

[163]  Alak,96/1-5

[164]  Ebu Davud, Ýlm )1, (3641); Tirmizi, Ýlm 19, (2683); Ýbnu Mace, Mukaddime 17,

[165]   Enam,6/35

[166]    Fatýr,35/28

[167]    Zümer,39/9

[168]   Hacc,22/54

[169]  Ebu Dâvud, Ýlm 1, (3641); Tirmizî, Ýlm 19, (2683); Ýbnu Mâce, Mukaddime 17,

[170]  Ýbn Mace, Mukaddime, 17

[171]   Tirmizî, Ýlm 2, (2649); Ýbnu Mâce, Mukaddime 17,

[172]   Tirmizî, Ýlim 2,

[173]   Buhârî, Farzu'l-Humus 7, Ýlm 13, Ý'tîsâm 10; Müslim, Ýmâret 98, (1038), Zekât 98, 100, (1038); Tirmizî, Ýlm 1,

[174]   Tirmizî, Ýlm 19,

[175]  Keþfü'l Hafâ, H. No: 1751

[176]  Tirmizî, Daavât, 128

[177]  Tirmizî, Daavât, 68

[178]   Maide, 5/67

[179]   Bakara, 2/159-160

[180]   A'râf, 7/157

[181]  Ebu Dâvud, Ýlm 9, (3658); Tirmizî, Ýlm 3,

[182]  Ebû Hayyân, el-Bahru'l Muhit, 1, 454

[183]    Nisa,4/157

[184]   Bakara,2/260

[185]  Ýsmail Hakký Ýzmirli, Yeni Ýlm-i Kelâm, Ankara 1981, s. 41

[186]  Tehanevî, Keþþâfu lstýlâhâti'l-Funun, Ýstanbul 1984,2, 1538

[187]   Tekasür,102/4-7

[188]  Vakýa,56/91-95

[189]   Hakka,69/51

[190]  bk. Ýsmail Hakký Ýzmir/i, a.g.e, s. 41-42; Þerafettin Gölcük-Süleyman Toprak, Kelâm, Konya 1988, s. 78-79

[191]   Ýsra,17/36

[192]  Buhari,ilim,10

[193]  Ebu Davud, Feraiz,13; Ýbnu Mace, Mukaddime,5

[194]  Tirmizî, Ýlm 2, (2649); Ýbnu Mâce, Mukaddime 17,

[195]   Nahl,16/43

[196]   Mümin,39/9

[197]  Tirmizî, Ýlm,2

[198]   Tirmizî, Ýlm, 19,

[199]   Tirmizî, Ýlim 19,

[200]   Buhârî, Enbiya 8, 14, 19, Menâkýb 1, 25, Tefsir, Yusuf 1; Müslim, Fezâil 168,

[201]   Ebu Dâvud, Ýlm 1, (3641); Tirmizî, Ýlm 19, (2683); Ýbnu Mâce, Mukaddime 17,

[202]   Ebû Dâvud, Ýlm 1; Tirmizî, Ýlm 19, hadis no: 2822; Ýbn Mâce, Mukaddime 17, hadis no: 223

[203]   Tirmizî, Ýlm 2

[204]   Ýbn Mâce, Mukaddime17, hadis no: 224

[205]   Ýbn Mâce, Mukaddime, 16, hadis no: 219

[206]   Aclûnî, Keþfu'l-Hafâ, c. 2, s. 400

[207]   Tirmizî, Kitabu'l-Ýlm, 19, hadis no: 2827

[208]   Ýbn Mâce, Mukaddime 23; hadis no: 254

[209]    Buhâri, Ýlm 14, hadis no: 13; S. Müslim, Ýmâre 53, hadis no: 175; Ýbn Mâce, Mukaddime 17, hadis no: 220-221

[210]   Tirmizi, Ýlm 19, hds no: 2821; Ýbn Mâce, Mukaddime 17, hds no: 222

[211]   Sahih-i Müslim, Vesâyâ 3, hadis no: 14 (1631); S. Tirmizî, Ahkâm, 36, Hadis no: 1393

[212]   Tirmizî, Kitabu'd-Deavât 68, hadis no: 3711

[213]   Buhâri, Ýlm 22, hadis no: 22; S. Müslim, Ýlm 5, hadis no: 8 -2671

[214]    Buhâri, Ýlm 35, hadis no: 41; S. Müslim, Ýlm 5, hadis no: 13 -2673

[215]   Buhâri, Ýlm 21, hadis no: 21; S. Müslim, Kitabu'l-Fedâil 5, hadis no: 15 -2282

[216]   Buhâri, Ýlm 10, hadis no: 9

[217]   Ýbn Mâce, Mukaddime 17, hadis no: 229

[218]   Keþfü'l-Hafâ, hadis no: 1751

[219]  Buhârî, iman, 37; Müslim, iman, 1, 5, 7; Ebû Dâvud, sünne, 15

[220]  Râgýb el-isfahanî: El-Mutredâd; Asým Efendi, Kamüsü'l-Mühit tercemesi, Ýstanbul 1272 H., 3, 593-594; Ýbn-i Manzur, Lisânü'l-Arap, Bulak Mýsýr 1303, 17, 160-163

[221]   bk.Ali Arslan Aydýn, Ýslâm Ýnançlarý (ilm-i Kelâm), Ýstanbul 1984,1, 148-150

[222]  Elmalýlý, Hak Dini Kur'an Dili, 1, 179

[223]   Nahl,16/106

[224]  Fýkh-ý Ekber Aliyyu'l-Kâri Þerhi, s. 76-77; Þerhu'l-Makâred, 2, 182, Þerhu'l-Akâidi'n-Nesefiyye, s. 436438

[225]   Mücadele,58/22

[226]   Hucurat,49/14 ve 16/106

[227]  Ali Arslan Aydýn Ýslâm Ýnançlarý, I, 164-165

[228]  Ali Arslan Aydýn, a.g.e,1, 160-161 ve orada zikredilen ana kaynaklar.

[229]    Bakara, 2/8

[230]  bk. Ýmamu'l-Harameyn el-Cüveyni, Kitabu'l-Ýrþad. 396, Ali Arslan Aydýn, a.g.e, 158-167 ve arada kaydedilen eserler ve aykýrý görüþleri reddeden deliller.

[231]   Bakara,2/177, 285; 4/136

[232]   Mücadele,58/22

[233]    Hucurat,49/14

[234]   Nahl,16/106

[235]  Tirmizî, Kader, 7; Ýbn Mace, Mukaddime, 13; Ahmed Ýbn Hanbel, 2, 4

[236]   Bakara,2/183

[237]   bk. el-Bakara, 2/153, 187; Âlu Ýmrân 3/59; el-Enfâl, 8/20, 27; en-Nûr, 24/21; el-Ahzâb, 33/70; el-Cum'a, 62/9

[238]   Nisa,4/57

[239]  Bakara, 2/227; Yunus 10/9; Hûd, 11/23; Lokman, 31/8; Fussilet 41/8; el-Buruç, 85/ 11; el-Beyyine, 98/7; el-Ankebut, 29/7, 9, 58; el-Fâtýr, 35/7; eþ-Þûrâ, 42/22

[240]   Taha,20/112

[241]   Hucurat,49/9

[242]  Fazla bilgi için bk. Fýkh-ý Ekber, Aliyyu'l-Karî Þerhi, s. 80; Tefsîr-i Kebir, 1, 249; Þerhu'l-Makâsýd, 2, 187; Þerh-i Mevâkýf, c.3, s. 248

[243]   Enam,6/162

[244]  Müslim, Ýman 1; Nesâî, Ýman 6; Ebu Dâvud, Sünnet 17; Tirmizî, Ýman 4.

[245] Kettani, Nazmu'l-Mutenasira mine'l-Hadisi'l-Mütevatira, h.no.13'de bu hadisin mütevatir olduðunu kaydeder ve 8 Sahabe ismini zikreder.

[246] Müslim, Ýman 1; Nesâî, Ýman 6; Ebu Dâvud, Sünnet 17; Tirmizî, Ýman 4.

[247]   Zariyat,51/56

[248]    Þuara,26/22

[249]   Zâriyât, 51/56

[250]   Meryem,19/30

[251]  Sad,38/30

[252]   Sad,38/44

[253]   Ýsra,17/1; 53/10

[254]   Kehf,18/1

[255]   Nahl,16/36

[256]   Nisa,4/76

[257]   Bakara,2/221

[258]   Ahzab,33/72

[259] Buhârî, Cenâiz 80, 93; Müslim, Kader 22; Muvatta, Cenâiz. 52; Tirmizî, Kader 5; Ebu Dâvud, Sünnet 18. Bir baþka rivayette: "Doðan hiçbir çocuk yoktur ki, konuþmaya baþlayýncaya kadarþu din üzere olmasýn" buyurulmuþtur.

[260]  Molla Hüsrev, ed-Dürer, Ýstanbul 1307, 2, 6

[261]  Buhârî, Ýcare, 10

[262] "Müþrik kadýnlarý iman edinceye kadar nikahlamayýn. Mü’min bir cariye –hoþunuza gitse bile- müþrik bir kadýndan daha hayýrlýdýr. Müþrik erkekleri de iman edinceye kadar nikahlamayýn. Mü’min bir köle –hoþunuza gitse bile- müþrik bir erkekten daha hayýrlýdýr. Ýþte onlar ateþe çaðýrýrlar; Allah ise kendi izniyle cennete ve maðfirete çaðýrýr ve insanlar için ayetlerini iyice açýklar; umulur ki düþünürler." Bakara,2\221

[263]  Tirmizî, Zühd, 42

[264]  Emanet ve Ehliyet,Y.Kerimoðlu, giriþ,misak,yay.

[265]    Tevbe,9/112

[266]  Ebû Dâvud, Ýlim, I; Tirmizî, Ýlim, 19; Ýbn Mâce, Mukaddime, 39; Ýbn Hanbel, V, 196

[267]  Tirmizi, Birr, 40

[268]  Sülemî, Tabakâtu's-Sûfiyye, Kahire 1986, s. 69

[269]  Elmalýlý Hamdi Yazýr, Hak Dini Kur'ân Dili, Ýstanbul 1935, 1, 95

[270]    Bakara, 2/21

[271]   Kafirun,1 09/1 -6

[272]   Mâide, 5/72

[273]   Bakara, 2/1 38

[274]  Buhârý, Cenâiz, 3; Fedâilü Ashabý'n-Nebi, 5; Megâzî, 83; Ýbn Mâce, Cenâi z, 65; Ahmed b. Hanbel, 6, 220

[275]   Zariyat,51/56

[276]  Buhârî, Bed'ül Vahy, 1; ltk, 6; Menâkýbu'l-Ensâr, 45; Talâk, 11; Hýyel, 1; Müslim, Ýmâre, 155; Ebû Dâvud, Talâk, 11

[277]  Alûsî, Rûhi'l-Meânî, Beyrut, t.y, 1, 86

[278]  Müslim, Ýmân, 5, 6; Ýbn Mâce Mukaddime, 9

[279]   En'âm, 6/162-163

[280]   Zâriyât, 51/56

[281]  Enbiyâ: 21/20; Tahrîm: 66/6.

[282]   Cin, 72/18

[283]   Hadid,57/25.

[284]   Ankebût, 29/45

[285]  Bakara, 2/183

[286]   Tevbe,9/60, 103; 70/24-25.

[287]    Ali-Ýmran,3/102-103

[288]    Rum,30/30-32

[289]  Ýbn Hanbel, 4,145

[290]  Tirmizî, Fiten, 7

[291]  Ýbn Mâce, At'ime, 17

[292]    Saf,61/4

[293]   Maide,5/2

[294]    Haþr,59/9

[295]   Müslim, Ýmân 93, (54); Ebû Dâvud, Edeb 142, (5193); Tirmizî, Ýsti'zân 1,

[296]   Aclûnî, Keþfu'l-Hafa, s. 472

[297]   Nisa,4/102

[298]  Buhârî, Ezan 30; Salât 87; Müslim, Mesâcid 245; Ebû Davud, Salât 48; Tirmizî, Salât 47

[299]  Ýbn Mâce, Mesâcid, 16

[300]  Ebû Davud,'Salât,8

[301]  Buhârî, Ezan 35

[302]  Kâsânî, Bedâiu's-Sanayi, Beyrut 1394/1974, I, 156

[303]  Mergînânî, a.g.e., I, 56

[304]  Merginânî, a.g.e., I, 57

[305]  Merginânî, 1, 56

[306]  Mergînânî, a.g.e., 1, 57

[307]  Ýbn Mâce, Mesacid, 16

[308]  Buhârî, Ezân 29; Müslim, Mesâcid, 249; el-Muvatta, Cemâa, 1; Ýbn Mâce, Mesâcid, 16

[309]  Ýbn Mâce, Mesâcid, 18

[310]  Ebû Davûd, es-Salâ, 45

[311]  Muvattâ', Cemâa 3; Ýbn Mâce, Mesâcid, 17

[312]  Ýbn Mâce, Mesâcid, 17

[313]  Tecrid-i Sarih Tercümesi, 2, 604

[314]  Ýbn Mâce Terceme ve Þerhi, II, 632

[315]   Bakara,2/112

[316]   bk. el-Bakara, 2/73; en-Nisa, 4/36; el-En'âm, 6/151; el-Ýsrâ, 17/32

[317]   Nisa, 4/61

[318]  Buhârî, Tefsiru sûre (31); Ýman, 37; Müslim, Ýman, 57; Ebu Davud, Sünne, 16; Tirmizi, Ýman, 4; Ýbn Mace, Mukaddime, 9

[319]  Seyyid Þerif e/-Cürcani, et-Ta'rifât, s. l2

[320]  Müslim, Sayd, 57; Ebû Dâvud, Edâhî, 11; Tirmizî, Diyat, 14; Nesai, Dahaya, 22, 26; Ýbn Mace, Zebâih, 3

[321]  Tirmizî, Birr, 63

[322]  bk. Buhari, Ýman, 21; Kusuf, 9; Müslim, Kusuf, 17

[323]  Dârimî, Mukaddime, 56

[324]   Kevser,108/2

[325]  Elmalýlý, Hak Dini Kur'ân Dili, Ýstanbul 1938, 8/, 6200 vd.

[326]    Ahzab,33/21

[327]  Mehmet Zihni, Nimet-i Ýslâm, Ýstanbul 1316, s.4-12

[328]  Bakara,2/286

[329]  Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuku Ýslâmiyye Kamusu, 1, 31

[330]    Zariyat,51/56

[331] 

43)  (Sahih-i Buhari)

 

[332]  Enam,6/162

[333]   Tevbe,9/108

[334]  Müslim, Tahare, 1

[335]   Maide,5/6

[336]  Buharî, Cumu'a 8; Müslim, Tahare, 42

[337]  Tirmizî, Et'ime, 29

[338]   Maide,5/87-88

[339]    Tevbe,9/108

[340]  Müslim, Tahare, 1

[341]    Bakara,2/125

[342]    Bakara,2/222

[343]   Tirmizî, Tesfir, (3355).

[344]   Tirmizî, Zühd 34, (2347); Ýbnu Mace, Zühd 9,

[345]   Buharî, Rikak 1; Tirmizî, Zühd 1,

[346]   Buhârî, Vudû 25; Müslim, Tahâret 8,

[347]   Tevbe,9/108

[348]   Müdessir,74/4

[349]   Nahl,16/15

[350]    Maide,5/90

[351]  Ýbnül-Hümâm, Fethul-Kadîr,1,135 vd.; el-Meydânî, el-Lübâb,1, 55; Ýbn Rüþd, Bidâyetül-Müctehid, I, 73; eþ-Þîrâzi, el-Mühezzeb,1, 46; Ýbn Kudâme, el-Muðnî; 1, .52; ez-Zühaylî, el-Fýkhul-Ýslâmî ve Edilletüh, Dimaþk 1405/1985,1, 115 vd.

[352]   Furkan,25/48

[353]  Buhârî, Vüdû', 67

[354]  Buhârî, Vüdû', 63; Müslim, Tahâre, 110; Ahmed b. Hanbel, 6, 134, 346

[355]   Kâsânî, a.g.e., I, 83-87; Ýbnül-Hümâm, a.g.e., 1, 133-138; Ýbn Âbidin, a.g.e.,1, 284 vd.; ez-Zeylaî, Tebyînül-Hakâik,1, 60 vd.; el-Meydânî, el-Lübâb, 1, 24 vd.

[356]  Buhârî, Vüdû', 33; Müslim, Tahâre, 89, 91, 92, 93; Ahmed b. Hanbel, 2, 314, 427

[357]  Buhârî, Vüdû', 26; Mâlik, Muvatta', Tahâre, 9; Ahmed b. Hanbel, 2, 465

[358]  Ahmed b. Hanbel, 2, 364, 380; eþ-Þevkânî, Neylül-Evtâr, 1, 40

[359]  Ebû Dâvud, Tahâre, 134; Ahmed b. Hanbel, 6,125,132, 213, 239, 263

[360]  Dârekutnî bu hadîsi merfû olarak nakletmiþtir. ez-Zühaylî, el-Fýkhul-Ýslâmî, Dimaþk 1405/1985,1, 98

[361]  Buhârî, Ýlm, 51 ; Vüdû', 34, Gusl; 13; Müslim, Haþz, 17: Ebû Dâvud, Tahâre, 82; Nesâî. Tahâre, 111, 129; Gusl, 28; Ahmed b. Hanbel, 1, 80, 82, 87, 107-111

[362]  Buhârî, Vüdû', 67; Zebâih, 34; Ýbn Hanbel ve Nesâî'nin rivâyetinde "donmuþ yaða" ilâvesi vardýr. as-San'ânî, Sübülü's-Selâm, 3, 8; Nesâî, Fer',10: Ýbn Hanbel,6, 329, 330, 335

[363]  Müslim, Hayz,105; Ebû Dâvud, Libâs, 38; Nesâî, Fer', 20, 30, 31; Dârimî, Edâhî, 20; Ýbn Hanbel,1, 219, 227, 237, 270, 6, 73

[364]  Nesâî, Fer', 4; Ahmed b. Hanbel, 4, 254,5, 67,6, 329, 336

[365]   Maide,5/6

[366]    Ebû Dâvud, Salât 193,

[367]   Müslim, Tahâret 41, (251); Muvatta, Sefer 55, (1, 161); Tirmizî, Tahâret 39, (52); Nesâî, Tahâret 106.

[368]   Ebû Dâvud, Tahâret 65, (169); Tirmizî, Tahâret, 41,

[369]   Müslim, Tahâret 32, (244);  Muvatta, Tahâret 31, (1, 32); Tirmizî, Tahâret 2,

[370]   Buhârî, Vudû 25; Müslim, Tahâret 8,

[371]   Müslim, Müsâfirîn 294,

[372]   Muvatta, Tahâret 30, (1, 31); Nesâî, Tahâret 35, (1, 74); Ýbnu Mâce, Tahâret 6,

[373]   Müslim, Müsâfirin 294, (832); Nesâî, Tahâret 108,

[374]    Maide,5/6

[375]   Tirmizî, Tahâret 43,

[376]   Ebû Dâvud, Edeb 4,

[377]  Ebu Davud,Vudu,23

[378]  Taberani,b Vudu,12

[379]   Maide,5/6

[380]   Buhari, Gusl: 6; Savm: 65; Buyu: 98; Müslim, Hayz: 39; Mesacid: 229; Sýyam: 110; Buyu: 23; Nesai, Gusul: 19; Ahmed b. Hanbel, Müsned: 1/321, 346, 367; 2/19, 116, 375.

[381]  Nesai, Taharet: 149; Ýbn Mace, Taharet: 94; Darimi, Vudu: 115; Ahmed b. Hanbel, Müsned: 6/188.

[382]  Ahmed b. Hanbel, Müsned: 1/183; 4/188.

[383]  Ali Murtaza, Ýlâveli Mecmua-i Cedîde, Beyrut, s,36

[384]  Tirmizî, Salat 381,

[385]  Muvatta, Tahâret 113; Ýbnu Mâce, Ýkametu's-Salât 83, (1098). (Ýbnu Mâce'de rivayet mevsuldür).

[386]   Buhârî, Cuma 4; Müslim, Cuma 3; Muvatta, Cuma 3; Ebu Dâvud, Tahâret 129

[387]  Tirmizî, Salât 255,

[388]   Ebu Dâvud, Tahâret 130, (353); Buhârî, Cuma 6; Müslim, Cuma 8,

[389]   Ebu Dâvud, Tahâret 130; Tirmizî, Salât 357; Nesâî, Cuma 9,

[390]   Nesâî, Cuma 8,

[391]   Ebu Dâvud, Hammâm 1; Tirmizî, Edeb 43,

[392]   Ebu Dâvud, Hammâm 1,

[393]   Tirmizî, Edeb 43; Nesâî, Gusl 2,

[394]   Nisa,4/43

[395]   [Buhârî, Teyemmüm 2, Fedailu'l-Ashab 5, 30, Tefsir, Nisâ 10, Mâide 3, Nikâh 65, 125, Libas 52, Hudud 39; Müslim, Hayz 108, (367); Muvatta, Tahâret 89, (1, 53, 54); Ebû Dâvud, Tahâret 123, (317); Nesâî, Tahâret 194,

[396]  Nesâî, Tahâret 196, 197, 198,

[397]   Ebû Dâvud, Tahâret 123,

[398]   Mâide,5\6

[399]   Buhârî, Teyemmüm 7, 4, 5, 8; Müslim, Hayz 110 (368); Ebû Dâvud, Tahâret 123 (321); Nesâî, Tahâret 202,

[400]   Müslim, Tahâret 110,

[401]   Buhârî, Teyemmüm 6; Müslim, Hayz 111,

[402]  Mâide,5\6

[403]   Buhârî, Hayz 20; Müslim, Hayz 67, (335); Ebu Dâvud, Tahâret 105, (262, 263); Tirmizî, Taharet 97, (130); Savm 68, (787); Nesâî, Hayz 17, (1, 191, 192), Savm 64,

[404]  Zühaylî, el-Fýkhu'l Ýslâmî ve Edilletuh, I, 471

[405]  Baþka yorumlarla birlikte bk. Râzî, XXIX, 192-196; Ýbn Rüþd el-Hafid, Bidâyetü'l-Müctehid ve Nihâyetü% Muktesýd, 1,435, II, 32; Þevkânî, V, 186; a.mlf.,Neylü'l-Evtâr,, 1,225-227,246-248; Ýbn Âþûr, XXVII, 333-337; Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çaðrýcý, Prof. Dr. Ýbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüþ, Kur’an Yolu:V/166-168

[406]   Bakara,2/222

[407]   Bakara,2\ 222

[408]   Müslim, Hayz 16, (302); Ebu Dâvud, Nikah 47; Tirmizî, Tefsir, Bakara, (2981); Nesâî, Tahâret 181,

[409]   Ebu Dâvud, Tahâret 1100, (287); Tirmizî, Tahâret 95,

[410]   Ebu Dâvud, Tahâret 116,

[411]   Muvatta, Tahâret 105, (1, 62); Ebu Dâvud, Tahâret 108, (274, 275, 276, 277, 278); Nesâî, Hayz (1, 182).

[412]   Ebu Dâvud, Tahâret 114,

[413]   Ebu Dâvûd, Tahâret 115,

[414]   Muvatta, Hacc 124,

[415]   Muvatta, Tahâret 97, (1, 59); Buhârî, bunu bab baþlýðýnda senetsiz olarak kaydetmiþtir (Hayz 19).

[416]   Ebu Dâvud, Tahâret 121; Tirmizî, Tahâret 105,

[417]  Bakara,2/222

[418]   Maide,5/6

[419]   Tevbe,9/108

[420]   Enfal,8/11

[421]   Akebut,29/45

[422]   Bakara,2/110

[423]   Ahmed b. Hanbel, IV, 238, VI, 461

[424]   Buhârî, Ýman,1, 2; Müslim, Ýmân, 19-22

[425]   Buhârî, Mevâkît 6; Müslim, Mesâcid 282, (666); Tirmizî, Emsâl 5, (2872); Nesâî, Salât 7, (1, 231); Muvatta, Sefer 91,

[426]   Muvatta, Kasru's-Salât 91,

[427]    Hud,11/114

[428]   Buhârî, Teheccüd 13, Bed"ü'l-Halk 11; Müslim, Müsâfirîn 205, (774); Nesâî, Kýyâmu'l-Leyl 5,

[429]     Müslim, Mesacid 213; Ebu Davud, Salat 9; Nesâî, Salat 21,

[430]   Ebu Davud, salat 301,

[431]   Ali-Ýmran, 3/17

[432]   Ebû Dâvud, Salât 4; Nesâî, Mevâkît 6,

[433]  Tirmizî, Salât, 118.

[434]  Müslim, Mesâcid 189; Nesâî, Mevâkît 2,

[435]   Ebû Dâvud, Salât 273; Nesâî, Mevâkît 3,

[436]   Bakara,2/238

[437]   Buhârî, Mevâkît 15, 34; Nesâî, Salât 15,

[438]   Buhârî, Mevâkît 28, 17; Müslim, Mesâcid 163, (608); Muvatta, Vukût 5, (1, 6); Tirmizî, Salât 137, (186); Ebû Dâvud, Salât 5, (412); Nesâî, Mevâkît 11, (1, 257, 258), 28,

[439]   Hud,11/114

[440]   Buhârî, Mevâkît 18; Müslim, Mesâcid 216, (636); Ebû Dâvud, Salât 6, (417); Tirmizî, Salât 122,

[441]   Buhârî, Mevâkît 18; Müslim, Mesâcîd 217,

[442]   Nesâî, Mevâkît 13,

[443]   Ýsra,17/79

[444]   Müslim, Mesâcid, 173, (612); Ebû Dâvud, Salât 2, (396); Nesâî, Mevâkît 15,

[445]   Buhârî, Mevâkît 11, 13, 39, Ezân 104; Müslim, Mesâcid 237, (647); Ebû Dâvud, Salât 3, (398); Nesâî, Mevâkît 2, (1, 246), 20,

[446]   Buhârî, Mevâkît 18, 21; Müslim, Mesâcid 234, (646); Ebû Dâvud, Salât 3, (397); Nesâî, Mevâkît 18,

[447]  Nisa,4/103

[448]  Ahmet Davudoðlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Þerhi, VI, 438-439

[449]   Nisa, 4/103

[450]   Bakara, 2/238

[451]  Hûd,11/1 14

[452]   Ýsrâ,17/78-79

[453]   Müslim, Mesâcid, 31, 174; Ebû Dâvud, Tahare, 60; Nesâî, Ezân, 12; Tirmizî, Mevâkît, 4.

[454]   Buhârî, Hac 99, 97; Müslim, Hacc 292, (1289); Ebû Dâvud, Menâsik 65, (1934); Nesâî, 49,

[455]   Buhârî, Hacc, 97; Ahmed b. Hanbel, V, 202; Asým Köksal, Ýslâm Tarihi, Ýstanbul (t.y.), XVII, 273, 274

[456]   Müslim, Salâtü'l Müsâfirîn, 45

[457]   Müslim, II, 10; Ebu Davud, I, 285; Ýbn Mâce, I, 340

[458]  Sahîh-i Müslim Trc., IV,136,137

[459]   Ebû Dâvud, II, 18

[460]  Þevkânî, Evtâr, III, 262; Sahîhi Müslîm Tercemesi, IV,136 vd.; Ýbn Âbidin, Reddü'l Muhtar, (çev. A. Davudoðlu) Ýstanbul 1982, II, 62-63

[461]   Mâlik, el-Müdevvenetü'l Kübrâ, I, 116-117

[462]  Buhari, Mevâkît,12; Müslim, Müsâfîrîn, 54; Ebû Dâvud, Sefer, 5; Nesâî, Mevâkit, 47; Malik Muvatta; Sefer, 5

[463]   Maide,5/58

[464]   Buhârî, Ezân 1; Müslim, Salât 1, (377); Tirmizî, Salât 139, (190); Nesâî, Ezân 1,

[465]   Ebû Dâvud, Salât 27,

[466]   Ebû Dâvud, Salât 28,

[467]   Buhârî, Ezân 8; Ebû Dâvud, Salât 28, (529); Tirmizî, Salât 157, (211); Nesâî, Ezân 38, (2, 26); Ýbnu Mâce, Ezân 4,

[468]   Ýsra,17/79

[469]  Buhârî, Ezân,22; Ebü Dâvud, Salât,26

[470]   Nesâî, Ezân 12,

[471]   Ebû Dâvud, Salât 30; Tirmizî, Salât 146,

[472]   Müslim, Mesâcid 160- (606); Tirmizî, Salât 148, (202); Ebû Dâvud,Salât 44,

[473]   Tirmizî; Salât 143,

[474]  Buhârî, Ezân 9, 32, Þehâdât 30; Müslim, Salât 129, (437); Tirmizî, Salât 166, (225); Nesâî, Mevâkît 22, (1, 269), Ezân 31, (2, 23); Muvatta, Nidâ 3, (1, 68); Cemâat 6,

[475]   Nisâ, 4/102

[476]   Buhârî, Ezân 30, Cuma 2; Müslim, Salât 272 (649); Ebû Dâvud, Salât 49, (559); Tirmizî, Salât 245, (330); Ýbnu Mâce, Mesâcid 16,

[477]   Buhârî, Ezân 30, Müslim, Salât 272.

[478]   Rezîn ilavesidir. Derim ki bu rivâyet Buhârî' nin Sahîh'inde mevcuttur. (Buhârî, Ezân 31)

[479]   Müslim, Mesâcid 260, (656), Muvatta, Salâtu'l-Cemâ'a 7, (1, 132); Ebû Dâvud, Salât 48, (555); Tirmizî, Salât 165.

[480]   Müslim, Mesâcid 278, (663); Ebû Dâvud, Salât 49,

[481]  Müslim, Mesâcid 255; Nesâî, Ýmâmet 50, (2, 109); Ebû Dâvud, Salât 47,

[482]   Ebû Dâvud, Salât 47

[483]   Buhârî, Ezân 29, Husûmât 5, Ahkâm 52; Müslim, Mesâcid 252, (651); Muvatta, Salâtu'l-Cemâ'a 3, (1, 129-130); Ebû Dâvud, Salât 47, (548, 549); Tirmizî, Salât 162, (217); Nesâî, Ýmâmet 49,

[484]   Buhârî, Ezan 35

[485]   Kâsânî, Bedâiu's-Sanayi, Beyrut 1394/1974, I, 156

[486]   Mergînânî, a.g.e., I, 56

[487]   Merginânî, a.g.e., I, 57

[488]   Merginânî, I, 56

[489]   Mergînânî, a.g.e., I, 57

[490]   Buharî, Ezân 31.

[491]   Buhârî, Ezân 40, 50, 153, 154, Salât 45, 46, Teheccüd 36, Megâzî 11, Et'ime 15, Rikâk 6, Ýstitâbe 9; Müslim, Ýman 54, (33); Muvatta, Kasru's-Salât 86, (1, 172); Nesâî, Ýmâmet 10,

[492]   Buhârî, Ezân 18, 40; Müslim, Misâfirîn 22, (697); Muvatta, Salât 10, (1, 73); Ebû Dâvud, Salât 214, (1060-1064); Nesâi, Ezân 17,

[493]   Muvattâ', Cemâa 3; Ýbn Mâce, Mesâcid, 17

[494]   Ýbn Mâce, Mesâcid, 17

[495]   Tecrid-i Sarih Tercümesi, II, 604

[496]   Ýbn Mâce Terceme ve Þerhi, II, 632

[497]   Bakara, 2/124; Hûd, 11/17; el-Hicr, 15/79; el-Ýsrâ, 17/71; el-Furkân, 25/74; Yasîn, 36/12; el-Ahkâf, 46/12

[498]   Tevbe, 9/12; el-Enbiyâ, 21/73; el-Kasas, 28/5, 41; es-Secde, 32/24

[499]   Bakara, 2/124

[500]   Furkân, 25/74

[501]   Tevbe, 9/12

[502]   Hûd, 11/17

[503]   Müslim, Mesâcid 290, (673); Tirmizî, Salât 174, (235); Edeb 24 (2773); Ebû Dâvud, Salât 61, (582, 583, 584); Nesâî, Ýmâmet 3, 6,

[504]   Müslim, Mesâcid 289; Nesâî, Ýmâmet 5,

[505]  Ebû Dâvud, Salât 61,

[506]  Buhârî, Megâzî 52; Ebû Dâvud, Salât 61, (585-587); Nesâî, Ezan 8, (2, 9-10); Kýble 16, (2, 70). Ýmâmet 11, 

[507]   Buhârî, Ezân 54, Ahkâm 25; Ebû Dâvud, Salât 61,

[508]   Buhârî, Ezan 54, (Bâb baþlýðýnda (senetsiz) kaydetmiþtir.

[509]  Ebû Dâvud, Salât 65,

[510]   Buhârî, Ezân 60, 63, 66, Edeb 74; Müslim, Salât 180; Ebû Dâvud, Salât 68; Tirmizî, Salât 410,

[511]   Ebû Dâvud, Salât 63,

[512]   Tirmizî, Salât 266,

[513]   Buhârî, Ezân 60, 63, 66, 74; Müslim, Salât 178, (465); Ebû Dâvud, Salât 127, (790, 791, 793,); Nesâî, Ýmâmet 39, 41 (2, 97-98); Ýftitâh 63, 70,

[514]   Buhârî, Ezân 62; Müslim, Salât 186, (467); Muvatta, Cemâat 13, (1, 134); Ebû Dâvud, Salât 127, (794-795); Nesâî, Ýmâmet 35, (2, 94); Tirmizî, Salât 175,

[515]  Buhârî, Ezân 65; Müslim, Salât 189, 196; Tirmizî, Salât 175, (237), 276, (376); Nesâî, Ýmâmet 35,

[516]   Ebû Dâvud, Tahâret 43; Tirmizî, Salât 265,

[517]   Tirmizî, Da'avât 112,

[518]   Ebû Dâvud, Salât 326,

[519]   Buhârî, Teheccüd 16, Tefsîr, Feth 1, Rikâk 20; Müslim, Sýfâtu'l-Münâfikîn 79, (2819); Tirmizî, Salât 304, (412); Nesâî, Kýyâmu'l-Leyl 17,

[520]   Buhârî, Teheccüd 5, 32; Müslim, Müsâfirîn 75, 77, (717, 718); Muvatta, Kasru's-Salât 29, (152-153); Ebû Dâvud, Salât 301, (1292, 1293); Nesâî, Savm 35,

[521]   Buhârî, Teheccüd 31, Teksîru's-Salât 12, Megâzî 50; Müslim, Hayz 71, (336); Müsâfirîn 80, (336); Muvatta, Kasru's-Salât 28, (1, 152); Ebû Dâvud, Salât 301, (1290, 1291); Tirmizî, Salât 346, (474); Nesâî, Tahâret 143, (1, 126); Gusl 11,

[522]  Tahiyyat: Selamdýr.

[523]   Salavat: Ýbadelerdir.

[524]  Tayyibat: Tevbe-i Ýstiðfardýr.

[525]   Ebû Dâvud, Salât 337,

[526]   Tirmizî, Salât 333, (453, 454); Ebû Dâvud, Salât 336, (1416); Nesâî, Kýyâmu'l-Leyl 27,

[527]   Muvatta,  Salâtu'l-Leyl 14; Ebû Dâvud,Salât 9, (425); 337, (1420); Nesâî, Salât 6,

[528]   Cuma,62/9

[529]   Ebu Dâvud, Tahâret 130, (354); Tirmizî, Salât 357, (497); Nesâî, Cuma 9,

[530]   Bakara,2/203

[531]  Nisa,4/101

[532]  Zeylaî, Nasbu'r Râye, 2, 183

[533]  Müslim, Misafir, 4; Tirmizi, Tahare, 4, 20; Nesâi, Taksir, I

[534]   Ýbn Mâce, Ýkâme, 75

[535]  Buhârî, Taksîr, 11; Küsûf, 4; Ýbn Mâce, Ýkâme, 73, 124

[536]  Buhari, Salat,1; Müslim, Misafirin,1; Ebû Davud,2, 3

[537]   Nisa,4/104

[538]  Müslim, Müsâfirîn, 5, 6; Ebû Davud Sefer, 18; Nesâî, Havf 4; Ýbn Mace Ýkame, 75

[539]   Bakara,2/173

[540]   Ýbnül-Hümâm, a.g.e.,1, 405 vd.; Ýbn Abidin, Reddül-Muhtar,1, 733, 736

[541]   Ýbn Kudame, el-Muðnî, Kahire 1970,2, 261; Zühaylî,2, 323 vd.; Ýbn Rüþd Bidâyetül-Müctehid,1, 163

[542]  Zühayli, el-Fýkhul-Ýslâmî ve Edilletüh, Dimaþk 1405/1985,2, 323

[543]  Þevkânî, Neylül-Evtâr, 3, 207 vd.

[544]  Zühayli, a.g.e., 2, 335

[545]  Zühayli, a.g.e., 2, 335

[546]  Þevkânî, a.g.e.,3, 270

[547]  Ýbnül-Hümam,1, 405; Ýbn Âbidîn,1, 733 vd.; Zeylaî, et-Tebyîn,1, 215

[548]   Nisa,4/101

[549]  Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', Beyrut 1402/1982,1, 91, 92; Ýbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Mýsýr 1389/1970,2, 27 vd.

[550]  Buhârî, Salât, 1; Müslim, Müsâfýrîn,1; Ebû Dâvud 2, 3

[551]  Ahmed b. Hanbel, 3, 45; Buhârî, Taksîr, 2; el-Askalânî, Fethu'l-Bârî, Mýsýr 1378/1959, 3, 216, 217

[552]   Buhârî, Küsûf, 4; Ýbn Mâce, Ýkâme, 73, 124

[553]   Nisa,4/101

[554]   Buhârî, Taksîr, 2

[555]   Kâsânî, a.g.e.,1, 91, 92

[556]   Müslim, Müsâfirîn, 4; Ebu Dâvud, Sefer, 1; Tirmizî, Tefsîru Sûre, 4/20; Nesaî, Havf 1; Ýbn Mâce, Ýkame, 73; Dârimî, Salât, 179; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 25, 36, 6, 63

[557]   Kâsânî, a.g.e., 1, 92

[558]   Âsým Efendi, Kâmus, IV, 886-887

[559]   Râgýb, Müfredât, 99

[560]  Araf,7\206

[561]  Rad,13\15

[562]  Nahl,16\49

[563]  Ýsra,17\107

[564]  Meryem,19\58

[565]  Hacc,22\19

[566]  Hacc,22\77

[567]  Furkan,25\60

[568]  Neml,27\25

[569]  Secde,32\15

[570]  Sad,38\24

[571]  Fussilet,41\

[572]  Necm,53\62

[573]  Alak,96\19

[574]   Ýnþikâk,84\ 20-21

[575]   Necm,53\62

[576]   Buhârî, Sücûdu'l-Kur'ân 9, 8, 12; Müslim, Mesâcid 103, (575); Ebû Dâvud, Salât 333,

[577]   Buhârî, Sücûdu'l-Kur'ân 10, Muvatta, Kur'ân 16, (1, 206).]Buhârî'nin bir rivâyetinde þöyle denmiþtir: "Allah, secdeyi dilemezsek farz etmemiþtir."

[578]  Müslim, Îmân 133,

[579]  Daha geniþ bilgi için bak: el-Cezerî, Kitabü'l-Fýkh ale'l-Mezâhibi'l-Erbaa, Mýsýr (t.y.

[580]   Ýbn Kesýr, Tefsiru'l-Kur'ani'l-Âzim, Beyrut 1969, I, 22 vd.; Elmalýlý Hamdi Yazýr, Hak Dini Kur'an Dili, Ýstanbul 1971, I, 57 vd.

[581]   Ebû Dâvud, Cihâd 174, (2774); Tirmizî, Siyer 25, (1578); Ýbnu Mâce, Ýkâmet 192,

[582]   Ebû Dâvud, Cihâd 174,

[583]  Daha geniþ bilgi için bak: el-Cezerî, Kitabü'l-Fýkh ale'l-Mezâhibi'l-Erbaa, Mýsýr (t.y.

[584]  Rum,30/32

[585]  Bkz. Ýbn Abdilber, el-Kafi, Riyad 1400/1980, 1, 244; Behûtî, Þerhu Müntehâ'l-Ýrâdât, Beyrut t.y.,1, 277; Ahmed Davudoðlu, Müslim Þerhi, 4, 85

[586]  Meryem,19/26

[587]   Bakara, 2/183

[588]   Buhari, Savm 2, 9, Libas 78; Müslim, Sýyâm 164 (1151); Muvatta, Sýyâm 58; Ebu Dâvud, Savm 25 (2363); Tirmizî, Savm 55; Nesâî, Sýyâm 41, (2, 160-161); Ýbnu Mâce, Sýyam 1, (1638), Edeb 58,

[589]   Buhari, Savm 2, 9, Libas 78; Müslim, Sýyâm 164 (1151); Muvatta, Sýyâm 58, (1, 310); Ebu Dâvud, Savm 25 (2363); Tirmizî, Savm 55, (764); Nesâî, Sýyâm 41, (2, 160-161); Ýbnu Mâce, Sýyam 1, (1638), Edeb 58,

[590]   Tirmizî, Cihâd 3,

[591]   Nesâî, Sýyam 43,

[592]  Buharî, Savm 4, Bed'ü'l- Halk 9; Müslim, Sýyâm 166, (1152); Nesâî, Sýyam 43; Tirmizî, Savm 55, (765).]Tirmizî'nin rivayetinde þu ziyâde var: "Oraya kim girerse ebediyyen susamaz."

[593]   Tirmizî, Savm 82; Ýbnu Mâce, Sýyâm 45,

[594]   Buhari, Savm 5, Bed'ü'l- Halk 11, Müslim, Sýyâm 2, (1079); Nesâî, Sýyâm 5,

[595]   Bakara,2/183

[596]   Bakara,2/184

[597]   Bakara,2/185

[598]  Bakara,2/187

[599]   Tirmizî, Daavât 52,

[600]   Ebû Dâvud, Edeb 111; Ebû Dâvud'un yine Katâde'den kaydrettiði bir diðer rivâyetinde: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), hilâli görünce yüzünü ondan çevirirdi"  denmektedir.

[601]  En'am,6\ 76

[602]   Buhari, Savm 29, 31, Hibe 20, Nafakât 13, Edeb 68, 95, Kefaretu'l- Eymân 3, 4, Hudud 26; Müslim, Sýyâm 81, (1111); Muvatta, Sýyâm 28; Ebu Davud, Savm 37; Tirmizî, Savm 28

[603]   Buhari, Savm 20, Müslim, Sýyâm 45, (1095); Tirmizî, Savm 17, (708); Nesâî, Savm 18,

[604]  Müslim, Sýyâm 46, (1096); Ebu Dâvud, Savm 15, (2343); Tirmizî, Savm 17, (709); Nesâî, Savm 27,

[605]   Buharî, Savm 19, Mevâkitu's-Salât 27, Teheccüd 8; Müslim, Sýyâm 47, (1097); Tirmizî, Savm 14, (703); Nesâî, Savm 21, 22,

[606]  Buharî, Savm 45; Müslim, Sýyân 48, (1098); Muvatta, Sýyâm 6, (1, 288); Tirmizî, Savm 13,

[607]   Ebu Dâvud, Savm 22,

[608]   Ebu Dâvud, Savm 22. "Rezîn, duanýn baþ kýsmýna "Elhamdülillah" kelimesini ziyade etti."

[609]  Sabûni Revâlû'l-Beyân Tefsir-û Ayâti'l Ahkâm, I, 189

[610]   Elmalýlý Muhammed Hamdi Yazýr, Hak Dini Kur'an dili, I, 631

[611]   Bakara, 2/184

[612]  Muhammed, 47/4

[613]  Ýhtiyar li Ta'lili'l-Muhtar, IV, 197

[614]  M. Emin Geredevî, Hediyyetü'l-Kabir, s. 29

[615]  Bakara, 2/1 84

[616]   M.Zihni, Nimet-i Ýslâm, Ýstanbul 1326 s.450

[617]   Mehmed Zihni, a.g.e, s.450

[618]   Ýbn Abidin, Reddü'l-Muhtâr, Mýsýr 1966, 1, 686

[619]  Hacc,22\29

[620]   Buharî, Kader 6, Eyman 26; Müslim, Nezr 3, (1639); Ebu Davud, Eyman 26, (3287); Nesâî, Eyman 24,

[621]   Buharî,  Kader 6, Eyman 26; Müslim, Eyman 7, (1640); Ebu Davud, Eyman 26, (3288); Tirmizî, Nüzûr 10, (1538); Nesâî, Eyman 25,

[622]  Buharî, Eyman 28; Muvatta, Nüzur 8, (2, 476); Ebu Davud, Eyman 22, (3289); Tirmizî, Nüzûr 2, (1526); Nesaî, Eyman 28, (7, 17); Ýbnu Mace, Kefarat 16,

[623]   Müslim, Hacc 510,

[624]   Ebu Davud, Eyman 24,

[625]   Buharî, Eyman 32, Savm 67 ; Müslim, Siyam 142,

[626]   Bakare,2\ 187

[627]  Buhârî, Fadlu Leyletü'l-Kadr 3, Ýtikâf 1, 14; Müslim, Ýtikâf 5, (1172); Muvatta, Ýtikaf 7, (1, 316); Tirmizî, Savm 71, (790); Nesâî, Mesâcid 18, (2, 44); Ebu Dâvud, Sýyâm 77, (2462, 2464); Ýbnu Mâce, Sýyâm 59;

[628]  Buhârî, Fadlu Leyleti'l-Kadr 2, 3, Ýtikaf 1, 9, 13; Mslim, Sýyâm 213,

[629]  Buhârî, Ý'tikâf 17; Ebu Dâvud, Savm 78, (2466). Ýbnu Mâce, Sýyâm 58

[630]  Hadisi Ebu Dâvud, Übeyy hazretlerinden [Savm 77, (2463)]; Tirmizî de Enes hazretlerinden [Savm 79, (803)] rivayet etmiþtir. Ýbnu Mâce, Sýyam 58,

[631]  Buhârî, Hayz 2, Ýtikaf 2, 3, 4, 19, Libâs 76; Müslim, Hayz 6-7 (297); Muvatta, Ý'tikâf 1 (1, 312); Tirmizî, Savm 80, (804); Ebu Dâvud, Sýyâm 79 (2467, 2468, 2469); Nesâî, Hayz 20,

[632]   Ebu Dâvud, Savm 80, 2473

[633]  Buhârî, Hayz 10, Ýtikaf 10; Ebu Dâvud, Savm 81,

[634]   Buhârî, Ý'tikâf 8, 11, 18 Farzu'l-Humus 4, Bed'u'l-Halk 11, Edeb 121, Ahkâm 21; Müslim, Selam 23-25 (2174, 2175); Ebu Dâvud, Sýyâm 79,

[635]  Buhârî, Ýtikaf 5, 15, 16; Humus 19, Megâzî 54, Eymân 29; Müslim, Eymân  27, (1656) Tirmizî, Nüzûr 12, 12, (1539); Ýbnu Mace, Keffarât 18,

[636]  Tirmizî, Cihâd 3,

[637]   Nesâî, Sýyam 43,

[638]   Buharî, Savm 4, Bed'ü'l- Halk 9; Müslim, Sýyâm 166, (1152); Nesâî, Sýyam 43, (4, 168); Tirmizî, Savm 55, (765).]Tirmizî'nin rivayetinde þu ziyâde var: "Oraya kim girerse ebediyyen susamaz."

[639]  Buhârî, Savm, 6

[640]  Tevbe,9/60

[641]   Tevbe,9/103

[642]  Buhârî, Ýman 1; Müslim, Ýman 22 (....); Nesâî, Ýman 13, (9, 107-108); Tirmizî, Ýman 3,

[643]   Tirmizî, Zekât 3, (620); Ebû Dâvud, Zekât 4, (1574); Nesâî, Zekât 18,

[644]  Nesâî, Zekât 72,

[645]   Buhârî, Ý'tisâm 2, Zekât 1, Ýstitâbe 3; Müslim, Ýmân 32, (20); Muvatta, Zekât 30, (1, 269); Tirmizî, Ýmân 1, (2610); Ebû Dâvud, Zekât 1, (1556); Nesâî, Zekât 3,

[646]  Tevbe,9/60

[647]   Tevbe,9/103

[648]   Bakara,2/43

[649]   Hacc,22/78

[650]   Nur,24/56

[651]  Neml, 27/3

[652]   Ebû Dâvud, Zekât 11, (1599); Ýbnu Mâce, Zekât 15,

[653]   Ebû Dâvud, Zekât 2,

[654]   Ebû Dâvud, Ýmâret 27,

[655]   Muvatta, Zekât 4,

[656]  Tevbe,9/60

[657]   Bakara,2/271

[658]  Bakara,2/273

[659]  Buharî, Zekat 8; Müslim, Zekât 63, (1014); Muvatta, Sadakât 1, (2, 995); Tirmizî, Zekât 28, (661); Nesâî, Zekât 48; Ýbnu Mâce, 28,

[660]   Bakara,2\ 276

[661]   Müslim, Zühd 45,

[662]   Nesâî, Zekât 49,

[663]   Tirmizî, Kýyamet 42,

[664]   Zariyat,51\ 19

[665]   Buharî, Zekât 36, Edeb 95; Müslim, Ýmaret 87, (1865); Ebu Dâvud, Cihâd 1, (2477); Nesâî, Bey'a 11,

[666]   Tirmizî, Zekât 28,

[667]   Buhârî, Zekât 70, 71, 73, 74, 76, 78; Müslim, Zekât 13, (984); Muvatta, Zekât 51, 53, 55, (1, 283); Tirmizî, Zekât, 35, (676); Ebû Dâvud, Zekât 19, (1611, 1612, 1613, 1614, 1615); Nesâî, Zekât 30, 31, 32, 33, 34, 41, (5, 47); Ýbnu Mâce Zekât 21,

[668]   Buhârî, Zekât 77.

[669]   Buhârî, Zekât 72, 73, 75, 76; Müslim, ZekâT 18, (985); Muvatta, Zekât 53, (1, 284); Tirmizî, Zekât 35, (673); Ebû Dâvud, Zekât 19, (1616, 1617, 1618); Nesâî, Zekât 37, 38, 39, 42, 43, (5, 51); Ýbnu Mâce, Zekât 21,

[670]  Tirmizî, Zekât 35,

[671]   Buharî, Keffârâtu'l-Eymân 5.

[672]   Nesâî, Zekât 35; Ýbnu Mâce, Zekât 21,

[673]   Bakara,2/271

[674]  Bakara,2/261

[675]  Teðabun,64/17

[676]  Ali-Ýmran, 3/97

[677]   Buhârî,Ý'tisam 4; Müslim, Hacc 412, (1337), Fedâil 130, (1337);  Nesâî, Hacc 1,

[678]   Âl-i Ýmrân,3\ 97; Tirmizî, Hacc 3,

[679]   Ebu Dâvud, Hacc 1, (1721); Nesâî, Hacc 1, (5, 111); Ýbnu Mâce, Menâsik 2,

[680]   Ebu Dâvud, Hacc 3,

[681]   Ebu Dâvud, Menâsik 6,

[682]  Kevser,108/2

[683]   Tirmizî, Edâhi 18; Ebu Dâvud, Dahâya 1; Nesâî, Akîka 6, (7, 167-168); Ýbnu Mace, Menâsik 2,

[684]   Ebu Dâvud, Edâhî, 1; Nesâî, Dahâya 2,

[685]   Muvatta, Dehâyâ 13,

[686]  Enam,6/162

[687]  Hacc,22/37

[688]  Ýbn Mâce, Nikâh, 50

[689]   Bakara,2/187

[690]  Lokman,31/13,19

[691]  Muhammed,47/22

[692]  Buhârî, Edeb 29; Müslim, Ýman 73

[693]  Nisa,4/34

[694]   Bakara,2/228

[695]  Ýbnül-Hümâm, Fethul-Kadîr, vd., Bulab: 1315, 2, 339 vd.; el-Meydânî, el-Lübâb, Ýstanbul (t.y.), 3, 3; Ýbn Âbidîn, Reddül-Muhtâr,2, 355-357;eþ-Þirbinî, Muðnil-Muhtâc,3,123; Ýbn Kudâme, el-Muðnî, Kahire (t.y.), 6, 445

[696]  Nisa,4/3

[697]  Nur,24/32

[698]   Ebu Davud, Nikah 4, (2050); Nesaî, Nikah 11,

[699]   Müslim, Rada 64, (1467); Nesaî, Nikah 15,

[700]   Buharî, Nikah 15; Müslim, Rada 53, (1466); Ebu Davud, Nikah 2, (2047); Nesâî, Nikah 13,

[701]   Buhârî, Nikâh 10; Müslim, Radâ 54, (715); Ebu Dâvud, Nikâh 3, (2048); Tirmizî, Nikâh 4, 13 (1086, 1100); Nesâî, Nikâh 6, 10

[702]  Müslim, Nikâh, 5; Nesâî, Nikâh, 4; Dârimî, Nikâh, 3; Ahmed b. Hanbel, 2, 158, 3, 341, 359, 5, 409

[703]  Ýbn Mâce, Nikâh, 5

[704]  Ýbnül-Hümâm, a.g.e., 2, 342; el-Kâsânî, el-Bedâyî',2, 260 vd.

[705]   Nur,24/33

[706]  Mevsýlî, el-Ýhtiyâr, 3, 82

[707]  Fetâvâl-Hindiyye,1, 267

[708]    Al-i Ýmran,3/39

[709]   Nisa,4/24

[710]  Zühaylî, el Fýkhu'l-Ýslâmî ve Edilletüh, Dimaþk 1405/1985, 7, 33, 34; Ýbn Hacer el-Askalânî, Bülûðul-Merâm min Edilletil-Ahkâm, Terc. Ahmed Davudoðlu, Ýstanbul 1967,2, 228 vd.; Hamdi Döndüren, Delilleriyle Ýslâm Hukuku, Ýstanbul 1983, s. 183, 184

[711]   Buharî, Nikah 15; Müslim, Rada 53, (1466); Ebu Davud, Nikah 2, (2047); Nesâî, Nikah 13, (6, 68).]

[712]  Ýbnül-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Bulak 1315,2, 340

[713]   Ýbn Abidîn, a.g.e.,2, 258

[714]   Askalânî, a.g.e., 3, 229

[715]  Müslim, Zekât, 52; Ebû Dâvud, Tatavvu', 12, Edeb, 160; Ahmed b. Hanbel, 5, 167, 168

[716]  Hukuk-ý Aile Kararnamesi, madde, 40-44

[717]  Halil Cin, Ýslam ve Osmanlý Hukukunda Evlenme, Ankara 1974, s. 133

[718]  Kâsânî, el-Bedâyi', 2, 229 vd.,5, 133; Ýbn Manzûr, Lisânül-Arab, 13,185; Hamdi Döndüren, a.g.e., s. 187, 188

[719]  Kâsânî, a.g.e., 2, 232, 233; el-Cezîrî, Kitabül-Fýkh Alel-Mezâhibil-Erbaa, Mýsýr 1969, 4,14 vd.

[720]  Kâsânî, a.g.e.,2, 231; el-Cezîrî, a.g.e.,4, 16

[721]  Cezîrî, a.g.e.,4, 14 vd.; ez-Zühaylî, a.g.e., 7, 39; Ýbn Âbidîn, a.g.e.,2, 364, 365, 369 vd.

[722]  Nisâ, 4/22; el-Ahzâb, 33/37; Ýbn Rüþd, Bidâyetül-Müctehid, Kahire (t.y.), 2, 4,5

[723]  Kâsânî, a.g.e.,2, 231; Ýbnül-Hümâm, Fethul-Kadîr, 2, 344, 345; Ýbn Abidîn, Reddül-Muhtâr,2, 371; Ýbn Kudâme, el-Muðnî,7, 532-534; Hamdi Döndüren, a.g.e., s. 188,189

[724]  Bakara,2/230

[725]  Ebû Dâvud, Nikâh, 25; Ahmed b. Hanbel, I, 334

[726]   Bakara,2/232

[727]  Nur,24/32

[728]  Ebû Dâvud Nikâh,19; Tirmizî, Nikâh, 14; Dârimî, Nikâh, 11; Ahmed b. Hanbel,7, 166

[729]  Ýbn Mâce, Nikâh, 15; "Nikâh ancak veli ile olur" (Buhârî, Nikâh, 36; Ebû Dâvud, Nikâh, 19; Tirmizî, Nikâh, 14

[730]  Ebu Davud, Nikah 20; Tirmizî, Nikah 14

[731]  Ebû Dâvud Nikâh, 31

[732]  Buhârî, Nikâh, 37

[733]  Þirbînî, Muðnîl-Muhtâc, Mýsýr (t.y.), 3,168; el-Kâsânî, a.g.e., 2, 231; el-Mevsýlî, el-Ýhtiyâr li Ta'lîlil-Muhtâr, 3, 97 vd.

[734]  Ebû Dâvud, Talâk, 2

[735]  Ýbnül-Hümâm, a.g.e.,3, 107 vd.; Zeylaî, Tebyînül-Hakâik,2, 148; Ýbn Âbidîn, a.g.e.,2, 405; ez-Zühaylî, el-Fýkhul-Ýslâmî ve Edilletüh, Dimaþk 1405/1985, 7, 45

[736]   Ebû Dâvud, Nikâh, 19; Dârimî, Nikâh, 11

[737]   Buhârî, Þehâdât, 8

[738]  Þîrâzî, el-Mühezzeb,2, 42

[739]  Bakara,2/282

[740]  Ebû Dâvud Nikâh, 19

[741]   Bakara,2/282

[742]  Serahsî el-Mebsût, Mýsýr 1324-1331/1906-1912,5, 32, 33; ez-Zühaylî a.g.e.,7, 74, 75; Hamdi Döndüren, a.g.e., s. 208, 209

[743]  Zühaylî, a.g.e.,7, 75

[744]  Nisâ, 4/141; el-Kâsânî, a.g.e., 2, 253

[745]  Kâsânî, a.g.e., 2, 253, 254; el-Fetâvâl-Hindiyye,1, 267, 268

[746]  Muhtasaru'n-Nâfi' fî Fýkhýl-Ýmamiyye, Dârul-Kitabil-Arabî, Mýsýr (t.y), s. 194

[747]   Nisa,4/4

[748]   Nisa,4/24

[749]   Ebû Dâvud, Nikâh 36; Nesâî, Nikâh 76,

[750]  Þevkânî, Neylü'l-Evtâr, 6, 170

[751]   Serahsî, el-Mebsut,5, 62 vd.; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi,2, 274-304; Ýbnü'l-Hümâm, Fethul-Kadîr,2, 434 vd.; el-Cassâs, Ahkâmü'l-Kur'ân,3, 86 vd.; Ýbn Rüþd, Bidâyetü'l-Müçtehid,2, 16 vd.; Ýbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr,2, 329 vd.

[752]   Nisa,4/34

[753]   Bakara,2/236

[754]  Kâsânî, a.g.e.,2, 274; eþ-Þîrâzî, el-Mühezzeb, Halebî tab'ý,2, 55, 60; Ýbn Rüþd, a.g.e., 2, 25

[755]  Zühaylî, el-Fýkhu'l-Ýslâmî ve Edilletuh, Dýmaþk 1405/1985, 7, 254

[756]   Nisa,4/20

[757]  Nisâ, 4/20

[758]  Þevkânî, Neylü'l-Evtâr,6,168; Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, Mýsýr, t.y., 4, 283 vd.

[759]  Buhârî, Nikâh, 34-51; es-Sabûnî, Tefsîru Âyâti'l-Ahkâm, Dýmaþk 1397/1977,1, 453; ez-Zühayli, a.g.e., 7, 256; Ömer Nasuhî Bilmen, Ýstilâhât-ý Fýkhýyye Kâmusu, Ýstanbul 1967,4, 121-123; Hamdi Döndüren, Delilleriyle Ýslâm Hukuku, Ýstanbul 1983, s. 279, 280

[760]  Kâsânî, a.g.e., 2, 277 vd.; Ýbn Âbidîn, a.g.e., Mýsýr, t.y.,2, 252, 458-461; el-Cassâs, Ahkâmü'l-Kur'ân,2, 143

[761]   Nisa,4/24

[762]  Þîrâzî, a.g.e.,2, 59; eþ-Þevkânî, Neylül-Evtâr, 6, 170; el-Askalânî, Bülûðu'l-Merâm, Terc. A. Davudoðlu, Ýstanbul 1967, 3, 247 vd.; Bilmen, a.g.e., 7, 173-175

[763]  Bakara,2/237

[764]  Ahmed b. Hanbel, Müsned,1, 379

[765]  M. Muhyiddîn Abdülhamîd, el-Ahvâluþ-Þahsiyye, s. 140, 141

[766]  Halil Cin, Ýslâm ve Osmanlý Hukukunda Evlenme, Ankara 1974, s. 218

[767]   Mehmed Zihni, Nimet-i Ýslâm, Ýstanbul 1976, s. 641 vd.

[768]  Kâsânî, Bedâyîus-Sanayi, Kahire 1327-28/1910, II, 282-283; Molla Hüsrev, Dürerü'l-Hukkâm Þerhu Gureril-Ahkâm, Ýstanbul 1979, I, 342; el-Fetâva'l-Hindiyye, Bulak 1315, I, 309-311; M. Ebû Zehre, el-Ahvâluþ-þahsiyye, Kahire 1368/1948, s. 182-183; Bilmen, Istýlâhât-ý Fýkhiyye Kamusu, Ýstanbul 1985, II, 6, 119-120, 140-142

[769]  Molla Hüsrev, a.g.e., I, 347

[770]  Kâsânî, a.g.e.,2, 287; M. Ebû Zehra, a.g.e., s. 183-184; Bilmen, a.g.e., 2, 119

[771]  Kasas,28/27

[772]  Hukuk-ý Aile Kararnamesi, madde, 89, 90

[773]   Nisa,4/20

[774]  Kâsânî, a.g.e.,2, 335

[775]  Ýbn Rüþd, a.g.e., 2, 20

[776]  Bakara,2/237

[777]   Kâsânî, a.g.e., 2, 296 vd.; Ýbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, 2, 438-439

[778]  Bakara,2/236

[779]  Serahsî, el-Mebsût, 5, 82, 83; es-Sabûnî, a.g.e., 1, 379-380; M. Zihni, a.g.e., s. 441 vd.

[780]  Kâsânî, a.g.e., 2, 336, 337

[781]   Bakara,2/229

[782]   (65/1

[783]  Ebû Davûd, Talâk, 3

[784]   Cuma,62/9

[785]  Buharî, Talâk, Bab 1

[786]  Askalaný, Büluðu'l-Meram, Terc. A. Davudoðlu, c. 3, s. 363

[787]  Ýbnü'l-Hümam, Fethu'l-Kadir, c. 3, s. 24-25

[788]  Talak,65/1

[789]  Buharî, Talâk, I

[790]  Hayreddin Karaman, Mukayeseli Ýslam Hukuku, c. 1, s. 310

[791]  Bakara,2/229

[792]  Ahzab,33/28-29

[793]  Buhârý,9, 302

[794]  Bakara,2/280

[795]   Bakara,2/231

[796]  Þirazî, el-Mühezzeb,1, 174, 175

[797]   Nisa,4/19

[798]   Nisa,4/34

[799]  Nisa,4/35

[800]  Alûsî, Rûhu'l-Beyân, 5, 26

[801]  Sâbûn, Tefsru Âyâti'l-Ahkâm, I, 472

[802]  Þirâz, el-Mühezzeb, 2, 74; er-Remlî, Nihâye, 6, 44

[803]  Hukuk-ý Âile Kararnâmesi 130. madde esbâb-ý mucibe layihasý, Cerîde-i ilmiye, yýl: 4, sayý: 34, s. 1021 vd.; Hamdi Döndüren, Delilleriyle Ýslam Hukuku, Ýstanbul 1983, s. 398-400

[804]   Bakara,2/234

[805]   Talak,65/4

[806] Bakara,2/228

[807]  Talak,65/4

[808]  Müslim, Zekât, 95, 97, 106; Ebû Dâvud, Zekât, 39, 40; Ahmed b. Hanbel, 2, 94

[809]  Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi, 4, 40

[810]  Buhârî, Enbiyâ, 54; Þirb, 9; Müslim, Selâm, 151, 152; Birr, 133, 134; Küsûf, 9; Nesâî, Küsûf, 14, 20; Ahmed b. Hanbel, 2, 159, 188, 286, 424

[811]  Kâsânî, â.g.e., 4, 40; eþ-Þîrâzî, el-Muhezzeb, 2,168 vd.; ez-Zühaylî, el-Fýkhul-Ýslâmî ve Edilletüh, Dimaþk 1405/1985, 7, 763, 764

[812]  Bakara,2/233

[813]  Talak,65/7

[814]   Talak,65/6

[815]  Ýbnül-Hümâm, Fethul-Kadir,3, 321-339; el-Kâsânî, a.g.e., 4,14,15; el-Fetâvâl-Hindiyye,1, 544 vd.; Ö. N. Bilmen, Ýstilâhat-ý Fýkhýyye Kâmusu,2, 450

[816]   Bakara,2/240

[817]   Bakara,2/234

[818]  Buhârî, Büyû', 95; Nesâî, Kudât, 31; Ýbn Mâce, Ticârât, 65

[819]  Ahmed b. Hanbel, 2, 251, 471; Nesâî, Zekât, 54

[820]  Ýsra,17/23

[821]  Lokman,31/14-15

[822]   Serahsî, el-Mebsût, 5, 222-229; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi,4, 30; Ýbnül-Hümam, Fethul Kadir,3, 349 vd.

[823]  Kâsânî, a.g.e., 4, 36, 37; Ýbn Âbidîn, Reddül-Muhtâr,2, 923; eþ-Þîrâzî, el-Muhezzeb, 2, 167; eþ-Þirbînî, Muðnîl-muhtaç,3, 448; Ýbn Kudâme, el-Muðnî,7, 595; Ýbnül-Hümâm, a.g.e., 3, 347

[824]  Ebû Dâvud, Itâk, 9; Nesâî, Büyû', 84; Ahmed b. Hanbel, 3, 205

[825]   Bakara,2/233

[826]   Kâsânî, a.g.e., 4, 22, 25; Ýbnül-Hümâm, a.g.e., 3, 238; Ýbn Âbidîn, a.g.e., 2, 906

[827]  Kâsânî, 4, 22, 29 vd.; Ýbnül-Hümâm, a.g.e., 3, 322 vd.; Ýbn Âbidîn, a.g.e.,2, 889-892; Ýbn Rüþd, Bidâyetül-Müctehid,2, 54; eÞ-Þîrâzî, a.g.e., 2, 160

[828]  Kâsânî, a.g.e.,4, 37; Ýbnül-Hümâm, a.g.e., 3, 354; el-Meydâni, el-Lübâb, 3, 109

[829]  Tehanevî, Keþþafu Istýlahati'l Funûn, 2,1526; Nasuhî Bilmen, Hukuku Ýslâmiyye ve Istýlahatý Fýkhýyye Kamusu, 5, 115

[830]  Bilmen, a.g.e., 5,115; Vehbe ez-Zühaylî, el-Fýkhu'l-Ýslâmî ve Edilletuhu, 8, 9

[831]   Bakara,2/180

[832]   Bakara,2/240

[833]  Zuhaylî, a.g.e., 6, 7

[834]  Buharî, Vesâya, 1; Müslim, Vesâya,1-4; Ýbn Mâce, Vesâyâ, 2

[835]  Ýbn Mace, Vesâyâ, 5; Zeylaî, Nasbu'r Râye,4, 399, 400

[836]  Merginânî, el-Hidâye, 4, 232; Ýbn Kudâme, el-Muðnî, 6, 444

[837]  Merðýnanî, a.g.e.,4, 231

[838]  Zuhaylî, a.g.e. 8,11

[839]  Zuhaylî, a.g.e., 8, 12

[840]  Ýbn Kudâme, a.g.e., 6, 444; Ýbn Abidîn, Reddu'l-Muhtar, 6, 648, haylî, a.g.e, 8, 12

[841]  Ýbn Kudâme, a.g.e.,6, 445; Zuhaylî, a.g.e., 8, 12, 13

[842]  Kâsânî, Bedâiu's-Sanâî,8, 331

[843]  Haskefý, Dürrü'l Muhtac 6, 650

[844]  Zühaylî, a.g.e., 8, 18

[845]  Zühaylî, a.g.e., 8, 18, 19

[846]  Merðýnanî, a.g.e., 4, 234 vd., Ýbn Kudâme, a.g.e,6, 558 vd., Zühayli a.g.e, 8, 24 vd

[847]  Merðýnânî, a.g.e., 4, 232; Ýbn Kudâme, 6, 563; Mevsýlî, el-Ýhtiyar li Ta'lili'l-Muhtâr,5, 62; Bilmen, a.g.e., 122-127; Zühaylî, a.g.e., 8, 26-53

[848]  Ýbn Kudâme, a.g.e.,4, 518; Zeylaî, Tebyinü'l-Hakaik, 6,186; Meydanî, el-Lilbab Þeriru'l-Kitap 4, 178; Þirbînî; Muðni'l-Muhtâc, 3, 71, 72

[849]  Seyyid Þerif Cürcânî, Þerhu Feraizi Siraciyye, 2-5

[850]  Kasânî, a.g.e., 7, 352

[851]  Zühaylî, a.g.e., 8, 86, 87

[852]  Ýbn Âbidin, Reddu'l-Muhtar, 6, 691 vd.

[853]  Zühaylî, a.g.e., 8, 92, 93

[854]  Hayreddin Karaman, Mukayeseli Ýslâm Hukuku, 2, 276

[855]  Bilmen, a.g.e., 5, 6

[856]  Mecelle, madde, 974; Karaman, a.g.e.,1,196

[857]  Karaman a.g.e.,2, 276

[858]  Karaman, a.g.e.,2, 276

[859]  Bilmen, a.g.e., 5, 182

[860]  Bilmen, a.g.e., 5, 205 ; Zûhayýs, a.g:e, 8,148

[861]  Zühaylî, a.g.e., 8, 149

[862]  Suyutî, Tedrîbu'r-râvî fý Þerhi Takribi'n Nevevî, 2, 59, 60; Tehanevî, a.g.e.2,1526; Yaþar Kandemir, Hadis Ýlimleri ve Hadis Istýlahlarý, trc. 79, 80

[863]  Nisa,4/11

[864]  Tirmizi, Ferâiz, 2; Ýbn Mâce, Ferâiz, 1

[865]  Nisa,4/11

[866]   Nisa,4/12

[867]  Nisa,4/12

[868]  Nisa,4/13

[869]   Nisa,4/14

[870]   Nisa,4/176

[871]  Enfal,8/75

[872]  Nisa,4/7

[873]  Nisa,4/8

[874]   Tirmizî, Vesaya 5, Nesai, Vesaya 5,

[875]  Buharî, Vesaya 1, Megazî 83, Fezailu'l-Kur'an 18; Müslim, Vasiyet 16, (1634); Tirmizî, Vesaya 4, (2120); Nesâî, 2

[876]   Buharî, Feraiz 26; Müslim, Feraiz 1, (1614); Muvatta, Feraiz 10, (2, 519); Ebu Davud, Feraiz 10, (2909); Tirmizî, Feraiz 15,

[877]   Ebu Davud, Feraiz 10, (2911); Tirmizî, Ferâiz 16, (2109). Ebu Davud'un rivayeti Ýbnu Amr'dan, Tirmizî'nin rivayeti Hz. Cabir'dendir.

[878]   Buharî, Hacc 44, Cihad 180, Megazî 48; Müslim, Hacc 439, (1351); Ebu Davud, Feraiz 10

[879]   Buhârî, Fezâilu'l-Ashab 5.

[880]   Ebu Davud, Feraiz 6, (2896); Tirmizî, Feraiz 9

[881]   Muvatta, Feraiz 1,

[882]   Ebu Davud, Feraiz 5,

[883]  Mevsilî, el-Ýhtiyâr, Kahire, t.y.,5, 90; Hamdi Döndüren, Delilleriyle Ýslâm Hukuku, Ýstanbul 1983, s. 483

[884]  Tirmizi, Ferâiz, 2; Ýbn Mâce, Ferâiz, 1; Dârimi, Ferâiz, Buhârî, Ferâiz, 2; Ebû Dâvud, Ferâiz, 1). "Sizin ferâiz ilmini en çok bileniniz, Zeyd b. Sâbit'tir (ö. 45/665)" (Tirmizi, Menâkýb, 32; Ýbn Mâce, Mukaddime, 11

[885]  Zühayli, el-Fýkhul-Ýslâmî ve Edilletüh, Dýmaþk 1405/1985, 8, 250

[886]  Ýbn Hibbân ve Hâkim,Feraiz,13

[887]  Ýbnü'l-Hilmâm, Fethu'l-Kadîr, Mýsýr, 1315/1317 H., 4, 440-445; Ýbn Kudâme, el-Muðnî, Kahire 1970,6, 320; ez-Zühayli, a.g.e., 8, 253; Hamdi Döndüren, a.g.e., s.119-121; bk. "Gurre, Mefkûd ve Cenîn" maddeleri

[888]  Ebû Dâvud, Diyât, 18; Tirmizî, Ferâiz,17; Ahmed b. Hanbel,1, 49

[889] Serahsi, el-Mebsût, Mýsýr 1324-1331/1906-1912; 25, 59-68; el-Kâsâni, Bedayiu's-Sanâyi, Mýsýr 1327-28; M. Cevat Akþit, Ýslâm Ceza Hukuku ve Ýnsanî Esaslarý, s. 55-56

[890]  Muhammed Ebû Zehra, Usûlül-Fýkh, Kahire, t.y., s.126, 127

[891]  Buhâri, Hacc, 44; Meðâzî, 48, Ferâiz, 26; Müslim, Ferâiz, l; Ebu Dâvud, Ferâiz, 10

[892]  Ebû Dâvud, Ferâiz, 10; Tirmizi, Ferâiz, 16; Ýbn Mâce, Ferâiz, 6

[893]  Buhârî, Cenâiz, 79

[894]  Ebû Dâvud, Ferâiz, 10; Ahmed b. Hanbel, Müsned,5, 230, 236

[895]  Askalânî, Bülûgul-Merâm, Terc. ve Þerh, A. Davudoðlu, Ýstanbul 1967;3, 206

[896]   Enfal,8/l73

[897]   Yunus,10/32

[898]  Ýbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Mýsýr 1315-/1317,4, 390 vd.; Ýbn Rüþd, Bidâyetü'l-Müçtehid, Mýsýr, t.y., 2, 322-329; ez-Zühaylî, a.g.e, 8, 263-266

[899]  Zühayli, a.g.e., 8, 266 vd.; es-Sibâî, Þerhu Kanuni'l Ahvâliþ-Þahsiyye, Dýmaþk 1959, 2, 46-47

[900]  Meydânî, el-Lübâb, Kahire, ts.,4, 188, 197; ez-Zeylaî, Tebyînü'l-Hakâik, el-Motbaatü'l-Emiriyye tab'ý, 6, 239 vd.; Ýbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, Mýsýr, t.y., 5, 541-543

[901]  Araf,7/58

 

 

 

145) (Sahih-i Buhari)

[902]  Nisa,4/1

[903]   Buhârî, Ahkâm 1, Cum'a 11, Ýstikrâz 20, Itk 17, 19, Vesâya 9, Nikâh 81, 90; Müslim, Ýmâret 20, (1829); Tirmizî, Cihâd 27, 1705; Ebû Dâvud, Ýmâret 1,

[904]   (68/4

[905]  Ahzab,33/21

[906]  Buhârî, Ezân,18, Edeb, 27, Ahâd 1.

[907]  Ýbn Hanbel, 3, 318, 366

[908]  Mücadele,58/1-4

[909]   Maide,5/89

[910]   Nisa,4/92

[911]  Nisa,4/58

[912]  Nahl,16/90

[913]   Þura,42/38

[914]   Ali- Ýmran,3/159

[915]  Ebû Zehra, Usûlü7l-Fýkh, 1377/1958, y.y. s. 100,101,141,142; Abdulvahhâb Hallâf, Ýlmu, Usûli'l- Fýkh, (Terc, Hüseyin Atay), Ankara, 1973, s. 176

[916]   Nahl,16/91

[917]  M. ez-Zekâ, el-Fýkhu'l Ýslâmî fý Sevbihi'l-Cedîd, Dýmaþk 1384/1964, 3, 257

[918]  Serahsî, el-Mebsût, Beyrut 1331, 11, 50; Ýbn Nüceym, el-Efbah ve'n-Nezâir (Hamevi Þerhi ile), Ýstanbul 1257, 2, 202 vd.

[919]  Buhârî, Cihâd, 136, Müsâkât, 11; Ýbn Hanbel, Müsned, 4, 38, 71, 73

[920]  Buhârî, Teyemmüm, 1, Salât, 56, Humus, 8; Müslim, Zühd, 16, Mesâcid, 513; Ebû Dâvud, Cihad, 121; Tirmizî, Enfal Sûresi Tefsiri, 8: el-Kâsânî, a.g.e.,8, 116 vd.; Kurtubî, Tefsîr,8, 13 vd.

[921]  Tecrid-i Sarih Tercemesi, 7, 75, 147, 8, 55

[922]  Haþr,59\6-10

[923]   bk. el-Bakara, 2/3; el-Meâric, 70/25; ez-Zâriyât, 51/19; et-Tevbe, 9/103

[924]   bk. en-Nisâ, 4/7, 11, 12, 172

[925]   bk. el-Bakara, 2/188, 275, 282, 283; en-Nisâ, 4/29

[926]  Kâsâni, a.g.e.,7, 124, 8, 13, 14

[927]  Mecelle, madde, 1270

[928]  Ýbnü'l-Hümâm, (Ýbn Kevder) Netâic,8, 281 vd.; Fahri Demir, Ýslâm Hukukunda Mülkiyet ve Servet Daðýlýmý, 1981 Ankara, s. 176, 177

[929]  Fahri Demir, a.g.e., 180 vd.

[930]  Ebû Dâvûd, Ýmâre, 36

[931]  Buhârî, Hars, 15; Ebû Dâvud Ýmâre, 37; Tirmizî, Akhâm, 38; Mâlik, Muvatta', Akdiye, 26, 27; Dârimî, Büyû', 65

[932]  Ebû Yûsuf, el-Harâc, Kahire,1396, s. 70

[933]  Ebû Yûsuf a.g.e., s. 71

[934]  Buhârî, Cihâd 146; Ebû Dâvud, Ýmâre, 39

[935]  Râzî, et-Tefsîru'l-Kebîr, 29, 284-285

[936]  Ýbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, Ýstanbul 1306, 3, 288

[937]  Ebû Yusuf, el-Harâc, 62, 63, 64, 65

[938]  Serahsi, el-Mebsût, Mýsýr, 1331, 10, 15; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', 2. baský, Beyrut,1394/1974, 7, 118; eþ-Þevkânî, Neylü'l-Evtâr,8, 16-17; Ebû Yûsuf, a.g.e., s. 68-69

[939]  Þâfiî, el-Ümm, 3, 181; eþ-Þevkânî, a.g.e., 8, 14-17; Ýbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadir, 6, 328

[940]  Mâlik, el-Müdevvene, 3, 26, 27; el-Muvatta,2, 470; Ýbnü'l-Hümâm, a.g.e.,6, 32

[941]  Ýbnü'l-Hümam, a.g.e., 6, 32; eþ-Þevkânî, a.g.e.,8,14-17; Fahri Demir, a.g.e., s. 202 vd.

[942]  Serahsî, el-Mebsût, 2, 211; Þâfiî, el-Ümm, 2, 42, 43

[943]  Serahsî, a.g.e.,2, 212, 217; Mâlik, el-Müdevvene,5, 51, 6, 192-193; Ýbn Kudâme, el-Muðni,6, 158

[944]  Ebû Dâvûd, Ýmâre, 36; Tirmizî, Ahkâm, 39; Ýbn Mâce, Ruhûn, h. no: 2475

[945]   Mülk,67/5

[946]   Tirmizî, Zekât 23, (652); Ebû Dâvud, Zekât 23, (1634); Nesâî, Zekât 90, (5, 99); Ýbnu Mâce, Zekât 26,

[947]  Buhârî, Zekât 52; Müslim, Zekat 103, (1040); Nesâî, Zekât 83,

[948]   Müslim, Zekat 109, (1044); Ebu Davud, Zekat 26, (1640); Nesâî, Zekat 86),

[949]  Nesâî, Zekat 83, 

[950]   Buhârî, Zekat 50, Büyû' 15.

[951]   Ebu Davud, Zekat 27; Nesâî, Zekat 86,

[952]   Müslim, Zekat 99, (1038); Nesâî, Zekat 88,

[953]  Ebu Davud, Zekat 26, (1639); Tirmizî, Zekat 38, (681); Nesâî, Zekat 92,

[954]  Buhârî, Zekat 50, Büyû' 15.

[955]   Mülk,67/15

[956]  Müslim, Müsakat, 25

[957]   Ebu Davud, Zekat 26, (1641); Tirmizî, Büyû 10, (1218); Ýbnu Mace, Ticârât 25,

[958]   Bakara, 2/275

[959]  Ýbn-i Mâce, Ticârât, 1

[960]   Nisa,4/29-30

[961]  Müslim, Müsakat, 25

[962]  Bilmen, Istýlâhât-ý Fýkhiyye Kâmusu 6, 126-127

[963]  Ali Efendi, Fetâvâ, c. 1. s. 300

[964]  Ali Haydar, Mecelle Þerhi, 1, 664-667

[965]  Müslim, Büyû, 10

[966]  Müslim, Müsakat, 13

[967]  Müslim, Büyû, 11

[968]  Müslim, Büyû, 13

[969]  Kâsânî, Bedâyiu'sSanâyî,5, 244

[970]  Buhârî, Büyû, 54, 55, Müslim, Büyû, 29-34, 34-36, 39, 41

[971]  Kâsânî Bedâyîu's-Sanâyi, 5, 234

[972]  Tecrîd-i Sarîh Terc. 6, 447, 450-451

[973]  Alî Haydar, Mecelle Þerhi, I, 407, mad. 253

[974]  Ebû Davud, Büyû, 64

[975]  Beyhakî, Sünen,5, 336

[976]  Müslim, Bey’12

[977]  Ýbn-i Mâce, Ticaret, 6

[978]  Buhârî, Büyû, 58, üslim, Büyû, 14

[979]  Buhârî, Büyû, 64, Müslim, Büyû, 14

[980]  Buhârî, Müsakat, 5; Müslim, Ýman, 46

[981]  Müslim, Müsakat, 27

[982]  Mutaffifîn, 83/1-3). (Ayrýca bk. el-En'âm, 6/152; el-Ýsrâ 17/35; eþ-Þuarâ, 28/181-183

[983]  Teðabun,64/17

[984]  Tergîb ve't-Terhîb, 2, 40

[985]  Bakara,2/280

[986]   Buharî, Ferâiz 4, 15, 25, Kefâlet 5, Ýstikrâz 11, Tefsir, ahzâb 1, Nafakât 15; Müslim, Ferâiz 14; Tirmizî, Cenâiz, 69; Nesaî, Cenâiz 67,

[987]   Buhârî, Kefalet 1, (muallak olarak); Büyû 10 (muallak ve mevsul olarak), Ýsti'zan 25 (muallak olarak).

[988]  Muvatta, Büyû 81,

[989]  Bakara,,2\ 275. Buharî, Ferâiz 4, 15, 25,

[990]   Bakara,2\ 278-279.Bu rivayeti Rezîn tahric etti.

[991]   Buhârî, Ýstikrâz 2.

[992]   Ebû Dâvud, Büyû 9

[993]  Nesâî, Büyû 99; Ýbnu Mâce, Sadakât 10

[994]   Buhârî, Ýstikrâz 12, Havâlât 1, 2; Müslim, Müsâkât 33 (1564); Muvatta, Büyû 84; Ebû Dâvud, Büyû 10, (3345); Tirmizî, Büyû 68; Nesâî, Büyû 101

[995]   Ebû Dâvud, Akdiye 29, (3628); Nesâî, Büyû 100, (7, 316); Ýbnu Mâce, Sadakât 18; Buhârî de bâb baþlýðýnda kaydetmiþtir. Ýstikrâz 13.

[996]   Buhârî, Sulh 10; Müslim, Müsâkat 19,

[997]   Buhârî, Ýstikrâz, 4, 6, 7, 13, Vekâlet 5, 6, Hibe 23, 25; Müslim, Musâkât 118-122, (1600-1601), Tirmizî, Büyû 75, (1316, 1317); Nesâî, Büyû 64

[998]  Þerhu Meâni'l-Âsâr, 4, 60

[999]  Þerhu Meâni'l-Âsâr, 4, 60

[1000]  Suyutî, el-Camiu's-Saðir,2, 94

[1001]   Bakara,2/282

[1002]  Buhârî, Selem, 7

[1003]   Bakare,2\ 275

[1004]   Nisa,4/60,61

[1005]   Nesâî, Zinet 25,

[1006]  Müslim, Müsâkât 25, (1579); Ebu Dâvud, Büyû 4, (3333); Tirmizî, Büyû 2, (1206); Ýbnu Mâce, Ticârât 58,

[1007]   Tevrat, Çýkýþ Bölümü, Bab: 22, âyet: 25

[1008]  Tevrat, Levililer Bölümü, Bab 25, âyet: 35-36

[1009]   Tevrat, Tesniye Bölümü, Bab: 23, âyet: 19-20

[1010]   Luka Ýncili, Bab: 6, âyet: 34-35

[1011]  Maide,5|3

[1012]  Ebu Dâvud, Büyû 5,

[1013]  Maide,5/ 90-91

[1014]   Buhârî, Talak 11. (Bab baþlýðýnda senetsiz olarak kaydedilmiþtir.)

[1015]   Buhârî, Talak, 11. (Bab baþlýðýnda senetsiz olarak kaydedilmiþtir.)

[1016]   Rezin tahriç etmiþtir

[1017]   Bu üç rivâyetin de kaynaðý: Buhârî, Eþribe 4, Vudû 71; Müslim, Eþribe 67-68; Muvatta, Eþribe 9, (2, 845); Ebû Dâvud, Eþribe 5; Tirmizî, Eþribe 2, 3; Nesâî, Eþribe 23, (8,

[1018]   Tirmizî, Büyû 59, (1295); Ýbnu Mâce, Eþribe 6,

[1019]   Müslim, Müsâkât, 67; bk. Buhârý, Megâzî, 51; Büyû, 105, 112; Müslim, Büyû, 93; Fer', 8; Ýbn Mâce, Ticârât, 11; Ahmed b. Hanbel, II, 213, 362, 512, III, 217, 324, 326, 340; Ýbn Kesîr, Muhtasaru Tefsîri Ýbn Kesîr, Beyrut (t.y), I, 544-547

[1020]  Ebu Dâvud, Eþribe 3 (3675); Tirmizî, Büyû' 58,

[1021]  Müslim, Musâkat 68, (1579); Muvatta, Eþribe 12, (2, 846), Nesâî, Büyû' 90,

[1022]  Ebu Dâvud, Büyû' 66

[1023]  Ebu Dâvud, Büyû' 66,

[1024]    Tirmizî, Zühd 4, (2308); Nesâî, Cenaiz 123,

[1025]   Müslim, Eþribe 12, (1984); Ebu Dâvud, Týbb 11, (3873); Tirmizî, Týbb 8

[1026]   Müslim, Eþribe 11; Tirmizî, Büyû  59,

[1027]   Nesâî, Eþribe 41, (8, 312); Buhârî, Eþribe 1; Müslim, Ýman 272,

[1028]   Tirmizî, Eþribe 21,

[1029]   Mecelle, Madde, 763

[1030]  Ýbn Kudeme, el-Muðnî, 7, 280; Ö. Nasuhi Bilmen, Hukuku Ýslâmiyye ve Istýlahatý Fikhus Kamusu, 4,144; Ali Hafif Ahkâmu'l Muamelâtu'þ-Þer'iyye, 432

[1031]  Ýbn Kudame, a.g.e., 7, 291; Ali Hafif, a.g.e., 433

[1032]   Merðýnanî, el-Hidâye, 3, 215; Ýbn Rüþd, Bidâyetit'l-Müctehid, 2, 312; el-Aynî, el-Binâye, 7, 734

[1033]  Merðýnanî, a.g.e., 3, 216; Ali Hafif, a.g.e., 434

[1034]  Ýbn Rüþd,-a.g.e., 2, 312

[1035]  Merginânî, a.g.e., 3, 215; Zeylaî, Tebyînu'l-Hakâik Þerhu Kenzi'd Dekâik, 5, 76

[1036]  Mu'cemü'l- Vasît, 1-2, s. 642; es-Serahsî, el-Mebsût, 11, 133; Ýbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, 7, 99 vd.; Ýbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, 4, 524

[1037]  Serahsî, a.g.e., 11, 133; el-Mevsýlî, el-Ýhtiyar, 3, 55; Bilmen, Istýlâhât-ý Fýkhýyye Kâmusu, 4, 144, 145

[1038]   Maide,5/2

[1039]   Yunus,107/7

[1040]  Hafîdu Ýbn Rüþd, Bidâyetü'l-Müctehid, Mýsýr (t.y), 2, 359

[1041]  Buhârî, Müslim, Enes b. Mâlik'ten, Ahmed b. Ha1nbel, eþ-Þevkânî, Neylü'l-Evtâr, 5, 299

[1042]  Ebû Dâvud, Nesâî, Ahmed b. Hanbel, Zeylaî, Nasbü'r-Râye, 4, 116; eþ-Þevkânî, Neylü'l-Evtâr, 5, 299

[1043]  Kâsânî, a.g.e, 6, 214

[1044]  Kâsânî, a.g.e, 6, 214; Vehb ez-Zühaylî, el-Fýkhu 'I-Ýslâmî ve Edilletühu, 5, 56-57

[1045]  Þirâzî, el-Mühezzeb, I, 363

[1046]  Serahsî, a.g.e, 11, 144; el Kâsânî, a.g.e, VI, 215; Ýbnü'l-Hümâm, 7, 107; Ýbn Âbidîn, a.g.e., 6, 527

[1047]  Kâsânî, a.g.e, 6, 215-216; Ýbnü'l-Hümâm, a.g.e., 7, 107 vd.; es-Serahsî, a.g.e., 11, 137 vd.

[1048]  Serahsî, a.g.e, 11, 133; Ýbn Rüþd, a.g.e, 2, 359; el-Mevsýlî, el-Ýhtiyâr, 3, 55; Bilmen, a.g.e., 4, 144

[1049]  Kâsânî, a.g.e., 6, 216; Mecelle, madde: 807

[1050]  Mecelle, madde: 814

[1051]  Serahsî, a.g.e., 11, 143; el-Kâsânî, a.g.e, 6, 216; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, 6, 215

[1052]  Ebû Dâvud, Büyû, 88; Ýbn Mâce, Sadakât, 5; A.b. Hanbel, 5, 8, 13

[1053]  Serahsî, a.g.e., 11, 144

[1054]  Mecelle, madde: 813

[1055]  Ýbn Rüþd, a.g.e, 2, 360

[1056]  Serahsî, a.g.e., 11, 143; el-Kâsânî, 6, 215; Bilmen, a.g.e, 4, 198, 201

[1057]  bk. Ebû Dâvud, Sünne, 5; Azîmâbâdî, Avnu'l-Mâbûd, Medine 1388-89/1968-69, 12, 354-356

[1058]  Buharî, Lukata 1, 2, 3, 4, 9, 10,11; Müslim, Lukata,1, 2, 5, 7, 8, 9...

[1059]  Kâsânî, Bedâyiu's-Sanayi', Kahire 1327-28/1910, 6, 200; Ýbnü'l-Hûmâm, Fethu'l-Kadir, Kahire 1389/1970, 6, 118; Þirbînî, Muðni'l-Muhtaç, Kahire 1379/195960, 2, 406; Ýbn Kudâme, el-Muðni, Nþr. M. Halil Herrâs, Kahire, ty., 5, 694

[1060]  Karâfi, el-Furuk, Kahire 1347, 4,33

[1061]  Vehbe ez-Zühaylî, Nazariyyetü'd-Damân, Dýmaþk 1402/1982, s. 174-175; Ali el-Hafif, ed-Damân fil-Fýkhi'l-Ýslâmî, Kahire 1971, I,102,104,107

[1062]  Tahâvî, Þerhu Meâni'l-Asâr, Kahire 1388/1968, 4,136; Þevkânî, Neylü'l-Evtâr, Kahire 1357/1983, 5, 339; Nevevî, el-Mecmû, Beyrut, t.y., 15, 255-258; Ýbn Kudâme, a.g.e., 5, 708; Necib el-Mutîî, Tekmiletü'l-Mecmü', Bâcî, el-Müntekâ, Kahire 1332, 6, 135

[1063]  Tahâvî, a.g.e., 4, 136; Ýbn Kudâme, a.g.e., V, 694; Bâcî, a.g.e., 6, 136; Nevevî, Þerhu'l-Müslim, Kahire 1349, 12, 22

[1064]  Erdebîlî, el-Envâr, Kahire 1326, 1, 446; Bâcî, a.g.e., 6, 136

[1065]  Vehbe ez-Zühaylî, el-Fýkhu'l-Ýslâmî, Dýmaþk 1405/1985, 5, 778; Abdülkerim Zeydan, Mecmûa Buhûs Fýkhiyye, Baðdad 1407/1986, s. 329-330

[1066]  Kâsânî, a.g.e., 2, 202; Ýbn Adilberr, el-Kafi, Riyad 1400/1980, 2, 839; Ýbn Kudâme, a.g.e.,5, 745; Þâfiî, el-Ümm, Bulak 1321-25, 3,.291

[1067]  Þeyh Bedreddin, Câmiul-Fusûleyn, Kahire 1300, 2, 81; Kâsânî, a.g.e., 6, 203; Ýbnü'l-Hümâm a.g.e.,6, 127

[1068]  Serahsî, el-Mebsût, Kahire 1324-31, 11, 8; Kâsânî, a.g.e., 6, 202; Ýbnü'l-Hümâm, a.g.e., 6, 129 vd.; Ýbn Kudâme, a.g.e., 5, 709-711; Sehnûn, el-Müdevvene" Kahire 1324, 6, 174-175; Þâfiî, a.g.e., 3, 288; Þirbinî, a.g.e., 2, 416

[1069]  Ýbn Nûceym, el-Bahru'r-Râik, Kahire 1333, 5,125

[1070]  Serahsî, a.g.e., 11, 11; Þirbînî, a.g.e., 2, 409; Bâcî, a.g.e., 6,139-140; Ýbn Kudâme, 5, 740-741. Bu konudaki tartýþma için bk. Tahâvî, Þerhu Meanil-Âsâr, Kahire 1988/1968, 4, 133-136; Ýslâmî Araþtýrmalar, Temmuz 1986, sayý:1, s. 42

[1071]  Ýbn Rüþd, Bidâyetü'l-Müctehid, Ýstanbul 1985, 2, 257-258; Þevkâni, Neylül-Evtâr, Kahire 1357/1983, 5, 342

[1072]  Serâhsî, a.g.e., 11, 9; Necib el-Multîî, Tekmiletül-Mecmû, 15, 278; Ýbn Kudâme, a.g.e., 5, 739; Sehnûn, a.g.e., 6, 175

[1073]  Necib el-Mutîi, a.g.e., 15, 278

[1074]  Þevkânî, a.g.e., 5, 337

[1075]  Buhârî, Buyû, 4; Lukata, 6; Müslim, Zekât, 164,166 Þevkânî, a.g.e., 5, 337

[1076]   Buhârî, Lukata, 7; Müslim, Hacc, 447, 448; Ebû Davud, Menâsik, 89; Nesaî, Menasik 110, 120; Ýbn Mace, Menasik, 103; Darimî, Buyû, 60; Müsned, 1, 318, 348; 2, 238

[1077]  Kâsânî, a.g.e., 6, 202-203; Ýbnü'l-Hümâm, a.g.e., 6, 128-129; Ýbnü'l-Kayyým el-Cevziyye, Zâdül-Meâd, Beyrut 1400/1981, 3, 453; Þevkânî, a.g.e., 344; Necibel-Mutîî, a.g.e., 15, 253-254; Ýbn Kudâme, a.g.e., 5, 706

[1078]  Ali Haydar, a.g.e., 2, 435; Bilmen, Istýlahat-ý Fýkhiyye Kamusu, 7, 263-264

[1079]  Ýbnü'l-Hümâm, a.g.e., 6, 123

[1080]  Ali Haydar, a.g.e., 2, 431; Þevkânî, 5, 343

[1081]  Ýbn Nüceym, a.g.e., 5, 125

[1082]  Ýbn Nüceym, a.g.e., 5, 128; Ali Haydar, 2, 431

[1083]  Ýbn Rüþ d, a.g.e., 2, 256; Kâsânî, a.g.e., 6, 202; Ýbnü'l-Hümâm, 6,131-132; Þirbînî, a.g.e., 2, 415; Ýbn Kudâme, 5, 700; Hayreddin Karaman, Mukayeseli Ýslâm Hukuku, Ýstanbul 1987, 3, 57

[1084]  Mergýnânî, el-Hidâye, el-Mektebetü'l-Ýslâmiyye ts., 2,176; Þafiî, a.g.e., 2, 288; Ýbn Kudâme, a.g.e., 5, 700

[1085]   Ebû Ubeyd, el-Emvâl, Kahire 1401/1981, s. 313 vd.; Salih Tuð, Ýslâm Vergi Hukukunun Ortaya Çýkýþý, Ýstanbul 1984, s. 88; Tecrid-i Tercemesi, 5, 314

[1086]  Feyyûmî, el-Misbâhu'l-Münîr, Bulak 1316, 2, 95

[1087]  Serahsî, el-Mebsüt, Kahire 1324-31, 10, 209; Kâsânî, Bedâyiü's Sanâyi, Kahire 1327-28/1910, 6, 197; Ýbnü'l-Hümâm, Fethul-Kadir, Kahire 1389/1970,6, 110

[1088]  Þirbînî, Muðni'l-Muhtâc, Kahire 1379/195960, 2, 418

[1089]   Maide,5/32

[1090]  Kâsânî, a.g.e., 6, 198; Ýbnü'l-Hümâm, a.g.e., 6, 110; Ýbn Kudâme, el-Kâfi, Beyrut 1402/1982, 2, 363; Ýbn Rüþd, Bidâyetü'l-Müctehid, Ýstanbul 1985, 2, 259; Þirbînî, a.g.e., 2, 418; M. Þeltüt, el-Fetâvâ, Beyrut 1403/1983. s. 219; Mustafa Þelebi, Ahkâmul- Üsre, Beyrut 1397/1977, s. 709

[1091]  Serahsî, a.g.e., 10, 217, 218; Kâsânî, a.g.e., 6, 197; el-Fetâval-Hindiyye, Bulak 1310, 2. 287-288

[1092]  Þirbînî, a.g.e., 2, 418

[1093]  Serahsî, a.g.e., 10, 217; Þirbini, a.g.e., 2, 419; Ýbn Kudame, a.g.e., 2, 366; Mustafa Þelebî, a.g.e., s. 709-710; M. Ebû Zehre, el-Ahvâlüþ-Þahsýyye, Kahire, 401

[1094]   Serahsî, a.g.e., 10, 209-210; Kâsânî, a.g.e., 6, 197-198; Ýbn Kudame, a.g.e., 2, 363; M. Ebû Zehre, a.g.e., s. 401

[1095]  Serahsî a.g.e., 10, 214-215; Kâsânî, a.g.e., 6,198; Þirbînî, a.g.e., 2, 422; Ýbn Kudame, a.g.e., 2, 363; Ýbnü'l-Kayyîm el-; Cevziyye, Ahkâmu Ehli'z-Zimme, Beyrut 1983, 2, 518

[1096]  Kâsânî,.a.g.e, 6,198; Ýbnü'l-Hümâm, a.g.e., 6, 112; Ýbn Kudâme, a.g.e., 2, 367; Ýbn Abidin, Reddül-Muhtar, Kahire 1386-89/1966-69, 4, 271-272; Mustafa Þelebî, a.g.e., s. 711

[1097]  Kâsânî, a.g.e., 6,198-199; Þirbini, a.g.e., 2, 420; Ýbn Hazm el-Muhallâ, Kahire t.y., 8, 276; M. Ebu Zehre, a.g.e., s. 401

[1098]  Kâsânî, a.g.e., 6,198-199; Ýbn Abidin, a.g.e., 4, 274; Ýbn Kudame, 2, 363

[1099]  Ýbn Abidin, a.g.e., 6, 270

[1100]  Ýbn Kudame, a.g.e., 2, 419-420; Ýbn Abidin, a.g.e., 6, 274

[1101]  Ebu Davud Nikah, 19; Tirmizi, Nikâh, 15; Ýbn Mâce, Nikâh,15; Dârimî, Nikâh, 11; Müsned, 2, 250; 6, 47, 66, 166, 260

[1102]  Ýbn Abidin, a.g.e., 4, 274; Vehbe ez-Zühaylî, el-Fýkhu'l-Ýslâmî, Dýmaþk 1405/1985, 5, 765-766

[1103]  Serahsî, a.g.e., 10, 210; Ýbnü'l-Hümâm, a.g.e., 6, 3

[1104]   Serahsî, a.g.e., 10, 218-2I9; Kâsânî, a.g.e., 6, 199

[1105]  Ýslâm hukukunda lakît konusunda klasik eserler dýþýnda bk. Abdülkerim Zeydan, Ahkâmü-lakît fi'þ-Þerî'ati'l-Ýslâmiyye, Mecmü'a Buhûs Fýkhiyye içinde Baðdad 1407/1986, s. 351-374; E. Pritsch -O. Spies, Ýslâm Hukukunda Kâsânî'ye Göre Bulunmuþ Çocuk, Ankara Üniversitesi Ýlâhiyat Fakültesi Dergisi 1-2, Ankara 1955, s.13-15; Saffet Köse, Ýslâm Hukukunda Bulunmuþ Mal ve Çocuk, Basýlmamýþ Yüksek Lisans Tezi, Ýstanbul 1988

[1106]  Bakara,2/280

[1107]  Ebû Dâvud, Talâk, 7

[1108]  Ýbn Mâce, Talâk, 17

[1109]  Ýbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadir, Beyrut, ty., 7, 41, 44 vd.; el-Kâsâný, Bedâyi's-Sanayii, Beyrut, 1, 394/ 1974, 6, 45, 50, 118; es-Suyûtî, eþbâh ve'n-Nezâir, s. 152; ez-Zühaylî, el-Fýkhu'l-Ýslâmi ve Edilletuh, Dýmaþk 1405/1985 5. 335 vd.

[1110]  Ýbnü'l Hümâm, a.g.e, 5, 271; Ýbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, 4, 176, 495

[1111]  Suyûti, el-Eþbâh ve'n-Nezâir, s. 152; Ýbn Abidin, a.g.e, 4, 495; ez-Zühaylî; a.g.e, 5, 344, 346

[1112]  Kasânî, Bedâiu's-Sanâi,3, 2

[1113]  Kâsânî, a.yer; Lisânu'l Arab, 13, 462

[1114]   Mevsýlî, el-Ýhtiyâr, 4, 45

[1115]  Nahl,16\38, 92, 94; Âlu Ýmran,3\77; Mâide,5\53, 108; En'am,6\109; Tevbe,9\12,13; Nur,24\53; Fatýr, 35\42; Mücâdele,58\16; Münafýkûn,63\ 2

[1116]  Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2, 7; Tirmizî, Nuzur, 8

[1117]  Örnek olarak bkz. Ýbn Mâce, Keffaret 1; Ahmed b. Hanbel, a.g.e., 4, 16

[1118]  Mevsýlî, a.g.e., 4, 49, 50; Þirbinî, Muðni'l-Muhtaç, 4, 320, 312

[1119]  Kâsânî a.g.e., 3, 5-10; Merginânî, el-Hidâye," 2, 72; Mevsýli; 4, 51

[1120]  Ýbn Kudâme, el-Muðnî, 11,194,195

[1121]  Ýbn Kudâme, a.g.e., 11, 210

[1122]  bkz. Merginânî, a.g.e., 2, 74; Fetâve'l-Kâdihan, 2, 7; el-Fetâve'l-Hindîye, 2, 57

[1123]   Merginânî, a.g.e., a.y.

[1124]  Merginânî, a.g.e., 2, 74; Mevsilî, a.g.e., 4, 52, 53

[1125]  Ýbn Kudâme, a,g.e.,11, 199, 200; Þirbinî, Muðni'l-Muhtâc, 4, 324; Vehbe ez-Zühaylî, el-Fýkhu'l-Ýslâmî ve Edilletühû, 3, 344

[1126]   Ali-Ýmran,3/77

[1127]  Ebû Dâvud, Sünen, Eymân, 1; Ýbn Kudâme, a.g.e., 12, 122

[1128]  bkz. Buhârî, Eyman, 16, 18, el-Mürteddin, 1; Müslim, Ýman, 220, 221; Ebu Dâvud, Eyman, 1 ; Tirmizî, Büyü, 42; Ýbn Mâce, Ahkâm, 7; Ahmed b. Hanbel, I, 379, 442, 5. 211, 212; Zeylâî, Nasbu'r-Râye, 3, 292, 293

[1129]  Þevkânî, Neylü'l-Evtar, 8, 264

[1130]  Kâsânî, a.g.e., 3,15

[1131]  Merginânî, a.g.e., 2, 72; Ýbn Kudâme, 11, 178; Þirbinî, a.g.e., 4; 325

[1132]  Kâsânî, a.g.e" 3, 17; Merginânî, a.g.e., 2, 72; Mevsýlî, a.g.e.,4, 46

[1133]  bkz. Zeylâi, Nasbu'r-Râye, 3, 293

[1134]  Heytemî, Mecmua'z-Zevaid,4, 185

[1135]  Tahânevî, Keþþafu Istýlahâti'l-Fünûn, 2, 1549, 1550; Muhammed Ravas Kal'acî, Hamid Sadýk Kuneybî, Mu'cemu Lüðâti'l-Fukahâ, 514

[1136]  Nesâî, Eyman, 41; Ebû Dâvud, Eyman, 12

[1137]  Ebû Davud Eyman, 12; Nesâi, Eyman, 17; Ýbn Mâce, Keffaret, 8; Ahmed b. Hanbel, 2, 185, 202

[1138]  Ebû Davud, Eyman, 12

[1139]  Kâsânî, a.g.e., 3, 17, 18; Ýbn Kudâme, el Muðnî, 2, 167; Necati Yeniel-Hüseyin Kayapýnar, Süneni Ebû Davud Terceme ve Þerhi, 12, 236

[1140]  Maide,5/89

[1141]  Ebu Davud, Talak; 9; Tirmizi, Talak, 9; Ýbn Mâce, Talak, 13; Kâsânî, a.g.e.,3,18; Vehbe ez-Zühaylî, el-Fýkhu'l-Ýslâmî ve Edilletuhû, 3, 367

[1142]  Ýbn Mâce, Talak, 16

[1143]   Ahzab,33\ 5

[1144]  Ýbn Kudâme, a.g.e.,11, 177, 178

[1145]  Ebû Davud, Eyman, 9; Nesâî, Eyman,18; Ahmed b. Hanbel, 2, 6, 49

[1146]  Ýbn Kudâme, a.g.e., 11, 227

[1147]  Kâsânî, a.g.e., 3,18; Ýbn Kudâme, a.g.e., 11, 223-226; Þevkânî, Neylü'-Evtar 8, 268, 269; Necati Yeniel-Hüseyin Kayapýnar, a.g.e., 12, 237, 138

[1148]  Kasânî, 3, 21

[1149]  Maide,5/89

[1150]  Ö. Nasuhi Bilmen, Hukukî Ýslâmiyye ve Ýstýhâhâtý Fýkhýyye Kamusu, 2, 232

[1151]  Ýbn Teymiye el-Fetava'l-Kübra, 1-5, Beyrut, 2, 110; Ýbn Kayyim el-Cevziyye, Ýlâmu'l-Muvakkîn, 4, 17 vd.

[1152]  Kâsânî, a.g.e., 3, 21 vd.; Merginânî, a.g.e., 2, 250 vd.; Mevsýlî, a.g.e., 3,140 vd.; Ýbn Kudâme, a.g.e., 8, 335, 336; Ö. Nasuhî Bilmen, a.g.e., 2, 232; vd.; Zühaylî, a.g.e., 3, 388 vd.

[1153]  Vehbe ez-Zühaylî, el-Fýkhu'l Ýslâmî ve Edilletuhû, 6, 600

[1154]  Ýbn Rüþd, Bidâyetü'l-Müctehid, 3, 456, 459

[1155]  Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', Beyrut 1328/1910, 6, 2; Ýbnü'l Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Kahire, t.y., 5, 389; Ýbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, Mýsýr, t.y., 4, 260

[1156]  Ýbn Kudâme, el-Muðnî, Kahire, t.y., 4, 534; eþ-Þirbînî, Muðni'l-Muhtâc Þerhu'l Minhâc, Mýsýr, t.y.,2, 198

[1157]  Ýbn Âbidîn, a.g.e., 4, 261

[1158]  Ebû Davud, BUYÛ, 88; Tirmizî, Büyû, 39; Vesâyâ, 5; Ýbn Mâce, Sadakât, 9; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5, 267, 293

[1159]   Ali Ýmrân, 3/37

[1160]  Buhârî, Havâlât, 3, 6; eþ-Þevkânî, Neylü'l-Evtâr,5, 237 vd.

[1161]  Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2, 274

[1162]  bk. Buhârî, Havâlât, 3, 6

[1163]  Kâsâný, a.g.e., 6, 2; Ýbnu'l-Hümâm, a.g.e., 5, 390; Ýbn Âbidin, a.g.e., 4, 260; eþ-Þirazî, el-Mühezzeb, 1, 340; Ýbn Kudâme, el-Muðnî, 3. baský, Kahire, t.y., 5, 535

[1164]   Rahman,55/60

[1165]  Serahsî, el-Mebsût, 20, 28; el-Kâsânî, a.g.e., 5 l, 3; Ýbn Kudâme, el-Muðnî,5, 545

[1166]  Kâsânî, a.g.e., 6, 4; Ýbnü'l-Hümâm, a.g.e., 5, 414; Ýbn Abidîn, Reddü'lMuhtâr, 4, 277

[1167]  Serahsý, a.g.e., 20, 8; el-Kâsâný, a.g.e., 6, 5; Ýbn Âbidîn, a.g.e., 4, 262

[1168]  bk. Buhârî, Havâlât, 3, 6

[1169]  Kâsânî, a.g.e., 6, 5 vd.; Ýbnü'l-Hümâm, a.g.e., 5, 419; Ýbn Âbidîn, a.g.e., 4, 262, 278

[1170]  Serahsî, a.g.e., 20, 9; el-Kâsânî a.g.e., 6, 6 vd.; Ýbnü'l Hümam, a.g.e., 5, 417; Ýbnü'l-Arabî, Ahkâmî'l-Kur'ân, 3, 1085; ibn Kudâme, a.g.e.,5, 535 vd.

[1171]  Kâsânî, a.g.e., 6, 9; Ýbnu'l-Hümâm, a.g.e., 5, 402 vd.; ibn Rüþd, Bidâyetü'l-Müctehid, l l. 294; ibn Kudâme, a.g.e, 4, 536 539, 557; es-Serahsî, a.g.e,20, 50

[1172]  Serahsî, a.g.e,19, 162; el-Kâsânî, a.g.e, 6, 10 vd.; Ýbnü'l-Hümâm, a.g.e, 5, 391, 403.

[1173]  Zühaylî, el-Fýkhu'l-Ýslâmî ve Edilletüh, Dýmaþk 1404/1984, 5, 148, vd.

[1174]  Serahsî, a.g.e., 20, 58, 91; el-Kâsâni, a.g.e., 6, 11 vd; Ýbnü'l-Hümam, a.g.e., 5, 412

[1175]  Serahsî, a.g.e., 19, 166, 175; el-Kâsânî, a.g e.,6, 12 vd.; Ýbnü'l-Hümam, a.g.e., V, 393 vd.; el-Meydânî, el-Lübâb fî Þerhi'l-Kitab, Ýstanbul t y, 2, 153

[1176]  Kâsânî, a.g.e., 6, 13

[1177]  Serahsî, a.g.e.,19, 178; el-Kâsânî, a.g.e., 6, 13 vd.; Ýbnü'l Hümâm, a.g.e.,V, 408 vd.; es-Þirâzî, a.g.e., 1. 341; Ýbn Kudâme, a.g.e.,4, 449 vd.

[1178]  Kâsânî, a.g.e.,6, 14-15; el-Meydânî, a.g.e.,2, 157; ibn Kudâme, a.g.e.,4, 551: ez-Zühaylî, a.g.e., 5, 159-160

[1179]  Ýbrahim Halebî, Þerh Mehmed Mevkûfâtî, Mültekâ Tercemesi, Terc. A. Davudoðlu, Ýstanbul 1980, 2, 87

[1180]  Ýbn Mahzur, Lisanu'l-Arab, Beyrut, t.y.,3, 969-970

[1181]  Buharî, Vesaya, 22, 28; Eyman, 33; Müslim Vasiyye, 15, 16

[1182]  Þafiî, el-Ümm, Beyrut 1973,4, 51, 58; Malik, el-Müdevvene, Beyrut 1323, 4, 98-111

[1183]  Kâsânî, Bedayiu's-Sanâyi, Beyrut, 1974,4, 217

[1184]   Ýbnü'l-Hümâm, a.g.e., 5, 40; el-Kubeysî, Ahkâmü'l-Vakf, Baðdat, 1977, 1, 75-78

[1185]  Serahsî, a.g.e., 12, 27; Ýbnül Hümâm, a.g.e., 37-40; Kübeysi, a.g.e., 1, 69 vd

[1186]  Mâlik, el-Müdevvene, 6, 98 vd.; Kübeysî, a.g.e., 78-80

[1187]   Bakara, 2/125; Alu Ýmran, 3/96-97; el-Maide, 5/97; el-Hac, 22/26

[1188]   Ali Ýmran, 3/92

[1189]  Buharî, Zekat, 44

[1190]  Kurtubî, el-Câmi'li Ahkâmi'l-Kur'ân, Beyrut, t.s, 4, 132-134; el-Cassâs, Ahkâmü'l-Kur'ân, 1335, 2, 18

[1191]  Müslim, Vasýyye, 14; Ebû Davud, Vesâyâ, 14; Tirmizî, Ahkâm, 36

[1192]  Müslim, Fezâilü's-Sahâbe, 196; A. b. Hanbel, Müsned 1, 45

[1193]  Buharî, Vesâyâ, 22, 28, Eymân, 33; Müslim, Vasiyye, 15, 16

[1194]   Buharî, Cihad 89, Zekat, 49; Müslim,Zekat, 11; Ebu Dâvud, Zekât, 22

[1195]  Beyhâkî, Sünen,4,160,161; Kübeysî, a.g.e., 1, 101

[1196]  Ýbn Kudame, el-Muðnî, Mýsýr, 1970,4, 4

[1197]  Müslim, Þirb, 1; Tirmizî, Menâkýb, 18

[1198]  Kübeysî a.g.e.,1, 351, 352; Hamdi Döndüren, Ýslâm Hukukuna Göre Alým-Satýmda Kâr Hadleri, Balýkesir, 1984, 19

[1199]  Ýbn Nüceym, el-Bahru'r-Raik, 2. Baský, Beyrut, t.s., 5, 217

[1200]  Kübeysî, a.g.e.,1, 355,356

[1201]  Serahsî, el-Mebsut, 12, 37; Ýbnu'l-Humâm, a.g.e.,5, 46

[1202]  Serahsî, a.g.e., 12, 37; Ýbnu'l-Humâm, a.g.e., 5, 44-46

[1203]  Molla Hüsrev, Düreru'l-Hukkâm, Ýstanbul 1317,2, 134; el-Fetâvâ'l-Hindiye, 2, 365

[1204]  Ýbnu'l-Humâm, a.g.e., 5, 48; Ýbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr,4, 361

[1205]  Fetâvâ'l-Hindiyye,2, 363

[1206]   Buhârî, Cihâd, 89, Zekât, 49; Müslim, Zekât, 11

[1207]  Serahsî, Þerhu's-Siyeri'l Kebîr, Mýsýr 1972, 5, 2104

[1208]  Ýbnü'l-Hümam, Fethu'l Kadir, Bulak,1316/1898, 5, 49-50

[1209]  Serahsî, a.g.e.,5, 2083-2087; Ýbn Kudame, el-Muðni, 5, 585

[1210]  Açýklamalar hakkýnda geniþ bilgi için bk. Ziya Kazýcý, Vakýflar, Ýstanbul 1985, s. 37-38

[1211]  Ömer Hilmi Efendi, Ýtifu'l Ahlaf 10; Ömer Nasuhi bilmen, Istýlah, 4, 304

[1212]  Bilmen, a.g.e., 4, 304

[1213]  Ýsmail Hakký Uzunçarþýlý, Osmanlý Devleti Teþkilatýna Medhal, Ankara1970, 10

[1214]  Ali Himmet Berki "Vakýf kuran ilk Osmanlý Padiþahý" Vakýflar Dergisi 5, 127-128

[1215]   Daha geniþ bilgi için bk. Kazýcý, Vakýflar, 7072 258; Serahsî, a.g.e., 13, 83, 21,17,18, 20, 21, 24.

[1216]  Maide,5/50

[1217]   Tin,95/8

[1218]  Taftâzânî, Þerhü'l-Mekâsîd, 2, 271; Avni Ýlhan, Mehdilik, s. 12

[1219]  Taftâzânî, a.g.e, 2, 27

[1220]  Safdî, Nektü'l-Hemyân fi Nüketi'l Umyân s. 56; Taftâzânî, Þerhü'l-Mekasid, 2, 271

[1221]  Ýbn Haldun, Mukaddime, 1, 342-343

[1222]  Safdî, a.g.e, 56

[1223]  bk. Ýbn Haldun, a.g.e., a.y.

[1224]  Ýbn Haldun, Mukaddime, I, 345 -347

[1225]   Nisa,4/59

[1226]  Taberî, Tarihü'r-Rusul ale'l-Muluk, Leiden 1881,4, 1829

[1227]  Geniþ bilgi için bk. el-Maverdî, el-Ahkâmü's-Sultaniyye, Tere., Dr. Ali Þafak, 5-25

[1228]  Ýbn Manzûr, Lisanü'l-Arab, 4, 434-437; Zebîdî, Tâcu'l-Arûs, 3, 318-320; Elmalýlý, Hak Dini, Ýstanbul 1979,2, 1213

[1229]   Ali Ýmran,3/159

[1230]   (42/38

[1231]  Nevevî, Þerhu'l, Müslim, Kahire 1347-49/1929-30, 4, 76

[1232]   Ali Ýmran,3/159

[1233]  Kurtubî, el-Câmi li-Âhkâmi'l-Kur'ân, Kahire 138687/1966-67, 4, 249-250; M. ahir b. Âþûr, et-Tahrîr ve't-Tenvîr, Tunus 1984,4, 148

[1234]  Fahreddin er-Râzî, Mefâtihu'l-Gayb, Kahire 1934-62, 9, 76; Nevevi, a.g.e., 4, 76

[1235]  Cessâs, Ahkâmü'l-Kur'an, Beyrut, ts., 5, 263; M. Tâhir b. Aþûr, a.g.e,4, 148

[1236]  (Mecmû'u Fetâva içinde), Riyad 1381-86, 28, 386, 387; Hemmâm Abdurrahîm Sa'd, "Arzu'l Ehâdisi'n-Nebeviyye el-Müteallike bi'þ-Þûra" Amman 1989, 1, 85-107; Ýbn Teymiyye, es-Siyâsetü'þ Þer'iyye.

[1237]  Ýbn Sa'd, et-Tabakât (nþr. Ýhsan Abbas), Beyrut 1388/1968, 2, 350-352; Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ, Haydarâbâd 1355, 10, 114- 115; Müttakî el-Hindi. Kenzu'l-Ummâl, Beyrut 1405/1985, 5, 627; Said Ramazan el-Bût;, "eþ-Þûra sî Cahdi'l-Hulefai'r-Raþidin (eþ-Þûrâ fi'l-Ýslâm içinde), l, 113-167

[1238]  Ali Ýmrân 3/159

[1239]  Abdülkerim Zeydan, el- Vecîz f; usûli'l fýkh, Baðdad 1405/1985, s. 358; M. Hamîdullah, Ýslâm Peygamberi (Trc. S. Tuð), Ýstanbul 1980 2, 942

[1240]  Ýzzüddin et%Temîmî, eþ-Þûrâ beyne'l-Esâle ve'l-Muâsýra, Amman 1405/1985, s. 27-28

[1241]  Ma'ruf ed-Devâlibî, Ýslâm'da Devlet ve Ýktidar (trc. Mehmed S. Hatipoðlu), Ýstanbul 1985, s. 55

[1242]  Devâlibî, a.g.e., s. 56

[1243]  Ahmed b. Hanbel, Müsned,3, 351

[1244]  Abdurrezzak, el-Musannef, Beyrut 1403/1983,5, 367-368; Heysemî, Mecmau'z Zevâid, Beyrut 1967,6, 130-133

[1245]  Ahmed b. Hanbel, a.g.e.,3, 105, 188, 219-220; Abdülkerim Zeydan, Ýslam'da Ferd ve Devlet, Ýstanbul 1978, s. 99-100

[1246]  Kurtubî, a.g.e., 4, 249-250

[1247]  Þerbâsî, Yes'elûneke fi'd-dîni ve'l-Hayât, Beyrut 1980, 4, 169; M. Vehbi, Hulâsatü'l-Beyân, Ýstanbul, ts. (Üçdal), 2, 766

[1248]  Buhârî, Týb, 30; Hiyel, 13; Müslim, Selâm, 98, 100; Muvatta', Medine, 22, 24; Ahmed b. Hanbel, a.g.e., 1, 194; M. Reþid Rýzâ, Tefsirü'l-Menar, Beyrut, ts. (Dârü'l-Ma'rife),5, 196-197; Zeydan, a.g.e., s. 103

[1249]  Ahmed b. Hanbel, a.g.e., 3, 351; Zeydan, a.g.e., s. 103-104

[1250]  Ýbn Sa'd, a.g.e., II, 15; Ýbn Hacer, a.g.e., I, 302

[1251]  Ýsfahânî, el-Müfredât, Ýstanbul 1986, 27

[1252]   Enam,6/38

[1253]  Ebu Davud, Edâhî, 22; Tirmizî, Soyd,16,17; Nesefî, Soyd,10; Ýbn Mace, Soyd, 2

[1254]  Müslim, Selam, 148

[1255]   Bakara,2/213

[1256]  Maverdî, en-Nuketu ve'l-Uyûn, Beyrut, 1992,1, 271

[1257]  Ahmed b. Hanbel, 5, 383

[1258]  Buharî, Tefsir sure 17,11

[1259]   Ali Ýmran,3/104

[1260]   Ali Ýmran,3/110

[1261]   Araf,7/181

[1262]   Hucurat,49/13

[1263]  Ahzab,33/21

[1264]  Rum,30/32

[1265]   Bakara 2/23-24; Yunus, 10/37-38; Hud, 11/13; Ýsra, 17/88; Tur, 52/33-34

[1266]   Ýsra, 17/88

[1267]  20 Mart 1926 tarih ve 92-93 sayýlý yazýsý üzerine, altýnda Atatürk tarafýndan göreve getirilen ilk Diyanet Ýþleri Reisi Rifat Börekçi’nin imzasý bulunan 9 Ramazan 1324/23 Mart 1926 tarih ve 743 numaralý Müþavere Hey’eti kararýnda

[1268]  Ýbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, 1. baský, Mýsýr 1316/1898, 5, 453; Ýbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, Mýsýr, t.y.,4, 309; eþ-Þirbînî, Muðnî'l-Muhtâc, Mýsýr, t.y., 4, 372

[1269]  Sad,38/26

[1270]   Maide,5/49

[1271]   Nisa,4/105

[1272]  Maide,5/42

[1273]   Ali Ýmran,3/36

[1274]   Nisa,4/65

[1275]   Ebu Davud, Akdiye 11; Tirmizî, Ahkâm 3,

[1276]  Buhârî, Ý'tisâm, 21; Müslim, Akdýye, 15; A. b. Hanbel, 3, 187.

[1277]   Zeylaî, Nasbû'r-Râye, 1. baský, el-Mektebetü'l-Ýslâmiyye,1393/1973, 4, 63; Heysemî, Mecmau'z-Zevâid Mýsýr, t.y.,4, 195

[1278]  Nisa,4/135

[1279]  bk. el Meydânî, el-Lübâb, Dersaadet Ýstanbul, t.y., týpký basým, 4, 77

[1280]  Zühaylî, el-Fýkhu'l-Ýslâmî ve Edilletüh, 2. baský, Dýmaþk, 1405/1985; 4, 481

[1281]  bk. el-Kâsânî, Bedâiu's-Sanâyi', 2. baský, Beyrut 1394/1974, 7, 3; Ýbn Rüþd, Bidâyetü'l-Müctehid 2, 449; eþ-Þirbînî, Muðnî'l-Muhtâc, 4, 375; Ýbn Kudâme, el-Muðnî, 3. baský, Kahire 1970, 9, 39

[1282]   Hucurat,49/6

[1283]  Buhârî, Meðâzî, 82, Fiten, 18; Tirmizî, Fiten, 75; Nesaî, Kudât, 8; Ahmed b. Hanbel, 5, 43, 51, 38, 47

[1284]   Bakara,2/282

[1285]  Ýbn Rüþd a.g.e. 2, 449; eþ-Þirbînî, a.g.e., 4, 375; Ýbn Kudâme, a.g.e., 9, 39

[1286]  Zühaylî, a.g.e., 6, 483

[1287]   Nisa,4/59

[1288]    Ebu Dâvud, Akdiye 2,

[1289]   Meydânî, el-Lübâb, 4, 78

[1290]  Zühaylî, a.g.e., 6, 483

[1291]  Ahmed b. Hanbel, 2, 377; Zeylaî, Nasbu'r-Râye, 4, 62; bk. el-Kâsânî, a.g.e., 7, 3; Ýbnü'l-Hümâm, Rethu'l-Kadîr, 5, 453 vd. 485; Ýbn Âbidîn, a.g.e., 4, 312 vd.; Ýbn Rüþd, a.g.e., 2, 449; eþ-Þirbînî, a.g.e., 4, 375 vd.; eþ-Þîrâzî, el-Mühezzeb, 2, 290; Ýbn Kudâme, el-Muðnî, 9, 39 vd

[1292]  Tirmizî, Ahkâm,1; eþ-Þevkânî, Neylü'l-Evtâr, 8, 259 vd.; Zeylâî, a.ge., 4, 64

[1293]  Buhârî, Ahkâm, 5, 6, Eymân, 1, Keffâret,10; Müslim, Ýmâre, 13, Ýman, 19; Ebû Dâvud, Ýmâre, 92

[1294]  Buharî, Ahkâm, 7; Nesâi, Beyâ, 39, Kudt, 5; Ahmed b. Hanbel,2, 448, 476

[1295]  Ýshak b. Râhûye ve et-Taberânî el-Evsat'da Ýbn Abbas (r. anhümâ)'dan rivâyet etmiþtir, Zeylaî, Nasbü'r-Râye, 4, 67; bk. Nesâî, Sârýk, 7; Ýbn Mâce, Hudûd, 3; Ahmed b. Hanbel, 2, 312, 402

[1296]  Müslim, Ýmâre, 18; Nesaî, Adâbü'l-Kudât, 1; Ahmed b. Hanbel, 1, 190

[1297]  Kâsânî, a.g.e.,7, 3 vd.; Ýbnü'l-Hümâm, a.g.e., 5, 458 vd.; Ýbn Âbidîn, a.g.e., 4, 319; el-Meydânî, a.g.e.,4, 78; Ýbn Kudâme, a.g.e.,9, 35

[1298]  Zühaylî, a.g.e., 6, 487, 488

[1299]  Serahsî, el-Mebsût, 3. baský, Beyrut 1398/1978, 14, 68; el-Kâsânî, a.g.e.,7, 5 vd

[1300]  Buhârî, Þehâdât, 27, Ahkâm, 30, Hýyel, 10; Müslim, Akdýye, 4; Ebû Dâvud, Akdýye, 7; Tirmizî, Ahkâm, 11; Nesaî, Kudât,13, 33

[1301]  Kâsânî, a.g.e., 7, 15; Ýbnü'l-Hümâm, a.g.e.,5, 492; Ýbn Âbidîn, a.g.e., 4, 462

[1302]  Serahsî, a.g.e., 16, 93; el-Kâsânî, a.g.e., 7, 7

[1303]  Ýbn Âbidîn, a.g.e., 4, 369

[1304]  Buhârî, Þehâdât, 27; Ahkâm, 30; Müslim, Akdýye, 4

[1305]  Þevkânî, Neyul'l-Evtâr, 8, 302

[1306]  Serahsî, el-Mebsût,16, 95; el-Kâsânî, a.g.e., 7, 7 vd.; Ýbnü'l-Hümâm, a.g.e.,5, 477 vd.; el-Meydânî, a.g.e.,4, 84 vd.; Ýbn Rüþd, Bidâyetit'l-Mûctehid,2, 458; Ýbn Kudâme, a.g.e.,9, 90; eþ-Þîrâzî, el-Mühezzeb, 2, 304; ez-Zühaylî, a.g.e., 6, 493-495

[1307]   Ahzab,65/2

[1308]  Ýbnû'l-Hûmâm, a.g.e., 6, 74; eþ-Þirbînî, a.g.e., 4, 453; Ýbn Kudâme, a.g.e., 9, 206

[1309]   Nur,24/2

[1310]  Buhârî, Hudud, 22, Talâk, 11; Ebu Dâvud, Hudud, 17; Tirmizî, Hudud,1; Ýbn Mâce, Talâk, 15

[1311]  Buhârî, Talâk, 11, Ýlim, 44, Þurût, 12, Enbiyâ, 27; Ýbn Mâce, Talâk,16-20

[1312]  Ebu Dâvud, Salât, 14; Tirmizî, Hudud, 2

[1313]  Zeylaî, Nasbu'r-Râye, 3, 330; eþ-Þevkânî, Neylü'l-Evtâr, 8, 87

[1314]  Serahsî, el-Mebsut, 9, 44 vd.; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi ; 7, 22 vd.; Ýbnû'l-Hümâm, Fethu'l Kadîr,4, 134 vd.; Ýbn Kusame, elMuðnî, 8,166; Vehbe ez-Zühaylî, el-Fýkhu'l-Ýslâmî ve Edi!letüh, 2. baský, Dimaþk 1405/1985, 6, 26 vd., 31

[1315]  Buhârî, Diyât, 6; Müslim, Kasâme, 25, 26; Ebû Dâvud, Hudûd,1 ). (Buhârî, Sulh, 5, Ahkâm, 39, Âhâd, 1, Þurût, 9, Eymân, 3, Hudud 30, 34, 38, 46; Müslim, Hudûd 25, Kudat, 22; Ebu Dâvud, Hudûd, 25

[1316]  Zeylaî, Nasbu'r-Râye,3, 314; Þevkânî, Neylül Evtâr, 7, 95,109

[1317]  Müslim, Hudud, 28; Ýbn Mâce, Diyet, 36

[1318]  Serahsî, a.g.e, 9, 39; el-Kâsânî, a.g.e, 4, 37; Ýbn Âbidîn, a.g.e,3,163; Ýbnü'l-Hümâm, a.g.e, 4,130

[1319]  Zühaylî, a.g.e, 6, 42

[1320]  Müslim, Hudûd, 27; Tirmizî, Hudud,10

[1321] Zeylaî, Nasbu'r-Râye, 3, 328; eþ-Þevkânî a.g.e, 7, 12; es-Serahsî, a.g.e, 9, 39, 40; Ýbnü'I-Hümâm, a.g.e,6,132; el-Kâsânî, a.g.e, 7, 28; Ýbn Âbidîn, 3, 162

[1322]  Þevkânî, a.g.e, 7, 131, 136

[1323]  Maide,5/38

[1324]  Zeylaî, o.g.e,3, 375

[1325]  Hayreddin Karaman, Ýslâm Hukukunda Ýçtihad, Ankara 1975, 77

[1326]  Buhari, Vesâyâ, 23; Müslim, Ýman, 38; Ebu Davud, Vesâyâ, 10

[1327] Kâsânî, " Bedâyiu's-Sanâyi ; 7, 40; Ýbnü'l Hümâm, Fethu'l-Kadîr, 4,191; es-Serahsî, el-Mebsût,9,116; Ýbn Âbidîn, Reddû'l-Muhtâr 3, 184

[1328]  Nisa,4/31, bk. en-Necm, 53/32

[1329]  Nur,24/4,5

[1330]  Serahsî, el-Mebsût, 9 , 195; el-Kâsânî, a.g.e, 7, 93; Ýbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, 4, 270; ez-Zühaylî, el-Fýkhu'l-islâmî ve Edilletüh, 2. baský, Dimaþk 1405/1985, 6, 127 vd.

[1331]  Nur,24/6-9

[1332]   Maide,5/33

[1333]  Maide,5/90, 91; Diðer ayetler için bk. el-Bakara, 2/219; en-Nisâ ; 4/43; el-A'râf, 7/157; en-Nahl, 16/67

[1334]   Maide,5/90, 91; Diðer ayetler için bk. el-Bakara, 2/219; en-Nisâ ; 4/43; el-A'râf, 7/157; en-Nahl, 16/67

[1335]  Ebû Dâvud Hudûd, 36; Tirmizî, Hudûd 15; Nesâî, Eþribe, 42; Ýbn Mâce, Hudûd, 17, 18; Dârimî, Eþribe, 10

[1336]  Kâsânî, a.g.e, 7, 39; Ýbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, 4, 178; Zeylaî, Tebyînü'l-Hakâik, 3, 195

[1337]  Müslim, Eþribe, 73; Ebû Dâvud, Eþribe, 5; Tirmizî, Eþribe, l; Ýbn Mace, Eþribe, 9; Ahmed b. Hanbel, 2, 16, 29, 31,105, 134, 137

[1338]  Ebu Davud, Salat, 114; Tirmizî, Hudûd, 2

[1339][1339]  Þevkânî, Neylü'l-Evtâr, 7, 144; Zeylaî, Nasbu'r-Râye, 3, 351

[1340]  Buhârî, Hudûd, 4; Müslim, Hudûd 35; Ebu Dâvud, 35, 36; Tirmizî, Hudûd, 14, 15

[1341]   Bakara,2\ 179; Ebu Davud, Diyat 3, (4496), 4, (4504); Tirmizî, Diyat 13,

[1342]   Rezin tahric etmiþtir. Bu mânada rivayet Sünenler'in bir kýsmýnda gelmiþtir. Ebu Davud,  Diyat 17, (4539, 4540, 4541); Nesâî, Kasame  29,

[1343]   Ebu Davud,  Diyat 17, (4539, 4540), 28, (4591); Nesâî, Kasâme 29

[1344]   Tirmizî, Diyât 13, (1407); Ebu Davud, Diyat 3, (4493); Nesâî, Kasâme 5,

[1345]  Bakara,2/216

[1346]   Bakara,2/193

[1347]   Tevbe,9/29

[1348]  Tevbe,9/36

[1349]  Ebû Davûd, el-Cihad, 33

[1350]  Tecrîd-î Sarîh Tercümesi, 7, 445

[1351]  Buharî, Cihad, 112, 156, Müslim, Cihad 19, 20; Ebû Davud, Cihad, 89

[1352]  Enfal,8/64

[1353]   Bakara,2/190

[1354]   Tevbe,9/12-13

[1355]   Tevbe,9/29

[1356]   Bakara,2/19

[1357]   Hucurat,49/15

[1358]  Müslim, Ýman 20

[1359]  Ýbn Hanbel, 6, 387

[1360]  Adûnî, Keþfu'l-Hafâ',1, 425

[1361]   Hacc,22/39

[1362]  Hucurat,49/15

[1363]  Tirmizî, Cihad, 2

[1364]  Tirmizî, Cihad, 2

[1365]  Nahl, 16/125

[1366]   Furkan,25/52

[1367]  Ýbn Mâce, Fiten, 4011

[1368]   Enfal,8/72

[1369]   Nisa,4/95

[1370]   Bakara,2/190

[1371]   Bakara,2/216

[1372]   Ankebut,29/6

[1373]   Hac,22/39

[1374]   Enfal,8/63

[1375]  Bakara,2/194

[1376]   Nahl,16/91

[1377]  Bakara,2/190

[1378]   Tevbe,9/111

[1379]   Saff,61/10-12

[1380]  Buhâri, Ýman, 18

[1381]  Buhârî, Cihad, 1

[1382]  Riyâzü's-Sâlihîn, 2, 531

[1383]  Buhârî, Cihad, 2

[1384]  Müslim, Ýmâre,163; Tirmizî, Cihad 2

[1385]  Tirmizî, Fezâilü'l-Cihad, 12

[1386]   Enfal,8/60

[1387]   Nisa,4/76

[1388]    Mearic,70/11-14

[1389]  Ebû Dâvud, Zekât 46

[1390]   Kasas,28/57

[1391]   Fecr,89/16

[1392]   Fecr,89/17-20

[1393]   Haþr,59/9

[1394]   Casiye,45/31

[1395]   Ebu Davud, Edeb 8,

[1396]   Müslim, Ýman 147; Ebu Davud, Edeb 29, (4091); Tirmizî, Birr 61,

[1397]   Müslim, Ýman 147; Ebu Davud, Edeb 29, (4091); Tirmizî, Birr 61,

[1398]   Casiye,45/24

[1399]   Bakara,2/170

[1400]   Muttafifin,83/29-31

[1401]  Hucurât, 11; Tirmizî, Tefsir, Hucurat (3264); Ebu Dâvud, Edeb 71,

[1402]   Furkan,25/31

[1403]   Ebû Dâvud, Akdiye 31 (3635); Tirmizî, Birr 27, (1941); Ýbnu Mâce,  Ahkâm 17,

[1404]   Meryem,19/88

[1405]   Ebû Dâvud, Edeb 41

[1406]   Muttafifin,83/29-32

[1407]   Ebû Dâvud, Edeb 40, (4874); Tirmizi, Birr 23, (1935); Müslim, Birr 70

[1408]   Ebû Dâvud, Edeb 40, (4875); Tirmizî, Sýatu'l-Kýyame 52

[1409]   Ebû Dâvud, Edeb 40

[1410]  Hucurat,49/12