PEYGAMBERİMİZİN RUH

 HARİTASI

 

 

 

 

 

 SİYER’İ NEBİ

 

 

1.Cilt

 

 

GİRİŞ

 

 

 

 

 

 

 

 

Salih ÖZBEY

 

 

 

 

 

 

Kaybolmuşuz Peygamberlerin çizdiği haritanın üzerinde.

 

Yön tayin etmede zorlanıyoruz.

 

Neresi doğu.

 

Neresi batı.

 

Neresi kıble.

 

 

Kitaba Emeği Geçenler

-B.Çelik

-M.Kalkan

-M.Sertdemir

-M.Demir

Kitaba Hizmet Verenler

-D.Çeltek

-F.Güçlü

-E.Keleş

-E.Korkmaz

-R.Aslan

 

 


KISALTMALAR

 

a.g.e                       Adı geçen eser.

a.g.y.                      Adı geçen yayın

(a.s)                        Aleyhisselâm

bsm.                       Basılmıştır  

b.                            Bin, İbn

bint                        Binti

bkz.                        Bakınız.

çev.                        Çeviren

Doç.                       Doçent

H.                           Hicri

c.                            Cilt, cüz.

(c.c)                        Celle Celâlühû

Hz.                         Hazret

Nşr:                        Neşreden

Ktb.                        Kütüphanesi

M.                          Milâdî

Mad.                      Maddesi, Madde

M.Ö.                      Milattan Önce

M.S.                       Milattan Sonra

ö.                            Ölüm tarihi

Prof.                       Profesör

(r.a)                        Radıyallahû anh

(r.anha)                 Radıyallahû anha

(rha)                       Rahmetullahi aleyh

s.                             Sayfa

Trc.                         Tercüme

v.                           Vefatı,Vefat tarihi

vr.          Varak

vs.                           ve saire

y.y.                         Yüzyıl

vd.                          ve devamı.


vs.                           vesaire

Yay.                       Yayınevi.

yz.                          Yazma.

ty.                           Tarih yok

 

 

 

 


 

 

SİYER DERSİ PROGRAMI*

 

 

GİRİŞ:

Bu program öğrencinin, siyerle ilgili eğitim çalışmalarında yararlanacağı bir rehberdir. Bunun gayesi öğrenciye, siyer dersinin işlenişi ve yöntemleri hakkında gerekli bilgileri vermektir.

Öğrenci,  dersin süresini ve öğrencilerin seviyelerini göz önünde bulundurarak,  bu programdan yararlanıp planını yapar.

Bu programda sırasıyla,  dersle ilgili genel açıklamaları, amaçları, konuları, yöntemleri ve kaynakları ele alacağız.

 

A-AÇIKLAMALAR:

1-Siyer sözlükte: adet, yol, gidiş  ve  davranış  anlamlarına gelen "es-siret" kelimesinin çoğuludur. Terim anlamı ise; Peygamberler ve Peygamber efendimiz (a.s)'ın doğumundan vefatına kadar olan  bütün hayatına konu alan bir bilim dalıdır.

2-Siyer ve diğer ilimler: Siyer, başta hadis olmak üzere, tefsir, İslam Hukuku ve İslam Siyaseti ilimleriyle yakından alakalıdır. Dahası siyer bu  ilimler üzerinde müessirdir. Zira bütün bu ilimler Allah kelamı olan Kuran’a, Onun içindeki Peygamberlere ve Kuranın açıklayıcısı olan Resulüllah'a dayanırlar. Peygamberlerin ve özellikle Resulüllah'ın hayatı tam anlamıyla bilinmezse bu ilimlerin mahiyeti nasıl anlaşılabilir?

3-İslam'ın anlaşılmasında Resulüllahın siyerinin önemi: Sireti Nebevviyenin incelenmesi, İslam hakikatının Hz. Muhammed (a.s)'ın örnek hayatında eksiksiz olarak şekillendirme gayesini güden pratik bir çalışmadır. Bunu aşağıdaki maddelerle belirginleştirelim:

a)Hz. Muhammed (a.s)'ın, kavminin arasında  yalnızca şahsi dehasıyla tanınmış bir dahi olmadığını bilmeli;  Onun bundan da öte  Allah katında vahiy ve hikmetle desteklenen bir peygamber olduğunu kavramalı,

b)Hayatın her safhasında, en güzel örnek olan Hz. Muhammed (a.s)'ı tanımalı,

c)Kitabullah'ı anlamak, onun amaçlarını ve ruhunu kavramak için Resulullah'ın başından geçen hadiselerini öğrenmeli,

d)İslam davetçisine eğitim  ve öğretim yönünden de faydalı olacak canlı örnekleri belirlemeli.

4-Siret-i Nebevviyenin Kaynakları:

Birincisi Allah'ın Kitabı, ikincisi sahih hadisler, üçüncüsü ise siyer kitaplarıdır.

 

B-ÖZEL AMAÇLAR:

1-Hz. İbrahim ve Hz. Peygamberin "Usve-i Hasene'' şeklinde ifadelendirilmiş örnek hayatlarını bütün beşeriyete hidayet yolunu sönmez ışıkları olarak takdim etmek,

2-İslamiyet'in eşsiz prensiplerini Resulullah (as)'ın tatbikatıyla Müslümanlara sunarak takip edecekleri yolu göstermek,     

3-Asr-ı Saadetteki olayları, günümüzdeki olaylarla kıyaslarken o olayların geçtiği ortam ve illetleri dikkate  alarak değerlendirme anlayışı kazanmak,

4-İslam Davetçisine, yaşadığı asrı kavramada ve muhahatapları yönlendirmede örnek toplumun Asr-ı Saadet toplumu olduğu gerçeğini benimsetmek,


5-Kur'an'ı yaşanır kılmanın yol ve yöntemini kavramak,

6-Allah'ın Kitabını ve Rasul'ün sünnetini, o dönemde yaşanan olaylar zincirine bakarak bir bütün olarak kavramak,

7-Asr-ı Saadetteki olayları günümüzdeki olaylarla karşılaştırma ve kıyaslama imkanını bularak, üzerimize düşen sorumluluğun bilincine varmak,

8-Siyerin kaynakları ve o kaynakların içerikleri hakkında bilgi sahibi olmaktır.

 

C-KONULAR:

Bu dersin konusu Peygamberler ve Peygamberimizin yaşantısıdır. Ancak öğrenciye yardımcı olmak maksadıyla şu ana başlıkları sıralayabiliriz. Buna başka başlıklarda eklenebilir.

A-Siyerin önemi:

1-Siyerin Tanımı

2-Siyerin Peygamberleri tanımada önemi,

3-İslam'ın anlaşılmasında önemi

4-Siyer ilmi nasıl gelişti?

B-İlk insan ve ilk Peygamber:

1-Peygamberlerin gönderiliş amacı

2-Ulu-l Azam olan Peygamberler

3-Kendilerine Kitap verilen Peygamberler

4-Resul ve Nebi olan Peygamberler

5-Kuranda adı geçen Peygamberler

C-Peygamberimizin Risalete kadar olan dönem:

1-Hz.Muhammed (a.s)'den önce dünyanın ve Arap  Yarımadasının genel durumu

2-Cahilliye ve ondaki haniflik kalıntıları

3-Hz.Muhammed (a.s)'ın ailesi ve doğumu

a-Ailesi


b- Doğumu:

c-Peygamberimizn Süt Annesi:

d-Peygamberimizin Süt kardeşleri şunlardır:

e-Hz. Amine’nin Medine Ziyareti ve Vefatı:

4-Hz.Muhammed (as)'ın göğsünün yarılması

5-Rahip Bahira

6-Hz.Muhammed (as)'ın çalışma hayatı

7-Ficar harbi

8-Hılfu'l-Fudül

9-Hz.Muhammed (as)'ın Hz. Hatice ile evlenmesi

10-Kabe'nin tamiri

D-Risaletten Hicrete kadar olan dönem:

1-İnziva ve ilk vahiy

2-Vahyin kesilmesi

3-İlk Müslümanlar

4-Gizli ibadet ve gizli buluşmalar Dar'ül-Erkam

5-Davetin açığa vurulması

6-Zulüm ve safhaları Dar'ün-Nedve

7-İslam'a düşmanlıkların sebepleri

8-Görüşmeler, uzlaşma teklifleri

9-Habeşistan'a hicret

10-Hamza (ra) ve Ömer (ra)'ın Müslüman oluşları

11-Muhasara-Boykot

12-Hüzün yılı

13-Taife gidiş

14-İsra-Miraç olayı

15-Akabe biatları

16-Hicret öncüleri

E-Hicretten Hz.Muhammed (as)'ın vefatına kadar olan dönem:


1-İki şehir arasındaki farklar (Mekke-Medine)

2-Hicret ve Hicret esnasındaki olaylar

3-Hicretin sosyolojik tahlili (önemi)

4-İlk Cuma Namazı

5-Mescidi-i Nebevinin yapımı ve fonksiyonları

6-Kardeşlik

7-Medine Vesikası

8-Seçkin fertler

9-Münafıklar

10-Abdullah b. Cahş Müfrezesi

11-Bedir Savaşı ve neticeleri

12-Ben-i Kaynuka olayı

13-Uhud Savaşı ve imtihan

14-Raci ve Bi'ri Maun-e olayları

15-Ben-i Nadir'in sürgünü

16-Zatu'r Rika

17-Ben-i Müstalik Gazvesi

18-İfk olayı

19-Hendek Savaşı de Kureyza ile hesaplaşma

20-Hudeybiye Barışı ve tahlili

21-Hayber Gazası

22-Gazve ve Seriyyelerin Sayısı

23-Hükümdarlara gönderilen mektuplar

24-Umretu'l- Kaza

25-Mu'te Savaşı

26-Mekke'nin Fethi

27-Huneyn Savaşı ve yenilginin sebepleri

28-Tebük seferi ve katılmayanların durumu

29-Dırar Mescidi ve tahlili


30-Heyetlerin gelişi

31-Müminlerin anneleri

32-Hz. Ebubekir'in haccı

33-Veda Haccı

34-Hz. Muhammed (as)'ın hastalığı ve vefatı

35-Hz.Muhammed (as)'ın vefatından sonraki bazı olaylar.

 

D-YÖNTEMLER:

Bu ders için iki yöntemden söz edilebilir:

1-Konu Çalışması: Bu çalışmada esas olan Peygamberlerin ve peygamberimizin siretlerinden herhangi bir derste alıp derinlemesine öğrenmektir.

Örnek konular: Hz. İbrahim'in (as) özellikleri

                  Hz. Musa'nın (as) özellikleri

                  Hz.Muhammed (a.s)'ın özellikleri

                  Peygamberimizin Davet Metodu

                      ''           Savaşları

                      ''           Aile Hayatı

                  Peygamberimiz ve İbadetleri

Öğrenci, ihtiyaca göre bu örnek konulardan ya da benzerlerinden bir konuyu seçer ve üzerinde yoğunlaşır.

Bu yöntemin yararları:

   a)Kısa süreli eğitim çalışmalarını daha verimli hale getirmek.

   b)Önemli olan konuların öne alınıp biran önce öğrenilmesini sağlamak.

   c)Diğer derslerdeki konularla bağlantılı olarak aynı konunun daha iyi anlaşılmasını sağlamaktır.

   Bu yöntemin sakıncaları:


   a)Resulullah'ın hayatı bir bütün olarak algılanamayıp İslam-i  hareket metodunun kavranmasında eksiklikler ve boşluklar ortaya çıkar.

   b)Resulullah'ın hayatını bu metotla öğrenmeye çalışan Müslüman tebliğ çalışmalarında, siyer bilgisi eksikliğinden dolayı, birtakım zorluklarla karşılaşır.

2-Bütünleştirici çalışma:

Bu çalışmada esas olan peygamberlerin ve Peygamberimizin hayatını bir bütün olarak kavramaktır. Siyer çalışmalarında takip edilmesi gereken en sağlam yöntemdir.

Yararları:

   a)Olaylar arasındaki bağlantılar ve sebep-sonuç ilişkileri tarihi seyri içerisinde daha iyi kavranır.

   b)Ku’ran'ın nüzul sebepleriyle  berber öğrenilmesinin ve hayata tatbikinin önemi daha iyi anlaşılır.

Sakıncası:

Bu yöntemle siyer çalışması yapılırken uzun bir zamana ihtiyaç duyulması, yöntem açısından bir olumsuzluk sayılabilir.

 

E-KAYNAKÇA *

Eser Adı                                 Yazarın Adı                                Yazar Adı

-----------------------------------------------------------------------------------------

a)Geçmişte Yazlılanlar (Tarihi Sıraya Göre)

1-Hemam b. Münebbin Sahifesi (VefatH.101]                                Yabancı

2-İbn-i Hişam (Vefat H.213)                                                             Merve

3-İbn-i Sa'd (Vefat H.230)-Et-Tabakatu'l-Kübra                              Yabancı

4-İbn-i Kuteybe(Vefat H.276)-Kitabu'l-Mearif                                Demir

5-Et-Tirmizi (Vefat H.229)-Kitabu'ş-Şemail                                      Petek

6-El-Belazuri (Vefat H.284)-Futuhu'l-Buldan ve  Ensabu'l-E.

7-Et-Taberi-Tarihul Taberi                                                                 M.E.B


8-Kadı Iyaz-Şifa-i Şerif                                                                     Demir

9-İbnu'l Cezvi-El-Vefa bi-Ahvali'l Mustafa                                      Yabancı

10-İbnu'l Esir-El-Kasım fi't-Tarih                                                      Bahar

11-İbn-i Kesir-El-Bidaye ve'-Nihaye                                                 Çağrı

12-İbn'i Kayyim el -Cezviyye-Zadu'l Mead                                      Cantaş

13-İbn'u Haldun-Tarihu İbn'i Haldun                                                M.E.B.

14-El-Kestani El-Mevahibu'l-Ledunniye                                           Demir

15-El-Halebi-Es-Siratü'l-Halebiyye                                                Yabancı

16-Muhammed El-Hudari  (Nuru'l-Yakin)                                     Yabancı

b)Çağdaş Eserler

1-Fıkhu's-Sire(Ramazan El-Buti)                                                       Madve

2-Fıkhu's-Sire(Muhammed Gazali)                                                    İlim

3-Hz.Peygamberin Hayatı(3 cilt)(Mevdudi)                                      Pınar

4-Er-Resul(Said Havva)                                                                    Petek

5-Hz. Muhammed (Ali Mimmet Berki/O. Keskinoğlu)                     Diyanet

6-Resulullah'ın İslama Davet Metod'u(A. Önkal)                             Esra

7-İslam Tarihi (A.Köksal)                                                                  Şamil

8-Muhammed (a.s)'ın Eşsiz Deha ve Şahsiyeti                                  Akdal

9-Mekke Resullerin Yolu(A.Ünal)                                                    Pınar

10-İslam Ön. Mek.İsl.Tebl Mek.-Med.Dönemi (İ.S,S,)                    Beyan

11-Muhammedi Tanıyalım(A.Şeriati)                                                Yöneliş

12-El-Mu'cemil-Müfehresli-ez Fazi'l-Hadisi'n-Nebevi                   Yabancı

13-İslam Peygamberi (Muhammed Hamidullah)                               Merve

14-Son Peygamber (M. Ebu Zehra)                                                   Hisar

15-Hz. Muhammed'in Hayatı(Martin Lings)                                     İz

16-Siret (A.Şeriati/Caferi Şehidi)                                                      Yöneliş

17-Siyretün Nebevviye-el Esas Fi'sünne(Said Havva)                      Şamil

18-Hz.Muhammed ve Karşıt Güçler(M.Ahmet Halefullah)              Çağ

18-Komutan Peygamber(Mahmut Şit Hattab)                                  Merve

20-İslam Tarihi (Prof. Dr.İbrahim Hasan)                                         İlim

21-Nebevi Hareket Metodu (Münir Muhammed Gadban)               Merve

22-Hz. Muhammed(Mustafa Sıbai)                                                   Tekin


23-Özgürlük Peygamberi Hz. Muhammed (Selim Yılmaz)               Nesil

24-İlk Dönem İslam Tarihi (Prof. Dr. Abdulaziz Duri)                     İklim

25-Aydınlatıcı Rehber Muhammed(sav) (Selim Yılmaz)                  Nesil

26-Hz. Muhammed'in Hayatı(Mevlüt Karaca)                                  Beka

27-Peygamberin Örnek Aile Hayatı (Ahmet Selubi)                         Uysal

28-Rahmet Peygamberi (Nedvi)                                                        Merve

29-Hz. Muhammed (a.s) (Ramazan Eren)                                         Aksa

30-Peygamberimizin Hayatı(S.Suruc)                                               Yeni As

31-Hz. Muhammed'in (a.s) Hayatı(Ahmet Zeyni)                             İklim

32-Kitab-ı Siyer-i Nebi (M.Faruk Gürtunca)                                        

33-Peygamberimizin Hayatı(Siretü'n Nebi)(M.Muhammed Ali)

34-Peygamberimiz ve Müslümanlık(A. Hamdi Akseki)                    Diyanet

35-Kur'an'a Göre Hz.Muhammed'in Hayatı(İzzet Derveze)             İz

36-Peygamberimiz (Zekai K.)                                                            Kar

37-Muhammed Mekke'de(Montgemery Watt)                                  Pınar

38-SonsuzNur/F.Gülen                                                                      Zaman

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 



– Hz. Muhammed (a.s)’ın 23 Yıllık Mekke-Medine Dö-nemi. Dini, Siyasi, İctimai Olaylarının Kronolojik Listesidir. Kur’-ân’ı daha iyi anlamak için bunları da mutlaka bilmek gerekir ¯

Tarih

SİYASİ ve SOSYAL OLAYLAR ve DİNİ HÜKÜMLER

Dini Hükümlerin Kaynakları

 

MEKKE DÖNEMİ

 

M. 571

Hz.Peygamberin doğumu, Ebrehe’nin Kabe’ye saldırması (Fil vakası), Süt annesi Halime yanında beş yıl kaldı.

Fil 1-5

576

Annesi Amine Mekke ile Medine arasında Ebva’da vefat etti.

 

577

Dedesi Abdülmuttalib’in himayesine geçti.

 

579

Dedesinin vefatı üzerine amcası Ebu Talib’in himayesine geçti.

 

582

Amcasıyla Suriye’ye gitmesi ve Busra’da Bahira isimli papazın bu çocuğun peygamber olacağını sezmesi ve amcasına bildirmesiyle yolculuk kısa kesildi.

 

596

Tüccar olan ve 40 yaşındaki Hatice ile 25 yaşında evlendi.

 

606

Kabe’nin tamirinde Hacerü’l-Esved taşını yerine yerleştirdi.

 

610

Hira mağarasında ilk vahiy geldi.

96 Alak 1-5

613

Gizli davetin biterek, açıkca davet başladı ve Erkam’ın evi merkez edinildi.

74 Müddessir 1-5; 15 Hıcr 94; 26 Şuara 214-215.

615

11 erkek 5 kadından oluşan bir gurub Habeşistan’a hicret etti.

16 Nahl 41-42; 39 Zümer 10

616

Müslümanlara karşı sosyal ve ekonomik boykot ilan edildi.

 

619

Boykotun kaldırılması, Hatice ve Ebu Talib’in vefatları.

 

620

Taife gidip onları İslâm’a davet etmesi ve karşılaştığı güçlükler.

72 Cinn 1-15.

620

Sevde ile evlenmesi, İsra ve Miraç hadisesi.

17 İsra ve 53 Necm sûreleri

621

Temizlik, abdest ve guslün farz kılınması.

56 Vakıa 79; 5 Maide 6; 74 Müddessir 4.

622

Beş vakit namazın farz kılınması

Buhari, Menakibü’l-Ensar, 42.

621

Birinci Akabe sözleşmesi, Medine’den gelen müslümanlarla yapıldı.

60 Mümtahine 12; 9 Tevbe 111.

622

İkinci Akabe sözleşmesi yine Medine’den gelen müslümanlarla yapıldı.

 

 

 

 

 

MEDİNE DÖNEMİ

 

1 / 622

Peygamberimiz (sav) Ebu Bekir (ra) ile Medine’ye hicret etti. Ebu Eyyüb el Ensari’nin evinde bir ay kaldı.

 

 

Cuma namazının farz kılınışı.

62 Cum’a 9.

 

Ezanın bu günkü şekliyle tesbiti.

Buhari, Ezan, 1; Müslim, Nikah, 79

 

Nikah

Buhari, Nikah 7, 54, 56.

 

Müslümanlar arasında kardeşliğin uygulamaya konuluşu.

 

 

Mescidin inşası, sınır tesbiti, ilk nüfus sayımı, ilk anayasa (Medine vesikası)

 

 

Cihad için izin çıkması.

22 Hacc 39; 2 Bakara 193-194.

 

Hazreti Hamza seriyyesi.

 

 

Ubeyde İbn el Haris seriyyesi.

 

 

Sa’d ibn Ebi Vakkas seriyyesi.

 

 

Rasûlullah (sav)’in Hz. Aişe ile evlenmesi.

 

2 / 623

Mescidin yanına fakirlerin barınağı olan Suffe’nin yapılması.

 

 

Yahudi kabileleriyle siyasi münasebetlerin kurulması.

 

 

Kıblenin Kudüs’ten Kabe’ye çevrilmesi.

2 Bakara 144.

Tarih

SİYASİ ve SOSYAL OLAYLAR ve DİNİ HÜKÜMLER

Dini Hükümlerin Kaynakları

 

Medine civarındaki kabilelerle barış antlaşması yapılması.

 

 

1. Bedir gazvesi (Kürz ibn Cabir’e karşı).

 

 

Uşeyra, Abdullah ibn Cahş, Kaynuka, Sevik, Beni Süleym gazveleri.

 

 

Büyük Bedir gazvesi.

8 Enfâl sûresi.

 

Hz. Fatıma’nın Hz. Ali ile evlenmesi.

 

 

Peygamber (sav)’in kızı Hz. Osman (ra)’ın hanımı Rukiyye’nin vefatı.

 

 

Orucun farz kılınması.

2 Bakara 183-185.

 

İlk bayram namazı kılınışı.

Nesei Iydeyn 1.

 

Zekat ve Sadaka-ı Fıtrın farz oluşu.

9 Tevbe 103; Ne-sei, Zekat, 31-33.

 

Ganimet Taksimi.

8 Enfâl 41.

3 / 624

Yahudilerin düşmanca harekete başlamaları ve Ka’b ibn Eşref’in öldü-rülmesi.

 

 

Gatafan, Zeyd ibn Harise, Hamrau’l-Esed gazveleri ve münafıkların türemeleri.

3 Âl-i İmrân 172-175.

 

Uhud gazvesi ve Hz. Hamza’nın şehid edilmesi.

3 Âl-i İmrân 151-153, 169, 170.

 

Hz. Hasan’ın dünyaya gelişi.

 

 

Rasûlullah (sav)’in Hafsa ve Zeyneb b. Huzeyme ile evlenmesi.

 

 

Miras hükümleri belirleniyor.

4 Nisâ 11-12; Buhari, Vesaya, 6.

 

Boşanma hükümleri belirleniyor.

65 Talak 1; İbn-i Mâce, Talak, 1.

 

Müşrik kadınlarla evlenmenin yasaklanması.

2 Bakara 221.

4 / 625

Bi’ri Mâûne faciası, Benî Nadir, Zatü’r-Rika gazveleri.

 

 

Hz. Hüseyin’in doğumu.

 

 

Zeyneb binti Huzeyme (rah)’nın vefatı.

 

 

Rasûlullah (sav)’in Ümmü Seleme ile evlenmesi.

 

 

Yolculukta namazın kısaltılması ve korku namazı.

4 Nisâ 101-103.

 

Recm cezasının uygulamaya konuluşu.

Buhari, Hudud, 24.

 

Hac ve Umrenin farz edilişi.

22 Hacc 26-29.

 

Tesettür ayeti ve örtünme emri.

33 Ahzâb 53; 24 Nûr 30-31.

5 / 626

Dûmetü’l-Cendel, Mustalık Oğulları, Benî Kurayza gazveleri.

 

627

Hendek gazvesi.

33 Ahzâb Sûresi.

 

Rasûlullah (sav)’in Zeyneb binti Cahş ve Cüveyriyye ile evlenmesi.

 

 

Yağmur duası ve namazı.

Nesei, İstiska,3,4,13.

 

İfk olayı ve iffetli kimselere iftira etmenin cezasının tesbiti.

24 Nûr 4; Buhari, Teyemmüm, 1.

 

Teyemmümün meşru kılınması.

5 Mâide 6.

 

Îlâ hadisesi (Peygamberin hanımlarından uzak kalmaya yemin etmesi)

2 Bakara 226-227.

6 / 627

Benî Lihyân, Zû Kared gazveleri.

 

628

Hudeybiye antlaşması ve Bey’atü’r-Rıdvân.

48 Fetih sûresi.

 

Komşu devlet başkanlarına ve kabilelere davet mektupları gönderilmesi.

 

 

Hayber’in fethi.

 

 

Rasûlullah (sav)’in Safiyye ve Meymûne ile evlenmesi.

 

 

Alkollü içkiler ve kumarın yasaklanması, ehlî eşek ve yırtıcı hayvanların yenmesinin yasaklanması.

5 Mâide 90; Buha-ri, Zebaih, 24.

 

Zıhar hükümleri (Evli kişinin karısını anasına benzetmesinin cezası)

58 Mücâdele 1-2.

 

Vakıf yapmanın meşru oluşu.

Neylü’l-Evtar, VI, 22-35

 

İsyan ve haydutluğun cezasının verilmesi.

5 Mâide 33.

 

Mekke’den Habeşistan’a hicret edenlerin Medine’ye dönüşleri.

 

 


 

Tarih

SİYASİ ve SOSYAL OLAYLAR ve DİNİ HÜKÜMLER

Dini Hükümlerin Kaynakları

7 / 628

Fedek, Vadi’l-Kurâ gazveleri.

 

629

627 de Hudeybiye’de yapılamayan umre kaza edilerek bu yıl yapıldı.

 

 

Zirâî ortaklık hükümlerinin belirlenmesi.

Müslim, Büyu’ 85-100; İbn-i Mâce, Rühûn 14.

 

Peygamber (sav) Ümmü Habîbe ile evlendi.

 

 

Halid ibn Velîd ve Amr ibn Âs’ın müslüman olmaları.

 

 

İran’ın Yemen valisi Bazan’ın müslüman oluşu.

 

8 / 629

Mûte harbi yapıldı, Zâtü’s-Selâsîl gerçekleşti.

 

630

Mekke Fethi, Kâbe’nin putlardan temizlenmesi, Rasûlullah (sav)’in genel af ilan etmesi.

90 Beled sûresi.

 

Huneyn, Evtâs ve Hevâzîn gazveleri yapıldı.

9 Tevbe 25-26.

 

Rasûlullah (sav)’in kızı Zeyneb’in vefatı.

 

 

Taif’in muhasarası ve putların yıkılması.

 

 

Kısas hükmünün konuluşu.

2 Bakara 178-179; 5 Mâide 45.

 

Hukuk karşısında eşitlik.

Buhari, Hudud, 12.

 

Kabir ziyaretine izin verilmesi.

Müslim, Cenaiz, 105-108.

9 / 630

Tebük gazvesi, Suriye’de Bizans’a verilen ders.

9 Tevbe sûresi.

631

Ebû Bekir (ra)’in hac emirliği ve müşriklere verilen ültimatom.

 

 

Rasûlullah (sav)’in Mısır’lı Mâriye ile evlenmesi.

 

 

Rasûlullah (sav)’in oğlu İbrahim’in doğumu ve birkaç ay sonra vefatı.

 

 

Kabilelerin topluca İslâm’a girişleri, Mescid-i Dırâr’ın yakılıp yıkılması.

 

 

Peygamber (sav)’in eşlerinin dünya hayatı ve süsünü istemeleri üzerine onları dünya ile ahiret arasında serbest bırakması.

33 Ahzâb 28-32.

 

Münafıkların başı Abdullah ibn Übeyy’in ölümü.

9 Tevbe 80-84.

 

Çıplak tavaf etmenin yasaklanması.

 

 

Mülaane ayetleri.

24 Nûr 6-9; Dâre-kutnî, Sünen, III, 277.

10 / 632

Yüzbinden fazla kişiyle Veda Haccı ve Hutbesi yapıldı.

 

 

İnsan haklarının ilanı ve genel savaşa izin verilmesi, yalancı peygamberlerin çıkışı.

2 Bakara 193.

 

Vasıyyet, neseb, nafaka, borç ile ilgili hükümlerin gelmesi.

Tirmizi, Vesaya, 6; Buhari, Vesaya, 2-3.

 

Cezanın şahsiliği prensibinin konulması.

6 En’am 164.

 

Faizin yasaklanması ve helal olan her türlü alışverişin serbest oluşunun ilanı.

3 Âl-i İmrân 130; 4 Nisa 29.

11 / 632

Üsame ordusunun hazırlanması.

 

 

Kırtas olayı.

 

 

Rasûlullah (sav)’in vefatı.

 

 

Ebû Bekir (ra)’in halife olarak seçimi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

 

 

 

1.BÖLÜM

 

- Siyerin Önemi

1 - Siyerin Tanımı

2 - Siyerin Peygamberleri tanımada önemi

3 - İslam'ın anlaşılmasında önemi

4 - Siyer ilmi nasıl gelişti?

  - Okuma Parçası

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

1.BÖLÜM

 

 

Siyer

 

 

Yüce Allah (cc) Kur’an’ı Kerim’de şöyle buyuruyor:

 

لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِّمَن كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيراً

 

Andolsun ki, Resulullah, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.”[1] 

 

Siyer: Hz. Muhammed (a.s)'ın hayat hikâyesi:

 

"Siyer", Arapça "sîre" sözcüğünün çoğulu olup Peygamber (a.s)'ın hayatını (hal tercümesini) anlatmak için kullanılır. Zaman içinde: Soy dizini, doğumu, çocukluğu, gençlik yılları, peygamberliği, Mekke ve Medine'de meydana gelen olaylar ve gerçekleşen savaşları da içine alacak şekilde, doğumundan ölümüne kadar Hz. Peygamber (a.s)'ın hayatından sözeden kitaplara "Siyer-i Nebî", "es-Siretü'n-Nebeviyye" veya kısaca "Siyer" adı verilmiştir.

 

Siyer ile sıkça beraber kullanılan ve savaş, savaş yeri, savaş menkıbesi anlamlarını ihtiva eden "Meğâzi" kelimesi vardır. Hz. Muhammed (a.s)'ın savaşlarının anlatıldığı kitaplara da aynı ad verilmiştir.

 

İzahlardan da anlaşılacağı üzere siyer, daha genel, meğâzî ise daha dar anlamı ifade eder. Ancak bu iki isim sık sık karıştırılmış ve birbirini ifade edecek tarzda kullanılmıştır. Bazı meğâzi türü eserler, siyer kaynakları gibi, Hz. Peygamber (a.s)'ın hayatından bütünüyle bahseder ve yazıları bu tür meğâzi kitapları Siyer-i Nebî türü eserleri andırırlar. Ancak çoğunlukla meğâzî türü eserler, Peygamberimizin savaşlarını asıl olarak ele almışlardır.

 

Siyer, bir yönüyle Hadis'e bir yönüyle de İslâm tarihinin içine girmiştir. Gerçekten siyer, Hz. Peygamber (a.s)'ın söz ve davranışlarından bahseden Hadis ilminin bilinmesini gerekli kıldığı gibi; O'nun hayatının her safhasından bilgi vermesi itibariyle de İslam tarihinin bir bölümünü oluşturur.

 

Nitekim İslâm âlimlerinin çoğu, siyerden itibaren İslâm tarihini bir bütün halinde ele almışlar ve eserlerinde, Hz. Peygamber (a.s)'ın hayatından -hattâ öncesinden- başlayarak İslâm tarihi ile ilgili olayları, yaşadıkları döneme kadar anlatmışlardır.

 

Siyer'in kaynakları arasında ilk sırayı, nüzulünden itibaren hiçbir tahribat ve tahrifata uğramamış olan Kur'ân-ı Kerim alır. Herhangi bir olay konusunda Kur'ân'da âyet ve işaretler varken başka bir kaynak aramaya ihtiyaç yoktur. Kaynaklarda ikinci sıra hadis-i şeriflerindir. Özellikle Hz. Peygamber'in Medine'de geçirdiği hayata ait bilgiler, hadislerde bütün ayrıntılarıyla bulunabilir. Bu iki kaynak, İslâmî ilimlerin her dalında olduğu gibi, Siyer için de vazgeçilmez kaynaklar durumundadır. Siyerin kaynakları arasında Sahabe'den gelen rivâyetlerin yeri oldukça önemlidir. Hz. Peygamber (a.s)'den gördüklerini, duyduklarını kendilerinden sonraki nesle sözlü olarak aktaran bu güzide topluluğun anlattıkları, Emeviler devrinden itibaren yazılı belgeler olarak ortaya konmuş ve bunlar ilk Siyer ve Meğâzi kitaplarına kaynaklık teşkil etmiştir.

 

Siyer-i Nebî, bir süre şifâhi nakil olarak devam ettikten sonra, tedvin edilmeye başlandı. Siyer'i ilk tedvin eden, İbn Şihâb ez-Zühri (öl. 122/739)'dir. Siyer alanında İslam tarihinde büyük şöhrete ulaşmış dört eser vardır. Bunlar: "Siyer-i erbaa" (En ünlü dört siyer) adını almışlardır. Bunlar; İbn Hişam'in "es-Siretü'n-Nebeviye"si; İbn Seyyidin-Nâs'ın "Uyûnül-Eser'ı; Muhammed b. Yusuf ed-Dımaşki'nin "Sebilül-Hedyi ve'r-Reşâd"ı ve Ali b. Burhaneddin el-Halebî'nin "İnsânül-Uyün"udur.

 

Kur’an-ı Kerim’de:

 

مَّنِ اهْتَدَى فَإِنَّمَا يَهْتَدي لِنَفْسِهِ وَمَن ضَلَّ فَإِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَا وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى وَمَا كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتَّى نَبْعَثَ رَسُولاً

 

“Kim hidayet yolunu seçerse, bunu ancak kendi iyiliği için seçmiş olur; kim de doğruluktan saparsa, kendi zararına sapmış olur. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü üslenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz”[2] buyurulmuştur.

 

İnsanlık hiçbir şeyi bilmez durumda iken her şeyi, her sanatı ve her hüneri peygamberlerden öğrenmişlerdir. Dünya ve ahirette mutlu olmanın ve huzurlu yaşamanın yollarını, birbirleriyle hoş geçinme düsturlarını, ahlâk ve görgü kaidelerini insanlara öğreten yine peygamberler olmuştur.

 

 

 

1- Siyerin Tanımı

 

 

Siyer kelimesi; siret kelimesinin çoğuludur. Siret kelimesi Arapça’da, yürümek anlamına gelen “syr” harflerinin meydana getirmiş olduğu kelimelerden alınmıştır.

 

İslam dininde siyer dendiği zaman Hz.Muhammed (a.s) doğumundan vefatına kadar olan hayatı içindeki yaşayışı, ahlakı, adet ve davranışlarının bütünü akla gelir. Her insanın doğumundan ölümüne kadar geçen yaşayışı, kendisinin siyeridir. Buna Latin dilinde biyografi adı verilir.  

 

Siyerin Konusu Genel olarak, hayatı bütün safhalarıyla incelenecek olan insandır. Burada ele alacağımız zat, Hz.Peygamber (a.s) Efendimizdir. 

 

Siyerin Gayesi: Siyerin gayesinin en başında, başkalarının hayat tecrübelerinden istifade etmek ve onların yaşayışlarını tetkik ederek ibret almaktır. Biz de bir Müslüman olarak hayatta takip edeceğimiz en doğru yolu öğrenmek ve tatbik etmek için Peygamberimiz Hz.Muhammed (as) yaşantısını mümkün mertebe en ince noktalarına kadar öğrenmek mecburiyetindeyiz. Çünkü Onun hakkında Kur’an-ı Kerim’de yüce Allah şöyle buyuruyor:

 

لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِّمَن كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيراً

 

Andolsun ki, Resulullah, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.”[3] 

 

Yeryüzündeki dinlerin sonuncusu ve en mükemmeli olan İslam dininin Peygamberi Hz.Muhammed (a.s) hayat tecrübelerinden istifade etmek yalnız bir zümrenin veya bir gurubun değil bütün beşeriyetin arzu etmesi lazım bir hakikattir. Zira o, bir kavimden ziyade bütün beşeriyete Peygamber olarak gönderilmiştir.

 

Hz.Muhammed (a.s) hayatının tarihen bilinmesi bütün dinleri nesheden İslam dininin esaslarının günü gününe, sebepleri ve hikmetleriyle açık ve berrak bir şekilde tespit edilmesine sebep olmuştur. Bu itibarla, Siyer-i Nebi-yi iyi bilen bir kimse, İslam dininin itikadi, ameli ve ahlaki esaslarına bihakkın vakıf olduğu gibi, İslam devletlerinin durumlarının nereden nereye geldiğini de daha iyi anlamış olur.

 

 

 

2 - Peygamberleri Tanımada Siyerin Önemi

 

 

Bilindiği gibi, yüce Allah önce insanlara kendi içlerinde zaman, zaman Peygamberler göndermiştir. İnsanların bir kısmı bu mukaddes Peygamberlere uymuşlar ve böylece hem dünya hem ahiret görevlerini yapmışlardır. Düzenli medeniyetler kurmuş ve faziletlere ermişlerdir. Diğer bir kısmı da, bu mübarek Peygamberlere karşı çıkıp onlara aykırı harekette bulunmuşlardır. Bu tutumları ile gerçek insanlık vasfından yoksun kalmış ve küfrü imana, rezaleti fazilete tercih etmişlerdir. Bu yüzden de sonunda felaketlere düşüp sönüp gitmişlerdir.

 

İşte “Siyer-i Enbiya” dediğimiz, Peygamberlerin hayatları ile ilgili bilgiler onların güzel hallerini bildirir. Onların ümmetlerini ne şekilde dine çağırdıklarını gösterir, kavimleri ile olan bazı olaylar ve savaşları kaydeder. Bunlar bizim için ibret alınacak ve yararlanacak birer büyük öğüt olur.

 

 

 

 

3 - İslam’ın Anlaşılmasında Siyerin Önemi

 

 

Siret-i Nebeviyeyi ve onunla ilgili fıkhi hükümleri incelemeyi, tarihi incelemelerinden saymamız hatalı olur. Çünkü bütün inceleme, geçmiş tarihi dönemlerden bir bölümü veya halifelerden birinin hayatını öğrenmek gibi bir şeydir. Halbuki; Siret-i Nebeviye ile ilgili fıkhi hükümleri incelemekteki asıl gaye, bir Müslüman’ın Resulullahın hayatını, birtakım prensipler, kaideler ve hükümler olarak iyice kavradıktan sonra, İslam gerçeğini onun mukaddes hayatında şekillenmiş olduğunu düşünebilmesidir. Yani; Siret-i Nebeviye incelemesi İslam hakikatının Hz.Muhammed (as) örnek hayatında eksiksiz olarak şekillendirmek gayesini güden pratik bir çalışmadan başka değildir.

 

 

 

4 - Siyer İlmi Nasıl Gelişti

 

 

Resulullahın hayatına ait genel belirtileri anlamakta, mukaddes hayatın kısa dönemlerinin kavramakta ilk dayanak Kur’an’dır. Bu yüce Kitap; Resulullahın hayatını iki yolla anlatır.

 

Birinci Yol:  Hayatının sahnelerini anlatmak... Bedir, Uhud, Hendek ve Huneyn savaşları hakkında inen ayetlerle, Resulullahın hanımı Zeynep b. Cahş ile evlenmesini anlatan ayetler gibi.

 

İkinci Yol: Hadislere ve olaylara açıklama getirmesidir. Buda, bazı durumlarda karışık bulunan konulara cevap vermek için veya bir kısım gizli ve örtülü şeyleri açığa çıkarmak için, yada Müslümanların bakışını ibret ve öğüt yönüne çevirmek içindir. Bunların tümü, yalnızca, Resulullahın herhangi bir uygulamasıyla veya onun Siretinin bir yönüyle ilgili olabilir. Bu haliyle de onun hayatının muhtelif dönemlerinde, bir çok iş ve uygulamalarını bize açıktır.

 

Ancak Kur’an’ı Kerim-in bütün bunlardan bahsetmesi, teferruatına dalmadan, kısa temas şeklinde olur. Resulullahın Siret-inden herhangi bir yönünü açıklamada Kur’an-ı Kerim’in üslubu, her ne kadar Kur’an’ın Siret-i Nebeviyyenin bazı yönlerini açıklamadaki üsluba çeşitlilik arz ederse etsin hadise ve olayları kısa bir şekilde anlatmaktan ve genel çizgilerini belirtmekten öteye geçmez. Kur’an-ı Kerim’in eski milletlerin ve geçmiş Peygamberlerin kıssalarını anlattığı her konuda durum böyledir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

- Okuma Parçası -

 

Peygamberi Anlamak

 

 Yüce Allah (cc), Peygamberleri göndermesinin sebebi, sadece tanıştırmak değil, anlaşılmaktı.

 

Yüce Allah’ın haber (emir)lerini insanlara duyurmakla görevlendirilen aziz Peygamberler, aldıkları haberleri bırakıp kendilerini öne çıkarıp tanıtmamışlardır. Çünkü Peygamberlik bunu gerektiriyordu. Yani sadece tanınmak değil, anlaşılmaktı.

 

Yüce Allah’ın haberlerine ve Peygamberlerine karşı insanların görevleri sadece, onları tanımak değil, onları anlamaktır.

 

Şu bir gerçektir ki, yazılan bütün siyer kitaplarını ve onları yazan yazarları, Nuh (as)’ın çocuklarının annesi, Lut (a.s)’ın hayat arkadaşı, Musa (as)’ın ekmeği ile büyüdüğü Firavun, Hz.Muhammed (a.s)’ın amcazadesi Ebu Leheb ve Ebu Talib kadar tanıyamazlar, bizde tanıyamayız ve tanıtamayız. Tıpkı, Taif halkı, Efendimiz (a.s) lafa ve taşa tuttuklarında, dağ meleği gelip: “Eğer istersen, Taiflilerin altını üstüne getireyim” dediğinde. O ise: “Hayır onlar beni anlamıyorlar” demiştir.[4] Gerçekten de, gerek Nuh’un, Lut’un hanımı, Musa’nın babalığı, Efendimizin Amcaları ve içinde yaşadıkları toplumun münkir kişileri onları tanıyorlardı tanımasına da, fakat onları anlamıyorlardı veya anlamak istemiyorlardı veyahut tanımanın ötesinde asıl olan anlamaya çaba sarf etmiyorlardı.

 

Eğer, tanımanın ötesindeki asıl olan anlayış gücümüzü zorlamaksızın, sadece satır geçme ve sayfa atlamayla meşgul olup “siyer dersini” işlersek, hem kendimize hem de aziz Peygamberlere yazık etmiş oluruz. Dolayısıyla her Peygamber ve özellikle Efendimiz (a.s) olmak üzere, özel bir tanıma, anlama gayretini ve özel bir yer, zaman, çaba vermemiz gerekiyor. İşte o zaman, Peygamberleri tanıyıp da anlamayanlardan bir farkımız olur. 

 

Yüce Allah cümlemize, ince anlayış ihsan etsin.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

2.BÖLÜM

 

- İlk İnsan ve İlk Peygamber

1- Peygamberlerin gönderiliş amacı

2- Ulu-l Azam olan Peygamberler

3- Kendilerine Kitap verilen Peygamberler

4- Resul ve Nebi olan Peygamberler

5- Kur’an’da adı geçen Peygamberler

- Okuma Parçası

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

2.BÖLÜM

 

 

İlk İnsan ve İlk Peygamber

 

 

Yeryüzünde ilk insan ve ilk Peygamber Hz. Adem (a.s)’dır. Şimdi konu hakkında yüce Allah Kur’an-ı Kerim’deki ayetlerine başvuralım:

 

§æì¢ä¤ ß§ªb ¯à y ¤å¡ß §4b –¤Ü • ¤å¡ß a¦Š ' 2 ¥Õ¡Ûb  ó©£ã¡a ¡ò Ø¡÷¬¨Ü à¤Ü¡Û  Ù¢£2 ‰  4b Ó ¤‡¡a ë

 

“Hani Rabbin meleklere demişti ki: "Ben kupkuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan bir insan yaratacağım."[5]

 

Ayette geçen “insan” Adem (a.s)’ın ilk yaratılışı ve onun şahsında bütün ademoğullarının yaratılışıdır. Daha sonra İlahi buyruk şöyle tecelli etti:

 

  åí©†¡ub  ¢é Û aì¢È Ô Ï ó©y뢉 ¤å¡ß ¡éî©Ï ¢o¤‚ 1 ã ë ¢é¢n¤í £ì  a ‡¡b Ï

 

"Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın!"[6]

 

Ayette geçen özellikler, Adem’e ve oğullarına yüce Allah’ın verdiği mümtaz özelliklerdir. Bunları şöyle sıralamak mümkündür.

1 - Allah Adem’i kendi eliyle yaratmıştır.

2 - Ona kendi ruhundan üflemiştir.

3 - Meleklere, ona secde etmelerini emretmiştir.

4 - Eşya isimlerini ona öğretmiştir.

 

Adem’in nasıl annesiz ve babasız yaratıldığını Yüce Allah (cc) şöyle cevap veriyor:

 

¢æì¢Ø î Ï ¤å¢× ¢é Û 4b Ó  £á¢q §la Š¢m ¤å¡ß ¢é Ô Ü  6 â …¨a¡3 r à × ¡é¨£ÜÛa  †¤ä¡Çó¨î©Ç  3 r ß  £æ¡a

 

“Allah nezdinde İsa'nın durumu, Adem'in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona "Ol!" dedi ve oluverdi.”[7]

 

İşte bu şekilde ilk insanın yaratılışı yüce Allah’ın izniyle gerçekleşmiş oluyor. Yüce Allah, yarattığı insanı cennete yerleştirmesi ve onu denemesi sonrada yeryüzüne indirmesi olayı Kur’an-ı Kerim’de şöyle geçer:

 

 ¢s¤î y a¦† Ë ‰ b è¤ä¡ß 5¢× ë  ò £ä v¤Ûa  Ù¢u¤ë ‹ ë  o¤ã a¤å¢Ø¤a ¢â …¨a¬b í b ä¤Ü¢Ó ë

  åî©à¡Ûb £ÄÛa  å¡ß b ãì¢Ø n Ï  ñ Š v £'Ûa ꡈ¨ç b 2 Š¤Ô m ü ë :b à¢n¤÷¡(

 

“Biz: Ey Âdem! Sen ve eşin (Havva) beraberce cennete yerleşin; orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde cennet nimetlerinden yeyin; sadece şu ağaca yaklaşmayın. Eğer bu ağaçtan yerseniz her ikiniz de kendine kötülük eden zalimlerden olursunuz, dedik.”[8]

 

Ayette, Adem (a.s) Havva isminde eş verildiğini ve onları sınamak için önlerine bir kader ağını sergilediğini yüce Allah bize haber veriyor. Sonra Kur’an  olayı şöyle aktarıyor:

 

 ¤á¢Ø¢š¤È 2aì¢À¡j¤ça b ä¤Ü¢Ó ë :¡éî©Ï b ãb × b £à¡ß b à¢è u Š¤ b Ï b è¤ä Ç ¢æb À¤î, £'Ûa b à¢è £Û ‹ b Ï

 §åî©y ó¨Û¡a ¥Êb n ß ë ¥£Š Ô n¤¢ß ¡¤‰ üa ó¡Ï ¤á¢Ø Û ë  7¥£ë¢† Ç §œ¤È j¡Û

 

“Şeytan onların ayaklarını kaydırıp haddi tecavüz ettirdi ve içinde bulundukları (cennetten) onları çıkardı. Bunun üzerine: Bir kısmınız diğerine düşman olarak ininiz, sizin için yeryüzünde barınak ve belli bir zamana dek yaşamak vardır, dedik.”[9]

 

Adem ve Havva’nın sınamayı kaybettiklerini görüyoruz. Bunun sonucunda Aden ile eşinin tövbe ettiklerini Kur’an şöyle haber veriyor:

 

 ¢áî©y £ŠÛa ¢la £ì £nÛa  ì¢ç ¢é £ã¡a 6¡é¤î Ü Ç  lb n Ï §pb à¡Ü × ©é¡£2 ‰ ¤å¡ß ¢â …¨a ¬ó¨£Ô Ü n Ï

 

“Bu durum devam ederken Âdem, Rabbinden bir takım ilhamlar aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır.”[10]

 

İşte bu olaydan sonra Adem ve eşi Havva ile yeryüzüne indiklerini Kur’an’da öğreniyoruz ve yine yüce Allah’ın Adem (a.s) bir takım yetkiler verdiğini anlıyoruz:

 

  ôa †¢ç  É¡j m ¤å à Ï ô¦†¢ç ó£©ä¡ß ¤á¢Ø £ä î¡m¤b í b £ß¡b Ï 7b¦Èî©à u b è¤ä¡ß aì¢À¡j¤ça b ä¤Ü¢Ó

  æì¢ã Œ¤z í ¤á¢çü ë  ¤á¡è¤î Ü Ç ¥Ò¤ì  5 Ï

 

“Dedik ki: Hepiniz cennetten inin! Eğer benden size bir hidayet gelir de her kim hidayetime tâbi olursa onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü çekmezler.”[11]

 

Sonuç olarak, ilk insan ve ilk insanın şahsında ilk Peygamberin Hz.Adem (as) olduğunu Kur’an-ı Kerim’de  öğreniyoruz. İlk insanın ve ilk peygamberin dünya özerindeki kaderi bizimde kaderimiz olmuş oluyor. Çünkü ilk insan olan Adem “Ebul beşer” beşeriyetin babasıdır. Yani bütün insanlığın zürriyet merkezidir.

 

 

 

1 - Peygamberlerin Gönderiliş Amacı

 

 

Yüce Allah (cc) Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:

 

 7 pì¢Ëb £ÀÛa aì¢j¡ä n¤ua ë  é¨£ÜÛa a뢆¢j¤Ça ¡æ a ü좠‰ §ò £ß¢a ¡£3¢× ó©Ï b ä¤r È 2 ¤† Ô Û ë

 ¡¤‰ üa ó¡Ï a뢊î,© Ï 6¢ò Û5 £šÛa ¡é¤î Ü Ç ¤o £Ô y ¤å ß ¤á¢è¤ä¡ß ë ¢é¨£ÜÛaô † ç ¤å ß ¤á¢è¤ä¡à Ï

  åî©2¡£ˆ Ø¢à¤Ûa ¢ò j¡Ób Ç  æb ×  Ñ¤î × a뢊¢Ä¤ãb Ï

 

“Andolsun ki biz, "Allah'a kulluk edin ve Tâğut'tan sakının" diye (emretmeleri için) her ümmete bir peygamber gönderdik. Allah, onlardan bir kısmını doğru yola iletti. Onlardan bir kısmı da sapıklığı hak ettiler. Yeryüzünde gezin de görün, inkâr edenlerin sonu nasıl olmuştur!”[12]

 

İnsanlar Peygamberlere muhtaçtırlar. Çünkü insanlar kendi akıllarıyla Allah'ın varlık ve birliğini anlayabilseler bile, O'na mahsus sıfatları tamamen kavrayamazlar. Ona ne şekilde ibâdet edileceğini bilemezler. åhiret işlerini, âhiretteki mesûliyeti idrâk edemezler. Bütün bu hususları Allah'ın kendilerine bildirip öğretmesine muhtaçtırlar.

 

İşte Allah, insanların bu ihtiyaçlarına cevap vermek üzere, onlara peygamberler göndermiştir. Onlar vasıtasıyla, bilmeye muhtaç oldukları maddî ve mânevî her hususu insanlara öğretmiştir.

 

Eğer Peygamberler gelmeseydi, insanlar Allah'ın varlık ve birliğini bilmenin dışında, hiçbir dinî hükümle mükellef tutulamazlardı. Hattâ bâzı Kelâm âlimlerine göre, Allah'ın varlığını, birliğini anlamaktan bile mesul olmazlardı. Nitekim âyet-i kerîmede de:

 

 ¢‰¡Œ mü ë b6 è¤î Ü Ç ¢£3¡š í b à £ã¡b Ï  £3 ™ ¤å ß ë 7©é¡¤1 ä¡Û ô©† n¤è í b à £ã¡b Ï ô¨† n¤ça¡å ß

 ü좠‰  s È¤j ã ó¨£n y  åî©2¡£ˆ È¢ß b £ä¢×b ß ë 6ô¨Š¤¢a  ‰¤‹¡ë ¥ñ ‰¡‹a ë

 

“Kim hidayet yolunu seçerse, bunu ancak kendi iyiliği için seçmiş olur; kim de doğruluktan saparsa, kendi zararına sapmış olur. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü üslenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz”[13] buyurulmuştur.

 

İnsanlık hiçbir şeyi bilmez durumda iken her şeyi, her sanatı ve her hüneri peygamberlerden öğrenmişlerdir. Dünya ve âhirette mutlu olmanın ve huzurlu yaşamanın yollarını, birbirleriyle hoş geçinme düsturlarını, ahlâk ve görgü kaidelerini insanlara öğreten yine peygamberler olmuştur.

 

Peygamberlerin vazifeleri

 

- Allah'ı insanlara tanıtmak,

 

-Allah’tan aldıkları iman esaslarını ve ibâdet şekillerini insanlara öğretmek,

 

-İnsanlara ahlâkî fazîlet ve güzel huyları aşılamak,

 

-Ferd ile ferdler, ferd ile cemiyet arasındaki münasebetleri en medenî ve âdil ölçüler içinde tanzim etmek, aradaki sosyal bağları kuvvetlendirmektir.

 

Kısacası, maddî ve mânevî her sahada insanlara tam bir rehber olmaktır.

 

 

 

 

 

 

2 - Ulu-l Azm Peygamberler

 

 

Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de özellikle geniş bir şekilde Ulu-l Azam (büyük) peygamberlerden bahsetmiştir. Peygamberlere ait özelliklerden biri de yüce Allah’ın istisnasız hepsinden “Misak” almasıdır. Bazılarından ise “Misak-ı Ğaliz” almıştır.

 

Misak; kelimesi lügatte anlaşma, sözleşme, yeminleşme manalarına gelir. Istılah manası ise, peygamberlerin bütün güçlüklere, eza ve cefalara katlanacaklarına ve hiçbir şekilde dönmeyeceklerine dair yüce Allah’a söz vermeleridir.

 

Misal-ı Galiz ise bu söz vermenin yeminle tekid ve teyid edilmiş şeklidir. Kur’an-ı Kerim’de en çok kıssası anlatılan Peygamberler kendisinden Misal-ı Galiz alınan peygamberlerdir. Bunlar beş tanedir. Kur’an-ı Kerim’de bunlara Ulu-l Azam Peygamberler denir. Bunlar:

1 - Hz.Nuh (as)

2 - Hz.İbrahim (as)

3 - Hz.Musa (as)

4 - Hz.İsa (as)

5 - Hz.Muhammed (as)’dır.

 

Ulu-l Azm Peygamberlerden Hz.Nuh (as) zamanında çoğalan insanlar, Allah’ı tanımaz oldular. Bunun üzerine Hz.Nuh (as) duasıyla Allah, onların başına tufan verdi.

 

Hz.İbrahim (as) Ulu-l Azm Peygamberlerin ikincidir. Hz.Muhammed (as)’dan takriben 2500-2600 yıl kadar önce Nemrut zamanında Babil’lere gönderildi.

 

Hz.Musa (as) Hz.Muhammed (as)’dan takriben 1900-2000 yıl kadar önce İsrail oğullarına gönderildi. İmranoğlunun Firavunla mücadelesini Kur’an genişçe anlatır. Hayatının ve mücadelesinin diğer safhalarına Kur’an’da en fazla yer verilen Ulu-l Azm peygamberlerinin üçüncüsüdür.

 

Hz.İsa (as) Hz.Meryem’in oğludur. Hz.Muhammed (as)’dan takriben 600 yıl kadar önce geldi. Peygamberliğini bugünkü Filistin’de ilan etti. Hz.İsa (as) Kur’an’da genişçe yer alan Ulu-l Azm Peygamberlerin dördüncüsüdür. Ondan özellikle Bakara, Ali İmran, Nisa, Maide, En’am ve Meryem sürelerinde bahsedilir.

 

Ulu-l Azm peygamberlerin beşincisi ise Hz.Muhammed (as)’dır. Hz.Muhammed (as) risaleti Kur’an-ı Kerim’in tasdik ve teyidiyle son peygamber olma özelliğini taşıyan “hatem-ul enbiya”dır.

 

 

 

3 - Kendilerine Kitap Verilen Peygamberler

 

 

Kendilerine Suhuf ve Kitap verilen Peygamberler:

1 - Hz. Adem (as)’a    10 sayfa,

2 - Hz. Şit (as)’a     50 sayfa,

3 - Hz. İdris (as)’a   30 sayfa,

4 - Hz. İbrahim (as)’a 10 sayfa

5 - Hz Davut (as) Zebur Kitabı

6 - Hz Musa (as)’a Tevrat Kitabı

7 - Hz İsa (as)’a İncil Kitabı

8 - Hz. Muhammed (as)’a Kur’an-ı Kerim.

 

 

 

4-Resul ve Nebi Olan Peygamberler

 

 

Kendisine müstakil bir din ve kitap verilen Peygamberlere Resul, müstakil bir din ve kitap sâhibi olmayıp kendinden önceki bir Peygamberin kitabına uygun hareket etmekle vazifeli Peygamberlere de Nebî adı verilir.

 

Kur’an-ı Kerim’de, Resul olan Peygamberler şunlardır

 

1 - Hz. Adem (as)’a    10 sayfa,

2 - Hz. Şit (as)’a     50 sayfa,

3 - Hz. İdris (as)’a   30 sayfa,

4 - Hz. İbrahim (as)’a 10 sayfa

5 - Davut (as) Zebur Kitabı

6 - Musa (as)’a Tevrat Kitabı

7 - İsa (as)’a İncil Kitabı

8 - Hz. Muhammed (as)’a Kuranı Kerim.

 

Kur’an’dan ismi geçen Nebiler

 

1 - Nuh (as)

2 - Hud (as)

3 - Salih (as)

4 - Lut (as)

6 - İsmail (as)

7 - İshak (as)

8 - Yakup (as)

9 - Yusuf (as)

10 - Şuayb (as)

11 - Harun (as)

12 - Süleyman (as)

13 - Eyyüp (as)

14 - Zülkifl (as)

15 - Yunus (as)

16 - İlyas (as)

17 - Elyesa (as)

18 - Zekerriyya (as)

19 - Yahya (as)

 

İhtilaflı olan nebiler

 

1 - Lokman (as)

2- Zülkarneyn (as)

3 - Üzeyir (as)’dır.

 

Kur’an-ı Kerim’de zikredilmeyen ve fakat yüce Allah’ın şu ayetiyle işaret ettiği başka Peygamberler de vardır:

 

6 Ù¤î Ü Ç ¤á¢è¤–¢–¤Ô ã ¤á Û 5¢¢‰ ë ¢3¤j Ó ¤å¡ß  Ù¤î Ü Ç ¤á¢çb ä¤– – Ó ¤† Ó 5¢¢‰ ë

b7¦àî©Ü¤Ø m ó¨ì¢ß ¢é¨£ÜÛa  á £Ü × ë

 

“Bir kısım peygamberleri sana daha önce anlattık, bir kısmını ise sana anlatmadık. Ve Allah Musa ile gerçekten konuştu.”[14] 

 

 

 

5 – Kur’an’da Adı Geçen Peygamberler

 

 

1-Hz. Adem (as):

 

  4b Ó  £á¢q §la Š¢m ¤å¡ß ¢é Ô Ü  6 â …¨a ¡3 r à × ¡é¨£ÜÛa  †¤ä¡Ç ó¨î©Ç  3 r ß  £æ¡a

¢æì¢Ø î Ï ¤å¢×¢é Û

 

“Allah nezdinde İsa'nın durumu, Adem'in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona "Ol!" dedi ve oluverdi.”[15]

                                                    

2-Hz. İdris (as):

 

¡pa ì è £'Ûaaì¢È j £ma ë  ñì¨Ü £–Ûaaì¢Çb ™ a ¥Ñ¤Ü ¤á¡ç¡†¤È 2 ¤å¡ß  Ñ Ü ‚ Ï

b¦£î Ë æ¤ì Ô¤Ü í  Ò¤ì  Ï

 

“Nihayet onların peşinden öyle bir nesil geldi ki, bunlar namazı bıraktılar; nefislerinin arzularına uydular. Bu yüzden ileride sapıklıklarının cezasını çekecekler."[16]

 

3-Hz Nuh (as):

 

¬ لَقَدْ اَرْسَلْنَا نُوحًا اِلى قَوْمِه فَقَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّهَ مَا لَكُمْ مِنْ اِلهٍ غَيْرُهُ اِنّى اَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ عَظيمٍ

 

 “Andolsun ki Nuh'u elçi olarak kavmine gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, sizin ondan başka tanrınız yoktur. Doğrusu ben, üstünüze gelecek büyük bir günün azabından korkuyorum.”[17]

 

4-Hz.Hud (as):

 

 ¤å¡ß ¤á¢Ø Ûb ß  é¨£ÜÛa a뢆¢j¤Ça ¡â¤ì Ó b í  4b Ó a6¦…ì¢ç ¤á¢çb  a §…b Çó¨Û¡a ë

  æë¢Š n¤1¢ß ü¡a §é¨Û¡a

 

“Âd kavmine de kardeşleri Hûd'u (gönderdik). Dedi ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka tanrınız yoktur. Siz yalan uyduranlardan başkası değilsiniz”[18]

 

5-Hz.Salih (as):

 

 ¡æb Ôí©Š Ï ¤á¢ç a ‡¡b Ï  é¨£ÜÛaa뢆¢j¤Ça¡æ ab¦z¡Ûb • ¤á¢çb  a  …ì¢à qó¨Û¡a¬b ä¤Ü ¤‰ a ¤† Ô Û ë

 æì¢à¡– n¤‚ í

 

“Andolsun ki, "Allah'a kulluk edin!" (demesi için) Semûd kavmine kardeşleri Sâlih'i gönderdik. Hemen birbiriyle çekişen iki zümre oluverdiler.”[19]

 

6-Hz.İbrahim (as):

 

 ¡b £äÜ¡Û  Ù¢Ü¡Çb uó©£ã¡a  4b Ó 6 £å¢è £à m b Ï §pb à¡Ü Ø¡2 ¢é¢£2 ‰  áî©ç¨Š¤2¡aó¬¨Ü n¤2a ¡‡¡a ë

       åî©à¡Ûb £ÄÛa ô¡†¤è Ç ¢4b ä íü  4b Ó 6ó©n £í¡£‰¢‡ ¤å¡ß ë  4b Ó 6b¦ßb ß¡a

 

“Bir zamanlar Rabbi İbrahim'i bir takım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince: Ben seni insanlara önder yapacağım, demişti. "Soyumdan da (önderler yap, yâ Rabbi!)" dedi. Allah: Ahdim zalimlere ermez (onlar için söz vermem) buyurdu.”[20]

 

7-Hz.Lut (as):

 

¢áî©Ø z¤Ûa ¢Œí©Œ È¤Ûa ì¢ç ¢é £ã¡a 6ó©£2 ‰ ó¨Û¡a ¥Š¡ub è¢ßó©£ã¡a  4b Ó ë <¥Âì¢Û ¢é Û  å ß¨b Ï

 

“Bunun üzerine Lût ona iman etti ve (İbrahim): Doğrusu ben Rabbim'e(emrettiği yere) hicret ediyorum. Şüphesiz O, mutlak güç ve hikmet sahibidir, dedi."[21]

 

8-Hz.İsmail (as):

 

 æb × ë ¡†¤Ç ì¤Ûa  Ö¡…b •  æb × ¢é £ã¡a 9 3î©È¨à¤¡a ¡lb n¡Ø¤Ûa ó¡Ï ¤Š¢×¤‡a ë

7b¦£î¡j ã ü좠‰

 

“(Resûlüm!) Kitapta İsmail'i de an. Gerçekten o, sözüne sâdıktı, resûl ve nebî idi.”[22]

 

9-Hz.İshak (as):

 

6 lì¢Ô¤È í ë  Õ¨z¤¡a¬¢é Ûb ä¤j ç ë =¡é¨£ÜÛa¡æë¢…¤å¡ß  æë¢†¢j¤È í b ß ë ¤á¢è Û Œ n¤Çab £à Ü Ï

b¦£î¡j ãb ä¤Ü È u5¢× ë

 

“Nihayet İbrahim onlardan ve Allah'tan başka taptıkları şeylerden uzaklaşıp bir tarafa çekildiği zaman biz ona İshak ve Yâ'kub'u bağışladık ve her birini peygamber yaptık.”[23]

 

10-Hz.Yakup (as):

 

6 lì¢Ô¤È í ë  Õ¨z¤¡a ¬¢é Ûb ä¤j ç ë =¡é¨£ÜÛa¡æë¢…¤å¡ß  æë¢†¢j¤È íb ß ë ¤á¢è Û Œ n¤Çab £à Ü Ï

b¦£î¡j ãb ä¤Ü È u5¢× ë

 

 “Nihayet İbrahim onlardan ve Allah'tan başka taptıkları şeylerden uzaklaşıp bir tarafa çekildiği zaman biz ona İshak ve Yâ'kub'u bağışladık ve her birini peygamber yaptık.”[24]

                                                  

11-Hz.Yusuf (as):

 

وَكَذلِكَ يَجْتَبيكَ رَبُّكَ وَيُعَلِّمُكَ مِنْ تَاْويلِ الْاَحَاديثِ وَيُتِمُّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَعَلى الِ يَعْقُوبَ كَمَا اَتَمَّهَا عَلى اَبَوَيْكَ مِنْ قَبْلُ اِبْرهيمَ  وَاِسْحقَ اِنَّ رَبَّكَ عَليمٌ حَكيمٌ

 

“İşte böylece Rabbin seni seçecek, sana (rüyada görülen) olayların yorumunu öğretecek ve daha önce iki atan İbrahim ve İshak'a nimetini tamamladığı gibi sana ve Ya'kub soyuna da nimetini tamamlayacaktır. Çünkü Rabbin çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.”[25]

 

12-Hz.Eyyüb (as):

 

6§la ˆ Ç ë §k¤–¢ä¡2 ¢æb À¤î, £'Ûa  ó¡ä £ ß ó©£ã a ¬¢é £2 ‰ ô¨…b ã ¤‡¡a < l좣í a ¬b ã †¤j Ç ¤Š¢×¤‡a ë

 

“(Resûlüm!) Kulumuz Eyyub'u da an. O, Rabbine: Doğrusu şeytan bana bir yorgunluk ve eziyet verdi, diye seslenmişti."[26]

 

13-Hz.Zülkifli (as):

 

 7 åí©Š¡2b £–Ûa  å¡ß ¥£3¢× 6¡3¤1¡Ø¤Ûa a ‡ ë  í©‰¤…¡a ë  3î©È¨à¤¡a ë

 

“İsmail'i, İdris'i ve Zülkifi de (yâdet). Hepsi de sabreden kimselerdendi.”[27]

 

14-Hz.Şuayb (as):

 

وَاِلى مَدْيَنَ اَخَاهُمْ شُعَيْبًا قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّهَ مَا لَكُمْ مِنْ اِلهٍ غَيْرُهُ قَدْ جَاءَتْكُمْ بَيِّنَةٌ مِنْ رَبِّكُمْ فَاَوْفُوا الْكَيْلَ وَالْميزَانَ وَلَاتَبْخَسُوا النَّاسَ اَشْيَاءَهُمْ وَلَا تُفْسِدُوا فِى الْاَرْضِ بَعْدَ اِصْلَاحِهَا ذلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنينَ

 

“Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik). Dedi ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, sizin ondan başka tanrınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir; artık ölçüyü, tartıyı tam yapın, insanların eşyalarını eksik vermeyin. Düzeltilmesinden sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Eğer inananlar iseniz bunlar sizin için daha hayırlıdır.”[28]

 

15-Hz.Musa (as):

 

قَالَ يَا مُوسى اِنِّى اصْطَفَيْتُكَ عَلَى النَّاسِ بِرِسَالَاتى وَبِكَلَامى فَخُذْ مَااتَيْتُكَ وَكُنْ مِنَ الشَّاكِرينَ

 

“(Allah) Ey Musa! dedi, ben risaletlerimle (sana verdiğim görevlerle) ve sözlerimle seni insanların başına seçtim. Sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol.”[29]

 

16-Hz.Harun (as):

 

¬ó©£ã¡a9eó©ä¢Ó¡£† –¢ía¦õ¤…¡‰ ó¡È ß ¢é¤Ü¡¤‰ b Ïb¦ãb ¡Ûó©£ä¡ß ¢| –¤Ï a ì¢ç ¢æë¢Š¨çó© a ë

 ¡æì¢2¡£ˆ Ø¢í¤æ a¢Òb  a

 

“Kardeşim Harun'un dili benimkinden daha düzgündür. Onu da beni doğrulayan bir yardımcı olarak benimle birlikte gönder. Zira bana yalancılık ithamında bulunmalarından endişe ediyorum.”[30]

 

17-Hz.Davud (as):

 

وَرَبُّكَ اَعْلَمُ بِمَنْ فِى السَّموَاتِ وَالْاَرْضِ وَلَقَدْ فَضَّلْنَا بَعْضَ النَّبِيّنَ عَلى بَعْضٍ وَاتَيْنَا دَاوُدَ زَبُورًا

 

“Rabbin, göklerde ve yerde olan herkesi en iyi bilendir. Gerçekten biz, peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık; Davud'a da Zebur'u verdik.”[31]

 

18-Hz.Süleyman (as):

 

وَوَرِثَ سُلَيْمنُ دَاوُدَ وَقَالَ يَا اَيُّهَا النَّاسُ عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ وَاُوتينَا مِنْ كُلِّ شَىْءٍ اِنَّ هذَا لَهُوَ الْفَضْلُ الْمُبينُ

 

“Süleyman Davud'a vâris oldu ve dedi ki: Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize her şeyden (nasip) verildi. Doğrusu bu apaçık bir lütuftur."[32]

 

19-Hz.İlyas (as):

 

 = åî©z¡Ûb £–Ûa  å¡ß ¥£3¢× 6 b î¤Û¡a ë ó¨î©Ç ë ó¨î¤z í ë b £í¡Š × ‹ ë

 

“Zekeriyya, Yahya, İsa ve İlyas'ı da (doğru yola iletmiştik). Hepsi de iyilerden idi.”[33]

 

20-Hz.Elyas'a (as):

 

= åî©à Ûb È¤Ûa ó Ü Ç b ä¤Ü £š Ï 5¢× ë b6¦Ÿì¢Û ë  ¢ãì¢í ë  É  î¤Ûa ë  3î©È¨à¤¡a ë

 

“İsmail, Elyesa', Yunus ve Lût'u da (hidayete erdirdik). Hepsini âlemlere üstün kıldık.”[34]

 

21-Hz.Yunus (as):

 

 6 åî©Ü ¤Š¢à¤Ûa  å¡à Û  ¢ãì¢í  £æ¡a ë

 

“Doğrusu Yunus da gönderilen peygamberlerdendi.”[35]

 

22-Hz.Zekeriyya (as):

 

ذلِكَ مِنْ اَنْبَاءِ الْغَيْبِ نُوحيهِ اِلَيْكَ وَمَا كُنْتَ لَدَيْهِمْ اِذْ يُلْقُونَ اَقْلَامَهُمْ اَيُّهُمْ يَكْفُلُ مَرْيَمَ وَمَا كُنْتَ لَدَيْهِمْ اِذْ يَخْتَصِمُونَ

 

“(Resûlüm!) Bunlar, bizim sana vahiy yoluyla bildirmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. İçlerinden hangisi Meryem'i himayesine alacak diye kur'a çekmek üzere kalemlerini atarlarken sen onların yanında değildin; onlar (bu yüzden) çekişirken de yanlarında değildin.”[36]

 

23-Hz.Yahya (as):

 

فَنَادَتْهُ الْمَلئِكَةُ وَهُوَ قَائِمٌ يُصَلّى فِى الْمِحْرَابِ اَنَّ اللّهَ يُبَشِّرُكَ بِيَحْيى مُصَدِّقًا بِكَلِمَةٍ مِنَ اللّهِ وَسَيِّدًا وَحَصُورًا وَنَبِيًّا مِنَ الصَّالِحينَ

 

 “Zekeriyya mâbedde durmuş namaz kılarken melekler ona şöyle nida ettiler: Allah sana, kendisi tarafından gelen bir Kelime'yi tasdik edici, efendi, iffetli ve sâlihlerden bir peygamber olarak Yahya'yı müjdeler.”[37]

 

24-Hz.İsa (as):

 

وَاِذْ قَالَ عيسَىابْنُ مَرْيَمَ يَا بَنى اِسْرَائلَ اِنّى رَسُولُ اللّهِ اِلَيْكُمْ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَىَّ مِنَ التَّوْريةِ وَمُبَشِّرًا بِرَسُولٍ يَاْتى مِنْ بَعْدِى اسْمُهُ اَحْمَدُ فَلَمَّا جَاءَهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ قَالُوا هذَا سِحْرٌ مُبينٌ

 

“Hatırla ki, Meryem oğlu İsa: Ey İsrailoğulları! Ben size Allah'ın elçisiyim, benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim, demişti. Fakat o, kendilerine açık deliller getirince: Bu apaçık bir büyüdür, dediler.”[38]

 

25-Hz.Muhammed (as):

 

قَالَ رَبِّ اَنّى يَكُونُ لى غُلَامٌ وَقَدْ بَلَغَنِىَ الْكِبَرُ وَامْرَاَتى عَاقِرٌ قَالَ كَذلِكَ اللّهُ يَفْعَلُ مَا يَشَاءُ

 

“Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah'ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.”[39]

 

İhtilaflı olan Peygamberler

 

26 - Lokman (as):

 

وَلَقَدْ اتَيْنَا لُقْمنَ الْحِكْمَةَ اَنِ اشْكُرْ لِلّهِ وَمَنْ يَشْكُرْ فَاِنَّمَا يَشْكُرُ لِنَفْسِه وَمَنْ كَفَرَ فَاِنَّ اللّهَ غَنِىٌّ حَميدٌ () وَاِذْ قَالَ لُقْمنُ لِابْنِه وَهُوَ يَعِظُهُ يَا بُنَىَّ لَاتُشْرِكْ بِاللّهِ اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظيمٌ

 

“Zât-ı uluhiyetime andolsun ki, Lokman'a Allah'a şükret diye hikmet verdik ve her kim şükrederse ancak kendi nefsi için şükretmiş olur ve her kim de nankörlük ederse süphe yok ki, Allah ganîdir, hamîddir.

“Ve yâd et o vakti ki, Lokman, oğluna nasihat ederek ona demişti ki: "Allah'a şerik koşma, şüphe yok ki, şirk elbette pek büyük bir zulümdür."[40]

 

27 - Zülkarneyn (as):

 

وَيَسَْلُونَكَ عَنْ ذِى الْقَرْنَيْنِ قُلْ سَاَتْلُوا عَلَيْكُمْ مِنْهُ ذِكْرًا ا

 

“Ve sana Zülkarneyn'den sual ediyorlar. De ki: "O'na dair size kâfi bir haber hikâye edeceğim."[41]

 

28 - Üzeyir (as)’dır.

 

وَقَالَتِ الْيَهُودُ عُزَيْرٌ ابْنُ اللّهِ وَقَالَتِ النَّصَارَى الْمَسيحُ ابْنُ اللّهِ ذلِكَ قَوْلُهُمْ بِاَفْوَاهِهِمْ يُضَاهِؤُنَ قَوْلَ الَّذينَ كَفَرُوا مِنْ قَبْلُ قَاتَلَهُمُ اللّهُ اَنّى  يُؤْفَكُونَ () اِتَّخَذُوا اَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّهِ وَالْمَسيحَ ابْنَ مَرْيَمَ وَمَا اُمِرُوا اِلَّا لِيَعْبُدُوا اِلهًا وَاحِدًا لَا اِلهَ اِلَّا هُوَ سُبْحَانَهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ

 

“Ve Yahudiler dediler ki: "Üzeyr, Allah'ın oğludur." Nasrâniler de dedi ki: "Mesih, Allah'ın oğludur." Bu, onların ağızlarıyla söyledikleri lakırdılardır. Evvelce kâfir olanların lakırdılarına benzetiyorlar. Allah Teâlâ kendilerini kahretsin! Nasıl (Hak'tan) çevriliyorlar.”[42]

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

- Okuma Parçası -

 

 

İnsan Nisyanla Meşhurdur

 

 

İnsan, nisyan manasına gelir. Yani unutkan demektir. Onun içindir ki; “insan nisyanla meşhurdur." Adem (as)’ın cennet ki Allah’ın menettiği ağaçtan yeme nisyanı Allah’a karşı isyanla neticelenmiştir. Ve Adem (as) cennet gibi bir mekandan dünya gibi bir çölle cezalandırılmıştır. Adem(as)’ın şahsında, insanlığın kaderi olan ve fıtratın parçası kabul edilen nisyan (unutkanlık), her fırsatta Adem’in çocuklarından isyanla kendini izhar etmiştir. Nuh (as) Tufanından sonra Ad kavminin felaketi, Semud halkının helakı bunların en çarpıcı örnekleridir.

 

Nisyanla meşhur olan insanoğlu, dünyaya geliş amacını sürekli geri plana atmıştır. Buna binaen yüce Allah (cc), her kavme, yaratılış gayesini hatırlatmak için, Peygamberler göndermiştir:

 

  æì¢Ü¡Ïb Ë b è¢Ü¤ç a ë §á¤Ü¢Ä¡2 ô¨Š¢Ô¤Ûa  Ù¡Ü¤è¢ß  Ù¢£2 ‰ ¤å¢Ø í ¤á Û ¤æ a  Ù¡Û¨‡

 

“Gerçek şu ki: Halkı habersizken, Rabbin haksızlık ile ülkeleri helâk edici değildir.”[43]

 

  æì¢z¡Ü¤–¢ß b è¢Ü¤ç a ë §á¤Ü¢Ä¡2 ô¨Š¢Ô¤Ûa  Ù¡Ü¤è¢î¡Û  Ù¢£2 ‰  æb × b ß ë

 

“Halkı iyi olduğu halde Rabbin, haksızlıkla memleketleri helâk etmez.”[44]

 

  åî©à¡Ûb Ã b £ä¢× b ß ë ´®ô¨Š¤×¡‡ ´>  æë¢‰¡ˆ¤ä¢ß b è Û ü¡a §ò í¤Š Ó ¤å¡ß b ä¤Ø Ü¤ç a ¬b ß ë

 

“Bununla birlikte hangi memleketi, helak ettikse muhakkak onu uyarıcı (Peygamberleri) olmuştur. (Onlar)ihtar edilmiştir ve biz zülmetmiş değilizdir.”[45]

 

Yaratılış gerçeğini dışına çıkan insanoğlu, hayatının mutluluğunu yitirdiği gibi, kendi benliğindeki ruhi düzeni de yitirdiği olmuştur. İşte tam bu sırada yüce Allah (cc), insanlığın imdadına Peygamberler göndererek yetişmiştir. Yüce Allah’ın gönderdiği Peygamberler, bazen aynı anda birden fazla da bulunmuşlardır.

 

Mesela:Aynı dönemde yaşayan, İbrahim ile Lut (as), Yine aynı dönemde beraber olan, Musa, Harun ve Yuşa (as) gibi...

 

Kur’an-ı Kerim:

 

§£Õ y ¡Š¤î Ì¡2  õ¬b î¡j¤ã üa ¢á¡è¡Ü¤n Ó ë ¡é¨£ÜÛa ¡pb í¨b¡2 ¤á¡ç¡Š¤1¢× ë ¤á¢è Ób rî©ß ¤á¡è¡š¤Ô ã b à¡j Ï

:5î©Ü Ó ü¡a  æì¢ä¡ß¤ªì¢í 5 Ï ¤á¡ç¡Š¤1¢Ø¡2 b è¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa  É j Ÿ ¤3 2 6¥Ñ¤Ü¢Ëb ä¢2ì¢Ü¢Ó ¤á¡è¡Û¤ì Ó ë

 

“Sözlerinden dönmeleri, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ve "Kalplerimiz kılıflanmıştır" demeleri sebebiyle (onları lânetledik, türlü belâlar verdik. Onların kalpleri kılıflı değildir;) tam aksine küfürleri sebebiyle Allah o kalpler üzerine mühür vurmuştur; pek azı müstesna artık iman etmezler.”[46]

 

Bu ayeti kerime gösteriyor ki, yaratılış gayesini yitiren insanlar, sadece toplumlarına zarar vermiyorlar. Aynı zamanda kendi kalp ve ruh düzenlenin yapısını da kaybediyorlar.

 

İşte aziz Peygamberler, hem insanların toplum saadetini düzenlemek, hem ruh yapılarını ihya etmek, hem de kırık kalplerini merhem olmak için yoğun çaba sarf etmişlerdir.

 

Aziz Peygamberler, insanların ruh dünyalarına girmek için sarf ettikleri çaba, bazen boşa çıkmıştır. Fakat şu bir gerçektir ki, hiçbir Peygamber, insanlardan yaptığının karşılığını dünyevi olarak hiçbir şey almamışlardır. Çünkü dünyevi istek için insanlarla uğraşanlar, onların ruh alemine, kalp evlerine, gönül yuvalarına girmeyi başaramazlar. Bütün Peygamberler, insanların sadece bedenlerine değil, ruh yapılarına da hitap ettikleri için, hem memleket medeniyetlerin, hem de insanların ruhlarının mimarı olmuşlardır. 

 

Günümüz medeniyetsiz memleketlerin ve düzensiz ruhların, nisyanla meşhur olan insanların mutsuzluğunun temelinde Peygamberlerin misyonunu yürütenlerin olmayışındandır. Gerek memleket sevdalıları için, gerek toplum fedaileri için, gerek humanist (insancıl) olanlar için ve gerekse dünya ve ahiret saadeti için Peygamberler (as)’ın misyonunu ihya edecek kimselere şiddetle ihtiyaç vardır. Çünkü aziz Peygamberler, sırf insanlara model (örnek) olsun diye gönderilmişlerdir. Ve insanların yaratıcıya karşı hiçbir mazeretleri olmaması için görevlendirilmişlerdir. İnsanlara unuttuklarını hatırlatmak için “beşir ve nezir” olmuşlardır.

     

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

3.BÖLÜM

 

-Peygamberimizin Risalete Kadar Olan Dönemi

1 - Hz.Muhammed (a.s)'den önce Dünyanın ve Arap  Yarımadasının Genel Durumu

2 - Cahilliye ve Haniflik Kalıntıları

3 - Hz.Muhammed (a.s)'ın Ailesi ve Doğumu

4 - Hz.Muhammed (a.s)'ın Göğsünün Yarılması

5 - Rahip Bahira

6 - Hz.Muhammed (a.s)'ın Çalışma Hayatı

7 - Ficar Harbi

8 - Hılfu'l-Fudül

9-Hz.Muhammed (a.s)'ın Hz. Hatice ile evlenmesi

10- Kabe'nin tamiri

     - Okuma Parçası

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

3.BÖLÜM

 

 

Peygamberimizin Risalete Kadar Olan Dönemi

 

 

Cahiliye, bilgisizlik, gerçeği tanımama. İslâm, tam bir aydınlık ve bilgi devri olduğu için, Arabistan'da İslâmiyet'in yayılmasından önceki devre, daha dar anlamı ile Hz. İsa'dan sonra peygamberimizin gelmesine kadar geçen zamana "cahiliye" devri adı verilmiştir.

 

Cahiliyle, insanın insan iradesinin dışındaki unsurlar üzerinde toplanmasını temine çalışan, insanı insana ve topluma köle yapan bir sistemin; beşeriyeti Allah'a ibadetten uzaklaştırıp, herhangi bir adla anılan beşerî sistem ve prensiplere itaate zorlayan yönetimin adıdır. İnsanları, kavimlere, renklere, tarihlerinin karanlık çağı efsanelerine yönlendiren, ayrı ayrı dil farklılığı sebebiyle ümmet şuurundan uzaklaştırmaya çalışan her türlü despotizm, cahiliyenin bir görüntüsüdür. Kısaca Cahiliye, Allah'ın hükmünden başka hüküm arayan ve Allah'ın hükmünden başka hükme rıza gösterenlerin tavrı, hayat biçimi ve sistemidir.

 

 

 

 

1- Hz.Muhammed (a.s)'den Önce Dünyanın ve Arap  Yarımadasının Genel Durumu

 

 

Hindistan

 

Gariplikler, acâiplikler ve zıdlıklar ülkesi olan Hindistan'da, İslâmiyet'in zuhûru sırasında yüzlerce emirlik ve hükümdarlık bulunmaktaydı. Kubta, Çanika ve Kumara hânedânları bunların en meşhurlarıydı. Örf ve âdetlerdeki aşırılık, sınıflar arasında derin ayrılıklar, kan ve soy taassubu ülkenin idâresine hâkimdi.

 

Hindistan, dînî ve ictimâî yönden târihinin en kötü dönemlerini yaşıyordu. Bilhassa Brahmanizm'in baskısıyla oluşan Kast sistemi, halkı âdeta mengene içinde ezmekteydi.

 

Halk, dört sınıfa ayrılmıştı: Din adamları (Brahmanlar), asker ve asiller, tüccar ve çiftçiler ve bir de hizmetçiler. Bu dört sınıf arasında çok büyük farklar bulunmaktaydı. Bir sınıftan diğerine geçmek yâ da diğer sınıfa mensup bir âileden evlenmek yasaktı. En üst sınıf olan Brahmanlar, zulümle diğer üç sınıfı yok etse bile suçsuz sayılırlardı. Çünkü, bütün günahları af edilmiş olarak kabul edilirlerdi.

 

Hindistan'da kadınların hiçbir önemi ve değeri yoktu. Kocası ölen kadın ya diri diri toprağa gömülür ya da kendisini yakardı. Dul bir kadının saygı görmesi şöyle dursun evlenmesi bile yasaktı. Kadınların iffetinden de söz edilemezdi. Bir adam karısını kumar masasında kaybedebilirdi.

 

Çin

 

İslâmiyet’in zuhûru arefesinde karışıklık ve tam bir kaos hâlinde idi. Yerli olanlarla olmayanlar, farklı muâmeleye tâbi idi. İnsanlık ve adâlet zevkinden çok mahrumdular.

 

Çin'de kadınların hiçbir hakkı yoktu. Erkek, âile içerisinde olağanüstü bir güce sahipti. Eşini ve çocuklarını köle olarak satabilme veya istediği zaman öldürebilme hakkı vardı. Çocuklarına ve eşlerine çok nâdir olarak sofrasına oturma izni veriyorlardı.

 

Anneler için, kız çocuğu dünyâya getirmek, çok büyük ayıplardan sayılıyordu. Kız çocuğu bulunan bir evde, yeni bir kız çocuğu dünyâya gelir ve o âile de fakir olursa, o günahsız çocuk, ya kışın şiddetli soğuğunda ölmesi için dışarı atılır ya da ayılara ve vahşi hayvanlara yem olarak verilirdi.

 

Japonya

 

Bu ülkeyi, halkın, (hâşâ) güneş tanrısının soyundan geldiğine inandığı bir imparator yönetiyordu. Japonlar, dünyâyı sâdece Japon Adalarından ibâret sanıyorlardı. Peygamberi, kitâbı ve ibâdeti olmayan Shinto (Şinto) dînine mensuptular. Atalarına, krallarına ve putlara tapıyorlar, bir takım delice hareketleri ibâdet kabul ediyorlardı. Ülke son derece ibtidâi gelenek ve göreneklere göre yönetiliyordu. Ancak, Japonlarda kadının nâmusu çok önemli idi. Ona yönelik herhangi bir saldırıda, kadının erkek akrabaları canlarını bile verirdi. Bir baba îdam ya da ateşte yakılma cezâsına çarptırılmışsa, onun ergenlik çağına gelmiş bütün erkek çocukları da aynı cezâya çarptırılıyordu. Bu çağa gelmemiş olanlar ise ergenlik çağına gelince sürgüne gönderiliyorlardı. Kız çocukları mîras alamazdı.

 

Avrupa Devletleri

 

Altıncı asır Avrupa’sı, cehâletin ve zulmün karanlığında, kanlı savaşlar içinde yaşıyordu. Avrupalılar ilim ve medeniyetten çok uzakta idiler. Ne onların dünyâ hakkında, ne de dünyânın onlar hakkında doğru dürüst bir bilgisi yoktu. Vücudları murdar, kafaları bir takım kuruntularla doluydu. Temizlikten ve su kullanmaktan çekiniyorlardı. Daha, kadının insan mı yoksa hayvan mı olduğu, ruhun ebedi olup olmadığı, insanların satma, satınalma ve mülkiyet haklarının olup olmadığı münâkaşa ediliyordu.

 

Başta Fransa ve Almanya olmak üzere Orta ve Batı Avrupa'yı ellerinde bulunduran Frenkler, her bölgede kendilerine has kânunlar tatbik etmekteydiler. Eskiden batı medeniyetinin beşiği sayılan İtalya, haksızlığın, anarşi ve çöküntünün kurbanı olmuştu.

 

Britanya adaları ise beşinci asrın başlarında İngiller adıyle tanınan Alman asıllı Anglo-sakson deniz korsanlarının istilâsına uğramıştı. Hırsızlık ve çapulculukla meşgül olan bu korsanlar altıncı asırda tamamen yerli halkı mağlup ederek Britanya adalarına hâkim oldular. Bundan sonra buraya «ingiller ülkesi» mânâsına gelen İngiltere denilmeğe başlandı.

 

Bu dönem Avrupa’sı hakkında Avrupalı mütefekkir ve müverrihlerin (târihçilerin) de çok ilginç tespitleri bulunmaktadır. Bunlardan Robert Briffauld, şunları söylüyor: "Avrupa’yı beşinci asırdan altıncı asra kadar devam eden koyu bir karanlık kaplamıştı. Hem de giderek koyulaşan bir karanlık. Bu dönemdeki karışıklıklar eski dönemlerden daha korkunç ve daha karanlıktı. Çünkü Avrupa, yok olmağa mahkum, izleri tamamen silinmiş büyük bir medeniyetin kokuşmuş cesedine benziyordu."

 

Hülâsa, dünyânın her yerinde harpler, ırk, renk ve bölge ayırımları ve bu hususta saçma sapan peşin hükümler yüzünden insanlık bir sefâlet ve bunalım içinde idi.

 

Bizans

 

İran ve Türklerle komşu olan bu imparatorluk, sukut hâlinde idi. Bizans'ın ictimâî ve ahlâkî durumu hiç de iç açıcı değildi. Bizans'da kokuşmuş bir ictimâî nizam vardı. Rüşvet ve yolsuzluk çoğalmış, vergiler kat kat artmıştı. Kumar, zevk ve sefâ peşinde enva'ı çeşit sefâhet almış yürümüştü. Taht ve mezhep kavgaları, sınıf mücâdelesi ve zulüm Bizans'ı batırdıkça batırıyordu. Seksen bin kişilik spor salonlarında bâzen insanlar bâzen de insanlarla yırtıcı hayvanlar arasındaki mücâdeleyi seyredip eğleniyor ve zevk alıyorlardı. Oyunları çoğu zaman kanlı olurdu. Verdikleri cezâlar tüyler ürpertecek kadar vahşet verici ve iğrençti.

 

Bizans'ın bir eyâleti olan Suriye, Bizanslıların ihtiras ve arzularını gerçekleştirmek için kullandıkları bir yük hayvanı durumunda idi. Bizanslılar, mahkum milletler için en ufak bir şefkat hissi duymazlardı. Borçlarını ödeyebilmek için çocuklarını satan Suriyeliler az değildi. Zulüm ve zorbalık artmış, köleler çoğalmıştı.

 

İran

 

Bizans ve Orta Asya Türkleri ile devamlı harp hâlinde olan bu ülkede, taht ve saltanat kavgaları, siyâset entrikalarından ayrı olarak, avam ve zâdegân (asiller) sınıflarına bölünen halk; bâtıl Zerdüştlük dîninin ve onun yöneticilerinin, ismet ve iffeti ortadan kaldırmalarının verdiği ıstırap ve huzursuzluk içindeydi.

 

Mısır

 

Târih boyunca birçok istilâlara uğramış bir ülkeydi. İranlılar, Büyük İskender ve Romalılar eskiden Mısır'ı istilâ etmişlerdi. Romanın koyu zulmü, Romalıların şiddetli tazyikleri karşısında Hıristiyanlık Mısır'da yayılıyordu. Mezhep ihtilafları, din kavgaları almış yürümüş, halk bunlardan bıkmıştı. Ağır vergiler altında ezilen halk, İslam fâtihlerini halaskâr (kurtarıcı) olarak karşılayacaklardı.

 

Arabistan

 

Cahiliye, insanın Allah'ı gereği gibi tanımaması, ona kulluk etmekten uzaklaşması, onun ilâhî hükümlerine değil de kişinin kendi hevâ ve hevesine uyması, insanların koyduğu emir ve yasaklara, siyasî sistem ve düşüncelere inanmasıdır. Kur'an-ı Kerîm'de:

 

 ; æì¢ä¡Óì¢í §â¤ì Ô¡Û b¦à¤Ø¢y ¡é¨£ÜÛa  å¡ß ¢å ¤y a ¤å ß ë 6 æì¢Ì¤j í ¡ò £î¡Ü¡çb v¤Ûa  á¤Ø¢z Ï a

 

“Yoksa onlar (İslâm öncesi) cahiliye idaresini mi arıyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükümranlığı Allah'tan daha güzel kim vardır?”[47] buyurulur.

 

İslâm'ın hakim olmadığı ortamlar cahiliye çağlarıdır. Çünkü ilâhî bilginin kaynağından yoksun olan ortamlardır. İslâm'ın gelişinden önceki dönemde yaşayan müşrikler Allah'a isyan etmiş onun hükümlerine sırt çevirmiş bir toplum olarak son derece ilkel ve cahil hayat sürüyorlardı. cahiliye Arapları'nın sürdüğü hayattan ve içinde yaşadıkları ortamdan bazı örnekleri şöyle sıralamak mümkündür:

 

Putlar

 

Cahiliye insanları Allah'ın varlığını kabul etmekle beraber putlara taparlardı. Onlar putlarının Allah katında kendilerine şefaatçi olacaklarına inanırlar ve:

 

¢†¢j¤È ãb ß < õ¬b î¡Û¤ë a ¬©é¡ã뢅 ¤å¡ß a뢈 ‚ £ma  åí©ˆ £Ûa ë 6¢—¡Ûb ‚¤Ûa ¢åí©£†Ûa ¡é¨£Ü¡Û ü a

¡éî©Ï ¤á¢çb ß ó©Ï ¤á¢è ä¤î 2 ¢á¢Ø¤z í  é¨£ÜÛa  £æ¡a 6ó¨1¤Û¢‹ ¡é¨£ÜÛaó Û¡a  ¬b ãì¢2 ¡£Š Ô¢î¡Ûü¡a ¤á¢ç

 ¥‰b £1 × ¥l¡‡b ×  ì¢ç ¤å ß ô©†¤è íü  é¨£ÜÛa £æ¡a 6 æì¢1¡Ü n¤‚ í

 

“Dikkat et, hâlis din yalnız Allah'ındır. O'nu bırakıp kendilerine bir takım dostlar edinenler: Onlara, bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler. Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve inkârcı kimseyi doğru yola iletmez"[48] derlerdi.

 

İçki

 

Şarap içmek adeti çok yaygındı. Şairleri her zaman içki ziyafetinden bahseder, içki şiirleri edebiyatlarının büyük bir kısmını teşkil ederdi. Hatta Enes b. Mâlik (ra)'ın bildirdiğine göre İslâm'da içki, Mâide Suresi'nin doksan ve doksan birinci ayetleriyle kesin olarak haram kılınmış, Hz. Peygamber (a.s) tellal bağırttırarak bunu ilân ettiğinde Medine sokaklarında sel gibi içki akmıştır.[49]

 

Kumar

 

Cahiliye çağında kumar da çok yaygındı. cahiliye Arapları kumar oynamakla övünürlerdi. Öyle ki kumar meclislerine katılmamak ayıp sayılırdı. Onların şairlerinden biri karısına şöyle vasiyette bulunur: "Ben ölürsem, sen, aciz ve konuşma bilmeyen, iki yüzlü ve kumar bilmeyen birini isteme."[50]

 

Tefecilik

 

Tefecilik almış yürümüştü. Para ve benzeri şeyleri birbirlerine borç verirler; kat kat faiz alırlardı. Borç veren kimse, borcun vadesi bitince borçluya gelir: "Borcunu ödeyecek misin, yoksa onu artırayım mı?" derdi. Onun da ödeme imkânı varsa öder, yoksa ikinci sene için iki katına, üçüncü sene için dört katına çıkarır ve artırma işlemi böylece kat kat devam ederdi. Tefecilik ve faizin her çeşidini haram kılan Allah, özellikle Arapların bu kötü âdetlerine dikkati çekerek:

 

  é¨£ÜÛaaì¢Ô £ma ë :¦ò 1 Çb š¢ß b¦Ïb È¤™ a a쬨2¡£ŠÛa aì¢Ü¢×¤b m ü aì¢ä ß¨a  åí©ˆ £Ûa b è¢£í a¬b í

 7 æì¢z¡Ü¤1¢m ¤á¢Ø £Ü È Û

 

“Ey iman edenler! Kat kat arttırılmış olarak faiz yemeyin. Allah'tan sakının ki kurtuluşa eresiniz”[51] buyurmuştur.

 

Faiz

 

Faizcilik Araplar arasında o kadar yerleşmişti ki ticaretle onun arasını ayıramıyorlar; "Faiz de tıpkı alış-veriş gibi" diyorlardı. Bunun üzerine inen ayette:

 

اَلَّذينَ يَاْكُلُونَ الرِّبوا لَا يَقُومُونَ اِلَّا كَمَا يَقُومُ الَّذى يَتَخَبَّطُهُ الشَّيْطَانُ مِنَ الْمَسِّ ذلِكَ بِاَنَّهُمْ قَالُوا اِنَّمَاالْبَيْعُ مِثْلُ الرِّبوا وَاَحَلَّ اللّهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبوا فَمَنْ جَاءَهُ مَوْعِظَةٌ مِنْ رَبِّه فَانْتَهى فَلَهُ مَا سَلَفَ وَاَمْرُهُ اِلَى اللّهِ وَمَنْ عَادَ فَاُولئِكَ اَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فيهَا خَالِدُونَ

 

“Faiz yiyenler (kabirlerinden), şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkarlar. Bu hal onların "Alım-satım tıpkı faiz gibidir" demeleri yüzündendir. Halbuki Allah, alım-satımı helâl, faizi haram kılmıştır. Bundan sonra kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir ve artık onun işi Allah'a kalmıştır. Kim tekrar faize dönerse, işte onlar cehennemliktir, orada devamlı kalırlar”[52] buyrulmuştur.

 

Fuhuş

 

Cahiliye Arapları arasında fuhuş da nadir şeylerden değildi. Cariyelerini zorla fuhşa sürükleyenler vardı. Kur'an-ı Kerîm'de bu hususa işaretle:

 

وَلْيَسْتَعْفِفِ الَّذينَ لَا يَجِدُونَ نِكَاحًا حَتّى يُغْنِيَهُمُ اللّهُ مِنْ فَضْلِه وَالَّذينَ يَبْتَغُونَ الْكِتَابَ مِمَّا مَلَكَتْ اَيْمَانُكُمْ فَكَاتِبُوهُمْ اِنْ عَلِمْتُمْ فيهِمْ خَيْرًا وَاتُوهُمْ مِنْ مَالِ اللّهِ الَّذى اتيكُمْ وَلَا تُكْرِهُوا فَتَيَاتِكُمْ عَلَى الْبِغَاءِ اِنْ اَرَدْنَ تَحَصُّنًا لِتَبْتَغُوا عَرَضَ الْحَيوةِ الدُّنْيَا وَمَنْ يُكْرِهْهُنَّ فَاِنَّ اللّهَ مِنْ بَعْدِ اِكْرَاهِهِنَّ

 

“Evlenme imkânını bulamayanlar ise; Allah, lütfu ile kendilerini varlıklı kılıncaya kadar iffetlerini korusunlar. Ellerinizin altında bulunanlardan (köleler ve câriyelerden) mükâtebe yapmak isteyenlerle, eğer kendilerinde bir hayır (kabiliyet ve güvenilirlik). görüyorsanız, hemen mükâtebe yapın. Allah'ın size vermiş olduğu malından siz de onlara verin. Dünya hayatının geçici menfaatlerini elde edeceksiniz diye, namuslu kalmak isteyen câriyelerinizi fuhşa zorlamayın. Kim onları zor altında bırakırsa, bilinmelidir ki zorlanmalarından sonra Allah (onlar için) çok bağışlayıcı ve merhametlidir”[53] buyurulur.

 

Kocanın birkaç metresi olduğu gibi, kadının da başkalarıyla ilişkide bulunması, bazı çevrelerce nefretle karşılanmayan bir davranıştı. Fuhuşla ilgili cahiliye Araplarının şu adetlerini zikredebiliriz:

 

Kadın âdetinden temizlendikten sonra kocası ona "şu adama git ve ondan hamile kal" derdi. Kadın istenilen adamla beraber olduktan sonra kocası hamileliği belli oluncaya kadar ona yaklaşmazdı. Sonra yaklaşabilirdi. Bu, iyi bir çocuğa sahip olmak için yapılırdı.

 

Sayıları üç ila on arasında değişen bir grup erkek kadının evine girerek, sırasıyla hepsi de onunla cinsi münasebette bulunurdu. Kadın hamile kalıp da doğum yaparsa doğumdan bir kaç gün sonra bu erkekleri çağırır, erkekler de zorunlu olarak bu davete iştirak ederlerdi. Sonra onlara: "Olanları biliyorsunuz, doğum yaptım" içlerinden birine işaret ederek "çocuğun babası sensin" derdi. O da bundan kaçınamazdı.

 

Bazı fuhuş yapan kadınlar da tanınmaları için kapılarına bayrak asarlardı. Bu tür kadınlardan biri doğum yaptığı zaman teşhis heyeti toplanıp çocuğun kime ait olduğunu tespit ederdi. O da çocuğun babası olduğunu kabul etmek zorunda kalırdı.[54]

 

Kadına değer verilmez, hak ve hukuku tanınmaz, adeta bir eşya gibi telakki edilip miras alınırdı. Biri ölüp karısı dul kalınca ölenin varislerinden gözü açık biri hemen elbisesini kadının üzerine atardı. Kadın daha önce kaçıp bu halden kurtulamazsa artık onun olurdu. Dilerse mehirsiz olarak onunla evlenir, dilerse onu bir başkasıyla evlendirerek mihrini almaya hak kazanır ve kadına bundan bir şey vermezdi. Dilerse, kocasından kendisine kalan mirası elinden almak için onu evlenmekten men ederdi. Bunun üzerine inen ayette:

 

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا لَا يَحِلُّ لَكُمْ اَنْ تَرِثُوا النِّسَاءَ كَرْهًا وَلَا تَعْضُلُوهُنَّ لِتَذْهَبُوا بِبَعْضِ مَا اتَيْتُمُوهُنَّ اِلَّا اَنْ يَاْتينَ بِفَاحِشَةٍ مُبَيِّنَةٍ وَعَاشِرُوهُنَّ بِالْمَعْرُوفِ فَاِنْ كَرِهْتُمُوهُنَّ فَعَسى اَنْ تَكْرَهُوا شَيًْا وَيَجْعَلَ اللّهُ فيهِ خَيْرًا كَثيرًا

 

 “Ey iman edenler! Kadınlara zorla vâris olmanız size helâl değildir. Apaçık bir edepsizlik yapmadıkça, onlara verdiğinizin bir kısmını ele geçirmeniz için de kadınları sıkıştırmayın. Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmazsanız (biliniz ki) Allah'ın hakkınızda çok hayırlı kılacağı bir şeyden de hoşlanmamış olabilirsiniz"[55] buyurulmuştur.

 

Yiyeceklerin bazısı yalnız erkeklere ait olup kadınlara yasak ediliyordu:

 

 ¢á¢ç †¤ä¡Ç  æì¢Ì n¤j í a 6 åî©ä¡ß¤ªì¢à¤Ûa ¡æë¢… ¤å¡ß  õ¬b î¡Û¤ë a  åí©Š¡Ïb Ø¤Ûa  æë¢ˆ¡‚ £n í  åí©ˆ £Û a

 b6¦Èî©à u ¡é¨£Ü¡Û  ñ £Œ¡È¤Ûa  £æ¡b Ï  ñ £Œ¡È¤Ûa

 

“Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinenler, onların yanında izzet (güç ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allah'a aittir.”[56]

 

Kız Çocukları

 

Cahiliyle Arapları'nın kötü adetlerinden biri de kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeleriydi. Onlar bunu namuslarını korumak veya ar telakki ettikleri için, bazıları da sakat ve çirkin olarak doğduklarından yapıyorlardı. Kur'an-ı Kerîm’de şu ayetlerde buna işaret edilir:

 

¥áî©Ä ×  ì¢ç ë a¦£… ì¤¢ß ¢é¢è¤u ë  £3 Ã 5 r ß ¡å¨à¤y £ŠÜ¡Û  l Š ™ b à¡2 ¤á¢ç¢† y a  Š¡£'¢2 a ‡¡a ë

 

“Onlardan biri, Rahmân'a isnat ettiği kız çocuğuyla müjdelenince, hiddetlenerek yüzü simsiyah kesilir.”[57]

 

 7¤o Ü¡n¢Ó §k¤ã ‡ ¡£ô b¡2 =¤o Ü¡÷¢ ¢ñ …@¢õ¤ì à¤Ûa a ‡¡a ë

 

“Diri diri toprağa gömülen kıza, sorulduğunda. "Hangi günah sebebiyle öldürüldü?diye.”[58]

 

 ¤á¢ç뢅¤Š¢î¡Û ¤á¢ç¢¯ªë¬b × Š¢( ¤á¡ç¡…ü¤ë a  3¤n Ó  åî©×¡Š¤'¢à¤Ûa  å¡ß §Šî©r Ø¡Û  å £í ‹  Ù¡Û¨ˆ × ë

 æë¢Š n¤1 í b ß ë ¤á¢ç¤‰ ˆ Ï ¢êì¢Ü È Ï b ß ¢é¨£ÜÛa  õ¬b ( ¤ì Û ë 6¤á¢è äí©…  ¤á¡è¤î Ü Ç a좡j¤Ü î¡Û ë

 

“Bunun gibi ortakları, müşriklerden çoğuna çocuklarını (kızlarını) öldürmeyi hoş gösterdi ki, hem kendilerini mahvetsinler hem de dinlerini karıştırıp bozsunlar! Allah dileseydi bunu yapamazlardı. Öyle ise onları uydurdukları ile baş başa bırak!“[59]

 

Ekin ve hayvanlarını iki kısma ayırıyor bir kısmını Allah'ın böyle emrettiğini sanarak Allah'a veriyor ve bir kısmını da Allah'a eş koştukları putlarına ayırıyorlardı. Onlar bu batıl inanç ve adetlerinde biraz daha ileri giderek Allah'ın payına düşeni alıyorlar, onu eş koştukları putların payına ekliyorlardı. Ama putlarının payından alıp öbürüne ilâve ettikleri görülmüyordu. Allah'ın yarattığı ekin ve hayvanlardan O'na pay ayırdılar ve kendi iddialarına göre:

 

¡ Œ¡2 é¨£Ü¡Û a ˆ¨ç aì¢Ûb Ô Ï b¦jî©– ã ¡âb È¤ã üa ë ¡t¤Š z¤Ûa  å¡ß  a ‰ ‡ b £à¡ß ¡é¨£Ü¡Û aì¢Ü È u ë

b ß ë 7¡é¨£ÜÛa ó Û¡a ¢3¡– í 5 Ï ¤á¡è¡ö¬b × Š¢'¡Û  æb × b à Ï b7 ä¡ö¬b ×  Š¢'¡Û a ˆ¨ç ë ¤á¡è¡à¤Ç

 æì¢à¢Ø¤z í b ß  õ¬b  6¤á¡è¡ö¬b × Š¢( ó¨Û¡a ¢3¡– í  ì¢è Ï ¡é¨£Ü¡Û æb ×

 

“Allah'ın yarattığı ekinlerle hayvanlardan Allah'a pay ayırıp zanlarınca, bu Allah'a, bu da ortaklarımıza (putlarımıza) dediler. Ortakları için ayrılan Allah'a ulaşmıyor, fakat Allah için ayrılan ortaklarına ulaşıyor! Ne kötü hüküm veriyorlar?”[60]

 

 ¥âb È¤ã a ë ¤á¡è¡à¤Ç Œ¡2 ¢õ¬b ' ã ¤å ßü¡a ¬b è¢à È¤À í ü 9¥Š¤v¡y ¥t¤Š y ë ¥âb È¤ã a ¬©ê¡ˆ¨çaì¢Ûb Ó ë

 6¡é¤î Ü Ç ¦õ¬a Š¡n¤Ïa b è¤î Ü Ç ¡é¨£ÜÛa  á¤a  æë¢Š¢×¤ˆ í ü ¥âb È¤ã a ëb ç¢‰ì¢è¢Ã ¤o ß¡£Š¢y

  æë¢Š n¤1 í aì¢ãb × b à¡2 á¡èí©Œ¤v î, 

 

“Onlar saçma düşüncelerine göre dediler ki: "Bu (tanrılar için ayrılan) hayvanlarla ekinler haramdır. Bunları bizim dilediğimizden başkası yiyemez. Bunlar da binilmesi yasaklanmış hayvanlardır." Birtakım hayvanlar da vardır ki, (Allah böyle emrediyor diye) O'na iftira ederek üzerlerine Allah'ın adını anmazlar. Yapmakta oldukları iftiraları yüzünden Allah onları cezalandıracaktır.”[61]

 

Bunun dışında hayvanlarla ilgili şu adetleri de vardı ; Deve beş batın doğurup beşincisinde erkek doğurursa kulağını çentip serbest bırakırlardı. Artık ona binmeyi ve sütünü sağmayı haram kabul ederlerdi. Buna "Bahîra" derlerdi.

 

Saibe; dileği yerine gelen kimsenin putlara adadığı deve idi. Buna da binilmez ve sütü sağılmazdı.

 

Vasîle; koyun dişi doğurursa kendileri için; erkek doğurursa putları için olurdu. Şayet biri erkek, biri dişi olmak üzere ikiz doğurursa, dişinin hatırı için erkeği de kesmezler ve buna "Vasîle" derlerdi.

 

Hâm; bir erkek devenin soyundan on döl alınırsa onun sırtı haram sayılır, su ve otlakta serbest bırakılırdı. Kimse ona dokunmazdı.

 

Bütün bunlardan başka müşrikler atalarından devraldıkları birtakım adetleri devam ettirme konusunda direniyor ve hatta bunların bazılarının, kendilerini Allah (c.c.) daha çok yaklaştırdıklarını ileri sürüyorlardı.

 

İbn İshak şunları aktarıyor: "Kureyş, ya Fil olayından evvel veya daha sonra meydana geldiğini tahmin ettiğim bir bid'at ortaya çıkardı ki, tarihte (Hums) diye anılıp, asalet-i diniye iddiasından ibarettir." Bunlar: "Biz, İbrahim'in evladıyız, ehli Harem biziz, Beytin sahibiyiz, Mekke'nin de sâkini bulunuyoruz. Arap kabilelerinden hiçbir kabîle, bizim sahip olduğumuz bu şeref ve itibara sahip değildir. Binaenaleyh biz, bu müstesna mevkiimizin şeref ve itibarını korumalıyız. Bundan sonra Harem haricinde hiçbir şeye tazim etmeyip bütün ihtiramatımızı Harem dahilinde hasretmeliyiz. Meselâ, Arafat'ta halk ile bir sırada, yan yana, omuz omuza durup vakfe etmek, sonra halk ile geri dönüp gelmek bizim kadrimizi tenzil eder" diyorlardı.

 

İbn İshâk devamla: "Kureyşliler bu asalet fikrini ortaya koydu ve uygulamaya da başladı. Arafat'a çıkmayı, Arafat'tan ifazâyı terk ettiler. Herkes Arafat'ta vakfe ederken, bunlar Müzdelife'ye giderler, orada dururlardı. Ve "Biz ehlullahız, Harem-i Şerif'in hâdimleriyiz" diyerek, diğerleriyle eşitliği kabul etmezlerdi. Fakat bunlar, Arafat'ta vakfe etmenin İbrahim (as)'ın dini müktezası olduğunu biliyorlardı. Kinâne ile Hüzâa oğulları da bu hususta Kureyş'e iltihak etmişlerdi.

 

Bunlar Hac için, umre için gelen bedevîlere müdahaleye kadar ileri gitmişlerdir. Harem hâricinden gelen herkesin, Beytin ilk tavafı Siyab-ı Hums ile tavaf etmelerini kararlaştırdılar ve uyguladılar. Bu kararın neticelerinden biri: Kim ki adi bir elbise ile gelip tavaf ederse, tavaftan sonra o elbiseyi çıkarıp atması zarûrî idi.

 

Bu kararların ikinci neticesi ise; asilzadelere mahsus bir elbisesi olmayan bedevî erkeklerin çıplak; kadınların da yalnız önü yırtmaçlı kısa iç gömleği ile tavafa mecbur edilmesidir.

 

Bu ve bunun gibi pek çok âdetler yürürlükte idi. Rasûlullah (as)'a iletilinceye kadar da bu âdetler yürürlükte kalmaya devam etti. Daha sonra da Arâf suresinin 26, 27, 28, 31 ve 32. ayetlerinde, çıplak tavaf ile birlikte diğer bid'atler de yasaklanmıştır.[62]

 

Ebû Hüreyre (r.a.)'den gelen bir rivayete göre, Ebû Bekr es-Sıddık (r.a.) Vedâ Haccından (bir sene) evvel, Hz. peygamber tarafından Hac Emiri olarak (Mekke'ye) gönderildiğinde, Ebû Bekr de Ebû Hureyre'yi Kurban Bayramı'nın ilk günü Mina'da büyük bir cemaat içinde halka (şu iki maddeyi) ilâna memur kılmıştır. (Ebu Hüreyre): "Ey Nas! İyi biliniz, bu yıldan sonra müşriklerin haccetmeleri, çıplakların da Kâbe'yi tavaf etmeleri yasaktır" demiştir.[63]  

 

Fakat onlar bunu kabule yanaşmamışlar, atalarını körü körüne taklide çalışmışlardır. Kur’an-ı Kerim’de:

 

b ä¢j¤ y aì¢Ûb Ó ¡4좠£ŠÛa ó Û¡a ë ¢é¨£ÜÛa  4 Œ¤ã a ¬b ß ó¨Û¡a a¤ì Ûb È m ¤á¢è Û  3î©Ó a ‡¡a ë

  æë¢† n¤è í ü ë b¦÷¤î, (  æì¢à Ü¤È í ü ¤á¢ç¢ª¯ë¬b 2¨a  æb × ¤ì Û ë a b6 ã õ¬b 2¨aé¤î Ü Ç b ã¤† u ë b ß

 

“Onlara, "Allah'ın indirdiğine ve Resûl'e gelin" denildiği vakit, "Babalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol) bize yeter" derler. Ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi?”[64]

 

İslâm, topluma hakim olunca bütün bu cahilî sistemin ilkel davranışlarını tamamen yasaklamıştır.

 

Bütün bunlara baktığımızda, cahiliyenin bir inanma biçimi olduğunu görüyoruz. Cahiliyle; bir şeyi gerçeği dışında bilmek, anlamak ve buna göre amel etmek demektir. Bu duruma göre Cahiliyle; insanın ve toplumun İslâm öncesi ve İslâm dışı bir yaşayış biçimiyle yaşaması demektir. Doğru yolun zıddı, ilmin aksi olan, eskiyen ve değişken olan, bölgelere, kavimlere ve anlayışlara göre kurulan her türlü İslâm dışı rejimler; cahilî sistemler ve hükümlerdir.[65]

 

Ebabil Kuşları

 

Ebabil Kuşları:Ebabil Kuşları, Kâbe'yi yıkmak üzere büyük bir orduyla gelen Yemen valisi Ebrehe'nin ordusuna saldıran kuşlar.

 

Ebâbil, Arapça'da "bölükler, sürü, sürüler" demektir. Kelime, Kur'ân-ı Kerîm’de Fil sûresinin üçüncü âyetinde geçmektedir. Fil sûresinde olay şöyle anlatılmaktadır:

 

 ¡3î©1¤Ûa ¡lb z¤• b¡2  Ù¢£2 ‰  3 È Ï  Ñ¤î ×  Š m ¤á Û a

 

“Rabbin fil sahiplerine neler etti, görmedin mi?”

 

 §3î©Ü¤š m ó©Ï ¤á¢ç †¤î × ¤3 È¤v í ¤á Û a

 

“Onların kötü planlarını boşa çıkarmadı mı?”

 

 = 3î©2b 2 a a¦Š¤î Ÿ ¤á¡è¤î Ü Ç  3 ¤‰ a ë

 

“Onların üstüne ebâbil kuşlarını gönderdi.”

 

 :§3î©£v¡ ¤å¡ß §ñ ‰b v¡z¡2 ¤á¡èî©ß¤Š m

 

“O kuşlar, onların üzerlerine pişkin tuğladan yapılmış taşlar atıyordu.”

 

 §4ì¢×¤b ß §Ñ¤– È × ¤á¢è Ü È v Ï

 

“Böylece Allah onları yenilip çiğnenmiş ekine çevirdi."[66]

 

Bu olay Hz. Peygamberin doğduğu yıl olmuş ve orduda bulunan fil/fillerden dolayı Araplar arasında "Fil Vak'ası", geçtiği yıl ise "Fil Yılı" olarak meşhur olmuştur. Olay kaynaklarda şöyle zikredilmektedir:

 

Habeşistan Kralı Necâşi Ashame'nin, Yemen'e hükümdar tâyin ettiği Ebrehe b. Sabbah el-Eşrem, Mekke'ye giden kervan ve Kâbe ziyaretçilerini çekmek ve San'a şehrini ticaret merkezi haline getirmek üzere burada Kulleys veya Kalis denilen bir tapınak (kilise) yaptırdı. Ancak tapınağa gelen olmadığı gibi Fukaym kabilesine mensup bir Arap veya bir grup Arap kiliseye girerek pislediler. Bunu öğrenen Ebrehe çok kızdı ve Kâbe'yi yıkacağına yemin etti. Büyük bir ordu ve gayet iri cüsseli "Mahmud" adlı fili önde olduğu halde Mekke'ye yöneldi. 571 yılında altmış bin asker ve on yahut dokuz fille yola çıktı.[67] Daha sonra “Fil Süre”sinde geçtiği gibi Ebabil kuşları tarafından Ebrehe ve ordusu darmadağın olmuştur.[68]

 

 

 

2– Cahiliye adeti ve Haniflik Kalıntıları

 

 

Hanif Dini: Hz. İbrahim tarafından temsil edilen tevhid esasına dayalı hak din.

 

Hanîf kelimesine lügat itibâriyle çeşitli mânalar verilmişse de genellikle kabul edildiğine göre "hakka ve doğruya yönelen, istikamet üzere bulunan kimse" demektir. İslâm literatüründe ise câhiliye döneminde her türlü sapıklıktan ve putperestlikten yüz çevirerek hakka yönelen, Hz. İbrahim'in dinine tâlip olarak yalnız bir Allah'a inanan kimseler için ad olmuştur.

 

Hanîf kelimesi, Kur'ân-ı Kerîm'de tekil olarak "hanîf" şeklinde on yerde, çoğul olarak "hunefâ" şeklinde ise iki yerde kullanılmaktadır. Bu âyetlerin sekizinde hanîf kelimesi, Hz. İbrahim'le ilgili olarak zikredilmiştir. Meselâ şöyle buyrulur:

 

 6b¦1î©ä y  áî©ç¨Š¤2¡a  ò £Ü¡ß ¤3 2 ¤3¢Ó 6a뢆 n¤è m ô¨‰b – ã ¤ë a a¦…ì¢ç aì¢ãì¢× aì¢Ûb Ó ë

  åî©×¡Š¤'¢à¤Ûa  å¡ß  æb × b ß ë

 

"Yahudi ve Hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız" dediler. (Ey Habîbim), "Bilâkis biz, doğruya yönelmiş (hanîf) olan ve Allah'a eş koşanlardan olmayan İbrahim'in dinine uyarız' de!"[69]

 

 b6¦à¡Ü¤¢ß b¦1î©ä y  æb × ¤å¡Ø¨Û ë b¦£î¡ãa Š¤– ãü ë b¦£í¡…ì¢è í ¢áî©ç¨Š¤2¡a  æb ×b ß

  åî©×¡Š¤'¢à¤Ûa  å¡ß  æb ×b ß ë

 

"İbrahim, ne bir yahudi, ne de bir hıristiyandı. Ama doğruya yönelen (hanîf) bir müslümandı ve müşriklerden de değildi."[70]

 

Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimize hanîf olan İbrahim dinine tâbi olmayı, yani onun yolunu devam ettirmeyi şöylece emretmiştir: "İbrahim, şüphesiz Allah'a boyun eğen ve O'na yönelen (hanîf) bir önderdi; puta tapanlardan değildi...

 

قَانِتًا لِلّهِ حَنيفًا وَلَمْ يَكُ مِنَ الْمُشْرِكينَ () شَاكِرًا لِاَنْعُمِهِ اِجْتَبيهُ وَهَديهُ اِلى صِرَاطٍ مُسْتَقيمٍ () وَ اتَيْنَاهُ فِى الدُّنْيَا حَسَنَةً وَاِنَّهُ فِى الْاخِرَةِ لَمِنَ الصَّالِحينَ () ثُمَّ اَوْحَيْنَا اِلَيْكَ اَنِ اتَّبِعْ مِلَّةَ اِبْرهيمَ حَنيفًا وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكينَ

 

“Şimdi (ey Habîbim!) sana Doğruya yönelmiş (hanîf) olan ve puta tapanlardan olmayan İbrahim'in dinine uy!' diye vahyettik."[71]

 

Bu sebeple hanîflik, İslâm için dahi kullanılmış ve samimi, ihlâslı bir müslümana da "hanîf" vasfı verilmiştir. Nitekim Peygamber Efendimiz; "Ben, müsâmahakâr hanîf dini (el-Hanîfıyye es-Semha) ile gönderildim" buyurmuştur.[72]

 

Peygamber Efendimizin nübüvvet ile görevlendirilmeden önce Arap Yarımadası'nda putperestliğin hâkim olduğu ve insanlığın dalâlet içerisinde bulunduğu cahiliye döneminde putlardan ve her türlü sapıklıktan yüz çevirerek, Hz. İbrahim dini olan hanîfliğe tâbi olmuş, hakka yönelerek hak dinin arayışı içerisine girmiş kişiler, çok az da olsa mevcut idi. İslâm tarihi kaynakları bunların bir kısmından ve faâliyetlerinden bahseder.

 

Hz.Muhammed (as) Peygamber olmadan evvel, Hicaz’da bazı kimselerin, haniflerden olduğu söylenir. Bunlara örnek olarak da, “Varaka b. Nevfel, Ubeydullah b. Cahş, Osman b. Huveyris, Zeyd b. Amrb. Nüfeyl” gibi isimler verilir. 

 

Bunlardan başka, hanif dininde habersiz olmakla birlikte putlara tapmayan ve tek Allah’a inananların varolduğu da bazı kaynaklarda belirtilir. Buna örnek olarak da, Kus b. Saide gösterilir. Bu zat Maad kabilesinin bir kolu olan İyad Boyunun ileri gelenlerdendir.

 

 

 

3 - Hz.Muhammed (as)'ın Ailesi ve Doğumu

 

 

Resûl-i Ekrem Efendimizin Pâk Nesebleri

 

Cenâb-ı Hak, insanlığın babası Hz. Âdem'i yaratmıştı. Başını kaldırıp bakan Âdem (a.s. ), Arş-ı A'lâda muazzam bir nur ile bir isim yazılı gördü: "Ahmed." Merak edip sordu: "Ya Rabbi, bu nur nedir?" Allah Teâla buyurdu: "Bu senin zürriyetinden bir peygamberin nûrudur ki, onun ismi göklerde Ahmed ve yerlerde Muhammed'dir. Eğer, o olmasaydı, seni yaratmazdım!" İmanımızla kabul ettiğimiz bu muazzam gerçeği, milyarlar sene sonra gelen o nûrun sahibi de, bütün açıklığıyla ifade buyurmuşlardır. Bir gün Ashabdan Abdullah bin Câbir (r.a.), "Yâ Resûlallah," dedi, "bana, Allah'ın herşeyden evvel yarattığı şey nedir, söyler misin?" "Şu cevabı verdiler:" Herşeyden evvel senin Peygamberinin nûrunu, kendi nurundan yarattı. Nur, Allah'ın kudreti ile dilediği gibi gezerdi. O zaman ne Levh-i Mahfuz, ne kalem, ne Cennet, ne Cehennem, ne melek, ne semâ, ne arz, ne güneş, ne ay, ne insan ve ne de cin vardı."Semâyı bütün haşmetiyle aydınlatan nûr, sonra ilk olarak Hz. Âdem'in alnında parladı. Sonra peygamberlerden peygambere geçerek İbrâhim'e (a.s.) kadar geldi. Ondan da oğlu Hz. İsmâil'e intikal etti.

 

Peygamberlerin babası olarak anılan Hz. İbrahim'in iki oğlu vardı: İshak ve İsmâil (a.s.). O, oğlu İshak'ın neslinden bir çok peygamberin geleceğini Cenâb-ı Hakkın ilhâmıyla bilmişti. Ancak çok sevdiği Hacer'den dünyaya gelen oğlu İsmâil'in (a.s.) neslinden peygamber gelip gelmeyeceği meçhûlü idi. Bununla birlikte âhirzamanda bir büyük peygamberin gönderileceğini de biliyordu. Bu sebeple de, son peygamberin çok sevdiği oğlu İsmâil'in neslinden gelmesini şiddetle arzu ediyordu. İlk bânisi Hz. Âdem olan yeryüzünün ilk ma'bedi Kâbe, uzun zamanın geçmesiyle yıkılmış, âdeta yerle bir olmuştu.

 

Hz. İbrâhim, bu mukaddes binânın tekrar inşası için Cenâb-ı Haktan emir aldı ve oğlu İsmâil'le birlikte derhal çalışmaya koyuldu. Kâbe'nin inşâsı tamamlanırıca, baba oğul ellerini dergâh-ı İlâhîye açarak şöyle yalvardılar: "Ey Rabbimiz! Neslimizden gelen Müslüman ümmet içinden bir peygamber gönder. Ki o, onlara âyetlerini okusun, Kitabı ve hükümlerini öğretsin. Onları günâhlardan temizlesin!" İşte, Cenâb-ı Hak, yapılan bu samimi duâyı cevapsız bırakmadı ve Hz. İsmâil'in neslinden peygamberlerin reisi Hz. Muhammed'i (a.s) göndererek kabul etti. Bu gerçeği Kâinatın Efendisi, "Ben, babam İbrâhim'in duâsıyım..." buyurarak ifade etmişlerdir. Hz. İsmâil'in evlâd ve torunları gittikçe çoğaldı ve Arap Yarımadasının her tarafına dağıldı. İçlerinden Adnanoğulları, onlar içinden Mudaroğulları ve onlar içinden de Kureyş Kabilesi diğerlerinden üstün ve farklı oldu. Kureyş Kabilesi içinde ise Hâşimîler kolu hepsinden daha çok fazilet ve şeref buldu. Bu gerçeği de bizzat kendileri şu şekilde ifade buyururlar:

"Allah, İbrâhimoğullarından İsmâil'i, İsmâiloğullarından Kinâneoğullarını, Kinâneoğullarından da Kureyş'i, Kureyş'ten de Beni Hâşim'i, Benî Hâşim'den de beni seçmiştir." Bütün kaynakların ittifakla belirttikleri, Kâinatın Efendisinin yirminci dedesine kadar uzanan nesep silsilesi şöyledir: "Muhammed (a.s), Abdullah, Abdülmuttalib (asıl ismi Şeybe), Hâşim, Abd-i Menâf (Muğîre), Kusay, Kilab, Müne, Kâb, Lüeyy, Galib, Fihr, Mâlik, Nadr, Kinâne, Huzeyme, Müdrike (Amir), İlyas, Mudar, Nizar, Maad, Adnan."

 

İşte, Fahr-i Kâinat Efendimizin büyük dedeleri bu zâtlardı. Herbirinin zürriyeti çoğalmış ve herbiri pekçok cemaatların reisi ve birçok kabile ve aşîretlerin dedesi ve babası olmuşlardır. Ancak, ne vakit birinin iki oğlu olsa veya bir kabile iki kola ayrılsa, sevgili Peygamberimizin soyu en şerefli ve en hayırlı olan tarafta bulunur ve her asırda onun büyük dedesi kim ise, yüzünde parlayan müstesnâ nûrdan bilinirdi. Nesep âlimlerince, Peygamber Efendimizin yirminci dedesi olan Adnan'ın Hz. İbrâhim'in neslinden olduğu ittifakla kabul edilmektedir. Adnan ile İbrâhim (a.s.) arasında uzun bir zaman mesafesi vardır. Bir kısım nesep âlimleri arada kırk batın (göbek) bulunduğunu belirtirler. Buna göre aradaki zaman biriminin ne kadar uzun olduğunu az çok tasavvur etmek mümkündür. Bu sebeple, Resûl-i Ekrem Efendimizin yirminci dedesi Adnan'dan Hz. İbrâhim'e kadar olan ikinci kademe nesep silsilesi, basamak basamak tespit edilememiştir. Bazı nesep âlimleri Peygamber Efendimizin nesebini yedi, bazısı da dokuz göbekte. Hz. İsmâil'e bağlarlar. Bu, haliyle arada birçok basamakların atlandığını ortaya koyar.

 

Adnan'dan Hz. İbrâhim'e kadar

 

Bazı âlimler, Peygamber Efendimizin, Adnan'dan Hz. İbrâhim'e kadar olan ikinci kademe neseb silsilesini şöyle sıralarlar:Adnan, Udd (veya Udad), Mukavvim, Nahur (veya Sârih), Teyrah, Ya'rub, Yeşcub, Nabit, İsmâil (a.s.), İbrâhim (a.s) Ayrıca, İbn-i İshâk, bundan sonra da, Resûl-i Ekrem Efendimizin neseb silsilesini tâ Âdem'e (a.s) kadar götürür. Ancak belirtelim ki, diğer kaynaklar bu silsile üzerinde ittifak etmiş değillerdir.

 

Peygamber Efendimizin meşhur dedeleri

 

Şüphesiz, Kâinâtın Efendisinin nurunu alnında bir İlâhi emânet olarak taşıyan atalarının tamamı hakkında fazla bir bilgimiz yoktur. Atalarından en çok bilgi sahibi olduklarımız ise, zaman bakımından en yakın olanlarıdır. Burada onların hayat ve şahsiyetlerine kısa bir göz atmak yerinde olacaktır. Kusay Peygamber Efendimizin, asıl ismi Zeyd olan dördüncü kuşaktaki dedesi Kusay, mühim bir şahsiyetti. Kendisinin sadece Zühre adında bir erkek kardeşi vardı. Hz. Âdem'den beri devam edip gelen nur-u Ahmedîyi alnında taşıma şerefi, bu iki kardeşten Kusay'a ihsan edilmişti. Büyük oğul olduğu için, âilenin reisliği vazifesi de kendisine verilmişti. Küçüklüğünden beri kabiliyetiyle dikkatleri üzerinde toplayan Kusay, büyüyünce Mekke'nin ileri gelen şahsiyetlerinden biri oldu. Teşkilâtçılığı, idareciliği, adaletli kararları ile kısa zamanda Mekke halkı arasında büyük bir itimad kazandı. Bu sebeple Mekke'nin idaresi ona verildi. Mekke'yi ilk defa mahallelere o böldü; her kabileyi, kendilerine ayırdığı mahallelere o yerleştirdi. Mekke'nin en mühim işleri onun evinde görüşülüp karara bağlanırdı. Kâbe'nin perdedarlığı, hacıların su ihtiyacının karşılanması, onların ağırlanması, savaşa giderken bayrak dikme ve Mekke meclisini idare etme gibi mühim işler, ona emânet edilmişti. Kâbe'nin karşısında ve kapısı Kâbe'ye bakan ilk ev onun için inşâ edilmişti.

 

Bu ev, Mekke'nin bir nevi hükümet binası veya içinde Mekke Şehir Devletinin her türlü iş ve meselelerinin görüşüldüğü bir parlamento idi. Kusay'ın bu konağı tarihte "Dârü'n-Nedve" ismiyle şöhret bulmuş ve Hicretten yarım asır sonrasına kadar da muhafaza edilmiştir. Kusay, Mekke'de istisnasız herkes tarafından sevilir, sayılırdı. Alnında taşıdığı Fahr-i Kâinat Efendimize ait nuru, onu bütün Mekke halkının sevgilisi ve can dostu haline getirmişti. Yaşlanınca, âdetleri üzere âile reisliği vazifesini en büyük oğlu Abdüddâr'a teslim etti ve "Sevgili oğlum! Seni bu kavme reis tâyin ediyorum" dedi.Ne var ki, Abdüddâr, bu büyük vazifeyi yürütecek kabiliyete sahip değildi. Hayatı boyunca da babasının yerini dolduramadı. Çünkü, Fahr-i Kâinat Efendimizin kudsî nuru onun değil, küçük kardeşi Abd-i Menâf'ın alnında parlıyordu. Onun da dört oğlu vardı: Hâşim, Abdüşşems, Muttalip ve Nevfel. HâşimHâşim, Resûl-i Ekrem Efendimizin ikinci kuşaktan dedesidir. Mekke'nin ileri gelen eşrafından olan Hâşim, ticâretle uğraşırdı.Peygamberimizin doğum vakti yaklaştığı için nur-u Muhammedî onun alnında daha haşmetli bir surette parlıyordu. Ayrıca birçok üstün faziletleri de üzerinde taşırdı.

 

Son derece cömertti. Bir kıtlık yılında Mekke'de ekmek bulunmaz olmuştu. O, Şam'dan getirdiği has buğday unundan bembeyaz ekmekler yaptırmış, bir çok develer ve koyunlar kestirmiş, ekmek, et ve et suyu (tirit) ile bütün Mekke halkına büyük bir ziyafet çekmişti. Hâşim, üstün seciyeli, kabiliyetli, dirayetli, cömert, faziletli ve herkes tarafından sevilen, sayılan yüksek bir şahsiyetin sahibi olduğu için ismi, ailesine ve soyuna ad olmuştur. Bu sebeple Fahr-i Kâinat Efendimizin de arasında bulundukları bu yüce soya, kendilerinden sonra "Haşimîler" denilmiştir. Hâşim'in dört erkek çocuğu olmuştu: Şeybe (Abdülmuttalib), Esed, Ebû Sayfî ve Nadle.lHâşim'in nesli erkek çocuklarından Şeybe ile Esed'den devam etmiştir. Şeybe, Resûl-i Ekrem Efendimizin birinci kuşaktaki dedesidir. Esed ise Hz. Ali'nin annesi Fâtıma'nın dayısıdır. Ne var ki, Esed sulbünden dünyaya gelen Huneyn de zürriyet bırakmayınca, bütün Haşimîler sadece Abdülmuttaliboğulları kolundan gelerek çoğalmış ve yeryüzüne dağılmışlardır. 

 

Şeybe (Abdülmuttalib) Peygamber Efendimizin birinci kuşaktaki dedesidir. Doğuştan ak saçlı olduğundan kendisine "Şeybe" ismini vermişlerdi. Abdülmuttalib onun lâkabıdır. O daha çok bu lâkabla şöhret bulmuş ve anılmıştır.Bu lâkabı alışının hikâyesi şöyle anlatılır: Şeybe küçüklüğünde Medine'de dayılarının yanında kalıyordu. Bir gün mahalle arkadaşları diğer çocuklarla Medine'de bir meydanda ok atışı yapıyorlardı. Bütün çocuklar arasında, alnında parlayan Kâinatın Efendisine ait nur sebebiyle rahatlıkla farkediliyordu. Çocukların bu yarışmasını seyretmek için büyüklerden bir kalabalık da orada toplanmış bulunuyordu. Ok atma sırası Şeybe'ye gelmişti. Okunu yayına yerleştirdi. Kendinden emin bir tavırla yayını gerdi.

 

Bir an nefesini kesip yayını salıverdi. Yaydan fırlayan ok, hedefe tam isabet etmişti. Herkes hayranlık dolu bakışlarla kendisine bakarken, o ise bu başarıdan duyduğu sevinç ve heyecanı şu sözlerle dile getiriyordu: "Ben, Hâşim'in oğluyum. Ben, (Bethâ) Beyinin oğluyum. Okum elbette hedefini bulur."Seyre gelen büyükler Şeybe'nin bu övücü sözlerini duydular. Haris bin Abd-i Menâfoğullarından biri yanına yaklaştı ve sorup sual ederek onun Hâşim'in oğlu olduğunu öğrendi. Mekke'ye dönüşünde bu adam, durumu amcası Muttalib'e anlattı ve böylesine kabiliyetli ve zeki bir çocuğun yabancı ilde bırakılmasının doğru olmayacağını belirtti. Muttalib bu haber üzerine derhal Medine'ye vardı. Şeybe'yi alarak Mekke'ye getirdi. Muttalib terkisinde yeğeni Şeybe ile Mekke sokaklarına girerken sordular: "Bu çocuk kim?" Göz değmesinden korkan Muttalib'in ağzından, "Kölemdir" sözü çıktı. Evine gelince karısı Hâtice de kendisine aynı soruyu yöneltti. Yine cevabı "Kölemdir" oldu.

 

Ertesi günü amcasının kendisine aldığı güzel elbiselerle Mekke sokaklarında dolaşmaya başlayınca, herkes onun kim olduğunu merak etmeye ve sormaya başladı. Bilenler, "Abdülmuttalib" (Muttalib'in kölesi)" diye cevap veriyorlardı. Her ne kadar kim olduğu sonradan ortaya çıktıysa da, ismi, o günden sonra "Abdü'l-Muttalib" (Muttalib'in kölesi) olarak kaldı.1Abdülmuttalib'in rüyası: Aradan yıllar geçti. Alnında parlayan Kâinatın Efendisine ait nûr, onun Kureyş'in reisliği makamına getirip oturttu. Sıcak bir yaz günü idi. Kâbe'nin yanındaki Hicr mevkiinde serin bir gölgede uyuyordu. Bir rüyâ gördü. Rüyâsında bir zât kendisine şöyle seslendi: "Kalk, Tayyibe'yi kaz!" Sordu: "Tayyibe nedir?" Fakat, o zât sorusuna hiçbir cevap vermeden uzaklaşıp gitti. Uyanan Abdülmuttalib heyecanlı idi. "Tayyibe" ne demekti? Tayyibe'yi kazmak nasıl olurdu? Rüyâya bir mânâ veremeden merak içinde o gün geceyi geçirdi. Ertesi gün, aynı yerde yine uykuya dalmıştı. Aynı adam tekrar göründü ve seslendi: "Kalk, Berre'yi kaz." Rüyâsında şaşkına dönen Abdülmuttalib yine sordu: "Berre nedir?" Adam yine hiçbir cevap vermeden oradan uzaklaşıp gitti. Abdülmuttalib derin uykudan daha büyük bir merak ve heyecan içinde uyandı. Ne var ki, gördüklerine bir türlü mânâ veremiyordu. O gün ve geceyi de yine gördüğü rüyânın tesirinde geçirdi.Ertesi günü idi. Yine aynı yerde yatıyordu. Aynı adam gelerek kendisine, "Kalk," dedi. "Mednûne'yi kaz." 

 

Derin uykuda, Abdülmuttalib, adama "Mednûne nedir?" diye sordu. Ama adam yine cevap vermeden uzaklaşıp gitti. Abdülmuttalib'in merak ve heyecanı son haddine ulaşmıştı. Üç gün üst üste gördüğü rüyânın boş olmadığım elbette biliyordu. Ama mânâsını anlayacak en ufak bir ipucuna da sahip değildi. Dördüncü gün yine aynı yerde uykuya yatan Abdülmuttalib, aynı adamın geldiğini gördü. Adam bu sefer şöyle seslendi: "Zemzem'i kaz!" Abdülmuttalib, "Zemzem nedir, nerededir?" diye sorunca, adamın cevabı şu oldu: "Zemzem bir sudur ki, hiç kesilmez, dibine erilmez. Hacıların su ihtiyacını onunla karşılarsın. O, Kâbe'de kesilen kurbanların kanlarının döküldüğü yer ile terslerinin gömüldüğü yer arasındadır. Alaca kanatlı bir karga gelip, orayı gagalar. Orada karınca yuvası da vardır."  Uyanan Abdülmuttalib'in heyecanına bu sefer sevinç de katılmıştı. Çünkü, rüyâyı mânâlandırmak için ipucunu elde etmişti. Zemzem kuyusundan defalarca bahsedildiğini duymuştu. Fakat, onun yerini kimse bilmiyordu. Çünkü Cürhümlüler, Mekke'den düşman istilâsı önünden kaçarken, Kâbe'nin bütün kıymetli mallarını Zemzem kuyusuna atmış, kuyunun üstünü de toprakla bir edip, belirsiz bir hale getirmişlerdi. O zamandan beri Zemzem'in ismi var, kendisi yoktu. Abdülmuttalib, artık Zemzem'in yerini bulup kazmakla vazifelendirildiğini anlamıştı. Derhal araştırmaya koyuldu. Rüyâsında kendisine öğretilen yere gitti. Bu sırada alaca kanatlı bir karganın süzüldüğünü ve yere konarak gagası ile bir yeri karıştırdıktan sonra havalanarak göğe doğru yükseldiğini gördü.

 

Abdülmuttalib'in sevincine diyecek yoktu. Senelerden beri gizli kalmış hayat bahşeden bir kuyuyu bulma ve ortaya çıkarma şerefine erecekti. Zemzem'in yerini tespit etmişti ve sıra kazmaya gelmişti. Bu şerefi başkasına kaptırmak ve bu sırrı başkalarına açmak istemiyordu. Bunun için ertesi gün bir tek oğlu olan Hâris'i alarak tesbit edilen yere gitti ve kazmaya başladılar. Bir müddet devam eden kazı sonucu Zemzem Kuyusunun örülmüş duvar taşları ile bir dâire şeklindeki ağzı meydana çıktı. Abdülmuttalib sevinçliydi, heyecanlıydı. Âdetâ gözlerine inanamıyordu. Ama gözlerine inansa da, inanmasa da görünen bir kuyu ağzı idi. Tekbir getirmeye başladı: "Allahü ekber! Allahü Ekber!"Abdülmuttalib ve Kureyş ileri gelenleriAbdülmuttalib'in bu faaliyetini başından beri gözleyen Kureyşliler, işin artık ortaya çıkmak üzere olduğunu farkedince, büyüklerine haber verdiler. Bir müddet sonra, Kureyş büyükleri, kazılan yere geldiler ve Abdülmuttalib'e, "Ey Abdülmuttalib! Bu babamız İsmâil'in kuyusudur.

 

Onda bizim de hakkımız var. Bizi de bu işe ortak et" dediler.Abdülmuttalib, "Hayır, yapamam" dedi. "Bu iş sadece bana tahsis edilmiş ve aranızdan ancak bana verilmiştir."Abdülmuttalib'in bu kesin cevabı Kureyş ileri gelenlerinin hoşuna gitmedi. İçlerinden Adiyy bin Nevfel şöyle konuştu: "Sen yalnız bir adamsın. Tek oğlundan başka dayanacağın bir kimsen de yok. Nasıl olur da bize karşı gelir, bize boyun eğmezsin?" Bu söz, Abdülmuttalib'in âdetâ içini yaktı. Çünkü, Kureyşliler onu kimsesizlikle küçümsüyorlardı. Bu anlayıştan fazlasıyla rahatsız olduğunu haliyle de belli etti. Bir müddet üzüntü içinde sustu. Sonra içini şöyle döktü:

"Yâ, demek sen beni yalnızlık ve kimsesizlikle ayıplıyorsun, öyle mi?" Muhatabından hiçbir cevap gelmeyince, bir müddet düşündükten sonra, ellerini açarak yüzünü semaya doğru çevirdi ve, "Yemin ederim ki," dedi. "Allah bana on erkek çocuk verirse, bunlardan birisini Kâbe'nin yanında kurban edeceğim."  Abdülmuttalib'in bu sözleri hem bir duâ, hem bir yemin, hem de bir adaktı.[73]

 

Şam'a gidiş

 

Hâdisenin burada sona ermeyeceği belli idi. Durum da bir hayli nazikti. Böyle hâdiseler yüzünden aralarında çok defa çarpışmalar patlak vermişti. Bunu bilen Abdülmuttalib, kazı işinden o anlık vazgeçti ve işin bir hakem tarafından halledilmesini teklif etti. Teklifi kabul gördü. Hakemi tespit ettiler: Şam'da oturan Sa'd bin Hüzeym. Amcalarından birkaçını yanına alan Abdülmuttalib, Kureyş kabilelerinin ileri gelenlerinden bir grupla Şam'a doğru yola çıktı. Ne var ki, henüz Şam'a varmadan İlâhî kader onları durdurdu. Abdülmuttalib ve yanındakilerin suları, alev saçan çölün ortasında bitti. Bu kendileri için en büyük, en şiddetli düşmandan daha da tehlikeli idi. Abdülmuttalib'in müracaatına, Kureyş ileri gelenleri, "Suyumuz ancak bize yeter" diyerek red cevabı verdiler. Abdülmuttalib ile yakınlarının hayatı büyük bir tehlike ile karşı karşıya bulunuyordu. Ellerinde yapacakları hiçbir şey de yoktu. Çöl ortasında su aramak, serabın peşinde koşmaktan farksızdı.

 

Abdülmuttalib'in Su Aramaya Çıkması

 

Fakat herşeye rağmen Abdülmuttalib su aramaya kararlıydı. İçinden bir ses su bulacağını söylüyordu. Devesinin yanına geldi, onu ayağa kaldırdı. O anda, birden gözlerine inanamadı. Çünkü devenin bir ayağının dibinde pırıl pırıl parlayan, bir avuç su gördü. Bu durum, arkadaşlarını da sevindirmişti. Yeniden hayata dönmüş gibi oldular. Abdülmuttalib, kılıcıyla suyun çıktığı yeri genişletince, su daha gür akmaya başladı. Bu arada su vermeyen Kureyşliler, hayretle onları  seyrediyordu. Abdülmuttalib ve arkadaşları, sudan, kana kana hem kendileri içtiler, hem de hayvanlarına içirdiler. Bir ara, Abdülmuttalib, kendisine su vermeyen Kureyşlilere döndü ve seslendi: "Suya gelin, suya! Allah bize su verdi.

 

Hem kendiniz için, hem de hayvanlarınızı sulayın! Haydi, durmayın, gelin." Kureyşliler mahcup mahcup kaynağa yaklaştılar. Kana kana sudan içtiler. Hayvanlarını suladılar. Kırbalarındaki bayat suyu dökerek temiz su ile doldurdular. Kureyşliler, Zemzem kuyusunu kazan ellerin kendilerine sunduğu bu serin ve temiz suyu içer içmez, âlemleri birden değişti. Mahcup ve suçlu bir edâ içinde Abdülmuttalib'e dönerek, "Ey Abdülmuttalib," dediler. "Artık sana diyecek bir sözümüz yok. Anladık ki, Zemzem'i kazmak senin hakkın. Bu işe ancak sen lâyıksın. Vallahi, Zemzem hususunda seninle bir daha münakaşa etmeyeceğiz. Artık hakeme gitmeye de gerek görmüyoruz."Ve hakeme gitmeden yarı yoldan tekrar Mekke'ye hep beraber döndüler. Mekke'ye dönen Abdülmuttalib, oğlu Hâris'le birlikte kazı işine devam etti ve kısa zamanda Zemzem'i ortaya çıkardı.

 

Kıymetli Mallar İçin Kur'a Çektiler

 

Zemzem kuyusundan bazı kıymetli mallar da çıktı. Bunlar arasında altından iki geyik heykeli ile kılıçlar ve zırhlar da vardı. Zemzem'i ortaya çıkarma hakkını daha önce Abdülmuttalib'e bırakan Kureyş ileri gelenleri, bu kıymetli malları görünce, hırs damarları tekrar kabardı. Yine Abdülmuttalib'in başına dikildiler. "Ey Abdülmuttalib," dediler. "Bu mallara seninle beraber ortağız. Bunlarda bizim de hakkımız var." Cömert ve sabırlı Abdülmuttalib önce, "Hayır. Sizin bu mallar üzerinde hiçbir hakkınız yok" diyerek isteklerini reddetti. Sonra yine cömertlik ve mertliğini ortaya koydu. "Ben yine de size yumuşak davranayım. Aramızda kur'a çekelim. "Bundan memnun olan Kureyş ileri gelenleri, "Peki, bu kur'ayı nasıl ve ne şekilde yapacaksın?" diye sordular. Abdülmuttalib, kur'ada takip edilecek usûlü anlattı: "İki kur'a Kâbe için, iki kur'a benim için, iki kur'a da sizin için çekeriz. Kur'ada kime ne çıkarsa onu alır, çıkmayan da mahrum kalır."Bu usûl tarafsız bir hâl çaresi idi. Bu sebeple Kureyşliler sevindiler ve Abdülmuttalib'in bu davranışını takdir ettiler: "Doğrusu," dediler. "Pek insaflı davrandın." Kâbe'nin içinde Hübel putunun yanına vardılar ve kur'a çektiler. Kur'a sonucu, Kureyş ileri gelenlerinin bu mallarda hakları olmadığını bir kere daha ortaya koydu. Altın geyik heykeller Kâbe'ye, kılıç ve zırhlar Abdülmuttalib'e düştü. Onların payı ise mahrumiyet oldu. Ama artık itiraz edecek durumları kalmadı ve mesele böylece kapandı.

 

Abdülmuttalib, kılıç ve zırhları döğdürüp saç haline getirdikten sonra, bununla Kâbe'nin kapısını kapattı. Böylece Kâbe'yi altınla süsleyenlerden oldu.Zemzem kuyusunu ortaya çıkardığı zaman Abdülmuttalib'in yaşı kemâl yaş olan kırkına basmıştı. Otuz yıl sonra, Cenâb-ı Hakkın ihsanı ile erkek çocuklarının sayısı onu buldu. Bu sırada seneler önce yaptığı va'dini hatırladı: Erkek çocuklarından birini Kâbe'de kurban etmek. Ama hangisini? Hepsi de birbirinden güzel ve sevimli idi. Fakat Abdullah çok daha başkaydı.Abdullah, Abdülmuttalib'in on erkek çocuğundan sekizincisi idi. Sîret ve surette diğer kardeşlerinden çok farklıydı. Dünyaya gelir gelmez babasının alnında parlayan Nur-u Muhammedî onun alnına geçmişti. Bu nur, yüzüne harika bir güzellik ve müstesna bir tatlılık bahşetmışti. Ama hiç kimse bu güzellik ve tatlılığın nereden ve niçin geldiğinin farkında değildi. Abdülmuttalib'in oğullarıyla konuşması Oğullarının 10'u da büyümüştü. Vadini unutmayan Abdülmuttalib, onları bir gün bir araya topladı ve işin hikâyesini anlatarak, içlerinden birini kurban etmesi gerektiğini bildirdi. Hepsi de tereddütsüz razı oldular. Sonra da babalarına sordular: "Peki, nasıl yapalım bunu? Kimin kurban edileceğini nasıl tespit edelim?" Abdülmuttalib böyle bir durumda nasıl yapılması gerektiğini biliyordu. Şöyle dedi: Abdülmuttalib'in diğer erkek çocuklarının adları şöyledir: Abbas, Hamza, Ebû Talib (Abd-i Menaf), Zübeyr, Hâris, Hacl, Mukavvim, Dırar, Ebû Leheb (Abdü'l-Uzza).

 

-"Her biriniz birer ok alın, üzerine kendi isminizi yazın ve okları bana verin!" İtâatkâr çocuklar, babalarının emrini derhal yerine getirdiler. Her biri okdanlığından bir ok çekti. Üzerine kendi ismini yazdıktan sonra, babasına uzattı. Okları toplayan Abdülmuttalib doğruca Kâbe'ye vardı. Meselenin nasıl halledileceği anlaşılmıştı artık: Hübel putunun yanında ok çekilecek, kimin oku çıkarsa o kurban edilecekti.

 

Kur'a Çekilişi

 

Kâbe'nin yanına varan Abdülmuttalib'in etrafını şehir halkı sarmıştı. Elindeki on oku, Allah'a verdiği sözünden caymış sayılmaması için, tereddütsüz ok çekme memuruna uzattı. On okun üzerinde on ciğerpâresinin ismi vardı. Hangi ok çıkarsa çıksın, ciğerinden bir parça kopacaktı. Memur oklardan birini çekti. Üzerindeki ismi titrek bir sesle okudu: "Abdullah!" Şefkatli baba, duyduğuna inanmak istemedi. Oku memurun elinden çekip aldı, dikkatlice baktı ve okudu: "Abdullah." Göz pınarları bir anda yaşlarla doldu. Boğazında hıçkırıklar düğümlendi. Şefkati ve hisleri öylesine kabardı ve coştu ki, bir an "Olamaz" diyerek haykıracak gibi oldu. Son anda Allah'a verdiği sözünü hatırlayarak çelik gibi iradesiyle şefkat ve hislerine gem vurdu. Yıkılmış bir halde yüzünü Abdullah'a çevirdi ve şöyle dedi:

-"Oğlum Abdullah! Allah, kendisine kurban edilmek üzere seni seçti. Bu şerefi kardeşlerin arasında sana ihsan etti." Bu haber, bir anda oradakileri hüzne boğdu. Herkes birbirine soruyordu:

-"Abdullah mı? O güzel, o tatlı çocuk mu kurban edilecek?"

 

Abdülmuttalib yanan yüreğine, kasırgalaşan hislerine, okyanus dalgalarını andıran şefkat ve merhamet duygularına aldırmadan, biricik oğlu Abdullah'ın bileğini kavradı ve onu doğruca İsâf ve Nâile putlarının yanına götürdü. Nur yüzlü Abdullah'ta sanki Hz. İsmâil'in teslimiyeti vardı. Yüzünde en ufak bir memnuniyetsizlik belirtisi görünmüyordu. Abdülmuttalib'in bir elinde bıçak, diğer elinde oğlu Abdullah'ın eli vardı. Kurban edilmesi için herşey tamamdı. Bu sırada bir takım gürültüler duyuldu. Kureyş eşrafı geliyordu. İçlerinden biri seslendi: "Ey Abdülmuttalib, ne yapmak istiyorsun?" Abdülmuttalib nur yüzlü oğluna bakarak cevap verdi: "Onu kurban edeceğim!"Bu cevap, kalabalık arasında hayret ve heyecan meydana getirerek dalgalandı. Müdahale ettiler:

-"Ey Abdülmuttalib," dediler. "Bu nasıl olur? Sen ki, Mekke'nin büyüğüsün; böyle yaparsan, sonra herkes senin yaptığını yapmaz mı? Herkes oğlunu kurban ederse, bizim de soyumuz kesilmez mi. Bütün kalabalık Abdülmuttalib'in aleyhindeydi. Hatta hisleri, duyguları da... Lehinde olan tek şey, çelikten iradesi idi. Allah'ına söz vermişti ve bu sözünü mutlaka yerine getirmeliydi. Çünkü, Allah onun istediğini vermişti. On erkek çocuk ihsan etmişti. Kurban etmemek ona karşı nankörlük olurdu. Bu sırada Abdullah'ın dayısı Abdullah bin Mugîre ortaya atıldı ve,

-"Ey Abdülmuttalib," dedi.

-"Vallahi meşru bir mazeret olmadıkça, sen onu kurban edemezsin. Onu kurtarmak için gerekirse bütün malımızı vermeye hazırız!"

 

Abdülmuttalib'in duyguları, şefkati, merhameti de sanki dillenmiş ve kendisine aynı şeyleri haykırıyorlardı. Fakat, çelikten iradesi bir türlü gevşemiyordu. Kureyşliler ve oğulları yalvarmalarının netice vermediğini görünce bu sefer şöyle bir teklifte bulundular:

-"Ey Abdülmuttalib! Abdullah'ı al, Şam'a git. Orada bir kadın var; kâhin ve bilgin bir kadın. Doğudan batıdan zorlukta kalan herkes, ülkeler aşıp ona gider. Herkesin derdine bir çare bulur. Elbette senin için bir çare bulur. Abdullah boğazlanacak derse, gel onu boğazla. Yok eğer seni de, Abdullah'ı da, bizi de üzüntüden kurtaracak bir çare bulursa, ona göre hareket edersin."

 

 Bu fikir Abdülmuttalib'in aklına yattı. Derhal Abdullah'ı yanına alarak Şam'a doğru yola çıktı. Medine'ye geldiklerinde kâhin kadının Hayber'de olduğunu öğrendiler. Oradan Hayber'e geldiler. Arrafe adındaki kâhineyi buldular. Abdülmuttalib durumu olduğu gibi anlattı. Kadın sordu:

-"Sizde bir insanın diyeti nedir?" Abdülmuttalib,

-"On deve" dedi. Bunun üzerine kâhin kadın,

-"Gidin on deve hazırlayın. Çocukla on deveyi alıp ok çektiğiniz yere götürün. Bir tarafta çocuğunuz, diğer tarafta ise on deve olmak üzere ikisi arasında ok çekin. Eğer ok develere çıkarsa, develeri kurban edip çocuğu kurtarın. Yok, eğer ok çocuğa çıkarsa, her defasında develerin sayısına bir diyet miktarı daha ekleyerek Rabbiniz sizden razı oluncaya kadar ok çekmeye devam edin! Ne zaman ok develere çıkarsa, onları boğazlayıp kurban edin. Bu şekilde hem Rabbinizi razı etmiş, hem de çocuğunuzu kurban olmaktan kurtarmış olursunuz" dedi.

 

Ortaya konan çareyi uygun bulan Abdülmuttalib sevinçten uçacak gibi oldu. Vakit kaybetmeden Mekke'ye döndü. Abdülmuttalib âilesi ve Mekke halkı da bu habere son derece sevindi.

 

 

Kur'a Neticesi

 

Mekke'ye dönüşünün ertesi günü idi. Abdülmuttalib, biricik oğlu Abdullah ve on deveyi alarak Kâbe'ye gitti. Kâhin kadının tavsiyesi üzerine Abdullah ile on deve arasında kur'a çekilecekti. Abdülmuttalib sevinç içinde, memura,

-"Çek" dedi. Çekilen ok Abdullah'a çıktı. Develerin sayısını yirmiye çıkardılar. Memur tekrar ok çekti. Ok yine Abdullah'ı gösterdi. Develer otuza çıkarıldı. Ok tekrar Abdullah'a isabet etti. Devler kırk oldu. Ok yine Abdullah'a çıktı. Elli oldu; ok sanki Abdullah'a çıkmakta ısrar ediyordu. Altmış, yetmiş, seksen, doksan oldu. Ok ısrarla Abdullah'ı gösteriyordu. Sanki başka bir âlemden emir alır gibiydi. Abdülmuttalib hayret ve heyecan içindeydi. Her çekim esnasında ellerini semaya doğru kaldırarak duâ etmekten de geri durmuyordu. Nihayet develerin sayısı yüzü buldu. Tekrar ok çekilince, merakla bakanlar derin bir nefes aldılar. Çünkü ok develere çıkmıştı. Herkes gibi Abdülmuttalib'in de gözleri sevinçle parladı. Fakat, onun bu sevinci fazla sürmedi. Derhal ciddileşti. Kendisini fazla tebrike imkân tanımadı ve şöyle konuştu:

-"Vallahi, üst üste üç defa daha ok çekeceğim. Tâ ki, kalbim mutmain olsun."

Çekiliş üç defa daha tekrarlandı. Her defasında sevinç çığlıkları atılıyordu. Çünkü, üç seferinde de ok develere çıkmıştı. Bu sevincini Abdülmuttalib,

-"Allahü ekber, Allahü ekber!" diyerek izhar etti ve diz çökerek duâda bulundu. Böylece Abdullah kurban edilmekten kurtuldu.

 

Sevgili oğlunun kurban edilmekten kurtulmasına son derece sevinen Abdülmuttalib, yüz devenin Safa ile Merve arasına götürülüp, yan yana kurban edilmesini emretti. Emri derhal yerine getirildi. Kurban edilen develerin etlerinden Mekke halkı bol bol istifade etti. Alamadıklarını da kurtlar, kuşlar, köpekler, vahşi ve ehil bütün hayvanlar paylaştılar. O günden itibaren bir insan diyeti, Kureyşliler ve Araplar arasında, 100 deve olarak kabul edilme âdeti benimsendi. Resûl-i Ekrem Efendimiz de bu âdeti olduğu gibi bırakmıştır. Hz. Abdullah'ın iffetiAynı gündü... Herkes neticeden memnun kur'a yerinden dağılıyordu. Abdülmuttalib de sevgili oğluyla birlikte şehre geliyordu. Kâbe'nin yanından geçerlerken, babasından bir hayli geride kalmış Abdullah'ın karşısına bir kadın dikildi. Bu kadın, Abdullahın dillere destan güzelliğine hayranlardan biri olan Vara bin Nevfel'in kızkardeşi Rukiyye idi. O da kardeşi Varaka gibi eski mukaddes kitapları okumuş, o kitaplarda ahirzamanda gelecek peygamberin sıfatlarını görmüş ve öğrenmişti. İç âleminde, Abdullahın yüzünde o âna kadar hiçbir kimsede görmediği müstesna parlaklıkla karşı karşıya kalınca bu sıfatlarla münasebet kurdu. Bu şerefi başkasına kaptırmamak için de güzelliğini, iffetini unutarak Abdullah'ın yanına yaklaştı ve şöyle fısıldadı:

-"Delikanlı, biraz dursana." Abdullah durdu. Kadın,

-"Nereye gidiyorsun?" diye sordu. Yüzünde parlayan nurun masumiyeti içinde, Abdullah,

-"Babamla gidiyoruz" diye cevap verdi.

 

Kadın, bu masum cevap üzerinde pek durmadı ve asıl maksadını açıkladı. Hz. Abdullah'a gayr-ı meşru ilişki teklif etti.Abdullah'ın yüzü bir anda kıp kırmızı kesildi. Masumiyetini yırtmak isteyen bu teklife pek aldırmadı ve yoluna devam etmek istedi. Fakat, Rukiyye ona sahip olmak istiyordu. Arzusunu bir başka teklifle cazip hale getirdi:

-"Eğer benimle beraber olmayı kabul edersen, senin için kurban edilen develer kadar develerim var, onların hepsini sana veririm" dedi. Abdullah bu cazip teklife de iltifat etmedi ve iffetini sergileyen şu cevabı verdi:

-"Haram öyle acıdır ki, ölüm acısı onun yanında çok hafif kalır. Helâl ise çok tatlıdır."

 

Ey kadın, Sen Git Açıkça Helâlinden Ara!

 

Şeref ve iffet sahibi olanlar namuslarını ve dinlerini titizlikle korurlar. Onlar, namussuzluk demek olan bir işe nasıl teşebbüs ve cesaret edebilirler?

Bu asil cevabından sonra da, güzel Rukiyye'nin hüzün ve hayranlığı birleştiren bakışları önünde, yoluna devam etti. Günler sonra, evlenmiş bulunan Hz. Abdullah, aynı kadınla Mekke sokaklarında bir kere daha karşılaştı. Aynı Rukiyye ona karşı en ufak bir arzu ve hasret belirtisi göstermedi. Bilâkis, hissiz ve bakışları hayranlık şöyle dursun, çok donuktu. Abdullah sebebini sordu:

-"Ne oldu, sana? Halin değişmiş." Rukiyye,

-"O gün, alnında esrarlı bir nûr parlıyordu. O nur karşısında kendimden geçtim. Ama şimdi onu göremiyorum" diye cevap verdi. 

 

Evet, Hz. Abdullah'ın alnında parlayan nur artık yoktu. Çünkü, Kâinatın Efendisine hâmile olan annelerin en büyüğü Hz. Âmine'ye intikal etmişti. Aslında Hz. Abdullah'a hayran ve meftun olan sadece bu kadın değildi. Kötü ahlâktan uzak, ter temiz ve en güzel haslet ve faziletlerle bezenmiş bu delikanlıya bütün Kureyş kızlarının gözleri çevrilmişti; ama, yüzündeki parlaklığın sırrına akıl erdiremeden, Hak Teâlânın ona âhir zaman peygamberinin babası olmak gibi, şereflerin en büyüğünü mukadder kıldığının hikmetini idrak edemeden.

 

Hz. Abdullah'ın Hz. Âmine ile Evlenmesi

 

Hz. Abdullah, gün geçtikçe, gönülleri etrafında pervane gibi döndürüyordu. Fakat, o dönen pervanelerin hiçbirine iltifat etmiyor, iffet ve namusunu ter temiz koruyordu. Çok sevdiği oğlunun evlenme çağına geldiğini gören Abdülmuttalib, bir an evvel onu mes'ud bir yuvaya kavuşturmak istiyordu. Ancak, ona her yönüyle denk birini bulmak gerekiyordu. Abdülmuttalib, bunu bulmada gecikmedi. Benî Zühre kabilesinin büyüğü Vehb bin Abd-i Menâf'ın yanına vararak, kızı Âmine'yi oğlu Abdullah'a istediğini söyledi. Vehb, teklifi memnuniyet ve sevinçle karşıladı. Sonra da şöyle konuştu:

-"Ey amcamoğlu! Biz bu teklifi sizden önce aldık. Âmine'nin annesi, geçenlerde bir rü'yâ görmüştü. Anlattığına göre, evimize bir nur girmiş. Aydınlığı yerleri ve gökleri tutmuş. Ben de bu gece rüyâmda, dedemiz İbrahim'i (a.s.) gördüm. Bana, 'Abdülmuttalib'in oğlu Abdullah'la kızın Amine'nin nikâhlarını ben kıydım. Sen de onu kabul et' dedi. Bugün sabahtan beri bu rüyânın tesiri altındaydım. 'Acaba ne zaman gelecekler?' diye kendi kendime sorup duruyordum." Bunları duyan Abdülmuttalib sevincinden,

-"Allahü ekber, Allahü ekber!" diyerek tekbir getirdi.

 

Vehb'in kızı Âmine hem güzellik, hem ahlâk, hem de nesep itibariyle Kureyş kızları arasında en yüksek mevkie sahipti. Her hususta Abdullah'a denkti ve henüz 14 yaşlarında bulunuyordu. Abdullah ise bu sırada 24 yaşlarında idi. Kısa zamanda düğün yapıldı ve Kâinatın Efendisini dünyaya getirecek mes'ud âile yuvası kuruldu. Evliliklerinin üzerinden henüz birkaç hafta geçmişti ki, birçok kimsenin fark ettiği garip bir durum oldu. Hz. Abdullah'ın yüzündeki nur, Hz. Âmine'nin alnında parlamaya başladı. Demek ki, artık Hazret-i Âmine, Kâinatın Efendisine hamile idi.

 

Hz. Abdullah'ın Vefatı

 

Evliliklerinin ilk ayları dolmuştu. Hazret-i Abdullah bir ticaret kervanına katılarak Suriye'ye gitti. Gidiş o gidiş oldu. Hz. Abdullah bir daha Mekke'ye dönmedi. Aylar sonra Mekke'ye dönen ticaret kervanı arasında Hz. Abdullah yoktu. Sadece acı haberi vardı.Hz. Abdullah, ticaret yolculuğundan dönüşte, Medine'de hastalanmıştı. Ve onu orada dayılarının yanına bırakmışlardı. Bu haberi alan Abdülmuttalib derhal oğlu Hâris'i Medine'ye gönderdi. Hâris, Medine'ye varıncaya kadar herşey olup bitmişti. Hz. Abdullah, Kâinatın Efendisi oğlunun yüzünü bir kerecik olsun görmeden ebedî âleme göç etmişti ve orada Adiyy bin Neccaroğullarından Nabiğa'nın evinin avlusuna defnedilmişti.Hâris, bu acı haberi alıp Mekke'ye getirdi. Mekke bir anda mâtem havasına büründü. Genç ihtiyar, küçük büyük arasında fark gözetmeyen ölümün, Abdullah'ı bu genç yaşta, beklenmedik bir zamanda sinesine alışı, Abdülmuttalib âilesini derin bir üzüntüye boğdu. Mekke halkı da gözyaşlarıyla onların teessürüne iştirak etti. Hele, henüz genç bir gelin olan Hz. Âmine'nin teessürünü tarif etmek imkânsızdı. Haberi duyduğu andan itibaren bir mum gibi erimeye yüz tuttu. Günlerce gözyaşlarını tutamadı: ağladı, ağladı, ağladı... O ağlarken, bütün insanlığın gözyaşını beraberinde getireceği nur ile silecek ve acılarını dindirecek zâtın dünyaya gelişine ise, iki ay gibi kısa bir zaman kalmıştı. Hazret-i Âmine hâdiseden duyduğu derin üzüntüyü gözyaşları arasında şiirinde şöyle dile getirdi:

"Artık, Mekke'nin Bethâ kolu Hâşimoğullarından boş kaldı. Mekke, Hâşimoğullarının şânından mahrum kalacak artık.

Ölüm dâvetine uyarak, evinden örtüler ve kefenler içinde çıkıp, kabre gitti.

Ölümün (yeryüzünde yıllarca dolaşıp dursa) insanlar arasında, Hâşimoğlu gibi bir yiğit bulup, boşluğunu dolduramaz.

Dostları onun tabutunu taşımak için koşuştular, onu elden ele alıp götürdüler.

Ne yazık ki, ecel hiç beklenmedik bir zamanda onu çekip kendine aldı.

Halbuki, o, ne kadar güzel, ne kadar cömert ve ne kadar da merhametli biri idi."

 

Hz. Abdullah'ın Bıraktığı Miras

 

Hz. Abdullah, yeni evliydi. İstikbalini temine yeni yeni hazırlanırken dünyaya gözlerini yummuştu. Bu sebeple maddi plânda geride son derece mütevazi bir miras bıraktı: Ümmü Eymen Bereke adında, Kâinatın Efendisini çok seven bir câriye, beş deve, birkaç koyun, bir kılıç ve bir miktar da gümüş para. Fakat geriye Allah'ın lütfuyla iki cihanın güneşi olacak hayırlı bir evlâd bıraktı. Nuruyla âlemi aydınlatacak bir zat: Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed (a.s).

 

 

Fil Vak'ası

 

Hidâyet Güneşinin doğmasına az bir zaman kalmıştı. Kâbe'ye her taraftan insanlar akın akın gelip hac mevsiminde ziyâret ediyorlardı. Kâbenin bu kadar çok ziyaretçi toplamasını birtakım kimseler hazmedemiyor ve rahatsızlık duyuyorlardı. Bunlardan biri de, Habeş Melikinin Yemen valisi Ebrehe Eşrem idi. Ebrehe, Kâbe'ye olan insan akınını önlemek için, Bizans İmparatorunun da yardımıyla önce San'a şehrinde Kulleys adında bir kilise yaptırdı. İçini büyük masraflar sonucu altın ve gümüşle süsledi. Dışını çeşitli yerlerden getirttiği son derece kıymetli taşlarla donattı. Öyle ki, o anda yaptırdığı kilisenin bir benzeri başka bir yerde yoktu. Bu süs ve tezyînat ile, Ebrehe, güyâ halkı buraya celbedecekti. Dolayısıyla Kâbe'ye karşı gösterilen muazzam teveccühü aklınca kırmış olacaktı. Ebrehe, kilisenin inşası bittikten sonra, Habeş hükümdarına takdirini kazanmak niyetiyle de şu mektubu yazdı: "Hükümdarım, senin için öyle bir mabed yaptırdım ki, şimdiye kadar ne bir Arap, ne de bir Acem onun gibisini yapmış değildir. Arapların haccını buraya çevirmedikçe de asla durmayacağım.  Fakat Ebrehe'nin bütün bu masraf ve gayretleri boşa çıktı. Yaptırdığı kilisenin müstesna tezyinatını ve muhteşem yapısını görmek için birçok kimse etraftan geldi. Ama sadece süsünü, püsünü görmek için. Kâbe'ye olan akını, yine eskisi gibi, eksilmek şöyle dursun, artarak devam ediyordu.

 

Kulleys'in Kirletilmesi ve Ebrehe'nin Kararı

 

Ebrehe'nin, Kâbe'ye olan teveccühü kırmak niyetiyle muhteşem bir kilise yaptırdığı Araplarca da duyulmuştu. Bu arada Kinane kabilesinden Nevfel adında biri, bu kiliseyi kirletmeyi aklına koydu. Bir gece yarısı giderek Kulleys'in içini, dışını pisliğiyle kirletti. Sonra da kaçıp memleketine döndü. Bu hâdise, insanların Kâbe'ye teveccühünün devam etmesinden fazlasıyla öfkelenmiş bulunan Ebrehe'yi bütün bütün çileden çıkardı. Hâdiseyi Araplardan birinin yaptığını da öğrenince,

-"Araplar bunu Kâbe'lerinden yüz çevirttiğim için yapıyorlar. Ben de onların Kâbe'sinde taş üstünde taş bırakmayacağım" diye yemin etti. Sonra da Kâbe'yi yıkmak gayesiyle Mekke üzerine yürümeye hazırlandı. Habeş Necaşîsinden "Mahmud" adındaki meşhur fili istedi. Necaşî, o sırada dünyada büyüklük ve kuvvetçe eşsiz olan "Mahmut" isimli fili, Ebrehe'ye göndererek arzusunu yerine getirdi.

 

Ebrehe ordusunu hazırladı. Mekke'ye doğru yola çıktı. Mahmud adlı fil ile ordunun önünde Mekke'ye doğru ilerliyordu. Bu arada bazı Arap kabileleri bu büyük orduya karşı çıktılar. Fakat muvaffakiyet gösteremediler ve Ebrehe tarafından mağlûp edildiler. Ebrehe, ordusuyla, Mekke'ye yakın Muğammis denilen mevkie gelince, bir süvari birliğini öncü olarak gönderdi. Süvari birliği Mekke civarına kadar sokularak, Resûl-i Ekrem Efendimizin dedesi Abdülmuttalib'in iki yüz devesi de dahil, Kureyş ve Tihâmelilerin sürülerini gasbetti. Bu sırada, Abdülmuttalib, Kureyş kabilesinin reisi idi. Ebrehe ve AbdülmuttalibEbrehe, bir elçi ile Kureyşlilere şu haberi gönderdi:

-"Ben sizinle harbetmek için değil, şu mâbedi yıkmak için geldim. Eğer bana karşı koymazsanız, kanınızı akıtmaktan vazgeçerim.

 

Şâyet, Kureyş kabilesinin reisi benimle harb etmek istemiyorsa, yanıma kadar gelsin." Kureyş Reisi Abdülmuttalib'in elçiye cevabı şu oldu:

-"Allah adına yemin ederiz ki, biz kendisi ile harb etmek istemiyoruz. Zaten buna gücümüz de yetmez. Yalnız, bu mâbed Allah'ın evidir. Onu yıkılmaktan ancak Allah koruyabilir. O kendi mukaddes beytini muhafaza etmezse, bizde Ebrehe'yi bu hareketinden vaz geçirecek güç ve kuvvet yoktur." Karşılıklı bu konuşmadan sonra Abdülmuttalib, elçi ile birlikte Ebrehe'nin yanına vardı. Abdülmuttalib heybetli bir görünüşe sahipti. Onu bu haliyle gören Ebrehe, içinden kendisine karşı gayr-i ihtiyarî bir hürmet hissi duydu. Ona, şerefli bir misafir muamelesinde bulunduktan sonra, arzusunun ne olduğunu sordu. Abdülmuttalib isteğini belirtti:

-"Askerlerin, iki yüz devemi almıştır. Arzum, develerimin iadesidir." Ebrehe, bundan pek hoşlanmadı ve alaylı bir tavırla,

-"Seni görünce büyük bir adam zannetmiştim. Konuşmaya başlayınca pek de öyle olmadığını anladım. Ben senin ve atalarının tapınağı olan Kâbe'yi yıkmaya gelmişken, sen ondan söz etmiyorsun da, aldığım iki yüz deveden bahsediyorsun" diye konuştu. Abdülmuttalib, Ebrehe'nin alaylı tavrına aldırmadan,

-"Ben develerimin sahibiyim. Kâbe'nin de bir sahibi ve koruyucu vardır. Elbette onu koruyacaktır" diye karşılık verdi. Bu sözler Ebrehe'yi hiddete getirdi ve şöyle konuştu: "Onu bana karşı kimse koruyamaz!"

 

Abdülmuttalib yine sözün altında kalmadı ve, "Orası beni ilgilendirmez. İşte sen ve işte o!" dedi. Karşılıklı bu konuşmalardan sonra, Ebrehe, Abdülmuttalib'in gasbedilen develerini geri verdi. Abdülmuttalib ordugâhı terk ederek Mekke'ye geldi ve olup bitenleri Kureyşlilere anlattı. Ayrıca iki yüz deveyi de Allah için kurban etmek üzere işâretleyerek serbest bıraktı.

 

Mekke Boşaltılıyor

 

Abdülmuttalib, ayrıca Ebrehe ordusunun şerrinden ve zulmünden korunmak için Mekke'yi boşaltmalarını halka tavsiye etti. Kendisi de birkaç kişiyle birlikte Kâbe'nin yanına vardı ve kapının halkasına yapışarak,

-"Allah'ım! Bir kul dahi evini, barkını korur. Sen de kendi evini koru. Tâ ki, yarın onların salipleri ve kuvvetleri senin kuvvetine galebe çalmasın" diye dua etti. Mekke boşaltıldı. Halk, dağ başlarına ve kuytu yerlere sığınarak, Ebrehe ordusunun yapacaklarını beklemeye koyuldu. Mekke mahzûn, Kâbe mahzûn, Kureyş mahzûndu. Ordu harekete hazır, fakat. ..Ertesi günün sabahı idi. Mekke üzerine yürüyüp, Kâbe'yi yerle bir etmek için Ebrehe ordusunda hazırlık tamamdı. Ordu bir tek işâret beklemekte idi.Tarih, Milâdî 571, 17 Muharrem Pazar günü...Ordu hareket edeceği sırada, Ebrehe'ye kılavuzluk görevini üzerine almış bulunan Nüfeyl bin Habib adındaki adam, büyük fil Mahmud'un kulağına eğilerek şunları fısıldadı:

-"Çök Mahmud! Sağ sâlim geldiğin yere dön. Sen, Allah'ın mukaddes saydığı beldedesin!"

Bu sözleri söyledikten sonra da koşarak bir dağa sığındı. Nüfeyl'in bu sözleri üzerine, o heybetli fil birden bire çöküverdi. Kaldırmak için her tedbire başvurdular, fakat bir türlü muvaffak olamadılar. Yönünü Yemen'e doğru çevirdiklerinde koşuyor, Şam'a doğru çevirdiklerinde yine koşuyor, doğu tarafına yönelttiklerinde aynı şekilde durmadan koşuyordu. Ancak, yüzünü Mekke'ye doğru çevirdiklerinde, âdetâ bacaklarındaki kuvvet birden bire çekiliveriyor ve Mahmud çöküveriyordu. Bu heyecanlı anda, kimsenin fil-i Mahmud'un bu hareketine akıl erdiremeyip düşündüğü sırada, Cenâb-ı Hak, celâl ile tecelli etti ve Kur'ân'da "Ebabîl" diye adlandırılan kuşları deniz tarafından Ebrehe ordusunun üzerine salıverdi.

 

Kırlangıçlara benzeyen bu kuşların herbiri, biri ağzında, ikisi de ayaklarında olmak üzere nohut veya mercimek tanesi büyüklüğünde üçer taş taşıyordu. Bu taşların isabet ettiği her asker, anında yerde debelenip, ölüveriyordu. Taş yağmuru ile karşı karşıya kalan askerler şaşırıp kaldılar. Bir anda karargâh, yıkılan, yere serilen insan ve hayvanlarla doldu. Kendilerine taş isabet etmeyenler ise, kaçışmaya başladılar. Ebrehe de o anda canlarını zor kurtaranlar arasında idi. Fakat, aldığı bir taş yarası ile sonradan o da arzusuna muvaffak olamadan ölüp gitti. Bu arada, Kâbe üzerine yürümemenin bir mükâfatı olarak Mahmud adındaki fil de sağ kurtuldu. Cenâb-ı Hak, Ebrehe ordusuna Ebabîl kuşlarını musallat ettikten sonra, Ayrıca arkasından sel halinde yağmur yağdırdı. Yağmur seli, Ebrehe ordusunun ölülerini de silip süpürerek denize döktü. 

 

Yüce Rabbimiz, Kur'ân-ı Kerîm’in de bu hâdiseyi bize şöyle haber verir:

 

6¡3î©1¤Ûa ¡lb z¤• b¡2  Ù¢£2 ‰  3 È Ï  Ñ¤î ×  Š m ¤á Û a

=§3î©Ü¤š m ó©Ï ¤á¢ç †¤î × ¤3 È¤v í ¤á Û a

= 3î©2b 2 a a¦Š¤î Ÿ ¤á¡è¤î Ü Ç  3 ¤‰ a ë

= :§3î©£v¡ ¤å¡ß §ñ ‰b v¡z¡2 ¤á¡èî©ß¤Š m

§4ì¢×¤b ß §Ñ¤– È × ¤á¢è Ü È v Ï

 

"Rabbinin fil sahiplerine ne yaptığını görmedin mi? "Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? "Üzerlerine bölük bölük kuşlar gönderdi."Onlara ateşte pişirilmiş taşlar attılar."Rabbin onları yenilmiş ekin çöplerine çevirdi."[74]

 

Bu hâdise, Resûl-i Ekrem Efendimizin peygamberliğinin bir delili idi. Zira dünyaya gözlerini açmaya pek az bir zaman kala meydana gelmiş ve doğum yeri, sevgili vatanı ve kıblesi olan Mekke ve Kâbe-i Muazzama harika ve gaybî bir surette Ebrehe ordusunun tahribinden masûn kalmıştır. Evet, Cenâb-ı Hakkın rahmet ve hikmeti, elbette Habibinin yüzü suyu hürmetine bu muazzam mâbedi Ebrehe ordusuna çiğnetmeye müsaade etmezdi ve etmedi de. 

 

Resûl-ü Ekrem Efendimize risâlet vazifesi verilmeden önce peygamberliği ile alâkalı olarak meydana gelen hâdiselere "irhasât" denir. Bu hâdiseler, Efendimizin peygamberliğine delil teşkil ederler. Âlimler, Fil Vak'asını da irhasâttan kabul etmişlerdir.

 

Resûl-i Ekrem Efendimizin Dünyayı Teşrifleri

 

Yeryüzünü mânevî bir karanlık kaplamıştı. Mevcudat, beşerin zulüm ve vahşetinden âdetâ mâteme bürünmüştü. Gözyaşı döken gözler değil, ruh ve kalblerdi. Kalb ve ruhların keder, elem ve gözyaşına âlem de iştirak etmiş, sanki umumi yas ilân edilmişti. Yeryüzü saâdetin, sevincin, huzurun kaynağı olan "Tevhid" inancından mahrumdu. Küfür ve şirk fırtınası ruh ve kalbleri kasıp kavurmuştu. Gönüllerde tek mâbud yerine, birçok batıl ilâhlar yer almıştı. Hakiki sahibini arayan ruhların feryadı ortalığı çınlatıyordu. İnsanlar birbirini yiyen canavarlar misali vahşileşmiş; küfür şirk, cehâlet ve zulüm bataklığında boğulmaya yüz tutmuşlardı. Zalimin zulüm kamçısı altında mazlum inim inim inler hale gelmişti. Âlem mahzun, varlıklar mahzun, gönüller mahzun ve sîmalar mahzundu. Akıl, ruh ve kalbleri mânevî kıskacı altına alıp olanca kuvvetiyle sıkan bu küfür ve şirke, bu dalâlet ve cehalete, bu hüzün ve sıkıntıya beşerin daha fazla katlanmasına Allah'ın sonsuz merhameti elbette müsaade edemezdi. Bütün bunlara son verecek zâtı şefkat ve merhametinin bir eseri olarak elbette gönderecekti. İşte, o zât geliyordu. Dünyanın mânevi şeklini beraberinde getirdiği nur ile değiştirecek eşsiz insan, Allah'ın son peygamberi geliyordu. Cin ve inse ebedî saâdetin yolunu gösterecek Hazret-i Muhammed (a.s) geliyordu.

 

Kâinat, hürmet ve haşyet içinde efendisini beklemekte idi. Her varlık, kendisine mahsus diliyle, hâl ve hareketiyle bu emsâlsiz insana hoşâmedîde bulunmak üzere sevinç içinde hazır durumda idi. Tarih Milâdî 571, Nisan ayının yirmisi; Fil Vak'asından elli veya elli beş gece sonra. Kamerî aylardan Rebiülevvel ayının on ikinci gecesi. Mekke'de mütevâzî bir ev, günlerden Pazartesi... Vakit, vakitlerin sultanı, seher vakti. Bu mütevâzî evde ve bu eşsiz vakitte muazzam ve eşsiz bir hâdise vuku buldu: Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed Sallallahü Aleyhi Vesellem dünyaya gözlerini açtı.Bu göz açışla birlikte âlem, sanki birden elem ve mâtemini unutarak sürura gark oldu. Karanlıklar anında nurla yırtılıverdi. Kâinat sevinç ve heyecan içinde âdetâ,

-"Doğdu ol saatte, ol Sultan-ı Dîn Nûra gark oldu semâvât ü zemîn"diye haykırdı.

Yeryüzünde hiçbir anneye nasip olmayan eşsiz şerefe mazhar kılınan aziz anne, Hz. Âmine, o mes'ud ânı şöyle anlatır:

-"Hamileliğimin altıncı ayında bir gece rüyâda karşıma bir zât çıkıp dedi ki:

-'Yâ Âmine! Bil ki, sen âlemlerin hayrına hamilesin. Doğurunca ismini Muhammed koy ve halini hiç kimseye açma!'

-"Derken doğum zamanı gelmişti. Kayınbabam Abdülmuttalib Kâbe'yi tavafa gitmişti. Evdeydim. Birden kulağıma müthiş bir ses geldi. Korkudan eriyecek gibi oldum. Bir de ne göreyim? Bir beyaz kuş peydahlanıp yanıma geldi ve kanadıyla arkamı sıvadı. O andan itibaren bende korku, kaygı adına hiçbir şey kalmadı."

Yanıma bir göz attım. Bana bir ak kâse içinde şerbet sunuyorlar. Kâseyi dikip içer içmez, beni bir nur [denizi] sardı.

-"Ve Muhammed dünyaya geldi..."

Aziz anne doğum sonrasını ise şöyle anlatır:

-"Gördüm ki, doğuda bir bayrak, batıda bir bayrak ve Kâbe'nin üstünde bir bayrak. Doğum tamamlanmıştı. Yavruya baktım. Secdede, parmağını da göğe kaldırmış. Hemen bir ak bulut inip yavruyu kundakladı ve kapladı. Bir ses işittim:

-'Doğuları ve batıları dolaştırın, deryaları gezdirin, tâ ki mahlûklar Muhammed'i ismiyle, sıfatıyla, sûretiyle tanısınlar.

-'"Biraz sonra bulut gözden kaybolup gitti."

Aynı gece Hz. Âmine bir nur görmüş ve bu nurun aydınlığında Şam'ın saray ve köşklerini seyretmiştir.[75] 

 

Şifâ ve Fâtıma Hûtun'un Müşâhedeleri

 

Kâinatın Efendisi dünyaya teşrif buyurdukları sırada, aziz annesinin yanında Abdurrahman bin Avfın annesi Şifâ Hâtun ile Osman bin Ebu'1-Âs'ın annesi Fâtıma Hâtun da vardı. Ebelik vazifesinde bulunan Şifâ Hâtun o andaki müşâhedesini şöyle anlatır:

-"Allah'ın Resûlü doğdukları zaman ben oradaydım. Hemen yetiştim. Kulağıma bir ses geldi:

-'Allah'ın rahmeti Onun üzerine olsun.' Maşrık ile mağrib arası nurla doldu. Hattâ Rûm diyarının bazı saraylarını gördüm. Sonra Allah Resûlünü kucağıma alıp emzirmeye başladım. Üzerime öyle bir hâl geldi ki, vücudum titremeye başladı ve gözlerim karardı. Yavrucağı gözden kaybettim. Bir ses,

-'Nereye gitti?' diye sordu.

-'Doğuya götürdüler' diye cevap verildi.

-"Bu sözler hiç zihnimden çıkmadı: O zamana kadar ki, Allah Resûlü peygamberliğini ilân eder etmez hemen koştum ve ilk Müslümanlarla beraber îmân dâiresine girdim."

 

Fâtıma Hâtun ise, hâtırasında o mes'ud gecede doğuma sahne olan evin nurla dolduğunu ve gökteki yıldızların âdetâ üzerlerine salkım salkım dökülecekmiş gibi sarktıklarını anlatmıştır.  Peygamber Efendimizin bir başka hususiyeti, dünyaya sünnetli ve göbeği kesilmiş olarak gelmiş olmasıydı. Sırtında, iki kürek kemiği arasında, tam kalbinin hizasında Nebîlik mührü "Hâtem-i Nübüvvet" bulunuyordu. Üzerleri tüylü, kabarık, kırmızımtırak inci gibi benlerin bir araya gelmesinden meydana gelmiş ve keklik yumurtası büyüklüğündeydi. Bu mühür, Resûl-i Ekrem Efendimizin beklenen son peygamber olduğunun bir alâmeti idi.Ashabdan Sâib bin Yezid, Resûl-i Ekrem Efendimizin "Nübüvvet Mührü" ile ilgili olarak şöyle der:

-"Çocukluğumda, teyzem beni Nebiyy-i Ekremin (a.s) yanına götürüp, 'Yâ Resûlallah, şu yeğenimin ayağında ıztırabı var' dedi."

Resûlullah eliyle başımı sığayıp, bana bereket duâ etti. Sonra abdest aldı. Abdest suyundan içtim. Sonra arkasında durdum ve iki omuzu arasında çadırın koca düğmeleri [yahut keklik yumurtası] gibi olan Hatem-i Nübüvveti gördüm."

Hz. Ali de (r.a.) Resûl-i Ekremi tarif ve tavsif ederken,

-"İki küreği arası enli, kendisinin peygamberlerin sonuncusu olduğu kürekleri arasındaki Peygamberlik Hâteminden belliydi" der.

 

Abdülmuttalib'e verilen müjde

 

Kâinatın Efendisi Peygamberimiz dünyaya geldiği sırada dedesi Abdülmuttalib, Kâbe civarında Kııreyş'in ileri gelenlerinden birkaçı ile oturmuş sohbet ediyordu. Kendisine haber verildi. Son derece sevinen Abdülmuttalib, bir anda kendisini nurtopu torununun yanında buldu. Kucakladı, öptü, kokladı... Sonra da oğlu Ebu Tâlib'e teslim ederek,

-"Bu çocuk sana emanetimdir. Bu oğlumun şânı, şerefi yüce olacaktır" diye konuştu. Abdülmuttalib, bu mes'ud hâdisenin hatırı için Kâinatın Efendisinin doğumunun yedinci günü develer, davarlar kestirerek Mekke halkına üç öğün ziyafet çekti. Ayrıca şehrin her mahallesinde develer kurban ederek insan ve hayvanların istifadesine bıraktı.

 

Nur çocuğa isim verildi

 

Muhammed (a.s) Umumi ziyafetten sonra nurtopu Efendimize ne ad koyduğunu dedesinden sordular. Şu cevabı verdi:

-"Muhammed."

-"Neden atalarından birinin ismini takmadın da bu ismi verdin?" dediler.

Cevabı şu oldu:

-"Allah'ın ve insanların onu övmelerini istediğim için."

Gerçekten, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz Allah'ın, insanların ve meleklerin senâsına eşsiz bir surette mazhar olmuş dünya üzerinde tek şahsiyettir. Çünkü, o bu övgüye, bu alâka ve sevgiye ve bu hürmete lâyıktı. Bu medhi, bu muhabbeti eşsiz îmânı, ihlâs ve samimiyeti ve en güzel, en üstün ahlâkıyla hak etmişti. Bunun içindir ki, onun medih makamına erişecek hiçbir fanî olmamış ve olamaz.

 

 

Efendimizin Dünyaya Teşrifleri Sırasında Meydana Gelen Harika Hadiseler

 

Kâinatta en büyük hâdise hiç şüphe yok ki, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (a.s) dünyaya teşrifleri hâdisesidir. Çünkü, hilkat ağacının çekirdeği odur. Kâdir-i Zülcelâl, onun gelişini takdir etmemiş olsaydı, kâinat da, insan da olmayacaktı. Dolayısıyla imtihan dünyasının kapısı da açılmayacaktı.

-"Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, Nûr-u Muhammedî (a.s) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir: Eğer o âlem-i kebir, bir şecere tahayyül edilirse, Nur-u Muhammedî hem çekirdeği, hem semeresi [meyvesi] olur. Eğer dünya mücessem bir zîhayat farzedilirse, o nur onun ruhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur."

 

Ayrıca, Efendimizin risâleti diğer peygamberler gibi hususî değil, umumi ve cihanşümûldür. Buna binâen elbette dünyaya teşrifleri esnasında birtakım hârikâ hâdiseler vücuda gelecekti. Ve bu hâdiseler akıl ve basîret sahiplerini düşünceye sevkedecekti. Nebiyy-i Ekrem Efendimizin dünyaya teşrifleri esnasında belli başlı şu hârikâ hâdiseler meydana geldi:

 

a) Teşrif ettikleri gece bir yıldız doğdu.Yahudîler arasında birçok âlim vardı. Bunlar, kitaplarında Allah Resûlünün geleceğini görüp, öğrenmişlerdi. Yıldızlardan hüküm çıkarmada da usta sayılırlardı. Efendimizin doğumu gecesinde bir yıldız parlamış ve Yahudî âlimler bu yıldızdan Ahirzaman Peygamberinin dünyaya teşrif ettiklerini anlamışlardı. Resûl-i Zîşanın meşhur şâiri Hassan bin Sâbit (r.a.) bu hususu şöyle anlatmıştır:

-"Ben sekiz yaşlarında var yoktum. Biliyorum, bir sabah vakti, Yahudî’nin biri

-'Hey Yahudîler!' diye çığlık atarak koşuyordu.

Yahudîler,

-'Ne var, ne yırtınıyorsun?' diyerek adamın başına üşüştüler. Yahudî şöyle haykırıyordu:

-"'Haberiniz olsun, Ahmed'in yıldızı bu gece doğdu. Ahmed bu gece dünyaya geldi."'

İbni Sa'd'ın naklettiği konu ile ilgili bir rivâyette ise şöyle denilmektedir:

-"Mekke'de oturan bir Yahudî vardı. Allah Resûlünün doğdukları gecenin sabahı Kureyşlilerin karşısına çıktı ve sordu:

-"'Bu gece kabilenizden bir oğlan çocuk doğdu mu?'

-"Kureyşliler, 'Bilmiyoruz' cevabını verince, adam sözlerine devam etti:

-"'Varın, gidin, soruşturun, arayın; bu ümmetin peygamberi bu gece doğdu. Sırtında alâmeti var.'"

Kureyşliler varıp soruşturdular ve gelip Yahudîye haber verdiler:

-'Bu gece Abdullah'ın bir oğlu dünyaya geldi, sırtında bir nişan var.'

-"Yahudî gidip peygamberlik alâmetini gördü. Ve aklını kaybetmişçesine şöyle haykırdı:

-"'Peygamberlik artık İsrâiloğullarından gitti. Kureyşlilere öyle bir devlet gelecek ki, haberi doğudan batıya kadar ulaşacaktır.'" 

Demek gökkubbe pırıl pırıl yıldız kandilleriyle Resûl-i Kibriya Efendimizin gelişini alkışlıyordu.[76]

 

b) Medâyin'deki Kisrâ Sarayından on dört burç çatırdayarak yıkıldı. Kâinatın Efendisinin doğduğu geceydi... Saatler, doğum anlarını gösteriyordu. Derin bir uykuya dalan Medâyin şehri korkunç bir çatırdı ve gürültü sesiyle uyandı. Hükümdarla birlikte halk da heyecan içinde yataklarından fırladı. Manzara korkunçtu ve telaş verici idi. Hükümdar Sarayının o sapa sağlam burçlarından on dördü çatırdayarak yıkılıvermişti. Geceyi korkular içinde geçiren Kisrâ sabaha çıkar çıkmaz memleketinin dinî reislerini derhal bir toplantıya çağırdı. Toplantıda, cereyan eden hâdisenin neyin nesi olduğunu görüşeceklerdi.

 

Kisrâ tacını giymiş tahtına oturmuştu. Henüz müzakereye başlamamışlardı ki, doludizgin yaklaşan bir atlı, elinde bir mektup getirdi. Mektupta, İstahrabat'ta binlerce seneden beri ışıl ışıl yanan ateşlerinin söndüğü haber veriliyordu. Bu haber, Kisrâ'nın korku ve heyecanını daha da arttırdı. Bu sırada toplantıda bulunan İran başkadısı Mûbezan söz alarak gördüğü bir rüyâyı anlattı: "Gördüm ki yüzlerce kükremiş deve, önlerine şaha kalkmış Arap atları olduğu halde Dicle suyunu geçti ve İran topraklarına yayıldılar." Kisrâ, doğru sözlü, bilgili ve adaletli Mûbezan'ın bu rüyâsını da mânâlı buldu. Sinirleri fazlasıyla gerilmişti. Bu muammayı çözmek istiyordu. Bilgisine ve irfânına güvendiği Mûbezan'a sordu:

-"Peki, bu neye işâret olabilir?" Başkadının cevabı kısa ve öz oldu:

-"Araplar tarafından çok önemli birşeyler olacağına işâret olabilir." Kisrâ, bunun üzerine derhal Hîre Valisi Numan bin Münzir'e bir mektup yazdı. Mektupta,

-"Bana orada bulunan âlimlerden, suallerime cevap verebilecek kudrette biri varsa gönder!" diyordu. Mektubu alan Numan, işin ciddiyetini anladı ve derhal Abdü'l-Mesîh bin Amr adında bir bilgini Medayin'e gönderdi. Gelen âlimi hükümdar derhal huzura kabul etti.

 

Cereyan eden hâdiseleri anlattıktan sonra, kendisinden bu hususta bilgi istedi. Abdü'l-Mesih, Kisrâ'ya hâdiseler hakkında bir bilgi veremeyeceğini söyledi ve ilâve etti: "Şam yakınında Câbiye'de oturan dayım Satîh'de bunlara cevap verecek bilgi vardır." Bunun üzerine Kisrâ, Abdü'l-Mesîh'i gidip Satîh'ten hâdiseler hakkında bilgi almak üzere vazifelendirdi. Meşhur Şam kâhini Satîh kemiksiz, âdetâ âzâsız bir vücud, yüzü göğsü içinde bir acûbe-i hilkat ve çok yaşlı bir kâhindi. Dâimâ sırt üstü yatardı. Bir yere götürülmek istendiği zaman bohça gibi katlanırdı. Gaipten verdiği doğru haberler, o zamanın insanları arasında meşhurdu. Abdü'l-Mesîh, dağ taş demeden yol alarak dayısı Satîh'in yanına vardı. O sırada Satîh, hayatının son anlarını yaşıyordu. Şiddetli hastalık içinde kıvranıyordu. Hastalığın şiddeti dudaklarından konuşma kudretini de alıp götürmüştü ki, gelen adamın ne selâmın alabildi ve ne de konuşabildi. Fakat, Abdü'l-Mesîh olup bitenleri anlatınca iş birden değişiverdi. Ölüm döşeğinde ecelle pençeleşen Satîh gözlerini birden açtı ve sanki kabir kapısına değil, dünya evinin kapısına yeni ayak basacakmış gibi canlanarak heyecan içinde haykırdı:

-"Ey Abdü'l-Mesîh! İlâhi vahyin okunması çoğalacak. Asâ'nın sahibi peygamber olarak gönderildi. Semâve Vadisini su bastı, Farsların ateşi söndü." Artık Şam da Şam değil, Satîh için."

Şunu iyi bil ki, zaman üzerinde hükmü geçerli olan mutlak Hâkim, böyle istedi ve gelen peygamberle nebîlik ipinin iki ucunu düğümledi. Derin bir nefes çektikten sonra da ilâve etti:

-"Sasanîlerden, yıkılan burç sayısınca hükümdar gelecek ve sonra hüküm yerini bulacaktır."

Bu cümleler, Satîh'in dudaklarından dökülen son sözler oldu. Sanki bu gerçeği dile getirmek için bekleyip durmuştu. Sözlerini bitirir bitirmez gözlerini kapadı ve ruhunu Yüce Allah'a teslim etti.Meşhur kâhin Satîh, bu sözleriyle açıkça Âhirzaman Peygamberinin dünyaya gelmiş olduğunu haber veriyordu. O âna kadar bir benzeri görülmemiş bu hâdise, dünyaya o gece şeref veren zâtın beraberinde getirdiği sönmez nûr ile Mazdeizmin karanlık inancı içinde kıvranan İran saltanatını ortadan kaldıracağına işaretti. Nitekim, tarih buna şahid oldu ve hâdiseler Satîh'in haber verdiği gibi cereyan etti: İran Devleti, 67 yıl süren on dört hükümdarın idaresinden sonra, Kadisiyye'de Hâtemü'l-Enbiyânın ordusu tarafından İslâm topraklarına katıldı.

 

c) Kâbe'nin içini karanlık ve kirlere boğan putların pekçoğu başaşağı yıkıldı:Kureyş müşrikleri, yeryüzünde Allah'ın tek ma'bud oluşunun içinde ve üstünde ilk olarak abideleştiği Kâbe'yi putlarla karanlıklara boğmuşlardı. Ne var ki, henüz Tevhid temsilcisi Resûl-i Kibriyânın dünyaya gözlerini açması karşısında bile, çoğu yerlerine kurşun ile perçinlenmiş bu putlar, hâdisenin azametine dayanamayarak yerlere yıkılıverdiler. Bu hâdisenin ifâde ettiği mânâ büyüktü:

-"Dünyaya teşrif eden bu Zât, kendisine verilecek vazife gereği kapkaranlık şirk inancını ortadan kaldıracaktır. Gönüllerde pâk, nezih ve saâdet dolu Tevhid inancını bayraklaştıracaktır. Dünya buna şâhid oldu. O Resûl-i Zîşan, kısa zamanda Kâbe'yi cansız putlardan temizlediği gibi, gönüllerdeki putları da İslâm îmânı ile yok ediverdi."

 

d) İstahrabat'ta bin seneden beri yanmakta olan Mecûsîlerin kocaman ateş yığınları bir anda sönüverdi.Mecûsiler bu ateş yığınını kendilerine ilâh kabul etmişlerdi. Efendimizin dünyaya teşrifleri ile birlikte bu kocaman ateş, sanki okyanusların istilâsına uğramış basit bir ateşmiş gibi sönüverdi. Demek ki, gelen zât, putperestlik gibi, ateşperestliği de bir çırpıda ortadan kaldıracak ve yeryüzünü Tevhid meş'alesiyle aydınlatacaktı.

 

e) Takdis edilen meşhur Sâve (Taberiyye) Gölü bir anda kuruyuverdi. Bu da, gelen zâtın, Allah'ın izni ile olmayan şeylerin takdis edilmesini yasaklayacağının ifâdesi idi.

 

f) Dünyaya teşrifleri ânında, şark ve garbı küçük bir oda gibi aydınlatan bir nur görüldü.Demek ki, dünyaya gelen zâtın tebliğ edeceği din, şark ve garbı bütün ihtişamıyla kucaklayacak, insanlığın beşte birini şefkadi sînesinde terbiye edip okşayacaktı.

 

g) Semâve Vadisi taşan seller altında kalıp, suya gark oldu. Resûl-i Kibriya Efendimizin dünyaya gözlerini açtıkları geceydi. Taşan seller Semâve Vadisi ve Semâve şehrini sular altında bıraktı. Şehir halkı, dehşet içinde kalarak, çareyi dağlara ve tepelere sığınmakta buldu. Sonra da bir mektup yazarak durumu Kisrâ'ya bildirdiler ve kendisinden yiyecek ve içecek yardımı istediler.

 

h) Gök kubbeden salkım salkım yıldızlar döküldü: Nebiyy-i Ekrem Efendimizin dünyaya teşrifleri gecesinde hazan yaprağı gibi gök kubbeden yıldızlar döküldü. Bu hâdise de şuna işâret ediyordu: Bundan böyle şeytan ve cinlerin gökten haber almaları son bulmuştur.

-"Madem Resûl-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâm vahiy ile dünyaya çıktı, elbette yarım yamalak ve yalanlar ile karışık, kâhinlerin ve gâipten haber verenlerin ve cinlerin ihbarâtına (haberlerine) set çekmek lâzımdır ki, vahye bir şüphe irâs etmesinler ve vahye benzemesin. Evet, bi'setten evvel kâhinlik çoktu. Kur'ân, nazil olduktan sonra onlara hâtime çekti. Hattâ çok kâhinler îmâna geldiler. Çünkü, daha cinler tâifesinden olan muhbirlerini bulamadılar."

 

O âna kadar görülmemiş bu hâdiselerin Resûl-i Ekremin doğumu sırasında meydana gelmeleri elbette tesadüfı değildi. Ezelî kudretin kader kaleminin tayin ve tesbitiyle vücuda geliyorlardı. Ve dünyaya Âhirzaman Peygamberi Hazret-i Muhammed'in (a.s) zuhurunu haber veriyorlardı.[77]

 

Peygamberimizin Sütanneye Verilmesi

 

Efendisine kavuşan kâinat artık şendi. Beşeriyetin kalbine nur ve huzur sunacak zâtı sinesinde barındıran Arabistan'ın kalbi sevincinden âdetâ duracak gibiydi. Kâinatın eşsiz hâdisesine sahne olan Mekke, âdetâ ulvi âlemlere uçmak istiyormuşçasına heyecanlı ve mesrûrdu. Hazret-i Âmine huzurlu ve sürurlu idi. Nurtopu yavrusu tatlı tebessümleriyle, kocasının vefât acısını bir nebze unutturduğu gibi, istikbale ümit ile bakmasını da sağlayan tek tesellî idi. Bahtiyar Âmine, şerefli yavrusunu ancak bir hafta kadar emzirebildi. Bundan sonra Ebû Leheb'in cariyesi Süveybe Hâtun Kâinatın Efendisine sütanne oldu ve onu günlerce emzirdi. Süveybe Hâtun daha önce de Hz. Hamza'yı emzirmişti. Böylece Resûl-i Kibriya Efendimizle muhterem amcası arasında bir de süt kardeşliği bağının kurulmasına vasıta olmak gibi bir bahtiyarlık ve şerefe erişmiş oluyordu. Kendisine yapılan iyiliklerin en küçüğünü dahi unutmayacak ve onu karşılıksız bırakmayacak kadar büyük bir fazilet ve yüksek bir vefa duygusunun sahibi olan Fahr-i Âlem Efendimiz, zâtına bir müddet süt annelik yaptığı için Süveybe Hâtunu hayatı boyunca unutmadı.

 

Onu sık sık ziyaret eder, her gördüğünde kendisine bol ihsan, iltifat ve ikramda bulunurdu. Evet, vefâ, Fahr-i Âlem Efendimizin dünya yüzüne getirdiği güzel ahlâkın temeli idi. Onun ter temiz, nezih hayatında vefâsızlığı ihsas eden en ufak bir davranışa rastlanamaz. Onun fazilet ve vefa duygusundan ders alan muhterem zevceleri Hatice-i Kübrâ da evine sık sık gelip giden Süveybe Hâtunu hürriyetine kavuşturmak için bir ara satın almak istediyse de, Ebû Leheb buna yanaşmadı. Ancak, Resûl-i Kibriya Efendimiz Medine'ye hicretinden sonra, Ebû Leheb, Süveybe'yi kendiliğinden azad etti.

 

Ebû Leheb Peygamberimizin öz amcası idi. Sonraları Resûl-i Ekrem'in risâletini tasdik ve ikrar etmediği gibi, hayatı boyunca da putperestlikten vazgeçemeyerek karşısına en büyük bir düşman olarak dikilmekten geri durmadı. Bu sebeple Allah'ın lânetine mâruz kaldı ve cariyesi Süveybe Hâtunun bir tırnağı kadar değer kazanamadı. Hattâ, Süveybe Hâtun sebebiyle âhirette bir nebze lûtfa mazhar olduğu anlatılmıştır. Onu ölümünden sonra rüyâda görmüşlerdi. Cehennemin şiddetli azabı içinde feryad edip duruyordu. Kendisine sordular:

-"Neden feryad ediyorsun? Neyin var?" Ebû Leheb,

-"Neyim olacak; susuzluk beni ateşten kavuruyor! Hayatımda hiçbir hayır görmedim. Sadece bir tek hayır buldum: Muhammed'i emziren Süveybe'yi âzâd ettiğim için bana da şuradan emip sulanmak imkânı bağışlandı" diyerek şehâdet parmağını gösterdi.

 

Hâdise gerçekten ibret vericidir. Kâinatın Efendisine hayatı boyunca kötülük, eziyet ve hakaret etmekten geri durmayan Ebû Leheb gibi azılı bir İslâm düşmanı, sadece onu emziren Süveybe Hâtunu âzâd ettiği için böylesine İlâhî bir kerem ve lütfa mazhar oluyor ve Cehennemde azabı bir nebze hafifliyordu. Demek ki, sadece sevgili Peygamberinin zâtına değil, zâtına hizmet etmiş olanlara yapılan iyilikleri de Cenâb-ı Hak lütuf ve keremiyle karşılıksız bırakmıyordu. Bunun yanında, dünyada Kâinatın Efendisini kendilerine her hususta mutlak imam ve rehber kabul edip, sünnet-i seniyyesine ittiba' etmekten şeref duyan gerçek mü'minlere ebedî âlemde ne büyük ikram ve İlâhî ihsanların hazırlanmış olduğu düşünülsün.[78]

 

Çocukları Sütanneye Verme Adeti

 

Mekke'nin havası sıcak ve sıkıntılı idi. Çocukların körpe vücudlarına yaramazdı ve onların sıhhatli büyümelerine ve gürbüz yetişmelerine elverişli değildi. Çölde ise hava güzel, su tatlı ve temiz, hayat serbest, iklim ise mutedildi. Ayrıca çölde yaşayan bazı kabilelerin dilleri de çok daha düzgün ve pürüzsüzdü. Asliyet ve tazeliğini koruyordu. Ahlâkları da temizdi.İşte buna binâen, o sırada Kureyş eşrafı ve ileri gelenleri daha sıhhatli ve gürbüz yetişmeleri ve ayrıca düzgün, aslına uygun Arapça öğrenip konuşabilmeleri için Mekke'nin dışında çölde yaşayan kabile kadınlarına ücretle emzirmek üzere çocuklarını teslim etmeyi bir âdet haline getirmişlerdi. Çocuk 2-3 sene, bazen daha fazla sütannenin yanında kalırdı. Bu sebeple de yaylalarda yaşayan birçok kabile, bilhassa Sa'd bin Bekr kabilesi kadınları senede birkaç sefer kafile halinde Mekke'ye inerler ve yeni doğan çocukları emzirmek üzere yanlarına alıp tekrar yurtlarına dönerlerdi. Mekke civarındaki kabileler arasında Sa'd bin Bekr kabilesi, bilhassa şerefte, cömertlikte, mertlik ve tevazuda ve Arapça’yı düzgün konuşmakta temâyüz etmiş ve ün kazanmış bir kabileydi. Bu yüzden, Kureyş ileri gelenleri daha çok bu kabile kadınlarına çocuklarını teslim etmek isterlerdi.

 

Benî Bekr Kabilesi Kadınlarının Mekke'ye Gelişi

 

Resûl-i Ekrem Efendimiz Süveybe Hâtun tarafından emziriliyordu. O sırada Sa'doğulları yurdunda o âna kadar pek az görülmüş şiddetli bir kuraklık hüküm sürüyordu. Kuraklığın netice verdiği kıtlık, kabile halkını yoksul ve perişan bırakmıştı. Öyle ki, yiyecek birşeyler bulmada bile zorluk çekiyorlardı. Develeri, koyunları zayıflamış ve sütleri kesilmişti. Bu şiddetli kıtlık ve kuraklık yılında da Benî Bekr kadınları, emzirecek çocuk bulmak ve bu suretle bir nebze geçimlerini temin etmek maksadıyla Mekke'ye oldukça kalabalık bir kafile halinde geldiler.Gelen kadınların biri müstesnâ hepsi kendilerine münasib birer çocuk buldular. Gariptir ki, hiçbiri yetim oluşundan dolayı Sevgili Peygamberimizi almaya yanaşmadı. Çünkü, pek fazla bir ücret ve yardıma kavuşmayacaklarını düşünüyorlardı. Mekke'ye geç giren sadece bir kadın vardı:

-"İffeti, temizliği, hilim ve hayâsı, yüksek ahlâk ve fazileti ile kabilesi arasında tanınmış bir kadın. Kocasıyla nöbetleşe yaşlı ve zaif merkeplerine bindiklerinden kafileden geride kalmıştı. Mekke'ye girdiğinde, yeni doğmuş Kureyş çocukları, biri müstesnâ, diğerleri önde giden Bekroğulları kadınları tarafından kapışılmıştı. Ve o, Mutlak Kudret Sahibinin kader ve hikmetiyle, emzirmek üzere kimseyi bulamadı."

 

Kocası Hâris de üzgündü. Arkadaşlarının hepsi varlıklı âilelerin çocuklarını aralarında paylaşmışlardı. Sadece işin zahirî bir sebebi olan gecikmek yüzünden eli boş kalan bir kendisi vardı. Solgun ve üzgün bir çehre içine gömülü bu iffetli kadın, İlâhî kaderin kendisi için çizmiş olduğu nezih programdan habersiz, Mekke sokaklarında münasib bir çocuk bulamamanın sıkıntısı içinde çaresiz dolaşıyordu. Bir ara görünüşü ile etrafın hürmetini celbeden mûnis sîmalı yaşlı bir zât ile karşılaştı. Bu zât, Kâinatın Efendisinin dedesi Abdülmuttalib'di. Sanki birbirlerinin derdine derman olmak için dolaşıp duruyormuşlar gibi bakıştılar. Sonra da konuşmaya başladılar.Abdülmuttalib,

-"Sen neredensin?" diye sordu.

Kadın,

-"Benî Sa'd kabilesi kadınlarından" cevabını verdi.

-"Adın ne?"

-"Halîme."

Abdülmuttalib,

-"Ne güzel, ne güzel! Sa'd ve hilm, iki haslettir ki, dünyanın hayrı da, âhiretin izzet ve şerefi de buralardadır" dedikten sonra derin bir iç çekti.

Arkasından da Halîme'ye,

-"Ey Halîme! Yanımda yetim bir çocuk var. Onu, Sa'doğulları kadınlarına teklif ettim, kabul etmediler. Bari gel sen ona sütanneliği yap. Belki onun yüzünden bahtiyarlığa, bolluk ve berekete erersin" dedi.

 

Halîme beklenmedik bu teklif karşısında önce tereddüt geçirdi. Fakat yurduna eli boş dönmek istemiyordu. Bunun için tereddüdünü yendi ve teklifi içinden kabul etti. Ancak, kocasına sormadan ve ondan izin almadan cevabını izhar etmek istemedi. Hemen kocasının yanına döndü. Olup bitenleri anlattıktan sonra,

-"Emzirecek çocuk bulamadım. Arkadaşlarım arasına eli boş dönmeyi de hoş görmüyorum. Vallahi, ben de gidip o yetimi alacağım" dedi.

Kocası Hâris, fikrine iştirak etti:

-"Almanda bir beis yok. Belki de Allah, onun yüzünden bize bereket ve hayır ihsan eder."

 

Bunun üzerine dönüp Abdülmuttalib'in yanına geldiler. Abdülmuttalib, Halîme'yi alıp Sevgili Peygamberimizin nurlandırdığı Hz. Âmine'nin mütevazî evine götürdü.Halîme, Efendimizin başucuna vardı. Nurtopu Efendimiz, yünden beyaz bir kumaşa sarılı, yeşil iplikten bir örtünün üstünde mışıl mışıl uyuyordu. Etraf misk gibi kokuyordu. Halîme, hayret içinde kaldı. Nur yüzlü Efendimize ânında içi ısınıverdi. Öylesine ki, uyandırmaya bile gönlü razı olmadı. Artık hüzün ve ıztırap bulutu Halîme'yi terk etmişti. Sevincinden uçacak gibiydi. Çocuk bulamamanın sıkıntısı içinde kıvranıp dururken, birden böylesine güzel bir yavru ile karşı karşıya gelmek, ne büyük bahtiyarlıktı. Halîme, fazla dayanamadı. Kâinatın Efendisinin başucuna iyice yaklaştı. Yorganın ucunu hafiften kaldırdı. Pamuktan yumuşak, kar gibi beyaz, gül gibi kokan ellerinden, mübârek alınlarından sevgi ve bir anne şefkatiyle öptü. O anda Peygamber Efendimiz de gözlerini açtı ve Halîme'nin bûsesine tatlı bir tebessümle cevap verdi. Anlaşmışlardı.Biri çocuk bulamamanın ıztırabı ile bitkin ve mahzun; diğeri, kadınlar tarafından reddedilen Nûr Yetim. Kader ikisinin de âlemini sevinçle doldurdu.

 

İlk Bereket

 

Artık Nurtopu Efendimiz, gönlünü cezbettiği Halîme'nin kucağındaydı. Fakat bu da ne? Günlerdir zorla süt bulan göğüsler, Efendimiz emmeye başlar başlamaz derhal sütle doldu. Sanki, herbir meme bir süt çeşmesi kesilmişti birden.Halîme şaşırdı, kocası Hâris hayretler içinde kaldı. Sağ meme, Kâinatın Efendisinin ağzında, sol meme artık ona sütkardeşi olan Halîme'nin oğlu Abdullah'ın ağzında. Ve Kâinatın Efendisi bundan böyle hep sağ memeyi emecektir.

 

 

Devenin Memeleri Sütle Doldu

 

Halîme, Nur Yetimi kucağından bir an bile indirmeye razı değil. Hemen Abdülmuttalib ve Hz. Âmine ile vedâlaşarak Mekke'den ayrıldılar. Âmine'nin hüznüne göz yaşları da karıştı ve âdetâ bir bulut olup Nur yavrusunun peşinden koştu. Gece Hâris âilesi, Mekke dışında rahat bir uyku çekti. Sabahleyin Haris develeri sağmaya koştu. Elini aldığı her meme bir süt çeşmesi oluvermişti. Hayretler içinde Halîme'ye seslendi:

-"Ey Halime, bil ki, sen çok mübârek ve hayırlı bir çocuk aldın." Halîme kocasını tasdik etti:"Vallahî, ben de öyle olmasını ümit ediyorum." 

 

Mekke artık gerilerde kalmıştı. Halîme dişi merkebinin üstünde, kucağında ise Kâinatın Efendisi vardı. O zaif, güçsüz ve arkadaşlarından geride kalan merkebe de ne oluyor? Bu ne sür'at, bu ne hızlı yürüyüş? Sanki gelişinde bindikleri merkep değildi. Kafiledeki bütün hayvanları geçip geride bırakınca, Halîme'nin yol arkadaşları şaşırdılar ve hayretler içinde sordular:

-"Ey Ebû Zueyb'in kızı! Yazıklar olsun sana. Bizi neden beklemiyorsun? Yoksa bindiğin merkep, gelirken beraberindeki merkep değil mi?" Merkep aynı merkepti. Bir farkla, şimdi üzerinde biri vardı: Kâinatın Efendisi. Onu taşımanın şerefi, o zaif, nahif hayvanı da coşturmuştu. Halîme arkadaşlarına cevap verdi:

-"Hayır, vallahi, merkep aynı merkep; hattâ ben onu sürmüyorum bile. Kendi kendine böyle sür'atli gidiyor. Bunda bir gariplik var." Ne yazık ki, henüz kafiledekilerin hiçbiri bu farklılığın nereden ve niçin geldiğini bulabilme basiretine sahip değildi. Evet, bütün bu olup bitenler, nur yüzlü yavrunun, istikbali bütün haşmetiyle kucaklayacağına açık işaretlerdi.

 

Peygamber Efendimiz Sa'doğulları Yurdunda

 

Bütün bu garipliklerden sonra Halîme ve kocası yurtlarına vardılar. Artık, nur yüzlü Kâinatın Efendisi Sa'doğulları yurdundaydı. O sırada Sa'doğulları beldesinde müthiş bir kıtlık ve kuraklık hâkimdi. Bereketi kesilmiş topraklar, susuz kuyu ve çeşmeler, solgun yüzler ve zâiflikten ayakta duracak mecâli kalmamış hayvanlar...

 

Fakat, Peygamber Efendimizin ayak bastığı hânenin manzarası birden değişiverdi. Daha önce yiyecek ot bulamayan hayvanları, şimdi tıka basa doyuveriyorlardı. Memeleri dolup taşıyor, bir Rahmet çeşmesi gibi devamlı süt akıtıyordu. Solgun yüzler yoktu artık Halîme'nin evinde. Beldenin sâir sakinleri yine kıtlık içinde, yine sıkıntı çemberinde kıvranıyorlardı. Hayvanları hâlâ zâif, nâhif ve istenilen sütü veremiyordu. Sanki Peygamberimizi "yetim" diyerek almayanlar, maruz kaldıkları mahrumiyet içinde bırakılmakla cezalandırılıyorlardı. Yayla halkı, gözleriyle gördükleri bu durum karşısında meraklarından çatlayacak hâle gelmişlerdi. Olup bitenlere bir mânâ veremiyorlardı. Kabahatı çobanlarında buluyorlar ve onlara çıkışıyorlardı:

-"Gidin, görün bakalım. Halîme'nin çobanı koyunlarını nasıl doyurmuş?"  Yürürken memelerinden şıpır şıpır süt damlıyor.

 

Kimbilir koyunlarını nerede otlatıyor? Siz de onun gittiği yere gidip koyunları orada otlatsanız ya!"Çobanlar, efendilerinin bu çıkışlarında haksız olduklarını adları gibi biliyorlardı. Halîme'nin çobanının koyunlarını otlattığı yerin, kendilerinin otlattığı yerden hiçbir farkı yoktu. Bunun için de itiraz ediyorlardı. Ama, itirazları hiçbir fayda vermiyordu. Efendilerinin bu sefer şu sözlerine muhatap oluyorlardı:

-"Peki, öyleyse sizin sürülerin koyunları açlıktan kendilerini zar zor taşıyorlar da, onunkiler neden tıka basa tok, hem de memeleri sütle dolu olarak dönüyor?" Ne çobanlar, ne de efendileri bu soruya cevap bulamıyorlardı. Sadece birbirlerine hayret ve şaşkınlık dolu bakışlarla bakıp kalıyorlardı. Elbette bunun bir sebebi vardı. Ve bu sebebi henüz o zaman Hz. Halîme ile kocasından başkası bilmiyordu. Çobanların gelip sebebini sormaları üzerine Halîme onlara şu cevabı verdi:

-"Vallahi, bu iş ne ot, ne de otlak işidir. Bu iş, Rabbimin sırlarından bir sırdır. Herşey Mekke'den dönüşümüzle birlikte başladı."

 

Tabiî ki, çobanlar bu sözlerden pek birşey anlamıyorlardı ve meraklarından da kurtulamıyorlardı. Yayla halkının akıl erdiremediği sır şuydu: Kâinatın yegâne sahibi olan Allah, en sevdiği insan olan Peygamberimizi evlerine misafir etme alicenaplığını gösterdiklerinden dolayı Halîmelerin evine Rahmet hazinesinden bol bol ihsan ve ikramda bulunuyordu. Halîme ve kocası bunun gayet iyi farkında idiler. Bu sebeple nur yavruya bambaşka bir gözle bakıyorlardı. Âdetâ onu uçan kuştan, doğan güneşten koruyorlardı. Büyük bir sevgi ve dikkat ile üzerinde titriyorlardı.

 

Yayla Kuraklıktan Kurtuluyor

 

Sa'doğulları yaylasında aylardır hüküm süren kuraklık ve kıtlık hâlâ son bulmuş değildi. Yayla halkı her hafta kendi inanç ve geleneklerine göre yağmur duâsına çıkmaya devam ediyordu. Fakat, her seferinde de elleri boş ve mahzun dönüyorlardı. Bir Cuma günüydü. Kadınlı erkekli bütün kabile halkı, yanlarına aç develerini, sütsüz koyunlarını alarak bir tepenin üzerine, yine yağmur duâsında bulunmak için çıkmışlardı. Putlarına kurbanlar kestikten sonra, duâya başladılar. Yalvarmalar, yakarmalar âlemlerin Rabbine yağmur göndermesi için yapılıyordu. Saatlerce duâ ettikleri halde, yere bir tek yağmur damlası düşmedi.Kalabalığın içinde Sevgili Peygamberimizin sütannesi Halîme ve kocası Hâris de vardı. Halîme, gözlerden sakındığı Kâinatın Efendisi yavruyu kalabalığa alıp getirmemiş, süt kardeşi Üneysi'nin yanında evde bırakmıştı. Duânın sonuna gelinmişti. Herkes ümitsiz ve bitkindi. Artık dönmeye hazırlanıyorlardı. Bu sırada Halime'nin komşusu bir kadın, duâsını bitirmek üzere olan râhibe yaklaştı ve râhip duâsını bitirince de,

-"Râhip efendi, biz bu kadar duâ ettik. Fakat bir netice alamadık. İçimizde hayırlı, uğurlu biri olsa, belki âlemlerin Rabbi duâmızı kabul ederdi" dedi.

Râhip, yaşlı kadının bu sözünden rahatsız gibi oldu ve,

-"Biz Ona duâ ederiz, ama Onun ne yapacağını bilmeyiz. Doğruyu ve hayırlıyı ancak O bilir" diye konuştu. Yaşlı kadın bu sefer asıl maksadını açıkça söyledi:

-"Biliyorum, dedikleriniz doğru; ama benim söylemek istediğim şey başka. Bizim komşumuz Halîme'nin evinde, Mekkeli bir çocuk var. O, geldiği günden beri Halîme'nin evi bereketle dolup taşıyor. Çok hayırlı, çok uğurlu bir çocuk olarak görünüyor. Bir de, onu buraya getirsek. Belki ayağı uğurlu gelir; onun yüzü suyu hürmetine âlemlerin Rabbi duâmızı kabul eder ve bizi yağmura kavuşturur."

 

Râhip önce tereddüt geçirdi. Kadın ısrar edince, Efendimizin getirilmesine razı oldu. Yaşlı kadın Halime'yi arayıp buldu ve râhibe yaptığı teklifi kendisine anlattı. Fikir, Halîme'nin de aklına yattı. Çünkü, nur yavrunun bereketli ve hayırlı bir çocuk olduğuna en çok kendisi şahit olmuştu. Koşarak eve vardılar. Peygamberimizi sütannesi kucakladı. Kundakladıktan sonra yakıcı güneşin tesirinden korumak için de yüzünü bir bezle kapadılar ve dışarı çıktılar. Güneş kızgın oklarını yeryüzüne olanca şiddetiyle saplıyordu. Yerden sanki alev alev ateş yükseliyordu. Evden çıkıp biraz yürüdükten sonra, gözleri garip birşeye ilişti. Bir bulut kendileriyle beraber gidiyordu. Önce mühimsemediler.

-"Olabilir" diyerek yürüdüler. Fakat, bu küçük bulut kendilerini terk etmiyordu. Âdetâ onları güneşin kavurucu sıcaklığından korumak için bir şemsiye vazifesi görüyordu. İster istemez hayrete kapıldılar ve şaşırdılar. Bir taraftan da sevindiler.

 

Artık nur yavrunun yüzünü bezle örtmeye de ihtiyaç kalmamıştı. Örtü kaldırılınca, şirin gözler sütannesine tatlı tatlı baktı. Sanki tebessümüyle, "O bulut beni gölgeliyor" der gibiydi. Buluttan şemsiye altında yollarına devam edip, kalabalığa karıştılar. Önce yapılan tekliften rahatsız olan râhip, bu sefer onları güler yüzle karşıladı. Çünkü, o da Halîme ve arkadaşının evden çıkar çıkmaz, bir bulut tarafından gölgelendiklerini uzaktan görmüştü. Râhip, Peygamberimizi sütannesinin kucağından aldı ve kalabalığa seslendi:

-"Ey insanlar! Bu, bulunduğu eve bereket getiren Mekkeli çocuktur. Bu hayırlı yavruya olan sevgisi ve lütfu ile yağmur vermesi için âlemlerin Rabbine hep beraber duâ edelim." Eller tekrar açıldı ve dudaklar yeni bir heyecanla duâya başladı. Peygamberimiz bir nur yumağı halinde râhibin kucağında duruyordu. Râhip, bütün dikkatiyle nur saçan gözlere bakıyor ve âdetâ hal diliyle,

-"Bu güzel çocuğun yüzü suyu hürmetine bize yağmur ihsan et" diye Cenâb-ı Hakka yalvarıyordu. Herkes Yüce Allah'a yalvarırken, Peygamberimizin nur saçan gözleri ümitle gökyüzüne dikildi. Râhip ise, nur yavrunun iri ve bebekleri pek siyah, güzellikte eşsiz gözlerine kendini kaptırmış ve âdetâ herşeyi birden unutuvermişti.

 

Artık aylardır süren hasretli ve hüzünlü bekleyişin son anları yaklaşıyordu. Peygamberimizin başı üzerindeki küçücük bulutun birden büyümeye ve ufuklara doğru yayılmaya başladığı görüldü. Kısa zamanda o küçük bulut yerini, bütün gökyüzünü kaplayan kocaman bir buluta terk etti. Duâ seslerine birden sevinç çığlıkları karıştı. Yağmurun müjdecisi bulutlar geldiğine göre, rahmetin de gelmesi yakındı. Az sonra sevinç çığlıkları ile ortalık çınladı:

-"Yağmur!.. Yağmur!.. Yağmur!.."

 

Evet, ikaz mahiyetindeki iki haftalık bir mahrumiyet içinde kalma, Sa'doğullarının dikkatini çekmek için kâfi görülmüştü. Nur yavrunun yüzü suyu hürmetine, Sa'doğulları yurduna latîf, berrak ve tatlı yağmur damlaları Cenâb-ı Hakkın rahmet hazinesinden ahenkli ahenkli inmeye başladı. Güyâ, rahmet, tecessüm ederek damlalar suretinde yeryüzüne akıyor, ümitsiz yüzlere ümit ve tatlılık bahşediyordu. İnsanlar gibi kuraklıktan çatlak çatlak olan yeryüzü de mis gibi kokusuyla sevincini izhar ediyordu.Yağmura kavuşan halk, aylardır devam ettikleri duâlarının kabul edilmeyip, o gün kabul edilişinin sırrını yine de bilemediler. Çünkü, o bir sırdı.

 

Şimdilik bir sır olarak da kalacaktı. Rahmet vesîlesi, henüz bir bebekti. Ama insanlar nazarında bir bebekti. Hakikatte, o, Allah'ın ve meleklerin kendisini çok iyi tanıdıkları Allah'ın sevgili kulu, peygamberler peygamberi, iki cihanın güneşi Hz. Muhammed'di (a.s). Sa'doğulları yurdunun yüzünü güldüren rahmet, aralıklarla tam bir hafta devam etti. Toprak yağan yağmuru iliklerine kadar içerek doydu. Otlar yeniden fışkırdı, ağaçlar yem yeşil körpe filizler verdi. Ekinler boy attı, koyunların memeleri sütle dolmaya başladı. Yağmura kavuşanlar arasında ancak birkaçı rahmete vesîle teşkil eden sebebi bildiler. Kendi aralarında şöyle konuştular:

-"Bu çocuk çok uğurlu ve hayırlı bir çocuk." Saf ve geniş ufuklu çölde hava temiz ve güzeldi. Çocukların çabucak gelişmesine ve sıhhatli büyümelerine oldukça elverişli idi.

 

Sevgili Peygamberimizin büyümesi de diğer çocuklardan farklı oldu. Sekiz aylık iken konuşmaya başladı. Dokuz aylıkken konuşması oldukça düzgün ve pürüzsüzdü. Onuncu ayında ise, artık diğer çocuklarla birlikte ok atacak kadar kuvvetli ve gürbüz olmuştu. Peygamber Efendimiz iki yaşına basınca sütten kesildi. O âna kadar, Halîmelerin ve yayla halkının üzerinde bereket, rahmet ve ihsan yağmuru hiç eksik olmadı. Bu yaşında bile Peygamber Efendimiz, akranlarından çok farklı bir güzellik, bir sevimlilik ve üstün bir ahlâka sahipti. Bir büyük insan gibi ağır başlı ve vakûr idi.

 

Peygamberimizin Annesine Getirilişi

 

Süt çocuklarını geri verme mevsimi gelip çattı. Bununla birlikte Efendimiz üzerinde kol kanat geren, onu öz evlâdından daha fazla seven Halîme'nin de gönlünü bir hüzün bulutu kapladı. Çünkü, ondan ayrılacaktı. Çünkü Nur Muhammed'in Cennet'i hatırlatan gül kokusundan uzak kalacaktı. Fakat Mekke'ye getirilip annesine teslim etmekten başka çaresi de yoktu. Öyle yaptılar. Nur Muhammed'i alarak Mekke'ye geldiler ve annesine gönül gözyaşları arasında teslim ettiler. Sütannenin âlemi hüzünle, gerçek annenin dünyası ise sevinçle dolu idi. Biri öz yavrusuna kavuşmanın saâdetini yaşıyor, diğeri ondan ayrılmanın ateşinde tutuşup yanıyordu. O anda Sütanne Halîme'ye, sanki bir ilham geldi ve yalvarırcasına, bütün samimiyetiyle şu teklifi yaptı:

-"Ne olur, oğlumu biraz daha yanımda bırakamaz mısınız? Hem ben, ona Mekke vebâsının bulaşmasından da korkuyorum."  Bu teklif ve arzu samimi idi. Sanki cümleler dudaklardan değil, gönülden kopup gelmişti. Aziz anne Âmine, bu riyasız ve candan yalvarışa karşı koyamadı ve bir müddet daha ciğerpâresinin Sa'doğulları yurdunda kalmasına razı oldu.

 

Peygamberimiz Yine Benî Sa'd Yurdunda

 

Halime muradına ermişti. Arzusunun kabul edilişinin sonsuz hazzı içinde Efendimizle birlikte tekrar yurduna döndü. Kâinatın Efendisi, artık süt kardeşi Abdullah'la birlikte kuzuları gütmeye de çıkıyordu. Kuzular, onun tatlı tebessümlerine melemeleriyle cevap veriyorlardı. Peygamber Efendimizin gözleri hep göklerde idi. Sanki orada birşeyler keşfedecekmiş gibi dikkatli ve ibretli bakıyordu. Sanki bir el uzanacak ve onu ulvî âlemlere alıp götürecekmiş gibi bekliyordu. Bu arada gözlerden kaçmayan bir garip hâdise vardı: Peygamber Efendimizin başı üzerinde çoğu zaman bir bulut geziyor ve onu güneşten koruyordu. artık gözler ondaydı. Dillerde onun güzelliği, gönüllerde tatlı sevgisi vardı. Konuşulan onun dürüstlüğü, terbiyesi ve ağırbaşlılığıydı. Akranları da onun tatlı arkadaşlığına erişmek için âdetâ yarış ediyorlardı. İşte Sevgili Peygamberimiz Sa'doğulları yaylasında günlerini böylesine huzurlu ve sevinçli geçiriyordu.

 

Peygamber Efendimizin Annesine Getirilmesi

 

Saadet Güneşi, ömrünün dört yılını geride bırakmış, oldukça gürbüzleşmiş ve gelişmişti. Zâtında görülen gariplikler, hele göğsünün yarılması hâdisesi, Hz. Halîme'yi bütün bütün düşündürmeye ve telaşlandırmaya başladı. Hattâ artık endişe duyuyordu. Canı gibi sevdiği Efendimizin başına hoş olmayan herhangi bir hâdisenin gelmesinden korkuyordu.İşte bu düşünce, endişe ve korku, Halîme ve kocası Hâris'i şu kararı almaya mecbur etti:

-"Başına bir iş gelmeden bu yavruyu annesine teslim etmeliyiz." Halîme'nin içi cayır cayır yanıyordu, ama ne yapabilirdi ki? Nihayet Nur Çocuk kendisine muvakkaten emânet edilmişti. Emânete el koyacak hali yoktu ya. Sa'doğulları yurduna dört sene ışık saçan Saâdet Güneşi, şimdi sütannesi tarafından Mekke'ye getiriliyordu. Burada bir başka haşmetle, bambaşka bir azametle dünyaya ışık saçsın diye. Halîme ve kocası Mekke'ye gece girdiler. Bir ara Sevgili Efendimiz, gözlerden kayboldu. Halîme ve kocasında bir telaş başladı. Bütün aramalara rağmen, onu bulamadılar. Gidip dedesi Abdülmuttalib'e haber verdiler. Nur torununun kaybolduğunu haber alan şefkatli dede, birden şaşkına döndü. Üzgün ve telaşlı aramaya koyuldu. Fakat, ortalıkta Efendimiz görünmüyordu. Abdülmuttalib, çaresiz ellerini açarak yalvardı:

-"Allah'ım, ne olur Muhammed'imi bana geri ver."

 

Bu arada iki kişi, yanlarında bir çocuk ile görünüverdiler. Bunlar, Varaka bin Nevfel ve bir arkadaşı ile Peygamber Efendimiz idiler. Abdülmuttalib, hasretini çektiği Saâdet Güneşini bağrına bastı, doyasıya kokladıktan sonra boynuna bindirdi. Doğruca Kâbe'ye giderek onunla birlikte tavafta bulundu. Sonra da Sevgili Peygamberimizi götürüp annesine teslim etti. Bilâhare, Abdülmuttalib, sevgili torununa kavuşmanın sevinç ve saâdet bayramını kutlamak üzere, kurbanlar kestirerek Mekkelilere güzel bir ziyâfet çekti. Artık Peygamber Efendimiz, aziz annesinin sıcak kucağında, şefkatli kolları arasında, mes'ud ve mütevazi evindeydi. Sütanne Halîme, Saadet Güneşini Mekke'de bırakıp yurduna döndü. Fakat, ne o Efendimizi, ne de Efendimiz onu hayatı boyunca unutmadı. Kendisini dört sene gibi uzun bir zaman kucaklayan ve saran kollara karşı hürmetini, saygısını hiçbir zaman yitirmedi. Onu her gördüğünde;

-"Anneciğim, Anneciğim" diye saygı ve hürmetle çağırır, kendisine ihsan ve ikramda bulunurdu. İhtiyacının olup olmadığını sorar, varsa hemen gidermeye çalışırdı. Aradan uzun zaman geçecek.

 

Yine Sa'doğulları yurdunu bir yıl kıtlık ve kuraklık saracak. Bu kıtlık ve kuraklığın dehşetine dayanamayan Halîme çıkıp Mekke'ye gelecek ve Resûl-i Ekrem Efendimizle görüşmek isteyecektir. Kâinatın Efendisi ile görüşen Halîme, kendisine yurdundaki kıtlık ve kuraklıktan şikâyet eder. Zengin ve zengin olduğu kadar da kadırşinas ve hayırsever olan pâk zevcesi Hazret-i Hatice, derhal Halime'ye kırk koyun, binmek ve yüklerini taşımak için de bir deve verir. Yine bir hayır ve vefâ örneği: Efendimizin süt kardeşlerinden biri de Şeymâ idi. Sa'doğulları yurdunda Şeymâ ile çok tatlı günler geçirmişti. Bu tatlı hatıralardan seneler sonra, Huneyn Savaşında Şeymâ da Müslümanlar tarafından alınan esirler arasındaydı. Şeymâ kendisini tanıtınca, bir kız kardeşe gösterilmesi gereken alâkanın en üstününe Peygamber Efendimiz tarafından mazhar oldu. Peygamber Efendimiz Sa'doğulları yurdunda sütanne Halîme'nin yanında geçen günlerinin hatıralarını ashabına zaman zaman anlatır ve şöyle derdi:

-"Ben aranızda en halis Arab'ım. Çünkü, Kureyşliyim. Aynı zamanda, Benî Sa'd bin Bekr yanında süt emdim ve lisanım da onların lisanıdır."

 

Peygamber Efendimiz Annesinin Yanında

 

Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, sütannesi Halime tarafından annesi Hz. Amine'ye teslim edildiğinde dört yaşını bitirmiş, beş yaşına ayak basmıştı. Takvim yaprakları Milâdî 575 yılını gösteriyordu. Aziz annenin kalbine, henüz evliliklerinin ilk aylarında ebedî âleme göç eden kocası Abdullah'ın ayrılık acısı ıztıraptan bir yumruk gibi oturmuştu. Bu ıztırabı az da olsa hafifleten tek teselli kaynağı vardı: Biricik oğlu Muhammed (a.s). Hz. Âmine, olanca şefkat ve muhabbetiyle nur yavrusunu sarmaya çalışıyor, ona babadan yetim kalışın da acısını bu şekilde hatırlatmamaya gayret ediyordu. Peygamber Efendimiz, Mekke'deki mütevazi evin ışığıydı, bereketiydi, gülüydü, huzur ve sevinci idi. Bu küçük yaşta bile annesine yardım etmekten asla geri durmuyordu. Hele temizliğe dikkat edişine aziz annesi hayrandı. O sadece annesine karşı değil, tanıdıklarının hepsine karşı yardımsever ve hürmetkârdı. Arkadaşlarının yardımına koşmaktan zevk alırdı. Bu sebeple, arkadaşları da onu sever, sayar ve kendisiyle gezip dolaşmaya âdetâ can atarlardı. Evet, Cenâb-ı Hak, yüksek ve kudsî peygamberlik vazifesiyle memur edeceği Resûlünü, böylece en güzel şekilde büyütüyor ve en mükemmel sûrette terbiye ediyordu.

 

Baba Kabrini Ziyaret

 

Kâinatın Efendisi, altı yaşında... Bu sırada Hz. Amine'nin içine Medine'yi ziyaret arzusu doğdu. Maksadı Abdülmuttalib'in annesi tarafından kendilerine dayı gelen Adiyy bin Neccaroğullarını görmek, hem de orada medfûn bulunan bahtiyar kocasının kabrini ziyâret etmekti. Bu maksatla hazırlıklar yapıldı. Günü gelince Mekke'den biricik oğlu ve dadısı Ümmü Eymen'le birlikte hareket etti. Âmine'nin âlemi şen ve neşeli olması lâzım gelirken, bilâkis hüzünle kaplı idi. Sanki bir daha bu mukaddes beldeye ve bu Saâdet Güneşinin doğuşuna sahne olan mübârek eve kavuşamayacakmış gibi tekrar tekrar dönüp Mekke'ye bakıyordu. Mevsimin en sıcak günlerinde yaptıkları yorucu bir yolculuktan sonra Medine'ye vardılar. Efendimizin dayısı oğullarından Nabiga'nın evine indiler. Hz. Âmine, bu evin avlusunda bulunan aziz kocasının kabrinin başına gözyaşları içinde yıkılıverdi. Gözyaşları Abdullah'ının kabrinin toprağını bol bol suladı.Peygamber Efendimiz de, ilk defa ruhunda yetimliğin acısını bu manzara karşısında duydu. O da, muhterem pederinin kabrine damla damla gözyaşı serpti. Sanki bu damlalar Hz. Abdullah'a bir gül demeti yerine takdim ediliyordu.

 

Peygamberimiz, Yahudî Alimlerinin Dikkatini Çekiyor

 

Medine'de geçirdikleri tatlı günlerinin birinde, Peygamberimiz, dadısı Ümmü Eymen'le, kaldıkları evin kapısı önünde oturuyordu. Oradan geçen ruhânî kıyafetinde iki Yahudî, birden dikkatlerini onun üzerine diktiler. Peygamberimiz bu bakışlardan rahatsız olmuş gibi içeri girdi. Yahudîler geçip gitmediler ve Ümmü Eymen'e yaklaşarak sordular:

-"Bu çocuğun adı nedir?"

Ümmü Eymen, onları tanımıyordu. Art niyetli olabilirler ihtimâlini gözönünde bulundurarak,

-"Niçin soruyorsunuz?" dedi.

Adamlar itimad telkin eder şekilde konuştular.

-"Bizim tanıdığımız bir çocuğa benziyor da, onun için sorduk. Lütfen söyler misiniz, onun adı nedir?"

Ümmü Eymen, davranışlarından ve konuşmalarından pek korkulacak kimseler olmadığı kanaatına varınca,

-"Onun adı Ahmed'dir" dedi.

 

İki Yahudî bu cevap üzerine aradıklarını bulmuş gibi birbirlerine tebessümle bakıştılar. Sonra içlerinden biri Ümmü Eymen'e yalvardı:

-"Ne olur, onu buraya biraz çağırır mısın?"

Ümmü Eymen tekrar tereddüde kapıldı. Neden, niçin istiyorlardı? Fakat adam bu tereddüdü şu sözleriyle izâle etti:

-"Bizler," dedi, "iyilikten başka birşey düşünmeyen insanlarız. Kimseye zarar vermeyiz. Allah için onu seviyoruz ve senden çağırmanı istiyoruz." Ümmü Eymen, arzularını reddetmedi. İçeri girdi. Biraz sonra Peygamberimizle birlikte çıkıp geldi: Peygamberimizi görür görmez iki Yahudî de yerlere kadar eğildiler. Sonra da sevgi ve hürmet karışığı bir edâ içinde Efendimize yaklaştılar. Onu tepeden tırnağa süzdüler. Sonra sırtını açtılar, baktılar. Her ikisinin heyecan ve hayretleri gözlerinden okunuyordu. Birinin diğerine şöyle dediğini Ümmü Eymen duydu:  

-"İşte bu çocuk, bu ümmetin peygamberidir. Bu şehir de onun hicret edeceği yerdir. Bu memlekette çok şiddetli savaşlar, hicretler ve büyük işler olacaktır."  

 

Bu sözlerinden sonra ikisi de uzaklaşıp gittiler.Yine, rivâyete göre, Resûl-i Ekrem Efendimiz, yüzmeyi bu ziyâreti esnasında, Benî Neccar Kuyusu denilen suda öğrenmiştir.[79]

 

Hz. Âmine'nin Ebedî Aleme Göçü

 

Hz. Âmine, Kâinatın Efendisi oğluyla Medine'de bir ay kaldıktan sonra, Mekke'ye dönmeye karar verdi. Akrabalarıyla vedâlaşarak şehirden ayrıldılar.

 

Çöl Seccadesinde Üç Yolcu

 

Hz. Âmine, Şanlı Evlâdı ve Ümmü Eymen. Hepsinin de mânâ âleminde bir başkalık vardı. Aziz anne ve şerefli evladının ruhlarını ayrılık ve hasret rüzgârı dalga dalga dövüyordu. Henüz genç yaşta ve evliliklerinin ilk aylarında ebedî âleme yolcu ettiği kocasını hatırlayan Hz. Âmine'nin gözleri oluk oluk su akıtan bir pınarı andırıyordu. Peygamber Efendimiz de, aziz annesinin bu gözyaşlarına dayanamıyor, o da ışıl ışıl ağlıyordu. Damla damla akan gözyaşları, rahmet yağmuru gibi elbisesini ıslatıyordu.Henüz yolu yarılamışlardı ki, Hazret-i Âmine âniden rahatsızlandı. Peygamberimiz ve Ümmü Eymen'i bir telaş kapladı. Gittikçe şiddetini arttıran hastalık karşısında ne yapabilirlerdi? Ebvâ Köyü yakınlarında bir ağacın gölgesinde konaklamaktan başka ellerinde çare yoktu. Hazret-i Âmine'nin dizlerinden güç kuvvet çekilmişti ve kendisini tutamayarak âniden yere yıkılıverdi. Üstünü örttüler. Hz. Âmine, hastalığın şiddeti içinde ter döküyor, Sevgili Peygamberimiz ise, onu kaybedeceği ve annesiz kalacağı endişesi içinde gözyaşı akıtıyordu.

 

Sanki herşey kendileriyle birlikte lâl kesilmişti. Yerde ses yok, gökte sükût hâkimdi. Hz. Âmine yerde halsiz bir şekilde yatıyordu. Bir ara, Peygamberimiz kendini toparlayarak,

-"Nasılsın anneciğim" diye sordu. Gönlü şefkat hazinesi anne, biricik yavrusunun üzülmesini istemiyordu. Şiddetiyle kıvranıp durduğu hastalığının ağır olduğu hissini uyandırmamak için,

-"İyiyim canım oğlum, birşeyim yok" diye cevap verdi. Bu birkaç kelimelik konuşmadan sonra da kendinden geçti. Artık hastalık, konuşacak takati dudaklarından çekip almıştı. Bir ara,

-"Su" dediği işitildi. Yaydan fırlayan ok hızıyla Peygamber Efendimiz, aziz annesine suyu yetiştirdi. Hazret-i Âmine suyu içti. Su kabı ile birlikte ciğerparesinin yumuşacık ellerini de tuttu. Gözlerini açtı. Peygamber Efendimizin nur saçan sîmasına doya doya baktı ve ellerini bir anne şefkatiyle okşadı. Kâinatın Efendisi bir ara, annesini biraz doğrultup başını kucağına aldı. Gözlerinden akan mübârek yaşlar, annesinin omuzlarına Nisan yağmuru gibi düşüyordu. Hazret-i Âmine'nin ruh ve kalbinde feryadlar kopuyor, fırtınalar esiyordu. Kocasını kaybediş ıztırabına, şimdi de oğluyla vedâlaşma hasretini mi ekleyecekti? Bu dayanılmaz bir ıztırap, çekilmez bir dertti. Kendisini yakalayan hastalıktan daha çok bu ayrılık onu yakıp kavuruyordu. Ama ne yapabilirdi, bu İlâhî kaderin değişmez hükmüydü.

 

Hz.Âmine, kendisini yakalayan hastalıktan kurtulamayacağını artık anlamıştı. Son olarak, güneş gibi parlayan nur yavrusunun yüzüne ayrılık ve hasretin verdiği duygu içinde baktı, ellerini doya doya kokladı ve dilinden şu cümleler döküldü: "Ey dehşetli ölüm okundan Allah'ın yardım ve ihsanı ile yüz deve karşılığında kurtulan zâtın oğlu! Allah, seni aziz ve devamlı kılsın. Eğer rüyâda gördüklerim doğru ise, sen celâl ve bol ikrâm sahibi olan Allah tarafından Âdemoğullarına helâl ve haramı bildirmek üzere peygamber gönderileceksin.

-"Sen, ceddin İbrâhim'in teslimiyet ve dinini tamamlamak için gönderileceksin." Allah seni milletlerle birlikte devam edip gelen putlardan, put-perestlikten koruyacak ve alıkoyacaktır.

-"Her yaşayan ölür, her yeni eskir. Yaşlanan herkes zevâl bulur. Herşey fanidir, gider."

-"Evet, ben de öleceğim. Fakat ismim ebedî yâdedilecektir. Çünkü, ter temiz bir evlâd doğurmuş, arkamda hayırlı bir yâdedici bırakmış bulunuyorum." Acıklı ve âdetâ istikbalden haber veren bu sözlerinden sonra Hazret-i Âmine'nin gözleri kaydı ve ruhunu orada yüce Allah'a teslim etti. Yer, Mekke ile Medine arasında bulunan Ebvâ Köyü; tarih, Milâdî 576.

 

Hz. Âmine'nin Defni

 

Sevgili Peygamberimiz ile Ümmü Eymen donakalmışlardı. Âdetâ dilleri tutulmuştu. Konuşan sadece Kâinatın Efendisinin gözyaşlarıydı. Ümmü Eymen bir ara kendisini toparladı ve aziz yavrunun gözyaşlarını sildi.

 

Sonra da bağrına basarak teselliye çalıştı:

-"Üzülme, ağlama, canım Muhammedim," dedi.

-"İlâhî kadere karşı boynumuz kıldan incedir.  Can da Onun, mal da. Hepsi bize emânet. Emâneti nasıl vermişse, öyle de alır."

 

Sevgili Peygamberimiz derin bir iç çektikten sonra,

-"Ben de biliyorum. Onun hükmüne her zaman boyun eğerim. Fakat anne yüzü unutulmayacak bir yüzdür. O yüzü tekrar göremem diye üzülüyorum" dedi. Sonra da derhal kendini toparladı ve gözyaşlarını silerek Ümmü Eymen'e,

-"Haydi, o emâneti Sahibine teslim etti. Biz de onun na'şını toprağa teslim edelim, rahat etsin" dedi. Dünyanın en bahtiyar annesi Hazret-i Âmine'nin cesedini orada toprağın bağrına tevdi ettiler. Ruhu ise, Kâinatın Efendisini bağrından çıkardığı için, kimbilir, ne kadar yükseklerde meleklerle bayram ediyordu. Definden sonra Annesiz kalan Dürr-i Yetîmi Mekke'ye götürmek vazifesi dadısı Ümmü Eymen'e düştü. Ümmü Eymen, yol boyunca ona annesiz kaldığını hissettirmemek için elinden gelen gayreti gösterdi. Onu öz evladıymış gibi bağrına bastı ve teselliye çalıştı. Efendimiz de, âdetâ onu bir anne kabul ederek,

-"Anne, anne" diye çağırdı. Daha sonraları da her gördüğünde,

-"Annemden sonra annem" diyerek iltifatta bulunuyordu. Nur yüzlü Kâinatın Efendisi, artık babadan yetim, anneden öksüzdü. Fakat, onun hakiki muhafızı ve hâmîsi vardı. O Hafîz, onu ömrü boyunca kusursuz muhafazası ve eksiksiz murakabesi altında bulunduracak, her türlü tehlike ve sıkıntıdan kurtaracaktır.

 

:ô¨ë¨b Ï b¦àî©n í  Ú¤†¡v í ¤á Û a

 

"Rabbin seni yetim bulup da barındırmadı mı?"[80] âyet-i kerîme, Peygamber Efendimizin bu hâlini hatırlatır. Kâinatın Efendisi yıllar sonra, Hudeybiye Umresi sırasında, yine Ebvâ'dan geçecektir. Allah'ın izniyle annesinin kabrini ziyaret edip, elleriyle düzeltecektir. Sonra da teessüründen ağlayacaktır. Resûl-ü Ekrem Efendimiz hakkında,

-"Cennetlik bir kadınla evlenmek isteyen Ümmü Eymen'le evlensin" buyurduğu Ümmü Eymen'i daha sonra azâd ederek hürriyetine kavuşturmuştur. Birinci kocasının ölümünden sonra da onu Zeyd bin Hârise ile evlendirdi. Üsâme Hazretleri, işte bu evlilikten dünyaya geldi.

 

Onun mübârek gözlerinden tahassür gözyaşları akıttığını gören Sahabîler de ağlayacaklar ve

-"Yâ Resûlallah, niçin ağladınız?" diye soracaklardır.

Resûl-i Ekrem;

-"Annemin, benim hakkımdaki şefkat ve merhametini düşündüm de ağladım"[81] diye cevap verecektir.

 

Peygamberimiz Dedesi Abdülmuttalib'in Himâyesinde

 

Altı yaşında iken annesini kaybeden Peygamber Efendimizi yaşlı dedesi Abdülmuttalib himayesine aldı. Kureyş'in reisi Abdülmuttalib de nur-u Ahmedî'den nasibini almıştı. O nur kendisine çok üstün meziyet ve sıfatlar kazandırmıştı. Uzun boyu, büyükçe başı ve heybetli görünüşüne; parlak yüzü, tatlı sözü, utangaçlığı, nezaket ve üstün ahlâkı bir başka güzellik katmıştı. Sabırlı, akıllı, anlayışlı, mert ve cömertti. Yoksul insanların karınlarını doyurmaktan büyük zevk alırdı. Hatta bu cömertliğini, bu yardımseverliğini hayvanlardan bile esirgemezdi. Dağ başlarında aç susuz kalan kurdu, kuşu da düşünürdü. Cahiliye karanlıkları arasında aydınlık yoldan ayrılmayan bahtiyarlardan biri idi. Allah'a bağlı idi ve âhirete inanırdı. Verdiği sözü ne pahasına olursa olsun mutlaka yerine getirirdi. Nitekim, Cenâb-ı Hakka verdiği sözü yerine getirmek için, en çok sevdiği oğlu Abdullah'ı bıçağın altına yatırmaktan bile çekinmemişti. Kureyşliler müdahale etmeselerdi, onu kurban edecekti. Cahiliye devrinin çirkin âdetlerinden uzak durduğu gibi, başkalarını da bunları yapmaktan menederdi. O zamanın zalim bir âdeti olan kız çocuklarını diri diri toprağa gömmekten halkı sakındırırdı. Şaraptan, zinadan her zaman kaçınırdı. Bütün gücüyle Mekke'de zulme, haksızlığa meydan vermemeye çalışırdı. Misafir ağırlamaktan da büyük haz duyardı. Akrabalarıyla yakından ilgilenir, onlara şefkat ve merhamet gösterirdi. Bu büyük vasfı sebebiyle Kureyşliler onai

-"İkinci İbrahim" derlerdi.

 

Ramazan ayı girince Hirâ Mağarasında inzivâa çekilip ibadetle meşgul olurdu. Bunu ilk defa âdet eden de kendisi idi. Yaşlı dede aynı zamanda çocuk sevgisi, torun sevgisi nedir biliyordu. Hele torunu Kâinatın Efendisi gibi pırıl pırıl bir çocuk olunca, artık sevgisinin sözü mü olurdu? Gerçekten Abdülmuttalib, etrafa nur saçan torununu canı gibi seviyor, şefkatli kanatları arasında onu nazlı bir yavru gibi barındırıyordu. Onsuz hiç bir yere gitmek istemiyordu. Bu yaşında bile Peygamber Efendimizin davranışları kâmil bir insanın hareket ve davranışlarından farksızdı. Gittiği her yerde bu fevkalâde durumu herkes tarafından derhal fark ediliyordu. Hatta zaman zaman toplantılar ve sohbetlerde sorulan sorulara Abdülmuttalib, onunla istişâre ettikten sonra cevap veriyordu.

 

Dedesinin minderine sadece o otururdu

 

Kâbe duvarının gölgesinde hemen hemen her zaman Kureyş'in reisi Abdülmuttalib için bir minder serili bulunurdu. Çocuklarının hiçbiri bu minderin üstüne çıkmaz, babaları gelinceye kadar etrafında oturup beklerlerdi. Abdülmuttalib, çocuklarından hiç birini almazken, Peygamber Efendimizi kucaklayarak yan tarafına minderin üstüne oturturdu. Amcaları tutup onu minderin üstünden indirmek isterlerdi. Fakat, babaları buna mâni olur ve şöyle derdi:

-"Oğlumu serbest bırakın. Vallahi, ileride onun nâmı ve şânı büyük olacaktır." Sonra da muhterem torununu minderin üstüne, yan tarafına oturtur, eliyle sırtını okşayarak ona olan sonsuz sevgisini belirtirdi.

 

Abdülmuttalib uyurken Sevgili Peygamberimizden başkası onu uyandırma cesaretini gösteremezdi. Hususî odasına ondan başkası müsaadesiz giremezdi. Yaşlı dede; nur yüzlü torununu sofrada yanıbaşına, bazan da dizine oturtur, yemeğin en lezzetlisini ona yedirir ve o gelmeden yemeğe başlamaya müsaade etmezdi. Kâinatın Efendisini, dedesi bir gün kaybolan devesini aramaya gönderdi. Biraz gecikince, kayboldu endişesiyle büyük bir telâşa kapıldı. Üzüntüsü yüzünden okunuyordu. Derhal Kâbe'ye vararak ellerini yüce Mevlâ'ya açtı ve,

-"Allah'ım, Muhammed'imi bana geri lütfet!" diye dua etti. Az sonra Peygamber Efendimiz, deve ile birlikte çıkageldi. Dedesi, kendisini sevinçle kucakladı ve,

-"Biricik yavrum," dedi.

-"Senin için o kadar üzüldüm, o kadar feryad ettim ki, artık bundan sonra seni yanımdan asla ayırmayacağım ve yalnız başına bir yere göndermeyeceğim."

 

Hakikaten de Abdülmuttalib, vefatına kadar torununu bir gölge gibi takip etmekten geri durmadı. Seyf bin Zîyezen, Abdülmuttalib'e neler söyledi? Peygamber Efendimizi candan seven Abdülmuttalib hayatında sadece bir defa kısa bir süre ondan uzak kaldı. Yemen Hükümdarı Seyf bin Zîyezen, babasının ülkesini Habeşlilerden geri almış ve San'a'nın Gumdan şehrinde tahta oturmuştu. Arabistan'ın dört bir tarafından aşiret ve kabile reisleri onu tebrike geliyorlardı. Mekke'yi temsilen de Abdülmuttalib'in başkanlığında bir heyetin Gumdan'a gitmesi gerekiyordu. Böylece Mekke'den ayrılmakla ilk defa Abdülmuttalib peygamberimizden uzak kalıyordu.

 

Uzun bir yolculuktan sonra Gumdan'a varan Kureyş heyetini Seyf bin Zîyezen kabul etti. Abdülmuttalib hükümdardan izin alarak kendisinin üstün meziyetlerinden, babasının hayırlı bir hükümdar olduğundan bahsetti. Hangi heyet olduklarını belirtmek için de sözlerini şöyle bağladı:

-"Biz Allah'ın dokunulmaz kıldığı memleketin halkı, Beytullah'ın hizmetkârıyız." Bu konuşması hükümdarın dikkatini çektiğinden,

-"Ey tatlı dilli kişi, sen kimsin?" diye sordu. Abdülmuttalib,

-"Ben Hâşim'in oğlu Abdülmuttalib'im" dedi. Seyf, biraz daha dikkat kesildi. Sevinç ve heyecan karışımı bir sesle,

-"Demek sen kızkardeşimizin oğlusun" dedi. Abdülmuttalib,

-"Evet" diye karşılık verdi. Bunun üzerine Seyf, Abdülmuttalib'e daha yakın alâka gösterdi. Yanına yaklaşmasını istedi. Sonra da şöyle dedi:

-"Akraba olduğumuzu öğrendim. Ziyaretinizden de çok memnun oldum. Siz gece gündüz sohbet edilmeye, oturulup konuşulmaya, ayrılıp giderken de ikram olunmaya lâyık, şerefli ve değerli kimselersiniz." Abdülmuttalib bir yandan Nur Torununu düşünüyordu.

 

Ama, hükümdarın isteğini de geri çeviremezdi. Hükümdarın emriyle misafırler kalacakları yere götürüldüler. Yediler, içtiler. Abdülmuttalib ve arkadaşları bir ay müddetle sarayda kaldılar. Bu müddet zarfında âdetâ unutuldular. Ne hükümdarla görüşebildiler, ne de Mekke'ye dönmelerine izin verildi. Hükümdar misafirleri ancak bir ay sonra hatırlayabildi. Abdülmuttalib'i yanına çağırdı. Onunla sohbet etmek istiyordu. Abdülmuttalib yanına gelince,

-"Ey Abdülmuttalib," dedi, "sana bir sır emanet edeceğim. Bu sırrın seninle alâkalı olduğu kanaatını taşıyorum. Bu başkalarından gizlediğimiz, bir kitapta bulduğum çok büyük ve mühim bir haberdir."Abdülmuttalib meraklandı,

-"Nedir o?" diye sordu. Seyf sırrını açıkladı:

-"O, bu sıralarda dünyaya gelmiş olması muhtemel bir çocuğa âittir. O, sizin taraflarda, Tihâme bölgesinde doğacaktır. İki kürek kemiği arasında bir ben vardır. Babası ve annesi ölünce, onu dedesi ve amcası sırasıyla himâyeleri altına alacaktır. O, dostlarını ve yardımcılarını ağırlayacak, düşmanlarını zillete uğratacaktır. En şerefli yerleri fethedecek, Kıyâmet gününe kadar insanlara rehber ve önder olacaktır. Bâtıl dinleri ortadan kaldıracak, putperestliği yok edecek, Rahman olan Allah'a ibadet edecektir. Onun sözü müşkülleri halledecek, işi ise basiret ve adalet üzere olacaktır. Dâimâ iyiliği buyuracak, iyilik yapacak ve insanları kötülükten sakındıracaktır."

 

Merak ve heyecana kapılan Abdülmuttalib, hükümdarın biraz daha açıklama yapmasını ve sırrını biraz daha açmasını istiyordu.

-"Ey hükümdar! Ömrün uzun, saltanatın dâim ve şânın yüce olsun. O çocuk hakkında biraz daha açıklama yapar mısın?" dedi.

Hükümdar, diğer alâmet ve işaretleri saydıktan sonra,

-"Ey Abdülmuttalib," dedi.

-"Bütün bu işaretlere bakılırsa, bu çocuğun dedesi sen olmalısın."

Bu sözleri duyan Abdülmuttalib sevincinden derhal secdeye kapandı. Bu sefer merak ve şaşkınlık sırası Hükümdara gelmişti.

-"Ey Abdülmuttalib! Yoksa sen anlattıklarımdan bir şey mi sezdin?" diye sordu. Gönlüyle birlikte gözlerinin içi de gülen Abdülmuttalib anlattı:

-"Ey Hükümdar," dedi.

-"Benim Abdullah adında üzerinde titrediğim çok sevdiğim bir oğlum vardı. Onu kavmimizin eşrafından Vehb bin Abd-i Menâf'ın kızı Âmine ile evlendirmiştim.

 

Bir çocuk dünyaya geldi. Onun iki kürek kemiği arasında bir ben vardır. Saydığın alâmetlerin hepsini de üzerinde taşıyor. Babası ve annesi de vefat etti. Kendisi şimdi benim himâyemdedir.

-"Seyf kanaatinde yanılmamış olmanın sevinci içinde Abdülmuttalib'e," Çocuğunu çok iyi koru. Yahudîler ona düşmandırlar. Onların kendisine zarar vermesinden sakın. Fakat Allah, onun düşmanlarına imkân ve fırsat tanımıyacaktır. Benim eski kitaplarda bulup öğrendiğime göre, Yesrip [Medine] onun hicret yeri olacak ve orada çok yardım görecektir" dedi. Artık hem Hükümdar, hem de Abdülmuttalib büyük bir müşkülü halletmiş olmanın rahatlığı içindeydiler. Seyf bin Zîyezen âdeta kerametvâri, peygamberliğinden evvel Efendimizin nübüvvetini böylece haber veriyordu. Bir müddet sonra Hükümdar, Kureyş heyetini büyük ikrâm ve ihsanlarla Mekke'ye uğurladı. Abdülmuttalib'e verdiği hediyeler diğerlerinkinden çok daha fazlaydı. Uğurlarken de ona,

-"O çocuğun halinde olan değişiklikleri her yıl bana bildirmeni rica ederim" dedi. Ne var ki, Seyf bin Zîyezen Peygamberimiz hakkında dedesinden daha başka bir bilgi alamadan, henüz bu konuşmaların üzerinden bir sene bile geçmeden hayata gözlerini yumdu.  Heyetteki arkadaşları yolda Abdülmuttalib'e neden kendisine daha fazla ikram ve ihsan edildiğini sordular. O sadece,

-"Kıskanmayınız:.. Bunun elbette bir sebebi vardır" demekle yetindi. Bir aylık ayrılıktan sonra Mekke'ye varan Abdülmuttalib nur torununu hasretle kucaklayarak ayrılık acısını kavuşmanın lezzetiyle gidermeye çalıştı.[82]

 

Peygamber Efendimiz, "Rahmet" Vesilesi

 

Sevgili Peygamberimiz, henüz dedesi Abdülmuttalib'in himâyesinde bulunuyordu. Kuraklık yüzünden Mekke ve etrafı dehşetli bir sıkıntı ve kıtlık içinde kıvranıp duruyordu. Abdülmuttalib, büyüklüğünü anladığı torunu Efendimizi yanına alarak oğlu Ebû Tâlib ile birlikte Ebû Kubeys Dağına çıktı. Onların peşi sıra da Kureyşliler geliyordu. Abdülmuttalib yüzünü Kâbe'ye çevirdi ve Peygamber Efendimizi üç sefer gökyüzüne doğru kaldırarak,

-"Allah'ım! Bu çocuk hakkı için, bizi bereketli bir yağmur ile sevindir" diye yalvardı. Kâinatın Efendisinin yüzü suyu hürmetine yapılan duâ kabul oldu. Ânında yağmur damlalarıyla halkın ve Kureyş eşrafının sevinç gözyaşları birbirine karıştı. Bütün bu olup bitenler, dedenin torununa karşı içten sevgisi ve bağlılığını kat kat artırıyor, istikbalde büyük bir insan olacağı kanaatını kuvvetlendiriyordu. Bunun için de Nûr Torununa büyük bir ihtimam gösteriyordu.

 

Abdülmuttalib'in Vefâtı

 

Yaşı epeyce ilerlemiş bulunan Abdülmuttalib, bir gün âniden rahatsızlandı. Rahatsızlığı gittikçe şiddetini arttırıyordu. Artık bir başka âleme göçün yakında başlayacağın anlamıştı. Ancak görmesi gereken bir vazife vardı: Sevgili Peygamberimizi teslim edecek emniyet edilir bir kişiyi seçmek.Bunun için bütün oğullarını çağırttı. Aklına Ebû Leheb geldi. Fakat o kan kalbli merhametsizin biri idi.

-"Olmaz" deyiverdi içinden. Ya Abbas?  Hayır o da olamazdı. Çünkü, çoluk çocuğu çoktu. Ancak onlarla meşgul olabilirdi. Hamza olabilir miydi? Ona da razı olmadı. Zira, Hamza genç ve ava meraklı idi. Torunuyla gereği gibi ilgilenemezdi. Peki, ya Ebû Tâlib! İşte Nûr Torununun hâmisini bulmuştu. Gerçi Ebû Tâlib'in serveti azdı, ama merhameti ve şefkati boldu. Muhammed (a.s) himâyeye ancak o lâyık olabilirdi. Bununla beraber Abdülmuttalib, Peygamber Efendimizin de (a.s) görüşünü almayı ihmal etmedi:

-"Amcalarından hangisinin himâyesine girmek istersin?" diye sordu. Sevgili Peygamberimiz dedesinin sorusuna cevap olarak yerinden kalktı, gidip amcası Ebû Tâlib'in boynuna sarıldı. Böylece onun himâyesini kabul ettiğini ifade etmiş oluyordu. Abdülmuttalib de tercihinde isabet ettiğine sevindi.

Sonra Ebû Tâlib'e dönerek şöyle dedi:

-"Onu sana emânet ediyorum. O, İlâhi bir emânettir. Onu her şeye rağmen, canın ve başın pahasına da olsa koruyacağına dair bana açıkça söz ver ki, gözlerim arkada kalmadan gönlüm rahat etsin." Efendimizin kendisine karşı teveccühünden oldukça mütehassis olan Ebû Tâlib, gözleri dolu dolu babasına şu cevabı verdi: 

-"Sen hiç merak etme babacığım. Onu öz çocuklarıma, hatta kendi canıma bile tercih edeceğimden emin olabilirsin. Hayatta bulunduğum müddetçe ona hiç kimsenin zarar vermesine müsaade etmeyeceğime söz veriyorum." Oğlunun bu ifadeleri Abdülmuttalib'i fazlasıyla memnun etti. Gözleri sevinç gözyaşları ile doldu.Yakalandığı rahatsızlıktan kurtulamayan Abdülmuttalib, torununun neşesine, sevgisine, tebessümüne doyamadan gözlerini dünyaya seksen yaşını aşkın bir ihtiyar olarak kapadı.

 

Tarih: Miladî, 578. Fil Yılından sekiz sene sonra. Mekke çarşısı Abdülmuttalib'in vefatı dolayısıyla günlerce kapalı tutuldu. Kureyşliler, sevdikleri ve hürmet ettikleri bu zâtın ölümü dolayısıyla günlerce yas tuttular, cenazesini el üstünde dolaştırdılar. Sonra Hacûn Kabristanına, dedesi Kusay'ın yanına defnettiler. Sevgili Peygamberimiz, dedesini kaybetmekten derin üzüntü duydu. Çünkü bu hâdise, babasının ve annesinin de ebedî âleme göçünü hatırlatıyordu. Dedesinin cenazesi ve defni sırasında Peygamberimiz, gözyaşlarını tutamadı; bazen hıçkırarak, bazan da sessiz sedasız ağladı. Seneler sonra bir gün kendilerine, dedesinin ölümünü hatırlayıp hatırlamadığı sorulduğunda,

-"Evet, hatırlıyorum. Ben, o sırada sekiz yaşında bulunuyordum" cevabını verecekti. Peygamber Efendimizin saadetli ömrünün ilk sekiz senelik bölümü işte böyle acılarla, üzüntü ve kederle dolu geçmişti. Âdeta büyük ruhu ve rikkatli kalbi, tâ o yaşlardan itibaren istikbalde çekeceği meşakkat ve mihnetlere dayanmak için ıztırap ve sıkıntı teknesinde yoğruluyordu.

 

Peygamberimiz Amcası Ebû Tâlib'in Yanında

 

Peygamberimiz, dedesi tarafından kendisine koruyucu olarak tayin edilen amcası Ebû Tâlib'in himâyesindeydi artık. Ebû Tâlip son derece merhametli bir insandı. Fakat oldukça fakirdi. Mekke etrafında yayılan ve şehre getirilince sütünden faydalanılan birkaç devesinden başka bir mala ve mülke de sahip değildi. Âile efradı kalabalık olan Ebû Tâlip, haliyle geçim yönünden büyük bir sıkıntı içinde bulunuyordu.Bütün bunlara rağmen o, dürüstlüğü ve doğru yaşayışıyla Kureyşliler tarafından sevilir, sayılır ve hürmet edilirdi. Hz. Ali, babasının bu durumunu şu ifadelerle dile getirir:

-"Babam, Kureyş'in fakir, fakat ileri gelenlerinden şerefli biri idi. Halbuki, kendisinden evvel, böyle yoksul olduğu halde, kavminin ulu kişisi olmuş bir kimse gelmemiştir." Ebû Tâlip, yaşayışı bakımından da, Cahiliye devrinin kötülük ve çirkinliklerinden uzaktı. Kureyşli müşriklerin su gibi içtikleri içkiyi o, babası Abdülmuttalib gibi asla kullanmazdı. Ebû Tâlip, her hâliyle Kâinatın Efendisini himâye edecek evsafta bulunuyordu. Ebû Tâlip, aynı zamanda kardeşi Zübeyr'den kendisine geçen "Kâbe perdedârlığı" demek olan "Rifâde" ve "hacılara su içirme hizmeti" demek olan "Sikâfe" vazifelerini de yürütüyordu. Ne var ki, fazla masraf gerektiren bu vazifelerin altından dar bütçesiyle kalkamayacağını anlayınca, üç hac mevsiminden sonra bu görevleri kardeşi Hz. Abbas'a devretmek zorunda kaldı. "Sikâye" ve "Rifâde" hizmetleri Mekke'nin fethine kadar Hz. Abbas'ın elinde devam etti. Resûlullah Mekke'yi fethettikten sonra bu görevleri yine aynı elde bıraktı.

 

Ebû Tâlip de, babası gibi Sevgili Peygamberimize candan bağlıydı. Peygamberimizin yetişmesine son derece dikkat gösteriyordu. Yeğenini hiç yanından ayırmazdı. Gittiği yere onu da götürür, yanıbaşına oturtur ve bir arkadaş gibi kendisiyle sohbet eder, konuşurdu. Ebû Tâlib'in evinde onsuz sofraya oturulmazdı. Sofra hazırlandığında Peygamber Efendimiz görülmeyince,

-"Muhammed'im nerede, çağırın gelsin" derdi. Çünkü onun bulunduğu sofrada herkes doyarak kalkar ve yemek yine de artardı. Bulunmadığı sofralarda ise, çok kere sofradakiler doymadan yemekler bitiverirdi. Zaten Sevgili Peygamberimiz, tâ o zamandan beri az yiyordu. Sofrada son derece ciddi ve nimetlere hürmetkâr bir tavır içinde bulunurdu. Diğer çocuklar kurulur kurulmaz sofraya saldırırken o, büyükleri başlamadan lokmayı ağzına koymazdı. Hatta bazı kere amcası, çocuklardan rahatsız olmasın diye onun için ayrı sofra kurdururdu. Sevgili Efendimiz, büyüklüğünde olduğu gibi bu yaşlarda da açlıktan, susuzluktan şikâyet etmiyordu. Dadısı Ümmü Eymen bu hususiyetini şu ifadelerle dile getirir:

-"Resulullahın çocukluğunda ne açlıktan, ne de susuzluktan şikâyet ettiğini görmedim. Sabahleyin bir yudum Zemzem içerdi. Kendisine yemek yedirmek istediğimizde, 'İstemem, karnım tok' derdi." Peygamber Efendimiz neşe ve hayat dolu gözlerini sabahlan pırıl pırıl parlayan temiz bir yüzle açardı. 

 

Peygamberimiz amcasıyla yağmur duâsında Mekke ve havalisi şiddetli bir kuraklık ve kıtlık yılı yaşıyordu. Yağmurun damlası yoktu. Yerler kup kuru ve toprak susuzluktan parça parçaydı. Kureyşliler Ebû Tâlib'e başvurdular.

-"Ey Ebû Tâlip," dediler.

-"Kuraklık ve kıtlıktan çoluk çocuğumuz ölmeye, hayvanlarımız kırılmaya başladılar. Ne olur, bizim için yağmur duasına çıksan!" Ebû Tâlip teklifi reddetmedi. Ancak yalnız gidemezdi. Gitmek de istemezdi. Yanına yeğeni Nur Muhammed'i de almalıydı. Çünkü onun bereket ve ihsanlara vesile olduğunu bir çok hâdisede görmüş ve anlamıştı. Ebû Tâlip, yeğeni ile birlikte Kâbe'ye vardı. Sırtını bu kudsî mabede dayadı, ellerini Kâinat Sultanına açtı ve yalvarmaya başladı. Nur Muhammed (a.s) ise, Kâbe'nin örtüsüne yapışmış, bir parmağını da göğe doğru kaldırmıştı. Az sonra Rahman ve Rahim olan Allah'ın rahmet deryası coştu ve yağmur bardaktan boşalırcasına Mekke ve halkının üzerine döküldü. Kendilerini zorlukla evlerine atabildiler. Bir anda vadiler dolup taştı. Yüzler ve gözler sevinçle doldu. Evet, Hz. Muhammed (a.s), insanlığa maddî mânevî rahmet ve bereket getirmek, insanlığı ve dünyayı mes'ud etmek üzere vazifelendirilmişti. Daha çocukluğundan itibaren de bu ulvî ve büyük vazifenin sahibi bulunduğunun izlerini üzerinde taşıyordu.

Fatıma Hatunun Peygamberimize Sevgisi

 

Ebû Tâlib'in hanımı Fatıma Hatunun da Peygamber Efendimize olan sevgisi ve şefkati sonsuzdu. Onu öz evladı gibi seviyor, bakımına son derece dikkat ediyordu. Hatta, onu yedirip doyurmadan çocuklarına bakmıyor ve onlarla ilgilenmiyordu. Böylece Dürr-i Yetime, annesiz kalmış olmanın ıztırap ve hasretini hissettirmemeye çalışıyordu.

 

Sevgili Peygamberimiz de, Fatıma Hâtuna sevgi ve saygısında hiçbir zaman kusur etmiyordu. Ömrünün sonuna kadar da kendisine yapılan iyiliği unutmadı. Öyle ki, Fatıma Hâtun, vefât ettiğinde,

-"Bugün annem vefat etti" diyerek ona karşı olan sevgisini ifade etmişti. Sonra da gömleğini çıkararak ona kefen yapmış ve beraberinde kabre inerek bir müddet mezarında uzanmıştı.Resul-i Ekremin bu hareketi, Ashabının gözünden kaçmadı. Sebebini sorduklarında, şu cevabı verdi:

-"Ebû Tâlib'den sonra, bu kadıncağız kadar bana iyilik eden hiçbir kadın yoktur. Âhirette, Cennet elbiselerinden bir elbise giymesi için ona gömleğimi kefen yaptım. Kabre ısınması ve alışması için de oraya kendisiyle birlikte uzandım."

 

Kim tarafından olursa olsun, kendisine yapılan iyilikleri asla unutmayan ve o iyiliklerin altında kalmayıp, birkaç misliyle mukabele eden büyük Peygamber (a.s)... Resûl-i Ekremin bu yüksek hasletinin, bu müstesna sıfatının, insanların hidâyete ermesinde büyük tesiri olduğu hayat safhaları içinde görülecektir.

 

Peygamber Efendimizin Koyun Gütmesi

 

Resul-i Ekrem Efendimiz ömr-i saâdetlerinin onuncu yılı içinde bulunuyorlardı. Bu sırada, himâyesinde bulunduğu amcası Ebû Tâlib'in koyun ve keçilerini gütmek istediğini söyledi. Onu canı gibi seven amcası önce buna razı olmadı. Ancak Efendimizin şiddetli arzu ve ısrarı karşısında kabul etti. Fakat bu sefer zevcesi Fâtıma Hâtun bu isteğe şiddetle karşı koydu. Göz bebeklerinden daha çok kıymet verdikleri Kâinatın Efendisini yakıcı güneş altında bırakmaya gönülleri nasıl rıza gösterebilirdi? Fakat, Fahr-i Âlem Efendimiz bu arzusunda kararlı idi. Bunun için Fâtıma Hâtunu da ikna ve razı etti.

 

Efendimiz , sabahları koyun ve keçileri alarak vadilerde ve tepelerde dalaştırıp otlatmaya başladı. Böylece , hem geçim sıkıntısı içinde bulunan amcasına , hiç olamassa çoban tutma masrafından kurtarmak suretiyle yardımda bulunmuş, hemde yanlız başına yerleri ve gökleri derin derin tefekkür etme imkanı elde etmiş oluyordu. Kırda Cenab-ı Hakkın, her an tazendirdiği yer ve gök sayfalarındaki ulvî manzaraları seyrediyor, ruhu onlardan eşşiz bir zevk ve derin bir feyz alıyordu. Üzerine aldığı bu vazife onu aynı zamanda tefessüh etmiş, bozulmuş cemiyetin yalan, hile, dolandırıcılık ve rîya ile bulaşmış hayatlarından uzak kalma imkânına da kavuşturuyordu. Mübarek ömürlerinin bir senesini koyun gütmekle geçiren Efendimiz, nübüvvet vazifesi verildikten sonra Sahabîleriyle bir gün kıra çıkmışlardı. Merruzahran mevkiinde beraberce misvak ağacının yemişini topluyorlardı. Gönülleri kucaklayan tebessümleri arasında Sahabîlerine şöyle buyurdu:

-"Siz bu yabanî yemişlerin karalarını tercih ediniz. Çünkü, onun siyahı en lezzetlisidir."

Sahabîler merak ve hayret içinde,

-"Yâ Resulallah," dediler. "Bu yemişin iyisini kötüsünü çobanlar bilir. Siz de koyun güttünüz mü? "

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz yine ruhları okşayan tebessümleri arasında;

-"Hiçbir peygamber yoktur ki, koyun gütmemiş olsun" cevabını verdiler.

Ömür defterine tatlı bir hatıra olarak kaydedilen bu koyun gütme hâdisesini yine Resul-i Zişan Efendimiz bir gün şöyle yâd edecektir:

-"Musâ (a.s) peygamber olarak gönderildi, koyun güderdi. Davûd (a.s.) peygamber olarak gönderildi, koyun güderdi. Ben de peygamber olarak gönderildim. Ben de kendi âilemin koyunlarını Ciyad da [Mekke'nin alt tarafından bir yer] güderdim."[83]

 

Görülüyor ki, Kur'ân'da "En yüksek ahlâkın sahibi"[84] olarak tavsif edilen Resûlullah Efendimizin henüz on yaşlarındaki gayret ve himmeti dahi boş oturmayı hoş görmemiş ve başkasına yük olmayı uygun bulmamıştır. Şerh ve izahı ciltleri kaplayacak olan şu mübârek sözlerinde de bu bir senelik koyun gütme tecrübesinin eserini bulmak mümkündür:

 

ـ عن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]قالَ رسولُ اللّه #: كُلُّكُمْ رَاعٍ وَكُلُّكُمْ مَسْئُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ، فَا“مَامُ رَاعٍ وَمَسْئُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ، وَالرَّجُلُ رَاعٍ في أهْلِهِ، وَهُوَ مَسْئُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ، وَالمَرْأةُ في بَيْتِ زَوْجِهَا رَاعِيَةٌ، وَهِىَ مَسْئُولَةٌ عَنْ رَعِيَّتِهَا، وَالخَادِمُ في مَالِ سَيِّدِهِ رَاعٍ، وَهُوَ مَسْئُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ. قالَ: فَسَمِعْتُ هؤَُءِ مِنَ النَّبىِّ # وَأحْسِبُهُ قالَ: وَالرَّجُلُ في مَالِ أبِيهِ رَاعٍ، وَهُوَ مَسْئُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ.

 

 İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mes'ulsünüz. İmam çobandır ve sürüsünden mes'ûldür. Erkek ailesinin çobanıdır ve sürüsünden mes'uldür. Kadın, kocasının evinde çobandır, o da sürüsünden mes'ûldür. Hizmetçi, efendisinin malından sorumludur ve sürüsünden mes'ûldür."İbnu Ömer der ki: "Bunları Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan işitmiştim. Zannediyorum ki şöyle de demişti:"Kişi bâbasının malında çobandır, o da sürüsünden mes'ûldür."[85]

 

Eğlencelere Katılmaktan Alıkonması

 

Cenab-ı Hakkın hususî terbiyesi ve muhafazası altında ömür geçiren Kâinatın Efendisi Peygamberimiz, amcasının koyunlarını güttüğü sıralarda başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatmıştır:

-"Ben, Cahiliye Devri insanlarının işledikleri bir şeyi iki defa yapmaya teşebbüs ettimse de, Allah, beni o işten alıkoydu."

Bundan sonra Allah, beni peygamberlik vazifesiyle şereflendirinceye kadar hiçbir kötülüğe teşebbüs etmedim. Teşebbüs ettiğim şeye gelince:

-"Bir gece Kureyş'ten bir gençle Mekke'nin yukarı taraflarında kendi koyunlarımızı otlatıyorduk. Ben arkadaşıma, 'Koyunlarıma bakarsan, ben de diğer arkadaşlarım gibi Mekke'ye giderek gece eğlencelerine, gece masalları toplantılarına katılmak istiyorum' teklifinde bulundum." Arkadaşım, 'Olur, bakarım' dedi.

-"Bu maksatla Mekke'ye geldim. Şehrin ilk evinin yanına yaklaştığımda defler, düdük ve ıslıkların çalındığını duydum. 'Nedir bu?' diye sordum. 'Filanın oğlu, filanın kızıyla evlenmiş, onların düğünleri yapılıyor' dediler. Hemen oturup onları seyre başladım. Derken Allah, kulaklarımı tıkadı, uyuya kaldım ve ancak sabah güneşinin ışıklarıyla uyanabildim. Dönüp arkadaşımın yanına geldiğimde benden ne yaptığımı sordu. 'Hiçbir şey yapmadım' dedim ve sonra da başımdan geçeni olduğu gibi anlattım."

-"Bir başka gece, yine arkadaşıma aynı şekilde ricâ ettim. Ricâmı kabul etti. Yola çıkıp Mekke'ye geldiğimde, geçen sefer işittiklerimin aynısını yine işittim. Hemen orada çöküp yine seyre daldım. Derken Allah, yine kulaklarımı tıkadı. Vallahi, beni uykudan ancak güneşin sıcaklığı uyandırabildi. Uyanır uyanmaz arkadaşımın yanına vardım ve başımdan geçeni olduğu gibi anlattım. Bundan sonra Allah beni peygamberlik vazifesiyle şereflendirinceye kadar böyle şeylere teşebbüs etmedim."[86]

 

 

 

4 - Hz.Muhammed (as)'ın Göğsünün Yarılması

 

 

Kuşluk güneşinin her tarafa pırıl pırıl hayat saçtığı bir güzel bahar günüydü. Nur yüzlü Efendimiz süt kardeşi Abdullah'la beraber evlerine yakın çayırlıkta kuzularını otlatıyordu. Bir ağacın altında çimenden yem yeşil halının üzerine oturmuş, tatlı tatlı konuşuyorlardı. Bir müddet sonra da Abdullah ağacın serin gölgesinde uykuya daldı. Kâinatın Efendisi ise, oturduğu yerden kâinatı kuşatan eşsiz güzelliklerin Yaratıcısını düşünmeye koyuldu. Bu sırada kuzular yayıla yayıla epeyce uzaklaşmışlardı. onları geri çevirmek için Peygamberimiz, Abdullah'ın yanından ayrıldı. Bir müddet gittikten sonra, karşısına beyaz elbiseli iki kişinin çıktığını gördü. İkisi de güler yüzlü ve sevimli idiler. Birinin elinde içi karla dolu altın bir tas vardı. Nur yüzlü Efendimizin yanına usulca yaklaştılar. Onu tutup İlâhî bir halı gibi duran yem yeşil çimenlerin üzerine uzattılar. Efendimizde ne ses, ne seda, ne de telâş vardı. Bu güler yüzlü, bu temiz sîmalı ve bu sevimli insanların kendisine kötülük yapmayacağını biliyordu. Ağacın serin gölgesinde uyumakta olan Abdullah bu sırada uyandı. Manzarayı görünce olanca hızıyla telâşlı telâşlı eve vardı. Gördüğü manzarayı anne ve babasına anlattı. Heyecan ve telâşlarından, evlerinden nasıl çıktıklarının farkında bile olmayan Halîme ile kocası, bir anda Peygamberimizin yanına vardılar.

 

Fakat, Abdullah'ın anlattıklarından eser yoktu. Ortalıkta kimseler görünmüyordu. Zira, gelenler memur edildikleri vazifelerini bir anda bitirip, gözden kaybolmuşlardı. Sadece ayakta duran Kâinatın Efendisinin benzi uçuktu ve hafiften gülümsüyordu. Fazlasıyla telâşa kapılan Halîme ve kocası;

-"Ne oldu sana yavrucuğum?" diye sordular.

Kâinatın Efendisi şunları anlattı:

-"Yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi karla dolu bir tas vardı. Beni tuttular, göğsümü yardılar. Kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan pıhtısı çıkarıp bir yana attılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizledikten sonra ayrılıp gittiler."

 

Aradan yıllar geçecek, kendilerine peygamberlik vazifesi verilecekti. Birgün Sahabîlerden bazıları;

-"Yâ Resulallah, bize kendinizden bahseder misiniz?" diyecekler;

Resûlullah da:

-"Ben babam İbrâhim'in duâsıyım. Kardeşim İsâ'nın müjdesiyim. Annemin ise rüyâsıyım. O, bana hâmile iken Şam saraylarını aydınlatan bir nurun kendisinden çıktığını görmüştü" dedikten sonra, bahsi geçen hâdiseyi de şöyle anlatacaktır:

-"Ben, Sa'd bin Bekroğulları yanında emzirilip büyütüldüm. Birgün süt kardeşimle birlikte evlerimizin arkasında kuzuları otlatıyorduk. O sırada yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi karla dolu bir altın tas vardı. Beni tuttular, göğsümü yardılar. Kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan parçası çıkarıp bir yana attılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizlediler."[87]

 

Bu hâdise ile Peygamber Efendimizin mübârek kalbi, İlâhî bir nur ve Cenâb-ı Hak tarafından bir sekînet ve bir ruh ile genişletilmiş oluyordu. Aynı zamanda Resûlullah Efendimizin nefsi o yaşından itibaren kudsî duygular ve İlâhî nurlar ile te'yid edilerek, her türlü vesvese ve şüpheden temiz hale getiriliyordu. Burada şunu da hatırlatmak gerekir ki, kalb sadece çam kozalağı gibi bir et parçası olarak düşünülmemelidir. O, bir lâtife-i Rabbaniyedir.

 

Meseleye ışık tutması bakımından Bediüzzaman Hazretlerinin kalb ile ilgili şu açıklamasını da nazarlara arzetmekte fayda vardır:

-"Kalbden maksad, sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir lâtife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı, vicdan; ma'kes-i efkârı, dimağdır. Binâenaleyh, o lâtife-i Rabbaniyeyi tazammun eden o et parçasına kalb tabirinde şöyle bir letâfet çıkıyor ki; o lâtife-i Rabbaniyenin insanın mâneviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin cesede yaptığı hizmet gibidir. Evet, nasıl ki, bütün aktar-ı bedene mâü'l-hayatı neşreden o cism-i sanev berî, bir makine-i hayattır; ve maddî hayat onun işlemesiyle kaimdir; sekteye uğradığı zaman cesed de sukuta uğrar. Kezâlik o lâtife-i Rabbaniyye a'mâl ve ahvâl ile canlandırır, ışıklandırır; nur-u îmânın sönmesiyle mahiyeti, meyyit-i gayr-ı müteharrik gibi bir heykelden ibaret kalır." 

 

Anlaşılan odur ki, maddî kalbin îmân, ilim, hikmet, şefkat gibi mâneviyat ile yakın alakası vardır. Aynı şekilde, maddî temizliğin de mânevî temizlik ile münasebeti mevcuttur. Bu itibarla Resûl-i Ekrem Efendimizin maddî kalbinin yıkanıp temizlendikten sonra ilim, hikmet, İlâhî nur ve feyizlerle doldurulmasını akıldan uzak görmemek lâzımdır.[88]

 

İnşirâh; açılmak, genişlemek, sevinmek manalarına gelir. Kur’an-ı Kerim’de:

 

ágggggggggggî©y £ŠÛa ¡å¨à¤y £ŠÛa ¡é¨£ÜÛa ¡ággggggggggg¤¡2

Bismillâhirrahmânirrahîm

el-İNŞİRÂH

 

 = Ú ‰¤† •  Ù Û ¤€ Š¤' ã ¤á Û a

“Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi?”

 = Ú ‰¤‹¡ë  Ù¤ä Ç b ä¤È ™ ë ë

“Yükünü senden alıp atmadık mı?”

 = Ú Š¤è Ã  œ Ô¤ã a ô¬©ˆ £Û a

“O senin belini büken yükü .”

 6 Ú Š¤×¡‡  Ù Û b ä¤È Ï ‰ ë

“Senin şânını ve ününü yüceltmedik mi?”

 a=¦Š¤¢í ¡Š¤¢È¤Ûa  É ß  £æ¡b Ï

“Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır.”

 a6¦Š¤¢í ¡Š¤¢È¤Ûa  É ß  £æ¡a

“Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.”

 =¤k –¤ãb Ï  o¤Ë Š Ï a ‡¡b Ï

“Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul,”

 ¤k Ë¤‰b Ï  Ù¡£2 ‰ ó¨Û¡a ë

“Yalnız Rabbine yönel.”[89]

 

Sûrede Peygamberimizin, çocukluğunda risalete hazırlamak üzere kalbinin açılıp arıtılmasından söz edilmektedir.

 

İşte bu yönlerden Hz. Peygamber henüz çocukluğundan itibâren davet faâliyeti için hazırlanıyordu. Yalnız kendisi henüz o sıralarda ileride peygamber olacağı konusunda hiç bir bilgiye sahip olmadığından, bu hazırlanma O'nun bizzat iradesi ile ve bilerek olmayıp, Cenâb-i Hakkın yönlendirmesi, kontrol ve murâkabe altında tutması şeklinde cereyan ediyordu. Peygamber Efendimizin süt annesi Halimenin yanında iken vukû bulan "Göğsünün yarılması" (Serhu's-Sadr veya Sakku's-Sadr) olayını da yine davete hazırlık olarak değerlendirmek gerekir. Bu olayda Hz. Peygamberin göğsü, görevli iki melek tarafından yarılmış, kalbi çıkarılarak Şeytanın ve nefsin tasallut ve saptırmasından arındırılmış ve Zemzemle yıkanarak tekrar yerine konulmuştur. Böylece Hz. Peygamber, rûhen davete hazırlanmış oluyordu.[90]

 

 

 

5 - Rahip Bahira

 

 

Abdulmuttalib'in malları hayatının son döneminde oldukça azalmıştı, ölümünden sonra oğullarına sadece çok küçük bir miras bırakmıştı. Oğullarından bazıları, özellikle Ebu Leheb olarak tanınan Abdu'l Uzza, kendiliklerinden zengin olmuşlardı. Fakat Ebu Talib fakirdi. Bu nedenle yeğeni kendisini, yaşamını kazanmak için elinden geleni yapmaya zorunlu hissediyordu. Yaşamını keçi ve koyunlara çobanlık ederek kazanıyordu ve gün geçtikçe Mekke'nin üstündeki tepelerde veya ötesindeki ovalarda yalnız geçirdiği günler artıyordu. Buna rağmen amcası onu bazen beraberinde yolculuğa götürüyordu. Bunlardan birinde, Muhammed (as) dokuz, bir görüşe göre de on iki yaşındayken bir ticaret kervanıyla Suriye'ye kadar gitti.

 

Busra'da, Mekke kervanının her zamanki konak yerlerinden birinde, içinde nesilden nesile bir Hıristiyan rahibin yaşadığı bir hücre vardı. Biri öldüğünde, diğeri onun yerini alıyor ve eski el yazmalarını da içeren manastırdaki bütün eşyaya varis oluyordu. Bu el yazmalarından birinde Araplara bir peygamber geleceği kayıtlıydı. Manastırda yaşayan Rahip Bahira bu kitapların hepsinden haberdardı. Bu konuyla ilgilenmesinin asıl sebebi ise Varaka gibi onun da peygamberin kendi yaşam süresi içinde geleceğine inanmasıydı.

 

Bahira, Mekke kervanının manastırdan pek uzak olmayan konak yerinde konakladığını bir çok defa görmüştü. Fakat bu sefer daha önce hiç karşılaşmadığı bir şeyle karşılaştı ve dona kaldı: alçak ve küçük bir bulut onların üstünde yavaş yavaş ilerliyor ve sürekli yolculardan bir veya ikisi ile güneşin arasında yer alıyordu. Büyük bir ilgiyle onların yaklaşmasını izledi. Birden ilgisi şaşkınlığa dönüştü. Çünkü konakladıkları anda bulut hareket etmeyi durdurdu ve altında gölgelendikleri ağacın üstünde sabit olarak kaldı. Ağaç ise dallarını aşağıya indirerek onların iki kat gölgede olmalarını sağlıyordu. Bahira böyle bir mucizenin önemli olduğunu biliyordu. Sadece yüce bir şahsiyetin varlığı bu olayı açıklayabilirdi ve aniden beklenen peygamber aklına geldi.

 

Manastıra kısa bir süre önce büyük miktarda yiyecek gelmişti, elindekilerin hepsini birleştirerek kervana şöyle bir haber gönderdi:

-"Ey Kureyşliler! Sizin için yiyecekler hazırladım ve buraya gelmenizi istiyorum. Yaşlı-genç, köle-hür hepinizi davet ediyorum."

 

Bunun üzerine hepsi manastıra geldiler, fakat Bahira'nın tembihlerine rağmen Muhammed (as)'ı develerin ve yüklerin yanında gözcü olarak bıraktılar. Bahira oradakiler içinde kitapta tarif edilene benzer bir yüz göremeyince eksikliği fark etti.

-"Ey Kureyşliler! Geride kimse kalmadığından emin misiniz?" diye sordu.

-"Başka kimse kalmadı" dediler,

-"Sadece en küçüğümüz olan bir erkek çocuk kaldı" Bahira,

-"Ona öyle davranmayın, onu da çağırın; bizimle beraber yemekte bulunsun" dedi. Sonra çocuğu yemeğe çağırdılar.

 

Çocuğun yüzüne bir kez bakmak Bahira için bu mucizeleri açıklamaya yetti. Yemek boyunca onu dikkatle incelediğinde yüz ve vücut özelliklerinin kendi kitabında anlatılanlara ne denli yakın olduğunu gözledi. Yemekten sonra rahip bu genç misafirin yanına gitti ve ona yaşam şekli, uykuları ve genel konulardaki tavırlarıyla ilgili bazı şeyler sordu. Çocuk ona bu konularda ayrıntılı cevaplar verdi; çünkü adam saygıdeğerdi, sorular ise saygılı ve hürmetkarca soruluyordu. Hatta rahip sırtına bakmak istediğinde, gömleğini sıyırmakta tereddüt etmedi.

 

Bahira zaten kesinlikle onun peygamber olduğu kanaatindeydi. Bir de sırtındaki iki kürek kemiği arasında, kitabında anlatılan yerde peygamberlik mührünü görünce tüm şüpheleri silindi. Bahira Ebu Talib'e döndü ve

-"Bu çocukla akrabalık dereceniz nedir?" diye sordu. Ebu Talib,

-"Oğlumdur" dedi. Rahip,

-"Oğlunuz değil, bu çocuğun babası sağ olamaz" dedi. Ebu Talib,

-"Kardeşimin oğludur" dedi.

-"Peki babasına ne oldu?" dedi rahip. Öteki,

-"Daha annesi ona hamileyken öldü" dedi.

-"İşte bu doğru" dedi Bahira,

-"Kardeşinin oğlunu ülkene geri götür ve onu Yahudilerden koru. Çünkü benim bildiğimi onlar da bilirler ve görürlerse ona kötülük yaparlar. Kardeşinin oğlunun geleceğinde büyük şeyler gizli."[91]

 

 

 

6 - Hz.Muhammed (as)’ın Çalışma Hayatı

 

 

Mekkeliler öteden beri ticâretle uğraşırlardı. Ticâretle uğraşmayanlar bir şeye sâhip olamazlar, darlık ve geçim sıkıntısından kendilerini kurtaramazlardı. Kureyş'in zengin ve îtibarlı âilelerinden olan Hz.Hatîce, bâzı kimselere sermaye verip onlarla ortaklık yapıyordu. Şam'a gidecek ticâret kervanıyla, O da mal göndermek istiyordu.

 

Ebû Tâlib de ticâretle uğraşanlardandı. Fakat, âile efrâdının çokluğu, kuraklık ve kıtlık yılları, Ebû Tâlib'in ticâret ve mâli imkânını zayıflatmıştı. Bu arada Peygamber Efendimiz'e;

-"Artık yetiştin, 25.yaşına bastın. Kendine bir ticârî iş seçmen lâzım. Kureyş, yakında ticâret maksadıyla Şam taraflarına bir kervan göndermek istiyor. Senin bu kervana katılman için bir yol var. İffet ve servetiyle meşhur muhterem dul kadın, Huveylit kızı Hatîce'yi tanırsın. O, her sene Kureyş'den biri vâsıtasıyla îcâbeden yerlere mal göndererek ticâret ettirir ve adamına hisse verir. Bu işe bu defa sen istekli çıkarsın. Senin temizliğin, doğruluğun ve ahlâkın herkesçe bilindiği için, umarım ki seni hemen kabul eder ve başkalarına tercih eder" demişti.

 

Arada ne oldu ise oldu. Olacak olan zuhûra geldi. Yüksek ahlaklı, ulvî karakterli kadın, Peygamberimiz'in muradını yerine getirdi. Kendisine birini göndererek, şu teklifte bulundu:

-"Kureyş kervanına katılıp Şam taraflarına ticâret için gidebileceğini tahmin ediyorum. Eğer râzı olup malımın başında bulunmağı kabul ederse, kendisine, başkalarına verdiğim ticâret payının iki mislini veririm."

 

Hz.Peygamberimiz, vâki teklîfi, amcası Ebû Tâlib'e haber verdi. Ebû Tâlib'in memnuniyeti büyüktü. Heyecanla mukâbele etti; "Bu, Allâh'ın sana ihsan ettiği bir rızıktır. Daha güzeli olmaz. Hemen kabul et." dedi.

 

Anlaştılar. Hz.Hatîce kölesi Meysere'yi de Peygamber Efendimiz'in emrine verdi ve şu tembihte bulundu:

-"Sana ne emrederse, hemen itaat edeceksin. Hiçbir re'yine aykırı iş görmeyeceksin. Bir dediğini iki etmeyeceksin."

 

Kervan yola çıktı. Râhip Bahîrâ'nın ibâdethânesinin önüne kadar geldiler. Ancak Bahîrâ ölmüş, yerini Nastûra isimli bir râhip almıştı. Bu da iyi bir adamdı. Kervanın yanına geldi. Meysere'yi daha önceden tanıyordu. Biraz konuştuktan sonra râhip Nastûra, Meysere'ye dönerek;

-"Bu zât, Âhirzaman Peygamberi olacaktır. Sakın Şam'a gitmeyiniz. Oradaki Yahûdîler sizi tanırlarsa muhakkak size zarar verirler. Ben O'nun getireceği dîne ve kendisine şimdiden îmân ediyorum. Ne olur! Şam'a gitmeyiniz. Alışverişinizi burada yapınız." dedi.

 

Alıcı da zuhûr ettiğinden mallarını Busrâ pazarınde çok kârlı bir şekilde satıp üç ay süren bir yolculuktan sonra Mekke'ye geri döndüler.

 

Hz.Hatîce birkaç kadınla konağının damından kervanın gelişini gözetleyip dururken, bir aralık, devesi üzerinde Peygamberimiz'i iki meleğin gölgelediğini hayretle görmüş ve bunu yanındaki kadınlara da göstermişti.

 

Öğle vakti, Hz.Peygamberimiz Mekke'ye girdi. Şam'dan getirdiği malları Hz.Hatîce'ye teslim etti. Hz.Hatîce, onları çok iyi bir kârla hemen sattı.[92]

 

 

 

7 - Ficar Harbi

 

 

Câhiliye döneminde müşrik Araplar arasında haram aylar dan birisinde yapılan savaşlar.

 

İslâm'da yasak olduğu gibi câhiliye döneminde de Müşrikler arasında haram aylarda savaş yapmak, kan dökmek, haksizlik ve kötülüklerde bulunmak yasaklanmış idi. Muharrem, Recep, Zilkâde ve Zilhicce aylarından olursan bu aylarda yasağın ihlâl edilmesi, büyük bir günâh ve suç sayılıyordu.

 

Bu telâkkiye rağmen cahiliyle döneminde zaman zaman haram ayların kutsiyeti çiğnenmiş, kanlı bazı savaşlar meydana gelmişti. İşte bu savaşlar, müşrikler tarafından, günâhın işlendiği savaşlar anlamını ifade etmek üzere "ficâr savaşları" diye adlandırılmıştır.

 

Arap tarihinde dört ficâr savaşı vukû bulmuştur

 

1–Ficâr savaşı, Gıfâr kabilesinden bir şahsın Ukâz Panayırı'nda ayaklarını uzatıp oturarak,

-"Arapların en şereflisi benim!" demesine kızan bir şahsın, kılıcıyla onun ayaklarını kesmesi üzerine İki tarafın adamları arasında cereyan etmiştir.

 

2- Ficâr savaşı, Kureyş'ten Benû Amir ile Kureyş'ten Benû Kinâne arasında meydana gelmiştir. Yine Ukâz Panâyırı'nda Benû Amir'den bir kadına Kinâne oğullarından bazı gençlerin sarkıntılık etmesi bu savaşa sebep olmuştur.

 

3- Ficâr savaşı ise, Kinâne oğullarından bir şahsın, Âmir oğullarından birisine olan borcunu zamanında vermediği gibi oyalama cihetine gidip ödemeye yanaşmaması sebebiyle bu İki kabile arasında ortaya çıkmıştır.

 

4- Ficâr savaşı ise, Kinâne oğullarının yanı sıra Kureyş ile Hevâzin'in Kaysı Aylân kabileleri arasında meydana gelmiştir. Hire hükümdarının çıkardığı bir kervana kılavuzluk ve muhafızlık etme konusunda aralarında ihtilâf ve husûmet çıkan Kinâne oğullarına mensup bir şahsın Kays-i Aylân'dan birisini öldürmesi bu savaşa sebep teşkil etmiştir. Kinâne oğullarının yanında Kureyş'in diğer sülâleleri de savaşa katılmış, bu arada Peygamber efendimiz de amcalarıyla birlikte bu savaşta bulunmuştur.

 

Ancak genellikle kabul edildiğine göre o sırada yirmi yaşında olup savaşabilecek güçte olmasına rağmen sadece savaş alanının gerisine düşen okları toplayıp amcasına vermekle yetinmiştir. Sonunda bu savaş, İki tarafın ölülerinin sayılıp ölüsü fazla olan tarafa fazlalık miktarınca diyet verilmesi kararı ile sulha bağlanarak neticelendirilmiştir.[93]

 

 

 

8 - Hılfu'l-Fudül

 

 

Hilfu'l-Fudûl: Zulme karşı İslâm öncesi Arapların yaptığı Hz. Peygamber'in de katıldığı antlaşma.

 

Bütün cahili toplumlar gibi İslam öncesi Arap toplumu da kuvvet sahibi zorbaların hâkim olduğu, zulüm ve haksızlığın kol gezdiği bir toplumdu. Fil olayının yirminci yılında Ficâr savaşı olarak adlandırılan kanlı kabile kavgalarından sonra Mekke'de hiçbir yabancı ve koruyucusuz kimsenin mal, can ve namus güvenliği kalmamıştı. İşler çığırından çıkmıştı. Yabancı tacirlerin malları alınır, parası ödenmezdi. Hac için gelenlerin hoşa giden kadın ve kızları zorla ellerinden alınır, kimsenin feryadına kulak asılmazdı.

 

Böyle bir ortamda Yemen Zebid kabilesinden bir adam Mekke'ye satmak için bir deve yük mal getirmişti. Mekke'nin ileri gelenlerinden As b. Vail, Zebidî'nin mallarını almış fakat parasını ödememişti. Zavallı Zebidî parasını almak için Mekke'nin güçlü ailelerine başvurdu ise de bir sonuç alamadı. Başvurduğu kimseler yardım etmek bir yana, aşağılayarak kovmuşlardı adamı.

 

Uğradığı zulümden bağrı yanan Zebidî, bir sabah Ebu Kubeys dağına çıkarak Kâbe çevresinde toplanan Mekke halkına, "ey Fihr halkı" hitabıyla uğradığı zulmü şiir biçiminde haykırdı. Bunun üzerine Hz. Peygamber'in amcası Zübeyr bir daha böyle olayların tekrarlanmasını engellemek düşüncesiyle girişimlerde bulundu. Kendisine katılan Hâşim, Muttalib, Zühre, Esed, Hâris ve Teymoğullarının ileri gelenleri ile birlikte Mekke'nin zengin ve saygı değer adamlarından Abdullah b. Cud'an'ın evinde toplandılar. Uzun görüşmelerden sonra Mekke'de hiçbir yabancı ve yerli kimsenin zulme uğramasına meydan verilmemesi, hakları alınıncaya kadar mazlumların yanında hareket edilmesi yolunda karar aldılar.

 

Yakubî'ye göre antlaşma şu şekilde gerçekleştirildi: Abdulmuttalib'in kızı Atike veya Beyda ortaya hazırladığı bir çanak koku koydu. Oradakiler birer birer ayağa kalkıp elini çanaktaki kokuya batırarak;

-"Vallahi, bundan böyle Mekke'de yerli olsun, yabancı olsun, zulme uğramış hiç bir kimse bırakmayacağız. Zulme meydan vermeyeceğiz. Mazlumlar zalimlerden haklarını alıncaya kadar mazlumlarla birlikte hareket edeceğiz. Denizlerin bir kıl parçasını ıslatacak suları kalmayıncaya, Hira ve Sebir dağları yerlerinden silinip gidinceye, Kâbe'ye istilam ibadeti ortadan kalkıncaya kadar bu ahdimizde sebat edeceğiz" diye and içtiler.

 

Bu antlaşma, daha önceki zamanlarda aynı amaçla Cürhüm ve Katura kabilesinde Fadl ve Hidayl adlı bir kaç kişinin yaptıkları antlaşmaya çok benzediği için onların adına izafe edilerek "Fadl'ların antlaşması" anlamındaki "Hıtfu'l-Fudûl" olarak adlandırılmıştır. Fudûl kelimesi "fazlalık şey" anlamına da gelmektedir. Bu antlaşmayı yapanlar zulmedenlere fazladan zulmen alınan mallarını geri vermek üzere yemin ettikleri için bu isimle anılmıştır da denilir.

 

Antlaşmaya katılanlar ilk iş olarak As b. Vail'in kapısı önüne dikilmiş ve ondan Zebidî'nin hakkını almışlardır. Daha sonra da benzeri olaylarda zulmün ortadan kaldırılması yolunda başarılı girişimleri olmuştur. Bunlara örnek olarak anılan iki olay şöyledir:

 

Has'am kabilesinden birisi kızı ile birlikte Hac için Mekke'ye gelir. Mekke'nin güçlü kişilerinden Nübeyh b. Haccac çok beğendiği kızı babasının elinden zorla alarak evine kapatır. Kızını kurtarmak için çırpınıp duran adama Hılfu'l-Fudûl'a başvurması tavsiye edilir. Adamın başvurusu üzerine hemen Nubeyh'in evi kuşatılır ve çaresiz kalan zalim, kızı babasına teslim eder.

 

Sumale kabilesinden bir tacir mallarını bir kısmını Mekke reislerinden Ubey b. Halef'e satar. Ancak Ubey üzerinde anlaştıkları bedeli tacire ödemez. Hılfu'l-Fudûl'a başvuran adama, "şimdi sen hemen Ubey'e git ve ona Fudulî'lerden geldiğini, ödemeyi derhal yapmazsa bizim gelişimizi beklemesini söyle" derler. Bu haber Ubey'e ulaşınca vakit geçirmeden adamın parasını öder.

 

"Fadl'lar Antlaşması"na, o zaman yirmi yaşlarında olan Rasul-i Ekrem (as) de katılmıştır. Ahmed b. Hanbel'in rivayetine göre Hazret-i Peygamber bu antlaşma hakkında şöyle demiştir: "Âbdullah b. Cud'an'ın evinde yapılan And'da ben de bulundum. Bence o and kırmızı tüylü bir deve sürüsüne malik olmaktan daha sevgilidir. O zaman Haşim, Zühre ve Teym Oğulları, deniz bir kıl parçasını ıslatacak kadar suya malik oldukça mazlumlarla birlikte bulunacaklarına and içmişlerdi. Ben ona İslâm devrinde bile çağrılsam icabet ederdim."[94]

 

Antlaşmaya katılanlar sonradan aralarına başka kimseleri alamadıkları için onların ölümüyle "hılfu'l-fudûl" son bulmuştur. Fakat fiilen devam etmese de yıllarca sonra bile hılfu'l-Fudûl'dan söz etmek zalimleri korkutmaya yetmiştir. Nitekim Muaviye'nin yönetimi döneminde Medine valisi Velid b. Utbe, bir meseleden dolayı kendisine zulmetmeye kalkışınca Hz. Hüseyin,

-"Vallahi, ya adalete riayet eder hakkımı verirsin, yahut kılıcımı sıyırarak Rasûlullah'ın Mescidi'nin kapısına dikilir halkı Hılfu'l-Fudûl'a davet ederim." diyerek onu tehdit etmiştir.

Bunu duyan Abdullah b. Zübeyr,

-"Vallahi, eğer Hüseyin böyle bir davette bulunacak olursa, ben de kılıcımı çeker, ona adalet üzerine hakkı verilinceye kadar onunla birlikte ayaklanırım, yahut hep ölürüz" demiş, buna daha başkaları da katılınca Velid çaresiz Hz. Hüseyin'e hakkını teslim etmiştir.

 

 

 

9- Hz.Muhammed (as)'ın Hz. Hatice ile Evlenmesi

 

 

Mekke'deki zengin tüccarlardan birisi bir kadındı -Esed kabilesinden Huveylid'in kızı Hatice. Aynı zamanda Hıristiyan olan Varaka'nın ve kardeşi Kuteyle'nin de kuzeni idi. O zamana dek iki kez evlenmişti ve ikinci kocasının ölümünden beri kendi adına ticaret yapacak bir adam görevlendirmeyi adet edinmişti. Bunlardan biri de artık Mekke'de el-Emin (güvenilir), şerefli olarak tanınan Muhammed (as)'dı. Bu şöhreti ise kendisine emanet edilen ticaret kervanlarının sahiplerinden yayılıyordu. Hatice, O'nu bir kölesini de yanına vererek ticaret kervanının başına getirdi. Gidip dönene kadar yanındaki köle bir çok mucizelere şahit olmuştu. Bunları Hatice'ye anlattı, Hatice de Kuzeni Varaka'ya. Varaka,

-"Eğer bu doğruysa, Hatice, Muhammed (as) kavmimize gönderilen peygamberdir. Uzun süreden beri bir peygamberin geleceğini biliyordum ve işte geldi."

 

Hz. Hatice, Hz. Muhammed (as)'e evlilik teklifi götürdü. Hz. Muhammed (as) maddi imkansızlığı ileri sürerek,

-"Ben böyle bir evliliği nasıl yapabilirim?" dedi.

Aracı Nuseyfe,

-"Orasını bana bırak!" deyince Hz. Muhammed (as) "O halde benden tarafı tamam" dedi. Gereken her şey yapıldı ve aralarında Hz. Muhammed (as)'ın yirmi dişi deve vermesi kararını aldılar.[95]

 

Peygamberimizin Çocukları

 

Peygamberimiz'in üçü erkek, dördü kız olmak üzere yedi evlâdı dünyâya gelmiştir. Erkek çocukları; Kâsım, Abdullah ve İbrâhim'dir. (Abdullah, Tayyip ve Tâhir diye de anılır.) Kız evlâtları; Zeynep, Rukiyye, Ümmü Gülsüm ve Fâtımatü'z-Zehrâ'dır. Hz.İbrâhim'den başka bütün çocukları Hz.Hatîce'den doğmuştur.

 

Peygamber Efendimiz'in dünyâya ilk gelen çocuğu Kâsım'dır. Bundan dolayı Peygamber Efendimiz, Ebû'l-Kâsım diye künyelenmiş ve Ebû'l-Kâsım diye anılmıştır. Kâsım ile Abdullah küçük yaşta vefât ettiler. Kızlarının hepsi büyüdü ve onları kendisi bizzat evlendirdi. En büyük kızı Zeyneb'i Ebû'l-As ile evlendirdi. Rukiyye ve Ümmü Gülsüm'ü amcası olan Ebû Leheb'in oğullarından Utbe ile Uteybe'ye vermişti. İslâmiyet’ten sonra Ebû Leheb ve karısı onları oğullarından boşattılar. Daha sonra, Peygamberimiz Rukiyye'yi Hz.Osman'a nikâhladı. O vefât edince Ümmü Gülsüm'ü nikâhladı. Bundan dolayı Hz.Osman'a iki nur sahibi mânâsına gelen "Zinnûreyn" denmiştir.

 

En küçük kızı ki, hakkında Seyyidetü'n-Nisâ (hanımların en hanımefendisi) buyrulan Hz.Fâtımatü'z-Zehrâ'yı da Hz.Ali ile evlendirdi. Peygamberimiz'in mübârek nesli, Ehli Beyt, O'nun soyundan gelmektedir. Hz.Fâtıma'dan başka bütün evlâtları Peygamber Efendimiz'den önce vefât ettiler.[96] (Rıdvânullâhi Teâlâ Aleyhim Ecmaîyn.)

 

 

 

10 - Kabe'nin Tamiri

 

 

Hz.İbrâhim, oğlu Hz.İsmâil ile birlikte yaptığı Kâbe'nin, yüzyıllardan beri devamlı yağmur ve sel sularına karşı koyan duvarları iyice yıpranmış, yıkılmağa yüz tutmuştu. Bir kadının sıçrattığı bir kıvılcım yüzünden Kâbe örtüsü ve kapısı yanmıştı. O sıralarda, Kâbe'nin içindeki kuyuda saklı bulunan, inci ve değişik mücevherlerle süslü altın geyik heykelleri hırsızlar tarafından çalınmıştı.

 

Kureyşliler, şüphe üzerine Huzza kabîlesinden Melih bin Ömeroğullarının âzatlı kölesi Düveyk'in, evinde yaptıkları aramada, çalınan heykelleri ele geçirdiler. Cezâ olarak da, Düveyk'in elini kestiler ve Kâbe'yi yeniden yapmağa, onarmağa karar verdiler. Habeş'de, Farslıların yaptıkları kiliseyi, Rum hükümdarının mimar Bakum'un îmar ve nezâretinde yeniden yaptırmak istemesi üzerine, Mısır'dan yola çıkarılan inşaat malzemesi yüklü vapur, Cidde sahiline çarparak parçalanmıştı. Geminin malzeme ve parçalarını sâhiplerinden satın alarak, mimar Bakum'la da anlaşıp Mekke'ye getirdiler. Hep beraber Kâbe'yi yıkıp, yeniden yapmağa başladılar.

 

Sıra mübârek Hacer-ül Esved taşını yerine koymağa gelince, Kureyş kabîleleri arasında sert bir tartışma ve çekişme başladı. Kabîle reisleri, kendilerinin daha asil, köklü ve şerefli kabîle olduklarını, binâenaleyh, bu mübârek taşı yerine koyma hakkının kendilerine âit olacağını iddiâ ediyor, çok hassâsiyet gösteriyorlardı. Bir kısım kabîle reisleri de, mübârek Hacer-ül Esved taşını yerine koyma mevzûunda çıkan ihtilaf üzerine, ellerini kan çanağına batırarak bu taşı kendilerinin koymaları için yemin etmişti. Artık kılıçlar çekilecek insanlar birbirini öldürecek, harp edilecek bir hava esmeğe başlamıştı.

 

 (Câhiliyet devrinde, Araplar bir meselenin üzerinde çok ciddiyetle hassasiyet gösterip hayat memat meselesi yaptılar mı, kabîle reisleri ellerini içinde kan olan bir çanağa batırır, ellerini kana bular, yemin ederlerdi. Dedikleri olmazsa, kılıçlar çekilir, adamlar öldürülür, harp ederlerdi. Ondan sonra, gâlip gelenin dediği olurdu.)

 

Bu arada, Ebû Ümeyye şöyle bir teklifte bulundu:

-"Sabahleyin Safâ kapısından ilk gelen zât, bu işte hakem olsun".

Bu teklifi yerinde buldular ve kabul ettiler.

 

Sabah Safâ kapısından ilk girenin Hz.Muhammed (as) olduğu görüldü. O'nu görünce herkes sevindi. Çünkü O, aralarında doğruluğun, dürüstlüğün, sadâkatın, hak ve adâletin mücessem bir timsâli idi. Herkes, O'nda gördükleri doğruluktan, dürüstlükten, mekârimi ahlâktan dolayı O'na;

-"Muhammed-ül Emin, (sâdık Muhammed, doğru Muhammed (as)" derlerdi. O'na durumu anlattılar.

-"Seni hakem kabul ettik yâ Ebe'l-Kâsım" dediler.

 

Allâh'ın sevgilisi gülümsedi,

-"Haydin bana bir elbise, bir örtü getirin" dedi.

 

Örtü geldi. Onu yaydı, serdi. Hacer-ül Esved'i örtünün üzerine koydu. Her kabîleden birer temsilci seçmelerini istedi. Seçtiler. Onlara, örtünün kenarlarından tutarak hep beraber yerine konmak üzere kaldırmalarını buyurdu. Kaldırdılar. Sonra da elleriyle Hacer'ül Esved'i örtünün içinden alıp yerine koydular.

 

Böylece, büyük bir ihtilafın önlenmiş olmasından, herkes memnun, herkes saadet ve itmi'nan içinde kaldı. Peygamber Efendimiz'in bu tatbikatı herkes tarafından son derece taktirle karşılandı.

 

Peygamber Efendimiz'in Kâbe'nin bu tâmirinde Kureyş'le birlikte çalıştığı, hatta bu yüzden omuzları taş taşıyarak yara olduğu, târihin rivâyetleri arasındadır. Kâbe'nin bu tâmiri sırasında, şöyle mühim bir hâdise vuku bulmuştu:

"Peygamber Efendimiz, amcası Abbas ile birlikte taş taşırken, Hz.Abbas O'na, ihrâmını çözerek omuzuna koymasını, bu suretle omuzunun incinmemesini söyledi. Peygamber Efendimiz de ihrâmını toplayarak omuzuna koymuştu. Vücudu açılınca birdenbire yere düşerek kendinden geçti. Bu halden ayılınca derhal ihrâmını almış ve bütün vücudunu örtmüştü. Sonra Ebû Tâlib bu işe merak etmiş ve hâdiseyi kendisinden sormuştu."

Hz. Muhammed (as) şu cevabı vermişti:

-"İhrâmımı toplayıp omuzuma koyduğum zaman vücudum açılınca şöyle bir ses duydum: «Yâ Muhammed! (as) âzânı setret. Sen Peygamber olacaksın, sana yakışmaz.»"

 

Peygamber Efendimiz'in gâipten duyduğu ilk ses bu idi. O sırada Peygamberimiz otuz beş yaşlarında idi.[97]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

- Okuma Parçası -

 

 

İman, Mümin ve Emin

 

 

İman: Güvenme, verilen bir habere kalpten inanma, haberi getireni tasdik etme; bir şeye tereddüde düşmeksizin inanma; Allah'a, ondan başka îlâh olmadığına, Hz. Muhammed (as)'ın Allah'ın kulu ve Resulü olduğuna, Allah'ın meleklerine, kitaplarına, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah tarafından yaratıldığına inanma.[98]

 

"İman" kelimesi; Arapça'da "if'al" vezninde olup, aslı "emn" kökünden gelir. Dillere göre, korkunun zıddı olan "emn-ü emân=emniyet, güven" manasında, "âmene" fiilinin mastarıdır. Kelimenin aslı "emn" de "emân" idi. Başına "elif" gelince, "e'mene" oldu; sonra arapça gramer kaidesine göre "imân" okundu. Kelimenin başındaki "hemze" Arap diline göre "ta'diye" için "geçişli" olursa, "eman vermek, emin kılmak" manasına gelir ki; "esmâüllah = Allah'ın isimleri"nden olan "Mümin" bu manadan alınmıştır. Sayrûret (olmak) için kullanılırsa, iman; "emin olma, kalbi güven ve sükûna kavuşturma" manasına gelir. Buna lisanımızda "inanma" denir.[99]

 

El-Mümin ismiyle bütün varlıklara güvence veren yüce Allah (cc), el-Emin ismiyle bütün insu-cinlere güvence veren Hz.Muhammed (as) ve aynı ismi Allah’a ve Resulüne inanan bütün müslümanlar da Mümin ismini alır ve taşırlar. Yüce Allah’ın Mümin ismiyle, Hz.Muhammed (as) Mümin sıfatıyla ve bütün Müslümanların Mümin simgesiyle anılmalarının tek sebebi, güvenilmek, itimat edilen, şerrinden emin olunan, şahsiyet ve şeref sahibi, kerem ve erdem sahibi anlamlarına da gelir. Dolayısıyla bir cahiliye hayatı yaşayan Efendimiz (as), zerre kadar cahiliyenin kiri ve pisi kendisine bulaşmamıştır ve kendisi de bunlara tenezzül etmemiştir.[100] 

 

El-Emin olarak anılan Efendimiz (as)’ın, cahiliye kırıntılarına bulaşmadan şerefle yaşaması, bize şunu gösteriyor ki; “şerefli olan bir insanın içinde şerefsizlik yoksa, şerefsizlerin şerefsizliğinin hiçbir şeyi, ona zarar vermez.”

 

O halde, cahiliye ve onun kiri, kişinin şerefli olmasına ve Allah yolunun yolcusu olmasına engel değildir. Ve soysuzların hüküm sürdüğü bir diyarda, soylu ve şerefli olmak, erdemli ve cömert olmak, mümin ve emin (güvenirli olmak) için engel ve mazeret olmaz.      

 

 

 

 

 

 

 


4.BÖLÜM

-Risaletten Hicrete Kadar Olan Dönem

1- İnziva ve ilk vahiy

2- İlk Müslümanlar

3- Vahyin kesilmesi

4- Gizli ibadet ve gizli buluşmalar Dar'ül-Erkam

5- Davetin açığa vurulması

6- Zulüm ve safhaları Dar'ün-Nedve

7- İslam'a düşmanlıkların sebepleri

8- Görüşmeler, uzlaşma teklifleri

9- Habeşistan'a hicret

10- Hamza (ra) ve Ömer (ra)'in Müslüman oluşları

11- Muhasara-Boykot

12- Hüzün yılı

13- Taife gidiş

14- İsra-Miraç olayı

15- Akabe biatları

16- Hicret öncüleri

    - Okuma Parçası

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

4.BÖLÜM

 

Risalet ve Nubuvvet

 

Araplar, Hz.İbrâhim'in yaydığı Hanif dînini, Tevhid dînini unutmuşlar, putlara, heykellere tapmağa başlamışlar ve mübârek Kâbe'nin içine ve üstüne putlar doldurmuşlardı. Burada toplanırlar, yerler, içerler, eğlenirler, şiirler söylerler, ticâretten bahsederlerdi. Aralarında kan davaları eksik olmazdı. Sadece Eşhûr-u Hurum'da (Muharrem, Recep, Zilkâde, Zilhicce aylarında) harp etmezler, keyiflerine bakarlar, sâir aylarda kıtal, cidal eksik olmazdı.

 

Araplar içinde bâzıları da vardı; putları terk etmiş, onlara kıymet vermez ve onları sevmezdi ki bunlar arasında Ebû Bekr'ini's-Sıddık, Varaka bin Nevfel, Kus bin Sâide, Ubeydullah bin Cahş, Osman bin Huveyriş vardı.

 

Varaka bin Nevfel, Tevrat ve İncil'i okurdu. Kus bin Sâide son peygamberin geleceği vaktin yaklaştığını haber verenlerdendi. Fesâhat ve belâğatı ile pek meşhur bir hatip olan Kus bin Sâide'nin, Sû'k-u Ukaz'da (Arapların her sene kurulan en büyük ve en kalabalık panayırı olan, Ukaz panayırında) bir kızıl deve üzerinde îrad ettiği meşhur hutbesini, Peygamber Efendimiz de gençliğinde dinlemiş ve o kadar beğenmişti ki uzaktan da olsa uzun uzun onu seyretmişti. O zamanlar kendisine henüz Nübüvvet gelmemişti.

 

Kus bin Sâide'nin okuduğu, o çok mânalı, veciz hutbenin metni şu idi:

"Ey İnsanlar!.. geliniz, dinleyiniz, belleyiniz, ibret alınız. Yaşayan ölür, ölen çeker gider. Olacak olur. Yağmur yağar, otlar biter, çocuklar doğar, anaların babaların yerini tutar, sonra hepsi mahvolup gider. Vukuatın ardı kesilmez, hemen hepsi birbirini tâkip eder. Kulaklarınızı açınız, dikkat ediniz. Gökte haber var, yerde ibret alacak şeyler var. Yeryüzü geniş bir döşeme, gökyüzü ise bir yüksek tavandır. Yıldızlar yürür, denizler durur. Gelen kalmaz, giden gelmez, acaba gittikleri yerlerden memnun kaldıkları için mi gelmiyorlar, yoksa orada bırakıldıkları için uykuya mı dalıyorlar. Yemin ederim; Allâh'ın indinde bir din vardır ki şimdi bulunduğunuz dinden daha doğrudur ve daha sevimlidir. Allâh'ın gelecek bir peygamberi vardır ki gelmesi pek yakın oldu, gölgesi başımızın üstündedir. O'na îman eden kimseye ne mutludur, O'na isyan ve muhâlefet eden kimseye de yazıklar olsun... Yazıklar olsun ömürleri gaflet içinde geçen kimselere.

 

Ey cemaat-i iyad!.. Hani ecdadımız ve babalarımız?, Hani taştan saraylar yapan A'd ve Semud kavimleri?, Hani dünyâ malına güvenerek kavmine; "Ben sizin rabbinizim" diyen Firavun ve Nemrud? Onlar size nisbetle daha zengin ve kuvvet bakımından da sizden daha kuvvetli değiller mi idi? Bu yer, onları değirmeninde öğüttü, toz etti dağıttı, kemikleri ile çürüyüp dağıldı. Evleri yıkılıp ıssız kaldı. Yerlerini yurtlarını şimdi köpekler şenlendiriyor. Sakın onlar gibi gaflet etmeyin, onların yolunda gitmeyin. Her şey fânidir, bâkî ancak Allah'tır ki birdir, şerîki ve nazîri yoktur. İbâdet edilecek ancak O'dur. Doğmamış ve doğurulmamıştır. Evvel gelip geçenlerde ibret alınacak çok şeyler vardır. Ölüm ırmağının girecek yerleri vardır ama çıkacak yerleri yoktur. Büyük küçük hep göçüp gidiyor. Giden geri gelmiyor. Anladım ki herkese olan şey bana da olacaktır."

 

Sû'k-u Ukaz'da bu alâmetleri sayan şahsın söylediklerinin aynen tecelli ettiğini düşündükçe, insanların arasında bâzı kimselerin küçümsenmemesini de idrâk etmek gerek.[101]

 

İmam-ı Buhari’den naklen:

 

ـ وعن أنسِ بنِ مالكٍ رضى اللّه عنهُ قال: بيْنا نَحْنُ جلوسٌ مَعَ النبيِّ  في المسْجِدِ إذْ دَخَلَ رجلٌ على جملٍ فأناخَه في المسجدِ ثم عَقَلَهُ. ثم قال: أيُّكُمْ محمدٌ؟ قلنا: هذا الرجلُ ا‘بيضُ المتكئُ.وللنسائى من رواية أبى هريرة: هذا ا‘مْغَرُ المُرْتَفِقُ. قال حمزة: »ا‘مْغَرُ: اَبْيَضُ المشرَّبُ بِحُمْرَةٍ« فقال: ابنُ عبدالمطلب، فقال النبىُّ #: قدْ أجَبْتُكَ. فقال: إنى سائِلُكَ فمشدّدٌ عليكَ في المسألةِ فَ تَجدْ علىّ في نفسِكَ. قال: سلْ عما بدالَكَ، فقال: أسْأَلُكَ بربِّك وربِّ مَنْ قبلك: آللّهُ أرسلك إلى النّاس كلِّهم؟ قال: اللّهم نعم. قال: أنْشُدُكَ باللّهِ تعالى: آللّهُ أمركَ أن تُصَلِّى الصّلواتِ الخمسَ في اليومِ والليلةِ. قال: اللّهم نعم. قَالَ: اَنْشُدك بِاللّهِ تَعالى.آللّهُ اَمَرَكَ اَنْ تَصُومَ هذا الشَّهْر مِن السَّنَةِ. قال اللَّهُمَّ نعم. قال: أنْشُدُكَ باللّهِ تعالى آللّهُ أمرَكَ أن تأخذَ هذهِ الصّدقةَ من أغنِيائِنَا فتَقْسِمَها على فقرائِنا. قال: اللّهم نعَم. قال: الرجُلُ: آمنتُ بمَا جِئتَ بِه، وأنَا رسولُ مَنْ ورائى من قومِى، وأنا ضِمامُ بنُ ثَعْلَبَةَ أخُو بنى سعد ابنِ بكرٍ[. أخرجه الخمسة، وهذا لفظ البخارى .وعند مسلم جاء رجلٌ فقال: يا مُحمّدُ أتَانَا رَسُولُك فزَعَمَ أنكَ تزْعم أنّ اللّهَ تعالى أرْسَلَكَ، قال: صدَقَ. قال: فَمَنْ خَلَقَ السّمَاءَ؟ قال: اللّهُ. قال: فَمَنْ خَلَقَ ا‘رْضَ؟ قالَ: اللّهُ. قال: فَمَنْ نَصَبَ هذهِ الجبالَ وجَعلَ فيها مَا جعَلَ؟ قال: اللّهُ. قال: فبالّذى خلقَ السّماء وَخَلَقَ ا‘رْضَ وَنَصَبَ الجِبَالَ آللّهُ أَرْسَلَكَ؟ قالَ: نَعَمْ. قالَ: وَزَعَمَ رسُولُك أنّ علينا خمسَ صلواتٍ في يومِنا وليلتِنا؟ قالَ صَدَقَ. قَالَ فَبِالَّذِى أَرْسَلَكَ آللّهُ تَعالى أمرَكَ بِهَذا؟، قَالَ: نَعَمْ ثُمّ ذََكَرَ الزّكَاةَ. ثمّ الصّيامَ. ثمّ الحجَّ كذلك. قال: والنبىُّ # يَقُولُ في كلِّ سؤالٍ صدَقَ، فَيَقُولُ: فبِالَّذِى أرسلَكَ آللّهُ أَمََرَكَ بهذا فَيَقُولُ نَعَمْ: ثمّ وَلّى وَقال: والَّذِى بََعَثَكَ بالحقِّ َ أزِيدُ علَيْهن وََ أنْقُصُ منهنّ، فقالَ النبيُّ #: لَئِنْ صَدَقَ لَيُدْخُلَنّ الجَنّةَ.

 

Enes İbnu Mâlik (radıyallahu anh) anlatıyor: Biz mescidde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'le birlikte otururken, devesine binmiş olarak bir adam girdi ve mescidin avlusuna devesini ıhıp bağladıktan sonra: "Muhammed hanginizdir?" diye sordu. Biz: "Dayanmakta olan şu beyaz kimse" diye gösterdik. -Nesâî'deki Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'ın rivayetinde: "Şu dayanmakta olan hafif kırmızıya çalan renkteki kimse" diye tasvîr mevcuttur.-Adam: "Ey Abdulmuttalib'in oğlu! diye seslendi.Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Buyur seni dinliyorum" dedi.Adam: "Sana birşeyler soracağım. Sorularımda aşırı gidebilirim, sakın bana darılmayasın" dedi.Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Haydi istediğini sor!"Adam: "Rabbin ve senden öncekilerin Rabbi adına soruyorum: Seni bütün insanlara peygamber olarak Allah mı gönderdi?"Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Kasem olsun evet!"

Adam: "Allahu Teâla adına soruyorum: Gece ve gündüz beş vakit namaz kılmanı sana Allah mı emretti?"

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Allah'a kasem olsun evet!"Adam: "Allah adına soruyorum, senenin şu ayında oruç tutmanı sana Allah mı emretti?Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Allah'a kasem olsun evet!"Adam: "Allahu Teâla adına soruyorum: Bu sadakayı zenginlerimizden alıp fakirlerimize dağıtmanı Allah mı sana emretti?"Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Allah'a kasem olsun evet!"Bu sorucevaptan sonra adam şunu söyledi: "Getirdiklerine inandım. Ben geride kalan kabîlemin elçisiyim. Adım: Dımâm İbnu Sa'lebe'dir. Benu Sa'd İbni Bekr'in kardeşiyim." (Bunu Beş Kitap rivayet etmiştir. Metin Buhârî'den alınmıştır).Müslim'in rivayetinde şöyle denir: "Bir adam geldi ve şöyle dedi: ÔBize senin gönderdiğin elçi geldi ve iddia etti ki sen Allah tarafından gönderildiğine inanmaktasın."Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Doğru söylemiş" dedi.Adam tekrar: "Öyleyse semayı kim yarattı?"Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Allah" dedi.Adam: "Peki bu dağları kim dikti ve içindekileri kim koydu?" dedi.Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Allah!" dedi.Adam: "Peki semayı yaratan, arzı yaratan ve dağları diken Zât adına söyler misin, seni peygamber olarak gönderen Allah mıdır?Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Evet!" dedi.Adam: "Elçin iddia ediyor ki biz gece ve gündüz beş vakit namaz kılmalıyız, bu doğru mudur?"Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Doğru söylemiştir!"Adam: "Seni gönderen adına doğru söyle. Bunu sana Allah mı emretti?"Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Evet!" dedi.

Adam sonra zekâtı, arkasından orucu, daha sonra da haccı zikretti ve bu şekilde sordu. Râvi der ki: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de her sualde "Doğru söylemiş" diye cevap veriyordu. Adam (son olarak) sordu: "Seni gönderen adına doğru söyle. Bunu sana Allah mı emretti?"Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Evet" dedi.Adam sonra geri döndü ve ayrılırken şunu söyledi: "Seni hakla gönderen Zât'a kasem olsun, bunlar üzerine hiç bir şey ilâve etmem, bunları eksiltmem de."Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Bu kimse sözünde durursa cennetliktir!" buyurdu."[102]

 

 

 

1-İnziva ve İlk Vahiy

 

Peygamberimize Gaibden Ses Gelmeye BaşlıyorKâinatın Efendisi otuz sekiz yaşına girince gaibden bazı sesler duymaya ve bazı taraflarda bir takım ışıklar görmeye başladı. Bazen de kendilerine gaibden "Yâ Muhammed!" diye nidâ ediliyordu. Fakat, Efendimiz bu garip seslerin ve parlayıp geçen ışıkların ne demek istediklerine henüz o sırada tam mânâsıyla vâkıf değildi. Bununla beraber, bu hâdiselerin mânâsız ve boşu boşuna cereyân etmediklerini biliyordu ve günlerini onları düşünmekle geçiriyordu. Zaman zaman da sadece muhtereme zevcesi Hatice-i Kübrâya bu sırları anlatır ve konuşurlardı. O anda yeryüzünde maddî hayatta tek teselli kaynağı Hazret-i Hatice Validemiz de Resûl-i Ekrem Efendimizi bir siyânet meleği gibi koruyor, konuşmaları ve sohbetleriyle onu teselliye çalışıyordu.Kâinatın Efendisinin bu hali tam bir sene devam etti.Sadık rüyâlarKâinatın Efendisi otuz dokuz yaşında iken "Sadık Rü'yâlar" devri başladı. Gündüzün meydana gelecek hâdiseler kendilerine geceden, uyku ile uyanıklık arasında bir hâl içinde gösteriliyor ve bildiriliyordu. Öyle ki; geceden gördüğü rü'yâlar, o gecenin sabahında şafak aydınlığı gibi berrak ve apaçık ortaya çıkıyordu. Peygamber Efendimizi, vahy almaya bir nevi hazırlama maksadına bemnî olan bu durum altı ay devam etti.[103]

 

Kâinatın Efendisi Hira'daSene milâdi 610. Kâinatın Efendisi kırk yaşında.Yıllardan beri devam edip gelen bir âdetleri vardı: Her senenin Ramazan ayını Hirâ Dağının tepesindeki mağarada tefekkür, ibâdet ve duâ ile geçirirdi.1 Hirâ Dağı, Resûl-i Ekrem Efendimizin evinin bulunduğu yerden takriben 5 km kadar uzaklıktadır. Mağara ise, dağın tam tepesindedir. Mağaranın üç tarafı ve kemeri yıkılmış, yığılmış kayalardan meydana gelmektedir. Başı kemere değmeksizin bir adamın içinde durabileceği kadar yükseklik ve uzunluktadır. Gariptir ki, mağaranın uzandığı cihet, kıble istikametidir. Giriş kapısı oldukça yüksekte, sadece bir deliktir. Buraya kayadan yapılmış birkaç basamakla çıkılarak varılır. [104]

 

Vahiy; Allah tarafından geldiğine dair kat'î bir bilgi ve itminan ile beraber, vasıtalı veya vasıtasız olarak peygamberlerin ruhunda (kalbinde) bulduğu bir bilgi ve marifettir.Peygamberler Allah'tan aldıkları hüküm ve hakikatları vahiy yoluyla alırlar. Peygamberlerin hepsi de Allah'ın vahyine muhatap olmuşlardır.

 

Vahyin de pek çok çeşitleri ve mertebeleri vardır:

Vahyin en yaygın şekli, vahiy meleği olan Cebrâil (as) vasıtasıyla peygamberlere İlâhî hükümlerin bildirilmesi, tebliğ edilmesidir. Kur'an'ın indirilişi böyle olmuştur. Cebrâil'in (as) vahyi getirmesinin de çeşitleri vardır. Melek, aslî hüviyeti ile peygambere görüneceği gibi, insan suretine girerek de gelir ve vahiy getirir. Bâzen da hiç görünmeden çan sesi veya arı vızıltısı gibi bir sesle gelir ve vahyi peygamberin kalbine bırakır.

 

Bâzen da Allah Teâlâ emir ve hükümlerini vasıtasız, doğrudan doğruya peygamberine söyler ve işittirir. Tûr dağında Mûsâ'nın (as) ve Mi'rac'da Peygamberimizin vahyi doğrudan doğruya Allah'tan almaları gibi. Buhari’den naklolunduğuna göre:

 

ـ عن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنها قالت: ]أوَّلُ مَا بُدِئَ بِهِ رَسُولُ اللّهِ # مِنَ الْوَحْىِ الرُّوْيَا الصَّالِحَةُ في النَّوْمِ، وَكَانَ َ يَرَى رُؤْيَا إَّ جَاءَتْ مِثْلَ فَلَقِ الصُّبْحِ، وَحُبِّبَ إلَيْهِ الْخََءُ فَكَانَ يَخْلُو بِغَارِ حِرَاءَ فَيَتَحَنَّثُ فيهِ ـ وَهُوَ التَّعَبُّدُ ـ اَللَّيَالِى ذَوَاتِ الْعَدَدِ قَبْلَ أنْ يَنْزِعَ إلى أهْلِهِ، وَيَتَزَوَّدُ لذلِكَ ثُمَّ يَرْجِعُ إلى خَدِيجَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنها. فَيَتَزَوَّدُ لِمِثْلِهَا، حَتّى جَاءَهُ الْحَقُّ وَهُوَ في غَارِ حِرَاءَ. فَجَاءَهُ الْمَلَكُ فَقالَ: اِقْرأْ. فقَالَ: مَا أنَا بِقَارِئٍ. قَالَ: فَأخَذَنِي فَغَطَّنِي حَتّى بَلَغَ مِنِّي الْجَهْدُ، ثُمَّ أرْسَلَنِى فَقَالَ: اِقْرأْ. فَقُلْتُ: لَسْتُ بِقَارِئٍ. فَغَطَّنِي الثَّانِيَةَ حَتّى بَلَغَ مِنِّي الْجَهْدُ. ثُمَّ أرْسَلَنِي فقَالَ: إقْرَأْ. فَقُلْتُ: مَا أنَا بِقَارِئٍ. فَأخَذَنِي فَغَطَّنِي الثَّالِثَةَ حَتّى بَلَغَ مِنِّي الْجَهْدُ. ثُمَّ أرْسَلَنِى فقَالَ: اِقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الّذِي خَلَقْ خَلَقَ ا“نْسَانَ مِنْ عَلَقٍ اِقْرَأْ وَرَبُّكَ ا‘كْرَمُ الّذِى عَلَّمَ بِالْقَلَمِ عَلّمَ ا“نْسَانَ مَا لَمْ يَعْلَمْ. فَرَجَعَ بِهَا رَسُولُ اللّه # يَرْجُفُ فُؤَادُهُ، فَدَخَلَ عَلى خَدِيجَةَ، فَقَالَ: زَمِّلُونِِي زَمِّلُونِي. فَزَمَّلُوهُ حَتَّى ذَهَبَ عَنْهُ الرَّوْعُ. فقَالَ لِخَدِيجَةَ، وَأخْبَرَهَا الْخَبَرَ وقَالَ: لَقَدْ خَشِيْتُ عَلى نَفْسِي. قَالَتْ لَهُ خَدِيجَةُ: كََّ فَوَاللّهِ مَا يُخْزِيكَ اللّهُ أبَداً، إنَّكَ لَتَصِلُ الرَّحِمَ، وَتَصْدُقُ الْحَدِيثَ، وَتَحْمِلُ الْكَلَّ، وَتُكْسِبُ الْمَعْدُومَ، وَتَقْرِي الضَّيْفَ، وَتُعِينُ عَلى نَوَائِبِ الْحَقِّ، ثُمَّ اَنْطَلَقَتْ بِهِ خَدِيجَةُ إلى وَرَقَةَ بْنِ نَوْفَلَ بْنِ أسَدِ ابْنِ عَبْدِالْعُزّى بْنُ قُصَيٍّ، وَهُوَ ابْنُ عَمَّ خَدِيجَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنها، وَكَانَ اِمْرَأَ قَدْ تَنَصَّرَ في الْجَاهِلِيّةِ، وَكَانَ يَكْتُبُ الْعِبْرَانِيَّ فَيَكْتُبُ مِنَ ا“نْجِيلِ بِالْعِبْرَانِيّةِ مَا شَاءَ اللّهُ أنْ يَكْتُبَ، وَكانَ شَيْخاً كَبِيراً قَدْ عَمَى. فقَالَتْ خَدِيجَةُ: يَا ابْنَ عَمِّ، اسْمَعْ مِنْ ابْنِ أخِيكَ مَا يَقُولُ، فقَالَ لَهُ وَرَقَةُ: يَا ابْنَ أخِى مَاذَا تَرَى؟ فَأخْبَرَهُ رَسُولُ اللّهِ # خَبَرَ مَا رَأى. فقَالَ لَهُ وَرَقَةُ: هذَا النَّامُوسُ الّذِي أُنْزِلَ عَلى مُوسى يَا لَيْتَنِي فِيهَا جَذَعاً، لَيْتَنِي أكُونُ حَيّاً إذْ يُخْرِجُكَ قَوْمُكَ. فقَالَ رَسُولُ اللّهِ #: أوْ مُخْرِجِيَّ هُمْ قَالَ: نَعَمْ لَمْ يَأتِ رَجُلٌ قَطُّ بِمِثْلِ مَا جِئْتَ بِهِ إَّ عُودِيَ، وَإنْ يُدْرِكْنِي يَوْمُكَ أنْصُرْكَ نَصْراً مُؤَزَّراً. ثُمَّ لَمْ يَنْشَبْ وَرَقَةُ أنْ تُوُفِّيَ وَفَتَرَ الْوَحْيُ.

 

Ümmü'l-Mü'minîn Âişe radiya'llâhu anhâ'dan:

Şöyle demiştir: Resûlu'llâh sâlla'llâhu aleyhi ve sellem'in ilk vahiy başlangıcı uykuda rü'yâ-yı saliha (yâni sâdıka) görmekle olmuştur. Hiçbir rü'yâ görmezdi ki sabah aydınlığı gibi vâzıh ve âşikâr zuhûr etmesin. Ondan sonra kalbine yalnızlık muhabbeti ilkâ olundu. Artık (Cebel-i) Hırâ'daki ğâr içinde halvet-güzîn olup orada ehlinin nezdine gelinceye kadar adedi muayyen günlerde tahannüs -ki teabbüd demektir.- Eder  ve yine azıklanıp giderdi. Sonra yine Hadîce nezdine avdet edip bir o kadar zaman için yine azık tedârik ederdi. Nihâyet Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem'e birgün Ğâr-ı Hırâ'da bulunduğu sırada (emr-i) Hak (yâni vahiy) geldi. Şöyle ki Ona Melek gelip

 

ªaŠÓa

 

yâni "Oku" dedi. O da "Ben okumak bilmem." cevâbını verdi. Zât-ı Akdesi Risâlet-Penâhî buyurur ki o zaman Melek beni alıp tâkatim kesilinceye kadar sıkıştırdı. Sonra beni bırakıp yine

 

ªaŠÓa

 

dedi. Ben de ona "Okumak bilmem." dedim. Yine beni alıp ikinci defa tâkatim kesilinceye kadar sıkıştırdı. Sonra beni bırakıp yine

 

ªaŠÓa

 

dedi. Ben de "Okumak bilmem." dedim. Nihâyet beni yine alıp üçüncü def'a sıkıştırdı. Sonra beni bırakıp:

 

  Ù¢£2 ‰ ë ¤a Š¤Ó¡a P 7§Õ Ü Ç ¤å¡ß  æb ¤ã¡üa  Õ Ü  P 7 Õ Ü  ô©ˆ £Ûa  Ù¡£2 ‰ ¡á¤b¡2 ¤a Š¤Ó¡a

=¡á Ü Ô¤Ûb¡2  á £Ü Ç ô©ˆ £Û a P =¢â Š¤× üa

 

dedi. Bunun üzerine Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem (kendisine vahyolunan) bu âyât-ı kerîmeyi bi't-telâkkî (korkudan) yüreği titreyerek döndü ve Hadîce binti Huveylid'in nezdine girerek "Beni sarıp örtünüz, beni sarıp örtünüz." dedi. Korkusu zâil oluncaya kadar vücûd-i mübârekini sarıp örttüler. Ondan sonra (Hazret-i Resûl salla'llâhu aleyhi ve sellem) vukû-ı hâli Hadîce'ye naklederek "Kendimden korktum." dedi. Hadîce radiya'llâhu anhâ: "Öyle deme, Allâh'a kasem ederim ki Allâhu (Zü'l-Celâl) hiç bir vakit seni utandırmaz (mahzûn etmez). Çünkü sen akrabâna bakarsın, işini görmekten âciz olanların ağırlığını yüklenirsin, fakîre verir, kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın, misâfiri ağırlarsın, Hak yolunda zuhûr eden havâdis ve mühimmâtda (halka) yardım edersin."

Bundan sonra Hadîce (radiya'llâhu anhâ) Hazret-i Resûl-i Ekrem'i (salla'llâhu aleyhi ve sellem) birlikte alıp ammizâdesi Veraka b. Nevfel b. Esed b. Abdü'l-Uzzâ'ya götürdü. Bu zât, zamân-ı Câhiliyyette dîn-i Nasrâniyyete dâhil olmuş bir kimse olup İbrânîce yazı bilir ve İncil'den meşiyyet-i İlâhiyye taallûk ettiği mikdârda öteberi yazardı. Veraka gözlerine amâ târî olmuş bir pîr-i fânî idi. Hadîce radiya'llâhu anhâ Veraka'ya: "Amûcam-oğlu, dinle de bak, kardeşinin oğlu ne söylüyor." dedi. Veraka: "Ne var kardeşimin oğlu?" diye sorunca Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem gördüğü şeyleri kendisine ihbâr etti.

Bunun üzerine Veraka dedi ki "Bu gördüğün, Allâhu Teâlâ'nın Mûsâ (salla'llâhu aleyhi ve sellem) ya tenzîl ettiği Nâmûs (-ı Ekber) dır. (Yâni Sâhib-i Sırr-ı Vahiydir.) Âh keşke senin davet günlerinde genç olaydım. Kavmin seni çıkaracakları zaman keşki ber-hayât olsam!". Bunun üzerine Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem: "Onlar beni çıkaracaklar mı ki?" diye sordu. O da: "Evet. (zîrâ) Senin gibi bir şey getirmiş (yâni vahiy tebliğ etmiş) bir kimse yoktur ki düşmanlığa uğramasın. Şâyet senin davet günlerine yetişirsem sana son derecede yardım ederim." cevâbını verdi. Ondan sonra çok geçmedi. Veraka vefât etti. (Ve o esnâda) Fetret-i vahiy vukû' buldu (yâni bir müddet için vahiy inkıtâa uğradı).[105]

 

 

 

2 - Vahyin Kesilmesi

 

 

Resûlullah Efendimiz, aradan çok zaman geçmeden, bir hâdise ile karşı karşıya geldi: İnkıta-ı Vahy hadisesi. Yâni vahyin kesilmesi... Sebebi (şöyle veya böyle) izah edilmiş olmakla beraber, beşeri aklımızla hikmetini tam kavrayamadığımız bu hâdise karşısında Peygamber Efendimizin tekrar büyük bir sıkıntı ve üzüntü duyduğu fark ediliyordu. Öyle ki, âdetâ dünya kendisine dar gelmekteydi ve bu dar dünyadan kurtulmak istemekteydi. Bu esnâda Cebrâil veya İsrafil (a.s.) teselli için birkaç sefer kendilerine görünmüşlerdir.[106]

 

Allah Resûlü tam kırk gün bu üzüntü ile karşı karşıya kaldı. Dünya, "Dârü'l-Hikmet" olması sebebiyle onda her şey şüphesiz hikmetle cereyan etmektedir. Aklımızın küçücük terazisiyle biz, bazen bu gibi hâdiselerin sebep ve hikmetlerini yakalarız, bazen de yakalamamız mümkün olmaz. Ama, sebep ve hikmetini bilmeyişimiz, elbette hâdiselerin hikmetsiz cereyan ettiklerine hiç bir zaman delil olmaz. Hele, peygamberlik gibi her şeyi hikmet kalemiyle programlanmış bir vazifenin içine elbette hikmetsizliğin girmesine imkân ve ihtimal yoktur. Bu yüzden, vahyin bir ara kesilmesi hâdisesi şüphesiz birçok sebep ve hikmetlere binaen cereyan etmiştir. Fakat, biz hikmetlerin künhüne vâkıf değiliz. Bununla birlikte meseleye çeşitli izah tarzı getirenler de vardır. Bu görüşleri şöylece hülâsa etmek mümkündür:

a) Allah Resûlü ilk vahiy karşısında fazla telâş duymuş ve ruhu âdeta vahyin ağırlığıyla sarsılmıştır. Bu durumda ruhunun ve sair latifelerinin biraz sükûn bulması ve daha sonra gelecek vahye hazırlanması için bu hâdise vuku bulmuştur.

b) Ruh-u Ahmed'in (a.s) ıztırap ve elemlere dayanmaya şimdiden alıştırılması.

c) Vahye, daha fazla iştiyak duymasını temin.[107]

 

Vahyin Tekrar Gelmeye Başlaması

 

Kırk günlük bir aradan sonra Peygamber Efendimize vahiy tekrar gelmeye başladı. Vahyin tekrar gelmeye başlaması hâdisesini bizzat kendileri şöyle anlatmışlardır: "Birgün giderken, âniden, gökyüzünde bir ses işittim. Başımı kaldırıp baktığımda Hîra'da bana gelen Meleği (Cebrâil) yerle gök arasında bir kürsü üzerinde oturmuş gördüm. Ürpererek yere çöktüm."Evime dönüp, 'Beni örtünüz, beni örtünüz' dedim. Bunun üzerine Yüce Allah şu âyeti indirdi:

 

Buhari’de naklolunduğuna göre vahyin kesilmesi müddetinin sona erdiğini sevgili Peygamberimiz şöyle anlatır:

 

“Ben bir gün yürürken, birden bire gökyüzü tarafından bir ses işittim. Başımı kaldırdım. Bir de baktım ki, Hira’da bana gelen melek  (Yani Cebrail Aleyhisselam) gök ile yer arasında bir kürsü üzerinde oturmuş, çok korktum, evime dönüp: ‘Beni örtün, beni örtün’ dedim. Bunun üzerine Allah (cc) şu ayetleri inzal etti:

 

 =¢Š¡£q £†¢à¤Ûa b è¢£í a ¬b í

 

“ Ey bürünüp sarınan (Resûlüm)!”

 

 =¤‰¡ˆ¤ã b Ï ¤á¢Ó

 

“Kalk, ve (insanları) uyar.”

 

 =¤Š¡£j Ø Ï  Ù £2 ‰ ë

 

“ Sadece Rabbini büyük tanı.”

 

 =¤Š¡£è À Ï  Ù 2b î¡q ë

 

“ Elbiseni tertemiz tut.”

 

 =¤Š¢v¤çb Ï  Œ¤u¢£ŠÛa ë

 

“Kötü şeyleri terk et.”[108]

 

Böylece Peygamber Efendimiz, insanlığı tevhide davetle vazifelendirilmiş oluyordu.

"Artık, vahiy gelmeye başladı ve ardı arası kesilmedi."[109]

 

Vahy tekrar gelmeye başlayınca, Resûl-i Kibriya Efendimizin ruhundaki sıkıntılar dindi; iç âlemi huzur ve sükûna kavuştu.

 

 

 

 

3 - İlk Müslümanlar

 

Allah (cc) ilk tebliğ emri olan:

 

 =¤Š¡£j Ø Ï  Ù £2 ‰ ë =¤‰¡ˆ¤ã b Ï ¤á¢Ó =¢Š¡£q £†¢à¤Ûa b è¢£í a ¬b í

 

“Ey bürünüp sarınan (Resûlüm)!Kalk, ve (insanları) uyar. Rabbini Tekbir et.”[110]

 

Ayeti celiler gelince Peygamberimiz tebliğ görevine başlamış ve insanları Allah’ın birliğine, davet etmeye başlamıştı.

 

Kadınlardan ilk Müslüman olan, Hz.Hatice’dir.

 

Çocuklardan ilk Müslüman olan, Hz.Ali’dir.

 

Hür erkeklerden (büyüklerden) ilk Müslüman olan, Hz. Ebu Bekir’dir.

 

Azatlılardan ilk Müslüman olan, Zeyd b. Harise’dir.

 

Daha sonra bu sayı çoğalmıştır. Peygamberimiz peygamberliğini ilk önce, en güvendiği insanlara açtı. Kendisini bu yolda, herkesten önce tasdik ederek îman ve hidâyet ile müşerref olan ilk müslümanlar;

 

Kadınlardan Hz.Hatîce

Hür erkeklerden Hz.Ebû Bekir

 

Çocuklardan Hz.Ali

Azatlı kölelerden Zeyd ibn-i Hâris

 

Kölelerden Bilâl-i Habeşî oldu.

Hz.Ebû Bekr'in himmet ve gayreti ile, Hz.Osman, Zübeyr ibn-i Avvam, Abdurrahman ibn-i Avf, Sa'd ibn-i Ebi Vakkas, Talhâ ibn-i Ubeydullah Müslüman oldular ve Peygamberimiz ile birlikte namaz kıldılar. Bunlar, Müslümanlığı kabulde, namaz kılmakta, Peygamber Efendimiz'i ve O'na Allah'tan geleni tasdikte herkesi geçtiler.

 

Hz.Hatîce (r.Anha) Vâlidemizin Müslüman Oluşu

 

Peygamber Efendimiz'in bütün harekatını dakikası dakikasına takip eden ve dünyânın en zeki hanımı olan Hz.Hatîcet-ül Kübrâ zaten kendisine büyük teselli kaynağı idi. Gerek Meysere'nin Şam seyahatinde görerek kendisine anlattığı ve gerekse büyük âlim amcazadesi Varaka bin Nevfel'in beyanatı ve gerekse o zamanın en meşhur rahibi bulunan Addas'ın izahatı ile tam bir mâlumât elde etmişti. Cibril-i Emin hakkında mâlumâtı vardı. Âyet-i kerimeler nazil olur olmaz ve davet emrini ifade eden âyetleri duyunca herkesten evvel Hatîcet-ül Kübrâ vâlidemiz îman etmiş, en ufak bir tereddüt göstermemiştir. Dünyânın hiçbir hanımına nasip olmayan bu büyük şerefi kazanmak bahtiyarlığına nâil olmuştur.

 

Hz.Hatîce vâlidemize Cebrail (a.s)'ın öğrettiği gibi abdest almasını öğretti. Sonra Peygamber Efendimiz imam oldu, birlikte iki rekat namaz kıldılar.[111]

 

Hz.Ebû Bekir (ra)'ın Müslüman Oluşu

 

Ebû Bekir, Kureyş'in zengin, îtibarlı ve sözü en çok geçen kimselerinden biri idi. Peygamberimiz ile önceden de samimi dostlukları vardı. Peygamberimiz'i arayan, O'nu, Hz.Ebû Bekr'in dükkanında bulurdu.

 

O diğer insanlar gibi putlara tapmaz, doğduğu günden beri onlara buğz eder, diğer insanların da tapmamasını isterdi. Ne yazık ki insanlar, putlara taparak onlardan yardım isterlerdi. Aslında putlara onlar da inanmazlardı. Amma yine de onlara taparlardı. Uzun çöl yürüyüşlerinde, geceleyin tatlı hamurdan yapmış oldukları putlara, ilk önce tapınır, duâ eder, sonra da gülerek tapındıkları putları yerlerdi.

 

Hz.Ebû Bekir (r.a) bunların hepsini biliyordu. Bunun için kendisi hiç puta tapmamıştı. Sâdece bir Allâh'ın var olduğuna inanmış, fakat O'na delâlet edecek birini bulamadığı için, sükut ederek susmağı uygun bulmuştu.

 

Peygamber Efendimiz'e risâlet gelince, hiç tereddüt etmeden, hemen hak dîni kabul edip, müslüman oldu. Sonra da etrafındakileri bu Yüce Dîne sokmağa başladı. Amma birden herkese söylemiyor, sâdece güvendiği kimselere müslüman olmalarını söylüyordu.[112]

 

Hz.Ali (ra)'ın Müslüman Oluşu

 

Hz.Ali, Peygamberimiz'in amcası Ebû Tâlib'in oğludur. Ebû Tâlib'in âile efrâdı çok kalabalık olduğundan Hz.Ali'yi Peygamberimiz yanına almıştı. Hz.Ali, o zaman henüz beş yaşında bir çocuktu.

 

Bu küçük yaştan îtibaren Âhirzaman Peygamberi'nin terbiyesi altında yetişen Hz.Ali, Rasûlüllah Efendimiz'e peygamberlik verildikten sonra bir ara Hz. Peygamberimiz'in Hz.Hatîce ile birlikte namaz kıldıklarını görünce; "Yâ Muhammed! Bu ne?" dedi.

 

Peygamber Efendimiz de; "Yâ Ali! Bu, Allâh'ın seçtiği, beğendiği dînidir. Ben seni, bir olan Allâh'a inanmağa dâvet eder, insana ne faydası ne de zararı dokunmayacak olan Lât ve Uzza'ya bağlanmaktan tahzir ederim." dedi.

 

Hz.Ali; "Ben, bu dîni bugüne kadar hiç işitmedim. Babama bu hususta bir danışayım." dedi.

 

Peygamber Efendimiz, peygamberliğini daha açıklamadan önce bunun yapılmasını hoş görmediğinden; "Yâ Ali!..Eğer sana söylediğimi yaparsan yap, yapmayacak olursan, gördüğünü gizli tut, kimseye söyleme." dedi.

 

O gece geçti. Sabahleyin, Hz.Ali, Peygamber Efendimiz'in yanına geldi ve "Bana söylediğin şeyi tekrarlar mısın." dedi.

 

Hz.Peygamberimiz sözlerini tekrarlayınca, Hz.Ali Müslüman oldu ve Müslümanlığını babası Ebû Tâlib'den korkarak gizli tuttu. Hz.Ali Müslüman olduğu zaman takrîben on yaşlarında idi.

 

Hz.Ebu Bekir müslüman olunca hemen çok sevdiği arkadaşlarına gitti. Onları da müslüman olmaları için ikna etti. Eshâbı Kirâm'ın (r. anhüm) ileri gelenlerinden Osman bin Affan, Talha bin Ubeydullah, Zübeyr bin Avvam, Abdurrahman bin Avf. Sa'd bin Ebi Vakkas gibi kavminin ileri gelen yüksek şahsiyetleri bunların belli başlılarıdır. İlk müslüman olan bu zatlara sabikun-u evvelin denir.[113]

 

Hz. Bilâl-i Habeşî'nin İşkenceye Uğraması

 

Gizli davet devresinde İslâm ile şereflenen ve bundan dolayı müşriklerin şiddetli işkencelerine maruz kalan ilklerden biri de Bilâl-i Habeşî diye bilinen, Bilâl bin Rebah Hazretleridir.Hazret-i Bilâl, Müslümanların amansız düşmanı Ümeyye b. Halef in kölesi iken, Hazret-i Ebû Bekir vasıtasıyla İslâmla şereflenmiştir.1Bir anda gönlünü çepeçevre saran imân nûru, Hazret-i Bilâl için hadsiz bir cesaret kaynağı oluvermişti. Öyle ki, bir köle iken, efendisini ve müşriklerin her türlü baskı, işkence ve eziyetlerini hiçe sayarak Müslümanlığını açıkça ilân etmekten çekinmedi.

 

İmanın girmediği kalb taştan daha katı, Allah korkusunun bulunmadığı vicdan, kayalardan daha hissizdir. Böyle bir kalb ve vicdana sahip bir insanda acıma, şefkat ve merhamet aramak abestir. O insan, artık bu hâliyle mânen canavarlaşmıştır. Hatta tahribatı cihetiyle canavarları bile geride bırakmıştır.İşte İslâmın diğer bütün amansız düşmanları gibi Ümeyye bin Halef de böyle bir kalb ve vicdanın sahibiydi. Ve Hazret-i Bilâl, merhamet ve şefkat yoksunu bu kalb sahibinin kölesi idi. Bu merhamet yoksunu adamın nazarında, Hz. Bilâl'in kendisini yaratan tek Allah'a îmân etmesi ve Onun gönderdiği Peygamberi Hazret-i Muhammed'e sadâkat elini uzatması büyük suçtu!Bunun için de o, en amansız işkencelere tâbi tutuluyordu. Bazen yirmi dört saat aç, susuz bırakılıyor, bazen boynuna ip takılarak, Mekke'nin ücretle tutulan çocukları tarafından sokak sokak dolaştırılıyordu.[114]

 

Ümeyye bin Halef'in bütün bu gayretleri boşunaydı. Hazret-i Bilâl bir kere îmân etmişti ve Allah'a teslim olmuştu. Gönlü Resûlullahın muhabbetiyle gülşen olmuştu. Onun için, bu eziyet ve işkenceler altında inim inim inlerken bile davasını müşriklerin yüzlerine yüzlerine haykırmaktan geri durmuyordu: "Ehad Ehad! Allah birdir! Allah birdir!" İnandığı İslâm davasından her türlü eziyete rağmen zerre kadar taviz vermeyen Hazret-i Bilâl'i, bu sefer efendisi Ümeyye bin Halef, kavurucu sıcaklar altında, sırtını, güneşin sıcaklığından ateş parçası haline gelmiş kızgın taş ve kumlara sürttürüp yaktırır, ağzına güneşte kurumuş bir lokma et verdikten sonra, göğsüne kocaman bir kaya parçası koydurur ve şöyle derdi:

-"Andolsun ki; sen ölmedikçe, yahud Muhammed'i ve Onun dinini inkâr ve reddederek Lât'a Uzzâ'ya tapmadıkça bu azabı üzerinden eksik etmeyeceğim!" Fakat, vücudunun bütün zerreleriyle âdeta bir îmân abidesi kesilmiş olan Hazret-i Bilâl, ölümü göze alarak şöyle haykırırdı:

-"Ben, Lât ve Uzzâ'yı kabul etmem. Allah birdir! Allah birdir!" Bu sözleri duyan Ümeyye bin Hâlef bütün bütün çileden çıkar, Hazret-i Bilâl'in işkencesini bayılıp kendinden geçinceye kadar arttırırdı. Sonra da çekip giderdi. Hazret-i Bilâl nice sonra kendine gelirdi.[115]

 

Hazret-i Bilâl'in, bütün bu dayanılmaz eziyetlere, bu çekilmez işkenceye karşı tek dayanak noktası, o haşmetli ve azametli îmânıydı. İman, evet, kâinatı kabza-i tasarufunda tutan Cenâb-ı Hakka îmân, Onun sonsuz kudretine i'timad, insan için sarsılmaz, yıkılmaz bir istinad noktasıdır. O, bu kahramanca tavrıyla âdeta,

-"Îmân hem nurdur, hem kuvvettir. Hakiki îmânı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir" hakikatını bütün dünyaya ilân ediyordu.

 

Yine bir gün, Ümeyye bin Halef in onu işkenceden işkenceye uğrattığı bir sırada, oradan geçen Hz. Ebû Bekir bu durumu gördü. Ümeyye'ye,

-"Sen hiç Allah'tan korkmaz mısın? Bu zavallıya daha ne zamana kadar işkence edeceksin" dedi.

-"Onun itikadını sen bozdun," diye cevap verdi Ümeyye.

-"Kurtulmasını istiyorsan, onu satın al da kurtar."

Hz. Ebû Bekir,

-"Ey Ümeyye," dedi,

"Benim, senin dininden siyah bir kölem var. Bundan daha güçlü, daha kuvvedidir. Onu Bilâl'e karşılık sana vereyim, kabul eder misin?" dedi.

Ümeyye,

-"Kabul ettim," dedi.

Sonra da gülerek,

-"Vallahi, kölenin karısını da vermedikçe olmaz" diye konuştu.

Hz. Ebû Bekir,

-"Olur," dedi.

Ümeyye yine sinsi sinsi güldü ve,

-"Vallahi, bana kölenin karısı ile birlikte kızını da vermedikçe olmaz" dedi.

Hz. Ebû Bekir, bu teklife de,

-"Olur" diye cevap verdi.

Fakat, azılı müşrik Ümeyye, âdeta işi yokuşa sürmek istiyormuşçasına davranıyordu. Bu sefer hâince gülüşler arasında şu istekte bulundu:

-"Vallahi, bana onlarla birlikte 200 dinar da üste vermedikçe olmaz!" Onun bu durumuna sinirlenen Hz. Ebû Bekir hiddetle,

-"Sen," dedi,

-"Ne utanmaz adamsın. Boyuna yalan söyleyip duruyorsun."

Ümeyye bu sefer,

-"Hayır," dedi,

-"Lât'a, Uzzâ'ya and olsun ki, artık bunları bana verirsen, dediğimi yapacağım."

Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir,

-"Onların hepsi senin olsun" dedi ve Hazret-i Bilâl'i bu zâlim adamın elinden kurtardı. Hazret-i Bilâl'i alan Ebû Bekir'e (r.a.) Peygamber Efendimiz,

-"Yâ Ebâ Bekir," dedi,

"Onun üzerinde bir hakkın olacak mı?"

Hz. Ebû Bekir,

-"Hayır, yâ Resûlallah," dedi.

-"Onu azâd ettim."

Hazret-i Bilâl'i Ümeyye bin Hâlef gibi azılı bir müşrikin elinden kurtarıp hürriyetine kavuşturan Hz. Ebû Bekir, bir müddet sonra onun gibi köle olan annesi Hamâme'yi de satın alıp âzad etti. Hazret-i Bilâl-i Habeşî, Resûlullah Efendimizin has müezzini idi. Bir an olsun Onun yanından ayrılmak istemezdi. Fahr-i Kâinat'ın dâr-ı bekâya irtihâlleri üzerine, Zatına ve yüksek ahlâkına olan muhabbetinden dolayı Medine-i Münevveri'de kalmaya tahammül edemedi ve oradan ayrılmaya mecbur kaldı. Bu esnada Halife olan Hz. Ebû Bekir, yanında kalması için ısrar edince,

-"Yâ Ebâ Bekir," dedi.

-"Beni, kendin için satın aldınsa yanında tut! Yok eğer Allah rızası için satın aldınsa, serbest bırak da, Allah yolunda cihada katılayım."

Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, kendisine müsâade etti. O da Şâm'a gitti. Hz. Ebû Bekir'in hilâfeti sırasında orada vukû bulan gazâlara iştirâk etti.[116]

 

 

Hz. Osman Müslümanların Safında

Resûl-i Ekrem Efendimiz, henüz açıktan halka peygamberliğini ilân etmemişti. Bu devrede de, Hz. Ebû Bekir, son derece büyük bir cehd ve gayretle samimi dostlarına İslâmiyeti anlatıyordu. Birgün Hz. Osman'a da Müslümanlıktan bahis açtı ve onu alarak Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna getirdi. Hazret-i Resûlullah, dâima tebessüm eden parlak bir simâya sahip Hz. Osman'a,

-"Allah'ın ihsanı olan Cennete rağbet et. Ben, sana ve bütün insanlara hidâyet rehberi olarak gönderildim!" dedi. Resûlullahın bu sâde, bu samimi ve bu i'câzkâr sözleri karşısında Hz. Osman âdeta kendinden geçer gibi oldu ve şehâdet kelimesi kendi kendine mübârek dudaklarından döküldü:

-"Eşhedü en lâ İlâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah!" Sonra da daha önce Şam'dan dönerken gördüğü bir rü'yâsını Kâinatın Efendisine anlattı:

"Yâ Resûlallah," dedi.

-"Biz Muân ile Zerkâ arasında bulunduğumuz ve uyuduğumuz sırada bir münâdi:  

-'Ey uyuyanlar! Uyanın! Ahmet (a.s) Mekke'de zuhur etti!' diye seslenmişti. Mekke'ye gelince sizi işittik!"

Yumuşak huylu, edeb ve hâyâ sahibi ve cömert bir zât olan Hz. Osman'ın da Müslümanlar safına katılması müşrikleri fazlasıyla tedirgin etti. Kabilesi ferdleri ona ezâ ve cefâya yeltendiler. Fakat o, her türlü ezâ ve cefaya göğüs gerdi ve hak bildiği yoldan zerre kadar inhirâf göstermedi.

 

Amcası Hakem bin Ebû'l-Âs, kendisini bir urganla bir direğe bağlar ve döverek şöyle derdi:

-"Sen, atalarının dinini bırakır da sonradan çıkma bir dine özenirsin öyle mi? And olsun ki, tuttuğun bu dini bırakıp, tekrar atalarının dinine dönmedikçe seni salıvermeyeceğim."

Metanet âbidesi Hz. Osman'ın cevabı şu olurdu:

-"Vallahi, ben hak ve hakikat dinini asla bırakmam!" O, günlerce bu cefâ ve eziyetle karşı karşıya bırakıldı. Fakat zerre kadar îmânından taviz vermedi. Onun bu metaneti ve büyüklüğü karşısında sonunda amcası küçüldü ve onu salıvermekten başka çare bulamadı. Orta boylu, esmer tenli, güzel yüzlü, sık sakallı, gür saçlı ve iri yapılı olan Hz. Osman, fıtraten temiz ve nezih bir insandı. İçki içmeyi Cahiliyye Devrinde kendisine haram kılmıştı. Servetini Allah yolunda ve din uğrunda sarfetmekten zevk alan bahtiyarlardandı. Hafız-ı Kur'ân'dı. Geceleri, namazında bütün Kur'ân'ı hatmederdi.Cennetle müjdelenen on Sahabîden biri olan Hz. Osman, aynı zamanda Resûl-i Ekrem Efendimizin damadıdır. Önce Peygamberimizin kerimesi Rukiyye'yi aldı. O, vefât edince, Resûlullah onu bu sefer kızı Ümmü Gülsüm ile evlendirdi. Bu sebeple de "Zinnûreyn" lâkabını aldı.[117]

 

Talha bin Ubeydullah'ın Müslüman Oluşu

 

Hz. Osman'ın İslâmın saâdet dolu sinesine konuşunu Hz. Talha bin Ubeydullah takip etti.Ticâret maksadıyla bir seyahâta çıkmıştı. Busra Panayırında bulunduğu bir sırada, oradaki manastırda yaşayan bir Rahib,

-"Bu pazar halkı içinde, Mekke'den kimse var mı?" diye seslendi.

Hz. Talha,

-"Evet, ben Mekkeliyim" dedi.

Rahib,

-"Ahmed zuhur etti mi?" diye sordu.

Hazret-i Talha,

-"Ahmed kim?" dedi.

Rahib,

-"Abdullah bin Abdülmuttalib'in oğludur. Mekke, onun zuhûr edeceği şehirdir. O, peygamberlerin sonuncusudur. Kendisi, Harem-i Şerif'ten çıkarılacak, hurmalık, taşlık ve çorak bir yere hicrete mecbur bırakılacaktır" cevabını verdi.

Rahibin bu sözleri Talhâ'nın dikkatini çekmiş ve Mekke'ye gelir gelmez halka, "

-Yeni bir haber var mı?" diye sordu.

-"Evet," dediler.

-"Abdullah'ın oğlu Muhammedü'l-Emîn, peygamber olduğunu iddiâ etti. Ebû Kuhâfe'nin oğlu Ebû Bekir de, ona tabi oldu!" Bunun üzerine derhal Hz. Ebû Bekir'in yanına vardı ve,

-"Sen, Muhammed'e tâbi oldun mu?" diye sordu.

Hazret-i Ebû Bekir,

-"Evet," dedi.

-"Ben ona tâbi oldum. Sen de git, ona tabi ol! Zira o, insanları hak ve gerçek olana dâvet ediyor."

 

Hz. Talha da Rahibden duyduklarını Hz. Ebû Bekir'e anlattıktan sonra, beraberce Allah Resûlünün huzuruna geldiler. Derhal Müslüman olan Hazret-i Talha, Rahibin söylediklerini anlatınca da Peygamber Efendimiz gülümsedi.

 

Müşrikler, Hazret-i Talha gibi faziletli bir insanın Müslüman olmasına tahammül edemediler. Kureyş'in azılı pehlivanlarından Nevfel bin Adviye onu bir ipe bağlayıp işkenceye uğrattı.Genç yaşta İslâmiyetle şereflenen Hz. Talha, Cennetle müjdelenen on Sahabîden biridir. Resûl-i Ekrem Efendimiz, onun hakkında,

-"Yeryüzünde yürüyen bir şehide bakmak isteyen Talha'ya baksın" buyurmuşlardır.

 

Son derece cömert ve cesur bir Sahabî idi. Uhud Harbinde Peygamber Efendimize atılan oklara elini tutmuş ve bu yüzden parmakları çolak kalmıştı. Aynı harpte seksene yakın yara aldığı halde, Resûlullahın yanından ayrılmamıştı.[118]

 

Halil bin Said'in İslâma Girişi

 

İslâma gizli davet devri henüz devam ediyordu.Bu sırada Müslümanlar safına Kureyş'in mümtaz bir şahsiyeti daha katıldı: Halid bin Said. Hz. Halid, Kureyş'in ileri gelen ve zengin bir âilesine mensuptu.Arap edebiyat ve ilmini gayet iyi bilen Hz. Halid, bir gece rü'yâsında; babasının kendisini tutup Cehenneme atmak istediğini, fakat Resûlullahın yetişip kendisini Cehenneme düşmekten kurtardığını gördü. Feryad ederek uyandı. Böylesine berrak bir rüyânın mânâsız olamayacağını idrak eden Hz. Halid kendi kendine,

-"Vallahi, bu rü'yâ gerçektir" dedi ve vakit kaybetmeden Hz. Ebû Bekir'e koştu. Rüyâsını anlattı.

Sıddık-ı Ekber,

-"Hakkında hayırlı olmasını dilerim," dedi.

-"Seni, o Resûlullah kurtaracaktır. Hemen git, ona tabi ol! Sen, ona tâbi olacak, İslâm dinine girecek, onunla birlikte bulunacaksın. O da seni, rü'yâda gördüğün gibi Cehenneme düşmekten kurtaracaktır."

Hz. Halid hemen Resûlullahın yanına vardı ve,

-"Yâ Muhammed! sen, insanları neye dâvet ediyorsun?" diye sordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz,

-"Ben," dedi,

"Halkı, tek olan ve şeriki bulunmayan Allah'a, Muhammed'in de Onun kulu ve Resûlü olduğuna îmân etmeye; işitmez, görmez, hiçbir fayda ve zarar vermez, kendisine tapınanları da tapınmayanları da bilmez birtakım taş parçalarına tapmaktan vazgeçmeye dâvet ediyorum."Bu sözleri dikkat ve hürmetle dinleyen Hz. Halid derhal şehâdet getirdi: "Ben, şehâdet ederim ki, sen, Allah'ın Resûlüsün!"

 

Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu zâtın İslâm dairesine girmesine fazlasıyla sevindi. Hz. Halid, Müslüman olur olmaz, evinde ve etrafta da İslâmiyetten bahsetmeye başladı. Bir müddet sonra zevcesi Ümeyne de Müslümanlar safında yer aldı. Oğlunun Müslüman olduğu haberini alan Kureyş'in zenginlerinden ve ileri gelenlerinden Ebû Uhayha Said, fazlasıyla hiddetlendi. Hz. Halid'in birgün, Mekke'nin tenha bir yerinde namaz kılmakta olduğunu duydu. Diğer oğullarını gönderip onu yanına getirtti.

Hiddetli hiddetli,

-"Sen," dedi,

-"Muhammed'in, kavmine muhalefet ettiğini, getirdiği itikatlarla kavminin ilâhlarını ve geçmiş atalarını kötülediğini görüp durduğun halde ona tâbi oldun, öyle mi?" Sonra, İslâmiyetten vazgeçmesi için bir sürü lâf etti. Ancak gönlünü îmân nuruyla aydınlatan Hz. Halid'in zerre kadar tereddüdü yoktu ve asla pişmanlık duymuyordu. Çatık kaşlarla bakan babasına şu cevabı verdi:

-"Vallahi, Muhammed (a.s.) hak söylüyor. Ona tâbi oldum. Ölümü göze alırım da onun dinini asla bırakmam."

 

Bu sözlere fena halde kızan Ebû Uhayha, elindeki değnekle, kırılıncaya kadar onu dövdü. Fakat nafile! Sebât ve metanetin menbâı olan îmân, artık Hz. Halid'in kalbinde yer etmişti ve o bu îmân nûrı ile mutmain olmuştu. Ezâ, cefa bu îmân karşısında zerre kadar menfi tesir icrâ edemiyordu.

 

Dayağın kâr etmediğini gören zalim baba, bu sefer,

-"Git," dedi.

-"Senin iaşeni, rızkını keseceğim. İstediğin yere git." Rızkını verenin Allah olduğunu bilen Hz. Halid yine aldırmadı ve,

-"Ey babacığım," dedi,

"Sen benim rızkımı kesersen, elbette Allah, bana geçineceğim şeyi verir." Baba Uhayha, bu sefer onu alıp hapsettirdi. Ev halkına tehdidi ise şu oldu:

-"Eğer biriniz onunla konuşacak olursa, onu perişan ederim." Hz. Halid, günlerce aç ve susuz bırakıldı.1İnancı uğrunda kendisine böylesine ezâ ve cefâyı revâ gören babanın yanında kalmak artık mânâsızdı. Bir fırsatını bulup, babasının elinden kurtuldu. İkinci Habeşistan hicretine kadar babasına görünmedi.

 

Habeşistan'a giden ikinci hicret kafilesine zevcesiyle katılarak Mekke'den ayrıldı.Hz. Halid, Cahiliyye Devrinde mükemmel yazı yazan birkaç şahsiyetten biri idi. Rivâyete göre, Resûl-i Ekrem Efendimizin Yemen hükümdarına verdiği Emannâme'nin metnini ve diğer bir çok anlaşma metinlerini de Hz. Halid kaleme almıştır.[119]

 

S'ad bin Ebî Vakkas'ın İslâmiyetle Şereflenmesi

 

Sa'd bin Ebî Vakkas, henüz on yedi yaşlarında hareket ve heyecan dolu bir gençti. Bu sırada bir rü'yâ gördü: Zifirî bir karanlığın içinde iken, birden bire parlak bir ay doğuyor ve o, ayın aydınlattığı yolu takib ediyor. Sonra aynı yolda, Zeyd bin Hârise, Hz. Ali ve Hz. Ebû Bekir'in önünden ilerlediğini görüyor. Kendilerine,

-"Siz ne vakit buraya geldiniz?" diye soruyor.

Onlar da,

-"Şimdi" diye cevap veriyorlar.

 

Bu rü'yâsından üç gün sonra, İslâma gizli davet devresinde fevkalâde büyük bir cehd ve gayret gösteren Hz. Ebûbekir, kendisine İslâmiyetten bahsetti. Sonra da alıp Resûl-i Zişan Efendimizin huzuruna götürdü. İslâmiyet hakkında Resûl-i Ekrem Efendimizden malûmat alan Hz. Sa'd hemen orada Müslüman oldu.

 

Nesebi, hem baba tarafından, hem de anne tarafından Peygamber Efendimizle birleşir. Resûl-i Ekrem Efendimiz de, Hz. Sa'd da annesi tarafından Zühreoğullarına mensub bulunduğundan Hz. Sa'd annesi tarafından Peygamberimizin dayısı olurdu. Bu sebeple Resûlullah Efendimiz,

-"İşte dayım Sa'd. Böyle bir dayısı olan varsa bana göstersin" diyerek kendisine iltifâtta bulunurdu.[120]

 

Hz. Sa'd ve Annesi

 

Hz. Sa'd'ın Müslüman olması annesi Hamne'nin hoşuna gitmedi. Oğlu atalarının dinini bırakıp, yeni dine onun rızası olmadan nasıl tâbi olabilirdi? Oğlunun kendisine karşı saygısını ve bağlılığını bilen Hamne, onu İslâmiyetten vazgeçirip tekrar putperestliğe döndürmek için kararlıydı. Bir gün kendisine şöyle dedi:

-"Allah'ın, sana hısım ve akraba ile ilgilenmeyi, anne babaya dâimâ iyilik etmeyi emrettiğini söyleyen sen değil misin?"

Hz. Sa'd,

-"Evet," dedi.

Bunun üzerine asıl maksadını şu cümlelerle ifâde etti:

-"Yâ Sa'd," dedi.

-"Vallahi, sen Muhammed'in getirdiklerini inkâr etmedikçe, ben açlık ve susuzluktan helâk oluncaya kadar ağzıma hiç bir şey almayacağım. Sen de bu yüzden anne katili olarak insanlarca ayıplanacaksın."

 

O güne kadar, Hz. Sa'd, annesinin her isteğine boyun eğmişti. Bir dediğini iki etmemişti. Fakat, artık o, Allah'a îmân etmiş ve Resûlüne kalbinin bütün samimiyetiyle teslim olmuştu. Elbette, herşeyini bu îmân ölçüsü içinde değerlendirecekti. Annesinin yememekte ve içmemekte inad ettiğini görünce yanına vardı ve,

-"Ey anne," dedi.

-"Senin yüz canın olsa ve her birini İslâmiyeti bırakmam için versen, ben yine dinimde sabit kalırım. Artık ister ye, ister yeme."

 

Bu cevap üzerine anne Hamne'nin inadı, Hz. Sa'd'ın hakta sebâtı karşısında eridi; hem yemeğe, hem de içmeye başladı. Böylece bir kere daha küfür îmânın, şirk Tevhid'in azameti karşısında ezildi ve mağlubiyetini ilân etti. Hz. Sa'd ile annesi arasında geçen bu hâdise üzerine Cenâb-ı Hak, Ankebut Sûresinin 8. âyetini göndererek, mü'minlere ebedî bir ölçü verdi:

 

وَوَصَّيْنَا الْاِنْسَانَ بِوَالِدَيْهِ حُسْنًا وَاِنْ جَاهَدَاكَ لِتُشْرِكَ بى مَا لَيْسَ لَكَ بِه عِلْمٌ فَلَا تُطِعْهُمَا اِلَىَّ مَرْجِعُكُمْ فَاُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ

 

"Biz insana, anne ve babasına güzel davranmasını emrettik. Eğer onlar, ilâh olduğuna dâir hiçbir delil bulunmayan birşeyi Bana ortak koşman için seni zorlayacak olurlarsa, onlara itaat etme. Dönüşünüz Banadır; yaptıklarınızı o zaman Ben size haber vereceğim."[121]

 

Hamne, oğlunu İslâmdan vazgeçirmek için bu sefer başka bir yol denedi. Bir gün Hz. Sa'd, evde namaz kılarken, konu komşusunu da çağırdı ve hep beraber kapıyı kapatarak onu evde hapsettiler. Ciğerpâresine eziyet edecek kadar şirkin kalbini katılaştırdığı Hamne, o sırada şöyle bağırıyordu:

-"Ya o burada girdiği yeni dini terkeder veya ölür gider!" Şirk ve dalâletin kalbleri nasıl kararıp merhamet ve şefkatten mahrum hale getirdiğini, bir annenin öz evlâdına eziyet etmekten çekinmemesinden anlamamız mümkündür! Hâdiseler, hep Hamne'nin aleyhinde cereyan ediyordu. Çünkü, İslâmiyetten vazgeçirmek için çırpınıp durduğu Hz. Sa'd'ın peşini oğlu Amir de takib etmiş ve Müslüman olmuştu... Büsbütün hırçınlaşan Hamne, bu sefer Amir'in yakasına yapıştı:

-"Tuttuğun dini bırakmadıkça, şu hurma ağacının altında gölgelenmeyecek ve yiyip içmeyeceğim!" dedi. Allah'a îmânın ve Resûlüne tâbi olmanın hadsiz zevkini tadan ve İslâmın emirlerini ihlâs ve samimiyetle yaşayan Hz. Sa'd, annesinin bu yeminini duyar duymaz yanına vardı:

-"Ey anne," dedi.

-"Cehennem ateşi durağın oluncaya kadar sakın gölgeleneyim, yiyip içeyim" deme.

 

Bu hârika îmân, sarsılmaz azim ve irade karşısında anne Hamne'nin elinden susmaktan başka bir şey gelmedi.

 

Bu âyet-i kerimenin hükmüne göre; evlâd, anne-babasının ancak İslâmın dışında olmayan meşrû emirlerini yapmakla mükelleftir. Böyle bir itaat evlâd üzerine vâciptir. Aksi halde, yâni anne veya baba, Müslüman evlâdını imanın ve İslâmın dışında bir takım meşru olmayan hareketleri işlemeye emir ve teşvik ederse, bu sefer onlara bu hususta itaat etmemek vâciptir. Çünkü: "Allah'a isyan olacak şeyde, kullara itaat edilmez, emirleri yerine getirilmez." İslâmın bir düsturudur. [122]

 

Hz. Sa'd'ın Cesareti

 

Müslümanların, müşrikler tarafından işkence ve eziyet cenderesine alındıkları en çetin bir sırada idi. Hz. Sa'd, ilk Müslümanlardan bir kaçı ile Mekke'nin Ebû Dübb Vadisinde namaz kılmakta idiler. Müşriklerin ileri gelenlerinden Ebû Süfyan bir kaç müşrikle yanlarına geldi. Yaptıkları ibâdetin asılsız bir şey olduğunu iddiâya kalkışınca, yaka paça birbirlerine girdiler. Hz. Sa'd, eline geçirdiği bir deve çenesi kemiği ile müşriklerden birinin başını yardı. Bunu gören diğer müşrikler cesaretlerini kaybettiler ve kaçmaya başladılar. Müslümanlar da onları vadiden çıkıncaya kadar kovaladılar. Böylece Hz. Sa'd, Allah yolunda ilk kan döken Sahabî ünvânını almış oldu. İslâm tarihinde dökülen ilk kan budur.Aynı zamanda son derece cömert olan Hz. Sa'd bin Ebî Vakkas, Cennetle müjdelenen on Sahabîden biridir. Allah Resûlü zamanında bütün gazâlara katıldı. Uhud Harbinde Fahr-i Kâinata vücudunu siper etti ve müşriklere öylesine ok attı ki, Allah Resûlünün, hiçbir fâniye nasib olmayan şu hitabına mazhar oldu:

-"Anam babam, sana fedâ olsun yâ Sa'd, durma at!"

Hz. Ali der ki:

-"Resûlullah (a.s), 'Fedâke ebî ve ümmi'  (Anam babam sana fedâ olsun) cümlesini sadece Uhud günü Hz. Sa'd için söyledi." Aynı muharebede, Hz. Sa'd, her ok attıkça, Allah Resûlü,

-"İlâhi bu senin okundur," diyor,

Ve onun için şöyle duâ ediyordu:

-"Allah'ım! Sana, duâ ettiğinde, Sa'd'ın duâsını kabul et. Atışını da doğrult."  

Allah Resûlünün,

-"Allah'ım, onun duasını kabul et" buyurması sebebiyledir ki, kahramanlığı, cesareti ve ok atmadaki mahareti yanında duâsının kabûlüyle de şöhret bulmuştur. İslâm düşmanları onun kılıç ve okundan korktukları gibi, Müslümanlar da bu sebeple onun duâ oklarından korkarlardı. Onu üzmekten son derece çekinirlerdi.[123]

 

İslâma davetin henüz gizli devresinde, ömrünün baharında Müslüman olan Hz. Sa'd, o genç yaşından itibaren bütün ömrünü İslâma hizmette geçirdi. Hz. Ömer devrinde İran'a gönderilen ordunun kumandanlığına tayin edildi ve Kadisiyye Zaferinin kumandanlığını yürüterek Kisra Ülkesini fethedip İslâm topraklarına kattı. Bu sebeple ona "İran Fatihi" ünvânı verildi.[124]

 

Ebû Zer-i Gıfarî'nin İslâmla Şereflenmesi

 

İslâmın ebedî nûru, gizliden gizliye ruhları sarmaya ve gönülleri fethetmeye devam ediyordu. İlk Müslümanlar bütün samimiyetleriyle Hazret-i Resûlullahın muallimliğinde İlâhî davayı öğrenme ve yaşamaya çalışıyorlardı.

 

Peygamber Efendimiz, henüz davasını aşikâre ilân etmemişti, ama buna rağmen, Mekke'nin dışında da bir çok yerden, beklenen Son Peygamberin zuhur ettiğine dâir haber duyanlar vardı. Bunlardan biri de, Gıfar Kabilesine mensup Ebû Zerr idi. Ebû Zerr, Cahiliyye Devrinde de putlara tapmaktan nefret eden ve senelerden beri hak ve hakikatı arayan, Arabın güzide şâirlerinden biri idi. Duyduğu haber üzerine önce, aradığı rehber zâtın Mekke ufuklarında parlayan zât olup olmadığını anlamak maksadıyla kendisinden de üstün bir şâir olan kardeşi Üneys'e,

-"Haydi, Mekke'de zuhur ettiği söylenen zâta git. Kendisiyle bir görüş ve onun hakkında bana haber getir" diyerek onu Mekke'ye gönderdi. Üneys, kardeşinin bu ta'limatı üzerine Mekke'ye geldi ve Peygamber Efendimizle görüşüp konuştuktan sonra geri döndü. Ebû Zerr,

-"Ne haber getirdin? Halk onun hakkında ne söylüyor?" diye sordu.

Üneys,

-"Gördüğüm zât, halka iyilikte bulunmayı, kötülükten sakınmayı tavsiye ediyor ve güzel ahlâkı duyuruyor" dedikten sonra, sözlerine şöyle devam etti:

-"Halk, 'Şâirdir, kâhindir, sâhirdir' diyor. Ama ben, kâhinlerin sözlerini işittim. Onun söyledikleri katiyyen kâhinlerin sözlerinden değildir. Söylediklerini, şâirlerin de her türlü şiirleriyle kıyas ettim. Aralarında hiç bir benzerlik görmedim. Onun söyledikleri şiirden başka, apayrı birşey. Bundan sonra ona şâir demek kimsenin ağzına yakışmaz. Hülâsa, yeminle derim ki, Muhammed (a.s) sâdıktır. Ona çeşitli ithamlara yeltenenler ise kâziptir, yalancıların tâ kendileridir."

Ebû Zerr, kardeşine,

-"Sen," dedi,

"Beni rahatlatıcı fazla bir mâlumat getirmedin. Ama yine de gidip onu bizzat, görmeliyim."

Üneys, onu ikaz etti:

-"Gitmesine git, ama kendini Mekke halkından kolla. Çünkü, onlar Muhammed'e karşı düşman cephesi kurmuşlardır." Bundan sonra Ebû Zerr, eline asâsını, sırtına bir su kırbası ile bir azık dağarcığı alarak yola düştü. Çölleri aşa aşa gelip Mekke'ye kavuştu ve doğruca Kâbe'ye gitti. Resûl-i Ekremi aradı, fakat tanımadığı için bulamadı. Kimseye sormaya da cesaret edemedi, hem de uygun bulmadı. Çünkü, kardeşinin de söylediği gibi Mekke'de Müslümanlarla müşrikler arasında şiddetli bir mücadele vardı ve Müslümanlar çok nazik bir devreyi yaşıyorlardı. Mescid-i Haramda kalmaktan başka bir çaresi yoktu. Öyle yaptı. Açlığını ise Zemzem suyu içerek gideriyordu. Bir aralık Hz. Ali, onu Mescid-i Haramın bir köşesinde büzülmüş halde gördü. Yanından geçerken, kendi kendine:

-"Zannımca bu adam uzak bir yoldan gelmiştir" diye konuşunca,

Ebû Zerr,

-"Evet," dedi,

"Uzak bir yoldan gelmişim."

Hz. Ali,

-"Gel, evimize gidelim" dedi ve onu alıp evinde misafir etti. İkisi de ihtiyatlı ve tedbirli davrandıklarından o geceyi birbirlerine açılmadan geçirdiler.[125]

 

Sabah olunca, Ebû Zerr, yine Resûlullah Efendimizi sorup bulmak için Mescid-i Harama gitti. Fakat, aynı şekilde hiç kimseden Efendimiz hakkında bir mâlumat alamadı. Yine aynı köşede ümitsiz bir vaziyette beklerken yanına Hz. Ali uğradı tekrar kendi kendine:

-"Bu adamcağızın hâlâ nereye gideceğini öğrenmek zamanı gelmedi mi?" dedi.

Bunu duyan Ebû Zerr;

-"Hayır" dedi.

Bunun üzerine Hz. Ali, aynı şekilde,

-"Haydi, öyle ise bize gidelim" dedi ve alıp evine misafir götürdü. Bu sefer birbirlerine açıldılar.

Önce Hz. Ali,

-"Nereden ve niçin geliyorsun?" diye sordu.

Ebû Zerr,

-"Eğer, gizli tutacağına söz verirsen, sana anlatırım" dedi.

Hz. Ali,

-"Emin olabilirsin" karşılığını verince, Ebû Zerr asıl maksadını açıkladı:

-"Ben Gıfar Kabilesindenim. Buradan peygamberlik ilân eden bir zâtın zuhur ettiği haberini duydum. Bizzat onu görüp konuşayım diye geldim." Samimî maksadını anlayan Hz. Ali,

-"Sen bu hareketinle akıllılık ettin, doğruyu buldun" diye konuştuktan sonra,

-"Ben şimdi Resûlullahın yanına gidiyorum. Sen de peşimden gel. Benim girdiğim yere sen de gir. Eğer ben, yolda sana zarar vereceğinden korktuğum birisini görürsem, papucumu düzeltir gibi bir duvara yönelir dururum. O zaman sen beni beklemezsin, yürür gidersin." Evden çıktılar. Hz. Ali önde, Ebû Zerr ise onu arkadan takib ediyordu. Hiçbir anormal durumla karşılaşmadan Hz. Resûlullahın huzuruna vardılar. Ebû Zerr,

-"Selâm sana olsun, ey Allah'ın Resûlü" dedi. Bu türlü selâmı İslâmda ilk veren zât, Ebû Zerr Hazretleridir.

 

Resûl-i Ekrem,

-"Allah'ın rahmeti senin üzerine de olsun" dedikten sonra,

-"Sen kimsin?" diye sordu.

Ebû Zerr,

-"Ben, Gıfar Kabilesindenim" diye cevap verdi.

-"Ne zamandan beri buradasın?"

-"Üç gün, üç geceden beri buradayım."

-"Seni kim doyuruyor?"

-"Tek yiyeceğim Zemzem suyu idi. Şişmanladım bile. Hiç açlık ve susuzluk duymadım."

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz,

-"Zemzem, mübârek, doyurucu bir yiyecektir" buyurdu.

Sonra Ebû Zerr,

-"Yâ Resûlallah, bana İslâmı anlat" dedi. Resûlullah Efendimiz, İslâmiyeti kendilerine anlatınca, derhal şehâdet getirerek Müslüman oldu.[126]

 

Müslümanlığını ilân etti

 

Şehâdet getirerek, İslâmla şerefyâb olan Hz. Ebû Zerr'e, ihtiyat ve tedbiri asla elden bırakmayan Resûlullahın tavsiyesi şu oldu:

-"Yâ Ebâ Zerr, sen, şimdilik bu işi gizli tut! Ve memleketine dön, git! İşi açığa vurduğumuzu haber aldığın zaman gel!"Vecd ve heyecan mâdeni haline gelen Hz. Ebû Zerr,

-"Yâ Resûlallah," dedi,

"Seni hak peygamber olarak gönderen Allahü Teâlaya yemin olsun ki, ben bunu müşriklerin arasında açıkça ilân edeceğim." Sonra da kalkıp doğruca Kâbe'ye koştu ve müşriklere karşı pervasızca,

-"Ey Kureyş topluluğu! Ben şehâdet ederim ki, Allah'tan başka ilâh yok ve Muhammed Onun resûlüdür!" diye haykırdı.

 

Bu kahramanca haykırış, müşrikleri hiddetlendirdi. Hep birden üzerine çullandılar ve onu bayıltıncaya kadar dövdüler. Eğer, henüz o sırada İslâmiyete girmemiş olan Hz. Abbas yetişip, Gıfar Kabilesine mensup olduğunu ve bu kabilenin de Şâm ticâret yoluna hâkim bulunduğunu söylemeseydi, onu öldüreceklerdi! Fakat, îmânın verdiği cesaret ve heyecana sahip Hz. Ebû Zerr'i, bu darbeler de yıldırmadı. İkinci gün aynı şekilde ve aynı yerde, yine müşriklere karşı Allah'ın varlık ve birliğini, Hz. Resûlullahın da Onun hak peygamberi olduğunu pervasızca haykırdı. Tekrar müşriklerin ağır darbelerine maruz kaldı. Yine araya Hz. Abbas girdi ve,

-"Yazıklar olsun size! Siz, Gıfar Kabilesinden birini mi öldürmek istiyorsunuz? Onların sizin ticâret yeriniz ve yolunuz üzerinde bulunduğunu bilmiyor musunuz?" diyerek onu müşriklerin merhametsizce savurdukları darbelerden kurtardı. [127]

 

Bu hâdiseden sonra, Hz. Ebû Zerr, kavim ve kabilesini hak dine davet etmek üzere yurdunun yolunu tuttu. Hicretin altıncı yılına kadar da orada kaldı. Bu sebeple Bedir, Uhud ve Hendek gazâlarında bulunamadı. Fakat bunlardan sonraki gazâlarda Resûl-i Ekrem Efendimizin yanından ayrılmadı.

 

Habbab bin Eret'in Müslüman Olması

 

Habbab bin Eret, Ümmü Anmar adında İslâm düşmanı bir kadının azadlı kölesi idi. Demirci idi, kılıç yapardı. Peygamber Efendimizle öteden beri görüşür ve konuşurdu. Resûl-i Kibriya Efendimiz henüz Dârü'l-Erkam'a yerleşmediği bir sırada gelip Müslüman oldu. O günlerde Müslüman olmak ve hele Müslümanlığını ilân etmek demek, malından ve canından olmayı göze almak demekti. Buna rağmen, Hz. Habbab, zerre kadar korku eseri göstermeden İslâmla şereflendiğini kahramanca ilân ve izhar etti. Kureyşli müşrikler, Müslüman olduğunu duyunca onu da eziyet ve işkencelere tabi tuttular. Ümmü Anmar hiddetinden çıldıracak gibiydi. Onu bağlattı, ateşte kızdırttığı demirle başını dağlattı. Hz. Habbab, geçim vasıtası olan mesleğiyle şimdi işkenceye uğruyordu! Ama nafileydi! Onun gönlü îmân ateşiyle çoktan tutuşmuştu. Bir gün çıkıp Resûlullahın huzuruna geldi. Ümmü Anmar'dan ve başının ızdırabından şikâyet etti. Peygamber Efendimiz:

-"Ya Rab! Habbab'a yardım et!" diye duâ etti. Bu duânın hemen akabinde Ümmü Anmar şiddetli bir baş ağrısına mübtelâ oldu. Ağrının ızdırabından inler dururdu. Sonunda kendisine, başını ateşle dağlaması tavsiye edildi. Hz. Habbab da bir müddet onun başını dağladı.

 

Hz. Habbab ateş alevi içinde

 

Merhametten mahrum müşrikler, bir gün Hz. Habbab'ın gözleri önünde kocaman bir ateş yaktılar. Onu ateşin üzerine yatırıp, ayaklarıyla göğsüne bastılar. Bir müddet öyle bıraktılar. Seneler sonraydı... Hz. Ömer, İslâmın halifesi idi. Yanında Hz. Habbab bulunduğu bir sırada, İslâm uğruna çektikleri ezâ ve cefâyı kastederek:

-"Yeryüzünde şu meclise bundan daha layık ve müstehak olan, sadece bir tek adam vardır," diye konuştu. Hz. Habbab merak edip,

-"Yâ Emire'l-Mü'minîn! Kimdir o?" diye sordu.

Hz. Ömer,

-"Bilâl'dir" diye cevap verdi.

Hz. Habbab,

-"Yâ Emîre'l-Mü'minîn! O benim kadar işkence çekmemişti. Çünkü, müşriklerin eziyetlerinden Bilâl'i koruyan vardı. Benim ise, koruyucu hiçbir kimsem yoktu ve olmadı da" dedikten sonra müşrikler tarafından ateş içine yatırılmasını şöyle anlatmıştı:

-"Birgün müşrikler beni tuttular. Ateş yaktılar. Ateşin içine beni sırt üstü yatırdılar. Sonra adamın biri göğsümün üzerine bastı. Yer soğuyuncaya kadar da beni bırakmadı!" Bu sözlerinden sonra da Hz. Habbab, sırtını açtı. Ateş yanıklarından sırtı alaca olmuştu. [128]

 

Peygamberimize Başvurması

 

Her türlü eziyet ve işkenceye rağmen Hz. Habbab, îmân ve İslâmiyetinden zerre kadar ta'viz vermiyor, Allah ve Resûlüne sonsuz muhabbetini izhar etmekten çekinmiyordu.

 

O, bir köle idi. Müşriklerle başa çıkacak durumda değildi. Maruz kaldığı ezâ ve cefâlardan dolayı Resûlullaha başvurmaktan başka elinden hiç bir şey gelmiyordu. Bir gün öyle yaptı.

 

 -وَعَنْ خباب بن ا‘رت رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قَالَ: ]شَكَوْنَا إِلَى رَسُولِ للّهِ صَلَّي اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَهُوَ مُتَوَسِّدٌ بُرْدَةً فِي ظِلِّ الْكَعْبَةِ. فَقُلْنَا: أََ تَسْتَنْصِرُ لَنَا، أََ تَدْعُو لَنَا؟ فَقَالَ: قَدْ كَانَ مِنْ قَبْلكُمْ يُؤْخَذُ الرَّجُلُ فَيُحْفَرُ لَهُ فِي ا‘َرْضِ فَيَجْعَلُ فِيهَا ثُمَّ يُوْتِى بِالْمِنْشَارِ، فَيُوضَعُ عَلَى رَأسِهِ فَيُجْعَلُ نِصْفَيْنِ، وَيُمْشَطُ بِأَمْشَاطِ الْحَدِيدِ مَادُونَ لَحْمِهِ وَعَظْمِهِ، مَا يَصُدُّهُ ذَلِكَ عَنْ دِينِهِ، وَاللّهِ لَيُتَّمِنَّ اللّهُ تَعَالَى هَذَا ا‘َمْرَ حَتَّى يسَيِرَ الرَّاكِبُ مِنْ صَنْعَاءَ إِلَى خَضَرْ مَوْتَ، فََ يُخَافُ إَِّ اللّهَ، وَالذِّئْبَ عَلَى غَنَمِهِ، وَلَكِنَّكُمْ تَسْتَعْجِلُونَ.

 

Habbâb İbnu'l-Eret (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ka'be'nin gölgesinde bir bürdeye yaslanmış otururken, gelip (müşriklerin yaptıklarından) şikâyette bulunduk:"Bize yardım etmiyor musun, bize dua etmiyor musun?" dedik. Şu cevabı verdi:"Sizden önce öyleleri vardı ki, kişi yakalanıyor, onun için hazırlanan çukura konuyor, sonra getirilen bir testere ile başının ortasından ikiye bölünüyordu. Bazısı vardı, demir taraklarla taranıyor, vücudunda sadece et ve kemik kalıyordu. Bu yapılanlar onları dininden çeviremiyordu. Allah'a kasem olsun Allah bu dini tamamlayacaktır. Öyle ki, bir yolcu devesine bindi mi San'a'dan kalkıp Hadramevt'e kadar gidecek, Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmayacak, koyunu için de sadece kurttan korkacak. Ancak siz acele ediyorsunuz."[129]

 

As bin Vail'e Verdiği Cevap

 

Hz. Habbab'ın azılı müşriklerden As b. Vâil'den mühimce bir alacağı vardı. Birgün gidip alacağını istedi. Bu azılı müşrik,

-"Muhammed'i inkâr etmedikçe, sana olan borcumu ödemeyeceğim" dedi.

Hz. Habbab,

-"Ben herşeyimden vazgeçerim, yine de ölünceye kadar ve öldükten sonra dirilinceye kadar onu red ve inkâr etmem" diye cevap verdi.

Bunun üzerine As bin Vâil,

-"Ben, öldükten sonra dirilecek miyim? Eğer böyle birşey olacaksa, sabret. Diriltilip, malıma ve evlâdıma tekrar kavuştuğum o gün sana olan borcumu öderim" diye küstahça konuştu.

 

As bin Vâil'in bu sözleri üzerine Cenâb-ı Hak, indirdiği âyet-i kerimelerde şöyle buyurdu:

-"Şimdi şu âyetlerimizi ve,

 

اَفَرَاَيْتَ الَّذى كَفَرَ بِايَاتِنَا وَقَالَ لَاُوتَيَنَّ مَالًا وَوَلَدًا () اَطَّلَعَ الْغَيْبَ اَمِ اتَّخَذَ عِنْدَ الرَّحْمنِ عَهْدًا () كَلَّا سَنَكْتُبُ مَا يَقُولُ وَنَمُدُّ لَهُ مِنَ الْعَذَابِ مَدًّا () وَنَرِثُهُ مَا يَقُولُ وَيَاْتينَا فَرْدًا

 

'Elbette bana mal ve evlad verilecektir!' diyen adamı gördün mü?" O, gayba muttali mi olmuş? Yoksa Rahmânın huzurunda bir söz mü almış?" Hayır, öyle değil, biz onun dediğini yazacağız ve azabını da çoğalttıkça çoğaltacağız. "Ve o söylediği şeyleri hep elinden alacağız da, o bize tek başına gelecektir." [130]

 

Hz. Habbab, her türlü tehlikeyi göze alarak Müslümanlığını ilân ettiği gibi, çekinmeden yeni Müslümanlara Kur'ân-ı Kerim-i okutmak ve öğretmekle de meşgul olurdu. Hz. Ömer, elinde yalın kılıç, eniştesi ve kızkardeşinin evine hışımla girdiği zaman da yine bu fedakâr Sahabî onlara yeni inen âyetleri okuyor ve öğretiyordu.

 

Bunların akabinde şu isimlerin de, yer aldığı rivayet edilmiştir:

 

Annesi Hamame,

Ebu Fukeyhe,

Halid b. Said,

Umeyne bint-i Halef,

Amr b. Said,

Zubeyr b. Avvam,

Hz.Talha b. Ubeydullah,

Abdurrahman b. Avf,

Ebu Ubeyde b. Cerrah,

Ebu Seleme,

Hz Ümmü Seleme,

Osman b.Mazun, vb...

 

 

 

4- Gizli İbadet, Gizli Buluşmalar ve Dar'ül-Erkam

 

 

Mekke Cahiliye ortamında Hz. İbrahim'in soyundan gelen ve onun Hanif dinini takip eden bir aileden doğan Hz. Muhammed-in, kırk yaşında putperest toplumu gerçek dine davet etmesi için peygamberlikle görevlendirilmesiyle birlikte ona inanan ve inanmayan insanların 13 yıl boyunca kendi dinlerinin savaşımını verdikleri ve nihayet azınlık-güçsüz Müslümanların kendi yurtları olan Mekke'den Medine'ye hicret etmeleriyle kapanan bir dönemin adı; Miladî 610-623 yılları arasında geçen İslâmî tebliğin ilk dönemi. Mekke döneminin sonu, aynı zamanda Hicrî yılın başlangıcıdır.

 

Hz. Muhammed-in Peygamberlikten önceki hayatı Mekke Dönemi içerisinde değerlendirilmez; Mekke Dönemi Hz. Peygamberin peygamberliğiyle başlar. Toplumunun cahili yaşantısından uzak kalmak ve gerçeği düşünmek için yılın belli dönemlerinde şehirden uzaklaşan peygamberimiz yine böyle bir durumda Hıra Mağarasında iken Cebrail (a.s.)'ın okuduğu:

 

 7 Õ Ü  ô©ˆ £Ûa  Ù¡£2 ‰ ¡á¤b¡2 ¤a Š¤Ó¡a

 

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!”

 

 7§Õ Ü Ç ¤å¡ß  æb ¤ã¡üa  Õ Ü 

 

“ O, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı.”

 

 =¢â Š¤× üa  Ù¢£2 ‰ ë ¤a Š¤Ó¡a

 

“ Oku! Rabbin, en büyük kerem sahibidir.”

 

 =¡á Ü Ô¤Ûb¡2  á £Ü Ç ô©ˆ £Û a

 

“ O Rab ki kalemle (yazmayı) öğretti.”

 

 6¤á Ü¤È í ¤á Ûb ß  æb ¤ã¡üa  á £Ü Ç

 

“İnsana bilmedikleri şeyi öğretti,”[131] diye başlayan Alâk suresinin ilk ayetlerini dinledi ve peygamberlikle görevlendirildi. Daha önce bir kitap verilmemiş putperest bir topluma kendisine gelen bu gerçeği anlatma görevi ile görevlendirildi. Kendisi o toplumda sevilen, güvenilen, asil ve emin biriydi. Ona, "güvenilen Muhammed" anlamına gelen "Muhammed-ül Emin" deniyordu. En değerli emanetler başkasına değil ona bırakılıyordu. Eşi Hz. Hatice Hz. Peygamberin karşılaştığı bu durumu amcası Varaka b. Nevfel'e anlattı. İlâhî kitaplardan haberdar olan Varaka;

-"Ona gelen, daha önceki peygamberlere gelen Cibril-i Emindir, O peygamberdir. Keşke kavmi onu bu şehirden çıkardığı zaman hayatta olsam da ona yardım etsem" dedi. Varaka'nın söylediği aynen gerçekleşti.

 

Hz. Muhammed-in zorlu "Mekke Dönemi" başladı. Hz. Peygamber önce en yakın çevresini uyardı. Kendisine ilk inananlar; hanımı Hatice, kendi evinde kalan yeğeni Ali, azatlısı Zeyd, yakın arkadaşları Ebû Bekir, Osman, Talha.... oldu. Çevresinde toplanan bu Müslümanlar da ona yardımcı olarak, herkes kendi güvendiği yakın çevresini yeni dinle tanıştırdı. Kendisine dinin ulaştırıldığı insanlardan temiz yaratılışlılar, zulme, haksızlığa, ahlâksızlığa karşı olanlar bu dine inanıyor; yerleşik düzenin nimetlerinden aşırı yararlanan hırslı, zalim, merhametsiz, ahlâken zayıf Mekke ileri gelenleri bu dine düşman oluyorlardı.

 

Çünkü bu yeni din onların düzenini temelden değiştirmek için gelmişti. Onlar, dua etmek istedikleri zaman hiçbir şey duymayan, görmeyen, kendisine bile yararı dokunmayan, elleriyle yonttukları putlara, heykellere el açarken; yeni gelen din şunu söylüyordu: "Her şeyi yaratan, işiten, gören, dua ettiğiniz zaman size yardım edecek olan tek Allah'a yönelin; o putları terk edin." Onlar insanları efendi/köle, zengin-fakir, yöneten-yönetilen, soylu-soysuz, sosyete-normal vatandaş, siyah-beyaz kadın/erkek şeklinde gruplara bölüp bir kısmın diğerlerine üstün tutarken; yeni din, bütün insanların tek bir candan yaratıldığını, üstünlüğün ancak kalplerdeki iyilik duygusu ve Allah korkusuyla elde edilebileceğini ilân ediyordu.

 

Onlar, kız çocuklarını utanç verici bir leke olarak görürken, yeni din; kadınlara iyi davranılmasını emrediyordu. Onlar zayıf insanları köleleştirip pazarlarda satarken, kölesini bir hayvan gibi görür zevki için ona işkence yaparken, yeni din;

-"Köleleriniz kardeşlerinizdir, kendi yediğinizden onlara da yedirin, giydiğinizden onlara da giydirin; başınıza bir siyah köle bile emir seçilirse ona itaat edin" diyordu. Kısaca yeni din toplumu her türlü bağdan kurtarıp, inananlara Allah'ın önünde kardeş olarak secde etmelerini emrediyordu.

 

İslâm Mekke'de önceleri gizlice yayıldı. Güvenilir dostlar arasında konuşuldu ve kendisine bir taban oluşturdu. Bu dönem üç yıl sürdü. Davet gizli olmasına rağmen bu yeni dinin haberi kulaktan kulağa öyle yayıldı ki Mekke'de İslâm'ın konuşulmadığı tek ev kalmadı. Hatta Mekke dışına da taştı ve civar köylerden birinde oturan Ebû Zer el Gıfarî de bu yeni dini duydu ve hemen Mekke'ye gelerek Hz. Peygamberi bulup Müslüman oldu.

 

Darul Erkam

 

İslamiyet’in yayıldığı ilk yıllarda; Erkam b. Ebi-l Erkam ilk 25 Müslüman arasında yer alması kuvvetli bir ihtimaldir. Bu zatın; Safa mahallesindeki evi, Hz.Ömer gibi İslam tarihinin en mühim şahsiyetlerinin hidayetine sahne olmuş, daha pek çok kişi orada şahadet kelimesini getirerek Müslümanlık dairesine ilk adımlarını atmışlardır. O dönemde Mekkeli puta tapıcıların, ilk Müslümanlara amansız bir baskı uyguladıkları düşünülürse Hz. Erkam’ın, evinin İslam’ım tebliği uğrunda hizmete hazır kılmasının mana ve değeri kolayca anlaşılır.[132]

 

İslâm ve îmânın tâlimi, Allah'a ibadet ve tâatın serbestçe yapılabilmesi için emin bir yer gerekliydi. Allah Resûlü, bizzat bu emin yeri aradı ve tesbit etti: Saf'a Tepesinin doğusunda dar bir sokak içinde bulunan ilk Müslüman Erkâm bin Ebi'l-Erkâm bin Esed'in evi. Bu ev giriş çıkışlar için elverişli, etraftan gelen gidenlerin kolayca kontrol edilebileceği emîn bir yerdi. Artık, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz burada muâllim, ilk Müslümanlar da talebe idiler. Burada öğrendiklerini imkân ve fırsat dahilinde başkalarına da duyuruyor ve aktarıyorlardı. Böylelikle Dârü'l-Erkâmı, Nebiyy-i Ekrem Efendimizin hocalığını yaptığı ilk medrese, ilk İslâm üniversitesi saymak mümkündür. Hazret-i Ömer'in, İslâmla şereflenmesine kadar, Resûl-i Ekrem, İslâmı öğretme ve anlatma vazifesini burada yürüttü. Başta Hazret-i Ömer olmak üzere bir çok kimse bu evde Müslüman olma şerefine erdiler.

 

Dârü'l-Erkâmı Erkâm bin Ebî'l-Erkâm Hazretleri, hiç satılmamak ve tevarüs olunmamak şartıyla vekil olarak oğluna bırakmıştır. İslâm tarihinde büyük ehemmiyeti hâiz bulunan bu ev, bugün Kâbe karşısında, "Dârü'l-Hayzûran" adıyla anılmakta ve dinî bir okula tahsis edilmiş bulunmaktadır.[133]

 

  

 

 

5- Davetin Açığa Vurulması

 

 

Peygamber Efendimiz, ilk önce halkı İslam dînine gizlice dâvete ve putlardan ayırmağa başladı. Kendisine, daha ziyâde gençlerle halkın zayıf ve daha fakir olanları îmân etti. Zâten ilk emir, onların ibâdetlerini gizli olarak yapması idi. Çünkü kendilerine îmân etmeyenlerden bir zarar gelebilirdi. Hatta, namazda Kur'ân-ı Kerim açık açık okunmazdı. Herkes okuduğu şeyi gizli olarak okurdu. Bu hâl üç yıl böyle devam etti.

 

Bu zaman içinde İslâmiyet'i kabul edenlerin sayısı kırka yükseldi. Artık, İslâmiyet'in tamamıyla meydana çıkarılması, cemiyet meydanında bayraklaştırılması, İslâm’a açıktan dâvet zamanı gelmişti. Peygamber Efendimiz, alenî tebliğatta bulunmakla emrolundu. Şu Âyet-i Kerîmeler nâzil oldu:

 

 7 åî©ä¡ß¤ªì¢à¤Ûa  å¡ß  Ù È j £ma¡å à¡Û  Ù yb ä u ¤œ¡1¤a ë = åî©2 Š¤Ó üa  Ù m Šî,©' Ç ¤‰¡ˆ¤ã a ë

 7 æì¢Ü à¤È m b £à¡ß ¥õô¬©Š 2 ó©£ã¡a 3¢Ô Ï  Ú¤ì – Ç ¤æ¡b Ï

 

“(Önce) en yakın akrabanı uyar.Sana uyan müminlere (merhamet) kanadını indir.Şayet sana karşı gelirlerse de ki: Ben sizin yaptıklarınızdan muhakkak ki uzağım.”[134]

 

  åî©×¡Š¤'¢à¤Ûa ¡å Ç ¤¡Š¤Ç a ë ¢Š ß¤ªì¢m b à¡2 ¤Ê †¤•b Ï

 

“Sana emrolunanı açıkça söyle ve ortak koşanlardan yüz çevir!”[135]

 

Bu âyetler nâzil olunca, ilk iş olarak da, o âna kadar gizli okunan Kur'ân açıkça ve yüksek sesle okunmağa, İslâm’a dâvet de açık açık yapılmağa başlandı.

 

Akrabalarına İlk Davet ve Bir Mûcize

 

Peygamber Efendimiz, Hz.Ali'yi çağırarak;

-"Bize bir kişilik et yemeği yap ve bir kap da süt doldur. Sonra Abdulmuttaliboğullarını bana çağır. Onlarla konuşacağım, emrolunduğum şeyi onlara ulaştıracağım" dedi.

 

Hz.Ali, yemeği yaptıktan sonra Abdulmuttaliboğullarını Ebû Tâlib'in evine çağırdı. Dâvetliler; Peygamber Efendimizin, amcaları Ebû Tâlib, Abbas, Hamza, Ebû Leheb ve Abdimenafoğullarından bâzıları olmak üzere, ikisi kadın kırk beş kişi idiler.

 

Peygamber Efendimiz, bir insanın tek başına yiyebileceği eti parçaladı, dâvetlilere;

-"Bismillah! Buyurun!" dedi.

 

Hepsi ondan doyasıya yediler. Her birisinin ancak ellerinin uzandığı yerlerden, azıcık bir kısmının eksildiğini gördüler. Sonra bir insanın yalınız başına içebileceği kadar bir kaptaki sütü içmeğe başladılar. Her birisi ondan da kanasıya içtiler. Etin ve sütün kalanları, sanki hiç el dokunulmamış, yenilmemiş, içilmemiş gibi idi.

 

Peygamber Efendimiz, sırasını getirerek, onları Allâh'a îman ve ibâdete dâvete başlamıştı ki Ebû Lehep hemen ortaya atıldı ve (ibret alması gereken yemek mûcizesinden hiçbir ibret ve intibah almadığı gibi);

-"Biz bu günkü gibi bir sihir görmedik" diyerek, ilâhi tebliğe karşı çıktı, Cemaatı dağıttı.

 

Akrabalarına İkinci Da'vet

 

İlk dâvette, Ebû Leheb'in çirkin sözleri ve davranışı Allah Rasûlü'nün çok ağırına gitti. Günlerce bekledi. Sonra Cebrâil (a.s) gelip, "

-Allâh'ın emrini daha fazla geciktirmeden yerine getirmesi gerektiğini" Peygamber Efendimiz'e tebliğ etti ve kendisini cesâretlendirdi.

 

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, Hz.Ali'yi çağırdı;

-"Ey Ali! Şu adam, senin de işittiğin gibi, sözleri ile önüme geçti ve mani oldu. Ben onlarla konuşamadan dağıldılar. Sen önce yaptığın gibi yine bize yemek yap. Sonra onları bana topla." dedi.

 

Bu ikinci toplantıda da yenilip içildikten sonra Allah Rasûlü;

-"Hamd Allâh'a yaraşır ki, ben O'na hamd ederim. Yardımı da ondan dilerim. O'na inanır, O'na dayanırım. Şüphesiz bilir ve bildiririm ki Allah'tan başka ilah yoktur. O birdir, O'nun eşi ve ortağı yoktur. Her halde, otlak aramağa gönderilen bir kimse gelip âilesine yalan söylemez. Vallâhi Ben, kimseye yalan söylemem, bütün insanlara yalan söylemiş olsam dahi yine size karşı yalan söylemem. Bütün insanları aldatmış olsam yine sizi aldatmam. Sizi dâvet ettiğim Allah, öyle bir Allah'tır ki ondan başka ilah yoktur. Ben de O Allâh'ın hâssaten size, umûmî olarak da bütün insanlara gönderdiği Peygamberim. Vallâhi siz, uykuya daldığınız gibi, öleceksiniz. Uykudan uyandığınız gibi diriltilecek ve bütün yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz. İyiliklerinizin karşılığında iyilik, kötülüklerinizin karşılığında da cezâ göreceksiniz. Bunlar ya temelli cennette kalmak ya da temelli cehennemde kalmaktır. İnsanlardan âhiret azabıyla ilk korkuttuğum kimseler sizlersiniz." dedi.

 

Bu sözler üzerine Ebû Leheb'den başkası, hepsi yumuşak ve müsâit sözler söylediler.

 

İki Şeye Davet ve Hz.Ali'nin Mukabelesi

 

Peygamber Efendimiz;

-"Ey Abdülmuttaliboğulları! Vallâhi, Araplar içinde, benim size getirdiğim dünyâ ve âhiretiniz için hayırlı olan şeyden daha üstününü ve hayırlısını kavmine getirmiş bir yiğit bilmiyorum. Ben sizi, dile kolay gelen, mîzanda ağır basan iki kelimeye dâvet ediyorum ki, o da;  «Allah'tan başka ilah bulunmadığına ve benim de, Allâh'ın Rasûlü olduğuma şehâdet getirmenizdir.» Yüce Allah, sizi buna dâvet etmemi emir buyurdu. Siz bu hususta, görmediğiniz mûcizelerden bâzısını da gördünüz. O halde, hanginiz bana bu yolda icâbet ederek vezîrim ve yardımcım olur?" dedi.

 

Bu sözleri duyunca hepsi sustular. Peygamber Efendimiz, bu sözlerini üç defa tekrarladı.

 

Diğerlerinin sükûtuna mukâbil, her defasında ayağa kalkan Hz.Ali üçüncüde de ayağa kalkarak;

-"Yâ Rasûlellah!.. Sana yardımcı ben olurum ben! Gerçi, bunların yaşça en küçüğüyüm. Görüşüm kısa, vücudum bücür, kollarım zayıf, baldırları en incesiyim. Fakat, buna rağmen ben bu işte senin vezîrin ve yardımcın olurum." dedi.

 

Orada bulunanlar buna güldüler, gözlerini bir Ebû Tâlib'e bir de bu sözleri söyleyen çocuğa çevirdiler. Henüz on üç yaşında olan bu çocuk neler söylüyordu. Hâl böyle iken, hâlâ nasipsizler gözyaşı içinde boğulmuyor, erimiyor, kendinden geçmiyor ve teslim olmuyorlardı. Çare yoktu. Allâh'ın mühürlediği kalbi kimse açamazdı. Fakat hidâyetten nasîbi olanlara da kimse mâni olamazdı.

 

Daha Geniş Çapta Da'vet

 

Peygamber Efendimiz, kendi yakın akrabâlarını Hakk'a dâvetten sonra sıra bütün Mekke halkına gelmişti. Bir gün evinden çıkıp Safâ tepesine vardı. Orada, yüksek bir taşın üzerine çıktı. Şehâdet parmaklarını kulaklarına koyup;

-"Yâ Sabâhâh! Yâ Ben-î Kureyş! Yâ Ben-î Haşim! Yâ Ben-î Fehir!

(Ey Kureyşoğulları, Ey Haşimoğulları, Ey Fehiroğulları) Koşun ey Kureyş topluluğu, size önemli bir haberim var." diye seslendi.

 

Bu öyle bir dâvetti ki, Fahri Kâinât'ın çağrısı, bir mûcize olarak altı saat uzaklardan duyuldu. Çünkü, Fahri Kâinât, adeta mânevi bir radyo ile konuşmuştu. Kendilerine hitâp eden, sıradan bir kimse değildi. Bir peygamberdi.

 

Yakından uzaktan herkes duyarak, gelip önünde toplandılar. Peygamberimiz, onlara şunu sordu:

-"Ben size şu dağın arkasından bir düşman ordusu geliyor desem inanır mısınız?" Oradakilerin hepsi birden semâları çınlatan bir sesle;

-"Evet! Evet! Evet! İnanırız. Çünkü, Senden hiçbir yalan duymadık. Riyâ görmedik. Sen aramızda doğruluğun, dürüstlüğün mücessem bir timsâlisin. Muhammed'ül Emin'sin." dediler.

 

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz de;

-"Ben size, önünüzdeki şiddetli azabın bildiricisiyim. Yüce Allah, bana en yakın akrabâlarımı âhiret azabıyla korkutmamı emretti. Sizi "Lâ ilâhe İllallâhü vahdehû lâ şerîke leh (Allah’tan başka ilah yoktur. O birdir. O'nun eşi, ortağı yoktur)" diye şehâdet getirip îman etmeğe dâvet ediyorum! Ben de O Allâh'ın kulu ve Rasûlüyüm! Söylediğimi kabul ve tasdik ederseniz cennete gireceğinize taahhüt ederim. Siz "Lâ ilâhe illallah" demedikçe, ben size ne dünyâda bir fâide, ne de âhirette bir nasip sağlayabilirim, îman ediniz!" dedi.

 

Ebû Leheb'in Küstahlığı

 

Burada Hz.Peygamberimiz'e hemen inananlar olmuştu. İnanmayanlar arasında da söyleşmeler başladı. Öyle ki; âdeta birbirleriyle çekişiyorlardı. Bu arada, Rasûlüllah'ın amcası Ebû Leheb yerinden fırlayarak kalktı;

-"Vay! Bizi bunun için mi çağırdın?" diye bağırarak, iki eline birer taş alıp "Tebben Lek (seni helâk edeceğim)" diyerek atmak istediyse de, Cebrâil (as) mânen arkasından gelip, bileklerinden ellerini tuttu. Sallandı mallandı, amma atamadı.

 

Onun bu hareketinden, Peygamber Efendimiz pek müteessir oldu. Bunun üzerine Cenâb-u Hakk, Habîbini teselli için

-"Tebbet Sûresi"ni indirdi:

 

تَبَّتْ يَدَا اَبى لَهَبٍ وَتَبَّ  () مَا اَغْنى عَنْهُ مَالُهُ وَمَاكَسَبَ () سَيَصْلى نَارًا ذَاتَ لَهَبٍ () وَامْرَاَتُهُ حَمَّالَةَ الْحَطَبِ () فى جيدِهَا حَبْلٌ مِنْ مَسَدٍ

 

 "Habîbim! Sen müteessir olma. Sen değil, o seni helâk edeceğim diyen Ebû Leheb'in iki eli de, dünyâsı da, âhireti de, çocukları da, âilesi de helâk oldu."[136] buyurdu.

 

Ebû Leheb, Peygamber Efendimiz'e ilk karşı çıkan oldu. Karısı Ümmü Cemile de dîne karşı çıkmakta ve düşmanlıkta ondan geri kalmadı. Şöyle ki; Ebû Leheb'in karısı, geceleyin dağlardan sert keskin dikenlerden toplar getirir, Peygamberimiz'in evi ile mescidi arasındaki yola döker, sererdi. Bundan dolayı Cenâb-u Hakk, Tebbet Sûresi'nde, onu, odun hammalı diye zemmetti. Oğulları da, Peygamber Efendimiz'in iki kızı ile nişanlanmış, nikahlanmış fakat henüz evlenmemişlerdi. Ebû Leheb ve karısı, oğullarını çağırarak;

-"Hemen karılarınızı boşayınız. Eğer boşamazsanız, bize evlat değilsiniz" dediler.

 

Onlar da hemen boşadılar. Oğullarından Uteybe, terbiyesizliğin büyüğünü yaptı. Âilesini kolundan tuttuğu gibi Yüce Peygamberimiz'in huzuruna giderek, kızını teslim ettikten sonra, O'na şu sözleri söyledi:

-"Ben Senin dînini inkâr edenlerdenim ve Seni sevmem. Sen de beni sevmezsin. İşte onun için kızını boşadım." dedi. Bununla da kalmadı. Kâinâtın Efendisi'ne hücûm ederek, yakasından tuttu. Rasûlüllah Efendimiz'in gömleği yırtıldı.

 

Bu hunhar zâlimin yaptığından Allah Rasûlü çok müteessir oldu. Onun için;

-"Yâ Rab! O'nun üzerine canavarlarından bir canavar musallât et" diye bedduâ etti. Çok geçmeden Uteybe, babası Ebû Leheb ile birlikte Şam'a giderken Zerka'da, babası ve arkadaşlarının arasında uyurken bir arslan gelip onu paramparça etti. Böylece Peygamber Efendimiz'in bedduasının kabul buyrulduğu açıkça görüldü.

 

Peygamber Efendimiz'in tebliğ ettiği Yüce Dîne karşı bütün düşmanlığı yapan, fakat dînin yayılmasının asla önüne geçemeyen müşrikler, Peygamber Efendimiz'in iki erkek çocuğunun vefât etmiş olmaları sebebiyle kendi kendilerine şöyle tesellide bulunurlardı:

-"O'nun Kâsım ve Abdullah'tan başka oğlu yok, eğer kendisi ölürse çocukları zâten vefât etmiştir, böylece dâvâ bitmiş olur."

 

Amma onlar bilmiyorlardı. Bilmiyorlardı ki dünyâ O'nun için yaratılmıştı. İnsanlık onun içindi. Herşey O'nun için yaratılmıştı. O olmasaydı dünyâ yaratılmazdı. Bunların hiçbirini müşrikler bilmiyordu. Onların sâdece bildiği bir şey varsa put ve heykel dikip ona tapmaktı. Hatırlarına gelmiyordu ki O'nun şeriatı kıyâmet gününe kadar kalacak, ümmeti, kendisinin evlâdı ve ahfâdı olacaktı.[137]

 

 

 

6 – Zulüm Safhaları ve Dar'ün-Nedve

 

 

Müşrikler, ilk Müslüman olanlar içinde kendilerine arka çıkacak kuvvetli adamı bulunmayan, kabîle hâmisi olmayan zayıf gördükleri fakirlere, yapmadık zulüm ve işkence bırakmıyorlardı. Onları aç ve susuz bırakırlar, döverler, kızgın kumların üzerine yatırıp işkence yaparlardı.

 

En Çok Ezâ ve Cefâya Uğrayanlardan Bâzıları

 

Yâsir ailesine işkence: Ebû Cehil, Kureyş'den birinin İslam olduğunu haber alınca, O'na gelir ve O'na malında ve ticâretinde eziyet ederdi ve ettirirdi. Ammar bin Yâsir'in başına ateşte kızdırılmış saç koyarlar, bu şekilde işkence ederlerdi. Ammar'ın babası Yasir, kardeşi Abdullah ve annesi Sümeyye de îmanları yüzünden Mekke'nin kızgın çölüne çıkarılıyorlar ve eziyet ediliyorlardı.

 

Allah Rasûlü onlara uğruyor, onların çektikleri azap ve ızdırapları bizzat görüyordu. Fakat, Müslümanların az ve zayıf olmasından dolayı hiçbir şey yapmağa muktedir olamıyorlardı ve onlara şöyle diyordu:

-"Sabredin, Ey Yâsir âilesi, size cennet vadedilmiştir."

Yâser, Peygamber Efendimiz'e;

-"Zaman hep böyle mi sürüp gidecek?" diye sordu.

Peygamber Efendimiz;

-"Allahım!.. Yâsir âilesine rahmet ve mağfiretini ihsan et!" diyerek onlara duâ etti.

 

Bir müddet sonra Yâser, işkenceye dayanamayarak can verdi. Zevcesi Sümeyye çok yaşlanmış zayıf bir kadındı. Ebû Cehil, Sümeyye'ye:

-"Sen, ancak cemâline aşık olduğun için Muhammed'e imân ettin" deyince, Sümeyye ona ağır laflar söyledi. Ebû Cehil de kızarak elindeki mızrağını O'na saplayıp Sümeyye'yi şehîd etti.

 

Din yolunda erkeklerden ilk şehîd Yâser, kadınlardan da ilk şehîd Yâsir'in zevcesi Sümeyye oldu.

 

Bilâl-i Habeşî: Soy îtibariyle, Habeşli bir zencidir. Ümmiye'tibni Halef'in kölesiydi. Ümmiye, İslâmın büyük düşmanlarından olduğundan, kölesine yapmadık eziyet bırakmadı. O'nu kızgın kumlar üzerine yatırıp, göğsüne kızgın taşlar koyarak saatlerce güneş altında tutardı. Bilâl, imân aşkının verdiği kuvvetle bunlara dayanır, "Allah birdir, bir" diyerek, bunlara katlanırdı.

 

Bilâl-i Habeşî'nin himâye edecek kimsesi yoktu. Boynuna ip takarak çocukların ellerine verip sürüklüyorlardı. Boynunu ip kesiyor, kanlar akıyor, fakat ağzından yalnız "Allah birdir, bir" sözü çıkıyordu.

 

Peygamber Efendimiz, oradan geçerken Bilâl-i Habeşî'ye böyle işkenceler yapıldığını ve O'nun;

-"Yâ Ahâd!.. Yâ Ahâd!.. (Ey bir olan Allahım, Ey bir olan Allahım)" diyerek, Cenâb-u Allâh'a ilticâda bulunduğunu gördü.

-"Devam et, O Ahâd isminin sâhibi seni kurtarır" buyurdu.

 

Peygamberimiz, durumu Eshâbına haber verdi. Bunun üzerine Hz.Ebû Bekr'ini's-Sıddık, koşarak onlara;

-"Siz bunu işkence ile öldüreceksiniz de, elinize ne geçecek? Bunu bana satın." dedi.

-"Satmayız." dediler. Çok ağır bir para teklif ettiler. Öyle ki, Hz.Ebû Bekr'i servetinden edip, başkalarına muhtaç edecek şekilde bir para teklif ettiler.

 

Hz.Ebû Bekr'is'Sıddık gidip, derledi toparladı, o parayı getirip Bilâl'i onlardan satın alarak, Allah rızası için âzâd etti.

 

Müşrikler buna hayret ettiler, şaştılar. "İnsan, kendinden başkası için bu kadar parayı verip âzâd edemez. Olsa olsa, O'nun yanında önceden kazanılmış ve kendisine emânet edilmiş, Bilâl'in parası varmıştır da, O, onunla bunu almıştır." dediler.

 

Cenâb-u Hakk indirdiği âyetle, müşrikleri tekzîb etti ve,

-"Benim Ebû Bekir kulumun yanında, başkası için emânet bırakılmış bir para yok. O ancak Allah rızası için yaptı. Rabbîsi O'ndan, O da Rabbîsinden razıdır." buyurdu.

 

Suheyb-i Rûmî: Müşrikler, Suhayb'i Müslümanlıktan döndürmek için, ne söylediğini bilmeyecek hâle getirinceye kadar döverlerdi. Bir gün Suhayb, Hubab ve Ammar birlikte giderlerken Kureyş müşrikleriyle karşılaştılar.

 

Müşrikler;

-"İşte Muhammed'in oturup kalktığı kimseler şunlar!" diyerek hakârete kalkıştılar.

Suheyb;

-"Evet biz, Allâh'ın Peygamberi ile oturup kalkan kimseleriz. Allâh'ın Peygamberine biz îmân ettik, siz küfrettiniz. Biz, O'nu tasdik ettik, siz tekzip ettiniz. Müslümanlıkta değersizlik, müşriklikte de üstünlük bulunmaz." deyince, üzerine saldırdılar.

-"Allâh'ın aramızdan nîmet ve rahmetine erdirdiği kimseler bunlar ha!.." diyerek, Suhayb'i dövdüler.

 

Bunca ezâ ve cefâya rağmen; hidâyet yolundan dönen, dayanamayan, şüphe ve kaygıya düşen, nefsine kapılan, içi burkulan, îmân duygusu gölgelenen, küfre kayan veya kayar gibi olan tek kişi dahi olmadı.[138]

 

Müşriklerin Elebaşıları

 

Ebû Cehil: Ebû Cehil, Müslümanların en büyük, en azılı düşmanı, küfrün önderi idi. O, varlıklı, güçlü kuvvetli ve istediği zaman bütün Kureyş halkını kendi etrafında toplayacak bir güce sâhipti. Müslümanların, onun elinden ve dilinden çekmediği kalmadı. Öyle ki, Müslümanlara işkencenin en ağırını yapıyor ve yaptırıyor, İslâmiyet’in yayılmasını önlemek için her çâreye başvuruyordu.

 

Ebû Leheb: Peygamber Efendimiz'in öz amcalarından birisi olmasına rağmen, İslâmiyet’in en azılı düşmanlarındandı. Karısı Ümmü Cemile de kocası gibi düşman, Peygamber Efendimiz'e eliyle diliyle ezâ verenlerden biriydi. Ebû Leheb hasta olduğundan Bedir harbine gidememiş, bedel göndermiş, Bedir'de Müslümanların gâlibiyet haberini yatağında duyunca, iki kere ölmüştü.

 

Velid ibn-i Muğîre: Kureyş'in nüfuzlularındandı. İslâm’ın azılı düşmanlarından, nesebi gayri sahih soysuzun birisiydi.

 

Âs ibn-i Vâil: İslâmiyet ve O'nun Peygamberi ile acı acı alay eden, Peygamber Efendimiz'in oğlu Kâsım vefât ettiği zaman,

-"Muhammed ebterdir, erkek evlâdı yaşamıyor, O'nun sonu yoktur" diyen bu adamdır. Evlat acısıyla yüreği kanayan bir babayı teselli edecek yerde, o böyle acı sözler söyleyecek insafsızın birisidir. Fahri Kâinât'ın düşmanları, ictimâî mevkiileri ne olursa olsun, işte böyle insanlıktan uzak kimselerdi.

 

Cenâb-u Hakk, Kevser Sûresi'nin son âyetiyle:

 

اِنَّ شَانِئَكَ هُوَ الْاَبْتَرُ

 

"Senin düşmanın, asıl sonu kesik (ebter) olandır"[139] Âs ibni Vâil'in kendisinin ebter olduğunu"            beyânla zemmetmiştir.

 

Ölümü şöyle oldu: Bir defasında eşeğine binmiş Mekke civarında bir dağ geçidinden geçerken, eşeği onu yere düşürüp bacağını ısırdı. Bu yara bacağının şişmesine ve ölümüne sebep oldu.

 

Nad'r ibni Hâris: Peygamber Efendimiz'e ve Müslümanlara ençok ezâ ve cefâ edenlerden biri de bu adamdı. Acem hikayelerine vâkıftı.

-"Muhammed size esâtir-i evveliyni (Hâşâ, geçmişlerin masallarını) söylüyor." derdi.

 

Bunun hakkında birkaç âyet nâzil oldu. Bedir harbinde esir alınıp Rasûlüllah'ın emriyle öldürüldü.

 

Diğer Düşmanlar: Ümmiye'tibni Halef, Utbe ibn-i Rebîa, Übeyy'ibn-i Halef, Hubeyre ibn-i Ebi Vehb, Hakem ibn-i Ebül As ... vs.dir.

 

Dâru'n-Nedve

 

İslâm'dan önce Cahiliyye çağında Mekkeli müşriklerin toplantı ve istişâre yeri; Şehir meclisi; Cahiliyye devri Mekke şehir devletinin parlamentosu. Hz. Peygamber'in dördüncü kuşaktan dedesi Kusay İbn Kitâb'ın Mekke'de M. 440 tarihinde Kâbe'nin güneybatısında ve şehirde ilk defa Kâbe yakınında, kapısı Kâbe'ye dönük olarak inşa ettirdiği dâru'n-Nedve'de Kureyş ileri gelenleri toplanır, şehrin bütün siyasî, askerî ve sosyal meseleler burada görüşülerek karara bağlanırdı.[140]

 

Dâru'n-Nedve'ye katılan ve yaşları kırkın üzerinde olması şartı aranan Nedve heyetinin bir arada şehir halkının mülkî ve dînî meselelerini görüştüğü de ileri sürülmüştür. Kusay İbn Kitâb'ın asıl adı Zeyd olup uzaklaşma anlamına gelen Kusay lâkabını sonradan almıştır.[141] Kusay, Kureyş'i beşinci yüzyılda Mekke'nin en güçlü kabilesi yapmış, Mekke idaresini ele geçirmiş; Mekke'yi mahallelere bölerek, her kabileyi bu mahallelere yerleştirmişti. Kusay'ın şeceresi Kinâneoğulları'na, onlardan Adnanoğulları'na ve Hz. İsmail'e dayandırılır. Kusay, Huzaa ve Bekroğulları kabileleriyle savaşarak Mekke hükümdarı olmuştu. Kâbe'nin hicâbe, sikâye, rifâde, nedve vb. işlerinin yönetimi de onun kabilesi Abdüddaroğulları'nın hâkimiyetine geçmişti. Kusay İbn Kitâb, Mekke'de kendisine itaat edilen bir dinî lider durumunda idi. Dâru'n-Nedve'de bulûğ çağına giren kızlara gömlek giydirilmesi gibi nikâh'a ve savaşa karar alınması da Nedve heyetinin şehrin idare meclisi veya hükümeti gibi çalıştığını göstermektedir.[142]

 

Dâru'n-Nedve, Mekke şehir devletinin yönetimi ile ilgili olarak verilecek her türlü hüküm ve kararın alındığı bir yer olup bugünkü anlamı ile tam bir parlamento ve yasama meclisi durumunda idi. Hatta Hz. Peygamber'in hicretinden bir gün önce Dâru'n-Nedve'de toplanan Kureyş ileri gelenleri, Rasûlullah'ı öldürme kararını burada almışlardı. Mekke'nin İslâm ordusu tarafından fethedilmesinden sonra, Dâru'n-Nedve, müslümanların eline geçmiş ve Muaviye zamanında Kusay'ın torunlarından biri bu binayı yüz bin dirheme Muaviye'ye satmış, bina da valilik konağı olmuştu.[143]

 

 

 

 

7- İslam'a Düşmanlıkların Sebepleri

 

 

 

 

Ebu Cehl, başından geçeni, Kureyşli müşriklerine anlatınca, Nadr b.Haris, kalkıp

-"Ey Kureyş cemaati ! Vallahi, sizin başınıza hiç bir zaman, bir benzer ile mübtela olmadığınız,bundan sonra da, kolay kolay çaresini bulamayacağınız bir iş gelmiş bulunuyor!

 

Muhammed; Şakaklarına ak düştüğünü gördüğünüz zamana kadar, içinizde, en çok hoşunuza giden bir gençti.

 

En doğru sözlünüz ve en emininiz idi.

 

Nihayet, size getirdiği şeyle gelince, ona (Sihirbaz!) dediniz.

 

Hayır! Vallahi, o, bir Sihirbaz değildir!

 

Biz, Sihirbazları ve onların üfürmelerini, düğümlemelerini görmüşüzdür.

 

Siz, ona (Kahin!) dediniz.

 

Hayır! Vallahi, o, bir kahin değildir.

 

Biz, kahinleri ve onların titreyişlerini, görmüş ve Seci'li sözlerini, dinlemişizdir

 

Siz, ona (Şair!) dediniz.

 

Hayır! Vallahi, o, bir Şair de, değildir.

 

Biz, Şiiri görmüş ve onun her çeşidini: Hezec'ini, Recez'ini.. dinlemişizdir.

 

Siz, ona (Mecnun!) dediniz.

 

Hayır! Vallahi, o, bir mecnun da değildir.

 

Biz, delilikleri, görmüşüzdür.

 

Onun ise, ne boğulması, ne çarpınıp titremesi, ne evhamlanması, ne de, sözlerini, karıştırması, vardır.

 

Ey Kureyş cemaati! Durumunuzu iyice düşününüz, gözden geçiriniz!

 

Çünkü, vallahi, sizin başınıza, büyük bir iş gelmiştir !'' dedi.[144]

 

Sonuç olarak küfrün sebepleri şöyle özetlemek mümkündür.

 

a- Büyüklenme (istikbar),

 

b- Haddi Aşmak (Taşkınlık),

 

c- Haset,   

 

d- Düşmanlık    

 

e- Utuv ve Tuğyan (Çılgınlık, azgınlık),  

 

f- İstiğnâ  (Kendini yeterlilik zannı), 

 

g- Cebbarlık (İnsanın büyüklük taslayarak, kendi kendine yeterliliğini tahakküm biçiminde ortaya koyması)

 

Şirk, bir nevi Allah’ı kandırmaya kalkışmanın, O’na inanıyor gibi görünüp, O’nun yerine bir sürü tanrılar koymanın adıdır. ‘Küfr’ ise, açıktan bir inkârdır, bile bile Gerçeğin üzerini örtmedir  veya inanmamadır.

 

İnsan, Allah’ın kendisine verdiği nimetlere şükretmek üzere yaratılmıştır. İnsanın fıtratı dí ilâhí ni’metlere şükretmeye uygundur. İnsan, Rabbini bilmeli, O’na teslim olmalı ve O’nun verdiklerine nasıl şükredilmesi gerekiyorsa öylece şükretmelidir.

 

Ancak insan unutkan ve haksızlığa meyilli olduğu için, hem ni’metin sahibini unutuyor, hem de haksızlığa kalkışarak başka tanrılara kulluk yapıyor. Elde ettiği mal ve servetle şımarıyor, yeryüzünde kibirleniyor, haddi aşıyor, heva ve hevesine uyarak yoldan çıkıyor. Mal ve dünyalıklarla eline bir güç geçiren kimselerin çoğu azar ve yoldan çıkarlar. Bunlar ya kendi kafalarından uydurdukları tanrılara inanırlar, ya da çıkarlarını sürdürmeye yarayan atalar dinine bağlı kalırlar. Onlara; ‘gelin Allah’ın Dini olan İslâma teslim olun’ denildiği zaman kibirlenerek yüz çevirirler.

 

Bu gibi kimseler Allah’tan peygamberler vasıtasıyla gelen âyetleri kabul etmezler ve kafir olurlar. Böylece hem ni’metin Sahibine karşı ‘küfran’ gösterirler, nankör olurlar; hem de ilâhí âyetlere karşı inkârcı kesilirler.

 

Allah’a karşı ‘küfr’e yeltenen inkârcıların çoğu yeryüzünde haksız yere şımaran ve kibire düşen kimselerdir. Kimileri de kendi aklına veya keyfine uymayı en doğru yol olarak bilir ve kendi görüşünden başka kutsal bir şey kabul etmez. Kimileri de atalarının izi üzerine gider. Babasını hangi din üzerinde görmüşse körü körüne o dinin peşine gider. Doğru mu yanlış mı, hakk mı batıl mı diye düşünmez. Kimileri de iktidar sahibi olunca, kendini ‘müstağni’ (Allah’a ihtiyacı yok) zanneder, Allah’a ve O’nun emirlerine karşı büyüklük taslar. Allah’ın önünde secde etmeyi kibirine yediremez. Allah’ın gönderdiği hükümleri beğenmez, kendi fikirlerini daha üstün tutar.

 

Kimileri de kutsal saydıkları sahıs veya putları tanrı haline getirir. Onlarla Allah’a şirk koşarlar, o putlar adına uydurdukları inanç ve ilkeler doğrultusunda yaşarlar ve böylece ‘küfr’e düşerler.

 

 

 

 

8- Görüşmeler, Uzlaşma Teklifleri

 

 

Gün gün Müslümanların sayılarının artığını gören müşrikler, Hz. Muhammed (as)'e teklif götürmeye karar verdiler. O'na 

-"Sen, bildiğin gibi kabilenin soylularındansın ve senin soyun sana şerefli bir konum sağlıyor. Fakat sen halkına ciddi ve tehlikeli bir mesele getirdin, bununla onların topluluğunu birbirinden ayırıyor, onların yaşam tarzının saçma olduğunu söylüyor, dinlerini ve tanrılarını küçümsüyorsun ve onların atalarına kafir diyorsun. Eğer istediğin zenginlikse, mallarımızı birleştirir seni aramızda en zengin kimse yaparız.. Eğer istediğin şerefse, seni liderimiz yaparız ve senin sözünden hiç çıkmayız. Ve eğer kral olmak istiyorsan seni kral yaparız. Eğer sana musallat olan cinden ve hastalıktan kurtulamıyorsan sana bir hekim buluruz ve iyileşene dek senin için tüm servetimizi harcarız."

 

Onların tek cevabı daha önce kaldıkları yerden devam etmeleriydi. Eğer onların tekliflerini kabul etmiyorsa, Allah'ın elçisi olduğunu ispatlayacak bir şeyler göstermeliydi, o zaman mesele hallolurdu.

-"Rabbinden çevremizdeki dağları kaldırmasını, toprağı dümdüz yapmasını ve ülkemizdeki dağları kaldırmasını, toprağı dümdüz yapmasını ve ülkemizden Suriye ve Irak gibi nehirler akıtmasını iste... Veya bizin için bunları istemeyeceksen kendin için bir şeyler iste. Allah'tan senin sözlerini doğrulayıp bizimkileri yalanlayacak bir melek indirmesini iste... ki senin Allah katında ne kadar değerli olduğunu görelim." Peygamber onlara şu cevabi verdi:

-"Ben Allah'tan böyle şeyler isteyecek değilim, çünkü O beni uyarmam ve müjdelemem için gönderdi." Onu dinlemeyi reddederek şöyle dediler:

-"O zaman gökyüzünü parça parça üzerimize indir." Karar verecek olan Allah'tır, dilerse yapar" diye cevap verdi Peygamber (as).

 

Peygambere tabi olanlar sürekli artıyordu. Fakat bunların hemen hepsi ya köle ya azatlı ya da Mekke dışındaki Kureyş’lilerden oluşuyordu. Abdurrahman, Hamza ve Erkam istisna hepsi zayıf idiler, bunlar da liderlik vasfından uzaktılar. Bu nedenle Peygamber (as), içinde amcası Ebu Talib'in de bulunduğu Kureyş liderlerinden hiç olmazsa bir kaçını kazanmak istiyordu. Eğer Ebu Cehil'in amcası Velid'in desteğini kazanırsa, davetini daha kolay yapabilecekti. Bir Gün Peygamber (as) Velid'le sohbete dalmışken, İslam'a henüz girmiş kör bir adam yanlarından geçti; Peygamberin (a.s) sesini duyunca kendisine Kur'an'dan bir parça okumasını rica etti. O da biraz sabırlı olmasını istedi. Adam ısrar edince Peygamber (a.s) hiddetlendi ve ondan yüzünü çevirdi. Sohbeti yarım kalmıştı. Fakat bunun bir kaybı yoktu, çünkü Velid mesaja tamamen kapalıydı.

O anda vahiy geldi:

 

عَبَسَ وَتَوَلّى () اَنْ جَاءَهُ الْاَعْمى

 

"Surat astı ve yüz çevirdi; kendisine o kör geldi diye."[145]

 

Kısa süre sonra Velid,

-"Ben Kureyş'in en üstünü olduğum halde bana gelmiyor da Muhammed-e mi vahiy geliyor?" diyerek kendini beğenmişliğini ortaya koyuyordu. Ebu Cehil de ondan geri kalmıyordu:

-"Biz, Abdu Menaf oğulları ile aramızda şeref konusunda yarış ederiz. Şimdi onlar' Bizim adamlarımızdan biri Peygamberdir. Ona gökten vahiy geliyor.' diyorlar. Biz onun bir eşini ne zaman elde edeceğiz. Tanrıya andolsun ki, biz ona inanmayacağız." diyordu.

 

Diğerleri de Ebu Cehil kadar olmasa da aynı şeyi düşünüyorlardı. Hepsi de değişik derecelerde vahyin diline ve üslûbuna duyarlıydılar. Fakat anlamına gelince babalarının hiçbir şey kazanmadığını ve onların tüm çabalarının boşa gittiğini vurgulayan âyetlere gönüllerini kapatmışlardı:

 

  åí©ˆ £Ü¡Û ¥Š¤î  ¢ñ Š¡¨üa ¢‰a £†Ü Û ë 6¥ì¤è Û ë ¥k¡È Û ü¡a ¬b î¤ã¢£†Ûa ¢ñì¨î z¤Ûa b ß ë

  æì¢Ü¡Ô¤È m 5 Ï a 6 æì¢Ô £n í

 

“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Müttakî olanlar için ahiret yurdu muhakkak ki daha hayırlıdır. Hâla akıl erdiremiyor musunuz?”[146]

 

 

 

9- Habeşistan'a Hicret

 

 

Müslümanların Mekke müşriklerinin zulmünden kurtularak İslâm’ın öngördüğü biçimde özgürce yaşayabilmek amacıyla Habeşistan'a yaptıkları göç. Müslümanlar, ilki Hz. Muhammed (a.s)'ın peygamberlikle görevlendirilişinin beşinci yılında (614), ikincisi de altıncı yılın (615) başlarında olmak üzere iki defa hicret ettiler. Bu hicretler birinci Habeşistan hicreti ve ikinci Habeşistan hicreti olarak adlandırılır.

 

Kur'an'da hicret, cihattan sonra en önemli eylem olarak değerlendirilir. Bunun nedeni açıktır. Bir mümin için en önemli şey imanı ve imanının gereklerini yerine getirerek Allah’ın rızasını kazanmaktır. Gerçek bir mümin kendi ülkesinde, yaşadığı çevrede bu amacına ulaşamıyorsa, yurdunun, işinin-gücünün, malının mülkünün, akraba ve dostlarının hiçbir anlam ve önemi kalmaz. Bunlarla imanı arasında seçim yapmak zorunda kalan insan, imanı seçiyorsa, ancak o zaman gerçek bir mümindir. Bu nedenle Mekke'de, müminler müşriklerin baskı ve işkenceleri yüzünden böyle bir seçim yapma noktasına doğru gelince, Kur'an onları, hicretin anlam ve önemini bildiren ayetlerle muhtemel bir hicrete hazırlamaya başladı. Bu konudaki bir ayette;

 

b î¤ã¢£†Ûa ¡ê¡ˆ¨ç ó©Ï aì¢ä ¤y a  åí©ˆ £Ü¡Û 6¤á¢Ø £2 ‰ aì¢Ô £ma aì¢ä ß¨a  åí©ˆ £Ûa ¡…b j¡Ç b í ¤3¢Ó

 §lb ¡y ¡Š¤î Ì¡2 ¤á¢ç Š¤u a  æë¢Š¡2b £–Ûa ó £Ï ì¢í b à £ã¡a 6¥ò È¡a ë ¡é¨£ÜÛa ¢¤‰ a ë 6¥ò ä  y

 

 “(Resûlüm!) Söyle: Ey inanan kullarım! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Bu dünyada iyilik yapanlara iyilik vardır. Allah'ın (yarattığı) yeryüzü geniştir. Yalnız sabredenlere, mükâfatları hesapsız ödenecektir”[147] buyrularak bir hicretin gerekebileceği ima edilir.

 

 b î¤ã¢£†Ûa ó¡Ï ¤á¢è £ä ö¡£ì j¢ä Û aì¢à¡Ü¢Ã b ß ¡†¤È 2 ¤å¡ß ¡é¨£ÜÛaó¡Ï a뢊 ub ç  åí©ˆ £Ûa ë

 = æì¢à Ü¤È í aì¢ãb ×¤ì Û <¢Š j¤× a ¡ñ Š¡¨üa ¢Š¤u ü ë 6¦ò ä  y

 

“Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, onları dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz. Eğer bilirlerse ahiretin mükâfatı elbette daha büyüktür,"[148] ayeti ise müminleri hicrete açıkça teşvik eder.

 

Kur'an, bir yandan müminleri hicrete hazırlarken, diğer yandan da Hıristiyanlık ve Hz. İsa hakkında gerekli bilgilerle donatıyordu. Habeşistan hicretinin hemen öncesinde gelen Meryem suresi, müminleri bu konuda yeterince bilgilendirdi. Ayrıca, müminlere Hıristiyanlarla nasıl mücadele etmeleri gerektiği öğretildi:

 

aì¢à Ü Ã  åí©ˆ £Ûa ü¡a >¢å ¤y a  ó¡ç ó©n £Ûb¡2 ü¡a ¡lb n¡Ø¤Ûa  3¤ç a a¬ì¢Û¡…b v¢m ü ë

 ¤á¢Ø¢è¨Û¡a ë b ä¢è¨Û¡a ë ¤á¢Ø¤î Û¡a  4¡Œ¤ã¢a ë b ä¤î Û¡a  4¡Œ¤ã¢a ô¬©ˆ £Ûb¡2 b £ä ß¨aa¬ì¢Ûì¢Ó ë ¤á¢è¤ä¡ß

  æì¢à¡Ü¤¢ß ¢é Û ¢å¤z ã ë ¥†¡ya ë

 

“İçlerinden zulmedenleri bir yana, ehl-i kitapla ancak en güzel yoldan mücadele edin ve deyin ki: Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim Tanrımız da sizin Tanrınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuzdur."[149]

 

Bu hazırlama ve bilgilendirmeden sonra, müminlerin hicreti bilfiil gerçekleştirmeleri yönünde açık işaretler taşıyan su ayetler geldi:

 

b> è Ó ¤‹¡‰ ¢3¡à¤z mü §ò £2¬a … ¤å¡ß ¤å¡£í b × ë  æì¢Ü £× ì n í ¤á¡è¡£2 ‰ ó¨Ü Ç ë a뢊 j •  åí©ˆ £Û a

  Õ Ü  ¤å ß ¤á¢è n¤Û b  ¤å¡÷ Û ë ¢áî©Ü È¤Ûa ¢Éî©à £Ûa  ì¢ç ë 9¤á¢×b £í¡a ëb è¢Ó ¢‹¤Š í ¢é¨£ÜÛ a   

  æì¢Ø Ï¤ªì¢í ó¨£ã b Ï 7¢é¨£ÜÛa  £å¢Ûì¢Ô î Û  Š à Ô¤Ûa ë  ¤à £'Ûa  Š £‚  ë  ¤‰ üa ë ¡pa ì¨à £Ûa

 

“Onlar, sabreden kimselerdir ve yalnız Rablerine güvenip dayanmaktadırlar. Nice canlı var ki, rızkını (yanında) taşımıyor. Onlara da size de rızık veren Allah'tır. O, her şeyi işitir ve bilir. Andolsun ki onlara: "Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?" diye sorsan, mutlaka, "Allah" derler. O halde nasıl (haktan) çevrilip döndürülüyorlar?”[150]

 

Andığımız son ayetler indiği sırada artık hicret zamanı gelmişti. Çünkü müşriklerin zulümleri, baskı ve işkenceleri dayanılmaz bir hadde ulaşmıştı. Hz. Peygamber, müminlerin Habeşistan’a hicret etmelerini buyurdu. Rivayetler, hicret yurdu olarak Habeşistan’ın seçilmesinin nedenini, Necâşî'nin zulme rıza göstermeyen, adil bir insan olmasına bağlar. Buna ilâve olarak sıkı ticaret ilişkileri nedeniyle tanınmasının, halkının ilâhî kaynaklı bir inanca (Hıristiyanlık) sahip olmasının ve son olarak İslâm’ın orada yayılma imkânının bulunmasının da seçimi etkilediği söylenebilir.

 

Hz. Peygamberin tavsiyesi üzerine bir grup mümin Mekke'den ayrılarak Habeşistan’a göçtü. Nübüvvetin beşinci yılının (614) Recep ayında gerçekleşen ilk bu hicrete en çok kabul gören rivayete göre on biri erkek, dördü kadın olmak üzere toplam on beş kişi katıldı. Bunlar arasında Hz. Osman b. Affân, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Avf, Osman b. Maz'un, Mus'ab b. Umeyr, Ebû Seleme b. Abdu'l-Esed gibi önde gelen sahabeler de bulunuyordu. Bu ilk muhâcirler Habeşistan’da son derece iyi karşılandılar. Kendi ifadeleriyle, dinlerini yaşama konusunda tam bir özgürlük ve güven içindeydiler. Allah'a istedikleri gibi ibadet ediyorlar ve kimse tarafından rahatsız edilmiyorlardı. Ne eziyet görüyor, ne de kötü laflar işitiyorlardı. Fakat iki ay sonra, müşriklerin Müslüman oldukları yolunda yanlış bir haber nedeniyle Habeşistan’dan ayrılarak Mekke'ye döndüler. Mekke yakınlarına gelince gerçeği öğrendilerse de iş işten geçmişti. Çaresiz, her biri bir kabîle reisinden emân alarak Mekke'ye girdiler.

 

Habeşistan'dan dönen müminlerin büyük çoğunluğu kendi aileleri tarafından yeniden baskı altına alındı. Müşriklerin zulümleri de her geçen gün biraz daha şiddetlendi. Öte yandan ilk hicret, Habeşistan'ın müminler için güvenli bir yer olduğunu göstermişti. Bu nedenle Hz. Peygamber müminlere ikinci kez hicret izini verdi. Nübüvvetin altıncı yılı (615) başlarında, Cafer b. Ebî Tâlib'in önderliğinde gerçekleştirilen bu ikinci hicrete 18 ya da 19'u kadın olmak üzere toplam 111 ya da 113 Müslüman katıldı. İlk muhâcirlerin hemen tümü, ikinci hicrette de yer aldı. İkinci hicret, Mekke'de tam bir matem havası estirdi. Çünkü Mekke'de en az bir ferdi hicrete katılmayan aile yok gibiydi. Bir ailenin oğlu gitmişse diğerinin damadı; birinin kardeşi gitmişse, diğerinin babası ya da amcası gitmişti.

 

İkinci Habeşistan hicreti müşrik liderleri büyük bir telaşa düşürdü. Böylesine büyük bir kitle hâlinde gelen Müslümanlar, son derece müsâit bir ülke olan Habeşistan’ın İslamlaşmasına neden olabilir, ya da en azından Hz. Peygambere güçlü bir müttefik kazandırabilirlerdi. Böyle muhtemel bir tehlikenin önüne geçmek için Kureyş'in iki ünlü diplomatı Amr b. El-Âs ile Abdullah b. Ebî Rabîa'yi Habeşistan Necâşî'sine elçi olarak göndermeyi kararlaştırdılar. Planlarına göre elçiler önce Necâşi'nin yakın çevresindekileri hediyeleriyle yanlarına çekecekler, daha sonra onların da yardımlarıyla. Necâşî'nin Müslümanları Mekke'ye iade etmesini sağlayacaklardı. Fakat sonuç hiç de umdukları gibi olmadı. Gerçi elçiler yakın çevresinin desteğini sağladılar ama, gerçekten adil bir insan olan Necaşi'yi bütün diplomatik oyunlarına rağmen zulümlerine ortak edemediler.

 

Elçiler Necaşi ile görüşerek muhacir Müslümanların birtakım beyinsiz gençler olduklarını, kendi dinlerini terlettiklerini fakat Hıristiyan da olmayarak yeni bir din icat ettiklerini, onları gözetmek amacıyla akrabalarının iade edilmelerini istediklerini söylediler. Necâşî, kendileriyle görüşmeden bir karar veremeyeceğini belirterek Müslümanları yanına çağırttı.

 

Muhâcirlerin Necâşi'nin Huzurunda Muhâkeme Edilmeleri

 

Necâşi, huzuruna râhipleri de çağırttı. Râhipler, kitaplarını çevrelerine yaydılar. Hz.Câfer, Necâşi'nin huzuruna girince selâm verdi, secde etmedi.

 

Necâşi'nin adamları, Hz.Câfer'e;

-"Sen, ne diye Hükümdara secde etmedin?" dediler.

Hz.Câfer;

-"Biz, ancak Allâh'a secde ederiz!" dedi.

"Niçin?" diye sordular.

Hz.Câfer;

-"Allah, bize Rasûlunu gönderdi. O da Allah'tan başkasına secde etmemekliğimizi bize emretti!" dedi.

Amr'ibn-i As ve arkadaşı, Necâşi'ye;

-"Biz, bunların hâlini sana bildirmedik miydi?" dediler.

Necâşi, Muhâcirlere;

-"Ey huzuruma getirilmiş olan topluluk! Bana bildiriniz. Siz, ülkeme ne için geldiniz? Haliniz nedir? Tüccar değilsiniz. Bir isteğiniz de yok. O halde bana, benim memleketime niçin geldiniz? Sizin, şu ortaya çıkmış olan Peygamberinizin hâli nedir? Hem bana bildiriniz ki siz ne diye memleketiniz halkından bana gelenlerin selâm verdiği gibi selâm vermiyorsunuz?" dedi.

 

Hz.Câfer, gelen elçilerden yalnız birisinin konuşması hususunda Hükümdarın emretmesini isteyerek, bâzı sorular soracağını bildirdi. Bu teklif üzerine, iki elçiden Amr ibn-i As kendisinin konuşacağını söyledi. Bundan sonra Hz.Câfer, Amr'ibn-i As ve Necâşi arasında şu konuşmalar cerayan etti:

Hz.Câfer;

-"Ey Hükümdar! Sorunuz bu adama, biz yakalanıp efendilerimize teslim edilecek köleler miyiz?"

Amr'ibn-i As;

-"Hayır! Onların cümlesi asîl ve hür kimselerdir."

Hz.Câfer;

-"Bizim onlardan haksız yere aldığımız bir mal veya ödenecek borçlarımız var mı?"

Amr'ibn-i As;

-"Hayır! Bir kırat bile borçları, bir dirhem dahi gasbettikleri mal yoktur."

Hz.Câfer;

-"Biz, haksız yere birinin kanını yere döktük de kısas için mi geri istiyorlar."

Amr'ibn-i As;

-"Hayır, hayır! Ne bir damla döktükleri kan ve ne de böyle bir isteğimiz var!"

Hz.Câfer;

-"Öyle ise, hangi sebeple iâdemizi talep ediyorlar?"

 

Burada Dikkate Şâyân Bir Nokta

 

Devletler hukukunun isminin işitilmediği, diplomasi ilimlerinin bilinmediği bir zamanda, bir yabancı memlekete iltica eden şahısların iâdesi için, sağlam ve mâkul sebepler inşaa edilmesi lâzım geldiğini; mü'minin firâseti keşfetmiş ve sebepsiz bir iâdenin mümkün olmayacağına, Habeş hükümet adamlarını iknâ etmiştir.

Amr'ibn-i As;

-"Onlar ve biz aynı dînin mensupları idik. Onlar bu dîni bıraktılar. Muhammed'e ve dînine uydular." dedi.

Necâşi, Hz.Câfer'e dönüp;

-"Siz, mensubu bulunduğunuz dîni bırakıp da, ne benim ve ne de başka milletlerin dînine girmediğiniz halde, ne diye sâdece kendinizin bildiği bir dîne girdiniz? Başka hükümdarların değil de benim ülkemi tercih edişinizin sebebi nedir? Edindiğiniz din nasıl bir şeydir? Uyduğunuz Peygamberin hâli nedir?" diye, kendileri ve Peygamberleri hakkında mâlumat vermelerini istedi.

Hz.Câfer;

-"Ey Hükümdar! Biz, câhil bir millettik. Putlara tapardık. Lâşeleri yerdik. Her kötülüğü işlerdik. Akrabalarımızla münâsebetlerimizi keserdik. Komşularımıza kötülük yapardık. Kuvvetli olanlarımız zayıf olanlarımızı ezerdi. Yüce Allah, bize, kendimizden; soyunu sopunu, doğruluğunu eminliğini, iffet ve nezâketini duyup bildiğimiz bir Peygamber gönderinceye kadar, biz bu durumda ve bu tutumda idik.

 

O Peygamber; bizi, Allâh’a, Allâh'ın birliğine inanmağa, O'na itâata, bizim atalarımızın tapındığı Allah’tan başka taşları ve putları bırakmağa dâvet etti. Doğru sözlü olmağı, emânetleri yerine getirmeği, akrabâlık haklarını gözetmeği, komşularla güzel geçinmeği, günahlardan ve kan dökmekten sakınmağı bize emretti. Her türlü ahlâksızlıklardan, yalan söylemekten, yetimlerin malını yemekten, nâmuslu kadınlara dil uzatmak ve iftira etmekten bizi menetti. Hiçbir şeyi eş, ortak koşmaksızın Allâh'a ibâdet etmeği, namaz kılmağı, zekât vermeği, oruç tutmağı bize emretti. Biz de, O'nu tasdik ve O'na îman ettik. O'nun, Allah'tan getirip tebliğ eylediği şeylere tâbi olduk. Hiçbir şeyi eş, ortak koşmaksızın Allâh'a ibâdet ettik. O'nun bize haram kıldığını haram, helâl kıldığını da helâl olarak kabul ettik.

 

Bu yüzden kavmimiz, bize düşman kesildi. Zulmetti. Bizi, dînimizden döndürmek, Allâh'a ibâdetten vazgeçirip, putlara taptırmak için türlü işkencelere ve mihnetlere uğrattılar. Bizi perişan ettiler. Bize eski kötülüklerimizi tekrar işletmek için zulmettiler. Bizi, sıkıştırdıkça sıkıştırdılar. Bizimle dînimizin arasına girmeye çalıştılar ve bizi dînimizden ayırmak istediler. Biz de, yurdumuzu yuvamızı bırakarak, senin ülkene geldik, sığındık. Seni başkalarına tercih ettik. Bizim Peygamberimiz, bizi sizin yanınıza ve ülkenize gönderirken,

-"Necaşi'nin ülkesinde kimse zulme uğramaz, onun ülkesi adaletin ve doğruluğun yurdudur." diye sizi bize anlattı. Senin himâyene, komşuluğuna can attık. Senin yanında zulme, haksızlığa uğramayacağımızı ummaktayız Ey Hükümdar!

Selâm verme işine gelince; biz, seni Rasûlullah'ın selâmı ile selâmladık ki, birbirimizi de öyle selâmlarız. Cennete gireceklerin selâmlarının da bu şekilde olduğunu Rasûlüllah bize haber verdi. Bunun için, biz de seni öyle selâmladık!

Sana, secde etmek hususuna gelince; biz Allah'tan başkasına secde etmekten Allâh'a sığınırız!..." dedi.

Necâşi;

-"Senin yanında, Allah'tan gelmiş bir şey var mı?" diye sordu.

 

Hz.Câfer;

-"Evet, var." deyince,

Necâşi;

-"Onu, bana oku!" dedi.

 

Hz.Câfer, Meryem Sûresi'nin baş tarafından okumağa başladı. Okunan Kur'ân'ı huzû ve huşû içinde dinleyen Necâşi'nin gözleri yaşardı. Hüngür hüngür ağladı. Gözlerinden akan yaşlar sakalını ıslattı. Râhipler de ağladılar.

 

Necâşi ve Râhipler;

"Ey Câfer! Bu tatlı ve güzel kelâmdan çokça oku!" dediler. Hz.Câfer Kehf Sûresini de okudu.

Necâşi, kendisini tutamayarak;

-"Vallâhi, bunlar Hz.İsâ'ya ve Hz.Mûsa'ya gelen kelâm ile aynı menba'dan fışkıran ışıklardır. Nurdur." dedi.

Kureyş elçilerine döndü;

-"Gidiniz, Vallâhi ben, ne onları size teslim ederim, ne de onlara bir kötülük düşünürüm." dedi.[151]

 

Müşriklerin Bitmeyen Hîlesi ve Necâşi'nin Kesin Tavrı

 

Abdullah ibn-i Ebî Rebîa ile Amr'ibn-i As, Necâşi'nin huzurundan çıktılar. Amr'ibn-i As, arkadaşına;

-"Vallâhi, yarın onların bir kabahatini ortaya koyup, Necâşi'nin gözünden öyle bir düşüreceğim ki" diyerek bir hîle düşündü.

 

Ertesi günü Necâşi'nin huzuruna çıkıp;

-"Ey Hükümdar! Onlar, Meryemoğlu İsâ'ya ağır bir söz söylüyorlar. Onlara bir adam gönderip İsâ için ne söylediklerini bir sor." dedi.

 

Necâşi, Hz.İsâ hakkındaki telakkilerini sormak üzere Muhâcir Müslümanları çağırdı;

-"Siz Meryemoğlu İsâ hakkında ne dersiniz?" diye sordu.

Hz.Câfer;

-"Biz, Hz.İsâ hakkında, Peygamber Efendimiz'in bize Allah'tan getirip tebliğ ettiğini söyleriz," dedi ve Sûre-i Meryem'in 29-33 âyetlerini okudu:

 

قَالَ اِنَّمَا اَنَا رَسُولُ رَبِّكِ لِاَهَبَ لَكِ غُلَامًا زَكِيًّا () قَالَتْ اَنّى يَكُونُ لى غُلَامٌ وَلَمْ يَمْسَسْنى بَشَرٌ وَلَمْ اَكُ بَغِيًّا () قَالَ كَذلِكِ قَالَ رَبُّكِ هُوَ عَلَىَّ هَيِّنٌ وَلِنَجْعَلَهُ ايَةً لِلنَّاسِ وَرَحْمَةً مِنَّا وَكَانَ اَمْرًا مَقْضِيًّا () فَحَمَلَتْهُ فَانْتَبَذَتْ بِه مَكَانًا قَصِيًّا () فَاَجَاءَ هَا الْمَخَاضُ اِلى جِذْعِ النَّخْلَةِ قَالَتْ يَالَيْتَنى مِتُّ قَبْلَ هذَا وَكُنْتُ نَسْيًا مَنْسِيًّا

 

"Demişti ki: "Ben, yalnızca Rabbinden (gelen) bir elçiyim; sana tertemiz bir erkek çocuk armağan etmek için (buradayım)."

O: "Benim nasıl bir erkek-çocuğum olabilir? Bana hiç bir beşer dokunmamışken ve ben azgın-utanmaz (bir kadın) değilken" dedi.

"İşte böyle" dedi. "Rabbin, dedi ki: -Bu benim için kolaydır. Onu insanlara bir ayet15 ve bizden bir rahmet kılmak için (bu çocuk olacaktır)." Ve iş de olup bitmişti.

Böylelikle ona gebe kaldı, sonra onunla ıssız bir yere çekildi.

Derken doğum sancısı onu bir hurma dalına sürükledi. Dedi ki: "Keşke bundan önce ölseydim de, hafızalardan silinip unutuluverseydim."[152]

 

Necâşi çok duygulandı. Eline bir çubuk alarak yere bir çizgi çizdi ve,

-"Vallâhi, Meryemoğlu İsâ da, zâten sizin söylediğinizden başka bir şey değildir. Arada şu çizgi kadarcık bile bir fark yoktur." dedi.[153]

 

Bu sözleri duyduktan sonra Müslümanları daha çok sevdi. Müşriklere iâde etmek şöyle dursun, onları eskisinden daha ziyâde himâye etmeğe başladı ve Müslüman Muhâcirlere;

-"Sizi ve yanından geldiğiniz Zât'ı tebrik ederim! Ben şehâdet ederim ki, O Rasûlüllah'tır. Zâten biz, O'nun geleceğini İncil'den öğrenmiştik. O Rasûlü, Meryemoğlu İsâ da müjdelemişti. Vallâhi, eğer O, ülkemde olsaydı gidip O'nun ayakkabılarını taşır, ayaklarını yıkardım. Gidiniz. Ülkemin el sürülmemiş kısmında, her tecâvüzden korunmuş, emniyet ve huzura kavuşmuş olarak yaşayınız. Size kötülük eden helâk olur! Size kötülük eden helâk olur! Size kötülük eden helâk olur! Ben, sizden herhangi bir adamı üzüntüye uğratıp da, bir dağ altına mâlik olmağı arzu etmem." dedi.

 

Necâşi, bundan sonra, Kureyş elçilerinin getirdikleri hediyeleri;

-"Benim bunlara ihtiyacım yoktur! Başkalarının gasbettiği bu mülkümü, Allâhü Teâla bana verip ve halkı boyun eğdirirken benden rüşvet almadı!" diyerek red ve iâde etti. 

 

Habeşistan muhacirleri uzun yıllar hayatlarını burada huzur ve güven içinde sürdürdüler. Bu süre içinde basta Necâşi olmak üzere birçok kişinin Müslüman olmasına vesile oldular. Bunların bir bölümü, Hz. Peygamberin Medine'ye hicretinden önce Mekke'ye geri döndü. Başta Cafer b. Ebî Tâlib olmak üzere büyük bölümü ise Hicret'ten sonra, Hayber'in fethi (H. 7/628) sırasında Medine'ye gelerek Müslümanlara katıldı.

 

Nübüvvetin Beşinci Yılının, Recep Ayında

 

1-Hz. Osman b. Affan, b. Ebil'As, b. Ümeyye

2-Hz. Osman'ın zevcesi Hz. Rukayya bint-i Resulüllah

3-Ebu– Huzeyfe b. Utbe, b. Rebia, b. Abd. Sems

4-Ebu– Huzeyfe'nin zevcesi Sehle bint-i Suheyl, b. Amr

5-Zubeyr b. Avvam, b. Huveylid, b. Esed

6-Mus'ab b. Umeyr, b. Hasim, b. Abd. Menaf, b. Abduddar

7-Abdurrahman b. Avf b. Abd. Avf, b. Abd, b. Haris, b. Zühre

8- Ebu– Seleme b. Abdul'esed, b.. Hilal, b. Abdullah, b. ömer, b.Mahzum

9-Ebu Seleme'nin zevcesi ümmü Seleme bint-i Ebi Ümeyye, b. Mugire, b. Abdullah, b. ömer, b. Mahzum

10- Osman b. Mazun, b. Habib, b. Vehb, b. Huzafe, b. Cumah

11-Amir b. Rebia'el'Anzi

12-Amir b. Rebia'nin zevcesi Leyla bint-i Ebi Hasme

13 -Eb– Sebre b. Ebu Rühm, b. Abdul'uzza'l'Amiri

14- Ebu Sabre'nin zevcesi: ümmü Külsum bint-i Suheyl b. Amr

I5- Hatip b. Amr, b. Abd sems

16 -Süheyl b . Beyza

17- Abdullah b. Mes'ud

Dinlerinden döndürülmekten korkup dini bir vazife olarak, kimi, yalnız başına, kimi, zevcesiyle, birlikte, Habeş ülkesine hicret etmek üzere kimi, binitli, kimisi de, yaya olarak. Mekke'den, gizlice yola çıktılar. Bu, İslam'da, ilk hicret idi.[154]

 

 

 

 

10-Hz.Hamza (ra) ve Hz.Ömer (ra)'ın

Müslüman Oluşları

 

 

Hazret-i Hamza Müslümanlar Safında

 

Bi'setin 6. senesi. İslâm ve îmân sadâsı kulaktan kulağa yayılıp gittikçe gürleşiyordu. Kalblere ma'nevi serinlik veren bu îmânî havanın teessüsü müşriklerin uykularını kaçırıyordu. Başvurdukları tertip ve planların hiçbiri, coşkun akan bu îmân şelâlesinin önüne set olamıyor ve ümitsizliğin verdiği ezici ruh haleti içinde kıvranıp duruyorlardı.

 

Kahraman Hz. Hamza'nın saâdet dairesine dahil olmasıyla mânevi sancıları kat kat artmış oldu. Peygamberimizin amcası ve aynı zamanda süt kardeşi olan Hz. Hamza, kimden olursa olsun, nereden gelirse gelsin haksızlığa asla tahammülü olmayan bir kahramandı. Kureyş içinde de yüksek bir itibara sahipti.İlâhî hidayetin tecellisi bu: kimin nerede ve nasıl îmân nimetine kavuşacağı belli olmaz. Hz. Hamza da beklenmedik bir zamanda İslâm nimetine kavuştu.

 

Bir gün çok sevdiği eğlencesi olan avdan dönüyordu. Safâ Tepesinden Kâbe'ye doğru giderken karşısına Abdullah bin Cudâ'nın azâdlı câriyesi çıktı ve,

-"Ey Umâre'nin babası," dedi,

-"Kardeşinin oğlu Muhammed'e, Ebûl-Hakem bin Hişâm (Ebû Cehil) ile arkadaşları tarafından yapılanları görmüş olsaydın asla dayanamazdın!" Hz. Hamza heybetli bakışlarını câriyenin üzerinde bir müddet gezdirdikten sonra,

-"Ebû'l-Hâkem bin Hişâm ona ne yaptı?" diye sordu.

-"Ona şuracıkta türlü türlü işkenceler yaptı, hakaret etti. Sonra da çekip gitti. Muhammed de ona hiçbir şey söylemedi."[155]

Hz. Hamza, "Bu söylediklerini sen, gözünle gördün mü?" dedi.

Câriye,

-"Evet, gördüm!" diye cevap verdi. Son derece hiddetlenen Hz. Hamza, evine uğramadan, yayı, oku, torbası ve av malzemeleriyle doğruca Kâbe etrafında oturmuş bulunan Ebû Cehil ve arkadaşlarının yanına vardı. Meclisin ortasındaki Ebû Cehil'in başına, hiç bir şey sormadan okkalı bir yay indirdi ve başını fenâ halde yardı. Sonra da,

-"Sen misin ona sövüp sayan? İşte, ben de onun dinindeyim. Onun söylediğini söylüyorum. Gücün yetiyorsa, o yaptıklarını bana da yap göreyim!" diye konuştu. Ebû Cehil, hareketinde kendisini haklı göstermek için savunmaya geçti:

-"Ama o bizi akılsız saydı," dedi.

-"Putlarımıza hakaret etti. Atalarımızın tuttuğu yoldan ayrı bir yol tuttu."

 

Hz. Hamza'dan kararlı ve sert bir cevap geldi:

-"Siz ki, Allah'tan başkasına ilâh diye tapmaktasınız. Sizden akılsız kim var? Ben şehâdet ederim ki, Allah'tan başka ilâh yoktur. Yine şehâdet ederim ki, Muhammed Allah'ın Resûlüdür!"[156]

 

Hz. Hamza'nın bu kararlılığı karşısında, ne Ebû Cehil, ne de etrafındakilerde bir hareket ve bir mukabele görülmedi. Hatta Ebû Cehil,

-"Doğrusu ben, kardeşin oğluna çok çirkin bir şekilde sövüp saymıştım. Buna müstahak oldum" diyerek suçluluğunu da itiraf etti.

 

Şeytanın vesvesesiAni ve beklenmedik bir kararla saâdet dâiresine dahil olan Hz. Hamza evine dönünce, zihninde şeytanın bir takım vesvese ve şüpheleriyle karşı karşıya kaldı:

-"Sen Kureyş'in hatırı sayılır birisi idin. Şu dininden dönen Muhammed'e uydun. Hiç de iyi etmedin!" Kalb ve zihninin, şeytanın bu tarz telkinlerine maruz kaldığını hisseden Hz. Hamza, doğruca Kâbe'ye vardı ve:

-"Allah'ım Bu tuttuğum yol doğru ise, kalbime de onu tasdik ettir. Bana bu hususta bir çıkar yol göster!" diye duâ etti. Aradan bir gün geçtikten sonra Peygamber Efendimizin huzuruna vardı. Başından geçenleri anlattı. Resûl-i Ekrem, kendilerine va'z ve nasihatta bulundu. Kalbi îmân ve itminan bulan Hz. Hamza, Peygamber Efendimize,

-"Senin doğruluğuna şehâdet ediyorum ki, ey kardeşimin oğlu, artık dinini bana açıkla" dedi. Hazret-i Hamza gibi bir kahramanın Müslümanlar safında yer alışı Efendimizi ve Müslümanları son derece memnun ederken, müşriklerin gönüllerine hüzün ve korku saldı. Resûl-i Ekreme pervasızca revâ gördükleri eziyet ve işkencelerinin bir kısmını da terk etmek zorunda kaldılar.[157]

 

Hz.Ömer Müslümanlar Safında

 

Kureyş Müşrikleri Habeş ülkesine hicret eden Müslümanları, kendilerine teslim etmemesi üzerine işkencelerini artırmaya başladılar. Kureyş Müşriklerinin azılılarından Ebu Cehil, Kureyş’lilere teklif götürerek Peygamberi öldürülmesini teklif etti, ve bunu yapabilen her kim olursa büyük ödülün verileceğini ilan etti. Hz.Ömer,

''Ben buna talibim'' dedi.

Ona,

''Ey Ömer! Sen, buna elverişlisin!'' dediler. Hz.Ömer, vereceğiniz mallar hakkında sağlam kefalet var mı? Diye sordu. Ebu Cehil '

-'Evet var! Dedi. Hz.Ömer bu hususta onlarla bir anlaşma yaptı. Hazret-i Ömer'in kız kardeşi Fatıma bint-i Hattab, Said b. Zeyd, b, Amr,b. Nufeyl ile evli olup Fatıma hatun da, Said b. Zeyd de, Müslüman olmuşlardı. Fakat, Müslümanlıklarını, Hz. Ömer'den, gizli tutuyorlardı. Yine, Hz. Ömer'in mensup bulunduğu Adiy b. Ka'b oğullarından Nuaym b. Abdullah Nahham da, Müslüman olmuştu. Kavminden korktuğu için, o da, Müslümanlığını, gizli tutuyordu. Habbab, b. Erett, Fatıma hatuna gelip gidip Kur'an, okur ve okuturdu,[158]

 

Bir gün, Hz, Ömer; Peygamberimizle Ashabından bir cemaata saldırmak üzere, kılıcını, kuşanmış olarak, evinden çıkmıştı ki Peygamberimiz ve Ashabının, Safa tepeciğinin yanındaki bir evde toplandıkları ve kadınlı, erkekli kırk kişiye yakın oldukları, kendisine haber verilmişti. Dar-i Erkam'da; Peygamberimiz Aleyhisselam ile Amcası Hz. Hamıza, Ashabı Kiramdan Hz. Ebu Bekr, Hz. Ali ve Habeş ülkesine hicret etmeyip Peygamberimizle birlikte Mekke'de oturan müslümanlardan bazıları da, bulunuyordu. Nuaym b. Abdullah, Hz, Ömer'e rast geldi. Ona,

-"Ey Ömer! Nereye gitmek istiyorsun?" diye sordu.

Hz, Ömer:

-"Kureyş’ilerin işlerini, darmadağın eden, Akıllarını, akılsızlık sayan, dinlerini, ayıplayan, İlahlarına, dil uzatan, şu Ata dinini, bırakıp yeni din tutan Muhammed (as)'e gitmek istiyorum! Öldüreceğim onu!" dedi.

Nuaym b. Abdullah,

-"Vallahi, ey Ömer! Seni, nefsin aldatmıştır nefsin! Sen, Muhammed (as)'ı, Öldürünce, Abd. Menaf oğullarının, seni, yeryüzün gezer bırakacağını mı sanıyorsun. Sen, kendi ev halkına, dönsen de, onların işi üzerinde dursan olmaz mı" dedi.

Hz. Ömer, "Sen, benim Ev halkımdan, hangisini kastediyorsun?" diye sordu,

Nuaym b. Abdullah,

-"Enişten ve Amcanın oğlu olan Said b, Zeyd, b,Amr'ı ve kız kardeşin Fatıma bint-i Hattab'ı, kast ediyorum! Vallahi, ikisi de, müslüman oldular, Muhammed (as)'e, uydular ve Onun, dinine girdiler! Sana, önce, onlarla ilgilenmek düşer!" dedi.

 

Hz. Ömer, hemen, geri dönüp kız kardeşi ile Eniştesinin evine kadar gitti. O sırada, onların yanında Habbab b. Erett ve onun yanında da, içinde Taha suresi yazılı bir Sahife, bulunuyor, onu, onlara okuyordu: Hz. Ömer'in tıkırtısını, işittikleri zaman, Habbab, evin bir köşesinde gizlendi. Fatıma, hatun Sahife'yi alıp uyluğunun altına sakladı. Hz. Ömer, evin yanına geldiği zaman, Habbab'ın, Fatıma hatunla Said b.Zeyd'e, Kur'an okuduğunu, işitmişti. Eve, girince

-"İşitmiş olduğum o şey, ne idi?" diye sordu. Kız kardeşi ile Eniştesi,

-'Sen, bir ses işitmedin!’dediler.

Hz. Ömer, -"Evet! Vallahi, ikinizin de, Muhammed (as)’e uyduğunuzu ve O’nun dinine girdiğinizi, haber aldım!?" dedi ve hemen Eniştesi Said b. Zeyd'in üzerine çullandı. Fatıma hatun kalkıp onu, kocasının üzerinden ayırmak, uzaklaştırmak isteyince, Hz. Ömer, vurup Fatıma hatunun başını yardı![159]

 

Hz. Ömer, bunu, yapınca, kız kardeşi de, Eniştesi de,

-"Evet! Biz, Müslüman olduk, Allah'a ve Resulüne iman ettik! Sen, istediğini yap!" dediler. Hz. Ömer, kız kardeşinin başını, yarıp kanattığını, görünce, yaptığına pişman oldu. Yapmak istediği şeylerden vaz geçti. Kız kardeşine,

-"Demin okuduğunuzu sizden dinlediğim şeylerin yazılı bulunduğu şu Sahife'yi, bana, ver de, Muhammed (as)'ın getirdiği şeyin ne olduğuna bir bakayım?" dedi.

Kız kardeşi,

-"Biz, senin Sahife'ye, bir şey yapmandan, korkarız!" dedi.

Hz.Ömer,

-"Korkma!" dedi ve onu, okuduktan sonra, geri vereceğine, ilahları üzerine yemin etti. Bunun üzerine, Fatıma hatun, Onun Müslüman olacağını umarak,

-"Ey Kardeşim! Sen, puta taptığın müddetçe, pissin (temiz değilsin!) Halbuki, Ona (Kur'an-ı Kerim, yazılı Sahife'ye) pak olandan başkası, dokunamaz!" dedi.

 

Hz. Ömer, kalkıp yıkanınca Fatıma Hatun, ona, Sahife'yi, verdi. Sahife'de, Taha suresi yazılı idi. Hz. Ömer, sureyi baş tarafından okumağa başladı. Hz. Ömer:

-"Bu sözler, ne kadar güzel, ne kadar değerli!" demekten, kendini, alamadı. Habbab, bunu, işitince, saklandığı yerden çıkıp Hz. Ömer'in yanına geldi.[160]

-"Ey Ömer! Vallahi, Allah'ın, Peygamberinin duasını, sana nasip edeceğini, umuyorum: Ben, dün, Peygamber (as)'dan işittim ki: O; (Ey Allahım! İslam'ı, Ebulhakem b. Hişam veya Ömer b. Hattab ile güçlendir!) diyerek dua etmişti. Ey Ömer! Artık, Allah'tan, kork! Allah'tan!" dedi. Hz.Ömer,

Habbab'a,

-"Ey Habbab! Sen, bana, Muhammed(as)'ın bulunduğu yeri, göster de, yanına varıp Müslüman olayım?" dedi.

Habbab:

"O, Safa tepesinin yanındaki bir Evin içindedir. Yanında da, Ashabından bazıları, bulunuyordur." dedi. Hz. Ömer, hemen kalkıp kılıcını, kuşandı. Sonra, Peygamberimiz (as) ile Ashabının bulunduğu yere kadar varıp kapıların, çaldı. Hz. Ömer'in sesini, işitince, Peygamberimizin Ashabından bir Zat kalkıp kapının gediğinden dışarı baktı. Hazret-i Ömer'i, kılıcını, kuşanmış olarak, görünce, korktu. Peygamberimizin yanına döndü,

-"Ya Resulullah! Bu, Ömer b. Hattab'dır. Kılıcını kuşanmış bir haldedir!" dedi.

Hz.Hamıza,

-"Ona, izin ver! Eğer, o, iyilik için geldi ise, kendisine bol bol iyilik ederiz. Eğer, kötülük için geldi ise, onu, kendi kılıcıyla öldürürüz!" dedi.

Peygamberimiz,

-"Ona, izin veriniz!" buyurdu. [161]

 

Kapıdaki zat, ona, izin verdi. Peygamberimiz, kalkıp ona, doğru vardı ve kendisi ile avluda karşılaştı. Kuşağından veya ridasının toplandığı yerden tutup kendine doğru hızlıca çekti. Ve,

-"Ey İbn. Hattab Ne getirdin Vallahi, Allah’ın, sana, bir musibet indirmesine kadar duracağını, sanmıyorum!" buyurdu.

Hazret-i Ömer,

-"Ey Allah'ın Resulü! Ben, Allah'a, Allah'ın Resulüne ve Ona, Allah'tan gelen şeylere iman edeyim diye senin yanına geldim!" dedi.

Bunun üzerine, Peygamberimiz:

"Allahu Ekber!" diyerek Tekbir getirdi. Peygamberimizin Ashabından olan ve evde bulunan halk, Hz. Ömer'in Müslüman olduğunu, anladılar. Onlar da, Tekbir getirdiler. Tekbir sesleri, Mekke yollarında duyuldu.

Hz. Ömer, der ki:

"Müslüman olup ta, dövülmeyen, dövmeyen bir kimse görmedim. Ancak, bundan, benim payıma, hiç bir şeyin düşmediğini gördüm. Kendi kendime (Müslümanlar, musibetlere uğrarlarken, ben, musibete uğramamak istemem!) dedim. Müslüman olduğum gece, kendi kendime düşündüm. (Mekke halkından, Resulullah (as)'a, düşmanlıkta en azılısı kim ise, gidip Müslüman olduğumu, ona, haber vereyim! Tamam! Ebu Cehil'e, haber vereyim. dedim. Sabaha çıktığım zaman, Ebu Cehel’in kapısını, çaldım. Ebu Cehil, yanma çıkıp (Hoş geldin kız kardeşimin oğlu! Ne haber getirdin?) dedi. (Allah'a ve O'nun Resulü olan Muhammed (as)'e iman ve Kendisinin getirip bildirdiği şeyleri tasdik ettiğimi, sana, haber vereyim diye geldim!? deyince, kapıyı, yüzüme çarparcasına kapayıp (Allah, Seni de, Senin getirdiğin haberi de, çirkin ve iyilikten uzak etsin!) (Allah, senin de, belanı versin, senin getirdiğin haberin de, belasını versin!) dedi."

 

Ve Hz. Ömer Müslüman olduktan sonra Müslümanlar açıktan, Kabe’de, toplu, cemaat halinde namaz kılmaya başladılar. Ve Hz.Ömer Müslümanlığı seçtikten sonra, İslamiyet’e meyilli olan bir çok Kureyşli İslam’ı seçmeye başladılar.[162]

 

 

 

 

11 – Muhasara - Boykot

 

 

Müslümanlara Karşı Boykot

 

Bi'setin 7. senesi (Milâdi: 617).Bu tarihe kadar İslâmın inkişâfına mani olmak gayesiyle müşrikler tarafından girişilen her teşebbüs akîm kalmıştı. Üstelik İslâmiyet, daha da hızlı inkişâf kaydediyordu. Müslümanların sayısı günden güne her türlü şiddet ve mukavemete rağmen artıyor ve İslamın nuru Mekke dışındaki kabileleri de kucaklamaya başlıyordu. Hz. Ömer ve Hz. Hamza gibi iki kahraman İslâm safına katılmış bulunuyordu. Hazret-i Ömer, önceki halin tam tersine İslâm davasını bütün güç ve gayretiyle benimsemiş, âdeta İslâmın sağ kolu olmuştu. Bu durum, Müslümanlara cesaret ve moral verirken, müşrikleri ise fazlasıyla sarsmış ve onları derinden derine düşündürmüştü. Bütün bunlar, Kureyş müşriklerini son derece tedirgin edip endişeye sevkediyor ve yeni kararlar almaya, yeni plânlar tertiplemeye zorluyordu.

 

Müşrikler, işkence yapmakla, şiddet göstermekle kimseyi dininden çeviremeyecek, İslâmın ilerleyip yayılmasına engel olamayacaklarını anlamışlardı. Nasıl ki, akıl almaz işkence ve zulümlere rağmen tek bir Müslüman dahi dininden dönmemişti.Şu halde, bütün bunların dışında başka bir siyaset takip etmeleri gerekiyor ve bu yolda karar almaları lazım geliyordu. Öyle yaptılar. Vakit geçirmeden bir araya geldiler. Uzun uzadıya düşünüp taşındıktan ve aralarında müşavere ettikten sonra, gerek Müslüman ve gerekse gayr-ı müslim olsun, Haşimoğullarından tamamıyla münasebetlerini kesmeye karar verdiler.

 

İttifakla aldıkları bu kararın maddelerini de bir sahife üzerinde       şöyle tesbit ettiler:

1.Haşim ve Muttaliboğulları ailelerinden kız alınmayacak.

2.Haşim ve Muttaliboğulları ailelerine kız verilmeyecek.

3.Haşim ve Muttaliboğullarına hiç bir şey satılmayacak.

4.Haşim ve Muttaliboğullarından hiç bir şey satın alınmayacak.

 

Bu andlaşmaya akıllarınca kudsi bir mahiyet vermek için de yazılı sahifeyi Kâbe duvarına astılar. Ayrıca, bu anlaşmaya aykırı davranmayacaklarına dair and içtiler.

 

Bu boykot, Hâşim ve Muttaliboğullarının vücudunu ortadan kaldırmaya ve köklerini kazımaya müteveccihti. Bu durum karşısında Haşim ve Muttaliboğulları aileleri artık dağınık bir şekilde ayrı ayrı semtlerde oturamazlardı. Ebu Leheb hariç, Mekke'nin kuzey tarafında bulunan Şi'b-i Ebu Talib (Ebu Talib Mahallesi) denilen yere topluca taşındılar.

 

Artık bu mahalle sakinleriyle bütün münasebetler kesilmişti. Kazara oraya gidenler olsa ağır bir şekilde azarlanıyorlardı. Müşrikler, boykota uğrayanların toplandıkları mahalleye yiyecek içecek nâmına bir şey sokmuyorlardı. Sadece, hac mevsiminde dışarı çıkıp alış verişte bulunmalarına sözde müsâade ediyorlardı. Sözde diyoruz, çünkü, o zaman da, çarşı pazarda, köşe başlarında durarak onlara bir şey aldırmamak için ellerinden gelen her türlü engellemeyi yapıyorlardı. Hatta, zaman zaman satıcıları, onlara mal satmamak için tehdit bile ediyorlardı. Bazen de, bin bir türlü dalavere ve hileye başvurarak satıcıların ellerinden mallarını alıp, boykota uğrayanlara bir şey bırakmamaya çalışıyorlardı.

 

Ebû Leheb, Haşimoğullarından olmasına rağmen, öz kardeşlerinin, hısım ve akrabalarının açlıktan ölmesini istiyor ve bu hususta elinden gelen her türlü gayreti gösteriyordu. Mekke'ye yiyecek maddeleri getiren kervanları şehrin dışında karşılıyor ve,

-"Ey tacirler! Haşimoğullarına bir şey satmayın! Fiyatları yüksek söyleyin ki almaya güçleri yetmesin. Benim, servet sahibi olduğumu bilirsiniz. Söz verdiğim zaman da mutlaka sözümü yerine getiririm. Yiyecek, giyecek mallarınızın kıymetini bir kat arttırın. Üst tarafını ben öderim!" diyor ve Müslümanların, açlıktan feryad eden çocuklarının yanına boş dönmelerine sebep oluyordu. Çocukların açlıktan gelen acıklı ve yürek parçalayıcı feryadlarına müşrikler kulaklarıyla birlikte gönüllerini de tıkamışlardı. Taşları parçalayacak raddeye varan bu feryadlardan âdeta emsalsiz bir zevk alıyorlardı. İmansızlığın, inkâr ve küfrün insanı hemcinsine karşı dahi olsa ne kadar merhametsiz ve gaddar bir duruma getirdiğinin bu hâdise ibretli bir misalidir. Boykota uğrayanlar dışardan fazla bir şey alamadıklarından haliyle şiddetli bir açlık ve kıtlıkla karşı karşıya kaldılar. Öyle ki bazıları, yiyecek bir şey bulamadıklarından ağaç yaprakları, hatta orada burada ele geçirdikleri kuru deri parçalarını ateşe tutup yemeye başladılar.[163]

 

Bununla birlikte, Müslümanların bu haline acımayanlar da yok değildi. Bir gün Hz. Hâtice'nin kardeşi oğlu Hakim bin Hizam, bir deve yükü un göndererek onu Şi'b'deki sıkıntıdan kurtarmaya çalışmıştı.Yine bir gün, kölesinin sırtına buğday yükletip halası Hz. Hâtice'ye götürüyordu. Yolda Ebû Cehil'e tesadüf etti.

 

Ebû Cehil, ona,

-"Sen, Haşimoğullarına yiyecek götürüyorsun öyle mi? Vallahi, gidemezsin. Gitmeye kalkarsan, bu hareketini Mekke'de açıklayıp seni rezil ederim" dedi. O sırada Ebü'l Bahteri yanlarına çıkageldi ve Ebu Cehil'i muâheze ederek,

-"Sana ne oluyor? Halasına bir miktar buğday götürmek isteyen bir insana mani olmak doğru değildir" diye konuştu. Ancak, Ebû Cehil inad ve ısrarından vazgeçmiyordu. Bunun üzerine Ebü'l Bahteri ile birbirlerine girdiler. Ebü'l Bahteri, eline geçirdiği bir deve çenesi kemiği ile vurup onun başını yardı ve üzerine çullanıp yumruklamaya başladı. Yine bu meyanda akrabalık gayretiyle Haşimoğulları ve Müslümanlara yardımını esirgemeyenlerden biri de Hişam bin Amr bin Hâris idi. Bir kaç kere müşriklerden habersiz Şi'b'de bulunanlara develerle yiyecek götürmüştü. Boykota uğrayanların ihtiyaçlarını gidermek için başta Peygamber Efendimiz olmak üzere Ebu Talib ve Hz. Hatice varlıklarını harcadılar. Fakat yine de, onları açlık ve kıtlıktan kurtaramadılar. Şi'b'de korkunç bir açlık hüküm sürmeye başlamıştı. Bütün bunlar niçin yapılıyordu? Tek bir şey için: Peygamberimiz Hz. Muhammed'i (a.s) teslim almak.[164]

 

Müşrikler, bu tarz bir tatbikat ile maksatlarına erişeceklerini zannediyorlardı. Ne var ki, hâdise tamamen arzularının aksine tecelli etti. Öyle ki Müslümanlar ve Haşimoğulları bu abluka devresinde Efendimizi korumaya ve muhtemel tehlikelere karşı muhafazaya son derece dikkat gösteriyorlardı. Hatta, Ebû Talib, herhangi bir su-i kasda ma'ruz kalabilir ihtimaline binaen geceleri Peygamberimizi yanına alıyor veya adamlarıyla bekletiyordu.

 

Bi'setin yedince senesi Muharrem ayı başında başlatılan bu boykot tam üç sene sürdü. Bu zaman zarfında müşriklerin Müslümanlara çektirdikleri sıkıntı, açlık ve kıtlık da İslamın gelişmesine engel olamadı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, bütün bu sıkıntılı ve ağır şartlar altında, yine tebliğ vazifesini hakkıyla ifâ ediyor, akrabalarına, Hâşimoğullarına iman ve İslâmı anlatmaktan bir an dahi geri durmuyordu.[165]

 

Boykot Kaldırılıyor

 

Boykot uygulamasının 3. senesiydi... Cenâb-ı Hak, müşriklerin Kâbe içine astıkları mâlum sahifeye bir kurt musallat ettî ve durumu vahiy ile Resûlüne bildirdi. Sahifede, güvenin yemediği sadece;

-"Bismike Allahümme (Allah'ım senin isminle başlarım)" yazısı kalmıştı. Resûl-i Ekrem, durumu amcası Ebû Talib'e anlattı. Bunun üzerine Ebû Talib gidip müşriklere şu teklifte bulundu:

-"Kardeşim oğlunun bana haber vermesine göre, Allah sizin Kâbe'de astığınız sahifeye bir kurt musallat etmiş ve (Allah) lafzı dışında bulunan, zulüm, akrabalarla münasebeti kesme ve iftirâ gibi ifadeleri yiyip bitirmiştir. Kâbe'ye gidip sahifeye bakınız. Eğer yeğenim doğru söylemişse, bu zulüm ve kötü davranışınızdan vazgeçiniz. Eğer -hâşâ- yalan söylemişse, ben onu size teslim edeceğim. Onu öldürmek veya diri bırakmak hususunda serbestsiniz." Kâbe'ye giden müşrikler Ebû Talib'in anlattıklarının aynısını gözleriyle gördüler. Hayret içinde kalmalarına rağmen, yine de Peygamber Efendimizin bir mu'cizesi olarak kabul etmediler ve

-"bu da bir sihirdir" diyerek nûra gözlerini kapadılar. Bununla birlikte bu hâdise boykot havasının şiddetini bir derece kırdı. Boykot kararının aleyhinde hatırı sayılır bir kaç kişi de ortaya çıkınca, bi'setin 10. yılı, Milâdî 619 senesinde, Kureyş'in hudut tanımaz inad ve küfürlerinin eseri olan bu uygulama ortadan kaldırıldı. Anlaşmanın feshedildiği halka duyuruldu ve boykot kararlarının yazılı bulunduğu sahife yırtılıp atıldı.[166]

 

Böylece müşrikler, "vazgeçilmez bir karar" olarak vasıflandırdıkları zulüm ve dalâlet kokan bir karardan da dönmüş oluyorlardı. Bu, şirkin iman önünde mağlubiyetinin açıkça bir kere daha ilânı idi.

 

Bu üç senelik muhasara öylesine şiddetli ve sıkıntılı geçmişti ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz bu hâdiseyi seneler sonra bile unutmamıştı. Mekke'nin fethine geldikleri sırada, Minâ'dan Mekke'ye ineceği zaman,

-"Ertesi günü inşallah varacağımız yer, Kinâneoğullarının yurdu, yâni Muhassab olacaktır ki, burada Kureyş ve Kinâneoğulları, küfür ve inkâr üzerine söz ve fikir birliği yapmışlardı" diyerek, o acı günleri ashabına hatırlatmıştı.[167]

 

 

 

 

12- Hüzün Yılı

 

Mekke döneminin en sıkıntılı anında Hz. Hatice ile Ebu Talib'in vefat ettikleri yıl.

 

Peygamberliğin onuncu yılında Müslümanlar iktisâdî ablukadan yeni çıkmışlardı. Ebû Tâlib ağır hasta yatıyordu. Ebû Talib Peygamberimizi bir amca olarak düşmanlarına karşı korumuş ve Abdülmuttalibin nüfuzunu kullanarak müşriklere ezdirmemeye çalışmıştı. Hatta Ebu Talib mahallesindeki müşriklerin kuşatma sırasında bile gece gündüz demeden Peygamberimizin kaldığı yerlerde nöbet tutturuyordu. Ancak Müslüman olmamıştı. Peygamberimiz ise kendisine çok iyiliği geçen amcasının Müslüman olmasını arzu ediyor, böylece ona şefâat etmeyi umuyordu. Bunu sağlamak için hastalığı ağırlaşan ve ölüm işaretleri, yüzünde belirmiş olan Ebû Talib'in yanına girdi:

-"Ey amcacığım. Ölümünden önce şahadet kelimesi getir ki, yarın mahşerde Cenabı-ı Hakkın yanında senin Müslümanlığına tanıklık yapayım" dedi.[168]

 

Fakat Ebu Talib câhiliye âdetlerinin etkisi ve câhiliye kompleksi içinde davranmaktan kendini kurtaramadı. "Ben Abdü'l-Muttalib'in dini üzere ölüyorum. Kureyş'in,

-"Ölümden korktu çekindi de yeğeninin dinini kabul ediverdi demeyeceklerini bilsem, senin dinine inanırdım yeğenim" gibi laflar söyledi. Hadis âlimleri, onun iman etmeden gittiğini ve Peygamberimizin buna çok üzüldüğünü kaydederler. Ancak İbn İshak gibi tarihçiler onun ölürken o zaman henüz müşrik olan Abbas b. Abdü'l-Muttalib tarafından şahadet kelimesini söylediğinin işitildiğini naklederler. Şu kadar var ki, İslâm âlimleri hadisçilerin görüşünü tercih etmekle beraber yine de meseleyi Allah’ın ilmine havale etmişlerdir.

 

Ebû Tâlib'in ölümünden üç gün sonra da Hz. Hatice, ruhunu teslim etmişti. Hz. Hatice annemiz, sevgili Peygamberimizin vefakâr hayat arkadaşı idi. O, dünyada Peygamberimize ilk iman eden kişi olmak bahtiyarlığına kavuşmuş, en sıkıntılı zamanlarında Resulullahı teselli etmiş, desteklemişti. Peygamberimiz acı, tatlı başına gelen bütün işlerde onu hemen yani başında bulmuştu. Peygamberimiz, bu örnek İslâm kadınını kendi elleriyle kabrine indirdi.[169]

 

Peygamberimiz, Hz. Hatice'yi takdirle ve rahmetle anardı. Onun hatırasına, çok hürmet ederdi. İmamı Bıuhar-i’nin naklettiğine göre Peygamberimiz, Hz. Hatice hakkında şöyle buyurmuştur:

 

 ¢é¨£ÜÛa ó £Ü • ¡é¨£ÜÛa  4좠‰ ¢o¤È¡à   4b Ó ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa  ó¡™ ‰ §£ó¡Ü Ç ¤å Ç g

  æa Š¤à¡Ç ¢ò ä¤2a ¢á í¤Š ß b è¡öb ¡ã ¢Š¤î  ¢4ì¢Ô í  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç

P¢ò ví©†  b è¡öb ¡ã ¢Š¤î   ë

 

Alî İbn-i Tâlib radiya'llâhu anh'den gelen rivâyete göre Alî, Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem'in: "Zamânındaki dünyâ kadınlarının hayırlısı İmrân kızı Meryem'dir. Bu ümmetin kadınlarının hayırlısı da Hadîce'dir" buyurduğunu işittim! demiştir."[170]

 

ó¨Ü Ç ¢p¤Š¡Ë b ß ¤o Ûb Ó b è¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa  ó¡™ ‰  ò '¡öb Ç ¤å Ç g

b ß  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü • ¡£ó¡j £äÛa ¡õb ¡ã ¤å¡ß §† y ªa

¢£ó¡j £äÛa  æb × ¤å¡Ø¨Û  ë b è¢n¤í ªa ‰ b ß  ë  ò ví©†  ó¨Ü Ç ¢p¤Š¡Ë

 | 2 ‡ b à £2¢‰  ë b ç Š¤×¡‡ ¢Š¡r¤Ø¢í  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü •

¡Õ¡öa † • ó©Ï b è¢r È¤j í  £á¢q ¦õb š¤Ç ªa b è¢È¡£À Ô¢í  £á¢q  ñb £'Ûa

b î¤ã¢£†Ûa ó¡Ï ¤å¢Ø í ¤á Û ¢é £ã ªb × ¢é Û ¢o¤Ü¢Ó b à £2¢Š Ï  ò ví©† 

 ë ¤o ãb ×  ë ¤o ãb × b è £ã¡«a ¢4ì¢Ô î Ï ¢ò ví©†  ü¡«a ¥ñ ªa Š¤ßa

P¥† Û ë b è¤ä¡ß ó©Û  æb ×

 

Âişe radiya'llâhu anhâ'dan rivâyete göre şöyle demiştir: Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem'in kadınlarından hiçbirisi hakkında ben; Hadîce'ye karşı kıskançlığım derecesinde kıskanç değildim. Halbuki ben Hadîce'yi (Resûlullâh'ın yanında) görmemiştim de; (O, beni Resûlullâh almazdan önce vefât etmişti). Fakat Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem, onu (yanımda) çok anardı. Çok def'a koyun keserdi sonra da etini, budunu parçalardı. Daha sonra Hadîce'nin sâdık (kadın) dostlarına gönderirdi. Bâzı def'a ben, (sabırsızlanarak) Resûlullâh'a:

 

-Sanki yeryüzünde hiç kadın yok da yalnız Hadîce mi var! diye ta'rîz ederdim; Resûlullâh da:

 

-Hadîce (şöyle) idi, Hadîce (böyle) idi (diye mahâsinini sayar) ve ondan çocuklarım var! buyururdu.[171]

 

¢3í©Š¤j¡u ó¨m ªa  4b Ó ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa  ó¡™ ‰  ñ Š¤í Š¢ç ó©2 ªa ¤å Ç g

¡é¨£ÜÛa  4좠‰ b í  4b Ô Ï  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü •  £ó¡j £äÛa

¥âb È Ÿ ¤ëªa ¥âa …¡«a ¡éî©Ï ¥õb ã¡«a b è È ß ¤o m ªa ¤† Ó ¢ò ví©†  ©ê¡ˆ¨ç

¤å¡ß  â5 £Ûa b è¤î Ü Ç ¤ªa Š¤Ób Ï  Ù¤n m ªa  ó¡ç a ‡¡«b Ï ¥la Š ( ¤ë ªa

ü §k – Ó ¤å¡ß ¡ò £ä v¤Ûa ó¡Ï §o¤î j¡2 b ç¤Š¡£' 2  ë ó¡£ä¡ß  ë b è¡£2 ‰

P k – ã ü ë ¡éî©Ï  k ‚ •

 

Ebû Hüreyre radiya'llâhu anh'den: "Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem (Hırâ' dağında iken) yanına Cibrîl gelmiş de şöyle demiştir" dediği rivâyet olunmuştur: Yâ Resûla'llâh! İşte şu Hadîce'dir; sana doğru geliyor. Yanında bir kap var; içinde katık, yâhut taâm, yâhut şerbet var. Hadîce sana geldiğinde ona, Rabb'inden ve benden selâm söyle! Ve Cennet'te inciden yapılmış bir sarayla da müjdele ki, onun içinde (Hadîce'nin hoşlandığı gibi) gürültü, patırdı yok ve çalışmak, çabalamak da yok![172]

 

¢ò Ûb ç ¤o ã ‡¤ªb n¤a ¡o Ûb Ó b è¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa  ó¡™ ‰  ò '¡öb Ç ¤å Ç g

¢é¨£ÜÛa ó £Ü • ¡é¨£ÜÛa ¡4좠‰ ó¨Ü Ç  ò ví©†  ¢o¤¢ªa §†¡Ü¤í ì¢ ¢o¤ä¡2

 Ù¡Û¨ˆ¡Û  Êb m¤‰b Ï  ò ví©†   æa ˆ¤÷¡n¤a  Ò Š È Ï  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç

¤å¡ß ¢Š¢×¤ˆ m b ß ¢o¤Ü¢Ô Ï ¢p¤Š¡Ì Ï ¤o Ûb Ó  ò Ûb ç  £á¢è £ÜÛa  4b Ô Ï

ó¡Ï ¤o Ø Ü ç ¡å¤î Ó¤†¡£'Ûa ¡õa Š¤à y §)¤í Š¢Ó ¡Œ¡öb v Ç ¤å¡ß §‹ì¢v Ç

   Pb è¤ä¡ß a¦Š¤î  ¢é¨£ÜÛa  Ù Û  †¤2 ªa ¤† Ó ¡Š¤ç £†Ûa

 

Âişe radiya'llâhu anhâ'dan rivâyete göre şöyle demiştir: Bir kere Hadîce'nin hemşîresi Hâle Bint-i Huveylid (Medîne'ye gelip) Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem'in huzûruna girmek için izin dilemişti. Resûlullâh (iki hemşîrenin seslerindeki benzeyişle) Hadîce'nin (vaktiyle) istîzânını hatırlayarak hâl-i tegayyür etti ve: Allâh'ım, istîzân edeni Hâle kıl! diye duâ etti. Âişe der ki: Artık kıskandım da (Hadîce'yi kastederek):

 

-Yâ Resûla'llâh! (İhtiyarlıktan) ağzının (dişleri dökülüp) iki tarafında diş etlerinin kızartısından başka bir beyazlık kalmayan ve zamânın (tekallübâtı) içinde ölen ihtiyar Kureyş kadınlarından bir kocakarının nesini anarsın?. Allah onun yerine sana, ondan daha hayırlısını vermiştir! diye Resûlullâh'ı karşıladım.[173]

 

Onuncu yılda peş peşe gelen bu iki ölüm olayı Peygamberimizi ve Müslümanları çok üzdüğü için bu yıl İslâm tarihçilerince "hüzün yılı, gam ve keder yılı" olarak ifade olunmuştur. Ebû talib, Kureyş'in işkencesine karsı Peygamberimizi koruyor; Hz. Hatice ise teselli ediyor, sevgili esine daima yardımcı oluyordu. Bu İki seçkin insanın ölümünden sonra Kureyş müşrikleri Resûl-i Ekrem'i güç durumlarda bırakmak için baskı ve zulümlerini daha da arttırdılar.

 

İki musibetin, böyle bir biri peşi sıra gelişi nedeniyle Peygamberimiz (as):

-"Bu ümmet üzerinde, şu günlerde toplanan İki musibetten, ben, hangisine en çok yanacağımı bilemiyorum!" demekten kendilerini alamıyorlardı.

 

Peygamber Efendimiz (as) amcası Ebû Talib'in vefatından sonra günlerce evinden dışarı çıkmamış ve hep evinde oturmuştu. Pek az dışarı çıktığı olmuştu.

 

Ebu Talib'in ölümünden sonra müşrikler için engel kalmamıştı. Artık Peygamberimiz (as)'e çok rahat saldırabiliyorlardı .

 

Kızlarından birisi, hemen koşup Peygamberimizin başındaki tozu toprağı, ağlaya ağlaya yıkarken, Peygamberimiz, "Kızım ağlama! Ağlama! muhakkak ki, Allah babanı, koruyacak, savunacaktır.

 

Kureyş müşrikleri; Ebu Talib, ölmedikçe bana hoşlanmadığım bir şeyi yapmağa, pek muvaffak olamamışlardı" buyurarak, Ebû Talib'in ölümüne üzüldüğünü belirtmiştir.[174]

 

Resûlullah Tebliğe Devam Ediyor

 

Peygamberimizin Hz. Âişe ile nişanlanmasıPeygamberimizin Hz. Âişe ile nişanlanması Hz. Hatice Validemizin vefatı ile Resûl-i Kibriyâ Efendimizin âile hayatında bir boşluk meydana gelmişti. Hem Efendimiz, hem de Sahabîler bu durumun farkında idiler.

 

Bir gün, Osman bin Maz'un Hazretlerinin hanımı Havle Hâtun, Habib-i Kibriyâ Efendimizin huzuruna geldi ve,

-"Yâ Resûlallah! Yanına girince birden Hatice'nin yokluğunu hissettim" dedi.

Resûl-i Ekrem, bunun üzerine,

-"Evet, o çoluk çocuklarımın anası, evimin de görüp gözeticisi idi" buyurarak âile hayatında Hz. Hatice-i Kübrâ'nın ebedî âleme irtihâli ile meydana gelen boşluğu ifade etmeye çalışmıştı. Bundan sonra aralarında şöyle bir konuşma cereyan etti:

-"Yâ Resûlallah! Evlenmek ister misin?"

-"Kiminle?"

-"Ebû Bekir'in kızı Âişe veya Sevde bint-i Zem'a ile."

-"Git, benim için ikisi hakkında da konuş!"

Bunun üzerine, Havle Hâtun doğruca Hz. Ebû Bekir'in evine vardı. Evde, Hz. Âişe'nin annesi Ümmü Rûman vardı,

-"Ey Ümmü Rûman" dedi.

-"Allah'ın, hayır ve bereketten size neyi eriştirdiğini biliyor musunuz?"

Ümmü Rûman,

-"Nedir?" diye sorunca da Havle,

-"Resûlullah, Âişe'yi istemek için beni gönderdi" cevabını verdi. Hz. Ebû Bekir o anda evde bulunmadığından Ümmü Rûman, Havle Hatun'a,

-"Ebû Bekir'in gelmesini bekle" dedi.

 

Hz. Ebû Bekir gelince, Havle aynı şeyi ona da anlattı:

-"Yâ Hz. Ebû Bekir" dedi.

-"Allah'ın, hayır ve bereketten size neyi eriştirdiğini biliyor musunuz?"

Hz. Ebû Bekir,

-"Nedir o?" diye sordu.

Havle,

-"Resûlullah, Âişe'yi istemek için beni gönderdi" cevabını verdi. Hz. Ebû Bekir, bir müddet düşündükten sonra,

-"Âişe kardeşinin kızı demek olduğuna göre, ona helâl olur mu?" diye konuştu. Havle, derhal dönüp, durumu kendilerine anlatınca, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz şöyle buyurdu:

-"Ebû Bekir'in yanına dön! Tarafımdan ona benim sana kardeş oluşum, senin de bana kardeş oluşun [kan ve süt kardeşliği değil] İslâmda kardeşliktir. Senin kızın bu sebeple bana helâldir de!" buyurdu. Havle, dönüp bunu bildirince Hz. Ebû Bekir'in tereddüdü ortadan kalktı ve kerimesi Hz. Âişe'yi Resûl-i Kibriyâ Efendimize Şevvâl ayında nişanlayıp nikâhladı. Ancak düğün, sonraya bırakıldı.[175]

 

Efendimizin Hz. Sevde İle Evlenmesi

 

Bundan sonra, Havle Hâtun, Sevde bint-i Zem'a'ya gitti. Hz. Sevde, Sekrân bin Amr'ın zevcesi idi. İlk Müslüman kadınlardandı ve kocasıyla birlikte Habeşistan'a hicret etmişti. Daha sonra Mekke'ye dönmüşlerdi. Mekke'ye döndüklerinde Hz. Sevde bir gece rüyâsında ayın süzülüp üzerine iniverdiğini görmüştü. Bunu kocasına anlatınca da, şu karşılığı almıştı:

-"Eğer rüyân doğru ise, ben yakında öleceğim. Benden sonra da sen Resûlullah ile evleneceksin."

 

Hakikaten de, kısa bir zaman sonra Sekrân, hastalanıp vefat etmişti.Böylece, Hz. Sevde de dul kalmıştı.

 

Havle Hâtun kendisine,

-"Resûlullah beni, sana dünürlük için gönderdi" deyince, Hz. Sevde son derece sevindi. Ancak bir tereddüdü vardı: Acaba Nebiyy-i Ekrem, yanında bulunan beş küçük çocuğuna da rıza gösterebilecek miydi? Bu endişe ve tereddüt sebebiyle, Resûl-i Kibriyâ Efendimize hemen cevap vermedi. Resûlullah dini, îmânı uğruna yerini, yurdunu, akrabasını terk edip yabancı bir diyara göç edecek kadar fedakârlık ve kahramanlıkta bulunmuş bu mücahideyi şereflendirmek ve taltif etmek istiyordu. Buna binâen kendisinden bir cevabın gelmediğini görünce, bir gün bizzat kendisiyle görüştü.

-"Seni, benimle evlenmekten alıkoyan nedir?" diye sordu.

Hz. Sevde,

-"Vallahi, yâ Resûlallah, beni seninle evlenmekten alıkoyan hiç bir mühim sebep yoktur. Ancak, şu çocuklarım sabah akşam başında vızıldayacaklarını düşünüyorum da, onun için çekiniyorum" diye cevap verdi.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz,

-"Allah sana rahmet etsin! Kadınların hayırlısı, küçük çocuklarından dolayı zorluklarla karşılaşandır" buyurarak bu endişe ve tereddüdüne mahal olmadığını belirtti. Sonra da,

-"Seni nikâhlamak için, kavminden birini vazifelendir" dedi. Hz. Sevde, kaynı Hâtip bin Amr'e salâhiyet verdi. O da Hz. Sevde'yi bi'setin 10. yılında Resûl-i Kibriyâ Efendimize nikâhladı. O sırada, Hz. Sevde 55 yaşlarında idi.

 

Görüldüğü gibi, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, akrabalarından ayrılarak îmân safına intikal etmiş ve bir daha akrabalarının üzerinde bulunduğu şirk inancına dönmek istemeyen bu mücahide yaşlı hanımı sadece Allah'a ve Allah'ın dinine bağlılık ve sadakatından dolayı himâyesi altına alıyor ve onu mü'minlerin annesi olma şerefine ulaştırıyordu.[176]

 

 

 

 

13- Taife Gidiş

 

Ebû Tâlib'in vefâtından sonra, müşrikler, Peygamberimiz'e, Ebû Tâlib'in sağlığında yapmadıkları zulüm ve işkenceleri yapmışlar, Allah Rasûlü'nü göz açamaz hâle getirmişlerdi.

 

Rasûlüllah Efendimiz bî'setin 10.yılı Şevval ayının 27.gecesinde azatlı kölesi Zeyd ibn-i Hârise'yi yanına alarak Tâif'e gitti. Maksadı; müşriklere karşı, Sakıf kabîlesinin kendisini korumalarını, desteklemelerini, Yüce Allah'tan getirdiklerini kabul eylemelerini onlardan istemekti. Peygamberimiz, Tâif'e varınca orada Sakıf kabîlesinden bâzı kimseler ile görüşmek istedi ki, bunlar Abdi Yâlil'ibn-i Amr, Mes'ud'ibn-i Amr, Habib'ibn-i Amr adında üç kardeşti. Allah Rasûlü bunlarla görüştü. Onları, Allâh'ın birliğini kabule, İslam dînine yardıma dâvet etti. Kavminden muhâlefet edenlere, kendisiyle birlikte karşı koymalarını istemek için geldiğini söyledi.[177]

 

Üç kardeş her biri ayrı ayrı cevaplar vererek reddedip çeşitli incitici sözler söylediler. Gençlerinin Müslümanlığa heveslenmelerinden korkarak, Peygamber Efendimiz'e;

-"Memleketimizden çık. Nereye gidersen git!" dediler. Bununla da kalmayarak, içlerinden bir takım aklı ermez ayaktakımını, çocukları, ipsiz kimseleri kışkırtarak Peygamber Efendimize musallat ettiler. Onları yolun iki yanına doldurdular. Söve saya Rasûlüllah'ı taşa tutturdular. Ayaklarını topuklarına kadar kanlar içinde bıraktılar. Dermansız düşüp oturdukça kaldırttılar. Yürüdükçe taşlattılar. Zeyd ibn-i Hârise atılan taşlara, kendi vücudunu siper etmekte, Rasûlü Ekrem'i korumağa çalışmakta idi. Onun da başı yarılmış ayaklarından kanlar akmağa başlamıştı.

 

Peygamberimiz, nihâyet üzgün ve bitkin bir halde Mekke'li Rebîa oğulları Utbe ve Şeybe'nin Tâif dışındaki bağ evine sığınınca Tâif'in ipsizleri geri döndüler.

 

Peygamber Efendimiz biraz sükûnet bulduktan sonra Allâhü Teâlâ'ya şöyle ilticâda bulundu:

-"Allâhım! Kuvvetsiz ve çâresiz kaldığımı, halk nazarında hor ve hakir görüldüğümü ancak Sana arz ve şikâyet ederim.

Ey merhametlilerin en Merhametlisi! Herkesin hor görüp de dalına bindiği bîçârelerin Rabbi Sensin! Sensin benim Rabbim! Sen beni, kötü huylu, yüzsüz bir düşman eline düşürmeyecek kadar bana merhametlisin.

Allâhım! Senin gazabına uğramaktan, İlâhi rızana uzak kalmaktan Sana, Senin, o karanlıkları aydınlatan, dünyâ ve âhiret işlerini yoluna koyan İlâhi nûruna sığınırım! Allâhım! Sen, hoşnut oluncaya kadar affını dilerim. Allâhım! Her kuvvet, her kudret ancak Seninle kâimdir! "[178]

 

Addas'ın Müslüman Oluşu

 

Rebîa'nın oğulları Utbe ve Şeybe, Tâiflilerin Peygamber Efendimiz'e yaptıklarını uzaktan görmüşler, merhamete gelmişlerdi. Hristiyan olan köleleri Addas'ı çağırdılar.

-"Bir salkım üzüm al. Şu tabağa koy! Sonra, onunla şu Zât'ın yanına kadar git ve O'na, "Bu üzümden ye" de!" dediler.

Addas dediklerini yaptı. Gidip tabağı Peygamberimiz'in önüne koydu,

" Buyurun yiyin" dedi.

Peygamber Efendimiz elini üzüme uzatırken,

"Bismillah" dedi ve üzümü alıp yemeğe başladı.

Addas, Peygamber Efendimiz'in yüzüne baktı ve,

-"Vallâhi, bu sözü bu beldelerin halkı söylemezler ve bilmezler!" diyerek kendi kendine söylenince, Peygamberimiz O'na;

-"Ey Addas! Sen hangi diyar halkındansın ve dînin nedir?" diye sordu.

Addas;

-"Hıristiyan’ım. Ninova'lı bir kimseyim!" dedi.

Peygamber Efendimiz;

-"Demek sen, O sâlih kişi, Yûnus Peygamberin hemşehrisisin?" dedi.

Addas;

-"Sen, Yûnus Peygamberi nereden biliyorsun?" diye sordu.

Peygamber Efendimiz;

-"O benim kardeşimdir. O bir Peygamberdi, ben de Peygamberim!" deyince,

Addas, sarılıp Peygamberimiz'in başını, ellerini ayaklarını öptü. Müslüman oldu.

Bunu gören Rebîaoğullarından birisi, diğerine;

-"Senin adamın, gözünün önünde kölenin inancını bozdu!" dedi.

Addas, dönüp yanlarına gelince de, her ikisi birden ona;

-"Yazıklar olsun Addas sana! Sen o adamın başını, ellerini ve ayaklarını öptün ha!" diye çıkıştılar.

Addas onlara;

-"Efendim! yeryüzünde bu Zât'dan daha hayırlı bir kişi yok! Bana bir şey bildirdi ki, onu ancak bir Peygamber bilebilir." dedi.[179]

 

Peygamberimiz'in Hemşehrilerine Rahmet ve Şefkati

 

İmam-ı Buhari’nin naklettiği rivayette Hz.Ayşe (ra) validemiz Hz.Peygamber (as)’ın şöyle buyurmuş:

 

 á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü • ¡£ó¡j £äÛa ¡x¤ë ‹  ò '¡öb Ç ¤å Ç g

¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü • ¡£ó¡j £äÜ¡Û ¤o Ûb Ó b è £ã ªa b è¤ä Ç  ó¡™ ‰  ë

§†¢y¢ªa ¡â¤ì í ¤å¡ß  £† ( ªa  æb × ¥â¤ì í  Ù¤î Ü Ç ó¨m ªa ¤3 ç  á £Ü   ë

b ß ¢£† ( ªa  æb ×  ë ¢oî©Ô Û b ß ¡Ù¡ß¤ì Ó ¤å¡ß ¢oî©Ô Û ¤† Ô Û  4b Ó

¡å¤2a ó Ü Ç ó©¤1 ã ¢o¤™ Š Ç ¤‡¡«a ¡ò j Ô È¤Ûa  â¤ì í ¤á¢è¤ä¡ß ¢oî©Ô Û

¢p¤… ‰ ªa b ß ó¨Û¡«a ó©ä¤j¡v¢í ¤á Ü Ï §45¢× ¡†¤j Ç ¡å¤2  3î©Ûb í ¡†¤j Ç

ü¡«a ¤Õ¡1 n¤ ªa ¤á Ü Ï ó©è¤u ë ó¨Ü Ç ¥âì¢à¤è ß b ã ªa  ë ¢o¤Ô Ü À¤ãb Ï

§ò 2b z ¡2 b ã ªa a ‡¡«b Ï 󩤪a ‰ ¢o¤È Ï Š Ï ¡k¡Ûb È £rÛa ¡æ¤Š Ô¡2 b ã ªa  ë

 4b Ô Ï ó©ãa …b ä Ï ¢3í©Š¤j¡u b èî©Ï a ‡¡«b Ï ¢p¤Š Ä ä Ï ó©ä¤n £Ü Ã ªa ¤† Ó

 Ù¤î Ü Ç a뢣… ‰ b ß ë  Ù Û  Ù¡ß¤ì Ó  4¤ì Ó  É¡à  ¤† Ó  é¨£ÜÛa  £æ¡«a

¤á¡èî©Ï  o¤÷¡( b à¡2 ¢ê Š¢ß¤ªb n¡Û ¡4b j¡v¤Ûa  Ù Ü ß  Ù¤î Û¡«a  s È 2 ¤† Ó  ë

¢† £à z¢ß b í  4b Ó  £á¢q  £ó Ü Ç  á £Ü  Ï ¡4b j¡v¤Ûa ¢Ù Ü ß ó©ãa …b¨ä Ï

¡å¤î j '¤ ªüa ¡á¡è¤î Ü Ç  Õ¡j¤Ÿ¢ªa ¤æ ªa  o¤È¡( ¤æ¡«a  o¤÷¡( b à Ï  Ù¡Û¨‡  4b Ô Ï

¤æ ªa aì¢u¤‰ ªa ¤3 2  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü • ¢£ó¡j £äÛa  4b Ô Ï

¦õ¤î ( ¡é¡2 ¢Ú¡Š¤'¢í ü ¢ê †¤y ë  é¨£ÜÛa ¢†¢j¤È í ¤å ß ¤á¡è¡25¤• ªa ¤å¡ß ¢é¨£ÜÛa  x¡Š¤‚¢í

 

Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem eşi Âişe radiya'llâhu anhâ'dan rivâyet olunduğuna göre, Âişe (bir kere) Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem'e:

- (Yâ Resûla'llâh) sana Uhud (gazâsı) gününden daha şiddetli olan bir gün irişti mi? diye sormuş, Resûlullâh:

- Yâ Âişe! Kavmin (Kureyş) den gelen birçok zorluklarla karşılaştım. Fakat onlardan Akabe günü karşılaştığım müşkül vaziyet hepsinden zorlu idi: ben (Kureyş'ten gördüğüm ezâ üzerine Tâif'e gidip) hayâtımın sıyânetini Abd-i Külâl'ın oğlu İbn-i Abd-i Yâlîl'e teklîf ettiğim zaman dileğime cevap vermemişti. Ben de kederli ve mütehayyir bir halde yüzümün doğrusuna (Mekke'ye) dönmüştüm. Bu hayretim "Karn-i Seâlib" mevkiine kadar devâm etti. Burada başımı kaldırıp (semâya) baktığımda bir bulut beni gölgelendirmekte olduğunu gördüm. Buluta (dikkatle) baktığımda bunun içinde Cibrîl bulunduğunu gördüm. Şimdi Cibrîl bana:

 

-(Yâ Muhammed!) Allah, kavminin senin hakkındaki dediklerini muhakkak işitti. Seni sıyâneti esirgediklerine de vâkıf oldu. Allah sana şu dağlar Meleğini gönderdi (emrine müheyyâdır), kavmin hakkında ne dilersen ona emredebilirsin!, dedi. Bunun üzerine de dağlar (emrine müsahhar olan) Melek seslenip selâm verdi. Sonra:

 

-Yâ Muhammed! dedi, Cibrîl'in söylediği bir hakîkattır: sen ne dilersen emrine hazırım; eğer (Ebû Kubays ile Kayakan denilen) şu iki yalçın dağın Mekkeliler üzerine (çökerek) birbirine kavuşmasını (ve müşrikleri tamimiyle ezmesini) istersen (onu da emret!) dedi. Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem de:

 

-(Hayır, ben onu istemem) ben isterim ki, Allah bu müşriklerin sulbünden yalnız Allâh'a ibâdet eden ve Allâh'a hiç bir şeyi şerik kılmayan (müvahhid) bir nesil meydana çıkarsın! dedi."[180]

 

Cinler de Peygamberimizi dinliyor

 

Peygamber Efendimiz, Mekke'ye varmadan Nahle adli mevkide bir müddet istirahat etti. Namaza durduğu bir sırada Nusaybin cinlerinden bazıları oradan geçerken, Efendimizin okuduğu Kur'ân'ı duyunca, durarak dinlediler ve orada Müslüman oldular. Sonra da kavimlerine dönerek onları îmâna davet ettiler.[181]

 

Kur'ân-ı Kerim, bu hâdiseden bize şu şekilde haber verir:

 

وَاِذْ صَرَفْنَا اِلَيْكَ نَفَرًا مِنَ الْجِنِّ يَسْتَمِعُونَ الْقُرْانَ فَلَمَّا حَضَرُوهُ قَالُوا اَنْصِتُوا فَلَمَّا قُضِىَ وَلَّوْا اِلى قَوْمِهِمْ مُنْذِرينَ () قَالُوا يَا قَوْمَنَا اِنَّا سَمِعْنَا كِتَابًا اُنْزِلَ مِنْ بَعْدِ مُوسى مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ يَهْدى اِلَى الْحَقِّ وَاِلى طَريقٍ مُسْتَقيمٍ () يَا قَوْمَنَا اَجيبُوا دَاعِىَ اللّهِ وَامِنُوا بِه يَغْفِرْ لَكُمْ مِنْ ذُنُوبِكُمْ وَيُجِرْكُمْ مِنْ عَذَابٍ اَليمٍ

 

 

"Hani, Kur'ân'ı dinlemeleri için cinlerden bir topluluğu sana göndermiştik. Huzuruna geldiklerinde, birbirlerine 'Susun' dediler. Kur'ân okunduktan sonra da, inkâr ve isyandan sakındırmak üzere kavimlerine döndüler."'Ey kavmimiz,' dediler. "Biz Mûsâ'dan sonra indirilen, kendisinden önceki kitapları doğrulayan, hakka ve dosdoğru bir yola ileten bir kitap dinledik."'Ey kavmimiz! Sizi Allah'a çağıran peygambere uyun ve ona îmân edin ki, Allah da sizin günahlarınızı bağışlasın ve acı bir azaptan sizi korusun."[182]

 

قُلْ اُوحِىَ اِلَىَّ اَنَّهُ اسْتَمَعَ نَفَرٌ مِنَ الْجِنِّ فَقَالُوا اِنَّا سَمِعْنَا قُرْانًا عَجَبًا (1 يَهْدى اِلَى الرُّشْدِ فَامَنَّا بِه وَلَنْ نُشْرِكَ بِرَبِّنَا اَحَدًا () وَاَنَّهُ تَعَالى جَدُّ رَبِّنَا مَااتَّخَذَ صَاحِبَةً وَلَاوَلَدًا () وَاَنَّهُ كَانَ يَقُولُ سَفيهُنَا عَلَى اللّهِ شَطَطًا () وَاَنَّا ظَنَنَّا اَنْ لَنْ تَقُولَ الْاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلَى اللّهِ كَذِبًا () وَاَنَّهُ كَانَ رِجَالٌ مِنَ الْاِنْسِ يَعُوذُونَ بِرِجَالٍ مِنَ الْجِنِّ فَزَادُوهُمْ رَهَقًا () وَاَنَّهُمْ ظَنُّوا كَمَا ظَنَنْتُمْ اَنْ لَنْ يَبْعَثَ اللّهُ اَحَدًا () وَاَنَّا لَمَسْنَا السَّمَاءَ فَوَجَدْنَاهَا مُلِئَتْ حَرَسًا شَديدًا وَشُهُبًا () وَاَنَّا كُنَّا نَقْعُدُ مِنْهَا مَقَاعِدَ لِلسَّمْعِ فَمَنْ يَسْتَمِعِ الْانَ يَجِدْ لَهُ شِهَابًا رَصَدًا () وَاَنَّا لَانَدْرى اَشَرٌّ اُريدَ بِمَنْ فِى الْاَرْضِ اَمْ اَرَادَ بِهِمْ رَبُّهُمْ رَشَدًا () وَاَنَّا مِنَّاالصَّالِحُونَ وَمِنَّا دُونَ ذلِكَ كُنَّا طَرَائِقَ قِدَدًا () وَاَنَّا ظَنَنَّا اَنْ لَنْ نُعْجِزَ اللّهَ فِى الْاَرْضِ وَلَنْ نُعْجِزَهُ هَرَبًا () وَاَنَّا لَمَّا سَمِعْنَا الْهُدى امَنَّا بِه فَمَنْ يُؤْمِنْ بِرَبِّه فَلَا يَخَافُ بَخْسًا وَلَارَهَقًا () وَاَنَّا مِنَّاالْمُسْلِمُونَ وَمِنَّاالْقَاسِطُونَ فَمَنْ اَسْلَمَ فَاُولئِكَ تَحَرَّوْا رَشَدًا () وَاَمَّا الْقَاسِطُونَ فَكَانُوا لِجَهَنَّمَ حَطَبًا

 

"De ki: "Bana gerçekten şu vahyolundu: "Cinlerden bir grup dinleyip de şöyle demişler: -Doğrusu biz, (büyük) hayranlık uyandıran bir Kur'an dinledik.

"O (Kur'an), 'gerçeğe ve doğruya' yöneltip-iletiyor. Bu yüzden biz ona iman ettik. Bundan böyle Rabbimize hiç kimseyi ortak koşmayacağız."

"Elbette, bizim Rabbimizin şanı yücedir. O, ne eş edinmiştir, ne de bir çocuk."

"Doğrusu şu: Bizim düşük akıllı-beyinsizlerimiz. Allah'a karşı 'gerçek dışı bir sürü saçma şeyler' söylemişler."

"Oysa biz, insanların ve cinlerin Allah'a karşı asla yalan söylemiyeceklerini sanmıştık."

"Bir de şu gerçek var: İnsanlardan bazı erkekler, cinlerden bazı adamlara sığınırlardı. Öyle ki, onların azgınlıklarını arttırırlardı."

"Ve onlar, sizin de sandığınız gibi Allah'ın hiç kimseyi kesin olarak diriltmeyeceğini sanmışlardı."

"Doğrusu biz göğü yokladık; fakat onu güçlü koruyucular ve şihablarla kaplı (doldurulmuş) bulduk."

"Oysa gerçekten biz, dinlemek için onun oturma yerlerinde otururduk. Ama şimdi kim dinleyecek olsa, (hemen) kendisini izleyen bir şihab bulur."

"Doğrusu bilmiyoruz; yeryüzünde olanlara bir kötülük mü istendi, yoksa Rableri kendileri için (doğru olana iletici) bir hayır mi diledi?"

"Gerçek şu ki, bizden salih olanlar da vardır ve bizden bunun dışında (ya da aşağısında) olanlar da. Biz türlü türlü yolların fırkaları olmuşuz."

"Biz şüphesiz, Allah'ı yeryüzünde asla aciz bırakamıyacağımızı, kaçmak suretiyle de onu hiç bir şekilde aciz bırakamıyacağımızı anladık."

"Elbette biz, o yol gösterici (Kur'an'ı) işitince, ona iman ettik. Artık kim Rabbine iman ederse, o ne (ecrinin) eksileceğinden korkar ve ne de haksızlığa uğrayacağından."

"Ve elbette bizden Müslüman olanlar da var, zulmedenler de. İşte (Allah'a) teslim olanlar, artık onlar 'gerçeği ve doğruyu' araştırıp-bulanlardır."

"Zulmedenler ise, onlar da cehennem için odun olmuşlardır."[183]

 

Mekke'ye giriş

 

Peygamber Efendimiz, Batn-ı Nahle'de bir müddet ikâmet ettikten sonra Mekke'ye yöneldi. Kureyş'in kendisini kolay kolay Mekke'ye sokmayacağını biliyordu. Bunun için o zamanın âdetine göre birinin himâyesi altına girmesi gerekiyordu. Bu sebeple Hîrâ'ya varınca birini göndererek müşrik Mut'im bin Adiyy'in himâyesini istedi. Mut'im isteğini kabul etti ve oğullarını silahlandırarak, kendisi de beraberinde olduğu halde, Efendimizi Hira'dan alarak Mekke'ye getirdiler.[184]

 

Müşrikler, Mut'im'in bu hareketine çok kızdılar, ama ses çıkarmadılar. Fahr-i Âlem Efendimiz, müşriklerin kin saçan bakışları arasında Kâbe'yi tavaf etti, Harem-i Şerif'te iki rekât namaz kıldı ve oradan evine gitti.Başta Peygamberimiz ve bütün Müslümanlar, müşrik olan Mut'im bin Adiyy'in bu iyiliğini ömürleri boyu unutmadılar. Resûl-i Ekrem, onun bu iyiliğini müşriklere karşı kazandığı Bedir Zaferi sonrasında bile yâd etmiştir. Mut'im'in oğlu Cübeyr, Bedir esirleri hakkında konuşmak için Medine'ye gelmişti. Peygamberimiz onu kabul etmiş, ricâsını dinledikten sonra şöyle demişti:

-"Eğer, baban Mut'im hayatta olsaydı ve şu adamlar hakkında ricâda bulunsaydı, şüphesiz ben onları Mut'im'e bağışlardım."[185]

 

 

 

 

14 - İsra-Miraç Olayı

 

 

Mî'rac, lügatte "urûc etmek, yükselmek" mânâsına gelir ki, bu; İlâhi dâvet üzerine gecenin küçük bir cüz'ünde Fahri Kâinât (as) Efendimiz'in Mekke'den (Mescîd-i Haram'dan) Kudüs'e (Mescid-i Aksâ'ya), oradan da semâvâta ve semâvâtın ötesindeki bütün âlemlere olan seyâhatıdır. Bu gidişgeliş, seyâhat, geceleyin vâkî olduğundan "İsrâ" da denir.

 

İsrâ ve Mî'rac mûcizesi hicretten bir-birbuçuk yıl kadar önce, Mekke'de, geceleyin vuku' bulmuştur. Bu mûcize hakkında Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyrulmaktadır:

 

 ¡†¡v¤ à¤Ûa ó Û¡a ¡âa Š z¤Ûa ¡†¡v¤ à¤Ûa  å¡ß 5¤î Û ©ê¡†¤j È¡2 ô¨Š¤ a ô¬©ˆ £Ûa  æb z¤j¢

 ¢Šî©– j¤Ûa ¢Éî©à £Ûa ì¢ç ¢é £ã¡a b6 ä¡mb í¨a ¤å¡ß ¢é í¡Š¢ä¡Û ¢é Û¤ì y b ä¤× ‰b 2 ô©ˆ £Ûab –¤Ó üa

 

 “Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir.”[186]

 

Peygamber Efendimiz'in Mi'rac seyahatinin "rûhen mi, ceseden mi" yapıldığı hususunda birçok ihtilaflar olmuş ise de, bu mûcizeyi haber veren Âyet-i Kerîme'de geçen "abid" kelimesi bu ihtilaflara çok açık ve net bir cevap teşkil etmektedir. Zîrâ, "abid" kelimesi, yalnız rûha değil, yalnız cesede de değil, ruh ve cesedin her ikisine birden denildiği için, Fahri Kâinât'a bu seyâhatin hem ruh ve hem de cesedi ile beraber yaptırıldığı muhakkaktır.

 

Mi'rac, insan aklının kavrayamayacağı, lâhûtî bir hâdisedir, metafizikdir, mâ-bâ'düt-tabîadır (akıl üstü bir şeydir). Tek kelime ile, mûcizedir. İnsan, akıl kantarı ile onu tartamaz. Tartmağa kalkışılırsa terazi kırılır. Bunda, zaman ve mekân kaydı, mesâfe ortadan silinmiştir. Bu, Peygamberimiz'in ilâhi lütfa mazhar oluşudur.

 

Bugün ilim, nîce harikulâdelikleri kabul etmektedir. Esir dalgaları ile uzaklara sesin ve resmin nakledildiğini her gün görüyoruz. Geçmişte hayal sanılan birçok şeyler bugün gerçekleşmiştir. Mükevvenâtta, kuvvetler keşfolunmakta, pek çok hakikâtlar meydana çıkarılmaktadır. Allâh'ın verdiği akıl ve zekâ sâyesinde bugünün insanı, havada uçmakta, atmosferi aşarak aya ve seyyârelere gidip gelmektedir. İlmi herşeyi saran Yüce Allâh'ın kudretiyle, sevgili kulu Hz.Muhammed (a.s)'ın Mekke'den Kudüs'e gitmesi, oradan göklere çıkması, varlığın hulâsası olan bu Zât'ın gökler âlemini ve bütün Mükevvenâtı seyretmesi neden mümkün olmasın?

 

Ne yazık ki; dün, bu Kudretullâh'ı inanmayıp inkâr edenlerin,

-"İnsan uçar mı imiş, ağır bir şey semâya gider mi imiş, cism-i sakîlin cevvi semâ ile alâkası ne imiş" diye hakâretâmiz tâbirler kullananların çocukları, Avrupa'nın mülhidleri bugün havada uçuyorlar. Kendi elleriyle ecdadlarını tekzip ediyorlar. Zerre kadar hayâ edenin, o Mûcizetullâh'ı inkâr eden ciltlerle dolu kütüphânelerini dinamitle uçurmaları lâzım gelir.

 

Artık Mi'rac, zamanımızdaki ilim ve tekniğin gelişmeleri karşısında herkes tarafından daha kolay kabul edilebilecek ilâhi bir hakîkattir. Biz müslümanlar ne kadar sevinsek, Mevlâmıza ne kadar şükretsek ve de ne kadar iftihar etsek yine de azdır. Çünkü; ilim bizimle, fen bizimle, teknik bizimle, herşey bizimledir.

 

Kalkdım bir de baktım ki, yanında Mîkâil ve İsrâfil  Aleyhimüsselam da var. Kardeşim Cibril'e sorduğumda dedi ki:

-''Yâ Muhammed! Rabbim Teâlâ, beni sana gönderdi. Bu gece, bundan önce hiç kimseye yapmadığı ve bundan sonra da hiç kimseye yapmayacağı ikrâmı sana lütuf ve ihsanda bulunacak. Sen Rabbinle konuşmayı ve O'nu görmeyi istiyorsun, bu gece, sen Rabbinin acâibâtından, O'nun azamet ve kudretinden çok şeyler göreceksin.'' dedi.

 

Sonra bana mânevi bir ameliyat yapıldı. İçi îman ve hikmetle dolu altından bir leğen getirdiler, boğazımdan karnıma kadar göğsümü yardılar, Zemzem suları ile yıkayıp îman ve hikmetle doldurdular. İki omsuzumun arasına Hatemi Nübüvvet ile mühürlediler. Bundan sonra Cebrail elimden tuttu, Zemzem suyunun başına götürdü. Oradaki meleğe şöyle dedi: '

-'Bana zemzem suyundan bir kova su getir.'' O su geldikten sonra, abdest aldım, iki rekat namaz kıldım. Sonra

-"Haydi gidelim" dedi.

 

Nereye diye sordum, Rabbine, Rabbinin dilediği yerlere" dedi. Ve çok güzel, beyaz Burak denen acîp bir vâsıtaya bindirilerek yola çıkarıldım.[187]

 

Mescîd-i Haram'dan Mescîd-i Aksâ'ya

 

Burak, adımını gözünün erişebildiği yerin ilerisine atıyordu. Peygamber Efendimiz, Mekke ile Medîne arasında bulunan Ezrak Vâdisinden geçerken;

-"Bu hangi vâdîdir?" diye sordu.

-"Ezrak vâdisidir!" dediler.

Peygamberimiz, bakınca, Hz.Musâ'nın,

-"Lebbeyk, Allâhümme Lebbeyk" diyerek seniyeden (yüksekten) inişini, Hz.Dâvud'un, şehâdet parmaklarını kulaklarına kadar kaldırıp yüksek sesle,

-"Lebbeyk, Allâhümme Lebbeyk" diyerek vâdiden geçişini gördü.

Peygamberimiz, Cuhfe yakınındaki Herşâ seniyesinden geçerken;

-"Bu hangi seniyedir?" diye sordu.

-"Herşâ seniyesidir!" dediler.

 

Peygamber Efendimiz bakınca, orada, Hz.Yûnus'un kırmızı tüylü, dişi devesinin üzerinde, softan cübbesine bürünmüş, devesinin liften yularını tutup

-"Lebbeyk, Allâhümme Lebbeyk" diyerek vâdiden geçmekte olduğunu gördü.

 

Peygamberimiz, Cebrâil ile birlikte Beyt-i Makdis'e (Mescîd-i Aksâ'ya) vardı. Orada, Peygamberlerden Hz.İbrâhim, Hz.Musâ, Hz.İsâ ve gelmiş geçmiş bütün Peygamberlerin ve bütün Evliyâullâhın ruhâniyetini toplanmış halde buldu. Fahri Kâinât'ı istikbal ediyorlardı. Peygamber Efendimiz, herbiri ile ayrı ayrı musâfaha etti. Hâl ve hâtırlarını sordu. Hepsine imam olarak iki rekât namaz kıldırdı.

 

Peygamber Efendimize üç bardak sunuldu ki, onlardan birisinde süt, birisinde şerbet, diğerinde de su vardı. Bardaklar sunulurken Peygamberimiz bir ses işitti ki;

-"Eğer suyu alırsa kendisi de ümmeti de ihtiyaçsız, kanâatkâr olur. Eğer şerbeti alırsa kendisi de ümmeti de mahrumiyete uğrar, sütü alırsa kendisi de ümmeti de doğru yolu bulur!" diyordu.

Peygamber Efendimiz süt bardağını içti.

Cebrâil;

-"Yâ Muhammed! Sen, fıtrî ve tabîî olanı seçtin. Sen de ümmetin de doğru yola iletildiniz!" dedi.[188]

 

Mescîd-i Aksâ'dan Semâvât'a

 

Peygamber Efendimiz, Mescid-i Aksâ'dan Cebrâil ile birlikte semâvâta, göklere yükseltildi. Melekût âlemini seyretti.

 

Birinci kat semâda çok nûrâni bir zât gördü. Onun sağ ve sol yanında bir takım karaltılar vardı. Sağına bakınca gülüyor, memnun oluyor. Soluna bakınca da ağlıyor, mahzun oluyordu. Peygamber Efendimiz, bu zâtın kim olduğunu tanıyamadı ve merak edip Cibril'den sordu.

Cibril de;

-"O, Senin ve bütün neslin babası olan Hz.Âdem'dir" diye tanıttı.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, O'na selâm verdi. O da, Peygamberimizin selâmını şöyle aldı:

-"Merhaben binnebiyyi vel'veledi'ssâlih (Merhabâ, Ey Peygamber! Ey sâlih evlâd!)" dedi.

 

İkinci kat semâda Hz.Yahyâ ve Hz.İsâ,

 

üçüncü kat semâda Hz.Yûsuf,

 

dördüncü kat semâda Hz.İdris,

 

beşinci kat semâda Hz.Hârun,

 

altıncı kat semâda Hz.Musâ,

 

yedinci kat semâda Hz.İbrâhim'i gördü ki, Beyt-i Mâmur'un kapısında bir kürsî üzerinde oturmuştu. Beyt-i Mâmur'a her gün yetmişbin melek girer, her girene de kıyâmete kadar geri dönmek sırası gelmezdi.

 

Cebrâil yedinci kat semâdan Peygamber Efendimizi alıp öyle bir fezâya çıkardı ki, Peygamberimiz orada, kaderleri yazan kâlemlerin cızırtılarını duyuyordu. Daha sonra Peygamber Efendimize, Sidretü'l Müntehâ safhası açıldı.

 

Cebrâil;

-"İşte burası Sidretü'l Müntehâ'dır, benim seyâhat sahâmın bittiği yerdir. Artık ben, buradan öteye gidemem. Gitmem için bir adım atacak, bir adım ileri geçecek olursam yanarım. Benim bünyem buradan öteye seyâhata mütehammil değildir." deyip orada durdu.

Peygamber Efendimiz;

-"Peki ne olacak, buradan öteye ben ne ile gideceğim?" diyordu ki, ufkun açıldığını, önüne bir Refref (mânevi bir asansör) konulup buyur edildiğini gördü. Bu ânı, merhum Süleyman Çelebi şöyle ifade ediyor:

-"Söyleşirken Cebrâil ile Kelâm,

Geldi refref önüne, verdi selâm."

 

Mî'râc'da, Peygamber Efendimize her an bir âlem gösterilmiş, gezdirilmiş, sevdirilmiş ve çok memnun, hayretler içinde kalarak Mevlâ'dan bu hayretlerinin tezyîdini dilemiştir.

Peygamberimiz;

-"Ben, Mîrâc'dan daha güzel bir şey görmüş değilim." buyurmuşlardır.[189]

 

Mîrâc'ın Mertebeleri

 

Mî'râc'ın; Mescid'i Haram'dan Mescid'i Aksâ'ya kadar olan kısmı âyetle sabittir ki münkiri kâfir olur.

 

Mescid-i Aksâ'dan Sitretü'l Müntehâ'ya kadar olan kısmı Haber-i Meşhur'la sabittir ki münkiri dâl ve mudil olur.

 

Sidretü'l Müntehâ'dan İlâ Mâşâallah, Haber-i Ahad ile sabittir ki münkiri bidat ehli olur.

 

Fahri Kâinât'ın bu seferi; Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksâ'ya kadar cennetten gelme bir Burak üzerinde, Mescid-i Aksâ'dan Sidretü'l Müntehâ'ya kadar olan kısmı, Cebrâil (as)'ın kanadı üzerinde, oradan İlâ Mâşâallah (Allâhü Teâlâ'nın dilediği yerlere) Refref (mânevi, nurdan bir asansör) ile cerayan etmiştir.

 

Mîrac'da Peygamberimiz'e ve Ümmetine Yapılan İhsan ve Teşrî Kılınan Hükümler

 

Peygamber Efendimiz, Mî'rac gecesinde ilâhi tecellilere, hitaplara, iltifatlara mazhar oldu ve Hz. Peygamberimiz'e üç şey verildi:

 

1- Bakara Sûresi'nin son âyetleri (Âmenerrasûlü),

 

امَنَ الرَّسُولُ بِمَا اُنْزِلَ اِلَيْهِ مِنْ رَبِّه وَالْمُؤْمِنُونَ كُلٌّ امَنَ بِاللّهِ وَمَلئِكَتِه وَكُتُبِه وَرُسُلِه لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْ رُسُلِه وَقَالُوا سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَاِلَيْكَ الْمَصيرُ () لَا يُكَلِّفُ اللّهُ نَفْسًا اِلَّا وُسْعَهَا لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَااكْتَسَبَتْ رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسينَا اَوْ اَخْطَاْنَا رَبَّنَا وَلَا تَحْمِلْ عَلَيْنَا اِصْرًا كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذينَ مِنْ قَبْلِنَا رَبَّنَا وَلَا تُحَمِّلْنَا مَا لَا طَاقَةَ لَنَا بِه وَاعْفُ عَنَّا وَاغْفِرْ لَناَ وَارْحَمْناَ اَنْتَ مَوْلينَا فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرينَ

 

"Peygamber, kendisine Rabbinden indirilene iman etti, mü'minler de. Tümü, Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandı."O'nun peygamberleri arasında hiç birini (diğerinden) ayırdetmeyiz. İşittik ve itaat ettik. Rabbimiz bağışlamanı (dileriz). Varış ancak Sana'dır" dediler."

"Allah, hiç kimseye güç yetireceğinden başkasını yüklemez. Kazandığı lehine, kazandırdıkları da aleyhinedir. "Rabbimiz, unuttuklarımızdan ya da yanıldıklarımızdan dolayı bizi sorumlu tutma. Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Rabbimiz, kendisine güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize taşıtma. Bizi affet, bizi bağışla. Bizi esirge, Sen bizim mevlamızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et."[190]

 

2-Ümmetinden, Allâh'a hiçbir şeyi şirk koşmayanların Cennete gireceği müjdesi,

 

اِنَّ اللّهَ لَا يَغْفِرُ اَنْ يُشْرَكَ بِه وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذلِكَ لِمَنْ يَشَاءُ وَمَنْ يُشْرِكْ بِاللّهِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالًا بَعيدًا

 

"Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; ondan başka günahları dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa büsbütün sapıtmıştır. " [191]

 

مَنْ مَاتَ مِنْ أُمَّتِكَ لَا يُشْرِكُ باللّهِ شيئاً دخلَ الجَنَّةَ.

 

"Ümmetinden kim Allah'a herhangi bir şeyi ortak kılmadan (şirk koşmadan) ölürse cennete girer."[192]

 

3- Mi'rac hediyesi olarak beş vakit namaz.

 

Mî'rac Mûcizesini Müşrikler Nasıl Karşıladı?

 

Peygamber Efendimiz, Mi'rac sabahı halkın yanına gidip, onlara Mîrâcını haber verdi. Her ne gördüyse serteser (baştan başa) anlattı. Maalesef îmânı zayıf olanlardan bir kısmı buna inanmayıp irtidat etti ise de büyük ekseriyat bu mûcizeye inandı ve îmanları kuvvetlendi. Bunu aklıyla tartmağa kalkışanlar şaştılar,

-"Yâ Muhammed (as)! Buna delilin nedir? Biz bunun bir benzerini daha işitmedik" dediler.

Peygamber Efendimiz;

-"Buna delil, fîlânoğullarının devesine, fîlân vâdîde, fîlân yerde rastladım. Develerini kaçırmışlar arıyorlardı. Onları, develerine doğru kılavuzladım ve ben Şam'a yöneldim. Sonra dönüşümde Daphana'na geldiğim zaman fîlânoğullarının kâfilesine rastladım. Halkı uyur bir halde buldum. Onlara âit üzeri örtülü su kabının örtüsünü açıp içindeki suyu içtim. Yine üzerini eskisi gibi örttüm. Başka bir delil de; sizlere âit bir kâfileye Ten'in yokuşunda rastladım ki, önde toprak renginde karamtırak bir deve vardı. Üzerinde iki çuval bulunuyordu. Birisi siyah, öbürü alaca renkli idi" dedi.

 

Halk, acele Seniyye mevkiine çıktılar. Başkaları gidip kavuşmadan kendilerine târif edilen ilk deveyi karşıladılar. Deve aynen bildirildiği gibiydi. Su dolu kaplarını sordular. Onlar da su doldurup üzerini örttüklerini bildirdiler. Hemen su kabına bakıp, üzerini örttükleri gibi örtülü gördüler, fakat içinde hiç su bulamadılar.

 

Müşrikler, Mekke'ye gelen başka kâfilelerden de sordular. Onlar da;

-"Doğrudur. Vallâhi biz anlattığı gibi, vâdide dağıldığı zaman devemizi yakalayıncaya kadar, bizi kendisine çağıran bir insan sesini işitip deveye kadar götürüldük" dediler.

 

Peygamber Efendimiz'e Mescid-i Aksa'yı tarif et denince; Beyti Makdis (Mescid-i Aksa) Peygamber Efendimiz'in mubarek gözlerinin önüne getiriliverdi. Allah Rasûlü, bir ekrandaki görüntü misâli bakarak, kapılarını, pencerelerini hepsini birer birer saydı, târif etti.

 

Buna rağmen Kureyş müşrikleri inat ve hasedlerinden dolayı inanmak istemiyorlardı. Mî'rac haberini kabule yanaşmadılar. Kibirlendiler. Mî'râc'ı, akla baîd görerek;

-"Kervanların bir ayda gidip, bir ayda döndüğü mesâfeyi Muhammed bir gecede nasıl alabilecek?" dediler. Allâh'ın herşeye kadir olduğunu, kudretinin hudutsuzluğunu düşünemediler.

 

Peygamber Efendimiz de zâten onların kendisini inkâr ile karşılayacaklarını biliyordu. Mî'rac gecesinde Hz.Peygamberimiz, Cebrâil'e;

-"Kavmim beni tasdik etmez." demiş.

Cebrâil (as) de;

-"Seni, Ebû Bekir (ra) tasdik eder, O sıddıktır." demişti.

 

Fakat, Mî'rac hâdisesi, görüş ufku çok geniş olan Müslümanların, îmanlarını kuvvetlendirdi. Hz.Ebû Bekir (ra) bunların başındaydı.

 

Hz.Ebû Bekir (ra)'ın Sıddıkıyyeti

 

Müşrikler mi'rac mûcizesini kabul etmedikleri gibi, Hz.Ebû Bekr'e gelip;

-"Peygamberinin işinden haberin var mı? O, bu gece, Beyt-i Makdis'e gittiğini, orada namaz kıldığını, Mekke'ye döndüğünü söylüyor." diyerek kendilerince onun îmânını sarsmağa çalıştılar.

Hz.Ebû Bekir (ra) da;

-"Bunu Muhammed (as) söylüyorsa doğrudur." dedi ve ilâve etti;

-"Ben, O'nu, bundan daha mühiminde de tasdik ediyorum. Akşam sabah kendisine Allah'dan vahiy geldiğini haber veriyor, gelen âyetleri tebliğ ediyor, tasdik ediyorum da bunda mı yalan olacak, aslâ yalan olmaz. Tasdik ediyorum." dedi. Hiç tereddüt etmeden, yutkunmadan kabul etti ve bundan dolayı «Sıddık» ünvanını aldı.

 

 

 

 

15 - Akabe Biatları

 

 

Mekke'ye üç km. kadar uzaklıkta bulunan Mina ile Mekke arasındaki bir mevkie verilen Akabe adına bölgenin başka yerlerinde de rastlanmaktadır. Aynı adı taşıyan birçok yer bulunmasına rağmen Akabe denince ilk defa bu meşhur ahitleşme ve anlaşmaların yapıldığı mevkî hatıra gelmektedir.

 

İslâm'ı çeşitli kabile ve gruplara anlatmağa çalışan Resulullah (a.s) özellikle Hac mevsiminde Mekke'ye gelen kabileler arasında dolaşıyor ve onlara bu yeni mesajı iletmeye uğraşıyordu. Bu hac mevsimlerinin birinde Yesrib (Medine)'den gelen ve bu şehirde yaşayan iki Arap kabilesinden biri olan Hazrec kabîlesine mensup bazı kimselerle karşılaşan Hz. Peygamber, onları İslâm'a davet etti. Peygamberliğinin on birinci yılında onun bu çağrısına adı geçen kabileden altı kişi icabet edip, büyük bir samimiyetle bu yeni dine sarıldılar. Zira yıllardır Yesrib'teki diğer Arap kabilesiyle aralarında sürüp gitmekte olan Buas savaşlarından bezmiş olduklarından bu yeni dinin aralarında bir barış ortamı oluşturacağını ümit ediyorlardı. Yesrib'e geri döndüklerinde bu olaydan ve yeni dinlerinden kardeş kabîle Evs'e bahsedip onları da İslâm'a davet edeceklerine ve gelecek yıl yine Hacc mevsiminde ayni yerde Resulullah'la buluşacaklarına dair söz verip ayrıldılar.

 

Medine'de yaşayan bu iki kabîlenin dışında ayrıca üç Yahûdi kabîlesi daha bulunuyordu. Bunlar müşrik Arapları dinlerinden ve putperestlik anlayışlarından dolayı hep hor görüyorlardı. Yahûdiler ellerindeki Tevrat'a, ayrıca âlimlerinden ve atalarından işitip durduklarına göre yakında bu bölgede zuhur edecek bir peygambere iman edeceklerini ve bu peygamberin desteğiyle putperestliğe son vererek Arapları ortadan kaldıracaklarını söyleyip duruyorlardı. Yahûdilerin bu sözleri Yesrib'li Evs ve Hazrec kabilelerinin zihninde yer etmişti. Hz. Peygamber (as) ile Akabe'de görüşünce, Yahûdilerden önce davranıp bu peygamberin yanında yer almakta hiç tereddüt etmediler. Bu ilk Müslüman Yesribliler Resulullah'a iman ederek şöyle dediler:

-"Kavmimiz çok zor günler yaşıyor, hiç iyi bir durumda değiliz. Yıllardır süren çatışmalar aramızda sonu gelmez bir anlaşmazlığa sebep oldu. Bu yeni dinin bizleri bir araya getireceğine ve bizleri barıştırıp kaynaştıracağına inanıyoruz." Gerçekten Yesribliler Buas savaşlarının artık son bulmasını istiyorlardı. Hz. Peygambere iman eden Hazrecliler şu kişilerden ibaretti: Es'ad b. Zurâre, Avf b. Hâris, Râfi' b. Mâlik, Ukbe b. Âmir, Kutba b. Âmir ve Câbir b. Abdullah b. Riab. Bunlardan ilk ikisi Neccar oğullarına mensup idi.[193]

 

İslâm'a gönül veren bu ilk Medineli Müslümanlar memleketlerine geri dönerek bütün güçleriyle bu yeni dini tanıtmaya ve akrabalarının da iman etmelerini temine çalıştılar. Bu küçük grubun Yesribliler üzerinde büyük etkileri oldu. Evs ve Hazrec'ten bir çok kimse bunların aracılığıyla İslâm’a girdi. Özellikle Resulullahın dayılarından olan Neccar oğullarına mensup Es'ad b. Zurâre ile Avf b. Hâris Müslümanlıklarını asla gizlemeksizin büyük bir gayretle insanları İslâm’a davet ettiler. Gerçekten İslâm akîdesi Yesrib de yıllardır süren savaşların sona ermesinde büyük bir etken oldu. Düşmanlıklar sona erdi ve insanlar Allah’ın rahmeti sâyesinde kısa zamanda kardeşler oluverdiler. Ertesi yıl yani peygamberliğin on ikinci yılında yine Hac mevsiminde Mekke'ye gelen Yesrib'li on iki kişi Akabe mevkiinde Resulullah (as) ile geceleyin gizlice buluştular. Bunlardan altısı bir önceki yıl Müslüman olan kişilerdi. Birinci Akabe Bey'ati adı verilen bu bey'atta bulunan sahâbelerden Ubâde b. es-Sâmit, hadiseyi şöyle anlatır:

-"Refahta olduğu kadar sıkıntıda, sevinçte olduğu kadar üzüntüde de onu destekleyecek ve her konuda emirlerine itaat edeceğimize, Resulullahı kendi nefislerimizden aziz tutup, durum ne olursa olsun ona muhalefet etmeyeceğimize, Allah yolunda hiç bir kınayıcının kınamasından korkmayacağımıza, Allah'a asla şirk koşmayacağımıza, hırsızlık ve zina yapmayacağımıza, çocuklarımızı öldürmeyeceğimize, kendiliğimizden uyduracağımız yalan ve dolanlarla hiç kimseye iftirada bulunmayacağımıza, hiç bir hayırlı işte Resulullaha muhalefet etmeyeceğimize dair bey'at ettik. Ayrıca bizden birinin verdiği sözünde durmasına karşılık onun ecir ve mükâfâtının Allah'a ait olduğuna ve ona Cennet nimetinin verileceğine; kim insanlık haliyle bunlardan birini işler de ondan dolayı dünyada cezaya çarptırılırsa bunun ona kefâret olacağına; kim de yine bunlardan birini işler de işlediği o suçu Allah açığa vurmazsa onun işinin Allah'a kalacağına; Allah’ın dilerse onu bağışlayıp dilerse azaba uğratacağına dair Resulullahın bize bildirdiği hususlara sadık kalacağımıza da söz verdik."[194]

 

Bu birinci Akabe Bey'atina katılan oni ki kişiden altısı bir önceki yıl iman eden kimselerdi. Diğer altısı ise Muaz b. Hâris, Zekvân b. Kays, Ubâde b. es-Sâmit, Yezid b. Sa'lebe, Abbâs b. Ubâde ve Ebu'l-Heysem Mâlik b. Teyyihan idiler. Bazı kaynaklarda bir önceki yıl Resulullah ile tanışan altı kişiden biri olan Câbir b. Abdullah yerine Uveym b. Saide'nin birinci Akabe Bey'atında bulunduğu ifade edilir.

 

Medineliler, Hacdan geri dönerlerken, yanlarında, İslâm’ı öğretmek üzere Resulullah tarafından tayin edilen Mus'ab b. Umeyr'i götürdüler. Kısa surede Medine-i Münevvere'de İslâmiyet hızla yayıldı. Mus'ab b. Umeyr, Resûlullahı Medine'deki her hareketten haberdar ediyordu. Kısa zamanda Evs ve Hazrec kabilesinin bütün evleri İslâm'ın nuruyla aydınlanmaya başladı. Artık Medine, bir İslâm devletinin doğuşuna hazır hâle gelmişti. Mus'ab b. Umeyr'in gayret ve etkisiyle Yesrib'in ileri gelenlerinden Sa'd b. Muaz ve Useyd b. Hudayr Müslüman oldular. Bu iki büyük reisin İslâm’a girmesiyle İslâm, Medine'de bir hayli kabul gördü. Bunun üzerine Medineliler Hz. Peygamberi şehirlerine dâvet etmeye karar verdiler.[195]

 

Birinci Akabe Bey'atından bir yıl sonra Medineliler yeniden Hac için Mekke'ye geldiler. İçlerinde ikisi kadın yetmiş beş Müslüman vardı. Allah Resûlünün bu defa onlarla ilgi kurması İslâm’ın tebliğinden ibaret değildi. Çok önemli kararlar arifesindeydiler. Buluşma yeri yine Akabe mevkii oldu. Buluşma gizli yapılacak ve hiç kimseye haber sızdırılmayacaktı. Gece yarısına doğru, Medineliler, gayet tedbirli hareket ederek kararlaştırılan yerde toplandılar.

 

Resûl-i Ekrem Akabe'ye bu defa amcası Abbâs ile birlikte geldi. Abbâs henüz ya Müslüman olmamış, yahut Müslümanlığını gizliyor, ancak yeğenini himaye ediyordu. Böylesi bir toplantıda bulunmayı bir aile borcu kabul etmişti. Toplantıda ilk sözü Hz. Abbâs aldı:

-"Ey Hazrecliler, Muhammed (as)'ın aramızdaki mevkii bildiğiniz gibidir. Biz, onu düşmanlarından koruduk ve koruyacağız. Kendisi burada, ailesinin yanında, nezrimizde izzet ve ikrâm içindedir. Fakat sizinle bir antlaşma yapmak ve size katılmak istiyor. Ona verdiğiniz sözü tutmak, kendisine muhalefet edenlere karşı gelmek hususunda azminiz kuvvetli ve sağlam ise buna bir diyecek yoktur. Fakat onu ele verecek, yanınıza geldikten sonra yalnız başına bırakacaksanız, bunu şimdiden söyleyiniz ve onu kendi haline bırakınız."

Medineli Müslümanların cevabı şöyle oldu:

-"Dediklerinizi dinledik. Ey Allah’ın resulü, siz söyleyin! Kendiniz adına, Allah adına istediğiniz andı bizden alınız. Biz hazırız."

Resulullah Hz. Muhammed (a.s) Kur'an-ı Kerim'den bazı ayetler okuduktan sonra şöyle buyurdular:

-"Kadınlarınızı ve çocuklarınızı nasıl koruyorsanız, beni de öylece korumak üzere size elimi veriyorum"

 

Elini ilk uzatan, Berâ b. Ma'rur oldu. O, şöyle dedi:

-"Bey'at ettik ya Resulullah, seni Hak dinle gönderen Allah'a yemin ederiz ki kendimizi, çocuk ve hanımlarımızı koruduğumuz gibi seni de koruyacak ve savunacağız. Biz, zaten harp içinde yoğrulmuş kimseleriz. Zırha alışkınız. Bu, bize atalar mirasıdır."

 

Bera'dan sonra söz alan Ebu'l Heysem de:

-"Ya Resulullah, dedi. Bizim Yahudilerle bir takım bağlantılarımız vardır. Bu bağlantıları keseceğiz. Biz bunu yaptıktan sonra siz de Allah’ın inâyetiyle muvaffak olunca bizi bırakıp kendi kavminizin yanına döner misiniz?"

Resulullah (as) gülümsediler ve dediler ki:

-"Kanım sizin kanınızdır. Siz bendensiniz, ben de sizdenim. Kiminle dövüşürseniz" ben sizin yanınızdayım. Kiminle barış yaparsanız, ben de onunla barış yaparım. "

 

Resulullah (as)'ın bu sözlerini duyan herkes, bey'at etmek üzere elini uzatıyordu. Bu sırada Abbâs b. Ubâde ortaya atılarak şunu söyledi:

-"Hazrecliler! Bu zata niçin bey'at ettiğinizi biliyor musunuz? Ona bey'atla insanların kırmızısına ve siyahına, yani Arap ve Arap olmayana karşı savaşa hazır olmayı kabul etmiş oluyorsunuz. Bir felâkete uğradığınız ve ulularınızın maktul düştüğünü gördüğünüz zaman onu yalnız başına bırakacaksanız şimdiden bırakınız. Bu, daha doğru olur. Yoksa dünyada ve ahirette rüsva olursunuz. Fakat ona verdiğiniz sözü tutacak, malca felâkete uğramayı, büyüklerinizin ölümüyle karşılaşmayı göze alacaksanız, bunu yapınız. Çünkü dünya ve ahiret hayrı bundadır."

Hepsi kabul ettiler ve sordular:

- "Ey Allah'ın Resulü, buna karşılık bize ne vaad ediyorsunuz?

Resulullah:

-"Cennet" dedi.[196]

 

Bey'at kısa zamanda tamamlandı. Hepsi de darlıkta ve genişlikte her halükarda itaate, sözün ancak doğrusunu söylemeye ve Allah yolunda hiç bir kınayıcının kınamasından korkmamaya söz verdiler.

 

Bey'attan sonra Resulullah (as), Hazrec'den dokuz, Evs'den üç kişi olmak üzere on iki nakıb seçtiler. Es'ad b. Zurâre de hepsinin başı ve emiri seçildi. Bunlardan her biri bir kabîlenin reisi idiler. Bunun anlamı, on iki kabilenin İslâmiyet’i kabul etmesiydi.

 

Bey'at gece karanlığında tenhada ve gizlilik içinde yapılmıştı. Fakat bey'atın bitiminde bir çığlık karanlığın perdesini yırttı:

 

-"Ey Kureyş, Muhammed ile atalarının dininden çıkanlar, sizinle dövüşmek için antlaşma yaptılar!.."

 

Fakat Müslümanların artık kimseden çekindikleri yoktu. Bu sesi duyar duymaz Abbas b. Ubâde şöyle dedi:

-"Ya Resulullah, seni hak ile gönderen Allah'a yemin ederim ki istersen sabah olur olmaz kılıçlarımızı kınından sıyırır üzerlerine saldırırız."

Resulullah (as) ise şöyle buyurdular:

-"Hayır... Bize savaş izni daha verilmiş değildir. Şimdilik hepiniz yerlerinize dönünüz."[197]

 

İslâm’a teslim olup Resulullaha tam anlamıyla bey'at eden bu ilk Müslüman kitle için emre itaat mutlak idi. Akabe'deki bu toplantı dağıldı ve herkes yerine döndü. Sabah olunca Kureyşli müşrikler bu bey'attan haberdar olmuşlardı. Müşrikler bu anlaşmanın mahiyetini araştırmağa başladılar. Fakat henüz Müslüman olmamış olan Yesribliler'in Hz. Peygamber ile anlaşmalarına bir türlü anlam veremiyorlardı. Mekkeli müşrikler bu gizli anlaşma hakkında bir bilgi alamadan Yesrib'li Müslümanlar şehri terk etmişlerdi .

 

İslâm devletinin kurulmasında önemli bir dönüm noktası olan ikinci Akabe bey'atına, Resulullahın savaş ve barışta korunacağına dair prensiplerin tespit edildiği ve kararların alındığı bir bey'at olmasından dolayı, "Bey'atü'l-Harb" adı verilir. İkinci Akabe bey'at'inin gerçekleşmesiyle İslâm tarihinde yeni bir dönem başlıyor ve o gün İslâm devletinin temeli atılmış oluyordu.[198]

 

 

 

 

16 - Hicret Öncüleri

 

 

Hicret: Bir yerden başka bir yere göç etmek.Hz. Peygamber (as) ve ashabının İslam devletini kurmak üzere Mekke'den Medine'ye göç etmeleri.

 

Resûlullah Mekke'de tebliğ görevini sürdürürken Kureyşliler de inkarlarında diretiyorlardı. Peygamberimiz tebliğ görevini Mekke'nin dışına taşırmak istiyordu. Bu nedenle Taif'e gitti. Taifeliler de Kureyşliler gibi inkârcılıkta direnmişler ve Peygamberimizi taşa tutmuşlardı. Peygamberimiz onların bu cahilce hareketleri karşısında yılmamıştır. Özellikle hac mevsiminde Mekke dışından gelen insanlarla görüşüyor onlara İslâm’ı anlatıyordu. Peygamberimiz bir gün Akâbe mevkiinde Medineli altı kişi ile karşılaştı. Onlara Kur'an okudu ve İslâm’a davet etti. Medineliler Peygamberimizle konuştuktan sonra durumu kendi aralarında değerlendirdiler.

-"Yahûdilerin geleceğini bildikleri ve kendisiyle bizi korkuttukları Peygamber bu olmasın" dediler. Yahûdilerden önce Müslüman olmanın gereğine inanıp Müslüman oldular.

 

Medine'de bulunan Yahudiler bir Peygamberin geleceğini biliyorlardı. Medinelilerle araları açılan Yahudiler onlara "Bir Peygamber gönderilmek üzeredir. O Peygamber gelince biz ona tabi olacağız, İrem ve Âd kavimleri gibi sizin kökünüzü kazıyacağız" diyorlardı.

 

Akabe'de Müslüman olan Medineliler memleketlerine gittiklerinde bu durumu yakınlarına aktardıktan bir yıl sonra, daha önceki Müslümanlarla birlikte on iki kişilik bir topluluk Hac için Mekke'ye geldi. Bunlar Peygamberimizle görüştü ve "hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocukları öldürmemek, iftira etmemek, Allah ve Resûlüne muhalefette bulunmamak hususunda" Peygamberimize söz verip bey'at ettiler.

 

Peygamberliğin on üçüncü yılında Medineli Müslümanlardan yetmiş iki kişilik bir grup hac için Mekke'ye geldiler. Peygamberimizle Akabe mevkiinde görüşmek üzere toplandılar.

 

Hz. Peygamber (as), amcası Abbas'la birlikte Akabe'ye geldi. Abbas henüz Müslüman olmamıştı. Ebu Talib'in vefatından sonra peygamberimizle daha çok ilgilenmeye başlamıştı. Bu ilgi kabile bağından ileriye gitmiyordu. Toplantıda ilk konuşmayı Abbâs yaptı;

-"Ey Hazrec topluluğu, bu benim kardeşimin oğludur. Benim yanımda insanların en sevgilisidir. Siz onu tasdik ediyor onun getirdiklerine inanıyor ve kendisini alıp götürmek istiyorsanız, sizden bu hususta beni tatmin edici bir söz almak isterim. Siz ona vereceğiniz sözü yerine getirebilecek ve kendisini muhaliflerinden koruyabilecek misiniz? Bunu gereği gibi yaparsanız ne iyi; yok eğer Mekke'den çıktıktan sonra kendisini yardımsız bırakacak rüsva edecekseniz şimdiden bu işten vazgeçiniz, onu birikimi. Yine kavmi arasında ve yurdunda izzet ve şerefiyle korunmuş olarak yaşasın."[199]

 

Hz. Abbas'tan sonra Hz. Peygamber (as) konuştu. Bundan sonra Medineli Müslümanlar düşüncelerini şöylece açıkladılar:

-"Allah'tan getirdiklerine bilerek ve inanarak sana bey'at ediyoruz. Biz, Rabbimize bey'at ediyoruz Allah'ın kudret eli ellerimizin üzerindedir. Kendimizi, oğullarımızı, kadınlarımızı esirgeyip koruduğumuz şeylerden seni de, esirgeyip koruyacağız. Eğer bu ahdimizi bozarsak, Allah’ın ahdini bozan, yaramaz, bedbaht insanlar olalım. Ya Resûlullah! Biz ahdimizde Sadığız".

Peygamberimiz iki şart ileri sürdü,

-"Rabbim için şartım: O'na hiç bir şeyi ortak koşmamanız yalnız O'na ibadet etmeniz, kendinizi, çocuklarınızı, kadınlarınızı esirgeyip koruduğunuz şeylerden, beni de esirgeyip korumanızdır" buyurdu.

Medineliler:

-"Böyle yaptığımız zaman bizim için ne var" dediler.

Allah Resûlü de:

-"Cennet var" buyurdular.

Medineliler,

"Bu kârlı alış veriştir" deyip Allah Resûlüne bey'at ettiler.[200]

 

Mekke müşrikleri Akabe bey'atlarıyla ilgili haberi alınca Allah Resûlünü Mekke dışına çıkarmamak için önlemler almaya başladılar. Bir müddet sonra Peygamberimiz Müslümanların Medine'ye hicret etmelerine izin verdi. İlk olarak Cahş oğulları hicret ettiler. Bunlardan sonra Hz. Ömer hicret için önce silahını kuşandı, Kâbe'yi tavaf etti. Çevrede bulunan müşriklere de hicret etmekte olduğunu bildirdi.

-"Anasını ağlatmak karısını dul bırakmak isteyen varsa beni izlesin" diyerek büyük bir grup sahabe ile birlikte hicret etti."

 

Hz. Ömer'den sonra Hz. Hamza ve diğer Müslümanlar hicret ettiler.

 

Hz. Ebû Bekir de hicret etmek istiyordu ancak, Peygamberimiz ona "acele etme, belki Allah sana bir arkadaş bulur" diyerek beklemesini söyledi. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir iki deve satın alıp, hicret edeceği günü beklemeye başladı.

 

Kureyşliler Müslümanların Medine'de tutunduklarını görünce telaşa düştüler. Peygamberimizin hicretine engel olabilmek için Darü'n-Nedvede toplandılar. Çeşitli fikirler ve düşünceler ileri sürerek sonuçta Ebû Cehil'in düşüncesinde karar kıldılar.

 

Ebu Cehil, her kabileden bir delikanlının seçilmesini, bunların hep birlikte Peygamberimizi öldürmelerini teklif etti. Böylece Abdi Menaf oğullarının bütün kabilelerle çarpışamayacağını, kan davasından vazgeçeceklerini bildirdi.

 

Onlar bu tip hileler düşünürlerken Peygamberimiz Hz. Ebû Bekir'in evine vardı. Allah’ın kendilerine hicret iznini verdiğini bildirerek yol hazırlıklarına başlanıldı. Mekkelilere ait bazı emanetlerin sahiplerine teslim edilmesi ve müşrikleri yanıltmak amacıyla Hz. Ali'ye Peygamberimizin evinde kalması emredildi.

 

Gecenin geç vaktinde müşrikler Peygamberimizin evini kuşattılar. Allah Resûlü Kur'ân okuyarak Allah'a sığınmış böylece müşriklerin arasından görünmeden geçmiştir. Bir müddet sonra müşrikler Peygamberimizin yatağında yatanın Hz. Ali olduğunu görünce hayrete düşmüş ve tuzaklarının boşa gittiğini anlamışlardır.

 

Resûlullah (as) Hz. Ebu Bekir'le birlikte Sevr Dağı'na doğru yol alıp Hira mağarasına gizlendiler. Bu dağ Medine tarafında değil, Cidde tarafında Mekke'nin kuzey batısında yer alıyordu. Müşrikleri şaşırtmak için de böyle bir yola başvurulmuştu.

 

Müşrikler Hz. Ali'yi ve Hz. Ebû Bekir'in kızı Esma'yı sıkıştırmış fakat bir şey öğrenememişlerdir. İz sürenleri yanlarına aldılar; dağ, tepe demeden her tarafı aradılar. Bir ara mağaranın ağzına kadar geldiler, mağaranın önüne bir güvercinin hemen Rasûlullahın oraya girmesinden sonra yuva yaptığını, örümceğin ağ örttüğünü görünce Allah Resulünün mağarada gizlenmesinin mümkün olabileceğini düşünemediler. Elleri boş olarak geri döndüler.

 

Hz. Peygamber (as) ile Hz. Ebu Bekir bu mağarada üç gün kaldılar. Hz. Ebu Bekir'in oğlu Abdullah ve kızı Esma onlara yemek taşıdılar. Hz. Ebu Bekir'in çobanı da koyunlarını Abdullah'ın geçtiği yerlere sürerek izlerini silmeye çalıştı. Yol Kılavuzu Uraykıt Peygamberimiz ve Hz. Ebubekir'in bineceği develeri getirdi. Peygamberimiz devenin ücretini Ebu Bekir'e ödeyerek yola koyuldular. Yolculukta geceleri yol alıyor, gündüzleri gizleniyorlardı.

 

Kureyşliler, Peygamberimizi bütün uğraşlarına rağmen bulamayınca şaşkına döndüler. Onu bulana yüz deve vereceklerini vadettiler. Bu ödül herkesi heyecanlandırdı. Yüz deveye sahip olabilme ümidiyle her tarafı aramaya başladılar. Her yöne haberciler gönderildi. Bu habercilerden birisi de Süraka'nın yurduna gelmişti. Onlar da Allah Resûlünü bulabilmek ve yüz deveye sahip olabilmek için fırsat kolluyorlardı. Bir gün adamın birisi üç kişilik bir yolcu kabilesinin gitmekte olduğunu gördü. Bunu bir toplulukta anlattı. Süraka uyanık bir kimse idi. Adamı yanıltmak ve sözü kesmek için onlar falancalardır dedi. Adam da kesin bir şey bilmediğinden susmak zorunda kaldı. Bunun üzerine Süraka evine geldi. Atını ve oklarını hazırladı. Belirtilen yöne doğru hızla yol almaya başladı. Süraka kısa bir müddet sonra Peygamberimiz ve Hz. Ebû Bekir'e yetişti. Onlara,

"Bugün seni benden kim kurtarabilir" diye bağırdı. Peygamberimizin duasıyla Süraka'nın atının ön ayakları kuma gömüldü. Böylece Allah bu kutsi Medine yolculuğunda Resûlünü yalnız bırakmamış ve onu tehlikelere karşı bir kez daha korumuştu.

 

Atının kuma gömülmesi sonucunda gerçeği anlayan Süraka affını rica etti. Peygamberimiz de ona dua ederek affetti. Süraka minnet altında kalmak istemiyordu. Peygamberimize ikramda bulunmak istiyordu. Peygamberimiz de onun hiç bir ikramını kabul etmek istemedi. İkramının kabul edilebilmesi için Müslüman olmasının gerektiğini öğrendi ve Müslüman oldu.[201]

 

Kureyş'in vadettiği yüz deveye sahip olmak isteyenlerden birisi de Büreyd idi. O da kendi kabilesinden yetmiş atlı ile yola çıkmış, Peygamberimize yetişmişti. Ancak bütün gayretlerine rağmen muvaffak olamamış sonuçta Büreyd'e İslâm tebliğ edildi. Büreyd ve yanındakiler Müslüman oldular. Büreyd, peygamberimizin Medine'ye bayraksız girmesinin uygun olmayacağını düşünerek, başından sarığını çıkardı, mızrağının ucuna bağladı, böylece Medine'ye kadar Peygamberimizin bayraktarlığını yapmış oldu.

 

Peygamberimizin Mekke'den çıktığını duyan Medine'deki Müslümanlar yolları gözlüyorlardı. Her gün güneşin doğumundan önce Harra mevkiine çıkıyorlar, sıcak bastırıncaya kadar bekliyorlardı. Bir gün Yahudi'nin birisi bir işiyle ilgili olarak yüksek bir kuleye çıkıp etrafı gözetlemeye başlamıştı. Peygamberimizin ve arkadaşlarının gelmekte olduğunu gördü. Kendisini tutamayarak heyecanla,

"Ey Arap topluluğu! İşte nasibiniz, devletliniz, beklediğiniz ulu kişiniz geliyor" diyerek Resûlullahın geldiğini onlara haber verdi.

 

Medineliler yollara dökülüp Peygamberimizi karşıladılar. Peygamberimiz burada bir müddet kaldı ve Küba Mescidi'ni inşa ettirdi. Hz. Ali de Kuba'da Resûlullaha yetişti.

 

Süheyb b. Sinan da hicret etmek için yola çıkmıştı. Kureyşliler onun yolunu çevirdiler, göndermek istemediler. Süheyb, biriktirdiği bütün serveti Kureyşlilere bırakmak şartıyla yoluna devam etti.

 

Peygamberimiz bir kaç gün sonra Medine'ye hareket etti. Hareketinden önce Neccâr oğullarına kendisini Medine'ye götürmeleri için haber gönderdiği de rivayet edilmektedir. Abdulmuttalib'in annesi Neccar oğullarının kızıydı. Dolayısıyla Neccar oğulları Abdulmuttalib'in dayıları oluyordu.

 

Neccar oğulları Peygamberimizi Medine'ye götürdüler. Halk Peygamberimizi ağırlamak için can atıyordu. Allah Resûlü hiç kimseyi kırmak istemiyordu.

-"Devenin yolunu açınız. Nereye çökeceği ona buyrulmuştur" diyordu. Deve boş bir araziye çöktü. Peygamberimiz bu araziye akrabalarından kimin evinin yakın olduğunu sordu. Böylece Neccar oğullarından Ebu Eyyûb El-Ensâri'nin evine misafir oldu.

 

Hz. Peygamber (as)'ın Medine'ye gelişi Medineli müminleri büyük bir sevince boğdu.

 

Bütün müminler, evlerinin damına çıkmış; gençler ve hizmetçiler yollara dökülmüşler,

-"Yâ Resûlullah! Yâ Muhammed! Yâ Resûlullah!" diyerek bağırıyorlardı.[202]

 

Çocuklar ve hizmetçiler, yollarda ve damlarda,

-"Resûlullah geldi! Allahû ekber! Muhammed geldi! Allahû ekber! Muhammed geldi! Allahu ekber, Muhammed geldi! diyorlar, Habeşliler de, sevinçlerinden kılıç kalkan oynuyorlardı."

Kadınlar ve çocuklar, hep bir ağızdan:

-"Vedâ tepelerinden dolunay doğdu bize! Allah'a yalvaran oldukça, şükür etmek gerekir halimize, Ey bize gönderilen Peygamber! Sen boyun eğmemiz gereken bir emir ile geldin bize" diye şiirler okuyorlardı.[203]

Berâ' b. Âzib:

-"Peygamber (as) Medine'ye gelince, Medinelilerin Resûlullah'a sevindikleri kadar hiç bir şeye sevindiklerini görmedim" demiştir.

Enes b. Mâlik de:

-"Ben, Resûlullahın Medine'ye girdiği günden daha güzel, daha parlak bir gün görmedim" der.[204]

 

Resûlullah Medine'ye varınca müminlerin her biri kendi evinde ağırlamak istediler ve bu konuda yarışırcasına hareket ettiler. Resûlullahı misafir edebilmek için devesinin önüne geçiyorlardı. Efendimiz onlara,

-"Devenin yolunu açınız! Nereye çökeceği ona emir buyurulmuştur" diyordu.[205]

 

 

 

 

17-Mekke Dönemin Özeti

 

 

Mekke Cahiliye ortamında Hz. İbrahim'in soyundan gelen ve onun Hanif dinini takip eden bir aileden doğan Hz. Muhammed'in, kırk yaşında putperest toplumu gerçek dine davet etmesi için peygamberlikle görevlendirilmesiyle birlikte ona inanan ve inanmayan insanların 13 yıl boyunca kendi dinlerinin savaşımını verdikleri ve nihayet azınlık-güçsüz Müslümanların kendi yurtları olan Mekke'den Medine'ye hicret etmeleriyle kapanan bir dönemin adı; Miladî 610-623 yılları arasında geçen İslâmî tebliğin ilk dönemi. Mekke döneminin sonu, aynı zamanda Hicrî yılın başlangıcıdır.

 

Hz. Muhammed'in peygamberlikten önceki hayatı Mekke Dönemi içerisinde değerlendirilmez; Mekke Dönemi Hz. Peygamber'in peygamberliğiyle başlar. Toplumunun cahilî yaşantısından uzak kalmak ve gerçeği düşünmek için yılın belli dönemlerinde şehirden uzaklaşan peygamberimiz yine böyle bir durumda Hıra Mağarasında iken Cebrail (a.s.)'ın okuduğu,

 

 7§Õ Ü Ç ¤å¡ß  æb ¤ã¡üa  Õ Ü  7 Õ Ü  ô©ˆ £Ûa  Ù¡£2 ‰ ¡á¤b¡2 ¤a Š¤Ó¡a

 

"Oku, Rabbinin adıyla oku. O, insanı bir kan pıhtısından yarattı... "[206] diye başlayan Alâk suresinin ilk ayetlerini dinledi ve peygamberlikle görevlendirildi. Daha önce bir kitap verilmemiş putperest bir topluma kendisine gelen bu gerçeği anlatma görevi ile görevlendirildi. Kendisi o toplumda sevilen, güvenilen, asil ve emin biriydi. Ona, "güvenilen Muhammed" anlamına gelen "Muhammedül Emin" deniyordu. En değerli emanetler başkasına değil ona bırakılıyordu. Eşi Hz. Hatice Hz. Peygamber'in karşılaştığı bu durumu amcası Varaka b. Nevfel'e anlattı. İlâhî kitaplardan haberdar olan Varaka;

-"Ona gelen, daha önceki peygamberlere gelen Cibril-i Emindir, O peygamberdir. Keşke kavmi onu bu şehirden çıkardığı zaman hayatta olsam da ona yardım etsem" dedi. Varaka'nın söylediği aynen gerçekleşti. Daha sonra peygamberimiz (a.s), Mekke'den çıkarıldı.

 

 =¤Š¡£è À Ï  Ù 2b î¡q ë =¤Š¡£j Ø Ï  Ù £2 ‰ ë =¤‰¡ˆ¤ã b Ï ¤á¢Ó =¢Š¡£q £†¢à¤Ûa b è¢£í a ¬b í

 

"Ey örtüsüne bürünen! Kalk (toplumunu) korkut; Rabbini büyük bil, elbiseni de temiz tut"[207] ayetleriyle birlikte Hz. Muhammed'in zorlu "Mekke Dönemi" başladı. Hz. Peygamber önce en yakın çevresini uyardı. Kendisine ilk inananlar; hanımı Hatice, kendi evinde kalan yeğeni Ali, azadlısı Zeyd, yakın arkadaşları Ebû Bekir, Osman, Talha.... oldu. Çevresinde toplanan bu müslümanlar da ona yardımcı olarak, herkes kendi güvendiği yakın çevresini yeni dinle tanıştırdı. Kendisine dinin ulaştırıldığı insanlardan temiz yaratılışlılar, zulme, haksızlığa, ahlâksızlığa karşı olanlar bu dine inanıyor; yerleşik düzenin nimetlerinden aşırı yararlanan hırslı, zalim, merhametsiz, ahlâken zayıf Mekke ileri gelenleri bu dine düşman oluyorlardı. Çünkü bu yeni din onların düzenini temelden değiştirmek için gelmişti.

 

Onlar, dua etmek istedikleri zaman hiçbir şey duymayan, görmeyen, kendisine bile yararı dokunmayan, elleriyle yonttukları putlara, heykellere el açarken; yeni gelen din şunu söylüyordu:

-"Her şeyi yaratan, işiten, gören, dua ettiğiniz zaman size yardım edecek olan tek Allah'a yönelin; o putları terkedin."

 

Onlar insanları efendi-köle, zengin-fakir, yöneten-yönetilen, soylu-soysuz, sosyete-normal vatandaş, siyah-beyaz kadın-erkek şeklinde gruplara bölüp bir kısmım diğerlerine üstün tutarken; yeni din, bütün insanların tek bir candan yaratıldığını, üstünlüğün ancak kalplerdeki iyilik duygusu ve Allah korkusuyla elde edilebileceğini ilân ediyordu. Onlar, kız çocuklarını utanç verici bir leke olarak görürken, yeni din; kadınlara iyi davranılmasını emrediyordu. Onlar zayıf insanları köleleştirip pazarlarda satarken, kölesini bir hayvan gibi görür zevki için ona işkence yaparken, yeni din;

-"Köleleriniz kardeşlerinizdir, kendi yediğinizden onlara da yedirin, giydiğinizden onlara da giydirin; başınıza bir siyah köle bile emir seçilirse ona itaat edin" diyordu. Kısaca yeni din toplumu her türlü bağdan kurtarıp, inananlara Allah'ın önünde kardeş olarak secde etmelerini emrediyordu.

 

İslâm Mekke'de önceleri gizlice yayıldı. Güvenilir dostlar arasında konuşuldu ve kendisine bir taban oluşturdu. Bu dönem üç yıl sürdü. Davet gizli olmasına rağmen bu yeni dinin haberi kulaktan kulağa öyle yayıldı ki Mekke'de İslâm'ın konuşulmadığı tek ev kalmadı. Hatta Mekke dışına da taştı ve civar köylerden birinde oturan Ebû Zer el Gıfarî de bu yeni dini duydu ve hemen Mekke'ye gelerek Hz. Peygamber'i bulup müslüman oldu.

 

7 åî©ä¡ß¤ªì¢à¤Ûa  å¡ß  Ù È j £ma ¡å à¡Û  Ù yb ä u ¤œ¡1¤a ë = åî©2 Š¤Ó üa  Ù m Šî,©' Ç ¤‰¡ˆ¤ã a ë

 7 æì¢Ü à¤È m b £à¡ß ¥õô¬©Š 2 ó©£ã¡a ¤3¢Ô Ï  Ú¤ì – Ç ¤æ¡b Ï

 

"Yakın akrabanı uyar, müminlerin sana tâbi olanlarına himaye kanatlarını indir. Şayet sana karşı çıkarlarsa onlara şöyle de: Ben sizin yaptıklarınızdan tamamen uzağım"[208] ayetleriyle birlikte açık davet dönemi başladı. Hz. Peygamber ailesi olan Haşimoğullarını bir yemeğe davet etti ve kendisine gelen gerçeği onlara açıkladı. Ancak müşrikler alay ederek dağılıp gittiler. Hz. Peygamber, başka bir gün Safâ tepesine çıkarak bütün Mekkelilere toplanmaları için çağrı yaptı. Toplandıklarında onlara şöyle sordu:

-"Ey Kureyş! Size; Şu tepenin arkasında bir düşman ordusu var ve hemen üzerinize saldıracak' desem inanır mısınız?"

Verdikleri cevap:

-"Evet inanırız, çünkü senin yalanını duymadık" oldu.

-"O halde haberiniz olsun ki, ileride büyük bir azap günü var..."

Topluluktan bir ses yükseldi:

-"Günümüzü zehir ettin! Bizi bunun için mi çağırdın?..." Ve toplantı yine dağıldı.

 

Yeni dinle eski din arasında şiddetli bir mücadele başladı. Artık Mekke'de "Lâ ilâhe illallah" demek büyük bir suçtu. Aileler parçalandı. Bu mücadele sadece şehirde değil evlerde de vardı. Baba müşrik, çocuk Müslüman; koca Müslüman, eş müşrik. Ardından, evden kovulmalar, boşanmalar, evlâtlıktan reddedilmeler, hapsetmeler, baskılar, dayak, işkenceler başladı. Bu ortamda Peygamber'in önderliğindeki Müslümanlar, Erkam b. Ebil-Erkam'ın evini kendilerine merkez yaptılar ve geceleri orada buluşmaya başladılar. Orada yeni din öğreniliyor; yeni gelen ayetler ezberleniyor; namaz kılınıyor; evinden kovulan, aç kalan, işkenceye uğrayan müslümanlara kanat geriliyordu. Ama en çok da sabır öğretiliyordu. Çünkü bir günlük değildi işkence.

 

Yeni dinin egemen olması halinde eski konumlarını yitireceklerini iyi bilen Mekke eşrafı bu gidişe dur demek için yeni taktikler geliştiriyordu. Önce alay ettiler;

-"Bizim gibi soylu, zengin kişiler varken Allah buna mı vahiy verdi" dediler. Ardından, alay ve eğlenceye rağmen Müslümanların sayısında artış olduğunu görünce iftiraya başladılar:

-"Bunun söylediği şiirdir, bu adam şâirdir, kâhinlik yapıyor. Buna bir şeyler öğreten vardır; ondan aldığı bilgileri bize aktarıyor; Aslında bunun söyledikleri Yahudi ve Hıristiyan din adamlarından öğrenilmiş bilgilerdir."

 

İftiralarına aslında kendileri de inanmıyorlardı. Çünkü onlar, Muhammed'i çok iyi tanıyor ve onun şâir, kâhin, nakilci olmadığını biliyorlardı. Bunu herkes bildiği için de İslâm'ın yayılışı devam etti ve kendi adamlarından bir kısmı daha Müslümanların safına katıldı.

 

Mekke'nin parlamento binası durumundaki Darün Nedve'de toplanan Mekke büyükleri yeni politikalar ürettiler ve Hz. Peygamber'e geldiler. Barış görüşmeleri yapmak için teklifleri kendilerince cazipti:

-"Ya Muhammed, senin derdin ne? Toplumumuzu darmadağın ettin. Eğer zenginlik istiyorsan, sana istediğin kadar mal toplayalım. Amacın yönetici olmaksa, seni kendimize önder yapalım, kral seçelim. Kadın istersen Mekke'nin en güzel kızlarını sana verelim. Bu işten vazgeç, istediğini verelim. Ama Hz. Peygamber onlara karşı net bir tavırla şöyle buyurdu: Değil onları, bir elime ay'ı diğer elime güneşi verseniz ben bu davadan asla vazgeçmem. Çünkü ben bunu kendi isteğimle, arzuma göre yapmıyorum. Bunu Allah istiyor" Müşrikler yeğenini ikna etsin diye araya amcası Ebû Tâlib'i koydular. O da aynı teklifle geldi; ama karar kesindi.

 

Mekke yöneticileri Ebû Tâlib'e bir uyarı yaptılar:

-"Bundan sonra Muhammed'i himaye etmekten vazgeç, onunla aramızdan çekil." Ama Ebû Tâlib akrabalık bağlarını korumakta kararlı idi:

-"Sen işine bak oğlum. Ben hayatta olduğum sürece sana kimse hiç bir zarar veremez." Ebû Tâlib iyi niyetli idi, ama Müslümanların tamamını korumaya onun gücü yetmiyordu. Üstelik müslüman da olmamıştı. Müslümanlar, Peygamberimizin amcası Hz. Hamza ve bir müddet sonra da Hz. Ömer'in müslüman olmasıyla biraz daha güçlendiler. Ancak işkence sürüyordu.

 

Kabilesi veya kendisi güçlü olan Müslümanların dışında herkes eziliyordu. Özellikle : köleler; bunlardan bir aile, Yâsir ailesi İslâm'ın ilk şehitleri oluyordu. Hz. Peygamber Müslümanların bu işkencelerden kurtulabilmesi için Mekke'yi terketmelerine izin verdi ve onları,

"Orada bir hükümdar var, kimseye haksızlık ettirmez; orası emin bir yerdir. Allah başka bir kapı açıncaya kadar oraya gidin" diyerek Habeşistan'a gönderdi. Ve, 11 erkek dört kadın Habeşistan'a göç ettiler. Ancak göçe katılanlar daha ziyade güçlü müslümanlardı. Amaç, Müslümanlara iyi bir üs hazırlamak ve İslâm'ı yaymaktı. Habeşistan'a hicret edenlerin orada iyi karşılandıkları haberi Mekke'ye ulaştığında Mekkeliler telâşlandılar. Bu arada bir söylenti çıkarıldı:

-"Bütün Mekke Müslüman oldu." Bu haber Habeşistan'a ulaşınca muhacir Müslümanlar geri döndü; ancak Mekke yakınında gerçeği öğrendiklerinde bir kısmı tekrar Habeşistan'a dönerken bir kısmı da gizlice Mekke'ye girdi.

 

Bir süre sonra Mekke'den daha büyük bir kafile İkinci Habeşistan hicretine katıldı. Bunlar yetmiş üç kişi idiler. Mekke müşrikleri İslâm'ın orada güçlenmesinden endişelenerek gidenleri geri getirmek için hazırladıkları değerli hediyelerle birlikte iki elçilerini Habeşistan Necaşisine gönderdiler. Elçiler Necaşinin huzuruna çıktıklarında önce hediyeleri verdiler. Sonra da isteklerini açıkladılar:

-"Şehrimizden ülkene kaçan bir grup insan var; onları bize geri vermeni istiyoruz." Necaşi kendisine sığınan insanların görüşünü almadan evet diyemeyeceğini söyledi ve Müslüman muhacirler saraya çağrıldı.' Orada bir konuşma yapan Hz. Peygamber'in amcasının oğlu Cafer; kendilerinin köle olmadıklarını, suçlu olmadıklarını, özgür birer insan olarak buraya geldiklerini söyledi ve bu elçilerin hangi hakla kendilerini geri götürmek istediğini sordu. Cafer şöyle konuştu:

"Biz, cehalet içinde yüzen, putlara tapan, güçlünün zayıfı ezdiği bir topluluktuk.

Cenab-ı Allah aramızda kendisine güvendiğimiz bir peygamber gönderdi. O bizi tek Allah'a ibadet etmeye çağırdı. Doğru söylemeyi, verdiğimiz sözü tutmayı, akrabalık bağlarına ve komşuluk haklarına saygı göstermeyi, kötülükten ve kan dökmekten sakınmayı emretti. Biz de ona ve getirdiklerine inandık. Bu yüzden halkımız bize düşman oldu; dinimizden döndürmek için işkence yaptı. Biz de senin ülkene sığındık."

Necâşi'nin, Hz. İsa hakkında ne düşündüklerini sorması üzerine Meryem Suresinden bir bölüm okudu. Necâşi okunan ayetlerin ilâhî bir kaynaktan geldiğini anladı ve şöyle dedi:

-"Bu, İsa'nın getirdiği ile aynı kaynaktan geliyor." Kureyşli elçilere de; "Gidebilirsiniz. Çünkü, Allah'a yemin ederim ki onları size teslim etmeyeceğim" dedi. Mekkeli elçiler hediyeleri de kabul edilmeyerek gerisin geriye gönderildi. Habeşistan'a hicret eden bu Müslümanların bir kısmı Medine'ye hicret'e kadar orada kaldı ve daha sonra Medine'de kurulan İslâm devletine hicret ederek Medine'ye geldiler.

 

Mekke yöneticileri uyguladıkları yaptırımlardan sonuç alamadılar. Üstelik Hz. Hamza, Hz. Ömer gibi güçlü Müslümanlar putları hiçe sayarak açıktan açığa Kâbe'de namaz kılmaya da başlamışlardı. Nihayet en önemli kararı aldılar: "Bundan sonra Muhammed'in kabilesi Haşimoğulları ile tüm ilişkiler kesilecek, onlarla alışveriş yapılmayacak, kız alınıp verilmeyecekti. Bu uygulama Haşimoğulları Muhammed'i reddetsin veya Muhammed bu peygamberlik iddiasından vazgeçsin diye başlatılmıştı." Bu sözleşmeyi her kabîlenin reisi imzaladı ve Kâbe'nin duvarına astılar. Ancak ayrı gibi görünen kabîleler arasında kız alıp vermelerle yeni akrabalıklar oluştuğu için Haşimoğulları kabîlesi yalnız kalmadı ve boykotçu kabîlelerin bazı üyeleri gizliden gizliye yardımlarını sürdürdüler.

 

Boykot tam olarak uygulanamadı ama Müslümanlar çok zor anlar da yaşadılar. Öyle ki kurumuş deri parçalarını, ot ve ağaç kabuklarını yemek zorunda kaldılar. Akrabalık bağlarına çok önem veren Mekkeliler için bu boykot kararı yüz kızartıcıydı; ama bu bir din savaşıydı ve üst düzey yetkililere göre yapılmalıydı. Ancak, üç yıl süren bu boykotun Müslümanlarda bir gevşeme meydana getiremediğini gören müşriklerin bir kısmı zaten istemeyerek katıldıkları bu boykotun kaldırılmasını istediler ve Kâbe'ye astıkları anlaşma metnini oradan kaldırttılar. Müşrikler aynı zamanda bir mucizeye de tanık oldular:

-"Allahım senin adınla" yazısı dışında bütün kâğıt, kurtlar güveler tarafından yenmişti. Bu mucize üzerinde olumlu bir etki yapmadı. Boykotun kaldırılmasıyla birlikte Müslümanlar biraz rahatladılar. Ancak Peygamberimizin hanımı Hz. Hatice ve amcası Ebû Tâlib'in ardarda gelen vefâtları, Müslümanları hüzne boğdu. Bu yıla daha sonra "Hüzün Yılı" adı verildi. Peygamber de artık müşriklerin fiili saldırılarına uğruyordu: Başına toz toprak attılar, Mescitte namaz kılarken üzerine işkembe koydular, dövdüler.

 

Hz Peygamber yanına evlâtlığı Zeyd'i alarak komşu şehir Taif'e gitti. İslâm'ı onlara da duyurmak istedi. Çünkü o sadece Mekkelilere değil âlemlere rahmet olarak gönderilmişti. Ama orada da aynı karakterde insanları buldu. Kendilerine gelen bu misafiri alaya aldılar; ayak takımını kışkırtarak onu şehirden çıkana kadar taşlattılar. Kan içinde geri döndü. Ancak, kendi şehrini bir defa terkeden kişi bir başkasının himayesinde olmaksızın geri dönemezdi. Bu yüzden Hz. Peygamber de Mekke'ye müşrik Mut'im'in himâyesinde girdi.

 

Mekke'de zulüm dinmemişti, Resulullah, İslâm'ı civar kabîlelere de anlatıyor ve her geçen gün Müslümanların sayısı artıyordu. Hıra'da Cebrail'in "Oku." emrinden bu güne on yıl geçti. Ve bir gece Hz. Peygamber Allah tarafından Mekke'den alınıp Kudüs'e, oradan da göklere çıkarıldı:

 

 ¡†¡v¤ à¤Ûa ó Û¡a ¡âa Š z¤Ûa ¡†¡v¤ à¤Ûa  å¡ß 5¤î Û ©ê¡†¤j È¡2 ô¨Š¤ a ô¬©ˆ £Ûa  æb z¤j¢

 ¢Šî©– j¤Ûa ¢Éî©à £Ûa ì¢ç ¢é £ã¡a b6 ä¡mb í¨a ¤å¡ß ¢é í¡Š¢ä¡Û ¢é Û¤ì y b ä¤× ‰b 2 ô©ˆ £Ûab –¤Ó üa

 

"Kulu Muhammed'i geceleyin Mescidi Haram'dan alarak, ayetlerimizi göstermek için, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya götüren Allah'ın şanı yücedir. Allah işitendir, görendir."[209]

 

 Mirac, denilen bu olayda, Hz. Peygamber, anlamakta zorluk çekeceğimiz ama Allah'ın bildirmesiyle iman ettiğimiz bir çok mucizelerle karşılaştı. Sidretül Münteha (göklerin en uç noktasına)'ya kadar yükseldi. Kendisine Cennet ve Cehennem gösterildi ve bazı emirler ve İslâm'ın bir kısım kuralları verildi. Beş vakit namaz da bu gece farz kılındı.

 

Peygamberimiz sabahleyin bu olayı anlattığında Mekkeliler, onun delirdiğine hükmederek sevinç haberini birbirlerine yaydılar. Bazıları da müslümanlara koştu bu müjdeyle;

-"Sizinki göğe çıkmış" demek için. Hz. Ebû Bekir'e de geldiler, ama o beklemedikleri bir cevapla karşılaştılar: "Bunu o söylediyse doğrudur".

 

Cahiliye Arapları her yıl hac mevsiminde Kâbe'de toplanır haccederlerdi. Bu mevsimde Mekke'de ticaret için panayır da kurulurdu. Yine böyle bir hac mevsiminde Hz. Peygamber Mekke dışından gelen insanları tek tek dolaşarak İslâm'ı anlatıyordu. Medine'den gelen bir grup insana da anlattı ve onlar Müslüman oldular. Bunlar Medine'ye altı Müslüman kardeş olarak döndüler.

 

Kısa sürede Medine'de İslâm duyuldu ve her evde konuşulmaya başlandı. Medine'de iki büyük kabile yaşıyordu; Evs ve Hazrec Medine'de ayrıca Yahudiler de vardı. Medineliler Yahudilerle temasta olduklarından, yakında bir peygamberin çıkacağını biliyorlardı. Bu yüzden İslâm'ın yayılması Medine'de daha hızlı oldu ve Medine'li Müslümanlar bir yıl sonra Mekke'ye on iki kişi olarak tekrar geldiler. Bu defa aralarında Evs ve Hazreç'in her ikisinden de Müslüman vardı. İki düşman kabîle İslâm sayesinde kardeş olabilecek, düşmanlıklar ortadan kalkacaktı. Bu on iki Müslüman Mekke dışında Akabe denilen yerde geceleyin Hz. Peygamber'le bir görüşme yaptılar ve Peygamber'e söz verdiler:

-"Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmayacaklar; hırsızlık yapmayacaklar, zina etmeyecekler, ırza geçmeyecekler, çocukları öldürmeyecekler, iftira etmeyecekler, haktan ayrılmadığı sürece Peygamber'e itaat edeceklerdi. Bunların karşılığında onlara Cennet vardı."

 

Bu Birinci Akabe Bey'atına katılanlar Medine'ye dönerken Hz. Peygamber Habeşistan'dan yeni dönen Mus'ab b. Umeyr'i de onlarla birlikte gönderdi. Mus'ab'ın görevi, Medineli Müslümanlara dinlerini öğretmek ve İslâm'ı diğer Medinelilere ulaştırmaktı. Mus'ab, Medine'de 11 ay kaldı ve hac mevsimi öncesinde Mekke'ye döndü. Resulullah'a bir yıllık raporu şu cümleyle özetledi:

-"Medine'de İslâm'ın konuşulmadığı tek ev kalmadı ya Resulullah" Bir ay sonra da Medine'den yetmiş üç erkek sekiz kadından oluşan bir heyet hac münasebetiyle Mekke'ye geldi ve İkinci Akabe bey'atı gerçekleştirildi. Medine'ye döndüklerinde Müslüman bir topluluk olarak sorumlulukları büyük olacağından Hz. Peygamber onları grup grup örgütledi. On iki lider seçildi; dokuzu Hazreç'li üçü Evs'li. Bu bey'atın ne anlama geldiğini içlerinden biri diğerlerine şöyle izah etti:

-"Siz, siyah, kırmızı tüm insanlara savaş açmayı göze alıyorsunuz." Bu yüzden eğer mallarınız eksildiğinde ve bazılarınız öldürüldüğünde onu terk edeceğinizi düşünüyorsanız onu şimdi bırakın. Çünkü onu o zaman terk ederseniz; bu, dünyada da ahirette de utanç duymanıza sebep olur.

 

Fakat eğer sözünüzden dönmeyeceğinizi düşünüyorsanız onu alın; çünkü Allah'a andolsun bu, hem dünya hem de âhiret için kurtuluştur." Onların bu derece tehlikeli sonuçlar doğuracak biatı ise şuydu. Peygamber ve müminler Medine'ye hicret edecekler, onlar da kendilerine gelen bu kardeşlerini sonuna kadar savunacaklardı. Hz. Peygamber'in isteği netti:

-"Beni, eşlerinizi ve çocuklarınızı koruduğunuz gibi koruyacaksınız. Ben sizdenim siz de bendensiniz. Sizin savaştığınızla savaşır, barıştığınızla barışırım." Bütün bunların karşılığında Medineli Müslümanların mükâfatı Cennet olacaktı.

 

Bu görüşme ve biattan sonra Mekkeli Müslümanlar birer-ikişer, gizli-açık Medine'ye göçmeye başladılar. İslâm'ın Medine'de güçlenip kendi kontrolleri dışında daha da gelişeceğinden korkan Mekkeli müşrikler bu göçü durdurmaya karar verdiler. Ancak bunu başaramadılar. Artık Mekke'de Hz. Peygamber (as), Ebû Bekir ve Ali dışında pek Müslüman kalmamıştı. Müşrikler son kozlarını oynamaya karar verdiler.

-"Muhammed de Medine'ye gidip adamlarının başına geçerse vay başımıza geleceklere! Ona bu fırsatı vermeden yok etmeliyiz" deyip Hz. Peygamber'i öldürmeye karar verdiler. Ancak Cebrail (a.s)'ın bu komployu haber vermesiyle Resulullah önlemini aldı ve evini kuşatmış olan saldırganların arasından Yâsin suresini okuyarak çıktı.

 

Allah'ın bir mucizesi olarak aralarından geçen Peygamber'i göremediler. Hz. Peygamber Mekke'deki son işleri tamamlamak üzere Hz. Ali'yi geride bırakarak yakın arkadaşı Ebû Bekir'le birlikte Mekke'yi terketti. Ancak Mekkeliler, kaçırdıkları bu adamı öldürene ya da getirene ödüller koyarak etrafa haber saldılar. Peygamberimiz ve arkadaşı Ebû Bekir üç gün Mekke yakınındaki bir mağarada gizlendi ve müşriklerin bulmaktan ümit kestikleri bir anda mağaradan çıkarak Medine'ye yöneldi. Kendisini Medine'de bekleyen Müslümanlara bir takım zorluklara rağmen ulaştı ve İslâm'ın "Mekke Dönemi" kapandı. "Medine Dönemi" başladı.

 

Mekke Dönemi İslâmi tebliğin ilk ve zorlu dönemiydi. Bu tebliğin yöntemini bizzat Allah Teâlâ koyuyor, Hz. Peygamber de Allah'ın gözetimi ile aşama aşama bu görevi yürütüyordu. Dolayısıyla Allah Resulunun bu yönteminden alınacak önemli dersler vardır:

 

1- Hz. Peygamber müşrikleri öncelikle tek Allah'a kulluğa çağırıyor; onun dışındaki bütün bağlardan kurtulmalarını söylüyordu. Allah'a tam bir teslimiyet olduktan sonra Allah'tan gelecek olan emirleri kabul etmek zor olmazdı. Bu yüzden Hz. Peygamber "Lâ ilâhe illallah" mesajını öne çıkardı. Çünkü toplumun en büyük sapkınlığı birden fazla ilâha tapma idi. Birçok ilâha ibadet eden topluma İslâm'ın getirdiği mesaj şuydu:

-"Sizin dediğiniz gibi birden çok ilâh yoktur; tek bir ilâh vardır, o da Allah Teâlâ'dır." Buradan hareketle diyebiliriz ki, bir davetçi davet edeceği toplumun en önemli hastalığını tespit edip yoğunluğu/önceliği o hastalığa vermelidir.

 

2 - Resulullah'a indirilen ayetler kâfirlerin en zayıf noktalarını yakalıyor, ellerini kollarını bağlıyor, inatçı olmayanların inanmaları için ona da hiç bir neden bırakmıyordu. Meselâ, kâinat olaylarını örnek veriyor ve yontulmuş taşlara ibadet edenlere;

-"Her gün görüp durduğunuz bu kadar olağanüstü olayları yaratan Allah'a boyun eğin" diyordu. Bu, müslümanların her dönemde kullanmaları gereken bir usuldür.

 

3 - Hz. Peygamberin getirdiği mesaj toplumda kabul edilen en güzel, en çekici bir şekilde sunuluyordu. Kur'an-ı Kerim şiirin revaçta olduğu bu topluma insan yeteneğini geride bırakan bir şiir üslûbuyla indirildi.

 

4- Davet, öncelikle yakınlardan, güvenilir temiz insanlardan başlanarak açıklandı. İlk anda bütün bir topluma sunulmadı. Bu da bir davanın yayılabilmesi için öncelikle kendisine sağlam bir zemin hazırlaması, öncü elemanlarını hazırlaması gerektiğini öğretiyor. Hz. Peygamber, Mekke'de fıtratı bozulmamış insanları diğerlerinden ayrı tutarak davette önceliği onlara verdi. Davetçi, tanıdığı ve güvendiği insanlara gitmeli, uzun vadeli yola güvenilir olamayan tanımadığı insanlarla çıkmamalı.

 

5- Müslümanlar zayıf oldukları dönemlerde kâfirlerin tüm baskılarına sabrettiler. Allah onlara bir müddet savaşma izni vermedi. Medine'de sağlam bir zemin hazırlandıktan sonra onlara savaş izni verildi. Gerçi Müslümanlar Medine'de azınlıktılar ama artık bir cephede toplanabilmişlerdi. Mekke'de ise darmadağın ve güçsüzdüler. Savaş imkânları yoktu. Bir davanın hazırlık ve örgütlenme safhasında düşmanla fiilî çatışmaya girmeyip her türlü hazırlığını tamamlamak gerektiği sonucunu Resulullahın bu uygulamasından çıkarabiliriz.

 

6- Resulullah gizli davet döneminde dirençli elemanları çevresinde topladıktan sonra açık davet dönemini başlattı. Bu dönemde karşı tarafın bütün baskı ve işkencelerine rağmen inancından taviz vermedi. Zira bu dönem açık davet, gizli örgütlenme dönemiydi. Gündüz kâfirlerin karşısına çıkıp;

-"Sizin taptıklarınız kendilerine bile fayda veremez. Gelin bu yanlış yoldan vazgeçin" diye onların yanlışlığını yüzlerine vuruyor; geceleyin Erkam'ın evinde gizlice toplanıp çalışma programı hazırlıyor, davetin elemanlarına taktikler veriyordu. Bu uygulama bize, İslâm dâvetinin temel özelliklerinden birini öğretiyor: Davet açık, örgütlenme gizli yapılır. Davet için de örgütlenme için de kâfirlerden izin alınmaz.

 

7- Müşrikler parlemantoları durumunda olan Darün-Nedve'de toplanırlar karar alırlardı. Peygamberimize yaptıkları tekliflerin biri şuydu:

-"Bu davadan vazgeç, seni Reis yapalım." Resulullah taktik gereği bunu yapabilir, gücü elinde topladıktan sonra da getirdiği dini benimsetebilirdi. Ama İslâm açık bir din olduğu için Resulullah bu yola başvurmadı; işkencelere rağmen hakkı söyledi. Daru'n Nedve'de bir yer kapma yerine Darul-Erkam'da kendi meclisini oluşturdu. O halde İslâm davetçileri kâfirlerin kontrolündeki bir harekete katılmamalı, kendi hareketlerinin programını kendileri oluşturmalıdırlar.

 

8- Müslümanların güçlü olanları Mekke'de güçsüzlerle tam bir dayanışma ortaya koymuş malını-mülkünü ortaya dökmüştü. İslâm'a inananlar kardeş oldular; dünya nimetleri, zenginlikler belli ellerde, kasalarda toplanmadı. Tek gaye vardı; Allah'ın dini egemen olsun. O halde her dönemde bir davaya iman edenler kardeş olduklarının bilincinde olmalı, varlıkta ve yoklukta eşit olabilmeliler. Hedefe ulaşılana kadar dünyalıklardan vazgeçilebilmelidir.

 

9- Hz. Peygamber, Mekke'de hiç bir insana konumundan dolayı öncelik vermedi. Köleleri de zengin efendileri de yanına aldı; çocukları da kadınları da. Ancak İslâm'ın güçlenmesi için ileri gelen eşrafın Müslüman olması için de uğraştı, hatta dua etti. Peygamberimizin bu davranışından yola çıkarak şu hükme varılabilir: Davetçi toplumunun yetenekli, üst düzey insanlarını kendi davasına kazandırmak için öncelik vermemeli ancak onlar için dua edip müslüman olmaları için diğer insanlarda olunduğu gibi uğraş verilebilir. Bu da onun müstekbirlere meylettiği anlamına gelmez.

 

10- Hz. Peygamber'e inanan Müslümanlarla aileleri arasında büyük çatışmalar meydana geldi. Aile bağları yerine inanç bağı gözönünde bulunduruldu. Bu örneği benimseyen müslümanlar her zaman ve her yerde, inanç bağıyla asabiyet karşı karşıya kaldığı zaman tercihini inançtan yana koymalı varlıklı ailenin çocuğu olan Mus'ab b. Umeyr gibi gerektiğinde ailesini terk edebilmelidir.

 

11- Müslümanların bir kısmının işkence ortamından kurtulup daha iyi bir ortamda bulunmak için Habeşistan'a hicret etmesinden şu sonuç çıkarılabilir: Müslümanlar, gerektiğinde Müslüman olmasa dahi adâletli, haksızlık yapmayan insan haklarına saygı duyan bir ülkeye iltica edebilirler. Bunu yapmaları o ülkeyi dost edindikleri anlamına gelmez.

 

12- Hz. Peygamber, Taif seferi dönüşünde Mekke'ye müşrik olan Mut'im'in himayesinde girdi. Bu da Hz. Peygamber'in müşriklerin emrine girdiğini göstermez. Hz. Peygamber, dininden hiç bir taviz vermediği halde Mut'im ona bir insan olarak sahip çıkmış, Peygamber'den dini ile ilgili bedel istememiştir. Bu sadece karşılıksız yapılan bir yardımdır. Bunun yanında Hz. Ebû Bekir'in benzer bir olayı vardır. İbn Daine Hz. Ebû Bekir'i himayesine alır. Ancak gizliden gizliye ibadetinde serbest olduğunu, ama açıktan açığa Kur'an okuyamayacağını söyler.

 

O zaman Hz. Ebû Bekir onun himayesine ihtiyacı olmadığını, kendisine Allah'ın yeteceğini bildirir. Eğer Hz. Ebû Bekir olayında olduğu gibi müşrikler himaye karşılığında müslümanın inancından, ibadetlerinden vazgeçmesini isterlerse o zaman onların himayesi reddedilir. Günümüzde de kapalı yerlerde (mescitlerde, evlerde) Allah'a ibadeti serbest bırakan kâfirler İslâm'ın toplum hayatına girmesini engelliyorlar. Bunu yaptıklarından dolayı müslümanlarla onların arasında bir düşmanlığın olması gerekir.

 

Mekke dönemi, günümüz Müslümanlarının ders alacakları birçok örnekle doludur.

 

Mekke döneminde inen Kur'an ayetleri daha ziyade inanç temellerini konu edinir. Mekke döneminde kâfirlerin baskısı altında ezilen, hiç bir güvencesi olmayan insanlara hukukî emirler verilmedi. Meselâ bir tesettür ayeti yoktu o dönemde. Çünkü müşriklerin insafına kalan zayıf Müslüman hanımların tesettürleri çekip çıkarılabilir ve Müslümanlar buna karşı bir şey yapamazlardı. Allah Müslümanlara uygulanma imkânı olan emirleri veriyordu. Namazı bile gizlice kılan Müslümanlara Allah ezan okumalarını emretmedi. Mekke, imanın olgunlaşması, gerçekten inanan insanların ortaya çıkması için bir imtihan dönemiydi. Ama artık İslâm tamamlandı. Günümüzde de Müslümanların baskı altında olduğu yerleri Mekke Dönemi ile kıyaslayarak İslâm'ın hukuki emirlerini yok saymak mümkün değildir. İslâm'ın ilk geliş dönemiyle bu dönem bir tutulmaz.

 

Kur'an tamamlanmıştır; Müslümanlara farz kılınan yükümlülükler kıyamete kadar geçerliliğini sürdürecektir. Müslümanlara düşen, baskı altında ezildikleri Mekke Dönemini andıran zemin ve zamanlarda bütün güçleriyle İslâm’ı yaşamaya çalışmak ve bir an önce Medine Dönemini hazırlamaya çalışmaktır. Nefsine uyup, "Mekke döneminde yaşıyoruz" diyerek İslâmi yükümlülüklerden kaçmak çözüm değildir.[210]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

-Okuma Parçası –

 

Davet

Davet: İslâm dininin esaslarını anlatarak, insanların onu benimsemelerini ve dinin koyduğu esaslara göre yaşamalarını sağlama çabası.

 

Lügatte davet kelimesi, De'ave fiilinden masdar olup çağırmak, nidâ etmek, sevketmek, dua veya bedduada bulunmak; birisini yemek ve ziyafete çağırmak manalarına gelmektedir. Bir isim olarak da kullanılan davet lâfzı, lügat itibariyle herhangi bir çağrıya işaret eder. İslâm ıstılahında ise davet tabiri ile, sadece İslâm'a yapılan çağrı kasdedilmektedir.

 

İslâm'a davet, İslâm'ın ele aldığı bütün konularda geçerlidir. Dünya işlerinde de, âhiret işlerinde de İslâm'ın getirdiği esasların tüm beşeriyete intikal ettirilmesi, davetin kapsamına girmektedir. Bu bakımdan İslâm davetinin geniş bir tatbikat alanı ve geniş bir muhatap kitlesi vardır. Davetin yapılacağı bu kitle, sadece müslüman olmayan kimselerden ibaret değildir. Kâfirlerin yanısıra, münâfıklar ve müslümanlar da kendilerine İslâm davetinin sunulacağı muhatap zümreyi oluştururlar; yani kısa ifadesiyle tüm bir beşeriyet, davet faaliyeti ile karşı karşıyadır. Her ne kadar bazı araştırıcılar davet kelimesinden, sadece müslüman olmayanları müslüman olmaya çağırma işini anlamakta ve o şahsın zâhiren müslüman olması veya "müslüman oldum" demesi ile davet faaliyetinin tamam olduğunu zannetmekte; müslüman olan kişiye İslâm'ın anlatılması işini, tebliğ, vaz, irşâd gibi kelimelerle karşılamakta iseler de, bu ayrım doğru değildir. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'de davet, tebliğ, inzâr, vaz, nasihat, emr bi'l ma'rûf (iyiliği emretmek), nehy ani'l-münker (kötülükten sakındırmak) gibi tabirler birbiri yerine kullanılmıştır. Meselâ:

 

يَا اَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا اُنْزِلَ اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ وَاِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ وَاللّهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ اِنَّ اللّهَ لَا يَهْدِى الْقَوْمَ الْكَافِرينَ

 

"Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et"[211] âyetinde Hz. Peygamber'den yapması. istenen tebliğ, hem müslümanlara, hem de gayr-i müslimlere Kur'ân hakikatlarının anlatılmasıdır, yâni davettir.

 

اُدْعُ اِلى سَبيلِ رَبِّكَ

 

"Rabbinin yoluna davet et"[212] âyetinde davetin kimlere yönelik olarak yapılacağı açıkça zikredilmemiştir. Bilindiği gibi Kur'ân-ı Kerîm, tek bir zümreyi hidayete çağırmak için değil, bütün insanları saâdete erdirmek üzere gönderilmiş bir kitaptır. Bu sebeple bu âyette geçen davet faaliyetinin kapsamına bütün bir beşeriyet girecektir.

 

Kur'ân'da olduğu gibi hadîs-i şeriflerde de davet lâfzı ile sadece gayr-i müslimlerin İslâm'a çağrılması, tebliğ lâfzı ile de müslümanlara İslâm'ın anlatılması kasdedilmemiş, aksine davet ve tebliğ kelimeleri, hem müslümanlara, hem de müslüman olmayanlara İslâm'ın aksettirilmesi manasında geçmiştir. Meselâ: "Kim, bir hidayete davette bulunursa, o hidayete uyanların nail olduğu ecrin tamamına, çağıran da erişir,"[213] hadisini ele alalım. Hidayet, gerek müslümanların, gerek gayr-i müslimlerin muhtaç oldukları bir unsurdur. Öyle olunca hidayete müslümanlar da, gayr-i müslimlerde çağrılabilir ve çağrılmalıdır da. Hadiste bu iki sınıftan sadece birisinin zikredilmemesi, her iki sınıfın da davet kapsamına girdiğine işaret etmektedir.

 

Davet faaliyeti, müslümanların kaçınılmaz görev ve sorumluluklarından birini oluşturmaktadır. Gücü, bilgisi ve bulunduğu konum nispetinde ayrı ayrı her müslüman, üzerine düşeni kadarıyla davet vazifesini yerine getirmekten mesûldür. Kur'ân âyetlerinde tebliğ, müslümanların temel vasıflarından birisi olarak yer alır. Meselâ Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

 

كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَاْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَلَوْ امَنَ اَهْلُ الْكِتَابِ لَكَانَ خَيْرًا لَهُمْ مِنْهُمُ الْمُؤْمِنُونَ وَاَكْثَرُهُمُ الْفَاسِقُونَ

 

"Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz: iyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız. "[214]

 

Bu görevin mutlak gerekliliği, şu âyette kullanılan emir kipinden, açık bir şekilde anlaşılmaktadır:

 

وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ اُمَّةٌ يَدْعُونَ اِلَى الْخَيْرِ وَيَاْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَاُولئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

 

"Sizden öyle bir cemâat bulunsun ki (onlar herkesi) hayra davet etsin, iyiliği emredip kötülükten sakındırsın."[215]

 

Hz. Peygamber (a.s.) Efendimiz de: "Sizden her kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin; gücü yetmezse diliyle düzeltsin; buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin ki bu, imanın en zayıfıdır,"[216] buyurarak davet görevinin imanla ilişkili bir husus olduğunu belirtmiştir. İslâm'a davetin önem ve gerekliliğini açıkça ortaya koyan bir başka husus da, âyetler ve hadislerde bu görevi terkedenlerin acı âkıbet ve cezalarının belirtilmiş olmasıdır. Allah'ın âyetlerini ve doğruyu tebliğ etmeyenler, Allah'ın ve lânet etme şanına erenlerin lânetine uğrarlar:

 

اِنَّ الَّذينَ يَكْتُمُونَ مَا اَنْزَلْنَا مِنَ الْبَيِّنَاتِ وَالْهُدى مِنْ بَعْدِ مَابَيَّنَّاهُ لِلنَّاسِ فِى الْكِتَابِ اُولئِكَ يَلْعَنُهُمُ اللّهُ وَيَلْعَنُهُمُ اللَّاعِنُونَ

 

"İndirdiğimiz o açık açık âyetlerimizi ve doğruyu -Biz, kitapta insanlara onu pek açık bir sûrette bildirdikten sonra- gizleyenler (yok mu?) İşte onlar (ın hâli) onlara hem Allah lânet eder ve hem lânet etmek şânından olanlar lânet eder."[217]

 

Peygamber Efendimiz de şöyle buyurur: "İsrâiloğulları arasında zulüm yaygınlaştığı zaman onlardan biri, diğerini bir günah işlerken görür ve önce o işten sakındırırdı. Fakat ertesi günü, o adamla oturup kalkabilmek, yiyip içebilmek (menfaat sağlamak) için gördüğü kötülükten sakındırmazdı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak onları birbirine düşürdü ve haklarında:

 

لُعِنَ الَّذينَ كَفَرُوا مِنْ بَنى اِسْرَائلَ عَلى لِسَانِ دَاوُدَ وَعيسَى ابْنِ مَرْيَمَ ذلِكَ بِمَا عَصَوْا وَكَانُوا يَعْتَدُونَ () كَانُوا لَا يَتَنَاهَوْنَ عَنْ مُنْكَرٍ فَعَلُوهُ لَبِئْسَ مَا كَانُوا يَفْعَلُونَ

 

“İsrâiloğulları'ndan olup da küfredenlere Dâvûd'un da, Meryem oğlu İsa'nın da diliyle lânet olunmuştur. Bunun sebebi, isyan etmeleri ve ifrata sapmaları idi. Onlar, işledikleri herhangi bir fenalıktan birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Yapmakta devam ettikleri (o hâl) ne kötü idi![218] Ayetlerini indirdi. Evet, siz de, ya zalime engel olursunuz ve onu hakka çekersiniz; ya da bu durum sizin başınıza da gelir."[219]

 

Davet faaliyetinin müspet netice vermesi için, bu işin plânlı, programlı, metodlu ve muntazam bir şekilde yapılmasının gerekli olduğu, gayet açıktır. Davetçi, gayesine ulaşabilmek için sıhhatli ve doğru olan usûl ve metodlara başvurmak zorundadır. Şayet metod, hatalı ve uzaklaştırıcı ise sadece dâvânın yüceliği yetmez. Bu bakımdan davette metod, davetin bir parçası sayılmalıdır. Esasen bizzat Cenâb-ı Hak da davet faaliyetinin metodik yürütülmesini emretmiştir. Şu âyet-i kerimelerde davette metodun yerini açıkça görmekteyiz:

 

اُدْعُ اِلى سَبيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُمْ بِالَّتى هِىَ اَحْسَنُ اِنَّ رَبَّكَ هُوَ اَعْلَمُ بِمَنْ ضَلَّ عَنْ سَبيلِه وَهُوَ اَعْلَمُ بِالْمُهْتَدينَ

 

"(İnsanları) Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et. Onlarla mücadeleni en güzel (yol) hangisi ise onunla yap."[220]

 

وَلَا تُجَادِلُوا اَهْلَ الْكِتَابِ اِلَّا بِالَّتى هِىَ اَحْسَنُ اِلَّا الَّذينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ وَقُولُوا امَنَّا بِالَّذى اُنْزِلَ اِلَيْنَا وَاُنْزِلَ اِلَيْكُمْ وَاِلهُنَا وَاِلهُكُمْ وَاحِدٌ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ

 

"Ehl-i kitap ile ancak en güzel (metod) hangisi ise onunla mücadele ediniz "[221]

 

قُلْ هذِه سَبيلى اَدْعُوا اِلَى اللّهِ عَلى بَصيرَةٍ اَنَا وَمَنِ اتَّبَعَنى وَسُبْحَانَ اللّهِ وَمَا اَنَا مِنَ الْمُشْرِكينَ

 

"De ki (Habîbim:) İşte bu, benim yolumdur. Ben (insanları) Allah'a (körü körüne değil) bir basîret üzere davet ediyorum. Ben de, bana tâbî olanlar da (böyleyiz). "[222]

 

İslâm davetinin ilk tatbikçisi ve rehberi olan Peygamber Efendimiz (a.s.) de yaşayışı, davranışı ve sözleriyle davet faaliyetinde metodun önemini vurgulamış, bu konuda en güzel ve en geçerli örnekleri vermiştir. Çevreye davet için görevli olarak gönderdiği ashâbına:

 

يسِّرُوا وَلآ تُعَسِّرُوا وَبَشِِّرُوا. وفي رواية وَسَكِّنُوا وَلآَتُنَفِّرُوا.

 

"Kolaylaştırın, zorlaştırmayın ve müjdeleyin, nefret ettirmeyin. " [223]

 

"Halkın seviyesine ininiz,"[224] gibi tavsiyelerde bulunarak uygulanacak bazı metodları onlara göstermiştir.

 

Elbette günümüzde İslâm davetini üstlenen müslümanlar da davet faaliyetlerini usûlüne uygun bir şekilde yürütmek ve bu konuda Hz. Peygamber'in tatbik ve tavsiye ettiği metodları örnek ve rehber edinmek mecbûriyetindedirler. Çünkü Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

 

لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فى رَسُولِ اللّهِ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُوا اللّهَ وَالْيَوْمَ الْاخِرَ وَذَكَرَ اللّهَ كَثيرًا

 

"Andolsun ki Rasûlullah'ta sizin için, Allah'ı ve âhiret gününü umar olanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir imtisal numûnesi vardır."[225]

 

Peygamber Efendimiz de buyururlar:

 

 "Size iki şey bırakıyorum; onlara sarılırsanız asla dalâlete düşmezsiniz: Allah'ın Kitabı ve Rasûlünün Sünneti."[226]

 

 "Şayet Nebînizin Sünnetini terkederseniz sapıtırsınız."[227]

 

"Benim Sünnetimle amel etmeyen, benden değildir." [228]

 

Hz. Peygamberin icra ettiği davet faaliyetinin üzerinden asırlar geçmesinin tabiî bir sonucu olarak, günün değişen şartları ve gelişen imkânlarına göre farklı bir takım metodlara başvurulabileceği aşikârdır. Aslında zamana ve zemine uygun bir şekilde çeşitli metodların tatbiki, Hz. Peygamber'in, davetinde başvurduğu usullerden birisidir. Peygamber Efendimiz, hiçbir esnekliği olmayan, katı, donuk, bıktırıcı ve usandırıcı tek bir metoda sürekli olarak bağlı kalmış değildir. Zâten akl-ı selîm sahibi bir davetçiden böyle, netice vermesi mümkün olmayan bir metoda bağlı kalması beklenemez.

 

Bu sebeple günümüzde davet faaliyeti yürütülürken Hz. Peygamberin uyguladığı tüm davet metodlarının teferruatı ile bilinmesi, titizlikle tatbik edilmesi gerekli olduğu gibi; İslâm'ın temel esaslarına ve ruhuna ters düşmemek kaydıyla içerisinde bulunulan şartların ve sahip olunan imkânların da mutlaka göz önünde bulundurulması icap etmektedir.[229]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


5.BÖLÜM

 

-Hicretten Hz.Muhammed (as)'ın Vefatına Kadar Olan Dönem

1-Mekke-i Mukerreme ve Medine-i Munevvere

2- Hicret ve Hicret esnasındaki olaylar

3- Hicretin sosyolojik tahlili (önemi)

4- İlk Cuma Namazı

5- Mescidi-i Nebevinin yapımı ve fonksiyonları

6– Kardeşlik

7- Yahudiler ve Medine Vesikası

8- Seçkin fertler

9– Münafıklar

10- Abdullah b. Cahş Müfrezesi

11- Bedir Savaşı ve neticeleri

12- Ben-i Kaynuka olayı

13- Uhud Savaşı ve imtihan

14- Raci ve Bi'ri Maun-e olayları

15- Ben-i Nadir'in sürgünü

16- Zatu'r Rika

17- Ben-i Müstalik Gazvesi

18- İfk olayı

19- Hendek Savaşı de Kureyza ile hesaplaşma

20- Hudeybiye Barışı ve tahlili

21- Hayber Gazası

22- Kabilelere gönderilen serriyeler

23- Hükümdarlara gönderilen mektuplar

24- Umretu'l- Kaza

25- Mu'te Savaşı

26- Mekke'nin Fethi

27- Huneyn Savaşı ve yenilginin sebepleri

28- Tebük seferi ve katılmayanların durumu

29- Dırar Mescidi ve tahlili

30- Heyetlerin gelişi

31- Müminlerin anneleri

32- Hz. Ebubekir'in haccı

33- Veda Haccı

34- Hz. Muhammed (as)'ın hastalığı ve vefatı

35- Muhammed (as)'ın vefatından sonraki bazı olaylar.

36- Peygamber Efendimiz (as)’ın bazı özellikleri

- Okuma Parçası


 

 

 

5.BÖLÜM

 

 

Hicret ve Hz.Muhammed (a.s)

 

 

Kur'ân'ı Kerim’in bir çok âyeti hicretten, hicretin gereğinden, hicret edenlerden ve etmeyenlerden... söz eder. Hicretin ne denli önemli olduğuna şu âyetler gayet açık bir şekilde işaret etmektedir:

 

اِنَّ الَّذينَ تَوَفّيهُمُ الْمَلئِكَةُ ظَالِمي اَنْفُسِهِمْ قَالُوا فيمَ كُنْتُمْ قَالُوا كُنَّا مُسْتَضْعَفينَ فِى الْاَرْضِ قَالُوا اَلَمْ تَكُنْ اَرْضُ اللّهِ وَاسِعَةً فَتُهَاجِرُوا فيهَا فَاُولئِكَ مَاْويهُمْ جَهَنَّمُ وَسَاءَتْ مَصيرًا () اِلَّاالْمُسْتَضْعَفينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَاءِ وَالْوِلْدَانِ لَايَسْتَطيعُونَ حيلَةً وَلَايَهْتَدُونَ سَبيلًا

 

“Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken: "Ne işde idiniz!" dediler. Bunlar: "Biz yeryüzünde çaresizdik" diye cevap verdiler. Melekler de: "Allah'ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!" dediler. İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş yeridir. Erkekler, kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) âciz olup hiçbir çareye gücü yetmeyenler, hiç bir yol bulamayanlar müstesnadır.”[230]

 

Bu âyetlerin iniş sebebi hakkında İbn Abbas (r.a) şunu nakletmektedir:

-"Peygamber (a.s) zamanında bazı Müslümanlar müşriklerle birlikte durup onların sayılarının artmalarına neden oluyorlardı. (savaş sırasında) ok, onlardan bazılarına isabet edebiliyor veya boynu vurulup öldürülebiliyordu. Bunun üzerine bu ayetler nazil oldu."

 

Yine İbn Abbas (r.a)'ın rivayet ettiğine göre; bir kısım Mekkeliler İslâm'a girmiş, fakat Müslümanlıklarını açığa vurmamışlardı. Bedir savaşı gününde müşrikler onları da beraberlerinde savaşa götürdüler ve bazıları bu savaşta öldü. Müslümanlar bunun üzerine:

-"Bizim arkadaşlarımız Müslüman idiler, savaşa zorla sokuldular" deyip, onlara Allah'tan mağfiret dilediler. Bunun üzerine bu âyetler nazil oldu."[231]

 

Demek ki mü'minler, bu gibi durumlarda.

"Biz İslâm'ı ayakta tutamayacak kadar zayıf kimseler idik" demekle kendilerini kurtaramayacaklardır. Çünkü bunlar İslâm'ı tamimiyle yaşayabilmek için herhangi bir teşebbüste bulunmamışlar ve böylece,

-"Kendilerine zulm etmişlerdir" fakat, gerçekten hicret edemeyecek durumda bulunan zayıf kimseler bundan müstesnadır.

 

Bu âyetler, müşrikler arasında bulunup da dinini ayakta tutamayan herkesi kapsamaktadır. Hicret edebilecek durumda olup da hicret etmeyenlerin, kendi nefislerine zulmetmiş oldukları ve bu ayetin hükmüne göre, haram işledikleri icmâ ile kabul edilmiştir.[232] Bu hüküm kıyamete kadar bakîdir ve genel bir hükümdür. Herhangi bir durum onu, dinini yaşayabileceği, inancının gereklerini yerine getirebileceği Darü'l-İslam'a hicret etmekten alıkoymaz.

 

Hanbelî hukukçulara göre bir kimsenin, Darü'l- Harp'te dinini açığa vurup yaşayabiliyor bile olsa, Müslümanların sayısını çoğaltmak ve cihada katılabilmek için Dârü'l-İslâm'a hicret etmesi sünnet olur. Hanefi mezhebinde ise küfür diyarından İslâm diyarına hicret etmek vaciptir. Şâfiîlerden el-Mâverdî'ye göre de, Müslüman herhangi bir küfür beldesinde dinini açığa vurabiliyorsa, orası onunla Daru'l-İslâm olmuş olur. Orada durmak, hicret etmekten daha iyidir. Çünkü böylelikle kendisinden başkalarının,da İslâm'a girmeleri umulabilir. Ancak el-Mâverdî'nin bu görüşüyle, konu ile ilgili olarak Darü'l-Harp'te kalmayı haram kılan ayet ve hadisler arasındaki aykırılık açıktır. Hicret hükmü, Darü'l-Harp'te Müslüman olup oradan uzaklaşabilecek güçte olan herkes için geçerlidir. Darü'l-Harp'ten hicret etmenin, herhangi bir ma'siyetin işlenmesi veya herhangi bir emrin yerine getirilmemesi veya İslâm devlet başkanının istemesiyle vacip olacağı konusunda icmâ' vardır.[233]

 

Kişi;

"Ben hicret edeceğim ama, gideceğim yer tanımadığım, yabancısı olduğum bir yerdir. Acaba orada geçimimi sağlayabilecek miyim? Sonra ne zaman geleceği bilinmeyen ölüm, beni yolda yakalarsa hicret etmiş sayılabilir miyim..." gibi bir takım düşünceleri içinden geçirebilir. Ancak bunlar yersiz düşüncelerdir. Çünkü:

 

6¦a¦Š¡ub è¢ß ò È  ë a¦Šî©r × b¦à Ëa Š¢ß ¡¤‰ üa ó¡Ï ¤†¡v í ¡é¨£ÜÛa ¡3î©j  ó©Ï ¤Š¡ub è¢í ¤å ß ë

6¡é¨£ÜÛa ó Ü Ç ¢ê¢Š¤u a  É Ó ë ¤† Ô Ï ¢p¤ì à¤Ûa ¢é¤×¡‰¤†¢í  £á¢q ©é¡Û좠‰ ë ¡é¨£ÜÛa ó Û¡a

 b;¦àî©y ‰ a¦‰ì¢1 Ë ¢é¨£ÜÛa  æb × ë ©é¡n¤î 2 ¤å¡ß ¤x¢Š¤‚ í ¤å ß ë

 

“Allah yolunda hicret eden kimse yeryüzünde gidecek bir çok güzel yer ve bolluk (imkân) bulur. Kim Allah ve Resûlü uğrunda hicret ederek evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse artık onun mükâfatı Allah'a düşer. Allah da çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.”[234]

 

Bu bakımdan ne rızk endişesi ne de "yolda ölüm" düşüncesiyle farz olan hicretten geri kalamaz.Yeryüzü iman-küfür mücadelesinin alanıdır. Bu mücadelede kimi zaman iman bazen da küfür egemen olmuştur. Mü'minler İslâmi kimliklerini yitirdikleri, imani zaaflara düştükleri, İslâmi ilimlerin yeterince tahsil edilmediği ve cehaletin yaygınlaştığı dönemlerde küfür İslâm'a gâlip gelecektir. İslâmi ilimlerin çok iyi bilindiği, İslâm'ın yaşandığı, imanın kalp atışlarında bile hissedildiği dönemlerde ise kuşkusuz İslâm egemen olacaktır.

 

İslâm'ın ve küfrün egemenliği ya da şeytana zaman zaman fırsat verilmesi insanın ve yeryüzünün kanunu hükmündedir. Dolayısıyla mü'minler İslâm'ın egemen olmadığı toplumlarda yaşama durumunda kalabilirler. Bundan dolayı hicret zaman zaman gündeme gelebilir. Hicret dönemi asla kapanmaz, Mekke'nin de fethinden sonra hicret gündeme getirilemez; hicret tarihin belirli bir dönemine ait bir olay değildir. Hicret süreklilik arz eder ve kıyamete kadar kaimdir.

 

Mekke'nin fethedildiği gün Abdurrahman b. Safvan (ra) babasını getirerek, Resûlullah (as)'a babasının da hicret sevabından payını almasını istediğini bildirdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:

-"Artık hicret yoktur" diye cevap verir. Resûlullah (as)'ı bu konuda yumuşatmak amacıyla, amcası Hz. Abbâs'ın yanına gider ve bu konuda kendisine yardımcı olmasını ister. Hz. Abbâs .(ra), Peygamber (as)'e "Allah aşkına kabul et" derse de, Hz. Rasûlullah şu cevabı verir:

-"Amcamın yeminini yerine getiririm, ama hicret yoktur."

Hadîsin râvilerinden olan Yezid b. Ziyâd:

-"Halkı İslâm'ın egemenliği altına girmiş bulunan bir yerden hicret edilemez, demek istiyor" diye hadisi açıklamıştır.[235]

 

Burada görüldüğü gibi Mekke'den hicret etmek artık söz konusu değildir. Çünkü, hicretten maksat gerçekleşmiş bulunuyor. Artık Mekke'nin kendisi fethedilmek suretiyle Darü'l-İslâm olmuş ve İslâm'ın bütünüyle hayata yansıyacağı bir yer haline gelmiştir. Allah'tan başka hiçbir varlığın hâkimiyetinden söz edilemeyecektir.

 

Diğer bir kısım hadislerde ise, hicretin sürekliliğinden söz edilmektedir:

 

"-Kâfirlerle savaşıldıkça hicretin sonu gelmeyecektir.”[236]

 

"-Hicretten sonra hicret olacaktır. Yeryüzünün en hayırlıları, Hz. İbrahim'in hicretini kendisine örnek alanlardır."[237]  

 

Bu hadislerden anlaşıldığına göre, İslâm hâkim olduğu bir yerden hicret etmenin farz veya vâcib olması söz konusu değildir. Ancak Darü'l-Harb'ten Darü'l-İslâm'a hicret etmemin vucûbu kıyamete kadardır. Ebu Bekr İbnü'l-Arabî:

-"Hicret, Peygamber (as) zamanında farz idi. Kendi dini veya nefsi için korkusu olan herkese farz olarak devam etmektedir. Kesilen hicret Mekke'nin fethinden sonra, Mekke'den Medine'ye olan hicrettir."[238]der.

 

Hicretin hayata yansımasında genel etkenlerden biri de İslâm devlet başkanıdır. Halife, mü'minlerin bir yerden bir yere hicret etmelerini isteyebilir. Mü'minler de buna aymak zorundadırlar. Zira müslümanlar Halifenin İslâm'a muhalif olmayan bütün emirlerine uymak zorundadırlar. Hilafet, İslâm'ın bütün hükümlerinin direkt ya da dolaylı olarak bağlantılı olduğu bir müessesedir.

 

Peygamber Efendimiz, bazen büyük kalabalıkları bile hicret edip etmemekle serbest bırakmıştır. Gönderdiği askeri müfreze (seriye) kumandanlarına verdiği tâlimât arasında şunları da görmekteyiz:

-".. Onları İslâm'a davet et. Kabul ederlerse, sen de bunu kabul et ve onlarla savaşma. Sonra bulundukları yerden muhâcirlerin yurduna hicret etmelerini iste. Bunu yaptıklarında da muhacirlerin leh ve aleyhlerinde olanın, kendilerinin de leh ve aleyhlerine olacağını bildir. Eğer hicret etmeyecek olurlarsa, durumlarının bedevî Müslümanların aynısı olacağını onlara bildir. Onlara mü'minlere uygulanan Allah'ın hükümleri uygulanacak, ancak Müslümanlarla birlikte cihada katılmadıkça fey ve ganimetten pay alamayacaklardır."[239]

 

Hicretin devlet politikasında önemli bir yeri olmalıdır. İslâm Devleti, durumuna göre hicretle ilgili bir takım düzenlemelere girişmek zorundadır.

 

Bu gibi istisnâî durumların maksat ve nedenleri araştırıldığında bazı zümrelerin bundan istisna edilmesi de tamamen toplumun iyilik ve hayrıyla yakından ilgilidir. Mesela: Müzeyne, Medine'nin 35 km. uzağındaydı ve yüzlerce savaşçıya sahipti. Bunların bulundukları topraklarda bırakılması, İslâm Devlet topraklarını genişletme maksadını taşıyordu. Bunların İslâm ülkesine hicret etmeleri birçok iktisâdî zorlukların doğmasına neden olacak ve terkedilmiş verimli topraklar ve sular, yabancıları ve belki de İslâm düşmanları tarafından işgal edilecekti[240] Bu bakımdan Peygamber Efendimiz İslâm devleti sınırlarının genişlemesi ve müslümanların savaş gücünün artırılması noktasından hareket etmiş ve duruma göre hicret üzerinde durmuştur. Hicretin diğer bir amacı da; İslâm devletinin gücünü arttırmaktır.

 

Kainatın, hürmetine yaratıldığı ufuk ve gaye Peygamber, her seviyede insanın arasına giriyor, gerektiğinde mabedler için sırtında taş ve kerpiç taşıyordu. Yorulanları dinlendiriyor, kaldırılmayan ağırlıklara el atıyordu. Bu mutlu tablolardan duygulanan İslam şairinin şiirlerinin tekrarlanan son kısımlarına, yüksek sesle katılıyordu.

 

Ruhların kaynaşması bu değilse nedir? Ve ruhlardaki inkilap bu tabloda değilse nerede aranacaktır?

 

İşkence, tehdit, takip, saklanma, heyecan, korku, meşakkat, yolculuk... Ama bitmeyen enerji! Düşünülen, hep yarın. Hep yeni nesiller ve gençler! Hep yeni din; yani İslam ve mabed! Terleyen alınlar secdede, diller zikir ve duada, kalpler endişesiz, ruhlar mutmain!

 

Ve dostluk! Kuba’lısı, Medinelisi, Evslisi, Hazreclisi, göçmeni yerlisi, Ensarı-Muhacirunu... Düne kadar birbirlerine ok, mızrak ve nefret yağdıran eller ve dillerde şimdi güller açmıştı.

 

Herhalde bu muhteşem olaya; dağınıklıktan, parça-bölük olmaktan, şikaktan, nifaktan, fitneden, fesattan bıkıp usanmış olan günümüz toplumları; ibretle eğilmek, ayrıca bu olaydaki kardeşlik ve dayanışma dinanizmini göz önünde bulundurmak durumundadır.

 

Kuşkusuz sevgi denilen anlamlı kavramla, birlik ve kardeşlik denilen dostluk bu olaydan, manalarındaki derinliğin tecellisine şahit olmuşlardır.

 

Her güzel ve makbul kavramın en derin yaşandığı, en verimli ürünler verdiği tarihi anlar vardır. Herhalde aşkın, dostluğun, yardımlaşmanın, kardeşliğin, birlik-beraberliğin yaşandığı en verimli tarihi zaman dilimi, hicret ve Hz. Muhammed (a.s)’ın olayı ile dünyanın gündemine girmiştir.

 

Esad b. Zürare’nin hasım kabileye karşı müttefik getirmeye gittiği Mekke’den bahtına çıkan canları canı Muhammed (a.s), hem Esad’ın hem de hasımlarının dostu, yardımcısı, kardeşleştirici ve dindaşı olarak Medine ufkuna güneş gibi doğuyor. Herkes o güneşin şulelerini kendi evinde görmek istiyor; herkes O’na başkasından daha yakın, daha hizmetkar olmak sevdasında, herkesin en yüce emeli, O’na bir adım daha yakın olmak, O’nun duasına erişmek, hoşnutluğunu kazanmaktı.

 

Evet, hicret ve Hz.Muhammed (as), bir çağın bitişi ve yeni bir çağın; medeniyete, aydınlığa doğuşuydu. İşte bu bir karanlık çağın dürülüp yeni bir çağın açılışı başlangıcıydı.

 

 

 

 

1- Mekke ve Medine

 

 

Mekke-i Mükerreme : Allah Teâlâ'nın rızası için yeryüzünde ilk inşa edilen mescid; Beytullah'ın bulunduğu Mukaddes şehir. Bu şehrin Kur'ân-ı Kerim'de geçen Bekke, Ümmü'l-Kura ve Beledü'l-Emin şeklinde değişik isimleri vardır. Bazıları Mekke'nin, hem şehir hem de "Beyt"i karşılayan bir isim olduğunu söylerlerken; diğer bazıları da Mekke'nin, Harem'in tamamını kapsayan kısmına; Bekke'nin ise mescide has bir isim olduğunu ifade etmişlerdir. [241]Mekke ve Bekke, Babil dilinde beyt 'ev' anlamında olup, Amalikalılar tarafından bu yerin ismi olarak kullanılmıştır.

 

Kimisi mescidin bulunduğu yere Bekke, onun çevresine ise Mekke denildiğini söylemekte; dilciler ise Mekke ile Bekke'nin aynı şeyi ifade ettiğini kabul etmektedirler.[242] Coğrafyacı Batlamyus Mekke'yi Macorabba adıyla bilmekteydi.

 

Mekke, Arap yarımadasının Hicaz bölgesinde Kızıldeniz kıyısındaki Cidde limanının yüz km. doğusunda olup güneyinde aynı uzaklıkta sayfiye yeri olan Taif şehri bulunmaktadır. Medine'ye olan uzaklığı ise yaklaşık olarak dörtyüz km. dir. Yengeç dönencesinin güneyinde, 21° 30' enlem ve 40° 20' boylamları arasında bulunmaktadır. Mekke, doğu tarafındaki Ebu Kubeys dağı ile batı yönündeki diğer dağlar arasında güneye meyilli dar bir vadide, adı geçen dağın eteğinde bulunmaktadır. Bu vadi bir hilâl şeklinde aşağılarda Kızıl denize doğru yönelmektedir. Burası Arabistan'ın Tihame ve Necid bölgeleri arasında bir set oluşturan Hicaz dağlarının iki boğazının kesiştiği noktadır. Kâbe ve onu çevreleyen Mescid-i Haram, şehrin ortasında bulunur. Hemen yanında Safa ve Merve tepeleri bulunmaktadır. Bu vadide şehrin kurulduğu kısım Batın-ı Mekke olarak adlandırılmakta, Mescid-i Haram'ın bulunduğu çukur yere ise el-Batha denilmekteydi.

 

Mekke'nin havası, bilhassa yaz aylarında oldukça sıcaktır. Kış aylarında ise lâtif bir havası vardır. Her tarafı taş kayaları ile çevrili olan Mekke'de tek su kaynağı Zemzem'dir. Bunun yanında halk, su ihtiyacını karşılamak için kuyular açmış ve sarnıçlar yapmışlardır. Şehrin su problemini kökünden çözümlemek isteyen Harun er-Reşid'in eşi Zübeyde Hanım, üç günlük uzaklıktan su getirme girişiminde bulunmuş, ömrünün vefa etmemesi yüzünden bu projenin ancak Arafat'a kadar olan kısmı gerçekleştirilebilmiştir. Bu proje ancak Kanunî'nin kızı Mihriman Sultan'ın girişimiyle tamamlanabilmiş ve Mekke ihtiyaç olduğu ölçüde suya kavuşmuştu.[243]

 

Çok az yağmur alan ve kurak bir iklime sahip olan Mekke'de kuraklığın bazen dört yıl sürdüğü olurdu. Yemen taraflarını mümbit hale getiren meltem yağmurlarının buraya kadar ulaşan kısmı şehrin doğu tarafında birbirini takip eden tepeler ve yamaçlarda biriken yağmur suları halinde bir araya gelerek şehrin merkezine doğru akar ve Harem'in avlusuna ulaşırdı. Kışın nem oranının yükselmesi ile bazen çok şiddetli yağan yağmurlar, bir sel halinde şehrin bulunduğu alçak bölgenin sular altında kalmasına sebep olurdu. Mekke için bir felâket halini alan ve Beytullah'ı tehdit eden bu problemin çözümlenmesi için Mekke'nin fethine kadar hiç bir çabanın gösterilmediği görülmektedir. Raşid Halifeler döneminde Mekke'yi bu sel baskınlarına karşı korumak için bazı önlemler alınmıştır. Mekke ve etrafındaki arazilerin taşlık oluşu ve suyun yokluğu ziraat için hiç bir faaliyete izin vermemektedir.

 

Mekke'nin ortaya çıkışı Hz. Adem (as)'a kadar uzanır Adem (as) yeryüzüne indirildiğinde Mekke'de Beytullah'ın bulunduğu bu günkü yerde bir mabet inşa etmekle görevlendirilmişti. Tarihçiler, Adem (a.s)'ın Hindistan tarafından yeryüzüne indiğini kabul etmişlerdir.[244] Onun, kırk defa Mekke'ye giderek haccettiği kabul edilirse bu durum bizi Mekke vadisinin ilk insanla birlikte, seçilerek kutsal kılındığı sonucuna ulaştırır.[245]

 

Hz. Âdem tarafından inşa edilen Beytullah, Nuh (as) zamanına kadar varlığını sürdürdü. Tevhidden yüz çevirip putperest bir hayat yaşamaya başlayan Nuh kavmi, tufanla helâk edilince, Beytullah yeryüzünden kaldırılmıştı.[246] Başka bir rivayete göre ise, Beytullah'ın bulunduğu noktaya, Cennetten bir yakut indirilmiş, Tufan esnasında bu yakut göğe kaldırılmıştı.[247]

 

Bu rivayetler çerçevesinde düşünüldüğünde Mekke'nin insanlık tarihinin başlangıcı ile birlikte, bir yerleşim yeri olma özelliği göstermeye başladığı anlaşılır. Ayetlerde zikredildiği gibi Beytullah, insanların ibadet etmesi için yeryüzünde inşa edilen ilk yapı[248]  ve Mekke, şehirlerin anası (Ümmü'l-Kura) dır.[249] Kur'an-ı Kerim’deki bu tür ifadeler, yukarıdaki nakilleri doğrular niteliktedir. Ancak Taberi'nin Ebu Zer (r.a.)'den naklettiği bir hadisi şerifte şöyle denilmektedir:

-"Ya Resulallah! Yeryüzünde ilk mescit hangisidir" dedim. "O, Mescid-i Haramdır" dedi.

"Sonra hangisidir" dedim. "Mescid-i Aksa'dır" dedi. Aralarında kaç yıl olduğunu sorduğumda da; "kırk yıl" dedi." [250]

 

Mescid-i Aksa'nın inşası Hz. Süleyman (as) tarafından bitirilmişti. Mescid-i Aksa'nın Beytullah'tan kırk yıl sonra inşa edilmesi haberi, Süleyman (as)'ın bu Mescidi ikinci kez inşaya başlamış olması anlamına gelir. Çünkü bu habere göre Mescid-i Aksa'nın bulunduğu yerde, ya bizzat İbrahim (as.) veya oğlu İshâk (a.s) tarafından bir mescit inşa edilmiş olmalıdır.

 

Hz. İbrahim (a.s)'ın Hz. Hacer'i oğlu İsmail ile birlikte getirip bu ıssız vadiye bırakmasından öncesi hakkındaki tarihi bilgiler, bazı yorumlamalar ve çıkarımlar üzerine bina edilmiş olup oldukça yetersizdir.

 

Hz. Hacer, henüz süt çocuğu olan İsmail'le Allah Teâlâ'nın emri doğrultusunda Mekke'ye bırakıldığı zaman Mekke, su kaynağına sahip olmayan ve yakınlarında hiç bir insan topluluğunun bulunmadığı bir yerdi. Yanlarındaki suyun tükenmesi üzerine, Hz. Hacer'e sunulan Zemzem suyu bu vadiye yeni bir gelecek hazırlamıştı. Yemenli bir topluluk olan Curhümîler'den bir grup Mekke vadisinin aşağı taraflarına konaklamak istediler. Bu arada yakınlarda bir su kaynağının varlığını gösteren kuşlar gördüler. Biraz araştırmadan sonra, Zemzem'in yanına ulaştılar. Bu topluluk Hz. Hacer'den Zemzem'e yakın bir yere yerleşmek için izin istediler. Suyun kendisine ait kalması şartıyla onların bu isteğini kabul etti. Böylece, başka insanlar da gelip yerleşerek buranın bir yerleşim merkezi halini almasını sağladılar.[251]

 

Hz. İsmail (as.), büyüyüp delikanlılık çağına geldiğinde, Hz. Hacer vefat etti. Hz. İsmail, Curhümlüler'den bir kız ile evlenip, onlarla akrabalık kurmuş ve onlardan Arapça’yı öğrenmişti. İbrahim (a.s.), sürekli olarak Mekke'ye gelip Hz. Hacer ve oğlu İsmail'i ziyaret ediyordu. Yine bir defasında Mekke'ye geldiğinde, Allah Teâlâ'nın kendisine burada bir "Beyt" yapmasını emrettiğini söylemiş ve birlikte Kâbe'nin inşasına başlamışlardı. Beytullah'ın tamamlanmasından sonra Allah Teâlâ Haccın nasıl yapılacağını İbrahim (as.)'a bildirmiş[252] ve Mescid-i Haram'a giren herkesin emniyet ve güvenlik içinde bulundukları hükmünü getirmişti.[253]

 

İsmail (a.s.)'ın nesli burada çoğalıp dururken, Yemen'den göç edip buralara gelen Huzaalılar, Curhümîlerden yerleşme izni istemiş, red cevabı almaları üzerine onlarla savaşarak şehri ele geçirmişlerdi. İsmailoğulları bu savaşta tarafsız kaldıkları için Huzaalılar onlara dokunmamışlardı. Huzaalılar 207'de Mekke'ye hakim olmuşlar ve bu hâkimiyetlerini üçyüz yıl sürdürmüşlerdi. Huzaalılar Mekke'de, İbrahim (a.s.)'ın dininden büyük sapmalar göstermiş ve putperestliğin yaygınlaşmasını sağlayarak insanları dalâlete sürüklemiş, Hubel adında bir put dikip ona tapınmışlardı.[254] Bu putperestlik İsmail (a.s.)'ın soyunu da etkisi altına almış; istisnalar hariç Hanif dinine mensup kimse kalmamıştı. Huzaalılar İsmail (a.s.)'in nesli olan Kureyş'in güç kazanmasına kadar Beytullah'ın sahibi olma durumlarını korumuşlardı. 440 yılında Kusay, Kureyş'i toparlayıp, Huzaalılarla savaşa tutuşmuş ve onları şehirden uzaklaştırmıştı.[255] Kusay, Huzaalılarla olan mücadelesi esnasında Kuzey Arabistan'ın büyük kabilelerinden biri olan Kuda'a kabilesinin başkanı olan üvey kardeşi tarafından desteklenmişti.[256]

 

Kusay, emretme gücünü ele geçirmesinden sonra, Mekke'deki idari ve sosyal yapıda bazı değişiklikler yaptı. Mekke'nin merkezi olan Beytullah'ın etrafına kendi kabilesi Kureyş'e mensup çeşitli boyları yerleştirdi. Burada oturan Huzaalılar'ı ise şehrin dışında ikamet etmek zorunda bıraktı. Şehrin mutlak hakimi olmakla birlikte Kusay, toplumun genel işleriyle alâkalı bazı görevleri Kureyş'in dışındaki kabilelere verip hoşnut etme yoluna giderek, onları Kureyş'e bağlamış oldu. Bu görevlerin önemli bir kısmı Hac ibadeti ile alâkalı idi ve Mekke'den çok uzak yerlerdeki bazı kabileler de bu görevlerin yerine getirilmesine katılıyorlardı.[257]

 

Kusay, Mekke şehir devletinin parlemantosu niteliğinde olan Daru'n Nedve'yi kurmuş ve bunun yanında, toplumun idaresi ve dini görevlerin yerine getirilmesi ile alâkalı kurumlar ihdas etmişti.

 

Daru'n-Nedve'nin başkanlığı, savaş sancağı muhafızlığı, Kâbe'nin hizmetleri, hacılara içecek su ve vergilerden elde edilen gelirden hacılara yemek verme gibi görevler bizzat Kusay tarafından yerine getiriliyordu. O, vefat ettiği zaman bu görevleri dört oğlundan ikisi olan Abdu'd-Dâr ve Abdul Menaf'a kalmasını vasiyet etmişti.[258]

 

Mekke, eski Grek şehirlerinde olduğu gibi yukarı şehir (Malat) ve aşağı şehir (Mesfele) olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Kureyş'in ileri gelen ve lider konumunda olan kimseleri Malat denilen şehrin yukarı kısmında oturuyordu. Başkan Kusay'ın evi ise Beytullah'ın tam karşısında idi ve toplumun problemlerinin görüşülmesi bu evde yapılırdı.[259] Daru'n-Nedve olarak adlandırılan yer, Kusay'ın ölümünden sonra şehir meclis binası olarak tahsis edilen bu evdir. Mekke'nin kırk yaşını doldurmuş bütün sakinleri, meclis toplantılarına iştirak edebilirlerdi. Ancak, pratikte belirli aile başkanları ve kabile ileri gelenlerinden başkalarının bu toplantılara iştirak ettiği görülmezdi. Daru'n-Nedve en hareketli günlerini kuruluşundan uzun zaman sonra, Resulullah (as)'ın davetini engellemek ve inananları sindirmek için yapılan toplantılar sebebiyle yaşamıştır. Mekke'li müşrikler, Mekke şehir devletinin parlemontosunda kararlar alarak İslâm’ı yok etmeye çalışmışlardır. Resulullah (as.), ise ilk zamanlardan başlayarak bu parlamentoya (Daru'n-Nedve'ye) karşı Erkam'ın evini (Daru'l-Erkam) karargâh yaparak mücadelesini sürdürmüştür.

 

Bütün Mekkelilerin ortak meclisi olan Daru'n-Nedve'nin yanında bir de er soyun kendilerine ait "Nâdî" denilen toplantı yerleri vardı. Bu Nâdîlerde de İslâm mesajını yok etmek için sürekli küçük çaplı toplantılar düzenlenmekteydi. Gerek Daru'n-Nedve'de ve gerekse Nâdîlerde yapılan toplantılar basit de olsa bir protokol çerçevesinde olurdu. Bu mekanlar siyasî ve askeri kararların alındığı yerler olmaları yanında, sosyal faaliyetlerin de yürütüldüğü yerlerdi.

 

Mekke bir şehir devleti olmakla birlikte, otorite tek bir kimsenin elinde değildi. Kusay, Mekke'de hâkimiyeti eline geçirdiği zaman, yabancılar üzerinde olduğu kadar kendi kabilesi üzerinde de mutlak bir hâkimiyete sahipti. Ancak o, idarî imtiyazları oğulları arasında bölüştürmüş olduğundan dolayı bir hükümdarlık idaresine geçiş olmamıştı. Oligarşi bir yönetim tarzına sahip olan Mekke, Bizans İmparatoru'nun sağladığı büyük desteğe rağmen Osman İbnu'l-Hüveyris'in krallığını tanımamış; Bizans’la olan iktisadî ilişkilerini tehlikeye düşüreceğini bildikleri halde onu alaya almışlardı. İslâm vahyinin başladığı sıralarda Mekke on kişilik bir şûra tarafından idare ediliyordu. Ancak idarenin işleyişi hakkında açık bilgi veren kayıtlar yoktur. Bazı rivayetlerde altı ile on arasında memuriyetin bulunduğu zikredilir. Ancak hiç bir kazaî yetkisi olmayan bu memuriyetlerin ihdas edilmesi, eşraf zümresinin öğünme duygularını tatmin gayesine yönelikti.

 

Mekke'de dini hayat tamamen putperestlik üzerine bina edilmişti. Bu putperestlik, Hz. İbrahim'in tevhid dini çerçevesinde ortaya koyduğu ibadetlerle iç içe girdirilmişti. Mekke'li müşrikler Allah'ı, her şeyin yaratıcısı olarak kabul ederken bir çok meselede putları ona ortak koşarlar, onları kendilerine ilâhlar edinirlerdi. Beytullah ve haccın Arabistan'ın diğer bölgelerini de ilgilendiren bir husus olması, Mekke'ye, yarımadanın dini merkezi olma konumunu kazandırıyordu. Cahilî âdetler üzere yapılan haclarda, hacıların ihtiyaçlarını karşılamak için bir takım faaliyetler yapılırken, bizzat Beytullah'ın bakımı için de çalışmalar yapılırdı. Bu işlerle alâkalı görevler, babadan oğula geçmek suretiyle üstlenilirdi.

 

Mekke'de İslâm öncesine ait oturmuş bir hukukî sistemin varlığından söz edilmesi mümkün değildir. Halk ihtilâfa düştüğü konularda kabile reislerinin hakemliğine başvururdu. Eğer problem bu şekilde halledilemezse kemal ve hikmet sahibi olarak ün yapmış bazı şahsiyetlerin hakemliğine başvurulurdu. Bunlardan biri olarak Halid'in babası Velid zikredilebilir ki o, "el-Adl" lakabıyla tanınmaktaydı. Yine Haceru'l-Esved'in yerine yerleştirilmesi esnasında çıkan ihtilâfın çözümünün havale edileceği hakem tesadüfe bırakılmıştı ve bu Resulullah (as.)'e isabet etmişti. Ancak hakemlerin verdiği kararları infaz edecek bir kurum yoktu ve çoğu zaman hakemin haklı gördüğü kimse güç kullanarak hakkını almak zorundaydı. Hukuki işlerin yürütülmesinde fal ve kehanet gibi hurafelerin çok etkisi vardı. Mekke'li veya yabancı olsun haksızlığa uğrayan kimselerin hakkını almak için tamamen fahri olarak oluşturulmuş bir kurum olan Hilfu'l-Fudûl, fonksiyonunu oldukça etkili bir şekilde yerine getirmekteydi. Resulullah (as.)'ın de bu gruba üye olduğu bilinmektedir.

 

Mekke, tarım açısından hiç bir özelliği olmayan susuz ve taşlık bir arazide kuruludur. Bu durumda halk, geçimini ve ihtiyaç duyulan maddeleri sağlamak için ticarî faaliyetlere yönelmek zorunda kalmıştır. Bu yüzdendir ki diğer bölgelere nazaran Mekke'nin Arabistan yarımadasında önemli ve merkezi bir yeri vardır. Mekke'deki ticari faaliyet yaz-kış yoğun bir şekilde kesintisiz olarak sürerdi. Yaz seferleri Suriye taraflarına, kış seferleri ise Yemen taraflarına gönderilen kervanlardır.[260] Bu ticarî kervanlar Mekke için o kadar önemli idi ki, Allah Teâlâ;

 

لِايلَافِ قُرَيْشٍ () ايلَافِهِمْ رِحْلَةَ الشِّتَاءِ وَالصَّيْفِ () فَلْيَعْبُدُوا رَبَّ هذَاالْبَيْتِ

 

"Kış ve yaz yolculuklarında kendilerini güvenlik ve esenliğe kavuşturduğu için onlar bu Beyt'in Rabbine ibadet etsinler"[261] buyurmaktadır.

 

Bu ticarî faaliyetler, yıl boyu bütün Arabistan Yarımadasını dolaşacak şekilde düzenlenen panayırlar ve Suriye, Filistin ve Yemen taraflarına düzenlenen kervanlarla yapılmaktaydı. Otoriteden yoksun ve anarşi içerisindeki Arap Yarımadasında bu tür iktisadî teşebbüsleri emniyet altına almak oldukça güç bir konu olmakla birlikte, barış ve güvenlik ayları olarak tesbit edilmiş haram aylar içerisinde bu emniyet tam olarak sağlanıyordu. Bu konuda bile Mekke'nin ayrıcalıklı bir konumda olduğu görülür. Zira diğer bütün panayırlar için sadece Recep ayı haram kabul edilirken, Mekke, dört ay olan Eşhuru'l-Hurûm'un tamamına sahipti. Ayrıca Basl adındaki müessese ile Mekke'deki bazı ailelerin malları yağmalamalara karşı koruma altına alınmıştı.[262]

 

Mekke civarında Ukaz, Mecenne ve Mina panayırları, Mekke'ye ihtiyaç duyduğu malları sağlarken aynı zamanda ticaretin hareketlenmesine ve Mekke'li tüccarların bolca kazanç sağlamalarına imkan veriyordu. Hire Hükümdarı Numan b. Münzir, bizzat tertiplettiği kumaş ve koku yüklü kervanları bu panayırlara gönderirdi. Ülkesinin ihtiyaç duyduğu malları satın alarak bu ticarete iştirak etmekteydi.[263] Tam Hac zamanına denk gelen bu panayırlar, çok kalabalık oluyordu. Mekke'nin din konusunda sahip olduğu imtiyazın yanında onun ticari ulaşım yollarının kesiştiği noktada bulunması ona ayrı bir önem kazandırıyordu.[264] Dolayısıyla Mekke, sermayenin bol miktarda toplandığı ve en ideal şekilde değerlendirildiği bir merkez konumunda idi. Bu durum Mekkelilere; özellikle şehre hakim olan Kureyşlilere büyük itibar sağlıyordu. Mekke'ye giren paralar, Bizans altın dinarı, Sasanî ve Himyerî gümüş dirhemleri gibi çeşitli cinslerden oluşuyordu.

 

Bu ticarî faaliyetlerden ve elde edilen büyük kârlardan bütün Mekkeliler aynı oranda istifade edemiyorlardı. Bütün cahili kapitalist sistemlerde olduğu gibi Mekke'deki düzende de sermaye, belirli para babalarının elinde toplanıyordu. Haşimîlerin bir bölümünün dahil olduğu bir kesim malî sıkıntı içerisinde yaşamaktaydı. Resulullah (a.s) zamanında Mekke, iktisadî gelişiminin en zirve noktasındaydı. Mekke kervanları deri, Taif'te üretilen kuru üzüm, Benu Süleym maden ocaklarından elde edilen altın ve gümüş, Afrika'dan gelmiş olan altın tozu, fildişi, Yemen pazarlarından satın alınan Hind mahsulleri ve Çin ipeklikleri ile en önemli yükler arasında sayılan güzel kokular taşırlardı. Mekkelilerin, rağbet ettikleri mal cinsleri ise, Akdeniz bölgesi ülkelerinin sanayi mahsulleri olan pamuklu, yünlü ve ipekli dokumalar ve parlak erguvani renkte kumaşlar; Basra ve Suriye'den, bedevîler için çok değerli olan silahlar, hububat ve nebatî yağlardı. Mekke'li tüccarlar bu arada önemli ölçüde para ticareti de yapmakta idiler.

 

Mekkelilerin düzenledikleri kervanlarda mallar, sadece develerle taşınırdı. Bazen develerin sayısı iki bin beş yüze ulaşırdı. -Bu durum bu kervanların ne kadar büyük malî meblağlara ulaştığını gösterir. Kervanlar; tüccarlar, rehberler ve muhafızlardan oluşurdu. Muhafızların sayısı geçilen bölgenin güvenlik durumuna göre, yüz elli ile üçyüz kişi arasında değişirdi. Mekkelilerin Bizans ve İran imparatorlukları ile ticari anlaşmalar yaptıkları ve onlardan bazı imtiyazlar elde ettikleri bilinmektedir. Habeşistan ve diğer memleketlerle de bir takım anlaşmaları bulunmaktaydı. Ancak, Bizanslılar, Arapların silah, zeytinyağı ve şarap türü maddeleri satın alıp, ülkelerine götürmelerini yasaklamışlardı.

 

Mekke'nin coğrafi açıdan bulunduğu özel konumu, etrafındaki devletlerin dikkatini çok eski devirlerde bile üzerine çekmekte idi. Beytullah'ın bulunduğu yer olması sebebiyle de büyük bir saygınlığı vardı. Mekke, bir çok teşebbüslere rağmen yabancı güçler tarafından işgal edilememiş ve tarihi boyunca bağımsızlığını korumuştu. Rivayetlere göre, Yemen melikleri olan Tubba'lar ve hatta Farslar bile Hac maksadıyla Mekke'yi ziyaret etmekte idiler. Abdulmuttalib'in Zemzem kuyusunu kazdığı vakit çıkardığı altından mamul geyik heykeli buna delil olarak gösterilmektedir.[265] Arapların geleneksel rivayetlerine göre, İskender Mekke'ye gelip Kâbe'yi ziyaret etmişti.[266] Romalı tarihçiler, Yemen bölgesinde Necran'ı istila eden General Aelius Gallus (M.Ö. 24)'un Mekke'yi ele geçirmek istediğini, ancak buraya ulaşmaya muvaffak olamadığını kaydetmektedirler. Romalılar, Neron (ö. M.Ö. 66) zamanında defalarca Mekke'ye yakın yerlere gelmişler ancak, her seferinde başarısızlığa uğrayarak çekilip gitmişlerdi.

 

Romalıların bu teşebbüslerinin sebebi, muhtemelen baharat ülkesi olan Yemen'in ticaret yollarını kendi açılarından emniyet altına almak istemeleridir. Bizanslılar, Mekke üzerinde nüfuz kurmak için sürekli gayret göstermişler. Ancak onlar da doğrudan bir bağımlılık sağlayamamışlardı. Bazı Mekkeliler, hemşehrilerine bir üstünlük sağlamak için Bizanslılardan yazılı belgeler getirmişlerse de bu, Mekkeliler için hiç bir şey ifade etmemiştir. Ancak şu var ki, ticarî bağımsızlıkları, Mekkelilerin ustaca diplomatik faaliyetlere girişmelerine sebep olmuştur. Fakat bu, gurur ve kibir sahibi Mekkelilerin hiç bir zaman boyun eğmeleri neticesini doğurmamıştı. Onlar, sürekli savaş halinde olan Bizans ve İran'la ustaca politikaları sayesinde menfaatleri doğrultusunda ilişkilerini sürdürüyorlardı.

 

Mekke'nin İslâm'dan önceki tarihi için en önemli olaylardan birisi şüphesiz ki, Habeş Krallığı'nın Yemen Valisi Ebrehe'nin Mekke'ye düzenlediği askeri seferdir. Ebrehe, Hıristiyan olan Habeş kralına yaranmak için çok mükemmel bir şekilde inşa ettirdiği kiliseyi Kâbe gibi bütün insanların yöneldiği bir mekân yapmak için girişimlerde bulundu. Onun düşüncesi, Arapları Beytullah'tan yüz çevirip buraya yöneltmekti. Bunu öğrenen bir Arap, kiliseye gidip, içerisine girerek pisledi. Ebrehe bu olay üzerine kızgınlığını giderebilmek için Mekke'ye giderek Kâbe'yi yıkmaya karar verdi. Onun ordusunda, bir rivayete göre on üç tane fil vardı ve önlerinde de Mamud adlı fil yürüyordu.[267]

 

Ancak, Fil Suresinde ve tarih kitaplarında anlatıldığı üzere büyük bir yenilgiye uğrayan Ebrehe, gerisin geriye kaçmak zorunda kalmıştı. Fil olayı Mekkelileri o kadar etkilemişti ki, onu tarih kitaplarında kendilerine ölçü almışlardı.

 

Resulullah'ın, risaletle görevlendirilmesinden sonraki on üç sene boyunca Mekke'deki cahilî yaşantıda ve siyasî ilişkilerde pek bir değişiklik olmamıştı. Bu devrede, Habeşistan Necaşi'si Ashama, Müslümanların tarafını tutmuş, kendisine sığınanlara iyi muamele etmişti. Hicretten sonra, Mekke'nin fethine kadar geçen sekiz sene, Medine İslâm devletini yok etmek için yapılan yoğun faaliyetlere sahne oldu.

 

Hicretin sekizinci yılında Resulullah (a.s)'e boyun eğen Mekke, bu tarihten sonra yeni bir dönemi yaşamaya başladı. Allah Teâlâ'nın mübarek kıldığı, İslâm dininin merkezi olan bu belde, şirkten, putperestlikten ve bütün diğer hurafelerden arındırılmış yeni bir hayata kavuştu. Daha önce bağımsız bir şehir devleti olan Mekke'nin, fetihten sonra ekonomik ve sosyal durumu da değişmişti. Mekke, ihtiyaçlarını temin edebilmek için ihtiyaç duyduğu yoğun kervan faaliyetlerine eskisi gibi bağımlı değildi. Zira, İslâm devleti elde ettiği gelirleri ihtiyaç olan yerlere adil bir şekilde taksim ettiği için Mekke'nin ihtiyaç duyduğu her şey İslâm devleti eliyle sağlanıyordu. Ayrıca eski ticarî faaliyetler, Mekke için artık hayatî olma özelliğini yitirmişti. Mekke, Hac zamanlarında çok değişik bir manevî atmosfer altında hareketli ve canlı günler yaşıyordu. Bu zaman zarfında çok yoğun bir ticarî faaliyeti de sahne oldu. Ayrıca Mekke, yeryüzündeki bütün müslümanların kalplerinde yaşattıkları ve oraya ulaşıp, Hac ibadetini yerine getirmek için büyük fedakârlıkları göze aldıkları bir manevî şehir olma özelliğini kıyamete kadar sürdürecektir.

 

Mekke, Râşid Halifeler döneminde siyasî yönden sakin bir hayat yaşadı. Beytullah için tarihi bir sorun olan sel baskınlarını önlemek için Hz. Ömer (r.a.) ve Hz. Osman (r.a.)'ın bazı çalışmalar yaptıkları görülmektedir. Onlar, bazı mühendisleri buraya gönderip yüksek mahallelerin bulunduğu kısımlara sedler yaptırarak Beytullah'ı su baskınlarına karşı korumaya çalıştılar.

 

Emeviler döneminde de Mekke'ye gereken ilgi gösterilmiştir. Selleri kontrol altına alıp yönünü değiştirmek için büyük kanallar kazılmıştı. Ayrıca, Hz. Ömer tarafından başlatılıp I. Velid zamanına kadar devam eden istimlaklar ile Kâbe'nin çevresindeki saha büyütüldü. Muaviye, kuyular açtırıp suların toplanması için bentler yaptırmış, kurduğu sulama sistemi ile tarıma elverişli sahalar oluşturmaya çalışmıştı.

 

Mescid-i Haram'ın inşaası için bir proje hazırlayıp uygulamaya koymak I. Velid'e nasip olmuştur. O, bu projesini gerçekleştirebilmek için Suriye ve Mısır'dan mimarlar getirtmişti.

 

Mekke, Medine ve Taif gibi üç önemli şehri olan Hicaz bölgesinin idaresi, Emeviler zamanında, bu aileden olan önemli kimselerin elinde kaldı. Bunlar arasında Said b. el-As, Mervan b. el-Hakem, Ömer b. Abdülaziz zikredilebilir. Ancak bazen bu aileye mensup olmayan kimselerin de bu göreve getirildikleri görülmektedir. Bu kimselerin idarî yetenekleri denendikten sonra atandıkları bir gerçektir. Bundan dolayı ilk önce Taif valiliği verilir, uygun görülürse bundan sonra Mekke ve Medine valilikleri de buna dahil edilirdi. Tabiatıyla Hicaz bölgesinin idari merkezi Medine'de bulunmaktaydı.

 

Mekke, Emevîler zamanında bazı siyasî baskılara maruz kaldığı gibi, siyasî çıkarların elde edilmesi için askeri saldırılara uğradığı da olmuştur. Yezid'in haksız bir şekilde hilâfet makamına getirilmesini kabul etmeyen Abdullah İbn Zübeyr, muhalefetini Mekke'den yürütüyordu. Bu durum, Suriye ordusunun Hicaz'a gönderilmesine ve Mekke'nin kuşatma altına alınmasına sebep olmuştu. Abdullah İbn Zübeyr bu orduyu mağlup etmiş ve komutanlarının çoğunu da esir almıştı. Daha sonra Mekke'yi tekrar kuşatan Yezid'in ordusu, onun ölüm haberi üzerine kuşatmayı kaldırmıştı.

 

Mekke'de hilâfetini ilân eden Zübeyr'e Hicaz bölgesinin tamamı Irak ve Horasan bölgeleri de bey'at etmişlerdi. Abdülmelik b. Mervan, Emevîler'in yönetimini eline aldıktan hemen sonra, Haccac komutasında bir orduyu Mekke üzerine gönderdi. Zalimliğiyle şöhret bulmuş bir kimse olan Haccac'ın kuşatmasına altı ay direnen Mekke, Abdullah b. Zübeyr'in kahramanca savaşarak şehit edilmesiyle onun tarafından işgal edilmişti.

 

Miladî 747'de Yemen'den gelen Hariciler Mekke'yi işgal etmişler; 750'deki Abbasî darbesi ile Mekke hilâfet ile birlikte Abbasîler'in eline geçmişti.

 

Abbasiler döneminde (750-961) Mekke'nin idaresi hanedana mensup kimselerin elinde kalmıştır. Harun er-Reşid, Mekke için büyük harcamalar yapmıştı. Ayrıca onun dokuz defa Hac maksadıyla Mekke'ye gitmiş olduğu bilinmektedir. Me'mun devrine gelindiğinde, ortaya çıkan mecburiyet neticesinde, Mekke'nin idaresi Hz. Ali soyuna devredildi. Me'mun'un ölümünden sonra Abbasîlerin çöküşü başlamış ve ülke bir anarşi ortamına sürüklenmişti. Otoriteden yoksun kalan kutsal topraklar sık sık kanlı çatışmalara sahne oldu.

 

Karmatîler fırkasının terör havası estirdiği dönemde Mekke zorlu günler yaşadı. M. 916 yılından sonra Hac kervanlarının yolunu kapayan Karmatiler, Mekke'ye düzenledikleri bir baskında çok sayıda insanı katlettiler ve Haceru'l-Esved'i sökerek Bahreyn'e götürdüler (M. 930). Sünnî İslam’a karşı açtıkları savaşın başarısızlıkla neticeleneceğini gören Karmatîler, Haceru'l-Esved'i geri getirdiler.

 

Mısır'da Fatimîler devletinin kurulmasından sonra, Hz. Ali soyundan gelenlerin Hicaz bölgesindeki etkinlikleri arttı. Bu dönemden sonra Mekke idaresi, şerif olarak adlandırılan Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hasan soyundan gelen kimselerin elinde kaldı. Şerifliğin kurulması ile Mekke, nispeten bağımsız bir hayat yaşamaya başlamıştı. M. 994-1039 yılları arasında şeriflik makamında bulunan Ebu'l-Futûh bir halife gibi hareket etmeye başlamıştı. Şeriflerin idaresinde Mekke önemli bir ilerleme göstererek Medine'yi geride bırakmıştır. Bu arada Fatimîlerin ve Yemen meliklerinin Mekke'ye baskı yaptıkları görülmektedir.

 

Mısır'ın 1517'de Yavuz tarafından ele geçirilmesinden sonra Hicaz bölgesi Osmanlı hâkimiyet sahası içerisine girmişti. Osmanlılar, Mekke idaresini şeriflerin elinde bırakmıştı. Onlar, bu dönemde sahip oldukları toprakları Mekke merkez olmak üzere, Kuzeyde Hayber'e, Güneyde Hali'ye, doğuda ise Necd bölgesine kadar genişletmişlerdi. Osmanlı hâkimiyeti döneminde Mekke, manevî bakımdan sahip olduğu merkezîlik konumundan dolayı sürekli hizmet ve saygı görmüştür. Buğday ihtiyacının karşılanması için Mısır sürekli bir kaynak kabul edilmişti. Ayrıca ilmî kurumlar ve dini bi-ıalar için büyük meblağlar sarf ediliyordu.

 

IV. Murad zamanında Hacda çıkardıkları kargaşalıkları sebebiyle Şiîlerin hacca gelmeleri yasaklanmıştı. Bu durum Sünnî-Şiî çatışmalarının Mekke'ye kadar bir yaygınlık kazanması neticesini doğurdu. Ancak, Osmanlı valisinin bu emri uygulama isteğine karşılık, Mekke şeriflerinin bu uygulamalara yanaşmak istemedikleri görülmektedir. Mekke, Vahhabîler'in ortaya çıkışlarına kadar, Zâvî Zayd, Zâvi Berekât ve Zâvi Mes'ud gibi şeriflerin bitmeyen mücadelelerine sahne oldu.

 

Necd bölgesinde güçlenen Vahhabîler, 1800'lerden sonra Mekke'yi sıkıştırmaya başlamışlardı. Vahhabîler ilk önce Taif'e saldırmışlardı. Osmanlı valisi Galip Efendi, Vahhabî tehlikesini yok etmek için çareler aradıysa da buna muvaffak olamadı. 1803'de, Emir Mes'ud komutasındaki Vahhabîler Mekke'yi ele geçirdiler. Medine'de yaptıkları gibi, itikadî yapılarından kaynaklanan bir takım aşırılıklara giriştiler. Galip Efendi, Cidde'ye doğru çekilmek zorunda kaldı. Cidde'de toparlanan Galip Efendi tekrar Mekke'yi geri almaya muvaffak oldu. Ancak, Vahhabîler'in hâkimiyetini tanımak zorunda kalmıştı.

 

Hicazdaki Osmanlı hâkimiyetini yeniden tesis etmek isteyen II. Mahmud, Mısır valisi Mehmet Ali Paşayı bu işle görevlendirdi (1811).

 

1813 yılında Cidde'ye çıkan Mehmed Ali, Galip Efendi'nin de kendisine yardım etmesi sonucunda Mekke'yi kolayca ele geçirdi. Vahhabîler direnemeyeceklerini anladıklarından şehri boşaltıp gitmişlerdi. Mehmed Ali, Galip Efendinin görevine son vererek yeğeni Yahya b. Sarur'u şerif atadı. Bundan sonra Mehmet Ali'nin şeriflerin işlerine sürekli müdahalede bulunduğu görülmektedir. Şeriflik için yapılan mücadeleler, İstanbul'un da bu işle doğrudan ilgilenmesine yol açmıştı.

 

1869'da Süveyş kanalının açılması ile İstanbul'un Hicaz bölgesiyle doğrudan teması mümkün olmuştu. Şerif Hüseyin Osmanlıların, gereksiz bir şekilde Birinci Dünya Savaşına katılmasının peşinden İngilizlerle işbirliğine girerek Mekke'de bağımsızlığını ilân etti. Şerif Hüseyin daha sonra kendisini halife ilân etmişti. Ancak buna kimse iltifat etmemişti. İngilizlerin, menfaatleri gereği, Hüseyin'i terk edip Abdulaziz b. Suud'a destek vermeleri sonucu Hüseyin yalnız kaldı. Onun 1924'de vefatı üzerine yerine geçen oğlu Melik Hüseyin, tutunamayarak önce Akabe'ye, oradan da Kıbrıs'a kaçtı. Mekke'yi rahat bir şekilde ele geçiren İbn Suud, 1926'da Hicaz kralı ilân edildi. Peşinden de Necid ve diğer bölgeler de buna dahil edildi. Bu tarihten günümüze kadar bu bölgeyi ellerinde bulunduran Suud Krallığı, önce, İslâm coğrafyasının bu bölgesinde nüfuz kurmaya çalışan İngiliz Emperyalizmine hizmet etmişler, peşinden Batı Emperyalizminin lideri konumuna gelen Amerika'nın yedeğine girmişlerdir.

 

Mekke, İslâm’ın, İslâm ümmetinin kutsal bir beldesidir. Dolayısıyla buranın gerçek sahibi bu ümmettir. Bir gayri İslami yönetimin veya bir krallığın buraya sahip çıkarak kendi malı kabul etmesi ve Müslümanların İslâm'ın beş temel esasından birisi olan Hac ibadetini rahatlıkla yerine getirmelerine engel olması, İslâm ümmeti için kabul edilebilir bir durum değildir. Mekke, necis gayri Müslimlerin ayak basmalarının yasak olduğu bir harem bölgenin içerisindedir. Bu bölgede, bilhassa Harem-i Şerif'in içerisinde insanlar, tam bir güvenlik içerisindedirler. Bunun böyle olmasına rağmen, kendi sapık yönetimlerinin İslâmî olduğunu halklara kabul ettirebilmek için bir takım âlim kılıklı kimseleri kullanarak Müslümanlara bu kutsal beldede yaptıkları saldırıları ve yoğun baskıları İslâm içinmiş gibi göstermeye çalışmaktadırlar. Suud krallığı, Mekke ve Medine'nin kutsallığını istismar ederek ayakta duran ve İslâm karşıtı siyasetlerine; güya şeriati uyguluyorlarmış havası vererek İslâm’ı alet etmektedirler.

 

1979'daki Kâbe baskını ve daha sonraki yıllarda emperyalizm ve Müslümanların başlarına bela kesilen tağutların aleyhlerine sarf edilen sözlerden dolayı, haccetmeye gelen Müslümanların üzerine otomatik silahlarla ateş açılması olayları göz önüne alındığında, bu yönetimin Mekke'nin kutsallığına ve İslami hükümlere verdiği değer açık bir şekilde ortaya çıkar. 1979'da Kâbe çevresinde kıyam ederek Hareme sığınan grubun üzerine Suud yönetimi ateş açarak çatışmayı başlatmıştır.

 

Medine-i Münevvere : İlk İslâm devletinin kurulduğu ve içinde yeryüzünde ibadet kastıyla yolculuk yapılabilecek üç mescidden biri olan Mescid-i Nebî'nin bulunduğu Arabistan'ın Hicaz bölgesinde yer alan kutsal şehir.

 

Şehrin eski adı Yesrib olup, Hicretten sonra Resulullah (as) bu adı değiştirerek buraya Medine demiştir. Medine'nin kelime anlamı "şehir"dir. Ancak, bir yere nispet edilmeksizin kullanıldığı zaman Medine şehri kastedilmiş olur. Medine kelimesi Kur'an-ı Kerim'de Mekkî ayetlerde "Medâin" şeklinde çoğul olarak geçen bir cins isimdir. Medenî âyetlerde ise, Yesrib'in yerine özel isim olarak kullanılmıştır.[268] Yesrib adı ise sadece bir yerde zikredilmektedir.[269]

 

Bu şehrin asıl adı Medine olmakla birlikte, yine İslâmî devirde ortaya çıkmış, diğer bir takım isimleri de vardır. Bunlardan bazıları şunlardır: Tâbe, Tayyibe, Daru'l-İman, Daru's-Sünne, Azra, Cabire, Mecbûre, Muhabbe, Mahbûbe, Kasime, Kasametul-Cabire, Yendede.[270]

 

Medine, Mekke'den yaklaşık olarak dörtyüz km. kuzeyde, Kızıldenizden de yaklaşık iki yüz km. içerdedir. Deniz seviyesinden yüksekliği altıyüz otuz dokuz metredir. Dünya üzerindeki yeri, 39° 44' enlem ve 24° 33' boylamlarıdır.

 

Medine şehri, kuzey doğu tarafında dört km. uzaklıkta Uhud dağı ve Avr dağları ile çevrili, kuzeye doğru hafif meyilli bir ovada bulunmaktadır. Bu ova doğu ve batı yönlerinde harra denilen siyah bazalt taşları ile kaplı arazi ile çevrilmiştir. Doğu harraları şehirden uzaktadır ve bu harralar ile şehir arasında kalan arazi oldukça verimlidir. Ova güney tarafında tamamen açık olup, çorak Arabistan ovaları içerisinde bolca suya sahip olması ona ayrı bir özellik vermektedir.

 

Buradaki yer üstü sularının kaynağı yağan yağmurlardır. Bu yağmurlar toprak altındaki su seviyesinin yükselmesine ve her taraftan kaynakların fışkırmasına sebep olurlar. Çok yağmur yağdığı zamanlar bu kaynaklar ve yağmur suları şehrin güney tarafındaki mahalleleri tehdit ederdi. Hz. Osman zamanında sel sularının şehri böyle bir tehlikeye maruz bırakması onun bir set inşa ettirerek bu tehlikeyi önleme yoluna gitmesine sebep olmuştu. Toprak yapısının suyun yer altında depolanmasına elverişli olması Medine halkının bu arada tarımla uğraşmasına imkân sağlamıştır. Üretilen mahsullerin başında hurma gelmektedir. Ayrıca portakal, limon, üzüm, şeftali, muz, incir ve kayısı bağları bulunmaktadır.

 

Medine'de yazlar sıcak geçer, ancak bununla birlikte havası bunaltıcı olmayıp gayet lâtiftir. Kışlar ise hava serin ve yağmurludur. Medine'nin rutubetli iklimi Arabistan'a hakim kurak çöl ikliminden buraya gelenlerin ateşli hastalıklara yakalanmalarına sebep oluyordu. Nitekim Mekke'den buraya hicret eden muhacirlerden bir kısmı Medine'nin havasına alışana kadar oldukça muzdarip olmuşlardı. Hz. Ebu Bekir'in ateşi o kadar yükselmişti ki o, durumunu ölüme ayağındaki ayakkabılarından daha yakın olduğunu ifade eden bir şiirle Resulullah (as)'e bildirmişti.[271]

 

Eski devirlerde Amalikalılar ve Curhümlular'dan bir grup buraya gelip yerleşmiş ve bedevîlerin aksine evler inşa ederek yerleşik ve tarıma bağlı bir yaşam sürmeye başlamışlardı. Bedevîler, bu durumlarından dolayı onları, "Nabatîler" adını takarak küçümsüyorlardı. Tarıma elverişli Medine ovasında yerleşen bu kimselerin çoğalmaları sonucu evler sıklaşmış ve burası küçük bir şehir halini almıştı.

 

Daha sonra varlıklarını İslâmî döneme kadar sürdürecek olan Yahudilerin buraya gelip şehir halkından izin alarak şehrin dış taraflarına yerleştikleri görülmektedir. Yahudilerin Medineye ne zaman gelip yerleştikleri kesin olarak bilinmemektedir. Yaygın olan görüş; Buhtannasr'ın Kudüs'ü işgal edip Yahudileri buradan çıkarmasıyla[272] onların güneye doğru göç edip Maknâ, Teymâ, Vadî'l-Kurâ, Hayber ve Fedek'e dağılarak buralara yerleştikleridir.[273] Ayrıca, Suriye'nin Rumlar veya Filistinin Romalılar tarafından işgal edilmesi Yahudilerin buralara göç etmesine sebep gösterilmekle beraber, Medine'nin eski devirlerdeki tarihi hakkındaki bilgiler güvenilir olmaktan uzaktır.

 

Medine'ye sığıntı olarak gelen Yahudiler, bir zaman sonra güçlenerek, Curhumîler ve Amalikalılar'ı buradan çıkartıp şehre hakim oldular. İlk önceleri, Kaynukaoğulları Yahudileri lider konumda iken, daha sonraları Kurayza ve Nadiroğulları şehrin yönetimini ele geçirdiler. Yahudiler, dışardan gelebilecek saldırılara karşı bir takım kaleler de inşa etmişlerdi.

 

Ancak daha sonraları, Yemen'li iki kardeş kabile Evs ve Hazrec'lilerin buraya gelip yerleşmeleri Medine tarihinde yeni bir safha açmıştı. Rivayetlere göre, Ma'rib seddinin sel sularıyla yıkılmasından sonra, kuzeye doğru yapılan göçlerden birinde Evs ve Hazrec, münbit arazilerle çevrili Medine'ye yerleşmek istemişlerdi. Şehre hakim olan Yahudiler, onlara dış mahallelerde yerleşme izni vermişlerdi. Evs ve Hazrec Yemenli Harise b. Sa'lebe'nin oğulları olup, anneleri Kayle'ye nisbetle onlara Kayleoğulları da denilmekteydi. Zamanla güçlenen Evs ve Hazrec kabileleri Yahudilerin hâkimiyetine son vererek şehrin idaresini ele geçirdiler. Bu tarihten sonra Yahudiler, kendilerine oturma izni verilen Medine'nin dış mahallelerinde varlıklarını devam ettirebildiler.

 

Evs ve Hazrecliler iki kardeş kabile olmakla birlikte, Resulullah (as)'ın hicretine kadar devam eden büyük bir çatışma içerisinde idiler. Yahudi kabilelerin kimisi Evs ile kimisi de Hazrec ile ittifak kurmuş ve bu çatışmayı kızıştırarak uzun müddet sürmesine sebep olmuşlardı. Evs ile Hazrec'in sürtüşmesi Yahudilerin işlerini kolaylaştırdığı için onlar bu durumdan memnundular. Bununla birlikte Yahudi kabileler arasında da bir birlik yoktu. Evs ve Hazrec arasında çıkan kanlı savaşlara taraf oldukları da görülmektedir.[274]

 

Bu savaşlar, Evs ve Hazrec'in gücünü tüketirken, Yahudilerin iktisadi bakımdan güçlenerek, Medine ekonomisine hakim olmalarına sebep oldu. Medine'de bulunan Yahudiler, dinleri hariç tamamen Araplaşmışlardı. Onların kabile taksimatından, şahıs adlarına dek her şeyleri Araplarla aynıydı. Bu durum bazı müsteşriklerin, onların Arap asıllı olup Yahudiliği sonradan kabul etmiş kimseler olduğu fikrini ileri sürmelerine sebep olmuştur ki, bu doğru değildir. Zira Kur'an-ı Kerim'de onlara İsrailoğulları diye hitap edilmektedir.[275]

 

Hicretten bir kaç yıl önce vuku bulan Buas savaşında Evs ve Hazrec'in ileri gelenlerinin çoğu hayatını kaybetmişti. Son Buas savaşına kadar yüz yirmi sene süren kanlı çatışmalar her iki tarafı oldukça zayıflatmıştı. Bunun içindir ki, Kureyş'lilerle bir ittifak anlaşması gerçekleştirebilmek için Mekke'ye heyetler gönderilmekteydi. Hicretten üç yıl önce, son savaşta mağlup durumdaki Hazrec kabilesine mensup altı kişilik heyet, Akabe mevkiinde Resulullah (as)'ın çağrısına uyarak Müslüman olmuşlardı. Bu esnada onlar Resulullah'a Medine'deki durumu şöyle anlatıyorlardı: "Biz kavmimizi, hem birbirlerine karşı, hem de kavmimizden olmayan bir kavme (Yahudiler) karşı aralarında düşmanlık ve kötülük olduğu halde geride bırakmış bulunuyoruz. Umulur ki Allah onları da senin sayende bir araya toplar. Dönüp, onları da senin buyruğuna davet edeceğiz ve öğrendiklerimizi onlara da öğretmeye çalışacağız" demişler ve Medine'ye dönerek hemen tebliğe girişmişlerdi. Kısa aralıklarla gerçekleşen Akabe bey'atlarından sonra Resulullah (as), Medine'ye hicret kararı aldığında İslâm, Medine'de hâkimiyetini sağlamış durumda idi.

 

Yahudiler, Kitap ehli oldukları için putperest Medinelilere nazaran bilgili kimselerdirler. Onlar mağlup duruma düştükleri müşrik Araplara;

-"Bir peygamber gelmek üzeredir. O peygamber gelince ona tabi olacağız. İrem ve Ad kavimleri gibi kökünüzü kazıyacağız" derlerdi.[276]

 

Ancak, Peygamber'e Medineli Araplar tabi olmuş, Yahudiler ise ona düşmanlık etmekten başka bir tavır takınmamışlardı. Bu düşmanlıkları onların Medine'den, peşinden de Arap yarımadasından köklerinin kazınmasına sebep teşkil etmişti.

 

Hicretle birlikte Medine'de ilk yapılan şey, bir İslâm devleti kurularak, herkesin (müslim-gayrimüslim) haklarını ve görevlerini tespit eden bir anayasanın hazırlanması olmuştur. Kurulan bu devletin tabii başkanı Resulullah (a.s) olup, bütün işler onun emir ve talimatları doğrultusunda yürütülüyordu. Resulullah (a.s), toplumun teşkilatlandırılması ve buraya hicret eden muhacirlerin problemlerinin çözümlenmesi ile uğraşırken diğer taraftan kurulan yeni devleti tehdid eden müşrik güçlere karşı korunabilmesi için tedbirler alıyordu.

 

Hicretten hemen sonra Resulullah (a.s)'ın ilk iş olarak yaptığı şeylerden birisi de, bir mescit inşa etmek olmuştur. Bu mescit günlük beş vakit namazların kılındığı yer olmanın yanında, aynı zamanda kurulan devletin idari merkezi konumundaydı. Siyasî, askerî, sosyal bütün meseleler burada çözüme kavuşturulduğu gibi, eğitim, öğretim faaliyetleri de burada yürütülürdü. Ayrıca bu mescit, Beytullah ve Mescid-i Aksa'nın yanında yeryüzünde, ibadet maksadıyla yolculuğa çıkılıp ziyaret edilen üçüncü mescittir. Bu durum Medine'ye, Mekke ve Kudüs'te olduğu gibi bir kutsallık kazandırmaktadır.

 

Hicretten sonra Medine, Mekke'li müşriklerin askerî hedefi haline gelmişti. Bedir savaşıyla varlığını tüm Arap yarımadasına duyuran İslâm devleti, Uhuddan sonra, bir savunma harbi niteliğinde olan Hendek savaşında düşman güçleri ağır bir yenilgiye uğrattı. Artık hiç kimsenin Medine ı üzerine yürüme cesareti kalmamıştı. On sene gibi siyasî tarih açısından çok kısa sayılabilecek bir zaman zarfında, Resulullah (a.s)'ın komutasındaki İslâm orduları Arap yarımadasının tamamına yakınını İslâm'a boyun eğdirdiğinde, Medine zamanın süper güçlerinden biri olan Bizans'a meydan okuyacak güce ulaşan büyük İslâm devletinin başkentliğini devam ettirmekle birlikte, ilk günkü mütevazi ve sadeliğinden hiç bir şey kaybetmemişti. Medine Resulullah (s.a.s)'den sonra, Ebu Bekir (r.a), Ömer (r.a) ve Osman (r.a)'ın hilafetlerinde İslâm devletinin merkezi olma hüviyetini korumuştur.

 

Hz. Osman (r.a)'ın hilafetinin sonlarına kadar Müslümanların fitneden uzak bir hayat yaşadıkları, Medine, Hz. Osman (r.a)'ın şehid edilmesiyle çalkantılı günler yaşadı. Hz. Ali (r.a)'ın halife seçilmesiyle İslâm devletinin başkenti Kûfe'ye nakledilmişti. Siyasî çekişmelerden uzak kalan Medine bundan sonra, Resulullah (as)'ın şehrinin manevî havasını teneffüs etmek ve onun sünnetini bizzat kaynağında öğrenmek isteyen kimseler için bir sığınak olmuştur. Ashab'ın ileri gelen âlimlerinin bir kısmı, İslâm coğrafyasının değişik yerlerine dağılırken, diğer bir kısmı da Medine'den uzaklaşmayarak burada insanlara Sünneti öğretmek için gayretli çalışmalar yaptılar. Fıkhî mezheplerin ekolleşmeye başlamasıyla birlikte, Medine'de de Sünnete sıkı sıkıya bağlı kendine has bir fıkıh anlayışı oluşmuştu. Irak'ta İmam Azam'ın ders halkalarında Hanefî fıkhı şekillendiği sırada, Medine'de de Medine'nin imamı Malik b. Enes'i çevreleyen ders halkalarında Medine fıkhı tedvin edilmeye başlanmıştı.

 

Yezidin haksız bir şekilde hilafet makamına getirilmesiyle başlayan olaylar, ümmet için büyük musibetlere sebep oldu. Yezid'in zalimane davranışlarını tasvip etmeyen Medine halkı, Abdullah b. Hanzala'ya bey'at ederek, Yezid'i tanımadığını bildirdi ve onun valisini şehirden kovdu. Yezid on iki bin kişilik bir çapulcu ordusunu, başına Müslim b. Ukbe'yi geçirerek Medine üzerine gönderdi. Harra mevkiinde yapılan savaşta Medine ordusu bir ihanet neticesinde mağlup olmuş, ancak ordunun her ferdi şehit olana dek çarpışmayı sürdürmüştü. Zira onlar, İslâm'ın esaslarıyla bağdaşmayan davranışlar içerisinde bulunan zalim bir kimseyi Medine'ye hakim olarak görmektense, Peygamber şehrini savunarak ölmeyi tercih etmişlerdi. Medine'ye giren Müslim, şehri üç gün süreyle yağmalattı.

 

Emevilerin sonuna doğru Medine üzerine yürüyen Hariciler, Medinelileri Kudayd yakınında yapılan savaşta mağlup ettiler.[277]

 

Medine'yi ele geçiren Harici Ebu Hamza, Merva'nın gönderdiği orduya karşı Medinelileri yanına almak için adaletin ve Sünneti ihya etmenin savaşını verdiğini bildirmişti. Ancak Vadi'l-Kura'da yapılan savaşı kaybedip ve mağlub olarak Medine'ye dönen Ebu Hamza'nın ordusu, Medinelilerce imha edilmişti.[278]

 

Bütün bu siyasî çekişmelerde Medineliler, hiç bir zaman dünyevî saltanata sahip olmak için savaşmamışlardı. Onlar, İslâm'ı ellerinden geldiği kadar Resulullah (a.s)'ın sünneti çerçevesinde korumaya çalışmışlar, zalim ve sapık sultanlara karşı verdikleri mücadelelerinde seve, seve şehadete koşmuşlardı.

 

Medine, Haçlılarca tehdit edilmiş, Moğol istilası sırasında ise tehlikeli anlar yaşamıştır. Haçlılar, Kızıldeniz sahillerine çıkarma yapıp Medine'ye doğru yürüyüşe geçtikleri zaman, Selahaddin Eyyubî'nin kardeşi tarafından geri püskürtülmüşlerdi (578/1182).

 

Büveyhoğullarından Adudu'd-devle, Medine'yi savunmayı kolaylaştırmak için bir sur inşa etmişti. Ancak bu bir iç kale niteliğinde olup, Medine'nin büyük bir bölümü güvenlik içinde sayılmazdı. Bunun içindir ki, Suriye Atabeği Nureddin Zengî, Medine'nin tamamına yakınını içine alan ikinci bir sur inşa ettirmişti (557/1162).

 

Medine'nin geçirdiği en büyük tehlikelerden biri, 654 (1256)'da şehrin yakınlarında bir yanardağın infilak ederek etrafa lavlar saçmaya başlamasıdır. Volkan patlamasından önce ve sonra günlerce süren yer sarsıntılarıyla Medineliler dehşet dolu anlar yaşamıştı. Yanardağdan fışkıran lavlar doğu tarafından bir lav nehri oluşturarak akıp şehrin yakınından kuzeye yönelmişti. Medine halkı Mescid-i Nebi'ye doluşarak Allah Teâlâ'ya sığınmışlardı. Bazı âlimler kıyamet alâmetlerinden biri olarak zikredilen Hicaz'dan bir ateşin çıkması olayını, bu volkan patlamasına hamletmişlerdir.[279] Aynı yıl kandilcinin ihmali yüzünden çıkan yangında Mescid-i Nebi yanmış, Resulullah (a.s)'ın hatırasını yaşatan minber ve diğer bir takım önemli eşyalar kül olmuştu.

 

Osmanlılar döneminde Medine sakin bir hayat yaşadı. Kanunî, Medine'yi kapılar ve burçlarla donatılmış 35-40 ayak yüksekliğinde ikinci bir surla çevrilemişti. Bu sur, Abdulaziz zamanında yirmi beş metre yüksekliğe çıkarılmıştır. Bu sur büyük bazalt ve granit taşları kullanılarak inşa edilmiştir. Yaptığı surun etrafına bir hendek kazdıran Kanûnî, kapalı bir su yolu ile güneydeki tatlı su kaynaklarından şehre su getirtti. Osmanlı dönemi boyunca Mescid-i Nebi on altı defa önemli restorasyon çalışmaları ile yenilendi. Padişahlar kendileri için Hadimu'l-Harameyn (Mekke ve Medinenin hizmetçisi) unvanını kullanarak bunu büyük bir şeref kabul ettiler. 1804'de Vahhabîler'in eline geçen Medine'de bir takım tahribatın yapıldığı görülmektedir. Vahhabîler şehirdeki hazineleri ve Mesciddeki kıymetli taş ve mücevheratı talan ettiler. Kabir ziyareti konusundaki aşırılıkları yüzünden Resulullah (as)'ın kabrinin ziyaret edilmesini yasakladılar. 1814'de Osmanlı Devletinin Asi Mısır valisi Mehmed Ali Paşa, oğlu Tosun Paşa komutasında Hicaz'a gönderdiği kuvvetlerle Medine Vahhabîlerden geri alındı. Abdullah b. Su'ud, Osmanlı hâkimiyetini tanımak zorunda kaldı.

 

II. Abdülhamid 1901'de İstanbul'u Medine'ye bağlayacak olan Hicaz demir yolunun yapım çalışmalarını başlattı. Böyle bir demiryolu ile hem hac yolculuğu kolaylaşacak hem de bölgenin merkeze bağlılığı kuvvetlendirilmiş olacaktı. Demiryolunun stratejik önemi oldukça büyüktü. Gerektiğinde ordular çok süratli bir şekilde bölgeye sevk edilebilecekti. Demiryolu 1908'de Medine'ye kadar ulaşmıştı. Abdülhamid her yolu deneyerek artık dayama tedbirle ayakta zor durabilen devleti emperyalist batı devletlerine karşı savunabilmek için İslâm ümmetinin birliğini sağlamaya çalışıyordu. Ancak, İngilizlerle işbirliği yaparak isyan eden Şerif Hüseyin, 1916'da kendini Hicaz kralı ilan ederek Osmanlı kuvvetleriyle savaşmaya başladı. Medine'de müdafaa savaşı veren Osmanlı kuvvetleri 1918'de I. Dünya savaşına son veren mütareke ile şehri boşalttılar.

 

Şerif Hüseyin kendini halife ilân etmek istedi; ancak bunu hiç kimseye kabul ettiremedi. İngilizlerin desteğinin yön değiştirmesi ile Hicaz bölgesi, Vahhabîleri idaresi altında toplayan İbn Su'ud'un eline geçmiş oldu (1924). Hicaz ve dolayısıyla Medine bu tarihten itibaren Su'ud hanedanının yönetimi altındadır. Vahhabîliği, resmi mezhep kabul eden bu hanedan, iktidarlarını sürdürebilmek için İslam’ın hizmetinde olduklarını göstermeye çalışmaktadırlar. Bu krallıklarını kendilerine Hadimü'l-Harameyn ünvanını verdikleri halde, bu ünvana yaraşır bir tavır sergiledikleri görülmemiştir. Her ne kadar Mekke ve Medine'deki Haremlerde ve Hacla ilgili diğer kutsal mekânlarda bir takım çalışmalar yapıyorlarsa bile, gerçekte bu göstermelik bir faaliyet olmaktan öteye gitmemektedir. İslâm'ın temel prensiplerinden birisi olan Hac farizasını ifa etmek isteyen Müslümanların önüne çeşitli engeller koyarak, bu ibadeti yerine getirmelerini zorlaştırmaktadırlar. Günümüzde A.B.D. yanlısı ve onun çıkarlarının kollayan bir politika izleyen Suudi yönetimi, İslâm prensiplerine göre Müslümanların tamamının ortak malı olan kutsal topraklan, İslâm düşmanlarının arzu ve istekleri doğrultusunda inananlara yasaklarken, aslında bu topraklara girmesi haram olan müşrik batılıların serbestçe dolaşmalarına ses çıkarmamaktadır.

 

Medine, Mekke'den sonra Müslümanlar için Allah Teâlâ'nın kutsal kıldığı ikinci şehirdir. Resulullah (as), Hicretten hemen sonra bir devlet kurup Medine halkının birbiriyle olacak ilişkilerini düzenleyen bir anayasa hazırladığı zaman, ilk başta bir şehir devleti niteliğinde olan devletin hudutlarını da tesbit etmişti. İşaretlenen bu hudutlar dahilinde kalan bölge, Mekke'ye benzer şekilde harem kılınmıştır. Resulullah (as) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadır:

-"Medine, şuradan şuraya kadar haremdir. Bu harem içerisinde olan ağaçlar kesilmez ve bu sahada Kitap ve Sünnete muhalif amel işlenemez. Her kim burada Kitap ve Sünnete aykırı bir amel icad ederse Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onun üzerinedir."[280]

Resulullah (as)'ın işaret ettiği sınır, Uhud ile Ayr dağı arasında kalan bölgedir.[281]

 

Diğer bir hadis-i şerifte şöyle denilmektedir:

-"Ben bir karyeye hicret etmekle emrolundum ki, o karye diğer bütün karyelere galip gelir. Bu karyeye Yesrib denilmektedir. O, Medine'dir. Demirci körüğünün demirin kirini giderdiği gibi, pis insanları giderir (dışına atar.)"[282]

 

Müslüman olmayan bir kimsenin Medine'de üç günden fazla ikamet etmesi caiz değildir. Hz. Ömer (r.a), Yahudi, Hıristiyan ve Mecusilerin getirdikleri malları satmaları için onlara Medine'de üç gün kalma izni veriyordu.[283]

 

Resulullah (as), Medine'yi çok severdi. Bir seferden döndüğü zaman Medine'yi uzaktan gördüğünde bineğini hızlandırırdı.[284] Hz. Ömer (r.a)'ın yaptığı bir duada Sahabelerin Medine'ye olan sevgileri açık bir şekilde görülmektedir:

-"Allah'ım! Beni senin yolunda şehit olmakla rızıklandır ve benim Ölümümü Resulünün şehrinde (Medine) kıl."[285]

 

 

 

 

2 - Hicret ve Hicret Esnasındaki Olaylar

 

 

Peygamber (as), Mekke'deki Müslümanları Yesrib (Medine)'e hicret etmeye teşvik ediyordu. İkinci Akabe Biatinden sonra Kureyşli Müslümanlar yavaş yavaş hicret etmeye başladılar. Ebu Bekir ve Ali dışında tüm Müslümanlar hicret edince, Ebu Bekir (ra), Peygamber (as)'den hicret etmek için izin istedi. Peygamber (as) ona: "Acele etme, belki Allah sana bir arkadaş verir" dedi. Ebu Bekir (ra), Peygamber (as)'ı beklemesi gerektiğini anladı.

 

Kureyşliler Müslümanları, göçten men etmek, için ellerinden geleni yapıyorlardı. Gideceğini haber aldıkları müminleri işkence ile dinden döndürmeye çalışıyorlardı. Bu şekilde Hişam ve Ayyaş, yalan söylenerek yollarından çevrildiler, ve işkence ile İslam’dan döndüklerini açıkladılar. Kısa zaman sonra bunun affedilmeyecek bir suç olduğunu anladılar. Fakat bir süre sonra şu ayet nazil oldu:

 

قُلْ يَا عِبَادِىَ الَّذينَ اَسْرَفُوا عَلى اَنْفُسِهِمْ لَاتَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّهِ اِنَّ اللّهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَميعًا اِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحيمُ () وَاَنيبُوا اِلى رَبِّكُمْ وَاَسْلِمُوا لَهُ مِنْ قَبْلِ اَنْ يَاْتِيَكُمُ الْعَذَابُ ثُمَّ لَاتُنْصَرُونَ

 

“De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir. Size azap gelip çatmadan önce Rabbinize dönün, O'na teslim olun, sonra size yardım edilmez.”[286]

 

Hişam bu ayetleri okudu ve Ayyaş'a gösterdi. İkisi de İslam’a girdiler ve kaçmak için bir fırsat beklemeye başladılar.

 

İmam-ı Buhari’den naklen:

 

¢o¤È¡à   4b Ó ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa  ó¡™ ‰ ¡lb £À ‚¤Ûa ¡å¤2  Š à¢Ç ¤å Ç g

¢4b à¤Ç üa b à £ã¡a ¢4ì¢Ô í  á £Ü  ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü • ¡é¨£ÜÛa  4좠‰

¢é¢m Š¤v¡ç ¤o ãb × ¤å à Ï Pô ì ãb ß §ªô¡Š¤ßa ¡£3¢Ø¡Û b à £ã¡a ë ¡pb £î¡£äÛb¡2

ó Û¡a ¢é¢m Š¤v¡è Ï b è¢z¡Ø¤ä í §ñ ªa Š¤ßa¡ë a b è¢jî¡–¢í b î¤ã¢… ó Û¡a

P¡é¤î Û¡a  Š ub ç b ß

 

Ömer b. el-Hattâb radiya'llâhu anh'den:

Şöyle demiştir: "Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem'den işittim, buyuruyordu ki: Ameller (in kıymeti) ancak niyetlere göredir. Herkesin niyet ettiği ne ise eline geçecek olan ancak odur. Artık nâil olacağı bir dünyâ veya nikâh edeceği bir kadından dolayı hicret etmiş kimse varsa hicreti (Allâh'ın ve Resûlünün rızâsına değil), sebeb-i hicreti olan şeye müntehîdir." [287]

 

P¡pb £î¡£äÛb¡2 ¢3 à¤Ç üa b à £ã¡a ¢sí¡†  ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa  ó¡™ ‰  Š à¢Ç ¤å Ç g

¡é¡Û¤ì Ó  †¤È 2 b ä¢ç  …a ‹  ë P¡lb n¡Ø¤Ûa ¡4 £ë a ó¡Ï  â £† Ô m ¤† Ó  ë

ó Û¡a ¢é¢m Š¤v¡ç ¤o ãb × ¤å à Ï ô ì ãb ß §ªô¡Š¤ßa ¡£3¢Ø¡Û b à £ã¡a  ë

 … Š   ë ¡é¡Û좠‰  ë ¡é¨£ÜÛa ó Û¡a ¤é¢m Š¤v¡è Ï ¡é¡Û좠‰  ë ¡é¨£ÜÛa

sí¡† z¤Ûa ó Ó¡b 2

 

Ömer radiya'llâhu anh'den:

 

 ¡pb £î¡£äÛb¡2 ¢4b à¤Ç üa b à £ã ¡a

 

hadîs-i şerîfi rivâyet olunuyor ki kitabın evvelinde zikrolundu. Ancak burada

 

  ó Û¡a ¢é¢m Š¤v¡ç ¤o ãb × ¤å à Ï ô ì ã b ß §ªô¡Š¤ßa ¡£3¢Ø¡Û b à £ã¡a  ë

 ¡é¡Û좠‰  ë ¡é¨£ÜÛa ó Û¡a ¢é¢m Š¤v¡è Ï ¡é¡Û좠‰  ë ¡é¨£ÜÛa  

 

ziyâdesi vardır.

 Hadîs'in bakiyyesi bu ziyâdeden sonra serdedilmiştir ki ziyâdenin ma'nâ-yı şerîfi: "Her kimin hicreti Allâh'a ve Resûlüne müteveccih ise hicreti, Allâh'a ve Resûlüne müntehîdir." olmuş olur. [288]

 

¢é¨£ÜÛa ó £Ü • ¡£ó¡j £äÛa ¡å Ç ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa  ó¡™ ‰  ñ Š¤í Š¢ç ó©2 ªa ¤å Ç g

P¡‰b –¤ã ªüa  å¡ß ¢o¤ä¢Ø Û ¢ñ Š¤v¡è¤Ûa ü ¤ì Û  4b Ó  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç

 

Ebû Hüreyre radiya'llâhu anh'den rivâyete göre, Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem: Eğer Hicret (dînî bir emir ve ibâdet) olmasaydı muhakkak ben (kendimi) Ensâr'dan (bir kişi saymış) olurdum! buyurmuştur. [289]

 

 

 

3 - Hicretin Sosyolojik Tahlili

 

 

Hicret, İslâm tarihinin en önemli olayıdır. Hicret, Müslümanları, müşriklerin zulmünden kurtarmış, İslâm'a yayılma imkânı sağlamış, böylece İslâm inkılâbının başlangıcı olmuştur. Bu itibârla olaydan 17 yıl sonra, Hz. Ömer'in halifeliği esnâsında, Hz. Peygamberin hicret ettiği yılın 1 Muharrem'i olan 16 Temmuz 622 tarihi "Hicri-Kamerî Takvim" için "takvim başı" olarak kabul edilmiştir.

 

Böylece Hicret, ilk Müslümanların, sıkıntılı günlerden kurtulmalarına ve kardeşlik esası üzerine kurulan toplum hayatına kavuşmalarına vesile olmuştur.

 

Ayrıca İslâmiyet, Mekke şehri hudutları dışına Hicret'le taşmış ve bu güneş, dünyaya Medine ufuklarından yayılmıştır.

 

Hicretin bir diğer yönü terbiye evidir. Bu yönüyle de hicret, ehemmietçe, diğer yönlerinden geri kalmaz. Yukarıda belirtilen ehemmitteki hicretlerle terbiye alemimizde; günlük hayatımızda her vakit baş başa olduğumuzun bilinmesinde, her zamanbelirtilen ehemmiyette hicretleri yapmakla imtihan edilmekte olduğumuzun idrak edilmesinde fayda var. Hicri 15. asrı idrak edişimiz kutlanırken, İslam kültüründe yer etmiş bulunan hicret mefhumunun, sadece tarihi bir vakıa olarak ele alınmaması için, hicretin sosyal yönünün de belirtilmesine ihtiyaç ve lüzum vardır.

 

Mevzuyu bu açıdan kavraya bilmek için, fertlerde şahsiyeti inşa eden unsur ve amillerin başında sosyal muhit gelir. Gerek doğulu, gerek batılı bütün terbiyeciler, ferdin gelişmesinde; kişinin iyi veya kötü, kamil veya nakıs bir şahsiyeti kazanmasında en başta ailevi şartlar olmak üzere, muhitin kesin rolünü kabul etmektedir. 

 

Sonuç olarak hicret, tarihi bir vakıa olarak, Hz.Peygamber (a.s)’ın tebliği ve terbiyesi içerisinde baş vurulan bir safhadır. Şartların, düşmandan gelen tehdid ve tehlikeyi sabırla bertaraf edilemeyecek kadar kötülüleştiği, dini yaşama imkanı kalmadığı anda başvurulmuştur. Hicret kötü şartlardan kaçış değil, dini yaşatacak şartların aranışıdır. Taktik olarak tahammülü mümkün olmayan kötü şartların abrıdır, cihadıdır. Bu açıdan sabır, hicret ve cihat bir birini tamamlayan İslami intişar ve terbiyesinin halkalarıdır.[290]

 

 

 

4 - İlk Cuma Namazı

 

 

Peygamber, vahâya 27 Eylül MS 622, Pazartesi günü ulaştı. Medinelilerin Peygamber (a.s) Küba’ya geldiği için sabırsızlandıkları haberi geldi. Bu yüzden Peygamber (a.s) Küba’da üç gün kaldı. Ve ayrılmadan önce İslam’ın ilk camisinin temeli atıldı. Cuma sabahı Küba’dan ayrıldı; o ve arkadaşları, onları bekleyen Hazreç'li Beni Salim kabilesiyle namaz kılmak için Ranuna ovasında durdular. Bu, o zamandan itibaren yurdu olacak olan ülkede ilk kılınan Cuma namazıydı. Namazdan sonra Peygamber (a.s), Ebu Bekir (r.a) ve diğer Kureyşliler de develerine bindiler ve Medine'ye doğru yola çıktılar. Hz. Peygamberi karşılamak için bütün halk yola dökülmüştü. O'nu O'na yakışır bir şekilde coşkuyla karşıladılar. Herkes O'nu evinde misafir edebilmek için birbiriyle yarışıyordu:

-"Buraya buyur ey Allah’ın Resulü, çünkü biz sizleri koruma gücüne sahibiz" diyorlardı.

 

Peygamber (as) ise, devesinin çökeceği yerde kalacağını söyledi. Kusva isimli deve, boş bir bahçeye çöktü. Peygamber orayı satın alarak, evlerini oraya yaptılar. Hz. Peygamber de şahsen bu çalışmaya katıldılar. Ev yapılana kadar da, Ebu Eyyüb (ra)'ın evinde misafir oldu.

 

Peygamber (a.s) yeni aldığı bahçeye, bir cami yapılmasını istedi ve cami yapımına hemen başlandı. Bu arada Medineli Müslümanlara yardımcılar anlamına gelen Ensar, Mekke'den gelen ve diğer kabilelerden olan Müslümanlara da Muhacir denilmeye başlandı. O arada Medine'de yaşayan Yahudiler ve Müslümanlar arasında, eşit statülere sahip olacakları bir anlaşma imzalandı. Fakat Yahudiler için bu anlaşma yalnızca politik bir anlam taşıyordu, ve Peygamber (a.s) olduğuna inanmıyorlardı.

 

Evs ve Hazreç arasında İslamiyet hızla yayılmaya devam ediyordu ve eskiden düşman olan bu iki kabile birleşmişlerdi. Bunu çekemeyen Yahudiler, sesi güzel birini bularak, onların savaştıkları zamandan kalma şiirlerini, Evs ve Hazreç kabilelerinin bir arada  bulunduğu bir toplulukta okuttular. Evs'liler kendi şiirlerini, Hazreçliler de kendi şiirlerini alkışladılar. Sonra birbirlerine hakaret ederek,

-"Silahlanın, Silahlanın" demeye başladılar.

Peygamber (a.s), onlara hitaben:

-"Ey Müslümanlar! Allah, Allah! Cahiliye devrindeki gibi mi davranacaksınız? Aranızda olmama, Allah’ın sizi doğru yola ulaştırıp şereflendirmiş olmasına rağmen hâlâ bunu mu yapıyorsunuz?" dedi. Bunun üzerine ağlayarak birbirleriyle kucaklaştılar, Peygamber (as) ile birlikte Medine'ye gittiler.

 

Zamanla İslam’ın tüm emirleri ortaya çıkmıştı. Namaz, oruç, zekat farz kılınmış, helaller ve haramlar belirlenmişti. Fakat Müslümanların namaza nasıl çağrılacağı konusu belli değildi. Sonra Abdullah İbn Zeyd, bir rüya gördü ve bu rüyayı Peygamber (a.s) 'e anlattı:

-"Üstünde iki parça kumaştan yeşil elbiseli bir adam yanımdan geçti, elinde bir nakus (çan) vardı. Ben 'Ey Allah'ın kulu!, o nakusu bana satar mısın?' dedim. Ne yapacağımı sordu. 'Onunla insanları namaza çağıracağım.' dedim. 'sana ondan daha güzel bir yol göstereyim.' dedi. 'Allah-u Ekber demelisin. 'Bunu dört defa tekrarladı. Sonra da ikişer defa şahadet kelimelerini okudu." dedi.

 

Bunun üzerine Peygamber (a.s):

-"Bu gördüğün hak bir rüyadır. Bunu sesi güzel olan Bilal'e öğret." dedi. Bilal artık  her sabah ezani büyük bir şevkle okuyordu.[291]

 

Peygamberimiz'in Hz.Âişe İle Evlenmesi

 

Medîne'de, Mescîd-i Nebevi'nin inşaasından sonra, bitişiğinde Peygamber Efendimiz için odalar yapıldı. Peygamber Efendimizin ikametgahı olan bu odalara "Hâne-i Saadet" denildi. Bunların yapılması tamamlanınca Allah Rasûlü, Ebû Eyyûb el Ensârî Hazretleri'nin evinden buraya taşındı. Kölesi Zeyd'i Mekke'ye göndererek orada kalmış olan zevcesi Sevda ile küçük kızı olan Hz.Fâtıma'yı Medîne'ye aldırdı. Kızı Rükiyye, Hz.Osman ile Medîne'ye hicret etmişti. Kızı Zeynep'in kocası müşrik olduğundan Zeynep gelemedi. Hz.Ebû Bekr'in âilesini de oğlu Abdullah getirdi. Böylece Mekke'de nişanlanmış olduğu Hz.Âişe de Medîne'ye gelmiş oldu.[292]

 

Mescidin yanındaki odaların yapılması tamamlanınca bunlardan birini Hz.Âişe'ye tahsis etti ve hicretten sekiz ay sonra O'nunla evlendi. Hz.Âişe o zaman gelinlik çağına girmiş bir genç kızdı. Çok zeki idi. Mükemmel bir âile terbiyesi almıştı. Hz.Ebû Bekr'in kızı olduğunu her suretle isbat etmiştir. Peygamber Efendimiz'le geçirdiği dokuz senelik hayâtında, O'ndan pek çok dîni mes'eleler almıştır. Fıkıhta yeri pek büyük olup, pek çok Hâdis-i Şerif rivâyet etmiş büyük bir âlime ve müctehide bir annemizdir.[293]

 

 

 

5 - Mescidi-i Nebevinin Yapımı ve Fonksiyonları

 

 

Resulullah (a.s)'ın ilk işi devesinin çöktüğü arsayı sahiplerinden satın alarak buraya bir mescit inşa etmek olmuş tur. Mescid-i Nebî adı ile anılan bu mekanın İslâm devletinin oluşumu ve yönetilmesinde gördüğü fonksiyon oldukça büyüktür.

 

Resulullah (a.s)'ın Medine'ye hicretinden hemen sonra ashabıyla birlikte bina ettiği mescit. Bu mescit, Mescid-i Resul, Mescid-i Şerîf, Mescid-i Saadet ve Mescid-i Nebevî adlarıyla da anılmaktadır. Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksa'dan sonra yeryüzündeki mescitlerin en faziletlisidir.

 

Resulullah (a.s), Hicret yolculuğunda kısa bir müddet Medine'nin dışında bulunan Küba köyünde kalmıştı. Bu esnada Küba mescidi adıyla bilenen mescidi inşa ettirmişti. Buradan yola çıkıp, Medine'ye girdiği zaman, Resulullah (a.s), misafir edip ağırlama şerefine nail olabilmek için herkes birbiriyle yarışa girmişti. Kendisini davet edenlere Resulullah (a.s);

-"Bırakın deve serbestçe yürüsün. O bizi Allah’ın razı olacağı bir yere kadar götürecektir" diyordu. Deve bir süre yürüdükten sonra, iki yetim kardeşe ait boş bir arsaya çöktü. Buraya evi en yakın olan Ebu Eyyüb el-Ensari (r.a), Resulullah (a.s)'ın eşyalarını alıp sevinçli bir halde evine taşıdı.

 

Resulullah (a.s)'ın devesinin çöktüğü bu arsa sahipleri olan Neccar oğullarından Sehl ve Suheyl hibe etmek için ısrar ettilerse de Resulullah (a.s) bunu kabul etmedi ve on dinar gibi sembolik bir meblağ karşılığında burayı satın aldı. Bu bedeli Hz. Ebu Bekir (r.a) ödedi.

 

İbn Sa'd, Resulullahın Medine'ye hicretinden önce Esad ibn Zurare'nin arkadaşlarıyla burada namaz kıldığını, ayrıca cuma namazlarını da burada kıldırdığını nakletmektedir. Etrafı çevrili olan bu arsanın hemen bitişiğinde, cahiliye insanlarının gömülü bulunduğu bir mezarlık vardı. Resulullah bu mezarlığın kaldırılmasını istedi. Böylece mescidin inşa edileceği arsa genişletilmiş oldu. Ayrıca burada bulunan su birikintisi de yok edildi.[294]

 

Bu arsa üzerinde hemen bir mescit bina edilmeye başlandı. Ensar, Muhacir ve diğer gönüllü kimselerin de katıldığı kalabalık bir isçi-usta topluluğu tarafından yürütülen çalışmalar sonunda mescit, kısa sürede bina edildi. Resulullah (a.s) çalışmaları idare edip, mescidin kıble tarafındaki temellerinin atılması ve diğer planlamaları yapmakla yetinmeyip, çalışmalara bir isçi gibi taş, kerpiç taşıyarak katılmıştır. O, bu çalışmalar esnasında şu beyitleri söylüyordu: "Allahım! Ahiret hayatından başka hayat yoktur. Ensara ve muhacirûna mağfiret et."[295]

 

Temeller toprak seviyesine kadar taş, zeminden yukarısı ise kerpiç kullanılarak bina edildi. Temel yaklaşık olarak bir buçuk metre derinliğinde açılmıştı.

 

Eni-boyu yüzer zira (bir zira =kırk beş santim) olmak üzere, kare şeklinde inşa edilen mescidin mihrabı Beytu'l-Makdis yönüne denk düşecek şekilde kuzey duvarında işaretlenmişti. Üç tane kapıdan biri güney tarafındaki arka duvarda, ikincisi bati tarafındaki duvarda, üçüncüsü ise Resulullah (a.s)'ın hücrelerinin bulunduğu doğu tarafında idi. Bu kapıya Cibril kapısı denirdi.

 

Resulullah (a.s), ilk önceleri bir hurma kütüğü üzerine çıkarak hutbe okurdu. Bir zaman sonra bizzat Resulullah (a.s)'ın isteği veya ashabın, cemaatin kalabalıklaştığını ve arkadakilerin hutbe okurken onu göremediklerini bildirmeleri üzerine, bir kaç basamaklı bir minber yapılarak, mescide yerleştirildi.[296]

 

Hicretten on altı ay sonra Kıblenin yönü Beytullah tarafına çevrildiği zaman, güneydeki kapı kapatılarak, burası mihrap yapıldı, Kuzeydeki duvarda da bir kapı açıldı. Mescitte namaz kılınan yerin üzeri açıktı. Ancak mescidin ortasında, hurma ağacından yapılan direkler üzerinde, hurma, dal ve yapraklarından bir gölgelik yapılmıştı.

 

Mescidin doğu tarafında duvara bitişik olarak Resulullah (as)'ın hanımları Hz. Âyşe (r.anh) ve Hz. Sevde (r.anh) için, iki oda inşa edilmişti. Ayrıca yine mescide bitişik olarak, gündüzleri bir eğitim-öğretim yeri, geceleri ise, evsiz kimseler ve misafirlerin barınması için, "Suffa" denilen üzeri kapalı bir bölüm eklenmişti. Resulullah (as)'e ait odalara, zamanla yedi oda daha eklenerek oda sayısı dokuza çıkmıştır. Bunların hepsi kerpiçten idi.[297]

 

Medine'de inşa edilen bu mescit ayni zamanda, kurulan İslâm devletine ait bütün faaliyetlerin yürütüldüğü bir merkez niteliğinde idi. Resulullah, ashabıyla orada istişare eder, savaş ve barış kararlarını orada alır, elçi heyetlerini orada kabul eder, savaşa çıkacak orduları orada teçhiz ederek yola çıkarır, topluma ait bütün meseleler orada çözüme kavuşturulur, hatta gerektiğinde suçlular ve esirler bağlanmak suretiyle orada hapsedilirdi.[298]

 

Eğitim-öğretim faaliyetleri, mescidin "Suffa" denilen kısmında yerine getiriliyordu. İslâm ümmetinin nüvesini oluşturan Ashap ve seç kin sahabe âlimler, İslâm’da ilk üniversite sayılabilecek bu mekanda yetişmişlerdi. İslâm’ın esaslarını öğrenmek üzere Medine dışından gelenler için aynı zamanda bir yatakhane vazifesi görüyordu.[299] Bir defasında, Temim kabilesine mensup yetmiş kişi burada barındırılmış idi.[300]

 

Resulullah (a.s), burada bizzat dersler veriyordu. Ancak, yeni gelen ve başlangıçta olan öğrencilere okuma yazmayı ve Kur'an-i Kerim'i öğreten diğer öğretmenler de bulunmakta idi. Medine'den ve uzak yerlerden olmak üzere burada okuyan öğrencilerin dört yüz kişi gibi bir sayıya ulaştığı oluyordu. Burada barınanların ihtiyaçlarının büyük bir bölümü, cömert sahabeler tarafından karşılanmaktaydı.[301]

 

Medine'de bir evi ve ailesi olmayan fakir kimseler de Suffa'da yatıp kalkıyor, ihtiyaçlarını buradan sağlıyorlardı.[302]

 

Mescidi-i Nebevi, ilk inşa edilişinden sonra bir takım genişletme faaliyetleri gördü. Hayber'in fethinden sonra Resulullah (a.s), mescidi bir miktar genişletmişti. Resulullah (a.s), vefatından kısa bir müddet önce, Hz. Ebu Bekir'in kapısı hariç odalardan mescide açılan bütün kapıları kapattırmıştı.[303] Resulullah (a.s) vefat ettiğinde Hz. Âyşe (r.anha)'ye ait odada defnedilmiştir.

 

İlk ciddi genişletme, Hz. Ömer (r.a)'ın hilâfeti zamanında yapıldı. Güney tarafından beş, Batı ve Kuzey taraflarından da onar metre ilave yapıldı. Doğu tarafına ilâve yapılmadı ve Resulullah (a.s)'ın hanımlarının odaları olduğu gibi kaldı. Kuzey, doğu ve batı duvarlarında ikişer tane olmak üzere, kapı sayısı altıya çıkarıldı. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer vefat ettiklerinde Peygamber (a.s)'ın yanına defnedilmişlerdir.

 

Hicretin yirmi dokuzuncu yılında Hz. Osman (r.a), mesciti yeniden inşa ettirdi. Duvarları süslü taş ile yeniden örüldü. Taş sütunlar kullanılarak mescitin bir kısmının üzeri kapatıldı. Kapılarının sayısında bir değişiklik yapılmadı. Bu yenileme ile mescitin genişliği yüz elli zıra, uzunluğu ise yüz altmış zıra'a çıkmıştır.[304]

 

Emevîler zamanında, Medine Valisi Ömer b. Abdülaziz eliyle mescit yeniden inşa ettirildi. Hicrî seksen sekiz'den, doksan bire kadar süren çalışmalarla mescit, doğu, batı ve kuzey yönlerinden genişletilmişti. Peygamber (a.s)'ın hanımlarının odaları Mescide katılmıştır.[305] Resulullah (a.s)'ın kabr-i şerifleri Hz. Âişe (r.anh) validemizin odasında bulunduğu için bu odanın sadece bir bölümü mescite dahil edildi.

 

Mescitin duvarları taş ve kerpiç kullanılarak yapılmış ve mermerlerle kaplanarak süslenmişti. Tavanı da Hindistan'da yetişen saac ağacı ile örtüldü ve altın suyu ile yaldızlandı. Bu yenileme ile mescitin uzunluğu ikiyüz zıra, genişliği de yüz altmış yedi zıra çıkmıştır. Sütunları mermerden yapılarak, sütun başlıkları altınlarla süslendi. Eyvanların yapımında taşlar kurşun kullanılarak birbirine geçirilip sağlamlaştırıldı. Ravza-ı Mutahhara (Resulullah (a.s)'nın kabrinin bulunduğu yer)'ın tavanı saac ağacı ile örtülerek yazılarla süslendi. İlk olarak mihrab ve dört tane de minare yapıldı.

 

Abbasîlerden el-Mehdî, Hicrî 162-778'de kuzey tarafından genişleterek, üç yıl süren çalışmalarla mesciti yeniledi. Yine 202 (817) yılında Me'mun, mesciti tekrar restore ettirdi.

 

576 (1180) yılında en-Nasır Lidinillah, Resulullah (a.s)'den kalan değerli eşyayı muhafaza etmek için mescitin sahnında kubbeli bir oda yaptırdı. Hz. Âişe (r.anh)'ın sakladıklarından bulabildiklerini buraya koydu. Bunlar; Resulullah (a.s)'ın vefat ettiği zaman giymekte olduğu çuhadan yapılmış rida ve izar, atlas kumaş ile işlemeli şal bir cübbe, Bürde-i Saadet, seccade, sancaklar, bir kısım resmi evrak ve Ashabdan bazılarına ait bir takım eşyadan ibaretti.

 

654 (1256) yılının Ramazan ayının ilk cuma günü, kandilleri yakan kandilcinin ihmali, kutsal emanetlerin korunduğu sahndaki kubbeli oda hariç, mescidin tamamen yanmasına sebep olmuştu. Abbasîler'den el-Mu'tasım, 655 (1257) yılı hac mevsiminde ustalar ve malzeme göndererek mescitin yeniden inşa edilmesini sağladı. Yemen Meliki Muzaffer ve Mısır Meliki Nureddin Ali İbn Mu'iz'in de iştirak ettiği bu çalışmalarla hücre-i nebeviye ve duvarların bir kısmı yeniden yapılmıştı. Melik Muzaffer, Yemen'de yaptırdığı sanat değeri çok yüksek bir minberi de Mescite yerleştirmişti. Ancak, imar işi tamamlanamamıştı. 685 (1295)'de Baybars, yarım kalan inşaatı tamamladı ve küçük bulduğu Melik Muzaffer'in minberini kaldırarak yerine, Mısır'dan getirttiği daha büyük ve sanat bakımından daha zarif bir minberi yerleştirdi. 886 (1481) Ramazanının 13. günü minarelerden birine isabet eden yıldırım, mescitin yanarak, duvarlarının yıkılmasına sebep oldu. Minber, mushaflar ve kitapların tamamı yandı. Ravza-ı Mutahhara ve sahndaki kubbeli oda bu yangından zarar görmemişti.

 

Mısır Memlûk Sultanı Eşref Kaytabay, Emir Sankar el-Cemalî'yi kalabalık bir usta kafilesiyle Medine'ye gönderdi.

 

Mescit biraz genişletilerek duvarlar ve minberler yeniden inşa edildi. Mihrabı da biraz genişleterek, üzerini, çevresindeki direklerin başlıklarına oturtulan bir Kubbe ile kapadılar. Ravza-ı Mutahhara'nın duvarları üzerine de bir kubbe oturttular. Bunun üzerini de sütunların taşıdığı diğer bir kubbe ile kapadılar. Sonra, Ravza-ı Mutahhara ile kıble duvarı arasına, etrafını üç küçük kubbenin çevrelediği büyük bir kubbe yapıldı. Yapılan diğer bazı kubbelerle de mescitin bir kısmı örtülmüş oldu. Yeniden yapılan mihrap, renkli mermerler ile süslendi. Rahmet kapısının yanında Medrese-i Mahmudiye adıyla anılan bir medrese inşa edildi. Kaytabay, yapılan bu işler için yüzyirmibin dinar tahsis etmişti.

 

Osmanlılar döneminde Mescid-i Nebevî'nin bakımı titizlikle yerine getirilmiş ve tezyin edilmiştir. I. Mahmud, Ravza-ı Mutahhara'nın üzerinde bulunan kubbeyi yenileyerek, koyu yeşile boyadı. Bundan dolayı bu kubbe, Kubbetu'l-Hadra (yeşil kubbe) adıyla anılır. Mısır valisi Mehmed Ali Paşa da Mescid-i Nebevi'de birtakım restorasyon çalışmaları yapmıştır. Mescit, Abdulmecid tarafından yeniden inşa edilmiştir. Abdulmecid'in bu iş için seçtiği ustalar, Akik vadisinde bulunan Hedab denilen kayadan sütunlar ve taşlar kestiler. Mesciti parça parça inşa etmeye başladılar. Yani bir kısmını yıkıyor, yerini hemen yapıyorlardı. 1849-1861 yılları arasında on iki şene süren inşa çalışmaları ile mescit yeni baştan inşa edildi.

 

Mayıs 1953'te başlatılan diğer bir çalışma ile, ön kısmı hariç yeni baştan inşa edilerek bugünkü hale getirildi. İlk imar edildiğinde yaklaşık 2475 m. kare büyüklüğünde olan Mescid-i Nebî, tarih boyu süren çeşitli inşa faaliyetleri sonunda 12271 m. kare genişliğe ulaşmıştır. Bugün ise yeniden büyük genişletme çalışmalarıyla bu alan birkaç katına çıkarılacak şekilde büyütülmüş bulunmaktadır.

 

Mescid-i Nebevî'nin Fazileti

 

Mescid-i Nebevi, Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksa'dan sonra, yeryüzündeki mescitlerin en faziletlisidir. Bu konuda Resulullah (a.s)'den bir çok hadis varit olmuştur.

 

Mescid-i Nebî'de, bir bölüm vardı ki, Resulullah (a.s) burayı Cennet bahçelerinden bir bahçe olarak nitelemiştir. Ayrıca minberini de aynı şekilde vasıflandırmıştır.

 

Bir hadiste şöyle denilmektedir:

-"Resulullah, bir hurma kütüğüne yaslanarak hutbe okurdu. Ashabdan biri şöyle dedi: "Ya Resulullah! Senin için bir şey yapalım ki, cuma günü üzerine çıktığın zaman insanlar sizi görsün ve hutbenizi duyabilsinler" dedi. Bunun üzerine Resulullah; "olur" dedi. Üç basamaklı bir minber yapıldı. Daha önce yaslanıp hutbe okuduğu kütüğü geçince, kütükten on aylık gebe devenin inlemesi gibi iniltiler gelmeye başladı. Resulullah onu eliyle meshetti ve ses kesildi." [306]

 

Resulullah (a.s), bu minberin üzerine çıktığı zaman şöyle demişti:

"Evimle minberimin arası Cennet bahçelerinden bir bahçedir ve minberim de Cennet bahçelerinin üzerindedir."[307]

 

Diğer bir hadis de: "Evimle minberimin arası, Cennet bahçelerinden bir bahçedir ve minberim havzımın üzerindedir"[308] şeklindedir.

 

Minber hakkındaki başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır: "Minberimin ayakları Cennet üzerindedir."[309]

 

Bu hadisler, Mescid-i Nebevî'nin, Resulullah'ın minberi de dahil olmak üzere, minberi ile evi arasında kalan bölümün Cennet bahçelerinden birisi hükmünde olduğunu teyit ederek ortaya koymaktadır. Buna göre, burada bilinçli bir şekilde bulunan, namaz kılan veya başka bir ibadetde bulunan, yaptığı şeyleri Cennet bahçelerinden birinde yapmış gibidir.

 

Yeryüzünde namaz kılmak ve ziyaret etmek maksadıyla yolculuğa çıkılabilecek üç mescitten birisi Mescidi Nebî'dir. Bir hadis-i şerifinde Resulullah (a.s) şöyle buyurmaktadır: "Üç mescitten başka bir yere (ibadet etmek için) özel olarak yolculuk yapılmaz: Mescid-i Horam, Mescid-i Aksa ve Benim mescidim."[310]

 

Mescid-i Nebî'de kılınan namaz, diğer mescitlerde kılınan namazlardan çok daha faziletlidir. Sa'd ibn Ebi Vakkas (r.a)'dan Resulullah (a.s)'ın şöyle söylediği rivayet edilmektedir:

-"Mescitimde namaz, Mescid-i Haram hariç, diğer mescitlerde kılınan bin rekât namazdan daha hayırlıdır."[311]

Başka bir rivayette; "daha faziletlidir"[312] buyrulur.

 

Bunun içindir ki, hac farizasını ifa etmek için bu topraklara yönelen insanlar, bir müddet Medine'de kalarak Mescid-i Nebî'de ibadet etmenin güzelliklerinden faydalanmaya çalışırlar.

 

Namazın dışında, diğer hayırlı ameller için de Mescid-i Nebevî üstün bir mahaldir. Orada yapılan her ibadet kat kat fazlasıyla mükafatlandırılır. Bunun böyle olduğunu vurgulamak için Resulullah (a.s) bir hadisinde, Allah yolunda cihat ile kıyas yaparak şöyle buyurmaktadır:

-"Mescitime bir hayrı öğrenmek veya öğretmek için gelen, Allah yolunda cihat eden kimse gibidir. Bunun dışında gelen, başkasının kazancını seyreden kimseye benzer."[313]

 

Resulullah (a.s), Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksa yanında kendi mescidinin konumunu bildirmek maksadıyla şöyle demiştir:

-"Ben peygamberlerin sonuncusuyum. Mescitim de mescitlerin sonuncusudur."[314][315] Bu hadisler, zikredilen bu üç mescitin dışında inşa edilecek hiç bir mescitin, diğerlerinden farkı olmadığını ve fazilet bakımından birbirine denk olduğunu da ortaya koymaktadır.

 

Suffe Ashâbı (Ashâb-ı Suffe)

 

Ashâbu's-Suffe: Hz. Peygamber (a.s.)'ın mescidine bitişik sofada barınan ve islâmî tedrisatla meşgul olan sahabiler.

 

Suffe, eski evlerdeki seki, sed gibi yüksekçe eyvan demektir. Dilimizde buna sofa da denir. İslâm tarihinde "suffe" denilince, Hz. Peygamber (a.s.)'ın Medine'deki mescidinin bitişiğindeki bu isimle anılan yer anlaşılır. Burada barınan sahabîlere de "ashab-ı suffe" veya "ehl-i suffe" denir.[316]

 

Ashab-ı suffe ictimaî, siyasî ve askerî nedenlerle Medine döneminde ortaya çıkmıştır. Kavim ve kabileleri arasında İslâm'ı yaşama imkânı bulamayıp gerek Hz. Peygamber (a.s.)'le beraber Mekke'den ve gerekse muhtelif yerlerden Medine'ye hicret eden fakir, yeri, yurdu olmayan kimseler burada barınırlardı. İslâmiyet'te ilk yatılı medrese burası olmuştur. Bundan sonra buranın durumu örnek alınarak İslâm aleminde medreseler hep camilerin etrafına yapılmıştır.[317]

 

Medineli müslümanlar olan Ensar evini-barkını,bütün mal varlığını geride bırakarak şehirlerine hicret eden müslümanlara maddî ve manevi yönlerden çok yardımcı oldular. Fakat buna rağmen, yer-yurt sahibi yapılamıyan bazı kimsesiz müslümanların açıkta kalmaması için böyle bir yer yapıldı. Suffe ehlinin ihtiyaçlarıyla Hz. Peygamber (a.s.) bizzat ilgilenir, Beytü'l-mâl'e ve kendisine gelen malların büyük bir kısmını onlara ayırırdı. Kendisinin yetişemediği hâllerde Ashab'a tavsiye eder, evlerine Suffe ehlinden götürebilecekleri kadar misafir almalarını söylerdi. Bu sebeple bunlara: "Edyâfu'l-müslimîn" (Müslümanların Misâfirleri) de denilmiştir.[318] Suffe ehlinin ihtiyaçlarıyla Peygamberimiz, kendi ailesinin ihtiyaçlarından daha çok ilgilenirdi. Bir defasında, değirmen çekmekten yorgun düşğü için bir hizmetçi isteğinde bulunan kızı Fâtıma'ya peygamberimiz:

-"Kızım! sen ne diyorsun? Ben, daha henüz Ehli Suffe'nin ihtiyaçlarını temin edebilmiş değilim."[319] demişti.

 

Ashab-ı Suffe hayatlarını Peygamber medresesinden ilim ve irfan tahsil etmeye adamış seçkin kimselerdir. Bunlar daima Mescid-i Nebevî'de bulunurlar, kendilerini ilim ve ibadete verirler, hep oruçlu olurlar, Kur'an tahsil ederler, Hz. Peygamber'in vaz ve irşâdını dinlerler, onunla beraber savaşlara iştirak ederlerdi. Onların geçimleriyle bizzat Hz. Peygamber ilgilenir ve ashabın zenginlerini de onla ra yardım etmeye teşvik ederdi.

 

Gücü kuvveti yerinde olan Suffeliler, dağdan sırtlarında odun taşımak dahil olmak üzere ellerinden gelen işleri yapıyor, mümkün mertebe ihtiyaçlarını sağlamaya çalışıyorlardı. Yoksa Suffe, bir tembeller yuvası değildi. Son derece ihtiyaç ve zaruret içinde olsalar da, iffet ve vakarları onlara, başkalarından bir şey istemeye izin vermiyordu. Şu ayetin onlar hakkında indirildiği rivayet edilir.[320]

 

لِلْفُقَرَاءِ الَّذينَ اُحْصِرُوا فى سَبيلِ اللّهِ لَا يَسْتَطيعُونَ ضَرْبًا فِى الْاَرْضِ يَحْسَبُهُمُ الْجَاهِلُ اَغْنِيَاءَ مِنَ التَّعَفُّفِ تَعْرِفُهُمْ بِسيميهُمْ لَا يَسَْلُونَ النَّاسَ اِلْحَافًا وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ خَيْرٍ فَاِنَّ اللّهَ بِه عَليمٌ

 

"Sadakalarınızı, kendilerini Allah yoluna adayıp yeryüzünde dolaşamayanlara; hayalarından dolayı, kendilerini tanımayanların zengin sandıkları yoksullara verin. Onları yüzlerinden tanırsın; yüzsüzlük ederek insanlardan bir şey istemezler. Sarfettiğiniz iyi bir Şeyi, Allah Şüphesiz bilir."[321]

 

Peygamberimize bir şey ikram edildiği zaman Efendimiz, ne maksatla getirildiğini sorardı. Sadaka olduğu söylenirse kendisi kabul etmez Ashabı Suffe'ye gönderirdi. Şayet hediye olduğu söylenirse, bir kısmını ailesi için alıkor, bir kısmını yine Ashab-ı Suffe'ye gönderirdi.

 

Buhârî'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifde Resulullah (a.s.):

-"İki kişilik yiyeceği olan, Ashab-ı Suffe'den bir üçüncüsünü, dört kişilik yiyeceği olan, bir beşincisini, yahut da altıncısını alıp birlikte götürsün" buyurmuş ve bizzat kendisi on tanesini evine götürmüştür. Ebû Bekir (r.a.) da üç tanesini götürmüştür."[322]

 

Suffede sadece, kimsesiz sahabîler değil, zaman zaman, sevgili peygamberimizi görmek için gelen ve kalacak başka bir yeri olmayan misafirler de kalıyordu. Bunun yanında, evlenip ev-bark sahibi olarılar da Suffe'den ayrılıyordu. Bunun için, Ehli Suffe'nin sayısı daima aynı kalmamıştır. Kaynakların bildirdiğine göre Suffeliler'in sayısı; 10-30-70-90-400 arasında değişmektedir. Bu rakamlar da, sayılarının zaman zaman değiştiğini göstermektedir.

 

Peygamberimiz Suffe ehlinin sadece maişetiyle değil, ibadet ve ilim hayatıyla da yakından ilgileniyordu. Şu hadise bunu göstermektedir: "Bir gün Resulullah (a.s.) evinden çıkarak mescide girdi. Mescidde iki halk ile karşılaştı. Bunlardan biri Kur'an okuyor ve Allah'a dua ediyor, diğeri ise ilim öğreniyor ve öğretiyordu. Bunları görünce,

-"İkisi de hayır işliyorlar. Bunlar Kur'an okuyor ve Allah'a dua ediyorlar. Allah, dilerse verir, dilerse vermez. Ama şunlar, ilim öğreniyor ve öğretiyorlar. Şüphesiz ben bir muallim (öğretmen) olarak gönderildim" buyurdu ve ilimle meşgul olanların yanına oturdu."[323]

 

Bu iki topluluk da Ehli Suffe'den idi. Çünkü onlar, gündüzleri mescidde ilim ve ibadetle meşgul olur, Suffe'yi yatakhane ve ilmî müzakere yeri olarak kullanırlardı.[324] İlimle meşgul olan Suffe ehline başta Kur'an-ı Kerîm olmak üzere; yazı, hadisler, çeşitli dînî bilgiler öğretiliyordu. Öğretmenleri ise; başta sevgili Peygamberimiz olmak üzere, Abdullah b. Mes'ud, Übey b. Ka'b, Muaz b. Cebel, Ebu'd-Derdâ, Ubâde b. es-Sâmit gibi bilgin sahabîler idi. Ehli Suffe ilme son derece düşkündü. Dünyevî meşgaleleri de olmadığı için zamanlarının çoğunu, ilmî müzakerelere ve Peygamberimizle beraber olmaya verebiliyorlardı. Belki de Peygamberimiz, böyle bir imkânın doğması için onların ihtiyaçlarını gidermeye bu kadar ihtimam göstermiştir.

 

Ashab arasında,1000'den fazla hadis rivayet edenlere "Müksirûn: Çok hadis rivayet edenler" denir ve bunların hepsi yedi sahabîdir. Bu yedi sahabînin de üçü; Ebû Hüreyre, Abdullah b. Ömer, Ebû Saîd el-Hudrî idi. Bu sahabîlerden Ebû Hüreyre şöyle der:

-"Benim fazla hadis rivayet etmem çok görülmesin! Muhacir kardeşlerimiz çarşıda, pazarda ticaretle, Ensar kardeşlerimiz de tarlada bahçede ziraatle uğraşırken Ebu Hüreyre, boğaz tokluğuna Peygamber'in mübarek nasihatlarını ezberliyor, onların şahit olmadığı olaylara şahit oluyordu."[325]

 

İlme ve Hz. Peygamber'in yanında olmaya düşkünlüğünden olsa gerek ki, Hz. Ömer'in oğlu Abdullah, Suffe'de kalmayı, Mescid-i Nebevî'ye hayli uzak olan baba evine tercih etmiş ve ilimle, hadis öğrenme ile daha fazla meşgul olmuştur.

 

Peygamber Efendimiz Suffe'de yetişen bu elemanları, bilgi ve kabiliyetlerine göre çeşitli hizmetlerde kullanıyordu. Meselâ;

 

Yeni müslüman olan kabilelere Kur'an ve diğer dînî bilgileri öğretmek, onları İslâmî yönden eğitmek için Ehli Suffe'den muallim ve mûrşidler görevlendiriyordu. Raci' ve Bi'ri Maûne vak'alarında kalleşçe şehit edilen yetmiş kurrâ, böyle bir göreve giderken müşrikler tarafından şehit edilmişti. İslâm'ı öğrenmek için kısa bir süre Medine'ye, Hz. Peygamber'in yanına gelenler; bir taraftan sevgili Peygamberimiz'le görüşürken, öbür taraftan, bilhassa Suffe ehlinden olan muallimlerden çeşitli İslâmî bilgileri öğreniyorlardı. Peygamberimiz, Suffe ehlinden olan Bilâl-i Habeşi ve Abdullah b. Ümmü Mektûm'u müezzinlikle görevlendirmişti.

 

Kısacası Suffe; leylî-meccânî (parasız-yatılı) bir eğitim ve öğretim yuvası, çeşitli hizmetler için de hazır bir kuvvet idi.

 

Ehli Suffe'den olan ve yukarıda ismi geçen sahabîlerden başka, bu babda Ebû Zerr el-Gıfârî, Huzeyfe, Ammar, Habbâb, Ebû Hüreyre, Selmân-ı Fârisî, Suheybi'r-Rûmî, Ukbe b. Âmir, Ükkâşe, Abdullah b. Mesud, Berâ b. Mâlik gibi önemli sahabileri sayabiliriz.

 

Farz Namazların Dört Rekat Olması

 

Mirâçtan önce Müslümanlar akşam ve sabah olmak üzere iki vakit namaz kılıyorlardı. Beş vakit namaz mirâçta farz kılındı. Ancak, Hicretten önce, akşam namazının farzı üç rekât, diğer vakitlerin hepsi de ikişer rekâttı, Hicretten sonra, öğle, ikindi ve yatsı namazlarının farzları dört rekâta çıkarıldı. Sefer zamanlarında ise ilk farz kılındığı sayıda bırakıldı.[326]

 

Ezân'ın Meşrûiyeti

 

Mekke'de iken ibâdetler gizli yapılıyor, namazlar tenha yerlerde edâ ediliyordu. Bu îtibarla Müslümanları namaz ve ibâdet vakitlerinde bir araya toplamak için herhangi bir dâvet alâmetine ihtiyaç görülmüyordu.

 

Medîne'ye gelindiğinde, ilk günlerde önceki alışkanlıkla mü'minler namaz vakitleri yaklaştığı zaman bir araya toplanıp vaktin gelmesini bekliyorlardı. Fakat bir müddet sonra Müslümanların çoğaldığı, Mekke'deki gibi mâniâlar olmadığı için cemaatın ibâdet mahallinde toplanması ve vaktin geldiğinin haber verilmesi için bir alâmete ihtiyaç hâsıl oldu. Allah Rasûlü, Mescîd-i Nebevi'nin yapılmasından sonra, bu hususu Ashâbıyla iştişare etti. Bâzıları boru çalınmasını, bâzıları çan çalınmasını, bâzıları yüksek bir yerde ateş yakılmasını ileri sürdüler. Bunlar, gayrimüslimlere benzerlikten kaçınmak için uygun görülmedi. Bu arada, Hz.Ömer yüksek bir yerden nidâ olunmasını teklif etti. Bu fikir kabul edildi. Peygamberimiz'in emriyle Hz.Bilâl, namaz vakitlerinde "Esselât-ü Câmiatün (Cemaatle namaza)" diye nidâ etmeğe, seslenmeğe başladı. Bu hâl Ensârdan Hz.Abdullah ibn-i Zeyd'in bir rüyâsını gelip Rasûlüllah'a anlatmasına kadar devam etti. Nihâyet bu zâtın rüyâsı ve bunu teyid eden diğer Sahabilerin rüyâları üzerine ezan, şimdiki tertibi ile sünnet kılındı.

 

Hz.Bilâl'in sesi güzeldi. Rasûlüllah'ın emri üzerine Hz. Bilâl ezan okumağa memur edildi. Mescid'in yanıbaşındaki yüksek evin damına çıkar, tatlı sesiyle ezan okur, Allâh'ın büyüklüğünü îlan ederek, müslümanları namaza davet ederdi.

 

Ezân, şeâir-i İslâmiye'dendir. Rasûlullah (as.)'ın sünneti ve daha sonra inen âyetlerle de sâbittir.[327]

 

 

 

6 - Kardeşlik

 

 

Hz.Peygamber (as), Mekke’den Medine’ye hicret ettikten sonra manevi, ictimai, iktisadi ve insani maksatlarla muhacirleri, kendi aralarında kardeş ilan ettiği gibi, Muhacirlerle Ensar arasında da din kardeşliği esasına dayalı bir kardeşlik kurmuştur.

 

¢é Û  3î©Ó ¢é £ãªa ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa  ó¡™ ‰  §Ù¡Ûb¨ß ¡å¤2 ¡ ã ªa ¤å Ç g

 ü  4b Ó  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü •  £ó¡j £äÛa  £æ ªa  Ù Ì Ü 2 ªa

¢é¨£ÜÛa ó £Ü • ¢£ó¡j £äÛa  Ñ Ûb y ¤† Ó  4b Ô Ï ¡â5¤¡üa ó©Ï  Ñ¤Ü¡y

Pô©‰a … ó©Ï ¡‰b –¤ã üa  ë §)¤í Š¢Ó  å¤î 2  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç

 

İmam-ı Buhar-i’nin Hz.Enes (ra)’dan rivayetine göre Hz.Peygamber (as), Muhacirun ve Ensar’dan kırk beşerden dok zan kişiyi Enes b. Malik’in evine davet etti: “İslam dininde hılf yoktur, din kardeşliği vardır” buyurarak bu doksan kişi arasında ikişer ikişer kardeşlik akdetti ve bunun sorumluluklarını her iki tarafa da izah etti."[328]

 

Bu kardeşlerden bazılarını ikişer ikişer sıralayalım:

Muhacirler:                                                   Ensar:

Ebu Bekir es-Sıddık                                 Harice b. Züheyr

Ömer b. El-Hattab                                        Itban b. Malik

Ebu Ubeyde b. El-Cerrah               Sad b. Muaz

Abdurrahman bin Avf                             Sad İbn Rebi 

Zübeyr b. Avvam                                    Seleme b. Seleme

Osman b. Affan                                       Evs b. Sabit    

Mus’ab b. Umeyr                                    Ebu Eyyüb vb...

Kur’an-ı Kerim’de yüce Allah bu olayı şöyle takdir eder:

 

اِنَّ الَّذينَ امَنُوا وَهَاجَرُوا وَجَاهَدُوا بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ فى سَبيلِ اللّهِ وَالَّذينَ اوَوْا وَنَصَرُوا اُولئِكَ بَعْضُهُمْ اَوْلِيَاءُ بَعْضٍ وَالَّذينَ امَنُوا وَلَمْ يُهَاجِرُوا مَا لَكُمْ مِنْ وَلَايَتِهِمْ مِنْ شَىْءٍ حَتّى يُهَاجِرُوا وَاِنِ اسْتَنْصَرُوكُمْ فِى الدّينِ فَعَلَيْكُمُ النَّصْرُ اِلَّا عَلى قَوْمٍ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُمْ ميثَاقٌ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصيرٌ

 

“İman edip de hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve (muhacirleri) barındırıp yardım edenler var ya, işte onların bir kısmı diğer bir kısmının dostlarıdır. İman edip de hicret etmeyenlere gelince, onlar hicret edinceye kadar size onların mirasından hiçbir pay yoktur. Eğer onlar din hususunda sizden yardım isterlerse, sizinle aralarında sözleşme bulunan bir kavim aleyhine olmaksızın (o Müslümanlara) yardım etmek üzerinize borçtur. Allah yapacaklarınızı hakkıyla görmektedir.”[329]

 

Özel olarak Sahabeleri destekleyen bu ayeti kerime genel de ise:

 

; æì¢à y¤Š¢m ¤á¢Ø £Ü È Û  é¨£ÜÛa aì¢Ô £ma ë ¤á¢Ø¤í ì  a  å¤î 2 aì¢z¡Ü¤• b Ï ¥ñ ì¤¡a  æì¢ä¡ß¤ªì¢à¤Ûa b à £ã ¡a

 

“Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki esirgenesiniz”[330]

 

Bu ayeti kerime hükmü umumileştirerek, kardeşliğin yardımlaşma, birbirine destek olma, öğüt verme, öğüt alma.... Tarzında her zaman yürürlükte kalmış ve bu anlamda ayetin hükmü bütün müminleri içene almaktadır.  

 

Efendimiz (as) hadislerinde Müslüman kardeşliğin önemini hakkında şu tavsiyelerde bulunmuştur:

 

¢é¢m¤Š £î È Ï ¦5¢u ‰ ¢o¤j 2b   4b Ó ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa  ó¡™ ‰ §£‰ ‡ ó¡2 a ¤å Ç g

b í  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü • ¢£ó¡j £äÛa ó¡Û  4b Ô Ï P¡é¡£ß¢b¡2

¤á¢Ø ãa ì¤¡a P¥ò £î¡Ü¡çb u  Ùî¡Ï ¥ªë¢Š¤ßa  Ù £ã¡a  ¡é¡£ß¢b¡2 ¢é m¤Š £î Ç ªa §£‰ ‡b 2 a

¢ê좠a  æb × ¤å à Ï P¤á¢Øí¡†¤í a  o¤z m ¢é¨£ÜÛa ¢á¢è Ü È u ¤á¢Ø Û ì 

P¢ j¤Ü í b £à¡ß ¢é¤¡j¤Ü¢î¤Û ë ¢3¢×¤ªb í b £à¡ß ¢é¤à¡È¤À¢î¤Ü Ï P¡ê¡† í  o¤z m

P¤á¢çì¢äî¡Ç b Ï ¤á¢çì¢à¢n¤1 £Ü × ¤æ¡b Ï P¤á¢è¢j¡Ü¤Ì í b ß ¤á¢çì¢1¡£Ü Ø¢m  ü ë

 

Ebû Zer radiya'llâhu anh'den: Şöyle demiştir: (Bir kere) bir adamla sövüştük de onu anasından dolayı ayıpladımdı. Nebiyy-i Mükerrem salla'llâhu aleyhi ve sellem bana buyurdu ki: Ey Ebû Zer, onu sen anasından dolayı mı ayıplıyorsun? (Demekki) sen, içinde (henüz) Câhiliyyet (ahlâkı) kalmış bir kimse imişsin. (Ondan sonra buyurdu ki:) Zîr-i destânınız, sizin öyle kardeşlerinizdir ki Allâhu Teâlâ onları sizin yed (mülk ve kudret) inize tevdî' etmiştir. Her kimin eli altında kardeşi bulunursa ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onlara güçleri yetmeyecek (zahmetli) bir iş yüklemeyiniz. Şayet yüklerseniz onlara yardım ediniz."[331]

 

¢é¨£ÜÛa ó £Ü • ¡é¨£ÜÛa  4좠‰  £æ ªa ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa  ó¡™ ‰ ¢é¤ä Ç ë g

¢é¢à¡Ü¤Ä í  ü ¡á¡Ü¤¢à¤Ûa a좠ªa ¢á¡Ü¤¢à¤Ûa  4b Ó  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç

¢é¨£ÜÛa  æb × ¡éî© ªa ¡ò ub y ó©Ï  æb × ¤å ß  ë ¢é¢à¡Ü¤¢í  ü ë

¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa  x £Š Ï ¦ò 2¤Š¢× §á¡Ü¤¢ß ¤å Ç  x £Š Ï ¤å ß  ë ¡é¡n ub y ó©Ï

¢ê Š n  b¦à¡Ü¤¢ß  Š n  ¤å ß  ë ¡ò ßb î¡Ô¤Ûa ¡â¤ì í ¡l Š¢× ¤å¡ß ¦ò 2¤Š¢×

P¡ò ßb î¡Ô¤Ûa  â¤ì í ¢é¨£ÜÛa

 

Yine İbn-i Ömer radiya'llâhu anhümâ'dan rivâyet olunduğuna göre: Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem: [Her Müslüman Müslüman’ın (din) kardeşidir. Müslüman Müslüman’a zulm etmez; Müslüman Müslüman’ı (başına gelen musîbette) terk etmez de; hangi Müslüman ki (Müslim) kardeşinin hâcetinde bulunursa, Allah da onun hâcetini kazâ eder; (Müslüman bir kul din kardeşinin yardımında bulundukça Allah da ona yardımda bulunur;) hangi Müslüman ki, bir Müslüman’dan dünyâ darlığını giderip şâd ederse, Allah da Kıyâmet gününde onun gussasını giderip mesrûr eder. Kim ki Müslüman kardeşi (nin dünyâda aybı) nı örterse, Allah da kıyâmet gününde onun ayıbını örter] buyurmuştur."[332]

 

¢4좠‰  4b Ó  4b Ó ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa  ó¡™ ‰ §Ù¡Ûb ß ¡å¤2 ¡ ã ªa ¤å Ç g

b¦à¡Ûb Ã  Úb  ªa ¤Š¢–¤ãa  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü • ¡é¨£ÜÛa

b¦ßì¢Ü¤Ä ß ¢ê¢Š¢–¤ä ã a ˆ¨ç ¡é¨£ÜÛa  4좠‰ b í  4b Ó b¦ßì¢Ü¤Ä ß ¤ë ªa

P¡é¤í † í  Ö¤ì Ï ¢ˆ¢¤ªb m  4b Ó b¦à¡Ûb Ã ¢ê¢Š¢–¤ä ã  Ñ¤î Ø Ï

 

Enes İbn-i Mâlik radiya'llâhu anh'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: (bir kere) Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem:

- (Ey mü'min! Mü'min) kardeşine, ister zâlim olsun, ister mazlûm olsun, yardım et! buyurmuştu. Birisi:

- Yâ Resûlallâh! Şu mazlûm olan kişiye yardım edebiliriz. Fakat o zâlime nasıl nusrat ederiz? diye sordu. Resûl-i Ekrem:

- Zâlimin iki elinin üstünü tutarsın! diye cevap verdi."[333]

 

¢4좠‰  4b Ó  4b Ó ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa  ó¡™ ‰  ñ Š¤í Š¢ç ó©2 ªa ¤å Ç g

¥ò à¡Ü¤Ä ß ¢é Û ¤o ãb × ¤å ß  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü • ¡é¨£ÜÛa

 3¤j Ó  â¤ì î¤Ûa ¢é¤ä¡ß ¢é¤Ü £Ü z n î¤Ü Ï ¥õ¤ó ( ¤ë ªa ¡é¡™¤Š¡Ç ¤å¡ß ¡éî© ªü

¥|¡Ûb • ¥3 à Ç ¢é Û  æb × ¤æ¡«a ¥á ç¤‰¡…  ü ë ¥‰b äí©…  æì¢Ø í  ü ¤æ ªa

¥pb ä  y ¢é Û ¤å¢Ø m ¤á Û ¤æ¡«a  ë ¡é¡n à¡Ü¤Ä ß ¡‰¤† Ô¡2 ¢é¤ä¡ß  ˆ¡¢ªa

P¡é¤î Ü Ç  3¡à¢z Ï ¡é¡j¡yb • ¡pb¨÷¡£î  ¤å¡ß  ˆ¡¢ªa

 

Ebû Hüreyre radiya'llâhu anh'den Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu dediği rivâyet edilmiştir: “Kim ki, uhdesinde (bir din) kardeşinin nefsine, yahut malına tecâvüzden mütevellid hak bulunursa -dînâr, dirhem bulunmayan (kıyâmet günü gelmez) den evvel- bu gün (dünyâ) da mazlumdan o hakkı bağışlamasını istesin!. (İstihlâl edilmediği sûrette) zâlimin amel-i sâlihi bulunursa, ondan (kıyâmet günü) zâlimin zulmü mikdârı alınır (da mazlûma verilir). Eğer zâlimin hasenâtı bulunmazsa mazlûmun seyyi-âtından alınıp zâlim üzerine yükletilir.”[334]

 

  4b Ó  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü • ¡£ó¡j £nÛa ¡å Ç ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa  ó¡™ ‰ § ã a ¤å Ç g

P¡é¡¤1 ä¡Û ¢£k¡z¢í b ß ¡éî¡ ü  £k¡z¢í ó £n y ¤á¢×¢† y a ¢å¡ß¤ªì¢í  ü

 

Enes (b. Mâlik) radiya'llâhu anh'den: Şöyle demiştir: Nebiyy-i Muhterem salla'llâhu aleyhi ve sellem Hazretleri buyurdu ki: "Hiç biriniz, kendiniz için arzu ettiğinizi kardeşiniz için de arzu etmedikçe îmân etmiş olmaz."[335]

 

Sonuç olarak; kardeşliğin müsbet neticeleriKurulan bu kardeşlik kısa zamanda müsbet neticesini verdi. Cemiyetin muhtelif tabakaları bu kardeşlik sayesinde birbirleriyle kaynaştı. Bu kardeşlik, kabilecilik gurur ve adavetini de ortadan kaldırdı. Bu suretle niyetleri kudsî, gayeleri ulvî, içleri dışları nur, faziletli bir cemiyet meydana geldi. Bu kardeşliğin diğer bir müsbet neticesi ise şu idi: Peygamber Efendimiz, herhangi bir sefere çıkacağı zaman, kardeşlerden birini beraberinde götürür, diğerini ise her iki âilenin mâişetini temin etmek, idaresini yürütmek için Medine'de bırakırdı. Böylece evleri sahipsiz ve hâmisiz kalmıyordu. Ensarın, Muhacir kardeşlerine gösterdikleri bu eşsiz samimiyet, misafirperverlik, kadirşinaslık, cömertlik, fedakarlık ve feragâtı Cenâb-ı Hak indirdiği âyet-i kerimesiyle ilân edip bu davranışlarını medhetti:

 

وَالَّذينَ تَبَوَّؤُ الدَّارَ وَالْايمَانَ مِنْ قَبْلِهِمْ يُحِبُّونَ مَنْ هَاجَرَ اِلَيْهِمْ وَلَا يَجِدُونَ فى صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِمَّا اُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلى اَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ وَمَنْ يُوقَ شُحَّ نَفْسِه

 

"Daha önce Medine'yi yurt edinmiş ve îmânı kalblerinde yerleştirmiş olanlara gelince: Onlar, kendi yurtlarına hicret eden din kardeşlerini severler, onlara verilen şeyden dolayı gönüllerinde bir kıskançlık duymazlar ve kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile onları kendi nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin ihtiraslarından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendisidir."[336]

 

Evet, kurulan bu ma'nevi kardeşlik hiç bir milletin tarihinde rastlanmayacak eşsiz bir şeref tablosudur. Bu kardeşlik neticesinde meydana gelen dayanışma, yardımlaşma, hayırseverlik, İslâmın inkişâfa başlaması dönemine rastlamış olması bakımından da oldukça mühim bir tesir icra etmiştir. Hiç tereddüt etmeden denilebilir ki, çeyrek asır zarfında İslâm nûrunun âlemin her tarafına yayılması, İran'ın tamamen fethi, Doğu Roma İmparatorluğunun tehdid edilmesi hep bu dinî kardeşliğin resaneti [kuvvet] eseridir.

 

Muhacirlerin Kendi Aralarında Kardeş Yapılması

 

Resûl-i Ekrem Ayrıca, Muhacir Müslümanlar arasında da kardeşlik kurdu.Bir gün, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer elele tutuşmuş geliyorlardı. Bu samimi manzarayı seyreden Peygamber Efendimiz, yanındaki Sahabîlere,

-"Nebîler ve Resûllerden başka, bütün önceki ve sonrakilerden Cennetlik olanların kemâl çağına erenlerinden iki büyüğüne bakmak isteyen, şu gelenlere baksın"[337] buyurdu, sonra da onları birbirine kardeş yaptı. Resûl-i Ekrem, Mekkeli Müslümanları teker teker birbirlerine kardeş yapıyordu. O sırada Hz. Ali çıkageldi. Gözyaşları arasında şöyle dedi:

-"Yâ Resûlallah, sen Sahabeleri birbirine kardeş yaptın. Benimle hiçbir kimse arasında kardeşlik kurmadın?"

Peygamber Efendimiz,

-"Yâ Ali, sen dünyada ve Âhirette benim kardeşimsin"  buyurarak gözyaşlarını dindirdi.[338]

 

 

 

7 - Medine Vesikası

 

İlk İslâm Devleti

Peygamber Efendimiz, on üç senelik Mekke devrinde mesâisini tamamıyla îmân esaslarını anlatmaya hasretmişti. Bu îmânî hizmet sayesinde bir çok kimse İslâmın saâdetli sinesine koşmuştu. İmanlı insanların sayısı çoğalmış ve Müslümanlar gözle görülür bir kuvvet haline gelmişlerdi. Ancak buna rağmen bu devrede İslâm düşmanlarına karşı her türlü maddî mukabele yasaktı. Müslümanların tek silahı vardı, o da sabırdı. Fakat, Hicret ile yeni bir muhite gelinmişti. Şartlar tamamıyla değişmişti. Müslümanlar îmânlarının gereği olan herşeyi serbestçe yapabiliyorlardı.Hz. Resûlullahın Medine'ye gelir gelmez gerçekleştirdiği en mühim iş, daha önce bahsedildiği gibi, Muhacirlerle Ensarı kardeş yapmış olmasıydı.

 

Efendimiz bununla Müslümanlar arasında kuvvetli bir ittifak kurmuş oluyordu. İslâmın ırk, dil, sınıf ve coğrafi ayrılıkları tanımayan kardeşlik müessesesi böylece tarihte ilk defa gerçekleşiyordu.Ancak bununla herşeyin bitmediği muhakkaktı. Medine'de yalnız Müslümanlar yaşamıyorlardı. Bu yeni muhitte Musevîler, müşrik Araplar ve bazı Hıristiyanlar da vardı ve haliyle mütecânis olmayan bir manzara arzediyorlardı. Buna bir de Arap kabileleri arasındaki tükenmek bilmeyen rekabet ve çatışmalar ile Yahudîlerle Araplar arasındaki anlaşmazlıkları katarsak, bu yeni muhitin ne büyük bir karışıklık içinde olduğunu kolayca anlayabiliriz.Meselenin asla küçümsenmeyecek bir başka tarafı daha vardı: Mekkeli müşriklerin her an Medine üzerine yürüyebilecekleri hususu. Aralarında devam eden soğuk harb her an sıcak harbe dönüşebilirdi.

 

İşte Peygamber Efendimizin önünde böylesine mühim meseleler duruyor ve bunlar hal çaresi bekliyordu.Bu yeni muhitte, Müslüman olmayan unsurlarla anlaşmak, cemiyete bir teşkilatlanma ruhu ve havası getirmek icab ediyordu. Adlî, askerî, siyasî bir takım esasların tesbiti lüzumu vardı. Henüz hicretin l. yılı bitmiş değildi. Resûl-i Ekrem Efendimiz, bütün Medine ahalisinin temsilcilerini Enes bin Mâlik evinde bir araya topladı. Maksat, bazı içtimâi prensiplerin düzenlenmesi idi. Yapılan konuşmalar neticesinde bu prensipler düzenlendi ve derhal yürürlüğe kondu. Mühim maddeler yazıldı ve taraflarca imzalandı. Bu maddeler Hz. Resûlullahın başkanlığında teşekkül eden İlk İslâm Devletinin anayasasıydı. Hatta bu vesika, sadece ilk İslâm devletinin anayasası olmakla da kalmamakta, aynı zamanda bütün dünyada yazılı ilk anayasalardan birini teşkil etmekteydi. Bu anayasa ile Medine halkı artık diğer insanlardan ayrı bir millet teşkil etmiş oluyorlardı.[339]

 

"Medine - Şehir -  Devletinin   Anayasası" başlığında. Medine vesikası denilen maddelerin 47 olduğun rivayet edilmiştir. Bunlar:

Madde 1- Bu  kitap (yazı).  Peygamber Muhammed tarafında Kureyşli ve Yesribli Müminler ve Müslümanlar ve bunlara tabi olanlarla yine  onlara sonradan iltihak  etmiş olanlar ve onlarla beraber cihad edenler için (olmak üzere tanzim edilmiştir.)

Madde 2- İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet (camia) teşkil ederler.

Madde3-Kureyş'den olan muhacirler, kendi aralarında adet olduğu veçhile, kan diyetlerini ödemeye iştirak ederler ve onlar harb esirlerinin fidye-i necatını Mü'minler arasındaki iyi ve makul bilinen esaslara ve adalet umdelerine göre ödemeye iştirak edeceklerdir.

Madde 4- Benu Avf'lar, kendi aralarında adet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye  iştirak edeceklerdir ve her  zümre harp esirlerinin fidye-i necatını Müminler arasındaki iyi ve makul bilinen esaslara ve adalet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

Madde 5- Benu Haris'ler,  kendi  aralarında adet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini  ödemeye ve her zümre harp esirlerinin fidye-i necatını, Müminler arasındaki iyi ve  makul bilinen esaslara ve adalet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

Madde 6- Benu Saideler, kendi  aralarında  adet   olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan  diyetlerini ödemeye ve her zümre harp esirlerinin   fidye-i necatını, Müminler arasındaki   iyi ve  makul bilinen esaslara ve adalet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

Madde 7- Benu Ceşum'ler,  kendi aralarında adet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini  ödemeye ve her zümre harp esirlerinin fidye-i necatını, Müminler arasındaki iyi ve makul bilinen esaslara ve adalet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

Madde 8- Benu'n Neccar'lar, kendi aralarında adet olduğu veçhile, evvelki  şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre harp  esirlerinin   fidye-i necatını, Müminler arasındaki iyi ve makul bilinen esaslara ve adalet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

Madde 9-Benu Amr ibn Avf'lar, kendi aralarında adet olduğu veçhile,  evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre harp esirlerinin  fidye-i necatını, Müminler arasındaki iyi ve makul bilinen esaslara ve adalet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

Madde 10-Benu'n Nebit'ler, kendi aralarında adet olduğu veçhile, evvelki  şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir  zümre harp  esirlerinin  fidye-i necatını, Müminler arasındaki iyi ve makul bilinen esaslara ve adalet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

Madde 11-Benu'l  Evs'ler, kendi aralarında adet olduğu veçhile, evvelki şekiller  altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre harp esirlerinin fidye-i necatını, Müminler arasındaki iyi ve makul bilinen esaslara ve adalet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.

Madde 12-a) Müminler, kendi aralarında ağır mali mesuliyetler altında bulunan hiç kimseyi (bu halde) bırakmayacaklar, fidye-i necat veya kan diyeti  gibi borçlarını iyi ve makul bilinen esaslara göre vereceklerdir.

Madde 12-b) Hiçbir mü'min, diğer bir Mü'minin mevla (kendisi ile akdi kardeşlik rabıtası kurulmuş kimse) sına mümanaat edemez. (Diğer bir okunuşa göre): Hiçbir mü'min, diğer bir mü'minin  mevlası ile onun  aleyhine olmak  üzere bir anlaşma yapmayacaktır.

Madde 13-Takva sahibi mü'minler, kendi aralarından mütecavize veya haksız bir fiil tasarlayan yahut bir cürüm yahut bir hakka tecavüz veyahut da Mü'minler arasında bir karışıklık çıkarma kastını taşıyan kimseye karşı olacaklar ve bu kimse onlardan birine evladı bile olsa, hepsinin elleri onun aleyhine kalkacaktır.

Madde 14- Hiçbir mü'min,bir kafir için, bir mü'mini öldüremez ve bir mü'min aleyhine hiçbir kafire yardım edemez.

Madde 15- Allah'ın zimmeti (himaye ve teminatı) bir tektir: (mü'minlerin) en ehemmiyetsizlerinden birinin (himayesi) onların hepsi için  hüküm ifade  eder. Zira,  mü'minler diğer insanlardan   ayrı  olarak  birbirlerinin  mevlası  (kardeşi) durumundadır.

Madde 16-Yahudilerden bize tabi olanlar zulme  uğramaksızın ve onlara muarız olanlarla yardımlaşmaksızın, yardım ve müzaheretimize hak kazanacaklardır.

Madee 17-Sulh, mü'minler arasında bir tektir. Hiçbir mü'min Allah  yolunda girişilen bir harpde, diğer mü'minleri hariç tutarak, bir sulh anlaşması akdedemez: bu sulh ancak onlar (mü'minler) arasında umumiyet ve adalet esasları üzere yapılacaktır.

Madde 18- Bizimle beraber harbe iştirak eden bütün (askeri) birlikler, birbirleriyle münavebe edeceklerdir.

Madde 19-Müminler birbirlerinin Allah yolunda (uğrunda) akan kanlarının intikamını alacaklardır.

Madde 20-a)Takva sahibi mü'minler en iyi ve en doğru yol üzerinde bulunurlar.

Madde 20-b)Hiçbir müşrik, bir Kureyşli'nin mal ve canını himayesi altına alamaz ve hiç bir  mü'mine  bu  hususta engel olamaz.

Madde 21- Herhangi bir  kimsenin  bir  mü'minin  ölümüne sebeb olduğu  kat'i delillerle sabit olur da, maktulun velisi (yani hakkını müdafaa eden) rıza göstermezse, kısas hükümlerine tabi olur;  bu  halde,  bütün mü'minler ona karşı olurlar. Ancak bunlara sadece (bu kaidenin) tatbiki için hareket etmek helal (doğru) olur.

Madde 22-Bu  sahife (yazı)'nın muhteviyatını kabul eden. Allah ve Ahiret gününe inanan bir Mümin bir katile yardım etmesi ve ona  sığınacak bir  yer temin  etmesi helal (doğru) değildir; ona yardım  eden veya sığınacak bir yer gösterene Kıyamet günü, Allah'ın lanet ve gazabı nasip olacaktır: ki o zaman artık  kendisinden ne bir para tediyesi  ve  ne de bir taviz alınacaktır.

Madde 23- Üzerinde ihtilafa düştüğünüz herhangi bir şey, Allah ve Muhammed (as)'e götürülecektir.

Madde 24-Yahudiler, müminler gibi muharebe devam ettiği müddetçe (kendi harp)  masraflarını  karşılamak mecburiyetindedir.

Madde 25-a)Benu  avf  Yahudi'leri  müminlerle  birlikte (İbni  Hişam'da  bu,  “ma'a”  (yani  “ile”)  olarak;  Ebu Ubeyd'de ise “min” (yani  “den”)  olarak  zikredilir)-bir ümmet (camia) teşkil ederler: Yahudilerin dinleri kendilerine mü'minlerin dinleri kendilerinedir:  Buna; gerek mevlaları ve gerekse bizzat kendileri dahildirler:

Madde 25-b)Yalnız  kim ki  haksız bir fiil  irtikab eder veya bir cürüm ika eder, o   sadece  kendini ve aile efradını zarar etmiş olacaktır.

Madde 26-Benu'n-Neccar Yahudileri de Benu Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahip olacaklardır.

Madde 27-Benu'l-Haris Yahudileri de, Benu Avf Yahudileri gibi ayrı (haklara) sahip olacaklardır.

Madde 28-Benu Saide Yahudileri de Benu Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır.

Madde 29-Benu Cuşem Yahudileri de Benu Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahip olacaklardır.

Madde 30-Benu'l-Evs Yahudileri de Benu Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahip olacaklardır. Yalnız, kim ki haksız bir fiil irtikab eder veya bir cürüm ika eder, o sadece  kendini ve aile efradını zarar etmiş olacaktır.

Madde 31-Benu Sa’lebe Yahudileri de Benu Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır. Yalnız, kim ki haksız bir fiil irtikap eder veya bir cürüm ika eder, o sadece kendini ve aile efradını zarar dide etmiş olacaktır.

Madde 32-Cefne  (ailesi)  Sa'lebe'nin  bir  koludur;  bu bakımdan Sa'lebeler gibi mülahaza olunacaklardır.

Madde 33-Benu'ş-Şuteybe de Benu Avf Yahudileri gibi aynı (haklara)  sahib  olacaklardır.  (Kaidelere)  muhakkak riayet edilecek, bunlara aykırı hareket olmyacaktır.

Madde 34-Sa'lebe'nin mevlaları, bizzat Sa'lebeler gibi mülahaza olunacaktır.

Madde 35-Yahudilere  sığınmış  olan  kimseler  (Bitane), bizzat Yahudiler gibi mülahaza olunacakladır.

Madde 36-a) Bunlardan (Yahudilerden) hiç bir kimse (Müslümanlarla  birlikte bir askeri sefere), Muhammed (as)'ın müsaadesi olmadan çıkamayacaktır.

Madde 36-b) Bir yaralamanın intikamını almak yasak edilmeyecektir. Muhakkak ki, bir kimse; bir adam öldürecek olursa neticede kendini ve aile efradını mesuliyet altına sokar; aksi halde haksızlık olacaktır (yani bu kaideye riayet). Allah bu  yazıya en iyi riayet edenlerle beraberdir.

Madde 37-a)(Bir harb vukuunda)  Yahudilerin   masrafları kendi üzerine ve Müslümanların masrafları kendi üzerlerinedir. Muhakkak ki, bu sahife de   (yazıda) gösterilen kimselere harb açanlara karşı, onlar kendi aralarında  yardımlaşacaklardır. Onlar arasında hayırhahlık ve iyi davranış bulunacaktır. (Kaidelere)   muhakkak  riayet  edilecek, bunlara aykırı hareketler olmayacaktır.

Madde 37-b) Hiç bir kimse müttefikine karşı bir cürüm ika edemez; muhakkak ki zulmedilene yardım edilecektir.

Madde 38-Yahudiler Müslümanlarla birlikte, beraberce harp ettikleri müddetçe masrafta bulunacaklardır.

Madde 39- Bu  sahifenin  (yazının)  gösterdiği  kimseler için Yesrib vadisi dahili (cevf), mukaddes (haram) bir yerdir.

Madde 40-Himaye altındaki kimse (cari), bizzat himaye eden kimse gibidir;  ne  zulmedilir ve ne de  (kendisi) cürüm ika edecektir.

Madde 41-Himaye verme hakkına sahip kimselerin izni müstesna, bir himaye hakkı verilemez.

Madde 42-Bu sahifede  (yazıda)  gösterilen   kimseler arasında  zuhurundan  korkulan bütün öldürme yahut münazaa vakalarının Allah ve Resullullah Muhammed (as)`de götürülmeleri gerekir. Allah bu sahifeye en kuvvetli en iyi riayet edenlerle beraberdir.

Madde 43- Ne Kureyş'liler ve ne de onlara  yardım edecek olanlar, himaye altına alınmayacaklar.

Madde 44-Onlar  (yani Müslümanlar ve Yahudiler) arsında, Yesribe hücum edecek kimselere karşı yardımlaşma yapılacaktır.

Madde 45-a) Şayet   onlar   (Yahudiler), (Müslümanlar tarafından) bir sulh akdetmeye veya bir  sulh akdine iştirake davet olunursa, bunu doğrudan doğruya akdedecekler veya ona iştirak edeceklerdir. Şayet onlara (Yahudilere)  Müslümanlara aynı  şeyleri  teklif edecek olurlarsa, Müminlere karşı aynı haklara sahip olacaklardır,  din mevzuunda girişilen harb vakıaları müstesnadır.

Madde 45-b]Hiç bir zümre kendilerine ait mıntıka (gerek müdefa ve gerekse sair ihtiyaçlar hususunda) dan mesuldür.

Madde 46-Bu sahifede (yazıda) gösterilen kimseler için ihdas edilen  şartlar,  aynı şekilde Evs Yahudilerine, yani onların Mevlalarına ve bizzat kendi şahıslarına, bu sahifede (yazıda)gösterilen kimseler tarafından sıkı ve tam bir  muhafazakarlık  ile  tatbik  olunur.  (Kaidelere) muhakkak riayet edilecek,  bunlara   aykırı hareket olmayacaktır. Ve haksız şekilde  kazanç  temin edenler,  sadece  kendi nefsine zarar vermiş olurlar. Allah bu sahifede (yazıda) gösterilen  maddelere en doğru ve en mükemmel riayet edenlerle beraberdir.

Madde 47-Bu kitap  (yazı), bir haksız fiil ika eden veya cürüm işleyen  (ile ceza)  arasına engel olarak giremez.  Kim ki bir harbe çıkar, emniyette olur veya ve ya kim ki, Medine’de kalırsa yine emniyet  içindedir, haksız bir fiil ve cürüm ika halleri müstesnadır. Allah ve Resulullah Muhammed (a.s) himayelerini, (bu sahifeyi) tam bir sadakat ve dikkat içinde muhafaza eden kimseler üzerinde tutacaklardır.[340]

 

 

 

8 - Seçkin Fertler

 

 

Hz.Peygamber (as) Efendimizin etrafında pervane gibi dönen ve canlarını mallarını Allah resulünün uğrunda seferber eden seçkin Sahabeler. Bunların başında Hz.Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz.Osman ve Hz.Ali (ra)’dır. Buharinin naklinde; Efendimiz (as) hadislerinde:

 

ó £Ü •  £ó¡j £äÛa  £æ ªa ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa  ó¡™ ‰ §Ù¡Ûb ß ¡å¤2 ¡ ã ªa ¤å Ç g

¢Š à¢Ç  ë §Š¤Ø 2 ì¢2 ªa  ë a¦†¢y¢ªa  †¡È •  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa

 Ù¤î Ü Ç b à £ã¡«b Ï ¢†¢y¢ªa ¤o¢j¤qa  4b Ô Ï ¤á¡è¡2  Ñ u Š Ï ¢æb à¤r¢Ç  ë

æa †î©è (  ë ¥Õí¡£†¡•  ë ¥£ó¡j ã

 

Enes İbn-i Mâlik radiya'llâhu anh'den rivâyet olunduğuna göre, Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem bir kere Ebû Bekr, Ömer, Osman (radiya'llâhu anhüm) ile birlikte Uhud'e çıkmıştı. Orada bulundukları sırada dağ deprendi. Bunun üzerine Resûlullâh:

-"Ey Uhud, uslu dur! Bil ki, üstünde bir Peygamber, doğru seciyeli bir zât, iki de şehîd bulunuyor, buyurdu."[341]

 

Ebu Bekir es-Sıddık (ra):

Efendimiz (as)  onun için şöyle buyurmuş:

 

¢4좠‰  x Š   4b Ó b à¢è¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa  ó¡™ ‰ §b £j Ç ¡å¤2a ¡å Ç g

 pb ß ô¡ˆ £Ûa ¡é¡™ Š ß ó¡Ï  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü • ¡é¨£ÜÛa

 †¡à z Ï P¡Š j¤ä¡à¤Ûa ó Ü Ç  † È Ô Ï P§ò Ó¤Š¡‚¡2 ¢é ¤ªa ‰ b¦j¡•b Ç ¡éî¡Ï

¡b £äÛa  å¡ß  ¤î Û ¢é £ã¡a  4b Ó  £á¢q P¡é¤î Ü Ç ó ä¤q a  ë  é¨£ÜÛa

¡å¤2 ¡Š¤Ø 2 ó¡2 a ¤å¡ß ¡é¡Ûb ß  ë ¡é¡¤1 ã ó¡Ï  £ó Ü Ç  £å ß a ¥† y a

5î¡Ü  ¡b £äÛa  å¡ß a¦ˆ¡‚ £n¢ß ¢o¤ä¢× ¤ì Û  ë P ò Ïb z¢Ó ó¡2 a

P¢3 š¤Ï a ¡â5¤¡üa ¢ò £Ü¢ ¤å¡Ø Û  ë P5î¡Ü  §Š¤Ø 2 b 2 a ¢p¤ˆ ‚ £mü

P§Š¤Ø 2 ó¡2 a ¡ò ¤ì   Š¤î Ë ¡†¡v¤ à¤Ûa a ‡b ç ó¡Ï §ò ¤ì   £3¢× ó¡£ä Ç a뢣†¢

 

(Abdullâh) b. Abbâs radiya'llâhu anhümâ'dan: Şöyle demiştir: Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem vefâtı ile hitâma eren marazı esnâsında (mübârek) başını bir bez ile bağlamış olduğu halde mescide çıkıp minbere oturdu. (Orada) Allâh'a hamd ü senâ ettikten sonra buyurdu ki: Nâs içinde nefsi ve malı i'tibâriyle benim üzerimde Ebû Bekr b. Ebî Kuhâfe'den ziyâde menn ü atâsı olan hiç yoktur. Nâs içinden bir halîl edineydim, Ebû Bekr'i (kendime) halîl edinirdim. Lâkin İslâm yüzünden olan hullet efdaldir. Ebû Bekr'in kapısından başka bu mescitteki kapıların hepsini tarafımdan seddediniz."[342]

 

¥ñ ªa Š¤ßa ¡o m ªa  4b Ó ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa  ó¡™ ‰ §á¡È¤À¢ß ¡å¤2 ¡Š¤î j¢u ¤å Ç g

 É¡u¤Š m ¤æ ªa b ç Š ß ªb Ï  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü • ¡£ó¡j £äÛa ó Û¡«a

¢4ì¢Ô m b è £ã ªb ×  Ú¤†u ªa ¤á Û  ë ¢o¤÷¡u ¤æ¡«a  o¤í ªa ‰ ªa ¤o Ûb Ó ¡é¤î Û¡«a

ó©äí©†¡v m ¤á Û ¤æ¡«a  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü •  4b Ó  p¤ì à¤Ûa

   ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa  ó¡™ ‰ §Š¤Ø 2 b 2 ªa ó©m¤ªb Ï

 

Cübeyr İbn-i Mut'im radiya'llâhu anh'den rivâyete göre, şöyle demiştir: Bir kere Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem'in huzûruna bir kadın gelmişti. (Avdet ederken) Resûlullâh kadına (tekrar) mürâcaat etmesini emîr buyurmaları üzerine, kadın sanki Resûlullâh'ın vefâtından kinâye ederek:

-"Ya ben gelir de seni bulamazsam?" diye sordu.

Salla'llâhu aleyhi ve sellem:

"Şâyet beni bulamazsan Ebû Bekr'e mürâcaat et! diye cevap verdi."[343]

 

Ömer b. Hattab (ra):

Efendimiz (as)  onun için şöyle buyurmuş:

 

¢£ó¡j £äÛa  4b Ó  4b Ó ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa  ó¡™ ‰  ñ Š¤í Š¢ç ó©2 ªa ¤å Ç g

¤å¡ß ¤á¢Ø Ü¤j Ó ¤å àî©Ï  æb × ¤† Ô Û  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü •

aì¢ãì¢Ø í ¤æ ªa ¡Š¤î Ë ¤å¡ß  æì¢à £Ü Ø¢í ¥4bu¡‰  3î©öa Š¤¡«a ó©ä 2

   P¢Š à¢È Ï ¤á¢è¤ä¡ß ¥† y ªa ó©n £ß¢ªa ¤å¡ß ¢Ù í ¤æ¡«b Ï ¡õb î¡j¤ã ªa

 

Ebû Hüreyre radiya'llâhu anh'den Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğu rivâyet olunmuştur:

"Benî İsrâil'den sizden önce gelip geçen anlar içinde (Allâhu Teâlâ tarafından mülhem) öyle kimseler vardı ki, onlar peygamberler (pâyesinde) olmadıkları halde kendilerine haber ilhâm olunurdu. Eğer ümmetim içinde de bunlardan bir kimse bulunursa (ki, şüphesiz bulunacaktır) o da muhakkak Ömer'dir."[344]

 

Osman b. Affan (ra):

Efendimiz (as)  onun için şöyle buyurmuş:

 

¢ê õb u ¢é £ã ªa b à¢è¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa  ó¡™ ‰  Š à¢Ç ¡å¤2 ¡é¨£ÜÛa ¡†¤j Ç ¤å Ç g

 £Š Ï  æb à¤r¢Ç  £æ ªa ¢á Ü¤È m ¤3 ç ¢é Û  4b Ô Ï  Š¤–¡ß ¡3¤ç ªa ¤å¡ß ¥3¢u ‰

‰¤† 2 ¤å Ç  k £î Ì m ¢é £ã ªa ¢á Ü¤È m  4b Ô Ï ¤á È ã  4b Ó §†¢y¢ªa  â¤ì í

¡ò È¤î 2 ¤å Ç  k £î Ì m ¢é £ã ªa ¢á Ü¤È m  4b Ó ¤á È ã  4b Ó ¤† è¤' í ¤á Û ë

¢Š j¤× ªa ¢é¨£ÜÛa  4b Ó ¤á È ã  4b Ó b ç¤† è¤' í ¤á Ü Ï ¡æa ì¤™¡£ŠÛa

§†¢y¢ªa  â¤ì í ¢ê¢‰a Š¡Ï b £ß ªa  Ù Û ¤å¡£î 2¢ªa  4b È m  Š à¢Ç ¢å¤2a  4b Ó

¢é¢j¢£î Ì m b £ß ªa  ë ¢é Û  Š 1 Ë  ë ¢é¤ä Ç b 1 Ç  é¨£ÜÛa  £æ ªa ¢† è¤( ªb Ï

¢é¨£ÜÛa ó £Ü • ¡é¨£ÜÛa ¡4좠‰ ¢o¤ä¡2 ¢é n¤z m ¤o ãb × ¢é £ã¡«b Ï §‰¤† 2 ¤å Ç

¡é¨£ÜÛa ¢4좠‰ ¢é Û  4b Ô Ï ¦ò ší©Š ß ¤o ãb ×  ë  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç

 †¡è ( ¤å £à¡ß §3¢u ‰  Š¤u ªa  Ù Û  £æ¡«a  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü •

¤ì Ü Ï ¡æa ì¤™¡£ŠÛa ¡ò È¤î 2 ¤å Ç ¢é¢j¢£î Ì m b £ß ªa  ë ¢é à¤è   ë a¦‰¤† 2

¢é ãb Ø ß ¢é r È j Û  æb à¤r¢Ç ¤å¡ß  ò £Ø ß ¡å¤À j¡2  £Œ Ç ªa ¥† y ªa  æb ×

 æb à¤r¢Ç  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü • ¡é¨£ÜÛa ¢4좠‰  s È j Ï

ó¨Û¡«a ¢æb à¤r¢Ç  k ç ‡ b ß  †¤È 2 ¡æa ì¤™¡£‰bm ¢ò È¤î 2 ¤o ãb ×  ë

¡ê¡† î¡2  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü • ¡é¨£ÜÛa ¢4좠‰  4b Ô Ï  ò £Ø ß

 4b Ô Ï ¡ê¡† í ó¨Ü Ç b è¡2  l Š š Ï  æb à¤r¢Ç ¢† í ¡ê¡ˆ¨ç ó¨ä¤à¢î¤Ûa

Ù È ß  æ¨üa b è¡2 ¤k ç¤‡a  Š à¢Ç ¢å¤2a ¢é Û  4b Ô Ï  æb à¤r¢È¡Û ©ê¡ˆ¨ç

 

Abdullâh İbn-i Ömer radiya'llâhu anhümâ'dan rivâyete göre, Mısırlılardan birisi Abdullâh İbn-i Ömer'e gelerek:

- Ey İbn-i Ömer! Uhud günü Osman, (harbe iştirâk etmeyip) kaçmıştır, bilir misin? diye sordu. İbn-i Ömer:

- Evet! diye cevab vermiş. Sorucu:

- Onun Bedir gazâsından da çekinip gizlendiğini de bilir misin? demiş, İbn-i Ömer:

- Evet biliyorum! diye cevap vermiş. O kimse:

- Osman Bîat-i Rıdvan'da bulunmamıştır; bunu da biliyor musun? demekle İbn-i Ömer:

- Evet biliyorum! diye tasdîk etmiş. (Bu kimse sorgularına aldığı tasdîk cevaplarını fikrine uygun bulup tahsîn ederek):

- Allâhü Ekber, demiş. Bunun üzerine İbn-i Ömer (bu adamın yanlış düşüncelerini düzeltmek üzere):

- Yâhu şöyle gel bakayım! Sana hakîkati bildireyim, diye şöyle îzâh etmiştir: Uhud harbi günü Osman'ın firârı keyfiyeti: Ben çok iyi bilir, sana da bildiririm ki, Cenâb-ı Hak Uhud'de bulunamamak kusûrunu afv ve bundan mütevellid günâhını mağfiret etmiştir. Bedir gazâsından gaybûbeti ise, Osman'ın refîkası olan Resûlullâh'ın kızı (Rukayye)'nın Bedir seferi sırasında ağır hasta bulunması ve Resûlullâh'ın Osman'a: Ey Osmân, senin için Bedir'de hazır bulunan bir gâzî sevâbı ve bir gâzî ganîmet sehmi vardır; buyurup izin vermiş olması sebebiyledir. Bîat-i Rıdvân'da bulunamaması da (Mekke'ye vazîfe ile gönderilmiş olmasındandır). Eğer Mekke havâlîsinde Osman'dan ziyâde şeref ve nüfuz sâhibi bir kimse bulunsaydı, muhakkak Resûlullâh Osman'ın yerine onu gönderirdi. Resûlullâh Osman'ı gönderip o Mekke'ye gittikten sonra Bîat-i Rıdvân icrâ edilmişti. Osman'ın bu şerefli bîatten mahrûm olmaması için Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem sağ eline işâret ederek:

-"İşte bu, Osman'ın elidir," buyurup onunla sol eli üzerine vurdu da:

-"İşte bu, Osman için bîattir," buyurdu. Abdullâh İbn-i Ömer Mısırlı sorucuya (bu îzâhâtı verdikten sonra):

-  "Sana verdiğim bu cevaplarla berâber artık şimdi gidebilirsin, dedi."[345]

 

Ali b. Ebu Talib (ra):

Efendimiz (as)  onun için şöyle buyurmuş:

 

b è¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa  ó¡™ ‰  ò à¡Ÿb Ï  £æ ªa ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa  ó¡™ ‰ §£ó¡Ü Ç ¤å Ç g

¢é¨£ÜÛa ó £Ü •  £ó¡j £äÛa ó m ªb Ï b y £ŠÛa ¡Š q ªa ¤å¡ß ó¨Ô¤Ü m b ß ¤o Ø (

 ò '¡öb Ç ¤p † u ì Ï ¢ê¤†¡v m ¤á Ü Ï ¤o Ô Ü À¤ãb Ï ¥ó¤j   á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç

 á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü • ¢£ó¡j £äÛa  õb u b £à Ü Ï b è¤m Š j¤ ªb Ï

ó £Ü • ¢£ó¡j £äÛa  õb v Ï  4b Ó  ò à¡Ÿb Ï ¡ªó©v à 2 ¢ò '¡öb Ç ¢é¤m Š j¤ ªa

b ä È¡ub š ß b ã¤ˆ  ªa ¤† Ó  ë b ä¤î Û¡«a  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa

ó £n y b ä ä¤î 2  † È Ô Ï b à¢Ø¡ãb Ø ß ó¨Ü Ç  4b Ô Ï  âì¢Ó ªü ¢o¤j ç ˆ Ï

b à¢Ø¢à¡£Ü Ç¢ªa ü ªa  4b Ó  ë ô©‰¤† • ó¨Ü Ç ¡é¤î ß † Ó  …¤Š 2 ¢p¤† u ë

a Š¡£j Ø¢m b à¢Ø È¡ub š ß b à¢m¤ˆ  ªa a ‡¡«a ó©ãb à¢n¤Û ªb  b £à¡ß a¦Š¤î 

a † à¤z m  ë  åî©q5 q  ë b¦q5 q b z¡£j ¢m  ë  åî©q5 q  ë b¦È 2¤‰ ªa

P§â¡…b  ¤å¡ß b à¢Ø Û ¥Š¤î   ì¢è Ï  åî©q5 q  ë b¦q5 q

 

Alî İbn-i Ebî Tâlib radiya'llâhu anh'den rivâyete göre, Fâtıma radiya'llâhu anhâ bir ara değirmen çevirmekten eline hastalık gelmişti. O sırada Nebî salla'llâhu Aleyhi ve sellem'e  getirilen esirlerden bir hizmetçi istemek üzere gelmişti.

Fâtıma Resûla'llâh'a gittiğinde onu bulamadı. Yalnız Âişe'yi buldu ve ona derdini anlattı. Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem geldiğinde Âişe, Fâtıma'nın geldiğini haber verdi.

Hz. Alî der ki: Bunun üzerine Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem bize geldi. Ve bizi yatağımızda yatarken buldu. Hemen ben kalkmağa davranırken Resûlullâh bize:

-"Yerinizde durunuz! buyurdu. Ve ikimizin arasına oturdu. Hattâ ben göğsümün üstüne dokunan iki ayağının serinliğini hissettim. Sonra Resûlullâh:

-"İyi dinleyiniz! Sizin benden istediğiniz esir hizmetçiden daha hayırlı size bir şey öğreteyim mi? Siz (gece) yatağınıza girdiğinizde otuz üç def'a Allâhü Ekber; otuz üç kere de Sübhâna'llâh dersiniz, otuz üç def'a da El-Hamdü li'llâh dersiniz. Bu yolda zikir size hizmetçiden hayırlıdır! buyurdu."[346]

 

Ve diğer sahabeler; örneğin:

 

Muhacirlerden:

Ebu Ubeyde b. el-Cerrah

Abdurrahman b. Avf

Zübeyr b. Avvam

Talha b. Ubeydullah

Sad b. Ebi Vakkas

Mus’ab b. Umeyr (r. anhuma)vb...

 

Ensardan:

Sad b. Muaz

Harice b. Zübeyr

Itban b. Malik

Sad b. Rebi

Kab b. Malik

Huzeyfe b. el-Yeman

Ebu Eyyüb el-Ensari

Ebud-Derda (r.anhuma) vb...

 

 

 

9 – Münafık ve Alametleri

 

 

Medine'de Münafıkların Ortaya Çıkması

 

Peygamber Efendimiz, Medine'ye teşrif ettiklerinde orada Müslüman Araplar, müşrik araplar, ehl-i kitap olan Yahudiler ve çok az sayıda da Hıristiyan vardı. Resûl-i Ekrem Efendimizin yerleşmesinden sonra, İslâmiyet Medine'de daha yaygın bir hale geldi. Medineliler gruplar halinde Müslüman oldular. Bu arada Peygamber Efendimiz, Müslümanları siyasî ve idarî bir teşkilâta kavuşturdu. İşte bu sırada, yeni bir zümre daha ortaya çıktı. Kalben inanmadıkları halde Müslüman gözüken bu grup münâfiklardı.Peygamberimizin Medine'ye teşriflerinden az önce aralarında senelerce süren dahilî çarpışma ve kavgalardan bitkin düşen Medine'nin yerli kabileleri Evs ve Hazreç, aralarında anlaşarak Abdullah bin Übey bin Selûl'ü kendilerine hükümdar yapmaya karar vermişlerdi. Hattâ, başına giydirecekleri, hükümdarlık tacını bile sipariş etmişlerdi.[347] Fakat, Abdullah bin Übey'in hükümdar olma hayalleri Resûl-i Ekrem Efendimizin Medine'ye teşrifleriyle suya düşmüştü. Zira, Evs ve Hazreçlilerin hemen hepsi Müslüman olmuşlardı ve îmânlarının icabı olarak Peygamber Efendimizin etrafında toplanmışlardı. Bu durum reislik hayalleri suya düşen Abdullah bin Selûl'ün fazlasıyla ağrına gitti. Çevresinde fazla kimsenin de kalmadığını görünce, istemeye istemeye Müslüman olmuş gözüktü.[348]

 

Zahiren Müslüman olduğunu, bunda etrafının psikolojik baskısı bulunduğunu, bizzat kendisi de ifâde etmiştir. Müriysi Gazâsı esnasında Muhacirlerle Ensarı birbirine düşürmek için olanca gayreti sarfetmiş ve,

-"Medine'ye dönersek, izzetli ve kuvvetli olan, zelil ve zâif olanı oradan muhakkak sürüp çıkaracaktır" diyecek kadar da ileri gitmişti. Bunun üzerine münâfıklar hakkında Münâfikûn Sûresi nazil olmuştu. Sûrenin nazil olması üzerine Abdullah bin Übey'e,

-"Ey Ebû Hubab! Senin hakkında pek şiddetli âyetler nâzil oldu. Resûlullaha (a.s) git de, senin için Allah'tan af dilesin" denilince şu cevabı vermişti:

-"Benim îmân etmemi emrettiniz, îmân ettim. Malımın zekatını vermemi emrettiniz, verdim. Muhammed'e secde etmemden başka hiç bir şey kalmadı.!"[349]

 

Abdullah bin Übey'in, reislik tasavvurunun suya düşmesinden ne kadar müteessir olduğunu ve bunu bir türlü hazmedemediğini şu hâdise de açıkça gösterir: Birgün Peygamber Efendimiz, evinde hasta yatan Sa'd bin Ubâde Hazretlerini ziyârete gidiyordu. Yolda, Abdullah bin Übey'in evinin gölgesinde, Müslüman, müşrik Araplardan ve Yahudîlerden bir takım kimselerle oturmakta olduğunu görünce, selâm verip yanlarına oturdu. Onlara Kur'ân'dan bir parça okudu. İyi hareketinden dolayı Cennete kavuşulacağını müjdeledi. Kötü hareketinden dolayı da Cehenneme girileceğini anlatarak sakındırdı.Peygamber Efendimiz, sözlerini bitirince Abdullah bin Übey şöyle dedi:

-"Ey konuşan kişi! Eğer söylediklerinde doğru isen, onlardan daha güzel şey olmaz. Fakat, sen evinde otur! Onları, sana gelenlere anlat. Sana gelmeyenlerin, söylediklerinden hoşlanmayanların toplantılarına gelip de onları rahatsız etme!"

 

Hubab Abdullah bin Übey'in samimî Müslüman olan oğlunun ismi idi. Peygamber Efendimiz:

-"Sen Abdullah'sın. Hubab şeytanın ismidir" diyerek onun ismini Abdullah diye değiştirmişti.

 

Peygamber Efendimiz Abdullah bin Übey'in bu sözlerinden dolayı son derece müteessir oldu. Kalkıp oradan ayrıldı. Yoluna devam ederek Sa'd bin Ubade Hazretlerinin evine gitti. Üzüntüsünün sebebini anlatınca, Sa'd bin Ubade Hz. şöyle dedi:

-"Yâ Resûlallah! Sen İbni Übey'in kusurunu affet. Hem onu mâzur gör. Sana Kur'ân'ı indiren Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın iradesi sana Peygamberlik vermek suretiyle tecelli etti. Halbuki, şu beldenin halkı, İbni Übey'in başına taç giydirmeye, hükümdarlık sarığı sarmaya ve onu kendilerine hükümdar yapmaya hazırlanmıştı. Yüce Allah, size ihsan buyurduğu peygamberlikle, onların bu tasavvurunu gerçekleşemez hale getirince, İbni Übey, bundan son derece müteessir olmuş; o, gördüğün çirkin hareketi, bunun için yapmıştır.!"[350]

 

Münafıkların reisliğini Abdullah bin Übey bin Selûl yapıyordu. Etrafında bir çok avanesi vardı. Bunun yanında; akrabalık ve müttefiklik gibi sebeplerden dolayı körü körüne bunlara uyan sıradan bir çok kimse de vardı. Sayıları hakkında elbette kesin bir rakam söylemek mümkün değildir. Ancak Uhud Harbi sırasında, Abdullah bin Übey'e uyarak ayrılanların sayısı, üç yüz kadardı. Yâni bin kişilik İslâm ordusunun üçte biri kadar... Bu, elbette küçümsenecek bir rakam değildi ve Medine siyasî hayatında ağırlıkları bulunduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Bedir Harbinden muzaffer olarak Medine'ye dönünce, İslâm dini fazlasıyla kuvvet buldu. Düşmanların gözü ise yıldı. Bunun üzerine Medine'deki Yahudîler,

-"Tevrât'ta sıfatlarını bulduğumuz zât budur! Artık bundan sonra, ona karşı durulmaz! Hep o galip gelir!" diyerek bir kısmı îmân etti.

 

Bazıları ise zahiren Müslüman oldu. Böylece Yahudîlerden de münâfıklar türedi. Yahudî münâfıklarının çoğu, Yahudî âlimlerindendi. Şeytanî bir zekâya sahiptiler. Diğerlerine nisbetle de daha dessas ve hilekâr idiler. Bunlar, İslâmı küçük düşürmek, Müslümanların morallerini bozmak, müşriklerin ihtidâ etmelerine mâni olmak için gayret gösteriyorlardı. Peygamber Efendimizi meşgul etmek, akıllarınca müşkül duruma düşürmek, sıkıntıya sokmak maksadıyla bir çok karışık ve dolaşık sorular sorarlardı.[351]

 

Bedevî diye adlandırılan çöl Arapları arasında da münâfıkların bulunduğunu Kur'ân-ı Kerim'den öğreniyoruz:

 

وَالسَّابِقُونَ الْاَوَّلُونَ مِنَ الْمُهَاجِرينَ وَالْاَنْصَارِ وَالَّذينَ اتَّبَعُوهُمْ بِاِحْسَانٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ وَاَعَدَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرى تَحْتَهَا الْاَنْهَارُ خَالِدينَ فيهَا اَبَدًا ذلِكَ الْفَوْزُ الْعَظيمُ

 

"Medine çevresindeki bedevîler arasında münâfıklar da vardır. Medine halkından da münâfıklıkta inat edenler vardır ki, onları sen bilmezsin, ancak Biz biliriz..." [352]

 

Bütün bu münâfıkların içtimaî seviyeleri, yaşayışları farklı, hattâ ayrı ırktan olmalarına rağmen, aynı vasıfları taşıyorlardı: Birinci vasıfları:

-"Kalblerinde olmayanı ağızlarıyla söylemekti."[353]

 

Yâni, içten inanmadıkları halde inanmış gibi görünmeleri idi. Böyle görünerek Müslümanlar arasına sokuluyorlar, onlarla düşüp kalkıyorlar, suret-i haktan görünerek, onları şüpheye düşürecek şeyler soruyorlardı. Böylece Müslümanların birbirlerine karşı olan itimatlarını sarsmak, aralarını açmak, onları birbirine düşürmek suretiyle zaafa uğratmak gayesini güdüyorlardı. Bütün maksat ve gayeleri; Müslümanları fesad ve tefrikaya götürecek fikirler atmak, Peygamber Efendimizi yalan dolan ve binbir türlü iftiralarla Müslümanlar nazarında küçük düşürmekti! Bu menhus emellerinin gerçekleşmesi için her türlü yola başvuruyor, herşeyi mübah sayıyorlardı. Bu uğurda tevessül etmeyecekleri adilik ve sahtekârlık yoktu. Resûl-i Ekrem Efendimizin bunlara karşı takındığı tavır ve takip ettiği siyaset ise, oldukça düşündürücü ve ibretlidir.

 

İslâm kalesini içten sarsmak sinsî gayesine matuf faaliyetleri Peygamber Efendimize bir çok defalar intikal etmiştir. Peygamber Efendimiz derhal harekete geçip bu tür faaliyetlerde bulunanları huzuruna celbederek sorguya çekiyordu. Fakat onlar, her defasında hiç bir zararlı faaliyette bulunmadıklarını, suçsuz olduklarını söylüyorlardı. Arkasından da kelime-i şehadet getirerek mü'min ve Müslüman olduklarını tekrarlıyorlardı. Nitekim, Abdullah bin Übey'in,

-"Medine'ye varırsak, en şerefli ve kuvvetli olan en zelil ve güçsüz olanı oradan sürüp çıkaracaktır" sözünü Hz. Zeyd bin Erkam Peygamber Efendimize nakledince, Efendimiz İbn-i Übey'i huzuruna çağırmış ve "Bana haber verilen sözleri sen mi söyledin?" diye sormuştu.

Abdullah bin Übey'in cevabı aynen şu olmuştu:

-"Hayır! Sana kitabı indirmiş olan Allah'a yemin ederim ki ben, o sözlerin hiçbirini söylemedim. Zeyd muhakkak yalancıdır!" Kur'ân-ı Kerim, münâfıkların bu tarz davranışlarına şu âyetiyle işaret eder:

 

اِذَا جَاءَكَ الْمُنَافِقُونَ قَالُوا نَشْهَدُ اِنَّكَ لَرَسُولُ اللّهِ وَاللّهُ يَعْلَمُ اِنَّكَ لَرَسُولُهُ وَاللّهُ يَشْهَدُ اِنَّ الْمُنَافِقينَ لَكَاذِبُونَ

 

"Münâfıklar sana geldiklerinde 'Şehâdet ederiz ki şüphesiz sen Allah'ın Resûlüsün' dediler. Allah bilir ki sen elbette Onun Resûlüsün. Münâfıkların yalancı olduklarına da Allah şâhittir."[354]

 

Onlar, suçlarını inkâr ederken, inen vahiy, bu suçları işlediklerini ve yalan söyleyerek bu suçlarını inkâr etme yoluna gittiklerini Peygamber Efendimize bildiriyordu. Buna rağmen Resûl-i Ekrem Efendimiz, onlara karşı sabır, müsamaha ve afla mukabele ediyordu.

 

Daha önce de bahsettiğimiz gibi, Peygamber Efendimiz Abdullah bin Übey'le birlikte oturan bir kısım kimselere Kur'ân-ı Kerim'den bir parça okuyup, onlara nasihat edince, Abdullah bin Übey buna dayanamamış ve,

-"Sen bunları, git, sana gelenlere anlat. Bizi rahatsız etme" demişti. Peygamber Efendimiz bu sözlerden fazlasıyla rahatsız olmuştu. Bu durumu ziyaretine gittiği Sa'd bin Ubade Hazretlerine anlatmış, Hz. Sa'd:

-"Yâ Resûlallah, sen onun kusurunu affet" deyince, Peygamber Efendimiz de (a.s) affetmişti. [355]

 

Münâfıklar zümresinin belli başlı vasıflarından biri de,

-"Îmân edenlere rastladıklarında 'İnandık' derler. Şeytanlaşmış reisleri ve arkadaşlarıyla başbaşa kalınca da, 'Aslında biz sizinle beraberiz; onlarla sadece alay ediyoruz' derler."[356] Yaptıkları bu iki yüzlülük ve ahlâksız davranışlarıyla iftihar ederlerdi. Bu vasıflarını apaçık gösteren bir misali, bizzat reisleri olan Abdullah bin Übey göstermiştir.

 

Bir gün avânesiyle sokağa çıkmışlardı. Ashab-ı Kiramdan bir kaç kişinin karşıdan gelmekte olduğunu görünce İbni Übey,

-"Bakınız ben bu gelenleri başınızdan nasıl savacağım" der. Yaklaştıkları zaman da, Hz. Ebû Bekir'in elini tutar:

-"Merhaba Benî Temim Efendisi, Resûlullahın mağarada arkadaşı olan, nefs ve malını Resûlullah uğrunda seve seve sarfetmiş bulunan Sıddık!" der.

Sonra Hz. Ömer'in elini tutar,

-"Merhaba Benî Adiyy Efendisi! Dininde kuvvetli, nefs ve malını Resûlullah uğrunda esirgememiş bulunan Hz. Faruk!" der.

Sonra Hz. Ali'nin elini tutar:

-"Merhaba Resûlullahın amcazâdesi, damadı, Resûlullahtan başka bütün Benî Haşim'in Efendisi" der.

Hz. Ali bu riyakârlığa dayanamayıp,

-"Abdullah! Allah'tan kork, münâfıklık etme! Çünkü, münâfıklar Allah'ın en şerir mahlûklarıdır" der.

Bunun üzerine İbni Übey,

-"Ey Ebû'l-Hasan, benim hakkımda böyle mi söylüyorsun? Vallahi, bizim îmânımız sizin îmânınız gibi ve bizim tasdikimiz sizin tasdikiniz gibidir" deyip ayrılır.

Sonra Abdullah bin Übey arkadâşlarına dönerek,

-"Gördünüz mü nasıl yaparım? İşte siz de bunları görünce benim gibi yapınız" der.[357]

 

Bir rivâyete göre, Bakara Sûresinin 14. âyeti:

 

وَاِذَا لَقُواالَّذينَ امَنُوا قَالُوا امَنَّا وَاِذَا خَلَوْا اِلى شَيَاطينِهِمْ قَالُوا اِنَّا مَعَكُمْ اِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُنَ

 

"İman edenlerle karşılaştıkları zaman: "İman ettik" derler. Şeytanlarıyla başbaşa kaldıkalrında ise, derler ki: Şüphesiz, sizinle beraberiz. Biz (onlarla) yalnızca alay edicileriz."[358]

 

Bu hadise üzerine nazil olmuştur.[359]

 

Münâfıklar, Müslümanların ibâdetlerine ve dinî hayatlarına ait bütün hususlara zahiren iştirak ederlerdi. Fakat, el altından da entrika çevirmeye çalışırlardı. Dikkati çeken bir husustur ki, bu zümre küfrün icabı olan şeyleri göstermemeye gayret ederler ve zahirde Müslüman göründüklerinden İslâm cemaâtından tard olunmazlardı. Bu sebeple kâfir ve müşriklerden ziyade, bu dahili düşmanlara karşı İslâmın tesanüd ve umumî emniyetini muhafaza çok daha mühimdi. Çünkü, dahili düşmanın zararı daha şiddetli olur. Zira içteki düşman kuvveti dağıtır, cesareti azaltır. Hariçteki düşman ise, aksine tesanüd ve salabeti artırır. Bu sebeple Kur'ân-ı Azimüşşan, münâfıklar üzerinde çokça durmuştur. Mü'min ve Müslümanların onlara karşı daima uyanık bulunmaları ve onların oyunlarına gelmemeleri hususunda bir çok ikazlar yapılmıştır.

 

Cenâb-ı Hakkın bildirmesiyle, Resûl-i Ekrem Efendimiz onları tanıyordu ve bazı Sahabîlere de bildiriyordu. Fakat, umuma açıklamıyordu. Kabahatlarını da açıktan açığa yüzlerine vurmuyordu.İslâmın ve Müslümanların menfaatına bu daha uygundu. Ayrıca Peygamberimizin bu tarz davranmasında göz önünde tuttuğu  mühim bir husus daha vardı. O da; onların işledikleri kötülüklerden, fesad ve nifak hareketlerinden tedricen vazgeçmeleri ihtimali idi. Çünkü, bazen kötülük açığa vurulmazsa, zamanla ortadan kalkması ihtimâli vardır. Fakat, teşhir edildiği takdirde, kötülüğü yapan kimsenin hiddetini tahrik eder. Fenalığı daha da fazla yapmasına sebep olur.[360]

 

Bütün bu sebeplerden, Peygamber Efendimiz, Kur'ân'ın bu hususta ortaya koyduğu, münâfıkların vasıflarından bahsedip, şahıslarını tayin etmeme tarzını tatbik ediyordu.

 

Resûl-i Ekrem Efendimizin münâfıkları açığa vurmayıp, onlara dünyada Müslümanlar gibi muâmelede bulunup, İslâm cemaâtı haricinde tutulmasında şu hususları göz önünde bulundurmuş olduğu söylenebilir:

1)İslâm muhitinde ve İslâmî hükümler altında büyüyecek olan evlâtlarından, ciddî mü'minlerin yetişmesine imkân bırakmak.

2)Onların, kalben inanmadıkları İlâhi hükümleri zahiren yaşamak suretiyle duydukları mânevi sıkıntı ile başbaşa bırakmak ve bundan pişman olup halis mü'minler safına geçmelerini temin edebilmek.[361]

 

Münâfıklar, Peygamber Efendimizin yüce şahsiyetini mü'min ve Müslümanlar nazarında küçük düşürmek için olmadık yollara başvurmuşlar, karşılarına çıkan her fırsatı değerlendirme cihetine gitmişlerdir. Bu hususta bir çok hadise cereyan etmiştir. Mirba' bin Kayziyy'in küstahlığı buna bir misâl gösterilebilir. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Uhud'a ordusuyla giderken bu azılı münâfık onu bostanından geçirmek istememiş ve,

-"Yâ Muhammed! Şayet, sen bir Peygambersen, bostanımı çiğneyip geçmek sana helâl olmaz" demiş ve sonra da yerden bir avuç toprak alarak ilâve etmişti:

-"Vallahi, bu toprağın, başkalarını rahatsız etmeyeceğini bilseydim, onu sana atardım!" Azılı münâfıkın bu küstâhça hareketine sabredemeyen birkaç Müslüman onu öldürmek istedilerse de,

Peygamber Efendimiz:

-"Bırakınız onu! O, bir kördür. Kalbi kör, kalb gözü kördür." Peygamber Efendimizin bu müdahelesinden önce, bu azılı münafık, Said bin Zeyd'den de bir darbe yer. Münâfıkların bu çeşit faaliyetlerine verilebilecek bir misal de Tebük Harbi esnasında cereyan eder.Bir konaklama anında Peygamber Efendimizin devesi kaybolur. Bütün aramalara rağmen bulunmaz. Münâfıklar derhal harekete geçerek,

-"Eğer, Muhammed gerçekten bir Peygamber olsaydı, devesinin nerede olduğunu bilirdi" derler.

 

Bu sözlerini duyan Efendimiz,

-"Evet, vallahi, ben ancak Allah'ın bana bildirdiğini bilebilirim. Şimdi devenin nerede olduğunu bana gösterdi. Deve filanca vadide, yuları bir ağaca takılı vaziyettedir. Gidip arayın!" [362] buyurur. Resûl-i Kibriyâ Efendimizin dediği vadide ve târif ettiği şekilde deve bulunur.

 

Peygamberimiz zamanındaki münâfıklar zümresinin göze çarpan belli başlı diğer muzır faaliyetlerinden biri de, en kritik anlarda, Müslümanları terk etmeleridir. Böylece onları sayıca zaif ve güçsüz durumda bırakmak, morallerine de menfi yönde tesir etmek emelini güdüyorlardı. Bunun apaçık bir örneği, Uhud Harbi esnasında İslâm ordusunu terk etmeleridir. Baş münâfık Abdullah bin Übey'in reisliğinde İslâm ordusunu terk eden bu münâfıklar üç yüz kadar idiler. Yani İslâm ordusunun üçte biri. Münâfıklar bu hareketleriyle, düşmana karşı Müslümanların sayılarını azalttıkları gibi, mücahidlerin moralleri üzerinde de tesir etmişlerdir. Bu hareketleri üzerine Müslümanlardan bazılarında harbe karşı bir gevşeme hasıl olmuştu. Hattâ, geri dönmeye bile niyetlenmişlerdi. Ancak, Resûl-i Ekrem Efendimizin dirayeti ve Cenâb-ı Hakkın da inayetinin eseri olarak bu kararlarından sonradan vazgeçmişlerdi.[363]

 

Aynı şekilde, Hendek Harbinin en kritik anında bu münafıklar,

-"Bize izin ver, evlerimize gidelim. Çünkü, evlerimiz müdafaasızdır" diyerek Peygamberimize müracaât etmişlerdi.O sırada Sa'd bin Muaz Hazretleri Peygamber Efendimizin huzuruna gelerek,

-"Yâ Resûlallah! Bunlara izin verme! Vallahi biz ne zaman bir musibete uğrasak, sıkışık bir durumla karşı karşıya kalsak onlar, hep böyle yaparlar?" diye konuşmuştu. Bu ifâdelerden de anlaşılacağı gibi, münafıklar en kritik anlarda Resûlullahı ve Müslümanları zor durumda bırakmak için İslâm ordusunu terk etme yoluna gitmişlerdir. Tebük Seferinde de aynı şeyi yapmışlardır. Sefer için hazırlıklar yapıldığı sırada, onlardan bir cemaât,

-"Bu sıcakta sakın cihada çıkmayın" diye konuşarak Müslümanların morallerini bozmaya çalıştıkları gibi Peygamber Efendimize de müracaat ederek sefere katılmamak için izin istediler. Seksen kadarına izin verildi."

 

Kur'ân-ı Kerim onların bu durumlarından şöyle bahseder:

 

فَرِحَ الْمُخَلَّفُونَ بِمَقْعَدِهِمْ خِلَافَ رَسُولِ اللّهِ وَكَرِهُوا اَنْ يُجَاهِدُوا بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ فى سَبيلِ اللّهِ وَقَالُوا لَا تَنْفِرُوا فِى الْحَرِّ قُلْ نَارُ جَهَنَّمَ اَشَدُّ حَرًّا لَوْ كَانُوا يَفْقَهُونَ () فَلْيَضْحَكُوا قَليلًا وَلْيَبْكُوا كَثيرًا جَزَاءً بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ

 

"Resûlullaha karşı gelerek seferden geri kalanlar, evlerinde oturdukları için sevindiler. Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad etmek ise onların hoşlarına gitmedi de, 'Bu sıcakta cihâda çıkmayın' dediler. Sen, 'Cehennem ateşi daha sıcaktır' de. Keşke anlayabilselerdi!"Bırak biraz gülsünler; sonra çok ağlayacaklar. Bu onların kendi kazandıklarının cezâsıdır." [364]

 

Yine aynı seferde Abdullah bin Übey, münafıklar ve Yahudî müttefikleriyle birlikte İslâm ordusuna katılıp Seniyyetü' Tepesine kadar gelip orada karargâh kurduğu halde, sonradan İslâm ordusuyla gitmekten vazgeçti ve beraberindekilerle Medine'ye döndü. Kendisine tâbi olan münâfıklar ve Yahudi müttefikleriyle döndüğü yetmiyormuş gibi, mücahidlerin de cihad aşkını aklınca gevşetmek için şöyle konuşuyordu:

-"Muhammed güç durumda, şiddetli sıcaklarda ve çok uzak diyarlarda Beni Asfarlarla (Bizanslılar) savaşacak!" Herhalde o, Benî Asfarlarla çarpışmayı oyuncak sanıyor!

-"Vallahi, onun Ashabını, bir sabah, ikişer ikişer iplere bağlanmış olarak görür gibiyim sanki!"

 

Bütün bu yıkıcı, Müslümanları birbirine düşürücü, onların arasına fesat tohumu atıcı, Müslümanları ve Resûl-i Ekremi küçümseyici muzır davranışlara rağmen Peygamber Efendimiz bunlara, müşrik ve Yahudilere karşı takındığı tavırdan farklı bir muamele, bir siyaset takip etmiştir. Çoğu zaman Abdullah bin Übey'i toplantılara çağırmış ve onunla istişâre etmiştir. Onlara karşı muâmelesi hemen hemen her zaman af ve müsamaha çerçevesinde olmuştur. Ancak bu af ve müsamahalı davranışa rağmen, ihtiyatı da hiç bir zaman elden bırakmamıştır. Onlara hissettirmeyecek şekilde, hareket ve davranışlarını daima kontrol ve teftiş etme cihetine gitmiştir.

 

Benî Müstalık Gazasında, reisleri Abdullah bin Übey, Resûlullah ve Müslümanları kastederek hakaretvâri konuşunca, bu duruma dayanamayan Hz. Ömer,

-"Yâ Resûlallah! Müsaade buyur da İbni Übey'in boynunu vurayım" dediği zaman, Resûlullahın cevabı şu olmuştu: "Hayır! Olmaz yâ Ömer! İşin iç yüzünü bilmeyen halk, 'Muhammed Ashabını öldürüyor' diye konuşmaya başladıkları zaman hal nice olur?" Bir başka rivâyette ise, Resûlullahın şu cevabı verdiği kaydedilir:

-"Öldürülmesini emredecek olursam onu öldürürler. Fakat, çok geçmeden de Yesrip (Medine) onun yüzünden pek çok sarsıntılara uğrar!" Bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi, Peygamber Efendimiz küçümsenmeyecek bir sayıda olan münâfıkların Müslümanlar arasında dahilî bir çarpışmaya meydan verebilecekleri ihtimalini her zaman göz önünde bulunduruyordu. Bunun için de, yaptıklarına sabır ve tahammül gösteriyordu.Yine Benî Müstalık seferi esnasında İbn-i Übey'in oğlu samimi Müslüman Hz. Abdullah Resûlullahın huzuruna gelip,

-"Yâ Resûlallah, babamı öldüreceğini haber aldım. Eğer bu işi gerçekten yapacaksan, bırak onu ben öldüreyim" diye teklifte bulunduğu zaman da Peygamber Efendimizin (a.s) cevabı şu olmuştu:

-"Hayır, ona karşı yumuşak davranınız. Aramızda olduğu müddetçe de ona iyi arkadaşlık ederiz."Gerçekten de Resûl-i Ekrem Efendimiz, ölümüne kadar bu adama son derece müsamahalı ve kadirşinas davranmıştır. Hattâ ölümü ânında bile, ona iyilik etmekten geri durmamıştır. Gömleğini kefen olarak sarılmak üzere vermiştir. Başta Hz. Ömer olmak üzere bir kısım Sahabîlerin itirazlarına rağmen cenaze namazını da bizzat kıldırmıştır. Ve Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, hem Abdullah bin Übey'e hem de sair münafıklara karşı takip ettiği bu af, müsamaha ve iyilik yapma siyasetinin neticesini de almıştır. Peygamber Efendimizin İbni Ubey'in cenaze namazını kıldırdığını gören bine yakın münâfık, hulûs-u kalble gerçek Müslümanlar safına geçmiştir.Peygamber Efendimiz, münâfıklar zümresini cemiyet içinde serbest bırakmakla beraber, her zaman psikolojik bir baskı altında tutmayı da asla ihmâl etmemiştir. Teşebbüs etmek istedikleri komplolar vahiy ile bildirilince, yapmak istediklerini hemen kendilerine haber veriyor, böylece her davranışlarının kontrol altında tutulduğu korkusunu veriyordu.

 

Bir seferinde, onlardan bir grubun aralarında toplanıp gizlice konuştuklarını gören Efendimiz, hemen yanlarına varıp,

-"Siz, şu şu maksatla bir araya geldiniz. Şunları söylediniz. Kalkın Allah'tan af dileyin. Ben de sizin için af diliyorum" demişti. Bu sebeple onlar, hilelerini Cenâb-ı Hak, sevgili Resûlüne bildirecek diye her zaman bir korku içinde bulunuyorlardı. Ordu içinde çıkan en ufak bir gürültüyü bile bu sebeple aleyhlerinde zannedecek kadar endişe ve korkulu yaşıyorlardı.

 

Kur'ân-ı Kerim onların bu durumlarını da bize haber verir:

 

وَاِذَا رَاَيْتَهُمْ تُعْجِبُكَ اَجْسَامُهُمْ وَاِنْ يَقُولُوا تَسْمَعْ لِقَوْلِهِمْ كَاَنَّهُمْ خُشُبٌ مُسَنَّدَةٌ يَحْسَبُونَ كُلَّ صَيْحَةٍ عَلَيْهِمْ هُمُ الْعَدُوُّ فَاحْذَرْهُمْ قَاتَلَهُمُ اللّهُ اَنّى يُؤْفَكُونَ

 

"Onları gördüğünde cüsseleri hoşuna gider. Konuştuklarında sözlerine kulak verirsin. Onlar elbise giydirilmiş kütükler gibidir. Her gürültüyü aleyhlerine sanırlar."[365]

 

Peygamber Efendimizin bu zümreye gösterdiği bir başka tavır da, onların nerede olursa olsun Müslümanlardan ayrı olarak bir araya gelmelerine mâni olmaktı. Bu da, onların müşterek bazı fikirleri geliştirmelerine imkân vermemek gayesine mâtuftu. Mescid-i Dırar'ın yıktırılması, buna güzel bir örnektir. Onlar, bu mescidi aslında içinde ibadet etmek için değil, İslâm cemaatının aleyhinde bazı fikirlerin geliştirilmesi, bazı planların serbestçe kurulması için inşâ etmişlerdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz bu gayelerini bildiği için, derhal yıktırılmasını emretmişti. Emir, ânında yerine getirilmişti. Hülâsa olarak denebilir ki: Peygamber Efendimiz, münâfıklar zümresine karşı takip ettiği müsamaha ve ihtiyat esasına dayanan siyasetinin meyvelerini aldı. Bu tarz davranışı sayesinde, onların İslâm cemaâtından koparak, müşriklerin safına iltihaklarına mani oldu. Müslümanların birliğini korudu. Onların da teşkilâtlanarak, Müslümanlara karşı başkaldırmalarını önledi.

 

 

 

10 - Abdullah b. Cahş Müfrezesi

 

 

Gazâ ve Seriyyelerin Gâyesi

 

Peygamber Efendimiz'in, bir gazâya gitmek isteyince, gideceği ciheti ve maksadını tevriyeli (başka mânâya da gelebilecek) kelimeler içinde gizlemek âdeti idi. Bunun içindir ki, bâzı kaynaklarda Bedir savaşından önceki seriyye ve gazvelerdeki gâyenin, cereyan tarzları ve neticeleri ile bağdaşmayacak şekilde değişik ifâde edildiği görülmektedir. Halbûki, bu seriyye ve gazveler Saad ibn-i Muaz'ın da Ebû Cehil'e dediği gibi herşeyden evvel; Kureyş müşriklerinin Hac yollarını Müslümanlara tıkamış olmalarına karşılık, Müslümanların da Kureyş müşriklerinin, Suriye ticâret yollarını kesip onları ticarî ve iktisâdi bakımdan sıkıntıya düşürebilecekleri hakkında bir uyarmağı,

 

Aynı zamanda, Müslümanlara karşı ne gibi bir hazırlıkta bulunduklarını öğrenmeği,

 

İleride yapılacak savaşlarda bâzı kabîlelerin Kureyş müşrikleri ile birleşmelerini önlemeği, hedef tutuyordu.

 

Hülâsa, seriyyelerden maksat;

-"Kureyş'e, bizim de elimiz silah tutmasını bilir demek, müşriklere gözdağı vermekti."

 

Hz.Peygamberimiz, bir Hadîs-i Şerifleri'nde şöyle buyurmuşlardı:

-"Allah'dan başka Allah olmadığına, Muhammed (a.s.)'ın Rasûlüllah olduğuna şehâdet getirinceye, namazı kılıncaya, zekatı verinceye kadar savaşmak bana emrolundu. Onlar, bunları yapınca, Müslümanlık hakkının gerektirdiği cezâlar müstesnâ oldukça, canlarını, mallarını elimden kurtarırlar!"[366]

 

Ashâbı Kirâm'dan Abdullah ibn-i Amr;

-"Yâ Rasûlullah! Bana cihad ve gazâ hakkında bilgi ver?" demişti.

Allâh'ın Rasûlü, O'na;

-"Ey Abdullah ibn-i Amr! Eğer, sen, Allâh'ın rızasını umarak ve güçlüklere katlanarak çarpışırsan, Allah da seni kıyâmet günü o hâl üzere diriltir. Eğer sen gösteriş ve öğünmek için çarpışırsan, Allah da seni kıyâmet günü o hâl üzere diriltir. Hâsılı sen, ne halde ölür veya öldürülürsen, Allah da seni o halde diriltir." dedi.[367]

 

İlk seriyyelerden bâzıları şunlardı: Hz. Hamza, Seyfülbahr'e; Ubeyde ibn-i Haris, Batn-ı Râbig'a; Saad ibn-i Ebi Vakkas, Harrar'a gönderildiler.

 

Abdullah bin Cahş Seriyyesi

 

Hicretin 2. senesi, Recep ayı. Peygamber Efendimiz bu tarihte Abdullah bin Cahş'ı huzuruna çağırdı ve Müslümanlardan 8 kişilik bir birlik kumandasında Nahle Vadisine gideceğini emir buyurdu. Birliğe katılanlara hitaben de, "Sizin üzerinize birini tayin edeceğim ki, o en hayırlınız değildir. Fakat, açlığa, susuzluğa en çok dayanan, katlananınızdır" dedi.[368] Resûl-i Ekrem kumandan tayin ettiği Abdullah bin Cahş'a bir de mektup verdi. Bu mektubu iki gün yol aldıktan sonra açıp okumasını ve ona göre hareket etmesini emir buyurdu. İki günlük yolculuktan sonra Abdullah bin Cahş, emir gereğince mektubu açıp okudu. Mektupta şunların yazılı olduğunu gördü:

-"Bu mektubumu gözden geçirdiğin zaman Mekke ile Tâif arasındaki Nahle Vadisine kadar yürüyüp, oraya inersin. Oradaki Kureyş'i gözetler, alabildiğin haberleri gelip bize bildirirsin."[369] Şu halde, bu seriyyeden maksat, Kureyş'in hareketini gözetlemek, ne gibi hazırlıklar içinde bulunduklarını tesbit etmekti. Kahraman Sahabî Abdullah bin Cahş, Hz. Resûlullahın mektubuna,

-"Semi'nâ ve ata'nâ (dinledik ve itâat ettik)" dedikten sonra, mücahidlere de,

-"Hanginiz şehid olmayı ister ve makamı özlerse benimle gelsin. Kim de ondan hoşlanmazsa geri dönsün. Ben ise Resûlullahın emrini yerine getireceğim"[370] diye hitap etti. Fedakâr mücahidler, tereddütsüz, kumandanlarının emrine amâde olduklarını bildirdiler. Mücahidler nöbetleşe bindikleri develerle Nahle Vadisine vardılar. Orada konakladılar. Bu arada yükleri kuru üzüm ve yiyecek maddeleri olan Kureyş'in bir kervanı göründü. Gelip onlara yakın bir yerde konakladı. Mücahidler bunlara karşı nasıl davranmaları gerektiği hususunda konuştular. Hücum etmeyeceklerine dâir önce bir karara varamadılar. Çünkü, içinde kan dökmek haram olan Receb ayının girip girmediğinde tereddüt ediyorlardı.

 

Sonunda henüz Recep ayının girmesine bir gün var olduğu kanaatına varınca, ittifakla kervanı ele geçireceklerine dair karar aldılar. Tam o esnada Vâkıd bin Abdullah'ın attığı bir okla kervanın reisi Amr bin Hadremî öldü. Mücahidler, diğerlerin üzerine yürüdüler. İki kişiyi esir alıp kervanı da ele geçirdiler. Kurtulanlar Kureyşlileri hadiseden haberdar etmek için Mekke'ye doğru kaçmaya başladılar. Mücahidler ise iki esir ve kervanla birlikte Medine'ye döndüler.

 

Seriyyenin başkanı Abdullah bin Cahş Hazretleri durumu anlatınca Fahr-i Kâinat Efendimiz hiddetle, "Ben size haram olan ayda çarpışmayı emretmemiştim" dedi ve ganimetten herhangi bir şey almaktan kaçındı.Seriyyeye iştirak etmiş bulunan mücahidler Resûl-i Ekremin bu hareketi karşısında neye uğradıklarını şaşırdılar. Diğer Sahabîler de onların bu hareketlerini tasvip etmeyince bütün bütün ruhlarını büyük bir sıkıntı sardı. Resûl-i Kibriyâya durumu izah ettiler:

-"Yâ Resûlallah" dediler.

-"Biz, onu Receb'in ilk gecesinde ve Cemâziyelâhir ayının son gecesinde öldürdük! Receb ayı girince kılıçlarımızı kınına soktuk!" Buna rağmen Resûlullah kendisi için ayrılan ganimeti almadı. Çünkü, ortada bir şüphe söz konusu idi. Nitekim, Mekkeli müşrikler de bu hareketi dillerine doladılar ve dedikodu yapmaya başladılar:

-"Muhammed ve Ashabı haram ayı helâl saydı. Onda kan döktüler. Mal aldılar. Adam esir ettiler." Bu dedikodular Medine'den duyuldu. Diğer taraftan Medine'de bulunan Yahudiler de ileri geri konuştular. Bir taraftan seriyyeye iştirâk etmiş bulunan mücahidler bu hareketlerinden dolayı üzüntü duyuyorlardı. Diğer taraftan Mekkeli müşrikler ve Medineli Yahudiler ileri geri konuşuyorlardı. Peygamber Efendimiz ise kendisine ayrılan ganimeti kabul etmiyordu.

 

Bir müddet sonra Efendimize vahiy geldi ve meseleyi halletti. İlgili âyette şöyle buyuruldu:

 

يَسَْلُونَكَ عَنِ الشَّهْرِ الْحَرَامِ قِتَالٍ فيهِ قُلْ قِتَالٌ فيهِ كَبيرٌ وَصَدٌّ عَنْ سَبيلِ اللّهِ وَكُفْرٌ بِه وَالْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَاِخْرَاجُ اَهْلِه مِنْهُ اَكْبَرُ عِنْدَ اللّهِ وَالْفِتْنَةُ اَكْبَرُ مِنَ الْقَتْلِ وَلَا يَزَالُونَ يُقَاتِلُونَكُمْ حَتّى يَرُدُّوكُمْ عَنْ دينِكُمْ اِنِ اسْتَطَاعُوا وَمَنْ يَرْتَدِدْ مِنْكُمْ عَنْ دينِه فَيَمُتْ وَهُوَ كَافِرٌ فَاُولئِكَ حَبِطَتْ اَعْمَالُهُمْ فِى الدُّنْيَا وَالْاخِرَةِ وَاُولئِكَ اَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فيهَا خَالِدُونَ

 

"Sana haram ayda savaşmanın hükmünü soruyorlar. De ki: O ayda savaşmak büyük günahtır. Fakat insanları Allah yolundan çevirmek, Onu inkâr etmek, Mescid-i Harâmı ziyaretten men etmek, oranın ahâlisini Mescid-i Haramdan çıkarmak, Allah katında daha da büyük günahtır. Fitne ise katilden daha büyük bir cinayettir. Onların elinden gelse, dininizden döndürülünceye kadar sizinle savaşmaktan geri durmazlar..."[371]

 

Seriyyeye iştirâk etmiş olan mücahidler bu âyet üzerine sıkıntı ve mânevi ızdıraptan kurtuldular. Peygamber Efendimiz de kendisi için ayrılmış bulunan ganimet hissesini kabul etti. Müşrikler ise esirleri için kurtuluş bedeli gönderdiler. Esirlerden sadece Osman bin Abdullah Mekke'ye gitti. Diğer esir Hakem bin Keysan ise Müslüman olup Medine'de kaldı.[372]

 

Berâ bîn-i Mağrur İçin Cenâze Namazı Kılınması

 

Hazrec kabilesinden Berâ bîn Mağrur, Ensârın reislerinden ve 12 nakîbinden birisi idi. Akabe'de Peygamberimiz'e bîat edilirken kalkıp Allâhü Teâlâ'ya hamdü senâ ettikten sonra;

-"Hamdolsun o Allâh'a ki, bizi Muhammed'le şereflendirdi ve sevgili kıldı. Biz, Allâh'a ve Rasûlüne dâvet edilenlerin âhiri, bu dâvete icâbet edenlerin ise, ilkiyiz. Allâh'ın ve Rasûlü'nün dâvetine icâbet ettik. İşittik ve itaat ettik. Ey Evs ve Hazrec cemâatı! Allah, sizi dîni ile şereflendirdi. Eğer, dinleyip itaat etmeği ve yardımlaşmağı memnuniyetle kabullendinizse, Allâh'a ve Rasûlü'ne itaat ediniz" demişti.

 

Berâ bin Mağrur ölüm döşeğine düşünce malının üçte birini, dilediği yere sarfetmek üzere Peygamberimiz'e vermelerini, âilesine vasiyyet etti ve

-"Kabrimde beni Kâbe'ye doğru yöneltiniz" dedi. Dediği gibi yapıldı.

 

Berâ bin Mağrur, Hac mevsiminde Mekke'ye geleceğini Peygamberimiz'e vâdetmişti. Hac mevsimine erişmeden ölüm döşeğine düşünce, âilesine;

-"Rasulüllah'a olan vâdim dolayısıyla beni Kâbe'ye çeviriniz. Çünkü, ben, O'na gelmeği vâdetmiştim." dedi.

 

Böylece, mezara defnedilirken Kâbe'ye yönelenlerin ilki oldu.

 

Peygamberimiz, Medîne'ye gelince eshâbıyla birlikte Berâ bîn Mâğrur'un kabrine gitti. Kabrinin üzerinde saf bağlayıp cenâze namazını kıldı.

-"Allâhım! Onu yarlığa! Ona rahmet et ve ondan hoşnud ol!" diyerek duâ etti.

 

Berâ bini Mâğrur, Ensâr nakîblerinden ilk vefât eden ve kabri üzerinde Peygamberimiz tarafından ilk defa cenâze namazı kılınan zât oldu.

 

Yer yüzünde ise ilk cenâze namazı Hz.Âdem için kılınmıştı.

 

Kıblenin Mescîd-i Haram'a Tahvili

 

Müslümanlar Kudüs cihetine, Mescîd-i Aksâ'ya dönerek namaz kılıyorlardı. Rasûlü Ekrem ise Kâbe'ye dönerek namaz kılmağı arzu etmekteydi.

 

Hicretin ikinci yılında Rasûlü Ekrem, Beni Seleme semtindeki Mescidde, Eshâbı ile birlikte öğle namazını kılarken namaz içinde Kâbe tarafına dönmesi vahy ile emrolundu. Emrolunan tarafa döndü ve arkasındaki cemaat da döndüler. Bu, hicretin onyedinci ayının başlarına ve Receb-i Şerif'in ortalarına doğru bir pazartesi gününe rastlamıştı. İçinde namaz kılarken Kıblenin Kâbe'ye tahvil edildiği bu mescide "Mescid-ül Kıbleteyn (iki Kıbleli mescid)" denir.

 

Cenâb-u Hak Bakara Sûresinin 144. âyetiyle:

 

قَدْ نَرى تَقَلُّبَ وَجْهِكَ فِى السَّمَاءِ فَلَنُوَلِّيَنَّكَ قِبْلَةً تَرْضيهَا فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَحَيْثُ مَا كُنْتُمْ فَوَلُّوا وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُ وَاِنَّ الَّذينَ اُوتُواالْكِتَابَ لَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا يَعْمَلُونَ

 

"Biz, senin, yüzünü çok defa göğe doğru çevirip-durduğunu görüyoruz. Şimdi elbette seni hoşnud olacağın kıbleye çevireceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Her nerede bulunursanız, yüzünüzü onun yönüne çevirin.146 Şüphesiz, kendilerine kitap verilenler, tartışmasız bunun Rablerinden bir gerçek (hak) olduğunu elbette bilirler. Allah, yapmakta olduklarınızdan gafil olmayandır."[373]

 

Mescîd-i Haram (Kâbe) cihetine dönülmesini emretti ve o andan îtibaren Kâbe'ye dönüldü.

 

Orucun Farz Kılınışı ve Aşûrâ Orucu

 

Hz.Peygamberimiz, Medîne'ye geldiklerinde Âşûrâ günü yahûdîlerin oruç tuttuklarını görünce;

-"Nedir bu?" diye sordu.

Onlar da;

-"Bu gün hayırlı bir gündür. Bu gün Allâh'ın İsrailoğullarını düşmanlardan kurtardığı, Mûsa'nın da şükür için oruç tuttuğu gündür." dediler.

Bunun üzerine Peygamberimiz;

-"Ben Mûsa'ya sizden daha yakınım" dedi ve Âşûrâ günü orucunu tuttu. Eshâbına da tutmalarını emretti.

 

Kıblenin Kâbe'ye çevrilişinden bir ay sonra, hicretin onsekizinci ayının başlarında, Şaban ayında, Ramazan-ı Şerif orucu farz kılındı. Ramazan orucu farz kılınmazdan önce, Âşûrâ orucu vacipti. Ramazan orucu farz kılınınca Peygamberimiz;

-"Âşûrâ orucunu tutmak isteyen tutsun, bırakmak isteyen de bıraksın." dedi. Böylece Âşûrâ günü oruç tutmak Ümmeti Muhammed için nâfile oldu.

 

Hicretin İkinci yılında cihada izin veren ayetler geldi. Bu ayetler:

 

  é¨£ÜÛa  £æ¡a 6a뢆 n¤È mü ë ¤á¢Ø ãì¢Ü¡mb Ô¢í  åí©ˆ £Ûa ¡é¨£ÜÛa ¡3î©j  ó©Ï aì¢Ü¡mb Ó ë

  åí©† n¤È¢à¤Ûa ¢£k¡z¢í ü

 

“Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları sevmez.”[374]

 

 =¥Ší©† Ô Û ¤á¡ç¡Š¤– ã ó¨Ü Ç  é¨£ÜÛa  £æ¡a ë 6aì¢à¡Ü¢Ã ¤á¢è £ã b¡2  æì¢Ü mb Ô¢í  åí©ˆ £Ü¡Û  æ¡‡¢a

 

“Kendileriyle savaşılanlara (müminlere), zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak surette kadirdir.”[375]

 

Bunun üzerine Peygamber (a.s) bir dizi teşebbüste bulundu. Bu maksatlarla hazırlanan seriyyelerden biri, Hz.Hamza seriyyesi, bir diğeri de H.2. yılında Mekke ile Taif arasındaki Batn-ı Nahle denilen yere gönderilmiş olan seriyyedir. Peygamberimiz (a.s) Abdullah b. Cahş’ı kumandan tayin etmiş ve seriyyeye teftiş, haber toplama, gözdağı verme, gözetleme vazifesi vermiştir. Ancak genç ve heyecanlı bir zat olan kumandan, Taif’ten dönmekte olan Kureyş kervanı ile silahlı mücadeleye girişince Mekkelilerden Amr b. Hadrami öldürüldü. Kureyşin ileri gelenlerinden Muğire’nin olan Osman ile Nevfel adlı kişilerde esir edildi. Mallarında müsadere edilerek Medine’ye getirildi. Peygamberimiz (a.s), kumandanın bu davranışını doğru bulmadı, esirleri ve müsadere edilen malları, ayrıca öldürülen el-Hadrami’nin diyet bedelini Mekke’ye yolladı.

 

 

 

11 - Bedir Savaşı ve Neticeleri

 

 

Bedir Gazası (Hicrî:2, M.:624)

Yüce Allah (cc) Kur’an-ı Kerim’de savaşla ilgili şöyle buyuruyor:

 

اُذِنَ لِلَّذينَ يُقَاتَلُونَ بِاَنَّهُمْ ظُلِمُوا وَاِنَّ اللّهَ عَلى نَصْرِهِمْ لَقَديرٌ () اَلَّذينَ اُخْرِجُوا مِنْ دِيَارِهِمْ بِغَيْرِ حَقٍّ اِلَّا اَنْ يَقُولُوا رَبُّنَا اللّهُ وَلَوْلَا دَفْعُ اللّهِ النَّاسَ بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ لَهُدِّمَتْ صَوَامِعُ وَبِيَعٌ وَصَلَوَاتٌ وَمَسَاجِدُ يُذْكَرُ فيهَا اسْمُ اللّهِ كَثيرًا وَلَيَنْصُرَنَّ اللّهُ مَنْ يَنْصُرُهُ اِنَّ اللّهَ لَقَوِىٌّ عَزيزٌ

 

“Kendileriyle savaşılanlara (müminlere), zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak surette kadirdir. Onlar, başka değil, sırf "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları (kötülüklerini) diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, galiptir.”[376]

 

Bu vahiy, Peygamber (a.s)'e Medine'ye ulaştıktan kısa bir süre sonra indi. Peygamber buradaki iznin emir anlamında olduğunu biliyordu.

 

Bedir, Medîne'ye 80 mil mesâfede bir köydür. Mekke'den Suriye'ye giden kervan yolunun üzerindedir. Müşriklerle Müslümanlar arasında en büyük harp ilk defa işte burada olmuştur. Bedir harbi, bi'setin 14., hicretin ikinci senesi Ramazan ayında vuku' bulmuştur. Hakk ile bâtıl arasında vuku bulmuş, Tevhid şirke, İman küfre gâlip gelmiştir.

 

Hz.Peygamberimiz ile Müslümanlar Medîne'ye yerleştikten sonra da Mekke'deki müşrikler boş durmadılar. Bir taraftan Medîne'deki Yahûdîlerden bâzılarını elde ederek, gizliden gizliye onları Müslümanlık aleyhinde kışkırtıyorlar, Medîne ile Mekke arasındaki arâzide yerleşmiş olan halkı onların vâsıtasıyla Müslümanlar aleyhine çevirmeğe çalışıyorlardı. Bunların propagandaları gittikçe ilerliyordu.

 

Kureyş müşrikleri, Medîne'nin yakınlarına kadar sarkarak yağmacılığa başlamış, Medîne'nin otlağından bir kaç deveyi alıp götürmüşlerdi. Düşmanın bu gibi hâl ve hareketleri Müslümanların son derece uyanık bulunmalarını icap ettiriyordu.

 

Peygamber Efendimiz, Mekke müşriklerinin Medîne'ye ansızın bir hücum yapmalarına meydan vermemek için ara sıra Müslümanlarla Medîne'den çıkar, civârı tarassud ederdi. Bâzen de kendisi gitmez, etrafı kontrol etmesi için gözcü gönderirdi.

 

Müslümanlar, müşriklerin bitmek bilmeyen saldırıları karşısında, onlara mukâbele etmek ve artık onlarla harp etmek için defalarca müsaade istemişlerse de Peygamber Efendimiz; "Biz bununla emrolunmadık!" diyerek, müsaade etmemişti.

 

Peygamber Efendimiz dâimâ dîni, irşad yoluyla yaymağa çalışmış, zorlama yoluna gitmemişti. Mecbur kalındığı zaman, nefsini müdâfaa için kılıca sarılmasına da Cenâb-u Hakk müsaade etmişti. Peygamber Efendimiz'in Peygamberliğinin onbeş yılı böyle güzel sözle, nasîhatla, dîne dâvet etmekle geçti. Nihâyet tecâvüzleri önlemek için Allah tarafından vakti gelince harbe izin verildi.

 

Tarafları Harbe Götüren Sebepler

 

Ebû Süfyan, Müslümanların Mekke'de bıraktıkları malları da satarak Müslümanlara karşı silahlanmak için bin develik büyük bir ticâret kervanıyla Suriye'ye gitmişti. Bu servetle harbe hazırlık yapılacaktı. Bu kervanda, Mekkelilerin hepsinin malları vardı.

 

Peygamber Efendimiz yine bir gün, müşrikleri gözetlemek ve düşman hakkında malumât edinmek üzere, Ensârdan Besbes ibn-i Amr ile Adiyy ibn-i Ebirruba'yı gözcü olarak ileri göndermişti. Gözcüler Bedir'e kadar gittiler. Kaplarına su doldurmak için oradaki su kuyusuna vardıklarında, su başında iki kişinin, Ebû Süfyan'ın ticâret kervanının yarın oraya uğrayacağı hakkında konuştuklarına şâhid oldular. Onlara hiçbir şey demeden, su doldurup döndüler ve işittiklerini Peygamberimiz'e aynen naklettiler.

 

Ebû Süfyan, tâkip edilecekleri kuşkusuyla Bedr'e kervanı sürmeden, konaklayacakları yerleri önceden bir gözden geçirip su başına da adamlar göndererek; «Buraya gelen oldu mu?» diye sordurmuştu. Su almak için iki kişinin geldiğini duyunca, tâkip edilmekte olduklarını sezerek, kervanı Bedr'e uğratmadan deniz sahiline, Cidde'ye sürmüştü. Bu arada, Zamzam adında müthiş çığlık atan birini kiralayarak Mekke'ye feryatçı dellal göndermişti.

 

Zamzam, korkunç bir kılıkla Mekke'ye gelip şehirde sokakları dolaşarak;

-"Ey Kureyş! Müslümanlar kervanı yağma ediyor! Yetişîn! İmdât! İmdât!" diye feryada başlamış, halkı galeyana getirmiş ve Kureyş harp için harekete geçmişti.

 

Ebû Cehil de işi kızıştırıyordu. Ebû Leheb hasta yatıyordu. O da hasta yatağından harbe teşvik ederek, kendi gidemeyeceğinden yerine bir bedel çıkarmıştı. Böylece hazırlanan müşrik ordusu 100 atlı, 700 develi, kalanı yaya olmak üzere 1000 civarında idi. Müslümanlarla harp etmek üzere yola çıktılar.

 

Bu arada Ebû Süfyan, kervanı hiçbir şey olmadan Mekke'ye ulaştırmış ve geri dönülmesi için de adamlarına haber göndermişti. Fakat, müşrikler tam bir harp hazırlığıyla yola çıktıklarını söyleyerek geri dönmediler. Bedr'e kadar gelip harbe hâkim yerlere yerleştiler. Su başını tuttular.

 

Aslında Ebû Cehil'den başkası harbi pek istemiyordu. Buna rağmen, Ebû Cehil kızgın bir hâlde şöyle bağırıyordu.

-"Buradan kat'iyyen gitmeyeceğiz. Burada üç gün kalacağız. Develer boğazlayıp yemekler yiyeceğiz, içkiler içip, çalgılar çalacağız. Bundan sonra Araplar bizim sevinç ve neşemizi işitecekler, bizi ebediyyen sevecekler..." İşte bu azgın adam, azgınlığını böyle gösteriyordu.

 

Peygamber Efendimiz, ticâret kervanının Suriye'den Mekke'ye dönmekte olduğunu öğrenince, Eshab'ı ile Bedr'e doğru harekete geçti. Fahri Kâinât'ın ordusu 313 kişi olup, bunların 83'ü Muhâcirlerden, gerisi Ensardan idi. Orduda, süvâri gözcülerin kullandığı iki atla, münâvebe ile binilen yetmiş deve bulunuyordu.

 

Peygamberimiz, Ömer ibn-i Ümmü Mektüm'ü, Medîne halkına namaz kıldırmak için yerine vekil bırakarak, Ramazan'ın sekizinde Medîne'den yola çıktılar. Ümmü Mektüm âmâ olduğundan, Yahûdîler bir kargaşalık çıkarmasınlar diye Allah Rasûlü, Ebû Lübâbe'yi de yoldan çevirerek, Medîne'ye kâimi makam tâyin etti. Resûlü Ekrem, Ebû İnebe kuyusu yanında, Kays ibn-i Ebû Sasa'yı piyadeler üzerine çavuş tâyin edip, Müslümanların sayılmasını O'na emretti. O da aldığı emir üzerine Müslümanları orada durdurup saydı ve kendisine tekmil verdi.

 

Kureyş'in hazırlığından haberleri yoktu. Safra yakınına geldiklerinde, Mekke'den büyük bir ordunun çıktığını ve gelmekte olduğunu duydular.

 

Peygamberimiz'in Ashâbıyla İstişâresi

 

Peygamber Efendimiz, Ashâbıyla istişâre yaptı. Yapılacak gazânın onların rızasıyla olmasını istiyordu. Ensar ve Muhâcirîn ise Allah Rasûlü'nün tam hoşlanacağı şekilde konuştular ve O'nun mübârek kalbi sevinçle doldu.

 

Muhâcirîn nâmına, Mikdad ibn-i Amr konuştu ve şöyle dedi:

-"Ey Allâh'ın Rasûlü! Seni bize Allah gönderdi, biz de seninle beraberiz. Biz sana İsrailoğullarının Hz.Mûsa'ya dedikleri gibi katiyyen demeyiz... (Onlar şöyle demişlerdi:

-"Sen ve Rabbin gidin harp edin, biz burada oturacağız.")

Biz de deriz ki;

-"Sen ve Rabbin gidin harbedin, biz de sizinle beraber harp edeceğiz."[377]

 

Ensar nâmına Saad ibn-i Muaz konuştu ve dedi ki:

-"Ey Allâh'ın Rasûlü! Biz Sana îman ettik. Senin getirdiğine inandık, Sana bu hususta söz verdik. Bize istediğini emret! Biz seninle beraberiz. Seni gönderen Allah hakkı için, eğer denize girersen Seninle beraber biz de gireriz, hiçbirimiz geri kalmayız. Biz düşmana karşı varmaktan çekinmeyiz! Muhârebe vaktinde geri dönmeyiz! Sabrederiz, sadâkattan ayrılmayız! Allah'dan dileriz ki bizden memnun olacağın işler nasîb etsin! Hemen, Allâh'ın bereketinden dileyerek, istediğiniz tarafa gidelim."

Peygamber Efendimiz;

-"Böyle söyleyen bir kavim katiyyen yok ve mağlup olmaz." dedi.[378]

 

Ensar, ikinci akabe bîatında Allah Rasûlü'nü, çocukları ve âileleri gibi koruyacaklarına söz vermişler, fakat harp edeceklerine dâir söz vermemişlerdi. Bîat maddelerinde bu yoktu. Allah Rasûlü onların ağızlarından bu sözleri işitince çok hem de çok memnun oldu. Yüzleri saadet belirtileriyle doldu ve,

-"Yürüyün ve Allâh'ın lütfuyla şâd olun. İşte, Kureyş'in tek tek düşeceği noktaları görüyorum." diyerek, o noktaları mübârek elleriyle birer birer gösterdiler.[379]

 

Dâva, kervanı basmak değil, küfür safını yıkmaktı. İstişâre netîcesinde, geri dönmek müşriklere ve Yahûdîlere cesâret vereceğinden, harbe karar verildi.

 

Müşrik ordusu evvelce gelip Bedir suyunu zaptettiklerinden, Peygamber Efendimiz, ordusuyla Bedir'de kumluk bir sahraya indiler. Yürürken insanların ve hayvanların kumdan ayakları kayıyordu. Onun için Müslümanlar susuz kalmaktan korktular. Fakat, sabaha karşı yağan bol yağmur, Müslümanların yüzünü güldürdü. Allah tarafından, bir te'yîd-i Rabbâni olan bu yağmur sularından bol bol istifâde ettiler. Kumluk arâzi, yağmur yağınca biraz pekleşti. Üzerinde yürümek de kolaylaştı.

 

Bu arada Habbab ibn-i Münzir, inilen yeri beğenmeyerek şöyle dedi:

-"Yâ Rasûlellah! Buraya vahiy ile mi indik, yoksa bu harp durumu icabımıdır?"

Peygamber Efendimiz;

-"Mes'ele harp durumu işidir" deyince,

 

Habbab;

-"Bedir köyünün en sonundaki kuyunun önüne ordugâh kurulmasını" teklif etti.

 

Bunu münasip buldular. Oraya gidip büyük bir havuz yaptılar. İçini su ile doldurduktan sonra diğer kuyuların üzerine çör çöp atarak kapattılar. Böylece düşman ordusunun onlardan faydalanmasını önlediler. Çünkü;

 

الْحَرْبُ خِدْعَةٌ.

"Harp hîledir." [380]

 

Bu hâdise bize istişârenin ehemmiyetini gösteriyor.

 

Orada, Saad ibn-i Muaz'ın işâretiyle Allah'ın Rasûlü için bir gölgelik yaptılar. Peygamberimiz, o güneşlik altında, kalbi ile Allâh'a yönelerek;

-"Ey Allâhım! Kureyş, atlarıyla ve ordularıyla Senin Rasûlü'nü yalanlamak için geldiler.

Yâ Rabbi! Bana vâdettiğin zaferi bugün ver!

Yâ Rabbi! Sen eğer bu topluluğu helâk edersen, Sana yeryüzünde ibâdet edilmeyecek." diye duâ etti.

 

Bu duâsında o kadar vecd ve istiğrâka gelmişti ki, ridâsı (hırkası) omuzundan düştüğü halde farkına varmıyordu.

 

Hz.Ebû Bekir (ra), Peygamber Efendimiz'in ridâsını alıp omuzuna koymağa çalışıyordu... Şöyle diyerek Allah Rasûlü'ne mukâbelede bulundu:

-"Yâ Resûlallah, duân arşı titretti. Allah elbette vaadini yerine getirecek".

 

Fakat Allah Rasûlü duâsına devam etti. Hafif bir uykuya dalar gibi kendinden geçti. Rüyâda, zaferin hilâlini gördü ve müslümanlara şöyle müjdeledi:

-"Bu gün kim sabırla ve sebatla harp ederse ve bu yolda öldürülürse Allah onu cennete koyar."[381]

 

Bedir Harbinde Nasıl Çarpışılacağının Müzâkeresi

 

Rasûlü Ekrem, Bedir gecesi yanındakilere;

-"Nasıl çarpışırsınız?" diye sormuştu.

Asım ibn-i Sâbit kalkıp eline yayı ve oku aldı;

-"Ey Allâh'ın Rasûlü! Kureyş kavmi, ikiyüz zira' (takriben 150-180 metre mesâfe) veya o kadar yaklaştıkları zaman yay ile ok atışı olur. Kureyş kavmi bize ve onlara taş yetişecek kadar yakınımıza geldikleri zaman, taşla mücâdele yapılır. Kureyş kavmi, bize ve onlara mızrak erişecek kadar yakınımıza sokulduklarında, kırılıncaya kadar mızrakla mücâdele yaparız. Kırılınca da mızrağı koruz" dedi. Kılıncı alıp kuşandı ve onu sıyırarak,

-"Kılınç sıyrılır. Kılınçla çarpışmağa tutuşulur!" dedi. Bunun üzerine Rasûlüllah;

-"Harbin icâbı budur, bu tarzda çarpışılmasını gerekli gördüm. Çarpışan, Asım'ın çarpışması gibi çarpışsın!" buyurdu.

 

Tarafların Karşılaşması ve Harbin Başlaması

 

Ertesi sabah, iki ordu birbiriyle karşılaştı. Mü'minlerle müşrikler karşılaştıkları zaman, mü'minler, müşrikleri az, müşrikler de mü'minleri az ve zayıf görerek her iki taraf çarpışmağa isteklenmiş ve heveslenmişti. Müşrik ordusunun başı olan Ebû Cehil, durmadan harbe teşvik ediyordu. Müşriklerin bayrağından birini Ebû Azize ibn-i Umeyr, diğerini Nadir ibn-i Hâris, diğerini Tâlhâ ibn-i Tâlhâ taşıyordu.

 

Rasûlü Ekrem, meydana çıkıp Müslümanların saflarını düzeltti. Bâzıları saftan dışarı çıkmışlardı. Sanki, düşman üzerine ilk önce biz gideceğiz diyorlardı.

 

Peygamber Efendimiz, asâsı ile onları saflarına dâhil etti ve son olarak şöyle dedi:

-"Ben emretmedikçe düşman üzerine gitmeyiniz. Fakat ok menziline gelindiği zaman onlara ok atınız." buyurdu.

 

Peygamber Efendimiz, askerlerini saf saf dizdikten sonra sancaktarlar tâyin etti. Muhâcirlerin bayrağını Müs'ab ibn-i Umeyr'e, Hazrec'in bayrağını Habbab ibn-i Münzir'e, Evs'in bayrağını Saad ibn-i Muaz'a verdi.[382]

 

Harp Mübâreze İle Başladı

 

Mübârezeye ilk olarak müşriklerden, Rebiaoğulları Utbe, Şeybe ve Utbe'nin oğlu Velid çıktılar. Bunlara karşılık, Müslümanların saflarından birçok sahabinin çıkmak için ileri atılmaları üzerine Peygamber Efendimiz, üç kişiye karşı sâdece üç kişinin çıkmasını emretti. Bunun üzerine Beni Neccardan ve Ensardan olan Afrâ namındaki hanımın oğulları, Ensar gençlerinden Avf ile Muaz ve bir de Abdullah ibn-i Revvâha çıktı.

 

Utbe onlara sordu:

-"Siz kimsiniz, kimlerdensiniz?"

Onlar da adlarını, şanlarını teker teker saydıktan sonra karşılık verdiler;

-"Ensardanız! Allah Rasûlü'nün Medîne yardımcılarındanız!" dediler.

Utbe;

-"Bizim sizinle işimiz yok." deyip bu üç kişiyi reddettiler. Bunun sebebi de, karşılarındaki insanları aşağılık görmeleri idi. Medîneliler ziraatla, Mekkeliler ise ticâretle uğraştıklarından, Medînelileri hep küçümserlerdi.

 

Müşrik mübârizler, yüzlerini Peygamber Efendimiz'e çevirerek;

-"Yâ Muhammed! Bize kendi içimizden (Mekkelilerden) kendi kanımızdan adam çıkar!" diye bağırdılar.

 

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz çok celallendi. Hemen;

-"Kalk yâ Ubeyde! Kalk yâ Hamza! Kalk yâ Ali!" buyurarak, Onların, üç müşriki susturmalarını istedi. Üç yiğit ayağa kalkarak onların yanına doğru yürümeğe başladı. O vakit Hz.Ubeyde 63, Hz.Hamza 58, Hz.Ali 21 yaşlarında idi. Düşmanı susturmak, onların ya Müslüman olmalarını sağlamak veya İslâm’a attıkları iftiraları kendilerine yalatmak üzere, düşmana doğru ilerlediler. Bu üç kişi Arap âleminin en cesur savaşçı kişileri idi. Hz.Hamza ve Ubeyde İslâm’dan önce Arablar tarafından da takdir edilen kimselerdi. Hz.Ali ise, Allâh'ın arslanı idi. Üçü de meydana çıktıkları zaman âdet üzere isim ve şöhretlerini söylediler. Zâten Allâh'ın bu üç arslanını tanımayan da yoktu.

 

Meydandaki üç müşrik, kalabalığa doğru dönerek;

-"Tam bunlar bizim dengimizdir. Biz bu üç kişi ile kılınç sallarız." diye bağırmağa başladılar.

 

Artık onları durdurmak için hiçbir sebep kalmamıştı. Mübâreze başladıktan sonra, yapılan darbeleri teşvik amacıyla her iki taraftan da sesler yükseliyor, takdirlerle, Allah, Allah sesleri gökyüzünü kaplıyordu.

 

Müslüman mübârizlerin en yaşlısı Hz.Ubeyde, Utbe ile; Hz.Hamza, Şeybe ile; Hz.Ali de, Velid ile karşılaştılar. Hz.Hamza ve Hz.Ali rakiplerini îmânın savurduğu birer kılınç darbesiyle hemen hakladılar, devirdiler. Hz.Ubeyde, Utbe ile birbirine hamleler yapıyorlardı. Amma yaptıkları hamleler ihtiyarlıkları dolayısıyla yerini bulmuyordu. Hz.Ubeyde aynı kuvvet hamlesiyle kılıncını savururken düşmanıyla beraber kendisi de dizinden yaralandı. İşlerini bitiren Hz.Ali ve Hz.Hamza hemen atıldılar. Utbe'nin de işini bitirdiler. Hz.Ubeyde'yi omuzlarından tutup Peygamber Efendimiz'in yanına getirdiler.

 

Hz.Ubeyde'nin ayağından kanlar akıyordu. Bu mübârek zât ayağının ağrısını unutmuştu. Rasûlüllah'a;

-"Yâ Rasûlallâh! Ben şehid miyim?" diye sordu.

Kâinâtın Efendisi; "Evet" dedi. Ayağına bakarak,

-"Senin yerin cennettir" dedi. Bunun üzerine Ubeyde'nin yüzü güldü.[383]

 

Harbin Şiddetlenmesi

 

Taraflar arasında ferdî cenk bitince, saflar birbirine yaklaşmağa başladı. O anda görünen manzara; birbirine sıkı sıkı yapışmış yürüyen bin kişilik küfür ordusu, suratlar asık, kaşlar çatık, ellerde yalın kılınç geliyorlar. Karşılarında sâdece 313 mü'min, amma her biri bir orduya bedel.[384]

 

Umûmi bir hamle başladı

 

Allâh'ın Rasûlü yerden bir avuç kum aldı ve yaklaşan düşmana saçarak;

-"Yüzler yere sürünsün! yüzleri kara olsun!" dedi.

 

Çarpışma evvelâ şiddetli bir ok atışı ile başladı. Sonra iki taraf taş, mızrak, kılınç, hançer, birbirine girdiler. Toz duman, nâra, çığlık, demir sesleri birbirine karışmış, geriden hücum işâretleri veren davul sesleri başlamıştı.

 

Sağa, sola, öne, dâimâ ileriye kılınç sallayan Müslümanlar, hiç tanımadıkları, şimdiye kadar görmedikleri, beyazlar giyinmiş, başları beyaz sargılı insanları yanlarında gördüler. Bunlar Allâh'ın emriyle insan şekline girmiş meleklerdi. Müslümanlar arasına katılmışlardı. Dövüşen mü'minler, kulaklarında duymadıkları, bilemedikleri sesler olarak;

-"Dayanın, düşman zayıf! Allah sizinledir" seslerini duyuyorlardı.[385]

 

Müslümanlar, arslanlar gibi atıldılar. Kelleler uçuyor, Kureyş'in elebaşıları birer, birer yere düşüyorlardı. Ebû Cehil de bunların arasındaydı.[386]

 

Müşriklerin Mağlubiyeti

 

Kureyş müşrikleri, 70 ölü, 70 esir vererek ve bütün eşyalarını bırakarak kaçtılar. Mü'minler 6'sı Muhâcirlerden, 8'i Ensardan 14 şehid verdi. Bedir şehidlerinin cenâze namazını Peygamber Efendimiz kıldırdı.

 

Müslümanlar, bu harpte daha ziyâde, Kureyş'in elebaşılarını gözetip temizlemek istiyorlardı. Çünkü Müslümanlar, ne çektilerse onların elinden çekmişlerdi. Onun için, Kureyş ulularından çoğunun Bedir harbinde öldürüldüğünü görüyoruz.

 

O zamanlar İslam düşmanlığının azılı lideri, elebaşısı Ebû Cehil idi. Ensardan Afrâ Hatunun iki oğlu Muaz ile Muavviz, onu öldürmeğe and içmişlerdi. Bu iki genç, harbin en şiddetli zamanında Abdurrahman ibn-i Avf'a rastlamışlar, Ebû Cehil'i tanımadıklarından, kendisinden Ebû Cehli göstermesini ısrarla ricâ etmişlerdi. O sırada, Ebû Cehil karargâhından müşrikleri kışkırtmak için çıkmış, "anam beni bu gün için doğurdu" diye, harbi kızıştırıyordu. Abdurrahman ibn-i Avf, Ebû Cehl'i Afrâ Hatunun iki genç oğluna gösterdi. Onların ikisi de yıldırım gibi at üzerindeki Ebû Cehil'e saldırdılar. Yaralayıp yere düşürdüler. Bu arada kendileri de şehîd edildiler.

 

Afrâ Hatunun oğulları gibi, Ebû Cehl'i arayanlar arasında Ensardan Muaz ibn-i Amr da fırsat kolluyordu. O esnâda Ebû Cehl'in yanına yaklaşarak kılıncını salladı ve ayağını yaraladı. Artık yürüyemez hâle gelen küfür önderi mecalsiz yere serilmişti. Bu arada Ebû Cehlin oğlu da babasının kanlar içinde yerde yuvarlandığını görünce yardımına koşmuş, Ensardan Muaz'ı yaralamış, bir kolunu kesmiş ve arkasından tâkibe düşmüştü. Fakat, babası Ebû Cehil (aynı zamanda küfrün de babası) ölüler arasına serilmişti.[387]

 

Ebû Cehl'in Son Sözleri ve Başının Kesilmesi

 

Rasûlü Ekrem, durumdan çok memnun oldu. Ebû Cehli ortalarda göremediği için, onun ne olduğunu merak etmişti.

 

Yanındakilere;

-"Acaba Ebû Cehl'e ne oldu, ondan ve diğerlerinden bize kim haber getirebilir?" buyurunca, Abdullah ibn-i Mes'ud hemen oradan ayrılarak müşriklerin yere serilmiş leşleri arasında Ebû Cehl'i kanlar içinde can çekişir görünce sevindi. Hemen kılıncını çekip ayağı ile boynuna bastıktan sonra Ebû Cehil gözlerini açtı.

Abdullah ibn-i Mes'ud;

-"Ey Ebû Cehil! Sen misin?" deyince,

Ebû Cehil, O'na;

-"Ey koyun çobanı! Bir büyük reisi muhakkak büyük kimseler öldürmez. Bu ilk defa olan bir iş değildir. Sen, hangi tarafın gâlip geldiğini biliyor musun?" diye sordu.

Abdullah ibn-i Mes'ud;

-"Allâh'ın yardımıyla zafer bizim tarafta. Sizin gibi bütün kefereleri temizledik. Kalanlar da kaçıyorlar." diye cevap verdi.

Aldığı cevap üzerine Ebû Cehil çok üzüldü. Gözlerini kapamadan önce, hayâtı boyunca düşmanı saydığı Kâinâtın Efendisi'ne şöyle haber gönderdi:

-"Muhammed'e söyle ki şimdiye kadar O'nun düşmanı idim. Şimdi düşmanlığım bir kat arttı".

 

Abdullah ibn-i Mes'ud daha fazla dayanamadı ve şeytanın yuvası hâline gelen kafasını bir kılınç darbesiyle gövdesinden ayırdı. (Ebû Cehil ölürken bile îmâna gelmeyen keferelerin en büyüklerindendir. Ondan sonra daha birçok kefere gelecektir. Amma onun gibisi gelmeyecektir. Çünkü o Kâinât'ın Efendisi'ne çok eziyet etmişti.) Abdullah ibn-i Mes'ud cüsse bakımından Ebû Cehil'den küçüktü. Amma onun başını kestikten sonra saçlarından tutup sürüyerek Rasûlüllah'ın huzuruna getirdi ve söylediklerini nakletti.

 

Peygamber Efendimiz, onun başını görünce sevindi. Allâh'a şükretti ve kendi kavmine dönerek;

-"Bu ümmetin firavunu işte budur." dedi.

Ayrıca bir Hadîs-i Şeriflerinde;

-"Bizim firavunumuz, Mûsa'nın firavunundan daha eşetti. Çünkü, Mûsa'nın firavunu ölürken 'Mûsa'nın ve Harun'un Rabbîsine îman ettim' dedi, bu demedi." buyurmuşlardır.[388]

 

Gömülen Müşrik Ölülerine Peygamberimiz'in Hutbesi

 

Müşrikler, öyle bir bozguna uğramışlardı ki, ölülerini bile toplayamadan kaçtılar. Peygamber Efendimiz burada, bir insanlık vazîfesi olarak, Bedir şehidlerini techîz-i tekfinden sonra, müşrik ölülerini toplatıp bir kör kuyuya gömdürttü.

 

Müşrikleri kuyuya doldurduklarında, kâfirlerin en mel'unlarından olan Ümmiye'tibni Halef öyle şişmişti ki, cesedi, zırhının içinde öldüğü için, kuyunun ağzından geçmedi. Zırhının içinden çekilip çıkarılınca, bedenin etleri dağıldı. Onu olduğu yerde bıraktılar. Üzerini kum ve taşlarla kapattılar.

 

Kuyu ağzına kadar kafir cesetleri ile dolunca, Peygamber Efendimiz kuyunun başına gelerek, şöyle hitapta bulundu:

-"Ey kuyuya atılanlar! (dedikten sonra içindekilerden bâzılarını adıyla ve sanıyla anarak),

Ey Utbe'tibni Rebia! Ey Şeybe'tibni Rebia! Ey Ümmiye'tübni Halef! Ey Ebû Cehl'ibn-i Hişam! (diyerek, birer birer saydıktan sonra);

Sizler, Peygamberinizin en kötü kavmi ve kabîlesi idiniz! Siz Beni yalanladınız! Başkaları ise beni tasdik edip doğruladılar! Siz beni yurdumdan yuvamdan çıkardınız! Başkaları ise bana kucak açtılar! Siz benimle çarpıştınız! Başkaları ise bana yardım ettiler! Siz Rabbiniz'in size vâdetmiş olduğu azabı gerçekleşmiş buldunuz mu? Ben Rabbim'in bana vâdetmiş olduğu zaferi gerçekleşmiş buldum!" dedi.

Müslümanlardan bâzıları, bu arada Hz.Ömer;

-"Yâ Rasûlellah! Sen şu cansız cesetlere, kokmuş lâşelere, ne diye seslenir, söz söylersin. Ölülere konuşuyorsun, onlar duyar mı?" deyince.

Peygamber Efendimiz;

-"Muhammed'in varlığı kudret elinde bulunan Allâh'a yemin ederim ki, benim söylediklerimi siz onlardan daha iyi duyuyor ve işitiyor değilsiniz! Fakat, onlar bana cevap vermeğe kâdir olamazlar" dedi.[389]

 

İslâm’ın zaferi ve Medine’ye dönüş

 

Bedir Harbi, 17 Ramazan cuma günü olmuştu. Medîneliler, neticeyi merakla bekliyorlardı. Onlar büyük bir ordu ile karşılaşılacağını bilmiyorlardı. Sadece kervanın tâkip edilip, yakalanacağını zannediyorlardı. Peygamber Efendimiz, harp biter bitmez, Abdullah ibn-i Revvâha ile Zeyd ibn-i Hârise'yi Medîne'ye müjdeci gönderdi. O esnâda Rasûlü Ekrem'in kerîmelerinden biri olan Hz.Rukiyye vefât etmişti. Peygamber Efendimiz, O'nun rahatsızlığından dolayı zevci Hz.Osman'ı Bedr'e götürmemiş, başında bırakmıştı. Medînedeki bütün Müslümanlar üzüntülü idiler. Onu yeni defnetmişlerdi. Gelen müjde haberi, onlara üzüntülerini unutturdu. Onları ferahlattı.

 

Harpten sonra Peygamber Efendimiz ve ordusu ikindi namazını Bedir'de kılıp, Useyl  mevkiine vardı. Orada bir müddet kaldıktan sonra Medîne'ye vardılar. Medîne'ye yaklaştıklarında Revhâ'da karşılamağa gelenlerle buluştu. Karşılayıcılar Peygamberimiz'i tebrik ettiler. Arkalarından bir gün sonra esirler de getirildi.

 

Müslümanlardan üç kat fazla ve mükemmel silahlarla mücehhez müşrik ordusunun, bozguna uğratılıp mağlup edilmesi haberi Mekkelileri şaşkına uğrattı. Habere önce inanamadılar. Bir avuç Müslümanın koca bir orduyu yeneceğini havsalaları almıyordu. Fakat, gerçek bu idi. Hasta yatağında olan Ebû Leheb'in hastalığı bir kat daha arttı. Ona bu haber ölümden beterdi. Kahroldu. Dayanamadı, yedi gün sonra öldü. Öldüğünü de bilen olmadı. Üç dört gün öyle kaldı. Ölüsü koktu. Oğulları bile kendisiyle alâkadar olmadı. Terkedilmişti. Bütün Mekke halkı homurdanmağa başladı. Nihâyet mecbur kalıp bir çukur açtılar. Uzun kazıklarla leşi ite ite oraya atıp üstüne kum, toprak koydular. Bu mağlubiyet karşısında, Mekkeli müşrik kadınlar siyahlara bürünerek mâtem tutmağa başladılar.[390]

 

Esirler Hakkındaki Muâmeleler

 

Müslümanlar, alınan esirleri takdir edilen fidye (kurtuluş akçesi) karşılığı serbest bıraktılar. Bu parayı bulamayanlar, Müslümanlardan onar kişiye okuyup yazma öğretmek şartıyla serbest bırakıldılar. Bu, İslâm'ın ilme verdiği ehemmiyetin, ilmin her şartta ve fırsatta öğrenilmesini istediğinin önemli bir delilidir.

 

Peygamberimiz, Eshâbına esirlere iyi muâmele yapılmasını emretti. Eshâbı Kirâm esirlere kendi yediklerinden ve giydiklerinden daha iyisini yedirip giydirdi. Bu âlicenaplık karşısında, esirler çok duygulandı, içlerinden bâzıları Müslüman oldu.

 

Ebû İzze adında bir şâir vardı. Peygamber Efendimiz'e:

-"Beş kızım var, benden başka kimseleri yok, beni onlara bağışla!" diye ricâda bulundu. Peygamber Efendimiz de onu fidye almaksızın bıraktı. Fakat, sonradan o yine sözünde durmadı. Uhud harbinde öldürüldü.

 

Bu sıralarda Peygamberimiz kızları Rukiyye'yi kaybetmişlerdi. Savaştan bir süre sonra  Peygamberimizin en küçük kızları ve o zaman yirmi yaşlarında olan Hz. Fatıma evlilik yaşına gelmişti. Ashap’da ona en uygun kişi Ali (r.a)'dı ve Fatımayı istemesi hususunda onu teşvik ettiler. Yapılan sade bir törenle evlendiler.[391]

 

 

 

12- Ben-i Kaynuka Olayı

 

 

Kaynuka oğulları Medine (Yesrib)de yaşamış bir Yahudi kabilesidir. Yahudiler (Eskiden büyük Arap mabedinin yeri olan) Siondan Hıristiyanlar tarafından kovulduktan sonra, yeryüzünün çeşitli yerlerine az veya çok büyük cemaatlar halinde dağılmışlardı. Ancak Arap yarımadasına ne zaman geldikleri, cemaatlerinin burada ne zaman oluştuğu bilinmiyor. Ancak İslam’ın yayılışından önce Arabistan’ın her tarafında Yahudiler vardı. Ferdî ve pek az sayıda olduğu gibi sağlam cemaatler halinde, Eyle (Akabe Körfezi)'den Yemen'in veya Uman'in uçlarına kadar, Medine'den Bahreyn'e kadar; Meknâ'da Vadiül-Kura'da, Teymâ'da, Fedek'te, Tâif'te kısacası bütün şehirlerde, aynı şekilde panayırlarda ve kervanlarda onlara rastlanır.[392]

 

Mekke'de hemen hemen hiç Yahudi yoktu. Ancak onlar, bölgenin yıllık panayırlarında, özellikle Ukaz'da bulunurlardı. Ukaz'da hem ticaret eşyası satarak, hem de kendilerini gizli şeyleri bilen veya istikbâlden haber veren kâhin olarak tanıtmak suretiyle iyi para kazanmasını bilirlerdi. Ehli-kitap olarak, câhil bedevîler üzerinde özel bir prestij icra ediyorlardı. [393]

 

Hz. Peygamber Medine'ye hicret ettiği zaman, halkın hemen hemen yarısı Yahudi idi. Ancak Yahudilerin bu bölgeye gelişi hakkında açık bir bilgi yoktur. İslâmiyet ortaya çıktığı sırada, büyük çapta Araplaşmış görünüyorlardı; Arapça konuşuyorlar, çocuklarına Arap isimleri veriyorlar, kabileleri bile Arap isimleriyle çağrılıyordu.[394]

 

Komşuları müşrik Araplar gibi Yahudiler de kabile halinde yaşıyorlardı. Hz. Peygamber (a.s) tarafından oluşturulan Medine İslâm devleti anayasasında dokuz Yahudi kabilesinde söz ediliyor.[395]

 

Kaynuka; kuyumcu anlamına gelmektedir. Gerçekten de onlar İslâmiyet’in başlangıcında bu mesleği yapıyorlardı. Ayrıca umûmî ticaretle de meşgul oluyorlardı.

 

Rasûlullah (a.s), Medine'ye gelir gelmez yaptığı en önemli işlerin başında bir anayasa hazırlamak gelir. Bu anayasada Yahudilerle olan karşılıklı hak ve ödevler belirtilmiştir ki bunlardan biri, hariçten gelecek saldırılara karşı bütün cemaatların Medine'yi savunmalarıdır.

 

Bundan sonra Peygamber (a.s), Yahudileri İslâm’a davet etmiş, kendisini bir Allah elçisi, bir peygamber olarak Kur'an-ı tebliğ etmiştir. Bazıları müslüman olmuş bazıları çekinmiş, kimileri de İslâmiyet’le alay etmişler, hatta Peygamber (a.s)'e karşı harbedenler aktif bir şekilde yardim etmişlerdir.

 

Bedir savaşında müslümanlarla Yahudiler arasındaki münasebetler büsbütün bozuldu. Yahudiler hep birden Peygambere karşı düşmanca bir tavır takındılar. Böylece İslâm için büyük bir tehlike arz etmeye başladılar.

 

Rasûlullah (a.s), bir seferinde Kaynuka oğulları Yahudilerinin pazarına giderek onları toplamış ve şu şekilde hitabetmiş:

-“Ey Yahudi cemaati! Kureyş’lilerin başına gelen felâketin sizin başınıza da gelmemesi için Allah'tan korkunuz ve İslâmiyet’i kabul ediniz. Zira biliyorsunuz ki ben gönderilmiş bir peygamberim. Siz bunu kitabınızda buluyorsunuz ve sizi davet etmiştir."

Yahudiler ona şu cevabı vermişler:

-"Ya Muhammed! Sen ancak kendi kavmini tanıdın; askerlik ve savaş sanatını bilmeyen bir kavimle karşılaşman seni aldatmasın, tesâdüfen sen onları bozguna uğrattın. Vallahi şayet biz seninle savaşırsak, yiğit olduğumuzu anlarsın."[396]

 

Bu konuşmalardan sonra, Müslümanlarla Kaynuka oğulları arasındaki ilişkiler daha da bozuldu ve nihayet bir Yahudi’nin, Müslüman bir kadına karşı çirkince davranışı, bardağı taşıran son damla oldu. Kaynakların nakline göre olay şöyle cereyan etmiştir:

Bir Arap kadını bazı şeyler satmak üzere Kaynuka oğulları pazarına giderek eşyasını satar sonra bir kuyumcu dükkanına oturur. Orada bulunan Yahudiler, kadından yüzünü açmasını isterler. O buna yanaşmayınca kuyumcu, kadının eteğini arkasından beline iliştirir, kadın ayağa kalkınca avret mahalli görülür, onlar da buna gülüşürler. Kadın feryat etmeye başlayınca Müslümanlardan biri kılıcını çekerek Yahudi kuyumcunun üzerine atılıp onu öldürür. Yahudiler de toplanıp Müslüman’ı şehit ederler. Şehit edilen Müslüman’ın ailesi imdat ister. Bu durum Müslümanları çok öfkelendirir.[397]

 

Kaynuka oğulları, Peygamber (a.s)'le savaştıkları zaman onların işlerini Abdullah b. Übeyy b. Selûl üstlenmiş ve önlerine düşmüştü. Onların Abdullah ile anlaşmaları olduğu gibi Hazrec oğullarından Ubâde Ibn es-Sâmit ile de ittifakları vardı. Ubâde, onların Hz. Peygamberle olan antlaşmalarını bozduklarını duyunca Peygamber (as)'e gelerek O'nun huzurunda, Kaynuka oğulları ile olan ittifakını reddetti. Onlarla ittifaktan Allah'a ve Resûlüne sığındı ve;

-"Ya Resûlallah! Ben, Allah’ı, Resûlünü ve müminleri dost biliyorum; bu kâfirlerle ittifak yapmaktan ve onlarla dostluktan Allah'a ve Resûlüne sığınırım" dedi.[398]

 

Mâide Sûresindeki kıssa, Ubâde ve Abdullah b. Übeyy hakkında nazil oldu:

 

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا لَا تَتَّخِذُوا الْيَهُودَ وَالنَّصَارى اَوْلِيَاءَ بَعْضُهُمْ اَوْلِيَاءُ بَعْضٍ وَمَنْ يَتَوَلَّهُمْ مِنْكُمْ فَاِنَّهُ مِنْهُمْ اِنَّ اللّهَ لَا يَهْدِى الْقَوْمَ الظَّالِمينَ

 

“Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez.”[399]

 

Ubâde Kaynuka oğulları ile olan ittifakını, muhtemelen bu âyetin nüzûlünden sonra bozmuştur.

 

Kaynuka oğulları; Rasûlüllah (as) ile aralarındaki antlaşmayı bozan, Bedirle Uhud arasında Onunla savaşan ilk Yahudilerdi. Rasûlullah (as), onları muhasara etti. On beş günlük bir kuşatmadan sonra Rasûlüllahın hükmüne razı olarak savaşsız teslim oldular. Hz. Peygamber, erkeklerin ellerinin bağlanmasını emretti. Fakat münafıkların başı Abdullah b. Übeyy Hz. Peygamber (as)’e gelerek:

-"Ey Muhammed! Müttefiklerime iyilik et" dedi.

Resûlullah ağırdan alınca İbn Selûl tekrar;

-"İyilik et" dedi. Resûlullah (as) ondan yüz çevirdi. Bunun üzerine İbn Selûl, elini Hz. Peygamberin zırhının yakasından içeri soktu.

Resûlullah kızarak:

-"Yazıklar olsun sana! Bırak beni!" dedi.

İbn Selûl: -"Hayır vallahi dostlarıma iyilik etmedikçe seni bırakmam. Onlar, beni altından ve mal-mülkten mahrum ettiler sen ise bir sabah vakti onları biçiyorsun. Allah'a yemin ederim ki ben, bir takım musibetler gelmesinden korkuyorum" dedi.

Bunun üzerine Resûlullah (a.s):

-"Onlar senindir" buyurdu ve,

-"Çözünüz onları, Allah onlarla birlikte ona da lanet etsin" dedi. [400]

Serbest bırakılınca sürgün edilmelerini emir buyurdu.

 

Allah, Resûlüne ve Müslümanlara onların mallarını ganimet olarak ihsan etti. Onların arazileri yoktu, kuyumculukla uğraşıyorlardı. Resûlullah (a.s), onların birçok silahlarını ve kuyumculuk aletlerini aldı. Onları, tüm çoluk çocuklarıyla birlikte Medine'den çıkarmaya Ubâde İbn es-Sâmit memur edilmişti. O da, onları Dibâb'a kadar götürdü.

 

Kaynuka Yahudileri, Ubâde Ibn es-Sâmit'e,

-"Ey Velid'in babası! Evs ve Hazrecle aramızda ittifak vardı. Biz senin müttefikin idik, sen bize ne diye böyle yaptın?" dediler.

Ubâde İbn es-Sâmit de onlara:

-"Siz harp açtınız" dedi.

Abdullah İbn Übeyy de; -"Sen müttefiklerinden uzaklaştın da bundan eline ne geçti?" dedi.

Ubâde;

-"Hubâb'in babası! Kalpler değişti, İslâmiyet ahitleri yok etti" dedi.

 

Kaynuka oğulları Vâdiül-Kura'ya gelip bir müddet kaldıktan sonra Azruat'a gidip orada yerleştiler.[401]

 

Bu Esnada Gerçekleşen Bazı Olaylar

 

Zekâtın farz kılınması

Zekât, Hicretin ikinci yılında Ramazan orucunun farz kılınmasından ve fıtır sadakasının vâcip kılınışından sonra farz kılındı. Zekât, zengin Müslümanların yıldan yıla belli ölçüsüne göre mallarının bir kısmını zekât niyetiyle ayırıp lâyık olanlara vermelerinden ibaret mâli bir ibâdettir. Zekât, İslâm dininin beş temel esasından biridir.

 

Kur'ân-ı Kerim'le Nur, 56;

 

وَاَقيمُوا الصَّلوةَ وَاتُوا الزَّكوةَ وَاَطيعُوا الرَّسُولَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ

 

"Dosdoğru namazı kılın, zekâtı verin ve peygambere itaat edin. Umulur ki, rahmete kavuşturulmuş olursunuz."[402]

 

Müzemmil, 20;

 

اِنَّ رَبَّكَ يَعْلَمُ اَنَّكَ تَقُومُ اَدْنى مِنْ ثُلُثَىِ الَّيْلِ وَنِصْفَهُ وَثُلُثَهُ وَطَائِفَةٌ مِنَ الَّذينَ مَعَكَ وَاللّهُ يُقَدِّرُ الَّيْلَ وَالنَّهَارَ عَلِمَ اَنْ لَنْ تُحْصُوهُ فَتَابَ عَلَيْكُمْ فَاقْرَؤُا مَاتَيَسَّرَ مِنَ الْقُرْانِ عَلِمَ اَنْ سَيَكُونُ مِنْكُمْ مَرْضى وَاخَرُونَ يَضْرِبُونَ فِى الْاَرْضِ يَبْتَغُونَ مِنْ فَضْلِ اللّهِ وَاخَرُونَ يُقَاتِلُونَ فى سَبيلِ اللّهِ فَاقْرَؤُا مَاتَيَسَّرَ مِنْهُ وَاَقيمُوا الصَّلوةَ وَاتُواالزَّكوةَ وَاَقْرِضُوا اللّهَ قَرْضًا حَسَنًا وَمَا تُقَدِّمُوا لِاَنْفُسِكُمْ مِنْ خَيْرٍ تَجِدُوهُ عِنْدَ اللّهِ هُوَ خَيْرًا وَاَعْظَمَ اَجْرًا وَاسْتَغْفِرُوا اللّهَ اِنَّ اللّهَ غَفُورٌرَحيمٌ

 

"(Ey Nebi) Gerçekten Rabbin, senin gecenin üçte ikisinden biraz eksiğinde, yarısında ve üçte birinde (namaz için) kalktığını bilmektedir; seninle birlikte olanlardan bir topluluğun da (böyle yaptığını bilmektedir). Geceyi ve gündüzü Allah takdir etmektedir. Sizin bunu sayamayacağınızı bildi, böylece de tevbenizi (O'na dönüşünüzü) kabul etti. Şu halde Kur'an'dan kolay geleni okuyun. Allah sizden hastalar olduğunu, başkalarının Allah'ın fazlından aramak için yeryüzünde gezip-dolaşacaklarını ve diğerlerinin de Allah yolunda çarpışacaklarını bilmiştir. Öyleyse ondan (Kur'an'dan) kolay geleni okuyun. Namazı dosdoğru kılın, zekatı verin ve Allah'a güzel bir borç verin. Hayır olarak kendi nefisleriniz için önceden takdim ettiğiniz şeyleri daha hayırlı ve daha büyük bir ecir (karşılık) olarak Allah katında bulursunuz. Allah'tan mağfiret dileyin. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır çok esirgeyendir."[403]

 

Hacc,22\ 78;

 

وَجَاهِدُوا فِى اللّهِ حَقَّ جِهَادِه هُوَاجْتَبيكُمْ وَمَا جَعَلَ عَلَيْكُمْ فِى الدّينِ مِنْ حَرَجٍ مِلَّةَ اَبيكُمْ اِبْرهيمَ هُوَ سَمّيكُمُ الْمُسْلِمينَ مِنْ قَبْلُ وَفى هذَا لِيَكُونَ الرَّسُولُ شَهيدًا عَلَيْكُمْ وَتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ فَاَقيمُوا الصَّلوةَ وَاتُوا الزَّكوةَ وَاعْتَصِمُوا بِاللّهِ هُوَ مَوْليكُمْ فَنِعْمَ الْمَوْلى وَنِعْمَ النَّصيرُ

 

"Allah adına gerektiği gibi cihad edin. Sizleri seçmiş ve din konusunda size bir güçlük yüklememiştir, atanız İbrahim'in dini(nde olduğu gibi). O (Allah) bundan daha önce de, bunda (Kur'an'da) da sizi 'müslümanlar' olarak isimlendirdi; peygamber sizin üzerinize şahid olsun, siz de insanlar üzerine şahidler olasınız diye. Artık dosdoğru namazı kılın, zekâtı verin ve Allah'a sarılın, sizin Mevlanız O'dur. İşte ne güzel mevla ve ne güzel yardımcı."

 

Bakara, 110

 

وَاَقيمُوا الصَّلوةَ وَاتُوا الزَّكوةَ وَمَا تُقَدِّمُوا لِاَنْفُسِكُمْ مِنْ خَيْرٍ تَجِدُوهُ عِنْدَ اللّهِ اِنَّ اللّهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصيرٌ

 

"Dosdoğru namazı kılın, zekâtı verin; önceden kendiniz için hayır olarak neyi takdim ederseniz, onu Allah katında bulacaksınız. Hiç şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızı görendir."[404]

 

Emredilmiştir. Kur'ân-ı Kerim'de 32 yerde namazla birlikte zikredilmiştir. Bir hâdis-i şerifte Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

-"Her gün, her sabah iki melek inip birisi: 'Yâ Rab! Zekât ve sadakasını vererek, malını Allah rızası için harcayana, harcadığının yerine yenisini ver' der. Diğeri de: 'Yâ Rab! Zekât ve sadaka hakkını ödemeyerek malını sıkana da malını telef et' der!"[405]

 

Hz. Rukiyye'nin vefâtı

 

Peygamber Efendimizin Hz. Osman'la evli kerimeleri Hz. Rukiyye Bedir Seferi sırasında hastalanmıştı. Hz. Osman, Peygamber Efendimizin emriyle ona bakmak üzere Medine'de kalmış, Bedir'e gidememişti. Zeyd bin Hârise Hazretleri, Bedir Zaferinin haberini Medine'ye getirdiği sırada Hz. Rukiyye vef'at etmişti.Onu Ümmü Eymen yıkadı. Hz. Osman cenaze namazını kıldırdı ve Bakî Kabristanına defnetti.Hz. Rukiyye, Resûl-i Ekrem Efendimiz otuz üç yaşlarında bulundukları sırada, Hz. Zeyneb'den sonra doğan kerimeleridir. Annesi Hz. Hâtice ile birlikte Müslüman olmuştu. Daha sonra Hz. Osman ile evlenmişti. Resûl-i Ekrem Efendimiz, onların beraber hicret ettiklerini görünce,

-"Osman Lût'tan (a.s.) sonra, Allah yolunda, âilesi ile birlikte hicret edenlerin ilkidir"[406]  buyurmuştu.

 

 Ebudderdâ'nın Müslüman olması

 

Abdullah bin Ravahâ (r.a.) öteden beri Ebudderda'nın kardeşliği idi. Bir gün, eline keseri alıp Ebudderda'nın evindeki putunu kırdı. Ebudderda evine döndüğü zaman hanımı durumu ona haber verdi. Bunun üzerine Ebudderda düşünmeye başladı ve kendi kendine,

-"Eğer, bu putta bir keramet olsaydı, kendisini korurdu" dedi. Sonra da Müslüman olmak için Peygamberimizin yanına gitti.Abdullah bin Ravâha, uzaktan onun geldiğini görünce,

-"Yâ Resûlallah! Gelen Ebudderda'dır. Herhalde bizi görmeye geliyor!" dedi.Resûl-i Ekrem Efendimiz, "O Müslüman olmak için geliyor. Çünkü Rabbim, Ebudderda'nın Müslüman olacağını bana bildirmişti" buyurdu. Huzura varan Ebudderda, orada Müslüman oldu. Ev halkı, kendisinden önce Müslüman olmuşlardı.[407]

 

Hz. Fâtıma ve Hz. Ali'nin evlenmesi

 

Hz. Fâtıma, Resûl-i Ekrem Efendimizin Medine'ye teşriflerinden 5 ay sonra Recep ayında Hz. Ali ile nikâhlandı. Hicretin 2. yılında Bedir Gazâsından sonra, Zilhicce ayında da evlendiler. Hz. Fâtıma, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin en küçük kızı ve kızlarının en sevgilisi idi. Peygamber Efendimiz, bir gâzâdan veya bir seferden geldiği zaman ilk önce mescide gidip iki rekât namaz kılar, sonra Hz. Fâtıma'ya uğrar, daha sonra da Ezvâc-ı Tâhiratın yanına giderdi.[408]

 

Hz. Âişe (r.a.) der ki: "Ben, Fâtıma kadar sözü ve konuşması, Resûlullaha benzeyen bir kimse görmedim. Fâtıma, girdiği zaman, Resûlullah onu şefkatle karşılar, 'Hoş geldin' diyerek selâmlardı.

-"Ben, Fâtıma'dan daha doğru sözlü bir kimse de görmedim."[409] Hz. Fâtıma'nın (r.a.) yürüyüşü de Nebiyy-i Muhterem Efendimizin yürüyüşüne benzerdi. Bir gün, Hz. Âişe'ye,

-"İnsanların, Resûlullaha en sevgili olanı kimdi?" diye soruldu.

Hz. Âişe,

-"Fâtıma idi" dedi.

-"Erkeklerden kimdi?" diye sordular.

-"Fâtıma'nın kocası" cevabını verdi.[410]

 

Peygamberimiz, kızı Hz. Zeyneb'i Mekke'den Getiriyor

 

Bedir esirleri arasında Peygamberimizin damadı ve Hz. Zeyneb'in kocası Ebû Âs bin Rebi'de bulunuyordu. Bedir Harbi esirleri konusunda bahsettiğimiz gibi, Ebû Âs serbest bırakılınca Mekke'ye gitti. Daha önce Hz. Zeyneb'in hicret etmesine mâni olan Ebû Âs bu sefer kendisini serbest bıraktı. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz de, Bedir Harbinden bir ay veya bir aya yakın bir zaman sonra Zeyd bin Hârise ile Ensardan bir zatı göndererek Hz. Zeyneb'i Mekke'den getirtti.[411]

 

Muhacir Müslümanlardan faziletli bir zat olan Osman bin Maz'un vefat etti. Bakî Kabristanına, Muhacir Müslümanlardan ilk defnedilen bu zâttır.

 

İlk Kurban Bayramı Namazı Kılınması

 

Peygamber Efendimiz, Zilhiccenin dokuzunda Sevik Gazasından dönerek Medine'ye kavuşmuştu. Ertesi günü, yani Zilhicce'nin 10. günü Müslümanlarla birlikte namazgâha çıktı. Ezansız ve kametsiz olarak iki rekât Kurban Bayramı namazı kıldırdı. Namazdan sonra bir hutbe irâd etti. Bu hutbelerinde, kurban kesmelerini Müslümanlara emretti. Kendileri de iki kurban kesti. Satın aldığı semiz, boynuzlu beyaz koçtan birini keserken,

-"Allah'ım! Bu senin birliğine ve senden bana gelenlere şehâdet eden bütün ümmetim namınadır" dedi. İkincisini keserken de şöyle buyurdu:

-"Allah'ım! Bu da, Muhammed ve Muhammed'in ev halkı içindir." Bundan, kendileri, ev halkı ve yoksullar yediler. İslâmda ilk Kurban Bayramı budur![412]

I.Cildin Bitişi


 

 

PEYGAMBERİMİZİN RUH

 HARİTASI

 

 

 

 

 

 SİYER’İ NEBİ

 

 

II.Cilt

 

 

 

GİRİŞ

 

 

 

 

 

 

Hazırlayan

Muhammed Salih

 


 

 

 

 

 

Kaybolmuşuz Peygamberlerin çizdiği haritanın üzerinde.

 

Yön tayin etmede zorlanıyoruz.

 

Neresi doğu.

 

Neresi batı

 

Neresi kıble.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

II.CİLT

 

İÇİNDEKİLER

 

(13)  Uhud Savaşı ve imtihan.......................................               505

(14)  Raci ve Bi'ri Maun-e olayları..............................               543

(15)  Ben-i Nadir'in sürgünü........................................                548

(16)  Zatu'r Rika...........................................................                  557

(17)  Ben-i Müstalık Gazvesi........................................               569

(18)  İfk Olayı...............................................................                  572

(19)  Hendek Savaşı de Kureyza ile hesaplaşma...........           580

(20)  Hudeybiye Barışı ve tahlili...................................              608

(21)  Hayber Gazası.......................................................    629

(22)  Gazve ve Seriyyelerin Sayısı...............................              639

 (23)  Hükümdarlara Gönderilen Mektuplar..................           641

(24)  Umretu'l- Kaza.....................................................                 651

(25)  Mu'te Savaşı.........................................................                 666

(26)  Mekke'nin Fethi...................................................                 676

(27)  Huneyn Savaşı ve Yenilginin Sebepleri..............             693

(28)  Tebük Seferi ve Katılmayanların Durumu..........             714

(29)  Dırar Mescidi ve Tahlili.......................................               744

(30)  Heyetlerin Gelişi.................................................                 748

(31)  Müminlerin Anneleri..........................................                 759

(32)  Hz. Ebubekir'in Haccı.........................................                 768

(33)  Veda Haccı.........................................................                   770


(34)  Vedda Hutbasi ve Düşündürdükleri...................               785

(35)  Hz. Muhammed (a.s)'ın Hastalığı ve Vefatı........             800

(36)  Hz.Muhammed (a.s)'ın Vefatından Sonra Bazı Olaylar.            813

(37)  Medine Dönemi(nin Özeti).................................                821

(38)  Peygamber Efendimiz (a.s)’ın Bazı Özellikleri....           836

  - Okuma Parçası..........................................................                 921

  -Test Soruları...............................................................                 925

  -İçindekiler..................................................................                 949

- Kaynakça...................................................................                   953

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

13 - Uhud Savaşı ve İmtihan

 

 

Sevik Gazvesi

 

Kureyş müşriklerinin Bedir'de bozguna uğraması üzerine Ebû Süfyan; Peygamber Efendimiz'le çarpışıp Evs ve Hazrec kabîlelerini yok etmedikçe, başına ve bedenine su dokundurmamağa ve koku sürünmemeğe yemin etmişti.

 

Bu yeminini yerine getirmek üzere Zilhicce ayında Kureyş'ten 200 süvari ile Mekke'den çıkıp Medîne'nin Urayz nâhiyesine kadar ilerlediler. Sık bir hurmalığı, iki ev ve ekini ateşleyip yaktılar. Tarlalarında çalışan, Ensârdan bir zât ile amelesini de bulup şehîd ettiler. Ebû Süfyan bununla yeminini yerine getirmiş oluyordu. Tâkip edilmekten korkarak oradan acele geri dönüp, Mekke'ye doğru kaçmağa başladılar.

 

Peygamber Efendimiz, bu baskını haber alınca Eshâbıyla görüştü. Yerine Ebû Lûbâbe, Beşir ibn-i Abdil Münzir'i bırakıp tâkibe çıktı. Kargarat-ül Küdre denilen mevkiye kadar ilerledi.

 

Ebû Süfyan ve arkadaşlarının savuşup gittiklerini, kaçarken yüklerini hafifletmek için yiyecekleri olan seviklerini (kavrulmuş buğday ununu) torbalarıyla birlikte, ekinlerin arasına yer yer attıklarını gördüler. Müslümanlar, müşriklerin götüremeyip bıraktıkları pek çok sevik torbalarını topladılar. Bundan dolayı, bu gazveye "sevik gazvesi" adı verildi.[413]

 

Uhud Muhârebesi    (Hicrî:3, M.:625)

 

Müşrikler, Bedir Harbinde uğratıldıkları ağır mağlubiyeti bir türlü hazmedemediler. İntikam almağa karar verdiler. Şam'dan dönen Ebû Süfyan başkanlığındaki ticaret kervanının malları Darunnedve'ye konmuş ve Ebû Süfyan, Kureyş'in başı olmuştu. Bedir Harbinde ölenlerin birâderleri, yakınları, Ebû Süfyan'ın yanına gelerek; "Muhammed bizim büyüklerimizi öldürdü. O'ndan intikamımızı almamız lazım. Bizleri öksüz bıraktı. Şu kervanın malını tamamen bize verin ki bir ordu hazırlayıp, O'ndan intikamımızı alalım." dediler.

 

Zâten, Ebû Süfyan da, sâhipleri ölen, bu malları ne yapacağını düşünüyordu. Onların sözüne hemen "olur!" cevabını verip hazırlık yapmalarını söyledi. Hepsi toplanarak, Bedir harbinin bir sebebi olan bu kervanın mallarını, ordunun hazırlığı için kullandılar ve kuvvetli bir ordu hazırladılar.

 

Ebû Süfyan, Bedir'de akrabâsı ölen birkaç kişiyi sokaklarda konuşturup, halkın hislerini galeyana getirdi. Böylece câhiliyet gayretleri arttı. Müşriklerin kalplerinde kin ve ihtiras ayyuka çıktı. Hazırlanan Kureyş ordusu, hicretin üçüncü senesi Şevval ayının ilk çarşamba günü Uhud'a vardı. Kureyş ordusu 3000 kişi idi. Orduda 3000 deve, 200 at vardı. Askerin 700'ü zırhlı idi. Ayrıca, harbe kışkırtmak üzere, bu orduya 15 kadar kadın da katıldı.

 

Bu arada, Peygamberimiz'in amcası Hz.Abbas, hâlen Mekke'de kavminin eski dîninde olup, Kureyş'in bu yaptığı hazırlıkları Peygamber Efendimiz'e bir mektupla haber verdi. Haberci, Rasûlü Ekrem'i Kuba yakınlarında bularak haberi iletip, mektubu verdi. Müşriklerin durumunu O'na anlattı. Hz.Abbas tarafından gönderildiğini söyledi. Peygamber Efendimiz mektubu aldı ve Übeyy'ibn-i Keâb'e okuttu. Artık müşriklerin hareketini öğrendi. Bu haberin gizli tutulması gerekirdi. Allah Rasûlü, haberi önce Eshâbın büyükleri ile istişâre etti. Kureyş'e nasıl mukâbele edilecekti?

 

Peygamber Efendimiz'in fikri Medîne'de şehir harbi yapmaktı.

 

Peygamber Efendimiz'in Rüyâsı

 

Peygamber Efendimiz, cuma gecesi bir rüyâ gördü. Sabahleyin yanına gelen Müslümanlara;

-"Ben vallâhi bir rüyâ gördüm. Hayra yordum. Rüyamda, boğazlanmış bir sığır, kılıcımın ağzında açılmış bir gedik, ellerimi sağlam bir zırhın içine soktuğumu gördüm!" dedi.

 

-"Yâ Resûlallâh, bunları ne şekilde yordun?" diye sordular.

 

-"Sağlam zırh giymek, Medîne'de kalmağa işârettir. Orada kalınız. Kılıcımın ağzında bir gedik açıldığını görmem, bir zarara uğrayacağıma işârettir. Boğazlanmış sığır, Ashâbımın şehid düşmelerine işârettir." buyurmuşlardı. (Peygamber Efendimiz, bu rüyâyı yorarken, «Kılıcımın gedilmesi, Ehli Beyt'imden bir kişinin öldürülmesidir!» de demişti.)

 

Peygamber Efendimiz, gördüğü bu rüyâdan mülhem olarak, Kureyş müşrikleri ile Medîne dışında çarpışmağı uygun görmüyordu. İstişâre meclisinde fikirleri sorulan Eshab'dan bâzıları ile münâfıklardan Abdullah ibn-i Übeyy'ibn-i Selül'ün fikri de «Medîne'de kalınması, şehir harbi yapılması» idi. Zâten, etrafı sağlam kayalarla çevrili olan Medîne şehri muhkem bir kaleden farksız idi. Müşriklerin, Medîne'ye girmelerine imkân olmadığı gibi, böyle bir şey düşünmelerine de imkân yoktu.[414]

 

Gençlerin Arzusu

 

Peygamber Efendimiz ve Eshâbın büyüklerinden birçoğunun görüşü böyle iken, henüz gençliğinin baharında olan gençler ise kaplarına sığmıyor ve şöyle diyorlardı:

-"Yâ Resûlallâh! Biz bu günleri bekledik. Allah istediğimizi yerine getirdi. Dışarı çıkmak ve müşriklerle savaşmak istiyoruz. Düşmanlarımızla göğüs göğüse cenk edelim. Biz Kureyşlilerin;

-«Muhammed (a.s) ve Sahâbesinin Medîne surlarını ve kalelerini muhâsara ettik, hurmalıklarını çiğnedik, ekinlerini ezdik» diyerek memleketlerine dönmelerini kat'iyyen istemeyiz. Böyle olursa kuvvetimiz kaybolur. İnsanlar üzerimize hücum ederler."

 

Bedir harbinde bulunamayan Müslümanlar ile gençler, cennetle ve şehâdetle müjdelenmek isteyenler, müdâfaayı Medîne haricinde yapmak fikrinde israr ediyorlardı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, gençleri kırmamak ve bütün Müslümanların isteklerini yerine getirmek için hazırlık yapıp dışarı çıkmalarına karar verdi.

 

Peygamber Efendimiz'in;

-"Eğer sabrederseniz Allah size yardım edecektir." buyurması üzerine Müslümanlar çok sevinmişlerdi. Günlerden cuma günü olup, cuma hutbesinde cihâdın fazîletlerinden bahsetti. Sabırlı olurlarsa, zafere nâil olacaklarını bildirdi. Cuma namazını ve ikindi namazını kıldırdıktan sonra Hz.Ebû Bekir ve Hz.Ömer'le birlikte evine girdi. Zırhlarını giyip, kılınçlarını taktılar. Bu da gösteriyordu ki; cihad yapılacaktı.

 

Bu arada, dışarıda harp hakkında münâkaşa ediliyordu. Useyd ibn-i Hudayr ve Sa'd ibn-i Muaz şöyle dedi:

-"Siz Allah Rasûlü'nün Medîne'de kalmak fikrini gördünüz. Fakat, hariçte müdâfaada bulunmağı istediniz. Allah Rasûlü bunu iyi görmemekle beraber kabul etti. İşi O'na bırakmalıydınız, O'na vahiy gelir ve işin ne şekilde sunulacağını bize bildirirdi. Bu mevzuu Allah Rasûlü'ne yeniden götürün ve O'na tâbi olun."

 

Askerler, yaptıklarına pişman olmuşlardı. Doğruca Rasûlüllah'ın bulunduğu yere geldiler.

-"Ey Allâh'ın Rasûlü! Bize, Size muhâlif olmak yakışmaz, Sen dilediğini yap. Biz sana uyarız" dediler.

 

Artık olan olmuştu. Çünkü Rasûlü Ekrem silahlarını almış ve zırhını da çoktan giymişti. Yine de onların böyle söylemesi, memnunluk uyandıran bir hareketti. Onların bu sözlerine memnun olmakla beraber;

-"Hiçbir peygamber zırhını giydikten sonra çıkarmaz."[415] buyurdu.

 

Harp İçin Medîne'den Ayrılış

 

Peygamber Efendimiz, Medîne'de yerine kâim-i makam olarak Ömer ibn-i Ümmü Mektüm'ü bıraktı. Allah Rasûlü, kıtalara birer sancak verdi. Muhâcirlerin sancağını Müs'ab ibn-i Umeyr'e, Evs kabîlesinin sancağını Useyd ibn-i Hudeyr'a, Hazrec kabîlesinin sancağını Hubab ibn-i Münzir'e verdi. Atına bindi. Ordunun başına geçti. İlk emri:

-"Medîne'den çıkıyoruz" oldu.[416]

 

İslam ordusu 1000 nefer ve 100 zırhlı olarak Medîne'den hareket etti. Bütün kadınlar caddelere çıkmış, onları teşyî ediyor, ilâhilerle uğurluyorlardı. Sa'd ibn-i Muaz ile Sa'd ibn-i Ubâde Rasûlü Ekrem'in önünde yürüyorlardı. Maksatları, Kâinâtın Efendisi'ni korumaktı. Üzerlerindeki zırh ve ellerindeki kılınçla, hiç kimseyi O'na yaklaştırmayacak kadar güçlü ve azimli idiler.

 

Medîne ile Uhud arası tam bir saatlik yoldu. O gün, Uhud'a gidilmeyip, Uhud ile Medîne arasında yarım saatlik yer olan Şîheyn mevkiinde gecelendi. Rasûlü Ekrem orduyu teftiş etti. Bir yoklama yaptı. Bu arada çarpışamayacak yaşta küçük çocukların da geldiklerini gördü. Yaşları 13-15 arasında bulunan onyedi genç de gelmişti. Peygamber Efendimiz, onları Medîne'ye döndürdü ve Medîne'de çocukları ve kadınları beklemek ve korumakla vazîfelendirdi.

 

Harbe Katılmalarına İzin Verilen Küçükler

 

Zübeyr ibn-i Râfi;

-"Yâ Rasûlallâh! Râfi ibn-i Hadic, iyi ok atıcıdır." diyerek, O'nun ordudan ayrılmamasını istedi.

 

Râfi ibn-i Hadic der ki:

-"Rasûlüllah'a arzolunduğum zaman ayaklarımda mestlerim vardı. Ayağımın ucuna basarak uzun görünmeğe çalıştım. Rasûlüllah da benim orduya katılmama müsaade etti." Bana müsaade edince, Semure ibn-i Cündüp, üvey babası Mürey ibn-i Sinan'a;

-"Babacığım! Rasûlüllah, Râfi ibn-i Hadic'e müsaade etti, beni geri çevirdi. Halbûki ben, güreşte onu yenerdim" dedi.

 

Mürey ibn-i Sinan;

-"Yâ Rasûlallâh! Sen benim oğlumu geri çevirdin, Râfi ibn-i Hadic'e müsaade ettin. Oğlum onu yener" dedi.

 

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz;

-"Güreşsinler bakalım" buyurdu.[417]

 

Gençler güreştiler. Semure, Râfi'yi yendi. Hz.Peygamberimiz, onun da orduya katılmasına müsaade etti. O zaman Semure ile Râfi 15'er yaşında idiler.

 

Uhud'daki İslam Karargâhı

 

Peygamber Efendimiz, Şîheyn'de derlenip toparlandığı sırada, müşrikler de Ebû Amr'ın arâzisinin bulunduğu yere kadar harp düzeni hâlinde, yavaş yavaş uzandılar. Peygamberimiz, Uhud'a doğru ilerleyip, köprünün bulunduğu yere kadar geldiler. Artık Müslümanlar da müşrikler de birbirini iyice görüyorlardı.

 

İslam ordusu ile Uhud'a kadar deve kuşu gibi boynunu uzata uzata gelmiş olan Abdullah ibn-i Ubeyy'ibn-i Selül, artık kanlı bir müsâdemenin kaçınılmaz olduğunu görünce, Peygamber Efendimiz için;

-"O, rey ve görüş sâhibi olmayan gençlerin sözünü dinledi de beni dinlemedi. Ey ahâli! Şuracıkta biz, ne diye kendimizi öldüreceğimizi bir türlü anlayamadık." diyerek, kavminden kuşku içinde bulunan ve kendisine uyan 300 kişi ile birlikte oradan geri döndü.

 

Peygamber Efendimiz, Uhud'da Şip vâdîsine inince, orada arkaları Uhud dağına dayalı, yüzleri Medîne'ye karşı olmak üzere karargâhını kurdu. Ordusunu çarpışma düzenine koymağa başladı. Solda bulunan Ayneyn tepesine Abdullah ibn-i Cübeyr kumandasında 50 okçu yerleştirdi. Onlara;

-"Ben emir vermedikçe, gâlip olsak da, mağlup olsak da kat'iyyen yerinizden ayrılmayacaksınız. Müşrikleri hezîmete uğrattığımızı görseniz bile yerinizi terketmeyeceksiniz. Düşmanı yenip ganîmet toplamağa koyulduğumuzu görseniz de, sakın bize uymayınız! Kuşların bizi kapıştıklarını görseniz de ben size adam gönderip emir vermedikçe, sakın yerinizden ayrılmayınız. Düşman süvârisi gelirse, okla mukâbele eder, ok atarsınız. Çünkü, at oku yiyince ilerleyemez, geri döner"[418] buyurdu.

 

Uhud'da Müslümanların parolası

-"Emit, Emit (öldür, öldür" idi.

 

Uhud'da Müşriklerin Yeri

 

Kureyş müşrikleri, Medîne'ye arkalarını çevirmişler, Müslümanlara karşı saf bağlamış bulunuyorlardı. Müşriklerin sancağını, Tâlhâ ibn-i Ebî Tâlhâ tutuyordu. Kureyş ordusunun kumandanı Ebû Süfyan idi. Diğer kumandanlar ise; okçuların başında Abdullah ibn-i Rebia, sağ cenah kumandanı Hâlid ibn-i Velid, sol cenah kumandanı İkrime ibn-i Ebû Cehil, fırka kumandanları ise Saffan ibn-i Umeyye ile Amr'ibn-i As idi.

 

Müşriklerin parolası;

-"Yâ Lel Uzza ve yâ Lel Hübel" idi. Böylece putlarından medet bekliyorlardı.

 

Kureyş kadınları, ordunun arkasında Ebû Süfyan'ın karısı Hind'in başkanlığı altında defler çalıyor, şiirler söylüyor ve orduyu harbe teşvik ediyorlardı.

 

 

Uhud Harbine Nasıl Başlandı ve Nasıl Bitti?

 

İki taraf da harbe iyice hazırdı. Bu esnâda Allâh'ın Rasûlü elinde bir kılıç olduğu hâlde havaya kaldırarak;

-"Bunun hakkını kim verecek?" buyurdu.

 

Kılıcın üzerinde şu beyt yazılı idi:

 

-"Fil'cübni ârun Vefil'ikbâli mekremetün

 

Vel'mer'ü bilcübni lâyencû mine'l-Kaderi."

 

Manası:

Korkaklıkta ar ve zillet, ileri atılmakta şeref ve izzet vardır.

Kişi korkaklık ile kaderden kurtulamaz.

 

Kılınca birçok tâlip olanlar oldu ise de Peygamber Efendimiz, onlara vermedi. Ebû Dücâne;

-"O kılıcın hakkı nedir, yâ Rasûlallâh?!" diye sordu.

 

Peygamber Efendimiz;

-"Onun hakkı eğilip bükülüp kırılıncaya kadar onu düşmana vurmaktır. Onunla Müslüman öldürmemek, onunla kâfirlerin önünden kaçmamaktır. Onunla Allah sana zafer, yahut şehidlik nasib edinceye kadar Allah yolunda çarpışmaktır." dedi.

 

Ebû Dücâne;

-"Yâ Rasûlallâh! Ben onu, hakkını yerine getirmek üzere alıyorum." dedi.

 

Hz.Peygamberimiz, elindeki kılıcı ona teslim etti. Ebû Dücâne, çok cesâretli, kahraman bir kişi idi. Harp meydanında kurnaz davranırdı. Başına kırmızı bir sargı sarar, halkın yanına onunla çıkarsa, çarpışmak istediği anlaşılırdı.

 

Ebû Dücâne, Peygamber Efendimiz'in elinden kılıncı alınca, başına kırmızı şalı sararak Müslümanlar ile müşrikler arasında meydana çıkıp çalımlı çalımlı yürümeğe, gezinmeğe başladı. Peygamberimiz, O'nun böyle kurula kurula yürüdüğünü görünce;

-"Bu bir yürüyüştür ki Allah, onu, bu yerin başkasında sevmez" buyurdu.[419]

 

Ebû Dücâne, düşman ordusunun içine öyle bir daldı ki kelleler uçuyor, önüne gelen kâfirleri paramparça ediyordu. Ebû Dücâne, ulaşabildiği, yetişebildiği her şeyi, yarıp yırtarak, kesip biçerek, dağın eteğinde deflerle müşrikleri kışkırtan kadınların yanına kadar ilerledi. Kılıcı onlara kaldırmışsa da Rasûlüllâh'ın kılıcının şerefini gözeterek, kadın kanını ona bulaştırmak istemediğinden vurmadı, korkuttu. Kadınlar feryat ederek kaçıştılar.

 

Taraflar birbirine iyice yaklaşmışlardı. Müşriklerin Hevâzin süvârileri, İslam okçularının korudukları geçide dalmak istedilerse de oka tutulunca, geri dönmek zorunda kaldılar.

 

Müşriklerden, deve üzerinde bir adam meydana çıkıp çarpışmak için er diledi. Bunun üzerine, Zübeyr ibn-i Avam ona doğru vardı. Devenin üzerine sıçrayıp, adamın boğazına sarıldı. Deve üzerinde boğuşmağa başladılar.

 

Peygamber Efendimiz;

-"Yere, aşağı doğru düşür onu!" dedi.[420]

 

Müşrik, yere düştü, Zübeyr ibn-i Avam da üzerine çöküp onun başını kesti.

 

Bu defa, Kureyş ordusunun sancaktârı Tâlhâ bîn-i Ebî Tâlhâ; "Benimle çarpışmak için kim çıkar er meydanına" diyince,

 

Hz.Ali buna karşı çıktı, Talha'yı bir hamlede yere serdi ve onların sancaklarını yere düşürdü. Sonra, sancağı alan onun kardeşi Osman ibn-i Ebû Tâlhâ'nın üzerine, Peygamber Efendimiz'in amcası Hz.Hamza hücum edip kılıncı ile kolunu yaraladı. Fakat, bu defa da, sancağı Ebû Sâid ibn-i Tâlhâ almıştı. O'nu da çok hızlı davranan Sa'd İbn-i Ebî Vakkas hakladı. Ebû Sâid yere düşünce sancağı Nâfi ibn-i Ebî Tâlhâ aldı. Müşriklerin sancağı durmadan el değiştirdiği hâlde, Müslümanların sancağı hâlâ bir kişinin elinde idi. Allâhü Teâlâ gene Müslümanlara yardım ediyordu. Müşriklerin bayrağını tutmakla vazîfeli Tâlhâ sülâlesinden başka kimse kalmadığından, yedinci adamı da Hz.Hamza bir hamle ile katletti.

 

Hz.Hamza, kükremiş bir arslan gibi düşman ordusuna girmiş; öne, sağa, sola kılıç sallayarak müşrikleri kırıp geçiriyordu. Devamlı ilerliyordu. 31 müşrikin başını gövdesinden ayırmıştı. O'nu gören düşman asker sürüleri önünden savrulup kaçıyordu. Artık muhârebe bütün şiddeti ile başladı. Müşrik ordusu erimeğe başlayıp, fena hâlde bozuldu.

 

Hz.Hamza'nın Şehâdeti

 

Ebû Dücâne Hazretlerinin öldürmekten yüz çevirdiği Hind, Cübeyr bîn-i Mudim'in kölesi olan Vâşi'ye, Hz.Hamza'yı öldürdüğü takdirde bir çok vaatlerde bulundu. Çünkü Hz.Hamza, Bedir'de Hind'in babasını ve kardeşini öldürmüş, Uhud'da pekçok müşrik başını uçurmuştu. Hz.Hamza, Cubeyr'in amcasını da Bedir'de öldürmüştü. Ayrıca Cübeyr, kölesine, Uhud'da Hz.Hamza'yı öldürdüğü takdirde, kendisinin azad edilip hürriyete kavuşturulacağını vâdetmişti.

 

Köle Vâşi de hürriyet ve mal arzusuyla, bir kayanın arkasına gizlendi. Oradan Hz.Hamza'yı gözlemeğe başladı. O sıralarda Hz.Hamza var gücüyle kılıcını savuruyor, müşrikleri harman gibi bir yerden kaldırıp diğer tarafa ölmüş olarak atıyordu. Hamza'nın karşısına Sibâ ibn-i Abdul Uzza'yı çıkarmışlardı. Allâh'ın arslanının kılıcını kaldırıp indirmesiyle müşrikin de yere düşüp ölmesi bir olmuştu.

 

Vâşi, bu arada saklandığı yerden çıkıp tam arkasından mızrağını atarak Hz.Hamza'yı sırtından vurdu. Hz.Hamza yaralandığı hâlde, hem de öldürücü yara aldığı halde yıkılmak nedir bilmiyordu. Önüne gelen müşrikleri temizlerken Kelime-i Şehâdet getiriyordu. Böylece Uhud'da hem şehîd, hem de şehidlerin reîsi oldu.

 

Nihâyet harp iyice kızışmıştı, Müslümanlar güçlerinin üstünde bir tâkatla harbediyorlardı. Sabırla cihâda devam ederek, müşrikleri bozguna uğrattılar. 3000 kişilik müşrik ordusu, 700 kişilik orduyu yenememişti, kaçmağa başladılar.[421]

 

Bir Hatâ ve Neticesi

 

Peygamberimiz, düşman süvârisine karşı koyacak süvârisi yokken ordusunu öyle tertip etmişti ki; düşman süvârisinin hücum edebileceği sadece bir yer kalmıştı. Orayı da okçularla kapatmıştı. Abdullah ibn-i Cübeyr kumandasında 50 okçuyu oraya yerleştirmiş,

-"Düşman süvârisi buradan hücum edecek olursa ok atarsınız. At oku yiyince geri döner. Ben emir vermedikçe gâlip olsak da, mağlup olsak da buradan aslâ ayrılmayınız"[422] diye sıkı sıkıya tembih etmişti.

 

Fakat, ilk anda düşman ordusunun bozguna uğratılmasından, zaferin kazanıldığını, harbin bittiğini zannederek okçuların çoğu yerinden çıkıp, ganîmet toplamak üzere gidiverdiler. Her ne kadar kumandanları «sakın ayrılmayın» demişse de harp bitti diye, dinlemediler. Kumandanları Abdullah ibn-i Cübeyr on kişiyle kaldı. Tam bu esnâda, oranın zayıfladığını fırsat bilen Kureyş ordusunun süvâri kolu kumandanı Hâlid ibn-i Velid, 200 kişilik bir kuvvetle, dağ geçidinde kalan okçuları şehîd etti. İslam ordusunun sol cenahından dolaşıp arkadan çevirdi ve arkadan vurdu. İşte böylece harbin çehresi birden değişti. Gâlib durumda olan Müslümanlar mağlup duruma düştü.

 

Bu hâl, Müslümanları hayret ve şaşkınlığa düşürdü. Hâlid ibni Velid'in Müslümanları arkadan çevirdiğini öğrenen Kureyş kaçmaktan vazgeçerek geri döndüler. İki hücum arasında kalan Müslümanlar neye uğradıklarını bilemediler. Ümitsizliğe düştüler. Düşmanlar kudurmuşlardı. Hz.Peygamber'in yanına kadar gelmeği başarmışlar, Fahri Kâinât'ın etrafındaki Müslümanları dağıtarak O'nun yanına kadar sokulmuşlardı.

 

Saad ibn-i Vakkas (r.a)'ın birâderi Utbe-t-übnü Ebî Vakkas, müşriklerin saflarında idi. O da Peygamber Efendimiz'in çadırına kadar gelmişti. Attığı taşlarla Allah Rasûlü'nün alt dudağı yaralandı ve alt çenesinin sağ yanındaki rebaiyye (kesici) dişi kırıldı ve mübârek dişi şehîd oldu.

 

İbni Kâmia'nın kılıç darbesiyle Fahri Kâinât'ın sağ omuzu yaralandı ve yine onun kılıç darbesiyle başındaki miğfer de parçalandı. Miğferin halkalarından ikisi Rasûlüllah'ın şakaklarına, yanaklarına battı.

 

Kuşkusuz, Peygamberimiz'e ezâ verenlerin hepsi de üzerlerinden sene geçmeden belâlarını buldular. İbni Kâmia Uhud'dan ev halkının yanına döndüğü gün dağa ava gitmişti. Dağda, kendisini bir dağ keçisi boynuzlayarak delik deşik etti. İbni Şihab'ı Mekke yolunda ak benekli dişi bir yılan sokarak öldürdü, Utbe ibn-i Ebî Vakkas'ı Hatıp ibn-i Ebî Beltea öldürdü.

 

Peygamber Efendimiz'in bulunduğu yerde, kılıçlar şakırdıyor, oklar sağnak sağnak yağıyordu. Bunun üzerine Ashap, halka oluşturmuşlar, Ebû Dücâne de kendisini kalkan yaparak, Peygamber Efendimiz'i koruyorlardı. Oklar O'na değmiyordu. Düşman, onun canına kasdedip her taraftan, Alemlere Rahmet olan Yüce Peygamberimiz'e oklar atarken, O'nun mübârek lisânından şu duâ göklere yükseliyordu:

-"Yâ Rabbi! Kavmim câhildir. Sen onlara hidâyet et. Onları affet. Çünkü onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar."[423]

 

İnsanlık târihinde acaba başka böyle bir hâdise var mıdır?

 

O gün Ebû Tâlhâ, bu sıkıntılı anlarda Peygamberimiz'in yanından hiç ayrılmamış, kendi kalkanı ile O'nun mübârek yüzünü muhâfaza etmiştir. Rasûlüllah harp sahasına bakmak istedikçe;

-"Aman, başınızı kaldırmayınız! Olmaya ki, bir ok isâbet eder," derdi.

 

Sa'd ibn-i Ebû Vakkas ise Allah Rasûlü'ne yaklaşan herkese durmadan ok yağdırıyor, Rasûlü Ekrem de O'na kendi oklarını kendi eliyle vererek;

-"Bunları da at!"[424] diyor ve kendisi için duâ ediyordu. Sa'd ibn-i Ebû Vakkas kendisine verilen okları müşriklere attıkça, hiçbirisi Rasûlü Ekrem'in yanına yaklaşamıyordu.

 

Ümmü Emâre diye anılan Nesibe Hâtun, harp sabahı eline su tulumunu almış, Müslümanlara su dağıtıyordu. Kendisi Akabe'de Rasûlü Ekrem'e bîat edenlerdendi. Bu defa zevci ve iki oğlu ile beraber Uhud gazâsında bulunup, su hizmeti yanında, onların kahramanlıklarını da görmek istemişti. Vaktâ ki Müslüman mücâhitleri iki taraftan gelen hücum arasında kalıp şaşırınca ve arkasından hezîmet de başlayınca, elindeki su tulumunu bırakmış, onun yerine bir kılıç alarak, Allah Rasûlü'nü Kureyş'e karşı müdâfaa etmeğe başlamıştı. Son olarak İbni Kâmia ile vuruşurken yaralandı.

 

Ebû Dücâne ise Allah Rasûlü'nü müdâfaa ediyor, gelen saldırılardan O'nu korumağa çalışıyordu. Bu esnâda sırtı kirpi gibi oklarla dolmuştu.

 

Düşmana şiddetle karşı koyan Enes ibn-i Nadr, 70 kılıç darbesi yedikten sonra şehid edildi. O'nu kız kardeşi ancak parmaklarından tanıyıp teşhis edebildi.

 

Uhud'da Peygamberimiz'in Ubeyy ibn-i Halef'i Öldürmesi

 

Ubeyy ibn-i Halef, Mekke'de Peygamberimize rastladıkça;

-"Yâ Muhammed! Benim bir atım var, her gün ona 16 ölçek darı yediriyorum, bir gün gelir onun üzerine biner seni öldürürüm!"[425] diyordu.

 

Peygamber Efendimiz de; "Belli olmaz, belki İnşaallah ben seni öldürürüm!" buyururmuştu.

 

Ubeyy ibn-i Halef Uhud'da, Hz.Peygamberimiz'in hayâtına son vermek için and içmişti. Kardeşi Ummiyet'ibn-i Halef'in intikamını almak istiyordu.

-"Muhammed nerededir?" diye bağırıyordu.

-"Gelsin de benimle çarpışsın. Peygamberse beni öldürür." diyordu.

 

Peygamberimiz Uhud'da çarpışırken arkasına dönüp bakmıyor, Sahabîlerine;

-"Ubeyy ibn-i Halef'in arkamdan gelmesinden korkarım. O'nu gördüğünüz zaman bana yaklaştırınız!" diyordu.

 

Peygamberimiz Şı'ba geldiği sırada Ubeyy'ibn-i Halef'in atını gördü ve onu tanıdı. Ubey ibn-i Halef;

-"Yâ Muhammed! Sen kurtulursan ben kurtulmayayım" diyerek gelip kavuştu.

 

Peygamberimiz'in yanında bulunan Sahabîleri;

-"Yâ Rasûlallâh! İçimizden birisi ona karşı koysa, saldırsa olmaz mı?" dediler.

 

Peygamber Efendimiz;

-"Bırakınız, gelsin o!" dedi.

 

Ubeyy'ibn-i Halef, Peygamberimiz'in yanına kadar geldi. Ashâbı Kirâm, dayanamayarak onun önünü kesmek istediler.

 

Peygamberimiz;

-"Geri durunuz" dedi. Hemen Hâris ibn-i Sımmen'in mızrağını eline aldı. Sonra Sahabîlerine kükremiş devenin silkinmesi gibi silkindi. Onları devenin sırtından sineklerin uçup dağılışı gibi etrafından dağıttı. Rasûlüllah'ın o sıradaki celâdeti hiç kimsede yoktu.

 

Peygamberimiz davranınca Ubeyy'ibn-i Halef dönüp kaçmağa başladı. Peygamberimiz ona;

-"Ey yalancı nereye kaçıyorsun?!" dedi ve onu (boynunun miğferle zırh yakası arasındaki kısmından) mızrakla vurup yaraladı. Şah damarını kopardı. Ubeyy, sığır böğürür gibi böğürerek atından yere yuvarlandı, kaburga kemiklerinden bâzısı da kırıldı. Müşrikler onu ordugâhlarına getirdiler. Yarasının kanı çıkmıyordu. Ağrısı sızısı dayanılacak gibi değildi.

 

Bunun için Übeyy;

-"Vallâhi Muhammed beni öldürdü!" dedi.

 

Arkadaşları;

-"And olsunki, sen aklını kaybetmişsin! Sendeki yaranın hiç ehemmiyeti yok!" dediler.

 

Ubeyy ibn-i Halef ise;

-"O bana Mekke'de «Seni ben öldüreceğim» demişti, Vallâhi O benim üzerime tükürse yine beni öldürür!"[426] dedi.

 

Ubeyy'ibn-i Halef bir gün veya bir günün bir kısmı geçtikten sonra, Mekke'ye 6 mil uzaklıkta bulunan Selef'e gelince öldü. Yolda giderken;

-"Susadım, susadım" diye bağırdığı, bir adamın da

"Su verme ona, çünkü o Rasûlüllah'ın düşmanıdır" dediği rivâyet edilir.[427]

 

Ayrıca Peygamber Efendimiz, kılıcını parlata parlata yürüyen bir müşriki yaya olarak karşılayıp;

-"En'en-Nebiyyü lâ kizib, En'ebnü Abdülmuttalib lâ kizib. (Ben, Peygamberim! yalan yok! Ben, Abdulmuttalib'in oğluyum! yalan yok!)"[428] diyerek onu vurup öldürdü.

 

Sahâbenin büyükleri, Allah Rasûlü'nün etrafında toplandılar ve O'nu düşmandan korumak için beraberce dağa çıktılar.

 

Sahabenin Peygamberimiz'in Etrafında Toplanmaları

 

Muhârebe nerede ise bitmek üzere idi. Rasûlü Ekrem, maiyyetindeki Müslümanlara, Uhud vâdisine toplanmalarını emretti. Bütün Müslümanlar Uhud vâdisinde toplanmışlardı. Hz.Ali Rasûlü Ekrem'e su götürmüştü. Rasûlü Ekrem orada namazını kıldı.

 

Müminler emniyetli bir yere çekilince ilk iş olarak Peygamberimiz'in tedavisi ile meşgul oldular. Mubarek yüzüne batan iki zırh halkasını Ebû Ubeyde'tibni'l Cerrah dişleri ile çıkardı. Çıkarırken de kendi dişlerinden ikisi düştü.

 

Müşrikler, bitirmekte oldukları işi yarım bırakmak istemediler ve Uhud dağına tırmanıp Müslümanları tamamen ortadan kaldırmak istiyorlardı. Bu hâli gören Rasûlü Ekrem Allâh'a şöyle yalvardı;

-"Yâ Rab! Artık oraya çıkmasınlar!"[429]

 

Allâhü Teâlâ, Habîbinin, Kâinâtın Efendisi'nin duâsını kabul etmişti. Müşrikler bütün uğraşmalarına rağmen bir türlü istedikleri yere çıkamıyorlardı. Çıkamayacaklarını anladıkları zaman, bu işten vazgeçtiler. Bu arada Hind ve etrafındaki kadınlar muhârebe arasındaki şehidlerin kulaklarını ve burunlarını kesip kendilerine gerdanlık yapıyorlardı.

 

Muhârebe sona ermiş sayılırdı. Fakat, Ebû Süfyan hâlâ şüphe içerisinde idi. Çünkü Rasûlü Ekrem'in ölüp ölmediğini bilmiyordu. Bunu öğrenmek maksadıyla, bulunduğu tepeden;

"İçinizde Muhammed var mıdır?" diye bağırmağa başladı.

 

Üç defa tekrarladı, cevap verilmedi.

 

Bu sefer:

-"Peki! içinizde Ebû Bekir var mıdır?"

 

Buna da cevap verilmedi.

 

Bu defa;

-"İçinizde Ömer ibnil Hattab var mıdır?" diye sordu.

 

(Rasûlü Ekrem, Ashâbı Kirâm'a;

-"Sakın sesinizi çıkarmayınız" diye buyurmuştu.)

 

Sorulan suale cevap gelmeyince, Ebû Süfyan rahatlıyordu, ölmüşler sanıyordu. Kendi kendine şöyle dedi:

-"Eğer sağ olsalardı elbette cevap verirlerdi. Cevap vermediklerine göre öldüler, artık biz kazandık, yapılacak bir şey kalmadı, geri dönebiliriz."

 

Amma Hz.Ömer dayanamadı. Olduğu yerden bağırmağa başladı.

-"Yalan söylüyorsun Ebû Süfyan, söylediğin bütün şahıslar yaşıyorlar. Senin hakkından muhakkak geleceklerdir".

 

Ebû Süfyan şaşırmıştı;

-"Muhârebe nöbetledir. Bugün Bedir gününün karşılığıdır." diyordu.

 

Hz.Ömer kızmağa başlamış;

-"Hayır, çünkü sizin ölüleriniz cehenneme, bizim şehidlerimiz cennete gitmişlerdir. Aramızdaki fark bundan ibârettir." dedi.

 

Bunun üzerine Ebû Süfyan;

-"Beri gel, ya Ömer!" dedi.

 

Hz.Ömer, Rasûlü Ekrem'den müsâde aldıktan sonra, ileri gitti. Ebû Süfyan'ın ne diyeceğini merak ediyordu. Ebû Süfyan:

-"Yâ Ömer! Allah için doğru söyle, biz Muhammed'i katlettik mi?".

 

Hz.Ömer bu soruya şöyle cevap vermişti:

-"Hayır! Allâh'a yemin ederim ki hayır! Rasûlü Ekrem şimdi senin söylediğin sözleri duyuyor".

 

Bunun üzerine Ebû Süfyan;

-"Ben sana İbni Kâmia'dan daha fazla inanırım. Sen yalan söylemezsin." dedi.

 

Ebû Süfyan artık muhârebe edecek durumda değildi. Bunun için atını geri çevirdi. Mekke'ye döneceklerdi. Son defa olarak;

-"Gelecek sene Bedir'de buluşalım" dedi.

 

(Hz.Ömer, Rasûlü Ekrem'e bakmıştı. Rasûlü Ekrem "olur" anlamında başını sallayınca;) Hz.Ömer de;

-"İNŞALLAH" [430]diye cevap verdi.

 

Müşrikler gâlip durumda idiler. Amma korkuyorlar, ne yapacaklarını bilemiyorlar, birbirlerinden bile çekiniyorlardı. Çünkü, karşılarında bulunan orduda kendi akrabâları bile vardı. Onlardan birini öldürmek, düşman kazanmaktan başka bir şey değildi.

 

Rasûlü Ekrem'in her tarafı tozdan berbat olmuştu. Amma Allâh'ın sevgilisi kendisini düşünmüyor, etrafında savaşan insanların varlığını öğrenmek istiyordu.

 

Peygamber Efendimiz ibn-i Mesleme'ye dönerek;

-"Acaba Sa'd ibn-i Rebiğ ne hâldedir? Şehitler arasında mıdır? Yoksa yaralı mıdır? O'nun durumundan bana haber getiriniz. Çünkü on müşrikle çarpıştığını gördüm." buyurdu ve eliyle vâdînin bir köşesine işâret ederek;

-"Ben onu bir ara orada görmüştüm!" dedi.

 

Ensardan Muhammed ibn-i Mesleme Peygamber Efendimiz'in işâret ettiği tarafa doğru gitti. Her tarafa baktı. Bulamadı. Şehitlerin ve yaralıların yanına gitti. Aramağa başladı. Belki ağır yaralıdır, kendisine yardım lâzımdır düşüncesiyle nihâyet;

-"Ey Sa'd! Beni Rasûlü Ekrem gönderdi. Neredesin? Şehitler arasında mısın? Yaralılar arasında mısın? Ses ver"[431] diye çağırmağa başladı.

 

Rasûlüllah'ın ismini duyan Sa'd;

-"Buradayım, yaralılar, şehidler arasındayım." diye, inilti şeklinde seslenebildi.

 

Muhammed ibn-i Mesleme tekrar bakınmağa başladı. Nihâyet kulağına gelen sesin sâhibini buldu. Vücudu yaralar içerisinde olup, yüzü hâlâ gülüyordu. Henüz ruhunu teslim etmeden Mesleme onun yanına kadar gelebilmiş ve yerden başını kaldırarak konuşmasını sağlamıştı.

 

Sa'd şöyle buyurdu:

-"Rasûlüllah'a benim selamımı ilet. Şu anda cennet kokularını duyuyorum. Kavmim Ensar'a da selamımı söyle; Peygamberimiz'e ihlasla bağlılık ve itaat hususunda kirpikleriniz kımıldar oldukça son derece gayret ediniz. Değilse, Allah katında mâzur olamazsınız" ve gözlerini kapatarak vefât etti. Ensarın en ulularından biri olan Sa'd, Rasûlü Ekrem'e Akabe'de biat etmiş, dîn-i mübinin yüceliğini orada kabul edip, kendi kavmine yaymak için vazîfe bile almıştı.

 

Mesleme, O'nun yanından ayrılarak verilen vazîfeyi yaptığını bildirmek üzere, Rasûlü Ekrem'in yanına gelip Sa'd'ın şehid olduğunu ve selâmını Rasûlü Ekrem'e ilettikten sonra gözleri yaşarmıştı. Bunun üzerine Rasûlü Ekrem Sa'd hakkında;

-"Yâ Rab! Sen Sa'd'dan razı ol"[432] diye duâ etmişlerdi.

 

Rasûlü Ekrem muhârebe sahasında dolaşmağa başlayıp şehîd olan Müslümanları kontrol ediyor ve üzüntülerini ifâde ediyorlardı. Bir ara amcası Hz.Hamza'yı gördü. Hâlinden şiddetle müteessir oldular. Kulakları kesilmiş, karnı hunharca deşilmişti. Tanınmayacak hâlde idi. Bu hâle Rasûlü Ekrem o kadar üzüldüler ki şimdiye kadar böyle üzülmemişlerdi. Gözleri yaşlarla doldu.

 

Peygamberimiz, Hz.Hamza'nın cesedinin başına dikilerek;

-"Hiçbir zaman, senin kadar musibete uğranmamış ve uğranmayacaktır. Ben, bunun kadar beni gazaplandıran bir yerde de durmamışımdır, Ey Rasûlüllah'ın amcası!

 

Ey Allâh'ın ve Rasûlüllah'ın arslanı Hamza!

 

Ey hayırlar işleyen Hamza!

 

Ey üzüntüleri gideren Hamza!

 

Ey Rasûlüllah'ı koruyucu olan Hamza!

 

Allah sana rahmet etsin! İyi bilirim ki; Sen, hısım ve akrabâlık haklarını gözetir, dâimâ hayırlı işler işlerdin. Eğer senden sonra yas tutmak gerekseydi, sevinmeği bırakıp sana yas tutardım..."[433] diye hitâbede bulundu.

 

Hz.Hamza, halkı tarafından sevilir ve sayılırdı. Müslüman olduktan sonra Müslümanlar rahat etmişlerdi. Peygamber Efendimiz bundan dolayı Hz.Hamza'yı çok severlerdi. Allâh'ın arslanı olan Hz.Hamza, Rasûlü Ekrem'den iki yaş büyüktü.

 

O sabah iki mübârek Sahâbi'den Sa'd ibn-i Ebî Vakkas (ra) şöyle duâ etmişti:

-"Yâ Rab! Bir büyük düşmana rastlayarak onunla cenk edeyim, gâlip geleyim, O'nu yerle bir edeyim." Böyle niyet etmiş, böyle duâ etmiş, böyle yalvarmıştı. Cenâb-u Hakk O'nu niyetine ulaştırdı.

 

Abdullah ibn-i Cahş (r.a.) ise şehidlik, Allâh'a vuslat ve O'nun yüce makâmına ermek için;

-"Yâ Rab! Büyük bir düşmanla cenk edeyim, O beni şehid etsin, kulaklarımı burnumu kessin, Sen bana «kulakların ve burnun nerede?» dediğin zaman, Senin ve Peygamberin'in uğruna kesildi diyeyim"[434] diyerek yalvarmıştı.

 

Sa'd ibn-i Ebî Vakkas, O'nu şehidler arasında bu halde görünce şaşırmıştı. Çünkü, Allah'dan istediklerini elde edenlerden biri de O idi. Abdullah ibn-i Cahş ise bu sıralar henüz 40 yaşını yeni doldurmuştu.

 

Şehidler arasında İslâm ordusunun sancaktarı Hz. Mus'ab bin Umeyr de vardı. Resûl-i Ekrem Efendimiz onun yanına vardı:

 

مِنَ الْمُؤْمِنينَ رِجَالٌ صَدَقُوا مَا عَاهَدُوا اللّهَ عَلَيْهِ فَمِنْهُمْ مَنْ قَضى نَحْبَهُ وَمِنْهُمْ مَنْ يَنْتَظِرُ وَمَا بَدَّلُوا تَبْديلًا

 

"Mü'minlerden, Resûlullah ile beraber olacaklarına dair Allah'a verdikleri söze sâdık kalan nice kimseler vardır. Onlardan kimi verdiği sözü tamamen yerine getirerek şehidliğe kavuştu; kimi de böyle bir âkibeti beklemektedir. Onlar, sözlerini hiçbir şekilde değiştirmemişlerdir"[435] âyet-i kerimeyi okudu.

Hz. Mus'ab'a kefen olacak bir şey bulamamışlardı. Üzerinde kaftanı vardı. Sahabîler bu kaftanım baş tarafına örttüklerinde ayak tarafı açılıyor, ayak tarafına çektiklerinde ise baş tarafı açılıyordu. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz bu durumu görünce,

-"Baş tarafını kalkanı, ayaklarını ise ızhır otu [bir çeşit kokulu ot] ile örtünüz"[436] diye emretti. Allah yolunda, Resûlullah ve İslâm uğrunda her fedakârlığı göstermek, her meşakkati göze almak ve sonunda şehid olmak! Şehid olduktan sonra ise örtülecek kefenden bile mahrum kalıp ottan kefene sarılmak! İbret ve şeref dolu bir sahne!Bütün bunlardan sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz, şehidlerin namazlarını kıldı. O zaman, Uhud şehidlerinin namazlarının kılınmadığı, defnedildikten sekiz sene sonra kılındığı da rivâyet edilmiştir.

 

Uhud harbinde müşriklerden 20 ile 30 kadarı öldürüldü. Müslümanlar 70 şehid verdiler. Rasûlü Ekrem, şehidleri öylece gömmeği emretti. Çünkü, şehidler üzerinde hangi elbiseleri varsa öyle gömülüyorlardı.

 

Allâh'ın Nusreti ile Mağlubiyetten Galibiyete

 

Müslümanlar, büyük bir üzüntü içinde Medîne'ye döndüler. Bu üzüntüye Hz.Peygamber'in emirlerini dinlemediklerinden kendileri sebebiyet vermişlerdi. Medîne'deki Yahûdîler ve münâfıklar bu mağlubiyete sevinmişlerdi. Bu, Hz.Peygamber'e ağır geldi. Ayrıca müşriklerin geri dönüp Medîne'ye bir baskın yapmaları, saldırı düzenlemeleri ihtimali de vardı. Hatta müşriklerden Ebû Cehlin oğlu İkrime, kumandanları Ebû Süfyan'a bunu teklif de etmişti.

 

Peygamber Efendimiz, Müslümanların zayıf düşmediğini hem Yahûdîlere hem de müşriklere göstermek için, yaralı ve yorgun olduğu halde düşmanı tâkip etmeğe karar verdiler. 16 Şevval, harbin ertesi pazar günü Rasûlü Ekrem, Bilâl-i Habeşî Hazretlerine;

-"Dön! Uhud harbinde bulunanlara haber ver. Hemen toplansınlar. Düşmanın peşine düşeceğiz" buyurdu.

 

Bilâl-i Habeşî, kendisine verilen vazîfeyi her zaman olduğu gibi yerine getirmişti. Çünkü, harpte olup da bu çağrıya gelmeyen yoktu. Bütün Müslümanlar mescidin yanında toplandılar. Rasûlü Ekrem orada Medîne muhafızlığına Ümmü Mektüm (r.a.)'ı tâyin ederek sancağı Hz.Talha (r.a.) hazretlerine verdi. Bu, hemen yola çıkacaklarına işâret ediyordu. Rasûlü Ekrem de muhârebede yaralanmıştı. Böyle olduğu halde atına binerek 630 kadar İslam mücâhidi ile yola çıktı. Medîne'ye sekiz mil mesâfede bulunan Hamrâ-ül'Esed mevkiine geldikleri zaman konaklamağa karar verdiler. Orada üç gece söndürmeksizin ateş yakarak, tereddüt içinde olan düşmana karşı kuvvetli ve kalabalık olduklarını gösterdiler.

 

Mekkeliler, Uhud'dan Çekilmişler, Revha'ya Gelmişlerdi.

 

Hz.Peygamberimiz arkalarından bir gözcü gönderdi ve;

-"Git bak! Eğer develere biniyorlarsa Mekke'ye gidiyorlar, yok atlara biniyorlarsa Medîne'ye saldıracaklardır." dedi.

 

Haberci, develere bindiklerini söyledi.

 

Fakat, Mekkelilerde bir tereddüt vardı. Kimisi harp için geri dönülsün istiyorlardı. Ebû Süfyan da Müslümanlardan korkmağa başlamıştı. Müşrikler hemen toplanıp Mekke'ye doğru hareket ettiler. Açık açık kaçıyorlardı. Müslümanlar Uhud'da mağlup olmuşken gâlip duruma geçtiler.

 

Rasûlü Ekrem ve ordusu müşriklerin kaçtığını öğrenince, sevinçlerinden ilâhî söyleyerek Medîne'ye döndüler.

 

Uhud Harbinden Alınan Târihi Ders

 

Uhud Harbi neticesinde müslümanların aldığı târihi ders; her hâlükârda mutlak surette emre itaatın lüzûmudur. Zîra, düşman süvârisini karşılamak üzere yerleştirilen okçulara, Peygamberimiz tarafından;

-"Ben emir vermedikçe yerinizden ayrılmayınız" buyrulduğu hâlde onların, daha yeni olmalarından, emre itaatın mutlak surette lüzûmunu bilemeyerek, harp kazanıldı zannıyle yerlerinden ayrılıvermeleri mağlûbiyete sebep olmuştur.

 

Kuzman'ın Müslüman Askerler Arasında Çarpışarak Gösterdiği Yararlıklara Rağmen Cehennemlik Oluşu

 

Kuzman, Uhud Muhârebesine çıkmaktan kaçınmıştı. Kadınlar O'nu;

-"Sen, yoksa kadın mısın!?" diye ayıplayınca, arlanarak kılıncını ve yayını alıp harbe koştu.

-"Ey Evs Hânedanı! ölmek, sizin için, utanmaktan, kaçmaktan hayırlıdır. Siz de benim yaptığım gibi şeref ve şan için çarpışınız." diyerek müşriklerin ortasına kılıçla daldı. Müşriklerden, Hâlid ibn-i Alem'i, tepeden tırnağa kadar demir zırha bürünmüş olduğu halde, omuzuna indirdiği bir kılıç darbesiyle göğsüne kadar yardı. Vâil ibn-i As'ı da bir vuruşta yere serdi. Yine müşriklerden 7-8 kişi daha öldürdü. Kendisi de yaralanarak Zaferoğullarının evine getirildi.

 

Uhud harbinden önce, Kuzman'ın adı anıldıkça, Peygamber Efendimiz;

-"O, cehennemliktir!" derdi.

 

Müslümanlardan birisi ona;

-"Ey Kuzman! Seni tebrik ve Cennet'le tebşir ederim. Vallâhi, bugün senin uğradığın musîbet sana Allah'tandır." deyince,

 

Kuzman;

-"Ne diye tebrik ve tebşir ediliyorum?! Vallâhi ben, Kavmimin gayretinden başka bir maksatla çarpışmadım. Böyle olmasaydı, çarpışmazdım!" dedi. Yaralarının sancısı şiddetlenince de ok çantasından bir ok alıp kolunun damarını keserek intihar etti.

 

Peygamberimiz, Kuzman'dan bahsedildiğinde, onun hakkında;

-"Şüphe yok ki Allah bu dîni, fâcir bir adamla da te'yid eder"[437] buyurmuştur.

 

Bu Esnada Gerçekleşen Olaylar

 

Şair Kâ'b bin Eşref'in Öldürülmesi

 

Kâ'b bin Eşref, muhteris bir Yahudî, meşhur bir şâirdi. Bilhassa muhteşem Bedir muzafferiyetinden sonra, kıskançlık ve düşmanlığından Peygamberimiz ve Müslümanları hicveder dururdu. Mekke'ye giderek de müşrikleri Müslümanlara karşı tahrik eder Bedir'de öldürülen müşrikler için mersiyeler düzerek onların intikam ve düşmanlık hislerini kabartmaya çalışırdı. Medine'de ise, Müslümanların kız ve hanımlarına dil uzatacak kadar küstahlık ederdi. Şiir ve hitabetin Arap hayatında büyük rol oynadığından daha evvel bahsetmiştik. O günün şiir ve hitabeti bugünün matbuâtı seviyesinde tesir icrâ ediyordu. Dolayısıyla bu Yahudî şairin İslâm düşmanlığı yalnız kendisine ait kalmıyor, etrafa da sirayet ediyordu. Bu bakımdan Resûl-i Ekrem bu menhus adamın şiirleri üzerinde fazlasıyla duruyor, önüne geçmek için çareler arıyordu. Kâ'b'ın, yalnız şiirleriyle İslâm düşmanlığı yapmakla iktifa etmediğini, hattâ Peygamberimizin vücudunu ortadan kaldırmak için menfur bir planla suikast tertiplediği de kaynaklarda yer almaktadır. Böyle bir adamın vücudu, İslâmiyet için zarardı. Bu bakımdan da yok edilmesi gerekiyordu.Bu işi Resûl-i Ekremin müsaâdesiyle Ashabdan Muhammed bin; Mesleme iki - üç arkadaşıyla üzerine aldı. Bir gece vakti evine giderek onu öldürdüler.[438]

 

Kâ'b bin Eşref gibi şöhret sahibi birinin öldürülmesi Yahudîler arasında büyük bir panik meydana getirdi. Kabilesinden bazıları Hz. Resûlullahın huzuruna çıkarak, Kâ'b'ın masum olduğunu, öldürülmeyi hak etmediğini şikayet suretinde arzedince, aldıkları cevap şu oldu:

-"O, bizi hicv ve Müslümanlara diliyle eziyet etti. Müşrikleri de bizimle harbe, bizimle uğraşmaya teşvik etti." [439]

 

Bu hâdiseden sonradır ki, tarihte fitne ve fesad çıkarmakla meşhur olan Yahudîler, bir nebze de olsa Peygamber Efendimiz ve Müslümanlara karşı hürmetkâr ve yumuşak davranmaya başladılar. Açıktan açığa hakaret ve tahrikte bulunmadılar, ama âdeta kanlarına karışmış bozgunculuk mesleklerinden gizli ve âşikar hiç bir zaman da vazgeçmediler.

 

Gatafan Gazâsı

 

Hicretin 3. senesi, Rebiülevvel ayı. Bedir muzafferiyeti, Peygamberimizle sulh anlaşması akdetmemiş bulunan civar Arap kabilelerini de kara kara düşündürüyordu. Büyük kuvvet kazanmış bulunan Müslümanların bir gün kendilerinin de kapısını çalabileceği endişesini taşıyorlardı. Bu bakımdan Bedir Harbinden sonra etraftaki Arap kabilelerinde bir hareket göze çarpar. Bu hareketlenme sonucu cereyan eden gazalardan biri de Gatafan ve Anmar gazâlarıdır.Benî Muharib yiğitlerinden sayılan Haris oğlu Du'sur (diğer namıyla Gavres), Gatafan Kabilesine mensup Sa'lebe ve Muharipoğullarından çok sayıda adam toplayarak Medine üzerine baskın düzenlemeye karar verdi. Maksat, güyâ Müslümanlara göz dağı vermek ve bir de Medine civarında bulabilirse bir şeyler yağmalamaktı.[440]

 

Resûl-i Ekrem Efendimiz, durumu derhal haber aldı. Medine'de yerine vekil olarak Hz. Osman bin Affan'ı bırakarak, aralarında atlıların da bulunduğu dört yüz elli kişilik bir kuvvetle çapulcu müşrikler üzerine yürüdü. Ancak, Peygamberimizin gelmekte olduğunu duyan yağmacılar kaçıp tepelere sığınmışlardı. O anda kimse görülmedi. Sadece Sa'lebeoğullarından Cabir adında biri esir edildi. Durum kendisinden öğrenildi. Daha sonra İslâma dâvet edildi. O da kabul edip Müslüman oldu.[441]

 

Gavres'in suikast teşebbüsüÇapulcuların tepelere sığındığını öğrenen Peygamber Efendimiz bir müddet burada beklemeyi uygun gördü. Bekleme esnasında bir ara sağanak halinde yağmur yağdı. Efendimizin elbiseleri ıslandı. Kuruması için elbiselerini çıkarıp bir ağacın dalına astı, kendisi de istirahat maksadıyla ağacın altına, yanı üzerine uzanıverdi.Baskın düzenlemek isteyenler tepeden Resûl-i Ekremi gözlüyorlardı. Peygamberimizin zırhını çıkarıp ağacın altına istirahata çekildiğini, yanında da kimsenin bulunmadığını farkedince, heyecan ve sevinç içinde reisleri Gavres'e haber verdiler:

-"İşte eline bir daha geçmez bir fırsat! Muhammed, Ashabının yanından ayrılıp tek başına kaldı. Ashabı gelip onu korumaya çalışıncaya kadar biz işini bitiririz!" Gavres, derhal harekete geçti. Kimse görmeden, tam Peygamber Efendimizin başı üzerine geldi. Yalın kılıç elinde olduğu halde,

-"Kim, seni benden kurtaracak?" dedi.

Resûl-i Ekrem,

-"Allah" buyurdu.

Sonra da şöyle duâ etti:

-"Allah'ım! Beni onun şerrinden koru!"

Gavres, birden iki omuzu ortasına gaibden bir darbe yedi. Kılıç elinden düştü ve kendisi de yere yuvarlandı. Bu sefer Fahr-i Âlem Efendimiz kılıcı eline aldı ve,

-"Şimdi seni kim kurtaracak" dedi.

-Gavres, "Hiç kimse" dedi.

Sonra da,

-"Şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilâh yoktur ve Muhammed de Onun Resûlüdür. Artık, bundan sonra hiçbir zaman senin aleyhinde kimseyi toplamayacağım" diyerek Müslüman oldu. Bunun üzerine Resûl-i Zişan Efendimiz de Gavres'i affetti. Gavres giderken, bir ara Resûl-i Ekrem Efendimize döndü ve,

-"Vallahi, sen benden daha hayırlısın" dedi.

-Peygamber Efendimiz,

-"Elbette, ben, buna senden daha lâyıkım" buyurdu.

 

Cesur ve pek cüretkâr olan Gavres kavmine dönünce, onlar şaşkınlık içinde,

-"Ne oldu sana, neden bir şey yapamadın?" diye sordular. Gavres onlara başından geçenleri anlattıktan sonra ilâve etti:

-"Vallahi, ben şimdi insanların en iyisinin, en hayırlısının yanından geliyorum!"[442] Bir ay kadar süren seferden sonra Peygamberimiz Medine'ye geri döndü. [443]

 

Karde Seriyyesi

 

Hicretin 3. senesi, Cemaziyelâhir Peygamber Efendimizin etrafa hâkim olması üzerine müşrikler ticaret yollarını değiştirmek mecburiyetinde kalmışlardı. Sahil yoluyla Şam ticareti tehlikeye düştüğünden, Irak yoluyla Şam'a gitmeyi daha uygun ve emin bulmuşlardı. Hazırladıkları bir kervanı bu yolla Şam'a göndermişlerdi. Kervanla birlikte gidenlerin, içinde Kureyşin ileri gelenlerinden Safvan bin Ümeyye, Abdullah bin Ebî Rabiâ da vardı. Tam o sırada müşriklerden biri Medine'ye geldi ve Yahudînin birinin evinde misafir kaldı. Kimbilir onunla Müslümanlar aleyhinde hangi planı kurmak veya müşriklerin aldıkları hangi kararı veya tertipledikleri hangi planı iletmek için gelmişti. İçtiler, konuştular, eğlendiler. Bu arada müşrik farkında olmadan bahsi geçen kervanın Irak yoluyla Şam'a gönderildiğini ağızdan kaçırdı. Tam bunu anlatırken oradan Ashabdan Salih bin Nu'man geçiyordu. Haberi duydu ve derhal Hz. Resûlullahın huzuruna vararak durumu kendilerine arzetti.

 

Mevsim kıştı. Peygamber Efendimiz, yüz kişilik bir süvari kuvveti hazırladı. Kumandanlığına Zeyd bin Hârise Hazretlerini tayin etti. Pazardan köle olarak satın alınan, sonradan Peygamberimizin evlâdlık edindiği Zeyd, şimdi yüz kişilik bir Sahabî müfrezesinin kumandanı olmuştu. Bu, İslâmın vazife vermede, makam ve mevki sahibi kılmada, fakir zengin, köle efendi ayırımı gözetmeden tatbik ettiği adalet ve liyakat prensibinin şaheser bir misalidir!.Seriyyenin teşkil maksadı kervanı yakalamaktı. Zeyd bin Hârise, emrindeki kuvvetle yola çıktı ve Kureyş kervanının önünü kesti. Kervandakiler, beklemedikleri bir hâdise ile karşı karşıya kalmıştı. Bu durumda tabana kuvvet kaçmaktan başka çareleri yoktu. Öyle yaptılar. Canlarını kurtarmak uğruna her şeylerini geride bıraktılar. Zeyd Hazretleri sahipsiz kalan malları alıp Medine'ye Resûl-i Ekrem Efendimize getirdi. Beşte biri Beytü'l-Mâle ayrıldıktan sonra geri kalan beşte dördü seriyeye katılan mücahidler arasında bölüştürüldü. Bu arada kervan kılavuzu Furat bin Hayyan da esir alınmıştı. Medine'ye gelince, Müslüman olduğu takdirde serbest bırakılacağı teklif edildi. Müslüman oldu ve kurtuldu.[444]

 

Peygamber Efendimiz, bu muvaffakiyetinden dolayı Zeyd bin Hârise'yi,

-"Seriyye kumandanlarının en hayırlısı, Zeyd bin Hârise'dir" [445] buyurarak tebrik ve takdir etti. Bu seriyye, kumandanına izafeten Zeyd bin Hârise Seriyyesi adıyla da anılır.[446]

 

Peygamberimizin Hz. Hafsa ile Evlenmesi

 

Hicretin 3.senesi, Şaban ayı.Uhud savaşından iki ay kadar önceydi. Peygamber Efendimiz, Hz. Ömer'in kızı Hz. Hafsa ile evlendi. Resûl-i Ekrem Efendimize Peygamberlik vazifesi verilmeden önce dünyaya gelen Hz. Hafsa, daha önce Huneys bin Huzâfe (r.a.) ile evlenmişti. Huneys vefat edince Hz. Hafsa dul kalmıştı.[447] Hz. Ömer, kızını evvelâ münasip bir dille Hz. Osman'a ondan müsbet cevap alamayınca da Hz. Ebû Bekir Efendimiz vermek istemişti. Ancak Hz. Ebû Bekir onun bu isteğine müsbet ve menfi hiçbir cevap vermemişti. Bu durum karşısında çok üzülen Hz. Ömer, Resûl-i Ekrem Efendimize (a.s) giderek olup bitenleri anlattı. Hz. Ömer'in gönülden arzusunu farkeden Peygamber Efendimiz (a.s), kendisini daha fazla üzüntü içinde bırakmak istemedi.

-"Ben, sana Osman'dan daha hayırlı bir damat, Osman'a da senden daha hayırlı bir kayınpeder söyleyeyim mi?" diye sordu.

Hz. Ömer,

-"Söyleyin yâ Resûlallah" deyince Resûl-i Ekrem şu müjdeyi verdi:

-"Sen kızın Hafsa'yı bana nikâhlarsın. Ben de kızım Ümmü Gülsüm'ü Osman'a nikâhlarım."[448]

Hz. Ömer'i bu teklif fazlasıyla sevindirdi ve derhal kabul etti. Böylece Peygamber Efendimiz, Hz. Hafsa'yı Ezvac-ı Tahirât arasına alırken, kızı Hz. Ümmü Gülsüm'ü de Hz. Osman'a nikâhladı. Hz. Osman, daha önce de, Peygamberimizin vefât eden kızı Hz. Rukiyye ile evli idi. Hz. Ümmü Gülsüm ile evlenince kendisine "Zinnureyn (iki nur sahibi)" lâkâbı verildi. Peygamberimiz, Huzeyme kızı Hz. Zeyneb'le evleniyor. Huzeyme kızı Hz. Zeyneb'in kocası Ubeyde  bin Hâris Bedir Muharebesinde yaralanmış ve bu yaranın neticesi olarak Safrâ denilen mevkide vefât etmişti.

 

Bu sebeple Hz. Zeyneb dul kalmıştı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, kocasını İ'lâ-yı Kelimetûllah uğrunda şehid veren bu muhterem kadını Hicretin üçüncü senesi Ramazan ayında zevceliğe alarak şereflendirdi.Hz. Zeyneb fakirleri ve yoksulları beslediği, onlara çok acıyıp merhamet ettiği için "Ümmü'l-Mesâkin (Yoksullar Annesi)" diye tanınırdı. Hz. Zeynep, Peygamber Efendimizin yanında üç ay kaldıktan sonra 30 yaşında iken vefât etti. Cenaze namazını bizzat Resûl-i Kibriya Efendimiz kıldırdı. Bakî mezarlığına defnedildi.[449]

 

Hz. Hasan'ın Dünyaya Gelişi

 

Hicretin bu üçüncü yılında Resûl-i Ekrem Efendimizi sevindiren bir hâdise daha vuku buldu: Torunu Hz. Hasan dünyaya geldi. Hz. Hasan, Peygamberime torunları arasında kendisine en çok benzeyeni idi. Bu sebeple annesi Hz. Fâtıma onu severken,

-"Resûlallaha benzeyen yavrum" derdi.[450] Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, torunları Hz. Hasan ile Hüseyin'i son derece severdi. Onları zaman zaman omuzlarına alır taşır ve,

-"Onlar benim dünyada öpüp kokladığım iki reyhanımdır (güzel kokan bir çiçek, fesleğen)" buyururdu. Yine Hz. Hasan'ı zaman zaman omuzuna alır, gezdirir ve,

-"Allah'ım! Ben onu seviyorum. Sen de sev! Onu seveni de sev!" diye duâ ederdi.[451]

 

 

 

14 - Raci ve Bi'ri Maun-e Olayları

 

 

Uhud savaşı'ndan sonra müşriklerin cesâretleri arttığı için Medine'de Müslümanların güvenliği geniş ölçüde sarsıldı. Rasûlullah (as.) bir taraftan gerekli savunma tedbirleri alıyor, bir taraftan da İslâm'ı yaymak için her fırsattan yararlanmağa çalışıyordu. Müslümanlığı kabûl edip, dinin hükümlerini ve Kur'an-ı Kerim'i öğrenmek isteyen kabîlelere mürşitler gönderiyordu.

 

Adal ve Kare kabîlelerinden bir hey'et, Rasûlullah (as.)'e başvurarak, kabîlelerine Müslümanlığı ve Kur'an-ı Kerim'i öğretecek mürşidler gönderilmesini istediler. Rasûlullah (as) bunlara Sâbit oğlu Âsım başkanlığında, 10 kişi gönderdi. Yolda, Usfan ile Mekke arasında Raci' suyu yakınlarında Hüzeyl kabîlesi'nden 100 kişilik bir çetenin hücûmuna uğradılar. Mürşitlerden 8'i çarpışarak şehid oldu, 2'si teslim oldu. Zeyd b. Desine ve Hubeyb b. Adiy adlarındaki bu iki zâtı Hüzeyl'liler Mekke'ye götürüp sattılar.

 

Zeyd'i, Bedir Savaşı'nda öldürülen babası Ümeyye'nin öcünü almak için, Ümeyye oğlu Safvan satın almış, öldürülmesini seyretmek üzere bütün Mekke ileri gelenlerini dâvet etmişti. Ebû Süfyân Zeyd'e yaklaşarak:

 

-"Doğru söyle, hayâtının kurtarılması için, senin yerine Muhammed (as.)'ın öldürülmesini istemez miydin?" demişti.

 

Zeyd hiç tereddüt göstermeden:

 

-"Asla, Rasûlullah (as.)'ın hayâtı yanında, benim hayâtım hiçtir. Benim kurtulmam için değil O'nun öldürülmesini, Medine'de ayağına bir diken batmasını bile istemem, diye cevap verdi."

Bu kuvvetli iman karşısında Ebû Süfyân:

 

-"Gerçek şu ki,hiç kimse, arkadaşları tarafından Muhammed (as.) kadar sevilmemiştir, demekten kendini alamadı."

 

Hubeyb, Uhud Savaşı'nda Âmir oğlu Hâris'i öldürmüştü. Babasının intikamını almak üzere onu da Haris'in kızı satın almıştı. Hubeyb öldürüldüğü esnâda hiç metânetini kaybetmedi. İzin alarak, 2 rek'at namaz kıldı. Ölümden korktu da uzattı, demeyesiniz diye kısa kestim, dedi. O zamandan beri idâm edilen müslümanların, infâzdan önce namaz kılmaları âdet olmuştur.

 

Dininden dönersen, serbest bırakacağız, dedikleri zaman:

 

-"Benim için, Müslüman olarak öldürülmek, dinimden dönmekten daha hayırlıdır," diye cevap verdi. Müşrikler tarafından bir direğe asılarak şehid edildi.

 

Olay. Medine'de duyulunca, Rasûlullah (as.) ve Müslümanlar son derece üzüldüler. Medine'li Şâir Hassân, Zeyd ve Hubeyb için mersiyeler yazdı. Rasûlullah (as.)'de:

 

-"Allah lâyık oldukları cezâyı versin" diyerek, cânileri Allah'a havâle etti.[452]

 

Peygamberimizin Bedduâsı

 

Bu seçkin Sahabîlerinin haince bir suikaste kurban gitmelerinden dolayı Peygamber Efendimiz son derece üzüldü. Enes bin Mâlik, "Resûlullahın Bi'r-i Maûna'da şehid edilen Ashaba yanıp üzüldüğü kadar hiç bir kimseye, hiçbir şeye yanıp üzüldüğünü görmedim" der.

Duyduğu derin üzüntü, Peygamber Efendimizi, bu canilikte bulunanlara bedduâ etmeye kadar götürdü. Haber aldığı gecenin sabah namazında birinci rekâttan sonra ikinci rekâtın rükûundan doğrulunca şu bedduâda bulundu:

-"Allah'ım! Mudar kabilelerini kahreyle. Allah'ım! Onların yıllarını Yusuf Peygamberin kıtlık yılları gibi çetin yap, başlarına dar getir. Allah'ım! Lihyanoğullarını, Adal, Kare, Zi'b, Rı'l, Zekvan ve Usayya kabilelerini sana havale ediyorum. Zira, onlar Allah'a ve Resûlüne karşı geldiler."

 

Peygamberimiz, bu bedduâsına bir ay boyunca, vakit namazından sonra devam etti. Sahabe-i Kiramda "Âmin" dediler.[453]

Fahr-i Kâinatın bu duâsı kabul olundu. Kısa bir müddet sonra adı geçen bölgede kıtlık, kuraklık başladı. Yağışlar, sular kesildi, her taraf yanıp kavruldu. Diğer taraftan Ebû Berâ da Resûl-i Ekrem Efendimizin, "Bu; Ebû Berâ'nın başımıza getirdiği bir iştir" sitemine ve yapmış olduğu himâye taahhüdünün yeğeni Âmir bin Tufeyl tarafından böylesine canice çiğnenmesine tahammül edemedi ve üzüntüsünden hastalanarak kısa zaman sonra öldü.Ard arda meydana gelen Reci' ve Bi'r-i Maûna faciâlarında seksen kadar güzide Sahabî şehid düşmüştü.

 

Meûne Kuyusu Fâciası  (Safer 4 H./ Temmuz 625 M.)

 

Necid Şeyhi Ebû Berâ Mâlikoğlu Âmir, Medine'ye gelerek Rasûlullah (a.s.)'e:

 

-"Eğer Necid Bölgesine bir irşât hey'eti gönderirseniz, büyük bir kısmının Müslüman olacağını ümüd ediyorum," dedi. Rasûlullah (as.):

-"Necid Bölgesi halkına güvenemiyorum," diye cevap verdi. Ebû Berâ, mürşitlerin hayatı için kabîlesi adına kesin teminât verdiğinden, Rasûlullah (as) Ebû Berâ'nın kardeşinin oğlu Âmir b. Tufeyl'e bir mektup yazdırarak, Münzir b. Amr'ın başkanlığında 70 kişilik bir hey'eti Necid Bölgesine gönderdi. Bunların hepsi de Suffe ashâbındandı. Kafile Medine'den 4 konak uzaklıkta Meûne Kuyusu (Bi'r-i Meûne) denilen yere varınca, içlerinden Harâm b. Milhân ile Rasûlullah (as)'ın mektubunu Âmir b. Tufey'le gönderdiler. Âmir mektubu bile okumadan Harâm'ı şehid etti. Hey'etin tamamını öldürmek üzere kabîlesini (Âmiroğulların'ı) teşvik ettiyse de onlar

-"Biz Ebû Berâ'nın emân ve sözünü ayaklar altına alamayız", diyerek ona uymadılar. Âmir b. Tufeyl Süleym Kabîlesi'ne mensûp Usayye, Rı'l, Zekvân ve Lihyânoğuları ile Harâm b. Milhân'ın dönmesini beklemekte olan mürşitler üzerine hücum etti. Hepsi şehid oldu. İçlerinden yalnızca Ka'b b. Zeyd yaralı olarak kurtulmuştu. O da Hendek Savaşı'nda şehid oldu.

 

Rasûlullah (a.s.)'ı, Cibrîl bu fâciadan haberdar etti. Seriyyedeki bütün ashâbın Rablarına kavuştular, Allah onlardan râzı oldu... diye bildirdi. Rasûlullah (as) bu fâciadan son derece elem duydu. Tam 40 sabah Rı'l, Zekvân, Usayye ve Lihyanoğulları için bedduâ etti. 

 

Amr b. Ümeyye ise, olay esnâsında develeri otlatmakla görevli olduğu için esir düşmüş, sonra kurtulmuştu. Medine'ye dönerken, iki Necidliye rastladı. Şehid edilen arkadaşlarının öcünü almak için bunları uyurken öldürdü. Halbuki bunlar, müslümanların himâyesinde olan Âmir oğullarındandı. Bu sebeple bunların âilelerine diyetleri (kan bedelleri) ödendi.[454]

 

 

 

 

 

15 - Ben-i Nadir'in Sürgünü

 

 

İslâm’ın ilk yıllarında Medine'de yaşayan üç Yahudi kabilesinden biri Nadir oğulları kabilesidir..

 

Nadir, birçok manâlarının yanı sıra "yeşil ve çiçekli bir bitki" anlamına gelir. Bu kabile Medine ve çevresinde büyük hurma bahçelerinin sahibi olarak bilinir.

 

Arabistan Yahudilerinin güvenilir vesikalara dayanan bir tarihi yoktur. Arabistan Yahudilerinin geçmiş tarihine ışık tutacak herhangi bir yazı, kitap veya yazıt şeklinde bir bilgi de yoktur. Ayrıca Arabistan dışındaki Yahudiler de Arap dindaşlarıyla fazla ilgilenmemiş ve tarihçiler ile yazarları bunlardan hiç söz etmemişlerdir... Arap Yahudilerinin tarihini incelerken ister istemez Araplar arasında kulaktan kulağa anlatılan rivayetler ve söylenenlere itibar etme zorunluluğu vardır. Bu rivayetlerin pek çoğu da bizzat Yahudiler tarafından ortaya atılmıştır.[455]

 

Yahudiler yeryüzünde en eski geçmişe sahip milletlerden birisidir. Arap yarımadasına ne zaman gelip yerleştikleri bilinmeyen Yahudiler, İslâm’ın ortaya çıktığı yıllarda bu yarımadanın her tarafında görülmekteydiler. Bunlar, gerek ferdî ve gerekse topluluklar halinde Akabe körfezindeki Eyle limanından, Yemen ve Umman’ın en ücra köşelerine kadar uzanmışlardı. Bu insanları Mekna'da, Vadiyu'l-Kura'da, Teyma'da, Fedek'te, Taif'te kısaca bütün şehirlerde olduğu kadar, hareket halindeki kervanlarda da görmekteyiz.

 

Yahudiler Mekke'de hiç bulunmamakla birlikte, sadece Ukaz'da yalnız ticâret yapan değil, kâhinlikten para kazanan insanlar olarak da görülür.

 

Yahudilerin Medine (Yesrib)'ye yerleşmeleri tarihinin Milâdî 132'den sonra olduğu tahmin edilir. M. 132'de Benu Nadir, Benu Kureyza ve Benu Kaynuka Yahudilerinin Yesrib'e (Medine'ye) yerleştikleri görülmektedir. İlk olarak Nadir oğulları ve Kureyza oğulları yerleşmiştir. Çünkü bu iki kabile diğer Yahudi kabileleri arasında soy ve itibar bakımından üstün tutulurdu. Bunların çoğunun, kâhin ve rahipler sınıfından gelmesi de ayrı bir avantaj sağlamaktaydı. Bu kabileler Medine'ye yerleşerek, dini bakımdan üstün bulunmalarının verdiği ayrıcalıkla kısa sürede şehre hâkim olmuşlar ve en iyi yerlere yerleşmişlerdi.

 

M. 45I- 451'de es-Sebe' sûresinde sözü edilen büyük sel felâketinden sonra Yesrib'te bulunan birçok kabîlenin şehri terk ettiği bilinir. Bu büyük sel felâketiyle boşalan şehre yerleşen Evs ve Hazrec gibi Arap kabileleri, şehrin asıl hakimi bulunan Nadir oğulları ve Kureyza oğulları Yahudilerini şehrin dış bölgelerinde yerleşmek zorunda bırakmışlardır. Yahudilerin üçüncü büyük kabilesi olan Kaynuka oğulları Hazrecliler'e sığınma gereği duydu. Bunun üzerine Nadir oğulları ve Kureyza oğulları da Evs kabilesine sığınarak Yesrib şehrinde yerleşmeye hak kazandılar.

 

Hz. Peygamber (as)'ın doğumu ve nübüvvetinin başlangıç zamanlarında Yahudilerin Hicaz ve Yesrib'deki durumları şöyle görünmekteydi.

 

Yahudiler, dil, kıyafet, kültür ve medeniyet konularında her bakımdan Araplaşmışlardı. İsimleri Arapça idi. Hicazda yaşamakta olan Beni Za'urâ Yahudileri hariç diğer Yahudi kabilelerinin isimleri Arap ismi idi. Yahudiler kendi dilleri olan İbrani’ceyi istisnalar dışında bilmezlerdi. Araplarla olan sosyal ilişkilerinin her geçen gün artması Yahudilerin duygu, düşünce ve tavırlarına kadar yansımıştır. Ancak Yahudiler bütün bunlara rağmen kimliklerini muhafaza etmişlerdi.

 

Hz. Peygamber (a.s)'e risalet görevinin verilmesinden önce Araplar, danışmak ve onların fikirlerini almak amacıyla Yahudi veya Hıristiyan olan birisine gider, ondan bazı bilgiler alırlardı. İslâm’ın ortaya çıkışı ve Müslümanların Mekke şartlarında İslâm’ı yaşamaya çalışmalarından önce bütün ehli kitap yeni bir peygamberin geleceğini biliyor ve onu bekliyorlardı. Hattâ Peygamberimizin amcası Ebu Taliple yaptığı Şam ticaretinde Rahip Bahira'nın Ebu Talib'e,

-"O çocuğa dikkat edip üzerine titremesini" öğütlemesini buna delil gösterirler.

 

Daha Akabe bey'atlarından önce Yahudiler, Medine Araplarına bir nebinin geleceği ve bu nebiye kendilerinin uyacağını ve böylece Medinelilere karşı üstün bir duruma geçeceklerini söyleyip onları korkuturlardı. Bundan haberdar olan Medineliler Akabe'de Peygamberimize bey'at ederek Yahudilerden önce davranmışlardır. Yahudiler Tevrat’ı doğrulayıcı bir kitap olarak Kur'an-ı getiren Hz. Peygamber (as)'e "saldırmak, haset etmek ve kin gütmekten dolayı düşmanlık yapmaya başladılar. Çünkü Allah Teâlâ Resûlünü Araplardan seçmişti. Yahudi alimleri, Rasûlüllah (as)'ın zor durumda kalması için çalışırlar, onu olmadık yalanlarla şaşırtmak isterler ve hakkı batıla çevirirlerdi. Çünkü onlar yeni bir Peygamberin kendi kavimlerinden çıkacağını ümit ediyorlardı. Gururları yüzünden yalanlayanlardan oldular.[456]

 

Yahudilerin, Allah'tan gelen Peygamber ve kitabini daha önceden bildikleri de bir gerçektir. Fakat bu Peygamber ve kitap gelince tavırlarını değiştirdiler. Bu hususta en güvenilir rivayet Ümmül Müminin Hz. Safiyye'nindir. Hz. Safiyye'den rivayete göre Hz. Muhammed (as), Medine'yi şereflendirince babası ve amcası beraberce kendisiyle görüşmeye gittiler ve kendisiyle uzun müddet sohbet ettiler. Babası ve amcası eve dönünce, aralarında şöyle bir konuşma geçti:

Amca:

-"Bu, gerçekten kitaplarımızda haber verilen Peygamber midir?"

Baba:

-"Evet, vallahi o aynı Peygamberdir."

Amca:

-"Sen buna inanıyor musun?

Baba:

-"Evet."

Amca:

-"O halde, ne yapmak istiyorsun?"

Baba:

-"Vallahi, ben yaşadığım müddetçe ona muhalefet edeceğim." Yahudilerin bu peygamberi bekledikleri fakat ona tabi olup onun yolundan gitmek için değil de doğar doğmaz ona bir suikast tertipleyip öldürmek için beklediklerine dair bir takım rivayetler de nakledilir.[457]

 

Hz. Peygamber ve Müslümanların Medine’ye hicreti sırasında Yahudiler şehrin yarısına hâkim durumdaydılar. Bu hâkimiyet gerek ilmî seviyedeki Bilim Evi (Beytul-Midras), gerekse Nadir oğullarının elinde bulunan hazineler (Kenz) yoluyla her yönden görülen bir gerçeklikti. Buna rağmen Yahudiler kendi aralarında sürtüşme halinde idiler. Bu durum onları bazı Arap kabileleriyle ittifak yapmaya itmiştir. Bundan dolayı da Nadir oğullarının Evs kabilesinin hakimiyeti altında bulunduğu zikredilmelidir.

 

Hz. Peygamber tarafından yürürlüğe konulan Medine-şehir-devleti anayasasında dokuz Yahudi kabilesinden bahsedilir. Burada Yahudilerle karşılıklı haklar ele alınmış ve Medine'yi birlikte savunma kararlaştırılmış; onlardan Hz. Peygamber izin vermeden askeri bir harekete girişmeyeceği ve Medine'ye bir saldırı söz konusu olduğunda şehrin birlikte savunulacağı sözü alınmıştı.

 

Yine araştırmalara göre bu anayasa dünyanın ilk anayasasıdır. Kırk yedi maddeden oluşan mezkur anayasada 23-35 ve 46. maddeler Yahudilerle ilgili olup bu maddeler ayrıca kendi işlerinde alt bölümlere ayrılmıştır. Fakat Yahudiler tarihten sabit olduğu gibi antlaşmalarına sadık olmadılar. Bu antlaşmaya katılmaktaki gayeleri, kendilerine başka bir yol bulana kadar zaman kazanmaktı. Daha ilk anda bu yeni dinin onların senelerdir övündükleri bir üstünlüklerini ellerinden alacağını hissetmişlerdi.

 

İslâm’ın Medine'de devletini kurduktan sonra tarihte benzeri görülmemiş tür şekilde yayılma göstererek bölgeyi hakimiyetine alması, Müslüman olmayan diğer kabileleri olduğu gibi Yahudileri de telâşa düşürdü. Zira onlar İslâm’ın yayılışını geçici görüyorlardı. Bu amaçla Kureyş müşrikleriyle yaptıkları bir çok antlaşmada askerî yönden Kureyş müşrikleri, fikri yönden de Yahudiler İslâm’a karşı koyacaklarını taahhüt etmişlerdir. Ancak Yahudilerin giriştiği bu tür bir yol bir fayda vermedi. Hattâ İslâm’ın son tevhit dini olduğunu öğrenen bazı Yahudiler de Müslüman oluyorlardı. Yahudilerin önde gelen âlimlerinden Abdullah b. Selâm bunlar arasındaydı. Bundan sonra Yahudiler için tek çıkar yol, İslâm’ı kılıç zoruyla sindirmek, yayılmasını önleyerek ortadan kaldırmaktı.

 

Bedir savaşında Müslümanların üstün gelmesi bütün Yahudileri olduğu gibi Nadir oğullarını da kızdırmıştı. Bu savaş onların kinlerini açığa vurmalarını sağladı. Öncelikle Kaynuka oğulları, Müslümanlara karşı işledikleri hareketlerden dolayı şehir dışına sürüldüler.

 

Yahudi sair Ka'b b. Eşref yalan teşvikleri ile Mekke müşriklerini yeni bir savaşa sokmaya çalışıyordu. Bunu öğrenen Müslümanlar, aralarında Ka'b'ın süt kardeşinin de bulunduğu bir grup olmak üzere Ka'b b. Eşrefi öldürmüş; bu olay üzerine Nadir oğulları Hz. Peygamber (as) ile bir ittifak antlaşması imzalamışlardı.

 

Ancak bu barış dönemi fazla sürmemiş; Nadir oğullarının diğer müttefiki Benû Amr kabilesinden Müslüman olan Amr h. Umeyye iki kişiyi öldürmüştü. Olay şöyle cereyan etti: Necid halkını İslâm’a davet için Rasûlüllah tarafından gönderilen bütün Müslümanları öldüren Amr b. Tufeyl ve Necid’lilerin elinden kurtulan tek kişi olan Amr b. Umeyye, Kilâh oğulları kabilesinden iki adamla karşılaştı. Resûlullah onlarla antlaşma yapmıştı. Fakat Amr bunu bilmiyordu. kendisini öldürürler diye korktuğundan, dalgınlıklarından yararlanarak onları öldürdü. Resûlullah da onların diyetini üstlendi. Diyetin ödenmesi Müslümanlara ağır geldi. Ödeyemez duruma düştüler. Hz. Peygamber de Yahudilerle yaptığı anlaşmaya dayanarak Nadir oğullarından diyet ödeme isine katılmalarını istedi. Nadir oğulları bu teklifi düşüneceklerini söyledi ve mühlet istediler. Ancak kendi aralarında yaptıkları görüşmede Hz. Muhammed (as)'ı suikastla öldürmeyi planladılar. Onların yanına giden ve görüşmelerinin sonuçlanmasını bekleyen Resûlullaha, Amr b. Guhâs adlı Yahudi’nin kendisine suikast yapacağı bildirildi.Bu çirkin olaydan sonra:

 

يَااَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللّهِ عَلَيْكُمْ اِذْ هَمَّ قَوْمٌ اَنْ يَبْسُطُوا اِلَيْكُمْ اَيْدِيَهُمْ فَكَفَّ اَيْدِيَهُمْ عَنْكُمْ وَاتَّقُوااللّهَ وَعَلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ

 

“Ey iman edenler! Allah'ın size olan nimetini unutmayın; hani bir topluluk size el uzatmaya yeltenmişti de Allah, onların ellerini sizden çekmişti. Allah'tan korkun ve müminler yalnızca Allah'a güvensinler”[458] âyeti nazil olmuştur. Kaynaklarda anlatılan diğer bir görüşe göre ise; Bedir savaşından sonra Mekke putperestleri, Nadir oğullarına gönderdiği bir mektupla onları Resûlüllah ile çatışma haline getirmeye kışkırtmışlardı. Diğer taraftan Medine'den çıkarılan Benû Kaynuka Yahudilerinin bu hali, zamanla sayıları artan Nadir oğulları  (Benü Nadir) Yahudilerinin Müslümanlara dair birtakım endişeler taşımasına sebep oldu. Bu şart ve durumlar karşısında onlar, hıyânet dolu bir komplonun içine sürüklenmiş oldular.

 

Bir gün Resûlullaha bir haberci göndererek,

-"Üç Müslüman-ı da yanına alıp gel. Bizden seçilecek Üç alimle karşılaşıp görüş; şayet (bizimkiler size) inanıp kanacak olurlarsa biz de hep birden senin yoluna gireriz" deyip Resûlullah (as)'ı aralarına davet ettiler. Bu üç Yahudi (elbiseleri altına) hançerler saklamışlardı. Ancak Benû Nadir (Nadir oğulları) Yahudileri arasından bir kadın Müslüman Ensâr zümresi arasında oturan erkek kardeşine, Nadirlilerin kalkıştığı bu suikast işini anlatmış ve bu erkek kardeş de Resûlullah Nadirlilerin mahallesine henüz varmadan haberi kendisine yetiştirebilmişti. Bunun üzerine Resûlullah yoldan geri dönmüş ve fakat ertesi sabah erkenden askeri kuvvetlerin başında olduğu halde Nadirlilerin karşısına çıkmış ve gün boyu onların oturdukları mahalleyi kuşatma altında tutmuştu.

 

Resûlullaha karşı teşebbüs edilen bu tür suikastlar Müslümanlara, Nadir oğullarının artık aralarında yeri olmadığı kanaatini verdi. Bu arada Kureyş müşriklerinin Müslümanlara karşı bir hazırlık içerisinde bulunduğu duyuldu. Müslümanlar, içeride bulunan ve müşriklerle her an ittifak kurabilecek bir düşmandan emin olmazlarsa durumun daha da vahim sonuçlar doğurabileceğini biliyorlardı. Bunun işin öncelikle yapılması gereken şey, Medine’deki Nadir oğullarını zararsız bir duruma getirmekti.

 

Hz.Peygamber, Nadir oğullarına yaptığı ilk kuşatmadan hemen sonra Kureyza oğullarına yaptığı kuşatmayı bırakıp onlarla antlaşma yoluna gidince, vakit kaybetmeksizin tekrar Nadir oğulları üzerine yürüyerek onların eşlerini ve kalelerini kuşatmıştır. Yahudiler Müslümanlara karşı bir güçle çıkamadılar. Bu kuşatmada her iki taraftan herhangi bir ölüm olayına rastlanmaz. Kuşatma sonunda Yahudiler Islama davet edilmiş, kabul edenler affedilerek serbest bırakılmış, reddedenler ise silahları dışında, diğer bütün menkul mallarını alarak Medine dışına çıkmalarına izin verilmiştir. Bunlardan biz kısmı Filistin'deki Ezri'at şehrine, diğerleri ise Hayber bölgesine yerleştiler.[459]

 

Medine'den sürülmeleri sırasında Benû Nadirler değerli sayılan eşya ve mücevheratlarının yani sıra beraberlerinde götürmek üzere evlerinin kapılarına varıncaya kadar her şeyi söküp aldılar. Sürülenler, arkalarında çalgıcı ve sarkıcıların kopardığı bir şamata olduğu halde altı yüz develik bir kervan oluşturarak yola çıktılar.

 

Nadir oğullarının Medine'den sürülmelerinden bir yıl sonra beş kişilik bir heyet, Hicri 5. yılda Medine'nin kuşatılmasına girişecek ve Hendek savaşını çıkaracak olan büyük saldırı ittifakını organize etmiştir.

 

 

 

16 - Zatu'r Rika

 

 

Hz.Peygamber (as), Rebiyülahir ayıile Cemaziyelevvel ayının bir kısmını Medine’de ikamet ederek geçirdi. Bundan sonra Beni Muharib ve Gatafan’dan Beni Sa’lebe kabileleri ile savaşmak maksadıyla Necid’e doğru gazve için yola çıktı. Medine’de yerine vali olarak Ebu Zerr’ı bıraktı. Nihayet Nahl mevkiine vardı. Orada konakladı. Orada Zatü’r-Rika gazvesi yapıldı. Orada bayraklarını yamaladıkları için yamalı anlamına gelen Zatü’r-Rika adı meşhur gazveye verildi. Bazısının ifadesine göre ise orada Zatü’r-Rika adında bir ağaç bulunduğundan mezkur gazveye Zatü’r-Rika gazvesi denilmiştir.

 

Gazvesinden döndükten sonra iki ay sonra, Muharıboğullarından hayvan satmak için Medine'ye gelen bir adam, Muhariboğulları ile Sa'lebeoğullarının, müslümanlarla savaşmak için hazırlandıklarını ve Nahl yakınlarındaki Zatu'r-Rik'a'da toplandıklarını haber verdi (4. yıl Muharrem ayı.)[460]

 

Rasûlüllah (as) Nahl yakınında Sa'd ile Şukrâ arasında bir yer olan Zatu'r-Rik'a'ya kadar ilerledi. Ancak müşrikler savaşa cesaret edemediler ve dağılarak etraftaki tepelere çekildiler.

 

Bu arada namaz vakti girmiş bulunuyordu. Ancak müslümanlar, namaz kılarken düşmanın saldırıya geçmesinden endişeleniyorlardı. Burada korku namazı ile ilgili âyet:

 

وَاِذَا ضَرَبْتُمْ فِى الْاَرْضِ فَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ اَنْ تَقْصُرُوا مِنَ الصَّلوةِ اِنْ خِفْتُمْ اَنْ يَفْتِنَكُمُ الَّذينَ كَفَرُوا اِنَّ الْكَافِرينَ كَانُوا لَكُمْ عَدُوًّا مُبينًا () وَاِذَا كُنْتَ فيهِمْ فَاَقَمْتَ لَهُمُ الصَّلوةَ فَلْتَقُمْ طَائِفَةٌ مِنْهُمْ مَعَكَ وَلْيَاْخُذُوا اَسْلِحَتَهُمْ فَاِذَا سَجَدُوا فَلْيَكُونُوا مِنْ وَرَائِكُمْ وَلْتَاْتِ طَائِفَةٌ اُخْرى لَمْ يُصَلُّوا فَلْيُصَلُّوا مَعَكَ وَلْيَاْخُذُوا حِذْرَهُمْ وَاَسْلِحَتَهُمْ وَدَّ الَّذينَ كَفَرُوا لَوْ تَغْفُلُونَ عَنْ اَسْلِحَتِكُمْ وَاَمْتِعَتِكُمْ فَيَميلُونَ عَلَيْكُمْ مَيْلَةً وَاحِدَةً وَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ اِنْ كَانَ بِكُمْ اَذًى مِنْ مَطَرٍ اَوْ كُنْتُمْ مَرْضى اَنْ تَضَعُوا اَسْلِحَتَكُمْ وَخُذُوا حِذْرَكُمْ اِنَّ اللّهَ اَعَدَّ لِلْكَافِرينَ عَذَابًا مُهينًا () فَاِذَا قَضَيْتُمُ الصَّلوةَ فَاذْكُرُوا اللّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلى جُنُوبِكُمْ فَاِذَا اطْمَاْنَنْتُمْ فَاَقيمُوا الصَّلوةَ اِنَّ الصَّلوةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِنينَ كِتَابًا مَوْقُوتًا

 

“Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman kâfirlerin size kötülük etmelerinden endişe ederseniz, namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur. Şüphesiz kâfirler, sizin apaçık düşmanınızdır. Sen de içlerinde bulunup onlara namaz kıldırdığın zaman, onlardan bir kısmı seninle beraber namaza dursunlar, silahlarını (yanlarına) alsınlar, böylece (namazı kılıp) secde ettiklerinde (diğerleri) arkanızda olsunlar. Sonra henüz namazını kılmamış olan (bu) diğer gurup gelip seninle beraber namazlarını kılsınlar ve onlar da ihtiyat tedbirlerini ve silahlarını alsınlar. O kâfirler arzu ederler ki siz silahlarınızdan ve eşyanızdan gafil olsanız da üstünüze birden baskın yapsalar. Eğer size yağmurdan bir eziyet olur yahut hasta bulunursanız silahlarınızı bırakmanızda size günah yoktur. Yine de tedbirinizi alın. Şüphesiz Allah, kâfirler için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır. Namazı bitirince de ayakta, otururken ve yanınız üzerinde yatarken (daima) Allah'ı anın. Huzura kavuşunca da namazı dosdoğru kılın; çünkü namaz müminler üzerine vakitleri belli bir farzdır”[461] nazil oldu ve Rasûlüllah (as), ashabına bu âyetin bildirdiği şekilde namaz kıldırdı. Müşrikler geri çekilirken sürülerinden bir kısmı orada kalmıştı. Rasûlüllah (as) bu mallara ganimet olarak el koydu. Ayrıca bir kadın da esir edilmişti.[462]

 

Bir Mu'cize

Zâtürrika seferi sırasında idi. Ashabdan Ulbe bin Zeyd, üç adet devekuşu yumurtası bulup getirdi. Resûl-i Ekrem,

-"Ey Cabir! Bunları, al pişir" diye emretti. Hz. Cabir, yumurtaları bir çanak içinde pişirip getirdi.

Peygamber Efendimizle mücahidler o üç yumurtadan doyuncaya kadar yedikleri halde, yumurtaların çanakta olduğu gibi durduğunu gördüler.[463]

 

Yine bu gazâ esnasında idi. Sahabînin biri, bir kuş yavrusu bulup getirdi. Anası veya babası, yavruyu kurtarmak için canını feda edercesine onu elinde tutan Sahabinin avuçlarının içine atılıveriyordu. Bu duruma Sahabîler hayretler içinde bakarken, Resûl-i Ekrem ise şu ibret dersini verdi:

-"Siz elinizde tuttuğunuz şu kuş yavrusu için, anne kuşun kendisini avucunuza atmasına mı hayret ediyorsunuz? Vallahi Rabbinizin, size olan merhamet ve şefkati şu kuşun yavrusuna olan şefkat ve merhametinden çok daha fazladır."[464]

 

Peygamber Efendimiz, mücahidlerle birlikte Zâtürrika'dan ayrılmış Medine'ye doğru geliyordu. Harre mevkiine gelindiğinde, bir devenin koşarak Resûl-i Ekrem Efendimizin yanına varıp tahiyye-i ikrâm nevinden çöktüğü ve boynunu öne doğru uzatıp onunla konuştuğu görüldü. Mücahidler hayretler içinde bakınırken, Peygamber Efendimiz,

-"Bu deve ne söylüyor biliyor musunuz?" dedikten sonra şöyle buyurdu.

-"Bu deve sahibinin zulmünden bana şikâyet ediyor: Kendisini senelerdir çalıştırdığını, şimdi ise boğazlamak istediğini söylüyor." Arkasından Cabir bin Abdullah'a devenin sahibini bulup kendisine getirmesini emretti.

Hz. Câbir,

-"Yâ Resûlallah! Devenin sahibini tanımıyorum" deyince aldığı cevap şu oldu:

-"Deve seni sahibine götürür." Gerçekten de, deve, Peygamberimizden emir almış gibi, Hz. Câbir'in önüne düştü ve onu sahibine götürdü.

Hz. Câbir der ki:

-"Ben de deve sahibini alıp Resûlullahın yanına getirdim. Resûlullah onunla deve hakkında konuştu ve 'Devenin söyledikleri doğru mu?' diye sordu." Deve sahibi, 'Evet, yâ Resûlallah' dedi."[465]

 

Bu sefere iştirâk edenlerin hepsi piyade olup, çıplak ayakları taştan, dikenden parçalanmış ve tırnakları dökülmüş olduğundan, ayaklarını bez parçalarıyla bağlamış olmaları sebebiyle bu gazâya "Zâtürrikâ" adı verildiği de kaynaklarda belirtilmiştir. Zira, Rika, ruka'nın çoğuludur. Ruka' ise elbise yırtığına vurulan bez parçasıdır ki, yama demektir.

 

Ebû Musâ'l-Eş'arî bu hususta şöyle der:

-"Resûlullah (a.s.m.) ile bir gazâya çıktık. Sadece bir devemiz vardı. Nöbetleşe biniyorduk. Artık ayaklarımız delinmişti. Benim de iki ayağım delinmiş, tırnaklarım dökülmüştü. Bunun için ayaklarımıza bez parçası sarıyorduk. Ayaklarımıza bu suretle bez parçası sardığımız için bu sefere Zâtürrika' gazâsı denildi."

 

Rasûlullah (as)'ın Hz. Ümmü Seleme İle Evlenmesi

 

Asıl adı Hind olan Ümmü Seleme, Ebû Ümeyye el-Mahzûmî'nin kızıdır. İlk kocası Ebû Seleme Abdullah b. Abdülesed, Abdülmüttalib'in kızı Berre'nin oğlu olup, Rasûlullah (as)'ın halazâdesi idi. Kocası ile birlikte Habeşistan'a hicret etmiş, ilk çocuğu Seleme orada doğmuştu.

 

Ümmü Seleme'nin ilk eşi Ebû Seleme, Uhud Savaşı'nda aldığı yara sebebiyle vefât etti. Rasûlullah (as) Ebû Seleme'yi çok severdi. Vefâtından sonra dört çocuğu ile kimsesiz ve himâyesiz kalan eşi Ümmü Seleme'yi nikâhlayarak himâyesi altına aldı. Ümmü Seleme, fazilet ve olgunluk yönünden Hz. Aişe'den sonra Ezvâc-ı tâhirâtın en üstünüydü. Ezvâc-ı tâhirât içinde en son vefât eden, Ümmü Seleme olmuştur. Hicretin 59'uncu yılı 84 yaşında vefat etmiş, Baki kabristanına defnedilmiştir.

 

İçki ve Kumarın Haram Kılınması 

 

Mekke devrinde içki ve kumar yasaklanmış değildi. Müslümanlardan da içki içen ve kumar oynayanlar vardı. Rasûlullah (a.s.) bunlara ses çıkarmıyordu. İçki ve kumarın yasaklanması birden bire değil, tedricen olmuştur.

 

İçki ile ilgili Kur'ân-ı Kerîm'de 4 âyet vardır. Mekke'de inen ilk âyette:

 

 b6¦ä  y b¦Ó¤‹¡‰ ë a¦Š Ø  ¢é¤ä¡ß  æë¢ˆ¡‚ £n m ¡lb ä¤Ç üa ë ¡3î©‚ £äÛa ¡pa Š à q ¤å¡ß ë

  æì¢Ü¡Ô¤È í §â¤ì Ô¡Û ¦ò í¨ü  Ù¡Û¨‡ ó©Ï  £æ¡a

 

"Hurma ve üzüm ağaçlarının meyvelerinden içki yapar, güzel bir rızık edinirsiniz,"[466] buyrulmuş, içki yasaklanmamıştır. Medine devrinde Hz Ömer ve Muâz gibi bazı sahâbe:

 

-"Ey Allah'ın Rasûlü, içki hakkında bize yol göster, çünkü şarap aklı gideriyor," diye Rasûlullah (as)'e baş vurdular. Hicretin 4'üncü yılı Şevvâl ayında:

 

يَسَْلُونَكَ عَنِ الْخَمْرِ وَالْمَيْسِرِ قُلْ فيهِمَا اِثْمٌ كَبيرٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ وَاِثْمُهُمَا اَكْبَرُ مِنْ نَفْعِهِمَا وَيَسَْلُونَكَ مَاذَا يُنْفِقُونَ قُلِ الْعَفْوَ كَذلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمُ الْايَاتِ لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَ

 

 “Sana içkiyi ve kumarı sorarları. De ki: “Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için         (bazı) yararlar vardır. Ama günahları yararlarından daha büyüktür”[467] anlamındaki âyet indi. İçkiyi ilk yasaklayan âyet bu oldu. Fakat bu âyetle içki kesinlikle yasaklanmadığından,

-"Günahı var" diye bırakanlar olduğu gibi,

-"Faydası da var" diye eskisi gibi içenler de vardı.

 

Abdurrahman b. Avf'ın verdiği bir ziyâfette dâvetliler içki de içmişlerdi. Akşam namazında cemaâte imâm olan zât "el-Kâfirûn Sûresi"ni sarhoşluk sebebiyle yanlış okudu. Âyetlerin anlamları değişti. Bunun üzerine:

 

 b ßaì¢à Ü¤È m ó¨£n yô¨‰b Ø¢ ¤á¢n¤ã a ë  ñì¨Ü £–Ûaaì¢2 Š¤Ô m üaì¢ä ß¨a  åí©ˆ £Ûab è¢£í a ¬b í

 6aì¢Ü¡ n¤Ì m ó¨£n y§3î©j ô©Š¡2b Ç ü¡ab¦j¢ä¢u ü ë  æì¢Ûì¢Ô m

 

“Ey iman edenler! Siz sarhoş iken -ne söylediğinizi bilinceye kadar- cünüp iken de -yolcu olan müstesna- gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın”[468]  anlamındaki âyet indi.

 

Bir müddet sonra Ensardan Mâlik oğlu Itbâ'nın ziyâfetinde dâvetliler sarhoş oldular. Sa'd b. Ebî Vakkas bir şiir okuyarak kendi soyunu övdü, ensârı ise yerdi. Ensârdan bir zât da, sofrada yedikleri devenin çene kemiğini Sa'd'a vurup başını yardı. Sa'd, Hz. Peygamber (a.s)'e şikâyette bulundu. O zaman:

 

 ¢âü¤‹ üa ë ¢lb –¤ã üa  ë ¢Š¡¤î à¤Ûa ë ¢Š¤à ‚¤Ûa b à £ã¡a a¬ì¢ä ß¨a  åí©ˆ £Ûa b è¢£í a ¬b í

  æì¢z¡Ü¤1¢m ¤á¢Ø £Ü È Û ¢êì¢j¡ä n¤ub Ï ¡æb À¤î, £'Ûa¡3 à Ç¤å¡ß¥¤u¡‰

 

 “Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz”[469] anlamında inen âyetle içki ve kumar kesinlikle yasaklandı. Rasûlullah (as) bu yasağı hemen ilân ettirdi. Bütün Müslümanlar içkiyi bıraktılar. Evlerinde, dükkânlarında bulunan bütün içkileri sokaklara döktüler.

 

Rasûlullah (as) Efendimiz içkiyle ilgili olarak:

 

¡é¨£ÜÛa ¢4좠‰  3¡÷¢ ¤o Ûb Ó b è¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa  ó¡™ ‰  ò '¡öb Ç ¤å Ç g

¡3  È¤Ûa ¢ˆî©j ã  ì¤ç ë ¡É¤n¡j¤Ûa ¡å Ç  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü •

ó £Ü • ¡é¨£ÜÛa ¢4좠‰  4b Ô Ï ¢é ãì¢2 Š¤' í ¡å à î¤Ûa ¢3¤ç ªa  æb ×  ë

  P¥âa Š y  ì¤è Ï  Š Ø ªa §la Š ( ¢£3¢×  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa

 

Âişe radiya'llâhu anhâ'dan rivâyete göre şöyle demiştir: Resûlu'llâh Salla'llâhu aleyhi ve sellem'den Biti' (içkisinin hükmü) sorulmuştu -ki bu Biti', Yemen halkının içtikleri baldan ma'mûl içki idi- Resûlu'llâh Salla'llâhu aleyhi ve sellem: Sarhoşluk veren her içki haramdır, diye cevap verdi..."[470]

 

Ezvâc-ı Tahirattan Hz. Zeynet bint-i Huzeyme Vefât Etti

 

Peygamberimizin zevcesi Hz. Zeynep, İslâmiyetten önceki devirde, yoksul ve muhtaçlara çok acıdığı, şefkat ve merhametli davrandığı, onlara devamlı yemekler yedirdiği ve sadakalar verdiği için ''Ümmü'l-Mesakîn (Miskinler, Düşkünler Annesi)" diye bilinir ve yâd edilirdi. Resûl-i Kibriyâ Efendimizle evliliği Hicretin üçüncü yılı Ramazan ayında olmuştu. Hicretin bu dördüncü yılı Rebiülâhir ayı sonunda ise otuz yaşında iken vefat etti.[471]

 

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, namazını kıldırdıktan sonra onu, Baki kabristanına defnetti. Efendimizin hayatında Hz. Hatice-i Kübrâ ile Hz. Zeynep'ten başka zevcesi vefât etmemiştir!

 

Hz. Ali'nin Vâlidesi Fâtıma Hâtun Vefât Etti

 

Fâtıma binti Esed, Nebiy-yi Muhterem Efendimizin amcası Ebû Talib'in zevcesi idi. İlk sıralarda Müslüman olmuş ve Medine'ye hicret etmişti. Peygamber Efendimize çocukluğunda büyük hizmetlerde bulunmuştu. Onu çocuklarından daha çok sever ve ihtimam gösterirdi. Peygamber Efendimiz de her zaman onu saygıyla anar, halini, hatırını sorar, onu ziyaret ederdi.İşte yüksek ahlâk sahibi bu İslâm kadını, hicretin bu dördüncü yılında Medine'de hakkın rahmetine kavuştu. Resûl-i Ekrem Efendimiz ona olan sevgi ve saygısını,

-"Bugün annem, vefât etti" diyerek izhar etmiştir. Hz. Ali (r.a.),

-"Annem Fâtıma binti Esed vefat ettiği zaman Resûlullah (a.s), kendi gömleğini sırtından çıkarıp ona kefen olarak sardırdı ve cenaze namazını kıldırdı" demiştir.

 

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bu mübârek ve muhterem kadının kabrine de indi ve bir müddet kabrin içinde uzandı. Sonra kabirden çıktı. Gözleri yaşlarla doluydu.

Müslümanlar,

-"Yâ Resûlallah," dediler,

"Biz, senin buna yapmış olduğun şeyi, başkasına yaptığını görmemiştik?"

Nebiy-yi Muhterem Efendimiz şu cevabı verdi:

-"Ebû Talib'den sonra bu kadıncağız kadar bana iyiliği dokunan bir başka kimse olmamıştır. Ona, Cennet elbiselerinden giydirilsin diye gömleğimi kefen olarak giydirdim! Kabir hayatı, kendisine mülayim ve kolay gelsin diye de kabirde yanına uzandım."[472]

 

Bundan sonra da Resûl-i Zişan Efendimiz şu duâyı yaptı:

-"Allah sana merhamet etsin ve hayırla mükafatlandırsın." Allah sana rahmet etsin, ey annem!

-"Sen, benim annemden sonra annem idin."

Kendin aç durur, beni doyururdun.

-"Kendin giymez, beni giydirirdin."

En iyi nimetlerden nefsini alıkoyar, bana tattırırdın. Bunu da ancak Allah rızâsını ve âhiret yurdunu umarak yapardın.

-"Allah ki, diriltendir, öldürendir. Hayy ve Kayyumdur, O."

Allah'ım! Annem Fâtıma binti Esed'i af ve mağfiret et.

-"Ona hüccet ve delilini anlat! Kabrini genişlet."

-"Ben Resûlünün ve benden önceki peygamberlerinin hakkı için, duâmı kabul buyur, ey merhametlilerin en merhametlisi olan Yüce Allah!"[473]

 

Peygamberimizin torunu Hz. Hüseyin Dünyaya Geldi

 

Hicretin dördüncü yılı Şaban ayında Resûl-i Ekrem Efendimizin torunu, Hz. Ali'nin ikinci oğlu Hz. Hüseyin Hz. Fâtıma'dan dünyaya geldi. Doğumunun yedinci gününde Peygamber Efendimiz bu nur topu torunu için akika kurbanı olarak iki koç kestirdi. Kulağına ezân okuyup ismini koydu ve saçını kestirdi. Torunu Hz. Hasan gibi, Hz. Hüseyin de Nebiy-yi Muhterem Efendimize benzerdi. Bu her iki torunu için Efendimiz:

-"Allah'ım! Ben, bunları seviyorum. Sen de sev bunları"[474] diyerek duâ etmiştir.

 

Birgün Ebû Eyyûbi'l-Ensarî (r.a.), Resûl-i Kibriyâ Efendimizin huzuruna girdiğinde onun Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'le oynadığını gördü,

-"Yâ Resûlallah, sen onları çok mu seviyorsun?" diye sorunca Peygamber Efendimiz şu karşılığı vermişti:

-"Nasıl sevmiyeyim ki? Bunlar, benim dünyada kokladığım iki Reyhânımdır."[475]

 

Zeyd bin Sâbit Arap, İbrani ve Süryani Yazısını Öğrendi

 

Zeyd bin Sabit (r.a.), Hicretten önce Evs ve Hazreç kabileleri arasında Buas günü vuku bulan çarpışmalarda babasının ölmesiyle yetim kalmıştı. O sırada altı yaşında idi. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Bedir'de esir alınan Kureyş müşriklerinden malî durumu kurtuluş fidyesi ödemeye müsait olmayan herbirisinin, Ensar çocuklarından on çocuğa iyice okuma yazma öğrettiği takdirde serbest bırakılacaklarını bildirmişti. İşte Zeyd bin Sabit de, o zaman okuma yazma öğrenmiş olan Ensar çocuklarındandı. Hz. Zeyd bin Sabit, son derece zeki idi. Hicretin bu dördüncü senesinde Peygamber Efendimiz, kendisine Yahudî yazısını, yani İbraniceyi öğrenmesini emretti ve,

-"Ben yazılarımı, onların değiştirmeyeceklerinden emin değilim"[476] buyurdu. Bunun üzerine Hz. Zeyd, 15 gün içinde İbraniceyi öğrendi, hatta onda maharet sahibi oldu. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bundan sonra Yahudîlere birşey yazacağı zaman, onu Hz. Zeyd'e yazdırır, Yahudîlerden gelen yazıları da ona okuturdu.[477]

 

Yine birgün Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hz. Zeyd'e,

-"Süryaniceyi güzelce okuyup yazabilir misin? Çünkü bana, Süryanice yazılar geliyor" dedi.

Hz. Zeyd cevaben,

-"Hayır, iyi okuyup, yazamam" deyince, Peygamber Efendimiz:

-"O halde sen onu iyice öğren" buyurdu. Bu emir, üzerine Hz. Zeyd bin Sâbit 17 günde de Süryaniceyi öğrendi.[478]

 

Hz. Osman'ın Oğlu Abdullah Vefât Etti

 

Hz. Osman, Habeşistan'a hanımı Hz. Rukiyye ile birlikte hicret etmişti. Orada bir çocukları dünyaya gelmiş ve ismini Abdullah koymuşlardı. Abdullah, altı yaşında bulunduğu sırada bir horoz yüzünü gözünü gagaladı. Yüzü gözü şişti. Fenâ halde hastalandı. Bu hastalıktan kurtulamayarak da hicretin dördüncü senesi Cemaziyelevvel ayında vefât etti. Bu torununun cenaze namazını bizzat Peygamber Efendimiz kıldırdı. Kabrine ise, babası Hz. Osman indirdi.[479] Abdullah'ın mezar taşını diken Resûl-i Kibriyâ Efendimizin gözlerinden yaşlar döküldü. Şöyle buyurdular:

-"Allah Teâla, kullarından, merhametli ve yufka yürekli olanlara rahmet eder! "[480]

 

 

 

 

17 - Ben-i Mustalık Gazvesi

 

 

Beni Mustalık gazvesi, Müreysi gazvesi adıyla da anılır. Müreysi, Medine’ye yedi günlük mesafede Kudeyd mevkiinde bir suyun adıdır. Bu suyun kenarında, Huzafe kabilesinin Beni Mustalık kolu oturmaktadır.

 

Beni Mustalık gazvesi, hicretin beşinci (bazı tarihçilere göre altıncı) yılının Şaban ayında oldu. Bu gazvenin sebebi; Beni Mustalık kabilesi, Kureyş’in müttefiki idi. Kureyş’liler, Müslümanlardan intikam alabilmek için Arap kabilelerini Müslümanlar üzerine kışkırtmayı bir an bile ellerinden bırakmıyorlardı. Kendilerinin yapamadıklarını, diğer kabileleri kışkırtarak onlara yaptırmak istiyorlardı. Bunun neticesi olarak kendi müttefikleri olan Beni Mustalık üzerinde de aynı başlıyı yaparak bazı Müslümanlar aleyhine kışkırttılar.

 

Kureyş’in teşviki ile kaynaşmaya başlayan Beni Mustalık, Müslümanlarla savaşı göze aldı. Hemen kendilerinden ve civardan asker toplamaya başladılar. Beni Mustalık kabilesinin reisi Haris b. Ebu Dırar, ani bir baskınla Müslümanları yok etmek istiyordu. Onun bu hazırlanışı, Resulullah (as)’a haber verildi Resulullah, hemen bin kişilik bir ordu ile Beni Mustalık kabilesinin üzerine yürüdü. Her gazvede olduğu gibi, bu gazvede de yanına hanımlarından Hz. Ayşe’yi almıştı.  

 

Bu sefer esnasında münâfıklar, Mekkeli Muhacir Müslümanlarla, Medine'nin yerlisi Ensar arasına fitne sokmaya da çalıştılar. Bunun için bölge ve kabile taassubunu kullandılar. Bir seferinde iki Müslüman grubu birbiriyle kılıca sarılacak hale getirmiş, olay Resulullah (as) tarafından kolayca önlenmiştir. Bu arada münâfıkların reisi Abdullah b. Übeyy:

 

 ¡é¨£Ü¡Û ë 6 £4 ‡ üa b è¤ä¡ß ¢£Œ Ç üa  £å u¡Š¤‚¢î Û ¡ò äí©† à¤Ûa ó Û¡a ¬b ä¤È u ‰ ¤å¡÷ Û  æì¢Ûì¢Ô í

 ; æì¢à Ü¤È í ü  åî©Ô¡Ïb ä¢à¤Ûa  £å¡Ø¨Û ë  åî©ä¡ß¤ªì¢à¤Ü¡Û ë ©é¡Ûì¢ Š¡Û ë ¢ñ £Œ¡È¤Ûa

 

“Onlar: Andolsun, eğer Medine'ye dönersek, üstün olan, zayıf olanı oradan mutlaka çıkaracaktır, diyorlardı. Halbuki asıl üstünlük, ancak Allah'ın, Peygamberinin ve müminlerindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler.”[481]

 

Bunun üzerine Resulullah (as) Ensarı toplayarak durumu anlattı. Ensâr olaya son derece üzüldü. Böylelikle Abdullah b. Übeyy herkesin nefretini kazandı. Hatta oğlu babasının bineğinin üzengisinden tutarak:

-"Zelil olduğunu, Allah Resulünün de aziz olduğunu itiraf etmeden seni bırakmam" demiş ve itiraf da ettirmiştir."[482]

 

Sefer dönüşü ordu, geceleyin bir yere konakladı. Hz. Âyşe ihtiyacı için ordugahın dışına çıktı. Döndüğü zaman, boynundaki Yemen boncuğundan dizilmiş gerdanlığının kopup düşmüş olduğunu gördü. Bu gerdanlığı Hz. Âyşe'ye, gelin olduğunda annesi Ümmü Rûman hediye etmişti.[483]

 

Diğer kaynaklar gerdanlığı kız kardeşi Esma'dan emanet aldığını yazarlar.

 

Hz. Âyşe, gerdanlığı aramak için ordunun dışında ihtiyacını giderdiği yere gitti. Bulup döndüğünde ise kendisinin devesi üzerindeki mahfelinde olduğunu zanneden muhafızları da dahil olmak üzere, ordunun oradan ayrılıp gitmiş olduğunu gördü. Geri dönüp kendisini ararlar düşüncesiyle orada oturup bekledi. Bu arada da olduğu yerde uyuyup kaldı.

 

Ordunun artçısı Safvan b. Muattal kendisini görerek, hiç konuşmadan onu devesine bindirdi. Devenin yularını çekerek orduya yetiştirdi.[484]

 

İkinci konakta Hz. Âyşe'nin devesinin üzerinde olmadığı anlaşılıp bir süre sonra genç bir askerin devesiyle geldiğini görünce, münâfıklar bunu fırsat bilip dedikoduya başladılar. Abdullah b. Übeyy el altından bu dedikoduyu besledi. Müslümanlar bunun iftira olduğunu anladılar.[485]

 

 

 

 

18 - İfk Olayı

 

 

İfk; yalan, büyük yalan, İftira namuslu birinin namusu hakkında iftira etmek.

 

İfk olayı; İslâm tarihinde Resulullah (as)'ın zevcesi ve müminlerin annesi;

 

اَلنَّبِىُّ اَوْلى بِالْمُؤْمِنينَ مِنْ اَنْفُسِهِمْ وَاَزْوَاجُهُ اُمَّهَاتُهُمْ وَاُولُوا الْاَرْحَامِ بَعْضُهُمْ اَوْلى بِبَعْضٍ فى كِتَابِ اللّهِ مِنَ الْمُؤْمِنينَ  وَالْمُهَاجِرينَ اِلَّا اَنْ تَفْعَلُوا اِلى اَوْلِيَائِكُمْ مَعْرُوفًا كَانَ ذلِكَ فِى الْكِتَابِ مَسْطُورًا

 

“Peygamber, müminlere kendi canlarından daha yakındır. Eşleri, onların analarıdır. Akraba olanlar, Allah'ın Kitabına göre, (mirasçılık bakımından) birbirlerine diğer müminlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar; ancak, dostlarınıza uygun bir vasiyet yapmanız müstesnadır. Bunlar Kitap'ta yazılı bulunmaktadır."[486]

 

Hz. Âyşe hakkında münâfıklar tarafından uydurulan iftira olayının adı. Olay Buhâr-i, Müslim gibi ana kaynaklarda tafsilâtlı olarak anlatılır. Bizzat Hz. Âyşe, olayı cereyan tarzı ve sebepleriyle birlikte detaylı olarak anlatmaktadır.

 

Olayın gerçek yüzü münâfıkların, Medine'de güvenli bir yurt edinen ve günden güne gelişen İslâm toplumunu parçalamak için İslâm peygamberinin aile mahremiyetini hedef alarak, baş vurdukları bir aleyhte propaganda ve karalama hareketidir. Onlar, Resulullah (as)'ın, en yakın arkadaşları ile arasını açabilirlerse, İslâm’ı yok etme emellerine kısa yoldan varabileceklerini zannediyorlardı. Münâfıklar Mustalık oğullarına karşı düzenlenen cihat harekatında, Hz. Âyşe'nin başına gelen normal bir olaydan yararlanarak Hz. Ebu Bekir'le Resulullahın arasına fitne sokmaya ve Resulullahı gözden düşürmeye çalıştılar.[487]

 

Münâfıklar, hicretin beşinci yılı Şaban ayında, Necip bölgesinde, Müreysî suyu yanında konaklamış olan Mustalık oğulları kabilesine karşı düzenlenen sefere savaşın şiddetli geçmeyeceğini bildikleri için kalabalık bir şekilde katılmışlardı.

 

Resulullah sefere çıkmadan önce, adeti olduğu üzere, hanımları arasında kura çekmiş, kendisiyle beraber sefere gitme kurası Hz. Âyşe'ye çıkmıştı.

 

Bu sefer esnasında münâfıklar, Mekkeli Muhacir Müslümanlarla, Medine'nin yerlisi Ensar arasına fitne sokmaya da çalıştılar. Bunun için bölge ve kabile taassubunu kullandılar. Bir seferinde iki Müslüman grubu birbiriyle kılıca sarılacak hale getirmiş, olay Resulullah (as) tarafından kolayca önlenmiştir. Bu arada münâfıkların reisi Abdullah b. Übeyy:

 

 ¡é¨£Ü¡Û ë 6 £4 ‡ üa b è¤ä¡ß ¢£Œ Ç üa  £å u¡Š¤‚¢î Û ¡ò äí©† à¤Ûa ó Û¡a ¬b ä¤È u ‰ ¤å¡÷ Û  æì¢Ûì¢Ô í

 ; æì¢à Ü¤È í ü  åî©Ô¡Ïb ä¢à¤Ûa  £å¡Ø¨Û ë  åî©ä¡ß¤ªì¢à¤Ü¡Û ë ©é¡Ûì¢ Š¡Û ë ¢ñ £Œ¡È¤Ûa

 

“Onlar: Andolsun, eğer Medine'ye dönersek, üstün olan, zayıf olanı oradan mutlaka çıkaracaktır, diyorlardı. Halbuki asıl üstünlük, ancak Allah'ın, Peygamberinin ve müminlerindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler.”[488]

 

Bunun üzerine Resulullah (as) Ensarı toplayarak durumu anlattı. Ensâr olaya son derece üzüldü. Böylelikle Abdullah b. Übeyy herkesin nefretini kazandı. Hatta oğlu babasının bineğinin üzengisinden tutarak:

-"Zelil olduğunu, Allah Resulünün de aziz olduğunu itiraf etmeden seni bırakmam" demiş ve itiraf da ettirmiştir."[489]

 

Sefer dönüşü ordu, geceleyin bir yere konakladı. Hz. Âyşe ihtiyacı için ordugahın dışına çıktı. Döndüğü zaman, boynundaki Yemen boncuğundan dizilmiş gerdanlığının kopup düşmüş olduğunu gördü. Bu gerdanlığı Hz. Âyşe'ye, gelin olduğunda annesi Ümmü Rûman hediye etmişti. Diğer kaynaklar gerdanlığı kız kardeşi Esma'dan emanet aldığını yazarlar.

 

Hz. Âyşe, gerdanlığı aramak için ordunun dışında ihtiyacını giderdiği yere gitti. Bulup döndüğünde ise kendisinin devesi üzerindeki mahfelinde olduğunu zanneden muhafızları da dahil olmak üzere, ordunun oradan ayrılıp gitmiş olduğunu gördü. Geri dönüp kendisini ararlar düşüncesiyle orada oturup bekledi. Bu arada da olduğu yerde uyuyup kaldı.

 

Ordunun artçısı Safvan b. Muattal kendisini görerek, hiç konuşmadan onu devesine bindirdi. Devenin yularını çekerek orduya yetiştirdi.[490]

 

İkinci konakta Hz. Âyşe'nin devesinin üzerinde olmadığı anlaşılıp bir süre sonra genç bir askerin devesiyle geldiğini görünce, münâfıklar bunu fırsat bilip dedikoduya başladılar. Abdullah b. Übeyy el altından bu dedikoduyu besledi. Müslümanlar bunun iftira olduğunu anladılar. Meselâ Hz. Ebû Eyyüb el-Ensar-i hanımına:

-"Ümmü Eyyüb! Senin hakkında böyle bir şey söylense kabul eder misin?" diye sordu. O,

-"Haşâ, asaletli ve şerefli bir insan böyle bir şey yapmaz." cevabını verdi. Ne yazık ki münâfıklar dışında üç Müslüman da bu dedikoduya kendilerini kaptırdılar; Bunlar Safvan'dan öç almak isteyen Hassan bin Sâbit, Resulullahın hanımlarından Zeyneb binti Cahş'ın kız kardeşi Hamne ve Hz. Ebû Bekir'in yardımlarıyla geçinen Mistah b. Üsâse idiler.

 

Hz. Âyşe yolculuk dönüşü hastalandı ve annesinin bakması için baba evine gitti. Olanlardan tamamen habersizdi. Ne annesi ve babası, ne de Resulullah (as) olanları kendisine duyurmadılar. Kendisi de Resulullahın soğuk davranışına bir mana veremedi. Bir gün Mistah'ın annesi durumu kendisine açınca derin bir üzüntüye kapıldı ve günlerce gözyaşı döktü. Bu arada Resulullah (as) kendisine durumla ilgili sorular sordu. Hz. Âyşe ise, halini Allah'a havale ettiğini bildirerek karşılık verdi.

 

Olayı duyan Safvan büyük bir öfkeye kapılarak kılıcını aldı ve öldürmek kastıyla Hasan'a saldırdı ve onu yaraladı. Bu Resulullah (as)'e haber verilince Safvan'ın tutuklanmasın emretti. Aslında Safvan kadına ilgi duymayan, erkeklik gücü yok (hasar) birisi idi. Bunu kendisi de açıkça ifade etmiştir.

 

Resulullah (as) durumu bir de Ashaptan bazılarıyla görüştü. Bunlardan Hz. Osman, Üsâme b. Zeyd, Zeynep binti Cahş, Ümmü Eymen hep Hz. Âyşe'nin tertemiz olduğuna şahitlik ettiler. Hz. Ömer, Hz. Âyşe'nin nikâhının Allah tarafından kıyıldığını hatırlatarak, Allah'ın temiz olmayan bir kadınla onu nikahlamayacağını söyledi. Yalnız Hz. Ali lehte olmayan bir konuşma yaptı ve Resulullah için kadının çok olduğunu belirtti. Bir de Hz. Âyşe'nin hizmetçisinin sorguya çekilmesini teklif etti. Hatta doğru söylemesini sağlamak için onu tokatladı. Berire ise, hanimi hakkında iyilikten başka bir şey bilmediğini belirtti. Bunun üzerine Resulullah (as) durumu bir de Ashaba bildirmek üzere minbere çıktı ve bu konuda onların yardımını istedi. Ensardan Sa'd b. Muaz:

-"Ey Allah’ın Resulü, sana ben yardım edeceğim. iftiracı Evs kabilesinden ise, ben onun boynunu vururum. Eğer Hazrecli kardeşlerimizden ise, bize emredersin, emrini yerine getiririz" deyince Hazrec’lilerden Sa'd b. Ubade buna karşı çıktı. Karşılıkla atışmalar neticesinde çıkan anlaşmazlığı Resulullah (as) yatıştırdı. Kur’an-ı Kerim de:

 

اِنَّ الَّذينَ جَاؤُ بِالْاِفْكِ عُصْبَةٌ مِنْكُمْ لَاتَحْسَبُوهُ شَرًّا لَكُمْ بَلْ هُوَ خَيْرٌ لَكُمْ لِكُلِّ امْرِىءٍ مِنْهُمْ مَااكْتَسَبَ مِنَ الْاِثْمِ وَالَّذى تَوَلّى كِبْرَهُ مِنْهُمْ لَهُ عَذَابٌ عَظيمٌ () لَوْلَا اِذْ سَمِعْتُمُوهُ ظَنَّ الْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بِاَنْفُسِهِمْ خَيْرًا وَقَالُوا هذَا اِفْكٌ مُبينٌ () لَوْلَا جَاؤُ عَلَيْهِ بِاَرْبَعَةِ شُهَدَاءَ فَاِذْ لَمْ يَاْتُوا بِالشُّهَدَاءِ فَاُولئِكَ عِنْدَ اللّهِ هُمُ الْكَاذِبُونَ () وَلَوْلَا فَضْلُ اللّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ فِى الدُّنْيَا وَالْاخِرَةِ لَمَسَّكُمْ فى مَا اَفَضْتُمْ فيهِ عَذَابٌ عَظيمٌ () اِذْ تَلَقَّوْنَهُ بِاَلْسِنَتِكُمْ وَتَقُولُونَ بِاَفْوَاهِكُمْ مَا لَيْسَ لَكُمْ بِه  عِلْمٌ وَتَحْسَبُونَهُ هَيِّناً وَهُوَ عِنْدَ اللّهِ عَظيمٌ () وَلَوْلَا اِذْ سَمِعْتُمُوهُ قُلْتُمْ مَا يَكُونُ لَنَا اَنْ نَتَكَلَّمَ بِهذَا سُبْحَانَكَ هذَا بُهْتَانٌ عَظيمٌ () يَعِظُكُمُ اللّهُ اَنْ تَعُودُوا لِمِثْلِه اَبَدًا اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنينَ () وَيُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمُ الْايَاتِ وَاللّهُ عَليمٌ حَكيمٌ () اِنَّ الَّذينَ يُحِبُّونَ اَنْ تَشيعَ الْفَاحِشَةُ فِى الَّذينَ امَنُوا لَهُمْ عَذَابٌ اَليمٌ فِى الدُّنْيَا وَالْاخِرَةِ وَاللّهُ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لَاتَعْلَمُونَ () وَلَوْلَا فَضْلُ اللّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ وَاَنَّ اللّهَ رَؤُفٌ رَحيمٌ

 

“(Peygamber'in eşine) bu ağır iftirayı uyduranlar şüphesiz sizin içinizden bir guruptur. Bunu kendiniz için bir kötülük sanmayın, aksine o, sizin için bir iyiliktir. Onlardan her bir kişiye, günah olarak ne işlemişse (onun karşılığı ceza) vardır. Onlardan (ele başlık yapıp) bu günahın büyüklüğünü yüklenen kimse için de çok büyük bir azap vardır. Bu iftirayı işittiğinizde erkek ve kadın müminlerin, kendi vicdanları ile hüsnü zanda bulunup da:

-"Bu, apaçık bir iftiradır" demeleri gerekmez miydi?Onların (iftiracıların) da bu konuda dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Mademki şahitler getiremediler, öyle ise onlar Allah nezdinde yalancıların ta kendisidirler. Eğer dünyada ve ahirette Allah'ın lütuf ve merhameti üstünüzde olmasaydı, içine daldığınız bu iftiradan dolayı size mutlaka büyük bir azap isabet ederdi. Çünkü siz bu iftirayı, dilden dile birbirinize aktarıyor, hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyi ağızlarınızda geveleyip duruyorsunuz. Bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Halbuki bu, Allah katında çok büyük (bir suç) tur. Onu duyduğunuzda:

-"Bunu konuşup yaymamız bize yakışmaz. Hâşâ! Bu, çok büyük bir iftiradır" demeli değil miydiniz?Eğer inanmış insanlarsanız, Allah, bir daha buna benzer tutumu tekrarlamaktan sizi sakındırıp uyarır. Ve Allah âyetleri size açıklıyor. Allah, (işin iç yüzünü) çok iyi bilir, hüküm ve hikmet sahibidir. İnananlar arasında çirkin şeylerin yayılmasını arzulayan kimseler için dünyada da ahirette de çetin bir ceza vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz. Ya sizin üstünüze Allah'ın lütuf ve merhameti olmasaydı, Allah çok şefkatli ve merhametli olmasaydı (haliniz nice olurdu)!”[491]

 

Bu ayetlerin inişi başta Resulullah (as) olmak üzere bütün müminleri sevindirdi. Ama iftira yapanların ve yayanların cezası da verilmeliydi. Cenab-ı Hak bunun üzerine şu iki ayeti indirdi:

 

وَالَّذينَ يَرْمُونَ الْمُحْصَنَاتِ ثُمَّ لَمْ يَاْتُوا بِاَرْبَعَةِ شُهَدَاءَ فَاجْلِدُوهُمْ ثَمَانينَ جَلْدَةً وَلَا تَقْبَلُوا لَهُمْ شَهَادَةً اَبَدًا وَاُولئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ () اِلَّا الَّذينَ تَابُوا مِنْ بَعْدِ ذلِكَ وَاَصْلَحُوا فَاِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَحيمٌ

 

"Namuslu ve hür kadınlara (zina isnadıyla) iftira atan, sonra da (bununla ilgili olarak) dört şahit getirmeyen kimselerin (her birine) seksen değnek vurun. Onların ebedî şahitliklerini kabul etmeyin. Onlar fâsıkların ta kendileridir. Ancak (bu hareketlerine) tövbe edip durumlarını ıslah edenler müstesnadır. Çünkü Allah çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir."[492]

 

Ayetlerde, zina iftirası atanlar için üç ayrı hüküm konulmuştur:

1 - İftiracıya seksen sopa vurulacak

 

2 - Şahitliği ebediyen kabul edilmeyecek

 

3 - Allah’ın teatinden çıktığı için fasıklıkla vasıflandırılacak.

 

İftira eden, pişman olur, tövbe ederse fâsıklık vasfını üzerinden kaldırmış olur.[493]

 

Bu ayetlerin inmesi üzerine Resulullah (as) Hassan, Hamne ve Mistah'a zina iftirası cezası olarak seksener değnek vurdurdu. Abdullah b. Übeyye'ye bu ceza tatbik edilmedi.

 

Hz. Ebû Bekir kızına yapılan iftiraya karıştığı için Mistah'a vermekte olduğu yardımı kesmişti. İftira cezası tatbik edildikten sonra Cenabı- Hak:

 

وَلَا يَاْتَلِ اُولُواالْفَضْلِ مِنْكُمْ وَالسَّعَةِ اَنْ يُؤْتُوا اُولِى الْقُرْبى وَالْمَسَاكينَ وَالْمُهَاجِرينَ فى سَبيلِ اللّهِ وَلْيَعْفُوا وَلْيَصْفَحُوا اَلَا تُحِبُّونَ اَنْ يَغْفِرَ اللّهُ لَكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ رَحيمٌ

 

“İçinizden faziletli ve servet sahibi kimseler akrabaya, yoksullara, Allah yolunda göç edenlere (mallarından) vermeyeceklerine yemin etmesinler; bağışlasınlar; feragat göstersinler. Allah'ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir.”[494]

 

Ayetini indirdi. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir:

-"Vallahi ben, Allah'ın beni yarlığamasını elbette arzu ederim. Vallahi ben, artık bunu ondan hiç bir zaman kesmem" dedi ve Mistah'a vermekte olduğu nafakayı vermeye tekrar devam etti.[495]

 

İftira, içi başka dışı başka olan iki yüzlü münâfıkların metodudur. İftiradan sakınmak, iftiraya uğrayan mazlumlara arka çıkmak, zalim ve iftiracıları yalanlamak gerekir.

 

 

 

 

19 - Hendek Savaşı ve Kureyza ile Hesaplaşma

 

 

Hendek Muharebesi   (Hicrî:5, M.:626)

 

Hendek Muhârebesi, Yahûdîlerin planlaması ile, İslâm’a muhâlif topluluklar ve kabîlelerin, Yahûdîlerin ve müşriklerin, hülâsa çeşitli hiziplerin aralarında anlaşıp, birleşip hep birden İslâm’a saldırmaları şeklinde olmuş ve bu yüzden adına Ahzab (çeşitli gruplar) Muhârebesi de denmiştir.

 

Yahûdîler, Medîne diyârından çıkarıldıktan sonra, fesatlıklarını sürdürmekte devam ediyorlardı. Yahûdî reislerinden olan Huyey ibn-i Ahtab, Selem ibn-i Ebil Hukayık ve Kinâne ibn-i Ebî Rabiğ Mekke'ye giderek, Kureyşlilere;

-"Benî Kureyza kabîlesi, Medîne'de Muhammed ve Eshâbını fenâ bir hâle sokmak üzere bekliyor. Siz hariçten, onlar da içerden Müslümanların hesâbını böylece görelim." dediler.

 

Müşrikler, kendi aralarında görüşüp konuşup karar verme yerleri olan, kulüplerinde (Dârünnedve'de) toplanarak kararlarını katîleştirdiler.

 

Bu karar üzerine Ebû Süfyan, 300 atlı, 1500'den fazla develi, diğerleri yaya olmak üzere 4000 civarında askerle Mekke'den çıktı. Mervüzzahran'a gelince, Necid tarafından Katafan askerleri gelip müşrik ordusuna katıldılar. Yahûdîler bununla da kalmayıp, Necid kabîlesinden benî Selim, benî Esed ve Eşa kabîlelerini, İslam ve Müslümanlara karşı adâvet ve isyanla doldurarak, onların da gelip Kureyş kabîlesine katılmalarını sağladılar. Böylece, Ebû Süfyan'ın ordusu gittikçe büyüyerek 10.000 den fazla bir kuvvet olmuştu.

 

Peygamberimiz'in Eshâbıyla İstişâresi

 

Allah Rasûlü, Arapların Yahûdîler tarafından kışkırtıldığını ve Kureyş'in bu teşebbüsünü işittiğinde, Eshâbını topladı. Bu kalabalık kuvvete karşı nasıl hareket etmeleri husûsunda istişârede bulundu. İstişâre meclisinde bulunanlardan Selmân-ı Fârisî dedi ki:

-"Yâ Rasûlallâh! Ben bu kadar yaş yaşadım. Birçok harplerde, darplerde bulundum. Muvâfık görülürse şehrin etrafına müdâfaa için bir hendek kazalım."[496]

 

Peygamberimiz, diğer sahâbîlerine döndü; "Siz ne dersiniz?" buyurdu.

 

Onlar da aynı görüşü benimsediler.

 

Bunun üzerine Râsûlüllâh Efendimiz; "Muvâfıktır." buyurarak Selmân-ı Fârisî'nin görüşünü imza ettiler.[497]

 

Böylece Müslümanlar hendeğin gerisine sığınmış olacaklar, düşmana okla mukâbele edecek, düşman da Medîne'ye girmeğe muktedir olamayacaktı.

 

Rasûlü Ekrem ile Müslümanlar şehrin haricine çıkıp hendek kazmağa başladılar. Rasûlü Ekrem, bizzat kendisi de kazmayı eline alıp hendek kazardı, toprak atardı. İbni Revvâha'nın beyitlerini de hep beraber söylüyorlardı.

 

Beyit şu mealde idi:

-"Allâh'ın lütuf ve hidâyeti olmasaydı, biz ne hidâyete erer, ne sadakalar verir, ne de ibâdet ederdik. Yâ Rab, bizi huzur ve sükûna kavuştur. Düşmanla karşılaşırsak bize sabır ve metânet ver. Bize tecâvüz edenler, fitne çıkararak fesat peşinde koşuyorlar. Biz ise onlara mukâvemet ediyoruz."[498]

 

Selmân-ı Fârisî (ra), bedenen kuvvetli olduğu gibi bu işlere de alışık olduğundan, on kişinin işini görüyordu. Ashâbın arasında bulunan Münâfıklar da Ashabla beraber bu işi yapıyorlardı. Amma ağır çalışmalarından, işi istemeyerek yaptıkları belli oluyordu.

 

Hendek Kazılırken Rasûlüllah'ın Zuhur Eden Mûcizeleri

 

Hendek kazılırken herşey normal şartlar altında değildi. Hayat şartları çok zordu. Çünkü mevsim kıştı ve hava çok soğuktu. Ayrıca o yıl Medîne'de kıtlık da hüküm sürüyordu. Bunun neticesi olarak açlık ve soğukla mücâdele ediliyordu. Günlerce bir şey yemeden sabredildiği oluyordu. Peygamberimiz, açlık mâni olmasın diye, çabuk hazmettirip tâkatsiz hâle getirmesin diye karınlarına taş bağladılar. Ashâbı Kirâm da taş bağladı.

 

Bu kıtlık ve açlık hâlinde Râsûlüllâh'ın birçok mûcizeleri zuhur etti.[499]

 

Beşir'in Kızının Bitmeyen Hurmaları

 

Ensardan, Beşir ibn-i Sa'd'ın kızı ile Beşir'e ve dayısı Abdullah ibn-i Revvâha'ya götürülmek üzere, annesi hurma göndermişti. Kızcağız geçerken Rasûlü Ekrem onun elindeki hurmayı görmüştü. Kızcağıza;

-"Şu hurmaları getir bakalım." dedi.

 

O da Rasûlüllah'ın sözünü dinleyerek, hurmaları O'na götürdü ve beklemeğe başladı. Kızcağız hurmaları avucuna aldığı zaman avucu dolmamıştı.

 

Rasûlü Ekrem, bir bez getirerek hurmaları o bezin üzerine yaydı. Bir avuç hurma, bezi doldurup taşırınca kızcağız hayretler içinde kalmıştı. Rasûlü Ekrem hendekte çalışanları çağırttırarak öğle yemeğine dâvet etti. Hendekte çalışanlar hepsi birden gelmeyip, yavaş yavaş gelmeğe başladılar. Onlar yedikçe hurmalar çoğalıyor ve bir türlü bitmek nedir bilmiyordu.[500]

 

Câbir (r.a)'ın Koyunu

 

Ensardan Câbir (ra) Hazretlerinin bir koyunu vardı. Câbir bu koyunu keserek hendek kazanlara vermek istedi. Ancak tamamına yetmeyeceğini de biliyordu. Bunun için âilesine koyunu kesmesini ve biraz da arpa ekmeği yapmasını emretmiş, âilesi de bu emri yerine getirdikten sonra, hemen Rasûlü Ekrem'in yanına gelerek O'nu yemeğe dâvet etmişlerdi. Rasûlü Ekrem, onun bu dâvetini memnunlukla karşıladı.

 

Amma çok geçmeden Medîne sokaklarından;

-"Bu akşam Rasûlüllah ile birlikte akşam yemeğine Câbir'in evine buyurunuz." sesleri duyulmağa başlamıştı.

 

Câbir bu sözleri duyunca şaşırmıştı. Çünkü, o sâdece Rasûlü Ekrem'i yemeğe dâvet etmişti. Böyle bir kalabalığa hazırlıklı olmadığından ne yapacağını bilemiyordu.

 

Rasûlüllah ete ve ekmeğe bereket duâsı yaptıktan sonra yanındaki halka;

-"Birbirinizi sıkıştırmadan içeri giriniz" buyurdu.

 

Onar onar girdiler. Rasûlüllah eti parçalayıp ekmeğin üzerine koyarak Ashâbına sunmağa başladı. Gelen yedi, giden yedi. Bitiremediler. Bir hayli yemek de arta kaldı.

 

Allah Rasûlü, Cabir'in hanımına;

-"Bu kalanı da hem kendin yersin hem de hediye edersin" buyurdu.

 

O da der ki:

-"Allah’a yemin ederim ki gelenler bin kişi oldukları ve hepsi de yiyip doydukları halde çömleğimiz hâlâ olduğu gibi kaynamakta, hamurumuzdan da olduğu gibi ekmek yapılmakta idi. Ondan biz de yedik, konu komşuya da hediye ettik."[501]

 

Ortaya Çıkan Sert Damar ve Çetin Kayanın Fahri Kâinât'ın Darbesiyle Paramparça Olması

 

Hendek kazılırken, kazma işlemeyen, kırılmayan sert bir taş kütlesine rastlandı. Peygamberimize haber verildi. Bu, kendisinin açlıktan karnına taş bağladığı, Ashâbın da üç gündür bir şey yemediği zamandaydı. Rasûlü Ekrem gelip o kısma baktı. Ağzına biraz su alıp bir kabın içine püskürdü. Duâ ettikten sonra sert yere suyu serpti. Balyozu eline alıp oraya vurmasıyle kum gibi dağıldığı görüldü.

 

Bütün Müslümanlar, hendeği kazmağa devam ediyorlardı. Hz.Selman'ın bulunduğu kısımda külünk işlemez çok sert bir kaya ile karşılaşıldı. Sahâbeyi çok uğraştırdığı halde kimse onu kırıp parçalayamadı. Aletler kırılmış, çalışanlar âciz kalmıştı. Selman-ı Farisi Rasûlüllah'a haber verdi.

 

Bunun üzerine Kâinâtın Efendisi gelerek balyozu bizzat mübârek ellerine aldılar. "Bismillah" diyerek, balyozu taşa üç kere vurdular.

 

Birinci vuruşunda, kayanın üçte biri koptu. Darbenin te'sirinden çakan bir şimşek Medîne'nin iki kayalığının arasını aydınlattı ve Yemen tarafına sıçradı. Peygamberimiz hemen;

"Allâhü Ekber! Bana Yemen'in anahtarları verildi. Şimdi San'a'nın kapılarını görüyorum." buyurdu.

 

İkinci vuruşta, taşın üçte biri daha parçalandı. Çakan şimşek ortalığı aydınlatıp Şam cihetine sıçradı. Peygamberimiz;

-"Allâhü Ekber! Vallâhi, Bana Şam'ın (Bizansın) anahtarları verildi. Şu anda kırmızı köşklerini görüyorum." buyurdu.

 

Üçüncü vuruşta, o çetin kayanın tamamı paramparça oldu. Bu darbe ile çakan aydınlatıcı şimşek İran tarafına sıçradı. Peygamberimiz;

-"Allâhü Ekber! Bana Fars'ın anahtarları da verildi. Şuradan Medain'i ve Kisrâ'nın beyaz köşkünü görüyorum"[502] buyurdu.

 

Bunlar geleceğe âit müjdelerdi. İslam fütûhatının üç dalga hâlinde bütün dünyâya yayılacağına işâretti ve öyle de oldu.

 

Muhârebenin Başlaması

 

İki hafta gibi kısa bir sürede, hendek mûcizelerle dolu esrar ile tamamen kazılıp istenilen şekle gelmişti. Müslümanlar sırtlarını dağa vererek üçbin kişi ile Medîne'yi müdâfaa edeceklerdi.

 

Vaktâ ki müşrikler Medîne'ye geldiler. Hendekle karşılaşınca dehşete kapıldılar. Müslümanlar da onları ok yağmuruna tutmuşlardı. Kureyş, hendeğin öbür tarafında kaldı. Vakit de bir hayli ilerlemişti. Kureyş'in en kuvvetli tanıdığı, Amr ibn-i Velid hendeği geçti. Onunla Hz.Ali karşılaşıp hemen Amr'ı şiddetli bir kılıç darbesiyle yere serdi. Hendeği atlarla geçen bâzıları da orada öldürüldüler. Müslümanlar, ok yağmuruna devam ettiler. O gün ikindi namazı bile geçmiş sonra kaza etmişlerdi. Akşam olmuştu. Allah Rasûlü, hendeğe bekçi nöbetçiler bırakarak müşriklerin gece de hendeği geçmelerine fırsat vermedi. Havanın çok soğuk olmasına rağmen bir gedikte de bizzat Allah Rasûlü nöbet bekliyor, Ashâbını zaferle müjdeliyordu.

 

Bu arada, Medîne münâfıkları şöyle diyorlardı:

-"Muhammed bize Kayser'in, Kisra'nın hazînelerini vâdediyor. Biz ise, bugün hendek içinde mahpus olup, bir adım gidemiyoruz".

 

Bir ara müşriklerin Müslümanlar üzerindeki şiddet hareketleri oldukça arttı. Buna benî Kureyza'nın ahdini bozarak, Kureyş'e iltihak haberi eklenince, Müslümanların durumu daha da zorlaştı. Böylece Müslümanlar arkalarından vurulmuş oluyorlardı.

 

Müslümanlar bu anda;

-"Allâhım! Ayıplarımızı ört, maiyyetimizi koru." diye duâ ediyorlardı.[503]

 

Peygamber Efendimiz; hiç durmadan Müslümanlara kuvvet ve metânet veriyordu. Müslümanlar çok sıkılmıştı. Medîne şehri, her taraftan kuşatılmıştı. Her taraftan Müslümanlar müşriklerle çarpışmaktaydılar. Ayrıca soğuk ve açlık da Müslümanları perişan ediyordu.

 

“Harp Hîledir”  P¦ò Ç¤†¡  l¤Š z¤Ûa

 

O sırada müşrik saflarında olan, Katafanlılardan Naim ibn-i Mes'ud'a Hz.Allah îman nasîb etti. Naim Müslüman oldu, ama Müslüman olduğunu müşriklere söylemedi. Geceleyin bir fırsatını bulup hendeğin kenarında nöbet bekleyenlere Müslüman olduğunu ve Rasûlü Ekrem'in huzuruna çıkmak istediğini söylemişti. Buna çok sevinen nöbetçiler hemen Rasûlallâh'ın huzûruna çıkardılar. Rasûlü Ekrem de onun Müslüman olduğunu öğrenince çok sevindi. Çünkü, harp esnâsında birini elde etmek gâlibiyeti elde etmek demekti.

 

Rasûlü Ekrem'in yanında şehâdet getiren İbni Mes'ud;

-"Ben ve arkadaşlarım İslâmı seçtik. Dînimizi bilmiyoruz. Bize yardım edin. Ben de size, ehli İslâm'a hizmet etmek istiyorum" dedi.

 

Rasûlü Ekrem de;

-"Muhârebede hîle mübahtır. Zâten harp hîle demektir. Sen de istediğin şeyi yapabilirsin." diye müsaade etmişti.

 

Keskin fikirli bir adam olan İbni Mes'ud yapacağı şeyi tamamen Rasûlü Ekrem'e anlatmıştı. Plânı çok güzeldi.

 

İbni Mes'ud tekrar geldiği yere geri döndü. Kureyza kabîlesi daha O'nun Müslüman olduğunu bilmiyordu. Nâim Kureyzaya varınca şöyle dedi:

-"Kureyş, havaların çok soğuk ve zor olmasından dolayı harpten bıktı. Yarın onlar giderlerse siz Muhammed ve Eshâbıyla beraber kalacaksınız. Ahdinizi bozup düşmanla birleştiğiniz için acaba hâliniz ne olur?. Bana kalırsa siz Kureyş ve Katafanın eşrâfından bir takım adamları rehin olarak almalısınız ki onlar da bu harbi bitirmeden gitmesinler. Yoksa, sonra siz harp meydanında fedâi koç gibi kalırsınız." Onlara, bu sözünün çok gizli tutulmasını söyledi. Benî Kureyza bu sözleri çok mantıklı buldu. Nâim'in tavsiyesinden dolayı kendisine teşekkür ettiler.

 

Naim ibn-i Mes'ud, benî Kureyza'dan sonra, Ebû Süfyan'ın yanına gitti. Onlara da;

-"Yahûdîler, Muhammed'e olan ahitlerini bozduklarından dolayı çok pişman olmuşlar, O'nunla yine anlaşmışlar. Suçlarını affettirmek üzere Kureyş ve Katafan eşrafından 70 kişiyi Muhammed'e teslim etmeği vaadetmişler. Sizden rehin isterlerse kat'iyyen vermeyiniz. Benîm bu sözümü de sakın hiç kimseye söylemeyiniz." dedi.

 

İşte böylece iki kabîle arasında şüphe yer almış, birbirine îtimatları kalmamıştı.

 

Sabah olunca, Ebû Süfyan Kureyza kabîlesine harp etmeleri için bir heyet gönderdi. Benî Kureyza da;

-"Bugün Sept (Cumartesi) günüdür. Biz harp edemeyiz" diye mâzeret gösterdiler.

-"Ancak öbür gün harp edebiliriz. O da şu şartla ki; bize eşrafınızdan birkaç kişiyi rehin vermelisiniz. Tâ ki sizden emin olalım." dediler.

 

Kureyza'nın bu hâli, Nâim'in dediğini doğruluyordu. Kureyş'in îtimadı böylece iyice sarsılmış oldu.[504]

 

 

Peygamber Efendimiz'in Duâsı ve Zaferin Kazanılması

 

Bu esnâda, Allah Rasûlü kurtuluşun çabuk olması için Cenâb-u Hakk'a şöyle duâ ediyor, yalvarıyordu:

-"Allâhümme münzilel'kitâb, serîal'hisâb, ihzimil'ahzâb; (Ey kitâbı indiren Allâhım! Ey hesabı çabuk gören Allâhım! Sana, Senin dînine, Senin Rasûlüne, Sana îmân eden mü'min kullarına düşman olan şu kâfirler topluluğunu hezîmete uğrat! Müşriklere ve yahûdîlere bozgun ver! Aralarına zelzele ve ıstırab düşür! Onları sars, onlar üzerine bize nusrat ver..."

 

Râsûlüllâh Efendimiz, yerden bir avuç toprak alarak;

-"Şâhetil vücuh (yüzler yere sürünsün)"[505] diyerek düşmanlar üzerine attı. Büyük bir mûcize zuhur etti.

 

Fahri Kâinât'ın bu duâ ve niyâzının arkasından Cenâb-u Hakk kasırga hâlinde şiddetli bir rüzgar gönderdi. Öyle şiddetli ki; ağaçları koparıyor, yerden kaldırdığı tozu düşmanın yüzüne çarpıyor, eşyayı kaldırıp yerden yere vuruyor, çadırları söküyordu. Yemek kazanları bile altüst olmuş, herşey dehşet saçıyordu.

 

Kureyşliler, Müslümanlar karanlıkta hücum ederler diye korkmağa başladı. Daha sabah olmadan zâten yola koyulmuşlardı. Böylece Hazreti Allah mü'minlere, lütfu ile, inâyeti ile yardımını göstermişti.

 

Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de Hendek savaşı hakkında şöyle buyurur:

 

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللّهِ عَلَيْكُمْ اِذْ جَاءَتْكُمْ جُنُودٌ فَاَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ ريحًا وَجُنُودًا لَمْ تَرَوْهَا وَكَانَ اللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصيرًا () اِذْ جَاؤُكُمْ مِنْ فَوْقِكُمْ وَمِنْ اَسْفَلَ مِنْكُمْ وَاِذْ زَاغَتِ الْاَبْصَارُ وَبَلَغَتِ الْقُلُوبُ الْحَنَاجِرَ وَتَظُنُّونَ بِاللّهِ الظُّنُونَا

 

“Ey iman edenler! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın; hani size ordular saldırmıştı da, biz onlara karşı bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah ne yaptığınızı çok iyi görmekteydi. Onlar hem yukarınızdan hem aşağı tarafınızdan (vâdinin üstünden ve alt yanından) üzerinize yürüdükleri zaman; gözler yıldığı, yürekler gırtlağa geldiği ve siz Allah hakkında türlü türlü şeyler düşündüğünüz zaman.”[506]

 

Ayetlerinin müjdesiyle Savaş Bedir gibi Müslümanların zaferiyle sonuçlandı.

 

Beni Kureyza Gazası

 

Kureyza oğulları: İslâm düşmanları, Hendek muhasarasını kaldırıp gidince Resûlullah (as), evine gelerek silahlarını çıkarıp yerine koymuş ve yıkanmıştı. Bu arada Cibrîl (as) Peygamber (as)'e geldi ve:

-"Sen silahını çıkarmışsın! Vallahi biz melekler henüz silahlarımızı çıkarmadık. Haydi onlara doğru yola çık!" dedi. Peygamber:

-"Nereye?" diye sorunca; Cibrîl, Kurayza oğulları yurdunu işaret ederek:

-"İşte şuraya" dedi.

Bunun üzerine Peygamber (as), Kurayza oğullarına doğru hareket etti.[507]

 

Enes İbn Malik der ki;

-"Resûlullah (as) Kurayza oğullarına sefer ettiğinde, Cibril'in melek alayının Ganma oğulları sokağından geçtikleri sırada yükselen tozunu bugün bile hâla görür gibiyim."[508]

 

Hz. Peygamber (as), ordusuyla Kurayza oğulları yurduna varıp onları kuşatma altına aldı. Kuşatma yirmi beş gece sürdü. Kurayza oğulları muhasaranın gittikçe uzamasından ve şiddetlenmesinden dolayı büyük bir sıkıntıya düştüler; teslim olmaktan başka çare kalmadığını anladılar. Resûlullah (as)'e, kendileri hakkında hüküm vermek ve onun vereceği hükme göre teslim olmak üzere bir hakem tayinini istediler. Peygamber de;

-"Ashabımdan istediğiniz kimseyi hakem seçiniz" dedi. Bunun üzerine Sa'd İbn Muaz'ı hakem seçtiler.[509]

 

Resûlullah (as), bunlar hakkında hüküm vermesini Sa'd İbn Muâz'a havale etti. Sa'd da: "Ben onlar hakkında şöyle hüküm veriyorum: Bunların savaşanları öldürülsün, kadınları ve çocukları esir edilsin, malları da taksim olunsun" dedi.[510]

 

Kurayza kâbilesi, Müslümanları böyle görünce, Allah onların kalbine bir korku verdi. Ok atarak mukabele etmeğe başladılar. Fakat, Müslümanlar herşeye rağmen onların kalelerini kuşattı. Böylece 25 gün muhasara altında kaldılar. Sonra benî Nâdir kabîlesinin yaptıkları gibi silahlarını bırakmak şartı ile mal ve canlarını alarak memleketlerini terk etmeğe râzı oldular.

 

Fakat, Allah Rasûlü onların bu isteklerini kabul etmedi. Çünkü, Hz.Allah onlar hakkında idam hükmünü vermişti. Onların niyetleri Müslümanların kökünü kazımaktı.

 

Benî Kurayza, Peygamberimiz'den, Evs kabîlesinden Ebû Lübabe'nin istişâre için yanlarına gönderilmesini istediler. Bunun üzerine Ebû Lübabe, gönderildi. Ebû Lübabe, Medîne Yahûdîlerinden Müslüman olmuş servet sâhibi bir kimse idi. Peygamberimiz, kendisine kıymet verirdi. Peygamberimiz, Ebû Lübabe'yi gönderirken; "git onlara Allah ve Rasûlü için nasihat et." buyurdu.

 

Ebû Lübabe, Kale Kapısından Yanlarına Vardı

 

Kureyza yahûdîleri O'na;

-"Yâ Eba Lübabe! Sen ne dersin? Muhammed bize, 'benim hükmüm ile kaleden dışarı çıkın!' dedi" dediler.

 

Ebû Lübabe de onlara nasihat etti. Fakat, bu arada bir eliyle sakalını bir eliyle de boğazını tutarak,

-"Başınızı keser bilmiş olasınız" diye, harbetmelerine işâret etti.

 

Fakat, onun bu hareketi bir nevi ihanetti. Sonra çok pişman oldu. Medîne'ye gelerek kendini Mescidi Nebevi'nin direğine bağlayarak affolunmadan hiçbir şey yemeyeceğini, içmeyeceğini söyleyip ağlayıp, Allâh'ın hükmünü bekledi.

 

Allâh'ın Rasûlü, Benî Kurayza'nın yaptıklarını hüküm vermek üzere, Evs kabîlesinin reislerinden Sa'd ibn-i Muaz'ı hakem olarak seçti. Sa'd da Hendek Harbinde yaralanmış, kendisi mescidde tedavi ediliyordu. Sa'd ibn-i Muaz, Benî Kurayza'nın ihanetine hükmetti ve haklarında şöyle karar beyân etti: "Erkek Yahûdîler îdam edilecek, kadınlar ve çocuklar esir olacak. Malları ganîmet olacak".

 

Peygamberimiz O'na;

-"Ey Saad! Aynen Allâh'ın hükmünü verdin." dedi. Kararından memnun oldu.

 

Benî Kureyza Yahûdîlerine bu hüküm hemen tatbik edildi. Onlardan kalan ganîmet, 1500 kılıç, 300 zırh, 1000 mızrak, 500 kalkan ve ok, koyun, deve ve diğer bâzı mallardır.

 

Hz. Peygamber (as), onları Medine'de bir evde hapsettikten sonra, hendekler kazdırmış ve eli silah tutan erkeklerin boynunu vurdurmuş, kadınlarını, çocuklarını ve mallarını da Müslümanlar arasında taksim etmiştir.

 

Cenab-ı Allah, bu hususu Kur'ân-ı Mubînin de şöyle dile getirir:

 

  Ò ˆ Ó ë ¤á¡èî©•b î • ¤å¡ß ¡lb n¡Ø¤Ûa ¡3¤ç a ¤å¡ß ¤á¢ç뢊 çb Ã  åí©ˆ £Ûa  4 Œ¤ã a ë

 b7¦Ôí©Š Ï  æë¢Š¡¤b m ë  æì¢Ü¢n¤Ô m b¦Ôí©Š Ï  k¤Ç¢£ŠÛa ¢á¡è¡2ì¢Ü¢Ó ó©Ï

 

“Allah, ehl-i kitaptan, onlara (müşrik ordularına) yardım edenleri kalelerinden indirdi ve kalplerine korku düşürdü; bir kısmını öldürüyor, bir kısmını da esir alıyordunuz."[511]

 

Rasûlüllah (as)'ın Cahş Kızı  Zeyneb'le Evlenmesi

 

Hicretin 5. senesi, Zilkâde ayı.

Hz. Zeynep binti Cahş, Resûl-i Ekrem Efendimizin halası Ümeyme binti Abdülmuttalib'in kızı idi. Daha önce Peygamber Efendimizin evladlık edindiği Hz. Zeyd bin Hârise ile evlenmişti. Bu evliliğin dünürlüğünü de bizzat Resûl-i Ekrem Efendimiz yapmıştı.[512]

 

Hz. Zeynep ve ailesi böyle bir evliliği istemedikleri halde sırf Peygamber Efendimizin ısrarı üzerine rıza göstermişlerdi. Hz. Zeyd, izzetli zevcesi Hz. Zeynep'i kendisine mânen küfüv (denk) bulmuyordu. Bu durum mânevî imtizaçsızlığa sebep oluyordu. Nitekim evliliklerinin birinci yılı henüz bitmişken, Hz. Zeyd, Peygamber Efendimize gelerek,

-"Yâ Resûlallah! Ben, âilemden ayrılmak istiyorum" dedi.

Peygamberimizin cevaben,

-"Zevceni tut boşama! Allah'tan kork" buyurdu.[513]

 

Fakat Hz. Zeyd, ferasetiyle Hz. Zeynep'in yüksek bir ahlâkta yaratılmış olduğunu ve bir peygamber hanımı olacak fıtratta bulunduğunu hissetmişti. Kendisini de ona zevc olacak fıtratta mânen küfüv bulmadığı için boşadı. Peygamber Efendimiz, mânevî geçimsizlik sebebiyle Hz. Zeyd   ve Hz. Zeynep arasındaki evliliğin son bulmasından son derece üzüldü. Çünkü, bu evliliği kendisi arzu etmişti.

 

Durumun düzeltilmesi, mahzun Zeynep (r.a.) ile hâdiseden dolayı üzülen akrabalarının gönlünün alınması gerekiyordu.

 

Hz. Zeynep'in iddeti (boşandıktan sonra beklemesi gereken müddet) dolmuştu.

 

Resûl-i Ekrem Efendimiz birgün Hz. Âişe Validemizle oturmuş sohbet ediyordu. Bu esnada kendisine vahiy geldi. İnen âyetlerde Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyordu:

 

وَاِذْ تَقُولُ لِلَّذى اَنْعَمَ اللّهُ عَلَيْهِ وَاَنْعَمْتَ عَلَيْهِ اَمْسِكْ عَلَيْكَ زَوْجَكَ وَاتَّقِ اللّهَ وَتُخْفى فى نَفْسِكَ مَا اللّهُ مُبْديهِ وَتَخْشَى النَّاسَ وَاللّهُ اَحَقُّ اَنْ تَخْشيهُ فَلَمَّا قَضى زَيْدٌ مِنْهَا وَطَرًا زَوَّجْنَاكَهَا لِكَىْ لَا يَكُونَ عَلَى الْمُؤْمِنينَ حَرَجٌ فى اَزْوَاجِ اَدْعِيَائِهِمْ اِذَا قَضَوْا مِنْهُنَّ وَطَرًا وَكَانَ اَمْرُ اللّهِ مَفْعُولًا () مَا كَانَ عَلَى النَّبِىِّ مِنْ حَرَجٍ فيمَا فَرَضَ اللّهُ لَهُ سُنَّةَ اللّهِ فِى الَّذينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلُ وَكَانَ اَمْرُ اللّهِ قَدَرًا مَقْدُورًا

 

-"Zeyd o hanımla alâkasını kesince Biz onu sana nikâhladıktâ ki evlâtlıklarının boşadığı hanımlarla evlenmenin mü'minler için günah olmayacağı anlaşılsın. Allah'ın emri işte böylece yerine getirilmiştir."

-"Allah'ın kendisi için takdir ettiği şeyi yerine getirmesinde Peygamber için bir vebâl yoktur. Daha önce geçen peygamberler hakkında da Allah'ın kanunu böyledir. Allah'ın emri, tâyin edilmiş ve değişmez bir hükümdür."[514]

 

Vahiy hali sona erince, Kâinatın Efendisi Peygamber Efendimiz (a.s.) gülümsedi,

-"Allah'ın, onu bana gökte nikâhladığını, Zeynep'e, kim gidip müjdeler?" buyurdu.

 

Âyet-i kerimelerden açıkça anlaşılacağı gibi, Cenâb-ı Hak, Hz. Zeynep'i zevceliğe alması için Peygamberimize emir vermiştir. Resûl-i Ekrem Efendimiz de bu emre uyarak Hz. Zeynep'i zevceliğe almıştır.

 

Âyet-i kerimedeki; "Biz onu sana zevce yaptık" beyanı bu nikâhın bir akdi semavi olduğuna açıkça delâlet ediyor. Demek ki, bu nikâh, harikulâde, örf ve zahiri muâmelelerin üstünde sırf Allah'ın emriyledir ki, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Allah'ın emrine boyun eğmiştir. Nefsî arzularla hiçbir ilgisi yoktur.

 

Bu evliliğin mühim bir hikmetiCenâb-ı Hakkın emriyle, Peygamber Efendimizle (a.s.) Hz. Zeynep arasında kurulan bu evliliğin ehemmiyetli bir şer'i hükmü olduğu gibi, Bütün mü'minleri ilgilendiren bir hikmet ve fayda tarafı da vardı. Bu da konu ile ilgili gelen vahyin:

 

 

وَاللّهُ اَحَقُّ اَنْ تَخْشيهُ فَلَمَّا قَضى زَيْدٌ مِنْهَا وَطَرًا زَوَّجْنَاكَهَا لِكَىْ لَا يَكُونَ عَلَى الْمُؤْمِنينَ حَرَجٌ فى اَزْوَاجِ اَدْعِيَائِهِمْ اِذَا قَضَوْا مِنْهُنَّ وَطَرًا

 

"Tâ ki, evlâtlıklarını, kendilerinden alâkalarını kestikleri zevcelerini almakta mü'minler üzerine günah olmasın" kısmında beyan buyurulmuştur. Çünkü, Cahiliyye Devrinde, bir kimse birisini evlât edindiği zaman, halk, evlâtlığı, onun adıyla anar ve evlâtlık, öz evlât gibi o kimsenin mirasından faydalanırdı. Haliyle bu inanca göre, evlâtlığın boşadığı kadını, onu evlât edinen kimse alamazdı, bu haramdı."

 

İşte, Peygamber Efendimizin, Allah Teâlânın emrine uyarak, Hz. Zeynep'i zevceliğe almasıyla Cahiliyye Devrinin bu inanç ve âdetinin bâtıl olduğunu ortaya kondu. Böyle bir durumda mü'minler için de vebâl ve günahın söz konusu olamayacağı belirtildi.

 

Münafıkların Dedikoduları

 

Peygamber Efendimiz (a.s.) Hz. Zeynep'le evlenince, her meselede fırsat kollayıp, Müslümanlar arasında fitne ve fesatı çıkarmaya can atan münafıklar, bu meselede de ileri geri konuşmaya başladılar. Cahiliyye Devri inancına göre, evlâtlığın boşadığı karısını almayı haram sayıp, bunu Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.) aleyhinde dedikodu vesilesi yapıp,

-"Muhammed, evlâdın karısıyla evlenmeyi haram kıldı. Kendisi ise oğlu Zeyd'in boşadığı karısıyla evlendi" diyerek yaygaraya başladılar.[515]

 

Gelen vahiy bu hususa da açık bir şekilde şöyle cevap veriyordu.

 

Cahiliyye Devrinin bu evlâd edinme âdeti Kur'ân-ı Kerîmin şu âyet-i kerimeleriyle ortadan kaldırılmıştır.

 

مَا جَعَلَ اللّهُ لِرَجُلٍ مِنْ قَلْبَيْنِ فى جَوْفِه وَمَا جَعَلَ اَزْوَاجَكُمُ الّئ تُظَاهِرُونَ مِنْهُنَّ اُمَّهَاتِكُمْ وَمَا جَعَلَ اَدْعِيَاءَكُمْ اَبْنَاءَكُمْ ذلِكُمْ قَوْلُكُمْ بِاَفْوَاهِكُمْ وَاللّهُ يَقُولُ الْحَقَّ وَهُوَ يَهْدِى السَّبيلَ () اُدْعُوهُمْ لِابَائِهِمْ هُوَ اَقْسَطُ عِنْدَ اللّهِ فَاِنْ لَمْ تَعْلَمُوا ابَاءَ هُمْ فَاِخْوَانُكُمْ فِى الدّينِ وَمَوَاليكُمْ وَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ فيمَااَخْطَاْتُمْ بِه وَلكِنْ مَا تَعَمَّدَتْ قُلُوبُكُمْ وَكَانَ اللّهُ غَفُورًا رَحيمًا

 

"... Allah evlâtlıklarınızı, oğullarınız hükmünde kılmamıştır. Bunlar sizin ağzınızdaki mânâsız bir sözden ibârettir. Allah ise hakkı bildiriyor ve kullarını doğru yola iletiyor."Onları kendi babalarına nisbet edin; Allah katında doğru olan budur. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, zâten onlar sizin din kardeşleriniz ve dostlarınızdır. Bu hususta unutarak veya bilmeyerek yaptığınız hatadan dolayı sizin için bir günah yoktur; siz ancak kasten yaptıklarınızdan mes'ulsünüz. Allah ise çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir." [516]

 

مَا كَانَ مُحَمَّدٌ اَبَا اَحَدٍ مِنْ رِجَالِكُمْ وَلكِنْ رَسُولَ اللّهِ وَخَاتَمَ النَّبِيّنَ وَكَانَ اللّهُ بِكُلِّ شَىْءٍ عَليمًا

 

"Muhammed hiçbirinizin babası değildir; o Allah'ın Resûlüdür ve peygamberlerin sonuncudur. Allah ise herşeyi hakkıyla bilir."[517]

Peygamberlerin, ümmetlerine bir baba gibi nazar ve hitapları risâlet vazifesi itibariyledir, beşeri şahsiyetleri itibariyle değildir. Bu bakımdan, elbette onlardan zevce almanın uygun olmayacağından bahsedilemez. Kur'ânı Kerim, zihinlerde bu hususta uyanacak herhangi bir istifhamı bertaraf etmek maksadıyla, aldığımız son âyet-i kerime ile şöyle demektedir:

 

-"Peygamber rahmeti İlâhiye hesabıyla size şefkat eder, pederâne muâmele eder ve risâlet namına siz Onun evlâdı gibisiniz. Fakat şahsiyeti insaniye itibariyle pederiniz değildir ki, sizden zevce alması münasip düşmesin! Ve sizlere 'oğlum' dese, ahkâmı şeriat itibariyle siz onun evlâdı olamazsınız!"[518]

 

Böyle bir çok cihetlerden hikmetleri bulunan ve hayırlara vesile olan bu pâk ve nezih evliliğe toz kondurmak ve bununla da Resûl-i Kibriyâ Efendimizin yüce şahsiyetine gölge düşürmek niyetiyle çırpınıp duranların, hüsni niyetten ne kadar uzak ve maksadı hareket ettikleri, elbette ki, bu izahlarımız neticesinde, basiret ve feraset sahibi mü'minlerin gözünden kaçmaz.

 

Düğün ziyafeti ve Bir Mu'cîze

 

Evliliklerinde Ashabına düğün ziyafeti tertiplemek, Resûl-i Ekrem Efendimizin bir âdeti idi. Bu âdet, Müslümanlar arasında da günümüze kadar sünnet olarak devam edip gelmiştir.Fahr-i Kâinat Efendimiz, Hz. Zeynep'le evlendiği gün, Enes bin Mâlik'in annesi Ümmü Süleym, kendilerine yağda kavrulmuş biraz Medine hurması gönderdi. Gönderilen hurma küçük bir kap içinde ancak Peygamber Efendimiz ve Hz. Zeynep'e kâfi gelebilecek kadardı.

 

Hâdiseyi, bu bir avuç hurmayı getiren,

-"Hâdimi Nebevî" ünvaniyle şöhret bulan Hz. Enes bin Mâlik şöyle anlatır:

-"Nebî (a.s.) götürdüğümü kabul etti ve 'Bana, Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali'yi (r.a.) çağır' diye emretti. Bu arada daha birçok kimsenin ismini zikretti. Resûlullahın azıcık bir yiyecek için birçok kimseyi çağırmayı bana emretmesine şaştım. Ama emrine aykırı hareket edemezdim. Onların hepsini çağırdım.

-"Bu sefer, 'Bak, Mescid'de kim varsa, onları da çağır' dedi. Öyle yaptım. Mescid'e gidip, orada namaz kılan kimi buldumsa onlara, 'Resûlullahın düğün ziyafetine buyurunuz' dedim."

 

Geldiler. Nihayet sofra doldu. Bana, 'Mescid'de kimse kalmadı mı?' diye sordu. 'Hayır' dedim.

-"Bu sefer, 'Bak, yolda kim varsa, onları da çağır' dedi. "Çağırdım. Odalar da doldu. 'Gelmeyen kimse kaldı mı?' diye sordular.

-"Hayır, yâ Resûlallah!" dedim.

-"Haydi çanağı getir' buyurdu.

-"Getirip önüne koydum. Elini çanağın üzerine koyup bereket duâsında bulundu. Bundan sonra, 'Onar onar halkalansınlar ve herkes kendi önünden yesin' buyurdu."

 

Dâvetliler emredilen şekil üzere oturarak doyuncaya kadar yediler. Böylece bütün dâvetliler bölük bölük gelip yiyip gittiler.

-"Ben çanaktaki hurmaya bakıyordum. Sofada ve odalarda bulunanların hepsi ondan doyuncaya kadar yedikleri halde çanaktaki hurma getirdiğim gibi duruyordu.

-"Resûlullah bana, 'Ey Enes! Kaldır' diye emretti.

-"Ben de çanağı kaldırdım. Sonra da annemin yanına vardım. Hâdiseyi. olduğu gibi anlattım. Annem de bana,

-'Hiç hayret etmene gerek yok! Eğer, Allah ondan bütün Medinelilerin yemesini dilemiş olsaydı, hepsi de yer ve doyarlardı' dedi."[519]

 

Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (a.s.) dini, dâveti ve risaleti umumî olduğu için, hemen hemen Kâinatın her nevinden mucîzelere mazhar olmuştur. Duâsıyla yemeklerin bereketlenmesi hususunda da birçok mucîzeler göstermiştir. Mevzu ile ilgisi bakımından bu mucîzeyi burada naklettik. Ve, duâ ediyoruz:

-"Yâ Rab! Resûl-i Ekremin (a.s.) bereketi hürmetine bize ihsan ettiğin maddî ve mânevî rızkımıza bereket ihsan eyle!" [520]

 

Müzeynelerin Müslüman Olmaları

 

Medine yakınlarındaki ikâmet etmekte olan Müzeyne Kabilesinden 10 kişilik bir heyet Medine'ye gelerek Resûl-i Ekrem Efendimizin huzurunda Müslüman oldular.

 

Heyetin başında Huzâî bin Abd-i Nühm bulunuyordu. Huzâî Müslüman olup Peygamber Efendimize bîat edince yurduna döndü ve kavmini Müslüman olmaya dâvet etti. Müzeyneler,

-"Biz senin sözüne itaat ederiz" diyerek Müslüman oldular ve Medine'ye bir heyet gönderdiler.

 

Hicretin 5. yılı Receb ayında Müzeynelerin Mudar kolundan Müslüman olmak üzere Medine'ye gelenlerin sayısı dört yüzdü. Resûl-i Ekrem Efendimiz, onları yurtlarında ikâmet etmelerine rağmen Muhacirler sınıfından saydı ve,

-"Siz nerede olursanız olunuz, Muhacirsiniz. Muhacirler şerefini hak ettiniz. Mallarınızın başına dönünüz"[521] buyurdu.

 

Bu emir üzerine Müzeyneler yurtlarına döndüler.

 

Selmânı Farisî'nin Kölelikten Kurtarılması

 

Selmânı Farisî Hazretleri daha önce Yahudilerin kölesi idi. Resûl-i Ekrem Efendimiz bir gün kendisini çağırarak,

-"Ey Selmân! Kendini kölelikten kurtarmak için efendinle pazarlık yap anlaş" dedi.

Hz. Selmân, efendisine durumu arz edince, o,

-"Üç yüz hurma fidanını diker ve Ayrıca kırk ukiyye (bin altı yüz dirhem) altın verirsen azad ederim" dedi.

Bunun üzerine Hz. Selmân, Resûl-i Ekrem Efendimizin yanına gelip durumunu arz etti.

 

Peygamber Efendimiz Ashabına,

-"Kardeşinize yardım ediniz" buyurdu. Bu emir üzerine Sahabîler bir anda kendi aralarında üç yüz hurma fidanını topladılar. Hurma fidanları toplanınca Peygamber Efendimiz,

-"Ey Selmân! Git de şu fidanlar için çukurlar kaz! Bitirince de gelip bana haber ver. Ben onları kendi elimle dikeyim!" diye ferman etti.

Sahabîlerin de yardımıyla Hz. Selmân çukurları kazıp bitirince, Efendimize gelip durumu haber verdi.

 

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bizzat mübârek eliyle biri müstesnâ, diğer hurma fidanlarını dikti. O sene zarfında Efendimizin diktiği bütün fidanlar hurma verdi. Yalnız, başkasının diktiği bir tek fidan hurma vermedi. Peygamber Efendimiz onu da çıkardı, yeniden dikti. O da meyve verdi.

 

Böylece Hz. Selmân, Benî Kurayza Yahudilerinden olan Efendisine hurma ağaçları borcunu ödemiş oldu.[522]

 

Hurma ağacı borcunu ödeyen Hz. Selmân'ın sadece altın borcu kalmıştı. Bunu da bizzat Hz. Selmân şöyle anlatır:

-"Resûlullah (a.s.), gazâların birinden tavuk yumurtası kadar bir altın külçesi getirmişti. Beni huzuruna çağırttı ve,

-'Ey Selmân! Bunu al, borcunu öde' buyurdu.

-"Ben Yâ Resûlallah dedim, bu kadarcık altın parçası ile borcum ödenmez ki deyince,

-"Külçeyi eline alıp tükürüğünü sürdü ve 'Al bunu! Allah, senin borcunu bununla ödeyecektir!' buyurdu.

-"Bunun üzerine ondan aldığım altın parçasını tartıp alacaklıya verdim. Borcum olan kırk ukiyyeyi (bin altı yüz dirhem) verdikten sonra o tavuk yumurtası kadar olan altın parçası eskisi gibi bana kaldı"[523]

 

Ensardan Sa'd bin Muaz Hazretleri Vefât Etti

 

Sa'd bin Muaz Ensarın en üstün fazilete sahip şahsiyetlerinden biri idi. Mus'ab bin Umeyr Hazretleri Resûl-i Kibriyâ Efendimizin emriyle Medine'ye Kur'an öğretmek üzere geldiği zaman Müslüman olmuştu. Müslüman olduğunu duyan Abdü'l-Eşheloğullarından kadın, erkek hepsi de o gün Müslüman olmuşlardı.

 

Bu kahraman ve fedakâr Sahabî, Hendek günü kolundan bir okla vurulmuş, kolunun damarı kesilmişti. Yarası ağır ve ızdırap verici idi. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bu kahraman Sahabî yaralandığı zaman ona Allah rızası için yaralıların tedavisi ile meşgul olan Ensar kadınlarından Rüfeyde adındaki hâtunun çadırında yer ayırtmıştı.

 

Kurayzaoğulları hakkında hüküm vermesinden kısa bir müddet sonra bu ağır yarası tekrar deşildi ve çok geçmeden de Hicretin beşinci yılında 37 yaşında şehid olarak vefât etti.Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ve Müslümanlar vefâtından son derece müteessir oldular. Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:

-"Sa'd bin Muaz'ın vefâtıyla Arş-ı Âlâ titredi ve cenazesinde yetmiş bin melek hazır bulundu." Hz. Sa'd'ın cenaze namazını da bizzat Peygamberimiz kıldırdı.[524]

Hz. Âişe der ki:

-"Resûlallah (a.s.m.) ile iki Sahabîsinden (Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer) sonra, vefâtı Müslümanlara, Sa'd bin Muaz'dan daha ağır gelen bir kimse yoktu."[525]

 

Muğire bin Şu'be Müslüman Oldu

 

Muğire bin Şu'be dört Ara dâhisinden biri idi. Belli ve büyük meseleleri halletmede son derece mâhirdi. İri yarı ve heybetli bir zattı. Hendek Savaşı yılında Müslüman oldu ve Muhacir olarak Medine'ye geldi.

 

Medine'de Zelzele ve ay Tutulması Vuku Buldu

 

Hicretin beşinci yılında Medine'de zelzele oldu. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz bunun üzerine şöyle buyurdu:

-"Rabbiniz, sizi razı olacağı duruma döndürmek istiyor. O halde siz de, onun rızasını dileyiniz."[526]

 

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz bu ifadeleri, yeryüzü ile üzerinde yaşayan insanların hareketleri arasına münasebetin bulunduğunu ortaya koyuyor ve dünyanın hareket ve zelzelesinde vahy ve ilhama mazhar olarak emir altında deprendiğini beyan ediyordu!Yine hicretin 5. Yılı Cemaziyelâhir ayında ay tutuldu.

 

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, ay tutulması geçinceye kadar, husûf namazı[527] kıldırdı.[528]

 

Cahiliyye Devrinde insanlar,

-"Güneş ve ay, ancak yeryüzü halkının büyüklerinden bir büyük için tutulur" bâtıl inancını taşırlardı.

 

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz şu sözleriyle bunun doğru olmadığını açık bir şekilde ifade etti:

-"Şüphesiz ki, güneş ve ay, hiçbir kimsenin ölümü veya doğumu sebebiyle tutulmazlar." Onlar, Allah'ın kudret ve azametini gösteren alâmetlerden iki alâmettir!" Siz onların tutulduğunu gördüğünüz zaman, namaza durunuz!"[529]

 

Peygamberimiz bu sözleriyle Cahiliyye Devri insanlarının bu bâtıl inançlarını değiştirmiş, güneş ve ay tutulmalarının Allah'a ibâdet vakti olduğunu beyan buyurmuşlardır. Bu vakitlerde insanlar, boş şeylerde değil, Allah'a ibâdet ve tâatle meşgul olmaları gerektiğini ifade etmişlerdir. Şurası da unutulmamalıdır ki, ibadet ve duânın sebebi ve neticesi emir ve Allah'ın rızasıdır, faydası ise âhirete aittir. Eğer namaz ve ibâdetten dünyevî bir maksat niyet edilse, yalnız onlar için yapılırsa, o namaz batıl olur. Bu sebeple, güneş ve ay tutulmaları halinde, onların açılması niyetiyle ve kasdıyla namaz kılınmaz. Belki, güneş ve ayın tutulması zamanları bu çeşit ibadetin vakitleri olarak bilinmeli ve sırf Allah'ın rızası kasdedilerek namaz kılınmalıdır.[530]

 

 

 

 

20 - Hudeybiye Barışı ve Tahlili

 

 

Hz. Peygamber ve ashabının Kabe'yi ziyaret maksadıyla Mekke'ye gitmek istemeleri ve bunun müşrikler tarafında engellenmesi üzerine çıkan olaylardan sonra Müslümanlarla müşrikler arasında yapılan anlaşma. Allah Resûlü’nün hicretinin üzerinden mücadeleler ve savaşlarla dolu altı yıl geçmişti. Hem muhacirler, hem de Ensar, Kâbe'yi ziyaret özlemiyle yanıp tutuşuyorlardı.

 

Allah’ın elçisi, bu yılın Zilkade ayının başında bütün ashabın özlemlerine beklentilerine cevap anlamı taşıyan bir rüya gördü. Rüyasında ashabı ile birlikte güvenlik içinde Kâbe'yi ziyaret ediyordu. Rasûlullahın ashaba anlattığı rüya, hızla bir muştu gibi yayıldı Medine'ye.

 

Hz. Peygamber bu genel coşku üzerine, Kâbe'yi ziyaret etmek isteyenlerin hazırlanmasını emretti. Hattâ İslam’ı kabul etmeyen kabileleri bile kendileriyle birlikte hac yapmaya çağırdı.

 

Hazırlıkların tamamlanmasından sonra, Zilkade'nin ilk Pazartesi günü (13 Mart 628) bin dört yüz kişi ile birlikte Mekke'ye doğru hareket etti. Niyetinin barış olduğunu göstermek için yanlarına yolcu kılıcı denilen kılıçtan başka savaş silahı almamışlardı. Zül-Huleyfe mevkiine geldiklerinde ihrama girdiler ve Umre için niyet ettiler. Yanlarında Mekke'de kurban edilmek üzere sabin alman yetmiş deve bulunuyordu ve bunlar kurbanlık olduğu belli olacak biçimde nişanlanmıştı.

 

Mekkeli müşrikler Hz. Muhammed (a.s)'ın hareketini öğrenince toplanarak ne pahasına olursa olsun, Rasûlullah (a.s)'ın Mekke'ye girmesine izin vermemeyi kararlaştırdılar. Rasûlullah (as)'ın Mekke'ye daha fazla yaklaşmasına engel olmak üzere de Halid bin Velid komutasında iki yüz atlıdan oluşan bir birlik gönderdiler.

 

Bu arada Hz. Peygamber Hudeybiye mevkiine gelmişti. Devesi burada kendiliğinden çöktü ve bütün çabalara rağmen kaldırılamadı. Bunun üzerine çeşitli fikirler ileri sürenlere karşılık Allah Resûlü,

-"Filin Mekke'ye girmesine engel olan kuvvet bu deveyi de çökertti" diyerek herkesin inmesini emretti.

 

Peygamber Efendimiz, Mekke müşriklerinin durumu anlama ve umreyi gerçekleştirebilme konusunu görüşmek için Hz. Osman (r.a)'ı Mekke'ye gönderdi. Hz. Osman (r.a) kiminle görüştü ise, umre yapmanın mümkün olmadığını anladı. Zira müşrikler, Müslümanların Mekke'ye girişini kendileri için büyük bir zillet sayıyorlar ve bütün Arap dünyasının gözünden düşecekleri şeklinde yorumluyorlardı. Bundan dolayı umre hiç mümkün gözükmüyordu.

 

Bu arada Hz. Osman (r.a)'nın tutuklandığı ve öldürüldüğü haberi yayıldı. Bu haber üzerine Peygamber Efendimiz, bütün müminlerden "ölüm" üzere bey'at aldı. Ashabı- kirâmın ölüm için yarışırcasına bey'at etmelerini müşriklerin casusları da görüyorlardı. Bu durumu süratli bir şekilde Mekke'ye bildirdiler.Sahabenin bey'atını bildiren âyet-i Kerime'de şöyle buyurulur:

 

اِنَّ الَّذينَ يُبَايِعُونَكَ اِنَّمَا يُبَايِعُونَ اللّهَ يَدُ اللّهِ فَوْقَ اَيْديهِمْ فَمَنْ نَكَثَ فَاِنَّمَا يَنْكُثُ عَلى نَفْسِه وَمَنْ اَوْفى بِمَا عَاهَدَ عَلَيْهُ اللّهَ فَسَيُؤْتيهِ اَجْرًا عَظيمًا

 

 “Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile olan ahdine vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir."[531]

 

Ve

 

لَقَدْ رَضِىَ اللّهُ عَنِ الْمُؤْمِنينَ اِذْ يُبَايِعُونَكَ تَحْتَ الشَّجَرَةِ فَعَلِمَ مَا فى قُلُوبِهِمْ فَاَنْزَلَ السَّكينَةَ عَلَيْهِمْ وَاَثَابَهُمْ فَتْحًا قَريبًا () وَمَغَانِمَ كَثيرَةً يَاْخُذُونَهَا وَكَانَ اللّهُ عَزيزًا حَكيمًا

 

“Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederlerken Allah, o müminlerden razı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş, onlara güven duygusu vermiş ve onları pek yakın bir fetihle ödüllendirmiştir. Yine onları elde edecekleri birçok ganimetlerle de mükafatlandırdı. Allah üstündür, hikmet sahibidir”[532]  âyetleri bu olayı anlatmakta ve Cenab-ı Hakkın biat edenlerden razı olduğunu bildirmektedir. Bu âyetlerden dolayı, bu beyata, razılık biatı anlamında "Biatü'r-Rıdvân" ve Hz. Peygamberin altında oturduğu ağaca da razılık ağacı anlamında "Seceretü'r-Rıdvân" adı verilmiştir. Kısa bir aradan sonra Hz. Osman (r.a)'la ilgili ölüm haberinin asılsız olduğu anlaşılmıştır.

 

Bu arada karşılıklı elçiler gidip geliyor, bir uzlaşma yolu aranıyordu. Müşrikler Müslümanların Mekke'ye girmelerine izin vermeyeceklerini açıkça söylüyorlardı. Hz. Peygamber ise,

-"Biz buraya kesinlikle savaşmak için gelmedik. Amacımız Kâbe'yi ziyarettir, Umre yapmaktır. Kureyş’liler eski savaşlarda zayıf düşmüşlerdir. Dilerlerse onlarla bir anlaşma, bir sure için barış anlaşması yapmak isterim. Kabul ederlerse ne âlâ, aksi takdirde Allah'a yemin ederim ki, ölünceye kadar onlarla savaşırım" diyerek barış öneriyordu.

 

Allah Resûlü’nün kararlılığı yüzünden müşrikler savaşı göze alamadılar. Amr oğlu Süheyl'i kendileri adına bir anlaşma yapmak üzere gönderdiler.

 

Rasûlullah ile Süheyl uzun görüşmelerden sonra anlaşma şartlarını tespit ettiler. Buna göre:

 

1- Müslümanlarla müşrikler on yıl süreyle savaşmayacaklar, birbirlerine saldırmayacaklardı.

 

2- Müslümanlar bu yıl Kabe'yi ziyaretten vazgeçerek geri dönecekler, ancak gelecek yıl umre yapacaklar, müşriklerin boşaltacağı Mekke'de üç gün kalacaklar ve yanlarında yolcu kılıçlarından başka silah taşımayacaklardı.

 

3 - Mekke'den birisi Müslüman olarak Medine'ye sığındığı zaman iade edilecek; fakat Medine'den Mekke'ye sığınanlar iade edilmeyecekti.

 

4- Arap kabileleri istedikleri tarafla anlaşma yapmakta serbest olacaklardı.

 

Hudeybiye antlaşmasının bütün şartları görünüşte Müslümanların aleyhine idi. Bu nedenle Müslümanlar büyük bir hayal kırıklığına uğradılar. Bu antlaşmayı bir aşağılanma, bir küçük düşürülme olarak kabul ettiler.

-"Sen Allah’ın Resûlü değil misin? Davamız hak dava değil mi? Bu zilleti neden kabul ediyoruz?" diyen Hz. Ömer'in sözleri, Müslümanların genel üzüntülerinden doğan tepkinin dile getirilisinden başka bir şey değildi. Fakat şüphesiz Allah ve Resulü neyin hayırlı, neyin şer, neyin izzet, neyin zillet olduğunu daha iyi bilirdi.

 

Allah Resûlünün kurbanlarını kesip başlarını tıraş etmeleri isteği yankısız kaldı. Büyük bir üzüntü ile çadırına girdi. Sonra müminlerin annesi Ümmü Seleme hazretlerinin tavsiyesi üzerine kendi kurbanını kesti ve tıraş oldu. Bunun üzerine bütün Müslümanlar yarışırcasına kurbanlarını kesip tıraş oldular.

 

Hudeybiye'de on dokuz gün kalındıktan sonra Medine'ye doğru yola çıkıldı. Yolda:

 

b ß ë  Ù¡j¤ã ‡ ¤å¡ß  â £† Ô mb ß ¢é¨£ÜÛa  Ù Û  Š¡1¤Ì î¡Û b=¦äî©j¢ß b¦z¤n Ï  Ù Û b ä¤z n Ï b £ã¡a

b=¦àî©Ô n¤¢ß b¦Ÿa Š¡•  Ù í¡†¤è í ë  Ù¤î Ü Ç ¢é n à¤È¡ã  £á¡n¢í ë  Š £ b m

 

“Biz sana doğrusu apaçık bir fetih ihsan ettik. Böylece Allah, senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar. Sana olan nimetini tamamlar ve seni doğru bir yola iletir"[533] âyetleriyle başlayan Fetih Sûresi nazil oldu.

 

Şanı yüce Allah, Hudeybiye barışını bir "Feth-i Mübin" (apaçık bir fetih) olarak niteliyordu. Gerçekten de bunun böyle olduğu çok geçmeden herkes tarafından anlaşıldı. Hudeybiye'yi Hayber gibi, Mekke'nin fethi gibi zaferler izledi.

 

Hudeybiye antlaşmasının en önemli yanlarından veya sonuçlarından birisi hiç kuşkusuz siyasî yönüdür. Daha önce Mekkeli müşrikler, Medine İslam toplumunun varlığına bile tahammül edemezlerdi. Hatta Müslümanları kökten yok etmek amacıyla Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarında olduğu gibi birçok girişimde bulunmuşlardı. İşte bu antlaşma ile ilk kez müşrikler Medine İslam toplumunu resmen tanınmış oluyorlardı. Bu durum İslam’ın kabileler arasından büyük bir önem kazanmasına neden oldu.

 

Antlaşmadan önce Müslümanlarla müşrikler arasında hemen hiç bir ilişki yoktu. Hudeybiye'den sonra ise iki taraf arasındaki ticari ve ailevi ilişkiler canlandı. Hz. Peygamber istediği yerde İslam’ı rahatça tebliğ etme imkanına kavuştu. Bu nedenle hem Mekke'de, hem de çevre kabileler arasında İslam’ı kabul edenler hızla arttı. Öyle ki, Hudeybiye ile Mekke'nin fethi arasında geçen iki yıl içinde Müslüman olanların sayısı, Hudeybiye'den önceki on dokuz yıl boyunca Müslüman olanların iki katına ulaşmıştı.

 

Antlaşma maddelerinden Müslümanları en çok üzenlerden birisi, Mekke'den kaçan Müslümanların iade edilmesi hakkındaki madde idi. Daha antlaşma imzalanır imzalanmaz zincirlerini sürükleyerek gelen Ebu Cendel'in,

-"Müslüman olduğum için bu kadar zulümlere işkencelere uğramıştım. Beni tekrar ayni işkencelere atmak mi istiyorsunuz? Beni yine müşriklere mi teslim edeceksiniz?" çığlıklarına rağmen antlaşma gereğince Kureyş adına antlaşmayı yapan müşrik Amr oğlu Süheyl'e teslim edilmesi, Müslümanları gözyaşları içinde bırakmıştı.

 

Süheyl b. Amr, oğlu Ebû Cendel'i çeke çeke Kureyş’lilerin yanına götürdü. Müslümanlar, onun feryadına dayanamayarak ağlamaya başladılar.

 

Hz. Muhammed (as), Ebû Cendel'i şu sözleriyle teselli ediyordu:

-"Ey Ebû Cendel, şu toplulukla aramızda yazılan barış yazısı tamamlandı. Sen biraz sabret, katlan, yüce Allah'tan da bunun ecrini dile. Şüphesiz Allah, senin ve senin yanında bulunan zayıf müminler için bir genişlik ve çıkar yol ihsan edecektir. Biz onlara Allah’ın ahdiyle söz verdik, onlar da bize söz verdiler. Onlara verdiğimiz sözü çiğneyemeyiz. Verdiğimiz sözde durmamak bize yaraşmaz."

 

Hz. Ömer, bu geri çevirmenin diş görünüşüne bakarak çok üzülmüş, din için bu kadar hakarete katlanmanın sebebini anlayamadığını söylemişti. Mekke'ye girip, Beytullah'ı ziyaret etmeyi uman sahabe bu gerçekleşmediği gibi Hudeybiye Antlaşması gibi aleyhlerine olan bir sözleşmeyi kabul etmek zorunda kalmışlardı .

 

Mekke'den kaçan fakat Medine'ye kabul edilmeyen Müslümanlar Mekke Şam kervan yolu üzerindeki Is mevkiinde üslendiler. Kısa zamanda sayıları üç yüze ulaşan Müslümanlar müşriklere karşı gerilla savaşı yürütmeye başladılar. Kureyş'in kervanlarına saldırıyor, ellerine düşen Mekkeli müşrikleri öldürüyorlardı. Kureyş müşrikleri bu durum karşısında Müslümanları Mekke'de tutmanın zarardan başka bir şey getirmeyeceğini, gerçekten iman etmiş bir mümini hapsetmenin serbest bırakmaktan daha zararlı olduğunu anladılar ve ilgili maddenin antlaşmadan çıkarılması için başvurdular. Bunun üzerine Resûl aleyhisselam isteklerini kabul ederek işteki Müslümanları Medine'ye çağırdı.

 

Bütün bu sonuçlar Hudeybiye barışının göründüğü gibi kötü bir anlaşma olmadığını, tersine Müslümanlara zafer kapılarını açan bir "feth-i mübin" olduğunu açık bir biçimde ortaya koymaktadır.[534]

 

Rasûlüllah (a.s.)'ın  Ümmü Habîbe'yle Evlenmesi

 

Ümmü Habîbe Ebû Süfyân'ın kızıdır. Mekke Devrinde Müslüman olmuş ve kocası Ubeydullah b. Cahş'la birlikte Habeşistan'a hicret eden ikinci kafileye katılmıştı. Alkolik bir adam olan kocası, Habeşistan'da Hristiyan oldu. Ümmü Habîbe Müslümanlıkta sebât edip kocasından ayrıldı. Bu yüzden, yabancı bir ülkede kimsesiz ve himâyesiz kaldı. Henüz müşrik olan babasının yanına da dönemezdi.

 

 Rasûlullah (as), Hicretin 6'ıncı yılı Habeşistan'a bir elçi gönderdi. Habeş Necâşi'sini vekil yaparak Ümmü Habîbe'yi nikâhladı. Nikâh merâsiminde Câfer Tayyar ve diğer Müslümanlar da bulundu. Nikâhtan sonra Necâşi Ümmü Habîbe'yi Medine'ye gönderdi.

 

Gerçekten bu evlilikten sonra Ebû Süfyân'ın, Hz. Peygamber (as)'e olan düşmanlığında bir yumuşama başlamıştır.[535]

 

Umre Haccı ve Kâbe'yi Ziyâret   (Hicrî:7, M.:629)

 

Bir sene önce yapılmış olan Hudeybiye anlaşması gereğince, Müslümanlar bu yıl Kâbe'yi ziyâret edeceklerdi. Hicretin yedinci yılı, Zilkâde ayı girince, Peygamber Efendimiz Ashâbına, Kâbe'yi ziyâret için hazırlanmalarını söyledi. Bütün Müslümanlar buna çok sevindiler. Zâten iştiyakla bekliyorlardı. Bilhâssa Muhâcirler, yedi senedir ayrıldıkları ana-baba diyârına kavuşacaklar, elemli ve acı günlerde terkettikleri Mekke'ye girip, Mescîd-i Harâm'ı serbestçe ziyâret edeceklerdi.

 

Peygamberimiz, Medîne'de, Ebû Zer-i Gıffari (ra)'ı yerine vekil bırakarak, çocuklar ve kadınlardan başka 100'ü atlı, 2000 kadar mü'min ile Kâbe'yi tavaf etmek üzere yola çıktılar. Kurban etmek için 60 tane deve de aldılar. Anlaşma gereğince Mekke'ye silahlı giremeyeceklerinden, yanlarında sâdece kınlarında sokulu birer kılıç bulunuyordu. Hz.Peygamberimiz, her ihtimale karşı, yanına yedek olarak 100 de at almıştı. Çünkü, müşriklerin ne zaman ne yapacakları belli olmazdı. Fahri Kâinât önlerinde, yine Kusvâ adlı devesi üzerinde gidiyorlar. Peygamber Efendimiz'in devesini, şâir, Abdullah ibn-i Revvâha çekiyor ve devenin önünde beyitler okuyordu. Hepsi çok sevinçli ve heyecanlı idiler.

 

Mekke'den ne şartlar altında ve kaç kişi çıkmışlar! Şimdi ise kaç kişi olarak Mekke'ye giriyorlardı!.

 

Kureyşliler, anlaşma gereğince şehri boşaltmışlar, tepelere çekilmişlerdi. Ağaçların ve kurdukları çadırların altından, Müslümanların heybetle Mekke'ye girişini seyrediyorlardı.

 

Müslümanlar kurbanlık develeri en öne sürmüşlerdi. Mekke'ye girdikleri zaman, içlerinde beliren heyecanlarını yenemeyeceklerinden korkan Muhâcirler; topraklarına, mukaddes diyâra kavuşmanın sevincini yaşıyorlardı. Nihâyet, Beytullah (Kâbe) görünmüştü. Müslümanlar duâ ediyor ve hep bir ağızdan söyledikleri

-"Lebbeyk, Allâhümme Lebbeyk... (Allâhım, bütün itaatımız, sevgi ve güvenimiz Sanadır.)" sedâlarıyla yer yerinden oynuyordu.

 

Bütün kalpler Allâh'a yönelmişti. Artık düşüncelerde ne müşrikler ne de bir başkaları vardı. Sadece, Allâh'ın rızasını düşünüyorlar ve O'na kulluk ve ibâdet etmek için birbirleriyle yarışıyorlardı.

 

Mekkeliler, Medîne havasının Müslümanları güçsüz ve zayıf düşürdüğünü, onlara yaramadığını zannederek bu hususta dedikodu çıkarıyorlardı. Onların bu zanlarının yanlış olduğunu, Müslümanların zayıf ve güçsüz olmayıp gâyet sıhhatli, güçlü ve zinde olduklarını göstermek için Fahri Kâinât Efendimiz; Kâbe'nin etrafında ilk üç tavafın, başı dik bir halde, sert ve hızlı adımlarla, heybetli olarak yapılmasını emretti.

-"Bugün kendini kuvvetli gösterene, Allah rahmet etsin" buyurdu.

 

Peygamberimiz ve Eshâbı, usûlu vechiyle Kâbe-i Muazzama'yı tavaf ettikten sonra, Safa ve Merve tepeleri arasında Sa'y yaptılar. Sonra kurbanlarını kesip, tıraş olup ihramdan çıktılar. Bilâl-i Habeşi, o tatlı ve gür sesiyle Kâbe'de ezân okudu. Mekke ilk defa ezan sesi duyuyordu. Ufuklar tevhid ve ezan sedalarıyla çınladı. 2000 müslüman Beytullah'ın etrafında cemaatle namaz kıldılar. Muhâcirler eski yerlerini, evlerini barklarını gezip dolaştılar. Akrabalarıyla görüştüler. Ensardan olan kardeşlerine de, eski yerlerini gezdirip gösterdiler,

-"İşte bizim yerlerimiz buralar idi" dediler.

 

Müslümanların hepsi sukün ve asâyiş içinde idi. Hiçbir müessif hâdise olmadı. Ne temiz insanlar! İçki içeni yok, küfredeni, kötü söyleyeni yok! Birbirlerine karşı gâyet mütevâzi, kardeşçe, çok candan muâmele ve davranış içinde! Ne güzel ahlâkları var! Fahri Kâinât, aralarında bir güneş, bir ay gibi parıldıyor, dolaşıyor! Abdest alıyorlar, topluca namaz kılıyorlar, duâ ediyorlar.

 

Müslümanların bu hâllerini gören Mekkeliler, hayranlıktan kendilerini alamadılar. Böylece, Müslümanlar bu âlicenap halleriyle Mekke'den önce, Mekkelilerin kalplerini fethediyordu. Bâzıları dayanamadı, Müslüman olmağı içine koydu ve Müslüman oldu. (Hâlid ibn-i Velid, Amr ibn-i As ve Osman ibn-i Ebi Talha gibi.)

 

Bu ziyâretle, Peygamber Efendimiz'in, Hudeybiye vak'asından önce görmüş olduğu rü'yâ, aynen vuku' bulmuştu. Bütün Müslümanlar, Rasûlü Ekrem'in büyüklüğüne ve O'nun, Allâh'ın elçisi olduğuna bir daha cânü gönülden inanmışlardı. Ayrıca bu hâdise, bize, rü'yânın hak olduğuna bir delil olarak kâfi gelir. Yûsuf (as.)'ın onbir yıldızın, güneşin ve ayın kendisine secde ettiğini gösteren rüyâsı, kırk sene sonra tahakkuk etti. Halbûki, Allah Rasûlü'nün rüyâsı bir sene sonra hakîkat oldu.

 

Müslümanlar, Hudeybiye anlaşması gereğince, Mekke'de üç gün kaldıktan sonra Medîne'ye döndüler. Dönerken, “Seyyid-üş-Şühedâ (Şehitler Efendisi)” Hz.Hamza'nın küçük kerîmesi Ümâme; "Amca! Amca! Beni bırakma!" diyerek Hz.Peygamberimize atıldı.

 

Ümâme'yi, evvelâ Hz.Ali kucağına aldı.

 

Câferî Tayyar ileri atılarak;

-"O'nu ben himâyeme alıp yetiştireyim" dedi.

 

Bunun üzerine Rasûlüllah'ın emriyle Câferî Tayyar'ın zevcesi olan, (Ümâme'nin teyzesi) Esma'ya verildi. Peygamber Efendimiz;

-"Teyze, anne gibidir." buyurdu.

 

Amr'ibn-i As ile Hâlid ibn-i Velid'in Müslüman Olmaları

 

Peygamber Efendimiz, Eshâbıyla Medîne'ye döndüler. Müslümanların tutum ve vakarlarının câzibesine kapılan Kureyş'in büyük süvârisi Hâlid ibn-i Velid, Kureyş'e şöyle seslendi:

-"Aklı başında olan herkes artık anlamıştır ki, Muhammed (as) öyle sâhir ve şâir değildir. O'nun söylediği şeyler Allah Kelâmıdır. Aklı başında olan herkes O'na tâbi olmalıdır."

 

Ebû Cehil'in oğlu İkrime, bu sözleri işitince;

-"Ey Hâlid! Sen de mi atalarının dîninden dönüyorsun, sâibî (yıldıza tapan) oluyorsun?" dedi.

 

Hz.Hâlid şöyle cevap verdi:

-"Hayır! Ben sâibî değil, Müslüman oluyorum."

 

İkrime;

-"Kureyş içinde, bu sözü söylemem icap edenlerden bir kimse varsa, o da sensin. Çünkü Müslümanlar babamın şerefini çiğnediler. Amcanın oğlunu Bedir'de öldürdüler. Yemin ederim ki, ben senin durumunda olan bir kimsenin böyle şeyler söylemesini hiç beklemezdim" deyince,

 

Hz.Hâlid, şu keskin cevabı verdi:

-"Bunlar, hep taassup ve câhiliyyet eseri şeylerdir. Ben, ancak, hakîkatı gördükten sonra Müslüman oluyorum."

 

Hâlid ibn-i Velid, Rasûlü Ekrem'e kısraklar göndererek Müslüman olduğunu bildirmişti. O'nun Müslüman oluşu Kureyşlilerden hiçkimsenin hoşuna gitmiyordu. Ebû Süfyan, O'nun Müslüman olduğunu duyunca küplere binmişti. Hemen O'nu huzuruna çağırdı;

-"Aldığım haber doğru mu?" diye sordu.

 

Hâlid ibn-i Velid;

-"Evet! Doğrudur." cevabını verince;

 

Ebû Süfyan;

-"Lât ve Uzza nâmına yemin ederim ki, doğru söylediğine inansaydım, Muhammed'den önce seni öldürürdüm." dedi.

 

Hz.Hâlid, ısrar edip duruyordu;

-"Doğru söylüyorum. Senin mâni olman, hiçbir şeyi değiştirmez. Ben müslüman oldum. Gerçek dînin Müslümanlık olduğuna inanıyorum. Şimdiye kadar boşuna muhârebelere katılmışım." diyordu.

 

Ebû Süfyan, O'nun üzerine atılmak istediyse de Ikrime mâni oldu. Çünkü, Mekke'nin durumunu biliyorlardı. Şehirde Müslüman olmağa başlayan halk, putlara tapanlara nefretle bakıyordu.

 

Hz.Hâlid, bir pervane gibi, herkesin koştuğu o ebedî nûra koştu ve Medîne yolunu tuttu. Yolda, Arap dâhilerinden olan Amr ibn-i As'a rastladı. Amr, O'na nereye gittiğini sordu. Hâlid de;

-"Müslümanlığı kabule gidiyorum. Ben artık kat'iyetle anladım. Vallâhi, O hak Peygamberdir. Daha ne diye duralım." dedi.

 

Amr;

-"Ben de aynı fikirdeyim ve buna karar vermiş bulunuyorum." dedi.

 

İkisi beraber yola koyularak Medîne-i Münevvere'ye vardılar. Dün, şirk ordusunun başında İslâma karşı duran bu iki adam, şimdi Medîne'ye gelmiş, Medîne sokaklarında ilâhi nûra kavuşmuş olarak dolaşıyorlardı. Hâlid, Kureyş'in süvari kumandanı idi. Uhud harbinde Kureyş mağlub olmuşken, gâlip mevkiine getiren O'dur. O, böylece bir başbuğdur. Allah Rasûlü'nün huzuruna girdiler.

 

Kâinâtın büyük Peygamberi, Hz.Hâlid'i görünce;

-"Seni bize hediye eden Allâh'a hamdolsun. Sende hayra götüren bir aklı keşfetmiştim..." dedi.

 

Hz.Hâlid;

-"Yâ Rasûlellah! Bana İslâmı tâlim et. Allâh'a benim için duâ et." deyince,

 

Allah Rasûlü şöyle buyurdu:

-"İslâm'a girenin geçmiş günahları affolur." Sonra da, Allâh'a O'nun için duâ etti. Allâh'ın Rasûlü O'na,

-"Seyfullah (Allâh'ın kılıncı)" adını verdi.[536]

 

Hz.Hâlid'le beraber Amr ibn-i As ve Osman ibn-i Ebi Talha İslâm'ın nûr halkasına katıldılar. Böylece de İslâm’ın şevket ve kudreti kat kat kuvvetlendi ve Mekke'nin fethi tahakkuk etti.

 

Ümmü Gülsüm, Peygamberimize İlticâ Ediyor

 

Hudeybiye Anlaşmasının üzerinden fazla bir zaman geçmemişti ki, Peygamberimizin Mekke'deki azılı düşmanlarından Ukbe bin Ebî Muayt'ın Müslüman olan kızı Ümmü Külsüm, bir yolunu bulup Medine'ye geldi. Resûl-i Ekrem Efendimize iltica edip şöyle dedi:

-"Yâ Resûlallah! Ben, dinim için onların yanından kaçıp senin yanına geldim! Beni koru, müşriklere geri çevirme! Beni kâfirlere geri çevirecek olursan, bana işkence yaparlar, dinimden döndürmeye çalışırlar."[537]

 

Bunun üzerine inen âyet, Peygamber Efendimizin nasıl hareket etmesi gerektiğini tayin etti:

 

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اِذَا جَاءَكُمُ الْمُؤْمِنَاتُ مُهَاجِرَاتٍ فَامْتَحِنُوهُنَّ  اَللّهُ اَعْلَمُ بِايمَانِهِنَّ  فَاِنْ عَلِمْتُمُوهُنَّ مُؤْمِنَاتٍ فَلَا تَرْجِعُوهُنَّ اِلَى الْكُفَّارِ لَاهُنَّ حِلٌّ لَهُمْ وَلَا هُمْ يَحِلُّونَ لَهُنَّ  وَاتُوهُمْ مَا اَنْفَقُوا وَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ اَنْ تَنْكِحُوهُنَّ اِذَا اتَيْتُمُوهُنَّ اُجُورَهُنَّ  وَلَا تُمْسِكُوا بِعِصَمِ الْكَوَافِرِ وَاسَْلُوا مَا اَنْفَقْتُمْ وَلْيَسَْلُوا مَا اَنْفَقُوا ذلِكُمْ حُكْمُ اللّهِ يَحْكُمُ بَيْنَكُمْ وَاللّهُ عَليمٌ حَكيمٌ

 

-"Ey îmân edenler! Mü'min kadınlar hicret etmiş olarak size geldiğinde onları imtihan edin. Onların îmânını Allah hakkıyla bilir. Eğer mü'min olduklarına kanaat getirirseniz onları kâfirlere geri göndermeyin. Bunlar onlara helâl değildir; onlar da bunlara helâl olmaz. Müşrik kocalarının onlara verdiği mehri iâde edin. Mehirlerini verdiğiniz takdirde o kadınlarla evlenmenizde sizin için bir günah yoktur. Kâfir kadınları da nikâhınız altında tutmayın; onlara verdiğiniz mehri geri isteyin. Kâfirler de size katılan Müslüman hanımlarına verdikleri mehri geri istesinler. Allah'ın hükmü budur; aranızda O hükmeder. Allah herşeyi hakkıyla bilir, herşeyi hikmetle yapar."[538]

 

Bu âyet-i kerime, Hudeybiye Sulhundaki Medine'ye hicret ve ilticâ edecek Müslümanların iâdesi ile ilgili maddenin erkeklere mahsus olduğunu, kadınlara şâmil bulunmadığını ortaya koyuyordu. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, müşriklerin arasından Medine'ye çıkıp gelen erkekleri iâde ettiği halde Müslüman kadınları geri çevirmedi.

 

Nitekim, Ümmü Külsüm'ü de kardeşleri Velid bin Ukbe ile Umâre bin Ukbe Medine'ye gelerek istedikleri zaman; Resûl-i Ekrem,

-"Muâhededeki o şartın hükmünü, Allah, kadınlar hakkında bozdu, ortadan kaldırdı" buyurarak Ümmü Külsüm'ü onlara teslim etmedi.

 

Bu âyetin nazil olmasından sonra Mekke'den Medine'ye hicret eden kadınlar bir nevi imtihana tâbi tutuluyorlardı. Onlar,

-"Vallahi biz, sadece Allah'a ve Resûlüne ve İslâmiyete olan muhabbet ve bağlılığımızdan dolayı çıkıp geldik. Yoksa ne koca, ne mal, ne başkasına olan kin ve buğzumuz sebebiyle gelmedik" diye yemin ediyorlardı.

 

Bunun üzerine Medine'de kalmalarına müsaade edilip geri çevrilmiyorlardı. Böyle yeminde bulunanların mehirleri de kocalarına iâde ediliyordu.[539] İnen âyet-i kerimede Ayrıca mü'minlere

-"Kâfir olan kadınlarınızı artık nikâhınız altında tutmayın" diye emrediliyordu. Bunun üzerine Hz. Ömer, o zamana kadar nikâhı altında bulunup Mekke'de oturan müşrik iki hanımını boşadı.[540]

 

Ebû Basîr, Kureyşlilerin Ticaret Yollarını Kesiyor

 

Peygamber Efendimizin, Hudeybiye'den Medine'ye dönüşü üzerinden pek fazla bir zaman geçmemişti.

 

Bu sırada İslâmiyetle müşerref olan Sakif Kabilesinden Ebû Basîr adındaki bir zat bir fırsatını bulup Mekke'den Medine'ye geldi. Üç gün sonra, onu istemek üzere Kureyşliler iki kişi gönderdiler. Bunlar Peygamber Efendimize,

-"Bize karşı imza ettiğin antlaşmayı hatırlatırız" diyerek Ebû Basîr'i geri istediler. Resûl-i Ekrem Efendimiz, anlaşma gereğince Ebû Basîr'i geri vermek zorundaydı. Ona,

-"Ey Ebû Basîr! Biliyorsun ki, biz şu Kureyşlilerle bir anlaşma yapmış ve onlara söz vermiş bulunuyoruz. Dinimize göre, verdiğimiz sözde durmamak bize yaraşmaz." Muhakkak Allah, sana ve senin gibi müşrikler içinde kalan Müslümanlara bir genişlik, bir çıkar yol yaratacaktır" deyip teselli verdi. Sonra onu gelen adamlara iâde etti.

Ebû Basîr,

-"Yâ Resûlallah! Bana işkence yapsınlar, beni dinimden döndürsünler diye mi müşriklere geri veriyorsun?" diye feryad etti. Resûl-i Ekrem, tekrar ona teselli verdi:

-"Sen git! Muhakkak Allah, sana ve senin gibilere bir çıkar yol yaratacaktır."[541]

 

Kureyş'in gönderdiği iki adam Ebû Basîr'i alarak Medine'den yola çıktılar. Zülhuleyfe'ye ulaştıklarında orada oturup beraber yemek yediler. Ebû Basîr her an onlardan nasıl kurtulabileceğini düşünüyordu. Önce onlarla yakınlık kurmak istedi. Bunun için kendileriyle sohbete başladı. Huneys adındakinin ismini, babasının kim olduğunu sorup, öğrendikten sonra,

-"Öyle zannediyorum ki, senin şu kılıcın oldukça keskindir" dedi.

Adam,

-"Evet," dedi,

"Oldukça keskindir."

Ebû Basîr gayet sakin ve emniyet verici bir tavırla,

-"Ona bir bakabilir miyim?" diye sordu.Huneys, "İstiyorsan, al bak" dedi. Ebû Basîr bulunmaz bir fırsatı yakalamıştı. Kılıcı kaptığı gibi Huneys'in üzerine yürüyüp işini bitirdi.[542]

Bunu gören diğer arkadaşı son sürat kaçarak Medine'ye geldi. Peygamber Efendimizin huzuruna çıktı,

-"Adamınız, arkadaşımı öldürdü. Ben ise elinden zor kurtuldum" diyerek Ebû Basîr'den dolayı şikayet etti.

Bu sırada Ebû Basîr de geldi,

-"Yâ Resûlallah! Sen, beni onlara teslim ile ahdini yerine getirmiş oldun. Şimdi, Allah beni onlardan kurtardı" diyerek bir daha müşriklere iâde edilmeyip Medine'de kalmayı istedi.

 

Ebû Basîr'in cesaret ve atılganlığına hayret eden Efendimiz, Sahabîlere hitaben,

-"Bu adam, harp kışkırtıcısı, kızıştırıcısıdır! Hele yanında, bir takım adamlar da bulunsa, artık elinden gelmeyecek iş yoktur"[543] buyurdu.

 

Bu sözler üzerine Ebû Basîr, tekrar Kureyşlilere iâde edileceği düşüncesine katıldı. İçinde yine feryatlar koptu.

 

Fakat Resûl-i Ekrem Efendimiz, onu Kureyşlilere tekrar geri vermediği gibi Medine'de kalmasına da müsaade etmedi.

-"Haydi çık, istediğin yere git" diyerek onu istediği yere gitmekte serbest bıraktı.[544]

 

Bunun üzerine Ebû Basîr de, Medine'den çıktı. Deniz sahilinden Mekke'den Şam'a giden yol üzerindeki Îs Vadisine gidip yerleşti. Mekke'de hapsedilmiş bulunan Müslümanlarla, îmânlarını gizleyenler bunu duyunca birer ikişer kaçarak Ebû Basîr'in yanında toplandılar. Kısa zamanda sayılan yetmişi buldu. Hattâ, etraftaki kabilelerden de katılanlarla birlikte bu sayı üç yüze çıktı.

 

Böylece Ebû Basîr, etrafında büyük bir kuvvet toplamış oluyordu. Kureyş'in Şam'a gönderdiği bütün ticaret kafilelerinin yolunu kesip, adamlarını öldürüyor ve mallarına da el koyuyorlardı.[545]

 

Kendilerini tehdit eden bu durum karşısında Kureyşliler Peygamber Efendimize derhal bir elçi gönderdiler. Elçinin Peygamberimize getirdiği mektupta şunlar yazılı idi:

-"Allah ve akrabalık aşkına! Sen, Ebû Basîr'in arkadaşlarına haber salsan ki, bundan böyle her kim, Medine'ye, senin yanına gelirse, o emniyet ve selâmettedir. O, geri çevrilmeyecektir." [546]

 

Kureyşin bu rica ve müracaatları üzerine Peygamber Efendimiz de Ebû Basîr ve yanından bulunan Müslümanları dâvet için Ebû Basîr'e bir mektup yazdı. Ebû Basîr o esnada ağır hasta idi. Resûl-i Ekrem Efendimizin mektubu kendisine ulaştığında son nefeslerini alıp veriyordu. Bu vaziyette mektubu eline aldı, yüzüne gözüne sürdü, Henüz tam okumadan da ruhunu teslim etti.

 

Ebû Cendel ve diğer Müslümanlar onun cenaze namazını kılıp defnettiler.[547] Daha sonra Ebû Cendel, diğer Müslümanları da yanına alarak Medine'ye Peygamberimizin yanına geldi.[548]

 

 

 

 

21 - Hayber Gazası

 

 

Hayber'in Fethi  (Hicrî:7, M.:628)

 

Hayber, Medîne-Şam yolu üzerinde, bol hurmalı, iç içe kalelerle çevrili, münbit arâzisi bulunan, çok mühim bir yerdi.

 

Hayber Yahûdîlerin elinde idi. Medîne'den çıkarılan Yahûdîlerin bir kısmı da, buraya gelip yerleşmişti. Burası, bütün Hicaz Yahûdîlerinin merkezi ve hisarlı bir kalesi durumunda idi. Bu Yahûdîler, İslâm'a karşı Mekkelileri dâimâ kışkırtmışlar, Hendek muhârebesini onlar tezgahlamışlardı. Ayrıca kendilerine yapılmış olan anlaşma tekliflerini de reddetmişlerdi. Medîne'ye hücum etmek için plân hazırlıyorlardı.

 

Rasûlü Ekrem, Hudeybiye Musâlahası'ndan bir ay sonra, hicretin 7.yılında, düşman harekete geçmeden, hazırlık safhasında olan düşmanı yatağında bastırmak gâyesiyle, 1400 piyade, 200 süvâri olmak üzere 1600 kişilik bir ordu ile Medîne'den yola çıktı. Medîne-Hayber arasında 150 kilometrelik yolu, üç günde katettiler. Yolda, Eshâbı Kirâm yüksek sesle bağırarak tekbir getiriyordu. Peygamber Efendimiz; "Yavaş söyleyiniz. Siz uzak veya sağır bir varlığa hitap etmiyorsunuz. Zât-ı Kibriya size çok yakındır." buyurdu.

 

Bu seferde Ümmü Seleme (r.a.) vâlidemiz de, Hz.Peygamberimizle beraberdi. Ayrıca, bâzı kadınlar da orduya iştirak etmişti. Peygamberimiz, onlara ne için geldiklerini sordu. Onlar da;

-"Askere yardım etmek, hastalara ilaç vermek, harp meydanında su dağıtmak için geliyoruz" dediler.

 

Peygamber Efendimiz, memnun oldu. Onlar, harp meydanında âdeta seyyar birer hastahâne vazîfesi gördüler. Ganîmetten kendilerine de hisse verildi.

 

Hayber'in, gâyet müstahkem yedi kalesi vardı. Bunlar Ketîbe, Naim, Şık, Gâmus, Nazaret, Sülâlim, Satîh adlarında idi.

 

Kalenin Muhasara Edilmesi

 

Yahûdîler, Hz.Peygamberimiz'in anlaşma tekliflerini reddederek harbe karar vermişlerdi. Reisleri olan Sellam bîni Mişkem harp emrini verdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, kaleyi muhâsara etti. Muhâsara günlerce sürdü. Fetih kolay olmadı. Yahûdîler çok iyi hazırlanmışlardı. Silahları da boldu. Bu harp, bir bakımdan şimdiye kadar yapılanların belki en şiddetlisi oluyordu. Kureyşliler de, Müslümanların gâlibiyetine ihtimal vermeyip, bu harbi büyük bir alâka ile tâkip ediyordu. Yahûdîler, bütün güçlerini ortaya koyuyorlardı. Satih ve Sülâlim kalelerine kadınları, Naim kalesine zâhireleri yerleştirmişlerdi.

 

Muhâsara iki haftaya vardığı halde, bir netice alınamamıştı. Bu arada, Katafan Yahûdîlerinin de kaledeki Yahûdîlere yardıma gelecekleri haberi gelmişti.

 

Peygamber Efendimiz, pek üzüldü. Kendine bir baş ağrısı ârız oldu. Hz.Ali'nin de bir gözü ağrıyordu. Katafanlılara bir birlik gönderildi. Onlar korktular gelemediler. İlk hedefi Naim kalesi teşkil ediyordu. Buraya yöneltilen hücumu, Mahmud ibn-i Mesleme idâre ediyordu. Hava sıcak olduğundan, Mahmud ibn-i Mesleme serinlemek için kale duvarı dibinde otururken, Yahûdî kumandanı Kinâne bîni Rebiğ (Hz.Safiye'nin eski kocası), Mahmud bîni Mesleme'nin başına bir taş yuvarlıyarak şehid etti. Harp uzuyor, çok çetin oluyor, bir türlü bitmiyordu. Peygamber Efendimiz, kaleyi feth için Hz.Ebû Bekr'i gönderdi. Fakat, muvaffak olunamadı. Daha sonra Hz.Ömer'i gönderdi. Yine muvaffak olunamadı. Yahûdîler, görülmedik bir direniş gösteriyor, yaptıkları huruc hareketleri ile onların kaleyi almalarını önlüyorlardı. Günler geçiyor, fetih bir türlü müyesser olmuyordu.

 

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz;

-"Bu sancağımı, yarın kaleyi kahır ve kahramanlıkla alacak, Allâh'ın ve Rasûlü'nün sevdiği bir bahâdıra vereceğim." buyurdu.

 

Sancağın Hz.Ali'ye Verilmesi

 

Herkes, acaba bu kim olacak diyorlardı ki Peygamberimiz Hz.Ali'yi sordu.

-"Gözü ağrıdığından, çadırındadır." dediler. Çağırttı. Mübârek elleriyle gözlerini mesh etti, sığadı. Bir mûcize-i Peygamberî olarak o anda göz ağrısı gitti. Gözü açıldı. Kendisine büyük bir teveccüh ile sancağı verip feth için kaleye gönderdi.

 

Hz.Ali, sancağı kaparak kaleye doğru koştu. Karşısına çıkan Yahûdîlerin başını uçurdu. Harp çok şiddetli oluyordu. Bir aralık Hz.Ali'nin kalkanı elinden fırlayıp düştü. O Allâh'ın arslanı, göğüsleyip kopardığı kale kapısını bir elinde kalkan gibi kullanarak, çarpışmağa devam etti. Nihâyet kale düştü. Hz.Ali, onu teslim aldı.

 

Hz.Ali'nin koparıp kalkan olarak kullandığı bu kale kapısını daha sonra yedi kişi uğraşmışlar, fakat yerinden kaldıramamışlardır.

 

Naim kalesi düştükten sonra, Hz. Ali kalelerin en kuvvetlisi olan Gamûs kalesine hücum etti. Bu kalenin kumandanı olan, Arapların bin cengâvere bedel dedikleri, meşhur Yahûdî kumandanı Merhab, silahlarını kuşanmış olduğu halde kendini metheden beyitler söyleyerek meydana atıldı.

 

Buna karşı Hz.Ali mübâreze meydanına kükremiş arslan gibi atıldı. O da, azgın Yahûdî kâfire şu mısralarla cevap veriyordu:

 

“Anam bana Haydar ismini vermiştir,

 

Ben, ormanların korkunç manzaralı arslanı gibiyim,

 

Kılıcımla sizi sendere kilesiyle kileler gibi yerim,

 

Mızrağımı kafirlerin karınlarına pek yaman saplarım.”

 

Hz.Ali, kılıncını onun tepesine indirerek o azgın Yahûdî’yi bir darbede yere serdi ve bihakkın Hayber Fâtihi ünvanını aldı.

 

Yahûdî kaleleri art arda düşüyordu ki, Satih ve Sülâlim kalelerindekiler, çâresiz kalıp sulh istediler. Neticede Müslümanlara geçen arâzide, yalnız çiftçi gibi oturmaları ve her sene kaldırılacak mahsulün yarısını Müslümanlara vermeleri şartıyla mürâcaatları kabul edildi. Hayber'in fethinden sonra, teslim olan Yahûdîlerin bâzıları burayı terketti. Bâzıları da, yapılan sulh neticesi orada kaldılar. Buranın ziraat ve mahsul işlerini idâre etmek için Abdullah ibn-i Revvâha vâli tâyin edildi.

 

Hayber kalesi fethedildiğinde, elde edilen ganîmet çok büyüktü. Binlerce eşya ele geçirildi. Hayber kalesinde, vaktiyle birçok kimsenin diline doladıkları, fakat bir türlü ele geçiremedikleri Yahûdîlerin gizli hazîneleri de bulundu. Gömülü olduğu yerden çıkarıldı. Katır derisinden bir tulum içerisinde ağzına kadar mücevherat dolu idi. Bu hazîne, Ali Hukayk'ın hazînesi idi. Bu hazîneden çıkan mücevherler onbin altın olarak kıymetlendirilmişti.

 

Teyma Yahudilerinin Cizye Vermeyi Kabul Etmesi

 

Medine ile Şam yolu üzerinde Hayber ile Tebük arasında bulunan Teyma mevkiinde de Yahudiler oturuyorlardı. Peygamber Efendimizin Hayber ve Vâdi'1 Kurâ'da yaptıklarını duymuşlardı. Bu sebeple İslâm ordusu buraya gelir gelmez, cizye vermeyi kabul ettiler. Dolayısıyla yurtlarından ayrılmamış, toprakları da ellerinden gitmemiş oldu.[549]

 

Hayber Fethinin Önemi

 

Hayberin fethi ile hemen hemen Arabistan'daki bütün Yahudiler İslâm devletine tâbi duruma gelmiş sayılıyordu. Daha evvel de,

 

Hudeybiye Sulhu ile müşriklerden gelebilecek herhangi bir tehlike önlenmiş bulunduğundan, bu fetih ile İslâmiyet büyük bir serbestiyet imkânına kavuşuyordu. Hudeybiye Anlaşmasıyla, müşriklerin, Yahudilerin yardımına koşmaları veya onlarla işbirliğine girişmeleri önlenirken, bu fetih ile de Yahudilerin Kureyş müşrikleriyle herhangi bir işbirliğine teşebbüsleri bertaraf edilmiş oluyordu. Ancak, ne müşriklerden Yahudilere, ne de Yahudilerden müşriklere bir ümit ışığı kalmıştı. Böylelikle Kureyş müşriklerinin Müslümanlara karşı her zaman kullanmayı düşündükleri bir kollarını kaybetmiş sayılıyorlardı.

 

Bu fetih etrafta da büyük akisler uyandırdı. Çünkü, Hayber'in çok kuvvetli kalelere sahip bulunduğu, buradaki Yahudilerin harp sanatını çok iyi bildikleri, harp malzemesi bakımından da üstün bir seviyede bulundukları, cesur adamlarının, yiğitlerinin oldukça fazla olduğu herkesçe biliniyordu.

 

Bütün bunlara rağmen, İslâm ordusu karşısında mağlup düşmeleri, hepsini korkutuyor, Müslümanların yenilmez bir güç halini aldıklarını bir kere daha anlıyorlardı. Nitekim Hayber fethinden sonra, civar kabileler teker teker kendi arzularıyla gelip İslâm hâkimiyetini kabul ederek boyun eğdiklerini bildirmişlerdir. Bu bakımdan Hayber'in fethi, İslâm tarihinde önemli bir yer işgal eder.

 

Harpte Müslümanlardan 15 kişi şehid oldu. Yahûdîlerden 93 kişi öldürüldü. Kalanlar teslim oldu.

 

Bir Yahûdî Kadının Peygamberimiz'i Zehirlemek İçin Yaptığı Sûikast

 

Yahûdîler, yenildikleri halde hâlâ düşmanlıklarını yapmak, yaymak ve sürdürmek istiyorlardı. O sırada, bir Yahûdî kadını Peygamberimiz'e, kızartılmış bir koyunu takdim ve hediye etti. (Bu koyun, zehir sanatını her milletten daha iyi bilen Yahûdîlerin, bütün ilimlerini kullanarak ölüm acılığına buladıkları, sûikast yemeği idi.)

 

Peygamber Efendimiz, onu yemek üzere Ashâbıyla sofraya oturdu. Bir parça aldıktan sonra ağzından çıkarıp attı ve koyunun zehirli olduğunu, yememelerini söyledi. Fakat, bundan bir lokma yutmuş olan Ashâbdan Bişr, kurtulamayarak öldü. Peygamber Efendimiz, zehrin te'sirinden kurtulmak için iki kürek kemiği arasından kan aldırdı.

 

Peygamber Efendimiz, yıllarca,

-"Hâlâ o Yahûdî kadının zehirleyip sunduğu koyun etinden ağzıma aldığım lokmanın acısını duyuyorum" dediği olmuştur. Zehiri veren Yahûdî kadını, vefât eden Ashâbın yerine idam edildi.

 

Peygamberimiz'in Hz.Safiye İle İzdivâcı

 

Esirler arasında, Yahûdî reislerinden Huyey'in kızı Safiyye bulunuyordu. Safiye'nin kocası, yine Yahûdî reislerinden Kinane bîni Rebiğ idi. Esir edildiğinde, Hz.Safiyye'nin yüzünün bir tarafı tokat beresi içinde idi. Bunun neden olduğu kendisine sorulduğunda;

-"Sizler kaleyi kuşattığınız gece ben bir rü'yâ gördüm. Şöyle ki; gökten bir ay indi ben onu kucakladım. Uyanınca kocama anlatmıştım. Canı sıkıldı. 'Sen, Hicaz beyi Muhammed'e varmak mı istiyorsun' diyerek, yüzüme bir tokat vurdu. Yüzümdeki bu kara bere ondandır." dedi.

 

O, Hayber içinde sözü geçen kadınlardan biri idi. Ashâbı Kirâm, ona dokunmadan, Rasûlü Ekrem'in yanına gelerek, bu kadının kendisine çok yakışacağını söylemişti. Rasûlü Ekrem de onların isteklerine uyarak, Safiyye'yi azad edip kendine zevce yaptı. Safiyye de buna çok sevindi. Mü'minlerin annelerinden biri olmak şerefine mazhar oldu. Hz.Safiye uzun zaman Rasûlü Ekrem'in yanında kalarak, O'na sadık bir zevce oldu.

 

Hz.Safiyye, daha sonraları vaktiyle cereyan etmiş şu hâdiseyi anlatırdı:

-"Ben, babamın ve amcam Ebî Yâser'in çok sevgili çocuğu idim. Her ikisi de beni kollarının arasından indirmezlerdi. Bu muâmeleyi de ancak bana yapıyorlardı. Vakta ki, Allah Rasûlü, Medîne'ye gelip Kuba'ya indi. Babam ve amcam güneş doğmadan evden çıktılar, güneş batınca eve geldiler. Her ikisinin de renkleri solmuş, üzüntülü oldukları belli oluyordu.

 

Ben, onlardan iltifat bekledim. Fakat, bana yüz vermediler. Amcam şöyle diyordu:

-"O mudur, O mudur?"

 

Babam dedi ki;

-"Evet O'dur."

 

Amcam;

-"O'nu tanıyor musun?" dedi.

 

Babam da;

-"Evet tanıyorum" dedi.

 

Amcam, devamla dedi ki:

-"Sende ne oldu?"

 

Babam da;

"Bende şiddetli bir düşmanlık meydana geldi" dedi.

 

Hz.Safiyye'nin, baba ve amcasının, Peygamber Efendimiz'i, tanımalarına rağmen, îman etmeyip mahrum olmaları yanında kendisine erişen lütuf ne büyüktür, değil mi?

 

Arabistan Yahûdîlerinin İtaatı

 

Hayber fethedildikten sonra, Peygamber Efendimiz, Fedek Yahûdîlerine haber göndererek, onlardan İslam hükümetine itaat etmelerini istedi. Onlar da, kan dökülmeden cizye vermeği kabul edip teslim oldular. Bunun gibi, Teyma Yahûdîleri de harpsiz cizye vermeği kabul ettiler. Huzur içinde memleketlerinde kaldılar. Vadilkurâ Yahûdîleri ise, İslam hükümetini dinlemeyip çarpışmağa kalkıştılar. Müslümanlar ağır basınca teslim oldular. Halkı ise yerlerinde bırakılıp Hayber'de yapıldığı gibi kendileri de vergi usulüne dâhil edildiler.

 

Böylelikle Arabistan'daki bütün Yahûdîlere boyun eğdirildi. Yahûdî meselesi hallolunca, şimalden gelecek tehlike önlendiği gibi müşriklerin de kolu, kanadı kırılmış oldu. Müşrikler, müslümanlara hücum için el uzatacak veya arkalarından sürükleyecek kimse bulamıyordu. Artık müslümanlardan korkmayan ve onların haberleri olmaksızın bir iş yapan kalmamıştı.

 

Hayber'in Fethi Esnâsında Teşrî Kılınan Hükümler

 

Pençeli yırtıcı hayvanların ve avlarını yakalayıp parçalayan vahşi hayvanların etinin yenmesi haram kılınmıştır.

 

Merkep ve katır etlerini yemek yasak edilmiştir

 

Harpte esir düşen kadınlarla üç ay geçmeden hemen münasebette bulunmak yasak edilmiştir. (Bu gibi kadınlara üç ay mühlet verilmesi, hâmileliklerinin anlaşılması içindir. Bu kadınlar hâmile iseler hâmillerini vaz edinceye kadar onlara yaklaşılmaması bildirilmiştir. Fıkıh kitaplarında buna, «istibra» denir.)

 

Altın ve gümüşü kıymetinden fazlası ile alıp satmak, yâni fâiz men olunmuştur.

 

Müt'a nikahı (muvakkat nikah) da Hayber'den sonra yasaklanmıştır.

 

Habeşistan Göçmenlerinin Dönüşü

 

Habeşistan'a hicret etmiş bulunan Müslümanların 16 kişilik son kafilesi de, Hayber'in fethi sırasında döndü. Başlarında Hz. Ali'nin kardeşi Câfer Tayyar vardı. Rasûlullah (a.s.) son derece memnun oldu.

 

-Hangisine sevineceğimi bilemiyorum, Hayber'in fethine mi, yoksa Câfer'in gelişine mi? buyurdu. Ganimetlerden onlara da hisse ayırdı.

 

 

 

22 - Gazve ve Seriyyelerin Sayısı

 

Gaza kelimesi lügat itibariyle Arapça'da "gazv" kökünden türetilmiştir. Gazv, lügatta düşmanla savaşmak üzere sefere çıkmak anlamına gelir. İslâm literatüründe bu kelime özellikle kâfirlere karşı savaşmak üzere girişilen faaliyet için bir ıstılah olarak kullanılmıştır.

 

Bir İslâm tarihi tabiri olarak "gazve" kelimesi ise biraz daha özel bir anlam ifade eder. İslâm tarihinde genellikle kabul edildiğine göre bizzat Peygamber efendimizin kendisinin katılarak ashabına komutanlık ettiği seferlere gazve adı verilmiştir. Bu birliğin sayısı az da olsa, çok da olsa, hareketin gayesi bir çarpışmayı gerçekleştirmek de olsa, başka bir gaye ile de birlik çıksa ve neticede savaş yapılsa da, yapılmasa da durum farketmez. Peygamber efendimizin bizzat katıldığı seferler böylece gazve diye adlandırılmıştır. Buna karşılık, çıkış gayesi ve sayısı ne olursa olsun Hz. Peygamber'in kendisinin bulunmadığı ve ashabdan bir zatın komutasında çıkardığı birliklere ise seriyye denilir.[550] Ancak bazı ilk dönem İslâm tarihçileri muhtemelen kelimenin kazandığı bu ıstılah manasını gözetmeksizin ve sırf lügat itibariyle ifade ettiği "kâfirler üzerine yapılan sefer" manasına itibar ederek, Peygamber efendimizin katılmadığı bazı seferlere de gazve adını vermişlerdir. Meselâ İbn Hişâm, Mûte Harbi'nden "Mûte Gazvesi" şeklinde bahseder.[551] Ancak bu isimlendirme, belirttiğimiz gibi kelimenin ıstılah manâsına göre değil, lügat anlamına göre verilmiş olsa gerektir.

 

Resulullah (a.s)’ın bizzat katıldığı son gazvesi Tebük olmuştur.

 

Hz.Peygamber (a.s)’ın ilk katıldığı Gazve Veddan Gazvesi’dir. Ondan sonra sırasıyla şu gazvelerden bulunmuştur:

Radva taraflarındaki Buvat,

Daha sonra el-Uşeyre,

Arkasından Kürz b. Cabir’i yakalamak amacıyla birinci Bedir,

Daha sonra Süleym oğulları Gazvesi,

Sevik gazvesi,

Gatafan Gazvesi,

Hicaz’da Bahran Gazvesi,

Uhud Gazvesi,

Hamrau’l-Esed Gazvesi,

Nadir oğulları Gazvesi,

Zatu’r-Rika Gazvesi,

Son Bedir Gazvesi,

Demtu’l-Cendel Gazvesi,

Hendek Gazvesi,

Kurayza oğulları Gazvesi,

Huzeyl’den Lihyan oğulları Gazvesi,

Zu-Kared Gazvesi,

Mustalık oğulları Gazvesi,

Hudeybiye Gazvesi,

Hayber Gazvesi,

Sonra Kaza Umresi,

Sonra da Mekke’nin Fethi Gazvesi,

Huneyn Gazvesi,

Taif Gazvesi,

Tebük Gazvesi.

Bunların dokuzunda fiilen savaşmıştır: Bedir, Uhud, Hendek, Kurayza, Mustalık, Hayber, Mekke’nin Fethi, Huneyn ve Taif.

 

Seriyyelerinin sayısında ise, ihtilaf vardır. Seriyye ile küçük birliklerin toplamı 35’tir, denildiği gibi, kırk sekiz diyenlerde vardır.[552] Her şeyin en iyisini Allah bilir.

 

 

 

23- Hükümdarlara Gönderilen Mektuplar

 

 

Hudeybiye’den dönüldükten sonra bütün insanlara ve cinlere Peygamber olarak gönderilen son peygamber Hz. Peygamber (a.s) tarafından, İslam dinine davet için etraftaki hükümdarlara gönderilmek üzere, Hicretin Yedinci senesi Muharrem ayında mektup yazıldı. Hükümdarlar Mühre itimat ettiklerinden, gümüşten bir mühür yaptırıldı. Üzerine "Muhammed Rasulullah" diye Kazıtıldı. Yazılan mektuplara bastırıldı. Her Mektubu götürmek için birer elçi seçildi ve gönderildi.

 

Necaşi, Yani Habes Sultani Bahr oğlu Ashama ya Amr bin Umeyye gönderildi

 

Necaşi Amr bin Umeyye ye layık olduğu ikramı yapmış ve gereken hürmeti göstermiştir. Ve kendiside Gizlice Müslüman olmuştur.

 

Rum Kayseri de Hz. Muhammed (as)’ın Mektubunu saygılı bir şekilde eline alıp yüzüne sürmüş ve Dıhye`ye pek çok hürmet edip bir çok hediyeler vermiştir.

 

Çünkü Rum Kayseri ile İran Kisra’sı arasında bir süredir sert çarpışmalar oluyordu. Önce Kisra üstün gelerek Suriye’yi almış ve bütün Arabistan’ı benimsemişti. İranlılar Müşrik olduğundan, bütün Ehli Kitabın düşmanı idiler. Rumlar ise Ehli Kitap olan Hıristiyan dininde bulunuyorlardı. İranlıların Rumlara üstün gelmesinden dolayı Kureyş Müşrikleri sevinmişler Müslümanlar ise üzülmüşlerdi.

 

Yemame Hükümdarı Hevze`ye Selit Amiri gönderilmişti. Hevze Mektubu alıp okuduğunda eğer Peygamber beni kendisine veliaht tayin ederse iman ederim demiş Peygamberimiz ise,

-"Ya Rabbi sen onun hakkından gel "diyerek dua etti ve kısa bir zaman sonra Hevze Kafir olarak ölmüştür.

 

Gassan Hükümdarına Suca Esedi (r.a) gönderilmiş Gassan Hükümdarı Ebu Simr Gassani gelen Mektubu yırtıp atmış ve,

-''İşte ben onun üzerine ordu gönderiyorum 'diyerek kötü muamelede bulunmuştu. Peygamberimiz bu haberi duyunca' Memleketi yok olsun' diyerek beddua etmiş, çok geçmeden Haris, küfür üzere ölerek cehennemi boylamıştı.

 

İran Kisra’sı Husrev Perhiz'e Abdullah bin Huzafe gönderilmişti. Hüsrev Perhiz Rasulullahın Mektubunu Hiddetlenerek yırtıp attı ve emrindekilere 'Şu hicaz tarafında peygamberlik davası güden adamı bana gönderin'' diye emretmiş fakat çok kısa bir süre sonra oda oğlunun baskınına uğrayıp öbür dünyayı boylamıştır.[553]

 

  وعن ابن عبّاسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنهما قال: ]حَدَّثَنِى أبُو سُفْيَانَ بْنُ حَرْبٍ قَالَ: اِنْطَلَقْتُ في الْمُدَّةِ الّتِي كَانَتْ بَيْنِي وَبَيْنَ رَسُولِ اللّهِ # الى الشَّامِ. فَبَيْنَا أنَا بِهَا إذْ جِئَ بِكَتَابٍ مِنَ النَّبِيِّ # الى هَرَقْلَ، جَاءَ بِهِ دِحْيَةُ الْكَلْبِيُّ فَدَفَعَهُ الى عَظِيمِ بُصْرَى، فَدَفَعَهُ الى عَظِيمُ الرُّومِ هِرَقْلَ. فَقَالَ هِرَقْلُ: هَلْ هُنَا أحَدٌ مِنْ قَوْمِ هذَا الرَّجُلِ الّذِى يَزْعُمُ أنَّهُ نَبِيُّ؟ قَالُوا: نَعَمْ. فَدُعِيتُ في نَفَرٍ مِنْ قُرَيْشٍ فَدَخَلْنَا عَلَيْهِ فَأجْلَسَنَا بَيْنَ يَدَيْهِ. فَقَالَ: أيُّكُمْ أقْرَبُ نَسَباً مَعَهُ؟ فَقُلْتُ: أنَا. فَأجْلَسَنِي بَيْنَ يَدَيْهِ، وأصْحَابِي خَلْفِي؛  ثُمَّ دَعَا بِتَرْجُمَانِهِ فَقَالَ: قُلْ لِهؤَُءِ: إنِّى سَائِلٌ هذَا عَنْ هَذا الرَّجُلِ الّذي يَزْعَمُ أنَّهُ نَبِيُّ فإنْ كَذَبَنِي فَكَذَّبُوهُ. قَالَ أبُو سُفْيَانَ: وَايْمُ اللّهِ لَوَْ أنْ يُؤْثَرَ عَليَّ الْكَذِبُ لَكَذَبْتُهُ. ثُمَّ قَالَ لِتَرْجُمَانِهِ: سَلْهُ، كَيْفَ نَسَبُهُ فِيكُمْ؟ قُلْتُ: هُوَ فِينَا ذُو نَسَبٍ. قَالَ: فَهَلْ كَانَ مِنْ آبَائِهِ مِنْ مَلِكٍ؟ قُلْتُ: َ. قَالَ: فَهَلْ كُنْتُمْ تَتَّهِمُونَهُ بِالْكَذِبِ قَبْلَ أنْ يَقُولَ مَا قَالَ. قُلْتُ: َ. قَالَ: فَهَلْ يَتَّبِعُهُ أشْرَافُ النَّاسِ أمْ ضُعَفَاؤُهُمْ. قُلْتُ: بَلْ ضُعَفُاؤُهُمْ. قَالَ: أيَزِيدُونَ أمْ يَنْقُصُونَ؟ قُلْتُ: َ، بَلْ يَزِيدُونَ قَالَ: هَلْ يَرْتَدُّ أحَدٌ عَنْ دِينِهِ بَعْدَ أنْ يَدْخُلَ فيهِ سَخَطَةً لَهُ؟ قُلْتُ: َ. قَالَ: فَهَلْ قَاتَلْتُمُوهُ؟ قُلْتُ: نَعَمْ. قَالَ: كَيْفَ كَانَ قِتَالُكُمْ إيَّاهُ؟ قُلْتُ: تَكُونَ الْحَرْبُ بَيْنَنَا وَبَيْنَهُ سِجَاً، يُصِيبُ مِنَّا وَنُصِيبُ مِنْهُ، قَالَ فَهَلْ يَغْدِرُ؟ قُلْتُ: َ ، وَنَحْنُ مِنْهُ في هذِهِ الْمُدَّةِ مَا نَدْرِي مَا هُوَ صَانِعٌ. قَالَ أبُو سُفْيَانَ: فَوَاللّهِ مَا أمْكَنَنِي مِنْ كَلِمَةٍ أُدْخِلُ فيهَا شَيْئاً غَيْرَ هذِهِ. قَالَ: فَهَلْ قالَ هذَا الْقَوْلَ أحَدٌ قَبْلَهُ؟ قُلْتُ: َ. فَقَالَ لِتَرْجُمَانِهِ: قُلْ لَهُ إنِّي سَألْتُكَ عَنْ نَسَبِهِ فِيكُمْ فَزَعَمْتَ أنَّهُ فِيكُمْ ذُو نَسَبٍ، وَكذلِكَ الرُّسُلُ تُبْعَثُ في أنْسَابِ قَوْمِهَا؛ وَسَألْتُكَ هَلْ كَانَ في آبَائِهِ مَلِكٌ؟ فَزَعَمْتَ أنْ َ. فَقُلْتُ: لَوْ كَانَ في آبَائِهِ مَلِكٌ، قُلْتُ: رَجُلٌ يَطْلُبُ مُلْكَ أبِيهِ، وَسَألْتُكَ عَنْ أتْبَاعِهِ: أضُعَفَاؤُهُمْ أمْ أشْرَافُهُمْ؟ فَقُلْتُ: بَلْ ضُعَفَاؤُهُمْ، وَهُمْ أتبَاعُ الرُّسُلِ؛ وَسأَلْتُكَ: هَلْ كُنْتُمْ تَتَّهِمُونَهُ بِالْكَذِبِ قَبْلَ أنْ يَقُولَ مَا قَالَ؟

 فَزَعَمْتَ أنْ َ فَعَرَفْتُ أنَّهُ لَمْ يَكُنْ لِيَدَعَ الْكَذِبَ على النَّاسِ وَيَكْذِبَ عَلى اللّهِ تعالى، وَسَأَلْتُكَ: هَلْ يَرْتَدُّ أحَدٌ مِنْهُمْ عَنْ دِينِهِ بَعْدَ أنْ يَدْخُلَ فيهِ سَخَطَةً لَهُ؟ فَزَعَمْتَ أنْ َ. فَكَذلِكَ ا“يمَانُ إذَا خَلَطَتْ بَشَاشَتُهُ الْقُلُوبَ؛ وَسَألْتُكَ: هَلْ يَزِيدُونَ أمْ يَنْقُصُونَ؟ فَزَعَمْتَ: أنَّهُمْ يَزِيدُونَ، وَكَذلِكَ أمْرُ ا“يمَانِ حَتّى يَتِمّ؛ وَسَألْتُكَ: هَلْ قَاتَلْتُمُوهُ؟ فَزَعَمْتَ أنَّكُمْ قَاتَلْتُمُوهُ، فَتَكُونُ الْحَرْبُ بَيْنَهُمْ سِجَاً، يَنَالُ مِنْكُمْ وَتَنَالُونَ مِنْهُ، وَكذلِكَ الرُّسُلُ تُبْتَلى، ثُمَّ تَكُونُ لَهُمُ الْعَاقِبَةُ، وَسَألْتُكَ هَلْ يَغْدِرُ؟ فَزَعَمْتَ أنَّهُ َ يَغْدِرُ، وَكذلِكَ الرُّسُلُ َ تَغْدِرُ؛ وَسَألْتُكَ هَلْ قَالَ هذَا الْقَوْلَ أحَدٌ قَبْلَهُ؟ فَزَعَمْتَ أنْ َ. فَقُلْتُ: لَوْ قَالَ هذَا الْقَوْلَ أحَدٌ قَبْلَهُ، قُلْتُ رَجُلٌ اِئْتَمَّ بِقَوْلِ قِيلَ قَبْلَهُ؛ ثُمَّ قَالَ: بِمَ يَأمُرُكُمْ؟ قُلْنَا: بِالصََّةِ وَالزَّكَاةِ وَالصِّلَةِ وَالْعفَافِ. فقَالَ إنْ يَكُ مَا تَقُولُ حَقّاً فإنَّهُ نَبِيٌّ، وَقَدْ كُنْتُ أعْلَمُ أنَّهُ خَارِجٌ، وَلَمْ أكُنْ أظُنُّهُ مِنْكُمْ، وَلَوْ أعْلَمُ أنِّى أخْلُصُ إلَيْهِ ‘حْبَبْتُ لِقَاءَهُ، وَلَوْ كُنْتُ عِنْدَهُ لَغَسَلْتُ عَنْ قَدَمَيْهِ، وَلَيَبْلُغَنَّ مُلْكَهُ مَا تَحْتَ قَدَمَيَّ، ثُمَّ دَعَا بِكِتَابِ رَسُولِ اللّهِ #، فَقَرَأهُ فإذَا فيهِ: بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ، مِنْ مُحَمّدٍ رَسُولِ اللّهِ إلى هِرَقْلَ عَظِيمِ الرُّومِ، سََمٌ عَلى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدَى. أمَّا بَعْدَ فَإنِّي أدْعُوكَ بِدِعَايَةِ ا“سَْمِ. أسْلَمْ تَسْلَمُ يُؤْتِكَ اللّهُ أجْرَكَ مَرَّتَيْنِ، فَإنْ تَوَلّيْتَ فَإنَّ عَلَيْكَ إثْمَ ا‘رِيسِيِّينَ، وَيَا أهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْا الى كَلِمَةٍ سَوَاءٍ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ أنْ َ نَعْبُدَ إَّ اللّهَ وََ نُشْرِكَ بِهِ شَيْئاً وََ يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضاً أرْبَاباً مِنْ دُونِ اللّهِ فَإنْ تَوَلَّوْا فَقُولُوا أشْهَدُوا بِأنَا مُسْلِمُونَ. فَلَمَّا فَرَغَ مِنْ قِرَأةِ الْكِتَابِ ارْتَفَعتِ ا‘صْوَاتُ عِنْدَهُ وَكَثُرَ اللُّغَطُ فَأمَرَ بِنَا فَأُخْرِجْنَا، فَقُلْتُ ‘صْحَابِي: لَقَدْ أُمِرَ أمْرُ ابْنِ أبِي كَبْشَةَ إنَّهُ لَيَخَافُهُ مَلِكُ بَني ا‘صْفَرِ. فَمَا زِلْتُ مُوقِناً بِأمْرِ رَسُولِ اللّهِ # أنَّهُ سَيَظْهَرُ حَتَّى أدْخَلَ اللّهُ عَلَيَّ ا“سَْمَ؛ وَدَعَا هِرَقْلُ جَمْعَهُ فَجَمَعَهُمْ في دَارٍ لَهُ. فَقَالَ: يَا مَعْشَرَ الرُّومِ، هَلْ لَكُمْ في الْفََحِ وَالرُّشْدِ الى آخِرِ ا‘بَدِ، وَأنْ يَثْبُتَ لَكُمْ مُلْكُكُمْ، فَحَاصَوا حَيْصَةَ حُمُرِ الْوَحْشِ الى ا‘بْوَابِ فَوَجَدُوهَا قَدْ أُغْلِقَتْ، فَدَعَاهُمْ، فقَالَ: إنَّمَا اخْتَبَرْتُ شِدَّتَكُمْ عَلى دِينِكُمْ، وَقَدْ رَأيْتُ مِنْكُمُ الّذِى أحْبَبْتُ، فَسَجَدُوا لَهُ وَرَضُوا عَنْهُ.

 

İbn-i Abbâs radiya'llâhu anhümâ'dan:

Şöyle demiştir: Ebû Süfyân b. Harb bana haber verdi ki gerek kendisiyle, gerek küffâr-ı Kureyş ile Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem'in (Hudeybiyye sulhiyle) akdeylediği mütâreke müddeti içinde ticâret için Şam'a giden bir Kureyş kâfilesi içinde bulunduğu sırada (Kayser-i Rûm) Hirakl tarafından da'vet olunmuş. Ebû Süfyân ile rüfekâsı Hirakl'in nezdine gelmişler. (O zaman) Hirakl ile etbâı, İlyâ (yâni Beytü'l-Makdis) de imiş. Uzemâ-yı Rûm, yanında iken Kayser bunları meclisine çağırmış. Huzûruna celb ve tercümânın gelmesini emretmiş. Tercümân:

-"Peygamberim diyen bu zâta neseben en yakın olan hanginizdir?" diye sormuş.

-Ebû Süfyân der ki

-"Neseben en yakınları benim." dedim. Bunun üzerine Hirakl:

-"Onu bana yakın getiriniz. Arkadaşlarını da yakına getiriniz. Lâkin arkasında dursunlar." dedi. Ondan sonra tercümânına dönüp dedi ki bunlara söyle, ben bu zât hakkında bu adamdan (bâzı şeyler soracağım. Bana yalan söylerse tekzîb etsinler.

-Ebû Süfyân der ki;

-"Va'llâhi arkadaşlarım yalanımı ötede beride söylerler diye utanmasaydım onun (yâni Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem) hakkında yalan uydururdum."

-Ondan sonra bana ilk sorduğu şu oldu:

-"Sizin içinizde nesebi nasıldır?"

-"Onun içimizde nesebi pek büyüktür." dedim.

-"Sizden bu sözü, ondan evvel söylemiş (yâni ondan evvel davây-ı nübüvvet etmiş) hiç kimse var mıydı?" dedi.

-"Yoktu." dedim.

-"Âbâ ve ecdâdı içinde hiçbir melik gelmiş midir?" dedi.

-"Hayır." dedim.

-"Ona tâbi' olanlar halkın eşrâfı mı, yoksa zuafâsı mıdır?" dedi.

-"Halkın (eşrâfı değil) zuafâsıdır." dedim.

-"Ona tâbi' olanlar artıyor mu, yoksa eksiliyor mu?" dedi.

-"Artıyorlar. (eksilmiyorlar)" dedim. İçlerinde onun dînine girdikten sonra beğenmemezlikten dolayı irtidâd eden var mıdır?" dedi.

-"Yoktur." dedim.

-"Şu dediğini demezden (yâni davetden) evvel hiç yalan ile ittihâm ettiğiniz var mıydı?" dedi.

-"Hayır." dedim.

-"Hiç gadreder mi?" (yâni nakz-ı ahd eder mi?)" dedi.

-"Hayır gadretmez, ancak biz şimdi onunla bir müddete kadar mütâreke hâlindeyiz. Bu müddet içinde ne yapacağını bilmiyoruz" dedim.

 

Ebû Süfyân der ki bana (kendiliğimden) bir şey katmağa imkân verecek bu sözden başkasını bulamadım.

-"Onunla hiç mukâtele ettiniz mi?" dedi.

-"Evet ettik." dedim.

-"Onunla mukâtelâtınız (ın netâyici) nasıldır?" dedi.

-"Aramızda (tâli-i) harb nöbet iledir. Kâh o bizi izrâr eder, kâh biz onu izrâr ederiz." dedim.

-"Peki, size ne emrediyor?" dedi.

-"Bize yalnız Allâh'a ibâdet ediniz, hiçbir şeyi O'na şerîk etmeyiniz. Dedelerinizin ibâdet ettiğini terkediniz diyor. Bize namazı, (sadakayı, yâni zekâtı), sıdk ve afâfı, sıla-i rahmi emrediyor." dedim. Bunun üzerine tercümâna dedi ki ona söyle, nesebini sordum. İçinizde âlî neseb olduğunu beyân ettin. Peygamberler de (zâten) böyle kavimlerinin (Ashâb-ı) nesebi içinden ba's olunur. İçinizden bu sözü ondan evvel söylemiş hiçbir kimse varmıydı? diye sordum. Hayır dedin. Ondan evvel bu sözü söylemiş bir kimse olaydı bu da kendisinden evvel söylenmiş bir söze peyrev ol(mak iste)muş bir kimsedir diyebilirdim diye düşünüyorum. Âbâ ve ecdâdı içinde hiç bir melik gelmiş midir? diye sordum. Hayır dedin. Âbâ ve ecdâdından bir melik olaydı bu da babasının mülkünü istirdâda çalışır bir kimsedir diye hükmederdim diyorum.

 

Bu davâsına kıyâm etmeden evvel onun bir yalanını tutmuş mu idiniz? diye sordum. Hayır dedin. Ben ise muhakkak bilirim ki (önceden) halka karşı yalan söylemeyi irtikâb etmemiş iken (sonradan) Allâh'a karşı yalan söylemeğe cür'et edemezdi. Ona tâbi' olanlar halkın eşrâfı mı, yoksa zuafâsı mıdır? diye sordum. Ona tebaiyyet edenlerin zuafâ-yı nâs olduğunu söyledin. Etbâ-ı rusul de (zâten) onlardır. Ona tâbi' olanlar artıyor mu, yoksa eksiliyor mu? diye sordum. Artıyorlar dedin. İmân keyfiyeti (ahkâmı) de tamâm oluncaya kadar hep bu minvâl üzere gider. İçlerinde onun dînine girdikten sonra beğenmemezlikten dolayı irtidâd eden var mıdır? diye sordum. Hayır dedin. Îmân da mûcib olduğu inşirâh, kalbe karışıp kökleşince böyle olur. Hiç gadreder mi? diye sordum. Hayır dedin. Peygamberler de böyledir. Gadretmezler. Size ne emrediyor? diye sordum. Yalnız Allâh'a ibâdet edip O'na hiçbir şeyi şerîk etmemeği size emrettiğini, ibâdet-i evsândan sizi nehyettiğini, kezâlik namaz (ve sadaka, zekât) ile, sıdk ve afâf ile emrettiğini söyledim.

 

Eğer bu dediklerin doğru ise şu ayaklarımın bastığı yerlere yakında (O Zât-ı Kerîm) mâlik olacaktır. Zâten bu Nebiyy-i Zî-Şân'ın zuhûr edeceğini bilirdim. Lâkin sizden olacağını tahmîn etmezdim. Onun nezdine varabileceğimi bilsem Zât-ı Şerîf'iyle mülâkât için her türlü zahmete katlanırdım. Yanında olaydım (arz-ı hizmet ederek) ayaklarını yıkardım. Ondan sonra Hirakl, Dihye (radiya'llâhu anh) vedâatiyle Busrâ emîrine gönderilen ve (onun tarafından da Kayser'e îsâl edilen) Mektûb-i Şerîf-i Risâlet-Penâhî'yi istedi. Getiren adam onu Hirakl'e verdi. O da okudu.[554]

 

Mektûb-i Şerîf:

 

¡é¨£ÜÛa ¡†¤j Ç §† £à z¢ß ¤å¡ß ¡áî¡y £ŠÛa ¡å¨à¤y £ŠÛa ¡é¨£ÜÛa ¡á¤¡2

¡å ß ó Ü Ç ¥â5  P ¡â뢣ŠÛa ¡áî¡Ä Ç  3¤Ó Š¡ç ó Û¡a ¡é¡Û좠‰  ë

¡â5¤¡üa ¡ò íb Ç ¡†¡2  Úì¢Ç¤… a ó¡£ã¡b Ï ¢†¤È 2 b £ß a P ô †¢è¤Ûa  É j £ma

 o¤î £Û ì m ¤æ¡b Ï P ¡å¤î m £Š ß  Ú Š¤u a ¢é¨£ÜÛa  Ù¡m¤ªì¢í ¤á Ü¤ m ¤á¡Ü¤ a P

a¤ì Ûb È m ¡lb n¡Ø¤Ûa  3¤ç a b í ë P  åî¡í¡Š î¤Ûa  á¤q¡a  Ù¤î Ü Ç  £æ¡b Ï

ü¡a  †¢j¤È ã ü ¤æ a ¤á¢Ø ä¤î 2  ë b ä ä¤î 2 §õa ì  §ò à¡Ü × ó Û¡a

b¦–¤È 2 b ä¢š¤È 2  ˆ¡‚ £n í ü ë b¦÷¤î ( ¡é¡2 ¤Ú¡Š¤'¢m ü ë  é¨£ÜÛa

a뢆 è¤(a aì¢Ûì¢Ô Ï a¤ì £Û ì m ¤æ¡b Ï ¡é¨£ÜÛa ¡æë¢… ¤å¡ß b¦2b 2¤‰ a

 æì¢à¡Ü¤¢ß b £ã b¡2

 

diye yazılmıştı ki Meâl-i Âlî'si şudur:

 

 ¡áî¡y £ŠÛa ¡å¨à¤y £ŠÛa ¡é¨£ÜÛa ¡á¤¡2

 

   Allâh'ın abdi ve Resûlü Muhammed'den (salla'llâhu aleyhi ve sellem Rûm'un büyüğü Hirakl'e (tarîk-ı reşâd ve) hidâyete ittibâ' edenlere selâm olsun. Ba'de-zâ seni da'vet-i İslâm ile (yâni Müslümanlığa) da'vet ederim. Dâire-i İslâm'a gir ki selâmette kalasın ve Allâhu Teâlâ sana ecrini iki kat versin. Eğer kabûl etmezsen (fakîr) çiftcilerin günâhı senin boynunadır.[555]

 

b ä ä¤î 2 §õa ì  §ò à¡Ü × ó Û¡a a¤ì Ûb È m ¡lb n¡Ø¤Ûa  3¤ç a b í  ë

b¦÷¤î ( ¡é¡2  Ú¡Š¤'¢ã ü ë  é¨£ÜÛa ü¡a  †¢j¤È ã ü ¤æ a ¤á¢Ø ä¤î 2  ë

¤æ¡b Ï ¡é¨£ÜÛa ¡æë¢… ¤å¡ß b¦2b 2¤‰ a b¦š¤È 2 b ä¢š¤È 2  ˆ¡‚ £n í ü ë

  æì¢à¡Ü¤¢ß b £ã b¡2 a뢆 è¤(a aì¢Ûì¢Ô Ï a¤ì £Û ì m

 

= Ebû Süfyân der ki: "Hirakl diyeceğini dedikten ve Mektûb-i Şerîf'in kırâatini bitirdikten sonra yanında gürültü çoğaldı. Sesler yükseldi. Biz de yanından çıkarıldık." (Arkadaşlarımla yalnız kalınca) onlara dedim ki İbn-i Ebî Kebşe'nin (yâni Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem'in) işi hakîkaten azamet peydâ ediyor. (Baksanıza) Benî Asfar Melik'i ondan korkuyor. Artık Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem'in gâlib geleceğine tâ Cenâb-ı Hak İslâm (ve inkıyâd) kalbime ithâl edinceye kadar yakînim ber-devâm oldu.[556]

 

İlyâ', yâni Beytü'l-Makdis sâhibi ve Hirakl'in dostu olup Şam Nasarâ'sına Piskopos ta'yîn edilen İbnü'n-Nâtür da Hirakl'den bahisle derdi ki: Hirakl Beytü'l-Makdis'e geldiği zaman (günün birinde) pek ziyâde gamnâk göründü. Patriklerinden (yâni ümerâsından) bâzıları ona,

-"Senin hâlini başka türlü görüyoruz." dediler.

- İbnü'n-Nâtür der ki: Hirakl Nücûma bakar, kehânete âşinâ bir kimse idi. Bu suâle ma'rûz kalınca onlara:

-"Bu gece nücûma baktığımda Hıtân Melik'ini zuhûr etmiş gördüm.

-Bu ümmet içinde sünnet olanlar kimlerdir?" diye sordu.

-"Yehûddan başka sünnet olan yoktur. Onlardan da sakın endîşe etme. Dâhil-i kalem-rûn olan şehirlere yaz, oradaki yahûdîleri katletsinler." dediler.

 

Derken Hirakl'in huzûruna Gassân Melik'i tarafından Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem'e dâir îsâl-i habere me'mûr olarak gönderilmiş bir adam getirdiler. Hirakl o adamdan havâdis alınca,

-"Gidin de bu adam sünnetli midir, değil midir? bakın." dedi.

Baktılar ve sünnetli olduğunu bildirdiler. Sonra gelen adamdan,

-"Kavm-i Arap sünnetli midir?" diye sordu.

-"Sünnet olurlar." cevâbını aldı.

Bunun üzerine Hirakl,

-"Bu ümmetin Melik'i işte zuhûr etmiştir." dedi.

Ondan sonra Hirakl Rûmiye'de (yâni Roma'da) ilimce kendi nazîri olan bir dostuna mektup yazıp Hıms'a gitti. Hıms'dan ayrılmadan o dostundan Hazret-i Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem'in zuhûr ettiği ve Zât-ı Şerîfinin Nebî olduğu hakkındaki re'yine muvâfık bir mektup geldi.

 

Müteâkıben Hirkal Hıms'da kâin bir kasrına uzamâ-yı Rûm'u da'vet ederek kapıların kapanmasını emretti. Sonra yüksek bir yere çıkıp,

-"Ey Rum cemâati, bu zâta bîat edip de felâh ve rüşde nâil olmayı ve mülkünüzün pâyidâr olmasını istemezmisiniz?" diye hitâb etti. (Cemâati) yaban eşekleri kadar sür'atle kapılara doğru kaçıştılarsa da kapıları kapanmış buldular. Hirakl bu derece nefretlerini görüp îmânlarından me'yûs olunca:

-"Bunları geri çevirin." diye emretti ve (onlara dönüp):

-"Deminki sözlerimi dîninize olan şiddet-i temessükünüzü öğrenmek için söyledim. (Bunu ise) gözümle gördüm." dedi.

 

Bu söz üzerine oradakiler rızâlarını, memnûniyetlerini beyân ile kendisine ta'zîmen secde ettiler. Hirakl (in îmâna da'vet olunması) hakkındaki haberin sonu da bundan ibârettir.[557]

 

 

 

24- Umretu'l- Kaza

 

Kazâ Umresi

 

Hicretin 7. senesi, Zilkâde ayı. (Milâdî 628.) Bu tarihten bir sene önce, Peygamber Efendimiz ve Ashab-ı Kiramın Kâbe'yi ziyaret edip umre yapmalarına, Kureyş müşrikleri mani olmuşlar ve imzalanan Hudeybiye Anlaşmasıyla Resûl-i Ekrem ve Müslümanların bu niyet ve arzularının tahakkuku bir sene sonraya bırakılmıştı.

 

Cenab-ı Hakkın yardımıyla Peygamber Efendimiz bu bir sene zarfında bir çok muzafferiyetler elde etmişti. Devrin hükümdarlarını İslâmdan haberdar etmiş ve onları İslâma dâvette bulunmuştu. Bunlardan bir kısmı İslâmiyetle müşerref olmuşlardı. Ayrıca Hayber'i fethederek, hemen hemen Arabistan Yarımadasında bulunan bütün Yahudileri tesirsiz hale getirmişti. Yine, İslâmiyetin gittikçe güç kazandığını, kuvvet elde ettiğini göstermek babında da bir çok kabilelere askeri birlikler göndererek onları itaat altına almıştı. Bütün bunlardan sonra, Kâbe'yi ziyaret ve umrenin yerine getirilmesi zamanı artık gelmiş bulunuyordu. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Zilkâde ayı girince, Ashabına umre için hazırlanmalarını emretti. Bu emre göre, Hudeybiye Seferine katılmış bulunanlardan hayatta olanların hiç biri geri kalmayacaktı.[558]

 

O sırada Medine'ye gelmiş kimsesiz ve yardıma muhtaç bir çok Müslüman vardı. Efendimize başvurarak,

-"Yâ Resûlallah! Bizim ne azığımız, ne de bizi doyuracak bir adamımız var" diyerek durumlarını arzettiler. Resûl-i Ekrem, ihtiyacı olanlara yardım etmelerini, onlara bakmalarını Medine halkına duyurdu. Bunun üzerine Ashab-ı Kiram,

-"Yâ Resûlallah" dediler,

"Biz, sadaka olarak neyi verelim? Verecek hiç bir şey bulamıyoruz ki."

Resûl-i Zişan Efendimiz,

-"Ne olursa, isterse yarım hurma olsun" buyurdu. Serveri Kâinat Efendimiz, yerine Uveyf bin Azbat'ı vekil tayin ederek, umre için hazırlanmış bulunan 2000 civarındaki Müslüman ile Medine'den Mekke'ye, Beytullaha doğru yola çıktı.[559]

 

Müslümanlar yanlarında altmış kurbanlık deve götürüyorlardı. Peygamber Efendimiz, kendi kurbanlık devesini bizzat mübarek elleriyle işaretlemişti. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ayrıca, Kureyş müşrikleri tarafından herhangi bir saldırı ve karşı koymaya maruz kalabilirler düşüncesiyle yüz at ve miğfer, zırh gömlek ve mızrak gibi harp silahları da almıştı. Halbuki, yapılan anlaşma gereği, beraberinde sadece yolculuk silahı sayılan kılıç olacak o da kınına sokulu vaziyette bulunacaktı. Öyle ise va'dinde hiç bir zaman hulf etmeyen Hz. Resûlullah neden böyle hareket ediyordu. Bu husus Sahabîlerin nazarından kaçmadı. Sordular:

-"Yâ Resûlallah! Müşriklerle, sadece kınına sokulu kılıçla geleceğine dâir ahdin vardı. Halbuki sen silah taşımaktasın?" dediler. Hz. Fahr-i Âlem, sebebini şöyle izah etti:

-"Biz, bu silahları Hareme, Kureyşlilerin yanına götürmeyeceğiz. Fakat her ihtimâle karşı yanımızda bulunduracağız!"[560]

 

Müslümanların kalbi heyecan ve sevinçle atıyordu. Muhacirlerin duydukları sevinç ve heyecan ise tarife sığacak gibi değildi. Yedi sene önce terk etmek zorunda kaldıkları baba ocağına kavuşacaklar, Kâbe-i Muazzamayı ziyaret edeceklerdi. Hepsinden de mühimi kendilerini hakir gören, kendilerine olmadık eziyet ve işkencelerde bulunan Kureyş müşriklerine İslâmın izzet, şeref, azamet ve haşmetini göstereceklerdi. Bu sebeple gönülleri heyecan doluydu.

 

Zülhuleyfe mevkiine varılınca Resûl-i Ekrem Efendimiz Muhammed bin Mesleme'nin kumandanlık ettiği süvarilerle birlikte silah yüklerini ve kurbanlık develeri önden gönderdi ve orada ihrama girdi.[561]

 

Artık, etraf Allah Resûlü ve Müslümanların telbiye sadalarıyla âdeta sarsılıyordu:

-"Lebbeyk Allahümme lebbeyk! "Lebbeyke lâ şerike leke lebbeyk!"İnnel hamde venni'mete leke ve'l-mülk! Lâ şerike leke."[562]

 

Önden giden Muhammed bin Mesleme komutasındaki yüz atlı birliği ve beraberinde götürdükleri silahlar, Merruzzehran mevkiinde müşriklerin bir kaç adamı tarafından görüldü.

-"Nedir bunlar?" diye sordular.

Muhammed bin Mesleme,

-"Resûlullah Aleyhisselâmın süvarileridir" dedi ve devam etti:

-"Kendileri de inşaallah yarın sabah burada olacaklardır."[563]

 

Adamlar şaşkına döndüler ve son sür'at yol alarak haberi Mekke'ye ulaştırdılar. Müşrikleri, bir korku ve telaş sardı. Ve

-"Muhammed üzerimize yürüyor" diyerek durumdan birbirlerini haberdar ettiler.

 

Gerçi Hz. Resûlullah Hendek Harbinden sonra,

-"Artık, onlar bizim üzerimize değil, biz onların üzerine yürüyeceğiz" buyurmuşlardı, ama bu sefer, o gaye ile tertip edilmiş değildi. Sadece, anlaşmada da belirtildiği gibi Kâbe'yi tavaf etmek, umrelerini yapmak maksadıyla yola çıkmışlardı.

 

Buna rağmen müşrikler fazlasıyla endişeye kapıldılar. Derhal Resûl-i Ekrem Efendimize işin gerçek mahiyetini öğrenmek için adamlarını gönderdiler. Telbiye sadalarıyla Zülhuleyfe'den ayrılan Peygamber Efendimiz, Müslümanlarla birlikte Merruzzehran'a geldi. Oradan bütün silahlarını Batn-ı Ye'cec mevkiine gönderdi. Silahları beklemek üzere de Evs bin Havlî başkanlığında iki yüz kişiyi vazifelendirdi. [564]

 

Daha sonra Peygamber Efendimiz, Ashabıyla yol alarak oradan Mekke'nin rahatlıkla görüldüğü Batn-ı Ye'cec mevkiine vardı.  Bu sırada Kureyş temsilcileri çıkıp geldi.

-"Yâ Muhammed," dediler,

"Herhalde sana, bizim küçük veya büyük herhangi bir hıyânetimiz, vefâsızlığımız haber verilmiş değildir. Buna rağmen, Hareme, kavminin yanına, böyle silahlı mı gireceksin?" Halbuki, oraya, yolcu silahı olan kınlarına sokulu kılıçlardan başka bir şeyle girmemek şartını kabullenmiştin?"Peygamber Efendimiz meseleyi şöyle izah etti:

-"Harem'e kınlarında sokulu kılıçlardan başka bir silahla girecek değiliz. Ben çocukluğumdan beri hayatımın her safhasında ancak verdiğim sözde durmakla, vefakârlıkla tanınmış, bilinmişimdir. Fakat, silahların bana yakın bir yerde bulunmasını isterim."

Kureyş baştemsilcisi Mikrez bin Hafs, aynı sözleri tasdik etti:

 

"Senden beklenen, sana yaraşan da iyilik ve vefakârlıktır."[565]

 

Durum, temsilciler tarafından süratle Kureyşlilere ulaştırıldı. İçlerini kemiren düşmanlık duygusunun eseri olarak, Müslümanların bu muhteşem sevinç ve nuranî bayramlarını yakından temaşa etmemek için, Kureyşliler Mekke'yi boşalttılar. [566]

 

Peygamber Efendimiz Mekke'de

 

Hz. Resûlallah, müstesnâ bir ihtişam ve vekarla devesi Kasvâ'nın üzerinde Mekke'ye girdi. Müslümanlar etrafında tecessüm etmiş nurdan yıldızları andırıyorlardı. Bu yıldızların arasında Server-i Kâinat Efendimiz bir güneş gibi parlıyordu. Tam bir intizam ve haşmet içinde adım adım Kâbe'yi Muazzamaya, Beytullaha yaklaşıyorlardı.

-"Lebbeyk Allahümme lebbeyk" nidâları Mekke'nin her tarafına yayılıyor, dağlar, taşlar bu nûranî sadaya cevap veriyorlardı. Müşrikler ise kuytu yerlerde, dağ başlarında âdeta bu ulvî sadaya kulaklarını tıkamış, bu haşmetli manzara karşısında gözlerini kapatmışlardı. Kasvâ'nın yuları şâir Abdullah bin Ravâha'nın elindeydi. Hz. Resûlullahın önünde gidiyor ve şu şiirini söylüyordu:

-"Ey kâfir oğulları, Resûlullahın yolundan çekiliniz!" Rahman olan Allah, onun Hak Peygamber olduğuna dâir âyetler indirdi.

-"Bütün hayır ve iyilik Allah Resûlünde ve onun yolundadır. En hayırlı, en şerefli ölüm de onun yolunda çarpışarak ölmektir!" [567]

 

Bu ulvî ve nurânî manzara arasında Resûl-i Ekrem ve Müslümanlar telbiyelerle Beytullaha vardılar. Resûl-i Ekrem, Mescid-i Harama girince, omuz ihramının bir ucunu sağ koltuğunun altına alıp, sol omuzunun üzerine atarak sağ omuzunu açtı ve,

-"Bugün, kendisini, şu şirk ehline kuvvetli ve zinde gösterecek kahramanları Allah rahmetiyle yarlığasın, esirgesin"[568]  buyurdu.

 

Sonra, Sahabîlere, Kâbe-i Muazzamayı üç kere koşa koşa ve omuzlarını silke silke tavaf etmelerini emretti.[569] Zira, Kureyş müşrikleri;

-"Yanımızdan çıkıp gittikten sonra Muhammed ve Ashabı hastalık ve yoksulluğa uğramıştır" diyerek dedikoduda bulunarak, bir nevi kendilerini teselli etmeye çalışıyorlardı. Cenab-ı Hak, bütün bu dedikodularını sevgili Resûlüne bildirdiği için, o da Ashab-ı Kirama güçlü ve kuvvetli görünmelerini emrediyordu.

 

Kâbe'yi Tavaf

 

Hâtemü'l-Enbiya Efendimiz Kasvâ'nın üzerinde idi. Kasvâ'nın yuları ise Abdullah bin Ravâha'nın elindeydi. Sahabîler de sağ omuzlarını açmış, tavaf için bekliyorlardı. Peygamberimiz, Hacerü'l-Esved'in yanına vardı ve elindeki değnekle dokunarak onu istilâm etti.  Sonra da değneği öptü. Ashab-ı Kiram da aynı şeyi yaptı.

 

Ashab-ı Güzin tavafın ilk üç devresinde Peygamberimizin emri gereği, hızlı hızlı ve çalımlı yürüdüler. Üç tavafı böylece tamamladılar. Abdullah bin Ravâha, hem Kâbe'yi tavaf ediyor, hem de şiir söylemeye devam ediyordu:

-"O Allah'ın ismiyle başlarım ki, dininden başka gerçek din yoktur Onun."

O Allah'ın ismiyle başlarım ki, Muhammed Resûlüdür Onun.

-"Çekilin, ey kâfir oğulları Resûlullahın yolundan!"[570]

 

Hz. Ömer, bu hareketinden hoşlanmadı:

-"Ey İbni Ravâha! Sen, Resûlullahın önünde, Allah'ın Hareminde bu şiiri söyleyip duracak mısın?" diyerek susmasını istedi.

Hz. Ömer'e, Resûl-i Zişân Efendimiz cevap verdi:

-"Ey Ömer! Ona manî olma! Vallahi, onun sözleri, bu Kureyş müşriklerine ok yağdırmaktan daha çok tesirlidir."[571]

Sonra da Abdullah bin Ravâha'ya dönerek,

-"Devam et! Devam et! Ey İbni Ravâha"[572] dedi. Aradan bir müddet geçtikten sonra Resûl-i Zişan Efendimiz, Abdullah bin Ravâha'ya şu duayı okumasını emretti:

-"Allah'tan başka İlâh ve Ma'bud yoktur! Bir olan Odur! Va'dini gerçekleştiren Odur! Bu kuluna nusret veren Odur! Askerlerine kuvvet veren Odur! Toplanmış bulunan kabileleri bozguna uğratan da yalnız Odur."[573]

 

Ashab-ı Kiramda Hz. Resûlullahın öğrettiği bu duayı hep bir ağızdan söylemeye başladılar.

 

 

Müşriklerin Şaşkınlığı

 

Yürekleri düşmanlık, hınç ve kıskançlık dolu müşrik ileri gelenleri, Hz. Resûlullah Efendimizle Ashab-ı Kiramı gözetlemek maksadıyla dağ başlarına çıkmışlardı. Müslümanların, koşa koşa ve omuzlarını silke silke Kâbe-i Muazzamayı üç kere tavaf ettiklerini görünce, şaşkınlık ve hayretlerini şöyle izhar ettiler:

-"Demek, Medine'nin humması, sıtması onları zâif düşürmemiş! "Baksanıza yürümeye kanaat etmeyip, silkine silkine koşuyorlar!"[574]

 

Peygamber Efendimiz, Kâbe'yi yedi kere tavaf ettikten sonra Makam-ı İbrahim'de iki rekât tavaf namazı kıldı. Daha sonra sa'y yapmak üzere Safa Tepesine çıktı. Yine devesi Kasvâ'nın üzerinde olduğu halde, Safâ ile Merve tepeleri arasında yedi kere sa'y yaptı. Merve'de sa'y tamamlandıktan sonra da kurbanların kesilmesine geçildi. Müslümanlar da Merve'de Hz. Resûlullah'la birlikte kurbanlarını kestiler. Yine burada Ashabdan Hıraş bin Ümeyye, Resûl-i Ekrem Efendimizin başını kazıdı. Sahabîler de başlarını tıraş ettiler.[575]

 

Böylece Hz. Fahr-i Âlem Efendimizin Hudeybiye seferinden önce, görmüş olduğu rüyâ aynen çıkmış oluyordu.

 

Hz. Bilâl'in Ezan Okuması

 

Umre tamamlandıktan sonra, Hz. Fahr-i Kâinat, Kâbe'nin içine girmek istedi. Ancak müşrikler,

-"Bu, anlaşmamızda yoktu" diyerek müsaade etmediler. Öğle vakti girmişti. Kâbe'ye girmesine müsaade edilmeyen Resûl-i Ekrem, Hz. Bilâl'e Kâbe'nin üzerine çıkarak öğle ezanını okumasını emretti. Peygamberimiz ve Müslümanlar, Hz. Bilâl'in yanık sesiyle okuduğu ezanı huşû ve huzur içinde dinlerken, müşrik ileri gelenleri tedirgin ve üzgün görünüyorlardı. Herbirinin ağzından nahoş laflar çıkıyordu. Ebû Cehil'in oğlu İkrime,

-"Allah, Ebû Cehil'e bu kölenin söylediğini işittirmemek ihsanında bulunmuştur" dedi.

Müşrik Safvan bin Ümeyye,

-"Şükür ki Allah, bunları görmeden babamı aldı, götürdü" diyerek tedirginliğini ifâde ediyordu. Halid bin Esîd ise, hadiseden duyduğu üzüntüyü,

-"Şükürler olsun Allah'a ki babamı öldürdü de, Bilâl'in Kâbe üzerine dikilip bağırdığı bu zamanı görmedi!" diyerek ifâde ediyordu.

 

Bu arada ezanı işitince hiç bir şey söylemeden yüzünü kapayanlar da görülüyordu.[576]

 

Onlar kin, düşmanlık ve kıskançlıklarından dolayı böyle çirkin lâflar ederken, Ashab-ı Kirâm ise saf bağlamış, âlemlerin Rabbi Allah'ın huzurunda el pençe namaza duruyorlardı. Öğle namazı burada edâ edildi.

 

Hz. Meynûne'nin Peygamberimize Nikahlanışı

 

Asıl ismi Berre olan Hz. Meymûne, Peygamber Efendimizin amcası Hz. Abbas'ın hanımı Ümmü'l-Fadl ile Hz. Câfer'in hanımı Esmâ'nın kızkardeşi idi. Kocasının ölümüyle dul kalmıştı.[577]

 

Hz. Abbas, Peygamber Efendimizin onu almasını arzu ediyordu. Bu nedenle Efendimizi her gördüğünde ondan medih ve takdirde bahsederdi.Son olarak Resûl-i Ekrem Efendimiz, umre için Medine'den yola çıkıp Cuhfe'ye gelip konduğu sırada, Hz. Abbas gidip orada kendisiyle buluşmuştu. O sırada Efendimize,

-"Yâ Resûlallah! Meymûne binti Hâris, dul kaldı. Onu kendine zevceliğe kabul buyursan olmaz mı?" diye teklifte bulundu.[578]

 

Peygamber Efendimiz de bu teklifi kabul etti. Resûl-i Ekrem henüz Mekke'den ayrılmamıştı. Hz. Resûlullahın kendisine dünür olduğu haberini devesinin üzerinde iken alan Hz. Meymûne,

-"Deve de, üzerindeki de Resûlullah Aleyhisselâmındır" diyerek memnuniyet ve sevincini açıkladı.[579]

 

Hz. Abbas da bunun üzerine, Peygamberimizden dört yüz dirhem mehir alarak Hz. Meymûne'yi ona nikâhladı.[580]

 

Peygamber Efendimizin (a.s.), Hz. Meymûne ile evlenmesinden Kureyş müşrikleriyle arasında bulunan gerginliği bir derece yumuşatmak maksadını güttüğü de söylenebilir. Zirâ, bir müddet daha kalıp Kureyşlilerle konuşma fırsatını elde etmek için bunu vesile kılmak istediğini görüyoruz. Hudeybiye Muâhedesine göre tesbit edilen kalma müddeti üç gündü. Üç gün dolunca Efendimiz, Kureyş ileri gelenlerine şöyle bir teklifte bulundu:

-"İsterseniz, âilemle evlenme merasimi yapmak üzere burada üç gün daha kalayım ve teptipleyeceğim düğün ziyafetine sizi de dâvet edeyim."

 

Fakat, Kureyş ileri gelenleri bunu kabul etmediler. Temsilci göndererek, Peygamberimizden Mekke'den çıkıp gitmesini istediler.O sırada Efendimizin yanında Medineli Müslümanların ileri gelenlerinden Sa'd bin Ubâde vardı. Kureyş temsilcilerinin Resûl-i Kibriyâ Efendimize sert konuştuklarına tahammül edemedi ve onlardan biri olan Süheyl bir Amr'a şöyle çıkıştı:

-"Burası ne senin, ne de babanın toprağıdır." Vallahi, Resûlullah Aleyhisselâm buradan ancak anlaşma hükmü gereği kendi rızasıyla çıkar. Yoksa zorla çıkıp gitmez.

-"Bunun üzerine Kureyş'in iki temsilcisi seslerini kestiler. Peygamber Efendimiz ise bu manzaraya tebessüm buyurdular.[581]

 

Mekke'de Kalma Müddeti Dolunca

 

Hudeybiye Anlaşması gereğince, Mekke'de kalma müddeti olarak tayin edilen üç gün dolmuştu. Hayatı boyunca düşmanı ile dahi ahdini bozmamış bulunan Hz. Fahr-i Âlem Efendimiz, gönülden kalmayı arzu ettiği halde, ahdine ters düşmemek için Mekke'yi, Kâbe-i Muazzamayı terk etmek zorunda kalıyordu. Aslında bu bir mânâda uzaklaşmak değil, Mekke'yi fethetme zamanına gün be gün yaklaşmaktı. Bundan sonraki her gün, her saat Mekke'nin fethini, onunla birlikte gönüllerin fethini de yakınlaştıracaktı.

 

Bu üç gün zarfında Müslümanlar, Mekke'deki bir çok akrabalarıyla görüşme imkânına da kavuşmuşlardı. İman hakikatlarını ve İslâm ahlâkının güzellik, yücelik, nezaket ve nezahetini dürüst davranışlarıyla ortaya koyma fırsatını bulmuşlardı. Doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu müşriklerin de gözleri önünde nuranî bir manzara halinde sergilemişlerdi. Bunun neticesinde müşrik azılıları hariç, halktan bir çok kimsenin gönlünde iman ve İslâma karşı sıcak bir ilgi, samimi bir istek uyanmıştı. Âdeta, Mekke fethedilmeden evvel, halkından bir çoğunun gönlü fethe hazır hale gelmişti. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ashabıyla Mekke'den ayrıldığı sırada arkasından mâsum bir ses duydu:

-"Amca! Amca!" Dönüp baktılar. Sesin sahibi şehidlerin efendisi Hz. Hamza'nın biricik kızı Ümâme idi. Mekke'de bulunuyordu. Sesinde bir imdat, bir,

-"Beni kurtarın bu şirk diyarından" ifâdesi ve mânası vardı. Ve sanki, Bütün Mekke, bir ağız olmuş,

-"Beni bırakma" diye bu biricik yavruyla birlikte imdat diliyordu. Kalbi, şefkat ve merhamet deryasını andıran Resûl-i Ekrem, döndü, minicik yavrunun elinden tutup Medine'ye beraberinde getirdi.[582]

 

Resûl-i Ekrem Efendimiz Ashabıyla Mekke'den ayrıldıktan sonra Serif mevkiinde konakladı. Orada Hz. Meymûne ile evlendi.[583]

 

Medine'ye Dönüş

 

Peygamber Efendimiz, akşamleyin Şerif'ten ayrılıp geceleri yola devam etti. Zilhicce ayı içinde Medine'ye geldi.[584]

 

Hz. Hamza'nın Selma binti Ümeys'ten doğan kızı Ümâme, Mekke'ye getirilince üzerinde münakaşa çıktı. Peygamber Efendimiz, Hz. Zeyd bin Hârise ile Hz. Hamza'yı birbirine kardeş yapmıştı. Hz. Zeyd buna istinaden şehâdetlerinden sonra Hz. Hamza'nın çocuklarının velisi ve vasisi kendisi olduğunu söyledi ve,

-"Kardeşimin kızını görüp gözetmeye, ben daha lâyık ve haklıyım" dedi.

Hz. Câfer bunu duyunca hemen itiraz etti:

-"Teyze de bir annedir. Hanımım Esmâ binti Ümeys, Ümâme'nin teyzesidir. Bu bakımdan onu görüp gözetmeye ben daha lâyık ve haklıyım."

 

Hz. Ali ise buna kendisinin daha lâyık olduğunu iddia etti.

-"Amcamın kızını müşriklerin arasından çıkarıp getiren benim" dedi.

-"Siz ona, neseben benim kadar yakın değilsiniz. Onu görüp gözetmeye ben, sizden daha haklı ve lâyıkım!"

Meseleyi neticeye bağlamak Hz. Resûlullaha kalmıştı,

-"Ey Zeyd! Sen, Allah'ın ve Resûlünün dostusun." Ey Ali! Sen de benim kardeşim ve arkadaşımsım." Ey Câfer! Sen de bana yaratılış ve huyca en çok benzeyensin" dedikten sonra şu kararı verdi:

-"Ey Câfer! Ümâme'yi görüp gözetmeye, sen daha lâyık ve haklısın! Çünkü; onun teyzesiyle evli bulunuyorsun. Kadın ne teyzesi, ne de halası üzerine nikâhlanıp gelemez! "[585]

 

Hz. Resûlullah bu hükmü verince, Hz. Câfer sevincinden birden ayağa kalktı. Peygamber Efendimizin çevresinde tek ayak üzerinde seke seke yürümeğe başladı.

Resûl-i Ekrem,

-"Ey Câfer! Nedir bu yaptığın?" diye sorunca,

Hz. Câfer şöyle izah etti:

-"Yâ Resûlallah! Habeşliler, sevinçlerinden, krallarına böyle yaparlardı. Necaşî de bir kimseden hoşlandı mı kalkıp böyle hareket ederdi."[586]

 

 

 

25- Mu'te Savaşı

 

 

Mu'te Muhârebesi (Hicrî:8, M.:629)

 

Mu'te, Şam civarında bir yerdir. Hicretin sekizinci senesinde, Müslümanlar ile Rumlar (Bizans) arasında ilk muhârebe burada olmuştur.

 

Peygamber Efendimiz'in meliklere, devlet idârecilerine gönderdiği elçiler ağırlanıyor, hediyelerle geri gönderiliyorlardı. Bunlardan, Rumlara (Bizans'a) bağlı Basra melikine (idârecisine) elçi olarak gönderilen Hâris ibn-i Umeyr ve arkadaşları, diğer elçilerin gördüğü hoş karşılanma ve iyi muâmelenin aksine, sûikasta mâruz kaldı. Bu beldenin, Şurahbil adındaki idârecisi, kendisine gönderilen Hâris başkanlığındaki elçiler heyetini şehîd etti. İçlerinden ancak bir kişi kaçıp kurtulabildi. Durumu gelip Rasûlüllâh'a haber verdi.

 

Rasûlü Ekrem, elçilerinin öldürülmesine çok üzülmüştü. Başka hiç kimse elçilere dokunmadığı halde, onların elçiyi öldürmeleri çirkin bir tecâvüzdü. Devletler hukukuna aykırı bir hareketti.

 

Bunun üzerine, Zeyd ibn-i Hâris kumandanlığında 3000 kişilik bir ordu hazırlandı. Sancak Zeyd'e verildi. Zeyd, âzad edilmiş bir köle idi. Ashâbın ulularının bulunduğu bir ordunun başına O'nun kumandan getirilmesi, İslâm’ın getirdiği müsâvaatın bir örneğidir. İslâm’da rütbe ve şahıs farkının olmayıp şeref ve mezâyaada eşitliğin bir örneğidir. Bu, eşitlik prensibinin tatbikatıdır. Prensipler mücerret halde kalırsa, bir şey kazandırmazlar, kuru laftan ibâret kalır.

 

Hz.Peygamberimiz, sancağı Zeyd'e teslim ederken şöyle dedi:

-"Eğer, Zeyd şehid olursa yerine Câfer ibn-i Ebi Tâlib geçsin. O da şehid olursa yerine Abdullah ibn-i Revvaha geçsin. O da şehid olursa vakit geçirmeden, aranızdan bir kumandan seçin."

 

Rasûlü Ekrem, orduyu Medîne dışındaki Seniyyet'ül Vedağ mevkiine kadar uğurladı. Son olarak, kendilerine tenbihatta bulunarak; "Allâh'ın ismiyle, Allâh'ın düşmanlarıyla ve düşmanlarınızla harp ediniz. Yolda nefislerini Allâh'a vermiş insanlar bulacaksınız, onlarla dövüşmeyin. Kadınları, çocukları ve ihtiyarları öldürmeyin. Ağaçları kesmeyin. Binaları yıkmayın." buyurdu.

 

Şurahbil, Müslümanların kendisine doğru geldiğini öğrenince tedbirlerini almağa başladı. Kendi kuvvetlerini kâfi görmeyerek, Bizans hükümdarı Kayser'den yardım ve takviye kuvveti istedi. Şam'da bulunan Rumlar ve onlara tâbi olan Araplar, Müslümanlara karşı koymak için çelik elbiseli ve silahlı 200,000 kişilik bir ordu meydana getirmişlerdi.

 

Muhârebenin Başlaması

 

Müslümanlar, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra, Mu'te denilen bölgeye gelmişlerdi. Rumları, tahminlerin fevkinde, çok kalabalık bir halde toplanmış buldular. Bu durumda Müslümanlar, tereddüte düştü.

-"Allah Rasûlü'nden takviye kuvveti mi istensin yoksa harbe gidilsin mi?" gibi ihtimaller tartışıldı.

 

Abdullah ibn-i Revvâha şöyle dedi:

-"Ey kavim! Biz niçin çıktık? Biz, ya kahramanca dövüşerek şan kazanırız, yahut, Hak uğrunda şehid oluruz. Her ikisi de bizim için hayırlıdır. Yâ zafer, yâ şehidlik...".

 

Bu hâl ordunun çok hoşuna gitti. Bunun üzerine harbe atıldılar. Zeyd ibn-i Hâris ordunun kumandanı, bütün Müslümanlar O'nun çevresinde kılınç sallıyorlardı. Zeyd (ra), kendisine verilen vazîfenin kutsallığını biliyor, olanca gücüyle savaşıyordu. Ama, atılan mızraklardan biri O'nu gelip bulmuştu. Yere yıkıldığı zaman, sancak hâlâ elinde idi. Onu bir türlü bırakmak istemiyordu ve şöyle diyordu:

-"Ey güzel cennet! O'na yaklaşmak ne iyi, O'nun şerbeti ne kadar tatlı ve güzeldir!"

 

Daha sonra sancağı Câfer ibn-i Ebi Tâlib aldı. Câfer (ra), elindeki sancağı canı gibi kolluyordu. Düşman her yerden O'nu kuşatmıştı. Yılmadan düşmanla dövüşmeğe devam ediyordu. Nihâyet, atından inip kılıncını çekerek nefsini koruyor, bu arada birçok kelleleri de uçuruyordu. Sancak sağ elinde idi. Müşriklerden biri ansızın Câfer (ra)'ın elini kesti. Câfer (ra) diğer eliyle onu hakladıktan sonra sancağı sol eline aldı. Bir başka müşrik, sol elini de kesince, sancağı kolları arasına aldı. Sayısız yara alan Câfer (ra) şehid oldu.

 

Daha sonra sancağı, Abdullah ibn-i Revvaha alarak düşmanın üzerine hücum etti. Düşman saflarını yardı ve düştü. Üzerine çullanan kafirler tarafından şehîd edildi. O şehid olunca Müslümanların ordusu dağılmağa başlamıştı ki Utbe ibn-i Amr ordunun önüne geçerek şöyle seslendi:

-"Ey Kavim! İnsanın zulmetle ölmesinden düşman karşısında ölmesi daha hayırlıdır."

 

Hz.Hâlid ibn-i Velid'in Kumandan Oluşu ve Harp Dehâsı

 

Abdullah ibn-i Revvaha şehid olunca sancağı Sabit ibn-i Akram almıştı. Sabit sancağı alır almaz mücâhitlerin önüne geçerek yere dikti.

-"Ey insanlar! Ey Ensar hânedanı! Bana doğru geliniz." diye seslendi.

 

Müslümanlar her taraftan O'nun etrafında toplandılar.

 

Sabit;

-"Ey Müslümanlar cemâatı! Siz, içinizden birini kendinize seçiniz ve O'nun çevresinde toplanınız" dedi.

 

Mücahitler;

-"Biz seni kumandan seçtik, sana razıyız" dediler.

 

Sabit ibn-i Akram;

-"Ben bu işi yapamam" dedi.

Hâlid ibn-i Velid'e bakarak;

-"Ey Ebû Süleyman al şu sancağı" dedi.

 

Hâlid ibn-i Velid;

-"Ben bu sancağı senden alamam, sen buna benden daha lâyıksın. Çünkü daha yaşlısın ve Bedir harbinde bulunanlardansın."

 

Sabit ibn-i Akram;

-"Ben bu sancağı ancak sana vermek için aldım." dedi ve Hâlid ibn-i Velid'in vereceği cevabı beklemeden hemen oradaki Müslümanlara dönerek;

-"Hâlid'i kumandan seçmek hakkında görüş ve söz birliği ediyor musunuz?" diye sordu.

 

Bütün Müslümanlar hep birlikte;

-"Evet" dediler.

 

Müslümanlar, Hâlid ibn-i Velid hakkında, böyle görüş ve söz birliğine varınca Hâlid ibn-i Velid sancağı alıp, hemen ordusuna çeki düzen verdi. Bundan sonra bozulan ordu Hâlid ibn-i Velid'in etrafında toplanmağa başladı. Hz.Hâlid, harp dehâsıyla üçbin kişiyi, 200 bin kişiye karşı toparladı. Müslümanların dağılmasını önledi ve cepheyi tuttu. O gün vaziyeti bu şekilde muhafaza etti. Karanlık bastığında askerlerin yerlerini değiştirdi. Okçuların yerlerini başka yere, başka yerdeki Müslümanları okçuların yerine, öndekileri arkaya, arkadakileri öne, sol cenahtakileri sağ cenaha, sağ cenahtakileri sol cenaha, sağdakilerin bir kısmını da tepenin arkasına, pusuya yerleştirdi.

 

Ertesi gün, muhârebe tekrar başladı. Düşman, tanımadığı askerleri karşılarında görünce yeni kuvvetler geldiğini zannederek morelman çöktü. Geri çekilmeğe başladılar. Artık, 200 bin kişilik müşrik ordusu bozulmağa, çil yavrusu gibi kaçışmağa başlamıştı. Hz.Hâlid ve ordu onları tâkip etmeğe başladı. Hâlid ibn-i Velid'in maksadı, Müslümanları buradan sağ sâlim kurtarmaktan ibâretti. Yoksa onları tamamen ortadan kaldırmağa imkan yoktu.

 

Hz.Hâlid'in sahraya doğru gideceğini zanneden düşman, harp meydanını tamamen terketmek zorunda kaldı. Böylece Hz.Hâlid'in harp taktiği ile Müslümanlar zafere kavuşmuş oluyordu.

 

Mu'te'de, bu şiddetli muhârebeler vukua gelirken, bir mûcize olarak, Peygamber Efendimiz manzarayı gözü önünde gibi görüyor ve Eshâbına olup bitenleri haber veriyordu. Duruma mânen muttali olan Rasûlü Ekrem, mescidinde Ashâbına durumu açıklayarak;

-"Zeyd ibn-i Hâris şehid oldu, Câfer ibn-i Ebi Talib de şehid oldu, daha sonra Abdullah ibn-i Revvâha da şehid oldu. Hâlid ibn-i Velid şu anda kumandanlığı eline aldı." deyince bütün Eshâbın yüzü güldü. Çünkü onun, harp sanatını herkesten güzel bildiğini biliyorlardı.

 

Bu harpte ilk şehid Zeyd idi. Rasûlüllah, Zeyd'in kızını görünce gözyaşlarını tutamadı. Zeyd'in kızı O'na;

-"Yâ Rasûlellah! Sen de mi ağlıyorsun?" deyince,

 

Rasûlüllah;

-"Bu, dostun dost için gözyaşı dökmesidir." buyurdu.

 

Peygamber Efendimiz, Câfer (ra)'ın ölümüne çok üzüldü. Bu musîbetli günlerinde, Câfer âilesine yemek yapıp göndermelerini kendi âilesine tembih etti. Böylece musîbetli günlerde Müslümanların komşularına bakıp gözetmeleri buradan kaldı.

 

Rasûlü Ekrem, Câfer (r.a) için şöyle buyurmuştu:

-"Onun kesilen iki eline karşılık, Cenâb-u Hakk O'na iki kanat verdi. Gördüm ki melekler ile birlikte uçuyordu."[587]

 

Bundan dolayı, kendisine Câferi Tayyar dendi.

 

Medine'ye Dönüş

 

Hz. Halid, Allah'ın yardımıyla mahv olmaktan kurtardığı ordusuyla Medine'ye doğru yola koyuldu. Düşman ise, şaşkın şaşkın seyretmekle yetiniyordu. Sanki oldukları yerde çivilenmişlerdi. İslâm ordusunu takip etme cesaretini bulamamaları elbette kendileri hesabına büyük bir hezimetti. Mücahidler Medine'ye parlak bir zafer kazanmanın vakar ve haşmetiyle yaklaşıyorlardı. Bu arada mücahidlerden Ya'lâ bin Ümeyye önden giderek, henüz ordu Medine'ye varmadan Hz. Resûlullahın huzuruna çıktı. Olup bitenleri anlatmak isteyince Resûl-i Kibriyâ,

-"İstersen ben olup bitenleri sana anlatayım" buyurdu ve harp safahatını olduğu gibi anlattı. Bu mucize karşısında Hz. Ya'lâ şöyle dedi:

-"Seni hak din ve kitapla peygamber gönderen Allah'a yemin ederim ki, sen mücahidlerin hâdiselerinden anlatmadık bir harf bile bırakmadın."[588]

 

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ise,

-"Allah aradaki mesafeyi ortadan kaldırdı. Ben de savaş meydanını gözlerimle gördüm"[589] buyurdu.

 

Hz. Câfer'in Mü'te'de şehid olduğu gündü. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz harbin safahatını anlatıp, üç kumandanın şehid olduğunu Ashab-ı Kirama haber verdikten sonra, Hz. Câfer'in evine gitti. Hz. Câfer'in hanımı Esmâ binti Ümeys her şeyden habersiz işleriyle meşguldü. Çocuklarının yüzlerini tertemiz yıkamış, başlarını taramıştı. Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.),

-"Ey Esmâ, Câfer'in oğulları nerede?" diye sordu. Hz. Esmâ'nın hâlâ bir şeyden haberi yoktu. Çocukları çok seven Hz. Resûlullahın bu isteği altında herhangi bir mânâ aramadı. Oğullarını tutup yanına getirdi. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz onları bağrına bastı. Öptü, kokladı. Bu esnada kendisini zaptedemeyerek gözlerinden yaşlar akmaya başladı.

 

İşte o anda Hz. Esmâ'nın yüreği dağlanır gibi oldu.

-"Yâ Resûlallah," dedi, "anam, babam sana fedâ olsun, sen ne için ağlıyorsun? Yoksa Câfer ve arkadaşlarından sana acı bir haber mi erişti?" [590]

 

Hz. Resûlullah acı gerçeği teessür içinde haber verdi,

-"Evet onlar bugün şehid oldular!"[591]

 

Hz. Esmâ'nın gözlerinden bir anda yaşlar seller gibi boşanmaya başladı. Kadınlar başına toplandılar. Hz. Resûlullahın ona emri şu oldu:

-"Ey Esmâ! Ağzından uygunsuz ve kaba bir söz kaçırma ve göğsünü de dövme!"[592]

 

Daha sonra Efendimiz Hâne-i Saadetine geldi. Zevcelerine,

-"Câfer âilesi için yemek yapmayı ihmal etmeyiniz" buyurdu. Bunun üzerine Hz. Câfer'in ev halkına üç gün yemek yapılıp yedirildi. İslâmda ölünün ev halkı için yapılan ilk yemek budur. Peygamber Efendimiz, Hz. Câfer için üç günden sonra ağlamayı da yasakladı.[593]

 

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hz. Câfer'in kesilen iki eline karşılık, Cenab-ı Hakkın ona iki kanat verdiğini ve Cennette, onunla istediği gibi uçup durduğunu haber vermiştir. Bu sebeple ona,

-"Câferi Tayyar" denilmiştir. [594]

 

Henüz İslâm ordusu Mü'te'den Medine'ye dönmemişti. Hz. Resûlullah, bir ara harpte şehid olan Zeyd bin Hârise Hazretlerinin kızını gördü. Masum kız, Resûl-i Kibriyânın mübarek yüzüne hüzünlü ve ağlamaklı bakıyordu. Bu manzarayı seyre dayanamayan Efendimiz, şefkat ve merhametinden ağlamaya başladı. Sa'd bin Ubâde Hazretleri,

-"Yâ Resûlallah! Nedir bu?" diye sordu.

Efendimiz şöyle izah etti,

-"Bu, sevgilinin, sevgilisine hasretidir."[595]

 

İslâm Ordusunun Karşılanışı

 

Oldukça sıcak bir gündü.Hz. Resûlullahın ak sancağının Medine ufuklarında parlamaya başladığı görüldü. Gelen artık Zeyd ordusu değil "Seyfullahi's-Sarim" (Allah'ın Keskin Kılıcı) ünvânının sahibi Hz. Hâlid bin Velid ordusu idi. Tecessüm etmiş ruh ve cesaret abidesini andıran mücahidler üç kumandan dahil, on beş kadar mücahidi kaybetmiş olmanın derin hüznü, ama İslâma parlak bir zafer kazandırmanın vakar ve sevinci içinde Medine'ye semâda süzülen parlak yıldızlar misali akıyorlardı.

 

Bu sırada Resûl-i Ekrem, Ashab-ı Kirama,

-"Toplanınız da kardeşlerinizi karşılayalım" buyurdu. Müslümanlar, kızgın sıcağa rağmen derhal bu emre itaat edip mücahidleri karşılamak üzere âdeta Medine'yi tamamen boşalttılar.            

 

Kâinatın Efendisi de bu mücahidleri karşılamaya çıkıyordu. Onlara,

-"Hoşgeldiniz" demeye gidiyordu. Çoluk çocuk herkes onun etrafını yıldız misali sarmıştı. Çocukların bineklere bindirilmesini emredip, kudsî şehâdet mertebesine erişen Hz. Câfer'in biricik oğlunun da kendisine verilmesini istedi. Getirilen yavruyu, şefkat kahramanı Kâinatın Efendisi önüne bindirdi. Yoluna öylece devam etti.

 

Medine'nin Cürüf mevkiinde mücahidlerle karşılayıcılar birbirlerine kavuştular ve ulvî bir manzara teşkil ettiler. Bu arada mücahidlerin kulağına bazı nâhoş sözler geldi.

-"Allah yolunda savaşmaktan kaçan korkaklar!"[596]

 

Mücahidler işittikleri bu sözlerden dolayı son derece üzüntü duydular. Durumu Hz. Resûl-i Ekreme şikâyet ettiler. Kâinatın Efendisi onları şöyle teselli etti:

-"Sizler Allah yolunda savaşmaktan kaçanlar değil, dönüp dönüp vuruşanlarsınız!"[597]

Hz. Resûlullahın bu sözleri üzerine Müslümanlar da mücahidleri o tür sözleri söyleyerek kınamaktan ve üzmekten vazgeçtiler.

 

 

 

26- Mekke'nin Fethi

 

 

Mekke'nin Fethi (20 Ramazân 8 H./11 Ocak 630 M.)

 

 b=¦äî©j¢ß b¦z¤n Ï  Ù Û b ä¤z n Ï b £ã¡a

 

“Biz sana apaçık bir fetih ve zafer sağladık.“[598]

 

a) Hudeybiye Muâhedesinin Bozulması

Hudeybiye Barış Anlaşması, Müslümanlarla Kureyş arasında yapılmıştı. Anlaşma şartlarına göre, diğer Arap kabîleleri, iki taraftan birinin himâyesine girmekte, anlaşıp birleşmekte serbesttiler. Buna göre, Huzâa kabîlesi, Müslümanların Benî Bekir (Bekir oğulları) kabîlesi de Kureyş'in himâyesine girmişti.

 

Hicretin 8'inci yılı Şaban ayında, Benî Bekir kabîlesi, Peygamberimizin himâyesinde bulunan Huzâa kabîlesine ansızın bir gece baskını yaptı. Esâsen iki kabîle arasında öteden beri düşmanlık vardı. Bu baskında Benî Bekir, Kureyşten yardım ve teşvik görmüş, hatta İkrime, Safvân ve Süheyl.. gibi ileri gelen bir kısım Kureyş gençleri baskında bizzat bulunmuşlardı. Baskın sonunda Huzâalılardan 23 kişi ölmüş, sağ kalanlar Harem-i Şerîf'e sığınarak kurtulabilmişlerdi.

 

 Bu olay üzerine Huzâalılar, 40 kişilik bir heyetle Medine'ye geldiler. Rasûlüllah (a.s.)'a durumu anlatıp yardımını istediler.

 

Huzâalılarla Müslümanlar arasında ötedenberi dostluk vardı. Bu dostluğun temeli, İslâm'dan öncesine kadar uzanıyordu. Bu sebeple Huzâalılar, Müslümanlarla ilgili, Mekke'de olup biten her şeyi Rasûlüllah (a.s.)'a gizlice bildirirlerdi. Hendek Savaşı hazırlığını da onlar haber vermişlerdi. 

 

Huzâa kabilesine yapılanlardan, Rasûlüllah (a.s.) son derece üzüldü. Kendilerine yardım edeceğini va'detti. Kureyş'e derhal bir elçi göndererek:

 

Öldürülen Huzâalılardan diyetlerinin ödenmesini, veya Benî Bekir Kabîlesinin himâyesinden vazgeçilmesini istedi.

 

İki şarttan biri kabûl edilmediği takdirde, Hudeybiye Anlaşmasının bozulmuş sayılacağını, bildirdi. 

 

Kureyşliler, ilk iki şartı kabûl etmeyip Hudeybiye anlaşmasını bozduklarını bildirdiler. Daha önce fiilen bozdukları antlaşmayı, böylece resmen de bozmuş oldular.

 

b) Kureyş'in Barışı Yenileme Teşebbüsü

 

Kureyşliler, bir müddet sonra hatalarını anladılar. Alaşmayı bozduklarına pişmân oldular. Derhal anlaşmayı yenilemek ve barış süresini uzatmak üzere Ebû Süfyân'ı Medine'ye yolladılar.

 

Ebû Süfyân, Medine'de önce, Rasûlüllah (a.s.)'ın zevcelerinden kızı Ümmü Habîbe'ye gitti. Oturacağı sırada, Ümmü Habîbe minderi topladı. Halbuki evde üzerine oturulacak başka bir şey yoktu. Ebû Süfyân sordu:

 

-"Kızım, minderi mi benden esirgiyorsun, yoksa beni mi minderden?"

Kızı cevap verdi:

-"Bu, Rasûlüllah (a.s.)'e âittir. Sen ise müşriksin, pissin. Bu yüzden üzerine  oturmanı istemedim."

 

Ebû Süfyân, daha sonra Rasûlüllah (a.s.)'e başvurdu. Olumlu bir sonuç alamadı. Başta Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer olmak üzere ashâbın ileri gelenleriyle bir bir görüştü, barışın yenilenmesi için desteklerini istedi. Hz. Fâtıma'yı ziyâret ederek O'ndan yardım bekledi. Fakat bütün gayretleri boşa çıktı; hiç bir netice elde edemedi. Eli boş dönmek istemiyordu. Hz. Ali'nin tavsiyesine uymaktan başka çâre yoktu. Mescide geldi:

-"Ey nâs, ben her iki tarafı da himâyeme alarak, Hudeybiye barışını yeniliyorum. Sanırım, kimse benim ahdimi bozmaz" dedi. Fakat, kimseden cevâp alamadı. Devesine bindi, ümitsiz olarak Mekke'nin yolunu tuttu. Bir işâretle bütün Mekke'yi harekete geçiren Ebû Süfyan, Medine'de kimseye sözünü dinletememiş, öz kızına bile merâmını anlatamamıştı.

 

Dönüşünde olup bitenleri olduğu gibi Mekkelilere anlattı. Onun sözlerini dinleyenler:

 

-"Yazık, sen hiç bir şey yapmamışsın. Bize barış haberi getirmedin ki, güven içinde olalım, Savaş haberi getirmedin ki, hazırlanalım. Ali seninle alay etmiş. Senin tek başına ilân ettiğin barış neye yarar...," dediler.

 

c) Fetih Hazırlığı

 

Ebû Süfyan Mekke'ye döndükten sonra Rasûlüllah (a.s.) gizlice fetih hazırlığına başladı. Ashâbına sefer için hazırlanmalarını emretti. Ayrıca, Gıfâr, Eslem, Eşca' Müzeyne, Cüheyne, Süleym gibi, kendisine bağlı kabîlelere haber salarak Ramazan'ın ilk günlerinde Medine'de toplanmalarını istedi.

 

Rasûlüllah (a.s.),Mekke'nin kan dökülmeden fethedilmesini istiyordu. Kureyş savunma için hazırlık yapar da karşı koyarsa, kan dökülürdü. Bu yüzden hazırlıklar son derece gizli tutuldu. Mekke ile Medine arasındaki bütün yollar kesildi. Bu vazife Huzâa kabilesine verildi. İki taraf arasında sanki kuş uçmuyordu. Bu arada dikkatlerin başka yöne çekilmesi için Necid tarafına bir de seriyye göndermişti.

 

d) Ebû Beltea oğlu Hâtıb'ın Kureyş'e Yazdığı Mektup 

 

Ancak ashabtan Ebû Beltea oğlu Hâtıb, durumdan Kureyş'i haberdar etmek istemiş, bir mektup yazarak gizlice Mekke'ye göndermişti. Hz. Peygamber (a.s.), İlâhî vahiy ile bunu öğrendi. Hemen Hz. Ali ile iki arkadaşını görevlendirdi.

 

-"Hah bostanına kadar gidin, orada, mahfe içinde yolcu bir kadın bulacaksınız. Yanında bir mektup var, onu alıp getirin," buyurdu.

 

Kadın önce inkâr etti, fakat,

"Seni şimdi çırılçıplak soyar, her tarafını ararız," deyince, çâresiz mektubu saçının hotozu arasından çıkardı.

 

Mektupta, Rasûlüllah (a.s.)'ın önüne durulamayacak bir ordu ile Mekke üzerine yürüyeceği bildiriliyordu. Herkes şaşırıp kaldı, çünkü Hâtıb'dan böyle bir şeyi kimse beklemiyordu. Rasûlüllah (a.s.) bir hey'et önünde Hatıb'ı sorguya çekti.

 

-"Ey Hâtıb, bu ne iş, niçin bunu yaptın," diye sordu.

Hâtıb:

-"Ya Rasûlüllah hakkımda karar vermekte acele etmeyin. Ben Kureyş'e anlaşarak bağlı bir kimseyim, fakat hiç bir zaman onların mahremi olmadım. Yanınızdaki muhacir kardeşlerimin, Mekke'de âilesini ve mallarını koruyacak yakınları var, benimse kimsem yok. Mekkelilerden nimetdârlar kazanarak âilemi korumak istemiştim. Bu işi dinimden dönmek için yapmadım, ben Müslüman olduktan sonra, kat'iyyen küfre razı olmam," diye kendini savundu.

Hz. Ömer, dayanamayıp:

-"Yâ Rasûlallah, izin ver de şu münâfığın boynunu vurayım," demişti. Fakat, Rasûlüllah (a.s.) Hâtıb'ın suçunu bağışladı.

 

-"Yâ Ömer, Hâtıb Bedir Gazası'nda bulundu, ne bilirsin belki de Cenâb-ı Hak Bedir ehline:

-"Bundan böyle istediğinizi yapın, sizi bağışladım" demiş olabilir, buyurdu.

 

Fakat bu olayla ilgili olarak:

 

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا لَاتَتَّخِذُوا عَدُوّى وَعَدُوَّكُمْ اَوْلِيَاءَ تُلْقُونَ اِلَيْهِمْ بِالْمَوَدَّةِ وَقَدْ كَفَرُوا بِمَا جَاءَكُمْ مِنَ الْحَقِّ يُخْرِجُونَ الرَّسُولَ وَاِيَّاكُمْ اَنْ تُؤْمِنُوا بِاللّهِ رَبِّكُمْ اِنْ كُنْتُمْ خَرَجْتُمْ جِهَادًا فى سَبيلى وَابْتِغَاءَ مَرْضَاتى تُسِرُّونَ اِلَيْهِمْ بِالْمَوَدَّةِ وَاَنَا اَعْلَمُ بِمَا اَخْفَيْتُمْ وَمَا اَعْلَنْتُمْ وَمَنْ يَفْعَلْهُ مِنْكُمْ فَقَدْ ضَلَّ سَوَاءَ السَّبيلِ

 

"Ey inananlar, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olan kimseleri dost edinmeyin. Onlar, size gelen hakkı tanımadıkları ve Rabbımız olan Allah'a inandığınız için peygamberi de sizi de (yurdunuzdan) çıkardıkları halde onlara sevgi (mi) gösteriyorsunuz? Siz benim yolumda savaşmak ve benim rızamı kazanmak için (yurdunuzdan) çıkmışsanız, ben sizin gizlediğinizi de, açığa vurduğunuzu da bildiğim halde, nasıl olur da onlara sevgi gösterirsiniz. İçinizden her kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış olur"[599] anlamındaki âyet-i kerime indirilmiştir.

 

e) Mekke'ye Yürüyüş

 

Müslümanlığın temeli, "Tevhid İnancı" dır. Tevhid İnancı'nın, yeryüzünde en büyük âbidesi, Mekke'deki Kâbe'dir. Ancak bu kutsal yer, putlarla doldurulmuş, putperestliğin merkezi hâline getirilmişti. İslâm güneşi doğalı 20 yıl olmuştu. Artık, Mekke'nin şirkten kurtulması, Kâbe'nin putlardan temizlenmesi gerekiyordu.

 

Rasûlüllah (a.s.), Hicretin 8'inci yılı, Ramazan'ın 10'uncu Pazartesi günü 10 bin kişilik muazzam bir ordu ile Medine'den çıktı. (1 Ocak 630) Yolda katılan birliklerle, ordunun sayısı daha sonra 12 bine yükselmişti. O gün Rasûlüllah (a.s.) ve ashâbı oruçluydu. Yola çıktıktan sonra oruçlarını bozdular.

 

Rasûlüllah (a.s.)'ın amcası Abbâs Müslüman olmuş, fakat Müslümanlığını gizleyerek Mekkede müşrikler arasında kalmıştı. Böylece Mekke'deki haberleri gizlice Rasûlüllah (a.s.)'e ulaştırıyordu. Artık Mekke'de yapılacak iş kalmamıştı. Hîcret için Mekke'den çıktı, fakat yarı yolda Fetih Ordusuyla karşılaştı. Eşyâsını çocuklarıyla Medine'ye gönderip O da orduya katıldı. Rasûlüllah (a.s.) Abbâs'ın gelişinden memnun oldu.

 

-"Peygamberlerin sonuncusu ben oldum, muhâcirlerin sonuncusu da sen;" diye iltifatta bulundu.

 

Mekke'ye bir konak (yaklaşık 16 km.) mesâfede "Merru'z-zahrân" denilen yerde karargâh kuruldu. Rasûlüllah (a.s.), ortalık kararınca burada ordu mevcûdunun sayısınca ateş yakılmasını emretti. Böylece, ordunun haşmetini Kureyş'e göstermek istiyordu.

 

Yollar iyice tutulduğu için, İslâm ordusu Merru'zahrân'a gelinceye kadar Mekkeliler hiç bir haber alamamışlardı. Müslümanların yaklaştığını duyunca ne yapacaklarını şaşırdılar. Ebû Süfyân durumu anlamak, Müslümanlar hakkında bilgi edinmek istiyordu. Yanına bir kaç kişi alarak, Mekke'den çıktı. Uzakta yanmakta olan ateşler, hacıların, Arafatta arefe gecesi yaktıkları ateşlere benziyordu. Merakla ateşlere doğru ilerledikleri sırada Rasûlüllah (a.s.)'ın muhâfızları tarafından yakalanarak Peygamber Efendimizin huzûruna getirildiler, Rasûlüllah (a.s.)'a karşı en çok kin besleyen Mekke'nin resi Ebû Süfyân burada müslüman oldu. Artık Mekke fethedilmiş demekti. Belki hiç mukavemet görülmeyecekti. Hz. Abbâs:

 

-"Yâ Rasûlallah, Ebû Süfyân övünmeyi sever, iftihâr edebileceği bir lütufta bulunsanız," demişti.

Rasûl-i Ekrem:

-"Her kim Ebû Süfyân'ın evine girerse, emniyettedir. Her kim kendi evine kapanır, ordumuza karşı koymazsa, emniyettedir. Her kim Harem-i Şerîf'e girerse, emniyettedir. Ebû Süfyân bunu ilân etsin, buyurdu. Daha dün, İslâm düşmanlarının lideri olan kişi, bugün Rasûlüllah'ın emirlerini tebliğ etmekle iftihâr edecek, şeref kazanacaktı."

 

Merru'z-zahrân'dan hareket edileceği sıra Rasûlüllah (a.s.) Hz. Abbas'a:

-"Ebû Süfyân'ı yolun dar bir yerine götür, İslâm ordusunun ihtişâmını görsün," diye emretti.

 

Hz. Abbâs, Ebû Süfyân'ı, ordunun geçeceği dar bir geçit yerine oturttu. Mücâhidler sırayla alay alay Ebû Süfyân'ın önünden geçtikçe Ebû Süfyân'ın yüreği burkuluyor, geçen her kafilenin hangi kabîle olduğunu soruyordu. Hz. Abbâs:

-"Bunlar Gıfâr kabîlesi, şunlar Cüheyne.." diye geçen kabîleleri bir bir anlattıkça Ebû Süfyân:

-"Şaşılacak şey, bunlarla benim aramda ne düşmanlık var ki, buraya kadar gelmişler," diye hayretini ifâde ediyordu.

Bir ara:

-"Yâ Abbâs, kardeşinin oğlunun saltanatı ne kadar da büyümüş," dedi.

Hz. Abbâs:

-"Hayır, bu saltanat değil, nübüvvettir," diye cevâp verdi.

 

Nihâyet, Ebû Süfyân'ın daha önce benzerini görmediği bir birlik geçti. Bunlar, ensârdı. Başlarında Sa'd b. Ubâde sancağı taşıyordu. Son gelen birlik, sayıca hepsinden azdı. Bu birlikte Rasûlüllah (a.s.) ile ensar ve muhâcirlerden en yakın arkadaşları vardı. Rasûlüllah (a.s.)'in sancağını Avvâm oğlu Zübeyr taşıyordu.

 

Ensâr alayı, Uhud ve Hendek Savaşları'nda müşrik ordusunun başkomutanı Ebû Süfyân'ın önünden geçerken Sa'd b. Ubâde:

-"Ey Ebû Süfyân, bugün en büyük kıtal günüdür, bu gün Kâbe'de kan dökmenin helal kılındığı gündür," demişti.

Ebû Süfyân Sa'd'ın sözlerini Rasûlüllah (a.s.)'a nakletti. Hz. Rasûlüllah (a.s.):

-"Sa'd yanlış söylemiş, bugün Cenab-ı Hakk'ın Kâbe'yi yücelteceği gündür. Bugün Kâbe'nin tevhid elbisesine bürüneceği gündür," buyurdu. Sa'd'ın kan dökmesinden endişelendiği için, hemen Hz. Ali'yi gönderdi, ensâr sancağının Sa'd'dan alınıp oğlu Kays'a verilmesini emretti.

 

Müslüman mücâhidlerin geçit resmini baştan sona seyreden Ebû Süfyân, Mekke'nin tesliminden başka çâre olmadığını anladı. Hz. Abbas'tan ayrılarak, hemen Mekke'ye döndü. Harem-i Şerif'e vardı. Heyecân içinde kendisini bekleyen Mekkelilere yüksek sesle hitâbetti:

-"Muhammed (a.s.), karşı koymamıza imkân olmayan bir ordu ile geliyor:

1) Her kim Ebû Süfyan'ın evine gelirse emniyettedir.

 

2) Her kim silahını bırakır, evine kapanırsa emniyettedir.

 

3) Her kim, Harem-i Şerîf'e sığınırsa emniyettedir. Ey Kureyş, Müslüman olunki, selâmet bulasınız..."

 

Ebu Süfyân'ı dinleyenler, şaşırıp kaldılar. Her gün Müslümanlığın aleyhinde bulunan bu adam, şimdi herkese "müslüman olun," diyordu. Herkeste bir telâş başladı. Kimisi küfrediyor, kimisi bağırıp çağırıyor, kimi de mukavemet için hazırlanıyordu. Çoğunluk ise Ebû Süfyân'ın sözlerine uyup evlerine çekildiler. Bir kısmı da Harem-i Şerîf'te ve Ebû Süfyân'ın evinde toplandılar.

 

f) Mekke'ye Giriş (20 Ramazan 8 H./11 Ocak 630 M.)

 

Rasûlüllah (a.s.), Mekke'ye girmeden önce, "Zî Tuvâ" denilen yerde durdu. Ordusunu dört kısma ayırıp her birinin gireceği yerleri tâyin etti.

-"Sakın savaşa girmeyin, saldırıya uğrayıp mecbûr kalmadıkça kan dökmeyin..." diye tenbihte bulundu.

 

Sekiz yıl önce, yurdundan üç kişilik bir kafile ile nasıl ayrılmıştı, şimdi nasıl bir ihtişâmla dönüyordu. Rasûlüllah (a.s.) devesinin üstünde bütün bunları düşünüyor, mağrûr bir fâtih gibi değil, son derece mütevâzi bir halde, başı secde eder gibi, devenin boynuna yapışmış, tesbih, tehlil ve duâ ile, Cenâb-ı Hakk'ın sonsuz lütuflarına şükrederek ilerliyordu.

 

Bütün birlikler, kan dökmeden Mekke'ye girdiler. Yalnızca Velîd oğlu Hâlid'in komuta ettiği birlik tecâvüze uğradı. Kureyş'in azılılarından Ümeyye oğlu Safvân, Amr oğlu Süheyl ve Ebû Cehil'in oğlu İkrime bir çete kurdular. Hâlid'in birliklerini Mekke'ye girerken ok yağmuruna tutarak iki müslümanı şehid ettiler. Bu durumda Hâlid, saldırganlar üzerine hücûm ederek, bir hamlede onüç tanesini öldürdü, diğerleri dağılıp kaçtılar.

 

Rasûlüllah (a.s.) kan döküldüğünü duyunca üzüldü. Fakat, tecâvüzün müşriklerden başladığını öğrenince:

 

-"İlahî takdir böyleymiş," buyurdu.

 

Rasûlüllah (a.s.) çadırını Kinâneoğulları yurdunda "Hacûn" denilen yerde kurdurdu. Mekke Devri'nin 7'inci yılında, Kureyş müşrikleriyle Kinâneoğulları burada küfr üzerine anlaşmışlardı. Bu anlaşma gereğince müslümanlar üç yıl muhasara altında çok acı günler yaşamışlardı.

 

Rasûlüllah (a.s.) çadırında gusledip 8 rek'at "duhâ namazı" kıldı, sonra, devesine binerek, Kâbe'ye geldi. Yol boyunca Fetih Sûresi'ni okuduğu işitiliyordu. Deve üzerinde, ihrâmsız olarak Kâbe'yi tavâf etti. Elindeki ucu eğri değnekle hacer-i Esved'i istilâm etti.

 

g) Kâbe'nin Putlardan Temizlenmesi.

 

Kâbe etrâfında 360 put vardı. Bunların en büyüğü olan "Hubel," Kâbe'nin üstüne konulmuştu. Diğerleri Kâbe'nin etrafına ve içine yerleştirilmişlerdi. Rasûlüllah (a.s.) değnekle bunları itiyor, her birini bizzât deviriyordu. Putlar yıkılırken:

 

 b¦Óì¢ç ‹  æb ×  3¡Ÿb j¤Ûa  £æ¡a 6¢3¡Ÿb j¤Ûa  Õ ç ‹ ë ¢£Õ z¤Ûa  õ¬b u ¤3¢Ó ë

 

“Yine de ki: Hak geldi; bâtıl yıkılıp gitti. Zaten bâtıl yıkılmaya mahkumdur.”[600]

 

-"Hak geldi, bâtıl yok oldu, esasen bâtıl yok olmağa mahkûmdur."

 

-"Hâk geldi, artık bâtıl ne yeniden başlar, ne de geri gelir" diyordu.

 

 Kâbe'ye girmek için Rasûlüllah (a.s.) anahtarını istedi. Talha oğlu Osmân anahtarı getirdi. "Emânettir Ya Rasûlallah", diyerek Hz. Peygamber (a.s.)'e teslim etti. Kâbe'nin içi de putlarla doluydu. Duvarlarına resimler asılmıştı. Rasûlüllah (a.s.)'ın emriyle Hz. Ömer bunları dışarı attı. Müşrikler, ilah diye taptıkları putların parçalanışını şaşkın şaşkın seyrettiler. Dünkü mabûdlar bir anda moloz yığını haline gelmiş, çöplüklere atılmıştı. Sonra, Rasûlüllah (a.s.), yanına Üsâme, Bilal ve Talha oğlu Osmân'ı da alarak Kâbe'ye girdi, kapının karşısındaki duvara doğru namaz kıldı. Beyt-i Şerifi dolaşıp her tarafında tekbir getirdi. Uzunca bir müddet içeride kaldı. Bu sırada bütün Kureyş Hârem-i Şerif'te toplanmış, sabırsızlıkla, haklarında verilecek hükmü bekliyorlardı.

 

h) Fetih Hutbesi ve Genel Af

 

Rasûlüllah (a.s.) Kâbe kapısının eşiğinde durdu. Karşısında sıralanmış olan Mekkelilere baktı. 20 yıl boyunca şahsına ve müslümanlara ellerinden gelen her kötülüğü yapmaktan çekinmeyen bu adamların hayâtı, şimdi O'nun iki dudağı arasından çıkacak hükme bağlıydı. Rasûlüllah (a.s.) 20 yıl boyunca çektiklerini bir anda zihninden geçirdi, sonra şöyle hitâbetti.

"Allah'tan başka ilâh yoktur, yalnız O vardır. O'nun eşi ve ortağı yoktur. O va'dine bağlı kaldı, sözünü yerine getirdi. kuluna yardım etti, tek başına bütün düşmanları hezîmete uğrattı.

İyi bilinki bütün câhiliyet âdetleri, mal ve kan davaları bugün şu iki ayağımın altındadır. Yalnız, Kâbe hizmetleriyle hacılara su dağıtma işi (hicâbe ve sikaye hizmetleri) bu hükmün dışında bırakılmıştır.

Ey Kureyş Cemâati! Allah sizden câhiliyet gururunu, babalarla, soylarla büyüklenmeği giderdi. Bütün insanlar, Âdem'dendir, (O'nun çocuklarıdır.) Âdem de topraktan yaratılmıştır."

 

Sonra şu anlamdaki âyet-i kerîmeyi okudu:

 

يَا اَيُّهَا النَّاسُ اِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَاُنْثى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَائِلَ لِتَعَارَفُوا اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّهِ اَتْقيكُمْ اِنَّ اللّهَ عَليمٌ خَبيرٌ

 

"Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Övünesiniz diye değil, kolaylıkla tanışasınız diye, sizi milletlere ve kabîlelere ayırdık. Allah katında en değerliniz, Ona karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Allah her hâlinizi bilir, O her şeyden haberdârdır."[601]

 

Rasûlüllah (a.s.) Mescid-i Harâm'ın geniş sâhasını dolduran kalabalığı mânâlı bir bakışla süzdükten sonra:

-"Ey Kureyş cemaâtı! Size şimdi nasıl bir muâmele yapacağımı sanıyorsunuz?" diye sordu.

Mekkeliler hep bir ağızdan:

-"Hayır umuyoruz. Sen kerîm bir kardeş, âlicenâb bir kardeş oğlusun," diye cevap verdiler.

Rasûl-i Ekrem:

-"Ben de size Yûsuf'un kardeşlerine söylediği gibi,

 

  åî©à¡ya £ŠÛa ¢á y¤‰ a  ì¢ç ë 9¤á¢Ø Û ¢é¨£ÜÛa ¢Š¡1¤Ì í 6 â¤ì î¤Ûa ¢á¢Ø¤î Ü Ç  kí©Š¤r m ü  4b Ó

 

“(Yusuf) dedi ki: "Bugün sizi kınamak yok, Allah sizi affetsin! O, merhametlilerin en merhametlisidir,"[602] diyorum. Haydi gidiniz, hepiniz serbestsiniz, buyurdu.

 

Böylece Rasûlüllah (a.s.) hepsini affetmişti. Halbuki bunlar Hz. Peygamber (a.s.)'e neler yapmamışlardı. Müslümanları en korkunç işkencelere tâbi tutmuşlar, akla hayâle gelmedik eziyetler yapmışlardı. Şimdi başkaları olsa ne yapardı; Hz. Peygamber (a.s.) ne yapmıştır? Bu mukayese Rasûlüllah (a.s.)'ın büyüklüğünü ortaya koymağa kâfidir.

 

Bu hitâbesinden sonra Rasûlüllah (a.s.) Mescid-i Harâm'da oturdu. Sikaye (hacılara su ve zemzem dağıtma) hizmeti Abdülmuttaliboğullarındaydı. Bu hizmeti Hz. Abbâs yapıyordu. Hicâbe (Kâbeyi açıp-kapama ve anahtarını taşıma) hizmetini ise Ebû Talha oğulları yapıyordu. Bu esnâda Hz. Ali bu iki hizmetin Abdülmuttaliboğulları'nda birleştirilmesini istemişti. Fakat Rasûlüllah (a.s.) Osman b. Talha'yı çağırdı.

-"Yâ Osmân, bugün iyilik ve ahde vefâ günüdür, al işte anahtarın," buyurdu.

 

Öğle vakti, Hz. Bilâl Kâbe'nin üstüne çıktı. Güzel ve gür sesiyle ezana başladı. "Allâhü Ekber" nidâları müşriklerin yüreklerini burkuyordu. Bu esnâda, Ebû Süfyân, Esîd oğlu Attâb, Hişâm oğlu Hâris gibi Kureyşin ileri gelenlerinden birkaç kişi Kâbe'nin avlusunda bir köşeye toplanmış konuşuyorlardı.

İçlerinden Attâb:

-"Babam şanslı adammış, daha önce öldü de şu sesi işitmedi," dedi.

Hâris de:

-"Şunun hak olduğunu bilsem, vallâhi ben de icâbet ederdim," diye konuştu.

Ebû Süfyân ise:

-"Ben bir şey söylemeyeceğim. Bir şey konuşsam şu çakılların bile dile gelip O'na haber vereceğinden korkuyorum," dedi.

 

Az sonra yanlarına Rasûlüllah (a.s.), aralarında konuştuklarını bir bir söyledi.

Bunun üzerine:

-"Konuştuklarımızı kimse duymamıştı. Biz şehâdet ederiz ki, sen Allah'ın Rasûlüsün," diye şehâdet getirdiler.

 

l) Mekke Halkının Bîatı

 

Öğle namazından sonra, Rasûlüllah (a.s.) Safâ tepesinin yüksekçe bir yerinde oturdu. Önce erkeklerden, sonra da kadınlardan bîat aldı. Erkekler, İslâm ve cihâd üzerine bîat ettiler. Kadınlar ise aşağıda meâli yazılı âyet-i celîledeki esaslara uyacaklarına dâir bîat ettiler.

 

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اجْتَنِبُوا كَثيرًا مِنَ الظَّنِّ اِنَّ بَعْضَ الظَّنِّ اِثْمٌ وَلَا تَجَسَّسُوا وَلَا يَغْتَبْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخيهِ مَيْتًا فَكَرِهْتُمُوهُ وَاتَّقُوا اللّهَ اِنَّ اللّهَ تَوَّابٌ رَحيمٌ

 

"Ey Peygamber, mü'min kadınlar Allah'a hiçbir eş ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir bühtan uydurup getirmemek ve hiçbir güzel işte sana karşı gelmemek üzere sana biata geldiklerinde biâtlarını kabûl et, Onlara Allah'tan mağfiret dile, Çünkü Allah çok yargılayıcı, çok esirgeyicidir."[603]

 

Erkekler, Rasûlüllah (a.s.)'ın elini tutup musâfaha ederek biât ettiler. Kadınlar ise sözle ve Rasûlüllah (a.s.)'ın bulunduğu su kabına ellerini batırarak bîat ettiler. Rasûlüllah (a.s.)’ın eli, hiç bir zaman yabancı bir kadının eline değmemiştir.

 

j) Rasûlüllah (as.)'ın Ensâr'ın Endişesini Gidermesi

 

Fetihten sonra ensâr kendi aralarında :

-"Cenâb-ı Hakk, Rasûlüne doğup büyüdüğü vatanının fethini müyesser kıldı. Artık bizimle döner mi, yoksa buraya mı yerleşir," diye endişelerini belirtmişlerdi. Rasûlüllah (as.) bunu duyunca:

-"Böyle bir şeyden Allah'a sığınırım. Ben memleketinize hicret ettim. Hayatınız, hayatım; ölümünüz ölümümdür," buyurdu. Ensârın endişelerini giderdi. [604]

 

 

 

 

27- Huneyn Savaşı ve Yenilginin Sebepleri

 

 

Şevval, 8. H/630 M.[605]

 

Mekke'nin fethinden sonra Müslümanlarla Havazin Müşrikleri arasında meydana gelen savaş.

 

Rasûlüllah (a.s) Mekke'nin fethi için Medine'den ayrıldığı zaman, nereye gideceğini açıklamamıştı. Rasûlüllah'ın Havazin kabilesi kendi üzerlerine gelebileceği endişesiyle savaş hazırlıkları yapmıştı. Müslümanlar Mekke üzerine yürüyüp orayı fethedince, Havazin kabilesi artık sıranın kendilerine geldiğini anladılar ve savaş hazırlıklarını tamamlayıp kendilerinin saldırmalarının daha uygun olacağını hesapladılar. Rasûlüllah bütün Arabistan'ı tevhid bayrağı altında birleştirmek kararında olduğu için, müslümanlarla müşriklerin er veya geç çatışmaları kaçınılmazdı.

 

Havazinliler; Taifli Sakifoğulları ve diğer müşrik Arap kabileleri ile ittifak kurarak kısa bir zaman içinde yirmibin kişilik bir ordu hazırlamışlardı. Havazinlilerin lideri Mâlik bin Avf, bu savaşın bir ölüm kalım savaşı olduğunun farkında idi. Askerlerinin bütün güçleriyle savaşmasını sağlamak için kabilesinin bütün çocuklarını, kadınlarını ve mallarını birlikte getirmişti. Bu hareketiyle, bir yenilginin onlar için top yekûn yok olma anlamı taşıyacağını herkese anlatmak istiyordu.

 

Rasûlüllah (a.s), müşrik kabilelerin bu ittifaklarını ve savaş hazırlıklarını haber alır almaz derhal savaş hazırlıklarına başladı. Hazırlıkları süratle tamamladıktan sonra 12.000 kişilik bir orduyla Mekke'den çıktı. İslâm ordusunun dörtbini Ensardan, bini Muhacirlerden, beşbini müslüman olan Arap kabilelerinden, ikibini de Mekkelilerden oluşuyordu. Hatta Seksen kadar Mekkeli müşrik de onlarla birlikte idi. Müşriklerin başlıca amacı, galibiyet halinde ganimetten pay almak ve müslümanların durumlarını görmekti.

 

İslâm ordusu muntazam bir yürüyüşle Huneyn civarına geldi. İslâm ordusunun böylesine büyük bir kuvvetle savaşa çıkması müslüman savaşçılar üzerinde son derece büyük bir etki uyandırdı. Hatta içlerinden bazıları işi kibir noktasına kadar götürerek böyle büyük bir ordunun asla yenilemeyeceğini düşündüler. Bunu Rasûlüllah'a açıkça söyleyenler bile oldu. Rasûl aleyhisselam bu sözlerden hiç hoşlanmadı. Çünkü, ordu ne kadar büyük ve kuvvetli olursa olsun, gurur ve ihmal yüzünden darma dağın olabilirdi. Müslümanları şimdiye kadar zafere ulaştıran sayıları ve kuvvetleri değil, Allah'a olan imanları ve Allah'ın yardımı idi. Bunu unutmak, kulluk bilincinin zedelenmesine ve her zaman felâketlere neden olmuştu.

 

Mâlik bin Avf, ordusuyla Huneyn'e daha önce gelmişti. Huneyn, Mekke ile Tâif arasında, Tihame bölgesinde birçok inişli çıkışlı, dar geçitleri ve gizli yolları olan geniş bir vâdidir. Mâlik, vadinin doğal durumundan yararlanarak ordusunu pusuya yatırdı.

 

Rasûlüllah Huneyn civarına gelince bir yoklama yaparak İslâm ordusuna savaş düzeni aldırdı. Öğütler vererek çarpışmaya teşvik etti; sadakat ve bağlılık gösterirler, güçlüklere göğüs gererek dayanırlarsa zafere ulaşacaklarını müjdeledi.

 

İslâm ordusunun öncü süvârî birliğinin kumandanı Halid b. Velid idi. Ordu Huneyn vadisine doğru hareket etti. Halid b. Velid gururlu bir şekilde, düşmanın pusu kurması ihtimalini hiç hesaplamaksızın düşmanın işgal ettiği tahmin edilen yere doğru ilerledi. Fakat hiç ummadıkları bir anda müthiş bir saldırıya uğradılar. Askerler ne yapacaklarını şaşırdılar. Bu ani ve amansız saldırı, Halid b. Velid'in komuta ettiği Süleymoğulları atlıları arasında büyük bir bozguna yol açtı. Geriye dönüp hızla kaçmaya başladılar. Korku ve panik bir anda asıl ordu içinde de yayıldı. Ordu şaşkın bir vaziyette kaçışmaya başladı.

 

Yirmi yıldır çetin mücadelelerle elde edilen parlak sonuç, şimdi, bu sabahın alaca karanlığında bir anda sönüp gidecek miydi? Hayır. Allah, Rasûlünü bırakmaz, dünya yine şirkin karanlığına dönemez, tevhid dini sönmezdi. Ufuktan güneş doğmadan, sabahın alaca karanlığında, İslâm'ın güneşi batamazdı. Yalnız Allah'ın emir buyurduğu üzere sabretmek, dayanmak gerekiyordu.

 

Rasûlüllah da öyle yaptı. Yanında sadece Hz. Ali, Hz. Abbas, amcası Haris'in oğlu, Ebu Süfyan ve iki oğlu (ki birisi ilk anda şehid olmuştur) Fazl ibn Abbas, Eymen ibn Ubeyd (Rasûlüllah'ın azadlısı Ümmü Eymen'in oğlu) ve Üsame İbn Zeyd'den oluşan sekiz kişi kalmıştı. Buna rağmen büyük bir kahramanlık ve dayanaklılık örneği göstererek yanında kalan bir avuç müslümanla birlikte savaşa koyuldu. Hz. Abbas, Rasûlüllah (a.s)'e bir zarar gelmemesi için atının dizgininden tutmuş, çevrelerini saran düşmanı yarmaya çalışıyordu.

 

Bu arada, bazı Mekkeliler müslümanların dağılışını görünce, sevinç duygularını gizlemeye bile gerek görmeden kalblerinde bulunanı dile getiriyorlardı. Çantasında taşıdığı fal oklarıyla savaşa gelen Ebu Süfyan b. Harb, "artık onların bu bozgunları denize varıncaya kadar sürer. Andolsun ki Havazinliler onları yener" derken, Safvan b. Ümeyye'nin sözde müslüman olan kardeşi Kelede, "Muhammed ile ashabının bozguna uğradıklarım müjdelerim; artık bugün sihir bozuldu" diyordu. Uhud'da öldürülen Kureyş'in sancaktarı Osman ibn Ebi Talha'nın oğlu Şeybe ise, "Bugün Muhammed'den intikam alıyorum" diye[606] bağırıyor, fırsattan istifade ederek Rasûl aleyhisselâmı öldürmenin yollarım arıyordu.

 

Savaşın kargaşası içinde Rasûlüllah vadinin sağ tarafına doğru çekildi. Câbir'den yapılan bir rivâyete göre Rasûlüllah (a.s) kaçışan müslümanlara, "Nereye gidiyorsunuz ey insanlar! Ben Rasûlüllahım, Ben Muhammed b. Abdullah'ım" diye sesleniyordu.[607] Fakat develer birbirine giriyor, insanlar alabildiğine kaçışıyordu. Bunun üzerine Rasûl aleyhisselâm yanındaki Hz. Abbas'tan müslümanları çağırmasını istedi. Hz. Abbas yüksek sesle "Ey Akabe'de biat eden Ensar, gelin! Ey Rıdvan ağacı altında bey'at edip söz veren Muhacirler, dönün! Muhammed buradadır! Nereye gidiyorsunuz?" diye bağırmaya başladı. Bu çağrıyı duyanlar "lebbeyk" diyerek koşup Rasûlüllah'ın çevresinde toplanmaya başladılar.

 

Rasûlüllah (a.s), çevresinde toplanan müslümanları muntazam bir birlik haline getirerek düşmana karşı saldırıya geçti. Çarpışmanın olağanüstü bir şiddet kazandığı sırada "İşte ocak şimdi kızıştı" buyuran Rasûlüllah, yerden bir avuç toprak alıp düşmanların üzerine fırlattı.

 

Çarpışma şiddetle sürerken Hz. Ali büyük bir fedâkarlık ve teslimiyet örneği göstererek Havazin kabilesinin sancaktarını öldürmeye muvaffak oldu. Bu olay müslümanların savaş güç ve isteklerini bir kat daha artırdı. Savaş öylesine şiddet kazanmıştı ki, düşman bu kesin taarruza karşı koyamayarak hezimete uğradı ve kaçmaya başladı.

 

Allah'ın yardımı bir kere daha yetişmişti. Allah müslümanları sınamış, bir anlık gafletlerinin sonucunu onlara acı bir şekilde göstermişti. Bu savaştan sonra nazil olan bir âyette bu durum şöyle dile getirilmektedir:

 

لَقَدْ نَصَرَكُمُ اللّهُ فى مَوَاطِنَ كَثيرَةٍ وَيَوْمَ حُنَيْنٍ اِذْ اَعْجَبَتْكُمْ كَثْرَتُكُمْ فَلَمْ تُغْنِ عَنْكُمْ شَيًْا وَضَاقَتْ عَلَيْكُمُ الْاَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ ثُمَّ وَلَّيْتُمْ مُدْبِرينَ

 

“An dolsun ki Allah, birçok yerde (savaş alanlarında) ve Huneyn savaşında size yardım etmişti. Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat sizi hezimete uğramaktan kurtaramamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti, sonunda (bozularak) gerisin geri dönmüştünüz”[608]

 

Rasûlüllah (a.s) düşmanın kaçmaya başladığını görür görmez derhal takip edilmesini emir buyurdu. Düşman gayet şiddetli bir şekilde takip edilmeyle başlandı. Havazin kabilesi reisi Mâlik bin Avf yanında az bir kuvvet olduğu halde yüksek bir tepe üzerinden ordusunun geri çekilmesini himaye etmeye çalıştı. Fakat ordu ile birlikte getirdiği kadın ve çocukları savunma başarısını gösteremedi.

 

Bu savaşta müslümanlar düşmandan çok sayıda esir ve ganimet elde ettiler. Savaşta öldürülmüş olanların miktarı sayıldığında İslâm ordusunun beş şehid, düşman ordusunun ise yetmiş kayıp verdiği anlaşıldı.

 

Düşman ordusu dağınık biçimde ve değişik yönlerde geri çekildiği için birçok kollara ayrıldı. Bir kısmı Mâlik bin Avf komutasında oldukları halde Mekke-Taif yolunu izleyerek Taif kalesine, bir kısmı Batn-ı Nahle'ye, bir kısmı da Evtâs taraflarına gittiler.

 

Rasûlüllah Evtâs yönünde kaçanları izlemek üzere bir birlik görevlendirdi. Bu birlik düşmana Mekke'nin kuzey doğusunda bulunan Evtâs'a vardı. Aralarında son derece kanlı bir savaş oldu. Hatta savaş sırasında müslüman birliğin komutanı Ebu Amr şehid oldu. Fakat onun yerine geçen kardeşi Ebu Mûsâ el-Eş'arî düşman kesin bir yenilgiye uğrattı.

 

Rasûlüllah (a.s) bu zaferden son derece büyük bir memnunluk duydu. Elde edilen ganimeti münasib bir zamanda müslüman savaşçılar arasında taksim etmek üzere bir sahabenin muhafazasına bırakan Taif` kalesine sığınan düşmanı takiben Taif'e doğru hareket etti. Huneyn savaşıyla Arap yarımadasının Şirkten temizlenmesi ve tevhidin hakim kılınması yolunda önemli bir adım daha atılmış oluyordu.[609]

 

Huneyn ve Evtas Şehitleri

1. Eymen b. Ubeyd,

2. Sürâka b. Haris,

3. Ebu Âmir el-Eş'arî.

4. Rukaym b. Sabit,

5. Zeyd b. Rebia.[610] Allah onlardan razı olsun

 

Taif Muhasarası  (Hicrî:8, M.:630)

 

Tâif; rakımı yüksekçe, akarsuları, ekinleri, hurma bahçeleri, üzüm bağları bulunan, muz ve sair meyvalar yetişen, Mekke'nin doğusunda, Mekke'ye yaya yürüyüşüyle bir günlük mesâfede, kalelerle çevrili, büyük bir şehirdir.

 

Evtas'da bozguna uğrayan Sakifliler, Tâif'e sığınmışlardı. Kalelerini onarmışlar, bir yıllık gıda maddelerini kale içine toplayarak, kalelerini de içerden kilitleyip, savaşa hazırlanmışlardı.

 

Rasûlü Ekrem, onların bu fikirlerini öğrenip, maksatlarını anlayınca, Huneyn'in esir ve ganîmet mallarını, Mekke'ye on mil mesâfedeki Cîrâne mevkiinde, bir miktar askerin nezâretinde bırakarak, Tâif'e yürüdü. Öncü kuvvetlerin başına, Allâh'ın çekilmiş kılıcı Hz.Hâlid'i, kumandan tâyin etti. Peygamberimiz, çok geçmeden Tâif'e geldi ve kaleyi tamamen kuşattılar. Kalenin yanına karargâh kurdular. Fakat, düşmanlar Müslümanları şiddetli ok atışına tuttular. Müslümanların attıkları oklar, Tâiflilerin attıkları oklarla havada çarpışarak, geri dönüp Müslümanların üzerine düşüyordu. Müslümanlardan birçoğu yaralandı. Oniki kişi de şehid oldu. Müslümanlar ok menzilinden biraz yükseğe çekildiler. Muhasara böyle 18 gün kadar devam etti.

 

Düşman, kalelerinden çıkmayınca Hâlid ibn-i Velid, onların kale arkası savaşmalarından bıkmış ve usanmıştı. Meydana çıkarak, kendilerinden; meydana çıkıp, kendisiyle çarpışacak er istedi. Bunun üzerine Abdi Yâlil, Hâlid ibn-i Velid'e şu cevabı verdi:

-"Kalenin içinde sana karşı çarpışacak biri yoktur. Biz yiyeceğimiz bitinceye kadar burada kalacağız. Eğer sen, bu yiyecekler bitinceye kadar beklersen, hepimiz kılıçlarımızla sana iner, hiç kimse kalmayıncaya kadar dövüşürüz".

 

Muhasara uzuyordu. Selmânı Farisî'nin;

-"Yâ Rasûlellah! vaktiyle biz Faris ülkesinde, düşmanımızı mancınıkla yenerdik, onlar da bizi mancınıkla yenerdi. Eğer mancınık olmazsa uzun zaman otururduk." demesi üzerine,

Peygamber Efendimiz, mancınık yapılmasını emretti. Önce Selmân-ı Farisî eliyle bir mancınık yapıp Tâife karşı dikti. Kalenin duvarını delmek için bu ağaçtan yapılmış tanklarla saldırdılar. Fakat, Tâifliler ve Sakifliler, bunların üzerine kızdırılmış sapan demirleri ve şişler atarak tankları yakıyorlar, içindekilerin kaleye yanaşmasına fırsat vermiyorlardı.

 

Nihâyet Allah Rasûlü;

-"Bir üzüm asması kesene, cennette bir üzüm asması mevkii var." diyerek Tâiflilerin üzüm asmalarının ve bağlarının kesilmesini emretti. Meyvesi yenmeyen ağaçtan herkesin beşer tane kesmesi emrolundu. Bu onları bezdirip boyun eğdirmek içindi.

 

Taifliler, bağları ve hurmalıkları kesilmeğe başlanınca şöyle bağırdılar:

-"Onu, Allah ve merhamet için bırakın."

 

Allah Rasûlü de;

-"Ben bağınızı Allâh'ın rızasını ve akrabâlık hakkını gözeterek bırakıyorum." buyurarak asma ve hurmaları kestirmekten vazgeçti.

 

Daha sonra, Allah Rasûlü bir münâdi çıkartarak;

-"Kim kaleyi terkeder, bize gelirse o, emindir." diye bağırmasını emretti. Bu nidadan sonra on kişi kaleden çıktı ve Müslümanlara iltica ettiler.

 

Allah Rasûlü, Sakif kalesinin şiddet durumunu görünce, fethin nasip olamayacağını anladı. Nevfel bîni Muâviye ile gitmek veya kalmak hususunda istişare etti.

Nevfel bîn-i Muâviye de şöyle dedi:

-"Ey Allâh'ın Rasûlü! tilki inindedir. Burada kalırsanız onu alırsınız. Onu terkederseniz, size zarar vermez."

Bâzı Sahâbiler, Peygamber Efendimiz'den, Sakif için bedduâ etmesini istediler. O da;

-"Allâhım Sakif'e hidâyet nasip et, doğruyu göster. Onları bize getir." diyerek duâ buyurdu.

 

Rasûlü Ekrem burada daha fazla durmanın faydalı olmayacağına kanâat getirerek, dönmeğe karar verdi. Ordusuyla birlikte Tâif'den, Cîrâne denilen yere gelip, konakladılar. Burada on günden fazla kaldılar.[611]

 

Taif Savaşında Şehit Olan Sahabiler  

1. Saîd b. Saîd b. Âs b. Üımeyye,

2. Urfuta b. Cennab (veya Hubab),

3. Abdullah b. Ebu Bekir,

4. Abdullah b. Ebu Ümeyye b. Muğîre,

5. Yezid b. Zem'a b. Esved

6. Abdullah b. Âmir b. Rebiatü'l-Anezî,

7. Sâib b. Haris b. Kays,

8. Cüleyha b. Abdullah b. Muharibü'l-Leysî,

9. Abdullah b. Haris b. Kays,

10. Sabit b. Ceza1,

11. Haris b. Sehl b. Ebi Sa'saa.

12. Münzirb. Abdullah,

13. Rekîb b. Sabit b. Salebe b. Sevban b. Muaviye.[612]

Yüce Allah hepsinden razı olsun!

 

Huneyn Ganimetlerinin Taksimi

 

Peygamberimiz, ganîmetleri bölüştürmeğe, dağıtmağa Ebû Cehm Huzeyfet-ül Adiyy'i me'mur ettiler. Herkese hisselerini dağıttırdı. Piyadelerden her birine ya 4'er deve, ya da bunların karşılığı olarak 40'ar koyun, süvarilere ise ya 12'şer deve, ya da bunların karşılığı olarak 120'şer koyun düştü. Yanlarında bir attan fazla at bulunduranlara, birden fazla atlar için hisse verilmedi.

 

Huneyn ganîmetinin taksiminde Rasûlüllah Efendimiz, yeni Müslüman olanları, daha Müslümanlığı yeni kabul etmiş Mekke ulularını hoşnut etmek için, ganîmette onlara fazlaca verdi. Ebû Süfyan ve oğluna 100'er deve, İkrime ibn-i Ebû Cehil, Hâris ibn-i Keled, Hâris ibn-i Hişam, Süheyl ibn-i Amr, Huveyt ibn-i Abduluzza gibi eşraftan sayılanlara da 100'er deve, ikinci derecede gelen diğer guruba ise 40'ar deve verdi.

 

Cenâb-u Hakk'ın hükmü olarak, alınan ganîmetlerden dâimâ beşte biri Allah ve Rasûlü yolunda hizmet için ayrılır, Peygamber Efendimiz'in tasarrufunda olur, geriye kalan beşte dördü, gâziler arasında taksim edilirdi.

 

Taksimat bu usul üzerine yapıldı. Peygamber Efendimiz, kendine ayrılan bu beşte birini de İslâm’ı yeni kabul etmiş, Müslümanlığa tam ısınmamış olan Mekke uluları ile Müellefe-i Kulüb'e taksim etti.

 

Mekke ulularından Ebû Süfyan'a, oğlu Muâviye ve Yezid'e yüzer deve, kırk okka altın, Ikrime bîn-i Ebû Cehil, Hâris ibn-i Hişam, Hüveyt ibn-i Abduluzza ile Süheyl ibn-i Amr'a da bu kadar mal verilmişti. Böylece, on kişi ayrıca taltif edilmiş oldu. Bunlar birinci derecede kalpleri İslâm'a ısındırılmak istenenlerdendi. Kalpleri İslâm'a ısındırılmak istenen bu kimseler, daha sonra en kuvvetli Müslümanlardan olmuşlardı. Ebû Süfyan'ın oğulları, Yezid ile Muaviye ve Hüveyt ibn-i Abduluzza, Rasûlü Ekrem'in kâtiblik hizmetinde bulunmuşlardı.[613]

 

Rasûlü Ekrem, ganimet mallarını taksim ederken her zamanki gibi cömertti. Müellefe-i kulüb denilen kimselere fazla hisse verdi. Dünkü düşmanlarından bugün safları arasında gördüğüne de ihsanda bulunuyordu.

 

Müellefe-i Kulüb

 

Kalbleri ısındırılan, yumuşatılan kimseler. Bir terim olarak, müellefe-i kulûb; zekât verilmek sûretiyle kalpleri İslâm'a karşı yumuşatılmak, zararsız hale getirilmek veya dinde sebat ettirilmek istenen kimseleri ifade eder.

 

Müslümanların sayısının az, güç ve kuvvetlerinin zayıf olduğu devirlerde bu sınıf, müşriklerin etkisiz hâle getirilmesinde, yeni müslüman olmuş zayıf inançlı kişilerin imanının sağlamlaştırılmasında ve bazışriklerin İslâmiyet'i kabul etmesinde bir vasıta olarak kullanılmış ve bu metodun uygulanması ile büyük faydalar sağlanmıştır.

 

Kur'ân-ı Kerim'de zekâtın verileceği yerler belirtilirken müellefe-i kulûba da yer verilmiştir.[614] Hz. Peygamber (a.s) de bu uygulamayı bizzat kendisi yerine getirerek müslümanların yanı sıra, henüz İslâm'ı tam olarak benimseyememiş olan bazı kimselere de zekât vermiştir.

 

Müslüman olmayanlara zekât verilmesinin nedenleri iki grupta toplanabilir.

 

Birincisi; kalplerinin ısındırılması ile müslümanlığı kabul etmeleri umulan kimselerdir. Meselâ, Safvan b. Ümeyye bunlardandır. Kendisi şöyle der:

-"Huneyn muharebesinde Hz. Peygamber (a.s), bana ganimet mallarından bir pay verdi. Halbuki o benim en sevmediğim kimse idi. Bana vermeye devam etti; sonunda insanlar içinde en sevdiğim kimse oldu."

 

İkincisi; müslümanlara eziyette bulunup kötülüklerinden korkulduğu için kendilerine zekât verildiği taktirde, müslümanlara yapılacak eziyetlerin önlenmesi umulan ve bu sayede diğer gayri müslimlere karşı müslümanların kuvvet bakımından yararlanacakları kimselerdi. İbn Abbas bu grup insanlar hakkında şöyle bir hadis rivâyet eder:

-"Bazan bir kavim Hz. Peygamber (a.s)'e gelir; eğer Hz. Muhammed (a.s) onlara bir şey verirse İslâmiyeti överler ve,

"Bu din gerçekten iyi bir dindir" derlerdi. Ve eğer vermeyip boş çevirirse İslâm dinini kötülerlerdi.

Süfyân b. Harb, Uyeyne b. Hısın ve el-Ekra' b. Hâbis bunlardandı."

 

Ancak Hanefi ve Şâfiilere göre, ne kalblerini İslâm'a ısındırmak ve ne de başka bir sebeple ehl-i küfre zekât verilemez. Onlara İslâm'ın ilk dönemlerinde zekât verilmesi müslümanların sayısının azlığı, onların sayısının ise çokluğu yüzündendir. Allah daha sonra İslâm'ı ve müslümanları aziz kılmış, onları kâfirlerin kalblerini ısındırmaktan müstağni kılmıştır. Hz. Peygamber'den sonra dört râşid halife de onlara zekât vermemiş ve Hz. Ömer şöyle demiştir:

-"Biz İslâm adına bir şey vermeyiz. İslâm güçlenmiştir. Dileyen mü'min, dileyen de kâfir olur."

 

Mü'minlerden müellefe-i kulûptan sayılarak zekât verilme sebepleri:

 

a) Yeni müslüman olup kalplerindeki iman henüz tam yerleşmemiş olan zayıf imanlı kişileri müslümanlığa ısındırmak.

 

b) Müslüman olmuş kabile büyüklerinden bazılarına, müslüman olmayan arkadaşlarının veya kabile üyelerinin İslâmiyete rağbet etmelerini sağlamak.

 

c) Yahudi veya Hristiyan iken müslümanlığı kabul eden kimseleri İslâm'da sebât ettirmek ve inançlarını sağlamlaştırmak.

 

d) Düşman sınırlarında, tehlikeli cephelerde ve yerlerde olan müslümanların, düşmanın hücûmu anında kendilerini müdafaa edebilmesi için.

 

e) Müslümanlar içinde zekât vermek istemeyen bazı kişilerden mücâdelesiz, savaşsız zekât toplayabilmek için, onların aralarında, nüfûz ve söz sahibi kişilerden yararlanılırdı. İşte bu şekildeki nüfûzlu müslümanlardan faydalanmayı devam ettirmek için müellefe-i kulûb fonundan zekât verilmiştir.

 

Müellefe-i kulûbun bir uygulama olarak Hz. Peygamber (s.a.s)'ın devrinde ve Hz. Ebubekir (r.a)'ın hilâfetinin ilk dönemlerinde devam ettiği bilinmektedir. Hz. Ömer (r.a), Hz. Ebubekir (r.a)'ın hilâfeti zamanında İslâmiyetin ve müslümanların kuvvetlendiği gerekçesi ile, artık bu sınıfa zekât vermeye ihtiyaç kalmadığını belirterek bu sınıfa zekât verilmesine karşı çıkmıştır. Hz. Ömer (r.a)'ın bu hareketi, Hz. Ebubekir (r.a) ve diğer sahabeler tarafından da tasdik edilmiştir. Hz. Ömer (r.a)'ın bu müdâhalesi ile bu sınıf, zamanımıza dek yürürlükten kalkmıştır.

 

İslâm âlimleri içinde müellefe-i kulûbun ebediyyen yürürlükten kalktığı görüşünü savunanların yanında, bu sınıfın her devirde geçerli olduğunu müdafaa edenler de vardır.

 

Özetle müellefe-i kulûb sınıfı, İslâm'ın mücâdele metodunun mâlî güçlerle de takviye edilebileceğini gösterir. Bu yol, İslâm inancının güçlenmesinde ve yayılmasında önemli bir metoddur. Düşmanı para ile yumuşatmak, etkisiz hâle getirmek ve millet için zararlı bir unsur olma ihtimali bulunan kimseleri, iman dâiresi içinde sağlam bir şekilde oturtmak için onlara zekâttan bir hisse ayrılmış ve bir fon açılmıştır. Düşman sırlarını elde edebilmek için ajan ve casuslar yetiştirmek, İslâm'a karşı yönelen tehlikeleri etkisiz hâle getirebilmek ve düşman basın ve iletişim araçlarını, İslâm'ın lehine çevirme yolunda gerekli harcamalarda bulunmak da bu fona dahildir.

 

Üzüntü Veren Söylentiler ve Ensârın Ağlaması

 

Allah Rasûlü'nün Kureyş'e ganîmetleri çokça vermesi, insanların en kıymetlilerinden olan Ensar'ın bâzıları arasında söylentilere yol açtı. Kureyş kabilesinden yeni Müslüman olanlar, harbe ilk defa giriyordu. Kendilerinin ise yıllardır, harplerde, darplerde, cihad hizmetlerinde olduklarını dikkate alarak;

-"Bu hâl acâiptir. Kureyş'e infak ediyor, bizi ise terkediyor. Kılıçlarımızdan onların kanları damlıyor, Peygamber artık kendi kavim ve kabîlesine kavuştu. Bizimle Medîne'ye döner mi hiç!" diyenler olmuştu.

 

Peygamber Efendimiz, bu söylentileri duyunca onları toplayarak endişelerini izâle etti ve dedi ki;

-"Ey Ensar! Ben bu hareketi Kureyş'i İslâm’a ısındırmak için yaptım. Siz ise dünyâlık, basit şeyler için gazaplandınız. Ben ise sizin imânınıza kefil oldum.

 

Ey Ensar! Onlar deve ve davar sürülerini alıp diyarlarına giderken, siz Allâhın Rasûlü'nü alıp memleketinize dönmeğe râzı değil misiniz? Sizin kavuştuğunuz, onların elde ettiğinden daha hayırlı ve üstündür."

 

Rasûlü Ekrem'in bu sorusu, bütün Ensarın beynindeki şüpheleri sildi süpürdü.

Hepsi de;

-"Razıyız... razıyız, Yâ Rasûlellah!" dediler.

 

Bundan sonra, Rasûlüllah dedi ki:

-"Hayâtım, yedi kudretinde bulunan Allâh'a yemin ederim ki, eğer hicret olmasaydı ben Ensardan bir fert olmağı tercih ederdim. Eğer bütün halk bir yola dökülse, Ensar da bir yola dökülse, Ben Ensarın gittiği yolu tutardım. Ey Allâhım Sen Ensâra rahmet et. Onların oğullarını ve oğullarının oğullarını bağışla."

 

İçten gelen bu sözler Ensarın ruhlarına işledi. Gözyaşlarını tutamadılar. Öyle ağlamışlardı ki sakalları bile iyice ıslanmıştı ve hepsi birden;

-"Biz Allah Rasûlüne râzıyız. Biz ganîmet olarak sana razıyız. Eğer arzu edersen, bütün mülkümüzü de dünyâlık verdiklerine bağışla. Bizim maksadımız, Senin râzı olmaklığındır. Sensiz, dünyâ malı, bize lâzım değildir!" dediler.

 

Peygamberimiz, onların hallerine çok râzi oldu. Çoluk çocukları için hayır duâlarında bulundu.

-"Sizinle kıyâmet günü buluşma yeri Havz-ı Kevser'in başı olsun." buyurdu.

 

Böylece Ensârı Kirâm da hoşnut ve mesrûr olarak dağıldılar.

 

Rasûlü Ekrem, harp işlerini ve ganîmetler mes'elesini bitirdikten sonra, Cîrâne de ihrama girdi. Geceleyin Mekke'ye gelerek tavafını yaptı. Yine, geceleyin Cîrâne'ye oradan da Medîne'ye dönmek üzere harekete geçti. Bütün ordu Medîne'ye sâlimen vardı.[615]

 

Şâir Keab'ın Müslüman Oluşu

 

Şâir Keab, müşrikler arasında meşhur bir şâirdi. Söylediği şiirlerle, Peygamberimiz'e sataşmalarda bulunmuş, diliyle Peygamber Efendimiz ve Ashâbını çok rahatsız etmiş olduğundan, hakkında Peygamberimiz;

-"Kim rastlarsa, Keab'ı öldürsün. Artık onun kanı helâl kılınmıştır." buyurmuştu. Mekke fethinde, Kâbe'nin örtüsü altına sığınmış olsalar da kanı heder, helâl kılınanlardan olup, öldürülmesine karar verilmiş olanlardandı.

 

Keab, öldürüleceğini duyunca kaçmıştı. Arabistan'da kabîleler arasında İslâmiyet sür'atle yayılmağa başlayınca Keab için sığınacak yer kalmamıştı. Nereye gitse kendisine "bize gelme" deniyordu.

 

Müslüman olmuş olan Keab'ın kardeşi, kendisine mektup yazarak; Rasûlüllah'a gelmesini Müslüman olup, afv dilemesini isteyerek şöyle yazmıştı:

-"Rasûlûllah (as)'ın yanına hiçbir kimse gelmemiştir ki kendisi 'Allah'tan başka bir ilâh bulunmadığına ve Muhammed (as)'ın Rasûlüllah olduğuna şehâdet etsin de Rasûlüllah da onun Müslümanlığını kabul etmesin.' Bu mektubum sana vardığı zaman eğer canın sana gerekli ise Müslüman ol, acele Rasûlûllah'ın yanına gel".

 

Mektup Keab'a ulaşınca, Keab, Hz.Ebû Bekir (ra.) haber göndererek, 'Medîne'ye gelip, Müslüman olacağını, kendisini himâyesine almasını' istedi. Bilindiği takdirde, öldürüleceğinden korkuyordu. Gizlice Medîne yolunu tuttu. Hz.Ebû Bekr'e sığındı. Hz.Ebû Bekir (ra), onu Rasûlü Ekrem'in huzuruna çıkardı.

-"Yâ Rasûlellah bu adam bîat edecek." dedi.

 

Bunun üzerine Keab, hemen Rasûlü Ekrem'in elini tutarak, özür ve af diledi. Kendisinin Keab olduğunu bildirmiyordu.

-"Yâ Rasûlellah! Keab ibn-i Züheyr yaptıklarına pişman ve Müslüman olarak Senden eman dilemeğe gelmiş bulunuyordur. Ben onu Sana getirsem ona eman verir, kendisinin tövbesini ve Müslümanlığını kabul eder misin?" dedi.

Peygamberimiz;

-"Evet." buyurdu.

Bunun üzerine Keab ibn-i Züheyr;

-"Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Rasûlühû (Şehâdet ederim ki; Allah'tan başka ilah yoktur ve yine şehâdet ederim ki; muhakkak Muhammed (as) de Allahu Teâlâ'nın kulu ve Rasûlüdür" diyerek şehâdet getirdi, îman etti.

 

Keab, kendini tanıttığı zaman Ensârdan biri sıçrayıp ayağa kalktı;

-"İzin ver Yâ Rasûlellah, şu Allah düşmanının boynunu vurayım." dedi.

 

Hz.Peygamberimiz;

-"Vazgeç ondan, o üzerinde bulunduğu halden pişman ve Hakk'a dönmüş olarak gelmiştir." buyurdu.

 

Keab, daha önceden yaptıklarına çok pişmanlık içinde idi. Çünkü, kendisini kurtarmak isteyen bu büyük Peygamber hakkında çok kötü şeyler düşünmüş ve yazmıştı. Bu defa yüce huzurda; «Bânet Suâd» diye anılan Peygamber Efendimiz'i metheden meşhur uzun kasîdesini okumağa başladı. Bu kasîde; âdet üzere, şâirin sevgilisi Suâd'ın ayrılığından, onu terkedişinden, vefâsızlığından duyduğu teessürünü, kalbinin elemlerini, yana yakıla ifâde ile başlayıp, sevgilisinin güzelliğini, tatlı ve ince sesini, parlak çehresini, semâvi tebessümünü sayarak bir girizgâh yaptıktan sonra asıl maksada gelir, sözü Peygamberimiz'e getirir, onu methederken belâğatın şâhikasına yükselir. Rasûlûllah'ın bana vaâdde bulunduğunu duydum. Ondan zâten afv umulur, diyerek afv diler.

 

Keab;

-"Şüphe yok ki Rasûlüllah doğru yolu gösteren bir nûr, kötülükleri yok etmek için sıyrılmış, Allâh'ın keskin ve yalın kılıçlarından bir kılıçtır." mealindeki beyitlerine gelince, Peygamber Efendimiz yanındaki Kureyş Muhâcirlerine bakıp gömleğinin yeniyle işâret ederek;

-"Dinleyiniz!" buyurdu.

 

Peygamberimiz, bu kasîdeyi dinledikten sonra büyük bir haz duymuştu. Bu beyitler Fahri Kâinâtın çok hoşuna gitmiş, o anda yanında hediye edecek başka bir şey olmadığından üzerindeki hırkasını çıkararak şâir Keab'a hediye etmiştir. Ondan dolayı bu kasîdeye "Kasîde-i Bürde" denir.

 

Hz.Muâviye, hilafeti zamanında bu hırkayı Keab'dan satınalmak istemişti. Vermedi. Hz.Keab vefât edince, mübârek hırkayı Hz.Muâviye yirmibin dirheme varislerinden satın aldı. Ondan sonra gelen hâlifelerden birbirine intikal etti. Nihâyet, Osmanlı hükümdarı Yavuz Sultan Selim Han'ın, Mısır'ı fethiyle mukaddes emânetler arasında İstanbul'a getirildi. Osmanlı sultanlarının son derece dikkat ve hürmetle muhafaza ettikleri bu «Hırka-i Şerif», hâlen Topkapı Sarayında, Hırka-i Saâdet dâiresinde, Emânât-ı Mübâreke arasında mahfuz olup ziyâret edilmektedir.

 

Tayy Kabîlesi ve Hâtemi Tayy'in Kızı

 

Peygamber Efendimiz, hicretin 9.yılının Rebîulâhar ayında Hz.Ali'yi Ensârın ileri gelenlerinden 50'si atlı 100'ü develi olmak üzere 150 kişilik bir kuvvetle Tayy kabîlesinin putu olan Füls'ü yıkmağa gönderdi. Baskın yapılacağı zaman, birlikleri dağıtıp, her taraftan birden bire baskın yapılmasını emretti. Atlar yanlara, yedeklere alınıp develere binildi. Beni Esedlerden Hâris isminde bir zâtın kılavuzluğu ile yola çıkıldı.

 

Nihâyet mücâhitler tan yeri ağarırken, birliklerini her taraftan saldıracak biçimde dağıtıp Hâtemi Tayy âilesinin konak yerine birden baskın yaptılar. Öldürülenler öldürüldüler, esir edilenler de esir edildiler. Mücâhitlere Tayy âilesinden hiçbiri gizli kalmadı. Bu arada Hz.Ali ve arkadaşları bütün putları kırdıktan sonra meşhur Füls isimli putun yanına varıp parçası kalmayacak şekilde onu da parçaladılar. Füls'ün deposunda Resub, Mihzem ve Yemâni adlarında üç kılınç ile üç zırh gömlek bulundu. Kılınçlardan ilk ikisi, Hâris ibn-i Ebi Şimr'ül Gassani tarafından bu puta hediye edilmiş ve üzerine asılmıştı.

 

Tayy kabîlesinin reisi olan Adiyy ibn-i Hâtem korkusundan kendisi gibi Hıristiyan olan Suriye'deki Şam Araplarının yanına kaçmıştı.

 

Hz.Ali, birçok ganîmet ve ele geçirdiği esirlerle Medîne'ye döndü. Bu esirlerin arasında, sahâvet ve iyiliği ile meşhur Hâtemî Tayy'ın kızı Saffâne de vardı. Medîne'ye varınca, Saffâne Allah Rasûlü ile görüşmek ve kendisine hürriyet vermesini istemek için izin istedi.

-"Yâ Rasûlellah! Babam öldü, kardeşim de kayboldu. Onun verdiği iyilikten bana emniyet ver. Benim babam âileleri korur, esirlerin esaret bağlarını çözer, açları doyuyur, çıplakları giydirir, konukları ağırlar, yemekler yedirir, selâmlaşmayı yapar, dileyicilerin dileklerini reddetmezdi. İşte ben o Hâtemî Tayy'ın kızıyım." dedi.

 

Hz.Peygamberimiz;

-"Ey kadın! Bunlar gerçekten mü'minlerin sıfatlarıdır. Keşke baban Müslüman olsaydı da onu rahmetle ansaydık. Senin istediğin şeyi yapacağım. Gitmek için acele etme. Kavminden seni yurduna ulaştıracak, güvenilir kişiler buluncaya kadar bekle. Bulduğunda bana haber ver." buyurdular.

 

Saffâne binti Hâtem, Müslüman oldu. Müslümanlığını İslam amelleriyle geliştirdi ve güzelleştirdi. Kavminden tanıdık kimseler gelince Rasûlüllah'a gelerek;

-"Yâ Rasûlellah, kavmimden bâzı kişiler gelmiştir. Onlar, benim için güvenilir ve beni yurduma ulaştırır kimselerdir." dedi.

 

Bunun üzerine, Rasûlü Ekrem Saffâne'ye giyimlik elbise, binit ve yol harçlığı, azığı vererek adamlarıyla birlikte Şam'a gönderdi.

 

Adiyy ibn-i Hâtem'in Müslüman Oluşu

 

Saffâne Şam'a gelip, Allah Rasûlünün kendisine yaptığı muâmeleyi kardeşi Adiyy'e anlattı. Adiyy:

-"Peygamber hakkında görüşün nedir?" diye sordu.

 

Saffâne, şöyle cevap verdi:

-"Ben senin, hemen bu zâta iltihak etmeni istiyorum. Eğer, O Peygamber ise O'na tâbi olmakta başkalarını geçmen, senin için bir fazîlet ve üstünlük olur. Yok eğer bir hükümdar ise onun sâyesinde Yemen'deki saltanatını kaybetmez, hor ve hakir bir duruma düşmezsin. Artık karar vermek sana âittir."

 

Adiyy;

-"Vallâhi benim görüşüm de budur." dedi.

 

Bunun üzerine Adiyy, Şam'dan kalkıp Medîne'ye vararak mescide çıktı. Allah Rasûlü onu görünce işini çabucak bitirdi. Adiyy'i evine götürmek üzere kalktı. Yolda, ihtiyar bir kadın ile karşılaştılar. İhtiyar kadın çeşitli şeyler sorarak Allah Rasûlünün vaktini aldı.

 

Adiyy kendi kendine,

"Bu zât melik değildir. Melikler yolda fakirlere bakmazlar, onların ihtiyaçları ile yolda meşgul olmazlar" diye düşündü. Eve varınca Rasûlüllah, Adiyy'e deriden minderini vererek onun üzerine oturmasını istedi. Adiyy oturmaktan çekindi ve minderi Rasûlüllah'a geri verdi. Fakat, Yüce Peygamber kabul etmedi. Adiyy mindere, Allah Rasûlü de yere oturdu. Adiyy «bu hükümdar işi değildir» diye düşündü. Allah Rasûlü biraz durduktan sonra Adiyy'e üç defa; "İslam olursan kurtulursun." diye hitap etti.

 

Adiyy;

-"Ben din üzerindeyim." dedi.

 

Orada Allah Rasûlü;

-"Ben senin dînini senden daha iyi biliyorum" buyurdu.

 

Adiyy, bu sözün mânâsını anlayamamıştı ve,

-"Benim dînimi benden daha mı iyi biliyorsun?" diye sordu.

 

Allah Rasûlü;

-"Evet." diye cevap verdi.

 

Daha sonra yüce Rasûl, ona, mesih dîninde olmayan, Arap kâidelerine göre yapılan bâzı şeyleri söyledi ve sözlerini şöyle bitirdi:

-"Sen, kavminden dörtte bir vergi alıyorsun. Yâni, ganîmetlerin dörtte birini alıyorsun. İşte bu senin dînine göre helal değildir." buyurdu.

 

Adiyy;

-"Evet doğrudur." dedi ve kendi kendine 'Muhakkak ki bu zât Peygamberdir. Çünkü O, meçhul şeyleri biliyor'" diye düşündü.

 

Daha sonra Allah Rasûlü şöyle dedi:

-"Ey Adiyy! Senin bu dîne girmene mâni olan şeyleri biliyorum. Sen bu dîne girenleri fakirler, yoksullar görüyorsun. Fakat, Allâh'a yemin ederim ki mallar onlar için o kadar çoğalacak ki onu alacak kimse bulunmayacak. Sen düşmanları Müslümanlara nazaran çok görüyorsun. Fakat, Cenâb-u Hakk dînini te'yid edecek ve bu yüce din her tarafta emnü eman tesis edecek, o kadar genişleyecek, kudret ve şevket kazanacak ki; tek başına Kâdisiyye'den kalkan bir kadın hacca gidecek, yolda Allah korkusundan başka hiçbir şey, bir korku duymayacaktır. Sen başka yerlerde melikler sultanlar görüyorsun. Allâh'a yemin ediyorum ki bir gün onların beyaz sarayları fethedilecektir."

 

Artık Adiyy inanmış ve Müslüman olmağa karar vermişti. Adiyy'in tek ve son sözü şu oldu: "Eşhedü en lâ İlâhe İllallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Rasûlüh." Ben inanır ve şehâdet ederim ki Allah'dan başka bir ilah yoktur. Muhammed (as) O'nun hem kulu ve hem de Rasûlü'dür."

 

Çok geçmeden, Peygamber Efendimiz'in haberi tahakkuk etmiş, İslam ülkelerinde, emsalsiz bir asâyiş ve emniyet kurulmuş, halk huzur ve rahata kavuşmuştur. Adiyy, Allah Rasûlü'nün haber verdiği bütün bu şeyleri gördü ve onların içinde yaşadı. Zamanla Adiyy ibn-i Hâtem, çok meşhur olup Eshab arasında çok sevildi. İslâmî ilimleri öğrenerek âlimler arasına katıldı. Herkes ona bir şey danışmağa geliyordu.

 

İşte meşhur Adiyy'ibn-i Hâtem bu zâttır.

 

Hz. İbrahim'in Dünyaya Gelişi

 

Hicretin 8. senesi, Zilhicce ayı. Bu tarihte Peygamber Efendimizin oğlu İbrahim dünyaya geldi. Hz. Mâriye'den olan Hz. İbrahim, Peygamber Efendimizin en son evlâdı idi. Medine'nin yukarı tarafında, Avâli diye anılan kısmında annesine tahsis edilen bir hurma bahçesindeki evinde hayata gözlerini açan Hz. İbrahim'in doğum müjdesini Peygamberimize, oğluna ebelik vazifesini yapan Selmâ Hatunun kocası Ebû Rafi getirdi. Bu mes'ud hadisenin müjdesinden fazlasıyla memnun olan Peygamberimiz, Ebû Rafi'e bir köle bağışladı. Nur topu yavrusunun doğumunun yedinci günü bir kurban kestiren Resûl-i Ekrem, aynı gün oğluna ismini de verdi ve bu ismi şöyle açıkladı:

-"Ona, ceddim İbrahim'in ismini koydum!"  Emzikli Ensar kadınları Hz. Resûlullahın evlâdını emzirme bahtiyarlığına ermek için âdeta birbirleriyle yarış eder gibiydiler. Sonunda Resûl-i Ekrem Efendimiz nur topu evlâdını Ümmü Bürde Havle binti Münzir'e emzirmek üzere teslim etti. Bu vazifeyi üzerine almasından dolayı da Ümmü Bürde Havle'ye bir hurmalık tahsis etti. Hz. İbrahim vefâtına kadar sütannesi Ümmü Bürde Havle'nin yanında kaldı. [616]

 

Peygamber Efendimiz, mübarek evlâdı Hz. İbrahim'i sık sık ziyârete gider, şefkat ve merhametini izhar ederek, başını okşar, bağrına basardı. Peygamber Efendimizin hizmetkârı Enes bin Mâlik (r.a.), ilgili bir hatırasını şöyle anlatır:"Ben, ev halkına Resûl-i Ekremden (a.s), daha şefkatli, daha merhametli davranan bir kimse hayatımda görmedim."İbrahim, Medine'nin Avâli kısmında sütannesinin yanında bulunurken, Peygamberimiz onu görmeye gider, biz de beraberinde bulunurduk. İbrahim'in sütbabası [Ebû Seyf Bera' bin Evs] demirci idi. Evinin her tarafı dumanlanmışken, Resûlullah içeri girer, oğlunu alır, öper, sonra dönerdi.

-"Yine bir gün Resûlullah onu görmek için yola çıkmıştı. Ben de kendisini takib ediyordum. Evine vardığımızda Ebû Seyf körüğüne asılıp duruyordu. Evin içi dumana bürünmüştü. Hemen önden koştum, ona 'Körüğünü durdur! Resûlullah (a.s) geldi' dedim. O da körüğünü durdurdu." Resûlullah çocuğunu getirtti, bağrına bastı. Ona bazı sözler söyledi, onunla konuştu."[617]

 

Uyeyne bin Hısn'ın Müslüman Olması

 

Uyeyne bin Hısn, Gatafanların reisi idi. İslâm nûrunun gün geçtikçe etrafa parlak bir surette yayılması onu da düşündürüyordu. Bir gün hatırı sayılır birinden şunları dinlemişti:

-"Ey Uyeyne! Sen bu dar görüşlülükten hâlâ vazgeçmeyecek misin? Muhammed, memleketler fethedip duruyor, sen ise hâlâ başka şeylerle meşgulsün."

 

Benî Nadirlerin, Hendek günü Benî Kurayzaların, ondan önce de Benî Kaynukaların, nihâyet Hayberlilerin işlerini sen de gördün. Halbuki, bunların hepsi de, Hicaz Yahudilerinin ileri gelenleri ve kuvvetlileri idiler.

Uyeyne adamı tasdik etti:

-"Evet! Bütün bunlar, aynen oldu."

Nihayet, Hicretin sekizinci senesinde, Mekke'nin fethinden az önce Medine'ye gelerek Müslüman oldu.[618]

 

Benî Süleymlerin Müslüman Olması

 

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Mekke'yi fethe gittiği zaman sıradaydı. Kudeyd mevkiinde Süleymoğullarından 900-1000 kadar kişi gelip Peygamber Efendimizle buluştular ve orada Müslüman oldular. Mekke'nin fethinde, Huneyn ve Tâif savaşlarında İslâm ordusunda bulundular.[619]

 

İlk Kısas Hükmü

 

Tâif Seferi esnasında idi. Peygamber Efendimize Benî Leyslerden bir adam getirildi. Bu adam, Huzeyllerden birini haksız yere öldürmüştü. İki taraf Peygamber Efendimizin (a.s) huzurunda iddialarını sıralayıp savunmalarını yaptılar. Sonunda Peygamber Efendimiz (a.s), öldürülen adama karşılık, katilin de öldürülmesine hüküm verdi. Hüküm infaz edildi. Bu, İslâmda kısas ile neticelenen ilk kan dâvâsı idi. [620]

 

 

 

 

28- Tebük Seferi ve Katılmayanların Durumu

 

 

Hz. Peygamber (as)'ın Hicretin dokuzuncu yılında, Şam'da toplanan kırk bin kişilik Bizans ordusuna karşı çarpışmak üzere Medine'den Tebük'e kadar sevk ettiği en son ve en güçlü askerî hareket.

 

Tebük Arap yarımadasının kuzeyinde Medine ile Şam'ın ortasında bir yerin adıdır. Suyu ve hurmalığı olan bir yerdir. Bu savaş yolculuğunun son ucu burası olduğu için "Tebük Gazası" adı ile anılmıştır. Bu seferde savaş olmamış fakat en güçlü bir İslâm ordusu teçhiz edilmiş, böylece askerî ve siyasî açıdan önemli bir zafer kazanılmıştır.

 

Tebük Seferin Nedeni

 

Bizans İmparatoru Heraklius'a bir mektup yazan Suriyeli Hıristiyanlar, Muhammed (as)'ın öldüğünü, Müslümanların da kıtlık ve yokluk içinde perişan olduklarını, üzerlerine asker gönderilirse, onları kendi dinine katmanın tam zamanı bulunduğunu bildirdiler. Bunun üzerine Heraklius silahlandırdığı kırk bin kişilik askeri bir gücü Kubad'ın komutası altında yola çıkardı. Cüzam, Lahm, Gassân ve Âmile adini taşıyan Arap kabilelerinin de Rumlarla birlikte hareket edecek!eri haberi Medine'ye ulaştı. Zaten Allah’ın elçisi kuzey sınırından güvende değildi. Böyle bir askerî harekât hazırlığını öğrenince genel seferberlik ilân etti. Allah’ın Resulü diğer gazvelerde genellikle seferin nereye olacağını gizli tutarken bu defa Bizans ordusuna karşı bir sefer düzenleneceğini açıklamıştı. Çünkü gidilecek yer uzak, havalar sıcak ve kurak, düşman güçlü idi. Ordunun buna göre hazırlık yapması gerekiyordu. Mekke'den ve diğer Arap kabilelerinden asker toplamak için de görevliler çıkarılmıştı.[621]

 

Sıcak, kuraklık, kıtlık, uzaklık ve güçlü düşman unsurları bu seferi "güç ve zor bir sefer" haline getirmişti. Bu yüzden seferin rastladığı zamana Kur'an-ı Kerim'de "Sâatü'l-usre" (güçlük zamanı) denilmiş, bu sefere de Kur'an dilinden alınarak "Gazvetü'l usre (zorluk gazâsı)" adı verilmiştir. Bu sefere katılan orduya da "Ceyşü'l-usre (Güçlük ordusu)" denilmiştir.[622]

 

Hz. Peygamber savaş için hazırlık yapılmasını emrettiği zaman mevsimin olumsuzlukları, ürünün hasat zamanı oluşu ve insanların yazın sıcağında ağaç gölgesinde oturmayı sevmesi yüzünden, böyle sıkıntılı bir yolculuğa isteksizlik vardı. Ashap-ı Kiramın ağır davranması dikkati çekmişti. Bu yüzden Allah'u Teâlâ müminleri şöyle uyardı:

 

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا مَا لَكُمْ اِذَا قيلَ لَكُمُ انْفِرُوا فى سَبيلِ اللّهِ اثَّاقَلْتُمْ اِلَى الْاَرْضِ اَرَضيتُمْ بِالْحَيوةِ الدُّنْيَا مِنَ الْاخِرَةِ فَمَا مَتَاعُ الْحَيوةِ الدُّنْيَا فِى الْاخِرَةِ اِلَّا قَليلٌ

 

“Ey iman edenler! Size ne oldu ki, "Allah yolunda savaşa çıkın!" denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? Dünya hayatını ahirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası ahiretin yanında pek azdır.”[623]

 

Devamı ayetlerde, eğer bu cihada çıkmazlarsa can yakıcı bir azapla karsılaşacakları, bunun zararının Allah'a değil kendilerine olacağı, Allah’ın Resulüne yardim etmeseler bile, Allah’ın O'na yardım edeceğini, nitekim:

 

Mekke'den hicret ederken de Resulullah'a yardım edildiği, mağarada da o, arkadaşına; "üzülme, Allah bizimle beraberdir" diyordu, böylece Allah’ın Resulüne emniyet ve güven verdiği, şimdi de aynı yardımı yapabileceğini bildirdi.[624]

 

İslâm toplumu şu ayetle topluca cihada çağrıldı:

 

اِنْفِرُوا خِفَافًا وَثِقَالًا وَجَاهِدُوا بِاَمْوَالِكُمْ وَاَنْفُسِكُمْ فى سَبيلِ اللّهِ ذلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ

 

“(Ey müminler!) Gerek hafif, gerek ağır olarak savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.”[625]

 

Sahabenin Orduya Yardımları

 

Hz. Peygamber her gün minberine oturur ve,

-"Allahım! Sen şu bir avuç İslâm toplumunun yok olmasına fırsat verirsen, artık yeryüzünde sana ibadet olunmaz" diyerek yalvarır ve müminleri mallarıyla ve canlarıyla cihada teşvik ederdi. Bunun üzerine servet sahibi müminler orduya yardım getirmeye başladılar.

 

Hz. Ömer bu sefere dört bin dirhem gümüş para (beş dirhem yaklaşık bir koyun bedeli) getirmiş ve Hz. Peygamberin,

-"Geride ne bıraktın?" sorusuna "malımın yarısını" diye cevap vermiştir. Hz. Ebû Bekir de dört bin dirhem getirince, Allah elçisinin,

-"Aile fertleri için ne bıraktın?" sorusuna;

-"Onlara Allah ve Resulünü bıraktım" diye cevap verince, bunu işiten Hz. Ömer hayır yarısında Ebû Bekir'i geçemeyeceğini belirterek ağlamıştır.

 

Abdurrahman b. Avf da sekiz bin dirhem sermayesinin yarısını getirince Allah elçisi;

-"Allah senin getirip verdiğini de, ev halkın için ayırdığını da bereketlendirsin"[626] diye dua etmiştir.

 

Hz. Osman ise ordunun teçhizinde en büyük yardımı yapmıştı. O, üç yüz deve, yüz at bağışlamış, ayrıca bin altın lirayı Resulullahın kucağına dökünce, Allah elçisi;

-"Ey Allahım! Ben Osman'dan râzıyım, sen de razı ol" diye dua etmiş ve Osman’ın bundan sonra olmuş olacak şeylerden bir sorumluluğunun bulunmayacağını bildirmiştir. Ayrıca Hz. Osman’ın birer altın sarfı ile on bin askeri teçhiz ettiği, su içtikleri kapların ağız bağlarına ve askı iplerine kadar sağlanmadık ihtiyaçlarının bırakmadığı nakledilmiştir.[627]

 

Malî durumu zayıf olanlar da ellerinden gelen yardımı yapıyorlardı. Hz. Peygamber;

-"Kim bugün bir sadaka verirse sadakası kıyamet günü Allah katında onun lehine şahitlikte bulunacaktır" buyurunca, bir adam başına sardığı sarığı vermiş, siyah, hor görünüşlü bir yoksul da çok güzel bir deveyi bağışlayıp gitmişti. Ebû Ukayl iki ölçek hurma karşılığında sabaha kadar su çekmiş, bir ölçeğini ev ihtiyacı için ayırmış, bir ölçeğini de orduya bağışlamıştı. Hz. Peygamber onun için de hayır ve bereketle dua etti. Başka bir yoksul Ulbe b. Zeyd ise mali, mülkü, biniti olmadığı için cihada hiçbir katkısı olamayışından çok üzgündü. Gece namazından sonra Allah'a niyazda bulundu, imkânlarının olmayışından yakındı. Ertesi gün sıkılarak, alay edilmeyi göze alarak çok az bir meta'ı Hz. Peygambere getirdi. Bu da sadakalara karıştırıldı. Ertesi gün Hz. Peygamber az bir sadaka veren bu yoksulu davet etti ve şöyle buyurdu:

-"Muhammedi’n varlığı, kudreti elinde bulunan Allah 'a yemin ederim ki, sen sadakası kabul olunanların divanına yazıldın."[628]

 

Kadınlar da ellerinden gelen yardımı yapmaktan geri durmuyorlardı. Ümmü Sinan el-Eslemiyye şöyle anlatır:

-"Hz. Âyşe'nin evinde Resulullah (as)'ın önüne serilmiş bir örtü gördüm ki üzerinde bilezikler, bazu bentler, hal hallar, yüzükler, küpeler, develerin ayaklarını bağlayacak bir takım kayışlarla, kadınlar tarafından gönderilen ve savaşta ise yarayabilecek bir takım şeyler bulunuyordu."[629]

 

Tebük Seferi ve Münafıklar

 

Münafıklar müminleri başarıya götürebilecek her önemli işte olduğu gibi gerek Tebük gazvesi hazırlıkları ve gerekse yolculuk sırasında bozgunculuk yapmaktan geri durmadılar.

 

Münafıkların başı Abdullah b. Ubey b. Selül;

-"Muhammed Roma devletini oyuncak mı sanıyor? Onun ashabıyla birlikte yakalanıp esir olacaklarını gözümle görmüş gibi biliyorum" diyerek halka korku ve ümitsizlik vermeye çalışıyordu.[630]

 

 Münafıklardan bir topluluk hiçbir özürleri olmadığı halde Tebük seferine katılmamak için Hz. Peygamberden izin istediler. Allah’ın Resulü seksenden fazla münafığa izin verdi. Kimi münafıklar da ganimet almak için Tebük ordusuna katılmış ve gittikleri yerlerde bozgunculuk yapmaktan geri durmamışlardır.

 

Orduya özürsüz katılmayan münafıklarla ilgili çeşitli ayetler indi. Bazıları şunlardır:

 

 £æ¡a ë 6aì¢À Ô  ¡ò ä¤n¡1¤Ûa ó¡Ï ü a 6ó©£ä¡n¤1 m ü ë ó©Û ¤æ ˆ¤öa ¢4ì¢Ô í ¤å ß ¤á¢è¤ä¡ß ë

  åí©Š¡Ïb Ø¤Ûb¡2 ¥ò Àî©z¢à Û  á £ä è u

 

“Onlardan öylesi de var ki: "Bana izin ver, beni fitneye düşürme" der. Bilesiniz ki onlar zaten fitneye düşmüşlerdir. Cehennem, kâfirleri mutlaka kuşatacaktır.”[631]

 

فَرِحَ الْمُخَلَّفُونَ بِمَقْعَدِهِمْ خِلَافَ رَسُولِ اللّهِ وَكَرِهُوا اَنْ يُجَاهِدُوا بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ فى سَبيلِ اللّهِ وَقَالُوا لَا تَنْفِرُوا فِى الْحَرِّ قُلْ نَارُ جَهَنَّمَ اَشَدُّ حَرًّا لَوْ كَانُوا يَفْقَهُونَ

 

“Allah'ın Resûlüne muhalefet etmek için geri kalanlar (sefere çıkmayıp) oturmaları ile sevindiler; mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad etmeyi çirkin gördüler; "bu sıcakta sefere çıkmayın" dediler. De ki: "Cehennem ateşi daha sıcaktır!" Keşke anlasalardı!”[632]

 

Yahudi Süveylim’in Evinin Yakılması

 

Münafıklardan bazı kişilerin Yahudi Süheylim'in Casum mevkiindeki evinde toplanıp, Tebük gazasına çıkacak halkı Hz. Peygamberin etrafından dağıtmak üzere toplandıkları haber alındı.

 

Bunun üzerine Allah elçisi Talha b. Ubeydullah'ı (ö. 36/656) bazı sahabelerle birlikte onlara gönderip Süveylim'in evini ateşe vererek üzerlerine yıkmasını emretti. Emir yerine getirildi. Dahhâk b. Halîfe evin damından atlayınca ayağı kırıldı. İbn Übeyrik ve arkadaşları ise damdan atlayıp kaçtılar.[633]

 

İhmalkarlık Yüzünden Sefere Katılmayan Müslümanlar

 

Mümin oldukları halde ihmalkarlık yüzünden sefere katılamayanlar da olmuştu. Bunlar: Kâ'b b. Mâlik, Mirâre b. Rabî' ve Hilâl b. Ümeyye (r. anhüm) idi.

 

Kâ'b b. Mâlik; Akabe'de Hz. Peygambere bey'at etmiş, Bedir dışında tüm gazalara katılmıştı. Tebük seferine katılmak için her türlü imkâna sahip olduğu halde sırf ihmalciliği nedeniyle bu gazaya katılamadığını şöyle belirtmiştir:

-"Hz. Peygamber bu gaza için hazırlanmaya başladılar. Ben de onlarla birlikte yol hazırlığını görmek üzere sabahleyin evden çıkıp dolaşır, hiç bir iş görmeden akşam üzeri döner, gelirdim. Kendi kendime; hazırlanmak için çok vaktim var, derdim. Bu ihmalcilik bende sürdü gitti. Sonunda Resulullah ve ashabı birden yola çıkıverdiler."

 

Diğer iki sahabe de benzer ihmal içinde olup gecikmişler ve sefere katılmamışlardı. Ancak daha sonra bu üç sahabe ruhen çok daraldı ve dünya kendilerine dar geldi. Onların bu sıkıntısı Kur'an-ı Kerîm'de şöyle açıklanır:

 

وَعَلَى الثَّلثَةِ الَّذينَ خُلِّفُوا حَتّى اِذَا ضَاقَتْ عَلَيْهِمُ الْاَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ وَضَاقَتْ عَلَيْهِمْ اَنْفُسُهُمْ وَظَنُّوا اَنْ لَا مَلْجَاَ مِنَ اللّهِ اِلَّا اِلَيْهِ ثُمَّ تَابَ عَلَيْهِمْ لِيَتُوبُوا اِنَّ اللّهَ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحيمُ

 

“Ve (seferden) geri bırakılan üç kişinin de (tevbelerini kabul etti). Yeryüzü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah'tan (O'nun azabından) yine Allah'a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra (eski hallerine) dönmeleri için Allah onların tevbesini kabul etti. Çünkü Allah tevbeyi çok kabul eden, pek esirgeyendir.”[634]

 

Özür Nedeniyle Sefere Katılmayanların Ecre Ortak Oluşu

 

Ashabı kiramdan meşrû özürleri yüzünden Tebük gazvesine katılamayanların, katılan askerlerin kazandığı tüm ecre ortak oldukları hadis-i şerifle sabittir.

 

Enes b. Mâlik (r.a)'den rivayete göre Hz. Peygamber Tebük seferi sırasında söyle buyurmuştur:

-"Medine'de bir topluluk kalmıştır ki, biz bir dağ yolunda, bir vadide her yürüyüşümüzde, onlar da bizimle birliktedirler. Ashap: Yâ Resulullah, onlar nasıl bizimle birlikte olur?" diye sorunca da;

-"Onları burada bulunmaktan (hastalık, gücü yetmemek gibi) meşrû özürleri menetmiştir."[635]

 

Tebük’e Büyük Yolculuğa İmkan Bulamayanların Ağlayışı

 

Varlıklı sahabelerin yardımı ile ihtiyaçlı gaziler teçhiz ediliyor, fakat sayı çok fazla olduğu için bu yardım da yetişmiyordu. İslâm tarihinde "ağlayanlar" diye anılan yedi kişi Resulullah (as)'a gelerek, bu gazveye katılmak istediklerini, fakat binit ve yiyeceklerinin bulunmadığını bildirdiler. Hz. Peygamberin kendilerine binit kalmadığını söylemesi üzerine bu yedi kahraman ağlayarak geri dönmüşlerdi. Bunlar Salim b. Umeyr, Ulbe b. Zeyd, Ebû Leylâ el-Mâzinî, Seleme b. Sahr, İrbâd b. Sâriye; bir rivâyete Abdullah b. Mugaffel ve Ma'kil b. Yesâr veya Amr b. Gunme (r. anhüm)'dür. Onların bu hali Kur'an-ı Kerim'de şöyle haber verilir:

 

:¡é¤î Ü Ç ¤á¢Ø¢Ü¡à¤y a ¬b ß ¢†¡u a ¬ü  o¤Ü¢Ó ¤á¢è Ü¡à¤z n¡Û  Ú¤ì m a ¬b ß a ‡¡a  åí©ˆ £Ûaó Ü Ç ü ë

 6 æì¢Ô¡1¤ä¢íb ß a뢆¡v í ü a b¦ã Œ y ¡É¤ß £†Ûa  å¡ß ¢œî©1 m ¤á¢è¢ä¢î¤Ç a ë a¤ì £Û ì m

 

“Kendilerine binek sağlaman için sana geldiklerinde: Sizi bindirecek bir binek bulamıyorum, deyince, harcayacak bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözleri yaş dökerek dönen kimselere de (sorumluluk yoktur.)”[636]

 

Bunun üzerine bu yedi mücahidden ikisine İbn Yamin, ikisine Hz. Abbas b. Abdulmuttalib, üçüne de Hz. Osman (ra) binit sağlamıştır.[637]

 

Tebük Yolculuğunun Başlaması

 

Hz. Peygamber (as) Tebük gazasını Medîne'den Hicretin 9. yılı Recep ayında perşembe günü çıkmıştı. Çünkü O, cihada perşembe günü çıkmayı severdi. Bu, Resulullah (as)'ın sonuncu gazası oldu.

 

Medine'de vekil bırakılan Hz. Ali için münafıkların,

-"Muhammed, Ali'yi onda görüp hoşlanmadığı bir şey için geri bırakmıştır" gibi dedikodular yapması üzerine, Hz. Ali silahlanıp Cürf mevkiinde Hz. Peygambere yetişti. Resulullahın geliş nedenini sorması üzerine hakkındaki dedikodudan söz etti. Hz. Peygamber; "Onlar yalan söylemişlerdir. Ben seni arkamda bıraktıklarıma vekil tayin ettim. Hemen geri dön, gerek benim ev halkım ve gerekse senin ev halkın içinde vekilim ol. Sen bana göre, Musa'ya göre Harun'un durumunda olmak istemez misin? Ancak benden sonra Peygamber gelmeyecektir" dedi. Hz. Ali;

-"Ey Allah’ın elçisi öyledir" diye cevap verdi ve Medîne'ye geri döndü."[638]

 

Hz. Peygamber (as)'ın komutasındaki on bin kişilik İslâm ordusu Medine'den Tebük'e kadar on sekiz yerde konakladı, on dokuzuncu konaklama yeri Tebük oldu. Bu konaklama yerlerinde namaz kılınan yerler günümüzde de adlarıyla mescit olarak bilinmektedir. Zülhusub, Feyfâ, Zülmerve, Rak'a ve Vâdilkurâ mescitleri gibi .

 

Yolculuk sırasında ve konaklama yerlerinde pek çok ibretli ve hikmetli olaylar vuku buldu. Allah’ın elçisi yol boyunca öğütlerini sürdürdü.

 

Sekizinci Konaklama Yeri Olan Hicr'de Olanlar

 

Hicr, Semûd kavminin yaşayıp helâk olduğu yerdir. Salih Peygambere isyan eden bu topluluğu Yüce Allah korkunç bir haykırışla helâk etmişti.[639]

 

Hz. Peygamber bu kavmin mucizeleri gördükleri halde Peygamberlerine karşı gelmelerini açıkladı ve bu yerden hızlı geçilmesini emir buyurdu.

 

Hicr kuyularından alınan suları döktürdü ve bununla hazırlanan ekmek hamurlarının develere yedirilmesini emir buyurdu.

 

Böyle hüzünlü bir beldeye neşeyle girilmesini, Hicr'de oturan halkla temas etmemelerini emir buyurdu.[640]

 

Allah elçisi, Hicr'de gece şiddetli kasırganın kopacağını, bu yüzden kimsenin yanında arkadaşı olmaksızın dışarı çıkmamasını ve develerin dizlerinin bağlanmasını bildirdi. Kasırga çıktı ve uyarıya uymayan iki kişiden birisi nefes darlığına uğradı, diğerini fırtına sürükledi.

 

Mücahitler Hicr'de sabahlayınca şiddetli susuzlukla karsılaştılar. Allah elçisi özellikle Hz. Ebû Bekir'in yağmur duası yapmasını istemesi üzerine, ellerini kaldırıp yağmur için dua etti. Daha ellerini indirmeden yağmur yağmaya başlamıştı. Bunun üzerine daha önce;

-"Muhammed hak peygamber olsaydı, Musa Peygamber (as)'ın Allah'tan yağmur istediği ve yağdırdığı gibi, O da yağmur ister ve yağdırırdı" diyerek dedikodu yapan münâfıklar seslerini kesmişlerdi.[641]

 

Hz. Peygamber(as)'ın Devesi "Kusvâ"nın Kaybolması

 

Bir konaklama yerinde Resulullah (as)'ın devesi Kusvâ kaybolmuş ve aramalara rağmen bulunamamıştı. Benî Kaynuka Yahudilerinden Müslüman olan Zeyd b. Lusayt adlı münafık;

-"Kendisinin Peygamber olduğunu söyleyen ve size göklerden haberler veren Muhammed bugün kaybolan devesinin yerini bile bilmiyor" diyerek müminlerin kalbine şüphe sokmaya çalışıyordu. Bunu haber alan Resulullah (as), Cebrail (as) haber vermesi üzerine devenin bulunduğu yeri ve ipinin bir dala takılı bulunduğunu bildirdi ve,

-"Allah'a yemin olsun ki, gerçekten ben, bir şeyi Allah bana bildirmedikçe bilemem" buyurdu. Gerçekten o yana giden sahabeler deveyi bulup getirdiler.

 

Zeyd b. Lusayt bu olaydan sonra, ertesi sabah kalbindeki Hz. Muhammed (as)'ın Peygamberliği konusundaki şüphelerinin yok olduğunu söylemiştir. Bazıları onun tövbe ettiğini söylerken Hârice b. Zeyd gibi bazı sahabeler de onun tövbe ettiğini kabul etmemişlerdir.[642]

 

Abdurrahman b. Avf'ın İmam Oluşu

 

Hicr'le Tebük arasında bir konaklama yerinde tan yeri ağardıktan sonra Allah elçisi ihtiyacını gidermek için uzak bir yere gitmişti. Cemaat güneşin dogmasından korkarak Abdurrahman b. Avf (r.a)'ı öne geçirdiler. Hz. Peygamber abdest alıp dönünce Abdurrahman rukû'da idi. Cemaat Resulullahın geldiğini anlayınca neredeyse namazı bozacaklardı. Abdurrahman da imamlıktan çekilmek istedi. Fakat Resulullah (a.s)'ın işareti ile namaza devam etti. Allah elçisi bir rekâtı imamla, bir rekâtı da selãmdan sonra ayağa kalkarak tek başına kıldı. Namaz bitince de;

-"Güzel yaptınız" buyurdu.[643]

 

Abdestte Tek Yıkama ve Mestlere Meshetme

 

Avf b. Mâlikten rivayete göre, Hz. Peygamber Tebük seferi sırasında yolcular için mestler üzerine üç gün üç gece, mukîm olanlar için bir gün bir gece süreyle meshedilmesini emir buyurmuştur. Hz. Ömer'in bildirdiğine göre abdest alınırken abdest azaları birer defa yıkamakla yetinmiştir.[644]

 

Vaktinde Kılınamayıp Kaza Edilen Sabah Namazı

 

Yolculukta Allah elçisi uykuda iken kaldırılmamış ve sabah namazı vakti çıkıp güneş bir mızrak boyu yükselmişti. Resulullah (as) Bilal’a:

-"Ben sana bu gece bizi bekle ve sabah olunca uyandır" demedim mi?" buyurdu.

Bilâl:

-"Seni uyutan beni de uyuttu" dedi.

Hz. Peygamber o yerden kalkıp biraz gittikten sonra, önce sünneti sonra da farzı kaza etti.[645]

 

Hz. Peygamber(as)'ın Tebük'te Ashabı İle İstişare Etmesi

 

Tebük'e geldikten sonra Şam üzerine yürünüp yürünmemesi konusunda Allah elçisi ashabı ile istişare etti.

Hz. Ömer:

-"Eğer gitmekle emr olundun ise git" dedi.

Hz. Peygamber:

-"Eğer bu konuda Allah tarafından emr olunmuş bulunsaydım, size danışmazdım" buyurdu.

Bunun üzerine Hz. Ömer:

-"Ey Allah’ın Resulü orada Rumlar çok fazladır, Müslümanlardan tek kişi bile yoktur, senin bu derece yakına gelmen onları korkutmuştur. Uygun bulursanız bu yıl buradan geri dönülsün veya yüce Allah bu konudaki buyruğunu bildirir" Bunun üzerine Hz. Peygamber Tebük'ten ileri geçmedi.

 

Diğer Peygamberlere Verilmeyip Yalnız Hz. Muhammed(as)'e Verilen Beş Haslet

 

Hz. Peygamber Tebük'te gece namazını (teheccüd) çadırının önünde kıldığı bir gece, yanına gelen sahabelerle sohbet ederken şöyle buyurmuştur:

-"Benden önceki Peygamberlerden hiç birisine verilmeyen şu beş şey bana verilmişti:

 

a- Önceki Peygamberler yalnız bir kavme gönderilmişken, ben bütün insanlara gönderildim.

 

b- Yeryüzü bana mescit ve temizlik aracı kilindi. Bu yüzden namaz vakti nerede olursa teyemmüm edip namazımı kılarım. Önceki ümmetler ise ibadetlerini ancak Kilise ve Havralarda yapabilirdi.

 

c- Savaş ganimetleri bana helal kilindi. Halbuki önceki Peygamberlere helâl kılınmamıştı.

 

d- Bana şefaat makamı verildi.

 

e- Ben bir aylık uzak yerdeki düşmanın kalbine korku salmakla yardım olundum."[646]

 

Hz. Peygambere ve ümmetine ayrıcalık sağlayan bu niteliklerin Bizans'a karşı yapılan böyle büyük bir harekât sırasında açıklanması şu noktaları akla getirmektedir.

 

Çevrede en güçlü olarak bilinen Doğu Roma imparatorluğuna karşı durabilecek bir güce sahip olan İslâm topluluğu, yakında bu yöreleri ele geçirecek ve Rum diyarı İslâm’a girecek, böylece Arap toplumları dışına çıkan İslâm evrensellik özelliğine kavuşacaktır .

 

İslâm ordusu yolculuk sırasında günlerce çeşitli yer ve mevkilerde, arz üzerinde farz ve nafile namazları kilmiş ve böylece ibadetin yalnız mescitlerde yapılabileceği imajı yerine namaza evrensel bir mescit anlayışı kazandırılmıştır. Abdest ve gusülde de su yerine, gerektiğinde teyemmümle yetinmenin uygulamaları yapılmıştır.

 

Bu gibi askeri hareketlerde zafer sonrası elde edilecek ganimetlerin beste biri beytülmalin, beste dördü de gazilerin hakki olmak üzere meşrû kılınmıştır. Bu da savaşlarda ayrı bir teşvik unsurudur.

 

Çevrede bir aylık uzak yerde bulunan düşman o gün için Doğu Roma İmparatorluğu ve bunların başkanı Heraklius olmalıdır. İmparatorun ve askerlerinin kalbine korku düştüğü için Hicaz'a saldırıp yakıp yıkmak üzere yola çıktıkları halde bu cesareti gösterememişlerdir. Güçlü İslâm ordusunun hazırlıklı, düzenli ve her çeşit savaş rizikosunu göze alarak Tebük'e kadar gelmesi, güç dengesini psikolojik bakımdan Müslümanların lehine çevirmiştir. Böylece düşman için, savaş olmasa bile güç hazırlamayı emreden ayetin hükmü gerçekleşmiştir .Ayette şöyle buyurulur:

 

وَاَعِدُّوا لَهُمْ مَا اسْتَطَعْتُمْ مِنْ قُوَّةٍ وَمِنْ رِبَاطِ الْخَيْلِ تُرْهِبُونَ بِه عَدُوَّ اللّهِ وَعَدُوَّكُمْ وَاخَرينَ مِنْ دُونِهِمْ لَا تَعْلَمُونَهُمْ اَللّهُ يَعْلَمُهُمْ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ شَىْءٍ فى سَبيلِ اللّهِ يُوَفَّ اِلَيْكُمْ وَاَنْتُمْ لَا تُظْلَمُونَ

 

“Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız”[647]

 

Hz. Peygamber Tebük'te bulunduğu sırada Halid b. Velid'i dört yüz atlı ile bir Hıristiyan topluluk olan Dûmetülcendel'in kralı Ükeydir b. Abdulmelik üzerine gönderdi. Dûmetülcendel Şam yolu üzerinde Tebük'e yakın, sulu, hurma ve ekinleri bol, büyük bir ticaret merkezi idi. Halid b. Velid az sayıda bir askerle bilmedikleri bir yörede kralı nasıl bulacaklarını sorunca, Allah elçisi onu,

"Yabanî sığır avlarken bulup yakalayacağını" haber verdi.

 

Gerçekten Halid ve arkadaşları kaleye yaklaştıkları sırada normal kırsal kesimde az rastlanan bir yaban sığırının kale kapısına yaklaşmakta olduğunu gördüler. Yukarıdan Ükeydir ve ailesi de bu semiz hayvani görmüşlerdi. Ükeydir silahlanıp birkaç adamı ile birlikte sığırı avlamak üzere kaleden dışarı çıkınca da onu yakaladılar ve elleri bağlı olarak kalenin önüne getirdiler.

 

Orada Halid'le Ükeydir arasında yapılan anlaşmaya göre, Ükeydir Müslümanlara: İki bin deve, sekiz yüz at, dört yüz zırh gömlek, dört yüz mızrak vermek ve Ükeydir ile kardeşi Mudad Hz. Peygambere kadar götürülüp haklarında Allah elçisi hüküm vermek üzere sulh oldular. Bundan sonra kaleye girilerek belirlenen ganimet malları teslim alındı.[648]

 

Eyle, Ezruh ve Cerba Melikleri ile Sulh Anlaşması Yapılması

 

Hz. Peygamber Tebük'te bulunduğu sırada Kızıldeniz’in kuzeyinde ve Akabe körfezinin sonunda deniz sahilindeki Eyle hükümdarı Yuhanna b. Ru'be, gelerek yıllık belirli miktarda cizye vermek üzere kendisi ile sulh anlaşması yaptı. Hz. Peygamber Yuhanna'ya su ahitnameyi yazılı olarak verdi.

 

"Bismillahirrahmânirrahim. Bu, Allah ve Peygamberi Muhammed’den Yuhanna b. Ru'be ile Eyle halkından denizdeki gemilerde bulunanları ve karadaki gezen, dolaşanları için eman yazısıdır: Gerek bunlar ve gerek Sam, Yemen ve deniz sahili halkından Eylelilerle birlikte bulunanlar, Allah’ın ve Resulünün himayesindedirler. Onlardan bir kötülük isleyeni yanındaki malı koruyamayacak, bu mal, alana da helâl olacaktır. Denizde, karada herkes dilediği tarafa yolculuk yapma hakkına sahiptir."[649]

 

Eyle kralı Yuhanna ile birlikte Ezruh ve Cerba halkı temsilcileri de Tebük'e gelip Hz. Peygamberle cizye vermek üzere anlaşma yaptılar. Bunlar her yıl Recep ayında saf altından yüz dinar cizye ödemeyi kabul ettiler ve buna karşılık onlara birer emannâme (güven mektubu) verildi. Bu iki topluluk da Eyleliler gibi Yahudi toplumudur.[650]

 

 

Özürsüz Cihada Katılmayan Üç Kişinin Çilesi

 

Resulullah (as) Tebük'ten dönüşte Medîne'ye girişte doğrudan Mescidi Nebevîye girip iki rekat namaz kildi. Çünkü seferden dönüşte bu, Resulullah (as)'ın âdeti idi. Sonra mescitte oturdu. Tebük gazvesine katılamayıp Medine'de kalanlar tek tek gelip özürlerini yeminle teyit ettiler. Hz. Peygamber diş görünüşlerine bakarak özürlerini kabul edip, iç yüzlerini Allah'a havale etti ve haklarında istiğfarda bulundu. Bunların sayısı seksen kadar idi.

 

Ancak Kâ'b b. Mâlik, Mirare b. Rabî ve Hilâl b. Ümeyye meşrû bir özürleri bulunmadığı halde cihada katılmamışlardı. Hz. Peygamberin huzuruna girince mazeret uydurma yoluna gitmeden doğruyu söylediler.

 

Resulullah (as) halkı bu üç sahabe ile görüşüp konuşmaktan menetti. Üçü de bir köseye çekilerek elli gün süreyle yalnızlığa itildiler. Dünya başlarına zindan oldu. Kırk gün geçince Hz. Peygamber bunlara Hüzeyme b. Sâbit (r.a)'ı göndererek kadınlarından da ayrı durmalarını bildirdi. Böylece eslerinin cihaddan geri kalan bu sahabelere hizmeti de men edilmiş oluyordu. Yalnız Hilâl b. Ümeyye'nin eşi Allah elçisine gelerek;

-"Hilâl yaşlıdır, hizmetçisi de yoktur. Yalnız mutfak işlerine yardımcı olsam" diye izin istedi. Kendisine yalnız ev hizmeti için izin verildi.

 

Elli gün tamamlanınca bu üç sahabenin mağfiret edildiğini bildirilen ayet indi. Bunu müjdeleyen sahabeye, Ka'b b. Mâlik sevincinden bir kat elbise giydirmişti. Mescide geldiklerinde Allah’ın Resulü Ka'b b. Mâlik'e şöyle buyurdu:

-"Annen seni doğurduğu günden beri yaşadığın günlerin en hayırlısını sana müjdeliyorum."

Ka'b;

-"Bu müjde tarafınızdan mi, yoksa Allah tarafından mı?" diye sorunca, Hz. Peygamber;

-"Doğrudan Yüce Allah tarafından" buyurdu.

Bunun üzerine Ka'b, bütün servetini Allah yolunda tasadduk etmek istediğini bildirdi. Hz. Peygamber, bir bölümünü kendisine ayırmasının daha hayırlı olacağını söyledi.

 

Allah Teâlâ bu üç sahabenin halini ve affedilmelerini şöyle bildirir:

 

وَعَلَى الثَّلثَةِ الَّذينَ خُلِّفُوا حَتّى اِذَا ضَاقَتْ عَلَيْهِمُ الْاَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ وَضَاقَتْ عَلَيْهِمْ اَنْفُسُهُمْ وَظَنُّوا اَنْ لَا مَلْجَاَ مِنَ اللّهِ اِلَّا اِلَيْهِ ثُمَّ تَابَ عَلَيْهِمْ لِيَتُوبُوا اِنَّ اللّهَ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحيمُ

 

“Ve savaştan geri kalan o üç kişinin tövbesini de kabul etti. Bütün genişliğine rağmen yeryüzünün kendilerine dar geldiği, ruhları son derece sıkıldığı, Allah 'tan başka bir sığınak olmadığını anladıkları zaman tövbe etsinler diye, Allah onları bağışlamıştı. Şüphesiz ki Allah, tövbeleri çok kabul eden ve çok merhametli olandır."[651]

 

Ka'b b. Mâlik ve arkadaşları bu ilâhî iltifata, doğru sözlülükleri ve samimi davranmaları sayesinde kavuştular. Ka'b bu olay üzerine, artık ömrü boyunca doğrudan başka bir söz söylemeyeceğine dair Allah elçisine söz verdi. Diğer münâfıklar uydurdukları yalan mazeretler yüzünden helâk olurken onlar selâmete çıktılar.

 

Ashabın İhlas ve İnfakı

 

Resulullah (as)'ın emri üzerine, sahabeler (ra) orduya sadaka, nafaka ve binek hayvanları getirmeye başladılar. Hz. Ebu Bekir (r.a.) malının tamamı olan 40 bin dirhem altın getirdi. Resulullah (as) ona:

-"Kendi ehline herhangi bir şey bıraktın mı?" diye sorunca o:

-"Onlara Allah ve Resulünü bıraktım" diye cevap verdi. Hz. Ömer (r.a.) malının yarısını getirdi. Resulullah (as) ona da:

-"Kendi ehline herhangi bir şey bıraktın mı?" diye sorunca Hz. Ömer (ra):

-"Evet, malımın yarısını" diye cevap verdi. Abdurrahman ibnu Avf iki yüz evkiye altın, Asım ibnu Adiy yetmiş deve yükü hurma getirdi. Hz. Osman (r.a) ise ordunun üçte birini teçhiz etti. İbnu Hişam'ın bildirdiğine göre Osman ibnu Affan bu sefer için büyük bir infakta bulundu; öyle ki, o zamana kadar hiç kimse bu kadar infakta bulunmamıştı. Osman ibnu Affan, Tebük gazvesinde dar durumda olan orduya bin dinar infak etti. Bunun üzerine Resulullah (a.s) şöyle buyurdu:

-"Allah'ım! Osman'dan razı ol, çünkü ben ondan razıyım."[652]

 

Cihada Katılamadıklarından Dolayı Ağlayanlar

 

Müslümanlardan yedi (diğer bir rivayette yediden fazla) kişi Resulullah (as)'ın yanına geldiler ve Resulullah (as)'den kendilerini bindireceği ve seferde yüklerini yükleyecekleri hayvan istediler. Çünkü kendileri bu imkana sahip değillerdi. Resulullah (as) da onlara:

-"Sizi bindireceğim bir binek bulamıyorum" dedi. Bunun üzerine onlar infak edilecek şey bulamamaktan ötürü üzülerek gözyaşları içinde geri döndüler.

 

Münafıkların Yeniden Ortaya Çıkışı ve Yaptıkları Planlar

 

Hudeybiye anlaşmasından sonra münafıklar hayli azalmıştı. Hudeybiye anlaşması ve Mekke'nin fethinden sonra İslam toplumu büyümeye başlamış, İslam ordusu yirmi kat artmıştı. Bu dönemde kendi istekleriyle İslam'ı seçenler olduğu gibi korkuyla İslam'ı seçenler de vardı. Münafıkların lideri Abdullah İbnu Ubey henüz hayattaydı ve münafıklar bloğunun yeniden yapılanmasını başlattı. Tebük gazvesi sırasında münafıkların hareketi belirgin bir şekilde ortaya çıktı. Münafıkların seferberlik öncesi faaliyetleri, Müslümanları Resulullah (as)'den uzaklaştırmak ve onları dünyanın aldatıcı güzelliklerine çekmek doğrultusundaydı. Bazı münafıklar, Müslümanlarla birlikte sefere çıkmamak için:

-"Vallahi, kavmim ensar bilir ki, ben kadınlara düşkün bir adamım. Beni Asfar'ın (Rumların) sarışın kadınlarını görünce sabır gösteremeyip bir fitneye düşerim" diyerek mazeret ileri sürdüler.

 

Münafıklardan bir kısmı da izin istemekle kalmayıp havanın çok sıcak olduğundan bahsederek sefere iştirak eden müminleri de caydırmaya çalışıyorlardı. Münafıkların diğer bir kısmı da Resulullah (as)'e gelerek:

-"Gücümüz yetseydi, sizinle beraber çıkardık" diyerek yalan söylemişlerdi. Münafıkların ordu içindeki durumları da şöyleydi:

-"Devamlı olarak emirlere muhalefet ediyor, ordu içinde fitne çıkarmaya çalışıyorlardı. Planlarının içinde en tehlikeli olanı da Resulullah (a.s)'ı bir suikastla öldürme girişiminde bulunmaktı. Medine'deki münafıklara gelince, onlar sığınacakları, İslam düşmanlarına karargah olacak Dırar mescidini inşa etmişlerdi. Ayrıca Resulullah (a.s)'e Yahudi Süveylim'in evinde bir kısım münafıkların toplandıkları ve halkı gazadan döndürecek sözler söyledikleri bildirilmişti. Bunun üzerine Resulullah (a.s) bir grup sahabeyi göndererek o evi ateşe verdi ve orada toplanan münafıkları dağıttı..."

 

Dersler ve İbretler

 

Tebük gazvesi ders, ibret ve öğütlerle doludur. Dolayısıyla günümüz davetçilerinin, Tebük gazvesini tekrar tekrar okumaları ve ondan çıkarılacak dersler ve öğütler ışığında hizmet ve çalışmalarını sürdürmeleri gerekmektedir.

 

Tebük gazvesi; zengin Müslümanların fedakarlığı, fakirlerin durumu, münafıkların hile, tuzak ve planları, savaşa gitmemek için uyduruk mazeretler ileri sürerek Resulullah (a.s)'den izin isteyen insanların hali, hiçbir mazeret ileri sürmeden savaşa gitmeyen ve daha sonra Resulullah'a yalan mazeretler ileri sürenlerin durumu, bazı dünyevi sebeplerden dolayı gitmeyen ve daha sonra Resulullah'a doğruyu söyleyerek hiçbir mazeret beyan etmeyen samimi Müslümanların durumu gibi çeşitli yönleri içermektedir.

 

Tebük gazvesinden çıkarılacak ders, ibret ve öğütleri şu şekilde sıralayabiliriz:

 

 

1- Bütün İslami çalışmalarda Resulullah (as)'ı ve Sahabelerini Örnek Almak:

 

Resulullah (a.s) ve sahabeleri savaşta, barışta, darlıkta, bollukta, kısacası hayatın bütün alanlarında kıyamete kadar gelecek bütün Müslümanlara örnektirler. Dün seferin uzunluğu, düşmanın kuvvetli olması, yaz mevsiminin kızgın sıcaklığı, zamanın kuraklık, kıtlık ve meyvelerin olgunlaşma zamanı olması gibi dünyevi sebepler sahabeleri Resulullah (a.s)'ın emrini yerine getirmekten alıkoymadığı gibi bugün de makam, mevki, görev ve iş yerleri gibi sebepler hiçbir zaman Müslümanları İslami hizmet ve çalışmalardan alıkoymamalıdır. Dünya, içindeki eşyayla birlikte fanidir. Baki olan Allah'tır. Dolayısıyla dünyanın geçici ama aynı zamanda çekici güzelliklerine kanıp Allah yolunda yapılacak hizmetlerden geri kalmamak gerekir.

 

2-  Zor Anlarda Yardımlaşma ve Dayanışmanın Önemi:

 

Resulullah (as) Allah yolunda infaka teşvik ve emir buyurduğu zaman zengin sahabelerin bütün imkanlarını Allah yolunda seferber ettikleri görülmektedir. Müslümanların bölük pörçük ve dağınık bir vaziyette oldukları şu asrımızda, dayanışma ve yardımlaşmaya daha fazla ihtiyaç duyulmaktadır. Maddi imkanları yerinde olan duyarlı Müslümanlar Allah yolunda infaka davet edildikleri zaman gönül hoşnutluğu içerisinde vermeleri ve kıyamete kadar gelen bütün Müslümanlara örnek olan sahabelerin Allah yolunda mallarını infak ettikleri gibi bugünün Müslümanlarının da mallarını tereddütsüz infak etmeleri gerekmektedir. Şunu unutmamak gerekir ki, malının en azından bir bölümünü Allah yolunda harcamayan bir Müslüman’dan hayır gelmez.

 

3- Sorulan Sorularla Kişilerin Genel Tavırlarının ve Özelliklerinin Ortaya Çıkarılması:

 

Resulullah (as) infaka katılan sahabelerin arasında Ebu Bekir ve Ömer (r.a):

-"Kendi ehline herhangi bir şey bıraktın mı?" sorusunu ayrı ayrı yöneltmesi büyük önem arz etmektedir.

Hz. Ebu Bekir'in:

-"Onlara Allah ve Resulü'nü bıraktım."

Hz.Ömer'in de:

-"Evet malımın yarısını bıraktım" diye cevap vermeleri ayrı bir önem taşımaktadır. Bugünün dava liderleri de, kendi maiyetlerindeki şahısların genel tavırlarını ve özelliklerini anlayabilmek için onlara çeşitli sorular sorabilir ve aldıkları cevaplar doğrultusunda teşhislerini koyabilirler.

 

4- Allah Yolunda İslami Hizmetlerde Harcanacak Malın Bulunmamasına Üzülmek:

 

Maddi imkanların yerinde olması halinde infak etmek, olmaması halinde de üzülmek ve ağlamak gerçek ve samimi Müslümanların şiarıdır. Görülüyor ki, bazı Müslümanlar yoksul oldukları zaman geçimleri samimi ve fedakar Müslümanlar tarafından karşılanıyor. Ama yoksulluk devri bitip herhangi bir şekilde durumları iyileştiği zaman mallarının az bir bölümünü bile Allah yolunda harcamamak için samimi Müslümanları gıybet ve itham ederek başkalarını suçlayıcı tavırlar içine giriyor ve kendi cimriliklerini haklı çıkarmak için de uyduruk mazeretler ileri sürmeye başlıyorlar.

Bi:z

-"Ama,"

-"Fakat,"

-"Lakin"leri bırakalım ve canımızda, malımızda ve vaktimizde İslami standartlara uygun fedakarlık zırhına bürünelim. Bize yaraşan budur. Yoksa Sa'lebe'leşmenin hiçbir manası olmadığı gibi hiçbir faydası da yoktur. Hep birlikte Sa'lebe'nin yolunda değil Ebu Bekir ve Ömer'in yolunda yürüyelim.

 

5-Uyduruk ve Yalan Mazeretler İleri Sürmenin Münafıkların Alametlerinden Olması:

 

Münafıklar ve münafık olmayan ama kalpleri hasta olan bazı Müslümanlar İslami hizmetlere iştirak etmemek için yalan mazeretler uydurmakta gayet mahirdirler. Şeytanın yardımıyla da hemen mazeret uydurabilirler. Örneğin, Resulü Ekrem (as) münafıkların liderlerinden Cid ibnu Kays'a (ki Hudeybiye'deki Rıdvan beyatına bu adamın dışında herkes katıldı. Hatta iki defa beyat edenler oldu. Ancak o beyat etmemek için develerin altında saklandı.):

-"Ey Cid! Bizimle birlikte Rumlar üzerine gitmek ister misin?" diye sorduğunda münafık Cid:

-"Ya Resulullah! Bu seferde bana izin verseniz de, beni fitneye düşürmeseniz olmaz mı? Vallahi, kavmim ensar bilirler ki ben kadınlara düşkün bir adamım. Rumların sarışın kadınlarını görünce sabredemeyip bir fitneye düşerim" dedi.

Resulü Ekrem (a.s) ondan yüzünü çevirerek:

-"Sana izin verdim" buyurdu. Bunun üzerine şu mealdeki ayeti kerime nazil oldu:

 

  á £ä è u  £æ¡a ë 6aì¢À Ô  ¡ò ä¤n¡1¤Ûa ó¡Ï ü a 6ó©£ä¡n¤1 m ü ë ó©Û ¤æ ˆ¤öa ¢4ì¢Ô í ¤å ß ¤á¢è¤ä¡ß ë

  åí©Š¡Ïb Ø¤Ûb¡2 ¥ò Àî©z¢à Û

 

“Onlardan öylesi de var ki: "Bana izin ver, beni fitneye düşürme" der. Bilesiniz ki onlar zaten fitneye düşmüşlerdir. Cehennem, kâfirleri mutlaka kuşatacaktır.”[653]

 

Yine münafıklardan bir kısmı Resulü Ekrem'e gelerek:

-"Gücümüz yetseydi sizinle beraber çıkardık" diyerek yalan söylemişlerdi. Bunların durumu da Resulü Ekrem'e vahy edilmiş ve onlar hakkında şu ayeti celile inmiştir:

 

¤á¢è À £j r Ï ¤á¢è qb È¡j¤ãa ¢é¨£ÜÛa  ê¡Š × ¤å¡Ø¨Û ë ¦ñ £†¢Ç ¢é Û a뢣† Ç ü  x뢊¢‚¤Ûa a뢅a ‰ a ¤ì Û ë

  åí©†¡Çb Ô¤Ûa  É ß a뢆¢È¤Óa  3î©Ó ë

 

“Eğer onlar (savaşa) çıkmak isteselerdi elbette bunun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah onların davranışlarını çirkin gördü ve onları geri koydu; onlara "Oturanlarla (kadın ve çocuklarla) beraber oturun!" denildi.”[654]

 

Bu her iki olay da çok anlamlıdır ve çok şeyi ifade etmektedir. Tabii ki ahiret menfaatini dünyevi menfaatlere üstün tutan aklı selim sahipleri için.

 

Bugün İslami davayı omuzlayanların yukarıda anlatılan her iki olayı daima göz önünde bulundurmaları gerekmektedir. Belli bir sorumluluk sahibi bir Müslüman kendine verilen vazifelerde asla gevşek davranmamalı, şer'i mazeret olmadan gerekli etkinliklerden geri kalmamalı ve programını uygulamalıdır. Vazifelerinde gevşek davrandığı veya programını uygulamadığı zamanlarda da yalan ve uyduruk mazeretlere tevessül etmemelidir. Ayrıca sorumluluk sahibi diğer Müslümanları şüpheye düşürecek söz ve davranışlardan mutlaka kaçınmalıdır. Zira bu tür şeylere bulaşmak nifak kanserine yakalanmanın alametidir ve bunun kıyamet gününde vebali de büyük olur. Şu halde bu müzmin hastalığın belirtilerini taşıyan kardeşlerimize, zaman kaybetmeden bir an önce tedavi olmalarını yani tevbe edip Allah'a sığınmalarını tavsiye etmeliyiz. Şunu da unutmamalıyız ki bizim için örnek Cid ibnu Kays'lar ve İbnu Selul'ler değil, Resulullah (a.s) ve sahabeleri (r. anhum)’dır.

 

6-Dünyanın Çekiciliğine Aldanmanın Zararı ve İçiyle Dışının Bir Olmasının Önemi:

 

Hz. Ka'b ibnu Malik (ra) savaşa katılmak niyetindeydi. Ancak atına güvendiği için,

-"Biraz geç de çıksam, arkadan yetişirim" diye düşündü ve bahçesindeki soğuk suların ve ağaçların serin gölgesinin oluşturduğu rehavete kapılarak önce orduyla birlikte sefere çıkmayı erteledi. Sonra da artık gitmesinde fayda olmayacağını düşünerek gitmedi. İslam ordusu dönünce seferden geri kalanlar Resulullah'a gelerek mazeret beyan ettiler. Ama Ka'b, hiç bir mazeret ileri sürmedi ve doğru neyse onu söyledi. Ka'b'dan önce de Bedir gazvesine katılan Hilal ibnu Umeyye ve Mürare İbnu'r-Rebi adındaki sahabeler de hiç bir mazeret beyan etmemişlerdi. Resulullah (a.s) onları affetmediği gibi onlarla konuşmayı kesti ve sahabelerin de (r. anhum) onlarla konuşmamalarını emretti.

 

Bütün ashap verilen emre uyarak onlarla konuşmayı kesti. Ka'b (r.a) en sevdiği amcasının oğlunun yanına gidiyor selam veriyor, onunla konuşuyor ama amcasının oğlu selamını almıyor, cevap vermiyor ve ondan yüz çeviriyordu. Daha sonra Resulullah (a.s) onlara haber göndererek hanımlarına yaklaşmamalarını emretti. Onlar da bu emre uydular. Böylece geniş olan dünya Ka'b'ın başına dar gelmeye başladı. Bundan da daha zoru o sırada Gassan oğulları sultanından ona bir mektup gelmesi oldu.

 

Mektupta, Resulullah'tan ve sahabelerinden gördüğü -haşa- bunca hakareti hakketmediğini, memleketinin kapısının ona açık olduğunu ve eğer gelirse ona layık olduğu değerin verileceğini ifade eden sözler yer alıyordu. Ka'b mektubu okuyunca daha bir sıkıntıya düştü. Ama imanı onun ikinci bir hataya düşmesine engel oldu. Tam elli gün süren bu zor durumdan sonra Arş-ı Ala'dan onların tevbelerinin kabulüyle ilgili ayetler indi. Sahabeler bu duruma sevinerek onları tebrik etmeye geldiler.

 

Ka'b ve arkadaşlarının olayında, mal, mülk ve makamın zaman zaman rehavete ve hizmetten geri kalmaya sebep olması gibi dikkat edilmesi gereken bir çok önemli nokta vardır. Bu olayda ibret verici en önemli husus ise, her ne sebeple olursa olsun Ka'b'ın sefere çıkmadığı için cezai müeyyideye tabi tutulması ve onun sabretmesidir. Ka'b için en zoru İslami cemaatten ayrı kalması ve başkaları tarafından kendi saflarına davet edilmesiydi. Günümüzde İslami davaya gönül verenlerin de böyle durumlarla karşı karşıya kaldıkları zaman Hz. Ka'b'ın yolunu izlemeleri gerekir. Oysa günümüzde bazen yaptıkları yanlışlardan dolayı bir azar işitenler bile kendilerini haklı çıkarabilmek için kendilerini azarlayanları, yanlışlarını düzeltmelerini isteyenleri suçlamakta hatta bazı zayıf kalpliler iftira atma yoluna bile başvurabilmektedirler. Oysa bu hareketleriyle hem dünyalarını hem de ahiretlerini yıkıyorlar da farkında olmuyorlar. Allah cümlemizi hakkı görüp ona uyan, batılı görüp ondan sakınan kullarından eylesin.

 

 

 

29- Dırar Mescidi ve Tahlili

 

 

Mescid-i Dırar: Peygamber Efendimiz, Tebük seferine hazırlandığı sıradaydı. Kubâlı bir grup münâfık huzura çıkarak,

-"Yâ Resûlallah! Yağmurlu ve soğuk gecelerde hasta ve uzak yere gidemeyeceklerin namaz kılmaları için bir Mescid yapmış bulunuyoruz" dedikten sonra ilâve etmişlerdi:

-"Senin gelip mescidimizde bize namaz kıldırmanı arzu ediyoruz."[655]

 

Dillerinden dökülen bu cümleler, zahire bakılırsa, masum bir niyetin ifadesi olarak görünüyordu. Ne var ki, içlerinde gizledikleri menhus niyet başkaydı. Maksatları; Müslüman cemaatı bölmek, İslâmın ilk mescidi olan Kubâ Mescidinden, inşa ettikleri mescide adam çekip kendi nifak saçan emellerine onları âlet etmeye çalışmaktı. Bu hususta, bizzat Peygamber Efendimizin "fasık" diye adlandırdığı Ebû Amir Rahip Abdi Amr da kendilerine yardım edeceğine söz vermiş ve şöyle demişti:

-"Siz, bir mescid yapınız ve içine mümkün olduğu kadar silah depo ediniz. Ben de Rum Hükümdarı Kaysere gideceğim. Rumlardan asker getirtip Muhammed ve Ashabını Medine'den çıkaracağım."[656]

 

Ne var ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz içlerinde gizledikleri bu menhus niyet ve çirkin maksatlarını bilmiyordu. Bu sebeple onlara, "Şu sırada Tebük seferine çıkmak üzereyim. Seferden dönersek ve Allah da dilerse gelir mescidinizde size namaz kıldırırız"[657] buyurmuştu. Hz. Resûlullahı çağırmalarındaki asıl maksat, inşâ ettikleri mescidin bir nevi kudsiyet ve meşrûiyetini tescildi. Bu gerçekleşirse halkı oraya çekip meş'um gayelerine âlet etmeleri daha da kolaylaşacaktı.

 

Hakikatı halde böyle bir mescide ihtiyaç var mıydı? Hayır. Ama, münâfıklık tohumlarının intişârı için böyle bir yuvaya, böyle bir toplantı yerine kendilerince gerek duymuşlardı. Nihâyet Tebük Seferi neticelenmiş Peygamber Efendimiz Ashabıyla Medine'ye dönüyordu. Medine yakınında bu münâfıklar Peygamberimizin yoluna çıkarak kendilerine verilmiş olan sözü yerine getirmesini istediler.

 

Fakat, Cenâb-ı Hak, onların bu art niyetlerinin tahakkuk etmesine fırsat vermedi. İşin iç yüzünü orada Resûlüne inzal buyurduğu şu âyetlerle bildirdi:

 

وَالَّذينَ اتَّخَذُوا مَسْجِدًا ضِرَارًا وَكُفْرًا وَتَفْريقًا بَيْنَ الْمُؤْمِنينَ وَاِرْصَادًا لِمَنْ حَارَبَ اللّهَ وَرَسُولَهُ مِنْ قَبْلُ وَلَيَحْلِفُنَّ اِنْ اَرَدْنَا اِلَّا الْحُسْنى وَاللّهُ يَشْهَدُ اِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ () لَا تَقُمْ فيهِ اَبَدًا لَمَسْجِدٌ اُسِّسَ عَلَى التَّقْوى مِنْ اَوَّلِ يَوْمٍ اَحَقُّ اَنْ تَقُومَ فيهِ فيهِ رِجَالٌ يُحِبُّونَ اَنْ يَتَطَهَّرُوا وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُطَّهِّرينَ () اَفَمَنْ اَسَّسَ بُنْيَانَهُ عَلى تَقْوى مِنَ اللّهِ وَرِضْوَانٍ خَيْرٌ اَمْ مَنْ اَسَّسَ بُنْيَانَهُ عَلى شَفَا جُرُفٍ هَارٍ فَانْهَارَ بِه فى نَارِ جَهَنَّمَ وَاللّهُ لَا يَهْدِى الْقَوْمَ الظَّالِمينَ

 

“(Münafıklar arasında) bir de (müminlere) zarar vermek, (hakkı) inkâr etmek, müminlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Resûlüne karşı savaşmış olan adamı beklemek için bir mescid kuranlar ve: (Bununla) iyilikten başka birşey istemedik, diye mutlaka yemin edecek olanlar da vardır. Halbuki Allah onların kesinlikle yalancı olduklarına şahitlik eder. Onun içinde asla namaz kılma! İlk günden takvâ üzerine kurulan mescit (Kuba Mescidi) içinde namaz kılman elbette daha doğrudur. Onda temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da çok temizlenenleri sever. Binasını Allah korkusu ve rızası üzerine kuran kimse mi daha hayırlıdır, yoksa yapısını yıkılacak bir yarın kenarına kurup, onunla beraber kendisi de çöküp cehennem ateşine giden kimse mi? Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez. Yaptıkları bina, (ölüp de) kalpleri parçalanıncaya kadar yüreklerine devamlı olarak bir kuşku (sebebi) olacaktır. Allah çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.”[658]

 

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (a.s), Mâlik bin Duhşum ile Âsım bin Adiyy'i çağırıp şu emri verdi:

-"Şu, halkı zâlim olan mescide gidiniz. Onu yıkınız, yakınız." Peygamber Efendimizin bu emri derhal yerine getirildi. Kur'an'da "Mescidi Dırar (Zarar Mescidi)" olarak vasıflandırılan mâlum binâ yakılıp yıkıldı. Resûl-i Ekrem Efendimiz Medine'ye yaklaştığı sırada Ashab-ı Kirama hitaben,

-"Medine'de öyle kimseler vardır ki, sizin gittiğiniz ve geçtiğiniz her yerde ve vadide onlar da sizinle birlikte bulunmuş gibidir" buyurdu.

Ashab-ı Kiram,

-"Yâ Resûlallah! Onlar Medine'de iken nasıl bizimle birlikte olabilirler" diyerek hayretlerini izhar ettiler. Peygamber Efendimiz meseleyi şöyle izah etti:

-"Onlar, ancak mâzeretleri sebebiyle Medine'de kalmışlardır. Allah-u Taâla Kitabında:

 

وَمَا كَانَ الْمُؤْمِنُونَ لِيَنْفِرُوا كَافَّةً فَلَوْلَا نَفَرَ مِنْ كُلِّ فِرْقَةٍ مِنْهُمْ طَائِفَةٌ لِيَتَفَقَّهُوا فِىالدّينِ وَلِيُنْذِرُوا قَوْمَهُمْ اِذَا رَجَعُوا اِلَيْهِمْ لَعَلَّهُمْ  يَحْذَرُونَ

 

'Mü'minlerin hepsinin birden harbe çıkması gerekmez. Her topluluktan bir kısım geride kalıp da, dinlerini iyice öğrenmeleri ve kavimleri geri döndüğünde onları ikaz etmeleri daha doğru olmaz mı? Umulur ki, böylece Allah'ın yasaklarından sakınmış olurlar'[659] buyurmuyor mu?" Varlığım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki; onların duâları, düşmanımıza silahlarımızdan daha tesirlidir."

 

Medine'ye doğru yaklaşırken, bir ara Resûl-i Ekrem Efendimiz Uhud Dağına baktı ve,

-"İşte Uhud Dağı! O bizi sever, biz de onu severiz" buyurdu. Peygamber Efendimizin gelmekte olduğunu duyan Medine'deki büyük küçük bütün Müslümanlar yola çıkıp onu Seniyyetü'l-Veda' denilen tepede karşıladılar. Kadınlar, küçük çocuklar Hz. Resûlullahı tekrar görmenin sevincini yaşıyorlardı.

Bu sevinçlerini,

-"Seniyyetü'l-Veda'dan dolunay doğdu üstümüze. Yalvaran bulundukça, Allah'a hamdetmek düşer bize" diyerek izhar ediyorlardı.

 

Nihâyet, Resûl-i Ekrem Efendimiz ordusuyla yorucu bir yolculuktan sonra Ramazan ayında Medine'ye geldi. İslâm ordusu, Tebük'te kimseyle karşılaşmamıştı. Ancak, böylesine uzun bir yolu en zor şartlar altında kat'edip düşmanı karşılamaya gitmesi bile büyük bir muvaffakiyetti. Bu sefere çıkış aynı zamanda o günün en büyük devletlerinden biri olan Bizans İmparatorluğuna açıktan açığa bir meydan okuyuştu. Bu meydan okuyuşa cevap verme cesaretinin gösterilememesi ise ayrı bir ehemmiyetli mânâyı taşıyordu. Bu, artık İslâm kuvvet ve kudretinin karşısına çıkacak bir gücün bulunmadığının bir ifadesiydi.[660]

 

 

 

 

30 - Heyetlerin Gelişi

 

 

Araplar Kureyş kabilesine bakarak İslam’a girmekten geri durdular. Çünkü Kureyş kabilesi, onların önderi ve yol göstericisi, Beyt-i Haram’ın sahipleri, İsmail b. İbrahim (as)’ın öz çocukları idiler. Arapların önde gelenleri ise bunu yadırgamıyorlardı. Kureyş kabilesi, Hz.Peygamber (as)  ile savaşmak için ortaya çıkmış yegane kimselerdi. Ve onun muhalifleri idiler. Mekke fethedildiği ve Kureyş ona yaklaştığı, İslamiyet’in Kureyş’lilerin boynunu eğdiği, onları itaat altına aldığı ve Araplarda kendileri için Resulullah (as) ile savaşmaya, ona düşmanlık etmeye güçlerinin kaldığını anladıkları zaman, Allah'ın dinine girdiler. Onlar her taraftan Resulullah (as)’ın yanına geliyorlardı. Yüce Allah (cc), Peygamberine şöyle buyurdu:

 

 ¡é¨£ÜÛa ¡åí©…ó©Ï  æì¢Ü¢¤† í  b £äÛa  o¤í a ‰ ë =¢|¤n 1¤Ûa ë ¡é¨£ÜÛa ¢Š¤– ã  õ¬b u a ‡¡a

 b¦2a £ì m  æb × ¢é £ã¡a 6¢ê¤Š¡1¤Ì n¤a ë  Ù¡£2 ‰ ¡†¤à z¡2 ¤|¡£j  Ï =b¦ua ì¤Ï a

 

“Allah'ın yardımı ve zaferi geldiği. Ve insanların bölük bölük Allah'ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit. Rabbine hamd ederek O'nu tespih et ve O'ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir.”[661]

 

Hz.Peygamber (a.s)’a ilk gelen heyet, Mudar’dan olup Müzeyneliler idi. Bunlar 400 kişiydi. Ve hicri beşinci senenin Recep ayında gelmişlerdi. Resulullah (as), kendi yurtlarında kalmalarına rağmen onları Muhacir saymış, hicret sevabına nail olacaklarını beyan ederek şöyle demişti:

-"Siz bulunduğunuz yerde de Muhacirsiniz. Artık mallarınızın başına dönün."[662]

 

Bunun üzerine onlar da kendi beldelerine dönmüşlerdi.

 

Daha sonra Arapların diğer kabileleri, teker teker gelmeye başladılar. Bunlardan; Beni Temim kabilesi, Beni Abdul-Kays kabilesi vs... 

 

Hz.Peygamber (as)’a gelen heyetler içerisinde ehli kitaptan olan Necran heyeti de vardı.

 

İmamı Buhar-i, Hüzeyfe’nin şöyle dediğini rivayet eder:

Necran’ın sahipleri Akip ile Seyyid, Resulullah (as)’ın yanına geldiler. Onunla lanetleşmek istiyorlardı. Biri diğerine:

-"Böyle yapma. Allah’a yemin ederim ki, eğer Muhammed, hak Peygamber ise ve bizde onunla lanetleşirsek biz iflah olmayız. Artık bizden sonra neslimiz de devam etmez, dedi.

İkisi dediler ki:

-"Ey Muhammed, bizden istediğini sana vereceğiz. Sen bizimle beraber emin bir adam gönder. Ama göndereceğin adam mutlaka emin bir adam olsun.

 

-"Sizinle beraber gerçekten emin olan bir adam göndereceğim!

 

Bu iş için Resulullah (a.s) ashabı kendilerini öne sürdüler. Resulullah (as):

 

-"Ey Ebu Ubeyde b. Cerrah kalk, dedi.

 

Ebu Ubeyde kalkınca, Resulullah (as):

 

-"İşte bu, bu ümmetimin emin kişisidir," dedi.[663]

 

Sakif Kabilesi Heyetinin Medine'ye Gelişi

 

Hicretin 9. senesi, Ramazan ayı. Urve bin Mesûd Sakif Kabilesinin en çok sevilen reislerinden biri idi. Mekke fethinden sonra Hicretin 9. senesinde Medine'ye gelerek Müslüman olmuştu. Sonra da kabilesini İslâma dâvet etmek üzere Peygamberimizden izin istemişti. İzin verilince de Tâif'e dönerek kabilesini İslâma dâvet etmişti. Ancak hakkı kabul etmemekte direnen Sakîfliler tarafından ok yağmuruna tutularak şehid edilmişti. Urve'nin şehid edildiği haberini alan Peygamber Efendimiz,

-"Urve de Yâsin ehli gibi kabilesini Müslüman olmaya dâvet etti ve sonunda şehid oldu" diye buyurmuşlardı. İşte bu şehâdet hadisesinden sonra Peygamber Efendimiz Sakiflilerin takibini daha da arttırmıştı. Bu vazifeyi Müslüman olan Havazinlilerin reisi Mâlik bin Avf'a yaptırıyordu. Sakiflileri öylesine baskı altında tutuyordu ki, bir ara kalelerinden dışarı çıkamaz olmuşlardı. Nitekim bu takip kısa zamanda tesirini göstermişti. Sakifliler, dalâlet ve şirk üzere yaşadıkları müddetçe rahat yüzü görmeyeceklerini kesinlikle anlamışlardı. Ancak Müslüman olurlarsa rahat edebileceklerinin idrakine varan Sakifliler, Hicretin dokuzuncu yılı Ramazan ayında Medine'ye, Peygamberimize bir heyet gönderdiler. Yâsin ehli; kavmini Hz. İsâ'nın Havarilerinin dâvetine çağırmış, ancak kavmi tarafından şehid edilmiş olan Antakya halkından Habibi Neccar'dır.[664]

 

Peygamber Efendimiz, okunan Kur'an'ları duyabilmeleri, Müslümanların cemâat halindeki huşû ve huzur içinde kıldıkları namazları görebilmeleri maksadıyla bu heyet için mescidin yan tarafına çadırlar kuruldu. Devamlı surette kendileriyle meşgul oldu, konuştu, İslâmiyeti anlattı.Osman bin Ebî As, heyette bulunanların yaşça en küçüğü idi. Diğer arkadaşları çadırlarına gittikleri sırada bu genç, Peygamberimizin yanına gidiyor, dinî sohbetlerini dinliyor, diğer arkadaşlarının haberi olmadan Kur'an okumasını öğreniyordu. Hz. Resûlullahı bulamadığı zamanlarda ise Hz. Ebû Bekir'den ders alıyordu. Heyettekiler Peygamberimizle konuşup Müslüman oldukları sırada Osman bin Ebî As Kur'an okumasını öğrendiği gibi, bir hayli de ezber yapmıştı. Heyettekiler kendileri için namaz kıldıracak bir imam istediklerinde de, Peygamberimiz, kendilerinden olan bu genci imam olarak vazifelendirdi. Bir müddet kaldıktan sonra, Abdi Yalil başkanlığındaki Sakif heyeti Müslüman olarak Medine'den yurtlarına döndü. Olup bitenleri anlatınca Sakifliler de Müslüman oldular.[665]

 

Lât putunun yıktırılışı

 

Sakifliler, kendi putları Lât'ı elleriyle kırmak istemediklerinden, Peygamberimiz bu putu yıkmak için Ebû Süfyan bin Harb ile Muğire bin Şu'be'yi gönderdi. Daha düne kadar, Lât ve Uzza önünde eğilen Ebû Süfyan, şimdi kendi eliyle aynı putu kırıp dağıtmaya gidiyordu. Çünkü gönlündeki şirk putu kırılmıştı. Onun yerine saf, ter temiz Tevhid bayrağı dikilmişti. Bunun için gitmekte tereddüt göstermedi. Ebû Süfyan ile Muğıre bin Şu'be Taif e varıp Lât putunu kırarak darmadağın ettiler. Sakifoğullarının putu Lât'ın da Tevhid nuruyla darmadağın edilmesinden sonra Arabistan putlardan ve puthanelerden tamamıyla temizlenmiş oluyordu. Artık Bütün yollar, Tevhid âlemine uzanıyor, bütün gönüller oraya bağlanmış oluyordu.[666]

 

Benî Hilâl Heyeti

 

Resûl-i Ekreme, bîat etmek üzere Medine'ye gelen heyetler arasında Benî Hilâl Kabilesi temsilcileri de bulunuyordu. Bunlar, Abd-i Avf bin Asram ve Kabîsa bin Muhârık adında iki kişi idi. Abd-i Avf, arkadaşlarıyla gelip Peygamberimizin huzurunda Müslüman olunca, Efendimiz,

-"İsmin nedir?" diye sordu.

-"Abdi Avf'tır" dedi.

Peygamber Efendimiz,

-"Sen, Abdullah'sın" buyurarak ismini değiştirdi.[667] 

 

Hilâloğulları temsilcilerinden Kabîsa bin Muhârık, bir ara Peygamberimize,

-"Yâ Resûlallah, ben, kavmimden birisine kefil olup borçlandım. Bu hususta bana yardım et!" diyerek yardım talebinde bulundu.

 

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Kabîsa'nın isteğine,

-"Olur! Biraz bekle! Bir yerden zekât mallarından gelirse borcunu öderim" diye cevap verdi.

Sonra da,

-"Ey Kabîsa! Bilesin ki, halktan bir şey istemek şu üç durumdan birinde bulunan kimseden başkasına doğru değildir:

1) İki kişinin (veya iki kavim ve kabilenin) arasını bulmak için borçlanan,

2) Mali bir âfet sebebiyle mahvolan,

3) Kavim ve kabilesinden aklı başında üç adamın şehâdetiyle fakir olduğu tebeyyün eden.

-"Ey Kabîsa, dilenmenin bundan ötesi haramdır" buyurdu. Böylece Kabîsa'nın bu isteği, içtimaî hayatta mühim bir esas ve ölçünün ortaya konmasına vesile oldu. İslâm nazarında dilencilik, ihtiyacı olmadan bir kimseden bir şey istemek, en kötü ahlâktan biri sayılmıştır. Bu hususta Resûl-i Ekrem Efendimizin (a.s) bir çok hadisleri mevcuttur.[668]

 

Abdullah bin Übeyy'in Ölümü

 

Abdullah bin Übeyy bin Selûl, münâfıkların reisi idi. Hz. Resûlullahın aziz şahsiyetini nazarlardan düşürmek, İslâmiyetin inkişâfına mâni olmak ve Müslümanları birbirine düşürmek için elinden gelen bütün gayreti ömrü boyunca göstermekten geri durmamıştı. Bu menhus maksadını tahakkuk ettirmek için de bir çok iftiralarda bulunmuştu. Müslümanların tesanüde en çok muhtaç olduğu bir zamanda bu adam tesanüdleri bozucu hareketlerde bulunurdu. Fakat Cenâb-ı Hakkın inayeti ve Resûlullahın tedbir ve himmeti ile bu teşebbüsleri hep sonuçsuz kalırdı. Başında bulunduğu nifak şebekesinin yaptıklarından dolayı haklarında âyet-i kerimeler, hattâ "Münafıkûn" adında müstakil bir Sûre nazil olmuştu. Bu sebeple Hz. Resûlullah bunlara karşı hep ihtiyatlı davranır, hâl ve hareketlerini kontrol altında bulundurur ve İslâm camiasının ittifak ve tesanüdünü bozucu planları karşısında hep tedbirli olurdu. İşte, İslâm camiasının birliğini bozmak için eline geçen her fırsatı kullanmaktan geri kalmayan bu adam Hicretin dokuzuncu senesi Zilkâde ayında öldü.

 

Peygamberimizin Cenaze Namazını Kıldırması

 

Abdullah bin Übeyy, münâfıkların reisi iken, oğlu Abdullah son derece samimi ve müttaki bir Müslümandı. Bu,

-"Ölüden, diriyi, diriden ölüyü çıkaran" Cenâb-ı Hakkın kudret ve hikmetinin bir tecellisi idi. Baba münafıkların reisi, oğul mücahid bir Müslüman.[669]

 

Babası vefât ettikten sonra, oğlu Abdullah babasının vasiyeti üzerine Hz. Resûlullahın huzuruna çıkarak,

-"Yâ Resûlallah! Gömleğini bana versen de, babamı onunla kefenlesem" dedi.

Sonra da,

-"Yâ Resûlallah! Onun namazını kılıp istiğfarda bulunsanız" diye ricada bulundu. Gariptir ki, hayatı boyunca İslâmiyet aleyhinde plânların tasavvuru ve tahakkuku ile meşgul olan bu adamın kefenlenmesi için Resûl-i Ekrem Efendimiz sırtından gömleğini çıkarıp Hz. Abdullah'a verdi ve "Cenaze hazırlanınca bana haber veriniz, namazını kılayım"[670] buyurdu.

 

Hz. Ömer'in İkâzı

 

Cenaze hazırlanmıştı. Peygamber Efendimiz namazı kılmaya kalkarken Hz. Ömer, arkasından ridasına yapıştı,

-"Yâ Resûlallah! Allah sizi münâfıklar üzerine namaz kılmaktan nehyetmedi mi?"  dedi.

Peygamber Efendimiz gülümseyerek şöyle dedi:

-"Ben, istiğfar etmek veya etmemekte serbest bırakılmışım. Ben de tercihimi yaptım. Allah Taâlâ, 'Onlar adına ister af dile, ister dileme. Onlar için yetmiş kere mağfiret dilesen yine Allah onları bağışlayacak değildir...' [671] buyurmuştur."

Daha sonra Resûlallah (a.s), Abdullah bin Übeyy'in cenaze namazını kıldı ve kabri başına kadar da gitti.[672]

 

Nâzil Olan Ayet

 

Aradan çok zaman geçmeden Peygamberimize münâfık ölüleri hakkında Cenâb-ı Hak tarafından şu kesin emir verildi:

 

وَلَا تُصَلِّ عَلى اَحَدٍ مِنْهُمْ مَاتَ اَبَدًا وَلَا تَقُمْ عَلى قَبْرِه اِنَّهُمْ كَفَرُوا بِاللّهِ وَرَسُولِه وَمَاتُوا وَهُمْ فَاسِقُونَ

 

"Onlardan ölen hiçbir kimsenin asla namazını kılma ve kabrinin başında durma. Onlar Allah'ı ve Resûlünü inkâr etmişler ve Allah'a itaatten çıkmış olarak ölüp gitmişlerdir."[673]

 

Bundan sonra Peygamber Efendimiz, hiç bir münâfığın cenaze namazını kılmadı. Kabrinin başında da durmadı. Peygamberimizin böylesine ömrünün her safhasında İslâm cemâatını bölmek gayretiyle yaşayan bir adamın cenazesine karşı bu alâkasının şüphesiz bir çok hikmetleri vardı. En mühim hikmeti onun etrafında toplanmış olanların samimi iman etmelerini temin etmekti. Nitekim, Efendimize, gömleğini niçin verdiği ve cenaze namazını niçin kıldığı sorulduğunda, şu cevabı vermişti:

-"Gömleğim ve onun üzerine kıldığım namazım, kendisini Rabbimden gelecek azabdan kurtaramayacaktır. Fakat ben, bu sayede onun kavminden bin kişinin samimi Müslüman olmasını umuyorum."

Gerçekten de Abdullah bin Übeyy'in vefât ederken peygamberimizden medet umduğunu gören bin kişi samimiyetle Müslüman olmuştur. Bunu gören Hz. Ömer de, davranışından pişmanlık duymuş,

-"Allah ve Resûlü elbette daha iyi bilir"[674] demiştir.

 

Haccın farz kılınması

 

İslâmın beş şartından biri olan hac, Hicretin dokuzuncu senesinde farz kılındı.

-"Muhakkak ki, insanların ibâdeti için kurulan ilk mâbed, Mekke'deki o çok mübârek ve insanların kıblesi olup âlemlere doğru yol gösteren Kâbe'dir.

 

اِنَّ اَوَّلَ بَيْتٍ وُضِعَ لِلنَّاسِ لَلَّذى بِبَكَّةَ مُبَارَكًا وَهُدًى لِلْعَالَمينَ () فيهِ ايَاتٌ بَيِّنَاتٌ مَقَامُ اِبْرهيمَ وَمَنْ دَخَلَهُ كَانَ امِنًا وَلِلّهِ عَلَى النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ مَنِ اسْتَطَاعَ اِلَيْهِ سَبيلًا وَمَنْ كَفَرَ فَاِنَّ اللّهَ غَنِىٌّ عَنِ الْعَالَمينَ

 

"Onda, Allah katındaki şeref ve hürmetini gösteren apaçık deliller ve İbrahim'in makamı vardır. Ona giren her türlü tecâvüzden emin olur. Ona varmaya gücü yeten kimsenin Kâbe'yi tavaf etmesi ise, Allah'ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır. Her kim bu hakkı tanımaz ve haccı inkâr ederse, doğrusu Allah bütün âlemlerden müstağnîdir, kimsenin ibâdetine ihtiyacı yoktur"[675] âyet-i kerimeler Hicretin dokuzuncu yılında nâzil olunca, Hz. Resûlullah bir hutbe irad ederek Müslümanlara bu mükellefiyetlerini şöyle bildirdi:

-"Ey insanlar, hac üzerinize farz kılındı. O halde haccediniz."

Resûl-i Ekremin bu tebliği üzerine Sahabîler,

-"Yâ Resûlallah, her yıl mı?" diye sordular. Peygamber Efendimiz, cevap vermeyerek sustu. Aynı sualin Sahabîler tarafından üçüncü kere tekrarlanmasından sonra Peygamberimiz, "Hayır! Her yıl değil.[676]

-"Şayet 'Evet' demiş olsaydım, muhakkak ki her sene haccetmek üzerinize farz olurdu. Ve siz buna güç yetiremezdiniz."

Peygamber Efendimiz, Âshabı Kiramın aynı şeyi tekrar tekrar sormasından dolayı da şu dersi verdi:

-"Ben bir şey teklif etmeyerek sizi kendi halinize bıraktıkça, siz de beni kendi halime bırakınız. Muhakkak ki, sizden evvelki milletler ancak çok sual sormaları ve peygamberlerine karşı muhalefetleri yüzünden helâk olmuşlardır."

Binaenaleyh, ben size bir şey emrettiğimde, siz bundan gücünüzün yettiği kadar yapınız. Bir şeyden de sizi nehyettiğimde, artık onu terk ediniz."

Peygamber Efendimiz (a.s) bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır:

-"İslâm beş şey üzerine binâ edildi: Allah'tan başka ilâh bulunmadığına ve Muhammed'in Resûlullah olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, haccetmek, Ramazan orucunu tutmak."[677]

Hacc farz kılınınca Peygamber Efendimiz hac yapmak istedi. Fakat sonra,

-"Beytullahta müşrikler de bulunacaklar ve onu çıplak tavaf edecekler. Bu hal ortadan kalkmadıkça, ben haccetmek istemem" buyurarak şimdilik bu isteğini tehir etti.Gerçekten müşrikler, geceleyin Kâbe'yi kadın erkek karışık ve çıplak olarak tavaf ederlerdi. Üstelik bunu, Kâbe'ye hürmet sayarlardı.[678]

 

 

 

31- Müminlerin Anneleri

 

 

Resulullah (a.s)’ın ilk evlendiği hanım, Hz.Hatice (r.a)’dır. Resulullah (a.s) onunla evlendiği zaman yirmi beş yaşında bulunuyordu. Hz.Hatice (ra) ise; yaşı kırk civarında olan dul bir kadındı. Resulullah (a.s), Hz.Hatice (r.a) ölünceye kadar, başka kadınla evlenmemişti. Hz.Hatice (r.a) altmış yaşını doldurmuşken, hicretten biraz evvel vefat etti. Bu sırada Resulullah (a.s) elli yaşına yaklaşmıştı.

 

Hz.Peygamber (as), Hz.Hatice (ra) vefatından sonra ikinci defa Sevde binti Zema (ra) ile evlenmiştir. Sevde binti Zema (ra), Hudeybiye musalahasını imzalayan Süheyl b. Amr’ın kardeşi Şükran ile evli idi. Şükran, ailesi Sevde binti zema ile ikinci Habeşistan hicretine iştirak etmiş ve Habeşistan’da vefat etmişti. Dul kalan Sevde binti Zema Mekke’ye dönmüş ve hicretten önce 65 yaşında iken Resulullah ile evlenmiştir.

 

Hz.Peygamber (as)’ın üçüncü zevcesi ve Hz.Ebu Bekir (ra)’ın kızı Hz.Ayşe (ra)’dır. Hz.Peygamber (as) bakir olarak evlendiği tek bakir odur. İslam alemine binlerce hadis-i şerif kazandıran da odur.

 

Hz.Peygamber (as) dördüncü zevcesi Hz.Ömer (ra)’ın kızı Hafsa binti Ömer (ra)’dır. Efendimiz, Bedir harbinden sonra kocası ölen Hafsa binti Ömer ile hicri üçüncü yılda evlenerek, Hz.Ömer (ra)’ın gönlünü almış ve ona taltifte bulunmuştur.

 

Hz.Peygamber (as)’ın beşinci evliliği, Ümmü’l-Mesakim olarak şöhret bulan ve önceleri amcasının oğlu Ubeyde b. Haris b. Abdulmutallib ile evli iken onun Bedir harbinde aldığı yaradan dolayı bilahare şehit olması üzerine dul kalan Zeynep binti Huzeyme (ra) iledir. Hz.Zeynep binti Huzeyme (ra), Efendimiz ile evlendikten birkaç ay sonra vefat eden ailesi olmuştur.

 

Hz.Peygamber (as)’ın altıncı evliliği, Uhud muharebesinde aldığı yaradan dolayı şehit düşen Ebu Seleme’nin dul eşi Ümmü Seleme (ra) ile olmuştur. Ebu Seleme, İslam tarihinde Medine’ye hicret eden ilk Mekkeli Müslüman sıfatını taşımaktadır. Ümmü Seleme (ra)’ın esas adı Hind’ir. Gayet dirayetli ve çok makul konuşan bir kadın olarak tanınmaktadır. Nitekim Hudeybiye musalahası esnasındaki hareket tarzı takdirle anılmaktadır.

 

Hz.Peygamber (as), yedinci evliliğini halasının kızı Zeynep binti Cahş (ra) ile yapmıştır. Zeynep binti Cahş (ra), önceleri Resulullah (as) tarafından Zeyd b. Harise ile evlendirilmiş iken, bu evlilik, aile geçimsizliği dolayısıyla pek uzun sürmemiştir. Zeyd b. Harise’den boşanan Zeynep binti Cahş, hicri beşinci yılda nazil olan:

 

وَاِذْ تَقُولُ لِلَّذى اَنْعَمَ اللّهُ عَلَيْهِ وَاَنْعَمْتَ عَلَيْهِ اَمْسِكْ عَلَيْكَ زَوْجَكَ وَاتَّقِ اللّهَ وَتُخْفى فى نَفْسِكَ مَا اللّهُ مُبْديهِ وَتَخْشَى النَّاسَ وَاللّهُ اَحَقُّ اَنْ تَخْشيهُ فَلَمَّا قَضى زَيْدٌ مِنْهَا وَطَرًا زَوَّجْنَاكَهَا لِكَىْ لَا يَكُونَ عَلَى الْمُؤْمِنينَ حَرَجٌ فى اَزْوَاجِ اَدْعِيَائِهِمْ اِذَا قَضَوْا مِنْهُنَّ وَطَرًا وَكَانَ اَمْرُ اللّهِ مَفْعُولًا

 

“(Resûlüm!) Hani Allah'ın nimet verdiği, senin de kendisine iyilik ettiğin kimseye: Eşini yanında tut, Allah'tan kork! diyordun. Allah'ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Oysa asıl korkmana lâyık olan Allah'tır. Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikâhladık ki evlâtlıkları, karılarıyla ilişkilerini kestiklerinde (o kadınlarla evlenmek isterlerse) müminlere bir güçlük olmasın. Allah'ın emri yerine getirilmiştir,”[679] ayeti kerimesinden sonra ve Beni Mustalık gazvesinden önce Resulullah ile evlenmiştir.      

 

Hz.Peygamber (as)’ın sekizinci evliliği, Beni Mustalık kabilesinin reisi olan Haris b. Ebi Dırar’ın kızı Cüveyriye ile olmuştur.

 

Hz.Peygamber (as)’ın dokuzuncu evliliği, Kureyş reislerinden Ebu Süfyan’ın kızı Ümmü Habibe iledir. Ümmü Habibe, Kocası, Ubeydullah b. Cahş ile Müslüman olarak Habeşistan’a yapılan ikinci hicretteki kafilede bulunmuştur. Ubeydullah, Habeşistan’da iken mürted olmuş ve orada ölmüştür. Ailesi Ümmü Habibe ise dininde sebat etmiştir. Gurbet elde kimsesiz kalan Ümmü Habibe (ra), Efendimiz (as) tarafından sorulup araştırılmıştır. Bu durumu öğrenen Habeş Kralı Necaşi, Ümmü Habibe’yi Habeşistan’da Resulullah (as)’a vekaleten nikahlayarak Medine’ye göndermiştir.

 

Hz.Peygamber (as)’ın onuncu ailesi, Hayber’deki Yahudi reislerinden Huyeyn b. Ahtab’ın kızı Safiyedir. Safiye, Hayber kalelerinin fethi esnasında Müslüman olmuş ve bu durumu öğrenen Resulullah (as) onu nikahına almıştır.

 

Hz.Peygamber (as)’ın on birinci ailesi, Mısır Mukavkısı’nın hediye olarak gönderdiği cariyelerden Mariye-i Kıptiye (ra)’dır. Efendimizin Hz.Hatice’den sonra çocuğu olan ikinci hanımı budur. Efendimize İbrahim adında bir erkek evlat vermiş ise de, İbrahim’in ömrü pek uzun olmamış ve hicretin onuncu yılında bir buçuk yaşında iken vefat etmiştir.

 

Hz.Peygamber (as)’ın on ikinci ailesi olarak, Hz.Abbas (ra)’ın eşi Ümmü Fazl’ın kardeşi Meymune ile evlenmiştir. Efendimiz (as) Meymune ile Umretü’l-Kaza esnasında nikahlanmış ve bu nikahın evlenme töreni Serif’te yapılmıştır. Meymune’nin esas adı Berre iken, Efendimiz tarafından bereketlenmiş manasına gelen Meymune’ye çevrilmiştir.

 

Bâzı Önemli Olaylar

 

Peygamber Efendimiz, bizzat bulunduğu son harp olan Tebük gazâsından sonra, etraftan gelen heyetleri kabul edip onlara icâb eden tâlimatları vermekle meşguldü. Dînin kemâle ermesini görmekten memnun ve sevinçli idi.

 

Rasûlü Ekrem Efendimiz, Receb-i Şerif ayı içinde bir gün, Habeş hükümdarı Necâşi'nin (Eshame'nin) vefâtını Eshâbına haber verdi ve Eshâbıyla birlikte gıyabında onun cenâze namazını kıldı. Çünkü o gizliden Müslüman olmuştu. Eshame, Peygamber Efendimiz'e yirmi günlük mesâfede (Kızıldeniz'in karşı yakasında) vefât ettiği halde bir mûcize olarak onun vefatını Peygamber Efendimiz anında Ashâbına haber vermişti. Daha sonra da Necâşi'nin hakîkaten vefât haberi geldi.

 

Peygamber Efendimiz'in Oğlu Hz.İbrâhim'in Vefâtı

 

Hicretin sekizinci yılı, Zilhicce ayında Rasûlü Ekrem'in Hz.Mâriye'den doğmuş olan oğlu Hz.İbrâhim, Hicretin 10.yılında Rebiülevvel ayının 10. salı günü vefât etti. Vefat ettiği zaman 16 aylıktı. (18 olduğunu söyleyen de vardır.)

 

Allah Rasûlü'nün evlâtlarından bâzıları çocukken vefât etmiş, bâzıları ise anne olduktan sonra vefât etmişler, hayatta yalnız sevgili kızı Hz.Fâtıma ile oğlu Hz.İbrâhim vardı. Fakat, O da hastalanmıştı. Peygamber Efendimiz, hasta yavrusunun yüzüne bakarak;

-"Allâh'ın takdirine karşı elden ne gelir, Yâ İbrâhim!" dedi. Gözlerinden yaşlar aktı. Nihâyet emr-i Hak vâki oldu. Gözleri yaşlarla dolan Peygamberimiz;

-"Göz yaşarır, kalp mahzun olur. Allâh'ın rızasına uygun olandan başka bir söz söyleyemeyiz. Ey İbrâhim! Seni kaybetme yüzünden derin bir hüzün içindeyiz." buyurdu.

Yanında Abdurrahman ibn-i Avf;

-"Sen de mi ağlıyorsun? Yâ Rasûlallâh!, böyle ağlamaktan halkı Sen men etmemiş miydin?" dedi.

Peygamber Efendimiz;

-"Ben, ancak kendisinde bulunmayan hasletleri sayıp dökerek, ölü üzerine bağıra çağıra ağlamaktan men ettim. Ben sizi, günah ve hamâkat olan iki bağırıştan (Nimete kavuşulduğu sıradaki eğlence, oyun bağırışı ile şeytan kavalından; Musîbet ve felâket sırasındaki bağırışla yüz göz tırmalamak, üst baş yırtmak ve şeytan şamatasından) men ettim. Benim bu ağlamam ise bir acımadan ibârettir. Acımayana acınmaz." buyurdu.

Hz.Peygamberimiz, oğlunun namazını kılarak toprağa verdi. Mezara nişan dikip;

-"Faydası da yok, zararı da, fakat, geride kalanı tatmin eder" buyurdu. Bir kırba su getirterek, onu kabrin üzerine saçtırdı.

O sırada güneş tutulmuştu. Halk, güneşin tutulmasını;

-"İbrâhim'in ölümü için tutuldu." diye yorumlamışlardı.

 

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz;

-"Güneş ve ay Allâh'ın âyetlerinden iki âyettir ki, bunlar hiçbir kimsenin ne hayâtı ne de vefâtı için tutulmazlar. Bunları, tutulmuş gördüğünüzde hemen mescitlere sığınınız. Küsuf (tutulma) açılıncaya kadar Allâh'a duâ ediniz ve namaz kılınız." buyurdu.

 

Hz.Ümmü Gülsüm'ün Vefâtı

 

Şaban ayında, Rasûlü Ekrem'in kerîmesi ve Hz.Osman (ra)'ın muhterem zevcesi Ümmü Gülsüm (r.anha) Hazretleri, gözlerini hayata yumarak ebedî âleme göçtü. Ümmü Gülsüm'ün cenâze namazını Peygamber Efendimiz kıldırdı. Kabrinin başına oturdu. Gözleri yaşardı.

 

Peygamberimiz, Hz.Osman'a çok ağladığı bir sırada rastlayıp;

-"Ey Osman! Nedir bu hâlin? Niye ağlıyorsun?" diye sormuş.

O da;

-"Babam anam Sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh! Benim başıma gelen kimin başına gelmiştir. Rasûlullah (as.)'ın kızı vefât etti. Sizinle aramızdaki kayınpeder ve damatlık alâkası da kesilmiş oldu. Onun için ağlıyorum." demişti.

Peygamber Efendimiz;

-"Hayır, bu hısımlığı ölüm temelli kesmez. Ancak boşama keser." buyurdu.

 

Hicretin 9.yılı sûlh ve sûkun yılıdır. Hicretin 10.senesi

 

İslam dîninin şöhreti Arap Yarımadası'nı çoktan aşmış ve diğer ülkelere ulaşmıştı. Oralardan elçiler geliyor ve Rasûlü Ekrem ile görüşüyorlardı.

 

Hz.Peygamberimiz, halka İslâm’ı öğretmek için etrafa insanları Hakka davet eden mürşidler gönderir, onlar güler yüz, tatlı söz ile halkın gönlünü fethederdi. Peygamber Efendimiz, onlara şu tâlimatı vermiştir:

-"Kolaylaştırın, zorlaştırmayın. Müjdeleyin, nefret ettirmeyin. Uyuşun, ihtilafa düşmeyin. Halka yumuşak davranın, şiddet göstermeyin."

 

Rasûlü Ekrem, Hâlid ibn-i Velid'i, Necran'a gönderdi. Onlar da İslâmı kabul ettiler. Hz.Hâlid, aralarında kaldı ve onlara Kur'ân-ı Kerîm'i öğretti. Onlardan bir heyeti Allah Rasûlü'nün yanına gönderdi.

 

Peygamber Efendimiz, onlara şöyle sordu:

-"Câhiliyyette, harpte nasıl gâlip gelirdiniz?".

 

Dediler ki:

-"Birleşirdik, ayrılmazdık. Hiç kimseye zulüm de etmezdik".

 

Peygamber Efendimiz, sözlerini tasdik etti ve onların başına emir olarak Zeyd ibn-i Hüseyn'i tâyin etti.

 

Daha sonra, Hz.Ali'yi Mezcih'e gönderdi ve O'na harp etmemesini tenbih etti. Ancak, düşmanlık yaparlarsa harp edilecekti. Hz.Ali'ye şöyle buyurdu:

-"Allâh'ın, Senin vâsıtanla birine hidâyet vermesi, güneşin üzerine doğup battığı her şeyden daha hayırlıdır."

 

Hz.Ali, onları İslâm’a dâvet etti. Fakat onlar okla mukabele ettiler. Bunun üzerine Ashab, saf oldu ve bir hücumda düşmanı hezîmete uğrattı. Ancak onları tâkip etmeyip bekledi. Zira onları hidâyete kavuşturmak istiyordu. Bilahare onlara yetişti, İslâm’a dâvet etti ve onlar da bu daveti kabul ettiler.

 

Peygamber Efendimiz, Yemen bölgesine Muaz ibn-i Cebel ve Ebû Mûsa'l Eş'ari'yi gönderdi.

 

Muaz ibn-i Cebel'e; "Sen, ehl-i kitab olan bir kavme gideceksin. Onlara, Allâh'ın bir olduğunu, Muhammed (as'ın onun kulu ve Rasûlü olduğunu tebliğ et. Eğer onlar, buna inanırlarsa onlara, üzerlerine beş vakit namazın farz olduğunu haber ver. Ayrıca, zekat da üzerlerine farzdır ki sen bunu zenginlerden alıp fakirlere verirsin. Mazlumun bedduâsından sakın. Onunla Allah arasında perde olmaz." buyurdu ve,

-"Ey Muaz! Sana bir dâva getirirlerse ne ile hükmedeceksin?" diye sordu.

 

Muaz da;

-"Allâh'ın hükmü olan Kur'ân'la hükmederim." dedi.

 

Peygamber Efendimiz;

-"Eğer Allâh'ın Kitâbında bulamazsan ne ile hükmedersin?" buyurdu.

 

Hz.Muaz;

-"Allâh'ın Rasûlü'nün sünneti ile hükmederim." dedi.

 

Peygamber Efendimiz;

-"Eğer orada da delil bulamazsan ne ile hükmedersin?" buyurunca;

Hz.Muaz;

-"O zaman Allah ve Rasûlü'nün hükümlerine göre re'yimle ictihat eder, karar veririm" dedi.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz çok memnun oldu. Mübârek elini onun sadrına vurarak şöyle buyurdu:

-"Allâhü Taâla'ya hamd olsun ki Rasûlü'nün Rasûlünü (elçisinin elçisini) O'nun râzı olacağı şeye muvaffak kıldı."

 

 

 

 

32 - Hz. Ebu Bekir'in Haccı

 

 

Mekke fethedildiği yıl Resulullah (a.s), önce umre niyetiyle bir Kabe ziyareti yaptı. Yine sekizinci yılda, Mekke valisi Attab b. Esid, Mekke’deki Müslümanlarla Kabe’yi tavaf ve hac vazifesini ifa etti Ancak bu hac, ilk hac olduğundan, hem intizamsız ve hem de eski adetlere göre yapılmıştı.

 

Tebük seferinde dönüldükten sonra, sahabe-i kiramdan üç yüz kişi Resulullah (as)’a müracaat ederek, bu yıl hac yapmak istediklerini bildirdiler. Bunun üzerine Efendimiz (as), Hz.Ebu Bekir (ra) emir-i hac tayin etti Kendi namına kesilmek üzere de yirmi deve teslim etti.

 

Hac kafilesi, Zilkade ayının sonlarına doğru Ebu Bekir (ra) başkanlığında Mekke’ye doğru yola çıktı. Kafile, Zulhuleyfe’ye gelince ihrama girdi. Kafilede, Sad b. Ebi Vakkas ve Abdurrahman b. Avf gibi büyük sahabeler vardı. Ayrıca Ebu Hureyre ile Cabir b. Abdullah (ra) da halka öğretmenlik yapıyordu.

 

Kafile yolda iken, nazil olan Berae suresinin ayetlerini halka okumak üzere Hz.Ali (ra), kafilenin arkasından gönderildi. Hz.Ali (ra) kafileye yarı yolda yetişti. Hz.Ebu Bekir (ra), kendisine yetişen Hz.Ali’ye emir olarak mı, yoksa memur olarak mı geldiğini sordu. O da memur olarak geldiğini bildirip durumu izah etti.

 

Hz.Ali (ra)’ın Berae suresinin ayetlerini halka tebliğ etmek üzere memur olarak gönderilmesinin sebebi şu idi: Resulullah (as) ile, bütün müşrikler ve hatta Arap yarımadasının halkı arasında, hiç kimsenin Kabe ziyaretinde men edilmemesi hakkında eskiden beri devam ede gelen genel ve zımni bir anlaşma vardı. Hatta bazı kabileler ile bu hususta hususi anlaşmalar dahi yapılmıştı. Hz.Ebu Bekir (ra) hareketinden sonra nazil olan Berae suresinin ayetleri, bu hususi ve genel anlaşmaların feshini emrediyordu. Bunun için, surenin emrettiği şeyler halka bildirmek üzere hemen Hz.Ali (ra) arkadan gönderildi. Söz konusu ayetlerden bir demet:

 

بَرَاءَةٌ مِنَ اللّهِ وَرَسُولِه اِلَى الَّذينَ عَاهَدْتُمْ مِنَ الْمُشْرِكِينَ () فَسيحُوا فِى الْاَرْضِ اَرْبَعَةَ اَشْهُرٍ وَاعْلَمُوا اَنَّكُمْ غَيْرُ مُعْجِزِى اللّهِ وَاَنَّ اللّهَ مُخْزِى الْكَافِرينَ () وَاَذَانٌ مِنَ اللّهِ وَرَسُولِه اِلَى النَّاسِ يَوْمَ الْحَجِّ الْاَكْبَرِ اَنَّ اللّهَ بَرىءٌ مِنَ الْمُشْرِكينَ وَرَسُولُهُ فَاِنْ تُبْتُمْ فَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَاِنْ تَوَلَّيْتُمْ فَاعْلَمُوا اَنَّكُمْ غَيْرُ مُعْجِزِى اللّهِ وَبَشِّرِ الَّذينَ كَفَرُوا بِعَذَابٍ اَليمٍ

 

“Allah ve Resûlünden kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz müşriklere bir ihtar! (Ey müşrikler!) Yeryüzünde dört ay daha dolaşın. İyi bilin ki siz Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz; Allah ise kâfirleri rezil (ve perişan) edecektir. Hacc-ı ekber (en büyük hac) gününde Allah ve Resûlünden insanlara bir bildiridir: Allah ve Resûlü müşriklerden uzaktır. Eğer tevbe ederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Ve eğer yüz çevirirseniz bilin ki, siz Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz. (Ey Muhammed)! o kâfirlere elem verici bir azabı müjdele!”[680]

 

 

 

 

33 - Veda Haccı

 

 

Vedâ Haccı: Hicretin 10. senesi, Zilhicce ayı. (Milâdî, Mart 632.)

 

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hicretin Onuncu yılının Zilkâde ayında iken hacca hazırlandı. Medine'deki Müslümanlara da haccetmek üzere hazırlanmalarını emir buyurdu. Ayrıca, Medine dışındaki Müslümanlara da bu maksada hazırlanıp Medine'de toplanmaları için haber gönderdi.Bu haber üzerine, haccetmek arzusunda olan binlerce Müslüman Medine'ye akın etmeye başladı. Çok geçmeden Medine îmân ve İslâmın nuruyla münevver simalarla dolup taştı. Medine etrafında çadırlar kuruldu.Müslümanlar eşsiz bir bayram sevinci yaşarken, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz de, tebliğ ettiği azametli davanın muazzam neticesini görmenin huzur ve saadeti içinde Cenâb-ı Hakka hamd ve şükrediyordu.

 

 

Medine'den Ayrılış

 

Zilkâde ayının çıkmasına beş gün vardı. Günlerden Cumartesi idi. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Medine'de yerine Ebû Dücâne es-Sâidî'yi vekil tayin etti. Hâne-i Saadetinde yıkandı. Güzel kokular süründü. Yeni elbiseler giydi. Öğleye doğru Hâne-i Saadetinden çıkıp Mescid-i Şerife gitti. Öğle namazını kıldırdı.[681]

 

Fahr-i Âlem Efendimiz, etrafını nurânî halkalar halinde sarmış olan yüz bini aşkın Müslümanla birlikte Medine'den hareket ederek Zülhuleyfe mevkiine vardı. Geceyi, muazzam, cemaatıyla burada geçirdi. Ertesi günü, öğle namazını burada edâ ederek ihrama girdi ve herbiri insanlık âleminin birer yıldızı olan Sahabîleriyle birlikte Mekke-i Mükerremenin yolunu tuttu. Fahr-i Âlem Efendimizin beraberinde bütün Ezvâc-ı Tahirat ve hayattaki tek evlâdı Hz. Fâtıma da vardı. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, devesi Kasva'nın üzerinde idi. On binlerce Sahabî o Mânevi Güneşin etrafında yörüngelerini kaybetmeyen gezegenleri andırıyordu. Dillerde sadece telbiye vardı:

-"Lebbeyk Allahümme Leybeyk. Lebbeyke lâ şerike leke Lebbeyk. İnnelhamde vennimete leke ve'-mülk. Lâ şerike leke."

 

Sanki yeryüzü bir ağız olmuş, aynı "telbiye"yi yüzbinler dil ile tekrarlıyordu. Fahr-i Âlem Efendimiz ve Sahabîlerin sevinç ve heyecanına âdeta yer ve gök iştirak ediyordu.

 

Mekke'ye Varış

 

Tarih: Zilhicce ayının dördü, Pazar günü, sabahın erken saatleri. Fahr-i Âlem Efendimiz, etraftan gelenlerin de katılmasıyla yüz bini aşkın Müslüman hacılarla Mekke'ye üst kısmından, Seniyyetü'l-Kedâ mevkiinden girdi. Kâbe-i Muazzamayı görünce, "Yâ Rabbi! Bu muazzam mâbedin azamet, şeref, keramet ve mehabetini arttır"[682] diye duâ etti.

 

Bundan sonra Peygamber Efendimiz (a.s) Beytullaha vardı. Hacerü'l-Esvedi istilâm etti ve o köşeden Kâbe-i Muazzamayı tavafa başladı. Tavafın ilk üç devresinde adımlarını kısaltıp, omuzlarını silkelemek suretiyle hızlı ve çalımlı bir şekilde yürüdü. Kalan dört devresini ise ağır ağır yürüyerek tavafını tamamladı. Kâbe'nin etrafını yedi defa dolaşarak tavafı tamamladıktan sonra Makamı İbrahime vardı. Orada iki rekât namaz kıldı. Sonra tekrar dönüp Hacerü'l-Esvedi istilâm etti. Bu esnada Hz. Ömer'e,

-"Ey Ömer! Sen, güçlü kuvvetlisin. Hacerü'l-Esvede yetişmek için başkasına omuz vurma! İnsanları, güçsüzleri rahatsız etme! Eğer, tenhâ bulursan onu istilâm et! Yok tenhâ bulamazsan, uzaktan el sürüp öpme işareti yap ve kelime-i Tevhid oku, tekbir getir" [683] buyurdu.

 

 

 

Peygamberimizin Sa'y Edişi

 

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bundan sonra Safa Tepesine çıktı. Orada Cenâb-ı Hakka hamd ve şükrünü takdim etti. Buradan inerek Safâ ve Merve arasında yedi kere sa'y etti.

 

Mina'ya Gidiş

 

Mekke'de Pazar, Pazartesi, Salı ve Çarşamba günleri kalan Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Perşembe günü Mina'ya gitti. Öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını orada cemâatla edâ etti. Geceyi orada geçirdi. Zilhicce'nin dokuzu Cuma günü sabah namazını edâ ettikten sonra Mina'dan Arafat'a doğru hareket etti. [684]Ashab-ı Kiramın getirdiği telbiye ve tekbirlerle âdeta yer gök çınlıyordu.

 

Vedâ Hutbesi

 

Arafat'ta Allah'a hamd ve senâdan sonra hususî olarak o sırada hazır bulunan yüz bini aşkın (120.000) Sahabîye, umumî olarak da bütün Müslümanlara, bütün insanlığa değişmez, eskimez ölçüler ihtiva eden şu hutbesini irâd buyurdu:

 

 

ـ عن عمرو بن أبى ا‘حوص رضى اللّه عنهُ. قال ]شَهِدْتُ حجةَ الَودَاع مع النبى # فَحَمِدَاللّهَ تعالى وأثنى عليه وذكّر ووعظ ثم قال ثثاً: أىّ يوم أحرمُ؟ قالوا يومُ الحجِّ ا‘كبرِ، قال فإن دماءَكمْ وأموالَكم وأعراضكم عليكم حرامٌ كحرمة يومِكم هذا في بلدِِكم هذا في شهركم هذا، أ  يجنى جانٍ إ على نفسه، و يجنى والدٌ على ولدِهِ، وَ ولدٌ على والدِهِ، أَ إن المسلمَ أخُو المسلمِ فليسَ يحلُّ لمسلمٍ من أخيه شئٌ إّ مَا أحلّ من نفسهِ، أ وإن كلَّ رباً في الجاهليةِ موضوعٌ ـ لَكُمْ رؤسُ أموالِكُمْ  تَظْلِمُونَ وََ تُظْلَمُونَ ـ غَيْرَ رِباَ العباسِ فانهُ موضوعٌ كلُّهُ، أَ وإنَّ كلَّ دمٍ كانَ في الجاهِلِيّةِ موضوعٌ، وأولُ دمٍ أضعهُ من دمِ الجاهليةِ دمُ الحارثِ بن عبدالمطلبِ، وكانَ مسترضعاً في بنى ليثٍ فقتلهُ هذيلُ، أَ فاستوصُوا بالنساءِ خيراً فانهنَّ عَوَانٌ عِنْدَكُمْ ليسَ تَمْلِكُونَ مِنْهُنَّ شيئاً غيرَذلكَ إَّ أن يأتينَ بِفَاحِشَةٍ مبيِّنةٍ، فإن فعَلْنَ فاهجُروهُنَّ في المضاجِعِ واضْرِبُوهُنَّ ضرباً غيرَ مبَرِّحٍ، فإنْ اطعنَكُمْ ف تبغُوا عليهنَّ سبِيً، أ وإن لكُمْ على نسائكمْ حقاً، ولنسائكُمْ عليكم حقاً: فأما حقُّكمْ على نسائِكُمْ فََ يوطِئْنَ فُرُشَكُمْ من تكرهُونَ، وَ يأذنَّ في بيوتكُمْ لمن تكْرهُونَ، أَ وإنْ تُحْسِنُوا إلَيْهِنَّ فِي كِسْوَتِهِنَّ وَطَعَامِهِنَّ اََ وَاِنّ الشَيْطَانَ قَدْ أيِسَ اَنْ يُعْبَدَ فِي بَلَدِكُمْ هذا أبداً، وَلَكِنْ سَتَكُونُ لَهُ طاعةٌ فِيمَا تَحتَقِرُونَ منْ أعْمَالِكُمْ وسَيَرضَى بهِ

 

"Bismillâhirrâhmânirrahîm"

"Ey insanlar!

"Sözümü iyi dinleyiniz. Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada bir daha buluşamayacağım."

İnsanlar! "Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir; her türlü tecâvüzden korunmuştur."

"Ashabım!

"Muhakkak Rabbinize kavuşacaksınız. O da sizi yaptıklarınızdan dolayı sorguya çekecektir. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönmeyiniz ve birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu vasiyetimi, burada bulunanlar, bulunmayanlara ulaştırsın. Olabilir ki, burada bulunan kimse, bunları daha iyi anlayan birisine ulaştırmış olur. "

"Ashabım!

"Kimin yanında bir emanet varsa, onu hemen sahibine versin. Biliniz ki, faizin her çeşidi kaldırılmıştır. Allah böyle hükmetmiştir. İlk kaldırdığım faiz de Abdülmuttalib'in oğlu (amcam) Abbas'ın faizidir. Lâkin anaparanız size âittir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız."

"Ashabım!

"Dikkat ediniz, Cahiliyeden kalma bütün âdetler kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Cahiliye devrinde güdülen kan dâvâları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan dâvâsı, Abdülmuttalib'in torunu İyas bin Rabia'nın kan dâvâsıdır."

"Ey insanlar!

"Muhakkak ki, şeytan şu toprağınızda kendisine tapılmaktan tamamen ümidini kesmiştir. Fakat siz bunun dışında ufak tefek işlerinizde ona uyarsanız, bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız."

"Ey insanlar!

"Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah'ın emaneti olarak aldınız ve onların namusunu kendinize Allah'ın emri ile helâl kıldınız. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, kadınların da sizin üzerinizde hakkı vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız; yatağınızı hiç kimseye çiğnetmemeleri, hoşlanmadığınız kimseleri izniniz olmadıkça evlerinize almamalarıdır. Eğer gelmesine müsaade etmediğiniz bir kimseyi evinize alırlarsa, Allah, size onları yataklarında yalnız bırakmanıza ve daha olmazsa hafifçe dövüp sakındırmanıza izin vermiştir. Kadınların da sizin üzerinizdeki haklan, meşru örf ve âdete göre yiyecek ve giyeceklerini temin etmenizdir."

"Ey mü'minler!

"Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanetler, Allah'ın kitabı Kur'ânı Kerim ve Peygamberinin (a.s) sünnetidir."

"Mü'minler!

"Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman Müslümanın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştirler. Bir Müslümana kardeşinin kanı da, malı da helâl olmaz. Fakat malını gönül hoşluğu ile vermişse o başkadır."

"Ey insanlar!

"Cenab-ı Hak her hak sahibine hakkını vermiştir. Her insanın mirastan hissesini ayırmıştır. Mirasçıya vasiyet etmeye lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona âittir. Zina eden kimse için mahrumiyet vardır. Babasından başkasına âit soy iddia eden soysuz yahut efendisinden başkasına intisâba kalkan köle, Allah'ın, meleklerinin ve bütün insanların lânetine uğrasın. Cenâb-ı Hak, bu gibi insanların ne tevbelerini, ne de adalet ve şehâdetlerini kabul eder."

"Ey insanlar!"Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem'in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah'tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız, Ondan en çok korkanınızdır.

-"Âzâsı kesik siyahî bir köle başınıza âmir olarak tayin edilse, sizi Allah'ın kitabı ile idare ederse, onu dinleyiniz ve itaat ediniz."

Suçlu kendi suçundan başkası ile suçlanamaz. Baba, oğlunun suçu üzerine, oğlu da babasının suçu üzerine suçlanamaz."

"Dikkat ediniz! Şu dört şeyi kesinlikle yapmayacaksınız: Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayacaksınız. Allah'ın haram ve dokunulmaz kıldığı canı, haksız yere öldürmeyeceksiniz. Zina etmeyeceksiniz. Hırsızlık yapmayacaksınız."

İnsanlar! Lâ ilâhe illallah deyinceye kadar onlarla cihad etmek üzere emrolundum. Onlar bunu söyledikleri zaman kanlarını ve mallarını korumuş olurlar. Hesapları ise Allah'a âittir."

"İnsanlar! "Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?" Sahabe-i Kiram hep birden şöyle dediler:

-"Allah'ın elçiliğini ifâ ettiniz, vazifenizi hakkıyla yerine getirdiniz, bize vasiyet ve nasihatta bulundunuz, diye şehâdet ederiz."

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s) şehâdet parmağını kaldırdı, sonra da cemaatin üzerine çevirip indirdi ve şöyle buyurdu:

-"Şahid ol, yâ Rab! Şahid ol, yâ Rab! Şahid ol, yâ Rab!"[685]

 

Öğle ve ikindi namazlarının beraber kılınışı

Resûl-i Ekrem Efendimiz, bütün insanlığa en yüksek ve kudsî bir ders olan Vedâ Hutbesini sona erdirdiği sırada Hz. Bilâli Habeşî öğle ezanını okumaya başladı. Resûl-i Ekrem Efendimiz ve Ashab-ı Kiram, huşu içinde susup ezanı dinlediler. Ezan bitince, Hz. Bilâl kaamet getirdi. Fahr-i Kâinat Efendimiz, o muhteşem cemaata imam olup önce öğle namazını kıldırdı. Sonra yine kaamet getirilerek ikindi namazını kıldırdı. Böylece Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir ezan iki kaametle iki vaktin namazını birleştirdi. İlk işâretİkindiden sonraydı, vakit akşama yakındı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, devesi Kasvâ'nın üzerindeydi. Bu sırada şu âyet-i kerime nâzil oldu:

 

اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دينَكُمْ وَاَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتى

 

"Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâmı seçtim."[686]

 

Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu âyeti okuyunca, Ashabı Kiram son derece sevinip ferah duydular. Sadece biri ağlıyordu: Hz. Ebû Bekir. Sahabîler buna bir mânâ veremediler. Niçin ağladığını sorduklarında,

-"Bu âyet, Resûlullahın (a.s) vefâtının yakın olduğuna delâlet ediyor. Onun için ağlıyorum" cevabını aldılar. Hz. Ebû Bekir'in söylediği ve anladığı sır doğru idi. Zira bu âyet, Fahr-i Kâinat Efendimizin dünyadan göç etme zamanının yaklaşmış olduğuna ilk işâret idi. Çünkü, teklif ve tebliğ edilmesi gereken şeyler bittiğine göre, teklif ve tebliğ edenin vazifesi de son bulacak demekti. Aynı sırrı, Hz. Ömer'in idrak ettiğini kaynaklar zikrederler.[687]

 

Arafat'tan Müzdelife'ye

 

Cuma günü, güneş battıktan sonra Fahr-i Kâinat Efendimiz (a.s) devesi   Kasvâ'nın üzerinde ve terkisinde Üsâme bin Zeyd ile birlikte, Arafat'tan Müzdelife'ye geldi. Bu sırada akşam namazı vakti çıkmış, yatsı namazı vakti girmişti. Resûl-i Ekrem Efendimiz bir ezan iki kaametle önce akşam, arkasından da yatsı namazını kıldırdı. Peygamber Efendimiz Cuma'yı Cumartesi'ye bağlayan geceyi Müzdelife'de geçirdi. Cumartesi günü sabah namazını orada edâ ettikten sonra Meş'ar-ı Harama geldi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ashabına

-"Cemre'de atılacak ufak taşları toplayınız" diye emretti ve taşların nasıl atılacağını gösterdi. onra Akabe Cemresine birer birer yedi ufak taş attı. Her taş atışında "Allahü ekber" diyerek tekbir getiriyordu.[688]

 

Bu arada Ashab-ı Kiram da aynı şekilde Cemre taşlarını atıyorlardı. Peygamberimiz Akabe Cemresinde yedi taşı attıktan sonra Mina'ya döndü.

 

Kurban Kesme

 

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz oradan kurban kesme yerine gitti. Ömr-ü saadetlerinin her bir senesi için bir kurban olmak üzere atmış üç kurbanı bizzat mübarek elleriyle kesti. Saçlarını traş ettirdi. Kesilen saçlarını hatıra olsun diye Sahabîlerine birer ikişer dağıttı. Bu da ashabından ayrılığının yaklaştığına işaretti.

Ayrıca:

-"Ey insanlar! Haccın usûl ve erkânını benden öğrendiniz. Bilmem, ama belki bundan sonra benimle görüşemezsiniz" buyurarak da bu işâreti kuvvetlendirdi. Peygamberimizin (a.s) saçının ön kısmı traş edildiği sırada, Hz. Halid bin Velid,

-"Yâ Resûlallah" dedi, "alnın üzerindeki saçınızdan bana verir misiniz?" Peygamber Efendimiz onun bu isteğini kabul etti ve kendisine saçının ön kısmından birkaç tel verip hayatında devamlı muzzaffer olması için duâ etti. Hz. Halid, mübârek saçları alıp gözüne sürdü, sonra da külâhının önüne yerleştirdi. Resûl-i Ekrem Efendimizin o saç ve duâsının bereketi hürmetine Hz. Halid girdiği her harpten muzaffer çıkmıştır.

Nitekim kendisi de,

-"Ben, onu hangi tarafa yönelttimse, orası fetholundu"[689] demiştir.

 

Peygamberimizin İfâza Tavafı

 

Resûl-i Ekrem Efendimiz, kurban bayramının birinci günü öğle vaktinden önce ifâza (ziyâret) tavafını yapmak üzere Kâbe-i Muazzamaya gitti. Müslümanlara da gitmelerini emir buyurdu. Tavafını yaptıktan sonra öğle namazını kıldı. Zemzem Kuyusundan su içti. [690]Resûl-i Ekrem Efendimiz o gün akşama doğru Mina'ya döndü.

 

Resûl-i Ekrem Efendimiz, kurban bayramının ikinci ve üçüncü günü, güneş batıya doğru eğrildiği zaman yaya olarak Mina Mescidinden sonraki İlk Cemrenin yanına vardı. Oraya birer birer yedi tane çakıl taşı attı. Her birini atarken "Allahü ekber" diyerek tekbir getiriyordu. Bundan sonra İkinci Cemre, ondan sonra da Cemre-i Akabe denilen Üçüncü Cemre'nin yanına vardı. Her birisine birer birer yedi taş attı. Her birini atarken "Allahü Ekber" diyerek tekbir getiriyordu.[691]

 

Muhassab'a Gidiş

 

Zilhicce'nin on üçü, Salı günü. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Mina'dan Muhassab denilen taşlık yere gitti. Orada çadırı kurulmuştu. Bu sırada Ashab-ı Kirama hitaben şöyle buyurmuştu.

-"Allah, sözümü güzelce ezberleyip, sonra da onu duymayanlara ulaştıran kimselerin yüzünü nurlandırıp neşelendirsin. Olabilir ki, anlayan kendisinden daha iyi anlayana onu ulaştırır." İyi biliniz ki, üç şey mü'min ve Müslümanların kalblerine kin ve kıskançlık sokmaz.

1.Allah'ın rızasını gözeterek ihlâs ile amel,

2.Müslüman olan âmirlere nasihat ve itaatta bulunmak,

3.Müslüman cemaata îtikâd ve sâlih âmelde tabi olmak."[692]

 

Vedâ Tavafı

 

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz sabah namazından önce, Beytullaha tavaf için gidileceğini Ashab-ı Kirama ilân etti. Daha Sonra Kabe-i Muazzamaya gidip veda tavafını yaptı. [693]Zilhicce'nin on dördü, Çarşamba günü. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ve Ashab-ı Kiram, Vedâ Tavafından sonra, Mekke-i Mükerre-meden Medine-i Münevvereye doğru yola çıktılar. Gadir-i Hum Vadisinde konakladılar. Efendimiz orada öğle namazını kıldırdı. Namaz bitince Ashabına,

-"Ey insanlar! Biliniz ki, ben de bir insanım! Çok sürmez yüce Rabbimin elçisi gelecek, beni ebedî âleme çağıracak. Ben de onun dâvetine icâbet edeceğim. Yakında size vedâ edeceğim" dedikten sonra sözlerine şöyle devam etti:

-"Eğer sadâkatle sarılırsanız, sizi doğru yolda muhafaza edecek iki şey bırakıyorum: Onların birincisi Allah'ın Kitabı Kur'an'dır ki, içinde hidâyet ve nur vardır. Ona sımsıkı sarılınız! İkincisi de Sünnetim"dir."[694]

 

Bu sözlerinden sonra Hz. Ali'nin elinden tuttu.

 "Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır" buyurdu ve arkasından,

-"Allah'ım! Ona dost olana dost, düşman olana düşman ol!" diye niyazda bulundu.[695] Peygamberimizin (a.s) yakında ebedî âleme göç edeceğini haber veren yukarıdaki sözleri, Ashab-ı Kiramı hüzne boğdu. Uğrunda canlarını fedâ ettikleri, öz nefislerinden daha çok sevdikleri Kâinatın Efendisi aralarından gidecekti. Şimdiden âdeta kendilerini bir yetim kabul edip gözyaşları döküyorlardı.

 

Medine'ye Varış

 

Medine görününce Peygamber Efendimiz üç defa tekbir getirdi. Sonra âdetleri olan duâyı yaptı: "Allah'tan başka ilâh yoktur. Allah tektir, ortağı yoktur. Mülk Onundur. Bütün hamd de Ona mahsustur. O, her şeye kadîrdir.          

-"Rabbimizeyönelici, günahlarımızdan tevbe edici, Rabbimize kulluk, secde ve hamd edici olarak dönüyoruz."[696] Medine'ye girince Efendimiz doğruca Mescid-i Şerife vardı. Orada iki rekât namaz edâ ettikten sonra Hâne-i Saadetine döndü. Bu, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin ilk ve son haccı oldu.

 

Yalancı Peygamberlerin Çıkışı

 

Esved-i Ansî'nin Nübüvvet İddiâsında Bulunması

 

Peygamber Efendimizin Veda Haccından sonra, etraftan gelen Müslümanlar memleketlerine dönmüşlerdi. Aldıkları talimatları memleketlerine görürmüşler, halka onları anlatmışlardı. Veda Haccı esnasında inen;

 

اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دينَكُمْ وَاَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتى وَرَضيتُ لَكُمُ الْاِسْلَامَ دينًا

 

"Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı seçip-beğendim."[697]

 

 (Mâide Sûresi, 3.) âyet-i kerime dinin kemâle erdiğini beyân ediyordu. Bu Resûl-i Kibriyâ Efendimizin aynı zamanda vefatının da yaklaştığının ifadesi oluyordu. Bunu bir kısım Müslümanlar sezmişti. Veda Haccından sonra Peygamber Efendimizin hastalanması ise bunu kuvvetlendirmişti. Bu esnâda Araplardan bazı kimseler peygamberlik davasına kalkıştı. Bunların ilki, Benî Ans Kabilesinden Esvedi Ansî diye tanınan Abhele bin Ka'b idi. Kâhin ve hokkabaz bir adamdı. Sözleriyle halkı tesir altına alırdı. Yemen'de ortaya çıkan bu adam, peygamber olduğunu ve meleklerin kendisine vahiy getirdiğini iddia etmeye başladı. Bir takım yalan, dolan ve hilelerle Yemen ahalisinden bir çok kimseyi aldattı. Necran halkı da ona tâbi oldu.

 

Daha sonra San'a'ya gidip orayı da zaptederek fesad ve irtidat dâiresini genişletti. Yemen'de bulunan Müslüman vali ve memurlar orayı terk etmek durumunda kaldılar. Hz. Muaz bin Cebel, Ma'rib'de bulunan Ebû Mûsa el-Eş'ari Hazretlerinin yanına gitti. Daha sonra ikisi oradan Hadramut'a gittiler.[698]

 

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz durumu haber aldı. Yemen'deki Müslümanlara;

-"Her nasıl olursa olsun Abhele'nin hakkından geliniz" diye haber gönderdi.[699] Yemen'deki Müslümanlar bu emir üzerine derhal harekete geçtiler. Sonunda onu evinde öldürdüler. Esved'in öldürüldüğü haberi Medine'ye Peygamber Efendimizin vefatından bir gün önce Pazar günü ulaştı. Yalancı Esved'in öldürülmesinden sonra Müslüman vâli ve memurlar tekrar Yemen'e döndüler.

 

Müseylime-i Kezzabın Peygamberlik İddiasıyla Ortaya Çıkışı

 

Yine Hicretin onuncu senesinde Müseylime-i Kezzab Yemâme'de peygamberlik davasına kalkıştı.Müseylime, daha önce Benî Hanife temsilcileri ile görüşüp Müslüman olmuştu. Yemâme'ye dönünce irtidâd etti. İrtidat ettikten sonra Müseylime, Peygamberimize ortak olduğunu iddia etmeye ve yaymaya başladı. Kısa zamanda, hokkabazlık ve sihirbazlığıyla Benî Hanif ve Yemâme halkından bir çok kimseyi kandırıp etrafına topladı.Hattâ, bir ara Kur'an-ı Kerim'i bile taklide kalkıştı. Bir takım gülünç sözler dizip Kur'an diye okurdu.

 

Uydurduğu laflardan bazıları şunlardı:

-"Fil nedir? Filin ne olduğunu sana ne bildirdi?" Onun hurma lifinden ip gibi kuyruğu ve uzun hortumu vardır. Bu Rabbimizin yarattıklarından azıcığıdır!"

Müseylime'yi gülünç duruma sokan bir başka sözü ise şuydu:

-"Ey kurbağa kızı kurbağa! Ne diye nak nak, vak vak edip duruyorsun? Üstün suda, altın balçıkta! Sen, ne suyu bulandırabilirsin, ne de içene mani olabilirsin! Yarasa, sana ölüm haberini getirinceye kadar bekle!"

 

Peygamber Efendimiz, Necid diyarında bulunan Müslümanlara da haber göndererek, Müseylime-i Kezzab'ın hakkından gelmelerini emir buyurdu.Resûl-i Kibriyâ Efendimizin ebediyyet âlemine irtihalinden sonra, Hz. Ebû Bekir, Halid bin Velid komutasında Müseylime'nin üzerine bir ordu gönderdi. Vahşi bin Harb, Hz. Hamza'yı şehid ettiği mızrağıyla onu öldürdü.[700]

 

 

 

 

34 - Veda Hutbesi ve Düşündürdükleri

 

 

Hz. Peygamber (as)'ın, hicri 10. yılda yaptığı Veda Haccı’nda sayıları yüz on dört bini bulan hacıya hitaben irad ettiği hutbe. Peygamber (as) bu son hutbesinde, bundan sonra bir daha haccedemeyeceğini bildirip vefatının yaklaştığını ima ettiği, sonraki gelen günler de onun bu sözlerini doğruladığı için bu hacca Veda Haccı, bu hac esnasında irad ettiği hutbeye de Veda Hutbesi adı verildi. Veda Hutbesi her ne kadar tek bir hutbe imiş gibi kabul edilmekteyse de, gerçekte bu hutbe, Arafat ta, Mina da ve bir gün sonra yine Mina'da olmak üzere arafe günü ile bayramın birinci ve ikinci günlerinde parça parça irad edilmiştir. Değişik yer ve zamanda irada buyurulduğu için de hutbe, birçok kişi tarafından birbirinden farklı şekillerde rivâyet edilmiş; kişinin ya da grubun duyduğunu diğerleri işitmediğinden, hutbenin tamamının biraya toplanmasında bu farklı rivâyetlerden yararlanılmış ve daha sonraki yıllarda bu üç ayrı yer ve zamanda buyurulan hutbe tek bir hutbe olarak bir araya getirilmiştir.

 

Resûlüllah (as)'ın bu son haccından bir yıl önce nâzil olan Tevbe sûresinde:

 

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اِنَّمَا الْمُشْرِكُونَ نَجَسٌ فَلَا يَقْرَبُوا الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ بَعْدَ عَامِهِمْ هذَا وَاِنْ خِفْتُمْ عَيْلَةً فَسَوْفَ يُغْنيكُمُ اللّهُ مِنْ فَضْلِه اِنْ شَاءَ اِنَّ اللّهَ عَليمٌ حَكيمٌ

 

“Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir. Onun için bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluktan korkarsanız, (biliniz ki) Allah dilerse sizi kendi lütfundan zengin edecektir. Şüphesiz Allah iyi bilendir, hikmet sahibidir,”[701]  emredildiği için, Veda Haccı’nda Mekke'de sadece Müslümanlar vardı, hutbeyi de yalnızca Müslümanlar dinlemişti. Zaten Mekke’nin fethinden sonra müşriklerin sayısı parmakla sayılacak kadar azalmıştı. Rasûlüllah, Medine'den kendisiyle birlikte yola çıkan yüz bin civarındaki ashâbıyla Mekke'ye haccetmek için geldiklerinde bir yıl önceki uyarı sebebiyle Mekke'de müşrik kalmamıştı; çoğunluk Müslüman olurken Mekke'yi terk edenler de vardı. Resûlüllah, haccın bütün erkânını bizzat kendisi yaparak Müslümanlara öğretmiş, İslâm’ın hac konusundaki emirleri de böylece tamamlanmıştı. İslâm’ın tamamlandığını bildiren bazı âyetler de bu Veda Haccı'nda nâzil oldu.

 

Cahiliye döneminde dışarıdan gelen hacılar Arafat'ta vakfeye dururken, Kureyş eşrafı diğer insanlardan üstün olduklarını belli edercesine Arafat yerine Müzdelife'de vakfeye dururlardı. Resûlüllah cahiliye döneminin bu sınıf üstünlüğüne dayalı âdetini ortadan kaldırdı ve bütün hacılar gibi Arafat'ta vakfeye durdu. Resûlüllah (as)'a orada bu dinin tamamlandığı şu âyet-i kerimeyle müjdelendi:

 

b6¦äí©…  â5¤¡üa ¢á¢Ø Û ¢oî©™ ‰ ë ó©n à¤È¡ã ¤á¢Ø¤î Ü Ç ¢o¤à à¤m a ë á¢Ø äí©… ¤á¢Ø Û ¢o¤Ü à¤× a  â¤ì î¤Û a

 

“Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim."[702]

 

Dinin kemale erdirilmesine bütün Müslümanlar sevinirken yalnızca Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer, bunun, Hz. Peygamber (as)'ın vefatının yaklaştığına delalet ettiğini anlamışlar ve gözlerinden yaşlar akmıştı. Gerçekten de bundan sonra Rasûlüllah seksen iki gün yaşamış ve vefat etmiştir.

 

Arafat'ta yüz binin üzerindeki hacıya hitaben bir hutbe irad eden Resûlüllah sesinin bütün hacılar tarafından işitilmesi için belli mesafelerde gür sesli sahabelerden bazılarını görevlendirdi. Resulüllah (as)'ın sözlerini tekrar eden bu kişiler hutbenin bütün hacılar tarafından duyulmasını sağlıyorlardı. Devesi Kusva'nın sırtında olduğu halde Resûlüllah şu hutbeyi irad etti:

 

"Ey insanlar! Sözümü iyi dinleyiniz. Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedi olarak bir daha buluşamayacağım.

Ey İnsanlar bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz nasıl mübarek bir şehir ise; canlarınız, mallarınız, ırzlarınız da öyle mukaddestir, her türlü saldırıdan emindir.

Ashabım! Yarin Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hal ve hareketinizden sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski dalâletlere dönüp birbirinizin boynunu vurmayın. Bu vasiyetimi burada bulunanlar bulunmayanlara bildirsin Olabilir ki bildirilen kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlayarak muhafaza etmiş olur.

Ey ashabım! Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine versin. Fa izin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımız altındadır. Lakin borcunuzun aslin vermek gerekir. Ne zulmediniz ne de zulme uğrayınız. Allah’ın emriyle faizcilik artık yasaktır. Cahiliyetten kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım faiz de Abdulmuttalib'in oğlu (amcam) Abbas'ın faizidir.

Ashabım! Cahiliyet devrinde güdülen kan davaları da tamamen ortadan kaldırılmıştır,' ilk kaldırdığım kan davası da Abdulmuttalib'in torunu (yeğenim) Rebîa'nın kan davasıdır.

Ey İnsanlar! Bugün şeytan sizin su topraklarınızda yeniden nüfuz ve saltanat gücünü ebedi surette kaybetmiştir. Fakat bu kaldırdığım şeyler haricinde küçük gördüğünüz islerde de ona uyarsanız bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan sakininiz.

Ey İnsanlar! Kadınların haklarına riayet etmenizi ve bu hususta Allah' tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah’ın emaneti olarak aldınız. Ve onların namuslarını ve ismetlerini Allah adına söz vererek helal edindiniz. Sizin kadınlar üzerindeki hakkiniz; onların, aile şerefini koru malları ve evlerinizi sizin hoşlanmadığınız hiç kimseye açmamaları, çiğnenmemeleridir. Eğer onlar, razı olmadığınız herhangi bir kimseyi evinize alırlarsa onları hafif bir şekilde dövebilir, azarlayabilirsiniz. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları; örfe göre her türlü giyim ve yiyeceklerini temin etmenizdir.

Ey mü'minler! Size bir emanet bırakıyorum ki siz ona sımsıkı sarıldıkça yolunuzu hiçbir zaman şaşırmazsınız. O emanet Allah’ın kitabi Kur'ân’dır.

Ey mü'minler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi muhafaza ediniz. Müslüman Müslüman’ın kardeşidir ve bütün Müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize ait olan herhangi bir hakka tecavüz, başkasına helal değildir. Ancak gönül hoşluğuyla verilen başka. Ashabım! Nefsinize de zulmetmeyiniz. Nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır:

Ey insanlar! Cenab-i Hak her hak sahibine hakkını vermiştir. Varis için vasiyete gerek yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zinakâr için mahrumiyet cezası vardır. Babasından başkasına nesep iddia eden soysuz yahut efendisinden başkasına uymaya kalkan nankör, Allah’ın gazabına, meleklerin lanetine ve bütün Müslümanların düşmanlığına uğraşın. Cenab-ı Hak bu insanların ne tövbelerini ne de şahadetlerini kabul eder."

 

Rasûlüllah sözlerinin burasında dinleyenlere sordu:

"Ey insanlar! Yarin beni sizden soracaklar. Ne dersiniz?" Ashabı Kiram cevap verdi:

"Allah’ın risâletini tebliğ ettin; risalet görevini yerine getirdin, bize vasiyet ve nasihatte bulundun diye şahadet ederiz." Rasûlullah şahadet parmağını göğe kaldırarak üç kez "Şahit o! ya Rab! Şahit o! ya Rab! Şahit ol ya Rab!" buyurarak Arafat'taki hutbesini bitirdi.

 

Hz. Peygamber güneş batıncaya kadar vakfede durdu. Tam buradan inmeye karar vereceği bir anda yukarıda zikredilen Mâide sûresinin üçüncü âyeti nazil oldu. Daha sonra devesine binen Resûlüllah yavaş adımlarla Arafat'tan inerek Müzdelife'ye geldi. Burada bir ezan iki kamet ile akşam ve yatsı namazlarını birleştirerek kıldı. Ve istirahata çekildi. Sabah olunca cemaatle birlikte sabah namazını kaldı ve ortalık iyice ağardıktan sonra Müzdelife'den Cemretü'l Akabe mevkiine geldi. Şeytan taşlamadan sonra Mina'ya geçen Resûlüllah burada da Veda Hutbesi'nin diğer bölümünü irad etti. Allah'a hamd-ü senadan sonra devamla:

"Ey insanlar! Sizi Allah’ın kitabına bağlayan peygamberinizin sözlerini iyi dinleyiniz, ona itaat ediniz. Hac ibadetinizin bütün hareketlerini benden gördüğünüz gibi ifa ediniz. Öyle sanıyorum ki, ben bu seneden sonra bir daha haccedemem." Rasûlüllah bundan sonra halkla sorulu cevaplı sürdürdüğü hutbesini:

"Ey insanlar! Ayların yerini değiştirerek geri bırakmak inkârda aşırı gitmektir. Kafirler böyle yapmakla doğru yoldan saptılar. Allah’ın haram kıldığı ayların sayısını uygun yapmak için, bir yıl haram ayini helal, diğer yıl onu haram sayarlar. Böylece Allah’ın haram kıldığını helal kabul ederler. Zaman, Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı gün gibi ayni duruma döndü. Allah’ın katında ayların sayısı on ikidir. Bunların dördü mukaddes (haram) aylardır ki üçü arka arkaya gelen Zilkade, Zilhicce ve Muharrem, dördüncüsü de Cemaziyelahir ile Şaban'ın arasındaki Recep’tir.

Ey mü'minler! Bu ay hangi aydır?"

-Allah ve Resûlü daha iyi bilir."

-Zilhicce ayı değil midir?"

-Evet Zilhiccedir."

-Bu içinde bulunduğumuz belde hangi beldedir?"

-Allah ve Resûlü daha iyi bilir.

-Mekke Şehri değil midir?"

-Evet Mekke'dir."

-Bugün hangi gündür?

-Allah ve Resûlü daha iyi bilir."Yevmü'nnahr (kurban kesme günü) değil midir?"

-Evet yevmünahr'dir.

Bu diyalogdan sonra Rasûlüllah sahabelere dönerek "Şu halde iyi bilin ki; bu şehrinizde, bu beldenizde, bu gününüzün mukaddes (haram) olduğu gibi birbirinize kanlarınızı dökmek, mallarınızı haksız yere olmak, namuslarınızı kirletmek de haramdır, her türlü saldırıdan masumdur. Muhakkak ki, siz Rabbinize kavuşacaksınız, o zaman bütün bu işlerden sorulacaksınız.

Ey İnsanlar! Aklınızı başınıza alında benden sonra birbirinizin boynunu vuracak şekilde dalâlete, vahşete düşerek cahiliye devrine dönmeyin.

Ey insanlar! Bu nasihatlerime kulak verip bunları burada hazır bulunanlarınız burada bulunmayanlara tebliğ etsin. Olabilir ki, kendisine tebliği edilen kimse burada bulunup işiten bir kısım kimseden daha iyi anlayıp bellemiş olur" ardından Rasûlüllah iki kez:"

-Tebliğ ettim mi?" buyurdu. Sahabeler:

-Evet ettin, deyince O; "Şahit ol ya Rab!" dedi ve tekrar hatırlattı: "Burada bulunanlar bulunmayanlara tebliğ etsin. "

 

Resulüllah Mina'daki bu hutbesinden sonra kurban kesim yerine gelerek önceden hazırlanan yüz devenin altmış üçünü bizzat kendi kurban etti diğerlerini de Hz. Ali kestikten sonra her deveden birer parça et alınarak pişirilip yenildi. Daha sonra tıraş olan Hz. Peygamber ihramdan çıktı ve Kabe'yi tavaf etti. Öğle namazını da orada kıldıktan sonra Zemzem suyunun yanına gitti ve kendisine sunulan bir bardak suyu içtikten sonra tekrar Mina'ya döndü. Rasûlüllah Mina'da geçirdiği teşrik günlerinde şeytan taşlama görevini yerine getirmiş, bu arada çevresinde bulunan insanlara hutbeler irad buyurmuştu.

 

 

اِذَا جَاءَ نَصْرُ اللّهِ وَالْفَتْحُ () وَرَاَيْتَ النَّاسَ يَدْخُلُونَ فى دينِ اللّهِ اَفْوَاجًا () فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُ اِنَّهُ كَانَ تَوَّابًا ()

 

“Allah'ın yardımı ve zaferi geldiği. Ve insanların bölük bölük Allah'ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit. Rabbine hamd ederek O'nu tespih et ve O'ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir.”[703]

 

Nasr sûresinin nâzil olduğunu duyan Müslümanlara, hem yeni nâzil olan bu sûreyi okumuş hem de kendilerine nasihat ettiği hutbelerinden birini irad buyurmuştur. Bu hutbesinde de yine Müslümanların mal, can, namus emniyetinden bahseden Rasûlüllah insan haklarının temelini oluşturan bu üç hakkı tekrar tekrar ümmetine hatırlatmıştı. Değişik yer ve zamanda irade edilen bu hutbeler, tek bir hutbe şeklinde bütünleştirilmiştir.Hutbenin toplum hayatına getirdiği prensipler:

 

İncelendiği zaman Veda Hutbesinde Peygamber (as)'ın başlıca şu noktalara değindiği görülür:

 

1 - Her işte daima Allah'a hamd-ü sena etmek gerekir.

 

2 - Nefis, insanı her zaman şerre yöneltmek ister. Bu sebeple nefislerin şerrinden de Allah'a sığınmak lâzımdır.

 

3 - Can, mal ve ırz kutsaldır. Yaşama hakkı tabii bir haktır. ırz, şeref, haysiyet, hürriyet ve mülkiyet saldırıdan korunmuş haklardır.

 

4 - Cahiliye gelenekleri kaldırılmıştır. İnsanlar alışa geldikleri kötü şeyleri körü körüne yapmaktan vazgeçmelidirler.

 

5 - Faiz haramdır.

 

6 - Kan davası gütmek haramdır.

 

7-Emânetler yerlerine verilmelidir. Emânete hıyanet edilmemelidir.

 

8- Küçük büyük önemli-önemsiz her işte şeytana uymaktan sakınılmalıdır.

 

9- Kadınların ve erkeklerin karşılıklı hak, vazife ve sorumlulukları vardır. Kadınlara nezâketle davranılacaktır.

 

10- Hem kadın hem de erkekler zinadan şiddetle kaçınacaklardır.

 

11 - Köle ve hizmetçilere iyi davranılacaktır.

 

12- Bütün Müslümanlar kardeştir. Her türlü sınıf farkları ve ayrıcalıklar kaldırılmıştır. Üstünlük fazilet iledir.

 

13- Zulümden sakınmak gerekir, halkın malı haksız yere yenemez, birine ait bir şey sahibinin izni olmadıkça başkası için helâl olmaz.

 

14 - Müslümanlar birbirleriyle savaşmaktan sakınacaklardır.

 

15- Allah’ın Kitâbı’na ve Peygamber (as)'ın sünnetine uyanlar asla sapıklığa düşmezler.

 

16- İslâm sadeliğinden ayrılmamak, aşırılıklara sapmamak gerekir.

 

17- Hak Teâlâ'ya ibadet olunacak; beş vakit namaz kılınacak, oruç ayında oruç tutulacak, Hz. Peygamber (a.s)'ın tavsiyelerine uyulacaktır. Bunları hakkıyla yerine getirenlerin mükâfatı cennettir.

 

Hicretin (h.11.) Onbirinci Senesi

 

Artık, İslâmiyet Arabistan'da kökleşmişti. İslam dîni, yarımadanın dîni olmuştu. Şimdi sıra, dış ülkelere İslâmı yaymaya gelmişti. Gerçi, bâzı yalancı peygamberlik iddiâsında bulunan, huzursuzluk çıkarmak isteyenler olmuştu. Fakat, zâten yalancı idiler. Tutunamayacaklardı. Onlar tepelenip, şerleri bertaraf edildi. İslam dînini duyan ve kabul edenlerden Peygamber Efendimiz'e muhtelif yerlerden heyetler geliyordu. Peygamber Efendimiz'i görüyor, ziyâret ediyor, öğrenmek istediklerini sorarak, cevaplarını alıyorlardı.

 

Rasûlü Ekrem, Veda Haccı'ndan sonra Medîne'ye dönmüştü. Cenub bölgesini hiç düşünmüyordu. Tek düşündüğü taraf, şimal bölgesi idi. Hâlid ibn-i Velid'in kazanmış olduğu zaferden sonra kaçarak gidenler, tekrar gelip oralarda at koştururlarsa, bu iyi olmayacaktı. Romalılar, her an büyük bir ordu ile Müslümanların aldıkları yerleri almak üzere gelebilirlerdi.

 

Üsâme Ordusu

 

İşte bunun için Peygamber Efendimiz; Hz.Ebû Bekir, Hz.Ömer, Ebû Ubeyde ve Sa'd (ra) gibi Eshâbın büyüklerinin de bulunduğu bir ordu hazırladı. Bu ordunun da kumandasını Üsâme bîn-i Zeyd'e verdi.

 

Hz.Üsâme, Peygamber Efendimiz'in çıkardığı bu son orduya kumandan tâyin edildiği zaman, 19 yaşında idi. Böyle gencecik yaşta birinin emir tâyin edilmesi, ileri geri konuşmalara sebeb oldu.

 

Bu hâl Peygamber Efendimiz'e ulaşınca hiddetlenen Rasûlüllah Efendimiz, minbere çıktı ve şöyle hitâb etti:

-"Üsâme'nin kumandanlığına dil uzatırsanız, daha önce babasının da kumandanlığına tân etmiş olursunuz. Babası Zeyd, kumandanlığa lâyık olduğu gibi, oğlu da lâyıktır. Babası nasıl en sevdiğim ise Üsâme de en sevdiklerimdendir. Size lâzım olan benim tensibim üzerine O'nun emrine bağlanmaktır. Çünkü O, sizin ehliyet ve iyilik sâhibi olanlarınızdandır".

 

Ordu hazırlanmıştı. Hareket emrinin gelmesi bekleniyordu. Rasulü Ekrem, ordunun başına geçen Üsâme'ye şöyle demişti:

-"Babanın şehid olduğu yere git ve düşmanları atlara çiğnet."

 

Bir gün sonra da Peygamber Efendimiz hastalanarak yatağa düştüler. Buna rağmen, yatağından kalkarak sancağı Üsâme Hazretlerine verdi. Üsâme sancağı öptükten sonra, Büreyde Hazretlerine verdi ve Medîne haricine çıkarak ordu karargâhını kurdu. Burada biraz da olsa bekleyecekler daha sonra hareket edeceklerdi.

 

Rebiûlevvel ayının 12. Pazartesi günü, Hz.Usâme, Peygamber Efendimiz'in tensibi üzerine kuşluk vaktinde orduya hareket emrini verdi. Ancak bu sırada, Peygamber Efendimiz'in irtihâl haberi geldi. Bunun üzerine Hz.Üsâme, yanında Hz.Ömer ve Hz.Ebû Ubeyde olduğu halde Medîne'ye döndü. Sancaktar Büreyde, sancağı Rasûlü Ekrem'in Hâne-i Saâdetlerinin kapısına dikti.

 

Hz.Ebû Bekir halîfe seçildiği vakit, Hz.Büreyde'ye, sancağın Hz.Usâme'nin evine götürülmesini ve gâzâ zamanına kadar açılmamasını emretti. Bu demek oluyordu ki Rasûlüllah'ın hazırladığı ordu, vazîfesini yapacaktı.

 

Hz.Üsâme, kendisine verilen vazîfeyi yerine getirmek için hemen sancağı alarak şehrin dışına çıkıp ordu karargahını tekrar kurdu. Bunu duyan Müslümanlar da hazırlanarak tekrar orduya katıldılar. Bâzı Müslümanlar, Üsâme'nin çok genç olduğunu ileri sürerek değiştirilmesini istediler.

 

Hz.Ebû Bekir (ra);

-"Ben onu nasıl değiştirebilirim, onu Allah Rasûlü tâyin etti." diye cevap verince, onlar da hemen isteklerinden vazgeçtiler.

 

Hz.Ebû Bekir, şehrin dışına çıkıp Hz.Üsâme'yi atına bindirdikten sonra, onunla beraber yürümeğe başladı. Hz.Üsâme atın üzerinde idi. Amma Hz.Ebû Bekir yaya yürüyordu. Hz.Üsâme bundan müteessir olarak;

-"Ey Mü'minlerin Emiri! Ya Sen de bin veya ben de yaya yürüyeyim." dedi.

 

Hz.Ebû Bekir (ra.);

-"Ben binmeyeceğim, sen de inmeyeceksin. Allah yolunda biraz benim de ayaklarım tozlansın." buyurdu. Belli bir yere kadar orduyla gelen Hz.Ebû Bekir (ra), nihâyet onları uğurlayacak mahâlle gelmişti. Son olarak Üsâme Hazretlerine şöyle dedi:

-"Allah selâmet versin. Git! Peygamber Efendimiz sana nasıl dediyse, öylece yap. Başka türlü hareket etme!"

 

Hz.Ebû Bekir (ra), yapılacak çok işlerin olması sebebiyle Hz.Üsâme'den, Hz.Ömer'i bırakmasını ricâ etti. Hz.Üsâme de bunu kabul etti ve Hz.Ebû Bekir, Hz.Ömer'le Medîne'ye döndü. Ordu Şam tarafına gitti.

 

Müşrikler o taraflarda son zamanlarda cirit atıyorlardı. Hz.Üsâme, onların hepsini temizledikten sonra, babasının katilini de buldu ve katletti. Birçok ganîmet ele geçirdi. Ordunun içindeki Müslümanlar çok memnundular. Müşriklerin korkak olması ve gâyelerinin olmaması, Müslümanların işlerini daha da kolaylaştırıyordu.

 

Böylece Peygamber Efendimiz'in son olarak hazırladığı ve ilk halîfenin gönderdiği ilk ordu Üsâme ordusudur. Allâhü Teâlâ onların hepsine yardım ederek muzaffer kıldı.

 

Resûlullahın Son Ziyaretleri

 

Baki' mezarlığını ziyaret: Fahr-i Âlem Efendimizin, bu fani dünyayı terk edeceği gün, saat besaat yaklaşıyordu. Bir gece yarısı, ansızın Hâne-i Saadetinden çıktı. Hz. Âişe Vâlidemiz,

-"Yâ Resûlallah, nereye gidiyorsunuz?" diye sordu.

 

Resûl-i Ekrem,

-"Baki' mezarlığında medfûn bulunan ehlim için istiğfar etmek üzere emir aldım. Oraya gidiyorum" diye cevap verdi.[704] Yanında azâdlı kölelerinden Ebû Rafi' ve Ebû Müveyhib vardı. Baki' mezarlığında kabirler arasında uzun bir müddet durarak duâ ve istiğfarda bulundu. Sonra Ebû Müveyhib'e dönerek yakında ebedî âleme gideceğini, Bakî-i Hakîkînin cemâliyle müşerref olacağını şöylece ifade buyurdu:

-"Ey Ebû Müveyhib! Dünya hazinelerinin anahtarları ile âhiret nimetlerini seçme hususunda serbest bırakıldım. Ben de âhiret nimetlerini tercih ettim."[705]

 

Bu sözleri duyan Ebû Müveyhib'in birden nutku tutuldu. Yalnız gözü değil, Bütün duyguları, ruhu, kalbi bir anda ağlamaya başladı. Bu mânâlı ziyaretten sonra Resûl-i Kibriyâ, Hâne-i Saadetine geri döndü.[706]

 

Uhud Şehidlerini Ziyaret

 

Uhud şehidleri için de duâ ve istiğfarda bulunması, Efendimize emredilmişti. Bu sebeple bir gün Uhud'a gitti. Orada şehid olan en güzide Sahabîleri için uzun uzun duâ etti. Oradan döner dönmez, Mescid-i Saadete vardı. Minbere çıktı. Müslümanlara hitaben,

-"Ben, sizin Kevser Havuzuna ilk kavuşanınız ve sizi ilk karşılayanınız olacağım" buyurduktan sonra sözlerine şöyle devam etti:

-"Ben, sizin hakkınızda benden sonraki müşrikliğe dönersiniz diye korkmuyorum. Fakat ben, sizin hakkınızda, dünyaya kapılır, onun için birbirinizi kıskanır, birbirinizi öldürürsünüz ve bunun neticesi olarak sizden öncekilerin yok olup gittikleri gibi, siz de yok olup gidersiniz, diye korkuyorum."[707]

 

Hz. Meymûne'nin Evinde

 

Resûl-i Ekrem Efendimiz âdetleri gereği Hz. Meymûne'nin evinde bulunuyorlardı. Hasta olmasına rağmen âilelerinin hakkına son derece riâyet ediyordu. Burada Efendimizin ateşi birden yükseldi. Dâvet ettiği bütün hanımları etrafında mahzun ve kederli duruyorlardı.

-"Yarın hanginizin evine gideyim?" diye sordu. Bu sualini bir kaç kere tekrarladı. Hiç bir hanımından cevap gelmedi. Bunu sormasındaki maksad, hastalık günlerini Hz. Âişe Vâlidemizin evinde geçirmeyi arzu etmiş olmasındandı.

 

Peygamber Efendimizin bu arzusunu Ezvâc-ı Tâhirat ferasetleriyle anlamada gecikmediler. İttifakla Hz. Âişe Vâlidemizin evinde kalmasını uygun buldular. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz Hz. Meymûne'nin evinden çıkarak, bir eli Hz. Ali'nin, diğer bir eli Hz. Abbas'ın omuzunda, onların yardımı ile Hz. Âişe Vâlidemizin evine geldi.[708]

 

 

 

 

35- Hz. Muhammed (as)'ın Hastalığı ve Vefatı

 

 

Peygamber Efendimiz'in İrtihalleri   (Hicrî:11, M.:632)

 

Peygamber Efendimiz, bu fâni dünyâdan göçeceği zamanın yaklaştığını anladı. Safer ayının 19.gecesi kimseye sezdirmeden, Bakî mezarlığına giderek, orada yatan Ashâbını selamladı ve;

-"Yakında biz de aranızda olacağız." dedi.

 

Mezarlıktan dönünce hastalığı arttı. Hz.Âişe, O'na başının ağrıdığını söyleyerek,

-"Vay başım!" dedi.

 

Buna Peygamber Efendimiz, şu karşılığı verdi:

-"Yâ Âişe! Senin değil, asıl benim vay başım. Senin başının ağrısı geçer gider. Baş ağrısı, benimkidir" buyurarak irtihâlinin yaklaştığını işâret etti.

 

Hastalık günden güne artıyordu. Buna rağmen mescide çıkıp namazda imam oluyordu. Bir gün dermansız kalınca Hz.Ebû Bekr'in cemâata imam olmasını emretti. Hz.Ebû Bekir cemâate üç gün imamlık yaptı.

 

Nesi Varsa Sadaka Veriyor

 

Hastalığı sırasında, Ezvâcı Tâhirât'ın yanlarında nöbetle kalıyordu. Hastalığı ağırlaşınca, izin isteyerek Hz.Âişe (r.anha)'nın odasında istirahat etmeğe başladı. Yedi dirhem parası vardı. Bunları sadaka vermelerini söyledi. Hastalığı ile meşgul olduklarından telaşla unutmuşlar, dağıtmamışlardı. Bir ara hastalığı hafifleyince;

-"Paraları ne yaptınız?" diye sordu.

 

Hz.Âişe;

-"duruyor" dedi.

 

Onları getirtti. Avucuna alarak;

-"Bunlar elde dururken ölürsem, Allah hakkındaki îtikâdım nice olur?" dedi ve hepsini fakirlere sadaka olarak dağıttırdı.[709]

 

Vefâtında nakit olarak hiç parası kalmadı. Biraz ev eşyası ve malı vardı. Zevcelerine hisselerini ayırdıktan sonra, kalanını müsâfirlere, gelen heyetlere, yoksullara, yolculara sarf olunmak üzere vasiyet etti. Nesi varsa ümmetine bıraktı. Başka geriye mal bırakmadı.

 

Kalan eşyaları ise şunlardı: Elbisesi, iki kilim, bir çarşaf, birkaç su kabı, tarak, makas, misvak ve yattığı sediri. Bu eşyalar zarûri ihtiyaçlardı. Bir de gümüş mührü vardı. Mührün üzerinde; "Muhammed-ün Rasûlüllah" yazılı idi.

 

Bu mührü daha sonra, Hz.Ebû Bekir, Hz.Ömer ve Hz.Osman kullanmıştır.

 

Kızı Hz.Fâtıma İle Başbaşa

 

Hz.Fâtıma, her gün gelerek, Hz. Âişe'nin odasında yatmakta olan babasını ziyâret ederdi. Hayatta kalmış tek evlâdı o idi. Bir defasında Hz.Fâtıma;

-"Kim bilir ne acılar çekiyor babacığım." deyince,

 

Allah Rasûlü, O'na;

-"Babasının sevgili kuzusu! Bugünden sonra babacığın hiç acı çekmeyecek." cevabını verdi. Bu söz, bu elem dünyâsından göçeceğine işâretti.[710]

 

Yine bir defâsında, Peygamber Efendimiz, kızı Hz.Fâtıma'yı yanına çağırarak, kulağına bir şeyler söyledi, Hz.Fâtıma ağladı. Tekrar bir şey söyleyince, tebessüm etti.

 

Hz.Âişe sordu. Hz.Fâtıma şöyle cevap verdi:

-"Önce ölüm haberini duyunca üzüldüm ve ağladım. Sonra 'Ehli Beyt'imden ilk yanıma gelen sen olacaksın' buyurunca, O'na tekrar yakında kavuşacağım için sevindim"[711] dedi.

 

Zerâfet timsâli Hz.Fâtıma, babasından altı ay sonra Rahmet-i Rahmân'a kavuştu. Fakat, arkasında Allah Rasûlü'nün kokusunu taşıyan Hz.Hasan ile Hz.Hüseyin'i bıraktı.

 

"Allâh'ın selâmı, bereketi ve mağfireti onların üzerine olsun."

 

Hastalığı Esnâsındaki Hutbeleri

 

Kâinâtın Efendisi, hastalığı esnâsında, birkaç defa Eshâbına nasîhatlarda bulundu. Ensar ile Muhâcirlerin kardeşçe geçinmelerini tavsiye etti ve şöyle buyurdu: "Benim irtihâlimi düşünüp telâş ediyormuşsunuz. Hiçbir peygamber ümmeti içinde ebedî kaldı mı ki, ben de kalayım. Ben Hak Teâlâ'ya kavuşacağım ve buna hepinizden ziyâde lâyıkım. Ben size şefkatli ve merhametliyim. Sizler yine bana kavuşacaksınız. Buluşacağımız yer Havz-ı Kevser kenarıdır. Her kim orada Benimle buluşmak isterse, elini ve dilini kötülüklerden tutsun.

 

 

Ey Halk!

 

-"Günah ve mâ'siyet, ni'metin değişmesine sebep olur. Eğer halk, yâr ve mûti olursa, emirler, âmirler ve baştakileri de öyle olur. Eğer halk fâcir olursa, onlar da ona göre olur."[712]

 

Rasûlü Ekrem, Mescîd-i Nebevî'nin minberine oturarak;

-"Allâhü Teâlâ, bir kulunu dünyâ ile âhiret arasında serbest bırakmıştır, kul da âhireti seçmiştir." buyurdu. Bu ifadeleri ile Peygamber Efendimiz kendisini kastedip irtihallerine işaret buyuruyorlardı.

 

Hz.Ebû Bekir, Rasûlü Ekrem'in ne demek istediğini anlamış ve ağlayarak şöyle demişti:

-"Annelerimiz, babalarımız sana fedâ olsun Yâ Rasûlellah".

 

Peygamber Efendimiz, onun sözlerini keserek halka nasîhat etmeğe başladı. Hz.Ebû Bekir'den çok memnun olduğunu söyledi.

"Sohbetinde ve malında bana emniyetli insan Ebû Bekir'dir. Eğer bir dost edinseydim, mutlaka Ebû Bekr'i edinirdim. Fakat, İslam kardeşi edindim." buyurdu.

 

Mescide açılan bütün kapıları kapattırdı. Yalnız, Ebû Bekr'in kapısını kapattırmadı. Daha sonra odasına girdi.

 

Bir gün Hz.Ebû Bekir sabah namazını kıldırırken, Allah Rasûlü kendinde bir hafiflik hissederek mescide geldi. Müslümanların namaz manzarası onu çok memnun etti. Onların toplulukları ile kalbi mutmain oldu. Kendinden sonra, Hz.Ebû Bekri Sıddık (ra) gibi bir kimsenin, O'na hâleflik etmesine çok sevinerek tebessüm etti. Eshab ise, Yüce Rasûl'ü görünce sevinçlerinden namazlarını bozacaklardı. Allah Rasûlü'nü artık iyi oldu zannettiler. Hatta, Hz.Ebû Bekir birazcık geri çekildi. Peygamberimiz, onu sırtından öne doğru iterek sağ yanına oturdu. Ashâbıyle namazını edâ etti. Namaz bitince         Ashâbına dönerek kuvvetli bir sesle şöyle hitâb etti:

 

"Ey insanlar!

Ateş yakıldı. Fitne gece karanlığının gelişi gibi yaklaştı. Ben Kur'ân'ın helâl ettiğini helâl, haram ettiğini haram ettim. Allah, Peygamberlerinin kabirlerini mescid edinen kavme lânet etti."[713]

 

Bununla Peygamber Efendimiz, kabirleri çok fazla büyüterek, putçuluğa gidilmesini önlemeğe işâret ediyordu. Allah Rasûlü, Ashâbının terbiyesini hiçbir an bile ihmal etmemişti. Hatta ölüm döşeğinde bile.

 

Vasiyetnâme Yazdırmak Arzusu

 

Rasûlü Ekrem, hastalığı ağırlaştığı zaman bir şey yazdırmak düşüncesiyle kâlem kağıt istedi. Ne yapacağını anlamadıkları için; "Acaba hastalığın te'siri ile mi yapıyor" diye konuşanlar oldu. Hastalığı hâlinde O'nu rahatsız etmeyelim dediler. Bunun üzerine yazdırmak istediği yazılmadan kaldı.

 

Acaba ne yazdıracaktı?

 

Üstazlarımızın beyânı odur ki;

-"Men kâle lâ İlâhe İllallâh Muhammed-ün Rasûlüllâh, hâlisan ve muhlisan dehâle'l-Cenneh (Her kim ki hâlisan ve muhlisan lâ İlâhe İllallâh Muhammed-ün Rasûlüllâh, derse Cennete dâhil olur" yazdıracaktı. Çünkü daha evvel Kelime-i Tevhid'den konuşmuştu.

 

Mübârek Ağzından En Son İşitilen Söz

 

Kâinât'ın Yüce Efendisi, hicretin onbirinci senesi, Rebîulevvel ayının 12. Pazartesi günü duhâ (kuşluk) vaktinde, dünyâ âleminden âhiret âlemine intikal etti (8 Haziran 632). Mübârek ağzından en son işitilen söz;

-"Refîki A'lâ'ya, Refîki A'lâ'ya! (En büyük dosta, En büyük dosta)" demek oldu.[714]

 

Melekler selâmlayıp sevinmeğe, mü'minler de ağlayıp üzülmeğe başladılar.

 

Memâtın da hayâtın gibi temiz ve pâk Yâ Rasûlallâh.

 

Sonsuz salât ve selâm; Peygamber Efendimiz'e, O'nun Ehl-i Beyt'ine ve bütün Ashâbı'na olsun. ( Â m î n )

 

 

Son Vazifenin Îfâsı

 

Ashâbı Kirâm, acı haberi gözyaşları içinde öğrendiler. Medîne-i Münevvere'yi mâtem havası kapladı. Bâzıları buna inanmak istemiyordu.

 

Hz.Ömer, hüznünün şiddet ve dehşetinden ölüm haberini kabul edemedi. Peygamber Efendimiz'e bağlılığından gelen heyecan içerisinde kılıncını çekerek; "Her kim Muhammed (as) öldü derse boynunu uçururum." diye feryad ediyordu.

 

Nihâyet, vakûr hâliyle Hz.Ebû Bekir (ra) geldi. Peygamber Efendimiz, Hz.Âişe'nin odasında örtülü halde duruyordu. Diz çöktü. Öperek ağlamağa başladı. Tekrar alnından öperek;

-"Vallâhi Rasûlüllah vefât etmiştir. 'İnnâ Lillâhi ve innâ ileyhi râciûn'" dedi ve şöyle buyurdu:

-"Bu büyük insanı, nefsimi elinde bulunduran Allah vefât ettirdi. Salât ve selâm üzerine olsun Ey Allâh'ın Rasûlü! memâtında da, hayâtında da ne kadar güzelsin."[715]

 

Hz.Ebû Bekir (ra) göz yaşlarını silerek mescide gitti. Halk mescidde toplanmış, fakat durumları şaşkın, karışık bir havayı ifâde ediyordu.

 

Ashâbı Kirâm, Hz.Ebû Bekr'i görünce toplandılar. Fakat Hz.Ömer, hâlâ tehditten vazgeçmemişti.

 

Hz.Ömer'e yaklaştı. Şöyle hitâb etti;

-"Sakin ol Yâ Ömer".

 

Daha sonra Allâh'a hamd etti, Rasûlünü övdü ve şöyle konuşmağa başladı:

-"Ey insanlar, kim Muhammed (as)'e tapıyorsa bilsin ki Muhammed (as) ölmüştür. Kim de Allâh'a ibâdet ediyorsa, bilsin ki Allâhü Teâlâ diridir, ebedîdir".

 

Daha sonra Âli İmran Sûresi'nin 144. âyetini okudu.

 

وَمَا مُحَمَّدٌ اِلَّا رَسُولٌ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِ الرُّسُلُ اَفَائِنْ مَاتَ اَوْ قُتِلَ انْقَلَبْتُمْ عَلى اَعْقَابِكُمْ وَمَنْ يَنْقَلِبْ عَلى عَقِبَيْهِ فَلَنْ يَضُرَّ اللّهَ شَيًْا وَسَيَجْزِى اللّهُ الشَّاكِرينَ

 

Âyet-i Kerîme: "(Size hakikî ve ebedî bir rehber olan) Muhammed, ancak bir Peygamberdir. Ondan önce de birçok Rasûller geçti. O, eğer ölse veya öldürülse, (Siz, Nûru bırakıp zûlmete) ökçelerinizin üzerine, gerisin geriye dönü mü vereceksiniz? Kim ki iki ökçesinin üzerine geri dönerse, bilsin ki Allâh'a hiçbir şeyle zarar vermez. (Dönüş, dönenin kendi aleyhinedir.) Allah, ahdinde durup, sebat ve şükredenleri mükâfatlandıracaktır."

 

Bu sırada, Ashâbdan bir kısmı toplanarak Müslümanlara seçilecek reisi, halîfe (emir) mes'elesini müzâkere etmeğe başladılar. Müzâkere ve müşâvereler neticesinde, Hz.Ebû Bekir (ra) halîfe, emir seçildi.

 

Hz.Peygamberimiz, hastalığında, imâmete Hz.Ebû Bekr'i tâyin etmişti. Bu da, onun halîfeliğine, emirliğine işâret oluyordu.

 

Hz.Ömer;

-"Ver elini." dedi ve O'na ilk bîat eden oldu.

 

Bunu diğer Ashab tâkip etti, hepsi bîat etti. Mes'ele hallolundu.

 

Müslümanlar, başlarına Hz.Ebû Bekr (ra)'ı hâlife seçtikten sonra Peygamber Efendimiz'i, O'na en yakın olan Hz.Ali yıkadı. O'na amcası Abbas ve oğlu Fadıl, Üsâme bîn-i Zeyd, kölesi Şükran yardım etti. Daha sonra pamukdan üç beyaz beze kefenlediler.

 

Peygamber Efendimiz'in cenâze namazını önce melekler kıldılar. Sonra da sırasıyla Ehl-i Beyt'in erkekleri, kadınları ve çocukları kıldılar. Diğer mü'min erkekler, kadınlar ve çocuklar da takım takım gelerek yalnız başlarına namâzı kıldılar. Cenâze namâzının bu şekil kılınması Peygamber Efendimiz'in vasiyyeti idi.

 

Hz.Ali de;

-"İmamsız, yalnız başına cenâze namâzı kılınır mı, diye şüphe edilmesin. Allâh'ın Rasûlü, hem hayâtında, hem de vefâtında sizin imâmınızdır"[716] buyurdu.

 

Techîzi bitip, namaz kılındıktan sonra, nereye defnedileceği müzâkere edildi. Bâzıları Mekke'ye, bâzıları Mescidine, bâzıları Bakî-ul Garkad kabristanlığına, Ashâbının yanına, bâzıları da Peygamberlerin makâmı olan Kudüs'e defnedilmesini ileri sürdüler. Hz.Ebû Bekir;

-"Peygamberler öldükleri yere defn olunurlar"[717] Hadîs-i Şerif'ini beyân edince, ihtilaf ortadan kalktı ve Hz.Âişe'nin odasına defnedildi.

 

Rasûlü Ekrem Hazretlerinin bu mubarek kabrini kazan şahıs, Ensârdan Ebû Tâlhâ Hazretleridir. Buraya «Ravza-i Mutahhare» denir.

 

En Güzel Sonuç

 

Peygamber Efendimiz vefât etti. Fakat, Müslümanlara öyle sağlam şeyler bıraktı ki, bunlara sarıldıkları müddetce hiçbir şey kendilerine zarar veremeyecektir. Onlar da, hiçbir yönden bâtılın gelemeyeceği başta "Allah Kelâmı, Kur'ân-ı Kerim" ve sünneti seniyyedir.

 

Ayrıca, "Ashâbı Kirâm'ı" bıraktı ki Onlar dîni açıkladılar. Zûlmü kaldırıp adâleti yerleştirmek üzere beldeler fethettiler, dünyâ üzerine İslam güneşini doğdurdular. Böylece Allâh'ın Nûru tamamlandı ve O'nun vaâdi tahakkuk etti.

 

Eshab'da Rasûlüllah Sevgisi

 

Târih, Ashâbı Kirâm'ın Peygamber sevgisi gibi bir sevgi kaydetmemiştir.

Şu hâdiseler bunu te'yid eder:

Mekkeliler İslam oldukları için Zeyd bîni Disne ve Habib bîni Adiyy'i öldürmek istemişlerdi. Zeyd (ra) tam öldürüleceği zaman Ebû Süfyan, O'na şöyle hitâb etti:

-"Şimdi senin yerinde Muhammed (as)'ın olmasını ister misin? Onun boynu vurulsun. Sen de âilenin yanına git!"

 

Zeyd şöyle cevap verdi:

"Ben, âilemin yanında otururken, Allah Rasûlü'nün ayağına bir dikenin bile batmasına razı olmam".

 

Ebû Süfyan şöyle dedi:

-"İnsanlardan Muhammed (as)'ın Eshâbı gibi Muhammed (as)'ı seven bir kavim görmedim."

 

Habib bîn-i Adiyy ise, öldürülürken şu şiiri okudu:

"Madem ki Müslüman olarak öldürülüyorum, o halde ölüme hiç önem vermem. Benim mücâdelem, ne yönde olursa olsun, ancak Allah içindir. Eğer, Allah dilerse parçalanan her uzvu mübârek kılar."

 

İbni İshak'ın bildirdiğine göre; Ansar'dan bir kadın Uhut harbinde kocasını, babasını, kardeşlerini kaybeder. Yâni hepsi şehid olurlar. Bu durum kendisine duyurulunca, şöyle sorar:

"Allah Rasûlü nasıldır?".

 

Ashab derler ki:

-"Allah Rasûlü sıhhattedir."

 

"Bana gösterin, O'nu göreyim." dedi ve nihâyet gördü.

 

O'nun hayatta olduğunu görünce tatmin oldu ve şöyle dedi:

-"Bütün musîbetler, O hayatta olduğu için küçük sayılır."

 

Rasûlüllah'ın Sevban adında bir hizmetçisi vardı. Allah Rasûlü'nü o kadar çok severdi ki O'na hiç sabredemezdi. Yâni, O'nsuz hiç yaşayamazdı.

 

Bir gün, Rasûlüllah'a hüzün içinde, çok üzgün bir halde geldi. Rasûlüllah O'na hâlini sordu.

 

Sevban şöyle cevap verdi:

-"Ey Allâh'ın Rasûlü! Hiçbir yerim ağrımıyor, yalnız sizi birkaç gündür göremedim. Size karşı içim doldu. Sizi çok özledim. Âhirette sizin yerinizin, ûlvi bir yer olması hasebiyle, orada sizden uzak kalacağımdan korktum. Ayrılık korkusu beni bu hâle düşürdü"

 

Bu esnâda, Allâhü Teâlâ şu âyeti indirdi:

 

وَمَنْ يُطِعِ اللّهَ وَالرَّسُولَ فَاُولئِكَ مَعَ الَّذينَ اَنْعَمَ اللّهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيّنَ وَالصِّدّيقينَ وَالشُّهَدَاءِ وَالصَّالِحينَ وَحَسُنَ اُولئِكَ رَفيقًا

 

“Kim Allah'a ve Resûl'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!”[718]

 

Bu Âyeti Kerîme gelince kederi gitti ve sıhhati eski hâline döndü.

 

Hz.Bilâl'ın ölümü yaklaşınca âilesi ve çocukları çok üzülüyorlardı ve üzüntülerini "Ne büyük felâket" diye açıklıyorlardı. Halbûki, Hz.Bilâl ise şöyle diyordu:

-"Ne güzel lûtuf. Yarın, Allâh'ın sevgilisi Muhammed (as) ve O'nun Ashâbıyla beraber olacağım."

 

İmânın tatlılığı ve muhabbetin önemi hakkında Fahri Kâinât Efendimiz şöyle buyuruyorlar:

-"Üç şey kimde bulunursa, îmânın tadını tam olarak alır;

-Allah ve O'nun Rasûlü'nü herşeyden daha fazla sevmek,

-İnsanları ancak Allah için sevmek,

-Cehenneme girmeği kötü gördüğü gibi küfre dönmeği de öyle kötü görmek."[719]

 

 

 

 

36-Peygamber (a.s)'ın Vefatından Sonraki Bazı Olaylar

 

Hâtemü'l-Enbiyâ Efendimizin (a.s) pâk ruhları artık a'lâyı illiyyine (en yüksek makama) yükselmişti. Ezvâc-ı Tahirat üzerine bir örtü örttüler ve feryada başladılar. O sırada annesi tarafından Hz. Resûlullahın son anlarını yaşadığını haber alan Hz. Üsâme hareket etmeyip ordusuyla Mescid-i Şerife gitmişti. Hâne-i Saadette feryad ve figanın yükseldiğini duyan Ashab, kalblerinden vurulmuşa döndüler. sanki gök kubbe bir anda yıkılmış gibiydi. Herkesin nutku tutulmuş, gözler damla damla keder ve hüzün akıtıyordu. Cesaret ve adalet timsali Hz. Ömer bile kendisini bu dehşetli ânın tesirinden kurtaramadı; hattâ herkesten daha çok dehşete kapılarak şöyle bağırdı:

-"Resûlullah ölmemiştir ve sağdır. Ona sadece Hz. Musa'ya ârız olan saika gibi bir saika arız olmuştur. Kim Muhammed öldü derse onu kılıcımla iki parça ederim."[720]

 

Halkı teskin eden Sıddık-ı Ekber

 

Hz. Ebû Bekir o sırada Sünh Mahallesindeki evinde bulunuyordu. Yürekleri dağlayan haberi kendisine ulaştırdılar. Gönlünün bir parçasının âdeta koptuğunu fark eden Hz. Ebû Bekir sür'atle Hâne-i Saadete girdi. Dehşet ve hayret içinde Fahr-i Kâinatın mübârek yüzlerini örten örtüyü kaldırdı. Yüzü tecessüm etmiş bir nurdu. Eğildi, tazim ve hürmetle pâk ve nurlu alınlarından üç kere öptü. Akan gözyaşları arasında dilinden dökülen kelimeler şunlar oldu:

-"Ölümün de hayatın gibi temiz ve lâtif, yâ Resûlallah!" Sonra da Ehl-i Beyte teselli verdi.

 

Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer

 

Hz. Ebû Bekir, Hâne-i Saadetten çıktıktan sonra Mescid-i Şerife vardı.

Hz. Ömer'in,

-"Resûlullah vefât etmedi" sözlerini duymuştu.

Bunun üzerine şöyle konuştu:

-"Kim ki Muhammed'e (a.s) tapıyorsa, bilsin ki, Muhammed (a.s) ölmüştür. Kim ki Allah'a ibadet ve kulluk ediyorsa bilsin ki, Allah Hayy'dır, ölümsüzdür."[721] Sonra da şu âyet-i kerimeyi okudu:

 

وَمَا مُحَمَّدٌ اِلَّا رَسُولٌ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِ الرُّسُلُ اَفَائِنْ مَاتَ اَوْ قُتِلَ انْقَلَبْتُمْ عَلى اَعْقَابِكُمْ وَمَنْ يَنْقَلِبْ عَلى عَقِبَيْهِ فَلَنْ يَضُرَّ اللّهَ شَيًْا وَسَيَجْزِى اللّهُ الشَّاكِرينَ

 

“Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim (böyle) geri dönerse, Allah'a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır.”[722]

 

Bu âyet-i kerime, Uhud Muharebesinde, "Muhammed öldürüldü" şâyiası üzerine nazil olmuştu. Ashab; onu belki yüzlerce, binlerce defa okumuş oldukları halde, o andaki teessür sebebiyle bir anda unutuvermişlerdi sanki! İşte, yalnız metanetini muhafaza eden Hz. Ebû Bekir bunu unutmamış ve Ashaba hatırlatmakla en büyük hizmeti ve vazifeyi ifâ etmiş oluyordu.[723]

 

Bu hitabe ve bu âyet-i kerimeyi hatırlamaları üzerine Sahabîler kendilerine geldiler. Bir anda toparlandılar ve şaşkınlıklarını üzerlerinden attılar. Daha sonra Hz. Ebû Bekir şu meâldeki âyet-i kerimeyi okudu.

 

اِنَّكَ مَيِّتٌ وَاِنَّهُمْ مَيِّتُونَ

 

"Muhakkak ki sen de öleceksin onlar da ölecekler."[724]

 

Metanetini yitirmeyen Hz. Ebû Bekir bu hitabesiyle o zamanki İslâm cemaatına büyük bir hizmet ifâ etmiş oluyordu. Ashabı Güzîn artık Kâinatın Efendisinin bu dünyadan göçmüş olduğunu anlayıp kabul ettikleri gibi, Hz. Ömer de;

-"Resûlullah ölmemiştir" sözünü söylemekten vazgeçerek kendine geldi. Evet, Medine, Medine olalı beri, Kâinatın Efendisinin kendisine teşrifi ile duyduğu sevinç kadar hiç bir sevinç duymamıştı. Şimdi ise aynı Medine en büyük hüzün ve keder ânını yaşıyordu. Âdeta semâlarını hüzün ve kederden bir kara bulut kaplamıştı.

 

Hz. Ebû Bekir'in Halife Seçilmesi

 

Resûl-i Kibriyâ Efendimizin vefatıyla Medine mateme bürünmüştü. Gözlerden gözyaşı, gönüllerden tahassür, keder ve elem akıyordu. Ancak, bununla hiç bir iş hallolmazdı. Müslümanların işlerini görecek, İslâmın hükümlerini tatbik edecek, Resûl-i Ekrem Efendimize halife olacak bir devlet başkanının seçilmesi gerekliydi. Bunun için derhal teşebbüse geçildi. O sırada, bu yüksek makama herkesten en lâyık ve ehliyetli olan Sıddık-ı Ekber Hz. Ebû Bekir'di. Zira, Ashab-ı Kiramın en yüksek tabakası en evvel Mekke'de îmân eden seçkin Sahabilerdi. Onların da en efdali Hz. Ebû Bekir idi.

 

Gerçi, Hz. Abbas ve Hz. Ali, akrabalık cihetiyle herkesten ziyade Resûl-i Ekrem Efendimize yakın idiler. Fakat, Nebiy-yi Muhterem Efendimiz, yâr-ı gârı olan Hz. Ebû Bekir'i Ashabının hepsinden üstün tutardı. Vefatını netice veren hastalığında da bunu göstermişti. Mescid-i Şerife açılan kapıların hepsini kapattırdığı halde, Hz. Ebû Bekir'inkini açık bıraktırmıştı. Ebediyyet âlemine göç etmesine üç gün kala imamlık vazifesini yine ona devretmiş, İslâmın temel şartlarının en mühimi olan namazda onu bütün Müslümanların önüne geçirmişti.Bu sebeple Hz. Resûlullahtan sonra, halifeliğe en lâyık o idi. Nitekim netice de öyle oldu. Resûl-i Ekrem Efendimizin ebediyyet âlemine irtihal buyurdukları Pazartesi günü öğleden sonra akşama kadar yapılan uzun konuşma, görüşme ve müzakerelerden sonra Hz. Ebû Bekir Hz. Resûlullahın halifesi seçildi ve ona bîat edildi.

 

Hz. Ebû Bekir'e Umumî Biât

 

Rebiülevvel ayının on üçü, Salı günü. Hz. Ebû Bekir, Mescid-i Nebevîye geldi. Minbere çıkıp oturdu. Henüz konuşmaya başlamadan önce, Hz. Ömer ayağa kalktı. Allah'a hamd ve şükürde bulunduktan sonra, Müslümanlara,

-"Allah, halifeliği sizin hayırlınız, Resûlullahın (a.s) yâr-ı gârı olan zâta nasip etti. Kalkınız, ona bîat ediniz!" Mescid-i Şerifte bulunan Müslümanlar kalkıp Hz. Ebû Bekir'e umumî bîat yaptılar.[725] Bîat işi bitince Hz. Ebû Bekir, Allah'a hamd ve şükür ettikten sonra şöyle konuştu:

-"Ey insanlar! Ben, üzerinize vâli ve emir oldum. Halbuki, sizin en hayırlınız değilim. Eğer iyilik edersem bana yardım ediniz. Fenalık yaparsam bana doğru yolu gösteriniz!" Doğruluk emânettir. Yalancılık hiyânettir. İnşaallah, içinizdeki en zayıfınız kendisinin hakkını alıncaya kadar, yanımda en güçlünüz olacaktır! İnşallah, içinizde en güçlünüz de, üzerine geçirdiği hakkı kendisinden alıncaya kadar benim yanımda en zayıfınız olacaktır.

-"Ey insanlar! Allah yolunda cihadı terk etmeyin! Bilin ki, cihadı terk eden kavim zelil olur. Ben, Allah ve Resûlüne itâat ettikçe, siz de bana itâat ediniz. Ben, Allah ve Resûlüne âsi olursam, sizin de bana itâatınız lâzım gelmez. "Kendim ve sizin için Allah'tan af ve mağfiret dilerim!"[726]

 

Peygamber Efendimizin Yıkanması ve Kefene Sarılması

 

Rebiülevvel ayının on ikisi Pazartesi günü, Müslümanlar öğleden sonra akşama kadar işlerini yürütecek bir halifenin seçimi ile meşgul olduklarından, Peygamberimizin yıkanması, techiz ve defni Salı gününe kaldı. O gün, Hz. Ebû Bekir'e Mescid-i Nebevîden umumî bîat yapıldıktan sonra bu işlere başlandı. Resûl-i Kibriyâ Efendimizin Hücre-i Saadetlerinde yıkama işiyle meşgul olmak için Hz. Ali, Hz. Abbas, Fadl bin Abbas, Kusem bin Abbas, Üsâme bin Zeyd ve Peygamberimizin azadlısı Şükrân (Salih) bulunuyordu.[727] Bu arada Ensarı Kiram da bu ulvî hizmette bulunmak istiyordu. Bu husustaki arzularını izhar ettiler. Onları temsilen de Hz. Ali, Evs bin Havlî'yi içeri aldı.[728] Yıkama işini Hz. Ali yaptı. Zirâ, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz sağlığında ona, "Vefât ettiğim zaman beni, sen yıka" diye vasiyyet etmişlerdi.[729]

 

Evs bin Havlî testi ile su taşıyor, Hz. Abbas ile Üsâme ve Şükrân, Peygamberimizin üzerine su döküyorlardı. Hz. Ali de eline sarmış olduğu bez ile gömlek üzerinden oğuşturarak Peygamberimizi yıkıyordu. Mübarek cesedleri son derece temizdi, mis gibi kokuyordu. Hücre-i Saadetin içini, o âna kadar görülmemiş bir güzel koku kaplamıştı. Peygamber Efendimizde, ölülerde görüle gelen şeylerden hiç birinden eser yoktu. Hz. Ali yıkarken,

-"Anam babam sana fedâ olsun! Hayatında da, vefâtında da temizsin, güzelsin, yâ Resûlallah!"[730] diyordu. Yıkama işi bittikten sonra Hâtemü'l-Enbiyâ Efendimiz, yine Hz. Ali, Hz. Abbas, Fadl bin Abbas ve Şükran tarafından kefene sarıldı.[731]

 

Peygamberimizin Üzerine Namaz Kılınması

 

Rebiülevvel ayının on üçü, Salı günü öğleye doğru Resûl-i Kibriyâ Efendimizin yıkanma ve kefene sarılma işi tamamlandı. Hücre-i Saadetinde sedirinin üzerine konuldu. Bundan sonra Hâne-i Saadetlerinin kapısını açtılar. Önce melekler, sonra erkekler, sonra kadınlar, daha sonra da çocuklar Fahr-i Alem Efendimize karşı bu son vazifelerini huşû ve hüzün içinde ifâ ettiler.

 

Resûl-i Ekrem'in Defni

 

Resûl-i Ekremin nereye defnedileceği hususu görüşüldü. Bir kısmı, Mekke'ye götürülmesini, diğer bir kısmı Medine'de ve Bakî mezarlığına, bazıları ise Mescidin içine defnedilmesini teklif etti.[732] Fakat, Hz. Ebû Bekir imdada yetişerek şöyle dedi:

-"Ben, Resûlullahtan şu sözü işitmiştim ve hâlâ unutmamışımdır: 'Cenab-ı Hak, her peygamberin ruhunu o peygamberin defnolunmak istediği yerde alır. Dolayısıyla, Resûlullahı istirahat döşeğinin bulunduğu yere defnetmeliyiz!"[733]

Bu teklif Ashab-ı Kiram tarafından benimsendi. Böylece Resûl-i Kibriyâ Efendimizin, Hz. Âişe'nin evinde yattığı döşeğin altının kabir olarak kazılması kararlaştırıldı. Bundan sonra döşek kaldırılarak altı lahd tarzında kazıldı.

 

Hz. Bilâl'in Müslümanları Ağlatması

 

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz henüz defnedilmemişti. Bu sırada Hz. Bilâl, hüzün ve hasret akıtan yanık sesiyle ezan okudu.

-"Eşhedü Enne Muhammede'r-Resûlullah" dediği zaman, Ashab-ı Kiram hüngür hüngür ağlamaya başladı. Mescid-i Nebevî, ağlama sesleriyle çalkalandı.Bu, Hz. Bilâl'in son ezânı oldu. Resûl-i Kibriyâ Hazretleri defnedildikten sonra artık ezan okumadı.

 

Peygamberimizin Kabre Konması

 

Çarşamba gecesinin geç vakitleri idi. Nihâyet, gönül ve gözyaşları arasında Server-i Kâinatın mübarek na'şını kabrine tevdi ettiler.Bu büyük, eşsiz ve benzersiz hayatın safhalarını gücümüzün yettiği kadar anlatmaya çalışıp burada bitirirken şöyle duâ ediyoruz: Allah'ım! Bizi dünyada Resûlünün sünnetinden ayırma! Ahirette ise şefaatından mahrum kılma! Âmin... Âmin... Âmin...

 

 

 

 

37-Medine Dönemi(nin Özeti)

 

 

Medine Dönemi: İnsanlığın, cehaletin, şirkin ve putperestliğin karanlığından ilâhi gerçeklerin aydınlığına kavuşup, ebedî kurtuluşa erebilmesi için gönderilen son din olan İslâm'ın örnek bir topluluk tarafından nasıl yaşanacağının ortaya konduğu ve insanı insana köle olmaktan kurtaran, bunu bütün insanlığı kucaklayacak şekilde hakim kılmanın bir vasıtası olan İslâm'ın devlet sisteminin kurulduğu Medine'ye hicretle başlayıp, Resulullah (as)'ın ölümüne dek süren on senelik tebliğ ve cihat dönemi.

 

İslâm, Resulullah (a.s)'ın yirmi üç yıllık bir tevhid mücadelesi sonucunda tamamlanmış, kemale ermiştir. Bu tebliğin, ilk ayetin vahyoluşundan Resulullah'ın Medine'ye hicretine kadar olan on üç senelik bölümü Mekke Dönemi olarak adlandırılır. Mekke Dönemi, müslümanların takibata uğradığı, her türlü eziyet ve işkencenin onlara acımasızca reva görüldüğü bir dönemdir. Allah Teâlâ, mustaz'aflardan oluşan bu ilk inananlar topluluğunu insan tahammülünün ötesinde zorluklarla imtihan ediyor, kurulacak İslâm devletinin sarsılmaz temel taşları olmaları için ruhî bir hazırlık safhasından geçiriyordu. Bu insanlar aynı zamanda kıyamete kadar gelecek müslüman nesillere, tağutların yıldırma ve her türlü işkencelerine karşı nasıl tahammül etmeleri gerektiğinin örneklerini veriyorlardı.

 

Mekkeli müşrikler, inananları susturmak için bütün yolları denemiş, ancak uyguladıkları zalimce yöntemler neticesinde, iman edenlerin dinlerinden vazgeçeceklerini umdukları halde, onların imanlarında daha da sağlamlaştıklarını ve kendilerine karşı koymada dirençlerinden hiç bir şey kaybetmediklerini görmüşlerdi. Bu, onların tamamen sertleşmelerine ve Müslümanların Mekke'de yaşamalarını imkânsız kılacak kararlar almalarına sebep olmuştu.

 

Bir zaman sonra boykot edilen ve görüldükleri her yerde saldırıya uğrayan Müslümanlar için Mekke'de barınma imkânları tamamen ortadan kalkmıştı. Bu insanlar, sırf Rabbimiz Allah'tır dedikleri ve onların taptıkları saçma ilâhlarına tapınmayı reddettikleri için bütün bu zulümlere muhatap oluyorlardı. Peygambere tabi olan ve müslümanca yaşamak için her şeyini feda etmeye hazır bu insanlar imanlarından dolayı zulüm görmeyeceklerini bildikleri Habeşistan gibi uzak ve yabancı bir diyara hicret etmek zorunda kalmışlardı. Ancak bu hicret Mekke'de dayanılmaz baskılardan bunalan Müslümanların bir an olsun rahatlayabilmeleri için, geçici bir çözüm olarak düşünülmüştür.

 

Bu arada kendisine iman etmediği halde Resulullah (as)'ın müşrik zorbaların bütün saldırılarına karşı korumayı, her türlü zorlama ve tehditlere rağmen sürdüren amcası Ebu Talib vefat edince onun yerine Haşimoğullarının başına İslâm'a karşı en acımasız kimselerden biri olan Ebu Leheb geçmişti. Artık Resulullah için Mekke yaşanmaz bir hale gelmişti. O, Mekke'de ilâhî merhamete karşı, kalpleri mühürlenmiş müşriklerin her gün değişik türde saldırılarına maruz kalıyordu. Bunun üzerine o, kendisinin tebliğine kulak verebilecek başka topluluklara yönelmek zaruretini hissetmişti. Bunun için ilk önce Taif'e gitmiş, ancak orada kimseye birşey dinletemediği gibi, taşa tutulmuştu. O, Mekke'den ayrıldığı zaman Ebu Leheb onu "toplum dışı" ilân ederek tekrar Mekke'ye dönmesini de engellemek istemişti. Bu durumda birilerinin ona eman hakkı tanıması gerekiyordu ki, Mekke'ye girebilsin. Kendisini himayesi altına almak için müracat ettiği üçüncü kimse olan Mut'im İbn Adiyy bu isteğini kabul etmiş ve tekrar Mekke'ye geri dönebilmişti. Tevhidî gerçekleri tebliğ görevine başlamasından sonra çektiği onca ızdırablara ve her geçen gün sistematik bir şekilde zorlaşan güçlüklere ve kavminin azgınlıklarına rağmen o, Allah'ın kelimesini yüceltmek için yılmadan ve hiç bir tehlikeden korkmadan sarsılmaz bir kararlılıkla mücadelesini sürdürmüştür.

 

Resulullah (as), tevhid akidesini insanlara tebliğ etmede; Mekke panayırlarına ticaret ve cahilî âdetler üzere haccetmek için gelen yabancıları hedef almaya yöneldi.

 

Onlara Allah Tealâ'nın kendisine vadettiği gerçekleri bildirerek, kendisine sahip çıkmalarını istiyordu. Resulullah onlara şöyle diyordu:

-"Beni himayeniz altına alın ve benim sözlerimi dinleyin; görürsünüz ki, İran ve Bizans İmparatorluklarının sahip ve efendileri sizler olursunuz." Ancak o, girdiği onbeş çadırdan da red cevabı alarak kovulmuştu. Neticede Allah Tealâ'nın takdir ettiği ve hidayetine lâyık gördüğü bir grubu Akabe mevkiinde İslâm'a davet ettiğinde, onlar hiç tereddüt göstermeden iman etmişlerdi. Altı kişilik bu küçük topluluk, Medine'de sürekli mücadele halinde olan iki rakip kabileden Hazrec kabilesine mensup kimselerden oluşuyordu. Bu altı kişi memleketlerine döndüklerinde, büyük bir heyecanla iman ettikleri yeni tevhidî dinlerini diğer insanlara anlatmaya koyulmuşlardır. Bir sonraki yıl yine Akabe mevkiinde Resulullahla buluşan on iki Medineli'den onu Hazrecli ve ikisi de Evs kabilesindendi. İşte bu buluşmadadır ki, Medine döneminin temellerini oluşturan ve tarihe birinci Akabe bey'atı olarak geçen bey'at gerçekleşmişti.

 

Resulullah (as), onlara dinin bir takım temel prensiplerini bildirmiş ve bunlara uymaları konusunda onlardan kesin söz almıştı. Resulullah (as), İslâm'ı öğretmek için Mus'ab b. Umeyr'i onlara hoca tayin ederek Medine'ye göndermişti. Bir yıl sonra Mus'ab, Resulullah'a sunduğu raporunda Medine'de İslâm'ın konuşulmadığı bir evin kalmadığını bildiriyordu.

 

Birinci Akabe Bey'atin'den bir yıl sonra, yine aynı mevkide bu sefer, ikisi kadın yetmiş üç kişiden oluşan Medineli müslümanlarla buluşmuş ve İkinci Akabe Bey'ati olarak adlandırılan bey'at gerçekleştirilmişti. Bu bey'atla Resulullah Medinelilere, Medine'ye hicret etmek istediğini bildirmiş ve kendisini bütün düşmanlarına karşı koruyacaklarına ve emrinden ayrılmayacaklarına dair kesin söz vermelerini istemişti. Medineli müslümanlar, Resulullah (as)'ın savaşta ve barışta, her türlü tehlike ve tehditlere karşı koruyacaklarına dair söz vermişlerdi.

 

Resulullah (as), Medine'de oluşan İslâm cemaatini teşkilatlandırmak maksadıyla her sop için bir başkan seçmiş ve bunların hepsine birden, Es'ad İbn Zürâre'yi başkan tayin etmişti.

 

Bu bey'attan sonra Resulullah (as)'a Medine'ye hicret emri verildi.[734] Bunun üzerine Mekke'de bulunan müslümanlar küçük gruplar halinde Medine'ye gitmeye başladı. Kısa zaman sonra Mekke'de, yakınları tarafından engellenen kimseler ve Resulullah (a.s), Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ali'den başka kimse kalmamıştı. İslam'ın bu şekilde Mekke dışına taşması, Mekke şehir devletini idare edenleri tedirgin etmişti. Çünkü onlar, Resulullah (as)'ın Medine'de meydana getireceği gücün ileride kendi müşrik yönetimlerine son verecek bir duruma gelmesinden korkuyorlardı. Zaten Hicret, Müslümanlar için bir kaçış değildir. Zira onlar Allah'tan başka korkulacak bir gücün varlığına inanmıyorlardı. Onlar, Allah ve Resulünün emrettiklerine uyarak dinleri uğruna her şeylerini feda etmişlerdi. Bu hicret, Allah Teâlâ'nın tespit etmiş olduğu bir hareket stratejisinin uygulanmaya konmasından başka bir şey değildir.

 

Tehlikenin boyutlarını kavrayan Mekke müşrikleri, önemli kararlarını almak için toplandıkları bir meclis olan Darü'n-Nedve'de bir araya gelerek Resulullah'ı öldürme kararı almışlardı. Ancak onlar, Allah Tealâ'nın Resulünü korumakta olduğundan habersizdiler. Onların kurduğu komplo hiç bir işe yaramamış, Resulullah (as), Hz. Ebu Bekir (r.a) ile yaptığı tehlikeli bir yolculuktan sonra Medine'ye ulaşmıştı. O, ilk önce Medine'nin girişinde Kuba köyünde konaklamış ve burada bir mescit inşa etmişti.

 

Kuba'da birkaç gün dinlendikten sonra Medine'ye hareket eden Resulullah (as)'ı Medineli müslümanlar büyük bir coşku içerisinde karşılamış ve herkes, onu evinde konaklama şerefine nail olmak için yarışa girmişlerdi. O, başını boş bıraktığı devesinin çöktüğü boş arsaya en yakın olan Ebu Eyyub el-Ensarî'nin evine yerleşmişti.

 

Resülullah (as)'ın Kübaya ulaşmasıyla İslâm vahyinin Mekke dönemi olarak adlandırılan ve kendine has bir özelliği olan dönemi kapanıyor ve İslâm'ı insanlara ulaştırıp, onların müşrik zorbaların tahakkümünden ve şirkin karanlığından kurtarmak için kuvvetin teşkilatlandırılıp, devlet şekline sokulmasıyla birlikte Resulullah (as)'ın vefatına kadar on sene sürecek olan yeni bir dönem başlıyordu.

 

Resulullah (as)'ın ilk işi devesinin çöktüğü arsayı sahiplerinden satın alarak buraya bir mescit inşa etmek olmuştur. Mescid-i Nebî adı ile anılan bu mekânın İslâm devletinin oluşumu ve yönetilmesinde gördüğü fonksiyon oldukça büyüktür.

 

Resulullah (as), Medine'ye hicret ettiği zaman, burada Mekke'deki gibi bir devlet yoktu. İki büyük Arap kabilesi olan Evs ve Hazrec'den başka, varlıklarını bu kabileleri birbirine karşı çatıştırarak sürdüren Benu Kaynuka, Benu Nadr ve Benu Kureyza adlarında üç Yahudi kabilesi bulunmaktaydı. Ayrıca bu Yahudi kabileleri arasında da bir birlik yoktu. Bu anarşi ortamı herkesi bıktırmış olduğu için, bütün kabileler Abdullah İbn Ubeyy'in Medine'de Kral ilân edilerek bir devlet otoritesinin kurulması yolunda bir karar üzerinde anlaşmalarını sağlamıştı. Hatta bunun için bir krallık tacının yapılması için de sipariş bile verilmişti. Ancak henüz devlet teşekkül etmiş değildi. Bu durum Resulullah'ın işini kolaylaştırıyordu. O, ilk iş olarak, Yahudiler ve diğer müşrik Araplar da dahil herkesi toplayarak hazırladığı anayasa çerçevesinde bir devlet kurulmasını sağlama yoluna gitti. Elli iki maddeden oluşan anayasa, herkesin hak ve sorumluluklarını belirtirken aynı zamanda idarenin Müslümanların elinde olmasını öngörüyordu.

 

Medine'de Müslüman nüfus azınlıkta olmasına rağmen, kurulan devlet bir İslâm devleti niteliğinde olup, bunun tabii başkanı da Resulullah (as)'dır. Daha önce Medine'de bir devlet yapısının olmayışı, Resulullah (as)'ın İslâm devletini kurup hiç kimse ile bir çatışmaya girmeden onu istediği gibi teşkilatlandırmasını kolaylaştırmıştı. Ancak İslâm devletinin kurulmasıyla krallığı suya düşen Abdullah İbn Ubeyy zahiren iman etmiş gözükerek, Medine İslâm devletini sabote etmek için var gücüyle çalışıyordu. Münafıkların lideri konumunda bulunan İbn Ubeyy, Medine dönemi boyunca, müslümanları sıkıntıya sokan etkili nifak hareketlerinin tezgâhlanmasında oldukça büyük rol oynamıştır.

 

Mekke'den her şeylerini terk ederek Allah yolunda hicret eden muhacirlerin Medine'deki yaşayışlarını kolaylaştırmak ve sosyal hayata adapte etmek için Resulullah (as), her bir muhaciri bir Ensarla kardeş ilân etmiş ve bu kardeşlik birbirine mirasçı olmak kadar ileri götürülmüştü. Bu olay tarihe "Muahat" adıyla geçmiş ve Ensar'ın Allah yolunda, din kardeşleri için hiç tereddüt etmeden ne kadar büyük fedakârlıklarda bulunduklarını ortaya koymuştur.

 

Artık, Mekke'de sadece bir cemaat statüsünde olan müslümanlar Medine'ye hicretle devletlerini kurmuş, bu da İslâm'ın tebliğ stratejisinde önemli değişiklikleri beraberinde getirmişti. Mekke döneminde savaş ferdi olaylara itiraz edilmemekle birlikte genel anlamda yasaklanmıştı. Bu dönemin tabiatı bunu gerektirdiği için Allah Tealâ, onca işkence ve saldırılara rağmen müşriklere karşı silahla karşılık verilmesine izin vermemişti.

 

İkinci Akabe Bey atının peşinden, Ensar'dan Abbas ibn Ubade;

-"Ya Resulullah, izin ver sana eziyet eden müşrikleri kılıçtan geçirelim" dediğinde Resulullah (as): Henüz bununla emrolunmadık, arkadaşlarınızın yanına dönün"[735] buyurmuştu.

 

Hicretle birlikte, devletin kurulmasından hemen sonra, Allah Teâlâ inananlara İ'lay-ı Kelimetullah için kıyamete kadar sürecek cihatın kapısını açıyordu:

 

 =¥Ší©† Ô Û ¤á¡ç¡Š¤– ã ó¨Ü Ç  é¨£ÜÛa  £æ¡a ë 6aì¢à¡Ü¢Ã ¤á¢è £ã b¡2  æì¢Ü mb Ô¢í  åí©ˆ £Ü¡Û  æ¡‡¢a

 

"Zulme uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselerin karşı koyup savaşmasına izin verilmiştir. Allah onlara yardım etmeye elbette kadirdir."[736]

 

Mekkeli müşrikler, hicretten sonra, kendileri açısından durumun vahametini anladıkları için Medineliler'den, Resulullah (as)'ı öldürmeleri, en azından Medine'den sürmelerini istiyorlardı. Bu yapılmadığı takdirde Medine'yi işgal edecekleri tehditlerini savuruyorlardı. Resulullah (as), Medine'deki küçük müslüman toplumu teşkilatlandırmaya gayret gösterirken, sınırları tespit edilmiş ve henüz bir şehir devleti niteliğindeki bölgenin dışında kalan gayrimüslim kabilelerle ittifak veya saldırmazlık antlaşmaları yaparak dışardan gelebilecek bir tehlikeyi karşılayacak bir ortam hazırlamaya çalışıyordu. Ancak burada önemli olan husus, müslümanlar, planlarını savunmaya değil, İslâm tebliğinin aktif olarak diğer insanlara da ulaştırılması üzerinde yapıldığıdır. Bunun için askerî gücün kaçınılmazlığı açıktır. Bundan dolayıdır ki Hicret, sadece Mekkeli müslümanların Medine'ye intikali ile sınırlı tutulmamış, nerede olursa olsun iman eden herkesin Medine'ye hicreti farz kılınmıştır. Mekke'nin fethine kadar geçerli kalan bu hüküm, Mekke'nin fethiyle artık gerek kalmadığı için kaldırılmıştır.

 

Resulullah (as), siyasî, sosyal ve cihatla alakalı inen ayetleri, Mescid-i Nebi'de ashabına öğretiyor, ayrıca Mescid-i Nebi'ye eklenen ve İslâm öğretiminin ilk üniversitesi mahiyetiniz olan Suffa'da yetişmiş ashabın katılımıyla bu eğitim faaliyetleri bütün müslümanları kapsayacak şekilde yerine getiriliyordu.

 

Bu teşkilatlanma ve eğitim çalışmaları yanında İslâm devletinin en önemli düşmanı olan Mekkeli müşrik güçlere karşı silahlı bir faaliyetin hazırlıkları da yapılıyordu. Resulullah (as), Hicretten yedi ay sonra, Mekkeli müşriklere ait ve başında Ebu Cehil'in bulunduğu bir ticaret kervanını vurmak için Hz. Hamza komutasında otuz kişilik bir birliği Medine'den yola çıkardı. Ancak her iki tarafın da müttefiği olan Mecdi b. Amr'ın araya girmesiyle, savaş pozisyonu alan kuvvetler savaşmadan ayrılmışlardı.

 

Bu olaydan bir ay sonra, altmış kişilik bir kuvveti Ubeyde b. el-Haris komutasında yine Mekke kervanının yolunu kesmek için göndermişti. Seniyyetül-Murre mevkiinde karşılaşan kuvvetler arasında yine ciddi bir çatışma meydana gelmemişti. Bununla birlikte, Mekke müşrikleri ile müslümanlar arasında tam bir savaş hali yaşanıyordu. Bunun için, bu kervanlara yapılan saldırılar, basit birer yol kesme hareketi değildi. Müşriklere ait ticaret kervanlarının İslâm devletinin nüfuz bölgelerinden geçmesi engellenerek, savaş halinde bulunan güçlerin ekonomilerinin çökertilmesi hedefleniyordu. Ayrıca bu küçük çaplı askerî operasyonlarla müslümanların savaş yeteneklerinin geliştirilmesi ve tecrübe kazanmalarını sağlayarak, ilerdeki büyük savaşlar için İslâm ordusunun alt yapısı oluşturulmaya çalışılıyordu.

 

Hicrî birinci senenin sonunda Sa'd b. Ebi Vakkas komutan tayin edilerek, yirmi kişilik bir kuvvetle el-Harrar bölgesine gönderilmişti. Ancak, Mekke kervanı bir gün önceden burayı terkettiği için yine bir çatışma olmadan Medineye dönülmüştü.

 

Hicrî ikinci senenin Şevval ayında, ikiyüz kişilik bir kuvvetle Resulullah (as)'ın bizzat askerî sefere çıktığı görülmektedir. Bedir yakınlarındaki Vaddan bölgesine kadar giden Resulullah (as), bu bölgede oturan Benu Damra kabilesi ile bir saldırmazlık antlaşması yapmıştı. Bundan bir ay sonra Resulullah (as), iki yüz kişilik bir kuvvetle Medine'nin kuzey batı tarafında bulunan Buvat bölgesine gitti. Mekke kervanlarını sıkı bir takibe alan Resulullah (as), çıktığı seferler esnasında bir takım kabilelerle. antlaşmalar akdediyor ve Medine etrafındaki kabileleri Mekkeli müşriklere karşı kendi tarafına alıyordu.

 

Bu arada, Şam ticaret yolunun müslümanlar tarafından kontrol altına alınması Mekke müşriklerinin tedirginliğini oldukça artırmıştı. Hicri ikinci yılın Cemaziyel-Ahir ayında, Kurz b. Cabir'in komutasındaki Mekkeli bir birlik Medine'nin dış mahallelerine baskın düzenlemiş ve buraları yağmalamıştı. Medine'ye henüz dönmüş bulunan Resulullah (as), bu Mekkeli birliği yakalamak için peşlerine düştüyse de, kaçıp gittiklerinden onlara yetişmesi mümkün olmamıştı. Bu olay müslümanlar için üzüntü verici olmuştu. Bunun üzerine Mekke'den bir kervanın yola çıktığı haberi alınınca Resulullah (as), hemen Medine'nin güney batı tarafında bulunan Benu Damra arazisine doğru yola çıktı. Burada Müdlic kabilesine mensup olup, hicret esnasında Resulullah (as)'ın yakalamak isteyen, ancak sonra iman eden Suraka Resulullah (as)'ın kabile mensupları ile birlikte büyük bir coşku ile karşılamıştı. Suraka'nın müslümanları ağırlaması esnasında Mekke kervanı savuşup gitmişti. Bu sefer esnasında savaşçıların sayısı yüz elli kişi kadardı.

 

Suriye'ye giden kervanın yolunun kesilmesini sağlamak için Resulullah (as) iki kişiyi istihbarat maksadı ile Suriye'ye göndermişti. Ayrıca oniki kişilik bir birliği Abdullah b. Cahş komutasında, Mekke devletinin müslümanlar hakkında tasarladıkları planları öğrenmek için tehlikeli bir görevle -Mekke'nin güneyinde,. Mekke ile Taif arasında bir yer olan Nahle mevkiine gönderdi. Bu birliğin gittiği yerin gizliliğini muhafaza için görevlerini bildiren mühürlü talimatın iki gün yol alındıktan sonra açılması emredilmişti. Bu birlik Nahle bölgesine geldiğinde Mekkelilere ait üzüm ve deri yüklü bir kervanla karşılaştı. Görevi sadece haber toplamak olan birliğin komutanı Abdullah İbn Cahş, bu kervana saldırı emri vermiş sonuçta bir müşrik öldürülmüş, iki esir alınmış ve kervandaki mallara ganimet olarak el konmuştu. İslâm devletine ait askerî birlikler düşmanla ilk defa ciddi bir çatışmaya girmiş oluyordu.

 

Şam tarafına gitmiş olan kervanın dönüşte ele geçirilmesi için hazırlıklara girişildi. Bu kervanın yakalanması çok önemliydi. Çünkü Mekkeli müşrikler, Medine'de gün geçtikçe güçlenen İslâm devletine nihai darbeyi vurup ortadan kaldırmak için gerekli olan finansı sağlamak gayesiyle Ebu Süfyanın liderliğinde bu büyük kervanı Suriye'ye göndermişlerdi. Bu kervanın dönüş haberi Medine'ye ulaşınca Resulullah (as), Ebu Lübabe'yi Medine'de vekil bırakarak, Hicri ikinci yılın Ramazan ayında üç yüz kişiden oluşan ashabıyla birlikte yola çıktı. Bunu öğrenen Ebu Süfyan, kervanı kurtarmak için güzergah değiştirirken, aynı zamanda durumu Mekke'ye bildirerek acilen yardım yetiştirilmesini istemişti.

 

Böyle bir fırsatı kaçırmak istemeyen Ebu Cehil Mekke'de dolaşarak halkı galeyana getirmeye çalışıyordu. O, topladığı bin kişilik kuvvetin başına geçerek Medine'ye doğru yola çıkmıştı. İslâm ordusu Zefiran denilen yere geldiğinde, Mekkeliler'in kalabalık bir ordu ile yola çıktıkları haberi Peygamber'e ulaşmıştı. Diğer taraftan Ebu Süfyan kervanı kurtarmış ve tehlikeyi atlattığını yola çıkmış bulunan Mekke ordusuna bildirmişti. Ancak Ebu Cehil, yakaladığı bu fırsatı değerlendirmek için yoluna devam etti. Ashabıyla bir durum değerlendirmesi yapan Resulullah (as), onların Allah yolunda savaşmadaki kararlılıklarını görünce kendi ordusundan üç kat daha kalabalık müşrik güçlerle savaş kararı alınarak yola devam edildi. Bedir mevkiine gelindiğinde, vaziyet almış durumdaki düşman ordusuna karşı mevzilendi.

 

Bu savaş İslâm'ın kaderini belirleyecek bir mahiyet arz etmekte idi. Bu savaş ya kazanılacaktı veya üç yüz kahraman mücahitle birlikte İslâm risaleti tarihe karışacaktı. Durumun ciddiyetini, Resulullah (as)'ın Rabbine yaptığı şu tazarru açıkça ortaya koymaktadır:

-"Allahım, vadettiğin yardımını bugün lütfet. Ey Rabbim, bugün şu küçük ordu yok olup giderse yeryüzünde sana kulluk eden kimse kalmayacak."

 

17 Ramazan günü (13 Mart 624) yapılan savaşta Allah Teâlâ'nın vadi gerçekleşmiş ve düşman ordusu büyük bir hezimete uğratılmıştı. Ebu Cehil ve diğer bir grup ileri gelen müşrikler de dahil yetmiş müşrik öldürülmüş, çok sayıda da esir alınmıştı. İslâm ordusunun verdiği şehit sayısı ise on dört kişiydi.

 

Bedir savaşı, Medine İslâm devletinin temellerini sağlamlaştırmış, inananlara büyük moral gücü kazandırmıştı. Artık bu savaşla hak batıla üstün gelmiş, küfrün, şirkin ve putperestliğin yeryüzünden silinip atılması için İslâm cihadı meşalesi tutuşturulmuştu.

 

Bedir'den Medine'ye dönüldüğü zaman, İslâm'a duydukları düşmanlıktan dolayı içlerini kemiren ve müslümanların kazandığı bu büyük zaferi hazmedemeyen ve kahrolan Yahudiler, düşmanlıklarını açığa vurmaya ve değişik yollarla müslümanlara sataşmaya başlamışlardı.

 

İffetsiz bir kadın şair olan Asma binti Mervân ile Ebu Afek adındaki Yahudi şairler, İslâm’a karşı haddi aştıkları için öldürülmüşlerdi. Yahudi kabileler içinde düşmanlıklarını ilk önce açığa vuran Kaynuka Yahudileri, Bedir zaferini küçümsüyor, sebebini, Mekkeli Arapların savaş bilmemelerine bağlayıp; "bizimle karşılaşsalar da savaş nasıl olurmuş görseler" diyerek müslümanları hafife alıyorlardı.

 

Bir müslüman kadının Yahudiler tarafından saldırıya uğraması üzerine çıkan olaydan sonra Resulullah (as), Kaynukaoğullarına savaş ilân etti. Müslümanlara karşı büyüklenen bu Yahudi kabile, tıynetlerindeki korkaklıklarından, sarf ettikleri sözleri unutup kalelerine kapanmaktan başka ça! re bulamadılar. Müslümanlarla çatışma cesaretini gösteremeyen Kaynukaoğulları teslim olmaları üzerine Medine'den sürülüp çıkarıldılar.

 

Gelişen olaylar çerçevesinde Allah Teâlâ, sosyal, iktisadî, siyasî konulardaki ayetlerini, hikmetine binaen bir nüzul sebebi çerçevesinde gönderirken, İslâm savaş hukukuna dair teşrii de oluşmaya başlamıştı. İslâm, canlı bir hayat dini olduğu için, inen hükümler hemen toplum hayatına yansıtılıyor ve müslümanlar tarafından hazmedilerek, yaşayışlarını onlara göre düzene koyuyorlardı. İslâm tebliğinin Mekke safhası, nasıl ki kıyamete kadar sürecek tevhid mücadelesinde insanlara örnek teşkil etsin diye Allah tarafından o seçkin topluluğa yaşatılmışsa, Medine dönemi de, kıyamete kadar müslümanların ferdi yaşayışlarından devlet düzenine kadar her şeyleri için örnek olsun diye, yine o seçkin sahabeler topluluğuna yaşatılmakta idi.

 

Bedir savaşından sonra Resulullah, Mekke müşrikleriyle müttefik konumundaki müşrik kabilelere karşı akınlara girişmişti. Bedir'de müslümanların elde ettiği zafer ve Kaynukaoğullarının ihanetlerine karşılık sürülmeleri, geri kalan Yahudileri çileden çıkarmıştı. Bütün peygamberlere ihanet eden bu kavim, Resulullah (a.s) ile yaptığı antlaşmaya aykırı olarak Mekke müşrikleriyle gizliden gizliye komplolar hazırlamaya girişti. Yahudi liderlerinden şair Ka'b b. Eşref, Bedir zaferini duyduğu zaman üzüntüsünden;

-"Bugün yerin altı üstünden yeğdir" demiştir. Bu adam Mekke'ye gidiyor ve Bedrin intikamını almaları için onları harekete geçirmeye çalışıyor, Yahudilerin kendilerine yardım yapacağına dair taahhütlerde bulunuyordu. Düşmanlıkta alenî davranan ve ileri giden bu Yahudi öldürülerek fesadı engellenmişti.

 

Bedir mağlubiyetini bir türlü hazmedemeyen ve öfkeden çılgına dönen müşrikler, intikam almak için hemen hazırlıklara girişmişlerdi. Bedir öncesi, Ebu Süfyan'ın Mekke'ye ulaştırdığı kervandan herkes sadece sermayelerini almış, kervanın 250.000 dirhem tutarındaki toplam kârı ordu teşkilinde harcanmak için ayrılmıştı. Mekke dışındaki bir çok kabileye heyetler gönderilerek para karşılığında asker toplama yoluna gidildi. Ordunun mümkün olduğu kadar büyük ve kalabalık olması gerekiyordu. Zira Medine'ye doğru yürüme cesaretini ancak bununla kendilerinde bulabilirlerdi.[737]

 

O her hususta fazîlet timsali idi.

 

O, BÜTÜN ÂLEMLERE RAHMETDİR.

 

Salât Sana, selâm Sana, Ey Allâh'ın Rasûlü!

 

Seni hakkıyla bilen ve öven, Âlemlerin Rabbi Allâhü Teâlâ'dır.

 

Sen, «Rahmet'en Lil âlemînsin!»

 

Sen, «Hâtem'ül Enbiyâ'sın!»

 

Sen, «Levlâke, Levlâke, Lemâ Halakt'ül Eflâk» hitâbı izzetinin muhâtabısın.

 

Sen, «Muhammed Mustafâ'sın» (Allâhümme salli alâ Seyyidinâ Muhammed'in ve alâ alihî ve sahbihî ve sellim.)

 

 

 

 

38-Hz.Peygamber (a.s)’ın Şemaili Şerifi

 

 

Peygamberimizin Şemail-i Şerifi

 

Kitabın önceki bölümlerinde Peygamber Efendimizin Kur’an ayetlerinde bildirilen ve tüm insanlar için örnek olan güzel ahlak özelliklerinden bahsedildi. Onun adaletli, şefkatli, merhametli, barışçı, uzlaşmacı, itidalli, sabırlı, tevekküllü, cesur, tevazulu ve kararlı karakteri çeşitli örneklerle incelendi.

 

Kur’an ayetlerinin yanı sıra sahabelerden aktarılan açıklamalarda da Peygamberimiz (a.s)'le ilgili pek çok bilgi verilmektedir. Peygamberimiz (a.s)'ın ailesiyle ve çevresindeki müminlerle olan ilişkisi, günlük hayatından detaylar, dış görünümü, görenleri hayran bırakan heybeti (hürmetle beraber şiddetli heyecan hissini veren hali, azameti), sevdiği yiyecekler, giyimi ve gülüşü gibi pek çok detay İslam alimleri tarafından "şemail" kelimesiyle ifade edilir. Şemail kelimesi "şimal"den türemiştir. Bu kelime "karakter, huy, hal, hareket, davranış ve tavır" gibi anlamlar taşır. Şemail kelimesi ilk başlarda daha geniş anlamlar içerse de, zaman içinde özelleşmiş ve Peygamber Efendimizin nasıl bir yaşam sürdüğü ile ilgili detayları ve kişisel özelliklerini ifade eden bir terime dönüşmüştür.

 

Rabbimizin alemlere üstün kıldığı bu seçkin kulunun karakterine ve görünüşüne dair aktarılan her bir detay, aynı zamanda onun üstün ahlakının da bir yansımasıdır. Peygamber Efendimizin şemailinin anlatıldığı bu bölümün hazırlanmasındaki amaç ise, onun çeşitli kaynaklarda aktarılan güzel özelliklerini inceleyip, yaşamından günümüze öğütler çıkarmaktır.

 

Peygamber Efendimizin Yaratılış Güzellikleri

 

Peygamber Efendimizin Ashabı, bu kutlu insanın dış görünümünün güzelliği, görenleri hayran bırakan heybetinden nuruna ve duruşundan gülüşüne kadar Allah'ın onda tecelli ettirdiği çeşitli güzellikler hakkında pek çok detay aktarmışlardır. Sayıca oldukça kalabalık olan sahabeler, bu güzellikler hakkında birçok farklı detay vermiş, Peygamber Efendimizle aynı dönemde yaşamamış olan müslümanlara Allah'ın Resulünü birçok yönüyle tanıtmışlardır. Bazı sahabeler onu genel özellikleriyle tarif ederken, diğerleri uzun ve detaylı anlatımlarda bulunmuşlardır. Bu anlatımlardan bazıları şu şekildedir:

 

Peygamber Efendimizin Dış Görünümü ve Güzelliği

 

Sahabeleri Peygamberimiz (a.s)'ın güzelliğini şöyle anlatıyorlardı:

"Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem çok yakışıklı ve alımlı idi. Mübarek yüzü ayın on dördündeki dolunay gibi parlardı... Burnu gayet güzel idi... Gür sakallı, iri gözlü, düz yanaklı idi. Ağzı geniş, dişleri inci gibi parlaktı... Boynu sanki bir gümüş hüzmesi idi... İki omuzu arası geniş, omuz kemik başları kalın idi..."[738]

 

Enes b. Malik (ra) anlatıyor:

"Resulullah Efendimizin boyu; ne çok uzun, ne de fazla kısa idi. Teni de ne duru beyaz, ne de koyu esmerdi. Saçları ise ne düz, ne de kıvırcık idi. Kırk yaşına geldiğinde, Allah Teala O'nu peygamber olarak gönderdi. Peygamber olduktan sonra, Mekke'de 10 sene, Medine'de de 10 yıl kaldı ve 60 yaşlarında vefat etti. Bu fani hayata veda ettiklerinde, saçında ve sakalında 20 tel ak saç yoktu."[739]

 

"Resulullah (a.s) beyaz, güzel ve mutedil (yavaş ve mülayim, itidalli) idiler."[740]

 

Enes b. Malik (ra) anlatıyor:

"Peygamber Efendimiz orta boylu idi; uzun da değildi, kısa da değildi; hoş bir görünüşü vardı. Saçı ise ne kıvırcık, ne de düzdü. Mübarek (İlahi hayrın bulunduğu şey, bereketlenmiş, çoğalmış, hayırlı, uğurlu) yüzlerinin rengi ise nurani beyazdı."[741]

 

Bera b. Azib (ra) anlatıyor:

"… Resullullah Efendimizden daha güzel birini görmedim. Omuzlarını döğen saçları vardı. İki omuz arası genişçe idi. Boyu ise ne kısa idi, ne de uzundu."[742]

 

Hz. Ali'nin torunlarından İbrahim b. Muhammed (r.a) rivayet ediyor:

"Dedem Hz. Ali, Peygamber Efendimizi anlatırken Onu şöyle tavsif (vasıflandırırdı) ederdi:

"Peygamber Efendimiz, ne aşırı derecede uzun, ne de kısa idi; O bulunduğu topluluğun orta boylusu idi. Saçları, ne kıvırcık ne de dümdüzdü; hafifçe dalgalı idi. Mübarek yüzlerinin rengi kırmızıya çalar şekilde beyaz; gözleri siyah; kirpikleri sık ve uzun; omuz başları iri yapılı idi… O, insanların en cömert gönüllüsü, en doğru sözlüsü, en yumuşak tabiatlısı ve en arkadaş canlısı idi. Kendilerini ansızın görenler, O'nun heybeti karşısında çok şiddetli heyecanlanırlar; üstün vasıflarını bilerek sohbetinde bulunanlar ise, O'nu her şeyden çok severlerdi. O'nun üstünlüklerini ve güzelliklerini tanıtmaya çalışan kimse; Ben, gerek ondan önce, gerek ondan sonra, onun gibi birisini görmedim, demek suretiyle, O'nu tanıtma hususundaki aczini ve yetersizliğini itiraf ederdi. Allah'ın salat (dua, Peygamberimize (as) yapılan dua, istiğfar, rahmet, namaz) ve selamı O'nun üzerine olsun."[743]

 

Hz. Hasan (ra) naklediyor:

"Resulullah Efendimiz, yaradılıştan heybetli ve muhteşemdi. Mübarek yüzü, dolunay halindeki ayın parlaklığı gibi nur saçardı. Orta boyludan uzun, ince uzundan kısa idi. Saçları kıvırcık ile düz arası idi; şayet kendiliğinden ikiye ayrılmışlarsa onları başının iki yanına salar, değilse ayırmazlardı. Uzattıkları takdirde saçları kulak yumuşaklarını geçerdi. Peygamber Efendimizin rengi, ezher'ul-levn (pek beyaz ve parlak renk) idi, yani nurani beyazdı. Alnı açıktı. Kaşları; hilal gibi, gür ve birbirine yakındı.

Boynu, saf mermerden meydana gelen heykellerin boynu gibi gümüş berraklığında idi. Vücudunun bütün azaları birbiri ile uyumlu olup yakışıklı bir yapıya sahipti..."[744]

 

Ebu Hüreyre (ra) anlatıyor:

"Hazreti Peygamber, gümüşten yaratılmış gibi nurlu beyazdı; saçları da hafif dalgalı idi."[745]

 

"Efendimiz (a.s) beyaza pembe karışık renkte idi. Gözleri siyah, kirpikleri sık ve uzun idi."[746]

 

"Allah Resulünün alnı geniş olup hilal kaşlıydı, kaşları gürdü. İki kaşı arası açık olup, halis bir gümüş gibiydi. Gözleri pek güzel, bebekleri simsiyahtı. Kirpikleri birbirine geçecek şekilde gürdü… Güldüğünde dişleri çakan şimşek gibi parıldardı. İki dudağı da emsalsiz şekilde güzeldi… Sakalı gürdü. Boynu pek güzeldi, ne uzun ne kısaydı. Boynunun güneş ve rüzgar gören kısmı altın alaşımlı gümüş ibrik gibi gümüşün beyazlığı ve altının da kırmızılığını yansıtır şekilde parıldardı… Göğsü genişti, göğsünün düzlüğü aynayı, beyazlığı da ayı andırırdı… Omuzları genişti… Kol ve pazuları irice idi. Avuçları ipekten daha yumuşaktı."[747]

 

Peygamber Efendimizin hicret yolculuğu sırasında çadırını ziyaret ettiği Ümmü Mabed isimli cömertliği, iffeti ve cesareti ile tanınan biri, Peygamber Efendimizi tanımamıştır. Ancak Peygamberimiz (a.s)'ı anlatılanlardan tanıyan kocasına, onu şöyle tarif etmiştir:

 

"Aydın yüzlü ve güzel yaradılışlı idi; zayıf ve ince de değildi. Gözlerinin siyahı ve beyazı birbirinden iyice ayrılmıştı. Saçı ile kirpik ve bıyıkları gümrahtı (bol, gür). Sesi kalındı. Sustuğu zaman vakarlı (ağırbaşlılık, halim ve heybetli oluş), konuştuğu zaman da heybetli idi. Uzaktan bakıldığında insanların en güzeli ve en sevimlisi görünümündeydi; yakından bakıldığında da tatlı ve hoş bir görünüşü vardı. Çok tatlı konuşuyordu. Orta boylu idi; bakan kimse ne kısa ne de uzun olduğunu hissederdi. Üç kişinin arasında en güzel görüneni ve nur yüzlü olanıydı. Arkadaşları, ortalarına almış durumda hep onu dinlerler; buyurduğu zaman da hemen buyruğunu yerine getirirlerdi. Konuşması tok ve kararlı idi."[748]

 

Kendisini görenlerin anlattıklarında da görüldüğü gibi, Peygamber Efendimiz olağanüstü yakışıklı, görenlerin nefesini kesecek kadar güzel yüzlü ve güzel endamlı idi. Ayrıca atletik ve son derece etkili bir yapısı vardı ve çok kuvvetli idi.

 

Peygamberimizin Şemaili

 

Osmanlı döneminin önemli alimlerinden olan Ahmet Cevdet Paşa Peygamber Efendimizin anlatılan özelliklerini bir özet haline getiren bir çalışma yapmıştır. Bu çalışması Kısas-ı Enbiya adlı eserinin 4. cüzünde, "Bazı Evsaf-ı Seniyye-i Muhammediyye" başlığı altında gerçekleşmiştir:

 

"… Mübarek cismi güzel, hep azası mütenasip (uygun, aralarında muntazam bir nispet bulunan), endamı gayet matbu, alnı ve göğsü ve iki omuzlarının arası ve avuçları geniş, boynu uzun ve mevzun (yakışıklı, her bir vasfı ölçülü) ve gümüş gibi saf, omuzları ve pazuları ve baldırları iri ve kalın, bilekleri uzun, parmakları uzunca, elleri ve parmakları kalınca idi. Mübarek cildi ise ipekten yumuşak idi.

 

Kemal-i itidal üzere büyük başlı, hilal kaşlı, çekme burunlu, oval yüzlü idi.

 

Kirpikleri uzun, gözleri kara ve güzel, büyücek ve iki kaşının arası açık, fakat kaşları birbirine yakın idi,

 

O Nebiyy-i Mücteba (seçilmiş, kıymetli peygamber), ezherüllevn (rengi nurlu, parlak) idi; yani ne ak, ne de kara esmer, belki ikisi ortası ve gül gibi kırmızıya mail (benzer) beyaz ve, nurani ve berrak olup, mübarek yüzünde nur lemean (parlardı) ederdi. Dişleri, inci gibi abdar (parlak, sağlam vücutlu) ve tabdar (ışıklı, parlak, büklümlü, kıvrımlı) olup, söylerken ön dişlerinden nur saçılır; gülerken, fem-i saadeti (saadetli ağzı), bir latif (mülayim, yumuşak, nazik, güzel) şimşek gibi ziyalar (ışıklar) saçarak açılır idi…

 

Alem-i bekaya (geride kalanların dünyasını) rihlet (göçmek, ölmek) buyurduklarında saçı, sakalı henüz ağarmaya başlamış başında biraz ve sakalında yirmi kadar beyaz var idi.

 

Havassı (duyular) fevkalade kavi (sağlam, kuvvetli) idi. Pek uzaktan işitir ve kimsenin göremeyeceği mesafeden görür idi. Elhasıl (sözün özü), en mükemmel ve müstesna surette yaratılmış bir vücud-ı mes'ud (mutlu vücudu) ve mübarek idi… Onu ansızın gören kimseyi sevgi alırdı ve Onunla ülfet ve musahabet (sohbetler, konuşup görüşmeler) eyleyen kimse, Ona can ü gönülden aşık ve mühib olurdu. Ehl-i fazl'a (kerem, ilim sahibi), derecelerine göre ihtiram (hürmet, saygı) eylerdi. Akrabasına dahi pek ziyade (çok bol, fazladan) ikram eylerdi. Lakin (ancak) onları, kendilerinden efdal (daha faziletli, daha layık, daha iyi) olanların üzerine takdim etmezdi.

 

Hizmetkarlarını pek hoş tutardı. Kendisi ne yer ve ne giyerse, onlara dahi onu yedirir ve onu giydirir idi.

 

Sahi (cömert, eliaçık, herkese iyilik etmek isteyen) ve kerim (herşeyin iyisi, faydalısı), şefik (şefkatli, esirgeyen, merhametli) ve rahim (rahmet edici, bağışlayan), şeci (kahraman, yiğit) ve halim (yumuşak huylu, hoş muamele yapan) idi. Ahd ü va'dinde (söz vermede) sabit, kavlinde (sözünde) sadık idi. Elhasıl (neticesi)- hüsn-i ahlakça (ahlak güzelliği) ve akl-ü zekavetçe (keskin anlayışı olan akıl) cümle(bütün, tam) nasa (insanlara) faik (üstün, üstünde) ve her türlü medh ü senaya (övgüye) layık idi.

 

Yemede, giymede kadar-ı zaruret (yoksulluk derecesinde) ile iktifa (yetinir) ve ziyadesinden (fazlasından) iba eylerdi (çekinirdi.)"[749]

 

Peygamber Efendimizin Nübüvvet (Peygamberlik) Mührü

 

Allah, Hz. Muhammed (a.s)'ı alemler üzerine seçmiş ve onun "peygamberlerin sonuncusu"[750] olduğunu bildirmiştir. Ondan sonra hiçbir peygamber gönderilmeyecektir ve Kuran insanlara hidayet rehberi olarak gönderilen en son kitaptır. Allah, Peygamber Efendimizin bu eşsiz özelliğini onun mübarek vücudunda bir izle tecelli ettirmiştir.

 

İslami kaynaklarda ve rivayetlerde Peygamber Efendimizin kürek kemikleri arasında bulunan bu işarete "nübüvvet mührü" ismi verilir. Peygamberimiz (a.s)'ın mührüne benzer peygamberlik işaretlerinin diğer peygamberlerde de olduğu, ancak Peygamberimiz (a.s)'ın kinin daha farklı olduğu el-Müstedrek tarafından Vehb b. Münebbih (ra)'den şöyle nakletmiştir:

 

"… Allah hiçbir peygamber göndermemiştir ki, onun sağ elinde Peygamberlik beni (şamet'ün-nübüvve) olmamış olsun. Ancak bizim Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselam bunun istisnasını teşkil etmektedir. Zira Onun peygamberlik beni, (sağ elinde değil) kürek kemikleri arasındadır. Peygamberimiz bu durum sorulunca: "Kürek kemiklerim arasında bulunan bu ben, benden önceki Peygamberlerin beni gibidir…"[751] demiştir."

 

Cabir b. Semüre (ra) anlatıyor:

 

"Ben Resulullah Efendimizin kürek kemikleri arasında bulunan nübüvvet mührünü gördüm. O, güvercin yumurtası büyüklüğünde kırmızımtırak bir yumru idi."[752]

 

Hz. Ali'nin torunlarından İbrahim b. Muhammed (r.a) naklediyor:

 

"Dedem Hz. Ali, Peygamber Efendimizin vasıflarını anlatırken, Resulullah'ın Hilyesi (güzel sıfatlar, süs, zinet, cevher, güzel yüz, suret, görünüş) hakkındaki hadisi bütün uzunluğu ile zikreder ve:

 

"Kürek kemikleri arasında nübüvvet mührü vardı. Ve O, peygamberlerin sonuncusudur" derdi.[753]

 

Ebu Nadre (ra) anlatıyor:

 

"Ashabdan Ebu Said el-Hudri'ye Resulullah Efendimizin peygamberlik mührünün nasıl bir şey olduğunu sordum. Mübarek sırtlarında gül tomurcuğu gibi bir et parçası olduğunu söyledi."[754]

 

"İki küreği arasında peygamberlik mührü yer alıyordu. Bu mühür sağ omzuna daha yakındı."[755]

 

Muhammed b. Müsenna, Muhammed b. Hazm, Şu'be Simak (ra)'dan:

 

"Cabir İbn-i Semure'nin şöyle dediğini duydum: Resulullah (a.s)'ın sırtında mühür gördüm: güvercin yumurtası gibi idi."[756]

 

Peygamber Efendimizin Saçı

 

Peygamber Efendimizin saçının uzunluğu ile ilgili farklı tarifler vardır. Tarifler arasında böyle bir farklılık olması ise doğaldır, çünkü bu bilgileri aktaranlar Peygamber Efendimizi farklı zamanlarda gördükleri için, saçının uzunluğu da farklı olmuş olabilir. Ancak bu tariflerden anlaşılan Peygamberimiz (a.s) saçını en kısa kulağı hizasında, en fazla ise omuzlarına kadar uzatmıştır.

 

Enes b. Malik (ra) anlatıyor:

 

"Hazreti Peygamberin saçları, kulaklarının orta hizasına kadar uzamıştı."[757]

 

Hazreti Aişe (ra) validemiz anlatıyor:

 

"Resulullah'ın mübarek saçları, kulakları ile omuzları arasındaydı. Allah'ın selat ve selamı üzerine olsun."[758]

 

Bera b. Azib (ra) anlatıyor:

 

"Peygamber Efendimiz orta boylu idi. Omuzları da genişçeydi. Saçları ise, kulak yumuşaklarını değerdi."[759]

 

Ebu Talib'in kızı ümmü Hani (ra) anlatıyor:

 

"Resulullah Efendimiz Mekke'ye geldiklerinde evimizi teşrif etmişlerdi. Bu sırada mübarek başları dört belikli (örgülü) idi."[760]

 

Peygamberimiz (a.s)'ın Saç ve Sakal Bakımı

 

Peygamber Efendimiz temizliğe çok önem verdiği için, saç ve sakal bakımına da önem vermişlerdir. Bazı kaynaklarda onun yanında daima tarak, ayna, misvak, kürdan, makas, sürmedan gibi eşyalar bulundurduğu bildirilmektedir.[761]

 

Peygamberimiz (a.s) ashabına da aynı tavsiyelerde bulunmuş ve "Kim saç bırakmışsa, onun bakımına dikkat etsin"[762] şeklinde buyurmuşlardır. Peygamberimiz (a.s)'ın saç ve sakalı ile ilgili diğer aktarılanlar şu şekildedir:

 

Hz. Adda İbn Halid'den (ra):

 

"Mübarek sakalı gayet güzeldi."[763]

 

Hz. Aişe (ra) validemiz anlatıyor:

 

"Resul-i Ekrem (a.s)… saçlarını tarayıp yağladığında…"[764]

 

Simak b. Harb (ra) aktarıyor:

 

"Cabir b. Semüre'den işittim. Ona, Hazreti Peygamberin saçlarının ağarma durumu sorulmuştu. O da: Mübarek başlarını yağladıkları zaman saçlarının akı gözle fark edilmez; fakat başlarına yağ sürmedikleri anlarda beyazları görünürdü"[765] dedi.

 

Peygamberimiz (a.s), dış görünümüne ve temizliğine verdiği önemle, müminlere güzel bir örnek olmuştur. Bir rivayette Peygamber Efendimizin bu konudaki tavrı şöyle belirtilir:

 

"Bir gün Peygamber (a.s) sahabelerinin yanına çıkacağı zaman küpteki suya bakarak sarığını ve sakalını düzeltti ve şöyle dedi: 'Allah kardeşlerinin yanlarına çıkarken kulunun kardeşleri için süslenmesini sever.'[766]

 

Peygamber Efendimizin Giyim Tarzı

 

Peygamberimiz (a.s)'ın giyimi hakkında da sahabeler pek çok detay aktarmışlardır. Bunun yanı sıra Peygamber Efendimizin müminlere nasıl giyinmeleri gerektiğiyle ilgili olarak tavsiyeleri de onun bu konuya verdiği önemi ortaya koymaktadır. Örneğin Peygamber Efendimiz hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:

"Allah güzeldir, güzelliği sever, güzel giyinmek kibir değildir, kibir (mazhar olduğun nimeti kendinden bilip) hakkı reddetmek, halkı hakir görmektir."[767]

 

"Allah güzeldir, güzeli sever ve kuluna verdiği nimetin eserini üzerinde görmekten hoşlanır."[768]

 

Peygamber Efendimizin torunu Hz. Hasan, onun giyim konusu hakkındaki görüşünü şöyle ifade etmiştir:

 

"Peygamber Efendimiz bize elde ettiğinizin en iyisini giymemizi ve bulabildiğimiz en hoş kokuları sürmemizi emrederdi."[769]

 

Bu konudaki Peygamberimiz (a.s)'ın bir başka hadisi de şu şekildedir:

 

"Ey müminler! Gönlünüzce yiyiniz, içiniz, giyininiz ve Allah yolunda sarf ediniz. Ancak, israfa veya kibir ve gurura kaçmayınız."[770]

 

Peygamber Efendimiz ashabından biri dış görünümüne önem vermediğinde veya bakımsız olduğunda onu da hemen uyarırdı. Bu konuya ait bir rivayeti Ebu'l Havas (ra), babasından şöyle nakletmektedir:

 

Üzerinde adi bir elbise olduğu halde Resulullah aleyhissalatu vesselam'ın yanına gelmiştim. Bana:

 

"Senin malın yok mu?" diye sordu.

 

"Evet var" cevabıma:

 

"Hangi çeşit maldan?" sorusunu yöneltti.

 

"Her çeşit maldan Allah bana vermiştir" demem üzerine:

 

"Öyle ise Allah Teala Hazretleri sana bir mal verdiği vakit Allah'ın verdiği bu nimetin eseri ve fazileti senin üzerinde görülmelidir" buyurdular.[771]

 

Buna benzer bir başka olayı ise Hz. Cabir (ra) şöyle aktarmıştır:

 

Resulullah aleyhissalatu vesselam, binek hayvanlarımızı güden bir adamımızı gördü. Üzerinde eskimiş iki parçalı giysi vardı.

 

"Onun bu eskilerden başka giyeceği yok mu?" diye buyurdular. "Evet var" dedim. "Çamaşır torbasında iki giysisi daha var. Ben onları giydirmiştim."

 

"Öyleyse çağır onu da, bunları giysin" diye emrettiler. (çağırdım, emr-i Nebeviyi söyledim.), o da onları giyindi. Geri gitmek üzere dönünce, Resulullah aleyhissalatu vesselam:

 

"Nesi var da bu yenileri giymiyor? Bu daha hoş değil mi?" diye buyurdular.[772]

 

Peygamberimiz (a.s)'ın giyim tarzı ile ilgili sahabelerin aktardığı bilgilerden bazıları ise şunlardır:

 

İbnu Abbas (ra) anlatıyor:

 

Ben Resulullah aleyhissalatu vesselam üzerinde mümkün olan en güzel elbiseyi gördüm."[773]

 

Ümmü Seleme (ra) anlatıyor:

 

“Peygamber Efendimizin en çok sevdikleri elbise çeşidi, gömlek (kamis) idi.”[774]

 

Ashabdan Kurre (ra) anlatıyor:

 

“Ben, biat eylemek üzere, Müzeyne kabilesinden bir grup insanla birlikte Resulullah Efendimizin huzurlarına çıktım. Peygamber Efendimizin gömleklerinin yakası düğmesiz olduğundan…”[775]

 

Enes b. Malik (ra) anlatıyor:

 

“Peygamber Efendimiz, giydikleri elbiseler içerisinde, Hibere-i Yemani'yi çok severlerdi.”[776] (Hibere, Yemen'de dokunan pamuktan yapılan, kırmızı çubuklu yeşil bir kumaştır. Eskilerin "alaca" dedikleri desenli kumaşlar için kullanılan bir tabirdir. Bu da kumaşın düz değil desenli olduğunu ve birkaç renkten oluştuğunu gösterir.)

 

El-Bera b. Azib (ra) anlatıyor:

 

“Kırmızı desenli elbisenin, Peygamber Efendimiz kadar bir başkasına yakıştığını görmedim. Bu kıyafetle Resulullah (a.s)'ı gördüğümde, mübarek saçları, omuzlarına değecek kadar sarkmıştı.”[777]

 

Semüre b. Cündüb (ra) rivayet ediyor:

 

"Hazreti Peygamber: "Beyaz elbise giyiniz. Zira o, son derece temiz ve hoştur" buyurmuşlardır.”[778]

 

Hz. Aişe (ra) anlatıyor:

 

"Resulullah Efendimiz, bir sabah vakti, üstlerinde siyah yünden dokunmuş bir izar (peştemal, futa, göğüsten aşağı örtülen elbiseler) olduğu halde, evlerinden dışarı çıkmışlardı.”[779]

 

Peygamber Efendimizin Dış Kıyafetleri

 

Eşa's b. Süleyn (ra) anlatıyor:

 

"Bana halam anlattı. Ona da amcası anlatmış. Halamın amcası demişti ki: Bir gün Medine sokaklarında izarımı sürüyerek yürüyordum. Bu sırada arkamdan bir ses işittim: "İzarını yukarı kaldır. Zira izarın yerde sürünmemesi, onun daha temiz kalmasını ve uzun müddet dayanmasını sağlar" diyordu. Arkama dönüp baktığımda bu sözleri söyleyenin Resulullah Efendimiz olduğunu gördüm.”[780]

 

Seleme b. El-Ekva'dan (ra):

 

“Hz. Osman, uzunluğu bacaklarının yarısına kadar ulaşan bir izar giyer ve “Arkadaşımın (sahibi), yani Resulullah (a.s)'ın izarları da aynen böyleydi” derdi.[781]

 

Peygamber Efendimizin Yüzüğü ve Mührü

 

Enes b. Malik (ra) anlatıyor:

 

"Peygamber Efendimizin Mühr-i Şerifleri (şerefli, mübarek mühür) gümüşten yapılmıştı. Kaşı ise Habeş taşındandı.

 

Resulullah Efendimiz yabancı devlet reislerine mektup yazmak isteyince, bir mühür yüzük yapılmasını buyurdu.

 

"Peygamber Efendimizin parmağındaki yüzüğün parıltısı hala gözümün önünde duruyor".

 

"Peygamber Efendimizin Mühr-i Şeriflerinin kaşına, üç satır halinde, "Muhammed Resulullah" ibaresi kazınmıştı. Birinci satırda "Muhammed", ikinci satırda "Resul", üçüncü satırda da "Allah" kelimeleri yer alıyordu.”[782]

 

Peygamber Efendimizin Yürüyüş Şekli

 

Ebu Hüreyre (ra) anlatıyor:

 

"Ben Resulullah Efendimizden daha güzel birisini görmedim; sanki güneş, onun mübarek yüzünde devrediyor gibiydi. Peygamber Efendimizden daha hızlı yürüyen birisini de görmedim; yürürken adeta yeryüzü ayakları altında dürülürdü. Bizler, arkalarından giderken, geri kalmamak için büyük çaba harcardık.”[783]

 

Hz. Ali'nin torunlarından İbrahim b. Muhammed (ra), "Dedem Hz. Ali, Resulullah Efendimizi tanıtırken şöyle derdi: "Resulullah Efendimiz, yürürken, adeta yokuş aşağı inercesine, ayaklarını sertçe kaldırırlardı"[784] diyerek, Peygamberimiz (a.s)'ın rahat bir yürüyüşü olduğunu belirtmiştir.

 

Hz. Yezid İbni Mirsad (ra) ise şöyle demiştir:

 

"Yürüdüğü zaman vakarlı fakat hızlı giderdi. Yanındakiler ona yetişemezdi."[785]

 

Hz. Ebu Atabe (ra)'den:

 

"Yürürken kuvvetli adımlarla yürürdü."[786]

 

"… Yürürken, ayaklarını yerden biraz kaldırıp önlerine hafif eğilerek yürürlerdi. Ayaklarını ses çıkarıp toz kaldıracak şekilde yere sert vurmazlar; adımlarını uzun ve seri atmakla birlikte sükunet ve vekar üzere yürürlerdi. Yürürken, sanki meyilli ve engebeli bir yerden iniyor görünümünü arzederdi. Bir tarafa dönüp baktıklarında, bütün vücutları ile birlikte dönerlerdi. Rastgele sağa sola bakmazlardı. Yere bakışları, göğe bakışlarından daha çoktu. Çoğunlukla göz ucu ile bakarlardı. Ashabı ile birlikte yürürken, onları öne geçirir kendileri arkada yürürlerdi. Yolda karşılaştığı kimselere, onlardan önce hemen selam verirdi.”[787]

 

"Hep harekatı mutedil idi. Bir yere azimetinde (Yola çıkmak, gitmek) acele ve sağ ve sola meyletmeyip, kemal-i vekar (ağırbaşlılığın olgunluğu) ile doğru yoluna gider ve fakat sür'at (hızlı) ve sühulet (kolaylıkla) ile yürür idi. Şöyle ki; adeta yürür gibi görünür, lakin yanında gidenler, sür'at ile yürüdükleri halde geri kalırlar idi.”[788]

 

Peygamber Efendimizin Oturuş Ttarzı

 

Kayle binti Mahreme (ra) anlatıyor:

 

"Resulullah (a.s)'ı sonsuz bir mahviyet (alçak gönüllülük, tevazu) ve tevazu içinde otururken görünce, heybetinden vücudum titremeye başladı."[789]

 

Cabir b. Semüre (ra):

 

"Ben Peygamber Efendimizi, sol tarafına konmuş bir yastığa dayanmış vaziyette gördüm.”[790]

 

Peygamber Efendimizin Konuşma Şekli

 

Peygamber Efendimiz etkileyici üslubu, hikmetli ve keskin hitabıyla tanınan bir insandı. Onun tebliği insanlar üzerinde çok büyük bir etki oluşturur, sohbetinden herkes çok büyük bir zevk alırdı. Sahabelerden bizlere aktarılan çeşitli rivayetler de onun bu özelliğini ortaya koyar. Bu konuda bazı aktarımlar şu şekildedir:

 

Allah Resulü insanların en beliğ (belagatlı kimse, meramını tamamen, noksansız ve güzel sözlerle anlatmaya muktedir olan. Kafi derecede olan. Yeter olan), en düzgün konuşanı ve en tatlı sözlü olanıydı (ağzından ballar akıyordu)! O, şöyle diyordu: "Ben Arabın en fasihiyim (Hatasız olarak söyleyen. Açık ve güzel konuşan.)”[791]

 

Hz. Aişe (ra), Resulullah (a.s)'ın sözlerini şöyle tarif eder:

 

"O, sizlerin konuştuğunuz gibi lafları çabuk çabuk ve peş peşe sıralamazdı, sözleri az ve özdü. Halbuki sizler cümleleri birbirine ekleyip duruyorsunuz.”[792]

 

"Allah Resülü çok veciz (kısa, öz, az sözle çok mana ifadesi) konuşurdu. Böyle konuşmasını kendisine Allah katından Cebrail getirmişti. Kısa cümleler içinde bütün maksadını yansıtırdı. Veciz sözlü cümleler söylerdi, sözlerinde ne fazlalık ne de eksiklik bulunurdu. Kelimeleri bir ahenk içinde birbirini izler, sözcükleri arasında duraklar ve böylece dinleyenleri sözlerini belleyip ezberlerlerdi. Sesi gürdü ve tatlıydı. Gerektiğinde konuşurdu, kötü laflar etmezdi. Hiddetli ve hiddetsiz anlarında (nefsi için değil, Allah'ın rızası için) hep hakkı söylerdi.”[793]

 

"Güzel olmayan laflar edenlerden yüz çevirirdi. Hoşlanmadığı, çirkin saydığı bir sözü konuşmak zorunda kaldığında onu kinaye yoluyla ifade buyururdu.[794]

 

Kendisi sustuğunda huzurdakiler konuşurdu. Katında tartışma yapılmazdı.[795]

 

Sahabelerinin yüzlerine karşı son derece güler ve gülümserdi, onların konuştuklarını beğenir, dikkatle dinler, kendisini onlardan biri sayardı.[796]

 

Hz. Aişe (ra) anlatıyor:

 

"Mübarek kelamları seçkindi. Her işiten onu anlardı."[797]

 

Hz. Ebu Umame (ra)'den:

 

"İnsanların en güleç yüzlüsü ve hoş canlısı idiler."[798]

 

Hz. Enes (ra) şunu bildirmiştir:

 

"Efendimiz (a.s) halkın en latifecisi(hoş söz, şaka, mizah, söz ile iltifat) idi."[799]

 

Peygamber Efendimizin Güzel Kokusu

 

Peygamber Efendimiz temizliğe çok önem verirdi. Kendisi sürekli mis gibi, tertemiz, hoş ve güzel kokar, Müslümanlara da temizliği tavsiye ederdi. Sahabelerden rivayet edilen bilgilerde Peygamberimizin bu güzel özelliği hakkında detaylar aktarılmaktadır. Bunlardan bazıları şu şekildedir:

 

Enes b. Malik (ra) şöyle ifade etmektedir:

 

"Resulullah Efendimiz Medine sokaklarının birinden geçtiğinde O'nun misk gibi kokusu hemen sezildiğinden, halk o yoldan Hazreti Peygamberin geçtiğini söylerlerdi. Bizler, Peygamber Efendimizin gelişini, kokusunun güzelliğinden anlardık.” [800]

 

İbn-i Ebi Adi, Humeyd, Enes (ra)'den:

 

Resulullah (a.s)ın elinden daha yumuşak ne bir yün kumaşı, ne de bir ipeğe (hayatımda) dokunmadım. Resulullah (a.s)'ın kokusundan daha güzel (kokan) bir kokuyu da koklamadım.[801]

 

Muaz b. Hişam (ra), babasından, Katade, Enes'den şöyle rivayet etmiştir:

 

"Resulullah (as) güzel kokusu ile tanınırdı. Resulullah (as) güzel idi. Kokusu da hoş idi. Bununla beraber kokuyu severdi."[802]

 

"Cismi nazif (temiz), kokusu latif (hoş) idi. Koku sürünsün sürünmesin, teni en güzel kokulardan ala kokardı. Bir kimse onunla musafaha (el sıkışmak, tokalaşmak, muhabbetini, arkadaşlığını, sevgisini izhar etmek) etse, bütün gün onun rayiha-i tayyibesini (temiz kokusunu) duyardı ve mübarek eliyle bir çocuğun başını meshetse, rahiya-i tayyibesiyle (temiz kokusuyla) o çocuk, sair (diğer) çocuklar arasında malum (bilinirdi) olur idi.”[803]

 

Peygamber Efendimizin Sevdiği Yemekler

 

"Çok sıcak yemeği sevmezdi."[804]

 

"En çok hoşlandığı yiyecek etti."[805]

 

"Kabağı çok severdi."[806]

 

"Avlanan kuş etlerini yerdi."[807]

 

"Hurmalardan Acve hurmasını severdi."[808]

 

Hz. Aişe (ra) Peygamberimiz (a.s)'ın sevdiği yiyeceklerle ilgili şunları söylemiştir:

 

"Tatlı ve balı severlerdi."[809]

 

"Hazreti Peygamberin katık olarak yediği yemeklerin bir kısmı şöyle sıralanabilir: Koyunun ön kolu ve sırt eti, pirzola, kebap, tavuk, toy kuşu, et çorbası, tirit, kabak, zeytinyağı, çökelek, kavun, helva, bal, hurma, pazı, anber balığı…"[810]

 

Hz. Aişe (ra) ek olarak şunları bildirmiştir:

 

"Kavun, karpuzu yaş hurma ile yerlerdi."[811]

 

Hz. Cabir (ra)'den:

 

"Taze hurma ve kavun çok yerlerdi ve 'bunlar güzel meyvedir' derlerdi."[812]

 

"Hiçbir zaman bir yemeği yermemiştir. Hoşuna giderse yer gitmezse yemezdi. Hoşlanmadığında da bir başkasına kötülemezdi."[813]

 

Peygamber Efendimizin sevdiği bazı yiyecekler için söylediği sözlerden bir kısmı ise şöyledir:

 

"Etin en güzel yeri sırt etidir."[814]

 

"Sirke ne güzel katıktır."[815]

 

"Mantar kudret helvasıdır."[816]

 

"Sinameki ve sennut (tereyağ tulumuna konulan bal) yemeye devam ediniz. Çünkü bu iki şeyde samdan (ölümden) başka her hastalıktan şüphesiz şifa vardır."[817]

 

"Zeytinyağını yiyiniz ve kullanınız. Çünkü bu yağ mübarektir."[818]

 

Peygamber Efendimizin Sevdiği İçecekler

 

Hz. Aişe (ra) bildiriyor:

 

"Şerbetlerin içinde tatlı ve soğuk olanını severlerdi."[819]

 

Peygamber Efendimiz bal şerbeti, hurma ve kuru üzüm şırası gibi içecekleri severlerdi.[820]

 

Peygamber Efendimizin en çok sevdiği içecek, soğuk tatlı şerbetlerdi."[821]

 

"Şerbetlerin içinde en çok bal şerbetini severdi"[822]

 

"İçilecek şeylerde en çok sütü severlerdi."[823]

 

Peygamberimiz (a.s) süt için şöyle buyurmuşlardır:

"Allah bir kimseye yemek yedirdiği zaman o kimse, 'Allah'ım Bize bu yemeği bereketli kıl ve bize bundan hayırlı rızık ver' diye dua etsin. Allah bir kimseye bir miktar süt içirdiği zaman da o kimse, 'Allah'ım bize bu sütü bereketli kıl ve bize daha çok süt ver' diye dua etsin. Çünkü yiyeceğin ve içeceğin yerini tutan sütten başka bir şeyi bilmiyorum."[824]

 

Peygamberimiz (a.s)'ın su için söyledikleri

 

Peygamberimiz (a.s) özellikle yolculuklar sırasında ashabına su dağıttırırdı. Örneğin bir yolculuğu sırasında, bir yerde durmuş ve yanındakilerden su istemiştir. Elini ve yüzünü yıkadıktan sonra, sudan içmiş ve yanındaki sahabelerine de "Siz de yüzünüze, boynunuza bir miktarını dökün"[825] demiştir.

 

Resulullah (a.s) su içtikten sonra şöyle dua etmiştir:

 

"Rahmetiyle suyu tatlı olarak yaratan, acı ve tuzlu yaratmayan Allah'a hamd olsun."[826]

 

Resulullah (a.s) bir başka sözünde ise su için şöyle buyurmuştur:

 

"Allah suyu temizleyici olarak yarattı. Tadını veya rengini veya kokusunu değiştiren maddeler dışında hiçbir nesne onu pislemez."[827]

 

Peygamber Efendimizin Güzel Huylarından Bazıları

 

Hüccet-ul İslam olarak bilinen İmam Gazali; Tirmizi, Taberani, Buhari, Müslim, İmam Ahmed, Ebu Davud, İbni Mace gibi büyük İslam alimlerinden derleyerek, Peygamber Efendimizin güzel huylarından bazılarını şöyle özetlemiştir:

 

"Resulullah insanların en yumuşak huylusu, en yiğidi, en adili ve en namuslusu idi. O, insanların en cömerti idi. Allah'ın kendisine verdiklerinden hurma, arpa ne olursa olsun yalnız senelik yiyeceğini ayırırdı, geri kalanını Allah yolunda harcardı. Kendisinde bulunan bir şey istendiğinde verirdi.

 

O haya olarak da insanların en mükemmeliydi. Rabbi için kızar, şahsı için öfkelenmezdi.

 

Kendisi veya sahabeleri zarar görse bile hakkı uygulardı.

 

Allah Rasulü insanların en alçak gönüllüsü, lafı uzatmadan en beliğ konuşanı, en güler yüzlüsüydü. Dünya işlerinden hiçbir şey kendisini endişeye düşürmezdi.

 

Medine'nin öbür ucundaki hastaları ziyarete gider, güzel kokudan hoşlanır, pis kokulardan tiksinirdi. Fakirlerle oturur, yoksullarla yerdi. Kimseye kaba davranmazdı, kendisine özür beyan edenin özrünü kabul ederdi. Latife yapar idi ama hakkı söylerdi.

 

Mübah oyunları gördüğünde men etmezdi, hanımlarıyla yarış yapardı. Zavallıları yoksulluklarından dolayı horlamaz, zengine de varlığından dolayı saygı göstermezdi, onu da bunu da Allah'a eşit olarak çağırırdı. Allah Teala üstün huyu ve mükemmel siyaseti onda birleştirmişti...

 

Allah Teala ahlakın bütün güzelliklerini, iyi yolları, öncekilerin ve sonrakilerin başlarından geçmiş ve geçecek hadiselerin haberlerini, ahirette kurtuluşa ve saadete erdirecek hususları, dünyada gıpta edilip peşinden gidilecek ve gidilmeyecek herşeyi ona öğretmişti.

 

Allah Teala, onun buyruklarına itaat ve hareketlerinde kendisinin izinden gitmeye bizleri muvaffak kılsın."[828]

 

Peygamberimizin Güzel Hayatı

 

Peygamber Efendimizin hayatının her anında, müminlere çok güzel örnekler bulunmaktadır. Hz. Muhammed (a.s’)ın sahabeleriyle olan sohbetleri, onlara hitapları, şakaları, çocuklara olan sevgi ve ilgisi, hanımlarına karşı adaletli, sevecen ve ilgili tavrı, hem ailesi hem de tüm müslümanlar için örnek bir koruyucu olması, güler yüzü, neşesi, canlılığı, müminlere olan düşkünlüğü ve şefkati, güzel ahlakın ve ideal insan modelinin önemli bir örneğidir. Bu bölümde Peygamber Efendimizin Allah'ın hoşnut olduğu güzel hayatından örnekler verilecektir.

 

Peygamberimiz (a.s) güler yüzlüydü ve güler yüzlü olmayı tavsiye ederdi:

 

Peygamber Efendimiz, üzerindeki ağır sorumluluğa ve karşılaştığı türlü zorluklara rağmen, son derece tevekküllü, teslimiyetli ve huzurlu bir insandı. Hayatının her anında imanın neşesi ve şevki içindeydi. Hem bu imani neşesi, hem de güzel ahlakı nedeniyle daima güler yüzlü ve candan bir tavrı vardı. Sahabeler, Peygamberimiz (a.s)'ın bu halini şöyle anlatmaktadırlar:

 

Hz. Ali (ra): "Onun güler yüzlü oluşu ve herkese nazik davranışı adeta onu halka bir baba yapmıştı. Herkes onun katında ve nazarında eşit idi."[829]

 

Allah Resulü daima güler yüzlü, yumuşak huylu idi...[830]

 

"Allah Resulü... halkın en çok gülümseyeni ve en neşelisi idi."[831]

 

Peygamberimiz (a.s) ashabına da güler yüzlü olmalarını tavsiye etmiş ve şöyle demiştir:

 

"Sizler insanları mallarınızla memnun edemezsiniz, onları güzel yüz ve güzel huyla hoşnut edersiniz."[832]

 

"Allah Teala kolaylık gösteren ve güler yüzlü kişiyi sever."[833]

 

Peygamberimiz (a.s)'ın Sahabeleri İle Olan İlişkisi ve Sohbetleri

 

Peygamberimiz (a.s), çevresindeki Müslümanlarla çok yakından ilgilenirdi. Onların her birinin imanını, tavrını, temizliğini, neşesini, sağlığını yakından takip ederdi. Her birinin eksiklerini, ihtiyaçlarını gözetir, temin edilmesini sağlardı. Onlarla olan sohbetlerinde ise, onları çok hoş tutar, gönüllerini alırdı. Sahabeler yanından neşe ve huzur içinde ayrılırlardı.

 

En yakınlarından biri olan Hz. Ali (ra), Peygamberimiz (a.s)'ın sohbetlerindeki ortamı ve sahabeleriyle olan ilişkisini şöyle açıklamıştır:

 

"Resulullah insanların eli en açık, gönlü en geniş ve şivesi en düzgün olanı, yüklendiği işi en iyi şekilde ifa edeni, en yumuşak huyluları ve sohbeti en güzel olanıydı. Onu tanıyıp sohbetinde bulunanlar ona severek sokulurdu. Onu niteleyen: 'Ondan önce de ondan sonra da onun gibisini görmedim' derdi. Ne zaman kendisinden bir şey istense onu mutlaka verirdi."[834]

 

"(Birlikte) oturduğu kimselerin her biriyle ilgilenir, farklı muamele ettiği izlenimi vermezdi. İhtiyacını gidermesi için onunla oturan veya onu ayakta tutan kimseye karşı sabırlı olur, o kişi ayrılmadıkça kendisi onu terk edip ayrılmazdı."[835]

 

"Ashabını özler, (göremediği zaman) sorardı. İnsanların durumlarının nasıl olduğunu, işlerinin ne alemde olduğunu da sorardı. Güzele güzel, çirkine çirkin derdi."[836]

 

"Daima doğruların yanındaydı, başkasını kabul etmezdi. Yanına geçici olarak girerlerdi, çıktıklarında mutmain olarak çıkarlardı. Yanından birer delil ve kılavuz olarak çıkarlardı."[837]

 

Gelen yabancıların aşırı ve mantık dışı davranışlarını sabırla karşılardı. Ashab bazen buna kızarlardı da o onları teskin eder, söyler derdi: "böyle kimseleri gördüğünüzde onu irşad edin!"[838]

 

"Kimsenin sözünü kesmez, bitirinceye kadar beklerdi."[839]

 

"... İnsanları birbirine sevdirecek, birbirlerine kaynaştıracak şeyleri konuşurdu. Onları ürkütmez, kaçırmazdı. Her kavmin liderine önem atfederdi; ikram ederdi..."[840]

 

Torunu Hz. Hasan (ra) ise Peygamberimiz (a.s) için şunları söylemiştir:

 

"Bakışları son derece anlamlı idi... Mani kelimelerle (az sözle çok mana ifade edecek şekilde) gayet güzel ve veciz konuşurdu. Sözlerinde ne fazlalık olurdu ve ne de eksiklik."[841]

 

İleri gelen kimselerle de sade vatandaşlarla da eşit şekilde konuşurdu. Onlardan hiçbir şeyi saklamazdı."[842]

 

Ebu Zer (ra,) Peygamberimiz (a.s)'ın sahabelerine karşı sevgi dolu tavrını şöyle anlatmıştır:

 

"Bir gün Peygamberimizin yanına gittim. Bir divanda oturuyordu. Kalktı beni kucakladı. Bu kucaklaması gerçekten pek içtendi."[843]

 

Ebu Hüreyre (ra) ise Hz. Muhammed (a.s)'ın insanlara karşı son derece ince düşünceli ve insaniyetli olan güzel tavrını şöyle tarif etmiştir:

 

"Allah Resulü'nün elini birisi tuttuğunda o kişi elini bırakmadıkça, Resulullah elini çekmezdi. Kendisiyle konuşan herkese karşı yüzünü döndürür, konuşan lafını bitirmeden çehresini çevirmezdi."[844]

 

Peygamberimiz (a.s), sahabelerinin rahatsızlıkları ile de yakından ilgilenirdi. Zayıf olanların kilo almaları, kilosu fazla olanların diyet yapmalarını, yiyeceklerin faydalı olanlarını seçmelerini tavsiye ederdi.[845] Örneğin bazı hastalıklarında, sahabelerine bal şerbeti içmelerini tavsiye etmiştir.[846]

 

Hz. Ebu Hüreyre (ra)'nin anlattığına göre, bir gün Ebu Hüreyre (ra) bayıldığında, Peygamberimiz (a.s) onu kendisi ayağa kaldırmış, evine getirmiş ve aç olduğunu anlayarak ona ilk önce süt içirmiştir.[847]

 

Peygamberimiz (a.s) sahabelerine şakalar yapar, onlarla birlikte gülerdi

 

Sahabelerin aktardıkları olaylardan anlaşıldığı gibi, Peygamber Efendimiz hem ailesi hem de sahabeleri ile sık sık şakalaşır, onların yaptıkları esprilere güler ve onlara güzel isimler veya lakaplar takardı. Ancak, her konuda olduğu gibi şakalaşma konusunda da Peygamberimiz (a.s) çok ince düşünceli, vicdanlı ve anlayışlı davranırdı. Peygamberimiz (a.s)'ın şakalar konusunda ashabına verdiği tavsiyeler şöyle özetlenebilir:

 

"Ben şaka yaparım ama sadece doğru olanı söylerim"

 

"Bir müslümanın kardeşini korkutması helal değildir"

 

"Kardeşinle münakaşa etme, alaya alarak onunla şakalaşma."

 

"Başkalarını güldürmek için yalan söyleyene yazıklar olsun."

 

"Kul, şaka da olsa yalan söylemeyi, doğru da olsa münakaşa etmeyi bırakmadıkça iyi bir mümin olamaz."

 

"Şaka da olsa yalan söylemeyin."[848]

 

Peygamberimiz (a.s)'ın sevgi konusundaki tavsiyeleri

 

Peygamber Efendimizin özellikle üzerinde durduğu en önemli konulardan biri, müminlerin birbirlerini hiçbir çıkar gözetmeden, içten bir sevgi ile sevmeleri ve birbirlerine karşı kin, öfke ve kıskançlık gibi kötü hisler beslememeleriydi. Peygamberimiz (a.s) hem bu konuda müminlere en güzel örnek olmuş, hem de onlara sık sık bu konularda tavsiyelerde bulunmuştur.

 

Allah bu konu hakkında Kuran’da şöyle buyurmaktadır:

 

ذلِكَ الَّذى يُبَشِّرُ اللّهُ عِبَادَهُ الَّذينَ امَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ قُلْ لَا اَسَْلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْرًا اِلَّا الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبى وَمَنْ يَقْتَرِفْ حَسَنَةً نَزِدْ لَهُ فيهَا حُسْنًا اِنَّ اللّهَ غَفُورٌ شَكُورٌ

 

“İşte Allah, iman edip salih amellerde bulunan kullarına böyle müjde vermektedir. De ki: "Ben buna karşı yakınlıkta sevgi dışında sizden hiçbir ücret istemiyorum." Kim bir iyilik kazanırsa, biz ondaki iyiliği arttırırız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, şükredene karşılığını verendir.”[849]

 

Peygamber Efendimizin sevgi, dostluk ve kardeşlik hakkındaki hadis-i şeriflerinden bazıları ise şöyledir:

 

"Mümin kendisi için sevdiğini kardeşi için de arzular."[850]

 

"Hediyeleşin, birbirinizi sevin. Birbirinize yiyecek hediye edin. Bu, rızkınızda genişlik hasıl eder."[851]

 

"Ziyaretleşin, hediyeleşin. Çünkü ziyaret sevgiyi perçinler, hediye de kalpteki kötü duyguları söker atar."[852]

 

"Birbirinizi kıskanmayınız, birbirinize kin tutmayınız, birbirinize çirkin sözler söylemeyiniz, birbirinize sırtlarınızı dönmeyiniz, kiminiz kiminizi arkasından çekiştirmesin. Allah'ın kulları kardeşler olunuz."[853]

 

"Sizden önceki toplumların derdi size de bulaştı: Haset ve kin. Kin beslemek kökten kazıyan şeydir. Allah'a yemin ederim ki iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız. Size birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selamı yayın."[854]

 

Peygamber Efendimizin çocuklara olan ilgisi ve şefkati

 

Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s)'ın tüm insanlığa örnek olan şefkati, merhameti ve müminlere olan düşkünlüğü, çocuklara olan tavrında da çok yoğun olarak görülmektedir. Peygamberimiz (a.s) hem kendi çocukları ve torunları hem de ashabının çocukları ile çok yakından ilgilenmiş, doğumlarından isimlerinin konmasına, sağlıklarından ilimlerinin artmasına, giyimlerinden oynadıkları oyunlara kadar onlar için tavsiyelerde bulunmuş, hatta bizzat yol göstermiş, ilgilenmiştir.

 

Örneğin, Peygamber Efendimiz, kızı Hz. Fatıma (ra)'ya, her iki torununun doğumundan hemen önce "Doğum olunca bana haber vermeden çocuğa hiçbir şey yapmayın"[855] diye tembihlemiştir. Bebeklerin doğumundan sonra ise onların beslenmelerini, bakımlarını ve nasıl korunacaklarını bizzat göstererek anlatmıştır.

 

Peygamberimiz (a.s) ayrıca, yeni doğan bebeklere, çocuklarına, torunlarına ve ashabının çocuklarına hep dua etmiştir. Onları severken ya da onların oyunlarını izlerken, onlar için Allah'tan hayırlı ve uzun bir ömür, ilim, hikmet ve iman istemiştir. Örneğin torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'e her vesilede dua etmiş ve bu duasının, Hz. İbrahim'in Hz. İshak ve Hz. İsmail için ettiği dua olduğunu belirtmiştir.[856]

 

Ashabından İbn-i Abbas (ra) çocukken Peygamberimiz (a.s)'ın kendisine "Allah'ım buna hikmeti öğret" diye dua ettiğini aktarır. Ashabından Enes (ra)'e ise çocukluk döneminde, Allah'ın mal ve evladını çok ve ömrünü uzun kılması ve verdiklerinin Enes (ra) hakkında hayırlı ve mübarek olması için dua etmiştir.[857]

 

Peygamber Efendimiz çocukların oyununa da çok önem vermiş, hatta zaman zaman onlarla oyun oynayarak ilgilenmiştir. Hz. Peygamber (a.s), "Çocuğu olan onunla çocuklaşsın" [858] diyerek, anne babalara çocuklarını bizzat eğlendirmelerini tavsiye etmiştir. Peygamberimiz (a.s) çocukların yüzme, koşu, güreş gibi oyun ve sporlarla meşgul edilmelerini de tavsiye etmiş, hatta torunlarını ve çevresindeki çocukları buna teşvik etmiştir.

 

Birçok sahabe, Peygamber Efendimizin çocukları nasıl sevdiğini, onlarla nasıl ilgilendiğini ve oyunlar oynadığını aktarmıştır. Bunlardan bazıları şöyledir:

 

Hz. Enes (ra):

 

"Resulullah aleyhissalatu vesselam çocuklarla şakalaşmada insanların en önde olanıydı."[859]

 

El Bera (ra):

 

"Peygamber Sallallahu aleyhi ve sellemi Hasan omuzunda iken gördüm…"[860]

 

"Peygamberimiz (a.s) kızı Hz. Fatıma (ra)'ya şöyle derdi: 'Haydi şu oğullarımı (Hasan ve Hüseyin) çağır bana!' Ondan sonra o ikisini göğsüne basar, koklardı."[861]

 

Ya'la İbnu Mürre (ra) Peygamberimiz (a.s)'ın çocuklara olan sevgisine, onlarla nasıl şakalaştığına dair şunları anlatmıştır:

 

"Bir grup ashab, Resulullah ile birlikte aleyhissalatu vesselam'ın davet edildiği bir yemeğe gittiler. Yolda torunu Hüseyin'e rastladılar, çocuklarla oynuyordu.

 

"Resulullah (a.s) çocuğu görünce ilerleyip cemaatin önüne geçip onu tutmak için ellerini açtı. Çocuk ise sağa sola kaçmaya başladı. Resulullah da onu takliden sağa sola koşarak, tutuncaya kadar peşinde koştu. Yakalayınca ellerinden birini çenesinin altına diğerini de ensesine koyup öptü ve 'Hüseyin bendendir. Ben de Hüseyin’denim. Kim Hüseyin'i severse Allah da onu sevsin. Hüseyin sıbtlardan bir sıbttır (torun)' buyurdu."[862]

 

Hz. Enes (ra)'ın bildirdiğine göre Resulullah (a.s), "dünyadaki iki reyhanım" dediği torunları Hasan ve Hüseyin'i sık sık yanına çağırtıp onları koklar ve bağrına basardı.[863]

 

İbnu Rebi'ati'ibni'l Haris (ra) diyor ki:

 

"Babam beni, Abbas (ra)'da oğlu el-Fadl (ra)'ı Resulullah'a gönderdi. Huzurlarına girdiğimiz zaman bizi sağlı sollu oturttu ve bizi öylesine sıkı kucakladı ki daha kuvvetlisini görmedik."[864]

 

Resulullah (a.s)çocuklara olan sevgisini gösterirken sıkça onların başlarını okşardı ve onlara hayır duaları ederdi. Örneğin Yusuf İbni Abdillah İbni Selam (ra), "Hz. Peygamber (a.s) beni Yusuf diye isimlendirdi, başımı okşadı" der. Amr İbnu Hureys (ra) ise annesinin kendisini Hz. Peygamber (a.s)'ın huzuruna götürdüğünü, Resulullah (a.s)'ın başını okşayıp bol rızka kavuşması için dua ettiğini, Abdullah İbnu Utbe (ra) de beş-altı yaşlarındayken Peygamberimiz Efendimizin başını okşayarak, zürriyeti ve bereketi için dua ettiğini hatırlayabildiğini anlatır.[865]

 

Hz. Muhammed (a.s)'ın çocuklara gösterdiği ilgili ve sevgi dolu tavrı, Ebu Hüreyre (ra) de şu örneklerle anlatmıştır:

 

"Meyvenin ilk çıkanı getirildiği zaman Resulullah (a.s) şöyle derdi: 'Allah'ım Bize, Medine’mize, meyvelerimize, müdd ve saımıza (yani ölçeklerimize) kat kat bereket ver' diye dua ederdi. Sonra meyveyi orada bulunan en küçük yaştakine verirdi."[866]

 

"Çocuklarla o kadar içice olmuştu ki, bir defasında yarış yapan çocukları görmüştü de, onların neşesine katılmak için birlikte koşmuştu."[867]

 

Cabir İbnu Semüre (ra) de aynı konuda şunları anlatmıştır:

 

"Resulullah aleyhissalatu vesselam'la birlikte ilk namazı kıldım. Sonra aleyhissalatu vesselam ehline gitti. Onunla ben de çıktım. Onu bir kısım çocuklar karşıladı. Derken onların yanaklarını bir bir okşamaya başladı. Benim yanağımı da okşadı. Elinde bir serinlik ve hoş bir koku hissettim."[868]

 

Kız çocuklarının doğar doğmaz öldürüldükleri bir dönemde peygamber olarak görevlendirilen Hz. Muhammed (a.s), kız çocuklarını da erkek çocuklardan ayırmamak gerektiğini, kız çocuklarını öldürmenin günah olduğunu bildirmiş, ve hepsine eşit sevgi ve ilgi göstererek, topluma da güzel bir örnek olmuştur. Peygamberimiz (a.s)'ın kız çocuklarındaki güzel özellikleri vurguladığı sözlerinden biri şudur:

 

"Kız ne güzel evlattır. Şefkatli, yardımsever, munis, kutlu ve analık duyguları ile doludur."[869]

 

Peygamberimiz (a.s) sevgisini hem sözleriyle hem de davranışlarıyla gösterirdi. Çocuklara onları sevdiğini söylerdi.[870]

 

Peygamber Efendimiz, çocuklara olan şefkatinde hiçbir ayırım gözetmezdi. Kendi çocuklarına ve torunlarına gösterdiği sevgi ve merhametin aynısını diğer Sahabî çocuklarına da gösterirdi. Halid bin Said (ra), Peygamberimiz (a.s)'ı ziyarete geldiğinde yanında küçük kızı da vardı. Habeşistan'da doğduğu için, Peygamberimiz (a.s) ona ayrı bir yakınlık gösterirdi. Bir seferinde Peygamberimiz (a.s)'ın eline işlemeli bir kumaş parçası geçmişti. Hz. Halid'in kızını çağırttı ve ona verdi, sevindirdi.

 

Cemre o sıralar küçük bir çocuktu. Babası alır, onu Peygamberimiz (a.s)'ın huzuruna götürür, derdi ki: "Yâ Resulallah, şu kızım için Allah'a bereketle dua eder misiniz?" Peygamber Efendimiz Cemre'yi kucağına oturttu, elini başına koydu ve bereketle dua buyurdu.

 

Peygamberimiz (a.s)'ın yardımcısı Hz. Zeyd (ra)'ın oğlu Üsame (ra) Peygamber Efendimiz ile ilgili şunları anlatmıştır:

 

"Resulullah bir dizine beni, bir dizine de torunu Hasan'ı oturtur; sonra ikimizi birden bağrına basar ve 'Ya Rabbi, bunlara rahmet et. Çünkü ben bunlara karşı merhametliyim' diye dua ederdi."[871]

 

Bazı kimseler, Peygamberimiz (a.s)'ın çocuklarla oyun oynamasını, onlarla ilgilenmesini anlamıyorlardı. Bir defasında Akra bin Habis (ra), Peygamberimiz (a.s)'ı, Hz. Hasan'ı öperken gördü ve şöyle dedi:

 

"Benim on çocuğum var. Şimdiye kadar hiçbirini öpmedim." Bunun üzerine Peygamberimiz, "Merhamet etmeyene merhamet olunmaz" buyurdu."[872]

 

Peygamber Efendimiz mübarek evladı Hz. İbrahim'i de, süt annesinin evinde sık sık ziyarete gider, şefkat ve merhametini göstererek, başını okşar, bağrına basardı. Peygamber Efendimizin hizmetkarı Hz. Enes (ra), ilgili bir hatırasını şöyle anlatır:

 

"Ben ev halkına Resul-i Ekremden (a.s) daha şefkatli, daha merhametli davranan bir kimse hayatımda görmedim. İbrahim, Medine'nin Avali kısmında sütannesinin yanında bulunurken, Peygamberimiz onu görmeye gider, biz de beraberinde bulunurduk... Peygamberimiz içeri girer, oğlunu alır, öper, sonra dönerdi... Yine bir gün gittiğimizde Resulullah çocuğunu getirtti, bağrına bastı. Ona bazı sözler söyledi, onunla konuştu."[873]

 

Hazret-i Ali anlatıyor:

 

"Peygamber Efendimiz bize ziyarete gelmişti. O gece bizde kaldı. Hasan ve Hüseyin de uyuyorlardı. Bir ara Hasan su istedi. Peygamberimiz hemen kalktı ve su kırbasından bir bardak su aldı, çocuğa verdi…"[874]

 

Peygamberimiz (a.s), ayrıca müminlere çocukları arasında adaletle davranmalarını hatırlatmış ve şöyle demiştir:

 

"Allah'tan korkun. Çocuklarınızın size itaatli olmalarını istediğiniz gibi siz de onların aralarında adaletle davranınız."[875]

 

"Allah öpücüğe varıncaya kadar her hususta çocuklar arasında adaletli davranmanızı sever."[876]

 

Peygamberimiz (a.s) çocukların eğitilmeleri ve güzel ahlak ile terbiye edilmeleri üzerinde de durmuş ve bu konuda birçok tavsiyede bulunarak yol göstermiştir. Peygamberimizin (a.s) bu konudaki sözlerinden bazıları şöyledir:

 

"Bir baba çocuğuna güzel ahlaktan daha üstün bir miras bırakamaz."[877]

 

"Çocuğun, babası üzerindeki haklarından biri ismini ve edebini güzel yapmasıdır."[878]

 

"Çocuklarınıza ikram edin ve terbiyelerini güzel yapın..."[879]

 

Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s), her konuda olduğu gibi, çocuklarla ilgilenmesi, onlara gösterdiği sevgi ve şefkat ile müminlere en güzel örnektir. Peygamberimiz (a.s) "Küçüklerimize şefkat etmeyen ... bizden değildir"[880]  diyerek, çocuklara gösterilen şefkatin önemini belirtmiştir.

 

Peygamber Efendimizin eşleri müminlerin anneleridir

 

Peygamber Efendimizin eşleri, tüm müminlerin anneleri, tüm müslüman kadınlara örnek, takva sahibi müminlerdir. Kuran'da, hadis-i şeriflerde ve Peygamber Efendimizin hayatı hakkındaki rivayetlerde Hz. Muhammed (a.s)'ın eşlerinin huyları, imanları, Peygamberimiz (a.s)'e nasıl yardımcı oldukları, yaptıkları tebliğ ve güzel ahlakları hakkında birçok bilgi verilmektedir.

 

Kur’an'da Peygamber Efendimizin eşleri hakkında verilen bilgilerden biri, onların tüm müminlerin annesi olduğudur:

 

اَلنَّبِىُّ اَوْلى بِالْمُؤْمِنينَ مِنْ اَنْفُسِهِمْ وَاَزْوَاجُهُ اُمَّهَاتُهُمْ وَاُولُوا الْاَرْحَامِ بَعْضُهُمْ اَوْلى بِبَعْضٍ فى كِتَابِ اللّهِ مِنَ الْمُؤْمِنينَ  وَالْمُهَاجِرينَ اِلَّا اَنْ تَفْعَلُوا اِلى اَوْلِيَائِكُمْ مَعْرُوفًا كَانَ ذلِكَ فِى الْكِتَابِ مَسْطُورًا

 

“Peygamber, mü'minlere kendi nefslerinden daha mukaddemdir. Ve onun refikaları da mü'minlerin valideleridir. Karabet sahipleri de Allah'ın kitabında birbirlerine diğer mü'minlerden ve muhacirlerden daha yakındır. Ancak dostlarınıza bir iyilik yapacak olmanız müstesna. Bu, kitapta yazılmış bulunmaktadır.”[881]

 

Bir başka ayette ise, Allah müminlere, Peygamberimiz (a.s)'den sonra onun eşlerini nikahlamalarını yasaklamıştır. Bu ayet şöyledir:

 

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا لَا تَدْخُلوُا بُيُوتَ النَّبِىِّ اِلَّا اَنْ يُؤْذَنَ لَكُمْ اِلى طَعَامٍ غَيْرَ نَاظِرينَ اِنيهُ وَلكِنْ اِذَا دُعيتُمْ فَادْخُلُوا فَاِذَا طَعِمْتُمْ فَانْتَشِرُوا وَلَا مُسْتَاْنِسينَ لِحَديثٍ اِنَّ ذلِكُمْ كَانَ يُؤْذِى النَّبِىَّ فَيَسْتَحْي مِنْكُمْ وَاللّهُ لَايَسْتَحْي مِنَ الْحَقِّ وَاِذَا سَاَلْتُمُوهُنَّ مَتَاعًا فَسَْلُوهُنَّ مِنْ وَرَاءِ حِجَابٍ ذلِكُمْ اَطْهَرُ لِقُلُوبِكُمْ وَقُلُوبِهِنَّ وَمَا كَانَ لَكُمْ اَنْ تُؤْذُوا رَسُولَ اللّهِ وَلَا اَنْ تَنْكِحُوا اَزْوَاجَهُ مِنْ بَعْدِه اَبَدًا اِنَّ ذلِكُمْ كَانَ عِنْدَ اللّهِ عَظيمًا

 

“Ey imân etmiş olanlar! Peygamberin hanelerine bir yemeğe davet olunmadan girip yemek pişmesini beklemeyin. Meğer ki, size izin verilmiş olsun. Fakat (öyle) davet olunduğunuz vakit giriniz. Yemeği yedikten sonra lâfa dalmaksızın dağılınız. Çünkü o, şüphe yok ki peygambere eziyet verir, o da sizden utanır. Fakat Allah hakkı bildirmekten çekinmez. Ve onlardan bir lüzumlu şey soracağınız vakit de onlardan bir perde ardından (sorunuz). Bu sizin kalpleriniz için ve onların kalpleri için daha temizdir ve Allah'ın ResûIüne sizin eziyet vermeniz doğru değildir ve ondan sonra zevcelerini nikah etmeniz de ebedîyyen (caiz değildir). Şüphe yok ki o, Allah indinde çok büyük (bir günah) bulunmaktadır.”[882]

 

Kur’an'ın bazı ayetlerinde ise, Peygamberimiz (a.s)'ın hanımlarının diğer kadınlar gibi olmadıkları belirtilmiş ve onların nasıl bir tavır içinde olmaları gerektiği haber verilmiştir. Ayetlerde şöyle buyrulur:

 

يَا نِسَاءَ النَّبِىِّ لَسْتُنَّ كَاَحَدٍ مِنَ النِّسَاءِ اِنِ اتَّقَيْتُنَّ فَلَا تَخْضَعْنَ بِالْقَوْلِ فَيَطْمَعَ الَّذى فى قَلْبِه مَرَضٌ وَقُلْنَ قَوْلًا مَعْرُوفًا (*) وَقَرْنَ فى بُيُوتِكُنَّ وَلَا تَبَرَّجْنَ تَبَرُّجَ الْجَاهِلِيَّةِ الْاُولى وَاَقِمْنَ الصَّلوةَ وَاتينَ الزَّكوةَ وَاَطِعْنَ اللّهَ وَرَسُولَهُ اِنَّمَا يُريدُ اللّهُ لِيُذْهِبَ عَنْكُمُ الرِّجْسَ اَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهيرًا (*) وَاذْكُرْنَ مَا يُتْلى فى بُيُوتِكُنَّ مِنْ ايَاتِ اللّهِ وَالْحِكْمَةِ اِنَّ اللّهَ كَانَ لَطيفًا خَبيرًا

 

“Ey peygamberin kadınları, siz kadınlardan herhangi biri (gibi) değilsiniz; eğer sakınıyorsanız, artık sözü çekicilikle söylemeyin ki, sonra kalbinde hastalık bulunan kimse tamah eder. Sözü maruf bir tarzda söyleyin. Evlerinizde vakarla-oturun (evlerinizi karargah edinin), ilk cahiliye (kadınları)nın süslerini açığa vurması gibi, siz de süslerinizi açığa vurmayın; namazı dosdoğru kılın, zekatı verin, Allah'a ve elçisine itaat edin. Ey Ehl-i Beyt, gerçekten Allah, sizden kiri (günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister. Evlerinizde okunmakta olan Allah'ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah, latiftir, haberdar olandır.”[883]

 

Peygamberimizin takva sahibi eşlerinin ayetlerde bildirilen tutumları, yani sözü maruf, akla ve vicdana uygun bir şekilde söylemeleri, vakarlı tavırları, sakınmaları, ibadetlerde ve Peygamber Efendimize itaatteki titizlikleri, Kur’an'ı ve Peygamberimiz (a.s)'ın sünnetini çok iyi biliyor olmaları tüm mümin kadınlara örnektir.

 

Allah, ayetlerinde Peygamberimiz (a.s)'ın hanımlarının ecirlerinin iki kat verileceğini şöyle bildirmiştir:

 

يَا نِسَاءَ النَّبِىِّ مَنْ يَاْتِ مِنْكُنَّ بِفَاحِشَةٍ مُبَيِّنَةٍ يُضَاعَفْ لَهَا الْعَذَابُ ضِعْفَيْنِ وَكَانَ ذلِكَ عَلَى اللّهِ يَسيرًا وَمَنْ يَقْنُتْ مِنْكُنَّ لِلّهِ وَرَسُولِه وَتَعْمَلْ صَالِحًا نُؤْتِهَا اَجْرَهَا مَرَّتَيْنِ وَاَعْتَدْنَا لَهَا رِزْقًا كَريمًا () يَا نِسَاءَ النَّبِىِّ لَسْتُنَّ كَاَحَدٍ مِنَ النِّسَاءِ اِنِ

 

“Ey peygamberin kadınları, sizden kim açık bir çirkin-utanmazlıkta bulunursa, onun azabı iki kat olarak arttırılır. Bu da Allah'a göre pek kolaydır. Ama sizden kim Allah'a ve Resûlü'ne gönülden -itaat eder ve salih bir amelde bulunursa, ona ecrini iki kat veririz. Ve Biz ona üstün bir rızık da hazırlamışızdır.”[884]

 

Peygamber Efendimizin mübarek eşlerinden ilki, Hz. Hatice (ra)'dır. Hz. Hatice aynı zamanda ilk müslümanlardandır. Peygamberimiz (a.s), ilk vahyi aldığında hemen kendisine söylemiştir. Aklı, feraseti, basireti ve hikmeti ile tanınan Hz. Hatice, hemen iman etmiş ve o günden sonra Peygamberimiz (a.s)'e büyük destek olmuş, Kur’an ahlakının yayılmasında maddi ve manevi olarak büyük bir çaba göstermiştir.

 

Peygamberimiz (a.s)'ın Hazreti Hatice, Hazreti Aişe, Hazreti Hafsa, Hazreti Zeyneb, Hazreti Ümmü Seleme, Hazreti Cuveyriye, Hazreti Ümmü Habibe, Hazreti Safiye, Hazreti Meymune gibi isimleri zikredilen diğer hanımları da fedakarlıkları, sabırları ve Peygamber Efendimize olan bağlılıkları ile sahabelere örnek olmuşlardır.

 

Peygamberimiz (a.s), hem hanımları hem de çocukları ile çok yakından ilgilenmiş, onların imanlarını, sağlıklarını, neşelerini ve ilimlerini artırmalarına vesile olmuştur. Rivayetlerde Peygamberimiz (a.s)'ın hanımları ile oyunlar oynadığı, koşu yarışları yaptığı da belirtilir. Sahabeler "Peygamber (a.s) hanımlarıyla en fazla şakalaşan kişiydi"[885]  diyerek, Peygamber Efendimizin eşlerine olan ilgisini belirtmiştir.

 

Ayrıca Hz. Aişe (ra)'den rivayet edildiğine göre, Peygamber Efendimiz, “Hanımlarına karşı insanların en yumuşağı, en kerimi, güler yüzlüsü ve mütebessim olanı idi."[886]

 

Peygamber Efendimizin bilinen bir başka özelliği ise, hanımları arasında son derece adaletli olmasıdır. Hatta rivayetlerde. eşlerini ziyaretlerini eşit olarak taksim ettiği belirtilir. Bu konuda Hz. Aişe (ra) şöyle der:

 

"Resulullah (a.s) gece taksiminde adalete riayet eder ve derdi ki: "Ey Allah'ım. Bu taksim benim iktidarımda olanda yaptığım bir taksimdir. Senin muktedir olup benim muktedir olmadığım şeyden dolayı beni levmetme."[887]

 

Hz. Enes (ra) anlatıyor:

 

"Resulullah (a.s)'ın yanında dokuz hanımı vardı. Hanımlara uğrama işini sıraya koyuyordu. Birinci hanımına ikinci uğrayışı dokuz gün sonra oluyordu. Hanımları her akşam Resullulah'ın o gün geleceği odada toplanıyordu."[888]

 

Peygamber Efendimiz birçok sözünde de mümin kadınların ne kadar değerli varlıklar olduklarını belirtmiştir. Örneğin bir sözünde "Dünya bir metaıdır. Dünya metaının en hayırlısı saliha kadındır" [889] dediği belirtilir.

 

Peygamber Efendimiz ashabına da eşlerine karşı nasıl bir tutum içinde olmaları gerektiğini anlatmıştır:

 

"En olgun imana sahip mümin huyu en güzel ve ailesine karşı en nazik, lütufkar olanıdır."[890]

 

"En hayırlınız, hanımlarına en hayırlı olanınızdır. Ben hanımlarına karşı sizlerin en iyisiyim."[891]

 

Peygamberimizin Geleceğe Dair Verdiği Haberler

 

Her insanın, her toplumun ve her ülkenin bir kaderi vardır. Dünya üzerinde henüz hiçbir insan yaratılmamışken, her insanın gelecekte neler yaşayacağı, bir ülkenin hangi olaylara şahit olacağı, bir toplumun geçireceği evreler ve bu gibi her olay Allah katında tüm detayları ile belirlenmiştir. Ancak insanlar, önceden belirlenmiş, Allah'ın katında yaşanmış ve hatta bitmiş olan bu olayların hiçbirinden haberdar olmazlar. Bunları, ancak yaşadıkça görür ve bilirler. Dolayısıyla gelecek insanlar için gaybtır, yani bilinmezdir.

 

Ancak Allah, bazı kullarına gayba dair bazı bilgiler verdiğini Kur’an'da bildirmiştir. Bu kişilerden biri de Hz. Yusuf'tur. Hz. Yusuf, zindanda iken, Allah'ın varlığının delillerini anlattığı iki arkadaşına şöyle demiştir:

 

قَالَ لَا يَاْتيكُمَا طَعَامٌ تُرْزَقَانِه اِلَّا نَبَّاْتُكُمَا بِتَاْويلِه قَبْلَ اَنْ  يَاْتِيَكُمَا ذلِكُمَا مِمَّا عَلَّمَنى رَبّى اِنّى تَرَكْتُ مِلَّةَ قَوْمٍ لَا يُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَهُمْ بِالْاخِرَةِ هُمْ كَافِرُونَ

 

“Dedi ki: "Size rızıklanacağınız bir yemek gelecek olsa, ben mutlaka size daha gelmeden önce onun ne olduğunu haber veririm. Bu, Rabbimin bana öğrettiklerindendir. Doğrusu ben, Allah'a iman etmeyen, ahireti de tanımayanların ta kendileri olan bir topluluğun dinini terk ettim."[892]

 

Ayette de bildirildiği gibi, Hz. Yusuf gayb olan bir haberi bildiğini söylemektedir. Bu, Allah'ın Hz. Yusuf'a verdiği bir ilim ve mucizedir. Allah, Hz. Yusuf'a ayrıca rüyaları yorumlama ilmini de vermiştir. Hz. Yusuf -Allah'ın dilemesi ile- gelecekte olacak bazı olayları görebilmektedir.

 

Hz. Yusuf'a verilen ilmin bir benzeri başka peygamberlere de verilmiştir. Allah ayetlerde, elçilerinden seçtiği kimselere gayb haberlerini açıklayacağını şöyle bildirmiştir:

 

عَالِمُ الْغَيْبِ فَلَا يُظْهِرُ عَلى غَيْبِه اَحَدًا (*) اِلَّا مَنِ ارْتَضى مِنْ رَسُولٍ فَاِنَّهُ يَسْلُكُ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِه رَصَدًا

 

“O, gaybı bilendir. Kendi gaybını (görülmez bilgi hazinesini) kimseye açık tutmaz (ona muttali kılmaz.) Ancak elçileri (peygamberleri) içinde razı olduğu (seçtikleri kimseler) başka. Çünkü O, bunun önüne ve arkasına izleyici (gözetleyici)ler dizer.”[893]

 

Elbette Rabbimiz Peygamber Efendimize de gayba dair pek çok haber vermiştir. Peygamberimiz (a.s) hem geçmişte meydana gelen ve kimsenin bilmediği olayları, hem de gelecekte gerçekleşecek olan birçok olayı Allah'ın bildirmesiyle öğrenmiştir. Bir ayette Allah bu gerçeği şöyle haber verir:

 

ذلِكَ مِنْ اَنْبَاءِ الْغَيْبِ نُوحيهِ اِلَيْكَ وَمَا كُنْتَ لَدَيْهِمْ اِذْ اَجْمَعُوا اَمْرَهُمْ وَهُمْ يَمْكُرُونَ

 

“Bu, sana (ey Muhammed) vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Yoksa onlar, (Yusuf'un kardeşleri) o hileli-düzeni kurarlarken, yapacakları işe topluca karar verdikleri zaman sen yanlarında değildin.”[894]

 

Bu bölümde, Allah'ın, Peygamber Efendimize hem Kuran aracılığı ile, hem de kendisine özel olarak bildirdiği ve Peygamberimiz (a.s)'ın hadisleri aracılığı ile bize ulaşan bu gayb haberlerinden birkaçına yer verilecektir.

 

Bu haberlerin pek çoğu gerçekleşmiştir ve insanlar da bu mucizeye şahit olmuşlardır. Bu, hem Peygamber Efendimizin Allah'ın elçisi olduğunun hem de Kuran'ın Allah'ın sözü olduğunun delillerinden biridir.

 

Peygamberimiz (a.s)'e Kur’an İle Verilen Gayb Haberlerinden Bazıları

 

الم (*) غُلِبَتِ الرُّومُ (*) فى اَدْنَى الْاَرْضِ وَهُمْ مِنْ بَعْدِ غَلَبِهِمْ سَيَغْلِبُونَ (*) فى بِضْعِ سِنينَ لِلّهِ الْاَمْرُ مِنْ قَبْلُ وَمِنْ بَعْدُ وَيَوْمَئِذٍ يَفْرَحُ الْمُؤْمِنُونَ

 

“Elif, Lam, Mim. Rum (orduları) yenilgiye uğradı. "Dünyanın en alçak yerinde". Ama onlar, yenilgilerinden sonra yeneceklerdir. Üç ile dokuz yıl içinde. Bundan önce de, sonra da emir Allah'ındır. Ve o gün müminler sevineceklerdir.”[895]

 

Peygamber Efendimize Kur’an aracılığı ile gelecek hakkında verilen haberlerden biri, Rum Suresi'nin hemen başındaki ayetlerde yer alır. Bu ayetlerde Bizans İmparatorluğu'nun bir yenilgiye uğradığı, ama çok kısa bir zaman sonra tekrar galip geleceği bildirilmiştir.

 

Bu ayetler, Hıristiyan olan Bizanslıların, putperest bir toplum olan Persler karşısında çok ağır bir yenilgiye uğramasından yaklaşık 7 sene sonra, M.S. 620 civarında indirilmişti. Ve ayetlerde Bizans'ın çok yakında galip geleceği haber veriliyordu. Oysa o sırada Bizans o kadar büyük kayıplara uğramıştı ki, değil tekrar galip gelmesi, ayakta kalması bile imkansız görülüyordu. Yalnız Persler değil Avarlar, Slavlar ve Lombardlar da Bizans devletine karşı büyük tehdit oluşturmaktaydı. Avarlar İstanbul önlerine kadar gelmişlerdi. Bizans Kralı Heraklius, ordunun masraflarını karşılayabilmek için kiliselerdeki altın ve gümüş süs eşyalarının eritilip paraya çevrilmesini emretmişti. Hatta bunlar da yetmeyince bronzdan heykeller bile para yapımı için eritilmeye başlanmıştı. Pek çok vali, Kral Heraklius'a isyan etmiş, imparatorluk parçalanma noktasına gelmişti. Önceden Bizans toprağı olan Mezopotamya, Kilikya, Suriye, Filistin, Mısır ve Ermenistan, putperest Perslerin işgali altına girmişti.[896]

 

Kısacası, herkes Bizans'ın yok olmasını bekliyordu. Ama tam bu dönemde, Rum Suresi'nin ilk ayetleri vahyedildi ve Bizans'ın dokuz yıl geçmeden yeniden galip geleceği haber verildi. Bu galibiyet öylesine imkansız gözüküyordu ki, Arap müşrikleri Kur’an'da haber verilen bu zaferin, asla gerçekleşmeyeceğini düşünüyorlardı.

 

Fakat Kur’an'ın tüm haberleri gibi bu da hiç kuşkusuz gerçekti. Rum Suresi'nin ilk ayetlerinin indirilmesinden yaklaşık 7 yıl sonra, M.S. 627 yılının Aralık ayında, Bizans ve Pers İmparatorlukları arasında Ninova harabeleri yakınında büyük bir savaş daha oldu. Ve bu kez Bizans ordusu, Persleri yenilgiye uğrattı. Birkaç ay sonra da Persler işgal ettikleri yerleri Bizans'a geri veren bir anlaşma imzalamak zorunda kaldılar.[897] Böylece Allah'ın Kur’an ile Peygamber Efendimize bildirdiği "Rum'un zaferi", mucizevi bir şekilde gerçek oldu.

 

Bu ayetlerde yer alan bir başka mucize de, o dönemde kimsenin tespit etmesinin mümkün olmadığı coğrafi bir gerçeğin haber verilmesidir.

 

Rum Suresi'nin 3. ayetinde, Rumların "Dünyanın en alçak yerinde" yenildikleri belirtilir. Arapça’sı "Edna el ard" olan bu ifade, bazı meallerde "yakın bir yer" olarak da tercüme edilir. Ancak bu tercüme, orijinal ifadenin tam karşılığı değil, mecazi bir yorumudur. "Edna" kelimesi Arapçada "alçak" demek olan "deni" kelimesinden türemiştir ve "en alçak" anlamına gelir. "Ard" ise yeryüzü demektir. Dolayısıyla "Edna el ard" ifadesi de "yeryüzünün en alçak yeri" manasına gelmektedir.

 

Bizans İmparatorluğu ile Persler arasındaki savaş, yeryüzünün gerçekten en alçak noktasında gerçekleşmiştir. Söz konusu savaşın yeri, Suriye, Filistin ve şimdiki Ürdün topraklarının kesiştiği bölgede yer alan Lut Gölü havzasıdır. Ve bilindiği gibi deniz seviyesinden 395 metre aşağıda olan Lut Gölü çevresi, yeryüzünün "en alçak" bölgesidir. Yani Rumlar, tam ayette belirtildiği gibi, "yeryüzünün en alçak yeri"nde yenilmişlerdir.

 

Burada dikkat edilmesi gereken nokta, Lut Gölü'nün rakımının, ancak modern çağdaki ölçümlerle tespit edilebilmiş olmasıdır. Daha önce hiç kimsenin Lut Gölü'nün dünyanın en alçak bölgesi olduğunu bilmesi mümkün değildir. Ama bu bölge Kuran'da "yeryüzünün en alçak yeri" olarak tanımlanmıştır. Bu, Kuran'ın İlahi bir söz olduğunun ve Peygamberimiz (a.s)'ın Allah'ın Resulü olduğunun delillerinden birini oluşturmaktadır.

 

سُبْحَانَ الَّذى اَسْرى بِعَبْدِه لَيْلًا مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ الْاَقْصَاالَّذى بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ ايَاتِنَا اِنَّهُ هُوَالسَّميعُ الْبَصيرُ

 

“Bir kısım ayetlerimizi kendisine göstermek için, kulunu bir gece Mescid-i Haram'dan, çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa'ya götüren O (Allah) yücedir. Gerçekten O, işitendir, görendir.”[898]

 

Bu ayette Allah, Peygamber Efendimizi bir gece Mescid-i Aksa'ya götürdüğünü ve orayı gösterdiğini bildirmektedir. Bu, çok büyük bir mucizedir. Bilindiği gibi, Mescid-i Haram Mekke'de, Mescid-i Aksa ise Kudüs'tedir. Ve Peygamber Efendimiz, bu olay gerçekleştiğinde Mekke'de bulunmaktadır. O dönemin koşullarında ise, bir gece içinde Mekke'den Kudüs'e gitmek imkansızdır. Ayrıca şunu da belirtmeliyiz ki, Peygamber Efendimiz, Kudüs'ü ve Mescid'i Aksa'yı daha önce hiç görmemiştir.

 

Ertesi gün, bu büyük mucizeyi çevresindekilere anlattığında, Mekke'li müşriklerin ona inanmadıkları ve delil göstermesini istedikleri rivayet edilir. Kureyşlilerin içinde Mescid-i Aksa'yı görmüş olanlar vardır ve Peygamber Efendimiz Mescid-i Aksa'yı tarif etmesini istemişler, kendisine bununla ilgili sorular sormuşlardır.

 

Peygamber Efendimiz, Mescid-i Aksa'yı doğru olarak anlatınca, müşrikler Peygamberimiz (a.s)'ın Mescid-i Aksa'yı tanımlamada isabet buyurduğunu söylemişler, sonra da, o yoldan gelmekte olan kervanlar ile karşılaşıp karşılaşmadığını sormuşlardır. Peygamberimiz (a.s) bu soru üzerine, "Evet, onun kervanlarıyla karşılaştım, Revhâ'da idi. Bir deve kaybetmişler arıyorlardı. Yüklerinde bir su kadehi vardı. Susadım onu alıp su içtim ve yine eskiden olduğu gibi yerine koydum. Geldiklerinde sorun bakalım kadehte suyu bulmuşlar mı?" buyurdu. Kureyşliler, "Bu da diğer bir alâmettir" dedikten sonra, Peygamber Efendimize kervanla ilgili detaylar sormaya devam etmişlerdir. Peygamberimiz (a.s) ise, sorduklarının hepsine cevap vermiş ve şöyle demiştir: "İçlerinde şu kişi önde, boz renkte bir deve üzerinde dikilmiş iki harar olduğu halde şu gün güneşin doğması ile beraber gelirler". Bunun üzerine: "Bu da diğer bir âyettir" diyerek o gün hızla Seniyye'ye doğru yola çıkarak güneşin doğuşunu bekledikleri rivayet edilmektedir. Gerçekten de güneşin doğması ile söz konusu kervan da görünmüştür. Kervanın önünde ise aynı Peygamber Efendimizin tarif ettiği gibi bir boz deve de bulunmaktadır.[899]

 

Allah'ın, Peygamberimiz (a.s)'e, hayatı boyunca hiç görmediği bir mekanı, oraya gitmeden göstermesi çok önemli bir mucizedir. O dönemde, Mekke'den Kudüs'e, bir gecede ulaşmanın imkansız olması ise bu mucizeyi daha açık ve görülür hale getirmektedir.

 

لَقَدْ صَدَقَ اللّهُ رَسُولَهُ الرُّءْيَا بِالْحَقِّ لَتَدْخُلُنَّ الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ اِنْ شَاءَ اللّهُ امِنينَ مُحَلِّقينَ رُؤُسَكُمْ وَمُقَصِّرينَ لَا تَخَافُونَ فَعَلِمَ مَا لَمْ تَعْلَمُوا فَجَعَلَ مِنْ دُونِ ذلِكَ فَتْحًا قَريبًا

 

“Andolsun Allah, elçisinin gördüğü rüyanın hak olduğunu doğruladı. Eğer Allah dilerse, mutlaka siz Mescid-i Haram'a güven içinde, saçlarınızı tıraş etmiş, (kiminiz de) kısaltmış olarak (ve) korkusuzca gireceksiniz. Fakat Allah, sizin bilmediğinizi bildi, böylece bundan önce size yakın bir fetih (nasib) kıldı.”[900]

 

Peygamber Efendimiz, Medine'de iken rüyasında, müminlerin güven içinde Mescid-i Haram'a girdiklerini ve Kabe'yi tavaf ettiklerini görmüş ve müminleri bu haberle müjdelemiştir. Çünkü, Mekke'den Medine'ye hicret eden müminler, o zamandan beri Mekke'ye girememektedirler. Peygamber Efendimiz (a.s)'ın bu rüyasını açıklaması üzerine, rivayetlere göre, müminler Mekke'ye umre niyetiyle gitmişler, ancak müşrikler onların Mekke'ye girmelerine izin vermemişlerdir. Münafıklar ise fitne çıkarmak için bunu fırsat bilmişler, ne Kabe'ye gidebildiklerini, ne de saçlarını tıraş edebildiklerini söyleyerek, Peygamberimiz (a.s)'ın gördüğü rüyayı yalanlamaya çalışmışlardır.

 

Allah, Peygamberimiz (a.s)'e katından bir yardım ve destek olarak Fetih Suresi'nin 27. ayetini vahyetmiş ve rüyasının doğru olduğunu, Allah eğer dilerse müminlerin Mekke'ye girebileceklerini bildirmiştir. Gerçekten de, bir süre sonra, önce Hudeybiye barışı ve ardından gelen Mekke'nin fethi ile, Müslümanlar, aynı ayette bildirildiği gibi güven içinde Mescid-i Haram'a girmişlerdir. Böylece Allah, Peygamber Efendimizin önceden haber verdiği müjdenin gerçek olduğunu göstermiştir.[901]

 

Burada önemli olan bir başka nokta ise şudur: Peygamber Efendimiz müminlere bu müjdeyi verdiğinde, ortada hiç böyle bir durum bulunmamaktadır. Hatta, koşullar tam aksini göstermekte, müşrikler müminleri kesinlikle Mekke'ye sokmamakta kararlı görünmektedirler. Bu ise, kalbinde hastalık olanların, Peygamber Efendimizin söylediklerine şüphe ile bakmalarına neden olmaktadır. Ancak Peygamberimiz (a.s) Allah'a güvenerek, insanların ne diyeceklerini hiç önemsemeden, Allah'ın kendisine bildirdiğine iman etmiş ve bunu insanlara açıklamıştır. Söylediklerinin Kur’an ayetleri ile teyid edilmesi ve yakın bir gelecekte, söylediklerinin gerçekleşmesi ise Peygamberimiz (a.s)'ın ve Kur’an'ın önemli bir mucizesidir.

 

وَقَضَيْنَا اِلى بَنى اِسْرَائلَ فِى الْكِتَابِ لَتُفْسِدُنَّ فِى الْاَرْضِ مَرَّتَيْنِ وَلَتَعْلُنَّ عُلُوًّا كَبيرًا (*) فَاِذَا جَاءَ وَعْدُ اُوليهُمَا بَعَثْنَا عَلَيْكُمْ عِبَادًا لَنَا اُولى بَاْسٍ شَديدٍ فَجَاسُوا خِلَالَ الدِّيَارِ وَكَانَ وَعْدًا مَفْعُولًا (*) ثُمَّ رَدَدْنَا لَكُمُ الْكَرَّةَ عَلَيْهِمْ وَاَمْدَدْنَاكُمْ بِاَمْوَالٍ وَبَنينَ وَجَعَلْنَاكُمْ اَكْثَرَ نَفيرًا

 

“Kitapta İsrailoğulları'na şu hükmü verdik: "Muhakkak siz yer(yüzün) de iki defa bozgunculuk çıkaracaksınız ve muhakkak büyük bir kibirleniş-yükselişle kibirlenecek-yükseleceksiniz. Nitekim o ikiden ilk-vaid geldiği zaman, oldukça zorlu olan kullarımızı üzerinize gönderdik de (sizi) evlerin aralarına kadar girip araştırdılar. Bu yerine getirilmesi gereken bir sözdü. Sonra onlara karşı size tekrar 'güç ve kuvvet verdik', size mallar ve çocuklarla yardım ettik ve topluluk olarak sizi sayıca çok kıldık.”[902]

 

İsra Suresi'ndeki bu ayetlerde bildirildiği gibi, İsrailoğulları yeryüzünde iki kez bozgunculuk çıkaracaklardır. Bunlardan ilk "bozgun ve kibirli yükseliş"lerinin ardından, Allah onların üzerine güçlü bir ordu gönderdiğini bildirmektedir. Gerçekten de, İsrailoğulları, Hz. Yahya'yı öldürdükleri ve Hz. İsa'yı öldürmek için tuzak kurdukları dönemin, yani kibirli yükselişlerinin ve bozgunculuklarının hemen ardından, M.S. 70 yılında, Romalılar tarafından Kudüs'ten sürülmüşlerdir. Kudüs'teki Hz. Süleyman tapınağı ise darmadağın edilmiştir.

 

M.S. 70 yılında Filistin'den sürülmelerinin ardından Yahudiler tüm dünyaya yayılmışlardır. Hz. İsa'nın katilleri olarak görüldükleri için de, Avrupa'da bulundukları ülkelerde genellikle küçük görülmüş, zor koşullar altında yaşamışlar, hatta çoğu zaman dinlerini gizlemek zorunda kalmışlardır. Peygamber Efendimize bu ayet vahyedildiği zaman da, Yahudiler bu zor koşullar altında yaşamaktaydılar ve bir devletleri dahi bulunmamaktaydı. Ancak Allah ayetlerde İsrailoğullarına tekrar güç vereceğini haber vermiştir.

 

Peygamber Efendimizin hayatta olduğu dönemde oldukça uzak ve zor bir ihtimal olarak görünen bu olay, daha sonra tam olarak gerçekleşti. Yahudiler, Filistin'e geri döndüler ve 1948 yılında İsrail Devleti'ni kurdular. İsrail'in günümüzdeki siyasi ve askeri gücü ve etkisi ise bilinen bir gerçektir.

 

İsrailoğulları ile ilgili olan bu ayette ve diğer ayetlerde önemli olan noktalardan biri, o dönemde imkansız görünen ve olmasına dair hiçbir gelişme veya ipucu bulunmayan olayların, ileride gerçekleşeceğinin haber verilmesidir. Elbette tüm bunlar Kur’an'ın bir mucizesidir.

 

وَاِذْ اَسَرَّ النَّبِىُّ اِلى بَعْضِ اَزْوَاجِه حَديثًا فَلَمَّا نَبَّاَتْ بِه وَاَظْهَرَهُ اللّهُ عَلَيْهِ عَرَّفَ بَعْضَهُ وَاَعْرَضَ عَنْ بَعْضٍ فَلَمَّا نَبَّاَهَا بِه قَالَتْ مَنْ اَنْبَاَكَ هذَا قَالَ نَبَّاَنِىَ الْعَليمُ الْخَبيرُ

 

“Hani Peygamber, eşlerinden bazılarına gizli bir söz söylemişti. Derken o (eşlerinden biri), bunu haber verip Allah da ona bunu açığa vurunca, o da (Peygamber) bir kısmını açıklamış bir kısmını (söylemekten) vazgeçmişti. Sonunda haberi verince (eşi) demişti ki: "Bunu sana kim haber verdi?" O da: "Bana bilen, (herşeyden) haberdar olan (Allah) haber verdi" demişti.”[903]

 

Bu ayette bildirildiği üzere, Peygamber Efendimiz hanımlarından bazılarına bir sır vermiştir. Ancak onlar bu sırrı tutmayarak, birbirlerine aktarmışlardır. Allah, Peygamber Efendimize, onların bu tavrını bildirmiş ve aralarındaki gizli konuşmaları onlara haber vermiştir. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz hanımlarına, aralarındaki gizli konuşmayı bildiğini söylemiştir.

 

Peygamber Efendimizin hadislerinde bildirdiği gayb haberlerinden bazıları

 

"Sizler Mısır'ı fethedeceksiniz. Orası (paraya) "kirat" denilen yerdir. Oranın halkına hayır tavsiye edin. Onların bir zimmet, bir de rahim (hakkı) vardır."[904]

 

Peygamber Efendimiz hadis-i şeriflerinde Mısır'ın fethedileceğini müjdelemektedir. Peygamberimiz (a.s) bu müjdeyi verdiği sırada Mısır, Romalıların hakimiyeti altındaydı. Ayrıca, müslümanların henüz çok büyük bir gücü bulunmamaktaydı. Ancak, Peygamber Efendimizin, bu sözleri gerçek olmuş, kendisinin vefatından çok zaman geçmeden, Hz. Ömer (ra)'in halifeliği sırasında, M.S. 641 yılında, Amr bin As komutasındaki müslümanlar tarafından Mısır fethedilmiştir.[905] Bu olay, Peygamber Efendimizin gerçekleşen gayb haberlerinden biridir.

 

"Kisra ölünce, ondan başka Kisra yoktur. Kayser de öldü mü ondan sonra bir Kayser yoktur. Nefsimi kudret altında tutan Zat-ı Zülcelal'e yemin olsun, siz her ikisinin de hazinelerini Allah yolunda harcayacaksınız."[906]

 

Bu hadis-i şerifte geçen "Kisra" kelimesi, geçmişte İran kralları için kullanılan bir isimdir. Kayser (Sezar) sıfatı ise, Roma İmparatoru için kullanılmaktaydı. Peygamber Efendimiz, bu her iki kralın sahip olduğu hazinenin Müslümanlara kalacağını müjdelemiştir.

 

Burada dikkat edilmesi gereken nokta, Peygamberimiz (a.s)'ın bu haberi müjdelediği dönemde müslümanların askeri, ekonomik ve siyasi açıdan, henüz böyle büyük bir fetih yapmaya güçlerinin bulunmamasıdır. Ayrıca, bu dönemde, İran ve Bizans İmparatorlukları da, tüm Ortadoğu'ya hakim en güçlü iki devletti. Dolayısıyla, Peygamber Efendimiz, bu iki fethi haber verdiğinde böyle bir siyasi durum söz konusu bile değildi. Ancak, Peygamber Efendimizin haber verdiği bu olaylar da gerçekleşmiştir. Hz. Ömer zamanında İran fethedilmiş ve ganimetlerine el konulmuştur. Ve bu fetihle birlikte Kisraların saltanatı son bulmuştur.[907]

 

Kayser'in ölümü ve hazinelerinin müslümanlara kalması ise, öncelikle müslümanların Halifeler döneminde, Roma İmparatorluğu'na ait çok önemli merkezleri fethetmeleri ile gerçekleşmiştir. Hz. Ebubekir döneminden başlayarak, Kayser'in yönetimi altındaki Ürdün, Filistin, Şam, Kudüs, Suriye, Mısır gibi önemli merkezlerin tamamı fethedilmiştir. İstanbul'un, 1453 yılında Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmesi ve Roma İmparatorluğunun yıkılmasını müteakiben Kayser ünvanı da tarihe gömülmüştür.[908]

 

Amerikalı araştırmacı yazar M.G.S. Hodgson, İslam'ın Serüveni isimli kitabında, müslümanların Bizans ve İran İmparatorluğu'na ait yerlerin fethini şöyle açıklar:

 

"Hz. Muhammed Mekkeli bir Arap olarak, Medine'de dini esaslara göre teşkilatlanmış bir toplum kurar ve Sasani (İran) ve Roma İmparatorlukları üzerine yürüyecek ve hatta yerel düzeyde onların yerine geçecek olan bu toplumu, Arap yarımadasının çoğu kesimine yayar."[909]

 

Böylece, Peygamberimiz (a.s)'ın döneminde siyasi ve ekonomik açıdan imkansız gibi görünen bu önemli fetihler, Allah'ın Hz. Muhammed'e verdiği birer mucize olarak gerçekleşmiştir.

 

"Yüce Allah Kisra'ya oğlu Şireveyh"i musallat kıldı. Şireveyh, onu şu ayda, şu gecede ve gecenin de şu saatinde öldürdü!"[910]

 

"Benim dinim ve hakimiyetim, Kisra'nın mülk ve sanatının ulaştığı yere kadar ulaşacaktır."[911]

 

Peygamber Efendimiz, hükümdarları İslam'a davet kararı almış ve ashabından Abdullah bin Huzayfe (ra)'yi İran Kisrası Perviz İbni Hürmüz'e elçi olarak göndermiştir. İran Kisrası ise, kibirinden hiddetlenmiş ve Peygamber Efendimizin davetine uymamıştır. Hatta, Peygamber Efendimize iki elçi gönderip, Müslümanların kendisine teslim olmalarını söylemiştir. Peygamber Efendimiz ise bu iki elçiyi önce İslamiyet'e davet etmiştir. Daha sonra ise, iki elçiyi ertesi gün kendilerine kararını bildirmek üzere huzurundan çıkarmıştır.[912]

 

Peygamber Efendimiz ayrıca onlara hitaben şöyle demiştir:

"Bazan'a (Kisranın aracı olarak elçi göndermesini emrettiği vali) deyiniz ki: Benim dinim ve hakimiyetim, Kisra'nın mülk ve sanatının ulaştığı yere kadar ulaşacaktır. Yine ona deyiniz ki: Eğer sen Müslüman olursan, şu anda idare etmekte olduğun yerleri sana vereceğim, seni Ebnalardan (Güney Arabistan'a yerleşen İranlılar) meydana gelen kavme hükümdar yapacağım."[913]

 

Bunun üzerine elçiler Yemen'e dönerek olup bitenleri anlattılar ve duyduklarından son derece etkilenen Bazan bunu "Vallahi bu hükümdar sözü değildir. Öyle sanıyorum ki, bu zat dediği gibi bir peygamberdir"[914]  sözleriyle ifade etti.

 

Sonra da adamlarına "Onu nasıl buldunuz?" diye sordu. Peygamberimiz (a.s)'ın heybetinden son derece etkilenen elçiler, "Biz, ondan daha heybetli hiçbir şeyden korkmayan ve muhafızsız bulunan bir hükümdar görmedik. Mütevazi ve yaya olarak halk arasında yürüyordu" dediler.

 

Bazan, bir süre bekleyip Peygamber Efendimizin Kisra hakkında söylediklerinin doğru çıkıp çıkmayacağını görmek istedi. Böylece Peygamber Efendimizin Allah'ın elçisi olduğuna emin olacağını belirtti. Aradan kısa bir süre geçtikten sonra Kisra'nın oğlu Şivereyh'ten Bazan'a şu mealde bir mektup geldi:

"Ben Kisra'yı öldürdüm. Bu mektubum sana gelince, benim namıma, halkın biatını al, Kisra'nın sana yazmış olduğu zat hakkında da, yeni bir emrim gelinceye kadar bekle ve hiçbir teşebbüse geçme."[915]

 

Bazen ve adamları hesap edince, bu olayın tam Peygamberimiz (a.s)'ın belirttiği zamanda meydana geldiğini gördüler.[916]  Bazen bu büyük mucizeyi gördükten sonra iman etti ve müslüman oldu. Onu, Yemen'de oturan Ebnaların müslüman olması izledi.[917]  Bazen, Peygamber Efendimizin tayin ettiği ilk vali idi ve İran valilerinden imana gelen ilk kişi idi.[918]

 

Peygamber Efendimizin, 628 yılında İran Kisrası Perviz'i İslam'a davet eden bir mektup gönderdiği ve İran Kisrası'nın, oğlu tarafından 628 yılında öldürüldüğü tarihi kaynaklarda da belirtilen gerçek bir olaydır.[919]

 

Peygamberimiz (a.s)'ın Ahir Zaman Alametleri Hakkında Bildirdikleri

 

"Kıyametin hemen yakınında anarşi ve kargaşa günleri vardır.”[920]

 

Ahir zaman, kıyamet öncesinde dünya üzerinde yaşanacak olan bir dönemdir. Peygamberimiz (a.s)'ın, ahir zamanda gerçekleşecek olan olaylarla ilgili pek çok haberi bize ulaşmıştır. Bu olayların, içinde bulunduğumuz dönemde birer birer gerçekleşiyor olması Peygamberimiz (a.s)'ın mucizelerinden biridir. Hz. Muhammed (a.s) kendi yaşadığı dönemden 1400 yıl sonrasında meydana gelecek olayları, sanki o dönemi izlemiş gibi detaylı olarak anlatmıştır.

 

Peygamberimiz (a.s)'ın hadislerinde bildirilen çok sayıda ahir zaman ve kıyamet alametlerinden şunları sayabiliriz:

"Dünya hercü merc içinde kaldığında, fitneler zuhur ettiğinde, yollar kesildiğinde, bazıları bazılarına hücum ettiğinde…”[921]

 

"Allah apaçık inkar edilir hale gelmedikçe kıyamet kopmaz.”[922]

 

"Büyük şehirler dün sanki yokmuş gibi helak olur.”[923]

 

"Açlık ve hayat pahalılığı alabildiğine yayılacak.”[924]

 

"Erkekler erkeklerle, kadınlar kadınlarla yetindiklerinde… kıyamet yaklaşmış olacaktır."[925]

 

"Kıyamet yaklaşınca… kadınla yolun ortasında cinsel münasebette bulunacak kadar haya ortadan kalkar."[926]

 

"Cinayetler artmadıkça… kıyamet kopmaz."[927]

 

“Talikan'a (Afganistan'a) yazık oldu. Şüphesiz Allah Teala'nın orada altın ve gümüş olmayan hazineleri vardır. Orada Allah'ı hakkıyla bilen insanlar vardır.”[928]

 

Hadiste Afganistan'ın ahir zamanda işgal edileceğine işaret vardır. Rusların Afganistan'ı işgali olan 1979 yılı Hicri 1400 yılına, diğer bir ifadeyle Hicri 14. yüzyılın başlangıcına denk gelmektedir.

 

Resulullah: Fırat Nehri altın bir dağ üzerinden açılmadıkça kıyamet kopmayacaktır...[929]

 

“Fırat Nehri'nin suyu çekilerek altın hazinesini açıklaması zamanı yaklaşıyor. Her kim, o zaman orada bulunursa o hazineden bir şey almasın.”[930]

 

Suyuti'nin kitabında bu hadis "suyun durdurulması" olarak geçmektedir. Gerçekten de resimde görülen Keban Barajı, Fırat Nehri'nin suyunu durdurarak kesmiştir.

 

Dünyanın harap olmuş yerlerinin imarı, imar edilmiş yerlerinin tahribi kıyametin şart ve alametlerindendir.[931]

 

Mehdi için 2 alamet vardır ki... Bunun birincisi, Ramazan'ın birinci gecesi Ay'ın ikincisi de ortasında Güneş'in tutulmasıdır.[932]

 

Mehdi'nin çıkmasından önce bir Ramazan içinde Güneş iki defa tutulacaktır.[933]

 

Ramazan'da iki defa Ay tutulması olacaktır.[934]

 

Sky Telescope dergisi, Temmuz 199 (Yukarıda) 31 Temmuz 1981 tarihinde gerçekleşen Güneş tutulmasın Yukarıdaki hadislerin toplamından çıkan ortak sonuçlar şunlardır:

 

1. Ramazan Ayı'nda Ay ve Güneş tutulmaları olacaktır.

2. Bu tutulmalar ortalama 14-15 gün arayla olacaktır.

3. Tutulmalar iki kere tekrarlanacaktır.

 

Bu tespitlere uygun olarak, 1981 yılında (Hicri-1401'de) Ramazan Ayı'nın 15. günü Ay, 29. günü de Güneş tutulmuştur. Yine "ikinci olarak", 1982 yılında (Hicri-1402'de) Ramazan Ayı'nın 14. günü Ay, 28. günü de Güneş tutulmuştur.

 

Ayrıca bu hadisede "Ay"ın Ramazan'ın tam ortasında DOLUNAY halinde tutulması ve dikkatleri çekecek bir alamet olarak belirmesi de son derece anlamlıdır.

 

Fitne, "insanın akıl ve kalbini doğrudan doğruya hak ve hakikatten saptıracak şey, savaş, azdırma, karışıklık, ihtilaf, kavga" gibi anlamlara gelen bir kelimedir. Hadiste bu fitnenin ardında toz ve duman bırakacağı belirtilir.

 

Ayrıca bu fitnenin "karanlık" olarak nitelendirilmesi, nereden geldiği belli olmayan, umulmadık bir olay olduğuna işaret kabul edilebilir. Bu açılardan bakıldığında söz konusu hadisin, 11 Eylül 2001 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri'nin New York ve Washington şehirlerinde meydana gelen, dünya tarihinin en büyük terör olayı olarak nitelendirilen saldırıya işaret etmesi muhtemeldir.

 

Yaşadığımız yüzyılın sesten hızlı uçakları, trenleri ve diğer gelişmiş ulaşım araçlarıyla, eski dönemlerde aylar süren yolculuklar şimdi birkaç saat içinde, üstelik çok daha güvenli, rahat ve konforlu bir biçimde yapılabilmektedir. Hadisin işareti de bu şekilde gerçekleşmektedir.

 

Asırlar önce kıtalar arasında haftalar alan haberleşme şu anda internet ve iletişim teknolojileriyle saniyeler içerisinde tamamlanmaktadır. Geçmişin kervanları ile aylar süren seyahatler sonucu ulaşılabilen eşyaları, günümüzde anında temin etmek mümkündür. Çok değil, daha birkaç yüzyıl önce tek bir kitabın yazılması için geçen sürede bugün milyarlarca kitap basılabilmektedir. Bütün bunların yanısıra temizlik, yemek pişirme, çocuk bakımı gibi gündelik işler, "teknoloji harikası" aletlerin yardımıyla vakit almaktan çıkmıştır.

 

Bu örnekler rahatlıkla çoğaltılabilir. Elbette burada üzerinde durulması gereken Peygamberimiz (a.s)'ın 7. yüzyılda haber verdiği kıyamet işaretlerinin günümüzde aynen gerçekleşmesidir.

 

Kamçı bilindiği gibi, eski çağlarda özellikle at, deve gibi binek hayvanlarını sürerken yaygın olarak kullanılmış bir araçtır; hadis incelendiğinde Peygamberimiz (a.s)'ın bir benzetme yaptığı ortaya çıkmaktadır. Günümüzde yaşayan insanlara yönelik şöyle bir soru hazırlayalım: "Kamçının şekline benzetebileceğimiz ve konuşan nesne nedir?"

 

Bu sorunun en mantıklı cevabı, antenleri ile dikkat çeken telsiz, cep telefonu veya benzeri iletişim araçları olacaktır. Cep telefonu veya uydu telefonu gibi kablosuz iletişim araçlarının çok kısa bir geçmişi olduğunu göz önünde bulundurursak, Peygamberimiz (a.s)'ın 1400 yıl önce yaptığı tasvirin de ne kadar hikmetli olduğu anlaşılacaktır. Kıyamet öncesi zaman diliminin içinde bulunduğumuza dair bir haber daha böylece tecelli etmiştir.

 

Hadisteki mesaj oldukça açıktır: Kişinin kendi sesini duymasının ahir zamanın bir özelliği olduğu belirtilmektedir. Şüphesiz insanın kendi sesini işitebilmesi için öncelikle sesini kayıt etmesi ve sonra da dinlemesi gerekmektedir. Ses kayıt ve reprodüksiyon teknolojisi de 20. yüzyılın bir ürünüdür; bu gelişme bilimsel bir dönüm noktası olmuş, haberleşme ve medya sektörlerinin doğmasına yol açmıştır. Ses kaydı özellikle bilgisayar ve lazer teknolojilerindeki son gelişmelerle mükemmele ulaşmış durumdadır.

 

Kısacası, günümüzün elektronik aletleri, mikrofonları ve hoparlörleri sesin kaydedilmesi ve dinlenmesine imkan sağlamakta ve bizlere yukarıdaki hadisin verdiği haberin tecelli ettiğini göstermektedir.

 

Yukarıdaki hadislerde belirtilen "el" kelimesinin Arapça’sı "yed"dir. Bu kelimenin sözlük anlamları "el"in yanısıra "kuvvet, kudret, güç, vasıta"dır. Bu hadiste de bu manalarda kullanılmış olması muhtemeldir.

 

İnsanların baktıklarında görebilecekleri bir "kuvvet, kudret, güç, vasıta" geçmiş dönemler için fazla bir anlam taşımamaktadır. Ancak bugünün dünyasının vazgeçilmez bir parçası olan televizyon, kamera ve bilgisayar gibi cihazlar hadislerde tarif edilen olaya tam olarak açıklık getirmektedir. Yani bu hadiste geçen "el" ifadesi, güç anlamında kullanılmıştır. Ve gökten dalgalar halinde gelen görüntülere, yani televizyon yayınına işaret ettiği anlaşılmaktadır.

 

O gelmeden önce, doğudan ışık veren bir kuyruklu yıldız görünecektir.[935]

 

O yıldızın doğması, Güneş ve Ay tutulmasından sonra olacaktır.[936]

 

Şark tarafından bir kuyruklu yıldız doğup aydınlık verecektir. Onun her günkü irtifi (geçiş yönü) meşrıktan mağribedir (doğudan batıya doğrudur.)[937]

 

- 1986 yılında (Hicri 1406'da) yani 14. yüzyıl başlarında "Halley" kuyruklu yıldızı Dünyamızın yakınından geçmiştir. Bu kuyruklu yıldız parlak, ışıklı bir yıldızdır.

 

- Hareket yönü doğudan batıya doğrudur.

 

- 1981 ve 1982 (1401-1402) yıllarında meydana gelen Ay ve Güneş tutulmaları olayından sonra ortaya çıkmıştır.

 

İnsanlar başlarında bir imam bulunmaksızın hac ederler. Mina'ya indiklerinde etrafları, köpeklerin sarışı gibi sarılıp, kabilelerin birbirine girmesi ile büyük savaşlar olur. Öyle ki ayaklar kan gölü içinde kalır.[938]

 

Doğudan üç veya yedi gün ardı ardına büyük bir ateş zuhur edecek, gökte karanlık görülecek, gökte alışılmış olan kırmızılığın aksine bambaşka bir kızıllık yayılacak.[939]

 

Bir ateş sizi saracaktır. O ateş bugün Berehut denilen vadide sönük vaziyettedir. O ateş içinde müthiş azap olduğu halde insanları kaplar. O ateş insanları, malları yakıp bitirir. Sekiz gün içinde rüzgar ile bulut gibi uçarak dünyanın her tarafına yayılır. Geceki sıcağı gündüzki hararetinden daha şiddetlidir. O ateş insanların başının üzerinden arşın altına kadar yaklaşarak yeryüzü ile gökyüzü arasında gök gürültüsü gibi korkunç gürültüsü olur, buyurdu.

 

- Kuveyt'de yanan petrol, insan ve hayvanlar arasında ölüme sebep olmaktadır. Uzmanlara göre günde yarım milyon ton petrol duman olarak atmosfere karışmaktadır. Her gün 10 bin tondan fazla is, kükürt, karbondioksit ve büyük miktarda, kanser yapıcı özelliği olan hidrokarbonlar bulut gibi körfez üzerinde asılı durmaktadırlar... Yalnız Körfez değil, onun şahsında dünya yanmaktadır.[940]

 

-Ateşe verilen iki kuyu, Türkiye'nin bir günde çıkarabildiği kadar petrol veriyor ve dumanlar 55 km. uzaklıktaki Suudi Arabistan'dan bile görülebiliyor.[941]

 

- Körfez'de sönmeyen felaket haberleri: Kuveyt'te ateşe verilen yüzlerce petrol kuyusu alev alev yanıyor. Uzmanların "söndürmek son derece zor" dedikleri petrol kuyularındaki yangının Türkiye'den Hindistan'a kadar olan geniş bir bölgeyi en az 10 yıl süreyle etkileyeceği bildiriliyor.

 

Ateşe verilen petrol kuyularından çıkan alev ve dumanlar atmosferi devamlı kirletmektedir. Kuveyt gündüzleri gece manzarası arz etmektedir. Alevlerle birlikte yükselen füme rengi duman, Kuveyt semalarında sonbahardan kış mevsimine geçişi hatırlatıyor... Kuveyt'in tamamının yaşanılır hale gelmesi için en az bir senelik bir zamana ihtiyaç vardır. Kilometrelerce uzaktan görülen alevlerle birlikte yükselen dumanlar, Kuveyt semalarını tamamen kaplayarak ülkeyi yaşanmaz hale getirmekte ve varlıklı olanlar Kuveyt'i terk etmektedirler.[942]

 

O, (Mehdi), Güneş'ten bir alamet belirinceye kadar gelmeyecektir.[943]

 

11 Ağustos 1999 yılında gerçekleşen Güneş tutulması yüzyılımızın son tam Güneş tutulmasıdır. İlk kez bu kadar çok insan Güneş tutulmasını, bu kadar uzun bir süre izleyebilmiş, inceleme fırsatı elde etmiştir. Aşağıda, 1999 yılındaki Güneş tutulması ile ilgili çıkan bazı gazete haberleri görülmektedir. Bu olay da, hadiste dikkat çekilen "Güneş'ten bir alamet" olarak değerlendirilebilir. (En doğrusunu Allah bilir.)

 

Ahir Zaman Alametleri Günümüzde Birbiri Ardına Gerçekleşmektedir

 

Peygamber Efendimizden rivayet edilen hadislerde ahir zamanın ve Altınçağ'ın alametleri haber verilmiştir. Günümüzde gerçekleşen olayları bu alametler ile kıyasladığımızda ise, ahir zamanın, içinde yaşadığımız dönem olduğunu gösteren ve aynı zamanda Altınçağ'ın gelişini müjdeleyen pek çok işaret görmekteyiz.

 

Şunu belirtmeliyiz ki, bu bölümde yer verdiğimiz hadislerde bildirilen işaretlerin bir kısmı 1400 yıllık İslam tarihinin herhangi bir döneminde, dünyanın belirli bir bölgesinde, belirli bir oranda görülmüş olabilir. Böyle bir durum o dönemin ahir zaman olduğunu göstermez. Zira bir devrin ahir zaman olarak nitelendirilmesi için kıyamet alametlerinin tümünün aynı çağda, birbirlerini izleyerek gerçekleşmesi gerekmektedir. Bu durum bir hadiste şöyle ifade edilmiştir:

“Kıyamet alametleri birbirini takiben meydana gelir. Bir dizideki boncukların art arda kopması gibi.”[944]

 

Ahir zamanın başlangıcı, hadislerde, fitnelerin çoğaldığı, savaş ve çatışmaların arttığı, dünya üzerinde çok büyük bir ahlaki yozlaşmanın baş gösterdiği din ahlakından uzaklaşıldığı bir kaos ortamı olarak tanımlanmıştır. Söz konusu dönemde, dünyanın dört bir yanında doğal felaketler olacak, fakirlik hiçbir dönemde olmadığı kadar artacak, suç oranlarında çok büyük bir tırmanma görülecek, cinayetler ve katliamlar birbirini takip edecektir. Ancak bu, ahir zamanın sadece ilk aşamasıdır; ikinci aşamada Allah insanlığı bu kaos ortamından kurtaracak, bolluk, bereket, huzur, barış ve güvenlik dolu bir yaşam ile kullarını nimetlendirecektir.

 

“Yüksek yüksek binalar inşa edilmedikçe… kıyamet kopmaz.”[945]

 

“Şu hadiseler meydana gelmedikçe kıyamet kopmayacaktır… Yüksek binalar yapmada insanlar birbirleriyle yarışacak.”[946]

 

“Şu hadiseler meydana gelmedikçe kıyamet kopmayacaktır… Zaman kısalacak ve vasıtalarla mesafeler kısalacak.[947]

 

“Zaman kısalıp sene ay, ay hafta, hafta gün, gün saat, saat de ateş tutuşturacak kadar az bir zaman olmadıkça kıyamet kopmaz.”[948]

 

“Kişiye kamçısının ucu konuşmadıkça… kıyamet kopmaz.”[949]

 

“Kişiye (kendi) sesi konuşmadıkça… kıyamet kopmaz.”[950]

 

“O günün alameti: Semadan (gökyüzünden) bir el uzanacak ve insanlar ona bakacak ve göreceklerdir.”[951]

 

“O günün alameti semada (gökyüzünde) uzatılmış ve insanların kendisine bakıp durduğu bir el'dir.”[952]

 

“İnsanlar bir ölçek buğday ektiklerinde karşılığında yedi yüz ölçek bulacak... İnsan birkaç avuç tohum atacak, 700 avuç hasat edecektir... Çok yağmur yağmasına rağmen bir damlası bile boşa gitmeyecek.”[953]

 

Peygamber Efendimiz ahir zamanda yaşanacak teknolojik gelişmelerle ilgili daha pek çok bilgi vermiştir. Hadislerde modern tarıma geçilmesi, yeni üretim tekniklerinin geliştirilmesi, tohum ıslahı çalışmaları ve yağmur sularının yeni barajlar, göletler yapılarak değerlendirilmesi sonucunda oluşacak üretim artışına dikkat çekilmektedir.

 

“Onun zamanında… ömürler uzayacaktır.” [954]

 

Peygamberimiz (a.s)'ın verdiği bu haberin üzerinden on dört asır geçmiştir. Kayıtlar geçen bu zaman aralığında, ortalama yaşam süresinin içinde bulunduğumuz çağda diğer tüm dönemlerden daha fazla olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Hatta 20. yüzyılın başları ile sonları arasında dahi büyük bir fark vardır. Örneğin 1995 yılında doğmuş olan bir çocuğun 1900'lerde doğmuş birisine göre ortalama 35 yıl daha uzun yaşayacağı tahmin edilmektedir.[955] Bu konudaki çarpıcı bir başka örnek de, geçmişte 100 seneden fazla yaşayan insanların oldukça nadir, günümüzde ise çok sayıda olmasıdır.

 

Sonuç

Allah Kur’an'da peygamberlerinden birçoğunu mucizelerle gönderdiğini bildirir. Örneğin Hz. Musa, asasını attığında asası yılan şekline bürünmüştü, elini koynuna soktuğunda eli beyaz olarak çıkmıştı, asasını denize vurduğunda ise deniz ikiye ayrılarak inananlara kuru bir yol açmıştı. Hz. İsa ise babasız olarak dünyaya gelmişti ve daha beşikte iken konuşmuştu, başka bir mucize olarak da hastaları iyileştirebiliyordu… Tüm bu mucizeler, peygamberlerin insanları ikna etmeleri, onların kendilerine inanmalarını sağlamaları için Allah katından onlara verilmiş büyük birer destek ve yardımdırlar.

 

Allah, Hz. Muhammed (a.s)'ı de, hem Kuran'ın içinde yer alan mucizelerle, hem de kendisine bildirdiği gayb haberleri ile desteklemiştir. Peygamber Efendimiz, yakın ve uzak gelecekte gerçekleşecek olan olayları, bazı detayları ile haber vermiştir. Bunların gerçekleştiğini görmek ise, hem müminlerin şevklerinin artmasına vesile olmakta, hem de iman etmeyenlerin kalplerinin İslam'a ısınarak iman etmelerine bir vesile olmaktadır.

 

Yaşadığı dönemde gerçekleşmesi imkansız gibi görünen, hatta nasıl gerçekleşeceği tahayyül dahi edilemeyen olayların ardı ardına gerçekleşmesi, Allah'ın Peygamberimiz (a.s)'e özel bir ilim verdiğinin açık bir delilidir. Şunu da belirtmek gerekir ki, hidayet bulmayacak olanlar, Peygamberimiz (a.s)'ın ve Kur’an'ın açık delil ve mucizelerine rağmen iman etmeyeceklerdir. Allah bu gerçeği Kur’an'da şöyle bildirir:

 

وَاَقْسَمُوا بِاللّهِ جَهْدَ اَيْمَانِهِمْ لَئِنْ جَاءَتْهُمْ ايَةٌ لَيُؤْمِنُنَّ بِهَا قُلْ اِنَّمَا الْايَاتُ عِنْدَ اللّهِ وَمَا يُشْعِرُكُمْ اَنَّهَا اِذَا جَاءَتْ لَايُؤْمِنُونَ

 

“Olanca yeminleriyle, eğer kendilerine bir ayet gelse, kesin olarak ona inanacaklarına dair Allah'a yemin ettiler. De ki: "Ayetler, ancak Allah katındadır; onlara (mucizeler) gelse de kuşkusuz inanmayacaklarının şuurunda değil misiniz?”[956]

 

 

 

 

 

 

- Okuma Parçası -

 

 

Makam-ı Mahmud

 

Makam-ı Mahmud: Övülen makam, ahirette Hz. Peygamber (a.s)'e verilecek olan makam. Bu makam onun önce bütün insanlara umumî; sonra da kendi ümmetine hususi surette şefaat edeceği makamın adıdır.[957]

 

İmam Taberî'nin rivayet ettiği bir Hadiste Hz. Peygamber (a.s), Makam-ı Mahmud ümmetime şefaat edeceğim bir makamdır" buyurmuştur. İmam Tirmizî'den gelen bir rivayette de Hz. Peygamber (a.s)'e Makam-ı Mahmud sorulmuş; "O şefaattir" cevabını vermiştir. Şefaat ise, Kadı İyaz'ın ifadesine göre ya hesabı kolaylaştırıp kulun affını veya derecesinin yükselmesini sağlamaktır.

 

وَمِنَ الَّيْلِ فَتَهَجَّدْ بِه نَافِلَةً لَكَ عَسى اَنْ يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَحْمُودًا

 

"Gecenin bir vaktinde sana mahsus bir nafile namaz kılmak üzere uyan, belki böylece Rabbîn seni övülmüş bir makama (makam-ı mahmûda) ulaştırır."[958]

 

En-Nakkaş'ın ifadesine göre Hz. Peygamber (a.s)'ın şefaati üç, Kadı İyaz'ın ifadesine göre beş merhalede gerçekleşecektir. Bu merhaleler şöyledir

 

1) Umumi şefaat; Bu bütün insanları kaplamaktadır. Mahşer yerinde toplanan insanların, mahşerin sıkıntısından kurtulup hesaba çekilmesini sağlamak için Hz. Peygamber tarafından yapılacak şefaattir.

 

2) Müminlerden bir kısmının hesaba çekilmeden, sorgusuz Cennete girmeleri için Hz. Peygamber (a.s) tarafından yapılan şefaattir.

 

3) İslâm ümmetinden tevhid ehli olup ta günahları sebebiyle Cehenneme girmeye hak kazananlara Hz. Peygamber (a.s)'ın ve Allah'ın şefaat edilmesini istediklerinin Cehennemden kurtulup Cennete girmeleri için yapılacak şefaattir.

 

4) Günahları sebebiyle Cehenneme girenlerin oradan çıkmaları için Hz. Peygamber (a.s), diğer peygamberler, melekler ve salih müminler tarafından yapılacak şefaat.

 

5) Cennet halkının derecelerinin yükseltilmesi için Hz. Peygamber (a.s) tarafından yapılacak şefâat.[959]

 

Hz. Peygamber (a.s), makam-ı mahmud'da bulunduğu sırada elinde Hamd sancağı (Livaül-Hamda) bulunacaktır. Kendisi bunu bir hadiste şöyle belirtir:

 

Ben, kıyamet gününde Âdemoğullarının efendisiyim, ama bu övünmeyi gerektirmez. O gün elimde Hamd sancağı bulunacak, ama bu da övülmeyi gerektirmez. O gün gerek Âdem, gerek diğer bütün Peygamberler benim sancağımın altına sığınacaklardır."[960]

 

Abdullah b. Ömer'den gelen bir rivayette şöyledir:

 

İnsanlar (Peygamber'in ümmetleri olarak) cemaat cemaat toplanırlar. Her ümmet peygamberinin peşine düşer ve:

-Ey filân, bize şefaat (edip bizi bu sıkıntıdan kurtar)" diye ricâ ederler. (Büyük Peygamberler dolaşılıp hepsinden bu konuda bir şey yapamayacaklarına dair cevap aldıktan sonra) şefaat işi dönüp dolaşıp son Peygamber Hz. Muhammed (a.s)e gelir. İşte bu, Cenab-ı Hakk'ın onu makam-ı Mahmud'a gönderdiği gündür."[961]

 

Enes b. Malik'ten gelen bir rivayete göre de Kur'ân'ın kendisini Cehennemde hapsettiği kimselerden başkası Hz. Peygamberin şefaatine nail olup Cehennem'den çıkacaktır.[962]

 

Hz. Peygamber (a.s)'ın Makam'ı Mahmud'a gönderilmesine, yani bu makama hak kazanmasına sebep olarak, herkes tarafından övülmesi ve ayette de belirtildiği gibi:

 

وَمِنَ الَّيْلِ فَتَهَجَّدْ بِه نَافِلَةً لَكَ عَسى اَنْ يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَحْمُودًا

 

"Teheccüde (gece namazına) devam etmesi gösterilmiştir."[963]

 

Cabir b. Abdullah'tan gelen bir hadiste makam-ı mahmûd'a, yani, şefaate nail olmak için Hz. Peygamber (a.s), ümmetine şu tavsiyede bulunmaktadır:

"Kim ezanı duyduğu zaman; "Bu eksiksiz çağrının, dosdoğru kılınan namazın Rabbi olan Allahım; Muhammed (a.s)’e vesileyi ve fazileti ve onu vadettiğin makam-ı mahmuda gönder" diye dua ederse, ona şefaatim gerekir, gerekli olur."[964]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Allah’ın İzni ile Kitabın Bitiş Tarihi

02 Haziran 2002 Pazar

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SİYER DERSİNİN TESTİ

 

 

Soru 1:Peygamber Efendimiz (a.s)’ın kendisine vahiy gelmeden öِnce devamlı olarak ehirden uzaklap, putlara tapmamann zevkini çkardı yer ve sonunda da kendisine peygamberliğin verildiği yani ilk vahyin geldiği dağın ve mağaranın ismi nedir?

Cevap   : Nur dağı, Hira mağarası.

 

Soru 2:Peygamber Efendimiz (a.s)’e Hira mağarasında iken gelen ilk vahyin şekli nasıldır?

Cevap:Rüyayı Sadıka (Gerçek rüya şeklinde.)

 

Soru 3:Ebu Süfyan, Ebu Cehil ve El-Ehnes isimli üç mürik gizlice birbirlerinden habersiz Allah Resulü (a.s)’ın Kur’an okumasını dinlemeye giderlerdi. Sabaha kadar evin yakınında Kur’an okunuğunu dinlerler gün ağarmaya başlaynca da kimseler görmesin diye gizlice ayrlmak istediklerinde birbirleriyle karlaşırlar ve birbirlerine bir daha gelmemek üzere söz verirlerdi. Verdikleri sözleri unutur yine bir sonraki gece gizlice gelirlerdi. Bir kez daha söz verip gene gelirler Kur’an’ Kerim’in bu güzelliğini gördükleri halde yinede teslim olmuyorlardı. İşte bu şekilde hoşnut olup ta kabul etmeyen, teslim olmayan bu insanlar ve onlar gibi onların bulunduğu konuma ne ad verilir?

Cevap   : İnadi Küfür.

 

Soru 4:İslam’ı yaşamak için yerel iktidarın zulüm rejimlerinden kaçıp daha müreffeh bir hayata kavuşmak müslümanca yaşamak, Allah (c.c.)’n kanunlarn ikame etmek, Ruhun Allah (c.c.)’n kanunlarıyla terbiye edilmesi için ilahi yaşam kaygısını Allah (c.c.)’n arzında değişik yerlerde vermek sebebiyle yapılan göçe ne ad verilir?

Cevap   : Hicret.

 

Soru 5:Mekke’de İslam’ın istediği şekilde yaşayamayan müslümanların, bir davanın gerçeklemesi gayesi ile yani insanların ve beşer sistemlerin değil, Allah (c.c.)’ın istediği şekilde yaşamak için vatanlarını, evlerini, binitlerini, ailelerini terk etmeleri hareketine ne ad verilir?

Cevap   : Hicret.

 

Soru 6:Suçları yalnız Allah (c.c.)’a inanmak, onun kanunlarna göre yaşamayı istemek olan insanlara Mekke müşrik devleti tarafından alınan, hiç bir şekilde müslümanlarla temas edilmeyecek, onlardan kız alnmayacak, kız verilmeyecek, hiç bir şey satın alınmayacak ve satılmayacak gibi kararların alınıp halka duyurulması için bir afişle Kabe’nin duvarına asılması olayına İslam tarihinde verilen ismi o günkü ve bugünkü adıyla söyleyiniz?

Cevap   : Haber-üs Sahife, Ambargo.

 

Soru 7  : Peygamber Efendimiz (a.s)’ın Medine’ye geliinin yedinci aynda Rabbimiz savaşa izin verdi. Bu izin Hac suresi 39 ve 40.c ayetlerle oldu. Bu ayetlerden sonra Allah Resulü (a.s)’ın düman üzerine gönderdiği ilk İslam ordusu ve aynı zamanda İslam’n ilk seriyyesi olan seriyyenin komutanı kimdir?

Cevap   : Hz. Hamza (r.a.)'dır.

 

Soru 8:Peygamber Efendimiz (a.s)’ın hicretinden hemen sonra Medine’de yaptığı ilk üç iş nedir?

Cevap  :  a-İslam devletinin merkezi olan caminin inşaatı,

               b-Müslümanların ekonomik sorunlarını gidermek,

               c-Müslümanların can emniyetini sağlamak.

 

Soru 9:İşkence yıllarında Ebu Lehep ve karısı Ümmü Cemil müşriklerin iki azılı kişileri idiler. Biri emir veriyor diğeri uyguluyordu. Ebu Lehebin emriyle Ümmü Cemil dikenleri topluyor ve Allah’ın Resulü (a.s)’ın geçeceği yollara diziyordu. Bu iki zalimin yaptıkları zulümlerden dolayı Kur’an’ı Kerim’de adlarına sure inmiş ve bu surede kendilerine Rabbimizin kelamıyla beddua edilmiştir. Peygamber Efendimiz (a.s)’e ve ashabına zulmeden bu iki azılışrikin Tebbet suresinde geçen ahiretteki isimlerini söyleyiniz?

Cevap : Hammaletel Hatap.

 

Soru 10:Rasulüllah Efendimiz (a.s)’ın bir gecede Mekke’den Kudüs’e oradan da Allah (c.c.)’a en yakın makam olan Sidret-ül Müntehaya gitmesine ne ad verilir?

Cevap  :İsra ve Miraç.

 

Soru 11: Beş vakit namaz ne zaman farz kılındı?

Cevap   : Miraçta.

 

Soru 12: Mekke’de tebliğ imkanı kalmayınca Allah Resulü (a.s) tebliği Mekke dışına taşımayışündü. İlk sefer olarak Taife gitmeyi planladı. Çünkü orada akrabaları vardı ve bundan dolayı tebliğin rahat olacağına inanıyordu. Ama orada da Ebu Lehebin emriyle zulmün devam ettiğini görünce Peygamber Efendimiz (a.s) küfür ehli hakkında mukaddes ve tarihi bir söz söylüyordu. Bizlere tecrübe ve düstur olacak bu tarihi söz nedir?

Cevap  : “Küfrün hepsi tek millettir.”

 

Soru 13:Peygamber Efendimiz (a.s) hicret esnasında Medine yolunda değil Mekke’nin güney kısmına doğru yola çıkıp ve üç gün Mekke yakınlarında bir mağarada kalıp sonra hicretlerine (yollarına) devam ettiler. Ebu Bekir (r.a.) ile kaldıkları bu mağaranın ismi nedir?

Cevap   : Sevr Mağarası.

 

Soru 14:Peygamber Efendimiz (a.s)’ın emriyle savaşa gidilen ama kendisinin iştirak etmediği seferlere (savaşlara) ne denir?

Cevap   : Seriyye.

 

Soru 15: Mekke’de yaşanan ambargo olayından sonra her an saldırı olur diyerek silahlı olarak bekleyen müslümanlardan bir sahabe bir gün Rasulüllah (a.s)’e şu suali sordu: “Ya Rasulüllah, hayatımızdan emin olup silahlarımız bırakacağımız gün gelmeyecek mi?”  Bu soruya Peygamber Efendimiz (a.s)’ın kıyamete kadar da Ümmeti Muhammede bir ölçü olacak şekilde verdiği cevap nedir?

Cevap:“Müslümanların silahlarını bırakıp rahat edecekleri günler az olacaktır” şeklinde oldu.

 

Soru 16: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın bizzat başında komutan olarak iştirak ettiği savaşlara gaza denir. Peygamber Efendimiz (a.s.) kaç defa savaşa katılmıştır?

Cevap   : 27 defa.

 

Soru 17: Hz. Ömer (r.a.)’ın ifadesi ile Rasulüllah (a.s)’ın hayat programının özeti nedir?

Cevap   : İman, İslam, haya.

 

Soru 18: Allah (c.c.)’ın istediği gibi İslam’ı top yekün yaşanması, İslam’ı tebliğ uğruna verilen mücadeleye, Allah (c.c.)’ın hükümlerinin her tarafta uygulanmasını temin için mü’minin canı ve malıyla, mücadeleye, söz, yazı, sohbet ve savaşla olan harekete ne denir?

Cevap   : Cehd.

 

Soru 19: Peygamber Efendimiz (a.s)’ın bizzat orduya komutan olarak ilk katıldığı savaşın, başka bir ifade ile ilk gazvenin adı nedir?

Cevap   : El-Ebva (Veddan) Gazvesi.

 

Soru 20: Peygamber Efendimiz (a.s)’ın gönderdiği ilk savaşlardan olan seriyyenin birkaç özelliği vardır ki bunlar: İlk defa bir kafir öldürüldü, ilk defa esir alındı, ilk defa ganimet alındı, Peygamber Efendimiz (a.s.) bu seriyyeye gizli bir yazıyla emir vermiştir. Bu özelliklere sahip olan seriyyenin komutanı kimdir?

Cevap  : Abdullah Bin Cahş.

 

Soru 21: Uhud harbinde Peygamber Efendimiz (a.s.)’ı öldürmek kastı ile atını onun üzerine süren ama Peygamber Efendimiz (a.s)’ın bir hamle ile öldürdüğü, Mekke döneminde Rasulüllah (a.s.)’e en çok işkence yapan ve ölümü Efendimizin elinden olan müşrik kimdir?

Cevap   : Ümeyye bin Halef.

 

Soru 22: Mekke devletinin, İslam devletine yenildiği savaşların en büyüklerindendir. Ki, bu savaşta müşriklerin önde gelen isimlerinden Ebu Cehil, Utbe Bin Rabia, Ümeyye Bin Halef, Nadir Bin Haris gibi azılılarını kaybetmişlerdir?

Cevap   : Bedir Savaşı.

 

Soru 23: Bedir savaşında esir alnmrik bir air bir daha müslümanlar ve İslam dini aleyhine şiirler yazmamak şartıyla serbest bırakılmıştı. Mekke müşriklerinin zorlaması ile yine İslamn aleyhine şiirler yazdırtılan bu şair kimdir?

Cevap   : Ebu İzzet.

 

Soru 24: İslam’ın Mekke döneminde bulunmayan, Medine döneminde ortaya çıkan namaz kılıp, oruç tutup, hacca gittiği hatta cihada dahi iştirak ettiği halde İslam düşmanlığı yapan, Kur’an okuyup okutturdukları halde tağutun, şirki düzenlerin ve putların emrinde çalışan müslüman tipleri vardı. Uhud savaşına önce katılıp sonra askerin moralini bozmak için tekrar Medine’ye dönen o gün için başlarında Abdullah Bin Ubey olan İslam toplumunun kanser kaynağı tiplere İslam’ın verdiği isim nedir?

Cevap   : Münafık.

 

Soru 25: İslam’ın en önemli savaşlarından biri olan Uhut savaşı galibiyetle sona ermedi. Kıyamete kadar Ümmeti Muhammede ders ve tecrübe olacak bir olaydı. İşte Uhud gibi bir savaşın kazanılamamasının sebebi nedir?

Cevap : Peygamberimiz (a.s.)’ın emrinin ihlali (Keyfi hareket etmek.)

 

Soru 26: Bir musibet bin nasihatten yeğdir. Akıllı, tarihten ders almasını bilen bir insanın (Ümmeti Muhammed’in) Uhut savaşından alacağı tek ders vardır. Uhud savaşının ümmete verdiği ders nedir?

Cevap   : Emre itaat etmek.

 

Soru 27: Ebu Bera  adında bir münafık müslüman olduğunu ve Kur’an’ı Kerim’i öğrenmek istediklerini söyleyip, Peygamber Efendimiz (a.s.)’den bulundukları mevkide kendilerine Kur’an öğretmeleri için Kur’an okutabilecek sahabeler, hafızlar istedi. Peygamberimizin izni ile İslam’ı kabul eden bu yeni insanlara Allah (c.c.)’ın dinini ve kitabını öğretmek için 70 tane hafız sahabe, Ebu Bera ismindeki münafık ile yola çıktı. Fakat bu güzide insanlar yolda pusuya düşürülerek şehit edildiler.

Bu olayın haberi Allah Resulü (a.s.)’e ulaşınca çok üzüldü, dayanamadı hatta namazlarda onlara kunut okudu (beddua etti). Bu hadise İslam tarihinde 70 sahabenin şehit edildiği yerin ismi ile anılır. Bu hadisenin adı nedir?

Cevap   : Bir-i Mauna hadisesi.

 

Soru 28: Hendek savaşının diğerlerinden farkı bir savunma niteliğinde olmasıdır. Bu savunma Medine’nin düşman gelecek olan tarafına hendek kazılmasıdır. Hendek kazılması yönündeki fikir ise yapılan istişarenin sonucudur.

Bu istişarede Hendek kazma fikrini ortaya koyan  kimdir?

Cevap   : Selman-ı Farisi.

 

Soru 29: Umre maksadıyla Mekke’ye gelip kendilerine Kabe’nin olduğu yere sokulmayacakları haberini alan Allah Resulü (a.s.), Hz. Osman’ı elçi olarak Mekke’ye gönderdi. Daha sonra Hz. Osman’ın öldürüldüğü haberi (yanlış) gelince Efendimiz (a.s.) elçiyi öldüren bu müşriklerle savaşmadan vazgeçmeyeceğiz diyerek etrafındaki sahabeleri savaş için biat etmeye davet etti. Sahabeler de ölünceye kadar savaşacaklarına dair biat ettiler. Bu biate ne ad verilir?

Cevap   : Rıdvan Biatı.

 

Soru 30: Hicretin 6.cı yılında Hac için gelen müslümanlar müşrikler tarafından Mekke’ye sokulmayıp hatta elçi olarak gönderilen Hz. Osman’ın şehit olduğu (yanlış) haberinden sonra yapılan Rıdvan Biatını duyan müşrikler o yıl Mekke’ye girilmemesi şartıyla aralarında bir barış anlaşması yapılmasını teklif ettiler. Bu teklif kabul edilerek anlaşmaya gidildi.

Anlaşmanın tüm maddeleri ilk görünüşte müslümanların aleyhine gibi görüldü ise de netice müslümanların yararına sonuçlar çıkan anlaşmanın adı nedir?

Cevap   : Hudeybiye Anlaşması.

 

Soru 31: Hudeybiye anlaşmasından sonra müslüman olup Medine devletine sığındığında anlaşma gereği Mekke polisine Rasulüllah (a.s.) tarafından teslim edilen biri vardı. Yolda Mekke polislerini öldürerek Peygamberimiz (a.s.)’e “Siz sözünüzü tuttunuz Ya Rasulüllah, ben ise işkenceden kurtulmak istedim” diyerek Medine’den çıkar ama Mekke’ye de teslim olmadan Medine dışında El-İss denen yere yerleşip Mekke’nin ticaret kervanlarını vurarak Mekke devletini yıldırdı. Aldığı işaretle bu hareketine Mekke’den müslüman olarak çıkan yeni Müslümanları yanına alarak bu harekete devam eder. Mekke devleti yapılan Hudeybiye anlaşmasını bu şahsın hareketlerine dayanamayarak kendisi bozmak zorunda kalır. Bu sayede İslam’ın ve müslümanların aleyhine olan anlaşmayı lehe çeviren sahabe kimdir ve İslam tarihinde bu yapılan harekete ne denir?

Cevap   : Ebu Basir – Vur kac taktigi.

 

Soru 32: Ebu Basir’in vur kac hareketini başlatıp Hudeybiye anlaşmasını müslümanların lehine çevirmesi anlaşma maddelerinde bulunan ifadelere aykırı davranmayıp usulüne uygun anlaşmaya sadık kalarak hareket etmesi Allah Resulü (a.s)’ın bir siyaseti idi. Çünkü anlaşmanın maddesi “Mekke’den bir müşrik müslüman olup Medine’ye iltica ederse, Medine devleti bu müslümanı Medine’ye almayacaktı.” Bu madde de geçen ifadeye göre Allah Resulü (a.s.) Ebu Basir’i Medine’ye almamış ama Medine dışındaki gerilla hareketini duyunca da ona müdahale etmediği gibi “Keşke Basir yalnız olmasaydı” diyerek onun yaptığını ima ile kabul etmişti. Allah Resulü (a.s.)’nün bu olaydaki izlediği siyasetin bize verdiği anlam nedir?

Cevap   : Beşer hukukunu müslümanların lehine kullanma siyaseti.

 

Soru 33: Müşriklerin önceden Mekke’ye diktikleri putları Allah Resulü (a.s.) Mekke fethinde teker teker işaret ederek putları yıktırdı. Her putu işaret edip kırdırırken bir ayet okuyordu. İşte Allah Resulü (a.s)’ın putları kırarken okuduğu ayet meali nedir?

Cevap : Hak Geldi Batıl Zail Oldu. Batıl yok olmaya mahkumdur.

 

Soru 34: Huneyn savaşında Allah Resulü (a.s.), Ebu Hadrat’ı casus olarak Havazin ahalisi için gönderdi. Havazin halkının savaş için hazırlık yaptığını duyan Peygamberimiz (a.s.) hazırlıklara başladı. Bu savaş için henüz Müslüman olmamış olan Saffan Bin Ümeyye isimli bir kafirden 100 zırh ve silah geri verilmek üzere alıp Havazin üzerine yürüdü. Bu hareketle Allah Resulü (a.s.)’ın ümmetine verdiği ders nedir?

Cevap : Düşmanla savaşmak için kafirden silah alınabileceği hususu.

 

Soru 35: Münafıkların Küba’da yaptıkları ve Peygamber (a.s.)’e gelerek orada namaz kıldırmasını isteyerek yaptıkları yerin meşrulaşmasını istedikleri ama Efendimizin Hz. Cebrail (a.s.)’ın bildirmesiyle kabul etmediği gibi yıktırdığı ve hakkında ayet inen mescidin adı nedir?

Cevap   : Mescidi Dırar.

 

Soru 36: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın zevcelerinin (hanımlarının isimlerini söyleyiniz?

Cevap   :

a- Hz. Hatice   

b- Hz. Sevde   

c- Hz. Aişe   

d- Hz. Zeynep

           e- Hz. Ümmü Seleme 

f- Hz. Hafsa  

g- Hz. Zeynep (Cahşın kızı)

           h- Hz. Ümmü Habibe  

i- Hz.Cüveyriyye

            j- Hz. Safiyye   

k- Hz. Mariyye    

l- Hz. Meymune (R. Anhüma).

 

Soru 37: Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in İncil ve Tevrat’ta geçen isimleri nelerdir?

Cevap   : İncil’de; Baraklit, Tevrat’ta; Münhemenna.

 

Soru 38: Hz. Hacer validemiz Mekke topraklarında oğlu İsmail’e su aramak için Safa ve Merve tepelerinde koşup dururken, bıraktığı yerde kendi kendine ayaklarını yere vurarak eşinen Hz. İsmail’in ayakları altından Allah (c.c.)’ın izni ile çıkan ve bugün dahi müslümanların faydalanıp içtiği, tüm hacıları doyuran, şifalı, bereketli, bu gün yer itibariyle Kabe’nin altından çıkan suyun adı nedir?

Cevap   : Zemzem.

 

Soru 39: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın doğumu ne zamandır?

Cevap : Miladi 571 yılı (Fil vakasının olduğu yıl), Rebülevvel ayının 12.ci gecesine tesadüf eden Pazartesi günü dünyaya geldi.

 

Soru 40: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın annesinin ismi nedir?

Cevap   : Vehb’in kızı Amine.

 

Soru 41: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın süt annesinin adı nedir?

Cevap   : Hz. Halime.

 

Soru 42: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın süt kardeşinin ismi nedir?

Cevap   : Hz. Şeyma.

 

Soru 43: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın dedesinin adı nedir?

Cevap   : Abdulmuttalip.

 

Soru 44: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın babalarının ismi nedir?

Cevap   : Abdullah.

 

Soru 45: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın dedesinin vefatından sonra büyüten amcası kimdir?

Cevap   : Ebu Talip.

 

Soru 46: Peygamber Efendimiz (a.s.) kaç tarihinde Mekke’den Medine’ye hicret etti?

Cevap   : 622 yılında.

 

Soru 47: Ganimet ne demektir?

Cevap   : Harpte düşmanlardan alınan mal demektir.

 

Soru 48: İslam’da ilk ganimet ve esir ne zaman alındı?

Cevap   : Abdullah Bin Cahş komutasında yapılan seriyyede alındı.

 

Soru 49: İlahi vahye göre ganimetlerin taksimi nasıl yapılırdı?

Cevap   : Ganimetlerin beşte biri Allah’a ve Resulüne, beşte dördü ise mücahitlere aitti.

Beşte bir de beşe ayrılarak Peygamberimiz (a.s.)’ın akrabası, yetimler, fakirler ve aciz yolculara verilirdi.

 

Soru 50: Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in: “Eğer Zeyd Bin Harise şehit olursa yerine Cafer Bin Ebu Talip, oda şehit olursa komutanlığa Abdullah Bin Revaha geçsin, şayet oda şehit olursa müslümanlar içlerinden birini seçsin” diyerek, orduyu gönderdiği ve bu tüm söyledikleri şeylerin gerçekleştiği savaş hangisidir?

Cevap   : Mute savaşı.

 

Soru 51: Ehli Beyt kimdir?

Cevap : Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın aile fertleri ve bunların soyundan gelenlere denir.

 

Soru 52: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın kaç adı vardır söyleyiniz?

Cevap   : Dört adı vardır: a-Ahmet  b-Muhammed  c-Mustafa  d-Mahmut.

 

Soru 53: Yaşı yirmiyi geçmediği halde, aralarında büyük sahabelerin de bulunduğu, Bizanslılara karşı savaşan İslam ordusuna Rasulüllah (a.s) tarafından atanan sahabedir. Bu atamayı dünyadan göç etmeden birkaç dakika evvel ve Azrail (a.s.)’ın yanında iken son sözleri nedir?

Cevap   : Üsame Bin Zeyd (r.a.) (“Üsame’nin ordusu cihada gitsin.”)

 

Soru 54: İslam Medine devletini Efendimiz (a.s.) kurduktan sonra devletler bazında İslam’ı tebliğ için hangi ülkelere elçi ve mektup göndermiştir?

Cevap   : Habeşistan, Mısır, Doğu Roma İmparatorluğu ve İran.

 

Soru 55: Efendimiz (a.s.)’ın Refikül Ala’ya (Büyük dosta-Cenabı Allah’a) kavuşma olarak tarif ettiği vefatı kaç yaşında olmuştur?

Cevap   : 63 yıl olmuştur.

 

Soru 56: Tebuk seferine katılmadığı için Peygamber Efendimiz (a.s.) ve ashabının kendisiyle (hakkında ayet nazil oluncaya kadar) 50 gün konuşmadığı sahabe kimdir?

Cevap   : Kab Bin Malik.

 

Soru 57: Medine’de münafıkların başı olan hainin ismi nedir?

Cevap   : Abdullah Bin Ubeyy Bin Selul.

 

Soru 58: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın vefatından sonra kendisini peygamber ilan eden ve sonra Yemame’de Vahşi tarafından öldürülen sahtekar kimdir?

Cevap   : Müseylemetül Kezzap

 

Soru 59: Peygamber Efendimiz (a.s.) kaç yaşında peygamber oldu ve ne kadar süre peygamberlik yaptı?

Cevap   : 40 yaşında peygamber oldu, 23 yıl peygamberlik yaptı.

 

Soru 60: Habeşistan’a yapılan hicret hakkında bilgi veriniz?

Cevap   : İlki 615 yılının Recep ayında aralarında Hz. Osman ve ailesi Rukiye’nin de bulunduğu 12 erkek ve 4 kadın olarak üç ay devam etmiş olan hicrettir.

İkincisi ise 616 yılında 82 erkek, 21 kadın Cafer Bin Ebu Talip başkanlığında yapılmıştır.

 

Soru 61: İslam’ın ilk düşmanlarından bir kafir vardı ki bu her zaman işkence eder, alay eder ve müslümanları rahat bırakmazdı. Abdullah İbni Mesud’u yere ellerini ve ayaklarını bağlayıp ona işkence yapmış hatta dini ile alay dahi etmişti.

Sonunda Bedir savaşında Efendimiz (a.s)’ın ondan bana haber getir emri ile savaş meydanında bulup elleri ve ayaklarının eklem yerlerinden ayrı ayrı dört kılıç darbesiyle yerde olduğunu görüp önce İslam’ı son bir kez daha tebliğine şiddetli cevap alması üzerine kafasını keserek sonra onun kulaklarını delip ip takıp sürükleyerek Peygamberimizin yanına getirdiği Allah düşmanı kafir kimdir?

Cevap   : Ebu Cehil (Cehaletin babası)

 

Soru 62: Mescidi Nebevinin bir tarafında, evsiz ve yurtsuz olanların ve fakir müslümanların barınması için bir gölgelik yapılmıştı. Buranın üstü kapalı ise de etrafııktı ve burası bir ilim yuvası idi. Hatta en çok hadis rivayet eden Ebu Hureyre (r.a.)’da burada yetişmişti. Bu ilim yuvasının ismi nedir?

Cevap   : Ashabı Suffa

 

Soru 63: Peygamberimiz (a.s.)’ın annesi Amine hatunun sadık hizmetçisidir. Hz. Amine hatunun vefatından sonra eygamberimizi dedesi Abdulmuttalib’e  teslim eden ve Efendimiz (a.s.)’ın “Annemden sonra annem sensin” dediği bu sadık hizmetçi kimdir?

Cevap   : Ümmü Eymen

 

Soru 64: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın kaç çocuğu vardı isimleriyle birlikte söyleyiniz?

Cevap   : Yedi çocuğu olmuştur. Dördü kız, üçü erkektir. Kızları: Zeynep, Rukiye, Ümmü Gülsüm ve Fatıma’dır. Erkek çocukları: İbrahim, Kasım ve Abdullah’tır.

 

Soru 65: Hz. Ömer (r.a.)’ın müslüman olması kız kardeşi ve eniştesinin Müslüman olduklarını öğrenip onları ve Rasulüllah (a.s.)’ı öldürmek niyetiyle gelirken eniştesinin evinin yakınında duyduğu Kur’an’dan etkilenmesi sonucunda olmuştur. Hatta onları dövmesine rağmen yine de tekrar dinlediği eniştesinin okuduğu surenin, kız kardeşinin ve eniştesinin isimlerini söyleyiniz?

Cevap   : Taha suresi, Kız kardeşi; Fatıma, eniştesi; Said

 

Soru 66: Bedir savaşında kaç müslüman şehit oldu, kaç kafir öldürüldü?

Cevap   : 14 müslüman şehit oldu ve 70 kafir öldürüldü.

 

Soru 67: Uhud savaşında şehit olan müslümanların sayısı kaçtır?

Cevap   : 72 müslüman şehit olmuştur.

 

Soru 68: Efendimiz (a.s.)’ı hicret esnasında yakalayıp Darun Nedve denen müşrik meclisinden hediye almak isteyen ama atının ayakları çöle batarak hedefine ulaşamayan kimdir?

Cevap   : Süreka

 

Soru 69: Ezanı Muhammedi’yi rüyasında gören sahabe kimdir?

Cevap   : Abdullah Bin Zeyd

 

Soru 70: Uzza isimli putu kıran sahabe kimdir?

Cevap   : Hz. Halit Bin Velid

 

Soru 71: Rasulüllah (a.s.)’ın şairinin ismi nedir?

Cevap   : Hassan Bin Sabit.

 

Soru 72: Peygamber Efendimiz (a.s.) ilk olarak peygamberliğini açıkça ilan ettiği yer neresidir ve ilk olarak ona karşı çıkan kimdir?

Cevap : Safa tepesinde ve ona ilk karşı çıkan amcası Ebu Leheb’tir.

 

Soru 73: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın son katıldığı savaş hangisidir?

Cevap   : Tebuk savaşı.

 

Soru 74: Uhut savaşında Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın kılıcıyla savaşan sahabe kimdir?

Cevap   : Ebu Dücane

 

Soru 75: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın tebliği Mekke dışına çıkarmayışündüğünde aklına ilk gelen yer Taif olmuştu. Çünkü orada tanıdık kapısına varabileceği akrabaları vardı. Ama Taif ona beklediği gibi değilde  Ebu Leheb’in emriyle sert bir şekilde cevap vermiş hatta taşlamışlardı. İşte bu yolculukta Efendimiz (a.s.)’e eşlik eden bir sahabe vardı. Bu insan atılan tüm taşlara göğüs germişti. Bu yiğit insan kimdir?

Cevap   : Zeyd Bin Harise.

 

Soru 76: Hendek savaşına adı verilen hendeklerin uzunluk, boy ve eninin ölçüleri ne kadardır?

Cevap   : Uzunluğu: 5,5 km, derinliği: 5 m, eni:9 m. dir.

 

Soru 77: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın İştika (yağmur isteme) namazı kılarak dua edip namaz biter bitmez hemen yağmurun yağmaya başladığı bir bölge vardı. Mescidi Nebevinin karşısında olan bu yere Efendimiz (a.s.) sıcak havalarda gider ve orada gölgelenirdi. Çünkü bir bulut orayı devamlı ferah tutardı.

Buraya daha sonra bir mescit inşa edildi. Bu mescidin adı nedir?

Cevap   : Gamame mescidi (Bulut mescidi)

 

Soru 78: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın doğduğu gece hangi tarihi olaylar meydana geldi?

Cevap : a-Kisra sarayında 14 sütun yıkıldı b-Mecusilerin ateşleri söndü c-Sava gölü kurudu.

 

Soru 79: Tövbe suresinde kendisinden bahsedilen, Peygamber (a.s.)’ın ilk inşa ettiği mescit olarak bilinen mescit hangisidir?

Cevap   : Kuba mescidi.

 

Soru 80: Peygamber Efendimiz (a.s.) Mekke hayatında öyle bir yıl yaşadı ki o yıl amcası Ebu Talip vefat etmiş, amcasının vefatından üç gün sonra zevceleri Hz. Hatice (r.a.) ahirete göç etmişti. Aynı yıl müslümanlara ambargo uygulanmış ve zor durumda bırakılmıştı. Bu yıl Efendimiz (a.s.) için sıkıntılı olmuştu. İslam tarihinde bu yıla verilen isim nedir?

Cevap   : Hüzün yılı.

 

Soru 81: Siyeri Nebi yada Sireti Nebi ne demektir?

Cevap   : Hz. Peygamber (a.s.)’ın hayatını konu alan kitaba verilen isimdir.

 

Soru 82: Müslümanlardan bazıları sayıca fazla olduklarınışünüp gurura kapıldıkları için imtihan olarak yeryüzü tüm genişliğine rağmen kendilerine dar geldiği bir savaş yaşadılar. Bu savaşta pusuya düşürüldükleri için dağıldılar, hatta Allah Resulü (a.s.)’ı yalnız bıraktılar ve büyük bir panik yaşadılar. Hz. Abbas (r.a.)’ın daveti, hatırlatması ve bağırması üzerine tekrar toplanarak zaferi kazandılar. Hakkında inen ayetle müslümanlara ders olan bu savaş hangisidir?

Cevap   : Huneyn savaşı.

 

Soru 83: İlk Cuma namazı nerede kılınmıştır?

Cevap   : Ranuna vadisinde.

 

Soru 84: Peygamber Efendimiz (a.s.) ilk vahiy geldiğinde kime anlattı?

Cevap   : Hanımı Hz. Hatice’ye.

 

Soru 85: Peygamberimiz (a.s.) kaç sene İslam’ı gizli olarak anlattı?

Cevap   : 3 sene.

 

Soru 86: Hicret gecesi kafirler nereye toplandı?

Cevap   : Mekke’de Darun Nedve’de toplandılar.

 

Soru 87: Peygamberimiz (a.s.)’ın hicret esnasında saklandığı mağaranın ismi nedir?

Cevap   : Sevr Mağarası.

 

Soru 88: Mekke ne zaman fethedildi?

Cevap   : Hicretin 8. Yılı Ramazan ayının 17.sinde.

 

Soru 89: Hudeybiye savaşı ne zaman oldu?

Cevap   : Hicretin 6. Yılında.

 

Soru 90: Hayber savaşı ne zaman oldu?

Cevap   : Hicretin 7. Yılında.

 

Soru 91: Hendek savaşı ne zaman oldu?

Cevap   : Hicretin 5. Yılında.

 

Soru 92: Peygamberimizin son savaşı hangisidir?

Cevap   : Tebuk savaşıdır.

 

Soru 93: Akabe biati nedir?

Cevap   : Peygamberimiz (a.s.) ile Medinelilerin hicretten önce yaptıkları anlaşmadır.

 

Soru 94  : Ravza-i Mudahhara neresidir?

Cevap     : Peygamberimiz (a.s.)’ın kabri ile minberi arasına denir.

 

Soru 95  : Asr-ı Saadet ne demektir?

Cevap     : Rasulüllah (a.s.)’ın yaşadığı çağa Asr-ı Saadet (mutluluk yılları) denir.

 

Soru 96  : Rasulüllah (a.s.)’ın dayısı kimdi?

Cevap     : Sad Bin Ebi Vakkas.

 

Soru 97  : İsmet, Emanet, Fetanet, Sıdk ve Tebliğ tüm peygamberlerin ortak sıfatlarıdır.

Bu sıfatların dışında Peygamberimiz (a.s.)’e ait olan sıfatlar nelerdir?

Cevap     : a- Son peygamber olması

                  b- Tüm insan ve cinlerin peygamberi olması

                  c- Şefaat etme yetkisinin olması

 

Soru 98  : Hz. Muhammed (a.s.)’e peygamberlik gelmeden önce müşriklerle “Fakirleri koruma ve kalkındırma” adı verilen bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşmanın adı nedir?

Cevap     : Hif-ul Fudul

 

Soru 99: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ı vefatından sonra kim yıkadı?

Cevap   : Hz. Ali yıkadı.

 

Soru 100: Peygamberimiz (a.s.) Ebu Eyyup El-Ensari’nin evinde ne kadar kalmıştır?

Cevap     : Yedi aya yakın kalmıştır.

 

Soru 101: Haram aylar adı verilen aylar hangileridir?

Cevap     : Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarıdır.

 

Soru 102: Müşrikler döneminde geleneksel olarak şiir yarışmaları yapılırdı. Birinci gelen yedi meşhur şiir Kabe’nin duvarına asılırdı. Bu yedi şiire ne denirdi?

Cevap     : Muallakat-ı Seba denir.

 

Soru 103: Peygamberimiz (a.s.)’ın doğduğu evin adı nedir?

Cevap     : Darud-Tebabia

 

Soru 104: Her müslümanın iman etmesi gereken akidelerden birisi de Peygamberimiz (a.s)’ın Miraca çıkma hadisesidir. Miraç lügatte; yükseğe çıkma ve merdiven manalarına gelir. Miraç hicretten bir buçuk yıl evvel vuku bulmuştur.

Peygamberimiz (a.s.)’ın Miraç hadisesinde yedinci kat semada, Mescidi Haram ve Mescidi Aksa’dan sonra uğradığı, meleklerin kıyamete kadar hayatlarında bir defa sıra gelerek tavaf ettiği yedinci kat semadaki bu mescidin adı nedir?

Cevap    : Beytül Mamur.

 

Soru 105: Uhud savaşında Peygamberimiz (a.s.) bir kaç kafire beddua etmişti. Ancak birisine suçu ağır olmasına rağmen beddua etmedi. Ashaptan bazıları:

"Niçin ona beddua etmiyorsun" diye sorduklarında “Miraç gecesi onu Hamza ile kol kola cennete girerlerken gördüm” dediği kişidir. Hicretin 8.yılında Mekke fethedildiğinde Peygamberimiz (a.s.) tarafından öldürülmeleri emredilen 10 kişiden de biridir. Fakat daha sonra, Peygamberimiz (a.s.)’e gelerek af dilemiş ve böylece Mekke’nin fethinden sonra müslüman olup, Peygamberimiz (a.s.) tarafından Yemame tarafına gitmesi emrolunmuştur.

Peygamberimizin irtihalinden sonra çıkan yalancı peygamberi daha önce hayatının en büyük hatasını yaptığı kılıçla öldürür. Bu sahabe ve öldürdüğü yalancı peygamber kimdir?

Cevap    : Vahşi (r.a.), Müseylemetül-Kezzap

 

Soru 106: Peygamber Efendimiz (a.s.) peygamberliğini ilk defa açıkça nerede ilan etmiştir?

Cevap    : Safa Tepesinde

 

Soru 107: Hicretin dördüncü yılı olaylarındandır. Kilap kabilesinden Ebu Bera, Hz. Peygamber (a.s.)’e gelerek, mensubu olduğu kabilesi arasında irşatta bulunacak zatlar istedi. Peygamberimiz (a.s.)’de 40 veya 70 kişi göndermişti.

Bunların hepsi Ashabı Suffe’dendi. Yolda bu mübarek insanların hepsi şehit edildiler. Bu olaya İslam tarihinde ne ad verilir?

Cevap    : Bir-i Maune.

 

Soru 108: Hz. Peygamber (a.s.) sözleri ile insanları İslam’a davet ettiği gibi, devletlere gönderdiği mektuplarla da bu devlet başkanlarını ve tebaasını İslam’a davet etti. Bunlardan bir kısmı bu davete sıcak baktı, bir kısmı da reddetti.

Bu mektuplardan birinin gittiği ülke kralı çok memnun olmuş ve bu memnuniyetini göstermek için bazı hediyeler yanında Hz. Peygamber (a.s.)’e birde kadın köle göndermişti. Peygamberimiz (a.s.) bu köleyi azat edip onunla evlendi. Peygamberimiz (a.s.)’ın evlendiği bu validemiz ve ülkesinin adını söyleyiniz?

Cevap     : Hz. Mariye, Mısır.

 

Soru 109: Peygamberimiz (a.s.)’e Rasulüssakaleyn denmesinin sebebi nedir?

Cevap     : İnsanlara ve cinlere gönderildiği için

 

Soru 110: Peygamberimiz (a.s.) gençliğinde illegal bir örgüte üye olmuştu. Bu örgüt haksızlık kimden gelirse gelsin, kime yönelik olursa olsun haklının yanında haksızlara, zalimlere karşı tavır koyuyordu. Bu örgütün adı nedir?

Cevap     : Hılful Fudul  (Fazilet örgütü)

 

Soru 111: İslamiyet’ten önce Arap kabileleri arasında iç harpler ve kan gütmeler yaygın halde idi. İslam’ın gelişiyle kan davaları ve kabileler arası harpler son buldu. Ve insanlar Allah (c.c.)’ın gönderdiği İslam nimeti ile kardeşler oldular. Bu kabileler yalnız dört ay harp etmeyi haram sayarlardı. Şayet bu dört ay içinde harp yapılırsa bu harbe ne ad verilirdi?

Cevap    : Ficar harbi.

 

Soru 112: Allah (c.c.)’ın gönderdiği en son ve en mükemmel din olan İslam’ın kaynağı Kur’an’ı Kerim’i Allah’ü Teala “Onu biz indirdik, biz koruyacağız” buyuruyor.

Ve bu arada insanların bazılarına cennette daha fazla mükafat vermek için de onları ciddi imtihana tabi tutuyor. Biz müslümanların ise çilelere katlanmış olan bu müslümanlara minnet borcumuz vardır. İşte o insanlarda Kur’an’ın zamanımıza kadar gelmesinde her türlü çileye katlanmışlardır. Onlardan biri de Hz. Bilal idi. Hz. Bilal (r.a.)’a kızgın taşla işkence eden kimdir?

Cevap    : Ümeyye Bin Halef

 

Soru 113: Peygamber Efendimiz (a.s)’ı Beni Sad kabilesinden Haris adında bir adamın karısı Halime’ye verdiler. Peygamberimiz (a.s) süt annesinin yanında kaç yaşına kadar kaldı?

Cevap     : Beş yaşına kadar

 

Soru 114: Peygamberimiz (a.s.)’ın 3 oğlu, 4 kızı olmuştur. Onlardan birisi cariyesi Mariye’den doğmuştur. Peygamberimiz (a.s.)’ın Mariye’den olan çocuğunun adı nedir?

Cevap     : İbrahim

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

I ve II. CİLTLERİN FİHRİSTİ

 

 

Giriş………………………………………………………….1

Siyer Dersi Programı.....................................................                5

1.BÖLÜM......................................................................     15

SİYER…………...........................................................     17

(1)  Siyerin Tanımı.............................................    ..........              20

(2)  Siyerin Peygamberleri Tanımada Önemi................            22

(3)  İslam'ın Anlaşılmasında Önemi..............................  22

(4)  Siyer ilmi Nasıl Gelişti............................................   23

     - Okuma Parçası........................................................    25

2.BÖLÜM......................................................................     27

 - İLK İNSAN VE İLK PEYGAMBER.......................  29

(1)  Peygamberlerin Gönderiliş Amacı.......................... 32

(2)  Ulu-l Azam Olan Peygamberler.............................              35

(3)  Kendilerine Kitap Verilen Peygamberler................           36

(4)  Resul ve Nebi Olan Peygamberler.......................... 37

(5)  Kuranda Adı Geçen Peygamberler.......................... 39

    - Okuma Parçası.........................................................    49

3.BÖLÜM......................................................................     53

-PEYGAMBERİMİZİN RİSALETE KADAR OLAN DÖNEM.........................................................................            55

(1)  Hz.Muhammed (as)'den Önce Dünyanın ve Arabistan Yarımadasının durumu ..................................................         56

(2)  Cahilliye ve Ondaki Haniflik Kalıntıları................                        73

(3)  Hz.Muhammed (as)'ın Ailesi ve Doğumu..............             76

(4)  Hz.Muhammed (as)'ın Göğsünün Yarılması..........            157

(5)  Rahip Bahira...........................................................                162

(6)  Hz.Muhammed (as)'ın Çalışma Hayatı................... 165

(7)  Ficar Harbi..............................................................                 168

(8)  Hılfu'l-Fudül..........................................................                  170

(9)  Hz.Muhammed (as)'ın Hz. Hatice ile Evlenmesi..             173

(10)  Kabe'nin Tamiri..................................................                  175

       - Okuma Parçası...................................................                   179

4.BÖLÜM....................................................................                   181

- RİSALETTEN HİCRETE KADAR OLAN DÖNEM          183

(1)  İnziva ve ilk vahiy.................................................                 187

(2)  Vahyin Kesilmesi.................................................                  192

(3)  İlk Müslümanlar...................................................                  197

(4)  Gizli İbadet ve Gizli Buluşmalar Dar'ül-Erkam...              227

(5)  Davetin açığa vurulması.......................................                 232

(6)  Zulüm safhaları ve Dar'ün-Nedve........................                240

(7)  İslam'a Düşmanlıkların Sebepleri.........................               247

(8)  Görüşmeler, Uzlaşma Teklifleri............................               249

(9)  Habeşistan'a Hicret...............................................                 252

(10)  Hamza (ra) ve Ömer (ra)'ın Müslüman Oluşları.             265

(11)  Muhasara-Boykot..............................................                  274

(12)  Hüzün Yılı.........................................................                    280

(13)  Taife Gidiş.........................................................                    289

(14)  İsra-Miraç Olayı................................................                   297

(15)  Akabe Biatları...................................................                    309

(16)  Hicret Öncüleri.................................................                    316

(17)  Mekke Dönemin Özeti......................................                  325

      - Okuma Parçası...................................................                    345

5.BÖLÜM..................................................................                     353

-HİCRETTEN HZ.MUHAMMED (AS)’IN  VEFATINA KADAR OLAN DÖNEM..........................................             355

(1)  Mekke-i Mukerreme ve Medine-i Munevvere Arasındaki Fark.............................................................................                     363

(2)  Hicret ve Hicret Esnasındaki Olaylar...................               396

(3)  Hicretin Sosyolojik Tahlili (Önemi)....................                399

(4)  İlk Cuma Namazı.................................................                   401

(5)  Mescidi-i Nebevinin Yapımı ve Fonksiyonları....             404

(6)  Kardeşlik..............................................................                   422

(7)  Medine Vesikası....................................................                 429

(8)  Seçkin Fertler.........................................................                 437

(9)  Münafıkların Alameti.............................................               444

(10)  Abdullah b. Cahş Müfrezesi.................................              460

(11)  Bedir Savaşı ve neticeleri.....................................              470

(12)  Ben-i Kaynuka olayı............................................                489

(13)  Uhud Savaşı ve imtihan.......................................               505

(14)  Raci ve Bi'ri Maun-e olayları..............................               543

(15)  Ben-i Nadir'in sürgünü........................................                548

(16)  Zatu'r Rika...........................................................                  557

(17)  Ben-i Müstalık Gazvesi........................................               569

(18)  İfk Olayı...............................................................                  572

(19)  Hendek Savaşı de Kureyza ile hesaplaşma...........           580

(20)  Hudeybiye Barışı ve tahlili...................................              608

(21)  Hayber Gazası.......................................................    629

(22)  Gazve ve Seriyyelerin Sayısı...............................              639

 (23)  Hükümdarlara Gönderilen Mektuplar..................           641

(24)  Umretu'l- Kaza.....................................................                 651

(25)  Mu'te Savaşı.........................................................                 666

(26)  Mekke'nin Fethi...................................................                 676

(27)  Huneyn Savaşı ve Yenilginin Sebepleri..............             693

(28)  Tebük Seferi ve Katılmayanların Durumu..........             714

(29)  Dırar Mescidi ve Tahlili.......................................               744

(30)  Heyetlerin Gelişi.................................................                 748

(31)  Müminlerin Anneleri..........................................                 759

(32)  Hz. Ebubekir'in Haccı.........................................                 768

(33)  Veda Haccı.........................................................                   770

(34)  Vedda Hutbasi ve Düşündürdükleri...................               785

(35)  Hz. Muhammed (as)'ın Hastalığı ve Vefatı........              800

(36)  Hz.Muhammed (as)'ın Vefatından Sonra Bazı Olaylar.             813

(37)  Medine Dönemi(nin Özeti).................................                821

(38)  Peygamber Efendimiz (as)’ın Bazı Özellikleri....                        836

  - Okuma Parçası..........................................................                 921

  -Test Soruları..............................................................    925

  -İçindekiler..................................................................    949

  - Kaynakça...................................................................    953

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KAYNAKÇA

 

 

Ahmed ibni Hanbel (v.s. 241/885). Müsned, 1:6, Beyrut 1398 (1978)

 

Ahmet Cevdet Paşa (18221895). Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa C I, İstanbul: Bedir Yayınevi, 1966.

 

Bağdadi, Muhammed Fehmi, Tarih-i Edebiyat-ı Arabiye, İstanbul: Matbaa-i Âmire, 1335 (1917).

 

Bediüzzaman, Said Nursi, Mektubat, İstanbul 1962

 

…………..Sözler, İstanbul 1962

 

Belazuri, Ebu'l-Abbas Ahmed İbni Yahya (v. 279. Ensabü'1-Eşraf. C I. Mısır: Darü'l-Maarif Matbaası, 1959.

 

Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfât, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut 1410

 

Buhari, Ebü Abdullah Muhammed İbni İsmâil (v. 256/869). El-Camiü's-Sahih. C. 14, Beyrut, Matbaa-i Âmire, 1329.

 

Canan, Prof. Dr. İbrahim, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, Ankara 1994

 

……………Tebliğ, Terbiye ve Siyasi Taktik Açılarından Hicret. İst., Yeni Asya Yayınevi, 1981.

 

Ebu Dâvud, es-Sicistânî, Sünen, Çağrı Yayınları, İstanbul 1992

 

Darimi, Ebü Muhammed Abdullah ibni Abdurrahman (v. 255/868) Sünen. C. 12, Beyrut, Tarihsiz.

 

el-Ezrakî, Ahbaru Mekke, Mekke 196;

 

Halebi, Ali ibni Bürhanü'd-Din (975/1044 H.) İnsanü'l-Uyun, C. 1-3, Beyrut: 1400 (1980).

 

Hamidullah, Prof. Dr. Muhammed. İslam Peygamberi. C. 1-2, İstanbul: İrfan Yayınevi, 1972.

 

……………İslâm'da Devlet İdaresi, Trc: Kemal Kuşçu, İstanbul 1963,

 

İbnu'l-Verdî, Tetimmetu'l-Muhtasar, Mısır, 1285

 

İbni Abdi'1-Berr, Ebû Ömer Yusuf (v. 463/1070). El-İstiab. C. 14, Mısır: Mustafa Muhammed Matbaası, 1358 (1939).

 

İbni Esir, İzzeddin Ebu'l-Hasen Ali İbni Ebi'l-Kerem Muhammed bin Muhammed bin Abdü'l-Kerim, (v. 630) Üsdü'l-Gâbe f: Ma'rifeti's-Sahabe. C. 15, el-Mektebetü'l-İslâmiyye, Tarihsiz.

 

……………el-Kâmil, Beyrut 1385/1965,

 

İbni Hacer, Şihâbü'd-Din Ebül Fadl, Ahmed İbni Ali el-Askalâni (v. 852/1448). El-İsâbe fi Temyiz's-Sahabe. C. 14. Bağdat, Ofset baskı, Tarihsiz.

 

………….ed-Dureru'l-Kâmine, Kahire, 1966,

 

İbni Hişâm, Cemâlüddin Ebû Muhammed Abdülmelik (v. 218/838). Er-Siyretü'n-Nebeviyye. C. 14, Beyrut: İhyâu't Türasi'1-Arabî, 1391 ( 1971 ).       

 

İbn İshak, Kitabul-Mübteda vel-Mebas, Konya 1981

 

İbni Kayyım (v. 751). Zâdü'l-Meâd. C. 14. Mısır: 1390.

 

İbni Kesir, Ebu'1-Fidâ İsmâil, (701774). Siyretü'n-Nebeviyye, C. 14. Beyrut: Dârü't-Ma'rife, 1396 (1976).

 

………….el-Bidâye ve'n-Nihâye, Kahire, 1358,

 

İbnu Mace-Ebu Abdillah Muhammed İbnu Yezid el-Kazvini (v. 275), Sünenü İbni Mace, Kahire 1952, Tahkik; Muhammed Fuad Abdulbaki.

 

İbn Sa'd, Tabakât, Beyrut 1376/1957

 

el-Kâsanî, Bedâyiu's-Sanâyi', Beyrut 1328/1910

 

Köksal, M. Asım, İslâm Tarihi, 2. baskı, İstanbul, t.y.,

 

Keşmîrî, Muhammed Enver (v. 1352/1933): Feyzü'l-Bâri fi Sahihi'l-Buhârî, Beyrut, tarihsiz.

 

el-Meydânî, el-Lübâb, İstanbul t.y.

 

Münavi-Şemsü'd-Din Muhammed Zeynü'd-Din Abdurrauf (v. 1031), Feyzu'l-Kadir Şerhu'l-Cami'i's-Sağir, Beyrut, 1972.

 

Müslim-Ebu'l-Hüseyin Müslim İbnu'l-Haccac el-Kuşeyri en-Neysaburi (v. 261) Sahihu Muslim Tahkik:  Muhammed Fuad Abdul'l-Baki Kahire, 1955.

 

Nesâî, Ebu Abdurrahman Ahmed, Sünen, Çağrı Yayınları, İstanbul 1992

 

………  Sünenü’n-Neseî, Çev: A. M. Büyükçınar, A. Tekin, Ö. F. Harman, Y. Erol, Kalem Yayıncılık, İstanbul 1981

 

Nûru'd-Dîn İbnu Muhammed: el-İmâmu't-Tirmizî ve'l-Muvâzene Beyne Câmi'ihi ve Beyne's-Sahîheyn, Mısır, 1970.

 

Razi-Ebu Abdillah Muhammed İbnu Ömer İbni Hüseyn (v. 606), et-Tefsiru'l-Kebir, Naşiri: Abdurrahman Muhammed, Kahire, tarihsiz.

 

Safedî, el-Vâfi Bi'l-Vefeyât, Mısır, 1974.

 

Şevkânî , el-Bedru't-Tâli', Kahire, 1348

 

Taberî, Tarihul-Umem vel-Muluk, Mısır 1326,

 

Vâkidî, Kitabü'l-Meğâzî, Kahire 1965,

 

Yâkubî, Tarih, Beyrut 1960,

 

ez-Zebîdî, Tecridî Sarîh, Terc. K Miras, Ankara 1978

 

ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire 1977

 

Zehebî, Ebu Abdillah Muhammed İbnu Ahmed (v. 748/1347): Mîzânu'l-İttidal fî Nakdi'r-Ricâl, Kahire. 1963.

 

………..Tezkîretu'l-Huffâz, Haydarâbâd. 1956.

 

Zeylaî, Nasbu'r-Râyeli Ehâdisi'l Hidâye; eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, Mısır t.y

 

Zürkani-Ebu Abdillah Muhammed İbnu Abdilbaki İbnu Yusuf (v. 1122), Şerhu'l-Muvatta Kahire 1961.

 

 

 

 

   

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Baskıya Hazırlanan Kitaplar

 

 

 

 

 

1. KUR’AN-I KERİM MEALİ (Sebeb-i Nüzulü Açıklamalı ve Kelime Kelime Meali)

Bütün kitaplar tek bir kitabı anlamak içindir,

Bütün bilgiler tek bir bilgiye ulaşmak içindir,

Bütün hakikatler tek bir hakikat içindir,

Bütün dinler tek bir dine kavuşmak içindir,

Bütün güzellikler tek bir güzeli görmek içindir,

Bütün ilahlar tek bir Allah'a erişmek içindir,

Bütün yollar tek bir yolu yürümek içindir,

Bütün şeyler tek bir şeyi anlamak içindir,

Aslında herşey tek bir şey ve aynı şeydir.

 

2. KIRK AYET –KIRK HADİS  (Çıktı)

Resûlullah (a.s): "Kim ümmetime, sünnetimden kırk tanesini koruyup ulaştırırsa ben kıyamet günü onun imânına şâhid ve şefaatçi olurum"  Beyhakî, Şuabu'l-İmân, 2/270)

Sebeb-i Nüzulüne göre kırk ayet ve Sebeb-i Vüruduna göre kırk hadis. 

 

3. EVRENİN RUH HARİTASI (Akaid Kitabı)

Kaybetmişiz Pusulamızı

Ebrehelerin Hüküm Sürdüğü Kaldırımlarda

Ölüler Abid

Taşlar Mabud

Ağaçlar Mabed Olmuş.

 

4. İNSANLIĞIN RUH HARİTASI (Ahlak Kitabı II Cilt)

Ahlak, ruhun derinliklerinde dışa yansıyan iyiliğin, kıvılcımıdır.

Gülün güzelliği rengidir.

Bülbülün ki, sesidir.

Göğün ki, yıldızlardır.

Yerlerin ki, bitkilerdir.

Dilberin ki, cemalidir.

Yiğidin ki, bileğidir.

Arifin ki, bilgidir.

Abidin ki, zikridir.

İnsanlığın ki ise, AHLAKIDIR.

 

5. RUHLARIN ŞİFASI (Esma’ül Husna) (Çıktı)

“En güzel isimler (el-esmâü'l-hüsnâ) Allah'ındır. O halde O'na o güzel isimlerle dua edin. Onun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır.” (7:180)

 

6. YAŞAMIN RUH HARİTASI (Fıkıh Kitabı IICilt)

Anlamak (fıkh etmek), insanın ruh portresidir.

Anlayış sahibi insanlar, halkların gülü ve çiçekleridir.

Anlayış sahipleri, halklar tarafından her zaman koklanmaya çalışılır.

Bazen göklere çıkartılıp yükseltilirler.

Bazen yerlere atılıp ezilirler.

 

7. İNSANLIĞIN RUH MİMARLARI PEYGAMBERLER (Peygamberlerin Hayatı IICilt)

Evrenin en büyük sanatçısı Allah’tır.

Yüce Allah’ın en büyük sanat eseri insandır.

İnsanın en büyük sanatı ruhtur.

Ruhun mimarları aziz Peygamberlerdir.

 

8. PEYGAMBERLERİN ÇİZDİĞİ RUH HARİTASI (Hz. Peygamber (a.s)'in Hayatı II Cilt)

Kaybolmuşuz Peygamberlerin çizdiği haritanın üzerinde.

Yön tayin etmede zorlanıyoruz.

Neresi doğu.

Neresi batı.

Neresi kıble.

 

9. ÇOCUKLARIN RUH DÜNYASI (Doğumundan Ölümüne Kadar Çocuk Terbiyesi)

“Her çocuk İslam fıtratı üzere doğar.”

Hiç bir çocuk, anne ve babasının  meşru veya gayri meşru yaptıklarıyla sorumlu değildir.

Her çocuk kendi kişisel menkıbesinin sorumlusudur.

Çocuklar, ailenin balı ve dalı,

Toplumun gülü ve bülbülü,

Kainatın çiçeği ve eşrefidirler.

 

10. DERSLERİN RUHU (Tefsir Dersine Giriş 1) 

Bütün kitaplar, bir kitabı anlamak içindir, oda KUR’ANI KERİM’dir.

Bütün ilimler, tek bir ilimden onay alır,  oda KUR’ANI KERİM’dir.

Bütün ilimlerin merkezi, tefsir ilmidir, oda KUR’ANI KERİM’dir.

 

11. DERSLERİN RUHU (Tefsir İlmine Giriş 2)

Usûl, Arapça asl'ın çoğuludur. 

Asl sözlükte temel, kök, soyluluk ve orijinal anlamlarına gelir.

Tefsir usûlü ya da İlmu Usûli't Tefsir,

Kur'ân-ı Kerim'in insanlar tarafından anlaşmasına yardımcı olmak üzere onu, insanların zihinlerine,  akıllarına yaklaştırma çalışmaları  diyebileceğimiz tefsirin ve müfessirlerin  prensiplerini, şartlarını ve çerçevesini belirleyen,  tarihini tespit eden ilim veya  ilimlerin hepsine birden verilen isimdir.

 

12. ÇAĞIN ALTIN RUHLULARI (Sahabe-i Kiramın Hayatı II Cilt)

Rasulullah (a.s)’ın da üzere yaratılmış olduğu “ALLAH AHLÂKI”?…

“VERMEK”! Karşılıksız vermek! Çıkar düşünmeksizin vermek! EBU BEKİR gibi.

Zâhirde ve bâtında her an ve her koşul altında adil olmak! ÖMER gibi.

Ar, haya, sevgi vermek!.. Karşılık beklemeksizin! OSMAN gibi. 

İlim, cesaret  vermek!… Karşılık beklemeksizin! ALİ (r.anhum) gibi...

 

13. HER ADEM BİR ALEMDİR  -I- (Vecizeler)

Adem dedikleri;  el, ayak, baş değil, manaya  derler.

Kaş, göz değil, ruha derler.

 

14. HER ADEM BİR ALEMDİR –II- (Vecizeler)

Her insan bir ademdir.

Her adem bir alemdir.

Her alem bir sırdır.

Her sır bir yitiktir.

Her yitik bir hikmettir.

Her hikmet bir hazinedir.

Her hazine bir saadeti dareyndir.

 

15. DOĞRULARIN BABASI (Öykü)

Düşünmek, “seviyorum, peşinden koşuyorum ve arıyorum”; anlamına gelen ve

“bilgi, bilgelik” anlamına gelen sözcüklerinden türeyen terimin işaret ettiği entelektüel faaliyet ve disiplindir.

Buna göre düşünme “bilgelik sevgisi” yada; “bilginin peşinden koşma” anlamına gelir.

 

16. EĞİTİM - ÖĞRETİM (Öykü)

Her Müminin dinini öğrenmesi ve bildiklerini öğretmesi dini bir ihtiyaçtır.

Zira inandıklarını uygulayabilmesi öğrenmeye bağlıdır. Öğrenim, eğitimin bir parçasıdır.

Eğitim, hedeflenen davranışların programlı ve planlı faaliyetlerle insana kazandırılmasıdır.

Öğretim ise, öğretme faaliyetlerinin belirlenen hedefler doğrultusunda, planlı ve kontrollü olarak düzenlenmesi ve uygulanmasıdır.

 

17. RÜYA İLE DİRİLİŞ (Öykü)

Rüya konusunda; Batı bilginleri genelde rüyanın insanın günlük yaşantısı sonucu gördüğü şey olarak yorumlarken,

Doğu bilginleri bu görüşe katılmakla birlikte Allah'tan gelen ilahi bir mesaj olarak da görmüşlerdir.

 

 

18. HAYAL UMUDUN KAPISIDIR (Öykü)  

Fertte çağrışım yapan hayaller neticesinde meydana gelen kolektif alt şuuru psişik hayatın esaslı faktörüdür.

 

19. MEDENİYETİN ORTAK DEĞERLERİ (Araştırma)

Allah'ın indirdiklerini kendisine hayat nizamı olarak kabul eden toplumlarda medeniyet, kavramın içerdiği gerçek anlamıyla ortaya çıkmıştır. İslâm medeniyeti, iman, amel, ahlâk, sosyal ilişkiler, toplum hayatını insanların iyiliği doğrultusunda yöneten idarî prensiplerin bir tezâhürüdür.

 

20.  ACILARDA AĞLARMIYMIŞ? (Şiir)

Şair, Şiir yazarken,

çocuk dünyaya getiren

bir annenin sancısını çekmiyorsa

yazdıklarının hepsi yalandır.

 

21. AKLIN GÖCÜ (Öykü)

Akıl, eşyanın güzellik, çirkinlik, kemâl ve noksanıyla ilgili sıfatını idrak eden özelliktir. İki hayırdan daha hayırlı; iki şerden daha az şerli olanını idrak etmekten ibarettir. Akıl insanoğluna verilmiş manevi bir kuvvettir. İnsan bu güç ile gerekli ve nazarı bilgileri elde eder. Bilgiyi elde eden güç İslâm'da insanı mükellef kılan akıl gücüdür. Bu güç insanda ana rahminde cenin iken oluşan özelliktir. Bu erginlik çağına gelince gelişir ve gittikçe olgunlaşır. Bu da, zarûriyyâtı anlayan güçtür. Bu güç ile elde edilen 'bilgi'ye gelince yerine göre kullanılmadığında akılsızlık özelliğini taşır.

 

22. DİN NASİHATTIR (İbretli Sözler) *Çıktı*

Nasihat, İslâm'ın pratik hayata aktarılması, ahlâkî prensiplerin yaşanması, insanî erdemliliklerin, görgü kurallarının öğretilmesi amacıyla bilenlerin bilmeyenlere öğretmesi ve hatırlatmada bulunması amacıyla yapılan öğütlerdir. Bu öğütler yapılırken asla bir ard niyet güdülmez, dünyevî çıkarlar düşünülmez.

 

23.NAMAZIN DİLİ

Namaza başlarken ve namaz kılarken, söylediklerimizin anlamı nedir? Neden “Allah’u Ekber” diyoruz? Neden Ku’ran ile değil de “Sübhaneke” ile namaza giriş yapıyoruz? Neden “Ruku” ediyoruz? Niçin “Secde”ye kapanıyoruz? Bütün bunlar ne anlama geliyor? Ve biz bunları yaparken ne demek istiyoruz? Bunların anlamı ve dili nedir?

 

24.ARAPÇANIN DİLİ

Arapçayı, Araplara olan özentiden dolayı öğrenmek hiç bir insanın akıl karı değildir. Yüce Allah Kura’an-ı Kerim-i Arapça indirdiğinden dolayı ve Kur’an-ın dilini anlamak için öğrenilir. Amaç Kur’an-ın mesajını hakkıyla anlayıp kavramaktır. Eğer bu anlayışla Arapça öğrenilir ve öğretilirse, o zaman Araplarda gelip o Arapçayı öğrenmek zorunda kalırlar.

 

 

 

 

 

 

 

II.CİLDİN

İÇİNDEKİLER

 

 

Giriş……………………………………………………           1

Siyer Dersi Programı.....................................................                5

1.BÖLÜM......................................................................     15

SiYER...........................................................................                   17

(1)  Siyerin Tanımı.............................................    ..........              20

(2)  Siyerin Peygamberleri Tanımada Önemi................            22

3)  İslam'ın Anlaşılmasında Önemi..............................               22

(4)  Siyer ilmi Nasıl Gelişti............................................   23

     - Okuma Parçası........................................................    25

2.BÖLÜM......................................................................     27

 - İLK İNSAN VE İLK PEYGAMBER.....................                29

(1)  Peygamberlerin Gönderiliş Amacı.......................... 32

(2)  Ulu-l Azam Olan Peygamberler.............................              35

(3)  Kendilerine Kitap Verilen Peygamberler................           36

(4)  Resul ve Nebi Olan Peygamberler.......................... 37

(5)  Kuranda Adı Geçen Peygamberler.........................             39

    - Okuma Parçası........................................................                 49

3.BÖLÜM.....................................................................                  53

-PEYGAMBERİMİZİN RİSALETE KADAR OLAN DÖNEM.......................................................................                        55


(1)  Hz.Muhammed (as)'den Önce Dünyanın ve Arabistan Yarımadasının durumu .................................................                      56

(2)  Cahilliye ve Ondaki Haniflik Kalıntıları................                        73

(3)  Hz.Muhammed (as)'ın Ailesi ve Doğumu..............             76

(4)  Hz.Muhammed (as)'ın Göğsünün Yarılması..........            157

(5)  Rahip Bahira...........................................................                162

(6)  Hz.Muhammed (as)'ın Çalışma Hayatı..................              165

(7)  Ficar Harbi..............................................................                 168

(8)  Hılfu'l-Fudül..........................................................                  170

(9)  Hz.Muhammed (as)'ın Hz. Hatice ile Evlenmesi..             173

(10)  Kabe'nin Tamiri..................................................                  175

       - Okuma Parçası...................................................                   179

4.BÖLÜM....................................................................                   181

- RİSALETTEN HİCRETE KADAR OLAN DÖNEM          183

(1)  İnziva ve ilk vahiy.................................................                 187

(2)  Vahyin Kesilmesi.................................................                  192

(3)  İlk Müslümanlar...................................................                  197

(4)  Gizli İbadet ve Gizli Buluşmalar Dar'ül-Erkam...              227

(5)  Davetin açığa vurulması.......................................                 232

(6)  Zulüm safhaları ve Dar'ün-Nedve........................                240

(7)  İslam'a Düşmanlıkların Sebepleri.........................               247

(8)  Görüşmeler, Uzlaşma Teklifleri............................               249

(9)  Habeşistan'a Hicret...............................................                 252

(10)  Hamza (ra) ve Ömer (ra)'ın Müslüman Oluşları.             265

(11)  Muhasara-Boykot..............................................                  274

(12)  Hüzün Yılı.........................................................                    280

(13)  Taife Gidiş.........................................................                    289

(14)  İsra-Miraç Olayı................................................                   297

(15)  Akabe Biatları...................................................                    309


(16)  Hicret Öncüleri.................................................                    316

(17)  Mekke Dönemin Özeti......................................                  325

      - Okuma Parçası...................................................                    345

5.BÖLÜM..................................................................                     353

-HİCRETTEN HZ.MUHAMMED (AS)’IN  VEFATINA KADAR OLAN DÖNEM........................................                        355

(1)  Mekke-i Mukerreme ve Medine-i Munevvere Arasındaki Fark.............................................................................                     363

(2)  Hicret ve Hicret Esnasındaki Olaylar...................               396

(3)  Hicretin Sosyolojik Tahlili (Önemi)....................                399

(4)  İlk Cuma Namazı.................................................                   401

(5)  Mescidi-i Nebevinin Yapımı ve Fonksiyonları....             404

(6)  Kardeşlik..............................................................                   422

(7)  Medine Vesikası....................................................                 429

(8)  Seçkin Fertler.........................................................                 437

(9)  Münafıkların Alameti.............................................               444

(10)  Abdullah b. Cahş Müfrezesi.................................              460

(11)  Bedir Savaşı ve neticeleri.....................................              470

(12)  Ben-i Kaynuka olayı............................................                489

 



[1] Ahzab,33/21

[2]  İsra,17/15

[3]  Ahzab,33/21

[4]  Müslim, iman, 9; Muhammed b. İshâk b. Yesar, Sîretu İbn İshâk, Konya 1980, 222.

[5]  Hicr,15/28

[6] Hicr,15/29

[7] Ali-İmran,3/59

[8] Bakara,2/35

[9] Bakara,2/36

[10] Bakara,2/37

[11] Bakara,2/38

[12]  Nahl,16/36

[13] İsra,17/15

[14] Nisa,4/164

[15] Ali-İmran,3/59

[16]  Meryem,19/59

[17] Araf,7/59

[18] Hud, 11/50

[19]  Neml,27/45

[20] Bakara,2/124

[21] Ankebut,29/26

[22]  Meryem,19/54

[23]  Meryem,19/49

[24]  Meryem,19/49

[25]  Yusuf,12/6

[26]  Sad,38/41

[27]  Enbiya,21/85

[28]  Araf,7/85

[29]  Araf,7/144

[30]  Kasas,28/34

[31]  İsra,17/55

[32]  Neml,27/16

[33]  Enam,6/85

[34]  Enam,6/86

[35]  Saffet,37/139

[36]  Ali-İmran,3/44

[37]  Ali-İmran,3/39

[38]  Saf,61/6

[39]  Ali-İmran,3/40

[40]  Lokman,31/12,13

[41]  Kehf,18/83-98

[42]  Tevbe,9/30,31

[43]  Enam,6/131

[44]  Hud,11/117

[45]  Şuara,26/208.209

[46]  Nisa,4/155

[47]  Maide,5/50

[48] Zümer,39/3

[49]  Müslim, Müsâkât, 67; bk. Buhârı, Megâzî, 51; Büyû, 105, 112; Müslim, Büyû, 93; Fer', 8; İbn Mâce, Ticârât, 11; Ahmed b. Hanbel, II, 213, 362, 512, III, 217, 324, 326, 340; İbn Kesîr, Muhtasaru Tefsîri İbn Kesîr, Beyrut (t.y), I, 544-547

[50]  Mâide, 5/90, 91; İbn Abidin Reddû'l Muhtar, İstanbul 1307, 5, s. 355; Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dini, İstanbul 1960, II, s. 766

[51]  Ali-İmran,3/130

[52] Bakara,2/275

[53]  Nur,24/33

[54]  İbn Hacer el-Askalânî, 'Fethu'l-Bârı bi şerh-i Sahîhi Buhâri', 10, 371

[55]  Nisa,4/19

[56] Enam,6/139

[57]  Zuhruf,43/17

[58]  Tekvir,81/8,9

[59] Enam,6/137

[60]  Enam,6/136

[61]  Enam,6/138

[62]  Ebû İshak İbrahim, Kahire, 1386-87/1966-67, 6, 337; Taberî, Cami'u'l-Beyân, Beyrut 1405/1984, 7, 90

[63]  Sahîh-i Buhâri, Tecrid-i Sarih Tercümesi, VI,13

[64]  Maide,5/104

[65] Daha geniş bilgi için: ZemahŞerî, el-Keşşaf, Kahire 1387/1968, I, 649; Fahreddin er-Râzî, Mefâtihu'l-Gayb (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd, Kahire 1934-62, XII, 110; Ebussuud Efendi, İrşâdü'l Akli's-Selîm, Beyrut ts (Dâru ihyâi't türâsi'l-Arabî), III, 86.

[66]  Fil, 105/1-5

[67]  İbnü'l-Esir, el-Kâmil fi't Târih,1/442

[68]  İbnü'l-Esir, el-Kâmil fi't Târih, Nşr: Tornberg, Beyrut 1965, I, 442

[69]  Bakara, 2/135

[70]  Alu İmrân, 3/67

[71]  Nahl,16/120,123

[72]  İbn Hanbel, 5, 266. Ayrıca bk. Buhârî, İmân, 29; Tirmizî, Menâkıb 32, 64; İbn Hanbel III, 442

[73] Daha geniş bilgi bakn: İbn Manzûr, Lisanu'l-Arab, Beyrut 1956, 12, 237 vd;es-Suheylî, er-Ravdu'l-Unf, Mısır 1967, II, 7; el-Ezrâkî, Ka'be ve Mekke Tarihi trc. Y. Vehbi Yavuz, İstanbul 1974, 326;

[74]  Fil,105/1-5

[75] İbni Sa'd,et-Tabakatul-Kübrâ, Beyrut, t.y. I, 100-101

[76] İbni Sa'd,et-Tabakatul-Kübrâ, Beyrut, t.y. I, 100-101

[77]  Bak: Fahruddin er-Râzî, Mefâtihu'l Gayb, İstanbul 1307, IV, 478, 479; Teftâzânî, Şerhu Makâsıd, İstanbul 1305, II, 171; Cürcânî, Şerhu Mevâkıf, İstanbul 1311

[78]  Bak: İbn İshak, İbn Hişam, Sîretu'n-Nebevî, Beyrut 1391/1971, I, 166; İbn Sa'd, Tabakât, Beyrut 1376/1957, I, 97; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve, Kahire 1389/1969, I, 86

[79]  İbn İshak, a.g.e., I, 166; Beyhakî, a.g.e., I, 70; Belâzurî, Ensâbü'l-Eşrâf, Mısır 1959, I, 80, 81; İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Gâbe, I, 20

[80]  Duha,93/6

[81] Bak: Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4, 127, 128

[82]  Ebu'l-Ferec İbnu'l Cevzî, el-Vefâ, Kahire 1386/ 1966, I, 140, 141: Diyarbekrî Hamîs, Beyrut, t.y., I, 261

[83]   Buhârî, İcâre 2; Muvatta, 18 (2, 971); İbnu Mâce, Ticârât 5,

[84]   Kalem,68/4

[85]   Buhârî, Ahkâm 1, Cum'a 11, İstikrâz 20, Itk 17, 19, Vesâya 9, Nikâh 81, 90; Müslim, İmâret 20, (1829); Tirmizî, Cihâd 27, 1705; Ebû Dâvud, İmâret 1,

[86]  Halebî, İnsanü'l-Uyûn, Mısır 1384/1964, I, 221; Hâkim, Müstedrek, Riyad, t.y., III, 182; Yakut, Mu'cemü'l-Buldân, Beyrut 1376/1956, II, 126

[87]  Ebu'l-Ferec İbnu'l Cevzî, el-Vefâ, Kahire 1386/ 1966, I, 140, 141: Diyarbekrî Hamîs, Beyrut, t.y., I, 261

[88]  Bak: Halebî, İnsanü'l-Uyûn, Mısır 1384/1964, I, 221; Hâkim, Müstedrek, Riyad, t.y., III, 182; Yakut, Mu'cemü'l-Buldân, Beyrut 1376/1956, II, 126

[89]  İnşirah,94/1

[90]  İbn Sa'd, Tabakât, I, 130, 156, 157; İbn İshak, a.g.e., I, 200; Taberî, Tarih, Mısır 1326, II, 196, 197; Ebû Nuaym, Delâil, Haydarâbad 1369, l, 133, 134; Beyhakî, a.g.e, l, 337; Halebî, a.g.e., 1, 220; Ebu'l-ferec, a.g.e., I, 144

[91]  Tecrid-i Sarîh Tercemesi, 6, 525-526

[92] Bak: İbn, Sa'd Tabakat, 13, 9

[93] Bak: İbn, Sa'd Tabakat, 13, 10

[94]  Ahmed b. Hanbel, I,190, 193

[95]  İbn Hacer, el-İsâbe, 539

[96]  İbn el-Esir, Usdü'l-Ğâbe, I, 434

[97] bk. ez-Zebîdî, Tecrid-i Sarih, Terc. Kamil Miras, Ankara 1984, 6, 13

[98]  Buhârî, iman, 37; Müslim, iman, 1, 5, 7; Ebû Dâvud, sünne, 15

[99] Râgıb el-isfahanî: El-Mutredâd; Asım Efendi, Kamüsü'l-Mühit tercemesi, İstanbul 1272 H., III, 593-594; İbn-i Manzur, Lisânü'l-Arap, Bulak Mısır 1303, 17 160-163

[100]  Râğıb el-İsfahânı, el-Müfredât fi Garibi'l-Kur'ân, 30

[101]  Bkn: bk. et-Taflâzânî, Şerhul-Makâsıd, II/128, el-Cürcanî, Şerhul-Mavâkıf, III, 173-174; İbnul-Hümam, Şerhul-Müsâyere, 198; Kadı İyâd, eş-Şifâ, I/210; ed-Devvânî, Celâl-Şerhul-Akâidi'l-Adudiyye, 3; Mustafa Sabri, Mevkiful-Akli vel-İlmi vel Âlem, Kahire 1950, IV/40.Ali Arslan Aydın, en-Nübüvve Fil-Kur'an ve İnde Felasifetil-İslâm, Kahire 1958, s. 5-9 ve İslâmda İman ve Esasları 6. Baskı, İstanbul 1990, s. 184-187).

[102] Buhârî, İlm 6; Müslim, İman 10, (12); Tirmizî, Zekat 2, (619); Nesâî, Siyâm 1, (4, 120); Ebu Dâvud, Salât 23,

[103]  Buharî, 1:6; Müslim, 1:97; Müsned, 2:153.

[104]  İbni Hişâm, Sîre, 1:252.

[105]  Ahmed b. Hanbel, 1,190, 193

[106]  Buharî, 1:7; Müslim, 1:97-98.

[107]  Abdülalâtif es-Sübkî, el-Vahyü İllâ'r-Resûl Muhammed (a.s.), s. 89.

[108] Müddesir,74/1-5

[109]  Abdülalâtif es-Sübkî, el-Vahyü İllâ'r-Resûl Muhammed (a.s), s. 89.

[110]  Müddesir,74/ 1-3

[111]  Tahirü'l-Mevlevî, Müslümanlıkta İbâdet Tarihi, s. 25.

[112]  İbni Hişâm, Sîre, 1:268; İbni Sa'd, Tabakât, 3:171. 2.İbni Hişâm, Sîre, 1:269; Üsdü'l-Gâbe, 3:206.3.Ravdü'l-Ünf, 1:165.

[113]  İbni Kesir, Sîre, 1:428.

[114]  İbni Sa'd, Tabakât 3:332.

[115]  İbni Hişâm, Sîre, 1:340; İbni Sa'd, Tabakât 3:232.

[116]  İbni Hişâm, Sîre, 1:340; İbni Sa'd, Tabakât, 3:328; İnsanü'l-Uyun, 1:299.2.İbni Hişâm, Sîre, 1:340; İbni Sa'd, Tabakât, 3:328; İnsanü'l-Uyun, 1:299. 3.İbni Sa'd, Tabakât, 3:238; İsâbe, 1:169.

[117]  İbni Sa'd, Tabakât 3:55. 2.İbni Sa'd, a.g.e., 3:55.

[118]  İbni Sa'd, Tabakât, 3:214-216; İsâbe, 2:220-221. 2.Buharî, 2:107; 4:211-212.3.İbni Sa'd, Tabakât, 3:219; İbni Hacer, a.g.e., 2:221.

[119]  İbni Sa'd, Tabakât, 4:95.2.İbni Sa'd, Tabakât, 4:95; İnsânü'l-Uyun, 1:282.3.İbni Sa'd, Tabakât, 1:262; İbni Abdi'l-Beri, İstiab, 2:421.

[120]  İbni Esîr, Üsdü'l-Gâbe, 2:292.2.İbni Hişâm, Sîre, 1:266; İbni Sa'd; Tabakât, 3:139; Taberî, 2:216. 3.İbni Hacerî, Tarih, 2:33; İbni Esîr, a.g.e., 2:291.

[121]  Ankebut,29/8

[122]  Neseî, 3:251; İbni Esîr, a.g.e., 2:292.

[123]  İbni Sa'd a.g.e. 3:139.2."Fedake Ebî ve Ümmi" tâbiri asıl mânâsında değil, örfî mânasında kullanılır. Bu kelimeler razı olmayı, memnun olmayı ifade eder. Yaptığı tebdile şayan bulunan zatlar, bu kelimelerle medh ve senâ edilirler.3.Müslim, 7:125.

[124]  İbni Sa'd, Tabakât, 3:141.2.Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 145; Yeni Asya Neşriyat, 1998.

[125]  İbni Sa'd, Tabakât, 4:224; Müslim, 7:153-154.

[126]  İbni Sa'd, Tabakât, 4:224-225; Müslim, 7:153-154.

[127]  İbni Sa'd, Tabakât, 4:255.

[128]  İbni Sa'd, Tabakât, 3:165.

[129] Buhari, Menâkıbu'l- Ensâr 29, Menâkıb 25, İkrâh 1; Ebu Dâvud, Cihâd 107, (2649); Nesâî, Zînet 98,

[130]  İbni Sa'd, Tabakât 3:164-165. 2.Meryem19\77-80.

[131]  A'lak, 96/1-5

[132] Hâkim, el-Müstedrek, 1. Baskı, Riyad 1968, Fezâil, 3, 502; Zeylaî, Nasbü'r-Râye, 3, 477

[133] İbni Sa'd, Tabakât, 3:267; Ebu'l-Velid el-Ezrakî Kâbe ve Mekke Tarihi, Terc., s. 426; Prof.Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, 1:80.

[134]  Şuara,26/214-216

[135]  Hicr,15/ 94

[136] Leheb,111\1-3

[137]  Taberî, 2:217; İbni Kesîr, Sîre, 1:459.

[138]  İbni Sa'd, Tabakât, 3:267; Ebu'l-Velid el-Ezrakî Kâbe ve Mekke Tarihi, Terc., s. 426; Prof.Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, 1:80.

[139] Kevser,108\3

[140] Taberi, Tarihu'l-Ümem, 2, 184

[141]  İbn Hişâm, Sîre, I, 130 vd.

[142] Taberî, Tarih, I, 1098; İbn Hişâm, Sîre, I, 80

[143] Taberî, Tarih, I, 1098; İbn Hişâm, Sîre, I, 80

[144] Ebû Dâvud, Edâhî, 12; Tirmizî, Diyât, 14; Müslim, Sayd, 12

[145] Abese,80\1-2

[146]  Enam,6/32

[147] Zümer,39/10

[148]  Nahl,16/41

[149]  Ankebut,29/46

[150]  Ankebut,29/59,60,61

[151]  M. Asım Köksal, İslâm Tarih,i, Mekke Dönemi, IV. 191-192; bk. İbn Hişâm, es-Sire, I, 356-362; Taberî Tarih, II, 225

[152] Meryem,19\23

[153] Sahihi Buhar-i 1/14

[154] bk. İbn Hişâm Sire, I, 344-362; İbn Sa'd Tabakat, I, 203 vd.

[155] M. Yusuf Kandehlevi, Hadislerle müslümanlık, ll, 553

[156] İbnu'l-Esîr, İsdit'l-Gâbe, II, 52

[157]  İbn Esîr, Usdü'l-Gâbe, II, 55

[158] H. İbrahim Hasan, Tarihul-İslâm, Mısır 1979, I, 210

[159]  Suyûtî, Tarihul-Hulefâ, Beyrut 1986, 123; Üsdül-gâbe, IV, 146

[160] -Hacer el-Askalânî, el-isâbe fi Temyîzi's-Sahâbe, Bağdat t.y., II, 518; İbn Sa'd, aynı yer; Suyûtî, a.g.e., 125

[161] Üsdü'l-gâbe, IV,168-199; İbn Sad, a.g.e., III, 274 vd.; Suyûtî a.g.e., 92-94

[162] Ahmed en-Nedvi, Asr-ı Saadet, Terc. Ali Genceli, İstanbul 1985, I, 317

[163]  İbni Hişâm, Sîre, 1:375; İbni Sa'd, Tabakât, 1:208-209; Belâzurî, Ensab, 1:229-230; Taberî, 2:225.

[164]  İbni Hişâm, Sîre, 1:375; İbni Sa'd, Tabakât, 1:209; Belâzurî, Ensab, 1:230.

[165]  İbni Hişâm, Sîre, 1:375; İbni Sa'd, Tabakât, 1:209; Taberî, 2:225.

[166]  İbni Hişâm, Sîre, 1:16-17; İbni Sa'd, Tabakât, 1:209-210.

[167] İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-Kubrâ, Beyrut, t.y., I, 203;

[168]  İbni Hişâm, Sîre, 3:34; İbni Sa'd, Tabakât, 1:133.

[169]  İbni Hişâm, Sîre, 2:57; İbni Sa'd, Tabakât, 1:211-212.

[170] Sahih-i Buhar-i,Kitab-u Menakıb,35

[171] Sahih-i Buhar-i,Kitab-u Menakıb,37

[172] Sahih-i Buhar-i,Kitab-u Menakıb,55

[173] Sahih-i Buhar-i,Kitab-u Menakıb,58

[174]  İbni Hişâm, Sîre, 2:57; İbni Sa'd, Tabakât, 1:211-212.

[175]  İbni Sa'd, Tabakât 8:58; Buharî, 2:329; Müsned, 6:211.

[176]  İbni Sa'd, Tabakât 8:52-53; Müsned, 6:211.

[177]  İbni Hişâm, Sîre, 2:61; İbni Sa'd, Tabakât, 1:211.

[178]  İbni Hişâm, Sîre, 2:61; İbni Sa'd, Tabakât, 1:211; Taberî, 2:26.

[179]  İbni Hişâm, Sîre, 2:63.

[180] Buharî, 4:83.

[181] İbni Sa'd, Tabakât, 1:212; Belâzuri, Ensâb, 1:237.

[182] Ahkaf,46\29-31

[183] Cinn,72\1-15

[184]   İbni Hişâm, Sîre, 2:60-63; İbni Sa'd, Tabakât 122. 

[185]  İbni Hişâm, Sîre, 2:60-63; Buharî, 4:83.

[186] İsra,17/1

[187] İbni Hişâm, Sîre, 2:50; Buharî, 2:328; Müslim, 1:101.

[188]  İbni Hişâm, Sîre, 2:50; Buharî, 2:328; Müslim, 1:101.

[189]  Müslim, 1:102.

[190] Bakara,2\85-86

[191] Nisa,4/116

[192] Buhârî, Tevhid 33; Müslim, İman 153; Tirmizî, İman 18.

[193] İbni Hişâm, Sîre, 2:70; İbni Sa'd, Tabakât 1:217; Taberî, 2:234.

[194]  İbni Hişâm, Sîre, 2:70; İbni Sa'd, Tabakât 1:217; Taberî, 2:234.

[195]  İbni Hişâm, Sîre, 2:71; Taberî, 2:234.

[196]  İbni Hişâm, Sîre, 2:71; İbni Sa'd, Tabakât, 1:218-219; Taberî, 2:234-235.

[197]  İbni Hişâm, Sîre, 2:75-76; Taberî, 2:235.

[198]  İbni Hişâm, Sîre, 2:75-76; İbni Sa'd, Tabakât 1:220; Taberî, 2:235.

[199]  İbni Hişâm, Sîre, 2:84; İbni Sa'd, Tabakât, 1:222; Taberî, 2:238; İbni Seyyid,

[200]  İbni Hişâm, Sîre, 2:84; İbni Sa'd, Tabakât, 1:222; Taberî, 2:238; İbni Seyyid,

[201]  İbni Hişâm, Sîre, 2:111; İbni Sa'd, Tabakât, 1:226; Buharî, 2:330; İnsanü'l-Uyun, 2:180.

[202]  İbni Hişâm, Sîre, 2:124-126; İbni Sa'd, Tabakât, 1:227; Taberî, 2:242-243; Ravdü'l-Ünf, 1:290-291; Uyunu'l-Eser, s. 177-178; İnsanü'l-Uyun, 2:189-190.

[203]  İbni Hişâm, Sîre, 2:128-129; İbni Sa'd, Tabakât, 1:227-228; Buharî, 2:332; Taberî, 2:245; Uyunu'l-Eser, 1:181.

[204]  İbni Hişâm, Sîre, 2:138; İbni Sa'd, Tabakât, 1:233.

[205]  İbni Hişâm, Sîre, 2:146.

[206]  Alak,96/1-2

[207]  Müddessir, 74/1-4

[208]  Şuarâ, 26/214-216

[209]  İsrâ, 17/1

[210] Şamil İ.A

[211]  Mâide, 5/67

[212]  Nahl, 16/125

[213] Müslim, İlm 16; Tirmizî, İlm, 15

[214]  Âli İmrân; 3/110

[215]  Ali İmrân, 3/104

[216] Müslim, İman, 78

[217]  Bakara, 2/159

[218]  Mâide, 5/78-79

[219]  İbn Mâce, Fiten, 20; Tirmizî, Tefsîru Sûrati'l-Mâide, 7

[220]  Nahl, 16/125

[221]  Ankebût, 29/46

[222] Yusuf, 12/108

[223] Buhârî, İlm 12, Edeb 80; Müslim, Cihad 6, 7; Bir rivayette de:"...Isındırın,  nefret ettirmeyin..." buyrulmuştur.

[224] Ebû Dâvûd, Edeb, 20

[225]  Ahzâb, 33/21

[226] Muvatta', Kader, 3

[227] İbn Mâce, Mesâcid, 14

[228] Buhârî, Nikâh, I ; Müslim, Nikâh, 5

[229]  Daha geniş bilgi için bk. Ahmet Önkal, Rasûlullah'ın İslâm'a Davet Metodu, Konya 1987; Abdülkerim Zeydân, Usûlü'd-Da've, Bağdat 1976; Muhammed el-Gazzâlî, Ma'âllâh Dirâsât fî'd-Da'veti ve'd-Du'ât, Kahire 1976

[230] Nisa,4/97, 98

[231]  İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azim, I, 542

[232] İbn Kesîr Tefsîr, I, 542

[233] eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, 8, 28, 29

[234] Nisâ, 4/100

[235] İbn Mace Kefâret.23

[236] Şevkânî a.g.e., 8, 27

[237] Ebû Davûd, Cihad,13

[238] Şevkânî a.g.e., 8, 29

[239] İbn Kesîr, Tefsîr, 3, 329

[240] Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, 2, 277, 278

[241]  İbn Kuteybe, Tefsiru Garîbi'l-Kur'an, Beyrut 1978,107-108; Hasan İbrahim Hasan, Tarihu'l-İslâm, Mısır 1979, I, 45

[242] Abdullah el-Endelûsî, Mu'cemu Ma İste'ceme, Beyrut 1983, I, 269

[243] Şemseddin Sami, Kamusu'l-A'lam, Mekke Mad.

[244] Taberi, Tarih, Beyrut 1967, I, 122

[245] İbnü'l-Esir et-Kâmil fi't-Tarih, Beyrut 1979, I, 36-38

[246] Taberî, Tefsir, Mısır 1968 IV, 8

[247] Taberî, Tarih, I, 123

[248]  Âl-i İmrân, 3/96

[249]  En'am, 6/92

[250] Taberî, Tefsir, IV, 8-9

[251] İbnü'l-Esîr, el-Kâmil fi't Tarih, Beyrut 1979, I, 103-104

[252] İbnü'l-Esir, a.g.e, I,106-107

[253]  Âl-i İmran, 3/97

[254] İbn Hacer, el-Askalanî, Fethu'l-Bâri, Mısır 1959, V, 359

[255] İbn Hacer, a.g.e., V, 359; H. İ. Hasan, a.g.e., I, 45-46

[256] M. Hamdullah, İslâm Peygamberi, II, 884

[257] M. Hamdullah, a.g.e., I, 888

[258] Hamdullah, a.g.e., 891; H. İ. Hasan, a.g.e., I, 48

[259] M. Hamdullah, a.g.e., 888-889

[260] H.İ. Hasan, a.g.e., I, 62

[261]  Kureyş, 106/2-3

[262] M. Hamidullah, a.g.e., I, 26-27

[263] A. Köksal, İslâm Tarihi, Mekke Devri, İstanbul 1981, 88

[264] H. İbrahim Hasan, a.g.e., I, 61

[265] İbn Haldun Mukaddime, Terc. Z.K. Uğan, İstanbul 1988, II, 243

[266] Hamidullah, a.g.e., II, 834; Dineverî, Ahbaru't-Tıval, Kahire 196, 33-34

[267] İbnü'l-Esîr, a.g.e., I, 442

[268]  Tevbe, 9/101, 120; el-Ahzâb, 33/60; el-Münafıkûn, 63/8

[269]  Ahzâb, 33/13

[270] Abdullah el-Endelusî, Muc'emu Ma İste'ceme, Beyrut 1983, IV, 1201, 1202

[271] Buharî, Fedailul-Medine, 12

[272] İbnu'l-Esir, el-Kamil, Beyrut 1979, I, 262

[273] Muhammed Hamdullah, İslâm Peygamberi, çev. Salih Tuğ, I, 594

[274] İbnü'l-Esir, a.g.e., I, 658-687

[275]  Bakara, 2/47

[276] Asım Köksal, İslâm Tarihi (Mekke Devri), İstanbul 1981, 374

[277] İbn Cerir et-Taberî, Tarih, Beyrut 1967, VII, 398

[278]  Taberî, a.g.e, VII, 399

[279] Sahih-i Müslim, Tercüme ve şerhi, İstanbul 1980, XI, 6985

[280] Buharî, Fedailu'l-Medine, 1

[281] Tecrid-i Sarih tercemesi, Ankara 1980, VI, 228

[282] Buharî, Fedailu'l-Medine, 2

[283] Muhammed Revvas Kal'acı, Mevsu'atı Fıkhı Ömer İbnü'l Hattab, 1981, s. 601

[284] Buharî, Fedailu'l-Medine, 10

[285] Buharî, Fediulu'l-Medine, 11

[286] Zümer,39/53,54

[287] Buhâri, Bed'ü'l-Vahy 1, Itk 6, Menâkıbu'l-Ensâr 45, Nikâh 5, Eymân 23, Hiyel 1; Müslim, İmâret 155; Ebu Dâvud, Talâk 11; Tirmizi, Fedâilu'I-Cihâd 16; Nesâî, Tahâret 60.

[288] Buhâri, Bed'ü'l-Vahy 1, Itk 6, Menâkıbu'l-Ensâr 45, Nikâh 5, Eymân 23, Hiyel 1; Müslim, İmâret 155; Ebu Dâvud, Talâk 11; Tirmizi, Fedâilu'I-Cihâd 16; Nesâî, Tahâret 60.

[289] Buhâri, Bed'ü'l-Vahy 1, Itk 6, Menâkıbu'l-Ensâr 45, Nikâh 5, Eymân 23, Hiyel 1; Müslim, İmâret 155; Ebu Dâvud, Talâk 11

[290]  Daha geniş bilgi için bk: Zebîdî, Tecrid-i Sarib Terc. 10:120-121.446. İbni Sa'd, Tabakât, 4:214-219; Müslim, 7:156.

[291] İbni Hişâm, Sîre, 2:147.

[292]  İbni Sa'd, Tabakât, 8:58

[293]  İbni Sa'd, Tabakât, 8:67.

[294]  Nesaî, Mesâcid, 12; İbn Sa'd Tabakatül-Kübrâ, Beyrut, t.y, I, 239

[295]  İbn Sa'd a.g.e., I, 239-240

[296]  Buhârî, Cuma, 26; İbn Sa'd, a.g.e., I, 250-251

[297] İbn Sa'd, a.g.e., I, 499

[298] Nesei, Mesâcid, 20

[299] İbn Sa'd a.g.e., 255

[300] Ahmed b. Hanbel, 3, 371

[301] M. Hamidullah, İslam Peygamberi, İstanbul, 1980, 2, 832

[302] İbn Sa'd a.g.e, 255

[303] Buhari, Ashab, 3

[304]  İbnu'l-Esîr, el-Kâmil fi't-Tarih, 3,103; Suyütî, Tarihu'l-Hulefa, Beyrut 1986, 173

[305]  İbn Sa'd, a.g.e., I, 399

[306]  Buhârî, Cuma, 26; Nesaî, Cuma, 17; İbn Mâce, İkame, 199; İbn Sa'd, a.g.e.,I, 239-254

[307]  Ahmed b. Hanbel, II, 36, 450, 534; 5, 41

[308]  Ahmed b. Hanbel, II, 236

[309]  Ahmed, b. Hanbel, 6 289, 292, 318; Nesaî, Mesâcid, 8

[310]  Buharî, Fedâilü's-Salat, 1, 6

[311]  Ahmed b. Hanbel, I,184

[312]  Hanbel, I, 16; Nesai, Mescid,4

[313]  Ahmed b. Hanbel, II, 418

[314]  Ahmed b. Hanbel, 2, 418

[315] Nesaî, Mesâcid, 7

[316]  Tecrîd-i Sarih Tercümesi, 7, 46

[317]  Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, II, 940

[318]  Buhârî, Rikak, 17

[319]  İbni Sa'd, Tabakât 8:25.

[320]  Kurtubî, el-Câmi'u li Ahkâmi'l-Kur'an, 3, 340

[321]  Bakara, 2/273

[322]  Tecrid-i Sarih Tercümesi, 2, 540

[323]  Dârimî, İbni Mâce,İlim,12

[324]  Ebû Dâvud, Büyû', 36

[325]  Tecrid Tercemesi, 7:47.

[326]  İbni Hişâm, Sîre, 2:154; Buharî, 1:114.

[327]  Daha geniş bilgi için bak: İbni Hişâm, Sîre, 2:155; Müsned, 4:43.

[328]  İbni Sa'd, Tabakât, 1:238; Ravdü'l-Ünf, 2:18.

[329]  Enfal,8/72

[330]  Hucurat,49/10

[331]  Buhârî, 3:67.

[332]  Tecrid Tercemesi, 7:47.

[333]  Tecrid Tercemesi, 7:77.

[334]  Buhârî, 3:67.

[335] Buhârî, imân, 7

[336] Haşr,59,9-12

[337] Tecrid Tercemesi, 7:77.

[338]  İbni Sa'd, Tabakât, 3:174-175; Tirmizi, 5:300.

[339]  İbni Hişâm, Sîre, 2:147.

[340]  Prof Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, 1:148; Prof. Harun Han Şirvânî, İslâmda Siyasî Düşünce ve İdare, Terc.; s. 18.

[341] Sahih-i Buhar-i, Menakıb,12

[342] Sahih-i Buhar-i, Menakıb,21

[343] Sahih-i Buhar-i, Menakıb,14

[344] Sahih-i Buhar-i, Menakıb,22

[345] Sahih-i Buhar-i, Menakıb,17

[346] Sahih-i Buhar-i, Menakıb,21

[347] Müslim, 5:182-183.

[348] İbni Sa'd, Tabakât, 3:540.

[349]  Tefsir-i Taberî, 28:116.

[350]  Müslim, 5:183; Müsned, 5203.

[351]  İbni Hişâm, Sîre, 3:174-175; İbni Sa'd, Tabakât, 1:174; Müslim, 8:128-129; Müsned, 4:239-240.

[352] Tevbe ,9\ 101.

[353]  Âl-i İmrân Sûresi, 167; Bakara Sûresi, 8-9.

[354] Munafikun,63\1

[355]  Müsned, 5:203.

[356] Bakara,2\14.

[357] Hamdi Yazır, Tefsir, 1237-238.

[358] Bakara,2\14

[359] Hamdi Yazır, Tefsir, 1:238.

[360]  Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü'l-İcâz, s. 35.

[361]  Hamdi Yazır, Tefsir, 1:241.

[362] İstiâb, 1288.

[363]  Veda 1.Tefrir-i Taberî, 4:73.

[364] Tevbe,9\ 81-82.

[365] Münâfıkun Sûresi, 4.

[366] Buharî, Cihad, 112, 156, Müslim, Cihad 19, 20; Ebû Davud, Cihad, 89

[367] Tecrîd-î Sarîh Tercümesi, 7, 445

[368]  İbni Hişâm, Sîre, 2:248-249; İbni Sa'd, Tabakât, 2:9-10

[369]  İbni Hişâm, Sîre, 2:252; İbni Sa'd, Tabakât, 2:10.

[370]  İbni Hişâm, Sîre, 2:252; İbni Sa'd, Tabakât, 2:10.

[371]  Bakara,2\ 217.

[372] İbni Hişâm, Sîre, 2255; İbni Sa'd, Tabakât, 2:11.

[373]  Bakara,2\144

[374] Bakara,2/190

[375] Hacc,22/39

[376] Hacc,22/39,40

[377] İbni Hişâm, Sîre, 2:266.

[378]  İbni Hişâm, Sîre, 2267; İbni Sa'd, Tabakât, 2:14.

[379]  İbni Hişâm, Sîre, 2267.

[380] İbni Hişâm, Sîre, 2:268; Megâzî, s. 37-38.

[381]  Müslim, 5:170.

[382]  İbni Hişâm, Sîre, 2:272; İbni Sa'd, Tabakât, 3:567-568.

[383]  İbni Sa'd, Tabakât, 2:15.

[384]  İbni Sa'd, Tabakât, 2:14.

[385]  Sîre, 2:272; İsâbe, 2235.

[386]  İbni Sa'd, Tabakât, 2:15.

[387]  İbni Hişâm, Sîre, 2:277; İbni Sa'd, Tabakât 2:17.

[388] İbni Sa'd, Tabakât, 2:17.

[389]  İbni Sa'd, Tabakât 220.

[390]  İbni Hişâm, Sîre, 2:291.

[391]  İbni Hişâm, Sîre, 2280.

[392] Muhammed Hamîdullah, İslâm Peygamberi Çev. Salih Tuğ I, 393, 394

[393] M. Hamidullah, a.g.e., I, 394

[394] M. Hamîdullah, a.g.e., I, 405

[395]  Salih Tuğ, İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İstanbul 1969, s.31-40 vd

[396]  İbn İshak, Sîre, Neşr. M. Hamidullah, Konya 1401/1981, s.294; et-Taberi, Tarîhür-Rusül vel-Mülûk, Neşr. Degoeje, III, 1360

[397]  İbn Hişam, es-Sîretü'n-Nebeviyye, Nşr. M. es-Sekâ, İ. el-Ebyârî, A.Hafız Çelebi, Lübnan 1391/1971, III, 51

[398] İbn İshak, a.g.e., 295

[399]  Maide,5/51

[400] İbn İshak, a.g.e., 295

[401] İbnü'l-Esir, el-Kâmil, II, 66

[402] Nur,24\56

[403]  Müzemmil,73\78

[404] Bakara,2\110

[405]  Buharî, 2:120.

[406] İbni Sa'd, Tabakât, 8:36-37.

[407] İbni Sa'd, Tabakât, 7:391.

[408]  İstiâb, 4:1895.

[409]  Taberî, 2:290-292.

[410]  İbni Sa'd, Tabakât 1:248-249.

[411] Taberî, 2:290-292.

[412] İbni Hişâm, Sîre, 3:58-59; İbni Sa'd, Tabakât, 2:33.

[413] İbni Sa'd, Tabakât, 2:30.

[414]  İbni Hişâm, Sîre, 3:66-67; İbni Sa'd, Tabakât, 2:37-38.

[415]  İbni Hişâm, Sîre, 3:68; İbni Sa'd, Tabakât, 2:38.

[416]  Belâzurî, Ensab, 1:315.

[417]  İbni Kesir, Sîre, 324.

[418]  İbni Sa'd, Tabakât, 2:45; İbni Kesir, Sîre, 3:24.

[419]  İbni Hişâm, Sîre, 3:71.

[420]  İbni Kesîr, Sîre, 3:87; Üsdü'l-Gâbe, 3:232.

[421]  İbni Hişâm, Sîre, 3:76.

[422]  İbni Hişâm, Sîre, 3:84; İbni Sa'd, Tabakât, 3:410.

[423]  İbni Hişâm, Sîre, 3:84; İbni Sa'd, Tabakât, 3:410.

[424]  İbni Sa'd, Tabakât, 3:141; Buharî, 322-23; Üsdü'l-Gâbe, 2:290.

[425]  İbni Hişâm, Sîre, 3:89.

[426]  İbni Hişâm, Sîre, 3:89; Belâzurî, 1:324; Uyunü'l-Eser, 2-13.

[427]  İbni Sa'd, Tabakât, 4:125.

[428]  İbni Hişâm, Sîre, 3:89.

[429] A.g.e.Aynı yer

[430]  İbni Hişâm, Sîre, 3:99-100; İbni Sa'd, Tabakât, 2:48; Taberî, 324.

[431]  İbni Hişâm, Sîre, 3:103-104; İbni Sa'd, Tabakât, 3:13-14.

[432]  İbni Hişâm, Sîre, 3:103-104; İbni Sa'd, Tabakât, 3:13-14.

[433]  İbni Hişâm, Sîre, 3:103-104; İbni Sa'd, Tabakât, 3:13-14.

[434] İbni Hişâm, Sîre, 3:103-104; İbni Sa'd, Tabakât 3:13-14.

[435] Ahzab,33\23

[436]  İbni Hişâm, Sîre, 3:101-102.

[437]  İbni Hişâm, Sîre, 3:106.

[438] İbni Hişâm, Sîre, 3:58-59; İbni Sa'd, Tabakât, 2:33.

[439] İbni Sa'd, Tabakât 2:34.

[440] İbni Sa'd, Tabakât, 2:34.

[441] İbni Sa'd, Tabakât, 2:34.

[442] İbni Sa'd, Tabakât, 2:35; Müsned, 3:365; şifâ, 1:81; Mektûbat, s. 161.

[443] İbni Hişâm, Sîre, 3:46; Taberî, 32.

[444] İbni Sa'd, Tabakât, 2:36.

[445] Suyutî, Camiüssağir, 2:10.

[446] İbni Hişâm, Sîre, 3:53.

[447] İbni Sa'd, Tabakât, 8:81.

[448] İbni Sa'd, Tabakât, 8:82-83.

[449] İbni Hişâm, Sîre, 4:296-297; İbni Sa'd, Tabakât, 8:115; İstiâb, 4:1853.

[450] Müsned, 6:283.

[451] Tirmizî, 5: 323; Buharî, 4:217.

[452]  İbni Hişam, Sîre, 3:193-194; İbni Sa'd, Tabakât 3:514; Taberî, 3:34.

[453] İbni Hişam, Sîre, 3:193-194; İbni Sa'd, Tabakât 3:514; Taberî, 3:34.

[454]  Daha geniş bilgi için bk: İbni Hişam, Sîre, 3:193-194; İbni Sa'd, Tabakât 3:514; Taberî, 3:34.

[455] İbni Sa'd, Tabakât, 2:57.

[456]  İbni Sa'd, Tabakât, 2:58.

[457]  Uyunu'l-Eser, 2:50-51.

[458]  Maide,5/11

[459]  İbni Hişam, Sire, 3:201-202.

[460]  İbni Kesîr, Sîre, 3:165.

[461]  Nisa, 4/101-103

[462] İnsanü'l-Uyûn, 2:289.

[463] İnsanü'l-Uyûn, 2:289

[464] İbni Kesîr, Sîre, 3:165.

[465]  İnsanü'l-Uyûn, 2:289.

[466]  Nahl,16/67

[467]  Bakara,2/219

[468]  Nisa,4/43

[469]  Maide,5/90

[470] Sahih-i Müslim, Terceme ve Şerh, A. Davudoğlu, 9, 247,

[471] Dare Kutnî, Sünen, 4:247; Ebû Davud, Sünen, 2:294.

[472] İstiâb, 4:1891.

[473]  İstiâb, 4:1891.

[474] Tirmizî, Sünen, 5:661.

[475] Tirmizî, Sünen, 5:657.

[476] Taberî, 3:42; Müsned, 5:1856.

[477] Ebû Davud, Sünen, 2:286; Tirmizî, Sünen, 5:67-68.

[478] Müsned, 5:182.

[479] İbni Sa'd, Tabakât, 3:53-54.

[480] Belazurî, Ensab, 1:401.

[481] Munafikun,63/8

[482]  İbni Sa'd, Tabakât, 2:63.

[483]  İbni Hişam, Sîre, 3:302; İbni Sa'd, Tabakât, 2:64.

[484] İbni Hişam, Sîre, 3:303.

[485]  İnsanü'l-Uyûn, 2:597.

[486]  Ahzâb, 33/6

[487] Buhârî, Şehâdet, 15

[488] Munafıkun,63/8

[489] İbn Sa'd, Tabakâtu'l-Kübra, II, 65

[490] İbn Hişam, es-Sîre, II, 298

[491] Nur,24/11-20

[492]  Nûr, 24/4-5

[493]  M. Ali es-Sabûnî, Kur'an-ı Kerîm'in Ahkâm Tefsîri, II, 107; Vakıdî, Meğazî, 2, 428

[494] Nur,24/22

[495] Buharî, Meğazî, 34; Tefsîru'l-Kur'ân, 6; Müslim, Tevbe, 56

[496]  Tabakât 4:83; Taberî, Tarih, 3:45.) 157; Tabakât, 2:7071; Müsned, 4:282.

[497] İbn Hişam, es-Siretit'n-Nebeviyye, Mısır, 1375/1955, II, 214, 216, 220

[498] İbn Hişam, a. g. e., II, 217, 219

[499] Taberî, a.g.e., 2, 570

[500] İbn Hişâm, a.g.e. 2. 231-2

[501] İbn Hişâm, a.g.e. II. 231-2

[502] Taberî, 3:46.

[503]  İbni Sa'd, Tabakât, 3:106; Müsned, 3:314.

[504]  Vâkidî, Megazî, 2:463.

[505]  İbni Hişam, Sîre, 32-34

[506]  Ahzab,33/9,10

[507] M. Hamidullah, Rasûlüllah Muhammed, Terc. Salih Tuğ, İstanbul 1973 s.174; Salih Tuğ, İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İstanbul 1969, s.31-40 vd

[508] İbn Hişam, es-Sıretü'n-Nebeviyye, Nesr. M.es-Sekâ, İ.el-Ebyârî, A.eş-Şiblı, Mısır 1375/ 1955, l, 540

[509] İbn Hişam, a.g.e., II, 540

[510] İbn Hişam, a.g.e., II, 540

[511]  Ahzab,33/26

[512] İbni Sa'd, Tabakât, 8:101.

[513] İbni Sa'd, Tabakât 8:101; Tirmizî, Sünen, 5:354; İbni Kesîr, Tefsir, 3:491.

[514]  Ahzab,33\ 37-38.

[515]  Tirmizî, Sünen, 5:352.

[516]  Ahzab,33\ 4-5

[517]  Ahzab,33\ 40.

[518] Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 33, Yeni Asya Neşriyat, 1998.

[519]  üslim, 2:1051.

[520]  Ayrıca İbn Hişam; a.g.e., III, 250; M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, VI, 3886

[521]  İbni Sa'd, Tabakât 1:291-292.

[522] İbni Hişam, Sîre, 1:234-235; Delâilü'n-Nübüvve, s. 218-219; Mektûbat, s. 135-136.

[523]   İbni Hişam, Sîre, 1:235; İbni Sa'd, Tabakât 1:185; Şifa, 1:277-278.

[524]  İbni Hişam, Sîre, 3:263; İbni Sa'd, Tabakât 1:433.

[525]  İbni Sa'd, Tabakât, 1:433.

[526]  Üsdü'l-Gâbe, 1:22.

[527]  Küsuf ve husûf (güneş ve vay tutulması namazı) sünnettir. İki rekâttır. Rükû ve secdeleri, nafile namazlarda olduğu gibi yapılır. Bu namazlar için ezan ve kaamet okunmaz.Ancak husûf namazı için, "es-Selâtü camiâtün (Namaz için toplanınız) diyerek seslenilir.

[528]  İnsânü'l-Uyûn, 2:628.

[529]  Buharî, 2:23-24; Müslim, 3:28-36

[530]  Bkz: Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lahikası, s.31-33.

[531] Feth, 48/10

[532]  Fetih,48/18,19

[533]  Fetih, 48/1,2

[534]  İbni Hişam, Sîre, 3:332; İbni Sa'd, Tabakât, 2:97; Müsned, 4:325; Taberî, 3:79.

[535] İbni Hişam, Sîre, 3:332; Müsned, 4:325.

[536]  İbni Hişam, Sîre, 3:333; Taberî, 3:79.

[537]  İbni Sa'd, Tabakât, 8:231.

[538]  Mümtehine,60\ 10.

[539]  İbni Sa'd, Tabakât, 8:230; Uyunü'l-Eser, 2:127.

[540]  İbni Hişam, Sîre, 3:341.

[541]  İbni Hişam, Sîre, 3:337

[542]  İbni Hişam, Sîre, 3:337.

[543]  İbni Hişam, Sîre, 3:338.

[544]  Megazî, 2:627.

[545]  İbni Hişam, Sîre, 3:338.

[546]  İbni Hişam, Sîre, 3:338; İstiab, 4:1613.

[547]  İbni Sa'd, Tabakât, 4:134.

[548]  İbni Sa'd, Tabakât, 4:134.

[549]  İbni Kesîr, Sîre, 3:413; İnsânü'l-Uyûn, 2:775.

[550]  Tehânevî, Keşşâfü Istılâhâti'l-Fünûn, Kelküta 1862, 2, 1099

[551]  Bkz. İbn Hişâm, es-Sîretü'n-Nebeviyye, Kahire 1955, 3-4, 373.

[552]  Daha grniş bilgi için bk: İbni Hişam, Sîre, 3:354-355; İbni Sa'd, Tabakât, 8:126.

[553] İbn Sa'd, Tabak âtü'l-k übrâ, c. 1, s. 259. M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 5/372-373

 

[554]  İbni Kesîr, Sîre, 3:508; Zâdü'1-Mead, 3:71; İnsanü'l-Uyûn, 3:291.

[555]  Zâdü'1-Meâd, 3:71.

[556]  İbni Kesîr, Sîre, 3:508; Zâdü'1-Mead, 3:71; İnsanü'l-Uyûn, 3:291.

[557]  İbni Hişam, Sîre, 4:254; İbni Sa'd, Tabakât, 1:261

[558]  İbni Sa'd, Tabakât 2:120.

[559]  İbni Sa'd, Tabakât, 2:120.

[560]  İbni Sa'd, Tabakât, 2:121.

[561]  İhrâma girme yerleri şunlardır: Medinelilerin Zülhuleyfe, Şamlıların Cuhfe; Iraklıların, Zât-ı Irk; Necidlilerin Karn, Yemenlilerinki ise Yelemlem.

[562]  İbni Sa'd, Tabakât 2:121; İbni Kesîr, Sîre, 3:435.

[563]  İbni Sa'd, Tabakât, 2:121.

[564]  İbni Sa'd, Tabakât, 2:121.

[565]  Taberî, 3:101; İbni Kesîr, Sîre, 3:436.

[566]  İbni Sa'd, Tabakât, 2:121; İbni Kesîr, Sîre, 3:436.

[567]  İbni Kesir, Sîre, 3:432.

[568]  İbni Hişam, Sîre, 4:1213.

[569]  İbni Sa'd, Tabakât 2:123; Müsned, 1:306; Müslim, 2:923.

[570]  İbni Kesîr, Sîre, 3:432.

[571]  İbni Sa'd, Tabakât, 2:123; İnsanü'1-Uyûn, 2:784.

[572]  İbni Sa'd, Tabakât, 2:122.

[573]  İbni Sa'd, Tabakât, 2:122.

[574]  İbni Sa'd, Tabakât, 2:122.

[575]  İbni Sa'd, Tabakât 2:122.

[576]  Megazi 2:738.

[577]  İbni Sa d, Tabakât, 8:137; İstiab, 4:1915-1916.

[578]  İstiab, 4:1916.

[579]  İbni Sa'd, Tabakât, 8:132; İbni Kesîr, Sîre, 3:439.

[580]  İbni Kesîr, Sîre, 3:439.

[581]  İbni Kesîr, Sîre, 3:433; İnsanü'l-Uyûn, 2:783.

[582]  Zâdü'l-Mead, 2:171; İbni Kesîr Sîre, 3:443.

[583]  İbni Hişam, Sîre, 4:14; İbni Sa'd, Tabakât, 2:122, 8:133-134.

[584]  İbni Sa'd, Tabakât, 2:122.

[585] İbni Sa'd, Tabakât, 8:159-160.

[586] İbni Sa'd, Tabakât, 8:160.

[587]  Daha geniş bilgi için bk: İbni Sa'd, Tabakât, 2:128; Zâdü'l-Mead, 2:173; Uyunu'l-Eser, 2:153.

[588]  İbni Kesîr, Sîre, 3:468.

[589]  Zâdü'l-Mead, 2:174; İbni Kesîr, Sîre, 3:468.

[590]  İbni Hişam, Sîre, 4:22; İbni Sa'd, Tabakât 8:282.

[591]   İbni Hişam, Sîre, 4:22; İbni Sa'd, Tabakât, 8:282.

[592]  İbni Sa'd, Tabakât 8282.

[593]  İbni Kesîr, Sîre, 3:477.

[594]  İstiâb, 1:242.

[595]  İbni Sa'd, Tabakât, 3:47.

[596]  İbni Hişam, Sîre, 424; İbni Sa'd, Tabakât 2:129.

[597]  İbni Hişam, Sîre, 4:24; İbni Sa'd, Tabakât, 2:129; İnsanü'l-Uyûn, 2:792.

[598]  Fetih,48/1

[599]  Mümtehine,60/1

[600]  İsra,17/81

[601]  Hucurat,49/13

[602]  Yusuf,12/92

[603]  Mümtehine,60/12

[604]  İbni Hişam, Sîre, 4:39; İbni Sa'd, Tabakât, 2:134; Taberî, 3:113.

[605] Vâkıdî, c. 1 , s. 6, İbn Sa'd, c. 2, s. 149, İbn Esir, c. 2, s. 261

[606] Zürkânf, Mevâhibü'l-ledünniye Şerhi, c. 3, s. 12.

[607] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 3, s. 157.

[608]  Tevbe,9/25

[609] İbn İshak, İbn Hişam, Sîre,c.4,s. 88, Taberî, Târih, c. 3, s. 129.

[610] Vâkidi, c. 3, s. 922, İbn Seyyid, c. 2, s. 193, Zürkânf, Mevâhib Şerhi, c. 3, s. 24.

[611] İbn İshak, İbn Hişam, c. 4, s. 127, Taberi, c. 3, s. 134, İbn Esîr, c. 2, s. 267.

[612] İbn İshak.İbnHişam, c. 4, s. 129, Vâkıdî, c. 3, s. 938, İbn Hazm, s. 244.

[613]  İbni Hişam, Sîre, 4:83; Taberî, 3:127.

[614]  Tevbe, 9/60

[615]  Daha geniş bilgi için bk: el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', Beyrut 1328/1910, II, 42, vd.; İbnü'l- Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Bulak 1315, II, 14 vd.; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtar, Mısır, t.y., II, 79 vd.; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, Mısır, t.y., I, 266 vd.).

[616] İbni Sa'd, Tabakât, 1:135-136; Müslim, 4:1807.4.Müslim, 4:1808.

[617] Müsned, 4:194; Müslim, 4:1807.

[618]  Taberî, 3:99; Üsdü'1-Gâbe, 4:166-167.

[619]  İbni Sa'd, Tabakât, 1:307-308.

[620] İbni Hişam, Sîre, 4:125; Taberî, 3:133.

[621] Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 6, 191

[622]  bk. et-Tevbe, 9/117; ez-Zebîdî, Tecrîd-i Sarih, Terc ve Şerh, Kamil Miras, 6. Baskı, Ankara 1983, X, 408, 409; İbn İshak, İbn Hişam, es-Sîre, IV, 161; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 75; Vâkıdî, Meğâzî, III, 991

[623] Tevbe,9/38

[624] Tevbe, 9/39,41

[625]  Tevbe,9/41

[626] Vakıdî, Meğâzî, 3, 991; İbnü'l-Esîr a.g.e., 3, 327

[627] Vâkîdî, Meğâzî, III, 991; Taberî, Tefsir, 10, 197

[628] İbn Kayyim, Zâdu'l-Meâd, Mısır 1390/1970, III, 4; Vâkıdî, a.g.e., III, 994; İbn Hacer, el-İsâbe, II, 500

[629] Vâkıdî, Meğâzî, 3, 991, 992

[630] Ahmet Cevdet Paşa, Peygamberlerin Kıssaları ve Halifelerin Tarihleri, İstanbul 1977, I, 206

[631]  Tevbe,9/49

[632]  Tevbe,9/81, 82; ayrıca bk. 9/42-48, 63-64, 79, 83, 86, 87, 9I, 93-96).

[633] İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, IV, 160; Diyarbekri, Hâmis, II, 124

[634] Tevbe,9/118

[635] Buhârî, Cihâd, 140, Temennî, 9, Menâkıbu'l-Ensâr, 1, 3, Megâzî, 56; Müslim, Zekât, 133, 136136; Tirmizî, Menâkıb, 65; Kâmil Miras, Tecrid-i Sarîh, VIII, 299, 300

[636]  Tevbe,9/92

[637]  İbn İshak, İbn Elisâm, Sîre, IV, 161, 162; Vâkıdî, Megâzi, III, 994; Taberî, Tarih, III, 143

[638] İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, IV, 163, İbn Sa'd, Tabakât, III, 24 25, Taberî, Tarih, III, 144, İbnü'lEsîr, el-Kâmil, Beyrut 1385/1965, II, 278

[639]  A'râf, 7/73-9; Hicr, 15/8I-84; Şuarâ, 26/141-159; Hûd, 11/61-68; Neml, 27/45-53.

[640]  Vâkıdî, Megâzî, III, 1008; Ahmed b. Hanbel, II, 9: Asım Köksal, a.g.e., IX, 185 vd

[641] İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, 4, 165; Taberî, Tefsîr, 11, 55; Tarih, 3, 144

[642] İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, 4, 166, 167; Vâkıdî, a.g.e., 3, 1010

[643] Ahmed b. Hanbel, IV, 247; Vâkıdî, Megâzî, III, 1011

[644] Ahmed b. Hanbel, 1, 23

[645] Vâkıdî, Megâzî, 3, 1015, 1016

[646] bk. Buhârî, Teyemmüm, 1, Salât, 56; Müslim, Mesâcid, 3, 4, 5; Ebû Dâvud, Salât, 24; Tirmizî, Mevâkît, 119, Siyer, 5; Nesâî, Cusl, 26; İbn Mâce, Tahâre, 90; Dârimî, Salât, 111, Siyer, 28; Ahmed b. Hanbel, I, 250, 301, II, 222, 240, 250, 312; Vâkıdî, Megâzî, III, 1021 vd

[647]  Enfal,8/60

[648] bk. Vâkıdî a.g.e., 3, 1027, 1034; İbn İshak, İbn Hişam, Sire, IV, 169 vd; İbn Sa'd, Tabakât, II, 62, 166

[649] Ebu Ubeyd, el-Emvâl, Mısır 1388/1968, s. 287 vd; İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, VI, 169

[650] İbn Sa'd, Tabakât, 1, 289 vd; İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, IV, 169; Vâkıdî, Megâzî, III, 1031

[651]  Tevbe, 9/118

[652]  Kâmil Miras, Tecrîd, 10, 424 vd, Hadis No: 1659; İbn Kesîr, a.g.e., II, 175 vd

[653] Tevbe,9/49

[654]  Tevbe,9/46

[655]  Megazî, 3:1043-1044.

[656]  İbni Hişâm, Sîre, 4:174, Taberî, 3:147.

[657] İbni Hişâm, Sîre, 4:174; Taberî, 3:147.

[658]  Tevbe,9/107,108,109

[659]   Tevbe,9\122

[660]  İbni Sa'd, Tabakât, 2:168; Megazî, 3:1056-1057; Müsned, 3:341; Sünen, 3:12.

[661]  Nasr,110/1,2,3

[662] İbni Sa'd, Tabakât 1:312

[663] İbni Hişâm, Sîre, 4:182; İbni Sa'd, Tabakât 1:312.

[664] İbni Hişâm, Sîre, 4:182; İbni Sa'd, Tabakât 5:505.

[665] İbni Hişâm, Sîre, 4:186; Taberî, 3:141-142.

[666] İbni Kesîr, Sîre, 4:63.

[667] Müsned, 3:477.

[668] Müslim, 2:722.

[669] İbni Kesîr, Sîre, 4:64.

[670] Müsned, 2:18; Buharî, 2:76; Tirmizî, 5:280.

[671]  Tevbe,9\ 80

[672]  İbni Hişâm, Sîre, 4:197; Müsned, 1:16; Tirmizî, 5:279.

[673] Tevbe,9\84.

[674] İbni Hişâm, Sîre, 4:197.

[675] Âl-i İmran,3\96-97

[676] Müsned, 1:255; Müslim, 2:975

[677] Buhari, 1:11; Müslim, 1:45; Tirmizî, 5:5.

[678] İnsanü'1-Uyûn, 3:233

[679]  Ahzab,33/37

[680]  Tevbe; 9/1,2,3...

[681] İbni Hişâm, Sîre, 4:248; İnsanü'1-Uyûn, 3:312.2.İbni Sa'd, Tabakât 2:173-175; Müsned, 3:110; Zadü'l-Mead, 3:213.

[682] İbni Sa'd, Tabakât 2:173; İbni Kesîr, Sîre, 4:301.

[683]  Müsned, 128.

[684]  İbni Sa'd, Tabakât, 2:173; Zâdü'l-Mead, 3:267.

[685] İbni Hişâm, Sîre, 4:250-252; Taberi, 3:168-169; Müsned, 1:384, 453, 5:30, 262, 412; Müslim, 4:41-42; İbni Mace, 2:1024-1025.

[686]  Mâide,5\3

[687] Megazî, 3:1102; Müslim, 4:41; İbni Mace, 2:1025.

[688] Buharî, 2:177; Müslim, 4:42; Ebû Davud, 2:191.

[689] Üsdü'l-Gâbe, 2:111.

[690] İbni Sa'd, Tabakât, 2:182; Müslim, 4:42-43; İbni Mâce, 2:1026.

[691] Müsned, 2:152; Nesâî, 4:276-277.

[692] Müsned, 4:80-82; İbni Mâce, 2:1016.

[693]  Buharî, 1:82.

[694]  Müsned, 4:367.

[695] Müsned, 4:281, 368, 370; Tirmizî, 5:633.

[696]  Müsned, 4:187-189; Ebû Davud, 3:91.

[697] Maide,5\3

[698] Taberî, 3:189-218.

[699] İbni Hişâm, Sîre, 4:223; Taberî, 3:162.

[700] İbni Sa'd, Tabakât, 4:551; Taberî, 3:254.

[701]  Tevbe, 9/28

[702] Maide,5/3

[703] Nasr,110/1,2,3

[704] Müsned, 6:71

[705]  İbni Hişâm, Sîre, 4:292

[706] İbni Sa'd, Tabakât, 2:204; Müsned, 3:489.

[707] İbni Sa'd, Tabakât, 2:205; Müsned, 4:149; Müslim, 4:1796.

[708] İbni Sa'd, Tabakât, 2:232.

[709] İbni Hişâm, Sîre, 4:292; İbni Sa'd, Tabakât, 226; Taberî, 3:191.

[710] İbni Sa'd, Tabakât, 2:243; Buharî, 3:91; Müslim, 3:1259.

[711]  İbni Sa'd, Tabakât, 8:314.

[712] İbni Sa'd, Tabakât, 2:242; Buharî, 3:91; Müslim, 3:1258.

[713] İbni Hişâm, Sîre, 4:300; İbni Sa'd, Tabakât, 2:251-252; Müsned, 3:272; İnsanü'l-Uyûn, 3:464.

[714] İbni Sa'd, Tabakât 2:229; Müsned, 4:89; Buharî, 3:96; İbni Kesîr, Sîre, 4:475.

[715] İbni Sa'd, Tabakât, 2:268.

[716]  İbni Hişâm, Sîre, 4:311; Taberî, 3203.

[717]  İbni Sa'd, Tabakât, 8:314.

[718] Nisa,4/69

[719] Buharî, 3:96; İbni Kesîr, Sîre, 4:475.

[720] İbni Sa'd, Tabakât, 2266.

[721] İbni Sa'd, Tabakât, 2:268; Buharî, 3:95.

[722] Ali-İmran,3/144

[723] İbni Sa'd, Tabakât, 2:268.

[724]  Zümer,39\ 30.

[725] İbni Hişâm, Sîre, 4:311; Taberî, 3203.

[726] İbni Hişâm, Sîre, 4:311; İbni Sa'd, Tabakât, 3:183; Taberi, 3:203.

[727] İbni Hişâm, Sîre, 4:312; İbni Sa'd, Tabakât, 2:278-279.

[728] İbni Hişâm, Sîre, 4:312; Müsned, 1:260.

[729] İbni Sa'd, Tabakât, 2:278, 280-281.

[730] İbni Hişâm, Sîre, 4:313; İbni Sa'd, Tabakât 2:281.

[731] İbni Hişâm, Sîre, 4:314; İbni Sa'd, Tabakât, 2:292.

[732] İbni Hişâm, Sîre, 4:314; İbni Sa'd, Tabakât, 2:292.

[733] İbni Sa'd, Tabakât, 2:292; Tirmizî, 3:338.

[734] Ahmet b. Hanbel, 3, 462

[735] Ahmet b. Hanbel, 3, 462

[736]  Hac, 22/39

[737] Şamil İ.A

[738] Büyük Hadis Külliyatı, Cem'ul-fevaid min Cami'il-usul ve Mecma'iz-zevaid, İmam Muhammed Bin Muhammed bin Süleyman er-Rudani, 5. cilt, İz Yayıncılık, s. 31

[739] Sünen-i Tirmizi Tercümesi, Çeviren: Osman Zeki Mollamehmetoğlu, Yunus Emre Yayınevi, İstanbul, 4.cilt, s.201

[740] Hz. Ebu Tufeyl (ra),G.Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis, 1. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 519/1

[741] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 2. cilt, Hilal Yayınları, Ankara, 1976, s. 7-8

[742] Sünen-i Tirmizi Tercümesi, Çeviren: Osman Zeki Mollamehmetoğlu, Yunus Emre Yayınevi, İstanbul, IV.cilt, s. 210

[743] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara,1976, s. 18-19

[744] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara,1976, s. 18-22-23

[745] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara,1976, s. 28-29

[746] Hz. Ali (ra), G.Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis, 2. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, s. 519/4

[747] Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 820

[748] İbni Sa'd, Tabakat, I, 230-231; Taberani, el-Mu'cem'ül-Kebir, 4, 49, nu:3605, 7, 105, nu:6510; Hakim, el-Müstedrek, 3, 9-10; Beyhaki, Delail'ün-Nübüvve, 1, 276-284; İbn'Asakir, Tarihu Medineti Dumeşk, 3, 314-336, Prof. Dr. Ali Yardım, Peygamberimizin Şemaili, Damla Yayınevi, 3 Baskı, İstanbul, 1998, s.48

[749] Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, 4. Cüz, Kanaat Matbaası, İstanbul 1331, s. 364-365

[750]  Ahzab,33\ 40

[751] Tirmizı'nin Şemail isimli kitabının tercümesinden, Prof. Dr. Ali Yardım, Peygamberimizin Şemaili, Damla Yayınevi, 3 Baskı, İstanbul, 1998, s. 73

[752] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara,1976, s. 36

[753] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara,1976, s. 38

[754] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara,1976,, s. 42

[755] Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 820

[756] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara,1976, s. 36

[757] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara,1976, s. 49

[758] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara,1976, s. 50

[759] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara,1976, s. 50

[760] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara,1976, s. 51

[761] Ali el-Kari, Cem'ul-Vesail fi Şerh'iş- Şemail, İstanbul, s. 96-97

[762] Ebu Davud, Sünen, IV, 74, nu:4062

[763]  G.Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis, 2. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 519/16

[764] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara, 1976, s. 58

[765] İbn Adiyye el-Kamil; Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 3. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 679

[766] İbn Adiyye el-Kamil; Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 3. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 679

[767] Kütüb-i Sitte, Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Prof. Dr. İbrahim Canan, 7. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, s. 208

[768] Kütüb-i Sitte, Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Prof. Dr. İbrahim Canan, 7. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, s. 208

[769] Buhari, et-Tarih'ul-Kebir, 1, 382, nu:1222

[770] Buhari, el-Cami'us-Sahih, 7, 33; İbn Mace, Sünen, 2, 1192, nu:3605

[771] Nesai, Zinet 83, (8, 196), Prof. Dr. Ali Yardım, Peygamberimizin Şemaili, Damla Yayınevi, 3 Baskı, İstanbul, 1998, s. 119

[772] Muvatta, Libas 1, (2, 910); Kütüb-i Sitte, Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Prof. Dr. İbrahim Canan, 15. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, s. 64-65

[773] Ebu Davud., Libas 8, (4037); Kütüb-i Sitte, Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Prof. Dr. İbrahim Canan, 15. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, s.69

[774] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara, 1976, s. 85

[775] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara, 1976, s. 88

[776]  Sünen-i Tirmizi Tercümesi, Çeviren: Osman Zeki Mollamehmetoğlu, Yunus Emre Yayınevi, İstanbul, 3.cilt, s. 283

[777] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara, 1976, s. 94

[778] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara, 1976, s.98

[779] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara, 1976, s.99

[780] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara, 1976, s.154

[781] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara, 1976, s.155

[782] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara, 1976, s.114-117

[783] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara, 1976, s.157

[784] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara, 1976, s.158

[785] G.Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis, 2. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 541/1

[786] G.Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis, 2. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 541/2

[787] Tirmizı'nin Şemail isimli kitabının tercümesinden; Prof. Dr. Ali Yardım, Peygamberimizin Şemaili, Damla Yayınevi, 3 Baskı, İstanbul, 1998, s. 66-67

[788] Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, 4. Cüz, Kanaat Matbaası, İstanbul 1331, s. 364-365; Prof. Dr. Ali Yardım, Peygamberimizin Şemaili, Damla Yayınevi, 3. Baskı, İstanbul, 1998, s. 51

[789] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara, 1976, s. 160

[790] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara, 1976, s.163

[791] Taberani, Hakim; Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 800,

[792] Fevaid, Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 800

[793] Ebu Davud, Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 800

[794] Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 800

[795] a.g.e. 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 800

[796] a.g.e. 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 800

[797] G.Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis, 2. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 521/4

[798] a.g.e. 2. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 545/4

[799]  a.g.e.2. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 545/5

[800] İbn Sa'd Tabakat, 1, 398-399; Mecme'uz Zevaid, 8, 282; el-Metalib'ül-Aliye, 4 , 25; Behcet'ül Mehafil, 2, 254; Prof. Dr. Ali Yardım, Peygamberimizin Şemaili, Damla Yayınevi, 3. Baskı, İstanbul, 1998, s.280

[801] Buhari, 1/503; Müslim, 2/257; İbn-i Kesir, Peygamberimizin Şemaili, Mucizeleri, Çelik Yayınevi, s. 46

[802] İbn-i Kesir, Prof. Dr. Ali Yardım, Peygamberimizin Şemaili, Damla Yayınevi, 3 Baskı, İstanbul, 1998, s. 51

[803]  Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, 4. Cüz, Kanaat Matbaası, İstanbul 1331, s.364-365

[804] Beyhaki, Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 802

[805] Ebbuşeyh, Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 803

[806]  G.Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis, 2. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 552/7

[807] Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 803

[808] Ebuşşeyh, Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 803

[809] G.Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis, 2. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 552/11

[810] Ebu Davud, 3, 496-497, nu: 3840; Nesai, 7, 207-209; Prof. Dr. Ali Yardım, Peygamberimizin Şemaili, Damla Yayınevi, 3 Baskı, İstanbul, 1998, s. 219

[811]  G.Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis, 2. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 552/5

[812]  a.g.e.2. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 549/1

[813] Buhari ve Müslimde aynı anlamda rivayetler yer alır. Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 804

[814] Haydar Hatipoğlu, Sünen-i İbni Mace Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları, 9. cilt, İstanbul 1983, s. 62

[815] Haydar Hatipoğlu, Sünen-i İbni Mace Tercemesi ve Şerhi , Kahraman Yayınları, 9. cilt, İstanbul 1983, s. 70

[816] a.g.e. 9. cilt, İstanbul 1983, s. 209

[817] a.g.e.9. cilt, İstanbul 1983, s. 213

[818] a.g.e. 9. cilt, İstanbul 1983, s. 73

[819] G.Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis, 2. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 521/15

[820] Arızat'ül Ahzevi Şerhu Sünen'it Tirmizi, 8, 89-90, Prof. Dr. Ali Yardım, Peygamberimizin Şemaili, Damla Yayınevi, 3 Baskı, İstanbul, 1998, s. 255,

[821] Prof. Dr. Ali Yardım, Peygamberimizin Şemaili, Damla Yayınevi, 3 Baskı, İstanbul, 1998, s.261

[822] G. Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis, 2. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 521/17

[823] a.g.e.2. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 521/18

[824] Haydar Hatipoğlu, Sünen-i İbni Mace Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları, 9. cilt, İstanbul 1983, s. 75

[825] Konyalı Mehmed Vehbi, Tam Metni Sahih-i Buhari, 4. cilt, Üçdal Neşriyat, İstanbul 1993, s.64-65

[826]  İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s.16

[827] a.g.e. 1. cilt, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s.295

[828] Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 795-796

[829] İmam Muhammed Bin Muhammed bin Süleyman er-Rudani, Büyük Hadis Külliyatı, Cem'ul-fevaid min Cami'il-usul ve Mecma'iz-zevaid, cilt 5, İz Yayıncılık, s. 33

[830] a.g.e. 5, İz Yayıncılık, s.34

[831] Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s.801

[832] Bezzar, Ebu Yala, Taberani; Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 3. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 111

[833] Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998,, s.444

[834] Tirmizi; Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s.814

[835] İmam Muhammed Bin Muhammed bin Süleyman er-Rudani, Büyük Hadis Külliyatı, Cem'ul-fevaid min Cami'il-usul ve Mecma'iz-zevaid, cilt 5, İz Yayıncılık, s. 33

[836] a.g.e. 5, İz Yayıncılık, s. 33

[837] a.g.e.5, İz Yayıncılık, s.33

[838]  a.g.e.5, İz Yayıncılık, s.34

[839]  a.g.e.5, İz Yayıncılık, s.34

[840]  a.g.e.5, İz Yayıncılık, s.33

[841]  a.g.e.5, İz Yayıncılık, s.32

[842]  a.g.e.5, İz Yayıncılık, s. 32

[843] Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s.459

[844] a.g.e.2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s.443

[845] Tirmizi, ibni-mace; İmam Gazali, Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 4. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s.570

[846] Konyalı Mehmed Vehbi, Tam Metni Sahih-i Buhari, 4. cilt, Üçdal Neşriyat, İstanbul 1993, s.304

[847] a.g.e. 4. cilt, Üçdal Neşriyat, İstanbul 1993, s.260

[848] Kütüb-i Sitte, Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Prof. Dr. İbrahim Canan, 15. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, s. 209

[849]  Şuara,42/23

[850] Buhari ve Müslim; Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 3. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 152

[851] Kütüb-i Sitte, Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Prof. Dr. İbrahim Canan, 16. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, s.239

[852] Kütüb-i Sitte, Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Prof. Dr. İbrahim Canan, 16. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, s.239

[853] Buhari ve Müslim; Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 3. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 315

[854] Tirmizi; Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 3. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 425

[855] Kütüb-i Sitte, Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Prof. Dr. İbrahim Canan, 2. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, s.448

[856] a.g.e. 2. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, s.450

[857] a.g.e.2. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, s.450-51

[858] a.g.e.2. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, s.450-51

[859] a.g.e.15. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, s.209

[860] İmam Muhammed Bin Muhammed bin Süleyman er-Rudani, Büyük Hadis Külliyatı, Cem'ul-fevaid min Cami'il-usul ve Mecma'iz-zevaid, cilt 5, İz Yayıncılık, s.135

[861] İmam Muhammed Bin Muhammed bin Süleyman er-Rudani, Büyük Hadis Külliyatı, Cem'ul-fevaid min Cami'il-usul ve Mecma'iz-zevaid, cilt 5, İz Yayıncılık, s.136

[862] Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Prof. Dr. İbrahim Canan, 16. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, s.519

[863] a.g.e.2. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, s. 508

[864] G.Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis, 2. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 531/7

[865] H.U. Rahman, İslam Tarihi Kronolojisi, Birleşik Yayıncılık, İstanbul 1995, s. 70-71

[866] Kütüb-i Sitte, Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Prof. Dr. İbrahim Canan, 15. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, s. 416

[867] M.G.S. Hodgson, İslam'ın Serüveni, 1. cilt, İz Yayıncılık, İstanbul, 1993, s.61

[868] Taberi, 1:260; Taberi, 3:91, İnsanü'l-Uyun, 3:292Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1998, s.223

[869] Taberi, 3/91, Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1998, s.223

[870] İbn'i Sad, Tabakat, 1:260, Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1998, s.223

[871] Taberi, 1:260; Taberi, 3:91, İnsanü'l-Uyun, 3:292, Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1998, s.223

[872] Taberi, 3/91, Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1998, s.223-224

[873] Taberi, 3/91, Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1998, s.224

[874] Taberi, 3/91, Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1998, s.224

[875] İbni Sa'd, Tabakat, 1:260, Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1998, s.225

[876] Taberi, 3/91, Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1998, s.225

[877] Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya ve Tevanih-i Hülefa, 1:182, Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1998,s.225

[878] H.G. Wells, A Short History of the World, 25\555.

[879] Suyuti, Cami'üs Sagir, 3/211; Ahmed bin Hanbel, Müsned, 2/492

[880] İmam Şarani, Ölüm-Kıyamet- Ahiret ve Ahir Zaman Alametleri, Bedir Yayınevi, İstanbul, s.454

[881]  Ahzab,33/6

[882]  Ahzab,33/53

[883]  Ahzab,33/32-34

[884]  Ahzab,33/ 30-31

[885] H. Akdağ – M. Sevgili, Son Zamanlarla İlgili Hadisler, Tekin Kitabevi, 1986, s. 85; Kitabül Burhan Fi Alametil Mehdiyyil Ahir Zaman (Ahir Zaman Mehdi'sinin Alametleri), Gonca Yayınevi, İstanbul, 1986, s. 27

[886] Ali bin Hüsamüddin, Kitabül Burhan Fi Alametil Mehdiyyil Ahir Zaman (Ahir Zaman Mehdi'sinin Alametleri), Gonca Yayınevi, İstanbul, 1986, s. 38

[887]  İmam Şarani, Ölüm-Kıyamet- Ahiret ve Ahir Zaman Alametleri, Bedir Yayınevi, İstanbul, s. 440

[888] G.Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis, 2. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 448/8; İmam-ı Şa'rani, Ölüm Kıyamet ve Diriliş, Pamuk Yayınları, İstanbul, 1998, s. 480

[889] H. Akdağ – M. Sevgili, Son Zamanlarla İlgili Hadisler, Tekin Kitabevi, 1986, s. 97

[890]  İmam-ı Şa'rani, Ölüm Kıyamet ve Diriliş, Pamuk Yayınları, İstanbul, 1998, s. 468

[891] Ali bin Hüsamüddin, Kitabül Burhan Fi Alametil Mehdiyyil Ahir Zaman (Ahir Zaman Mehdi'sinin Alametleri), Gonca Yayınevi, İstanbul, 1986, s.59

[892]  Yusuf,12/37

[893]  Cinn,72/26-27

[894]  Yusuf,12/102

[895]  Rum,30/1-4

[896] Sahih-i Müslim, 11/320

[897] Riyazü's Salihin, 3/332

[898]  İsra,17/1

[899] İsmail Mutlu, Kıyamet Alametleri, Mutlu Yayıncılık, İstanbul, 1999, s.138

[900]  Fetih,48/27

[901] Heytemi Ahmet İbn-i Hacer-i Mekki, El Kavlul Muhtasar Fi Alamatil Mehdiyyil Muntazar (Beklenen Mehdi'nin Alametleri), Şafak Yayınevi, Manisa, 1985, s.47

[902]  İsra,17/4-6

[903]  Tahrim,66/3

[904]  İmam Şarani, Ölüm-Kıyamet- Ahiret ve Ahir Zaman Alametleri, Bedir Yayınevi, İstanbul, s.440

[905] Heytemi Ahmet İbn-i Hacer-i Mekki, El Kavlul Muhtasar Fi Alamatil Mehdiyyil Muntazar (Beklenen Mehdi'nin Alametleri), Şafak Yayınevi, Manisa, 1985, s. 54

[906]  Heytemi Ahmet İbn-i Hacer-i Mekki, El Kavlul Muhtasar Fi Alamatil Mehdiyyil Muntazar (Beklenen Mehdi'nin Alametleri), Şafak Yayınevi, Manisa, 1985, s. 54

[907] Ali bin Hüsamüddin, Kitabül Burhan Fi Alametil Mehdiyyil Ahir Zaman (Ahir Zaman Mehdi'sinin Alametleri), Gonca Yayınevi, İstanbul, 1986, s.32

[908] İmam Rabani, Mektubat-ı Rabbani, Çev. Abdulkadir Akçiçek, İstanbul Dağıtım A.Ş., İstanbul, 2/1170

[909] Ali bin Hüsamüddin, Kitabül Burhan Fi Alametil Mehdiyyil Ahir Zaman (Ahir Zaman Mehdi'sinin Alametleri), Gonca Yayınevi, İstanbul, 1986, s.35

[910] İsmail Mutlu, Kıyamet Alametleri, Mutlu Yayıncılık, İstanbul, 1999, s.166

[911]  İmam Şarani, Ölüm-Kıyamet- Ahiret ve Ahir Zaman Alametleri, Bedir Yayınevi, İstanbul, s.461

[912] Necati Özfatura, Kurtlar Sofrasında Ortadoğu, Adım Yayıncılık, 1983, s.175

[913] Necati Özfatura, Kurtlar Sofrasında Ortadoğu, Adım Yayıncılık, 1983, s.175

[914] Heytemi Ahmet İbn-i Hacer-i Mekki, El Kavlul Muhtasar Fi Alamatil Mehdiyyil Muntazar (Beklenen Mehdi'nin Alametleri), Şafak Yayınevi, Manisa, 1985, s. 47

[915] Ali bin Hüsamüddin, Kitabül Burhan Fi Alametil Mehdiyyil Ahir Zaman (Ahir Zaman Mehdi'sinin Alametleri), Gonca Yayınevi, İstanbul, 1986, s.26

[916]  Heytemi Ahmet İbn-i Hacer-i Mekki, El Kavlul Muhtasar Fi Alamatil Mehdiyyil Muntazar (Beklenen Mehdi'nin Alametleri), Şafak Yayınevi, Manisa, 1985, s. 49

[917]  Heytemi Ahmet İbn-i Hacer-i Mekki, El Kavlul Muhtasar Fi Alamatil Mehdiyyil Muntazar (Beklenen Mehdi'nin Alametleri), Şafak Yayınevi, Manisa, 1985, s. 49

[918] G.Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis, 2. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 476/11

[919] a.g.e.1. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 187/2

[920]  a.g.e.1. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 277/6

[921] İmam-ı Şa'rani, Ölüm Kıyamet ve Diriliş, Pamuk Yayınları, İstanbul, 1998, s. 468

[922] Buhari, Fiten, 25; Ahmed bin Hanbel, Müsned, 2/313

[923] Buhari, Fiten, 25; Ahmed bin Hanbel, Müsned, 2/313

[924] Heytemi Ahmet İbn-i Hacer-i Mekki, El Kavlul Muhtasar Fi Alamatil Mehdiyyil Muntazar (Beklenen Mehdi'nin Alametleri), Şafak Yayınevi, Manisa, 1985, s. 49

[925] Ali bin Hüsamüddin, Kitabül Burhan Fi Alametil Mehdiyyil Ahir Zaman (Ahir Zaman Mehdi'sinin Alametleri), Gonca Yayınevi, İstanbul, 1986, s.26

[926] H. Akdağ – M. Sevgili, Son Zamanlarla İlgili Hadisler, Tekin Kitabevi, 1986, s. 95

[927] İmam-ı Şa'rani, Ölüm Kıyamet ve Diriliş, Pamuk Yayınları, İstanbul, 1998, s.471

[928]  İmam-ı Şa'rani, Ölüm Kıyamet ve Diriliş, Pamuk Yayınları, İstanbul, 1998, s.471

[929] 384- Heytemi Ahmet İbn-i Hacer-i Mekki, El Kavlul Muhtasar Fi Alamatil Mehdiyyil Muntazar (Beklenen Mehdi'nin Alametleri), Şafak Yayınevi, Manisa, 1985, s.53

[930] Ali bin Hüsamüddin, Kitabül Burhan Fi Alametil Mehdiyyil Ahir Zaman (Ahir Zaman Mehdi'sinin Alametleri), Gonca Yayınevi, İstanbul, 1986, s.69

[931]  Heytemi Ahmet İbn-i Hacer-i Mekki, El Kavlul Muhtasar Fi Alamatil Mehdiyyil Muntazar (Beklenen Mehdi'nin Alametleri), Şafak Yayınevi, Manisa, 1985, s. 43

[932]   a.g.e.s. 43

[933] M. Encarta Encyclopedia 2000, “Aging”

[934] Sidney Fox, Klaus Dose, Molecular Evolution and The Origin of Life, New York: Marcel Dekker, 1977, s. 2

[935] Alexander I. Oparin, Origin of Life, (1936) New York, Dover Publications, 1953 (Reprint), s.196

[936] “New Evidence on Evolution of Early Atmosphere and Life”, Bulletin of the American Meteorological Society, c. 63, Kasım 1982, s. 1328-1330

[937]  Stanley Miller, Molecular Evolution of Life: Current Status of the Prebiotic Synthesis

[938] Warren Treadgold, A History of the Byzantine State and Society, Stanford University Press, 1997, s. 287-299

[939] Warren Treadgold, A History of the Byzantine State and Society, Stanford University Press, 1997, s. 287-299

[940] İmam Taberi, Taberi Tefsiri, 5. cilt, Ümit Yayıncılık, İstanbul, s. 2276,

[941] Kütüb-i Sitte, Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Prof. Dr. İbrahim Canan, 15. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, s. 420

[942]  H.U. Rahman, İslam Tarihi Kronolojisi, Birleşik Yayıncılık, İstanbul 1995, s. 70-71

[943] Kütüb-i Sitte, Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Prof. Dr. İbrahim Canan, 15. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, s. 416

[944] Taberi, 3/91, Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1998, s.223

[945] İbn'i Sad, Tabakat, 1:260, Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1998, s.223

[946]  Taberi, 3:91, İnsanü'l-Uyun, 3:292, Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1998, s.223

[947] Taberi, 3/91, Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1998, s.223-224

[948] Taberi, 3/91, Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1998, s.224

[949] Taberi, 3/91, Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1998, s.224

[950] İbni Sa'd, Tabakat, 1:260, Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1998, s.225

[951] Taberi, 3/91, Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1998, s.225

[952]  Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya ve Tevanih-i Hülefa, 1:182, Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1998,s.225

[953] H.G. Wells, A Short History of the World 86/41

[954] 414- Suyuti, Cami'üs Sagir, 3/211; Ahmed bin Hanbel, Müsned, 2/492

[955] H. Akdağ - M. Sevgili, Son Zamanlarla İlgili Hadisler, Tekin Kitabevi, 1986, s. 85; Kitabül Burhan Fi Alametil Mehdiyyil Ahir Zaman (Ahir Zaman Mehdi'sinin Alametleri), Gonca Yayınevi, İstanbul, 1986, s. 27

[956]  Enam,6/109

[957] Suyûtî, el-Hasaîsu'l-Kübra, Beyrut 1405/1985, II, 378

[958]  İsrâ, 17/79

[959] Kurtubî, el-Câmî li Ahkâmi'l-Kurân, 10, 310

[960] Tirmizî, Menakıb, 1

[961] Kurtubî, a.g.e., s., 309

[962] İbn Hanbel, Müsned, 3, 116

[963]  İsrâ, 17/79

[964] Buhârî, Ezan, 152