1.Cilt
GİRİŞ
Salih ÖZBEY
Yön
tayin etmede zorlanıyoruz.
Kitaba Emeği Geçenler
-B.Çelik
-M.Kalkan
-M.Sertdemir
-M.Demir
Kitaba Hizmet Verenler
-D.Çeltek
-F.Güçlü
-E.Keleş
-E.Korkmaz
-R.Aslan
a.g.e Adı geçen eser.
a.g.y. Adı geçen yayın
(a.s) Aleyhisselâm
bsm. Basılmıştır
b. Bin,
İbn
bint Binti
bkz. Bakınız.
çev. Çeviren
Doç. Doçent
H. Hicri
c. Cilt,
cüz.
(c.c) Celle
Celâlühû
Hz. Hazret
Nşr: Neşreden
Ktb. Kütüphanesi
M. Milâdî
Mad. Maddesi,
Madde
M.Ö. Milattan
Önce
M.S. Milattan
Sonra
ö. Ölüm tarihi
Prof. Profesör
(r.a) Radıyallahû anh
(r.anha) Radıyallahû anha
(rha) Rahmetullahi
aleyh
s. Sayfa
Trc. Tercüme
v. Vefatı,Vefat tarihi
vr. Varak
vs. ve saire
y.y. Yüzyıl
vd. ve
devamı.
vs. vesaire
Yay. Yayınevi.
yz. Yazma.
ty. Tarih
yok
SİYER DERSİ PROGRAMI*
GİRİŞ:
Bu program öğrencinin, siyerle ilgili eğitim çalışmalarında yararlanacağı
bir rehberdir. Bunun gayesi öğrenciye, siyer dersinin işlenişi ve yöntemleri
hakkında gerekli bilgileri vermektir.
Öğrenci, dersin süresini ve
öğrencilerin seviyelerini göz önünde bulundurarak, bu programdan yararlanıp planını yapar.
Bu programda sırasıyla, dersle
ilgili genel açıklamaları, amaçları, konuları, yöntemleri ve kaynakları ele
alacağız.
A-AÇIKLAMALAR:
1-Siyer sözlükte: adet, yol,
gidiş ve
davranış anlamlarına gelen "es-siret" kelimesinin çoğuludur.
Terim anlamı ise; Peygamberler ve Peygamber efendimiz (a.s)'ın doğumundan vefatına kadar olan bütün hayatına konu alan bir bilim dalıdır.
2-Siyer ve diğer ilimler: Siyer,
başta hadis olmak üzere, tefsir, İslam Hukuku ve İslam Siyaseti ilimleriyle
yakından alakalıdır. Dahası siyer bu
ilimler üzerinde müessirdir. Zira bütün bu ilimler Allah kelamı olan
Kuran’a, Onun içindeki Peygamberlere ve Kuranın açıklayıcısı olan Resulüllah'a
dayanırlar. Peygamberlerin ve özellikle Resulüllah'ın hayatı tam anlamıyla
bilinmezse bu ilimlerin mahiyeti nasıl anlaşılabilir?
3-İslam'ın anlaşılmasında Resulüllahın siyerinin
önemi: Sireti Nebevviyenin incelenmesi, İslam hakikatının
Hz. Muhammed (a.s)'ın
örnek hayatında eksiksiz olarak şekillendirme gayesini güden pratik bir
çalışmadır. Bunu aşağıdaki maddelerle belirginleştirelim:
a)Hz. Muhammed (a.s)'ın,
kavminin arasında yalnızca şahsi
dehasıyla tanınmış bir dahi olmadığını bilmeli;
Onun bundan da öte Allah katında
vahiy ve hikmetle desteklenen bir peygamber olduğunu kavramalı,
b)Hayatın her safhasında, en güzel örnek olan Hz. Muhammed (a.s)'ı tanımalı,
c)Kitabullah'ı anlamak, onun amaçlarını ve ruhunu kavramak için
Resulullah'ın başından geçen hadiselerini öğrenmeli,
d)İslam davetçisine eğitim ve
öğretim yönünden de faydalı olacak canlı örnekleri belirlemeli.
4-Siret-i Nebevviyenin Kaynakları:
Birincisi Allah'ın Kitabı, ikincisi sahih hadisler, üçüncüsü ise siyer
kitaplarıdır.
B-ÖZEL AMAÇLAR:
1-Hz. İbrahim ve Hz. Peygamberin "Usve-i
Hasene'' şeklinde ifadelendirilmiş örnek hayatlarını bütün
beşeriyete hidayet yolunu sönmez ışıkları olarak takdim etmek,
2-İslamiyet'in eşsiz prensiplerini Resulullah (as)'ın tatbikatıyla
Müslümanlara sunarak takip edecekleri yolu göstermek,
3-Asr-ı Saadetteki olayları, günümüzdeki olaylarla kıyaslarken o
olayların geçtiği ortam ve illetleri dikkate
alarak değerlendirme anlayışı kazanmak,
4-İslam Davetçisine, yaşadığı asrı kavramada ve muhahatapları
yönlendirmede örnek toplumun Asr-ı Saadet toplumu olduğu gerçeğini benimsetmek,
5-Kur'an'ı yaşanır kılmanın yol ve yöntemini kavramak,
6-Allah'ın Kitabını ve Rasul'ün sünnetini, o dönemde yaşanan olaylar
zincirine bakarak bir bütün olarak kavramak,
7-Asr-ı Saadetteki olayları günümüzdeki olaylarla karşılaştırma ve
kıyaslama imkanını bularak, üzerimize düşen sorumluluğun bilincine varmak,
8-Siyerin kaynakları ve o kaynakların içerikleri hakkında bilgi sahibi
olmaktır.
C-KONULAR:
Bu dersin konusu Peygamberler ve Peygamberimizin yaşantısıdır. Ancak
öğrenciye yardımcı olmak maksadıyla şu ana başlıkları sıralayabiliriz. Buna
başka başlıklarda eklenebilir.
A-Siyerin önemi:
1-Siyerin Tanımı
2-Siyerin Peygamberleri tanımada önemi,
3-İslam'ın anlaşılmasında önemi
4-Siyer ilmi nasıl gelişti?
B-İlk insan ve ilk Peygamber:
1-Peygamberlerin gönderiliş amacı
2-Ulu-l Azam olan Peygamberler
3-Kendilerine Kitap verilen Peygamberler
4-Resul ve Nebi olan Peygamberler
5-Kuranda adı geçen Peygamberler
C-Peygamberimizin Risalete kadar olan dönem:
1-Hz.Muhammed (a.s)'den önce dünyanın ve Arap Yarımadasının genel durumu
2-Cahilliye ve ondaki haniflik kalıntıları
3-Hz.Muhammed (a.s)'ın ailesi ve doğumu
a-Ailesi
b- Doğumu:
c-Peygamberimizn Süt Annesi:
d-Peygamberimizin Süt kardeşleri şunlardır:
e-Hz. Amine’nin Medine Ziyareti ve Vefatı:
4-Hz.Muhammed (as)'ın göğsünün yarılması
5-Rahip Bahira
6-Hz.Muhammed (as)'ın çalışma hayatı
7-Ficar harbi
8-Hılfu'l-Fudül
9-Hz.Muhammed (as)'ın Hz. Hatice ile evlenmesi
10-Kabe'nin tamiri
D-Risaletten Hicrete kadar olan dönem:
1-İnziva ve ilk vahiy
2-Vahyin kesilmesi
3-İlk Müslümanlar
4-Gizli ibadet ve gizli buluşmalar Dar'ül-Erkam
5-Davetin açığa vurulması
6-Zulüm ve safhaları Dar'ün-Nedve
7-İslam'a düşmanlıkların sebepleri
8-Görüşmeler, uzlaşma teklifleri
9-Habeşistan'a hicret
10-Hamza (ra) ve Ömer (ra)'ın Müslüman oluşları
11-Muhasara-Boykot
12-Hüzün yılı
13-Taife gidiş
14-İsra-Miraç olayı
15-Akabe biatları
16-Hicret öncüleri
E-Hicretten Hz.Muhammed (as)'ın vefatına kadar olan
dönem:
1-İki şehir arasındaki farklar (Mekke-Medine)
2-Hicret ve Hicret esnasındaki olaylar
3-Hicretin sosyolojik tahlili (önemi)
4-İlk Cuma Namazı
5-Mescidi-i Nebevinin yapımı ve fonksiyonları
6-Kardeşlik
7-Medine Vesikası
8-Seçkin fertler
9-Münafıklar
10-Abdullah b. Cahş Müfrezesi
11-Bedir Savaşı ve neticeleri
12-Ben-i Kaynuka olayı
13-Uhud Savaşı ve imtihan
14-Raci ve Bi'ri Maun-e olayları
15-Ben-i Nadir'in sürgünü
16-Zatu'r Rika
17-Ben-i Müstalik Gazvesi
18-İfk olayı
19-Hendek Savaşı de Kureyza ile hesaplaşma
20-Hudeybiye Barışı ve tahlili
21-Hayber Gazası
22-Gazve ve Seriyyelerin Sayısı
23-Hükümdarlara gönderilen mektuplar
24-Umretu'l- Kaza
25-Mu'te Savaşı
26-Mekke'nin Fethi
27-Huneyn Savaşı ve yenilginin sebepleri
28-Tebük seferi ve katılmayanların durumu
29-Dırar Mescidi ve tahlili
30-Heyetlerin gelişi
31-Müminlerin anneleri
32-Hz. Ebubekir'in haccı
33-Veda Haccı
34-Hz. Muhammed (as)'ın
hastalığı ve vefatı
35-Hz.Muhammed (as)'ın
vefatından sonraki bazı olaylar.
D-YÖNTEMLER:
Bu ders için iki yöntemden söz edilebilir:
1-Konu Çalışması: Bu çalışmada esas olan Peygamberlerin ve
peygamberimizin siretlerinden herhangi bir derste alıp derinlemesine
öğrenmektir.
Örnek konular: Hz. İbrahim'in (as) özellikleri
Hz. Musa'nın (as) özellikleri
Hz.Muhammed
(a.s)'ın
özellikleri
Peygamberimizin
Davet Metodu
'' Savaşları
'' Aile Hayatı
Peygamberimiz ve
İbadetleri
Öğrenci, ihtiyaca göre bu örnek konulardan ya da benzerlerinden bir
konuyu seçer ve üzerinde yoğunlaşır.
Bu yöntemin yararları:
a)Kısa süreli eğitim
çalışmalarını daha verimli hale getirmek.
b)Önemli olan konuların öne alınıp
biran önce öğrenilmesini sağlamak.
c)Diğer derslerdeki konularla
bağlantılı olarak aynı konunun daha iyi anlaşılmasını sağlamaktır.
Bu yöntemin sakıncaları:
a)Resulullah'ın hayatı bir bütün
olarak algılanamayıp İslam-i hareket
metodunun kavranmasında eksiklikler ve boşluklar ortaya çıkar.
b)Resulullah'ın hayatını bu
metotla öğrenmeye çalışan Müslüman tebliğ çalışmalarında, siyer bilgisi
eksikliğinden dolayı, birtakım zorluklarla karşılaşır.
2-Bütünleştirici çalışma:
Bu çalışmada esas olan peygamberlerin ve Peygamberimizin hayatını bir
bütün olarak kavramaktır. Siyer çalışmalarında takip edilmesi gereken en sağlam
yöntemdir.
Yararları:
a)Olaylar arasındaki bağlantılar
ve sebep-sonuç ilişkileri tarihi seyri içerisinde daha iyi kavranır.
b)Ku’ran'ın nüzul
sebepleriyle berber öğrenilmesinin ve
hayata tatbikinin önemi daha iyi anlaşılır.
Sakıncası:
Bu yöntemle siyer çalışması yapılırken uzun bir zamana ihtiyaç duyulması,
yöntem açısından bir olumsuzluk sayılabilir.
E-KAYNAKÇA *
Eser Adı Yazarın Adı Yazar Adı
-----------------------------------------------------------------------------------------
a)Geçmişte Yazlılanlar (Tarihi Sıraya Göre)
1-Hemam
b. Münebbin Sahifesi (VefatH.101] Yabancı
2-İbn-i
Hişam (Vefat H.213) Merve
3-İbn-i
Sa'd (Vefat H.230)-Et-Tabakatu'l-Kübra
Yabancı
4-İbn-i
Kuteybe(Vefat H.276)-Kitabu'l-Mearif
Demir
5-Et-Tirmizi
(Vefat H.229)-Kitabu'ş-Şemail
Petek
6-El-Belazuri
(Vefat H.284)-Futuhu'l-Buldan ve
Ensabu'l-E.
7-Et-Taberi-Tarihul
Taberi
M.E.B
8-Kadı
Iyaz-Şifa-i Şerif
Demir
9-İbnu'l
Cezvi-El-Vefa bi-Ahvali'l Mustafa Yabancı
10-İbnu'l
Esir-El-Kasım fi't-Tarih Bahar
11-İbn-i
Kesir-El-Bidaye ve'-Nihaye Çağrı
12-İbn'i
Kayyim el -Cezviyye-Zadu'l Mead Cantaş
13-İbn'u
Haldun-Tarihu İbn'i Haldun M.E.B.
14-El-Kestani
El-Mevahibu'l-Ledunniye Demir
15-El-Halebi-Es-Siratü'l-Halebiyye “ “ Yabancı
16-Muhammed
El-Hudari (Nuru'l-Yakin) “
“ Yabancı
b)Çağdaş Eserler
1-Fıkhu's-Sire(Ramazan
El-Buti) Madve
2-Fıkhu's-Sire(Muhammed
Gazali)
İlim
3-Hz.Peygamberin
Hayatı(3 cilt)(Mevdudi)
Pınar
4-Er-Resul(Said
Havva)
Petek
5-Hz.
Muhammed (Ali Mimmet Berki/O. Keskinoğlu)
Diyanet
6-Resulullah'ın
İslama Davet Metod'u(A. Önkal)
Esra
7-İslam
Tarihi (A.Köksal) Şamil
8-Muhammed
(a.s)'ın
Eşsiz Deha ve Şahsiyeti Akdal
9-Mekke
Resullerin Yolu(A.Ünal) Pınar
10-İslam
Ön. Mek.İsl.Tebl Mek.-Med.Dönemi (İ.S,S,)
Beyan
11-Muhammedi
Tanıyalım(A.Şeriati) Yöneliş
12-El-Mu'cemil-Müfehresli-ez
Fazi'l-Hadisi'n-Nebevi ” “ Yabancı
13-İslam
Peygamberi (Muhammed Hamidullah)
Merve
14-Son
Peygamber (M. Ebu Zehra) Hisar
15-Hz.
Muhammed'in Hayatı(Martin Lings) İz
16-Siret
(A.Şeriati/Caferi Şehidi) Yöneliş
17-Siyretün
Nebevviye-el Esas Fi'sünne(Said Havva)
Şamil
18-Hz.Muhammed
ve Karşıt Güçler(M.Ahmet Halefullah) Çağ
18-Komutan
Peygamber(Mahmut Şit Hattab)
Merve
20-İslam
Tarihi (Prof. Dr.İbrahim Hasan) İlim
21-Nebevi
Hareket Metodu (Münir Muhammed Gadban) Merve
22-Hz.
Muhammed(Mustafa Sıbai) Tekin
23-Özgürlük
Peygamberi Hz. Muhammed (Selim Yılmaz) Nesil
24-İlk
Dönem İslam Tarihi (Prof. Dr. Abdulaziz Duri) İklim
25-Aydınlatıcı
Rehber Muhammed(sav) (Selim Yılmaz) Nesil
26-Hz.
Muhammed'in Hayatı(Mevlüt Karaca) Beka
27-Peygamberin
Örnek Aile Hayatı (Ahmet Selubi)
Uysal
28-Rahmet
Peygamberi (Nedvi) Merve
29-Hz.
Muhammed (a.s) (Ramazan Eren) Aksa
30-Peygamberimizin
Hayatı(S.Suruc)
Yeni As
31-Hz.
Muhammed'in (a.s) Hayatı(Ahmet Zeyni) İklim
32-Kitab-ı
Siyer-i Nebi (M.Faruk Gürtunca) “ “
33-Peygamberimizin
Hayatı(Siretü'n Nebi)(M.Muhammed Ali)
34-Peygamberimiz
ve Müslümanlık(A. Hamdi Akseki) Diyanet
35-Kur'an'a
Göre Hz.Muhammed'in Hayatı(İzzet Derveze)
İz
36-Peygamberimiz
(Zekai K.) Kar
37-Muhammed
Mekke'de(Montgemery Watt)
Pınar
38-SonsuzNur/F.Gülen
Zaman
–
Hz. Muhammed (a.s)’ın 23 Yıllık Mekke-Medine Dö-nemi. Dini, Siyasi, İctimai
Olaylarının Kronolojik Listesidir. Kur’-ân’ı daha iyi anlamak için bunları da
mutlaka bilmek gerekir ¯
Tarih |
SİYASİ ve SOSYAL OLAYLAR ve DİNİ HÜKÜMLER |
Dini Hükümlerin Kaynakları |
|
MEKKE DÖNEMİ
|
|
M. 571 |
Hz.Peygamberin doğumu, Ebrehe’nin Kabe’ye
saldırması (Fil vakası), Süt annesi Halime yanında beş yıl kaldı. |
Fil 1-5 |
576 |
Annesi Amine Mekke ile Medine arasında Ebva’da
vefat etti. |
|
577 |
Dedesi Abdülmuttalib’in himayesine geçti. |
|
579 |
Dedesinin vefatı üzerine amcası Ebu
Talib’in himayesine geçti. |
|
582 |
Amcasıyla Suriye’ye gitmesi ve Busra’da
Bahira isimli papazın bu çocuğun peygamber olacağını sezmesi ve amcasına
bildirmesiyle yolculuk kısa kesildi. |
|
596 |
Tüccar olan ve 40 yaşındaki Hatice ile 25
yaşında evlendi. |
|
606 |
Kabe’nin tamirinde Hacerü’l-Esved taşını
yerine yerleştirdi. |
|
610 |
Hira mağarasında ilk vahiy geldi. |
96 Alak 1-5 |
613 |
Gizli davetin biterek, açıkca davet başladı
ve Erkam’ın evi merkez edinildi. |
74 Müddessir 1-5; 15 Hıcr 94; 26 Şuara
214-215. |
615 |
11 erkek 5 kadından oluşan bir gurub
Habeşistan’a hicret etti. |
16 Nahl 41-42; 39 Zümer 10 |
616 |
Müslümanlara karşı sosyal ve ekonomik
boykot ilan edildi. |
|
619 |
Boykotun kaldırılması, Hatice ve Ebu
Talib’in vefatları. |
|
620 |
Taife gidip onları İslâm’a davet etmesi ve
karşılaştığı güçlükler. |
72 Cinn 1-15. |
620 |
Sevde ile evlenmesi, İsra ve Miraç
hadisesi. |
17 İsra ve 53 Necm sûreleri |
621 |
Temizlik, abdest ve guslün farz kılınması. |
56 Vakıa 79; 5 Maide 6; 74 Müddessir 4. |
622 |
Beş vakit namazın farz kılınması |
Buhari, Menakibü’l-Ensar, 42. |
621 |
Birinci Akabe sözleşmesi, Medine’den gelen
müslümanlarla yapıldı. |
60 Mümtahine 12; 9 Tevbe 111. |
622 |
İkinci Akabe sözleşmesi yine Medine’den
gelen müslümanlarla yapıldı. |
|
|
|
|
|
MEDİNE DÖNEMİ |
|
1 / 622 |
Peygamberimiz (sav) Ebu Bekir (ra) ile
Medine’ye hicret etti. Ebu Eyyüb el Ensari’nin evinde bir ay kaldı. |
|
|
Cuma namazının farz kılınışı. |
62 Cum’a 9. |
|
Ezanın bu günkü şekliyle tesbiti. |
Buhari, Ezan, 1; Müslim, Nikah, 79 |
|
Nikah |
Buhari, Nikah 7, 54, 56. |
|
Müslümanlar arasında kardeşliğin uygulamaya
konuluşu. |
|
|
Mescidin inşası, sınır tesbiti, ilk nüfus
sayımı, ilk anayasa (Medine vesikası) |
|
|
Cihad için izin çıkması. |
22 Hacc 39; 2 Bakara 193-194. |
|
Hazreti Hamza seriyyesi. |
|
|
Ubeyde İbn el Haris seriyyesi. |
|
|
Sa’d ibn Ebi Vakkas seriyyesi. |
|
|
Rasûlullah (sav)’in Hz. Aişe ile evlenmesi. |
|
2 / 623 |
Mescidin yanına fakirlerin barınağı olan
Suffe’nin yapılması. |
|
|
Yahudi kabileleriyle siyasi münasebetlerin
kurulması. |
|
|
Kıblenin Kudüs’ten Kabe’ye çevrilmesi. |
2 Bakara 144. |
Tarih |
SİYASİ ve SOSYAL OLAYLAR
ve DİNİ HÜKÜMLER |
Dini Hükümlerin Kaynakları |
|
Medine civarındaki kabilelerle barış
antlaşması yapılması. |
|
|
1. Bedir gazvesi (Kürz ibn Cabir’e karşı). |
|
|
Uşeyra, Abdullah ibn Cahş, Kaynuka, Sevik,
Beni Süleym gazveleri. |
|
|
Büyük Bedir gazvesi. |
8 Enfâl sûresi. |
|
Hz. Fatıma’nın Hz. Ali ile evlenmesi. |
|
|
Peygamber (sav)’in kızı Hz. Osman (ra)’ın
hanımı Rukiyye’nin vefatı. |
|
|
Orucun farz kılınması. |
2 Bakara 183-185. |
|
İlk bayram namazı kılınışı. |
Nesei Iydeyn 1. |
|
Zekat ve Sadaka-ı Fıtrın farz oluşu. |
9 Tevbe 103; Ne-sei, Zekat, 31-33. |
|
Ganimet Taksimi. |
8 Enfâl 41. |
3 / 624 |
Yahudilerin düşmanca harekete başlamaları
ve Ka’b ibn Eşref’in öldü-rülmesi. |
|
|
Gatafan, Zeyd ibn Harise, Hamrau’l-Esed
gazveleri ve münafıkların türemeleri. |
3 Âl-i İmrân 172-175. |
|
Uhud gazvesi ve Hz. Hamza’nın şehid
edilmesi. |
3 Âl-i İmrân 151-153, 169, 170. |
|
Hz. Hasan’ın dünyaya gelişi. |
|
|
Rasûlullah (sav)’in Hafsa ve Zeyneb b.
Huzeyme ile evlenmesi. |
|
|
Miras hükümleri belirleniyor. |
4 Nisâ 11-12; Buhari, Vesaya, 6. |
|
Boşanma hükümleri belirleniyor. |
65 Talak 1; İbn-i Mâce, Talak, 1. |
|
Müşrik kadınlarla evlenmenin yasaklanması. |
2 Bakara 221. |
4 / 625 |
Bi’ri Mâûne faciası, Benî Nadir,
Zatü’r-Rika gazveleri. |
|
|
Hz. Hüseyin’in doğumu. |
|
|
Zeyneb binti Huzeyme (rah)’nın vefatı. |
|
|
Rasûlullah (sav)’in Ümmü Seleme ile
evlenmesi. |
|
|
Yolculukta namazın kısaltılması ve korku
namazı. |
4 Nisâ 101-103. |
|
Recm cezasının uygulamaya konuluşu. |
Buhari, Hudud, 24. |
|
Hac ve Umrenin farz edilişi. |
22 Hacc 26-29. |
|
Tesettür ayeti ve örtünme emri. |
33 Ahzâb 53; 24 Nûr 30-31. |
5 / 626 |
Dûmetü’l-Cendel, Mustalık Oğulları, Benî
Kurayza gazveleri. |
|
627 |
Hendek gazvesi. |
33 Ahzâb Sûresi. |
|
Rasûlullah (sav)’in Zeyneb binti Cahş ve
Cüveyriyye ile evlenmesi. |
|
|
Yağmur duası ve namazı. |
Nesei, İstiska,3,4,13. |
|
İfk olayı ve iffetli kimselere iftira
etmenin cezasının tesbiti. |
24 Nûr 4; Buhari, Teyemmüm, 1. |
|
Teyemmümün meşru kılınması. |
5 Mâide 6. |
|
Îlâ hadisesi (Peygamberin hanımlarından
uzak kalmaya yemin etmesi) |
2 Bakara 226-227. |
6 / 627 |
Benî Lihyân, Zû Kared gazveleri. |
|
628 |
Hudeybiye antlaşması ve Bey’atü’r-Rıdvân. |
48 Fetih sûresi. |
|
Komşu devlet başkanlarına ve kabilelere
davet mektupları gönderilmesi. |
|
|
Hayber’in fethi. |
|
|
Rasûlullah (sav)’in Safiyye ve Meymûne ile
evlenmesi. |
|
|
Alkollü içkiler ve kumarın yasaklanması,
ehlî eşek ve yırtıcı hayvanların yenmesinin yasaklanması. |
5 Mâide 90; Buha-ri, Zebaih, 24. |
|
Zıhar hükümleri (Evli kişinin karısını
anasına benzetmesinin cezası) |
58 Mücâdele 1-2. |
|
Vakıf yapmanın meşru oluşu. |
Neylü’l-Evtar, VI, 22-35 |
|
İsyan ve haydutluğun cezasının verilmesi. |
5 Mâide 33. |
|
Mekke’den Habeşistan’a hicret edenlerin
Medine’ye dönüşleri. |
|
Tarih |
SİYASİ ve SOSYAL OLAYLAR
ve DİNİ HÜKÜMLER |
Dini Hükümlerin Kaynakları |
7 / 628 |
Fedek, Vadi’l-Kurâ gazveleri. |
|
629 |
627 de Hudeybiye’de yapılamayan umre kaza
edilerek bu yıl yapıldı. |
|
|
Zirâî ortaklık hükümlerinin belirlenmesi. |
Müslim, Büyu’ 85-100; İbn-i Mâce, Rühûn 14. |
|
Peygamber (sav) Ümmü Habîbe ile evlendi. |
|
|
Halid ibn Velîd ve Amr ibn Âs’ın müslüman
olmaları. |
|
|
İran’ın Yemen valisi Bazan’ın müslüman
oluşu. |
|
8 / 629 |
Mûte harbi yapıldı, Zâtü’s-Selâsîl
gerçekleşti. |
|
630 |
Mekke Fethi, Kâbe’nin putlardan
temizlenmesi, Rasûlullah (sav)’in genel af ilan etmesi. |
90 Beled sûresi. |
|
Huneyn, Evtâs ve Hevâzîn gazveleri yapıldı. |
9 Tevbe 25-26. |
|
Rasûlullah (sav)’in kızı Zeyneb’in vefatı. |
|
|
Taif’in muhasarası ve putların yıkılması. |
|
|
Kısas hükmünün konuluşu. |
2 Bakara 178-179; 5 Mâide 45. |
|
Hukuk karşısında eşitlik. |
Buhari, Hudud, 12. |
|
Kabir ziyaretine izin verilmesi. |
Müslim, Cenaiz, 105-108. |
9 / 630 |
Tebük gazvesi, Suriye’de Bizans’a verilen
ders. |
9 Tevbe sûresi. |
631 |
Ebû Bekir (ra)’in hac emirliği ve
müşriklere verilen ültimatom. |
|
|
Rasûlullah (sav)’in Mısır’lı Mâriye ile
evlenmesi. |
|
|
Rasûlullah (sav)’in oğlu İbrahim’in doğumu
ve birkaç ay sonra vefatı. |
|
|
Kabilelerin topluca İslâm’a girişleri,
Mescid-i Dırâr’ın yakılıp yıkılması. |
|
|
Peygamber (sav)’in eşlerinin dünya hayatı
ve süsünü istemeleri üzerine onları dünya ile ahiret arasında serbest
bırakması. |
33 Ahzâb 28-32. |
|
Münafıkların başı Abdullah ibn Übeyy’in
ölümü. |
9 Tevbe 80-84. |
|
Çıplak tavaf etmenin yasaklanması. |
|
|
Mülaane ayetleri. |
24 Nûr 6-9; Dâre-kutnî, Sünen, III, 277. |
10 / 632 |
Yüzbinden fazla kişiyle Veda Haccı ve
Hutbesi yapıldı. |
|
|
İnsan haklarının ilanı ve genel savaşa izin
verilmesi, yalancı peygamberlerin çıkışı. |
2 Bakara 193. |
|
Vasıyyet, neseb, nafaka, borç ile ilgili
hükümlerin gelmesi. |
Tirmizi, Vesaya, 6; Buhari, Vesaya, 2-3. |
|
Cezanın şahsiliği prensibinin konulması. |
6 En’am 164. |
|
Faizin yasaklanması ve helal olan her türlü
alışverişin serbest oluşunun ilanı. |
3 Âl-i İmrân 130; 4 Nisa 29. |
11 / 632 |
Üsame ordusunun hazırlanması. |
|
|
Kırtas olayı. |
|
|
Rasûlullah (sav)’in vefatı. |
|
|
Ebû Bekir (ra)’in halife olarak seçimi. |
|
1
- Siyerin Tanımı
2
- Siyerin Peygamberleri tanımada önemi
3
- İslam'ın anlaşılmasında önemi
4
- Siyer ilmi nasıl gelişti?
- Okuma Parçası
1.BÖLÜM
Siyer
Yüce Allah (cc)
Kur’an’ı Kerim’de şöyle buyuruyor:
لَقَدْ
كَانَ لَكُمْ
فِي رَسُولِ
اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ
لِّمَن كَانَ
يَرْجُو
اللَّهَ وَالْيَوْمَ
الْآخِرَ
وَذَكَرَ
اللَّهَ كَثِيراً
“Andolsun ki, Resulullah, sizin için, Allah'a
ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir
örnektir.”[1]
Siyer: Hz. Muhammed (a.s)'ın hayat hikâyesi:
"Siyer", Arapça "sîre" sözcüğünün çoğulu olup Peygamber (a.s)'ın hayatını
(hal tercümesini) anlatmak için kullanılır. Zaman içinde: Soy dizini, doğumu,
çocukluğu, gençlik yılları, peygamberliği, Mekke ve Medine'de meydana gelen
olaylar ve gerçekleşen savaşları da içine alacak şekilde, doğumundan ölümüne
kadar Hz. Peygamber (a.s)'ın hayatından sözeden kitaplara "Siyer-i Nebî", "es-Siretü'n-Nebeviyye" veya kısaca "Siyer" adı verilmiştir.
Siyer ile sıkça beraber kullanılan ve savaş, savaş yeri, savaş
menkıbesi anlamlarını ihtiva eden "Meğâzi" kelimesi vardır. Hz. Muhammed (a.s)'ın
savaşlarının anlatıldığı kitaplara da aynı ad verilmiştir.
İzahlardan da anlaşılacağı üzere siyer, daha genel, meğâzî ise daha dar
anlamı ifade eder. Ancak bu iki isim sık sık karıştırılmış ve birbirini ifade
edecek tarzda kullanılmıştır. Bazı meğâzi türü eserler, siyer kaynakları gibi,
Hz. Peygamber (a.s)'ın hayatından bütünüyle bahseder ve yazıları bu tür meğâzi
kitapları Siyer-i Nebî türü eserleri andırırlar. Ancak çoğunlukla meğâzî türü
eserler, Peygamberimizin savaşlarını asıl olarak ele almışlardır.
Siyer, bir yönüyle Hadis'e bir yönüyle de İslâm tarihinin içine
girmiştir. Gerçekten siyer, Hz. Peygamber (a.s)'ın söz ve davranışlarından
bahseden Hadis ilminin bilinmesini gerekli kıldığı gibi; O'nun hayatının her
safhasından bilgi vermesi itibariyle de İslam tarihinin bir bölümünü oluşturur.
Nitekim İslâm âlimlerinin çoğu, siyerden itibaren İslâm tarihini bir
bütün halinde ele almışlar ve eserlerinde, Hz. Peygamber (a.s)'ın hayatından
-hattâ öncesinden- başlayarak İslâm tarihi ile ilgili olayları, yaşadıkları
döneme kadar anlatmışlardır.
Siyer'in kaynakları arasında ilk sırayı, nüzulünden itibaren hiçbir
tahribat ve tahrifata uğramamış olan Kur'ân-ı Kerim alır. Herhangi bir olay
konusunda Kur'ân'da âyet ve işaretler varken başka bir kaynak aramaya ihtiyaç
yoktur. Kaynaklarda ikinci sıra hadis-i şeriflerindir. Özellikle Hz. Peygamber'in
Medine'de geçirdiği hayata ait bilgiler, hadislerde bütün ayrıntılarıyla
bulunabilir. Bu iki kaynak, İslâmî ilimlerin her dalında olduğu gibi, Siyer
için de vazgeçilmez kaynaklar durumundadır. Siyerin kaynakları arasında
Sahabe'den gelen rivâyetlerin yeri oldukça önemlidir. Hz. Peygamber (a.s)'den
gördüklerini, duyduklarını kendilerinden sonraki nesle sözlü olarak aktaran bu
güzide topluluğun anlattıkları, Emeviler devrinden itibaren yazılı belgeler
olarak ortaya konmuş ve bunlar ilk Siyer ve Meğâzi kitaplarına kaynaklık teşkil
etmiştir.
Siyer-i Nebî, bir süre şifâhi nakil olarak devam ettikten sonra, tedvin
edilmeye başlandı. Siyer'i ilk tedvin eden, İbn Şihâb ez-Zühri (öl.
122/739)'dir. Siyer alanında İslam tarihinde büyük şöhrete ulaşmış dört eser vardır.
Bunlar: "Siyer-i
erbaa" (En ünlü dört siyer)
adını almışlardır. Bunlar; İbn Hişam'in "es-Siretü'n-Nebeviye"si; İbn Seyyidin-Nâs'ın "Uyûnül-Eser'ı; Muhammed b. Yusuf ed-Dımaşki'nin "Sebilül-Hedyi ve'r-Reşâd"ı ve Ali b. Burhaneddin el-Halebî'nin "İnsânül-Uyün"udur.
Kur’an-ı Kerim’de:
مَّنِ
اهْتَدَى
فَإِنَّمَا
يَهْتَدي
لِنَفْسِهِ
وَمَن ضَلَّ
فَإِنَّمَا
يَضِلُّ عَلَيْهَا
وَلاَ تَزِرُ
وَازِرَةٌ
وِزْرَ أُخْرَى
وَمَا كُنَّا
مُعَذِّبِينَ
حَتَّى
نَبْعَثَ رَسُولاً
“Kim hidayet yolunu seçerse, bunu ancak kendi
iyiliği için seçmiş olur; kim de doğruluktan saparsa, kendi zararına sapmış
olur. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü üslenmez. Biz, bir peygamber
göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz”[2] buyurulmuştur.
İnsanlık hiçbir
şeyi bilmez durumda iken her şeyi, her sanatı ve her hüneri peygamberlerden
öğrenmişlerdir. Dünya ve ahirette mutlu olmanın ve huzurlu yaşamanın yollarını,
birbirleriyle hoş geçinme düsturlarını, ahlâk ve görgü kaidelerini insanlara
öğreten yine peygamberler olmuştur.
Siyer kelimesi; siret kelimesinin çoğuludur. Siret
kelimesi Arapça’da, yürümek anlamına gelen “syr”
harflerinin meydana getirmiş olduğu kelimelerden alınmıştır.
İslam dininde siyer dendiği zaman Hz.Muhammed (a.s) doğumundan vefatına
kadar olan hayatı içindeki yaşayışı, ahlakı, adet ve davranışlarının bütünü
akla gelir. Her insanın doğumundan ölümüne kadar geçen yaşayışı, kendisinin
siyeridir. Buna Latin dilinde biyografi adı verilir.
Siyerin Konusu Genel olarak, hayatı bütün
safhalarıyla incelenecek olan insandır. Burada ele alacağımız zat, Hz.Peygamber
(a.s) Efendimizdir.
Siyerin
Gayesi:
Siyerin gayesinin en başında, başkalarının hayat tecrübelerinden istifade etmek
ve onların yaşayışlarını tetkik ederek ibret almaktır. Biz de bir Müslüman
olarak hayatta takip edeceğimiz en doğru yolu öğrenmek ve tatbik etmek için
Peygamberimiz Hz.Muhammed (as) yaşantısını mümkün mertebe en ince noktalarına
kadar öğrenmek mecburiyetindeyiz. Çünkü Onun hakkında Kur’an-ı Kerim’de yüce
Allah şöyle buyuruyor:
لَقَدْ
كَانَ لَكُمْ
فِي رَسُولِ
اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ
لِّمَن كَانَ
يَرْجُو
اللَّهَ وَالْيَوْمَ
الْآخِرَ
وَذَكَرَ
اللَّهَ كَثِيراً
“Andolsun ki, Resulullah, sizin için, Allah'a
ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir
örnektir.”[3]
Yeryüzündeki dinlerin sonuncusu ve en mükemmeli olan İslam dininin
Peygamberi Hz.Muhammed (a.s) hayat tecrübelerinden istifade etmek yalnız bir
zümrenin veya bir gurubun değil bütün beşeriyetin arzu etmesi lazım bir
hakikattir. Zira o, bir kavimden ziyade bütün beşeriyete Peygamber olarak
gönderilmiştir.
Hz.Muhammed (a.s) hayatının tarihen bilinmesi bütün dinleri nesheden
İslam dininin esaslarının günü gününe, sebepleri ve hikmetleriyle açık ve
berrak bir şekilde tespit edilmesine sebep olmuştur. Bu itibarla, Siyer-i
Nebi-yi iyi bilen bir kimse, İslam dininin itikadi, ameli ve ahlaki esaslarına
bihakkın vakıf olduğu gibi, İslam devletlerinin durumlarının nereden nereye
geldiğini de daha iyi anlamış olur.
Bilindiği gibi, yüce Allah önce insanlara kendi içlerinde zaman, zaman
Peygamberler göndermiştir. İnsanların bir kısmı bu mukaddes Peygamberlere
uymuşlar ve böylece hem dünya hem ahiret görevlerini yapmışlardır. Düzenli
medeniyetler kurmuş ve faziletlere ermişlerdir. Diğer bir kısmı da, bu mübarek
Peygamberlere karşı çıkıp onlara aykırı harekette bulunmuşlardır. Bu tutumları
ile gerçek insanlık vasfından yoksun kalmış ve küfrü imana, rezaleti fazilete
tercih etmişlerdir. Bu yüzden de sonunda felaketlere düşüp sönüp gitmişlerdir.
İşte “Siyer-i Enbiya”
dediğimiz, Peygamberlerin hayatları ile ilgili bilgiler onların güzel hallerini
bildirir. Onların ümmetlerini ne şekilde dine çağırdıklarını gösterir,
kavimleri ile olan bazı olaylar ve savaşları kaydeder. Bunlar bizim için ibret
alınacak ve yararlanacak birer büyük öğüt olur.
Siret-i Nebeviyeyi ve onunla ilgili fıkhi hükümleri incelemeyi, tarihi
incelemelerinden saymamız hatalı olur. Çünkü bütün inceleme, geçmiş tarihi
dönemlerden bir bölümü veya halifelerden birinin hayatını öğrenmek gibi bir
şeydir. Halbuki; Siret-i Nebeviye ile ilgili fıkhi hükümleri incelemekteki asıl
gaye, bir Müslüman’ın Resulullahın hayatını, birtakım prensipler, kaideler ve
hükümler olarak iyice kavradıktan sonra, İslam gerçeğini onun mukaddes
hayatında şekillenmiş olduğunu düşünebilmesidir. Yani; Siret-i Nebeviye
incelemesi İslam hakikatının Hz.Muhammed (as) örnek hayatında eksiksiz olarak
şekillendirmek gayesini güden pratik bir çalışmadan başka değildir.
Resulullahın hayatına ait genel belirtileri anlamakta, mukaddes hayatın
kısa dönemlerinin kavramakta ilk dayanak Kur’an’dır. Bu yüce Kitap;
Resulullahın hayatını iki yolla anlatır.
Birinci Yol: Hayatının sahnelerini anlatmak... Bedir,
Uhud, Hendek ve Huneyn savaşları hakkında inen ayetlerle, Resulullahın hanımı
Zeynep b. Cahş ile evlenmesini anlatan ayetler gibi.
İkinci Yol: Hadislere ve olaylara
açıklama getirmesidir. Buda, bazı durumlarda karışık bulunan konulara cevap
vermek için veya bir kısım gizli ve örtülü şeyleri açığa çıkarmak için, yada
Müslümanların bakışını ibret ve öğüt yönüne çevirmek içindir. Bunların tümü,
yalnızca, Resulullahın herhangi bir uygulamasıyla veya onun Siretinin bir
yönüyle ilgili olabilir. Bu haliyle de onun hayatının muhtelif dönemlerinde,
bir çok iş ve uygulamalarını bize açıktır.
Ancak Kur’an’ı Kerim-in bütün bunlardan bahsetmesi, teferruatına
dalmadan, kısa temas şeklinde olur. Resulullahın Siret-inden herhangi bir
yönünü açıklamada Kur’an-ı Kerim’in üslubu, her ne kadar Kur’an’ın Siret-i
Nebeviyyenin bazı yönlerini açıklamadaki üsluba çeşitlilik arz ederse etsin
hadise ve olayları kısa bir şekilde anlatmaktan ve genel çizgilerini
belirtmekten öteye geçmez. Kur’an-ı Kerim’in eski milletlerin ve geçmiş
Peygamberlerin kıssalarını anlattığı her konuda durum böyledir.
Peygamberi Anlamak
Yüce Allah (cc), Peygamberleri
göndermesinin sebebi, sadece tanıştırmak değil, anlaşılmaktı.
Yüce Allah’ın haber (emir)lerini insanlara duyurmakla görevlendirilen
aziz Peygamberler, aldıkları haberleri bırakıp kendilerini öne çıkarıp
tanıtmamışlardır. Çünkü Peygamberlik bunu gerektiriyordu. Yani sadece tanınmak
değil, anlaşılmaktı.
Yüce Allah’ın haberlerine ve Peygamberlerine karşı insanların görevleri
sadece, onları tanımak değil, onları anlamaktır.
Şu bir gerçektir ki, yazılan bütün siyer kitaplarını ve onları yazan
yazarları, Nuh (as)’ın çocuklarının annesi, Lut (a.s)’ın hayat arkadaşı, Musa
(as)’ın ekmeği ile büyüdüğü Firavun, Hz.Muhammed (a.s)’ın amcazadesi Ebu Leheb
ve Ebu Talib kadar tanıyamazlar, bizde tanıyamayız ve tanıtamayız. Tıpkı, Taif
halkı, Efendimiz (a.s) lafa ve taşa tuttuklarında, dağ meleği gelip: “Eğer istersen, Taiflilerin altını üstüne getireyim”
dediğinde. O ise: “Hayır onlar beni
anlamıyorlar” demiştir.[4]
Gerçekten de, gerek Nuh’un, Lut’un hanımı, Musa’nın babalığı, Efendimizin
Amcaları ve içinde yaşadıkları toplumun münkir kişileri onları tanıyorlardı
tanımasına da, fakat onları anlamıyorlardı veya anlamak istemiyorlardı veyahut
tanımanın ötesinde asıl olan anlamaya çaba sarf etmiyorlardı.
Eğer, tanımanın ötesindeki asıl olan anlayış gücümüzü zorlamaksızın,
sadece satır geçme ve sayfa atlamayla meşgul olup “siyer
dersini” işlersek, hem kendimize hem de aziz Peygamberlere
yazık etmiş oluruz. Dolayısıyla her Peygamber ve özellikle Efendimiz (a.s)
olmak üzere, özel bir tanıma, anlama gayretini ve özel bir yer, zaman, çaba
vermemiz gerekiyor. İşte o zaman, Peygamberleri tanıyıp da anlamayanlardan bir
farkımız olur.
Yüce Allah cümlemize, ince anlayış ihsan etsin.
2.BÖLÜM
1- Peygamberlerin gönderiliş amacı
2- Ulu-l Azam olan Peygamberler
3- Kendilerine Kitap verilen Peygamberler
4- Resul ve Nebi olan Peygamberler
5- Kur’an’da adı geçen Peygamberler
- Okuma Parçası
2.BÖLÜM
İlk İnsan ve İlk Peygamber
Yeryüzünde ilk insan ve ilk Peygamber Hz. Adem (a.s)’dır. Şimdi konu
hakkında yüce Allah Kur’an-ı Kerim’deki ayetlerine başvuralım:
§æì¢ä¤ ß§ªb ¯à y ¤å¡ß §4b ¤Ü
¤å¡ß a¦ ' 2 ¥Õ¡Ûb ó©£ã¡a ¡ò Ø¡÷¬¨Ü à¤Ü¡Û
Ù¢£2 4b Ó ¤¡a ë
“Hani Rabbin meleklere demişti ki: "Ben kupkuru
bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan bir insan yaratacağım."[5]
Ayette geçen “insan”
Adem (a.s)’ın ilk yaratılışı ve onun şahsında bütün ademoğullarının
yaratılışıdır. Daha sonra İlahi buyruk şöyle tecelli etti:
åí©¡ub ¢é Û
aì¢È Ô Ï ó©yë¢ ¤å¡ß ¡éî©Ï ¢o¤ 1 ã ë
¢é¢n¤í £ì a ¡b Ï
"Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim
zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın!"[6]
Ayette geçen özellikler, Adem’e ve oğullarına yüce Allah’ın verdiği
mümtaz özelliklerdir. Bunları şöyle sıralamak mümkündür.
1 - Allah Adem’i kendi eliyle yaratmıştır.
2 - Ona kendi ruhundan üflemiştir.
3 - Meleklere, ona secde etmelerini emretmiştir.
4 - Eşya isimlerini ona öğretmiştir.
Adem’in nasıl annesiz ve babasız yaratıldığını Yüce Allah (cc) şöyle
cevap veriyor:
¢æì¢Ø î Ï
¤å¢× ¢é Û 4b Ó £á¢q §la ¢m ¤å¡ß
¢é Ô Ü 6 â
¨a¡3 r à × ¡é¨£ÜÛa
¤ä¡Çó¨î©Ç 3 r ß £æ¡a
“Allah nezdinde İsa'nın durumu, Adem'in durumu
gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona "Ol!" dedi ve
oluverdi.”[7]
İşte bu şekilde ilk insanın yaratılışı yüce Allah’ın izniyle gerçekleşmiş
oluyor. Yüce Allah, yarattığı insanı cennete yerleştirmesi ve onu denemesi
sonrada yeryüzüne indirmesi olayı Kur’an-ı Kerim’de şöyle geçer:
¢s¤î y
a¦ Ë b è¤ä¡ß 5¢× ë ò £ä v¤Ûa
Ù¢u¤ë ë o¤ã a¤å¢Ø¤a
¢â
¨a¬b í b ä¤Ü¢Ó ë
åî©à¡Ûb £ÄÛa å¡ß
b ãì¢Ø n Ï ñ v £'Ûa ꡨç
b 2 ¤Ô m ü ë :b à¢n¤÷¡(
“Biz: Ey Âdem! Sen ve eşin (Havva) beraberce cennete
yerleşin; orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde cennet nimetlerinden
yeyin; sadece şu ağaca yaklaşmayın. Eğer bu ağaçtan yerseniz her ikiniz de
kendine kötülük eden zalimlerden olursunuz, dedik.”[8]
Ayette, Adem (a.s) Havva isminde eş verildiğini ve onları sınamak için
önlerine bir kader ağını sergilediğini yüce Allah bize haber veriyor. Sonra
Kur’an olayı şöyle aktarıyor:
¤á¢Ø¢¤È 2aì¢À¡j¤ça
b ä¤Ü¢Ó ë :¡éî©Ï b ãb × b £à¡ß
b à¢è u ¤ b Ï b è¤ä Ç
¢æb À¤î, £'Ûa b à¢è £Û b Ï
§åî©y ó¨Û¡a
¥Êb n ß ë ¥£ Ô n¤¢ß ¡¤ üa ó¡Ï
¤á¢Ø Û ë 7¥£ë¢ Ç
§¤È j¡Û
“Şeytan onların ayaklarını kaydırıp haddi tecavüz
ettirdi ve içinde bulundukları (cennetten) onları çıkardı. Bunun üzerine: Bir
kısmınız diğerine düşman olarak ininiz, sizin için yeryüzünde barınak ve belli
bir zamana dek yaşamak vardır, dedik.”[9]
Adem ve Havva’nın sınamayı kaybettiklerini görüyoruz. Bunun sonucunda
Aden ile eşinin tövbe ettiklerini Kur’an şöyle haber veriyor:
¢áî©y £Ûa ¢la £ì £nÛa
ì¢ç ¢é £ã¡a 6¡é¤î Ü Ç lb n Ï
§pb à¡Ü × ©é¡£2 ¤å¡ß ¢â
¨a
¬ó¨£Ô Ü n Ï
“Bu durum devam ederken Âdem, Rabbinden bir takım
ilhamlar aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve
merhameti bol olandır.”[10]
İşte bu olaydan sonra Adem ve eşi Havva ile yeryüzüne indiklerini
Kur’an’da öğreniyoruz ve yine yüce Allah’ın Adem (a.s) bir takım yetkiler
verdiğini anlıyoruz:
ôa ¢ç É¡j m
¤å à Ï ô¦¢ç ó£©ä¡ß ¤á¢Ø £ä î¡m¤b í
b £ß¡b Ï 7b¦Èî©à u b è¤ä¡ß aì¢À¡j¤ça b ä¤Ü¢Ó
æì¢ã ¤z í ¤á¢çü ë
¤á¡è¤î Ü Ç ¥Ò¤ì
5 Ï
“Dedik ki: Hepiniz cennetten inin! Eğer benden size
bir hidayet gelir de her kim hidayetime tâbi olursa onlar için herhangi bir
korku yoktur ve onlar üzüntü çekmezler.”[11]
Sonuç olarak, ilk insan ve ilk insanın şahsında ilk Peygamberin Hz.Adem
(as) olduğunu Kur’an-ı Kerim’de
öğreniyoruz. İlk insanın ve ilk peygamberin dünya özerindeki kaderi
bizimde kaderimiz olmuş oluyor. Çünkü ilk insan olan Adem “Ebul beşer” beşeriyetin babasıdır. Yani bütün insanlığın
zürriyet merkezidir.
1 - Peygamberlerin Gönderiliş Amacı
Yüce Allah (cc)
Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:
7 pì¢Ëb £ÀÛa aì¢j¡ä n¤ua ë
騣ÜÛa a뢢j¤Ça ¡æ a üì¢ §ò £ß¢a ¡£3¢× ó©Ï
b ä¤r È 2 ¤ Ô Û ë
¡¤ üa ó¡Ï aë¢î,© Ï
6¢ò Û5 £Ûa ¡é¤î Ü Ç ¤o £Ô y ¤å ß
¤á¢è¤ä¡ß ë ¢é¨£ÜÛaô ç ¤å ß ¤á¢è¤ä¡à Ï
åî©2¡£ Ø¢à¤Ûa
¢ò j¡Ób Ç æb × Ñ¤î × a뢢Ĥãb Ï
“Andolsun ki biz, "Allah'a kulluk edin ve
Tâğut'tan sakının" diye (emretmeleri için) her ümmete bir peygamber
gönderdik. Allah, onlardan bir kısmını doğru yola iletti. Onlardan bir kısmı da
sapıklığı hak ettiler. Yeryüzünde gezin de görün, inkâr edenlerin sonu nasıl
olmuştur!”[12]
İnsanlar
Peygamberlere muhtaçtırlar. Çünkü insanlar kendi akıllarıyla Allah'ın varlık ve
birliğini anlayabilseler bile, O'na mahsus sıfatları tamamen kavrayamazlar. Ona
ne şekilde ibâdet edileceğini bilemezler. åhiret işlerini, âhiretteki
mesûliyeti idrâk edemezler. Bütün bu hususları Allah'ın kendilerine bildirip
öğretmesine muhtaçtırlar.
İşte Allah,
insanların bu ihtiyaçlarına cevap vermek üzere, onlara peygamberler
göndermiştir. Onlar vasıtasıyla, bilmeye muhtaç oldukları maddî ve mânevî her
hususu insanlara öğretmiştir.
Eğer Peygamberler
gelmeseydi, insanlar Allah'ın varlık ve birliğini bilmenin dışında, hiçbir dinî
hükümle mükellef tutulamazlardı. Hattâ bâzı Kelâm âlimlerine göre, Allah'ın
varlığını, birliğini anlamaktan bile mesul olmazlardı. Nitekim âyet-i kerîmede
de:
¢¡ mü ë
b6 è¤î Ü Ç ¢£3¡ í b à £ã¡b Ï
£3 ¤å ß ë 7©é¡¤1 ä¡Û ô© n¤è í
b à £ã¡b Ï ô¨ n¤ça¡å ß
üì¢
s Ȥj ã ó¨£n y åî©2¡£ È¢ß
b £ä¢×b ß ë 6ô¨¤¢a ¤¡ë
¥ñ ¡a ë
“Kim hidayet yolunu seçerse, bunu ancak kendi
iyiliği için seçmiş olur; kim de doğruluktan saparsa, kendi zararına sapmış
olur. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü üslenmez. Biz, bir peygamber
göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz”[13] buyurulmuştur.
İnsanlık hiçbir
şeyi bilmez durumda iken her şeyi, her sanatı ve her hüneri peygamberlerden
öğrenmişlerdir. Dünya ve âhirette mutlu olmanın ve huzurlu yaşamanın yollarını,
birbirleriyle hoş geçinme düsturlarını, ahlâk ve görgü kaidelerini insanlara
öğreten yine peygamberler olmuştur.
Peygamberlerin
vazifeleri
- Allah'ı insanlara
tanıtmak,
-Allah’tan
aldıkları iman esaslarını ve ibâdet şekillerini insanlara öğretmek,
-İnsanlara ahlâkî
fazîlet ve güzel huyları aşılamak,
-Ferd ile ferdler,
ferd ile cemiyet arasındaki münasebetleri en medenî ve âdil ölçüler içinde
tanzim etmek, aradaki sosyal bağları kuvvetlendirmektir.
Kısacası, maddî ve
mânevî her sahada insanlara tam bir rehber olmaktır.
Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de özellikle geniş bir şekilde Ulu-l Azam
(büyük) peygamberlerden bahsetmiştir. Peygamberlere ait özelliklerden biri de
yüce Allah’ın istisnasız hepsinden “Misak”
almasıdır. Bazılarından ise “Misak-ı Ğaliz”
almıştır.
Misak; kelimesi lügatte anlaşma, sözleşme, yeminleşme manalarına gelir.
Istılah manası ise, peygamberlerin bütün güçlüklere, eza ve cefalara
katlanacaklarına ve hiçbir şekilde dönmeyeceklerine dair yüce Allah’a söz
vermeleridir.
Misal-ı Galiz ise bu söz vermenin yeminle tekid ve teyid edilmiş
şeklidir. Kur’an-ı Kerim’de en çok kıssası anlatılan Peygamberler kendisinden
Misal-ı Galiz alınan peygamberlerdir. Bunlar beş tanedir. Kur’an-ı Kerim’de
bunlara Ulu-l Azam Peygamberler denir. Bunlar:
1 - Hz.Nuh (as)
2 - Hz.İbrahim (as)
3 - Hz.Musa (as)
4 - Hz.İsa (as)
5 - Hz.Muhammed (as)’dır.
Ulu-l Azm Peygamberlerden Hz.Nuh (as) zamanında çoğalan insanlar, Allah’ı
tanımaz oldular. Bunun üzerine Hz.Nuh (as) duasıyla Allah, onların başına tufan
verdi.
Hz.İbrahim (as) Ulu-l Azm Peygamberlerin ikincidir. Hz.Muhammed (as)’dan
takriben 2500-2600 yıl kadar önce Nemrut zamanında Babil’lere gönderildi.
Hz.Musa (as) Hz.Muhammed (as)’dan takriben 1900-2000 yıl kadar önce
İsrail oğullarına gönderildi. İmranoğlunun Firavunla mücadelesini Kur’an
genişçe anlatır. Hayatının ve mücadelesinin diğer safhalarına Kur’an’da en
fazla yer verilen Ulu-l Azm peygamberlerinin üçüncüsüdür.
Hz.İsa (as) Hz.Meryem’in oğludur. Hz.Muhammed (as)’dan takriben 600 yıl kadar
önce geldi. Peygamberliğini bugünkü Filistin’de ilan etti. Hz.İsa (as)
Kur’an’da genişçe yer alan Ulu-l Azm Peygamberlerin dördüncüsüdür. Ondan
özellikle Bakara, Ali İmran, Nisa, Maide, En’am ve Meryem sürelerinde
bahsedilir.
Ulu-l Azm peygamberlerin beşincisi ise Hz.Muhammed (as)’dır. Hz.Muhammed
(as) risaleti Kur’an-ı Kerim’in tasdik ve teyidiyle son peygamber olma
özelliğini taşıyan “hatem-ul enbiya”dır.
3 - Kendilerine Kitap Verilen Peygamberler
Kendilerine Suhuf ve Kitap verilen Peygamberler:
1 - Hz. Adem (as)’a 10 sayfa,
2 - Hz. Şit (as)’a 50 sayfa,
3 - Hz. İdris (as)’a 30 sayfa,
4 - Hz. İbrahim (as)’a 10 sayfa
5 - Hz Davut (as) Zebur Kitabı
6 - Hz Musa (as)’a Tevrat Kitabı
7 - Hz İsa (as)’a İncil Kitabı
8 - Hz. Muhammed (as)’a Kur’an-ı Kerim.
4-Resul ve Nebi Olan Peygamberler
Kendisine müstakil bir din ve kitap verilen
Peygamberlere Resul, müstakil bir din ve kitap sâhibi olmayıp kendinden önceki
bir Peygamberin kitabına uygun hareket etmekle vazifeli Peygamberlere de Nebî
adı verilir.
Kur’an-ı
Kerim’de, Resul olan Peygamberler şunlardır
1 - Hz. Adem (as)’a 10 sayfa,
2 - Hz. Şit (as)’a 50 sayfa,
3 - Hz. İdris (as)’a 30 sayfa,
4 - Hz. İbrahim (as)’a 10 sayfa
5 - Davut (as) Zebur Kitabı
6 - Musa (as)’a Tevrat Kitabı
7 - İsa (as)’a İncil Kitabı
8 - Hz. Muhammed (as)’a Kuranı Kerim.
Kur’an’dan ismi geçen Nebiler
1 - Nuh (as)
2 - Hud (as)
3 - Salih (as)
4 - Lut (as)
6 - İsmail (as)
7 - İshak (as)
8 - Yakup (as)
9 - Yusuf (as)
10 - Şuayb (as)
11 - Harun (as)
12 - Süleyman (as)
13 - Eyyüp (as)
14 - Zülkifl (as)
15 - Yunus (as)
16 - İlyas (as)
17 - Elyesa (as)
18 - Zekerriyya (as)
19 - Yahya (as)
İhtilaflı olan nebiler
1 - Lokman (as)
2- Zülkarneyn (as)
3 - Üzeyir (as)’dır.
Kur’an-ı Kerim’de zikredilmeyen ve fakat yüce Allah’ın şu ayetiyle işaret
ettiği başka Peygamberler de vardır:
6 Ù¤î Ü Ç
¤á¢è¤¢¤Ô ã ¤á Û 5¢¢ ë ¢3¤j Ó ¤å¡ß
Ù¤î Ü Ç ¤á¢çb ä¤ Ó ¤ Ó
5¢¢ ë
b7¦àî©Ü¤Ø m ó¨ì¢ß ¢é¨£ÜÛa
á £Ü × ë
“Bir kısım peygamberleri sana daha önce anlattık,
bir kısmını ise sana anlatmadık. Ve Allah Musa ile gerçekten konuştu.”[14]
5 – Kur’an’da Adı Geçen Peygamberler
1-Hz.
Adem (as):
4b Ó £á¢q §la ¢m
¤å¡ß ¢é Ô Ü 6 â
¨a ¡3 r à ×
¡é¨£ÜÛa ¤ä¡Ç ó¨î©Ç 3 r ß £æ¡a
¢æì¢Ø î Ï
¤å¢×¢é Û
“Allah
nezdinde İsa'nın durumu, Adem'in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı.
Sonra ona "Ol!" dedi ve oluverdi.”[15]
2-Hz.
İdris (as):
¡pa ì è £'Ûaaì¢È j £ma ë
ñì¨Ü £Ûaaì¢Çb a
¥Ñ¤Ü ¤á¡ç¡¤È 2 ¤å¡ß Ñ Ü Ï
b¦£î Ë æ¤ì Ô¤Ü í
Ò¤ì Ï
“Nihayet
onların peşinden öyle bir nesil geldi ki, bunlar namazı bıraktılar;
nefislerinin arzularına uydular. Bu yüzden ileride sapıklıklarının cezasını
çekecekler."[16]
3-Hz
Nuh (as):
¬
لَقَدْ
اَرْسَلْنَا
نُوحًا اِلى
قَوْمِه فَقَالَ
يَا قَوْمِ
اعْبُدُوا
اللّهَ مَا لَكُمْ
مِنْ اِلهٍ
غَيْرُهُ
اِنّى اَخَافُ
عَلَيْكُمْ
عَذَابَ
يَوْمٍ
عَظيمٍ
“Andolsun ki Nuh'u elçi olarak kavmine
gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, sizin ondan başka tanrınız
yoktur. Doğrusu ben, üstünüze gelecek büyük bir günün azabından korkuyorum.”[17]
4-Hz.Hud
(as):
¤å¡ß ¤á¢Ø Ûb ß é¨£ÜÛa
a뢢j¤Ça ¡â¤ì Ó b í 4b Ó a6¦
ì¢ç
¤á¢çb a §
b Çó¨Û¡a ë
æë¢ n¤1¢ß ü¡a §é¨Û¡a
“Âd
kavmine de kardeşleri Hûd'u (gönderdik). Dedi ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk
edin. Sizin O'ndan başka tanrınız yoktur. Siz yalan uyduranlardan başkası
değilsiniz”[18]
5-Hz.Salih
(as):
¡æb Ôí© Ï ¤á¢ç
a ¡b Ï é¨£ÜÛaa뢢j¤Ça¡æ ab¦z¡Ûb
¤á¢çb a
ì¢à qó¨Û¡a¬b ä¤Ü ¤ a
¤ Ô Û ë
æì¢à¡ n¤ í
“Andolsun
ki, "Allah'a kulluk edin!" (demesi için) Semûd kavmine kardeşleri
Sâlih'i gönderdik. Hemen birbiriyle çekişen iki zümre oluverdiler.”[19]
6-Hz.İbrahim
(as):
¡b £äÜ¡Û Ù¢Ü¡Çb uó©£ã¡a
4b Ó 6 £å¢è £à m b Ï §pb à¡Ü Ø¡2
¢é¢£2 áî©ç¨¤2¡aó¬¨Ü n¤2a ¡¡a ë
åî©à¡Ûb £ÄÛa ô¡¤è Ç
¢4b ä íü 4b Ó 6ó©n £í¡£¢ ¤å¡ß ë
4b Ó 6b¦ßb ß¡a
“Bir
zamanlar Rabbi İbrahim'i bir takım kelimelerle sınamış, onları tam olarak
yerine getirince: Ben seni insanlara önder yapacağım, demişti. "Soyumdan
da (önderler yap, yâ Rabbi!)" dedi. Allah: Ahdim zalimlere ermez (onlar
için söz vermem) buyurdu.”[20]
7-Hz.Lut
(as):
¢áî©Ø z¤Ûa
¢í© ȤÛa ì¢ç ¢é £ã¡a 6ó©£2 ó¨Û¡a
¥¡ub è¢ßó©£ã¡a 4b Ó ë <¥Âì¢Û ¢é Û
å ߨb Ï
“Bunun
üzerine Lût ona iman etti ve (İbrahim): Doğrusu ben Rabbim'e(emrettiği yere)
hicret ediyorum. Şüphesiz O, mutlak güç ve hikmet sahibidir, dedi."[21]
8-Hz.İsmail
(as):
æb × ë
¡¤Ç ì¤Ûa Ö¡
b æb × ¢é £ã¡a
9 3î©È¨à¤¡a ¡lb n¡Ø¤Ûa ó¡Ï ¤¢×¤a ë
7b¦£î¡j ã
üì¢
“(Resûlüm!)
Kitapta İsmail'i de an. Gerçekten o, sözüne sâdıktı, resûl ve nebî idi.”[22]
9-Hz.İshak
(as):
6 lì¢Ô¤È í ë
Õ¨z¤¡a¬¢é Ûb ä¤j ç ë =¡é¨£ÜÛa¡æë¢
¤å¡ß
æë¢¢j¤È í b ß ë
¤á¢è Û n¤Çab £à Ü Ï
b¦£î¡j ãb ä¤Ü È u5¢× ë
“Nihayet
İbrahim onlardan ve Allah'tan başka taptıkları şeylerden uzaklaşıp bir tarafa
çekildiği zaman biz ona İshak ve Yâ'kub'u bağışladık ve her birini peygamber
yaptık.”[23]
10-Hz.Yakup
(as):
6 lì¢Ô¤È í ë
Õ¨z¤¡a ¬¢é Ûb ä¤j ç ë =¡é¨£ÜÛa¡æë¢
¤å¡ß
æë¢¢j¤È íb ß ë
¤á¢è Û n¤Çab £à Ü Ï
b¦£î¡j ãb ä¤Ü È u5¢× ë
“Nihayet İbrahim onlardan ve Allah'tan başka
taptıkları şeylerden uzaklaşıp bir tarafa çekildiği zaman biz ona İshak ve
Yâ'kub'u bağışladık ve her birini peygamber yaptık.”[24]
11-Hz.Yusuf
(as):
وَكَذلِكَ
يَجْتَبيكَ
رَبُّكَ
وَيُعَلِّمُكَ
مِنْ
تَاْويلِ
الْاَحَاديثِ
وَيُتِمُّ
نِعْمَتَهُ
عَلَيْكَ
وَعَلى الِ
يَعْقُوبَ
كَمَا
اَتَمَّهَا
عَلى
اَبَوَيْكَ
مِنْ قَبْلُ
اِبْرهيمَ
وَاِسْحقَ
اِنَّ
رَبَّكَ
عَليمٌ
حَكيمٌ
“İşte
böylece Rabbin seni seçecek, sana (rüyada görülen) olayların yorumunu öğretecek
ve daha önce iki atan İbrahim ve İshak'a nimetini tamamladığı gibi sana ve
Ya'kub soyuna da nimetini tamamlayacaktır. Çünkü Rabbin çok iyi bilendir,
hikmet sahibidir.”[25]
12-Hz.Eyyüb
(as):
6§la Ç ë
§k¤¢ä¡2 ¢æb À¤î, £'Ûa ó¡ä £ ß ó©£ã a
¬¢é £2 ô¨
b ã ¤¡a < l좣í a
¬b ã ¤j Ç ¤¢×¤a ë
“(Resûlüm!)
Kulumuz Eyyub'u da an. O, Rabbine: Doğrusu şeytan bana bir yorgunluk ve eziyet
verdi, diye seslenmişti."[26]
13-Hz.Zülkifli
(as):
7 åí©¡2b £Ûa å¡ß
¥£3¢× 6¡3¤1¡Ø¤Ûa a ë í©¤
¡a ë
3î©È¨à¤¡a ë
“İsmail'i,
İdris'i ve Zülkifi de (yâdet). Hepsi de sabreden kimselerdendi.”[27]
14-Hz.Şuayb
(as):
وَاِلى
مَدْيَنَ
اَخَاهُمْ
شُعَيْبًا
قَالَ يَا
قَوْمِ اعْبُدُوا
اللّهَ مَا
لَكُمْ مِنْ
اِلهٍ غَيْرُهُ
قَدْ
جَاءَتْكُمْ
بَيِّنَةٌ
مِنْ رَبِّكُمْ
فَاَوْفُوا
الْكَيْلَ
وَالْميزَانَ
وَلَاتَبْخَسُوا
النَّاسَ
اَشْيَاءَهُمْ
وَلَا
تُفْسِدُوا
فِى
الْاَرْضِ
بَعْدَ
اِصْلَاحِهَا
ذلِكُمْ
خَيْرٌ
لَكُمْ اِنْ
كُنْتُمْ
مُؤْمِنينَ
“Medyen'e
de kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik). Dedi ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin,
sizin ondan başka tanrınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir;
artık ölçüyü, tartıyı tam yapın, insanların eşyalarını eksik vermeyin.
Düzeltilmesinden sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Eğer inananlar iseniz
bunlar sizin için daha hayırlıdır.”[28]
15-Hz.Musa (as):
قَالَ يَا
مُوسى اِنِّى
اصْطَفَيْتُكَ
عَلَى
النَّاسِ
بِرِسَالَاتى
وَبِكَلَامى
فَخُذْ
مَااتَيْتُكَ
وَكُنْ مِنَ
الشَّاكِرينَ
“(Allah)
Ey Musa! dedi, ben risaletlerimle (sana verdiğim görevlerle) ve sözlerimle seni
insanların başına seçtim. Sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol.”[29]
16-Hz.Harun
(as):
¬ó©£ã¡a9eó©ä¢Ó¡£ ¢ía¦õ¤
¡ ó¡È ß
¢é¤Ü¡¤ b Ïb¦ãb ¡Ûó©£ä¡ß ¢| ¤Ï a ì¢ç
¢æë¢¨çó© a ë
¡æì¢2¡£ Ø¢í¤æ a¢Òb a
“Kardeşim
Harun'un dili benimkinden daha düzgündür. Onu da beni doğrulayan bir yardımcı
olarak benimle birlikte gönder. Zira bana yalancılık ithamında bulunmalarından
endişe ediyorum.”[30]
17-Hz.Davud
(as):
وَرَبُّكَ
اَعْلَمُ
بِمَنْ فِى
السَّموَاتِ
وَالْاَرْضِ
وَلَقَدْ فَضَّلْنَا
بَعْضَ
النَّبِيّنَ
عَلى بَعْضٍ وَاتَيْنَا
دَاوُدَ
زَبُورًا
“Rabbin,
göklerde ve yerde olan herkesi en iyi bilendir. Gerçekten biz, peygamberlerin
kimini kiminden üstün kıldık; Davud'a da Zebur'u verdik.”[31]
18-Hz.Süleyman
(as):
وَوَرِثَ
سُلَيْمنُ
دَاوُدَ
وَقَالَ يَا اَيُّهَا
النَّاسُ
عُلِّمْنَا
مَنْطِقَ الطَّيْرِ
وَاُوتينَا
مِنْ كُلِّ
شَىْءٍ اِنَّ
هذَا لَهُوَ
الْفَضْلُ
الْمُبينُ
“Süleyman
Davud'a vâris oldu ve dedi ki: Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize her
şeyden (nasip) verildi. Doğrusu bu apaçık bir lütuftur."[32]
19-Hz.İlyas
(as):
= åî©z¡Ûb £Ûa å¡ß ¥£3¢×
6 b î¤Û¡a ë ó¨î©Ç ë ó¨î¤z í ë
b £í¡ × ë
“Zekeriyya,
Yahya, İsa ve İlyas'ı da (doğru yola iletmiştik). Hepsi de iyilerden idi.”[33]
20-Hz.Elyas'a
(as):
= åî©à Ûb ȤÛa
ó Ü Ç b ä¤Ü £ Ï 5¢× ë b6¦ì¢Û ë
¢ãì¢í ë É î¤Ûa ë 3î©È¨à¤¡a ë
“İsmail,
Elyesa', Yunus ve Lût'u da (hidayete erdirdik). Hepsini âlemlere üstün kıldık.”[34]
21-Hz.Yunus
(as):
6 åî©Ü ¤¢à¤Ûa
å¡à Û ¢ãì¢í £æ¡a ë
“Doğrusu
Yunus da gönderilen peygamberlerdendi.”[35]
22-Hz.Zekeriyya
(as):
ذلِكَ مِنْ
اَنْبَاءِ
الْغَيْبِ
نُوحيهِ اِلَيْكَ
وَمَا كُنْتَ
لَدَيْهِمْ
اِذْ يُلْقُونَ
اَقْلَامَهُمْ
اَيُّهُمْ
يَكْفُلُ
مَرْيَمَ
وَمَا كُنْتَ
لَدَيْهِمْ
اِذْ يَخْتَصِمُونَ
“(Resûlüm!)
Bunlar, bizim sana vahiy yoluyla bildirmekte olduğumuz gayb haberlerindendir.
İçlerinden hangisi Meryem'i himayesine alacak diye kur'a çekmek üzere
kalemlerini atarlarken sen onların yanında değildin; onlar (bu yüzden)
çekişirken de yanlarında değildin.”[36]
23-Hz.Yahya
(as):
فَنَادَتْهُ
الْمَلئِكَةُ
وَهُوَ
قَائِمٌ
يُصَلّى فِى
الْمِحْرَابِ
اَنَّ اللّهَ
يُبَشِّرُكَ
بِيَحْيى
مُصَدِّقًا
بِكَلِمَةٍ
مِنَ اللّهِ
وَسَيِّدًا
وَحَصُورًا
وَنَبِيًّا
مِنَ
الصَّالِحينَ
“Zekeriyya mâbedde durmuş namaz kılarken
melekler ona şöyle nida ettiler: Allah sana, kendisi tarafından gelen bir
Kelime'yi tasdik edici, efendi, iffetli ve sâlihlerden bir peygamber olarak
Yahya'yı müjdeler.”[37]
24-Hz.İsa
(as):
وَاِذْ
قَالَ
عيسَىابْنُ
مَرْيَمَ يَا
بَنى
اِسْرَائلَ
اِنّى
رَسُولُ
اللّهِ اِلَيْكُمْ
مُصَدِّقًا
لِمَا بَيْنَ
يَدَىَّ مِنَ
التَّوْريةِ
وَمُبَشِّرًا
بِرَسُولٍ
يَاْتى مِنْ
بَعْدِى
اسْمُهُ
اَحْمَدُ
فَلَمَّا
جَاءَهُمْ
بِالْبَيِّنَاتِ
قَالُوا هذَا
سِحْرٌ
مُبينٌ
“Hatırla
ki, Meryem oğlu İsa: Ey İsrailoğulları! Ben size Allah'ın elçisiyim, benden
önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir
peygamberi de müjdeleyici olarak geldim, demişti. Fakat o, kendilerine açık
deliller getirince: Bu apaçık bir büyüdür, dediler.”[38]
25-Hz.Muhammed
(as):
قَالَ
رَبِّ اَنّى
يَكُونُ لى
غُلَامٌ
وَقَدْ
بَلَغَنِىَ
الْكِبَرُ
وَامْرَاَتى
عَاقِرٌ
قَالَ كَذلِكَ
اللّهُ
يَفْعَلُ مَا
يَشَاءُ
“Muhammed,
sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah'ın Resûlü ve
peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.”[39]
İhtilaflı
olan Peygamberler
26 -
Lokman (as):
وَلَقَدْ
اتَيْنَا
لُقْمنَ
الْحِكْمَةَ
اَنِ اشْكُرْ
لِلّهِ
وَمَنْ
يَشْكُرْ
فَاِنَّمَا
يَشْكُرُ
لِنَفْسِه
وَمَنْ
كَفَرَ فَاِنَّ
اللّهَ
غَنِىٌّ
حَميدٌ ()
وَاِذْ قَالَ
لُقْمنُ
لِابْنِه
وَهُوَ
يَعِظُهُ يَا
بُنَىَّ
لَاتُشْرِكْ
بِاللّهِ
اِنَّ الشِّرْكَ
لَظُلْمٌ
عَظيمٌ
“Zât-ı uluhiyetime andolsun
ki, Lokman'a Allah'a şükret diye hikmet verdik ve her kim şükrederse ancak
kendi nefsi için şükretmiş olur ve her kim de nankörlük ederse süphe yok ki,
Allah ganîdir, hamîddir.
“Ve yâd et o vakti ki, Lokman, oğluna nasihat ederek ona demişti ki: "Allah'a şerik koşma, şüphe yok ki, şirk elbette pek büyük bir zulümdür."[40]
27 -
Zülkarneyn (as):
وَيَسَْلُونَكَ
عَنْ ذِى
الْقَرْنَيْنِ
قُلْ
سَاَتْلُوا
عَلَيْكُمْ
مِنْهُ
ذِكْرًا ا
“Ve
sana Zülkarneyn'den sual ediyorlar. De ki: "O'na dair size kâfi bir haber
hikâye edeceğim."[41]
28 -
Üzeyir (as)’dır.
وَقَالَتِ
الْيَهُودُ
عُزَيْرٌ
ابْنُ اللّهِ
وَقَالَتِ
النَّصَارَى
الْمَسيحُ
ابْنُ اللّهِ
ذلِكَ
قَوْلُهُمْ
بِاَفْوَاهِهِمْ
يُضَاهِؤُنَ
قَوْلَ
الَّذينَ
كَفَرُوا
مِنْ قَبْلُ
قَاتَلَهُمُ
اللّهُ
اَنّى
يُؤْفَكُونَ
()
اِتَّخَذُوا
اَحْبَارَهُمْ
وَرُهْبَانَهُمْ
اَرْبَابًا
مِنْ دُونِ
اللّهِ
وَالْمَسيحَ
ابْنَ
مَرْيَمَ
وَمَا اُمِرُوا
اِلَّا
لِيَعْبُدُوا
اِلهًا
وَاحِدًا لَا
اِلهَ اِلَّا
هُوَ
سُبْحَانَهُ
عَمَّا
يُشْرِكُونَ
“Ve
Yahudiler dediler ki: "Üzeyr, Allah'ın oğludur." Nasrâniler de dedi
ki: "Mesih, Allah'ın oğludur." Bu, onların ağızlarıyla söyledikleri
lakırdılardır. Evvelce kâfir olanların lakırdılarına benzetiyorlar. Allah Teâlâ
kendilerini kahretsin! Nasıl (Hak'tan) çevriliyorlar.”[42]
- Okuma Parçası -
İnsan Nisyanla Meşhurdur
İnsan, nisyan manasına gelir. Yani unutkan demektir. Onun içindir ki; “insan nisyanla meşhurdur." Adem (as)’ın
cennet ki Allah’ın menettiği ağaçtan yeme nisyanı Allah’a karşı isyanla
neticelenmiştir. Ve Adem (as) cennet gibi bir mekandan dünya gibi bir çölle
cezalandırılmıştır. Adem(as)’ın şahsında, insanlığın kaderi olan ve fıtratın
parçası kabul edilen nisyan (unutkanlık), her fırsatta Adem’in çocuklarından
isyanla kendini izhar etmiştir. Nuh (as) Tufanından sonra Ad kavminin felaketi,
Semud halkının helakı bunların en çarpıcı örnekleridir.
Nisyanla meşhur olan insanoğlu, dünyaya geliş amacını sürekli geri plana
atmıştır. Buna binaen yüce Allah (cc), her kavme, yaratılış gayesini
hatırlatmak için, Peygamberler göndermiştir:
æì¢Ü¡Ïb Ë
b è¢Ü¤ç a ë §á¤Ü¢Ä¡2 ô¨¢Ô¤Ûa ١ܤè¢ß
Ù¢£2 ¤å¢Ø í ¤á Û ¤æ a Ù¡Û¨
“Gerçek şu ki: Halkı habersizken,
Rabbin haksızlık ile ülkeleri helâk edici değildir.”[43]
æì¢z¡Ü¤¢ß
b è¢Ü¤ç a ë §á¤Ü¢Ä¡2 ô¨¢Ô¤Ûa ١ܤè¢î¡Û
Ù¢£2 æb × b ß ë
“Halkı iyi olduğu halde Rabbin,
haksızlıkla memleketleri helâk etmez.”[44]
åî©à¡Ûb Ã
b £ä¢× b ß ë ´®ô¨¤×¡ ´>
æë¢¡¤ä¢ß b è Û ü¡a §ò í¤ Ó ¤å¡ß
b 䤨 ܤç a ¬b ß ë
“Bununla birlikte hangi memleketi,
helak ettikse muhakkak onu uyarıcı (Peygamberleri) olmuştur. (Onlar)ihtar
edilmiştir ve biz zülmetmiş değilizdir.”[45]
Yaratılış
gerçeğini dışına çıkan insanoğlu, hayatının mutluluğunu yitirdiği gibi, kendi
benliğindeki ruhi düzeni de yitirdiği olmuştur. İşte tam bu sırada yüce Allah
(cc), insanlığın imdadına Peygamberler göndererek yetişmiştir. Yüce Allah’ın
gönderdiği Peygamberler, bazen aynı anda birden fazla da bulunmuşlardır.
Mesela:Aynı
dönemde yaşayan, İbrahim ile Lut (as), Yine aynı dönemde beraber olan, Musa,
Harun ve Yuşa (as) gibi...
Kur’an-ı
Kerim:
§£Õ y ¡¤î Ì¡2 õ¬b î¡j¤ã üa
¢á¡è¡Ü¤n Ó ë ¡é¨£ÜÛa ¡pb í¨b¡2 ¤á¡ç¡¤1¢× ë
¤á¢è Ób rî©ß ¤á¡è¡¤Ô ã b à¡j Ï
:5î©Ü Ó ü¡a æì¢ä¡ß¤ªì¢í 5 Ï ¤á¡ç¡¤1¢Ø¡2
b è¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa É j ¤3 2
6¥Ñ¤Ü¢Ëb ä¢2ì¢Ü¢Ó ¤á¡è¡Û¤ì Ó ë
“Sözlerinden dönmeleri, Allah'ın âyetlerini inkâr
etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ve "Kalplerimiz
kılıflanmıştır" demeleri sebebiyle (onları lânetledik, türlü belâlar
verdik. Onların kalpleri kılıflı değildir;) tam aksine küfürleri sebebiyle
Allah o kalpler üzerine mühür vurmuştur; pek azı müstesna artık iman etmezler.”[46]
Bu
ayeti kerime gösteriyor ki, yaratılış gayesini yitiren insanlar, sadece
toplumlarına zarar vermiyorlar. Aynı zamanda kendi kalp ve ruh düzenlenin
yapısını da kaybediyorlar.
İşte
aziz Peygamberler, hem insanların toplum saadetini düzenlemek, hem ruh
yapılarını ihya etmek, hem de kırık kalplerini merhem olmak için yoğun çaba
sarf etmişlerdir.
Aziz
Peygamberler, insanların ruh dünyalarına girmek için sarf ettikleri çaba, bazen
boşa çıkmıştır. Fakat şu bir gerçektir ki, hiçbir Peygamber, insanlardan
yaptığının karşılığını dünyevi olarak hiçbir şey almamışlardır. Çünkü dünyevi
istek için insanlarla uğraşanlar, onların ruh alemine, kalp evlerine, gönül
yuvalarına girmeyi başaramazlar. Bütün Peygamberler, insanların sadece
bedenlerine değil, ruh yapılarına da hitap ettikleri için, hem memleket
medeniyetlerin, hem de insanların ruhlarının mimarı olmuşlardır.
Günümüz
medeniyetsiz memleketlerin ve düzensiz ruhların, nisyanla meşhur olan
insanların mutsuzluğunun temelinde Peygamberlerin misyonunu yürütenlerin
olmayışındandır. Gerek memleket sevdalıları için, gerek toplum fedaileri için,
gerek humanist (insancıl) olanlar için ve gerekse dünya ve ahiret saadeti için
Peygamberler (as)’ın misyonunu ihya edecek kimselere şiddetle ihtiyaç vardır.
Çünkü aziz Peygamberler, sırf insanlara model (örnek) olsun diye
gönderilmişlerdir. Ve insanların yaratıcıya karşı hiçbir mazeretleri olmaması
için görevlendirilmişlerdir. İnsanlara unuttuklarını hatırlatmak için “beşir ve
nezir” olmuşlardır.
3.BÖLÜM
-Peygamberimizin Risalete
Kadar Olan Dönemi
1 - Hz.Muhammed (a.s)'den önce Dünyanın ve Arap Yarımadasının Genel Durumu
2 - Cahilliye ve Haniflik Kalıntıları
3 - Hz.Muhammed (a.s)'ın Ailesi ve Doğumu
4 - Hz.Muhammed (a.s)'ın Göğsünün Yarılması
5 - Rahip Bahira
6 - Hz.Muhammed (a.s)'ın Çalışma Hayatı
7 - Ficar Harbi
8 - Hılfu'l-Fudül
9-Hz.Muhammed (a.s)'ın Hz. Hatice ile evlenmesi
10- Kabe'nin tamiri
- Okuma Parçası
3.BÖLÜM
Peygamberimizin
Risalete Kadar Olan Dönemi
Cahiliye, bilgisizlik, gerçeği tanımama. İslâm, tam bir aydınlık ve bilgi
devri olduğu için, Arabistan'da İslâmiyet'in yayılmasından önceki devre, daha
dar anlamı ile Hz. İsa'dan sonra peygamberimizin gelmesine kadar geçen zamana
"cahiliye" devri adı verilmiştir.
Cahiliyle, insanın insan iradesinin dışındaki unsurlar üzerinde
toplanmasını temine çalışan, insanı insana ve topluma köle yapan bir sistemin;
beşeriyeti Allah'a ibadetten uzaklaştırıp, herhangi bir adla anılan beşerî
sistem ve prensiplere itaate zorlayan yönetimin adıdır. İnsanları, kavimlere,
renklere, tarihlerinin karanlık çağı efsanelerine yönlendiren, ayrı ayrı dil
farklılığı sebebiyle ümmet şuurundan uzaklaştırmaya çalışan her türlü
despotizm, cahiliyenin bir görüntüsüdür. Kısaca Cahiliye, Allah'ın hükmünden
başka hüküm arayan ve Allah'ın hükmünden başka hükme rıza gösterenlerin tavrı,
hayat biçimi ve sistemidir.
1- Hz.Muhammed (a.s)'den Önce Dünyanın ve Arap Yarımadasının Genel Durumu
Hindistan
Gariplikler,
acâiplikler ve zıdlıklar ülkesi olan Hindistan'da, İslâmiyet'in zuhûru
sırasında yüzlerce emirlik ve hükümdarlık bulunmaktaydı. Kubta, Çanika ve
Kumara hânedânları bunların en meşhurlarıydı. Örf ve âdetlerdeki aşırılık,
sınıflar arasında derin ayrılıklar, kan ve soy taassubu ülkenin idâresine
hâkimdi.
Hindistan,
dînî ve ictimâî yönden târihinin en kötü dönemlerini yaşıyordu. Bilhassa
Brahmanizm'in baskısıyla oluşan Kast sistemi, halkı âdeta mengene içinde
ezmekteydi.
Halk, dört
sınıfa ayrılmıştı: Din adamları (Brahmanlar), asker ve asiller, tüccar ve
çiftçiler ve bir de hizmetçiler. Bu dört sınıf arasında çok büyük farklar
bulunmaktaydı. Bir sınıftan diğerine geçmek yâ da diğer sınıfa mensup bir
âileden evlenmek yasaktı. En üst sınıf olan Brahmanlar, zulümle diğer üç sınıfı
yok etse bile suçsuz sayılırlardı. Çünkü, bütün günahları af edilmiş olarak
kabul edilirlerdi.
Hindistan'da
kadınların hiçbir önemi ve değeri yoktu. Kocası ölen kadın ya diri diri toprağa
gömülür ya da kendisini yakardı. Dul bir kadının saygı görmesi şöyle dursun
evlenmesi bile yasaktı. Kadınların iffetinden de söz edilemezdi. Bir adam
karısını kumar masasında kaybedebilirdi.
Çin
İslâmiyet’in zuhûru
arefesinde karışıklık ve tam bir kaos hâlinde idi. Yerli olanlarla olmayanlar,
farklı muâmeleye tâbi idi. İnsanlık ve adâlet zevkinden çok mahrumdular.
Çin'de
kadınların hiçbir hakkı yoktu. Erkek, âile içerisinde olağanüstü bir güce
sahipti. Eşini ve çocuklarını köle olarak satabilme veya istediği zaman
öldürebilme hakkı vardı. Çocuklarına ve eşlerine çok nâdir olarak sofrasına
oturma izni veriyorlardı.
Anneler için,
kız çocuğu dünyâya getirmek, çok büyük ayıplardan sayılıyordu. Kız çocuğu
bulunan bir evde, yeni bir kız çocuğu dünyâya gelir ve o âile de fakir olursa,
o günahsız çocuk, ya kışın şiddetli soğuğunda ölmesi için dışarı atılır ya da
ayılara ve vahşi hayvanlara yem olarak verilirdi.
Japonya
Bu ülkeyi,
halkın, (hâşâ) güneş tanrısının soyundan geldiğine inandığı bir imparator
yönetiyordu. Japonlar, dünyâyı sâdece Japon Adalarından ibâret sanıyorlardı.
Peygamberi, kitâbı ve ibâdeti olmayan Shinto (Şinto) dînine mensuptular.
Atalarına, krallarına ve putlara tapıyorlar, bir takım delice hareketleri
ibâdet kabul ediyorlardı. Ülke son derece ibtidâi gelenek ve göreneklere göre
yönetiliyordu. Ancak, Japonlarda kadının nâmusu çok önemli idi. Ona yönelik
herhangi bir saldırıda, kadının erkek akrabaları canlarını bile verirdi. Bir
baba îdam ya da ateşte yakılma cezâsına çarptırılmışsa, onun ergenlik çağına
gelmiş bütün erkek çocukları da aynı cezâya çarptırılıyordu. Bu çağa gelmemiş
olanlar ise ergenlik çağına gelince sürgüne gönderiliyorlardı. Kız çocukları
mîras alamazdı.
Avrupa
Devletleri
Altıncı asır
Avrupa’sı, cehâletin ve zulmün karanlığında, kanlı savaşlar içinde yaşıyordu.
Avrupalılar ilim ve medeniyetten çok uzakta idiler. Ne onların dünyâ hakkında,
ne de dünyânın onlar hakkında doğru dürüst bir bilgisi yoktu. Vücudları murdar,
kafaları bir takım kuruntularla doluydu. Temizlikten ve su kullanmaktan
çekiniyorlardı. Daha, kadının insan mı yoksa hayvan mı olduğu, ruhun ebedi olup
olmadığı, insanların satma, satınalma ve mülkiyet haklarının olup olmadığı
münâkaşa ediliyordu.
Başta Fransa
ve Almanya olmak üzere Orta ve Batı Avrupa'yı ellerinde bulunduran Frenkler,
her bölgede kendilerine has kânunlar tatbik etmekteydiler. Eskiden batı
medeniyetinin beşiği sayılan İtalya, haksızlığın, anarşi ve çöküntünün kurbanı
olmuştu.
Britanya
adaları ise beşinci asrın başlarında İngiller adıyle tanınan Alman asıllı
Anglo-sakson deniz korsanlarının istilâsına uğramıştı. Hırsızlık ve
çapulculukla meşgül olan bu korsanlar altıncı asırda tamamen yerli halkı mağlup
ederek Britanya adalarına hâkim oldular. Bundan sonra buraya «ingiller ülkesi»
mânâsına gelen İngiltere denilmeğe başlandı.
Bu dönem Avrupa’sı
hakkında Avrupalı mütefekkir ve müverrihlerin (târihçilerin) de çok ilginç
tespitleri bulunmaktadır. Bunlardan Robert Briffauld, şunları söylüyor: "Avrupa’yı beşinci
asırdan altıncı asra kadar devam eden koyu bir karanlık kaplamıştı. Hem de
giderek koyulaşan bir karanlık. Bu dönemdeki karışıklıklar eski dönemlerden
daha korkunç ve daha karanlıktı. Çünkü Avrupa, yok olmağa mahkum, izleri
tamamen silinmiş büyük bir medeniyetin kokuşmuş cesedine benziyordu."
Hülâsa,
dünyânın her yerinde harpler, ırk, renk ve bölge ayırımları ve bu hususta saçma
sapan peşin hükümler yüzünden insanlık bir sefâlet ve bunalım içinde idi.
Bizans
İran ve
Türklerle komşu olan bu imparatorluk, sukut hâlinde idi. Bizans'ın ictimâî ve
ahlâkî durumu hiç de iç açıcı değildi. Bizans'da kokuşmuş bir ictimâî nizam
vardı. Rüşvet ve yolsuzluk çoğalmış, vergiler kat kat artmıştı. Kumar, zevk ve
sefâ peşinde enva'ı çeşit sefâhet almış yürümüştü. Taht ve mezhep kavgaları,
sınıf mücâdelesi ve zulüm Bizans'ı batırdıkça batırıyordu. Seksen bin kişilik
spor salonlarında bâzen insanlar bâzen de insanlarla yırtıcı hayvanlar
arasındaki mücâdeleyi seyredip eğleniyor ve zevk alıyorlardı. Oyunları çoğu
zaman kanlı olurdu. Verdikleri cezâlar tüyler ürpertecek kadar vahşet verici ve
iğrençti.
Bizans'ın bir
eyâleti olan Suriye, Bizanslıların ihtiras ve arzularını gerçekleştirmek için
kullandıkları bir yük hayvanı durumunda idi. Bizanslılar, mahkum milletler için
en ufak bir şefkat hissi duymazlardı. Borçlarını ödeyebilmek için çocuklarını
satan Suriyeliler az değildi. Zulüm ve zorbalık artmış, köleler çoğalmıştı.
İran
Bizans ve
Orta Asya Türkleri ile devamlı harp hâlinde olan bu ülkede, taht ve saltanat
kavgaları, siyâset entrikalarından ayrı olarak, avam ve zâdegân (asiller)
sınıflarına bölünen halk; bâtıl Zerdüştlük dîninin ve onun yöneticilerinin,
ismet ve iffeti ortadan kaldırmalarının verdiği ıstırap ve huzursuzluk
içindeydi.
Mısır
Târih boyunca
birçok istilâlara uğramış bir ülkeydi. İranlılar, Büyük İskender ve Romalılar
eskiden Mısır'ı istilâ etmişlerdi. Romanın koyu zulmü, Romalıların şiddetli
tazyikleri karşısında Hıristiyanlık Mısır'da yayılıyordu. Mezhep ihtilafları,
din kavgaları almış yürümüş, halk bunlardan bıkmıştı. Ağır vergiler altında
ezilen halk, İslam fâtihlerini halaskâr (kurtarıcı) olarak karşılayacaklardı.
Arabistan
Cahiliye,
insanın Allah'ı gereği gibi tanımaması, ona kulluk etmekten uzaklaşması, onun
ilâhî hükümlerine değil de kişinin kendi hevâ ve hevesine uyması, insanların
koyduğu emir ve yasaklara, siyasî sistem ve düşüncelere inanmasıdır. Kur'an-ı
Kerîm'de:
; æì¢ä¡Óì¢í §â¤ì Ô¡Û
b¦à¤Ø¢y ¡é¨£ÜÛa å¡ß ¢å ¤y a ¤å ß ë
6 æì¢Ì¤j í ¡ò £î¡Ü¡çb v¤Ûa á¤Ø¢z Ï a
“Yoksa onlar (İslâm öncesi) cahiliye idaresini mi
arıyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükümranlığı Allah'tan daha güzel kim
vardır?”[47] buyurulur.
İslâm'ın
hakim olmadığı ortamlar cahiliye çağlarıdır. Çünkü ilâhî bilginin kaynağından
yoksun olan ortamlardır. İslâm'ın gelişinden önceki dönemde yaşayan müşrikler
Allah'a isyan etmiş onun hükümlerine sırt çevirmiş bir toplum olarak son derece
ilkel ve cahil hayat sürüyorlardı. cahiliye Arapları'nın sürdüğü hayattan ve
içinde yaşadıkları ortamdan bazı örnekleri şöyle sıralamak mümkündür:
Putlar
Cahiliye insanları Allah'ın varlığını kabul etmekle beraber putlara
taparlardı. Onlar putlarının Allah katında kendilerine şefaatçi olacaklarına
inanırlar ve:
¢¢j¤È ãb ß
< õ¬b î¡Û¤ë a ¬©é¡ãë¢
¤å¡ß
aë¢ £ma åí© £Ûa ë
6¢¡Ûb ¤Ûa ¢åí©£Ûa ¡é¨£Ü¡Û ü a
¡éî©Ï ¤á¢çb ß ó©Ï ¤á¢è ä¤î 2
¢á¢Ø¤z í 騣ÜÛa £æ¡a 6ó¨1¤Û¢ ¡é¨£ÜÛaó Û¡a ¬b ãì¢2 ¡£ Ô¢î¡Ûü¡a ¤á¢ç
¥b £1 × ¥l¡b ×
ì¢ç ¤å ß ô©¤è íü 騣ÜÛa £æ¡a
6 æì¢1¡Ü n¤ í
“Dikkat et, hâlis din yalnız Allah'ındır. O'nu
bırakıp kendilerine bir takım dostlar edinenler: Onlara, bizi sadece Allah'a
yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler. Doğrusu Allah, ayrılığa
düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve
inkârcı kimseyi doğru yola iletmez"[48]
derlerdi.
İçki
Şarap içmek adeti çok yaygındı. Şairleri her zaman içki ziyafetinden
bahseder, içki şiirleri edebiyatlarının büyük bir kısmını teşkil ederdi. Hatta
Enes b. Mâlik (ra)'ın bildirdiğine göre İslâm'da içki, Mâide Suresi'nin doksan
ve doksan birinci ayetleriyle kesin olarak haram kılınmış, Hz. Peygamber (a.s)
tellal bağırttırarak bunu ilân ettiğinde Medine sokaklarında sel gibi içki
akmıştır.[49]
Kumar
Cahiliye çağında kumar da çok yaygındı. cahiliye Arapları kumar oynamakla
övünürlerdi. Öyle ki kumar meclislerine katılmamak ayıp sayılırdı. Onların
şairlerinden biri karısına şöyle vasiyette bulunur: "Ben
ölürsem, sen, aciz ve konuşma bilmeyen, iki yüzlü ve kumar bilmeyen birini
isteme."[50]
Tefecilik
Tefecilik almış yürümüştü. Para ve benzeri şeyleri birbirlerine borç
verirler; kat kat faiz alırlardı. Borç veren kimse, borcun vadesi bitince
borçluya gelir: "Borcunu ödeyecek
misin, yoksa onu artırayım mı?" derdi. Onun da ödeme
imkânı varsa öder, yoksa ikinci sene için iki katına, üçüncü sene için dört
katına çıkarır ve artırma işlemi böylece kat kat devam ederdi. Tefecilik ve
faizin her çeşidini haram kılan Allah, özellikle Arapların bu kötü âdetlerine
dikkati çekerek:
騣ÜÛaaì¢Ô £ma ë
:¦ò 1 Çb ¢ß b¦Ïb Ȥ a a쬨2¡£Ûa
aì¢Ü¢×¤b m ü aì¢ä ߨa åí© £Ûa
b 袣í a¬b í
7 æì¢z¡Ü¤1¢m ¤á¢Ø £Ü È Û
“Ey iman edenler! Kat kat arttırılmış olarak faiz
yemeyin. Allah'tan sakının ki kurtuluşa eresiniz”[51]
buyurmuştur.
Faiz
Faizcilik Araplar arasında o kadar yerleşmişti ki ticaretle onun arasını
ayıramıyorlar; "Faiz de tıpkı
alış-veriş gibi" diyorlardı. Bunun üzerine inen ayette:
اَلَّذينَ
يَاْكُلُونَ
الرِّبوا لَا
يَقُومُونَ
اِلَّا كَمَا
يَقُومُ
الَّذى يَتَخَبَّطُهُ
الشَّيْطَانُ
مِنَ
الْمَسِّ ذلِكَ
بِاَنَّهُمْ
قَالُوا
اِنَّمَاالْبَيْعُ
مِثْلُ
الرِّبوا
وَاَحَلَّ
اللّهُ الْبَيْعَ
وَحَرَّمَ الرِّبوا
فَمَنْ
جَاءَهُ
مَوْعِظَةٌ
مِنْ رَبِّه
فَانْتَهى
فَلَهُ مَا
سَلَفَ
وَاَمْرُهُ
اِلَى اللّهِ
وَمَنْ عَادَ
فَاُولئِكَ اَصْحَابُ
النَّارِ
هُمْ فيهَا
خَالِدُونَ
“Faiz yiyenler (kabirlerinden), şeytan çarpmış
kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkarlar. Bu hal onların
"Alım-satım tıpkı faiz gibidir" demeleri yüzündendir. Halbuki Allah,
alım-satımı helâl, faizi haram kılmıştır. Bundan sonra kime Rabbinden bir öğüt
gelir de faizden vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir ve artık onun işi
Allah'a kalmıştır. Kim tekrar faize dönerse, işte onlar cehennemliktir, orada
devamlı kalırlar”[52]
buyrulmuştur.
Fuhuş
Cahiliye Arapları arasında fuhuş da nadir şeylerden değildi. Cariyelerini
zorla fuhşa sürükleyenler vardı. Kur'an-ı Kerîm'de bu hususa işaretle:
وَلْيَسْتَعْفِفِ
الَّذينَ لَا
يَجِدُونَ
نِكَاحًا
حَتّى
يُغْنِيَهُمُ
اللّهُ مِنْ
فَضْلِه
وَالَّذينَ
يَبْتَغُونَ
الْكِتَابَ
مِمَّا
مَلَكَتْ
اَيْمَانُكُمْ
فَكَاتِبُوهُمْ
اِنْ
عَلِمْتُمْ
فيهِمْ خَيْرًا
وَاتُوهُمْ
مِنْ مَالِ
اللّهِ
الَّذى اتيكُمْ
وَلَا
تُكْرِهُوا
فَتَيَاتِكُمْ
عَلَى
الْبِغَاءِ
اِنْ اَرَدْنَ
تَحَصُّنًا
لِتَبْتَغُوا
عَرَضَ الْحَيوةِ
الدُّنْيَا
وَمَنْ
يُكْرِهْهُنَّ
فَاِنَّ
اللّهَ مِنْ
بَعْدِ
اِكْرَاهِهِنَّ
“Evlenme imkânını bulamayanlar ise; Allah, lütfu ile
kendilerini varlıklı kılıncaya kadar iffetlerini korusunlar. Ellerinizin
altında bulunanlardan (köleler ve câriyelerden) mükâtebe yapmak isteyenlerle,
eğer kendilerinde bir hayır (kabiliyet ve güvenilirlik). görüyorsanız, hemen
mükâtebe yapın. Allah'ın size vermiş olduğu malından siz de onlara verin. Dünya
hayatının geçici menfaatlerini elde edeceksiniz diye, namuslu kalmak isteyen
câriyelerinizi fuhşa zorlamayın. Kim onları zor altında bırakırsa, bilinmelidir
ki zorlanmalarından sonra Allah (onlar için) çok bağışlayıcı ve merhametlidir”[53] buyurulur.
Kocanın birkaç metresi olduğu gibi, kadının da başkalarıyla ilişkide
bulunması, bazı çevrelerce nefretle karşılanmayan bir davranıştı. Fuhuşla
ilgili cahiliye Araplarının şu adetlerini zikredebiliriz:
Kadın âdetinden temizlendikten sonra kocası ona "şu adama git ve ondan hamile kal"
derdi. Kadın istenilen adamla beraber olduktan sonra kocası hamileliği belli
oluncaya kadar ona yaklaşmazdı. Sonra yaklaşabilirdi. Bu, iyi bir çocuğa sahip
olmak için yapılırdı.
Sayıları üç ila on arasında değişen bir grup erkek kadının evine girerek,
sırasıyla hepsi de onunla cinsi münasebette bulunurdu. Kadın hamile kalıp da
doğum yaparsa doğumdan bir kaç gün sonra bu erkekleri çağırır, erkekler de
zorunlu olarak bu davete iştirak ederlerdi. Sonra onlara: "Olanları biliyorsunuz, doğum yaptım"
içlerinden birine işaret ederek "çocuğun babası sensin" derdi. O da
bundan kaçınamazdı.
Bazı fuhuş yapan kadınlar da tanınmaları için kapılarına bayrak
asarlardı. Bu tür kadınlardan biri doğum yaptığı zaman teşhis heyeti toplanıp çocuğun
kime ait olduğunu tespit ederdi. O da çocuğun babası olduğunu kabul etmek
zorunda kalırdı.[54]
Kadına değer verilmez, hak ve hukuku tanınmaz, adeta bir eşya gibi
telakki edilip miras alınırdı. Biri ölüp karısı dul kalınca ölenin
varislerinden gözü açık biri hemen elbisesini kadının üzerine atardı. Kadın
daha önce kaçıp bu halden kurtulamazsa artık onun olurdu. Dilerse mehirsiz
olarak onunla evlenir, dilerse onu bir başkasıyla evlendirerek mihrini almaya
hak kazanır ve kadına bundan bir şey vermezdi. Dilerse, kocasından kendisine
kalan mirası elinden almak için onu evlenmekten men ederdi. Bunun üzerine inen
ayette:
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا لَا
يَحِلُّ
لَكُمْ اَنْ
تَرِثُوا
النِّسَاءَ
كَرْهًا
وَلَا
تَعْضُلُوهُنَّ
لِتَذْهَبُوا
بِبَعْضِ مَا
اتَيْتُمُوهُنَّ
اِلَّا اَنْ
يَاْتينَ
بِفَاحِشَةٍ
مُبَيِّنَةٍ
وَعَاشِرُوهُنَّ
بِالْمَعْرُوفِ
فَاِنْ
كَرِهْتُمُوهُنَّ
فَعَسى اَنْ تَكْرَهُوا
شَيًْا
وَيَجْعَلَ
اللّهُ فيهِ
خَيْرًا
كَثيرًا
“Ey iman
edenler! Kadınlara zorla vâris olmanız size helâl değildir. Apaçık bir
edepsizlik yapmadıkça, onlara verdiğinizin bir kısmını ele geçirmeniz için de
kadınları sıkıştırmayın. Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmazsanız
(biliniz ki) Allah'ın hakkınızda çok hayırlı kılacağı bir şeyden de hoşlanmamış
olabilirsiniz"[55]
buyurulmuştur.
Yiyeceklerin bazısı yalnız erkeklere ait olup kadınlara yasak ediliyordu:
¢á¢ç ¤ä¡Ç
æì¢Ì n¤j í a 6 åî©ä¡ß¤ªì¢à¤Ûa ¡æë¢
¤å¡ß
õ¬b î¡Û¤ë a åí©¡Ïb ؤÛa
æë¢¡ £n í åí© £Û a
b6¦Èî©à u ¡é¨£Ü¡Û
ñ £¡È¤Ûa £æ¡b Ï ñ £¡È¤Ûa
“Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinenler,
onların yanında izzet (güç ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet
yalnızca Allah'a aittir.”[56]
Kız Çocukları
Cahiliyle Arapları'nın kötü adetlerinden biri de kız çocuklarını diri
diri toprağa gömmeleriydi. Onlar bunu namuslarını korumak veya ar telakki
ettikleri için, bazıları da sakat ve çirkin olarak doğduklarından yapıyorlardı.
Kur'an-ı Kerîm’de şu ayetlerde buna işaret edilir:
¥áî©Ä ×
ì¢ç ë a¦£
ì¤¢ß ¢é¢è¤u ë £3 Ã
5 r ß ¡å¨à¤y £Ü¡Û l
b à¡2 ¤á¢ç¢ y a ¡£'¢2 a ¡a ë
“Onlardan biri, Rahmân'a isnat ettiği kız çocuğuyla
müjdelenince, hiddetlenerek yüzü simsiyah kesilir.”[57]
7¤o Ü¡n¢Ó §k¤ã ¡£ô b¡2
=¤o Ü¡÷¢ ¢ñ
@¢õ¤ì à¤Ûa a ¡a ë
“Diri diri toprağa gömülen kıza, sorulduğunda.
"Hangi günah sebebiyle öldürüldü?diye.”[58]
¤á¢çë¢
¤¢î¡Û
¤á¢ç¢¯ªë¬b × ¢( ¤á¡ç¡
ü¤ë a 3¤n Ó
åî©×¡¤'¢à¤Ûa å¡ß §î©r Ø¡Û
å £í Ù¡Û¨ × ë
æë¢ n¤1 í b ß ë
¤á¢ç¤ Ï ¢êì¢Ü È Ï b ß ¢é¨£ÜÛa
õ¬b ( ¤ì Û ë 6¤á¢è äí©
¤á¡è¤î Ü Ç a좡j¤Ü î¡Û ë
“Bunun gibi ortakları, müşriklerden çoğuna
çocuklarını (kızlarını) öldürmeyi hoş gösterdi ki, hem kendilerini mahvetsinler
hem de dinlerini karıştırıp bozsunlar! Allah dileseydi bunu yapamazlardı. Öyle
ise onları uydurdukları ile baş başa bırak!“[59]
Ekin ve hayvanlarını iki kısma ayırıyor bir kısmını Allah'ın böyle
emrettiğini sanarak Allah'a veriyor ve bir kısmını da Allah'a eş koştukları
putlarına ayırıyorlardı. Onlar bu batıl inanç ve adetlerinde biraz daha ileri
giderek Allah'ın payına düşeni alıyorlar, onu eş koştukları putların payına
ekliyorlardı. Ama putlarının payından alıp öbürüne ilâve ettikleri
görülmüyordu. Allah'ın yarattığı ekin ve hayvanlardan O'na pay ayırdılar ve
kendi iddialarına göre:
¡ ¡2 é¨£Ü¡Û a ¨ç
aì¢Ûb Ô Ï b¦jî© ã ¡âb Ȥã üa ë
¡t¤ z¤Ûa å¡ß a b £à¡ß ¡é¨£Ü¡Û
aì¢Ü È u ë
b ß ë 7¡é¨£ÜÛa ó Û¡a
¢3¡ í 5 Ï ¤á¡è¡ö¬b × ¢'¡Û æb ×
b à Ï b7 ä¡ö¬b × ¢'¡Û a ¨ç ë
¤á¡è¡à¤Ç
æì¢à¢Ø¤z í b ß õ¬b
6¤á¡è¡ö¬b × ¢( ó¨Û¡a ¢3¡ í ì¢è Ï ¡é¨£Ü¡Û
æb ×
“Allah'ın yarattığı ekinlerle hayvanlardan Allah'a
pay ayırıp zanlarınca, bu Allah'a, bu da ortaklarımıza (putlarımıza) dediler.
Ortakları için ayrılan Allah'a ulaşmıyor, fakat Allah için ayrılan ortaklarına
ulaşıyor! Ne kötü hüküm veriyorlar?”[60]
¥âb Ȥã a ë
¤á¡è¡à¤Ç ¡2 ¢õ¬b ' ã ¤å ßü¡a
¬b è¢à ȤÀ í ü 9¥¤v¡y ¥t¤ y ë ¥âb Ȥã a
¬©ê¡¨çaì¢Ûb Ó ë
6¡é¤î Ü Ç ¦õ¬a ¡n¤Ïa
b è¤î Ü Ç ¡é¨£ÜÛa á¤a æë¢¢×¤ í ü
¥âb Ȥã a ëb ç¢ì¢è¢Ã ¤o ß¡£¢y
æë¢ n¤1 í aì¢ãb ×
b à¡2 á¡èí©¤v î,
“Onlar saçma düşüncelerine göre dediler ki: "Bu
(tanrılar için ayrılan) hayvanlarla ekinler haramdır. Bunları bizim
dilediğimizden başkası yiyemez. Bunlar da binilmesi yasaklanmış
hayvanlardır." Birtakım hayvanlar da vardır ki, (Allah böyle emrediyor
diye) O'na iftira ederek üzerlerine Allah'ın adını anmazlar. Yapmakta oldukları
iftiraları yüzünden Allah onları cezalandıracaktır.”[61]
Bunun dışında hayvanlarla ilgili şu adetleri de vardı ; Deve beş batın
doğurup beşincisinde erkek doğurursa kulağını çentip serbest bırakırlardı.
Artık ona binmeyi ve sütünü sağmayı haram kabul ederlerdi. Buna
"Bahîra" derlerdi.
Saibe; dileği yerine gelen
kimsenin putlara adadığı deve idi. Buna da binilmez ve sütü sağılmazdı.
Vasîle; koyun dişi doğurursa
kendileri için; erkek doğurursa putları için olurdu. Şayet biri erkek, biri
dişi olmak üzere ikiz doğurursa, dişinin hatırı için erkeği de kesmezler ve
buna "Vasîle" derlerdi.
Hâm; bir erkek devenin
soyundan on döl alınırsa onun sırtı haram sayılır, su ve otlakta serbest
bırakılırdı. Kimse ona dokunmazdı.
Bütün bunlardan başka müşrikler atalarından devraldıkları birtakım adetleri
devam ettirme konusunda direniyor ve hatta bunların bazılarının, kendilerini
Allah (c.c.) daha çok yaklaştırdıklarını ileri sürüyorlardı.
İbn İshak şunları aktarıyor: "Kureyş, ya Fil
olayından evvel veya daha sonra meydana geldiğini tahmin ettiğim bir bid'at
ortaya çıkardı ki, tarihte (Hums) diye anılıp, asalet-i diniye iddiasından
ibarettir." Bunlar: "Biz, İbrahim'in evladıyız, ehli Harem biziz,
Beytin sahibiyiz, Mekke'nin de sâkini bulunuyoruz. Arap kabilelerinden hiçbir
kabîle, bizim sahip olduğumuz bu şeref ve itibara sahip değildir. Binaenaleyh
biz, bu müstesna mevkiimizin şeref ve itibarını korumalıyız. Bundan sonra Harem
haricinde hiçbir şeye tazim etmeyip bütün ihtiramatımızı Harem dahilinde
hasretmeliyiz. Meselâ, Arafat'ta halk ile bir sırada, yan yana, omuz omuza
durup vakfe etmek, sonra halk ile geri dönüp gelmek bizim kadrimizi tenzil
eder" diyorlardı.
İbn İshâk devamla: "Kureyşliler bu asalet fikrini ortaya koydu ve
uygulamaya da başladı. Arafat'a çıkmayı, Arafat'tan ifazâyı terk ettiler.
Herkes Arafat'ta vakfe ederken, bunlar Müzdelife'ye giderler, orada dururlardı.
Ve "Biz ehlullahız, Harem-i Şerif'in
hâdimleriyiz" diyerek, diğerleriyle eşitliği kabul
etmezlerdi. Fakat bunlar, Arafat'ta vakfe etmenin İbrahim (as)'ın dini
müktezası olduğunu biliyorlardı. Kinâne ile Hüzâa oğulları da bu hususta
Kureyş'e iltihak etmişlerdi.
Bunlar Hac için, umre için gelen bedevîlere müdahaleye kadar ileri
gitmişlerdir. Harem hâricinden gelen herkesin, Beytin ilk tavafı Siyab-ı Hums
ile tavaf etmelerini kararlaştırdılar ve uyguladılar. Bu kararın neticelerinden
biri: Kim ki adi bir elbise ile gelip tavaf ederse, tavaftan sonra o elbiseyi
çıkarıp atması zarûrî idi.
Bu kararların ikinci neticesi ise; asilzadelere mahsus bir elbisesi
olmayan bedevî erkeklerin çıplak; kadınların da yalnız önü yırtmaçlı kısa iç
gömleği ile tavafa mecbur edilmesidir.
Bu ve bunun gibi pek çok âdetler yürürlükte idi. Rasûlullah (as)'a
iletilinceye kadar da bu âdetler yürürlükte kalmaya devam etti. Daha sonra da
Arâf suresinin 26, 27, 28, 31 ve 32. ayetlerinde, çıplak tavaf ile birlikte
diğer bid'atler de yasaklanmıştır.[62]
Ebû Hüreyre (r.a.)'den gelen bir rivayete göre, Ebû Bekr es-Sıddık (r.a.)
Vedâ Haccından (bir sene) evvel, Hz. peygamber tarafından Hac Emiri olarak
(Mekke'ye) gönderildiğinde, Ebû Bekr de Ebû Hureyre'yi Kurban Bayramı'nın ilk
günü Mina'da büyük bir cemaat içinde halka (şu iki maddeyi) ilâna memur
kılmıştır. (Ebu Hüreyre): "Ey Nas! İyi biliniz,
bu yıldan sonra müşriklerin haccetmeleri, çıplakların da Kâbe'yi tavaf etmeleri
yasaktır" demiştir.[63]
Fakat onlar bunu kabule yanaşmamışlar, atalarını körü körüne taklide
çalışmışlardır. Kur’an-ı Kerim’de:
b ä¢j¤ y aì¢Ûb Ó
¡4ì¢ £Ûa ó Û¡a ë ¢é¨£ÜÛa 4 ¤ã a
¬b ß ó¨Û¡a a¤ì Ûb È m ¤á¢è Û 3î©Ó
a ¡a ë
æë¢ n¤è í ü ë b¦÷¤î, (
æì¢à Ü¤È í ü ¤á¢ç¢ª¯ë¬b 2¨a æb ×
¤ì Û ë a b6 ã õ¬b 2¨aé¤î Ü Ç
b 㤠u ë b ß
“Onlara, "Allah'ın indirdiğine ve Resûl'e
gelin" denildiği vakit, "Babalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol) bize
yeter" derler. Ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde
bulunmuyor iseler de mi?”[64]
İslâm, topluma
hakim olunca bütün bu cahilî sistemin ilkel davranışlarını tamamen
yasaklamıştır.
Bütün bunlara baktığımızda, cahiliyenin bir inanma biçimi olduğunu
görüyoruz. Cahiliyle; bir şeyi gerçeği dışında bilmek, anlamak ve buna göre
amel etmek demektir. Bu duruma göre Cahiliyle; insanın ve toplumun İslâm öncesi
ve İslâm dışı bir yaşayış biçimiyle yaşaması demektir. Doğru yolun zıddı, ilmin
aksi olan, eskiyen ve değişken olan, bölgelere, kavimlere ve anlayışlara göre
kurulan her türlü İslâm dışı rejimler; cahilî sistemler ve hükümlerdir.[65]
Ebabil
Kuşları
Ebabil Kuşları:Ebabil Kuşları, Kâbe'yi yıkmak üzere büyük bir orduyla
gelen Yemen valisi Ebrehe'nin ordusuna saldıran kuşlar.
Ebâbil, Arapça'da "bölükler, sürü, sürüler"
demektir. Kelime, Kur'ân-ı Kerîm’de Fil sûresinin üçüncü âyetinde geçmektedir.
Fil sûresinde olay şöyle anlatılmaktadır:
¡3î©1¤Ûa
¡lb z¤ b¡2 Ù¢£2 3 È Ï
Ѥî × m ¤á Û a
“Rabbin fil
sahiplerine neler etti, görmedin mi?”
§3î©Ü¤ m ó©Ï ¤á¢ç ¤î ×
¤3 Ȥv í ¤á Û a
“Onların
kötü planlarını boşa çıkarmadı mı?”
= 3î©2b 2 a
a¦¤î ¤á¡è¤î Ü Ç 3 ¤ a ë
“Onların
üstüne ebâbil kuşlarını gönderdi.”
:§3î©£v¡
¤å¡ß §ñ b v¡z¡2 ¤á¡èî©ß¤ m
“O kuşlar,
onların üzerlerine pişkin tuğladan yapılmış taşlar atıyordu.”
§4ì¢×¤b ß §Ñ¤ È ×
¤á¢è Ü È v Ï
“Böylece
Allah onları yenilip çiğnenmiş ekine çevirdi."[66]
Bu olay Hz. Peygamberin doğduğu yıl olmuş ve orduda bulunan fil/fillerden
dolayı Araplar arasında "Fil Vak'ası",
geçtiği yıl ise "Fil Yılı"
olarak meşhur olmuştur. Olay kaynaklarda şöyle zikredilmektedir:
Habeşistan Kralı Necâşi Ashame'nin, Yemen'e hükümdar tâyin ettiği Ebrehe
b. Sabbah el-Eşrem, Mekke'ye giden kervan ve Kâbe ziyaretçilerini çekmek ve
San'a şehrini ticaret merkezi haline getirmek üzere burada Kulleys veya Kalis
denilen bir tapınak (kilise) yaptırdı. Ancak tapınağa gelen olmadığı gibi
Fukaym kabilesine mensup bir Arap veya bir grup Arap kiliseye girerek
pislediler. Bunu öğrenen Ebrehe çok kızdı ve Kâbe'yi yıkacağına yemin etti.
Büyük bir ordu ve gayet iri cüsseli "Mahmud" adlı fili önde olduğu
halde Mekke'ye yöneldi. 571 yılında altmış bin asker ve on yahut dokuz fille
yola çıktı.[67]
Daha sonra “Fil Süre”sinde
geçtiği gibi Ebabil kuşları tarafından Ebrehe ve ordusu darmadağın olmuştur.[68]
2– Cahiliye adeti ve Haniflik
Kalıntıları
Hanif
Dini: Hz.
İbrahim tarafından temsil edilen tevhid esasına dayalı hak din.
Hanîf kelimesine lügat itibâriyle çeşitli mânalar verilmişse de
genellikle kabul edildiğine göre "hakka ve doğruya yönelen, istikamet
üzere bulunan kimse" demektir. İslâm literatüründe ise câhiliye döneminde
her türlü sapıklıktan ve putperestlikten yüz çevirerek hakka yönelen, Hz.
İbrahim'in dinine tâlip olarak yalnız bir Allah'a inanan kimseler için ad
olmuştur.
Hanîf kelimesi, Kur'ân-ı Kerîm'de tekil olarak "hanîf" şeklinde on yerde, çoğul olarak "hunefâ" şeklinde ise iki yerde
kullanılmaktadır. Bu âyetlerin sekizinde hanîf kelimesi, Hz. İbrahim'le ilgili
olarak zikredilmiştir. Meselâ şöyle buyrulur:
6b¦1î©ä y
áî©ç¨¤2¡a ò £Ü¡ß ¤3 2 ¤3¢Ó
6aë¢ n¤è m ô¨b ã ¤ë a a¦
ì¢ç
aì¢ãì¢× aì¢Ûb Ó ë
åî©×¡¤'¢à¤Ûa å¡ß
æb × b ß ë
"Yahudi ve Hıristiyan olun ki doğru yolu
bulasınız" dediler. (Ey Habîbim), "Bilâkis biz, doğruya yönelmiş
(hanîf) olan ve Allah'a eş koşanlardan olmayan İbrahim'in dinine uyarız'
de!"[69]
b6¦à¡Ü¤¢ß
b¦1î©ä y æb × ¤å¡Ø¨Û ë
b¦£î¡ãa ¤ ãü ë b¦£í¡
ì¢è í
¢áî©ç¨¤2¡a æb ×b ß
åî©×¡¤'¢à¤Ûa å¡ß
æb ×b ß ë
"İbrahim, ne bir yahudi, ne de bir
hıristiyandı. Ama doğruya yönelen (hanîf) bir müslümandı ve müşriklerden de
değildi."[70]
Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimize hanîf olan İbrahim dinine tâbi olmayı,
yani onun yolunu devam ettirmeyi şöylece emretmiştir: "İbrahim, şüphesiz
Allah'a boyun eğen ve O'na yönelen (hanîf) bir önderdi; puta tapanlardan
değildi...
قَانِتًا
لِلّهِ
حَنيفًا
وَلَمْ يَكُ
مِنَ الْمُشْرِكينَ
() شَاكِرًا
لِاَنْعُمِهِ
اِجْتَبيهُ
وَهَديهُ
اِلى صِرَاطٍ
مُسْتَقيمٍ ()
وَ
اتَيْنَاهُ
فِى
الدُّنْيَا
حَسَنَةً وَاِنَّهُ
فِى
الْاخِرَةِ
لَمِنَ
الصَّالِحينَ
() ثُمَّ
اَوْحَيْنَا
اِلَيْكَ
اَنِ اتَّبِعْ
مِلَّةَ
اِبْرهيمَ
حَنيفًا
وَمَا كَانَ
مِنَ
الْمُشْرِكينَ
“Şimdi (ey Habîbim!) sana Doğruya yönelmiş (hanîf)
olan ve puta tapanlardan olmayan İbrahim'in dinine uy!' diye vahyettik."[71]
Bu sebeple hanîflik, İslâm için dahi kullanılmış ve samimi, ihlâslı bir
müslümana da "hanîf"
vasfı verilmiştir. Nitekim Peygamber Efendimiz; "Ben,
müsâmahakâr hanîf dini (el-Hanîfıyye es-Semha) ile gönderildim"
buyurmuştur.[72]
Peygamber Efendimizin nübüvvet ile görevlendirilmeden önce Arap
Yarımadası'nda putperestliğin hâkim olduğu ve insanlığın dalâlet içerisinde
bulunduğu cahiliye döneminde putlardan ve her türlü sapıklıktan yüz çevirerek,
Hz. İbrahim dini olan hanîfliğe tâbi olmuş, hakka yönelerek hak dinin arayışı
içerisine girmiş kişiler, çok az da olsa mevcut idi. İslâm tarihi kaynakları
bunların bir kısmından ve faâliyetlerinden bahseder.
Hz.Muhammed (as) Peygamber olmadan evvel, Hicaz’da bazı kimselerin,
haniflerden olduğu söylenir. Bunlara örnek olarak da, “Varaka b. Nevfel, Ubeydullah b. Cahş, Osman b. Huveyris, Zeyd b. Amrb.
Nüfeyl” gibi isimler verilir.
Bunlardan başka, hanif dininde habersiz olmakla birlikte putlara tapmayan
ve tek Allah’a inananların varolduğu da bazı kaynaklarda belirtilir. Buna örnek
olarak da, Kus b. Saide gösterilir. Bu zat Maad kabilesinin bir kolu olan İyad
Boyunun ileri gelenlerdendir.
3 - Hz.Muhammed (as)'ın Ailesi ve Doğumu
Resûl-i Ekrem
Efendimizin Pâk Nesebleri
Cenâb-ı Hak, insanlığın
babası Hz. Âdem'i yaratmıştı. Başını kaldırıp bakan Âdem (a.s. ), Arş-ı A'lâda
muazzam bir nur ile bir isim yazılı gördü: "Ahmed." Merak edip sordu: "Ya
Rabbi, bu nur nedir?" Allah Teâla buyurdu: "Bu senin zürriyetinden bir peygamberin nûrudur
ki, onun ismi göklerde Ahmed ve yerlerde Muhammed'dir. Eğer, o olmasaydı, seni
yaratmazdım!" İmanımızla kabul ettiğimiz bu muazzam gerçeği, milyarlar sene sonra
gelen o nûrun sahibi de, bütün açıklığıyla ifade buyurmuşlardır. Bir gün
Ashabdan Abdullah bin Câbir (r.a.), "Yâ Resûlallah," dedi, "bana,
Allah'ın herşeyden evvel yarattığı şey nedir, söyler misin?" "Şu
cevabı verdiler:" Herşeyden evvel senin Peygamberinin nûrunu, kendi nurundan yarattı. Nur,
Allah'ın kudreti ile dilediği gibi gezerdi. O zaman ne Levh-i Mahfuz, ne kalem,
ne Cennet, ne Cehennem, ne melek, ne semâ, ne arz, ne güneş, ne ay, ne insan ve
ne de cin vardı."Semâyı bütün haşmetiyle aydınlatan nûr, sonra ilk olarak
Hz. Âdem'in alnında parladı. Sonra peygamberlerden peygambere geçerek İbrâhim'e
(a.s.) kadar geldi. Ondan da oğlu Hz. İsmâil'e intikal etti.
Peygamberlerin babası olarak
anılan Hz. İbrahim'in iki oğlu vardı: İshak ve İsmâil (a.s.). O, oğlu İshak'ın
neslinden bir çok peygamberin geleceğini Cenâb-ı Hakkın ilhâmıyla bilmişti.
Ancak çok sevdiği Hacer'den dünyaya gelen oğlu İsmâil'in (a.s.) neslinden
peygamber gelip gelmeyeceği meçhûlü idi. Bununla birlikte âhirzamanda bir büyük
peygamberin gönderileceğini de biliyordu. Bu sebeple de, son peygamberin çok
sevdiği oğlu İsmâil'in neslinden gelmesini şiddetle arzu ediyordu. İlk bânisi
Hz. Âdem olan yeryüzünün ilk ma'bedi Kâbe, uzun zamanın geçmesiyle yıkılmış,
âdeta yerle bir olmuştu.
Hz. İbrâhim, bu mukaddes
binânın tekrar inşası için Cenâb-ı Haktan emir aldı ve oğlu İsmâil'le birlikte
derhal çalışmaya koyuldu. Kâbe'nin inşâsı tamamlanırıca, baba oğul ellerini
dergâh-ı İlâhîye açarak şöyle yalvardılar: "Ey Rabbimiz! Neslimizden gelen
Müslüman ümmet içinden bir peygamber gönder. Ki o, onlara âyetlerini okusun,
Kitabı ve hükümlerini öğretsin. Onları günâhlardan temizlesin!" İşte, Cenâb-ı Hak, yapılan
bu samimi duâyı cevapsız bırakmadı ve Hz. İsmâil'in neslinden peygamberlerin
reisi Hz. Muhammed'i (a.s) göndererek kabul etti. Bu gerçeği Kâinatın Efendisi,
"Ben, babam İbrâhim'in duâsıyım..." buyurarak ifade etmişlerdir. Hz.
İsmâil'in evlâd ve torunları gittikçe çoğaldı ve Arap Yarımadasının her tarafına
dağıldı. İçlerinden Adnanoğulları, onlar içinden Mudaroğulları ve onlar içinden
de Kureyş Kabilesi diğerlerinden üstün ve farklı oldu. Kureyş Kabilesi içinde
ise Hâşimîler kolu hepsinden daha çok fazilet ve şeref buldu. Bu gerçeği de
bizzat kendileri şu şekilde ifade buyururlar:
"Allah,
İbrâhimoğullarından İsmâil'i, İsmâiloğullarından Kinâneoğullarını,
Kinâneoğullarından da Kureyş'i, Kureyş'ten de Beni Hâşim'i, Benî Hâşim'den de
beni seçmiştir." Bütün kaynakların ittifakla belirttikleri, Kâinatın Efendisinin
yirminci dedesine kadar uzanan nesep silsilesi şöyledir: "Muhammed (a.s),
Abdullah, Abdülmuttalib (asıl ismi Şeybe), Hâşim, Abd-i Menâf (Muğîre), Kusay,
Kilab, Müne, Kâb, Lüeyy, Galib, Fihr, Mâlik, Nadr, Kinâne, Huzeyme, Müdrike
(Amir), İlyas, Mudar, Nizar, Maad, Adnan."
İşte, Fahr-i Kâinat
Efendimizin büyük dedeleri bu zâtlardı. Herbirinin zürriyeti çoğalmış ve
herbiri pekçok cemaatların reisi ve birçok kabile ve aşîretlerin dedesi ve
babası olmuşlardır. Ancak, ne vakit birinin iki oğlu olsa veya bir kabile iki
kola ayrılsa, sevgili Peygamberimizin soyu en şerefli ve en hayırlı olan
tarafta bulunur ve her asırda onun büyük dedesi kim ise, yüzünde parlayan
müstesnâ nûrdan bilinirdi. Nesep âlimlerince, Peygamber Efendimizin yirminci
dedesi olan Adnan'ın Hz. İbrâhim'in neslinden olduğu ittifakla kabul
edilmektedir. Adnan ile İbrâhim (a.s.) arasında uzun bir zaman mesafesi vardır.
Bir kısım nesep âlimleri arada kırk batın (göbek) bulunduğunu belirtirler. Buna
göre aradaki zaman biriminin ne kadar uzun olduğunu az çok tasavvur etmek
mümkündür. Bu sebeple, Resûl-i Ekrem Efendimizin yirminci dedesi Adnan'dan Hz.
İbrâhim'e kadar olan ikinci kademe nesep silsilesi, basamak basamak tespit
edilememiştir. Bazı nesep âlimleri Peygamber Efendimizin nesebini yedi, bazısı
da dokuz göbekte. Hz. İsmâil'e bağlarlar. Bu, haliyle arada birçok basamakların
atlandığını ortaya koyar.
Adnan'dan Hz.
İbrâhim'e kadar
Bazı âlimler, Peygamber
Efendimizin, Adnan'dan Hz. İbrâhim'e kadar olan ikinci kademe neseb silsilesini
şöyle sıralarlar:Adnan, Udd (veya Udad), Mukavvim, Nahur (veya Sârih), Teyrah,
Ya'rub, Yeşcub, Nabit, İsmâil (a.s.), İbrâhim (a.s) Ayrıca, İbn-i İshâk, bundan
sonra da, Resûl-i Ekrem Efendimizin neseb silsilesini tâ Âdem'e (a.s) kadar
götürür. Ancak belirtelim ki, diğer kaynaklar bu silsile üzerinde ittifak etmiş
değillerdir.
Peygamber
Efendimizin meşhur dedeleri
Şüphesiz, Kâinâtın
Efendisinin nurunu alnında bir İlâhi emânet olarak taşıyan atalarının tamamı
hakkında fazla bir bilgimiz yoktur. Atalarından en çok bilgi sahibi
olduklarımız ise, zaman bakımından en yakın olanlarıdır. Burada onların hayat
ve şahsiyetlerine kısa bir göz atmak yerinde olacaktır. Kusay Peygamber
Efendimizin, asıl ismi Zeyd olan dördüncü kuşaktaki dedesi Kusay, mühim bir
şahsiyetti. Kendisinin sadece Zühre adında bir erkek kardeşi vardı. Hz.
Âdem'den beri devam edip gelen nur-u Ahmedîyi alnında taşıma şerefi, bu iki
kardeşten Kusay'a ihsan edilmişti. Büyük oğul olduğu için, âilenin reisliği
vazifesi de kendisine verilmişti. Küçüklüğünden beri kabiliyetiyle dikkatleri
üzerinde toplayan Kusay, büyüyünce Mekke'nin ileri gelen şahsiyetlerinden biri
oldu. Teşkilâtçılığı, idareciliği, adaletli kararları ile kısa zamanda Mekke
halkı arasında büyük bir itimad kazandı. Bu sebeple Mekke'nin idaresi ona
verildi. Mekke'yi ilk defa mahallelere o böldü; her kabileyi, kendilerine
ayırdığı mahallelere o yerleştirdi. Mekke'nin en mühim işleri onun evinde
görüşülüp karara bağlanırdı. Kâbe'nin perdedarlığı, hacıların su ihtiyacının
karşılanması, onların ağırlanması, savaşa giderken bayrak dikme ve Mekke
meclisini idare etme gibi mühim işler, ona emânet edilmişti. Kâbe'nin
karşısında ve kapısı Kâbe'ye bakan ilk ev onun için inşâ edilmişti.
Bu ev, Mekke'nin bir nevi
hükümet binası veya içinde Mekke Şehir Devletinin her türlü iş ve meselelerinin
görüşüldüğü bir parlamento idi. Kusay'ın bu konağı tarihte
"Dârü'n-Nedve" ismiyle şöhret bulmuş ve Hicretten yarım asır
sonrasına kadar da muhafaza edilmiştir. Kusay, Mekke'de istisnasız herkes
tarafından sevilir, sayılırdı. Alnında taşıdığı Fahr-i Kâinat Efendimize ait
nuru, onu bütün Mekke halkının sevgilisi ve can dostu haline getirmişti. Yaşlanınca,
âdetleri üzere âile reisliği vazifesini en büyük oğlu Abdüddâr'a teslim etti ve
"Sevgili oğlum! Seni bu kavme reis tâyin ediyorum" dedi.Ne var ki,
Abdüddâr, bu büyük vazifeyi yürütecek kabiliyete sahip değildi. Hayatı boyunca
da babasının yerini dolduramadı. Çünkü, Fahr-i Kâinat Efendimizin kudsî nuru
onun değil, küçük kardeşi Abd-i Menâf'ın alnında parlıyordu. Onun da dört oğlu
vardı: Hâşim, Abdüşşems, Muttalip ve Nevfel. HâşimHâşim, Resûl-i Ekrem
Efendimizin ikinci kuşaktan dedesidir. Mekke'nin ileri gelen eşrafından olan
Hâşim, ticâretle uğraşırdı.Peygamberimizin doğum vakti yaklaştığı için nur-u
Muhammedî onun alnında daha haşmetli bir surette parlıyordu. Ayrıca birçok
üstün faziletleri de üzerinde taşırdı.
Son derece cömertti. Bir
kıtlık yılında Mekke'de ekmek bulunmaz olmuştu. O, Şam'dan getirdiği has buğday
unundan bembeyaz ekmekler yaptırmış, bir çok develer ve koyunlar kestirmiş,
ekmek, et ve et suyu (tirit) ile bütün Mekke halkına büyük bir ziyafet
çekmişti. Hâşim, üstün seciyeli, kabiliyetli, dirayetli, cömert, faziletli ve
herkes tarafından sevilen, sayılan yüksek bir şahsiyetin sahibi olduğu için
ismi, ailesine ve soyuna ad olmuştur. Bu sebeple Fahr-i Kâinat Efendimizin de
arasında bulundukları bu yüce soya, kendilerinden sonra "Haşimîler"
denilmiştir. Hâşim'in dört erkek çocuğu olmuştu: Şeybe (Abdülmuttalib), Esed,
Ebû Sayfî ve Nadle.lHâşim'in nesli erkek çocuklarından Şeybe ile Esed'den devam
etmiştir. Şeybe, Resûl-i Ekrem Efendimizin birinci kuşaktaki dedesidir. Esed
ise Hz. Ali'nin annesi Fâtıma'nın dayısıdır. Ne var ki, Esed sulbünden dünyaya
gelen Huneyn de zürriyet bırakmayınca, bütün Haşimîler sadece Abdülmuttaliboğulları
kolundan gelerek çoğalmış ve yeryüzüne dağılmışlardır.
Şeybe (Abdülmuttalib) Peygamber
Efendimizin birinci kuşaktaki dedesidir. Doğuştan ak saçlı olduğundan kendisine
"Şeybe" ismini vermişlerdi. Abdülmuttalib onun lâkabıdır. O daha çok
bu lâkabla şöhret bulmuş ve anılmıştır.Bu lâkabı alışının hikâyesi şöyle
anlatılır: Şeybe küçüklüğünde Medine'de dayılarının yanında kalıyordu. Bir gün
mahalle arkadaşları diğer çocuklarla Medine'de bir meydanda ok atışı
yapıyorlardı. Bütün çocuklar arasında, alnında parlayan Kâinatın Efendisine ait
nur sebebiyle rahatlıkla farkediliyordu. Çocukların bu yarışmasını seyretmek
için büyüklerden bir kalabalık da orada toplanmış bulunuyordu. Ok atma sırası
Şeybe'ye gelmişti. Okunu yayına yerleştirdi. Kendinden emin bir tavırla yayını
gerdi.
Bir an nefesini kesip yayını
salıverdi. Yaydan fırlayan ok, hedefe tam isabet etmişti. Herkes hayranlık dolu
bakışlarla kendisine bakarken, o ise bu başarıdan duyduğu sevinç ve heyecanı şu
sözlerle dile getiriyordu: "Ben, Hâşim'in oğluyum. Ben, (Bethâ) Beyinin
oğluyum. Okum elbette hedefini bulur."Seyre gelen büyükler Şeybe'nin bu
övücü sözlerini duydular. Haris bin Abd-i Menâfoğullarından biri yanına
yaklaştı ve sorup sual ederek onun Hâşim'in oğlu olduğunu öğrendi. Mekke'ye
dönüşünde bu adam, durumu amcası Muttalib'e anlattı ve böylesine kabiliyetli ve
zeki bir çocuğun yabancı ilde bırakılmasının doğru olmayacağını belirtti.
Muttalib bu haber üzerine derhal Medine'ye vardı. Şeybe'yi alarak Mekke'ye
getirdi. Muttalib terkisinde yeğeni Şeybe ile Mekke sokaklarına girerken
sordular: "Bu çocuk kim?" Göz değmesinden korkan Muttalib'in
ağzından, "Kölemdir" sözü çıktı. Evine gelince karısı Hâtice de
kendisine aynı soruyu yöneltti. Yine cevabı "Kölemdir" oldu.
Ertesi günü amcasının
kendisine aldığı güzel elbiselerle Mekke sokaklarında dolaşmaya başlayınca,
herkes onun kim olduğunu merak etmeye ve sormaya başladı. Bilenler, "Abdülmuttalib" (Muttalib'in kölesi)"
diye cevap veriyorlardı. Her ne kadar kim olduğu sonradan ortaya çıktıysa da,
ismi, o günden sonra "Abdü'l-Muttalib" (Muttalib'in kölesi) olarak
kaldı.1Abdülmuttalib'in rüyası: Aradan yıllar geçti. Alnında parlayan Kâinatın
Efendisine ait nûr, onun Kureyş'in reisliği makamına getirip oturttu. Sıcak bir
yaz günü idi. Kâbe'nin yanındaki Hicr mevkiinde serin bir gölgede uyuyordu. Bir
rüyâ gördü. Rüyâsında bir zât kendisine şöyle seslendi: "Kalk,
Tayyibe'yi kaz!" Sordu: "Tayyibe nedir?" Fakat, o zât sorusuna
hiçbir cevap vermeden uzaklaşıp gitti. Uyanan Abdülmuttalib heyecanlı idi. "Tayyibe" ne demekti? Tayyibe'yi
kazmak nasıl olurdu? Rüyâya bir mânâ veremeden merak içinde o gün geceyi
geçirdi. Ertesi gün, aynı yerde yine uykuya dalmıştı. Aynı adam tekrar göründü
ve seslendi: "Kalk, Berre'yi kaz." Rüyâsında şaşkına dönen
Abdülmuttalib yine sordu: "Berre nedir?" Adam yine hiçbir cevap
vermeden oradan uzaklaşıp gitti. Abdülmuttalib derin uykudan daha büyük bir
merak ve heyecan içinde uyandı. Ne var ki, gördüklerine bir türlü mânâ
veremiyordu. O gün ve geceyi de yine gördüğü rüyânın tesirinde geçirdi.Ertesi
günü idi. Yine aynı yerde yatıyordu. Aynı adam gelerek kendisine, "Kalk," dedi. "Mednûne'yi
kaz."
Derin uykuda, Abdülmuttalib,
adama "Mednûne nedir?" diye sordu. Ama adam yine cevap vermeden uzaklaşıp
gitti. Abdülmuttalib'in merak ve heyecanı son haddine ulaşmıştı. Üç gün üst
üste gördüğü rüyânın boş olmadığım elbette biliyordu. Ama mânâsını anlayacak en
ufak bir ipucuna da sahip değildi. Dördüncü gün yine aynı yerde uykuya yatan
Abdülmuttalib, aynı adamın geldiğini gördü. Adam bu sefer şöyle seslendi: "Zemzem'i
kaz!"
Abdülmuttalib, "Zemzem nedir, nerededir?" diye sorunca, adamın cevabı
şu oldu: "Zemzem bir sudur ki, hiç kesilmez, dibine erilmez. Hacıların su
ihtiyacını onunla karşılarsın. O, Kâbe'de kesilen kurbanların kanlarının döküldüğü
yer ile terslerinin gömüldüğü yer arasındadır. Alaca kanatlı bir karga gelip,
orayı gagalar. Orada karınca yuvası da vardır." Uyanan Abdülmuttalib'in heyecanına bu sefer
sevinç de katılmıştı. Çünkü, rüyâyı mânâlandırmak için ipucunu elde etmişti.
Zemzem kuyusundan defalarca bahsedildiğini duymuştu. Fakat, onun yerini kimse
bilmiyordu. Çünkü Cürhümlüler, Mekke'den düşman istilâsı önünden kaçarken,
Kâbe'nin bütün kıymetli mallarını Zemzem kuyusuna atmış, kuyunun üstünü de
toprakla bir edip, belirsiz bir hale getirmişlerdi. O zamandan beri Zemzem'in
ismi var, kendisi yoktu. Abdülmuttalib, artık Zemzem'in yerini bulup kazmakla
vazifelendirildiğini anlamıştı. Derhal araştırmaya koyuldu. Rüyâsında kendisine
öğretilen yere gitti. Bu sırada alaca kanatlı bir karganın süzüldüğünü ve yere
konarak gagası ile bir yeri karıştırdıktan sonra havalanarak göğe doğru
yükseldiğini gördü.
Abdülmuttalib'in sevincine
diyecek yoktu. Senelerden beri gizli kalmış hayat bahşeden bir kuyuyu bulma ve
ortaya çıkarma şerefine erecekti. Zemzem'in yerini tespit etmişti ve sıra
kazmaya gelmişti. Bu şerefi başkasına kaptırmak ve bu sırrı başkalarına açmak
istemiyordu. Bunun için ertesi gün bir tek oğlu olan Hâris'i alarak tesbit
edilen yere gitti ve kazmaya başladılar. Bir müddet devam eden kazı sonucu
Zemzem Kuyusunun örülmüş duvar taşları ile bir dâire şeklindeki ağzı meydana
çıktı. Abdülmuttalib sevinçliydi, heyecanlıydı. Âdetâ gözlerine inanamıyordu.
Ama gözlerine inansa da, inanmasa da görünen bir kuyu ağzı idi. Tekbir getirmeye
başladı: "Allahü ekber! Allahü Ekber!"Abdülmuttalib ve Kureyş ileri
gelenleriAbdülmuttalib'in bu faaliyetini başından beri gözleyen Kureyşliler,
işin artık ortaya çıkmak üzere olduğunu farkedince, büyüklerine haber verdiler.
Bir müddet sonra, Kureyş büyükleri, kazılan yere geldiler ve Abdülmuttalib'e,
"Ey Abdülmuttalib! Bu babamız İsmâil'in kuyusudur.
Onda bizim de hakkımız var.
Bizi de bu işe ortak et" dediler.Abdülmuttalib, "Hayır, yapamam"
dedi. "Bu iş sadece bana tahsis edilmiş ve aranızdan ancak bana
verilmiştir."Abdülmuttalib'in bu kesin cevabı Kureyş ileri gelenlerinin
hoşuna gitmedi. İçlerinden Adiyy bin Nevfel şöyle konuştu: "Sen yalnız bir
adamsın. Tek oğlundan başka dayanacağın bir kimsen de yok. Nasıl olur da bize
karşı gelir, bize boyun eğmezsin?" Bu söz, Abdülmuttalib'in âdetâ içini
yaktı. Çünkü, Kureyşliler onu kimsesizlikle küçümsüyorlardı. Bu anlayıştan
fazlasıyla rahatsız olduğunu haliyle de belli etti. Bir müddet üzüntü içinde
sustu. Sonra içini şöyle döktü:
"Yâ, demek sen beni
yalnızlık ve kimsesizlikle ayıplıyorsun, öyle mi?" Muhatabından hiçbir
cevap gelmeyince, bir müddet düşündükten sonra, ellerini açarak yüzünü semaya
doğru çevirdi ve, "Yemin ederim ki," dedi. "Allah bana on erkek
çocuk verirse, bunlardan birisini Kâbe'nin yanında kurban edeceğim." Abdülmuttalib'in bu sözleri hem bir duâ, hem
bir yemin, hem de bir adaktı.[73]
Şam'a gidiş
Hâdisenin burada sona
ermeyeceği belli idi. Durum da bir hayli nazikti. Böyle hâdiseler yüzünden
aralarında çok defa çarpışmalar patlak vermişti. Bunu bilen Abdülmuttalib, kazı
işinden o anlık vazgeçti ve işin bir hakem tarafından halledilmesini teklif
etti. Teklifi kabul gördü. Hakemi tespit ettiler: Şam'da oturan Sa'd bin
Hüzeym. Amcalarından birkaçını yanına alan Abdülmuttalib, Kureyş kabilelerinin
ileri gelenlerinden bir grupla Şam'a doğru yola çıktı. Ne var ki, henüz Şam'a
varmadan İlâhî kader onları durdurdu. Abdülmuttalib ve yanındakilerin suları,
alev saçan çölün ortasında bitti. Bu kendileri için en büyük, en şiddetli
düşmandan daha da tehlikeli idi. Abdülmuttalib'in müracaatına, Kureyş ileri
gelenleri, "Suyumuz ancak bize yeter" diyerek red cevabı verdiler.
Abdülmuttalib ile yakınlarının hayatı büyük bir tehlike ile karşı karşıya
bulunuyordu. Ellerinde yapacakları hiçbir şey de yoktu. Çöl ortasında su
aramak, serabın peşinde koşmaktan farksızdı.
Abdülmuttalib'in
Su Aramaya Çıkması
Fakat herşeye rağmen
Abdülmuttalib su aramaya kararlıydı. İçinden bir ses su bulacağını söylüyordu.
Devesinin yanına geldi, onu ayağa kaldırdı. O anda, birden gözlerine inanamadı.
Çünkü devenin bir ayağının dibinde pırıl pırıl parlayan, bir avuç su gördü. Bu
durum, arkadaşlarını da sevindirmişti. Yeniden hayata dönmüş gibi oldular.
Abdülmuttalib, kılıcıyla suyun çıktığı yeri genişletince, su daha gür akmaya
başladı. Bu arada su vermeyen Kureyşliler, hayretle onları seyrediyordu. Abdülmuttalib ve arkadaşları,
sudan, kana kana hem kendileri içtiler, hem de hayvanlarına içirdiler. Bir ara,
Abdülmuttalib, kendisine su vermeyen Kureyşlilere döndü ve seslendi: "Suya
gelin, suya! Allah bize su verdi.
Hem kendiniz için, hem de
hayvanlarınızı sulayın! Haydi, durmayın, gelin." Kureyşliler mahcup mahcup
kaynağa yaklaştılar. Kana kana sudan içtiler. Hayvanlarını suladılar.
Kırbalarındaki bayat suyu dökerek temiz su ile doldurdular. Kureyşliler, Zemzem
kuyusunu kazan ellerin kendilerine sunduğu bu serin ve temiz suyu içer içmez,
âlemleri birden değişti. Mahcup ve suçlu bir edâ içinde Abdülmuttalib'e
dönerek, "Ey Abdülmuttalib," dediler. "Artık sana diyecek bir
sözümüz yok. Anladık ki, Zemzem'i kazmak senin hakkın. Bu işe ancak sen
lâyıksın. Vallahi, Zemzem hususunda seninle bir daha münakaşa etmeyeceğiz.
Artık hakeme gitmeye de gerek görmüyoruz."Ve hakeme gitmeden yarı yoldan
tekrar Mekke'ye hep beraber döndüler. Mekke'ye dönen Abdülmuttalib, oğlu
Hâris'le birlikte kazı işine devam etti ve kısa zamanda Zemzem'i ortaya
çıkardı.
Kıymetli Mallar
İçin Kur'a Çektiler
Zemzem kuyusundan bazı
kıymetli mallar da çıktı. Bunlar arasında altından iki geyik heykeli ile
kılıçlar ve zırhlar da vardı. Zemzem'i ortaya çıkarma hakkını daha önce
Abdülmuttalib'e bırakan Kureyş ileri gelenleri, bu kıymetli malları görünce,
hırs damarları tekrar kabardı. Yine Abdülmuttalib'in başına dikildiler.
"Ey Abdülmuttalib," dediler. "Bu mallara seninle beraber
ortağız. Bunlarda bizim de hakkımız var." Cömert ve sabırlı Abdülmuttalib
önce, "Hayır. Sizin bu mallar üzerinde hiçbir hakkınız yok" diyerek
isteklerini reddetti. Sonra yine cömertlik ve mertliğini ortaya koydu.
"Ben yine de size yumuşak davranayım. Aramızda kur'a çekelim. "Bundan
memnun olan Kureyş ileri gelenleri, "Peki, bu kur'ayı nasıl ve ne şekilde
yapacaksın?" diye sordular. Abdülmuttalib, kur'ada takip edilecek usûlü
anlattı: "İki kur'a Kâbe için, iki kur'a benim için, iki kur'a da sizin
için çekeriz. Kur'ada kime ne çıkarsa onu alır, çıkmayan da mahrum
kalır."Bu usûl tarafsız bir hâl çaresi idi. Bu sebeple Kureyşliler
sevindiler ve Abdülmuttalib'in bu davranışını takdir ettiler:
"Doğrusu," dediler. "Pek insaflı davrandın." Kâbe'nin
içinde Hübel putunun yanına vardılar ve kur'a çektiler. Kur'a sonucu, Kureyş
ileri gelenlerinin bu mallarda hakları olmadığını bir kere daha ortaya koydu.
Altın geyik heykeller Kâbe'ye, kılıç ve zırhlar Abdülmuttalib'e düştü. Onların
payı ise mahrumiyet oldu. Ama artık itiraz edecek durumları kalmadı ve mesele
böylece kapandı.
Abdülmuttalib, kılıç ve
zırhları döğdürüp saç haline getirdikten sonra, bununla Kâbe'nin kapısını
kapattı. Böylece Kâbe'yi altınla süsleyenlerden oldu.Zemzem kuyusunu ortaya
çıkardığı zaman Abdülmuttalib'in yaşı kemâl yaş olan kırkına basmıştı. Otuz yıl
sonra, Cenâb-ı Hakkın ihsanı ile erkek çocuklarının sayısı onu buldu. Bu sırada
seneler önce yaptığı va'dini hatırladı: Erkek çocuklarından birini Kâbe'de
kurban etmek. Ama hangisini? Hepsi de birbirinden güzel ve sevimli idi. Fakat
Abdullah çok daha başkaydı.Abdullah, Abdülmuttalib'in on erkek çocuğundan
sekizincisi idi. Sîret ve surette diğer kardeşlerinden çok farklıydı. Dünyaya
gelir gelmez babasının alnında parlayan Nur-u Muhammedî onun alnına geçmişti.
Bu nur, yüzüne harika bir güzellik ve müstesna bir tatlılık bahşetmışti. Ama
hiç kimse bu güzellik ve tatlılığın nereden ve niçin geldiğinin farkında
değildi. Abdülmuttalib'in oğullarıyla konuşması Oğullarının 10'u da büyümüştü.
Vadini unutmayan Abdülmuttalib, onları bir gün bir araya topladı ve işin
hikâyesini anlatarak, içlerinden birini kurban etmesi gerektiğini bildirdi.
Hepsi de tereddütsüz razı oldular. Sonra da babalarına sordular: "Peki,
nasıl yapalım bunu? Kimin kurban edileceğini nasıl tespit edelim?" Abdülmuttalib
böyle bir durumda nasıl yapılması gerektiğini biliyordu. Şöyle dedi:
Abdülmuttalib'in diğer erkek çocuklarının adları şöyledir: Abbas, Hamza, Ebû
Talib (Abd-i Menaf), Zübeyr, Hâris, Hacl, Mukavvim, Dırar, Ebû Leheb
(Abdü'l-Uzza).
-"Her biriniz birer ok
alın, üzerine kendi isminizi yazın ve okları bana verin!" İtâatkâr
çocuklar, babalarının emrini derhal yerine getirdiler. Her biri okdanlığından
bir ok çekti. Üzerine kendi ismini yazdıktan sonra, babasına uzattı. Okları toplayan
Abdülmuttalib doğruca Kâbe'ye vardı. Meselenin nasıl halledileceği anlaşılmıştı
artık: Hübel putunun yanında ok çekilecek, kimin oku çıkarsa o kurban
edilecekti.
Kur'a Çekilişi
Kâbe'nin yanına varan
Abdülmuttalib'in etrafını şehir halkı sarmıştı. Elindeki on oku, Allah'a
verdiği sözünden caymış sayılmaması için, tereddütsüz ok çekme memuruna uzattı.
On okun üzerinde on ciğerpâresinin ismi vardı. Hangi ok çıkarsa çıksın,
ciğerinden bir parça kopacaktı. Memur oklardan birini çekti. Üzerindeki ismi
titrek bir sesle okudu: "Abdullah!" Şefkatli baba, duyduğuna inanmak
istemedi. Oku memurun elinden çekip aldı, dikkatlice baktı ve okudu:
"Abdullah." Göz pınarları bir anda yaşlarla doldu. Boğazında
hıçkırıklar düğümlendi. Şefkati ve hisleri öylesine kabardı ve coştu ki, bir an
"Olamaz" diyerek haykıracak gibi oldu. Son anda Allah'a verdiği
sözünü hatırlayarak çelik gibi iradesiyle şefkat ve hislerine gem vurdu.
Yıkılmış bir halde yüzünü Abdullah'a çevirdi ve şöyle dedi:
-"Oğlum Abdullah!
Allah, kendisine kurban edilmek üzere seni seçti. Bu şerefi kardeşlerin
arasında sana ihsan etti." Bu haber, bir anda oradakileri hüzne boğdu.
Herkes birbirine soruyordu:
-"Abdullah mı? O güzel,
o tatlı çocuk mu kurban edilecek?"
Abdülmuttalib yanan
yüreğine, kasırgalaşan hislerine, okyanus dalgalarını andıran şefkat ve
merhamet duygularına aldırmadan, biricik oğlu Abdullah'ın bileğini kavradı ve
onu doğruca İsâf ve Nâile putlarının yanına götürdü. Nur yüzlü Abdullah'ta
sanki Hz. İsmâil'in teslimiyeti vardı. Yüzünde en ufak bir memnuniyetsizlik
belirtisi görünmüyordu. Abdülmuttalib'in bir elinde bıçak, diğer elinde oğlu
Abdullah'ın eli vardı. Kurban edilmesi için herşey tamamdı. Bu sırada bir takım
gürültüler duyuldu. Kureyş eşrafı geliyordu. İçlerinden biri seslendi: "Ey
Abdülmuttalib, ne yapmak istiyorsun?" Abdülmuttalib nur yüzlü oğluna
bakarak cevap verdi: "Onu kurban edeceğim!"Bu cevap, kalabalık
arasında hayret ve heyecan meydana getirerek dalgalandı. Müdahale ettiler:
-"Ey
Abdülmuttalib," dediler. "Bu nasıl olur? Sen ki, Mekke'nin büyüğüsün;
böyle yaparsan, sonra herkes senin yaptığını yapmaz mı? Herkes oğlunu kurban
ederse, bizim de soyumuz kesilmez mi. Bütün kalabalık Abdülmuttalib'in
aleyhindeydi. Hatta hisleri, duyguları da... Lehinde olan tek şey, çelikten
iradesi idi. Allah'ına söz vermişti ve bu sözünü mutlaka yerine getirmeliydi.
Çünkü, Allah onun istediğini vermişti. On erkek çocuk ihsan etmişti. Kurban
etmemek ona karşı nankörlük olurdu. Bu sırada Abdullah'ın dayısı Abdullah bin
Mugîre ortaya atıldı ve,
-"Ey Abdülmuttalib,"
dedi.
-"Vallahi meşru bir
mazeret olmadıkça, sen onu kurban edemezsin. Onu kurtarmak için gerekirse bütün
malımızı vermeye hazırız!"
Abdülmuttalib'in duyguları,
şefkati, merhameti de sanki dillenmiş ve kendisine aynı şeyleri
haykırıyorlardı. Fakat, çelikten iradesi bir türlü gevşemiyordu. Kureyşliler ve
oğulları yalvarmalarının netice vermediğini görünce bu sefer şöyle bir teklifte
bulundular:
-"Ey Abdülmuttalib!
Abdullah'ı al, Şam'a git. Orada bir kadın var; kâhin ve bilgin bir kadın.
Doğudan batıdan zorlukta kalan herkes, ülkeler aşıp ona gider. Herkesin derdine
bir çare bulur. Elbette senin için bir çare bulur. Abdullah boğazlanacak derse,
gel onu boğazla. Yok eğer seni de, Abdullah'ı da, bizi de üzüntüden kurtaracak
bir çare bulursa, ona göre hareket edersin."
Bu fikir Abdülmuttalib'in aklına yattı. Derhal
Abdullah'ı yanına alarak Şam'a doğru yola çıktı. Medine'ye geldiklerinde kâhin
kadının Hayber'de olduğunu öğrendiler. Oradan Hayber'e geldiler. Arrafe
adındaki kâhineyi buldular. Abdülmuttalib durumu olduğu gibi anlattı. Kadın
sordu:
-"Sizde bir insanın
diyeti nedir?" Abdülmuttalib,
-"On deve" dedi.
Bunun üzerine kâhin kadın,
-"Gidin on deve
hazırlayın. Çocukla on deveyi alıp ok çektiğiniz yere götürün. Bir tarafta
çocuğunuz, diğer tarafta ise on deve olmak üzere ikisi arasında ok çekin. Eğer
ok develere çıkarsa, develeri kurban edip çocuğu kurtarın. Yok, eğer ok çocuğa
çıkarsa, her defasında develerin sayısına bir diyet miktarı daha ekleyerek
Rabbiniz sizden razı oluncaya kadar ok çekmeye devam edin! Ne zaman ok develere
çıkarsa, onları boğazlayıp kurban edin. Bu şekilde hem Rabbinizi razı etmiş,
hem de çocuğunuzu kurban olmaktan kurtarmış olursunuz" dedi.
Ortaya konan çareyi uygun
bulan Abdülmuttalib sevinçten uçacak gibi oldu. Vakit kaybetmeden Mekke'ye
döndü. Abdülmuttalib âilesi ve Mekke halkı da bu habere son derece sevindi.
Kur'a Neticesi
Mekke'ye dönüşünün ertesi
günü idi. Abdülmuttalib, biricik oğlu Abdullah ve on deveyi alarak Kâbe'ye
gitti. Kâhin kadının tavsiyesi üzerine Abdullah ile on deve arasında kur'a
çekilecekti. Abdülmuttalib sevinç içinde, memura,
-"Çek" dedi.
Çekilen ok Abdullah'a çıktı. Develerin sayısını yirmiye çıkardılar. Memur
tekrar ok çekti. Ok yine Abdullah'ı gösterdi. Develer otuza çıkarıldı. Ok tekrar
Abdullah'a isabet etti. Devler kırk oldu. Ok yine Abdullah'a çıktı. Elli oldu;
ok sanki Abdullah'a çıkmakta ısrar ediyordu. Altmış, yetmiş, seksen, doksan
oldu. Ok ısrarla Abdullah'ı gösteriyordu. Sanki başka bir âlemden emir alır
gibiydi. Abdülmuttalib hayret ve heyecan içindeydi. Her çekim esnasında
ellerini semaya doğru kaldırarak duâ etmekten de geri durmuyordu. Nihayet
develerin sayısı yüzü buldu. Tekrar ok çekilince, merakla bakanlar derin bir
nefes aldılar. Çünkü ok develere çıkmıştı. Herkes gibi Abdülmuttalib'in de
gözleri sevinçle parladı. Fakat, onun bu sevinci fazla sürmedi. Derhal
ciddileşti. Kendisini fazla tebrike imkân tanımadı ve şöyle konuştu:
-"Vallahi, üst üste üç
defa daha ok çekeceğim. Tâ ki, kalbim mutmain olsun."
Çekiliş üç defa daha
tekrarlandı. Her defasında sevinç çığlıkları atılıyordu. Çünkü, üç seferinde de
ok develere çıkmıştı. Bu sevincini Abdülmuttalib,
-"Allahü ekber, Allahü
ekber!" diyerek izhar etti ve diz çökerek duâda bulundu. Böylece Abdullah
kurban edilmekten kurtuldu.
Sevgili oğlunun kurban
edilmekten kurtulmasına son derece sevinen Abdülmuttalib, yüz devenin Safa ile
Merve arasına götürülüp, yan yana kurban edilmesini emretti. Emri derhal yerine
getirildi. Kurban edilen develerin etlerinden Mekke halkı bol bol istifade
etti. Alamadıklarını da kurtlar, kuşlar, köpekler, vahşi ve ehil bütün
hayvanlar paylaştılar. O günden itibaren bir insan diyeti, Kureyşliler ve
Araplar arasında, 100 deve olarak kabul edilme âdeti benimsendi. Resûl-i Ekrem
Efendimiz de bu âdeti olduğu gibi bırakmıştır. Hz. Abdullah'ın iffetiAynı
gündü... Herkes neticeden memnun kur'a yerinden dağılıyordu. Abdülmuttalib de
sevgili oğluyla birlikte şehre geliyordu. Kâbe'nin yanından geçerlerken,
babasından bir hayli geride kalmış Abdullah'ın karşısına bir kadın dikildi. Bu
kadın, Abdullahın dillere destan güzelliğine hayranlardan biri olan Vara bin
Nevfel'in kızkardeşi Rukiyye idi. O da kardeşi Varaka gibi eski mukaddes
kitapları okumuş, o kitaplarda ahirzamanda gelecek peygamberin sıfatlarını
görmüş ve öğrenmişti. İç âleminde, Abdullahın yüzünde o âna kadar hiçbir
kimsede görmediği müstesna parlaklıkla karşı karşıya kalınca bu sıfatlarla
münasebet kurdu. Bu şerefi başkasına kaptırmamak için de güzelliğini, iffetini
unutarak Abdullah'ın yanına yaklaştı ve şöyle fısıldadı:
-"Delikanlı, biraz
dursana." Abdullah durdu. Kadın,
-"Nereye
gidiyorsun?" diye sordu. Yüzünde parlayan nurun masumiyeti içinde,
Abdullah,
-"Babamla
gidiyoruz" diye cevap verdi.
Kadın, bu masum cevap
üzerinde pek durmadı ve asıl maksadını açıkladı. Hz. Abdullah'a gayr-ı meşru
ilişki teklif etti.Abdullah'ın yüzü bir anda kıp kırmızı kesildi. Masumiyetini
yırtmak isteyen bu teklife pek aldırmadı ve yoluna devam etmek istedi. Fakat,
Rukiyye ona sahip olmak istiyordu. Arzusunu bir başka teklifle cazip hale
getirdi:
-"Eğer benimle beraber
olmayı kabul edersen, senin için kurban edilen develer kadar develerim var,
onların hepsini sana veririm" dedi. Abdullah bu cazip teklife de iltifat
etmedi ve iffetini sergileyen şu cevabı verdi:
-"Haram öyle acıdır ki,
ölüm acısı onun yanında çok hafif kalır. Helâl ise çok tatlıdır."
Ey kadın,
Sen Git Açıkça Helâlinden Ara!
Şeref ve iffet sahibi
olanlar namuslarını ve dinlerini titizlikle korurlar. Onlar, namussuzluk demek
olan bir işe nasıl teşebbüs ve cesaret edebilirler?
Bu asil cevabından sonra da,
güzel Rukiyye'nin hüzün ve hayranlığı birleştiren bakışları önünde, yoluna
devam etti. Günler sonra, evlenmiş bulunan Hz. Abdullah, aynı kadınla Mekke
sokaklarında bir kere daha karşılaştı. Aynı Rukiyye ona karşı en ufak bir arzu
ve hasret belirtisi göstermedi. Bilâkis, hissiz ve bakışları hayranlık şöyle
dursun, çok donuktu. Abdullah sebebini sordu:
-"Ne oldu, sana? Halin
değişmiş." Rukiyye,
-"O gün, alnında
esrarlı bir nûr parlıyordu. O nur karşısında kendimden geçtim. Ama şimdi onu
göremiyorum" diye cevap verdi.
Evet, Hz. Abdullah'ın
alnında parlayan nur artık yoktu. Çünkü, Kâinatın Efendisine hâmile olan
annelerin en büyüğü Hz. Âmine'ye intikal etmişti. Aslında Hz. Abdullah'a hayran
ve meftun olan sadece bu kadın değildi. Kötü ahlâktan uzak, ter temiz ve en
güzel haslet ve faziletlerle bezenmiş bu delikanlıya bütün Kureyş kızlarının
gözleri çevrilmişti; ama, yüzündeki parlaklığın sırrına akıl erdiremeden, Hak
Teâlânın ona âhir zaman peygamberinin babası olmak gibi, şereflerin en büyüğünü
mukadder kıldığının hikmetini idrak edemeden.
Hz.
Abdullah'ın Hz. Âmine ile Evlenmesi
Hz. Abdullah, gün geçtikçe,
gönülleri etrafında pervane gibi döndürüyordu. Fakat, o dönen pervanelerin
hiçbirine iltifat etmiyor, iffet ve namusunu ter temiz koruyordu. Çok sevdiği
oğlunun evlenme çağına geldiğini gören Abdülmuttalib, bir an evvel onu mes'ud
bir yuvaya kavuşturmak istiyordu. Ancak, ona her yönüyle denk birini bulmak
gerekiyordu. Abdülmuttalib, bunu bulmada gecikmedi. Benî Zühre kabilesinin
büyüğü Vehb bin Abd-i Menâf'ın yanına vararak, kızı Âmine'yi oğlu Abdullah'a
istediğini söyledi. Vehb, teklifi memnuniyet ve sevinçle karşıladı. Sonra da
şöyle konuştu:
-"Ey amcamoğlu! Biz bu
teklifi sizden önce aldık. Âmine'nin annesi, geçenlerde bir rü'yâ görmüştü.
Anlattığına göre, evimize bir nur girmiş. Aydınlığı yerleri ve gökleri tutmuş.
Ben de bu gece rüyâmda, dedemiz İbrahim'i (a.s.) gördüm. Bana,
'Abdülmuttalib'in oğlu Abdullah'la kızın Amine'nin nikâhlarını ben kıydım. Sen
de onu kabul et' dedi. Bugün sabahtan beri bu rüyânın tesiri altındaydım.
'Acaba ne zaman gelecekler?' diye kendi kendime sorup duruyordum." Bunları
duyan Abdülmuttalib sevincinden,
-"Allahü ekber, Allahü
ekber!" diyerek tekbir getirdi.
Vehb'in kızı Âmine hem
güzellik, hem ahlâk, hem de nesep itibariyle Kureyş kızları arasında en yüksek
mevkie sahipti. Her hususta Abdullah'a denkti ve henüz 14 yaşlarında
bulunuyordu. Abdullah ise bu sırada 24 yaşlarında idi. Kısa zamanda düğün
yapıldı ve Kâinatın Efendisini dünyaya getirecek mes'ud âile yuvası kuruldu.
Evliliklerinin üzerinden henüz birkaç hafta geçmişti ki, birçok kimsenin fark
ettiği garip bir durum oldu. Hz. Abdullah'ın yüzündeki nur, Hz. Âmine'nin
alnında parlamaya başladı. Demek ki, artık Hazret-i Âmine, Kâinatın Efendisine
hamile idi.
Hz.
Abdullah'ın Vefatı
Evliliklerinin ilk ayları
dolmuştu. Hazret-i Abdullah bir ticaret kervanına katılarak Suriye'ye gitti.
Gidiş o gidiş oldu. Hz. Abdullah bir daha Mekke'ye dönmedi. Aylar sonra
Mekke'ye dönen ticaret kervanı arasında Hz. Abdullah yoktu. Sadece acı haberi
vardı.Hz. Abdullah, ticaret yolculuğundan dönüşte, Medine'de hastalanmıştı. Ve
onu orada dayılarının yanına bırakmışlardı. Bu haberi alan Abdülmuttalib derhal
oğlu Hâris'i Medine'ye gönderdi. Hâris, Medine'ye varıncaya kadar herşey olup
bitmişti. Hz. Abdullah, Kâinatın Efendisi oğlunun yüzünü bir kerecik olsun
görmeden ebedî âleme göç etmişti ve orada Adiyy bin Neccaroğullarından
Nabiğa'nın evinin avlusuna defnedilmişti.Hâris, bu acı haberi alıp Mekke'ye
getirdi. Mekke bir anda mâtem havasına büründü. Genç ihtiyar, küçük büyük
arasında fark gözetmeyen ölümün, Abdullah'ı bu genç yaşta, beklenmedik bir
zamanda sinesine alışı, Abdülmuttalib âilesini derin bir üzüntüye boğdu. Mekke
halkı da gözyaşlarıyla onların teessürüne iştirak etti. Hele, henüz genç bir
gelin olan Hz. Âmine'nin teessürünü tarif etmek imkânsızdı. Haberi duyduğu
andan itibaren bir mum gibi erimeye yüz tuttu. Günlerce gözyaşlarını tutamadı:
ağladı, ağladı, ağladı... O ağlarken, bütün insanlığın gözyaşını beraberinde
getireceği nur ile silecek ve acılarını dindirecek zâtın dünyaya gelişine ise,
iki ay gibi kısa bir zaman kalmıştı. Hazret-i Âmine hâdiseden duyduğu derin
üzüntüyü gözyaşları arasında şiirinde şöyle dile getirdi:
"Artık, Mekke'nin Bethâ
kolu Hâşimoğullarından boş kaldı. Mekke, Hâşimoğullarının şânından mahrum
kalacak artık.
Ölüm dâvetine uyarak,
evinden örtüler ve kefenler içinde çıkıp, kabre gitti.
Ölümün (yeryüzünde yıllarca
dolaşıp dursa) insanlar arasında, Hâşimoğlu gibi bir yiğit bulup, boşluğunu
dolduramaz.
Dostları onun tabutunu
taşımak için koşuştular, onu elden ele alıp götürdüler.
Ne yazık ki, ecel hiç
beklenmedik bir zamanda onu çekip kendine aldı.
Halbuki, o, ne kadar güzel,
ne kadar cömert ve ne kadar da merhametli biri idi."
Hz.
Abdullah'ın Bıraktığı Miras
Hz. Abdullah, yeni evliydi.
İstikbalini temine yeni yeni hazırlanırken dünyaya gözlerini yummuştu. Bu
sebeple maddi plânda geride son derece mütevazi bir miras bıraktı: Ümmü Eymen
Bereke adında, Kâinatın Efendisini çok seven bir câriye, beş deve, birkaç
koyun, bir kılıç ve bir miktar da gümüş para. Fakat geriye Allah'ın lütfuyla
iki cihanın güneşi olacak hayırlı bir evlâd bıraktı. Nuruyla âlemi aydınlatacak
bir zat: Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed (a.s).
Fil Vak'ası
Hidâyet Güneşinin doğmasına
az bir zaman kalmıştı. Kâbe'ye her taraftan insanlar akın akın gelip hac
mevsiminde ziyâret ediyorlardı. Kâbenin bu kadar çok ziyaretçi toplamasını
birtakım kimseler hazmedemiyor ve rahatsızlık duyuyorlardı. Bunlardan biri de,
Habeş Melikinin Yemen valisi Ebrehe Eşrem idi. Ebrehe, Kâbe'ye olan insan
akınını önlemek için, Bizans İmparatorunun da yardımıyla önce San'a şehrinde
Kulleys adında bir kilise yaptırdı. İçini büyük masraflar sonucu altın ve
gümüşle süsledi. Dışını çeşitli yerlerden getirttiği son derece kıymetli
taşlarla donattı. Öyle ki, o anda yaptırdığı kilisenin bir benzeri başka bir
yerde yoktu. Bu süs ve tezyînat ile, Ebrehe, güyâ halkı buraya celbedecekti.
Dolayısıyla Kâbe'ye karşı gösterilen muazzam teveccühü aklınca kırmış olacaktı.
Ebrehe, kilisenin inşası bittikten sonra, Habeş hükümdarına takdirini kazanmak
niyetiyle de şu mektubu yazdı: "Hükümdarım, senin için öyle bir mabed
yaptırdım ki, şimdiye kadar ne bir Arap, ne de bir Acem onun gibisini yapmış
değildir. Arapların haccını buraya çevirmedikçe de asla durmayacağım. Fakat Ebrehe'nin bütün bu masraf ve
gayretleri boşa çıktı. Yaptırdığı kilisenin müstesna tezyinatını ve muhteşem
yapısını görmek için birçok kimse etraftan geldi. Ama sadece süsünü, püsünü
görmek için. Kâbe'ye olan akını, yine eskisi gibi, eksilmek şöyle dursun,
artarak devam ediyordu.
Kulleys'in
Kirletilmesi ve Ebrehe'nin Kararı
Ebrehe'nin, Kâbe'ye olan
teveccühü kırmak niyetiyle muhteşem bir kilise yaptırdığı Araplarca da duyulmuştu.
Bu arada Kinane kabilesinden Nevfel adında biri, bu kiliseyi kirletmeyi aklına
koydu. Bir gece yarısı giderek Kulleys'in içini, dışını pisliğiyle kirletti.
Sonra da kaçıp memleketine döndü. Bu hâdise, insanların Kâbe'ye teveccühünün
devam etmesinden fazlasıyla öfkelenmiş bulunan Ebrehe'yi bütün bütün çileden
çıkardı. Hâdiseyi Araplardan birinin yaptığını da öğrenince,
-"Araplar bunu
Kâbe'lerinden yüz çevirttiğim için yapıyorlar. Ben de onların Kâbe'sinde taş
üstünde taş bırakmayacağım" diye yemin etti. Sonra da Kâbe'yi yıkmak
gayesiyle Mekke üzerine yürümeye hazırlandı. Habeş Necaşîsinden
"Mahmud" adındaki meşhur fili istedi. Necaşî, o sırada dünyada
büyüklük ve kuvvetçe eşsiz olan "Mahmut" isimli fili, Ebrehe'ye
göndererek arzusunu yerine getirdi.
Ebrehe ordusunu hazırladı.
Mekke'ye doğru yola çıktı. Mahmud adlı fil ile ordunun önünde Mekke'ye doğru
ilerliyordu. Bu arada bazı Arap kabileleri bu büyük orduya karşı çıktılar.
Fakat muvaffakiyet gösteremediler ve Ebrehe tarafından mağlûp edildiler. Ebrehe,
ordusuyla, Mekke'ye yakın Muğammis denilen mevkie gelince, bir süvari birliğini
öncü olarak gönderdi. Süvari birliği Mekke civarına kadar sokularak, Resûl-i
Ekrem Efendimizin dedesi Abdülmuttalib'in iki yüz devesi de dahil, Kureyş ve
Tihâmelilerin sürülerini gasbetti. Bu sırada, Abdülmuttalib, Kureyş kabilesinin
reisi idi. Ebrehe ve AbdülmuttalibEbrehe, bir elçi ile Kureyşlilere şu haberi
gönderdi:
-"Ben sizinle harbetmek
için değil, şu mâbedi yıkmak için geldim. Eğer bana karşı koymazsanız, kanınızı
akıtmaktan vazgeçerim.
Şâyet, Kureyş kabilesinin
reisi benimle harb etmek istemiyorsa, yanıma kadar gelsin." Kureyş Reisi
Abdülmuttalib'in elçiye cevabı şu oldu:
-"Allah adına yemin
ederiz ki, biz kendisi ile harb etmek istemiyoruz. Zaten buna gücümüz de
yetmez. Yalnız, bu mâbed Allah'ın evidir. Onu yıkılmaktan ancak Allah
koruyabilir. O kendi mukaddes beytini muhafaza etmezse, bizde Ebrehe'yi bu
hareketinden vaz geçirecek güç ve kuvvet yoktur." Karşılıklı bu konuşmadan
sonra Abdülmuttalib, elçi ile birlikte Ebrehe'nin yanına vardı. Abdülmuttalib
heybetli bir görünüşe sahipti. Onu bu haliyle gören Ebrehe, içinden kendisine
karşı gayr-i ihtiyarî bir hürmet hissi duydu. Ona, şerefli bir misafir
muamelesinde bulunduktan sonra, arzusunun ne olduğunu sordu. Abdülmuttalib
isteğini belirtti:
-"Askerlerin, iki yüz
devemi almıştır. Arzum, develerimin iadesidir." Ebrehe, bundan pek
hoşlanmadı ve alaylı bir tavırla,
-"Seni görünce büyük
bir adam zannetmiştim. Konuşmaya başlayınca pek de öyle olmadığını anladım. Ben
senin ve atalarının tapınağı olan Kâbe'yi yıkmaya gelmişken, sen ondan söz
etmiyorsun da, aldığım iki yüz deveden bahsediyorsun" diye konuştu.
Abdülmuttalib, Ebrehe'nin alaylı tavrına aldırmadan,
-"Ben develerimin
sahibiyim. Kâbe'nin de bir sahibi ve koruyucu vardır. Elbette onu
koruyacaktır" diye karşılık verdi. Bu sözler Ebrehe'yi hiddete getirdi ve
şöyle konuştu: "Onu bana karşı kimse koruyamaz!"
Abdülmuttalib yine sözün
altında kalmadı ve, "Orası beni ilgilendirmez. İşte sen ve işte o!"
dedi. Karşılıklı bu konuşmalardan sonra, Ebrehe, Abdülmuttalib'in gasbedilen
develerini geri verdi. Abdülmuttalib ordugâhı terk ederek Mekke'ye geldi ve
olup bitenleri Kureyşlilere anlattı. Ayrıca iki yüz deveyi de Allah için kurban
etmek üzere işâretleyerek serbest bıraktı.
Mekke Boşaltılıyor
Abdülmuttalib, ayrıca Ebrehe
ordusunun şerrinden ve zulmünden korunmak için Mekke'yi boşaltmalarını halka
tavsiye etti. Kendisi de birkaç kişiyle birlikte Kâbe'nin yanına vardı ve
kapının halkasına yapışarak,
-"Allah'ım! Bir kul
dahi evini, barkını korur. Sen de kendi evini koru. Tâ ki, yarın onların
salipleri ve kuvvetleri senin kuvvetine galebe çalmasın" diye dua etti.
Mekke boşaltıldı. Halk, dağ başlarına ve kuytu yerlere sığınarak, Ebrehe
ordusunun yapacaklarını beklemeye koyuldu. Mekke mahzûn, Kâbe mahzûn, Kureyş
mahzûndu. Ordu harekete hazır, fakat. ..Ertesi günün sabahı idi. Mekke üzerine
yürüyüp, Kâbe'yi yerle bir etmek için Ebrehe ordusunda hazırlık tamamdı. Ordu
bir tek işâret beklemekte idi.Tarih, Milâdî 571, 17 Muharrem Pazar günü...Ordu
hareket edeceği sırada, Ebrehe'ye kılavuzluk görevini üzerine almış bulunan
Nüfeyl bin Habib adındaki adam, büyük fil Mahmud'un kulağına eğilerek şunları
fısıldadı:
-"Çök Mahmud! Sağ sâlim
geldiğin yere dön. Sen, Allah'ın mukaddes saydığı beldedesin!"
Bu sözleri söyledikten sonra
da koşarak bir dağa sığındı. Nüfeyl'in bu sözleri üzerine, o heybetli fil
birden bire çöküverdi. Kaldırmak için her tedbire başvurdular, fakat bir türlü
muvaffak olamadılar. Yönünü Yemen'e doğru çevirdiklerinde koşuyor, Şam'a doğru
çevirdiklerinde yine koşuyor, doğu tarafına yönelttiklerinde aynı şekilde
durmadan koşuyordu. Ancak, yüzünü Mekke'ye doğru çevirdiklerinde, âdetâ
bacaklarındaki kuvvet birden bire çekiliveriyor ve Mahmud çöküveriyordu. Bu
heyecanlı anda, kimsenin fil-i Mahmud'un bu hareketine akıl erdiremeyip
düşündüğü sırada, Cenâb-ı Hak, celâl ile tecelli etti ve Kur'ân'da "Ebabîl" diye adlandırılan kuşları
deniz tarafından Ebrehe ordusunun üzerine salıverdi.
Kırlangıçlara benzeyen bu
kuşların herbiri, biri ağzında, ikisi de ayaklarında olmak üzere nohut veya
mercimek tanesi büyüklüğünde üçer taş taşıyordu. Bu taşların isabet ettiği her
asker, anında yerde debelenip, ölüveriyordu. Taş yağmuru ile karşı karşıya
kalan askerler şaşırıp kaldılar. Bir anda karargâh, yıkılan, yere serilen insan
ve hayvanlarla doldu. Kendilerine taş isabet etmeyenler ise, kaçışmaya
başladılar. Ebrehe de o anda canlarını zor kurtaranlar arasında idi. Fakat,
aldığı bir taş yarası ile sonradan o da arzusuna muvaffak olamadan ölüp gitti.
Bu arada, Kâbe üzerine yürümemenin bir mükâfatı olarak Mahmud adındaki fil de
sağ kurtuldu. Cenâb-ı Hak, Ebrehe ordusuna Ebabîl kuşlarını musallat ettikten
sonra, Ayrıca arkasından sel halinde yağmur yağdırdı. Yağmur seli, Ebrehe
ordusunun ölülerini de silip süpürerek denize döktü.
Yüce Rabbimiz, Kur'ân-ı
Kerîm’in de bu hâdiseyi bize şöyle haber verir:
6¡3î©1¤Ûa ¡lb z¤ b¡2
Ù¢£2 3 È Ï Ñ¤î ×
m ¤á Û a
=§3î©Ü¤ m ó©Ï ¤á¢ç ¤î ×
¤3 Ȥv í ¤á Û a
= 3î©2b 2 a a¦¤î
¤á¡è¤î Ü Ç 3 ¤ a ë
= :§3î©£v¡ ¤å¡ß §ñ b v¡z¡2
¤á¡èî©ß¤ m
§4ì¢×¤b ß §Ñ¤ È ×
¤á¢è Ü È v Ï
"Rabbinin fil sahiplerine ne yaptığını görmedin
mi? "Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? "Üzerlerine bölük bölük
kuşlar gönderdi."Onlara ateşte pişirilmiş taşlar attılar."Rabbin
onları yenilmiş ekin çöplerine çevirdi."[74]
Bu hâdise, Resûl-i Ekrem
Efendimizin peygamberliğinin bir delili idi. Zira dünyaya gözlerini açmaya pek
az bir zaman kala meydana gelmiş ve doğum yeri, sevgili vatanı ve kıblesi olan
Mekke ve Kâbe-i Muazzama harika ve gaybî bir surette Ebrehe ordusunun
tahribinden masûn kalmıştır. Evet, Cenâb-ı Hakkın rahmet ve hikmeti, elbette
Habibinin yüzü suyu hürmetine bu muazzam mâbedi Ebrehe ordusuna çiğnetmeye
müsaade etmezdi ve etmedi de.
Resûl-ü Ekrem Efendimize risâlet
vazifesi verilmeden önce peygamberliği ile alâkalı olarak meydana gelen
hâdiselere "irhasât" denir. Bu hâdiseler, Efendimizin
peygamberliğine delil teşkil ederler. Âlimler, Fil Vak'asını da irhasâttan
kabul etmişlerdir.
Resûl-i Ekrem
Efendimizin Dünyayı Teşrifleri
Yeryüzünü mânevî bir
karanlık kaplamıştı. Mevcudat, beşerin zulüm ve vahşetinden âdetâ mâteme
bürünmüştü. Gözyaşı döken gözler değil, ruh ve kalblerdi. Kalb ve ruhların
keder, elem ve gözyaşına âlem de iştirak etmiş, sanki umumi yas ilân edilmişti.
Yeryüzü saâdetin, sevincin, huzurun kaynağı olan "Tevhid" inancından
mahrumdu. Küfür ve şirk fırtınası ruh ve kalbleri kasıp kavurmuştu. Gönüllerde
tek mâbud yerine, birçok batıl ilâhlar yer almıştı. Hakiki sahibini arayan
ruhların feryadı ortalığı çınlatıyordu. İnsanlar birbirini yiyen canavarlar
misali vahşileşmiş; küfür şirk, cehâlet ve zulüm bataklığında boğulmaya yüz
tutmuşlardı. Zalimin zulüm kamçısı altında mazlum inim inim inler hale
gelmişti. Âlem mahzun, varlıklar mahzun, gönüller mahzun ve sîmalar mahzundu.
Akıl, ruh ve kalbleri mânevî kıskacı altına alıp olanca kuvvetiyle sıkan bu
küfür ve şirke, bu dalâlet ve cehalete, bu hüzün ve sıkıntıya beşerin daha
fazla katlanmasına Allah'ın sonsuz merhameti elbette müsaade edemezdi. Bütün bunlara
son verecek zâtı şefkat ve merhametinin bir eseri olarak elbette gönderecekti.
İşte, o zât geliyordu. Dünyanın mânevi şeklini beraberinde getirdiği nur ile
değiştirecek eşsiz insan, Allah'ın son peygamberi geliyordu. Cin ve inse ebedî
saâdetin yolunu gösterecek Hazret-i Muhammed (a.s) geliyordu.
Kâinat, hürmet ve haşyet
içinde efendisini beklemekte idi. Her varlık, kendisine mahsus diliyle, hâl ve
hareketiyle bu emsâlsiz insana hoşâmedîde bulunmak üzere sevinç içinde hazır
durumda idi. Tarih Milâdî 571, Nisan ayının yirmisi; Fil Vak'asından elli veya
elli beş gece sonra. Kamerî aylardan Rebiülevvel ayının on ikinci gecesi.
Mekke'de mütevâzî bir ev, günlerden Pazartesi... Vakit, vakitlerin sultanı,
seher vakti. Bu mütevâzî evde ve bu eşsiz vakitte muazzam ve eşsiz bir hâdise
vuku buldu: Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed Sallallahü Aleyhi Vesellem dünyaya
gözlerini açtı.Bu göz açışla birlikte âlem, sanki birden elem ve mâtemini
unutarak sürura gark oldu. Karanlıklar anında nurla yırtılıverdi. Kâinat sevinç
ve heyecan içinde âdetâ,
-"Doğdu
ol saatte, ol Sultan-ı Dîn Nûra gark oldu semâvât ü zemîn"diye haykırdı.
Yeryüzünde hiçbir anneye
nasip olmayan eşsiz şerefe mazhar kılınan aziz anne, Hz. Âmine, o mes'ud ânı
şöyle anlatır:
-"Hamileliğimin altıncı
ayında bir gece rüyâda karşıma bir zât çıkıp dedi ki:
-'Yâ Âmine! Bil ki, sen
âlemlerin hayrına hamilesin. Doğurunca ismini Muhammed koy ve halini hiç
kimseye açma!'
-"Derken doğum zamanı
gelmişti. Kayınbabam Abdülmuttalib Kâbe'yi tavafa gitmişti. Evdeydim. Birden
kulağıma müthiş bir ses geldi. Korkudan eriyecek gibi oldum. Bir de ne göreyim?
Bir beyaz kuş peydahlanıp yanıma geldi ve kanadıyla arkamı sıvadı. O andan
itibaren bende korku, kaygı adına hiçbir şey kalmadı."
Yanıma bir göz attım. Bana
bir ak kâse içinde şerbet sunuyorlar. Kâseyi dikip içer içmez, beni bir nur
[denizi] sardı.
-"Ve Muhammed dünyaya
geldi..."
Aziz anne doğum sonrasını
ise şöyle anlatır:
-"Gördüm ki, doğuda bir
bayrak, batıda bir bayrak ve Kâbe'nin üstünde bir bayrak. Doğum tamamlanmıştı.
Yavruya baktım. Secdede, parmağını da göğe kaldırmış. Hemen bir ak bulut inip
yavruyu kundakladı ve kapladı. Bir ses işittim:
-'Doğuları ve batıları
dolaştırın, deryaları gezdirin, tâ ki mahlûklar Muhammed'i ismiyle, sıfatıyla,
sûretiyle tanısınlar.
-'"Biraz sonra bulut
gözden kaybolup gitti."
Aynı gece Hz. Âmine bir nur
görmüş ve bu nurun aydınlığında Şam'ın saray ve köşklerini seyretmiştir.[75]
Şifâ ve
Fâtıma Hûtun'un Müşâhedeleri
Kâinatın Efendisi dünyaya
teşrif buyurdukları sırada, aziz annesinin yanında Abdurrahman bin Avfın annesi
Şifâ Hâtun ile Osman bin Ebu'1-Âs'ın annesi Fâtıma Hâtun da vardı. Ebelik
vazifesinde bulunan Şifâ Hâtun o andaki müşâhedesini şöyle anlatır:
-"Allah'ın Resûlü
doğdukları zaman ben oradaydım. Hemen yetiştim. Kulağıma bir ses geldi:
-'Allah'ın rahmeti Onun
üzerine olsun.' Maşrık ile mağrib arası nurla doldu. Hattâ Rûm diyarının bazı
saraylarını gördüm. Sonra Allah Resûlünü kucağıma alıp emzirmeye başladım.
Üzerime öyle bir hâl geldi ki, vücudum titremeye başladı ve gözlerim karardı.
Yavrucağı gözden kaybettim. Bir ses,
-'Nereye gitti?' diye sordu.
-'Doğuya götürdüler' diye
cevap verildi.
-"Bu sözler hiç
zihnimden çıkmadı: O zamana kadar ki, Allah Resûlü peygamberliğini ilân eder
etmez hemen koştum ve ilk Müslümanlarla beraber îmân dâiresine girdim."
Fâtıma Hâtun ise,
hâtırasında o mes'ud gecede doğuma sahne olan evin nurla dolduğunu ve gökteki
yıldızların âdetâ üzerlerine salkım salkım dökülecekmiş gibi sarktıklarını
anlatmıştır. Peygamber Efendimizin bir
başka hususiyeti, dünyaya sünnetli ve göbeği kesilmiş olarak gelmiş olmasıydı.
Sırtında, iki kürek kemiği arasında, tam kalbinin hizasında Nebîlik mührü "Hâtem-i
Nübüvvet" bulunuyordu. Üzerleri tüylü, kabarık, kırmızımtırak inci gibi benlerin
bir araya gelmesinden meydana gelmiş ve keklik yumurtası büyüklüğündeydi. Bu
mühür, Resûl-i Ekrem Efendimizin beklenen son peygamber olduğunun bir alâmeti
idi.Ashabdan Sâib bin Yezid, Resûl-i Ekrem Efendimizin "Nübüvvet
Mührü"
ile ilgili olarak şöyle der:
-"Çocukluğumda, teyzem beni
Nebiyy-i Ekremin (a.s) yanına götürüp, 'Yâ Resûlallah, şu yeğenimin ayağında
ıztırabı var' dedi."
Resûlullah eliyle başımı
sığayıp, bana bereket duâ etti. Sonra abdest aldı. Abdest suyundan içtim. Sonra
arkasında durdum ve iki omuzu arasında çadırın koca düğmeleri [yahut keklik
yumurtası] gibi olan Hatem-i Nübüvveti gördüm."
Hz. Ali de (r.a.) Resûl-i
Ekremi tarif ve tavsif ederken,
-"İki küreği arası
enli, kendisinin peygamberlerin sonuncusu olduğu kürekleri arasındaki
Peygamberlik Hâteminden belliydi" der.
Abdülmuttalib'e
verilen müjde
Kâinatın Efendisi
Peygamberimiz dünyaya geldiği sırada dedesi Abdülmuttalib, Kâbe civarında
Kııreyş'in ileri gelenlerinden birkaçı ile oturmuş sohbet ediyordu. Kendisine
haber verildi. Son derece sevinen Abdülmuttalib, bir anda kendisini nurtopu
torununun yanında buldu. Kucakladı, öptü, kokladı... Sonra da oğlu Ebu Tâlib'e
teslim ederek,
-"Bu çocuk sana
emanetimdir. Bu oğlumun şânı, şerefi yüce olacaktır" diye konuştu.
Abdülmuttalib, bu mes'ud hâdisenin hatırı için Kâinatın Efendisinin doğumunun
yedinci günü develer, davarlar kestirerek Mekke halkına üç öğün ziyafet çekti.
Ayrıca şehrin her mahallesinde develer kurban ederek insan ve hayvanların
istifadesine bıraktı.
Nur
çocuğa isim verildi
Muhammed (a.s) Umumi ziyafetten
sonra nurtopu Efendimize ne ad koyduğunu dedesinden sordular. Şu cevabı verdi:
-"Muhammed."
-"Neden atalarından
birinin ismini takmadın da bu ismi verdin?" dediler.
Cevabı şu oldu:
-"Allah'ın ve
insanların onu övmelerini istediğim için."
Gerçekten, Kâinatın Efendisi
Peygamberimiz Allah'ın, insanların ve meleklerin senâsına eşsiz bir surette
mazhar olmuş dünya üzerinde tek şahsiyettir. Çünkü, o bu övgüye, bu alâka ve
sevgiye ve bu hürmete lâyıktı. Bu medhi, bu muhabbeti eşsiz îmânı, ihlâs ve samimiyeti
ve en güzel, en üstün ahlâkıyla hak etmişti. Bunun içindir ki, onun medih
makamına erişecek hiçbir fanî olmamış ve olamaz.
Efendimizin
Dünyaya Teşrifleri Sırasında Meydana Gelen Harika Hadiseler
Kâinatta en büyük hâdise hiç
şüphe yok ki, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (a.s) dünyaya
teşrifleri hâdisesidir. Çünkü, hilkat ağacının çekirdeği odur. Kâdir-i
Zülcelâl, onun gelişini takdir etmemiş olsaydı, kâinat da, insan da
olmayacaktı. Dolayısıyla imtihan dünyasının kapısı da açılmayacaktı.
-"Şu gördüğün büyük
âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, Nûr-u Muhammedî (a.s) o kitabın
kâtibinin kaleminin mürekkebidir: Eğer o âlem-i kebir, bir şecere tahayyül
edilirse, Nur-u Muhammedî hem çekirdeği, hem semeresi [meyvesi] olur. Eğer dünya
mücessem bir zîhayat farzedilirse, o nur onun ruhu olur. Eğer büyük bir insan
tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur."
Ayrıca, Efendimizin risâleti
diğer peygamberler gibi hususî değil, umumi ve cihanşümûldür. Buna binâen
elbette dünyaya teşrifleri esnasında birtakım hârikâ hâdiseler vücuda
gelecekti. Ve bu hâdiseler akıl ve basîret sahiplerini düşünceye sevkedecekti.
Nebiyy-i Ekrem Efendimizin dünyaya teşrifleri esnasında belli başlı şu hârikâ
hâdiseler meydana geldi:
a) Teşrif ettikleri gece bir
yıldız doğdu.Yahudîler arasında birçok âlim vardı. Bunlar, kitaplarında Allah
Resûlünün geleceğini görüp, öğrenmişlerdi. Yıldızlardan hüküm çıkarmada da usta
sayılırlardı. Efendimizin doğumu gecesinde bir yıldız parlamış ve Yahudî
âlimler bu yıldızdan Ahirzaman Peygamberinin dünyaya teşrif ettiklerini
anlamışlardı. Resûl-i Zîşanın meşhur şâiri Hassan bin Sâbit (r.a.) bu hususu
şöyle anlatmıştır:
-"Ben sekiz yaşlarında
var yoktum. Biliyorum, bir sabah vakti, Yahudî’nin biri
-'Hey Yahudîler!' diye
çığlık atarak koşuyordu.
Yahudîler,
-'Ne var, ne yırtınıyorsun?'
diyerek adamın başına üşüştüler. Yahudî şöyle haykırıyordu:
-"'Haberiniz olsun,
Ahmed'in yıldızı bu gece doğdu. Ahmed bu gece dünyaya geldi."'
İbni Sa'd'ın naklettiği konu
ile ilgili bir rivâyette ise şöyle denilmektedir:
-"Mekke'de oturan bir
Yahudî vardı. Allah Resûlünün doğdukları gecenin sabahı Kureyşlilerin karşısına
çıktı ve sordu:
-"'Bu gece kabilenizden
bir oğlan çocuk doğdu mu?'
-"Kureyşliler,
'Bilmiyoruz' cevabını verince, adam sözlerine devam etti:
-"'Varın, gidin,
soruşturun, arayın; bu ümmetin peygamberi bu gece doğdu. Sırtında alâmeti
var.'"
Kureyşliler varıp
soruşturdular ve gelip Yahudîye haber verdiler:
-'Bu gece Abdullah'ın bir
oğlu dünyaya geldi, sırtında bir nişan var.'
-"Yahudî gidip
peygamberlik alâmetini gördü. Ve aklını kaybetmişçesine şöyle haykırdı:
-"'Peygamberlik artık
İsrâiloğullarından gitti. Kureyşlilere öyle bir devlet gelecek ki, haberi
doğudan batıya kadar ulaşacaktır.'"
Demek gökkubbe pırıl pırıl
yıldız kandilleriyle Resûl-i Kibriya Efendimizin gelişini alkışlıyordu.[76]
b) Medâyin'deki Kisrâ
Sarayından on dört burç çatırdayarak yıkıldı. Kâinatın Efendisinin doğduğu
geceydi... Saatler, doğum anlarını gösteriyordu. Derin bir uykuya dalan Medâyin
şehri korkunç bir çatırdı ve gürültü sesiyle uyandı. Hükümdarla birlikte halk
da heyecan içinde yataklarından fırladı. Manzara korkunçtu ve telaş verici idi.
Hükümdar Sarayının o sapa sağlam burçlarından on dördü çatırdayarak
yıkılıvermişti. Geceyi korkular içinde geçiren Kisrâ sabaha çıkar çıkmaz
memleketinin dinî reislerini derhal bir toplantıya çağırdı. Toplantıda, cereyan
eden hâdisenin neyin nesi olduğunu görüşeceklerdi.
Kisrâ tacını giymiş tahtına
oturmuştu. Henüz müzakereye başlamamışlardı ki, doludizgin yaklaşan bir atlı,
elinde bir mektup getirdi. Mektupta, İstahrabat'ta binlerce seneden beri ışıl
ışıl yanan ateşlerinin söndüğü haber veriliyordu. Bu haber, Kisrâ'nın korku ve
heyecanını daha da arttırdı. Bu sırada toplantıda bulunan İran başkadısı
Mûbezan söz alarak gördüğü bir rüyâyı anlattı: "Gördüm ki yüzlerce
kükremiş deve, önlerine şaha kalkmış Arap atları olduğu halde Dicle suyunu
geçti ve İran topraklarına yayıldılar." Kisrâ, doğru sözlü, bilgili ve
adaletli Mûbezan'ın bu rüyâsını da mânâlı buldu. Sinirleri fazlasıyla
gerilmişti. Bu muammayı çözmek istiyordu. Bilgisine ve irfânına güvendiği
Mûbezan'a sordu:
-"Peki, bu neye işâret
olabilir?" Başkadının cevabı kısa ve öz oldu:
-"Araplar tarafından
çok önemli birşeyler olacağına işâret olabilir." Kisrâ, bunun üzerine
derhal Hîre Valisi Numan bin Münzir'e bir mektup yazdı. Mektupta,
-"Bana orada bulunan
âlimlerden, suallerime cevap verebilecek kudrette biri varsa gönder!"
diyordu. Mektubu alan Numan, işin ciddiyetini anladı ve derhal Abdü'l-Mesîh bin
Amr adında bir bilgini Medayin'e gönderdi. Gelen âlimi hükümdar derhal huzura
kabul etti.
Cereyan eden hâdiseleri
anlattıktan sonra, kendisinden bu hususta bilgi istedi. Abdü'l-Mesih, Kisrâ'ya
hâdiseler hakkında bir bilgi veremeyeceğini söyledi ve ilâve etti: "Şam yakınında
Câbiye'de oturan dayım Satîh'de bunlara cevap verecek bilgi vardır." Bunun
üzerine Kisrâ, Abdü'l-Mesîh'i gidip Satîh'ten hâdiseler hakkında bilgi almak
üzere vazifelendirdi. Meşhur Şam kâhini Satîh kemiksiz, âdetâ âzâsız bir vücud,
yüzü göğsü içinde bir acûbe-i hilkat ve çok yaşlı bir kâhindi. Dâimâ sırt üstü
yatardı. Bir yere götürülmek istendiği zaman bohça gibi katlanırdı. Gaipten
verdiği doğru haberler, o zamanın insanları arasında meşhurdu. Abdü'l-Mesîh,
dağ taş demeden yol alarak dayısı Satîh'in yanına vardı. O sırada Satîh,
hayatının son anlarını yaşıyordu. Şiddetli hastalık içinde kıvranıyordu.
Hastalığın şiddeti dudaklarından konuşma kudretini de alıp götürmüştü ki, gelen
adamın ne selâmın alabildi ve ne de konuşabildi. Fakat, Abdü'l-Mesîh olup
bitenleri anlatınca iş birden değişiverdi. Ölüm döşeğinde ecelle pençeleşen
Satîh gözlerini birden açtı ve sanki kabir kapısına değil, dünya evinin
kapısına yeni ayak basacakmış gibi canlanarak heyecan içinde haykırdı:
-"Ey Abdü'l-Mesîh!
İlâhi vahyin okunması çoğalacak. Asâ'nın sahibi peygamber olarak gönderildi.
Semâve Vadisini su bastı, Farsların ateşi söndü." Artık Şam da Şam değil,
Satîh için."
Şunu iyi bil ki, zaman
üzerinde hükmü geçerli olan mutlak Hâkim, böyle istedi ve gelen peygamberle
nebîlik ipinin iki ucunu düğümledi. Derin bir nefes çektikten sonra da ilâve
etti:
-"Sasanîlerden, yıkılan
burç sayısınca hükümdar gelecek ve sonra hüküm yerini bulacaktır."
Bu cümleler, Satîh'in
dudaklarından dökülen son sözler oldu. Sanki bu gerçeği dile getirmek için
bekleyip durmuştu. Sözlerini bitirir bitirmez gözlerini kapadı ve ruhunu Yüce
Allah'a teslim etti.Meşhur kâhin Satîh, bu sözleriyle açıkça Âhirzaman
Peygamberinin dünyaya gelmiş olduğunu haber veriyordu. O âna kadar bir benzeri
görülmemiş bu hâdise, dünyaya o gece şeref veren zâtın beraberinde getirdiği
sönmez nûr ile Mazdeizmin karanlık inancı içinde kıvranan İran saltanatını
ortadan kaldıracağına işaretti. Nitekim, tarih buna şahid oldu ve hâdiseler
Satîh'in haber verdiği gibi cereyan etti: İran Devleti, 67 yıl süren on dört
hükümdarın idaresinden sonra, Kadisiyye'de Hâtemü'l-Enbiyânın ordusu tarafından
İslâm topraklarına katıldı.
c) Kâbe'nin içini karanlık
ve kirlere boğan putların pekçoğu başaşağı yıkıldı:Kureyş müşrikleri,
yeryüzünde Allah'ın tek ma'bud oluşunun içinde ve üstünde ilk olarak
abideleştiği Kâbe'yi putlarla karanlıklara boğmuşlardı. Ne var ki, henüz Tevhid
temsilcisi Resûl-i Kibriyânın dünyaya gözlerini açması karşısında bile, çoğu
yerlerine kurşun ile perçinlenmiş bu putlar, hâdisenin azametine dayanamayarak
yerlere yıkılıverdiler. Bu hâdisenin ifâde ettiği mânâ büyüktü:
-"Dünyaya teşrif eden
bu Zât, kendisine verilecek vazife gereği kapkaranlık şirk inancını ortadan
kaldıracaktır. Gönüllerde pâk, nezih ve saâdet dolu Tevhid inancını
bayraklaştıracaktır. Dünya buna şâhid oldu. O Resûl-i Zîşan, kısa zamanda
Kâbe'yi cansız putlardan temizlediği gibi, gönüllerdeki putları da İslâm îmânı
ile yok ediverdi."
d) İstahrabat'ta bin seneden
beri yanmakta olan Mecûsîlerin kocaman ateş yığınları bir anda
sönüverdi.Mecûsiler bu ateş yığınını kendilerine ilâh kabul etmişlerdi.
Efendimizin dünyaya teşrifleri ile birlikte bu kocaman ateş, sanki okyanusların
istilâsına uğramış basit bir ateşmiş gibi sönüverdi. Demek ki, gelen zât,
putperestlik gibi, ateşperestliği de bir çırpıda ortadan kaldıracak ve
yeryüzünü Tevhid meş'alesiyle aydınlatacaktı.
e) Takdis edilen meşhur Sâve
(Taberiyye) Gölü bir anda kuruyuverdi. Bu da, gelen zâtın, Allah'ın izni ile
olmayan şeylerin takdis edilmesini yasaklayacağının ifâdesi idi.
f) Dünyaya teşrifleri
ânında, şark ve garbı küçük bir oda gibi aydınlatan bir nur görüldü.Demek ki,
dünyaya gelen zâtın tebliğ edeceği din, şark ve garbı bütün ihtişamıyla
kucaklayacak, insanlığın beşte birini şefkadi sînesinde terbiye edip
okşayacaktı.
g) Semâve Vadisi taşan
seller altında kalıp, suya gark oldu. Resûl-i Kibriya Efendimizin dünyaya
gözlerini açtıkları geceydi. Taşan seller Semâve Vadisi ve Semâve şehrini sular
altında bıraktı. Şehir halkı, dehşet içinde kalarak, çareyi dağlara ve tepelere
sığınmakta buldu. Sonra da bir mektup yazarak durumu Kisrâ'ya bildirdiler ve
kendisinden yiyecek ve içecek yardımı istediler.
h) Gök kubbeden salkım
salkım yıldızlar döküldü: Nebiyy-i Ekrem Efendimizin dünyaya teşrifleri
gecesinde hazan yaprağı gibi gök kubbeden yıldızlar döküldü. Bu hâdise de şuna
işâret ediyordu: Bundan böyle şeytan ve cinlerin gökten haber almaları son
bulmuştur.
-"Madem Resûl-i Ekrem
Aleyhisselâtü Vesselâm vahiy ile dünyaya çıktı, elbette yarım yamalak ve
yalanlar ile karışık, kâhinlerin ve gâipten haber verenlerin ve cinlerin
ihbarâtına (haberlerine) set çekmek lâzımdır ki, vahye bir şüphe irâs
etmesinler ve vahye benzemesin. Evet, bi'setten evvel kâhinlik çoktu. Kur'ân,
nazil olduktan sonra onlara hâtime çekti. Hattâ çok kâhinler îmâna geldiler.
Çünkü, daha cinler tâifesinden olan muhbirlerini bulamadılar."
O âna kadar görülmemiş bu
hâdiselerin Resûl-i Ekremin doğumu sırasında meydana gelmeleri elbette tesadüfı
değildi. Ezelî kudretin kader kaleminin tayin ve tesbitiyle vücuda
geliyorlardı. Ve dünyaya Âhirzaman Peygamberi Hazret-i Muhammed'in (a.s)
zuhurunu haber veriyorlardı.[77]
Peygamberimizin
Sütanneye Verilmesi
Efendisine kavuşan kâinat
artık şendi. Beşeriyetin kalbine nur ve huzur sunacak zâtı sinesinde barındıran
Arabistan'ın kalbi sevincinden âdetâ duracak gibiydi. Kâinatın eşsiz hâdisesine
sahne olan Mekke, âdetâ ulvi âlemlere uçmak istiyormuşçasına heyecanlı ve
mesrûrdu. Hazret-i Âmine huzurlu ve sürurlu idi. Nurtopu yavrusu tatlı
tebessümleriyle, kocasının vefât acısını bir nebze unutturduğu gibi, istikbale
ümit ile bakmasını da sağlayan tek tesellî idi. Bahtiyar Âmine, şerefli
yavrusunu ancak bir hafta kadar emzirebildi. Bundan sonra Ebû Leheb'in cariyesi
Süveybe Hâtun Kâinatın Efendisine sütanne oldu ve onu günlerce emzirdi. Süveybe
Hâtun daha önce de Hz. Hamza'yı emzirmişti. Böylece Resûl-i Kibriya Efendimizle
muhterem amcası arasında bir de süt kardeşliği bağının kurulmasına vasıta olmak
gibi bir bahtiyarlık ve şerefe erişmiş oluyordu. Kendisine yapılan iyiliklerin
en küçüğünü dahi unutmayacak ve onu karşılıksız bırakmayacak kadar büyük bir
fazilet ve yüksek bir vefa duygusunun sahibi olan Fahr-i Âlem Efendimiz, zâtına
bir müddet süt annelik yaptığı için Süveybe Hâtunu hayatı boyunca unutmadı.
Onu sık sık ziyaret eder,
her gördüğünde kendisine bol ihsan, iltifat ve ikramda bulunurdu. Evet, vefâ,
Fahr-i Âlem Efendimizin dünya yüzüne getirdiği güzel ahlâkın temeli idi. Onun
ter temiz, nezih hayatında vefâsızlığı ihsas eden en ufak bir davranışa
rastlanamaz. Onun fazilet ve vefa duygusundan ders alan muhterem zevceleri
Hatice-i Kübrâ da evine sık sık gelip giden Süveybe Hâtunu hürriyetine
kavuşturmak için bir ara satın almak istediyse de, Ebû Leheb buna yanaşmadı.
Ancak, Resûl-i Kibriya Efendimiz Medine'ye hicretinden sonra, Ebû Leheb,
Süveybe'yi kendiliğinden azad etti.
Ebû Leheb Peygamberimizin öz
amcası idi. Sonraları Resûl-i Ekrem'in risâletini tasdik ve ikrar etmediği
gibi, hayatı boyunca da putperestlikten vazgeçemeyerek karşısına en büyük bir
düşman olarak dikilmekten geri durmadı. Bu sebeple Allah'ın lânetine mâruz
kaldı ve cariyesi Süveybe Hâtunun bir tırnağı kadar değer kazanamadı. Hattâ,
Süveybe Hâtun sebebiyle âhirette bir nebze lûtfa mazhar olduğu anlatılmıştır.
Onu ölümünden sonra rüyâda görmüşlerdi. Cehennemin şiddetli azabı içinde feryad
edip duruyordu. Kendisine sordular:
-"Neden feryad
ediyorsun? Neyin var?" Ebû Leheb,
-"Neyim olacak;
susuzluk beni ateşten kavuruyor! Hayatımda hiçbir hayır görmedim. Sadece bir
tek hayır buldum: Muhammed'i emziren Süveybe'yi âzâd ettiğim için bana da
şuradan emip sulanmak imkânı bağışlandı" diyerek şehâdet parmağını
gösterdi.
Hâdise gerçekten ibret
vericidir. Kâinatın Efendisine hayatı boyunca kötülük, eziyet ve hakaret
etmekten geri durmayan Ebû Leheb gibi azılı bir İslâm düşmanı, sadece onu
emziren Süveybe Hâtunu âzâd ettiği için böylesine İlâhî bir kerem ve lütfa
mazhar oluyor ve Cehennemde azabı bir nebze hafifliyordu. Demek ki, sadece
sevgili Peygamberinin zâtına değil, zâtına hizmet etmiş olanlara yapılan
iyilikleri de Cenâb-ı Hak lütuf ve keremiyle karşılıksız bırakmıyordu. Bunun
yanında, dünyada Kâinatın Efendisini kendilerine her hususta mutlak imam ve
rehber kabul edip, sünnet-i seniyyesine ittiba' etmekten şeref duyan gerçek
mü'minlere ebedî âlemde ne büyük ikram ve İlâhî ihsanların hazırlanmış olduğu
düşünülsün.[78]
Çocukları Sütanneye
Verme Adeti
Mekke'nin havası sıcak ve
sıkıntılı idi. Çocukların körpe vücudlarına yaramazdı ve onların sıhhatli
büyümelerine ve gürbüz yetişmelerine elverişli değildi. Çölde ise hava güzel,
su tatlı ve temiz, hayat serbest, iklim ise mutedildi. Ayrıca çölde yaşayan
bazı kabilelerin dilleri de çok daha düzgün ve pürüzsüzdü. Asliyet ve
tazeliğini koruyordu. Ahlâkları da temizdi.İşte buna binâen, o sırada Kureyş
eşrafı ve ileri gelenleri daha sıhhatli ve gürbüz yetişmeleri ve ayrıca düzgün,
aslına uygun Arapça öğrenip konuşabilmeleri için Mekke'nin dışında çölde
yaşayan kabile kadınlarına ücretle emzirmek üzere çocuklarını teslim etmeyi bir
âdet haline getirmişlerdi. Çocuk 2-3 sene, bazen daha fazla sütannenin yanında
kalırdı. Bu sebeple de yaylalarda yaşayan birçok kabile, bilhassa Sa'd bin Bekr
kabilesi kadınları senede birkaç sefer kafile halinde Mekke'ye inerler ve yeni
doğan çocukları emzirmek üzere yanlarına alıp tekrar yurtlarına dönerlerdi.
Mekke civarındaki kabileler arasında Sa'd bin Bekr kabilesi, bilhassa şerefte,
cömertlikte, mertlik ve tevazuda ve Arapça’yı düzgün konuşmakta temâyüz etmiş
ve ün kazanmış bir kabileydi. Bu yüzden, Kureyş ileri gelenleri daha çok bu
kabile kadınlarına çocuklarını teslim etmek isterlerdi.
Benî Bekr Kabilesi
Kadınlarının Mekke'ye Gelişi
Resûl-i Ekrem Efendimiz
Süveybe Hâtun tarafından emziriliyordu. O sırada Sa'doğulları yurdunda o âna
kadar pek az görülmüş şiddetli bir kuraklık hüküm sürüyordu. Kuraklığın netice
verdiği kıtlık, kabile halkını yoksul ve perişan bırakmıştı. Öyle ki, yiyecek
birşeyler bulmada bile zorluk çekiyorlardı. Develeri, koyunları zayıflamış ve
sütleri kesilmişti. Bu şiddetli kıtlık ve kuraklık yılında da Benî Bekr
kadınları, emzirecek çocuk bulmak ve bu suretle bir nebze geçimlerini temin
etmek maksadıyla Mekke'ye oldukça kalabalık bir kafile halinde geldiler.Gelen
kadınların biri müstesnâ hepsi kendilerine münasib birer çocuk buldular.
Gariptir ki, hiçbiri yetim oluşundan dolayı Sevgili Peygamberimizi almaya
yanaşmadı. Çünkü, pek fazla bir ücret ve yardıma kavuşmayacaklarını
düşünüyorlardı. Mekke'ye geç giren sadece bir kadın vardı:
-"İffeti, temizliği, hilim ve
hayâsı, yüksek ahlâk ve fazileti ile kabilesi arasında tanınmış bir kadın.
Kocasıyla nöbetleşe yaşlı ve zaif merkeplerine bindiklerinden kafileden geride
kalmıştı. Mekke'ye girdiğinde, yeni doğmuş Kureyş çocukları, biri müstesnâ,
diğerleri önde giden Bekroğulları kadınları tarafından kapışılmıştı. Ve o,
Mutlak Kudret Sahibinin kader ve hikmetiyle, emzirmek üzere kimseyi bulamadı."
Kocası Hâris de üzgündü.
Arkadaşlarının hepsi varlıklı âilelerin çocuklarını aralarında paylaşmışlardı.
Sadece işin zahirî bir sebebi olan gecikmek yüzünden eli boş kalan bir kendisi
vardı. Solgun ve üzgün bir çehre içine gömülü bu iffetli kadın, İlâhî kaderin
kendisi için çizmiş olduğu nezih programdan habersiz, Mekke sokaklarında
münasib bir çocuk bulamamanın sıkıntısı içinde çaresiz dolaşıyordu. Bir ara
görünüşü ile etrafın hürmetini celbeden mûnis sîmalı yaşlı bir zât ile
karşılaştı. Bu zât, Kâinatın Efendisinin dedesi Abdülmuttalib'di. Sanki
birbirlerinin derdine derman olmak için dolaşıp duruyormuşlar gibi bakıştılar.
Sonra da konuşmaya başladılar.Abdülmuttalib,
-"Sen neredensin?"
diye sordu.
Kadın,
-"Benî Sa'd kabilesi
kadınlarından" cevabını verdi.
-"Adın ne?"
-"Halîme."
Abdülmuttalib,
-"Ne güzel, ne güzel!
Sa'd ve hilm, iki haslettir ki, dünyanın hayrı da, âhiretin izzet ve şerefi de
buralardadır" dedikten sonra derin bir iç çekti.
Arkasından da Halîme'ye,
-"Ey Halîme! Yanımda
yetim bir çocuk var. Onu, Sa'doğulları kadınlarına teklif ettim, kabul
etmediler. Bari gel sen ona sütanneliği yap. Belki onun yüzünden bahtiyarlığa,
bolluk ve berekete erersin" dedi.
Halîme beklenmedik bu teklif
karşısında önce tereddüt geçirdi. Fakat yurduna eli boş dönmek istemiyordu.
Bunun için tereddüdünü yendi ve teklifi içinden kabul etti. Ancak, kocasına
sormadan ve ondan izin almadan cevabını izhar etmek istemedi. Hemen kocasının
yanına döndü. Olup bitenleri anlattıktan sonra,
-"Emzirecek çocuk
bulamadım. Arkadaşlarım arasına eli boş dönmeyi de hoş görmüyorum. Vallahi, ben
de gidip o yetimi alacağım" dedi.
Kocası Hâris, fikrine
iştirak etti:
-"Almanda bir beis yok.
Belki de Allah, onun yüzünden bize bereket ve hayır ihsan eder."
Bunun üzerine dönüp
Abdülmuttalib'in yanına geldiler. Abdülmuttalib, Halîme'yi alıp Sevgili
Peygamberimizin nurlandırdığı Hz. Âmine'nin mütevazî evine götürdü.Halîme,
Efendimizin başucuna vardı. Nurtopu Efendimiz, yünden beyaz bir kumaşa sarılı,
yeşil iplikten bir örtünün üstünde mışıl mışıl uyuyordu. Etraf misk gibi
kokuyordu. Halîme, hayret içinde kaldı. Nur yüzlü Efendimize ânında içi
ısınıverdi. Öylesine ki, uyandırmaya bile gönlü razı olmadı. Artık hüzün ve
ıztırap bulutu Halîme'yi terk etmişti. Sevincinden uçacak gibiydi. Çocuk
bulamamanın sıkıntısı içinde kıvranıp dururken, birden böylesine güzel bir
yavru ile karşı karşıya gelmek, ne büyük bahtiyarlıktı. Halîme, fazla
dayanamadı. Kâinatın Efendisinin başucuna iyice yaklaştı. Yorganın ucunu
hafiften kaldırdı. Pamuktan yumuşak, kar gibi beyaz, gül gibi kokan ellerinden,
mübârek alınlarından sevgi ve bir anne şefkatiyle öptü. O anda Peygamber
Efendimiz de gözlerini açtı ve Halîme'nin bûsesine tatlı bir tebessümle cevap
verdi. Anlaşmışlardı.Biri çocuk bulamamanın ıztırabı ile bitkin ve mahzun;
diğeri, kadınlar tarafından reddedilen Nûr Yetim. Kader ikisinin de âlemini
sevinçle doldurdu.
İlk Bereket
Artık Nurtopu Efendimiz,
gönlünü cezbettiği Halîme'nin kucağındaydı. Fakat bu da ne? Günlerdir zorla süt
bulan göğüsler, Efendimiz emmeye başlar başlamaz derhal sütle doldu. Sanki,
herbir meme bir süt çeşmesi kesilmişti birden.Halîme şaşırdı, kocası Hâris
hayretler içinde kaldı. Sağ meme, Kâinatın Efendisinin ağzında, sol meme artık
ona sütkardeşi olan Halîme'nin oğlu Abdullah'ın ağzında. Ve Kâinatın Efendisi
bundan böyle hep sağ memeyi emecektir.
Devenin
Memeleri Sütle Doldu
Halîme, Nur Yetimi
kucağından bir an bile indirmeye razı değil. Hemen Abdülmuttalib ve Hz. Âmine
ile vedâlaşarak Mekke'den ayrıldılar. Âmine'nin hüznüne göz yaşları da karıştı
ve âdetâ bir bulut olup Nur yavrusunun peşinden koştu. Gece Hâris âilesi, Mekke
dışında rahat bir uyku çekti. Sabahleyin Haris develeri sağmaya koştu. Elini
aldığı her meme bir süt çeşmesi oluvermişti. Hayretler içinde Halîme'ye
seslendi:
-"Ey Halime, bil ki,
sen çok mübârek ve hayırlı bir çocuk aldın." Halîme kocasını tasdik
etti:"Vallahî, ben de öyle olmasını ümit ediyorum."
Mekke artık gerilerde
kalmıştı. Halîme dişi merkebinin üstünde, kucağında ise Kâinatın Efendisi
vardı. O zaif, güçsüz ve arkadaşlarından geride kalan merkebe de ne oluyor? Bu
ne sür'at, bu ne hızlı yürüyüş? Sanki gelişinde bindikleri merkep değildi.
Kafiledeki bütün hayvanları geçip geride bırakınca, Halîme'nin yol arkadaşları
şaşırdılar ve hayretler içinde sordular:
-"Ey Ebû Zueyb'in kızı!
Yazıklar olsun sana. Bizi neden beklemiyorsun? Yoksa bindiğin merkep, gelirken
beraberindeki merkep değil mi?" Merkep aynı merkepti. Bir farkla, şimdi
üzerinde biri vardı: Kâinatın Efendisi. Onu taşımanın şerefi, o zaif, nahif
hayvanı da coşturmuştu. Halîme arkadaşlarına cevap verdi:
-"Hayır, vallahi,
merkep aynı merkep; hattâ ben onu sürmüyorum bile. Kendi kendine böyle sür'atli
gidiyor. Bunda bir gariplik var." Ne yazık ki, henüz kafiledekilerin
hiçbiri bu farklılığın nereden ve niçin geldiğini bulabilme basiretine sahip
değildi. Evet, bütün bu olup bitenler, nur yüzlü yavrunun, istikbali bütün
haşmetiyle kucaklayacağına açık işaretlerdi.
Peygamber
Efendimiz Sa'doğulları Yurdunda
Bütün bu garipliklerden
sonra Halîme ve kocası yurtlarına vardılar. Artık, nur yüzlü Kâinatın Efendisi
Sa'doğulları yurdundaydı. O sırada Sa'doğulları beldesinde müthiş bir kıtlık ve
kuraklık hâkimdi. Bereketi kesilmiş topraklar, susuz kuyu ve çeşmeler, solgun
yüzler ve zâiflikten ayakta duracak mecâli kalmamış hayvanlar...
Fakat, Peygamber Efendimizin
ayak bastığı hânenin manzarası birden değişiverdi. Daha önce yiyecek ot
bulamayan hayvanları, şimdi tıka basa doyuveriyorlardı. Memeleri dolup taşıyor,
bir Rahmet çeşmesi gibi devamlı süt akıtıyordu. Solgun yüzler yoktu artık
Halîme'nin evinde. Beldenin sâir sakinleri yine kıtlık içinde, yine sıkıntı
çemberinde kıvranıyorlardı. Hayvanları hâlâ zâif, nâhif ve istenilen sütü veremiyordu.
Sanki Peygamberimizi "yetim" diyerek almayanlar, maruz kaldıkları
mahrumiyet içinde bırakılmakla cezalandırılıyorlardı. Yayla halkı, gözleriyle
gördükleri bu durum karşısında meraklarından çatlayacak hâle gelmişlerdi. Olup
bitenlere bir mânâ veremiyorlardı. Kabahatı çobanlarında buluyorlar ve onlara
çıkışıyorlardı:
-"Gidin, görün bakalım.
Halîme'nin çobanı koyunlarını nasıl doyurmuş?" Yürürken memelerinden şıpır şıpır süt
damlıyor.
Kimbilir koyunlarını nerede
otlatıyor? Siz de onun gittiği yere gidip koyunları orada otlatsanız
ya!"Çobanlar, efendilerinin bu çıkışlarında haksız olduklarını adları gibi
biliyorlardı. Halîme'nin çobanının koyunlarını otlattığı yerin, kendilerinin
otlattığı yerden hiçbir farkı yoktu. Bunun için de itiraz ediyorlardı. Ama,
itirazları hiçbir fayda vermiyordu. Efendilerinin bu sefer şu sözlerine muhatap
oluyorlardı:
-"Peki, öyleyse sizin
sürülerin koyunları açlıktan kendilerini zar zor taşıyorlar da, onunkiler neden
tıka basa tok, hem de memeleri sütle dolu olarak dönüyor?" Ne çobanlar, ne
de efendileri bu soruya cevap bulamıyorlardı. Sadece birbirlerine hayret ve
şaşkınlık dolu bakışlarla bakıp kalıyorlardı. Elbette bunun bir sebebi vardı.
Ve bu sebebi henüz o zaman Hz. Halîme ile kocasından başkası bilmiyordu. Çobanların
gelip sebebini sormaları üzerine Halîme onlara şu cevabı verdi:
-"Vallahi, bu iş ne ot,
ne de otlak işidir. Bu iş, Rabbimin sırlarından bir sırdır. Herşey Mekke'den
dönüşümüzle birlikte başladı."
Tabiî ki, çobanlar bu
sözlerden pek birşey anlamıyorlardı ve meraklarından da kurtulamıyorlardı. Yayla
halkının akıl erdiremediği sır şuydu: Kâinatın yegâne sahibi olan Allah, en
sevdiği insan olan Peygamberimizi evlerine misafir etme alicenaplığını
gösterdiklerinden dolayı Halîmelerin evine Rahmet hazinesinden bol bol ihsan ve
ikramda bulunuyordu. Halîme ve kocası bunun gayet iyi farkında idiler. Bu
sebeple nur yavruya bambaşka bir gözle bakıyorlardı. Âdetâ onu uçan kuştan,
doğan güneşten koruyorlardı. Büyük bir sevgi ve dikkat ile üzerinde
titriyorlardı.
Yayla
Kuraklıktan Kurtuluyor
Sa'doğulları yaylasında
aylardır hüküm süren kuraklık ve kıtlık hâlâ son bulmuş değildi. Yayla halkı
her hafta kendi inanç ve geleneklerine göre yağmur duâsına çıkmaya devam
ediyordu. Fakat, her seferinde de elleri boş ve mahzun dönüyorlardı. Bir Cuma
günüydü. Kadınlı erkekli bütün kabile halkı, yanlarına aç develerini, sütsüz
koyunlarını alarak bir tepenin üzerine, yine yağmur duâsında bulunmak için
çıkmışlardı. Putlarına kurbanlar kestikten sonra, duâya başladılar.
Yalvarmalar, yakarmalar âlemlerin Rabbine yağmur göndermesi için yapılıyordu.
Saatlerce duâ ettikleri halde, yere bir tek yağmur damlası düşmedi.Kalabalığın
içinde Sevgili Peygamberimizin sütannesi Halîme ve kocası Hâris de vardı.
Halîme, gözlerden sakındığı Kâinatın Efendisi yavruyu kalabalığa alıp
getirmemiş, süt kardeşi Üneysi'nin yanında evde bırakmıştı. Duânın sonuna
gelinmişti. Herkes ümitsiz ve bitkindi. Artık dönmeye hazırlanıyorlardı. Bu
sırada Halime'nin komşusu bir kadın, duâsını bitirmek üzere olan râhibe yaklaştı
ve râhip duâsını bitirince de,
-"Râhip efendi, biz bu
kadar duâ ettik. Fakat bir netice alamadık. İçimizde hayırlı, uğurlu biri olsa,
belki âlemlerin Rabbi duâmızı kabul ederdi" dedi.
Râhip, yaşlı kadının bu
sözünden rahatsız gibi oldu ve,
-"Biz Ona duâ ederiz,
ama Onun ne yapacağını bilmeyiz. Doğruyu ve hayırlıyı ancak O bilir" diye
konuştu. Yaşlı kadın bu sefer asıl maksadını açıkça söyledi:
-"Biliyorum,
dedikleriniz doğru; ama benim söylemek istediğim şey başka. Bizim komşumuz
Halîme'nin evinde, Mekkeli bir çocuk var. O, geldiği günden beri Halîme'nin evi
bereketle dolup taşıyor. Çok hayırlı, çok uğurlu bir çocuk olarak görünüyor.
Bir de, onu buraya getirsek. Belki ayağı uğurlu gelir; onun yüzü suyu hürmetine
âlemlerin Rabbi duâmızı kabul eder ve bizi yağmura kavuşturur."
Râhip önce tereddüt geçirdi.
Kadın ısrar edince, Efendimizin getirilmesine razı oldu. Yaşlı kadın Halime'yi
arayıp buldu ve râhibe yaptığı teklifi kendisine anlattı. Fikir, Halîme'nin de
aklına yattı. Çünkü, nur yavrunun bereketli ve hayırlı bir çocuk olduğuna en
çok kendisi şahit olmuştu. Koşarak eve vardılar. Peygamberimizi sütannesi
kucakladı. Kundakladıktan sonra yakıcı güneşin tesirinden korumak için de
yüzünü bir bezle kapadılar ve dışarı çıktılar. Güneş kızgın oklarını yeryüzüne
olanca şiddetiyle saplıyordu. Yerden sanki alev alev ateş yükseliyordu. Evden
çıkıp biraz yürüdükten sonra, gözleri garip birşeye ilişti. Bir bulut
kendileriyle beraber gidiyordu. Önce mühimsemediler.
-"Olabilir"
diyerek yürüdüler. Fakat, bu küçük bulut kendilerini terk etmiyordu. Âdetâ
onları güneşin kavurucu sıcaklığından korumak için bir şemsiye vazifesi
görüyordu. İster istemez hayrete kapıldılar ve şaşırdılar. Bir taraftan da
sevindiler.
Artık nur yavrunun yüzünü
bezle örtmeye de ihtiyaç kalmamıştı. Örtü kaldırılınca, şirin gözler
sütannesine tatlı tatlı baktı. Sanki tebessümüyle, "O bulut beni gölgeliyor" der gibiydi. Buluttan
şemsiye altında yollarına devam edip, kalabalığa karıştılar. Önce yapılan
tekliften rahatsız olan râhip, bu sefer onları güler yüzle karşıladı. Çünkü, o
da Halîme ve arkadaşının evden çıkar çıkmaz, bir bulut tarafından
gölgelendiklerini uzaktan görmüştü. Râhip, Peygamberimizi sütannesinin
kucağından aldı ve kalabalığa seslendi:
-"Ey insanlar! Bu,
bulunduğu eve bereket getiren Mekkeli çocuktur. Bu hayırlı yavruya olan sevgisi
ve lütfu ile yağmur vermesi için âlemlerin Rabbine hep beraber duâ
edelim." Eller tekrar açıldı ve dudaklar yeni bir heyecanla duâya başladı.
Peygamberimiz bir nur yumağı halinde râhibin kucağında duruyordu. Râhip, bütün
dikkatiyle nur saçan gözlere bakıyor ve âdetâ hal diliyle,
-"Bu güzel çocuğun yüzü
suyu hürmetine bize yağmur ihsan et" diye Cenâb-ı Hakka yalvarıyordu. Herkes
Yüce Allah'a yalvarırken, Peygamberimizin nur saçan gözleri ümitle gökyüzüne
dikildi. Râhip ise, nur yavrunun iri ve bebekleri pek siyah, güzellikte eşsiz
gözlerine kendini kaptırmış ve âdetâ herşeyi birden unutuvermişti.
Artık aylardır süren
hasretli ve hüzünlü bekleyişin son anları yaklaşıyordu. Peygamberimizin başı
üzerindeki küçücük bulutun birden büyümeye ve ufuklara doğru yayılmaya
başladığı görüldü. Kısa zamanda o küçük bulut yerini, bütün gökyüzünü kaplayan
kocaman bir buluta terk etti. Duâ seslerine birden sevinç çığlıkları karıştı.
Yağmurun müjdecisi bulutlar geldiğine göre, rahmetin de gelmesi yakındı. Az
sonra sevinç çığlıkları ile ortalık çınladı:
-"Yağmur!.. Yağmur!..
Yağmur!.."
Evet, ikaz mahiyetindeki iki
haftalık bir mahrumiyet içinde kalma, Sa'doğullarının dikkatini çekmek için
kâfi görülmüştü. Nur yavrunun yüzü suyu hürmetine, Sa'doğulları yurduna latîf,
berrak ve tatlı yağmur damlaları Cenâb-ı Hakkın rahmet hazinesinden ahenkli
ahenkli inmeye başladı. Güyâ, rahmet, tecessüm ederek damlalar suretinde
yeryüzüne akıyor, ümitsiz yüzlere ümit ve tatlılık bahşediyordu. İnsanlar gibi
kuraklıktan çatlak çatlak olan yeryüzü de mis gibi kokusuyla sevincini izhar
ediyordu.Yağmura kavuşan halk, aylardır devam ettikleri duâlarının kabul
edilmeyip, o gün kabul edilişinin sırrını yine de bilemediler. Çünkü, o bir sırdı.
Şimdilik bir sır olarak da
kalacaktı. Rahmet vesîlesi, henüz bir bebekti. Ama insanlar nazarında bir
bebekti. Hakikatte, o, Allah'ın ve meleklerin kendisini çok iyi tanıdıkları
Allah'ın sevgili kulu, peygamberler peygamberi, iki cihanın güneşi Hz. Muhammed'di
(a.s). Sa'doğulları yurdunun yüzünü güldüren rahmet, aralıklarla tam bir hafta
devam etti. Toprak yağan yağmuru iliklerine kadar içerek doydu. Otlar yeniden
fışkırdı, ağaçlar yem yeşil körpe filizler verdi. Ekinler boy attı, koyunların
memeleri sütle dolmaya başladı. Yağmura kavuşanlar arasında ancak birkaçı
rahmete vesîle teşkil eden sebebi bildiler. Kendi aralarında şöyle konuştular:
-"Bu çocuk çok uğurlu
ve hayırlı bir çocuk." Saf ve geniş ufuklu çölde hava temiz ve güzeldi.
Çocukların çabucak gelişmesine ve sıhhatli büyümelerine oldukça elverişli idi.
Sevgili Peygamberimizin
büyümesi de diğer çocuklardan farklı oldu. Sekiz aylık iken konuşmaya başladı.
Dokuz aylıkken konuşması oldukça düzgün ve pürüzsüzdü. Onuncu ayında ise, artık
diğer çocuklarla birlikte ok atacak kadar kuvvetli ve gürbüz olmuştu. Peygamber
Efendimiz iki yaşına basınca sütten kesildi. O âna kadar, Halîmelerin ve yayla
halkının üzerinde bereket, rahmet ve ihsan yağmuru hiç eksik olmadı. Bu yaşında
bile Peygamber Efendimiz, akranlarından çok farklı bir güzellik, bir sevimlilik
ve üstün bir ahlâka sahipti. Bir büyük insan gibi ağır başlı ve vakûr idi.
Peygamberimizin
Annesine Getirilişi
Süt çocuklarını geri verme
mevsimi gelip çattı. Bununla birlikte Efendimiz üzerinde kol kanat geren, onu
öz evlâdından daha fazla seven Halîme'nin de gönlünü bir hüzün bulutu kapladı.
Çünkü, ondan ayrılacaktı. Çünkü Nur Muhammed'in Cennet'i hatırlatan gül
kokusundan uzak kalacaktı. Fakat Mekke'ye getirilip annesine teslim etmekten
başka çaresi de yoktu. Öyle yaptılar. Nur Muhammed'i alarak Mekke'ye geldiler
ve annesine gönül gözyaşları arasında teslim ettiler. Sütannenin âlemi hüzünle,
gerçek annenin dünyası ise sevinçle dolu idi. Biri öz yavrusuna kavuşmanın
saâdetini yaşıyor, diğeri ondan ayrılmanın ateşinde tutuşup yanıyordu. O anda
Sütanne Halîme'ye, sanki bir ilham geldi ve yalvarırcasına, bütün samimiyetiyle
şu teklifi yaptı:
-"Ne olur, oğlumu biraz
daha yanımda bırakamaz mısınız? Hem ben, ona Mekke vebâsının bulaşmasından da
korkuyorum." Bu teklif ve arzu
samimi idi. Sanki cümleler dudaklardan değil, gönülden kopup gelmişti. Aziz
anne Âmine, bu riyasız ve candan yalvarışa karşı koyamadı ve bir müddet daha
ciğerpâresinin Sa'doğulları yurdunda kalmasına razı oldu.
Peygamberimiz
Yine Benî Sa'd Yurdunda
Halime muradına ermişti.
Arzusunun kabul edilişinin sonsuz hazzı içinde Efendimizle birlikte tekrar
yurduna döndü. Kâinatın Efendisi, artık süt kardeşi Abdullah'la birlikte
kuzuları gütmeye de çıkıyordu. Kuzular, onun tatlı tebessümlerine melemeleriyle
cevap veriyorlardı. Peygamber Efendimizin gözleri hep göklerde idi. Sanki orada
birşeyler keşfedecekmiş gibi dikkatli ve ibretli bakıyordu. Sanki bir el
uzanacak ve onu ulvî âlemlere alıp götürecekmiş gibi bekliyordu. Bu arada
gözlerden kaçmayan bir garip hâdise vardı: Peygamber Efendimizin başı üzerinde
çoğu zaman bir bulut geziyor ve onu güneşten koruyordu. artık gözler ondaydı.
Dillerde onun güzelliği, gönüllerde tatlı sevgisi vardı. Konuşulan onun
dürüstlüğü, terbiyesi ve ağırbaşlılığıydı. Akranları da onun tatlı
arkadaşlığına erişmek için âdetâ yarış ediyorlardı. İşte Sevgili Peygamberimiz
Sa'doğulları yaylasında günlerini böylesine huzurlu ve sevinçli geçiriyordu.
Peygamber
Efendimizin Annesine Getirilmesi
Saadet Güneşi, ömrünün dört
yılını geride bırakmış, oldukça gürbüzleşmiş ve gelişmişti. Zâtında görülen
gariplikler, hele göğsünün yarılması hâdisesi, Hz. Halîme'yi bütün bütün
düşündürmeye ve telaşlandırmaya başladı. Hattâ artık endişe duyuyordu. Canı
gibi sevdiği Efendimizin başına hoş olmayan herhangi bir hâdisenin gelmesinden
korkuyordu.İşte bu düşünce, endişe ve korku, Halîme ve kocası Hâris'i şu kararı
almaya mecbur etti:
-"Başına bir iş
gelmeden bu yavruyu annesine teslim etmeliyiz." Halîme'nin içi cayır cayır
yanıyordu, ama ne yapabilirdi ki? Nihayet Nur Çocuk kendisine muvakkaten emânet
edilmişti. Emânete el koyacak hali yoktu ya. Sa'doğulları yurduna dört sene
ışık saçan Saâdet Güneşi, şimdi sütannesi tarafından Mekke'ye getiriliyordu.
Burada bir başka haşmetle, bambaşka bir azametle dünyaya ışık saçsın diye.
Halîme ve kocası Mekke'ye gece girdiler. Bir ara Sevgili Efendimiz, gözlerden
kayboldu. Halîme ve kocasında bir telaş başladı. Bütün aramalara rağmen, onu
bulamadılar. Gidip dedesi Abdülmuttalib'e haber verdiler. Nur torununun
kaybolduğunu haber alan şefkatli dede, birden şaşkına döndü. Üzgün ve telaşlı
aramaya koyuldu. Fakat, ortalıkta Efendimiz görünmüyordu. Abdülmuttalib,
çaresiz ellerini açarak yalvardı:
-"Allah'ım, ne olur
Muhammed'imi bana geri ver."
Bu arada iki kişi,
yanlarında bir çocuk ile görünüverdiler. Bunlar, Varaka bin Nevfel ve bir
arkadaşı ile Peygamber Efendimiz idiler. Abdülmuttalib, hasretini çektiği
Saâdet Güneşini bağrına bastı, doyasıya kokladıktan sonra boynuna bindirdi.
Doğruca Kâbe'ye giderek onunla birlikte tavafta bulundu. Sonra da Sevgili
Peygamberimizi götürüp annesine teslim etti. Bilâhare, Abdülmuttalib, sevgili
torununa kavuşmanın sevinç ve saâdet bayramını kutlamak üzere, kurbanlar
kestirerek Mekkelilere güzel bir ziyâfet çekti. Artık Peygamber Efendimiz, aziz
annesinin sıcak kucağında, şefkatli kolları arasında, mes'ud ve mütevazi
evindeydi. Sütanne Halîme, Saadet Güneşini Mekke'de bırakıp yurduna döndü.
Fakat, ne o Efendimizi, ne de Efendimiz onu hayatı boyunca unutmadı. Kendisini
dört sene gibi uzun bir zaman kucaklayan ve saran kollara karşı hürmetini,
saygısını hiçbir zaman yitirmedi. Onu her gördüğünde;
-"Anneciğim,
Anneciğim" diye saygı ve hürmetle çağırır, kendisine ihsan ve ikramda
bulunurdu. İhtiyacının olup olmadığını sorar, varsa hemen gidermeye çalışırdı.
Aradan uzun zaman geçecek.
Yine Sa'doğulları yurdunu
bir yıl kıtlık ve kuraklık saracak. Bu kıtlık ve kuraklığın dehşetine
dayanamayan Halîme çıkıp Mekke'ye gelecek ve Resûl-i Ekrem Efendimizle görüşmek
isteyecektir. Kâinatın Efendisi ile görüşen Halîme, kendisine yurdundaki kıtlık
ve kuraklıktan şikâyet eder. Zengin ve zengin olduğu kadar da kadırşinas ve
hayırsever olan pâk zevcesi Hazret-i Hatice, derhal Halime'ye kırk koyun,
binmek ve yüklerini taşımak için de bir deve verir. Yine bir hayır ve vefâ
örneği: Efendimizin süt kardeşlerinden biri de Şeymâ idi. Sa'doğulları yurdunda
Şeymâ ile çok tatlı günler geçirmişti. Bu tatlı hatıralardan seneler sonra,
Huneyn Savaşında Şeymâ da Müslümanlar tarafından alınan esirler arasındaydı.
Şeymâ kendisini tanıtınca, bir kız kardeşe gösterilmesi gereken alâkanın en
üstününe Peygamber Efendimiz tarafından mazhar oldu. Peygamber Efendimiz
Sa'doğulları yurdunda sütanne Halîme'nin yanında geçen günlerinin hatıralarını
ashabına zaman zaman anlatır ve şöyle derdi:
-"Ben aranızda en halis
Arab'ım. Çünkü, Kureyşliyim. Aynı zamanda, Benî Sa'd bin Bekr yanında süt emdim
ve lisanım da onların lisanıdır."
Peygamber
Efendimiz Annesinin Yanında
Nebiyy-i Muhterem Efendimiz,
sütannesi Halime tarafından annesi Hz. Amine'ye teslim edildiğinde dört yaşını
bitirmiş, beş yaşına ayak basmıştı. Takvim yaprakları Milâdî 575 yılını
gösteriyordu. Aziz annenin kalbine, henüz evliliklerinin ilk aylarında ebedî
âleme göç eden kocası Abdullah'ın ayrılık acısı ıztıraptan bir yumruk gibi
oturmuştu. Bu ıztırabı az da olsa hafifleten tek teselli kaynağı vardı: Biricik
oğlu Muhammed (a.s). Hz. Âmine, olanca şefkat ve muhabbetiyle nur yavrusunu
sarmaya çalışıyor, ona babadan yetim kalışın da acısını bu şekilde
hatırlatmamaya gayret ediyordu. Peygamber Efendimiz, Mekke'deki mütevazi evin
ışığıydı, bereketiydi, gülüydü, huzur ve sevinci idi. Bu küçük yaşta bile
annesine yardım etmekten asla geri durmuyordu. Hele temizliğe dikkat edişine
aziz annesi hayrandı. O sadece annesine karşı değil, tanıdıklarının hepsine
karşı yardımsever ve hürmetkârdı. Arkadaşlarının yardımına koşmaktan zevk
alırdı. Bu sebeple, arkadaşları da onu sever, sayar ve kendisiyle gezip
dolaşmaya âdetâ can atarlardı. Evet, Cenâb-ı Hak, yüksek ve kudsî peygamberlik
vazifesiyle memur edeceği Resûlünü, böylece en güzel şekilde büyütüyor ve en
mükemmel sûrette terbiye ediyordu.
Baba Kabrini Ziyaret
Kâinatın Efendisi, altı
yaşında... Bu sırada Hz. Amine'nin içine Medine'yi ziyaret arzusu doğdu.
Maksadı Abdülmuttalib'in annesi tarafından kendilerine dayı gelen Adiyy bin
Neccaroğullarını görmek, hem de orada medfûn bulunan bahtiyar kocasının kabrini
ziyâret etmekti. Bu maksatla hazırlıklar yapıldı. Günü gelince Mekke'den
biricik oğlu ve dadısı Ümmü Eymen'le birlikte hareket etti. Âmine'nin âlemi şen
ve neşeli olması lâzım gelirken, bilâkis hüzünle kaplı idi. Sanki bir daha bu
mukaddes beldeye ve bu Saâdet Güneşinin doğuşuna sahne olan mübârek eve
kavuşamayacakmış gibi tekrar tekrar dönüp Mekke'ye bakıyordu. Mevsimin en sıcak
günlerinde yaptıkları yorucu bir yolculuktan sonra Medine'ye vardılar.
Efendimizin dayısı oğullarından Nabiga'nın evine indiler. Hz. Âmine, bu evin
avlusunda bulunan aziz kocasının kabrinin başına gözyaşları içinde yıkılıverdi.
Gözyaşları Abdullah'ının kabrinin toprağını bol bol suladı.Peygamber Efendimiz
de, ilk defa ruhunda yetimliğin acısını bu manzara karşısında duydu. O da,
muhterem pederinin kabrine damla damla gözyaşı serpti. Sanki bu damlalar Hz.
Abdullah'a bir gül demeti yerine takdim ediliyordu.
Peygamberimiz,
Yahudî Alimlerinin Dikkatini Çekiyor
Medine'de geçirdikleri tatlı
günlerinin birinde, Peygamberimiz, dadısı Ümmü Eymen'le, kaldıkları evin kapısı
önünde oturuyordu. Oradan geçen ruhânî kıyafetinde iki Yahudî, birden
dikkatlerini onun üzerine diktiler. Peygamberimiz bu bakışlardan rahatsız olmuş
gibi içeri girdi. Yahudîler geçip gitmediler ve Ümmü Eymen'e yaklaşarak
sordular:
-"Bu çocuğun adı
nedir?"
Ümmü Eymen, onları
tanımıyordu. Art niyetli olabilirler ihtimâlini gözönünde bulundurarak,
-"Niçin
soruyorsunuz?" dedi.
Adamlar itimad telkin eder
şekilde konuştular.
-"Bizim tanıdığımız bir
çocuğa benziyor da, onun için sorduk. Lütfen söyler misiniz, onun adı
nedir?"
Ümmü Eymen, davranışlarından
ve konuşmalarından pek korkulacak kimseler olmadığı kanaatına varınca,
-"Onun adı
Ahmed'dir" dedi.
İki Yahudî bu cevap üzerine
aradıklarını bulmuş gibi birbirlerine tebessümle bakıştılar. Sonra içlerinden
biri Ümmü Eymen'e yalvardı:
-"Ne olur, onu buraya
biraz çağırır mısın?"
Ümmü Eymen tekrar tereddüde
kapıldı. Neden, niçin istiyorlardı? Fakat adam bu tereddüdü şu sözleriyle izâle
etti:
-"Bizler," dedi,
"iyilikten başka birşey düşünmeyen insanlarız. Kimseye zarar vermeyiz.
Allah için onu seviyoruz ve senden çağırmanı istiyoruz." Ümmü Eymen,
arzularını reddetmedi. İçeri girdi. Biraz sonra Peygamberimizle birlikte çıkıp
geldi: Peygamberimizi görür görmez iki Yahudî de yerlere kadar eğildiler. Sonra
da sevgi ve hürmet karışığı bir edâ içinde Efendimize yaklaştılar. Onu tepeden
tırnağa süzdüler. Sonra sırtını açtılar, baktılar. Her ikisinin heyecan ve
hayretleri gözlerinden okunuyordu. Birinin diğerine şöyle dediğini Ümmü Eymen
duydu:
-"İşte bu çocuk, bu
ümmetin peygamberidir. Bu şehir de onun hicret edeceği yerdir. Bu memlekette
çok şiddetli savaşlar, hicretler ve büyük işler olacaktır."
Bu sözlerinden sonra ikisi
de uzaklaşıp gittiler.Yine, rivâyete göre, Resûl-i Ekrem Efendimiz, yüzmeyi bu
ziyâreti esnasında, Benî Neccar Kuyusu denilen suda öğrenmiştir.[79]
Hz. Âmine'nin
Ebedî Aleme Göçü
Hz. Âmine, Kâinatın Efendisi
oğluyla Medine'de bir ay kaldıktan sonra, Mekke'ye dönmeye karar verdi.
Akrabalarıyla vedâlaşarak şehirden ayrıldılar.
Çöl Seccadesinde
Üç Yolcu
Hz. Âmine, Şanlı Evlâdı ve
Ümmü Eymen. Hepsinin de mânâ âleminde bir başkalık vardı. Aziz anne ve şerefli
evladının ruhlarını ayrılık ve hasret rüzgârı dalga dalga dövüyordu. Henüz genç
yaşta ve evliliklerinin ilk aylarında ebedî âleme yolcu ettiği kocasını
hatırlayan Hz. Âmine'nin gözleri oluk oluk su akıtan bir pınarı andırıyordu. Peygamber
Efendimiz de, aziz annesinin bu gözyaşlarına dayanamıyor, o da ışıl ışıl
ağlıyordu. Damla damla akan gözyaşları, rahmet yağmuru gibi elbisesini
ıslatıyordu.Henüz yolu yarılamışlardı ki, Hazret-i Âmine âniden rahatsızlandı.
Peygamberimiz ve Ümmü Eymen'i bir telaş kapladı. Gittikçe şiddetini arttıran
hastalık karşısında ne yapabilirlerdi? Ebvâ Köyü yakınlarında bir ağacın
gölgesinde konaklamaktan başka ellerinde çare yoktu. Hazret-i Âmine'nin
dizlerinden güç kuvvet çekilmişti ve kendisini tutamayarak âniden yere
yıkılıverdi. Üstünü örttüler. Hz. Âmine, hastalığın şiddeti içinde ter döküyor,
Sevgili Peygamberimiz ise, onu kaybedeceği ve annesiz kalacağı endişesi içinde
gözyaşı akıtıyordu.
Sanki herşey kendileriyle
birlikte lâl kesilmişti. Yerde ses yok, gökte sükût hâkimdi. Hz. Âmine yerde
halsiz bir şekilde yatıyordu. Bir ara, Peygamberimiz kendini toparlayarak,
-"Nasılsın
anneciğim" diye sordu. Gönlü şefkat hazinesi anne, biricik yavrusunun
üzülmesini istemiyordu. Şiddetiyle kıvranıp durduğu hastalığının ağır olduğu
hissini uyandırmamak için,
-"İyiyim canım oğlum,
birşeyim yok" diye cevap verdi. Bu birkaç kelimelik konuşmadan sonra da
kendinden geçti. Artık hastalık, konuşacak takati dudaklarından çekip almıştı.
Bir ara,
-"Su" dediği
işitildi. Yaydan fırlayan ok hızıyla Peygamber Efendimiz, aziz annesine suyu
yetiştirdi. Hazret-i Âmine suyu içti. Su kabı ile birlikte ciğerparesinin
yumuşacık ellerini de tuttu. Gözlerini açtı. Peygamber Efendimizin nur saçan
sîmasına doya doya baktı ve ellerini bir anne şefkatiyle okşadı. Kâinatın
Efendisi bir ara, annesini biraz doğrultup başını kucağına aldı. Gözlerinden
akan mübârek yaşlar, annesinin omuzlarına Nisan yağmuru gibi düşüyordu.
Hazret-i Âmine'nin ruh ve kalbinde feryadlar kopuyor, fırtınalar esiyordu.
Kocasını kaybediş ıztırabına, şimdi de oğluyla vedâlaşma hasretini mi
ekleyecekti? Bu dayanılmaz bir ıztırap, çekilmez bir dertti. Kendisini
yakalayan hastalıktan daha çok bu ayrılık onu yakıp kavuruyordu. Ama ne
yapabilirdi, bu İlâhî kaderin değişmez hükmüydü.
Hz.Âmine, kendisini
yakalayan hastalıktan kurtulamayacağını artık anlamıştı. Son olarak, güneş gibi
parlayan nur yavrusunun yüzüne ayrılık ve hasretin verdiği duygu içinde baktı,
ellerini doya doya kokladı ve dilinden şu cümleler döküldü: "Ey dehşetli
ölüm okundan Allah'ın yardım ve ihsanı ile yüz deve karşılığında kurtulan zâtın
oğlu! Allah, seni aziz ve devamlı kılsın. Eğer rüyâda gördüklerim doğru ise,
sen celâl ve bol ikrâm sahibi olan Allah tarafından Âdemoğullarına helâl ve
haramı bildirmek üzere peygamber gönderileceksin.
-"Sen, ceddin
İbrâhim'in teslimiyet ve dinini tamamlamak için gönderileceksin." Allah
seni milletlerle birlikte devam edip gelen putlardan, put-perestlikten
koruyacak ve alıkoyacaktır.
-"Her yaşayan ölür, her
yeni eskir. Yaşlanan herkes zevâl bulur. Herşey fanidir, gider."
-"Evet, ben de
öleceğim. Fakat ismim ebedî yâdedilecektir. Çünkü, ter temiz bir evlâd
doğurmuş, arkamda hayırlı bir yâdedici bırakmış bulunuyorum." Acıklı ve
âdetâ istikbalden haber veren bu sözlerinden sonra Hazret-i Âmine'nin gözleri
kaydı ve ruhunu orada yüce Allah'a teslim etti. Yer, Mekke ile Medine arasında
bulunan Ebvâ Köyü; tarih, Milâdî 576.
Hz.
Âmine'nin Defni
Sevgili Peygamberimiz ile
Ümmü Eymen donakalmışlardı. Âdetâ dilleri tutulmuştu. Konuşan sadece Kâinatın
Efendisinin gözyaşlarıydı. Ümmü Eymen bir ara kendisini toparladı ve aziz
yavrunun gözyaşlarını sildi.
Sonra da bağrına basarak
teselliye çalıştı:
-"Üzülme, ağlama, canım
Muhammedim," dedi.
-"İlâhî kadere karşı
boynumuz kıldan incedir. Can da Onun,
mal da. Hepsi bize emânet. Emâneti nasıl vermişse, öyle de alır."
Sevgili Peygamberimiz derin
bir iç çektikten sonra,
-"Ben de biliyorum.
Onun hükmüne her zaman boyun eğerim. Fakat anne yüzü unutulmayacak bir yüzdür.
O yüzü tekrar göremem diye üzülüyorum" dedi. Sonra da derhal kendini
toparladı ve gözyaşlarını silerek Ümmü Eymen'e,
-"Haydi, o emâneti
Sahibine teslim etti. Biz de onun na'şını toprağa teslim edelim, rahat
etsin" dedi. Dünyanın en bahtiyar annesi Hazret-i Âmine'nin cesedini orada
toprağın bağrına tevdi ettiler. Ruhu ise, Kâinatın Efendisini bağrından
çıkardığı için, kimbilir, ne kadar yükseklerde meleklerle bayram ediyordu.
Definden sonra Annesiz kalan Dürr-i Yetîmi Mekke'ye götürmek vazifesi dadısı
Ümmü Eymen'e düştü. Ümmü Eymen, yol boyunca ona annesiz kaldığını
hissettirmemek için elinden gelen gayreti gösterdi. Onu öz evladıymış gibi
bağrına bastı ve teselliye çalıştı. Efendimiz de, âdetâ onu bir anne kabul
ederek,
-"Anne, anne" diye
çağırdı. Daha sonraları da her gördüğünde,
-"Annemden sonra
annem" diyerek iltifatta bulunuyordu. Nur yüzlü Kâinatın Efendisi, artık
babadan yetim, anneden öksüzdü. Fakat, onun hakiki muhafızı ve hâmîsi vardı. O
Hafîz, onu ömrü boyunca kusursuz muhafazası ve eksiksiz murakabesi altında bulunduracak,
her türlü tehlike ve sıkıntıdan kurtaracaktır.
:ô¨ë¨b Ï b¦àî©n í
Ú¤¡v í ¤á Û a
"Rabbin seni yetim bulup da barındırmadı
mı?"[80] âyet-i kerîme, Peygamber
Efendimizin bu hâlini hatırlatır. Kâinatın Efendisi yıllar sonra, Hudeybiye
Umresi sırasında, yine Ebvâ'dan geçecektir. Allah'ın izniyle annesinin kabrini
ziyaret edip, elleriyle düzeltecektir. Sonra da teessüründen ağlayacaktır.
Resûl-ü Ekrem Efendimiz hakkında,
-"Cennetlik bir kadınla
evlenmek isteyen Ümmü Eymen'le evlensin" buyurduğu Ümmü Eymen'i daha sonra
azâd ederek hürriyetine kavuşturmuştur. Birinci kocasının ölümünden sonra da
onu Zeyd bin Hârise ile evlendirdi. Üsâme Hazretleri, işte bu evlilikten
dünyaya geldi.
Onun mübârek gözlerinden
tahassür gözyaşları akıttığını gören Sahabîler de ağlayacaklar ve
-"Yâ Resûlallah, niçin
ağladınız?" diye soracaklardır.
Resûl-i Ekrem;
-"Annemin, benim
hakkımdaki şefkat ve merhametini düşündüm de ağladım"[81]
diye cevap verecektir.
Peygamberimiz
Dedesi Abdülmuttalib'in Himâyesinde
Altı yaşında iken annesini
kaybeden Peygamber Efendimizi yaşlı dedesi Abdülmuttalib himayesine aldı.
Kureyş'in reisi Abdülmuttalib de nur-u Ahmedî'den nasibini almıştı. O nur
kendisine çok üstün meziyet ve sıfatlar kazandırmıştı. Uzun boyu, büyükçe başı
ve heybetli görünüşüne; parlak yüzü, tatlı sözü, utangaçlığı, nezaket ve üstün
ahlâkı bir başka güzellik katmıştı. Sabırlı, akıllı, anlayışlı, mert ve
cömertti. Yoksul insanların karınlarını doyurmaktan büyük zevk alırdı. Hatta bu
cömertliğini, bu yardımseverliğini hayvanlardan bile esirgemezdi. Dağ
başlarında aç susuz kalan kurdu, kuşu da düşünürdü. Cahiliye karanlıkları
arasında aydınlık yoldan ayrılmayan bahtiyarlardan biri idi. Allah'a bağlı idi
ve âhirete inanırdı. Verdiği sözü ne pahasına olursa olsun mutlaka yerine getirirdi.
Nitekim, Cenâb-ı Hakka verdiği sözü yerine getirmek için, en çok sevdiği oğlu
Abdullah'ı bıçağın altına yatırmaktan bile çekinmemişti. Kureyşliler müdahale
etmeselerdi, onu kurban edecekti. Cahiliye devrinin çirkin âdetlerinden uzak
durduğu gibi, başkalarını da bunları yapmaktan menederdi. O zamanın zalim bir
âdeti olan kız çocuklarını diri diri toprağa gömmekten halkı sakındırırdı.
Şaraptan, zinadan her zaman kaçınırdı. Bütün gücüyle Mekke'de zulme, haksızlığa
meydan vermemeye çalışırdı. Misafir ağırlamaktan da büyük haz duyardı.
Akrabalarıyla yakından ilgilenir, onlara şefkat ve merhamet gösterirdi. Bu
büyük vasfı sebebiyle Kureyşliler onai
-"İkinci İbrahim"
derlerdi.
Ramazan ayı girince Hirâ
Mağarasında inzivâa çekilip ibadetle meşgul olurdu. Bunu ilk defa âdet eden de
kendisi idi. Yaşlı dede aynı zamanda çocuk sevgisi, torun sevgisi nedir
biliyordu. Hele torunu Kâinatın Efendisi gibi pırıl pırıl bir çocuk olunca,
artık sevgisinin sözü mü olurdu? Gerçekten Abdülmuttalib, etrafa nur saçan
torununu canı gibi seviyor, şefkatli kanatları arasında onu nazlı bir yavru
gibi barındırıyordu. Onsuz hiç bir yere gitmek istemiyordu. Bu yaşında bile
Peygamber Efendimizin davranışları kâmil bir insanın hareket ve
davranışlarından farksızdı. Gittiği her yerde bu fevkalâde durumu herkes
tarafından derhal fark ediliyordu. Hatta zaman zaman toplantılar ve sohbetlerde
sorulan sorulara Abdülmuttalib, onunla istişâre ettikten sonra cevap veriyordu.
Dedesinin
minderine sadece o otururdu
Kâbe duvarının gölgesinde hemen
hemen her zaman Kureyş'in reisi Abdülmuttalib için bir minder serili bulunurdu.
Çocuklarının hiçbiri bu minderin üstüne çıkmaz, babaları gelinceye kadar
etrafında oturup beklerlerdi. Abdülmuttalib, çocuklarından hiç birini almazken,
Peygamber Efendimizi kucaklayarak yan tarafına minderin üstüne oturturdu.
Amcaları tutup onu minderin üstünden indirmek isterlerdi. Fakat, babaları buna
mâni olur ve şöyle derdi:
-"Oğlumu serbest
bırakın. Vallahi, ileride onun nâmı ve şânı büyük olacaktır." Sonra da
muhterem torununu minderin üstüne, yan tarafına oturtur, eliyle sırtını
okşayarak ona olan sonsuz sevgisini belirtirdi.
Abdülmuttalib uyurken
Sevgili Peygamberimizden başkası onu uyandırma cesaretini gösteremezdi. Hususî
odasına ondan başkası müsaadesiz giremezdi. Yaşlı dede; nur yüzlü torununu
sofrada yanıbaşına, bazan da dizine oturtur, yemeğin en lezzetlisini ona
yedirir ve o gelmeden yemeğe başlamaya müsaade etmezdi. Kâinatın Efendisini,
dedesi bir gün kaybolan devesini aramaya gönderdi. Biraz gecikince, kayboldu
endişesiyle büyük bir telâşa kapıldı. Üzüntüsü yüzünden okunuyordu. Derhal
Kâbe'ye vararak ellerini yüce Mevlâ'ya açtı ve,
-"Allah'ım,
Muhammed'imi bana geri lütfet!" diye dua etti. Az sonra Peygamber
Efendimiz, deve ile birlikte çıkageldi. Dedesi, kendisini sevinçle kucakladı ve,
-"Biricik yavrum,"
dedi.
-"Senin için o kadar
üzüldüm, o kadar feryad ettim ki, artık bundan sonra seni yanımdan asla
ayırmayacağım ve yalnız başına bir yere göndermeyeceğim."
Hakikaten de Abdülmuttalib,
vefatına kadar torununu bir gölge gibi takip etmekten geri durmadı. Seyf bin
Zîyezen, Abdülmuttalib'e neler söyledi? Peygamber Efendimizi candan seven
Abdülmuttalib hayatında sadece bir defa kısa bir süre ondan uzak kaldı. Yemen
Hükümdarı Seyf bin Zîyezen, babasının ülkesini Habeşlilerden geri almış ve
San'a'nın Gumdan şehrinde tahta oturmuştu. Arabistan'ın dört bir tarafından
aşiret ve kabile reisleri onu tebrike geliyorlardı. Mekke'yi temsilen de
Abdülmuttalib'in başkanlığında bir heyetin Gumdan'a gitmesi gerekiyordu.
Böylece Mekke'den ayrılmakla ilk defa Abdülmuttalib peygamberimizden uzak
kalıyordu.
Uzun bir yolculuktan sonra
Gumdan'a varan Kureyş heyetini Seyf bin Zîyezen kabul etti. Abdülmuttalib
hükümdardan izin alarak kendisinin üstün meziyetlerinden, babasının hayırlı bir
hükümdar olduğundan bahsetti. Hangi heyet olduklarını belirtmek için de
sözlerini şöyle bağladı:
-"Biz Allah'ın
dokunulmaz kıldığı memleketin halkı, Beytullah'ın hizmetkârıyız." Bu
konuşması hükümdarın dikkatini çektiğinden,
-"Ey tatlı dilli kişi,
sen kimsin?" diye sordu. Abdülmuttalib,
-"Ben Hâşim'in oğlu
Abdülmuttalib'im" dedi. Seyf, biraz daha dikkat kesildi. Sevinç ve heyecan
karışımı bir sesle,
-"Demek sen
kızkardeşimizin oğlusun" dedi. Abdülmuttalib,
-"Evet" diye
karşılık verdi. Bunun üzerine Seyf, Abdülmuttalib'e daha yakın alâka gösterdi.
Yanına yaklaşmasını istedi. Sonra da şöyle dedi:
-"Akraba olduğumuzu
öğrendim. Ziyaretinizden de çok memnun oldum. Siz gece gündüz sohbet edilmeye,
oturulup konuşulmaya, ayrılıp giderken de ikram olunmaya lâyık, şerefli ve
değerli kimselersiniz." Abdülmuttalib bir yandan Nur Torununu düşünüyordu.
Ama, hükümdarın isteğini de
geri çeviremezdi. Hükümdarın emriyle misafırler kalacakları yere götürüldüler.
Yediler, içtiler. Abdülmuttalib ve arkadaşları bir ay müddetle sarayda
kaldılar. Bu müddet zarfında âdetâ unutuldular. Ne hükümdarla görüşebildiler,
ne de Mekke'ye dönmelerine izin verildi. Hükümdar misafirleri ancak bir ay
sonra hatırlayabildi. Abdülmuttalib'i yanına çağırdı. Onunla sohbet etmek istiyordu.
Abdülmuttalib yanına gelince,
-"Ey
Abdülmuttalib," dedi, "sana bir sır emanet edeceğim. Bu sırrın
seninle alâkalı olduğu kanaatını taşıyorum. Bu başkalarından gizlediğimiz, bir
kitapta bulduğum çok büyük ve mühim bir haberdir."Abdülmuttalib meraklandı,
-"Nedir o?" diye
sordu. Seyf sırrını açıkladı:
-"O, bu sıralarda
dünyaya gelmiş olması muhtemel bir çocuğa âittir. O, sizin taraflarda, Tihâme
bölgesinde doğacaktır. İki kürek kemiği arasında bir ben vardır. Babası ve
annesi ölünce, onu dedesi ve amcası sırasıyla himâyeleri altına alacaktır. O,
dostlarını ve yardımcılarını ağırlayacak, düşmanlarını zillete uğratacaktır. En
şerefli yerleri fethedecek, Kıyâmet gününe kadar insanlara rehber ve önder
olacaktır. Bâtıl dinleri ortadan kaldıracak, putperestliği yok edecek, Rahman
olan Allah'a ibadet edecektir. Onun sözü müşkülleri halledecek, işi ise basiret
ve adalet üzere olacaktır. Dâimâ iyiliği buyuracak, iyilik yapacak ve insanları
kötülükten sakındıracaktır."
Merak ve heyecana kapılan
Abdülmuttalib, hükümdarın biraz daha açıklama yapmasını ve sırrını biraz daha
açmasını istiyordu.
-"Ey hükümdar! Ömrün
uzun, saltanatın dâim ve şânın yüce olsun. O çocuk hakkında biraz daha açıklama
yapar mısın?" dedi.
Hükümdar, diğer alâmet ve
işaretleri saydıktan sonra,
-"Ey
Abdülmuttalib," dedi.
-"Bütün bu işaretlere
bakılırsa, bu çocuğun dedesi sen olmalısın."
Bu sözleri duyan
Abdülmuttalib sevincinden derhal secdeye kapandı. Bu sefer merak ve şaşkınlık
sırası Hükümdara gelmişti.
-"Ey Abdülmuttalib!
Yoksa sen anlattıklarımdan bir şey mi sezdin?" diye sordu. Gönlüyle
birlikte gözlerinin içi de gülen Abdülmuttalib anlattı:
-"Ey Hükümdar,"
dedi.
-"Benim Abdullah adında
üzerinde titrediğim çok sevdiğim bir oğlum vardı. Onu kavmimizin eşrafından
Vehb bin Abd-i Menâf'ın kızı Âmine ile evlendirmiştim.
Bir çocuk dünyaya geldi.
Onun iki kürek kemiği arasında bir ben vardır. Saydığın alâmetlerin hepsini de
üzerinde taşıyor. Babası ve annesi de vefat etti. Kendisi şimdi benim
himâyemdedir.
-"Seyf kanaatinde
yanılmamış olmanın sevinci içinde Abdülmuttalib'e," Çocuğunu çok iyi koru.
Yahudîler ona düşmandırlar. Onların kendisine zarar vermesinden sakın. Fakat
Allah, onun düşmanlarına imkân ve fırsat tanımıyacaktır. Benim eski kitaplarda
bulup öğrendiğime göre, Yesrip [Medine] onun hicret yeri olacak ve orada çok
yardım görecektir" dedi. Artık hem Hükümdar, hem de Abdülmuttalib büyük
bir müşkülü halletmiş olmanın rahatlığı içindeydiler. Seyf bin Zîyezen âdeta
kerametvâri, peygamberliğinden evvel Efendimizin nübüvvetini böylece haber
veriyordu. Bir müddet sonra Hükümdar, Kureyş heyetini büyük ikrâm ve ihsanlarla
Mekke'ye uğurladı. Abdülmuttalib'e verdiği hediyeler diğerlerinkinden çok daha
fazlaydı. Uğurlarken de ona,
-"O çocuğun halinde
olan değişiklikleri her yıl bana bildirmeni rica ederim" dedi. Ne var ki,
Seyf bin Zîyezen Peygamberimiz hakkında dedesinden daha başka bir bilgi
alamadan, henüz bu konuşmaların üzerinden bir sene bile geçmeden hayata
gözlerini yumdu. Heyetteki arkadaşları
yolda Abdülmuttalib'e neden kendisine daha fazla ikram ve ihsan edildiğini
sordular. O sadece,
-"Kıskanmayınız:.. Bunun
elbette bir sebebi vardır" demekle yetindi. Bir aylık ayrılıktan sonra
Mekke'ye varan Abdülmuttalib nur torununu hasretle kucaklayarak ayrılık acısını
kavuşmanın lezzetiyle gidermeye çalıştı.[82]
Peygamber
Efendimiz, "Rahmet" Vesilesi
Sevgili Peygamberimiz, henüz
dedesi Abdülmuttalib'in himâyesinde bulunuyordu. Kuraklık yüzünden Mekke ve
etrafı dehşetli bir sıkıntı ve kıtlık içinde kıvranıp duruyordu. Abdülmuttalib,
büyüklüğünü anladığı torunu Efendimizi yanına alarak oğlu Ebû Tâlib ile
birlikte Ebû Kubeys Dağına çıktı. Onların peşi sıra da Kureyşliler geliyordu.
Abdülmuttalib yüzünü Kâbe'ye çevirdi ve Peygamber Efendimizi üç sefer gökyüzüne
doğru kaldırarak,
-"Allah'ım! Bu çocuk
hakkı için, bizi bereketli bir yağmur ile sevindir" diye yalvardı.
Kâinatın Efendisinin yüzü suyu hürmetine yapılan duâ kabul oldu. Ânında yağmur
damlalarıyla halkın ve Kureyş eşrafının sevinç gözyaşları birbirine karıştı.
Bütün bu olup bitenler, dedenin torununa karşı içten sevgisi ve bağlılığını kat
kat artırıyor, istikbalde büyük bir insan olacağı kanaatını kuvvetlendiriyordu.
Bunun için de Nûr Torununa büyük bir ihtimam gösteriyordu.
Abdülmuttalib'in
Vefâtı
Yaşı epeyce ilerlemiş
bulunan Abdülmuttalib, bir gün âniden rahatsızlandı. Rahatsızlığı gittikçe
şiddetini arttırıyordu. Artık bir başka âleme göçün yakında başlayacağın
anlamıştı. Ancak görmesi gereken bir vazife vardı: Sevgili Peygamberimizi
teslim edecek emniyet edilir bir kişiyi seçmek.Bunun için bütün oğullarını
çağırttı. Aklına Ebû Leheb geldi. Fakat o kan kalbli merhametsizin biri idi.
-"Olmaz" deyiverdi
içinden. Ya Abbas? Hayır o da olamazdı.
Çünkü, çoluk çocuğu çoktu. Ancak onlarla meşgul olabilirdi. Hamza olabilir
miydi? Ona da razı olmadı. Zira, Hamza genç ve ava meraklı idi. Torunuyla
gereği gibi ilgilenemezdi. Peki, ya Ebû Tâlib! İşte Nûr Torununun hâmisini
bulmuştu. Gerçi Ebû Tâlib'in serveti azdı, ama merhameti ve şefkati boldu.
Muhammed (a.s) himâyeye ancak o lâyık olabilirdi. Bununla beraber
Abdülmuttalib, Peygamber Efendimizin de (a.s) görüşünü almayı ihmal etmedi:
-"Amcalarından
hangisinin himâyesine girmek istersin?" diye sordu. Sevgili Peygamberimiz
dedesinin sorusuna cevap olarak yerinden kalktı, gidip amcası Ebû Tâlib'in boynuna
sarıldı. Böylece onun himâyesini kabul ettiğini ifade etmiş oluyordu.
Abdülmuttalib de tercihinde isabet ettiğine sevindi.
Sonra Ebû Tâlib'e dönerek
şöyle dedi:
-"Onu sana emânet
ediyorum. O, İlâhi bir emânettir. Onu her şeye rağmen, canın ve başın pahasına
da olsa koruyacağına dair bana açıkça söz ver ki, gözlerim arkada kalmadan
gönlüm rahat etsin." Efendimizin kendisine karşı teveccühünden oldukça
mütehassis olan Ebû Tâlib, gözleri dolu dolu babasına şu cevabı verdi:
-"Sen hiç merak etme
babacığım. Onu öz çocuklarıma, hatta kendi canıma bile tercih edeceğimden emin
olabilirsin. Hayatta bulunduğum müddetçe ona hiç kimsenin zarar vermesine
müsaade etmeyeceğime söz veriyorum." Oğlunun bu ifadeleri Abdülmuttalib'i
fazlasıyla memnun etti. Gözleri sevinç gözyaşları ile doldu.Yakalandığı
rahatsızlıktan kurtulamayan Abdülmuttalib, torununun neşesine, sevgisine,
tebessümüne doyamadan gözlerini dünyaya seksen yaşını aşkın bir ihtiyar olarak
kapadı.
Tarih: Miladî, 578. Fil
Yılından sekiz sene sonra. Mekke çarşısı Abdülmuttalib'in vefatı dolayısıyla
günlerce kapalı tutuldu. Kureyşliler, sevdikleri ve hürmet ettikleri bu zâtın
ölümü dolayısıyla günlerce yas tuttular, cenazesini el üstünde dolaştırdılar.
Sonra Hacûn Kabristanına, dedesi Kusay'ın yanına defnettiler. Sevgili
Peygamberimiz, dedesini kaybetmekten derin üzüntü duydu. Çünkü bu hâdise,
babasının ve annesinin de ebedî âleme göçünü hatırlatıyordu. Dedesinin cenazesi
ve defni sırasında Peygamberimiz, gözyaşlarını tutamadı; bazen hıçkırarak,
bazan da sessiz sedasız ağladı. Seneler sonra bir gün kendilerine, dedesinin
ölümünü hatırlayıp hatırlamadığı sorulduğunda,
-"Evet, hatırlıyorum.
Ben, o sırada sekiz yaşında bulunuyordum" cevabını verecekti. Peygamber
Efendimizin saadetli ömrünün ilk sekiz senelik bölümü işte böyle acılarla,
üzüntü ve kederle dolu geçmişti. Âdeta büyük ruhu ve rikkatli kalbi, tâ o
yaşlardan itibaren istikbalde çekeceği meşakkat ve mihnetlere dayanmak için
ıztırap ve sıkıntı teknesinde yoğruluyordu.
Peygamberimiz
Amcası Ebû Tâlib'in Yanında
Peygamberimiz, dedesi
tarafından kendisine koruyucu olarak tayin edilen amcası Ebû Tâlib'in
himâyesindeydi artık. Ebû Tâlip son derece merhametli bir insandı. Fakat
oldukça fakirdi. Mekke etrafında yayılan ve şehre getirilince sütünden
faydalanılan birkaç devesinden başka bir mala ve mülke de sahip değildi. Âile
efradı kalabalık olan Ebû Tâlip, haliyle geçim yönünden büyük bir sıkıntı
içinde bulunuyordu.Bütün bunlara rağmen o, dürüstlüğü ve doğru yaşayışıyla
Kureyşliler tarafından sevilir, sayılır ve hürmet edilirdi. Hz. Ali, babasının
bu durumunu şu ifadelerle dile getirir:
-"Babam, Kureyş'in
fakir, fakat ileri gelenlerinden şerefli biri idi. Halbuki, kendisinden evvel,
böyle yoksul olduğu halde, kavminin ulu kişisi olmuş bir kimse
gelmemiştir." Ebû Tâlip, yaşayışı bakımından da, Cahiliye devrinin kötülük
ve çirkinliklerinden uzaktı. Kureyşli müşriklerin su gibi içtikleri içkiyi o,
babası Abdülmuttalib gibi asla kullanmazdı. Ebû Tâlip, her hâliyle Kâinatın
Efendisini himâye edecek evsafta bulunuyordu. Ebû Tâlip, aynı zamanda kardeşi
Zübeyr'den kendisine geçen "Kâbe perdedârlığı" demek olan "Rifâde" ve "hacılara su içirme
hizmeti" demek olan "Sikâfe" vazifelerini de yürütüyordu. Ne var ki,
fazla masraf gerektiren bu vazifelerin altından dar bütçesiyle kalkamayacağını
anlayınca, üç hac mevsiminden sonra bu görevleri kardeşi Hz. Abbas'a devretmek
zorunda kaldı. "Sikâye" ve "Rifâde" hizmetleri Mekke'nin
fethine kadar Hz. Abbas'ın elinde devam etti. Resûlullah Mekke'yi fethettikten
sonra bu görevleri yine aynı elde bıraktı.
Ebû Tâlip de, babası gibi
Sevgili Peygamberimize candan bağlıydı. Peygamberimizin yetişmesine son derece
dikkat gösteriyordu. Yeğenini hiç yanından ayırmazdı. Gittiği yere onu da
götürür, yanıbaşına oturtur ve bir arkadaş gibi kendisiyle sohbet eder,
konuşurdu. Ebû Tâlib'in evinde onsuz sofraya oturulmazdı. Sofra hazırlandığında
Peygamber Efendimiz görülmeyince,
-"Muhammed'im nerede,
çağırın gelsin" derdi. Çünkü onun bulunduğu sofrada herkes doyarak kalkar
ve yemek yine de artardı. Bulunmadığı sofralarda ise, çok kere sofradakiler
doymadan yemekler bitiverirdi. Zaten Sevgili Peygamberimiz, tâ o zamandan beri
az yiyordu. Sofrada son derece ciddi ve nimetlere hürmetkâr bir tavır içinde
bulunurdu. Diğer çocuklar kurulur kurulmaz sofraya saldırırken o, büyükleri
başlamadan lokmayı ağzına koymazdı. Hatta bazı kere amcası, çocuklardan
rahatsız olmasın diye onun için ayrı sofra kurdururdu. Sevgili Efendimiz,
büyüklüğünde olduğu gibi bu yaşlarda da açlıktan, susuzluktan şikâyet
etmiyordu. Dadısı Ümmü Eymen bu hususiyetini şu ifadelerle dile getirir:
-"Resulullahın
çocukluğunda ne açlıktan, ne de susuzluktan şikâyet ettiğini görmedim.
Sabahleyin bir yudum Zemzem içerdi. Kendisine yemek yedirmek istediğimizde,
'İstemem, karnım tok' derdi." Peygamber Efendimiz neşe ve hayat dolu
gözlerini sabahlan pırıl pırıl parlayan temiz bir yüzle açardı.
Peygamberimiz amcasıyla
yağmur duâsında Mekke ve havalisi şiddetli bir kuraklık ve kıtlık yılı
yaşıyordu. Yağmurun damlası yoktu. Yerler kup kuru ve toprak susuzluktan parça
parçaydı. Kureyşliler Ebû Tâlib'e başvurdular.
-"Ey Ebû Tâlip,"
dediler.
-"Kuraklık ve kıtlıktan
çoluk çocuğumuz ölmeye, hayvanlarımız kırılmaya başladılar. Ne olur, bizim için
yağmur duasına çıksan!" Ebû Tâlip teklifi reddetmedi. Ancak yalnız
gidemezdi. Gitmek de istemezdi. Yanına yeğeni Nur Muhammed'i de almalıydı.
Çünkü onun bereket ve ihsanlara vesile olduğunu bir çok hâdisede görmüş ve
anlamıştı. Ebû Tâlip, yeğeni ile birlikte Kâbe'ye vardı. Sırtını bu kudsî
mabede dayadı, ellerini Kâinat Sultanına açtı ve yalvarmaya başladı. Nur
Muhammed (a.s) ise, Kâbe'nin örtüsüne yapışmış, bir parmağını da göğe doğru
kaldırmıştı. Az sonra Rahman ve Rahim olan Allah'ın rahmet deryası coştu ve
yağmur bardaktan boşalırcasına Mekke ve halkının üzerine döküldü. Kendilerini
zorlukla evlerine atabildiler. Bir anda vadiler dolup taştı. Yüzler ve gözler
sevinçle doldu. Evet, Hz. Muhammed (a.s), insanlığa maddî mânevî rahmet ve
bereket getirmek, insanlığı ve dünyayı mes'ud etmek üzere vazifelendirilmişti.
Daha çocukluğundan itibaren de bu ulvî ve büyük vazifenin sahibi bulunduğunun
izlerini üzerinde taşıyordu.
Fatıma
Hatunun Peygamberimize Sevgisi
Ebû Tâlib'in hanımı Fatıma
Hatunun da Peygamber Efendimize olan sevgisi ve şefkati sonsuzdu. Onu öz evladı
gibi seviyor, bakımına son derece dikkat ediyordu. Hatta, onu yedirip
doyurmadan çocuklarına bakmıyor ve onlarla ilgilenmiyordu. Böylece Dürr-i
Yetime, annesiz kalmış olmanın ıztırap ve hasretini hissettirmemeye
çalışıyordu.
Sevgili Peygamberimiz de,
Fatıma Hâtuna sevgi ve saygısında hiçbir zaman kusur etmiyordu. Ömrünün sonuna
kadar da kendisine yapılan iyiliği unutmadı. Öyle ki, Fatıma Hâtun, vefât
ettiğinde,
-"Bugün annem vefat
etti" diyerek ona karşı olan sevgisini ifade etmişti. Sonra da gömleğini
çıkararak ona kefen yapmış ve beraberinde kabre inerek bir müddet mezarında
uzanmıştı.Resul-i Ekremin bu hareketi, Ashabının gözünden kaçmadı. Sebebini
sorduklarında, şu cevabı verdi:
-"Ebû Tâlib'den sonra,
bu kadıncağız kadar bana iyilik eden hiçbir kadın yoktur. Âhirette, Cennet
elbiselerinden bir elbise giymesi için ona gömleğimi kefen yaptım. Kabre
ısınması ve alışması için de oraya kendisiyle birlikte uzandım."
Kim tarafından olursa olsun,
kendisine yapılan iyilikleri asla unutmayan ve o iyiliklerin altında kalmayıp,
birkaç misliyle mukabele eden büyük Peygamber (a.s)... Resûl-i Ekremin bu
yüksek hasletinin, bu müstesna sıfatının, insanların hidâyete ermesinde büyük
tesiri olduğu hayat safhaları içinde görülecektir.
Peygamber
Efendimizin Koyun Gütmesi
Resul-i Ekrem Efendimiz
ömr-i saâdetlerinin onuncu yılı içinde bulunuyorlardı. Bu sırada, himâyesinde
bulunduğu amcası Ebû Tâlib'in koyun ve keçilerini gütmek istediğini söyledi.
Onu canı gibi seven amcası önce buna razı olmadı. Ancak Efendimizin şiddetli
arzu ve ısrarı karşısında kabul etti. Fakat bu sefer zevcesi Fâtıma Hâtun bu
isteğe şiddetle karşı koydu. Göz bebeklerinden daha çok kıymet verdikleri
Kâinatın Efendisini yakıcı güneş altında bırakmaya gönülleri nasıl rıza
gösterebilirdi? Fakat, Fahr-i Âlem Efendimiz bu arzusunda kararlı idi. Bunun
için Fâtıma Hâtunu da ikna ve razı etti.
Efendimiz , sabahları koyun
ve keçileri alarak vadilerde ve tepelerde dalaştırıp otlatmaya başladı. Böylece
, hem geçim sıkıntısı içinde bulunan amcasına , hiç olamassa çoban tutma
masrafından kurtarmak suretiyle yardımda bulunmuş, hemde yanlız başına yerleri
ve gökleri derin derin tefekkür etme imkanı elde etmiş oluyordu. Kırda Cenab-ı
Hakkın, her an tazendirdiği yer ve gök sayfalarındaki ulvî manzaraları
seyrediyor, ruhu onlardan eşşiz bir zevk ve derin bir feyz alıyordu. Üzerine
aldığı bu vazife onu aynı zamanda tefessüh etmiş, bozulmuş cemiyetin yalan,
hile, dolandırıcılık ve rîya ile bulaşmış hayatlarından uzak kalma imkânına da
kavuşturuyordu. Mübarek ömürlerinin bir senesini koyun gütmekle geçiren
Efendimiz, nübüvvet vazifesi verildikten sonra Sahabîleriyle bir gün kıra
çıkmışlardı. Merruzahran mevkiinde beraberce misvak ağacının yemişini
topluyorlardı. Gönülleri kucaklayan tebessümleri arasında Sahabîlerine şöyle buyurdu:
-"Siz bu yabanî
yemişlerin karalarını tercih ediniz. Çünkü, onun siyahı en lezzetlisidir."
Sahabîler merak ve hayret
içinde,
-"Yâ Resulallah,"
dediler. "Bu yemişin iyisini kötüsünü çobanlar bilir. Siz de koyun
güttünüz mü? "
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz
yine ruhları okşayan tebessümleri arasında;
-"Hiçbir peygamber
yoktur ki, koyun gütmemiş olsun" cevabını verdiler.
Ömür defterine tatlı bir
hatıra olarak kaydedilen bu koyun gütme hâdisesini yine Resul-i Zişan Efendimiz
bir gün şöyle yâd edecektir:
-"Musâ (a.s) peygamber
olarak gönderildi, koyun güderdi. Davûd (a.s.) peygamber olarak gönderildi,
koyun güderdi. Ben de peygamber olarak gönderildim. Ben de kendi âilemin
koyunlarını Ciyad da [Mekke'nin alt tarafından bir yer] güderdim."[83]
Görülüyor ki, Kur'ân'da "En
yüksek ahlâkın sahibi"[84] olarak tavsif edilen
Resûlullah Efendimizin henüz on yaşlarındaki gayret ve himmeti dahi boş
oturmayı hoş görmemiş ve başkasına yük olmayı uygun bulmamıştır. Şerh ve izahı
ciltleri kaplayacak olan şu mübârek sözlerinde de bu bir senelik koyun gütme
tecrübesinin eserini bulmak mümkündür:
ـ عن ابن
عمر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]قالَ رسولُ
اللّه #:
كُلُّكُمْ
رَاعٍ
وَكُلُّكُمْ
مَسْئُولٌ
عَنْ
رَعِيَّتِهِ،
فَا“مَامُ رَاعٍ
وَمَسْئُولٌ
عَنْ
رَعِيَّتِهِ،
وَالرَّجُلُ
رَاعٍ في
أهْلِهِ،
وَهُوَ
مَسْئُولٌ
عَنْ رَعِيَّتِهِ،
وَالمَرْأةُ
في بَيْتِ
زَوْجِهَا رَاعِيَةٌ،
وَهِىَ
مَسْئُولَةٌ
عَنْ رَعِيَّتِهَا،
وَالخَادِمُ
في مَالِ
سَيِّدِهِ رَاعٍ،
وَهُوَ
مَسْئُولٌ
عَنْ
رَعِيَّتِهِ. قالَ:
فَسَمِعْتُ
هؤَُءِ مِنَ
النَّبىِّ #
وَأحْسِبُهُ
قالَ:
وَالرَّجُلُ
في مَالِ
أبِيهِ
رَاعٍ، وَهُوَ
مَسْئُولٌ
عَنْ
رَعِيَّتِهِ.
İbnu Ömer (radıyallâhu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mes'ulsünüz. İmam çobandır ve
sürüsünden mes'ûldür. Erkek ailesinin çobanıdır ve sürüsünden mes'uldür. Kadın,
kocasının evinde çobandır, o da sürüsünden mes'ûldür. Hizmetçi, efendisinin
malından sorumludur ve sürüsünden mes'ûldür."İbnu Ömer der ki:
"Bunları Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan işitmiştim. Zannediyorum
ki şöyle de demişti:"Kişi bâbasının malında çobandır, o da sürüsünden
mes'ûldür."[85]
Eğlencelere Katılmaktan
Alıkonması
Cenab-ı Hakkın hususî
terbiyesi ve muhafazası altında ömür geçiren Kâinatın Efendisi Peygamberimiz,
amcasının koyunlarını güttüğü sıralarda başından geçen bir hâdiseyi şöyle
anlatmıştır:
-"Ben, Cahiliye Devri
insanlarının işledikleri bir şeyi iki defa yapmaya teşebbüs ettimse de, Allah,
beni o işten alıkoydu."
Bundan sonra Allah, beni
peygamberlik vazifesiyle şereflendirinceye kadar hiçbir kötülüğe teşebbüs
etmedim. Teşebbüs ettiğim şeye gelince:
-"Bir gece Kureyş'ten
bir gençle Mekke'nin yukarı taraflarında kendi koyunlarımızı otlatıyorduk. Ben
arkadaşıma, 'Koyunlarıma bakarsan, ben de diğer arkadaşlarım gibi Mekke'ye
giderek gece eğlencelerine, gece masalları toplantılarına katılmak istiyorum'
teklifinde bulundum." Arkadaşım, 'Olur, bakarım' dedi.
-"Bu maksatla Mekke'ye
geldim. Şehrin ilk evinin yanına yaklaştığımda defler, düdük ve ıslıkların
çalındığını duydum. 'Nedir bu?' diye sordum. 'Filanın oğlu, filanın kızıyla
evlenmiş, onların düğünleri yapılıyor' dediler. Hemen oturup onları seyre
başladım. Derken Allah, kulaklarımı tıkadı, uyuya kaldım ve ancak sabah
güneşinin ışıklarıyla uyanabildim. Dönüp arkadaşımın yanına geldiğimde benden
ne yaptığımı sordu. 'Hiçbir şey yapmadım' dedim ve sonra da başımdan geçeni
olduğu gibi anlattım."
-"Bir başka gece, yine
arkadaşıma aynı şekilde ricâ ettim. Ricâmı kabul etti. Yola çıkıp Mekke'ye
geldiğimde, geçen sefer işittiklerimin aynısını yine işittim. Hemen orada çöküp
yine seyre daldım. Derken Allah, yine kulaklarımı tıkadı. Vallahi, beni uykudan
ancak güneşin sıcaklığı uyandırabildi. Uyanır uyanmaz arkadaşımın yanına vardım
ve başımdan geçeni olduğu gibi anlattım. Bundan sonra Allah beni peygamberlik
vazifesiyle şereflendirinceye kadar böyle şeylere teşebbüs etmedim."[86]
4 - Hz.Muhammed (as)'ın
Göğsünün Yarılması
Kuşluk güneşinin her tarafa
pırıl pırıl hayat saçtığı bir güzel bahar günüydü. Nur yüzlü Efendimiz süt
kardeşi Abdullah'la beraber evlerine yakın çayırlıkta kuzularını otlatıyordu.
Bir ağacın altında çimenden yem yeşil halının üzerine oturmuş, tatlı tatlı
konuşuyorlardı. Bir müddet sonra da Abdullah ağacın serin gölgesinde uykuya
daldı. Kâinatın Efendisi ise, oturduğu yerden kâinatı kuşatan eşsiz
güzelliklerin Yaratıcısını düşünmeye koyuldu. Bu sırada kuzular yayıla yayıla
epeyce uzaklaşmışlardı. onları geri çevirmek için Peygamberimiz, Abdullah'ın
yanından ayrıldı. Bir müddet gittikten sonra, karşısına beyaz elbiseli iki
kişinin çıktığını gördü. İkisi de güler yüzlü ve sevimli idiler. Birinin elinde
içi karla dolu altın bir tas vardı. Nur yüzlü Efendimizin yanına usulca
yaklaştılar. Onu tutup İlâhî bir halı gibi duran yem yeşil çimenlerin üzerine
uzattılar. Efendimizde ne ses, ne seda, ne de telâş vardı. Bu güler yüzlü, bu
temiz sîmalı ve bu sevimli insanların kendisine kötülük yapmayacağını
biliyordu. Ağacın serin gölgesinde uyumakta olan Abdullah bu sırada uyandı.
Manzarayı görünce olanca hızıyla telâşlı telâşlı eve vardı. Gördüğü manzarayı
anne ve babasına anlattı. Heyecan ve telâşlarından, evlerinden nasıl
çıktıklarının farkında bile olmayan Halîme ile kocası, bir anda Peygamberimizin
yanına vardılar.
Fakat, Abdullah'ın
anlattıklarından eser yoktu. Ortalıkta kimseler görünmüyordu. Zira, gelenler
memur edildikleri vazifelerini bir anda bitirip, gözden kaybolmuşlardı. Sadece
ayakta duran Kâinatın Efendisinin benzi uçuktu ve hafiften gülümsüyordu. Fazlasıyla
telâşa kapılan Halîme ve kocası;
-"Ne oldu sana yavrucuğum?"
diye sordular.
Kâinatın Efendisi şunları
anlattı:
-"Yanıma beyaz elbiseli
iki kişi geldi. Birinin elinde içi karla dolu bir tas vardı. Beni tuttular,
göğsümü yardılar. Kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan pıhtısı
çıkarıp bir yana attılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizledikten sonra
ayrılıp gittiler."
Aradan yıllar geçecek,
kendilerine peygamberlik vazifesi verilecekti. Birgün Sahabîlerden bazıları;
-"Yâ Resulallah, bize
kendinizden bahseder misiniz?" diyecekler;
Resûlullah da:
-"Ben babam İbrâhim'in
duâsıyım. Kardeşim İsâ'nın müjdesiyim. Annemin ise rüyâsıyım. O, bana hâmile
iken Şam saraylarını aydınlatan bir nurun kendisinden çıktığını görmüştü"
dedikten sonra, bahsi geçen hâdiseyi de şöyle anlatacaktır:
-"Ben, Sa'd bin
Bekroğulları yanında emzirilip büyütüldüm. Birgün süt kardeşimle birlikte
evlerimizin arkasında kuzuları otlatıyorduk. O sırada yanıma beyaz elbiseli iki
kişi geldi. Birinin elinde içi karla dolu bir altın tas vardı. Beni tuttular,
göğsümü yardılar. Kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan parçası
çıkarıp bir yana attılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizlediler."[87]
Bu hâdise ile Peygamber
Efendimizin mübârek kalbi, İlâhî bir nur ve Cenâb-ı Hak tarafından bir sekînet
ve bir ruh ile genişletilmiş oluyordu. Aynı zamanda Resûlullah Efendimizin
nefsi o yaşından itibaren kudsî duygular ve İlâhî nurlar ile te'yid edilerek,
her türlü vesvese ve şüpheden temiz hale getiriliyordu. Burada şunu da
hatırlatmak gerekir ki, kalb sadece çam kozalağı gibi bir et parçası olarak
düşünülmemelidir. O, bir lâtife-i Rabbaniyedir.
Meseleye ışık tutması
bakımından Bediüzzaman Hazretlerinin kalb ile ilgili şu açıklamasını da
nazarlara arzetmekte fayda vardır:
-"Kalbden maksad,
sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir lâtife-i
Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı, vicdan; ma'kes-i efkârı, dimağdır.
Binâenaleyh, o lâtife-i Rabbaniyeyi tazammun eden o et parçasına kalb tabirinde
şöyle bir letâfet çıkıyor ki; o lâtife-i Rabbaniyenin insanın mâneviyatına
yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin cesede yaptığı hizmet gibidir. Evet, nasıl
ki, bütün aktar-ı bedene mâü'l-hayatı neşreden o cism-i sanev berî, bir
makine-i hayattır; ve maddî hayat onun işlemesiyle kaimdir; sekteye uğradığı
zaman cesed de sukuta uğrar. Kezâlik o lâtife-i Rabbaniyye a'mâl ve ahvâl ile
canlandırır, ışıklandırır; nur-u îmânın sönmesiyle mahiyeti, meyyit-i gayr-ı
müteharrik gibi bir heykelden ibaret kalır."
Anlaşılan odur ki, maddî
kalbin îmân, ilim, hikmet, şefkat gibi mâneviyat ile yakın alakası vardır. Aynı
şekilde, maddî temizliğin de mânevî temizlik ile münasebeti mevcuttur. Bu
itibarla Resûl-i Ekrem Efendimizin maddî kalbinin yıkanıp temizlendikten sonra
ilim, hikmet, İlâhî nur ve feyizlerle doldurulmasını akıldan uzak görmemek
lâzımdır.[88]
İnşirâh; açılmak,
genişlemek, sevinmek manalarına gelir. Kur’an-ı Kerim’de:
ágggggggggggî©y £Ûa
¡å¨à¤y £Ûa ¡é¨£ÜÛa ¡ággggggggggg¤¡2
Bismillâhirrahmânirrahîm
el-İNŞİRÂH
= Ú ¤
Ù Û ¤ ¤' ã ¤á Û a
“Biz
senin göğsünü açıp genişletmedik mi?”
= Ú ¤¡ë Ù¤ä Ç
b ä¤È ë ë
“Yükünü
senden alıp atmadık mı?”
= Ú ¤è Ã
Ô¤ã a ô¬© £Û a
“O
senin belini büken yükü .”
6 Ú ¤×¡ Ù Û
b ä¤È Ï ë
“Senin
şânını ve ününü yüceltmedik mi?”
a=¦¤¢í ¡¤¢È¤Ûa É ß
£æ¡b Ï
“Elbette
zorluğun yanında bir kolaylık vardır.”
a6¦¤¢í ¡¤¢È¤Ûa É ß
£æ¡a
“Gerçekten,
zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.”
=¤k ¤ãb Ï
o¤Ë Ï a ¡b Ï
“Boş
kaldın mı hemen (başka) işe koyul,”
¤k ˤb Ï
Ù¡£2 ó¨Û¡a ë
“Yalnız
Rabbine yönel.”[89]
Sûrede
Peygamberimizin, çocukluğunda risalete hazırlamak üzere kalbinin açılıp
arıtılmasından söz edilmektedir.
İşte bu yönlerden Hz.
Peygamber henüz çocukluğundan itibâren davet faâliyeti için hazırlanıyordu.
Yalnız kendisi henüz o sıralarda ileride peygamber olacağı konusunda hiç bir
bilgiye sahip olmadığından, bu hazırlanma O'nun bizzat iradesi ile ve bilerek
olmayıp, Cenâb-i Hakkın yönlendirmesi, kontrol ve murâkabe altında tutması
şeklinde cereyan ediyordu. Peygamber Efendimizin süt annesi Halimenin yanında
iken vukû bulan "Göğsünün
yarılması" (Serhu's-Sadr veya Sakku's-Sadr) olayını da
yine davete hazırlık olarak değerlendirmek gerekir. Bu olayda Hz. Peygamberin
göğsü, görevli iki melek tarafından yarılmış, kalbi çıkarılarak Şeytanın ve
nefsin tasallut ve saptırmasından arındırılmış ve Zemzemle yıkanarak tekrar
yerine konulmuştur. Böylece Hz. Peygamber, rûhen davete hazırlanmış oluyordu.[90]
Abdulmuttalib'in malları hayatının son döneminde oldukça azalmıştı,
ölümünden sonra oğullarına sadece çok küçük bir miras bırakmıştı. Oğullarından
bazıları, özellikle Ebu Leheb olarak tanınan Abdu'l Uzza, kendiliklerinden
zengin olmuşlardı. Fakat Ebu Talib fakirdi. Bu nedenle yeğeni kendisini,
yaşamını kazanmak için elinden geleni yapmaya zorunlu hissediyordu. Yaşamını
keçi ve koyunlara çobanlık ederek kazanıyordu ve gün geçtikçe Mekke'nin
üstündeki tepelerde veya ötesindeki ovalarda yalnız geçirdiği günler artıyordu.
Buna rağmen amcası onu bazen beraberinde yolculuğa götürüyordu. Bunlardan
birinde, Muhammed (as) dokuz, bir görüşe göre de on iki yaşındayken bir ticaret
kervanıyla Suriye'ye kadar gitti.
Busra'da, Mekke kervanının her zamanki konak yerlerinden birinde, içinde
nesilden nesile bir Hıristiyan rahibin yaşadığı bir hücre vardı. Biri
öldüğünde, diğeri onun yerini alıyor ve eski el yazmalarını da içeren
manastırdaki bütün eşyaya varis oluyordu. Bu el yazmalarından birinde Araplara
bir peygamber geleceği kayıtlıydı. Manastırda yaşayan Rahip Bahira bu
kitapların hepsinden haberdardı. Bu konuyla ilgilenmesinin asıl sebebi ise
Varaka gibi onun da peygamberin kendi yaşam süresi içinde geleceğine
inanmasıydı.
Bahira, Mekke kervanının manastırdan pek uzak olmayan konak yerinde
konakladığını bir çok defa görmüştü. Fakat bu sefer daha önce hiç
karşılaşmadığı bir şeyle karşılaştı ve dona kaldı: alçak ve küçük bir bulut
onların üstünde yavaş yavaş ilerliyor ve sürekli yolculardan bir veya ikisi ile
güneşin arasında yer alıyordu. Büyük bir ilgiyle onların yaklaşmasını izledi.
Birden ilgisi şaşkınlığa dönüştü. Çünkü konakladıkları anda bulut hareket
etmeyi durdurdu ve altında gölgelendikleri ağacın üstünde sabit olarak kaldı.
Ağaç ise dallarını aşağıya indirerek onların iki kat gölgede olmalarını
sağlıyordu. Bahira böyle bir mucizenin önemli olduğunu biliyordu. Sadece yüce
bir şahsiyetin varlığı bu olayı açıklayabilirdi ve aniden beklenen peygamber
aklına geldi.
Manastıra kısa bir süre önce büyük miktarda yiyecek gelmişti,
elindekilerin hepsini birleştirerek kervana şöyle bir haber gönderdi:
-"Ey Kureyşliler! Sizin için yiyecekler hazırladım ve buraya
gelmenizi istiyorum. Yaşlı-genç, köle-hür hepinizi davet ediyorum."
Bunun üzerine hepsi manastıra geldiler, fakat Bahira'nın tembihlerine
rağmen Muhammed (as)'ı develerin ve yüklerin yanında gözcü olarak bıraktılar.
Bahira oradakiler içinde kitapta tarif edilene benzer bir yüz göremeyince
eksikliği fark etti.
-"Ey Kureyşliler! Geride kimse kalmadığından emin misiniz?"
diye sordu.
-"Başka kimse kalmadı" dediler,
-"Sadece en küçüğümüz olan bir erkek çocuk kaldı" Bahira,
-"Ona öyle davranmayın, onu da çağırın; bizimle beraber yemekte
bulunsun" dedi. Sonra çocuğu yemeğe çağırdılar.
Çocuğun yüzüne bir kez bakmak Bahira için bu mucizeleri açıklamaya yetti.
Yemek boyunca onu dikkatle incelediğinde yüz ve vücut özelliklerinin kendi
kitabında anlatılanlara ne denli yakın olduğunu gözledi. Yemekten sonra rahip
bu genç misafirin yanına gitti ve ona yaşam şekli, uykuları ve genel
konulardaki tavırlarıyla ilgili bazı şeyler sordu. Çocuk ona bu konularda
ayrıntılı cevaplar verdi; çünkü adam saygıdeğerdi, sorular ise saygılı ve
hürmetkarca soruluyordu. Hatta rahip sırtına bakmak istediğinde, gömleğini
sıyırmakta tereddüt etmedi.
Bahira zaten kesinlikle onun peygamber olduğu kanaatindeydi. Bir de
sırtındaki iki kürek kemiği arasında, kitabında anlatılan yerde peygamberlik
mührünü görünce tüm şüpheleri silindi. Bahira Ebu Talib'e döndü ve
-"Bu çocukla akrabalık dereceniz nedir?" diye sordu. Ebu Talib,
-"Oğlumdur" dedi. Rahip,
-"Oğlunuz değil, bu çocuğun babası sağ olamaz" dedi. Ebu Talib,
-"Kardeşimin oğludur" dedi.
-"Peki babasına ne oldu?" dedi rahip. Öteki,
-"Daha annesi ona hamileyken öldü" dedi.
-"İşte bu doğru" dedi Bahira,
-"Kardeşinin oğlunu ülkene geri götür ve onu Yahudilerden koru.
Çünkü benim bildiğimi onlar da bilirler ve görürlerse ona kötülük yaparlar.
Kardeşinin oğlunun geleceğinde büyük şeyler gizli."[91]
6 - Hz.Muhammed (as)’ın Çalışma Hayatı
Mekkeliler öteden beri ticâretle uğraşırlardı. Ticâretle uğraşmayanlar
bir şeye sâhip olamazlar, darlık ve geçim sıkıntısından kendilerini
kurtaramazlardı. Kureyş'in zengin ve îtibarlı âilelerinden olan Hz.Hatîce, bâzı
kimselere sermaye verip onlarla ortaklık yapıyordu. Şam'a gidecek ticâret
kervanıyla, O da mal göndermek istiyordu.
Ebû Tâlib de ticâretle uğraşanlardandı. Fakat, âile efrâdının çokluğu,
kuraklık ve kıtlık yılları, Ebû Tâlib'in ticâret ve mâli imkânını
zayıflatmıştı. Bu arada Peygamber Efendimiz'e;
-"Artık yetiştin, 25.yaşına bastın. Kendine bir ticârî iş seçmen
lâzım. Kureyş, yakında ticâret maksadıyla Şam taraflarına bir kervan göndermek
istiyor. Senin bu kervana katılman için bir yol var. İffet ve servetiyle meşhur
muhterem dul kadın, Huveylit kızı Hatîce'yi tanırsın. O, her sene Kureyş'den
biri vâsıtasıyla îcâbeden yerlere mal göndererek ticâret ettirir ve adamına hisse
verir. Bu işe bu defa sen istekli çıkarsın. Senin temizliğin, doğruluğun ve
ahlâkın herkesçe bilindiği için, umarım ki seni hemen kabul eder ve başkalarına
tercih eder" demişti.
Arada ne oldu ise oldu. Olacak olan zuhûra geldi. Yüksek ahlaklı, ulvî
karakterli kadın, Peygamberimiz'in muradını yerine getirdi. Kendisine birini
göndererek, şu teklifte bulundu:
-"Kureyş kervanına katılıp Şam taraflarına ticâret için
gidebileceğini tahmin ediyorum. Eğer râzı olup malımın başında bulunmağı kabul
ederse, kendisine, başkalarına verdiğim ticâret payının iki mislini
veririm."
Hz.Peygamberimiz, vâki teklîfi, amcası Ebû Tâlib'e haber verdi. Ebû
Tâlib'in memnuniyeti büyüktü. Heyecanla mukâbele etti; "Bu, Allâh'ın sana
ihsan ettiği bir rızıktır. Daha güzeli olmaz. Hemen kabul et." dedi.
Anlaştılar. Hz.Hatîce kölesi Meysere'yi de Peygamber Efendimiz'in emrine
verdi ve şu tembihte bulundu:
-"Sana ne emrederse, hemen itaat edeceksin. Hiçbir re'yine aykırı iş
görmeyeceksin. Bir dediğini iki etmeyeceksin."
Kervan yola çıktı. Râhip Bahîrâ'nın ibâdethânesinin önüne kadar geldiler.
Ancak Bahîrâ ölmüş, yerini Nastûra isimli bir râhip almıştı. Bu da iyi bir
adamdı. Kervanın yanına geldi. Meysere'yi daha önceden tanıyordu. Biraz
konuştuktan sonra râhip Nastûra, Meysere'ye dönerek;
-"Bu zât, Âhirzaman Peygamberi olacaktır. Sakın Şam'a gitmeyiniz.
Oradaki Yahûdîler sizi tanırlarsa muhakkak size zarar verirler. Ben O'nun
getireceği dîne ve kendisine şimdiden îmân ediyorum. Ne olur! Şam'a gitmeyiniz.
Alışverişinizi burada yapınız." dedi.
Alıcı da zuhûr ettiğinden mallarını Busrâ pazarınde çok kârlı bir şekilde
satıp üç ay süren bir yolculuktan sonra Mekke'ye geri döndüler.
Hz.Hatîce birkaç kadınla konağının damından kervanın gelişini gözetleyip
dururken, bir aralık, devesi üzerinde Peygamberimiz'i iki meleğin gölgelediğini
hayretle görmüş ve bunu yanındaki kadınlara da göstermişti.
Öğle vakti, Hz.Peygamberimiz Mekke'ye girdi. Şam'dan getirdiği malları
Hz.Hatîce'ye teslim etti. Hz.Hatîce, onları çok iyi bir kârla hemen sattı.[92]
Câhiliye döneminde müşrik Araplar arasında haram aylar dan birisinde
yapılan savaşlar.
İslâm'da yasak olduğu gibi câhiliye döneminde de Müşrikler arasında haram
aylarda savaş yapmak, kan dökmek, haksizlik ve kötülüklerde bulunmak yasaklanmış
idi. Muharrem, Recep, Zilkâde ve Zilhicce aylarından olursan bu aylarda yasağın
ihlâl edilmesi, büyük bir günâh ve suç sayılıyordu.
Bu telâkkiye rağmen cahiliyle döneminde zaman zaman haram ayların
kutsiyeti çiğnenmiş, kanlı bazı savaşlar meydana gelmişti. İşte bu savaşlar,
müşrikler tarafından, günâhın işlendiği savaşlar anlamını ifade etmek üzere
"ficâr savaşları" diye adlandırılmıştır.
Arap tarihinde dört ficâr savaşı vukû bulmuştur
1–Ficâr savaşı, Gıfâr kabilesinden bir şahsın Ukâz Panayırı'nda ayaklarını
uzatıp oturarak,
-"Arapların en şereflisi benim!" demesine kızan bir şahsın,
kılıcıyla onun ayaklarını kesmesi üzerine İki tarafın adamları arasında cereyan
etmiştir.
2- Ficâr savaşı, Kureyş'ten Benû Amir ile Kureyş'ten Benû Kinâne arasında
meydana gelmiştir. Yine Ukâz Panâyırı'nda Benû Amir'den bir kadına Kinâne
oğullarından bazı gençlerin sarkıntılık etmesi bu savaşa sebep olmuştur.
3- Ficâr savaşı ise, Kinâne oğullarından bir şahsın, Âmir oğullarından
birisine olan borcunu zamanında vermediği gibi oyalama cihetine gidip ödemeye
yanaşmaması sebebiyle bu İki kabile arasında ortaya çıkmıştır.
4- Ficâr savaşı ise, Kinâne oğullarının yanı sıra Kureyş ile Hevâzin'in
Kaysı Aylân kabileleri arasında meydana gelmiştir. Hire hükümdarının çıkardığı
bir kervana kılavuzluk ve muhafızlık etme konusunda aralarında ihtilâf ve
husûmet çıkan Kinâne oğullarına mensup bir şahsın Kays-i Aylân'dan birisini
öldürmesi bu savaşa sebep teşkil etmiştir. Kinâne oğullarının yanında Kureyş'in
diğer sülâleleri de savaşa katılmış, bu arada Peygamber efendimiz de
amcalarıyla birlikte bu savaşta bulunmuştur.
Ancak genellikle kabul edildiğine göre o sırada yirmi yaşında olup
savaşabilecek güçte olmasına rağmen sadece savaş alanının gerisine düşen okları
toplayıp amcasına vermekle yetinmiştir. Sonunda bu savaş, İki tarafın
ölülerinin sayılıp ölüsü fazla olan tarafa fazlalık miktarınca diyet verilmesi
kararı ile sulha bağlanarak neticelendirilmiştir.[93]
Hilfu'l-Fudûl: Zulme karşı İslâm öncesi Arapların yaptığı Hz. Peygamber'in de katıldığı
antlaşma.
Bütün cahili toplumlar gibi İslam öncesi Arap
toplumu da kuvvet sahibi zorbaların hâkim olduğu, zulüm ve haksızlığın kol
gezdiği bir toplumdu. Fil olayının yirminci yılında Ficâr savaşı olarak
adlandırılan kanlı kabile kavgalarından sonra Mekke'de hiçbir yabancı ve
koruyucusuz kimsenin mal, can ve namus güvenliği kalmamıştı. İşler çığırından
çıkmıştı. Yabancı tacirlerin malları alınır, parası ödenmezdi. Hac için
gelenlerin hoşa giden kadın ve kızları zorla ellerinden alınır, kimsenin
feryadına kulak asılmazdı.
Böyle bir ortamda Yemen Zebid kabilesinden bir adam
Mekke'ye satmak için bir deve yük mal getirmişti. Mekke'nin ileri gelenlerinden
As b. Vail, Zebidî'nin mallarını almış fakat parasını ödememişti. Zavallı Zebidî
parasını almak için Mekke'nin güçlü ailelerine başvurdu ise de bir sonuç
alamadı. Başvurduğu kimseler yardım etmek bir yana, aşağılayarak kovmuşlardı
adamı.
Uğradığı zulümden bağrı yanan Zebidî, bir sabah Ebu
Kubeys dağına çıkarak Kâbe çevresinde toplanan Mekke halkına, "ey Fihr halkı"
hitabıyla uğradığı zulmü şiir biçiminde haykırdı. Bunun üzerine Hz.
Peygamber'in amcası Zübeyr bir daha böyle olayların tekrarlanmasını engellemek
düşüncesiyle girişimlerde bulundu. Kendisine katılan Hâşim, Muttalib, Zühre,
Esed, Hâris ve Teymoğullarının ileri gelenleri ile birlikte Mekke'nin zengin ve
saygı değer adamlarından Abdullah b. Cud'an'ın evinde toplandılar. Uzun
görüşmelerden sonra Mekke'de hiçbir yabancı ve yerli kimsenin zulme uğramasına
meydan verilmemesi, hakları alınıncaya kadar mazlumların yanında hareket
edilmesi yolunda karar aldılar.
Yakubî'ye göre antlaşma şu şekilde gerçekleştirildi:
Abdulmuttalib'in kızı Atike veya Beyda ortaya hazırladığı bir çanak koku koydu.
Oradakiler birer birer ayağa kalkıp elini çanaktaki kokuya batırarak;
-"Vallahi, bundan böyle Mekke'de yerli olsun,
yabancı olsun, zulme uğramış hiç bir kimse bırakmayacağız. Zulme meydan
vermeyeceğiz. Mazlumlar zalimlerden haklarını alıncaya kadar mazlumlarla
birlikte hareket edeceğiz. Denizlerin bir kıl parçasını ıslatacak suları
kalmayıncaya, Hira ve Sebir dağları yerlerinden silinip gidinceye, Kâbe'ye
istilam ibadeti ortadan kalkıncaya kadar bu ahdimizde sebat edeceğiz" diye
and içtiler.
Bu antlaşma, daha önceki zamanlarda aynı amaçla Cürhüm
ve Katura kabilesinde Fadl ve Hidayl adlı bir kaç kişinin yaptıkları antlaşmaya
çok benzediği için onların adına izafe edilerek "Fadl'ların
antlaşması" anlamındaki "Hıtfu'l-Fudûl" olarak
adlandırılmıştır. Fudûl kelimesi "fazlalık
şey" anlamına da gelmektedir. Bu antlaşmayı
yapanlar zulmedenlere fazladan zulmen alınan mallarını geri vermek üzere yemin
ettikleri için bu isimle anılmıştır da denilir.
Antlaşmaya katılanlar ilk iş olarak As b. Vail'in
kapısı önüne dikilmiş ve ondan Zebidî'nin hakkını almışlardır. Daha sonra da
benzeri olaylarda zulmün ortadan kaldırılması yolunda başarılı girişimleri
olmuştur. Bunlara örnek olarak anılan iki olay şöyledir:
Has'am kabilesinden birisi kızı ile birlikte Hac
için Mekke'ye gelir. Mekke'nin güçlü kişilerinden Nübeyh b. Haccac çok
beğendiği kızı babasının elinden zorla alarak evine kapatır. Kızını kurtarmak
için çırpınıp duran adama Hılfu'l-Fudûl'a başvurması tavsiye edilir. Adamın
başvurusu üzerine hemen Nubeyh'in evi kuşatılır ve çaresiz kalan zalim, kızı
babasına teslim eder.
Sumale kabilesinden bir tacir mallarını bir kısmını
Mekke reislerinden Ubey b. Halef'e satar. Ancak Ubey üzerinde anlaştıkları
bedeli tacire ödemez. Hılfu'l-Fudûl'a başvuran adama, "şimdi sen hemen
Ubey'e git ve ona Fudulî'lerden geldiğini, ödemeyi derhal yapmazsa bizim
gelişimizi beklemesini söyle" derler. Bu haber Ubey'e ulaşınca vakit
geçirmeden adamın parasını öder.
"Fadl'lar
Antlaşması"na, o zaman yirmi yaşlarında olan
Rasul-i Ekrem (as) de katılmıştır. Ahmed b. Hanbel'in rivayetine göre Hazret-i
Peygamber bu antlaşma hakkında şöyle demiştir: "Âbdullah b. Cud'an'ın
evinde yapılan And'da ben de bulundum. Bence o and kırmızı tüylü bir deve
sürüsüne malik olmaktan daha sevgilidir. O zaman Haşim, Zühre ve Teym Oğulları,
deniz bir kıl parçasını ıslatacak kadar suya malik oldukça mazlumlarla birlikte
bulunacaklarına and içmişlerdi. Ben ona İslâm devrinde bile çağrılsam icabet
ederdim."[94]
Antlaşmaya katılanlar sonradan aralarına başka
kimseleri alamadıkları için onların ölümüyle "hılfu'l-fudûl" son bulmuştur. Fakat fiilen devam etmese de yıllarca sonra bile
hılfu'l-Fudûl'dan söz etmek zalimleri korkutmaya yetmiştir. Nitekim Muaviye'nin
yönetimi döneminde Medine valisi Velid b. Utbe, bir meseleden dolayı kendisine
zulmetmeye kalkışınca Hz. Hüseyin,
-"Vallahi, ya adalete riayet eder hakkımı
verirsin, yahut kılıcımı sıyırarak Rasûlullah'ın Mescidi'nin kapısına dikilir
halkı Hılfu'l-Fudûl'a davet ederim." diyerek onu tehdit etmiştir.
Bunu duyan Abdullah b. Zübeyr,
-"Vallahi, eğer Hüseyin böyle bir davette
bulunacak olursa, ben de kılıcımı çeker, ona adalet üzerine hakkı verilinceye
kadar onunla birlikte ayaklanırım, yahut hep ölürüz" demiş, buna daha
başkaları da katılınca Velid çaresiz Hz. Hüseyin'e hakkını teslim etmiştir.
9-
Hz.Muhammed (as)'ın Hz. Hatice ile Evlenmesi
Mekke'deki zengin tüccarlardan birisi bir kadındı -Esed kabilesinden
Huveylid'in kızı Hatice. Aynı zamanda Hıristiyan olan Varaka'nın ve kardeşi
Kuteyle'nin de kuzeni idi. O zamana dek iki kez evlenmişti ve ikinci kocasının ölümünden
beri kendi adına ticaret yapacak bir adam görevlendirmeyi adet edinmişti.
Bunlardan biri de artık Mekke'de el-Emin (güvenilir), şerefli olarak tanınan
Muhammed (as)'dı. Bu şöhreti ise kendisine emanet edilen ticaret kervanlarının
sahiplerinden yayılıyordu. Hatice, O'nu bir kölesini de yanına vererek ticaret
kervanının başına getirdi. Gidip dönene kadar yanındaki köle bir çok mucizelere
şahit olmuştu. Bunları Hatice'ye anlattı, Hatice de Kuzeni Varaka'ya. Varaka,
-"Eğer bu doğruysa, Hatice, Muhammed (as) kavmimize gönderilen
peygamberdir. Uzun süreden beri bir peygamberin geleceğini biliyordum ve işte
geldi."
Hz. Hatice, Hz. Muhammed (as)'e evlilik teklifi götürdü. Hz. Muhammed
(as) maddi imkansızlığı ileri sürerek,
-"Ben böyle bir evliliği nasıl yapabilirim?" dedi.
Aracı Nuseyfe,
-"Orasını bana bırak!" deyince Hz. Muhammed (as) "O halde
benden tarafı tamam" dedi. Gereken her şey yapıldı ve aralarında Hz.
Muhammed (as)'ın yirmi dişi deve vermesi kararını aldılar.[95]
Peygamberimizin Çocukları
Peygamberimiz'in üçü erkek, dördü kız olmak üzere yedi evlâdı dünyâya
gelmiştir. Erkek çocukları; Kâsım, Abdullah ve İbrâhim'dir. (Abdullah, Tayyip
ve Tâhir diye de anılır.) Kız evlâtları; Zeynep, Rukiyye, Ümmü Gülsüm ve
Fâtımatü'z-Zehrâ'dır. Hz.İbrâhim'den başka bütün çocukları Hz.Hatîce'den
doğmuştur.
Peygamber Efendimiz'in dünyâya ilk gelen çocuğu Kâsım'dır. Bundan dolayı
Peygamber Efendimiz, Ebû'l-Kâsım diye künyelenmiş ve Ebû'l-Kâsım diye
anılmıştır. Kâsım ile Abdullah küçük yaşta vefât ettiler. Kızlarının hepsi
büyüdü ve onları kendisi bizzat evlendirdi. En büyük kızı Zeyneb'i Ebû'l-As ile
evlendirdi. Rukiyye ve Ümmü Gülsüm'ü amcası olan Ebû Leheb'in oğullarından Utbe
ile Uteybe'ye vermişti. İslâmiyet’ten sonra Ebû Leheb ve karısı onları
oğullarından boşattılar. Daha sonra, Peygamberimiz Rukiyye'yi Hz.Osman'a
nikâhladı. O vefât edince Ümmü Gülsüm'ü nikâhladı. Bundan dolayı Hz.Osman'a iki
nur sahibi mânâsına gelen "Zinnûreyn"
denmiştir.
En küçük kızı ki, hakkında Seyyidetü'n-Nisâ (hanımların en hanımefendisi)
buyrulan Hz.Fâtımatü'z-Zehrâ'yı da Hz.Ali ile evlendirdi. Peygamberimiz'in
mübârek nesli, Ehli Beyt, O'nun soyundan gelmektedir. Hz.Fâtıma'dan başka bütün
evlâtları Peygamber Efendimiz'den önce vefât ettiler.[96] (Rıdvânullâhi
Teâlâ Aleyhim Ecmaîyn.)
Hz.İbrâhim, oğlu Hz.İsmâil ile birlikte yaptığı Kâbe'nin, yüzyıllardan
beri devamlı yağmur ve sel sularına karşı koyan duvarları iyice yıpranmış,
yıkılmağa yüz tutmuştu. Bir kadının sıçrattığı bir kıvılcım yüzünden Kâbe
örtüsü ve kapısı yanmıştı. O sıralarda, Kâbe'nin içindeki kuyuda saklı bulunan,
inci ve değişik mücevherlerle süslü altın geyik heykelleri hırsızlar tarafından
çalınmıştı.
Kureyşliler, şüphe üzerine Huzza kabîlesinden Melih bin Ömeroğullarının
âzatlı kölesi Düveyk'in, evinde yaptıkları aramada, çalınan heykelleri ele
geçirdiler. Cezâ olarak da, Düveyk'in elini kestiler ve Kâbe'yi yeniden
yapmağa, onarmağa karar verdiler. Habeş'de, Farslıların yaptıkları kiliseyi,
Rum hükümdarının mimar Bakum'un îmar ve nezâretinde yeniden yaptırmak istemesi
üzerine, Mısır'dan yola çıkarılan inşaat malzemesi yüklü vapur, Cidde sahiline
çarparak parçalanmıştı. Geminin malzeme ve parçalarını sâhiplerinden satın
alarak, mimar Bakum'la da anlaşıp Mekke'ye getirdiler. Hep beraber Kâbe'yi yıkıp,
yeniden yapmağa başladılar.
Sıra mübârek Hacer-ül Esved taşını yerine koymağa gelince, Kureyş
kabîleleri arasında sert bir tartışma ve çekişme başladı. Kabîle reisleri,
kendilerinin daha asil, köklü ve şerefli kabîle olduklarını, binâenaleyh, bu
mübârek taşı yerine koyma hakkının kendilerine âit olacağını iddiâ ediyor, çok
hassâsiyet gösteriyorlardı. Bir kısım kabîle reisleri de, mübârek Hacer-ül
Esved taşını yerine koyma mevzûunda çıkan ihtilaf üzerine, ellerini kan
çanağına batırarak bu taşı kendilerinin koymaları için yemin etmişti. Artık
kılıçlar çekilecek insanlar birbirini öldürecek, harp edilecek bir hava esmeğe
başlamıştı.
(Câhiliyet devrinde, Araplar bir
meselenin üzerinde çok ciddiyetle hassasiyet gösterip hayat memat meselesi
yaptılar mı, kabîle reisleri ellerini içinde kan olan bir çanağa batırır,
ellerini kana bular, yemin ederlerdi. Dedikleri olmazsa, kılıçlar çekilir,
adamlar öldürülür, harp ederlerdi. Ondan sonra, gâlip gelenin dediği olurdu.)
Bu arada, Ebû Ümeyye şöyle bir teklifte bulundu:
-"Sabahleyin Safâ kapısından ilk gelen zât, bu işte hakem
olsun".
Bu teklifi yerinde buldular ve kabul ettiler.
Sabah Safâ kapısından ilk girenin Hz.Muhammed (as) olduğu görüldü. O'nu
görünce herkes sevindi. Çünkü O, aralarında doğruluğun, dürüstlüğün, sadâkatın,
hak ve adâletin mücessem bir timsâli idi. Herkes, O'nda gördükleri doğruluktan,
dürüstlükten, mekârimi ahlâktan dolayı O'na;
-"Muhammed-ül Emin, (sâdık Muhammed,
doğru Muhammed (as)" derlerdi. O'na durumu anlattılar.
-"Seni hakem kabul ettik yâ Ebe'l-Kâsım" dediler.
Allâh'ın sevgilisi gülümsedi,
-"Haydin bana bir elbise, bir örtü getirin" dedi.
Örtü geldi. Onu yaydı, serdi. Hacer-ül Esved'i örtünün üzerine koydu. Her
kabîleden birer temsilci seçmelerini istedi. Seçtiler. Onlara, örtünün
kenarlarından tutarak hep beraber yerine konmak üzere kaldırmalarını buyurdu.
Kaldırdılar. Sonra da elleriyle Hacer'ül Esved'i örtünün içinden alıp yerine
koydular.
Böylece, büyük bir ihtilafın önlenmiş olmasından, herkes memnun, herkes
saadet ve itmi'nan içinde kaldı. Peygamber Efendimiz'in bu tatbikatı herkes
tarafından son derece taktirle karşılandı.
Peygamber Efendimiz'in Kâbe'nin bu tâmirinde Kureyş'le birlikte
çalıştığı, hatta bu yüzden omuzları taş taşıyarak yara olduğu, târihin
rivâyetleri arasındadır. Kâbe'nin bu tâmiri sırasında, şöyle mühim bir hâdise
vuku bulmuştu:
"Peygamber Efendimiz, amcası Abbas ile birlikte taş taşırken,
Hz.Abbas O'na, ihrâmını çözerek omuzuna koymasını, bu suretle omuzunun
incinmemesini söyledi. Peygamber Efendimiz de ihrâmını toplayarak omuzuna
koymuştu. Vücudu açılınca birdenbire yere düşerek kendinden geçti. Bu halden
ayılınca derhal ihrâmını almış ve bütün vücudunu örtmüştü. Sonra Ebû Tâlib bu
işe merak etmiş ve hâdiseyi kendisinden sormuştu."
Hz. Muhammed (as) şu cevabı vermişti:
-"İhrâmımı toplayıp omuzuma koyduğum zaman vücudum açılınca şöyle
bir ses duydum: «Yâ Muhammed! (as) âzânı
setret. Sen Peygamber olacaksın, sana yakışmaz.»"
Peygamber Efendimiz'in gâipten duyduğu ilk ses bu idi. O sırada
Peygamberimiz otuz beş yaşlarında idi.[97]
İman, Mümin ve Emin
İman: Güvenme, verilen bir
habere kalpten inanma, haberi getireni tasdik etme; bir şeye tereddüde
düşmeksizin inanma; Allah'a, ondan başka îlâh olmadığına, Hz. Muhammed (as)'ın
Allah'ın kulu ve Resulü olduğuna, Allah'ın meleklerine, kitaplarına, ahiret
gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah tarafından yaratıldığına inanma.[98]
"İman" kelimesi;
Arapça'da "if'al" vezninde olup, aslı "emn" kökünden gelir.
Dillere göre, korkunun zıddı olan "emn-ü emân=emniyet, güven"
manasında, "âmene" fiilinin mastarıdır. Kelimenin aslı
"emn" de "emân" idi. Başına "elif" gelince,
"e'mene" oldu; sonra arapça gramer kaidesine göre "imân"
okundu. Kelimenin başındaki "hemze" Arap diline göre
"ta'diye" için "geçişli" olursa, "eman vermek, emin
kılmak" manasına gelir ki; "esmâüllah = Allah'ın isimleri"nden
olan "Mümin" bu manadan
alınmıştır. Sayrûret (olmak) için kullanılırsa, iman; "emin olma, kalbi
güven ve sükûna kavuşturma" manasına gelir. Buna lisanımızda
"inanma" denir.[99]
El-Mümin ismiyle bütün varlıklara güvence veren yüce Allah (cc), el-Emin
ismiyle bütün insu-cinlere güvence veren Hz.Muhammed (as) ve aynı ismi Allah’a
ve Resulüne inanan bütün müslümanlar da Mümin ismini alır ve taşırlar. Yüce
Allah’ın Mümin ismiyle, Hz.Muhammed (as) Mümin sıfatıyla ve bütün Müslümanların
Mümin simgesiyle anılmalarının tek sebebi, güvenilmek, itimat edilen, şerrinden
emin olunan, şahsiyet ve şeref sahibi, kerem ve erdem sahibi anlamlarına da
gelir. Dolayısıyla bir cahiliye hayatı yaşayan Efendimiz (as), zerre kadar
cahiliyenin kiri ve pisi kendisine bulaşmamıştır ve kendisi de bunlara tenezzül
etmemiştir.[100]
El-Emin olarak anılan Efendimiz (as)’ın, cahiliye kırıntılarına
bulaşmadan şerefle yaşaması, bize şunu gösteriyor ki; “şerefli olan bir insanın içinde şerefsizlik yoksa, şerefsizlerin
şerefsizliğinin hiçbir şeyi, ona zarar vermez.”
O halde, cahiliye ve onun kiri, kişinin şerefli olmasına ve Allah yolunun
yolcusu olmasına engel değildir. Ve soysuzların hüküm sürdüğü bir diyarda,
soylu ve şerefli olmak, erdemli ve cömert olmak, mümin ve emin (güvenirli
olmak) için engel ve mazeret olmaz.
4.BÖLÜM
-Risaletten Hicrete Kadar Olan Dönem
1- İnziva ve ilk vahiy
2- İlk Müslümanlar
3- Vahyin kesilmesi
4- Gizli ibadet ve gizli buluşmalar Dar'ül-Erkam
5- Davetin açığa vurulması
6- Zulüm ve safhaları Dar'ün-Nedve
7- İslam'a düşmanlıkların sebepleri
8- Görüşmeler, uzlaşma teklifleri
9- Habeşistan'a hicret
10- Hamza (ra) ve Ömer (ra)'in Müslüman oluşları
11- Muhasara-Boykot
12- Hüzün yılı
13- Taife gidiş
14- İsra-Miraç olayı
15- Akabe biatları
16- Hicret öncüleri
- Okuma Parçası
4.BÖLÜM
Risalet ve Nubuvvet
Araplar,
Hz.İbrâhim'in yaydığı Hanif dînini, Tevhid dînini unutmuşlar, putlara,
heykellere tapmağa başlamışlar ve mübârek Kâbe'nin içine ve üstüne putlar
doldurmuşlardı. Burada toplanırlar, yerler, içerler, eğlenirler, şiirler
söylerler, ticâretten bahsederlerdi. Aralarında kan davaları eksik olmazdı.
Sadece Eşhûr-u Hurum'da (Muharrem, Recep, Zilkâde, Zilhicce aylarında) harp
etmezler, keyiflerine bakarlar, sâir aylarda kıtal, cidal eksik olmazdı.
Araplar
içinde bâzıları da vardı; putları terk etmiş, onlara kıymet vermez ve onları
sevmezdi ki bunlar arasında Ebû Bekr'ini's-Sıddık, Varaka bin Nevfel, Kus bin
Sâide, Ubeydullah bin Cahş, Osman bin Huveyriş vardı.
Varaka
bin Nevfel, Tevrat ve İncil'i okurdu. Kus bin Sâide son peygamberin geleceği
vaktin yaklaştığını haber verenlerdendi. Fesâhat ve belâğatı ile pek meşhur bir
hatip olan Kus bin Sâide'nin, Sû'k-u Ukaz'da (Arapların her sene kurulan en
büyük ve en kalabalık panayırı olan, Ukaz panayırında) bir kızıl deve üzerinde
îrad ettiği meşhur hutbesini, Peygamber Efendimiz de gençliğinde dinlemiş ve o
kadar beğenmişti ki uzaktan da olsa uzun uzun onu seyretmişti. O zamanlar
kendisine henüz Nübüvvet gelmemişti.
Kus bin
Sâide'nin okuduğu, o çok mânalı, veciz hutbenin metni şu idi:
"Ey
İnsanlar!.. geliniz, dinleyiniz, belleyiniz, ibret alınız. Yaşayan ölür, ölen
çeker gider. Olacak olur. Yağmur yağar, otlar biter, çocuklar doğar, anaların
babaların yerini tutar, sonra hepsi mahvolup gider. Vukuatın ardı kesilmez,
hemen hepsi birbirini tâkip eder. Kulaklarınızı açınız, dikkat ediniz. Gökte
haber var, yerde ibret alacak şeyler var. Yeryüzü geniş bir döşeme, gökyüzü ise
bir yüksek tavandır. Yıldızlar yürür, denizler durur. Gelen kalmaz, giden
gelmez, acaba gittikleri yerlerden memnun kaldıkları için mi gelmiyorlar, yoksa
orada bırakıldıkları için uykuya mı dalıyorlar. Yemin ederim; Allâh'ın indinde
bir din vardır ki şimdi bulunduğunuz dinden daha doğrudur ve daha sevimlidir.
Allâh'ın gelecek bir peygamberi vardır ki gelmesi pek yakın oldu, gölgesi
başımızın üstündedir. O'na îman eden kimseye ne mutludur, O'na isyan ve
muhâlefet eden kimseye de yazıklar olsun... Yazıklar olsun ömürleri gaflet
içinde geçen kimselere.
Ey
cemaat-i iyad!.. Hani ecdadımız ve babalarımız?, Hani taştan saraylar yapan A'd
ve Semud kavimleri?, Hani dünyâ malına güvenerek kavmine; "Ben sizin
rabbinizim" diyen Firavun ve Nemrud? Onlar size nisbetle daha zengin ve
kuvvet bakımından da sizden daha kuvvetli değiller mi idi? Bu yer, onları
değirmeninde öğüttü, toz etti dağıttı, kemikleri ile çürüyüp dağıldı. Evleri
yıkılıp ıssız kaldı. Yerlerini yurtlarını şimdi köpekler şenlendiriyor. Sakın
onlar gibi gaflet etmeyin, onların yolunda gitmeyin. Her şey fânidir, bâkî
ancak Allah'tır ki birdir, şerîki ve nazîri yoktur. İbâdet edilecek ancak
O'dur. Doğmamış ve doğurulmamıştır. Evvel gelip geçenlerde ibret alınacak çok
şeyler vardır. Ölüm ırmağının girecek yerleri vardır ama çıkacak yerleri
yoktur. Büyük küçük hep göçüp gidiyor. Giden geri gelmiyor. Anladım ki herkese
olan şey bana da olacaktır."
Sû'k-u
Ukaz'da bu alâmetleri sayan şahsın söylediklerinin aynen tecelli ettiğini
düşündükçe, insanların arasında bâzı kimselerin küçümsenmemesini de idrâk etmek
gerek.[101]
İmam-ı
Buhari’den naklen:
ـ وعن
أنسِ بنِ
مالكٍ رضى
اللّه عنهُ
قال: بيْنا
نَحْنُ جلوسٌ
مَعَ
النبيِّ في المسْجِدِ
إذْ دَخَلَ
رجلٌ على جملٍ
فأناخَه في المسجدِ
ثم عَقَلَهُ.
ثم قال:
أيُّكُمْ
محمدٌ؟ قلنا:
هذا الرجلُ
ا‘بيضُ
المتكئُ.وللنسائى
من رواية أبى
هريرة: هذا ا‘مْغَرُ
المُرْتَفِقُ.
قال حمزة:
»ا‘مْغَرُ: اَبْيَضُ
المشرَّبُ
بِحُمْرَةٍ«
فقال: ابنُ عبدالمطلب،
فقال النبىُّ
#: قدْ
أجَبْتُكَ.
فقال: إنى
سائِلُكَ
فمشدّدٌ
عليكَ في
المسألةِ فَ
تَجدْ علىّ في
نفسِكَ. قال:
سلْ عما بدالَكَ،
فقال:
أسْأَلُكَ
بربِّك وربِّ
مَنْ قبلك:
آللّهُ أرسلك
إلى النّاس
كلِّهم؟ قال:
اللّهم نعم.
قال:
أنْشُدُكَ
باللّهِ
تعالى: آللّهُ
أمركَ أن
تُصَلِّى
الصّلواتِ
الخمسَ في اليومِ
والليلةِ.
قال: اللّهم
نعم. قَالَ: اَنْشُدك
بِاللّهِ
تَعالى.آللّهُ
اَمَرَكَ اَنْ
تَصُومَ هذا
الشَّهْر مِن
السَّنَةِ. قال
اللَّهُمَّ
نعم. قال:
أنْشُدُكَ
باللّهِ تعالى
آللّهُ
أمرَكَ أن
تأخذَ هذهِ
الصّدقةَ من
أغنِيائِنَا
فتَقْسِمَها
على فقرائِنا.
قال: اللّهم
نعَم. قال:
الرجُلُ:
آمنتُ بمَا جِئتَ
بِه، وأنَا
رسولُ مَنْ
ورائى من
قومِى، وأنا ضِمامُ
بنُ
ثَعْلَبَةَ
أخُو بنى سعد
ابنِ بكرٍ[.
أخرجه
الخمسة، وهذا
لفظ البخارى
.وعند مسلم
جاء رجلٌ
فقال: يا
مُحمّدُ
أتَانَا
رَسُولُك
فزَعَمَ أنكَ
تزْعم أنّ
اللّهَ تعالى
أرْسَلَكَ،
قال: صدَقَ.
قال: فَمَنْ
خَلَقَ السّمَاءَ؟
قال: اللّهُ.
قال: فَمَنْ
خَلَقَ ا‘رْضَ؟
قالَ: اللّهُ.
قال: فَمَنْ
نَصَبَ هذهِ الجبالَ
وجَعلَ فيها
مَا جعَلَ؟
قال: اللّهُ. قال:
فبالّذى خلقَ
السّماء
وَخَلَقَ
ا‘رْضَ وَنَصَبَ
الجِبَالَ
آللّهُ
أَرْسَلَكَ؟
قالَ: نَعَمْ.
قالَ:
وَزَعَمَ
رسُولُك أنّ
علينا خمسَ
صلواتٍ في
يومِنا
وليلتِنا؟
قالَ صَدَقَ.
قَالَ
فَبِالَّذِى
أَرْسَلَكَ
آللّهُ تَعالى
أمرَكَ
بِهَذا؟،
قَالَ: نَعَمْ
ثُمّ ذََكَرَ
الزّكَاةَ.
ثمّ الصّيامَ.
ثمّ الحجَّ
كذلك. قال:
والنبىُّ #
يَقُولُ في
كلِّ سؤالٍ صدَقَ،
فَيَقُولُ:
فبِالَّذِى
أرسلَكَ آللّهُ
أَمََرَكَ
بهذا
فَيَقُولُ
نَعَمْ: ثمّ
وَلّى وَقال:
والَّذِى
بََعَثَكَ
بالحقِّ َ
أزِيدُ
علَيْهن وََ
أنْقُصُ
منهنّ، فقالَ
النبيُّ #:
لَئِنْ
صَدَقَ
لَيُدْخُلَنّ
الجَنّةَ.
Enes İbnu Mâlik (radıyallahu anh) anlatıyor:
Biz mescidde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'le birlikte otururken,
devesine binmiş olarak bir adam girdi ve mescidin avlusuna devesini ıhıp
bağladıktan sonra: "Muhammed hanginizdir?" diye sordu. Biz:
"Dayanmakta olan şu beyaz kimse" diye gösterdik. -Nesâî'deki Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh)'ın rivayetinde: "Şu dayanmakta olan hafif kırmızıya
çalan renkteki kimse" diye tasvîr mevcuttur.-Adam: "Ey
Abdulmuttalib'in oğlu! diye seslendi.Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Buyur seni dinliyorum" dedi.Adam: "Sana birşeyler soracağım.
Sorularımda aşırı gidebilirim, sakın bana darılmayasın" dedi.Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm): "Haydi istediğini sor!"Adam: "Rabbin
ve senden öncekilerin Rabbi adına soruyorum: Seni bütün insanlara peygamber
olarak Allah mı gönderdi?"Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Kasem olsun evet!"
Adam: "Allahu Teâla adına soruyorum:
Gece ve gündüz beş vakit namaz kılmanı sana Allah mı emretti?"
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Allah'a kasem olsun evet!"Adam: "Allah adına soruyorum, senenin
şu ayında oruç tutmanı sana Allah mı emretti?Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm): "Allah'a kasem olsun evet!"Adam: "Allahu Teâla adına
soruyorum: Bu sadakayı zenginlerimizden alıp fakirlerimize dağıtmanı Allah mı
sana emretti?"Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Allah'a kasem
olsun evet!"Bu sorucevaptan sonra adam şunu söyledi: "Getirdiklerine
inandım. Ben geride kalan kabîlemin elçisiyim. Adım: Dımâm İbnu Sa'lebe'dir.
Benu Sa'd İbni Bekr'in kardeşiyim." (Bunu Beş Kitap rivayet etmiştir.
Metin Buhârî'den alınmıştır).Müslim'in rivayetinde şöyle denir: "Bir adam
geldi ve şöyle dedi: ÔBize senin gönderdiğin elçi geldi ve iddia etti ki sen
Allah tarafından gönderildiğine inanmaktasın."Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm): "Doğru söylemiş" dedi.Adam tekrar: "Öyleyse semayı
kim yarattı?"Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Allah"
dedi.Adam: "Peki bu dağları kim dikti ve içindekileri kim koydu?"
dedi.Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Allah!" dedi.Adam:
"Peki semayı yaratan, arzı yaratan ve dağları diken Zât adına söyler
misin, seni peygamber olarak gönderen Allah mıdır?Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm): "Evet!" dedi.Adam: "Elçin iddia ediyor ki biz gece ve
gündüz beş vakit namaz kılmalıyız, bu doğru mudur?"Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm): "Doğru söylemiştir!"Adam: "Seni
gönderen adına doğru söyle. Bunu sana Allah mı emretti?"Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm): "Evet!" dedi.
Adam
sonra zekâtı, arkasından orucu, daha sonra da haccı zikretti ve bu şekilde
sordu. Râvi der ki: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de her sualde
"Doğru söylemiş" diye cevap veriyordu. Adam (son olarak) sordu:
"Seni gönderen adına doğru söyle. Bunu sana Allah mı emretti?"Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Evet" dedi.Adam sonra geri döndü
ve ayrılırken şunu söyledi: "Seni hakla gönderen Zât'a kasem olsun, bunlar
üzerine hiç bir şey ilâve etmem, bunları eksiltmem de."Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm): "Bu kimse sözünde durursa cennetliktir!"
buyurdu."[102]
Peygamberimize Gaibden Ses Gelmeye BaşlıyorKâinatın
Efendisi otuz sekiz yaşına girince gaibden bazı sesler duymaya ve bazı
taraflarda bir takım ışıklar görmeye başladı. Bazen de kendilerine gaibden
"Yâ Muhammed!" diye nidâ ediliyordu. Fakat, Efendimiz bu garip
seslerin ve parlayıp geçen ışıkların ne demek istediklerine henüz o sırada tam
mânâsıyla vâkıf değildi. Bununla beraber, bu hâdiselerin mânâsız ve boşu boşuna
cereyân etmediklerini biliyordu ve günlerini onları düşünmekle geçiriyordu. Zaman
zaman da sadece muhtereme zevcesi Hatice-i Kübrâya bu sırları anlatır ve
konuşurlardı. O anda yeryüzünde maddî hayatta tek teselli kaynağı Hazret-i
Hatice Validemiz de Resûl-i Ekrem Efendimizi bir siyânet meleği gibi koruyor,
konuşmaları ve sohbetleriyle onu teselliye çalışıyordu.Kâinatın Efendisinin bu
hali tam bir sene devam etti.Sadık rüyâlarKâinatın Efendisi otuz dokuz yaşında
iken "Sadık Rü'yâlar" devri başladı. Gündüzün meydana gelecek
hâdiseler kendilerine geceden, uyku ile uyanıklık arasında bir hâl içinde
gösteriliyor ve bildiriliyordu. Öyle ki; geceden gördüğü rü'yâlar, o gecenin
sabahında şafak aydınlığı gibi berrak ve apaçık ortaya çıkıyordu. Peygamber
Efendimizi, vahy almaya bir nevi hazırlama maksadına bemnî olan bu durum altı
ay devam etti.[103]
Kâinatın Efendisi
Hira'daSene milâdi 610. Kâinatın Efendisi kırk yaşında.Yıllardan beri devam
edip gelen bir âdetleri vardı: Her senenin Ramazan ayını Hirâ Dağının
tepesindeki mağarada tefekkür, ibâdet ve duâ ile geçirirdi.1 Hirâ Dağı, Resûl-i
Ekrem Efendimizin evinin bulunduğu yerden takriben 5 km kadar uzaklıktadır.
Mağara ise, dağın tam tepesindedir. Mağaranın üç tarafı ve kemeri yıkılmış,
yığılmış kayalardan meydana gelmektedir. Başı kemere değmeksizin bir adamın
içinde durabileceği kadar yükseklik ve uzunluktadır. Gariptir ki, mağaranın
uzandığı cihet, kıble istikametidir. Giriş kapısı oldukça yüksekte, sadece bir
deliktir. Buraya kayadan yapılmış birkaç basamakla çıkılarak varılır. [104]
Vahiy; Allah tarafından geldiğine dair kat'î bir bilgi ve itminan ile
beraber, vasıtalı veya vasıtasız olarak peygamberlerin ruhunda (kalbinde)
bulduğu bir bilgi ve marifettir.Peygamberler Allah'tan aldıkları hüküm ve
hakikatları vahiy yoluyla alırlar. Peygamberlerin hepsi de Allah'ın vahyine
muhatap olmuşlardır.
Vahyin
de pek çok çeşitleri ve mertebeleri vardır:
Vahyin
en yaygın şekli, vahiy meleği olan Cebrâil (as) vasıtasıyla peygamberlere İlâhî
hükümlerin bildirilmesi, tebliğ edilmesidir. Kur'an'ın indirilişi böyle
olmuştur. Cebrâil'in (as) vahyi getirmesinin de çeşitleri vardır. Melek, aslî
hüviyeti ile peygambere görüneceği gibi, insan suretine girerek de gelir ve
vahiy getirir. Bâzen da hiç görünmeden çan sesi veya arı vızıltısı gibi bir
sesle gelir ve vahyi peygamberin kalbine bırakır.
Bâzen
da Allah Teâlâ emir ve hükümlerini vasıtasız, doğrudan doğruya peygamberine
söyler ve işittirir. Tûr dağında Mûsâ'nın (as) ve Mi'rac'da Peygamberimizin
vahyi doğrudan doğruya Allah'tan almaları gibi. Buhari’den
naklolunduğuna göre:
ـ عن عائشة
رَضِيَ اللّهُ
عَنها قالت: ]أوَّلُ
مَا بُدِئَ بِهِ
رَسُولُ اللّهِ
# مِنَ الْوَحْىِ
الرُّوْيَا الصَّالِحَةُ
في النَّوْمِ،
وَكَانَ َ يَرَى
رُؤْيَا إَّ جَاءَتْ
مِثْلَ فَلَقِ
الصُّبْحِ، وَحُبِّبَ
إلَيْهِ الْخََءُ
فَكَانَ يَخْلُو
بِغَارِ حِرَاءَ
فَيَتَحَنَّثُ
فيهِ ـ وَهُوَ
التَّعَبُّدُ
ـ اَللَّيَالِى
ذَوَاتِ الْعَدَدِ
قَبْلَ أنْ يَنْزِعَ
إلى أهْلِهِ، وَيَتَزَوَّدُ
لذلِكَ ثُمَّ يَرْجِعُ
إلى خَدِيجَةَ
رَضِيَ اللّهُ
عَنها. فَيَتَزَوَّدُ
لِمِثْلِهَا،
حَتّى جَاءَهُ
الْحَقُّ وَهُوَ
في غَارِ حِرَاءَ.
فَجَاءَهُ الْمَلَكُ
فَقالَ: اِقْرأْ.
فقَالَ: مَا أنَا
بِقَارِئٍ. قَالَ:
فَأخَذَنِي فَغَطَّنِي
حَتّى بَلَغَ مِنِّي
الْجَهْدُ، ثُمَّ
أرْسَلَنِى فَقَالَ:
اِقْرأْ. فَقُلْتُ:
لَسْتُ بِقَارِئٍ.
فَغَطَّنِي الثَّانِيَةَ
حَتّى بَلَغَ مِنِّي
الْجَهْدُ. ثُمَّ
أرْسَلَنِي فقَالَ:
إقْرَأْ. فَقُلْتُ:
مَا أنَا بِقَارِئٍ.
فَأخَذَنِي فَغَطَّنِي
الثَّالِثَةَ
حَتّى بَلَغَ مِنِّي
الْجَهْدُ. ثُمَّ
أرْسَلَنِى فقَالَ:
اِقْرَأْ بِاسْمِ
رَبِّكَ الّذِي
خَلَقْ خَلَقَ
ا“نْسَانَ مِنْ
عَلَقٍ اِقْرَأْ
وَرَبُّكَ ا‘كْرَمُ
الّذِى عَلَّمَ
بِالْقَلَمِ عَلّمَ
ا“نْسَانَ مَا
لَمْ يَعْلَمْ.
فَرَجَعَ بِهَا
رَسُولُ اللّه
# يَرْجُفُ فُؤَادُهُ،
فَدَخَلَ عَلى
خَدِيجَةَ، فَقَالَ:
زَمِّلُونِِي
زَمِّلُونِي. فَزَمَّلُوهُ
حَتَّى ذَهَبَ
عَنْهُ الرَّوْعُ.
فقَالَ لِخَدِيجَةَ،
وَأخْبَرَهَا
الْخَبَرَ وقَالَ:
لَقَدْ خَشِيْتُ
عَلى نَفْسِي.
قَالَتْ لَهُ خَدِيجَةُ:
كََّ فَوَاللّهِ
مَا يُخْزِيكَ
اللّهُ أبَداً،
إنَّكَ لَتَصِلُ
الرَّحِمَ، وَتَصْدُقُ
الْحَدِيثَ، وَتَحْمِلُ
الْكَلَّ، وَتُكْسِبُ
الْمَعْدُومَ،
وَتَقْرِي الضَّيْفَ،
وَتُعِينُ عَلى
نَوَائِبِ الْحَقِّ،
ثُمَّ اَنْطَلَقَتْ
بِهِ خَدِيجَةُ
إلى وَرَقَةَ بْنِ
نَوْفَلَ بْنِ
أسَدِ ابْنِ عَبْدِالْعُزّى
بْنُ قُصَيٍّ،
وَهُوَ ابْنُ عَمَّ
خَدِيجَةَ رَضِيَ
اللّهُ عَنها،
وَكَانَ اِمْرَأَ
قَدْ تَنَصَّرَ
في الْجَاهِلِيّةِ،
وَكَانَ يَكْتُبُ
الْعِبْرَانِيَّ
فَيَكْتُبُ مِنَ
ا“نْجِيلِ بِالْعِبْرَانِيّةِ
مَا شَاءَ اللّهُ
أنْ يَكْتُبَ،
وَكانَ شَيْخاً
كَبِيراً قَدْ
عَمَى. فقَالَتْ
خَدِيجَةُ: يَا
ابْنَ عَمِّ، اسْمَعْ
مِنْ ابْنِ أخِيكَ
مَا يَقُولُ، فقَالَ
لَهُ وَرَقَةُ:
يَا ابْنَ أخِى
مَاذَا تَرَى؟
فَأخْبَرَهُ رَسُولُ
اللّهِ # خَبَرَ
مَا رَأى. فقَالَ
لَهُ وَرَقَةُ:
هذَا النَّامُوسُ
الّذِي أُنْزِلَ
عَلى مُوسى يَا
لَيْتَنِي فِيهَا
جَذَعاً، لَيْتَنِي
أكُونُ حَيّاً
إذْ يُخْرِجُكَ
قَوْمُكَ. فقَالَ
رَسُولُ اللّهِ
#: أوْ مُخْرِجِيَّ
هُمْ قَالَ: نَعَمْ
لَمْ يَأتِ رَجُلٌ
قَطُّ بِمِثْلِ
مَا جِئْتَ بِهِ
إَّ عُودِيَ، وَإنْ
يُدْرِكْنِي يَوْمُكَ
أنْصُرْكَ نَصْراً
مُؤَزَّراً. ثُمَّ
لَمْ يَنْشَبْ
وَرَقَةُ أنْ تُوُفِّيَ
وَفَتَرَ الْوَحْيُ.
Ümmü'l-Mü'minîn
Âişe radiya'llâhu anhâ'dan:
Şöyle
demiştir: Resûlu'llâh sâlla'llâhu aleyhi ve sellem'in ilk vahiy başlangıcı
uykuda rü'yâ-yı saliha (yâni sâdıka) görmekle olmuştur. Hiçbir rü'yâ görmezdi
ki sabah aydınlığı gibi vâzıh ve âşikâr zuhûr etmesin. Ondan sonra kalbine
yalnızlık muhabbeti ilkâ olundu. Artık (Cebel-i) Hırâ'daki ğâr içinde
halvet-güzîn olup orada ehlinin nezdine gelinceye kadar adedi muayyen günlerde
tahannüs -ki teabbüd demektir.- Eder ve
yine azıklanıp giderdi. Sonra yine Hadîce nezdine avdet edip bir o kadar zaman
için yine azık tedârik ederdi. Nihâyet Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve
sellem'e birgün Ğâr-ı Hırâ'da bulunduğu sırada (emr-i) Hak (yâni vahiy) geldi.
Şöyle ki Ona Melek gelip
ªaÓa
yâni
"Oku" dedi. O da "Ben okumak bilmem." cevâbını verdi. Zât-ı
Akdesi Risâlet-Penâhî buyurur ki o zaman Melek beni alıp tâkatim kesilinceye
kadar sıkıştırdı. Sonra beni bırakıp yine
ªaÓa
dedi.
Ben de ona "Okumak bilmem." dedim. Yine beni alıp ikinci defa tâkatim
kesilinceye kadar sıkıştırdı. Sonra beni bırakıp yine
ªaÓa
dedi.
Ben de "Okumak bilmem." dedim. Nihâyet beni yine alıp üçüncü def'a
sıkıştırdı. Sonra beni bırakıp:
Ù¢£2 ë
¤a ¤Ó¡a P 7§Õ Ü Ç ¤å¡ß æb ¤ã¡üa
Õ Ü P 7 Õ Ü ô© £Ûa Ù¡£2
¡á¤b¡2 ¤a ¤Ó¡a
=¡á Ü Ô¤Ûb¡2
á £Ü Ç ô© £Û a P =¢â ¤× üa
dedi.
Bunun üzerine Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem (kendisine vahyolunan)
bu âyât-ı kerîmeyi bi't-telâkkî (korkudan) yüreği titreyerek döndü ve Hadîce
binti Huveylid'in nezdine girerek "Beni sarıp örtünüz, beni sarıp
örtünüz." dedi. Korkusu zâil oluncaya kadar vücûd-i mübârekini sarıp
örttüler. Ondan sonra (Hazret-i Resûl salla'llâhu aleyhi ve sellem) vukû-ı hâli
Hadîce'ye naklederek "Kendimden korktum." dedi. Hadîce radiya'llâhu
anhâ: "Öyle deme, Allâh'a kasem ederim ki Allâhu (Zü'l-Celâl) hiç bir
vakit seni utandırmaz (mahzûn etmez). Çünkü sen akrabâna bakarsın, işini
görmekten âciz olanların ağırlığını yüklenirsin, fakîre verir, kimsenin
kazandıramayacağını kazandırırsın, misâfiri ağırlarsın, Hak yolunda zuhûr eden
havâdis ve mühimmâtda (halka) yardım edersin."
Bundan
sonra Hadîce (radiya'llâhu anhâ) Hazret-i Resûl-i Ekrem'i (salla'llâhu aleyhi
ve sellem) birlikte alıp ammizâdesi Veraka b. Nevfel b. Esed b. Abdü'l-Uzzâ'ya
götürdü. Bu zât, zamân-ı Câhiliyyette dîn-i Nasrâniyyete dâhil olmuş bir kimse
olup İbrânîce yazı bilir ve İncil'den meşiyyet-i İlâhiyye taallûk ettiği
mikdârda öteberi yazardı. Veraka gözlerine amâ târî olmuş bir pîr-i fânî idi.
Hadîce radiya'llâhu anhâ Veraka'ya: "Amûcam-oğlu, dinle de bak, kardeşinin
oğlu ne söylüyor." dedi. Veraka: "Ne var kardeşimin oğlu?" diye
sorunca Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem gördüğü şeyleri kendisine ihbâr
etti.
Bunun
üzerine Veraka dedi ki "Bu gördüğün, Allâhu Teâlâ'nın Mûsâ (salla'llâhu
aleyhi ve sellem) ya tenzîl ettiği Nâmûs (-ı Ekber) dır. (Yâni Sâhib-i Sırr-ı
Vahiydir.) Âh keşke senin davet günlerinde genç olaydım. Kavmin seni
çıkaracakları zaman keşki ber-hayât olsam!". Bunun üzerine Resûlullâh
salla'llâhu aleyhi ve sellem: "Onlar beni çıkaracaklar mı ki?" diye
sordu. O da: "Evet. (zîrâ) Senin gibi bir şey getirmiş (yâni vahiy tebliğ
etmiş) bir kimse yoktur ki düşmanlığa uğramasın. Şâyet senin davet günlerine
yetişirsem sana son derecede yardım ederim." cevâbını verdi. Ondan sonra
çok geçmedi. Veraka vefât etti. (Ve o esnâda) Fetret-i vahiy vukû' buldu (yâni
bir müddet için vahiy inkıtâa uğradı).[105]
Resûlullah Efendimiz, aradan çok zaman
geçmeden, bir hâdise ile karşı karşıya geldi: İnkıta-ı Vahy hadisesi. Yâni
vahyin kesilmesi... Sebebi (şöyle veya böyle) izah edilmiş olmakla beraber,
beşeri aklımızla hikmetini tam kavrayamadığımız bu hâdise karşısında Peygamber
Efendimizin tekrar büyük bir sıkıntı ve üzüntü duyduğu fark ediliyordu. Öyle
ki, âdetâ dünya kendisine dar gelmekteydi ve bu dar dünyadan kurtulmak
istemekteydi. Bu esnâda Cebrâil veya İsrafil (a.s.) teselli için birkaç sefer
kendilerine görünmüşlerdir.[106]
Allah Resûlü tam kırk gün bu üzüntü ile karşı
karşıya kaldı. Dünya, "Dârü'l-Hikmet"
olması sebebiyle onda her şey şüphesiz hikmetle cereyan etmektedir. Aklımızın
küçücük terazisiyle biz, bazen bu gibi hâdiselerin sebep ve hikmetlerini
yakalarız, bazen de yakalamamız mümkün olmaz. Ama, sebep ve hikmetini
bilmeyişimiz, elbette hâdiselerin hikmetsiz cereyan ettiklerine hiç bir zaman
delil olmaz. Hele, peygamberlik gibi her şeyi hikmet kalemiyle programlanmış
bir vazifenin içine elbette hikmetsizliğin girmesine imkân ve ihtimal yoktur.
Bu yüzden, vahyin bir ara kesilmesi hâdisesi şüphesiz birçok sebep ve
hikmetlere binaen cereyan etmiştir. Fakat, biz hikmetlerin künhüne vâkıf
değiliz. Bununla birlikte meseleye çeşitli izah tarzı getirenler de vardır. Bu
görüşleri şöylece hülâsa etmek mümkündür:
a) Allah Resûlü ilk vahiy karşısında fazla
telâş duymuş ve ruhu âdeta vahyin ağırlığıyla sarsılmıştır. Bu durumda ruhunun
ve sair latifelerinin biraz sükûn bulması ve daha sonra gelecek vahye
hazırlanması için bu hâdise vuku bulmuştur.
b) Ruh-u Ahmed'in (a.s) ıztırap ve elemlere
dayanmaya şimdiden alıştırılması.
c) Vahye, daha fazla iştiyak duymasını temin.[107]
Vahyin Tekrar Gelmeye Başlaması
Kırk günlük bir aradan sonra Peygamber
Efendimize vahiy tekrar gelmeye başladı. Vahyin tekrar gelmeye başlaması
hâdisesini bizzat kendileri şöyle anlatmışlardır: "Birgün giderken,
âniden, gökyüzünde bir ses işittim. Başımı kaldırıp baktığımda Hîra'da bana
gelen Meleği (Cebrâil) yerle gök arasında bir kürsü üzerinde oturmuş gördüm.
Ürpererek yere çöktüm."Evime dönüp, 'Beni örtünüz, beni örtünüz' dedim.
Bunun üzerine Yüce Allah şu âyeti indirdi:
Buhari’de naklolunduğuna göre vahyin kesilmesi müddetinin sona erdiğini
sevgili Peygamberimiz şöyle anlatır:
“Ben bir gün yürürken, birden bire gökyüzü tarafından bir ses işittim.
Başımı kaldırdım. Bir de baktım ki, Hira’da bana gelen melek (Yani Cebrail Aleyhisselam) gök ile yer
arasında bir kürsü üzerinde oturmuş, çok korktum, evime dönüp: ‘Beni örtün,
beni örtün’ dedim. Bunun üzerine Allah (cc) şu ayetleri inzal etti:
=¢¡£q £¢à¤Ûa
b 袣í a ¬b í
“ Ey bürünüp sarınan (Resûlüm)!”
=¤¡¤ã b Ï ¤á¢Ó
“Kalk, ve (insanları) uyar.”
=¤¡£j Ø Ï
Ù £2 ë
“ Sadece Rabbini büyük tanı.”
=¤¡£è À Ï
Ù 2b î¡q ë
“ Elbiseni tertemiz tut.”
=¤¢v¤çb Ï
¤u¢£Ûa ë
“Kötü şeyleri terk et.”[108]
Böylece Peygamber Efendimiz, insanlığı tevhide
davetle vazifelendirilmiş oluyordu.
"Artık, vahiy gelmeye başladı ve ardı
arası kesilmedi."[109]
Vahy tekrar gelmeye başlayınca, Resûl-i
Kibriya Efendimizin ruhundaki sıkıntılar dindi; iç âlemi huzur ve sükûna
kavuştu.
Allah (cc) ilk tebliğ emri olan:
=¤¡£j Ø Ï
Ù £2 ë =¤¡¤ã b Ï ¤á¢Ó
=¢¡£q £¢à¤Ûa b 袣í a ¬b í
“Ey bürünüp sarınan (Resûlüm)!Kalk, ve (insanları)
uyar. Rabbini Tekbir et.”[110]
Ayeti celiler gelince Peygamberimiz tebliğ görevine başlamış ve insanları
Allah’ın birliğine, davet etmeye başlamıştı.
Kadınlardan ilk Müslüman olan, Hz.Hatice’dir.
Çocuklardan ilk Müslüman olan, Hz.Ali’dir.
Hür erkeklerden (büyüklerden) ilk Müslüman olan, Hz. Ebu Bekir’dir.
Azatlılardan ilk Müslüman olan, Zeyd b. Harise’dir.
Daha sonra bu sayı
çoğalmıştır. Peygamberimiz peygamberliğini ilk önce,
en güvendiği insanlara açtı. Kendisini bu yolda, herkesten önce tasdik ederek
îman ve hidâyet ile müşerref olan ilk müslümanlar;
Kadınlardan
Hz.Hatîce
Hür
erkeklerden Hz.Ebû Bekir
Çocuklardan
Hz.Ali
Azatlı
kölelerden Zeyd ibn-i Hâris
Kölelerden
Bilâl-i Habeşî oldu.
Hz.Ebû
Bekr'in himmet ve gayreti ile, Hz.Osman, Zübeyr ibn-i Avvam, Abdurrahman ibn-i
Avf, Sa'd ibn-i Ebi Vakkas, Talhâ ibn-i Ubeydullah Müslüman oldular ve
Peygamberimiz ile birlikte namaz kıldılar. Bunlar, Müslümanlığı kabulde, namaz
kılmakta, Peygamber Efendimiz'i ve O'na Allah'tan geleni tasdikte herkesi
geçtiler.
Hz.Hatîce
(r.Anha) Vâlidemizin Müslüman Oluşu
Peygamber
Efendimiz'in bütün harekatını dakikası dakikasına takip eden ve dünyânın en
zeki hanımı olan Hz.Hatîcet-ül Kübrâ zaten kendisine büyük teselli kaynağı idi.
Gerek Meysere'nin Şam seyahatinde görerek kendisine anlattığı ve gerekse büyük
âlim amcazadesi Varaka bin Nevfel'in beyanatı ve gerekse o zamanın en meşhur
rahibi bulunan Addas'ın izahatı ile tam bir mâlumât elde etmişti. Cibril-i Emin
hakkında mâlumâtı vardı. Âyet-i kerimeler nazil olur olmaz ve davet emrini
ifade eden âyetleri duyunca herkesten evvel Hatîcet-ül Kübrâ vâlidemiz îman
etmiş, en ufak bir tereddüt göstermemiştir. Dünyânın hiçbir hanımına nasip
olmayan bu büyük şerefi kazanmak bahtiyarlığına nâil olmuştur.
Hz.Hatîce
vâlidemize Cebrail (a.s)'ın öğrettiği gibi abdest almasını öğretti. Sonra
Peygamber Efendimiz imam oldu, birlikte iki rekat namaz kıldılar.[111]
Hz.Ebû
Bekir (ra)'ın Müslüman Oluşu
Ebû
Bekir, Kureyş'in zengin, îtibarlı ve sözü en çok geçen kimselerinden biri idi.
Peygamberimiz ile önceden de samimi dostlukları vardı. Peygamberimiz'i arayan,
O'nu, Hz.Ebû Bekr'in dükkanında bulurdu.
O diğer
insanlar gibi putlara tapmaz, doğduğu günden beri onlara buğz eder, diğer
insanların da tapmamasını isterdi. Ne yazık ki insanlar, putlara taparak
onlardan yardım isterlerdi. Aslında putlara onlar da inanmazlardı. Amma yine de
onlara taparlardı. Uzun çöl yürüyüşlerinde, geceleyin tatlı hamurdan yapmış
oldukları putlara, ilk önce tapınır, duâ eder, sonra da gülerek tapındıkları
putları yerlerdi.
Hz.Ebû
Bekir (r.a) bunların hepsini biliyordu. Bunun için kendisi hiç puta tapmamıştı.
Sâdece bir Allâh'ın var olduğuna inanmış, fakat O'na delâlet edecek birini
bulamadığı için, sükut ederek susmağı uygun bulmuştu.
Peygamber
Efendimiz'e risâlet gelince, hiç tereddüt etmeden, hemen hak dîni kabul edip,
müslüman oldu. Sonra da etrafındakileri bu Yüce Dîne sokmağa başladı. Amma
birden herkese söylemiyor, sâdece güvendiği kimselere müslüman olmalarını
söylüyordu.[112]
Hz.Ali
(ra)'ın Müslüman Oluşu
Hz.Ali,
Peygamberimiz'in amcası Ebû Tâlib'in oğludur. Ebû Tâlib'in âile efrâdı çok
kalabalık olduğundan Hz.Ali'yi Peygamberimiz yanına almıştı. Hz.Ali, o zaman
henüz beş yaşında bir çocuktu.
Bu
küçük yaştan îtibaren Âhirzaman Peygamberi'nin terbiyesi altında yetişen
Hz.Ali, Rasûlüllah Efendimiz'e peygamberlik verildikten sonra bir ara Hz.
Peygamberimiz'in Hz.Hatîce ile birlikte namaz kıldıklarını görünce; "Yâ
Muhammed! Bu ne?" dedi.
Peygamber
Efendimiz de; "Yâ Ali! Bu, Allâh'ın seçtiği, beğendiği dînidir. Ben seni,
bir olan Allâh'a inanmağa dâvet eder, insana ne faydası ne de zararı
dokunmayacak olan Lât ve Uzza'ya bağlanmaktan tahzir ederim." dedi.
Hz.Ali;
"Ben, bu dîni bugüne kadar hiç işitmedim. Babama bu hususta bir
danışayım." dedi.
Peygamber
Efendimiz, peygamberliğini daha açıklamadan önce bunun yapılmasını hoş
görmediğinden; "Yâ Ali!..Eğer sana söylediğimi yaparsan yap, yapmayacak
olursan, gördüğünü gizli tut, kimseye söyleme." dedi.
O gece
geçti. Sabahleyin, Hz.Ali, Peygamber Efendimiz'in yanına geldi ve "Bana
söylediğin şeyi tekrarlar mısın." dedi.
Hz.Peygamberimiz
sözlerini tekrarlayınca, Hz.Ali Müslüman oldu ve Müslümanlığını babası Ebû
Tâlib'den korkarak gizli tuttu. Hz.Ali Müslüman olduğu zaman takrîben on
yaşlarında idi.
Hz.Ebu
Bekir müslüman olunca hemen çok sevdiği arkadaşlarına gitti. Onları da müslüman
olmaları için ikna etti. Eshâbı Kirâm'ın (r. anhüm) ileri gelenlerinden Osman
bin Affan, Talha bin Ubeydullah, Zübeyr bin Avvam, Abdurrahman bin Avf. Sa'd
bin Ebi Vakkas gibi kavminin ileri gelen yüksek şahsiyetleri bunların belli
başlılarıdır. İlk müslüman olan bu zatlara sabikun-u evvelin denir.[113]
Hz. Bilâl-i Habeşî'nin
İşkenceye Uğraması
Gizli davet devresinde İslâm ile şereflenen ve
bundan dolayı müşriklerin şiddetli işkencelerine maruz kalan ilklerden biri de
Bilâl-i Habeşî diye bilinen, Bilâl bin Rebah Hazretleridir.Hazret-i Bilâl,
Müslümanların amansız düşmanı Ümeyye b. Halef in kölesi iken, Hazret-i Ebû
Bekir vasıtasıyla İslâmla şereflenmiştir.1Bir anda gönlünü çepeçevre saran imân
nûru, Hazret-i Bilâl için hadsiz bir cesaret kaynağı oluvermişti. Öyle ki, bir
köle iken, efendisini ve müşriklerin her türlü baskı, işkence ve eziyetlerini
hiçe sayarak Müslümanlığını açıkça ilân etmekten çekinmedi.
İmanın girmediği kalb taştan daha katı, Allah
korkusunun bulunmadığı vicdan, kayalardan daha hissizdir. Böyle bir kalb ve
vicdana sahip bir insanda acıma, şefkat ve merhamet aramak abestir. O insan,
artık bu hâliyle mânen canavarlaşmıştır. Hatta tahribatı cihetiyle canavarları
bile geride bırakmıştır.İşte İslâmın diğer bütün amansız düşmanları gibi Ümeyye
bin Halef de böyle bir kalb ve vicdanın sahibiydi. Ve Hazret-i Bilâl, merhamet
ve şefkat yoksunu bu kalb sahibinin kölesi idi. Bu merhamet yoksunu adamın
nazarında, Hz. Bilâl'in kendisini yaratan tek Allah'a îmân etmesi ve Onun
gönderdiği Peygamberi Hazret-i Muhammed'e sadâkat elini uzatması büyük suçtu!Bunun
için de o, en amansız işkencelere tâbi tutuluyordu. Bazen yirmi dört saat aç,
susuz bırakılıyor, bazen boynuna ip takılarak, Mekke'nin ücretle tutulan
çocukları tarafından sokak sokak dolaştırılıyordu.[114]
Ümeyye bin Halef'in bütün bu gayretleri boşunaydı.
Hazret-i Bilâl bir kere îmân etmişti ve Allah'a teslim olmuştu. Gönlü
Resûlullahın muhabbetiyle gülşen olmuştu. Onun için, bu eziyet ve işkenceler
altında inim inim inlerken bile davasını müşriklerin yüzlerine yüzlerine
haykırmaktan geri durmuyordu: "Ehad Ehad! Allah
birdir! Allah birdir!" İnandığı İslâm davasından her türlü eziyete
rağmen zerre kadar taviz vermeyen Hazret-i Bilâl'i, bu sefer efendisi Ümeyye
bin Halef, kavurucu sıcaklar altında, sırtını, güneşin sıcaklığından ateş
parçası haline gelmiş kızgın taş ve kumlara sürttürüp yaktırır, ağzına güneşte
kurumuş bir lokma et verdikten sonra, göğsüne kocaman bir kaya parçası koydurur
ve şöyle derdi:
-"Andolsun ki; sen ölmedikçe, yahud
Muhammed'i ve Onun dinini inkâr ve reddederek Lât'a Uzzâ'ya tapmadıkça bu azabı
üzerinden eksik etmeyeceğim!" Fakat, vücudunun bütün zerreleriyle âdeta
bir îmân abidesi kesilmiş olan Hazret-i Bilâl, ölümü göze alarak şöyle
haykırırdı:
-"Ben, Lât ve Uzzâ'yı kabul etmem. Allah
birdir! Allah birdir!" Bu sözleri duyan Ümeyye bin Hâlef bütün bütün
çileden çıkar, Hazret-i Bilâl'in işkencesini bayılıp kendinden geçinceye kadar
arttırırdı. Sonra da çekip giderdi. Hazret-i Bilâl nice sonra kendine gelirdi.[115]
Hazret-i Bilâl'in, bütün bu dayanılmaz
eziyetlere, bu çekilmez işkenceye karşı tek dayanak noktası, o haşmetli ve
azametli îmânıydı. İman, evet, kâinatı kabza-i tasarufunda tutan Cenâb-ı Hakka
îmân, Onun sonsuz kudretine i'timad, insan için sarsılmaz, yıkılmaz bir istinad
noktasıdır. O, bu kahramanca tavrıyla âdeta,
-"Îmân hem nurdur, hem kuvvettir. Hakiki
îmânı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir" hakikatını bütün dünyaya
ilân ediyordu.
Yine bir gün, Ümeyye bin Halef in onu
işkenceden işkenceye uğrattığı bir sırada, oradan geçen Hz. Ebû Bekir bu durumu
gördü. Ümeyye'ye,
-"Sen hiç Allah'tan korkmaz mısın? Bu
zavallıya daha ne zamana kadar işkence edeceksin" dedi.
-"Onun itikadını sen bozdun," diye
cevap verdi Ümeyye.
-"Kurtulmasını istiyorsan, onu satın al
da kurtar."
Hz. Ebû Bekir,
-"Ey Ümeyye," dedi,
"Benim, senin dininden siyah bir kölem
var. Bundan daha güçlü, daha kuvvedidir. Onu Bilâl'e karşılık sana vereyim,
kabul eder misin?" dedi.
Ümeyye,
-"Kabul ettim," dedi.
Sonra da gülerek,
-"Vallahi, kölenin karısını da vermedikçe
olmaz" diye konuştu.
Hz. Ebû Bekir,
-"Olur," dedi.
Ümeyye yine sinsi sinsi güldü ve,
-"Vallahi, bana kölenin karısı ile
birlikte kızını da vermedikçe olmaz" dedi.
Hz. Ebû Bekir, bu teklife de,
-"Olur" diye cevap verdi.
Fakat, azılı müşrik Ümeyye, âdeta işi yokuşa
sürmek istiyormuşçasına davranıyordu. Bu sefer hâince gülüşler arasında şu
istekte bulundu:
-"Vallahi, bana onlarla birlikte 200
dinar da üste vermedikçe olmaz!" Onun bu durumuna sinirlenen Hz. Ebû Bekir
hiddetle,
-"Sen," dedi,
-"Ne utanmaz adamsın. Boyuna yalan
söyleyip duruyorsun."
Ümeyye bu sefer,
-"Hayır," dedi,
-"Lât'a, Uzzâ'ya and olsun ki, artık
bunları bana verirsen, dediğimi yapacağım."
Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir,
-"Onların hepsi senin olsun" dedi ve
Hazret-i Bilâl'i bu zâlim adamın elinden kurtardı. Hazret-i Bilâl'i alan Ebû
Bekir'e (r.a.) Peygamber Efendimiz,
-"Yâ Ebâ Bekir," dedi,
"Onun üzerinde bir hakkın olacak
mı?"
Hz. Ebû Bekir,
-"Hayır, yâ Resûlallah," dedi.
-"Onu azâd ettim."
Hazret-i Bilâl'i Ümeyye bin Hâlef gibi azılı
bir müşrikin elinden kurtarıp hürriyetine kavuşturan Hz. Ebû Bekir, bir müddet
sonra onun gibi köle olan annesi Hamâme'yi de satın alıp âzad etti. Hazret-i
Bilâl-i Habeşî, Resûlullah Efendimizin has müezzini idi. Bir an olsun Onun
yanından ayrılmak istemezdi. Fahr-i Kâinat'ın dâr-ı bekâya irtihâlleri üzerine,
Zatına ve yüksek ahlâkına olan muhabbetinden dolayı Medine-i Münevveri'de
kalmaya tahammül edemedi ve oradan ayrılmaya mecbur kaldı. Bu esnada Halife
olan Hz. Ebû Bekir, yanında kalması için ısrar edince,
-"Yâ Ebâ Bekir," dedi.
-"Beni, kendin için satın aldınsa yanında
tut! Yok eğer Allah rızası için satın aldınsa, serbest bırak da, Allah yolunda
cihada katılayım."
Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, kendisine müsâade
etti. O da Şâm'a gitti. Hz. Ebû Bekir'in hilâfeti sırasında orada vukû bulan
gazâlara iştirâk etti.[116]
Hz. Osman Müslümanların
Safında
Resûl-i Ekrem Efendimiz, henüz açıktan halka
peygamberliğini ilân etmemişti. Bu devrede de, Hz. Ebû Bekir, son derece büyük
bir cehd ve gayretle samimi dostlarına İslâmiyeti anlatıyordu. Birgün Hz.
Osman'a da Müslümanlıktan bahis açtı ve onu alarak Resûl-i Ekrem Efendimizin
huzuruna getirdi. Hazret-i Resûlullah, dâima tebessüm eden parlak bir simâya
sahip Hz. Osman'a,
-"Allah'ın ihsanı olan Cennete rağbet et.
Ben, sana ve bütün insanlara hidâyet rehberi olarak gönderildim!" dedi.
Resûlullahın bu sâde, bu samimi ve bu i'câzkâr sözleri karşısında Hz. Osman
âdeta kendinden geçer gibi oldu ve şehâdet kelimesi kendi kendine mübârek
dudaklarından döküldü:
-"Eşhedü en lâ İlâhe
illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah!" Sonra
da daha önce Şam'dan dönerken gördüğü bir rü'yâsını Kâinatın Efendisine
anlattı:
"Yâ Resûlallah," dedi.
-"Biz Muân ile Zerkâ arasında
bulunduğumuz ve uyuduğumuz sırada bir münâdi:
-'Ey uyuyanlar! Uyanın! Ahmet (a.s) Mekke'de
zuhur etti!' diye seslenmişti. Mekke'ye gelince sizi işittik!"
Yumuşak huylu, edeb ve hâyâ sahibi ve cömert
bir zât olan Hz. Osman'ın da Müslümanlar safına katılması müşrikleri fazlasıyla
tedirgin etti. Kabilesi ferdleri ona ezâ ve cefâya yeltendiler. Fakat o, her
türlü ezâ ve cefaya göğüs gerdi ve hak bildiği yoldan zerre kadar inhirâf
göstermedi.
Amcası Hakem bin Ebû'l-Âs, kendisini bir
urganla bir direğe bağlar ve döverek şöyle derdi:
-"Sen, atalarının dinini bırakır da
sonradan çıkma bir dine özenirsin öyle mi? And olsun ki, tuttuğun bu dini
bırakıp, tekrar atalarının dinine dönmedikçe seni salıvermeyeceğim."
Metanet âbidesi Hz. Osman'ın cevabı şu olurdu:
-"Vallahi, ben hak ve hakikat dinini asla
bırakmam!" O, günlerce bu cefâ ve eziyetle karşı karşıya bırakıldı. Fakat
zerre kadar îmânından taviz vermedi. Onun bu metaneti ve büyüklüğü karşısında
sonunda amcası küçüldü ve onu salıvermekten başka çare bulamadı. Orta boylu,
esmer tenli, güzel yüzlü, sık sakallı, gür saçlı ve iri yapılı olan Hz. Osman,
fıtraten temiz ve nezih bir insandı. İçki içmeyi Cahiliyye Devrinde kendisine
haram kılmıştı. Servetini Allah yolunda ve din uğrunda sarfetmekten zevk alan
bahtiyarlardandı. Hafız-ı Kur'ân'dı. Geceleri, namazında bütün Kur'ân'ı
hatmederdi.Cennetle müjdelenen on Sahabîden biri olan Hz. Osman, aynı zamanda
Resûl-i Ekrem Efendimizin damadıdır. Önce Peygamberimizin kerimesi Rukiyye'yi
aldı. O, vefât edince, Resûlullah onu bu sefer kızı Ümmü Gülsüm ile evlendirdi.
Bu sebeple de "Zinnûreyn" lâkabını aldı.[117]
Talha bin Ubeydullah'ın
Müslüman Oluşu
Hz. Osman'ın İslâmın saâdet dolu sinesine
konuşunu Hz. Talha bin Ubeydullah takip etti.Ticâret maksadıyla bir seyahâta
çıkmıştı. Busra Panayırında bulunduğu bir sırada, oradaki manastırda yaşayan
bir Rahib,
-"Bu pazar halkı içinde, Mekke'den kimse
var mı?" diye seslendi.
Hz. Talha,
-"Evet, ben Mekkeliyim" dedi.
Rahib,
-"Ahmed zuhur etti mi?" diye sordu.
Hazret-i Talha,
-"Ahmed kim?" dedi.
Rahib,
-"Abdullah bin Abdülmuttalib'in oğludur.
Mekke, onun zuhûr edeceği şehirdir. O, peygamberlerin sonuncusudur. Kendisi,
Harem-i Şerif'ten çıkarılacak, hurmalık, taşlık ve çorak bir yere hicrete
mecbur bırakılacaktır" cevabını verdi.
Rahibin bu sözleri Talhâ'nın dikkatini çekmiş
ve Mekke'ye gelir gelmez halka, "
-Yeni bir haber var mı?" diye sordu.
-"Evet," dediler.
-"Abdullah'ın oğlu Muhammedü'l-Emîn,
peygamber olduğunu iddiâ etti. Ebû Kuhâfe'nin oğlu Ebû Bekir de, ona tabi
oldu!" Bunun üzerine derhal Hz. Ebû Bekir'in yanına vardı ve,
-"Sen, Muhammed'e tâbi oldun mu?"
diye sordu.
Hazret-i Ebû Bekir,
-"Evet," dedi.
-"Ben ona tâbi oldum. Sen de git, ona
tabi ol! Zira o, insanları hak ve gerçek olana dâvet ediyor."
Hz. Talha da Rahibden duyduklarını Hz. Ebû
Bekir'e anlattıktan sonra, beraberce Allah Resûlünün huzuruna geldiler. Derhal Müslüman olan Hazret-i Talha, Rahibin söylediklerini anlatınca da
Peygamber Efendimiz gülümsedi.
Müşrikler, Hazret-i Talha gibi faziletli bir
insanın Müslüman olmasına tahammül edemediler. Kureyş'in azılı pehlivanlarından
Nevfel bin Adviye onu bir ipe bağlayıp işkenceye uğrattı.Genç yaşta İslâmiyetle
şereflenen Hz. Talha, Cennetle müjdelenen on Sahabîden biridir. Resûl-i Ekrem
Efendimiz, onun hakkında,
-"Yeryüzünde yürüyen bir şehide bakmak
isteyen Talha'ya baksın" buyurmuşlardır.
Son derece cömert ve cesur bir Sahabî idi.
Uhud Harbinde Peygamber Efendimize atılan oklara elini tutmuş ve bu yüzden
parmakları çolak kalmıştı. Aynı harpte seksene yakın yara aldığı halde,
Resûlullahın yanından ayrılmamıştı.[118]
Halil bin Said'in İslâma Girişi
İslâma gizli davet devri henüz devam
ediyordu.Bu sırada Müslümanlar safına Kureyş'in mümtaz bir şahsiyeti daha
katıldı: Halid bin Said. Hz. Halid, Kureyş'in ileri gelen ve zengin bir
âilesine mensuptu.Arap edebiyat ve ilmini gayet iyi bilen Hz. Halid, bir gece
rü'yâsında; babasının kendisini tutup Cehenneme atmak istediğini, fakat
Resûlullahın yetişip kendisini Cehenneme düşmekten kurtardığını gördü. Feryad
ederek uyandı. Böylesine berrak bir rüyânın mânâsız olamayacağını idrak eden
Hz. Halid kendi kendine,
-"Vallahi, bu rü'yâ gerçektir" dedi
ve vakit kaybetmeden Hz. Ebû Bekir'e koştu. Rüyâsını anlattı.
Sıddık-ı Ekber,
-"Hakkında hayırlı olmasını
dilerim," dedi.
-"Seni, o Resûlullah kurtaracaktır. Hemen
git, ona tabi ol! Sen, ona tâbi olacak, İslâm dinine girecek, onunla birlikte
bulunacaksın. O da seni, rü'yâda gördüğün gibi Cehenneme düşmekten
kurtaracaktır."
Hz. Halid hemen Resûlullahın yanına vardı ve,
-"Yâ Muhammed! sen, insanları neye dâvet
ediyorsun?" diye sordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz,
-"Ben," dedi,
"Halkı, tek olan ve şeriki bulunmayan
Allah'a, Muhammed'in de Onun kulu ve Resûlü olduğuna îmân etmeye; işitmez,
görmez, hiçbir fayda ve zarar vermez, kendisine tapınanları da tapınmayanları
da bilmez birtakım taş parçalarına tapmaktan vazgeçmeye dâvet ediyorum."Bu
sözleri dikkat ve hürmetle dinleyen Hz. Halid derhal şehâdet getirdi: "Ben, şehâdet ederim ki, sen, Allah'ın Resûlüsün!"
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu zâtın İslâm
dairesine girmesine fazlasıyla sevindi. Hz. Halid, Müslüman olur olmaz, evinde
ve etrafta da İslâmiyetten bahsetmeye başladı. Bir müddet sonra zevcesi Ümeyne
de Müslümanlar safında yer aldı. Oğlunun Müslüman olduğu haberini alan
Kureyş'in zenginlerinden ve ileri gelenlerinden Ebû Uhayha Said, fazlasıyla
hiddetlendi. Hz. Halid'in birgün, Mekke'nin tenha bir yerinde namaz kılmakta
olduğunu duydu. Diğer oğullarını gönderip onu yanına getirtti.
Hiddetli hiddetli,
-"Sen," dedi,
-"Muhammed'in, kavmine muhalefet
ettiğini, getirdiği itikatlarla kavminin ilâhlarını ve geçmiş atalarını
kötülediğini görüp durduğun halde ona tâbi oldun, öyle mi?" Sonra,
İslâmiyetten vazgeçmesi için bir sürü lâf etti. Ancak gönlünü îmân nuruyla
aydınlatan Hz. Halid'in zerre kadar tereddüdü yoktu ve asla pişmanlık
duymuyordu. Çatık kaşlarla bakan babasına şu cevabı verdi:
-"Vallahi, Muhammed (a.s.) hak söylüyor.
Ona tâbi oldum. Ölümü göze alırım da onun dinini asla bırakmam."
Bu sözlere fena halde kızan Ebû Uhayha,
elindeki değnekle, kırılıncaya kadar onu dövdü. Fakat nafile! Sebât ve
metanetin menbâı olan îmân, artık Hz. Halid'in kalbinde yer etmişti ve o bu
îmân nûrı ile mutmain olmuştu. Ezâ, cefa bu îmân karşısında zerre kadar menfi
tesir icrâ edemiyordu.
Dayağın kâr etmediğini gören zalim baba, bu
sefer,
-"Git," dedi.
-"Senin iaşeni, rızkını keseceğim.
İstediğin yere git." Rızkını verenin Allah olduğunu bilen Hz. Halid yine
aldırmadı ve,
-"Ey babacığım," dedi,
"Sen benim rızkımı kesersen, elbette
Allah, bana geçineceğim şeyi verir." Baba Uhayha, bu sefer onu alıp
hapsettirdi. Ev halkına tehdidi ise şu oldu:
-"Eğer biriniz onunla konuşacak olursa,
onu perişan ederim." Hz. Halid, günlerce aç ve susuz bırakıldı.1İnancı
uğrunda kendisine böylesine ezâ ve cefâyı revâ gören babanın yanında kalmak
artık mânâsızdı. Bir fırsatını bulup, babasının elinden kurtuldu. İkinci
Habeşistan hicretine kadar babasına görünmedi.
Habeşistan'a giden ikinci hicret kafilesine
zevcesiyle katılarak Mekke'den ayrıldı.Hz. Halid, Cahiliyye Devrinde mükemmel
yazı yazan birkaç şahsiyetten biri idi. Rivâyete göre, Resûl-i Ekrem
Efendimizin Yemen hükümdarına verdiği Emannâme'nin metnini ve diğer bir çok
anlaşma metinlerini de Hz. Halid kaleme almıştır.[119]
S'ad bin Ebî Vakkas'ın
İslâmiyetle Şereflenmesi
Sa'd bin Ebî Vakkas, henüz on yedi yaşlarında
hareket ve heyecan dolu bir gençti. Bu sırada bir rü'yâ gördü: Zifirî bir
karanlığın içinde iken, birden bire parlak bir ay doğuyor ve o, ayın
aydınlattığı yolu takib ediyor. Sonra aynı yolda, Zeyd bin Hârise, Hz. Ali ve
Hz. Ebû Bekir'in önünden ilerlediğini görüyor. Kendilerine,
-"Siz ne vakit buraya geldiniz?"
diye soruyor.
Onlar da,
-"Şimdi" diye cevap veriyorlar.
Bu rü'yâsından üç gün sonra, İslâma gizli
davet devresinde fevkalâde büyük bir cehd ve gayret gösteren Hz. Ebûbekir,
kendisine İslâmiyetten bahsetti. Sonra da alıp Resûl-i Zişan Efendimizin
huzuruna götürdü. İslâmiyet hakkında Resûl-i Ekrem Efendimizden malûmat alan
Hz. Sa'd hemen orada Müslüman oldu.
Nesebi, hem baba tarafından, hem de anne
tarafından Peygamber Efendimizle birleşir. Resûl-i Ekrem Efendimiz de, Hz. Sa'd
da annesi tarafından Zühreoğullarına mensub bulunduğundan Hz. Sa'd annesi
tarafından Peygamberimizin dayısı olurdu. Bu sebeple Resûlullah Efendimiz,
-"İşte dayım Sa'd. Böyle bir dayısı olan
varsa bana göstersin" diyerek kendisine iltifâtta bulunurdu.[120]
Hz. Sa'd ve Annesi
Hz. Sa'd'ın Müslüman olması annesi Hamne'nin
hoşuna gitmedi. Oğlu atalarının dinini bırakıp, yeni dine onun rızası olmadan
nasıl tâbi olabilirdi? Oğlunun kendisine karşı saygısını ve bağlılığını bilen Hamne, onu İslâmiyetten vazgeçirip tekrar putperestliğe döndürmek
için kararlıydı. Bir gün kendisine şöyle dedi:
-"Allah'ın, sana hısım ve akraba ile
ilgilenmeyi, anne babaya dâimâ iyilik etmeyi emrettiğini söyleyen sen değil
misin?"
Hz. Sa'd,
-"Evet," dedi.
Bunun üzerine asıl maksadını şu cümlelerle
ifâde etti:
-"Yâ Sa'd," dedi.
-"Vallahi, sen Muhammed'in getirdiklerini
inkâr etmedikçe, ben açlık ve susuzluktan helâk oluncaya kadar ağzıma hiç bir
şey almayacağım. Sen de bu yüzden anne katili olarak insanlarca
ayıplanacaksın."
O güne kadar, Hz. Sa'd, annesinin her isteğine
boyun eğmişti. Bir dediğini iki etmemişti. Fakat, artık o, Allah'a îmân etmiş
ve Resûlüne kalbinin bütün samimiyetiyle teslim olmuştu. Elbette, herşeyini bu
îmân ölçüsü içinde değerlendirecekti. Annesinin yememekte ve içmemekte inad
ettiğini görünce yanına vardı ve,
-"Ey anne," dedi.
-"Senin yüz canın olsa ve her birini
İslâmiyeti bırakmam için versen, ben yine dinimde sabit kalırım. Artık ister
ye, ister yeme."
Bu cevap üzerine anne Hamne'nin inadı, Hz.
Sa'd'ın hakta sebâtı karşısında eridi; hem yemeğe, hem de içmeye başladı.
Böylece bir kere daha küfür îmânın, şirk Tevhid'in azameti karşısında ezildi ve
mağlubiyetini ilân etti. Hz. Sa'd ile annesi arasında geçen bu hâdise üzerine
Cenâb-ı Hak, Ankebut Sûresinin 8. âyetini göndererek, mü'minlere ebedî bir ölçü
verdi:
وَوَصَّيْنَا
الْاِنْسَانَ
بِوَالِدَيْهِ
حُسْنًا
وَاِنْ
جَاهَدَاكَ
لِتُشْرِكَ بى
مَا لَيْسَ
لَكَ بِه
عِلْمٌ فَلَا
تُطِعْهُمَا
اِلَىَّ
مَرْجِعُكُمْ
فَاُنَبِّئُكُمْ
بِمَا
كُنْتُمْ
تَعْمَلُونَ
"Biz insana, anne ve babasına güzel davranmasını emrettik. Eğer
onlar, ilâh olduğuna dâir hiçbir delil bulunmayan birşeyi Bana ortak koşman
için seni zorlayacak olurlarsa, onlara itaat etme. Dönüşünüz Banadır;
yaptıklarınızı o zaman Ben size haber vereceğim."[121]
Hamne, oğlunu İslâmdan vazgeçirmek için bu
sefer başka bir yol denedi. Bir gün Hz. Sa'd, evde namaz kılarken, konu
komşusunu da çağırdı ve hep beraber kapıyı kapatarak onu evde hapsettiler.
Ciğerpâresine eziyet edecek kadar şirkin kalbini katılaştırdığı Hamne, o sırada
şöyle bağırıyordu:
-"Ya o burada girdiği yeni dini terkeder
veya ölür gider!" Şirk ve dalâletin kalbleri nasıl kararıp merhamet ve
şefkatten mahrum hale getirdiğini, bir annenin öz evlâdına eziyet etmekten
çekinmemesinden anlamamız mümkündür! Hâdiseler, hep Hamne'nin aleyhinde cereyan
ediyordu. Çünkü, İslâmiyetten vazgeçirmek için çırpınıp durduğu Hz. Sa'd'ın
peşini oğlu Amir de takib etmiş ve Müslüman olmuştu... Büsbütün hırçınlaşan
Hamne, bu sefer Amir'in yakasına yapıştı:
-"Tuttuğun dini bırakmadıkça, şu hurma
ağacının altında gölgelenmeyecek ve yiyip içmeyeceğim!" dedi. Allah'a
îmânın ve Resûlüne tâbi olmanın hadsiz zevkini tadan ve İslâmın emirlerini
ihlâs ve samimiyetle yaşayan Hz. Sa'd, annesinin bu yeminini duyar duymaz
yanına vardı:
-"Ey anne," dedi.
-"Cehennem ateşi durağın oluncaya kadar
sakın gölgeleneyim, yiyip içeyim" deme.
Bu hârika îmân, sarsılmaz azim ve irade
karşısında anne Hamne'nin elinden susmaktan başka bir şey gelmedi.
Bu âyet-i kerimenin hükmüne göre; evlâd,
anne-babasının ancak İslâmın dışında olmayan meşrû emirlerini yapmakla
mükelleftir. Böyle bir itaat evlâd üzerine vâciptir. Aksi halde, yâni anne veya
baba, Müslüman evlâdını imanın ve İslâmın dışında bir takım meşru olmayan
hareketleri işlemeye emir ve teşvik ederse, bu sefer onlara bu hususta itaat
etmemek vâciptir. Çünkü: "Allah'a isyan olacak
şeyde, kullara itaat edilmez, emirleri yerine getirilmez."
İslâmın bir düsturudur. [122]
Hz. Sa'd'ın Cesareti
Müslümanların, müşrikler tarafından işkence ve
eziyet cenderesine alındıkları en çetin bir sırada idi. Hz. Sa'd, ilk
Müslümanlardan bir kaçı ile Mekke'nin Ebû Dübb Vadisinde namaz kılmakta idiler.
Müşriklerin ileri gelenlerinden Ebû Süfyan bir kaç müşrikle yanlarına geldi.
Yaptıkları ibâdetin asılsız bir şey olduğunu iddiâya kalkışınca, yaka paça
birbirlerine girdiler. Hz. Sa'd, eline geçirdiği bir deve çenesi kemiği ile
müşriklerden birinin başını yardı. Bunu gören diğer müşrikler cesaretlerini
kaybettiler ve kaçmaya başladılar. Müslümanlar da onları vadiden çıkıncaya kadar
kovaladılar. Böylece Hz. Sa'd, Allah yolunda ilk kan döken Sahabî ünvânını
almış oldu. İslâm tarihinde dökülen ilk kan budur.Aynı zamanda son derece
cömert olan Hz. Sa'd bin Ebî Vakkas, Cennetle müjdelenen on Sahabîden biridir.
Allah Resûlü zamanında bütün gazâlara katıldı. Uhud Harbinde Fahr-i Kâinata
vücudunu siper etti ve müşriklere öylesine ok attı ki, Allah Resûlünün, hiçbir
fâniye nasib olmayan şu hitabına mazhar oldu:
-"Anam babam, sana fedâ olsun yâ Sa'd,
durma at!"
Hz. Ali der ki:
-"Resûlullah (a.s), 'Fedâke ebî ve ümmi' (Anam
babam sana fedâ olsun) cümlesini sadece Uhud günü Hz. Sa'd için söyledi." Aynı
muharebede, Hz. Sa'd, her ok attıkça, Allah Resûlü,
-"İlâhi bu senin okundur," diyor,
Ve onun için şöyle duâ ediyordu:
-"Allah'ım! Sana, duâ ettiğinde,
Sa'd'ın duâsını kabul et. Atışını da doğrult."
Allah Resûlünün,
-"Allah'ım, onun duasını kabul et"
buyurması sebebiyledir ki, kahramanlığı, cesareti ve ok atmadaki mahareti
yanında duâsının kabûlüyle de şöhret bulmuştur. İslâm düşmanları onun kılıç ve
okundan korktukları gibi, Müslümanlar da bu sebeple onun duâ oklarından
korkarlardı. Onu üzmekten son derece çekinirlerdi.[123]
İslâma davetin henüz gizli devresinde, ömrünün
baharında Müslüman olan Hz. Sa'd, o genç yaşından itibaren bütün ömrünü İslâma
hizmette geçirdi. Hz. Ömer devrinde İran'a gönderilen ordunun kumandanlığına
tayin edildi ve Kadisiyye Zaferinin kumandanlığını yürüterek Kisra Ülkesini
fethedip İslâm topraklarına kattı. Bu sebeple ona "İran Fatihi"
ünvânı verildi.[124]
Ebû Zer-i Gıfarî'nin
İslâmla Şereflenmesi
İslâmın ebedî nûru, gizliden gizliye ruhları
sarmaya ve gönülleri fethetmeye devam ediyordu. İlk Müslümanlar bütün
samimiyetleriyle Hazret-i Resûlullahın muallimliğinde İlâhî davayı öğrenme ve
yaşamaya çalışıyorlardı.
Peygamber Efendimiz, henüz davasını aşikâre
ilân etmemişti, ama buna rağmen, Mekke'nin dışında da bir çok yerden, beklenen
Son Peygamberin zuhur ettiğine dâir haber duyanlar vardı. Bunlardan biri de,
Gıfar Kabilesine mensup Ebû Zerr idi. Ebû Zerr, Cahiliyye Devrinde de putlara
tapmaktan nefret eden ve senelerden beri hak ve hakikatı arayan, Arabın güzide
şâirlerinden biri idi. Duyduğu haber üzerine önce, aradığı rehber zâtın Mekke
ufuklarında parlayan zât olup olmadığını anlamak maksadıyla kendisinden de
üstün bir şâir olan kardeşi Üneys'e,
-"Haydi, Mekke'de zuhur ettiği söylenen
zâta git. Kendisiyle bir görüş ve onun hakkında bana haber getir" diyerek
onu Mekke'ye gönderdi. Üneys, kardeşinin bu ta'limatı üzerine Mekke'ye geldi ve
Peygamber Efendimizle görüşüp konuştuktan sonra geri döndü. Ebû Zerr,
-"Ne haber getirdin? Halk onun hakkında
ne söylüyor?" diye sordu.
Üneys,
-"Gördüğüm zât, halka iyilikte bulunmayı,
kötülükten sakınmayı tavsiye ediyor ve güzel ahlâkı duyuruyor" dedikten
sonra, sözlerine şöyle devam etti:
-"Halk, 'Şâirdir, kâhindir, sâhirdir'
diyor. Ama ben, kâhinlerin sözlerini işittim. Onun söyledikleri katiyyen
kâhinlerin sözlerinden değildir. Söylediklerini, şâirlerin de her türlü
şiirleriyle kıyas ettim. Aralarında hiç bir benzerlik görmedim. Onun söyledikleri
şiirden başka, apayrı birşey. Bundan sonra ona şâir demek kimsenin ağzına
yakışmaz. Hülâsa, yeminle derim ki, Muhammed (a.s) sâdıktır. Ona çeşitli
ithamlara yeltenenler ise kâziptir, yalancıların tâ kendileridir."
Ebû Zerr, kardeşine,
-"Sen," dedi,
"Beni rahatlatıcı fazla bir mâlumat
getirmedin. Ama yine de gidip onu bizzat, görmeliyim."
Üneys, onu ikaz etti:
-"Gitmesine git, ama kendini Mekke
halkından kolla. Çünkü, onlar Muhammed'e karşı düşman cephesi
kurmuşlardır." Bundan sonra Ebû Zerr, eline asâsını, sırtına bir su
kırbası ile bir azık dağarcığı alarak yola düştü. Çölleri aşa aşa gelip
Mekke'ye kavuştu ve doğruca Kâbe'ye gitti. Resûl-i Ekremi aradı, fakat
tanımadığı için bulamadı. Kimseye sormaya da cesaret edemedi, hem de uygun
bulmadı. Çünkü, kardeşinin de söylediği gibi Mekke'de Müslümanlarla müşrikler
arasında şiddetli bir mücadele vardı ve Müslümanlar çok nazik bir devreyi
yaşıyorlardı. Mescid-i Haramda kalmaktan başka bir çaresi yoktu. Öyle yaptı.
Açlığını ise Zemzem suyu içerek gideriyordu. Bir aralık Hz. Ali, onu Mescid-i
Haramın bir köşesinde büzülmüş halde gördü. Yanından geçerken, kendi kendine:
-"Zannımca bu adam uzak bir yoldan
gelmiştir" diye konuşunca,
Ebû Zerr,
-"Evet," dedi,
"Uzak bir yoldan gelmişim."
Hz. Ali,
-"Gel, evimize gidelim" dedi ve onu
alıp evinde misafir etti. İkisi de ihtiyatlı ve tedbirli davrandıklarından o
geceyi birbirlerine açılmadan geçirdiler.[125]
Sabah olunca, Ebû Zerr, yine Resûlullah
Efendimizi sorup bulmak için Mescid-i Harama gitti. Fakat, aynı şekilde hiç
kimseden Efendimiz hakkında bir mâlumat alamadı. Yine aynı köşede ümitsiz bir
vaziyette beklerken yanına Hz. Ali uğradı tekrar kendi kendine:
-"Bu adamcağızın hâlâ nereye gideceğini
öğrenmek zamanı gelmedi mi?" dedi.
Bunu duyan Ebû Zerr;
-"Hayır" dedi.
Bunun üzerine Hz. Ali, aynı şekilde,
-"Haydi, öyle ise bize gidelim" dedi
ve alıp evine misafir götürdü. Bu sefer birbirlerine açıldılar.
Önce Hz. Ali,
-"Nereden ve niçin geliyorsun?" diye
sordu.
Ebû Zerr,
-"Eğer, gizli tutacağına söz verirsen,
sana anlatırım" dedi.
Hz. Ali,
-"Emin olabilirsin" karşılığını
verince, Ebû Zerr asıl maksadını açıkladı:
-"Ben Gıfar Kabilesindenim. Buradan
peygamberlik ilân eden bir zâtın zuhur ettiği haberini duydum. Bizzat onu görüp
konuşayım diye geldim." Samimî maksadını anlayan Hz. Ali,
-"Sen bu hareketinle akıllılık ettin,
doğruyu buldun" diye konuştuktan sonra,
-"Ben şimdi Resûlullahın yanına
gidiyorum. Sen de peşimden gel. Benim girdiğim yere sen de gir. Eğer ben, yolda
sana zarar vereceğinden korktuğum birisini görürsem, papucumu düzeltir gibi bir
duvara yönelir dururum. O zaman sen beni beklemezsin, yürür gidersin." Evden
çıktılar. Hz. Ali önde, Ebû Zerr ise onu arkadan takib ediyordu. Hiçbir anormal
durumla karşılaşmadan Hz. Resûlullahın huzuruna vardılar. Ebû Zerr,
-"Selâm sana olsun, ey Allah'ın
Resûlü" dedi. Bu türlü selâmı İslâmda ilk veren zât, Ebû Zerr
Hazretleridir.
Resûl-i Ekrem,
-"Allah'ın rahmeti senin üzerine de
olsun" dedikten sonra,
-"Sen kimsin?" diye sordu.
Ebû Zerr,
-"Ben, Gıfar Kabilesindenim" diye
cevap verdi.
-"Ne zamandan beri buradasın?"
-"Üç gün, üç geceden beri
buradayım."
-"Seni kim doyuruyor?"
-"Tek yiyeceğim Zemzem suyu idi.
Şişmanladım bile. Hiç açlık ve susuzluk duymadım."
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz,
-"Zemzem, mübârek, doyurucu bir
yiyecektir" buyurdu.
Sonra Ebû Zerr,
-"Yâ Resûlallah, bana İslâmı anlat"
dedi. Resûlullah Efendimiz, İslâmiyeti kendilerine anlatınca, derhal şehâdet
getirerek Müslüman oldu.[126]
Müslümanlığını ilân etti
Şehâdet getirerek, İslâmla şerefyâb olan Hz.
Ebû Zerr'e, ihtiyat ve tedbiri asla elden bırakmayan Resûlullahın tavsiyesi şu
oldu:
-"Yâ Ebâ Zerr, sen, şimdilik bu işi gizli
tut! Ve memleketine dön, git! İşi açığa vurduğumuzu haber aldığın zaman
gel!"Vecd ve heyecan mâdeni haline gelen Hz. Ebû Zerr,
-"Yâ Resûlallah," dedi,
"Seni hak peygamber olarak gönderen
Allahü Teâlaya yemin olsun ki, ben bunu müşriklerin arasında açıkça ilân
edeceğim." Sonra da kalkıp doğruca Kâbe'ye koştu ve müşriklere karşı
pervasızca,
-"Ey Kureyş topluluğu! Ben şehâdet ederim
ki, Allah'tan başka ilâh yok ve Muhammed Onun resûlüdür!" diye haykırdı.
Bu kahramanca haykırış, müşrikleri
hiddetlendirdi. Hep birden üzerine çullandılar ve onu bayıltıncaya kadar
dövdüler. Eğer, henüz o sırada İslâmiyete girmemiş olan Hz. Abbas yetişip,
Gıfar Kabilesine mensup olduğunu ve bu kabilenin de Şâm ticâret yoluna hâkim
bulunduğunu söylemeseydi, onu öldüreceklerdi! Fakat, îmânın verdiği cesaret ve
heyecana sahip Hz. Ebû Zerr'i, bu darbeler de yıldırmadı. İkinci gün aynı
şekilde ve aynı yerde, yine müşriklere karşı Allah'ın varlık ve birliğini, Hz.
Resûlullahın da Onun hak peygamberi olduğunu pervasızca haykırdı. Tekrar
müşriklerin ağır darbelerine maruz kaldı. Yine araya Hz. Abbas girdi ve,
-"Yazıklar olsun size! Siz, Gıfar
Kabilesinden birini mi öldürmek istiyorsunuz? Onların sizin ticâret yeriniz ve
yolunuz üzerinde bulunduğunu bilmiyor musunuz?" diyerek onu müşriklerin
merhametsizce savurdukları darbelerden kurtardı. [127]
Bu hâdiseden sonra, Hz. Ebû Zerr, kavim ve kabilesini
hak dine davet etmek üzere yurdunun yolunu tuttu. Hicretin altıncı yılına kadar
da orada kaldı. Bu sebeple Bedir, Uhud ve Hendek gazâlarında bulunamadı. Fakat
bunlardan sonraki gazâlarda Resûl-i Ekrem Efendimizin yanından ayrılmadı.
Habbab bin Eret'in Müslüman
Olması
Habbab bin Eret, Ümmü Anmar adında İslâm
düşmanı bir kadının azadlı kölesi idi. Demirci idi, kılıç yapardı. Peygamber
Efendimizle öteden beri görüşür ve konuşurdu. Resûl-i Kibriya Efendimiz henüz
Dârü'l-Erkam'a yerleşmediği bir sırada gelip Müslüman oldu. O günlerde Müslüman
olmak ve hele Müslümanlığını ilân etmek demek, malından ve canından olmayı göze
almak demekti. Buna rağmen, Hz. Habbab, zerre kadar korku eseri göstermeden
İslâmla şereflendiğini kahramanca ilân ve izhar etti. Kureyşli müşrikler,
Müslüman olduğunu duyunca onu da eziyet ve işkencelere tabi tuttular. Ümmü
Anmar hiddetinden çıldıracak gibiydi. Onu bağlattı, ateşte kızdırttığı demirle
başını dağlattı. Hz. Habbab, geçim vasıtası olan mesleğiyle şimdi işkenceye
uğruyordu! Ama nafileydi! Onun gönlü îmân ateşiyle çoktan tutuşmuştu. Bir gün
çıkıp Resûlullahın huzuruna geldi. Ümmü Anmar'dan ve başının ızdırabından
şikâyet etti. Peygamber Efendimiz:
-"Ya Rab! Habbab'a yardım et!" diye
duâ etti. Bu duânın hemen akabinde Ümmü Anmar şiddetli bir baş ağrısına mübtelâ
oldu. Ağrının ızdırabından inler dururdu. Sonunda kendisine, başını ateşle
dağlaması tavsiye edildi. Hz. Habbab da bir müddet onun başını dağladı.
Hz. Habbab ateş alevi
içinde
Merhametten mahrum müşrikler, bir gün Hz.
Habbab'ın gözleri önünde kocaman bir ateş yaktılar. Onu ateşin üzerine yatırıp,
ayaklarıyla göğsüne bastılar. Bir müddet öyle bıraktılar. Seneler sonraydı...
Hz. Ömer, İslâmın halifesi idi. Yanında Hz. Habbab bulunduğu bir sırada, İslâm
uğruna çektikleri ezâ ve cefâyı kastederek:
-"Yeryüzünde şu meclise bundan daha layık
ve müstehak olan, sadece bir tek adam vardır," diye konuştu. Hz. Habbab
merak edip,
-"Yâ Emire'l-Mü'minîn! Kimdir o?"
diye sordu.
Hz. Ömer,
-"Bilâl'dir" diye cevap verdi.
Hz. Habbab,
-"Yâ Emîre'l-Mü'minîn! O benim kadar
işkence çekmemişti. Çünkü, müşriklerin eziyetlerinden Bilâl'i koruyan vardı.
Benim ise, koruyucu hiçbir kimsem yoktu ve olmadı da" dedikten sonra
müşrikler tarafından ateş içine yatırılmasını şöyle anlatmıştı:
-"Birgün müşrikler beni tuttular. Ateş
yaktılar. Ateşin içine beni sırt üstü yatırdılar. Sonra adamın biri göğsümün
üzerine bastı. Yer soğuyuncaya kadar da beni bırakmadı!" Bu sözlerinden
sonra da Hz. Habbab, sırtını açtı. Ateş yanıklarından sırtı alaca olmuştu. [128]
Peygamberimize Başvurması
Her türlü eziyet ve işkenceye rağmen Hz.
Habbab, îmân ve İslâmiyetinden zerre kadar ta'viz vermiyor, Allah ve Resûlüne
sonsuz muhabbetini izhar etmekten çekinmiyordu.
O, bir köle idi. Müşriklerle başa çıkacak
durumda değildi. Maruz kaldığı ezâ ve cefâlardan dolayı Resûlullaha
başvurmaktan başka elinden hiç bir şey gelmiyordu. Bir gün öyle yaptı.
-وَعَنْ
خباب بن ا‘رت
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
قَالَ:
]شَكَوْنَا
إِلَى
رَسُولِ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
وَهُوَ مُتَوَسِّدٌ
بُرْدَةً فِي
ظِلِّ
الْكَعْبَةِ.
فَقُلْنَا:
أََ
تَسْتَنْصِرُ
لَنَا، أََ
تَدْعُو لَنَا؟
فَقَالَ: قَدْ
كَانَ مِنْ
قَبْلكُمْ يُؤْخَذُ
الرَّجُلُ
فَيُحْفَرُ
لَهُ فِي ا‘َرْضِ
فَيَجْعَلُ
فِيهَا ثُمَّ
يُوْتِى بِالْمِنْشَارِ،
فَيُوضَعُ
عَلَى
رَأسِهِ فَيُجْعَلُ
نِصْفَيْنِ،
وَيُمْشَطُ
بِأَمْشَاطِ
الْحَدِيدِ
مَادُونَ
لَحْمِهِ
وَعَظْمِهِ،
مَا
يَصُدُّهُ
ذَلِكَ عَنْ
دِينِهِ،
وَاللّهِ
لَيُتَّمِنَّ
اللّهُ
تَعَالَى
هَذَا ا‘َمْرَ
حَتَّى
يسَيِرَ
الرَّاكِبُ
مِنْ صَنْعَاءَ
إِلَى خَضَرْ
مَوْتَ، فََ
يُخَافُ إَِّ
اللّهَ،
وَالذِّئْبَ
عَلَى
غَنَمِهِ،
وَلَكِنَّكُمْ
تَسْتَعْجِلُونَ.
Habbâb İbnu'l-Eret (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ka'be'nin gölgesinde bir
bürdeye yaslanmış otururken, gelip (müşriklerin yaptıklarından) şikâyette
bulunduk:"Bize yardım etmiyor musun, bize dua etmiyor musun?" dedik.
Şu cevabı verdi:"Sizden önce öyleleri vardı ki, kişi yakalanıyor, onun
için hazırlanan çukura konuyor, sonra getirilen bir testere ile başının
ortasından ikiye bölünüyordu. Bazısı vardı, demir taraklarla taranıyor,
vücudunda sadece et ve kemik kalıyordu. Bu yapılanlar onları dininden
çeviremiyordu. Allah'a kasem olsun Allah bu dini tamamlayacaktır. Öyle ki, bir
yolcu devesine bindi mi San'a'dan kalkıp Hadramevt'e kadar gidecek, Allah'tan
başka hiçbir şeyden korkmayacak, koyunu için de sadece kurttan korkacak. Ancak
siz acele ediyorsunuz."[129]
As bin Vail'e Verdiği Cevap
Hz. Habbab'ın azılı müşriklerden As b.
Vâil'den mühimce bir alacağı vardı. Birgün gidip alacağını istedi. Bu azılı
müşrik,
-"Muhammed'i inkâr etmedikçe, sana olan
borcumu ödemeyeceğim" dedi.
Hz. Habbab,
-"Ben herşeyimden vazgeçerim, yine de
ölünceye kadar ve öldükten sonra dirilinceye kadar onu red ve inkâr etmem"
diye cevap verdi.
Bunun üzerine As bin Vâil,
-"Ben, öldükten sonra dirilecek miyim? Eğer
böyle birşey olacaksa, sabret. Diriltilip, malıma ve evlâdıma tekrar kavuştuğum
o gün sana olan borcumu öderim" diye küstahça konuştu.
As bin Vâil'in bu sözleri üzerine Cenâb-ı Hak,
indirdiği âyet-i kerimelerde şöyle buyurdu:
-"Şimdi şu âyetlerimizi ve,
اَفَرَاَيْتَ
الَّذى
كَفَرَ
بِايَاتِنَا وَقَالَ
لَاُوتَيَنَّ
مَالًا
وَوَلَدًا () اَطَّلَعَ
الْغَيْبَ
اَمِ
اتَّخَذَ
عِنْدَ الرَّحْمنِ
عَهْدًا ()
كَلَّا
سَنَكْتُبُ
مَا يَقُولُ
وَنَمُدُّ
لَهُ مِنَ
الْعَذَابِ مَدًّا
() وَنَرِثُهُ
مَا يَقُولُ
وَيَاْتينَا
فَرْدًا
'Elbette bana mal ve evlad
verilecektir!' diyen adamı gördün mü?" O, gayba muttali mi olmuş? Yoksa
Rahmânın huzurunda bir söz mü almış?" Hayır, öyle değil, biz onun dediğini
yazacağız ve azabını da çoğalttıkça çoğaltacağız. "Ve o söylediği şeyleri
hep elinden alacağız da, o bize tek başına gelecektir." [130]
Hz. Habbab, her türlü tehlikeyi göze alarak
Müslümanlığını ilân ettiği gibi, çekinmeden yeni Müslümanlara Kur'ân-ı Kerim-i
okutmak ve öğretmekle de meşgul olurdu. Hz. Ömer, elinde yalın kılıç, eniştesi
ve kızkardeşinin evine hışımla girdiği zaman da yine bu fedakâr Sahabî onlara
yeni inen âyetleri okuyor ve öğretiyordu.
Bunların
akabinde şu isimlerin de, yer aldığı rivayet edilmiştir:
Annesi
Hamame,
Ebu
Fukeyhe,
Halid
b. Said,
Umeyne
bint-i Halef,
Amr b.
Said,
Zubeyr
b. Avvam,
Hz.Talha
b. Ubeydullah,
Abdurrahman
b. Avf,
Ebu
Ubeyde b. Cerrah,
Ebu
Seleme,
Hz Ümmü
Seleme,
Osman
b.Mazun, vb...
4- Gizli İbadet,
Gizli Buluşmalar ve Dar'ül-Erkam
Mekke Cahiliye ortamında Hz. İbrahim'in soyundan gelen ve onun Hanif
dinini takip eden bir aileden doğan Hz. Muhammed-in, kırk yaşında putperest
toplumu gerçek dine davet etmesi için peygamberlikle görevlendirilmesiyle
birlikte ona inanan ve inanmayan insanların 13 yıl boyunca kendi dinlerinin
savaşımını verdikleri ve nihayet azınlık-güçsüz Müslümanların kendi yurtları
olan Mekke'den Medine'ye hicret etmeleriyle kapanan bir dönemin adı; Miladî
610-623 yılları arasında geçen İslâmî tebliğin ilk dönemi. Mekke döneminin
sonu, aynı zamanda Hicrî yılın başlangıcıdır.
Hz. Muhammed-in Peygamberlikten önceki hayatı Mekke Dönemi içerisinde
değerlendirilmez; Mekke Dönemi Hz. Peygamberin peygamberliğiyle başlar.
Toplumunun cahili yaşantısından uzak kalmak ve gerçeği düşünmek için yılın
belli dönemlerinde şehirden uzaklaşan peygamberimiz yine böyle bir durumda Hıra
Mağarasında iken Cebrail (a.s.)'ın okuduğu:
7 Õ Ü ô© £Ûa
Ù¡£2 ¡á¤b¡2 ¤a ¤Ó¡a
“Yaratan Rabbinin adıyla oku!”
7§Õ Ü Ç ¤å¡ß æb ¤ã¡üa
Õ Ü
“ O, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı.”
=¢â ¤× üa
Ù¢£2 ë ¤a ¤Ó¡a
“ Oku! Rabbin, en büyük kerem sahibidir.”
=¡á Ü Ô¤Ûb¡2 á £Ü Ç
ô© £Û a
“ O Rab ki kalemle (yazmayı) öğretti.”
6¤á Ü¤È í ¤á Ûb ß
æb ¤ã¡üa á £Ü Ç
“İnsana bilmedikleri şeyi öğretti,”[131] diye başlayan Alâk
suresinin ilk ayetlerini dinledi ve peygamberlikle görevlendirildi. Daha önce
bir kitap verilmemiş putperest bir topluma kendisine gelen bu gerçeği anlatma
görevi ile görevlendirildi. Kendisi o toplumda sevilen, güvenilen, asil ve emin
biriydi. Ona, "güvenilen
Muhammed" anlamına gelen "Muhammed-ül
Emin" deniyordu. En değerli emanetler başkasına değil ona
bırakılıyordu. Eşi Hz. Hatice Hz. Peygamberin karşılaştığı bu durumu amcası
Varaka b. Nevfel'e anlattı. İlâhî kitaplardan haberdar olan Varaka;
-"Ona gelen, daha önceki peygamberlere gelen
Cibril-i Emindir, O peygamberdir. Keşke kavmi onu bu şehirden çıkardığı zaman
hayatta olsam da ona yardım etsem" dedi. Varaka'nın söylediği aynen
gerçekleşti.
Hz. Muhammed-in zorlu "Mekke Dönemi"
başladı. Hz. Peygamber önce en yakın çevresini uyardı. Kendisine ilk inananlar;
hanımı Hatice, kendi evinde kalan yeğeni Ali, azatlısı Zeyd, yakın arkadaşları
Ebû Bekir, Osman, Talha.... oldu. Çevresinde toplanan bu Müslümanlar da ona
yardımcı olarak, herkes kendi güvendiği yakın çevresini yeni dinle tanıştırdı.
Kendisine dinin ulaştırıldığı insanlardan temiz yaratılışlılar, zulme,
haksızlığa, ahlâksızlığa karşı olanlar bu dine inanıyor; yerleşik düzenin
nimetlerinden aşırı yararlanan hırslı, zalim, merhametsiz, ahlâken zayıf Mekke
ileri gelenleri bu dine düşman oluyorlardı.
Çünkü bu yeni din onların düzenini temelden değiştirmek için gelmişti.
Onlar, dua etmek istedikleri zaman hiçbir şey duymayan, görmeyen, kendisine
bile yararı dokunmayan, elleriyle yonttukları putlara, heykellere el açarken;
yeni gelen din şunu söylüyordu: "Her şeyi yaratan,
işiten, gören, dua ettiğiniz zaman size yardım edecek olan tek Allah'a yönelin;
o putları terk edin." Onlar insanları efendi/köle, zengin-fakir,
yöneten-yönetilen, soylu-soysuz, sosyete-normal vatandaş, siyah-beyaz
kadın/erkek şeklinde gruplara bölüp bir kısmın diğerlerine üstün tutarken; yeni
din, bütün insanların tek bir candan yaratıldığını, üstünlüğün ancak
kalplerdeki iyilik duygusu ve Allah korkusuyla elde edilebileceğini ilân ediyordu.
Onlar, kız çocuklarını utanç verici bir leke olarak görürken, yeni din;
kadınlara iyi davranılmasını emrediyordu. Onlar zayıf insanları köleleştirip
pazarlarda satarken, kölesini bir hayvan gibi görür zevki için ona işkence
yaparken, yeni din;
-"Köleleriniz kardeşlerinizdir, kendi yediğinizden onlara da
yedirin, giydiğinizden onlara da giydirin; başınıza bir siyah köle bile emir
seçilirse ona itaat edin" diyordu. Kısaca yeni din toplumu her türlü
bağdan kurtarıp, inananlara Allah'ın önünde kardeş olarak secde etmelerini
emrediyordu.
İslâm Mekke'de önceleri gizlice yayıldı. Güvenilir dostlar arasında
konuşuldu ve kendisine bir taban oluşturdu. Bu dönem üç yıl sürdü. Davet gizli
olmasına rağmen bu yeni dinin haberi kulaktan kulağa öyle yayıldı ki Mekke'de
İslâm'ın konuşulmadığı tek ev kalmadı. Hatta Mekke dışına da taştı ve civar
köylerden birinde oturan Ebû Zer el Gıfarî de bu yeni dini duydu ve hemen
Mekke'ye gelerek Hz. Peygamberi bulup Müslüman oldu.
Darul Erkam
İslamiyet’in yayıldığı ilk yıllarda; Erkam b. Ebi-l Erkam ilk 25 Müslüman
arasında yer alması kuvvetli bir ihtimaldir. Bu zatın; Safa mahallesindeki evi,
Hz.Ömer gibi İslam tarihinin en mühim şahsiyetlerinin hidayetine sahne olmuş,
daha pek çok kişi orada şahadet kelimesini getirerek Müslümanlık dairesine ilk
adımlarını atmışlardır. O dönemde Mekkeli puta tapıcıların, ilk Müslümanlara
amansız bir baskı uyguladıkları düşünülürse Hz. Erkam’ın, evinin İslam’ım
tebliği uğrunda hizmete hazır kılmasının mana ve değeri kolayca anlaşılır.[132]
İslâm ve îmânın tâlimi, Allah'a ibadet ve tâatın serbestçe yapılabilmesi
için emin bir yer gerekliydi. Allah Resûlü, bizzat bu emin yeri aradı ve tesbit
etti: Saf'a Tepesinin doğusunda dar bir sokak içinde bulunan ilk Müslüman Erkâm
bin Ebi'l-Erkâm bin Esed'in evi. Bu ev giriş çıkışlar için elverişli, etraftan
gelen gidenlerin kolayca kontrol edilebileceği emîn bir yerdi. Artık, Kâinatın
Efendisi Peygamberimiz burada muâllim, ilk Müslümanlar da talebe idiler. Burada
öğrendiklerini imkân ve fırsat dahilinde başkalarına da duyuruyor ve
aktarıyorlardı. Böylelikle Dârü'l-Erkâmı, Nebiyy-i Ekrem Efendimizin hocalığını
yaptığı ilk medrese, ilk İslâm üniversitesi saymak mümkündür. Hazret-i Ömer'in,
İslâmla şereflenmesine kadar, Resûl-i Ekrem, İslâmı öğretme ve anlatma vazifesini
burada yürüttü. Başta Hazret-i Ömer olmak üzere bir çok kimse bu evde Müslüman
olma şerefine erdiler.
Dârü'l-Erkâmı Erkâm bin Ebî'l-Erkâm Hazretleri, hiç satılmamak ve
tevarüs olunmamak şartıyla vekil olarak oğluna bırakmıştır. İslâm tarihinde büyük
ehemmiyeti hâiz bulunan bu ev, bugün Kâbe karşısında, "Dârü'l-Hayzûran"
adıyla anılmakta ve dinî bir okula tahsis edilmiş bulunmaktadır.[133]
Peygamber Efendimiz, ilk önce halkı İslam dînine gizlice dâvete ve
putlardan ayırmağa başladı. Kendisine, daha ziyâde gençlerle halkın zayıf ve
daha fakir olanları îmân etti. Zâten ilk emir, onların ibâdetlerini gizli
olarak yapması idi. Çünkü kendilerine îmân etmeyenlerden bir zarar gelebilirdi.
Hatta, namazda Kur'ân-ı Kerim açık açık okunmazdı. Herkes okuduğu şeyi gizli
olarak okurdu. Bu hâl üç yıl böyle devam etti.
Bu zaman içinde İslâmiyet'i kabul edenlerin sayısı kırka yükseldi. Artık,
İslâmiyet'in tamamıyla meydana çıkarılması, cemiyet meydanında
bayraklaştırılması, İslâm’a açıktan dâvet zamanı gelmişti. Peygamber Efendimiz,
alenî tebliğatta bulunmakla emrolundu. Şu Âyet-i Kerîmeler nâzil oldu:
7 åî©ä¡ß¤ªì¢à¤Ûa å¡ß
Ù È j £ma¡å à¡Û Ù yb ä u
¤¡1¤a ë = åî©2 ¤Ó üa
Ù m î,©' Ç ¤¡¤ã a ë
7 æì¢Ü à¤È m b £à¡ß
¥õô¬© 2 ó©£ã¡a 3¢Ô Ï Ú¤ì Ç ¤æ¡b Ï
“(Önce) en
yakın akrabanı uyar.Sana uyan müminlere (merhamet) kanadını indir.Şayet sana
karşı gelirlerse de ki: Ben sizin yaptıklarınızdan muhakkak ki uzağım.”[134]
åî©×¡¤'¢à¤Ûa ¡å Ç
¤¡¤Ç a ë ¢ ߤªì¢m b à¡2
¤Ê ¤b Ï
“Sana emrolunanı
açıkça söyle ve ortak koşanlardan yüz çevir!”[135]
Bu âyetler nâzil olunca, ilk iş olarak da, o âna kadar gizli okunan
Kur'ân açıkça ve yüksek sesle okunmağa, İslâm’a dâvet de açık açık yapılmağa
başlandı.
Akrabalarına İlk Davet ve Bir Mûcize
Peygamber Efendimiz, Hz.Ali'yi çağırarak;
-"Bize bir kişilik et yemeği yap ve bir kap da süt doldur. Sonra
Abdulmuttaliboğullarını bana çağır. Onlarla konuşacağım, emrolunduğum şeyi
onlara ulaştıracağım" dedi.
Hz.Ali, yemeği yaptıktan sonra Abdulmuttaliboğullarını Ebû Tâlib'in evine
çağırdı. Dâvetliler; Peygamber Efendimizin, amcaları Ebû Tâlib, Abbas, Hamza,
Ebû Leheb ve Abdimenafoğullarından bâzıları olmak üzere, ikisi kadın kırk beş
kişi idiler.
Peygamber Efendimiz, bir insanın tek başına yiyebileceği eti parçaladı,
dâvetlilere;
-"Bismillah! Buyurun!" dedi.
Hepsi ondan doyasıya yediler. Her birisinin ancak ellerinin uzandığı
yerlerden, azıcık bir kısmının eksildiğini gördüler. Sonra bir insanın yalınız
başına içebileceği kadar bir kaptaki sütü içmeğe başladılar. Her birisi ondan
da kanasıya içtiler. Etin ve sütün kalanları, sanki hiç el dokunulmamış,
yenilmemiş, içilmemiş gibi idi.
Peygamber Efendimiz, sırasını getirerek, onları Allâh'a îman ve ibâdete
dâvete başlamıştı ki Ebû Lehep hemen ortaya atıldı ve (ibret alması gereken
yemek mûcizesinden hiçbir ibret ve intibah almadığı gibi);
-"Biz bu günkü gibi bir sihir görmedik" diyerek, ilâhi tebliğe
karşı çıktı, Cemaatı dağıttı.
Akrabalarına İkinci Da'vet
İlk dâvette, Ebû Leheb'in çirkin sözleri ve davranışı Allah Rasûlü'nün
çok ağırına gitti. Günlerce bekledi. Sonra Cebrâil (a.s) gelip, "
-Allâh'ın emrini daha fazla geciktirmeden yerine getirmesi gerektiğini"
Peygamber Efendimiz'e tebliğ etti ve kendisini cesâretlendirdi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, Hz.Ali'yi çağırdı;
-"Ey Ali! Şu adam, senin de işittiğin gibi, sözleri ile önüme geçti
ve mani oldu. Ben onlarla konuşamadan dağıldılar. Sen önce yaptığın gibi yine
bize yemek yap. Sonra onları bana topla." dedi.
Bu ikinci toplantıda da yenilip içildikten sonra Allah Rasûlü;
-"Hamd Allâh'a yaraşır ki, ben O'na hamd ederim. Yardımı da ondan
dilerim. O'na inanır, O'na dayanırım. Şüphesiz bilir ve bildiririm ki Allah'tan
başka ilah yoktur. O birdir, O'nun eşi ve ortağı yoktur. Her halde, otlak
aramağa gönderilen bir kimse gelip âilesine yalan söylemez. Vallâhi Ben,
kimseye yalan söylemem, bütün insanlara yalan söylemiş olsam dahi yine size
karşı yalan söylemem. Bütün insanları aldatmış olsam yine sizi aldatmam. Sizi
dâvet ettiğim Allah, öyle bir Allah'tır ki ondan başka ilah yoktur. Ben de O
Allâh'ın hâssaten size, umûmî olarak da bütün insanlara gönderdiği Peygamberim.
Vallâhi siz, uykuya daldığınız gibi, öleceksiniz. Uykudan uyandığınız gibi
diriltilecek ve bütün yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz. İyiliklerinizin
karşılığında iyilik, kötülüklerinizin karşılığında da cezâ göreceksiniz. Bunlar
ya temelli cennette kalmak ya da temelli cehennemde kalmaktır. İnsanlardan
âhiret azabıyla ilk korkuttuğum kimseler sizlersiniz." dedi.
Bu sözler üzerine Ebû Leheb'den başkası, hepsi yumuşak ve müsâit sözler
söylediler.
İki Şeye Davet ve Hz.Ali'nin Mukabelesi
Peygamber Efendimiz;
-"Ey Abdülmuttaliboğulları! Vallâhi, Araplar içinde, benim size
getirdiğim dünyâ ve âhiretiniz için hayırlı olan şeyden daha üstününü ve
hayırlısını kavmine getirmiş bir yiğit bilmiyorum. Ben sizi, dile kolay gelen,
mîzanda ağır basan iki kelimeye dâvet ediyorum ki, o da; «Allah'tan başka ilah
bulunmadığına ve benim de, Allâh'ın Rasûlü olduğuma şehâdet getirmenizdir.»
Yüce Allah, sizi buna dâvet etmemi emir buyurdu. Siz bu hususta, görmediğiniz
mûcizelerden bâzısını da gördünüz. O halde, hanginiz bana bu yolda icâbet
ederek vezîrim ve yardımcım olur?" dedi.
Bu sözleri duyunca hepsi sustular. Peygamber Efendimiz, bu sözlerini üç
defa tekrarladı.
Diğerlerinin sükûtuna mukâbil, her defasında ayağa kalkan Hz.Ali üçüncüde
de ayağa kalkarak;
-"Yâ Rasûlellah!.. Sana yardımcı ben olurum ben! Gerçi, bunların
yaşça en küçüğüyüm. Görüşüm kısa, vücudum bücür, kollarım zayıf, baldırları en
incesiyim. Fakat, buna rağmen ben bu işte senin vezîrin ve yardımcın
olurum." dedi.
Orada bulunanlar buna güldüler, gözlerini bir Ebû Tâlib'e bir de bu
sözleri söyleyen çocuğa çevirdiler. Henüz on üç yaşında olan bu çocuk neler
söylüyordu. Hâl böyle iken, hâlâ nasipsizler gözyaşı içinde boğulmuyor,
erimiyor, kendinden geçmiyor ve teslim olmuyorlardı. Çare yoktu. Allâh'ın
mühürlediği kalbi kimse açamazdı. Fakat hidâyetten nasîbi olanlara da kimse
mâni olamazdı.
Daha Geniş Çapta Da'vet
Peygamber Efendimiz, kendi yakın akrabâlarını Hakk'a dâvetten sonra sıra
bütün Mekke halkına gelmişti. Bir gün evinden çıkıp Safâ tepesine vardı. Orada,
yüksek bir taşın üzerine çıktı. Şehâdet parmaklarını kulaklarına koyup;
-"Yâ Sabâhâh! Yâ Ben-î Kureyş! Yâ Ben-î Haşim! Yâ Ben-î Fehir!
(Ey Kureyşoğulları, Ey Haşimoğulları, Ey Fehiroğulları) Koşun ey Kureyş
topluluğu, size önemli bir haberim var." diye seslendi.
Bu öyle bir dâvetti ki, Fahri Kâinât'ın çağrısı, bir mûcize olarak altı
saat uzaklardan duyuldu. Çünkü, Fahri Kâinât, adeta mânevi bir radyo ile
konuşmuştu. Kendilerine hitâp eden, sıradan bir kimse değildi. Bir peygamberdi.
Yakından uzaktan herkes duyarak, gelip önünde toplandılar. Peygamberimiz,
onlara şunu sordu:
-"Ben size şu dağın arkasından bir düşman ordusu geliyor desem
inanır mısınız?" Oradakilerin hepsi birden semâları çınlatan bir sesle;
-"Evet! Evet! Evet! İnanırız. Çünkü, Senden hiçbir yalan duymadık.
Riyâ görmedik. Sen aramızda doğruluğun, dürüstlüğün mücessem bir timsâlisin.
Muhammed'ül Emin'sin." dediler.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz de;
-"Ben size, önünüzdeki şiddetli azabın bildiricisiyim. Yüce Allah,
bana en yakın akrabâlarımı âhiret azabıyla korkutmamı emretti. Sizi "Lâ ilâhe İllallâhü vahdehû lâ şerîke leh (Allah’tan başka ilah
yoktur. O birdir. O'nun eşi, ortağı yoktur)"
diye şehâdet getirip îman etmeğe dâvet ediyorum! Ben de O Allâh'ın kulu ve
Rasûlüyüm! Söylediğimi kabul ve tasdik ederseniz cennete gireceğinize taahhüt
ederim. Siz "Lâ ilâhe illallah"
demedikçe, ben size ne dünyâda bir fâide, ne de âhirette bir nasip
sağlayabilirim, îman ediniz!" dedi.
Ebû Leheb'in Küstahlığı
Burada Hz.Peygamberimiz'e hemen inananlar olmuştu. İnanmayanlar arasında
da söyleşmeler başladı. Öyle ki; âdeta birbirleriyle çekişiyorlardı. Bu arada,
Rasûlüllah'ın amcası Ebû Leheb yerinden fırlayarak kalktı;
-"Vay! Bizi bunun için mi çağırdın?" diye bağırarak, iki eline
birer taş alıp "Tebben Lek (seni helâk
edeceğim)" diyerek atmak istediyse de, Cebrâil (as)
mânen arkasından gelip, bileklerinden ellerini tuttu. Sallandı mallandı, amma
atamadı.
Onun bu hareketinden, Peygamber Efendimiz pek müteessir oldu. Bunun
üzerine Cenâb-u Hakk, Habîbini teselli için
-"Tebbet Sûresi"ni indirdi:
تَبَّتْ
يَدَا اَبى
لَهَبٍ
وَتَبَّ () مَا
اَغْنى
عَنْهُ
مَالُهُ
وَمَاكَسَبَ
() سَيَصْلى نَارًا
ذَاتَ لَهَبٍ
()
وَامْرَاَتُهُ
حَمَّالَةَ
الْحَطَبِ ()
فى جيدِهَا
حَبْلٌ مِنْ
مَسَدٍ
"Habîbim!
Sen müteessir olma. Sen değil, o seni helâk edeceğim diyen Ebû Leheb'in iki eli
de, dünyâsı da, âhireti de, çocukları da, âilesi de helâk oldu."[136]
buyurdu.
Ebû Leheb, Peygamber Efendimiz'e ilk karşı çıkan oldu. Karısı Ümmü Cemile
de dîne karşı çıkmakta ve düşmanlıkta ondan geri kalmadı. Şöyle ki; Ebû
Leheb'in karısı, geceleyin dağlardan sert keskin dikenlerden toplar getirir,
Peygamberimiz'in evi ile mescidi arasındaki yola döker, sererdi. Bundan dolayı
Cenâb-u Hakk, Tebbet Sûresi'nde, onu, odun hammalı diye zemmetti. Oğulları da,
Peygamber Efendimiz'in iki kızı ile nişanlanmış, nikahlanmış fakat henüz
evlenmemişlerdi. Ebû Leheb ve karısı, oğullarını çağırarak;
-"Hemen karılarınızı boşayınız. Eğer boşamazsanız, bize evlat
değilsiniz" dediler.
Onlar da hemen boşadılar. Oğullarından Uteybe, terbiyesizliğin büyüğünü
yaptı. Âilesini kolundan tuttuğu gibi Yüce Peygamberimiz'in huzuruna giderek,
kızını teslim ettikten sonra, O'na şu sözleri söyledi:
-"Ben Senin dînini inkâr edenlerdenim ve Seni sevmem. Sen de beni
sevmezsin. İşte onun için kızını boşadım." dedi. Bununla da kalmadı.
Kâinâtın Efendisi'ne hücûm ederek, yakasından tuttu. Rasûlüllah Efendimiz'in
gömleği yırtıldı.
Bu hunhar zâlimin yaptığından Allah Rasûlü çok müteessir oldu. Onun için;
-"Yâ Rab! O'nun üzerine canavarlarından bir canavar musallât
et" diye bedduâ etti. Çok geçmeden Uteybe, babası Ebû Leheb ile birlikte
Şam'a giderken Zerka'da, babası ve arkadaşlarının arasında uyurken bir arslan
gelip onu paramparça etti. Böylece Peygamber Efendimiz'in bedduasının kabul
buyrulduğu açıkça görüldü.
Peygamber Efendimiz'in tebliğ ettiği Yüce Dîne karşı bütün düşmanlığı
yapan, fakat dînin yayılmasının asla önüne geçemeyen müşrikler, Peygamber
Efendimiz'in iki erkek çocuğunun vefât etmiş olmaları sebebiyle kendi
kendilerine şöyle tesellide bulunurlardı:
-"O'nun Kâsım ve Abdullah'tan başka oğlu yok, eğer kendisi ölürse
çocukları zâten vefât etmiştir, böylece dâvâ bitmiş olur."
Amma onlar bilmiyorlardı. Bilmiyorlardı ki dünyâ O'nun için yaratılmıştı.
İnsanlık onun içindi. Herşey O'nun için yaratılmıştı. O olmasaydı dünyâ
yaratılmazdı. Bunların hiçbirini müşrikler bilmiyordu. Onların sâdece bildiği
bir şey varsa put ve heykel dikip ona tapmaktı. Hatırlarına gelmiyordu ki O'nun
şeriatı kıyâmet gününe kadar kalacak, ümmeti, kendisinin evlâdı ve ahfâdı
olacaktı.[137]
6 – Zulüm Safhaları ve Dar'ün-Nedve
Müşrikler, ilk Müslüman olanlar içinde kendilerine arka çıkacak kuvvetli
adamı bulunmayan, kabîle hâmisi olmayan zayıf gördükleri fakirlere, yapmadık
zulüm ve işkence bırakmıyorlardı. Onları aç ve susuz bırakırlar, döverler,
kızgın kumların üzerine yatırıp işkence yaparlardı.
En Çok Ezâ ve Cefâya Uğrayanlardan Bâzıları
Yâsir ailesine işkence: Ebû Cehil, Kureyş'den birinin İslam olduğunu
haber alınca, O'na gelir ve O'na malında ve ticâretinde eziyet ederdi ve
ettirirdi. Ammar bin Yâsir'in başına ateşte kızdırılmış saç koyarlar, bu
şekilde işkence ederlerdi. Ammar'ın babası Yasir, kardeşi Abdullah ve annesi
Sümeyye de îmanları yüzünden Mekke'nin kızgın çölüne çıkarılıyorlar ve eziyet
ediliyorlardı.
Allah Rasûlü onlara uğruyor, onların çektikleri azap ve ızdırapları
bizzat görüyordu. Fakat, Müslümanların az ve zayıf olmasından dolayı hiçbir şey
yapmağa muktedir olamıyorlardı ve onlara şöyle diyordu:
-"Sabredin, Ey Yâsir âilesi, size cennet vadedilmiştir."
Yâser, Peygamber Efendimiz'e;
-"Zaman hep böyle mi sürüp gidecek?" diye sordu.
Peygamber Efendimiz;
-"Allahım!.. Yâsir âilesine rahmet ve mağfiretini ihsan et!"
diyerek onlara duâ etti.
Bir müddet sonra Yâser, işkenceye dayanamayarak can verdi. Zevcesi
Sümeyye çok yaşlanmış zayıf bir kadındı. Ebû Cehil, Sümeyye'ye:
-"Sen, ancak cemâline aşık olduğun için Muhammed'e imân ettin"
deyince, Sümeyye ona ağır laflar söyledi. Ebû Cehil de kızarak elindeki
mızrağını O'na saplayıp Sümeyye'yi şehîd etti.
Din yolunda erkeklerden ilk şehîd Yâser, kadınlardan da ilk şehîd
Yâsir'in zevcesi Sümeyye oldu.
Bilâl-i Habeşî: Soy îtibariyle,
Habeşli bir zencidir. Ümmiye'tibni Halef'in kölesiydi. Ümmiye, İslâmın büyük
düşmanlarından olduğundan, kölesine yapmadık eziyet bırakmadı. O'nu kızgın
kumlar üzerine yatırıp, göğsüne kızgın taşlar koyarak saatlerce güneş altında
tutardı. Bilâl, imân aşkının verdiği kuvvetle bunlara dayanır, "Allah birdir, bir" diyerek, bunlara
katlanırdı.
Bilâl-i Habeşî'nin himâye edecek kimsesi yoktu. Boynuna ip takarak
çocukların ellerine verip sürüklüyorlardı. Boynunu ip kesiyor, kanlar akıyor,
fakat ağzından yalnız "Allah birdir,
bir" sözü çıkıyordu.
Peygamber Efendimiz, oradan geçerken Bilâl-i Habeşî'ye böyle işkenceler
yapıldığını ve O'nun;
-"Yâ Ahâd!.. Yâ Ahâd!.. (Ey bir olan Allahım, Ey bir olan
Allahım)" diyerek, Cenâb-u Allâh'a ilticâda bulunduğunu gördü.
-"Devam et, O Ahâd isminin sâhibi seni kurtarır" buyurdu.
Peygamberimiz, durumu Eshâbına haber verdi. Bunun üzerine Hz.Ebû
Bekr'ini's-Sıddık, koşarak onlara;
-"Siz bunu işkence ile öldüreceksiniz de, elinize ne geçecek? Bunu
bana satın." dedi.
-"Satmayız." dediler. Çok ağır bir para teklif ettiler. Öyle
ki, Hz.Ebû Bekr'i servetinden edip, başkalarına muhtaç edecek şekilde bir para
teklif ettiler.
Hz.Ebû Bekr'is'Sıddık gidip, derledi toparladı, o parayı getirip Bilâl'i
onlardan satın alarak, Allah rızası için âzâd etti.
Müşrikler buna hayret ettiler, şaştılar. "İnsan, kendinden başkası
için bu kadar parayı verip âzâd edemez. Olsa olsa, O'nun yanında önceden
kazanılmış ve kendisine emânet edilmiş, Bilâl'in parası varmıştır da, O, onunla
bunu almıştır." dediler.
Cenâb-u Hakk indirdiği âyetle, müşrikleri tekzîb etti ve,
-"Benim Ebû Bekir kulumun yanında, başkası için emânet bırakılmış
bir para yok. O ancak Allah rızası için yaptı. Rabbîsi O'ndan, O da Rabbîsinden
razıdır." buyurdu.
Suheyb-i Rûmî: Müşrikler,
Suhayb'i Müslümanlıktan döndürmek için, ne söylediğini bilmeyecek hâle
getirinceye kadar döverlerdi. Bir gün Suhayb, Hubab ve Ammar birlikte
giderlerken Kureyş müşrikleriyle karşılaştılar.
Müşrikler;
-"İşte Muhammed'in oturup kalktığı kimseler şunlar!" diyerek
hakârete kalkıştılar.
Suheyb;
-"Evet biz, Allâh'ın Peygamberi ile oturup kalkan kimseleriz.
Allâh'ın Peygamberine biz îmân ettik, siz küfrettiniz. Biz, O'nu tasdik ettik,
siz tekzip ettiniz. Müslümanlıkta değersizlik, müşriklikte de üstünlük bulunmaz."
deyince, üzerine saldırdılar.
-"Allâh'ın aramızdan nîmet ve rahmetine erdirdiği kimseler bunlar
ha!.." diyerek, Suhayb'i dövdüler.
Bunca ezâ ve cefâya rağmen; hidâyet yolundan dönen, dayanamayan, şüphe ve
kaygıya düşen, nefsine kapılan, içi burkulan, îmân duygusu gölgelenen, küfre
kayan veya kayar gibi olan tek kişi dahi olmadı.[138]
Müşriklerin Elebaşıları
Ebû Cehil: Ebû Cehil, Müslümanların
en büyük, en azılı düşmanı, küfrün önderi idi. O, varlıklı, güçlü kuvvetli ve
istediği zaman bütün Kureyş halkını kendi etrafında toplayacak bir güce
sâhipti. Müslümanların, onun elinden ve dilinden çekmediği kalmadı. Öyle ki,
Müslümanlara işkencenin en ağırını yapıyor ve yaptırıyor, İslâmiyet’in
yayılmasını önlemek için her çâreye başvuruyordu.
Ebû Leheb: Peygamber Efendimiz'in öz
amcalarından birisi olmasına rağmen, İslâmiyet’in en azılı düşmanlarındandı.
Karısı Ümmü Cemile de kocası gibi düşman, Peygamber Efendimiz'e eliyle diliyle
ezâ verenlerden biriydi. Ebû Leheb hasta olduğundan Bedir harbine gidememiş, bedel
göndermiş, Bedir'de Müslümanların gâlibiyet haberini yatağında duyunca, iki
kere ölmüştü.
Velid ibn-i Muğîre:
Kureyş'in nüfuzlularındandı. İslâm’ın azılı düşmanlarından, nesebi gayri sahih
soysuzun birisiydi.
Âs ibn-i Vâil: İslâmiyet ve O'nun
Peygamberi ile acı acı alay eden, Peygamber Efendimiz'in oğlu Kâsım vefât
ettiği zaman,
-"Muhammed ebterdir,
erkek evlâdı yaşamıyor, O'nun sonu yoktur" diyen bu adamdır. Evlat
acısıyla yüreği kanayan bir babayı teselli edecek yerde, o böyle acı sözler
söyleyecek insafsızın birisidir. Fahri Kâinât'ın düşmanları, ictimâî mevkiileri
ne olursa olsun, işte böyle insanlıktan uzak kimselerdi.
Cenâb-u Hakk, Kevser Sûresi'nin son âyetiyle:
اِنَّ
شَانِئَكَ
هُوَ
الْاَبْتَرُ
"Senin düşmanın, asıl sonu kesik (ebter) olandır"[139]
Âs ibni Vâil'in kendisinin ebter olduğunu" beyânla zemmetmiştir.
Ölümü şöyle oldu: Bir defasında
eşeğine binmiş Mekke civarında bir dağ geçidinden geçerken, eşeği onu yere
düşürüp bacağını ısırdı. Bu yara bacağının şişmesine ve ölümüne sebep oldu.
Nad'r ibni Hâris: Peygamber
Efendimiz'e ve Müslümanlara ençok ezâ ve cefâ edenlerden biri de bu adamdı.
Acem hikayelerine vâkıftı.
-"Muhammed size
esâtir-i evveliyni (Hâşâ, geçmişlerin masallarını) söylüyor." derdi.
Bunun hakkında birkaç âyet nâzil oldu. Bedir harbinde esir alınıp
Rasûlüllah'ın emriyle öldürüldü.
Diğer Düşmanlar: Ümmiye'tibni
Halef, Utbe ibn-i Rebîa, Übeyy'ibn-i Halef, Hubeyre ibn-i Ebi Vehb, Hakem ibn-i
Ebül As ... vs.dir.
Dâru'n-Nedve
İslâm'dan önce Cahiliyye çağında Mekkeli müşriklerin toplantı ve istişâre
yeri; Şehir meclisi; Cahiliyye devri Mekke şehir devletinin parlamentosu. Hz.
Peygamber'in dördüncü kuşaktan dedesi Kusay İbn Kitâb'ın Mekke'de M. 440
tarihinde Kâbe'nin güneybatısında ve şehirde ilk defa Kâbe yakınında, kapısı Kâbe'ye
dönük olarak inşa ettirdiği dâru'n-Nedve'de Kureyş ileri gelenleri toplanır,
şehrin bütün siyasî, askerî ve sosyal meseleler burada görüşülerek karara
bağlanırdı.[140]
Dâru'n-Nedve'ye katılan ve yaşları kırkın üzerinde olması şartı aranan
Nedve heyetinin bir arada şehir halkının mülkî ve dînî meselelerini görüştüğü
de ileri sürülmüştür. Kusay İbn Kitâb'ın asıl adı Zeyd olup uzaklaşma anlamına
gelen Kusay lâkabını sonradan almıştır.[141] Kusay,
Kureyş'i beşinci yüzyılda Mekke'nin en güçlü kabilesi yapmış, Mekke idaresini
ele geçirmiş; Mekke'yi mahallelere bölerek, her kabileyi bu mahallelere
yerleştirmişti. Kusay'ın şeceresi Kinâneoğulları'na, onlardan Adnanoğulları'na
ve Hz. İsmail'e dayandırılır. Kusay, Huzaa ve Bekroğulları kabileleriyle
savaşarak Mekke hükümdarı olmuştu. Kâbe'nin hicâbe, sikâye, rifâde, nedve vb.
işlerinin yönetimi de onun kabilesi Abdüddaroğulları'nın hâkimiyetine geçmişti.
Kusay İbn Kitâb, Mekke'de kendisine itaat edilen bir dinî lider durumunda idi.
Dâru'n-Nedve'de bulûğ çağına giren kızlara gömlek giydirilmesi gibi nikâh'a ve
savaşa karar alınması da Nedve heyetinin şehrin idare meclisi veya hükümeti
gibi çalıştığını göstermektedir.[142]
Dâru'n-Nedve, Mekke şehir devletinin yönetimi ile ilgili olarak verilecek
her türlü hüküm ve kararın alındığı bir yer olup bugünkü anlamı ile tam bir
parlamento ve yasama meclisi durumunda idi. Hatta Hz. Peygamber'in hicretinden
bir gün önce Dâru'n-Nedve'de toplanan Kureyş ileri gelenleri, Rasûlullah'ı
öldürme kararını burada almışlardı. Mekke'nin İslâm ordusu tarafından
fethedilmesinden sonra, Dâru'n-Nedve, müslümanların eline geçmiş ve Muaviye
zamanında Kusay'ın torunlarından biri bu binayı yüz bin dirheme Muaviye'ye
satmış, bina da valilik konağı olmuştu.[143]
7- İslam'a Düşmanlıkların Sebepleri
Ebu Cehl, başından geçeni, Kureyşli müşriklerine anlatınca, Nadr b.Haris,
kalkıp
-"Ey Kureyş cemaati ! Vallahi, sizin başınıza hiç bir zaman, bir
benzer ile mübtela olmadığınız,bundan sonra da, kolay kolay çaresini
bulamayacağınız bir iş gelmiş bulunuyor!
Muhammed; Şakaklarına ak düştüğünü gördüğünüz zamana kadar, içinizde, en
çok hoşunuza giden bir gençti.
En doğru sözlünüz ve en emininiz idi.
Nihayet, size getirdiği şeyle gelince, ona (Sihirbaz!) dediniz.
Hayır! Vallahi, o, bir Sihirbaz değildir!
Biz, Sihirbazları ve onların üfürmelerini, düğümlemelerini görmüşüzdür.
Siz, ona (Kahin!) dediniz.
Hayır! Vallahi, o, bir kahin değildir.
Biz, kahinleri ve onların titreyişlerini, görmüş ve Seci'li sözlerini,
dinlemişizdir
Siz, ona (Şair!) dediniz.
Hayır! Vallahi, o, bir Şair de, değildir.
Biz, Şiiri görmüş ve onun her çeşidini: Hezec'ini, Recez'ini..
dinlemişizdir.
Siz, ona (Mecnun!) dediniz.
Hayır! Vallahi, o, bir mecnun da değildir.
Biz, delilikleri, görmüşüzdür.
Onun ise, ne boğulması, ne çarpınıp titremesi, ne evhamlanması, ne de,
sözlerini, karıştırması, vardır.
Ey Kureyş cemaati! Durumunuzu iyice düşününüz, gözden geçiriniz!
Çünkü, vallahi, sizin başınıza, büyük bir iş gelmiştir !'' dedi.[144]
Sonuç olarak küfrün sebepleri şöyle özetlemek mümkündür.
a- Büyüklenme (istikbar),
b- Haddi Aşmak (Taşkınlık),
c- Haset,
d- Düşmanlık
e- Utuv ve Tuğyan (Çılgınlık, azgınlık),
f- İstiğnâ (Kendini yeterlilik
zannı),
g- Cebbarlık (İnsanın büyüklük taslayarak, kendi kendine yeterliliğini
tahakküm biçiminde ortaya koyması)
Şirk, bir nevi Allah’ı kandırmaya kalkışmanın, O’na inanıyor gibi
görünüp, O’nun yerine bir sürü tanrılar koymanın adıdır. ‘Küfr’ ise, açıktan
bir inkârdır, bile bile Gerçeğin üzerini örtmedir veya inanmamadır.
İnsan, Allah’ın kendisine verdiği nimetlere şükretmek üzere
yaratılmıştır. İnsanın fıtratı dí ilâhí ni’metlere şükretmeye uygundur. İnsan,
Rabbini bilmeli, O’na teslim olmalı ve O’nun verdiklerine nasıl şükredilmesi
gerekiyorsa öylece şükretmelidir.
Ancak insan unutkan ve haksızlığa meyilli olduğu için, hem ni’metin
sahibini unutuyor, hem de haksızlığa kalkışarak başka tanrılara kulluk yapıyor.
Elde ettiği mal ve servetle şımarıyor, yeryüzünde kibirleniyor, haddi aşıyor,
heva ve hevesine uyarak yoldan çıkıyor. Mal ve dünyalıklarla eline bir güç
geçiren kimselerin çoğu azar ve yoldan çıkarlar. Bunlar ya kendi kafalarından
uydurdukları tanrılara inanırlar, ya da çıkarlarını sürdürmeye yarayan atalar
dinine bağlı kalırlar. Onlara; ‘gelin Allah’ın Dini olan İslâma teslim olun’
denildiği zaman kibirlenerek yüz çevirirler.
Bu gibi kimseler Allah’tan peygamberler vasıtasıyla gelen âyetleri kabul
etmezler ve kafir olurlar. Böylece hem ni’metin Sahibine karşı ‘küfran’
gösterirler, nankör olurlar; hem de ilâhí âyetlere karşı inkârcı kesilirler.
Allah’a karşı ‘küfr’e yeltenen inkârcıların çoğu yeryüzünde haksız yere
şımaran ve kibire düşen kimselerdir. Kimileri de kendi aklına veya keyfine
uymayı en doğru yol olarak bilir ve kendi görüşünden başka kutsal bir şey kabul
etmez. Kimileri de atalarının izi üzerine gider. Babasını hangi din üzerinde
görmüşse körü körüne o dinin peşine gider. Doğru mu yanlış mı, hakk mı batıl mı
diye düşünmez. Kimileri de iktidar sahibi olunca, kendini ‘müstağni’ (Allah’a
ihtiyacı yok) zanneder, Allah’a ve O’nun emirlerine karşı büyüklük taslar.
Allah’ın önünde secde etmeyi kibirine yediremez. Allah’ın gönderdiği hükümleri
beğenmez, kendi fikirlerini daha üstün tutar.
Kimileri de kutsal saydıkları sahıs veya putları tanrı haline getirir.
Onlarla Allah’a şirk koşarlar, o putlar adına uydurdukları inanç ve ilkeler
doğrultusunda yaşarlar ve böylece ‘küfr’e düşerler.
8- Görüşmeler, Uzlaşma Teklifleri
Gün gün Müslümanların sayılarının artığını gören müşrikler, Hz. Muhammed
(as)'e teklif götürmeye karar verdiler. O'na
-"Sen, bildiğin gibi kabilenin soylularındansın ve senin soyun sana
şerefli bir konum sağlıyor. Fakat sen halkına ciddi ve tehlikeli bir mesele
getirdin, bununla onların topluluğunu birbirinden ayırıyor, onların yaşam
tarzının saçma olduğunu söylüyor, dinlerini ve tanrılarını küçümsüyorsun ve
onların atalarına kafir diyorsun. Eğer istediğin zenginlikse, mallarımızı
birleştirir seni aramızda en zengin kimse yaparız.. Eğer istediğin şerefse,
seni liderimiz yaparız ve senin sözünden hiç çıkmayız. Ve eğer kral olmak
istiyorsan seni kral yaparız. Eğer sana musallat olan cinden ve hastalıktan
kurtulamıyorsan sana bir hekim buluruz ve iyileşene dek senin için tüm
servetimizi harcarız."
Onların tek cevabı daha önce kaldıkları yerden devam etmeleriydi. Eğer
onların tekliflerini kabul etmiyorsa, Allah'ın elçisi olduğunu ispatlayacak bir
şeyler göstermeliydi, o zaman mesele hallolurdu.
-"Rabbinden çevremizdeki dağları kaldırmasını, toprağı dümdüz
yapmasını ve ülkemizdeki dağları kaldırmasını, toprağı dümdüz yapmasını ve
ülkemizden Suriye ve Irak gibi nehirler akıtmasını iste... Veya bizin için
bunları istemeyeceksen kendin için bir şeyler iste. Allah'tan senin sözlerini
doğrulayıp bizimkileri yalanlayacak bir melek indirmesini iste... ki senin Allah
katında ne kadar değerli olduğunu görelim." Peygamber onlara şu cevabi
verdi:
-"Ben Allah'tan böyle şeyler isteyecek değilim, çünkü O beni uyarmam
ve müjdelemem için gönderdi." Onu dinlemeyi reddederek şöyle dediler:
-"O zaman gökyüzünü parça parça üzerimize indir." Karar verecek
olan Allah'tır, dilerse yapar" diye cevap verdi Peygamber (as).
Peygambere tabi olanlar sürekli artıyordu. Fakat bunların hemen hepsi ya
köle ya azatlı ya da Mekke dışındaki Kureyş’lilerden oluşuyordu. Abdurrahman,
Hamza ve Erkam istisna hepsi zayıf idiler, bunlar da liderlik vasfından
uzaktılar. Bu nedenle Peygamber (as), içinde amcası Ebu Talib'in de bulunduğu
Kureyş liderlerinden hiç olmazsa bir kaçını kazanmak istiyordu. Eğer Ebu
Cehil'in amcası Velid'in desteğini kazanırsa, davetini daha kolay
yapabilecekti. Bir Gün Peygamber (as) Velid'le sohbete dalmışken, İslam'a henüz
girmiş kör bir adam yanlarından geçti; Peygamberin (a.s) sesini duyunca
kendisine Kur'an'dan bir parça okumasını rica etti. O da biraz sabırlı olmasını
istedi. Adam ısrar edince Peygamber (a.s) hiddetlendi ve ondan yüzünü çevirdi.
Sohbeti yarım kalmıştı. Fakat bunun bir kaybı yoktu, çünkü Velid mesaja tamamen
kapalıydı.
O anda vahiy geldi:
عَبَسَ
وَتَوَلّى ()
اَنْ جَاءَهُ
الْاَعْمى
"Surat astı
ve yüz çevirdi; kendisine o kör geldi diye."[145]
Kısa süre sonra Velid,
-"Ben Kureyş'in en üstünü olduğum halde bana gelmiyor da Muhammed-e
mi vahiy geliyor?" diyerek kendini beğenmişliğini ortaya koyuyordu. Ebu
Cehil de ondan geri kalmıyordu:
-"Biz, Abdu Menaf oğulları ile aramızda şeref konusunda yarış
ederiz. Şimdi onlar' Bizim adamlarımızdan biri Peygamberdir. Ona gökten vahiy
geliyor.' diyorlar. Biz onun bir eşini ne zaman elde edeceğiz. Tanrıya andolsun
ki, biz ona inanmayacağız." diyordu.
Diğerleri de Ebu Cehil kadar olmasa da aynı şeyi düşünüyorlardı. Hepsi de
değişik derecelerde vahyin diline ve üslûbuna duyarlıydılar. Fakat anlamına
gelince babalarının hiçbir şey kazanmadığını ve onların tüm çabalarının boşa
gittiğini vurgulayan âyetlere gönüllerini kapatmışlardı:
åí© £Ü¡Û ¥¤î
¢ñ ¡¨üa ¢a £Ü Û ë 6¥ì¤è Û ë
¥k¡È Û ü¡a ¬b î¤ã¢£Ûa ¢ñì¨î z¤Ûa b ß ë
æì¢Ü¡Ô¤È m 5 Ï a
6 æì¢Ô £n í
“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey
değildir. Müttakî olanlar için ahiret yurdu muhakkak ki daha hayırlıdır. Hâla
akıl erdiremiyor musunuz?”[146]
Müslümanların Mekke müşriklerinin zulmünden kurtularak İslâm’ın öngördüğü
biçimde özgürce yaşayabilmek amacıyla Habeşistan'a yaptıkları göç. Müslümanlar,
ilki Hz. Muhammed (a.s)'ın peygamberlikle görevlendirilişinin beşinci yılında
(614), ikincisi de altıncı yılın (615) başlarında olmak üzere iki defa hicret
ettiler. Bu hicretler birinci Habeşistan hicreti ve ikinci Habeşistan hicreti
olarak adlandırılır.
Kur'an'da hicret, cihattan sonra en önemli eylem olarak değerlendirilir.
Bunun nedeni açıktır. Bir mümin için en önemli şey imanı ve imanının
gereklerini yerine getirerek Allah’ın rızasını kazanmaktır. Gerçek bir mümin
kendi ülkesinde, yaşadığı çevrede bu amacına ulaşamıyorsa, yurdunun, işinin-gücünün,
malının mülkünün, akraba ve dostlarının hiçbir anlam ve önemi kalmaz. Bunlarla
imanı arasında seçim yapmak zorunda kalan insan, imanı seçiyorsa, ancak o zaman
gerçek bir mümindir. Bu nedenle Mekke'de, müminler müşriklerin baskı ve
işkenceleri yüzünden böyle bir seçim yapma noktasına doğru gelince, Kur'an
onları, hicretin anlam ve önemini bildiren ayetlerle muhtemel bir hicrete
hazırlamaya başladı. Bu konudaki bir ayette;
b î¤ã¢£Ûa ¡ê¡¨ç ó©Ï aì¢ä ¤y a
åí© £Ü¡Û 6¤á¢Ø £2 aì¢Ô £ma aì¢ä ߨa
åí© £Ûa ¡
b j¡Ç b í ¤3¢Ó
§lb ¡y ¡¤î Ì¡2
¤á¢ç ¤u a æë¢¡2b £Ûa ó £Ï ì¢í
b à £ã¡a 6¥ò È¡a ë ¡é¨£ÜÛa ¢¤ a ë
6¥ò ä y
“(Resûlüm!)
Söyle: Ey inanan kullarım! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Bu dünyada iyilik
yapanlara iyilik vardır. Allah'ın (yarattığı) yeryüzü geniştir. Yalnız
sabredenlere, mükâfatları hesapsız ödenecektir”[147]
buyrularak bir hicretin gerekebileceği ima edilir.
b î¤ã¢£Ûa ó¡Ï
¤á¢è £ä ö¡£ì j¢ä Û aì¢à¡Ü¢Ã b ß ¡¤È 2 ¤å¡ß
¡é¨£ÜÛaó¡Ï aë¢ ub ç åí© £Ûa ë
= æì¢à Ü¤È í
aì¢ãb פì Û <¢ j¤× a ¡ñ ¡¨üa
¢¤u ü ë 6¦ò ä y
“Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret
edenlere gelince, onları dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz. Eğer
bilirlerse ahiretin mükâfatı elbette daha büyüktür,"[148]
ayeti ise müminleri hicrete açıkça teşvik eder.
Kur'an, bir yandan müminleri hicrete hazırlarken, diğer yandan da
Hıristiyanlık ve Hz. İsa hakkında gerekli bilgilerle donatıyordu. Habeşistan
hicretinin hemen öncesinde gelen Meryem suresi, müminleri bu konuda yeterince
bilgilendirdi. Ayrıca, müminlere Hıristiyanlarla nasıl mücadele etmeleri
gerektiği öğretildi:
aì¢à Ü Ã åí© £Ûa ü¡a
>¢å ¤y a ó¡ç ó©n £Ûb¡2 ü¡a ¡lb n¡Ø¤Ûa
3¤ç a a¬ì¢Û¡
b v¢m ü ë
¤á¢Ø¢è¨Û¡a ë b ä¢è¨Û¡a ë
¤á¢Ø¤î Û¡a 4¡¤ã¢a ë b ä¤î Û¡a
4¡¤ã¢a ô¬© £Ûb¡2 b £ä ߨaa¬ì¢Ûì¢Ó ë
¤á¢è¤ä¡ß
æì¢à¡Ü¤¢ß
¢é Û ¢å¤z ã ë ¥¡ya ë
“İçlerinden zulmedenleri bir yana, ehl-i kitapla
ancak en güzel yoldan mücadele edin ve deyin ki: Bize indirilene de, size
indirilene de iman ettik. Bizim Tanrımız da sizin Tanrınız da birdir ve biz
O'na teslim olmuşuzdur."[149]
Bu hazırlama ve bilgilendirmeden sonra, müminlerin hicreti bilfiil
gerçekleştirmeleri yönünde açık işaretler taşıyan su ayetler geldi:
b> è Ó ¤¡ ¢3¡à¤z mü
§ò £2¬a
¤å¡ß ¤å¡£í b × ë
æì¢Ü £× ì n í ¤á¡è¡£2 ó¨Ü Ç ë
aë¢ j åí© £Û a
Õ Ü ¤å ß ¤á¢è n¤Û b
¤å¡÷ Û ë ¢áî©Ü ȤÛa ¢Éî©à £Ûa ì¢ç ë
9¤á¢×b £í¡a ëb è¢Ó ¢¤ í ¢é¨£ÜÛ a
æì¢Ø Ϥªì¢í ó¨£ã b Ï
7¢é¨£ÜÛa £å¢Ûì¢Ô î Û à Ô¤Ûa ë
¤à £'Ûa £ ë
¤ üa ë ¡pa ì¨à £Ûa
“Onlar, sabreden kimselerdir ve
yalnız Rablerine güvenip dayanmaktadırlar. Nice canlı var ki, rızkını (yanında)
taşımıyor. Onlara da size de rızık veren Allah'tır. O, her şeyi işitir ve
bilir. Andolsun ki onlara: "Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu
altında tutan kimdir?" diye sorsan, mutlaka, "Allah" derler. O halde
nasıl (haktan) çevrilip döndürülüyorlar?”[150]
Andığımız son ayetler indiği sırada artık hicret zamanı gelmişti. Çünkü
müşriklerin zulümleri, baskı ve işkenceleri dayanılmaz bir hadde ulaşmıştı. Hz.
Peygamber, müminlerin Habeşistan’a hicret etmelerini buyurdu. Rivayetler,
hicret yurdu olarak Habeşistan’ın seçilmesinin nedenini, Necâşî'nin zulme rıza
göstermeyen, adil bir insan olmasına bağlar. Buna ilâve olarak sıkı ticaret
ilişkileri nedeniyle tanınmasının, halkının ilâhî kaynaklı bir inanca (Hıristiyanlık)
sahip olmasının ve son olarak İslâm’ın orada yayılma imkânının bulunmasının da
seçimi etkilediği söylenebilir.
Hz. Peygamberin tavsiyesi üzerine bir grup mümin Mekke'den ayrılarak
Habeşistan’a göçtü. Nübüvvetin beşinci yılının (614) Recep ayında gerçekleşen
ilk bu hicrete en çok kabul gören rivayete göre on biri erkek, dördü kadın
olmak üzere toplam on beş kişi katıldı. Bunlar arasında Hz. Osman b. Affân,
Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Avf, Osman b. Maz'un, Mus'ab b. Umeyr, Ebû
Seleme b. Abdu'l-Esed gibi önde gelen sahabeler de bulunuyordu. Bu ilk
muhâcirler Habeşistan’da son derece iyi karşılandılar. Kendi ifadeleriyle,
dinlerini yaşama konusunda tam bir özgürlük ve güven içindeydiler. Allah'a
istedikleri gibi ibadet ediyorlar ve kimse tarafından rahatsız edilmiyorlardı.
Ne eziyet görüyor, ne de kötü laflar işitiyorlardı. Fakat iki ay sonra,
müşriklerin Müslüman oldukları yolunda yanlış bir haber nedeniyle
Habeşistan’dan ayrılarak Mekke'ye döndüler. Mekke yakınlarına gelince gerçeği
öğrendilerse de iş işten geçmişti. Çaresiz, her biri bir kabîle reisinden emân
alarak Mekke'ye girdiler.
Habeşistan'dan dönen müminlerin büyük çoğunluğu kendi aileleri tarafından
yeniden baskı altına alındı. Müşriklerin zulümleri de her geçen gün biraz daha
şiddetlendi. Öte yandan ilk hicret, Habeşistan'ın müminler için güvenli bir yer
olduğunu göstermişti. Bu nedenle Hz. Peygamber müminlere ikinci kez hicret
izini verdi. Nübüvvetin altıncı yılı (615) başlarında, Cafer b. Ebî Tâlib'in
önderliğinde gerçekleştirilen bu ikinci hicrete 18 ya da 19'u kadın olmak üzere
toplam 111 ya da 113 Müslüman katıldı. İlk muhâcirlerin hemen tümü, ikinci
hicrette de yer aldı. İkinci hicret, Mekke'de tam bir matem havası estirdi.
Çünkü Mekke'de en az bir ferdi hicrete katılmayan aile yok gibiydi. Bir ailenin
oğlu gitmişse diğerinin damadı; birinin kardeşi gitmişse, diğerinin babası ya
da amcası gitmişti.
İkinci Habeşistan hicreti müşrik liderleri büyük bir telaşa düşürdü.
Böylesine büyük bir kitle hâlinde gelen Müslümanlar, son derece müsâit bir ülke
olan Habeşistan’ın İslamlaşmasına neden olabilir, ya da en azından Hz.
Peygambere güçlü bir müttefik kazandırabilirlerdi. Böyle muhtemel bir
tehlikenin önüne geçmek için Kureyş'in iki ünlü diplomatı Amr b. El-Âs ile
Abdullah b. Ebî Rabîa'yi Habeşistan Necâşî'sine elçi olarak göndermeyi
kararlaştırdılar. Planlarına göre elçiler önce Necâşi'nin yakın
çevresindekileri hediyeleriyle yanlarına çekecekler, daha sonra onların da
yardımlarıyla. Necâşî'nin Müslümanları Mekke'ye iade etmesini sağlayacaklardı.
Fakat sonuç hiç de umdukları gibi olmadı. Gerçi elçiler yakın çevresinin
desteğini sağladılar ama, gerçekten adil bir insan olan Necaşi'yi bütün
diplomatik oyunlarına rağmen zulümlerine ortak edemediler.
Elçiler Necaşi ile görüşerek muhacir Müslümanların birtakım beyinsiz
gençler olduklarını, kendi dinlerini terlettiklerini fakat Hıristiyan da
olmayarak yeni bir din icat ettiklerini, onları gözetmek amacıyla akrabalarının
iade edilmelerini istediklerini söylediler. Necâşî, kendileriyle görüşmeden bir
karar veremeyeceğini belirterek Müslümanları yanına çağırttı.
Muhâcirlerin Necâşi'nin Huzurunda Muhâkeme
Edilmeleri
Necâşi, huzuruna râhipleri de çağırttı. Râhipler, kitaplarını çevrelerine
yaydılar. Hz.Câfer, Necâşi'nin huzuruna girince selâm verdi, secde etmedi.
Necâşi'nin adamları, Hz.Câfer'e;
-"Sen, ne diye Hükümdara secde etmedin?" dediler.
Hz.Câfer;
-"Biz, ancak Allâh'a secde ederiz!" dedi.
"Niçin?" diye sordular.
Hz.Câfer;
-"Allah, bize Rasûlunu gönderdi. O da Allah'tan başkasına secde
etmemekliğimizi bize emretti!" dedi.
Amr'ibn-i As ve arkadaşı, Necâşi'ye;
-"Biz, bunların hâlini sana bildirmedik miydi?" dediler.
Necâşi, Muhâcirlere;
-"Ey huzuruma getirilmiş olan topluluk! Bana bildiriniz. Siz, ülkeme
ne için geldiniz? Haliniz nedir? Tüccar değilsiniz. Bir isteğiniz de yok. O
halde bana, benim memleketime niçin geldiniz? Sizin, şu ortaya çıkmış olan
Peygamberinizin hâli nedir? Hem bana bildiriniz ki siz ne diye memleketiniz
halkından bana gelenlerin selâm verdiği gibi selâm vermiyorsunuz?" dedi.
Hz.Câfer, gelen elçilerden yalnız birisinin konuşması hususunda
Hükümdarın emretmesini isteyerek, bâzı sorular soracağını bildirdi. Bu teklif
üzerine, iki elçiden Amr ibn-i As kendisinin konuşacağını söyledi. Bundan sonra
Hz.Câfer, Amr'ibn-i As ve Necâşi arasında şu konuşmalar cerayan etti:
Hz.Câfer;
-"Ey Hükümdar! Sorunuz bu adama, biz yakalanıp efendilerimize teslim
edilecek köleler miyiz?"
Amr'ibn-i As;
-"Hayır! Onların cümlesi asîl ve hür kimselerdir."
Hz.Câfer;
-"Bizim onlardan haksız yere aldığımız bir mal veya ödenecek
borçlarımız var mı?"
Amr'ibn-i As;
-"Hayır! Bir kırat bile borçları, bir dirhem dahi gasbettikleri mal
yoktur."
Hz.Câfer;
-"Biz, haksız yere birinin kanını yere döktük de kısas için mi geri
istiyorlar."
Amr'ibn-i As;
-"Hayır, hayır! Ne bir damla döktükleri kan ve ne de böyle bir
isteğimiz var!"
Hz.Câfer;
-"Öyle ise, hangi sebeple iâdemizi talep ediyorlar?"
Burada Dikkate Şâyân Bir Nokta
Devletler hukukunun isminin işitilmediği, diplomasi ilimlerinin
bilinmediği bir zamanda, bir yabancı memlekete iltica eden şahısların iâdesi
için, sağlam ve mâkul sebepler inşaa edilmesi lâzım geldiğini; mü'minin
firâseti keşfetmiş ve sebepsiz bir iâdenin mümkün olmayacağına, Habeş hükümet
adamlarını iknâ etmiştir.
Amr'ibn-i As;
-"Onlar ve biz aynı dînin mensupları idik. Onlar bu dîni bıraktılar.
Muhammed'e ve dînine uydular." dedi.
Necâşi, Hz.Câfer'e dönüp;
-"Siz, mensubu bulunduğunuz dîni bırakıp da, ne benim ve ne de başka
milletlerin dînine girmediğiniz halde, ne diye sâdece kendinizin bildiği bir
dîne girdiniz? Başka hükümdarların değil de benim ülkemi tercih edişinizin
sebebi nedir? Edindiğiniz din nasıl bir şeydir? Uyduğunuz Peygamberin hâli
nedir?" diye, kendileri ve Peygamberleri hakkında mâlumat vermelerini
istedi.
Hz.Câfer;
-"Ey Hükümdar! Biz, câhil bir millettik. Putlara tapardık. Lâşeleri
yerdik. Her kötülüğü işlerdik. Akrabalarımızla münâsebetlerimizi keserdik.
Komşularımıza kötülük yapardık. Kuvvetli olanlarımız zayıf olanlarımızı ezerdi.
Yüce Allah, bize, kendimizden; soyunu sopunu, doğruluğunu eminliğini, iffet ve
nezâketini duyup bildiğimiz bir Peygamber gönderinceye kadar, biz bu durumda ve
bu tutumda idik.
O Peygamber; bizi, Allâh’a, Allâh'ın birliğine inanmağa, O'na itâata,
bizim atalarımızın tapındığı Allah’tan başka taşları ve putları bırakmağa dâvet
etti. Doğru sözlü olmağı, emânetleri yerine getirmeği, akrabâlık haklarını
gözetmeği, komşularla güzel geçinmeği, günahlardan ve kan dökmekten sakınmağı
bize emretti. Her türlü ahlâksızlıklardan, yalan söylemekten, yetimlerin malını
yemekten, nâmuslu kadınlara dil uzatmak ve iftira etmekten bizi menetti. Hiçbir
şeyi eş, ortak koşmaksızın Allâh'a ibâdet etmeği, namaz kılmağı, zekât vermeği,
oruç tutmağı bize emretti. Biz de, O'nu tasdik ve O'na îman ettik. O'nun,
Allah'tan getirip tebliğ eylediği şeylere tâbi olduk. Hiçbir şeyi eş, ortak
koşmaksızın Allâh'a ibâdet ettik. O'nun bize haram kıldığını haram, helâl
kıldığını da helâl olarak kabul ettik.
Bu yüzden kavmimiz, bize düşman kesildi. Zulmetti. Bizi, dînimizden
döndürmek, Allâh'a ibâdetten vazgeçirip, putlara taptırmak için türlü
işkencelere ve mihnetlere uğrattılar. Bizi perişan ettiler. Bize eski
kötülüklerimizi tekrar işletmek için zulmettiler. Bizi, sıkıştırdıkça
sıkıştırdılar. Bizimle dînimizin arasına girmeye çalıştılar ve bizi dînimizden
ayırmak istediler. Biz de, yurdumuzu yuvamızı bırakarak, senin ülkene geldik,
sığındık. Seni başkalarına tercih ettik. Bizim Peygamberimiz, bizi sizin
yanınıza ve ülkenize gönderirken,
-"Necaşi'nin ülkesinde kimse zulme uğramaz, onun ülkesi adaletin ve
doğruluğun yurdudur." diye sizi bize anlattı. Senin himâyene, komşuluğuna
can attık. Senin yanında zulme, haksızlığa uğramayacağımızı ummaktayız Ey
Hükümdar!
Selâm verme işine gelince; biz, seni Rasûlullah'ın selâmı ile selâmladık
ki, birbirimizi de öyle selâmlarız. Cennete gireceklerin selâmlarının da bu
şekilde olduğunu Rasûlüllah bize haber verdi. Bunun için, biz de seni öyle
selâmladık!
Sana, secde etmek hususuna gelince; biz Allah'tan başkasına secde
etmekten Allâh'a sığınırız!..." dedi.
Necâşi;
-"Senin yanında, Allah'tan gelmiş bir şey var mı?" diye sordu.
Hz.Câfer;
-"Evet, var." deyince,
Necâşi;
-"Onu, bana oku!" dedi.
Hz.Câfer, Meryem Sûresi'nin baş tarafından okumağa başladı. Okunan
Kur'ân'ı huzû ve huşû içinde dinleyen Necâşi'nin gözleri yaşardı. Hüngür hüngür
ağladı. Gözlerinden akan yaşlar sakalını ıslattı. Râhipler de ağladılar.
Necâşi ve Râhipler;
"Ey Câfer! Bu tatlı ve güzel kelâmdan çokça oku!" dediler.
Hz.Câfer Kehf Sûresini de okudu.
Necâşi, kendisini tutamayarak;
-"Vallâhi, bunlar Hz.İsâ'ya ve Hz.Mûsa'ya gelen kelâm ile aynı
menba'dan fışkıran ışıklardır. Nurdur." dedi.
Kureyş elçilerine döndü;
-"Gidiniz, Vallâhi ben, ne onları size teslim ederim, ne de onlara
bir kötülük düşünürüm." dedi.[151]
Müşriklerin Bitmeyen Hîlesi ve Necâşi'nin Kesin
Tavrı
Abdullah ibn-i Ebî Rebîa ile Amr'ibn-i As, Necâşi'nin huzurundan
çıktılar. Amr'ibn-i As, arkadaşına;
-"Vallâhi, yarın onların bir kabahatini ortaya koyup, Necâşi'nin
gözünden öyle bir düşüreceğim ki" diyerek bir hîle düşündü.
Ertesi günü Necâşi'nin huzuruna çıkıp;
-"Ey Hükümdar! Onlar, Meryemoğlu İsâ'ya ağır bir söz söylüyorlar.
Onlara bir adam gönderip İsâ için ne söylediklerini bir sor." dedi.
Necâşi, Hz.İsâ hakkındaki telakkilerini sormak üzere Muhâcir Müslümanları
çağırdı;
-"Siz Meryemoğlu İsâ hakkında ne dersiniz?" diye sordu.
Hz.Câfer;
-"Biz, Hz.İsâ hakkında, Peygamber Efendimiz'in bize Allah'tan
getirip tebliğ ettiğini söyleriz," dedi ve Sûre-i Meryem'in 29-33
âyetlerini okudu:
قَالَ
اِنَّمَا
اَنَا
رَسُولُ
رَبِّكِ
لِاَهَبَ
لَكِ
غُلَامًا
زَكِيًّا ()
قَالَتْ
اَنّى
يَكُونُ لى
غُلَامٌ
وَلَمْ
يَمْسَسْنى
بَشَرٌ
وَلَمْ اَكُ
بَغِيًّا ()
قَالَ كَذلِكِ
قَالَ
رَبُّكِ هُوَ
عَلَىَّ
هَيِّنٌ وَلِنَجْعَلَهُ
ايَةً
لِلنَّاسِ
وَرَحْمَةً
مِنَّا
وَكَانَ
اَمْرًا
مَقْضِيًّا ()
فَحَمَلَتْهُ
فَانْتَبَذَتْ
بِه مَكَانًا
قَصِيًّا () فَاَجَاءَ
هَا
الْمَخَاضُ
اِلى جِذْعِ
النَّخْلَةِ
قَالَتْ
يَالَيْتَنى
مِتُّ قَبْلَ
هذَا
وَكُنْتُ
نَسْيًا
مَنْسِيًّا
"Demişti ki: "Ben, yalnızca Rabbinden (gelen) bir elçiyim; sana tertemiz bir
erkek çocuk armağan etmek için (buradayım)."
O: "Benim nasıl bir erkek-çocuğum olabilir? Bana hiç bir beşer dokunmamışken ve ben azgın-utanmaz (bir kadın) değilken" dedi.
"İşte böyle" dedi.
"Rabbin, dedi ki: -Bu benim için kolaydır. Onu insanlara bir ayet15
ve bizden bir rahmet kılmak için (bu çocuk olacaktır)." Ve iş de olup bitmişti.
Böylelikle ona gebe kaldı, sonra onunla ıssız bir yere çekildi.
Derken doğum sancısı onu bir hurma dalına sürükledi. Dedi ki: "Keşke bundan önce ölseydim de, hafızalardan silinip unutuluverseydim."[152]
Necâşi çok duygulandı. Eline bir çubuk alarak yere bir çizgi çizdi ve,
-"Vallâhi, Meryemoğlu İsâ da, zâten sizin söylediğinizden başka bir
şey değildir. Arada şu çizgi kadarcık bile bir fark yoktur." dedi.[153]
Bu sözleri duyduktan sonra Müslümanları daha çok sevdi. Müşriklere iâde
etmek şöyle dursun, onları eskisinden daha ziyâde himâye etmeğe başladı ve
Müslüman Muhâcirlere;
-"Sizi ve yanından geldiğiniz Zât'ı tebrik ederim! Ben şehâdet
ederim ki, O Rasûlüllah'tır. Zâten biz, O'nun geleceğini İncil'den öğrenmiştik.
O Rasûlü, Meryemoğlu İsâ da müjdelemişti. Vallâhi, eğer O, ülkemde olsaydı
gidip O'nun ayakkabılarını taşır, ayaklarını yıkardım. Gidiniz. Ülkemin el
sürülmemiş kısmında, her tecâvüzden korunmuş, emniyet ve huzura kavuşmuş olarak
yaşayınız. Size kötülük eden helâk olur! Size kötülük eden helâk olur! Size
kötülük eden helâk olur! Ben, sizden herhangi bir adamı üzüntüye uğratıp da,
bir dağ altına mâlik olmağı arzu etmem." dedi.
Necâşi, bundan sonra, Kureyş elçilerinin getirdikleri hediyeleri;
-"Benim bunlara ihtiyacım yoktur! Başkalarının gasbettiği bu
mülkümü, Allâhü Teâla bana verip ve halkı boyun eğdirirken benden rüşvet
almadı!" diyerek red ve iâde etti.
Habeşistan muhacirleri uzun yıllar hayatlarını burada huzur ve güven
içinde sürdürdüler. Bu süre içinde basta Necâşi olmak üzere birçok kişinin
Müslüman olmasına vesile oldular. Bunların bir bölümü, Hz. Peygamberin
Medine'ye hicretinden önce Mekke'ye geri döndü. Başta Cafer b. Ebî Tâlib olmak
üzere büyük bölümü ise Hicret'ten sonra, Hayber'in fethi (H. 7/628) sırasında
Medine'ye gelerek Müslümanlara katıldı.
Nübüvvetin Beşinci Yılının, Recep Ayında
1-Hz. Osman b. Affan, b. Ebil'As, b. Ümeyye
2-Hz. Osman'ın zevcesi Hz. Rukayya bint-i Resulüllah
3-Ebu– Huzeyfe b. Utbe, b. Rebia, b. Abd. Sems
4-Ebu– Huzeyfe'nin zevcesi Sehle bint-i Suheyl, b. Amr
5-Zubeyr b. Avvam, b. Huveylid, b. Esed
6-Mus'ab b. Umeyr, b. Hasim, b. Abd. Menaf, b. Abduddar
7-Abdurrahman b. Avf b. Abd. Avf, b. Abd, b. Haris, b. Zühre
8- Ebu– Seleme b. Abdul'esed, b.. Hilal, b. Abdullah, b. ömer, b.Mahzum
9-Ebu Seleme'nin zevcesi ümmü Seleme bint-i Ebi Ümeyye, b. Mugire, b.
Abdullah, b. ömer, b. Mahzum
10- Osman b. Mazun, b. Habib, b. Vehb, b. Huzafe, b. Cumah
11-Amir b. Rebia'el'Anzi
12-Amir b. Rebia'nin zevcesi Leyla bint-i Ebi Hasme
13 -Eb– Sebre b. Ebu Rühm, b. Abdul'uzza'l'Amiri
14- Ebu Sabre'nin zevcesi: ümmü Külsum bint-i Suheyl b. Amr
I5- Hatip b. Amr, b. Abd sems
16 -Süheyl b . Beyza
17- Abdullah b. Mes'ud
Dinlerinden döndürülmekten korkup dini bir vazife olarak, kimi, yalnız
başına, kimi, zevcesiyle, birlikte, Habeş ülkesine hicret etmek üzere kimi,
binitli, kimisi de, yaya olarak. Mekke'den, gizlice yola çıktılar. Bu,
İslam'da, ilk hicret idi.[154]
10-Hz.Hamza (ra) ve Hz.Ömer (ra)'ın
Müslüman Oluşları
Hazret-i Hamza Müslümanlar Safında
Bi'setin
6. senesi. İslâm ve îmân sadâsı kulaktan kulağa yayılıp gittikçe gürleşiyordu.
Kalblere ma'nevi serinlik veren bu îmânî havanın teessüsü müşriklerin
uykularını kaçırıyordu. Başvurdukları tertip ve planların hiçbiri, coşkun akan
bu îmân şelâlesinin önüne set olamıyor ve ümitsizliğin verdiği ezici ruh haleti
içinde kıvranıp duruyorlardı.
Kahraman
Hz. Hamza'nın saâdet dairesine dahil olmasıyla mânevi sancıları kat kat artmış
oldu. Peygamberimizin amcası ve aynı zamanda süt kardeşi olan Hz. Hamza, kimden
olursa olsun, nereden gelirse gelsin haksızlığa asla tahammülü olmayan bir
kahramandı. Kureyş içinde de yüksek bir itibara sahipti.İlâhî hidayetin
tecellisi bu: kimin nerede ve nasıl îmân nimetine kavuşacağı belli olmaz. Hz.
Hamza da beklenmedik bir zamanda İslâm nimetine kavuştu.
Bir
gün çok sevdiği eğlencesi olan avdan dönüyordu. Safâ Tepesinden Kâbe'ye doğru
giderken karşısına Abdullah bin Cudâ'nın azâdlı câriyesi çıktı ve,
-"Ey
Umâre'nin babası," dedi,
-"Kardeşinin
oğlu Muhammed'e, Ebûl-Hakem bin Hişâm (Ebû Cehil) ile arkadaşları tarafından
yapılanları görmüş olsaydın asla dayanamazdın!" Hz. Hamza heybetli
bakışlarını câriyenin üzerinde bir müddet gezdirdikten sonra,
-"Ebû'l-Hâkem
bin Hişâm ona ne yaptı?" diye sordu.
-"Ona
şuracıkta türlü türlü işkenceler yaptı, hakaret etti. Sonra da çekip gitti.
Muhammed de ona hiçbir şey söylemedi."[155]
Hz. Hamza, "Bu söylediklerini sen,
gözünle gördün mü?" dedi.
Câriye,
-"Evet, gördüm!" diye cevap verdi. Son
derece hiddetlenen Hz. Hamza, evine uğramadan, yayı, oku, torbası ve av
malzemeleriyle doğruca Kâbe etrafında oturmuş bulunan Ebû Cehil ve
arkadaşlarının yanına vardı. Meclisin ortasındaki Ebû Cehil'in başına, hiç bir
şey sormadan okkalı bir yay indirdi ve başını fenâ halde yardı. Sonra da,
-"Sen misin ona sövüp sayan? İşte, ben de
onun dinindeyim. Onun söylediğini söylüyorum. Gücün yetiyorsa, o yaptıklarını
bana da yap göreyim!" diye konuştu. Ebû Cehil, hareketinde kendisini haklı
göstermek için savunmaya geçti:
-"Ama o bizi akılsız saydı," dedi.
-"Putlarımıza hakaret etti. Atalarımızın
tuttuğu yoldan ayrı bir yol tuttu."
Hz. Hamza'dan kararlı ve sert bir cevap geldi:
-"Siz ki, Allah'tan başkasına ilâh diye
tapmaktasınız. Sizden akılsız kim var? Ben şehâdet ederim ki, Allah'tan başka
ilâh yoktur. Yine şehâdet ederim ki, Muhammed Allah'ın Resûlüdür!"[156]
Hz. Hamza'nın bu kararlılığı karşısında, ne
Ebû Cehil, ne de etrafındakilerde bir hareket ve bir mukabele görülmedi. Hatta
Ebû Cehil,
-"Doğrusu ben, kardeşin oğluna çok çirkin
bir şekilde sövüp saymıştım. Buna müstahak oldum" diyerek suçluluğunu da
itiraf etti.
Şeytanın vesvesesiAni ve beklenmedik bir
kararla saâdet dâiresine dahil olan Hz. Hamza evine dönünce, zihninde şeytanın
bir takım vesvese ve şüpheleriyle karşı karşıya
kaldı:
-"Sen Kureyş'in hatırı sayılır birisi
idin. Şu dininden dönen Muhammed'e uydun. Hiç de iyi etmedin!" Kalb ve
zihninin, şeytanın bu tarz telkinlerine maruz kaldığını hisseden Hz. Hamza,
doğruca Kâbe'ye vardı ve:
-"Allah'ım Bu tuttuğum yol doğru ise,
kalbime de onu tasdik ettir. Bana bu hususta bir çıkar yol göster!" diye
duâ etti. Aradan bir gün geçtikten sonra Peygamber Efendimizin huzuruna vardı.
Başından geçenleri anlattı. Resûl-i Ekrem, kendilerine va'z ve nasihatta
bulundu. Kalbi îmân ve itminan bulan Hz. Hamza, Peygamber Efendimize,
-"Senin doğruluğuna şehâdet ediyorum ki,
ey kardeşimin oğlu, artık dinini bana açıkla" dedi. Hazret-i Hamza gibi
bir kahramanın Müslümanlar safında yer alışı Efendimizi ve Müslümanları son
derece memnun ederken, müşriklerin gönüllerine hüzün ve korku saldı. Resûl-i
Ekreme pervasızca revâ gördükleri eziyet ve işkencelerinin bir kısmını da terk
etmek zorunda kaldılar.[157]
Hz.Ömer Müslümanlar Safında
Kureyş Müşrikleri Habeş ülkesine hicret eden Müslümanları, kendilerine
teslim etmemesi üzerine işkencelerini artırmaya başladılar. Kureyş
Müşriklerinin azılılarından Ebu Cehil, Kureyş’lilere teklif götürerek
Peygamberi öldürülmesini teklif etti, ve bunu yapabilen her kim olursa büyük
ödülün verileceğini ilan etti. Hz.Ömer,
''Ben buna talibim'' dedi.
Ona,
''Ey Ömer! Sen, buna elverişlisin!'' dediler. Hz.Ömer, vereceğiniz mallar
hakkında sağlam kefalet var mı? Diye sordu. Ebu Cehil '
-'Evet var! Dedi. Hz.Ömer bu hususta onlarla bir anlaşma yaptı. Hazret-i
Ömer'in kız kardeşi Fatıma bint-i Hattab, Said b. Zeyd, b, Amr,b. Nufeyl ile
evli olup Fatıma hatun da, Said b. Zeyd de, Müslüman olmuşlardı. Fakat,
Müslümanlıklarını, Hz. Ömer'den, gizli tutuyorlardı. Yine, Hz. Ömer'in mensup
bulunduğu Adiy b. Ka'b oğullarından Nuaym b. Abdullah Nahham da, Müslüman
olmuştu. Kavminden korktuğu için, o da, Müslümanlığını, gizli tutuyordu.
Habbab, b. Erett, Fatıma hatuna gelip gidip Kur'an, okur ve okuturdu,[158]
Bir gün, Hz, Ömer; Peygamberimizle Ashabından bir cemaata saldırmak
üzere, kılıcını, kuşanmış olarak, evinden çıkmıştı ki Peygamberimiz ve
Ashabının, Safa tepeciğinin yanındaki bir evde toplandıkları ve kadınlı,
erkekli kırk kişiye yakın oldukları, kendisine haber verilmişti. Dar-i
Erkam'da; Peygamberimiz Aleyhisselam ile Amcası Hz. Hamıza, Ashabı Kiramdan Hz.
Ebu Bekr, Hz. Ali ve Habeş ülkesine hicret etmeyip Peygamberimizle birlikte
Mekke'de oturan müslümanlardan bazıları da, bulunuyordu. Nuaym b. Abdullah, Hz,
Ömer'e rast geldi. Ona,
-"Ey Ömer! Nereye gitmek istiyorsun?" diye sordu.
Hz, Ömer:
-"Kureyş’ilerin işlerini, darmadağın eden, Akıllarını, akılsızlık
sayan, dinlerini, ayıplayan, İlahlarına, dil uzatan, şu Ata dinini, bırakıp
yeni din tutan Muhammed (as)'e gitmek istiyorum! Öldüreceğim onu!" dedi.
Nuaym b. Abdullah,
-"Vallahi, ey Ömer! Seni, nefsin aldatmıştır nefsin! Sen, Muhammed
(as)'ı, Öldürünce, Abd. Menaf oğullarının, seni, yeryüzün gezer bırakacağını mı
sanıyorsun. Sen, kendi ev halkına, dönsen de, onların işi üzerinde dursan olmaz
mı" dedi.
Hz. Ömer, "Sen, benim Ev halkımdan, hangisini kastediyorsun?"
diye sordu,
Nuaym b. Abdullah,
-"Enişten ve Amcanın oğlu olan Said b, Zeyd, b,Amr'ı ve kız kardeşin
Fatıma bint-i Hattab'ı, kast ediyorum! Vallahi, ikisi de, müslüman oldular,
Muhammed (as)'e, uydular ve Onun, dinine girdiler! Sana, önce, onlarla
ilgilenmek düşer!" dedi.
Hz. Ömer, hemen, geri dönüp kız kardeşi ile Eniştesinin evine kadar
gitti. O sırada, onların yanında Habbab b. Erett ve onun yanında da, içinde
Taha suresi yazılı bir Sahife, bulunuyor, onu, onlara okuyordu: Hz. Ömer'in
tıkırtısını, işittikleri zaman, Habbab, evin bir köşesinde gizlendi. Fatıma,
hatun Sahife'yi alıp uyluğunun altına sakladı. Hz. Ömer, evin yanına geldiği
zaman, Habbab'ın, Fatıma hatunla Said b.Zeyd'e, Kur'an okuduğunu, işitmişti.
Eve, girince
-"İşitmiş olduğum o şey, ne idi?" diye sordu. Kız kardeşi ile
Eniştesi,
-'Sen, bir ses işitmedin!’dediler.
Hz. Ömer, -"Evet! Vallahi, ikinizin de, Muhammed (as)’e uyduğunuzu
ve O’nun dinine girdiğinizi, haber aldım!?" dedi ve hemen Eniştesi Said b.
Zeyd'in üzerine çullandı. Fatıma hatun kalkıp onu, kocasının üzerinden ayırmak,
uzaklaştırmak isteyince, Hz. Ömer, vurup Fatıma hatunun başını yardı![159]
Hz. Ömer, bunu, yapınca, kız kardeşi de, Eniştesi de,
-"Evet! Biz, Müslüman olduk, Allah'a ve Resulüne iman ettik! Sen,
istediğini yap!" dediler. Hz. Ömer, kız kardeşinin başını, yarıp
kanattığını, görünce, yaptığına pişman oldu. Yapmak istediği şeylerden vaz
geçti. Kız kardeşine,
-"Demin okuduğunuzu sizden dinlediğim şeylerin yazılı bulunduğu şu
Sahife'yi, bana, ver de, Muhammed (as)'ın getirdiği şeyin ne olduğuna bir
bakayım?" dedi.
Kız kardeşi,
-"Biz, senin Sahife'ye, bir şey yapmandan, korkarız!" dedi.
Hz.Ömer,
-"Korkma!" dedi ve onu, okuduktan sonra, geri vereceğine,
ilahları üzerine yemin etti. Bunun üzerine, Fatıma hatun, Onun Müslüman
olacağını umarak,
-"Ey Kardeşim! Sen, puta taptığın müddetçe, pissin (temiz değilsin!)
Halbuki, Ona (Kur'an-ı Kerim, yazılı Sahife'ye) pak olandan başkası,
dokunamaz!" dedi.
Hz. Ömer, kalkıp yıkanınca Fatıma Hatun, ona, Sahife'yi, verdi.
Sahife'de, Taha suresi yazılı idi. Hz. Ömer, sureyi baş tarafından okumağa
başladı. Hz. Ömer:
-"Bu sözler, ne kadar güzel, ne kadar değerli!" demekten,
kendini, alamadı. Habbab, bunu, işitince, saklandığı yerden çıkıp Hz. Ömer'in
yanına geldi.[160]
-"Ey Ömer! Vallahi, Allah'ın, Peygamberinin duasını, sana nasip
edeceğini, umuyorum: Ben, dün, Peygamber (as)'dan işittim ki: O; (Ey Allahım!
İslam'ı, Ebulhakem b. Hişam veya Ömer b. Hattab ile güçlendir!) diyerek dua
etmişti. Ey Ömer! Artık, Allah'tan, kork! Allah'tan!" dedi. Hz.Ömer,
Habbab'a,
-"Ey Habbab! Sen, bana, Muhammed(as)'ın bulunduğu yeri, göster de,
yanına varıp Müslüman olayım?" dedi.
Habbab:
"O, Safa tepesinin yanındaki bir Evin içindedir. Yanında da,
Ashabından bazıları, bulunuyordur." dedi. Hz. Ömer, hemen kalkıp kılıcını,
kuşandı. Sonra, Peygamberimiz (as) ile Ashabının bulunduğu yere kadar varıp
kapıların, çaldı. Hz. Ömer'in sesini, işitince, Peygamberimizin Ashabından bir
Zat kalkıp kapının gediğinden dışarı baktı. Hazret-i Ömer'i, kılıcını, kuşanmış
olarak, görünce, korktu. Peygamberimizin yanına döndü,
-"Ya Resulullah! Bu, Ömer b. Hattab'dır. Kılıcını kuşanmış bir
haldedir!" dedi.
Hz.Hamıza,
-"Ona, izin ver! Eğer, o, iyilik için geldi ise, kendisine bol bol
iyilik ederiz. Eğer, kötülük için geldi ise, onu, kendi kılıcıyla
öldürürüz!" dedi.
Peygamberimiz,
-"Ona, izin veriniz!" buyurdu.
[161]
Kapıdaki zat, ona, izin verdi. Peygamberimiz, kalkıp ona, doğru vardı ve
kendisi ile avluda karşılaştı. Kuşağından veya ridasının toplandığı yerden
tutup kendine doğru hızlıca çekti. Ve,
-"Ey İbn. Hattab Ne getirdin Vallahi, Allah’ın, sana, bir musibet
indirmesine kadar duracağını, sanmıyorum!" buyurdu.
Hazret-i Ömer,
-"Ey Allah'ın Resulü! Ben, Allah'a, Allah'ın Resulüne ve Ona,
Allah'tan gelen şeylere iman edeyim diye senin yanına geldim!" dedi.
Bunun üzerine, Peygamberimiz:
"Allahu Ekber!" diyerek Tekbir getirdi. Peygamberimizin
Ashabından olan ve evde bulunan halk, Hz. Ömer'in Müslüman olduğunu, anladılar.
Onlar da, Tekbir getirdiler. Tekbir sesleri, Mekke yollarında duyuldu.
Hz. Ömer, der ki:
"Müslüman olup ta, dövülmeyen, dövmeyen bir kimse görmedim. Ancak,
bundan, benim payıma, hiç bir şeyin düşmediğini gördüm. Kendi kendime
(Müslümanlar, musibetlere uğrarlarken, ben, musibete uğramamak istemem!) dedim.
Müslüman olduğum gece, kendi kendime düşündüm. (Mekke halkından, Resulullah
(as)'a, düşmanlıkta en azılısı kim ise, gidip Müslüman olduğumu, ona, haber
vereyim! Tamam! Ebu Cehil'e, haber vereyim. dedim. Sabaha çıktığım zaman, Ebu Cehel’in
kapısını, çaldım. Ebu Cehil, yanma çıkıp (Hoş geldin kız kardeşimin oğlu! Ne
haber getirdin?) dedi. (Allah'a ve O'nun Resulü olan Muhammed (as)'e iman ve
Kendisinin getirip bildirdiği şeyleri tasdik ettiğimi, sana, haber vereyim diye
geldim!? deyince, kapıyı, yüzüme çarparcasına kapayıp (Allah, Seni de, Senin
getirdiğin haberi de, çirkin ve iyilikten uzak etsin!) (Allah, senin de, belanı
versin, senin getirdiğin haberin de, belasını versin!) dedi."
Ve Hz. Ömer Müslüman olduktan sonra Müslümanlar açıktan, Kabe’de, toplu,
cemaat halinde namaz kılmaya başladılar. Ve Hz.Ömer Müslümanlığı seçtikten
sonra, İslamiyet’e meyilli olan bir çok Kureyşli İslam’ı seçmeye başladılar.[162]
Müslümanlara Karşı Boykot
Bi'setin
7. senesi (Milâdi: 617).Bu tarihe kadar İslâmın inkişâfına mani olmak gayesiyle
müşrikler tarafından girişilen her teşebbüs akîm kalmıştı. Üstelik İslâmiyet,
daha da hızlı inkişâf kaydediyordu. Müslümanların sayısı günden güne her türlü
şiddet ve mukavemete rağmen artıyor ve İslamın nuru Mekke dışındaki kabileleri
de kucaklamaya başlıyordu. Hz. Ömer ve Hz. Hamza gibi iki kahraman İslâm safına
katılmış bulunuyordu. Hazret-i Ömer, önceki halin tam tersine İslâm davasını
bütün güç ve gayretiyle benimsemiş, âdeta İslâmın sağ kolu olmuştu. Bu durum,
Müslümanlara cesaret ve moral verirken, müşrikleri ise fazlasıyla sarsmış ve
onları derinden derine düşündürmüştü. Bütün bunlar, Kureyş müşriklerini son
derece tedirgin edip endişeye sevkediyor ve yeni kararlar almaya, yeni plânlar
tertiplemeye zorluyordu.
Müşrikler,
işkence yapmakla, şiddet göstermekle kimseyi dininden çeviremeyecek, İslâmın
ilerleyip yayılmasına engel olamayacaklarını anlamışlardı. Nasıl ki, akıl almaz
işkence ve zulümlere rağmen tek bir Müslüman dahi dininden dönmemişti.Şu halde,
bütün bunların dışında başka bir siyaset takip etmeleri gerekiyor ve bu yolda
karar almaları lazım geliyordu. Öyle yaptılar. Vakit geçirmeden bir araya
geldiler. Uzun uzadıya düşünüp taşındıktan ve aralarında müşavere ettikten
sonra, gerek Müslüman ve gerekse gayr-ı müslim olsun, Haşimoğullarından
tamamıyla münasebetlerini kesmeye karar verdiler.
İttifakla
aldıkları bu kararın maddelerini de bir sahife üzerinde şöyle tesbit ettiler:
1.Haşim
ve Muttaliboğulları ailelerinden kız alınmayacak.
2.Haşim
ve Muttaliboğulları ailelerine kız verilmeyecek.
3.Haşim
ve Muttaliboğullarına hiç bir şey satılmayacak.
4.Haşim
ve Muttaliboğullarından hiç bir şey satın alınmayacak.
Bu
andlaşmaya akıllarınca kudsi bir mahiyet vermek için de yazılı sahifeyi Kâbe
duvarına astılar. Ayrıca, bu anlaşmaya aykırı davranmayacaklarına dair and
içtiler.
Bu
boykot, Hâşim ve Muttaliboğullarının vücudunu ortadan kaldırmaya ve köklerini
kazımaya müteveccihti. Bu durum karşısında Haşim ve Muttaliboğulları aileleri
artık dağınık bir şekilde ayrı ayrı semtlerde oturamazlardı. Ebu Leheb hariç,
Mekke'nin kuzey tarafında bulunan Şi'b-i Ebu Talib (Ebu Talib Mahallesi)
denilen yere topluca taşındılar.
Artık
bu mahalle sakinleriyle bütün münasebetler kesilmişti. Kazara oraya gidenler
olsa ağır bir şekilde azarlanıyorlardı. Müşrikler, boykota uğrayanların
toplandıkları mahalleye yiyecek içecek nâmına bir şey sokmuyorlardı. Sadece,
hac mevsiminde dışarı çıkıp alış verişte bulunmalarına sözde müsâade
ediyorlardı. Sözde diyoruz, çünkü, o zaman da, çarşı pazarda, köşe başlarında
durarak onlara bir şey aldırmamak için ellerinden gelen her türlü engellemeyi
yapıyorlardı. Hatta, zaman zaman satıcıları, onlara mal satmamak için tehdit
bile ediyorlardı. Bazen de, bin bir türlü dalavere ve hileye başvurarak
satıcıların ellerinden mallarını alıp, boykota uğrayanlara bir şey bırakmamaya
çalışıyorlardı.
Ebû Leheb, Haşimoğullarından olmasına rağmen,
öz kardeşlerinin, hısım ve akrabalarının açlıktan ölmesini istiyor ve bu
hususta elinden gelen her türlü gayreti gösteriyordu. Mekke'ye yiyecek
maddeleri getiren kervanları şehrin dışında karşılıyor ve,
-"Ey tacirler! Haşimoğullarına bir şey
satmayın! Fiyatları yüksek söyleyin ki almaya güçleri yetmesin. Benim, servet
sahibi olduğumu bilirsiniz. Söz verdiğim zaman da mutlaka sözümü yerine
getiririm. Yiyecek, giyecek mallarınızın kıymetini bir kat arttırın. Üst
tarafını ben öderim!" diyor ve Müslümanların, açlıktan feryad eden
çocuklarının yanına boş dönmelerine sebep oluyordu. Çocukların açlıktan gelen
acıklı ve yürek parçalayıcı feryadlarına müşrikler kulaklarıyla birlikte
gönüllerini de tıkamışlardı. Taşları parçalayacak raddeye varan bu feryadlardan
âdeta emsalsiz bir zevk alıyorlardı. İmansızlığın, inkâr ve küfrün insanı
hemcinsine karşı dahi olsa ne kadar merhametsiz ve gaddar bir duruma
getirdiğinin bu hâdise ibretli bir misalidir. Boykota uğrayanlar dışardan fazla
bir şey alamadıklarından haliyle şiddetli bir açlık ve kıtlıkla karşı karşıya
kaldılar. Öyle ki bazıları, yiyecek bir şey bulamadıklarından ağaç yaprakları,
hatta orada burada ele geçirdikleri kuru deri parçalarını ateşe tutup yemeye
başladılar.[163]
Bununla birlikte, Müslümanların bu haline
acımayanlar da yok değildi. Bir gün Hz. Hâtice'nin kardeşi oğlu Hakim bin
Hizam, bir deve yükü un göndererek onu Şi'b'deki sıkıntıdan kurtarmaya
çalışmıştı.Yine bir gün, kölesinin sırtına buğday yükletip halası Hz. Hâtice'ye
götürüyordu. Yolda Ebû Cehil'e tesadüf etti.
Ebû Cehil, ona,
-"Sen, Haşimoğullarına yiyecek
götürüyorsun öyle mi? Vallahi, gidemezsin. Gitmeye kalkarsan, bu hareketini
Mekke'de açıklayıp seni rezil ederim" dedi. O sırada Ebü'l Bahteri
yanlarına çıkageldi ve Ebu Cehil'i muâheze ederek,
-"Sana ne oluyor?
Halasına bir miktar buğday götürmek isteyen bir insana mani olmak doğru değildir"
diye konuştu. Ancak, Ebû Cehil inad ve ısrarından vazgeçmiyordu. Bunun üzerine
Ebü'l Bahteri ile birbirlerine girdiler. Ebü'l Bahteri, eline geçirdiği bir
deve çenesi kemiği ile vurup onun başını yardı ve üzerine çullanıp yumruklamaya
başladı. Yine bu meyanda akrabalık gayretiyle Haşimoğulları ve Müslümanlara
yardımını esirgemeyenlerden biri de Hişam bin Amr bin Hâris idi. Bir kaç kere
müşriklerden habersiz Şi'b'de bulunanlara develerle yiyecek götürmüştü. Boykota
uğrayanların ihtiyaçlarını gidermek için başta Peygamber Efendimiz olmak üzere
Ebu Talib ve Hz. Hatice varlıklarını harcadılar. Fakat yine de, onları açlık ve
kıtlıktan kurtaramadılar. Şi'b'de korkunç bir açlık hüküm sürmeye başlamıştı.
Bütün bunlar niçin yapılıyordu? Tek bir şey için: Peygamberimiz Hz. Muhammed'i
(a.s) teslim almak.[164]
Müşrikler, bu tarz bir tatbikat ile
maksatlarına erişeceklerini zannediyorlardı. Ne var ki, hâdise tamamen
arzularının aksine tecelli etti. Öyle ki Müslümanlar ve Haşimoğulları bu abluka
devresinde Efendimizi korumaya ve muhtemel tehlikelere karşı muhafazaya son
derece dikkat gösteriyorlardı. Hatta, Ebû Talib, herhangi bir su-i kasda ma'ruz
kalabilir ihtimaline binaen geceleri Peygamberimizi yanına alıyor veya
adamlarıyla bekletiyordu.
Bi'setin yedince senesi Muharrem ayı başında
başlatılan bu boykot tam üç sene sürdü. Bu zaman zarfında müşriklerin
Müslümanlara çektirdikleri sıkıntı, açlık ve kıtlık da İslamın gelişmesine
engel olamadı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, bütün bu sıkıntılı ve ağır şartlar
altında, yine tebliğ vazifesini hakkıyla ifâ ediyor, akrabalarına,
Hâşimoğullarına iman ve İslâmı anlatmaktan bir an dahi geri durmuyordu.[165]
Boykot Kaldırılıyor
Boykot
uygulamasının 3. senesiydi... Cenâb-ı Hak, müşriklerin Kâbe içine astıkları
mâlum sahifeye bir kurt musallat ettî ve durumu vahiy ile Resûlüne bildirdi.
Sahifede, güvenin yemediği sadece;
-"Bismike Allahümme (Allah'ım senin isminle başlarım)"
yazısı kalmıştı. Resûl-i Ekrem, durumu amcası Ebû Talib'e anlattı. Bunun
üzerine Ebû Talib gidip müşriklere şu teklifte bulundu:
-"Kardeşim
oğlunun bana haber vermesine göre, Allah sizin Kâbe'de astığınız sahifeye bir
kurt musallat etmiş ve (Allah) lafzı dışında bulunan, zulüm, akrabalarla
münasebeti kesme ve iftirâ gibi ifadeleri yiyip bitirmiştir. Kâbe'ye gidip
sahifeye bakınız. Eğer yeğenim doğru söylemişse, bu zulüm ve kötü
davranışınızdan vazgeçiniz. Eğer -hâşâ- yalan söylemişse, ben onu size teslim
edeceğim. Onu öldürmek veya diri bırakmak hususunda serbestsiniz." Kâbe'ye
giden müşrikler Ebû Talib'in anlattıklarının aynısını gözleriyle gördüler.
Hayret içinde kalmalarına rağmen, yine de Peygamber Efendimizin bir mu'cizesi
olarak kabul etmediler ve
-"bu
da bir sihirdir" diyerek nûra gözlerini kapadılar. Bununla birlikte bu
hâdise boykot havasının şiddetini bir derece kırdı. Boykot kararının aleyhinde
hatırı sayılır bir kaç kişi de ortaya çıkınca, bi'setin 10. yılı, Milâdî 619
senesinde, Kureyş'in hudut tanımaz inad ve küfürlerinin eseri olan bu uygulama
ortadan kaldırıldı. Anlaşmanın feshedildiği halka duyuruldu ve boykot
kararlarının yazılı bulunduğu sahife yırtılıp atıldı.[166]
Böylece
müşrikler, "vazgeçilmez bir karar" olarak vasıflandırdıkları zulüm ve
dalâlet kokan bir karardan da dönmüş oluyorlardı. Bu, şirkin iman önünde
mağlubiyetinin açıkça bir kere daha ilânı idi.
Bu
üç senelik muhasara öylesine şiddetli ve sıkıntılı geçmişti ki, Resûl-i Ekrem
Efendimiz bu hâdiseyi seneler sonra bile unutmamıştı. Mekke'nin fethine
geldikleri sırada, Minâ'dan Mekke'ye ineceği zaman,
-"Ertesi
günü inşallah varacağımız yer, Kinâneoğullarının yurdu, yâni Muhassab olacaktır
ki, burada Kureyş ve Kinâneoğulları, küfür ve inkâr üzerine söz ve fikir
birliği yapmışlardı" diyerek, o acı günleri ashabına hatırlatmıştı.[167]
Mekke döneminin en sıkıntılı anında Hz. Hatice ile Ebu Talib'in vefat
ettikleri yıl.
Peygamberliğin onuncu yılında Müslümanlar iktisâdî ablukadan yeni
çıkmışlardı. Ebû Tâlib ağır hasta yatıyordu. Ebû Talib Peygamberimizi bir amca
olarak düşmanlarına karşı korumuş ve Abdülmuttalibin nüfuzunu kullanarak müşriklere
ezdirmemeye çalışmıştı. Hatta Ebu Talib mahallesindeki müşriklerin kuşatma
sırasında bile gece gündüz demeden Peygamberimizin kaldığı yerlerde nöbet
tutturuyordu. Ancak Müslüman olmamıştı. Peygamberimiz ise kendisine çok iyiliği
geçen amcasının Müslüman olmasını arzu ediyor, böylece ona şefâat etmeyi
umuyordu. Bunu sağlamak için hastalığı ağırlaşan ve ölüm işaretleri, yüzünde
belirmiş olan Ebû Talib'in yanına girdi:
-"Ey amcacığım. Ölümünden önce şahadet kelimesi getir ki, yarın
mahşerde Cenabı-ı Hakkın yanında senin Müslümanlığına tanıklık yapayım"
dedi.[168]
Fakat Ebu Talib câhiliye âdetlerinin etkisi ve câhiliye kompleksi içinde
davranmaktan kendini kurtaramadı. "Ben Abdü'l-Muttalib'in dini üzere
ölüyorum. Kureyş'in,
-"Ölümden korktu çekindi de yeğeninin dinini kabul ediverdi
demeyeceklerini bilsem, senin dinine inanırdım yeğenim" gibi laflar
söyledi. Hadis âlimleri, onun iman etmeden gittiğini ve Peygamberimizin buna
çok üzüldüğünü kaydederler. Ancak İbn İshak gibi tarihçiler onun ölürken o zaman
henüz müşrik olan Abbas b. Abdü'l-Muttalib tarafından şahadet kelimesini
söylediğinin işitildiğini naklederler. Şu kadar var ki, İslâm âlimleri
hadisçilerin görüşünü tercih etmekle beraber yine de meseleyi Allah’ın ilmine
havale etmişlerdir.
Ebû Tâlib'in ölümünden üç gün sonra da Hz. Hatice, ruhunu teslim etmişti.
Hz. Hatice annemiz, sevgili Peygamberimizin vefakâr hayat arkadaşı idi. O,
dünyada Peygamberimize ilk iman eden kişi olmak bahtiyarlığına kavuşmuş, en
sıkıntılı zamanlarında Resulullahı teselli etmiş, desteklemişti. Peygamberimiz
acı, tatlı başına gelen bütün işlerde onu hemen yani başında bulmuştu.
Peygamberimiz, bu örnek İslâm kadınını kendi elleriyle kabrine indirdi.[169]
Peygamberimiz, Hz. Hatice'yi takdirle ve rahmetle anardı. Onun
hatırasına, çok hürmet ederdi. İmamı Bıuhar-i’nin naklettiğine göre
Peygamberimiz, Hz. Hatice hakkında şöyle buyurmuştur:
¢é¨£ÜÛa ó £Ü ¡é¨£ÜÛa
4ì¢ ¢o¤È¡à 4b Ó ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa
ó¡ §£ó¡Ü Ç ¤å Ç g
æa ¤à¡Ç ¢ò ä¤2a
¢á í¤ ß b è¡öb ¡ã ¢¤î ¢4ì¢Ô í
á £Ü ë ¡é¤î Ü Ç
P¢ò ví©
b è¡öb ¡ã ¢¤î ë
Alî
İbn-i Tâlib radiya'llâhu anh'den gelen rivâyete göre Alî, Resûlullâh
salla'llâhu aleyhi ve sellem'in: "Zamânındaki dünyâ kadınlarının hayırlısı
İmrân kızı Meryem'dir. Bu ümmetin kadınlarının hayırlısı da Hadîce'dir"
buyurduğunu işittim! demiştir."[170]
ó¨Ü Ç ¢p¤¡Ë b ß
¤o Ûb Ó b è¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa ó¡
ò '¡öb Ç ¤å Ç g
b ß á £Ü ë
¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü ¡£ó¡j £äÛa ¡õb ¡ã
¤å¡ß § y ªa
¢£ó¡j £äÛa æb × ¤å¡Ø¨Û
ë b è¢n¤í ªa b ß ë
ò ví© ó¨Ü Ç ¢p¤¡Ë
| 2
b à £2¢ ë b ç ¤×¡ ¢¡r¤Ø¢í
á £Ü ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü
¡Õ¡öa ó©Ï
b è¢r Ȥj í £á¢q ¦õb ¤Ç ªa
b è¢È¡£À Ô¢í £á¢q ñb £'Ûa
b î¤ã¢£Ûa ó¡Ï ¤å¢Ø í
¤á Û ¢é £ã ªb × ¢é Û ¢o¤Ü¢Ó
b à £2¢ Ï ò ví©
ë ¤o ãb × ë
¤o ãb × b è £ã¡«a ¢4ì¢Ô î Ï ¢ò ví©
ü¡«a ¥ñ ªa ¤ßa
P¥ Û ë b è¤ä¡ß ó©Û
æb ×
Âişe
radiya'llâhu anhâ'dan rivâyete göre şöyle demiştir: Nebî salla'llâhu aleyhi ve
sellem'in kadınlarından hiçbirisi hakkında ben; Hadîce'ye karşı kıskançlığım
derecesinde kıskanç değildim. Halbuki ben Hadîce'yi (Resûlullâh'ın yanında)
görmemiştim de; (O, beni Resûlullâh almazdan önce vefât etmişti). Fakat Nebî
salla'llâhu aleyhi ve sellem, onu (yanımda) çok anardı. Çok def'a koyun keserdi
sonra da etini, budunu parçalardı. Daha sonra Hadîce'nin sâdık (kadın)
dostlarına gönderirdi. Bâzı def'a ben, (sabırsızlanarak) Resûlullâh'a:
-Sanki
yeryüzünde hiç kadın yok da yalnız Hadîce mi var! diye ta'rîz ederdim;
Resûlullâh da:
-Hadîce
(şöyle) idi, Hadîce (böyle) idi (diye mahâsinini sayar) ve ondan çocuklarım var!
buyururdu.[171]
¢3í©¤j¡u ó¨m ªa
4b Ó ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa ó¡
ñ ¤í ¢ç ó©2 ªa ¤å Ç g
¡é¨£ÜÛa 4ì¢ b í
4b Ô Ï á £Ü ë ¡é¤î Ü Ç
¢é¨£ÜÛa ó £Ü £ó¡j £äÛa
¥âb È ¤ëªa
¥âa
¡«a ¡éî©Ï ¥õb ã¡«a b è È ß ¤o m ªa
¤ Ó ¢ò ví© ©ê¡¨ç
¤å¡ß â5 £Ûa
b è¤î Ü Ç ¤ªa ¤Ób Ï Ù¤n m ªa
ó¡ç a ¡«b Ï ¥la ( ¤ë ªa
ü §k Ó ¤å¡ß
¡ò £ä v¤Ûa ó¡Ï §o¤î j¡2 b 礡£' 2 ë ó¡£ä¡ß
ë b è¡£2
P k ã ü ë
¡éî©Ï k
Ebû
Hüreyre radiya'llâhu anh'den: "Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem (Hırâ'
dağında iken) yanına Cibrîl gelmiş de şöyle demiştir" dediği rivâyet
olunmuştur: Yâ Resûla'llâh! İşte şu Hadîce'dir; sana doğru geliyor. Yanında bir
kap var; içinde katık, yâhut taâm, yâhut şerbet var. Hadîce sana geldiğinde
ona, Rabb'inden ve benden selâm söyle! Ve Cennet'te inciden yapılmış bir
sarayla da müjdele ki, onun içinde (Hadîce'nin hoşlandığı gibi) gürültü,
patırdı yok ve çalışmak, çabalamak da yok![172]
¢ò Ûb ç
¤o ã ¤ªb n¤a ¡o Ûb Ó b è¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa
ó¡ ò '¡öb Ç ¤å Ç g
¢é¨£ÜÛa ó £Ü ¡é¨£ÜÛa
¡4ì¢ ó¨Ü Ç ò ví© ¢o¤¢ªa §¡Ü¤í ì¢
¢o¤ä¡2
Ù¡Û¨¡Û
Êb m¤b Ï ò ví©
æa ¤÷¡n¤a Ò È Ï
á £Ü ë ¡é¤î Ü Ç
¤å¡ß ¢¢×¤ m b ß
¢o¤Ü¢Ô Ï ¢p¤¡Ì Ï ¤o Ûb Ó ò Ûb ç
£á¢è £ÜÛa 4b Ô Ï
ó¡Ï ¤o Ø Ü ç
¡å¤î Ó¤¡£'Ûa ¡õa ¤à y §)¤í ¢Ó
¡¡öb v Ç ¤å¡ß §ì¢v Ç
Pb è¤ä¡ß a¦¤î ¢é¨£ÜÛa
Ù Û ¤2 ªa ¤ Ó ¡¤ç £Ûa
Âişe
radiya'llâhu anhâ'dan rivâyete göre şöyle demiştir: Bir kere Hadîce'nin
hemşîresi Hâle Bint-i Huveylid (Medîne'ye gelip) Resûlullâh salla'llâhu aleyhi
ve sellem'in huzûruna girmek için izin dilemişti. Resûlullâh (iki hemşîrenin
seslerindeki benzeyişle) Hadîce'nin (vaktiyle) istîzânını hatırlayarak hâl-i
tegayyür etti ve: Allâh'ım, istîzân edeni Hâle kıl! diye duâ etti. Âişe der ki:
Artık kıskandım da (Hadîce'yi kastederek):
-Yâ
Resûla'llâh! (İhtiyarlıktan) ağzının (dişleri dökülüp) iki tarafında diş
etlerinin kızartısından başka bir beyazlık kalmayan ve zamânın (tekallübâtı)
içinde ölen ihtiyar Kureyş kadınlarından bir kocakarının nesini anarsın?. Allah
onun yerine sana, ondan daha hayırlısını vermiştir! diye Resûlullâh'ı karşıladım.[173]
Onuncu yılda peş peşe gelen bu iki ölüm olayı
Peygamberimizi ve Müslümanları çok üzdüğü için bu yıl İslâm tarihçilerince "hüzün yılı, gam ve keder yılı" olarak ifade olunmuştur.
Ebû talib, Kureyş'in işkencesine karsı Peygamberimizi koruyor; Hz. Hatice ise
teselli ediyor, sevgili esine daima yardımcı oluyordu. Bu İki seçkin insanın
ölümünden sonra Kureyş müşrikleri Resûl-i Ekrem'i güç durumlarda bırakmak için
baskı ve zulümlerini daha da arttırdılar.
İki musibetin, böyle bir biri peşi sıra gelişi nedeniyle Peygamberimiz
(as):
-"Bu ümmet üzerinde, şu günlerde toplanan İki musibetten, ben,
hangisine en çok yanacağımı bilemiyorum!" demekten kendilerini
alamıyorlardı.
Peygamber Efendimiz (as) amcası Ebû Talib'in vefatından sonra günlerce
evinden dışarı çıkmamış ve hep evinde oturmuştu. Pek az dışarı çıktığı olmuştu.
Ebu Talib'in ölümünden sonra müşrikler için engel kalmamıştı. Artık
Peygamberimiz (as)'e çok rahat saldırabiliyorlardı .
Kızlarından birisi, hemen koşup Peygamberimizin başındaki tozu toprağı,
ağlaya ağlaya yıkarken, Peygamberimiz, "Kızım ağlama! Ağlama! muhakkak ki,
Allah babanı, koruyacak, savunacaktır.
Kureyş müşrikleri; Ebu Talib, ölmedikçe bana hoşlanmadığım bir şeyi
yapmağa, pek muvaffak olamamışlardı" buyurarak, Ebû Talib'in ölümüne
üzüldüğünü belirtmiştir.[174]
Resûlullah Tebliğe Devam Ediyor
Peygamberimizin Hz. Âişe ile nişanlanmasıPeygamberimizin Hz. Âişe ile
nişanlanması Hz. Hatice Validemizin vefatı ile Resûl-i Kibriyâ Efendimizin âile
hayatında bir boşluk meydana gelmişti. Hem Efendimiz, hem de Sahabîler bu
durumun farkında idiler.
Bir gün, Osman bin Maz'un Hazretlerinin hanımı Havle Hâtun, Habib-i
Kibriyâ Efendimizin huzuruna geldi ve,
-"Yâ Resûlallah! Yanına girince birden Hatice'nin yokluğunu
hissettim" dedi.
Resûl-i Ekrem, bunun üzerine,
-"Evet, o çoluk çocuklarımın anası, evimin de görüp gözeticisi
idi" buyurarak âile hayatında Hz. Hatice-i Kübrâ'nın ebedî âleme irtihâli
ile meydana gelen boşluğu ifade etmeye çalışmıştı. Bundan sonra aralarında
şöyle bir konuşma cereyan etti:
-"Yâ Resûlallah! Evlenmek ister misin?"
-"Kiminle?"
-"Ebû Bekir'in kızı Âişe veya Sevde bint-i Zem'a ile."
-"Git, benim için ikisi hakkında da konuş!"
Bunun üzerine, Havle Hâtun doğruca Hz. Ebû Bekir'in evine vardı. Evde,
Hz. Âişe'nin annesi Ümmü Rûman vardı,
-"Ey Ümmü Rûman" dedi.
-"Allah'ın, hayır ve bereketten size neyi eriştirdiğini biliyor
musunuz?"
Ümmü Rûman,
-"Nedir?" diye sorunca da Havle,
-"Resûlullah, Âişe'yi istemek için beni gönderdi" cevabını
verdi. Hz. Ebû Bekir o anda evde bulunmadığından Ümmü Rûman, Havle Hatun'a,
-"Ebû Bekir'in gelmesini bekle" dedi.
Hz. Ebû Bekir gelince, Havle aynı şeyi ona da anlattı:
-"Yâ Hz. Ebû Bekir" dedi.
-"Allah'ın, hayır ve bereketten size neyi eriştirdiğini biliyor
musunuz?"
Hz. Ebû Bekir,
-"Nedir o?" diye sordu.
Havle,
-"Resûlullah, Âişe'yi istemek için beni gönderdi" cevabını
verdi. Hz. Ebû Bekir, bir müddet düşündükten sonra,
-"Âişe kardeşinin kızı demek olduğuna göre, ona helâl olur
mu?" diye konuştu. Havle, derhal dönüp, durumu kendilerine anlatınca,
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz şöyle buyurdu:
-"Ebû Bekir'in yanına dön! Tarafımdan ona benim sana kardeş oluşum,
senin de bana kardeş oluşun [kan ve süt kardeşliği değil] İslâmda kardeşliktir.
Senin kızın bu sebeple bana helâldir de!" buyurdu. Havle, dönüp bunu
bildirince Hz. Ebû Bekir'in tereddüdü ortadan kalktı ve kerimesi Hz. Âişe'yi
Resûl-i Kibriyâ Efendimize Şevvâl ayında nişanlayıp nikâhladı. Ancak düğün,
sonraya bırakıldı.[175]
Efendimizin Hz. Sevde İle
Evlenmesi
Bundan sonra, Havle Hâtun, Sevde bint-i Zem'a'ya gitti. Hz. Sevde,
Sekrân bin Amr'ın zevcesi idi. İlk Müslüman kadınlardandı ve kocasıyla birlikte
Habeşistan'a hicret etmişti. Daha sonra Mekke'ye dönmüşlerdi. Mekke'ye
döndüklerinde Hz. Sevde bir gece rüyâsında ayın süzülüp üzerine iniverdiğini
görmüştü. Bunu kocasına anlatınca da, şu karşılığı almıştı:
-"Eğer rüyân doğru ise, ben yakında öleceğim. Benden sonra da sen
Resûlullah ile evleneceksin."
Hakikaten de, kısa bir zaman sonra Sekrân, hastalanıp vefat
etmişti.Böylece, Hz. Sevde de dul kalmıştı.
Havle Hâtun kendisine,
-"Resûlullah beni, sana dünürlük için gönderdi" deyince, Hz.
Sevde son derece sevindi. Ancak bir tereddüdü vardı: Acaba Nebiyy-i Ekrem,
yanında bulunan beş küçük çocuğuna da rıza gösterebilecek miydi? Bu endişe ve
tereddüt sebebiyle, Resûl-i Kibriyâ Efendimize hemen cevap vermedi. Resûlullah
dini, îmânı uğruna yerini, yurdunu, akrabasını terk edip yabancı bir diyara göç
edecek kadar fedakârlık ve kahramanlıkta bulunmuş bu mücahideyi şereflendirmek
ve taltif etmek istiyordu. Buna binâen kendisinden bir cevabın gelmediğini
görünce, bir gün bizzat kendisiyle görüştü.
-"Seni, benimle evlenmekten alıkoyan nedir?" diye sordu.
Hz. Sevde,
-"Vallahi, yâ Resûlallah, beni seninle evlenmekten alıkoyan hiç bir
mühim sebep yoktur. Ancak, şu çocuklarım sabah akşam başında vızıldayacaklarını
düşünüyorum da, onun için çekiniyorum" diye cevap verdi.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz,
-"Allah sana rahmet etsin! Kadınların hayırlısı, küçük
çocuklarından dolayı zorluklarla karşılaşandır" buyurarak bu endişe ve
tereddüdüne mahal olmadığını belirtti. Sonra da,
-"Seni nikâhlamak için, kavminden birini vazifelendir" dedi. Hz.
Sevde, kaynı Hâtip bin Amr'e salâhiyet verdi. O da Hz. Sevde'yi bi'setin 10.
yılında Resûl-i Kibriyâ Efendimize nikâhladı. O sırada, Hz. Sevde 55 yaşlarında
idi.
Görüldüğü gibi, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, akrabalarından ayrılarak îmân
safına intikal etmiş ve bir daha akrabalarının üzerinde bulunduğu şirk inancına
dönmek istemeyen bu mücahide yaşlı hanımı sadece Allah'a ve Allah'ın dinine
bağlılık ve sadakatından dolayı himâyesi altına alıyor ve onu mü'minlerin
annesi olma şerefine ulaştırıyordu.[176]
Ebû Tâlib'in vefâtından sonra, müşrikler, Peygamberimiz'e, Ebû Tâlib'in
sağlığında yapmadıkları zulüm ve işkenceleri yapmışlar, Allah Rasûlü'nü göz
açamaz hâle getirmişlerdi.
Rasûlüllah Efendimiz bî'setin 10.yılı Şevval ayının 27.gecesinde azatlı
kölesi Zeyd ibn-i Hârise'yi yanına alarak Tâif'e gitti. Maksadı; müşriklere
karşı, Sakıf kabîlesinin kendisini korumalarını, desteklemelerini, Yüce
Allah'tan getirdiklerini kabul eylemelerini onlardan istemekti. Peygamberimiz,
Tâif'e varınca orada Sakıf kabîlesinden bâzı kimseler ile görüşmek istedi ki,
bunlar Abdi Yâlil'ibn-i Amr, Mes'ud'ibn-i Amr, Habib'ibn-i Amr adında üç
kardeşti. Allah Rasûlü bunlarla görüştü. Onları, Allâh'ın birliğini kabule,
İslam dînine yardıma dâvet etti. Kavminden muhâlefet edenlere, kendisiyle
birlikte karşı koymalarını istemek için geldiğini söyledi.[177]
Üç kardeş her biri ayrı ayrı cevaplar vererek reddedip çeşitli incitici
sözler söylediler. Gençlerinin Müslümanlığa heveslenmelerinden korkarak,
Peygamber Efendimiz'e;
-"Memleketimizden çık. Nereye gidersen git!" dediler. Bununla
da kalmayarak, içlerinden bir takım aklı ermez ayaktakımını, çocukları, ipsiz
kimseleri kışkırtarak Peygamber Efendimize musallat ettiler. Onları yolun iki
yanına doldurdular. Söve saya Rasûlüllah'ı taşa tutturdular. Ayaklarını
topuklarına kadar kanlar içinde bıraktılar. Dermansız düşüp oturdukça kaldırttılar.
Yürüdükçe taşlattılar. Zeyd ibn-i Hârise atılan taşlara, kendi vücudunu siper
etmekte, Rasûlü Ekrem'i korumağa çalışmakta idi. Onun da başı yarılmış
ayaklarından kanlar akmağa başlamıştı.
Peygamberimiz, nihâyet üzgün ve bitkin bir halde Mekke'li Rebîa oğulları
Utbe ve Şeybe'nin Tâif dışındaki bağ evine sığınınca Tâif'in ipsizleri geri
döndüler.
Peygamber Efendimiz biraz sükûnet bulduktan sonra Allâhü Teâlâ'ya şöyle
ilticâda bulundu:
-"Allâhım! Kuvvetsiz ve çâresiz kaldığımı, halk nazarında hor ve hakir
görüldüğümü ancak Sana arz ve şikâyet ederim.
Ey merhametlilerin en Merhametlisi! Herkesin hor görüp de dalına bindiği
bîçârelerin Rabbi Sensin! Sensin benim Rabbim! Sen beni, kötü huylu, yüzsüz bir
düşman eline düşürmeyecek kadar bana merhametlisin.
Allâhım! Senin gazabına uğramaktan, İlâhi rızana uzak kalmaktan Sana,
Senin, o karanlıkları aydınlatan, dünyâ ve âhiret işlerini yoluna koyan İlâhi
nûruna sığınırım! Allâhım! Sen, hoşnut oluncaya kadar affını dilerim. Allâhım!
Her kuvvet, her kudret ancak Seninle kâimdir! "[178]
Addas'ın Müslüman Oluşu
Rebîa'nın oğulları Utbe ve Şeybe, Tâiflilerin Peygamber Efendimiz'e
yaptıklarını uzaktan görmüşler, merhamete gelmişlerdi. Hristiyan olan köleleri
Addas'ı çağırdılar.
-"Bir salkım üzüm al. Şu tabağa koy! Sonra, onunla şu Zât'ın yanına
kadar git ve O'na, "Bu üzümden ye" de!" dediler.
Addas dediklerini yaptı. Gidip tabağı Peygamberimiz'in önüne koydu,
" Buyurun yiyin" dedi.
Peygamber Efendimiz elini üzüme uzatırken,
"Bismillah" dedi ve üzümü alıp yemeğe başladı.
Addas, Peygamber Efendimiz'in yüzüne baktı ve,
-"Vallâhi, bu sözü bu beldelerin halkı söylemezler ve
bilmezler!" diyerek kendi kendine söylenince, Peygamberimiz O'na;
-"Ey Addas! Sen hangi diyar halkındansın ve dînin nedir?" diye
sordu.
Addas;
-"Hıristiyan’ım. Ninova'lı bir kimseyim!" dedi.
Peygamber Efendimiz;
-"Demek sen, O sâlih kişi, Yûnus Peygamberin hemşehrisisin?"
dedi.
Addas;
-"Sen, Yûnus Peygamberi nereden biliyorsun?" diye sordu.
Peygamber Efendimiz;
-"O benim kardeşimdir. O bir Peygamberdi, ben de Peygamberim!"
deyince,
Addas, sarılıp Peygamberimiz'in başını, ellerini ayaklarını öptü.
Müslüman oldu.
Bunu gören Rebîaoğullarından birisi, diğerine;
-"Senin adamın, gözünün önünde kölenin inancını bozdu!" dedi.
Addas, dönüp yanlarına gelince de, her ikisi birden ona;
-"Yazıklar olsun Addas sana! Sen o adamın başını, ellerini ve
ayaklarını öptün ha!" diye çıkıştılar.
Addas onlara;
-"Efendim! yeryüzünde bu Zât'dan daha hayırlı bir kişi yok! Bana bir
şey bildirdi ki, onu ancak bir Peygamber bilebilir." dedi.[179]
Peygamberimiz'in Hemşehrilerine Rahmet ve Şefkati
İmam-ı Buhari’nin naklettiği rivayette Hz.Ayşe (ra) validemiz
Hz.Peygamber (as)’ın şöyle buyurmuş:
á £Ü ë
¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü ¡£ó¡j £äÛa
¡x¤ë ò '¡öb Ç ¤å Ç g
¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa
ó £Ü ¡£ó¡j £äÜ¡Û ¤o Ûb Ó
b è £ã ªa b è¤ä Ç ó¡ ë
§¢y¢ªa ¡â¤ì í ¤å¡ß
£ ( ªa æb × ¥â¤ì í
Ù¤î Ü Ç ó¨m ªa ¤3 ç á £Ü ë
b ß ¢£ ( ªa
æb × ë ¢oî©Ô Û b ß ¡Ù¡ß¤ì Ó ¤å¡ß ¢oî©Ô Û
¤ Ô Û 4b Ó
¡å¤2a ó Ü Ç ó©¤1 ã
¢o¤ Ç ¤¡«a ¡ò j Ô È¤Ûa
â¤ì í ¤á¢è¤ä¡ß ¢oî©Ô Û
¢p¤
ªa b ß
ó¨Û¡«a ó©ä¤j¡v¢í ¤á Ü Ï §45¢× ¡¤j Ç ¡å¤2
3î©Ûb í ¡¤j Ç
ü¡«a ¤Õ¡1 n¤ ªa
¤á Ü Ï ó©è¤u ë ó¨Ü Ç ¥âì¢à¤è ß b ã ªa
ë ¢o¤Ô Ü À¤ãb Ï
§ò 2b z ¡2
b ã ªa a ¡«b Ï ó©¤ªa
¢o¤È Ï Ï ¡k¡Ûb È £rÛa ¡æ¤ Ô¡2
b ã ªa ë
4b Ô Ï
ó©ãa
b ä Ï ¢3í©¤j¡u b èî©Ï
a ¡«b Ï ¢p¤ Ä ä Ï
ó©ä¤n £Ü à ªa ¤ Ó
Ù¤î Ü Ç
a뢣
b ß ë Ù Û Ù¡ß¤ì Ó
4¤ì Ó É¡à ¤ Ó é¨£ÜÛa £æ¡«a
¤á¡èî©Ï o¤÷¡( b à¡2
¢ê ¢ß¤ªb n¡Û ¡4b j¡v¤Ûa Ù Ü ß
Ù¤î Û¡«a s È 2 ¤ Ó ë
¢ £à z¢ß b í
4b Ó £á¢q £ó Ü Ç á £Ü Ï
¡4b j¡v¤Ûa ¢Ù Ü ß ó©ãa
b¨ä Ï
¡å¤î j '¤ ªüa
¡á¡è¤î Ü Ç Õ¡j¤¢ªa ¤æ ªa o¤È¡( ¤æ¡«a
o¤÷¡( b à Ï Ù¡Û¨ 4b Ô Ï
¤æ ªa aì¢u¤ ªa
¤3 2 á £Ü ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa
ó £Ü ¢£ó¡j £äÛa 4b Ô Ï
¦õ¤î ( ¡é¡2 ¢Ú¡¤'¢í ü
¢ê ¤y ë 騣ÜÛa ¢¢j¤È í ¤å ß
¤á¡è¡25¤ ªa ¤å¡ß ¢é¨£ÜÛa x¡¤¢í
Nebî
salla'llâhu aleyhi ve sellem eşi Âişe radiya'llâhu anhâ'dan rivâyet olunduğuna
göre, Âişe (bir kere) Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem'e:
-
(Yâ Resûla'llâh) sana Uhud (gazâsı) gününden daha şiddetli olan bir gün irişti
mi? diye sormuş, Resûlullâh:
-
Yâ Âişe! Kavmin (Kureyş) den gelen birçok zorluklarla karşılaştım. Fakat
onlardan Akabe günü karşılaştığım müşkül vaziyet hepsinden zorlu idi: ben
(Kureyş'ten gördüğüm ezâ üzerine Tâif'e gidip) hayâtımın sıyânetini Abd-i
Külâl'ın oğlu İbn-i Abd-i Yâlîl'e teklîf ettiğim zaman dileğime cevap
vermemişti. Ben de kederli ve mütehayyir bir halde yüzümün doğrusuna (Mekke'ye)
dönmüştüm. Bu hayretim "Karn-i Seâlib" mevkiine kadar devâm etti.
Burada başımı kaldırıp (semâya) baktığımda bir bulut beni gölgelendirmekte
olduğunu gördüm. Buluta (dikkatle) baktığımda bunun içinde Cibrîl bulunduğunu
gördüm. Şimdi Cibrîl bana:
-(Yâ
Muhammed!) Allah, kavminin senin hakkındaki dediklerini muhakkak işitti. Seni
sıyâneti esirgediklerine de vâkıf oldu. Allah sana şu dağlar Meleğini gönderdi
(emrine müheyyâdır), kavmin hakkında ne dilersen ona emredebilirsin!, dedi.
Bunun üzerine de dağlar (emrine müsahhar olan) Melek seslenip selâm verdi.
Sonra:
-Yâ
Muhammed! dedi, Cibrîl'in söylediği bir hakîkattır: sen ne dilersen emrine
hazırım; eğer (Ebû Kubays ile Kayakan denilen) şu iki yalçın dağın Mekkeliler
üzerine (çökerek) birbirine kavuşmasını (ve müşrikleri tamimiyle ezmesini)
istersen (onu da emret!) dedi. Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem de:
-(Hayır,
ben onu istemem) ben isterim ki, Allah bu müşriklerin sulbünden yalnız Allâh'a
ibâdet eden ve Allâh'a hiç bir şeyi şerik kılmayan (müvahhid) bir nesil meydana
çıkarsın! dedi."[180]
Cinler de Peygamberimizi dinliyor
Peygamber Efendimiz, Mekke'ye varmadan Nahle adli mevkide bir müddet
istirahat etti. Namaza durduğu bir sırada Nusaybin cinlerinden bazıları oradan
geçerken, Efendimizin okuduğu Kur'ân'ı duyunca, durarak dinlediler ve orada
Müslüman oldular. Sonra da kavimlerine dönerek onları îmâna davet ettiler.[181]
Kur'ân-ı Kerim, bu hâdiseden bize şu şekilde haber verir:
وَاِذْ
صَرَفْنَا
اِلَيْكَ
نَفَرًا مِنَ
الْجِنِّ
يَسْتَمِعُونَ
الْقُرْانَ
فَلَمَّا
حَضَرُوهُ
قَالُوا
اَنْصِتُوا
فَلَمَّا
قُضِىَ
وَلَّوْا
اِلى
قَوْمِهِمْ
مُنْذِرينَ ()
قَالُوا يَا
قَوْمَنَا
اِنَّا سَمِعْنَا
كِتَابًا
اُنْزِلَ
مِنْ بَعْدِ
مُوسى مُصَدِّقًا
لِمَا بَيْنَ
يَدَيْهِ
يَهْدى اِلَى
الْحَقِّ
وَاِلى
طَريقٍ
مُسْتَقيمٍ ()
يَا قَوْمَنَا
اَجيبُوا
دَاعِىَ
اللّهِ
وَامِنُوا
بِه يَغْفِرْ
لَكُمْ مِنْ
ذُنُوبِكُمْ وَيُجِرْكُمْ
مِنْ عَذَابٍ
اَليمٍ
"Hani, Kur'ân'ı dinlemeleri için cinlerden bir
topluluğu sana göndermiştik. Huzuruna geldiklerinde, birbirlerine 'Susun'
dediler. Kur'ân okunduktan sonra da, inkâr ve isyandan sakındırmak üzere
kavimlerine döndüler."'Ey kavmimiz,' dediler. "Biz Mûsâ'dan sonra indirilen,
kendisinden önceki kitapları doğrulayan, hakka ve dosdoğru bir yola ileten bir
kitap dinledik."'Ey kavmimiz! Sizi Allah'a çağıran peygambere uyun ve ona
îmân edin ki, Allah da sizin günahlarınızı bağışlasın ve acı bir azaptan sizi
korusun."[182]
قُلْ
اُوحِىَ اِلَىَّ
اَنَّهُ
اسْتَمَعَ
نَفَرٌ مِنَ
الْجِنِّ
فَقَالُوا
اِنَّا
سَمِعْنَا
قُرْانًا
عَجَبًا (1
يَهْدى اِلَى
الرُّشْدِ
فَامَنَّا
بِه وَلَنْ
نُشْرِكَ
بِرَبِّنَا
اَحَدًا ()
وَاَنَّهُ
تَعَالى
جَدُّ
رَبِّنَا مَااتَّخَذَ
صَاحِبَةً
وَلَاوَلَدًا
() وَاَنَّهُ
كَانَ يَقُولُ
سَفيهُنَا
عَلَى اللّهِ
شَطَطًا () وَاَنَّا
ظَنَنَّا
اَنْ لَنْ
تَقُولَ
الْاِنْسُ
وَالْجِنُّ
عَلَى اللّهِ
كَذِبًا () وَاَنَّهُ
كَانَ
رِجَالٌ مِنَ
الْاِنْسِ
يَعُوذُونَ
بِرِجَالٍ
مِنَ
الْجِنِّ
فَزَادُوهُمْ
رَهَقًا ()
وَاَنَّهُمْ
ظَنُّوا
كَمَا ظَنَنْتُمْ
اَنْ لَنْ
يَبْعَثَ
اللّهُ
اَحَدًا ()
وَاَنَّا
لَمَسْنَا
السَّمَاءَ
فَوَجَدْنَاهَا
مُلِئَتْ
حَرَسًا
شَديدًا
وَشُهُبًا ()
وَاَنَّا
كُنَّا
نَقْعُدُ
مِنْهَا
مَقَاعِدَ لِلسَّمْعِ
فَمَنْ
يَسْتَمِعِ
الْانَ يَجِدْ
لَهُ
شِهَابًا
رَصَدًا ()
وَاَنَّا
لَانَدْرى
اَشَرٌّ
اُريدَ
بِمَنْ فِى
الْاَرْضِ
اَمْ اَرَادَ
بِهِمْ
رَبُّهُمْ
رَشَدًا ()
وَاَنَّا مِنَّاالصَّالِحُونَ
وَمِنَّا
دُونَ ذلِكَ كُنَّا
طَرَائِقَ
قِدَدًا ()
وَاَنَّا
ظَنَنَّا
اَنْ لَنْ
نُعْجِزَ
اللّهَ فِى
الْاَرْضِ
وَلَنْ
نُعْجِزَهُ
هَرَبًا ()
وَاَنَّا لَمَّا
سَمِعْنَا
الْهُدى
امَنَّا بِه
فَمَنْ يُؤْمِنْ
بِرَبِّه
فَلَا
يَخَافُ
بَخْسًا
وَلَارَهَقًا
() وَاَنَّا
مِنَّاالْمُسْلِمُونَ
وَمِنَّاالْقَاسِطُونَ
فَمَنْ
اَسْلَمَ فَاُولئِكَ
تَحَرَّوْا
رَشَدًا ()
وَاَمَّا الْقَاسِطُونَ
فَكَانُوا
لِجَهَنَّمَ
حَطَبًا
"De ki: "Bana gerçekten şu vahyolundu:
"Cinlerden bir grup dinleyip de şöyle demişler: -Doğrusu biz, (büyük)
hayranlık uyandıran bir Kur'an dinledik.
"O (Kur'an), 'gerçeğe ve doğruya'
yöneltip-iletiyor. Bu yüzden biz ona iman ettik. Bundan böyle Rabbimize hiç
kimseyi ortak koşmayacağız."
"Elbette, bizim Rabbimizin şanı yücedir. O, ne
eş edinmiştir, ne de bir çocuk."
"Doğrusu şu: Bizim düşük
akıllı-beyinsizlerimiz. Allah'a karşı 'gerçek dışı bir sürü saçma şeyler'
söylemişler."
"Oysa biz, insanların ve cinlerin Allah'a
karşı asla yalan söylemiyeceklerini sanmıştık."
"Bir de şu gerçek var: İnsanlardan bazı
erkekler, cinlerden bazı adamlara sığınırlardı. Öyle ki, onların azgınlıklarını
arttırırlardı."
"Ve onlar, sizin de sandığınız gibi Allah'ın
hiç kimseyi kesin olarak diriltmeyeceğini sanmışlardı."
"Doğrusu biz göğü yokladık; fakat onu güçlü
koruyucular ve şihablarla kaplı (doldurulmuş) bulduk."
"Oysa gerçekten biz, dinlemek için onun oturma
yerlerinde otururduk. Ama şimdi kim dinleyecek olsa, (hemen) kendisini izleyen
bir şihab bulur."
"Doğrusu bilmiyoruz; yeryüzünde olanlara bir
kötülük mü istendi, yoksa Rableri kendileri için (doğru olana iletici) bir
hayır mi diledi?"
"Gerçek şu ki, bizden salih olanlar da vardır
ve bizden bunun dışında (ya da aşağısında) olanlar da. Biz türlü türlü yolların
fırkaları olmuşuz."
"Biz şüphesiz, Allah'ı yeryüzünde asla aciz
bırakamıyacağımızı, kaçmak suretiyle de onu hiç bir şekilde aciz
bırakamıyacağımızı anladık."
"Elbette biz, o yol gösterici (Kur'an'ı)
işitince, ona iman ettik. Artık kim Rabbine iman ederse, o ne (ecrinin)
eksileceğinden korkar ve ne de haksızlığa uğrayacağından."
"Ve elbette bizden Müslüman olanlar da var,
zulmedenler de. İşte (Allah'a) teslim olanlar, artık onlar 'gerçeği ve doğruyu'
araştırıp-bulanlardır."
"Zulmedenler ise, onlar da cehennem için odun
olmuşlardır."[183]
Mekke'ye giriş
Peygamber Efendimiz, Batn-ı Nahle'de bir müddet ikâmet ettikten sonra
Mekke'ye yöneldi. Kureyş'in kendisini kolay kolay Mekke'ye sokmayacağını
biliyordu. Bunun için o zamanın âdetine göre birinin himâyesi altına girmesi
gerekiyordu. Bu sebeple Hîrâ'ya varınca birini göndererek müşrik Mut'im bin
Adiyy'in himâyesini istedi. Mut'im isteğini kabul etti ve oğullarını
silahlandırarak, kendisi de beraberinde olduğu halde, Efendimizi Hira'dan alarak
Mekke'ye getirdiler.[184]
Müşrikler, Mut'im'in bu hareketine çok kızdılar, ama ses çıkarmadılar.
Fahr-i Âlem Efendimiz, müşriklerin kin saçan bakışları arasında Kâbe'yi tavaf
etti, Harem-i Şerif'te iki rekât namaz kıldı ve oradan evine gitti.Başta Peygamberimiz
ve bütün Müslümanlar, müşrik olan Mut'im bin Adiyy'in bu iyiliğini ömürleri
boyu unutmadılar. Resûl-i Ekrem, onun bu iyiliğini müşriklere karşı kazandığı
Bedir Zaferi sonrasında bile yâd etmiştir. Mut'im'in oğlu Cübeyr, Bedir
esirleri hakkında konuşmak için Medine'ye gelmişti. Peygamberimiz onu kabul
etmiş, ricâsını dinledikten sonra şöyle demişti:
-"Eğer, baban Mut'im hayatta olsaydı ve şu adamlar hakkında ricâda
bulunsaydı, şüphesiz ben onları Mut'im'e bağışlardım."[185]
Mî'rac, lügatte "urûc etmek, yükselmek" mânâsına gelir ki, bu;
İlâhi dâvet üzerine gecenin küçük bir cüz'ünde Fahri Kâinât (as) Efendimiz'in
Mekke'den (Mescîd-i Haram'dan) Kudüs'e (Mescid-i Aksâ'ya), oradan da semâvâta
ve semâvâtın ötesindeki bütün âlemlere olan seyâhatıdır. Bu gidişgeliş,
seyâhat, geceleyin vâkî olduğundan "İsrâ"
da denir.
İsrâ ve Mî'rac mûcizesi hicretten bir-birbuçuk yıl kadar önce, Mekke'de,
geceleyin vuku' bulmuştur. Bu mûcize hakkında Kur'ân-ı Kerim'de şöyle
buyrulmaktadır:
¡¡v¤ à¤Ûa
ó Û¡a ¡âa z¤Ûa ¡¡v¤ à¤Ûa å¡ß 5¤î Û
©ê¡¤j È¡2 ô¨¤ a ô¬© £Ûa æb z¤j¢
¢î© j¤Ûa
¢Éî©à £Ûa ì¢ç ¢é £ã¡a b6 ä¡mb í¨a ¤å¡ß
¢é í¡¢ä¡Û ¢é Û¤ì y b ä¤× b 2
ô© £Ûab ¤Ó üa
“Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir
kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm'dan, çevresini mübarek
kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir; O,
gerçekten işitendir, görendir.”[186]
Peygamber Efendimiz'in Mi'rac seyahatinin "rûhen
mi, ceseden mi" yapıldığı hususunda birçok ihtilaflar olmuş
ise de, bu mûcizeyi haber veren Âyet-i Kerîme'de geçen "abid" kelimesi bu ihtilaflara çok açık ve net bir
cevap teşkil etmektedir. Zîrâ, "abid"
kelimesi, yalnız rûha değil, yalnız cesede de değil, ruh ve cesedin her ikisine
birden denildiği için, Fahri Kâinât'a bu seyâhatin hem ruh ve hem de cesedi ile
beraber yaptırıldığı muhakkaktır.
Mi'rac, insan aklının kavrayamayacağı, lâhûtî bir hâdisedir,
metafizikdir, mâ-bâ'düt-tabîadır (akıl üstü bir şeydir). Tek kelime ile,
mûcizedir. İnsan, akıl kantarı ile onu tartamaz. Tartmağa kalkışılırsa terazi
kırılır. Bunda, zaman ve mekân kaydı, mesâfe ortadan silinmiştir. Bu,
Peygamberimiz'in ilâhi lütfa mazhar oluşudur.
Bugün ilim, nîce harikulâdelikleri kabul etmektedir. Esir dalgaları ile
uzaklara sesin ve resmin nakledildiğini her gün görüyoruz. Geçmişte hayal
sanılan birçok şeyler bugün gerçekleşmiştir. Mükevvenâtta, kuvvetler
keşfolunmakta, pek çok hakikâtlar meydana çıkarılmaktadır. Allâh'ın verdiği
akıl ve zekâ sâyesinde bugünün insanı, havada uçmakta, atmosferi aşarak aya ve
seyyârelere gidip gelmektedir. İlmi herşeyi saran Yüce Allâh'ın kudretiyle,
sevgili kulu Hz.Muhammed (a.s)'ın Mekke'den Kudüs'e gitmesi, oradan göklere
çıkması, varlığın hulâsası olan bu Zât'ın gökler âlemini ve bütün Mükevvenâtı
seyretmesi neden mümkün olmasın?
Ne yazık ki; dün, bu Kudretullâh'ı inanmayıp inkâr edenlerin,
-"İnsan
uçar mı imiş, ağır bir şey semâya gider mi imiş, cism-i sakîlin cevvi semâ ile
alâkası ne imiş" diye hakâretâmiz tâbirler kullananların çocukları, Avrupa'nın
mülhidleri bugün havada uçuyorlar. Kendi elleriyle ecdadlarını tekzip
ediyorlar. Zerre kadar hayâ edenin, o Mûcizetullâh'ı inkâr eden ciltlerle dolu
kütüphânelerini dinamitle uçurmaları lâzım gelir.
Artık Mi'rac, zamanımızdaki ilim ve tekniğin gelişmeleri karşısında
herkes tarafından daha kolay kabul edilebilecek ilâhi bir hakîkattir. Biz
müslümanlar ne kadar sevinsek, Mevlâmıza ne kadar şükretsek ve de ne kadar
iftihar etsek yine de azdır. Çünkü; ilim bizimle, fen bizimle, teknik bizimle,
herşey bizimledir.
Kalkdım bir de baktım ki, yanında Mîkâil ve İsrâfil Aleyhimüsselam da var. Kardeşim Cibril'e
sorduğumda dedi ki:
-''Yâ Muhammed! Rabbim Teâlâ, beni sana gönderdi. Bu gece, bundan önce
hiç kimseye yapmadığı ve bundan sonra da hiç kimseye yapmayacağı ikrâmı sana
lütuf ve ihsanda bulunacak. Sen Rabbinle konuşmayı ve O'nu görmeyi istiyorsun,
bu gece, sen Rabbinin acâibâtından, O'nun azamet ve kudretinden çok şeyler
göreceksin.'' dedi.
Sonra bana mânevi bir ameliyat yapıldı. İçi îman ve hikmetle dolu
altından bir leğen getirdiler, boğazımdan karnıma kadar göğsümü yardılar,
Zemzem suları ile yıkayıp îman ve hikmetle doldurdular. İki omsuzumun arasına
Hatemi Nübüvvet ile mühürlediler. Bundan sonra Cebrail elimden tuttu, Zemzem
suyunun başına götürdü. Oradaki meleğe şöyle dedi: '
-'Bana zemzem suyundan bir kova su getir.'' O su geldikten sonra, abdest
aldım, iki rekat namaz kıldım. Sonra
-"Haydi gidelim" dedi.
Nereye diye sordum, Rabbine, Rabbinin dilediği yerlere" dedi. Ve çok
güzel, beyaz Burak denen acîp bir vâsıtaya bindirilerek yola çıkarıldım.[187]
Mescîd-i Haram'dan Mescîd-i Aksâ'ya
Burak, adımını gözünün erişebildiği yerin ilerisine atıyordu. Peygamber
Efendimiz, Mekke ile Medîne arasında bulunan Ezrak Vâdisinden geçerken;
-"Bu hangi vâdîdir?" diye sordu.
-"Ezrak vâdisidir!" dediler.
Peygamberimiz, bakınca, Hz.Musâ'nın,
-"Lebbeyk, Allâhümme Lebbeyk" diyerek seniyeden (yüksekten)
inişini, Hz.Dâvud'un, şehâdet parmaklarını kulaklarına kadar kaldırıp yüksek
sesle,
-"Lebbeyk, Allâhümme Lebbeyk" diyerek vâdiden geçişini gördü.
Peygamberimiz, Cuhfe yakınındaki Herşâ seniyesinden geçerken;
-"Bu hangi seniyedir?" diye sordu.
-"Herşâ seniyesidir!" dediler.
Peygamber Efendimiz bakınca, orada, Hz.Yûnus'un kırmızı tüylü, dişi
devesinin üzerinde, softan cübbesine bürünmüş, devesinin liften yularını tutup
-"Lebbeyk, Allâhümme Lebbeyk" diyerek vâdiden geçmekte olduğunu
gördü.
Peygamberimiz, Cebrâil ile birlikte Beyt-i Makdis'e (Mescîd-i Aksâ'ya)
vardı. Orada, Peygamberlerden Hz.İbrâhim, Hz.Musâ, Hz.İsâ ve gelmiş geçmiş
bütün Peygamberlerin ve bütün Evliyâullâhın ruhâniyetini toplanmış halde buldu.
Fahri Kâinât'ı istikbal ediyorlardı. Peygamber Efendimiz, herbiri ile ayrı ayrı
musâfaha etti. Hâl ve hâtırlarını sordu. Hepsine imam olarak iki rekât namaz
kıldırdı.
Peygamber Efendimize üç bardak sunuldu ki, onlardan birisinde süt,
birisinde şerbet, diğerinde de su vardı. Bardaklar sunulurken Peygamberimiz bir
ses işitti ki;
-"Eğer suyu alırsa kendisi de ümmeti de ihtiyaçsız, kanâatkâr olur.
Eğer şerbeti alırsa kendisi de ümmeti de mahrumiyete uğrar, sütü alırsa kendisi
de ümmeti de doğru yolu bulur!" diyordu.
Peygamber Efendimiz süt bardağını içti.
Cebrâil;
-"Yâ Muhammed! Sen, fıtrî ve tabîî olanı seçtin. Sen de ümmetin de
doğru yola iletildiniz!" dedi.[188]
Mescîd-i Aksâ'dan Semâvât'a
Peygamber Efendimiz, Mescid-i Aksâ'dan Cebrâil ile birlikte semâvâta,
göklere yükseltildi. Melekût âlemini seyretti.
Birinci kat semâda çok nûrâni bir zât gördü. Onun sağ ve sol yanında bir
takım karaltılar vardı. Sağına bakınca gülüyor, memnun oluyor. Soluna bakınca
da ağlıyor, mahzun oluyordu. Peygamber Efendimiz, bu zâtın kim olduğunu
tanıyamadı ve merak edip Cibril'den sordu.
Cibril de;
-"O, Senin ve bütün neslin babası olan Hz.Âdem'dir" diye
tanıttı.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, O'na selâm verdi. O da,
Peygamberimizin selâmını şöyle aldı:
-"Merhaben binnebiyyi vel'veledi'ssâlih (Merhabâ, Ey Peygamber! Ey
sâlih evlâd!)" dedi.
İkinci kat semâda Hz.Yahyâ ve Hz.İsâ,
üçüncü kat semâda Hz.Yûsuf,
dördüncü kat semâda Hz.İdris,
beşinci kat semâda Hz.Hârun,
altıncı kat semâda Hz.Musâ,
yedinci kat semâda Hz.İbrâhim'i gördü ki, Beyt-i Mâmur'un kapısında bir
kürsî üzerinde oturmuştu. Beyt-i Mâmur'a her gün yetmişbin melek girer, her
girene de kıyâmete kadar geri dönmek sırası gelmezdi.
Cebrâil yedinci kat semâdan Peygamber Efendimizi alıp öyle bir fezâya
çıkardı ki, Peygamberimiz orada, kaderleri yazan kâlemlerin cızırtılarını
duyuyordu. Daha sonra Peygamber Efendimize, Sidretü'l Müntehâ safhası açıldı.
Cebrâil;
-"İşte burası Sidretü'l Müntehâ'dır, benim seyâhat sahâmın bittiği
yerdir. Artık ben, buradan öteye gidemem. Gitmem için bir adım atacak, bir adım
ileri geçecek olursam yanarım. Benim bünyem buradan öteye seyâhata mütehammil
değildir." deyip orada durdu.
Peygamber Efendimiz;
-"Peki ne olacak, buradan öteye ben ne ile gideceğim?" diyordu
ki, ufkun açıldığını, önüne bir Refref (mânevi bir asansör) konulup buyur
edildiğini gördü. Bu ânı, merhum Süleyman Çelebi şöyle ifade ediyor:
-"Söyleşirken Cebrâil ile Kelâm,
Geldi refref önüne, verdi selâm."
Mî'râc'da, Peygamber Efendimize her an bir âlem gösterilmiş, gezdirilmiş,
sevdirilmiş ve çok memnun, hayretler içinde kalarak Mevlâ'dan bu hayretlerinin
tezyîdini dilemiştir.
Peygamberimiz;
-"Ben, Mîrâc'dan daha güzel bir şey görmüş değilim."
buyurmuşlardır.[189]
Mîrâc'ın Mertebeleri
Mî'râc'ın; Mescid'i Haram'dan Mescid'i Aksâ'ya kadar olan kısmı âyetle
sabittir ki münkiri kâfir olur.
Mescid-i Aksâ'dan Sitretü'l Müntehâ'ya kadar olan kısmı Haber-i Meşhur'la
sabittir ki münkiri dâl ve mudil olur.
Sidretü'l Müntehâ'dan İlâ Mâşâallah, Haber-i Ahad ile sabittir ki münkiri
bidat ehli olur.
Fahri Kâinât'ın bu seferi; Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksâ'ya kadar
cennetten gelme bir Burak üzerinde, Mescid-i Aksâ'dan Sidretü'l Müntehâ'ya kadar
olan kısmı, Cebrâil (as)'ın kanadı üzerinde, oradan İlâ Mâşâallah (Allâhü
Teâlâ'nın dilediği yerlere) Refref (mânevi, nurdan bir asansör) ile cerayan
etmiştir.
Mîrac'da Peygamberimiz'e ve Ümmetine Yapılan İhsan
ve Teşrî Kılınan Hükümler
Peygamber Efendimiz, Mî'rac gecesinde ilâhi tecellilere, hitaplara,
iltifatlara mazhar oldu ve Hz. Peygamberimiz'e üç şey verildi:
1- Bakara Sûresi'nin son âyetleri (Âmenerrasûlü),
امَنَ
الرَّسُولُ
بِمَا
اُنْزِلَ
اِلَيْهِ
مِنْ رَبِّه
وَالْمُؤْمِنُونَ
كُلٌّ امَنَ
بِاللّهِ
وَمَلئِكَتِه
وَكُتُبِه
وَرُسُلِه لَا
نُفَرِّقُ
بَيْنَ
اَحَدٍ مِنْ
رُسُلِه وَقَالُوا
سَمِعْنَا
وَاَطَعْنَا
غُفْرَانَكَ
رَبَّنَا
وَاِلَيْكَ
الْمَصيرُ ()
لَا يُكَلِّفُ
اللّهُ
نَفْسًا
اِلَّا
وُسْعَهَا لَهَا
مَا كَسَبَتْ
وَعَلَيْهَا
مَااكْتَسَبَتْ
رَبَّنَا لَا
تُؤَاخِذْنَا
اِنْ نَسينَا
اَوْ اَخْطَاْنَا
رَبَّنَا
وَلَا
تَحْمِلْ
عَلَيْنَا
اِصْرًا
كَمَا
حَمَلْتَهُ
عَلَى
الَّذينَ
مِنْ
قَبْلِنَا
رَبَّنَا
وَلَا
تُحَمِّلْنَا
مَا لَا
طَاقَةَ
لَنَا بِه
وَاعْفُ عَنَّا
وَاغْفِرْ
لَناَ
وَارْحَمْناَ
اَنْتَ مَوْلينَا
فَانْصُرْنَا
عَلَى
الْقَوْمِ
الْكَافِرينَ
"Peygamber, kendisine Rabbinden indirilene iman
etti, mü'minler de. Tümü, Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandı."O'nun peygamberleri arasında hiç birini (diğerinden) ayırdetmeyiz. İşittik ve itaat ettik. Rabbimiz bağışlamanı (dileriz). Varış ancak Sana'dır" dediler."
"Allah, hiç kimseye güç yetireceğinden başkasını yüklemez. Kazandığı lehine, kazandırdıkları da aleyhinedir. "Rabbimiz, unuttuklarımızdan ya da yanıldıklarımızdan dolayı bizi sorumlu tutma.
Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Rabbimiz, kendisine güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize taşıtma. Bizi affet, bizi bağışla. Bizi esirge, Sen bizim mevlamızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et."[190]
2-Ümmetinden, Allâh'a hiçbir şeyi şirk koşmayanların Cennete gireceği
müjdesi,
اِنَّ
اللّهَ لَا
يَغْفِرُ
اَنْ
يُشْرَكَ بِه
وَيَغْفِرُ
مَا دُونَ
ذلِكَ لِمَنْ
يَشَاءُ
وَمَنْ
يُشْرِكْ
بِاللّهِ
فَقَدْ ضَلَّ
ضَلَالًا
بَعيدًا
"Allah,
kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; ondan başka günahları dilediği
kimse için bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa büsbütün sapıtmıştır. "
[191]
مَنْ
مَاتَ مِنْ
أُمَّتِكَ لَا
يُشْرِكُ
باللّهِ
شيئاً دخلَ
الجَنَّةَ.
"Ümmetinden kim Allah'a herhangi bir şeyi ortak kılmadan
(şirk koşmadan) ölürse cennete girer."[192]
3- Mi'rac hediyesi olarak beş vakit namaz.
Mî'rac Mûcizesini Müşrikler Nasıl Karşıladı?
Peygamber Efendimiz, Mi'rac sabahı halkın yanına gidip, onlara Mîrâcını
haber verdi. Her ne gördüyse serteser (baştan başa) anlattı. Maalesef îmânı
zayıf olanlardan bir kısmı buna inanmayıp irtidat etti ise de büyük ekseriyat
bu mûcizeye inandı ve îmanları kuvvetlendi. Bunu aklıyla tartmağa kalkışanlar
şaştılar,
-"Yâ Muhammed (as)! Buna delilin nedir? Biz bunun bir benzerini daha
işitmedik" dediler.
Peygamber Efendimiz;
-"Buna delil, fîlânoğullarının devesine, fîlân vâdîde, fîlân yerde
rastladım. Develerini kaçırmışlar arıyorlardı. Onları, develerine doğru
kılavuzladım ve ben Şam'a yöneldim. Sonra dönüşümde Daphana'na geldiğim zaman
fîlânoğullarının kâfilesine rastladım. Halkı uyur bir halde buldum. Onlara âit
üzeri örtülü su kabının örtüsünü açıp içindeki suyu içtim. Yine üzerini eskisi
gibi örttüm. Başka bir delil de; sizlere âit bir kâfileye Ten'in yokuşunda
rastladım ki, önde toprak renginde karamtırak bir deve vardı. Üzerinde iki
çuval bulunuyordu. Birisi siyah, öbürü alaca renkli idi" dedi.
Halk, acele Seniyye mevkiine çıktılar. Başkaları gidip kavuşmadan
kendilerine târif edilen ilk deveyi karşıladılar. Deve aynen bildirildiği
gibiydi. Su dolu kaplarını sordular. Onlar da su doldurup üzerini örttüklerini
bildirdiler. Hemen su kabına bakıp, üzerini örttükleri gibi örtülü gördüler,
fakat içinde hiç su bulamadılar.
Müşrikler, Mekke'ye gelen başka kâfilelerden de sordular. Onlar da;
-"Doğrudur. Vallâhi biz anlattığı gibi, vâdide dağıldığı zaman
devemizi yakalayıncaya kadar, bizi kendisine çağıran bir insan sesini işitip
deveye kadar götürüldük" dediler.
Peygamber Efendimiz'e Mescid-i Aksa'yı tarif et denince; Beyti Makdis
(Mescid-i Aksa) Peygamber Efendimiz'in mubarek gözlerinin önüne getiriliverdi.
Allah Rasûlü, bir ekrandaki görüntü misâli bakarak, kapılarını, pencerelerini
hepsini birer birer saydı, târif etti.
Buna rağmen Kureyş müşrikleri inat ve hasedlerinden dolayı inanmak
istemiyorlardı. Mî'rac haberini kabule yanaşmadılar. Kibirlendiler. Mî'râc'ı,
akla baîd görerek;
-"Kervanların bir ayda gidip, bir ayda döndüğü mesâfeyi Muhammed bir
gecede nasıl alabilecek?" dediler. Allâh'ın herşeye kadir olduğunu,
kudretinin hudutsuzluğunu düşünemediler.
Peygamber Efendimiz de zâten onların kendisini inkâr ile
karşılayacaklarını biliyordu. Mî'rac gecesinde Hz.Peygamberimiz, Cebrâil'e;
-"Kavmim beni tasdik etmez." demiş.
Cebrâil (as) de;
-"Seni, Ebû Bekir (ra) tasdik eder, O sıddıktır." demişti.
Fakat, Mî'rac hâdisesi, görüş ufku çok geniş olan Müslümanların,
îmanlarını kuvvetlendirdi. Hz.Ebû Bekir (ra) bunların başındaydı.
Hz.Ebû Bekir (ra)'ın Sıddıkıyyeti
Müşrikler mi'rac mûcizesini kabul etmedikleri gibi, Hz.Ebû Bekr'e gelip;
-"Peygamberinin işinden haberin var mı? O, bu gece, Beyt-i Makdis'e
gittiğini, orada namaz kıldığını, Mekke'ye döndüğünü söylüyor." diyerek
kendilerince onun îmânını sarsmağa çalıştılar.
Hz.Ebû Bekir (ra) da;
-"Bunu Muhammed (as) söylüyorsa doğrudur." dedi ve ilâve etti;
-"Ben, O'nu, bundan daha mühiminde de tasdik ediyorum. Akşam sabah
kendisine Allah'dan vahiy geldiğini haber veriyor, gelen âyetleri tebliğ
ediyor, tasdik ediyorum da bunda mı yalan olacak, aslâ yalan olmaz. Tasdik
ediyorum." dedi. Hiç tereddüt etmeden, yutkunmadan kabul etti ve bundan
dolayı «Sıddık» ünvanını aldı.
Mekke'ye üç km. kadar uzaklıkta bulunan Mina ile Mekke arasındaki bir
mevkie verilen Akabe adına bölgenin başka yerlerinde de rastlanmaktadır. Aynı
adı taşıyan birçok yer bulunmasına rağmen Akabe denince ilk defa bu meşhur
ahitleşme ve anlaşmaların yapıldığı mevkî hatıra gelmektedir.
İslâm'ı çeşitli kabile ve gruplara anlatmağa çalışan Resulullah (a.s)
özellikle Hac mevsiminde Mekke'ye gelen kabileler arasında dolaşıyor ve onlara
bu yeni mesajı iletmeye uğraşıyordu. Bu hac mevsimlerinin birinde Yesrib
(Medine)'den gelen ve bu şehirde yaşayan iki Arap kabilesinden biri olan Hazrec
kabîlesine mensup bazı kimselerle karşılaşan Hz. Peygamber, onları İslâm'a
davet etti. Peygamberliğinin on birinci yılında onun bu çağrısına adı geçen
kabileden altı kişi icabet edip, büyük bir samimiyetle bu yeni dine sarıldılar.
Zira yıllardır Yesrib'teki diğer Arap kabilesiyle aralarında sürüp gitmekte
olan Buas savaşlarından bezmiş olduklarından bu yeni dinin aralarında bir barış
ortamı oluşturacağını ümit ediyorlardı. Yesrib'e geri döndüklerinde bu olaydan
ve yeni dinlerinden kardeş kabîle Evs'e bahsedip onları da İslâm'a davet
edeceklerine ve gelecek yıl yine Hacc mevsiminde ayni yerde Resulullah'la
buluşacaklarına dair söz verip ayrıldılar.
Medine'de yaşayan bu iki kabîlenin dışında ayrıca üç Yahûdi kabîlesi daha
bulunuyordu. Bunlar müşrik Arapları dinlerinden ve putperestlik anlayışlarından
dolayı hep hor görüyorlardı. Yahûdiler ellerindeki Tevrat'a, ayrıca
âlimlerinden ve atalarından işitip durduklarına göre yakında bu bölgede zuhur
edecek bir peygambere iman edeceklerini ve bu peygamberin desteğiyle
putperestliğe son vererek Arapları ortadan kaldıracaklarını söyleyip duruyorlardı.
Yahûdilerin bu sözleri Yesrib'li Evs ve Hazrec kabilelerinin zihninde yer
etmişti. Hz. Peygamber (as) ile Akabe'de görüşünce, Yahûdilerden önce davranıp
bu peygamberin yanında yer almakta hiç tereddüt etmediler. Bu ilk Müslüman
Yesribliler Resulullah'a iman ederek şöyle dediler:
-"Kavmimiz çok zor günler yaşıyor, hiç iyi bir durumda değiliz.
Yıllardır süren çatışmalar aramızda sonu gelmez bir anlaşmazlığa sebep oldu. Bu
yeni dinin bizleri bir araya getireceğine ve bizleri barıştırıp
kaynaştıracağına inanıyoruz." Gerçekten Yesribliler Buas savaşlarının
artık son bulmasını istiyorlardı. Hz. Peygambere iman eden Hazrecliler şu
kişilerden ibaretti: Es'ad b. Zurâre, Avf b. Hâris, Râfi' b. Mâlik, Ukbe b.
Âmir, Kutba b. Âmir ve Câbir b. Abdullah b. Riab. Bunlardan ilk ikisi Neccar
oğullarına mensup idi.[193]
İslâm'a gönül veren bu ilk Medineli Müslümanlar memleketlerine geri
dönerek bütün güçleriyle bu yeni dini tanıtmaya ve akrabalarının da iman
etmelerini temine çalıştılar. Bu küçük grubun Yesribliler üzerinde büyük
etkileri oldu. Evs ve Hazrec'ten bir çok kimse bunların aracılığıyla İslâm’a
girdi. Özellikle Resulullahın dayılarından olan Neccar oğullarına mensup Es'ad
b. Zurâre ile Avf b. Hâris Müslümanlıklarını asla gizlemeksizin büyük bir
gayretle insanları İslâm’a davet ettiler. Gerçekten İslâm akîdesi Yesrib de
yıllardır süren savaşların sona ermesinde büyük bir etken oldu. Düşmanlıklar
sona erdi ve insanlar Allah’ın rahmeti sâyesinde kısa zamanda kardeşler
oluverdiler. Ertesi yıl yani peygamberliğin on ikinci yılında yine Hac
mevsiminde Mekke'ye gelen Yesrib'li on iki kişi Akabe mevkiinde Resulullah (as)
ile geceleyin gizlice buluştular. Bunlardan altısı bir önceki yıl Müslüman olan
kişilerdi. Birinci Akabe Bey'ati adı verilen bu bey'atta bulunan sahâbelerden Ubâde
b. es-Sâmit, hadiseyi şöyle anlatır:
-"Refahta olduğu kadar sıkıntıda, sevinçte olduğu kadar üzüntüde de
onu destekleyecek ve her konuda emirlerine itaat edeceğimize, Resulullahı kendi
nefislerimizden aziz tutup, durum ne olursa olsun ona muhalefet etmeyeceğimize,
Allah yolunda hiç bir kınayıcının kınamasından korkmayacağımıza, Allah'a asla
şirk koşmayacağımıza, hırsızlık ve zina yapmayacağımıza, çocuklarımızı
öldürmeyeceğimize, kendiliğimizden uyduracağımız yalan ve dolanlarla hiç
kimseye iftirada bulunmayacağımıza, hiç bir hayırlı işte Resulullaha muhalefet
etmeyeceğimize dair bey'at ettik. Ayrıca bizden birinin verdiği sözünde
durmasına karşılık onun ecir ve mükâfâtının Allah'a ait olduğuna ve ona Cennet
nimetinin verileceğine; kim insanlık haliyle bunlardan birini işler de ondan
dolayı dünyada cezaya çarptırılırsa bunun ona kefâret olacağına; kim de yine
bunlardan birini işler de işlediği o suçu Allah açığa vurmazsa onun işinin
Allah'a kalacağına; Allah’ın dilerse onu bağışlayıp dilerse azaba uğratacağına
dair Resulullahın bize bildirdiği hususlara sadık kalacağımıza da söz
verdik."[194]
Bu birinci Akabe Bey'atina katılan oni ki kişiden altısı bir önceki yıl
iman eden kimselerdi. Diğer altısı ise Muaz b. Hâris, Zekvân b. Kays, Ubâde b.
es-Sâmit, Yezid b. Sa'lebe, Abbâs b. Ubâde ve Ebu'l-Heysem Mâlik b. Teyyihan
idiler. Bazı kaynaklarda bir önceki yıl Resulullah ile tanışan altı kişiden
biri olan Câbir b. Abdullah yerine Uveym b. Saide'nin birinci Akabe Bey'atında
bulunduğu ifade edilir.
Medineliler, Hacdan geri dönerlerken, yanlarında, İslâm’ı öğretmek üzere
Resulullah tarafından tayin edilen Mus'ab b. Umeyr'i götürdüler. Kısa surede
Medine-i Münevvere'de İslâmiyet hızla yayıldı. Mus'ab b. Umeyr, Resûlullahı
Medine'deki her hareketten haberdar ediyordu. Kısa zamanda Evs ve Hazrec
kabilesinin bütün evleri İslâm'ın nuruyla aydınlanmaya başladı. Artık Medine,
bir İslâm devletinin doğuşuna hazır hâle gelmişti. Mus'ab b. Umeyr'in gayret ve
etkisiyle Yesrib'in ileri gelenlerinden Sa'd b. Muaz ve Useyd b. Hudayr
Müslüman oldular. Bu iki büyük reisin İslâm’a girmesiyle İslâm, Medine'de bir
hayli kabul gördü. Bunun üzerine Medineliler Hz. Peygamberi şehirlerine dâvet
etmeye karar verdiler.[195]
Birinci Akabe Bey'atından bir yıl sonra Medineliler yeniden Hac için
Mekke'ye geldiler. İçlerinde ikisi kadın yetmiş beş Müslüman vardı. Allah
Resûlünün bu defa onlarla ilgi kurması İslâm’ın tebliğinden ibaret değildi. Çok
önemli kararlar arifesindeydiler. Buluşma yeri yine Akabe mevkii oldu. Buluşma
gizli yapılacak ve hiç kimseye haber sızdırılmayacaktı. Gece yarısına doğru,
Medineliler, gayet tedbirli hareket ederek kararlaştırılan yerde toplandılar.
Resûl-i Ekrem Akabe'ye bu defa amcası Abbâs ile birlikte geldi. Abbâs
henüz ya Müslüman olmamış, yahut Müslümanlığını gizliyor, ancak yeğenini himaye
ediyordu. Böylesi bir toplantıda bulunmayı bir aile borcu kabul etmişti.
Toplantıda ilk sözü Hz. Abbâs aldı:
-"Ey Hazrecliler, Muhammed (as)'ın aramızdaki mevkii bildiğiniz
gibidir. Biz, onu düşmanlarından koruduk ve koruyacağız. Kendisi burada,
ailesinin yanında, nezrimizde izzet ve ikrâm içindedir. Fakat sizinle bir
antlaşma yapmak ve size katılmak istiyor. Ona verdiğiniz sözü tutmak, kendisine
muhalefet edenlere karşı gelmek hususunda azminiz kuvvetli ve sağlam ise buna
bir diyecek yoktur. Fakat onu ele verecek, yanınıza geldikten sonra yalnız
başına bırakacaksanız, bunu şimdiden söyleyiniz ve onu kendi haline bırakınız."
Medineli Müslümanların cevabı şöyle oldu:
-"Dediklerinizi dinledik. Ey Allah’ın resulü, siz söyleyin! Kendiniz
adına, Allah adına istediğiniz andı bizden alınız. Biz hazırız."
Resulullah Hz. Muhammed (a.s) Kur'an-ı Kerim'den bazı ayetler okuduktan
sonra şöyle buyurdular:
-"Kadınlarınızı ve çocuklarınızı nasıl koruyorsanız, beni de öylece
korumak üzere size elimi veriyorum"
Elini ilk uzatan, Berâ b. Ma'rur oldu. O, şöyle dedi:
-"Bey'at ettik ya Resulullah, seni Hak dinle gönderen Allah'a yemin
ederiz ki kendimizi, çocuk ve hanımlarımızı koruduğumuz gibi seni de koruyacak
ve savunacağız. Biz, zaten harp içinde yoğrulmuş kimseleriz. Zırha alışkınız.
Bu, bize atalar mirasıdır."
Bera'dan sonra söz alan Ebu'l Heysem de:
-"Ya Resulullah, dedi. Bizim Yahudilerle bir takım bağlantılarımız
vardır. Bu bağlantıları keseceğiz. Biz bunu yaptıktan sonra siz de Allah’ın
inâyetiyle muvaffak olunca bizi bırakıp kendi kavminizin yanına döner misiniz?"
Resulullah (as) gülümsediler ve dediler ki:
-"Kanım sizin kanınızdır. Siz bendensiniz, ben de sizdenim. Kiminle
dövüşürseniz" ben sizin yanınızdayım. Kiminle barış yaparsanız, ben de
onunla barış yaparım. "
Resulullah (as)'ın bu sözlerini duyan herkes, bey'at etmek üzere elini
uzatıyordu. Bu sırada Abbâs b. Ubâde ortaya atılarak şunu söyledi:
-"Hazrecliler! Bu zata niçin bey'at ettiğinizi biliyor musunuz? Ona
bey'atla insanların kırmızısına ve siyahına, yani Arap ve Arap olmayana karşı
savaşa hazır olmayı kabul etmiş oluyorsunuz. Bir felâkete uğradığınız ve
ulularınızın maktul düştüğünü gördüğünüz zaman onu yalnız başına bırakacaksanız
şimdiden bırakınız. Bu, daha doğru olur. Yoksa dünyada ve ahirette rüsva
olursunuz. Fakat ona verdiğiniz sözü tutacak, malca felâkete uğramayı,
büyüklerinizin ölümüyle karşılaşmayı göze alacaksanız, bunu yapınız. Çünkü
dünya ve ahiret hayrı bundadır."
Hepsi kabul ettiler ve sordular:
- "Ey Allah'ın Resulü, buna karşılık bize ne vaad ediyorsunuz?
Resulullah:
-"Cennet" dedi.[196]
Bey'at kısa zamanda tamamlandı. Hepsi de darlıkta ve genişlikte her
halükarda itaate, sözün ancak doğrusunu söylemeye ve Allah yolunda hiç bir
kınayıcının kınamasından korkmamaya söz verdiler.
Bey'attan sonra Resulullah (as), Hazrec'den dokuz, Evs'den üç kişi olmak
üzere on iki nakıb seçtiler. Es'ad b. Zurâre de hepsinin başı ve emiri seçildi.
Bunlardan her biri bir kabîlenin reisi idiler. Bunun anlamı, on iki kabilenin
İslâmiyet’i kabul etmesiydi.
Bey'at gece karanlığında tenhada ve gizlilik içinde yapılmıştı. Fakat
bey'atın bitiminde bir çığlık karanlığın perdesini yırttı:
-"Ey Kureyş, Muhammed ile atalarının dininden çıkanlar, sizinle
dövüşmek için antlaşma yaptılar!.."
Fakat Müslümanların artık kimseden çekindikleri yoktu. Bu sesi duyar
duymaz Abbas b. Ubâde şöyle dedi:
-"Ya Resulullah, seni hak ile gönderen Allah'a yemin ederim ki
istersen sabah olur olmaz kılıçlarımızı kınından sıyırır üzerlerine saldırırız."
Resulullah (as) ise şöyle buyurdular:
-"Hayır... Bize savaş izni daha verilmiş değildir. Şimdilik hepiniz
yerlerinize dönünüz."[197]
İslâm’a teslim olup Resulullaha tam anlamıyla bey'at eden bu ilk Müslüman
kitle için emre itaat mutlak idi. Akabe'deki bu toplantı dağıldı ve herkes yerine
döndü. Sabah olunca Kureyşli müşrikler bu bey'attan haberdar olmuşlardı.
Müşrikler bu anlaşmanın mahiyetini araştırmağa başladılar. Fakat henüz Müslüman
olmamış olan Yesribliler'in Hz. Peygamber ile anlaşmalarına bir türlü anlam
veremiyorlardı. Mekkeli müşrikler bu gizli anlaşma hakkında bir bilgi alamadan
Yesrib'li Müslümanlar şehri terk etmişlerdi .
İslâm devletinin kurulmasında önemli bir dönüm noktası olan ikinci Akabe
bey'atına, Resulullahın savaş ve barışta korunacağına dair prensiplerin tespit
edildiği ve kararların alındığı bir bey'at olmasından dolayı, "Bey'atü'l-Harb" adı verilir. İkinci Akabe
bey'at'inin gerçekleşmesiyle İslâm tarihinde yeni bir dönem başlıyor ve o gün
İslâm devletinin temeli atılmış oluyordu.[198]
Hicret: Bir yerden başka bir yere
göç etmek.Hz. Peygamber (as) ve ashabının İslam devletini kurmak üzere
Mekke'den Medine'ye göç etmeleri.
Resûlullah Mekke'de tebliğ görevini sürdürürken Kureyşliler de
inkarlarında diretiyorlardı. Peygamberimiz tebliğ görevini Mekke'nin dışına
taşırmak istiyordu. Bu nedenle Taif'e gitti. Taifeliler de Kureyşliler gibi
inkârcılıkta direnmişler ve Peygamberimizi taşa tutmuşlardı. Peygamberimiz
onların bu cahilce hareketleri karşısında yılmamıştır. Özellikle hac mevsiminde
Mekke dışından gelen insanlarla görüşüyor onlara İslâm’ı anlatıyordu.
Peygamberimiz bir gün Akâbe mevkiinde Medineli altı kişi ile karşılaştı. Onlara
Kur'an okudu ve İslâm’a davet etti. Medineliler Peygamberimizle konuştuktan
sonra durumu kendi aralarında değerlendirdiler.
-"Yahûdilerin geleceğini bildikleri ve kendisiyle bizi korkuttukları
Peygamber bu olmasın" dediler. Yahûdilerden önce Müslüman olmanın gereğine
inanıp Müslüman oldular.
Medine'de bulunan Yahudiler bir Peygamberin geleceğini biliyorlardı. Medinelilerle
araları açılan Yahudiler onlara "Bir Peygamber gönderilmek üzeredir. O
Peygamber gelince biz ona tabi olacağız, İrem ve Âd kavimleri gibi sizin
kökünüzü kazıyacağız" diyorlardı.
Akabe'de Müslüman olan Medineliler memleketlerine gittiklerinde bu durumu
yakınlarına aktardıktan bir yıl sonra, daha önceki Müslümanlarla birlikte on
iki kişilik bir topluluk Hac için Mekke'ye geldi. Bunlar Peygamberimizle
görüştü ve "hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocukları öldürmemek, iftira
etmemek, Allah ve Resûlüne muhalefette bulunmamak hususunda"
Peygamberimize söz verip bey'at ettiler.
Peygamberliğin on üçüncü yılında Medineli Müslümanlardan yetmiş iki
kişilik bir grup hac için Mekke'ye geldiler. Peygamberimizle Akabe mevkiinde
görüşmek üzere toplandılar.
Hz. Peygamber (as), amcası Abbas'la birlikte Akabe'ye geldi. Abbas henüz
Müslüman olmamıştı. Ebu Talib'in vefatından sonra peygamberimizle daha çok
ilgilenmeye başlamıştı. Bu ilgi kabile bağından ileriye gitmiyordu. Toplantıda
ilk konuşmayı Abbâs yaptı;
-"Ey Hazrec topluluğu, bu benim kardeşimin oğludur. Benim yanımda
insanların en sevgilisidir. Siz onu tasdik ediyor onun getirdiklerine inanıyor
ve kendisini alıp götürmek istiyorsanız, sizden bu hususta beni tatmin edici
bir söz almak isterim. Siz ona vereceğiniz sözü yerine getirebilecek ve
kendisini muhaliflerinden koruyabilecek misiniz? Bunu gereği gibi yaparsanız ne
iyi; yok eğer Mekke'den çıktıktan sonra kendisini yardımsız bırakacak rüsva
edecekseniz şimdiden bu işten vazgeçiniz, onu birikimi. Yine kavmi arasında ve
yurdunda izzet ve şerefiyle korunmuş olarak yaşasın."[199]
Hz. Abbas'tan sonra Hz. Peygamber (as) konuştu. Bundan sonra Medineli
Müslümanlar düşüncelerini şöylece açıkladılar:
-"Allah'tan getirdiklerine bilerek ve inanarak sana bey'at ediyoruz.
Biz, Rabbimize bey'at ediyoruz Allah'ın kudret eli ellerimizin üzerindedir.
Kendimizi, oğullarımızı, kadınlarımızı esirgeyip koruduğumuz şeylerden seni de,
esirgeyip koruyacağız. Eğer bu ahdimizi bozarsak, Allah’ın ahdini bozan,
yaramaz, bedbaht insanlar olalım. Ya Resûlullah! Biz ahdimizde Sadığız".
Peygamberimiz iki şart ileri sürdü,
-"Rabbim için şartım: O'na hiç bir şeyi ortak koşmamanız yalnız O'na
ibadet etmeniz, kendinizi, çocuklarınızı, kadınlarınızı esirgeyip koruduğunuz
şeylerden, beni de esirgeyip korumanızdır" buyurdu.
Medineliler:
-"Böyle yaptığımız zaman bizim için ne var" dediler.
Allah Resûlü de:
-"Cennet var" buyurdular.
Medineliler,
"Bu kârlı alış veriştir" deyip Allah Resûlüne bey'at ettiler.[200]
Mekke müşrikleri Akabe bey'atlarıyla ilgili haberi alınca Allah Resûlünü
Mekke dışına çıkarmamak için önlemler almaya başladılar. Bir müddet sonra
Peygamberimiz Müslümanların Medine'ye hicret etmelerine izin verdi. İlk olarak
Cahş oğulları hicret ettiler. Bunlardan sonra Hz. Ömer hicret için önce
silahını kuşandı, Kâbe'yi tavaf etti. Çevrede bulunan müşriklere de hicret
etmekte olduğunu bildirdi.
-"Anasını ağlatmak karısını dul bırakmak isteyen varsa beni
izlesin" diyerek büyük bir grup sahabe ile birlikte hicret etti."
Hz. Ömer'den sonra Hz. Hamza ve diğer Müslümanlar hicret ettiler.
Hz. Ebû Bekir de hicret etmek istiyordu ancak, Peygamberimiz ona
"acele etme, belki Allah sana bir arkadaş bulur" diyerek beklemesini
söyledi. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir iki deve satın alıp, hicret edeceği günü
beklemeye başladı.
Kureyşliler Müslümanların Medine'de tutunduklarını görünce telaşa
düştüler. Peygamberimizin hicretine engel olabilmek için Darü'n-Nedvede
toplandılar. Çeşitli fikirler ve düşünceler ileri sürerek sonuçta Ebû Cehil'in
düşüncesinde karar kıldılar.
Ebu Cehil, her kabileden bir delikanlının seçilmesini, bunların hep
birlikte Peygamberimizi öldürmelerini teklif etti. Böylece Abdi Menaf
oğullarının bütün kabilelerle çarpışamayacağını, kan davasından
vazgeçeceklerini bildirdi.
Onlar bu tip hileler düşünürlerken Peygamberimiz Hz. Ebû Bekir'in evine
vardı. Allah’ın kendilerine hicret iznini verdiğini bildirerek yol
hazırlıklarına başlanıldı. Mekkelilere ait bazı emanetlerin sahiplerine teslim
edilmesi ve müşrikleri yanıltmak amacıyla Hz. Ali'ye Peygamberimizin evinde
kalması emredildi.
Gecenin geç vaktinde müşrikler Peygamberimizin evini kuşattılar. Allah
Resûlü Kur'ân okuyarak Allah'a sığınmış böylece müşriklerin arasından
görünmeden geçmiştir. Bir müddet sonra müşrikler Peygamberimizin yatağında
yatanın Hz. Ali olduğunu görünce hayrete düşmüş ve tuzaklarının boşa gittiğini
anlamışlardır.
Resûlullah (as) Hz. Ebu Bekir'le birlikte Sevr Dağı'na doğru yol alıp
Hira mağarasına gizlendiler. Bu dağ Medine tarafında değil, Cidde tarafında
Mekke'nin kuzey batısında yer alıyordu. Müşrikleri şaşırtmak için de böyle bir
yola başvurulmuştu.
Müşrikler Hz. Ali'yi ve Hz. Ebû Bekir'in kızı Esma'yı sıkıştırmış fakat
bir şey öğrenememişlerdir. İz sürenleri yanlarına aldılar; dağ, tepe demeden
her tarafı aradılar. Bir ara mağaranın ağzına kadar geldiler, mağaranın önüne
bir güvercinin hemen Rasûlullahın oraya girmesinden sonra yuva yaptığını,
örümceğin ağ örttüğünü görünce Allah Resulünün mağarada gizlenmesinin mümkün
olabileceğini düşünemediler. Elleri boş olarak geri döndüler.
Hz. Peygamber (as) ile Hz. Ebu Bekir bu mağarada üç gün kaldılar. Hz. Ebu
Bekir'in oğlu Abdullah ve kızı Esma onlara yemek taşıdılar. Hz. Ebu Bekir'in
çobanı da koyunlarını Abdullah'ın geçtiği yerlere sürerek izlerini silmeye
çalıştı. Yol Kılavuzu Uraykıt Peygamberimiz ve Hz. Ebubekir'in bineceği
develeri getirdi. Peygamberimiz devenin ücretini Ebu Bekir'e ödeyerek yola
koyuldular. Yolculukta geceleri yol alıyor, gündüzleri gizleniyorlardı.
Kureyşliler, Peygamberimizi bütün uğraşlarına rağmen bulamayınca şaşkına
döndüler. Onu bulana yüz deve vereceklerini vadettiler. Bu ödül herkesi
heyecanlandırdı. Yüz deveye sahip olabilme ümidiyle her tarafı aramaya
başladılar. Her yöne haberciler gönderildi. Bu habercilerden birisi de
Süraka'nın yurduna gelmişti. Onlar da Allah Resûlünü bulabilmek ve yüz deveye
sahip olabilmek için fırsat kolluyorlardı. Bir gün adamın birisi üç kişilik bir
yolcu kabilesinin gitmekte olduğunu gördü. Bunu bir toplulukta anlattı. Süraka
uyanık bir kimse idi. Adamı yanıltmak ve sözü kesmek için onlar falancalardır
dedi. Adam da kesin bir şey bilmediğinden susmak zorunda kaldı. Bunun üzerine
Süraka evine geldi. Atını ve oklarını hazırladı. Belirtilen yöne doğru hızla
yol almaya başladı. Süraka kısa bir müddet sonra Peygamberimiz ve Hz. Ebû
Bekir'e yetişti. Onlara,
"Bugün seni benden kim kurtarabilir" diye bağırdı.
Peygamberimizin duasıyla Süraka'nın atının ön ayakları kuma gömüldü. Böylece
Allah bu kutsi Medine yolculuğunda Resûlünü yalnız bırakmamış ve onu
tehlikelere karşı bir kez daha korumuştu.
Atının kuma gömülmesi sonucunda gerçeği anlayan Süraka affını rica etti.
Peygamberimiz de ona dua ederek affetti. Süraka minnet altında kalmak
istemiyordu. Peygamberimize ikramda bulunmak istiyordu. Peygamberimiz de onun
hiç bir ikramını kabul etmek istemedi. İkramının kabul edilebilmesi için
Müslüman olmasının gerektiğini öğrendi ve Müslüman oldu.[201]
Kureyş'in vadettiği yüz deveye sahip olmak isteyenlerden birisi de Büreyd
idi. O da kendi kabilesinden yetmiş atlı ile yola çıkmış, Peygamberimize
yetişmişti. Ancak bütün gayretlerine rağmen muvaffak olamamış sonuçta Büreyd'e
İslâm tebliğ edildi. Büreyd ve yanındakiler Müslüman oldular. Büreyd,
peygamberimizin Medine'ye bayraksız girmesinin uygun olmayacağını düşünerek,
başından sarığını çıkardı, mızrağının ucuna bağladı, böylece Medine'ye kadar
Peygamberimizin bayraktarlığını yapmış oldu.
Peygamberimizin Mekke'den çıktığını duyan Medine'deki Müslümanlar yolları
gözlüyorlardı. Her gün güneşin doğumundan önce Harra mevkiine çıkıyorlar, sıcak
bastırıncaya kadar bekliyorlardı. Bir gün Yahudi'nin birisi bir işiyle ilgili
olarak yüksek bir kuleye çıkıp etrafı gözetlemeye başlamıştı. Peygamberimizin
ve arkadaşlarının gelmekte olduğunu gördü. Kendisini tutamayarak heyecanla,
"Ey Arap topluluğu! İşte nasibiniz, devletliniz, beklediğiniz ulu
kişiniz geliyor" diyerek Resûlullahın geldiğini onlara haber verdi.
Medineliler yollara dökülüp Peygamberimizi karşıladılar. Peygamberimiz
burada bir müddet kaldı ve Küba Mescidi'ni inşa ettirdi. Hz. Ali de Kuba'da
Resûlullaha yetişti.
Süheyb b. Sinan da hicret etmek için yola çıkmıştı. Kureyşliler onun
yolunu çevirdiler, göndermek istemediler. Süheyb, biriktirdiği bütün serveti
Kureyşlilere bırakmak şartıyla yoluna devam etti.
Peygamberimiz bir kaç gün sonra Medine'ye hareket etti. Hareketinden önce
Neccâr oğullarına kendisini Medine'ye götürmeleri için haber gönderdiği de
rivayet edilmektedir. Abdulmuttalib'in annesi Neccar oğullarının kızıydı.
Dolayısıyla Neccar oğulları Abdulmuttalib'in dayıları oluyordu.
Neccar oğulları Peygamberimizi Medine'ye götürdüler. Halk Peygamberimizi
ağırlamak için can atıyordu. Allah Resûlü hiç kimseyi kırmak istemiyordu.
-"Devenin yolunu açınız. Nereye çökeceği ona buyrulmuştur"
diyordu. Deve boş bir araziye çöktü. Peygamberimiz bu araziye akrabalarından
kimin evinin yakın olduğunu sordu. Böylece Neccar oğullarından Ebu Eyyûb
El-Ensâri'nin evine misafir oldu.
Hz. Peygamber (as)'ın Medine'ye gelişi Medineli müminleri büyük bir
sevince boğdu.
Bütün müminler, evlerinin damına çıkmış; gençler ve hizmetçiler yollara
dökülmüşler,
-"Yâ Resûlullah! Yâ Muhammed! Yâ Resûlullah!" diyerek
bağırıyorlardı.[202]
Çocuklar ve hizmetçiler, yollarda ve damlarda,
-"Resûlullah geldi! Allahû ekber! Muhammed geldi! Allahû ekber!
Muhammed geldi! Allahu ekber, Muhammed geldi! diyorlar, Habeşliler de,
sevinçlerinden kılıç kalkan oynuyorlardı."
Kadınlar ve çocuklar, hep bir ağızdan:
-"Vedâ tepelerinden dolunay doğdu bize! Allah'a yalvaran oldukça,
şükür etmek gerekir halimize, Ey bize gönderilen Peygamber! Sen boyun eğmemiz
gereken bir emir ile geldin bize" diye şiirler okuyorlardı.[203]
Berâ' b. Âzib:
-"Peygamber (as) Medine'ye gelince, Medinelilerin Resûlullah'a
sevindikleri kadar hiç bir şeye sevindiklerini görmedim" demiştir.
Enes b. Mâlik de:
-"Ben, Resûlullahın Medine'ye girdiği günden daha güzel, daha parlak
bir gün görmedim" der.[204]
Resûlullah Medine'ye varınca müminlerin her biri kendi evinde ağırlamak
istediler ve bu konuda yarışırcasına hareket ettiler. Resûlullahı misafir
edebilmek için devesinin önüne geçiyorlardı. Efendimiz onlara,
-"Devenin yolunu açınız! Nereye çökeceği ona emir
buyurulmuştur" diyordu.[205]
17-Mekke Dönemin Özeti
Mekke Cahiliye ortamında Hz. İbrahim'in soyundan gelen ve onun Hanif
dinini takip eden bir aileden doğan Hz. Muhammed'in, kırk yaşında putperest
toplumu gerçek dine davet etmesi için peygamberlikle görevlendirilmesiyle
birlikte ona inanan ve inanmayan insanların 13 yıl boyunca kendi dinlerinin
savaşımını verdikleri ve nihayet azınlık-güçsüz Müslümanların kendi yurtları
olan Mekke'den Medine'ye hicret etmeleriyle kapanan bir dönemin adı; Miladî
610-623 yılları arasında geçen İslâmî tebliğin ilk dönemi. Mekke döneminin
sonu, aynı zamanda Hicrî yılın başlangıcıdır.
Hz. Muhammed'in peygamberlikten önceki hayatı Mekke Dönemi içerisinde
değerlendirilmez; Mekke Dönemi Hz. Peygamber'in peygamberliğiyle başlar.
Toplumunun cahilî yaşantısından uzak kalmak ve gerçeği düşünmek için yılın
belli dönemlerinde şehirden uzaklaşan peygamberimiz yine böyle bir durumda Hıra
Mağarasında iken Cebrail (a.s.)'ın okuduğu,
7§Õ Ü Ç
¤å¡ß æb ¤ã¡üa Õ Ü 7 Õ Ü
ô© £Ûa Ù¡£2 ¡á¤b¡2 ¤a ¤Ó¡a
"Oku, Rabbinin adıyla oku. O, insanı bir kan
pıhtısından yarattı... "[206]
diye başlayan Alâk suresinin ilk ayetlerini dinledi ve peygamberlikle görevlendirildi.
Daha önce bir kitap verilmemiş putperest bir topluma kendisine gelen bu gerçeği
anlatma görevi ile görevlendirildi. Kendisi o toplumda sevilen, güvenilen, asil
ve emin biriydi. Ona, "güvenilen Muhammed" anlamına gelen "Muhammedül Emin" deniyordu. En değerli
emanetler başkasına değil ona bırakılıyordu. Eşi Hz. Hatice Hz. Peygamber'in
karşılaştığı bu durumu amcası Varaka b. Nevfel'e anlattı. İlâhî kitaplardan
haberdar olan Varaka;
-"Ona gelen, daha önceki peygamberlere gelen Cibril-i Emindir, O
peygamberdir. Keşke kavmi onu bu şehirden çıkardığı zaman hayatta olsam da ona
yardım etsem" dedi. Varaka'nın söylediği aynen gerçekleşti. Daha sonra
peygamberimiz (a.s), Mekke'den çıkarıldı.
=¤¡£è À Ï
Ù 2b î¡q ë =¤¡£j Ø Ï
Ù £2 ë =¤¡¤ã b Ï ¤á¢Ó
=¢¡£q £¢à¤Ûa b 袣í a ¬b í
"Ey
örtüsüne bürünen! Kalk (toplumunu) korkut; Rabbini büyük bil, elbiseni de temiz
tut"[207] ayetleriyle birlikte Hz.
Muhammed'in zorlu "Mekke Dönemi" başladı.
Hz. Peygamber önce en yakın çevresini uyardı. Kendisine ilk inananlar; hanımı
Hatice, kendi evinde kalan yeğeni Ali, azadlısı Zeyd, yakın arkadaşları Ebû
Bekir, Osman, Talha.... oldu. Çevresinde toplanan bu müslümanlar da ona
yardımcı olarak, herkes kendi güvendiği yakın çevresini yeni dinle tanıştırdı.
Kendisine dinin ulaştırıldığı insanlardan temiz yaratılışlılar, zulme,
haksızlığa, ahlâksızlığa karşı olanlar bu dine inanıyor; yerleşik düzenin
nimetlerinden aşırı yararlanan hırslı, zalim, merhametsiz, ahlâken zayıf Mekke
ileri gelenleri bu dine düşman oluyorlardı. Çünkü bu yeni din onların düzenini
temelden değiştirmek için gelmişti.
Onlar, dua etmek istedikleri zaman hiçbir şey duymayan, görmeyen,
kendisine bile yararı dokunmayan, elleriyle yonttukları putlara, heykellere el
açarken; yeni gelen din şunu söylüyordu:
-"Her şeyi yaratan, işiten, gören, dua ettiğiniz zaman size yardım
edecek olan tek Allah'a yönelin; o putları terkedin."
Onlar insanları efendi-köle, zengin-fakir, yöneten-yönetilen,
soylu-soysuz, sosyete-normal vatandaş, siyah-beyaz kadın-erkek şeklinde gruplara
bölüp bir kısmım diğerlerine üstün tutarken; yeni din, bütün insanların tek bir
candan yaratıldığını, üstünlüğün ancak kalplerdeki iyilik duygusu ve Allah
korkusuyla elde edilebileceğini ilân ediyordu. Onlar, kız çocuklarını utanç
verici bir leke olarak görürken, yeni din; kadınlara iyi davranılmasını
emrediyordu. Onlar zayıf insanları köleleştirip pazarlarda satarken, kölesini
bir hayvan gibi görür zevki için ona işkence yaparken, yeni din;
-"Köleleriniz kardeşlerinizdir, kendi yediğinizden onlara da
yedirin, giydiğinizden onlara da giydirin; başınıza bir siyah köle bile emir
seçilirse ona itaat edin" diyordu. Kısaca yeni din toplumu her türlü
bağdan kurtarıp, inananlara Allah'ın önünde kardeş olarak secde etmelerini
emrediyordu.
İslâm Mekke'de önceleri gizlice yayıldı. Güvenilir dostlar arasında
konuşuldu ve kendisine bir taban oluşturdu. Bu dönem üç yıl sürdü. Davet gizli
olmasına rağmen bu yeni dinin haberi kulaktan kulağa öyle yayıldı ki Mekke'de
İslâm'ın konuşulmadığı tek ev kalmadı. Hatta Mekke dışına da taştı ve civar
köylerden birinde oturan Ebû Zer el Gıfarî de bu yeni dini duydu ve hemen
Mekke'ye gelerek Hz. Peygamber'i bulup müslüman oldu.
7 åî©ä¡ß¤ªì¢à¤Ûa å¡ß
Ù È j £ma ¡å à¡Û Ù yb ä u
¤¡1¤a ë = åî©2 ¤Ó üa
Ù m î,©' Ç ¤¡¤ã a ë
7 æì¢Ü à¤È m b £à¡ß
¥õô¬© 2 ó©£ã¡a ¤3¢Ô Ï Ú¤ì Ç ¤æ¡b Ï
"Yakın
akrabanı uyar, müminlerin sana tâbi olanlarına himaye kanatlarını indir. Şayet
sana karşı çıkarlarsa onlara şöyle de: Ben sizin yaptıklarınızdan tamamen
uzağım"[208]
ayetleriyle birlikte açık davet dönemi başladı. Hz. Peygamber ailesi olan
Haşimoğullarını bir yemeğe davet etti ve kendisine gelen gerçeği onlara
açıkladı. Ancak müşrikler alay ederek dağılıp gittiler. Hz. Peygamber, başka
bir gün Safâ tepesine çıkarak bütün Mekkelilere toplanmaları için çağrı yaptı.
Toplandıklarında onlara şöyle sordu:
-"Ey Kureyş! Size; Şu
tepenin arkasında bir düşman ordusu var ve hemen üzerinize saldıracak' desem
inanır mısınız?"
Verdikleri cevap:
-"Evet inanırız, çünkü senin yalanını duymadık" oldu.
-"O halde haberiniz olsun ki, ileride büyük bir azap günü
var..."
Topluluktan bir ses yükseldi:
-"Günümüzü zehir ettin! Bizi bunun için mi çağırdın?..." Ve
toplantı yine dağıldı.
Yeni dinle eski din arasında şiddetli bir mücadele başladı. Artık
Mekke'de "Lâ ilâhe illallah"
demek büyük bir suçtu. Aileler parçalandı. Bu mücadele sadece şehirde değil
evlerde de vardı. Baba müşrik, çocuk Müslüman; koca Müslüman, eş müşrik.
Ardından, evden kovulmalar, boşanmalar, evlâtlıktan reddedilmeler, hapsetmeler,
baskılar, dayak, işkenceler başladı. Bu ortamda Peygamber'in önderliğindeki
Müslümanlar, Erkam b. Ebil-Erkam'ın evini kendilerine merkez yaptılar ve
geceleri orada buluşmaya başladılar. Orada yeni din öğreniliyor; yeni gelen
ayetler ezberleniyor; namaz kılınıyor; evinden kovulan, aç kalan, işkenceye
uğrayan müslümanlara kanat geriliyordu. Ama en çok da sabır öğretiliyordu.
Çünkü bir günlük değildi işkence.
Yeni dinin egemen olması halinde eski konumlarını yitireceklerini iyi
bilen Mekke eşrafı bu gidişe dur demek için yeni taktikler geliştiriyordu. Önce
alay ettiler;
-"Bizim gibi soylu, zengin kişiler varken Allah buna mı vahiy
verdi" dediler. Ardından, alay ve eğlenceye rağmen Müslümanların sayısında
artış olduğunu görünce iftiraya başladılar:
-"Bunun söylediği şiirdir, bu adam şâirdir, kâhinlik yapıyor. Buna
bir şeyler öğreten vardır; ondan aldığı bilgileri bize aktarıyor; Aslında bunun
söyledikleri Yahudi ve Hıristiyan din adamlarından öğrenilmiş
bilgilerdir."
İftiralarına aslında kendileri de inanmıyorlardı. Çünkü onlar, Muhammed'i
çok iyi tanıyor ve onun şâir, kâhin, nakilci olmadığını biliyorlardı. Bunu
herkes bildiği için de İslâm'ın yayılışı devam etti ve kendi adamlarından bir
kısmı daha Müslümanların safına katıldı.
Mekke'nin parlamento binası durumundaki Darün Nedve'de toplanan Mekke
büyükleri yeni politikalar ürettiler ve Hz. Peygamber'e geldiler. Barış
görüşmeleri yapmak için teklifleri kendilerince cazipti:
-"Ya Muhammed, senin derdin ne? Toplumumuzu darmadağın ettin. Eğer
zenginlik istiyorsan, sana istediğin kadar mal toplayalım. Amacın yönetici
olmaksa, seni kendimize önder yapalım, kral seçelim. Kadın istersen Mekke'nin
en güzel kızlarını sana verelim. Bu işten vazgeç, istediğini verelim. Ama Hz.
Peygamber onlara karşı net bir tavırla şöyle buyurdu: Değil onları, bir elime
ay'ı diğer elime güneşi verseniz ben bu davadan asla vazgeçmem. Çünkü ben bunu
kendi isteğimle, arzuma göre yapmıyorum. Bunu Allah istiyor" Müşrikler
yeğenini ikna etsin diye araya amcası Ebû Tâlib'i koydular. O da aynı teklifle
geldi; ama karar kesindi.
Mekke yöneticileri Ebû Tâlib'e bir uyarı yaptılar:
-"Bundan sonra Muhammed'i himaye etmekten vazgeç, onunla aramızdan
çekil." Ama Ebû Tâlib akrabalık bağlarını korumakta kararlı idi:
-"Sen işine bak oğlum. Ben hayatta olduğum sürece sana kimse hiç bir
zarar veremez." Ebû Tâlib iyi niyetli idi, ama Müslümanların tamamını
korumaya onun gücü yetmiyordu. Üstelik müslüman da olmamıştı. Müslümanlar,
Peygamberimizin amcası Hz. Hamza ve bir müddet sonra da Hz. Ömer'in müslüman
olmasıyla biraz daha güçlendiler. Ancak işkence sürüyordu.
Kabilesi veya kendisi güçlü olan Müslümanların dışında herkes eziliyordu.
Özellikle : köleler; bunlardan bir aile, Yâsir ailesi İslâm'ın ilk şehitleri
oluyordu. Hz. Peygamber Müslümanların bu işkencelerden kurtulabilmesi için
Mekke'yi terketmelerine izin verdi ve onları,
"Orada bir hükümdar var, kimseye haksızlık ettirmez; orası emin bir
yerdir. Allah başka bir kapı açıncaya kadar oraya gidin" diyerek
Habeşistan'a gönderdi. Ve, 11 erkek dört kadın Habeşistan'a göç ettiler. Ancak
göçe katılanlar daha ziyade güçlü müslümanlardı. Amaç, Müslümanlara iyi bir üs
hazırlamak ve İslâm'ı yaymaktı. Habeşistan'a hicret edenlerin orada iyi
karşılandıkları haberi Mekke'ye ulaştığında Mekkeliler telâşlandılar. Bu arada bir
söylenti çıkarıldı:
-"Bütün Mekke Müslüman oldu." Bu haber Habeşistan'a ulaşınca
muhacir Müslümanlar geri döndü; ancak Mekke yakınında gerçeği öğrendiklerinde
bir kısmı tekrar Habeşistan'a dönerken bir kısmı da gizlice Mekke'ye girdi.
Bir süre sonra Mekke'den daha büyük bir kafile İkinci Habeşistan
hicretine katıldı. Bunlar yetmiş üç kişi idiler. Mekke müşrikleri İslâm'ın
orada güçlenmesinden endişelenerek gidenleri geri getirmek için hazırladıkları
değerli hediyelerle birlikte iki elçilerini Habeşistan Necaşisine gönderdiler.
Elçiler Necaşinin huzuruna çıktıklarında önce hediyeleri verdiler. Sonra da
isteklerini açıkladılar:
-"Şehrimizden ülkene kaçan bir grup insan var; onları bize geri
vermeni istiyoruz." Necaşi kendisine sığınan insanların görüşünü almadan
evet diyemeyeceğini söyledi ve Müslüman muhacirler saraya çağrıldı.' Orada bir
konuşma yapan Hz. Peygamber'in amcasının oğlu Cafer; kendilerinin köle
olmadıklarını, suçlu olmadıklarını, özgür birer insan olarak buraya
geldiklerini söyledi ve bu elçilerin hangi hakla kendilerini geri götürmek
istediğini sordu. Cafer şöyle konuştu:
"Biz, cehalet içinde yüzen, putlara tapan, güçlünün zayıfı ezdiği
bir topluluktuk.
Cenab-ı Allah aramızda kendisine güvendiğimiz bir peygamber gönderdi. O
bizi tek Allah'a ibadet etmeye çağırdı. Doğru söylemeyi, verdiğimiz sözü
tutmayı, akrabalık bağlarına ve komşuluk haklarına saygı göstermeyi, kötülükten
ve kan dökmekten sakınmayı emretti. Biz de ona ve getirdiklerine inandık. Bu
yüzden halkımız bize düşman oldu; dinimizden döndürmek için işkence yaptı. Biz
de senin ülkene sığındık."
Necâşi'nin, Hz. İsa hakkında ne düşündüklerini sorması üzerine Meryem
Suresinden bir bölüm okudu. Necâşi okunan ayetlerin ilâhî bir kaynaktan
geldiğini anladı ve şöyle dedi:
-"Bu, İsa'nın getirdiği ile aynı kaynaktan geliyor." Kureyşli
elçilere de; "Gidebilirsiniz. Çünkü, Allah'a yemin ederim ki onları size
teslim etmeyeceğim" dedi. Mekkeli elçiler hediyeleri de kabul edilmeyerek
gerisin geriye gönderildi. Habeşistan'a hicret eden bu Müslümanların bir kısmı
Medine'ye hicret'e kadar orada kaldı ve daha sonra Medine'de kurulan İslâm
devletine hicret ederek Medine'ye geldiler.
Mekke yöneticileri uyguladıkları yaptırımlardan sonuç alamadılar. Üstelik
Hz. Hamza, Hz. Ömer gibi güçlü Müslümanlar putları hiçe sayarak açıktan açığa
Kâbe'de namaz kılmaya da başlamışlardı. Nihayet en önemli kararı aldılar:
"Bundan sonra Muhammed'in kabilesi Haşimoğulları ile tüm ilişkiler
kesilecek, onlarla alışveriş yapılmayacak, kız alınıp verilmeyecekti. Bu uygulama
Haşimoğulları Muhammed'i reddetsin veya Muhammed bu peygamberlik iddiasından
vazgeçsin diye başlatılmıştı." Bu sözleşmeyi her kabîlenin reisi imzaladı
ve Kâbe'nin duvarına astılar. Ancak ayrı gibi görünen kabîleler arasında kız
alıp vermelerle yeni akrabalıklar oluştuğu için Haşimoğulları kabîlesi yalnız
kalmadı ve boykotçu kabîlelerin bazı üyeleri gizliden gizliye yardımlarını
sürdürdüler.
Boykot tam olarak uygulanamadı ama Müslümanlar çok zor anlar da
yaşadılar. Öyle ki kurumuş deri parçalarını, ot ve ağaç kabuklarını yemek
zorunda kaldılar. Akrabalık bağlarına çok önem veren Mekkeliler için bu boykot
kararı yüz kızartıcıydı; ama bu bir din savaşıydı ve üst düzey yetkililere göre
yapılmalıydı. Ancak, üç yıl süren bu boykotun Müslümanlarda bir gevşeme meydana
getiremediğini gören müşriklerin bir kısmı zaten istemeyerek katıldıkları bu
boykotun kaldırılmasını istediler ve Kâbe'ye astıkları anlaşma metnini oradan
kaldırttılar. Müşrikler aynı zamanda bir mucizeye de tanık oldular:
-"Allahım senin adınla" yazısı dışında bütün kâğıt, kurtlar
güveler tarafından yenmişti. Bu mucize üzerinde olumlu bir etki yapmadı.
Boykotun kaldırılmasıyla birlikte Müslümanlar biraz rahatladılar. Ancak
Peygamberimizin hanımı Hz. Hatice ve amcası Ebû Tâlib'in ardarda gelen vefâtları,
Müslümanları hüzne boğdu. Bu yıla daha sonra "Hüzün
Yılı" adı verildi. Peygamber de artık müşriklerin fiili
saldırılarına uğruyordu: Başına toz toprak attılar, Mescitte namaz kılarken
üzerine işkembe koydular, dövdüler.
Hz Peygamber yanına evlâtlığı Zeyd'i alarak komşu şehir Taif'e gitti.
İslâm'ı onlara da duyurmak istedi. Çünkü o sadece Mekkelilere değil âlemlere
rahmet olarak gönderilmişti. Ama orada da aynı karakterde insanları buldu.
Kendilerine gelen bu misafiri alaya aldılar; ayak takımını kışkırtarak onu
şehirden çıkana kadar taşlattılar. Kan içinde geri döndü. Ancak, kendi şehrini
bir defa terkeden kişi bir başkasının himayesinde olmaksızın geri dönemezdi. Bu
yüzden Hz. Peygamber de Mekke'ye müşrik Mut'im'in himâyesinde girdi.
Mekke'de zulüm dinmemişti, Resulullah, İslâm'ı civar kabîlelere de
anlatıyor ve her geçen gün Müslümanların sayısı artıyordu. Hıra'da Cebrail'in "Oku." emrinden bu güne on yıl geçti. Ve bir gece
Hz. Peygamber Allah tarafından Mekke'den alınıp Kudüs'e, oradan da göklere çıkarıldı:
¡¡v¤ à¤Ûa ó Û¡a
¡âa z¤Ûa ¡¡v¤ à¤Ûa å¡ß 5¤î Û
©ê¡¤j È¡2 ô¨¤ a ô¬© £Ûa æb z¤j¢
¢î© j¤Ûa
¢Éî©à £Ûa ì¢ç ¢é £ã¡a b6 ä¡mb í¨a ¤å¡ß
¢é í¡¢ä¡Û ¢é Û¤ì y b ä¤× b 2
ô© £Ûab ¤Ó üa
"Kulu
Muhammed'i geceleyin Mescidi Haram'dan alarak, ayetlerimizi göstermek için,
çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya götüren Allah'ın şanı yücedir.
Allah işitendir, görendir."[209]
Mirac, denilen bu olayda, Hz.
Peygamber, anlamakta zorluk çekeceğimiz ama Allah'ın bildirmesiyle iman
ettiğimiz bir çok mucizelerle karşılaştı. Sidretül Münteha (göklerin en uç
noktasına)'ya kadar yükseldi. Kendisine Cennet ve Cehennem gösterildi ve bazı
emirler ve İslâm'ın bir kısım kuralları verildi. Beş vakit namaz da bu gece
farz kılındı.
Peygamberimiz sabahleyin bu olayı anlattığında Mekkeliler, onun
delirdiğine hükmederek sevinç haberini birbirlerine yaydılar. Bazıları da
müslümanlara koştu bu müjdeyle;
-"Sizinki göğe çıkmış" demek için. Hz. Ebû Bekir'e de geldiler,
ama o beklemedikleri bir cevapla karşılaştılar: "Bunu o söylediyse
doğrudur".
Cahiliye Arapları her yıl hac mevsiminde Kâbe'de toplanır haccederlerdi.
Bu mevsimde Mekke'de ticaret için panayır da kurulurdu. Yine böyle bir hac
mevsiminde Hz. Peygamber Mekke dışından gelen insanları tek tek dolaşarak
İslâm'ı anlatıyordu. Medine'den gelen bir grup insana da anlattı ve onlar
Müslüman oldular. Bunlar Medine'ye altı Müslüman kardeş olarak döndüler.
Kısa sürede Medine'de İslâm duyuldu ve her evde konuşulmaya başlandı.
Medine'de iki büyük kabile yaşıyordu; Evs ve Hazrec Medine'de ayrıca Yahudiler
de vardı. Medineliler Yahudilerle temasta olduklarından, yakında bir
peygamberin çıkacağını biliyorlardı. Bu yüzden İslâm'ın yayılması Medine'de
daha hızlı oldu ve Medine'li Müslümanlar bir yıl sonra Mekke'ye on iki kişi olarak
tekrar geldiler. Bu defa aralarında Evs ve Hazreç'in her ikisinden de Müslüman
vardı. İki düşman kabîle İslâm sayesinde kardeş olabilecek, düşmanlıklar
ortadan kalkacaktı. Bu on iki Müslüman Mekke dışında Akabe denilen yerde
geceleyin Hz. Peygamber'le bir görüşme yaptılar ve Peygamber'e söz verdiler:
-"Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmayacaklar; hırsızlık yapmayacaklar,
zina etmeyecekler, ırza geçmeyecekler, çocukları öldürmeyecekler, iftira
etmeyecekler, haktan ayrılmadığı sürece Peygamber'e itaat edeceklerdi. Bunların
karşılığında onlara Cennet vardı."
Bu Birinci Akabe Bey'atına katılanlar Medine'ye dönerken Hz. Peygamber
Habeşistan'dan yeni dönen Mus'ab b. Umeyr'i de onlarla birlikte gönderdi.
Mus'ab'ın görevi, Medineli Müslümanlara dinlerini öğretmek ve İslâm'ı diğer
Medinelilere ulaştırmaktı. Mus'ab, Medine'de 11 ay kaldı ve hac mevsimi
öncesinde Mekke'ye döndü. Resulullah'a bir yıllık raporu şu cümleyle özetledi:
-"Medine'de İslâm'ın konuşulmadığı tek ev kalmadı ya
Resulullah" Bir ay sonra da Medine'den yetmiş üç erkek sekiz kadından
oluşan bir heyet hac münasebetiyle Mekke'ye geldi ve İkinci Akabe bey'atı
gerçekleştirildi. Medine'ye döndüklerinde Müslüman bir topluluk olarak
sorumlulukları büyük olacağından Hz. Peygamber onları grup grup örgütledi. On
iki lider seçildi; dokuzu Hazreç'li üçü Evs'li. Bu bey'atın ne anlama geldiğini
içlerinden biri diğerlerine şöyle izah etti:
-"Siz, siyah, kırmızı tüm insanlara savaş açmayı göze alıyorsunuz."
Bu yüzden eğer mallarınız eksildiğinde ve bazılarınız öldürüldüğünde onu terk
edeceğinizi düşünüyorsanız onu şimdi bırakın. Çünkü onu o zaman terk ederseniz;
bu, dünyada da ahirette de utanç duymanıza sebep olur.
Fakat eğer sözünüzden dönmeyeceğinizi düşünüyorsanız onu alın; çünkü
Allah'a andolsun bu, hem dünya hem de âhiret için kurtuluştur." Onların bu
derece tehlikeli sonuçlar doğuracak biatı ise şuydu. Peygamber ve müminler
Medine'ye hicret edecekler, onlar da kendilerine gelen bu kardeşlerini sonuna
kadar savunacaklardı. Hz. Peygamber'in isteği netti:
-"Beni, eşlerinizi ve çocuklarınızı koruduğunuz gibi koruyacaksınız.
Ben sizdenim siz de bendensiniz. Sizin savaştığınızla savaşır, barıştığınızla
barışırım." Bütün bunların karşılığında Medineli Müslümanların mükâfatı
Cennet olacaktı.
Bu görüşme ve biattan sonra Mekkeli Müslümanlar birer-ikişer, gizli-açık
Medine'ye göçmeye başladılar. İslâm'ın Medine'de güçlenip kendi kontrolleri
dışında daha da gelişeceğinden korkan Mekkeli müşrikler bu göçü durdurmaya
karar verdiler. Ancak bunu başaramadılar. Artık Mekke'de Hz. Peygamber (as),
Ebû Bekir ve Ali dışında pek Müslüman kalmamıştı. Müşrikler son kozlarını
oynamaya karar verdiler.
-"Muhammed de Medine'ye gidip adamlarının başına geçerse vay
başımıza geleceklere! Ona bu fırsatı vermeden yok etmeliyiz" deyip Hz. Peygamber'i
öldürmeye karar verdiler. Ancak Cebrail (a.s)'ın bu komployu haber vermesiyle
Resulullah önlemini aldı ve evini kuşatmış olan saldırganların arasından Yâsin
suresini okuyarak çıktı.
Allah'ın bir mucizesi olarak aralarından geçen Peygamber'i göremediler.
Hz. Peygamber Mekke'deki son işleri tamamlamak üzere Hz. Ali'yi geride
bırakarak yakın arkadaşı Ebû Bekir'le birlikte Mekke'yi terketti. Ancak
Mekkeliler, kaçırdıkları bu adamı öldürene ya da getirene ödüller koyarak
etrafa haber saldılar. Peygamberimiz ve arkadaşı Ebû Bekir üç gün Mekke
yakınındaki bir mağarada gizlendi ve müşriklerin bulmaktan ümit kestikleri bir
anda mağaradan çıkarak Medine'ye yöneldi. Kendisini Medine'de bekleyen
Müslümanlara bir takım zorluklara rağmen ulaştı ve İslâm'ın "Mekke Dönemi" kapandı. "Medine Dönemi" başladı.
Mekke Dönemi İslâmi tebliğin ilk ve zorlu dönemiydi. Bu tebliğin
yöntemini bizzat Allah Teâlâ koyuyor, Hz. Peygamber de Allah'ın gözetimi ile
aşama aşama bu görevi yürütüyordu. Dolayısıyla Allah Resulunun bu yönteminden
alınacak önemli dersler vardır:
1- Hz. Peygamber müşrikleri öncelikle tek Allah'a kulluğa çağırıyor; onun
dışındaki bütün bağlardan kurtulmalarını söylüyordu. Allah'a tam bir teslimiyet
olduktan sonra Allah'tan gelecek olan emirleri kabul etmek zor olmazdı. Bu
yüzden Hz. Peygamber "Lâ ilâhe
illallah" mesajını öne çıkardı. Çünkü toplumun en büyük
sapkınlığı birden fazla ilâha tapma idi. Birçok ilâha ibadet eden topluma
İslâm'ın getirdiği mesaj şuydu:
-"Sizin dediğiniz gibi birden çok ilâh yoktur; tek bir ilâh vardır,
o da Allah Teâlâ'dır." Buradan hareketle diyebiliriz ki, bir davetçi davet
edeceği toplumun en önemli hastalığını tespit edip yoğunluğu/önceliği o
hastalığa vermelidir.
2 - Resulullah'a indirilen ayetler kâfirlerin en zayıf noktalarını
yakalıyor, ellerini kollarını bağlıyor, inatçı olmayanların inanmaları için ona
da hiç bir neden bırakmıyordu. Meselâ, kâinat olaylarını örnek veriyor ve
yontulmuş taşlara ibadet edenlere;
-"Her gün görüp durduğunuz bu kadar olağanüstü olayları yaratan
Allah'a boyun eğin" diyordu. Bu, müslümanların her dönemde kullanmaları
gereken bir usuldür.
3 - Hz. Peygamberin getirdiği mesaj toplumda kabul edilen en güzel, en
çekici bir şekilde sunuluyordu. Kur'an-ı Kerim şiirin revaçta olduğu bu topluma
insan yeteneğini geride bırakan bir şiir üslûbuyla indirildi.
4- Davet, öncelikle yakınlardan, güvenilir temiz insanlardan başlanarak
açıklandı. İlk anda bütün bir topluma sunulmadı. Bu da bir davanın
yayılabilmesi için öncelikle kendisine sağlam bir zemin hazırlaması, öncü
elemanlarını hazırlaması gerektiğini öğretiyor. Hz. Peygamber, Mekke'de fıtratı
bozulmamış insanları diğerlerinden ayrı tutarak davette önceliği onlara verdi.
Davetçi, tanıdığı ve güvendiği insanlara gitmeli, uzun vadeli yola güvenilir
olamayan tanımadığı insanlarla çıkmamalı.
5- Müslümanlar zayıf oldukları dönemlerde kâfirlerin tüm baskılarına
sabrettiler. Allah onlara bir müddet savaşma izni vermedi. Medine'de sağlam bir
zemin hazırlandıktan sonra onlara savaş izni verildi. Gerçi Müslümanlar
Medine'de azınlıktılar ama artık bir cephede toplanabilmişlerdi. Mekke'de ise
darmadağın ve güçsüzdüler. Savaş imkânları yoktu. Bir davanın hazırlık ve
örgütlenme safhasında düşmanla fiilî çatışmaya girmeyip her türlü hazırlığını
tamamlamak gerektiği sonucunu Resulullahın bu uygulamasından çıkarabiliriz.
6- Resulullah gizli davet döneminde dirençli elemanları çevresinde
topladıktan sonra açık davet dönemini başlattı. Bu dönemde karşı tarafın bütün
baskı ve işkencelerine rağmen inancından taviz vermedi. Zira bu dönem açık
davet, gizli örgütlenme dönemiydi. Gündüz kâfirlerin karşısına çıkıp;
-"Sizin taptıklarınız kendilerine bile fayda veremez. Gelin bu
yanlış yoldan vazgeçin" diye onların yanlışlığını yüzlerine vuruyor;
geceleyin Erkam'ın evinde gizlice toplanıp çalışma programı hazırlıyor, davetin
elemanlarına taktikler veriyordu. Bu uygulama bize, İslâm dâvetinin temel
özelliklerinden birini öğretiyor: Davet açık, örgütlenme gizli yapılır. Davet
için de örgütlenme için de kâfirlerden izin alınmaz.
7- Müşrikler parlemantoları durumunda olan Darün-Nedve'de toplanırlar
karar alırlardı. Peygamberimize yaptıkları tekliflerin biri şuydu:
-"Bu davadan vazgeç, seni Reis yapalım." Resulullah taktik
gereği bunu yapabilir, gücü elinde topladıktan sonra da getirdiği dini
benimsetebilirdi. Ama İslâm açık bir din olduğu için Resulullah bu yola
başvurmadı; işkencelere rağmen hakkı söyledi. Daru'n Nedve'de bir yer kapma
yerine Darul-Erkam'da kendi meclisini oluşturdu. O halde İslâm davetçileri
kâfirlerin kontrolündeki bir harekete katılmamalı, kendi hareketlerinin
programını kendileri oluşturmalıdırlar.
8- Müslümanların güçlü olanları Mekke'de güçsüzlerle tam bir dayanışma
ortaya koymuş malını-mülkünü ortaya dökmüştü. İslâm'a inananlar kardeş oldular;
dünya nimetleri, zenginlikler belli ellerde, kasalarda toplanmadı. Tek gaye
vardı; Allah'ın dini egemen olsun. O halde her dönemde bir davaya iman edenler
kardeş olduklarının bilincinde olmalı, varlıkta ve yoklukta eşit olabilmeliler.
Hedefe ulaşılana kadar dünyalıklardan vazgeçilebilmelidir.
9- Hz. Peygamber, Mekke'de hiç bir insana konumundan dolayı öncelik
vermedi. Köleleri de zengin efendileri de yanına aldı; çocukları da kadınları
da. Ancak İslâm'ın güçlenmesi için ileri gelen eşrafın Müslüman olması için de
uğraştı, hatta dua etti. Peygamberimizin bu davranışından yola çıkarak şu hükme
varılabilir: Davetçi toplumunun yetenekli, üst düzey insanlarını kendi davasına
kazandırmak için öncelik vermemeli ancak onlar için dua edip müslüman olmaları
için diğer insanlarda olunduğu gibi uğraş verilebilir. Bu da onun müstekbirlere
meylettiği anlamına gelmez.
10- Hz. Peygamber'e inanan Müslümanlarla aileleri arasında büyük
çatışmalar meydana geldi. Aile bağları yerine inanç bağı gözönünde
bulunduruldu. Bu örneği benimseyen müslümanlar her zaman ve her yerde, inanç
bağıyla asabiyet karşı karşıya kaldığı zaman tercihini inançtan yana koymalı
varlıklı ailenin çocuğu olan Mus'ab b. Umeyr gibi gerektiğinde ailesini terk
edebilmelidir.
11- Müslümanların bir kısmının işkence ortamından kurtulup daha iyi bir
ortamda bulunmak için Habeşistan'a hicret etmesinden şu sonuç çıkarılabilir:
Müslümanlar, gerektiğinde Müslüman olmasa dahi adâletli, haksızlık yapmayan
insan haklarına saygı duyan bir ülkeye iltica edebilirler. Bunu yapmaları o
ülkeyi dost edindikleri anlamına gelmez.
12- Hz. Peygamber, Taif seferi dönüşünde Mekke'ye müşrik olan Mut'im'in
himayesinde girdi. Bu da Hz. Peygamber'in müşriklerin emrine girdiğini
göstermez. Hz. Peygamber, dininden hiç bir taviz vermediği halde Mut'im ona bir
insan olarak sahip çıkmış, Peygamber'den dini ile ilgili bedel istememiştir. Bu
sadece karşılıksız yapılan bir yardımdır. Bunun yanında Hz. Ebû Bekir'in benzer
bir olayı vardır. İbn Daine Hz. Ebû Bekir'i himayesine alır. Ancak gizliden
gizliye ibadetinde serbest olduğunu, ama açıktan açığa Kur'an okuyamayacağını
söyler.
O zaman Hz. Ebû Bekir onun himayesine ihtiyacı olmadığını, kendisine
Allah'ın yeteceğini bildirir. Eğer Hz. Ebû Bekir olayında olduğu gibi müşrikler
himaye karşılığında müslümanın inancından, ibadetlerinden vazgeçmesini
isterlerse o zaman onların himayesi reddedilir. Günümüzde de kapalı yerlerde
(mescitlerde, evlerde) Allah'a ibadeti serbest bırakan kâfirler İslâm'ın toplum
hayatına girmesini engelliyorlar. Bunu yaptıklarından dolayı müslümanlarla
onların arasında bir düşmanlığın olması gerekir.
Mekke dönemi, günümüz Müslümanlarının ders alacakları birçok örnekle
doludur.
Mekke döneminde inen Kur'an ayetleri daha ziyade inanç temellerini konu
edinir. Mekke döneminde kâfirlerin baskısı altında ezilen, hiç bir güvencesi
olmayan insanlara hukukî emirler verilmedi. Meselâ bir tesettür ayeti yoktu o
dönemde. Çünkü müşriklerin insafına kalan zayıf Müslüman hanımların
tesettürleri çekip çıkarılabilir ve Müslümanlar buna karşı bir şey yapamazlardı.
Allah Müslümanlara uygulanma imkânı olan emirleri veriyordu. Namazı bile
gizlice kılan Müslümanlara Allah ezan okumalarını emretmedi. Mekke, imanın
olgunlaşması, gerçekten inanan insanların ortaya çıkması için bir imtihan
dönemiydi. Ama artık İslâm tamamlandı. Günümüzde de Müslümanların baskı altında
olduğu yerleri Mekke Dönemi ile kıyaslayarak İslâm'ın hukuki emirlerini yok
saymak mümkün değildir. İslâm'ın ilk geliş dönemiyle bu dönem bir tutulmaz.
Kur'an tamamlanmıştır; Müslümanlara farz kılınan yükümlülükler kıyamete
kadar geçerliliğini sürdürecektir. Müslümanlara düşen, baskı altında
ezildikleri Mekke Dönemini andıran zemin ve zamanlarda bütün güçleriyle İslâm’ı
yaşamaya çalışmak ve bir an önce Medine Dönemini hazırlamaya çalışmaktır.
Nefsine uyup, "Mekke döneminde
yaşıyoruz" diyerek İslâmi yükümlülüklerden kaçmak çözüm
değildir.[210]
Davet
Davet: İslâm dininin esaslarını
anlatarak, insanların onu benimsemelerini ve dinin koyduğu esaslara göre yaşamalarını
sağlama çabası.
Lügatte davet kelimesi, De'ave fiilinden masdar olup çağırmak, nidâ
etmek, sevketmek, dua veya bedduada bulunmak; birisini yemek ve ziyafete
çağırmak manalarına gelmektedir. Bir isim olarak da kullanılan davet lâfzı,
lügat itibariyle herhangi bir çağrıya işaret eder. İslâm ıstılahında ise davet
tabiri ile, sadece İslâm'a yapılan çağrı kasdedilmektedir.
İslâm'a davet, İslâm'ın ele aldığı bütün konularda geçerlidir. Dünya
işlerinde de, âhiret işlerinde de İslâm'ın getirdiği esasların tüm beşeriyete
intikal ettirilmesi, davetin kapsamına girmektedir. Bu bakımdan İslâm davetinin
geniş bir tatbikat alanı ve geniş bir muhatap kitlesi vardır. Davetin
yapılacağı bu kitle, sadece müslüman olmayan kimselerden ibaret değildir.
Kâfirlerin yanısıra, münâfıklar ve müslümanlar da kendilerine İslâm davetinin
sunulacağı muhatap zümreyi oluştururlar; yani kısa ifadesiyle tüm bir
beşeriyet, davet faaliyeti ile karşı karşıyadır. Her ne kadar bazı
araştırıcılar davet kelimesinden, sadece müslüman olmayanları müslüman olmaya
çağırma işini anlamakta ve o şahsın zâhiren müslüman olması veya "müslüman
oldum" demesi ile davet faaliyetinin tamam olduğunu zannetmekte; müslüman
olan kişiye İslâm'ın anlatılması işini, tebliğ, vaz, irşâd gibi kelimelerle
karşılamakta iseler de, bu ayrım doğru değildir. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'de davet,
tebliğ, inzâr, vaz, nasihat, emr bi'l ma'rûf (iyiliği emretmek), nehy
ani'l-münker (kötülükten sakındırmak) gibi tabirler birbiri yerine
kullanılmıştır. Meselâ:
يَا
اَيُّهَا
الرَّسُولُ
بَلِّغْ مَا
اُنْزِلَ
اِلَيْكَ
مِنْ رَبِّكَ
وَاِنْ لَمْ
تَفْعَلْ
فَمَا بَلَّغْتَ
رِسَالَتَهُ
وَاللّهُ
يَعْصِمُكَ
مِنَ
النَّاسِ
اِنَّ اللّهَ
لَا يَهْدِى
الْقَوْمَ
الْكَافِرينَ
"Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ
et"[211]
âyetinde Hz. Peygamber'den yapması. istenen tebliğ, hem müslümanlara, hem de
gayr-i müslimlere Kur'ân hakikatlarının anlatılmasıdır, yâni davettir.
اُدْعُ
اِلى سَبيلِ
رَبِّكَ
"Rabbinin yoluna davet et"[212]
âyetinde davetin kimlere yönelik olarak yapılacağı açıkça zikredilmemiştir.
Bilindiği gibi Kur'ân-ı Kerîm, tek bir zümreyi hidayete çağırmak için değil,
bütün insanları saâdete erdirmek üzere gönderilmiş bir kitaptır. Bu sebeple bu
âyette geçen davet faaliyetinin kapsamına bütün bir beşeriyet girecektir.
Kur'ân'da olduğu gibi hadîs-i şeriflerde de davet lâfzı ile sadece gayr-i
müslimlerin İslâm'a çağrılması, tebliğ lâfzı ile de müslümanlara İslâm'ın
anlatılması kasdedilmemiş, aksine davet ve tebliğ kelimeleri, hem müslümanlara,
hem de müslüman olmayanlara İslâm'ın aksettirilmesi manasında geçmiştir.
Meselâ: "Kim, bir hidayete
davette bulunursa, o hidayete uyanların nail olduğu ecrin tamamına, çağıran da
erişir,"[213]
hadisini ele alalım. Hidayet, gerek müslümanların, gerek gayr-i müslimlerin
muhtaç oldukları bir unsurdur. Öyle olunca hidayete müslümanlar da, gayr-i
müslimlerde çağrılabilir ve çağrılmalıdır da. Hadiste bu iki sınıftan sadece
birisinin zikredilmemesi, her iki sınıfın da davet kapsamına girdiğine işaret
etmektedir.
Davet faaliyeti, müslümanların kaçınılmaz görev ve sorumluluklarından
birini oluşturmaktadır. Gücü, bilgisi ve bulunduğu konum nispetinde ayrı ayrı
her müslüman, üzerine düşeni kadarıyla davet vazifesini yerine getirmekten
mesûldür. Kur'ân âyetlerinde tebliğ, müslümanların temel vasıflarından birisi
olarak yer alır. Meselâ Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
كُنْتُمْ
خَيْرَ
اُمَّةٍ
اُخْرِجَتْ
لِلنَّاسِ
تَاْمُرُونَ
بِالْمَعْرُوفِ
وَتَنْهَوْنَ
عَنِ
الْمُنْكَرِ
وَتُؤْمِنُونَ
بِاللّهِ
وَلَوْ امَنَ
اَهْلُ
الْكِتَابِ لَكَانَ
خَيْرًا
لَهُمْ
مِنْهُمُ
الْمُؤْمِنُونَ
وَاَكْثَرُهُمُ
الْفَاسِقُونَ
"Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir
ümmetsiniz: iyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız. "[214]
Bu görevin mutlak gerekliliği, şu âyette kullanılan emir kipinden, açık
bir şekilde anlaşılmaktadır:
وَلْتَكُنْ
مِنْكُمْ
اُمَّةٌ
يَدْعُونَ
اِلَى
الْخَيْرِ وَيَاْمُرُونَ
بِالْمَعْرُوفِ
وَيَنْهَوْنَ
عَنِ
الْمُنْكَرِ
وَاُولئِكَ
هُمُ الْمُفْلِحُونَ
"Sizden öyle bir cemâat bulunsun ki (onlar
herkesi) hayra davet etsin, iyiliği emredip kötülükten sakındırsın."[215]
Hz. Peygamber (a.s.) Efendimiz de: "Sizden
her kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin; gücü yetmezse diliyle
düzeltsin; buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin ki bu, imanın en zayıfıdır,"[216]
buyurarak davet görevinin imanla ilişkili bir husus olduğunu belirtmiştir.
İslâm'a davetin önem ve gerekliliğini açıkça ortaya koyan bir başka husus da,
âyetler ve hadislerde bu görevi terkedenlerin acı âkıbet ve cezalarının
belirtilmiş olmasıdır. Allah'ın âyetlerini ve doğruyu tebliğ etmeyenler,
Allah'ın ve lânet etme şanına erenlerin lânetine uğrarlar:
اِنَّ
الَّذينَ
يَكْتُمُونَ
مَا اَنْزَلْنَا
مِنَ
الْبَيِّنَاتِ
وَالْهُدى
مِنْ بَعْدِ
مَابَيَّنَّاهُ
لِلنَّاسِ
فِى الْكِتَابِ
اُولئِكَ
يَلْعَنُهُمُ
اللّهُ وَيَلْعَنُهُمُ
اللَّاعِنُونَ
"İndirdiğimiz o açık açık âyetlerimizi ve
doğruyu -Biz, kitapta insanlara onu pek açık bir sûrette bildirdikten sonra-
gizleyenler (yok mu?) İşte onlar (ın hâli) onlara hem Allah lânet eder ve hem
lânet etmek şânından olanlar lânet eder."[217]
Peygamber Efendimiz de şöyle buyurur: "İsrâiloğulları
arasında zulüm yaygınlaştığı zaman onlardan biri, diğerini bir günah işlerken
görür ve önce o işten sakındırırdı. Fakat ertesi günü, o adamla oturup
kalkabilmek, yiyip içebilmek (menfaat sağlamak) için gördüğü kötülükten
sakındırmazdı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak onları birbirine düşürdü ve
haklarında:
لُعِنَ
الَّذينَ
كَفَرُوا
مِنْ بَنى
اِسْرَائلَ
عَلى لِسَانِ
دَاوُدَ
وَعيسَى
ابْنِ مَرْيَمَ
ذلِكَ بِمَا
عَصَوْا
وَكَانُوا يَعْتَدُونَ
() كَانُوا لَا
يَتَنَاهَوْنَ
عَنْ
مُنْكَرٍ
فَعَلُوهُ
لَبِئْسَ مَا
كَانُوا يَفْعَلُونَ
“İsrâiloğulları'ndan olup da küfredenlere Dâvûd'un
da, Meryem oğlu İsa'nın da diliyle lânet olunmuştur. Bunun sebebi, isyan
etmeleri ve ifrata sapmaları idi. Onlar, işledikleri herhangi bir fenalıktan
birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Yapmakta devam ettikleri (o hâl) ne
kötü idi![218]
Ayetlerini indirdi. Evet, siz de, ya zalime engel olursunuz ve onu hakka
çekersiniz; ya da bu durum sizin başınıza da gelir."[219]
Davet faaliyetinin müspet netice vermesi için, bu işin plânlı, programlı,
metodlu ve muntazam bir şekilde yapılmasının gerekli olduğu, gayet açıktır.
Davetçi, gayesine ulaşabilmek için sıhhatli ve doğru olan usûl ve metodlara
başvurmak zorundadır. Şayet metod, hatalı ve uzaklaştırıcı ise sadece dâvânın
yüceliği yetmez. Bu bakımdan davette metod, davetin bir parçası sayılmalıdır.
Esasen bizzat Cenâb-ı Hak da davet faaliyetinin metodik yürütülmesini
emretmiştir. Şu âyet-i kerimelerde davette metodun yerini açıkça görmekteyiz:
اُدْعُ
اِلى سَبيلِ
رَبِّكَ
بِالْحِكْمَةِ
وَالْمَوْعِظَةِ
الْحَسَنَةِ
وَجَادِلْهُمْ
بِالَّتى
هِىَ اَحْسَنُ
اِنَّ
رَبَّكَ هُوَ
اَعْلَمُ
بِمَنْ ضَلَّ
عَنْ سَبيلِه
وَهُوَ
اَعْلَمُ
بِالْمُهْتَدينَ
"(İnsanları) Rabbinin yoluna hikmetle, güzel
öğütle davet et. Onlarla mücadeleni en güzel (yol) hangisi ise onunla
yap."[220]
وَلَا
تُجَادِلُوا
اَهْلَ
الْكِتَابِ
اِلَّا
بِالَّتى
هِىَ
اَحْسَنُ
اِلَّا
الَّذينَ
ظَلَمُوا
مِنْهُمْ
وَقُولُوا
امَنَّا بِالَّذى
اُنْزِلَ
اِلَيْنَا
وَاُنْزِلَ اِلَيْكُمْ
وَاِلهُنَا
وَاِلهُكُمْ
وَاحِدٌ
وَنَحْنُ
لَهُ
مُسْلِمُونَ
"Ehl-i kitap ile ancak en güzel (metod) hangisi
ise onunla mücadele ediniz "[221]
قُلْ هذِه
سَبيلى
اَدْعُوا
اِلَى اللّهِ
عَلى
بَصيرَةٍ
اَنَا وَمَنِ
اتَّبَعَنى
وَسُبْحَانَ
اللّهِ وَمَا
اَنَا مِنَ
الْمُشْرِكينَ
"De ki (Habîbim:) İşte bu, benim yolumdur. Ben
(insanları) Allah'a (körü körüne değil) bir basîret üzere davet ediyorum. Ben
de, bana tâbî olanlar da (böyleyiz). "[222]
İslâm davetinin ilk tatbikçisi ve rehberi olan Peygamber Efendimiz (a.s.)
de yaşayışı, davranışı ve sözleriyle davet faaliyetinde metodun önemini
vurgulamış, bu konuda en güzel ve en geçerli örnekleri vermiştir. Çevreye davet
için görevli olarak gönderdiği ashâbına:
يسِّرُوا وَلآ
تُعَسِّرُوا وَبَشِِّرُوا.
وفي رواية وَسَكِّنُوا
وَلآَتُنَفِّرُوا.
"Kolaylaştırın, zorlaştırmayın ve müjdeleyin, nefret ettirmeyin. " [223]
"Halkın seviyesine ininiz,"[224]
gibi tavsiyelerde bulunarak uygulanacak bazı metodları onlara göstermiştir.
Elbette günümüzde İslâm davetini üstlenen müslümanlar da davet
faaliyetlerini usûlüne uygun bir şekilde yürütmek ve bu konuda Hz. Peygamber'in
tatbik ve tavsiye ettiği metodları örnek ve rehber edinmek
mecbûriyetindedirler. Çünkü Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
لَقَدْ
كَانَ لَكُمْ
فى رَسُولِ
اللّهِ اُسْوَةٌ
حَسَنَةٌ
لِمَنْ كَانَ
يَرْجُوا اللّهَ
وَالْيَوْمَ
الْاخِرَ
وَذَكَرَ
اللّهَ
كَثيرًا
"Andolsun ki Rasûlullah'ta sizin için, Allah'ı
ve âhiret gününü umar olanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir imtisal
numûnesi vardır."[225]
Peygamber Efendimiz de buyururlar:
"Size
iki şey bırakıyorum; onlara sarılırsanız asla dalâlete düşmezsiniz: Allah'ın
Kitabı ve Rasûlünün Sünneti."[226]
"Şayet
Nebînizin Sünnetini terkederseniz sapıtırsınız."[227]
"Benim Sünnetimle amel etmeyen, benden
değildir." [228]
Hz. Peygamberin icra ettiği davet faaliyetinin üzerinden asırlar
geçmesinin tabiî bir sonucu olarak, günün değişen şartları ve gelişen
imkânlarına göre farklı bir takım metodlara başvurulabileceği aşikârdır.
Aslında zamana ve zemine uygun bir şekilde çeşitli metodların tatbiki, Hz.
Peygamber'in, davetinde başvurduğu usullerden birisidir. Peygamber Efendimiz, hiçbir
esnekliği olmayan, katı, donuk, bıktırıcı ve usandırıcı tek bir metoda sürekli
olarak bağlı kalmış değildir. Zâten akl-ı selîm sahibi bir davetçiden böyle,
netice vermesi mümkün olmayan bir metoda bağlı kalması beklenemez.
Bu sebeple günümüzde davet faaliyeti yürütülürken Hz. Peygamberin
uyguladığı tüm davet metodlarının teferruatı ile bilinmesi, titizlikle tatbik
edilmesi gerekli olduğu gibi; İslâm'ın temel esaslarına ve ruhuna ters düşmemek
kaydıyla içerisinde bulunulan şartların ve sahip olunan imkânların da mutlaka
göz önünde bulundurulması icap etmektedir.[229]
5.BÖLÜM
-Hicretten Hz.Muhammed
(as)'ın Vefatına Kadar Olan Dönem
1-Mekke-i
Mukerreme ve Medine-i Munevvere
2- Hicret ve
Hicret esnasındaki olaylar
3- Hicretin
sosyolojik tahlili (önemi)
4- İlk Cuma
Namazı
5- Mescidi-i
Nebevinin yapımı ve fonksiyonları
6– Kardeşlik
7- Yahudiler
ve Medine Vesikası
8- Seçkin
fertler
9– Münafıklar
10- Abdullah
b. Cahş Müfrezesi
11- Bedir
Savaşı ve neticeleri
12- Ben-i
Kaynuka olayı
13- Uhud
Savaşı ve imtihan
14- Raci ve
Bi'ri Maun-e olayları
15- Ben-i
Nadir'in sürgünü
16- Zatu'r
Rika
17- Ben-i
Müstalik Gazvesi
18- İfk olayı
19- Hendek
Savaşı de Kureyza ile hesaplaşma
20- Hudeybiye
Barışı ve tahlili
21- Hayber
Gazası
22-
Kabilelere gönderilen serriyeler
23-
Hükümdarlara gönderilen mektuplar
24- Umretu'l-
Kaza
25- Mu'te
Savaşı
26- Mekke'nin
Fethi
27- Huneyn
Savaşı ve yenilginin sebepleri
28- Tebük
seferi ve katılmayanların durumu
29- Dırar
Mescidi ve tahlili
30-
Heyetlerin gelişi
31-
Müminlerin anneleri
32- Hz.
Ebubekir'in haccı
33- Veda
Haccı
34- Hz.
Muhammed (as)'ın hastalığı ve vefatı
35- Muhammed
(as)'ın vefatından sonraki bazı olaylar.
36- Peygamber
Efendimiz (as)’ın bazı özellikleri
- Okuma
Parçası
5.BÖLÜM
Hicret ve Hz.Muhammed (a.s)
Kur'ân'ı Kerim’in bir çok âyeti hicretten, hicretin gereğinden, hicret
edenlerden ve etmeyenlerden... söz eder. Hicretin ne denli önemli olduğuna şu
âyetler gayet açık bir şekilde işaret etmektedir:
اِنَّ
الَّذينَ
تَوَفّيهُمُ
الْمَلئِكَةُ
ظَالِمي
اَنْفُسِهِمْ
قَالُوا فيمَ
كُنْتُمْ
قَالُوا
كُنَّا مُسْتَضْعَفينَ
فِى
الْاَرْضِ
قَالُوا
اَلَمْ تَكُنْ
اَرْضُ
اللّهِ
وَاسِعَةً
فَتُهَاجِرُوا
فيهَا
فَاُولئِكَ
مَاْويهُمْ
جَهَنَّمُ
وَسَاءَتْ
مَصيرًا ()
اِلَّاالْمُسْتَضْعَفينَ
مِنَ
الرِّجَالِ
وَالنِّسَاءِ
وَالْوِلْدَانِ
لَايَسْتَطيعُونَ
حيلَةً
وَلَايَهْتَدُونَ
سَبيلًا
“Kendilerine yazık eden kimselere melekler,
canlarını alırken: "Ne işde idiniz!" dediler. Bunlar: "Biz
yeryüzünde çaresizdik" diye cevap verdiler. Melekler de: "Allah'ın
yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!" dediler. İşte onların
barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş yeridir. Erkekler, kadınlar ve
çocuklardan (gerçekten) âciz olup hiçbir çareye gücü yetmeyenler, hiç bir yol
bulamayanlar müstesnadır.”[230]
Bu âyetlerin iniş sebebi hakkında İbn Abbas (r.a) şunu nakletmektedir:
-"Peygamber (a.s) zamanında bazı Müslümanlar
müşriklerle birlikte durup onların sayılarının artmalarına neden oluyorlardı.
(savaş sırasında) ok, onlardan bazılarına isabet edebiliyor veya boynu vurulup
öldürülebiliyordu. Bunun üzerine bu ayetler nazil oldu."
Yine İbn Abbas (r.a)'ın rivayet ettiğine göre; bir
kısım Mekkeliler İslâm'a girmiş, fakat Müslümanlıklarını açığa vurmamışlardı.
Bedir savaşı gününde müşrikler onları da beraberlerinde savaşa götürdüler ve
bazıları bu savaşta öldü. Müslümanlar bunun üzerine:
-"Bizim arkadaşlarımız
Müslüman idiler, savaşa zorla sokuldular" deyip, onlara Allah'tan mağfiret
dilediler. Bunun üzerine bu âyetler nazil oldu."[231]
Demek ki mü'minler, bu gibi durumlarda.
"Biz İslâm'ı ayakta tutamayacak kadar zayıf kimseler idik"
demekle kendilerini kurtaramayacaklardır. Çünkü bunlar İslâm'ı tamimiyle
yaşayabilmek için herhangi bir teşebbüste bulunmamışlar ve böylece,
-"Kendilerine zulm etmişlerdir" fakat, gerçekten hicret
edemeyecek durumda bulunan zayıf kimseler bundan müstesnadır.
Bu âyetler, müşrikler arasında bulunup da dinini ayakta tutamayan herkesi
kapsamaktadır. Hicret edebilecek durumda olup da hicret etmeyenlerin, kendi
nefislerine zulmetmiş oldukları ve bu ayetin hükmüne göre, haram işledikleri
icmâ ile kabul edilmiştir.[232] Bu
hüküm kıyamete kadar bakîdir ve genel bir hükümdür. Herhangi bir durum onu,
dinini yaşayabileceği, inancının gereklerini yerine getirebileceği
Darü'l-İslam'a hicret etmekten alıkoymaz.
Hanbelî hukukçulara göre bir kimsenin, Darü'l- Harp'te dinini açığa vurup
yaşayabiliyor bile olsa, Müslümanların sayısını çoğaltmak ve cihada
katılabilmek için Dârü'l-İslâm'a hicret etmesi sünnet olur. Hanefi mezhebinde
ise küfür diyarından İslâm diyarına hicret etmek vaciptir. Şâfiîlerden
el-Mâverdî'ye göre de, Müslüman herhangi bir küfür beldesinde dinini açığa
vurabiliyorsa, orası onunla Daru'l-İslâm olmuş olur. Orada durmak, hicret
etmekten daha iyidir. Çünkü böylelikle kendisinden başkalarının,da İslâm'a
girmeleri umulabilir. Ancak el-Mâverdî'nin bu görüşüyle, konu ile ilgili olarak
Darü'l-Harp'te kalmayı haram kılan ayet ve hadisler arasındaki aykırılık
açıktır. Hicret hükmü, Darü'l-Harp'te Müslüman olup oradan uzaklaşabilecek
güçte olan herkes için geçerlidir. Darü'l-Harp'ten hicret etmenin, herhangi bir
ma'siyetin işlenmesi veya herhangi bir emrin yerine getirilmemesi veya İslâm
devlet başkanının istemesiyle vacip olacağı konusunda icmâ' vardır.[233]
Kişi;
"Ben hicret edeceğim ama, gideceğim yer
tanımadığım, yabancısı olduğum bir yerdir. Acaba orada geçimimi sağlayabilecek
miyim? Sonra ne zaman geleceği bilinmeyen ölüm, beni yolda yakalarsa hicret
etmiş sayılabilir miyim..." gibi bir takım
düşünceleri içinden geçirebilir. Ancak bunlar yersiz düşüncelerdir. Çünkü:
6¦a¦¡ub è¢ß ò È ë a¦î©r ×
b¦à Ëa ¢ß ¡¤ üa ó¡Ï ¤¡v í ¡é¨£ÜÛa
¡3î©j ó©Ï ¤¡ub è¢í ¤å ß ë
6¡é¨£ÜÛa ó Ü Ç ¢ê¢¤u a É Ó ë
¤ Ô Ï ¢p¤ì à¤Ûa ¢é¤×¡¤¢í £á¢q
©é¡Ûì¢ ë ¡é¨£ÜÛa ó Û¡a
b;¦àî©y
a¦ì¢1 Ë ¢é¨£ÜÛa æb × ë ©é¡n¤î 2 ¤å¡ß
¤x¢¤ í ¤å ß ë
“Allah yolunda hicret eden kimse yeryüzünde gidecek
bir çok güzel yer ve bolluk (imkân) bulur. Kim Allah ve Resûlü uğrunda hicret
ederek evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse artık onun mükâfatı
Allah'a düşer. Allah da çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.”[234]
Bu bakımdan ne rızk
endişesi ne de "yolda ölüm"
düşüncesiyle farz olan hicretten geri kalamaz.Yeryüzü iman-küfür mücadelesinin
alanıdır. Bu mücadelede kimi zaman iman bazen da küfür egemen olmuştur.
Mü'minler İslâmi kimliklerini yitirdikleri, imani zaaflara düştükleri, İslâmi
ilimlerin yeterince tahsil edilmediği ve cehaletin yaygınlaştığı dönemlerde
küfür İslâm'a gâlip gelecektir. İslâmi ilimlerin çok iyi bilindiği, İslâm'ın
yaşandığı, imanın kalp atışlarında bile hissedildiği dönemlerde ise kuşkusuz
İslâm egemen olacaktır.
İslâm'ın ve küfrün egemenliği ya da şeytana zaman zaman fırsat verilmesi
insanın ve yeryüzünün kanunu hükmündedir. Dolayısıyla mü'minler İslâm'ın egemen
olmadığı toplumlarda yaşama durumunda kalabilirler. Bundan dolayı hicret zaman
zaman gündeme gelebilir. Hicret dönemi asla kapanmaz, Mekke'nin de fethinden
sonra hicret gündeme getirilemez; hicret tarihin belirli bir dönemine ait bir
olay değildir. Hicret süreklilik arz eder ve kıyamete kadar kaimdir.
Mekke'nin fethedildiği gün Abdurrahman b. Safvan (ra) babasını getirerek,
Resûlullah (as)'a babasının da hicret sevabından payını almasını istediğini
bildirdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:
-"Artık hicret yoktur" diye cevap verir. Resûlullah (as)'ı bu
konuda yumuşatmak amacıyla, amcası Hz. Abbâs'ın yanına gider ve bu konuda
kendisine yardımcı olmasını ister. Hz. Abbâs .(ra), Peygamber (as)'e
"Allah aşkına kabul et" derse de, Hz. Rasûlullah şu cevabı verir:
-"Amcamın yeminini yerine getiririm, ama
hicret yoktur."
Hadîsin râvilerinden olan Yezid b. Ziyâd:
-"Halkı İslâm'ın egemenliği altına girmiş
bulunan bir yerden hicret edilemez, demek istiyor"
diye hadisi açıklamıştır.[235]
Burada görüldüğü gibi Mekke'den hicret etmek artık söz konusu değildir.
Çünkü, hicretten maksat gerçekleşmiş bulunuyor. Artık Mekke'nin kendisi
fethedilmek suretiyle Darü'l-İslâm olmuş ve İslâm'ın bütünüyle hayata
yansıyacağı bir yer haline gelmiştir. Allah'tan başka hiçbir varlığın
hâkimiyetinden söz edilemeyecektir.
Diğer bir kısım hadislerde ise, hicretin sürekliliğinden söz
edilmektedir:
"-Kâfirlerle savaşıldıkça hicretin sonu
gelmeyecektir.”[236]
"-Hicretten sonra hicret olacaktır. Yeryüzünün
en hayırlıları, Hz. İbrahim'in hicretini kendisine örnek alanlardır."[237]
Bu hadislerden anlaşıldığına göre, İslâm hâkim olduğu bir yerden hicret
etmenin farz veya vâcib olması söz konusu değildir. Ancak Darü'l-Harb'ten
Darü'l-İslâm'a hicret etmemin vucûbu kıyamete kadardır. Ebu Bekr İbnü'l-Arabî:
-"Hicret, Peygamber (as) zamanında farz idi. Kendi dini veya nefsi
için korkusu olan herkese farz olarak devam etmektedir. Kesilen hicret
Mekke'nin fethinden sonra, Mekke'den Medine'ye olan hicrettir."[238]der.
Hicretin hayata yansımasında genel etkenlerden biri de İslâm devlet
başkanıdır. Halife, mü'minlerin bir yerden bir yere hicret etmelerini
isteyebilir. Mü'minler de buna aymak zorundadırlar. Zira müslümanlar Halifenin
İslâm'a muhalif olmayan bütün emirlerine uymak zorundadırlar. Hilafet, İslâm'ın
bütün hükümlerinin direkt ya da dolaylı olarak bağlantılı olduğu bir
müessesedir.
Peygamber Efendimiz, bazen büyük kalabalıkları bile hicret edip etmemekle
serbest bırakmıştır. Gönderdiği askeri müfreze (seriye) kumandanlarına verdiği
tâlimât arasında şunları da görmekteyiz:
-".. Onları İslâm'a davet et. Kabul ederlerse, sen de bunu kabul et
ve onlarla savaşma. Sonra bulundukları yerden muhâcirlerin yurduna hicret
etmelerini iste. Bunu yaptıklarında da muhacirlerin leh ve aleyhlerinde olanın,
kendilerinin de leh ve aleyhlerine olacağını bildir. Eğer hicret etmeyecek
olurlarsa, durumlarının bedevî Müslümanların aynısı olacağını onlara bildir.
Onlara mü'minlere uygulanan Allah'ın hükümleri uygulanacak, ancak Müslümanlarla
birlikte cihada katılmadıkça fey ve ganimetten pay alamayacaklardır."[239]
Hicretin devlet politikasında önemli bir yeri olmalıdır. İslâm Devleti,
durumuna göre hicretle ilgili bir takım düzenlemelere girişmek zorundadır.
Bu gibi istisnâî durumların maksat ve nedenleri araştırıldığında bazı
zümrelerin bundan istisna edilmesi de tamamen toplumun iyilik ve hayrıyla
yakından ilgilidir. Mesela: Müzeyne, Medine'nin 35 km. uzağındaydı ve yüzlerce
savaşçıya sahipti. Bunların bulundukları topraklarda bırakılması, İslâm Devlet
topraklarını genişletme maksadını taşıyordu. Bunların İslâm ülkesine hicret
etmeleri birçok iktisâdî zorlukların doğmasına neden olacak ve terkedilmiş
verimli topraklar ve sular, yabancıları ve belki de İslâm düşmanları tarafından
işgal edilecekti[240] Bu
bakımdan Peygamber Efendimiz İslâm devleti sınırlarının genişlemesi ve
müslümanların savaş gücünün artırılması noktasından hareket etmiş ve duruma
göre hicret üzerinde durmuştur. Hicretin diğer bir amacı da; İslâm devletinin
gücünü arttırmaktır.
Kainatın, hürmetine yaratıldığı ufuk ve gaye Peygamber, her seviyede
insanın arasına giriyor, gerektiğinde mabedler için sırtında taş ve kerpiç
taşıyordu. Yorulanları dinlendiriyor, kaldırılmayan ağırlıklara el atıyordu. Bu
mutlu tablolardan duygulanan İslam şairinin şiirlerinin tekrarlanan son
kısımlarına, yüksek sesle katılıyordu.
Ruhların kaynaşması bu değilse nedir? Ve ruhlardaki inkilap bu tabloda
değilse nerede aranacaktır?
İşkence, tehdit, takip, saklanma, heyecan, korku, meşakkat, yolculuk...
Ama bitmeyen enerji! Düşünülen, hep yarın. Hep yeni nesiller ve gençler! Hep
yeni din; yani İslam ve mabed! Terleyen alınlar secdede, diller zikir ve duada,
kalpler endişesiz, ruhlar mutmain!
Ve dostluk! Kuba’lısı, Medinelisi, Evslisi, Hazreclisi, göçmeni yerlisi,
Ensarı-Muhacirunu... Düne kadar birbirlerine ok, mızrak ve nefret yağdıran
eller ve dillerde şimdi güller açmıştı.
Herhalde bu muhteşem olaya; dağınıklıktan, parça-bölük olmaktan,
şikaktan, nifaktan, fitneden, fesattan bıkıp usanmış olan günümüz toplumları;
ibretle eğilmek, ayrıca bu olaydaki kardeşlik ve dayanışma dinanizmini göz
önünde bulundurmak durumundadır.
Kuşkusuz sevgi denilen anlamlı kavramla, birlik ve kardeşlik denilen
dostluk bu olaydan, manalarındaki derinliğin tecellisine şahit olmuşlardır.
Her güzel ve makbul kavramın en derin yaşandığı, en verimli ürünler
verdiği tarihi anlar vardır. Herhalde aşkın, dostluğun, yardımlaşmanın,
kardeşliğin, birlik-beraberliğin yaşandığı en verimli tarihi zaman dilimi,
hicret ve Hz. Muhammed (a.s)’ın olayı ile dünyanın gündemine girmiştir.
Esad b. Zürare’nin hasım kabileye karşı müttefik getirmeye gittiği
Mekke’den bahtına çıkan canları canı Muhammed (a.s), hem Esad’ın hem de
hasımlarının dostu, yardımcısı, kardeşleştirici ve dindaşı olarak Medine ufkuna
güneş gibi doğuyor. Herkes o güneşin şulelerini kendi evinde görmek istiyor;
herkes O’na başkasından daha yakın, daha hizmetkar olmak sevdasında, herkesin
en yüce emeli, O’na bir adım daha yakın olmak, O’nun duasına erişmek,
hoşnutluğunu kazanmaktı.
Evet, hicret ve Hz.Muhammed (as), bir çağın bitişi ve yeni bir çağın;
medeniyete, aydınlığa doğuşuydu. İşte bu bir karanlık çağın dürülüp yeni bir
çağın açılışı başlangıcıydı.
Mekke-i Mükerreme : Allah Teâlâ'nın rızası için yeryüzünde ilk inşa edilen
mescid; Beytullah'ın bulunduğu Mukaddes şehir. Bu şehrin Kur'ân-ı Kerim'de
geçen Bekke, Ümmü'l-Kura ve Beledü'l-Emin şeklinde değişik isimleri vardır.
Bazıları Mekke'nin, hem şehir hem de "Beyt"i karşılayan bir isim
olduğunu söylerlerken; diğer bazıları da Mekke'nin, Harem'in tamamını kapsayan
kısmına; Bekke'nin ise mescide has bir isim olduğunu ifade etmişlerdir. [241]Mekke
ve Bekke, Babil dilinde beyt 'ev' anlamında olup, Amalikalılar tarafından bu
yerin ismi olarak kullanılmıştır.
Kimisi mescidin bulunduğu yere Bekke, onun çevresine
ise Mekke denildiğini söylemekte; dilciler ise Mekke ile Bekke'nin aynı şeyi ifade
ettiğini kabul etmektedirler.[242]
Coğrafyacı Batlamyus Mekke'yi Macorabba adıyla bilmekteydi.
Mekke, Arap yarımadasının Hicaz bölgesinde
Kızıldeniz kıyısındaki Cidde limanının yüz km. doğusunda olup güneyinde aynı
uzaklıkta sayfiye yeri olan Taif şehri bulunmaktadır. Medine'ye olan uzaklığı
ise yaklaşık olarak dörtyüz km. dir. Yengeç dönencesinin güneyinde, 21° 30'
enlem ve 40° 20' boylamları arasında bulunmaktadır. Mekke, doğu tarafındaki Ebu
Kubeys dağı ile batı yönündeki diğer dağlar arasında güneye meyilli dar bir
vadide, adı geçen dağın eteğinde bulunmaktadır. Bu vadi bir hilâl şeklinde
aşağılarda Kızıl denize doğru yönelmektedir. Burası Arabistan'ın Tihame ve
Necid bölgeleri arasında bir set oluşturan Hicaz dağlarının iki boğazının
kesiştiği noktadır. Kâbe ve onu çevreleyen Mescid-i Haram, şehrin ortasında
bulunur. Hemen yanında Safa ve Merve tepeleri bulunmaktadır. Bu vadide şehrin
kurulduğu kısım Batın-ı Mekke olarak adlandırılmakta, Mescid-i Haram'ın
bulunduğu çukur yere ise el-Batha denilmekteydi.
Mekke'nin havası, bilhassa yaz aylarında oldukça
sıcaktır. Kış aylarında ise lâtif bir havası vardır. Her tarafı taş kayaları
ile çevrili olan Mekke'de tek su kaynağı Zemzem'dir. Bunun yanında halk, su
ihtiyacını karşılamak için kuyular açmış ve sarnıçlar yapmışlardır. Şehrin su
problemini kökünden çözümlemek isteyen Harun er-Reşid'in eşi Zübeyde Hanım, üç
günlük uzaklıktan su getirme girişiminde bulunmuş, ömrünün vefa etmemesi
yüzünden bu projenin ancak Arafat'a kadar olan kısmı gerçekleştirilebilmiştir.
Bu proje ancak Kanunî'nin kızı Mihriman Sultan'ın girişimiyle tamamlanabilmiş
ve Mekke ihtiyaç olduğu ölçüde suya kavuşmuştu.[243]
Çok az yağmur alan ve kurak bir iklime sahip olan
Mekke'de kuraklığın bazen dört yıl sürdüğü olurdu. Yemen taraflarını mümbit hale
getiren meltem yağmurlarının buraya kadar ulaşan kısmı şehrin doğu tarafında
birbirini takip eden tepeler ve yamaçlarda biriken yağmur suları halinde bir
araya gelerek şehrin merkezine doğru akar ve Harem'in avlusuna ulaşırdı. Kışın
nem oranının yükselmesi ile bazen çok şiddetli yağan yağmurlar, bir sel halinde
şehrin bulunduğu alçak bölgenin sular altında kalmasına sebep olurdu. Mekke
için bir felâket halini alan ve Beytullah'ı tehdit eden bu problemin
çözümlenmesi için Mekke'nin fethine kadar hiç bir çabanın gösterilmediği
görülmektedir. Raşid Halifeler döneminde Mekke'yi bu sel baskınlarına karşı
korumak için bazı önlemler alınmıştır. Mekke ve etrafındaki arazilerin taşlık
oluşu ve suyun yokluğu ziraat için hiç bir faaliyete izin vermemektedir.
Mekke'nin ortaya çıkışı Hz. Adem (as)'a kadar uzanır
Adem (as) yeryüzüne indirildiğinde Mekke'de Beytullah'ın bulunduğu bu günkü
yerde bir mabet inşa etmekle görevlendirilmişti. Tarihçiler, Adem (a.s)'ın
Hindistan tarafından yeryüzüne indiğini kabul etmişlerdir.[244]
Onun, kırk defa Mekke'ye giderek haccettiği kabul edilirse bu durum bizi Mekke
vadisinin ilk insanla birlikte, seçilerek kutsal kılındığı sonucuna ulaştırır.[245]
Hz. Âdem tarafından inşa edilen Beytullah, Nuh (as)
zamanına kadar varlığını sürdürdü. Tevhidden yüz çevirip putperest bir hayat
yaşamaya başlayan Nuh kavmi, tufanla helâk edilince, Beytullah yeryüzünden
kaldırılmıştı.[246]
Başka bir rivayete göre ise, Beytullah'ın bulunduğu noktaya, Cennetten bir
yakut indirilmiş, Tufan esnasında bu yakut göğe kaldırılmıştı.[247]
Bu rivayetler çerçevesinde düşünüldüğünde Mekke'nin
insanlık tarihinin başlangıcı ile birlikte, bir yerleşim yeri olma özelliği
göstermeye başladığı anlaşılır. Ayetlerde zikredildiği gibi Beytullah,
insanların ibadet etmesi için yeryüzünde inşa edilen ilk yapı[248] ve Mekke, şehirlerin anası (Ümmü'l-Kura) dır.[249]
Kur'an-ı Kerim’deki bu tür ifadeler, yukarıdaki nakilleri doğrular
niteliktedir. Ancak Taberi'nin Ebu Zer (r.a.)'den naklettiği bir hadisi şerifte
şöyle denilmektedir:
-"Ya Resulallah! Yeryüzünde ilk mescit
hangisidir" dedim. "O,
Mescid-i Haramdır" dedi.
"Sonra hangisidir" dedim. "Mescid-i
Aksa'dır" dedi. Aralarında kaç yıl
olduğunu sorduğumda da; "kırk
yıl" dedi." [250]
Mescid-i Aksa'nın inşası Hz. Süleyman (as)
tarafından bitirilmişti. Mescid-i Aksa'nın Beytullah'tan kırk yıl sonra inşa
edilmesi haberi, Süleyman (as)'ın bu Mescidi ikinci kez inşaya başlamış olması
anlamına gelir. Çünkü bu habere göre Mescid-i Aksa'nın bulunduğu yerde, ya
bizzat İbrahim (as.) veya oğlu İshâk (a.s) tarafından bir mescit inşa edilmiş
olmalıdır.
Hz. İbrahim (a.s)'ın Hz. Hacer'i oğlu İsmail ile
birlikte getirip bu ıssız vadiye bırakmasından öncesi hakkındaki tarihi
bilgiler, bazı yorumlamalar ve çıkarımlar üzerine bina edilmiş olup oldukça
yetersizdir.
Hz. Hacer, henüz süt çocuğu olan İsmail'le Allah
Teâlâ'nın emri doğrultusunda Mekke'ye bırakıldığı zaman Mekke, su kaynağına
sahip olmayan ve yakınlarında hiç bir insan topluluğunun bulunmadığı bir yerdi.
Yanlarındaki suyun tükenmesi üzerine, Hz. Hacer'e sunulan Zemzem suyu bu vadiye
yeni bir gelecek hazırlamıştı. Yemenli bir topluluk olan Curhümîler'den bir
grup Mekke vadisinin aşağı taraflarına konaklamak istediler. Bu arada
yakınlarda bir su kaynağının varlığını gösteren kuşlar gördüler. Biraz
araştırmadan sonra, Zemzem'in yanına ulaştılar. Bu topluluk Hz. Hacer'den
Zemzem'e yakın bir yere yerleşmek için izin istediler. Suyun kendisine ait
kalması şartıyla onların bu isteğini kabul etti. Böylece, başka insanlar da
gelip yerleşerek buranın bir yerleşim merkezi halini almasını sağladılar.[251]
Hz. İsmail (as.), büyüyüp delikanlılık çağına
geldiğinde, Hz. Hacer vefat etti. Hz. İsmail, Curhümlüler'den bir kız ile
evlenip, onlarla akrabalık kurmuş ve onlardan Arapça’yı öğrenmişti. İbrahim
(a.s.), sürekli olarak Mekke'ye gelip Hz. Hacer ve oğlu İsmail'i ziyaret
ediyordu. Yine bir defasında Mekke'ye geldiğinde, Allah Teâlâ'nın kendisine
burada bir "Beyt" yapmasını emrettiğini söylemiş ve birlikte Kâbe'nin inşasına
başlamışlardı. Beytullah'ın tamamlanmasından sonra Allah Teâlâ Haccın nasıl
yapılacağını İbrahim (as.)'a bildirmiş[252]
ve Mescid-i Haram'a giren herkesin emniyet ve güvenlik içinde bulundukları
hükmünü getirmişti.[253]
İsmail (a.s.)'ın nesli burada çoğalıp dururken,
Yemen'den göç edip buralara gelen Huzaalılar, Curhümîlerden yerleşme izni
istemiş, red cevabı almaları üzerine onlarla savaşarak şehri ele geçirmişlerdi.
İsmailoğulları bu savaşta tarafsız kaldıkları için Huzaalılar onlara
dokunmamışlardı. Huzaalılar 207'de Mekke'ye hakim olmuşlar ve bu
hâkimiyetlerini üçyüz yıl sürdürmüşlerdi. Huzaalılar Mekke'de, İbrahim
(a.s.)'ın dininden büyük sapmalar göstermiş ve putperestliğin yaygınlaşmasını
sağlayarak insanları dalâlete sürüklemiş, Hubel adında bir put dikip ona
tapınmışlardı.[254]
Bu putperestlik İsmail (a.s.)'ın soyunu da etkisi altına almış; istisnalar
hariç Hanif dinine mensup kimse kalmamıştı. Huzaalılar İsmail (a.s.)'in nesli
olan Kureyş'in güç kazanmasına kadar Beytullah'ın sahibi olma durumlarını
korumuşlardı. 440 yılında Kusay, Kureyş'i toparlayıp, Huzaalılarla savaşa
tutuşmuş ve onları şehirden uzaklaştırmıştı.[255]
Kusay, Huzaalılarla olan mücadelesi esnasında Kuzey Arabistan'ın büyük
kabilelerinden biri olan Kuda'a kabilesinin başkanı olan üvey kardeşi
tarafından desteklenmişti.[256]
Kusay, emretme gücünü ele geçirmesinden sonra,
Mekke'deki idari ve sosyal yapıda bazı değişiklikler yaptı. Mekke'nin merkezi
olan Beytullah'ın etrafına kendi kabilesi Kureyş'e mensup çeşitli boyları
yerleştirdi. Burada oturan Huzaalılar'ı ise şehrin dışında ikamet etmek zorunda
bıraktı. Şehrin mutlak hakimi olmakla birlikte Kusay, toplumun genel işleriyle
alâkalı bazı görevleri Kureyş'in dışındaki kabilelere verip hoşnut etme yoluna
giderek, onları Kureyş'e bağlamış oldu. Bu görevlerin önemli bir kısmı Hac
ibadeti ile alâkalı idi ve Mekke'den çok uzak yerlerdeki bazı kabileler de bu
görevlerin yerine getirilmesine katılıyorlardı.[257]
Kusay, Mekke şehir devletinin parlemantosu
niteliğinde olan Daru'n Nedve'yi kurmuş ve bunun yanında, toplumun idaresi ve
dini görevlerin yerine getirilmesi ile alâkalı kurumlar ihdas etmişti.
Daru'n-Nedve'nin başkanlığı, savaş sancağı
muhafızlığı, Kâbe'nin hizmetleri, hacılara içecek su ve vergilerden elde edilen
gelirden hacılara yemek verme gibi görevler bizzat Kusay tarafından yerine
getiriliyordu. O, vefat ettiği zaman bu görevleri dört oğlundan ikisi olan
Abdu'd-Dâr ve Abdul Menaf'a kalmasını vasiyet etmişti.[258]
Mekke, eski Grek şehirlerinde olduğu gibi yukarı
şehir (Malat) ve aşağı şehir (Mesfele) olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Kureyş'in
ileri gelen ve lider konumunda olan kimseleri Malat denilen şehrin yukarı
kısmında oturuyordu. Başkan Kusay'ın evi ise Beytullah'ın tam karşısında idi ve
toplumun problemlerinin görüşülmesi bu evde yapılırdı.[259]
Daru'n-Nedve olarak adlandırılan yer, Kusay'ın ölümünden sonra şehir meclis
binası olarak tahsis edilen bu evdir. Mekke'nin kırk yaşını doldurmuş bütün
sakinleri, meclis toplantılarına iştirak edebilirlerdi. Ancak, pratikte belirli
aile başkanları ve kabile ileri gelenlerinden başkalarının bu toplantılara
iştirak ettiği görülmezdi. Daru'n-Nedve en hareketli günlerini kuruluşundan
uzun zaman sonra, Resulullah (as)'ın davetini engellemek ve inananları
sindirmek için yapılan toplantılar sebebiyle yaşamıştır. Mekke'li müşrikler,
Mekke şehir devletinin parlemontosunda kararlar alarak İslâm’ı yok etmeye
çalışmışlardır. Resulullah (as.), ise ilk zamanlardan başlayarak bu
parlamentoya (Daru'n-Nedve'ye) karşı Erkam'ın evini (Daru'l-Erkam) karargâh
yaparak mücadelesini sürdürmüştür.
Bütün Mekkelilerin ortak meclisi olan Daru'n-Nedve'nin
yanında bir de er soyun kendilerine ait "Nâdî" denilen toplantı
yerleri vardı. Bu Nâdîlerde de İslâm mesajını yok etmek için sürekli küçük
çaplı toplantılar düzenlenmekteydi. Gerek Daru'n-Nedve'de ve gerekse Nâdîlerde
yapılan toplantılar basit de olsa bir protokol çerçevesinde olurdu. Bu mekanlar
siyasî ve askeri kararların alındığı yerler olmaları yanında, sosyal
faaliyetlerin de yürütüldüğü yerlerdi.
Mekke bir şehir devleti olmakla birlikte, otorite
tek bir kimsenin elinde değildi. Kusay, Mekke'de hâkimiyeti eline geçirdiği
zaman, yabancılar üzerinde olduğu kadar kendi kabilesi üzerinde de mutlak bir
hâkimiyete sahipti. Ancak o, idarî imtiyazları oğulları arasında bölüştürmüş
olduğundan dolayı bir hükümdarlık idaresine geçiş olmamıştı. Oligarşi bir yönetim
tarzına sahip olan Mekke, Bizans İmparatoru'nun sağladığı büyük desteğe rağmen
Osman İbnu'l-Hüveyris'in krallığını tanımamış; Bizans’la olan iktisadî
ilişkilerini tehlikeye düşüreceğini bildikleri halde onu alaya almışlardı.
İslâm vahyinin başladığı sıralarda Mekke on kişilik bir şûra tarafından idare
ediliyordu. Ancak idarenin işleyişi hakkında açık bilgi veren kayıtlar yoktur.
Bazı rivayetlerde altı ile on arasında memuriyetin bulunduğu zikredilir. Ancak
hiç bir kazaî yetkisi olmayan bu memuriyetlerin ihdas edilmesi, eşraf
zümresinin öğünme duygularını tatmin gayesine yönelikti.
Mekke'de dini hayat tamamen putperestlik üzerine
bina edilmişti. Bu putperestlik, Hz. İbrahim'in tevhid dini çerçevesinde ortaya
koyduğu ibadetlerle iç içe girdirilmişti. Mekke'li müşrikler Allah'ı, her şeyin
yaratıcısı olarak kabul ederken bir çok meselede putları ona ortak koşarlar,
onları kendilerine ilâhlar edinirlerdi. Beytullah ve haccın Arabistan'ın diğer
bölgelerini de ilgilendiren bir husus olması, Mekke'ye, yarımadanın dini
merkezi olma konumunu kazandırıyordu. Cahilî âdetler üzere yapılan haclarda,
hacıların ihtiyaçlarını karşılamak için bir takım faaliyetler yapılırken,
bizzat Beytullah'ın bakımı için de çalışmalar yapılırdı. Bu işlerle alâkalı
görevler, babadan oğula geçmek suretiyle üstlenilirdi.
Mekke'de İslâm öncesine ait oturmuş bir hukukî
sistemin varlığından söz edilmesi mümkün değildir. Halk ihtilâfa düştüğü
konularda kabile reislerinin hakemliğine başvururdu. Eğer problem bu şekilde
halledilemezse kemal ve hikmet sahibi olarak ün yapmış bazı şahsiyetlerin
hakemliğine başvurulurdu. Bunlardan biri olarak Halid'in babası Velid
zikredilebilir ki o, "el-Adl" lakabıyla tanınmaktaydı. Yine
Haceru'l-Esved'in yerine yerleştirilmesi esnasında çıkan ihtilâfın çözümünün
havale edileceği hakem tesadüfe bırakılmıştı ve bu Resulullah (as.)'e isabet
etmişti. Ancak hakemlerin verdiği kararları infaz edecek bir kurum yoktu ve
çoğu zaman hakemin haklı gördüğü kimse güç kullanarak hakkını almak zorundaydı.
Hukuki işlerin yürütülmesinde fal ve kehanet gibi hurafelerin çok etkisi vardı.
Mekke'li veya yabancı olsun haksızlığa uğrayan kimselerin hakkını almak için
tamamen fahri olarak oluşturulmuş bir kurum olan Hilfu'l-Fudûl, fonksiyonunu
oldukça etkili bir şekilde yerine getirmekteydi. Resulullah (as.)'ın de bu
gruba üye olduğu bilinmektedir.
Mekke, tarım açısından hiç bir özelliği olmayan
susuz ve taşlık bir arazide kuruludur. Bu durumda halk, geçimini ve ihtiyaç
duyulan maddeleri sağlamak için ticarî faaliyetlere yönelmek zorunda kalmıştır.
Bu yüzdendir ki diğer bölgelere nazaran Mekke'nin Arabistan yarımadasında
önemli ve merkezi bir yeri vardır. Mekke'deki ticari faaliyet yaz-kış yoğun bir
şekilde kesintisiz olarak sürerdi. Yaz seferleri Suriye taraflarına, kış
seferleri ise Yemen taraflarına gönderilen kervanlardır.[260]
Bu ticarî kervanlar Mekke için o kadar önemli idi ki, Allah Teâlâ;
لِايلَافِ
قُرَيْشٍ ()
ايلَافِهِمْ
رِحْلَةَ
الشِّتَاءِ
وَالصَّيْفِ
()
فَلْيَعْبُدُوا
رَبَّ
هذَاالْبَيْتِ
"Kış ve yaz yolculuklarında
kendilerini güvenlik ve esenliğe kavuşturduğu için onlar bu Beyt'in Rabbine
ibadet etsinler"[261] buyurmaktadır.
Bu ticarî faaliyetler, yıl boyu bütün Arabistan
Yarımadasını dolaşacak şekilde düzenlenen panayırlar ve Suriye, Filistin ve
Yemen taraflarına düzenlenen kervanlarla yapılmaktaydı. Otoriteden yoksun ve
anarşi içerisindeki Arap Yarımadasında bu tür iktisadî teşebbüsleri emniyet
altına almak oldukça güç bir konu olmakla birlikte, barış ve güvenlik ayları
olarak tesbit edilmiş haram aylar içerisinde bu emniyet tam olarak
sağlanıyordu. Bu konuda bile Mekke'nin ayrıcalıklı bir konumda olduğu görülür.
Zira diğer bütün panayırlar için sadece Recep ayı haram kabul edilirken, Mekke,
dört ay olan Eşhuru'l-Hurûm'un tamamına sahipti. Ayrıca Basl adındaki müessese
ile Mekke'deki bazı ailelerin malları yağmalamalara karşı koruma altına
alınmıştı.[262]
Mekke civarında Ukaz, Mecenne ve Mina panayırları,
Mekke'ye ihtiyaç duyduğu malları sağlarken aynı zamanda ticaretin
hareketlenmesine ve Mekke'li tüccarların bolca kazanç sağlamalarına imkan
veriyordu. Hire Hükümdarı Numan b. Münzir, bizzat tertiplettiği kumaş ve koku
yüklü kervanları bu panayırlara gönderirdi. Ülkesinin ihtiyaç duyduğu malları
satın alarak bu ticarete iştirak etmekteydi.[263]
Tam Hac zamanına denk gelen bu panayırlar, çok kalabalık oluyordu. Mekke'nin
din konusunda sahip olduğu imtiyazın yanında onun ticari ulaşım yollarının
kesiştiği noktada bulunması ona ayrı bir önem kazandırıyordu.[264]
Dolayısıyla Mekke, sermayenin bol miktarda toplandığı ve en ideal şekilde
değerlendirildiği bir merkez konumunda idi. Bu durum Mekkelilere; özellikle
şehre hakim olan Kureyşlilere büyük itibar sağlıyordu. Mekke'ye giren paralar,
Bizans altın dinarı, Sasanî ve Himyerî gümüş dirhemleri gibi çeşitli cinslerden
oluşuyordu.
Bu ticarî faaliyetlerden ve elde edilen büyük
kârlardan bütün Mekkeliler aynı oranda istifade edemiyorlardı. Bütün cahili
kapitalist sistemlerde olduğu gibi Mekke'deki düzende de sermaye, belirli para
babalarının elinde toplanıyordu. Haşimîlerin bir bölümünün dahil olduğu bir
kesim malî sıkıntı içerisinde yaşamaktaydı. Resulullah (a.s) zamanında Mekke,
iktisadî gelişiminin en zirve noktasındaydı. Mekke kervanları deri, Taif'te
üretilen kuru üzüm, Benu Süleym maden ocaklarından elde edilen altın ve gümüş,
Afrika'dan gelmiş olan altın tozu, fildişi, Yemen pazarlarından satın alınan
Hind mahsulleri ve Çin ipeklikleri ile en önemli yükler arasında sayılan güzel
kokular taşırlardı. Mekkelilerin, rağbet ettikleri mal cinsleri ise, Akdeniz
bölgesi ülkelerinin sanayi mahsulleri olan pamuklu, yünlü ve ipekli dokumalar
ve parlak erguvani renkte kumaşlar; Basra ve Suriye'den, bedevîler için çok
değerli olan silahlar, hububat ve nebatî yağlardı. Mekke'li tüccarlar bu arada
önemli ölçüde para ticareti de yapmakta idiler.
Mekkelilerin düzenledikleri kervanlarda mallar,
sadece develerle taşınırdı. Bazen develerin sayısı iki bin beş yüze ulaşırdı.
-Bu durum bu kervanların ne kadar büyük malî meblağlara ulaştığını gösterir.
Kervanlar; tüccarlar, rehberler ve muhafızlardan oluşurdu. Muhafızların sayısı
geçilen bölgenin güvenlik durumuna göre, yüz elli ile üçyüz kişi arasında
değişirdi. Mekkelilerin Bizans ve İran imparatorlukları ile ticari anlaşmalar
yaptıkları ve onlardan bazı imtiyazlar elde ettikleri bilinmektedir. Habeşistan
ve diğer memleketlerle de bir takım anlaşmaları bulunmaktaydı. Ancak,
Bizanslılar, Arapların silah, zeytinyağı ve şarap türü maddeleri satın alıp,
ülkelerine götürmelerini yasaklamışlardı.
Mekke'nin coğrafi açıdan bulunduğu özel konumu,
etrafındaki devletlerin dikkatini çok eski devirlerde bile üzerine çekmekte
idi. Beytullah'ın bulunduğu yer olması sebebiyle de büyük bir saygınlığı vardı.
Mekke, bir çok teşebbüslere rağmen yabancı güçler tarafından işgal edilememiş
ve tarihi boyunca bağımsızlığını korumuştu. Rivayetlere göre, Yemen melikleri
olan Tubba'lar ve hatta Farslar bile Hac maksadıyla Mekke'yi ziyaret etmekte
idiler. Abdulmuttalib'in Zemzem kuyusunu kazdığı vakit çıkardığı altından mamul
geyik heykeli buna delil olarak gösterilmektedir.[265]
Arapların geleneksel rivayetlerine göre, İskender Mekke'ye gelip Kâbe'yi
ziyaret etmişti.[266]
Romalı tarihçiler, Yemen bölgesinde Necran'ı istila eden General Aelius
Gallus (M.Ö. 24)'un Mekke'yi ele geçirmek istediğini, ancak buraya ulaşmaya
muvaffak olamadığını kaydetmektedirler. Romalılar, Neron (ö. M.Ö. 66) zamanında
defalarca Mekke'ye yakın yerlere gelmişler ancak, her seferinde başarısızlığa
uğrayarak çekilip gitmişlerdi.
Romalıların bu teşebbüslerinin sebebi, muhtemelen
baharat ülkesi olan Yemen'in ticaret yollarını kendi açılarından emniyet altına
almak istemeleridir. Bizanslılar, Mekke üzerinde nüfuz kurmak için sürekli
gayret göstermişler. Ancak onlar da doğrudan bir bağımlılık sağlayamamışlardı.
Bazı Mekkeliler, hemşehrilerine bir üstünlük sağlamak için Bizanslılardan yazılı
belgeler getirmişlerse de bu, Mekkeliler için hiç bir şey ifade etmemiştir.
Ancak şu var ki, ticarî bağımsızlıkları, Mekkelilerin ustaca diplomatik
faaliyetlere girişmelerine sebep olmuştur. Fakat bu, gurur ve kibir sahibi
Mekkelilerin hiç bir zaman boyun eğmeleri neticesini doğurmamıştı. Onlar,
sürekli savaş halinde olan Bizans ve İran'la ustaca politikaları sayesinde
menfaatleri doğrultusunda ilişkilerini sürdürüyorlardı.
Mekke'nin İslâm'dan önceki tarihi için en önemli
olaylardan birisi şüphesiz ki, Habeş Krallığı'nın Yemen Valisi Ebrehe'nin
Mekke'ye düzenlediği askeri seferdir. Ebrehe, Hıristiyan olan Habeş kralına
yaranmak için çok mükemmel bir şekilde inşa ettirdiği kiliseyi Kâbe gibi bütün
insanların yöneldiği bir mekân yapmak için girişimlerde bulundu. Onun
düşüncesi, Arapları Beytullah'tan yüz çevirip buraya yöneltmekti. Bunu öğrenen
bir Arap, kiliseye gidip, içerisine girerek pisledi. Ebrehe bu olay üzerine
kızgınlığını giderebilmek için Mekke'ye giderek Kâbe'yi yıkmaya karar verdi.
Onun ordusunda, bir rivayete göre on üç tane fil vardı ve önlerinde de Mamud
adlı fil yürüyordu.[267]
Ancak, Fil Suresinde ve tarih kitaplarında
anlatıldığı üzere büyük bir yenilgiye uğrayan Ebrehe, gerisin geriye kaçmak
zorunda kalmıştı. Fil olayı Mekkelileri o kadar etkilemişti ki, onu tarih
kitaplarında kendilerine ölçü almışlardı.
Resulullah'ın, risaletle görevlendirilmesinden
sonraki on üç sene boyunca Mekke'deki cahilî yaşantıda ve siyasî ilişkilerde
pek bir değişiklik olmamıştı. Bu devrede, Habeşistan Necaşi'si Ashama,
Müslümanların tarafını tutmuş, kendisine sığınanlara iyi muamele etmişti.
Hicretten sonra, Mekke'nin fethine kadar geçen sekiz sene, Medine İslâm
devletini yok etmek için yapılan yoğun faaliyetlere sahne oldu.
Hicretin sekizinci yılında Resulullah (a.s)'e boyun
eğen Mekke, bu tarihten sonra yeni bir dönemi yaşamaya başladı. Allah Teâlâ'nın
mübarek kıldığı, İslâm dininin merkezi olan bu belde, şirkten, putperestlikten
ve bütün diğer hurafelerden arındırılmış yeni bir hayata kavuştu. Daha önce
bağımsız bir şehir devleti olan Mekke'nin, fetihten sonra ekonomik ve sosyal
durumu da değişmişti. Mekke, ihtiyaçlarını temin edebilmek için ihtiyaç duyduğu
yoğun kervan faaliyetlerine eskisi gibi bağımlı değildi. Zira, İslâm devleti
elde ettiği gelirleri ihtiyaç olan yerlere adil bir şekilde taksim ettiği için
Mekke'nin ihtiyaç duyduğu her şey İslâm devleti eliyle sağlanıyordu. Ayrıca
eski ticarî faaliyetler, Mekke için artık hayatî olma özelliğini yitirmişti.
Mekke, Hac zamanlarında çok değişik bir manevî atmosfer altında hareketli ve
canlı günler yaşıyordu. Bu zaman zarfında çok yoğun bir ticarî faaliyeti de
sahne oldu. Ayrıca Mekke, yeryüzündeki bütün müslümanların kalplerinde
yaşattıkları ve oraya ulaşıp, Hac ibadetini yerine getirmek için büyük
fedakârlıkları göze aldıkları bir manevî şehir olma özelliğini kıyamete kadar
sürdürecektir.
Mekke, Râşid Halifeler döneminde siyasî yönden sakin
bir hayat yaşadı. Beytullah için tarihi bir sorun olan sel baskınlarını önlemek
için Hz. Ömer (r.a.) ve Hz. Osman (r.a.)'ın bazı çalışmalar yaptıkları
görülmektedir. Onlar, bazı mühendisleri buraya gönderip yüksek mahallelerin
bulunduğu kısımlara sedler yaptırarak Beytullah'ı su baskınlarına karşı
korumaya çalıştılar.
Emeviler döneminde de Mekke'ye gereken ilgi
gösterilmiştir. Selleri kontrol altına alıp yönünü değiştirmek için büyük
kanallar kazılmıştı. Ayrıca, Hz. Ömer tarafından başlatılıp I. Velid zamanına
kadar devam eden istimlaklar ile Kâbe'nin çevresindeki saha büyütüldü. Muaviye,
kuyular açtırıp suların toplanması için bentler yaptırmış, kurduğu sulama
sistemi ile tarıma elverişli sahalar oluşturmaya çalışmıştı.
Mescid-i Haram'ın inşaası için bir proje hazırlayıp
uygulamaya koymak I. Velid'e nasip olmuştur. O, bu projesini
gerçekleştirebilmek için Suriye ve Mısır'dan mimarlar getirtmişti.
Mekke, Medine ve Taif gibi üç önemli şehri olan
Hicaz bölgesinin idaresi, Emeviler zamanında, bu aileden olan önemli kimselerin
elinde kaldı. Bunlar arasında Said b. el-As, Mervan b. el-Hakem, Ömer b.
Abdülaziz zikredilebilir. Ancak bazen bu aileye mensup olmayan kimselerin de bu
göreve getirildikleri görülmektedir. Bu kimselerin idarî yetenekleri
denendikten sonra atandıkları bir gerçektir. Bundan dolayı ilk önce Taif
valiliği verilir, uygun görülürse bundan sonra Mekke ve Medine valilikleri de
buna dahil edilirdi. Tabiatıyla Hicaz bölgesinin idari merkezi Medine'de
bulunmaktaydı.
Mekke, Emevîler zamanında bazı siyasî baskılara
maruz kaldığı gibi, siyasî çıkarların elde edilmesi için askeri saldırılara
uğradığı da olmuştur. Yezid'in haksız bir şekilde hilâfet makamına
getirilmesini kabul etmeyen Abdullah İbn Zübeyr, muhalefetini Mekke'den
yürütüyordu. Bu durum, Suriye ordusunun Hicaz'a gönderilmesine ve Mekke'nin
kuşatma altına alınmasına sebep olmuştu. Abdullah İbn Zübeyr bu orduyu mağlup
etmiş ve komutanlarının çoğunu da esir almıştı. Daha sonra Mekke'yi tekrar
kuşatan Yezid'in ordusu, onun ölüm haberi üzerine kuşatmayı kaldırmıştı.
Mekke'de hilâfetini ilân eden Zübeyr'e Hicaz
bölgesinin tamamı Irak ve Horasan bölgeleri de bey'at etmişlerdi. Abdülmelik b.
Mervan, Emevîler'in yönetimini eline aldıktan hemen sonra, Haccac komutasında
bir orduyu Mekke üzerine gönderdi. Zalimliğiyle şöhret bulmuş bir kimse olan
Haccac'ın kuşatmasına altı ay direnen Mekke, Abdullah b. Zübeyr'in kahramanca
savaşarak şehit edilmesiyle onun tarafından işgal edilmişti.
Miladî 747'de Yemen'den gelen Hariciler Mekke'yi
işgal etmişler; 750'deki Abbasî darbesi ile Mekke hilâfet ile birlikte
Abbasîler'in eline geçmişti.
Abbasiler döneminde (750-961) Mekke'nin idaresi
hanedana mensup kimselerin elinde kalmıştır. Harun er-Reşid, Mekke için büyük
harcamalar yapmıştı. Ayrıca onun dokuz defa Hac maksadıyla Mekke'ye gitmiş
olduğu bilinmektedir. Me'mun devrine gelindiğinde, ortaya çıkan mecburiyet
neticesinde, Mekke'nin idaresi Hz. Ali soyuna devredildi. Me'mun'un ölümünden
sonra Abbasîlerin çöküşü başlamış ve ülke bir anarşi ortamına sürüklenmişti.
Otoriteden yoksun kalan kutsal topraklar sık sık kanlı çatışmalara sahne oldu.
Karmatîler fırkasının terör havası estirdiği dönemde
Mekke zorlu günler yaşadı. M. 916 yılından sonra Hac kervanlarının yolunu
kapayan Karmatiler, Mekke'ye düzenledikleri bir baskında çok sayıda insanı
katlettiler ve Haceru'l-Esved'i sökerek Bahreyn'e götürdüler (M. 930). Sünnî
İslam’a karşı açtıkları savaşın başarısızlıkla neticeleneceğini gören
Karmatîler, Haceru'l-Esved'i geri getirdiler.
Mısır'da Fatimîler devletinin kurulmasından sonra,
Hz. Ali soyundan gelenlerin Hicaz bölgesindeki etkinlikleri arttı. Bu dönemden
sonra Mekke idaresi, şerif olarak adlandırılan Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hasan
soyundan gelen kimselerin elinde kaldı. Şerifliğin kurulması ile Mekke,
nispeten bağımsız bir hayat yaşamaya başlamıştı. M. 994-1039 yılları arasında
şeriflik makamında bulunan Ebu'l-Futûh bir halife gibi hareket etmeye
başlamıştı. Şeriflerin idaresinde Mekke önemli bir ilerleme göstererek
Medine'yi geride bırakmıştır. Bu arada Fatimîlerin ve Yemen meliklerinin
Mekke'ye baskı yaptıkları görülmektedir.
Mısır'ın 1517'de Yavuz tarafından ele
geçirilmesinden sonra Hicaz bölgesi Osmanlı hâkimiyet sahası içerisine
girmişti. Osmanlılar, Mekke idaresini şeriflerin elinde bırakmıştı. Onlar, bu
dönemde sahip oldukları toprakları Mekke merkez olmak üzere, Kuzeyde Hayber'e,
Güneyde Hali'ye, doğuda ise Necd bölgesine kadar genişletmişlerdi. Osmanlı
hâkimiyeti döneminde Mekke, manevî bakımdan sahip olduğu merkezîlik konumundan
dolayı sürekli hizmet ve saygı görmüştür. Buğday ihtiyacının karşılanması için
Mısır sürekli bir kaynak kabul edilmişti. Ayrıca ilmî kurumlar ve dini bi-ıalar
için büyük meblağlar sarf ediliyordu.
IV. Murad zamanında Hacda çıkardıkları
kargaşalıkları sebebiyle Şiîlerin hacca gelmeleri yasaklanmıştı. Bu durum
Sünnî-Şiî çatışmalarının Mekke'ye kadar bir yaygınlık kazanması neticesini
doğurdu. Ancak, Osmanlı valisinin bu emri uygulama isteğine karşılık, Mekke
şeriflerinin bu uygulamalara yanaşmak istemedikleri görülmektedir. Mekke,
Vahhabîler'in ortaya çıkışlarına kadar, Zâvî Zayd, Zâvi Berekât ve Zâvi Mes'ud
gibi şeriflerin bitmeyen mücadelelerine sahne oldu.
Necd bölgesinde güçlenen Vahhabîler, 1800'lerden
sonra Mekke'yi sıkıştırmaya başlamışlardı. Vahhabîler ilk önce Taif'e
saldırmışlardı. Osmanlı valisi Galip Efendi, Vahhabî tehlikesini yok etmek için
çareler aradıysa da buna muvaffak olamadı. 1803'de, Emir Mes'ud komutasındaki
Vahhabîler Mekke'yi ele geçirdiler. Medine'de yaptıkları gibi, itikadî
yapılarından kaynaklanan bir takım aşırılıklara giriştiler. Galip Efendi,
Cidde'ye doğru çekilmek zorunda kaldı. Cidde'de toparlanan Galip Efendi tekrar
Mekke'yi geri almaya muvaffak oldu. Ancak, Vahhabîler'in hâkimiyetini tanımak
zorunda kalmıştı.
Hicazdaki Osmanlı hâkimiyetini yeniden tesis etmek
isteyen II. Mahmud, Mısır valisi Mehmet Ali Paşayı bu işle görevlendirdi
(1811).
1813 yılında Cidde'ye çıkan Mehmed Ali, Galip
Efendi'nin de kendisine yardım etmesi sonucunda Mekke'yi kolayca ele geçirdi.
Vahhabîler direnemeyeceklerini anladıklarından şehri boşaltıp gitmişlerdi.
Mehmed Ali, Galip Efendinin görevine son vererek yeğeni Yahya b. Sarur'u şerif
atadı. Bundan sonra Mehmet Ali'nin şeriflerin işlerine sürekli müdahalede
bulunduğu görülmektedir. Şeriflik için yapılan mücadeleler, İstanbul'un da bu
işle doğrudan ilgilenmesine yol açmıştı.
1869'da Süveyş kanalının açılması ile İstanbul'un
Hicaz bölgesiyle doğrudan teması mümkün olmuştu. Şerif Hüseyin Osmanlıların,
gereksiz bir şekilde Birinci Dünya Savaşına katılmasının peşinden İngilizlerle
işbirliğine girerek Mekke'de bağımsızlığını ilân etti. Şerif Hüseyin daha sonra
kendisini halife ilân etmişti. Ancak buna kimse iltifat etmemişti.
İngilizlerin, menfaatleri gereği, Hüseyin'i terk edip Abdulaziz b. Suud'a
destek vermeleri sonucu Hüseyin yalnız kaldı. Onun 1924'de vefatı üzerine
yerine geçen oğlu Melik Hüseyin, tutunamayarak önce Akabe'ye, oradan da
Kıbrıs'a kaçtı. Mekke'yi rahat bir şekilde ele geçiren İbn Suud, 1926'da Hicaz
kralı ilân edildi. Peşinden de Necid ve diğer bölgeler de buna dahil edildi. Bu
tarihten günümüze kadar bu bölgeyi ellerinde bulunduran Suud Krallığı, önce,
İslâm coğrafyasının bu bölgesinde nüfuz kurmaya çalışan İngiliz Emperyalizmine
hizmet etmişler, peşinden Batı Emperyalizminin lideri konumuna gelen
Amerika'nın yedeğine girmişlerdir.
Mekke, İslâm’ın, İslâm ümmetinin kutsal bir
beldesidir. Dolayısıyla buranın gerçek sahibi bu ümmettir. Bir gayri İslami
yönetimin veya bir krallığın buraya sahip çıkarak kendi malı kabul etmesi ve
Müslümanların İslâm'ın beş temel esasından birisi olan Hac ibadetini rahatlıkla
yerine getirmelerine engel olması, İslâm ümmeti için kabul edilebilir bir durum
değildir. Mekke, necis gayri Müslimlerin ayak basmalarının yasak olduğu bir
harem bölgenin içerisindedir. Bu bölgede, bilhassa Harem-i Şerif'in içerisinde
insanlar, tam bir güvenlik içerisindedirler. Bunun böyle olmasına rağmen, kendi
sapık yönetimlerinin İslâmî olduğunu halklara kabul ettirebilmek için bir takım
âlim kılıklı kimseleri kullanarak Müslümanlara bu kutsal beldede yaptıkları
saldırıları ve yoğun baskıları İslâm içinmiş gibi göstermeye çalışmaktadırlar.
Suud krallığı, Mekke ve Medine'nin kutsallığını istismar ederek ayakta duran ve
İslâm karşıtı siyasetlerine; güya şeriati uyguluyorlarmış havası vererek
İslâm’ı alet etmektedirler.
1979'daki Kâbe baskını ve daha sonraki yıllarda
emperyalizm ve Müslümanların başlarına bela kesilen tağutların aleyhlerine sarf
edilen sözlerden dolayı, haccetmeye gelen Müslümanların üzerine otomatik
silahlarla ateş açılması olayları göz önüne alındığında, bu yönetimin Mekke'nin
kutsallığına ve İslami hükümlere verdiği değer açık bir şekilde ortaya çıkar.
1979'da Kâbe çevresinde kıyam ederek Hareme sığınan grubun üzerine Suud
yönetimi ateş açarak çatışmayı başlatmıştır.
Medine-i Münevvere :
İlk İslâm devletinin kurulduğu ve içinde yeryüzünde ibadet kastıyla yolculuk
yapılabilecek üç mescidden biri olan Mescid-i Nebî'nin bulunduğu Arabistan'ın
Hicaz bölgesinde yer alan kutsal şehir.
Şehrin eski adı Yesrib olup, Hicretten sonra Resulullah (as) bu adı
değiştirerek buraya Medine demiştir. Medine'nin kelime anlamı "şehir"dir. Ancak, bir yere nispet edilmeksizin
kullanıldığı zaman Medine şehri kastedilmiş olur. Medine kelimesi Kur'an-ı
Kerim'de Mekkî ayetlerde "Medâin"
şeklinde çoğul olarak geçen bir cins isimdir. Medenî âyetlerde ise, Yesrib'in
yerine özel isim olarak kullanılmıştır.[268]
Yesrib adı ise sadece bir yerde zikredilmektedir.[269]
Bu şehrin asıl adı Medine olmakla birlikte, yine İslâmî devirde ortaya
çıkmış, diğer bir takım isimleri de vardır. Bunlardan bazıları şunlardır: Tâbe,
Tayyibe, Daru'l-İman, Daru's-Sünne, Azra, Cabire, Mecbûre, Muhabbe, Mahbûbe,
Kasime, Kasametul-Cabire, Yendede.[270]
Medine, Mekke'den yaklaşık olarak dörtyüz km. kuzeyde, Kızıldenizden de
yaklaşık iki yüz km. içerdedir. Deniz seviyesinden yüksekliği altıyüz otuz
dokuz metredir. Dünya üzerindeki yeri, 39° 44' enlem ve 24° 33' boylamlarıdır.
Medine şehri, kuzey doğu tarafında dört km. uzaklıkta Uhud dağı ve Avr
dağları ile çevrili, kuzeye doğru hafif meyilli bir ovada bulunmaktadır. Bu ova
doğu ve batı yönlerinde harra denilen siyah bazalt taşları ile kaplı arazi ile
çevrilmiştir. Doğu harraları şehirden uzaktadır ve bu harralar ile şehir
arasında kalan arazi oldukça verimlidir. Ova güney tarafında tamamen açık olup,
çorak Arabistan ovaları içerisinde bolca suya sahip olması ona ayrı bir özellik
vermektedir.
Buradaki yer üstü sularının kaynağı yağan yağmurlardır. Bu yağmurlar
toprak altındaki su seviyesinin yükselmesine ve her taraftan kaynakların
fışkırmasına sebep olurlar. Çok yağmur yağdığı zamanlar bu kaynaklar ve yağmur
suları şehrin güney tarafındaki mahalleleri tehdit ederdi. Hz. Osman zamanında sel
sularının şehri böyle bir tehlikeye maruz bırakması onun bir set inşa ettirerek
bu tehlikeyi önleme yoluna gitmesine sebep olmuştu. Toprak yapısının suyun yer
altında depolanmasına elverişli olması Medine halkının bu arada tarımla
uğraşmasına imkân sağlamıştır. Üretilen mahsullerin başında hurma gelmektedir.
Ayrıca portakal, limon, üzüm, şeftali, muz, incir ve kayısı bağları
bulunmaktadır.
Medine'de yazlar sıcak geçer, ancak bununla birlikte havası bunaltıcı
olmayıp gayet lâtiftir. Kışlar ise hava serin ve yağmurludur. Medine'nin
rutubetli iklimi Arabistan'a hakim kurak çöl ikliminden buraya gelenlerin
ateşli hastalıklara yakalanmalarına sebep oluyordu. Nitekim Mekke'den buraya
hicret eden muhacirlerden bir kısmı Medine'nin havasına alışana kadar oldukça muzdarip
olmuşlardı. Hz. Ebu Bekir'in ateşi o kadar yükselmişti ki o, durumunu ölüme
ayağındaki ayakkabılarından daha yakın olduğunu ifade eden bir şiirle
Resulullah (as)'e bildirmişti.[271]
Eski devirlerde Amalikalılar ve Curhümlular'dan bir grup buraya gelip
yerleşmiş ve bedevîlerin aksine evler inşa ederek yerleşik ve tarıma bağlı bir
yaşam sürmeye başlamışlardı. Bedevîler, bu durumlarından dolayı onları, "Nabatîler" adını takarak
küçümsüyorlardı. Tarıma elverişli Medine ovasında yerleşen bu kimselerin çoğalmaları
sonucu evler sıklaşmış ve burası küçük bir şehir halini almıştı.
Daha sonra varlıklarını İslâmî döneme kadar sürdürecek olan Yahudilerin
buraya gelip şehir halkından izin alarak şehrin dış taraflarına yerleştikleri
görülmektedir. Yahudilerin Medineye ne zaman gelip yerleştikleri kesin olarak
bilinmemektedir. Yaygın olan görüş; Buhtannasr'ın Kudüs'ü işgal edip Yahudileri
buradan çıkarmasıyla[272]
onların güneye doğru göç edip Maknâ, Teymâ, Vadî'l-Kurâ, Hayber ve Fedek'e
dağılarak buralara yerleştikleridir.[273]
Ayrıca, Suriye'nin Rumlar veya Filistinin Romalılar tarafından işgal edilmesi
Yahudilerin buralara göç etmesine sebep gösterilmekle beraber, Medine'nin eski
devirlerdeki tarihi hakkındaki bilgiler güvenilir olmaktan uzaktır.
Medine'ye sığıntı olarak gelen Yahudiler, bir zaman sonra güçlenerek,
Curhumîler ve Amalikalılar'ı buradan çıkartıp şehre hakim oldular. İlk
önceleri, Kaynukaoğulları Yahudileri lider konumda iken, daha sonraları Kurayza
ve Nadiroğulları şehrin yönetimini ele geçirdiler. Yahudiler, dışardan
gelebilecek saldırılara karşı bir takım kaleler de inşa etmişlerdi.
Ancak daha sonraları, Yemen'li iki kardeş kabile Evs ve Hazrec'lilerin
buraya gelip yerleşmeleri Medine tarihinde yeni bir safha açmıştı. Rivayetlere
göre, Ma'rib seddinin sel sularıyla yıkılmasından sonra, kuzeye doğru yapılan
göçlerden birinde Evs ve Hazrec, münbit arazilerle çevrili Medine'ye yerleşmek
istemişlerdi. Şehre hakim olan Yahudiler, onlara dış mahallelerde yerleşme izni
vermişlerdi. Evs ve Hazrec Yemenli Harise b. Sa'lebe'nin oğulları olup,
anneleri Kayle'ye nisbetle onlara Kayleoğulları da denilmekteydi. Zamanla
güçlenen Evs ve Hazrec kabileleri Yahudilerin hâkimiyetine son vererek şehrin
idaresini ele geçirdiler. Bu tarihten sonra Yahudiler, kendilerine oturma izni
verilen Medine'nin dış mahallelerinde varlıklarını devam ettirebildiler.
Evs ve Hazrecliler iki kardeş kabile olmakla birlikte, Resulullah (as)'ın
hicretine kadar devam eden büyük bir çatışma içerisinde idiler. Yahudi
kabilelerin kimisi Evs ile kimisi de Hazrec ile ittifak kurmuş ve bu çatışmayı
kızıştırarak uzun müddet sürmesine sebep olmuşlardı. Evs ile Hazrec'in
sürtüşmesi Yahudilerin işlerini kolaylaştırdığı için onlar bu durumdan
memnundular. Bununla birlikte Yahudi kabileler arasında da bir birlik yoktu.
Evs ve Hazrec arasında çıkan kanlı savaşlara taraf oldukları da görülmektedir.[274]
Bu savaşlar, Evs ve Hazrec'in gücünü tüketirken, Yahudilerin iktisadi
bakımdan güçlenerek, Medine ekonomisine hakim olmalarına sebep oldu. Medine'de
bulunan Yahudiler, dinleri hariç tamamen Araplaşmışlardı. Onların kabile
taksimatından, şahıs adlarına dek her şeyleri Araplarla aynıydı. Bu durum bazı
müsteşriklerin, onların Arap asıllı olup Yahudiliği sonradan kabul etmiş
kimseler olduğu fikrini ileri sürmelerine sebep olmuştur ki, bu doğru değildir.
Zira Kur'an-ı Kerim'de onlara İsrailoğulları diye hitap edilmektedir.[275]
Hicretten bir kaç yıl önce vuku bulan Buas savaşında Evs ve Hazrec'in
ileri gelenlerinin çoğu hayatını kaybetmişti. Son Buas savaşına kadar yüz yirmi
sene süren kanlı çatışmalar her iki tarafı oldukça zayıflatmıştı. Bunun içindir
ki, Kureyş'lilerle bir ittifak anlaşması gerçekleştirebilmek için Mekke'ye
heyetler gönderilmekteydi. Hicretten üç yıl önce, son savaşta mağlup durumdaki
Hazrec kabilesine mensup altı kişilik heyet, Akabe mevkiinde Resulullah (as)'ın
çağrısına uyarak Müslüman olmuşlardı. Bu esnada onlar Resulullah'a Medine'deki
durumu şöyle anlatıyorlardı: "Biz kavmimizi, hem birbirlerine karşı, hem
de kavmimizden olmayan bir kavme (Yahudiler) karşı aralarında düşmanlık ve
kötülük olduğu halde geride bırakmış bulunuyoruz. Umulur ki Allah onları da
senin sayende bir araya toplar. Dönüp, onları da senin buyruğuna davet edeceğiz
ve öğrendiklerimizi onlara da öğretmeye çalışacağız" demişler ve Medine'ye
dönerek hemen tebliğe girişmişlerdi. Kısa aralıklarla gerçekleşen Akabe
bey'atlarından sonra Resulullah (as), Medine'ye hicret kararı aldığında İslâm,
Medine'de hâkimiyetini sağlamış durumda idi.
Yahudiler, Kitap ehli oldukları için putperest Medinelilere nazaran
bilgili kimselerdirler. Onlar mağlup duruma düştükleri müşrik Araplara;
-"Bir peygamber gelmek üzeredir. O peygamber gelince ona tabi
olacağız. İrem ve Ad kavimleri gibi kökünüzü kazıyacağız" derlerdi.[276]
Ancak, Peygamber'e Medineli Araplar tabi olmuş, Yahudiler ise ona
düşmanlık etmekten başka bir tavır takınmamışlardı. Bu düşmanlıkları onların
Medine'den, peşinden de Arap yarımadasından köklerinin kazınmasına sebep teşkil
etmişti.
Hicretle birlikte Medine'de ilk yapılan şey, bir İslâm devleti kurularak,
herkesin (müslim-gayrimüslim) haklarını ve görevlerini tespit eden bir
anayasanın hazırlanması olmuştur. Kurulan bu devletin tabii başkanı Resulullah
(a.s) olup, bütün işler onun emir ve talimatları doğrultusunda yürütülüyordu.
Resulullah (a.s), toplumun teşkilatlandırılması ve buraya hicret eden
muhacirlerin problemlerinin çözümlenmesi ile uğraşırken diğer taraftan kurulan
yeni devleti tehdid eden müşrik güçlere karşı korunabilmesi için tedbirler
alıyordu.
Hicretten hemen sonra Resulullah (a.s)'ın ilk iş olarak yaptığı şeylerden
birisi de, bir mescit inşa etmek olmuştur. Bu mescit günlük beş vakit
namazların kılındığı yer olmanın yanında, aynı zamanda kurulan devletin idari
merkezi konumundaydı. Siyasî, askerî, sosyal bütün meseleler burada çözüme
kavuşturulduğu gibi, eğitim, öğretim faaliyetleri de burada yürütülürdü. Ayrıca
bu mescit, Beytullah ve Mescid-i Aksa'nın yanında yeryüzünde, ibadet maksadıyla
yolculuğa çıkılıp ziyaret edilen üçüncü mescittir. Bu durum Medine'ye, Mekke ve
Kudüs'te olduğu gibi bir kutsallık kazandırmaktadır.
Hicretten sonra Medine, Mekke'li müşriklerin askerî hedefi haline
gelmişti. Bedir savaşıyla varlığını tüm Arap yarımadasına duyuran İslâm
devleti, Uhuddan sonra, bir savunma harbi niteliğinde olan Hendek savaşında düşman
güçleri ağır bir yenilgiye uğrattı. Artık hiç kimsenin Medine ı üzerine yürüme
cesareti kalmamıştı. On sene gibi siyasî tarih açısından çok kısa sayılabilecek
bir zaman zarfında, Resulullah (a.s)'ın komutasındaki İslâm orduları Arap
yarımadasının tamamına yakınını İslâm'a boyun eğdirdiğinde, Medine zamanın
süper güçlerinden biri olan Bizans'a meydan okuyacak güce ulaşan büyük İslâm
devletinin başkentliğini devam ettirmekle birlikte, ilk günkü mütevazi ve
sadeliğinden hiç bir şey kaybetmemişti. Medine Resulullah (s.a.s)'den sonra,
Ebu Bekir (r.a), Ömer (r.a) ve Osman (r.a)'ın hilafetlerinde İslâm devletinin
merkezi olma hüviyetini korumuştur.
Hz. Osman (r.a)'ın hilafetinin sonlarına kadar Müslümanların fitneden
uzak bir hayat yaşadıkları, Medine, Hz. Osman (r.a)'ın şehid edilmesiyle
çalkantılı günler yaşadı. Hz. Ali (r.a)'ın halife seçilmesiyle İslâm devletinin
başkenti Kûfe'ye nakledilmişti. Siyasî çekişmelerden uzak kalan Medine bundan
sonra, Resulullah (as)'ın şehrinin manevî havasını teneffüs etmek ve onun
sünnetini bizzat kaynağında öğrenmek isteyen kimseler için bir sığınak
olmuştur. Ashab'ın ileri gelen âlimlerinin bir kısmı, İslâm coğrafyasının
değişik yerlerine dağılırken, diğer bir kısmı da Medine'den uzaklaşmayarak
burada insanlara Sünneti öğretmek için gayretli çalışmalar yaptılar. Fıkhî
mezheplerin ekolleşmeye başlamasıyla birlikte, Medine'de de Sünnete sıkı sıkıya
bağlı kendine has bir fıkıh anlayışı oluşmuştu. Irak'ta İmam Azam'ın ders
halkalarında Hanefî fıkhı şekillendiği sırada, Medine'de de Medine'nin imamı
Malik b. Enes'i çevreleyen ders halkalarında Medine fıkhı tedvin edilmeye
başlanmıştı.
Yezidin haksız bir şekilde hilafet makamına getirilmesiyle başlayan
olaylar, ümmet için büyük musibetlere sebep oldu. Yezid'in zalimane davranışlarını
tasvip etmeyen Medine halkı, Abdullah b. Hanzala'ya bey'at ederek, Yezid'i
tanımadığını bildirdi ve onun valisini şehirden kovdu. Yezid on iki bin kişilik
bir çapulcu ordusunu, başına Müslim b. Ukbe'yi geçirerek Medine üzerine
gönderdi. Harra mevkiinde yapılan savaşta Medine ordusu bir ihanet neticesinde
mağlup olmuş, ancak ordunun her ferdi şehit olana dek çarpışmayı sürdürmüştü.
Zira onlar, İslâm'ın esaslarıyla bağdaşmayan davranışlar içerisinde bulunan
zalim bir kimseyi Medine'ye hakim olarak görmektense, Peygamber şehrini
savunarak ölmeyi tercih etmişlerdi. Medine'ye giren Müslim, şehri üç gün
süreyle yağmalattı.
Emevilerin sonuna doğru Medine üzerine yürüyen Hariciler, Medinelileri
Kudayd yakınında yapılan savaşta mağlup ettiler.[277]
Medine'yi ele geçiren Harici Ebu Hamza, Merva'nın gönderdiği orduya karşı
Medinelileri yanına almak için adaletin ve Sünneti ihya etmenin savaşını
verdiğini bildirmişti. Ancak Vadi'l-Kura'da yapılan savaşı kaybedip ve mağlub
olarak Medine'ye dönen Ebu Hamza'nın ordusu, Medinelilerce imha edilmişti.[278]
Bütün bu siyasî çekişmelerde Medineliler, hiç bir zaman dünyevî saltanata
sahip olmak için savaşmamışlardı. Onlar, İslâm'ı ellerinden geldiği kadar
Resulullah (a.s)'ın sünneti çerçevesinde korumaya çalışmışlar, zalim ve sapık
sultanlara karşı verdikleri mücadelelerinde seve, seve şehadete koşmuşlardı.
Medine, Haçlılarca tehdit edilmiş, Moğol istilası sırasında ise tehlikeli
anlar yaşamıştır. Haçlılar, Kızıldeniz sahillerine çıkarma yapıp Medine'ye
doğru yürüyüşe geçtikleri zaman, Selahaddin Eyyubî'nin kardeşi tarafından geri
püskürtülmüşlerdi (578/1182).
Büveyhoğullarından Adudu'd-devle, Medine'yi savunmayı kolaylaştırmak için
bir sur inşa etmişti. Ancak bu bir iç kale niteliğinde olup, Medine'nin büyük
bir bölümü güvenlik içinde sayılmazdı. Bunun içindir ki, Suriye Atabeği
Nureddin Zengî, Medine'nin tamamına yakınını içine alan ikinci bir sur inşa
ettirmişti (557/1162).
Medine'nin geçirdiği en büyük tehlikelerden biri, 654 (1256)'da şehrin
yakınlarında bir yanardağın infilak ederek etrafa lavlar saçmaya başlamasıdır.
Volkan patlamasından önce ve sonra günlerce süren yer sarsıntılarıyla
Medineliler dehşet dolu anlar yaşamıştı. Yanardağdan fışkıran lavlar doğu
tarafından bir lav nehri oluşturarak akıp şehrin yakınından kuzeye yönelmişti.
Medine halkı Mescid-i Nebi'ye doluşarak Allah Teâlâ'ya sığınmışlardı. Bazı
âlimler kıyamet alâmetlerinden biri olarak zikredilen Hicaz'dan bir ateşin
çıkması olayını, bu volkan patlamasına hamletmişlerdir.[279] Aynı
yıl kandilcinin ihmali yüzünden çıkan yangında Mescid-i Nebi yanmış, Resulullah
(a.s)'ın hatırasını yaşatan minber ve diğer bir takım önemli eşyalar kül
olmuştu.
Osmanlılar döneminde Medine sakin bir hayat yaşadı. Kanunî, Medine'yi
kapılar ve burçlarla donatılmış 35-40 ayak yüksekliğinde ikinci bir surla
çevrilemişti. Bu sur, Abdulaziz zamanında yirmi beş metre yüksekliğe
çıkarılmıştır. Bu sur büyük bazalt ve granit taşları kullanılarak inşa
edilmiştir. Yaptığı surun etrafına bir hendek kazdıran Kanûnî, kapalı bir su
yolu ile güneydeki tatlı su kaynaklarından şehre su getirtti. Osmanlı dönemi
boyunca Mescid-i Nebi on altı defa önemli restorasyon çalışmaları ile
yenilendi. Padişahlar kendileri için Hadimu'l-Harameyn (Mekke ve Medinenin
hizmetçisi) unvanını kullanarak bunu büyük bir şeref kabul ettiler. 1804'de
Vahhabîler'in eline geçen Medine'de bir takım tahribatın yapıldığı
görülmektedir. Vahhabîler şehirdeki hazineleri ve Mesciddeki kıymetli taş ve
mücevheratı talan ettiler. Kabir ziyareti konusundaki aşırılıkları yüzünden
Resulullah (as)'ın kabrinin ziyaret edilmesini yasakladılar. 1814'de Osmanlı
Devletinin Asi Mısır valisi Mehmed Ali Paşa, oğlu Tosun Paşa komutasında
Hicaz'a gönderdiği kuvvetlerle Medine Vahhabîlerden geri alındı. Abdullah b.
Su'ud, Osmanlı hâkimiyetini tanımak zorunda kaldı.
II. Abdülhamid 1901'de İstanbul'u Medine'ye bağlayacak olan Hicaz demir
yolunun yapım çalışmalarını başlattı. Böyle bir demiryolu ile hem hac yolculuğu
kolaylaşacak hem de bölgenin merkeze bağlılığı kuvvetlendirilmiş olacaktı.
Demiryolunun stratejik önemi oldukça büyüktü. Gerektiğinde ordular çok süratli
bir şekilde bölgeye sevk edilebilecekti. Demiryolu 1908'de Medine'ye kadar
ulaşmıştı. Abdülhamid her yolu deneyerek artık dayama tedbirle ayakta zor
durabilen devleti emperyalist batı devletlerine karşı savunabilmek için İslâm
ümmetinin birliğini sağlamaya çalışıyordu. Ancak, İngilizlerle işbirliği
yaparak isyan eden Şerif Hüseyin, 1916'da kendini Hicaz kralı ilan ederek
Osmanlı kuvvetleriyle savaşmaya başladı. Medine'de müdafaa savaşı veren Osmanlı
kuvvetleri 1918'de I. Dünya savaşına son veren mütareke ile şehri boşalttılar.
Şerif Hüseyin kendini halife ilân etmek istedi; ancak bunu hiç kimseye
kabul ettiremedi. İngilizlerin desteğinin yön değiştirmesi ile Hicaz bölgesi,
Vahhabîleri idaresi altında toplayan İbn Su'ud'un eline geçmiş oldu (1924).
Hicaz ve dolayısıyla Medine bu tarihten itibaren Su'ud hanedanının yönetimi
altındadır. Vahhabîliği, resmi mezhep kabul eden bu hanedan, iktidarlarını
sürdürebilmek için İslam’ın hizmetinde olduklarını göstermeye çalışmaktadırlar.
Bu krallıklarını kendilerine Hadimü'l-Harameyn ünvanını verdikleri halde, bu
ünvana yaraşır bir tavır sergiledikleri görülmemiştir. Her ne kadar Mekke ve
Medine'deki Haremlerde ve Hacla ilgili diğer kutsal mekânlarda bir takım çalışmalar
yapıyorlarsa bile, gerçekte bu göstermelik bir faaliyet olmaktan öteye
gitmemektedir. İslâm'ın temel prensiplerinden birisi olan Hac farizasını ifa
etmek isteyen Müslümanların önüne çeşitli engeller koyarak, bu ibadeti yerine
getirmelerini zorlaştırmaktadırlar. Günümüzde A.B.D. yanlısı ve onun
çıkarlarının kollayan bir politika izleyen Suudi yönetimi, İslâm prensiplerine
göre Müslümanların tamamının ortak malı olan kutsal topraklan, İslâm
düşmanlarının arzu ve istekleri doğrultusunda inananlara yasaklarken, aslında
bu topraklara girmesi haram olan müşrik batılıların serbestçe dolaşmalarına ses
çıkarmamaktadır.
Medine, Mekke'den sonra Müslümanlar için Allah Teâlâ'nın kutsal kıldığı
ikinci şehirdir. Resulullah (as), Hicretten hemen sonra bir devlet kurup Medine
halkının birbiriyle olacak ilişkilerini düzenleyen bir anayasa hazırladığı
zaman, ilk başta bir şehir devleti niteliğinde olan devletin hudutlarını da
tesbit etmişti. İşaretlenen bu hudutlar dahilinde kalan bölge, Mekke'ye benzer
şekilde harem kılınmıştır. Resulullah (as) bir hadis-i şerifinde şöyle
buyurmaktadır:
-"Medine, şuradan şuraya kadar haremdir. Bu
harem içerisinde olan ağaçlar kesilmez ve bu sahada Kitap ve Sünnete muhalif
amel işlenemez. Her kim burada Kitap ve Sünnete aykırı bir amel icad ederse
Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onun üzerinedir."[280]
Resulullah (as)'ın işaret ettiği sınır, Uhud ile Ayr dağı arasında kalan
bölgedir.[281]
Diğer bir hadis-i şerifte şöyle denilmektedir:
-"Ben bir karyeye hicret etmekle emrolundum ki,
o karye diğer bütün karyelere galip gelir. Bu karyeye Yesrib denilmektedir. O,
Medine'dir. Demirci körüğünün demirin kirini giderdiği gibi, pis insanları
giderir (dışına atar.)"[282]
Müslüman olmayan bir kimsenin Medine'de üç günden fazla ikamet etmesi caiz
değildir. Hz. Ömer (r.a), Yahudi, Hıristiyan ve Mecusilerin getirdikleri
malları satmaları için onlara Medine'de üç gün kalma izni veriyordu.[283]
Resulullah (as), Medine'yi çok severdi. Bir seferden döndüğü zaman
Medine'yi uzaktan gördüğünde bineğini hızlandırırdı.[284] Hz.
Ömer (r.a)'ın yaptığı bir duada Sahabelerin Medine'ye olan sevgileri açık bir
şekilde görülmektedir:
-"Allah'ım! Beni senin yolunda şehit
olmakla rızıklandır ve benim Ölümümü Resulünün şehrinde (Medine) kıl."[285]
2 - Hicret ve Hicret Esnasındaki Olaylar
Peygamber (as), Mekke'deki Müslümanları Yesrib (Medine)'e hicret etmeye
teşvik ediyordu. İkinci Akabe Biatinden sonra Kureyşli Müslümanlar yavaş yavaş
hicret etmeye başladılar. Ebu Bekir ve Ali dışında tüm Müslümanlar hicret
edince, Ebu Bekir (ra), Peygamber (as)'den hicret etmek için izin istedi.
Peygamber (as) ona: "Acele etme, belki Allah sana bir arkadaş verir"
dedi. Ebu Bekir (ra), Peygamber (as)'ı beklemesi gerektiğini anladı.
Kureyşliler Müslümanları, göçten men etmek, için ellerinden geleni
yapıyorlardı. Gideceğini haber aldıkları müminleri işkence ile dinden
döndürmeye çalışıyorlardı. Bu şekilde Hişam ve Ayyaş, yalan söylenerek
yollarından çevrildiler, ve işkence ile İslam’dan döndüklerini açıkladılar.
Kısa zaman sonra bunun affedilmeyecek bir suç olduğunu anladılar. Fakat bir
süre sonra şu ayet nazil oldu:
قُلْ يَا
عِبَادِىَ
الَّذينَ
اَسْرَفُوا عَلى
اَنْفُسِهِمْ
لَاتَقْنَطُوا
مِنْ رَحْمَةِ
اللّهِ اِنَّ
اللّهَ
يَغْفِرُ
الذُّنُوبَ
جَميعًا
اِنَّهُ هُوَ
الْغَفُورُ
الرَّحيمُ ()
وَاَنيبُوا
اِلى
رَبِّكُمْ
وَاَسْلِمُوا
لَهُ مِنْ
قَبْلِ اَنْ
يَاْتِيَكُمُ
الْعَذَابُ
ثُمَّ
لَاتُنْصَرُونَ
“De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan
kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları
bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir. Size azap gelip
çatmadan önce Rabbinize dönün, O'na teslim olun, sonra size yardım edilmez.”[286]
Hişam bu ayetleri okudu ve Ayyaş'a gösterdi. İkisi de İslam’a girdiler ve
kaçmak için bir fırsat beklemeye başladılar.
İmam-ı Buhari’den naklen:
¢o¤È¡à 4b Ó
¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa ó¡ ¡lb £À ¤Ûa ¡å¤2
à¢Ç ¤å Ç g
¢4b à¤Ç üa b à £ã¡a
¢4ì¢Ô í á £Ü ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa
ó £Ü ¡é¨£ÜÛa 4ì¢
¢é¢m ¤v¡ç ¤o ãb ×
¤å à Ï Pô ì ãb ß §ªô¡¤ßa ¡£3¢Ø¡Û
b à £ã¡a ë ¡pb £î¡£äÛb¡2
ó Û¡a ¢é¢m ¤v¡è Ï
b è¢z¡Ø¤ä í §ñ ªa ¤ßa¡ë a b è¢jî¡¢í
b î¤ã¢
ó Û¡a
P¡é¤î Û¡a
ub ç b ß
Ömer
b. el-Hattâb radiya'llâhu anh'den:
Şöyle
demiştir: "Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem'den işittim,
buyuruyordu ki: Ameller (in kıymeti) ancak niyetlere göredir. Herkesin niyet
ettiği ne ise eline geçecek olan ancak odur. Artık nâil olacağı bir dünyâ veya
nikâh edeceği bir kadından dolayı hicret etmiş kimse varsa hicreti (Allâh'ın ve
Resûlünün rızâsına değil), sebeb-i hicreti olan şeye müntehîdir." [287]
P¡pb £î¡£äÛb¡2 ¢3 à¤Ç üa
b à £ã¡a ¢sí¡ ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa
ó¡ à¢Ç ¤å Ç g
¡é¡Û¤ì Ó ¤È 2
b ä¢ç
a ë P¡lb n¡Ø¤Ûa ¡4 £ë a
ó¡Ï â £ Ô m ¤ Ó ë
ó Û¡a ¢é¢m ¤v¡ç
¤o ãb × ¤å à Ï ô ì ãb ß §ªô¡¤ßa
¡£3¢Ø¡Û b à £ã¡a ë
ë
¡é¡Ûì¢ ë ¡é¨£ÜÛa ó Û¡a ¤é¢m ¤v¡è Ï
¡é¡Ûì¢ ë ¡é¨£ÜÛa
sí¡ z¤Ûa ó Ó¡b 2
Ömer
radiya'llâhu anh'den:
¡pb £î¡£äÛb¡2
¢4b à¤Ç üa b à £ã ¡a
hadîs-i
şerîfi rivâyet olunuyor ki kitabın evvelinde zikrolundu. Ancak burada
ó Û¡a ¢é¢m ¤v¡ç
¤o ãb × ¤å à Ï ô ì ã b ß §ªô¡¤ßa
¡£3¢Ø¡Û b à £ã¡a ë
¡é¡Ûì¢ ë ¡é¨£ÜÛa ó Û¡a
¢é¢m ¤v¡è Ï ¡é¡Ûì¢ ë ¡é¨£ÜÛa
ziyâdesi
vardır.
Hadîs'in bakiyyesi bu ziyâdeden sonra
serdedilmiştir ki ziyâdenin ma'nâ-yı şerîfi: "Her kimin hicreti Allâh'a ve
Resûlüne müteveccih ise hicreti, Allâh'a ve Resûlüne müntehîdir." olmuş
olur. [288]
¢é¨£ÜÛa ó £Ü
¡£ó¡j £äÛa ¡å Ç ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa ó¡
ñ ¤í ¢ç ó©2 ªa ¤å Ç g
P¡b ¤ã ªüa
å¡ß ¢o¤ä¢Ø Û ¢ñ ¤v¡è¤Ûa ü ¤ì Û 4b Ó
á £Ü ë ¡é¤î Ü Ç
Ebû
Hüreyre radiya'llâhu anh'den rivâyete göre, Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem:
Eğer Hicret (dînî bir emir ve ibâdet) olmasaydı muhakkak ben (kendimi)
Ensâr'dan (bir kişi saymış) olurdum! buyurmuştur. [289]
3 - Hicretin Sosyolojik Tahlili
Hicret, İslâm tarihinin en önemli olayıdır. Hicret, Müslümanları,
müşriklerin zulmünden kurtarmış, İslâm'a yayılma imkânı sağlamış, böylece İslâm
inkılâbının başlangıcı olmuştur. Bu itibârla olaydan 17 yıl sonra, Hz. Ömer'in
halifeliği esnâsında, Hz. Peygamberin hicret ettiği yılın 1 Muharrem'i olan 16
Temmuz 622 tarihi "Hicri-Kamerî
Takvim" için "takvim başı" olarak kabul
edilmiştir.
Böylece Hicret, ilk Müslümanların, sıkıntılı günlerden kurtulmalarına ve
kardeşlik esası üzerine kurulan toplum hayatına kavuşmalarına vesile olmuştur.
Ayrıca İslâmiyet, Mekke şehri hudutları dışına Hicret'le taşmış ve bu
güneş, dünyaya Medine ufuklarından yayılmıştır.
Hicretin bir diğer yönü terbiye evidir. Bu yönüyle de hicret, ehemmietçe,
diğer yönlerinden geri kalmaz. Yukarıda belirtilen ehemmitteki hicretlerle
terbiye alemimizde; günlük hayatımızda her vakit baş başa olduğumuzun
bilinmesinde, her zamanbelirtilen ehemmiyette hicretleri yapmakla imtihan
edilmekte olduğumuzun idrak edilmesinde fayda var. Hicri 15. asrı idrak
edişimiz kutlanırken, İslam kültüründe yer etmiş bulunan hicret mefhumunun,
sadece tarihi bir vakıa olarak ele alınmaması için, hicretin sosyal yönünün de
belirtilmesine ihtiyaç ve lüzum vardır.
Mevzuyu bu açıdan kavraya bilmek için, fertlerde şahsiyeti inşa eden
unsur ve amillerin başında sosyal muhit gelir. Gerek doğulu, gerek batılı bütün
terbiyeciler, ferdin gelişmesinde; kişinin iyi veya kötü, kamil veya nakıs bir
şahsiyeti kazanmasında en başta ailevi şartlar olmak üzere, muhitin kesin
rolünü kabul etmektedir.
Sonuç olarak hicret, tarihi bir vakıa olarak, Hz.Peygamber (a.s)’ın
tebliği ve terbiyesi içerisinde baş vurulan bir safhadır. Şartların, düşmandan
gelen tehdid ve tehlikeyi sabırla bertaraf edilemeyecek kadar kötülüleştiği,
dini yaşama imkanı kalmadığı anda başvurulmuştur. Hicret kötü şartlardan kaçış
değil, dini yaşatacak şartların aranışıdır. Taktik olarak tahammülü mümkün
olmayan kötü şartların abrıdır, cihadıdır. Bu açıdan sabır, hicret ve cihat bir
birini tamamlayan İslami intişar ve terbiyesinin halkalarıdır.[290]
Peygamber, vahâya 27 Eylül MS 622, Pazartesi günü ulaştı. Medinelilerin
Peygamber (a.s) Küba’ya geldiği için sabırsızlandıkları haberi geldi. Bu yüzden
Peygamber (a.s) Küba’da üç gün kaldı. Ve ayrılmadan önce İslam’ın ilk camisinin
temeli atıldı. Cuma sabahı Küba’dan ayrıldı; o ve arkadaşları, onları bekleyen
Hazreç'li Beni Salim kabilesiyle namaz kılmak için Ranuna ovasında durdular.
Bu, o zamandan itibaren yurdu olacak olan ülkede ilk kılınan Cuma namazıydı.
Namazdan sonra Peygamber (a.s), Ebu Bekir (r.a) ve diğer Kureyşliler de
develerine bindiler ve Medine'ye doğru yola çıktılar. Hz. Peygamberi karşılamak
için bütün halk yola dökülmüştü. O'nu O'na yakışır bir şekilde coşkuyla
karşıladılar. Herkes O'nu evinde misafir edebilmek için birbiriyle yarışıyordu:
-"Buraya buyur ey Allah’ın Resulü, çünkü biz sizleri koruma gücüne
sahibiz" diyorlardı.
Peygamber (as) ise, devesinin çökeceği yerde kalacağını söyledi. Kusva
isimli deve, boş bir bahçeye çöktü. Peygamber orayı satın alarak, evlerini
oraya yaptılar. Hz. Peygamber de şahsen bu çalışmaya katıldılar. Ev yapılana
kadar da, Ebu Eyyüb (ra)'ın evinde misafir oldu.
Peygamber (a.s) yeni aldığı bahçeye, bir cami yapılmasını istedi ve cami
yapımına hemen başlandı. Bu arada Medineli Müslümanlara yardımcılar anlamına
gelen Ensar, Mekke'den gelen ve diğer kabilelerden olan Müslümanlara da Muhacir
denilmeye başlandı. O arada Medine'de yaşayan Yahudiler ve Müslümanlar
arasında, eşit statülere sahip olacakları bir anlaşma imzalandı. Fakat
Yahudiler için bu anlaşma yalnızca politik bir anlam taşıyordu, ve Peygamber (a.s)
olduğuna inanmıyorlardı.
Evs ve Hazreç arasında İslamiyet hızla yayılmaya devam ediyordu ve
eskiden düşman olan bu iki kabile birleşmişlerdi. Bunu çekemeyen Yahudiler,
sesi güzel birini bularak, onların savaştıkları zamandan kalma şiirlerini, Evs
ve Hazreç kabilelerinin bir arada bulunduğu bir toplulukta okuttular.
Evs'liler kendi şiirlerini, Hazreçliler de kendi şiirlerini alkışladılar. Sonra
birbirlerine hakaret ederek,
-"Silahlanın, Silahlanın" demeye başladılar.
Peygamber (a.s), onlara hitaben:
-"Ey Müslümanlar! Allah, Allah! Cahiliye devrindeki gibi mi
davranacaksınız? Aranızda olmama, Allah’ın sizi doğru yola ulaştırıp
şereflendirmiş olmasına rağmen hâlâ bunu mu yapıyorsunuz?" dedi. Bunun
üzerine ağlayarak birbirleriyle kucaklaştılar, Peygamber (as) ile birlikte
Medine'ye gittiler.
Zamanla İslam’ın tüm emirleri ortaya çıkmıştı. Namaz, oruç, zekat farz
kılınmış, helaller ve haramlar belirlenmişti. Fakat Müslümanların namaza nasıl
çağrılacağı konusu belli değildi. Sonra Abdullah İbn Zeyd, bir rüya gördü ve bu
rüyayı Peygamber (a.s) 'e anlattı:
-"Üstünde iki parça kumaştan yeşil elbiseli bir adam yanımdan geçti,
elinde bir nakus (çan) vardı. Ben 'Ey Allah'ın kulu!, o nakusu bana satar
mısın?' dedim. Ne yapacağımı sordu. 'Onunla insanları namaza çağıracağım.'
dedim. 'sana ondan daha güzel bir yol göstereyim.' dedi. 'Allah-u Ekber
demelisin. 'Bunu dört defa tekrarladı. Sonra da ikişer defa şahadet
kelimelerini okudu." dedi.
Bunun üzerine Peygamber (a.s):
-"Bu gördüğün hak bir rüyadır. Bunu sesi güzel olan Bilal'e
öğret." dedi. Bilal artık her sabah ezani büyük bir şevkle okuyordu.[291]
Peygamberimiz'in Hz.Âişe İle Evlenmesi
Medîne'de, Mescîd-i Nebevi'nin inşaasından sonra, bitişiğinde Peygamber
Efendimiz için odalar yapıldı. Peygamber Efendimizin ikametgahı olan bu odalara
"Hâne-i Saadet"
denildi. Bunların yapılması tamamlanınca Allah Rasûlü, Ebû Eyyûb el Ensârî
Hazretleri'nin evinden buraya taşındı. Kölesi Zeyd'i Mekke'ye göndererek orada
kalmış olan zevcesi Sevda ile küçük kızı olan Hz.Fâtıma'yı Medîne'ye aldırdı.
Kızı Rükiyye, Hz.Osman ile Medîne'ye hicret etmişti. Kızı Zeynep'in kocası
müşrik olduğundan Zeynep gelemedi. Hz.Ebû Bekr'in âilesini de oğlu Abdullah
getirdi. Böylece Mekke'de nişanlanmış olduğu Hz.Âişe de Medîne'ye gelmiş oldu.[292]
Mescidin yanındaki odaların yapılması tamamlanınca bunlardan birini
Hz.Âişe'ye tahsis etti ve hicretten sekiz ay sonra O'nunla evlendi. Hz.Âişe o
zaman gelinlik çağına girmiş bir genç kızdı. Çok zeki idi. Mükemmel bir âile
terbiyesi almıştı. Hz.Ebû Bekr'in kızı olduğunu her suretle isbat etmiştir.
Peygamber Efendimiz'le geçirdiği dokuz senelik hayâtında, O'ndan pek çok dîni
mes'eleler almıştır. Fıkıhta yeri pek büyük olup, pek çok Hâdis-i Şerif rivâyet
etmiş büyük bir âlime ve müctehide bir annemizdir.[293]
5 - Mescidi-i Nebevinin
Yapımı ve Fonksiyonları
Resulullah (a.s)'ın ilk işi devesinin çöktüğü arsayı sahiplerinden satın
alarak buraya bir mescit inşa etmek olmuş tur. Mescid-i Nebî adı ile anılan bu
mekanın İslâm devletinin oluşumu ve yönetilmesinde gördüğü fonksiyon oldukça
büyüktür.
Resulullah (a.s)'ın Medine'ye hicretinden hemen sonra ashabıyla birlikte
bina ettiği mescit. Bu mescit, Mescid-i Resul, Mescid-i Şerîf, Mescid-i Saadet
ve Mescid-i Nebevî adlarıyla da anılmaktadır. Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksa'dan
sonra yeryüzündeki mescitlerin en faziletlisidir.
Resulullah (a.s), Hicret yolculuğunda kısa bir müddet Medine'nin dışında
bulunan Küba köyünde kalmıştı. Bu esnada Küba mescidi adıyla bilenen mescidi
inşa ettirmişti. Buradan yola çıkıp, Medine'ye girdiği zaman, Resulullah (a.s),
misafir edip ağırlama şerefine nail olabilmek için herkes birbiriyle yarışa
girmişti. Kendisini davet edenlere Resulullah (a.s);
-"Bırakın deve serbestçe yürüsün. O bizi Allah’ın razı olacağı bir
yere kadar götürecektir" diyordu. Deve bir süre yürüdükten sonra, iki
yetim kardeşe ait boş bir arsaya çöktü. Buraya evi en yakın olan Ebu Eyyüb
el-Ensari (r.a), Resulullah (a.s)'ın eşyalarını alıp sevinçli bir halde evine
taşıdı.
Resulullah (a.s)'ın devesinin çöktüğü bu arsa sahipleri olan Neccar
oğullarından Sehl ve Suheyl hibe etmek için ısrar ettilerse de Resulullah (a.s)
bunu kabul etmedi ve on dinar gibi sembolik bir meblağ karşılığında burayı
satın aldı. Bu bedeli Hz. Ebu Bekir (r.a) ödedi.
İbn Sa'd, Resulullahın Medine'ye hicretinden önce Esad ibn Zurare'nin
arkadaşlarıyla burada namaz kıldığını, ayrıca cuma namazlarını da burada
kıldırdığını nakletmektedir. Etrafı çevrili olan bu arsanın hemen bitişiğinde,
cahiliye insanlarının gömülü bulunduğu bir mezarlık vardı. Resulullah bu
mezarlığın kaldırılmasını istedi. Böylece mescidin inşa edileceği arsa
genişletilmiş oldu. Ayrıca burada bulunan su birikintisi de yok edildi.[294]
Bu arsa üzerinde hemen bir mescit bina edilmeye başlandı. Ensar, Muhacir
ve diğer gönüllü kimselerin de katıldığı kalabalık bir isçi-usta topluluğu
tarafından yürütülen çalışmalar sonunda mescit, kısa sürede bina edildi.
Resulullah (a.s) çalışmaları idare edip, mescidin kıble tarafındaki
temellerinin atılması ve diğer planlamaları yapmakla yetinmeyip, çalışmalara
bir isçi gibi taş, kerpiç taşıyarak katılmıştır. O, bu çalışmalar esnasında şu
beyitleri söylüyordu: "Allahım! Ahiret hayatından başka hayat yoktur.
Ensara ve muhacirûna mağfiret et."[295]
Temeller toprak seviyesine kadar taş, zeminden yukarısı ise kerpiç kullanılarak
bina edildi. Temel yaklaşık olarak bir buçuk metre derinliğinde açılmıştı.
Eni-boyu yüzer zira (bir zira =kırk beş santim) olmak üzere, kare
şeklinde inşa edilen mescidin mihrabı Beytu'l-Makdis yönüne denk düşecek
şekilde kuzey duvarında işaretlenmişti. Üç tane kapıdan biri güney tarafındaki
arka duvarda, ikincisi bati tarafındaki duvarda, üçüncüsü ise Resulullah (a.s)'ın
hücrelerinin bulunduğu doğu tarafında idi. Bu kapıya Cibril kapısı denirdi.
Resulullah (a.s), ilk önceleri bir hurma kütüğü üzerine çıkarak hutbe
okurdu. Bir zaman sonra bizzat Resulullah (a.s)'ın isteği veya ashabın,
cemaatin kalabalıklaştığını ve arkadakilerin hutbe okurken onu göremediklerini
bildirmeleri üzerine, bir kaç basamaklı bir minber yapılarak, mescide
yerleştirildi.[296]
Hicretten on altı ay sonra Kıblenin yönü Beytullah tarafına çevrildiği
zaman, güneydeki kapı kapatılarak, burası mihrap yapıldı, Kuzeydeki duvarda da
bir kapı açıldı. Mescitte namaz kılınan yerin üzeri açıktı. Ancak mescidin
ortasında, hurma ağacından yapılan direkler üzerinde, hurma, dal ve
yapraklarından bir gölgelik yapılmıştı.
Mescidin doğu tarafında duvara bitişik olarak Resulullah (as)'ın
hanımları Hz. Âyşe (r.anh) ve Hz. Sevde (r.anh) için, iki oda inşa edilmişti.
Ayrıca yine mescide bitişik olarak, gündüzleri bir eğitim-öğretim yeri,
geceleri ise, evsiz kimseler ve misafirlerin barınması için, "Suffa" denilen üzeri kapalı bir bölüm eklenmişti.
Resulullah (as)'e ait odalara, zamanla yedi oda daha eklenerek oda sayısı
dokuza çıkmıştır. Bunların hepsi kerpiçten idi.[297]
Medine'de inşa edilen bu mescit ayni zamanda, kurulan İslâm devletine ait
bütün faaliyetlerin yürütüldüğü bir merkez niteliğinde idi. Resulullah,
ashabıyla orada istişare eder, savaş ve barış kararlarını orada alır, elçi
heyetlerini orada kabul eder, savaşa çıkacak orduları orada teçhiz ederek yola
çıkarır, topluma ait bütün meseleler orada çözüme kavuşturulur, hatta
gerektiğinde suçlular ve esirler bağlanmak suretiyle orada hapsedilirdi.[298]
Eğitim-öğretim faaliyetleri, mescidin "Suffa"
denilen kısmında yerine getiriliyordu. İslâm ümmetinin nüvesini oluşturan Ashap
ve seç kin sahabe âlimler, İslâm’da ilk üniversite sayılabilecek bu mekanda
yetişmişlerdi. İslâm’ın esaslarını öğrenmek üzere Medine dışından gelenler için
aynı zamanda bir yatakhane vazifesi görüyordu.[299] Bir
defasında, Temim kabilesine mensup yetmiş kişi burada barındırılmış idi.[300]
Resulullah (a.s), burada bizzat dersler veriyordu. Ancak, yeni gelen ve
başlangıçta olan öğrencilere okuma yazmayı ve Kur'an-i Kerim'i öğreten diğer
öğretmenler de bulunmakta idi. Medine'den ve uzak yerlerden olmak üzere burada
okuyan öğrencilerin dört yüz kişi gibi bir sayıya ulaştığı oluyordu. Burada
barınanların ihtiyaçlarının büyük bir bölümü, cömert sahabeler tarafından
karşılanmaktaydı.[301]
Medine'de bir evi ve ailesi olmayan fakir kimseler de Suffa'da yatıp
kalkıyor, ihtiyaçlarını buradan sağlıyorlardı.[302]
Mescidi-i Nebevi, ilk inşa edilişinden sonra bir takım genişletme
faaliyetleri gördü. Hayber'in fethinden sonra Resulullah (a.s), mescidi bir miktar
genişletmişti. Resulullah (a.s), vefatından kısa bir müddet önce, Hz. Ebu
Bekir'in kapısı hariç odalardan mescide açılan bütün kapıları kapattırmıştı.[303]
Resulullah (a.s) vefat ettiğinde Hz. Âyşe (r.anha)'ye ait odada defnedilmiştir.
İlk ciddi
genişletme, Hz. Ömer (r.a)'ın hilâfeti zamanında yapıldı. Güney tarafından beş, Batı ve Kuzey taraflarından da onar metre ilave yapıldı. Doğu tarafına ilâve yapılmadı ve Resulullah (a.s)'ın hanımlarının odaları olduğu gibi kaldı. Kuzey, doğu ve batı duvarlarında ikişer tane olmak üzere, kapı sayısı altıya çıkarıldı. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer
vefat ettiklerinde Peygamber (a.s)'ın yanına defnedilmişlerdir.
Hicretin
yirmi dokuzuncu yılında Hz. Osman (r.a), mesciti yeniden inşa ettirdi. Duvarları süslü taş ile yeniden örüldü. Taş sütunlar kullanılarak mescitin bir kısmının üzeri kapatıldı. Kapılarının sayısında bir değişiklik yapılmadı. Bu yenileme ile mescitin
genişliği yüz elli zıra, uzunluğu ise yüz altmış zıra'a çıkmıştır.[304]
Emevîler
zamanında, Medine Valisi Ömer b. Abdülaziz eliyle mescit yeniden inşa ettirildi. Hicrî seksen
sekiz'den, doksan bire kadar süren çalışmalarla mescit, doğu, batı ve kuzey yönlerinden genişletilmişti. Peygamber (a.s)'ın hanımlarının odaları Mescide katılmıştır.[305]
Resulullah (a.s)'ın kabr-i şerifleri Hz. Âişe (r.anh) validemizin odasında bulunduğu için bu odanın sadece bir bölümü mescite
dahil edildi.
Mescitin
duvarları taş ve kerpiç kullanılarak yapılmış ve mermerlerle kaplanarak
süslenmişti. Tavanı da Hindistan'da yetişen saac ağacı ile örtüldü ve altın suyu ile yaldızlandı. Bu yenileme ile mescitin
uzunluğu ikiyüz zıra, genişliği de yüz altmış yedi zıra çıkmıştır. Sütunları mermerden yapılarak, sütun başlıkları altınlarla süslendi. Eyvanların yapımında taşlar kurşun kullanılarak birbirine geçirilip sağlamlaştırıldı. Ravza-ı Mutahhara (Resulullah
(a.s)'nın kabrinin bulunduğu yer)'ın tavanı saac ağacı ile örtülerek yazılarla süslendi. İlk olarak mihrab ve dört
tane de minare yapıldı.
Abbasîlerden
el-Mehdî, Hicrî 162-778'de kuzey tarafından genişleterek, üç yıl süren çalışmalarla mesciti yeniledi.
Yine 202 (817) yılında Me'mun, mesciti tekrar restore ettirdi.
576 (1180) yılında en-Nasır Lidinillah, Resulullah
(a.s)'den kalan değerli eşyayı muhafaza etmek için
mescitin sahnında kubbeli bir oda yaptırdı. Hz. Âişe (r.anh)'ın sakladıklarından bulabildiklerini buraya
koydu. Bunlar; Resulullah (a.s)'ın vefat ettiği zaman giymekte olduğu çuhadan yapılmış rida ve izar, atlas kumaş ile işlemeli şal bir cübbe, Bürde-i
Saadet, seccade, sancaklar, bir kısım resmi evrak ve Ashabdan
bazılarına ait bir takım eşyadan ibaretti.
654 (1256) yılının Ramazan ayının ilk cuma günü, kandilleri
yakan kandilcinin ihmali, kutsal emanetlerin korunduğu sahndaki kubbeli oda
hariç, mescidin tamamen yanmasına sebep olmuştu. Abbasîler'den el-Mu'tasım, 655 (1257) yılı hac mevsiminde ustalar ve
malzeme göndererek mescitin yeniden inşa edilmesini sağladı. Yemen Meliki Muzaffer ve Mısır Meliki Nureddin Ali İbn Mu'iz'in de iştirak ettiği bu çalışmalarla hücre-i nebeviye ve
duvarların bir kısmı yeniden yapılmıştı. Melik Muzaffer, Yemen'de yaptırdığı sanat değeri çok yüksek bir minberi
de Mescite yerleştirmişti. Ancak, imar işi tamamlanamamıştı. 685 (1295)'de Baybars, yarım kalan inşaatı tamamladı ve küçük bulduğu Melik Muzaffer'in
minberini kaldırarak yerine, Mısır'dan getirttiği daha büyük ve sanat bakımından daha zarif bir minberi
yerleştirdi. 886 (1481) Ramazanının 13. günü minarelerden birine isabet eden yıldırım, mescitin yanarak,
duvarlarının yıkılmasına sebep oldu. Minber, mushaflar ve kitapların tamamı yandı. Ravza-ı Mutahhara ve sahndaki
kubbeli oda bu yangından zarar görmemişti.
Mısır Memlûk Sultanı Eşref Kaytabay, Emir Sankar
el-Cemalî'yi kalabalık bir usta kafilesiyle Medine'ye gönderdi.
Mescit biraz
genişletilerek duvarlar ve minberler yeniden inşa edildi. Mihrabı da biraz genişleterek, üzerini,
çevresindeki direklerin başlıklarına oturtulan bir Kubbe ile kapadılar. Ravza-ı Mutahhara'nın duvarları üzerine de bir kubbe
oturttular. Bunun üzerini de sütunların taşıdığı diğer bir kubbe ile kapadılar. Sonra, Ravza-ı Mutahhara ile kıble duvarı arasına, etrafını üç küçük kubbenin çevrelediği büyük bir kubbe yapıldı. Yapılan diğer bazı kubbelerle de mescitin bir
kısmı örtülmüş oldu. Yeniden yapılan mihrap, renkli mermerler
ile süslendi. Rahmet kapısının yanında Medrese-i Mahmudiye adıyla anılan bir medrese inşa edildi. Kaytabay, yapılan bu işler için yüzyirmibin dinar
tahsis etmişti.
Osmanlılar döneminde Mescid-i
Nebevî'nin bakımı titizlikle yerine getirilmiş ve tezyin edilmiştir. I. Mahmud, Ravza-ı Mutahhara'nın üzerinde bulunan kubbeyi
yenileyerek, koyu yeşile boyadı. Bundan dolayı bu kubbe, Kubbetu'l-Hadra
(yeşil
kubbe) adıyla anılır. Mısır valisi Mehmed Ali Paşa da Mescid-i Nebevi'de birtakım restorasyon çalışmaları yapmıştır. Mescit, Abdulmecid tarafından yeniden inşa edilmiştir. Abdulmecid'in bu iş için seçtiği ustalar, Akik vadisinde
bulunan Hedab denilen kayadan sütunlar ve taşlar kestiler. Mesciti parça
parça inşa etmeye başladılar. Yani bir kısmını yıkıyor, yerini hemen yapıyorlardı. 1849-1861 yılları arasında on iki şene süren inşa çalışmaları ile mescit yeni baştan inşa edildi.
Mayıs 1953'te başlatılan diğer bir çalışma ile, ön kısmı hariç yeni baştan inşa edilerek bugünkü hale
getirildi. İlk imar edildiğinde yaklaşık 2475 m. kare büyüklüğünde olan Mescid-i Nebî,
tarih boyu süren çeşitli inşa faaliyetleri sonunda 12271
m. kare genişliğe ulaşmıştır. Bugün ise yeniden büyük genişletme çalışmalarıyla bu alan birkaç katına çıkarılacak şekilde büyütülmüş bulunmaktadır.
Mescid-i
Nebevî'nin Fazileti
Mescid-i
Nebevi, Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksa'dan sonra, yeryüzündeki mescitlerin en
faziletlisidir. Bu konuda Resulullah (a.s)'den bir çok hadis varit olmuştur.
Mescid-i
Nebî'de, bir bölüm vardı ki, Resulullah (a.s) burayı Cennet bahçelerinden bir
bahçe olarak nitelemiştir. Ayrıca minberini de aynı şekilde vasıflandırmıştır.
Bir hadiste şöyle denilmektedir:
-"Resulullah,
bir hurma kütüğüne
yaslanarak hutbe okurdu. Ashabdan biri şöyle
dedi: "Ya Resulullah! Senin için bir şey yapalım ki, cuma günü üzerine çıktığın zaman
insanlar sizi görsün ve hutbenizi duyabilsinler" dedi. Bunun üzerine
Resulullah; "olur" dedi. Üç basamaklı bir minber yapıldı. Daha
önce yaslanıp hutbe
okuduğu kütüğü geçince, kütükten on aylık gebe devenin inlemesi gibi
iniltiler gelmeye başladı. Resulullah onu eliyle meshetti ve
ses kesildi." [306]
Resulullah
(a.s), bu minberin üzerine çıktığı zaman şöyle demişti:
"Evimle
minberimin arası Cennet
bahçelerinden bir bahçedir ve minberim de Cennet bahçelerinin üzerindedir."[307]
Diğer bir hadis de: "Evimle
minberimin arası, Cennet
bahçelerinden bir bahçedir ve minberim havzımın üzerindedir"[308]
şeklindedir.
Minber hakkındaki başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır: "Minberimin
ayakları Cennet
üzerindedir."[309]
Bu hadisler,
Mescid-i Nebevî'nin, Resulullah'ın minberi de dahil olmak
üzere, minberi ile evi arasında kalan bölümün Cennet bahçelerinden birisi
hükmünde olduğunu teyit ederek ortaya koymaktadır. Buna göre, burada
bilinçli bir şekilde bulunan, namaz kılan veya başka bir ibadetde bulunan,
yaptığı şeyleri Cennet bahçelerinden birinde yapmış gibidir.
Yeryüzünde
namaz kılmak ve ziyaret etmek maksadıyla yolculuğa çıkılabilecek üç mescitten
birisi Mescidi Nebî'dir. Bir hadis-i şerifinde Resulullah (a.s) şöyle buyurmaktadır: "Üç
mescitten başka bir
yere (ibadet etmek için) özel olarak yolculuk yapılmaz: Mescid-i Horam, Mescid-i Aksa
ve Benim mescidim."[310]
Mescid-i
Nebî'de kılınan namaz, diğer mescitlerde kılınan namazlardan çok daha
faziletlidir. Sa'd ibn Ebi Vakkas (r.a)'dan Resulullah (a.s)'ın şöyle söylediği rivayet edilmektedir:
-"Mescitimde
namaz, Mescid-i Haram hariç, diğer
mescitlerde kılınan bin rekât namazdan daha hayırlıdır."[311]
Başka bir rivayette;
"daha faziletlidir"[312] buyrulur.
Bunun içindir
ki, hac farizasını ifa etmek için bu topraklara yönelen insanlar, bir müddet Medine'de
kalarak Mescid-i Nebî'de ibadet etmenin güzelliklerinden faydalanmaya çalışırlar.
Namazın dışında, diğer hayırlı ameller için de Mescid-i
Nebevî üstün bir mahaldir. Orada yapılan her ibadet kat kat
fazlasıyla mükafatlandırılır. Bunun böyle olduğunu vurgulamak için
Resulullah (a.s) bir hadisinde, Allah yolunda cihat ile kıyas yaparak şöyle buyurmaktadır:
-"Mescitime
bir hayrı öğrenmek veya öğretmek için gelen, Allah yolunda
cihat eden kimse gibidir. Bunun dışında
gelen, başkasının kazancını seyreden
kimseye benzer."[313]
Resulullah
(a.s), Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksa yanında kendi mescidinin
konumunu bildirmek maksadıyla şöyle demiştir:
-"Ben
peygamberlerin sonuncusuyum. Mescitim de mescitlerin sonuncusudur."[314][315] Bu hadisler, zikredilen bu
üç mescitin dışında inşa edilecek hiç bir mescitin, diğerlerinden farkı olmadığını ve fazilet bakımından birbirine denk olduğunu da ortaya koymaktadır.
Suffe Ashâbı (Ashâb-ı Suffe)
Ashâbu's-Suffe:
Hz. Peygamber (a.s.)'ın
mescidine bitişik
sofada barınan
ve islâmî tedrisatla meşgul
olan sahabiler.
Suffe,
eski evlerdeki seki, sed gibi yüksekçe eyvan demektir. Dilimizde buna sofa da
denir. İslâm
tarihinde "suffe"
denilince, Hz. Peygamber (a.s.)'ın Medine'deki mescidinin bitişiğindeki bu isimle anılan yer anlaşılır.
Burada barınan
sahabîlere de "ashab-ı suffe"
veya "ehl-i suffe"
denir.[316]
Ashab-ı suffe ictimaî, siyasî ve askerî nedenlerle
Medine döneminde ortaya çıkmıştır. Kavim ve kabileleri arasında İslâm'ı yaşama
imkânı bulamayıp gerek Hz. Peygamber (a.s.)'le beraber
Mekke'den ve gerekse muhtelif yerlerden Medine'ye hicret eden fakir, yeri,
yurdu olmayan kimseler burada barınırlardı. İslâmiyet'te ilk yatılı
medrese burası
olmuştur. Bundan sonra buranın durumu örnek alınarak İslâm aleminde medreseler hep camilerin etrafına yapılmıştır.[317]
Medineli
müslümanlar olan Ensar evini-barkını,bütün
mal varlığını geride bırakarak şehirlerine hicret eden müslümanlara maddî ve manevi
yönlerden çok yardımcı oldular. Fakat buna rağmen, yer-yurt sahibi yapılamıyan bazı kimsesiz müslümanların açıkta
kalmaması
için böyle bir yer yapıldı. Suffe ehlinin ihtiyaçlarıyla Hz. Peygamber (a.s.) bizzat ilgilenir,
Beytü'l-mâl'e ve kendisine gelen malların büyük bir kısmını onlara ayırırdı. Kendisinin yetişemediği hâllerde Ashab'a tavsiye eder, evlerine Suffe
ehlinden götürebilecekleri kadar misafir almalarını
söylerdi. Bu sebeple bunlara: "Edyâfu'l-müslimîn"
(Müslümanların
Misâfirleri) de denilmiştir.[318]
Suffe ehlinin ihtiyaçlarıyla
Peygamberimiz, kendi ailesinin ihtiyaçlarından daha çok ilgilenirdi. Bir defasında, değirmen çekmekten yorgun düştüğü için bir hizmetçi isteğinde bulunan kızı
Fâtıma'ya peygamberimiz:
-"Kızım! sen ne diyorsun? Ben, daha henüz Ehli Suffe'nin
ihtiyaçlarını temin edebilmiş değilim."[319]
demişti.
Ashab-ı Suffe hayatlarını
Peygamber medresesinden ilim ve irfan tahsil etmeye adamış seçkin kimselerdir. Bunlar daima Mescid-i
Nebevî'de bulunurlar, kendilerini ilim ve ibadete verirler, hep oruçlu olurlar,
Kur'an tahsil ederler, Hz. Peygamber'in vaz ve irşâdını dinlerler, onunla beraber savaşlara iştirak ederlerdi. Onların geçimleriyle bizzat Hz. Peygamber ilgilenir ve
ashabın zenginlerini de onla ra
yardım etmeye teşvik ederdi.
Gücü
kuvveti yerinde olan Suffeliler, dağdan sırtlarında odun taşımak dahil olmak üzere ellerinden gelen işleri yapıyor, mümkün mertebe ihtiyaçlarını sağlamaya
çalışıyorlardı. Yoksa Suffe, bir tembeller yuvası değildi. Son derece ihtiyaç ve zaruret içinde olsalar
da, iffet ve vakarları
onlara, başkalarından bir şey istemeye izin vermiyordu. Şu ayetin onlar hakkında indirildiği rivayet edilir.[320]
لِلْفُقَرَاءِ
الَّذينَ
اُحْصِرُوا
فى سَبيلِ
اللّهِ لَا
يَسْتَطيعُونَ
ضَرْبًا فِى
الْاَرْضِ
يَحْسَبُهُمُ
الْجَاهِلُ
اَغْنِيَاءَ
مِنَ
التَّعَفُّفِ
تَعْرِفُهُمْ
بِسيميهُمْ
لَا
يَسَْلُونَ
النَّاسَ
اِلْحَافًا
وَمَا
تُنْفِقُوا
مِنْ خَيْرٍ
فَاِنَّ
اللّهَ بِه
عَليمٌ
"Sadakalarınızı, kendilerini Allah yoluna adayıp yeryüzünde dolaşamayanlara; hayalarından dolayı, kendilerini tanımayanların zengin sandıkları yoksullara verin. Onları yüzlerinden tanırsın; yüzsüzlük ederek insanlardan bir şey istemezler. Sarfettiğiniz iyi bir Şeyi, Allah Şüphesiz bilir."[321]
Peygamberimize
bir şey ikram edildiği zaman Efendimiz, ne maksatla getirildiğini sorardı. Sadaka olduğu söylenirse kendisi kabul etmez Ashabı Suffe'ye gönderirdi. Şayet hediye olduğu söylenirse, bir kısmını
ailesi için alıkor,
bir kısmını yine Ashab-ı Suffe'ye gönderirdi.
Buhârî'nin
rivayet ettiği
bir hadis-i şerifde
Resulullah (a.s.):
-"İki kişilik yiyeceği olan, Ashab-ı Suffe'den bir üçüncüsünü, dört kişilik yiyeceği olan, bir beşincisini, yahut da altıncısını alıp birlikte götürsün"
buyurmuş ve bizzat kendisi on tanesini evine götürmüştür. Ebû Bekir (r.a.) da üç tanesini götürmüştür."[322]
Suffede
sadece, kimsesiz sahabîler değil,
zaman zaman, sevgili peygamberimizi görmek için gelen ve kalacak başka bir yeri olmayan misafirler de kalıyordu. Bunun yanında, evlenip ev-bark sahibi olarılar da Suffe'den ayrılıyordu. Bunun için, Ehli Suffe'nin sayısı daima aynı kalmamıştır.
Kaynakların
bildirdiğine
göre Suffeliler'in sayısı; 10-30-70-90-400 arasında değişmektedir.
Bu rakamlar da, sayılarının zaman zaman değiştiğini göstermektedir.
Peygamberimiz
Suffe ehlinin sadece maişetiyle
değil, ibadet ve ilim hayatıyla da yakından ilgileniyordu. Şu hadise bunu göstermektedir: "Bir gün
Resulullah (a.s.) evinden çıkarak
mescide girdi. Mescidde iki halk ile karşılaştı. Bunlardan biri Kur'an okuyor ve Allah'a dua
ediyor, diğeri
ise ilim öğreniyor
ve öğretiyordu. Bunları görünce,
-"İkisi de hayır işliyorlar.
Bunlar Kur'an okuyor ve Allah'a dua ediyorlar. Allah, dilerse verir, dilerse
vermez. Ama şunlar,
ilim öğreniyor
ve öğretiyorlar. Şüphesiz ben bir muallim (öğretmen) olarak gönderildim" buyurdu ve
ilimle meşgul
olanların
yanına oturdu."[323]
Bu
iki topluluk da Ehli Suffe'den idi. Çünkü onlar, gündüzleri mescidde ilim ve
ibadetle meşgul
olur, Suffe'yi yatakhane ve ilmî müzakere yeri olarak kullanırlardı.[324] İlimle meşgul olan Suffe ehline başta Kur'an-ı Kerîm olmak üzere; yazı, hadisler, çeşitli dînî bilgiler öğretiliyordu. Öğretmenleri ise; başta sevgili Peygamberimiz olmak üzere, Abdullah b.
Mes'ud, Übey b. Ka'b, Muaz b. Cebel, Ebu'd-Derdâ, Ubâde b. es-Sâmit gibi bilgin
sahabîler idi. Ehli Suffe ilme son derece düşkündü. Dünyevî meşgaleleri de olmadığı için zamanlarının
çoğunu, ilmî müzakerelere ve
Peygamberimizle beraber olmaya verebiliyorlardı. Belki de Peygamberimiz, böyle bir imkânın doğması
için onların
ihtiyaçlarını gidermeye bu kadar ihtimam göstermiştir.
Ashab
arasında,1000'den fazla hadis
rivayet edenlere "Müksirûn: Çok hadis
rivayet edenler" denir ve bunların hepsi yedi sahabîdir. Bu yedi sahabînin de
üçü; Ebû Hüreyre, Abdullah b. Ömer, Ebû Saîd el-Hudrî idi. Bu sahabîlerden Ebû
Hüreyre şöyle
der:
-"Benim fazla hadis rivayet etmem çok
görülmesin! Muhacir kardeşlerimiz çarşıda, pazarda ticaretle, Ensar
kardeşlerimiz de tarlada bahçede ziraatle uğraşırken Ebu Hüreyre, boğaz tokluğuna Peygamber'in mübarek
nasihatlarını ezberliyor, onların şahit olmadığı olaylara şahit oluyordu."[325]
İlme ve Hz. Peygamber'in yanında olmaya düşkünlüğünden olsa gerek ki, Hz. Ömer'in oğlu Abdullah, Suffe'de kalmayı, Mescid-i Nebevî'ye hayli uzak olan baba
evine tercih etmiş
ve ilimle, hadis öğrenme
ile daha fazla meşgul
olmuştur.
Peygamber
Efendimiz Suffe'de yetişen
bu elemanları,
bilgi ve kabiliyetlerine göre çeşitli hizmetlerde kullanıyordu. Meselâ;
Yeni
müslüman olan kabilelere Kur'an ve diğer dînî bilgileri öğretmek, onları İslâmî
yönden eğitmek
için Ehli Suffe'den muallim ve mûrşidler görevlendiriyordu. Raci' ve Bi'ri Maûne
vak'alarında
kalleşçe şehit edilen yetmiş kurrâ, böyle bir göreve giderken müşrikler tarafından şehit edilmişti. İslâm'ı öğrenmek için kısa bir süre Medine'ye, Hz. Peygamber'in yanına gelenler; bir taraftan sevgili
Peygamberimiz'le görüşürken,
öbür taraftan, bilhassa Suffe ehlinden olan muallimlerden çeşitli İslâmî bilgileri öğreniyorlardı. Peygamberimiz, Suffe ehlinden olan Bilâl-i Habeşi ve Abdullah b. Ümmü Mektûm'u müezzinlikle
görevlendirmişti.
Kısacası Suffe; leylî-meccânî (parasız-yatılı)
bir eğitim ve öğretim yuvası, çeşitli
hizmetler için de hazır
bir kuvvet idi.
Ehli
Suffe'den olan ve yukarıda
ismi geçen sahabîlerden başka,
bu babda Ebû Zerr el-Gıfârî,
Huzeyfe, Ammar, Habbâb, Ebû Hüreyre, Selmân-ı Fârisî, Suheybi'r-Rûmî, Ukbe b. Âmir, Ükkâşe, Abdullah b. Mesud, Berâ b. Mâlik gibi
önemli sahabileri sayabiliriz.
Farz Namazların Dört Rekat Olması
Mirâçtan önce Müslümanlar akşam ve sabah olmak üzere iki vakit namaz
kılıyorlardı. Beş vakit namaz mirâçta farz kılındı. Ancak, Hicretten önce,
akşam namazının farzı üç rekât, diğer vakitlerin hepsi de ikişer rekâttı,
Hicretten sonra, öğle, ikindi ve yatsı namazlarının farzları dört rekâta
çıkarıldı. Sefer zamanlarında ise ilk farz kılındığı sayıda bırakıldı.[326]
Ezân'ın Meşrûiyeti
Mekke'de iken ibâdetler gizli yapılıyor, namazlar tenha yerlerde edâ
ediliyordu. Bu îtibarla Müslümanları namaz ve ibâdet vakitlerinde bir araya
toplamak için herhangi bir dâvet alâmetine ihtiyaç görülmüyordu.
Medîne'ye gelindiğinde, ilk günlerde önceki alışkanlıkla mü'minler namaz
vakitleri yaklaştığı zaman bir araya toplanıp vaktin gelmesini bekliyorlardı.
Fakat bir müddet sonra Müslümanların çoğaldığı, Mekke'deki gibi mâniâlar
olmadığı için cemaatın ibâdet mahallinde toplanması ve vaktin geldiğinin haber verilmesi
için bir alâmete ihtiyaç hâsıl oldu. Allah Rasûlü, Mescîd-i Nebevi'nin
yapılmasından sonra, bu hususu Ashâbıyla iştişare etti. Bâzıları boru
çalınmasını, bâzıları çan çalınmasını, bâzıları yüksek bir yerde ateş
yakılmasını ileri sürdüler. Bunlar, gayrimüslimlere benzerlikten kaçınmak için
uygun görülmedi. Bu arada, Hz.Ömer yüksek bir yerden nidâ olunmasını teklif
etti. Bu fikir kabul edildi. Peygamberimiz'in emriyle Hz.Bilâl, namaz
vakitlerinde "Esselât-ü Câmiatün (Cemaatle namaza)" diye nidâ etmeğe,
seslenmeğe başladı. Bu hâl Ensârdan Hz.Abdullah ibn-i Zeyd'in bir rüyâsını
gelip Rasûlüllah'a anlatmasına kadar devam etti. Nihâyet bu zâtın rüyâsı ve
bunu teyid eden diğer Sahabilerin rüyâları üzerine ezan, şimdiki tertibi ile
sünnet kılındı.
Hz.Bilâl'in sesi güzeldi. Rasûlüllah'ın emri üzerine Hz. Bilâl ezan
okumağa memur edildi. Mescid'in yanıbaşındaki yüksek evin damına çıkar, tatlı
sesiyle ezan okur, Allâh'ın büyüklüğünü îlan ederek, müslümanları namaza davet
ederdi.
Ezân, şeâir-i İslâmiye'dendir. Rasûlullah (as.)'ın sünneti ve daha sonra
inen âyetlerle de sâbittir.[327]
Hz.Peygamber (as), Mekke’den Medine’ye hicret ettikten sonra manevi,
ictimai, iktisadi ve insani maksatlarla muhacirleri, kendi aralarında kardeş
ilan ettiği gibi, Muhacirlerle Ensar arasında da din kardeşliği esasına dayalı
bir kardeşlik kurmuştur.
¢é Û 3î©Ó ¢é £ãªa
¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa ó¡ §Ù¡Ûb¨ß ¡å¤2 ¡ ã ªa ¤å Ç g
ü 4b Ó
á £Ü ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü
£ó¡j £äÛa £æ ªa Ù Ì Ü 2 ªa
¢é¨£ÜÛa ó £Ü
¢£ó¡j £äÛa Ñ Ûb y ¤ Ó 4b Ô Ï
¡â5¤¡üa ó©Ï Ѥܡy
Pô©a
ó©Ï
¡b ¤ã üa ë §)¤í ¢Ó å¤î 2
á £Ü ë ¡é¤î Ü Ç
İmam-ı Buhar-i’nin Hz.Enes (ra)’dan rivayetine göre Hz.Peygamber (as),
Muhacirun ve Ensar’dan kırk beşerden dok zan kişiyi Enes b. Malik’in evine
davet etti: “İslam dininde hılf yoktur,
din kardeşliği vardır” buyurarak bu doksan kişi arasında ikişer ikişer
kardeşlik akdetti ve bunun sorumluluklarını her iki tarafa da izah etti."[328]
Bu kardeşlerden bazılarını ikişer ikişer
sıralayalım:
Muhacirler: Ensar:
Ebu Bekir es-Sıddık Harice b. Züheyr
Ömer b. El-Hattab Itban b. Malik
Ebu Ubeyde b. El-Cerrah
Sad b. Muaz
Abdurrahman bin Avf Sad İbn Rebi
Zübeyr b. Avvam Seleme b.
Seleme
Osman b. Affan Evs b.
Sabit
Mus’ab b. Umeyr Ebu Eyyüb
vb...
Kur’an-ı Kerim’de yüce Allah bu olayı şöyle takdir eder:
اِنَّ
الَّذينَ
امَنُوا
وَهَاجَرُوا
وَجَاهَدُوا
بِاَمْوَالِهِمْ
وَاَنْفُسِهِمْ
فى سَبيلِ
اللّهِ
وَالَّذينَ
اوَوْا
وَنَصَرُوا
اُولئِكَ
بَعْضُهُمْ
اَوْلِيَاءُ
بَعْضٍ
وَالَّذينَ
امَنُوا
وَلَمْ
يُهَاجِرُوا
مَا لَكُمْ
مِنْ
وَلَايَتِهِمْ
مِنْ شَىْءٍ
حَتّى
يُهَاجِرُوا
وَاِنِ
اسْتَنْصَرُوكُمْ
فِى الدّينِ
فَعَلَيْكُمُ
النَّصْرُ
اِلَّا عَلى
قَوْمٍ بَيْنَكُمْ
وَبَيْنَهُمْ
ميثَاقٌ
وَاللّهُ
بِمَا
تَعْمَلُونَ
بَصيرٌ
“İman edip de hicret edenler, Allah yolunda
mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve (muhacirleri) barındırıp yardım edenler
var ya, işte onların bir kısmı diğer bir kısmının dostlarıdır. İman edip de
hicret etmeyenlere gelince, onlar hicret edinceye kadar size onların mirasından
hiçbir pay yoktur. Eğer onlar din hususunda sizden yardım isterlerse, sizinle
aralarında sözleşme bulunan bir kavim aleyhine olmaksızın (o Müslümanlara)
yardım etmek üzerinize borçtur. Allah yapacaklarınızı hakkıyla görmektedir.”[329]
Özel olarak Sahabeleri destekleyen bu ayeti kerime genel de ise:
; æì¢à y¤¢m
¤á¢Ø £Ü È Û é¨£ÜÛa aì¢Ô £ma ë
¤á¢Ø¤í ì a å¤î 2 aì¢z¡Ü¤ b Ï
¥ñ 줡a æì¢ä¡ß¤ªì¢à¤Ûa b à £ã ¡a
“Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin
arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki esirgenesiniz”[330]
Bu ayeti kerime hükmü umumileştirerek, kardeşliğin yardımlaşma, birbirine
destek olma, öğüt verme, öğüt alma.... Tarzında her zaman yürürlükte kalmış ve
bu anlamda ayetin hükmü bütün müminleri içene almaktadır.
Efendimiz (as) hadislerinde Müslüman kardeşliğin önemini hakkında şu
tavsiyelerde bulunmuştur:
¢é¢m¤ £î È Ï
¦5¢u ¢o¤j 2b 4b Ó ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa
ó¡ §£ ó¡2 a ¤å Ç g
b í á £Ü ë
¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü ¢£ó¡j £äÛa ó¡Û
4b Ô Ï P¡é¡£ß¢b¡2
¤á¢Ø ãa 줡a
P¥ò £î¡Ü¡çb u Ùî¡Ï ¥ªë¢¤ßa Ù £ã¡a ¡é¡£ß¢b¡2
¢é m¤ £î Ç ªa §£ b 2 a
¢êì¢ a æb ×
¤å à Ï P¤á¢Øí¡¤í a o¤z m ¢é¨£ÜÛa
¢á¢è Ü È u ¤á¢Ø Û ì
P¢ j¤Ü í b £à¡ß
¢é¤¡j¤Ü¢î¤Û ë ¢3¢×¤ªb í b £à¡ß ¢é¤à¡È¤À¢î¤Ü Ï
P¡ê¡ í o¤z m
P¤á¢çì¢äî¡Ç b Ï
¤á¢çì¢à¢n¤1 £Ü × ¤æ¡b Ï P¤á¢è¢j¡Ü¤Ì í b ß
¤á¢çì¢1¡£Ü Ø¢m ü ë
Ebû Zer radiya'llâhu anh'den:
Şöyle demiştir: (Bir kere) bir adamla sövüştük de onu anasından dolayı
ayıpladımdı. Nebiyy-i Mükerrem salla'llâhu aleyhi ve sellem bana buyurdu ki: Ey Ebû Zer, onu sen anasından dolayı mı
ayıplıyorsun? (Demekki) sen, içinde (henüz) Câhiliyyet (ahlâkı) kalmış bir
kimse imişsin. (Ondan sonra buyurdu ki:) Zîr-i destânınız, sizin öyle
kardeşlerinizdir ki Allâhu Teâlâ onları sizin yed (mülk ve kudret) inize tevdî'
etmiştir. Her kimin eli altında kardeşi bulunursa ona yediğinden yedirsin,
giydiğinden giydirsin. Onlara güçleri yetmeyecek (zahmetli) bir iş
yüklemeyiniz. Şayet yüklerseniz onlara yardım ediniz."[331]
¢é¨£ÜÛa ó £Ü ¡é¨£ÜÛa
4ì¢ £æ ªa ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa
ó¡ ¢é¤ä Ç ë g
¢é¢à¡Ü¤Ä í ü ¡á¡Ü¤¢à¤Ûa
aì¢ ªa ¢á¡Ü¤¢à¤Ûa 4b Ó á £Ü ë
¡é¤î Ü Ç
¢é¨£ÜÛa æb × ¡éî© ªa
¡ò ub y ó©Ï æb × ¤å ß ë ¢é¢à¡Ü¤¢í
ü ë
¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa
x £ Ï ¦ò 2¤¢× §á¡Ü¤¢ß ¤å Ç
x £ Ï ¤å ß ë ¡é¡n ub y ó©Ï
¢ê n b¦à¡Ü¤¢ß
n ¤å ß ë ¡ò ßb î¡Ô¤Ûa ¡â¤ì í
¡l ¢× ¤å¡ß ¦ò 2¤¢×
P¡ò ßb î¡Ô¤Ûa
â¤ì í ¢é¨£ÜÛa
Yine İbn-i Ömer radiya'llâhu
anhümâ'dan rivâyet olunduğuna göre: Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem: [Her Müslüman Müslüman’ın (din)
kardeşidir. Müslüman Müslüman’a zulm etmez; Müslüman Müslüman’ı (başına gelen
musîbette) terk etmez de; hangi Müslüman ki (Müslim) kardeşinin hâcetinde
bulunursa, Allah da onun hâcetini kazâ eder; (Müslüman bir kul din kardeşinin
yardımında bulundukça Allah da ona yardımda bulunur;) hangi Müslüman ki, bir
Müslüman’dan dünyâ darlığını giderip şâd ederse, Allah da Kıyâmet gününde onun
gussasını giderip mesrûr eder. Kim ki Müslüman kardeşi (nin dünyâda aybı) nı
örterse, Allah da kıyâmet gününde onun ayıbını örter] buyurmuştur."[332]
¢4ì¢ 4b Ó
4b Ó ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa ó¡ §Ù¡Ûb ß
¡å¤2 ¡ ã ªa ¤å Ç g
b¦à¡Ûb à Úb ªa
¤¢¤ãa á £Ü ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa
ó £Ü ¡é¨£ÜÛa
b¦ßì¢Ü¤Ä ß ¢ê¢¢¤ä ã
a ¨ç ¡é¨£ÜÛa 4ì¢ b í 4b Ó
b¦ßì¢Ü¤Ä ß ¤ë ªa
P¡é¤í í
Ö¤ì Ï ¢¢¤ªb m 4b Ó b¦à¡Ûb Ã
¢ê¢¢¤ä ã Ñ¤î Ø Ï
Enes
İbn-i Mâlik radiya'llâhu anh'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: (bir kere)
Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem:
-
(Ey mü'min! Mü'min) kardeşine, ister zâlim olsun, ister mazlûm olsun, yardım
et! buyurmuştu. Birisi:
-
Yâ Resûlallâh! Şu mazlûm olan kişiye yardım edebiliriz. Fakat o zâlime nasıl
nusrat ederiz? diye sordu. Resûl-i Ekrem:
-
Zâlimin iki elinin üstünü tutarsın! diye cevap verdi."[333]
¢4ì¢ 4b Ó
4b Ó ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa ó¡
ñ ¤í ¢ç ó©2 ªa ¤å Ç g
¥ò à¡Ü¤Ä ß ¢é Û
¤o ãb × ¤å ß á £Ü ë ¡é¤î Ü Ç
¢é¨£ÜÛa ó £Ü ¡é¨£ÜÛa
3¤j Ó â¤ì î¤Ûa
¢é¤ä¡ß ¢é¤Ü £Ü z n î¤Ü Ï ¥õ¤ó ( ¤ë ªa
¡é¡¤¡Ç ¤å¡ß ¡éî© ªü
¥|¡Ûb ¥3 à Ç
¢é Û æb × ¤æ¡«a ¥á 礡
ü ë
¥b äí©
æì¢Ø í ü ¤æ ªa
¥pb ä y ¢é Û
¤å¢Ø m ¤á Û ¤æ¡«a ë ¡é¡n à¡Ü¤Ä ß
¡¤ Ô¡2 ¢é¤ä¡ß ¡¢ªa
P¡é¤î Ü Ç 3¡à¢z Ï
¡é¡j¡yb ¡pb¨÷¡£î ¤å¡ß ¡¢ªa
Ebû
Hüreyre radiya'llâhu anh'den Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu
dediği rivâyet edilmiştir: “Kim ki,
uhdesinde (bir din) kardeşinin nefsine, yahut malına tecâvüzden mütevellid hak
bulunursa -dînâr, dirhem bulunmayan (kıyâmet günü gelmez) den evvel- bu gün
(dünyâ) da mazlumdan o hakkı bağışlamasını istesin!. (İstihlâl edilmediği
sûrette) zâlimin amel-i sâlihi bulunursa, ondan (kıyâmet günü) zâlimin zulmü
mikdârı alınır (da mazlûma verilir). Eğer zâlimin hasenâtı bulunmazsa mazlûmun
seyyi-âtından alınıp zâlim üzerine yükletilir.”[334]
4b Ó á £Ü ë
¡é¤î Ü Ç
¢é¨£ÜÛa ó £Ü ¡£ó¡j £nÛa ¡å Ç ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa
ó¡ § ã a ¤å Ç g
P¡é¡¤1 ä¡Û ¢£k¡z¢í b ß
¡éî¡ ü £k¡z¢í ó £n y ¤á¢×¢ y a ¢å¡ß¤ªì¢í
ü
Enes
(b. Mâlik) radiya'llâhu anh'den: Şöyle demiştir: Nebiyy-i Muhterem salla'llâhu
aleyhi ve sellem Hazretleri buyurdu ki: "Hiç
biriniz, kendiniz için arzu ettiğinizi kardeşiniz için de arzu etmedikçe îmân
etmiş olmaz."[335]
Sonuç olarak; kardeşliğin müsbet neticeleriKurulan bu kardeşlik
kısa zamanda müsbet neticesini verdi. Cemiyetin muhtelif tabakaları bu
kardeşlik sayesinde birbirleriyle kaynaştı. Bu kardeşlik, kabilecilik gurur ve
adavetini de ortadan kaldırdı. Bu suretle niyetleri kudsî, gayeleri ulvî,
içleri dışları nur, faziletli bir cemiyet meydana geldi. Bu kardeşliğin diğer
bir müsbet neticesi ise şu idi: Peygamber Efendimiz, herhangi bir sefere
çıkacağı zaman, kardeşlerden birini beraberinde götürür, diğerini ise her iki
âilenin mâişetini temin etmek, idaresini yürütmek için Medine'de bırakırdı.
Böylece evleri sahipsiz ve hâmisiz kalmıyordu. Ensarın, Muhacir kardeşlerine gösterdikleri
bu eşsiz samimiyet, misafirperverlik, kadirşinaslık, cömertlik, fedakarlık ve
feragâtı Cenâb-ı Hak indirdiği âyet-i kerimesiyle ilân edip bu davranışlarını
medhetti:
وَالَّذينَ
تَبَوَّؤُ
الدَّارَ
وَالْايمَانَ
مِنْ
قَبْلِهِمْ
يُحِبُّونَ
مَنْ هَاجَرَ
اِلَيْهِمْ
وَلَا
يَجِدُونَ فى
صُدُورِهِمْ
حَاجَةً
مِمَّا
اُوتُوا
وَيُؤْثِرُونَ
عَلى
اَنْفُسِهِمْ
وَلَوْ كَانَ
بِهِمْ
خَصَاصَةٌ
وَمَنْ يُوقَ
شُحَّ نَفْسِه
"Daha önce
Medine'yi yurt edinmiş ve îmânı kalblerinde yerleştirmiş olanlara gelince:
Onlar, kendi yurtlarına hicret eden din kardeşlerini severler, onlara verilen
şeyden dolayı gönüllerinde bir kıskançlık duymazlar ve kendileri ihtiyaç içinde
olsalar bile onları kendi nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin
ihtiraslarından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendisidir."[336]
Evet, kurulan bu ma'nevi kardeşlik hiç bir milletin
tarihinde rastlanmayacak eşsiz bir şeref tablosudur. Bu kardeşlik neticesinde
meydana gelen dayanışma, yardımlaşma, hayırseverlik, İslâmın inkişâfa başlaması
dönemine rastlamış olması bakımından da oldukça mühim bir tesir icra etmiştir. Hiç
tereddüt etmeden denilebilir ki, çeyrek asır zarfında İslâm nûrunun âlemin her
tarafına yayılması, İran'ın tamamen fethi, Doğu Roma İmparatorluğunun tehdid
edilmesi hep bu dinî kardeşliğin resaneti [kuvvet] eseridir.
Muhacirlerin Kendi Aralarında Kardeş Yapılması
Resûl-i Ekrem Ayrıca, Muhacir Müslümanlar arasında da kardeşlik kurdu.Bir
gün, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer elele tutuşmuş geliyorlardı. Bu samimi
manzarayı seyreden Peygamber Efendimiz, yanındaki Sahabîlere,
-"Nebîler ve
Resûllerden başka, bütün önceki ve sonrakilerden Cennetlik olanların kemâl
çağına erenlerinden iki büyüğüne bakmak isteyen, şu gelenlere baksın"[337] buyurdu, sonra da onları birbirine kardeş yaptı. Resûl-i
Ekrem, Mekkeli Müslümanları teker teker birbirlerine kardeş yapıyordu. O sırada
Hz. Ali çıkageldi. Gözyaşları arasında şöyle dedi:
-"Yâ Resûlallah, sen Sahabeleri birbirine kardeş yaptın. Benimle
hiçbir kimse arasında kardeşlik kurmadın?"
Peygamber Efendimiz,
-"Yâ Ali, sen dünyada ve Âhirette benim kardeşimsin" buyurarak gözyaşlarını dindirdi.[338]
İlk İslâm Devleti
Peygamber Efendimiz, on üç senelik Mekke devrinde mesâisini tamamıyla
îmân esaslarını anlatmaya hasretmişti. Bu îmânî hizmet sayesinde bir çok kimse
İslâmın saâdetli sinesine koşmuştu. İmanlı insanların sayısı çoğalmış ve
Müslümanlar gözle görülür bir kuvvet haline gelmişlerdi. Ancak buna rağmen bu
devrede İslâm düşmanlarına karşı her türlü maddî mukabele yasaktı. Müslümanların
tek silahı vardı, o da sabırdı. Fakat, Hicret ile yeni bir muhite gelinmişti.
Şartlar tamamıyla değişmişti. Müslümanlar îmânlarının gereği olan herşeyi
serbestçe yapabiliyorlardı.Hz. Resûlullahın Medine'ye gelir gelmez
gerçekleştirdiği en mühim iş, daha önce bahsedildiği gibi, Muhacirlerle Ensarı
kardeş yapmış olmasıydı.
Efendimiz bununla Müslümanlar arasında kuvvetli bir ittifak kurmuş
oluyordu. İslâmın ırk, dil, sınıf ve coğrafi ayrılıkları tanımayan kardeşlik
müessesesi böylece tarihte ilk defa gerçekleşiyordu.Ancak bununla herşeyin
bitmediği muhakkaktı. Medine'de yalnız Müslümanlar yaşamıyorlardı. Bu yeni
muhitte Musevîler, müşrik Araplar ve bazı Hıristiyanlar da vardı ve haliyle
mütecânis olmayan bir manzara arzediyorlardı. Buna bir de Arap kabileleri
arasındaki tükenmek bilmeyen rekabet ve çatışmalar ile Yahudîlerle Araplar
arasındaki anlaşmazlıkları katarsak, bu yeni muhitin ne büyük bir karışıklık
içinde olduğunu kolayca anlayabiliriz.Meselenin asla küçümsenmeyecek bir başka
tarafı daha vardı: Mekkeli müşriklerin her an Medine üzerine yürüyebilecekleri
hususu. Aralarında devam eden soğuk harb her an sıcak harbe dönüşebilirdi.
İşte Peygamber Efendimizin önünde böylesine mühim meseleler duruyor ve
bunlar hal çaresi bekliyordu.Bu yeni muhitte, Müslüman olmayan unsurlarla
anlaşmak, cemiyete bir teşkilatlanma ruhu ve havası getirmek icab ediyordu.
Adlî, askerî, siyasî bir takım esasların tesbiti lüzumu vardı. Henüz hicretin
l. yılı bitmiş değildi. Resûl-i Ekrem Efendimiz, bütün Medine ahalisinin temsilcilerini
Enes bin Mâlik evinde bir araya topladı. Maksat, bazı içtimâi prensiplerin
düzenlenmesi idi. Yapılan konuşmalar neticesinde bu prensipler düzenlendi ve
derhal yürürlüğe kondu. Mühim maddeler yazıldı ve taraflarca imzalandı. Bu
maddeler Hz. Resûlullahın başkanlığında teşekkül eden İlk İslâm Devletinin
anayasasıydı. Hatta bu vesika, sadece ilk İslâm devletinin anayasası olmakla da
kalmamakta, aynı zamanda bütün dünyada yazılı ilk anayasalardan birini teşkil
etmekteydi. Bu anayasa ile Medine halkı artık diğer insanlardan ayrı bir millet
teşkil etmiş oluyorlardı.[339]
"Medine - Şehir - Devletinin
Anayasası" başlığında. Medine vesikası denilen
maddelerin 47 olduğun rivayet edilmiştir. Bunlar:
Madde 1- Bu kitap (yazı).
Peygamber Muhammed tarafında Kureyşli ve Yesribli Müminler ve
Müslümanlar ve bunlara tabi olanlarla yine
onlara sonradan iltihak etmiş
olanlar ve onlarla beraber cihad edenler için (olmak üzere tanzim edilmiştir.)
Madde 2- İşte bunlar, diğer
insanlardan ayrı bir ümmet (camia) teşkil ederler.
Madde3-Kureyş'den olan
muhacirler, kendi aralarında adet olduğu veçhile, kan diyetlerini ödemeye
iştirak ederler ve onlar harb esirlerinin fidye-i necatını Mü'minler arasındaki
iyi ve makul bilinen esaslara ve adalet umdelerine göre ödemeye iştirak edeceklerdir.
Madde 4- Benu Avf'lar, kendi
aralarında adet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini
ödemeye iştirak edeceklerdir ve her zümre harp esirlerinin fidye-i necatını
Müminler arasındaki iyi ve makul bilinen esaslara ve adalet umdelerine göre
tediyeye iştirak edeceklerdir.
Madde 5- Benu Haris'ler, kendi
aralarında adet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan
diyetlerini ödemeye ve her zümre harp
esirlerinin fidye-i necatını, Müminler arasındaki iyi ve makul bilinen esaslara ve adalet umdelerine
göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
Madde 6- Benu Saideler, kendi aralarında
adet olduğu veçhile, evvelki
şekiller altında kan diyetlerini ödemeye
ve her zümre harp esirlerinin fidye-i
necatını, Müminler arasındaki iyi
ve makul bilinen esaslara ve adalet
umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
Madde 7- Benu Ceşum'ler, kendi aralarında adet olduğu veçhile, evvelki
şekiller altında kan diyetlerini ödemeye
ve her zümre harp esirlerinin fidye-i necatını, Müminler arasındaki iyi ve
makul bilinen esaslara ve adalet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
Madde 8- Benu'n Neccar'lar, kendi
aralarında adet olduğu veçhile, evvelki
şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre harp esirlerinin
fidye-i necatını, Müminler arasındaki iyi ve makul bilinen esaslara ve
adalet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
Madde 9-Benu Amr ibn Avf'lar,
kendi aralarında adet olduğu veçhile,
evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre harp
esirlerinin fidye-i necatını, Müminler
arasındaki iyi ve makul bilinen esaslara ve adalet umdelerine göre tediyeye
iştirak edeceklerdir.
Madde 10-Benu'n Nebit'ler, kendi
aralarında adet olduğu veçhile, evvelki
şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre harp
esirlerinin fidye-i necatını,
Müminler arasındaki iyi ve makul bilinen esaslara ve adalet umdelerine göre
tediyeye iştirak edeceklerdir.
Madde 11-Benu'l Evs'ler, kendi aralarında adet olduğu
veçhile, evvelki şekiller altında kan
diyetlerini ödemeye ve her bir zümre harp esirlerinin fidye-i necatını,
Müminler arasındaki iyi ve makul bilinen esaslara ve adalet umdelerine göre
tediyeye iştirak edeceklerdir.
Madde 12-a) Müminler, kendi
aralarında ağır mali mesuliyetler altında bulunan hiç kimseyi (bu halde)
bırakmayacaklar, fidye-i necat veya kan diyeti
gibi borçlarını iyi ve makul bilinen esaslara göre vereceklerdir.
Madde 12-b) Hiçbir mü'min, diğer bir
Mü'minin mevla (kendisi ile akdi kardeşlik rabıtası kurulmuş kimse) sına
mümanaat edemez. (Diğer bir okunuşa göre): Hiçbir mü'min, diğer bir
mü'minin mevlası ile onun aleyhine olmak üzere bir anlaşma yapmayacaktır.
Madde 13-Takva sahibi mü'minler,
kendi aralarından mütecavize veya haksız bir fiil tasarlayan yahut bir cürüm
yahut bir hakka tecavüz veyahut da Mü'minler arasında bir karışıklık çıkarma
kastını taşıyan kimseye karşı olacaklar ve bu kimse onlardan birine evladı bile
olsa, hepsinin elleri onun aleyhine kalkacaktır.
Madde 14- Hiçbir mü'min,bir kafir
için, bir mü'mini öldüremez ve bir mü'min aleyhine hiçbir kafire yardım edemez.
Madde 15- Allah'ın zimmeti (himaye
ve teminatı) bir tektir: (mü'minlerin) en ehemmiyetsizlerinden birinin
(himayesi) onların hepsi için hüküm
ifade eder. Zira, mü'minler diğer insanlardan ayrı
olarak birbirlerinin mevlası
(kardeşi) durumundadır.
Madde 16-Yahudilerden bize tabi
olanlar zulme uğramaksızın ve onlara
muarız olanlarla yardımlaşmaksızın, yardım ve müzaheretimize hak
kazanacaklardır.
Madee 17-Sulh, mü'minler arasında
bir tektir. Hiçbir mü'min Allah yolunda
girişilen bir harpde, diğer mü'minleri hariç tutarak, bir sulh anlaşması
akdedemez: bu sulh ancak onlar (mü'minler) arasında umumiyet ve adalet esasları
üzere yapılacaktır.
Madde 18- Bizimle beraber harbe
iştirak eden bütün (askeri) birlikler, birbirleriyle münavebe edeceklerdir.
Madde 19-Müminler birbirlerinin
Allah yolunda (uğrunda) akan kanlarının intikamını alacaklardır.
Madde 20-a)Takva sahibi mü'minler en
iyi ve en doğru yol üzerinde bulunurlar.
Madde 20-b)Hiçbir müşrik, bir Kureyşli'nin
mal ve canını himayesi altına alamaz ve hiç bir
mü'mine bu hususta engel olamaz.
Madde 21- Herhangi bir kimsenin
bir mü'minin ölümüne sebeb olduğu kat'i delillerle sabit olur da, maktulun
velisi (yani hakkını müdafaa eden) rıza göstermezse, kısas hükümlerine tabi
olur; bu
halde, bütün mü'minler ona karşı
olurlar. Ancak bunlara sadece (bu kaidenin) tatbiki için hareket etmek helal
(doğru) olur.
Madde 22-Bu sahife (yazı)'nın muhteviyatını kabul eden.
Allah ve Ahiret gününe inanan bir Mümin bir katile yardım etmesi ve ona sığınacak bir
yer temin etmesi helal (doğru)
değildir; ona yardım eden veya sığınacak
bir yer gösterene Kıyamet günü, Allah'ın lanet ve gazabı nasip olacaktır: ki o
zaman artık kendisinden ne bir para
tediyesi ve ne de bir taviz alınacaktır.
Madde 23- Üzerinde ihtilafa
düştüğünüz herhangi bir şey, Allah ve Muhammed (as)'e götürülecektir.
Madde 24-Yahudiler, müminler gibi
muharebe devam ettiği müddetçe (kendi harp)
masraflarını karşılamak
mecburiyetindedir.
Madde 25-a)Benu avf
Yahudi'leri müminlerle birlikte (İbni Hişam'da
bu, “ma'a” (yani
“ile”) olarak; Ebu Ubeyd'de ise “min” (yani “den”)
olarak zikredilir)-bir ümmet
(camia) teşkil ederler: Yahudilerin dinleri kendilerine mü'minlerin dinleri
kendilerinedir: Buna; gerek mevlaları ve
gerekse bizzat kendileri dahildirler:
Madde 25-b)Yalnız kim ki
haksız bir fiil irtikab eder veya
bir cürüm ika eder, o sadece kendini ve aile efradını zarar etmiş
olacaktır.
Madde 26-Benu'n-Neccar Yahudileri
de Benu Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahip olacaklardır.
Madde 27-Benu'l-Haris Yahudileri
de, Benu Avf Yahudileri gibi ayrı (haklara) sahip olacaklardır.
Madde 28-Benu Saide Yahudileri de
Benu Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır.
Madde 29-Benu Cuşem Yahudileri de
Benu Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahip olacaklardır.
Madde 30-Benu'l-Evs Yahudileri de
Benu Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahip olacaklardır. Yalnız, kim ki
haksız bir fiil irtikab eder veya bir cürüm ika eder, o sadece kendini ve aile efradını zarar etmiş
olacaktır.
Madde 31-Benu Sa’lebe Yahudileri de
Benu Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır. Yalnız, kim ki
haksız bir fiil irtikap eder veya bir cürüm ika eder, o sadece kendini ve aile
efradını zarar dide etmiş olacaktır.
Madde 32-Cefne (ailesi)
Sa'lebe'nin bir koludur;
bu bakımdan Sa'lebeler gibi mülahaza olunacaklardır.
Madde 33-Benu'ş-Şuteybe de Benu Avf
Yahudileri gibi aynı (haklara)
sahib olacaklardır. (Kaidelere)
muhakkak riayet edilecek, bunlara aykırı hareket olmyacaktır.
Madde 34-Sa'lebe'nin mevlaları,
bizzat Sa'lebeler gibi mülahaza olunacaktır.
Madde 35-Yahudilere sığınmış
olan kimseler (Bitane), bizzat Yahudiler gibi mülahaza
olunacakladır.
Madde 36-a) Bunlardan (Yahudilerden)
hiç bir kimse (Müslümanlarla birlikte
bir askeri sefere), Muhammed (as)'ın müsaadesi olmadan çıkamayacaktır.
Madde 36-b) Bir yaralamanın
intikamını almak yasak edilmeyecektir. Muhakkak ki, bir kimse; bir adam
öldürecek olursa neticede kendini ve aile efradını mesuliyet altına sokar; aksi
halde haksızlık olacaktır (yani bu kaideye riayet). Allah bu yazıya en iyi riayet edenlerle beraberdir.
Madde 37-a)(Bir harb vukuunda) Yahudilerin
masrafları kendi üzerine ve Müslümanların masrafları kendi
üzerlerinedir. Muhakkak ki, bu sahife de
(yazıda) gösterilen kimselere harb açanlara karşı, onlar kendi
aralarında yardımlaşacaklardır. Onlar
arasında hayırhahlık ve iyi davranış bulunacaktır. (Kaidelere) muhakkak
riayet edilecek, bunlara aykırı
hareketler olmayacaktır.
Madde 37-b) Hiç bir kimse müttefikine
karşı bir cürüm ika edemez; muhakkak ki zulmedilene yardım edilecektir.
Madde 38-Yahudiler Müslümanlarla
birlikte, beraberce harp ettikleri müddetçe masrafta bulunacaklardır.
Madde 39- Bu sahifenin
(yazının) gösterdiği kimseler için Yesrib vadisi dahili (cevf),
mukaddes (haram) bir yerdir.
Madde 40-Himaye altındaki kimse
(cari), bizzat himaye eden kimse gibidir;
ne zulmedilir ve ne de (kendisi) cürüm ika edecektir.
Madde 41-Himaye verme hakkına sahip
kimselerin izni müstesna, bir himaye hakkı verilemez.
Madde 42-Bu sahifede (yazıda)
gösterilen kimseler
arasında zuhurundan korkulan bütün öldürme yahut münazaa
vakalarının Allah ve Resullullah Muhammed (as)`de götürülmeleri gerekir. Allah
bu sahifeye en kuvvetli en iyi riayet edenlerle beraberdir.
Madde 43- Ne Kureyş'liler ve ne de
onlara yardım edecek olanlar, himaye
altına alınmayacaklar.
Madde 44-Onlar (yani Müslümanlar ve Yahudiler) arsında,
Yesribe hücum edecek kimselere karşı yardımlaşma yapılacaktır.
Madde 45-a) Şayet onlar
(Yahudiler), (Müslümanlar tarafından) bir sulh akdetmeye veya bir sulh akdine iştirake davet olunursa, bunu
doğrudan doğruya akdedecekler veya ona iştirak edeceklerdir. Şayet onlara
(Yahudilere) Müslümanlara aynı şeyleri
teklif edecek olurlarsa, Müminlere karşı aynı haklara sahip
olacaklardır, din mevzuunda girişilen
harb vakıaları müstesnadır.
Madde 45-b]Hiç bir zümre kendilerine
ait mıntıka (gerek müdefa ve gerekse sair ihtiyaçlar hususunda) dan mesuldür.
Madde 46-Bu sahifede (yazıda)
gösterilen kimseler için ihdas edilen
şartlar, aynı şekilde Evs
Yahudilerine, yani onların Mevlalarına ve bizzat kendi şahıslarına, bu sahifede
(yazıda)gösterilen kimseler tarafından sıkı ve tam bir muhafazakarlık ile
tatbik olunur. (Kaidelere) muhakkak riayet edilecek, bunlara
aykırı hareket olmayacaktır. Ve haksız şekilde kazanç
temin edenler, sadece kendi nefsine zarar vermiş olurlar. Allah bu
sahifede (yazıda) gösterilen maddelere
en doğru ve en mükemmel riayet edenlerle beraberdir.
Madde 47-Bu kitap (yazı), bir haksız fiil ika eden veya cürüm
işleyen (ile ceza) arasına engel olarak giremez. Kim ki bir harbe çıkar, emniyette olur veya
ve ya kim ki, Medine’de kalırsa yine emniyet
içindedir, haksız bir fiil ve cürüm ika halleri müstesnadır. Allah ve
Resulullah Muhammed (a.s) himayelerini, (bu sahifeyi) tam bir sadakat ve dikkat
içinde muhafaza eden kimseler üzerinde tutacaklardır.[340]
Hz.Peygamber (as) Efendimizin etrafında pervane gibi dönen ve canlarını
mallarını Allah resulünün uğrunda seferber eden seçkin Sahabeler. Bunların
başında Hz.Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz.Osman ve Hz.Ali (ra)’dır. Buharinin
naklinde; Efendimiz (as) hadislerinde:
ó £Ü
£ó¡j £äÛa £æ ªa ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa
ó¡ §Ù¡Ûb ß ¡å¤2 ¡ ã ªa ¤å Ç g
¢ à¢Ç ë
§¤Ø 2 ì¢2 ªa ë a¦¢y¢ªa ¡È
á £Ü ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa
Ù¤î Ü Ç
b à £ã¡«b Ï ¢¢y¢ªa ¤o¢j¤qa 4b Ô Ï ¤á¡è¡2
Ñ u Ï ¢æb à¤r¢Ç ë
æa î©è ( ë
¥Õí¡£¡ ë ¥£ó¡j ã
Enes
İbn-i Mâlik radiya'llâhu anh'den rivâyet olunduğuna göre, Nebî salla'llâhu
aleyhi ve sellem bir kere Ebû Bekr, Ömer, Osman (radiya'llâhu anhüm) ile
birlikte Uhud'e çıkmıştı. Orada bulundukları sırada dağ deprendi. Bunun üzerine
Resûlullâh:
-"Ey
Uhud, uslu dur! Bil ki, üstünde bir Peygamber, doğru seciyeli bir zât, iki de
şehîd bulunuyor, buyurdu."[341]
Ebu Bekir es-Sıddık (ra):
Efendimiz (as) onun için şöyle
buyurmuş:
¢4ì¢
x 4b Ó b à¢è¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa
ó¡ §b £j Ç ¡å¤2a ¡å Ç g
pb ß ô¡ £Ûa
¡é¡ ß ó¡Ï á £Ü ë
¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü ¡é¨£ÜÛa
¡à z Ï
P¡ j¤ä¡à¤Ûa ó Ü Ç È Ô Ï
P§ò Ó¤¡¡2 ¢é ¤ªa b¦j¡b Ç ¡éî¡Ï
¡b £äÛa å¡ß
¤î Û ¢é £ã¡a 4b Ó £á¢q P¡é¤î Ü Ç
ó ä¤q a ë 騣ÜÛa
¡å¤2 ¡¤Ø 2 ó¡2 a ¤å¡ß
¡é¡Ûb ß ë ¡é¡¤1 ã ó¡Ï £ó Ü Ç
£å ß a ¥ y a
5î¡Ü ¡b £äÛa å¡ß
a¦¡ £n¢ß ¢o¤ä¢× ¤ì Û ë P ò Ïb z¢Ó
ó¡2 a
P¢3 ¤Ï a ¡â5¤¡üa
¢ò £Ü¢ ¤å¡Ø Û ë P5î¡Ü §¤Ø 2 b 2 a
¢p¤ £mü
P§¤Ø 2 ó¡2 a
¡ò ¤ì ¤î Ë ¡¡v¤ à¤Ûa
a b ç ó¡Ï §ò ¤ì £3¢× ó¡£ä Ç
a뢣¢
(Abdullâh)
b. Abbâs radiya'llâhu anhümâ'dan: Şöyle demiştir: Resûlullâh
salla'llâhu aleyhi ve sellem vefâtı ile hitâma eren marazı esnâsında (mübârek)
başını bir bez ile bağlamış olduğu halde mescide çıkıp minbere oturdu. (Orada)
Allâh'a hamd ü senâ ettikten sonra buyurdu ki: Nâs içinde nefsi ve malı
i'tibâriyle benim üzerimde Ebû Bekr b. Ebî Kuhâfe'den ziyâde menn ü atâsı olan
hiç yoktur. Nâs içinden bir halîl edineydim, Ebû Bekr'i (kendime) halîl
edinirdim. Lâkin İslâm yüzünden olan hullet efdaldir. Ebû Bekr'in kapısından
başka bu mescitteki kapıların hepsini tarafımdan seddediniz."[342]
¥ñ ªa ¤ßa ¡o m ªa
4b Ó ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa ó¡ §á¡È¤À¢ß ¡å¤2
¡¤î j¢u ¤å Ç g
É¡u¤ m ¤æ ªa
b ç ß ªb Ï á £Ü ë
¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü ¡£ó¡j £äÛa ó Û¡«a
¢4ì¢Ô m
b è £ã ªb × Ú¤u ªa ¤á Û ë
¢o¤÷¡u ¤æ¡«a o¤í ªa ªa ¤o Ûb Ó
¡é¤î Û¡«a
ó©äí©¡v m ¤á Û ¤æ¡«a
á £Ü ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü
4b Ó p¤ì à¤Ûa
¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa ó¡
§¤Ø 2 b 2 ªa ó©m¤ªb Ï
Cübeyr
İbn-i Mut'im radiya'llâhu anh'den rivâyete göre, şöyle demiştir: Bir kere Nebî
salla'llâhu aleyhi ve sellem'in huzûruna bir kadın gelmişti. (Avdet ederken) Resûlullâh
kadına (tekrar) mürâcaat etmesini emîr buyurmaları üzerine, kadın sanki
Resûlullâh'ın vefâtından kinâye ederek:
-"Ya
ben gelir de seni bulamazsam?" diye sordu.
Salla'llâhu
aleyhi ve sellem:
"Şâyet
beni bulamazsan Ebû Bekr'e mürâcaat et! diye cevap verdi."[343]
Ömer b. Hattab (ra):
Efendimiz (as) onun için şöyle
buyurmuş:
¢£ó¡j £äÛa 4b Ó
4b Ó ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa ó¡
ñ ¤í ¢ç ó©2 ªa ¤å Ç g
¤å¡ß ¤á¢Ø ܤj Ó ¤å àî©Ï
æb × ¤ Ô Û á £Ü ë
¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü
aì¢ãì¢Ø í ¤æ ªa
¡¤î Ë ¤å¡ß æì¢à £Ü Ø¢í ¥4bu¡
3î©öa ¤¡«a ó©ä 2
P¢ à¢È Ï ¤á¢è¤ä¡ß
¥ y ªa ó©n £ß¢ªa ¤å¡ß ¢Ù í ¤æ¡«b Ï
¡õb î¡j¤ã ªa
Ebû
Hüreyre radiya'llâhu anh'den Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem'in şöyle
buyurduğu rivâyet olunmuştur:
"Benî
İsrâil'den sizden önce gelip geçen anlar içinde (Allâhu Teâlâ tarafından
mülhem) öyle kimseler vardı ki, onlar peygamberler (pâyesinde) olmadıkları
halde kendilerine haber ilhâm olunurdu. Eğer ümmetim içinde de bunlardan bir
kimse bulunursa (ki, şüphesiz bulunacaktır) o da muhakkak Ömer'dir."[344]
Osman b.
Affan (ra):
Efendimiz (as) onun için şöyle
buyurmuş:
¢ê õb u ¢é £ã ªa
b à¢è¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa ó¡ à¢Ç
¡å¤2 ¡é¨£ÜÛa ¡¤j Ç ¤å Ç g
£ Ï
æb à¤r¢Ç £æ ªa ¢á Ü¤È m ¤3 ç ¢é Û
4b Ô Ï ¤¡ß ¡3¤ç ªa ¤å¡ß ¥3¢u
¤ 2 ¤å Ç
k £î Ì m ¢é £ã ªa ¢á Ü¤È m 4b Ô Ï
¤á È ã 4b Ó §¢y¢ªa â¤ì í
¡ò Ȥî 2 ¤å Ç
k £î Ì m ¢é £ã ªa ¢á Ü¤È m
4b Ó ¤á È ã 4b Ó ¤ è¤' í
¤á Û ë
¢ j¤× ªa ¢é¨£ÜÛa
4b Ó ¤á È ã 4b Ó
b ç¤ è¤' í ¤á Ü Ï ¡æa 줡£Ûa
§¢y¢ªa â¤ì í
¢ê¢a ¡Ï b £ß ªa Ù Û ¤å¡£î 2¢ªa
4b È m à¢Ç ¢å¤2a 4b Ó
¢é¢j¢£î Ì m b £ß ªa
ë ¢é Û 1 Ë ë ¢é¤ä Ç
b 1 Ç é¨£ÜÛa £æ ªa ¢ è¤( ªb Ï
¢é¨£ÜÛa ó £Ü ¡é¨£ÜÛa
¡4ì¢ ¢o¤ä¡2 ¢é n¤z m ¤o ãb ×
¢é £ã¡«b Ï §¤ 2 ¤å Ç
¡é¨£ÜÛa ¢4ì¢ ¢é Û
4b Ô Ï ¦ò í© ß ¤o ãb × ë
á £Ü ë ¡é¤î Ü Ç
¡è ( ¤å £à¡ß
§3¢u ¤u ªa Ù Û £æ¡«a
á £Ü ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü
¤ì Ü Ï
¡æa 줡£Ûa ¡ò Ȥî 2 ¤å Ç ¢é¢j¢£î Ì m
b £ß ªa ë ¢é à¤è ë a¦¤ 2
¢é ãb Ø ß
¢é r È j Û æb à¤r¢Ç ¤å¡ß ò £Ø ß
¡å¤À j¡2 £ Ç ªa ¥ y ªa
æb ×
æb à¤r¢Ç
á £Ü ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü
¡é¨£ÜÛa ¢4ì¢ s È j Ï
ó¨Û¡«a ¢æb à¤r¢Ç
k ç b ß ¤È 2
¡æa 줡£bm ¢ò Ȥî 2 ¤o ãb × ë
¡ê¡ î¡2
á £Ü ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü
¡é¨£ÜÛa ¢4ì¢ 4b Ô Ï ò £Ø ß
4b Ô Ï ¡ê¡ í
ó¨Ü Ç b è¡2 l Ï
æb à¤r¢Ç ¢ í ¡ê¡¨ç ó¨ä¤à¢î¤Ûa
Ù È ß æ¨üa b è¡2
¤k ç¤a à¢Ç ¢å¤2a ¢é Û 4b Ô Ï
æb à¤r¢È¡Û ©ê¡¨ç
Abdullâh
İbn-i Ömer radiya'llâhu anhümâ'dan rivâyete göre, Mısırlılardan birisi Abdullâh
İbn-i Ömer'e gelerek:
- Ey
İbn-i Ömer! Uhud günü Osman, (harbe iştirâk etmeyip) kaçmıştır, bilir misin?
diye sordu. İbn-i Ömer:
- Evet!
diye cevab vermiş. Sorucu:
- Onun
Bedir gazâsından da çekinip gizlendiğini de bilir misin? demiş, İbn-i Ömer:
- Evet
biliyorum! diye cevap vermiş. O kimse:
- Osman
Bîat-i Rıdvan'da bulunmamıştır; bunu da biliyor musun? demekle İbn-i Ömer:
- Evet
biliyorum! diye tasdîk etmiş. (Bu kimse sorgularına aldığı tasdîk cevaplarını
fikrine uygun bulup tahsîn ederek):
-
Allâhü Ekber, demiş. Bunun üzerine İbn-i Ömer (bu adamın yanlış düşüncelerini
düzeltmek üzere):
- Yâhu
şöyle gel bakayım! Sana hakîkati bildireyim, diye şöyle îzâh etmiştir: Uhud
harbi günü Osman'ın firârı keyfiyeti: Ben çok iyi bilir, sana da bildiririm ki,
Cenâb-ı Hak Uhud'de bulunamamak kusûrunu afv ve bundan mütevellid günâhını
mağfiret etmiştir. Bedir gazâsından gaybûbeti ise, Osman'ın refîkası olan
Resûlullâh'ın kızı (Rukayye)'nın Bedir seferi sırasında ağır hasta bulunması ve Resûlullâh'ın Osman'a:
Ey Osmân, senin için Bedir'de hazır bulunan bir gâzî sevâbı ve bir gâzî ganîmet
sehmi vardır; buyurup izin vermiş olması sebebiyledir. Bîat-i Rıdvân'da
bulunamaması da (Mekke'ye vazîfe ile gönderilmiş olmasındandır). Eğer Mekke
havâlîsinde Osman'dan ziyâde şeref ve nüfuz sâhibi bir kimse bulunsaydı,
muhakkak Resûlullâh Osman'ın yerine onu gönderirdi. Resûlullâh Osman'ı gönderip
o Mekke'ye gittikten sonra Bîat-i Rıdvân icrâ edilmişti. Osman'ın bu şerefli
bîatten mahrûm olmaması için Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem sağ eline
işâret ederek:
-"İşte
bu, Osman'ın elidir," buyurup onunla sol eli
üzerine vurdu da:
-"İşte
bu, Osman için bîattir," buyurdu.
Abdullâh İbn-i Ömer Mısırlı sorucuya (bu îzâhâtı verdikten sonra):
- "Sana verdiğim bu cevaplarla berâber artık şimdi gidebilirsin, dedi."[345]
Ali b. Ebu
Talib (ra):
Efendimiz (as) onun için şöyle
buyurmuş:
b è¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa
ó¡ ò à¡b Ï £æ ªa
¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa ó¡ §£ó¡Ü Ç ¤å Ç g
¢é¨£ÜÛa ó £Ü
£ó¡j £äÛa ó m ªb Ï b y £Ûa
¡ q ªa ¤å¡ß ó¨Ô¤Ü m b ß ¤o Ø (
ò '¡öb Ç
¤p u ì Ï ¢ê¤¡v m ¤á Ü Ï
¤o Ô Ü À¤ãb Ï ¥ó¤j á £Ü ë
¡é¤î Ü Ç
á £Ü ë
¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü ¢£ó¡j £äÛa
õb u b £à Ü Ï b è¤m j¤ ªb Ï
ó £Ü ¢£ó¡j £äÛa
õb v Ï 4b Ó ò à¡b Ï
¡ªó©v à 2 ¢ò '¡öb Ç ¢é¤m j¤ ªa
b ä È¡ub ß
b 㤠ªa ¤ Ó ë b ä¤î Û¡«a
á £Ü ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa
ó £n y
b ä ä¤î 2 È Ô Ï
b à¢Ø¡ãb Ø ß ó¨Ü Ç 4b Ô Ï
âì¢Ó ªü ¢o¤j ç Ï
b à¢Ø¢à¡£Ü Ç¢ªa ü ªa
4b Ó ë ô©¤ ó¨Ü Ç
¡é¤î ß Ó
¤ 2
¢p¤ u ë
a ¡£j Ø¢m
b à¢Ø È¡ub ß b à¢m¤ ªa
a ¡«a ó©ãb à¢n¤Û ªb b £à¡ß a¦¤î
a à¤z m ë
åî©q5 q ë b¦q5 q b z¡£j ¢m ë
åî©q5 q ë b¦È 2¤ ªa
P§â¡
b ¤å¡ß
b à¢Ø Û ¥¤î ì¢è Ï åî©q5 q ë
b¦q5 q
Alî
İbn-i Ebî Tâlib radiya'llâhu anh'den rivâyete göre, Fâtıma radiya'llâhu anhâ
bir ara değirmen çevirmekten eline hastalık gelmişti. O sırada Nebî salla'llâhu
Aleyhi ve sellem'e getirilen esirlerden
bir hizmetçi istemek üzere gelmişti.
Fâtıma
Resûla'llâh'a gittiğinde onu bulamadı. Yalnız Âişe'yi buldu ve ona derdini
anlattı. Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem geldiğinde Âişe, Fâtıma'nın
geldiğini haber verdi.
Hz. Alî
der ki: Bunun üzerine Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem bize geldi. Ve bizi
yatağımızda yatarken buldu. Hemen ben kalkmağa davranırken Resûlullâh bize:
-"Yerinizde durunuz! buyurdu. Ve ikimizin arasına oturdu. Hattâ ben göğsümün üstüne dokunan
iki ayağının serinliğini hissettim. Sonra Resûlullâh:
-"İyi
dinleyiniz! Sizin benden istediğiniz esir hizmetçiden daha hayırlı size bir şey
öğreteyim mi? Siz (gece) yatağınıza girdiğinizde otuz üç def'a Allâhü Ekber;
otuz üç kere de Sübhâna'llâh dersiniz, otuz üç def'a da El-Hamdü li'llâh
dersiniz. Bu yolda zikir size hizmetçiden hayırlıdır! buyurdu."[346]
Ve diğer sahabeler;
örneğin:
Muhacirlerden:
Ebu Ubeyde b. el-Cerrah
Abdurrahman b. Avf
Zübeyr b. Avvam
Talha b. Ubeydullah
Sad b. Ebi Vakkas
Mus’ab b. Umeyr (r. anhuma)vb...
Ensardan:
Sad b. Muaz
Harice b. Zübeyr
Itban b. Malik
Sad b. Rebi
Kab b. Malik
Huzeyfe b. el-Yeman
Ebu Eyyüb el-Ensari
Ebud-Derda (r.anhuma) vb...
Medine'de
Münafıkların Ortaya Çıkması
Peygamber
Efendimiz, Medine'ye teşrif ettiklerinde orada Müslüman Araplar, müşrik
araplar, ehl-i kitap olan Yahudiler ve çok az sayıda da Hıristiyan vardı.
Resûl-i Ekrem Efendimizin yerleşmesinden sonra, İslâmiyet Medine'de daha yaygın
bir hale geldi. Medineliler gruplar halinde Müslüman oldular. Bu arada
Peygamber Efendimiz, Müslümanları siyasî ve idarî bir teşkilâta kavuşturdu.
İşte bu sırada, yeni bir zümre daha ortaya çıktı. Kalben inanmadıkları halde
Müslüman gözüken bu grup münâfiklardı.Peygamberimizin Medine'ye teşriflerinden
az önce aralarında senelerce süren dahilî çarpışma ve kavgalardan bitkin düşen
Medine'nin yerli kabileleri Evs ve Hazreç, aralarında anlaşarak Abdullah bin
Übey bin Selûl'ü kendilerine hükümdar yapmaya karar vermişlerdi. Hattâ, başına
giydirecekleri, hükümdarlık tacını bile sipariş etmişlerdi.[347]
Fakat, Abdullah bin Übey'in hükümdar olma hayalleri Resûl-i Ekrem Efendimizin
Medine'ye teşrifleriyle suya düşmüştü. Zira, Evs ve Hazreçlilerin hemen hepsi
Müslüman olmuşlardı ve îmânlarının icabı olarak Peygamber Efendimizin etrafında
toplanmışlardı. Bu durum reislik hayalleri suya düşen Abdullah bin Selûl'ün
fazlasıyla ağrına gitti. Çevresinde fazla kimsenin de kalmadığını görünce,
istemeye istemeye Müslüman olmuş gözüktü.[348]
Zahiren Müslüman
olduğunu, bunda etrafının psikolojik baskısı bulunduğunu, bizzat kendisi de
ifâde etmiştir. Müriysi Gazâsı esnasında Muhacirlerle Ensarı birbirine düşürmek
için olanca gayreti sarfetmiş ve,
-"Medine'ye
dönersek, izzetli ve kuvvetli olan, zelil ve zâif olanı oradan muhakkak sürüp
çıkaracaktır" diyecek kadar da ileri gitmişti. Bunun üzerine münâfıklar
hakkında Münâfikûn Sûresi nazil olmuştu. Sûrenin nazil olması üzerine Abdullah
bin Übey'e,
-"Ey Ebû
Hubab! Senin hakkında pek şiddetli âyetler nâzil oldu. Resûlullaha (a.s) git
de, senin için Allah'tan af dilesin" denilince şu cevabı vermişti:
-"Benim îmân
etmemi emrettiniz, îmân ettim. Malımın zekatını vermemi emrettiniz, verdim.
Muhammed'e secde etmemden başka hiç bir şey kalmadı.!"[349]
Abdullah bin
Übey'in, reislik tasavvurunun suya düşmesinden ne kadar müteessir olduğunu ve
bunu bir türlü hazmedemediğini şu hâdise de açıkça gösterir: Birgün Peygamber
Efendimiz, evinde hasta yatan Sa'd bin Ubâde Hazretlerini ziyârete gidiyordu.
Yolda, Abdullah bin Übey'in evinin gölgesinde, Müslüman, müşrik Araplardan ve
Yahudîlerden bir takım kimselerle oturmakta olduğunu görünce, selâm verip
yanlarına oturdu. Onlara Kur'ân'dan bir parça okudu. İyi hareketinden dolayı
Cennete kavuşulacağını müjdeledi. Kötü hareketinden dolayı da Cehenneme
girileceğini anlatarak sakındırdı.Peygamber Efendimiz, sözlerini bitirince
Abdullah bin Übey şöyle dedi:
-"Ey konuşan
kişi! Eğer söylediklerinde doğru isen, onlardan daha güzel şey olmaz. Fakat,
sen evinde otur! Onları, sana gelenlere anlat. Sana gelmeyenlerin,
söylediklerinden hoşlanmayanların toplantılarına gelip de onları rahatsız
etme!"
Hubab Abdullah bin
Übey'in samimî Müslüman olan oğlunun ismi idi. Peygamber Efendimiz:
-"Sen
Abdullah'sın. Hubab şeytanın ismidir" diyerek onun ismini Abdullah diye
değiştirmişti.
Peygamber
Efendimiz Abdullah bin Übey'in bu sözlerinden dolayı son derece müteessir oldu.
Kalkıp oradan ayrıldı. Yoluna devam ederek Sa'd bin Ubade Hazretlerinin evine
gitti. Üzüntüsünün sebebini anlatınca, Sa'd bin Ubade Hz. şöyle dedi:
-"Yâ
Resûlallah! Sen İbni Übey'in kusurunu affet. Hem onu mâzur gör. Sana Kur'ân'ı
indiren Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın iradesi sana Peygamberlik vermek
suretiyle tecelli etti. Halbuki, şu beldenin halkı, İbni Übey'in başına taç
giydirmeye, hükümdarlık sarığı sarmaya ve onu kendilerine hükümdar yapmaya
hazırlanmıştı. Yüce Allah, size ihsan buyurduğu peygamberlikle, onların bu
tasavvurunu gerçekleşemez hale getirince, İbni Übey, bundan son derece
müteessir olmuş; o, gördüğün çirkin hareketi, bunun için yapmıştır.!"[350]
Münafıkların
reisliğini Abdullah bin Übey bin Selûl yapıyordu. Etrafında bir çok avanesi vardı.
Bunun yanında; akrabalık ve müttefiklik gibi sebeplerden dolayı körü körüne
bunlara uyan sıradan bir çok kimse de vardı. Sayıları hakkında elbette kesin
bir rakam söylemek mümkün değildir. Ancak Uhud Harbi sırasında, Abdullah bin
Übey'e uyarak ayrılanların sayısı, üç yüz kadardı. Yâni bin kişilik İslâm
ordusunun üçte biri kadar... Bu, elbette küçümsenecek bir rakam değildi ve
Medine siyasî hayatında ağırlıkları bulunduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Bedir Harbinden muzaffer olarak Medine'ye dönünce,
İslâm dini fazlasıyla kuvvet buldu. Düşmanların gözü ise yıldı. Bunun üzerine
Medine'deki Yahudîler,
-"Tevrât'ta
sıfatlarını bulduğumuz zât budur! Artık bundan sonra, ona karşı durulmaz! Hep o
galip gelir!" diyerek bir kısmı îmân etti.
Bazıları ise
zahiren Müslüman oldu. Böylece Yahudîlerden de münâfıklar türedi. Yahudî
münâfıklarının çoğu, Yahudî âlimlerindendi. Şeytanî bir zekâya sahiptiler.
Diğerlerine nisbetle de daha dessas ve hilekâr idiler. Bunlar, İslâmı küçük
düşürmek, Müslümanların morallerini bozmak, müşriklerin ihtidâ etmelerine mâni
olmak için gayret gösteriyorlardı. Peygamber Efendimizi meşgul etmek,
akıllarınca müşkül duruma düşürmek, sıkıntıya sokmak maksadıyla bir çok karışık
ve dolaşık sorular sorarlardı.[351]
Bedevî diye
adlandırılan çöl Arapları arasında da münâfıkların bulunduğunu Kur'ân-ı
Kerim'den öğreniyoruz:
وَالسَّابِقُونَ
الْاَوَّلُونَ
مِنَ الْمُهَاجِرينَ
وَالْاَنْصَارِ
وَالَّذينَ اتَّبَعُوهُمْ
بِاِحْسَانٍ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُمْ
وَرَضُوا
عَنْهُ
وَاَعَدَّ لَهُمْ
جَنَّاتٍ
تَجْرى
تَحْتَهَا
الْاَنْهَارُ
خَالِدينَ
فيهَا
اَبَدًا
ذلِكَ الْفَوْزُ
الْعَظيمُ
"Medine
çevresindeki bedevîler arasında münâfıklar da vardır. Medine halkından da
münâfıklıkta inat edenler vardır ki, onları sen bilmezsin, ancak Biz biliriz..."
[352]
Bütün bu
münâfıkların içtimaî seviyeleri, yaşayışları farklı, hattâ ayrı ırktan
olmalarına rağmen, aynı vasıfları taşıyorlardı: Birinci vasıfları:
-"Kalblerinde
olmayanı ağızlarıyla söylemekti."[353]
Yâni, içten
inanmadıkları halde inanmış gibi görünmeleri idi. Böyle görünerek Müslümanlar
arasına sokuluyorlar, onlarla düşüp kalkıyorlar, suret-i haktan görünerek,
onları şüpheye düşürecek şeyler soruyorlardı. Böylece Müslümanların
birbirlerine karşı olan itimatlarını sarsmak, aralarını açmak, onları birbirine
düşürmek suretiyle zaafa uğratmak gayesini güdüyorlardı. Bütün maksat ve
gayeleri; Müslümanları fesad ve tefrikaya götürecek fikirler atmak, Peygamber
Efendimizi yalan dolan ve binbir türlü iftiralarla Müslümanlar nazarında küçük
düşürmekti! Bu menhus emellerinin gerçekleşmesi için her türlü yola başvuruyor,
herşeyi mübah sayıyorlardı. Bu uğurda tevessül etmeyecekleri adilik ve
sahtekârlık yoktu. Resûl-i Ekrem Efendimizin bunlara karşı takındığı tavır ve
takip ettiği siyaset ise, oldukça düşündürücü ve ibretlidir.
İslâm kalesini
içten sarsmak sinsî gayesine matuf faaliyetleri Peygamber Efendimize bir çok
defalar intikal etmiştir. Peygamber Efendimiz derhal harekete geçip bu tür
faaliyetlerde bulunanları huzuruna celbederek sorguya çekiyordu. Fakat onlar,
her defasında hiç bir zararlı faaliyette bulunmadıklarını, suçsuz olduklarını
söylüyorlardı. Arkasından da kelime-i şehadet getirerek mü'min ve Müslüman
olduklarını tekrarlıyorlardı. Nitekim, Abdullah bin Übey'in,
-"Medine'ye
varırsak, en şerefli ve kuvvetli olan en zelil ve güçsüz olanı oradan sürüp
çıkaracaktır" sözünü Hz. Zeyd bin Erkam Peygamber Efendimize nakledince,
Efendimiz İbn-i Übey'i huzuruna çağırmış ve "Bana haber verilen sözleri
sen mi söyledin?" diye sormuştu.
Abdullah bin
Übey'in cevabı aynen şu olmuştu:
-"Hayır!
Sana kitabı indirmiş olan Allah'a yemin ederim ki ben, o sözlerin hiçbirini
söylemedim. Zeyd muhakkak yalancıdır!" Kur'ân-ı Kerim, münâfıkların bu
tarz davranışlarına şu âyetiyle işaret eder:
اِذَا
جَاءَكَ
الْمُنَافِقُونَ
قَالُوا
نَشْهَدُ
اِنَّكَ
لَرَسُولُ
اللّهِ وَاللّهُ
يَعْلَمُ
اِنَّكَ
لَرَسُولُهُ
وَاللّهُ
يَشْهَدُ
اِنَّ
الْمُنَافِقينَ
لَكَاذِبُونَ
"Münâfıklar
sana geldiklerinde 'Şehâdet ederiz ki şüphesiz sen Allah'ın Resûlüsün' dediler.
Allah bilir ki sen elbette Onun Resûlüsün. Münâfıkların yalancı olduklarına da
Allah şâhittir."[354]
Onlar, suçlarını
inkâr ederken, inen vahiy, bu suçları işlediklerini ve yalan söyleyerek bu
suçlarını inkâr etme yoluna gittiklerini Peygamber Efendimize bildiriyordu.
Buna rağmen Resûl-i Ekrem Efendimiz, onlara karşı sabır, müsamaha ve afla
mukabele ediyordu.
Daha önce de
bahsettiğimiz gibi, Peygamber Efendimiz Abdullah bin Übey'le birlikte oturan
bir kısım kimselere Kur'ân-ı Kerim'den bir parça okuyup, onlara nasihat edince,
Abdullah bin Übey buna dayanamamış ve,
-"Sen
bunları, git, sana gelenlere anlat. Bizi rahatsız etme" demişti. Peygamber
Efendimiz bu sözlerden fazlasıyla rahatsız olmuştu. Bu durumu ziyaretine
gittiği Sa'd bin Ubade Hazretlerine anlatmış, Hz. Sa'd:
-"Yâ
Resûlallah, sen onun kusurunu affet" deyince, Peygamber Efendimiz de (a.s)
affetmişti. [355]
Münâfıklar
zümresinin belli başlı vasıflarından biri de,
-"Îmân
edenlere rastladıklarında 'İnandık' derler. Şeytanlaşmış reisleri ve
arkadaşlarıyla başbaşa kalınca da, 'Aslında biz sizinle beraberiz; onlarla
sadece alay ediyoruz' derler."[356]
Yaptıkları bu iki yüzlülük ve ahlâksız davranışlarıyla iftihar ederlerdi. Bu
vasıflarını apaçık gösteren bir misali, bizzat reisleri olan Abdullah bin Übey
göstermiştir.
Bir gün
avânesiyle sokağa çıkmışlardı. Ashab-ı Kiramdan bir kaç kişinin karşıdan
gelmekte olduğunu görünce İbni Übey,
-"Bakınız
ben bu gelenleri başınızdan nasıl savacağım" der. Yaklaştıkları zaman da,
Hz. Ebû Bekir'in elini tutar:
-"Merhaba
Benî Temim Efendisi, Resûlullahın mağarada arkadaşı olan, nefs ve malını
Resûlullah uğrunda seve seve sarfetmiş bulunan Sıddık!" der.
Sonra Hz. Ömer'in
elini tutar,
-"Merhaba
Benî Adiyy Efendisi! Dininde kuvvetli, nefs ve malını Resûlullah uğrunda
esirgememiş bulunan Hz. Faruk!" der.
Sonra Hz. Ali'nin
elini tutar:
-"Merhaba
Resûlullahın amcazâdesi, damadı, Resûlullahtan başka bütün Benî Haşim'in
Efendisi" der.
Hz. Ali bu
riyakârlığa dayanamayıp,
-"Abdullah!
Allah'tan kork, münâfıklık etme! Çünkü, münâfıklar Allah'ın en şerir
mahlûklarıdır" der.
Bunun üzerine
İbni Übey,
-"Ey
Ebû'l-Hasan, benim hakkımda böyle mi söylüyorsun? Vallahi, bizim îmânımız sizin
îmânınız gibi ve bizim tasdikimiz sizin tasdikiniz gibidir" deyip ayrılır.
Sonra Abdullah
bin Übey arkadâşlarına dönerek,
-"Gördünüz mü
nasıl yaparım? İşte siz de bunları görünce benim gibi yapınız" der.[357]
Bir rivâyete
göre, Bakara Sûresinin 14. âyeti:
وَاِذَا
لَقُواالَّذينَ
امَنُوا
قَالُوا امَنَّا
وَاِذَا
خَلَوْا اِلى
شَيَاطينِهِمْ
قَالُوا
اِنَّا
مَعَكُمْ
اِنَّمَا نَحْنُ
مُسْتَهْزِؤُنَ
"İman edenlerle karşılaştıkları
zaman: "İman ettik"
derler. Şeytanlarıyla başbaşa
kaldıkalrında ise, derler ki: Şüphesiz, sizinle beraberiz. Biz (onlarla) yalnızca alay edicileriz."[358]
Bu hadise üzerine
nazil olmuştur.[359]
Münâfıklar,
Müslümanların ibâdetlerine ve dinî hayatlarına ait bütün hususlara zahiren
iştirak ederlerdi. Fakat, el altından da entrika çevirmeye çalışırlardı.
Dikkati çeken bir husustur ki, bu zümre küfrün icabı olan şeyleri göstermemeye
gayret ederler ve zahirde Müslüman göründüklerinden İslâm cemaâtından tard
olunmazlardı. Bu sebeple kâfir ve müşriklerden ziyade, bu dahili düşmanlara
karşı İslâmın tesanüd ve umumî emniyetini muhafaza çok daha mühimdi. Çünkü,
dahili düşmanın zararı daha şiddetli olur. Zira içteki düşman kuvveti dağıtır,
cesareti azaltır. Hariçteki düşman ise, aksine tesanüd ve salabeti artırır. Bu
sebeple Kur'ân-ı Azimüşşan, münâfıklar üzerinde çokça durmuştur. Mü'min ve
Müslümanların onlara karşı daima uyanık bulunmaları ve onların oyunlarına
gelmemeleri hususunda bir çok ikazlar yapılmıştır.
Cenâb-ı Hakkın
bildirmesiyle, Resûl-i Ekrem Efendimiz onları tanıyordu ve bazı Sahabîlere de
bildiriyordu. Fakat, umuma açıklamıyordu. Kabahatlarını da açıktan açığa
yüzlerine vurmuyordu.İslâmın ve Müslümanların menfaatına bu daha uygundu.
Ayrıca Peygamberimizin bu tarz davranmasında göz önünde tuttuğu mühim bir husus daha vardı. O da; onların
işledikleri kötülüklerden, fesad ve nifak hareketlerinden tedricen vazgeçmeleri
ihtimali idi. Çünkü, bazen kötülük açığa vurulmazsa, zamanla ortadan kalkması
ihtimâli vardır. Fakat, teşhir edildiği takdirde, kötülüğü yapan kimsenin
hiddetini tahrik eder. Fenalığı daha da fazla yapmasına sebep olur.[360]
Bütün bu
sebeplerden, Peygamber Efendimiz, Kur'ân'ın bu hususta ortaya koyduğu,
münâfıkların vasıflarından bahsedip, şahıslarını tayin etmeme tarzını tatbik
ediyordu.
Resûl-i Ekrem
Efendimizin münâfıkları açığa vurmayıp, onlara dünyada Müslümanlar gibi
muâmelede bulunup, İslâm cemaâtı haricinde tutulmasında şu hususları göz önünde
bulundurmuş olduğu söylenebilir:
1)İslâm muhitinde
ve İslâmî hükümler altında büyüyecek olan evlâtlarından, ciddî mü'minlerin
yetişmesine imkân bırakmak.
2)Onların, kalben
inanmadıkları İlâhi hükümleri zahiren yaşamak suretiyle duydukları mânevi
sıkıntı ile başbaşa bırakmak ve bundan pişman olup halis mü'minler safına
geçmelerini temin edebilmek.[361]
Münâfıklar,
Peygamber Efendimizin yüce şahsiyetini mü'min ve Müslümanlar nazarında küçük
düşürmek için olmadık yollara başvurmuşlar, karşılarına çıkan her fırsatı
değerlendirme cihetine gitmişlerdir. Bu hususta bir çok hadise cereyan
etmiştir. Mirba' bin Kayziyy'in küstahlığı buna bir misâl gösterilebilir.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Uhud'a ordusuyla giderken bu azılı münâfık onu
bostanından geçirmek istememiş ve,
-"Yâ
Muhammed! Şayet, sen bir Peygambersen, bostanımı çiğneyip geçmek sana helâl
olmaz" demiş ve sonra da yerden bir avuç toprak alarak ilâve etmişti:
-"Vallahi,
bu toprağın, başkalarını rahatsız etmeyeceğini bilseydim, onu sana
atardım!" Azılı münâfıkın bu küstâhça hareketine sabredemeyen birkaç
Müslüman onu öldürmek istedilerse de,
Peygamber
Efendimiz:
-"Bırakınız
onu! O, bir kördür. Kalbi kör, kalb gözü kördür." Peygamber Efendimizin bu
müdahelesinden önce, bu azılı münafık, Said bin Zeyd'den de bir darbe yer. Münâfıkların
bu çeşit faaliyetlerine verilebilecek bir misal de Tebük Harbi esnasında
cereyan eder.Bir konaklama anında Peygamber Efendimizin devesi kaybolur. Bütün
aramalara rağmen bulunmaz. Münâfıklar derhal harekete geçerek,
-"Eğer,
Muhammed gerçekten bir Peygamber olsaydı, devesinin nerede olduğunu
bilirdi" derler.
Bu sözlerini
duyan Efendimiz,
-"Evet,
vallahi, ben ancak Allah'ın bana bildirdiğini bilebilirim. Şimdi devenin nerede
olduğunu bana gösterdi. Deve filanca vadide, yuları bir ağaca takılı vaziyettedir.
Gidip arayın!" [362]
buyurur. Resûl-i Kibriyâ Efendimizin dediği vadide ve târif ettiği şekilde deve
bulunur.
Peygamberimiz
zamanındaki münâfıklar zümresinin göze çarpan belli başlı diğer muzır
faaliyetlerinden biri de, en kritik anlarda, Müslümanları terk etmeleridir.
Böylece onları sayıca zaif ve güçsüz durumda bırakmak, morallerine de menfi
yönde tesir etmek emelini güdüyorlardı. Bunun apaçık bir örneği, Uhud Harbi
esnasında İslâm ordusunu terk etmeleridir. Baş münâfık Abdullah bin Übey'in
reisliğinde İslâm ordusunu terk eden bu münâfıklar üç yüz kadar idiler. Yani
İslâm ordusunun üçte biri. Münâfıklar bu hareketleriyle, düşmana karşı
Müslümanların sayılarını azalttıkları gibi, mücahidlerin moralleri üzerinde de
tesir etmişlerdir. Bu hareketleri üzerine Müslümanlardan bazılarında harbe
karşı bir gevşeme hasıl olmuştu. Hattâ, geri dönmeye bile niyetlenmişlerdi.
Ancak, Resûl-i Ekrem Efendimizin dirayeti ve Cenâb-ı Hakkın da inayetinin eseri
olarak bu kararlarından sonradan vazgeçmişlerdi.[363]
Aynı şekilde,
Hendek Harbinin en kritik anında bu münafıklar,
-"Bize izin
ver, evlerimize gidelim. Çünkü, evlerimiz müdafaasızdır" diyerek
Peygamberimize müracaât etmişlerdi.O sırada Sa'd bin Muaz Hazretleri Peygamber
Efendimizin huzuruna gelerek,
-"Yâ
Resûlallah! Bunlara izin verme! Vallahi biz ne zaman bir musibete uğrasak,
sıkışık bir durumla karşı karşıya kalsak onlar, hep böyle yaparlar?" diye
konuşmuştu. Bu ifâdelerden de anlaşılacağı gibi, münafıklar en kritik anlarda
Resûlullahı ve Müslümanları zor durumda bırakmak için İslâm ordusunu terk etme
yoluna gitmişlerdir. Tebük Seferinde de aynı şeyi yapmışlardır. Sefer için
hazırlıklar yapıldığı sırada, onlardan bir cemaât,
-"Bu sıcakta
sakın cihada çıkmayın" diye konuşarak Müslümanların morallerini bozmaya
çalıştıkları gibi Peygamber Efendimize de müracaat ederek sefere katılmamak
için izin istediler. Seksen kadarına izin verildi."
Kur'ân-ı Kerim
onların bu durumlarından şöyle bahseder:
فَرِحَ
الْمُخَلَّفُونَ
بِمَقْعَدِهِمْ
خِلَافَ
رَسُولِ
اللّهِ
وَكَرِهُوا اَنْ
يُجَاهِدُوا
بِاَمْوَالِهِمْ
وَاَنْفُسِهِمْ
فى سَبيلِ
اللّهِ
وَقَالُوا
لَا تَنْفِرُوا
فِى الْحَرِّ
قُلْ نَارُ
جَهَنَّمَ
اَشَدُّ
حَرًّا لَوْ
كَانُوا
يَفْقَهُونَ
()
فَلْيَضْحَكُوا
قَليلًا
وَلْيَبْكُوا
كَثيرًا
جَزَاءً
بِمَا
كَانُوا
يَكْسِبُونَ
"Resûlullaha karşı gelerek seferden geri
kalanlar, evlerinde oturdukları için sevindiler. Allah yolunda mallarıyla ve
canlarıyla cihad etmek ise onların hoşlarına gitmedi de, 'Bu sıcakta cihâda
çıkmayın' dediler. Sen, 'Cehennem ateşi daha sıcaktır' de. Keşke anlayabilselerdi!"Bırak
biraz gülsünler; sonra çok ağlayacaklar. Bu onların kendi kazandıklarının
cezâsıdır." [364]
Yine aynı seferde
Abdullah bin Übey, münafıklar ve Yahudî müttefikleriyle birlikte İslâm ordusuna
katılıp Seniyyetü' Tepesine kadar gelip orada karargâh kurduğu halde, sonradan
İslâm ordusuyla gitmekten vazgeçti ve beraberindekilerle Medine'ye döndü.
Kendisine tâbi olan münâfıklar ve Yahudi müttefikleriyle döndüğü yetmiyormuş
gibi, mücahidlerin de cihad aşkını aklınca gevşetmek için şöyle konuşuyordu:
-"Muhammed
güç durumda, şiddetli sıcaklarda ve çok uzak diyarlarda Beni Asfarlarla
(Bizanslılar) savaşacak!" Herhalde o, Benî Asfarlarla çarpışmayı oyuncak
sanıyor!
-"Vallahi,
onun Ashabını, bir sabah, ikişer ikişer iplere bağlanmış olarak görür gibiyim sanki!"
Bütün bu yıkıcı,
Müslümanları birbirine düşürücü, onların arasına fesat tohumu atıcı,
Müslümanları ve Resûl-i Ekremi küçümseyici muzır davranışlara rağmen Peygamber
Efendimiz bunlara, müşrik ve Yahudilere karşı takındığı tavırdan farklı bir
muamele, bir siyaset takip etmiştir. Çoğu zaman Abdullah bin Übey'i
toplantılara çağırmış ve onunla istişâre etmiştir. Onlara karşı muâmelesi hemen
hemen her zaman af ve müsamaha çerçevesinde olmuştur. Ancak bu af ve müsamahalı
davranışa rağmen, ihtiyatı da hiç bir zaman elden bırakmamıştır. Onlara
hissettirmeyecek şekilde, hareket ve davranışlarını daima kontrol ve teftiş
etme cihetine gitmiştir.
Benî Müstalık
Gazasında, reisleri Abdullah bin Übey, Resûlullah ve Müslümanları kastederek
hakaretvâri konuşunca, bu duruma dayanamayan Hz. Ömer,
-"Yâ
Resûlallah! Müsaade buyur da İbni Übey'in boynunu vurayım" dediği zaman,
Resûlullahın cevabı şu olmuştu: "Hayır! Olmaz yâ Ömer! İşin iç yüzünü
bilmeyen halk, 'Muhammed Ashabını öldürüyor' diye konuşmaya başladıkları zaman
hal nice olur?" Bir başka rivâyette ise, Resûlullahın şu cevabı verdiği
kaydedilir:
-"Öldürülmesini emredecek olursam onu öldürürler. Fakat, çok
geçmeden de Yesrip (Medine) onun yüzünden pek çok sarsıntılara uğrar!" Bu
ifadelerden de anlaşıldığı gibi, Peygamber Efendimiz küçümsenmeyecek bir sayıda
olan münâfıkların Müslümanlar arasında dahilî bir çarpışmaya meydan
verebilecekleri ihtimalini her zaman göz önünde bulunduruyordu. Bunun için de,
yaptıklarına sabır ve tahammül gösteriyordu.Yine Benî Müstalık seferi esnasında
İbn-i Übey'in oğlu samimi Müslüman Hz. Abdullah Resûlullahın huzuruna gelip,
-"Yâ Resûlallah, babamı öldüreceğini haber aldım. Eğer bu işi
gerçekten yapacaksan, bırak onu ben öldüreyim" diye teklifte bulunduğu
zaman da Peygamber Efendimizin (a.s) cevabı şu olmuştu:
-"Hayır, ona karşı yumuşak davranınız. Aramızda olduğu müddetçe de
ona iyi arkadaşlık ederiz."Gerçekten de Resûl-i Ekrem Efendimiz, ölümüne
kadar bu adama son derece müsamahalı ve kadirşinas davranmıştır. Hattâ ölümü
ânında bile, ona iyilik etmekten geri durmamıştır. Gömleğini kefen olarak
sarılmak üzere vermiştir. Başta Hz. Ömer olmak üzere bir kısım Sahabîlerin
itirazlarına rağmen cenaze namazını da bizzat kıldırmıştır. Ve Resûl-i Kibriyâ
Efendimiz, hem Abdullah bin Übey'e hem de sair münafıklara karşı takip ettiği
bu af, müsamaha ve iyilik yapma siyasetinin neticesini de almıştır. Peygamber
Efendimizin İbni Ubey'in cenaze namazını kıldırdığını gören bine yakın münâfık,
hulûs-u kalble gerçek Müslümanlar safına geçmiştir.Peygamber Efendimiz,
münâfıklar zümresini cemiyet içinde serbest bırakmakla beraber, her zaman
psikolojik bir baskı altında tutmayı da asla ihmâl etmemiştir. Teşebbüs etmek
istedikleri komplolar vahiy ile bildirilince, yapmak istediklerini hemen
kendilerine haber veriyor, böylece her davranışlarının kontrol altında
tutulduğu korkusunu veriyordu.
Bir seferinde, onlardan bir grubun aralarında toplanıp gizlice
konuştuklarını gören Efendimiz, hemen yanlarına varıp,
-"Siz, şu şu maksatla bir araya geldiniz. Şunları söylediniz.
Kalkın Allah'tan af dileyin. Ben de sizin için af diliyorum" demişti. Bu
sebeple onlar, hilelerini Cenâb-ı Hak, sevgili Resûlüne bildirecek diye her
zaman bir korku içinde bulunuyorlardı. Ordu içinde çıkan en ufak bir gürültüyü
bile bu sebeple aleyhlerinde zannedecek kadar endişe ve korkulu yaşıyorlardı.
Kur'ân-ı Kerim onların bu durumlarını da bize haber verir:
وَاِذَا
رَاَيْتَهُمْ
تُعْجِبُكَ
اَجْسَامُهُمْ
وَاِنْ
يَقُولُوا
تَسْمَعْ
لِقَوْلِهِمْ
كَاَنَّهُمْ
خُشُبٌ
مُسَنَّدَةٌ يَحْسَبُونَ
كُلَّ صَيْحَةٍ
عَلَيْهِمْ
هُمُ
الْعَدُوُّ
فَاحْذَرْهُمْ
قَاتَلَهُمُ
اللّهُ اَنّى
يُؤْفَكُونَ
"Onları gördüğünde cüsseleri hoşuna gider.
Konuştuklarında sözlerine kulak verirsin. Onlar elbise giydirilmiş kütükler
gibidir. Her gürültüyü aleyhlerine sanırlar."[365]
Peygamber Efendimizin bu zümreye gösterdiği bir başka tavır da, onların
nerede olursa olsun Müslümanlardan ayrı olarak bir araya gelmelerine mâni
olmaktı. Bu da, onların müşterek bazı fikirleri geliştirmelerine imkân vermemek
gayesine mâtuftu. Mescid-i Dırar'ın yıktırılması, buna güzel bir örnektir.
Onlar, bu mescidi aslında içinde ibadet etmek için değil, İslâm cemaatının
aleyhinde bazı fikirlerin geliştirilmesi, bazı planların serbestçe kurulması
için inşâ etmişlerdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz bu gayelerini bildiği için,
derhal yıktırılmasını emretmişti. Emir, ânında yerine getirilmişti. Hülâsa
olarak denebilir ki: Peygamber Efendimiz, münâfıklar zümresine karşı takip
ettiği müsamaha ve ihtiyat esasına dayanan siyasetinin meyvelerini aldı. Bu
tarz davranışı sayesinde, onların İslâm cemaâtından koparak, müşriklerin safına
iltihaklarına mani oldu. Müslümanların birliğini korudu. Onların da
teşkilâtlanarak, Müslümanlara karşı başkaldırmalarını önledi.
10 - Abdullah b. Cahş Müfrezesi
Gazâ ve Seriyyelerin Gâyesi
Peygamber Efendimiz'in, bir gazâya gitmek isteyince, gideceği ciheti ve
maksadını tevriyeli (başka mânâya da gelebilecek) kelimeler içinde gizlemek
âdeti idi. Bunun içindir ki, bâzı kaynaklarda Bedir savaşından önceki seriyye
ve gazvelerdeki gâyenin, cereyan tarzları ve neticeleri ile bağdaşmayacak
şekilde değişik ifâde edildiği görülmektedir. Halbûki, bu seriyye ve gazveler
Saad ibn-i Muaz'ın da Ebû Cehil'e dediği gibi herşeyden evvel; Kureyş
müşriklerinin Hac yollarını Müslümanlara tıkamış olmalarına karşılık,
Müslümanların da Kureyş müşriklerinin, Suriye ticâret yollarını kesip onları
ticarî ve iktisâdi bakımdan sıkıntıya düşürebilecekleri hakkında bir uyarmağı,
Aynı zamanda, Müslümanlara karşı ne gibi bir hazırlıkta bulunduklarını
öğrenmeği,
İleride yapılacak savaşlarda bâzı kabîlelerin Kureyş müşrikleri ile
birleşmelerini önlemeği, hedef tutuyordu.
Hülâsa, seriyyelerden maksat;
-"Kureyş'e, bizim de elimiz silah tutmasını bilir demek, müşriklere
gözdağı vermekti."
Hz.Peygamberimiz, bir Hadîs-i Şerifleri'nde şöyle buyurmuşlardı:
-"Allah'dan başka Allah olmadığına,
Muhammed (a.s.)'ın Rasûlüllah olduğuna şehâdet getirinceye, namazı kılıncaya,
zekatı verinceye kadar savaşmak bana emrolundu. Onlar, bunları yapınca,
Müslümanlık hakkının gerektirdiği cezâlar müstesnâ oldukça, canlarını,
mallarını elimden kurtarırlar!"[366]
Ashâbı Kirâm'dan Abdullah ibn-i Amr;
-"Yâ Rasûlullah! Bana cihad ve gazâ hakkında bilgi ver?"
demişti.
Allâh'ın Rasûlü, O'na;
-"Ey Abdullah ibn-i Amr! Eğer, sen, Allâh'ın rızasını umarak ve
güçlüklere katlanarak çarpışırsan, Allah da seni kıyâmet günü o hâl üzere
diriltir. Eğer sen gösteriş ve öğünmek için çarpışırsan, Allah da seni kıyâmet
günü o hâl üzere diriltir. Hâsılı sen, ne halde ölür veya öldürülürsen, Allah
da seni o halde diriltir." dedi.[367]
İlk seriyyelerden bâzıları şunlardı: Hz. Hamza, Seyfülbahr'e; Ubeyde
ibn-i Haris, Batn-ı Râbig'a; Saad ibn-i Ebi Vakkas, Harrar'a gönderildiler.
Abdullah bin Cahş Seriyyesi
Hicretin
2. senesi, Recep ayı. Peygamber Efendimiz bu tarihte Abdullah bin Cahş'ı
huzuruna çağırdı ve Müslümanlardan 8 kişilik bir birlik kumandasında Nahle
Vadisine gideceğini emir buyurdu. Birliğe katılanlara hitaben de, "Sizin
üzerinize birini tayin edeceğim ki, o en hayırlınız değildir. Fakat, açlığa,
susuzluğa en çok dayanan, katlananınızdır" dedi.[368]
Resûl-i Ekrem kumandan tayin ettiği Abdullah bin Cahş'a bir de mektup verdi. Bu
mektubu iki gün yol aldıktan sonra açıp okumasını ve ona göre hareket etmesini
emir buyurdu. İki günlük yolculuktan sonra Abdullah bin Cahş, emir gereğince
mektubu açıp okudu. Mektupta şunların yazılı olduğunu gördü:
-"Bu
mektubumu gözden geçirdiğin zaman Mekke ile Tâif arasındaki Nahle Vadisine
kadar yürüyüp, oraya inersin. Oradaki Kureyş'i gözetler, alabildiğin haberleri
gelip bize bildirirsin."[369]
Şu halde, bu seriyyeden maksat, Kureyş'in hareketini gözetlemek, ne gibi
hazırlıklar içinde bulunduklarını tesbit etmekti. Kahraman Sahabî Abdullah bin
Cahş, Hz. Resûlullahın mektubuna,
-"Semi'nâ
ve ata'nâ (dinledik ve itâat ettik)" dedikten sonra, mücahidlere de,
-"Hanginiz
şehid olmayı ister ve makamı özlerse benimle gelsin. Kim de ondan hoşlanmazsa
geri dönsün. Ben ise Resûlullahın emrini yerine getireceğim"[370]
diye hitap etti. Fedakâr mücahidler, tereddütsüz, kumandanlarının emrine amâde
olduklarını bildirdiler. Mücahidler nöbetleşe bindikleri develerle Nahle
Vadisine vardılar. Orada konakladılar. Bu arada yükleri kuru üzüm ve yiyecek
maddeleri olan Kureyş'in bir kervanı göründü. Gelip onlara yakın bir yerde
konakladı. Mücahidler bunlara karşı nasıl davranmaları gerektiği hususunda
konuştular. Hücum etmeyeceklerine dâir önce bir karara varamadılar. Çünkü,
içinde kan dökmek haram olan Receb ayının girip girmediğinde tereddüt
ediyorlardı.
Sonunda
henüz Recep ayının girmesine bir gün var olduğu kanaatına varınca, ittifakla
kervanı ele geçireceklerine dair karar aldılar. Tam o esnada Vâkıd bin
Abdullah'ın attığı bir okla kervanın reisi Amr bin Hadremî öldü. Mücahidler,
diğerlerin üzerine yürüdüler. İki kişiyi esir alıp kervanı da ele geçirdiler. Kurtulanlar
Kureyşlileri hadiseden haberdar etmek için Mekke'ye doğru kaçmaya başladılar.
Mücahidler ise iki esir ve kervanla birlikte Medine'ye döndüler.
Seriyyenin başkanı Abdullah bin Cahş
Hazretleri durumu anlatınca Fahr-i Kâinat Efendimiz hiddetle, "Ben size
haram olan ayda çarpışmayı emretmemiştim" dedi ve ganimetten herhangi bir
şey almaktan kaçındı.Seriyyeye iştirak etmiş bulunan mücahidler Resûl-i Ekremin
bu hareketi karşısında neye uğradıklarını şaşırdılar. Diğer Sahabîler de
onların bu hareketlerini tasvip etmeyince bütün bütün ruhlarını büyük bir
sıkıntı sardı. Resûl-i Kibriyâya durumu izah ettiler:
-"Yâ Resûlallah" dediler.
-"Biz, onu Receb'in ilk gecesinde ve
Cemâziyelâhir ayının son gecesinde öldürdük! Receb ayı girince kılıçlarımızı
kınına soktuk!" Buna rağmen Resûlullah kendisi için ayrılan ganimeti
almadı. Çünkü, ortada bir şüphe söz konusu idi. Nitekim, Mekkeli müşrikler de
bu hareketi dillerine doladılar ve dedikodu yapmaya başladılar:
-"Muhammed ve Ashabı haram ayı helâl
saydı. Onda kan döktüler. Mal aldılar. Adam esir ettiler." Bu dedikodular
Medine'den duyuldu. Diğer taraftan Medine'de bulunan Yahudiler de ileri geri
konuştular. Bir taraftan seriyyeye iştirâk etmiş bulunan mücahidler bu
hareketlerinden dolayı üzüntü duyuyorlardı. Diğer taraftan Mekkeli müşrikler ve
Medineli Yahudiler ileri geri konuşuyorlardı. Peygamber Efendimiz ise kendisine
ayrılan ganimeti kabul etmiyordu.
Bir müddet sonra Efendimize vahiy geldi ve
meseleyi halletti. İlgili âyette şöyle buyuruldu:
يَسَْلُونَكَ
عَنِ الشَّهْرِ
الْحَرَامِ
قِتَالٍ فيهِ
قُلْ قِتَالٌ
فيهِ كَبيرٌ
وَصَدٌّ عَنْ
سَبيلِ اللّهِ
وَكُفْرٌ بِه
وَالْمَسْجِدِ
الْحَرَامِ وَاِخْرَاجُ
اَهْلِه
مِنْهُ
اَكْبَرُ عِنْدَ
اللّهِ
وَالْفِتْنَةُ
اَكْبَرُ
مِنَ الْقَتْلِ
وَلَا
يَزَالُونَ
يُقَاتِلُونَكُمْ
حَتّى
يَرُدُّوكُمْ
عَنْ
دينِكُمْ
اِنِ
اسْتَطَاعُوا
وَمَنْ
يَرْتَدِدْ
مِنْكُمْ
عَنْ دينِه
فَيَمُتْ
وَهُوَ
كَافِرٌ
فَاُولئِكَ
حَبِطَتْ اَعْمَالُهُمْ
فِى
الدُّنْيَا
وَالْاخِرَةِ
وَاُولئِكَ
اَصْحَابُ
النَّارِ
هُمْ فيهَا
خَالِدُونَ
"Sana haram ayda savaşmanın hükmünü
soruyorlar. De ki: O ayda savaşmak büyük günahtır. Fakat insanları Allah
yolundan çevirmek, Onu inkâr etmek, Mescid-i Harâmı ziyaretten men etmek,
oranın ahâlisini Mescid-i Haramdan çıkarmak, Allah katında daha da büyük
günahtır. Fitne ise katilden daha büyük bir cinayettir. Onların elinden gelse,
dininizden döndürülünceye kadar sizinle savaşmaktan geri durmazlar..."[371]
Seriyyeye iştirâk etmiş olan mücahidler bu
âyet üzerine sıkıntı ve mânevi ızdıraptan kurtuldular. Peygamber Efendimiz de
kendisi için ayrılmış bulunan ganimet hissesini kabul etti. Müşrikler ise
esirleri için kurtuluş bedeli gönderdiler. Esirlerden sadece Osman bin Abdullah
Mekke'ye gitti. Diğer esir Hakem bin Keysan ise Müslüman olup Medine'de kaldı.[372]
Berâ bîn-i Mağrur İçin Cenâze Namazı Kılınması
Hazrec kabilesinden Berâ bîn Mağrur, Ensârın reislerinden ve 12
nakîbinden birisi idi. Akabe'de Peygamberimiz'e bîat edilirken kalkıp Allâhü
Teâlâ'ya hamdü senâ ettikten sonra;
-"Hamdolsun o Allâh'a ki, bizi Muhammed'le şereflendirdi ve sevgili
kıldı. Biz, Allâh'a ve Rasûlüne dâvet edilenlerin âhiri, bu dâvete icâbet
edenlerin ise, ilkiyiz. Allâh'ın ve Rasûlü'nün dâvetine icâbet ettik. İşittik
ve itaat ettik. Ey Evs ve Hazrec cemâatı! Allah, sizi dîni ile şereflendirdi.
Eğer, dinleyip itaat etmeği ve yardımlaşmağı memnuniyetle kabullendinizse,
Allâh'a ve Rasûlü'ne itaat ediniz" demişti.
Berâ bin Mağrur ölüm döşeğine düşünce malının üçte birini, dilediği yere
sarfetmek üzere Peygamberimiz'e vermelerini, âilesine vasiyyet etti ve
-"Kabrimde beni Kâbe'ye doğru yöneltiniz" dedi. Dediği gibi
yapıldı.
Berâ bin Mağrur, Hac mevsiminde Mekke'ye geleceğini Peygamberimiz'e
vâdetmişti. Hac mevsimine erişmeden ölüm döşeğine düşünce, âilesine;
-"Rasulüllah'a olan vâdim dolayısıyla beni Kâbe'ye çeviriniz. Çünkü,
ben, O'na gelmeği vâdetmiştim." dedi.
Böylece, mezara defnedilirken Kâbe'ye yönelenlerin ilki oldu.
Peygamberimiz, Medîne'ye gelince eshâbıyla birlikte Berâ bîn Mâğrur'un
kabrine gitti. Kabrinin üzerinde saf bağlayıp cenâze namazını kıldı.
-"Allâhım! Onu yarlığa! Ona rahmet et ve ondan hoşnud ol!"
diyerek duâ etti.
Berâ bini Mâğrur, Ensâr nakîblerinden ilk vefât eden ve kabri üzerinde
Peygamberimiz tarafından ilk defa cenâze namazı kılınan zât oldu.
Yer yüzünde ise ilk cenâze namazı Hz.Âdem için kılınmıştı.
Kıblenin Mescîd-i Haram'a Tahvili
Müslümanlar Kudüs cihetine, Mescîd-i Aksâ'ya dönerek namaz kılıyorlardı.
Rasûlü Ekrem ise Kâbe'ye dönerek namaz kılmağı arzu etmekteydi.
Hicretin ikinci yılında Rasûlü Ekrem, Beni Seleme semtindeki Mescidde,
Eshâbı ile birlikte öğle namazını kılarken namaz içinde Kâbe tarafına dönmesi
vahy ile emrolundu. Emrolunan tarafa döndü ve arkasındaki cemaat da döndüler.
Bu, hicretin onyedinci ayının başlarına ve Receb-i Şerif'in ortalarına doğru
bir pazartesi gününe rastlamıştı. İçinde namaz kılarken Kıblenin Kâbe'ye tahvil
edildiği bu mescide "Mescid-ül Kıbleteyn
(iki Kıbleli mescid)" denir.
Cenâb-u Hak Bakara Sûresinin 144. âyetiyle:
قَدْ
نَرى
تَقَلُّبَ
وَجْهِكَ فِى
السَّمَاءِ
فَلَنُوَلِّيَنَّكَ
قِبْلَةً
تَرْضيهَا
فَوَلِّ وَجْهَكَ
شَطْرَ
الْمَسْجِدِ
الْحَرَامِ وَحَيْثُ
مَا كُنْتُمْ
فَوَلُّوا
وُجُوهَكُمْ
شَطْرَهُ
وَاِنَّ
الَّذينَ
اُوتُواالْكِتَابَ
لَيَعْلَمُونَ
اَنَّهُ
الْحَقُّ
مِنْ
رَبِّهِمْ
وَمَا اللّهُ
بِغَافِلٍ عَمَّا
يَعْمَلُونَ
"Biz, senin, yüzünü çok defa göğe doğru çevirip-durduğunu görüyoruz. Şimdi elbette seni hoşnud olacağın kıbleye çevireceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Her nerede
bulunursanız, yüzünüzü onun yönüne çevirin.146 Şüphesiz, kendilerine kitap verilenler, tartışmasız bunun Rablerinden bir
gerçek (hak) olduğunu elbette bilirler. Allah, yapmakta olduklarınızdan gafil olmayandır."[373]
Mescîd-i Haram (Kâbe) cihetine dönülmesini emretti ve o andan îtibaren
Kâbe'ye dönüldü.
Orucun Farz Kılınışı ve Aşûrâ Orucu
Hz.Peygamberimiz, Medîne'ye geldiklerinde Âşûrâ günü yahûdîlerin oruç
tuttuklarını görünce;
-"Nedir bu?" diye sordu.
Onlar da;
-"Bu gün hayırlı bir gündür. Bu gün Allâh'ın İsrailoğullarını
düşmanlardan kurtardığı, Mûsa'nın da şükür için oruç tuttuğu gündür."
dediler.
Bunun üzerine Peygamberimiz;
-"Ben Mûsa'ya sizden daha yakınım" dedi ve Âşûrâ günü orucunu
tuttu. Eshâbına da tutmalarını emretti.
Kıblenin Kâbe'ye çevrilişinden bir ay sonra, hicretin onsekizinci ayının
başlarında, Şaban ayında, Ramazan-ı Şerif orucu farz kılındı. Ramazan orucu
farz kılınmazdan önce, Âşûrâ orucu vacipti. Ramazan orucu farz kılınınca
Peygamberimiz;
-"Âşûrâ orucunu tutmak isteyen tutsun, bırakmak isteyen de
bıraksın." dedi. Böylece Âşûrâ günü oruç tutmak Ümmeti Muhammed için
nâfile oldu.
Hicretin İkinci yılında cihada izin veren ayetler geldi. Bu ayetler:
騣ÜÛa
£æ¡a 6aë¢ n¤È mü ë ¤á¢Ø ãì¢Ü¡mb Ô¢í
åí© £Ûa ¡é¨£ÜÛa ¡3î©j ó©Ï aì¢Ü¡mb Ó ë
åí© n¤È¢à¤Ûa ¢£k¡z¢í ü
“Size karşı savaş açanlara, siz de
Allah yolunda savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları sevmez.”[374]
=¥í© Ô Û
¤á¡ç¡¤ ã ó¨Ü Ç é¨£ÜÛa £æ¡a ë 6aì¢à¡Ü¢Ã
¤á¢è £ã b¡2 æì¢Ü mb Ô¢í åí© £Ü¡Û
æ¡¢a
“Kendileriyle savaşılanlara
(müminlere), zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi.
Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak surette kadirdir.”[375]
Bunun üzerine Peygamber (a.s) bir dizi teşebbüste bulundu. Bu maksatlarla
hazırlanan seriyyelerden biri, Hz.Hamza seriyyesi, bir diğeri de H.2. yılında
Mekke ile Taif arasındaki Batn-ı Nahle denilen yere gönderilmiş olan
seriyyedir. Peygamberimiz (a.s) Abdullah b. Cahş’ı kumandan tayin etmiş ve
seriyyeye teftiş, haber toplama, gözdağı verme, gözetleme vazifesi vermiştir.
Ancak genç ve heyecanlı bir zat olan kumandan, Taif’ten dönmekte olan Kureyş
kervanı ile silahlı mücadeleye girişince Mekkelilerden Amr b. Hadrami
öldürüldü. Kureyşin ileri gelenlerinden Muğire’nin olan Osman ile Nevfel adlı
kişilerde esir edildi. Mallarında müsadere edilerek Medine’ye getirildi.
Peygamberimiz (a.s), kumandanın bu davranışını doğru bulmadı, esirleri ve
müsadere edilen malları, ayrıca öldürülen el-Hadrami’nin diyet bedelini
Mekke’ye yolladı.
11 - Bedir Savaşı ve Neticeleri
Bedir Gazası (Hicrî:2, M.:624)
Yüce Allah (cc) Kur’an-ı Kerim’de savaşla ilgili şöyle buyuruyor:
اُذِنَ لِلَّذينَ
يُقَاتَلُونَ
بِاَنَّهُمْ
ظُلِمُوا
وَاِنَّ
اللّهَ عَلى
نَصْرِهِمْ
لَقَديرٌ ()
اَلَّذينَ
اُخْرِجُوا
مِنْ
دِيَارِهِمْ بِغَيْرِ
حَقٍّ اِلَّا
اَنْ
يَقُولُوا
رَبُّنَا
اللّهُ
وَلَوْلَا
دَفْعُ
اللّهِ النَّاسَ
بَعْضَهُمْ
بِبَعْضٍ
لَهُدِّمَتْ
صَوَامِعُ
وَبِيَعٌ
وَصَلَوَاتٌ
وَمَسَاجِدُ
يُذْكَرُ
فيهَا اسْمُ
اللّهِ
كَثيرًا
وَلَيَنْصُرَنَّ
اللّهُ مَنْ
يَنْصُرُهُ
اِنَّ اللّهَ
لَقَوِىٌّ
عَزيزٌ
“Kendileriyle savaşılanlara
(müminlere), zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi.
Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak surette kadirdir. Onlar, başka değil,
sırf "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için haksız yere yurtlarından
çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları (kötülüklerini) diğer
bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah'ın ismi bol
bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi.
Allah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder.
Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, galiptir.”[376]
Bu vahiy, Peygamber (a.s)'e Medine'ye ulaştıktan kısa bir süre sonra
indi. Peygamber buradaki iznin emir anlamında olduğunu biliyordu.
Bedir, Medîne'ye 80 mil mesâfede bir köydür. Mekke'den Suriye'ye giden
kervan yolunun üzerindedir. Müşriklerle Müslümanlar arasında en büyük harp ilk defa
işte burada olmuştur. Bedir harbi, bi'setin 14., hicretin ikinci senesi Ramazan
ayında vuku' bulmuştur. Hakk ile bâtıl arasında vuku bulmuş, Tevhid şirke, İman
küfre gâlip gelmiştir.
Hz.Peygamberimiz ile Müslümanlar Medîne'ye yerleştikten sonra da Mekke'deki
müşrikler boş durmadılar. Bir taraftan Medîne'deki Yahûdîlerden bâzılarını elde
ederek, gizliden gizliye onları Müslümanlık aleyhinde kışkırtıyorlar, Medîne
ile Mekke arasındaki arâzide yerleşmiş olan halkı onların vâsıtasıyla
Müslümanlar aleyhine çevirmeğe çalışıyorlardı. Bunların propagandaları gittikçe
ilerliyordu.
Kureyş müşrikleri, Medîne'nin yakınlarına kadar sarkarak yağmacılığa
başlamış, Medîne'nin otlağından bir kaç deveyi alıp götürmüşlerdi. Düşmanın bu
gibi hâl ve hareketleri Müslümanların son derece uyanık bulunmalarını icap
ettiriyordu.
Peygamber Efendimiz, Mekke müşriklerinin Medîne'ye ansızın bir hücum
yapmalarına meydan vermemek için ara sıra Müslümanlarla Medîne'den çıkar,
civârı tarassud ederdi. Bâzen de kendisi gitmez, etrafı kontrol etmesi için
gözcü gönderirdi.
Müslümanlar, müşriklerin bitmek bilmeyen saldırıları karşısında, onlara
mukâbele etmek ve artık onlarla harp etmek için defalarca müsaade istemişlerse
de Peygamber Efendimiz; "Biz bununla emrolunmadık!" diyerek, müsaade
etmemişti.
Peygamber Efendimiz dâimâ dîni, irşad yoluyla yaymağa çalışmış, zorlama
yoluna gitmemişti. Mecbur kalındığı zaman, nefsini müdâfaa için kılıca
sarılmasına da Cenâb-u Hakk müsaade etmişti. Peygamber Efendimiz'in
Peygamberliğinin onbeş yılı böyle güzel sözle, nasîhatla, dîne dâvet etmekle
geçti. Nihâyet tecâvüzleri önlemek için Allah tarafından vakti gelince harbe
izin verildi.
Tarafları Harbe Götüren Sebepler
Ebû Süfyan, Müslümanların Mekke'de bıraktıkları malları da satarak
Müslümanlara karşı silahlanmak için bin develik büyük bir ticâret kervanıyla
Suriye'ye gitmişti. Bu servetle harbe hazırlık yapılacaktı. Bu kervanda,
Mekkelilerin hepsinin malları vardı.
Peygamber Efendimiz yine bir gün, müşrikleri gözetlemek ve düşman
hakkında malumât edinmek üzere, Ensârdan Besbes ibn-i Amr ile Adiyy ibn-i
Ebirruba'yı gözcü olarak ileri göndermişti. Gözcüler Bedir'e kadar gittiler.
Kaplarına su doldurmak için oradaki su kuyusuna vardıklarında, su başında iki
kişinin, Ebû Süfyan'ın ticâret kervanının yarın oraya uğrayacağı hakkında
konuştuklarına şâhid oldular. Onlara hiçbir şey demeden, su doldurup döndüler
ve işittiklerini Peygamberimiz'e aynen naklettiler.
Ebû Süfyan, tâkip edilecekleri kuşkusuyla Bedr'e kervanı sürmeden,
konaklayacakları yerleri önceden bir gözden geçirip su başına da adamlar
göndererek; «Buraya gelen oldu mu?»
diye sordurmuştu. Su almak için iki kişinin geldiğini duyunca, tâkip edilmekte
olduklarını sezerek, kervanı Bedr'e uğratmadan deniz sahiline, Cidde'ye
sürmüştü. Bu arada, Zamzam adında müthiş çığlık atan birini kiralayarak
Mekke'ye feryatçı dellal göndermişti.
Zamzam, korkunç bir kılıkla Mekke'ye gelip şehirde sokakları dolaşarak;
-"Ey Kureyş! Müslümanlar kervanı yağma ediyor! Yetişîn! İmdât!
İmdât!" diye feryada başlamış, halkı galeyana getirmiş ve Kureyş harp için
harekete geçmişti.
Ebû Cehil de işi kızıştırıyordu. Ebû Leheb hasta yatıyordu. O da hasta
yatağından harbe teşvik ederek, kendi gidemeyeceğinden yerine bir bedel
çıkarmıştı. Böylece hazırlanan müşrik ordusu 100 atlı, 700 develi, kalanı yaya
olmak üzere 1000 civarında idi. Müslümanlarla harp etmek üzere yola çıktılar.
Bu arada Ebû Süfyan, kervanı hiçbir şey olmadan Mekke'ye ulaştırmış ve
geri dönülmesi için de adamlarına haber göndermişti. Fakat, müşrikler tam bir
harp hazırlığıyla yola çıktıklarını söyleyerek geri dönmediler. Bedr'e kadar
gelip harbe hâkim yerlere yerleştiler. Su başını tuttular.
Aslında Ebû Cehil'den başkası harbi pek istemiyordu. Buna rağmen, Ebû
Cehil kızgın bir hâlde şöyle bağırıyordu.
-"Buradan kat'iyyen gitmeyeceğiz. Burada üç gün kalacağız. Develer
boğazlayıp yemekler yiyeceğiz, içkiler içip, çalgılar çalacağız. Bundan sonra
Araplar bizim sevinç ve neşemizi işitecekler, bizi ebediyyen
sevecekler..." İşte bu azgın adam, azgınlığını böyle gösteriyordu.
Peygamber Efendimiz, ticâret kervanının Suriye'den Mekke'ye dönmekte
olduğunu öğrenince, Eshab'ı ile Bedr'e doğru harekete geçti. Fahri Kâinât'ın
ordusu 313 kişi olup, bunların 83'ü Muhâcirlerden, gerisi Ensardan idi. Orduda,
süvâri gözcülerin kullandığı iki atla, münâvebe ile binilen yetmiş deve
bulunuyordu.
Peygamberimiz, Ömer ibn-i Ümmü Mektüm'ü, Medîne halkına namaz kıldırmak
için yerine vekil bırakarak, Ramazan'ın sekizinde Medîne'den yola çıktılar.
Ümmü Mektüm âmâ olduğundan, Yahûdîler bir kargaşalık çıkarmasınlar diye Allah
Rasûlü, Ebû Lübâbe'yi de yoldan çevirerek, Medîne'ye kâimi makam tâyin etti.
Resûlü Ekrem, Ebû İnebe kuyusu yanında, Kays ibn-i Ebû Sasa'yı piyadeler
üzerine çavuş tâyin edip, Müslümanların sayılmasını O'na emretti. O da aldığı
emir üzerine Müslümanları orada durdurup saydı ve kendisine tekmil verdi.
Kureyş'in hazırlığından haberleri yoktu. Safra yakınına geldiklerinde,
Mekke'den büyük bir ordunun çıktığını ve gelmekte olduğunu duydular.
Peygamberimiz'in Ashâbıyla İstişâresi
Peygamber Efendimiz, Ashâbıyla istişâre yaptı. Yapılacak gazânın onların
rızasıyla olmasını istiyordu. Ensar ve Muhâcirîn ise Allah Rasûlü'nün tam
hoşlanacağı şekilde konuştular ve O'nun mübârek kalbi sevinçle doldu.
Muhâcirîn nâmına, Mikdad ibn-i Amr konuştu ve şöyle dedi:
-"Ey Allâh'ın Rasûlü! Seni bize Allah gönderdi, biz de seninle
beraberiz. Biz sana İsrailoğullarının Hz.Mûsa'ya dedikleri gibi katiyyen
demeyiz... (Onlar şöyle demişlerdi:
-"Sen ve Rabbin gidin harp edin, biz burada oturacağız.")
Biz de deriz ki;
-"Sen ve Rabbin gidin harbedin, biz de sizinle beraber harp
edeceğiz."[377]
Ensar nâmına Saad ibn-i Muaz konuştu ve dedi ki:
-"Ey Allâh'ın Rasûlü! Biz Sana îman ettik. Senin getirdiğine
inandık, Sana bu hususta söz verdik. Bize istediğini emret! Biz seninle
beraberiz. Seni gönderen Allah hakkı için, eğer denize girersen Seninle beraber
biz de gireriz, hiçbirimiz geri kalmayız. Biz düşmana karşı varmaktan
çekinmeyiz! Muhârebe vaktinde geri dönmeyiz! Sabrederiz, sadâkattan ayrılmayız!
Allah'dan dileriz ki bizden memnun olacağın işler nasîb etsin! Hemen, Allâh'ın
bereketinden dileyerek, istediğiniz tarafa gidelim."
Peygamber Efendimiz;
-"Böyle söyleyen bir kavim katiyyen yok ve mağlup olmaz." dedi.[378]
Ensar, ikinci akabe bîatında Allah Rasûlü'nü, çocukları ve âileleri gibi
koruyacaklarına söz vermişler, fakat harp edeceklerine dâir söz vermemişlerdi.
Bîat maddelerinde bu yoktu. Allah Rasûlü onların ağızlarından bu sözleri
işitince çok hem de çok memnun oldu. Yüzleri saadet belirtileriyle doldu ve,
-"Yürüyün ve Allâh'ın lütfuyla şâd olun. İşte, Kureyş'in tek tek
düşeceği noktaları görüyorum." diyerek, o noktaları mübârek elleriyle
birer birer gösterdiler.[379]
Dâva, kervanı basmak değil, küfür safını yıkmaktı. İstişâre netîcesinde,
geri dönmek müşriklere ve Yahûdîlere cesâret vereceğinden, harbe karar verildi.
Müşrik ordusu evvelce gelip Bedir suyunu zaptettiklerinden, Peygamber
Efendimiz, ordusuyla Bedir'de kumluk bir sahraya indiler. Yürürken insanların
ve hayvanların kumdan ayakları kayıyordu. Onun için Müslümanlar susuz kalmaktan
korktular. Fakat, sabaha karşı yağan bol yağmur, Müslümanların yüzünü güldürdü.
Allah tarafından, bir te'yîd-i Rabbâni olan bu yağmur sularından bol bol
istifâde ettiler. Kumluk arâzi, yağmur yağınca biraz pekleşti. Üzerinde yürümek
de kolaylaştı.
Bu arada Habbab ibn-i Münzir, inilen yeri beğenmeyerek şöyle dedi:
-"Yâ Rasûlellah! Buraya vahiy ile mi indik, yoksa bu harp durumu
icabımıdır?"
Peygamber Efendimiz;
-"Mes'ele harp durumu işidir" deyince,
Habbab;
-"Bedir köyünün en sonundaki kuyunun önüne ordugâh kurulmasını"
teklif etti.
Bunu münasip buldular. Oraya gidip büyük bir havuz yaptılar. İçini su ile
doldurduktan sonra diğer kuyuların üzerine çör çöp atarak kapattılar. Böylece
düşman ordusunun onlardan faydalanmasını önlediler. Çünkü;
الْحَرْبُ
خِدْعَةٌ.
"Harp hîledir." [380]
Bu hâdise bize istişârenin ehemmiyetini gösteriyor.
Orada, Saad ibn-i Muaz'ın işâretiyle Allah'ın Rasûlü için bir gölgelik
yaptılar. Peygamberimiz, o güneşlik altında, kalbi ile Allâh'a yönelerek;
-"Ey Allâhım! Kureyş, atlarıyla ve ordularıyla Senin Rasûlü'nü
yalanlamak için geldiler.
Yâ Rabbi! Bana vâdettiğin zaferi bugün ver!
Yâ Rabbi! Sen eğer bu topluluğu helâk edersen, Sana yeryüzünde ibâdet
edilmeyecek." diye duâ etti.
Bu duâsında o kadar vecd ve istiğrâka gelmişti ki, ridâsı (hırkası)
omuzundan düştüğü halde farkına varmıyordu.
Hz.Ebû Bekir (ra), Peygamber Efendimiz'in ridâsını alıp omuzuna koymağa
çalışıyordu... Şöyle diyerek Allah Rasûlü'ne mukâbelede bulundu:
-"Yâ Resûlallah, duân arşı titretti. Allah elbette vaadini yerine
getirecek".
Fakat Allah Rasûlü duâsına devam etti. Hafif bir uykuya dalar gibi
kendinden geçti. Rüyâda, zaferin hilâlini gördü ve müslümanlara şöyle
müjdeledi:
-"Bu gün kim sabırla ve sebatla harp ederse ve bu yolda öldürülürse
Allah onu cennete koyar."[381]
Bedir Harbinde Nasıl Çarpışılacağının Müzâkeresi
Rasûlü Ekrem, Bedir gecesi yanındakilere;
-"Nasıl çarpışırsınız?" diye sormuştu.
Asım ibn-i Sâbit kalkıp eline yayı ve oku aldı;
-"Ey Allâh'ın Rasûlü! Kureyş kavmi, ikiyüz zira' (takriben 150-180
metre mesâfe) veya o kadar yaklaştıkları zaman yay ile ok atışı olur. Kureyş
kavmi bize ve onlara taş yetişecek kadar yakınımıza geldikleri zaman, taşla
mücâdele yapılır. Kureyş kavmi, bize ve onlara mızrak erişecek kadar yakınımıza
sokulduklarında, kırılıncaya kadar mızrakla mücâdele yaparız. Kırılınca da
mızrağı koruz" dedi. Kılıncı alıp kuşandı ve onu sıyırarak,
-"Kılınç sıyrılır. Kılınçla çarpışmağa tutuşulur!" dedi. Bunun
üzerine Rasûlüllah;
-"Harbin icâbı budur, bu tarzda çarpışılmasını gerekli gördüm.
Çarpışan, Asım'ın çarpışması gibi çarpışsın!" buyurdu.
Tarafların Karşılaşması ve Harbin Başlaması
Ertesi sabah, iki ordu birbiriyle karşılaştı. Mü'minlerle müşrikler
karşılaştıkları zaman, mü'minler, müşrikleri az, müşrikler de mü'minleri az ve
zayıf görerek her iki taraf çarpışmağa isteklenmiş ve heveslenmişti. Müşrik
ordusunun başı olan Ebû Cehil, durmadan harbe teşvik ediyordu. Müşriklerin
bayrağından birini Ebû Azize ibn-i Umeyr, diğerini Nadir ibn-i Hâris, diğerini
Tâlhâ ibn-i Tâlhâ taşıyordu.
Rasûlü Ekrem, meydana çıkıp Müslümanların saflarını düzeltti. Bâzıları
saftan dışarı çıkmışlardı. Sanki, düşman üzerine ilk önce biz gideceğiz
diyorlardı.
Peygamber Efendimiz, asâsı ile onları saflarına dâhil etti ve son olarak
şöyle dedi:
-"Ben emretmedikçe düşman üzerine gitmeyiniz. Fakat ok menziline
gelindiği zaman onlara ok atınız." buyurdu.
Peygamber Efendimiz, askerlerini saf saf dizdikten sonra sancaktarlar
tâyin etti. Muhâcirlerin bayrağını Müs'ab ibn-i Umeyr'e, Hazrec'in bayrağını
Habbab ibn-i Münzir'e, Evs'in bayrağını Saad ibn-i Muaz'a verdi.[382]
Harp Mübâreze İle Başladı
Mübârezeye ilk olarak müşriklerden, Rebiaoğulları Utbe, Şeybe ve Utbe'nin
oğlu Velid çıktılar. Bunlara karşılık, Müslümanların saflarından birçok
sahabinin çıkmak için ileri atılmaları üzerine Peygamber Efendimiz, üç kişiye
karşı sâdece üç kişinin çıkmasını emretti. Bunun üzerine Beni Neccardan ve
Ensardan olan Afrâ namındaki hanımın oğulları, Ensar gençlerinden Avf ile Muaz
ve bir de Abdullah ibn-i Revvâha çıktı.
Utbe onlara sordu:
-"Siz kimsiniz, kimlerdensiniz?"
Onlar da adlarını, şanlarını teker teker saydıktan sonra karşılık
verdiler;
-"Ensardanız! Allah Rasûlü'nün Medîne yardımcılarındanız!"
dediler.
Utbe;
-"Bizim sizinle işimiz yok." deyip bu üç kişiyi reddettiler.
Bunun sebebi de, karşılarındaki insanları aşağılık görmeleri idi. Medîneliler
ziraatla, Mekkeliler ise ticâretle uğraştıklarından, Medînelileri hep
küçümserlerdi.
Müşrik mübârizler, yüzlerini Peygamber Efendimiz'e çevirerek;
-"Yâ Muhammed! Bize kendi içimizden (Mekkelilerden) kendi kanımızdan
adam çıkar!" diye bağırdılar.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz çok celallendi. Hemen;
-"Kalk yâ Ubeyde! Kalk yâ Hamza! Kalk yâ Ali!" buyurarak,
Onların, üç müşriki susturmalarını istedi. Üç yiğit ayağa kalkarak onların
yanına doğru yürümeğe başladı. O vakit Hz.Ubeyde 63, Hz.Hamza 58, Hz.Ali 21
yaşlarında idi. Düşmanı susturmak, onların ya Müslüman olmalarını sağlamak veya
İslâm’a attıkları iftiraları kendilerine yalatmak üzere, düşmana doğru
ilerlediler. Bu üç kişi Arap âleminin en cesur savaşçı kişileri idi. Hz.Hamza
ve Ubeyde İslâm’dan önce Arablar tarafından da takdir edilen kimselerdi. Hz.Ali
ise, Allâh'ın arslanı idi. Üçü de meydana çıktıkları zaman âdet üzere isim ve
şöhretlerini söylediler. Zâten Allâh'ın bu üç arslanını tanımayan da yoktu.
Meydandaki üç müşrik, kalabalığa doğru dönerek;
-"Tam bunlar bizim dengimizdir. Biz bu üç kişi ile kılınç
sallarız." diye bağırmağa başladılar.
Artık onları durdurmak için hiçbir sebep kalmamıştı. Mübâreze başladıktan
sonra, yapılan darbeleri teşvik amacıyla her iki taraftan da sesler yükseliyor,
takdirlerle, Allah, Allah sesleri gökyüzünü kaplıyordu.
Müslüman mübârizlerin en yaşlısı Hz.Ubeyde, Utbe ile; Hz.Hamza, Şeybe
ile; Hz.Ali de, Velid ile karşılaştılar. Hz.Hamza ve Hz.Ali rakiplerini îmânın
savurduğu birer kılınç darbesiyle hemen hakladılar, devirdiler. Hz.Ubeyde, Utbe
ile birbirine hamleler yapıyorlardı. Amma yaptıkları hamleler ihtiyarlıkları
dolayısıyla yerini bulmuyordu. Hz.Ubeyde aynı kuvvet hamlesiyle kılıncını
savururken düşmanıyla beraber kendisi de dizinden yaralandı. İşlerini bitiren
Hz.Ali ve Hz.Hamza hemen atıldılar. Utbe'nin de işini bitirdiler. Hz.Ubeyde'yi
omuzlarından tutup Peygamber Efendimiz'in yanına getirdiler.
Hz.Ubeyde'nin ayağından kanlar akıyordu. Bu mübârek zât ayağının ağrısını
unutmuştu. Rasûlüllah'a;
-"Yâ Rasûlallâh! Ben şehid miyim?" diye sordu.
Kâinâtın Efendisi; "Evet" dedi. Ayağına bakarak,
-"Senin yerin cennettir" dedi. Bunun üzerine Ubeyde'nin yüzü
güldü.[383]
Harbin Şiddetlenmesi
Taraflar arasında ferdî cenk bitince, saflar birbirine yaklaşmağa
başladı. O anda görünen manzara; birbirine sıkı sıkı yapışmış yürüyen bin
kişilik küfür ordusu, suratlar asık, kaşlar çatık, ellerde yalın kılınç
geliyorlar. Karşılarında sâdece 313 mü'min, amma her biri bir orduya bedel.[384]
Umûmi bir hamle başladı
Allâh'ın Rasûlü yerden bir avuç kum aldı ve yaklaşan düşmana saçarak;
-"Yüzler yere sürünsün! yüzleri kara olsun!" dedi.
Çarpışma evvelâ şiddetli bir ok atışı ile başladı. Sonra iki taraf taş,
mızrak, kılınç, hançer, birbirine girdiler. Toz duman, nâra, çığlık, demir
sesleri birbirine karışmış, geriden hücum işâretleri veren davul sesleri
başlamıştı.
Sağa, sola, öne, dâimâ ileriye kılınç sallayan Müslümanlar, hiç
tanımadıkları, şimdiye kadar görmedikleri, beyazlar giyinmiş, başları beyaz
sargılı insanları yanlarında gördüler. Bunlar Allâh'ın emriyle insan şekline
girmiş meleklerdi. Müslümanlar arasına katılmışlardı. Dövüşen mü'minler,
kulaklarında duymadıkları, bilemedikleri sesler olarak;
-"Dayanın, düşman zayıf! Allah sizinledir" seslerini
duyuyorlardı.[385]
Müslümanlar, arslanlar gibi atıldılar. Kelleler uçuyor, Kureyş'in
elebaşıları birer, birer yere düşüyorlardı. Ebû Cehil de bunların arasındaydı.[386]
Müşriklerin Mağlubiyeti
Kureyş müşrikleri, 70 ölü, 70 esir vererek ve bütün eşyalarını bırakarak
kaçtılar. Mü'minler 6'sı Muhâcirlerden, 8'i Ensardan 14 şehid verdi. Bedir
şehidlerinin cenâze namazını Peygamber Efendimiz kıldırdı.
Müslümanlar, bu harpte daha ziyâde, Kureyş'in elebaşılarını gözetip
temizlemek istiyorlardı. Çünkü Müslümanlar, ne çektilerse onların elinden
çekmişlerdi. Onun için, Kureyş ulularından çoğunun Bedir harbinde öldürüldüğünü
görüyoruz.
O zamanlar İslam düşmanlığının azılı lideri, elebaşısı Ebû Cehil idi.
Ensardan Afrâ Hatunun iki oğlu Muaz ile Muavviz, onu öldürmeğe and içmişlerdi.
Bu iki genç, harbin en şiddetli zamanında Abdurrahman ibn-i Avf'a rastlamışlar,
Ebû Cehil'i tanımadıklarından, kendisinden Ebû Cehli göstermesini ısrarla ricâ
etmişlerdi. O sırada, Ebû Cehil karargâhından müşrikleri kışkırtmak için
çıkmış, "anam beni bu gün için doğurdu" diye, harbi kızıştırıyordu.
Abdurrahman ibn-i Avf, Ebû Cehl'i Afrâ Hatunun iki genç oğluna gösterdi.
Onların ikisi de yıldırım gibi at üzerindeki Ebû Cehil'e saldırdılar. Yaralayıp
yere düşürdüler. Bu arada kendileri de şehîd edildiler.
Afrâ Hatunun oğulları gibi, Ebû Cehl'i arayanlar arasında Ensardan Muaz
ibn-i Amr da fırsat kolluyordu. O esnâda Ebû Cehl'in yanına yaklaşarak
kılıncını salladı ve ayağını yaraladı. Artık yürüyemez hâle gelen küfür önderi
mecalsiz yere serilmişti. Bu arada Ebû Cehlin oğlu da babasının kanlar içinde
yerde yuvarlandığını görünce yardımına koşmuş, Ensardan Muaz'ı yaralamış, bir
kolunu kesmiş ve arkasından tâkibe düşmüştü. Fakat, babası Ebû Cehil (aynı
zamanda küfrün de babası) ölüler arasına serilmişti.[387]
Ebû Cehl'in Son Sözleri ve Başının Kesilmesi
Rasûlü Ekrem, durumdan çok memnun oldu. Ebû Cehli ortalarda göremediği
için, onun ne olduğunu merak etmişti.
Yanındakilere;
-"Acaba Ebû Cehl'e ne oldu, ondan ve diğerlerinden bize kim haber
getirebilir?" buyurunca, Abdullah ibn-i Mes'ud hemen oradan ayrılarak
müşriklerin yere serilmiş leşleri arasında Ebû Cehl'i kanlar içinde can çekişir
görünce sevindi. Hemen kılıncını çekip ayağı ile boynuna bastıktan sonra Ebû
Cehil gözlerini açtı.
Abdullah ibn-i Mes'ud;
-"Ey Ebû Cehil! Sen misin?" deyince,
Ebû Cehil, O'na;
-"Ey koyun çobanı! Bir büyük reisi muhakkak büyük kimseler öldürmez.
Bu ilk defa olan bir iş değildir. Sen, hangi tarafın gâlip geldiğini biliyor
musun?" diye sordu.
Abdullah ibn-i Mes'ud;
-"Allâh'ın yardımıyla zafer bizim tarafta. Sizin gibi bütün
kefereleri temizledik. Kalanlar da kaçıyorlar." diye cevap verdi.
Aldığı cevap üzerine Ebû Cehil çok üzüldü. Gözlerini kapamadan önce,
hayâtı boyunca düşmanı saydığı Kâinâtın Efendisi'ne şöyle haber gönderdi:
-"Muhammed'e söyle ki şimdiye kadar O'nun düşmanı idim. Şimdi
düşmanlığım bir kat arttı".
Abdullah ibn-i Mes'ud daha fazla dayanamadı ve şeytanın yuvası hâline
gelen kafasını bir kılınç darbesiyle gövdesinden ayırdı. (Ebû Cehil ölürken
bile îmâna gelmeyen keferelerin en büyüklerindendir. Ondan sonra daha birçok
kefere gelecektir. Amma onun gibisi gelmeyecektir. Çünkü o Kâinât'ın
Efendisi'ne çok eziyet etmişti.) Abdullah ibn-i Mes'ud cüsse bakımından Ebû
Cehil'den küçüktü. Amma onun başını kestikten sonra saçlarından tutup sürüyerek
Rasûlüllah'ın huzuruna getirdi ve söylediklerini nakletti.
Peygamber Efendimiz, onun başını görünce sevindi. Allâh'a şükretti ve
kendi kavmine dönerek;
-"Bu ümmetin firavunu işte budur." dedi.
Ayrıca bir Hadîs-i Şeriflerinde;
-"Bizim firavunumuz, Mûsa'nın firavunundan daha
eşetti. Çünkü, Mûsa'nın firavunu ölürken 'Mûsa'nın ve Harun'un Rabbîsine îman
ettim' dedi, bu demedi." buyurmuşlardır.[388]
Gömülen Müşrik Ölülerine Peygamberimiz'in Hutbesi
Müşrikler, öyle bir bozguna uğramışlardı ki, ölülerini bile toplayamadan
kaçtılar. Peygamber Efendimiz burada, bir insanlık vazîfesi olarak, Bedir
şehidlerini techîz-i tekfinden sonra, müşrik ölülerini toplatıp bir kör kuyuya
gömdürttü.
Müşrikleri kuyuya doldurduklarında, kâfirlerin en mel'unlarından olan
Ümmiye'tibni Halef öyle şişmişti ki, cesedi, zırhının içinde öldüğü için,
kuyunun ağzından geçmedi. Zırhının içinden çekilip çıkarılınca, bedenin etleri
dağıldı. Onu olduğu yerde bıraktılar. Üzerini kum ve taşlarla kapattılar.
Kuyu ağzına kadar kafir cesetleri ile dolunca, Peygamber Efendimiz
kuyunun başına gelerek, şöyle hitapta bulundu:
-"Ey kuyuya atılanlar! (dedikten sonra içindekilerden bâzılarını
adıyla ve sanıyla anarak),
Ey Utbe'tibni Rebia! Ey Şeybe'tibni Rebia! Ey Ümmiye'tübni Halef! Ey Ebû
Cehl'ibn-i Hişam! (diyerek, birer birer saydıktan sonra);
Sizler, Peygamberinizin en kötü kavmi ve kabîlesi idiniz! Siz Beni
yalanladınız! Başkaları ise beni tasdik edip doğruladılar! Siz beni yurdumdan
yuvamdan çıkardınız! Başkaları ise bana kucak açtılar! Siz benimle çarpıştınız!
Başkaları ise bana yardım ettiler! Siz Rabbiniz'in size vâdetmiş olduğu azabı
gerçekleşmiş buldunuz mu? Ben Rabbim'in bana vâdetmiş olduğu zaferi
gerçekleşmiş buldum!" dedi.
Müslümanlardan bâzıları, bu arada Hz.Ömer;
-"Yâ Rasûlellah! Sen şu cansız cesetlere, kokmuş lâşelere, ne diye
seslenir, söz söylersin. Ölülere konuşuyorsun, onlar duyar mı?" deyince.
Peygamber Efendimiz;
-"Muhammed'in varlığı kudret elinde bulunan Allâh'a yemin ederim ki,
benim söylediklerimi siz onlardan daha iyi duyuyor ve işitiyor değilsiniz!
Fakat, onlar bana cevap vermeğe kâdir olamazlar" dedi.[389]
İslâm’ın zaferi ve Medine’ye dönüş
Bedir Harbi, 17 Ramazan cuma günü olmuştu. Medîneliler, neticeyi merakla
bekliyorlardı. Onlar büyük bir ordu ile karşılaşılacağını bilmiyorlardı. Sadece
kervanın tâkip edilip, yakalanacağını zannediyorlardı. Peygamber Efendimiz,
harp biter bitmez, Abdullah ibn-i Revvâha ile Zeyd ibn-i Hârise'yi Medîne'ye
müjdeci gönderdi. O esnâda Rasûlü Ekrem'in kerîmelerinden biri olan Hz.Rukiyye
vefât etmişti. Peygamber Efendimiz, O'nun rahatsızlığından dolayı zevci
Hz.Osman'ı Bedr'e götürmemiş, başında bırakmıştı. Medînedeki bütün Müslümanlar
üzüntülü idiler. Onu yeni defnetmişlerdi. Gelen müjde haberi, onlara
üzüntülerini unutturdu. Onları ferahlattı.
Harpten sonra Peygamber Efendimiz ve ordusu ikindi namazını Bedir'de
kılıp, Useyl mevkiine vardı. Orada bir
müddet kaldıktan sonra Medîne'ye vardılar. Medîne'ye yaklaştıklarında Revhâ'da
karşılamağa gelenlerle buluştu. Karşılayıcılar Peygamberimiz'i tebrik ettiler.
Arkalarından bir gün sonra esirler de getirildi.
Müslümanlardan üç kat fazla ve mükemmel silahlarla mücehhez müşrik
ordusunun, bozguna uğratılıp mağlup edilmesi haberi Mekkelileri şaşkına
uğrattı. Habere önce inanamadılar. Bir avuç Müslümanın koca bir orduyu
yeneceğini havsalaları almıyordu. Fakat, gerçek bu idi. Hasta yatağında olan
Ebû Leheb'in hastalığı bir kat daha arttı. Ona bu haber ölümden beterdi.
Kahroldu. Dayanamadı, yedi gün sonra öldü. Öldüğünü de bilen olmadı. Üç dört
gün öyle kaldı. Ölüsü koktu. Oğulları bile kendisiyle alâkadar olmadı.
Terkedilmişti. Bütün Mekke halkı homurdanmağa başladı. Nihâyet mecbur kalıp bir
çukur açtılar. Uzun kazıklarla leşi ite ite oraya atıp üstüne kum, toprak
koydular. Bu mağlubiyet karşısında, Mekkeli müşrik kadınlar siyahlara bürünerek
mâtem tutmağa başladılar.[390]
Esirler Hakkındaki Muâmeleler
Müslümanlar, alınan esirleri takdir edilen fidye (kurtuluş akçesi)
karşılığı serbest bıraktılar. Bu parayı bulamayanlar, Müslümanlardan onar
kişiye okuyup yazma öğretmek şartıyla serbest bırakıldılar. Bu, İslâm'ın ilme
verdiği ehemmiyetin, ilmin her şartta ve fırsatta öğrenilmesini istediğinin
önemli bir delilidir.
Peygamberimiz, Eshâbına esirlere iyi muâmele yapılmasını emretti. Eshâbı
Kirâm esirlere kendi yediklerinden ve giydiklerinden daha iyisini yedirip
giydirdi. Bu âlicenaplık karşısında, esirler çok duygulandı, içlerinden
bâzıları Müslüman oldu.
Ebû İzze adında bir şâir vardı. Peygamber Efendimiz'e:
-"Beş kızım var, benden başka kimseleri yok, beni onlara
bağışla!" diye ricâda bulundu. Peygamber Efendimiz de onu fidye almaksızın
bıraktı. Fakat, sonradan o yine sözünde durmadı. Uhud harbinde öldürüldü.
Bu sıralarda Peygamberimiz kızları Rukiyye'yi kaybetmişlerdi. Savaştan
bir süre sonra Peygamberimizin en küçük kızları ve o zaman yirmi
yaşlarında olan Hz. Fatıma evlilik yaşına gelmişti. Ashap’da ona en uygun kişi
Ali (r.a)'dı ve Fatımayı istemesi hususunda onu teşvik ettiler. Yapılan sade
bir törenle evlendiler.[391]
Kaynuka oğulları Medine (Yesrib)de yaşamış bir Yahudi kabilesidir.
Yahudiler (Eskiden büyük Arap mabedinin yeri olan) Siondan Hıristiyanlar
tarafından kovulduktan sonra, yeryüzünün çeşitli yerlerine az veya çok büyük
cemaatlar halinde dağılmışlardı. Ancak Arap yarımadasına ne zaman geldikleri,
cemaatlerinin burada ne zaman oluştuğu bilinmiyor. Ancak İslam’ın yayılışından
önce Arabistan’ın her tarafında Yahudiler vardı. Ferdî ve pek az sayıda olduğu
gibi sağlam cemaatler halinde, Eyle (Akabe Körfezi)'den Yemen'in veya Uman'in
uçlarına kadar, Medine'den Bahreyn'e kadar; Meknâ'da Vadiül-Kura'da, Teymâ'da,
Fedek'te, Tâif'te kısacası bütün şehirlerde, aynı şekilde panayırlarda ve
kervanlarda onlara rastlanır.[392]
Mekke'de hemen hemen hiç Yahudi yoktu. Ancak onlar, bölgenin yıllık
panayırlarında, özellikle Ukaz'da bulunurlardı. Ukaz'da hem ticaret eşyası
satarak, hem de kendilerini gizli şeyleri bilen veya istikbâlden haber veren
kâhin olarak tanıtmak suretiyle iyi para kazanmasını bilirlerdi. Ehli-kitap
olarak, câhil bedevîler üzerinde özel bir prestij icra ediyorlardı. [393]
Hz. Peygamber Medine'ye hicret ettiği zaman, halkın hemen hemen yarısı
Yahudi idi. Ancak Yahudilerin bu bölgeye gelişi hakkında açık bir bilgi yoktur.
İslâmiyet ortaya çıktığı sırada, büyük çapta Araplaşmış görünüyorlardı; Arapça
konuşuyorlar, çocuklarına Arap isimleri veriyorlar, kabileleri bile Arap
isimleriyle çağrılıyordu.[394]
Komşuları müşrik Araplar gibi Yahudiler de kabile halinde yaşıyorlardı.
Hz. Peygamber (a.s) tarafından oluşturulan Medine İslâm devleti anayasasında
dokuz Yahudi kabilesinde söz ediliyor.[395]
Kaynuka; kuyumcu anlamına gelmektedir. Gerçekten de onlar İslâmiyet’in
başlangıcında bu mesleği yapıyorlardı. Ayrıca umûmî ticaretle de meşgul
oluyorlardı.
Rasûlullah (a.s), Medine'ye gelir gelmez yaptığı en önemli işlerin
başında bir anayasa hazırlamak gelir. Bu anayasada Yahudilerle olan karşılıklı
hak ve ödevler belirtilmiştir ki bunlardan biri, hariçten gelecek saldırılara
karşı bütün cemaatların Medine'yi savunmalarıdır.
Bundan sonra Peygamber (a.s), Yahudileri İslâm’a davet etmiş, kendisini
bir Allah elçisi, bir peygamber olarak Kur'an-ı tebliğ etmiştir. Bazıları
müslüman olmuş bazıları çekinmiş, kimileri de İslâmiyet’le alay etmişler, hatta
Peygamber (a.s)'e karşı harbedenler aktif bir şekilde yardim etmişlerdir.
Bedir savaşında müslümanlarla Yahudiler arasındaki münasebetler büsbütün
bozuldu. Yahudiler hep birden Peygambere karşı düşmanca bir tavır takındılar.
Böylece İslâm için büyük bir tehlike arz etmeye başladılar.
Rasûlullah (a.s), bir seferinde Kaynuka oğulları Yahudilerinin pazarına
giderek onları toplamış ve şu şekilde hitabetmiş:
-“Ey Yahudi cemaati! Kureyş’lilerin başına gelen felâketin sizin başınıza
da gelmemesi için Allah'tan korkunuz ve İslâmiyet’i kabul ediniz. Zira
biliyorsunuz ki ben gönderilmiş bir peygamberim. Siz bunu kitabınızda
buluyorsunuz ve sizi davet etmiştir."
Yahudiler ona şu cevabı vermişler:
-"Ya Muhammed! Sen ancak kendi kavmini tanıdın; askerlik ve savaş
sanatını bilmeyen bir kavimle karşılaşman seni aldatmasın, tesâdüfen sen onları
bozguna uğrattın. Vallahi şayet biz seninle savaşırsak, yiğit olduğumuzu
anlarsın."[396]
Bu konuşmalardan sonra, Müslümanlarla Kaynuka oğulları arasındaki
ilişkiler daha da bozuldu ve nihayet bir Yahudi’nin, Müslüman bir kadına karşı
çirkince davranışı, bardağı taşıran son damla oldu. Kaynakların nakline göre
olay şöyle cereyan etmiştir:
Bir Arap kadını bazı şeyler satmak üzere Kaynuka oğulları pazarına
giderek eşyasını satar sonra bir kuyumcu dükkanına oturur. Orada bulunan
Yahudiler, kadından yüzünü açmasını isterler. O buna yanaşmayınca kuyumcu,
kadının eteğini arkasından beline iliştirir, kadın ayağa kalkınca avret mahalli
görülür, onlar da buna gülüşürler. Kadın feryat etmeye başlayınca
Müslümanlardan biri kılıcını çekerek Yahudi kuyumcunun üzerine atılıp onu
öldürür. Yahudiler de toplanıp Müslüman’ı şehit ederler. Şehit edilen
Müslüman’ın ailesi imdat ister. Bu durum Müslümanları çok öfkelendirir.[397]
Kaynuka oğulları, Peygamber (a.s)'le savaştıkları zaman onların işlerini
Abdullah b. Übeyy b. Selûl üstlenmiş ve önlerine düşmüştü. Onların Abdullah ile
anlaşmaları olduğu gibi Hazrec oğullarından Ubâde Ibn es-Sâmit ile de ittifakları
vardı. Ubâde, onların Hz. Peygamberle olan antlaşmalarını bozduklarını duyunca
Peygamber (as)'e gelerek O'nun huzurunda, Kaynuka oğulları ile olan ittifakını
reddetti. Onlarla ittifaktan Allah'a ve Resûlüne sığındı ve;
-"Ya Resûlallah! Ben, Allah’ı, Resûlünü ve müminleri dost biliyorum;
bu kâfirlerle ittifak yapmaktan ve onlarla dostluktan Allah'a ve Resûlüne
sığınırım" dedi.[398]
Mâide Sûresindeki kıssa, Ubâde ve Abdullah b. Übeyy hakkında nazil oldu:
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا لَا
تَتَّخِذُوا الْيَهُودَ
وَالنَّصَارى
اَوْلِيَاءَ
بَعْضُهُمْ
اَوْلِيَاءُ
بَعْضٍ
وَمَنْ يَتَوَلَّهُمْ
مِنْكُمْ
فَاِنَّهُ
مِنْهُمْ اِنَّ
اللّهَ لَا
يَهْدِى
الْقَوْمَ
الظَّالِمينَ
“Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost
edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar).
İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler
topluluğuna yol göstermez.”[399]
Ubâde Kaynuka oğulları ile olan ittifakını, muhtemelen bu âyetin
nüzûlünden sonra bozmuştur.
Kaynuka oğulları; Rasûlüllah (as) ile aralarındaki antlaşmayı bozan,
Bedirle Uhud arasında Onunla savaşan ilk Yahudilerdi. Rasûlullah (as), onları
muhasara etti. On beş günlük bir kuşatmadan sonra Rasûlüllahın hükmüne razı
olarak savaşsız teslim oldular. Hz. Peygamber, erkeklerin ellerinin
bağlanmasını emretti. Fakat münafıkların başı Abdullah b. Übeyy Hz. Peygamber
(as)’e gelerek:
-"Ey Muhammed! Müttefiklerime iyilik et" dedi.
Resûlullah ağırdan alınca İbn Selûl tekrar;
-"İyilik et" dedi. Resûlullah (as) ondan yüz çevirdi. Bunun
üzerine İbn Selûl, elini Hz. Peygamberin zırhının yakasından içeri soktu.
Resûlullah kızarak:
-"Yazıklar olsun sana! Bırak beni!" dedi.
İbn Selûl: -"Hayır vallahi dostlarıma iyilik etmedikçe seni
bırakmam. Onlar, beni altından ve mal-mülkten mahrum ettiler sen ise bir sabah
vakti onları biçiyorsun. Allah'a yemin ederim ki ben, bir takım musibetler
gelmesinden korkuyorum" dedi.
Bunun üzerine Resûlullah (a.s):
-"Onlar senindir" buyurdu ve,
-"Çözünüz onları, Allah onlarla birlikte ona da lanet etsin" dedi. [400]
Serbest bırakılınca sürgün edilmelerini emir buyurdu.
Allah, Resûlüne ve Müslümanlara onların mallarını ganimet olarak ihsan
etti. Onların arazileri yoktu, kuyumculukla uğraşıyorlardı. Resûlullah (a.s),
onların birçok silahlarını ve kuyumculuk aletlerini aldı. Onları, tüm çoluk
çocuklarıyla birlikte Medine'den çıkarmaya Ubâde İbn es-Sâmit memur edilmişti.
O da, onları Dibâb'a kadar götürdü.
Kaynuka Yahudileri, Ubâde Ibn es-Sâmit'e,
-"Ey Velid'in babası! Evs ve Hazrecle aramızda ittifak vardı. Biz
senin müttefikin idik, sen bize ne diye böyle yaptın?" dediler.
Ubâde İbn es-Sâmit de onlara:
-"Siz harp açtınız" dedi.
Abdullah İbn Übeyy de; -"Sen müttefiklerinden uzaklaştın da bundan
eline ne geçti?" dedi.
Ubâde;
-"Hubâb'in babası! Kalpler değişti, İslâmiyet ahitleri yok
etti" dedi.
Kaynuka oğulları Vâdiül-Kura'ya gelip bir müddet kaldıktan sonra Azruat'a
gidip orada yerleştiler.[401]
Bu Esnada Gerçekleşen Bazı Olaylar
Zekâtın
farz kılınması
Zekât,
Hicretin ikinci yılında Ramazan orucunun farz kılınmasından ve fıtır
sadakasının vâcip kılınışından sonra farz kılındı. Zekât, zengin Müslümanların
yıldan yıla belli ölçüsüne göre mallarının bir kısmını zekât niyetiyle ayırıp
lâyık olanlara vermelerinden ibaret mâli bir ibâdettir. Zekât, İslâm dininin
beş temel esasından biridir.
Kur'ân-ı
Kerim'le Nur, 56;
وَاَقيمُوا
الصَّلوةَ
وَاتُوا
الزَّكوةَ وَاَطيعُوا
الرَّسُولَ
لَعَلَّكُمْ
تُرْحَمُونَ
"Dosdoğru
namazı
kılın,
zekâtı
verin ve peygambere itaat edin. Umulur ki, rahmete kavuşturulmuş
olursunuz."[402]
Müzemmil,
20;
اِنَّ
رَبَّكَ
يَعْلَمُ
اَنَّكَ
تَقُومُ اَدْنى
مِنْ
ثُلُثَىِ
الَّيْلِ
وَنِصْفَهُ وَثُلُثَهُ
وَطَائِفَةٌ
مِنَ
الَّذينَ مَعَكَ
وَاللّهُ
يُقَدِّرُ
الَّيْلَ
وَالنَّهَارَ
عَلِمَ اَنْ
لَنْ
تُحْصُوهُ
فَتَابَ
عَلَيْكُمْ
فَاقْرَؤُا
مَاتَيَسَّرَ
مِنَ
الْقُرْانِ
عَلِمَ اَنْ
سَيَكُونُ
مِنْكُمْ
مَرْضى
وَاخَرُونَ
يَضْرِبُونَ
فِى
الْاَرْضِ
يَبْتَغُونَ
مِنْ فَضْلِ
اللّهِ
وَاخَرُونَ
يُقَاتِلُونَ
فى سَبيلِ
اللّهِ
فَاقْرَؤُا
مَاتَيَسَّرَ
مِنْهُ
وَاَقيمُوا
الصَّلوةَ
وَاتُواالزَّكوةَ
وَاَقْرِضُوا
اللّهَ
قَرْضًا
حَسَنًا
وَمَا تُقَدِّمُوا
لِاَنْفُسِكُمْ
مِنْ خَيْرٍ
تَجِدُوهُ
عِنْدَ
اللّهِ هُوَ
خَيْرًا
وَاَعْظَمَ
اَجْرًا
وَاسْتَغْفِرُوا
اللّهَ اِنَّ
اللّهَ
غَفُورٌرَحيمٌ
"(Ey
Nebi) Gerçekten Rabbin, senin gecenin üçte ikisinden biraz eksiğinde,
yarısında
ve üçte birinde (namaz için) kalktığını
bilmektedir; seninle birlikte olanlardan bir topluluğun
da (böyle yaptığını
bilmektedir). Geceyi ve gündüzü Allah takdir etmektedir. Sizin bunu sayamayacağınızı
bildi, böylece de tevbenizi (O'na dönüşünüzü)
kabul etti. Şu
halde Kur'an'dan kolay geleni okuyun. Allah sizden hastalar olduğunu,
başkalarının
Allah'ın
fazlından
aramak için yeryüzünde gezip-dolaşacaklarını
ve diğerlerinin
de Allah yolunda çarpışacaklarını
bilmiştir.
Öyleyse ondan (Kur'an'dan) kolay geleni okuyun. Namazı
dosdoğru
kılın,
zekatı
verin ve Allah'a güzel bir borç verin. Hayır
olarak kendi nefisleriniz için önceden takdim ettiğiniz
şeyleri daha hayırlı
ve daha büyük bir ecir (karşılık)
olarak Allah katında
bulursunuz. Allah'tan mağfiret
dileyin. Şüphesiz
Allah, çok bağışlayandır
çok esirgeyendir."[403]
Hacc,22\
78;
وَجَاهِدُوا
فِى اللّهِ
حَقَّ
جِهَادِه هُوَاجْتَبيكُمْ
وَمَا جَعَلَ
عَلَيْكُمْ فِى
الدّينِ مِنْ
حَرَجٍ
مِلَّةَ
اَبيكُمْ اِبْرهيمَ
هُوَ
سَمّيكُمُ
الْمُسْلِمينَ
مِنْ قَبْلُ
وَفى هذَا
لِيَكُونَ
الرَّسُولُ
شَهيدًا
عَلَيْكُمْ
وَتَكُونُوا
شُهَدَاءَ
عَلَى
النَّاسِ
فَاَقيمُوا
الصَّلوةَ
وَاتُوا
الزَّكوةَ
وَاعْتَصِمُوا
بِاللّهِ
هُوَ
مَوْليكُمْ
فَنِعْمَ
الْمَوْلى
وَنِعْمَ
النَّصيرُ
"Allah
adına gerektiği
gibi cihad edin. Sizleri seçmiş
ve din konusunda size bir güçlük yüklememiştir,
atanız
İbrahim'in dini(nde olduğu
gibi). O (Allah) bundan daha önce de, bunda (Kur'an'da) da sizi 'müslümanlar'
olarak isimlendirdi; peygamber sizin üzerinize şahid
olsun, siz de insanlar üzerine şahidler
olasınız
diye. Artık
dosdoğru
namazı
kılın,
zekâtı
verin ve Allah'a sarılın,
sizin Mevlanız
O'dur. İşte
ne güzel mevla ve ne güzel yardımcı."
Bakara,
110
وَاَقيمُوا
الصَّلوةَ
وَاتُوا
الزَّكوةَ وَمَا
تُقَدِّمُوا
لِاَنْفُسِكُمْ
مِنْ خَيْرٍ
تَجِدُوهُ
عِنْدَ
اللّهِ اِنَّ
اللّهَ بِمَا
تَعْمَلُونَ
بَصيرٌ
"Dosdoğru
namazı
kılın,
zekâtı
verin; önceden kendiniz için hayır
olarak neyi takdim ederseniz, onu Allah katında
bulacaksınız.
Hiç şüphesiz
Allah, yapmakta olduklarınızı
görendir."[404]
Emredilmiştir.
Kur'ân-ı Kerim'de 32 yerde namazla birlikte zikredilmiştir. Bir hâdis-i şerifte
Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
-"Her
gün, her sabah iki melek inip birisi: 'Yâ Rab! Zekât ve sadakasını vererek,
malını Allah rızası için harcayana, harcadığının yerine yenisini ver' der.
Diğeri de: 'Yâ Rab! Zekât ve sadaka hakkını ödemeyerek malını sıkana da malını
telef et' der!"[405]
Hz.
Rukiyye'nin vefâtı
Peygamber
Efendimizin Hz. Osman'la evli kerimeleri Hz. Rukiyye Bedir Seferi sırasında
hastalanmıştı. Hz. Osman, Peygamber Efendimizin emriyle ona bakmak üzere
Medine'de kalmış, Bedir'e gidememişti. Zeyd bin Hârise Hazretleri, Bedir
Zaferinin haberini Medine'ye getirdiği sırada Hz. Rukiyye vef'at etmişti.Onu
Ümmü Eymen yıkadı. Hz. Osman cenaze namazını kıldırdı ve Bakî Kabristanına defnetti.Hz.
Rukiyye, Resûl-i Ekrem Efendimiz otuz üç yaşlarında bulundukları sırada, Hz.
Zeyneb'den sonra doğan kerimeleridir. Annesi Hz. Hâtice ile birlikte Müslüman
olmuştu. Daha sonra Hz. Osman ile evlenmişti. Resûl-i Ekrem Efendimiz, onların
beraber hicret ettiklerini görünce,
-"Osman
Lût'tan (a.s.) sonra, Allah yolunda, âilesi ile birlikte hicret edenlerin
ilkidir"[406] buyurmuştu.
Ebudderdâ'nın Müslüman olması
Abdullah bin Ravahâ (r.a.) öteden beri
Ebudderda'nın kardeşliği idi. Bir gün, eline keseri alıp Ebudderda'nın evindeki
putunu kırdı. Ebudderda evine döndüğü zaman hanımı durumu ona haber verdi.
Bunun üzerine Ebudderda düşünmeye başladı ve kendi kendine,
-"Eğer, bu putta bir keramet olsaydı,
kendisini korurdu" dedi. Sonra da Müslüman olmak için Peygamberimizin
yanına gitti.Abdullah bin Ravâha, uzaktan onun geldiğini görünce,
-"Yâ Resûlallah! Gelen Ebudderda'dır.
Herhalde bizi görmeye geliyor!" dedi.Resûl-i Ekrem Efendimiz, "O
Müslüman olmak için geliyor. Çünkü Rabbim, Ebudderda'nın Müslüman olacağını
bana bildirmişti" buyurdu. Huzura varan Ebudderda, orada Müslüman oldu. Ev
halkı, kendisinden önce Müslüman olmuşlardı.[407]
Hz. Fâtıma ve Hz. Ali'nin evlenmesi
Hz. Fâtıma, Resûl-i Ekrem Efendimizin
Medine'ye teşriflerinden 5 ay sonra Recep ayında Hz. Ali ile nikâhlandı.
Hicretin 2. yılında Bedir Gazâsından sonra, Zilhicce ayında da evlendiler. Hz.
Fâtıma, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin en küçük kızı ve kızlarının en sevgilisi
idi. Peygamber Efendimiz, bir gâzâdan veya bir seferden geldiği zaman ilk önce mescide
gidip iki rekât namaz kılar, sonra Hz. Fâtıma'ya uğrar, daha sonra da Ezvâc-ı
Tâhiratın yanına giderdi.[408]
Hz.
Âişe (r.a.) der ki: "Ben, Fâtıma kadar sözü ve konuşması, Resûlullaha
benzeyen bir kimse görmedim. Fâtıma, girdiği zaman, Resûlullah onu şefkatle
karşılar, 'Hoş geldin' diyerek selâmlardı.
-"Ben,
Fâtıma'dan daha doğru sözlü bir kimse de görmedim."[409]
Hz. Fâtıma'nın (r.a.) yürüyüşü de Nebiyy-i Muhterem Efendimizin yürüyüşüne
benzerdi. Bir gün, Hz. Âişe'ye,
-"İnsanların,
Resûlullaha en sevgili olanı kimdi?" diye soruldu.
Hz.
Âişe,
-"Fâtıma
idi" dedi.
-"Erkeklerden
kimdi?" diye sordular.
-"Fâtıma'nın
kocası" cevabını verdi.[410]
Peygamberimiz,
kızı Hz. Zeyneb'i Mekke'den Getiriyor
Bedir
esirleri arasında Peygamberimizin damadı ve Hz. Zeyneb'in kocası Ebû Âs bin
Rebi'de bulunuyordu. Bedir Harbi esirleri konusunda bahsettiğimiz gibi, Ebû Âs
serbest bırakılınca Mekke'ye gitti. Daha önce Hz. Zeyneb'in hicret etmesine
mâni olan Ebû Âs bu sefer kendisini serbest bıraktı. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz
de, Bedir Harbinden bir ay veya bir aya yakın bir zaman sonra Zeyd bin Hârise
ile Ensardan bir zatı göndererek Hz. Zeyneb'i Mekke'den getirtti.[411]
Muhacir
Müslümanlardan faziletli bir zat olan Osman bin Maz'un vefat etti. Bakî
Kabristanına, Muhacir Müslümanlardan ilk defnedilen bu zâttır.
İlk
Kurban Bayramı Namazı Kılınması
Peygamber
Efendimiz, Zilhiccenin dokuzunda Sevik Gazasından dönerek Medine'ye kavuşmuştu.
Ertesi günü, yani Zilhicce'nin 10. günü Müslümanlarla birlikte namazgâha çıktı.
Ezansız ve kametsiz olarak iki rekât Kurban Bayramı namazı kıldırdı. Namazdan
sonra bir hutbe irâd etti. Bu hutbelerinde, kurban kesmelerini Müslümanlara
emretti. Kendileri de iki kurban kesti. Satın aldığı semiz, boynuzlu beyaz
koçtan birini keserken,
-"Allah'ım!
Bu senin birliğine ve senden bana gelenlere şehâdet eden bütün ümmetim
namınadır" dedi. İkincisini keserken de şöyle buyurdu:
-"Allah'ım!
Bu da, Muhammed ve Muhammed'in ev halkı içindir." Bundan, kendileri, ev
halkı ve yoksullar yediler. İslâmda ilk Kurban Bayramı budur![412]
I.Cildin
Bitişi
GİRİŞ
Hazırlayan
Muhammed Salih
Yön
tayin etmede zorlanıyoruz.
II.CİLT
İÇİNDEKİLER
(13) Uhud Savaşı ve imtihan....................................... 505
(14) Raci ve Bi'ri
Maun-e olayları.............................. 543
(15) Ben-i
Nadir'in sürgünü........................................ 548
(16) Zatu'r
Rika........................................................... 557
(17) Ben-i
Müstalık
Gazvesi........................................ 569
(18) İfk Olayı............................................................... 572
(19) Hendek
Savaşı de Kureyza ile hesaplaşma........... 580
(20) Hudeybiye
Barışı ve tahlili................................... 608
(21) Hayber Gazası....................................................... 629
(22) Gazve ve
Seriyyelerin Sayısı............................... 639
(23) Hükümdarlara Gönderilen Mektuplar.................. 641
(24) Umretu'l-
Kaza..................................................... 651
(25) Mu'te Savaşı......................................................... 666
(26) Mekke'nin
Fethi................................................... 676
(27) Huneyn
Savaşı ve Yenilginin Sebepleri.............. 693
(28) Tebük Seferi ve
Katılmayanların
Durumu.......... 714
(29) Dırar Mescidi ve
Tahlili....................................... 744
(30) Heyetlerin
Gelişi................................................. 748
(31) Müminlerin
Anneleri.......................................... 759
(32) Hz.
Ebubekir'in Haccı......................................... 768
(33) Veda Haccı......................................................... 770
(34) Vedda Hutbasi ve Düşündürdükleri................... 785
(35) Hz.
Muhammed (a.s)'ın Hastalığı ve Vefatı........ 800
(36)
Hz.Muhammed (a.s)'ın Vefatından Sonra Bazı Olaylar.
813
(37) Medine Dönemi(nin Özeti)................................. 821
(38) Peygamber Efendimiz (a.s)’ın Bazı
Özellikleri.... 836
- Okuma
Parçası.......................................................... 921
-Test Soruları............................................................... 925
-İçindekiler.................................................................. 949
-
Kaynakça................................................................... 953
Sevik Gazvesi
Kureyş müşriklerinin Bedir'de bozguna uğraması üzerine Ebû Süfyan;
Peygamber Efendimiz'le çarpışıp Evs ve Hazrec kabîlelerini yok etmedikçe,
başına ve bedenine su dokundurmamağa ve koku sürünmemeğe yemin etmişti.
Bu yeminini yerine getirmek üzere Zilhicce ayında Kureyş'ten 200 süvari
ile Mekke'den çıkıp Medîne'nin Urayz nâhiyesine kadar ilerlediler. Sık bir
hurmalığı, iki ev ve ekini ateşleyip yaktılar. Tarlalarında çalışan, Ensârdan
bir zât ile amelesini de bulup şehîd ettiler. Ebû Süfyan bununla yeminini
yerine getirmiş oluyordu. Tâkip edilmekten korkarak oradan acele geri dönüp,
Mekke'ye doğru kaçmağa başladılar.
Peygamber Efendimiz, bu baskını haber alınca Eshâbıyla görüştü. Yerine
Ebû Lûbâbe, Beşir ibn-i Abdil Münzir'i bırakıp tâkibe çıktı. Kargarat-ül Küdre
denilen mevkiye kadar ilerledi.
Ebû Süfyan ve arkadaşlarının savuşup gittiklerini, kaçarken yüklerini
hafifletmek için yiyecekleri olan seviklerini (kavrulmuş buğday ununu)
torbalarıyla birlikte, ekinlerin arasına yer yer attıklarını gördüler.
Müslümanlar, müşriklerin götüremeyip bıraktıkları pek çok sevik torbalarını
topladılar. Bundan dolayı, bu gazveye "sevik
gazvesi" adı verildi.[413]
Uhud Muhârebesi
(Hicrî:3, M.:625)
Müşrikler, Bedir Harbinde uğratıldıkları ağır mağlubiyeti bir türlü
hazmedemediler. İntikam almağa karar verdiler. Şam'dan dönen Ebû Süfyan
başkanlığındaki ticaret kervanının malları Darunnedve'ye konmuş ve Ebû Süfyan,
Kureyş'in başı olmuştu. Bedir Harbinde ölenlerin birâderleri, yakınları, Ebû
Süfyan'ın yanına gelerek; "Muhammed bizim büyüklerimizi öldürdü. O'ndan
intikamımızı almamız lazım. Bizleri öksüz bıraktı. Şu kervanın malını tamamen
bize verin ki bir ordu hazırlayıp, O'ndan intikamımızı alalım." dediler.
Zâten, Ebû Süfyan da, sâhipleri ölen, bu malları ne yapacağını
düşünüyordu. Onların sözüne hemen "olur!"
cevabını verip hazırlık yapmalarını söyledi. Hepsi toplanarak, Bedir harbinin
bir sebebi olan bu kervanın mallarını, ordunun hazırlığı için kullandılar ve
kuvvetli bir ordu hazırladılar.
Ebû Süfyan, Bedir'de akrabâsı ölen birkaç kişiyi sokaklarda konuşturup,
halkın hislerini galeyana getirdi. Böylece câhiliyet gayretleri arttı.
Müşriklerin kalplerinde kin ve ihtiras ayyuka çıktı. Hazırlanan Kureyş ordusu,
hicretin üçüncü senesi Şevval ayının ilk çarşamba günü Uhud'a vardı. Kureyş
ordusu 3000 kişi idi. Orduda 3000 deve, 200 at vardı. Askerin 700'ü zırhlı idi.
Ayrıca, harbe kışkırtmak üzere, bu orduya 15 kadar kadın da katıldı.
Bu arada, Peygamberimiz'in amcası Hz.Abbas, hâlen Mekke'de kavminin eski
dîninde olup, Kureyş'in bu yaptığı hazırlıkları Peygamber Efendimiz'e bir
mektupla haber verdi. Haberci, Rasûlü Ekrem'i Kuba yakınlarında bularak haberi
iletip, mektubu verdi. Müşriklerin durumunu O'na anlattı. Hz.Abbas tarafından
gönderildiğini söyledi. Peygamber Efendimiz mektubu aldı ve Übeyy'ibn-i Keâb'e
okuttu. Artık müşriklerin hareketini öğrendi. Bu haberin gizli tutulması
gerekirdi. Allah Rasûlü, haberi önce Eshâbın büyükleri ile istişâre etti.
Kureyş'e nasıl mukâbele edilecekti?
Peygamber Efendimiz'in fikri Medîne'de şehir harbi yapmaktı.
Peygamber Efendimiz'in Rüyâsı
Peygamber Efendimiz, cuma gecesi bir rüyâ gördü. Sabahleyin yanına gelen
Müslümanlara;
-"Ben vallâhi bir rüyâ gördüm. Hayra yordum. Rüyamda, boğazlanmış
bir sığır, kılıcımın ağzında açılmış bir gedik, ellerimi sağlam bir zırhın
içine soktuğumu gördüm!" dedi.
-"Yâ Resûlallâh, bunları ne şekilde yordun?" diye sordular.
-"Sağlam zırh giymek, Medîne'de kalmağa işârettir. Orada kalınız.
Kılıcımın ağzında bir gedik açıldığını görmem, bir zarara uğrayacağıma
işârettir. Boğazlanmış sığır, Ashâbımın şehid düşmelerine işârettir."
buyurmuşlardı. (Peygamber Efendimiz, bu rüyâyı yorarken, «Kılıcımın gedilmesi, Ehli Beyt'imden bir kişinin öldürülmesidir!»
de demişti.)
Peygamber Efendimiz, gördüğü bu rüyâdan mülhem olarak, Kureyş müşrikleri
ile Medîne dışında çarpışmağı uygun görmüyordu. İstişâre meclisinde fikirleri
sorulan Eshab'dan bâzıları ile münâfıklardan Abdullah ibn-i Übeyy'ibn-i Selül'ün
fikri de «Medîne'de kalınması, şehir harbi yapılması»
idi. Zâten, etrafı sağlam kayalarla çevrili olan Medîne şehri muhkem bir
kaleden farksız idi. Müşriklerin, Medîne'ye girmelerine imkân olmadığı gibi,
böyle bir şey düşünmelerine de imkân yoktu.[414]
Gençlerin Arzusu
Peygamber Efendimiz ve Eshâbın büyüklerinden birçoğunun görüşü böyle
iken, henüz gençliğinin baharında olan gençler ise kaplarına sığmıyor ve şöyle
diyorlardı:
-"Yâ Resûlallâh! Biz bu günleri bekledik. Allah istediğimizi yerine
getirdi. Dışarı çıkmak ve müşriklerle savaşmak istiyoruz. Düşmanlarımızla göğüs
göğüse cenk edelim. Biz Kureyşlilerin;
-«Muhammed (a.s) ve Sahâbesinin Medîne surlarını ve kalelerini muhâsara
ettik, hurmalıklarını çiğnedik, ekinlerini ezdik» diyerek memleketlerine
dönmelerini kat'iyyen istemeyiz. Böyle olursa kuvvetimiz kaybolur. İnsanlar
üzerimize hücum ederler."
Bedir harbinde bulunamayan Müslümanlar ile gençler, cennetle ve şehâdetle
müjdelenmek isteyenler, müdâfaayı Medîne haricinde yapmak fikrinde israr ediyorlardı.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, gençleri kırmamak ve bütün Müslümanların
isteklerini yerine getirmek için hazırlık yapıp dışarı çıkmalarına karar verdi.
Peygamber Efendimiz'in;
-"Eğer sabrederseniz Allah size yardım edecektir." buyurması
üzerine Müslümanlar çok sevinmişlerdi. Günlerden cuma günü olup, cuma
hutbesinde cihâdın fazîletlerinden bahsetti. Sabırlı olurlarsa, zafere nâil
olacaklarını bildirdi. Cuma namazını ve ikindi namazını kıldırdıktan sonra
Hz.Ebû Bekir ve Hz.Ömer'le birlikte evine girdi. Zırhlarını giyip, kılınçlarını
taktılar. Bu da gösteriyordu ki; cihad yapılacaktı.
Bu arada, dışarıda harp hakkında münâkaşa ediliyordu. Useyd ibn-i Hudayr
ve Sa'd ibn-i Muaz şöyle dedi:
-"Siz Allah Rasûlü'nün Medîne'de kalmak fikrini gördünüz. Fakat,
hariçte müdâfaada bulunmağı istediniz. Allah Rasûlü bunu iyi görmemekle beraber
kabul etti. İşi O'na bırakmalıydınız, O'na vahiy gelir ve işin ne şekilde
sunulacağını bize bildirirdi. Bu mevzuu Allah Rasûlü'ne yeniden götürün ve O'na
tâbi olun."
Askerler, yaptıklarına pişman olmuşlardı. Doğruca Rasûlüllah'ın bulunduğu
yere geldiler.
-"Ey Allâh'ın Rasûlü! Bize, Size muhâlif olmak yakışmaz, Sen
dilediğini yap. Biz sana uyarız" dediler.
Artık olan olmuştu. Çünkü Rasûlü Ekrem silahlarını almış ve zırhını da
çoktan giymişti. Yine de onların böyle söylemesi, memnunluk uyandıran bir
hareketti. Onların bu sözlerine memnun olmakla beraber;
-"Hiçbir peygamber zırhını giydikten sonra çıkarmaz."[415]
buyurdu.
Harp İçin Medîne'den Ayrılış
Peygamber Efendimiz, Medîne'de yerine kâim-i makam olarak Ömer ibn-i Ümmü
Mektüm'ü bıraktı. Allah Rasûlü, kıtalara birer sancak verdi. Muhâcirlerin
sancağını Müs'ab ibn-i Umeyr'e, Evs kabîlesinin sancağını Useyd ibn-i Hudeyr'a,
Hazrec kabîlesinin sancağını Hubab ibn-i Münzir'e verdi. Atına bindi. Ordunun
başına geçti. İlk emri:
-"Medîne'den çıkıyoruz" oldu.[416]
İslam ordusu 1000 nefer ve 100 zırhlı olarak Medîne'den hareket etti.
Bütün kadınlar caddelere çıkmış, onları teşyî ediyor, ilâhilerle
uğurluyorlardı. Sa'd ibn-i Muaz ile Sa'd ibn-i Ubâde Rasûlü Ekrem'in önünde
yürüyorlardı. Maksatları, Kâinâtın Efendisi'ni korumaktı. Üzerlerindeki zırh ve
ellerindeki kılınçla, hiç kimseyi O'na yaklaştırmayacak kadar güçlü ve azimli
idiler.
Medîne ile Uhud arası tam bir saatlik yoldu. O gün, Uhud'a gidilmeyip,
Uhud ile Medîne arasında yarım saatlik yer olan Şîheyn mevkiinde gecelendi.
Rasûlü Ekrem orduyu teftiş etti. Bir yoklama yaptı. Bu arada çarpışamayacak
yaşta küçük çocukların da geldiklerini gördü. Yaşları 13-15 arasında bulunan
onyedi genç de gelmişti. Peygamber Efendimiz, onları Medîne'ye döndürdü ve
Medîne'de çocukları ve kadınları beklemek ve korumakla vazîfelendirdi.
Harbe Katılmalarına İzin Verilen Küçükler
Zübeyr ibn-i Râfi;
-"Yâ Rasûlallâh! Râfi ibn-i Hadic, iyi ok atıcıdır." diyerek,
O'nun ordudan ayrılmamasını istedi.
Râfi ibn-i Hadic der ki:
-"Rasûlüllah'a arzolunduğum zaman ayaklarımda mestlerim vardı.
Ayağımın ucuna basarak uzun görünmeğe çalıştım. Rasûlüllah da benim orduya
katılmama müsaade etti." Bana müsaade edince, Semure ibn-i Cündüp, üvey
babası Mürey ibn-i Sinan'a;
-"Babacığım! Rasûlüllah, Râfi ibn-i Hadic'e müsaade etti, beni geri
çevirdi. Halbûki ben, güreşte onu yenerdim" dedi.
Mürey ibn-i Sinan;
-"Yâ Rasûlallâh! Sen benim oğlumu geri çevirdin, Râfi ibn-i Hadic'e
müsaade ettin. Oğlum onu yener" dedi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz;
-"Güreşsinler bakalım" buyurdu.[417]
Gençler güreştiler. Semure, Râfi'yi yendi. Hz.Peygamberimiz, onun da
orduya katılmasına müsaade etti. O zaman Semure ile Râfi 15'er yaşında idiler.
Uhud'daki İslam Karargâhı
Peygamber Efendimiz, Şîheyn'de derlenip toparlandığı sırada, müşrikler de
Ebû Amr'ın arâzisinin bulunduğu yere kadar harp düzeni hâlinde, yavaş yavaş
uzandılar. Peygamberimiz, Uhud'a doğru ilerleyip, köprünün bulunduğu yere kadar
geldiler. Artık Müslümanlar da müşrikler de birbirini iyice görüyorlardı.
İslam ordusu ile Uhud'a kadar deve kuşu gibi boynunu uzata uzata gelmiş
olan Abdullah ibn-i Ubeyy'ibn-i Selül, artık kanlı bir müsâdemenin kaçınılmaz
olduğunu görünce, Peygamber Efendimiz için;
-"O, rey ve görüş sâhibi olmayan gençlerin sözünü dinledi de beni
dinlemedi. Ey ahâli! Şuracıkta biz, ne diye kendimizi öldüreceğimizi bir türlü
anlayamadık." diyerek, kavminden kuşku içinde bulunan ve kendisine uyan
300 kişi ile birlikte oradan geri döndü.
Peygamber Efendimiz, Uhud'da Şip vâdîsine inince, orada arkaları Uhud
dağına dayalı, yüzleri Medîne'ye karşı olmak üzere karargâhını kurdu. Ordusunu
çarpışma düzenine koymağa başladı. Solda bulunan Ayneyn tepesine Abdullah ibn-i
Cübeyr kumandasında 50 okçu yerleştirdi. Onlara;
-"Ben emir vermedikçe, gâlip olsak da, mağlup olsak da kat'iyyen
yerinizden ayrılmayacaksınız. Müşrikleri hezîmete uğrattığımızı görseniz bile
yerinizi terketmeyeceksiniz. Düşmanı yenip ganîmet toplamağa koyulduğumuzu
görseniz de, sakın bize uymayınız! Kuşların bizi kapıştıklarını görseniz de ben
size adam gönderip emir vermedikçe, sakın yerinizden ayrılmayınız. Düşman
süvârisi gelirse, okla mukâbele eder, ok atarsınız. Çünkü, at oku yiyince
ilerleyemez, geri döner"[418]
buyurdu.
Uhud'da Müslümanların parolası
-"Emit, Emit (öldür, öldür" idi.
Uhud'da Müşriklerin Yeri
Kureyş müşrikleri, Medîne'ye arkalarını çevirmişler, Müslümanlara karşı
saf bağlamış bulunuyorlardı. Müşriklerin sancağını, Tâlhâ ibn-i Ebî Tâlhâ
tutuyordu. Kureyş ordusunun kumandanı Ebû Süfyan idi. Diğer kumandanlar ise;
okçuların başında Abdullah ibn-i Rebia, sağ cenah kumandanı Hâlid ibn-i Velid,
sol cenah kumandanı İkrime ibn-i Ebû Cehil, fırka kumandanları ise Saffan ibn-i
Umeyye ile Amr'ibn-i As idi.
Müşriklerin parolası;
-"Yâ Lel Uzza ve yâ Lel Hübel" idi. Böylece putlarından medet
bekliyorlardı.
Kureyş kadınları, ordunun arkasında Ebû Süfyan'ın karısı Hind'in
başkanlığı altında defler çalıyor, şiirler söylüyor ve orduyu harbe teşvik ediyorlardı.
Uhud Harbine Nasıl Başlandı ve Nasıl Bitti?
İki taraf da harbe iyice hazırdı. Bu esnâda Allâh'ın Rasûlü elinde bir
kılıç olduğu hâlde havaya kaldırarak;
-"Bunun hakkını kim verecek?" buyurdu.
Kılıcın üzerinde şu beyt yazılı idi:
-"Fil'cübni ârun Vefil'ikbâli mekremetün
Vel'mer'ü bilcübni lâyencû mine'l-Kaderi."
Manası:
Korkaklıkta ar ve zillet, ileri atılmakta şeref ve izzet vardır.
Kişi korkaklık ile kaderden kurtulamaz.
Kılınca birçok tâlip olanlar oldu ise de Peygamber Efendimiz, onlara
vermedi. Ebû Dücâne;
-"O kılıcın hakkı nedir, yâ Rasûlallâh?!" diye sordu.
Peygamber Efendimiz;
-"Onun hakkı eğilip bükülüp kırılıncaya kadar onu düşmana vurmaktır.
Onunla Müslüman öldürmemek, onunla kâfirlerin önünden kaçmamaktır. Onunla Allah
sana zafer, yahut şehidlik nasib edinceye kadar Allah yolunda
çarpışmaktır." dedi.
Ebû Dücâne;
-"Yâ Rasûlallâh! Ben onu, hakkını yerine getirmek üzere
alıyorum." dedi.
Hz.Peygamberimiz, elindeki kılıcı ona teslim etti. Ebû Dücâne, çok
cesâretli, kahraman bir kişi idi. Harp meydanında kurnaz davranırdı. Başına
kırmızı bir sargı sarar, halkın yanına onunla çıkarsa, çarpışmak istediği
anlaşılırdı.
Ebû Dücâne, Peygamber Efendimiz'in elinden kılıncı alınca, başına kırmızı
şalı sararak Müslümanlar ile müşrikler arasında meydana çıkıp çalımlı çalımlı
yürümeğe, gezinmeğe başladı. Peygamberimiz, O'nun böyle kurula kurula
yürüdüğünü görünce;
-"Bu bir yürüyüştür ki Allah, onu, bu yerin başkasında sevmez"
buyurdu.[419]
Ebû Dücâne, düşman ordusunun içine öyle bir daldı ki kelleler uçuyor,
önüne gelen kâfirleri paramparça ediyordu. Ebû Dücâne, ulaşabildiği,
yetişebildiği her şeyi, yarıp yırtarak, kesip biçerek, dağın eteğinde deflerle
müşrikleri kışkırtan kadınların yanına kadar ilerledi. Kılıcı onlara
kaldırmışsa da Rasûlüllâh'ın kılıcının şerefini gözeterek, kadın kanını ona
bulaştırmak istemediğinden vurmadı, korkuttu. Kadınlar feryat ederek
kaçıştılar.
Taraflar birbirine iyice yaklaşmışlardı. Müşriklerin Hevâzin süvârileri,
İslam okçularının korudukları geçide dalmak istedilerse de oka tutulunca, geri
dönmek zorunda kaldılar.
Müşriklerden, deve üzerinde bir adam meydana çıkıp çarpışmak için er
diledi. Bunun üzerine, Zübeyr ibn-i Avam ona doğru vardı. Devenin üzerine
sıçrayıp, adamın boğazına sarıldı. Deve üzerinde boğuşmağa başladılar.
Peygamber Efendimiz;
-"Yere, aşağı doğru düşür onu!" dedi.[420]
Müşrik, yere düştü, Zübeyr ibn-i Avam da üzerine çöküp onun başını kesti.
Bu defa, Kureyş ordusunun sancaktârı Tâlhâ bîn-i Ebî Tâlhâ; "Benimle
çarpışmak için kim çıkar er meydanına" diyince,
Hz.Ali buna karşı çıktı, Talha'yı bir hamlede yere serdi ve onların
sancaklarını yere düşürdü. Sonra, sancağı alan onun kardeşi Osman ibn-i Ebû
Tâlhâ'nın üzerine, Peygamber Efendimiz'in amcası Hz.Hamza hücum edip kılıncı
ile kolunu yaraladı. Fakat, bu defa da, sancağı Ebû Sâid ibn-i Tâlhâ almıştı.
O'nu da çok hızlı davranan Sa'd İbn-i Ebî Vakkas hakladı. Ebû Sâid yere düşünce
sancağı Nâfi ibn-i Ebî Tâlhâ aldı. Müşriklerin sancağı durmadan el değiştirdiği
hâlde, Müslümanların sancağı hâlâ bir kişinin elinde idi. Allâhü Teâlâ gene
Müslümanlara yardım ediyordu. Müşriklerin bayrağını tutmakla vazîfeli Tâlhâ
sülâlesinden başka kimse kalmadığından, yedinci adamı da Hz.Hamza bir hamle ile
katletti.
Hz.Hamza, kükremiş bir arslan gibi düşman ordusuna girmiş; öne, sağa,
sola kılıç sallayarak müşrikleri kırıp geçiriyordu. Devamlı ilerliyordu. 31
müşrikin başını gövdesinden ayırmıştı. O'nu gören düşman asker sürüleri önünden
savrulup kaçıyordu. Artık muhârebe bütün şiddeti ile başladı. Müşrik ordusu erimeğe
başlayıp, fena hâlde bozuldu.
Hz.Hamza'nın Şehâdeti
Ebû Dücâne Hazretlerinin öldürmekten yüz çevirdiği Hind, Cübeyr bîn-i
Mudim'in kölesi olan Vâşi'ye, Hz.Hamza'yı öldürdüğü takdirde bir çok vaatlerde
bulundu. Çünkü Hz.Hamza, Bedir'de Hind'in babasını ve kardeşini öldürmüş,
Uhud'da pekçok müşrik başını uçurmuştu. Hz.Hamza, Cubeyr'in amcasını da
Bedir'de öldürmüştü. Ayrıca Cübeyr, kölesine, Uhud'da Hz.Hamza'yı öldürdüğü
takdirde, kendisinin azad edilip hürriyete kavuşturulacağını vâdetmişti.
Köle Vâşi de hürriyet ve mal arzusuyla, bir kayanın arkasına gizlendi.
Oradan Hz.Hamza'yı gözlemeğe başladı. O sıralarda Hz.Hamza var gücüyle kılıcını
savuruyor, müşrikleri harman gibi bir yerden kaldırıp diğer tarafa ölmüş olarak
atıyordu. Hamza'nın karşısına Sibâ ibn-i Abdul Uzza'yı çıkarmışlardı. Allâh'ın
arslanının kılıcını kaldırıp indirmesiyle müşrikin de yere düşüp ölmesi bir
olmuştu.
Vâşi, bu arada saklandığı yerden çıkıp tam arkasından mızrağını atarak
Hz.Hamza'yı sırtından vurdu. Hz.Hamza yaralandığı hâlde, hem de öldürücü yara
aldığı halde yıkılmak nedir bilmiyordu. Önüne gelen müşrikleri temizlerken
Kelime-i Şehâdet getiriyordu. Böylece Uhud'da hem şehîd, hem de şehidlerin
reîsi oldu.
Nihâyet harp iyice kızışmıştı, Müslümanlar güçlerinin üstünde bir tâkatla
harbediyorlardı. Sabırla cihâda devam ederek, müşrikleri bozguna uğrattılar.
3000 kişilik müşrik ordusu, 700 kişilik orduyu yenememişti, kaçmağa başladılar.[421]
Bir Hatâ ve Neticesi
Peygamberimiz, düşman süvârisine karşı koyacak süvârisi yokken ordusunu
öyle tertip etmişti ki; düşman süvârisinin hücum edebileceği sadece bir yer
kalmıştı. Orayı da okçularla kapatmıştı. Abdullah ibn-i Cübeyr kumandasında 50
okçuyu oraya yerleştirmiş,
-"Düşman süvârisi buradan hücum edecek olursa ok atarsınız. At oku
yiyince geri döner. Ben emir vermedikçe gâlip olsak da, mağlup olsak da buradan
aslâ ayrılmayınız"[422] diye
sıkı sıkıya tembih etmişti.
Fakat, ilk anda düşman ordusunun bozguna uğratılmasından, zaferin
kazanıldığını, harbin bittiğini zannederek okçuların çoğu yerinden çıkıp,
ganîmet toplamak üzere gidiverdiler. Her ne kadar kumandanları «sakın ayrılmayın» demişse de harp bitti diye, dinlemediler.
Kumandanları Abdullah ibn-i Cübeyr on kişiyle kaldı. Tam bu esnâda, oranın
zayıfladığını fırsat bilen Kureyş ordusunun süvâri kolu kumandanı Hâlid ibn-i
Velid, 200 kişilik bir kuvvetle, dağ geçidinde kalan okçuları şehîd etti. İslam
ordusunun sol cenahından dolaşıp arkadan çevirdi ve arkadan vurdu. İşte böylece
harbin çehresi birden değişti. Gâlib durumda olan Müslümanlar mağlup duruma
düştü.
Bu hâl, Müslümanları hayret ve şaşkınlığa düşürdü. Hâlid ibni Velid'in
Müslümanları arkadan çevirdiğini öğrenen Kureyş kaçmaktan vazgeçerek geri
döndüler. İki hücum arasında kalan Müslümanlar neye uğradıklarını bilemediler.
Ümitsizliğe düştüler. Düşmanlar kudurmuşlardı. Hz.Peygamber'in yanına kadar
gelmeği başarmışlar, Fahri Kâinât'ın etrafındaki Müslümanları dağıtarak O'nun
yanına kadar sokulmuşlardı.
Saad ibn-i Vakkas (r.a)'ın birâderi Utbe-t-übnü Ebî Vakkas, müşriklerin
saflarında idi. O da Peygamber Efendimiz'in çadırına kadar gelmişti. Attığı
taşlarla Allah Rasûlü'nün alt dudağı yaralandı ve alt çenesinin sağ yanındaki
rebaiyye (kesici) dişi kırıldı ve mübârek dişi şehîd oldu.
İbni Kâmia'nın kılıç darbesiyle Fahri Kâinât'ın sağ omuzu yaralandı ve
yine onun kılıç darbesiyle başındaki miğfer de parçalandı. Miğferin
halkalarından ikisi Rasûlüllah'ın şakaklarına, yanaklarına battı.
Kuşkusuz, Peygamberimiz'e ezâ verenlerin hepsi de üzerlerinden sene
geçmeden belâlarını buldular. İbni Kâmia Uhud'dan ev halkının yanına döndüğü
gün dağa ava gitmişti. Dağda, kendisini bir dağ keçisi boynuzlayarak delik
deşik etti. İbni Şihab'ı Mekke yolunda ak benekli dişi bir yılan sokarak
öldürdü, Utbe ibn-i Ebî Vakkas'ı Hatıp ibn-i Ebî Beltea öldürdü.
Peygamber Efendimiz'in bulunduğu yerde, kılıçlar şakırdıyor, oklar sağnak
sağnak yağıyordu. Bunun üzerine Ashap, halka oluşturmuşlar, Ebû Dücâne de
kendisini kalkan yaparak, Peygamber Efendimiz'i koruyorlardı. Oklar O'na
değmiyordu. Düşman, onun canına kasdedip her taraftan, Alemlere Rahmet olan
Yüce Peygamberimiz'e oklar atarken, O'nun mübârek lisânından şu duâ göklere
yükseliyordu:
-"Yâ Rabbi! Kavmim câhildir. Sen onlara hidâyet et. Onları affet.
Çünkü onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar."[423]
İnsanlık târihinde acaba başka böyle bir hâdise var
mıdır?
O gün Ebû Tâlhâ, bu sıkıntılı anlarda Peygamberimiz'in yanından hiç
ayrılmamış, kendi kalkanı ile O'nun mübârek yüzünü muhâfaza etmiştir.
Rasûlüllah harp sahasına bakmak istedikçe;
-"Aman, başınızı kaldırmayınız! Olmaya ki, bir ok isâbet eder,"
derdi.
Sa'd ibn-i Ebû Vakkas ise Allah Rasûlü'ne yaklaşan herkese durmadan ok
yağdırıyor, Rasûlü Ekrem de O'na kendi oklarını kendi eliyle vererek;
-"Bunları da at!"[424]
diyor ve kendisi için duâ ediyordu. Sa'd ibn-i Ebû Vakkas kendisine verilen
okları müşriklere attıkça, hiçbirisi Rasûlü Ekrem'in yanına yaklaşamıyordu.
Ümmü Emâre diye anılan Nesibe Hâtun, harp sabahı eline su tulumunu almış,
Müslümanlara su dağıtıyordu. Kendisi Akabe'de Rasûlü Ekrem'e bîat edenlerdendi.
Bu defa zevci ve iki oğlu ile beraber Uhud gazâsında bulunup, su hizmeti
yanında, onların kahramanlıklarını da görmek istemişti. Vaktâ ki Müslüman
mücâhitleri iki taraftan gelen hücum arasında kalıp şaşırınca ve arkasından
hezîmet de başlayınca, elindeki su tulumunu bırakmış, onun yerine bir kılıç
alarak, Allah Rasûlü'nü Kureyş'e karşı müdâfaa etmeğe başlamıştı. Son olarak
İbni Kâmia ile vuruşurken yaralandı.
Ebû Dücâne ise Allah Rasûlü'nü müdâfaa ediyor, gelen saldırılardan O'nu
korumağa çalışıyordu. Bu esnâda sırtı kirpi gibi oklarla dolmuştu.
Düşmana şiddetle karşı koyan Enes ibn-i Nadr, 70 kılıç darbesi yedikten
sonra şehid edildi. O'nu kız kardeşi ancak parmaklarından tanıyıp teşhis
edebildi.
Uhud'da Peygamberimiz'in Ubeyy ibn-i Halef'i
Öldürmesi
Ubeyy ibn-i Halef, Mekke'de Peygamberimize rastladıkça;
-"Yâ Muhammed! Benim bir atım var, her gün ona 16 ölçek darı
yediriyorum, bir gün gelir onun üzerine biner seni öldürürüm!"[425]
diyordu.
Peygamber Efendimiz de; "Belli olmaz, belki İnşaallah ben seni öldürürüm!"
buyururmuştu.
Ubeyy ibn-i Halef Uhud'da, Hz.Peygamberimiz'in hayâtına son vermek için
and içmişti. Kardeşi Ummiyet'ibn-i Halef'in intikamını almak istiyordu.
-"Muhammed nerededir?" diye bağırıyordu.
-"Gelsin de benimle çarpışsın. Peygamberse beni öldürür."
diyordu.
Peygamberimiz Uhud'da çarpışırken arkasına dönüp bakmıyor, Sahabîlerine;
-"Ubeyy ibn-i Halef'in arkamdan gelmesinden korkarım. O'nu
gördüğünüz zaman bana yaklaştırınız!" diyordu.
Peygamberimiz Şı'ba geldiği sırada Ubeyy'ibn-i Halef'in atını gördü ve
onu tanıdı. Ubey ibn-i Halef;
-"Yâ Muhammed! Sen kurtulursan ben kurtulmayayım" diyerek gelip
kavuştu.
Peygamberimiz'in yanında bulunan Sahabîleri;
-"Yâ Rasûlallâh! İçimizden birisi ona karşı koysa, saldırsa olmaz
mı?" dediler.
Peygamber Efendimiz;
-"Bırakınız, gelsin o!" dedi.
Ubeyy'ibn-i Halef, Peygamberimiz'in yanına kadar geldi. Ashâbı Kirâm,
dayanamayarak onun önünü kesmek istediler.
Peygamberimiz;
-"Geri durunuz" dedi. Hemen Hâris ibn-i Sımmen'in mızrağını
eline aldı. Sonra Sahabîlerine kükremiş devenin silkinmesi gibi silkindi.
Onları devenin sırtından sineklerin uçup dağılışı gibi etrafından dağıttı.
Rasûlüllah'ın o sıradaki celâdeti hiç kimsede yoktu.
Peygamberimiz davranınca Ubeyy'ibn-i Halef dönüp kaçmağa başladı. Peygamberimiz
ona;
-"Ey yalancı nereye kaçıyorsun?!" dedi ve onu (boynunun
miğferle zırh yakası arasındaki kısmından) mızrakla vurup yaraladı. Şah
damarını kopardı. Ubeyy, sığır böğürür gibi böğürerek atından yere yuvarlandı,
kaburga kemiklerinden bâzısı da kırıldı. Müşrikler onu ordugâhlarına
getirdiler. Yarasının kanı çıkmıyordu. Ağrısı sızısı dayanılacak gibi değildi.
Bunun için Übeyy;
-"Vallâhi Muhammed beni öldürdü!" dedi.
Arkadaşları;
-"And olsunki, sen aklını kaybetmişsin! Sendeki yaranın hiç ehemmiyeti
yok!" dediler.
Ubeyy ibn-i Halef ise;
-"O bana Mekke'de «Seni ben öldüreceğim» demişti, Vallâhi O benim
üzerime tükürse yine beni öldürür!"[426]
dedi.
Ubeyy'ibn-i Halef bir gün veya bir günün bir kısmı geçtikten sonra,
Mekke'ye 6 mil uzaklıkta bulunan Selef'e gelince öldü. Yolda giderken;
-"Susadım, susadım" diye bağırdığı, bir adamın da
"Su verme ona, çünkü o Rasûlüllah'ın düşmanıdır" dediği rivâyet
edilir.[427]
Ayrıca Peygamber Efendimiz, kılıcını parlata parlata yürüyen bir müşriki
yaya olarak karşılayıp;
-"En'en-Nebiyyü lâ kizib, En'ebnü Abdülmuttalib lâ kizib. (Ben,
Peygamberim! yalan yok! Ben, Abdulmuttalib'in oğluyum! yalan yok!)"[428]
diyerek onu vurup öldürdü.
Sahâbenin büyükleri, Allah Rasûlü'nün etrafında toplandılar ve O'nu
düşmandan korumak için beraberce dağa çıktılar.
Sahabenin Peygamberimiz'in Etrafında Toplanmaları
Muhârebe nerede ise bitmek üzere idi. Rasûlü Ekrem, maiyyetindeki
Müslümanlara, Uhud vâdisine toplanmalarını emretti. Bütün Müslümanlar Uhud
vâdisinde toplanmışlardı. Hz.Ali Rasûlü Ekrem'e su götürmüştü. Rasûlü Ekrem
orada namazını kıldı.
Müminler emniyetli bir yere çekilince ilk iş olarak Peygamberimiz'in
tedavisi ile meşgul oldular. Mubarek yüzüne batan iki zırh halkasını Ebû
Ubeyde'tibni'l Cerrah dişleri ile çıkardı. Çıkarırken de kendi dişlerinden
ikisi düştü.
Müşrikler, bitirmekte oldukları işi yarım bırakmak istemediler ve Uhud
dağına tırmanıp Müslümanları tamamen ortadan kaldırmak istiyorlardı. Bu hâli
gören Rasûlü Ekrem Allâh'a şöyle yalvardı;
-"Yâ Rab! Artık oraya çıkmasınlar!"[429]
Allâhü Teâlâ, Habîbinin, Kâinâtın Efendisi'nin duâsını kabul etmişti.
Müşrikler bütün uğraşmalarına rağmen bir türlü istedikleri yere çıkamıyorlardı.
Çıkamayacaklarını anladıkları zaman, bu işten vazgeçtiler. Bu arada Hind ve
etrafındaki kadınlar muhârebe arasındaki şehidlerin kulaklarını ve burunlarını
kesip kendilerine gerdanlık yapıyorlardı.
Muhârebe sona ermiş sayılırdı. Fakat, Ebû Süfyan hâlâ şüphe içerisinde
idi. Çünkü Rasûlü Ekrem'in ölüp ölmediğini bilmiyordu. Bunu öğrenmek
maksadıyla, bulunduğu tepeden;
"İçinizde Muhammed var mıdır?" diye bağırmağa başladı.
Üç defa tekrarladı, cevap verilmedi.
Bu sefer:
-"Peki! içinizde Ebû Bekir var mıdır?"
Buna da cevap verilmedi.
Bu defa;
-"İçinizde Ömer ibnil Hattab var mıdır?" diye sordu.
(Rasûlü Ekrem, Ashâbı Kirâm'a;
-"Sakın sesinizi çıkarmayınız" diye buyurmuştu.)
Sorulan suale cevap gelmeyince, Ebû Süfyan rahatlıyordu, ölmüşler
sanıyordu. Kendi kendine şöyle dedi:
-"Eğer sağ olsalardı elbette cevap verirlerdi. Cevap vermediklerine
göre öldüler, artık biz kazandık, yapılacak bir şey kalmadı, geri
dönebiliriz."
Amma Hz.Ömer dayanamadı. Olduğu yerden bağırmağa başladı.
-"Yalan söylüyorsun Ebû Süfyan, söylediğin bütün şahıslar
yaşıyorlar. Senin hakkından muhakkak geleceklerdir".
Ebû Süfyan şaşırmıştı;
-"Muhârebe nöbetledir. Bugün Bedir gününün karşılığıdır."
diyordu.
Hz.Ömer kızmağa başlamış;
-"Hayır, çünkü sizin ölüleriniz cehenneme, bizim şehidlerimiz
cennete gitmişlerdir. Aramızdaki fark bundan ibârettir." dedi.
Bunun üzerine Ebû Süfyan;
-"Beri gel, ya Ömer!" dedi.
Hz.Ömer, Rasûlü Ekrem'den müsâde aldıktan sonra, ileri gitti. Ebû
Süfyan'ın ne diyeceğini merak ediyordu. Ebû Süfyan:
-"Yâ Ömer! Allah için doğru söyle, biz Muhammed'i katlettik
mi?".
Hz.Ömer bu soruya şöyle cevap vermişti:
-"Hayır! Allâh'a yemin ederim ki hayır! Rasûlü Ekrem şimdi senin
söylediğin sözleri duyuyor".
Bunun üzerine Ebû Süfyan;
-"Ben sana İbni Kâmia'dan daha fazla inanırım. Sen yalan
söylemezsin." dedi.
Ebû Süfyan artık muhârebe edecek durumda değildi. Bunun için atını geri
çevirdi. Mekke'ye döneceklerdi. Son defa olarak;
-"Gelecek sene Bedir'de buluşalım" dedi.
(Hz.Ömer, Rasûlü Ekrem'e bakmıştı. Rasûlü Ekrem "olur"
anlamında başını sallayınca;) Hz.Ömer de;
-"İNŞALLAH" [430]diye
cevap verdi.
Müşrikler gâlip durumda idiler. Amma korkuyorlar, ne yapacaklarını
bilemiyorlar, birbirlerinden bile çekiniyorlardı. Çünkü, karşılarında bulunan
orduda kendi akrabâları bile vardı. Onlardan birini öldürmek, düşman
kazanmaktan başka bir şey değildi.
Rasûlü Ekrem'in her tarafı tozdan berbat olmuştu. Amma Allâh'ın sevgilisi
kendisini düşünmüyor, etrafında savaşan insanların varlığını öğrenmek
istiyordu.
Peygamber Efendimiz ibn-i Mesleme'ye dönerek;
-"Acaba Sa'd ibn-i Rebiğ ne hâldedir? Şehitler arasında mıdır? Yoksa
yaralı mıdır? O'nun durumundan bana haber getiriniz. Çünkü on müşrikle
çarpıştığını gördüm." buyurdu ve eliyle vâdînin bir köşesine işâret
ederek;
-"Ben onu bir ara orada görmüştüm!" dedi.
Ensardan Muhammed ibn-i Mesleme Peygamber Efendimiz'in işâret ettiği
tarafa doğru gitti. Her tarafa baktı. Bulamadı. Şehitlerin ve yaralıların
yanına gitti. Aramağa başladı. Belki ağır yaralıdır, kendisine yardım lâzımdır
düşüncesiyle nihâyet;
-"Ey Sa'd! Beni Rasûlü Ekrem gönderdi. Neredesin? Şehitler arasında
mısın? Yaralılar arasında mısın? Ses ver"[431] diye
çağırmağa başladı.
Rasûlüllah'ın ismini duyan Sa'd;
-"Buradayım, yaralılar, şehidler arasındayım." diye, inilti
şeklinde seslenebildi.
Muhammed ibn-i Mesleme tekrar bakınmağa başladı. Nihâyet kulağına gelen
sesin sâhibini buldu. Vücudu yaralar içerisinde olup, yüzü hâlâ gülüyordu.
Henüz ruhunu teslim etmeden Mesleme onun yanına kadar gelebilmiş ve yerden
başını kaldırarak konuşmasını sağlamıştı.
Sa'd şöyle buyurdu:
-"Rasûlüllah'a benim selamımı ilet. Şu anda cennet kokularını
duyuyorum. Kavmim Ensar'a da selamımı söyle; Peygamberimiz'e ihlasla bağlılık
ve itaat hususunda kirpikleriniz kımıldar oldukça son derece gayret ediniz.
Değilse, Allah katında mâzur olamazsınız" ve gözlerini kapatarak vefât
etti. Ensarın en ulularından biri olan Sa'd, Rasûlü Ekrem'e Akabe'de biat
etmiş, dîn-i mübinin yüceliğini orada kabul edip, kendi kavmine yaymak için
vazîfe bile almıştı.
Mesleme, O'nun yanından ayrılarak verilen vazîfeyi yaptığını bildirmek
üzere, Rasûlü Ekrem'in yanına gelip Sa'd'ın şehid olduğunu ve selâmını Rasûlü
Ekrem'e ilettikten sonra gözleri yaşarmıştı. Bunun üzerine Rasûlü Ekrem Sa'd
hakkında;
-"Yâ Rab! Sen Sa'd'dan razı ol"[432] diye
duâ etmişlerdi.
Rasûlü Ekrem muhârebe sahasında dolaşmağa başlayıp şehîd olan Müslümanları
kontrol ediyor ve üzüntülerini ifâde ediyorlardı. Bir ara amcası Hz.Hamza'yı
gördü. Hâlinden şiddetle müteessir oldular. Kulakları kesilmiş, karnı hunharca
deşilmişti. Tanınmayacak hâlde idi. Bu hâle Rasûlü Ekrem o kadar üzüldüler ki
şimdiye kadar böyle üzülmemişlerdi. Gözleri yaşlarla doldu.
Peygamberimiz, Hz.Hamza'nın cesedinin başına dikilerek;
-"Hiçbir zaman, senin kadar musibete uğranmamış ve uğranmayacaktır.
Ben, bunun kadar beni gazaplandıran bir yerde de durmamışımdır, Ey
Rasûlüllah'ın amcası!
Ey Allâh'ın ve Rasûlüllah'ın arslanı Hamza!
Ey hayırlar işleyen Hamza!
Ey üzüntüleri gideren Hamza!
Ey Rasûlüllah'ı koruyucu olan Hamza!
Allah sana rahmet etsin! İyi bilirim ki; Sen, hısım ve akrabâlık
haklarını gözetir, dâimâ hayırlı işler işlerdin. Eğer senden sonra yas tutmak
gerekseydi, sevinmeği bırakıp sana yas tutardım..."[433] diye
hitâbede bulundu.
Hz.Hamza, halkı tarafından sevilir ve sayılırdı. Müslüman olduktan sonra
Müslümanlar rahat etmişlerdi. Peygamber Efendimiz bundan dolayı Hz.Hamza'yı çok
severlerdi. Allâh'ın arslanı olan Hz.Hamza, Rasûlü Ekrem'den iki yaş büyüktü.
O sabah iki mübârek Sahâbi'den Sa'd ibn-i Ebî Vakkas (ra) şöyle duâ
etmişti:
-"Yâ Rab! Bir büyük düşmana rastlayarak onunla cenk edeyim, gâlip
geleyim, O'nu yerle bir edeyim." Böyle niyet etmiş, böyle duâ etmiş, böyle
yalvarmıştı. Cenâb-u Hakk O'nu niyetine ulaştırdı.
Abdullah ibn-i Cahş (r.a.) ise şehidlik, Allâh'a vuslat ve O'nun yüce
makâmına ermek için;
-"Yâ Rab! Büyük bir düşmanla cenk edeyim, O beni şehid etsin,
kulaklarımı burnumu kessin, Sen bana «kulakların ve burnun nerede?» dediğin
zaman, Senin ve Peygamberin'in uğruna kesildi diyeyim"[434]
diyerek yalvarmıştı.
Sa'd ibn-i Ebî Vakkas, O'nu şehidler arasında bu halde görünce
şaşırmıştı. Çünkü, Allah'dan istediklerini elde edenlerden biri de O idi.
Abdullah ibn-i Cahş ise bu sıralar henüz 40 yaşını yeni doldurmuştu.
Şehidler
arasında İslâm ordusunun sancaktarı Hz. Mus'ab bin Umeyr de vardı. Resûl-i
Ekrem Efendimiz onun yanına vardı:
مِنَ
الْمُؤْمِنينَ
رِجَالٌ صَدَقُوا
مَا
عَاهَدُوا
اللّهَ
عَلَيْهِ فَمِنْهُمْ
مَنْ قَضى
نَحْبَهُ
وَمِنْهُمْ مَنْ
يَنْتَظِرُ
وَمَا
بَدَّلُوا
تَبْديلًا
"Mü'minlerden,
Resûlullah ile beraber olacaklarına dair Allah'a verdikleri söze sâdık kalan
nice kimseler vardır. Onlardan kimi verdiği sözü tamamen yerine getirerek
şehidliğe kavuştu; kimi de böyle bir âkibeti beklemektedir. Onlar, sözlerini
hiçbir şekilde değiştirmemişlerdir"[435]
âyet-i kerimeyi okudu.
Hz.
Mus'ab'a kefen olacak bir şey bulamamışlardı. Üzerinde kaftanı vardı. Sahabîler
bu kaftanım baş tarafına örttüklerinde ayak tarafı açılıyor, ayak tarafına
çektiklerinde ise baş tarafı açılıyordu. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz bu durumu
görünce,
-"Baş
tarafını kalkanı, ayaklarını ise ızhır otu [bir çeşit kokulu ot] ile
örtünüz"[436]
diye emretti. Allah yolunda, Resûlullah ve İslâm uğrunda her fedakârlığı
göstermek, her meşakkati göze almak ve sonunda şehid olmak! Şehid olduktan
sonra ise örtülecek kefenden bile mahrum kalıp ottan kefene sarılmak! İbret ve
şeref dolu bir sahne!Bütün bunlardan sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz, şehidlerin
namazlarını kıldı. O zaman, Uhud şehidlerinin namazlarının kılınmadığı,
defnedildikten sekiz sene sonra kılındığı da rivâyet edilmiştir.
Uhud harbinde müşriklerden 20 ile 30 kadarı öldürüldü. Müslümanlar 70
şehid verdiler. Rasûlü Ekrem, şehidleri öylece gömmeği emretti. Çünkü, şehidler
üzerinde hangi elbiseleri varsa öyle gömülüyorlardı.
Allâh'ın Nusreti ile Mağlubiyetten Galibiyete
Müslümanlar, büyük bir üzüntü içinde Medîne'ye döndüler. Bu üzüntüye
Hz.Peygamber'in emirlerini dinlemediklerinden kendileri sebebiyet vermişlerdi.
Medîne'deki Yahûdîler ve münâfıklar bu mağlubiyete sevinmişlerdi. Bu,
Hz.Peygamber'e ağır geldi. Ayrıca müşriklerin geri dönüp Medîne'ye bir baskın
yapmaları, saldırı düzenlemeleri ihtimali de vardı. Hatta müşriklerden Ebû
Cehlin oğlu İkrime, kumandanları Ebû Süfyan'a bunu teklif de etmişti.
Peygamber Efendimiz, Müslümanların zayıf düşmediğini hem Yahûdîlere hem
de müşriklere göstermek için, yaralı ve yorgun olduğu halde düşmanı tâkip
etmeğe karar verdiler. 16 Şevval, harbin ertesi pazar günü Rasûlü Ekrem,
Bilâl-i Habeşî Hazretlerine;
-"Dön! Uhud harbinde bulunanlara haber ver. Hemen toplansınlar.
Düşmanın peşine düşeceğiz" buyurdu.
Bilâl-i Habeşî, kendisine verilen vazîfeyi her zaman olduğu gibi yerine
getirmişti. Çünkü, harpte olup da bu çağrıya gelmeyen yoktu. Bütün Müslümanlar
mescidin yanında toplandılar. Rasûlü Ekrem orada Medîne muhafızlığına Ümmü
Mektüm (r.a.)'ı tâyin ederek sancağı Hz.Talha (r.a.) hazretlerine verdi. Bu,
hemen yola çıkacaklarına işâret ediyordu. Rasûlü Ekrem de muhârebede
yaralanmıştı. Böyle olduğu halde atına binerek 630 kadar İslam mücâhidi ile
yola çıktı. Medîne'ye sekiz mil mesâfede bulunan Hamrâ-ül'Esed mevkiine
geldikleri zaman konaklamağa karar verdiler. Orada üç gece söndürmeksizin ateş
yakarak, tereddüt içinde olan düşmana karşı kuvvetli ve kalabalık olduklarını
gösterdiler.
Mekkeliler, Uhud'dan Çekilmişler, Revha'ya Gelmişlerdi.
Hz.Peygamberimiz arkalarından bir gözcü gönderdi ve;
-"Git bak! Eğer develere biniyorlarsa Mekke'ye gidiyorlar, yok
atlara biniyorlarsa Medîne'ye saldıracaklardır." dedi.
Haberci, develere bindiklerini söyledi.
Fakat, Mekkelilerde bir tereddüt vardı. Kimisi harp için geri dönülsün
istiyorlardı. Ebû Süfyan da Müslümanlardan korkmağa başlamıştı. Müşrikler hemen
toplanıp Mekke'ye doğru hareket ettiler. Açık açık kaçıyorlardı. Müslümanlar
Uhud'da mağlup olmuşken gâlip duruma geçtiler.
Rasûlü Ekrem ve ordusu müşriklerin kaçtığını öğrenince, sevinçlerinden
ilâhî söyleyerek Medîne'ye döndüler.
Uhud Harbinden Alınan Târihi Ders
Uhud Harbi neticesinde müslümanların aldığı târihi ders; her hâlükârda
mutlak surette emre itaatın lüzûmudur. Zîra, düşman süvârisini karşılamak üzere
yerleştirilen okçulara, Peygamberimiz tarafından;
-"Ben emir vermedikçe yerinizden ayrılmayınız" buyrulduğu hâlde
onların, daha yeni olmalarından, emre itaatın mutlak surette lüzûmunu
bilemeyerek, harp kazanıldı zannıyle yerlerinden ayrılıvermeleri mağlûbiyete
sebep olmuştur.
Kuzman'ın Müslüman Askerler Arasında Çarpışarak Gösterdiği Yararlıklara
Rağmen Cehennemlik Oluşu
Kuzman, Uhud Muhârebesine çıkmaktan kaçınmıştı. Kadınlar O'nu;
-"Sen, yoksa kadın mısın!?" diye ayıplayınca, arlanarak
kılıncını ve yayını alıp harbe koştu.
-"Ey Evs Hânedanı! ölmek, sizin için, utanmaktan, kaçmaktan
hayırlıdır. Siz de benim yaptığım gibi şeref ve şan için çarpışınız."
diyerek müşriklerin ortasına kılıçla daldı. Müşriklerden, Hâlid ibn-i Alem'i,
tepeden tırnağa kadar demir zırha bürünmüş olduğu halde, omuzuna indirdiği bir
kılıç darbesiyle göğsüne kadar yardı. Vâil ibn-i As'ı da bir vuruşta yere
serdi. Yine müşriklerden 7-8 kişi daha öldürdü. Kendisi de yaralanarak
Zaferoğullarının evine getirildi.
Uhud harbinden önce, Kuzman'ın adı anıldıkça, Peygamber Efendimiz;
-"O, cehennemliktir!" derdi.
Müslümanlardan birisi ona;
-"Ey Kuzman! Seni tebrik ve Cennet'le tebşir ederim. Vallâhi, bugün
senin uğradığın musîbet sana Allah'tandır." deyince,
Kuzman;
-"Ne diye tebrik ve tebşir ediliyorum?! Vallâhi ben, Kavmimin
gayretinden başka bir maksatla çarpışmadım. Böyle olmasaydı,
çarpışmazdım!" dedi. Yaralarının sancısı şiddetlenince de ok çantasından
bir ok alıp kolunun damarını keserek intihar etti.
Peygamberimiz, Kuzman'dan bahsedildiğinde, onun hakkında;
-"Şüphe yok ki Allah bu dîni, fâcir bir adamla da te'yid eder"[437]
buyurmuştur.
Bu Esnada Gerçekleşen
Olaylar
Şair
Kâ'b bin Eşref'in Öldürülmesi
Kâ'b
bin Eşref, muhteris bir Yahudî, meşhur bir şâirdi. Bilhassa muhteşem Bedir
muzafferiyetinden sonra, kıskançlık ve düşmanlığından Peygamberimiz ve
Müslümanları hicveder dururdu. Mekke'ye giderek de müşrikleri Müslümanlara
karşı tahrik eder Bedir'de öldürülen müşrikler için mersiyeler düzerek onların
intikam ve düşmanlık hislerini kabartmaya çalışırdı. Medine'de ise,
Müslümanların kız ve hanımlarına dil uzatacak kadar küstahlık ederdi. Şiir ve
hitabetin Arap hayatında büyük rol oynadığından daha evvel bahsetmiştik. O
günün şiir ve hitabeti bugünün matbuâtı seviyesinde tesir icrâ ediyordu.
Dolayısıyla bu Yahudî şairin İslâm düşmanlığı yalnız kendisine ait kalmıyor,
etrafa da sirayet ediyordu. Bu bakımdan Resûl-i Ekrem bu menhus adamın şiirleri
üzerinde fazlasıyla duruyor, önüne geçmek için çareler arıyordu. Kâ'b'ın,
yalnız şiirleriyle İslâm düşmanlığı yapmakla iktifa etmediğini, hattâ
Peygamberimizin vücudunu ortadan kaldırmak için menfur bir planla suikast
tertiplediği de kaynaklarda yer almaktadır. Böyle bir adamın vücudu, İslâmiyet
için zarardı. Bu bakımdan da yok edilmesi gerekiyordu.Bu işi Resûl-i Ekremin
müsaâdesiyle Ashabdan Muhammed bin; Mesleme iki - üç arkadaşıyla üzerine aldı.
Bir gece vakti evine giderek onu öldürdüler.[438]
Kâ'b
bin Eşref gibi şöhret sahibi birinin öldürülmesi Yahudîler arasında büyük bir
panik meydana getirdi. Kabilesinden bazıları Hz. Resûlullahın huzuruna çıkarak,
Kâ'b'ın masum olduğunu, öldürülmeyi hak etmediğini şikayet suretinde arzedince,
aldıkları cevap şu oldu:
-"O,
bizi hicv ve Müslümanlara diliyle eziyet etti. Müşrikleri de bizimle harbe,
bizimle uğraşmaya teşvik etti." [439]
Bu
hâdiseden sonradır ki, tarihte fitne ve fesad çıkarmakla meşhur olan Yahudîler,
bir nebze de olsa Peygamber Efendimiz ve Müslümanlara karşı hürmetkâr ve
yumuşak davranmaya başladılar. Açıktan açığa hakaret ve tahrikte bulunmadılar,
ama âdeta kanlarına karışmış bozgunculuk mesleklerinden gizli ve âşikar hiç bir
zaman da vazgeçmediler.
Gatafan
Gazâsı
Hicretin
3. senesi, Rebiülevvel ayı. Bedir muzafferiyeti, Peygamberimizle sulh anlaşması
akdetmemiş bulunan civar Arap kabilelerini de kara kara düşündürüyordu. Büyük
kuvvet kazanmış bulunan Müslümanların bir gün kendilerinin de kapısını
çalabileceği endişesini taşıyorlardı. Bu bakımdan Bedir Harbinden sonra
etraftaki Arap kabilelerinde bir hareket göze çarpar. Bu hareketlenme sonucu
cereyan eden gazalardan biri de Gatafan ve Anmar gazâlarıdır.Benî Muharib
yiğitlerinden sayılan Haris oğlu Du'sur (diğer namıyla Gavres), Gatafan
Kabilesine mensup Sa'lebe ve Muharipoğullarından çok sayıda adam toplayarak
Medine üzerine baskın düzenlemeye karar verdi. Maksat, güyâ Müslümanlara göz
dağı vermek ve bir de Medine civarında bulabilirse bir şeyler yağmalamaktı.[440]
Resûl-i
Ekrem Efendimiz, durumu derhal haber aldı. Medine'de yerine vekil olarak Hz.
Osman bin Affan'ı bırakarak, aralarında atlıların da bulunduğu dört yüz elli
kişilik bir kuvvetle çapulcu müşrikler üzerine yürüdü. Ancak, Peygamberimizin
gelmekte olduğunu duyan yağmacılar kaçıp tepelere sığınmışlardı. O anda kimse
görülmedi. Sadece Sa'lebeoğullarından Cabir adında biri esir edildi. Durum
kendisinden öğrenildi. Daha sonra İslâma dâvet edildi. O da kabul edip Müslüman
oldu.[441]
Gavres'in
suikast teşebbüsüÇapulcuların tepelere sığındığını öğrenen Peygamber Efendimiz
bir müddet burada beklemeyi uygun gördü. Bekleme esnasında bir ara sağanak
halinde yağmur yağdı. Efendimizin elbiseleri ıslandı. Kuruması için
elbiselerini çıkarıp bir ağacın dalına astı, kendisi de istirahat maksadıyla
ağacın altına, yanı üzerine uzanıverdi.Baskın düzenlemek isteyenler tepeden
Resûl-i Ekremi gözlüyorlardı. Peygamberimizin zırhını çıkarıp ağacın altına
istirahata çekildiğini, yanında da kimsenin bulunmadığını farkedince, heyecan
ve sevinç içinde reisleri Gavres'e haber verdiler:
-"İşte
eline bir daha geçmez bir fırsat! Muhammed, Ashabının yanından ayrılıp tek
başına kaldı. Ashabı gelip onu korumaya çalışıncaya kadar biz işini bitiririz!"
Gavres, derhal harekete geçti. Kimse görmeden, tam Peygamber Efendimizin başı
üzerine geldi. Yalın kılıç elinde olduğu halde,
-"Kim,
seni benden kurtaracak?" dedi.
Resûl-i
Ekrem,
-"Allah"
buyurdu.
Sonra
da şöyle duâ etti:
-"Allah'ım!
Beni onun şerrinden koru!"
Gavres,
birden iki omuzu ortasına gaibden bir darbe yedi. Kılıç elinden düştü ve
kendisi de yere yuvarlandı. Bu sefer Fahr-i Âlem Efendimiz kılıcı eline aldı ve,
-"Şimdi
seni kim kurtaracak" dedi.
-Gavres,
"Hiç kimse" dedi.
Sonra
da,
-"Şehadet
ederim ki, Allah'tan başka ilâh yoktur ve Muhammed de Onun Resûlüdür. Artık,
bundan sonra hiçbir zaman senin aleyhinde kimseyi toplamayacağım" diyerek
Müslüman oldu. Bunun üzerine Resûl-i Zişan Efendimiz de Gavres'i affetti.
Gavres giderken, bir ara Resûl-i Ekrem Efendimize döndü ve,
-"Vallahi,
sen benden daha hayırlısın" dedi.
-Peygamber
Efendimiz,
-"Elbette,
ben, buna senden daha lâyıkım" buyurdu.
Cesur
ve pek cüretkâr olan Gavres kavmine dönünce, onlar şaşkınlık içinde,
-"Ne
oldu sana, neden bir şey yapamadın?" diye sordular. Gavres onlara başından
geçenleri anlattıktan sonra ilâve etti:
-"Vallahi,
ben şimdi insanların en iyisinin, en hayırlısının yanından geliyorum!"[442]
Bir ay kadar süren seferden sonra Peygamberimiz Medine'ye geri döndü. [443]
Karde
Seriyyesi
Hicretin
3. senesi, Cemaziyelâhir Peygamber Efendimizin etrafa hâkim olması üzerine
müşrikler ticaret yollarını değiştirmek mecburiyetinde kalmışlardı. Sahil
yoluyla Şam ticareti tehlikeye düştüğünden, Irak yoluyla Şam'a gitmeyi daha
uygun ve emin bulmuşlardı. Hazırladıkları bir kervanı bu yolla Şam'a
göndermişlerdi. Kervanla birlikte gidenlerin, içinde Kureyşin ileri
gelenlerinden Safvan bin Ümeyye, Abdullah bin Ebî Rabiâ da vardı. Tam o sırada
müşriklerden biri Medine'ye geldi ve Yahudînin birinin evinde misafir kaldı.
Kimbilir onunla Müslümanlar aleyhinde hangi planı kurmak veya müşriklerin
aldıkları hangi kararı veya tertipledikleri hangi planı iletmek için gelmişti.
İçtiler, konuştular, eğlendiler. Bu arada müşrik farkında olmadan bahsi geçen
kervanın Irak yoluyla Şam'a gönderildiğini ağızdan kaçırdı. Tam bunu anlatırken
oradan Ashabdan Salih bin Nu'man geçiyordu. Haberi duydu ve derhal Hz.
Resûlullahın huzuruna vararak durumu kendilerine arzetti.
Mevsim
kıştı. Peygamber Efendimiz, yüz kişilik bir süvari kuvveti hazırladı.
Kumandanlığına Zeyd bin Hârise Hazretlerini tayin etti. Pazardan köle olarak
satın alınan, sonradan Peygamberimizin evlâdlık edindiği Zeyd, şimdi yüz
kişilik bir Sahabî müfrezesinin kumandanı olmuştu. Bu, İslâmın vazife vermede,
makam ve mevki sahibi kılmada, fakir zengin, köle efendi ayırımı gözetmeden
tatbik ettiği adalet ve liyakat prensibinin şaheser bir misalidir!.Seriyyenin
teşkil maksadı kervanı yakalamaktı. Zeyd bin Hârise, emrindeki kuvvetle yola
çıktı ve Kureyş kervanının önünü kesti. Kervandakiler, beklemedikleri bir
hâdise ile karşı karşıya kalmıştı. Bu durumda tabana kuvvet kaçmaktan başka
çareleri yoktu. Öyle yaptılar. Canlarını kurtarmak uğruna her şeylerini geride
bıraktılar. Zeyd Hazretleri sahipsiz kalan malları alıp Medine'ye Resûl-i Ekrem
Efendimize getirdi. Beşte biri Beytü'l-Mâle ayrıldıktan sonra geri kalan beşte
dördü seriyeye katılan mücahidler arasında bölüştürüldü. Bu arada kervan
kılavuzu Furat bin Hayyan da esir alınmıştı. Medine'ye gelince, Müslüman olduğu
takdirde serbest bırakılacağı teklif edildi. Müslüman oldu ve kurtuldu.[444]
Peygamber
Efendimiz, bu muvaffakiyetinden dolayı Zeyd bin Hârise'yi,
-"Seriyye
kumandanlarının en hayırlısı, Zeyd bin Hârise'dir" [445]
buyurarak tebrik ve takdir etti. Bu seriyye, kumandanına izafeten Zeyd bin
Hârise Seriyyesi adıyla da anılır.[446]
Peygamberimizin
Hz. Hafsa ile Evlenmesi
Hicretin
3.senesi, Şaban ayı.Uhud savaşından iki ay kadar önceydi. Peygamber Efendimiz,
Hz. Ömer'in kızı Hz. Hafsa ile evlendi. Resûl-i Ekrem Efendimize Peygamberlik
vazifesi verilmeden önce dünyaya gelen Hz. Hafsa, daha önce Huneys bin Huzâfe
(r.a.) ile evlenmişti. Huneys vefat edince Hz. Hafsa dul kalmıştı.[447]
Hz. Ömer, kızını evvelâ münasip bir dille Hz. Osman'a ondan müsbet cevap alamayınca
da Hz. Ebû Bekir Efendimiz vermek istemişti. Ancak Hz. Ebû Bekir onun bu
isteğine müsbet ve menfi hiçbir cevap vermemişti. Bu durum karşısında çok
üzülen Hz. Ömer, Resûl-i Ekrem Efendimize (a.s) giderek olup bitenleri anlattı.
Hz. Ömer'in gönülden arzusunu farkeden Peygamber Efendimiz (a.s), kendisini
daha fazla üzüntü içinde bırakmak istemedi.
-"Ben,
sana Osman'dan daha hayırlı bir damat, Osman'a da senden daha hayırlı bir
kayınpeder söyleyeyim mi?" diye sordu.
Hz.
Ömer,
-"Söyleyin
yâ Resûlallah" deyince Resûl-i Ekrem şu müjdeyi verdi:
-"Sen
kızın Hafsa'yı bana nikâhlarsın. Ben de kızım Ümmü Gülsüm'ü Osman'a
nikâhlarım."[448]
Hz.
Ömer'i bu teklif fazlasıyla sevindirdi ve derhal kabul etti. Böylece Peygamber
Efendimiz, Hz. Hafsa'yı Ezvac-ı Tahirât arasına alırken, kızı Hz. Ümmü Gülsüm'ü
de Hz. Osman'a nikâhladı. Hz. Osman, daha önce de, Peygamberimizin vefât eden
kızı Hz. Rukiyye ile evli idi. Hz. Ümmü Gülsüm ile evlenince kendisine "Zinnureyn
(iki nur sahibi)" lâkâbı verildi. Peygamberimiz, Huzeyme kızı Hz.
Zeyneb'le evleniyor. Huzeyme kızı Hz. Zeyneb'in kocası Ubeyde bin Hâris Bedir Muharebesinde yaralanmış ve
bu yaranın neticesi olarak Safrâ denilen mevkide vefât etmişti.
Bu
sebeple Hz. Zeyneb dul kalmıştı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, kocasını İ'lâ-yı
Kelimetûllah uğrunda şehid veren bu muhterem kadını Hicretin üçüncü senesi
Ramazan ayında zevceliğe alarak şereflendirdi.Hz. Zeyneb fakirleri ve
yoksulları beslediği, onlara çok acıyıp merhamet ettiği için "Ümmü'l-Mesâkin
(Yoksullar Annesi)" diye tanınırdı. Hz. Zeynep, Peygamber Efendimizin
yanında üç ay kaldıktan sonra 30 yaşında iken vefât etti. Cenaze namazını
bizzat Resûl-i Kibriya Efendimiz kıldırdı. Bakî mezarlığına defnedildi.[449]
Hz.
Hasan'ın Dünyaya Gelişi
Hicretin
bu üçüncü yılında Resûl-i Ekrem Efendimizi sevindiren bir hâdise daha vuku
buldu: Torunu Hz. Hasan dünyaya geldi. Hz. Hasan, Peygamberime torunları
arasında kendisine en çok benzeyeni idi. Bu sebeple annesi Hz. Fâtıma onu
severken,
-"Resûlallaha
benzeyen yavrum" derdi.[450]
Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, torunları Hz. Hasan ile Hüseyin'i son derece
severdi. Onları zaman zaman omuzlarına alır taşır ve,
-"Onlar
benim dünyada öpüp kokladığım iki reyhanımdır (güzel kokan bir çiçek,
fesleğen)" buyururdu. Yine Hz. Hasan'ı zaman zaman omuzuna alır, gezdirir
ve,
-"Allah'ım!
Ben onu seviyorum. Sen de sev! Onu seveni de sev!" diye duâ ederdi.[451]
14 - Raci ve Bi'ri Maun-e Olayları
Uhud savaşı'ndan sonra müşriklerin cesâretleri arttığı için Medine'de
Müslümanların güvenliği geniş ölçüde sarsıldı. Rasûlullah (as.) bir taraftan
gerekli savunma tedbirleri alıyor, bir taraftan da İslâm'ı yaymak için her
fırsattan yararlanmağa çalışıyordu. Müslümanlığı kabûl edip, dinin hükümlerini
ve Kur'an-ı Kerim'i öğrenmek isteyen kabîlelere mürşitler gönderiyordu.
Adal ve Kare kabîlelerinden bir hey'et, Rasûlullah (as.)'e başvurarak,
kabîlelerine Müslümanlığı ve Kur'an-ı Kerim'i öğretecek mürşidler
gönderilmesini istediler. Rasûlullah (as) bunlara Sâbit oğlu Âsım
başkanlığında, 10 kişi gönderdi. Yolda, Usfan ile Mekke arasında Raci' suyu
yakınlarında Hüzeyl kabîlesi'nden 100 kişilik bir çetenin hücûmuna uğradılar.
Mürşitlerden 8'i çarpışarak şehid oldu, 2'si teslim oldu. Zeyd b. Desine ve
Hubeyb b. Adiy adlarındaki bu iki zâtı Hüzeyl'liler Mekke'ye götürüp sattılar.
Zeyd'i, Bedir Savaşı'nda öldürülen babası Ümeyye'nin öcünü almak için,
Ümeyye oğlu Safvan satın almış, öldürülmesini seyretmek üzere bütün Mekke ileri
gelenlerini dâvet etmişti. Ebû Süfyân Zeyd'e yaklaşarak:
-"Doğru söyle, hayâtının kurtarılması için, senin yerine Muhammed
(as.)'ın öldürülmesini istemez miydin?" demişti.
Zeyd hiç tereddüt göstermeden:
-"Asla, Rasûlullah (as.)'ın hayâtı yanında, benim hayâtım hiçtir.
Benim kurtulmam için değil O'nun öldürülmesini, Medine'de ayağına bir diken
batmasını bile istemem, diye cevap verdi."
Bu kuvvetli iman karşısında Ebû Süfyân:
-"Gerçek şu ki,hiç kimse, arkadaşları tarafından Muhammed (as.)
kadar sevilmemiştir, demekten kendini alamadı."
Hubeyb, Uhud Savaşı'nda Âmir oğlu Hâris'i öldürmüştü. Babasının
intikamını almak üzere onu da Haris'in kızı satın almıştı. Hubeyb öldürüldüğü
esnâda hiç metânetini kaybetmedi. İzin alarak, 2 rek'at namaz kıldı. Ölümden
korktu da uzattı, demeyesiniz diye kısa kestim, dedi. O zamandan beri idâm
edilen müslümanların, infâzdan önce namaz kılmaları âdet olmuştur.
Dininden dönersen, serbest bırakacağız, dedikleri zaman:
-"Benim için, Müslüman olarak öldürülmek, dinimden dönmekten daha
hayırlıdır," diye cevap verdi. Müşrikler tarafından bir direğe asılarak
şehid edildi.
Olay. Medine'de duyulunca, Rasûlullah (as.) ve Müslümanlar son derece
üzüldüler. Medine'li Şâir Hassân, Zeyd ve Hubeyb için mersiyeler yazdı.
Rasûlullah (as.)'de:
-"Allah lâyık oldukları cezâyı versin" diyerek, cânileri
Allah'a havâle etti.[452]
Peygamberimizin
Bedduâsı
Bu
seçkin Sahabîlerinin haince bir suikaste kurban gitmelerinden dolayı Peygamber
Efendimiz son derece üzüldü. Enes bin Mâlik, "Resûlullahın Bi'r-i Maûna'da
şehid edilen Ashaba yanıp üzüldüğü kadar hiç bir kimseye, hiçbir şeye yanıp
üzüldüğünü görmedim" der.
Duyduğu
derin üzüntü, Peygamber Efendimizi, bu canilikte bulunanlara bedduâ etmeye
kadar götürdü. Haber aldığı gecenin sabah namazında birinci rekâttan sonra
ikinci rekâtın rükûundan doğrulunca şu bedduâda bulundu:
-"Allah'ım!
Mudar kabilelerini kahreyle. Allah'ım! Onların yıllarını Yusuf Peygamberin
kıtlık yılları gibi çetin yap, başlarına dar getir. Allah'ım! Lihyanoğullarını,
Adal, Kare, Zi'b, Rı'l, Zekvan ve Usayya kabilelerini sana havale ediyorum.
Zira, onlar Allah'a ve Resûlüne karşı geldiler."
Peygamberimiz,
bu bedduâsına bir ay boyunca, vakit namazından sonra devam etti. Sahabe-i
Kiramda "Âmin" dediler.[453]
Fahr-i
Kâinatın bu duâsı kabul olundu. Kısa bir müddet sonra adı geçen bölgede kıtlık,
kuraklık başladı. Yağışlar, sular kesildi, her taraf yanıp kavruldu. Diğer
taraftan Ebû Berâ da Resûl-i Ekrem Efendimizin, "Bu; Ebû Berâ'nın başımıza
getirdiği bir iştir" sitemine ve yapmış olduğu himâye taahhüdünün yeğeni
Âmir bin Tufeyl tarafından böylesine canice çiğnenmesine tahammül edemedi ve
üzüntüsünden hastalanarak kısa zaman sonra öldü.Ard arda meydana gelen Reci' ve
Bi'r-i Maûna faciâlarında seksen kadar güzide Sahabî şehid düşmüştü.
Meûne Kuyusu Fâciası
(Safer 4 H./ Temmuz 625 M.)
Necid Şeyhi Ebû Berâ Mâlikoğlu Âmir, Medine'ye gelerek Rasûlullah
(a.s.)'e:
-"Eğer Necid Bölgesine bir irşât hey'eti gönderirseniz, büyük bir
kısmının Müslüman olacağını ümüd ediyorum," dedi. Rasûlullah (as.):
-"Necid Bölgesi halkına güvenemiyorum," diye cevap verdi. Ebû
Berâ, mürşitlerin hayatı için kabîlesi adına kesin teminât verdiğinden,
Rasûlullah (as) Ebû Berâ'nın kardeşinin oğlu Âmir b. Tufeyl'e bir mektup
yazdırarak, Münzir b. Amr'ın başkanlığında 70 kişilik bir hey'eti Necid
Bölgesine gönderdi. Bunların hepsi de Suffe ashâbındandı. Kafile Medine'den 4
konak uzaklıkta Meûne Kuyusu (Bi'r-i Meûne) denilen yere varınca, içlerinden
Harâm b. Milhân ile Rasûlullah (as)'ın mektubunu Âmir b. Tufey'le gönderdiler.
Âmir mektubu bile okumadan Harâm'ı şehid etti. Hey'etin tamamını öldürmek üzere
kabîlesini (Âmiroğulların'ı) teşvik ettiyse de onlar
-"Biz Ebû Berâ'nın emân ve sözünü ayaklar altına alamayız",
diyerek ona uymadılar. Âmir b. Tufeyl Süleym Kabîlesi'ne mensûp Usayye, Rı'l,
Zekvân ve Lihyânoğuları ile Harâm b. Milhân'ın dönmesini beklemekte olan mürşitler
üzerine hücum etti. Hepsi şehid oldu. İçlerinden yalnızca Ka'b b. Zeyd yaralı
olarak kurtulmuştu. O da Hendek Savaşı'nda şehid oldu.
Rasûlullah (a.s.)'ı, Cibrîl bu fâciadan haberdar etti. Seriyyedeki bütün
ashâbın Rablarına kavuştular, Allah onlardan râzı oldu... diye bildirdi.
Rasûlullah (as) bu fâciadan son derece elem duydu. Tam 40 sabah Rı'l, Zekvân,
Usayye ve Lihyanoğulları için bedduâ etti.
Amr b. Ümeyye ise, olay esnâsında develeri otlatmakla görevli olduğu için
esir düşmüş, sonra kurtulmuştu. Medine'ye dönerken, iki Necidliye rastladı.
Şehid edilen arkadaşlarının öcünü almak için bunları uyurken öldürdü. Halbuki
bunlar, müslümanların himâyesinde olan Âmir oğullarındandı. Bu sebeple bunların
âilelerine diyetleri (kan bedelleri) ödendi.[454]
İslâm’ın ilk yıllarında Medine'de yaşayan üç Yahudi kabilesinden biri
Nadir oğulları kabilesidir..
Nadir, birçok manâlarının yanı sıra "yeşil ve çiçekli bir
bitki" anlamına gelir. Bu kabile Medine ve çevresinde büyük hurma
bahçelerinin sahibi olarak bilinir.
Arabistan Yahudilerinin güvenilir vesikalara dayanan bir tarihi yoktur.
Arabistan Yahudilerinin geçmiş tarihine ışık tutacak herhangi bir yazı, kitap
veya yazıt şeklinde bir bilgi de yoktur. Ayrıca Arabistan dışındaki Yahudiler
de Arap dindaşlarıyla fazla ilgilenmemiş ve tarihçiler ile yazarları bunlardan
hiç söz etmemişlerdir... Arap Yahudilerinin tarihini incelerken ister istemez
Araplar arasında kulaktan kulağa anlatılan rivayetler ve söylenenlere itibar
etme zorunluluğu vardır. Bu rivayetlerin pek çoğu da bizzat Yahudiler
tarafından ortaya atılmıştır.[455]
Yahudiler yeryüzünde en eski geçmişe sahip milletlerden birisidir. Arap
yarımadasına ne zaman gelip yerleştikleri bilinmeyen Yahudiler, İslâm’ın ortaya
çıktığı yıllarda bu yarımadanın her tarafında görülmekteydiler. Bunlar, gerek
ferdî ve gerekse topluluklar halinde Akabe körfezindeki Eyle limanından, Yemen
ve Umman’ın en ücra köşelerine kadar uzanmışlardı. Bu insanları Mekna'da,
Vadiyu'l-Kura'da, Teyma'da, Fedek'te, Taif'te kısaca bütün şehirlerde olduğu
kadar, hareket halindeki kervanlarda da görmekteyiz.
Yahudiler Mekke'de hiç bulunmamakla birlikte, sadece Ukaz'da yalnız
ticâret yapan değil, kâhinlikten para kazanan insanlar olarak da görülür.
Yahudilerin Medine (Yesrib)'ye yerleşmeleri tarihinin Milâdî 132'den
sonra olduğu tahmin edilir. M. 132'de Benu Nadir, Benu Kureyza ve Benu Kaynuka
Yahudilerinin Yesrib'e (Medine'ye) yerleştikleri görülmektedir. İlk olarak
Nadir oğulları ve Kureyza oğulları yerleşmiştir. Çünkü bu iki kabile diğer
Yahudi kabileleri arasında soy ve itibar bakımından üstün tutulurdu. Bunların
çoğunun, kâhin ve rahipler sınıfından gelmesi de ayrı bir avantaj
sağlamaktaydı. Bu kabileler Medine'ye yerleşerek, dini bakımdan üstün
bulunmalarının verdiği ayrıcalıkla kısa sürede şehre hâkim olmuşlar ve en iyi
yerlere yerleşmişlerdi.
M. 45I- 451'de es-Sebe' sûresinde sözü edilen büyük sel felâketinden
sonra Yesrib'te bulunan birçok kabîlenin şehri terk ettiği bilinir. Bu büyük
sel felâketiyle boşalan şehre yerleşen Evs ve Hazrec gibi Arap kabileleri,
şehrin asıl hakimi bulunan Nadir oğulları ve Kureyza oğulları Yahudilerini
şehrin dış bölgelerinde yerleşmek zorunda bırakmışlardır. Yahudilerin üçüncü
büyük kabilesi olan Kaynuka oğulları Hazrecliler'e sığınma gereği duydu. Bunun
üzerine Nadir oğulları ve Kureyza oğulları da Evs kabilesine sığınarak Yesrib
şehrinde yerleşmeye hak kazandılar.
Hz. Peygamber (as)'ın doğumu ve nübüvvetinin başlangıç zamanlarında
Yahudilerin Hicaz ve Yesrib'deki durumları şöyle görünmekteydi.
Yahudiler, dil, kıyafet, kültür ve medeniyet konularında her bakımdan
Araplaşmışlardı. İsimleri Arapça idi. Hicazda yaşamakta olan Beni Za'urâ
Yahudileri hariç diğer Yahudi kabilelerinin isimleri Arap ismi idi. Yahudiler
kendi dilleri olan İbrani’ceyi istisnalar dışında bilmezlerdi. Araplarla olan
sosyal ilişkilerinin her geçen gün artması Yahudilerin duygu, düşünce ve
tavırlarına kadar yansımıştır. Ancak Yahudiler bütün bunlara rağmen
kimliklerini muhafaza etmişlerdi.
Hz. Peygamber (a.s)'e risalet görevinin verilmesinden önce Araplar,
danışmak ve onların fikirlerini almak amacıyla Yahudi veya Hıristiyan olan
birisine gider, ondan bazı bilgiler alırlardı. İslâm’ın ortaya çıkışı ve
Müslümanların Mekke şartlarında İslâm’ı yaşamaya çalışmalarından önce bütün
ehli kitap yeni bir peygamberin geleceğini biliyor ve onu bekliyorlardı. Hattâ
Peygamberimizin amcası Ebu Taliple yaptığı Şam ticaretinde Rahip Bahira'nın Ebu
Talib'e,
-"O çocuğa dikkat edip üzerine titremesini" öğütlemesini buna
delil gösterirler.
Daha Akabe bey'atlarından önce Yahudiler, Medine Araplarına bir nebinin
geleceği ve bu nebiye kendilerinin uyacağını ve böylece Medinelilere karşı
üstün bir duruma geçeceklerini söyleyip onları korkuturlardı. Bundan haberdar
olan Medineliler Akabe'de Peygamberimize bey'at ederek Yahudilerden önce
davranmışlardır. Yahudiler Tevrat’ı doğrulayıcı bir kitap olarak Kur'an-ı
getiren Hz. Peygamber (as)'e "saldırmak, haset etmek ve kin gütmekten
dolayı düşmanlık yapmaya başladılar. Çünkü Allah Teâlâ Resûlünü Araplardan
seçmişti. Yahudi alimleri, Rasûlüllah (as)'ın zor durumda kalması için
çalışırlar, onu olmadık yalanlarla şaşırtmak isterler ve hakkı batıla
çevirirlerdi. Çünkü onlar yeni bir Peygamberin kendi kavimlerinden çıkacağını
ümit ediyorlardı. Gururları yüzünden yalanlayanlardan oldular.[456]
Yahudilerin, Allah'tan gelen Peygamber ve kitabini daha önceden
bildikleri de bir gerçektir. Fakat bu Peygamber ve kitap gelince tavırlarını
değiştirdiler. Bu hususta en güvenilir rivayet Ümmül Müminin Hz. Safiyye'nindir.
Hz. Safiyye'den rivayete göre Hz. Muhammed (as), Medine'yi şereflendirince
babası ve amcası beraberce kendisiyle görüşmeye gittiler ve kendisiyle uzun
müddet sohbet ettiler. Babası ve amcası eve dönünce, aralarında şöyle bir
konuşma geçti:
Amca:
-"Bu, gerçekten kitaplarımızda haber verilen Peygamber midir?"
Baba:
-"Evet, vallahi o aynı Peygamberdir."
Amca:
-"Sen buna inanıyor musun?
Baba:
-"Evet."
Amca:
-"O halde, ne yapmak istiyorsun?"
Baba:
-"Vallahi, ben yaşadığım müddetçe ona muhalefet edeceğim."
Yahudilerin bu peygamberi bekledikleri fakat ona tabi olup onun yolundan gitmek
için değil de doğar doğmaz ona bir suikast tertipleyip öldürmek için
beklediklerine dair bir takım rivayetler de nakledilir.[457]
Hz. Peygamber ve Müslümanların Medine’ye hicreti sırasında Yahudiler
şehrin yarısına hâkim durumdaydılar. Bu hâkimiyet gerek ilmî seviyedeki Bilim
Evi (Beytul-Midras), gerekse Nadir oğullarının elinde bulunan hazineler (Kenz)
yoluyla her yönden görülen bir gerçeklikti. Buna rağmen Yahudiler kendi
aralarında sürtüşme halinde idiler. Bu durum onları bazı Arap kabileleriyle
ittifak yapmaya itmiştir. Bundan dolayı da Nadir oğullarının Evs kabilesinin
hakimiyeti altında bulunduğu zikredilmelidir.
Hz. Peygamber tarafından yürürlüğe konulan Medine-şehir-devleti
anayasasında dokuz Yahudi kabilesinden bahsedilir. Burada Yahudilerle
karşılıklı haklar ele alınmış ve Medine'yi birlikte savunma kararlaştırılmış;
onlardan Hz. Peygamber izin vermeden askeri bir harekete girişmeyeceği ve
Medine'ye bir saldırı söz konusu olduğunda şehrin birlikte savunulacağı sözü
alınmıştı.
Yine araştırmalara göre bu anayasa dünyanın ilk anayasasıdır. Kırk yedi
maddeden oluşan mezkur anayasada 23-35 ve 46. maddeler Yahudilerle ilgili olup
bu maddeler ayrıca kendi işlerinde alt bölümlere ayrılmıştır. Fakat Yahudiler
tarihten sabit olduğu gibi antlaşmalarına sadık olmadılar. Bu antlaşmaya
katılmaktaki gayeleri, kendilerine başka bir yol bulana kadar zaman kazanmaktı.
Daha ilk anda bu yeni dinin onların senelerdir övündükleri bir üstünlüklerini
ellerinden alacağını hissetmişlerdi.
İslâm’ın Medine'de devletini kurduktan sonra tarihte benzeri görülmemiş
tür şekilde yayılma göstererek bölgeyi hakimiyetine alması, Müslüman olmayan
diğer kabileleri olduğu gibi Yahudileri de telâşa düşürdü. Zira onlar İslâm’ın
yayılışını geçici görüyorlardı. Bu amaçla Kureyş müşrikleriyle yaptıkları bir
çok antlaşmada askerî yönden Kureyş müşrikleri, fikri yönden de Yahudiler
İslâm’a karşı koyacaklarını taahhüt etmişlerdir. Ancak Yahudilerin giriştiği bu
tür bir yol bir fayda vermedi. Hattâ İslâm’ın son tevhit dini olduğunu öğrenen
bazı Yahudiler de Müslüman oluyorlardı. Yahudilerin önde gelen âlimlerinden
Abdullah b. Selâm bunlar arasındaydı. Bundan sonra Yahudiler için tek çıkar
yol, İslâm’ı kılıç zoruyla sindirmek, yayılmasını önleyerek ortadan
kaldırmaktı.
Bedir savaşında Müslümanların üstün gelmesi bütün Yahudileri olduğu gibi
Nadir oğullarını da kızdırmıştı. Bu savaş onların kinlerini açığa vurmalarını
sağladı. Öncelikle Kaynuka oğulları, Müslümanlara karşı işledikleri
hareketlerden dolayı şehir dışına sürüldüler.
Yahudi sair Ka'b b. Eşref yalan teşvikleri ile Mekke müşriklerini yeni
bir savaşa sokmaya çalışıyordu. Bunu öğrenen Müslümanlar, aralarında Ka'b'ın
süt kardeşinin de bulunduğu bir grup olmak üzere Ka'b b. Eşrefi öldürmüş; bu
olay üzerine Nadir oğulları Hz. Peygamber (as) ile bir ittifak antlaşması
imzalamışlardı.
Ancak bu barış dönemi fazla sürmemiş; Nadir oğullarının diğer müttefiki
Benû Amr kabilesinden Müslüman olan Amr h. Umeyye iki kişiyi öldürmüştü. Olay
şöyle cereyan etti: Necid halkını İslâm’a davet için Rasûlüllah tarafından
gönderilen bütün Müslümanları öldüren Amr b. Tufeyl ve Necid’lilerin elinden
kurtulan tek kişi olan Amr b. Umeyye, Kilâh oğulları kabilesinden iki adamla karşılaştı.
Resûlullah onlarla antlaşma yapmıştı. Fakat Amr bunu bilmiyordu. kendisini
öldürürler diye korktuğundan, dalgınlıklarından yararlanarak onları öldürdü.
Resûlullah da onların diyetini üstlendi. Diyetin ödenmesi Müslümanlara ağır
geldi. Ödeyemez duruma düştüler. Hz. Peygamber de Yahudilerle yaptığı anlaşmaya
dayanarak Nadir oğullarından diyet ödeme isine katılmalarını istedi. Nadir
oğulları bu teklifi düşüneceklerini söyledi ve mühlet istediler. Ancak kendi
aralarında yaptıkları görüşmede Hz. Muhammed (as)'ı suikastla öldürmeyi
planladılar. Onların yanına giden ve görüşmelerinin sonuçlanmasını bekleyen
Resûlullaha, Amr b. Guhâs adlı Yahudi’nin kendisine suikast yapacağı
bildirildi.Bu çirkin olaydan sonra:
يَااَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
اذْكُرُوا نِعْمَةَ
اللّهِ
عَلَيْكُمْ
اِذْ هَمَّ
قَوْمٌ اَنْ
يَبْسُطُوا
اِلَيْكُمْ
اَيْدِيَهُمْ
فَكَفَّ
اَيْدِيَهُمْ
عَنْكُمْ
وَاتَّقُوااللّهَ
وَعَلَى
اللّهِ
فَلْيَتَوَكَّلِ
الْمُؤْمِنُونَ
“Ey iman edenler! Allah'ın size olan nimetini
unutmayın; hani bir topluluk size el uzatmaya yeltenmişti de Allah, onların
ellerini sizden çekmişti. Allah'tan korkun ve müminler yalnızca Allah'a
güvensinler”[458] âyeti nazil olmuştur.
Kaynaklarda anlatılan diğer bir görüşe göre ise; Bedir savaşından sonra Mekke
putperestleri, Nadir oğullarına gönderdiği bir mektupla onları Resûlüllah ile
çatışma haline getirmeye kışkırtmışlardı. Diğer taraftan Medine'den çıkarılan
Benû Kaynuka Yahudilerinin bu hali, zamanla sayıları artan Nadir oğulları (Benü Nadir) Yahudilerinin Müslümanlara dair
birtakım endişeler taşımasına sebep oldu. Bu şart ve durumlar karşısında onlar,
hıyânet dolu bir komplonun içine sürüklenmiş oldular.
Bir gün Resûlullaha
bir haberci göndererek,
-"Üç
Müslüman-ı da yanına alıp gel. Bizden seçilecek Üç alimle karşılaşıp görüş; şayet
(bizimkiler size) inanıp kanacak olurlarsa biz de hep birden senin yoluna
gireriz" deyip Resûlullah (as)'ı aralarına davet ettiler. Bu üç Yahudi
(elbiseleri altına) hançerler saklamışlardı. Ancak Benû Nadir (Nadir oğulları)
Yahudileri arasından bir kadın Müslüman Ensâr zümresi arasında oturan erkek
kardeşine, Nadirlilerin kalkıştığı bu suikast işini anlatmış ve bu erkek kardeş
de Resûlullah Nadirlilerin mahallesine henüz varmadan haberi kendisine
yetiştirebilmişti. Bunun üzerine Resûlullah yoldan geri dönmüş ve fakat ertesi
sabah erkenden askeri kuvvetlerin başında olduğu halde Nadirlilerin karşısına
çıkmış ve gün boyu onların oturdukları mahalleyi kuşatma altında tutmuştu.
Resûlullaha karşı teşebbüs edilen bu tür suikastlar Müslümanlara, Nadir
oğullarının artık aralarında yeri olmadığı kanaatini verdi. Bu arada Kureyş
müşriklerinin Müslümanlara karşı bir hazırlık içerisinde bulunduğu duyuldu.
Müslümanlar, içeride bulunan ve müşriklerle her an ittifak kurabilecek bir
düşmandan emin olmazlarsa durumun daha da vahim sonuçlar doğurabileceğini
biliyorlardı. Bunun işin öncelikle yapılması gereken şey, Medine’deki Nadir
oğullarını zararsız bir duruma getirmekti.
Hz.Peygamber, Nadir oğullarına yaptığı ilk kuşatmadan hemen sonra Kureyza
oğullarına yaptığı kuşatmayı bırakıp onlarla antlaşma yoluna gidince, vakit
kaybetmeksizin tekrar Nadir oğulları üzerine yürüyerek onların eşlerini ve
kalelerini kuşatmıştır. Yahudiler Müslümanlara karşı bir güçle çıkamadılar. Bu
kuşatmada her iki taraftan herhangi bir ölüm olayına rastlanmaz. Kuşatma
sonunda Yahudiler Islama davet edilmiş, kabul edenler affedilerek serbest
bırakılmış, reddedenler ise silahları dışında, diğer bütün menkul mallarını
alarak Medine dışına çıkmalarına izin verilmiştir. Bunlardan biz kısmı
Filistin'deki Ezri'at şehrine, diğerleri ise Hayber bölgesine yerleştiler.[459]
Medine'den sürülmeleri sırasında Benû Nadirler değerli sayılan eşya ve
mücevheratlarının yani sıra beraberlerinde götürmek üzere evlerinin kapılarına
varıncaya kadar her şeyi söküp aldılar. Sürülenler, arkalarında çalgıcı ve
sarkıcıların kopardığı bir şamata olduğu halde altı yüz develik bir kervan
oluşturarak yola çıktılar.
Nadir oğullarının Medine'den sürülmelerinden bir yıl sonra beş kişilik
bir heyet, Hicri 5. yılda Medine'nin kuşatılmasına girişecek ve Hendek savaşını
çıkaracak olan büyük saldırı ittifakını organize etmiştir.
Hz.Peygamber (as), Rebiyülahir ayıile Cemaziyelevvel ayının bir kısmını
Medine’de ikamet ederek geçirdi. Bundan sonra Beni Muharib ve Gatafan’dan Beni
Sa’lebe kabileleri ile savaşmak maksadıyla Necid’e doğru gazve için yola çıktı.
Medine’de yerine vali olarak Ebu Zerr’ı bıraktı. Nihayet Nahl mevkiine vardı.
Orada konakladı. Orada Zatü’r-Rika gazvesi yapıldı. Orada bayraklarını
yamaladıkları için yamalı anlamına gelen Zatü’r-Rika adı meşhur gazveye
verildi. Bazısının ifadesine göre ise orada Zatü’r-Rika adında bir ağaç
bulunduğundan mezkur gazveye Zatü’r-Rika gazvesi denilmiştir.
Gazvesinden döndükten sonra iki ay sonra,
Muharıboğullarından hayvan satmak için Medine'ye gelen bir adam,
Muhariboğulları ile Sa'lebeoğullarının, müslümanlarla savaşmak için
hazırlandıklarını ve Nahl yakınlarındaki Zatu'r-Rik'a'da toplandıklarını haber
verdi (4. yıl Muharrem ayı.)[460]
Rasûlüllah (as) Nahl yakınında Sa'd ile Şukrâ
arasında bir yer olan Zatu'r-Rik'a'ya kadar ilerledi. Ancak müşrikler savaşa
cesaret edemediler ve dağılarak etraftaki tepelere çekildiler.
Bu arada namaz vakti girmiş bulunuyordu. Ancak
müslümanlar, namaz kılarken düşmanın saldırıya geçmesinden endişeleniyorlardı.
Burada korku namazı ile ilgili âyet:
وَاِذَا
ضَرَبْتُمْ
فِى
الْاَرْضِ
فَلَيْسَ
عَلَيْكُمْ
جُنَاحٌ اَنْ
تَقْصُرُوا
مِنَ
الصَّلوةِ
اِنْ
خِفْتُمْ
اَنْ
يَفْتِنَكُمُ
الَّذينَ
كَفَرُوا
اِنَّ
الْكَافِرينَ
كَانُوا
لَكُمْ
عَدُوًّا
مُبينًا () وَاِذَا
كُنْتَ
فيهِمْ
فَاَقَمْتَ
لَهُمُ الصَّلوةَ
فَلْتَقُمْ
طَائِفَةٌ
مِنْهُمْ مَعَكَ
وَلْيَاْخُذُوا
اَسْلِحَتَهُمْ
فَاِذَا
سَجَدُوا
فَلْيَكُونُوا
مِنْ وَرَائِكُمْ
وَلْتَاْتِ
طَائِفَةٌ
اُخْرى لَمْ يُصَلُّوا
فَلْيُصَلُّوا
مَعَكَ
وَلْيَاْخُذُوا
حِذْرَهُمْ
وَاَسْلِحَتَهُمْ
وَدَّ
الَّذينَ
كَفَرُوا لَوْ
تَغْفُلُونَ
عَنْ
اَسْلِحَتِكُمْ
وَاَمْتِعَتِكُمْ
فَيَميلُونَ
عَلَيْكُمْ مَيْلَةً
وَاحِدَةً
وَلَا
جُنَاحَ
عَلَيْكُمْ
اِنْ كَانَ
بِكُمْ اَذًى
مِنْ مَطَرٍ
اَوْ
كُنْتُمْ
مَرْضى اَنْ
تَضَعُوا
اَسْلِحَتَكُمْ
وَخُذُوا حِذْرَكُمْ
اِنَّ اللّهَ
اَعَدَّ
لِلْكَافِرينَ
عَذَابًا
مُهينًا ()
فَاِذَا
قَضَيْتُمُ
الصَّلوةَ
فَاذْكُرُوا
اللّهَ
قِيَامًا وَقُعُودًا
وَعَلى
جُنُوبِكُمْ
فَاِذَا اطْمَاْنَنْتُمْ
فَاَقيمُوا
الصَّلوةَ اِنَّ
الصَّلوةَ
كَانَتْ
عَلَى
الْمُؤْمِنينَ
كِتَابًا
مَوْقُوتًا
“Yeryüzünde sefere
çıktığınız zaman kâfirlerin size kötülük etmelerinden endişe ederseniz, namazı
kısaltmanızda size bir günah yoktur. Şüphesiz kâfirler, sizin apaçık
düşmanınızdır. Sen de içlerinde bulunup onlara namaz kıldırdığın zaman,
onlardan bir kısmı seninle beraber namaza dursunlar, silahlarını (yanlarına)
alsınlar, böylece (namazı kılıp) secde ettiklerinde (diğerleri) arkanızda
olsunlar. Sonra henüz namazını kılmamış olan (bu) diğer gurup gelip seninle
beraber namazlarını kılsınlar ve onlar da ihtiyat tedbirlerini ve silahlarını
alsınlar. O kâfirler arzu ederler ki siz silahlarınızdan ve eşyanızdan gafil
olsanız da üstünüze birden baskın yapsalar. Eğer size yağmurdan bir eziyet olur
yahut hasta bulunursanız silahlarınızı bırakmanızda size günah yoktur. Yine de
tedbirinizi alın. Şüphesiz Allah, kâfirler için alçaltıcı bir azap
hazırlamıştır. Namazı bitirince de ayakta, otururken ve yanınız üzerinde
yatarken (daima) Allah'ı anın. Huzura kavuşunca da namazı dosdoğru kılın; çünkü
namaz müminler üzerine vakitleri belli bir farzdır”[461] nazil oldu ve Rasûlüllah (as), ashabına
bu âyetin bildirdiği şekilde namaz kıldırdı. Müşrikler geri çekilirken
sürülerinden bir kısmı orada kalmıştı. Rasûlüllah (as) bu mallara ganimet
olarak el koydu. Ayrıca bir kadın da esir edilmişti.[462]
Bir Mu'cize
Zâtürrika seferi sırasında idi. Ashabdan Ulbe bin Zeyd, üç adet devekuşu
yumurtası bulup getirdi. Resûl-i Ekrem,
-"Ey Cabir! Bunları, al pişir" diye emretti. Hz. Cabir,
yumurtaları bir çanak içinde pişirip getirdi.
Peygamber Efendimizle mücahidler o üç yumurtadan doyuncaya kadar
yedikleri halde, yumurtaların çanakta olduğu gibi durduğunu gördüler.[463]
Yine bu gazâ esnasında idi. Sahabînin biri, bir kuş yavrusu bulup
getirdi. Anası veya babası, yavruyu kurtarmak için canını feda edercesine onu
elinde tutan Sahabinin avuçlarının içine atılıveriyordu. Bu duruma Sahabîler
hayretler içinde bakarken, Resûl-i Ekrem ise şu ibret dersini verdi:
-"Siz elinizde tuttuğunuz şu kuş yavrusu için, anne kuşun kendisini
avucunuza atmasına mı hayret ediyorsunuz? Vallahi Rabbinizin, size olan
merhamet ve şefkati şu kuşun yavrusuna olan şefkat ve merhametinden çok daha
fazladır."[464]
Peygamber Efendimiz, mücahidlerle birlikte Zâtürrika'dan ayrılmış
Medine'ye doğru geliyordu. Harre mevkiine gelindiğinde, bir devenin koşarak
Resûl-i Ekrem Efendimizin yanına varıp tahiyye-i ikrâm nevinden çöktüğü ve
boynunu öne doğru uzatıp onunla konuştuğu görüldü. Mücahidler hayretler içinde
bakınırken, Peygamber Efendimiz,
-"Bu deve ne söylüyor biliyor musunuz?" dedikten sonra şöyle
buyurdu.
-"Bu deve sahibinin zulmünden bana şikâyet ediyor: Kendisini
senelerdir çalıştırdığını, şimdi ise boğazlamak istediğini söylüyor." Arkasından Cabir bin Abdullah'a devenin
sahibini bulup kendisine getirmesini emretti.
Hz. Câbir,
-"Yâ Resûlallah! Devenin sahibini tanımıyorum" deyince aldığı
cevap şu oldu:
-"Deve seni sahibine götürür." Gerçekten de, deve,
Peygamberimizden emir almış gibi, Hz. Câbir'in önüne düştü ve onu sahibine
götürdü.
Hz. Câbir der ki:
-"Ben de deve sahibini alıp Resûlullahın yanına getirdim.
Resûlullah onunla deve hakkında konuştu ve 'Devenin söyledikleri doğru mu?'
diye sordu." Deve sahibi, 'Evet, yâ Resûlallah' dedi."[465]
Bu sefere iştirâk edenlerin hepsi piyade olup, çıplak ayakları taştan,
dikenden parçalanmış ve tırnakları dökülmüş olduğundan, ayaklarını bez
parçalarıyla bağlamış olmaları sebebiyle bu gazâya "Zâtürrikâ" adı
verildiği de kaynaklarda belirtilmiştir. Zira, Rika, ruka'nın çoğuludur. Ruka'
ise elbise yırtığına vurulan bez parçasıdır ki, yama demektir.
Ebû Musâ'l-Eş'arî bu hususta şöyle der:
-"Resûlullah (a.s.m.) ile bir gazâya çıktık. Sadece bir devemiz
vardı. Nöbetleşe biniyorduk. Artık ayaklarımız delinmişti. Benim de iki ayağım
delinmiş, tırnaklarım dökülmüştü. Bunun için ayaklarımıza bez parçası
sarıyorduk. Ayaklarımıza bu suretle bez parçası sardığımız için bu sefere
Zâtürrika' gazâsı denildi."
Rasûlullah (as)'ın Hz. Ümmü Seleme İle Evlenmesi
Asıl adı Hind olan Ümmü Seleme, Ebû Ümeyye el-Mahzûmî'nin kızıdır. İlk
kocası Ebû Seleme Abdullah b. Abdülesed, Abdülmüttalib'in kızı Berre'nin oğlu
olup, Rasûlullah (as)'ın halazâdesi idi. Kocası ile birlikte Habeşistan'a
hicret etmiş, ilk çocuğu Seleme orada doğmuştu.
Ümmü Seleme'nin ilk eşi Ebû Seleme, Uhud Savaşı'nda aldığı yara sebebiyle
vefât etti. Rasûlullah (as) Ebû Seleme'yi çok severdi. Vefâtından sonra dört
çocuğu ile kimsesiz ve himâyesiz kalan eşi Ümmü Seleme'yi nikâhlayarak himâyesi
altına aldı. Ümmü Seleme, fazilet ve olgunluk yönünden Hz. Aişe'den sonra
Ezvâc-ı tâhirâtın en üstünüydü. Ezvâc-ı tâhirât içinde en son vefât eden, Ümmü
Seleme olmuştur. Hicretin 59'uncu yılı 84 yaşında vefat etmiş, Baki
kabristanına defnedilmiştir.
İçki ve Kumarın Haram Kılınması
Mekke devrinde içki ve kumar yasaklanmış değildi. Müslümanlardan da içki
içen ve kumar oynayanlar vardı. Rasûlullah (a.s.) bunlara ses çıkarmıyordu.
İçki ve kumarın yasaklanması birden bire değil, tedricen olmuştur.
İçki ile ilgili Kur'ân-ı Kerîm'de 4 âyet vardır. Mekke'de inen ilk
âyette:
b6¦ä y b¦Ó¤¡ ë
a¦ Ø ¢é¤ä¡ß æë¢¡ £n m
¡lb ä¤Ç üa ë ¡3î© £äÛa ¡pa à q
¤å¡ß ë
æì¢Ü¡Ô¤È í §â¤ì Ô¡Û
¦ò í¨ü Ù¡Û¨ ó©Ï £æ¡a
"Hurma ve üzüm ağaçlarının meyvelerinden içki
yapar, güzel bir rızık edinirsiniz,"[466]
buyrulmuş, içki yasaklanmamıştır. Medine devrinde Hz Ömer ve Muâz gibi bazı
sahâbe:
-"Ey Allah'ın Rasûlü, içki hakkında bize yol göster, çünkü şarap
aklı gideriyor," diye Rasûlullah (as)'e baş vurdular. Hicretin 4'üncü yılı
Şevvâl ayında:
يَسَْلُونَكَ
عَنِ
الْخَمْرِ
وَالْمَيْسِرِ
قُلْ فيهِمَا
اِثْمٌ
كَبيرٌ
وَمَنَافِعُ
لِلنَّاسِ
وَاِثْمُهُمَا
اَكْبَرُ
مِنْ نَفْعِهِمَا
وَيَسَْلُونَكَ
مَاذَا
يُنْفِقُونَ
قُلِ
الْعَفْوَ
كَذلِكَ
يُبَيِّنُ
اللّهُ
لَكُمُ
الْايَاتِ
لَعَلَّكُمْ
تَتَفَكَّرُونَ
“Sana içkiyi ve kumarı sorarları. De ki: “Onlarda
hem büyük günah, hem insanlar için (bazı)
yararlar vardır. Ama günahları yararlarından daha büyüktür”[467] anlamındaki âyet indi.
İçkiyi ilk yasaklayan âyet bu oldu. Fakat bu âyetle içki kesinlikle
yasaklanmadığından,
-"Günahı var"
diye bırakanlar olduğu gibi,
-"Faydası da var" diye eskisi gibi içenler de vardı.
Abdurrahman b. Avf'ın verdiği bir ziyâfette dâvetliler içki de
içmişlerdi. Akşam namazında cemaâte imâm olan zât "el-Kâfirûn
Sûresi"ni sarhoşluk sebebiyle yanlış okudu. Âyetlerin anlamları değişti.
Bunun üzerine:
b ßaì¢à Ü¤È m ó¨£n yô¨b Ø¢
¤á¢n¤ã a ë ñì¨Ü £Ûaaì¢2 ¤Ô m
üaì¢ä ߨa åí© £Ûab 袣í a ¬b í
6aì¢Ü¡ n¤Ì m
ó¨£n y§3î©j ô©¡2b Ç ü¡ab¦j¢ä¢u ü ë
æì¢Ûì¢Ô m
“Ey iman
edenler! Siz sarhoş iken -ne söylediğinizi bilinceye kadar- cünüp iken de
-yolcu olan müstesna- gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın”[468] anlamındaki
âyet indi.
Bir müddet sonra Ensardan Mâlik oğlu Itbâ'nın
ziyâfetinde dâvetliler sarhoş oldular. Sa'd b. Ebî Vakkas bir şiir okuyarak
kendi soyunu övdü, ensârı ise yerdi. Ensârdan bir zât da, sofrada yedikleri
devenin çene kemiğini Sa'd'a vurup başını yardı. Sa'd, Hz. Peygamber (a.s)'e
şikâyette bulundu. O zaman:
¢âü¤ üa ë
¢lb ¤ã üa ë ¢¡¤î à¤Ûa ë
¢¤à ¤Ûa b à £ã¡a a¬ì¢ä ߨa
åí© £Ûa b 袣í a ¬b í
æì¢z¡Ü¤1¢m ¤á¢Ø £Ü È Û
¢êì¢j¡ä n¤ub Ï ¡æb À¤î, £'Ûa¡3 à Ǥå¡ß¥¤u¡
“Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar
(putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun
ki kurtuluşa eresiniz”[469] anlamında inen âyetle içki
ve kumar kesinlikle yasaklandı. Rasûlullah (as) bu yasağı hemen ilân ettirdi.
Bütün Müslümanlar içkiyi bıraktılar. Evlerinde, dükkânlarında bulunan bütün
içkileri sokaklara döktüler.
Rasûlullah (as) Efendimiz içkiyle ilgili olarak:
¡é¨£ÜÛa ¢4ì¢ 3¡÷¢
¤o Ûb Ó b è¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa ó¡
ò '¡öb Ç ¤å Ç g
¡3 ȤÛa ¢î©j ã ì¤ç ë
¡É¤n¡j¤Ûa ¡å Ç á £Ü ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa
ó £Ü
ó £Ü ¡é¨£ÜÛa ¢4ì¢
4b Ô Ï ¢é ãì¢2 ¤' í ¡å à î¤Ûa
¢3¤ç ªa æb × ë
P¥âa y ì¤è Ï
Ø ªa §la ( ¢£3¢×
á £Ü ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa
Âişe radiya'llâhu anhâ'dan rivâyete göre şöyle demiştir: Resûlu'llâh Salla'llâhu aleyhi ve sellem'den Biti'
(içkisinin hükmü) sorulmuştu -ki bu Biti', Yemen halkının içtikleri baldan
ma'mûl içki idi- Resûlu'llâh Salla'llâhu aleyhi ve sellem: Sarhoşluk veren her
içki haramdır, diye cevap verdi..."[470]
Ezvâc-ı
Tahirattan Hz. Zeynet bint-i Huzeyme Vefât Etti
Peygamberimizin
zevcesi Hz. Zeynep, İslâmiyetten önceki devirde, yoksul ve muhtaçlara çok
acıdığı, şefkat ve merhametli davrandığı, onlara devamlı yemekler yedirdiği ve
sadakalar verdiği için ''Ümmü'l-Mesakîn (Miskinler, Düşkünler Annesi)"
diye bilinir ve yâd edilirdi. Resûl-i Kibriyâ Efendimizle evliliği Hicretin
üçüncü yılı Ramazan ayında olmuştu. Hicretin bu dördüncü yılı Rebiülâhir ayı
sonunda ise otuz yaşında iken vefat etti.[471]
Resûl-i
Kibriyâ Efendimiz, namazını kıldırdıktan sonra onu, Baki kabristanına defnetti.
Efendimizin hayatında Hz. Hatice-i Kübrâ ile Hz. Zeynep'ten başka zevcesi vefât
etmemiştir!
Hz.
Ali'nin Vâlidesi Fâtıma Hâtun Vefât Etti
Fâtıma
binti Esed, Nebiy-yi Muhterem Efendimizin amcası Ebû Talib'in zevcesi idi. İlk
sıralarda Müslüman olmuş ve Medine'ye hicret etmişti. Peygamber Efendimize
çocukluğunda büyük hizmetlerde bulunmuştu. Onu çocuklarından daha çok sever ve
ihtimam gösterirdi. Peygamber Efendimiz de her zaman onu saygıyla anar, halini,
hatırını sorar, onu ziyaret ederdi.İşte yüksek ahlâk sahibi bu İslâm kadını,
hicretin bu dördüncü yılında Medine'de hakkın rahmetine kavuştu. Resûl-i Ekrem
Efendimiz ona olan sevgi ve saygısını,
-"Bugün
annem, vefât etti" diyerek izhar etmiştir. Hz. Ali (r.a.),
-"Annem
Fâtıma binti Esed vefat ettiği zaman Resûlullah (a.s), kendi gömleğini
sırtından çıkarıp ona kefen olarak sardırdı ve cenaze namazını kıldırdı"
demiştir.
Resûl-i
Kibriyâ Efendimiz, bu mübârek ve muhterem kadının kabrine de indi ve bir müddet
kabrin içinde uzandı. Sonra kabirden çıktı. Gözleri yaşlarla doluydu.
Müslümanlar,
-"Yâ
Resûlallah," dediler,
"Biz,
senin buna yapmış olduğun şeyi, başkasına yaptığını görmemiştik?"
Nebiy-yi
Muhterem Efendimiz şu cevabı verdi:
-"Ebû
Talib'den sonra bu kadıncağız kadar bana iyiliği dokunan bir başka kimse
olmamıştır. Ona, Cennet elbiselerinden giydirilsin diye gömleğimi kefen olarak
giydirdim! Kabir hayatı, kendisine mülayim ve kolay gelsin diye de kabirde
yanına uzandım."[472]
Bundan
sonra da Resûl-i Zişan Efendimiz şu duâyı yaptı:
-"Allah
sana merhamet etsin ve hayırla mükafatlandırsın." Allah sana rahmet etsin,
ey annem!
-"Sen,
benim annemden sonra annem idin."
Kendin
aç durur, beni doyururdun.
-"Kendin
giymez, beni giydirirdin."
En
iyi nimetlerden nefsini alıkoyar, bana tattırırdın. Bunu da ancak Allah
rızâsını ve âhiret yurdunu umarak yapardın.
-"Allah
ki, diriltendir, öldürendir. Hayy ve Kayyumdur, O."
Allah'ım!
Annem Fâtıma binti Esed'i af ve mağfiret et.
-"Ona
hüccet ve delilini anlat! Kabrini genişlet."
-"Ben
Resûlünün ve benden önceki peygamberlerinin hakkı için, duâmı kabul buyur, ey
merhametlilerin en merhametlisi olan Yüce Allah!"[473]
Peygamberimizin
torunu Hz. Hüseyin Dünyaya Geldi
Hicretin
dördüncü yılı Şaban ayında Resûl-i Ekrem Efendimizin torunu, Hz. Ali'nin ikinci
oğlu Hz. Hüseyin Hz. Fâtıma'dan dünyaya geldi. Doğumunun yedinci gününde
Peygamber Efendimiz bu nur topu torunu için akika kurbanı olarak iki koç
kestirdi. Kulağına ezân okuyup ismini koydu ve saçını kestirdi. Torunu Hz.
Hasan gibi, Hz. Hüseyin de Nebiy-yi Muhterem Efendimize benzerdi. Bu her iki
torunu için Efendimiz:
-"Allah'ım!
Ben, bunları seviyorum. Sen de sev bunları"[474]
diyerek duâ etmiştir.
Birgün
Ebû Eyyûbi'l-Ensarî (r.a.), Resûl-i Kibriyâ Efendimizin huzuruna girdiğinde
onun Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'le oynadığını gördü,
-"Yâ
Resûlallah, sen onları çok mu seviyorsun?" diye sorunca Peygamber
Efendimiz şu karşılığı vermişti:
-"Nasıl
sevmiyeyim ki? Bunlar, benim dünyada kokladığım iki Reyhânımdır."[475]
Zeyd
bin Sâbit Arap, İbrani ve Süryani Yazısını Öğrendi
Zeyd
bin Sabit (r.a.), Hicretten önce Evs ve Hazreç kabileleri arasında Buas günü
vuku bulan çarpışmalarda babasının ölmesiyle yetim kalmıştı. O sırada altı
yaşında idi. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Bedir'de esir alınan Kureyş
müşriklerinden malî durumu kurtuluş fidyesi ödemeye müsait olmayan
herbirisinin, Ensar çocuklarından on çocuğa iyice okuma yazma öğrettiği
takdirde serbest bırakılacaklarını bildirmişti. İşte Zeyd bin Sabit de, o zaman
okuma yazma öğrenmiş olan Ensar çocuklarındandı. Hz. Zeyd bin Sabit, son derece
zeki idi. Hicretin bu dördüncü senesinde Peygamber Efendimiz, kendisine Yahudî
yazısını, yani İbraniceyi öğrenmesini emretti ve,
-"Ben
yazılarımı, onların değiştirmeyeceklerinden emin değilim"[476]
buyurdu. Bunun üzerine Hz. Zeyd, 15 gün içinde İbraniceyi öğrendi, hatta onda
maharet sahibi oldu. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bundan sonra Yahudîlere birşey
yazacağı zaman, onu Hz. Zeyd'e yazdırır, Yahudîlerden gelen yazıları da ona
okuturdu.[477]
Yine
birgün Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hz. Zeyd'e,
-"Süryaniceyi
güzelce okuyup yazabilir misin? Çünkü bana, Süryanice yazılar geliyor"
dedi.
Hz.
Zeyd cevaben,
-"Hayır,
iyi okuyup, yazamam" deyince, Peygamber Efendimiz:
-"O
halde sen onu iyice öğren" buyurdu. Bu emir, üzerine Hz. Zeyd bin Sâbit 17
günde de Süryaniceyi öğrendi.[478]
Hz.
Osman'ın Oğlu Abdullah Vefât Etti
Hz.
Osman, Habeşistan'a hanımı Hz. Rukiyye ile birlikte hicret etmişti. Orada bir
çocukları dünyaya gelmiş ve ismini Abdullah koymuşlardı. Abdullah, altı yaşında
bulunduğu sırada bir horoz yüzünü gözünü gagaladı. Yüzü gözü şişti. Fenâ halde
hastalandı. Bu hastalıktan kurtulamayarak da hicretin dördüncü senesi
Cemaziyelevvel ayında vefât etti. Bu torununun cenaze namazını bizzat Peygamber
Efendimiz kıldırdı. Kabrine ise, babası Hz. Osman indirdi.[479]
Abdullah'ın mezar taşını diken Resûl-i Kibriyâ Efendimizin gözlerinden yaşlar
döküldü. Şöyle buyurdular:
-"Allah
Teâla, kullarından, merhametli ve yufka yürekli olanlara rahmet eder! "[480]
Beni Mustalık gazvesi, Müreysi gazvesi adıyla da anılır. Müreysi,
Medine’ye yedi günlük mesafede Kudeyd mevkiinde bir suyun adıdır. Bu suyun
kenarında, Huzafe kabilesinin Beni Mustalık kolu oturmaktadır.
Beni Mustalık gazvesi, hicretin beşinci (bazı tarihçilere göre altıncı)
yılının Şaban ayında oldu. Bu gazvenin sebebi; Beni Mustalık kabilesi,
Kureyş’in müttefiki idi. Kureyş’liler, Müslümanlardan intikam alabilmek için
Arap kabilelerini Müslümanlar üzerine kışkırtmayı bir an bile ellerinden bırakmıyorlardı.
Kendilerinin yapamadıklarını, diğer kabileleri kışkırtarak onlara yaptırmak
istiyorlardı. Bunun neticesi olarak kendi müttefikleri olan Beni Mustalık
üzerinde de aynı başlıyı yaparak bazı Müslümanlar aleyhine kışkırttılar.
Kureyş’in teşviki ile kaynaşmaya başlayan Beni Mustalık, Müslümanlarla
savaşı göze aldı. Hemen kendilerinden ve civardan asker toplamaya başladılar.
Beni Mustalık kabilesinin reisi Haris b. Ebu Dırar, ani bir baskınla
Müslümanları yok etmek istiyordu. Onun bu hazırlanışı, Resulullah (as)’a haber
verildi Resulullah, hemen bin kişilik bir ordu ile Beni Mustalık kabilesinin
üzerine yürüdü. Her gazvede olduğu gibi, bu gazvede de yanına hanımlarından Hz.
Ayşe’yi almıştı.
Bu sefer esnasında münâfıklar, Mekkeli Muhacir Müslümanlarla, Medine'nin
yerlisi Ensar arasına fitne sokmaya da çalıştılar. Bunun için bölge ve kabile
taassubunu kullandılar. Bir seferinde iki Müslüman grubu birbiriyle kılıca
sarılacak hale getirmiş, olay Resulullah (as) tarafından kolayca önlenmiştir.
Bu arada münâfıkların reisi Abdullah b. Übeyy:
¡é¨£Ü¡Û ë 6 £4 üa
b è¤ä¡ß ¢£ Ç üa £å u¡¤¢î Û
¡ò äí© à¤Ûa ó Û¡a ¬b ä¤È u
¤å¡÷ Û æì¢Ûì¢Ô í
; æì¢à Ü¤È í ü
åî©Ô¡Ïb ä¢à¤Ûa £å¡Ø¨Û ë åî©ä¡ß¤ªì¢à¤Ü¡Û ë
©é¡Ûì¢ ¡Û ë ¢ñ £¡È¤Ûa
“Onlar: Andolsun, eğer Medine'ye dönersek, üstün
olan, zayıf olanı oradan mutlaka çıkaracaktır, diyorlardı. Halbuki asıl
üstünlük, ancak Allah'ın, Peygamberinin ve müminlerindir. Fakat münafıklar bunu
bilmezler.”[481]
Bunun üzerine
Resulullah (as) Ensarı toplayarak durumu anlattı. Ensâr olaya son derece
üzüldü. Böylelikle Abdullah b. Übeyy herkesin nefretini kazandı. Hatta oğlu
babasının bineğinin üzengisinden tutarak:
-"Zelil olduğunu, Allah Resulünün de aziz olduğunu itiraf etmeden
seni bırakmam" demiş ve itiraf da ettirmiştir."[482]
Sefer dönüşü ordu, geceleyin bir yere konakladı. Hz. Âyşe ihtiyacı için
ordugahın dışına çıktı. Döndüğü zaman, boynundaki Yemen boncuğundan dizilmiş
gerdanlığının kopup düşmüş olduğunu gördü. Bu gerdanlığı Hz. Âyşe'ye, gelin
olduğunda annesi Ümmü Rûman hediye etmişti.[483]
Diğer kaynaklar gerdanlığı kız kardeşi Esma'dan emanet aldığını yazarlar.
Hz. Âyşe, gerdanlığı aramak için ordunun dışında
ihtiyacını giderdiği yere gitti. Bulup döndüğünde ise kendisinin devesi
üzerindeki mahfelinde olduğunu zanneden muhafızları da dahil olmak üzere,
ordunun oradan ayrılıp gitmiş olduğunu gördü. Geri dönüp kendisini ararlar
düşüncesiyle orada oturup bekledi. Bu arada da olduğu yerde uyuyup kaldı.
Ordunun artçısı Safvan b. Muattal kendisini görerek, hiç konuşmadan onu
devesine bindirdi. Devenin yularını çekerek orduya yetiştirdi.[484]
İkinci konakta Hz. Âyşe'nin devesinin üzerinde olmadığı anlaşılıp bir
süre sonra genç bir askerin devesiyle geldiğini görünce, münâfıklar bunu fırsat
bilip dedikoduya başladılar. Abdullah b. Übeyy el altından bu dedikoduyu
besledi. Müslümanlar bunun iftira olduğunu anladılar.[485]
İfk; yalan, büyük yalan, İftira namuslu birinin namusu hakkında iftira
etmek.
İfk olayı; İslâm tarihinde Resulullah (as)'ın zevcesi ve müminlerin
annesi;
اَلنَّبِىُّ
اَوْلى
بِالْمُؤْمِنينَ
مِنْ اَنْفُسِهِمْ
وَاَزْوَاجُهُ
اُمَّهَاتُهُمْ
وَاُولُوا
الْاَرْحَامِ
بَعْضُهُمْ اَوْلى
بِبَعْضٍ فى
كِتَابِ
اللّهِ مِنَ
الْمُؤْمِنينَ
وَالْمُهَاجِرينَ
اِلَّا اَنْ
تَفْعَلُوا
اِلى
اَوْلِيَائِكُمْ
مَعْرُوفًا
كَانَ ذلِكَ
فِى
الْكِتَابِ
مَسْطُورًا
“Peygamber, müminlere kendi
canlarından daha yakındır. Eşleri, onların analarıdır. Akraba olanlar, Allah'ın
Kitabına göre, (mirasçılık bakımından) birbirlerine diğer müminlerden ve
muhacirlerden daha yakındırlar; ancak, dostlarınıza uygun bir vasiyet yapmanız
müstesnadır. Bunlar Kitap'ta yazılı bulunmaktadır."[486]
Hz. Âyşe hakkında münâfıklar tarafından uydurulan iftira olayının adı.
Olay Buhâr-i, Müslim gibi ana kaynaklarda tafsilâtlı olarak anlatılır. Bizzat
Hz. Âyşe, olayı cereyan tarzı ve sebepleriyle birlikte detaylı olarak
anlatmaktadır.
Olayın gerçek yüzü münâfıkların, Medine'de güvenli bir yurt edinen ve
günden güne gelişen İslâm toplumunu parçalamak için İslâm peygamberinin aile
mahremiyetini hedef alarak, baş vurdukları bir aleyhte propaganda ve karalama
hareketidir. Onlar, Resulullah (as)'ın, en yakın arkadaşları ile arasını
açabilirlerse, İslâm’ı yok etme emellerine kısa yoldan varabileceklerini
zannediyorlardı. Münâfıklar Mustalık oğullarına karşı düzenlenen cihat harekatında,
Hz. Âyşe'nin başına gelen normal bir olaydan yararlanarak Hz. Ebu Bekir'le
Resulullahın arasına fitne sokmaya ve Resulullahı gözden düşürmeye çalıştılar.[487]
Münâfıklar, hicretin beşinci yılı Şaban ayında, Necip bölgesinde, Müreysî
suyu yanında konaklamış olan Mustalık oğulları kabilesine karşı düzenlenen
sefere savaşın şiddetli geçmeyeceğini bildikleri için kalabalık bir şekilde
katılmışlardı.
Resulullah sefere çıkmadan önce, adeti olduğu üzere, hanımları arasında
kura çekmiş, kendisiyle beraber sefere gitme kurası Hz. Âyşe'ye çıkmıştı.
Bu sefer esnasında münâfıklar, Mekkeli Muhacir Müslümanlarla, Medine'nin
yerlisi Ensar arasına fitne sokmaya da çalıştılar. Bunun için bölge ve kabile
taassubunu kullandılar. Bir seferinde iki Müslüman grubu birbiriyle kılıca
sarılacak hale getirmiş, olay Resulullah (as) tarafından kolayca önlenmiştir.
Bu arada münâfıkların reisi Abdullah b. Übeyy:
¡é¨£Ü¡Û ë 6 £4 üa
b è¤ä¡ß ¢£ Ç üa £å u¡¤¢î Û
¡ò äí© à¤Ûa ó Û¡a ¬b ä¤È u
¤å¡÷ Û æì¢Ûì¢Ô í
; æì¢à Ü¤È í ü åî©Ô¡Ïb ä¢à¤Ûa
£å¡Ø¨Û ë åî©ä¡ß¤ªì¢à¤Ü¡Û ë ©é¡Ûì¢ ¡Û ë
¢ñ £¡È¤Ûa
“Onlar: Andolsun, eğer Medine'ye dönersek, üstün
olan, zayıf olanı oradan mutlaka çıkaracaktır, diyorlardı. Halbuki asıl
üstünlük, ancak Allah'ın, Peygamberinin ve müminlerindir. Fakat münafıklar bunu
bilmezler.”[488]
Bunun üzerine
Resulullah (as) Ensarı toplayarak durumu anlattı. Ensâr olaya son derece
üzüldü. Böylelikle Abdullah b. Übeyy herkesin nefretini kazandı. Hatta oğlu
babasının bineğinin üzengisinden tutarak:
-"Zelil olduğunu, Allah Resulünün de aziz olduğunu itiraf etmeden
seni bırakmam" demiş ve itiraf da ettirmiştir."[489]
Sefer dönüşü ordu, geceleyin bir yere konakladı. Hz. Âyşe ihtiyacı için
ordugahın dışına çıktı. Döndüğü zaman, boynundaki Yemen boncuğundan dizilmiş
gerdanlığının kopup düşmüş olduğunu gördü. Bu gerdanlığı Hz. Âyşe'ye, gelin
olduğunda annesi Ümmü Rûman hediye etmişti. Diğer kaynaklar gerdanlığı kız
kardeşi Esma'dan emanet aldığını yazarlar.
Hz. Âyşe, gerdanlığı aramak için ordunun dışında ihtiyacını giderdiği
yere gitti. Bulup döndüğünde ise kendisinin devesi üzerindeki mahfelinde
olduğunu zanneden muhafızları da dahil olmak üzere, ordunun oradan ayrılıp
gitmiş olduğunu gördü. Geri dönüp kendisini ararlar düşüncesiyle orada oturup
bekledi. Bu arada da olduğu yerde uyuyup kaldı.
Ordunun artçısı Safvan b. Muattal kendisini görerek, hiç konuşmadan onu
devesine bindirdi. Devenin yularını çekerek orduya yetiştirdi.[490]
İkinci konakta Hz. Âyşe'nin devesinin üzerinde olmadığı anlaşılıp bir
süre sonra genç bir askerin devesiyle geldiğini görünce, münâfıklar bunu fırsat
bilip dedikoduya başladılar. Abdullah b. Übeyy el altından bu dedikoduyu
besledi. Müslümanlar bunun iftira olduğunu anladılar. Meselâ Hz. Ebû Eyyüb
el-Ensar-i hanımına:
-"Ümmü Eyyüb! Senin hakkında böyle bir şey söylense kabul eder
misin?" diye sordu. O,
-"Haşâ, asaletli ve şerefli bir insan böyle bir şey yapmaz."
cevabını verdi. Ne yazık ki münâfıklar dışında üç Müslüman da bu dedikoduya
kendilerini kaptırdılar; Bunlar Safvan'dan öç almak isteyen Hassan bin Sâbit, Resulullahın
hanımlarından Zeyneb binti Cahş'ın kız kardeşi Hamne ve Hz. Ebû Bekir'in
yardımlarıyla geçinen Mistah b. Üsâse idiler.
Hz. Âyşe yolculuk dönüşü hastalandı ve annesinin bakması için baba evine
gitti. Olanlardan tamamen habersizdi. Ne annesi ve babası, ne de Resulullah
(as) olanları kendisine duyurmadılar. Kendisi de Resulullahın soğuk davranışına
bir mana veremedi. Bir gün Mistah'ın annesi durumu kendisine açınca derin bir
üzüntüye kapıldı ve günlerce gözyaşı döktü. Bu arada Resulullah (as) kendisine
durumla ilgili sorular sordu. Hz. Âyşe ise, halini Allah'a havale ettiğini
bildirerek karşılık verdi.
Olayı duyan Safvan büyük bir öfkeye kapılarak kılıcını aldı ve öldürmek
kastıyla Hasan'a saldırdı ve onu yaraladı. Bu Resulullah (as)'e haber verilince
Safvan'ın tutuklanmasın emretti. Aslında Safvan kadına ilgi duymayan, erkeklik
gücü yok (hasar) birisi idi. Bunu kendisi de açıkça ifade etmiştir.
Resulullah (as) durumu bir de Ashaptan bazılarıyla görüştü. Bunlardan Hz.
Osman, Üsâme b. Zeyd, Zeynep binti Cahş, Ümmü Eymen hep Hz. Âyşe'nin tertemiz
olduğuna şahitlik ettiler. Hz. Ömer, Hz. Âyşe'nin nikâhının Allah tarafından
kıyıldığını hatırlatarak, Allah'ın temiz olmayan bir kadınla onu
nikahlamayacağını söyledi. Yalnız Hz. Ali lehte olmayan bir konuşma yaptı ve
Resulullah için kadının çok olduğunu belirtti. Bir de Hz. Âyşe'nin
hizmetçisinin sorguya çekilmesini teklif etti. Hatta doğru söylemesini sağlamak
için onu tokatladı. Berire ise, hanimi hakkında iyilikten başka bir şey
bilmediğini belirtti. Bunun üzerine Resulullah (as) durumu bir de Ashaba
bildirmek üzere minbere çıktı ve bu konuda onların yardımını istedi. Ensardan
Sa'd b. Muaz:
-"Ey Allah’ın Resulü, sana ben yardım edeceğim. iftiracı Evs
kabilesinden ise, ben onun boynunu vururum. Eğer Hazrecli kardeşlerimizden ise,
bize emredersin, emrini yerine getiririz" deyince Hazrec’lilerden Sa'd b.
Ubade buna karşı çıktı. Karşılıkla atışmalar neticesinde çıkan anlaşmazlığı
Resulullah (as) yatıştırdı. Kur’an-ı Kerim de:
اِنَّ
الَّذينَ
جَاؤُ
بِالْاِفْكِ
عُصْبَةٌ
مِنْكُمْ
لَاتَحْسَبُوهُ
شَرًّا
لَكُمْ بَلْ
هُوَ خَيْرٌ
لَكُمْ
لِكُلِّ امْرِىءٍ
مِنْهُمْ
مَااكْتَسَبَ
مِنَ الْاِثْمِ
وَالَّذى
تَوَلّى
كِبْرَهُ
مِنْهُمْ
لَهُ عَذَابٌ
عَظيمٌ ()
لَوْلَا اِذْ
سَمِعْتُمُوهُ
ظَنَّ
الْمُؤْمِنُونَ
وَالْمُؤْمِنَاتُ
بِاَنْفُسِهِمْ
خَيْرًا
وَقَالُوا
هذَا اِفْكٌ
مُبينٌ ()
لَوْلَا
جَاؤُ
عَلَيْهِ
بِاَرْبَعَةِ
شُهَدَاءَ
فَاِذْ لَمْ
يَاْتُوا
بِالشُّهَدَاءِ
فَاُولئِكَ
عِنْدَ
اللّهِ هُمُ
الْكَاذِبُونَ
() وَلَوْلَا
فَضْلُ
اللّهِ عَلَيْكُمْ
وَرَحْمَتُهُ
فِى
الدُّنْيَا
وَالْاخِرَةِ
لَمَسَّكُمْ
فى مَا
اَفَضْتُمْ
فيهِ عَذَابٌ
عَظيمٌ () اِذْ
تَلَقَّوْنَهُ
بِاَلْسِنَتِكُمْ
وَتَقُولُونَ
بِاَفْوَاهِكُمْ
مَا لَيْسَ
لَكُمْ بِه عِلْمٌ
وَتَحْسَبُونَهُ
هَيِّناً
وَهُوَ
عِنْدَ
اللّهِ عَظيمٌ
() وَلَوْلَا
اِذْ
سَمِعْتُمُوهُ
قُلْتُمْ مَا
يَكُونُ
لَنَا اَنْ
نَتَكَلَّمَ
بِهذَا
سُبْحَانَكَ
هذَا
بُهْتَانٌ
عَظيمٌ ()
يَعِظُكُمُ
اللّهُ اَنْ
تَعُودُوا
لِمِثْلِه
اَبَدًا اِنْ
كُنْتُمْ
مُؤْمِنينَ ()
وَيُبَيِّنُ
اللّهُ لَكُمُ
الْايَاتِ
وَاللّهُ
عَليمٌ
حَكيمٌ ()
اِنَّ الَّذينَ
يُحِبُّونَ
اَنْ تَشيعَ
الْفَاحِشَةُ
فِى الَّذينَ
امَنُوا
لَهُمْ
عَذَابٌ
اَليمٌ فِى
الدُّنْيَا
وَالْاخِرَةِ
وَاللّهُ يَعْلَمُ
وَاَنْتُمْ
لَاتَعْلَمُونَ
() وَلَوْلَا
فَضْلُ
اللّهِ
عَلَيْكُمْ
وَرَحْمَتُهُ
وَاَنَّ
اللّهَ
رَؤُفٌ
رَحيمٌ
“(Peygamber'in eşine) bu ağır iftirayı uyduranlar şüphesiz sizin
içinizden bir guruptur. Bunu kendiniz için bir kötülük sanmayın, aksine o,
sizin için bir iyiliktir. Onlardan her bir kişiye, günah olarak ne işlemişse
(onun karşılığı ceza) vardır. Onlardan (ele başlık yapıp) bu günahın
büyüklüğünü yüklenen kimse için de çok büyük bir azap vardır. Bu iftirayı
işittiğinizde erkek ve kadın müminlerin, kendi vicdanları ile hüsnü zanda
bulunup da:
-"Bu, apaçık bir iftiradır" demeleri gerekmez miydi?Onların
(iftiracıların) da bu konuda dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Mademki
şahitler getiremediler, öyle ise onlar Allah nezdinde yalancıların ta
kendisidirler. Eğer dünyada ve ahirette Allah'ın lütuf ve merhameti üstünüzde
olmasaydı, içine daldığınız bu iftiradan dolayı size mutlaka büyük bir azap
isabet ederdi. Çünkü siz bu iftirayı, dilden dile birbirinize aktarıyor,
hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyi ağızlarınızda geveleyip duruyorsunuz.
Bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Halbuki bu, Allah katında çok büyük (bir
suç) tur. Onu duyduğunuzda:
-"Bunu konuşup yaymamız bize yakışmaz. Hâşâ! Bu, çok büyük bir
iftiradır" demeli değil miydiniz?Eğer inanmış insanlarsanız, Allah, bir
daha buna benzer tutumu tekrarlamaktan sizi sakındırıp uyarır. Ve Allah
âyetleri size açıklıyor. Allah, (işin iç yüzünü) çok iyi bilir, hüküm ve hikmet
sahibidir. İnananlar arasında çirkin şeylerin yayılmasını arzulayan kimseler
için dünyada da ahirette de çetin bir ceza vardır. Allah bilir, siz
bilmezsiniz. Ya sizin üstünüze Allah'ın lütuf ve merhameti olmasaydı, Allah çok
şefkatli ve merhametli olmasaydı (haliniz nice olurdu)!”[491]
Bu ayetlerin inişi başta Resulullah (as) olmak üzere bütün müminleri
sevindirdi. Ama iftira yapanların ve yayanların cezası da verilmeliydi. Cenab-ı
Hak bunun üzerine şu iki ayeti indirdi:
وَالَّذينَ
يَرْمُونَ
الْمُحْصَنَاتِ
ثُمَّ لَمْ
يَاْتُوا
بِاَرْبَعَةِ
شُهَدَاءَ
فَاجْلِدُوهُمْ
ثَمَانينَ
جَلْدَةً
وَلَا
تَقْبَلُوا
لَهُمْ
شَهَادَةً اَبَدًا
وَاُولئِكَ
هُمُ
الْفَاسِقُونَ
() اِلَّا
الَّذينَ
تَابُوا مِنْ
بَعْدِ ذلِكَ وَاَصْلَحُوا
فَاِنَّ
اللّهَ
غَفُورٌ رَحيمٌ
"Namuslu
ve hür kadınlara (zina isnadıyla) iftira atan, sonra da (bununla ilgili olarak)
dört şahit getirmeyen kimselerin (her birine) seksen değnek vurun. Onların
ebedî şahitliklerini kabul etmeyin. Onlar fâsıkların ta kendileridir. Ancak (bu
hareketlerine) tövbe edip durumlarını ıslah edenler müstesnadır. Çünkü Allah
çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir."[492]
Ayetlerde, zina iftirası atanlar için üç ayrı hüküm konulmuştur:
1 - İftiracıya seksen sopa vurulacak
2 - Şahitliği ebediyen kabul edilmeyecek
3 - Allah’ın teatinden çıktığı için fasıklıkla vasıflandırılacak.
İftira eden, pişman olur, tövbe ederse fâsıklık vasfını üzerinden
kaldırmış olur.[493]
Bu ayetlerin inmesi üzerine Resulullah (as) Hassan,
Hamne ve Mistah'a zina iftirası cezası olarak seksener değnek vurdurdu.
Abdullah b. Übeyye'ye bu ceza tatbik edilmedi.
Hz. Ebû Bekir kızına yapılan iftiraya karıştığı için Mistah'a vermekte
olduğu yardımı kesmişti. İftira cezası tatbik edildikten sonra Cenabı- Hak:
وَلَا
يَاْتَلِ
اُولُواالْفَضْلِ
مِنْكُمْ
وَالسَّعَةِ
اَنْ
يُؤْتُوا
اُولِى
الْقُرْبى
وَالْمَسَاكينَ
وَالْمُهَاجِرينَ
فى سَبيلِ
اللّهِ وَلْيَعْفُوا
وَلْيَصْفَحُوا
اَلَا تُحِبُّونَ
اَنْ
يَغْفِرَ
اللّهُ
لَكُمْ
وَاللّهُ
غَفُورٌ
رَحيمٌ
“İçinizden faziletli ve servet
sahibi kimseler akrabaya, yoksullara, Allah yolunda göç edenlere (mallarından)
vermeyeceklerine yemin etmesinler; bağışlasınlar; feragat göstersinler.
Allah'ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allah çok bağışlayandır, çok
merhametlidir.”[494]
Ayetini indirdi. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir:
-"Vallahi ben, Allah'ın beni yarlığamasını elbette arzu ederim.
Vallahi ben, artık bunu ondan hiç bir zaman kesmem" dedi ve Mistah'a
vermekte olduğu nafakayı vermeye tekrar devam etti.[495]
İftira, içi başka dışı başka olan iki yüzlü münâfıkların metodudur.
İftiradan sakınmak, iftiraya uğrayan mazlumlara arka çıkmak, zalim ve
iftiracıları yalanlamak gerekir.
19 - Hendek Savaşı ve Kureyza ile Hesaplaşma
Hendek Muharebesi
(Hicrî:5, M.:626)
Hendek Muhârebesi, Yahûdîlerin planlaması ile, İslâm’a muhâlif
topluluklar ve kabîlelerin, Yahûdîlerin ve müşriklerin, hülâsa çeşitli
hiziplerin aralarında anlaşıp, birleşip hep birden İslâm’a saldırmaları
şeklinde olmuş ve bu yüzden adına Ahzab (çeşitli gruplar) Muhârebesi de
denmiştir.
Yahûdîler, Medîne diyârından çıkarıldıktan sonra, fesatlıklarını
sürdürmekte devam ediyorlardı. Yahûdî reislerinden olan Huyey ibn-i Ahtab,
Selem ibn-i Ebil Hukayık ve Kinâne ibn-i Ebî Rabiğ Mekke'ye giderek,
Kureyşlilere;
-"Benî Kureyza kabîlesi, Medîne'de Muhammed ve Eshâbını fenâ bir
hâle sokmak üzere bekliyor. Siz hariçten, onlar da içerden Müslümanların
hesâbını böylece görelim." dediler.
Müşrikler, kendi aralarında görüşüp konuşup karar verme yerleri olan,
kulüplerinde (Dârünnedve'de) toplanarak kararlarını katîleştirdiler.
Bu karar üzerine Ebû Süfyan, 300 atlı, 1500'den fazla develi, diğerleri
yaya olmak üzere 4000 civarında askerle Mekke'den çıktı. Mervüzzahran'a
gelince, Necid tarafından Katafan askerleri gelip müşrik ordusuna katıldılar.
Yahûdîler bununla da kalmayıp, Necid kabîlesinden benî Selim, benî Esed ve Eşa
kabîlelerini, İslam ve Müslümanlara karşı adâvet ve isyanla doldurarak, onların
da gelip Kureyş kabîlesine katılmalarını sağladılar. Böylece, Ebû Süfyan'ın
ordusu gittikçe büyüyerek 10.000 den fazla bir kuvvet olmuştu.
Peygamberimiz'in Eshâbıyla İstişâresi
Allah Rasûlü, Arapların Yahûdîler tarafından kışkırtıldığını ve Kureyş'in
bu teşebbüsünü işittiğinde, Eshâbını topladı. Bu kalabalık kuvvete karşı nasıl
hareket etmeleri husûsunda istişârede bulundu. İstişâre meclisinde bulunanlardan
Selmân-ı Fârisî dedi ki:
-"Yâ Rasûlallâh! Ben bu kadar yaş yaşadım. Birçok harplerde,
darplerde bulundum. Muvâfık görülürse şehrin etrafına müdâfaa için bir hendek
kazalım."[496]
Peygamberimiz, diğer sahâbîlerine döndü; "Siz ne dersiniz?"
buyurdu.
Onlar da aynı görüşü benimsediler.
Bunun üzerine Râsûlüllâh Efendimiz; "Muvâfıktır."
buyurarak Selmân-ı Fârisî'nin görüşünü imza ettiler.[497]
Böylece Müslümanlar hendeğin gerisine sığınmış olacaklar, düşmana okla
mukâbele edecek, düşman da Medîne'ye girmeğe muktedir olamayacaktı.
Rasûlü Ekrem ile Müslümanlar şehrin haricine çıkıp hendek kazmağa
başladılar. Rasûlü Ekrem, bizzat kendisi de kazmayı eline alıp hendek kazardı,
toprak atardı. İbni Revvâha'nın beyitlerini de hep beraber söylüyorlardı.
Beyit şu mealde idi:
-"Allâh'ın lütuf ve hidâyeti olmasaydı, biz ne hidâyete erer, ne
sadakalar verir, ne de ibâdet ederdik. Yâ Rab, bizi huzur ve sükûna kavuştur.
Düşmanla karşılaşırsak bize sabır ve metânet ver. Bize tecâvüz edenler, fitne
çıkararak fesat peşinde koşuyorlar. Biz ise onlara mukâvemet ediyoruz."[498]
Selmân-ı Fârisî (ra), bedenen kuvvetli olduğu gibi bu işlere de alışık
olduğundan, on kişinin işini görüyordu. Ashâbın arasında bulunan Münâfıklar da
Ashabla beraber bu işi yapıyorlardı. Amma ağır çalışmalarından, işi istemeyerek
yaptıkları belli oluyordu.
Hendek Kazılırken Rasûlüllah'ın Zuhur Eden
Mûcizeleri
Hendek kazılırken herşey normal şartlar altında değildi. Hayat şartları
çok zordu. Çünkü mevsim kıştı ve hava çok soğuktu. Ayrıca o yıl Medîne'de kıtlık
da hüküm sürüyordu. Bunun neticesi olarak açlık ve soğukla mücâdele ediliyordu.
Günlerce bir şey yemeden sabredildiği oluyordu. Peygamberimiz, açlık mâni
olmasın diye, çabuk hazmettirip tâkatsiz hâle getirmesin diye karınlarına taş
bağladılar. Ashâbı Kirâm da taş bağladı.
Bu kıtlık ve açlık hâlinde Râsûlüllâh'ın birçok mûcizeleri zuhur etti.[499]
Beşir'in Kızının Bitmeyen Hurmaları
Ensardan, Beşir ibn-i Sa'd'ın kızı ile Beşir'e ve dayısı Abdullah ibn-i
Revvâha'ya götürülmek üzere, annesi hurma göndermişti. Kızcağız geçerken Rasûlü
Ekrem onun elindeki hurmayı görmüştü. Kızcağıza;
-"Şu hurmaları getir bakalım." dedi.
O da Rasûlüllah'ın sözünü dinleyerek, hurmaları O'na götürdü ve beklemeğe
başladı. Kızcağız hurmaları avucuna aldığı zaman avucu dolmamıştı.
Rasûlü Ekrem, bir bez getirerek hurmaları o bezin üzerine yaydı. Bir avuç
hurma, bezi doldurup taşırınca kızcağız hayretler içinde kalmıştı. Rasûlü Ekrem
hendekte çalışanları çağırttırarak öğle yemeğine dâvet etti. Hendekte
çalışanlar hepsi birden gelmeyip, yavaş yavaş gelmeğe başladılar. Onlar yedikçe
hurmalar çoğalıyor ve bir türlü bitmek nedir bilmiyordu.[500]
Câbir (r.a)'ın Koyunu
Ensardan Câbir (ra) Hazretlerinin bir koyunu vardı. Câbir bu koyunu
keserek hendek kazanlara vermek istedi. Ancak tamamına yetmeyeceğini de
biliyordu. Bunun için âilesine koyunu kesmesini ve biraz da arpa ekmeği
yapmasını emretmiş, âilesi de bu emri yerine getirdikten sonra, hemen Rasûlü
Ekrem'in yanına gelerek O'nu yemeğe dâvet etmişlerdi. Rasûlü Ekrem, onun bu
dâvetini memnunlukla karşıladı.
Amma çok geçmeden Medîne sokaklarından;
-"Bu akşam Rasûlüllah ile birlikte akşam yemeğine Câbir'in evine
buyurunuz." sesleri duyulmağa başlamıştı.
Câbir bu sözleri duyunca şaşırmıştı. Çünkü, o sâdece Rasûlü Ekrem'i
yemeğe dâvet etmişti. Böyle bir kalabalığa hazırlıklı olmadığından ne
yapacağını bilemiyordu.
Rasûlüllah ete ve ekmeğe bereket duâsı yaptıktan sonra yanındaki halka;
-"Birbirinizi sıkıştırmadan içeri giriniz" buyurdu.
Onar onar girdiler. Rasûlüllah eti parçalayıp ekmeğin üzerine koyarak
Ashâbına sunmağa başladı. Gelen yedi, giden yedi. Bitiremediler. Bir hayli
yemek de arta kaldı.
Allah Rasûlü, Cabir'in hanımına;
-"Bu kalanı da hem kendin yersin hem de hediye edersin"
buyurdu.
O da der ki:
-"Allah’a yemin ederim ki gelenler bin kişi oldukları ve hepsi de
yiyip doydukları halde çömleğimiz hâlâ olduğu gibi kaynamakta, hamurumuzdan da
olduğu gibi ekmek yapılmakta idi. Ondan biz de yedik, konu komşuya da hediye
ettik."[501]
Ortaya Çıkan Sert Damar ve Çetin Kayanın Fahri
Kâinât'ın Darbesiyle Paramparça Olması
Hendek kazılırken, kazma işlemeyen, kırılmayan sert bir taş kütlesine
rastlandı. Peygamberimize haber verildi. Bu, kendisinin açlıktan karnına taş
bağladığı, Ashâbın da üç gündür bir şey yemediği zamandaydı. Rasûlü Ekrem gelip
o kısma baktı. Ağzına biraz su alıp bir kabın içine püskürdü. Duâ ettikten
sonra sert yere suyu serpti. Balyozu eline alıp oraya vurmasıyle kum gibi
dağıldığı görüldü.
Bütün Müslümanlar, hendeği kazmağa devam ediyorlardı. Hz.Selman'ın
bulunduğu kısımda külünk işlemez çok sert bir kaya ile karşılaşıldı. Sahâbeyi
çok uğraştırdığı halde kimse onu kırıp parçalayamadı. Aletler kırılmış,
çalışanlar âciz kalmıştı. Selman-ı Farisi Rasûlüllah'a haber verdi.
Bunun üzerine Kâinâtın Efendisi gelerek balyozu bizzat mübârek ellerine
aldılar. "Bismillah"
diyerek, balyozu taşa üç kere vurdular.
Birinci vuruşunda, kayanın üçte biri koptu. Darbenin te'sirinden çakan
bir şimşek Medîne'nin iki kayalığının arasını aydınlattı ve Yemen tarafına
sıçradı. Peygamberimiz hemen;
"Allâhü Ekber! Bana Yemen'in anahtarları verildi. Şimdi San'a'nın
kapılarını görüyorum." buyurdu.
İkinci vuruşta, taşın üçte biri daha parçalandı. Çakan şimşek ortalığı
aydınlatıp Şam cihetine sıçradı. Peygamberimiz;
-"Allâhü Ekber! Vallâhi, Bana Şam'ın (Bizansın) anahtarları verildi.
Şu anda kırmızı köşklerini görüyorum." buyurdu.
Üçüncü vuruşta, o çetin kayanın tamamı paramparça oldu. Bu darbe ile
çakan aydınlatıcı şimşek İran tarafına sıçradı. Peygamberimiz;
-"Allâhü Ekber! Bana Fars'ın anahtarları da verildi. Şuradan
Medain'i ve Kisrâ'nın beyaz köşkünü görüyorum"[502]
buyurdu.
Bunlar geleceğe âit müjdelerdi. İslam fütûhatının üç dalga hâlinde bütün
dünyâya yayılacağına işâretti ve öyle de oldu.
Muhârebenin Başlaması
İki hafta gibi kısa bir sürede, hendek mûcizelerle dolu esrar ile tamamen
kazılıp istenilen şekle gelmişti. Müslümanlar sırtlarını dağa vererek üçbin
kişi ile Medîne'yi müdâfaa edeceklerdi.
Vaktâ ki müşrikler Medîne'ye geldiler. Hendekle karşılaşınca dehşete
kapıldılar. Müslümanlar da onları ok yağmuruna tutmuşlardı. Kureyş, hendeğin
öbür tarafında kaldı. Vakit de bir hayli ilerlemişti. Kureyş'in en kuvvetli
tanıdığı, Amr ibn-i Velid hendeği geçti. Onunla Hz.Ali karşılaşıp hemen Amr'ı
şiddetli bir kılıç darbesiyle yere serdi. Hendeği atlarla geçen bâzıları da
orada öldürüldüler. Müslümanlar, ok yağmuruna devam ettiler. O gün ikindi
namazı bile geçmiş sonra kaza etmişlerdi. Akşam olmuştu. Allah Rasûlü, hendeğe
bekçi nöbetçiler bırakarak müşriklerin gece de hendeği geçmelerine fırsat
vermedi. Havanın çok soğuk olmasına rağmen bir gedikte de bizzat Allah Rasûlü
nöbet bekliyor, Ashâbını zaferle müjdeliyordu.
Bu arada, Medîne münâfıkları şöyle diyorlardı:
-"Muhammed bize Kayser'in, Kisra'nın hazînelerini vâdediyor. Biz
ise, bugün hendek içinde mahpus olup, bir adım gidemiyoruz".
Bir ara müşriklerin Müslümanlar üzerindeki şiddet hareketleri oldukça
arttı. Buna benî Kureyza'nın ahdini bozarak, Kureyş'e iltihak haberi eklenince,
Müslümanların durumu daha da zorlaştı. Böylece Müslümanlar arkalarından
vurulmuş oluyorlardı.
Müslümanlar bu anda;
-"Allâhım! Ayıplarımızı ört, maiyyetimizi koru." diye duâ
ediyorlardı.[503]
Peygamber Efendimiz; hiç durmadan Müslümanlara kuvvet ve metânet
veriyordu. Müslümanlar çok sıkılmıştı. Medîne şehri, her taraftan kuşatılmıştı.
Her taraftan Müslümanlar müşriklerle çarpışmaktaydılar. Ayrıca soğuk ve açlık
da Müslümanları perişan ediyordu.
“Harp Hîledir” P¦ò Ǥ¡ l¤ z¤Ûa
O sırada müşrik saflarında olan, Katafanlılardan Naim ibn-i Mes'ud'a
Hz.Allah îman nasîb etti. Naim Müslüman oldu, ama Müslüman olduğunu müşriklere
söylemedi. Geceleyin bir fırsatını bulup hendeğin kenarında nöbet bekleyenlere
Müslüman olduğunu ve Rasûlü Ekrem'in huzuruna çıkmak istediğini söylemişti.
Buna çok sevinen nöbetçiler hemen Rasûlallâh'ın huzûruna çıkardılar. Rasûlü
Ekrem de onun Müslüman olduğunu öğrenince çok sevindi. Çünkü, harp esnâsında
birini elde etmek gâlibiyeti elde etmek demekti.
Rasûlü Ekrem'in yanında şehâdet getiren İbni Mes'ud;
-"Ben ve arkadaşlarım İslâmı seçtik. Dînimizi bilmiyoruz. Bize
yardım edin. Ben de size, ehli İslâm'a hizmet etmek istiyorum" dedi.
Rasûlü Ekrem de;
-"Muhârebede hîle mübahtır. Zâten harp hîle demektir. Sen de
istediğin şeyi yapabilirsin." diye müsaade etmişti.
Keskin fikirli bir adam olan İbni Mes'ud yapacağı şeyi tamamen Rasûlü
Ekrem'e anlatmıştı. Plânı çok güzeldi.
İbni Mes'ud tekrar geldiği yere geri döndü. Kureyza kabîlesi daha O'nun
Müslüman olduğunu bilmiyordu. Nâim Kureyzaya varınca şöyle dedi:
-"Kureyş, havaların çok soğuk ve zor olmasından dolayı harpten
bıktı. Yarın onlar giderlerse siz Muhammed ve Eshâbıyla beraber kalacaksınız.
Ahdinizi bozup düşmanla birleştiğiniz için acaba hâliniz ne olur?. Bana kalırsa
siz Kureyş ve Katafanın eşrâfından bir takım adamları rehin olarak almalısınız
ki onlar da bu harbi bitirmeden gitmesinler. Yoksa, sonra siz harp meydanında
fedâi koç gibi kalırsınız." Onlara, bu sözünün çok gizli tutulmasını
söyledi. Benî Kureyza bu sözleri çok mantıklı buldu. Nâim'in tavsiyesinden
dolayı kendisine teşekkür ettiler.
Naim ibn-i Mes'ud, benî Kureyza'dan sonra, Ebû Süfyan'ın yanına gitti.
Onlara da;
-"Yahûdîler, Muhammed'e olan ahitlerini bozduklarından dolayı çok
pişman olmuşlar, O'nunla yine anlaşmışlar. Suçlarını affettirmek üzere Kureyş
ve Katafan eşrafından 70 kişiyi Muhammed'e teslim etmeği vaadetmişler. Sizden
rehin isterlerse kat'iyyen vermeyiniz. Benîm bu sözümü de sakın hiç kimseye
söylemeyiniz." dedi.
İşte böylece iki kabîle arasında şüphe yer almış, birbirine îtimatları
kalmamıştı.
Sabah olunca, Ebû Süfyan Kureyza kabîlesine harp etmeleri için bir heyet
gönderdi. Benî Kureyza da;
-"Bugün Sept (Cumartesi) günüdür. Biz harp edemeyiz" diye
mâzeret gösterdiler.
-"Ancak öbür gün harp edebiliriz. O da şu şartla ki; bize
eşrafınızdan birkaç kişiyi rehin vermelisiniz. Tâ ki sizden emin olalım."
dediler.
Kureyza'nın bu hâli, Nâim'in dediğini doğruluyordu. Kureyş'in îtimadı
böylece iyice sarsılmış oldu.[504]
Peygamber Efendimiz'in Duâsı ve Zaferin Kazanılması
Bu esnâda, Allah Rasûlü kurtuluşun çabuk olması için Cenâb-u Hakk'a şöyle
duâ ediyor, yalvarıyordu:
-"Allâhümme münzilel'kitâb, serîal'hisâb, ihzimil'ahzâb; (Ey kitâbı
indiren Allâhım! Ey hesabı çabuk gören Allâhım! Sana, Senin dînine, Senin
Rasûlüne, Sana îmân eden mü'min kullarına düşman olan şu kâfirler topluluğunu
hezîmete uğrat! Müşriklere ve yahûdîlere bozgun ver! Aralarına zelzele ve
ıstırab düşür! Onları sars, onlar üzerine bize nusrat ver..."
Râsûlüllâh Efendimiz, yerden bir avuç toprak alarak;
-"Şâhetil vücuh (yüzler yere sürünsün)"[505]
diyerek düşmanlar üzerine attı. Büyük bir mûcize zuhur etti.
Fahri Kâinât'ın bu duâ ve niyâzının arkasından Cenâb-u Hakk kasırga
hâlinde şiddetli bir rüzgar gönderdi. Öyle şiddetli ki; ağaçları koparıyor,
yerden kaldırdığı tozu düşmanın yüzüne çarpıyor, eşyayı kaldırıp yerden yere
vuruyor, çadırları söküyordu. Yemek kazanları bile altüst olmuş, herşey dehşet
saçıyordu.
Kureyşliler, Müslümanlar karanlıkta hücum ederler diye korkmağa başladı.
Daha sabah olmadan zâten yola koyulmuşlardı. Böylece Hazreti Allah mü'minlere,
lütfu ile, inâyeti ile yardımını göstermişti.
Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de Hendek savaşı hakkında şöyle buyurur:
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
اذْكُرُوا نِعْمَةَ
اللّهِ
عَلَيْكُمْ
اِذْ جَاءَتْكُمْ
جُنُودٌ
فَاَرْسَلْنَا
عَلَيْهِمْ ريحًا
وَجُنُودًا
لَمْ تَرَوْهَا
وَكَانَ
اللّهُ بِمَا
تَعْمَلُونَ
بَصيرًا ()
اِذْ
جَاؤُكُمْ
مِنْ
فَوْقِكُمْ
وَمِنْ
اَسْفَلَ
مِنْكُمْ
وَاِذْ
زَاغَتِ
الْاَبْصَارُ
وَبَلَغَتِ
الْقُلُوبُ
الْحَنَاجِرَ
وَتَظُنُّونَ
بِاللّهِ
الظُّنُونَا
“Ey iman edenler! Allah'ın size
olan nimetini hatırlayın; hani size ordular saldırmıştı da, biz onlara karşı
bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah ne yaptığınızı çok
iyi görmekteydi. Onlar hem yukarınızdan hem aşağı tarafınızdan (vâdinin
üstünden ve alt yanından) üzerinize yürüdükleri zaman; gözler yıldığı, yürekler
gırtlağa geldiği ve siz Allah hakkında türlü türlü şeyler düşündüğünüz zaman.”[506]
Ayetlerinin müjdesiyle Savaş Bedir gibi Müslümanların zaferiyle
sonuçlandı.
Beni Kureyza Gazası
Kureyza oğulları: İslâm
düşmanları, Hendek muhasarasını kaldırıp gidince Resûlullah (as), evine gelerek
silahlarını çıkarıp yerine koymuş ve yıkanmıştı. Bu arada Cibrîl (as) Peygamber
(as)'e geldi ve:
-"Sen silahını çıkarmışsın! Vallahi biz melekler henüz silahlarımızı
çıkarmadık. Haydi onlara doğru yola çık!" dedi. Peygamber:
-"Nereye?" diye sorunca; Cibrîl, Kurayza oğulları yurdunu
işaret ederek:
-"İşte şuraya" dedi.
Bunun üzerine Peygamber (as), Kurayza oğullarına doğru hareket etti.[507]
Enes İbn Malik der ki;
-"Resûlullah (as) Kurayza oğullarına sefer ettiğinde, Cibril'in
melek alayının Ganma oğulları sokağından geçtikleri sırada yükselen tozunu
bugün bile hâla görür gibiyim."[508]
Hz. Peygamber (as), ordusuyla Kurayza oğulları yurduna varıp onları
kuşatma altına aldı. Kuşatma yirmi beş gece sürdü. Kurayza oğulları muhasaranın
gittikçe uzamasından ve şiddetlenmesinden dolayı büyük bir sıkıntıya düştüler;
teslim olmaktan başka çare kalmadığını anladılar. Resûlullah (as)'e, kendileri
hakkında hüküm vermek ve onun vereceği hükme göre teslim olmak üzere bir hakem
tayinini istediler. Peygamber de;
-"Ashabımdan istediğiniz kimseyi hakem seçiniz" dedi. Bunun
üzerine Sa'd İbn Muaz'ı hakem seçtiler.[509]
Resûlullah (as), bunlar hakkında hüküm vermesini Sa'd İbn Muâz'a havale
etti. Sa'd da: "Ben onlar hakkında şöyle hüküm veriyorum: Bunların
savaşanları öldürülsün, kadınları ve çocukları esir edilsin, malları da taksim
olunsun" dedi.[510]
Kurayza kâbilesi, Müslümanları böyle görünce, Allah onların kalbine bir
korku verdi. Ok atarak mukabele etmeğe başladılar. Fakat, Müslümanlar herşeye
rağmen onların kalelerini kuşattı. Böylece 25 gün muhasara altında kaldılar.
Sonra benî Nâdir kabîlesinin yaptıkları gibi silahlarını bırakmak şartı ile mal
ve canlarını alarak memleketlerini terk etmeğe râzı oldular.
Fakat, Allah Rasûlü onların bu isteklerini kabul etmedi. Çünkü, Hz.Allah
onlar hakkında idam hükmünü vermişti. Onların niyetleri Müslümanların kökünü
kazımaktı.
Benî Kurayza, Peygamberimiz'den, Evs kabîlesinden Ebû Lübabe'nin istişâre
için yanlarına gönderilmesini istediler. Bunun üzerine Ebû Lübabe, gönderildi.
Ebû Lübabe, Medîne Yahûdîlerinden Müslüman olmuş servet sâhibi bir kimse idi.
Peygamberimiz, kendisine kıymet verirdi. Peygamberimiz, Ebû Lübabe'yi
gönderirken; "git onlara Allah ve Rasûlü için nasihat et." buyurdu.
Ebû Lübabe, Kale Kapısından Yanlarına Vardı
Kureyza yahûdîleri O'na;
-"Yâ Eba Lübabe! Sen ne dersin? Muhammed bize, 'benim hükmüm ile
kaleden dışarı çıkın!' dedi" dediler.
Ebû Lübabe de onlara nasihat etti. Fakat, bu arada bir eliyle sakalını
bir eliyle de boğazını tutarak,
-"Başınızı keser bilmiş olasınız" diye, harbetmelerine işâret
etti.
Fakat, onun bu hareketi bir nevi ihanetti. Sonra çok pişman oldu.
Medîne'ye gelerek kendini Mescidi Nebevi'nin direğine bağlayarak affolunmadan
hiçbir şey yemeyeceğini, içmeyeceğini söyleyip ağlayıp, Allâh'ın hükmünü
bekledi.
Allâh'ın Rasûlü, Benî Kurayza'nın yaptıklarını hüküm vermek üzere, Evs
kabîlesinin reislerinden Sa'd ibn-i Muaz'ı hakem olarak seçti. Sa'd da Hendek
Harbinde yaralanmış, kendisi mescidde tedavi ediliyordu. Sa'd ibn-i Muaz, Benî
Kurayza'nın ihanetine hükmetti ve haklarında şöyle karar beyân etti:
"Erkek Yahûdîler îdam edilecek, kadınlar ve çocuklar esir olacak. Malları
ganîmet olacak".
Peygamberimiz O'na;
-"Ey Saad! Aynen Allâh'ın hükmünü verdin." dedi. Kararından
memnun oldu.
Benî Kureyza Yahûdîlerine bu hüküm hemen tatbik edildi. Onlardan kalan
ganîmet, 1500 kılıç, 300 zırh, 1000 mızrak, 500 kalkan ve ok, koyun, deve ve
diğer bâzı mallardır.
Hz. Peygamber (as), onları Medine'de bir evde hapsettikten sonra,
hendekler kazdırmış ve eli silah tutan erkeklerin boynunu vurdurmuş,
kadınlarını, çocuklarını ve mallarını da Müslümanlar arasında taksim etmiştir.
Cenab-ı Allah, bu hususu Kur'ân-ı Mubînin de şöyle dile getirir:
Ò Ó ë
¤á¡èî©b î ¤å¡ß ¡lb n¡Ø¤Ûa ¡3¤ç a ¤å¡ß
¤á¢çë¢ çb à åí© £Ûa
4 ¤ã a ë
b7¦Ôí© Ï
æë¢¡¤b m ë æì¢Ü¢n¤Ô m b¦Ôí© Ï
k¤Ç¢£Ûa ¢á¡è¡2ì¢Ü¢Ó ó©Ï
“Allah, ehl-i kitaptan, onlara (müşrik ordularına)
yardım edenleri kalelerinden indirdi ve kalplerine korku düşürdü; bir kısmını
öldürüyor, bir kısmını da esir alıyordunuz."[511]
Rasûlüllah (as)'ın Cahş Kızı Zeyneb'le Evlenmesi
Hicretin 5. senesi, Zilkâde ayı.
Hz. Zeynep binti Cahş, Resûl-i Ekrem Efendimizin
halası Ümeyme binti Abdülmuttalib'in kızı idi. Daha önce Peygamber Efendimizin
evladlık edindiği Hz. Zeyd bin Hârise ile evlenmişti. Bu evliliğin dünürlüğünü
de bizzat Resûl-i Ekrem Efendimiz yapmıştı.[512]
Hz. Zeynep ve ailesi böyle bir evliliği
istemedikleri halde sırf Peygamber Efendimizin ısrarı üzerine rıza göstermişlerdi.
Hz. Zeyd, izzetli zevcesi Hz. Zeynep'i kendisine mânen küfüv (denk) bulmuyordu.
Bu durum mânevî imtizaçsızlığa sebep oluyordu. Nitekim evliliklerinin birinci
yılı henüz bitmişken, Hz. Zeyd, Peygamber Efendimize gelerek,
-"Yâ Resûlallah! Ben, âilemden ayrılmak
istiyorum" dedi.
Peygamberimizin cevaben,
-"Zevceni tut boşama! Allah'tan kork"
buyurdu.[513]
Fakat Hz. Zeyd, ferasetiyle Hz. Zeynep'in yüksek bir
ahlâkta yaratılmış olduğunu ve bir peygamber hanımı olacak fıtratta bulunduğunu
hissetmişti. Kendisini de ona zevc olacak fıtratta mânen küfüv bulmadığı için
boşadı. Peygamber Efendimiz, mânevî geçimsizlik sebebiyle Hz. Zeyd ve Hz. Zeynep arasındaki evliliğin son
bulmasından son derece üzüldü. Çünkü, bu evliliği kendisi arzu etmişti.
Durumun düzeltilmesi, mahzun Zeynep (r.a.) ile
hâdiseden dolayı üzülen akrabalarının gönlünün alınması gerekiyordu.
Hz. Zeynep'in iddeti (boşandıktan sonra beklemesi
gereken müddet) dolmuştu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz birgün Hz. Âişe Validemizle
oturmuş sohbet ediyordu. Bu esnada kendisine vahiy geldi. İnen âyetlerde
Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyordu:
وَاِذْ
تَقُولُ
لِلَّذى
اَنْعَمَ
اللّهُ عَلَيْهِ
وَاَنْعَمْتَ
عَلَيْهِ
اَمْسِكْ عَلَيْكَ
زَوْجَكَ
وَاتَّقِ
اللّهَ وَتُخْفى
فى نَفْسِكَ
مَا اللّهُ
مُبْديهِ
وَتَخْشَى
النَّاسَ
وَاللّهُ
اَحَقُّ اَنْ
تَخْشيهُ
فَلَمَّا
قَضى زَيْدٌ
مِنْهَا
وَطَرًا
زَوَّجْنَاكَهَا
لِكَىْ لَا
يَكُونَ
عَلَى
الْمُؤْمِنينَ
حَرَجٌ فى
اَزْوَاجِ
اَدْعِيَائِهِمْ
اِذَا قَضَوْا
مِنْهُنَّ
وَطَرًا
وَكَانَ
اَمْرُ اللّهِ
مَفْعُولًا ()
مَا كَانَ
عَلَى النَّبِىِّ
مِنْ حَرَجٍ
فيمَا فَرَضَ
اللّهُ لَهُ
سُنَّةَ اللّهِ
فِى الَّذينَ
خَلَوْا مِنْ
قَبْلُ وَكَانَ
اَمْرُ
اللّهِ
قَدَرًا
مَقْدُورًا
-"Zeyd o hanımla
alâkasını kesince Biz onu sana nikâhladıktâ ki evlâtlıklarının boşadığı
hanımlarla evlenmenin mü'minler için günah olmayacağı anlaşılsın. Allah'ın emri
işte böylece yerine getirilmiştir."
-"Allah'ın kendisi
için takdir ettiği şeyi yerine getirmesinde Peygamber için bir vebâl yoktur.
Daha önce geçen peygamberler hakkında da Allah'ın kanunu böyledir. Allah'ın
emri, tâyin edilmiş ve değişmez bir hükümdür."[514]
Vahiy hali sona erince, Kâinatın Efendisi Peygamber
Efendimiz (a.s.) gülümsedi,
-"Allah'ın, onu bana gökte nikâhladığını,
Zeynep'e, kim gidip müjdeler?" buyurdu.
Âyet-i kerimelerden açıkça anlaşılacağı gibi,
Cenâb-ı Hak, Hz. Zeynep'i zevceliğe alması için Peygamberimize emir vermiştir.
Resûl-i Ekrem Efendimiz de bu emre uyarak Hz. Zeynep'i zevceliğe almıştır.
Âyet-i kerimedeki; "Biz onu sana zevce yaptık" beyanı bu nikâhın bir akdi semavi olduğuna açıkça delâlet ediyor. Demek
ki, bu nikâh, harikulâde, örf ve zahiri muâmelelerin üstünde sırf Allah'ın
emriyledir ki, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Allah'ın emrine boyun eğmiştir. Nefsî
arzularla hiçbir ilgisi yoktur.
Bu evliliğin mühim bir hikmetiCenâb-ı Hakkın
emriyle, Peygamber Efendimizle (a.s.) Hz. Zeynep arasında kurulan bu evliliğin
ehemmiyetli bir şer'i hükmü olduğu gibi, Bütün mü'minleri ilgilendiren bir
hikmet ve fayda tarafı da vardı. Bu da konu ile ilgili gelen vahyin:
وَاللّهُ
اَحَقُّ اَنْ
تَخْشيهُ
فَلَمَّا قَضى
زَيْدٌ
مِنْهَا
وَطَرًا
زَوَّجْنَاكَهَا
لِكَىْ لَا
يَكُونَ
عَلَى
الْمُؤْمِنينَ
حَرَجٌ فى
اَزْوَاجِ
اَدْعِيَائِهِمْ
اِذَا قَضَوْا
مِنْهُنَّ
وَطَرًا
"Tâ ki,
evlâtlıklarını, kendilerinden alâkalarını kestikleri zevcelerini almakta
mü'minler üzerine günah olmasın" kısmında beyan buyurulmuştur. Çünkü, Cahiliyye Devrinde, bir kimse
birisini evlât edindiği zaman, halk, evlâtlığı, onun adıyla anar ve evlâtlık,
öz evlât gibi o kimsenin mirasından faydalanırdı. Haliyle bu inanca göre,
evlâtlığın boşadığı kadını, onu evlât edinen kimse alamazdı, bu haramdı."
İşte, Peygamber Efendimizin, Allah Teâlânın emrine
uyarak, Hz. Zeynep'i zevceliğe almasıyla Cahiliyye Devrinin bu inanç ve
âdetinin bâtıl olduğunu ortaya kondu. Böyle bir durumda mü'minler için de vebâl
ve günahın söz konusu olamayacağı belirtildi.
Münafıkların
Dedikoduları
Peygamber Efendimiz (a.s.) Hz. Zeynep'le evlenince,
her meselede fırsat kollayıp, Müslümanlar arasında fitne ve fesatı çıkarmaya
can atan münafıklar, bu meselede de ileri geri konuşmaya başladılar. Cahiliyye
Devri inancına göre, evlâtlığın boşadığı karısını almayı haram sayıp, bunu
Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.) aleyhinde dedikodu vesilesi yapıp,
-"Muhammed, evlâdın karısıyla evlenmeyi haram
kıldı. Kendisi ise oğlu Zeyd'in boşadığı karısıyla evlendi" diyerek
yaygaraya başladılar.[515]
Gelen vahiy bu hususa da açık bir şekilde şöyle
cevap veriyordu.
Cahiliyye Devrinin bu evlâd edinme âdeti Kur'ân-ı
Kerîmin şu âyet-i kerimeleriyle ortadan kaldırılmıştır.
مَا
جَعَلَ
اللّهُ
لِرَجُلٍ
مِنْ
قَلْبَيْنِ
فى جَوْفِه
وَمَا جَعَلَ
اَزْوَاجَكُمُ
الّئ
تُظَاهِرُونَ
مِنْهُنَّ
اُمَّهَاتِكُمْ
وَمَا جَعَلَ
اَدْعِيَاءَكُمْ
اَبْنَاءَكُمْ
ذلِكُمْ
قَوْلُكُمْ
بِاَفْوَاهِكُمْ
وَاللّهُ
يَقُولُ
الْحَقَّ
وَهُوَ يَهْدِى
السَّبيلَ ()
اُدْعُوهُمْ
لِابَائِهِمْ
هُوَ
اَقْسَطُ عِنْدَ
اللّهِ
فَاِنْ لَمْ
تَعْلَمُوا
ابَاءَ هُمْ
فَاِخْوَانُكُمْ
فِى الدّينِ
وَمَوَاليكُمْ
وَلَيْسَ
عَلَيْكُمْ
جُنَاحٌ فيمَااَخْطَاْتُمْ
بِه وَلكِنْ
مَا تَعَمَّدَتْ
قُلُوبُكُمْ
وَكَانَ
اللّهُ
غَفُورًا
رَحيمًا
"... Allah
evlâtlıklarınızı, oğullarınız hükmünde kılmamıştır. Bunlar sizin ağzınızdaki
mânâsız bir sözden ibârettir. Allah ise hakkı bildiriyor ve kullarını doğru
yola iletiyor."Onları kendi babalarına nisbet edin; Allah katında doğru
olan budur. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, zâten onlar sizin din
kardeşleriniz ve dostlarınızdır. Bu hususta unutarak veya bilmeyerek yaptığınız
hatadan dolayı sizin için bir günah yoktur; siz ancak kasten yaptıklarınızdan
mes'ulsünüz. Allah ise çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir." [516]
مَا
كَانَ
مُحَمَّدٌ
اَبَا اَحَدٍ
مِنْ
رِجَالِكُمْ
وَلكِنْ رَسُولَ
اللّهِ
وَخَاتَمَ
النَّبِيّنَ
وَكَانَ
اللّهُ
بِكُلِّ
شَىْءٍ
عَليمًا
"Muhammed
hiçbirinizin babası değildir; o Allah'ın Resûlüdür ve peygamberlerin
sonuncudur. Allah ise herşeyi hakkıyla bilir."[517]
Peygamberlerin, ümmetlerine bir baba gibi nazar ve
hitapları risâlet vazifesi itibariyledir, beşeri şahsiyetleri itibariyle
değildir. Bu bakımdan, elbette onlardan zevce almanın uygun olmayacağından
bahsedilemez. Kur'ânı Kerim, zihinlerde bu hususta uyanacak herhangi bir
istifhamı bertaraf etmek maksadıyla, aldığımız son âyet-i kerime ile şöyle
demektedir:
-"Peygamber rahmeti İlâhiye hesabıyla size
şefkat eder, pederâne muâmele eder ve risâlet namına siz Onun evlâdı gibisiniz.
Fakat şahsiyeti insaniye itibariyle pederiniz değildir ki, sizden zevce alması
münasip düşmesin! Ve sizlere 'oğlum' dese, ahkâmı şeriat itibariyle siz onun
evlâdı olamazsınız!"[518]
Böyle bir çok cihetlerden hikmetleri bulunan ve
hayırlara vesile olan bu pâk ve nezih evliliğe toz kondurmak ve bununla da
Resûl-i Kibriyâ Efendimizin yüce şahsiyetine gölge düşürmek niyetiyle çırpınıp
duranların, hüsni niyetten ne kadar uzak ve maksadı hareket ettikleri, elbette
ki, bu izahlarımız neticesinde, basiret ve feraset sahibi mü'minlerin gözünden
kaçmaz.
Düğün ziyafeti ve Bir
Mu'cîze
Evliliklerinde Ashabına düğün ziyafeti tertiplemek,
Resûl-i Ekrem Efendimizin bir âdeti idi. Bu âdet, Müslümanlar arasında da
günümüze kadar sünnet olarak devam edip gelmiştir.Fahr-i Kâinat Efendimiz, Hz.
Zeynep'le evlendiği gün, Enes bin Mâlik'in annesi Ümmü Süleym, kendilerine
yağda kavrulmuş biraz Medine hurması gönderdi. Gönderilen hurma küçük bir kap
içinde ancak Peygamber Efendimiz ve Hz. Zeynep'e kâfi gelebilecek kadardı.
Hâdiseyi, bu bir avuç hurmayı getiren,
-"Hâdimi Nebevî" ünvaniyle şöhret bulan
Hz. Enes bin Mâlik şöyle anlatır:
-"Nebî (a.s.) götürdüğümü kabul etti ve 'Bana,
Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali'yi (r.a.) çağır' diye emretti. Bu arada daha
birçok kimsenin ismini zikretti. Resûlullahın azıcık bir yiyecek için birçok
kimseyi çağırmayı bana emretmesine şaştım. Ama emrine aykırı hareket edemezdim.
Onların hepsini çağırdım.
-"Bu sefer, 'Bak, Mescid'de kim varsa, onları
da çağır' dedi. Öyle yaptım. Mescid'e gidip, orada namaz kılan kimi buldumsa
onlara, 'Resûlullahın düğün ziyafetine buyurunuz' dedim."
Geldiler. Nihayet sofra doldu. Bana, 'Mescid'de
kimse kalmadı mı?' diye sordu. 'Hayır' dedim.
-"Bu sefer, 'Bak, yolda kim varsa, onları da
çağır' dedi. "Çağırdım. Odalar da doldu. 'Gelmeyen kimse kaldı mı?' diye
sordular.
-"Hayır, yâ Resûlallah!" dedim.
-"Haydi çanağı getir' buyurdu.
-"Getirip önüne koydum. Elini çanağın üzerine
koyup bereket duâsında bulundu. Bundan sonra, 'Onar onar halkalansınlar ve
herkes kendi önünden yesin' buyurdu."
Dâvetliler emredilen şekil üzere oturarak doyuncaya
kadar yediler. Böylece bütün dâvetliler bölük bölük gelip yiyip gittiler.
-"Ben çanaktaki hurmaya bakıyordum. Sofada ve
odalarda bulunanların hepsi ondan doyuncaya kadar yedikleri halde çanaktaki
hurma getirdiğim gibi duruyordu.
-"Resûlullah bana, 'Ey Enes! Kaldır' diye
emretti.
-"Ben de çanağı kaldırdım. Sonra da annemin
yanına vardım. Hâdiseyi. olduğu gibi anlattım. Annem de bana,
-'Hiç hayret etmene gerek yok! Eğer, Allah ondan
bütün Medinelilerin yemesini dilemiş olsaydı, hepsi de yer ve doyarlardı'
dedi."[519]
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (a.s.) dini, dâveti ve
risaleti umumî olduğu için, hemen hemen Kâinatın her nevinden mucîzelere mazhar
olmuştur. Duâsıyla yemeklerin bereketlenmesi hususunda da birçok mucîzeler
göstermiştir. Mevzu ile ilgisi bakımından bu mucîzeyi burada naklettik. Ve, duâ
ediyoruz:
-"Yâ Rab! Resûl-i Ekremin (a.s.) bereketi
hürmetine bize ihsan ettiğin maddî ve mânevî rızkımıza bereket ihsan
eyle!" [520]
Müzeynelerin
Müslüman Olmaları
Medine
yakınlarındaki ikâmet etmekte olan Müzeyne Kabilesinden 10 kişilik bir heyet
Medine'ye gelerek Resûl-i Ekrem Efendimizin huzurunda Müslüman oldular.
Heyetin
başında Huzâî bin Abd-i Nühm bulunuyordu. Huzâî Müslüman olup Peygamber
Efendimize bîat edince yurduna döndü ve kavmini Müslüman olmaya dâvet etti.
Müzeyneler,
-"Biz
senin sözüne itaat ederiz" diyerek Müslüman oldular ve Medine'ye bir heyet
gönderdiler.
Hicretin
5. yılı Receb ayında Müzeynelerin Mudar kolundan Müslüman olmak üzere Medine'ye
gelenlerin sayısı dört yüzdü. Resûl-i Ekrem Efendimiz, onları yurtlarında
ikâmet etmelerine rağmen Muhacirler sınıfından saydı ve,
-"Siz
nerede olursanız olunuz, Muhacirsiniz. Muhacirler şerefini hak ettiniz.
Mallarınızın başına dönünüz"[521]
buyurdu.
Bu
emir üzerine Müzeyneler yurtlarına döndüler.
Selmânı
Farisî'nin Kölelikten Kurtarılması
Selmânı
Farisî Hazretleri daha önce Yahudilerin kölesi idi. Resûl-i Ekrem Efendimiz bir
gün kendisini çağırarak,
-"Ey
Selmân! Kendini kölelikten kurtarmak için efendinle pazarlık yap anlaş"
dedi.
Hz.
Selmân, efendisine durumu arz edince, o,
-"Üç
yüz hurma fidanını diker ve Ayrıca kırk ukiyye (bin altı yüz dirhem) altın
verirsen azad ederim" dedi.
Bunun
üzerine Hz. Selmân, Resûl-i Ekrem Efendimizin yanına gelip durumunu arz etti.
Peygamber
Efendimiz Ashabına,
-"Kardeşinize
yardım ediniz" buyurdu. Bu emir üzerine Sahabîler bir anda kendi
aralarında üç yüz hurma fidanını topladılar. Hurma fidanları toplanınca
Peygamber Efendimiz,
-"Ey
Selmân! Git de şu fidanlar için çukurlar kaz! Bitirince de gelip bana haber
ver. Ben onları kendi elimle dikeyim!" diye ferman etti.
Sahabîlerin
de yardımıyla Hz. Selmân çukurları kazıp bitirince, Efendimize gelip durumu
haber verdi.
Resûl-i
Kibriyâ Efendimiz, bizzat mübârek eliyle biri müstesnâ, diğer hurma fidanlarını
dikti. O sene zarfında Efendimizin diktiği bütün fidanlar hurma verdi. Yalnız,
başkasının diktiği bir tek fidan hurma vermedi. Peygamber Efendimiz onu da
çıkardı, yeniden dikti. O da meyve verdi.
Böylece
Hz. Selmân, Benî Kurayza Yahudilerinden olan Efendisine hurma ağaçları borcunu
ödemiş oldu.[522]
Hurma
ağacı borcunu ödeyen Hz. Selmân'ın sadece altın borcu kalmıştı. Bunu da bizzat
Hz. Selmân şöyle anlatır:
-"Resûlullah
(a.s.), gazâların birinden tavuk yumurtası kadar bir altın külçesi getirmişti.
Beni huzuruna çağırttı ve,
-'Ey
Selmân! Bunu al, borcunu öde' buyurdu.
-"Ben
Yâ Resûlallah dedim, bu kadarcık altın parçası ile borcum ödenmez ki deyince,
-"Külçeyi
eline alıp tükürüğünü sürdü ve 'Al bunu! Allah, senin borcunu bununla
ödeyecektir!' buyurdu.
-"Bunun
üzerine ondan aldığım altın parçasını tartıp alacaklıya verdim. Borcum olan
kırk ukiyyeyi (bin altı yüz dirhem) verdikten sonra o tavuk yumurtası kadar
olan altın parçası eskisi gibi bana kaldı"[523]
Ensardan
Sa'd bin Muaz Hazretleri Vefât Etti
Sa'd
bin Muaz Ensarın en üstün fazilete sahip şahsiyetlerinden biri idi. Mus'ab bin
Umeyr Hazretleri Resûl-i Kibriyâ Efendimizin emriyle Medine'ye Kur'an öğretmek
üzere geldiği zaman Müslüman olmuştu. Müslüman olduğunu duyan
Abdü'l-Eşheloğullarından kadın, erkek hepsi de o gün Müslüman olmuşlardı.
Bu
kahraman ve fedakâr Sahabî, Hendek günü kolundan bir okla vurulmuş, kolunun
damarı kesilmişti. Yarası ağır ve ızdırap verici idi. Resûl-i Kibriyâ
Efendimiz, bu kahraman Sahabî yaralandığı zaman ona Allah rızası için yaralıların
tedavisi ile meşgul olan Ensar kadınlarından Rüfeyde adındaki hâtunun çadırında
yer ayırtmıştı.
Kurayzaoğulları
hakkında hüküm vermesinden kısa bir müddet sonra bu ağır yarası tekrar deşildi
ve çok geçmeden de Hicretin beşinci yılında 37 yaşında şehid olarak vefât
etti.Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ve Müslümanlar vefâtından son derece müteessir
oldular. Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:
-"Sa'd
bin Muaz'ın vefâtıyla Arş-ı Âlâ titredi ve cenazesinde yetmiş bin melek hazır
bulundu." Hz. Sa'd'ın cenaze namazını da bizzat Peygamberimiz kıldırdı.[524]
Hz.
Âişe der ki:
-"Resûlallah
(a.s.m.) ile iki Sahabîsinden (Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer) sonra, vefâtı
Müslümanlara, Sa'd bin Muaz'dan daha ağır gelen bir kimse yoktu."[525]
Muğire
bin Şu'be Müslüman Oldu
Muğire
bin Şu'be dört Ara dâhisinden biri idi. Belli ve büyük meseleleri halletmede
son derece mâhirdi. İri yarı ve heybetli bir zattı. Hendek Savaşı yılında
Müslüman oldu ve Muhacir olarak Medine'ye geldi.
Medine'de
Zelzele ve ay Tutulması Vuku Buldu
Hicretin
beşinci yılında Medine'de zelzele oldu. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz bunun üzerine
şöyle buyurdu:
-"Rabbiniz,
sizi razı olacağı duruma döndürmek istiyor. O halde siz de, onun rızasını
dileyiniz."[526]
Resûl-i
Kibriyâ Efendimiz bu ifadeleri, yeryüzü ile üzerinde yaşayan insanların
hareketleri arasına münasebetin bulunduğunu ortaya koyuyor ve dünyanın hareket
ve zelzelesinde vahy ve ilhama mazhar olarak emir altında deprendiğini beyan
ediyordu!Yine hicretin 5. Yılı Cemaziyelâhir ayında ay tutuldu.
Resûl-i
Kibriyâ Efendimiz, ay tutulması geçinceye kadar, husûf namazı[527]
kıldırdı.[528]
Cahiliyye
Devrinde insanlar,
-"Güneş
ve ay, ancak yeryüzü halkının büyüklerinden bir büyük için tutulur" bâtıl
inancını taşırlardı.
Resûl-i
Kibriyâ Efendimiz şu sözleriyle bunun doğru olmadığını açık bir şekilde ifade
etti:
-"Şüphesiz
ki, güneş ve ay, hiçbir kimsenin ölümü veya doğumu sebebiyle tutulmazlar."
Onlar, Allah'ın kudret ve azametini gösteren alâmetlerden iki alâmettir!"
Siz onların tutulduğunu gördüğünüz zaman, namaza durunuz!"[529]
Peygamberimiz
bu sözleriyle Cahiliyye Devri insanlarının bu bâtıl inançlarını değiştirmiş,
güneş ve ay tutulmalarının Allah'a ibâdet vakti olduğunu beyan buyurmuşlardır.
Bu vakitlerde insanlar, boş şeylerde değil, Allah'a ibâdet ve tâatle meşgul
olmaları gerektiğini ifade etmişlerdir. Şurası da unutulmamalıdır ki, ibadet ve
duânın sebebi ve neticesi emir ve Allah'ın rızasıdır, faydası ise âhirete
aittir. Eğer namaz ve ibâdetten dünyevî bir maksat niyet edilse, yalnız onlar
için yapılırsa, o namaz batıl olur. Bu sebeple, güneş ve ay tutulmaları
halinde, onların açılması niyetiyle ve kasdıyla namaz kılınmaz. Belki, güneş ve
ayın tutulması zamanları bu çeşit ibadetin vakitleri olarak bilinmeli ve sırf
Allah'ın rızası kasdedilerek namaz kılınmalıdır.[530]
20 - Hudeybiye Barışı ve Tahlili
Hz. Peygamber ve ashabının Kabe'yi ziyaret maksadıyla Mekke'ye gitmek
istemeleri ve bunun müşrikler tarafında engellenmesi üzerine çıkan olaylardan
sonra Müslümanlarla müşrikler arasında yapılan anlaşma. Allah Resûlü’nün hicretinin
üzerinden mücadeleler ve savaşlarla dolu altı yıl geçmişti. Hem muhacirler, hem
de Ensar, Kâbe'yi ziyaret özlemiyle yanıp tutuşuyorlardı.
Allah’ın elçisi, bu yılın Zilkade ayının başında bütün ashabın
özlemlerine beklentilerine cevap anlamı taşıyan bir rüya gördü. Rüyasında
ashabı ile birlikte güvenlik içinde Kâbe'yi ziyaret ediyordu. Rasûlullahın
ashaba anlattığı rüya, hızla bir muştu gibi yayıldı Medine'ye.
Hz. Peygamber bu genel coşku üzerine, Kâbe'yi ziyaret etmek isteyenlerin
hazırlanmasını emretti. Hattâ İslam’ı kabul etmeyen kabileleri bile
kendileriyle birlikte hac yapmaya çağırdı.
Hazırlıkların tamamlanmasından sonra, Zilkade'nin ilk Pazartesi günü (13
Mart 628) bin dört yüz kişi ile birlikte Mekke'ye doğru hareket etti. Niyetinin
barış olduğunu göstermek için yanlarına yolcu kılıcı denilen kılıçtan başka
savaş silahı almamışlardı. Zül-Huleyfe mevkiine geldiklerinde ihrama girdiler
ve Umre için niyet ettiler. Yanlarında Mekke'de kurban edilmek üzere sabin
alman yetmiş deve bulunuyordu ve bunlar kurbanlık olduğu belli olacak biçimde
nişanlanmıştı.
Mekkeli müşrikler Hz. Muhammed (a.s)'ın hareketini öğrenince toplanarak
ne pahasına olursa olsun, Rasûlullah (a.s)'ın Mekke'ye girmesine izin vermemeyi
kararlaştırdılar. Rasûlullah (as)'ın Mekke'ye daha fazla yaklaşmasına engel
olmak üzere de Halid bin Velid komutasında iki yüz atlıdan oluşan bir birlik
gönderdiler.
Bu arada Hz. Peygamber Hudeybiye mevkiine gelmişti. Devesi burada
kendiliğinden çöktü ve bütün çabalara rağmen kaldırılamadı. Bunun üzerine
çeşitli fikirler ileri sürenlere karşılık Allah Resûlü,
-"Filin Mekke'ye girmesine engel olan kuvvet bu deveyi de
çökertti" diyerek herkesin inmesini emretti.
Peygamber Efendimiz, Mekke müşriklerinin durumu anlama ve umreyi
gerçekleştirebilme konusunu görüşmek için Hz. Osman (r.a)'ı Mekke'ye gönderdi.
Hz. Osman (r.a) kiminle görüştü ise, umre yapmanın mümkün olmadığını anladı.
Zira müşrikler, Müslümanların Mekke'ye girişini kendileri için büyük bir zillet
sayıyorlar ve bütün Arap dünyasının gözünden düşecekleri şeklinde
yorumluyorlardı. Bundan dolayı umre hiç mümkün gözükmüyordu.
Bu arada Hz. Osman (r.a)'nın tutuklandığı ve öldürüldüğü haberi yayıldı.
Bu haber üzerine Peygamber Efendimiz, bütün müminlerden "ölüm" üzere bey'at aldı. Ashabı- kirâmın ölüm için
yarışırcasına bey'at etmelerini müşriklerin casusları da görüyorlardı. Bu
durumu süratli bir şekilde Mekke'ye bildirdiler.Sahabenin bey'atını bildiren
âyet-i Kerime'de şöyle buyurulur:
اِنَّ
الَّذينَ
يُبَايِعُونَكَ
اِنَّمَا يُبَايِعُونَ
اللّهَ يَدُ
اللّهِ
فَوْقَ
اَيْديهِمْ
فَمَنْ نَكَثَ
فَاِنَّمَا
يَنْكُثُ
عَلى نَفْسِه
وَمَنْ
اَوْفى بِمَا
عَاهَدَ
عَلَيْهُ
اللّهَ فَسَيُؤْتيهِ
اَجْرًا
عَظيمًا
“Muhakkak ki
sana biat edenler ancak Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli onların
ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur.
Kim de Allah ile olan ahdine vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat
verecektir."[531]
Ve
لَقَدْ
رَضِىَ
اللّهُ عَنِ
الْمُؤْمِنينَ
اِذْ
يُبَايِعُونَكَ
تَحْتَ
الشَّجَرَةِ فَعَلِمَ
مَا فى
قُلُوبِهِمْ
فَاَنْزَلَ
السَّكينَةَ
عَلَيْهِمْ
وَاَثَابَهُمْ
فَتْحًا
قَريبًا ()
وَمَغَانِمَ
كَثيرَةً
يَاْخُذُونَهَا
وَكَانَ
اللّهُ
عَزيزًا
حَكيمًا
“Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederlerken
Allah, o müminlerden razı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş, onlara güven
duygusu vermiş ve onları pek yakın bir fetihle ödüllendirmiştir. Yine onları
elde edecekleri birçok ganimetlerle de mükafatlandırdı. Allah üstündür, hikmet
sahibidir”[532]
âyetleri bu olayı
anlatmakta ve Cenab-ı Hakkın biat edenlerden razı olduğunu bildirmektedir. Bu
âyetlerden dolayı, bu beyata, razılık biatı anlamında "Biatü'r-Rıdvân" ve Hz. Peygamberin
altında oturduğu ağaca da razılık ağacı anlamında "Seceretü'r-Rıdvân"
adı verilmiştir. Kısa bir aradan sonra Hz. Osman (r.a)'la ilgili ölüm haberinin
asılsız olduğu anlaşılmıştır.
Bu arada karşılıklı elçiler gidip geliyor, bir uzlaşma yolu aranıyordu.
Müşrikler Müslümanların Mekke'ye girmelerine izin vermeyeceklerini açıkça
söylüyorlardı. Hz. Peygamber ise,
-"Biz buraya kesinlikle savaşmak için gelmedik. Amacımız Kâbe'yi
ziyarettir, Umre yapmaktır. Kureyş’liler eski savaşlarda zayıf düşmüşlerdir.
Dilerlerse onlarla bir anlaşma, bir sure için barış anlaşması yapmak isterim.
Kabul ederlerse ne âlâ, aksi takdirde Allah'a yemin ederim ki, ölünceye kadar onlarla
savaşırım" diyerek barış öneriyordu.
Allah Resûlü’nün kararlılığı yüzünden müşrikler savaşı göze alamadılar.
Amr oğlu Süheyl'i kendileri adına bir anlaşma yapmak üzere gönderdiler.
Rasûlullah ile Süheyl uzun görüşmelerden sonra anlaşma şartlarını tespit
ettiler. Buna göre:
1- Müslümanlarla müşrikler on yıl süreyle savaşmayacaklar, birbirlerine
saldırmayacaklardı.
2- Müslümanlar bu yıl Kabe'yi ziyaretten vazgeçerek geri dönecekler,
ancak gelecek yıl umre yapacaklar, müşriklerin boşaltacağı Mekke'de üç gün
kalacaklar ve yanlarında yolcu kılıçlarından başka silah taşımayacaklardı.
3 - Mekke'den birisi Müslüman olarak Medine'ye sığındığı zaman iade
edilecek; fakat Medine'den Mekke'ye sığınanlar iade edilmeyecekti.
4- Arap kabileleri istedikleri tarafla anlaşma yapmakta serbest
olacaklardı.
Hudeybiye antlaşmasının bütün şartları görünüşte Müslümanların aleyhine
idi. Bu nedenle Müslümanlar büyük bir hayal kırıklığına uğradılar. Bu
antlaşmayı bir aşağılanma, bir küçük düşürülme olarak kabul ettiler.
-"Sen Allah’ın Resûlü değil misin? Davamız hak dava değil mi? Bu
zilleti neden kabul ediyoruz?" diyen Hz. Ömer'in sözleri, Müslümanların
genel üzüntülerinden doğan tepkinin dile getirilisinden başka bir şey değildi.
Fakat şüphesiz Allah ve Resulü neyin hayırlı, neyin şer, neyin izzet, neyin
zillet olduğunu daha iyi bilirdi.
Allah Resûlünün kurbanlarını kesip başlarını tıraş etmeleri isteği
yankısız kaldı. Büyük bir üzüntü ile çadırına girdi. Sonra müminlerin annesi
Ümmü Seleme hazretlerinin tavsiyesi üzerine kendi kurbanını kesti ve tıraş
oldu. Bunun üzerine bütün Müslümanlar yarışırcasına kurbanlarını kesip tıraş
oldular.
Hudeybiye'de on dokuz gün kalındıktan sonra Medine'ye doğru yola çıkıldı.
Yolda:
b ß ë Ù¡j¤ã ¤å¡ß
â £ Ô mb ß ¢é¨£ÜÛa Ù Û
¡1¤Ì î¡Û b=¦äî©j¢ß b¦z¤n Ï Ù Û
b ä¤z n Ï b £ã¡a
b=¦àî©Ô n¤¢ß b¦a ¡
Ù í¡¤è í ë Ù¤î Ü Ç
¢é n à¤È¡ã £á¡n¢í ë £ b m
“Biz sana doğrusu apaçık bir fetih ihsan ettik.
Böylece Allah, senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar. Sana olan nimetini
tamamlar ve seni doğru bir yola iletir"[533]
âyetleriyle başlayan Fetih Sûresi nazil oldu.
Şanı yüce Allah, Hudeybiye barışını bir "Feth-i
Mübin" (apaçık bir fetih) olarak niteliyordu. Gerçekten de
bunun böyle olduğu çok geçmeden herkes tarafından anlaşıldı. Hudeybiye'yi
Hayber gibi, Mekke'nin fethi gibi zaferler izledi.
Hudeybiye antlaşmasının en önemli yanlarından veya sonuçlarından birisi
hiç kuşkusuz siyasî yönüdür. Daha önce Mekkeli müşrikler, Medine İslam
toplumunun varlığına bile tahammül edemezlerdi. Hatta Müslümanları kökten yok
etmek amacıyla Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarında olduğu gibi birçok girişimde
bulunmuşlardı. İşte bu antlaşma ile ilk kez müşrikler Medine İslam toplumunu
resmen tanınmış oluyorlardı. Bu durum İslam’ın kabileler arasından büyük bir önem
kazanmasına neden oldu.
Antlaşmadan önce Müslümanlarla müşrikler arasında hemen hiç bir ilişki
yoktu. Hudeybiye'den sonra ise iki taraf arasındaki ticari ve ailevi ilişkiler
canlandı. Hz. Peygamber istediği yerde İslam’ı rahatça tebliğ etme imkanına kavuştu.
Bu nedenle hem Mekke'de, hem de çevre kabileler arasında İslam’ı kabul edenler
hızla arttı. Öyle ki, Hudeybiye ile Mekke'nin fethi arasında geçen iki yıl
içinde Müslüman olanların sayısı, Hudeybiye'den önceki on dokuz yıl boyunca
Müslüman olanların iki katına ulaşmıştı.
Antlaşma maddelerinden Müslümanları en çok üzenlerden birisi, Mekke'den
kaçan Müslümanların iade edilmesi hakkındaki madde idi. Daha antlaşma imzalanır
imzalanmaz zincirlerini sürükleyerek gelen Ebu Cendel'in,
-"Müslüman olduğum için bu kadar zulümlere işkencelere uğramıştım.
Beni tekrar ayni işkencelere atmak mi istiyorsunuz? Beni yine müşriklere mi
teslim edeceksiniz?" çığlıklarına rağmen antlaşma gereğince Kureyş adına
antlaşmayı yapan müşrik Amr oğlu Süheyl'e teslim edilmesi, Müslümanları
gözyaşları içinde bırakmıştı.
Süheyl b. Amr, oğlu Ebû Cendel'i çeke çeke Kureyş’lilerin yanına götürdü.
Müslümanlar, onun feryadına dayanamayarak ağlamaya başladılar.
Hz. Muhammed (as), Ebû Cendel'i şu sözleriyle teselli ediyordu:
-"Ey Ebû Cendel, şu toplulukla aramızda yazılan barış yazısı
tamamlandı. Sen biraz sabret, katlan, yüce Allah'tan da bunun ecrini dile.
Şüphesiz Allah, senin ve senin yanında bulunan zayıf müminler için bir genişlik
ve çıkar yol ihsan edecektir. Biz onlara Allah’ın ahdiyle söz verdik, onlar da
bize söz verdiler. Onlara verdiğimiz sözü çiğneyemeyiz. Verdiğimiz sözde
durmamak bize yaraşmaz."
Hz. Ömer, bu geri çevirmenin diş görünüşüne bakarak çok üzülmüş, din için
bu kadar hakarete katlanmanın sebebini anlayamadığını söylemişti. Mekke'ye
girip, Beytullah'ı ziyaret etmeyi uman sahabe bu gerçekleşmediği gibi Hudeybiye
Antlaşması gibi aleyhlerine olan bir sözleşmeyi kabul etmek zorunda kalmışlardı
.
Mekke'den kaçan fakat Medine'ye kabul edilmeyen Müslümanlar Mekke Şam kervan
yolu üzerindeki Is mevkiinde üslendiler. Kısa zamanda sayıları üç yüze ulaşan
Müslümanlar müşriklere karşı gerilla savaşı yürütmeye başladılar. Kureyş'in
kervanlarına saldırıyor, ellerine düşen Mekkeli müşrikleri öldürüyorlardı.
Kureyş müşrikleri bu durum karşısında Müslümanları Mekke'de tutmanın zarardan
başka bir şey getirmeyeceğini, gerçekten iman etmiş bir mümini hapsetmenin
serbest bırakmaktan daha zararlı olduğunu anladılar ve ilgili maddenin
antlaşmadan çıkarılması için başvurdular. Bunun üzerine Resûl aleyhisselam
isteklerini kabul ederek işteki Müslümanları Medine'ye çağırdı.
Bütün bu sonuçlar Hudeybiye barışının göründüğü gibi kötü bir anlaşma
olmadığını, tersine Müslümanlara zafer kapılarını açan bir "feth-i mübin" olduğunu açık bir biçimde
ortaya koymaktadır.[534]
Rasûlüllah (a.s.)'ın
Ümmü Habîbe'yle Evlenmesi
Ümmü Habîbe Ebû Süfyân'ın kızıdır. Mekke Devrinde Müslüman olmuş ve
kocası Ubeydullah b. Cahş'la birlikte Habeşistan'a hicret eden ikinci kafileye
katılmıştı. Alkolik bir adam olan kocası, Habeşistan'da Hristiyan oldu. Ümmü
Habîbe Müslümanlıkta sebât edip kocasından ayrıldı. Bu yüzden, yabancı bir
ülkede kimsesiz ve himâyesiz kaldı. Henüz müşrik olan babasının yanına da
dönemezdi.
Rasûlullah (as), Hicretin 6'ıncı
yılı Habeşistan'a bir elçi gönderdi. Habeş Necâşi'sini vekil yaparak Ümmü
Habîbe'yi nikâhladı. Nikâh merâsiminde Câfer Tayyar ve diğer Müslümanlar da
bulundu. Nikâhtan sonra Necâşi Ümmü Habîbe'yi Medine'ye gönderdi.
Gerçekten bu evlilikten sonra Ebû Süfyân'ın, Hz. Peygamber (as)'e olan
düşmanlığında bir yumuşama başlamıştır.[535]
Umre Haccı ve Kâbe'yi Ziyâret (Hicrî:7, M.:629)
Bir sene önce yapılmış olan Hudeybiye anlaşması gereğince, Müslümanlar bu
yıl Kâbe'yi ziyâret edeceklerdi. Hicretin yedinci yılı, Zilkâde ayı girince,
Peygamber Efendimiz Ashâbına, Kâbe'yi ziyâret için hazırlanmalarını söyledi.
Bütün Müslümanlar buna çok sevindiler. Zâten iştiyakla bekliyorlardı. Bilhâssa
Muhâcirler, yedi senedir ayrıldıkları ana-baba diyârına kavuşacaklar, elemli ve
acı günlerde terkettikleri Mekke'ye girip, Mescîd-i Harâm'ı serbestçe ziyâret
edeceklerdi.
Peygamberimiz, Medîne'de, Ebû Zer-i Gıffari (ra)'ı yerine vekil
bırakarak, çocuklar ve kadınlardan başka 100'ü atlı, 2000 kadar mü'min ile
Kâbe'yi tavaf etmek üzere yola çıktılar. Kurban etmek için 60 tane deve de
aldılar. Anlaşma gereğince Mekke'ye silahlı giremeyeceklerinden, yanlarında
sâdece kınlarında sokulu birer kılıç bulunuyordu. Hz.Peygamberimiz, her
ihtimale karşı, yanına yedek olarak 100 de at almıştı. Çünkü, müşriklerin ne
zaman ne yapacakları belli olmazdı. Fahri Kâinât önlerinde, yine Kusvâ adlı
devesi üzerinde gidiyorlar. Peygamber Efendimiz'in devesini, şâir, Abdullah
ibn-i Revvâha çekiyor ve devenin önünde beyitler okuyordu. Hepsi çok sevinçli
ve heyecanlı idiler.
Mekke'den ne şartlar altında ve kaç kişi çıkmışlar! Şimdi ise kaç kişi
olarak Mekke'ye giriyorlardı!.
Kureyşliler, anlaşma gereğince şehri boşaltmışlar, tepelere
çekilmişlerdi. Ağaçların ve kurdukları çadırların altından, Müslümanların
heybetle Mekke'ye girişini seyrediyorlardı.
Müslümanlar kurbanlık develeri en öne sürmüşlerdi. Mekke'ye girdikleri
zaman, içlerinde beliren heyecanlarını yenemeyeceklerinden korkan Muhâcirler;
topraklarına, mukaddes diyâra kavuşmanın sevincini yaşıyorlardı. Nihâyet,
Beytullah (Kâbe) görünmüştü. Müslümanlar duâ ediyor ve hep bir ağızdan
söyledikleri
-"Lebbeyk, Allâhümme Lebbeyk... (Allâhım,
bütün itaatımız, sevgi ve güvenimiz Sanadır.)"
sedâlarıyla yer yerinden oynuyordu.
Bütün kalpler Allâh'a yönelmişti. Artık düşüncelerde ne müşrikler ne de
bir başkaları vardı. Sadece, Allâh'ın rızasını düşünüyorlar ve O'na kulluk ve
ibâdet etmek için birbirleriyle yarışıyorlardı.
Mekkeliler, Medîne havasının Müslümanları güçsüz ve zayıf düşürdüğünü,
onlara yaramadığını zannederek bu hususta dedikodu çıkarıyorlardı. Onların bu
zanlarının yanlış olduğunu, Müslümanların zayıf ve güçsüz olmayıp gâyet
sıhhatli, güçlü ve zinde olduklarını göstermek için Fahri Kâinât Efendimiz;
Kâbe'nin etrafında ilk üç tavafın, başı dik bir halde, sert ve hızlı adımlarla,
heybetli olarak yapılmasını emretti.
-"Bugün kendini kuvvetli gösterene, Allah rahmet etsin"
buyurdu.
Peygamberimiz ve Eshâbı, usûlu vechiyle Kâbe-i Muazzama'yı tavaf ettikten
sonra, Safa ve Merve tepeleri arasında Sa'y yaptılar. Sonra kurbanlarını kesip,
tıraş olup ihramdan çıktılar. Bilâl-i Habeşi, o tatlı ve gür sesiyle Kâbe'de
ezân okudu. Mekke ilk defa ezan sesi duyuyordu. Ufuklar tevhid ve ezan
sedalarıyla çınladı. 2000 müslüman Beytullah'ın etrafında cemaatle namaz
kıldılar. Muhâcirler eski yerlerini, evlerini barklarını gezip dolaştılar.
Akrabalarıyla görüştüler. Ensardan olan kardeşlerine de, eski yerlerini
gezdirip gösterdiler,
-"İşte bizim yerlerimiz buralar idi" dediler.
Müslümanların hepsi sukün ve asâyiş içinde idi. Hiçbir müessif hâdise
olmadı. Ne temiz insanlar! İçki içeni yok, küfredeni, kötü söyleyeni yok!
Birbirlerine karşı gâyet mütevâzi, kardeşçe, çok candan muâmele ve davranış
içinde! Ne güzel ahlâkları var! Fahri Kâinât, aralarında bir güneş, bir ay gibi
parıldıyor, dolaşıyor! Abdest alıyorlar, topluca namaz kılıyorlar, duâ
ediyorlar.
Müslümanların bu hâllerini gören Mekkeliler, hayranlıktan kendilerini
alamadılar. Böylece, Müslümanlar bu âlicenap halleriyle Mekke'den önce,
Mekkelilerin kalplerini fethediyordu. Bâzıları dayanamadı, Müslüman olmağı
içine koydu ve Müslüman oldu. (Hâlid ibn-i Velid, Amr ibn-i As ve Osman ibn-i
Ebi Talha gibi.)
Bu ziyâretle, Peygamber Efendimiz'in, Hudeybiye vak'asından önce görmüş
olduğu rü'yâ, aynen vuku' bulmuştu. Bütün Müslümanlar, Rasûlü Ekrem'in
büyüklüğüne ve O'nun, Allâh'ın elçisi olduğuna bir daha cânü gönülden
inanmışlardı. Ayrıca bu hâdise, bize, rü'yânın hak olduğuna bir delil olarak
kâfi gelir. Yûsuf (as.)'ın onbir yıldızın, güneşin ve ayın kendisine secde
ettiğini gösteren rüyâsı, kırk sene sonra tahakkuk etti. Halbûki, Allah
Rasûlü'nün rüyâsı bir sene sonra hakîkat oldu.
Müslümanlar, Hudeybiye anlaşması gereğince, Mekke'de üç gün kaldıktan
sonra Medîne'ye döndüler. Dönerken, “Seyyid-üş-Şühedâ (Şehitler Efendisi)”
Hz.Hamza'nın küçük kerîmesi Ümâme; "Amca! Amca! Beni bırakma!"
diyerek Hz.Peygamberimize atıldı.
Ümâme'yi, evvelâ Hz.Ali kucağına aldı.
Câferî Tayyar ileri atılarak;
-"O'nu ben himâyeme alıp yetiştireyim" dedi.
Bunun üzerine Rasûlüllah'ın emriyle Câferî Tayyar'ın zevcesi olan,
(Ümâme'nin teyzesi) Esma'ya verildi. Peygamber Efendimiz;
-"Teyze, anne gibidir." buyurdu.
Amr'ibn-i As ile Hâlid ibn-i Velid'in Müslüman Olmaları
Peygamber Efendimiz, Eshâbıyla Medîne'ye döndüler. Müslümanların tutum ve
vakarlarının câzibesine kapılan Kureyş'in büyük süvârisi Hâlid ibn-i Velid,
Kureyş'e şöyle seslendi:
-"Aklı başında olan herkes artık anlamıştır ki, Muhammed (as) öyle
sâhir ve şâir değildir. O'nun söylediği şeyler Allah Kelâmıdır. Aklı başında
olan herkes O'na tâbi olmalıdır."
Ebû Cehil'in oğlu İkrime, bu sözleri işitince;
-"Ey Hâlid! Sen de mi atalarının dîninden dönüyorsun, sâibî (yıldıza
tapan) oluyorsun?" dedi.
Hz.Hâlid şöyle cevap verdi:
-"Hayır! Ben sâibî değil, Müslüman oluyorum."
İkrime;
-"Kureyş içinde, bu sözü söylemem icap edenlerden bir kimse varsa, o
da sensin. Çünkü Müslümanlar babamın şerefini çiğnediler. Amcanın oğlunu
Bedir'de öldürdüler. Yemin ederim ki, ben senin durumunda olan bir kimsenin
böyle şeyler söylemesini hiç beklemezdim" deyince,
Hz.Hâlid, şu keskin cevabı verdi:
-"Bunlar, hep taassup ve câhiliyyet eseri şeylerdir. Ben, ancak,
hakîkatı gördükten sonra Müslüman oluyorum."
Hâlid ibn-i Velid, Rasûlü Ekrem'e kısraklar göndererek Müslüman olduğunu
bildirmişti. O'nun Müslüman oluşu Kureyşlilerden hiçkimsenin hoşuna gitmiyordu.
Ebû Süfyan, O'nun Müslüman olduğunu duyunca küplere binmişti. Hemen O'nu
huzuruna çağırdı;
-"Aldığım haber doğru mu?" diye sordu.
Hâlid ibn-i Velid;
-"Evet! Doğrudur." cevabını verince;
Ebû Süfyan;
-"Lât ve Uzza nâmına yemin ederim ki, doğru söylediğine inansaydım,
Muhammed'den önce seni öldürürdüm." dedi.
Hz.Hâlid, ısrar edip duruyordu;
-"Doğru söylüyorum. Senin mâni olman, hiçbir şeyi değiştirmez. Ben
müslüman oldum. Gerçek dînin Müslümanlık olduğuna inanıyorum. Şimdiye kadar
boşuna muhârebelere katılmışım." diyordu.
Ebû Süfyan, O'nun üzerine atılmak istediyse de Ikrime mâni oldu. Çünkü,
Mekke'nin durumunu biliyorlardı. Şehirde Müslüman olmağa başlayan halk, putlara
tapanlara nefretle bakıyordu.
Hz.Hâlid, bir pervane gibi, herkesin koştuğu o ebedî nûra koştu ve Medîne
yolunu tuttu. Yolda, Arap dâhilerinden olan Amr ibn-i As'a rastladı. Amr, O'na
nereye gittiğini sordu. Hâlid de;
-"Müslümanlığı kabule gidiyorum. Ben artık kat'iyetle anladım.
Vallâhi, O hak Peygamberdir. Daha ne diye duralım." dedi.
Amr;
-"Ben de aynı fikirdeyim ve buna karar vermiş bulunuyorum."
dedi.
İkisi beraber yola koyularak Medîne-i Münevvere'ye vardılar. Dün, şirk
ordusunun başında İslâma karşı duran bu iki adam, şimdi Medîne'ye gelmiş, Medîne
sokaklarında ilâhi nûra kavuşmuş olarak dolaşıyorlardı. Hâlid, Kureyş'in süvari
kumandanı idi. Uhud harbinde Kureyş mağlub olmuşken, gâlip mevkiine getiren
O'dur. O, böylece bir başbuğdur. Allah Rasûlü'nün huzuruna girdiler.
Kâinâtın büyük Peygamberi, Hz.Hâlid'i görünce;
-"Seni bize hediye eden Allâh'a hamdolsun. Sende hayra götüren bir
aklı keşfetmiştim..." dedi.
Hz.Hâlid;
-"Yâ Rasûlellah! Bana İslâmı tâlim et. Allâh'a benim için duâ
et." deyince,
Allah Rasûlü şöyle buyurdu:
-"İslâm'a girenin geçmiş günahları affolur." Sonra da, Allâh'a
O'nun için duâ etti. Allâh'ın Rasûlü O'na,
-"Seyfullah (Allâh'ın kılıncı)"
adını verdi.[536]
Hz.Hâlid'le beraber Amr ibn-i As ve Osman ibn-i Ebi Talha İslâm'ın nûr
halkasına katıldılar. Böylece de İslâm’ın şevket ve kudreti kat kat kuvvetlendi
ve Mekke'nin fethi tahakkuk etti.
Ümmü Gülsüm, Peygamberimize İlticâ Ediyor
Hudeybiye Anlaşmasının üzerinden fazla bir zaman geçmemişti ki,
Peygamberimizin Mekke'deki azılı düşmanlarından Ukbe bin Ebî Muayt'ın Müslüman
olan kızı Ümmü Külsüm, bir yolunu bulup Medine'ye geldi. Resûl-i Ekrem
Efendimize iltica edip şöyle dedi:
-"Yâ Resûlallah! Ben, dinim için onların yanından kaçıp senin
yanına geldim! Beni koru, müşriklere geri çevirme! Beni kâfirlere geri
çevirecek olursan, bana işkence yaparlar, dinimden döndürmeye çalışırlar."[537]
Bunun üzerine inen âyet, Peygamber Efendimizin nasıl hareket etmesi
gerektiğini tayin etti:
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
اِذَا جَاءَكُمُ
الْمُؤْمِنَاتُ
مُهَاجِرَاتٍ
فَامْتَحِنُوهُنَّ
اَللّهُ
اَعْلَمُ بِايمَانِهِنَّ فَاِنْ
عَلِمْتُمُوهُنَّ
مُؤْمِنَاتٍ
فَلَا
تَرْجِعُوهُنَّ
اِلَى
الْكُفَّارِ
لَاهُنَّ
حِلٌّ لَهُمْ
وَلَا هُمْ
يَحِلُّونَ
لَهُنَّ وَاتُوهُمْ
مَا
اَنْفَقُوا
وَلَا
جُنَاحَ
عَلَيْكُمْ
اَنْ
تَنْكِحُوهُنَّ
اِذَا
اتَيْتُمُوهُنَّ
اُجُورَهُنَّ وَلَا تُمْسِكُوا
بِعِصَمِ
الْكَوَافِرِ
وَاسَْلُوا
مَا
اَنْفَقْتُمْ
وَلْيَسَْلُوا
مَا اَنْفَقُوا
ذلِكُمْ
حُكْمُ
اللّهِ
يَحْكُمُ
بَيْنَكُمْ
وَاللّهُ
عَليمٌ
حَكيمٌ
-"Ey îmân edenler! Mü'min kadınlar hicret
etmiş olarak size geldiğinde onları imtihan edin. Onların îmânını Allah
hakkıyla bilir. Eğer mü'min olduklarına kanaat getirirseniz onları kâfirlere
geri göndermeyin. Bunlar onlara helâl değildir; onlar da bunlara helâl olmaz.
Müşrik kocalarının onlara verdiği mehri iâde edin. Mehirlerini verdiğiniz
takdirde o kadınlarla evlenmenizde sizin için bir günah yoktur. Kâfir kadınları
da nikâhınız altında tutmayın; onlara verdiğiniz mehri geri isteyin. Kâfirler
de size katılan Müslüman hanımlarına verdikleri mehri geri istesinler. Allah'ın
hükmü budur; aranızda O hükmeder. Allah herşeyi hakkıyla bilir, herşeyi
hikmetle yapar."[538]
Bu âyet-i kerime, Hudeybiye Sulhundaki Medine'ye hicret ve ilticâ edecek
Müslümanların iâdesi ile ilgili maddenin erkeklere mahsus olduğunu, kadınlara
şâmil bulunmadığını ortaya koyuyordu. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz,
müşriklerin arasından Medine'ye çıkıp gelen erkekleri iâde ettiği halde
Müslüman kadınları geri çevirmedi.
Nitekim, Ümmü Külsüm'ü de kardeşleri Velid bin Ukbe ile Umâre bin Ukbe
Medine'ye gelerek istedikleri zaman; Resûl-i Ekrem,
-"Muâhededeki o şartın hükmünü, Allah, kadınlar hakkında bozdu,
ortadan kaldırdı" buyurarak Ümmü Külsüm'ü onlara teslim etmedi.
Bu âyetin nazil olmasından sonra Mekke'den Medine'ye hicret eden
kadınlar bir nevi imtihana tâbi tutuluyorlardı. Onlar,
-"Vallahi biz, sadece Allah'a ve Resûlüne ve İslâmiyete olan
muhabbet ve bağlılığımızdan dolayı çıkıp geldik. Yoksa ne koca, ne mal, ne
başkasına olan kin ve buğzumuz sebebiyle gelmedik" diye yemin ediyorlardı.
Bunun üzerine Medine'de kalmalarına müsaade edilip geri
çevrilmiyorlardı. Böyle yeminde bulunanların mehirleri de kocalarına iâde
ediliyordu.[539]
İnen âyet-i kerimede Ayrıca mü'minlere
-"Kâfir olan kadınlarınızı artık nikâhınız altında tutmayın"
diye emrediliyordu. Bunun üzerine Hz. Ömer, o zamana kadar nikâhı altında
bulunup Mekke'de oturan müşrik iki hanımını boşadı.[540]
Ebû Basîr, Kureyşlilerin
Ticaret Yollarını Kesiyor
Peygamber Efendimizin, Hudeybiye'den Medine'ye
dönüşü üzerinden pek fazla bir zaman geçmemişti.
Bu sırada İslâmiyetle müşerref olan Sakif
Kabilesinden Ebû Basîr adındaki bir zat bir fırsatını bulup Mekke'den Medine'ye
geldi. Üç gün sonra, onu istemek üzere Kureyşliler iki kişi gönderdiler. Bunlar
Peygamber Efendimize,
-"Bize karşı imza ettiğin antlaşmayı
hatırlatırız" diyerek Ebû Basîr'i geri istediler. Resûl-i Ekrem Efendimiz,
anlaşma gereğince Ebû Basîr'i geri vermek zorundaydı. Ona,
-"Ey Ebû Basîr! Biliyorsun ki, biz şu
Kureyşlilerle bir anlaşma yapmış ve onlara söz vermiş bulunuyoruz. Dinimize
göre, verdiğimiz sözde durmamak bize yaraşmaz." Muhakkak Allah, sana ve
senin gibi müşrikler içinde kalan Müslümanlara bir genişlik, bir çıkar yol
yaratacaktır" deyip teselli verdi. Sonra onu gelen adamlara iâde etti.
Ebû Basîr,
-"Yâ Resûlallah! Bana işkence yapsınlar, beni
dinimden döndürsünler diye mi müşriklere geri veriyorsun?" diye feryad
etti. Resûl-i Ekrem, tekrar ona teselli verdi:
-"Sen git! Muhakkak Allah, sana ve senin
gibilere bir çıkar yol yaratacaktır."[541]
Kureyş'in gönderdiği iki adam Ebû Basîr'i alarak
Medine'den yola çıktılar. Zülhuleyfe'ye ulaştıklarında orada oturup beraber
yemek yediler. Ebû Basîr her an onlardan nasıl kurtulabileceğini düşünüyordu.
Önce onlarla yakınlık kurmak istedi. Bunun için kendileriyle sohbete başladı.
Huneys adındakinin ismini, babasının kim olduğunu sorup, öğrendikten sonra,
-"Öyle zannediyorum ki, senin şu kılıcın
oldukça keskindir" dedi.
Adam,
-"Evet," dedi,
"Oldukça keskindir."
Ebû Basîr gayet sakin ve emniyet verici bir tavırla,
-"Ona bir bakabilir miyim?" diye
sordu.Huneys, "İstiyorsan, al bak" dedi. Ebû Basîr bulunmaz bir
fırsatı yakalamıştı. Kılıcı kaptığı gibi Huneys'in üzerine yürüyüp işini
bitirdi.[542]
Bunu gören diğer arkadaşı son sürat kaçarak
Medine'ye geldi. Peygamber Efendimizin huzuruna çıktı,
-"Adamınız, arkadaşımı öldürdü. Ben ise elinden
zor kurtuldum" diyerek Ebû Basîr'den dolayı şikayet etti.
Bu sırada Ebû Basîr de geldi,
-"Yâ Resûlallah! Sen, beni onlara teslim ile
ahdini yerine getirmiş oldun. Şimdi, Allah beni onlardan kurtardı" diyerek
bir daha müşriklere iâde edilmeyip Medine'de kalmayı istedi.
Ebû Basîr'in cesaret ve atılganlığına hayret eden
Efendimiz, Sahabîlere hitaben,
-"Bu adam, harp kışkırtıcısı, kızıştırıcısıdır!
Hele yanında, bir takım adamlar da bulunsa, artık elinden gelmeyecek iş
yoktur"[543]
buyurdu.
Bu sözler üzerine Ebû Basîr, tekrar Kureyşlilere
iâde edileceği düşüncesine katıldı. İçinde yine feryatlar koptu.
Fakat Resûl-i Ekrem Efendimiz, onu Kureyşlilere
tekrar geri vermediği gibi Medine'de kalmasına da müsaade etmedi.
-"Haydi çık, istediğin yere git" diyerek
onu istediği yere gitmekte serbest bıraktı.[544]
Bunun üzerine Ebû Basîr de, Medine'den çıktı. Deniz
sahilinden Mekke'den Şam'a giden yol üzerindeki Îs Vadisine gidip yerleşti.
Mekke'de hapsedilmiş bulunan Müslümanlarla, îmânlarını gizleyenler bunu duyunca
birer ikişer kaçarak Ebû Basîr'in yanında toplandılar. Kısa zamanda sayılan
yetmişi buldu. Hattâ, etraftaki kabilelerden de katılanlarla birlikte bu sayı
üç yüze çıktı.
Böylece Ebû Basîr, etrafında büyük bir kuvvet
toplamış oluyordu. Kureyş'in Şam'a gönderdiği bütün ticaret kafilelerinin
yolunu kesip, adamlarını öldürüyor ve mallarına da el koyuyorlardı.[545]
Kendilerini tehdit eden bu durum karşısında
Kureyşliler Peygamber Efendimize derhal bir elçi gönderdiler. Elçinin
Peygamberimize getirdiği mektupta şunlar yazılı idi:
-"Allah ve akrabalık aşkına! Sen, Ebû Basîr'in
arkadaşlarına haber salsan ki, bundan böyle her kim, Medine'ye, senin yanına
gelirse, o emniyet ve selâmettedir. O, geri çevrilmeyecektir." [546]
Kureyşin bu rica ve müracaatları üzerine Peygamber
Efendimiz de Ebû Basîr ve yanından bulunan Müslümanları dâvet için Ebû Basîr'e
bir mektup yazdı. Ebû Basîr o esnada ağır hasta idi. Resûl-i Ekrem Efendimizin
mektubu kendisine ulaştığında son nefeslerini alıp veriyordu. Bu vaziyette
mektubu eline aldı, yüzüne gözüne sürdü, Henüz tam okumadan da ruhunu teslim
etti.
Ebû Cendel ve diğer Müslümanlar onun cenaze namazını
kılıp defnettiler.[547] Daha
sonra Ebû Cendel, diğer Müslümanları da yanına alarak Medine'ye Peygamberimizin
yanına geldi.[548]
Hayber'in Fethi
(Hicrî:7, M.:628)
Hayber, Medîne-Şam yolu üzerinde, bol hurmalı, iç içe kalelerle çevrili,
münbit arâzisi bulunan, çok mühim bir yerdi.
Hayber Yahûdîlerin elinde idi. Medîne'den çıkarılan Yahûdîlerin bir kısmı
da, buraya gelip yerleşmişti. Burası, bütün Hicaz Yahûdîlerinin merkezi ve
hisarlı bir kalesi durumunda idi. Bu Yahûdîler, İslâm'a karşı Mekkelileri dâimâ
kışkırtmışlar, Hendek muhârebesini onlar tezgahlamışlardı. Ayrıca kendilerine
yapılmış olan anlaşma tekliflerini de reddetmişlerdi. Medîne'ye hücum etmek
için plân hazırlıyorlardı.
Rasûlü Ekrem, Hudeybiye Musâlahası'ndan bir ay sonra, hicretin 7.yılında,
düşman harekete geçmeden, hazırlık safhasında olan düşmanı yatağında bastırmak
gâyesiyle, 1400 piyade, 200 süvâri olmak üzere 1600 kişilik bir ordu ile
Medîne'den yola çıktı. Medîne-Hayber arasında 150 kilometrelik yolu, üç günde
katettiler. Yolda, Eshâbı Kirâm yüksek sesle bağırarak tekbir getiriyordu.
Peygamber Efendimiz; "Yavaş söyleyiniz. Siz uzak veya sağır bir varlığa
hitap etmiyorsunuz. Zât-ı Kibriya size çok yakındır." buyurdu.
Bu seferde Ümmü Seleme (r.a.) vâlidemiz de, Hz.Peygamberimizle beraberdi.
Ayrıca, bâzı kadınlar da orduya iştirak etmişti. Peygamberimiz, onlara ne için
geldiklerini sordu. Onlar da;
-"Askere yardım etmek, hastalara ilaç vermek, harp meydanında su
dağıtmak için geliyoruz" dediler.
Peygamber Efendimiz, memnun oldu. Onlar, harp meydanında âdeta seyyar
birer hastahâne vazîfesi gördüler. Ganîmetten kendilerine de hisse verildi.
Hayber'in, gâyet müstahkem yedi kalesi vardı. Bunlar Ketîbe, Naim, Şık,
Gâmus, Nazaret, Sülâlim, Satîh adlarında idi.
Kalenin Muhasara Edilmesi
Yahûdîler, Hz.Peygamberimiz'in anlaşma tekliflerini reddederek harbe
karar vermişlerdi. Reisleri olan Sellam bîni Mişkem harp emrini verdi. Bunun
üzerine Peygamber Efendimiz, kaleyi muhâsara etti. Muhâsara günlerce sürdü.
Fetih kolay olmadı. Yahûdîler çok iyi hazırlanmışlardı. Silahları da boldu. Bu
harp, bir bakımdan şimdiye kadar yapılanların belki en şiddetlisi oluyordu. Kureyşliler
de, Müslümanların gâlibiyetine ihtimal vermeyip, bu harbi büyük bir alâka ile
tâkip ediyordu. Yahûdîler, bütün güçlerini ortaya koyuyorlardı. Satih ve
Sülâlim kalelerine kadınları, Naim kalesine zâhireleri yerleştirmişlerdi.
Muhâsara iki haftaya vardığı halde, bir netice alınamamıştı. Bu arada,
Katafan Yahûdîlerinin de kaledeki Yahûdîlere yardıma gelecekleri haberi
gelmişti.
Peygamber Efendimiz, pek üzüldü. Kendine bir baş ağrısı ârız oldu.
Hz.Ali'nin de bir gözü ağrıyordu. Katafanlılara bir birlik gönderildi. Onlar
korktular gelemediler. İlk hedefi Naim kalesi teşkil ediyordu. Buraya
yöneltilen hücumu, Mahmud ibn-i Mesleme idâre ediyordu. Hava sıcak olduğundan,
Mahmud ibn-i Mesleme serinlemek için kale duvarı dibinde otururken, Yahûdî
kumandanı Kinâne bîni Rebiğ (Hz.Safiye'nin eski kocası), Mahmud bîni
Mesleme'nin başına bir taş yuvarlıyarak şehid etti. Harp uzuyor, çok çetin
oluyor, bir türlü bitmiyordu. Peygamber Efendimiz, kaleyi feth için Hz.Ebû
Bekr'i gönderdi. Fakat, muvaffak olunamadı. Daha sonra Hz.Ömer'i gönderdi. Yine
muvaffak olunamadı. Yahûdîler, görülmedik bir direniş gösteriyor, yaptıkları
huruc hareketleri ile onların kaleyi almalarını önlüyorlardı. Günler geçiyor,
fetih bir türlü müyesser olmuyordu.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz;
-"Bu sancağımı, yarın kaleyi kahır ve kahramanlıkla alacak, Allâh'ın
ve Rasûlü'nün sevdiği bir bahâdıra vereceğim." buyurdu.
Sancağın Hz.Ali'ye Verilmesi
Herkes, acaba bu kim olacak diyorlardı ki Peygamberimiz Hz.Ali'yi sordu.
-"Gözü ağrıdığından, çadırındadır." dediler. Çağırttı. Mübârek
elleriyle gözlerini mesh etti, sığadı. Bir mûcize-i Peygamberî olarak o anda
göz ağrısı gitti. Gözü açıldı. Kendisine büyük bir teveccüh ile sancağı verip
feth için kaleye gönderdi.
Hz.Ali, sancağı kaparak kaleye doğru koştu. Karşısına çıkan Yahûdîlerin
başını uçurdu. Harp çok şiddetli oluyordu. Bir aralık Hz.Ali'nin kalkanı
elinden fırlayıp düştü. O Allâh'ın arslanı, göğüsleyip kopardığı kale kapısını
bir elinde kalkan gibi kullanarak, çarpışmağa devam etti. Nihâyet kale düştü.
Hz.Ali, onu teslim aldı.
Hz.Ali'nin koparıp kalkan olarak kullandığı bu kale kapısını daha sonra
yedi kişi uğraşmışlar, fakat yerinden kaldıramamışlardır.
Naim kalesi düştükten sonra, Hz. Ali kalelerin en kuvvetlisi olan Gamûs
kalesine hücum etti. Bu kalenin kumandanı olan, Arapların bin cengâvere bedel
dedikleri, meşhur Yahûdî kumandanı Merhab, silahlarını kuşanmış olduğu halde
kendini metheden beyitler söyleyerek meydana atıldı.
Buna karşı Hz.Ali mübâreze meydanına kükremiş arslan gibi atıldı. O da,
azgın Yahûdî kâfire şu mısralarla cevap veriyordu:
“Anam bana Haydar ismini vermiştir,
Ben, ormanların korkunç manzaralı arslanı gibiyim,
Kılıcımla sizi sendere kilesiyle kileler gibi yerim,
Mızrağımı kafirlerin karınlarına pek yaman saplarım.”
Hz.Ali, kılıncını onun tepesine indirerek o azgın Yahûdî’yi bir darbede
yere serdi ve bihakkın Hayber Fâtihi ünvanını aldı.
Yahûdî kaleleri art arda düşüyordu ki, Satih ve Sülâlim kalelerindekiler,
çâresiz kalıp sulh istediler. Neticede Müslümanlara geçen arâzide, yalnız
çiftçi gibi oturmaları ve her sene kaldırılacak mahsulün yarısını Müslümanlara
vermeleri şartıyla mürâcaatları kabul edildi. Hayber'in fethinden sonra, teslim
olan Yahûdîlerin bâzıları burayı terketti. Bâzıları da, yapılan sulh neticesi
orada kaldılar. Buranın ziraat ve mahsul işlerini idâre etmek için Abdullah
ibn-i Revvâha vâli tâyin edildi.
Hayber kalesi fethedildiğinde, elde edilen ganîmet çok büyüktü. Binlerce
eşya ele geçirildi. Hayber kalesinde, vaktiyle birçok kimsenin diline
doladıkları, fakat bir türlü ele geçiremedikleri Yahûdîlerin gizli hazîneleri
de bulundu. Gömülü olduğu yerden çıkarıldı. Katır derisinden bir tulum
içerisinde ağzına kadar mücevherat dolu idi. Bu hazîne, Ali Hukayk'ın hazînesi
idi. Bu hazîneden çıkan mücevherler onbin altın olarak kıymetlendirilmişti.
Teyma Yahudilerinin Cizye Vermeyi Kabul Etmesi
Medine ile Şam yolu üzerinde Hayber ile Tebük arasında bulunan Teyma
mevkiinde de Yahudiler oturuyorlardı. Peygamber Efendimizin Hayber ve Vâdi'1
Kurâ'da yaptıklarını duymuşlardı. Bu sebeple İslâm ordusu buraya gelir gelmez,
cizye vermeyi kabul ettiler. Dolayısıyla yurtlarından ayrılmamış, toprakları da
ellerinden gitmemiş oldu.[549]
Hayber Fethinin Önemi
Hayberin fethi ile hemen hemen Arabistan'daki bütün Yahudiler İslâm
devletine tâbi duruma gelmiş sayılıyordu. Daha evvel de,
Hudeybiye Sulhu ile müşriklerden gelebilecek herhangi bir tehlike
önlenmiş bulunduğundan, bu fetih ile İslâmiyet büyük bir serbestiyet imkânına
kavuşuyordu. Hudeybiye Anlaşmasıyla, müşriklerin, Yahudilerin yardımına
koşmaları veya onlarla işbirliğine girişmeleri önlenirken, bu fetih ile de
Yahudilerin Kureyş müşrikleriyle herhangi bir işbirliğine teşebbüsleri bertaraf
edilmiş oluyordu. Ancak, ne müşriklerden Yahudilere, ne de Yahudilerden müşriklere
bir ümit ışığı kalmıştı. Böylelikle Kureyş müşriklerinin Müslümanlara karşı her
zaman kullanmayı düşündükleri bir kollarını kaybetmiş sayılıyorlardı.
Bu fetih etrafta da büyük akisler uyandırdı. Çünkü, Hayber'in çok
kuvvetli kalelere sahip bulunduğu, buradaki Yahudilerin harp sanatını çok iyi
bildikleri, harp malzemesi bakımından da üstün bir seviyede bulundukları, cesur
adamlarının, yiğitlerinin oldukça fazla olduğu herkesçe biliniyordu.
Bütün bunlara rağmen, İslâm ordusu karşısında mağlup düşmeleri, hepsini
korkutuyor, Müslümanların yenilmez bir güç halini aldıklarını bir kere daha
anlıyorlardı. Nitekim Hayber fethinden sonra, civar kabileler teker teker kendi
arzularıyla gelip İslâm hâkimiyetini kabul ederek boyun eğdiklerini
bildirmişlerdir. Bu bakımdan Hayber'in fethi, İslâm tarihinde önemli bir yer
işgal eder.
Harpte Müslümanlardan 15 kişi şehid oldu. Yahûdîlerden 93 kişi öldürüldü.
Kalanlar teslim oldu.
Bir Yahûdî Kadının Peygamberimiz'i Zehirlemek İçin
Yaptığı Sûikast
Yahûdîler, yenildikleri halde hâlâ düşmanlıklarını yapmak, yaymak ve
sürdürmek istiyorlardı. O sırada, bir Yahûdî kadını Peygamberimiz'e,
kızartılmış bir koyunu takdim ve hediye etti. (Bu koyun, zehir sanatını her
milletten daha iyi bilen Yahûdîlerin, bütün ilimlerini kullanarak ölüm
acılığına buladıkları, sûikast yemeği idi.)
Peygamber Efendimiz, onu yemek üzere Ashâbıyla sofraya oturdu. Bir parça
aldıktan sonra ağzından çıkarıp attı ve koyunun zehirli olduğunu, yememelerini
söyledi. Fakat, bundan bir lokma yutmuş olan Ashâbdan Bişr, kurtulamayarak
öldü. Peygamber Efendimiz, zehrin te'sirinden kurtulmak için iki kürek kemiği
arasından kan aldırdı.
Peygamber Efendimiz, yıllarca,
-"Hâlâ o Yahûdî kadının zehirleyip sunduğu koyun etinden ağzıma
aldığım lokmanın acısını duyuyorum" dediği olmuştur. Zehiri veren Yahûdî
kadını, vefât eden Ashâbın yerine idam edildi.
Peygamberimiz'in Hz.Safiye İle İzdivâcı
Esirler arasında, Yahûdî reislerinden Huyey'in kızı Safiyye bulunuyordu.
Safiye'nin kocası, yine Yahûdî reislerinden Kinane bîni Rebiğ idi. Esir
edildiğinde, Hz.Safiyye'nin yüzünün bir tarafı tokat beresi içinde idi. Bunun
neden olduğu kendisine sorulduğunda;
-"Sizler kaleyi kuşattığınız gece ben bir rü'yâ gördüm. Şöyle ki;
gökten bir ay indi ben onu kucakladım. Uyanınca kocama anlatmıştım. Canı
sıkıldı. 'Sen, Hicaz beyi Muhammed'e varmak mı istiyorsun' diyerek, yüzüme bir
tokat vurdu. Yüzümdeki bu kara bere ondandır." dedi.
O, Hayber içinde sözü geçen kadınlardan biri idi. Ashâbı Kirâm, ona
dokunmadan, Rasûlü Ekrem'in yanına gelerek, bu kadının kendisine çok
yakışacağını söylemişti. Rasûlü Ekrem de onların isteklerine uyarak, Safiyye'yi
azad edip kendine zevce yaptı. Safiyye de buna çok sevindi. Mü'minlerin
annelerinden biri olmak şerefine mazhar oldu. Hz.Safiye uzun zaman Rasûlü
Ekrem'in yanında kalarak, O'na sadık bir zevce oldu.
Hz.Safiyye, daha sonraları vaktiyle cereyan etmiş şu hâdiseyi anlatırdı:
-"Ben, babamın ve amcam Ebî Yâser'in çok sevgili çocuğu idim. Her
ikisi de beni kollarının arasından indirmezlerdi. Bu muâmeleyi de ancak bana
yapıyorlardı. Vakta ki, Allah Rasûlü, Medîne'ye gelip Kuba'ya indi. Babam ve
amcam güneş doğmadan evden çıktılar, güneş batınca eve geldiler. Her ikisinin
de renkleri solmuş, üzüntülü oldukları belli oluyordu.
Ben, onlardan iltifat bekledim. Fakat, bana yüz vermediler. Amcam şöyle
diyordu:
-"O mudur, O mudur?"
Babam dedi ki;
-"Evet O'dur."
Amcam;
-"O'nu tanıyor musun?" dedi.
Babam da;
-"Evet tanıyorum" dedi.
Amcam, devamla dedi ki:
-"Sende ne oldu?"
Babam da;
"Bende şiddetli bir düşmanlık meydana geldi" dedi.
Hz.Safiyye'nin, baba ve amcasının, Peygamber Efendimiz'i, tanımalarına
rağmen, îman etmeyip mahrum olmaları yanında kendisine erişen lütuf ne
büyüktür, değil mi?
Arabistan Yahûdîlerinin İtaatı
Hayber fethedildikten sonra, Peygamber Efendimiz, Fedek Yahûdîlerine
haber göndererek, onlardan İslam hükümetine itaat etmelerini istedi. Onlar da,
kan dökülmeden cizye vermeği kabul edip teslim oldular. Bunun gibi, Teyma
Yahûdîleri de harpsiz cizye vermeği kabul ettiler. Huzur içinde memleketlerinde
kaldılar. Vadilkurâ Yahûdîleri ise, İslam hükümetini dinlemeyip çarpışmağa
kalkıştılar. Müslümanlar ağır basınca teslim oldular. Halkı ise yerlerinde
bırakılıp Hayber'de yapıldığı gibi kendileri de vergi usulüne dâhil edildiler.
Böylelikle Arabistan'daki bütün Yahûdîlere boyun eğdirildi. Yahûdî
meselesi hallolunca, şimalden gelecek tehlike önlendiği gibi müşriklerin de
kolu, kanadı kırılmış oldu. Müşrikler, müslümanlara hücum için el uzatacak veya
arkalarından sürükleyecek kimse bulamıyordu. Artık müslümanlardan korkmayan ve
onların haberleri olmaksızın bir iş yapan kalmamıştı.
Hayber'in Fethi Esnâsında Teşrî Kılınan Hükümler
Pençeli yırtıcı hayvanların ve avlarını yakalayıp parçalayan vahşi
hayvanların etinin yenmesi haram kılınmıştır.
Merkep ve katır etlerini yemek yasak edilmiştir
Harpte esir düşen kadınlarla üç ay geçmeden hemen münasebette bulunmak
yasak edilmiştir. (Bu gibi kadınlara üç ay mühlet verilmesi, hâmileliklerinin
anlaşılması içindir. Bu kadınlar hâmile iseler hâmillerini vaz edinceye kadar
onlara yaklaşılmaması bildirilmiştir. Fıkıh kitaplarında buna, «istibra»
denir.)
Altın ve gümüşü kıymetinden fazlası ile alıp satmak, yâni fâiz men
olunmuştur.
Müt'a nikahı (muvakkat nikah) da Hayber'den sonra yasaklanmıştır.
Habeşistan Göçmenlerinin Dönüşü
Habeşistan'a hicret etmiş bulunan Müslümanların 16 kişilik son kafilesi
de, Hayber'in fethi sırasında döndü. Başlarında Hz. Ali'nin kardeşi Câfer
Tayyar vardı. Rasûlullah (a.s.) son derece memnun oldu.
-Hangisine sevineceğimi bilemiyorum, Hayber'in fethine mi, yoksa Câfer'in
gelişine mi? buyurdu. Ganimetlerden onlara da hisse ayırdı.
22 - Gazve ve Seriyyelerin Sayısı
Gaza kelimesi lügat itibariyle Arapça'da "gazv" kökünden
türetilmiştir. Gazv, lügatta düşmanla savaşmak üzere sefere çıkmak anlamına
gelir. İslâm literatüründe bu kelime özellikle kâfirlere karşı savaşmak üzere
girişilen faaliyet için bir ıstılah olarak kullanılmıştır.
Bir İslâm tarihi tabiri olarak "gazve" kelimesi ise biraz daha
özel bir anlam ifade eder. İslâm tarihinde genellikle kabul edildiğine göre
bizzat Peygamber efendimizin kendisinin katılarak ashabına komutanlık ettiği
seferlere gazve adı verilmiştir. Bu birliğin sayısı az da olsa, çok da olsa,
hareketin gayesi bir çarpışmayı gerçekleştirmek de olsa, başka bir gaye ile de
birlik çıksa ve neticede savaş yapılsa da, yapılmasa da durum farketmez.
Peygamber efendimizin bizzat katıldığı seferler böylece gazve diye
adlandırılmıştır. Buna karşılık, çıkış gayesi ve sayısı ne olursa olsun Hz.
Peygamber'in kendisinin bulunmadığı ve ashabdan bir zatın komutasında çıkardığı
birliklere ise seriyye denilir.[550]
Ancak bazı ilk dönem İslâm tarihçileri muhtemelen kelimenin kazandığı bu
ıstılah manasını gözetmeksizin ve sırf lügat itibariyle ifade ettiği
"kâfirler üzerine yapılan sefer" manasına itibar ederek, Peygamber
efendimizin katılmadığı bazı seferlere de gazve adını vermişlerdir. Meselâ İbn
Hişâm, Mûte Harbi'nden "Mûte Gazvesi" şeklinde bahseder.[551]
Ancak bu isimlendirme, belirttiğimiz gibi kelimenin ıstılah manâsına göre
değil, lügat anlamına göre verilmiş olsa gerektir.
Resulullah (a.s)’ın bizzat katıldığı son gazvesi Tebük olmuştur.
Hz.Peygamber (a.s)’ın ilk katıldığı Gazve Veddan
Gazvesi’dir. Ondan sonra sırasıyla şu gazvelerden bulunmuştur:
Radva taraflarındaki Buvat,
Daha sonra el-Uşeyre,
Arkasından Kürz b. Cabir’i yakalamak amacıyla
birinci Bedir,
Daha sonra Süleym oğulları Gazvesi,
Sevik gazvesi,
Gatafan Gazvesi,
Hicaz’da Bahran Gazvesi,
Uhud Gazvesi,
Hamrau’l-Esed Gazvesi,
Nadir oğulları Gazvesi,
Zatu’r-Rika Gazvesi,
Son Bedir Gazvesi,
Demtu’l-Cendel Gazvesi,
Hendek Gazvesi,
Kurayza oğulları Gazvesi,
Huzeyl’den Lihyan oğulları Gazvesi,
Zu-Kared Gazvesi,
Mustalık oğulları Gazvesi,
Hudeybiye Gazvesi,
Hayber Gazvesi,
Sonra Kaza Umresi,
Sonra da Mekke’nin Fethi Gazvesi,
Huneyn Gazvesi,
Taif Gazvesi,
Tebük Gazvesi.
Bunların dokuzunda fiilen savaşmıştır: Bedir, Uhud, Hendek, Kurayza,
Mustalık, Hayber, Mekke’nin Fethi, Huneyn ve Taif.
Seriyyelerinin sayısında ise, ihtilaf vardır. Seriyye ile küçük
birliklerin toplamı 35’tir, denildiği gibi, kırk sekiz diyenlerde vardır.[552] Her
şeyin en iyisini Allah bilir.
23- Hükümdarlara Gönderilen Mektuplar
Hudeybiye’den dönüldükten sonra bütün insanlara ve cinlere Peygamber
olarak gönderilen son peygamber Hz. Peygamber (a.s) tarafından, İslam dinine
davet için etraftaki hükümdarlara gönderilmek üzere, Hicretin Yedinci senesi
Muharrem ayında mektup yazıldı. Hükümdarlar Mühre itimat ettiklerinden,
gümüşten bir mühür yaptırıldı. Üzerine "Muhammed
Rasulullah" diye Kazıtıldı. Yazılan mektuplara
bastırıldı. Her Mektubu götürmek için birer elçi seçildi ve gönderildi.
Necaşi, Yani Habes Sultani Bahr oğlu Ashama ya Amr bin Umeyye gönderildi
Necaşi Amr bin Umeyye ye layık olduğu ikramı yapmış ve gereken hürmeti
göstermiştir. Ve kendiside Gizlice Müslüman olmuştur.
Rum Kayseri de Hz. Muhammed (as)’ın Mektubunu saygılı bir şekilde eline
alıp yüzüne sürmüş ve Dıhye`ye pek çok hürmet edip bir çok hediyeler vermiştir.
Çünkü Rum Kayseri ile İran Kisra’sı arasında bir süredir sert çarpışmalar
oluyordu. Önce Kisra üstün gelerek Suriye’yi almış ve bütün Arabistan’ı
benimsemişti. İranlılar Müşrik olduğundan, bütün Ehli Kitabın düşmanı idiler.
Rumlar ise Ehli Kitap olan Hıristiyan dininde bulunuyorlardı. İranlıların Rumlara
üstün gelmesinden dolayı Kureyş Müşrikleri sevinmişler Müslümanlar ise
üzülmüşlerdi.
Yemame Hükümdarı Hevze`ye Selit Amiri gönderilmişti. Hevze Mektubu alıp
okuduğunda eğer Peygamber beni kendisine veliaht tayin ederse iman ederim demiş
Peygamberimiz ise,
-"Ya Rabbi sen onun hakkından gel "diyerek dua etti ve kısa bir
zaman sonra Hevze Kafir olarak ölmüştür.
Gassan Hükümdarına Suca Esedi (r.a) gönderilmiş Gassan Hükümdarı Ebu Simr
Gassani gelen Mektubu yırtıp atmış ve,
-''İşte ben onun üzerine ordu gönderiyorum 'diyerek kötü muamelede
bulunmuştu. Peygamberimiz bu haberi duyunca' Memleketi yok olsun' diyerek
beddua etmiş, çok geçmeden Haris, küfür üzere ölerek cehennemi boylamıştı.
İran Kisra’sı Husrev Perhiz'e Abdullah bin Huzafe gönderilmişti. Hüsrev
Perhiz Rasulullahın Mektubunu Hiddetlenerek yırtıp attı ve emrindekilere 'Şu hicaz tarafında peygamberlik davası güden
adamı bana gönderin'' diye emretmiş fakat çok kısa bir süre sonra oda oğlunun
baskınına uğrayıp öbür dünyayı boylamıştır.[553]
وعن ابن عبّاسٍ
رَضِيَ اللّهُ
عَنهما قال: ]حَدَّثَنِى
أبُو سُفْيَانَ
بْنُ حَرْبٍ قَالَ:
اِنْطَلَقْتُ
في الْمُدَّةِ
الّتِي كَانَتْ
بَيْنِي وَبَيْنَ
رَسُولِ اللّهِ
# الى الشَّامِ.
فَبَيْنَا أنَا
بِهَا إذْ جِئَ
بِكَتَابٍ مِنَ
النَّبِيِّ # الى
هَرَقْلَ، جَاءَ
بِهِ دِحْيَةُ
الْكَلْبِيُّ
فَدَفَعَهُ الى
عَظِيمِ بُصْرَى،
فَدَفَعَهُ الى
عَظِيمُ الرُّومِ
هِرَقْلَ. فَقَالَ
هِرَقْلُ: هَلْ
هُنَا أحَدٌ مِنْ
قَوْمِ هذَا الرَّجُلِ
الّذِى يَزْعُمُ
أنَّهُ نَبِيُّ؟
قَالُوا: نَعَمْ.
فَدُعِيتُ في نَفَرٍ
مِنْ قُرَيْشٍ
فَدَخَلْنَا عَلَيْهِ
فَأجْلَسَنَا
بَيْنَ يَدَيْهِ.
فَقَالَ: أيُّكُمْ
أقْرَبُ نَسَباً
مَعَهُ؟ فَقُلْتُ:
أنَا. فَأجْلَسَنِي
بَيْنَ يَدَيْهِ،
وأصْحَابِي خَلْفِي؛
ثُمَّ
دَعَا بِتَرْجُمَانِهِ
فَقَالَ: قُلْ
لِهؤَُءِ: إنِّى
سَائِلٌ هذَا عَنْ
هَذا الرَّجُلِ
الّذي يَزْعَمُ
أنَّهُ نَبِيُّ
فإنْ كَذَبَنِي
فَكَذَّبُوهُ.
قَالَ أبُو سُفْيَانَ:
وَايْمُ اللّهِ
لَوَْ أنْ يُؤْثَرَ
عَليَّ الْكَذِبُ
لَكَذَبْتُهُ.
ثُمَّ قَالَ لِتَرْجُمَانِهِ:
سَلْهُ، كَيْفَ
نَسَبُهُ فِيكُمْ؟
قُلْتُ: هُوَ فِينَا
ذُو نَسَبٍ. قَالَ:
فَهَلْ كَانَ مِنْ
آبَائِهِ مِنْ
مَلِكٍ؟ قُلْتُ:
َ. قَالَ: فَهَلْ
كُنْتُمْ تَتَّهِمُونَهُ
بِالْكَذِبِ قَبْلَ
أنْ يَقُولَ مَا
قَالَ. قُلْتُ:
َ. قَالَ: فَهَلْ
يَتَّبِعُهُ أشْرَافُ
النَّاسِ أمْ ضُعَفَاؤُهُمْ.
قُلْتُ: بَلْ ضُعَفُاؤُهُمْ.
قَالَ: أيَزِيدُونَ
أمْ يَنْقُصُونَ؟
قُلْتُ: َ، بَلْ
يَزِيدُونَ قَالَ:
هَلْ يَرْتَدُّ
أحَدٌ عَنْ دِينِهِ
بَعْدَ أنْ يَدْخُلَ
فيهِ سَخَطَةً
لَهُ؟ قُلْتُ:
َ. قَالَ: فَهَلْ
قَاتَلْتُمُوهُ؟
قُلْتُ: نَعَمْ.
قَالَ: كَيْفَ
كَانَ قِتَالُكُمْ
إيَّاهُ؟ قُلْتُ:
تَكُونَ الْحَرْبُ
بَيْنَنَا وَبَيْنَهُ
سِجَاً، يُصِيبُ
مِنَّا وَنُصِيبُ
مِنْهُ، قَالَ
فَهَلْ يَغْدِرُ؟
قُلْتُ: َ ، وَنَحْنُ
مِنْهُ في هذِهِ
الْمُدَّةِ مَا
نَدْرِي مَا هُوَ
صَانِعٌ. قَالَ
أبُو سُفْيَانَ:
فَوَاللّهِ مَا
أمْكَنَنِي مِنْ
كَلِمَةٍ أُدْخِلُ
فيهَا شَيْئاً
غَيْرَ هذِهِ.
قَالَ: فَهَلْ
قالَ هذَا الْقَوْلَ
أحَدٌ قَبْلَهُ؟
قُلْتُ: َ. فَقَالَ
لِتَرْجُمَانِهِ:
قُلْ لَهُ إنِّي
سَألْتُكَ عَنْ
نَسَبِهِ فِيكُمْ
فَزَعَمْتَ أنَّهُ
فِيكُمْ ذُو نَسَبٍ،
وَكذلِكَ الرُّسُلُ
تُبْعَثُ في أنْسَابِ
قَوْمِهَا؛ وَسَألْتُكَ
هَلْ كَانَ في
آبَائِهِ مَلِكٌ؟
فَزَعَمْتَ أنْ
َ. فَقُلْتُ: لَوْ
كَانَ في آبَائِهِ
مَلِكٌ، قُلْتُ:
رَجُلٌ يَطْلُبُ
مُلْكَ أبِيهِ،
وَسَألْتُكَ عَنْ
أتْبَاعِهِ: أضُعَفَاؤُهُمْ
أمْ أشْرَافُهُمْ؟
فَقُلْتُ: بَلْ
ضُعَفَاؤُهُمْ،
وَهُمْ أتبَاعُ
الرُّسُلِ؛ وَسأَلْتُكَ:
هَلْ كُنْتُمْ
تَتَّهِمُونَهُ
بِالْكَذِبِ قَبْلَ
أنْ يَقُولَ مَا
قَالَ؟
فَزَعَمْتَ
أنْ َ فَعَرَفْتُ
أنَّهُ لَمْ يَكُنْ
لِيَدَعَ الْكَذِبَ
على النَّاسِ وَيَكْذِبَ
عَلى اللّهِ تعالى،
وَسَأَلْتُكَ:
هَلْ يَرْتَدُّ
أحَدٌ مِنْهُمْ
عَنْ دِينِهِ بَعْدَ
أنْ يَدْخُلَ فيهِ
سَخَطَةً لَهُ؟
فَزَعَمْتَ أنْ
َ. فَكَذلِكَ ا“يمَانُ
إذَا خَلَطَتْ
بَشَاشَتُهُ الْقُلُوبَ؛
وَسَألْتُكَ: هَلْ
يَزِيدُونَ أمْ
يَنْقُصُونَ؟
فَزَعَمْتَ: أنَّهُمْ
يَزِيدُونَ، وَكَذلِكَ
أمْرُ ا“يمَانِ
حَتّى يَتِمّ؛
وَسَألْتُكَ: هَلْ
قَاتَلْتُمُوهُ؟
فَزَعَمْتَ أنَّكُمْ
قَاتَلْتُمُوهُ،
فَتَكُونُ الْحَرْبُ
بَيْنَهُمْ سِجَاً،
يَنَالُ مِنْكُمْ
وَتَنَالُونَ
مِنْهُ، وَكذلِكَ
الرُّسُلُ تُبْتَلى،
ثُمَّ تَكُونُ
لَهُمُ الْعَاقِبَةُ،
وَسَألْتُكَ هَلْ
يَغْدِرُ؟ فَزَعَمْتَ
أنَّهُ َ يَغْدِرُ،
وَكذلِكَ الرُّسُلُ
َ تَغْدِرُ؛ وَسَألْتُكَ
هَلْ قَالَ هذَا
الْقَوْلَ أحَدٌ
قَبْلَهُ؟ فَزَعَمْتَ
أنْ َ. فَقُلْتُ:
لَوْ قَالَ هذَا
الْقَوْلَ أحَدٌ
قَبْلَهُ، قُلْتُ
رَجُلٌ اِئْتَمَّ
بِقَوْلِ قِيلَ
قَبْلَهُ؛ ثُمَّ
قَالَ: بِمَ يَأمُرُكُمْ؟
قُلْنَا: بِالصََّةِ
وَالزَّكَاةِ
وَالصِّلَةِ وَالْعفَافِ.
فقَالَ إنْ يَكُ
مَا تَقُولُ حَقّاً
فإنَّهُ نَبِيٌّ،
وَقَدْ كُنْتُ
أعْلَمُ أنَّهُ
خَارِجٌ، وَلَمْ
أكُنْ أظُنُّهُ
مِنْكُمْ، وَلَوْ
أعْلَمُ أنِّى
أخْلُصُ إلَيْهِ
‘حْبَبْتُ لِقَاءَهُ،
وَلَوْ كُنْتُ
عِنْدَهُ لَغَسَلْتُ
عَنْ قَدَمَيْهِ،
وَلَيَبْلُغَنَّ
مُلْكَهُ مَا تَحْتَ
قَدَمَيَّ، ثُمَّ
دَعَا بِكِتَابِ
رَسُولِ اللّهِ
#، فَقَرَأهُ فإذَا
فيهِ: بِسْمِ اللّهِ
الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ،
مِنْ مُحَمّدٍ
رَسُولِ اللّهِ
إلى هِرَقْلَ عَظِيمِ
الرُّومِ، سََمٌ
عَلى مَنِ اتَّبَعَ
الْهُدَى. أمَّا
بَعْدَ فَإنِّي
أدْعُوكَ بِدِعَايَةِ
ا“سَْمِ. أسْلَمْ
تَسْلَمُ يُؤْتِكَ
اللّهُ أجْرَكَ
مَرَّتَيْنِ،
فَإنْ تَوَلّيْتَ
فَإنَّ عَلَيْكَ
إثْمَ ا‘رِيسِيِّينَ،
وَيَا أهْلَ الْكِتَابِ
تَعَالَوْا الى
كَلِمَةٍ سَوَاءٍ
بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ
أنْ َ نَعْبُدَ
إَّ اللّهَ وََ
نُشْرِكَ بِهِ
شَيْئاً وََ يَتَّخِذَ
بَعْضُنَا بَعْضاً
أرْبَاباً مِنْ
دُونِ اللّهِ
فَإنْ تَوَلَّوْا
فَقُولُوا أشْهَدُوا
بِأنَا مُسْلِمُونَ.
فَلَمَّا فَرَغَ
مِنْ قِرَأةِ الْكِتَابِ
ارْتَفَعتِ ا‘صْوَاتُ
عِنْدَهُ وَكَثُرَ
اللُّغَطُ فَأمَرَ
بِنَا فَأُخْرِجْنَا،
فَقُلْتُ ‘صْحَابِي:
لَقَدْ أُمِرَ
أمْرُ ابْنِ أبِي
كَبْشَةَ إنَّهُ
لَيَخَافُهُ مَلِكُ
بَني ا‘صْفَرِ.
فَمَا زِلْتُ مُوقِناً
بِأمْرِ رَسُولِ
اللّهِ # أنَّهُ
سَيَظْهَرُ حَتَّى
أدْخَلَ اللّهُ
عَلَيَّ ا“سَْمَ؛
وَدَعَا هِرَقْلُ
جَمْعَهُ فَجَمَعَهُمْ
في دَارٍ لَهُ.
فَقَالَ: يَا مَعْشَرَ
الرُّومِ، هَلْ
لَكُمْ في الْفََحِ
وَالرُّشْدِ الى
آخِرِ ا‘بَدِ،
وَأنْ يَثْبُتَ
لَكُمْ مُلْكُكُمْ،
فَحَاصَوا حَيْصَةَ
حُمُرِ الْوَحْشِ
الى ا‘بْوَابِ
فَوَجَدُوهَا
قَدْ أُغْلِقَتْ،
فَدَعَاهُمْ،
فقَالَ: إنَّمَا
اخْتَبَرْتُ شِدَّتَكُمْ
عَلى دِينِكُمْ،
وَقَدْ رَأيْتُ
مِنْكُمُ الّذِى
أحْبَبْتُ، فَسَجَدُوا
لَهُ وَرَضُوا
عَنْهُ.
İbn-i
Abbâs radiya'llâhu anhümâ'dan:
Şöyle
demiştir: Ebû Süfyân b. Harb bana haber verdi ki gerek kendisiyle, gerek
küffâr-ı Kureyş ile Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem'in (Hudeybiyye
sulhiyle) akdeylediği mütâreke müddeti içinde ticâret için Şam'a giden bir
Kureyş kâfilesi içinde bulunduğu sırada (Kayser-i Rûm) Hirakl tarafından da'vet
olunmuş. Ebû Süfyân ile rüfekâsı Hirakl'in nezdine gelmişler. (O zaman) Hirakl
ile etbâı, İlyâ (yâni Beytü'l-Makdis) de imiş. Uzemâ-yı Rûm, yanında iken
Kayser bunları meclisine çağırmış. Huzûruna celb ve tercümânın gelmesini
emretmiş. Tercümân:
-"Peygamberim
diyen bu zâta neseben en yakın olan hanginizdir?" diye sormuş.
-Ebû
Süfyân der ki
-"Neseben
en yakınları benim." dedim. Bunun üzerine Hirakl:
-"Onu
bana yakın getiriniz. Arkadaşlarını da yakına getiriniz. Lâkin arkasında
dursunlar." dedi. Ondan sonra tercümânına dönüp dedi ki bunlara söyle, ben
bu zât hakkında bu adamdan (bâzı şeyler soracağım. Bana yalan söylerse tekzîb
etsinler.
-Ebû
Süfyân der ki;
-"Va'llâhi
arkadaşlarım yalanımı ötede beride söylerler diye utanmasaydım onun (yâni
Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem) hakkında yalan uydururdum."
-Ondan
sonra bana ilk sorduğu şu oldu:
-"Sizin
içinizde nesebi nasıldır?"
-"Onun
içimizde nesebi pek büyüktür." dedim.
-"Sizden
bu sözü, ondan evvel söylemiş (yâni ondan evvel davây-ı nübüvvet etmiş) hiç
kimse var mıydı?" dedi.
-"Yoktu."
dedim.
-"Âbâ
ve ecdâdı içinde hiçbir melik gelmiş midir?" dedi.
-"Hayır."
dedim.
-"Ona
tâbi' olanlar halkın eşrâfı mı, yoksa zuafâsı mıdır?" dedi.
-"Halkın
(eşrâfı değil) zuafâsıdır." dedim.
-"Ona
tâbi' olanlar artıyor mu, yoksa eksiliyor mu?" dedi.
-"Artıyorlar.
(eksilmiyorlar)" dedim. İçlerinde onun dînine girdikten sonra
beğenmemezlikten dolayı irtidâd eden var mıdır?" dedi.
-"Yoktur."
dedim.
-"Şu
dediğini demezden (yâni davetden) evvel hiç yalan ile ittihâm ettiğiniz var
mıydı?" dedi.
-"Hayır."
dedim.
-"Hiç
gadreder mi?" (yâni nakz-ı ahd eder mi?)" dedi.
-"Hayır
gadretmez, ancak biz şimdi onunla bir müddete kadar mütâreke hâlindeyiz. Bu
müddet içinde ne yapacağını bilmiyoruz" dedim.
Ebû
Süfyân der ki bana (kendiliğimden) bir şey katmağa imkân verecek bu sözden
başkasını bulamadım.
-"Onunla
hiç mukâtele ettiniz mi?" dedi.
-"Evet
ettik." dedim.
-"Onunla
mukâtelâtınız (ın netâyici) nasıldır?" dedi.
-"Aramızda
(tâli-i) harb nöbet iledir. Kâh o bizi izrâr eder, kâh biz onu izrâr
ederiz." dedim.
-"Peki,
size ne emrediyor?" dedi.
-"Bize
yalnız Allâh'a ibâdet ediniz, hiçbir şeyi O'na şerîk etmeyiniz. Dedelerinizin
ibâdet ettiğini terkediniz diyor. Bize namazı, (sadakayı, yâni zekâtı), sıdk ve
afâfı, sıla-i rahmi emrediyor." dedim. Bunun üzerine tercümâna dedi ki ona
söyle, nesebini sordum. İçinizde âlî neseb olduğunu beyân ettin. Peygamberler
de (zâten) böyle kavimlerinin (Ashâb-ı) nesebi içinden ba's olunur. İçinizden
bu sözü ondan evvel söylemiş hiçbir kimse varmıydı? diye sordum. Hayır dedin.
Ondan evvel bu sözü söylemiş bir kimse olaydı bu da kendisinden evvel söylenmiş
bir söze peyrev ol(mak iste)muş bir kimsedir diyebilirdim diye düşünüyorum. Âbâ
ve ecdâdı içinde hiç bir melik gelmiş midir? diye sordum. Hayır dedin. Âbâ ve
ecdâdından bir melik olaydı bu da babasının mülkünü istirdâda çalışır bir
kimsedir diye hükmederdim diyorum.
Bu
davâsına kıyâm etmeden evvel onun bir yalanını tutmuş mu idiniz? diye sordum.
Hayır dedin. Ben ise muhakkak bilirim ki (önceden) halka karşı yalan söylemeyi
irtikâb etmemiş iken (sonradan) Allâh'a karşı yalan söylemeğe cür'et edemezdi.
Ona tâbi' olanlar halkın eşrâfı mı, yoksa zuafâsı mıdır? diye sordum. Ona
tebaiyyet edenlerin zuafâ-yı nâs olduğunu söyledin. Etbâ-ı rusul de (zâten)
onlardır. Ona tâbi' olanlar artıyor mu, yoksa eksiliyor mu? diye sordum.
Artıyorlar dedin. İmân keyfiyeti (ahkâmı) de tamâm oluncaya kadar hep bu minvâl
üzere gider. İçlerinde onun dînine girdikten sonra beğenmemezlikten dolayı
irtidâd eden var mıdır? diye sordum. Hayır dedin. Îmân da mûcib olduğu inşirâh,
kalbe karışıp kökleşince böyle olur. Hiç gadreder mi? diye sordum. Hayır dedin.
Peygamberler de böyledir. Gadretmezler. Size ne emrediyor? diye sordum. Yalnız
Allâh'a ibâdet edip O'na hiçbir şeyi şerîk etmemeği size emrettiğini, ibâdet-i
evsândan sizi nehyettiğini, kezâlik namaz (ve sadaka, zekât) ile, sıdk ve afâf
ile emrettiğini söyledim.
Eğer bu
dediklerin doğru ise şu ayaklarımın bastığı yerlere yakında (O Zât-ı Kerîm)
mâlik olacaktır. Zâten bu Nebiyy-i Zî-Şân'ın zuhûr edeceğini bilirdim. Lâkin
sizden olacağını tahmîn etmezdim. Onun nezdine varabileceğimi bilsem Zât-ı
Şerîf'iyle mülâkât için her türlü zahmete katlanırdım. Yanında olaydım (arz-ı
hizmet ederek) ayaklarını yıkardım. Ondan sonra Hirakl, Dihye (radiya'llâhu
anh) vedâatiyle Busrâ emîrine gönderilen ve (onun tarafından da Kayser'e îsâl
edilen) Mektûb-i Şerîf-i Risâlet-Penâhî'yi istedi. Getiren adam onu Hirakl'e
verdi. O da okudu.[554]
Mektûb-i
Şerîf:
¡é¨£ÜÛa ¡¤j Ç
§ £à z¢ß ¤å¡ß ¡áî¡y £Ûa ¡å¨à¤y £Ûa
¡é¨£ÜÛa ¡á¤¡2
¡å ß ó Ü Ç ¥â5 P
¡â뢣Ûa ¡áî¡Ä Ç 3¤Ó ¡ç ó Û¡a
¡é¡Ûì¢ ë
¡â5¤¡üa ¡ò íb Ç ¡¡2
Úì¢Ç¤
a ó¡£ã¡b Ï ¢¤È 2 b £ß a P
ô ¢è¤Ûa É j £ma
o¤î £Û ì m
¤æ¡b Ï P ¡å¤î m £ ß Ú ¤u a
¢é¨£ÜÛa Ù¡m¤ªì¢í ¤á ܤ m ¤á¡Ü¤ a P
a¤ì Ûb È m
¡lb n¡Ø¤Ûa 3¤ç a b í ë P åî¡í¡ î¤Ûa
á¤q¡a Ù¤î Ü Ç £æ¡b Ï
ü¡a ¢j¤È ã ü ¤æ a
¤á¢Ø ä¤î 2 ë b ä ä¤î 2 §õa ì
§ò à¡Ü × ó Û¡a
b¦¤È 2
b ä¢¤È 2 ¡ £n í ü ë
b¦÷¤î ( ¡é¡2 ¤Ú¡¤'¢m ü ë 騣ÜÛa
aë¢ è¤(a aì¢Ûì¢Ô Ï
a¤ì £Û ì m ¤æ¡b Ï ¡é¨£ÜÛa ¡æë¢
¤å¡ß
b¦2b 2¤ a
æì¢à¡Ü¤¢ß b £ã b¡2
diye
yazılmıştı ki Meâl-i Âlî'si şudur:
¡áî¡y £Ûa ¡å¨à¤y £Ûa
¡é¨£ÜÛa ¡á¤¡2
Allâh'ın abdi ve Resûlü Muhammed'den
(salla'llâhu aleyhi ve sellem Rûm'un büyüğü Hirakl'e (tarîk-ı reşâd ve)
hidâyete ittibâ' edenlere selâm olsun. Ba'de-zâ seni da'vet-i İslâm ile (yâni
Müslümanlığa) da'vet ederim. Dâire-i İslâm'a gir ki selâmette kalasın ve Allâhu
Teâlâ sana ecrini iki kat versin. Eğer kabûl etmezsen (fakîr) çiftcilerin
günâhı senin boynunadır.[555]
b ä ä¤î 2
§õa ì §ò à¡Ü × ó Û¡a a¤ì Ûb È m
¡lb n¡Ø¤Ûa 3¤ç a b í ë
b¦÷¤î ( ¡é¡2 Ú¡¤'¢ã
ü ë 騣ÜÛa ü¡a ¢j¤È ã ü ¤æ a
¤á¢Ø ä¤î 2 ë
¤æ¡b Ï ¡é¨£ÜÛa ¡æë¢
¤å¡ß
b¦2b 2¤ a b¦¤È 2 b ä¢¤È 2
¡ £n í ü ë
æì¢à¡Ü¤¢ß b £ã b¡2
aë¢ è¤(a aì¢Ûì¢Ô Ï a¤ì £Û ì m
= Ebû
Süfyân der ki: "Hirakl diyeceğini dedikten ve Mektûb-i Şerîf'in kırâatini
bitirdikten sonra yanında gürültü çoğaldı. Sesler yükseldi. Biz de yanından
çıkarıldık." (Arkadaşlarımla yalnız kalınca) onlara dedim ki İbn-i Ebî
Kebşe'nin (yâni Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem'in) işi hakîkaten
azamet peydâ ediyor. (Baksanıza) Benî Asfar Melik'i ondan korkuyor. Artık
Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem'in gâlib geleceğine tâ Cenâb-ı Hak
İslâm (ve inkıyâd) kalbime ithâl edinceye kadar yakînim ber-devâm oldu.[556]
İlyâ',
yâni Beytü'l-Makdis sâhibi ve Hirakl'in dostu olup Şam Nasarâ'sına Piskopos
ta'yîn edilen İbnü'n-Nâtür da Hirakl'den bahisle derdi ki: Hirakl
Beytü'l-Makdis'e geldiği zaman (günün birinde) pek ziyâde gamnâk göründü.
Patriklerinden (yâni ümerâsından) bâzıları ona,
-"Senin
hâlini başka türlü görüyoruz." dediler.
-
İbnü'n-Nâtür der ki: Hirakl Nücûma bakar, kehânete âşinâ bir kimse idi. Bu
suâle ma'rûz kalınca onlara:
-"Bu
gece nücûma baktığımda Hıtân Melik'ini zuhûr etmiş gördüm.
-Bu
ümmet içinde sünnet olanlar kimlerdir?" diye sordu.
-"Yehûddan
başka sünnet olan yoktur. Onlardan da sakın endîşe etme. Dâhil-i kalem-rûn olan
şehirlere yaz, oradaki yahûdîleri katletsinler." dediler.
Derken
Hirakl'in huzûruna Gassân Melik'i tarafından Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve
sellem'e dâir îsâl-i habere me'mûr olarak gönderilmiş bir adam getirdiler.
Hirakl o adamdan havâdis alınca,
-"Gidin
de bu adam sünnetli midir, değil midir? bakın." dedi.
Baktılar
ve sünnetli olduğunu bildirdiler. Sonra gelen adamdan,
-"Kavm-i
Arap sünnetli midir?" diye sordu.
-"Sünnet
olurlar." cevâbını aldı.
Bunun
üzerine Hirakl,
-"Bu
ümmetin Melik'i işte zuhûr etmiştir." dedi.
Ondan
sonra Hirakl Rûmiye'de (yâni Roma'da) ilimce kendi nazîri olan bir dostuna
mektup yazıp Hıms'a gitti. Hıms'dan ayrılmadan o dostundan Hazret-i Nebî
salla'llâhu aleyhi ve sellem'in zuhûr ettiği ve Zât-ı Şerîfinin Nebî olduğu
hakkındaki re'yine muvâfık bir mektup geldi.
Müteâkıben
Hirkal Hıms'da kâin bir kasrına uzamâ-yı Rûm'u da'vet ederek kapıların
kapanmasını emretti. Sonra yüksek bir yere çıkıp,
-"Ey
Rum cemâati, bu zâta bîat edip de felâh ve rüşde nâil olmayı ve mülkünüzün
pâyidâr olmasını istemezmisiniz?" diye hitâb etti. (Cemâati) yaban
eşekleri kadar sür'atle kapılara doğru kaçıştılarsa da kapıları kapanmış
buldular. Hirakl bu derece nefretlerini görüp îmânlarından me'yûs olunca:
-"Bunları
geri çevirin." diye emretti ve (onlara dönüp):
-"Deminki
sözlerimi dîninize olan şiddet-i temessükünüzü öğrenmek için söyledim. (Bunu
ise) gözümle gördüm." dedi.
Bu söz
üzerine oradakiler rızâlarını, memnûniyetlerini beyân ile kendisine ta'zîmen
secde ettiler. Hirakl (in îmâna da'vet olunması) hakkındaki haberin sonu da
bundan ibârettir.[557]
Kazâ
Umresi
Hicretin
7. senesi, Zilkâde ayı. (Milâdî 628.) Bu tarihten bir sene önce, Peygamber
Efendimiz ve Ashab-ı Kiramın Kâbe'yi ziyaret edip umre yapmalarına, Kureyş
müşrikleri mani olmuşlar ve imzalanan Hudeybiye Anlaşmasıyla Resûl-i Ekrem ve
Müslümanların bu niyet ve arzularının tahakkuku bir sene sonraya bırakılmıştı.
Cenab-ı
Hakkın yardımıyla Peygamber Efendimiz bu bir sene zarfında bir çok
muzafferiyetler elde etmişti. Devrin hükümdarlarını İslâmdan haberdar etmiş ve
onları İslâma dâvette bulunmuştu. Bunlardan bir kısmı İslâmiyetle müşerref
olmuşlardı. Ayrıca Hayber'i fethederek, hemen hemen Arabistan Yarımadasında
bulunan bütün Yahudileri tesirsiz hale getirmişti. Yine, İslâmiyetin gittikçe
güç kazandığını, kuvvet elde ettiğini göstermek babında da bir çok kabilelere
askeri birlikler göndererek onları itaat altına almıştı. Bütün bunlardan sonra,
Kâbe'yi ziyaret ve umrenin yerine getirilmesi zamanı artık gelmiş bulunuyordu.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Zilkâde ayı girince, Ashabına umre için
hazırlanmalarını emretti. Bu emre göre, Hudeybiye Seferine katılmış
bulunanlardan hayatta olanların hiç biri geri kalmayacaktı.[558]
O
sırada Medine'ye gelmiş kimsesiz ve yardıma muhtaç bir çok Müslüman vardı.
Efendimize başvurarak,
-"Yâ
Resûlallah! Bizim ne
azığımız, ne de bizi doyuracak bir adamımız var" diyerek durumlarını
arzettiler. Resûl-i Ekrem, ihtiyacı olanlara yardım etmelerini, onlara
bakmalarını Medine halkına duyurdu. Bunun üzerine Ashab-ı Kiram,
-"Yâ
Resûlallah" dediler,
"Biz,
sadaka olarak neyi verelim? Verecek hiç bir şey bulamıyoruz ki."
Resûl-i
Zişan Efendimiz,
-"Ne
olursa, isterse yarım hurma olsun" buyurdu. Serveri Kâinat Efendimiz,
yerine Uveyf bin Azbat'ı vekil tayin ederek, umre için hazırlanmış bulunan 2000
civarındaki Müslüman ile Medine'den Mekke'ye, Beytullaha doğru yola çıktı.[559]
Müslümanlar
yanlarında altmış kurbanlık deve götürüyorlardı. Peygamber Efendimiz, kendi
kurbanlık devesini bizzat mübarek elleriyle işaretlemişti. Resûl-i Ekrem
Efendimiz, Ayrıca, Kureyş müşrikleri tarafından herhangi bir saldırı ve karşı
koymaya maruz kalabilirler düşüncesiyle yüz at ve miğfer, zırh gömlek ve mızrak
gibi harp silahları da almıştı. Halbuki, yapılan anlaşma gereği, beraberinde sadece
yolculuk silahı sayılan kılıç olacak o da kınına sokulu vaziyette bulunacaktı.
Öyle ise va'dinde hiç bir zaman hulf etmeyen Hz. Resûlullah neden böyle hareket
ediyordu. Bu husus Sahabîlerin nazarından kaçmadı. Sordular:
-"Yâ
Resûlallah! Müşriklerle, sadece kınına sokulu kılıçla geleceğine dâir ahdin
vardı. Halbuki sen silah taşımaktasın?" dediler. Hz. Fahr-i Âlem, sebebini
şöyle izah etti:
-"Biz,
bu silahları Hareme, Kureyşlilerin yanına götürmeyeceğiz. Fakat her ihtimâle
karşı yanımızda bulunduracağız!"[560]
Müslümanların
kalbi heyecan ve sevinçle atıyordu. Muhacirlerin duydukları sevinç ve heyecan
ise tarife sığacak gibi değildi. Yedi sene önce terk etmek zorunda kaldıkları
baba ocağına kavuşacaklar, Kâbe-i Muazzamayı ziyaret edeceklerdi. Hepsinden de
mühimi kendilerini hakir gören, kendilerine olmadık eziyet ve işkencelerde
bulunan Kureyş müşriklerine İslâmın izzet, şeref, azamet ve haşmetini
göstereceklerdi. Bu sebeple gönülleri heyecan doluydu.
Zülhuleyfe
mevkiine varılınca Resûl-i Ekrem Efendimiz Muhammed bin Mesleme'nin kumandanlık
ettiği süvarilerle birlikte silah yüklerini ve kurbanlık develeri önden
gönderdi ve orada ihrama girdi.[561]
Artık,
etraf Allah Resûlü ve Müslümanların telbiye sadalarıyla âdeta sarsılıyordu:
-"Lebbeyk
Allahümme lebbeyk! "Lebbeyke lâ şerike leke lebbeyk!"İnnel hamde
venni'mete leke ve'l-mülk! Lâ şerike leke."[562]
Önden
giden Muhammed bin Mesleme komutasındaki yüz atlı birliği ve beraberinde
götürdükleri silahlar, Merruzzehran mevkiinde müşriklerin bir kaç adamı
tarafından görüldü.
-"Nedir
bunlar?" diye sordular.
Muhammed
bin Mesleme,
-"Resûlullah
Aleyhisselâmın süvarileridir" dedi ve devam etti:
-"Kendileri
de inşaallah yarın sabah burada olacaklardır."[563]
Adamlar
şaşkına döndüler ve son sür'at yol alarak haberi Mekke'ye ulaştırdılar.
Müşrikleri, bir korku ve telaş sardı. Ve
-"Muhammed
üzerimize yürüyor" diyerek durumdan birbirlerini haberdar ettiler.
Gerçi
Hz. Resûlullah Hendek Harbinden sonra,
-"Artık,
onlar bizim üzerimize değil, biz onların üzerine yürüyeceğiz" buyurmuşlardı,
ama bu sefer, o gaye ile tertip edilmiş değildi. Sadece, anlaşmada da
belirtildiği gibi Kâbe'yi tavaf etmek, umrelerini yapmak maksadıyla yola
çıkmışlardı.
Buna
rağmen müşrikler fazlasıyla endişeye kapıldılar. Derhal Resûl-i Ekrem
Efendimize işin gerçek mahiyetini öğrenmek için adamlarını gönderdiler. Telbiye
sadalarıyla Zülhuleyfe'den ayrılan Peygamber Efendimiz, Müslümanlarla birlikte
Merruzzehran'a geldi. Oradan bütün silahlarını Batn-ı Ye'cec mevkiine gönderdi.
Silahları beklemek üzere de Evs bin Havlî başkanlığında iki yüz kişiyi
vazifelendirdi. [564]
Daha
sonra Peygamber Efendimiz, Ashabıyla yol alarak oradan Mekke'nin rahatlıkla
görüldüğü Batn-ı Ye'cec mevkiine vardı.
Bu sırada Kureyş temsilcileri çıkıp geldi.
-"Yâ
Muhammed," dediler,
"Herhalde
sana, bizim küçük veya büyük herhangi bir hıyânetimiz, vefâsızlığımız haber
verilmiş değildir. Buna rağmen, Hareme, kavminin yanına, böyle silahlı mı
gireceksin?" Halbuki, oraya, yolcu silahı olan kınlarına sokulu
kılıçlardan başka bir şeyle girmemek şartını kabullenmiştin?"Peygamber
Efendimiz meseleyi şöyle izah etti:
-"Harem'e
kınlarında sokulu kılıçlardan başka bir silahla girecek değiliz. Ben
çocukluğumdan beri hayatımın her safhasında ancak verdiğim sözde durmakla,
vefakârlıkla tanınmış, bilinmişimdir. Fakat, silahların bana yakın bir yerde
bulunmasını isterim."
Kureyş
baştemsilcisi Mikrez bin Hafs, aynı sözleri tasdik etti:
"Senden
beklenen, sana yaraşan da iyilik ve vefakârlıktır."[565]
Durum,
temsilciler tarafından süratle Kureyşlilere ulaştırıldı. İçlerini kemiren
düşmanlık duygusunun eseri olarak, Müslümanların bu muhteşem sevinç ve nuranî
bayramlarını yakından temaşa etmemek için, Kureyşliler Mekke'yi boşalttılar. [566]
Peygamber
Efendimiz Mekke'de
Hz.
Resûlallah, müstesnâ bir ihtişam ve vekarla devesi Kasvâ'nın üzerinde Mekke'ye
girdi. Müslümanlar etrafında tecessüm etmiş nurdan yıldızları andırıyorlardı.
Bu yıldızların arasında Server-i Kâinat Efendimiz bir güneş gibi parlıyordu.
Tam bir intizam ve haşmet içinde adım adım Kâbe'yi Muazzamaya, Beytullaha
yaklaşıyorlardı.
-"Lebbeyk
Allahümme lebbeyk" nidâları Mekke'nin her tarafına yayılıyor,
dağlar, taşlar bu nûranî sadaya cevap veriyorlardı. Müşrikler ise kuytu
yerlerde, dağ başlarında âdeta bu ulvî sadaya kulaklarını tıkamış, bu haşmetli
manzara karşısında gözlerini kapatmışlardı. Kasvâ'nın yuları şâir Abdullah bin
Ravâha'nın elindeydi. Hz. Resûlullahın önünde gidiyor ve şu şiirini söylüyordu:
-"Ey
kâfir oğulları, Resûlullahın yolundan çekiliniz!" Rahman olan Allah, onun
Hak Peygamber olduğuna dâir âyetler indirdi.
-"Bütün
hayır ve iyilik Allah Resûlünde ve onun yolundadır. En hayırlı, en şerefli ölüm
de onun yolunda çarpışarak ölmektir!" [567]
Bu
ulvî ve nurânî manzara arasında Resûl-i Ekrem ve Müslümanlar telbiyelerle
Beytullaha vardılar. Resûl-i Ekrem, Mescid-i Harama girince, omuz ihramının bir
ucunu sağ koltuğunun altına alıp, sol omuzunun üzerine atarak sağ omuzunu açtı
ve,
-"Bugün, kendisini, şu şirk ehline kuvvetli ve zinde
gösterecek kahramanları Allah rahmetiyle yarlığasın, esirgesin"[568] buyurdu.
Sonra,
Sahabîlere, Kâbe-i Muazzamayı üç kere koşa koşa ve omuzlarını silke silke tavaf
etmelerini emretti.[569]
Zira, Kureyş müşrikleri;
-"Yanımızdan
çıkıp gittikten sonra Muhammed ve Ashabı hastalık ve yoksulluğa
uğramıştır" diyerek dedikoduda bulunarak, bir nevi kendilerini teselli
etmeye çalışıyorlardı. Cenab-ı Hak, bütün bu dedikodularını sevgili Resûlüne
bildirdiği için, o da Ashab-ı Kirama güçlü ve kuvvetli görünmelerini
emrediyordu.
Kâbe'yi
Tavaf
Hâtemü'l-Enbiya
Efendimiz Kasvâ'nın üzerinde idi. Kasvâ'nın yuları ise Abdullah bin Ravâha'nın
elindeydi. Sahabîler de sağ omuzlarını açmış, tavaf için bekliyorlardı.
Peygamberimiz, Hacerü'l-Esved'in yanına vardı ve elindeki değnekle dokunarak
onu istilâm etti. Sonra da değneği öptü.
Ashab-ı Kiram da aynı şeyi yaptı.
Ashab-ı
Güzin tavafın ilk üç devresinde Peygamberimizin emri gereği, hızlı hızlı ve
çalımlı yürüdüler. Üç tavafı böylece tamamladılar. Abdullah bin Ravâha, hem
Kâbe'yi tavaf ediyor, hem de şiir söylemeye devam ediyordu:
-"O
Allah'ın ismiyle başlarım ki, dininden başka gerçek din yoktur Onun."
O
Allah'ın ismiyle başlarım ki, Muhammed Resûlüdür Onun.
-"Çekilin,
ey kâfir oğulları Resûlullahın yolundan!"[570]
Hz.
Ömer, bu hareketinden hoşlanmadı:
-"Ey
İbni Ravâha! Sen, Resûlullahın önünde, Allah'ın Hareminde bu şiiri söyleyip
duracak mısın?" diyerek susmasını istedi.
Hz.
Ömer'e, Resûl-i Zişân Efendimiz cevap verdi:
-"Ey
Ömer! Ona manî olma! Vallahi, onun sözleri, bu Kureyş müşriklerine ok
yağdırmaktan daha çok tesirlidir."[571]
Sonra
da Abdullah bin Ravâha'ya dönerek,
-"Devam
et! Devam et! Ey İbni Ravâha"[572]
dedi. Aradan bir müddet geçtikten sonra Resûl-i Zişan Efendimiz, Abdullah bin
Ravâha'ya şu duayı okumasını emretti:
-"Allah'tan
başka İlâh ve Ma'bud yoktur! Bir olan Odur! Va'dini gerçekleştiren Odur! Bu
kuluna nusret veren Odur! Askerlerine kuvvet veren Odur! Toplanmış bulunan
kabileleri bozguna uğratan da yalnız Odur."[573]
Ashab-ı
Kiramda Hz. Resûlullahın öğrettiği bu duayı hep bir ağızdan söylemeye
başladılar.
Müşriklerin
Şaşkınlığı
Yürekleri
düşmanlık, hınç ve kıskançlık dolu müşrik ileri gelenleri, Hz. Resûlullah
Efendimizle Ashab-ı Kiramı gözetlemek maksadıyla dağ başlarına çıkmışlardı.
Müslümanların, koşa koşa ve omuzlarını silke silke Kâbe-i Muazzamayı üç kere
tavaf ettiklerini görünce, şaşkınlık ve hayretlerini şöyle izhar ettiler:
-"Demek,
Medine'nin humması, sıtması onları zâif düşürmemiş! "Baksanıza yürümeye
kanaat etmeyip, silkine silkine koşuyorlar!"[574]
Peygamber
Efendimiz, Kâbe'yi yedi kere tavaf ettikten sonra Makam-ı İbrahim'de iki rekât
tavaf namazı kıldı. Daha sonra sa'y yapmak üzere Safa Tepesine çıktı. Yine
devesi Kasvâ'nın üzerinde olduğu halde, Safâ ile Merve tepeleri arasında yedi
kere sa'y yaptı. Merve'de sa'y tamamlandıktan sonra da kurbanların kesilmesine
geçildi. Müslümanlar da Merve'de Hz. Resûlullah'la birlikte kurbanlarını
kestiler. Yine burada Ashabdan Hıraş bin Ümeyye, Resûl-i Ekrem Efendimizin
başını kazıdı. Sahabîler de başlarını tıraş ettiler.[575]
Böylece
Hz. Fahr-i Âlem Efendimizin Hudeybiye seferinden önce, görmüş olduğu rüyâ aynen
çıkmış oluyordu.
Hz.
Bilâl'in Ezan Okuması
Umre
tamamlandıktan sonra, Hz. Fahr-i Kâinat, Kâbe'nin içine girmek istedi. Ancak
müşrikler,
-"Bu,
anlaşmamızda yoktu" diyerek müsaade etmediler. Öğle vakti girmişti.
Kâbe'ye girmesine müsaade edilmeyen Resûl-i Ekrem, Hz. Bilâl'e Kâbe'nin üzerine
çıkarak öğle ezanını okumasını emretti. Peygamberimiz ve Müslümanlar, Hz.
Bilâl'in yanık sesiyle okuduğu ezanı huşû ve huzur içinde dinlerken, müşrik
ileri gelenleri tedirgin ve üzgün görünüyorlardı. Herbirinin ağzından nahoş
laflar çıkıyordu. Ebû Cehil'in oğlu İkrime,
-"Allah,
Ebû Cehil'e bu kölenin söylediğini işittirmemek ihsanında bulunmuştur"
dedi.
Müşrik
Safvan bin Ümeyye,
-"Şükür
ki Allah, bunları görmeden babamı aldı, götürdü" diyerek tedirginliğini
ifâde ediyordu. Halid bin Esîd ise, hadiseden duyduğu üzüntüyü,
-"Şükürler
olsun Allah'a ki babamı öldürdü de, Bilâl'in Kâbe üzerine dikilip bağırdığı bu
zamanı görmedi!" diyerek ifâde ediyordu.
Bu
arada ezanı işitince hiç bir şey söylemeden yüzünü kapayanlar da görülüyordu.[576]
Onlar
kin, düşmanlık ve kıskançlıklarından dolayı böyle çirkin lâflar ederken,
Ashab-ı Kirâm ise saf bağlamış, âlemlerin Rabbi Allah'ın huzurunda el pençe
namaza duruyorlardı. Öğle namazı burada edâ edildi.
Hz.
Meynûne'nin Peygamberimize Nikahlanışı
Asıl
ismi Berre olan Hz. Meymûne, Peygamber Efendimizin amcası Hz. Abbas'ın hanımı
Ümmü'l-Fadl ile Hz. Câfer'in hanımı Esmâ'nın kızkardeşi idi. Kocasının ölümüyle
dul kalmıştı.[577]
Hz.
Abbas, Peygamber Efendimizin onu almasını arzu ediyordu. Bu nedenle Efendimizi
her gördüğünde ondan medih ve takdirde bahsederdi.Son olarak Resûl-i Ekrem
Efendimiz, umre için Medine'den yola çıkıp Cuhfe'ye gelip konduğu sırada, Hz.
Abbas gidip orada kendisiyle buluşmuştu. O sırada Efendimize,
-"Yâ
Resûlallah! Meymûne binti Hâris, dul kaldı. Onu kendine zevceliğe kabul
buyursan olmaz mı?" diye teklifte bulundu.[578]
Peygamber
Efendimiz de bu teklifi kabul etti. Resûl-i Ekrem henüz Mekke'den ayrılmamıştı.
Hz. Resûlullahın kendisine dünür olduğu haberini devesinin üzerinde iken alan
Hz. Meymûne,
-"Deve
de, üzerindeki de Resûlullah Aleyhisselâmındır" diyerek memnuniyet ve
sevincini açıkladı.[579]
Hz.
Abbas da bunun üzerine, Peygamberimizden dört yüz dirhem mehir alarak Hz.
Meymûne'yi ona nikâhladı.[580]
Peygamber
Efendimizin (a.s.), Hz. Meymûne ile evlenmesinden Kureyş müşrikleriyle arasında
bulunan gerginliği bir derece yumuşatmak maksadını güttüğü de söylenebilir.
Zirâ, bir müddet daha kalıp Kureyşlilerle konuşma fırsatını elde etmek için
bunu vesile kılmak istediğini görüyoruz. Hudeybiye Muâhedesine göre tesbit
edilen kalma müddeti üç gündü. Üç gün dolunca Efendimiz, Kureyş ileri
gelenlerine şöyle bir teklifte bulundu:
-"İsterseniz,
âilemle evlenme merasimi yapmak üzere burada üç gün daha kalayım ve teptipleyeceğim
düğün ziyafetine sizi de dâvet edeyim."
Fakat,
Kureyş ileri gelenleri bunu kabul etmediler. Temsilci göndererek,
Peygamberimizden Mekke'den çıkıp gitmesini istediler.O sırada Efendimizin
yanında Medineli Müslümanların ileri gelenlerinden Sa'd bin Ubâde vardı. Kureyş
temsilcilerinin Resûl-i Kibriyâ Efendimize sert konuştuklarına tahammül edemedi
ve onlardan biri olan Süheyl bir Amr'a şöyle çıkıştı:
-"Burası
ne senin, ne de babanın toprağıdır." Vallahi, Resûlullah Aleyhisselâm
buradan ancak anlaşma hükmü gereği kendi rızasıyla çıkar. Yoksa zorla çıkıp
gitmez.
-"Bunun
üzerine Kureyş'in iki temsilcisi seslerini kestiler. Peygamber Efendimiz ise bu
manzaraya tebessüm buyurdular.[581]
Mekke'de
Kalma Müddeti Dolunca
Hudeybiye
Anlaşması gereğince, Mekke'de kalma müddeti olarak tayin edilen üç gün
dolmuştu. Hayatı boyunca düşmanı ile dahi ahdini bozmamış bulunan Hz. Fahr-i
Âlem Efendimiz, gönülden kalmayı arzu ettiği halde, ahdine ters düşmemek için
Mekke'yi, Kâbe-i Muazzamayı terk etmek
zorunda kalıyordu. Aslında bu bir mânâda uzaklaşmak değil, Mekke'yi fethetme
zamanına gün be gün yaklaşmaktı. Bundan sonraki her gün, her saat Mekke'nin
fethini, onunla birlikte gönüllerin fethini de yakınlaştıracaktı.
Bu
üç gün zarfında Müslümanlar, Mekke'deki bir çok akrabalarıyla görüşme imkânına
da kavuşmuşlardı. İman hakikatlarını ve İslâm ahlâkının güzellik, yücelik,
nezaket ve nezahetini dürüst davranışlarıyla ortaya koyma fırsatını
bulmuşlardı. Doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu müşriklerin de
gözleri önünde nuranî bir manzara halinde sergilemişlerdi. Bunun neticesinde
müşrik azılıları hariç, halktan bir çok kimsenin gönlünde iman ve İslâma karşı
sıcak bir ilgi, samimi bir istek uyanmıştı. Âdeta, Mekke fethedilmeden evvel,
halkından bir çoğunun gönlü fethe hazır hale gelmişti. Resûl-i Ekrem Efendimiz,
Ashabıyla Mekke'den ayrıldığı sırada arkasından mâsum bir ses duydu:
-"Amca!
Amca!" Dönüp baktılar. Sesin sahibi şehidlerin efendisi Hz. Hamza'nın
biricik kızı Ümâme idi. Mekke'de bulunuyordu. Sesinde bir imdat, bir,
-"Beni
kurtarın bu şirk diyarından" ifâdesi ve mânası vardı. Ve sanki, Bütün
Mekke, bir ağız olmuş,
-"Beni
bırakma" diye bu biricik yavruyla birlikte imdat diliyordu. Kalbi, şefkat
ve merhamet deryasını andıran Resûl-i Ekrem, döndü, minicik yavrunun elinden
tutup Medine'ye beraberinde getirdi.[582]
Resûl-i
Ekrem Efendimiz Ashabıyla Mekke'den ayrıldıktan sonra Serif mevkiinde
konakladı. Orada Hz. Meymûne ile evlendi.[583]
Medine'ye
Dönüş
Peygamber
Efendimiz, akşamleyin Şerif'ten ayrılıp geceleri yola devam etti. Zilhicce ayı
içinde Medine'ye geldi.[584]
Hz.
Hamza'nın Selma binti Ümeys'ten doğan kızı Ümâme, Mekke'ye getirilince üzerinde
münakaşa çıktı. Peygamber Efendimiz, Hz. Zeyd bin Hârise ile Hz. Hamza'yı
birbirine kardeş yapmıştı. Hz. Zeyd buna istinaden şehâdetlerinden sonra Hz.
Hamza'nın çocuklarının velisi ve vasisi kendisi olduğunu söyledi ve,
-"Kardeşimin
kızını görüp gözetmeye, ben daha lâyık ve haklıyım" dedi.
Hz.
Câfer bunu duyunca hemen itiraz etti:
-"Teyze
de bir annedir. Hanımım Esmâ binti Ümeys, Ümâme'nin teyzesidir. Bu bakımdan onu
görüp gözetmeye ben daha lâyık ve haklıyım."
Hz.
Ali ise buna kendisinin daha lâyık olduğunu iddia etti.
-"Amcamın
kızını müşriklerin arasından çıkarıp getiren benim" dedi.
-"Siz
ona, neseben benim kadar yakın değilsiniz. Onu görüp gözetmeye ben, sizden daha
haklı ve lâyıkım!"
Meseleyi
neticeye bağlamak Hz. Resûlullaha kalmıştı,
-"Ey
Zeyd! Sen, Allah'ın ve Resûlünün dostusun." Ey Ali! Sen de benim kardeşim
ve arkadaşımsım." Ey Câfer! Sen de bana yaratılış ve huyca en çok
benzeyensin" dedikten sonra şu kararı verdi:
-"Ey
Câfer! Ümâme'yi görüp gözetmeye, sen daha lâyık ve haklısın! Çünkü; onun
teyzesiyle evli bulunuyorsun. Kadın ne teyzesi, ne de halası üzerine nikâhlanıp
gelemez! "[585]
Hz.
Resûlullah bu hükmü verince, Hz. Câfer sevincinden birden ayağa kalktı.
Peygamber Efendimizin çevresinde tek ayak üzerinde seke seke yürümeğe başladı.
Resûl-i
Ekrem,
-"Ey
Câfer! Nedir bu yaptığın?" diye sorunca,
Hz.
Câfer şöyle izah etti:
-"Yâ
Resûlallah! Habeşliler, sevinçlerinden, krallarına böyle yaparlardı. Necaşî de
bir kimseden hoşlandı mı kalkıp böyle hareket ederdi."[586]
Mu'te Muhârebesi (Hicrî:8, M.:629)
Mu'te, Şam civarında bir yerdir. Hicretin sekizinci senesinde,
Müslümanlar ile Rumlar (Bizans) arasında ilk muhârebe burada olmuştur.
Peygamber Efendimiz'in meliklere, devlet idârecilerine gönderdiği elçiler
ağırlanıyor, hediyelerle geri gönderiliyorlardı. Bunlardan, Rumlara (Bizans'a)
bağlı Basra melikine (idârecisine) elçi olarak gönderilen Hâris ibn-i Umeyr ve
arkadaşları, diğer elçilerin gördüğü hoş karşılanma ve iyi muâmelenin aksine,
sûikasta mâruz kaldı. Bu beldenin, Şurahbil adındaki idârecisi, kendisine
gönderilen Hâris başkanlığındaki elçiler heyetini şehîd etti. İçlerinden ancak
bir kişi kaçıp kurtulabildi. Durumu gelip Rasûlüllâh'a haber verdi.
Rasûlü Ekrem, elçilerinin öldürülmesine çok üzülmüştü. Başka hiç kimse
elçilere dokunmadığı halde, onların elçiyi öldürmeleri çirkin bir tecâvüzdü.
Devletler hukukuna aykırı bir hareketti.
Bunun üzerine, Zeyd ibn-i Hâris kumandanlığında 3000 kişilik bir ordu
hazırlandı. Sancak Zeyd'e verildi. Zeyd, âzad edilmiş bir köle idi. Ashâbın
ulularının bulunduğu bir ordunun başına O'nun kumandan getirilmesi, İslâm’ın
getirdiği müsâvaatın bir örneğidir. İslâm’da rütbe ve şahıs farkının olmayıp
şeref ve mezâyaada eşitliğin bir örneğidir. Bu, eşitlik prensibinin
tatbikatıdır. Prensipler mücerret halde kalırsa, bir şey kazandırmazlar, kuru
laftan ibâret kalır.
Hz.Peygamberimiz, sancağı Zeyd'e teslim ederken şöyle dedi:
-"Eğer, Zeyd şehid olursa yerine Câfer ibn-i Ebi Tâlib geçsin. O da
şehid olursa yerine Abdullah ibn-i Revvaha geçsin. O da şehid olursa vakit
geçirmeden, aranızdan bir kumandan seçin."
Rasûlü Ekrem, orduyu Medîne dışındaki Seniyyet'ül Vedağ mevkiine kadar
uğurladı. Son olarak, kendilerine tenbihatta bulunarak; "Allâh'ın ismiyle,
Allâh'ın düşmanlarıyla ve düşmanlarınızla harp ediniz. Yolda nefislerini
Allâh'a vermiş insanlar bulacaksınız, onlarla dövüşmeyin. Kadınları, çocukları
ve ihtiyarları öldürmeyin. Ağaçları kesmeyin. Binaları yıkmayın." buyurdu.
Şurahbil, Müslümanların kendisine doğru geldiğini öğrenince tedbirlerini
almağa başladı. Kendi kuvvetlerini kâfi görmeyerek, Bizans hükümdarı Kayser'den
yardım ve takviye kuvveti istedi. Şam'da bulunan Rumlar ve onlara tâbi olan
Araplar, Müslümanlara karşı koymak için çelik elbiseli ve silahlı 200,000
kişilik bir ordu meydana getirmişlerdi.
Muhârebenin Başlaması
Müslümanlar, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra, Mu'te denilen bölgeye
gelmişlerdi. Rumları, tahminlerin fevkinde, çok kalabalık bir halde toplanmış
buldular. Bu durumda Müslümanlar, tereddüte düştü.
-"Allah Rasûlü'nden takviye kuvveti mi istensin yoksa harbe gidilsin
mi?" gibi ihtimaller tartışıldı.
Abdullah ibn-i Revvâha şöyle dedi:
-"Ey kavim! Biz niçin çıktık? Biz, ya kahramanca dövüşerek şan
kazanırız, yahut, Hak uğrunda şehid oluruz. Her ikisi de bizim için hayırlıdır.
Yâ zafer, yâ şehidlik...".
Bu hâl ordunun çok hoşuna gitti. Bunun üzerine harbe atıldılar. Zeyd
ibn-i Hâris ordunun kumandanı, bütün Müslümanlar O'nun çevresinde kılınç
sallıyorlardı. Zeyd (ra), kendisine verilen vazîfenin kutsallığını biliyor,
olanca gücüyle savaşıyordu. Ama, atılan mızraklardan biri O'nu gelip bulmuştu.
Yere yıkıldığı zaman, sancak hâlâ elinde idi. Onu bir türlü bırakmak
istemiyordu ve şöyle diyordu:
-"Ey güzel cennet! O'na yaklaşmak ne iyi, O'nun şerbeti ne kadar
tatlı ve güzeldir!"
Daha sonra sancağı Câfer ibn-i Ebi Tâlib aldı. Câfer (ra), elindeki
sancağı canı gibi kolluyordu. Düşman her yerden O'nu kuşatmıştı. Yılmadan
düşmanla dövüşmeğe devam ediyordu. Nihâyet, atından inip kılıncını çekerek
nefsini koruyor, bu arada birçok kelleleri de uçuruyordu. Sancak sağ elinde
idi. Müşriklerden biri ansızın Câfer (ra)'ın elini kesti. Câfer (ra) diğer eliyle
onu hakladıktan sonra sancağı sol eline aldı. Bir başka müşrik, sol elini de
kesince, sancağı kolları arasına aldı. Sayısız yara alan Câfer (ra) şehid oldu.
Daha sonra sancağı, Abdullah ibn-i Revvaha alarak düşmanın üzerine hücum
etti. Düşman saflarını yardı ve düştü. Üzerine çullanan kafirler tarafından
şehîd edildi. O şehid olunca Müslümanların ordusu dağılmağa başlamıştı ki Utbe
ibn-i Amr ordunun önüne geçerek şöyle seslendi:
-"Ey Kavim! İnsanın zulmetle ölmesinden düşman karşısında ölmesi
daha hayırlıdır."
Hz.Hâlid ibn-i Velid'in Kumandan Oluşu ve Harp
Dehâsı
Abdullah ibn-i Revvaha şehid olunca sancağı Sabit ibn-i Akram almıştı.
Sabit sancağı alır almaz mücâhitlerin önüne geçerek yere dikti.
-"Ey insanlar! Ey Ensar hânedanı! Bana doğru geliniz." diye
seslendi.
Müslümanlar her taraftan O'nun etrafında toplandılar.
Sabit;
-"Ey Müslümanlar cemâatı! Siz, içinizden birini kendinize seçiniz ve
O'nun çevresinde toplanınız" dedi.
Mücahitler;
-"Biz seni kumandan seçtik, sana razıyız" dediler.
Sabit ibn-i Akram;
-"Ben bu işi yapamam" dedi.
Hâlid ibn-i Velid'e bakarak;
-"Ey Ebû Süleyman al şu sancağı" dedi.
Hâlid ibn-i Velid;
-"Ben bu sancağı senden alamam, sen buna benden daha lâyıksın. Çünkü
daha yaşlısın ve Bedir harbinde bulunanlardansın."
Sabit ibn-i Akram;
-"Ben bu sancağı ancak sana vermek için aldım." dedi ve Hâlid
ibn-i Velid'in vereceği cevabı beklemeden hemen oradaki Müslümanlara dönerek;
-"Hâlid'i kumandan seçmek hakkında görüş ve söz birliği ediyor
musunuz?" diye sordu.
Bütün Müslümanlar hep birlikte;
-"Evet" dediler.
Müslümanlar, Hâlid ibn-i Velid hakkında, böyle görüş ve söz birliğine
varınca Hâlid ibn-i Velid sancağı alıp, hemen ordusuna çeki düzen verdi. Bundan
sonra bozulan ordu Hâlid ibn-i Velid'in etrafında toplanmağa başladı. Hz.Hâlid,
harp dehâsıyla üçbin kişiyi, 200 bin kişiye karşı toparladı. Müslümanların
dağılmasını önledi ve cepheyi tuttu. O gün vaziyeti bu şekilde muhafaza etti.
Karanlık bastığında askerlerin yerlerini değiştirdi. Okçuların yerlerini başka
yere, başka yerdeki Müslümanları okçuların yerine, öndekileri arkaya,
arkadakileri öne, sol cenahtakileri sağ cenaha, sağ cenahtakileri sol cenaha,
sağdakilerin bir kısmını da tepenin arkasına, pusuya yerleştirdi.
Ertesi gün, muhârebe tekrar başladı. Düşman, tanımadığı askerleri
karşılarında görünce yeni kuvvetler geldiğini zannederek morelman çöktü. Geri
çekilmeğe başladılar. Artık, 200 bin kişilik müşrik ordusu bozulmağa, çil
yavrusu gibi kaçışmağa başlamıştı. Hz.Hâlid ve ordu onları tâkip etmeğe
başladı. Hâlid ibn-i Velid'in maksadı, Müslümanları buradan sağ sâlim
kurtarmaktan ibâretti. Yoksa onları tamamen ortadan kaldırmağa imkan yoktu.
Hz.Hâlid'in sahraya doğru gideceğini zanneden düşman, harp meydanını
tamamen terketmek zorunda kaldı. Böylece Hz.Hâlid'in harp taktiği ile
Müslümanlar zafere kavuşmuş oluyordu.
Mu'te'de, bu şiddetli muhârebeler vukua gelirken, bir mûcize olarak,
Peygamber Efendimiz manzarayı gözü önünde gibi görüyor ve Eshâbına olup
bitenleri haber veriyordu. Duruma mânen muttali olan Rasûlü Ekrem, mescidinde
Ashâbına durumu açıklayarak;
-"Zeyd ibn-i Hâris şehid oldu, Câfer ibn-i Ebi Talib de şehid oldu,
daha sonra Abdullah ibn-i Revvâha da şehid oldu. Hâlid ibn-i Velid şu anda
kumandanlığı eline aldı." deyince bütün Eshâbın yüzü güldü. Çünkü onun,
harp sanatını herkesten güzel bildiğini biliyorlardı.
Bu harpte ilk şehid Zeyd idi. Rasûlüllah, Zeyd'in kızını görünce
gözyaşlarını tutamadı. Zeyd'in kızı O'na;
-"Yâ Rasûlellah! Sen de mi ağlıyorsun?" deyince,
Rasûlüllah;
-"Bu, dostun dost için gözyaşı dökmesidir." buyurdu.
Peygamber Efendimiz, Câfer (ra)'ın ölümüne çok üzüldü. Bu musîbetli
günlerinde, Câfer âilesine yemek yapıp göndermelerini kendi âilesine tembih
etti. Böylece musîbetli günlerde Müslümanların komşularına bakıp gözetmeleri
buradan kaldı.
Rasûlü Ekrem, Câfer (r.a) için şöyle buyurmuştu:
-"Onun kesilen iki eline karşılık, Cenâb-u Hakk O'na iki kanat
verdi. Gördüm ki melekler ile birlikte uçuyordu."[587]
Bundan dolayı, kendisine Câferi Tayyar dendi.
Medine'ye Dönüş
Hz. Halid, Allah'ın yardımıyla mahv olmaktan
kurtardığı ordusuyla Medine'ye doğru yola koyuldu. Düşman ise, şaşkın şaşkın
seyretmekle yetiniyordu. Sanki oldukları yerde çivilenmişlerdi. İslâm ordusunu
takip etme cesaretini bulamamaları elbette kendileri hesabına büyük bir hezimetti.
Mücahidler Medine'ye parlak bir zafer kazanmanın vakar ve haşmetiyle
yaklaşıyorlardı. Bu arada mücahidlerden Ya'lâ bin Ümeyye önden giderek, henüz
ordu Medine'ye varmadan Hz. Resûlullahın huzuruna çıktı. Olup bitenleri
anlatmak isteyince Resûl-i Kibriyâ,
-"İstersen ben olup bitenleri sana
anlatayım" buyurdu ve harp safahatını olduğu gibi anlattı. Bu mucize
karşısında Hz. Ya'lâ şöyle dedi:
-"Seni
hak din ve kitapla peygamber gönderen Allah'a yemin ederim ki, sen mücahidlerin
hâdiselerinden anlatmadık bir harf bile bırakmadın."[588]
Resûl-i
Kibriyâ Efendimiz ise,
-"Allah
aradaki mesafeyi ortadan kaldırdı. Ben de savaş meydanını gözlerimle
gördüm"[589]
buyurdu.
Hz.
Câfer'in Mü'te'de şehid olduğu gündü. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz harbin
safahatını anlatıp, üç kumandanın şehid olduğunu Ashab-ı Kirama haber verdikten
sonra, Hz. Câfer'in evine gitti. Hz. Câfer'in hanımı Esmâ binti Ümeys her
şeyden habersiz işleriyle meşguldü. Çocuklarının yüzlerini tertemiz yıkamış,
başlarını taramıştı. Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.),
-"Ey
Esmâ, Câfer'in oğulları nerede?" diye sordu. Hz. Esmâ'nın hâlâ bir şeyden
haberi yoktu. Çocukları çok seven Hz. Resûlullahın bu isteği altında herhangi
bir mânâ aramadı. Oğullarını tutup yanına getirdi. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz
onları bağrına bastı. Öptü, kokladı. Bu esnada kendisini zaptedemeyerek
gözlerinden yaşlar akmaya başladı.
İşte
o anda Hz. Esmâ'nın yüreği dağlanır gibi oldu.
-"Yâ
Resûlallah," dedi, "anam, babam sana fedâ olsun, sen ne için
ağlıyorsun? Yoksa Câfer ve arkadaşlarından sana acı bir haber mi erişti?" [590]
Hz.
Resûlullah acı gerçeği teessür içinde haber verdi,
-"Evet
onlar bugün şehid oldular!"[591]
Hz.
Esmâ'nın gözlerinden bir anda yaşlar seller gibi boşanmaya başladı. Kadınlar
başına toplandılar. Hz. Resûlullahın ona emri şu oldu:
-"Ey Esmâ! Ağzından uygunsuz ve kaba bir
söz kaçırma ve göğsünü de dövme!"[592]
Daha sonra Efendimiz Hâne-i Saadetine geldi.
Zevcelerine,
-"Câfer âilesi için yemek yapmayı ihmal
etmeyiniz" buyurdu. Bunun üzerine Hz. Câfer'in ev halkına üç gün yemek yapılıp
yedirildi. İslâmda ölünün ev halkı için yapılan ilk yemek budur. Peygamber
Efendimiz, Hz. Câfer için üç günden sonra ağlamayı da yasakladı.[593]
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hz. Câfer'in
kesilen iki eline karşılık, Cenab-ı Hakkın ona iki kanat verdiğini ve Cennette,
onunla istediği gibi uçup durduğunu haber vermiştir. Bu sebeple ona,
-"Câferi Tayyar" denilmiştir. [594]
Henüz İslâm ordusu Mü'te'den Medine'ye
dönmemişti. Hz. Resûlullah, bir ara harpte şehid olan Zeyd bin Hârise
Hazretlerinin kızını gördü. Masum kız, Resûl-i Kibriyânın mübarek yüzüne
hüzünlü ve ağlamaklı bakıyordu. Bu manzarayı seyre dayanamayan Efendimiz,
şefkat ve merhametinden ağlamaya başladı. Sa'd bin Ubâde Hazretleri,
-"Yâ Resûlallah! Nedir bu?" diye
sordu.
Efendimiz şöyle izah etti,
-"Bu, sevgilinin, sevgilisine
hasretidir."[595]
İslâm
Ordusunun Karşılanışı
Oldukça
sıcak bir gündü.Hz. Resûlullahın ak sancağının Medine ufuklarında parlamaya
başladığı görüldü. Gelen artık Zeyd ordusu değil "Seyfullahi's-Sarim"
(Allah'ın Keskin Kılıcı) ünvânının sahibi Hz. Hâlid bin Velid ordusu idi.
Tecessüm etmiş ruh ve cesaret abidesini andıran mücahidler üç kumandan dahil,
on beş kadar mücahidi kaybetmiş olmanın derin hüznü, ama İslâma parlak bir
zafer kazandırmanın vakar ve sevinci içinde Medine'ye semâda süzülen parlak
yıldızlar misali akıyorlardı.
Bu
sırada Resûl-i Ekrem, Ashab-ı Kirama,
-"Toplanınız
da kardeşlerinizi karşılayalım" buyurdu. Müslümanlar, kızgın sıcağa rağmen
derhal bu emre itaat edip mücahidleri karşılamak üzere âdeta Medine'yi tamamen
boşalttılar.
Kâinatın
Efendisi de bu mücahidleri karşılamaya çıkıyordu. Onlara,
-"Hoşgeldiniz"
demeye gidiyordu. Çoluk çocuk herkes onun etrafını yıldız misali sarmıştı.
Çocukların bineklere bindirilmesini emredip, kudsî şehâdet mertebesine erişen
Hz. Câfer'in biricik oğlunun da kendisine verilmesini istedi. Getirilen
yavruyu, şefkat kahramanı Kâinatın Efendisi önüne bindirdi. Yoluna öylece devam
etti.
Medine'nin
Cürüf mevkiinde mücahidlerle karşılayıcılar birbirlerine kavuştular ve ulvî bir
manzara teşkil ettiler. Bu arada mücahidlerin kulağına bazı nâhoş sözler geldi.
-"Allah
yolunda savaşmaktan kaçan korkaklar!"[596]
Mücahidler
işittikleri bu sözlerden dolayı son derece üzüntü duydular. Durumu Hz. Resûl-i
Ekreme şikâyet ettiler. Kâinatın Efendisi onları şöyle teselli etti:
-"Sizler
Allah yolunda savaşmaktan kaçanlar değil, dönüp dönüp vuruşanlarsınız!"[597]
Hz.
Resûlullahın bu sözleri üzerine Müslümanlar da mücahidleri o tür sözleri
söyleyerek kınamaktan ve üzmekten vazgeçtiler.
Mekke'nin Fethi (20 Ramazân 8 H./11 Ocak 630 M.)
b=¦äî©j¢ß b¦z¤n Ï Ù Û
b ä¤z n Ï b £ã¡a
“Biz sana apaçık bir fetih ve zafer sağladık.“[598]
a) Hudeybiye Muâhedesinin Bozulması
Hudeybiye Barış Anlaşması, Müslümanlarla Kureyş
arasında yapılmıştı. Anlaşma şartlarına göre, diğer Arap kabîleleri, iki
taraftan birinin himâyesine girmekte, anlaşıp birleşmekte serbesttiler. Buna
göre, Huzâa kabîlesi, Müslümanların Benî Bekir (Bekir oğulları) kabîlesi de
Kureyş'in himâyesine girmişti.
Hicretin 8'inci yılı Şaban ayında, Benî Bekir kabîlesi, Peygamberimizin
himâyesinde bulunan Huzâa kabîlesine ansızın bir gece baskını yaptı. Esâsen iki
kabîle arasında öteden beri düşmanlık vardı. Bu baskında Benî Bekir, Kureyşten
yardım ve teşvik görmüş, hatta İkrime, Safvân ve Süheyl.. gibi ileri gelen bir
kısım Kureyş gençleri baskında bizzat bulunmuşlardı. Baskın sonunda
Huzâalılardan 23 kişi ölmüş, sağ kalanlar Harem-i Şerîf'e sığınarak
kurtulabilmişlerdi.
Bu olay üzerine Huzâalılar, 40
kişilik bir heyetle Medine'ye geldiler. Rasûlüllah (a.s.)'a durumu anlatıp
yardımını istediler.
Huzâalılarla Müslümanlar arasında ötedenberi dostluk vardı. Bu dostluğun
temeli, İslâm'dan öncesine kadar uzanıyordu. Bu sebeple Huzâalılar,
Müslümanlarla ilgili, Mekke'de olup biten her şeyi Rasûlüllah (a.s.)'a gizlice
bildirirlerdi. Hendek Savaşı hazırlığını da onlar haber vermişlerdi.
Huzâa kabilesine yapılanlardan, Rasûlüllah (a.s.) son derece üzüldü.
Kendilerine yardım edeceğini va'detti. Kureyş'e derhal bir elçi göndererek:
Öldürülen Huzâalılardan diyetlerinin ödenmesini, veya Benî Bekir
Kabîlesinin himâyesinden vazgeçilmesini istedi.
İki şarttan biri kabûl edilmediği takdirde, Hudeybiye Anlaşmasının
bozulmuş sayılacağını, bildirdi.
Kureyşliler, ilk iki şartı kabûl etmeyip Hudeybiye anlaşmasını
bozduklarını bildirdiler. Daha önce fiilen bozdukları antlaşmayı, böylece
resmen de bozmuş oldular.
b) Kureyş'in Barışı Yenileme Teşebbüsü
Kureyşliler, bir müddet sonra hatalarını anladılar. Alaşmayı bozduklarına
pişmân oldular. Derhal anlaşmayı yenilemek ve barış süresini uzatmak üzere Ebû
Süfyân'ı Medine'ye yolladılar.
Ebû Süfyân, Medine'de önce, Rasûlüllah (a.s.)'ın zevcelerinden kızı Ümmü
Habîbe'ye gitti. Oturacağı sırada, Ümmü Habîbe minderi topladı. Halbuki evde
üzerine oturulacak başka bir şey yoktu. Ebû Süfyân sordu:
-"Kızım, minderi mi benden esirgiyorsun, yoksa beni mi
minderden?"
Kızı cevap verdi:
-"Bu, Rasûlüllah (a.s.)'e âittir. Sen ise müşriksin, pissin. Bu
yüzden üzerine oturmanı istemedim."
Ebû Süfyân, daha sonra Rasûlüllah (a.s.)'e başvurdu. Olumlu bir sonuç
alamadı. Başta Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer olmak üzere ashâbın ileri gelenleriyle
bir bir görüştü, barışın yenilenmesi için desteklerini istedi. Hz. Fâtıma'yı
ziyâret ederek O'ndan yardım bekledi. Fakat bütün gayretleri boşa çıktı; hiç
bir netice elde edemedi. Eli boş dönmek istemiyordu. Hz. Ali'nin tavsiyesine
uymaktan başka çâre yoktu. Mescide geldi:
-"Ey nâs, ben her iki tarafı da himâyeme alarak, Hudeybiye barışını
yeniliyorum. Sanırım, kimse benim ahdimi bozmaz" dedi. Fakat, kimseden
cevâp alamadı. Devesine bindi, ümitsiz olarak Mekke'nin yolunu tuttu. Bir
işâretle bütün Mekke'yi harekete geçiren Ebû Süfyan, Medine'de kimseye sözünü
dinletememiş, öz kızına bile merâmını anlatamamıştı.
Dönüşünde olup bitenleri olduğu gibi Mekkelilere anlattı. Onun sözlerini
dinleyenler:
-"Yazık, sen hiç bir şey yapmamışsın. Bize barış haberi getirmedin
ki, güven içinde olalım, Savaş haberi getirmedin ki, hazırlanalım. Ali seninle
alay etmiş. Senin tek başına ilân ettiğin barış neye yarar...," dediler.
c) Fetih Hazırlığı
Ebû Süfyan Mekke'ye döndükten sonra Rasûlüllah (a.s.) gizlice fetih
hazırlığına başladı. Ashâbına sefer için hazırlanmalarını emretti. Ayrıca,
Gıfâr, Eslem, Eşca' Müzeyne, Cüheyne, Süleym gibi, kendisine bağlı kabîlelere
haber salarak Ramazan'ın ilk günlerinde Medine'de toplanmalarını istedi.
Rasûlüllah (a.s.),Mekke'nin kan dökülmeden fethedilmesini istiyordu.
Kureyş savunma için hazırlık yapar da karşı koyarsa, kan dökülürdü. Bu yüzden
hazırlıklar son derece gizli tutuldu. Mekke ile Medine arasındaki bütün yollar
kesildi. Bu vazife Huzâa kabilesine verildi. İki taraf arasında sanki kuş
uçmuyordu. Bu arada dikkatlerin başka yöne çekilmesi için Necid tarafına bir de
seriyye göndermişti.
d) Ebû Beltea oğlu Hâtıb'ın Kureyş'e Yazdığı
Mektup
Ancak ashabtan Ebû Beltea oğlu Hâtıb, durumdan Kureyş'i haberdar etmek
istemiş, bir mektup yazarak gizlice Mekke'ye göndermişti. Hz. Peygamber (a.s.),
İlâhî vahiy ile bunu öğrendi. Hemen Hz. Ali ile iki arkadaşını görevlendirdi.
-"Hah bostanına kadar gidin, orada, mahfe içinde yolcu bir kadın
bulacaksınız. Yanında bir mektup var, onu alıp getirin," buyurdu.
Kadın önce inkâr etti, fakat,
"Seni şimdi çırılçıplak soyar, her tarafını ararız," deyince,
çâresiz mektubu saçının hotozu arasından çıkardı.
Mektupta, Rasûlüllah (a.s.)'ın önüne durulamayacak bir ordu ile Mekke
üzerine yürüyeceği bildiriliyordu. Herkes şaşırıp kaldı, çünkü Hâtıb'dan böyle
bir şeyi kimse beklemiyordu. Rasûlüllah (a.s.) bir hey'et önünde Hatıb'ı sorguya
çekti.
-"Ey Hâtıb, bu ne iş, niçin bunu yaptın," diye sordu.
Hâtıb:
-"Ya Rasûlüllah hakkımda karar vermekte acele etmeyin. Ben Kureyş'e
anlaşarak bağlı bir kimseyim, fakat hiç bir zaman onların mahremi olmadım.
Yanınızdaki muhacir kardeşlerimin, Mekke'de âilesini ve mallarını koruyacak
yakınları var, benimse kimsem yok. Mekkelilerden nimetdârlar kazanarak âilemi
korumak istemiştim. Bu işi dinimden dönmek için yapmadım, ben Müslüman olduktan
sonra, kat'iyyen küfre razı olmam," diye kendini savundu.
Hz. Ömer, dayanamayıp:
-"Yâ Rasûlallah, izin ver de şu münâfığın boynunu vurayım,"
demişti. Fakat, Rasûlüllah (a.s.) Hâtıb'ın suçunu bağışladı.
-"Yâ Ömer, Hâtıb Bedir Gazası'nda bulundu, ne bilirsin belki de
Cenâb-ı Hak Bedir ehline:
-"Bundan böyle istediğinizi yapın, sizi bağışladım" demiş
olabilir, buyurdu.
Fakat bu olayla ilgili olarak:
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
لَاتَتَّخِذُوا
عَدُوّى
وَعَدُوَّكُمْ
اَوْلِيَاءَ
تُلْقُونَ
اِلَيْهِمْ
بِالْمَوَدَّةِ
وَقَدْ
كَفَرُوا
بِمَا
جَاءَكُمْ
مِنَ الْحَقِّ
يُخْرِجُونَ
الرَّسُولَ
وَاِيَّاكُمْ
اَنْ
تُؤْمِنُوا
بِاللّهِ
رَبِّكُمْ
اِنْ كُنْتُمْ
خَرَجْتُمْ
جِهَادًا فى
سَبيلى وَابْتِغَاءَ
مَرْضَاتى
تُسِرُّونَ
اِلَيْهِمْ
بِالْمَوَدَّةِ
وَاَنَا
اَعْلَمُ
بِمَا
اَخْفَيْتُمْ
وَمَا
اَعْلَنْتُمْ
وَمَنْ
يَفْعَلْهُ
مِنْكُمْ فَقَدْ
ضَلَّ
سَوَاءَ
السَّبيلِ
"Ey inananlar, benim de düşmanım, sizin de
düşmanınız olan kimseleri dost edinmeyin. Onlar, size gelen hakkı tanımadıkları
ve Rabbımız olan Allah'a inandığınız için peygamberi de sizi de (yurdunuzdan)
çıkardıkları halde onlara sevgi (mi) gösteriyorsunuz? Siz benim yolumda
savaşmak ve benim rızamı kazanmak için (yurdunuzdan) çıkmışsanız, ben sizin
gizlediğinizi de, açığa vurduğunuzu da bildiğim halde, nasıl olur da onlara
sevgi gösterirsiniz. İçinizden her kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış
olur"[599]
anlamındaki âyet-i kerime indirilmiştir.
e) Mekke'ye Yürüyüş
Müslümanlığın temeli, "Tevhid İnancı"
dır. Tevhid İnancı'nın, yeryüzünde en büyük âbidesi, Mekke'deki Kâbe'dir. Ancak
bu kutsal yer, putlarla doldurulmuş, putperestliğin merkezi hâline
getirilmişti. İslâm güneşi doğalı 20 yıl olmuştu. Artık, Mekke'nin şirkten
kurtulması, Kâbe'nin putlardan temizlenmesi gerekiyordu.
Rasûlüllah (a.s.), Hicretin 8'inci yılı, Ramazan'ın 10'uncu Pazartesi
günü 10 bin kişilik muazzam bir ordu ile Medine'den çıktı. (1 Ocak 630) Yolda
katılan birliklerle, ordunun sayısı daha sonra 12 bine yükselmişti. O gün
Rasûlüllah (a.s.) ve ashâbı oruçluydu. Yola çıktıktan sonra oruçlarını
bozdular.
Rasûlüllah (a.s.)'ın amcası Abbâs Müslüman olmuş, fakat Müslümanlığını
gizleyerek Mekkede müşrikler arasında kalmıştı. Böylece Mekke'deki haberleri
gizlice Rasûlüllah (a.s.)'e ulaştırıyordu. Artık Mekke'de yapılacak iş
kalmamıştı. Hîcret için Mekke'den çıktı, fakat yarı yolda Fetih Ordusuyla
karşılaştı. Eşyâsını çocuklarıyla Medine'ye gönderip O da orduya katıldı.
Rasûlüllah (a.s.) Abbâs'ın gelişinden memnun oldu.
-"Peygamberlerin sonuncusu ben oldum, muhâcirlerin sonuncusu da
sen;" diye iltifatta bulundu.
Mekke'ye bir konak (yaklaşık 16 km.) mesâfede "Merru'z-zahrân"
denilen yerde karargâh kuruldu. Rasûlüllah (a.s.), ortalık kararınca
burada ordu mevcûdunun sayısınca ateş yakılmasını emretti. Böylece, ordunun
haşmetini Kureyş'e göstermek istiyordu.
Yollar iyice tutulduğu için, İslâm ordusu Merru'zahrân'a gelinceye kadar
Mekkeliler hiç bir haber alamamışlardı. Müslümanların yaklaştığını duyunca ne
yapacaklarını şaşırdılar. Ebû Süfyân durumu anlamak, Müslümanlar hakkında bilgi
edinmek istiyordu. Yanına bir kaç kişi alarak, Mekke'den çıktı. Uzakta yanmakta
olan ateşler, hacıların, Arafatta arefe gecesi yaktıkları ateşlere benziyordu.
Merakla ateşlere doğru ilerledikleri sırada Rasûlüllah (a.s.)'ın muhâfızları
tarafından yakalanarak Peygamber Efendimizin huzûruna getirildiler, Rasûlüllah
(a.s.)'a karşı en çok kin besleyen Mekke'nin resi Ebû Süfyân burada müslüman
oldu. Artık Mekke fethedilmiş demekti. Belki hiç mukavemet görülmeyecekti. Hz.
Abbâs:
-"Yâ Rasûlallah, Ebû Süfyân övünmeyi sever, iftihâr edebileceği bir
lütufta bulunsanız," demişti.
Rasûl-i Ekrem:
-"Her kim Ebû Süfyân'ın evine girerse, emniyettedir. Her kim kendi
evine kapanır, ordumuza karşı koymazsa, emniyettedir. Her kim Harem-i Şerîf'e
girerse, emniyettedir. Ebû Süfyân bunu ilân etsin, buyurdu. Daha dün, İslâm
düşmanlarının lideri olan kişi, bugün Rasûlüllah'ın emirlerini tebliğ etmekle
iftihâr edecek, şeref kazanacaktı."
Merru'z-zahrân'dan hareket edileceği sıra Rasûlüllah (a.s.) Hz. Abbas'a:
-"Ebû Süfyân'ı yolun dar bir yerine götür, İslâm ordusunun
ihtişâmını görsün," diye emretti.
Hz. Abbâs, Ebû Süfyân'ı, ordunun geçeceği dar bir geçit yerine oturttu.
Mücâhidler sırayla alay alay Ebû Süfyân'ın önünden geçtikçe Ebû Süfyân'ın
yüreği burkuluyor, geçen her kafilenin hangi kabîle olduğunu soruyordu. Hz.
Abbâs:
-"Bunlar Gıfâr kabîlesi, şunlar Cüheyne.." diye geçen
kabîleleri bir bir anlattıkça Ebû Süfyân:
-"Şaşılacak şey, bunlarla benim aramda ne düşmanlık var ki, buraya
kadar gelmişler," diye hayretini ifâde ediyordu.
Bir ara:
-"Yâ Abbâs, kardeşinin oğlunun saltanatı ne kadar da büyümüş,"
dedi.
Hz. Abbâs:
-"Hayır, bu saltanat değil, nübüvvettir," diye cevâp verdi.
Nihâyet, Ebû Süfyân'ın daha önce benzerini görmediği bir birlik geçti.
Bunlar, ensârdı. Başlarında Sa'd b. Ubâde sancağı taşıyordu. Son gelen birlik,
sayıca hepsinden azdı. Bu birlikte Rasûlüllah (a.s.) ile ensar ve muhâcirlerden
en yakın arkadaşları vardı. Rasûlüllah (a.s.)'in sancağını Avvâm oğlu Zübeyr
taşıyordu.
Ensâr alayı, Uhud ve Hendek Savaşları'nda müşrik ordusunun başkomutanı
Ebû Süfyân'ın önünden geçerken Sa'd b. Ubâde:
-"Ey Ebû Süfyân, bugün en büyük kıtal günüdür, bu gün Kâbe'de kan
dökmenin helal kılındığı gündür," demişti.
Ebû Süfyân Sa'd'ın sözlerini Rasûlüllah (a.s.)'a nakletti. Hz. Rasûlüllah
(a.s.):
-"Sa'd yanlış söylemiş, bugün Cenab-ı Hakk'ın Kâbe'yi yücelteceği
gündür. Bugün Kâbe'nin tevhid elbisesine bürüneceği gündür," buyurdu.
Sa'd'ın kan dökmesinden endişelendiği için, hemen Hz. Ali'yi gönderdi, ensâr
sancağının Sa'd'dan alınıp oğlu Kays'a verilmesini emretti.
Müslüman mücâhidlerin geçit resmini baştan sona seyreden Ebû Süfyân,
Mekke'nin tesliminden başka çâre olmadığını anladı. Hz. Abbas'tan ayrılarak,
hemen Mekke'ye döndü. Harem-i Şerif'e vardı. Heyecân içinde kendisini bekleyen
Mekkelilere yüksek sesle hitâbetti:
-"Muhammed (a.s.), karşı koymamıza imkân olmayan bir ordu ile
geliyor:
1) Her kim Ebû Süfyan'ın evine gelirse emniyettedir.
2) Her kim silahını bırakır, evine kapanırsa emniyettedir.
3) Her kim, Harem-i Şerîf'e sığınırsa emniyettedir. Ey Kureyş, Müslüman
olunki, selâmet bulasınız..."
Ebu Süfyân'ı dinleyenler, şaşırıp kaldılar. Her gün Müslümanlığın
aleyhinde bulunan bu adam, şimdi herkese "müslüman
olun," diyordu. Herkeste bir telâş başladı. Kimisi
küfrediyor, kimisi bağırıp çağırıyor, kimi de mukavemet için hazırlanıyordu.
Çoğunluk ise Ebû Süfyân'ın sözlerine uyup evlerine çekildiler. Bir kısmı da
Harem-i Şerîf'te ve Ebû Süfyân'ın evinde toplandılar.
f) Mekke'ye Giriş (20 Ramazan 8 H./11 Ocak 630 M.)
Rasûlüllah (a.s.), Mekke'ye girmeden önce, "Zî
Tuvâ" denilen yerde durdu. Ordusunu dört kısma ayırıp her
birinin gireceği yerleri tâyin etti.
-"Sakın savaşa girmeyin, saldırıya uğrayıp mecbûr kalmadıkça kan
dökmeyin..." diye tenbihte bulundu.
Sekiz yıl önce, yurdundan üç kişilik bir kafile ile nasıl ayrılmıştı,
şimdi nasıl bir ihtişâmla dönüyordu. Rasûlüllah (a.s.) devesinin üstünde bütün
bunları düşünüyor, mağrûr bir fâtih gibi değil, son derece mütevâzi bir halde,
başı secde eder gibi, devenin boynuna yapışmış, tesbih, tehlil ve duâ ile,
Cenâb-ı Hakk'ın sonsuz lütuflarına şükrederek ilerliyordu.
Bütün birlikler, kan dökmeden Mekke'ye girdiler. Yalnızca Velîd oğlu
Hâlid'in komuta ettiği birlik tecâvüze uğradı. Kureyş'in azılılarından Ümeyye
oğlu Safvân, Amr oğlu Süheyl ve Ebû Cehil'in oğlu İkrime bir çete kurdular.
Hâlid'in birliklerini Mekke'ye girerken ok yağmuruna tutarak iki müslümanı
şehid ettiler. Bu durumda Hâlid, saldırganlar üzerine hücûm ederek, bir hamlede
onüç tanesini öldürdü, diğerleri dağılıp kaçtılar.
Rasûlüllah (a.s.) kan döküldüğünü duyunca üzüldü. Fakat, tecâvüzün
müşriklerden başladığını öğrenince:
-"İlahî takdir böyleymiş," buyurdu.
Rasûlüllah (a.s.) çadırını Kinâneoğulları yurdunda "Hacûn" denilen yerde kurdurdu. Mekke Devri'nin
7'inci yılında, Kureyş müşrikleriyle Kinâneoğulları burada küfr üzerine anlaşmışlardı.
Bu anlaşma gereğince müslümanlar üç yıl muhasara altında çok acı günler
yaşamışlardı.
Rasûlüllah (a.s.) çadırında gusledip 8 rek'at "duhâ
namazı" kıldı, sonra, devesine binerek, Kâbe'ye geldi. Yol
boyunca Fetih Sûresi'ni okuduğu işitiliyordu. Deve üzerinde, ihrâmsız olarak
Kâbe'yi tavâf etti. Elindeki ucu eğri değnekle hacer-i Esved'i istilâm etti.
g) Kâbe'nin Putlardan Temizlenmesi.
Kâbe etrâfında 360 put vardı. Bunların en büyüğü olan "Hubel," Kâbe'nin üstüne konulmuştu. Diğerleri Kâbe'nin
etrafına ve içine yerleştirilmişlerdi. Rasûlüllah (a.s.) değnekle bunları
itiyor, her birini bizzât deviriyordu. Putlar yıkılırken:
b¦Óì¢ç
æb × 3¡b j¤Ûa £æ¡a 6¢3¡b j¤Ûa
Õ ç ë ¢£Õ z¤Ûa õ¬b u ¤3¢Ó ë
“Yine de ki: Hak geldi; bâtıl yıkılıp gitti. Zaten
bâtıl yıkılmaya mahkumdur.”[600]
-"Hak geldi, bâtıl yok oldu, esasen bâtıl yok
olmağa mahkûmdur."
-"Hâk geldi, artık bâtıl ne yeniden başlar, ne
de geri gelir" diyordu.
Kâbe'ye girmek için Rasûlüllah
(a.s.) anahtarını istedi. Talha oğlu Osmân anahtarı getirdi. "Emânettir Ya
Rasûlallah", diyerek Hz. Peygamber (a.s.)'e teslim etti. Kâbe'nin içi de
putlarla doluydu. Duvarlarına resimler asılmıştı. Rasûlüllah (a.s.)'ın emriyle
Hz. Ömer bunları dışarı attı. Müşrikler, ilah diye taptıkları putların parçalanışını
şaşkın şaşkın seyrettiler. Dünkü mabûdlar bir anda moloz yığını haline gelmiş,
çöplüklere atılmıştı. Sonra, Rasûlüllah (a.s.), yanına Üsâme, Bilal ve Talha
oğlu Osmân'ı da alarak Kâbe'ye girdi, kapının karşısındaki duvara doğru namaz
kıldı. Beyt-i Şerifi dolaşıp her tarafında tekbir getirdi. Uzunca bir müddet
içeride kaldı. Bu sırada bütün Kureyş Hârem-i Şerif'te toplanmış,
sabırsızlıkla, haklarında verilecek hükmü bekliyorlardı.
h) Fetih Hutbesi ve Genel Af
Rasûlüllah (a.s.) Kâbe kapısının eşiğinde durdu. Karşısında sıralanmış
olan Mekkelilere baktı. 20 yıl boyunca şahsına ve müslümanlara ellerinden gelen
her kötülüğü yapmaktan çekinmeyen bu adamların hayâtı, şimdi O'nun iki dudağı
arasından çıkacak hükme bağlıydı. Rasûlüllah (a.s.) 20 yıl boyunca çektiklerini
bir anda zihninden geçirdi, sonra şöyle hitâbetti.
"Allah'tan başka ilâh yoktur, yalnız O vardır. O'nun eşi ve ortağı
yoktur. O va'dine bağlı kaldı, sözünü yerine getirdi. kuluna yardım etti, tek
başına bütün düşmanları hezîmete uğrattı.
İyi bilinki bütün câhiliyet âdetleri, mal ve kan davaları bugün şu iki
ayağımın altındadır. Yalnız, Kâbe hizmetleriyle hacılara su dağıtma işi (hicâbe
ve sikaye hizmetleri) bu hükmün dışında bırakılmıştır.
Ey Kureyş Cemâati! Allah sizden câhiliyet gururunu, babalarla, soylarla
büyüklenmeği giderdi. Bütün insanlar, Âdem'dendir, (O'nun çocuklarıdır.) Âdem
de topraktan yaratılmıştır."
Sonra şu anlamdaki âyet-i kerîmeyi okudu:
يَا
اَيُّهَا
النَّاسُ
اِنَّا
خَلَقْنَاكُمْ
مِنْ ذَكَرٍ
وَاُنْثى
وَجَعَلْنَاكُمْ
شُعُوبًا
وَقَبَائِلَ
لِتَعَارَفُوا
اِنَّ
اَكْرَمَكُمْ
عِنْدَ
اللّهِ اَتْقيكُمْ
اِنَّ اللّهَ
عَليمٌ
خَبيرٌ
"Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden
yarattık. Övünesiniz diye değil, kolaylıkla tanışasınız diye, sizi milletlere
ve kabîlelere ayırdık. Allah katında en değerliniz, Ona karşı gelmekten en çok
sakınanınızdır. Allah her hâlinizi bilir, O her şeyden haberdârdır."[601]
Rasûlüllah (a.s.) Mescid-i Harâm'ın geniş sâhasını dolduran kalabalığı
mânâlı bir bakışla süzdükten sonra:
-"Ey Kureyş cemaâtı! Size şimdi nasıl bir muâmele yapacağımı
sanıyorsunuz?" diye sordu.
Mekkeliler hep bir ağızdan:
-"Hayır umuyoruz. Sen kerîm bir kardeş, âlicenâb bir kardeş
oğlusun," diye cevap verdiler.
Rasûl-i Ekrem:
-"Ben de size Yûsuf'un kardeşlerine söylediği gibi,
åî©à¡ya £Ûa
¢á y¤ a ì¢ç ë 9¤á¢Ø Û ¢é¨£ÜÛa
¢¡1¤Ì í 6 â¤ì î¤Ûa ¢á¢Ø¤î Ü Ç
kí©¤r m ü 4b Ó
“(Yusuf)
dedi ki: "Bugün sizi kınamak yok, Allah sizi affetsin! O, merhametlilerin
en merhametlisidir,"[602] diyorum. Haydi gidiniz, hepiniz serbestsiniz, buyurdu.
Böylece Rasûlüllah (a.s.) hepsini affetmişti. Halbuki bunlar Hz.
Peygamber (a.s.)'e neler yapmamışlardı. Müslümanları en korkunç işkencelere
tâbi tutmuşlar, akla hayâle gelmedik eziyetler yapmışlardı. Şimdi başkaları
olsa ne yapardı; Hz. Peygamber (a.s.) ne yapmıştır? Bu mukayese Rasûlüllah
(a.s.)'ın büyüklüğünü ortaya koymağa kâfidir.
Bu hitâbesinden sonra Rasûlüllah (a.s.) Mescid-i Harâm'da oturdu. Sikaye
(hacılara su ve zemzem dağıtma) hizmeti Abdülmuttaliboğullarındaydı. Bu hizmeti
Hz. Abbâs yapıyordu. Hicâbe (Kâbeyi açıp-kapama ve anahtarını taşıma) hizmetini
ise Ebû Talha oğulları yapıyordu. Bu esnâda Hz. Ali bu iki hizmetin
Abdülmuttaliboğulları'nda birleştirilmesini istemişti. Fakat Rasûlüllah (a.s.)
Osman b. Talha'yı çağırdı.
-"Yâ Osmân, bugün iyilik ve ahde vefâ günüdür, al işte
anahtarın," buyurdu.
Öğle vakti, Hz. Bilâl Kâbe'nin üstüne çıktı. Güzel ve gür sesiyle ezana
başladı. "Allâhü Ekber" nidâları müşriklerin yüreklerini burkuyordu.
Bu esnâda, Ebû Süfyân, Esîd oğlu Attâb, Hişâm oğlu Hâris gibi Kureyşin ileri
gelenlerinden birkaç kişi Kâbe'nin avlusunda bir köşeye toplanmış
konuşuyorlardı.
İçlerinden Attâb:
-"Babam şanslı adammış, daha önce öldü de şu sesi işitmedi,"
dedi.
Hâris de:
-"Şunun hak olduğunu bilsem, vallâhi ben de icâbet ederdim,"
diye konuştu.
Ebû Süfyân ise:
-"Ben bir şey söylemeyeceğim. Bir şey konuşsam şu çakılların bile
dile gelip O'na haber vereceğinden korkuyorum," dedi.
Az sonra yanlarına Rasûlüllah (a.s.), aralarında konuştuklarını bir bir
söyledi.
Bunun üzerine:
-"Konuştuklarımızı kimse duymamıştı. Biz şehâdet ederiz ki, sen
Allah'ın Rasûlüsün," diye şehâdet getirdiler.
l) Mekke Halkının Bîatı
Öğle namazından sonra, Rasûlüllah (a.s.) Safâ
tepesinin yüksekçe bir yerinde oturdu. Önce erkeklerden, sonra da kadınlardan
bîat aldı. Erkekler, İslâm ve cihâd üzerine bîat ettiler. Kadınlar ise aşağıda
meâli yazılı âyet-i celîledeki esaslara uyacaklarına dâir bîat ettiler.
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
اجْتَنِبُوا
كَثيرًا مِنَ
الظَّنِّ
اِنَّ بَعْضَ
الظَّنِّ
اِثْمٌ وَلَا
تَجَسَّسُوا
وَلَا يَغْتَبْ
بَعْضُكُمْ
بَعْضًا
اَيُحِبُّ
اَحَدُكُمْ
اَنْ
يَاْكُلَ
لَحْمَ
اَخيهِ
مَيْتًا فَكَرِهْتُمُوهُ
وَاتَّقُوا
اللّهَ اِنَّ اللّهَ
تَوَّابٌ
رَحيمٌ
"Ey Peygamber, mü'min kadınlar Allah'a hiçbir
eş ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek,
elleriyle ayakları arasında bir bühtan uydurup getirmemek ve hiçbir güzel işte
sana karşı gelmemek üzere sana biata geldiklerinde biâtlarını kabûl et, Onlara
Allah'tan mağfiret dile, Çünkü Allah çok yargılayıcı, çok esirgeyicidir."[603]
Erkekler, Rasûlüllah (a.s.)'ın elini tutup musâfaha ederek biât ettiler. Kadınlar
ise sözle ve Rasûlüllah (a.s.)'ın
bulunduğu su kabına ellerini batırarak bîat ettiler. Rasûlüllah (a.s.)’ın eli,
hiç bir zaman yabancı bir kadının eline değmemiştir.
j) Rasûlüllah (as.)'ın Ensâr'ın Endişesini Gidermesi
Fetihten sonra ensâr kendi aralarında :
-"Cenâb-ı Hakk, Rasûlüne doğup büyüdüğü vatanının fethini müyesser
kıldı. Artık bizimle döner mi, yoksa buraya mı yerleşir," diye endişelerini
belirtmişlerdi. Rasûlüllah (as.) bunu duyunca:
-"Böyle bir şeyden Allah'a sığınırım. Ben memleketinize hicret
ettim. Hayatınız, hayatım; ölümünüz ölümümdür," buyurdu. Ensârın
endişelerini giderdi. [604]
27- Huneyn Savaşı ve Yenilginin Sebepleri
Şevval, 8. H/630 M.[605]
Mekke'nin fethinden sonra Müslümanlarla Havazin Müşrikleri arasında
meydana gelen savaş.
Rasûlüllah (a.s) Mekke'nin fethi için Medine'den ayrıldığı zaman, nereye
gideceğini açıklamamıştı. Rasûlüllah'ın Havazin kabilesi kendi üzerlerine
gelebileceği endişesiyle savaş hazırlıkları yapmıştı. Müslümanlar Mekke üzerine
yürüyüp orayı fethedince, Havazin kabilesi artık sıranın kendilerine geldiğini
anladılar ve savaş hazırlıklarını tamamlayıp kendilerinin saldırmalarının daha
uygun olacağını hesapladılar. Rasûlüllah bütün Arabistan'ı tevhid bayrağı
altında birleştirmek kararında olduğu için, müslümanlarla müşriklerin er veya
geç çatışmaları kaçınılmazdı.
Havazinliler; Taifli Sakifoğulları ve diğer müşrik Arap kabileleri ile
ittifak kurarak kısa bir zaman içinde yirmibin kişilik bir ordu
hazırlamışlardı. Havazinlilerin lideri Mâlik bin Avf, bu savaşın bir ölüm kalım
savaşı olduğunun farkında idi. Askerlerinin bütün güçleriyle savaşmasını
sağlamak için kabilesinin bütün çocuklarını, kadınlarını ve mallarını birlikte
getirmişti. Bu hareketiyle, bir yenilginin onlar için top yekûn yok olma anlamı
taşıyacağını herkese anlatmak istiyordu.
Rasûlüllah (a.s), müşrik kabilelerin bu ittifaklarını ve savaş
hazırlıklarını haber alır almaz derhal savaş hazırlıklarına başladı.
Hazırlıkları süratle tamamladıktan sonra 12.000 kişilik bir orduyla Mekke'den
çıktı. İslâm ordusunun dörtbini Ensardan, bini Muhacirlerden, beşbini müslüman
olan Arap kabilelerinden, ikibini de Mekkelilerden oluşuyordu. Hatta Seksen kadar
Mekkeli müşrik de onlarla birlikte idi. Müşriklerin başlıca amacı, galibiyet
halinde ganimetten pay almak ve müslümanların durumlarını görmekti.
İslâm ordusu muntazam bir yürüyüşle Huneyn civarına geldi. İslâm
ordusunun böylesine büyük bir kuvvetle savaşa çıkması müslüman savaşçılar
üzerinde son derece büyük bir etki uyandırdı. Hatta içlerinden bazıları işi
kibir noktasına kadar götürerek böyle büyük bir ordunun asla yenilemeyeceğini
düşündüler. Bunu Rasûlüllah'a açıkça söyleyenler bile oldu. Rasûl aleyhisselam
bu sözlerden hiç hoşlanmadı. Çünkü, ordu ne kadar büyük ve kuvvetli olursa
olsun, gurur ve ihmal yüzünden darma dağın olabilirdi. Müslümanları şimdiye
kadar zafere ulaştıran sayıları ve kuvvetleri değil, Allah'a olan imanları ve
Allah'ın yardımı idi. Bunu unutmak, kulluk bilincinin zedelenmesine ve her
zaman felâketlere neden olmuştu.
Mâlik bin Avf, ordusuyla Huneyn'e daha önce gelmişti. Huneyn, Mekke ile
Tâif arasında, Tihame bölgesinde birçok inişli çıkışlı, dar geçitleri ve gizli
yolları olan geniş bir vâdidir. Mâlik, vadinin doğal durumundan yararlanarak
ordusunu pusuya yatırdı.
Rasûlüllah Huneyn civarına gelince bir yoklama yaparak İslâm ordusuna
savaş düzeni aldırdı. Öğütler vererek çarpışmaya teşvik etti; sadakat ve
bağlılık gösterirler, güçlüklere göğüs gererek dayanırlarsa zafere
ulaşacaklarını müjdeledi.
İslâm ordusunun öncü süvârî birliğinin kumandanı Halid b. Velid idi. Ordu
Huneyn vadisine doğru hareket etti. Halid b. Velid gururlu bir şekilde,
düşmanın pusu kurması ihtimalini hiç hesaplamaksızın düşmanın işgal ettiği
tahmin edilen yere doğru ilerledi. Fakat hiç ummadıkları bir anda müthiş bir
saldırıya uğradılar. Askerler ne yapacaklarını şaşırdılar. Bu ani ve amansız
saldırı, Halid b. Velid'in komuta ettiği Süleymoğulları atlıları arasında büyük
bir bozguna yol açtı. Geriye dönüp hızla kaçmaya başladılar. Korku ve panik bir
anda asıl ordu içinde de yayıldı. Ordu şaşkın bir vaziyette kaçışmaya başladı.
Yirmi yıldır çetin mücadelelerle elde edilen parlak sonuç, şimdi, bu
sabahın alaca karanlığında bir anda sönüp gidecek miydi? Hayır. Allah, Rasûlünü
bırakmaz, dünya yine şirkin karanlığına dönemez, tevhid dini sönmezdi. Ufuktan
güneş doğmadan, sabahın alaca karanlığında, İslâm'ın güneşi batamazdı. Yalnız
Allah'ın emir buyurduğu üzere sabretmek, dayanmak gerekiyordu.
Rasûlüllah da öyle yaptı. Yanında sadece Hz. Ali, Hz. Abbas, amcası
Haris'in oğlu, Ebu Süfyan ve iki oğlu (ki birisi ilk anda şehid olmuştur) Fazl
ibn Abbas, Eymen ibn Ubeyd (Rasûlüllah'ın azadlısı Ümmü Eymen'in oğlu) ve Üsame
İbn Zeyd'den oluşan sekiz kişi kalmıştı. Buna rağmen büyük bir kahramanlık ve
dayanaklılık örneği göstererek yanında kalan bir avuç müslümanla birlikte
savaşa koyuldu. Hz. Abbas, Rasûlüllah (a.s)'e bir zarar gelmemesi için atının
dizgininden tutmuş, çevrelerini saran düşmanı yarmaya çalışıyordu.
Bu arada, bazı Mekkeliler müslümanların dağılışını görünce, sevinç
duygularını gizlemeye bile gerek görmeden kalblerinde bulunanı dile
getiriyorlardı. Çantasında taşıdığı fal oklarıyla savaşa gelen Ebu Süfyan b. Harb,
"artık onların bu bozgunları denize varıncaya kadar sürer. Andolsun ki
Havazinliler onları yener" derken, Safvan b. Ümeyye'nin sözde müslüman
olan kardeşi Kelede, "Muhammed ile ashabının bozguna uğradıklarım
müjdelerim; artık bugün sihir bozuldu" diyordu. Uhud'da öldürülen
Kureyş'in sancaktarı Osman ibn Ebi Talha'nın oğlu Şeybe ise, "Bugün
Muhammed'den intikam alıyorum" diye[606]
bağırıyor, fırsattan istifade ederek Rasûl aleyhisselâmı öldürmenin yollarım
arıyordu.
Savaşın kargaşası içinde Rasûlüllah vadinin sağ tarafına doğru çekildi.
Câbir'den yapılan bir rivâyete göre Rasûlüllah (a.s) kaçışan müslümanlara,
"Nereye gidiyorsunuz ey insanlar! Ben Rasûlüllahım, Ben Muhammed b.
Abdullah'ım" diye sesleniyordu.[607]
Fakat develer birbirine giriyor, insanlar alabildiğine kaçışıyordu. Bunun
üzerine Rasûl aleyhisselâm yanındaki Hz. Abbas'tan müslümanları çağırmasını
istedi. Hz. Abbas yüksek sesle "Ey Akabe'de biat eden Ensar, gelin! Ey
Rıdvan ağacı altında bey'at edip söz veren Muhacirler, dönün! Muhammed buradadır!
Nereye gidiyorsunuz?" diye bağırmaya başladı. Bu çağrıyı duyanlar
"lebbeyk" diyerek koşup Rasûlüllah'ın çevresinde toplanmaya
başladılar.
Rasûlüllah (a.s), çevresinde toplanan müslümanları muntazam bir birlik
haline getirerek düşmana karşı saldırıya geçti. Çarpışmanın olağanüstü bir
şiddet kazandığı sırada "İşte ocak şimdi kızıştı" buyuran Rasûlüllah,
yerden bir avuç toprak alıp düşmanların üzerine fırlattı.
Çarpışma şiddetle sürerken Hz. Ali büyük bir fedâkarlık ve teslimiyet
örneği göstererek Havazin kabilesinin sancaktarını öldürmeye muvaffak oldu. Bu
olay müslümanların savaş güç ve isteklerini bir kat daha artırdı. Savaş
öylesine şiddet kazanmıştı ki, düşman bu kesin taarruza karşı koyamayarak
hezimete uğradı ve kaçmaya başladı.
Allah'ın yardımı bir kere daha yetişmişti. Allah müslümanları sınamış,
bir anlık gafletlerinin sonucunu onlara acı bir şekilde göstermişti. Bu
savaştan sonra nazil olan bir âyette bu durum şöyle dile getirilmektedir:
لَقَدْ
نَصَرَكُمُ
اللّهُ فى
مَوَاطِنَ كَثيرَةٍ
وَيَوْمَ حُنَيْنٍ
اِذْ
اَعْجَبَتْكُمْ
كَثْرَتُكُمْ
فَلَمْ
تُغْنِ
عَنْكُمْ
شَيًْا
وَضَاقَتْ عَلَيْكُمُ
الْاَرْضُ
بِمَا
رَحُبَتْ ثُمَّ
وَلَّيْتُمْ
مُدْبِرينَ
“An dolsun ki
Allah, birçok yerde (savaş alanlarında) ve Huneyn savaşında size yardım
etmişti. Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat sizi hezimete
uğramaktan kurtaramamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti,
sonunda (bozularak) gerisin geri dönmüştünüz”[608]
Rasûlüllah (a.s) düşmanın kaçmaya başladığını görür görmez derhal takip
edilmesini emir buyurdu. Düşman gayet şiddetli bir şekilde takip edilmeyle
başlandı. Havazin kabilesi reisi Mâlik bin Avf yanında az bir kuvvet olduğu
halde yüksek bir tepe üzerinden ordusunun geri çekilmesini himaye etmeye
çalıştı. Fakat ordu ile birlikte getirdiği kadın ve çocukları savunma
başarısını gösteremedi.
Bu savaşta müslümanlar düşmandan çok sayıda esir ve ganimet elde ettiler.
Savaşta öldürülmüş olanların miktarı sayıldığında İslâm ordusunun beş şehid,
düşman ordusunun ise yetmiş kayıp verdiği anlaşıldı.
Düşman ordusu dağınık biçimde ve değişik yönlerde geri çekildiği için
birçok kollara ayrıldı. Bir kısmı Mâlik bin Avf komutasında oldukları halde
Mekke-Taif yolunu izleyerek Taif kalesine, bir kısmı Batn-ı Nahle'ye, bir kısmı
da Evtâs taraflarına gittiler.
Rasûlüllah Evtâs yönünde kaçanları izlemek üzere bir birlik
görevlendirdi. Bu birlik düşmana Mekke'nin kuzey doğusunda bulunan Evtâs'a
vardı. Aralarında son derece kanlı bir savaş oldu. Hatta savaş sırasında
müslüman birliğin komutanı Ebu Amr şehid oldu. Fakat onun yerine geçen kardeşi
Ebu Mûsâ el-Eş'arî düşman kesin bir yenilgiye uğrattı.
Rasûlüllah (a.s) bu zaferden son derece büyük bir memnunluk duydu. Elde
edilen ganimeti münasib bir zamanda müslüman savaşçılar arasında taksim etmek
üzere bir sahabenin muhafazasına bırakan Taif` kalesine sığınan düşmanı takiben
Taif'e doğru hareket etti. Huneyn savaşıyla Arap yarımadasının Şirkten
temizlenmesi ve tevhidin hakim kılınması yolunda önemli bir adım daha atılmış
oluyordu.[609]
Huneyn ve Evtas Şehitleri
1. Eymen b. Ubeyd,
2. Sürâka b. Haris,
3. Ebu Âmir el-Eş'arî.
4. Rukaym b. Sabit,
5. Zeyd b. Rebia.[610]
Allah onlardan razı olsun
Taif Muhasarası
(Hicrî:8, M.:630)
Tâif; rakımı yüksekçe, akarsuları, ekinleri, hurma bahçeleri, üzüm
bağları bulunan, muz ve sair meyvalar yetişen, Mekke'nin doğusunda, Mekke'ye
yaya yürüyüşüyle bir günlük mesâfede, kalelerle çevrili, büyük bir şehirdir.
Evtas'da bozguna uğrayan Sakifliler, Tâif'e sığınmışlardı. Kalelerini
onarmışlar, bir yıllık gıda maddelerini kale içine toplayarak, kalelerini de
içerden kilitleyip, savaşa hazırlanmışlardı.
Rasûlü Ekrem, onların bu fikirlerini öğrenip, maksatlarını anlayınca,
Huneyn'in esir ve ganîmet mallarını, Mekke'ye on mil mesâfedeki Cîrâne
mevkiinde, bir miktar askerin nezâretinde bırakarak, Tâif'e yürüdü. Öncü
kuvvetlerin başına, Allâh'ın çekilmiş kılıcı Hz.Hâlid'i, kumandan tâyin etti.
Peygamberimiz, çok geçmeden Tâif'e geldi ve kaleyi tamamen kuşattılar. Kalenin
yanına karargâh kurdular. Fakat, düşmanlar Müslümanları şiddetli ok atışına
tuttular. Müslümanların attıkları oklar, Tâiflilerin attıkları oklarla havada
çarpışarak, geri dönüp Müslümanların üzerine düşüyordu. Müslümanlardan birçoğu
yaralandı. Oniki kişi de şehid oldu. Müslümanlar ok menzilinden biraz yükseğe
çekildiler. Muhasara böyle 18 gün kadar devam etti.
Düşman, kalelerinden çıkmayınca Hâlid ibn-i Velid, onların kale arkası
savaşmalarından bıkmış ve usanmıştı. Meydana çıkarak, kendilerinden; meydana
çıkıp, kendisiyle çarpışacak er istedi. Bunun üzerine Abdi Yâlil, Hâlid ibn-i
Velid'e şu cevabı verdi:
-"Kalenin içinde sana karşı çarpışacak biri yoktur. Biz yiyeceğimiz
bitinceye kadar burada kalacağız. Eğer sen, bu yiyecekler bitinceye kadar
beklersen, hepimiz kılıçlarımızla sana iner, hiç kimse kalmayıncaya kadar
dövüşürüz".
Muhasara uzuyordu. Selmânı Farisî'nin;
-"Yâ Rasûlellah! vaktiyle biz Faris ülkesinde, düşmanımızı
mancınıkla yenerdik, onlar da bizi mancınıkla yenerdi. Eğer mancınık olmazsa
uzun zaman otururduk." demesi üzerine,
Peygamber Efendimiz, mancınık yapılmasını emretti. Önce Selmân-ı Farisî
eliyle bir mancınık yapıp Tâife karşı dikti. Kalenin duvarını delmek için bu
ağaçtan yapılmış tanklarla saldırdılar. Fakat, Tâifliler ve Sakifliler,
bunların üzerine kızdırılmış sapan demirleri ve şişler atarak tankları yakıyorlar,
içindekilerin kaleye yanaşmasına fırsat vermiyorlardı.
Nihâyet Allah Rasûlü;
-"Bir üzüm asması kesene, cennette bir üzüm asması mevkii var."
diyerek Tâiflilerin üzüm asmalarının ve bağlarının kesilmesini emretti. Meyvesi
yenmeyen ağaçtan herkesin beşer tane kesmesi emrolundu. Bu onları bezdirip
boyun eğdirmek içindi.
Taifliler, bağları ve hurmalıkları kesilmeğe başlanınca şöyle bağırdılar:
-"Onu, Allah ve merhamet için bırakın."
Allah Rasûlü de;
-"Ben bağınızı Allâh'ın rızasını ve akrabâlık hakkını gözeterek
bırakıyorum." buyurarak asma ve hurmaları kestirmekten vazgeçti.
Daha sonra, Allah Rasûlü bir münâdi çıkartarak;
-"Kim kaleyi terkeder, bize gelirse o, emindir." diye
bağırmasını emretti. Bu nidadan sonra on kişi kaleden çıktı ve Müslümanlara
iltica ettiler.
Allah Rasûlü, Sakif kalesinin şiddet durumunu görünce, fethin nasip
olamayacağını anladı. Nevfel bîni Muâviye ile gitmek veya kalmak hususunda
istişare etti.
Nevfel bîn-i Muâviye de şöyle dedi:
-"Ey Allâh'ın Rasûlü! tilki inindedir. Burada kalırsanız onu
alırsınız. Onu terkederseniz, size zarar vermez."
Bâzı Sahâbiler, Peygamber Efendimiz'den, Sakif için bedduâ etmesini
istediler. O da;
-"Allâhım Sakif'e hidâyet nasip et, doğruyu göster. Onları bize
getir." diyerek duâ buyurdu.
Rasûlü Ekrem burada daha fazla durmanın faydalı olmayacağına kanâat
getirerek, dönmeğe karar verdi. Ordusuyla birlikte Tâif'den, Cîrâne denilen
yere gelip, konakladılar. Burada on günden fazla kaldılar.[611]
Taif Savaşında Şehit Olan Sahabiler
1. Saîd b. Saîd b. Âs b. Üımeyye,
2. Urfuta b. Cennab (veya Hubab),
3. Abdullah b. Ebu Bekir,
4. Abdullah b. Ebu Ümeyye b. Muğîre,
5. Yezid b. Zem'a b. Esved
6. Abdullah b. Âmir b. Rebiatü'l-Anezî,
7. Sâib b. Haris b. Kays,
8. Cüleyha b. Abdullah b. Muharibü'l-Leysî,
9. Abdullah b. Haris b. Kays,
10. Sabit b. Ceza1,
11. Haris b. Sehl b. Ebi Sa'saa.
12. Münzirb. Abdullah,
13. Rekîb b. Sabit b. Salebe b. Sevban b. Muaviye.[612]
Yüce Allah hepsinden razı olsun!
Huneyn Ganimetlerinin Taksimi
Peygamberimiz, ganîmetleri bölüştürmeğe, dağıtmağa Ebû Cehm Huzeyfet-ül
Adiyy'i me'mur ettiler. Herkese hisselerini dağıttırdı. Piyadelerden her birine
ya 4'er deve, ya da bunların karşılığı olarak 40'ar koyun, süvarilere ise ya
12'şer deve, ya da bunların karşılığı olarak 120'şer koyun düştü. Yanlarında
bir attan fazla at bulunduranlara, birden fazla atlar için hisse verilmedi.
Huneyn ganîmetinin taksiminde Rasûlüllah Efendimiz, yeni Müslüman
olanları, daha Müslümanlığı yeni kabul etmiş Mekke ulularını hoşnut etmek için,
ganîmette onlara fazlaca verdi. Ebû Süfyan ve oğluna 100'er deve, İkrime ibn-i
Ebû Cehil, Hâris ibn-i Keled, Hâris ibn-i Hişam, Süheyl ibn-i Amr, Huveyt ibn-i
Abduluzza gibi eşraftan sayılanlara da 100'er deve, ikinci derecede gelen diğer
guruba ise 40'ar deve verdi.
Cenâb-u Hakk'ın hükmü olarak, alınan ganîmetlerden dâimâ beşte biri Allah
ve Rasûlü yolunda hizmet için ayrılır, Peygamber Efendimiz'in tasarrufunda
olur, geriye kalan beşte dördü, gâziler arasında taksim edilirdi.
Taksimat bu usul üzerine yapıldı. Peygamber Efendimiz, kendine ayrılan bu
beşte birini de İslâm’ı yeni kabul etmiş, Müslümanlığa tam ısınmamış olan Mekke
uluları ile Müellefe-i Kulüb'e taksim etti.
Mekke ulularından Ebû Süfyan'a, oğlu Muâviye ve Yezid'e yüzer deve, kırk
okka altın, Ikrime bîn-i Ebû Cehil, Hâris ibn-i Hişam, Hüveyt ibn-i Abduluzza
ile Süheyl ibn-i Amr'a da bu kadar mal verilmişti. Böylece, on kişi ayrıca
taltif edilmiş oldu. Bunlar birinci derecede kalpleri İslâm'a ısındırılmak
istenenlerdendi. Kalpleri İslâm'a ısındırılmak istenen bu kimseler, daha sonra
en kuvvetli Müslümanlardan olmuşlardı. Ebû Süfyan'ın oğulları, Yezid ile
Muaviye ve Hüveyt ibn-i Abduluzza, Rasûlü Ekrem'in kâtiblik hizmetinde
bulunmuşlardı.[613]
Rasûlü Ekrem, ganimet mallarını taksim ederken her zamanki gibi cömertti.
Müellefe-i kulüb denilen kimselere fazla hisse verdi. Dünkü düşmanlarından
bugün safları arasında gördüğüne de ihsanda bulunuyordu.
Müellefe-i Kulüb
Kalbleri ısındırılan,
yumuşatılan kimseler. Bir terim olarak, müellefe-i
kulûb; zekât verilmek sûretiyle kalpleri İslâm'a karşı yumuşatılmak,
zararsız
hale getirilmek veya dinde sebat ettirilmek istenen kimseleri ifade eder.
Müslümanların
sayısının az, güç ve kuvvetlerinin zayıf olduğu devirlerde bu sınıf,
müşriklerin etkisiz hâle
getirilmesinde, yeni müslüman olmuş zayıf
inançlı
kişilerin imanının sağlamlaştırılmasında ve bazı müşriklerin
İslâmiyet'i kabul etmesinde
bir vasıta
olarak kullanılmış ve bu metodun uygulanması ile büyük faydalar sağlanmıştır.
Kur'ân-ı
Kerim'de zekâtın
verileceği
yerler belirtilirken müellefe-i kulûba da yer verilmiştir.[614] Hz.
Peygamber (a.s) de bu uygulamayı
bizzat kendisi yerine getirerek müslümanların yanı sıra,
henüz İslâm'ı tam olarak benimseyememiş olan bazı kimselere de zekât vermiştir.
Müslüman olmayanlara zekât verilmesinin nedenleri iki grupta
toplanabilir.
Birincisi; kalplerinin ısındırılması ile müslümanlığı kabul etmeleri umulan kimselerdir. Meselâ, Safvan
b. Ümeyye bunlardandır.
Kendisi şöyle
der:
-"Huneyn muharebesinde Hz. Peygamber (a.s), bana ganimet mallarından bir pay verdi. Halbuki o benim en
sevmediğim
kimse idi. Bana vermeye devam etti; sonunda insanlar içinde en sevdiğim kimse oldu."
İkincisi; müslümanlara eziyette bulunup
kötülüklerinden korkulduğu
için kendilerine zekât verildiği
taktirde, müslümanlara yapılacak
eziyetlerin önlenmesi umulan ve bu sayede diğer gayri müslimlere karşı müslümanların kuvvet bakımından
yararlanacakları
kimselerdi. İbn
Abbas bu grup insanlar hakkında
şöyle bir hadis rivâyet
eder:
-"Bazan
bir kavim Hz. Peygamber (a.s)'e gelir; eğer Hz. Muhammed (a.s) onlara bir şey verirse İslâmiyeti överler ve,
"Bu din gerçekten iyi bir dindir" derlerdi. Ve eğer vermeyip boş çevirirse İslâm dinini kötülerlerdi.
Süfyân b. Harb, Uyeyne b. Hısın
ve el-Ekra' b. Hâbis bunlardandı."
Ancak Hanefi ve Şâfiilere
göre, ne kalblerini İslâm'a
ısındırmak ve ne de başka bir sebeple ehl-i küfre zekât verilemez. Onlara İslâm'ın ilk dönemlerinde zekât verilmesi müslümanların sayısının azlığı, onların sayısının ise çokluğu yüzündendir. Allah daha sonra İslâm'ı ve müslümanları aziz kılmış,
onları kâfirlerin kalblerini ısındırmaktan
müstağni kılmıştır.
Hz. Peygamber'den sonra dört râşid
halife de onlara zekât vermemiş
ve Hz. Ömer şöyle
demiştir:
-"Biz İslâm
adına bir şey vermeyiz. İslâm güçlenmiştir. Dileyen mü'min, dileyen de kâfir olur."
Mü'minlerden müellefe-i kulûptan sayılarak zekât verilme sebepleri:
a) Yeni müslüman olup kalplerindeki iman henüz tam yerleşmemiş olan zayıf imanlı kişileri
müslümanlığa ısındırmak.
b) Müslüman olmuş
kabile büyüklerinden bazılarına, müslüman olmayan arkadaşlarının
veya kabile üyelerinin İslâmiyete
rağbet etmelerini sağlamak.
c) Yahudi veya Hristiyan iken müslümanlığı kabul eden kimseleri İslâm'da sebât ettirmek ve inançlarını sağlamlaştırmak.
d) Düşman
sınırlarında, tehlikeli cephelerde ve yerlerde olan
müslümanların,
düşmanın hücûmu anında kendilerini müdafaa edebilmesi için.
e) Müslümanlar içinde zekât vermek istemeyen bazı kişilerden mücâdelesiz, savaşsız zekât toplayabilmek için, onların aralarında, nüfûz ve söz sahibi kişilerden yararlanılırdı. İşte bu şekildeki nüfûzlu müslümanlardan faydalanmayı devam ettirmek için müellefe-i kulûb
fonundan zekât verilmiştir.
Müellefe-i kulûbun bir uygulama olarak Hz. Peygamber (s.a.s)'ın devrinde ve Hz. Ebubekir (r.a)'ın hilâfetinin ilk dönemlerinde devam ettiği bilinmektedir. Hz. Ömer (r.a), Hz. Ebubekir
(r.a)'ın
hilâfeti zamanında
İslâmiyetin ve müslümanların kuvvetlendiği gerekçesi ile, artık bu sınıfa
zekât vermeye ihtiyaç kalmadığını belirterek bu sınıfa zekât verilmesine karşı çıkmıştır. Hz. Ömer (r.a)'ın bu hareketi, Hz. Ebubekir (r.a) ve diğer sahabeler tarafından da tasdik edilmiştir. Hz. Ömer (r.a)'ın bu müdâhalesi ile bu sınıf, zamanımıza
dek yürürlükten kalkmıştır.
İslâm âlimleri içinde
müellefe-i kulûbun ebediyyen yürürlükten kalktığı görüşünü savunanların yanında, bu sınıfın her devirde geçerli olduğunu müdafaa edenler de vardır.
Özetle müellefe-i kulûb sınıfı, İslâm'ın mücâdele metodunun mâlî güçlerle de takviye
edilebileceğini
gösterir. Bu yol, İslâm
inancının güçlenmesinde ve yayılmasında önemli bir metoddur. Düşmanı para ile yumuşatmak, etkisiz hâle getirmek ve millet için zararlı bir unsur olma ihtimali bulunan kimseleri,
iman dâiresi içinde sağlam
bir şekilde oturtmak için
onlara zekâttan bir hisse ayrılmış ve bir fon açılmıştır. Düşman sırlarını elde edebilmek için ajan ve casuslar yetiştirmek, İslâm'a karşı yönelen tehlikeleri etkisiz hâle getirebilmek ve düşman basın ve iletişim araçlarını, İslâm'ın lehine çevirme yolunda gerekli harcamalarda
bulunmak da bu fona dahildir.
Üzüntü Veren Söylentiler ve Ensârın Ağlaması
Allah Rasûlü'nün Kureyş'e ganîmetleri çokça vermesi, insanların en
kıymetlilerinden olan Ensar'ın bâzıları arasında söylentilere yol açtı. Kureyş
kabilesinden yeni Müslüman olanlar, harbe ilk defa giriyordu. Kendilerinin ise
yıllardır, harplerde, darplerde, cihad hizmetlerinde olduklarını dikkate
alarak;
-"Bu hâl acâiptir. Kureyş'e infak ediyor, bizi ise terkediyor.
Kılıçlarımızdan onların kanları damlıyor, Peygamber artık kendi kavim ve
kabîlesine kavuştu. Bizimle Medîne'ye döner mi hiç!" diyenler olmuştu.
Peygamber Efendimiz, bu söylentileri duyunca onları toplayarak
endişelerini izâle etti ve dedi ki;
-"Ey Ensar!
Ben bu hareketi Kureyş'i İslâm’a ısındırmak için yaptım. Siz ise dünyâlık,
basit şeyler için gazaplandınız. Ben ise sizin imânınıza kefil oldum.
Ey Ensar! Onlar deve ve davar
sürülerini alıp diyarlarına giderken, siz Allâhın Rasûlü'nü alıp memleketinize
dönmeğe râzı değil misiniz? Sizin kavuştuğunuz, onların elde ettiğinden daha
hayırlı ve üstündür."
Rasûlü Ekrem'in bu sorusu, bütün Ensarın beynindeki şüpheleri sildi
süpürdü.
Hepsi de;
-"Razıyız... razıyız, Yâ Rasûlellah!" dediler.
Bundan sonra, Rasûlüllah dedi ki:
-"Hayâtım, yedi kudretinde bulunan Allâh'a yemin ederim ki, eğer hicret
olmasaydı ben Ensardan bir fert olmağı tercih ederdim. Eğer bütün halk bir yola
dökülse, Ensar da bir yola dökülse, Ben Ensarın gittiği yolu tutardım. Ey
Allâhım Sen Ensâra rahmet et. Onların oğullarını ve oğullarının oğullarını
bağışla."
İçten gelen bu sözler Ensarın ruhlarına işledi. Gözyaşlarını tutamadılar.
Öyle ağlamışlardı ki sakalları bile iyice ıslanmıştı ve hepsi birden;
-"Biz Allah Rasûlüne râzıyız. Biz ganîmet olarak sana razıyız. Eğer
arzu edersen, bütün mülkümüzü de dünyâlık verdiklerine bağışla. Bizim
maksadımız, Senin râzı olmaklığındır. Sensiz, dünyâ malı, bize lâzım
değildir!" dediler.
Peygamberimiz, onların hallerine çok râzi oldu. Çoluk çocukları için
hayır duâlarında bulundu.
-"Sizinle kıyâmet günü buluşma yeri Havz-ı Kevser'in başı
olsun." buyurdu.
Böylece Ensârı Kirâm da hoşnut ve mesrûr olarak dağıldılar.
Rasûlü Ekrem, harp işlerini ve ganîmetler mes'elesini bitirdikten sonra,
Cîrâne de ihrama girdi. Geceleyin Mekke'ye gelerek tavafını yaptı. Yine,
geceleyin Cîrâne'ye oradan da Medîne'ye dönmek üzere harekete geçti. Bütün ordu
Medîne'ye sâlimen vardı.[615]
Şâir Keab'ın Müslüman Oluşu
Şâir Keab, müşrikler arasında meşhur bir şâirdi. Söylediği şiirlerle,
Peygamberimiz'e sataşmalarda bulunmuş, diliyle Peygamber Efendimiz ve Ashâbını
çok rahatsız etmiş olduğundan, hakkında Peygamberimiz;
-"Kim rastlarsa, Keab'ı öldürsün. Artık onun kanı helâl
kılınmıştır." buyurmuştu. Mekke fethinde, Kâbe'nin örtüsü altına sığınmış
olsalar da kanı heder, helâl kılınanlardan olup, öldürülmesine karar verilmiş
olanlardandı.
Keab, öldürüleceğini duyunca kaçmıştı. Arabistan'da kabîleler arasında
İslâmiyet sür'atle yayılmağa başlayınca Keab için sığınacak yer kalmamıştı.
Nereye gitse kendisine "bize gelme"
deniyordu.
Müslüman olmuş olan Keab'ın kardeşi, kendisine mektup yazarak;
Rasûlüllah'a gelmesini Müslüman olup, afv dilemesini isteyerek şöyle yazmıştı:
-"Rasûlûllah (as)'ın yanına hiçbir kimse gelmemiştir ki kendisi 'Allah'tan başka bir ilâh bulunmadığına ve Muhammed (as)'ın Rasûlüllah
olduğuna şehâdet etsin de Rasûlüllah da onun Müslümanlığını kabul etmesin.'
Bu mektubum sana vardığı zaman eğer canın sana gerekli ise Müslüman ol, acele
Rasûlûllah'ın yanına gel".
Mektup Keab'a ulaşınca, Keab, Hz.Ebû Bekir (ra.) haber göndererek,
'Medîne'ye gelip, Müslüman olacağını, kendisini himâyesine almasını' istedi.
Bilindiği takdirde, öldürüleceğinden korkuyordu. Gizlice Medîne yolunu tuttu.
Hz.Ebû Bekr'e sığındı. Hz.Ebû Bekir (ra), onu Rasûlü Ekrem'in huzuruna çıkardı.
-"Yâ Rasûlellah bu adam bîat edecek." dedi.
Bunun üzerine Keab, hemen Rasûlü Ekrem'in elini tutarak, özür ve af
diledi. Kendisinin Keab olduğunu bildirmiyordu.
-"Yâ Rasûlellah! Keab ibn-i Züheyr yaptıklarına pişman ve Müslüman
olarak Senden eman dilemeğe gelmiş bulunuyordur. Ben onu Sana getirsem ona eman
verir, kendisinin tövbesini ve Müslümanlığını kabul eder misin?" dedi.
Peygamberimiz;
-"Evet." buyurdu.
Bunun üzerine Keab ibn-i Züheyr;
-"Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü
enne Muhammeden abdühû ve Rasûlühû (Şehâdet ederim ki; Allah'tan başka ilah
yoktur ve yine şehâdet ederim ki; muhakkak Muhammed (as) de Allahu Teâlâ'nın
kulu ve Rasûlüdür" diyerek şehâdet getirdi, îman etti.
Keab, kendini tanıttığı zaman Ensârdan biri sıçrayıp ayağa kalktı;
-"İzin ver Yâ Rasûlellah, şu Allah düşmanının boynunu vurayım."
dedi.
Hz.Peygamberimiz;
-"Vazgeç ondan, o üzerinde bulunduğu halden pişman ve Hakk'a dönmüş
olarak gelmiştir." buyurdu.
Keab, daha önceden yaptıklarına çok pişmanlık içinde idi. Çünkü,
kendisini kurtarmak isteyen bu büyük Peygamber hakkında çok kötü şeyler
düşünmüş ve yazmıştı. Bu defa yüce huzurda; «Bânet Suâd» diye anılan Peygamber
Efendimiz'i metheden meşhur uzun kasîdesini okumağa başladı. Bu kasîde; âdet
üzere, şâirin sevgilisi Suâd'ın ayrılığından, onu terkedişinden, vefâsızlığından
duyduğu teessürünü, kalbinin elemlerini, yana yakıla ifâde ile başlayıp,
sevgilisinin güzelliğini, tatlı ve ince sesini, parlak çehresini, semâvi
tebessümünü sayarak bir girizgâh yaptıktan sonra asıl maksada gelir, sözü
Peygamberimiz'e getirir, onu methederken belâğatın şâhikasına yükselir.
Rasûlûllah'ın bana vaâdde bulunduğunu duydum. Ondan zâten afv umulur, diyerek
afv diler.
Keab;
-"Şüphe yok ki Rasûlüllah doğru yolu gösteren bir nûr, kötülükleri
yok etmek için sıyrılmış, Allâh'ın keskin ve yalın kılıçlarından bir
kılıçtır." mealindeki beyitlerine gelince, Peygamber Efendimiz yanındaki
Kureyş Muhâcirlerine bakıp gömleğinin yeniyle işâret ederek;
-"Dinleyiniz!" buyurdu.
Peygamberimiz, bu kasîdeyi dinledikten sonra büyük bir haz duymuştu. Bu
beyitler Fahri Kâinâtın çok hoşuna gitmiş, o anda yanında hediye edecek başka
bir şey olmadığından üzerindeki hırkasını çıkararak şâir Keab'a hediye
etmiştir. Ondan dolayı bu kasîdeye "Kasîde-i Bürde"
denir.
Hz.Muâviye, hilafeti zamanında bu hırkayı Keab'dan satınalmak istemişti.
Vermedi. Hz.Keab vefât edince, mübârek hırkayı Hz.Muâviye yirmibin dirheme
varislerinden satın aldı. Ondan sonra gelen hâlifelerden birbirine intikal
etti. Nihâyet, Osmanlı hükümdarı Yavuz Sultan Selim Han'ın, Mısır'ı fethiyle
mukaddes emânetler arasında İstanbul'a getirildi. Osmanlı sultanlarının son
derece dikkat ve hürmetle muhafaza ettikleri bu «Hırka-i
Şerif», hâlen Topkapı Sarayında, Hırka-i Saâdet dâiresinde,
Emânât-ı Mübâreke arasında mahfuz olup ziyâret edilmektedir.
Tayy Kabîlesi ve Hâtemi Tayy'in Kızı
Peygamber Efendimiz, hicretin 9.yılının Rebîulâhar ayında Hz.Ali'yi
Ensârın ileri gelenlerinden 50'si atlı 100'ü develi olmak üzere 150 kişilik bir
kuvvetle Tayy kabîlesinin putu olan Füls'ü yıkmağa gönderdi. Baskın yapılacağı
zaman, birlikleri dağıtıp, her taraftan birden bire baskın yapılmasını emretti.
Atlar yanlara, yedeklere alınıp develere binildi. Beni Esedlerden Hâris isminde
bir zâtın kılavuzluğu ile yola çıkıldı.
Nihâyet mücâhitler tan yeri ağarırken, birliklerini her taraftan
saldıracak biçimde dağıtıp Hâtemi Tayy âilesinin konak yerine birden baskın
yaptılar. Öldürülenler öldürüldüler, esir edilenler de esir edildiler.
Mücâhitlere Tayy âilesinden hiçbiri gizli kalmadı. Bu arada Hz.Ali ve
arkadaşları bütün putları kırdıktan sonra meşhur Füls isimli putun yanına varıp
parçası kalmayacak şekilde onu da parçaladılar. Füls'ün deposunda Resub, Mihzem
ve Yemâni adlarında üç kılınç ile üç zırh gömlek bulundu. Kılınçlardan ilk
ikisi, Hâris ibn-i Ebi Şimr'ül Gassani tarafından bu puta hediye edilmiş ve
üzerine asılmıştı.
Tayy kabîlesinin reisi olan Adiyy ibn-i Hâtem korkusundan kendisi gibi
Hıristiyan olan Suriye'deki Şam Araplarının yanına kaçmıştı.
Hz.Ali, birçok ganîmet ve ele geçirdiği esirlerle Medîne'ye döndü. Bu
esirlerin arasında, sahâvet ve iyiliği ile meşhur Hâtemî Tayy'ın kızı Saffâne
de vardı. Medîne'ye varınca, Saffâne Allah Rasûlü ile görüşmek ve kendisine
hürriyet vermesini istemek için izin istedi.
-"Yâ Rasûlellah! Babam öldü, kardeşim de kayboldu. Onun verdiği iyilikten
bana emniyet ver. Benim babam âileleri korur, esirlerin esaret bağlarını çözer,
açları doyuyur, çıplakları giydirir, konukları ağırlar, yemekler yedirir,
selâmlaşmayı yapar, dileyicilerin dileklerini reddetmezdi. İşte ben o Hâtemî
Tayy'ın kızıyım." dedi.
Hz.Peygamberimiz;
-"Ey kadın! Bunlar gerçekten mü'minlerin sıfatlarıdır. Keşke baban
Müslüman olsaydı da onu rahmetle ansaydık. Senin istediğin şeyi yapacağım.
Gitmek için acele etme. Kavminden seni yurduna ulaştıracak, güvenilir kişiler
buluncaya kadar bekle. Bulduğunda bana haber ver." buyurdular.
Saffâne binti Hâtem, Müslüman oldu. Müslümanlığını İslam amelleriyle
geliştirdi ve güzelleştirdi. Kavminden tanıdık kimseler gelince Rasûlüllah'a
gelerek;
-"Yâ Rasûlellah, kavmimden bâzı kişiler gelmiştir. Onlar, benim için
güvenilir ve beni yurduma ulaştırır kimselerdir." dedi.
Bunun üzerine, Rasûlü Ekrem Saffâne'ye giyimlik elbise, binit ve yol
harçlığı, azığı vererek adamlarıyla birlikte Şam'a gönderdi.
Adiyy ibn-i Hâtem'in Müslüman Oluşu
Saffâne Şam'a gelip, Allah Rasûlünün kendisine yaptığı muâmeleyi kardeşi
Adiyy'e anlattı. Adiyy:
-"Peygamber hakkında görüşün nedir?" diye sordu.
Saffâne, şöyle cevap verdi:
-"Ben senin, hemen bu zâta iltihak etmeni istiyorum. Eğer, O
Peygamber ise O'na tâbi olmakta başkalarını geçmen, senin için bir fazîlet ve
üstünlük olur. Yok eğer bir hükümdar ise onun sâyesinde Yemen'deki saltanatını
kaybetmez, hor ve hakir bir duruma düşmezsin. Artık karar vermek sana
âittir."
Adiyy;
-"Vallâhi benim görüşüm de budur." dedi.
Bunun üzerine Adiyy, Şam'dan kalkıp Medîne'ye vararak mescide çıktı.
Allah Rasûlü onu görünce işini çabucak bitirdi. Adiyy'i evine götürmek üzere
kalktı. Yolda, ihtiyar bir kadın ile karşılaştılar. İhtiyar kadın çeşitli
şeyler sorarak Allah Rasûlünün vaktini aldı.
Adiyy kendi kendine,
"Bu zât melik değildir. Melikler yolda fakirlere bakmazlar, onların
ihtiyaçları ile yolda meşgul olmazlar" diye düşündü. Eve varınca
Rasûlüllah, Adiyy'e deriden minderini vererek onun üzerine oturmasını istedi.
Adiyy oturmaktan çekindi ve minderi Rasûlüllah'a geri verdi. Fakat, Yüce
Peygamber kabul etmedi. Adiyy mindere, Allah Rasûlü de yere oturdu. Adiyy «bu hükümdar işi değildir» diye düşündü. Allah
Rasûlü biraz durduktan sonra Adiyy'e üç defa; "İslam
olursan kurtulursun." diye hitap etti.
Adiyy;
-"Ben din üzerindeyim." dedi.
Orada Allah Rasûlü;
-"Ben senin dînini senden daha iyi biliyorum" buyurdu.
Adiyy, bu sözün mânâsını anlayamamıştı ve,
-"Benim dînimi benden daha mı iyi biliyorsun?" diye sordu.
Allah Rasûlü;
-"Evet." diye cevap verdi.
Daha sonra yüce Rasûl, ona, mesih dîninde olmayan, Arap kâidelerine göre
yapılan bâzı şeyleri söyledi ve sözlerini şöyle bitirdi:
-"Sen, kavminden dörtte bir vergi alıyorsun. Yâni, ganîmetlerin
dörtte birini alıyorsun. İşte bu senin dînine göre helal değildir."
buyurdu.
Adiyy;
-"Evet doğrudur." dedi ve kendi kendine 'Muhakkak ki bu zât
Peygamberdir. Çünkü O, meçhul şeyleri biliyor'" diye düşündü.
Daha sonra Allah Rasûlü şöyle dedi:
-"Ey Adiyy! Senin bu dîne girmene mâni olan şeyleri biliyorum. Sen
bu dîne girenleri fakirler, yoksullar görüyorsun. Fakat, Allâh'a yemin ederim
ki mallar onlar için o kadar çoğalacak ki onu alacak kimse bulunmayacak. Sen
düşmanları Müslümanlara nazaran çok görüyorsun. Fakat, Cenâb-u Hakk dînini
te'yid edecek ve bu yüce din her tarafta emnü eman tesis edecek, o kadar
genişleyecek, kudret ve şevket kazanacak ki; tek başına Kâdisiyye'den kalkan
bir kadın hacca gidecek, yolda Allah korkusundan başka hiçbir şey, bir korku
duymayacaktır. Sen başka yerlerde melikler sultanlar görüyorsun. Allâh'a yemin
ediyorum ki bir gün onların beyaz sarayları fethedilecektir."
Artık Adiyy inanmış ve Müslüman olmağa karar vermişti. Adiyy'in tek ve
son sözü şu oldu: "Eşhedü en lâ İlâhe
İllallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Rasûlüh." Ben
inanır ve şehâdet ederim ki Allah'dan başka bir ilah yoktur. Muhammed (as)
O'nun hem kulu ve hem de Rasûlü'dür."
Çok geçmeden, Peygamber Efendimiz'in haberi tahakkuk etmiş, İslam
ülkelerinde, emsalsiz bir asâyiş ve emniyet kurulmuş, halk huzur ve rahata
kavuşmuştur. Adiyy, Allah Rasûlü'nün haber verdiği bütün bu şeyleri gördü ve
onların içinde yaşadı. Zamanla Adiyy ibn-i Hâtem, çok meşhur olup Eshab
arasında çok sevildi. İslâmî ilimleri öğrenerek âlimler arasına katıldı. Herkes
ona bir şey danışmağa geliyordu.
İşte meşhur Adiyy'ibn-i Hâtem bu zâttır.
Hz. İbrahim'in Dünyaya
Gelişi
Hicretin 8. senesi, Zilhicce ayı. Bu tarihte
Peygamber Efendimizin oğlu İbrahim dünyaya geldi. Hz. Mâriye'den olan Hz.
İbrahim, Peygamber Efendimizin en son evlâdı idi. Medine'nin yukarı tarafında,
Avâli diye anılan kısmında annesine tahsis edilen bir hurma bahçesindeki evinde
hayata gözlerini açan Hz. İbrahim'in doğum müjdesini Peygamberimize, oğluna
ebelik vazifesini yapan Selmâ Hatunun kocası Ebû Rafi getirdi. Bu mes'ud
hadisenin müjdesinden fazlasıyla memnun olan Peygamberimiz, Ebû Rafi'e bir köle
bağışladı. Nur topu yavrusunun doğumunun yedinci günü bir kurban kestiren
Resûl-i Ekrem, aynı gün oğluna ismini de verdi ve bu ismi şöyle açıkladı:
-"Ona, ceddim İbrahim'in ismini
koydum!" Emzikli Ensar kadınları
Hz. Resûlullahın evlâdını emzirme bahtiyarlığına ermek için âdeta birbirleriyle
yarış eder gibiydiler. Sonunda Resûl-i Ekrem Efendimiz nur topu evlâdını Ümmü
Bürde Havle binti Münzir'e emzirmek üzere teslim etti. Bu vazifeyi üzerine
almasından dolayı da Ümmü Bürde Havle'ye bir hurmalık tahsis etti. Hz. İbrahim
vefâtına kadar sütannesi Ümmü Bürde Havle'nin yanında kaldı. [616]
Peygamber Efendimiz, mübarek evlâdı Hz.
İbrahim'i sık sık ziyârete gider, şefkat ve merhametini izhar ederek, başını
okşar, bağrına basardı. Peygamber Efendimizin hizmetkârı Enes bin Mâlik (r.a.),
ilgili bir hatırasını şöyle anlatır:"Ben, ev halkına Resûl-i Ekremden
(a.s), daha şefkatli, daha merhametli davranan bir kimse hayatımda
görmedim."İbrahim, Medine'nin Avâli kısmında sütannesinin yanında
bulunurken, Peygamberimiz onu görmeye gider, biz de beraberinde bulunurduk.
İbrahim'in sütbabası [Ebû Seyf Bera' bin Evs] demirci idi. Evinin her tarafı
dumanlanmışken, Resûlullah içeri girer, oğlunu alır, öper, sonra dönerdi.
-"Yine bir gün Resûlullah onu görmek için
yola çıkmıştı. Ben de kendisini takib ediyordum. Evine vardığımızda Ebû Seyf
körüğüne asılıp duruyordu. Evin içi dumana bürünmüştü. Hemen önden koştum, ona
'Körüğünü durdur! Resûlullah (a.s) geldi' dedim. O da körüğünü durdurdu."
Resûlullah çocuğunu getirtti, bağrına bastı. Ona bazı sözler söyledi, onunla
konuştu."[617]
Uyeyne bin Hısn'ın
Müslüman Olması
Uyeyne bin Hısn, Gatafanların reisi idi. İslâm
nûrunun gün geçtikçe etrafa parlak bir surette yayılması onu da düşündürüyordu.
Bir gün hatırı sayılır birinden şunları dinlemişti:
-"Ey Uyeyne! Sen bu dar görüşlülükten
hâlâ vazgeçmeyecek misin? Muhammed, memleketler fethedip duruyor, sen ise hâlâ
başka şeylerle meşgulsün."
Benî Nadirlerin, Hendek günü Benî
Kurayzaların, ondan önce de Benî Kaynukaların, nihâyet Hayberlilerin işlerini
sen de gördün. Halbuki, bunların hepsi de, Hicaz Yahudilerinin ileri gelenleri
ve kuvvetlileri idiler.
Uyeyne adamı tasdik etti:
-"Evet! Bütün bunlar, aynen oldu."
Nihayet, Hicretin sekizinci senesinde,
Mekke'nin fethinden az önce Medine'ye gelerek Müslüman oldu.[618]
Benî Süleymlerin
Müslüman Olması
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Mekke'yi fethe
gittiği zaman sıradaydı. Kudeyd mevkiinde Süleymoğullarından 900-1000 kadar
kişi gelip Peygamber Efendimizle buluştular ve orada Müslüman oldular.
Mekke'nin fethinde, Huneyn ve Tâif savaşlarında İslâm ordusunda bulundular.[619]
İlk Kısas Hükmü
Tâif Seferi esnasında idi. Peygamber
Efendimize Benî Leyslerden bir adam getirildi. Bu adam, Huzeyllerden birini
haksız yere öldürmüştü. İki taraf Peygamber Efendimizin (a.s) huzurunda
iddialarını sıralayıp savunmalarını yaptılar. Sonunda Peygamber Efendimiz
(a.s), öldürülen adama karşılık, katilin de öldürülmesine hüküm verdi. Hüküm
infaz edildi. Bu, İslâmda kısas ile neticelenen ilk kan dâvâsı idi. [620]
28- Tebük Seferi ve Katılmayanların Durumu
Hz. Peygamber (as)'ın Hicretin dokuzuncu yılında, Şam'da toplanan kırk
bin kişilik Bizans ordusuna karşı çarpışmak üzere Medine'den Tebük'e kadar sevk
ettiği en son ve en güçlü askerî hareket.
Tebük Arap yarımadasının kuzeyinde Medine ile Şam'ın
ortasında bir yerin adıdır. Suyu ve hurmalığı olan bir yerdir. Bu savaş
yolculuğunun son ucu burası olduğu için "Tebük
Gazası"
adı ile anılmıştır. Bu seferde savaş olmamış fakat en güçlü bir İslâm ordusu
teçhiz edilmiş, böylece askerî ve siyasî açıdan önemli bir zafer kazanılmıştır.
Tebük Seferin Nedeni
Bizans İmparatoru Heraklius'a bir mektup yazan Suriyeli Hıristiyanlar,
Muhammed (as)'ın öldüğünü, Müslümanların da kıtlık ve yokluk içinde perişan
olduklarını, üzerlerine asker gönderilirse, onları kendi dinine katmanın tam
zamanı bulunduğunu bildirdiler. Bunun üzerine Heraklius silahlandırdığı kırk
bin kişilik askeri bir gücü Kubad'ın komutası altında yola çıkardı. Cüzam,
Lahm, Gassân ve Âmile adini taşıyan Arap kabilelerinin de Rumlarla birlikte
hareket edecek!eri haberi Medine'ye ulaştı. Zaten Allah’ın elçisi kuzey
sınırından güvende değildi. Böyle bir askerî harekât hazırlığını öğrenince genel
seferberlik ilân etti. Allah’ın Resulü diğer gazvelerde genellikle seferin
nereye olacağını gizli tutarken bu defa Bizans ordusuna karşı bir sefer
düzenleneceğini açıklamıştı. Çünkü gidilecek yer uzak, havalar sıcak ve kurak,
düşman güçlü idi. Ordunun buna göre hazırlık yapması gerekiyordu. Mekke'den ve
diğer Arap kabilelerinden asker toplamak için de görevliler çıkarılmıştı.[621]
Sıcak, kuraklık, kıtlık, uzaklık ve güçlü düşman unsurları bu seferi "güç ve zor bir sefer" haline getirmişti. Bu
yüzden seferin rastladığı zamana Kur'an-ı Kerim'de "Sâatü'l-usre"
(güçlük zamanı) denilmiş, bu sefere de Kur'an dilinden alınarak "Gazvetü'l usre (zorluk gazâsı)"
adı verilmiştir. Bu sefere katılan orduya da "Ceyşü'l-usre
(Güçlük ordusu)" denilmiştir.[622]
Hz. Peygamber savaş için hazırlık yapılmasını emrettiği zaman mevsimin
olumsuzlukları, ürünün hasat zamanı oluşu ve insanların yazın sıcağında ağaç
gölgesinde oturmayı sevmesi yüzünden, böyle sıkıntılı bir yolculuğa isteksizlik
vardı. Ashap-ı Kiramın ağır davranması dikkati çekmişti. Bu yüzden Allah'u
Teâlâ müminleri şöyle uyardı:
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا مَا
لَكُمْ اِذَا
قيلَ لَكُمُ
انْفِرُوا فى
سَبيلِ اللّهِ
اثَّاقَلْتُمْ
اِلَى
الْاَرْضِ
اَرَضيتُمْ
بِالْحَيوةِ
الدُّنْيَا
مِنَ الْاخِرَةِ
فَمَا
مَتَاعُ
الْحَيوةِ
الدُّنْيَا
فِى
الْاخِرَةِ
اِلَّا
قَليلٌ
“Ey iman edenler! Size ne oldu ki, "Allah
yolunda savaşa çıkın!" denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? Dünya
hayatını ahirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası ahiretin
yanında pek azdır.”[623]
Devamı ayetlerde,
eğer bu cihada çıkmazlarsa can yakıcı bir azapla karsılaşacakları, bunun
zararının Allah'a değil kendilerine olacağı, Allah’ın Resulüne yardim etmeseler
bile, Allah’ın O'na yardım edeceğini, nitekim:
Mekke'den hicret
ederken de Resulullah'a yardım edildiği, mağarada da o, arkadaşına;
"üzülme, Allah bizimle beraberdir" diyordu, böylece Allah’ın Resulüne
emniyet ve güven verdiği, şimdi de aynı yardımı yapabileceğini bildirdi.[624]
İslâm toplumu şu ayetle topluca cihada çağrıldı:
اِنْفِرُوا
خِفَافًا
وَثِقَالًا
وَجَاهِدُوا
بِاَمْوَالِكُمْ
وَاَنْفُسِكُمْ
فى سَبيلِ
اللّهِ ذلِكُمْ
خَيْرٌ
لَكُمْ اِنْ
كُنْتُمْ
تَعْلَمُونَ
“(Ey müminler!) Gerek hafif, gerek ağır olarak
savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer
bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.”[625]
Sahabenin
Orduya Yardımları
Hz. Peygamber her gün minberine oturur ve,
-"Allahım! Sen şu bir avuç İslâm toplumunun yok olmasına fırsat
verirsen, artık yeryüzünde sana ibadet olunmaz" diyerek yalvarır ve
müminleri mallarıyla ve canlarıyla cihada teşvik ederdi. Bunun üzerine servet
sahibi müminler orduya yardım getirmeye başladılar.
Hz. Ömer bu sefere dört bin dirhem gümüş para (beş dirhem yaklaşık bir
koyun bedeli) getirmiş ve Hz. Peygamberin,
-"Geride ne bıraktın?" sorusuna "malımın
yarısını" diye cevap vermiştir. Hz. Ebû Bekir de dört bin
dirhem getirince, Allah elçisinin,
-"Aile fertleri için ne bıraktın?" sorusuna;
-"Onlara Allah ve Resulünü bıraktım" diye cevap verince, bunu
işiten Hz. Ömer hayır yarısında Ebû Bekir'i geçemeyeceğini belirterek
ağlamıştır.
Abdurrahman b. Avf da sekiz bin dirhem sermayesinin yarısını getirince
Allah elçisi;
-"Allah senin getirip verdiğini de, ev halkın için ayırdığını da
bereketlendirsin"[626] diye
dua etmiştir.
Hz. Osman ise ordunun teçhizinde en büyük yardımı yapmıştı. O, üç yüz
deve, yüz at bağışlamış, ayrıca bin altın lirayı Resulullahın kucağına dökünce,
Allah elçisi;
-"Ey Allahım! Ben Osman'dan râzıyım, sen de razı ol" diye dua
etmiş ve Osman’ın bundan sonra olmuş olacak şeylerden bir sorumluluğunun
bulunmayacağını bildirmiştir. Ayrıca Hz. Osman’ın birer altın sarfı ile on bin
askeri teçhiz ettiği, su içtikleri kapların ağız bağlarına ve askı iplerine
kadar sağlanmadık ihtiyaçlarının bırakmadığı nakledilmiştir.[627]
Malî durumu zayıf olanlar da ellerinden gelen yardımı yapıyorlardı. Hz.
Peygamber;
-"Kim bugün bir sadaka verirse sadakası kıyamet günü Allah katında
onun lehine şahitlikte bulunacaktır" buyurunca, bir adam başına sardığı
sarığı vermiş, siyah, hor görünüşlü bir yoksul da çok güzel bir deveyi
bağışlayıp gitmişti. Ebû Ukayl iki ölçek hurma karşılığında sabaha kadar su
çekmiş, bir ölçeğini ev ihtiyacı için ayırmış, bir ölçeğini de orduya
bağışlamıştı. Hz. Peygamber onun için de hayır ve bereketle dua etti. Başka bir
yoksul Ulbe b. Zeyd ise mali, mülkü, biniti olmadığı için cihada hiçbir katkısı
olamayışından çok üzgündü. Gece namazından sonra Allah'a niyazda bulundu,
imkânlarının olmayışından yakındı. Ertesi gün sıkılarak, alay edilmeyi göze
alarak çok az bir meta'ı Hz. Peygambere getirdi. Bu da sadakalara karıştırıldı.
Ertesi gün Hz. Peygamber az bir sadaka veren bu yoksulu davet etti ve şöyle
buyurdu:
-"Muhammedi’n varlığı, kudreti elinde bulunan Allah 'a yemin ederim
ki, sen sadakası kabul olunanların divanına yazıldın."[628]
Kadınlar da ellerinden gelen yardımı yapmaktan geri durmuyorlardı. Ümmü
Sinan el-Eslemiyye şöyle anlatır:
-"Hz. Âyşe'nin evinde Resulullah (as)'ın önüne serilmiş bir örtü
gördüm ki üzerinde bilezikler, bazu bentler, hal hallar, yüzükler, küpeler,
develerin ayaklarını bağlayacak bir takım kayışlarla, kadınlar tarafından
gönderilen ve savaşta ise yarayabilecek bir takım şeyler bulunuyordu."[629]
Tebük Seferi
ve Münafıklar
Münafıklar müminleri başarıya götürebilecek her önemli işte olduğu gibi
gerek Tebük gazvesi hazırlıkları ve gerekse yolculuk sırasında bozgunculuk
yapmaktan geri durmadılar.
Münafıkların başı Abdullah b. Ubey b. Selül;
-"Muhammed Roma devletini oyuncak mı sanıyor? Onun ashabıyla
birlikte yakalanıp esir olacaklarını gözümle görmüş gibi biliyorum"
diyerek halka korku ve ümitsizlik vermeye çalışıyordu.[630]
Münafıklardan bir topluluk hiçbir
özürleri olmadığı halde Tebük seferine katılmamak için Hz. Peygamberden izin
istediler. Allah’ın Resulü seksenden fazla münafığa izin verdi. Kimi münafıklar
da ganimet almak için Tebük ordusuna katılmış ve gittikleri yerlerde
bozgunculuk yapmaktan geri durmamışlardır.
Orduya özürsüz katılmayan münafıklarla ilgili çeşitli ayetler indi.
Bazıları şunlardır:
£æ¡a ë 6aì¢À Ô
¡ò ä¤n¡1¤Ûa ó¡Ï ü a 6ó©£ä¡n¤1 m ü ë ó©Û ¤æ ¤öa
¢4ì¢Ô í ¤å ß ¤á¢è¤ä¡ß ë
åí©¡Ïb ؤÛb¡2
¥ò Àî©z¢à Û á £ä è u
“Onlardan öylesi de var ki: "Bana izin ver,
beni fitneye düşürme" der. Bilesiniz ki onlar zaten fitneye düşmüşlerdir.
Cehennem, kâfirleri mutlaka kuşatacaktır.”[631]
فَرِحَ
الْمُخَلَّفُونَ
بِمَقْعَدِهِمْ
خِلَافَ
رَسُولِ اللّهِ
وَكَرِهُوا
اَنْ
يُجَاهِدُوا
بِاَمْوَالِهِمْ
وَاَنْفُسِهِمْ
فى سَبيلِ اللّهِ
وَقَالُوا
لَا
تَنْفِرُوا
فِى الْحَرِّ
قُلْ نَارُ
جَهَنَّمَ
اَشَدُّ
حَرًّا لَوْ
كَانُوا
يَفْقَهُونَ
“Allah'ın Resûlüne muhalefet etmek için geri
kalanlar (sefere çıkmayıp) oturmaları ile sevindiler; mallarıyla, canlarıyla
Allah yolunda cihad etmeyi çirkin gördüler; "bu sıcakta sefere
çıkmayın" dediler. De ki: "Cehennem ateşi daha sıcaktır!" Keşke
anlasalardı!”[632]
Yahudi
Süveylim’in Evinin Yakılması
Münafıklardan bazı kişilerin Yahudi Süheylim'in Casum mevkiindeki evinde
toplanıp, Tebük gazasına çıkacak halkı Hz. Peygamberin etrafından dağıtmak
üzere toplandıkları haber alındı.
Bunun üzerine Allah elçisi Talha b. Ubeydullah'ı (ö. 36/656) bazı
sahabelerle birlikte onlara gönderip Süveylim'in evini ateşe vererek üzerlerine
yıkmasını emretti. Emir yerine getirildi. Dahhâk b. Halîfe evin damından
atlayınca ayağı kırıldı. İbn Übeyrik ve arkadaşları ise damdan atlayıp
kaçtılar.[633]
İhmalkarlık Yüzünden Sefere Katılmayan Müslümanlar
Mümin oldukları halde ihmalkarlık yüzünden sefere
katılamayanlar da olmuştu. Bunlar: Kâ'b b. Mâlik, Mirâre b. Rabî' ve Hilâl b.
Ümeyye (r. anhüm) idi.
Kâ'b b. Mâlik; Akabe'de Hz. Peygambere bey'at etmiş,
Bedir dışında tüm gazalara katılmıştı. Tebük seferine katılmak için her türlü
imkâna sahip olduğu halde sırf ihmalciliği nedeniyle bu gazaya katılamadığını
şöyle belirtmiştir:
-"Hz. Peygamber bu gaza için hazırlanmaya
başladılar. Ben de onlarla birlikte yol hazırlığını görmek üzere sabahleyin
evden çıkıp dolaşır, hiç bir iş görmeden akşam üzeri döner, gelirdim. Kendi
kendime; hazırlanmak için çok vaktim var, derdim. Bu ihmalcilik bende sürdü
gitti. Sonunda Resulullah ve ashabı birden yola çıkıverdiler."
Diğer iki sahabe de benzer ihmal içinde olup gecikmişler ve sefere
katılmamışlardı. Ancak daha sonra bu üç sahabe ruhen çok daraldı ve dünya
kendilerine dar geldi. Onların bu sıkıntısı Kur'an-ı Kerîm'de şöyle açıklanır:
وَعَلَى
الثَّلثَةِ
الَّذينَ
خُلِّفُوا حَتّى
اِذَا
ضَاقَتْ
عَلَيْهِمُ
الْاَرْضُ
بِمَا رَحُبَتْ
وَضَاقَتْ
عَلَيْهِمْ
اَنْفُسُهُمْ
وَظَنُّوا
اَنْ لَا
مَلْجَاَ
مِنَ اللّهِ اِلَّا
اِلَيْهِ
ثُمَّ تَابَ
عَلَيْهِمْ لِيَتُوبُوا
اِنَّ اللّهَ
هُوَ
التَّوَّابُ
الرَّحيمُ
“Ve (seferden) geri bırakılan üç kişinin de
(tevbelerini kabul etti). Yeryüzü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş,
vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah'tan (O'nun azabından)
yine Allah'a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra (eski
hallerine) dönmeleri için Allah onların tevbesini kabul etti. Çünkü Allah
tevbeyi çok kabul eden, pek esirgeyendir.”[634]
Özür Nedeniyle
Sefere Katılmayanların Ecre Ortak Oluşu
Ashabı kiramdan meşrû özürleri yüzünden Tebük gazvesine katılamayanların,
katılan askerlerin kazandığı tüm ecre ortak oldukları hadis-i şerifle sabittir.
Enes b. Mâlik (r.a)'den rivayete göre Hz. Peygamber Tebük seferi
sırasında söyle buyurmuştur:
-"Medine'de bir topluluk kalmıştır ki, biz bir dağ yolunda, bir
vadide her yürüyüşümüzde, onlar da bizimle birliktedirler. Ashap: Yâ
Resulullah, onlar nasıl bizimle birlikte olur?" diye sorunca da;
-"Onları burada bulunmaktan (hastalık, gücü yetmemek gibi) meşrû
özürleri menetmiştir."[635]
Tebük’e Büyük
Yolculuğa İmkan Bulamayanların Ağlayışı
Varlıklı sahabelerin yardımı ile ihtiyaçlı gaziler teçhiz ediliyor, fakat
sayı çok fazla olduğu için bu yardım da yetişmiyordu. İslâm tarihinde "ağlayanlar" diye anılan yedi kişi
Resulullah (as)'a gelerek, bu gazveye katılmak istediklerini, fakat binit ve
yiyeceklerinin bulunmadığını bildirdiler. Hz. Peygamberin kendilerine binit
kalmadığını söylemesi üzerine bu yedi kahraman ağlayarak geri dönmüşlerdi.
Bunlar Salim b. Umeyr, Ulbe b. Zeyd, Ebû Leylâ el-Mâzinî, Seleme b. Sahr, İrbâd
b. Sâriye; bir rivâyete Abdullah b. Mugaffel ve Ma'kil b. Yesâr veya Amr b.
Gunme (r. anhüm)'dür. Onların bu hali Kur'an-ı Kerim'de şöyle haber verilir:
:¡é¤î Ü Ç ¤á¢Ø¢Ü¡à¤y a ¬b ß
¢¡u a ¬ü o¤Ü¢Ó ¤á¢è Ü¡à¤z n¡Û
Ú¤ì m a ¬b ß a ¡a
åí© £Ûaó Ü Ç ü ë
6 æì¢Ô¡1¤ä¢íb ß a뢡v í
ü a b¦ã y ¡É¤ß £Ûa å¡ß ¢î©1 m
¤á¢è¢ä¢î¤Ç a ë a¤ì £Û ì m
“Kendilerine binek sağlaman için sana geldiklerinde:
Sizi bindirecek bir binek bulamıyorum, deyince, harcayacak bir şey
bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözleri yaş dökerek dönen kimselere de
(sorumluluk yoktur.)”[636]
Bunun üzerine bu yedi mücahidden ikisine İbn Yamin, ikisine Hz. Abbas b.
Abdulmuttalib, üçüne de Hz. Osman (ra) binit sağlamıştır.[637]
Tebük
Yolculuğunun Başlaması
Hz. Peygamber (as) Tebük gazasını Medîne'den Hicretin 9. yılı Recep
ayında perşembe günü çıkmıştı. Çünkü O, cihada perşembe günü çıkmayı severdi.
Bu, Resulullah (as)'ın sonuncu gazası oldu.
Medine'de vekil bırakılan Hz. Ali için münafıkların,
-"Muhammed, Ali'yi onda görüp hoşlanmadığı bir şey için geri
bırakmıştır" gibi dedikodular yapması üzerine, Hz. Ali silahlanıp Cürf
mevkiinde Hz. Peygambere yetişti. Resulullahın geliş nedenini sorması üzerine
hakkındaki dedikodudan söz etti. Hz. Peygamber; "Onlar yalan
söylemişlerdir. Ben seni arkamda bıraktıklarıma vekil tayin ettim. Hemen geri
dön, gerek benim ev halkım ve gerekse senin ev halkın içinde vekilim ol. Sen
bana göre, Musa'ya göre Harun'un durumunda olmak istemez misin? Ancak benden
sonra Peygamber gelmeyecektir" dedi. Hz. Ali;
-"Ey Allah’ın elçisi öyledir" diye cevap verdi ve Medîne'ye
geri döndü."[638]
Hz. Peygamber (as)'ın komutasındaki on bin kişilik İslâm ordusu
Medine'den Tebük'e kadar on sekiz yerde konakladı, on dokuzuncu konaklama yeri
Tebük oldu. Bu konaklama yerlerinde namaz kılınan yerler günümüzde de adlarıyla
mescit olarak bilinmektedir. Zülhusub, Feyfâ, Zülmerve, Rak'a ve Vâdilkurâ
mescitleri gibi .
Yolculuk sırasında ve konaklama yerlerinde pek çok ibretli ve hikmetli
olaylar vuku buldu. Allah’ın elçisi yol boyunca öğütlerini sürdürdü.
Sekizinci
Konaklama Yeri Olan Hicr'de Olanlar
Hicr, Semûd kavminin yaşayıp helâk olduğu yerdir. Salih Peygambere isyan
eden bu topluluğu Yüce Allah korkunç bir haykırışla helâk etmişti.[639]
Hz. Peygamber bu kavmin mucizeleri gördükleri halde Peygamberlerine karşı
gelmelerini açıkladı ve bu yerden hızlı geçilmesini emir buyurdu.
Hicr kuyularından alınan suları döktürdü ve bununla hazırlanan ekmek
hamurlarının develere yedirilmesini emir buyurdu.
Böyle hüzünlü bir beldeye neşeyle girilmesini, Hicr'de oturan halkla
temas etmemelerini emir buyurdu.[640]
Allah elçisi, Hicr'de gece şiddetli kasırganın kopacağını, bu yüzden
kimsenin yanında arkadaşı olmaksızın dışarı çıkmamasını ve develerin dizlerinin
bağlanmasını bildirdi. Kasırga çıktı ve uyarıya uymayan iki kişiden birisi
nefes darlığına uğradı, diğerini fırtına sürükledi.
Mücahitler Hicr'de sabahlayınca şiddetli susuzlukla
karsılaştılar. Allah elçisi özellikle Hz. Ebû Bekir'in yağmur duası yapmasını
istemesi üzerine, ellerini kaldırıp yağmur için dua etti. Daha ellerini
indirmeden yağmur yağmaya başlamıştı. Bunun üzerine daha önce;
-"Muhammed hak peygamber olsaydı, Musa
Peygamber (as)'ın Allah'tan yağmur istediği ve yağdırdığı gibi, O da yağmur
ister ve yağdırırdı" diyerek dedikodu yapan münâfıklar seslerini
kesmişlerdi.[641]
Hz.
Peygamber(as)'ın Devesi "Kusvâ"nın Kaybolması
Bir konaklama yerinde Resulullah (as)'ın devesi Kusvâ kaybolmuş ve
aramalara rağmen bulunamamıştı. Benî Kaynuka Yahudilerinden Müslüman olan Zeyd
b. Lusayt adlı münafık;
-"Kendisinin Peygamber olduğunu söyleyen ve size göklerden haberler
veren Muhammed bugün kaybolan devesinin yerini bile bilmiyor" diyerek
müminlerin kalbine şüphe sokmaya çalışıyordu. Bunu haber alan Resulullah (as),
Cebrail (as) haber vermesi üzerine devenin bulunduğu yeri ve ipinin bir dala
takılı bulunduğunu bildirdi ve,
-"Allah'a yemin olsun ki, gerçekten ben, bir şeyi Allah bana
bildirmedikçe bilemem" buyurdu. Gerçekten o yana giden sahabeler deveyi
bulup getirdiler.
Zeyd b. Lusayt bu olaydan sonra, ertesi sabah kalbindeki Hz. Muhammed
(as)'ın Peygamberliği konusundaki şüphelerinin yok olduğunu söylemiştir.
Bazıları onun tövbe ettiğini söylerken Hârice b. Zeyd gibi bazı sahabeler de
onun tövbe ettiğini kabul etmemişlerdir.[642]
Abdurrahman b.
Avf'ın İmam Oluşu
Hicr'le Tebük arasında bir konaklama yerinde tan yeri ağardıktan sonra
Allah elçisi ihtiyacını gidermek için uzak bir yere gitmişti. Cemaat güneşin
dogmasından korkarak Abdurrahman b. Avf (r.a)'ı öne geçirdiler. Hz. Peygamber
abdest alıp dönünce Abdurrahman rukû'da idi. Cemaat Resulullahın geldiğini
anlayınca neredeyse namazı bozacaklardı. Abdurrahman da imamlıktan çekilmek
istedi. Fakat Resulullah (a.s)'ın işareti ile namaza devam etti. Allah elçisi
bir rekâtı imamla, bir rekâtı da selãmdan sonra ayağa kalkarak tek başına
kıldı. Namaz bitince de;
-"Güzel yaptınız" buyurdu.[643]
Abdestte Tek
Yıkama ve Mestlere Meshetme
Avf b. Mâlikten rivayete göre, Hz. Peygamber Tebük seferi sırasında
yolcular için mestler üzerine üç gün üç gece, mukîm olanlar için bir gün bir
gece süreyle meshedilmesini emir buyurmuştur. Hz. Ömer'in bildirdiğine göre
abdest alınırken abdest azaları birer defa yıkamakla yetinmiştir.[644]
Vaktinde
Kılınamayıp Kaza Edilen Sabah Namazı
Yolculukta Allah elçisi uykuda iken kaldırılmamış ve sabah namazı vakti
çıkıp güneş bir mızrak boyu yükselmişti. Resulullah (as) Bilal’a:
-"Ben sana bu gece bizi bekle ve sabah olunca uyandır" demedim
mi?" buyurdu.
Bilâl:
-"Seni uyutan beni de uyuttu" dedi.
Hz. Peygamber o yerden kalkıp biraz gittikten sonra, önce sünneti sonra
da farzı kaza etti.[645]
Hz.
Peygamber(as)'ın Tebük'te Ashabı İle İstişare Etmesi
Tebük'e geldikten sonra Şam üzerine yürünüp yürünmemesi konusunda Allah
elçisi ashabı ile istişare etti.
Hz. Ömer:
-"Eğer gitmekle emr olundun ise git" dedi.
Hz. Peygamber:
-"Eğer bu konuda Allah tarafından emr olunmuş bulunsaydım, size
danışmazdım" buyurdu.
Bunun üzerine Hz. Ömer:
-"Ey Allah’ın Resulü orada Rumlar çok fazladır, Müslümanlardan tek
kişi bile yoktur, senin bu derece yakına gelmen onları korkutmuştur. Uygun
bulursanız bu yıl buradan geri dönülsün veya yüce Allah bu konudaki buyruğunu
bildirir" Bunun üzerine Hz. Peygamber Tebük'ten ileri geçmedi.
Diğer
Peygamberlere Verilmeyip Yalnız Hz. Muhammed(as)'e Verilen Beş Haslet
Hz. Peygamber Tebük'te gece namazını (teheccüd) çadırının önünde kıldığı
bir gece, yanına gelen sahabelerle sohbet ederken şöyle buyurmuştur:
-"Benden önceki Peygamberlerden hiç birisine verilmeyen şu beş şey
bana verilmişti:
a- Önceki Peygamberler yalnız bir kavme gönderilmişken, ben bütün
insanlara gönderildim.
b- Yeryüzü bana mescit ve temizlik aracı kilindi. Bu yüzden namaz vakti
nerede olursa teyemmüm edip namazımı kılarım. Önceki ümmetler ise ibadetlerini
ancak Kilise ve Havralarda yapabilirdi.
c- Savaş ganimetleri bana helal kilindi. Halbuki önceki Peygamberlere
helâl kılınmamıştı.
d- Bana şefaat makamı verildi.
e- Ben bir aylık uzak yerdeki düşmanın kalbine korku salmakla yardım
olundum."[646]
Hz. Peygambere ve ümmetine ayrıcalık sağlayan bu niteliklerin Bizans'a
karşı yapılan böyle büyük bir harekât sırasında açıklanması şu noktaları akla
getirmektedir.
Çevrede en güçlü olarak bilinen Doğu Roma imparatorluğuna karşı
durabilecek bir güce sahip olan İslâm topluluğu, yakında bu yöreleri ele
geçirecek ve Rum diyarı İslâm’a girecek, böylece Arap toplumları dışına çıkan
İslâm evrensellik özelliğine kavuşacaktır .
İslâm ordusu yolculuk sırasında günlerce çeşitli yer ve mevkilerde, arz
üzerinde farz ve nafile namazları kilmiş ve böylece ibadetin yalnız mescitlerde
yapılabileceği imajı yerine namaza evrensel bir mescit anlayışı kazandırılmıştır.
Abdest ve gusülde de su yerine, gerektiğinde teyemmümle yetinmenin uygulamaları
yapılmıştır.
Bu gibi askeri hareketlerde zafer sonrası elde edilecek ganimetlerin
beste biri beytülmalin, beste dördü de gazilerin hakki olmak üzere meşrû
kılınmıştır. Bu da savaşlarda ayrı bir teşvik unsurudur.
Çevrede bir aylık uzak yerde bulunan düşman o gün için Doğu Roma
İmparatorluğu ve bunların başkanı Heraklius olmalıdır. İmparatorun ve
askerlerinin kalbine korku düştüğü için Hicaz'a saldırıp yakıp yıkmak üzere
yola çıktıkları halde bu cesareti gösterememişlerdir. Güçlü İslâm ordusunun
hazırlıklı, düzenli ve her çeşit savaş rizikosunu göze alarak Tebük'e kadar
gelmesi, güç dengesini psikolojik bakımdan Müslümanların lehine çevirmiştir.
Böylece düşman için, savaş olmasa bile güç hazırlamayı emreden ayetin hükmü
gerçekleşmiştir .Ayette şöyle buyurulur:
وَاَعِدُّوا
لَهُمْ مَا
اسْتَطَعْتُمْ
مِنْ قُوَّةٍ
وَمِنْ
رِبَاطِ
الْخَيْلِ
تُرْهِبُونَ
بِه عَدُوَّ
اللّهِ
وَعَدُوَّكُمْ
وَاخَرينَ
مِنْ
دُونِهِمْ
لَا
تَعْلَمُونَهُمْ
اَللّهُ
يَعْلَمُهُمْ
وَمَا
تُنْفِقُوا مِنْ
شَىْءٍ فى
سَبيلِ
اللّهِ
يُوَفَّ اِلَيْكُمْ
وَاَنْتُمْ
لَا
تُظْلَمُونَ
“Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar
kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah'ın
düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'ın
bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız size
eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız”[647]
Hz. Peygamber Tebük'te bulunduğu sırada Halid b. Velid'i dört yüz atlı
ile bir Hıristiyan topluluk olan Dûmetülcendel'in kralı Ükeydir b. Abdulmelik
üzerine gönderdi. Dûmetülcendel Şam yolu üzerinde Tebük'e yakın, sulu, hurma ve
ekinleri bol, büyük bir ticaret merkezi idi. Halid b. Velid az sayıda bir
askerle bilmedikleri bir yörede kralı nasıl bulacaklarını sorunca, Allah elçisi
onu,
"Yabanî sığır avlarken bulup yakalayacağını" haber verdi.
Gerçekten Halid ve arkadaşları kaleye yaklaştıkları sırada normal kırsal
kesimde az rastlanan bir yaban sığırının kale kapısına yaklaşmakta olduğunu
gördüler. Yukarıdan Ükeydir ve ailesi de bu semiz hayvani görmüşlerdi. Ükeydir
silahlanıp birkaç adamı ile birlikte sığırı avlamak üzere kaleden dışarı
çıkınca da onu yakaladılar ve elleri bağlı olarak kalenin önüne getirdiler.
Orada Halid'le Ükeydir arasında yapılan anlaşmaya göre, Ükeydir
Müslümanlara: İki bin deve, sekiz yüz at, dört yüz zırh gömlek, dört yüz mızrak
vermek ve Ükeydir ile kardeşi Mudad Hz. Peygambere kadar götürülüp haklarında
Allah elçisi hüküm vermek üzere sulh oldular. Bundan sonra kaleye girilerek
belirlenen ganimet malları teslim alındı.[648]
Eyle, Ezruh ve
Cerba Melikleri ile Sulh Anlaşması Yapılması
Hz. Peygamber Tebük'te bulunduğu sırada Kızıldeniz’in kuzeyinde ve Akabe
körfezinin sonunda deniz sahilindeki Eyle hükümdarı Yuhanna b. Ru'be, gelerek
yıllık belirli miktarda cizye vermek üzere kendisi ile sulh anlaşması yaptı.
Hz. Peygamber Yuhanna'ya su ahitnameyi yazılı olarak verdi.
"Bismillahirrahmânirrahim.
Bu, Allah ve Peygamberi Muhammed’den Yuhanna b. Ru'be ile Eyle halkından
denizdeki gemilerde bulunanları ve karadaki gezen, dolaşanları için eman
yazısıdır: Gerek bunlar ve gerek Sam, Yemen ve deniz sahili halkından
Eylelilerle birlikte bulunanlar, Allah’ın ve Resulünün himayesindedirler.
Onlardan bir kötülük isleyeni yanındaki malı koruyamayacak, bu mal, alana da
helâl olacaktır. Denizde, karada herkes dilediği tarafa yolculuk yapma hakkına
sahiptir."[649]
Eyle kralı Yuhanna ile birlikte Ezruh ve Cerba halkı temsilcileri de
Tebük'e gelip Hz. Peygamberle cizye vermek üzere anlaşma yaptılar. Bunlar her
yıl Recep ayında saf altından yüz dinar cizye ödemeyi kabul ettiler ve buna
karşılık onlara birer emannâme (güven mektubu) verildi. Bu iki topluluk da
Eyleliler gibi Yahudi toplumudur.[650]
Özürsüz Cihada
Katılmayan Üç Kişinin Çilesi
Resulullah (as) Tebük'ten dönüşte Medîne'ye girişte doğrudan Mescidi
Nebevîye girip iki rekat namaz kildi. Çünkü seferden dönüşte bu, Resulullah
(as)'ın âdeti idi. Sonra mescitte oturdu. Tebük gazvesine katılamayıp Medine'de
kalanlar tek tek gelip özürlerini yeminle teyit ettiler. Hz. Peygamber diş
görünüşlerine bakarak özürlerini kabul edip, iç yüzlerini Allah'a havale etti
ve haklarında istiğfarda bulundu. Bunların sayısı seksen kadar idi.
Ancak Kâ'b b. Mâlik, Mirare b. Rabî ve Hilâl b. Ümeyye meşrû bir özürleri
bulunmadığı halde cihada katılmamışlardı. Hz. Peygamberin huzuruna girince
mazeret uydurma yoluna gitmeden doğruyu söylediler.
Resulullah (as) halkı bu üç sahabe ile görüşüp konuşmaktan menetti. Üçü
de bir köseye çekilerek elli gün süreyle yalnızlığa itildiler. Dünya başlarına
zindan oldu. Kırk gün geçince Hz. Peygamber bunlara Hüzeyme b. Sâbit (r.a)'ı
göndererek kadınlarından da ayrı durmalarını bildirdi. Böylece eslerinin
cihaddan geri kalan bu sahabelere hizmeti de men edilmiş oluyordu. Yalnız Hilâl
b. Ümeyye'nin eşi Allah elçisine gelerek;
-"Hilâl yaşlıdır, hizmetçisi de yoktur. Yalnız mutfak işlerine
yardımcı olsam" diye izin istedi. Kendisine yalnız ev hizmeti için izin
verildi.
Elli gün tamamlanınca bu üç sahabenin mağfiret edildiğini bildirilen ayet
indi. Bunu müjdeleyen sahabeye, Ka'b b. Mâlik sevincinden bir kat elbise
giydirmişti. Mescide geldiklerinde Allah’ın Resulü Ka'b b. Mâlik'e şöyle
buyurdu:
-"Annen seni doğurduğu günden beri yaşadığın günlerin en hayırlısını
sana müjdeliyorum."
Ka'b;
-"Bu müjde tarafınızdan mi, yoksa Allah tarafından mı?" diye
sorunca, Hz. Peygamber;
-"Doğrudan Yüce Allah tarafından" buyurdu.
Bunun üzerine Ka'b, bütün servetini Allah yolunda tasadduk etmek
istediğini bildirdi. Hz. Peygamber, bir bölümünü kendisine ayırmasının daha
hayırlı olacağını söyledi.
Allah Teâlâ bu üç sahabenin halini ve affedilmelerini şöyle bildirir:
وَعَلَى
الثَّلثَةِ
الَّذينَ
خُلِّفُوا حَتّى
اِذَا
ضَاقَتْ
عَلَيْهِمُ
الْاَرْضُ بِمَا
رَحُبَتْ
وَضَاقَتْ
عَلَيْهِمْ
اَنْفُسُهُمْ
وَظَنُّوا
اَنْ لَا
مَلْجَاَ مِنَ
اللّهِ
اِلَّا
اِلَيْهِ
ثُمَّ تَابَ
عَلَيْهِمْ
لِيَتُوبُوا
اِنَّ اللّهَ
هُوَ التَّوَّابُ
الرَّحيمُ
“Ve savaştan geri kalan o üç kişinin tövbesini de
kabul etti. Bütün genişliğine rağmen yeryüzünün kendilerine dar geldiği,
ruhları son derece sıkıldığı, Allah 'tan başka bir sığınak olmadığını
anladıkları zaman tövbe etsinler diye, Allah onları bağışlamıştı. Şüphesiz ki
Allah, tövbeleri çok kabul eden ve çok merhametli olandır."[651]
Ka'b b. Mâlik ve arkadaşları bu ilâhî iltifata, doğru sözlülükleri ve
samimi davranmaları sayesinde kavuştular. Ka'b bu olay üzerine, artık ömrü
boyunca doğrudan başka bir söz söylemeyeceğine dair Allah elçisine söz verdi.
Diğer münâfıklar uydurdukları yalan mazeretler yüzünden helâk olurken onlar
selâmete çıktılar.
Ashabın İhlas
ve İnfakı
Resulullah (as)'ın emri üzerine, sahabeler (ra) orduya sadaka, nafaka ve
binek hayvanları getirmeye başladılar. Hz. Ebu Bekir (r.a.) malının tamamı olan
40 bin dirhem altın getirdi. Resulullah (as) ona:
-"Kendi ehline herhangi bir şey bıraktın mı?" diye sorunca o:
-"Onlara Allah ve Resulünü bıraktım" diye cevap verdi. Hz. Ömer
(r.a.) malının yarısını getirdi. Resulullah (as) ona da:
-"Kendi ehline herhangi bir şey bıraktın mı?" diye sorunca Hz.
Ömer (ra):
-"Evet, malımın yarısını" diye cevap verdi. Abdurrahman ibnu
Avf iki yüz evkiye altın, Asım ibnu Adiy yetmiş deve yükü hurma getirdi. Hz.
Osman (r.a) ise ordunun üçte birini teçhiz etti. İbnu Hişam'ın bildirdiğine
göre Osman ibnu Affan bu sefer için büyük bir infakta bulundu; öyle ki, o
zamana kadar hiç kimse bu kadar infakta bulunmamıştı. Osman ibnu Affan, Tebük
gazvesinde dar durumda olan orduya bin dinar infak etti. Bunun üzerine
Resulullah (a.s) şöyle buyurdu:
-"Allah'ım! Osman'dan razı ol, çünkü ben ondan razıyım."[652]
Cihada
Katılamadıklarından Dolayı Ağlayanlar
Müslümanlardan yedi (diğer bir rivayette yediden fazla) kişi Resulullah
(as)'ın yanına geldiler ve Resulullah (as)'den kendilerini bindireceği ve
seferde yüklerini yükleyecekleri hayvan istediler. Çünkü kendileri bu imkana
sahip değillerdi. Resulullah (as) da onlara:
-"Sizi bindireceğim bir binek bulamıyorum" dedi. Bunun üzerine
onlar infak edilecek şey bulamamaktan ötürü üzülerek gözyaşları içinde geri
döndüler.
Münafıkların
Yeniden Ortaya Çıkışı ve Yaptıkları Planlar
Hudeybiye anlaşmasından sonra münafıklar hayli azalmıştı. Hudeybiye
anlaşması ve Mekke'nin fethinden sonra İslam toplumu büyümeye başlamış, İslam
ordusu yirmi kat artmıştı. Bu dönemde kendi istekleriyle İslam'ı seçenler olduğu
gibi korkuyla İslam'ı seçenler de vardı. Münafıkların lideri Abdullah İbnu Ubey
henüz hayattaydı ve münafıklar bloğunun yeniden yapılanmasını başlattı. Tebük
gazvesi sırasında münafıkların hareketi belirgin bir şekilde ortaya çıktı.
Münafıkların seferberlik öncesi faaliyetleri, Müslümanları Resulullah (as)'den
uzaklaştırmak ve onları dünyanın aldatıcı güzelliklerine çekmek
doğrultusundaydı. Bazı münafıklar, Müslümanlarla birlikte sefere çıkmamak için:
-"Vallahi, kavmim ensar bilir ki, ben kadınlara düşkün bir adamım.
Beni Asfar'ın (Rumların) sarışın kadınlarını görünce sabır gösteremeyip bir
fitneye düşerim" diyerek mazeret ileri sürdüler.
Münafıklardan bir kısmı da izin istemekle kalmayıp havanın çok sıcak
olduğundan bahsederek sefere iştirak eden müminleri de caydırmaya
çalışıyorlardı. Münafıkların diğer bir kısmı da Resulullah (as)'e gelerek:
-"Gücümüz yetseydi, sizinle beraber çıkardık" diyerek yalan
söylemişlerdi. Münafıkların ordu içindeki durumları da şöyleydi:
-"Devamlı olarak emirlere muhalefet ediyor, ordu içinde fitne
çıkarmaya çalışıyorlardı. Planlarının içinde en tehlikeli olanı da Resulullah
(a.s)'ı bir suikastla öldürme girişiminde bulunmaktı. Medine'deki münafıklara
gelince, onlar sığınacakları, İslam düşmanlarına karargah olacak Dırar mescidini
inşa etmişlerdi. Ayrıca Resulullah (a.s)'e Yahudi Süveylim'in evinde bir kısım
münafıkların toplandıkları ve halkı gazadan döndürecek sözler söyledikleri
bildirilmişti. Bunun üzerine Resulullah (a.s) bir grup sahabeyi göndererek o
evi ateşe verdi ve orada toplanan münafıkları dağıttı..."
Dersler ve
İbretler
Tebük gazvesi ders, ibret ve öğütlerle doludur. Dolayısıyla günümüz
davetçilerinin, Tebük gazvesini tekrar tekrar okumaları ve ondan çıkarılacak
dersler ve öğütler ışığında hizmet ve çalışmalarını sürdürmeleri gerekmektedir.
Tebük gazvesi; zengin Müslümanların fedakarlığı, fakirlerin durumu,
münafıkların hile, tuzak ve planları, savaşa gitmemek için uyduruk mazeretler
ileri sürerek Resulullah (a.s)'den izin isteyen insanların hali, hiçbir mazeret
ileri sürmeden savaşa gitmeyen ve daha sonra Resulullah'a yalan mazeretler
ileri sürenlerin durumu, bazı dünyevi sebeplerden dolayı gitmeyen ve daha sonra
Resulullah'a doğruyu söyleyerek hiçbir mazeret beyan etmeyen samimi
Müslümanların durumu gibi çeşitli yönleri içermektedir.
Tebük gazvesinden çıkarılacak ders, ibret ve öğütleri şu şekilde
sıralayabiliriz:
1- Bütün İslami çalışmalarda Resulullah (as)'ı ve
Sahabelerini Örnek Almak:
Resulullah (a.s) ve sahabeleri savaşta, barışta, darlıkta, bollukta,
kısacası hayatın bütün alanlarında kıyamete kadar gelecek bütün Müslümanlara
örnektirler. Dün seferin uzunluğu, düşmanın kuvvetli olması, yaz mevsiminin
kızgın sıcaklığı, zamanın kuraklık, kıtlık ve meyvelerin olgunlaşma zamanı
olması gibi dünyevi sebepler sahabeleri Resulullah (a.s)'ın emrini yerine
getirmekten alıkoymadığı gibi bugün de makam, mevki, görev ve iş yerleri gibi
sebepler hiçbir zaman Müslümanları İslami hizmet ve çalışmalardan
alıkoymamalıdır. Dünya, içindeki eşyayla birlikte fanidir. Baki olan Allah'tır.
Dolayısıyla dünyanın geçici ama aynı zamanda çekici güzelliklerine kanıp Allah
yolunda yapılacak hizmetlerden geri kalmamak gerekir.
2- Zor
Anlarda Yardımlaşma ve Dayanışmanın Önemi:
Resulullah (as) Allah yolunda infaka teşvik ve emir buyurduğu zaman
zengin sahabelerin bütün imkanlarını Allah yolunda seferber ettikleri
görülmektedir. Müslümanların bölük pörçük ve dağınık bir vaziyette oldukları şu
asrımızda, dayanışma ve yardımlaşmaya daha fazla ihtiyaç duyulmaktadır. Maddi
imkanları yerinde olan duyarlı Müslümanlar Allah yolunda infaka davet
edildikleri zaman gönül hoşnutluğu içerisinde vermeleri ve kıyamete kadar gelen
bütün Müslümanlara örnek olan sahabelerin Allah yolunda mallarını infak
ettikleri gibi bugünün Müslümanlarının da mallarını tereddütsüz infak etmeleri
gerekmektedir. Şunu unutmamak gerekir ki, malının en azından bir bölümünü Allah
yolunda harcamayan bir Müslüman’dan hayır gelmez.
3- Sorulan Sorularla Kişilerin Genel Tavırlarının
ve Özelliklerinin Ortaya Çıkarılması:
Resulullah (as) infaka katılan sahabelerin arasında Ebu Bekir ve Ömer
(r.a):
-"Kendi ehline herhangi bir şey bıraktın mı?" sorusunu ayrı
ayrı yöneltmesi büyük önem arz etmektedir.
Hz. Ebu Bekir'in:
-"Onlara Allah ve Resulü'nü bıraktım."
Hz.Ömer'in de:
-"Evet malımın yarısını bıraktım" diye cevap vermeleri ayrı bir
önem taşımaktadır. Bugünün dava liderleri de, kendi maiyetlerindeki şahısların
genel tavırlarını ve özelliklerini anlayabilmek için onlara çeşitli sorular
sorabilir ve aldıkları cevaplar doğrultusunda teşhislerini koyabilirler.
4- Allah Yolunda İslami Hizmetlerde Harcanacak
Malın Bulunmamasına Üzülmek:
Maddi imkanların yerinde olması halinde infak etmek, olmaması halinde de
üzülmek ve ağlamak gerçek ve samimi Müslümanların şiarıdır. Görülüyor ki, bazı
Müslümanlar yoksul oldukları zaman geçimleri samimi ve fedakar Müslümanlar
tarafından karşılanıyor. Ama yoksulluk devri bitip herhangi bir şekilde
durumları iyileştiği zaman mallarının az bir bölümünü bile Allah yolunda
harcamamak için samimi Müslümanları gıybet ve itham ederek başkalarını
suçlayıcı tavırlar içine giriyor ve kendi cimriliklerini haklı çıkarmak için de
uyduruk mazeretler ileri sürmeye başlıyorlar.
Bi:z
-"Ama,"
-"Fakat,"
-"Lakin"leri bırakalım ve canımızda, malımızda ve vaktimizde
İslami standartlara uygun fedakarlık zırhına bürünelim. Bize yaraşan budur.
Yoksa Sa'lebe'leşmenin hiçbir manası olmadığı gibi hiçbir faydası da yoktur.
Hep birlikte Sa'lebe'nin yolunda değil Ebu Bekir ve Ömer'in yolunda yürüyelim.
5-Uyduruk ve Yalan Mazeretler İleri Sürmenin
Münafıkların Alametlerinden Olması:
Münafıklar ve münafık olmayan ama kalpleri hasta olan bazı Müslümanlar
İslami hizmetlere iştirak etmemek için yalan mazeretler uydurmakta gayet
mahirdirler. Şeytanın yardımıyla da hemen mazeret uydurabilirler. Örneğin,
Resulü Ekrem (as) münafıkların liderlerinden Cid ibnu Kays'a (ki Hudeybiye'deki
Rıdvan beyatına bu adamın dışında herkes katıldı. Hatta iki defa beyat edenler
oldu. Ancak o beyat etmemek için develerin altında saklandı.):
-"Ey Cid! Bizimle birlikte Rumlar üzerine gitmek ister misin?"
diye sorduğunda münafık Cid:
-"Ya Resulullah! Bu seferde bana izin verseniz de, beni fitneye
düşürmeseniz olmaz mı? Vallahi, kavmim ensar bilirler ki ben kadınlara düşkün
bir adamım. Rumların sarışın kadınlarını görünce sabredemeyip bir fitneye
düşerim" dedi.
Resulü Ekrem (a.s) ondan yüzünü çevirerek:
-"Sana izin verdim" buyurdu. Bunun üzerine şu mealdeki ayeti
kerime nazil oldu:
á £ä è u
£æ¡a ë 6aì¢À Ô ¡ò ä¤n¡1¤Ûa ó¡Ï ü a
6ó©£ä¡n¤1 m ü ë ó©Û ¤æ ¤öa ¢4ì¢Ô í ¤å ß
¤á¢è¤ä¡ß ë
åí©¡Ïb ؤÛb¡2
¥ò Àî©z¢à Û
“Onlardan öylesi de var ki: "Bana izin ver,
beni fitneye düşürme" der. Bilesiniz ki onlar zaten fitneye düşmüşlerdir.
Cehennem, kâfirleri mutlaka kuşatacaktır.”[653]
Yine münafıklardan bir kısmı Resulü Ekrem'e gelerek:
-"Gücümüz yetseydi sizinle beraber çıkardık" diyerek yalan
söylemişlerdi. Bunların durumu da Resulü Ekrem'e vahy edilmiş ve onlar hakkında
şu ayeti celile inmiştir:
¤á¢è À £j r Ï
¤á¢è qb È¡j¤ãa ¢é¨£ÜÛa ê¡ × ¤å¡Ø¨Û ë
¦ñ £¢Ç ¢é Û a뢣 Ç ü x뢢¤Ûa
aë¢
a a ¤ì Û ë
åí©¡Çb Ô¤Ûa É ß
a뢢ȤÓa 3î©Ó ë
“Eğer onlar (savaşa) çıkmak isteselerdi elbette
bunun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah onların davranışlarını çirkin
gördü ve onları geri koydu; onlara "Oturanlarla (kadın ve çocuklarla)
beraber oturun!" denildi.”[654]
Bu her iki olay da
çok anlamlıdır ve çok şeyi ifade etmektedir. Tabii ki ahiret menfaatini dünyevi
menfaatlere üstün tutan aklı selim sahipleri için.
Bugün İslami davayı omuzlayanların yukarıda anlatılan her iki olayı daima
göz önünde bulundurmaları gerekmektedir. Belli bir sorumluluk sahibi bir
Müslüman kendine verilen vazifelerde asla gevşek davranmamalı, şer'i mazeret
olmadan gerekli etkinliklerden geri kalmamalı ve programını uygulamalıdır.
Vazifelerinde gevşek davrandığı veya programını uygulamadığı zamanlarda da
yalan ve uyduruk mazeretlere tevessül etmemelidir. Ayrıca sorumluluk sahibi
diğer Müslümanları şüpheye düşürecek söz ve davranışlardan mutlaka
kaçınmalıdır. Zira bu tür şeylere bulaşmak nifak kanserine yakalanmanın
alametidir ve bunun kıyamet gününde vebali de büyük olur. Şu halde bu müzmin
hastalığın belirtilerini taşıyan kardeşlerimize, zaman kaybetmeden bir an önce
tedavi olmalarını yani tevbe edip Allah'a sığınmalarını tavsiye etmeliyiz. Şunu
da unutmamalıyız ki bizim için örnek Cid ibnu Kays'lar ve İbnu Selul'ler değil,
Resulullah (a.s) ve sahabeleri (r. anhum)’dır.
6-Dünyanın Çekiciliğine Aldanmanın Zararı ve
İçiyle Dışının Bir Olmasının Önemi:
Hz. Ka'b ibnu Malik (ra) savaşa katılmak niyetindeydi. Ancak atına
güvendiği için,
-"Biraz geç de çıksam, arkadan yetişirim" diye düşündü ve
bahçesindeki soğuk suların ve ağaçların serin gölgesinin oluşturduğu rehavete
kapılarak önce orduyla birlikte sefere çıkmayı erteledi. Sonra da artık
gitmesinde fayda olmayacağını düşünerek gitmedi. İslam ordusu dönünce seferden
geri kalanlar Resulullah'a gelerek mazeret beyan ettiler. Ama Ka'b, hiç bir
mazeret ileri sürmedi ve doğru neyse onu söyledi. Ka'b'dan önce de Bedir
gazvesine katılan Hilal ibnu Umeyye ve Mürare İbnu'r-Rebi adındaki sahabeler de
hiç bir mazeret beyan etmemişlerdi. Resulullah (a.s) onları affetmediği gibi
onlarla konuşmayı kesti ve sahabelerin de (r. anhum) onlarla konuşmamalarını
emretti.
Bütün ashap verilen emre uyarak onlarla konuşmayı kesti. Ka'b (r.a) en
sevdiği amcasının oğlunun yanına gidiyor selam veriyor, onunla konuşuyor ama
amcasının oğlu selamını almıyor, cevap vermiyor ve ondan yüz çeviriyordu. Daha
sonra Resulullah (a.s) onlara haber göndererek hanımlarına yaklaşmamalarını emretti.
Onlar da bu emre uydular. Böylece geniş olan dünya Ka'b'ın başına dar gelmeye
başladı. Bundan da daha zoru o sırada Gassan oğulları sultanından ona bir
mektup gelmesi oldu.
Mektupta, Resulullah'tan ve sahabelerinden gördüğü -haşa- bunca hakareti
hakketmediğini, memleketinin kapısının ona açık olduğunu ve eğer gelirse ona
layık olduğu değerin verileceğini ifade eden sözler yer alıyordu. Ka'b mektubu
okuyunca daha bir sıkıntıya düştü. Ama imanı onun ikinci bir hataya düşmesine
engel oldu. Tam elli gün süren bu zor durumdan sonra Arş-ı Ala'dan onların
tevbelerinin kabulüyle ilgili ayetler indi. Sahabeler bu duruma sevinerek
onları tebrik etmeye geldiler.
Ka'b ve arkadaşlarının olayında, mal, mülk ve makamın zaman zaman
rehavete ve hizmetten geri kalmaya sebep olması gibi dikkat edilmesi gereken
bir çok önemli nokta vardır. Bu olayda ibret verici en önemli husus ise, her ne
sebeple olursa olsun Ka'b'ın sefere çıkmadığı için cezai müeyyideye tabi
tutulması ve onun sabretmesidir. Ka'b için en zoru İslami cemaatten ayrı
kalması ve başkaları tarafından kendi saflarına davet edilmesiydi. Günümüzde
İslami davaya gönül verenlerin de böyle durumlarla karşı karşıya kaldıkları
zaman Hz. Ka'b'ın yolunu izlemeleri gerekir. Oysa günümüzde bazen yaptıkları
yanlışlardan dolayı bir azar işitenler bile kendilerini haklı çıkarabilmek için
kendilerini azarlayanları, yanlışlarını düzeltmelerini isteyenleri suçlamakta
hatta bazı zayıf kalpliler iftira atma yoluna bile başvurabilmektedirler. Oysa
bu hareketleriyle hem dünyalarını hem de ahiretlerini yıkıyorlar da farkında
olmuyorlar. Allah cümlemizi hakkı görüp ona uyan, batılı görüp ondan sakınan
kullarından eylesin.
Mescid-i Dırar: Peygamber
Efendimiz, Tebük seferine hazırlandığı sıradaydı. Kubâlı bir grup münâfık
huzura çıkarak,
-"Yâ Resûlallah! Yağmurlu ve soğuk
gecelerde hasta ve uzak yere gidemeyeceklerin namaz kılmaları için bir Mescid
yapmış bulunuyoruz" dedikten sonra ilâve etmişlerdi:
-"Senin gelip mescidimizde bize namaz
kıldırmanı arzu ediyoruz."[655]
Dillerinden dökülen bu cümleler, zahire
bakılırsa, masum bir niyetin ifadesi olarak görünüyordu. Ne var ki, içlerinde
gizledikleri menhus niyet başkaydı. Maksatları; Müslüman cemaatı bölmek,
İslâmın ilk mescidi olan Kubâ Mescidinden, inşa ettikleri mescide adam çekip
kendi nifak saçan emellerine onları âlet etmeye çalışmaktı. Bu hususta, bizzat
Peygamber Efendimizin "fasık" diye adlandırdığı Ebû Amir Rahip Abdi
Amr da kendilerine yardım edeceğine söz vermiş ve şöyle demişti:
-"Siz, bir mescid yapınız ve içine mümkün
olduğu kadar silah depo ediniz. Ben de Rum Hükümdarı Kaysere gideceğim.
Rumlardan asker getirtip Muhammed ve Ashabını Medine'den çıkaracağım."[656]
Ne var ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz içlerinde
gizledikleri bu menhus niyet ve çirkin maksatlarını bilmiyordu. Bu sebeple
onlara, "Şu sırada Tebük seferine çıkmak üzereyim. Seferden dönersek ve
Allah da dilerse gelir mescidinizde size namaz kıldırırız"[657]
buyurmuştu. Hz. Resûlullahı çağırmalarındaki asıl maksat, inşâ ettikleri
mescidin bir nevi kudsiyet ve meşrûiyetini tescildi. Bu gerçekleşirse halkı
oraya çekip meş'um gayelerine âlet etmeleri daha da kolaylaşacaktı.
Hakikatı halde böyle bir mescide ihtiyaç var
mıydı? Hayır. Ama, münâfıklık tohumlarının intişârı için böyle bir yuvaya,
böyle bir toplantı yerine kendilerince gerek duymuşlardı. Nihâyet Tebük Seferi
neticelenmiş Peygamber Efendimiz Ashabıyla Medine'ye dönüyordu. Medine
yakınında bu münâfıklar Peygamberimizin yoluna çıkarak kendilerine verilmiş
olan sözü yerine getirmesini istediler.
Fakat, Cenâb-ı Hak, onların bu art
niyetlerinin tahakkuk etmesine fırsat vermedi. İşin iç yüzünü orada Resûlüne
inzal buyurduğu şu âyetlerle bildirdi:
وَالَّذينَ
اتَّخَذُوا
مَسْجِدًا
ضِرَارًا
وَكُفْرًا
وَتَفْريقًا
بَيْنَ
الْمُؤْمِنينَ
وَاِرْصَادًا
لِمَنْ
حَارَبَ
اللّهَ
وَرَسُولَهُ
مِنْ قَبْلُ
وَلَيَحْلِفُنَّ
اِنْ
اَرَدْنَا
اِلَّا
الْحُسْنى
وَاللّهُ
يَشْهَدُ
اِنَّهُمْ
لَكَاذِبُونَ
() لَا تَقُمْ
فيهِ اَبَدًا
لَمَسْجِدٌ
اُسِّسَ
عَلَى
التَّقْوى
مِنْ اَوَّلِ
يَوْمٍ
اَحَقُّ اَنْ
تَقُومَ فيهِ
فيهِ رِجَالٌ
يُحِبُّونَ
اَنْ
يَتَطَهَّرُوا
وَاللّهُ يُحِبُّ
الْمُطَّهِّرينَ
() اَفَمَنْ
اَسَّسَ
بُنْيَانَهُ
عَلى تَقْوى
مِنَ اللّهِ
وَرِضْوَانٍ
خَيْرٌ اَمْ
مَنْ اَسَّسَ
بُنْيَانَهُ
عَلى شَفَا
جُرُفٍ هَارٍ
فَانْهَارَ بِه
فى نَارِ
جَهَنَّمَ
وَاللّهُ لَا
يَهْدِى
الْقَوْمَ الظَّالِمينَ
“(Münafıklar arasında) bir de (müminlere) zarar vermek, (hakkı) inkâr
etmek, müminlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Resûlüne karşı
savaşmış olan adamı beklemek için bir mescid kuranlar ve: (Bununla) iyilikten
başka birşey istemedik, diye mutlaka yemin edecek olanlar da vardır. Halbuki
Allah onların kesinlikle yalancı olduklarına şahitlik eder. Onun içinde asla
namaz kılma! İlk günden takvâ üzerine kurulan mescit (Kuba Mescidi) içinde
namaz kılman elbette daha doğrudur. Onda temizlenmeyi seven adamlar vardır.
Allah da çok temizlenenleri sever. Binasını Allah korkusu ve rızası üzerine
kuran kimse mi daha hayırlıdır, yoksa yapısını yıkılacak bir yarın kenarına
kurup, onunla beraber kendisi de çöküp cehennem ateşine giden kimse mi? Allah
zalimler topluluğunu doğru yola iletmez. Yaptıkları bina, (ölüp de) kalpleri
parçalanıncaya kadar yüreklerine devamlı olarak bir kuşku (sebebi) olacaktır.
Allah çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.”[658]
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (a.s), Mâlik
bin Duhşum ile Âsım bin Adiyy'i çağırıp şu emri verdi:
-"Şu, halkı zâlim olan mescide gidiniz.
Onu yıkınız, yakınız." Peygamber Efendimizin bu emri derhal yerine
getirildi. Kur'an'da "Mescidi Dırar (Zarar
Mescidi)" olarak vasıflandırılan mâlum binâ yakılıp
yıkıldı. Resûl-i Ekrem Efendimiz Medine'ye yaklaştığı sırada Ashab-ı Kirama
hitaben,
-"Medine'de öyle kimseler vardır ki,
sizin gittiğiniz ve geçtiğiniz her yerde ve vadide onlar da sizinle birlikte
bulunmuş gibidir" buyurdu.
Ashab-ı Kiram,
-"Yâ Resûlallah! Onlar Medine'de iken
nasıl bizimle birlikte olabilirler" diyerek hayretlerini izhar ettiler. Peygamber
Efendimiz meseleyi şöyle izah etti:
-"Onlar, ancak mâzeretleri sebebiyle
Medine'de kalmışlardır. Allah-u Taâla Kitabında:
وَمَا
كَانَ
الْمُؤْمِنُونَ
لِيَنْفِرُوا
كَافَّةً
فَلَوْلَا نَفَرَ
مِنْ كُلِّ
فِرْقَةٍ
مِنْهُمْ
طَائِفَةٌ
لِيَتَفَقَّهُوا
فِىالدّينِ
وَلِيُنْذِرُوا
قَوْمَهُمْ
اِذَا
رَجَعُوا
اِلَيْهِمْ
لَعَلَّهُمْ
يَحْذَرُونَ
'Mü'minlerin hepsinin birden harbe çıkması gerekmez. Her topluluktan bir
kısım geride kalıp da, dinlerini iyice öğrenmeleri ve kavimleri geri döndüğünde
onları ikaz etmeleri daha doğru olmaz mı? Umulur ki, böylece Allah'ın
yasaklarından sakınmış olurlar'[659]
buyurmuyor mu?" Varlığım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki;
onların duâları, düşmanımıza silahlarımızdan daha tesirlidir."
Medine'ye doğru yaklaşırken, bir ara Resûl-i
Ekrem Efendimiz Uhud Dağına baktı ve,
-"İşte Uhud Dağı! O bizi sever, biz de
onu severiz" buyurdu. Peygamber Efendimizin gelmekte olduğunu duyan
Medine'deki büyük küçük bütün Müslümanlar yola çıkıp onu Seniyyetü'l-Veda'
denilen tepede karşıladılar. Kadınlar, küçük çocuklar Hz. Resûlullahı tekrar
görmenin sevincini yaşıyorlardı.
Bu sevinçlerini,
-"Seniyyetü'l-Veda'dan dolunay doğdu
üstümüze. Yalvaran bulundukça, Allah'a hamdetmek düşer bize" diyerek izhar
ediyorlardı.
Nihâyet, Resûl-i Ekrem Efendimiz ordusuyla yorucu bir yolculuktan sonra
Ramazan ayında Medine'ye geldi. İslâm ordusu, Tebük'te kimseyle
karşılaşmamıştı. Ancak, böylesine uzun bir yolu en zor şartlar altında kat'edip
düşmanı karşılamaya gitmesi bile büyük bir muvaffakiyetti. Bu sefere çıkış aynı
zamanda o günün en büyük devletlerinden biri olan Bizans İmparatorluğuna
açıktan açığa bir meydan okuyuştu. Bu meydan okuyuşa cevap verme cesaretinin
gösterilememesi ise ayrı bir ehemmiyetli mânâyı taşıyordu. Bu, artık İslâm
kuvvet ve kudretinin karşısına çıkacak bir gücün bulunmadığının bir ifadesiydi.[660]
Araplar Kureyş kabilesine bakarak İslam’a girmekten geri durdular. Çünkü
Kureyş kabilesi, onların önderi ve yol göstericisi, Beyt-i Haram’ın sahipleri,
İsmail b. İbrahim (as)’ın öz çocukları idiler. Arapların önde gelenleri ise
bunu yadırgamıyorlardı. Kureyş kabilesi, Hz.Peygamber (as) ile savaşmak için ortaya çıkmış yegane
kimselerdi. Ve onun muhalifleri idiler. Mekke fethedildiği ve Kureyş ona
yaklaştığı, İslamiyet’in Kureyş’lilerin boynunu eğdiği, onları itaat altına
aldığı ve Araplarda kendileri için Resulullah (as) ile savaşmaya, ona düşmanlık
etmeye güçlerinin kaldığını anladıkları zaman, Allah'ın dinine girdiler. Onlar
her taraftan Resulullah (as)’ın yanına geliyorlardı. Yüce Allah (cc),
Peygamberine şöyle buyurdu:
¡é¨£ÜÛa
¡åí©
ó©Ï æì¢Ü¢¤ í b £äÛa
o¤í a ë =¢|¤n 1¤Ûa ë ¡é¨£ÜÛa
¢¤ ã õ¬b u a ¡a
b¦2a £ì m
æb × ¢é £ã¡a 6¢ê¤¡1¤Ì n¤a ë
Ù¡£2 ¡¤à z¡2 ¤|¡£j Ï
=b¦ua ì¤Ï a
“Allah'ın yardımı ve zaferi geldiği. Ve insanların
bölük bölük Allah'ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit. Rabbine hamd
ederek O'nu tespih et ve O'ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul
edendir.”[661]
Hz.Peygamber (a.s)’a ilk gelen heyet, Mudar’dan olup Müzeyneliler idi.
Bunlar 400 kişiydi. Ve hicri beşinci senenin Recep ayında gelmişlerdi.
Resulullah (as), kendi yurtlarında kalmalarına rağmen onları Muhacir saymış,
hicret sevabına nail olacaklarını beyan ederek şöyle demişti:
-"Siz bulunduğunuz yerde de Muhacirsiniz.
Artık mallarınızın başına dönün."[662]
Bunun üzerine onlar da kendi beldelerine dönmüşlerdi.
Daha sonra Arapların diğer kabileleri, teker teker gelmeye başladılar.
Bunlardan; Beni Temim kabilesi, Beni Abdul-Kays kabilesi vs...
Hz.Peygamber (as)’a gelen heyetler içerisinde ehli kitaptan olan Necran
heyeti de vardı.
İmamı Buhar-i, Hüzeyfe’nin şöyle dediğini rivayet eder:
Necran’ın sahipleri Akip ile Seyyid, Resulullah (as)’ın yanına geldiler.
Onunla lanetleşmek istiyorlardı. Biri diğerine:
-"Böyle yapma. Allah’a yemin ederim ki, eğer Muhammed, hak Peygamber
ise ve bizde onunla lanetleşirsek biz iflah olmayız. Artık bizden sonra
neslimiz de devam etmez, dedi.
İkisi dediler ki:
-"Ey Muhammed, bizden istediğini sana vereceğiz. Sen bizimle beraber
emin bir adam gönder. Ama göndereceğin adam mutlaka emin bir adam olsun.
-"Sizinle beraber gerçekten emin olan bir adam göndereceğim!
Bu iş için Resulullah (a.s) ashabı kendilerini öne sürdüler. Resulullah
(as):
-"Ey Ebu Ubeyde b. Cerrah kalk, dedi.
Ebu Ubeyde kalkınca, Resulullah (as):
-"İşte bu, bu ümmetimin emin kişisidir," dedi.[663]
Sakif Kabilesi Heyetinin
Medine'ye Gelişi
Hicretin 9. senesi, Ramazan ayı. Urve bin
Mesûd Sakif Kabilesinin en çok sevilen reislerinden biri idi. Mekke fethinden
sonra Hicretin 9. senesinde Medine'ye gelerek Müslüman olmuştu. Sonra da
kabilesini İslâma dâvet etmek üzere Peygamberimizden izin istemişti. İzin
verilince de Tâif'e dönerek kabilesini İslâma dâvet etmişti. Ancak hakkı kabul
etmemekte direnen Sakîfliler tarafından ok yağmuruna tutularak şehid edilmişti.
Urve'nin şehid edildiği haberini alan Peygamber Efendimiz,
-"Urve de Yâsin ehli gibi kabilesini
Müslüman olmaya dâvet etti ve sonunda şehid oldu" diye buyurmuşlardı. İşte
bu şehâdet hadisesinden sonra Peygamber Efendimiz Sakiflilerin takibini daha da
arttırmıştı. Bu vazifeyi Müslüman olan Havazinlilerin reisi Mâlik bin Avf'a
yaptırıyordu. Sakiflileri öylesine baskı altında tutuyordu ki, bir ara
kalelerinden dışarı çıkamaz olmuşlardı. Nitekim bu takip kısa zamanda tesirini
göstermişti. Sakifliler, dalâlet ve şirk üzere yaşadıkları müddetçe rahat yüzü
görmeyeceklerini kesinlikle anlamışlardı. Ancak Müslüman olurlarsa rahat edebileceklerinin
idrakine varan Sakifliler, Hicretin dokuzuncu yılı Ramazan ayında Medine'ye,
Peygamberimize bir heyet gönderdiler. Yâsin ehli; kavmini Hz. İsâ'nın
Havarilerinin dâvetine çağırmış, ancak kavmi tarafından şehid edilmiş olan
Antakya halkından Habibi Neccar'dır.[664]
Peygamber Efendimiz, okunan Kur'an'ları
duyabilmeleri, Müslümanların cemâat halindeki huşû ve huzur içinde kıldıkları
namazları görebilmeleri maksadıyla bu heyet için mescidin yan tarafına çadırlar
kuruldu. Devamlı surette kendileriyle meşgul oldu, konuştu, İslâmiyeti
anlattı.Osman bin Ebî As, heyette bulunanların yaşça en küçüğü idi. Diğer
arkadaşları çadırlarına gittikleri sırada bu genç, Peygamberimizin yanına
gidiyor, dinî sohbetlerini dinliyor, diğer arkadaşlarının haberi olmadan Kur'an
okumasını öğreniyordu. Hz. Resûlullahı bulamadığı zamanlarda ise Hz. Ebû
Bekir'den ders alıyordu. Heyettekiler Peygamberimizle konuşup Müslüman
oldukları sırada Osman bin Ebî As Kur'an okumasını öğrendiği gibi, bir hayli de
ezber yapmıştı. Heyettekiler kendileri için namaz kıldıracak bir imam
istediklerinde de, Peygamberimiz, kendilerinden olan bu genci imam olarak
vazifelendirdi. Bir müddet kaldıktan sonra, Abdi Yalil başkanlığındaki Sakif
heyeti Müslüman olarak Medine'den yurtlarına döndü. Olup bitenleri anlatınca
Sakifliler de Müslüman oldular.[665]
Lât putunun yıktırılışı
Sakifliler, kendi putları Lât'ı elleriyle
kırmak istemediklerinden, Peygamberimiz bu putu yıkmak için Ebû Süfyan bin Harb
ile Muğire bin Şu'be'yi gönderdi. Daha düne kadar, Lât ve Uzza önünde eğilen
Ebû Süfyan, şimdi kendi eliyle aynı putu kırıp dağıtmaya gidiyordu. Çünkü
gönlündeki şirk putu kırılmıştı. Onun yerine saf, ter temiz Tevhid bayrağı
dikilmişti. Bunun için gitmekte tereddüt göstermedi. Ebû Süfyan ile Muğıre bin
Şu'be Taif e varıp Lât putunu kırarak darmadağın ettiler. Sakifoğullarının putu
Lât'ın da Tevhid nuruyla darmadağın edilmesinden sonra Arabistan putlardan ve
puthanelerden tamamıyla temizlenmiş oluyordu. Artık Bütün yollar, Tevhid
âlemine uzanıyor, bütün gönüller oraya bağlanmış oluyordu.[666]
Benî Hilâl Heyeti
Resûl-i Ekreme, bîat etmek üzere Medine'ye
gelen heyetler arasında Benî Hilâl Kabilesi temsilcileri de bulunuyordu.
Bunlar, Abd-i Avf bin Asram ve Kabîsa bin Muhârık adında iki kişi idi. Abd-i
Avf, arkadaşlarıyla gelip Peygamberimizin huzurunda Müslüman olunca, Efendimiz,
-"İsmin nedir?" diye sordu.
-"Abdi Avf'tır" dedi.
Peygamber Efendimiz,
-"Sen, Abdullah'sın" buyurarak
ismini değiştirdi.[667]
Hilâloğulları temsilcilerinden Kabîsa bin
Muhârık, bir ara Peygamberimize,
-"Yâ Resûlallah, ben, kavmimden birisine
kefil olup borçlandım. Bu hususta bana yardım et!" diyerek yardım
talebinde bulundu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Kabîsa'nın isteğine,
-"Olur! Biraz bekle! Bir yerden zekât
mallarından gelirse borcunu öderim" diye cevap verdi.
Sonra da,
-"Ey Kabîsa! Bilesin ki, halktan bir şey
istemek şu üç durumdan birinde bulunan kimseden başkasına doğru değildir:
1) İki kişinin (veya iki kavim ve kabilenin)
arasını bulmak için borçlanan,
2) Mali bir âfet sebebiyle mahvolan,
3) Kavim ve kabilesinden aklı başında üç
adamın şehâdetiyle fakir olduğu tebeyyün eden.
-"Ey Kabîsa, dilenmenin bundan ötesi
haramdır" buyurdu. Böylece Kabîsa'nın bu isteği, içtimaî hayatta mühim bir
esas ve ölçünün ortaya konmasına vesile oldu. İslâm nazarında dilencilik,
ihtiyacı olmadan bir kimseden bir şey istemek, en kötü ahlâktan biri
sayılmıştır. Bu hususta Resûl-i Ekrem Efendimizin (a.s) bir çok hadisleri
mevcuttur.[668]
Abdullah bin Übeyy'in
Ölümü
Abdullah bin Übeyy bin Selûl, münâfıkların reisi
idi. Hz. Resûlullahın aziz şahsiyetini nazarlardan düşürmek, İslâmiyetin
inkişâfına mâni olmak ve Müslümanları birbirine düşürmek için elinden gelen
bütün gayreti ömrü boyunca göstermekten geri durmamıştı. Bu menhus maksadını
tahakkuk ettirmek için de bir çok iftiralarda bulunmuştu. Müslümanların
tesanüde en çok muhtaç olduğu bir zamanda bu adam tesanüdleri bozucu
hareketlerde bulunurdu. Fakat Cenâb-ı Hakkın inayeti ve Resûlullahın tedbir ve
himmeti ile bu teşebbüsleri hep sonuçsuz kalırdı. Başında bulunduğu nifak
şebekesinin yaptıklarından dolayı haklarında âyet-i kerimeler, hattâ
"Münafıkûn" adında müstakil bir Sûre nazil olmuştu. Bu sebeple Hz.
Resûlullah bunlara karşı hep ihtiyatlı davranır, hâl ve hareketlerini kontrol
altında bulundurur ve İslâm camiasının ittifak ve tesanüdünü bozucu planları
karşısında hep tedbirli olurdu. İşte, İslâm camiasının birliğini bozmak için
eline geçen her fırsatı kullanmaktan geri kalmayan bu adam Hicretin dokuzuncu
senesi Zilkâde ayında öldü.
Peygamberimizin Cenaze Namazını
Kıldırması
Abdullah bin Übeyy, münâfıkların reisi iken,
oğlu Abdullah son derece samimi ve müttaki bir Müslümandı. Bu,
-"Ölüden, diriyi, diriden ölüyü
çıkaran" Cenâb-ı Hakkın kudret ve hikmetinin bir tecellisi idi. Baba
münafıkların reisi, oğul mücahid bir Müslüman.[669]
Babası vefât ettikten sonra, oğlu Abdullah
babasının vasiyeti üzerine Hz. Resûlullahın huzuruna çıkarak,
-"Yâ Resûlallah! Gömleğini bana versen
de, babamı onunla kefenlesem" dedi.
Sonra da,
-"Yâ Resûlallah! Onun namazını kılıp istiğfarda
bulunsanız" diye ricada bulundu. Gariptir ki, hayatı boyunca İslâmiyet
aleyhinde plânların tasavvuru ve tahakkuku ile meşgul olan bu adamın
kefenlenmesi için Resûl-i Ekrem Efendimiz sırtından gömleğini çıkarıp Hz.
Abdullah'a verdi ve "Cenaze hazırlanınca bana haber veriniz, namazını
kılayım"[670]
buyurdu.
Hz. Ömer'in İkâzı
Cenaze hazırlanmıştı. Peygamber Efendimiz
namazı kılmaya kalkarken Hz. Ömer, arkasından ridasına yapıştı,
-"Yâ Resûlallah! Allah sizi münâfıklar
üzerine namaz kılmaktan nehyetmedi mi?"
dedi.
Peygamber Efendimiz gülümseyerek şöyle dedi:
-"Ben, istiğfar etmek veya etmemekte
serbest bırakılmışım. Ben de tercihimi yaptım. Allah Taâlâ, 'Onlar adına ister
af dile, ister dileme. Onlar için yetmiş kere mağfiret dilesen yine Allah
onları bağışlayacak değildir...' [671]
buyurmuştur."
Daha sonra Resûlallah (a.s), Abdullah bin
Übeyy'in cenaze namazını kıldı ve kabri başına kadar da gitti.[672]
Nâzil Olan Ayet
Aradan çok zaman geçmeden Peygamberimize
münâfık ölüleri hakkında Cenâb-ı Hak tarafından şu kesin emir verildi:
وَلَا
تُصَلِّ عَلى
اَحَدٍ
مِنْهُمْ
مَاتَ اَبَدًا
وَلَا تَقُمْ
عَلى قَبْرِه
اِنَّهُمْ
كَفَرُوا
بِاللّهِ
وَرَسُولِه
وَمَاتُوا
وَهُمْ
فَاسِقُونَ
"Onlardan ölen
hiçbir kimsenin asla namazını kılma ve kabrinin başında durma. Onlar Allah'ı ve
Resûlünü inkâr etmişler ve Allah'a itaatten çıkmış olarak ölüp
gitmişlerdir."[673]
Bundan sonra Peygamber Efendimiz, hiç bir
münâfığın cenaze namazını kılmadı. Kabrinin başında da durmadı. Peygamberimizin
böylesine ömrünün her safhasında İslâm cemâatını bölmek gayretiyle yaşayan bir
adamın cenazesine karşı bu alâkasının şüphesiz bir çok hikmetleri vardı. En
mühim hikmeti onun etrafında toplanmış olanların samimi iman etmelerini temin
etmekti. Nitekim, Efendimize, gömleğini niçin verdiği ve cenaze namazını niçin
kıldığı sorulduğunda, şu cevabı vermişti:
-"Gömleğim ve onun üzerine kıldığım
namazım, kendisini Rabbimden gelecek azabdan kurtaramayacaktır. Fakat ben, bu
sayede onun kavminden bin kişinin samimi Müslüman olmasını umuyorum."
Gerçekten de Abdullah bin Übeyy'in vefât
ederken peygamberimizden medet umduğunu gören bin kişi samimiyetle Müslüman
olmuştur. Bunu gören Hz. Ömer de, davranışından pişmanlık duymuş,
-"Allah ve Resûlü elbette daha iyi
bilir"[674]
demiştir.
Haccın farz kılınması
İslâmın beş şartından biri olan hac, Hicretin dokuzuncu senesinde farz
kılındı.
-"Muhakkak ki, insanların ibâdeti için kurulan ilk mâbed,
Mekke'deki o çok mübârek ve insanların kıblesi olup âlemlere doğru yol gösteren
Kâbe'dir.
اِنَّ
اَوَّلَ
بَيْتٍ
وُضِعَ
لِلنَّاسِ لَلَّذى
بِبَكَّةَ
مُبَارَكًا
وَهُدًى لِلْعَالَمينَ
() فيهِ ايَاتٌ
بَيِّنَاتٌ
مَقَامُ
اِبْرهيمَ
وَمَنْ
دَخَلَهُ
كَانَ امِنًا وَلِلّهِ
عَلَى
النَّاسِ
حِجُّ
الْبَيْتِ مَنِ
اسْتَطَاعَ
اِلَيْهِ
سَبيلًا
وَمَنْ كَفَرَ
فَاِنَّ
اللّهَ
غَنِىٌّ عَنِ
الْعَالَمينَ
"Onda, Allah katındaki şeref ve hürmetini
gösteren apaçık deliller ve İbrahim'in makamı vardır. Ona giren her türlü
tecâvüzden emin olur. Ona varmaya gücü yeten kimsenin Kâbe'yi tavaf etmesi ise,
Allah'ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır. Her kim bu hakkı tanımaz ve haccı
inkâr ederse, doğrusu Allah bütün âlemlerden müstağnîdir, kimsenin ibâdetine
ihtiyacı yoktur"[675]
âyet-i kerimeler Hicretin dokuzuncu yılında nâzil olunca, Hz. Resûlullah bir
hutbe irad ederek Müslümanlara bu mükellefiyetlerini şöyle bildirdi:
-"Ey insanlar, hac
üzerinize farz kılındı. O halde haccediniz."
Resûl-i Ekremin bu tebliği üzerine Sahabîler,
-"Yâ Resûlallah, her yıl mı?" diye sordular. Peygamber
Efendimiz, cevap vermeyerek sustu. Aynı sualin Sahabîler tarafından üçüncü kere
tekrarlanmasından sonra Peygamberimiz, "Hayır! Her yıl değil.[676]
-"Şayet 'Evet' demiş olsaydım, muhakkak ki her sene haccetmek
üzerinize farz olurdu. Ve siz buna güç yetiremezdiniz."
Peygamber Efendimiz, Âshabı Kiramın aynı şeyi tekrar tekrar sormasından
dolayı da şu dersi verdi:
-"Ben bir şey teklif etmeyerek sizi kendi halinize bıraktıkça, siz
de beni kendi halime bırakınız. Muhakkak ki, sizden evvelki milletler ancak çok
sual sormaları ve peygamberlerine karşı muhalefetleri yüzünden helâk
olmuşlardır."
Binaenaleyh, ben size bir şey emrettiğimde, siz bundan gücünüzün yettiği
kadar yapınız. Bir şeyden de sizi nehyettiğimde, artık onu terk ediniz."
Peygamber Efendimiz (a.s) bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır:
-"İslâm beş şey üzerine binâ edildi: Allah'tan başka ilâh
bulunmadığına ve Muhammed'in Resûlullah olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak,
zekât vermek, haccetmek, Ramazan orucunu tutmak."[677]
Hacc farz kılınınca Peygamber Efendimiz hac yapmak istedi. Fakat sonra,
-"Beytullahta müşrikler de bulunacaklar ve onu çıplak tavaf
edecekler. Bu hal ortadan kalkmadıkça, ben haccetmek istemem" buyurarak
şimdilik bu isteğini tehir etti.Gerçekten müşrikler, geceleyin Kâbe'yi kadın
erkek karışık ve çıplak olarak tavaf ederlerdi. Üstelik bunu, Kâbe'ye hürmet
sayarlardı.[678]
Resulullah (a.s)’ın ilk evlendiği hanım, Hz.Hatice (r.a)’dır. Resulullah
(a.s) onunla evlendiği zaman yirmi beş yaşında bulunuyordu. Hz.Hatice (ra) ise;
yaşı kırk civarında olan dul bir kadındı. Resulullah (a.s), Hz.Hatice (r.a) ölünceye
kadar, başka kadınla evlenmemişti. Hz.Hatice (r.a) altmış yaşını doldurmuşken,
hicretten biraz evvel vefat etti. Bu sırada Resulullah (a.s) elli yaşına
yaklaşmıştı.
Hz.Peygamber (as), Hz.Hatice (ra) vefatından sonra ikinci defa Sevde
binti Zema (ra) ile evlenmiştir. Sevde binti Zema (ra), Hudeybiye musalahasını
imzalayan Süheyl b. Amr’ın kardeşi Şükran ile evli idi. Şükran, ailesi Sevde
binti zema ile ikinci Habeşistan hicretine iştirak etmiş ve Habeşistan’da vefat
etmişti. Dul kalan Sevde binti Zema Mekke’ye dönmüş ve hicretten önce 65
yaşında iken Resulullah ile evlenmiştir.
Hz.Peygamber (as)’ın üçüncü zevcesi ve Hz.Ebu Bekir (ra)’ın kızı Hz.Ayşe
(ra)’dır. Hz.Peygamber (as) bakir olarak evlendiği tek bakir odur. İslam
alemine binlerce hadis-i şerif kazandıran da odur.
Hz.Peygamber (as) dördüncü zevcesi Hz.Ömer (ra)’ın kızı Hafsa binti Ömer
(ra)’dır. Efendimiz, Bedir harbinden sonra kocası ölen Hafsa binti Ömer ile
hicri üçüncü yılda evlenerek, Hz.Ömer (ra)’ın gönlünü almış ve ona taltifte
bulunmuştur.
Hz.Peygamber (as)’ın beşinci evliliği, Ümmü’l-Mesakim olarak şöhret bulan
ve önceleri amcasının oğlu Ubeyde b. Haris b. Abdulmutallib ile evli iken onun
Bedir harbinde aldığı yaradan dolayı bilahare şehit olması üzerine dul kalan
Zeynep binti Huzeyme (ra) iledir. Hz.Zeynep binti Huzeyme (ra), Efendimiz ile
evlendikten birkaç ay sonra vefat eden ailesi olmuştur.
Hz.Peygamber (as)’ın altıncı evliliği, Uhud muharebesinde aldığı yaradan
dolayı şehit düşen Ebu Seleme’nin dul eşi Ümmü Seleme (ra) ile olmuştur. Ebu
Seleme, İslam tarihinde Medine’ye hicret eden ilk Mekkeli Müslüman sıfatını
taşımaktadır. Ümmü Seleme (ra)’ın esas adı Hind’ir. Gayet dirayetli ve çok
makul konuşan bir kadın olarak tanınmaktadır. Nitekim Hudeybiye musalahası
esnasındaki hareket tarzı takdirle anılmaktadır.
Hz.Peygamber (as), yedinci evliliğini halasının kızı Zeynep binti Cahş
(ra) ile yapmıştır. Zeynep binti Cahş (ra), önceleri Resulullah (as) tarafından
Zeyd b. Harise ile evlendirilmiş iken, bu evlilik, aile geçimsizliği dolayısıyla
pek uzun sürmemiştir. Zeyd b. Harise’den boşanan Zeynep binti Cahş, hicri
beşinci yılda nazil olan:
وَاِذْ
تَقُولُ
لِلَّذى
اَنْعَمَ
اللّهُ عَلَيْهِ
وَاَنْعَمْتَ
عَلَيْهِ
اَمْسِكْ عَلَيْكَ
زَوْجَكَ
وَاتَّقِ
اللّهَ وَتُخْفى
فى نَفْسِكَ
مَا اللّهُ
مُبْديهِ
وَتَخْشَى
النَّاسَ
وَاللّهُ
اَحَقُّ اَنْ
تَخْشيهُ
فَلَمَّا
قَضى زَيْدٌ
مِنْهَا
وَطَرًا
زَوَّجْنَاكَهَا
لِكَىْ لَا يَكُونَ
عَلَى
الْمُؤْمِنينَ
حَرَجٌ فى اَزْوَاجِ
اَدْعِيَائِهِمْ
اِذَا
قَضَوْا مِنْهُنَّ
وَطَرًا
وَكَانَ
اَمْرُ
اللّهِ مَفْعُولًا
“(Resûlüm!) Hani Allah'ın nimet verdiği, senin de
kendisine iyilik ettiğin kimseye: Eşini yanında tut, Allah'tan kork! diyordun.
Allah'ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Oysa
asıl korkmana lâyık olan Allah'tır. Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu
sana nikâhladık ki evlâtlıkları, karılarıyla ilişkilerini kestiklerinde (o
kadınlarla evlenmek isterlerse) müminlere bir güçlük olmasın. Allah'ın emri
yerine getirilmiştir,”[679]
ayeti kerimesinden sonra ve Beni Mustalık gazvesinden önce Resulullah ile
evlenmiştir.
Hz.Peygamber (as)’ın sekizinci evliliği, Beni Mustalık kabilesinin reisi
olan Haris b. Ebi Dırar’ın kızı Cüveyriye ile olmuştur.
Hz.Peygamber (as)’ın dokuzuncu evliliği, Kureyş reislerinden Ebu
Süfyan’ın kızı Ümmü Habibe iledir. Ümmü Habibe, Kocası, Ubeydullah b. Cahş ile
Müslüman olarak Habeşistan’a yapılan ikinci hicretteki kafilede bulunmuştur.
Ubeydullah, Habeşistan’da iken mürted olmuş ve orada ölmüştür. Ailesi Ümmü
Habibe ise dininde sebat etmiştir. Gurbet elde kimsesiz kalan Ümmü Habibe (ra),
Efendimiz (as) tarafından sorulup araştırılmıştır. Bu durumu öğrenen Habeş
Kralı Necaşi, Ümmü Habibe’yi Habeşistan’da Resulullah (as)’a vekaleten
nikahlayarak Medine’ye göndermiştir.
Hz.Peygamber (as)’ın onuncu ailesi, Hayber’deki Yahudi reislerinden
Huyeyn b. Ahtab’ın kızı Safiyedir. Safiye, Hayber kalelerinin fethi esnasında
Müslüman olmuş ve bu durumu öğrenen Resulullah (as) onu nikahına almıştır.
Hz.Peygamber (as)’ın on birinci ailesi, Mısır Mukavkısı’nın hediye olarak
gönderdiği cariyelerden Mariye-i Kıptiye (ra)’dır. Efendimizin Hz.Hatice’den
sonra çocuğu olan ikinci hanımı budur. Efendimize İbrahim adında bir erkek
evlat vermiş ise de, İbrahim’in ömrü pek uzun olmamış ve hicretin onuncu
yılında bir buçuk yaşında iken vefat etmiştir.
Hz.Peygamber (as)’ın on ikinci ailesi olarak, Hz.Abbas (ra)’ın eşi Ümmü
Fazl’ın kardeşi Meymune ile evlenmiştir. Efendimiz (as) Meymune ile
Umretü’l-Kaza esnasında nikahlanmış ve bu nikahın evlenme töreni Serif’te
yapılmıştır. Meymune’nin esas adı Berre iken, Efendimiz tarafından
bereketlenmiş manasına gelen Meymune’ye çevrilmiştir.
Bâzı Önemli Olaylar
Peygamber Efendimiz, bizzat bulunduğu son harp olan Tebük gazâsından
sonra, etraftan gelen heyetleri kabul edip onlara icâb eden tâlimatları
vermekle meşguldü. Dînin kemâle ermesini görmekten memnun ve sevinçli idi.
Rasûlü Ekrem Efendimiz, Receb-i Şerif ayı içinde bir gün, Habeş hükümdarı
Necâşi'nin (Eshame'nin) vefâtını Eshâbına haber verdi ve Eshâbıyla birlikte
gıyabında onun cenâze namazını kıldı. Çünkü o gizliden Müslüman olmuştu.
Eshame, Peygamber Efendimiz'e yirmi günlük mesâfede (Kızıldeniz'in karşı
yakasında) vefât ettiği halde bir mûcize olarak onun vefatını Peygamber
Efendimiz anında Ashâbına haber vermişti. Daha sonra da Necâşi'nin hakîkaten
vefât haberi geldi.
Peygamber Efendimiz'in Oğlu Hz.İbrâhim'in Vefâtı
Hicretin sekizinci yılı, Zilhicce ayında Rasûlü Ekrem'in Hz.Mâriye'den
doğmuş olan oğlu Hz.İbrâhim, Hicretin 10.yılında Rebiülevvel ayının 10. salı
günü vefât etti. Vefat ettiği zaman 16 aylıktı. (18 olduğunu söyleyen de
vardır.)
Allah Rasûlü'nün evlâtlarından bâzıları çocukken vefât etmiş, bâzıları
ise anne olduktan sonra vefât etmişler, hayatta yalnız sevgili kızı Hz.Fâtıma
ile oğlu Hz.İbrâhim vardı. Fakat, O da hastalanmıştı. Peygamber Efendimiz,
hasta yavrusunun yüzüne bakarak;
-"Allâh'ın takdirine karşı elden ne gelir, Yâ İbrâhim!" dedi.
Gözlerinden yaşlar aktı. Nihâyet emr-i Hak vâki oldu. Gözleri yaşlarla dolan
Peygamberimiz;
-"Göz yaşarır, kalp mahzun olur. Allâh'ın rızasına uygun olandan
başka bir söz söyleyemeyiz. Ey İbrâhim! Seni kaybetme yüzünden derin bir hüzün
içindeyiz." buyurdu.
Yanında Abdurrahman ibn-i Avf;
-"Sen de mi ağlıyorsun? Yâ Rasûlallâh!, böyle ağlamaktan halkı Sen
men etmemiş miydin?" dedi.
Peygamber Efendimiz;
-"Ben, ancak kendisinde bulunmayan hasletleri sayıp dökerek, ölü
üzerine bağıra çağıra ağlamaktan men ettim. Ben sizi, günah ve hamâkat olan iki
bağırıştan (Nimete kavuşulduğu sıradaki eğlence, oyun bağırışı ile şeytan
kavalından; Musîbet ve felâket sırasındaki bağırışla yüz göz tırmalamak, üst
baş yırtmak ve şeytan şamatasından) men ettim. Benim bu ağlamam ise bir
acımadan ibârettir. Acımayana acınmaz." buyurdu.
Hz.Peygamberimiz, oğlunun namazını kılarak toprağa verdi. Mezara nişan
dikip;
-"Faydası da yok, zararı da, fakat, geride kalanı tatmin eder"
buyurdu. Bir kırba su getirterek, onu kabrin üzerine saçtırdı.
O sırada güneş tutulmuştu. Halk, güneşin tutulmasını;
-"İbrâhim'in ölümü için tutuldu." diye yorumlamışlardı.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz;
-"Güneş ve ay Allâh'ın âyetlerinden iki âyettir ki, bunlar hiçbir
kimsenin ne hayâtı ne de vefâtı için tutulmazlar. Bunları, tutulmuş
gördüğünüzde hemen mescitlere sığınınız. Küsuf (tutulma) açılıncaya kadar
Allâh'a duâ ediniz ve namaz kılınız." buyurdu.
Hz.Ümmü Gülsüm'ün Vefâtı
Şaban ayında, Rasûlü Ekrem'in kerîmesi ve Hz.Osman (ra)'ın muhterem
zevcesi Ümmü Gülsüm (r.anha) Hazretleri, gözlerini hayata yumarak ebedî âleme
göçtü. Ümmü Gülsüm'ün cenâze namazını Peygamber Efendimiz kıldırdı. Kabrinin
başına oturdu. Gözleri yaşardı.
Peygamberimiz, Hz.Osman'a çok ağladığı bir sırada rastlayıp;
-"Ey Osman! Nedir bu hâlin? Niye ağlıyorsun?" diye sormuş.
O da;
-"Babam anam Sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh! Benim başıma gelen kimin
başına gelmiştir. Rasûlullah (as.)'ın kızı vefât etti. Sizinle aramızdaki
kayınpeder ve damatlık alâkası da kesilmiş oldu. Onun için ağlıyorum."
demişti.
Peygamber Efendimiz;
-"Hayır, bu hısımlığı ölüm temelli kesmez. Ancak boşama keser."
buyurdu.
Hicretin 9.yılı sûlh ve sûkun yılıdır. Hicretin
10.senesi
İslam dîninin şöhreti Arap Yarımadası'nı çoktan aşmış ve diğer ülkelere
ulaşmıştı. Oralardan elçiler geliyor ve Rasûlü Ekrem ile görüşüyorlardı.
Hz.Peygamberimiz, halka İslâm’ı öğretmek için etrafa insanları Hakka davet
eden mürşidler gönderir, onlar güler yüz, tatlı söz ile halkın gönlünü
fethederdi. Peygamber Efendimiz, onlara şu tâlimatı vermiştir:
-"Kolaylaştırın, zorlaştırmayın. Müjdeleyin, nefret ettirmeyin.
Uyuşun, ihtilafa düşmeyin. Halka yumuşak davranın, şiddet göstermeyin."
Rasûlü Ekrem, Hâlid ibn-i Velid'i, Necran'a gönderdi. Onlar da İslâmı
kabul ettiler. Hz.Hâlid, aralarında kaldı ve onlara Kur'ân-ı Kerîm'i öğretti.
Onlardan bir heyeti Allah Rasûlü'nün yanına gönderdi.
Peygamber Efendimiz, onlara şöyle sordu:
-"Câhiliyyette, harpte nasıl gâlip gelirdiniz?".
Dediler ki:
-"Birleşirdik, ayrılmazdık. Hiç kimseye zulüm de etmezdik".
Peygamber Efendimiz, sözlerini tasdik etti ve onların başına emir olarak
Zeyd ibn-i Hüseyn'i tâyin etti.
Daha sonra, Hz.Ali'yi Mezcih'e gönderdi ve O'na harp etmemesini tenbih
etti. Ancak, düşmanlık yaparlarsa harp edilecekti. Hz.Ali'ye şöyle buyurdu:
-"Allâh'ın, Senin vâsıtanla birine hidâyet vermesi, güneşin üzerine
doğup battığı her şeyden daha hayırlıdır."
Hz.Ali, onları İslâm’a dâvet etti. Fakat onlar okla mukabele ettiler.
Bunun üzerine Ashab, saf oldu ve bir hücumda düşmanı hezîmete uğrattı. Ancak
onları tâkip etmeyip bekledi. Zira onları hidâyete kavuşturmak istiyordu.
Bilahare onlara yetişti, İslâm’a dâvet etti ve onlar da bu daveti kabul
ettiler.
Peygamber Efendimiz, Yemen bölgesine Muaz ibn-i Cebel ve Ebû Mûsa'l
Eş'ari'yi gönderdi.
Muaz ibn-i Cebel'e; "Sen, ehl-i kitab olan bir kavme gideceksin.
Onlara, Allâh'ın bir olduğunu, Muhammed (as'ın onun kulu ve Rasûlü olduğunu
tebliğ et. Eğer onlar, buna inanırlarsa onlara, üzerlerine beş vakit namazın
farz olduğunu haber ver. Ayrıca, zekat da üzerlerine farzdır ki sen bunu
zenginlerden alıp fakirlere verirsin. Mazlumun bedduâsından sakın. Onunla Allah
arasında perde olmaz." buyurdu ve,
-"Ey Muaz! Sana bir dâva getirirlerse ne ile hükmedeceksin?"
diye sordu.
Muaz da;
-"Allâh'ın hükmü olan Kur'ân'la hükmederim." dedi.
Peygamber Efendimiz;
-"Eğer Allâh'ın Kitâbında bulamazsan ne ile hükmedersin?"
buyurdu.
Hz.Muaz;
-"Allâh'ın Rasûlü'nün sünneti ile hükmederim." dedi.
Peygamber Efendimiz;
-"Eğer orada da delil bulamazsan ne ile hükmedersin?"
buyurunca;
Hz.Muaz;
-"O zaman Allah ve Rasûlü'nün hükümlerine göre re'yimle ictihat
eder, karar veririm" dedi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz çok memnun oldu. Mübârek elini onun
sadrına vurarak şöyle buyurdu:
-"Allâhü Taâla'ya hamd olsun ki Rasûlü'nün Rasûlünü (elçisinin
elçisini) O'nun râzı olacağı şeye muvaffak kıldı."
Mekke fethedildiği yıl Resulullah (a.s), önce umre niyetiyle bir Kabe
ziyareti yaptı. Yine sekizinci yılda, Mekke valisi Attab b. Esid, Mekke’deki
Müslümanlarla Kabe’yi tavaf ve hac vazifesini ifa etti Ancak bu hac, ilk hac
olduğundan, hem intizamsız ve hem de eski adetlere göre yapılmıştı.
Tebük seferinde dönüldükten sonra, sahabe-i kiramdan üç yüz kişi
Resulullah (as)’a müracaat ederek, bu yıl hac yapmak istediklerini bildirdiler.
Bunun üzerine Efendimiz (as), Hz.Ebu Bekir (ra) emir-i hac tayin etti Kendi
namına kesilmek üzere de yirmi deve teslim etti.
Hac kafilesi, Zilkade ayının sonlarına doğru Ebu Bekir (ra) başkanlığında
Mekke’ye doğru yola çıktı. Kafile, Zulhuleyfe’ye gelince ihrama girdi.
Kafilede, Sad b. Ebi Vakkas ve Abdurrahman b. Avf gibi büyük sahabeler vardı.
Ayrıca Ebu Hureyre ile Cabir b. Abdullah (ra) da halka öğretmenlik yapıyordu.
Kafile yolda iken, nazil olan Berae suresinin ayetlerini halka okumak
üzere Hz.Ali (ra), kafilenin arkasından gönderildi. Hz.Ali (ra) kafileye yarı
yolda yetişti. Hz.Ebu Bekir (ra), kendisine yetişen Hz.Ali’ye emir olarak mı,
yoksa memur olarak mı geldiğini sordu. O da memur olarak geldiğini bildirip
durumu izah etti.
Hz.Ali (ra)’ın Berae suresinin ayetlerini halka tebliğ etmek üzere memur
olarak gönderilmesinin sebebi şu idi: Resulullah (as) ile, bütün müşrikler ve
hatta Arap yarımadasının halkı arasında, hiç kimsenin Kabe ziyaretinde men
edilmemesi hakkında eskiden beri devam ede gelen genel ve zımni bir anlaşma
vardı. Hatta bazı kabileler ile bu hususta hususi anlaşmalar dahi yapılmıştı.
Hz.Ebu Bekir (ra) hareketinden sonra nazil olan Berae suresinin ayetleri, bu
hususi ve genel anlaşmaların feshini emrediyordu. Bunun için, surenin emrettiği
şeyler halka bildirmek üzere hemen Hz.Ali (ra) arkadan gönderildi. Söz konusu
ayetlerden bir demet:
بَرَاءَةٌ
مِنَ اللّهِ
وَرَسُولِه
اِلَى الَّذينَ
عَاهَدْتُمْ
مِنَ
الْمُشْرِكِينَ
() فَسيحُوا
فِى
الْاَرْضِ
اَرْبَعَةَ
اَشْهُرٍ
وَاعْلَمُوا
اَنَّكُمْ
غَيْرُ مُعْجِزِى
اللّهِ
وَاَنَّ
اللّهَ
مُخْزِى
الْكَافِرينَ
() وَاَذَانٌ
مِنَ اللّهِ
وَرَسُولِه اِلَى
النَّاسِ
يَوْمَ
الْحَجِّ
الْاَكْبَرِ
اَنَّ اللّهَ
بَرىءٌ مِنَ
الْمُشْرِكينَ
وَرَسُولُهُ
فَاِنْ
تُبْتُمْ
فَهُوَ خَيْرٌ
لَكُمْ
وَاِنْ
تَوَلَّيْتُمْ
فَاعْلَمُوا
اَنَّكُمْ
غَيْرُ
مُعْجِزِى
اللّهِ وَبَشِّرِ
الَّذينَ
كَفَرُوا
بِعَذَابٍ اَليمٍ
“Allah ve Resûlünden kendileriyle antlaşma yapmış
olduğunuz müşriklere bir ihtar! (Ey müşrikler!) Yeryüzünde dört ay daha
dolaşın. İyi bilin ki siz Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz; Allah ise
kâfirleri rezil (ve perişan) edecektir. Hacc-ı ekber (en büyük hac) gününde
Allah ve Resûlünden insanlara bir bildiridir: Allah ve Resûlü müşriklerden
uzaktır. Eğer tevbe ederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Ve eğer yüz
çevirirseniz bilin ki, siz Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz. (Ey Muhammed)! o
kâfirlere elem verici bir azabı müjdele!”[680]
Vedâ Haccı: Hicretin 10. senesi,
Zilhicce ayı. (Milâdî, Mart 632.)
Resûl-i Ekrem Efendimiz,
Hicretin Onuncu yılının Zilkâde ayında iken hacca hazırlandı. Medine'deki
Müslümanlara da haccetmek üzere hazırlanmalarını emir buyurdu. Ayrıca, Medine
dışındaki Müslümanlara da bu maksada hazırlanıp Medine'de toplanmaları için
haber gönderdi.Bu haber üzerine, haccetmek arzusunda olan binlerce Müslüman
Medine'ye akın etmeye başladı. Çok geçmeden Medine îmân ve İslâmın nuruyla münevver
simalarla dolup taştı. Medine etrafında çadırlar kuruldu.Müslümanlar eşsiz bir
bayram sevinci yaşarken, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz de, tebliğ ettiği azametli
davanın muazzam neticesini görmenin huzur ve saadeti içinde Cenâb-ı Hakka hamd
ve şükrediyordu.
Medine'den Ayrılış
Zilkâde ayının çıkmasına
beş gün vardı. Günlerden Cumartesi idi. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Medine'de
yerine Ebû Dücâne es-Sâidî'yi vekil tayin etti. Hâne-i Saadetinde yıkandı.
Güzel kokular süründü. Yeni elbiseler giydi. Öğleye doğru Hâne-i Saadetinden
çıkıp Mescid-i Şerife gitti. Öğle namazını kıldırdı.[681]
Fahr-i Âlem Efendimiz,
etrafını nurânî halkalar halinde sarmış olan yüz bini aşkın Müslümanla birlikte
Medine'den hareket ederek Zülhuleyfe mevkiine vardı. Geceyi, muazzam, cemaatıyla
burada geçirdi. Ertesi günü, öğle namazını burada edâ ederek ihrama girdi ve
herbiri insanlık âleminin birer yıldızı olan Sahabîleriyle birlikte Mekke-i
Mükerremenin yolunu tuttu. Fahr-i Âlem Efendimizin beraberinde bütün Ezvâc-ı
Tahirat ve hayattaki tek evlâdı Hz. Fâtıma da vardı. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz,
devesi Kasva'nın üzerinde idi. On binlerce Sahabî o Mânevi Güneşin etrafında
yörüngelerini kaybetmeyen gezegenleri andırıyordu. Dillerde sadece telbiye
vardı:
-"Lebbeyk Allahümme
Leybeyk. Lebbeyke lâ şerike leke Lebbeyk. İnnelhamde vennimete leke ve'-mülk.
Lâ şerike leke."
Sanki yeryüzü bir ağız
olmuş, aynı "telbiye"yi yüzbinler dil ile tekrarlıyordu. Fahr-i Âlem
Efendimiz ve Sahabîlerin sevinç ve heyecanına âdeta yer ve gök iştirak
ediyordu.
Mekke'ye Varış
Tarih: Zilhicce ayının dördü,
Pazar günü, sabahın erken saatleri. Fahr-i Âlem Efendimiz, etraftan gelenlerin
de katılmasıyla yüz bini aşkın Müslüman hacılarla Mekke'ye üst kısmından,
Seniyyetü'l-Kedâ mevkiinden girdi. Kâbe-i Muazzamayı görünce, "Yâ Rabbi!
Bu muazzam mâbedin azamet, şeref, keramet ve mehabetini arttır"[682]
diye duâ etti.
Bundan sonra Peygamber
Efendimiz (a.s) Beytullaha vardı. Hacerü'l-Esvedi istilâm etti ve o köşeden
Kâbe-i Muazzamayı tavafa başladı. Tavafın ilk üç devresinde adımlarını
kısaltıp, omuzlarını silkelemek suretiyle hızlı ve çalımlı bir şekilde yürüdü.
Kalan dört devresini ise ağır ağır yürüyerek tavafını tamamladı. Kâbe'nin
etrafını yedi defa dolaşarak tavafı tamamladıktan sonra Makamı İbrahime vardı.
Orada iki rekât namaz kıldı. Sonra tekrar dönüp Hacerü'l-Esvedi istilâm etti.
Bu esnada Hz. Ömer'e,
-"Ey Ömer! Sen, güçlü
kuvvetlisin. Hacerü'l-Esvede yetişmek için başkasına omuz vurma! İnsanları,
güçsüzleri rahatsız etme! Eğer, tenhâ bulursan onu istilâm et! Yok tenhâ
bulamazsan, uzaktan el sürüp öpme işareti yap ve kelime-i Tevhid oku, tekbir
getir" [683] buyurdu.
Peygamberimizin Sa'y Edişi
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz,
bundan sonra Safa Tepesine çıktı. Orada Cenâb-ı Hakka hamd ve şükrünü takdim
etti. Buradan inerek Safâ ve Merve arasında yedi kere sa'y etti.
Mina'ya Gidiş
Mekke'de Pazar, Pazartesi,
Salı ve Çarşamba günleri kalan Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Perşembe günü Mina'ya
gitti. Öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını orada cemâatla edâ etti. Geceyi
orada geçirdi. Zilhicce'nin dokuzu Cuma günü sabah namazını edâ ettikten sonra
Mina'dan Arafat'a doğru hareket etti. [684]Ashab-ı
Kiramın getirdiği telbiye ve tekbirlerle âdeta yer gök çınlıyordu.
Vedâ Hutbesi
Arafat'ta Allah'a hamd ve
senâdan sonra hususî olarak o sırada hazır bulunan yüz bini aşkın (120.000)
Sahabîye, umumî olarak da bütün Müslümanlara, bütün insanlığa değişmez, eskimez
ölçüler ihtiva eden şu hutbesini irâd buyurdu:
ـ عن
عمرو بن أبى
ا‘حوص رضى
اللّه عنهُ.
قال ]شَهِدْتُ
حجةَ
الَودَاع مع
النبى # فَحَمِدَاللّهَ
تعالى وأثنى
عليه وذكّر
ووعظ ثم قال
ثثاً: أىّ يوم
أحرمُ؟ قالوا
يومُ الحجِّ
ا‘كبرِ، قال
فإن دماءَكمْ
وأموالَكم
وأعراضكم
عليكم حرامٌ
كحرمة يومِكم
هذا في
بلدِِكم هذا
في شهركم هذا،
أ يجنى
جانٍ إ على نفسه،
و يجنى والدٌ
على ولدِهِ،
وَ ولدٌ على
والدِهِ، أَ
إن المسلمَ
أخُو المسلمِ
فليسَ يحلُّ لمسلمٍ
من أخيه شئٌ
إّ مَا أحلّ
من نفسهِ، أ
وإن كلَّ رباً
في الجاهليةِ
موضوعٌ ـ
لَكُمْ رؤسُ
أموالِكُمْ
تَظْلِمُونَ
وََ تُظْلَمُونَ
ـ غَيْرَ
رِباَ
العباسِ
فانهُ موضوعٌ
كلُّهُ، أَ
وإنَّ كلَّ
دمٍ كانَ في
الجاهِلِيّةِ
موضوعٌ،
وأولُ دمٍ
أضعهُ من دمِ
الجاهليةِ دمُ
الحارثِ بن
عبدالمطلبِ،
وكانَ
مسترضعاً في
بنى ليثٍ
فقتلهُ
هذيلُ، أَ
فاستوصُوا
بالنساءِ
خيراً
فانهنَّ
عَوَانٌ
عِنْدَكُمْ ليسَ
تَمْلِكُونَ
مِنْهُنَّ
شيئاً
غيرَذلكَ إَّ
أن يأتينَ
بِفَاحِشَةٍ
مبيِّنةٍ،
فإن فعَلْنَ
فاهجُروهُنَّ
في المضاجِعِ
واضْرِبُوهُنَّ
ضرباً غيرَ
مبَرِّحٍ،
فإنْ
اطعنَكُمْ ف
تبغُوا
عليهنَّ
سبِيً، أ وإن
لكُمْ على
نسائكمْ حقاً،
ولنسائكُمْ
عليكم حقاً:
فأما حقُّكمْ على
نسائِكُمْ
فََ يوطِئْنَ
فُرُشَكُمْ
من تكرهُونَ،
وَ يأذنَّ في
بيوتكُمْ لمن
تكْرهُونَ،
أَ وإنْ
تُحْسِنُوا
إلَيْهِنَّ
فِي كِسْوَتِهِنَّ
وَطَعَامِهِنَّ
اََ وَاِنّ
الشَيْطَانَ
قَدْ أيِسَ
اَنْ
يُعْبَدَ فِي
بَلَدِكُمْ
هذا أبداً،
وَلَكِنْ
سَتَكُونُ
لَهُ طاعةٌ
فِيمَا
تَحتَقِرُونَ
منْ
أعْمَالِكُمْ
وسَيَرضَى
بهِ
"Bismillâhirrâhmânirrahîm"
"Ey insanlar!
"Sözümü iyi
dinleyiniz. Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada bir daha
buluşamayacağım."
İnsanlar!
"Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir
ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız,
namuslarınız da öyle mukaddestir; her türlü tecâvüzden korunmuştur."
"Ashabım!
"Muhakkak Rabbinize
kavuşacaksınız. O da sizi yaptıklarınızdan dolayı sorguya çekecektir. Sakın
benden sonra eski sapıklıklara dönmeyiniz ve birbirinizin boynunu vurmayınız!
Bu vasiyetimi, burada bulunanlar, bulunmayanlara ulaştırsın. Olabilir ki,
burada bulunan kimse, bunları daha iyi anlayan birisine ulaştırmış olur. "
"Ashabım!
"Kimin yanında bir
emanet varsa, onu hemen sahibine versin. Biliniz ki, faizin her çeşidi
kaldırılmıştır. Allah böyle hükmetmiştir. İlk kaldırdığım faiz de
Abdülmuttalib'in oğlu (amcam) Abbas'ın faizidir. Lâkin anaparanız size âittir.
Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız."
"Ashabım!
"Dikkat ediniz,
Cahiliyeden kalma bütün âdetler kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Cahiliye
devrinde güdülen kan dâvâları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan
dâvâsı, Abdülmuttalib'in torunu İyas bin Rabia'nın kan dâvâsıdır."
"Ey insanlar!
"Muhakkak ki, şeytan
şu toprağınızda kendisine tapılmaktan tamamen ümidini kesmiştir. Fakat siz
bunun dışında ufak tefek işlerinizde ona uyarsanız, bu da onu memnun edecektir.
Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız."
"Ey insanlar!
"Kadınların haklarını
gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları,
Allah'ın emaneti olarak aldınız ve onların namusunu kendinize Allah'ın emri ile
helâl kıldınız. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, kadınların da sizin
üzerinizde hakkı vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız; yatağınızı hiç
kimseye çiğnetmemeleri, hoşlanmadığınız kimseleri izniniz olmadıkça evlerinize
almamalarıdır. Eğer gelmesine müsaade etmediğiniz bir kimseyi evinize
alırlarsa, Allah, size onları yataklarında yalnız bırakmanıza ve daha olmazsa
hafifçe dövüp sakındırmanıza izin vermiştir. Kadınların da sizin üzerinizdeki
haklan, meşru örf ve âdete göre yiyecek ve giyeceklerini temin
etmenizdir."
"Ey mü'minler!
"Size iki emanet
bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanetler,
Allah'ın kitabı Kur'ânı Kerim ve Peygamberinin (a.s) sünnetidir."
"Mü'minler!
"Sözümü iyi dinleyiniz
ve iyi belleyiniz! Müslüman Müslümanın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar
kardeştirler. Bir Müslümana kardeşinin kanı da, malı da helâl olmaz. Fakat
malını gönül hoşluğu ile vermişse o başkadır."
"Ey insanlar!
"Cenab-ı Hak her hak
sahibine hakkını vermiştir. Her insanın mirastan hissesini ayırmıştır.
Mirasçıya vasiyet etmeye lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona
âittir. Zina eden kimse için mahrumiyet vardır. Babasından başkasına âit soy
iddia eden soysuz yahut efendisinden başkasına intisâba kalkan köle, Allah'ın,
meleklerinin ve bütün insanların lânetine uğrasın. Cenâb-ı Hak, bu gibi
insanların ne tevbelerini, ne de adalet ve şehâdetlerini kabul eder."
"Ey
insanlar!"Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem'in
çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da
Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın
da kırmızı tenli üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada,
Allah'tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız, Ondan en çok
korkanınızdır.
-"Âzâsı kesik siyahî
bir köle başınıza âmir olarak tayin edilse, sizi Allah'ın kitabı ile idare
ederse, onu dinleyiniz ve itaat ediniz."
Suçlu kendi suçundan
başkası ile suçlanamaz. Baba, oğlunun suçu üzerine, oğlu da babasının suçu
üzerine suçlanamaz."
"Dikkat ediniz! Şu
dört şeyi kesinlikle yapmayacaksınız: Allah'a hiçbir şeyi ortak
koşmayacaksınız. Allah'ın haram ve dokunulmaz kıldığı canı, haksız yere
öldürmeyeceksiniz. Zina etmeyeceksiniz. Hırsızlık yapmayacaksınız."
İnsanlar! Lâ ilâhe illallah
deyinceye kadar onlarla cihad etmek üzere emrolundum. Onlar bunu söyledikleri
zaman kanlarını ve mallarını korumuş olurlar. Hesapları ise Allah'a
âittir."
"İnsanlar! "Yarın
beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?" Sahabe-i Kiram hep birden şöyle
dediler:
-"Allah'ın elçiliğini
ifâ ettiniz, vazifenizi hakkıyla yerine getirdiniz, bize vasiyet ve nasihatta
bulundunuz, diye şehâdet ederiz."
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem
Efendimiz (a.s) şehâdet parmağını kaldırdı, sonra da cemaatin üzerine çevirip
indirdi ve şöyle buyurdu:
-"Şahid ol, yâ Rab!
Şahid ol, yâ Rab! Şahid ol, yâ Rab!"[685]
Öğle ve ikindi namazlarının
beraber kılınışı
Resûl-i Ekrem Efendimiz,
bütün insanlığa en yüksek ve kudsî bir ders olan Vedâ Hutbesini sona erdirdiği
sırada Hz. Bilâli Habeşî öğle ezanını okumaya başladı. Resûl-i Ekrem Efendimiz
ve Ashab-ı Kiram, huşu içinde susup ezanı dinlediler. Ezan bitince, Hz. Bilâl
kaamet getirdi. Fahr-i Kâinat Efendimiz, o muhteşem cemaata imam olup önce öğle
namazını kıldırdı. Sonra yine kaamet getirilerek ikindi namazını kıldırdı.
Böylece Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir ezan iki kaametle iki vaktin namazını
birleştirdi. İlk işâretİkindiden sonraydı, vakit akşama yakındı. Resûl-i Ekrem
Efendimiz, devesi Kasvâ'nın üzerindeydi. Bu sırada şu âyet-i kerime nâzil oldu:
اَلْيَوْمَ
اَكْمَلْتُ
لَكُمْ
دينَكُمْ وَاَتْمَمْتُ
عَلَيْكُمْ
نِعْمَتى
"Bugün sizin dininizi
kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâmı
seçtim."[686]
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu
âyeti okuyunca, Ashabı Kiram son derece sevinip ferah duydular. Sadece biri
ağlıyordu: Hz. Ebû Bekir. Sahabîler buna bir mânâ veremediler. Niçin ağladığını
sorduklarında,
-"Bu âyet,
Resûlullahın (a.s) vefâtının yakın olduğuna delâlet ediyor. Onun için
ağlıyorum" cevabını aldılar. Hz. Ebû Bekir'in söylediği ve anladığı sır
doğru idi. Zira bu âyet, Fahr-i Kâinat Efendimizin dünyadan göç etme zamanının
yaklaşmış olduğuna ilk işâret idi. Çünkü, teklif ve tebliğ edilmesi gereken
şeyler bittiğine göre, teklif ve tebliğ edenin vazifesi de son bulacak demekti.
Aynı sırrı, Hz. Ömer'in idrak ettiğini kaynaklar zikrederler.[687]
Arafat'tan Müzdelife'ye
Cuma günü, güneş battıktan
sonra Fahr-i Kâinat Efendimiz (a.s) devesi
Kasvâ'nın üzerinde ve terkisinde Üsâme bin Zeyd ile birlikte, Arafat'tan
Müzdelife'ye geldi. Bu sırada akşam namazı vakti çıkmış, yatsı namazı vakti
girmişti. Resûl-i Ekrem Efendimiz bir ezan iki kaametle önce akşam, arkasından
da yatsı namazını kıldırdı. Peygamber Efendimiz Cuma'yı Cumartesi'ye bağlayan
geceyi Müzdelife'de geçirdi. Cumartesi günü sabah namazını orada edâ ettikten
sonra Meş'ar-ı Harama geldi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz,
Ashabına
-"Cemre'de atılacak
ufak taşları toplayınız" diye emretti ve taşların nasıl atılacağını
gösterdi. onra Akabe Cemresine birer birer yedi ufak taş attı. Her taş atışında
"Allahü ekber" diyerek tekbir getiriyordu.[688]
Bu arada Ashab-ı Kiram da
aynı şekilde Cemre taşlarını atıyorlardı. Peygamberimiz Akabe Cemresinde yedi
taşı attıktan sonra Mina'ya döndü.
Kurban Kesme
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz oradan kurban kesme yerine gitti. Ömr-ü
saadetlerinin her bir senesi için bir kurban olmak üzere atmış üç kurbanı
bizzat mübarek elleriyle kesti. Saçlarını traş ettirdi. Kesilen saçlarını
hatıra olsun diye Sahabîlerine birer ikişer dağıttı. Bu da ashabından
ayrılığının yaklaştığına işaretti.
Ayrıca:
-"Ey insanlar! Haccın usûl ve erkânını benden öğrendiniz. Bilmem,
ama belki bundan sonra benimle görüşemezsiniz" buyurarak da bu işâreti
kuvvetlendirdi. Peygamberimizin (a.s) saçının ön kısmı traş edildiği sırada,
Hz. Halid bin Velid,
-"Yâ Resûlallah" dedi, "alnın üzerindeki saçınızdan bana
verir misiniz?" Peygamber Efendimiz onun bu isteğini kabul etti ve
kendisine saçının ön kısmından birkaç tel verip hayatında devamlı muzzaffer
olması için duâ etti. Hz. Halid, mübârek saçları alıp gözüne sürdü, sonra da
külâhının önüne yerleştirdi. Resûl-i Ekrem Efendimizin o saç ve duâsının
bereketi hürmetine Hz. Halid girdiği her harpten muzaffer çıkmıştır.
Nitekim kendisi de,
-"Ben, onu hangi tarafa yönelttimse, orası fetholundu"[689]
demiştir.
Peygamberimizin İfâza Tavafı
Resûl-i Ekrem Efendimiz, kurban bayramının birinci günü öğle vaktinden
önce ifâza (ziyâret) tavafını yapmak üzere Kâbe-i Muazzamaya gitti.
Müslümanlara da gitmelerini emir buyurdu. Tavafını yaptıktan sonra öğle
namazını kıldı. Zemzem Kuyusundan su içti. [690]Resûl-i
Ekrem Efendimiz o gün akşama doğru Mina'ya döndü.
Resûl-i Ekrem Efendimiz,
kurban bayramının ikinci ve üçüncü günü, güneş batıya doğru eğrildiği zaman
yaya olarak Mina Mescidinden sonraki İlk Cemrenin yanına vardı. Oraya birer
birer yedi tane çakıl taşı attı. Her birini atarken "Allahü ekber"
diyerek tekbir getiriyordu. Bundan sonra İkinci Cemre, ondan sonra da Cemre-i
Akabe denilen Üçüncü Cemre'nin yanına vardı. Her birisine birer birer yedi taş
attı. Her birini atarken "Allahü Ekber" diyerek tekbir
getiriyordu.[691]
Muhassab'a Gidiş
Zilhicce'nin on üçü, Salı
günü. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Mina'dan Muhassab denilen taşlık yere gitti.
Orada çadırı kurulmuştu. Bu sırada Ashab-ı Kirama hitaben şöyle buyurmuştu.
-"Allah, sözümü
güzelce ezberleyip, sonra da onu duymayanlara ulaştıran kimselerin yüzünü
nurlandırıp neşelendirsin. Olabilir ki, anlayan kendisinden daha iyi anlayana
onu ulaştırır." İyi biliniz ki, üç şey mü'min ve Müslümanların kalblerine
kin ve kıskançlık sokmaz.
1.Allah'ın rızasını
gözeterek ihlâs ile amel,
2.Müslüman olan âmirlere
nasihat ve itaatta bulunmak,
3.Müslüman cemaata îtikâd
ve sâlih âmelde tabi olmak."[692]
Vedâ Tavafı
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz
sabah namazından önce, Beytullaha tavaf için gidileceğini Ashab-ı Kirama ilân
etti. Daha Sonra Kabe-i Muazzamaya gidip veda tavafını yaptı. [693]Zilhicce'nin
on dördü, Çarşamba günü. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ve Ashab-ı Kiram, Vedâ
Tavafından sonra, Mekke-i Mükerre-meden Medine-i Münevvereye doğru yola
çıktılar. Gadir-i Hum Vadisinde konakladılar. Efendimiz orada öğle namazını
kıldırdı. Namaz bitince Ashabına,
-"Ey insanlar! Biliniz
ki, ben de bir insanım! Çok sürmez yüce Rabbimin elçisi gelecek, beni ebedî
âleme çağıracak. Ben de onun dâvetine icâbet edeceğim. Yakında size vedâ
edeceğim" dedikten sonra sözlerine şöyle devam etti:
-"Eğer sadâkatle
sarılırsanız, sizi doğru yolda muhafaza edecek iki şey bırakıyorum: Onların
birincisi Allah'ın Kitabı Kur'an'dır ki, içinde hidâyet ve nur vardır. Ona
sımsıkı sarılınız! İkincisi de Sünnetim"dir."[694]
Bu sözlerinden sonra Hz.
Ali'nin elinden tuttu.
"Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun
mevlâsıdır" buyurdu ve arkasından,
-"Allah'ım! Ona dost
olana dost, düşman olana düşman ol!" diye niyazda bulundu.[695]
Peygamberimizin (a.s) yakında ebedî âleme göç edeceğini haber veren yukarıdaki
sözleri, Ashab-ı Kiramı hüzne boğdu. Uğrunda canlarını fedâ ettikleri, öz
nefislerinden daha çok sevdikleri Kâinatın Efendisi aralarından gidecekti.
Şimdiden âdeta kendilerini bir yetim kabul edip gözyaşları döküyorlardı.
Medine'ye Varış
Medine görününce Peygamber Efendimiz üç defa tekbir getirdi. Sonra
âdetleri olan duâyı yaptı: "Allah'tan başka ilâh yoktur. Allah tektir,
ortağı yoktur. Mülk Onundur. Bütün hamd de Ona mahsustur. O, her şeye kadîrdir.
-"Rabbimizeyönelici, günahlarımızdan tevbe edici, Rabbimize kulluk,
secde ve hamd edici olarak dönüyoruz."[696]
Medine'ye girince Efendimiz doğruca Mescid-i Şerife vardı. Orada iki rekât
namaz edâ ettikten sonra Hâne-i Saadetine döndü. Bu, Resûl-i Kibriyâ
Efendimizin ilk ve son haccı oldu.
Yalancı
Peygamberlerin Çıkışı
Esved-i
Ansî'nin Nübüvvet İddiâsında
Bulunması
Peygamber
Efendimizin Veda Haccından sonra, etraftan gelen Müslümanlar memleketlerine
dönmüşlerdi. Aldıkları talimatları memleketlerine görürmüşler, halka onları
anlatmışlardı. Veda Haccı esnasında inen;
اَلْيَوْمَ
اَكْمَلْتُ
لَكُمْ
دينَكُمْ وَاَتْمَمْتُ
عَلَيْكُمْ
نِعْمَتى
وَرَضيتُ
لَكُمُ الْاِسْلَامَ
دينًا
"Bugün
size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım
ve size din olarak İslâm'ı
seçip-beğendim."[697]
(Mâide Sûresi, 3.) âyet-i kerime dinin kemâle
erdiğini beyân ediyordu. Bu Resûl-i Kibriyâ Efendimizin aynı zamanda vefatının
da yaklaştığının ifadesi oluyordu. Bunu bir kısım Müslümanlar sezmişti. Veda
Haccından sonra Peygamber Efendimizin hastalanması ise bunu kuvvetlendirmişti.
Bu esnâda Araplardan bazı kimseler peygamberlik davasına kalkıştı. Bunların
ilki, Benî Ans Kabilesinden Esvedi Ansî diye tanınan Abhele bin Ka'b idi. Kâhin
ve hokkabaz bir adamdı. Sözleriyle halkı tesir altına alırdı. Yemen'de ortaya
çıkan bu adam, peygamber olduğunu ve meleklerin kendisine vahiy getirdiğini
iddia etmeye başladı. Bir takım yalan, dolan ve hilelerle Yemen ahalisinden bir
çok kimseyi aldattı. Necran halkı da ona tâbi oldu.
Daha
sonra San'a'ya gidip orayı da zaptederek fesad ve irtidat dâiresini genişletti.
Yemen'de bulunan Müslüman vali ve memurlar orayı terk etmek durumunda kaldılar.
Hz. Muaz bin Cebel, Ma'rib'de bulunan Ebû Mûsa el-Eş'ari Hazretlerinin yanına
gitti. Daha sonra ikisi oradan Hadramut'a gittiler.[698]
Resûl-i
Kibriyâ Efendimiz durumu haber aldı. Yemen'deki Müslümanlara;
-"Her
nasıl olursa olsun Abhele'nin hakkından geliniz" diye haber gönderdi.[699]
Yemen'deki Müslümanlar bu emir üzerine derhal harekete geçtiler. Sonunda onu
evinde öldürdüler. Esved'in öldürüldüğü haberi Medine'ye Peygamber Efendimizin
vefatından bir gün önce Pazar günü ulaştı. Yalancı Esved'in öldürülmesinden
sonra Müslüman vâli ve memurlar tekrar Yemen'e döndüler.
Müseylime-i
Kezzabın Peygamberlik İddiasıyla
Ortaya Çıkışı
Yine
Hicretin onuncu senesinde Müseylime-i Kezzab Yemâme'de peygamberlik davasına
kalkıştı.Müseylime, daha önce Benî Hanife temsilcileri ile görüşüp Müslüman
olmuştu. Yemâme'ye dönünce irtidâd etti. İrtidat ettikten sonra Müseylime,
Peygamberimize ortak olduğunu iddia etmeye ve yaymaya başladı. Kısa zamanda,
hokkabazlık ve sihirbazlığıyla Benî Hanif ve Yemâme halkından bir çok kimseyi kandırıp
etrafına topladı.Hattâ, bir ara Kur'an-ı Kerim'i bile taklide kalkıştı. Bir
takım gülünç sözler dizip Kur'an diye okurdu.
Uydurduğu
laflardan bazıları şunlardı:
-"Fil
nedir? Filin ne olduğunu sana ne bildirdi?" Onun hurma lifinden ip gibi
kuyruğu ve uzun hortumu vardır. Bu Rabbimizin yarattıklarından
azıcığıdır!"
Müseylime'yi
gülünç duruma sokan bir başka sözü ise şuydu:
-"Ey
kurbağa kızı kurbağa! Ne diye nak nak, vak vak edip duruyorsun? Üstün suda,
altın balçıkta! Sen, ne suyu bulandırabilirsin, ne de içene mani olabilirsin!
Yarasa, sana ölüm haberini getirinceye kadar bekle!"
Peygamber
Efendimiz, Necid diyarında bulunan Müslümanlara da haber göndererek,
Müseylime-i Kezzab'ın hakkından gelmelerini emir buyurdu.Resûl-i Kibriyâ
Efendimizin ebediyyet âlemine irtihalinden sonra, Hz. Ebû Bekir, Halid bin
Velid komutasında Müseylime'nin üzerine bir ordu gönderdi. Vahşi bin Harb, Hz.
Hamza'yı şehid ettiği mızrağıyla onu öldürdü.[700]
34 - Veda Hutbesi ve Düşündürdükleri
Hz. Peygamber (as)'ın, hicri 10. yılda yaptığı Veda Haccı’nda sayıları
yüz on dört bini bulan hacıya hitaben irad ettiği hutbe. Peygamber (as) bu son
hutbesinde, bundan sonra bir daha haccedemeyeceğini bildirip vefatının
yaklaştığını ima ettiği, sonraki gelen günler de onun bu sözlerini doğruladığı
için bu hacca Veda Haccı, bu hac esnasında irad ettiği hutbeye de Veda Hutbesi
adı verildi. Veda Hutbesi her ne kadar tek bir hutbe imiş gibi kabul
edilmekteyse de, gerçekte bu hutbe, Arafat ta, Mina da ve bir gün sonra yine
Mina'da olmak üzere arafe günü ile bayramın birinci ve ikinci günlerinde parça
parça irad edilmiştir. Değişik yer ve zamanda irada buyurulduğu için de hutbe,
birçok kişi tarafından birbirinden farklı şekillerde rivâyet edilmiş; kişinin
ya da grubun duyduğunu diğerleri işitmediğinden, hutbenin tamamının biraya
toplanmasında bu farklı rivâyetlerden yararlanılmış ve daha sonraki yıllarda bu
üç ayrı yer ve zamanda buyurulan hutbe tek bir hutbe olarak bir araya
getirilmiştir.
Resûlüllah (as)'ın bu son haccından bir yıl önce nâzil olan Tevbe
sûresinde:
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
اِنَّمَا الْمُشْرِكُونَ
نَجَسٌ فَلَا
يَقْرَبُوا الْمَسْجِدَ
الْحَرَامَ
بَعْدَ
عَامِهِمْ هذَا
وَاِنْ
خِفْتُمْ
عَيْلَةً
فَسَوْفَ يُغْنيكُمُ
اللّهُ مِنْ
فَضْلِه اِنْ
شَاءَ اِنَّ
اللّهَ
عَليمٌ
حَكيمٌ
“Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir.
Onun için bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer
yoksulluktan korkarsanız, (biliniz ki) Allah dilerse sizi kendi lütfundan
zengin edecektir. Şüphesiz Allah iyi bilendir, hikmet sahibidir,”[701] emredildiği için, Veda Haccı’nda Mekke'de
sadece Müslümanlar vardı, hutbeyi de yalnızca Müslümanlar dinlemişti. Zaten
Mekke’nin fethinden sonra müşriklerin sayısı parmakla sayılacak kadar
azalmıştı. Rasûlüllah, Medine'den kendisiyle birlikte yola çıkan yüz bin
civarındaki ashâbıyla Mekke'ye haccetmek için geldiklerinde bir yıl önceki
uyarı sebebiyle Mekke'de müşrik kalmamıştı; çoğunluk Müslüman olurken Mekke'yi
terk edenler de vardı. Resûlüllah, haccın bütün erkânını bizzat kendisi yaparak
Müslümanlara öğretmiş, İslâm’ın hac konusundaki emirleri de böylece
tamamlanmıştı. İslâm’ın tamamlandığını bildiren bazı âyetler de bu Veda
Haccı'nda nâzil oldu.
Cahiliye döneminde dışarıdan gelen hacılar Arafat'ta vakfeye dururken,
Kureyş eşrafı diğer insanlardan üstün olduklarını belli edercesine Arafat
yerine Müzdelife'de vakfeye dururlardı. Resûlüllah cahiliye döneminin bu sınıf
üstünlüğüne dayalı âdetini ortadan kaldırdı ve bütün hacılar gibi Arafat'ta
vakfeye durdu. Resûlüllah (as)'a orada bu dinin tamamlandığı şu âyet-i
kerimeyle müjdelendi:
b6¦äí©
â5¤¡üa ¢á¢Ø Û
¢oî© ë ó©n à¤È¡ã ¤á¢Ø¤î Ü Ç
¢o¤à à¤m a ë á¢Ø äí©
¤á¢Ø Û ¢o¤Ü à¤× a
â¤ì î¤Û a
“Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi
tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim."[702]
Dinin kemale
erdirilmesine bütün Müslümanlar sevinirken yalnızca Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer,
bunun, Hz. Peygamber (as)'ın vefatının yaklaştığına delalet ettiğini anlamışlar
ve gözlerinden yaşlar akmıştı. Gerçekten de bundan sonra Rasûlüllah seksen iki
gün yaşamış ve vefat etmiştir.
Arafat'ta yüz binin üzerindeki hacıya hitaben bir hutbe irad eden
Resûlüllah sesinin bütün hacılar tarafından işitilmesi için belli mesafelerde
gür sesli sahabelerden bazılarını görevlendirdi. Resulüllah (as)'ın sözlerini
tekrar eden bu kişiler hutbenin bütün hacılar tarafından duyulmasını
sağlıyorlardı. Devesi Kusva'nın sırtında olduğu halde Resûlüllah şu hutbeyi
irad etti:
"Ey insanlar! Sözümü iyi
dinleyiniz. Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedi olarak bir
daha buluşamayacağım.
Ey İnsanlar bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu
aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz nasıl mübarek bir şehir ise;
canlarınız, mallarınız, ırzlarınız da öyle mukaddestir, her türlü saldırıdan
emindir.
Ashabım! Yarin Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hal
ve hareketinizden sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski dalâletlere dönüp
birbirinizin boynunu vurmayın. Bu vasiyetimi burada bulunanlar bulunmayanlara
bildirsin Olabilir ki bildirilen kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi
anlayarak muhafaza etmiş olur.
Ey ashabım! Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine
versin. Fa izin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımız altındadır. Lakin
borcunuzun aslin vermek gerekir. Ne zulmediniz ne de zulme uğrayınız. Allah’ın
emriyle faizcilik artık yasaktır. Cahiliyetten kalma bu çirkin âdetin her
türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım faiz de Abdulmuttalib'in oğlu
(amcam) Abbas'ın faizidir.
Ashabım! Cahiliyet devrinde güdülen kan davaları da
tamamen ortadan kaldırılmıştır,' ilk kaldırdığım kan davası da Abdulmuttalib'in
torunu (yeğenim) Rebîa'nın kan davasıdır.
Ey İnsanlar! Bugün şeytan sizin su topraklarınızda yeniden
nüfuz ve saltanat gücünü ebedi surette kaybetmiştir. Fakat bu kaldırdığım
şeyler haricinde küçük gördüğünüz islerde de ona uyarsanız bu da onu memnun
edecektir. Dininizi korumak için bunlardan sakininiz.
Ey İnsanlar! Kadınların haklarına riayet etmenizi ve bu
hususta Allah' tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah’ın emaneti
olarak aldınız. Ve onların namuslarını ve ismetlerini Allah adına söz vererek
helal edindiniz. Sizin kadınlar üzerindeki hakkiniz; onların, aile şerefini
koru malları ve evlerinizi sizin hoşlanmadığınız hiç kimseye açmamaları,
çiğnenmemeleridir. Eğer onlar, razı olmadığınız herhangi bir kimseyi evinize
alırlarsa onları hafif bir şekilde dövebilir, azarlayabilirsiniz. Kadınların da
sizin üzerinizdeki hakları; örfe göre her türlü giyim ve yiyeceklerini temin
etmenizdir.
Ey mü'minler! Size bir emanet
bırakıyorum ki siz ona sımsıkı sarıldıkça yolunuzu hiçbir zaman şaşırmazsınız.
O emanet Allah’ın kitabi Kur'ân’dır.
Ey mü'minler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi muhafaza ediniz.
Müslüman Müslüman’ın kardeşidir ve bütün Müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize
ait olan herhangi bir hakka tecavüz, başkasına helal değildir. Ancak gönül
hoşluğuyla verilen başka. Ashabım! Nefsinize de zulmetmeyiniz. Nefsinizin de
üzerinizde hakkı vardır:
Ey insanlar! Cenab-i Hak her hak sahibine hakkını vermiştir.
Varis için vasiyete gerek yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir.
Zinakâr için mahrumiyet cezası vardır. Babasından başkasına nesep iddia eden
soysuz yahut efendisinden başkasına uymaya kalkan nankör, Allah’ın gazabına,
meleklerin lanetine ve bütün Müslümanların düşmanlığına uğraşın. Cenab-ı Hak bu insanların ne tövbelerini ne de
şahadetlerini kabul eder."
Rasûlüllah sözlerinin burasında dinleyenlere
sordu:
"Ey insanlar! Yarin beni sizden
soracaklar. Ne dersiniz?" Ashabı Kiram cevap verdi:
"Allah’ın risâletini tebliğ ettin;
risalet görevini yerine getirdin, bize vasiyet ve nasihatte bulundun diye
şahadet ederiz." Rasûlullah şahadet parmağını göğe kaldırarak üç kez
"Şahit o! ya Rab! Şahit o! ya Rab! Şahit ol ya Rab!" buyurarak
Arafat'taki hutbesini bitirdi.
Hz. Peygamber güneş
batıncaya kadar vakfede durdu. Tam buradan inmeye karar vereceği bir anda
yukarıda zikredilen Mâide sûresinin üçüncü âyeti nazil oldu. Daha sonra
devesine binen Resûlüllah yavaş adımlarla Arafat'tan inerek Müzdelife'ye geldi.
Burada bir ezan iki kamet ile akşam ve yatsı namazlarını birleştirerek kıldı.
Ve istirahata çekildi. Sabah olunca cemaatle birlikte sabah namazını kaldı ve
ortalık iyice ağardıktan sonra Müzdelife'den Cemretü'l Akabe mevkiine geldi.
Şeytan taşlamadan sonra Mina'ya geçen Resûlüllah burada da Veda Hutbesi'nin
diğer bölümünü irad etti. Allah'a hamd-ü senadan sonra devamla:
"Ey insanlar! Sizi Allah’ın
kitabına bağlayan peygamberinizin sözlerini iyi dinleyiniz, ona itaat ediniz.
Hac ibadetinizin bütün hareketlerini benden gördüğünüz gibi ifa ediniz. Öyle
sanıyorum ki, ben bu seneden sonra bir daha haccedemem." Rasûlüllah bundan
sonra halkla sorulu cevaplı sürdürdüğü hutbesini:
"Ey insanlar! Ayların yerini
değiştirerek geri bırakmak inkârda aşırı gitmektir. Kafirler böyle yapmakla
doğru yoldan saptılar. Allah’ın haram kıldığı ayların sayısını uygun yapmak
için, bir yıl haram ayini helal, diğer yıl onu haram sayarlar. Böylece Allah’ın
haram kıldığını helal kabul ederler. Zaman, Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı
gün gibi ayni duruma döndü. Allah’ın katında ayların sayısı on ikidir. Bunların
dördü mukaddes (haram) aylardır ki üçü arka arkaya gelen Zilkade, Zilhicce ve
Muharrem, dördüncüsü de Cemaziyelahir ile Şaban'ın arasındaki Recep’tir.
Ey mü'minler! Bu ay hangi aydır?"
-Allah ve Resûlü daha iyi bilir."
-Zilhicce ayı değil midir?"
-Evet Zilhiccedir."
-Bu içinde bulunduğumuz belde hangi
beldedir?"
-Allah ve Resûlü daha iyi bilir.
-Mekke Şehri değil midir?"
-Evet Mekke'dir."
-Bugün hangi gündür?
-Allah
ve Resûlü daha iyi bilir."Yevmü'nnahr (kurban kesme günü) değil
midir?"
-Evet
yevmünahr'dir.
Bu
diyalogdan sonra Rasûlüllah sahabelere dönerek "Şu halde iyi bilin ki; bu
şehrinizde, bu beldenizde, bu gününüzün mukaddes (haram) olduğu gibi
birbirinize kanlarınızı dökmek, mallarınızı haksız yere olmak, namuslarınızı kirletmek
de haramdır, her türlü saldırıdan masumdur. Muhakkak ki, siz Rabbinize
kavuşacaksınız, o zaman bütün bu işlerden sorulacaksınız.
Ey İnsanlar!
Aklınızı başınıza alında benden sonra birbirinizin boynunu vuracak şekilde
dalâlete, vahşete düşerek cahiliye devrine dönmeyin.
Ey insanlar!
Bu nasihatlerime kulak verip bunları burada hazır bulunanlarınız burada
bulunmayanlara tebliğ etsin. Olabilir ki, kendisine tebliği edilen kimse burada
bulunup işiten bir kısım kimseden daha iyi anlayıp bellemiş olur" ardından
Rasûlüllah iki kez:"
-Tebliğ
ettim mi?" buyurdu. Sahabeler:
-Evet
ettin, deyince O; "Şahit ol ya Rab!" dedi ve tekrar hatırlattı:
"Burada bulunanlar bulunmayanlara tebliğ etsin. "
Resulüllah Mina'daki bu
hutbesinden sonra kurban kesim yerine gelerek önceden hazırlanan yüz devenin
altmış üçünü bizzat kendi kurban etti diğerlerini de Hz. Ali kestikten sonra
her deveden birer parça et alınarak pişirilip yenildi. Daha sonra tıraş olan
Hz. Peygamber ihramdan çıktı ve Kabe'yi tavaf etti. Öğle namazını da orada
kıldıktan sonra Zemzem suyunun yanına gitti ve kendisine sunulan bir bardak
suyu içtikten sonra tekrar Mina'ya döndü. Rasûlüllah Mina'da geçirdiği teşrik
günlerinde şeytan taşlama görevini yerine getirmiş, bu arada çevresinde bulunan
insanlara hutbeler irad buyurmuştu.
اِذَا
جَاءَ نَصْرُ
اللّهِ
وَالْفَتْحُ
() وَرَاَيْتَ
النَّاسَ
يَدْخُلُونَ
فى دينِ اللّهِ
اَفْوَاجًا ()
فَسَبِّحْ
بِحَمْدِ
رَبِّكَ
وَاسْتَغْفِرْهُ
اِنَّهُ
كَانَ تَوَّابًا
()
“Allah'ın yardımı ve zaferi geldiği. Ve insanların
bölük bölük Allah'ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit. Rabbine hamd
ederek O'nu tespih et ve O'ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul
edendir.”[703]
Nasr sûresinin nâzil olduğunu duyan Müslümanlara, hem yeni nâzil olan bu
sûreyi okumuş hem de kendilerine nasihat ettiği hutbelerinden birini irad
buyurmuştur. Bu hutbesinde de yine Müslümanların mal, can, namus emniyetinden
bahseden Rasûlüllah insan haklarının temelini oluşturan bu üç hakkı tekrar
tekrar ümmetine hatırlatmıştı. Değişik yer ve zamanda irade edilen bu hutbeler,
tek bir hutbe şeklinde bütünleştirilmiştir.Hutbenin toplum hayatına getirdiği
prensipler:
İncelendiği zaman Veda Hutbesinde Peygamber (as)'ın başlıca şu noktalara
değindiği görülür:
1 - Her işte daima Allah'a hamd-ü sena etmek gerekir.
2 - Nefis, insanı her zaman şerre yöneltmek ister. Bu sebeple nefislerin
şerrinden de Allah'a sığınmak lâzımdır.
3 - Can, mal ve ırz kutsaldır. Yaşama hakkı tabii bir haktır. ırz, şeref,
haysiyet, hürriyet ve mülkiyet saldırıdan korunmuş haklardır.
4 - Cahiliye gelenekleri kaldırılmıştır. İnsanlar alışa geldikleri kötü
şeyleri körü körüne yapmaktan vazgeçmelidirler.
5 - Faiz haramdır.
6 - Kan davası gütmek haramdır.
7-Emânetler yerlerine verilmelidir. Emânete hıyanet edilmemelidir.
8- Küçük büyük önemli-önemsiz her işte şeytana uymaktan sakınılmalıdır.
9- Kadınların ve erkeklerin karşılıklı hak, vazife ve sorumlulukları
vardır. Kadınlara nezâketle davranılacaktır.
10- Hem kadın hem de erkekler zinadan şiddetle kaçınacaklardır.
11 - Köle ve hizmetçilere iyi davranılacaktır.
12- Bütün Müslümanlar kardeştir. Her türlü sınıf farkları ve ayrıcalıklar
kaldırılmıştır. Üstünlük fazilet iledir.
13- Zulümden sakınmak gerekir, halkın malı haksız yere yenemez, birine
ait bir şey sahibinin izni olmadıkça başkası için helâl olmaz.
14 - Müslümanlar birbirleriyle savaşmaktan sakınacaklardır.
15- Allah’ın Kitâbı’na ve Peygamber (as)'ın sünnetine uyanlar asla
sapıklığa düşmezler.
16- İslâm sadeliğinden ayrılmamak, aşırılıklara sapmamak gerekir.
17- Hak Teâlâ'ya
ibadet olunacak; beş vakit namaz kılınacak, oruç ayında oruç tutulacak, Hz.
Peygamber (a.s)'ın tavsiyelerine uyulacaktır. Bunları hakkıyla yerine
getirenlerin mükâfatı cennettir.
Hicretin
(h.11.) Onbirinci Senesi
Artık,
İslâmiyet Arabistan'da kökleşmişti. İslam dîni, yarımadanın dîni olmuştu. Şimdi
sıra, dış ülkelere İslâmı yaymaya gelmişti. Gerçi, bâzı yalancı peygamberlik
iddiâsında bulunan, huzursuzluk çıkarmak isteyenler olmuştu. Fakat, zâten
yalancı idiler. Tutunamayacaklardı. Onlar tepelenip, şerleri bertaraf edildi.
İslam dînini duyan ve kabul edenlerden Peygamber Efendimiz'e muhtelif yerlerden
heyetler geliyordu. Peygamber Efendimiz'i görüyor, ziyâret ediyor, öğrenmek
istediklerini sorarak, cevaplarını alıyorlardı.
Rasûlü
Ekrem, Veda Haccı'ndan sonra Medîne'ye dönmüştü. Cenub bölgesini hiç
düşünmüyordu. Tek düşündüğü taraf, şimal bölgesi idi. Hâlid ibn-i Velid'in
kazanmış olduğu zaferden sonra kaçarak gidenler, tekrar gelip oralarda at
koştururlarsa, bu iyi olmayacaktı. Romalılar, her an büyük bir ordu ile
Müslümanların aldıkları yerleri almak üzere gelebilirlerdi.
Üsâme
Ordusu
İşte
bunun için Peygamber Efendimiz; Hz.Ebû Bekir, Hz.Ömer, Ebû Ubeyde ve Sa'd (ra)
gibi Eshâbın büyüklerinin de bulunduğu bir ordu hazırladı. Bu ordunun da
kumandasını Üsâme bîn-i Zeyd'e verdi.
Hz.Üsâme,
Peygamber Efendimiz'in çıkardığı bu son orduya kumandan tâyin edildiği zaman,
19 yaşında idi. Böyle gencecik yaşta birinin emir tâyin edilmesi, ileri geri
konuşmalara sebeb oldu.
Bu hâl
Peygamber Efendimiz'e ulaşınca hiddetlenen Rasûlüllah Efendimiz, minbere çıktı
ve şöyle hitâb etti:
-"Üsâme'nin
kumandanlığına dil uzatırsanız, daha önce babasının da kumandanlığına tân etmiş
olursunuz. Babası Zeyd, kumandanlığa lâyık olduğu gibi, oğlu da lâyıktır.
Babası nasıl en sevdiğim ise Üsâme de en sevdiklerimdendir. Size lâzım olan
benim tensibim üzerine O'nun emrine bağlanmaktır. Çünkü O, sizin ehliyet ve
iyilik sâhibi olanlarınızdandır".
Ordu
hazırlanmıştı. Hareket emrinin gelmesi bekleniyordu. Rasulü Ekrem, ordunun
başına geçen Üsâme'ye şöyle demişti:
-"Babanın
şehid olduğu yere git ve düşmanları atlara çiğnet."
Bir gün
sonra da Peygamber Efendimiz hastalanarak yatağa düştüler. Buna rağmen,
yatağından kalkarak sancağı Üsâme Hazretlerine verdi. Üsâme sancağı öptükten
sonra, Büreyde Hazretlerine verdi ve Medîne haricine çıkarak ordu karargâhını
kurdu. Burada biraz da olsa bekleyecekler daha sonra hareket edeceklerdi.
Rebiûlevvel
ayının 12. Pazartesi günü, Hz.Usâme, Peygamber Efendimiz'in tensibi üzerine
kuşluk vaktinde orduya hareket emrini verdi. Ancak bu sırada, Peygamber
Efendimiz'in irtihâl haberi geldi. Bunun üzerine Hz.Üsâme, yanında Hz.Ömer ve
Hz.Ebû Ubeyde olduğu halde Medîne'ye döndü. Sancaktar Büreyde, sancağı Rasûlü
Ekrem'in Hâne-i Saâdetlerinin kapısına dikti.
Hz.Ebû
Bekir halîfe seçildiği vakit, Hz.Büreyde'ye, sancağın Hz.Usâme'nin evine
götürülmesini ve gâzâ zamanına kadar açılmamasını emretti. Bu demek oluyordu ki
Rasûlüllah'ın hazırladığı ordu, vazîfesini yapacaktı.
Hz.Üsâme,
kendisine verilen vazîfeyi yerine getirmek için hemen sancağı alarak şehrin
dışına çıkıp ordu karargahını tekrar kurdu. Bunu duyan Müslümanlar da
hazırlanarak tekrar orduya katıldılar. Bâzı Müslümanlar, Üsâme'nin çok genç
olduğunu ileri sürerek değiştirilmesini istediler.
Hz.Ebû
Bekir (ra);
-"Ben
onu nasıl değiştirebilirim, onu Allah Rasûlü tâyin etti." diye cevap
verince, onlar da hemen isteklerinden vazgeçtiler.
Hz.Ebû
Bekir, şehrin dışına çıkıp Hz.Üsâme'yi atına bindirdikten sonra, onunla beraber
yürümeğe başladı. Hz.Üsâme atın üzerinde idi. Amma Hz.Ebû Bekir yaya yürüyordu.
Hz.Üsâme bundan müteessir olarak;
-"Ey
Mü'minlerin Emiri! Ya Sen de bin veya ben de yaya yürüyeyim." dedi.
Hz.Ebû
Bekir (ra.);
-"Ben
binmeyeceğim, sen de inmeyeceksin. Allah yolunda biraz benim de ayaklarım tozlansın."
buyurdu. Belli bir yere kadar orduyla gelen Hz.Ebû Bekir (ra), nihâyet onları
uğurlayacak mahâlle gelmişti. Son olarak Üsâme Hazretlerine şöyle dedi:
-"Allah
selâmet versin. Git! Peygamber Efendimiz sana nasıl dediyse, öylece yap. Başka
türlü hareket etme!"
Hz.Ebû
Bekir (ra), yapılacak çok işlerin olması sebebiyle Hz.Üsâme'den, Hz.Ömer'i
bırakmasını ricâ etti. Hz.Üsâme de bunu kabul etti ve Hz.Ebû Bekir, Hz.Ömer'le
Medîne'ye döndü. Ordu Şam tarafına gitti.
Müşrikler
o taraflarda son zamanlarda cirit atıyorlardı. Hz.Üsâme, onların hepsini
temizledikten sonra, babasının katilini de buldu ve katletti. Birçok ganîmet
ele geçirdi. Ordunun içindeki Müslümanlar çok memnundular. Müşriklerin korkak
olması ve gâyelerinin olmaması, Müslümanların işlerini daha da
kolaylaştırıyordu.
Böylece
Peygamber Efendimiz'in son olarak hazırladığı ve ilk halîfenin gönderdiği ilk
ordu Üsâme ordusudur. Allâhü Teâlâ onların hepsine yardım ederek muzaffer
kıldı.
Resûlullahın Son Ziyaretleri
Baki' mezarlığını ziyaret: Fahr-i Âlem
Efendimizin, bu fani dünyayı terk edeceği gün, saat besaat yaklaşıyordu. Bir
gece yarısı, ansızın Hâne-i Saadetinden çıktı. Hz. Âişe Vâlidemiz,
-"Yâ Resûlallah, nereye
gidiyorsunuz?" diye sordu.
Resûl-i Ekrem,
-"Baki' mezarlığında medfûn bulunan
ehlim için istiğfar etmek üzere emir aldım. Oraya gidiyorum" diye cevap
verdi.[704]
Yanında azâdlı kölelerinden Ebû Rafi' ve Ebû Müveyhib vardı. Baki' mezarlığında
kabirler arasında uzun bir müddet durarak duâ ve istiğfarda bulundu. Sonra Ebû
Müveyhib'e dönerek yakında ebedî âleme gideceğini, Bakî-i Hakîkînin cemâliyle
müşerref olacağını şöylece ifade buyurdu:
-"Ey Ebû Müveyhib! Dünya hazinelerinin
anahtarları ile âhiret nimetlerini seçme hususunda serbest bırakıldım. Ben de
âhiret nimetlerini tercih ettim."[705]
Bu sözleri duyan Ebû Müveyhib'in birden nutku
tutuldu. Yalnız gözü değil, Bütün duyguları, ruhu, kalbi bir anda ağlamaya
başladı. Bu mânâlı ziyaretten sonra Resûl-i Kibriyâ, Hâne-i Saadetine geri
döndü.[706]
Uhud Şehidlerini
Ziyaret
Uhud şehidleri için de duâ ve istiğfarda
bulunması, Efendimize emredilmişti. Bu sebeple bir gün Uhud'a gitti. Orada
şehid olan en güzide Sahabîleri için uzun uzun duâ etti. Oradan döner dönmez,
Mescid-i Saadete vardı. Minbere çıktı. Müslümanlara hitaben,
-"Ben, sizin Kevser Havuzuna ilk
kavuşanınız ve sizi ilk karşılayanınız olacağım" buyurduktan sonra
sözlerine şöyle devam etti:
-"Ben, sizin hakkınızda benden sonraki
müşrikliğe dönersiniz diye korkmuyorum. Fakat ben, sizin hakkınızda, dünyaya
kapılır, onun için birbirinizi kıskanır, birbirinizi öldürürsünüz ve bunun
neticesi olarak sizden öncekilerin yok olup gittikleri gibi, siz de yok olup
gidersiniz, diye korkuyorum."[707]
Hz. Meymûne'nin Evinde
Resûl-i Ekrem Efendimiz âdetleri gereği Hz.
Meymûne'nin evinde bulunuyorlardı. Hasta olmasına rağmen âilelerinin hakkına
son derece riâyet ediyordu. Burada Efendimizin ateşi birden yükseldi. Dâvet
ettiği bütün hanımları etrafında mahzun ve kederli duruyorlardı.
-"Yarın hanginizin evine gideyim?"
diye sordu. Bu sualini bir kaç kere tekrarladı. Hiç bir hanımından cevap
gelmedi. Bunu sormasındaki maksad, hastalık günlerini Hz. Âişe Vâlidemizin
evinde geçirmeyi arzu etmiş olmasındandı.
Peygamber Efendimizin bu arzusunu Ezvâc-ı
Tâhirat ferasetleriyle anlamada gecikmediler. İttifakla Hz. Âişe Vâlidemizin
evinde kalmasını uygun buldular. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz Hz.
Meymûne'nin evinden çıkarak, bir eli Hz. Ali'nin, diğer bir eli Hz. Abbas'ın
omuzunda, onların yardımı ile Hz. Âişe Vâlidemizin evine geldi.[708]
35- Hz. Muhammed (as)'ın
Hastalığı ve Vefatı
Peygamber Efendimiz'in İrtihalleri (Hicrî:11, M.:632)
Peygamber Efendimiz, bu fâni dünyâdan göçeceği zamanın yaklaştığını
anladı. Safer ayının 19.gecesi kimseye sezdirmeden, Bakî mezarlığına giderek,
orada yatan Ashâbını selamladı ve;
-"Yakında biz de aranızda olacağız." dedi.
Mezarlıktan dönünce hastalığı arttı. Hz.Âişe, O'na başının ağrıdığını
söyleyerek,
-"Vay başım!" dedi.
Buna Peygamber Efendimiz, şu karşılığı verdi:
-"Yâ Âişe! Senin değil, asıl benim vay başım. Senin başının ağrısı
geçer gider. Baş ağrısı, benimkidir" buyurarak irtihâlinin yaklaştığını
işâret etti.
Hastalık günden güne artıyordu. Buna rağmen mescide çıkıp namazda imam
oluyordu. Bir gün dermansız kalınca Hz.Ebû Bekr'in cemâata imam olmasını
emretti. Hz.Ebû Bekir cemâate üç gün imamlık yaptı.
Nesi Varsa Sadaka Veriyor
Hastalığı sırasında, Ezvâcı Tâhirât'ın yanlarında nöbetle kalıyordu.
Hastalığı ağırlaşınca, izin isteyerek Hz.Âişe (r.anha)'nın odasında istirahat
etmeğe başladı. Yedi dirhem parası vardı. Bunları sadaka vermelerini söyledi.
Hastalığı ile meşgul olduklarından telaşla unutmuşlar, dağıtmamışlardı. Bir ara
hastalığı hafifleyince;
-"Paraları ne yaptınız?" diye sordu.
Hz.Âişe;
-"duruyor" dedi.
Onları getirtti. Avucuna alarak;
-"Bunlar elde dururken ölürsem, Allah hakkındaki îtikâdım nice
olur?" dedi ve hepsini fakirlere sadaka olarak dağıttırdı.[709]
Vefâtında nakit olarak hiç parası kalmadı. Biraz ev eşyası ve malı vardı.
Zevcelerine hisselerini ayırdıktan sonra, kalanını müsâfirlere, gelen heyetlere,
yoksullara, yolculara sarf olunmak üzere vasiyet etti. Nesi varsa ümmetine
bıraktı. Başka geriye mal bırakmadı.
Kalan eşyaları ise şunlardı: Elbisesi, iki kilim, bir çarşaf, birkaç su
kabı, tarak, makas, misvak ve yattığı sediri. Bu eşyalar zarûri ihtiyaçlardı.
Bir de gümüş mührü vardı. Mührün üzerinde; "Muhammed-ün
Rasûlüllah" yazılı idi.
Bu mührü daha sonra, Hz.Ebû Bekir, Hz.Ömer ve Hz.Osman kullanmıştır.
Kızı Hz.Fâtıma İle Başbaşa
Hz.Fâtıma, her gün gelerek, Hz. Âişe'nin odasında yatmakta olan babasını
ziyâret ederdi. Hayatta kalmış tek evlâdı o idi. Bir defasında Hz.Fâtıma;
-"Kim bilir ne acılar çekiyor babacığım." deyince,
Allah Rasûlü, O'na;
-"Babasının sevgili kuzusu! Bugünden sonra babacığın hiç acı
çekmeyecek." cevabını verdi. Bu söz, bu elem dünyâsından göçeceğine
işâretti.[710]
Yine bir defâsında, Peygamber Efendimiz, kızı Hz.Fâtıma'yı yanına
çağırarak, kulağına bir şeyler söyledi, Hz.Fâtıma ağladı. Tekrar bir şey
söyleyince, tebessüm etti.
Hz.Âişe sordu. Hz.Fâtıma şöyle cevap verdi:
-"Önce ölüm haberini duyunca üzüldüm ve ağladım. Sonra 'Ehli
Beyt'imden ilk yanıma gelen sen olacaksın' buyurunca, O'na tekrar yakında
kavuşacağım için sevindim"[711]
dedi.
Zerâfet timsâli Hz.Fâtıma, babasından altı ay sonra Rahmet-i Rahmân'a
kavuştu. Fakat, arkasında Allah Rasûlü'nün kokusunu taşıyan Hz.Hasan ile
Hz.Hüseyin'i bıraktı.
"Allâh'ın selâmı, bereketi ve mağfireti onların üzerine olsun."
Hastalığı Esnâsındaki Hutbeleri
Kâinâtın Efendisi, hastalığı esnâsında, birkaç defa Eshâbına nasîhatlarda
bulundu. Ensar ile Muhâcirlerin kardeşçe geçinmelerini tavsiye etti ve şöyle
buyurdu: "Benim irtihâlimi düşünüp telâş ediyormuşsunuz. Hiçbir peygamber
ümmeti içinde ebedî kaldı mı ki, ben de kalayım. Ben Hak Teâlâ'ya kavuşacağım
ve buna hepinizden ziyâde lâyıkım. Ben size şefkatli ve merhametliyim. Sizler
yine bana kavuşacaksınız. Buluşacağımız yer Havz-ı Kevser kenarıdır. Her kim
orada Benimle buluşmak isterse, elini ve dilini kötülüklerden tutsun.
Ey Halk!
-"Günah ve mâ'siyet, ni'metin değişmesine sebep olur. Eğer halk, yâr
ve mûti olursa, emirler, âmirler ve baştakileri de öyle olur. Eğer halk fâcir
olursa, onlar da ona göre olur."[712]
Rasûlü Ekrem, Mescîd-i Nebevî'nin minberine oturarak;
-"Allâhü Teâlâ, bir kulunu dünyâ ile âhiret arasında serbest
bırakmıştır, kul da âhireti seçmiştir." buyurdu. Bu ifadeleri ile
Peygamber Efendimiz kendisini kastedip irtihallerine işaret buyuruyorlardı.
Hz.Ebû Bekir, Rasûlü Ekrem'in ne demek istediğini anlamış ve ağlayarak
şöyle demişti:
-"Annelerimiz, babalarımız sana fedâ olsun Yâ Rasûlellah".
Peygamber Efendimiz, onun sözlerini keserek halka nasîhat etmeğe başladı.
Hz.Ebû Bekir'den çok memnun olduğunu söyledi.
"Sohbetinde ve malında bana emniyetli insan Ebû Bekir'dir. Eğer bir
dost edinseydim, mutlaka Ebû Bekr'i edinirdim. Fakat, İslam kardeşi
edindim." buyurdu.
Mescide açılan bütün kapıları kapattırdı. Yalnız, Ebû Bekr'in kapısını
kapattırmadı. Daha sonra odasına girdi.
Bir gün Hz.Ebû Bekir sabah namazını kıldırırken, Allah Rasûlü kendinde
bir hafiflik hissederek mescide geldi. Müslümanların namaz manzarası onu çok
memnun etti. Onların toplulukları ile kalbi mutmain oldu. Kendinden sonra,
Hz.Ebû Bekri Sıddık (ra) gibi bir kimsenin, O'na hâleflik etmesine çok
sevinerek tebessüm etti. Eshab ise, Yüce Rasûl'ü görünce sevinçlerinden
namazlarını bozacaklardı. Allah Rasûlü'nü artık iyi oldu zannettiler. Hatta,
Hz.Ebû Bekir birazcık geri çekildi. Peygamberimiz, onu sırtından öne doğru
iterek sağ yanına oturdu. Ashâbıyle namazını edâ etti. Namaz bitince Ashâbına dönerek kuvvetli bir sesle
şöyle hitâb etti:
"Ey insanlar!
Ateş yakıldı. Fitne gece karanlığının gelişi gibi yaklaştı. Ben Kur'ân'ın
helâl ettiğini helâl, haram ettiğini haram ettim. Allah, Peygamberlerinin
kabirlerini mescid edinen kavme lânet etti."[713]
Bununla Peygamber Efendimiz, kabirleri çok fazla büyüterek, putçuluğa
gidilmesini önlemeğe işâret ediyordu. Allah Rasûlü, Ashâbının terbiyesini
hiçbir an bile ihmal etmemişti. Hatta ölüm döşeğinde bile.
Vasiyetnâme Yazdırmak Arzusu
Rasûlü Ekrem, hastalığı ağırlaştığı zaman bir şey yazdırmak düşüncesiyle
kâlem kağıt istedi. Ne yapacağını anlamadıkları için; "Acaba hastalığın
te'siri ile mi yapıyor" diye konuşanlar oldu. Hastalığı hâlinde O'nu
rahatsız etmeyelim dediler. Bunun üzerine yazdırmak istediği yazılmadan kaldı.
Acaba ne yazdıracaktı?
Üstazlarımızın beyânı odur ki;
-"Men kâle lâ İlâhe İllallâh Muhammed-ün
Rasûlüllâh, hâlisan ve muhlisan dehâle'l-Cenneh (Her kim ki hâlisan ve muhlisan
lâ İlâhe İllallâh Muhammed-ün Rasûlüllâh, derse Cennete dâhil olur"
yazdıracaktı. Çünkü daha evvel Kelime-i Tevhid'den konuşmuştu.
Mübârek Ağzından En Son İşitilen Söz
Kâinât'ın Yüce Efendisi, hicretin onbirinci senesi, Rebîulevvel ayının
12. Pazartesi günü duhâ (kuşluk) vaktinde, dünyâ âleminden âhiret âlemine
intikal etti (8 Haziran 632). Mübârek ağzından en son işitilen söz;
-"Refîki A'lâ'ya, Refîki A'lâ'ya! (En büyük dosta, En büyük
dosta)" demek oldu.[714]
Melekler selâmlayıp sevinmeğe, mü'minler de ağlayıp üzülmeğe başladılar.
Memâtın da hayâtın gibi temiz ve pâk Yâ Rasûlallâh.
Sonsuz salât ve selâm; Peygamber Efendimiz'e, O'nun Ehl-i Beyt'ine ve
bütün Ashâbı'na olsun. ( Â m î n )
Son Vazifenin Îfâsı
Ashâbı Kirâm, acı haberi gözyaşları içinde öğrendiler. Medîne-i
Münevvere'yi mâtem havası kapladı. Bâzıları buna inanmak istemiyordu.
Hz.Ömer, hüznünün şiddet ve dehşetinden ölüm haberini kabul edemedi.
Peygamber Efendimiz'e bağlılığından gelen heyecan içerisinde kılıncını çekerek;
"Her kim Muhammed (as) öldü derse boynunu uçururum." diye feryad
ediyordu.
Nihâyet, vakûr hâliyle Hz.Ebû Bekir (ra) geldi. Peygamber Efendimiz,
Hz.Âişe'nin odasında örtülü halde duruyordu. Diz çöktü. Öperek ağlamağa
başladı. Tekrar alnından öperek;
-"Vallâhi Rasûlüllah vefât etmiştir. 'İnnâ Lillâhi
ve innâ ileyhi râciûn'" dedi ve şöyle buyurdu:
-"Bu büyük insanı, nefsimi elinde bulunduran Allah vefât ettirdi.
Salât ve selâm üzerine olsun Ey Allâh'ın Rasûlü! memâtında da, hayâtında da ne
kadar güzelsin."[715]
Hz.Ebû Bekir (ra) göz yaşlarını silerek mescide gitti. Halk mescidde
toplanmış, fakat durumları şaşkın, karışık bir havayı ifâde ediyordu.
Ashâbı Kirâm, Hz.Ebû Bekr'i görünce toplandılar. Fakat Hz.Ömer, hâlâ
tehditten vazgeçmemişti.
Hz.Ömer'e yaklaştı. Şöyle hitâb etti;
-"Sakin ol Yâ Ömer".
Daha sonra Allâh'a hamd etti, Rasûlünü övdü ve şöyle konuşmağa başladı:
-"Ey insanlar, kim Muhammed (as)'e tapıyorsa bilsin ki Muhammed (as)
ölmüştür. Kim de Allâh'a ibâdet ediyorsa, bilsin ki Allâhü Teâlâ diridir,
ebedîdir".
Daha sonra Âli İmran Sûresi'nin 144. âyetini okudu.
وَمَا
مُحَمَّدٌ
اِلَّا
رَسُولٌ قَدْ
خَلَتْ مِنْ
قَبْلِهِ
الرُّسُلُ
اَفَائِنْ
مَاتَ اَوْ
قُتِلَ
انْقَلَبْتُمْ
عَلى
اَعْقَابِكُمْ
وَمَنْ
يَنْقَلِبْ
عَلى
عَقِبَيْهِ
فَلَنْ
يَضُرَّ
اللّهَ شَيًْا
وَسَيَجْزِى
اللّهُ
الشَّاكِرينَ
Âyet-i Kerîme: "(Size
hakikî ve ebedî bir rehber olan) Muhammed, ancak bir Peygamberdir. Ondan önce
de birçok Rasûller geçti. O, eğer ölse veya öldürülse, (Siz, Nûru bırakıp
zûlmete) ökçelerinizin üzerine, gerisin geriye dönü mü vereceksiniz? Kim ki iki
ökçesinin üzerine geri dönerse, bilsin ki Allâh'a hiçbir şeyle zarar vermez.
(Dönüş, dönenin kendi aleyhinedir.) Allah, ahdinde durup, sebat ve şükredenleri
mükâfatlandıracaktır."
Bu sırada, Ashâbdan bir kısmı toplanarak Müslümanlara seçilecek reisi,
halîfe (emir) mes'elesini müzâkere etmeğe başladılar. Müzâkere ve müşâvereler
neticesinde, Hz.Ebû Bekir (ra) halîfe, emir seçildi.
Hz.Peygamberimiz, hastalığında, imâmete Hz.Ebû Bekr'i tâyin etmişti. Bu
da, onun halîfeliğine, emirliğine işâret oluyordu.
Hz.Ömer;
-"Ver elini." dedi ve O'na ilk bîat eden oldu.
Bunu diğer Ashab tâkip etti, hepsi bîat etti. Mes'ele hallolundu.
Müslümanlar, başlarına Hz.Ebû Bekr (ra)'ı hâlife seçtikten sonra
Peygamber Efendimiz'i, O'na en yakın olan Hz.Ali yıkadı. O'na amcası Abbas ve
oğlu Fadıl, Üsâme bîn-i Zeyd, kölesi Şükran yardım etti. Daha sonra pamukdan üç
beyaz beze kefenlediler.
Peygamber Efendimiz'in cenâze namazını önce melekler kıldılar. Sonra da
sırasıyla Ehl-i Beyt'in erkekleri, kadınları ve çocukları kıldılar. Diğer
mü'min erkekler, kadınlar ve çocuklar da takım takım gelerek yalnız başlarına
namâzı kıldılar. Cenâze namâzının bu şekil kılınması Peygamber Efendimiz'in
vasiyyeti idi.
Hz.Ali de;
-"İmamsız, yalnız başına cenâze namâzı kılınır mı, diye şüphe
edilmesin. Allâh'ın Rasûlü, hem hayâtında, hem de vefâtında sizin imâmınızdır"[716]
buyurdu.
Techîzi bitip, namaz kılındıktan sonra, nereye defnedileceği müzâkere
edildi. Bâzıları Mekke'ye, bâzıları Mescidine, bâzıları Bakî-ul Garkad
kabristanlığına, Ashâbının yanına, bâzıları da Peygamberlerin makâmı olan
Kudüs'e defnedilmesini ileri sürdüler. Hz.Ebû Bekir;
-"Peygamberler öldükleri yere defn olunurlar"[717]
Hadîs-i Şerif'ini beyân edince, ihtilaf ortadan kalktı ve Hz.Âişe'nin odasına
defnedildi.
Rasûlü Ekrem Hazretlerinin bu mubarek kabrini kazan şahıs, Ensârdan Ebû
Tâlhâ Hazretleridir. Buraya «Ravza-i Mutahhare»
denir.
En Güzel Sonuç
Peygamber Efendimiz vefât etti. Fakat, Müslümanlara öyle sağlam şeyler
bıraktı ki, bunlara sarıldıkları müddetce hiçbir şey kendilerine zarar
veremeyecektir. Onlar da, hiçbir yönden bâtılın gelemeyeceği başta "Allah Kelâmı, Kur'ân-ı Kerim"
ve sünneti seniyyedir.
Ayrıca, "Ashâbı Kirâm'ı"
bıraktı ki Onlar dîni açıkladılar. Zûlmü kaldırıp adâleti yerleştirmek üzere
beldeler fethettiler, dünyâ üzerine İslam güneşini doğdurdular. Böylece
Allâh'ın Nûru tamamlandı ve O'nun vaâdi tahakkuk etti.
Eshab'da Rasûlüllah Sevgisi
Târih, Ashâbı Kirâm'ın Peygamber sevgisi gibi bir sevgi kaydetmemiştir.
Şu hâdiseler bunu te'yid eder:
Mekkeliler İslam oldukları için Zeyd bîni Disne ve Habib bîni Adiyy'i
öldürmek istemişlerdi. Zeyd (ra) tam öldürüleceği zaman Ebû Süfyan, O'na şöyle
hitâb etti:
-"Şimdi senin yerinde Muhammed (as)'ın olmasını ister misin? Onun
boynu vurulsun. Sen de âilenin yanına git!"
Zeyd şöyle cevap verdi:
"Ben,
âilemin yanında otururken, Allah Rasûlü'nün ayağına bir dikenin bile batmasına
razı olmam".
Ebû Süfyan şöyle dedi:
-"İnsanlardan Muhammed (as)'ın Eshâbı gibi Muhammed (as)'ı seven bir
kavim görmedim."
Habib bîn-i Adiyy ise, öldürülürken şu şiiri okudu:
"Madem ki Müslüman olarak öldürülüyorum, o halde ölüme hiç önem
vermem. Benim mücâdelem, ne yönde olursa olsun, ancak Allah içindir. Eğer,
Allah dilerse parçalanan her uzvu mübârek kılar."
İbni İshak'ın bildirdiğine göre; Ansar'dan bir kadın Uhut harbinde
kocasını, babasını, kardeşlerini kaybeder. Yâni hepsi şehid olurlar. Bu durum
kendisine duyurulunca, şöyle sorar:
"Allah Rasûlü nasıldır?".
Ashab derler ki:
-"Allah Rasûlü sıhhattedir."
"Bana gösterin, O'nu göreyim." dedi ve nihâyet gördü.
O'nun hayatta olduğunu görünce tatmin oldu ve şöyle dedi:
-"Bütün musîbetler, O hayatta olduğu için küçük sayılır."
Rasûlüllah'ın Sevban adında bir hizmetçisi vardı. Allah Rasûlü'nü o kadar
çok severdi ki O'na hiç sabredemezdi. Yâni, O'nsuz hiç yaşayamazdı.
Bir gün, Rasûlüllah'a hüzün içinde, çok üzgün bir halde geldi. Rasûlüllah
O'na hâlini sordu.
Sevban şöyle cevap verdi:
-"Ey Allâh'ın Rasûlü! Hiçbir yerim ağrımıyor, yalnız sizi birkaç
gündür göremedim. Size karşı içim doldu. Sizi çok özledim. Âhirette sizin
yerinizin, ûlvi bir yer olması hasebiyle, orada sizden uzak kalacağımdan
korktum. Ayrılık korkusu beni bu hâle düşürdü"
Bu esnâda, Allâhü Teâlâ şu âyeti indirdi:
وَمَنْ
يُطِعِ
اللّهَ
وَالرَّسُولَ
فَاُولئِكَ
مَعَ
الَّذينَ
اَنْعَمَ
اللّهُ عَلَيْهِمْ
مِنَ
النَّبِيّنَ
وَالصِّدّيقينَ
وَالشُّهَدَاءِ
وَالصَّالِحينَ
وَحَسُنَ
اُولئِكَ
رَفيقًا
“Kim Allah'a
ve Resûl'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu
peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne
güzel arkadaştır!”[718]
Bu Âyeti Kerîme gelince kederi gitti ve sıhhati eski hâline döndü.
Hz.Bilâl'ın ölümü yaklaşınca âilesi ve çocukları çok üzülüyorlardı ve
üzüntülerini "Ne büyük felâket"
diye açıklıyorlardı. Halbûki, Hz.Bilâl ise şöyle diyordu:
-"Ne güzel lûtuf. Yarın, Allâh'ın sevgilisi Muhammed (as) ve O'nun
Ashâbıyla beraber olacağım."
İmânın tatlılığı ve muhabbetin önemi hakkında Fahri Kâinât Efendimiz
şöyle buyuruyorlar:
-"Üç şey kimde bulunursa, îmânın tadını tam olarak alır;
-Allah ve O'nun Rasûlü'nü herşeyden daha fazla sevmek,
-İnsanları ancak Allah için sevmek,
-Cehenneme girmeği kötü gördüğü gibi küfre dönmeği de öyle kötü
görmek."[719]
36-Peygamber (a.s)'ın
Vefatından Sonraki Bazı Olaylar
Hâtemü'l-Enbiyâ
Efendimizin (a.s) pâk ruhları artık a'lâyı illiyyine (en yüksek makama) yükselmişti.
Ezvâc-ı Tahirat üzerine bir örtü örttüler ve feryada başladılar. O sırada
annesi tarafından Hz. Resûlullahın son anlarını yaşadığını haber alan Hz. Üsâme
hareket etmeyip ordusuyla Mescid-i Şerife gitmişti. Hâne-i Saadette feryad ve
figanın yükseldiğini duyan Ashab, kalblerinden vurulmuşa döndüler. sanki gök
kubbe bir anda yıkılmış gibiydi. Herkesin nutku tutulmuş, gözler damla damla
keder ve hüzün akıtıyordu. Cesaret ve adalet timsali Hz. Ömer bile kendisini bu
dehşetli ânın tesirinden kurtaramadı; hattâ herkesten daha çok dehşete
kapılarak şöyle bağırdı:
-"Resûlullah
ölmemiştir ve sağdır. Ona sadece Hz. Musa'ya ârız olan saika gibi bir saika
arız olmuştur. Kim Muhammed öldü derse onu kılıcımla iki parça ederim."[720]
Halkı
teskin eden Sıddık-ı Ekber
Hz.
Ebû Bekir o sırada Sünh Mahallesindeki evinde bulunuyordu. Yürekleri dağlayan
haberi kendisine ulaştırdılar. Gönlünün bir parçasının âdeta koptuğunu fark
eden Hz. Ebû Bekir sür'atle Hâne-i Saadete girdi. Dehşet ve hayret içinde
Fahr-i Kâinatın mübârek yüzlerini örten örtüyü kaldırdı. Yüzü tecessüm etmiş
bir nurdu. Eğildi, tazim ve hürmetle pâk ve nurlu alınlarından üç kere öptü.
Akan gözyaşları arasında dilinden dökülen kelimeler şunlar oldu:
-"Ölümün
de hayatın gibi temiz ve lâtif, yâ Resûlallah!" Sonra da Ehl-i Beyte
teselli verdi.
Hz.
Ebû Bekir ile Hz. Ömer
Hz.
Ebû Bekir, Hâne-i Saadetten çıktıktan sonra Mescid-i Şerife vardı.
Hz.
Ömer'in,
-"Resûlullah
vefât etmedi" sözlerini duymuştu.
Bunun
üzerine şöyle konuştu:
-"Kim
ki Muhammed'e (a.s) tapıyorsa, bilsin ki, Muhammed (a.s) ölmüştür. Kim ki
Allah'a ibadet ve kulluk ediyorsa bilsin ki, Allah Hayy'dır, ölümsüzdür."[721]
Sonra da şu âyet-i kerimeyi okudu:
وَمَا
مُحَمَّدٌ
اِلَّا
رَسُولٌ قَدْ
خَلَتْ مِنْ
قَبْلِهِ
الرُّسُلُ
اَفَائِنْ
مَاتَ اَوْ قُتِلَ
انْقَلَبْتُمْ
عَلى
اَعْقَابِكُمْ
وَمَنْ
يَنْقَلِبْ
عَلى
عَقِبَيْهِ
فَلَنْ يَضُرَّ
اللّهَ
شَيًْا
وَسَيَجْزِى
اللّهُ
الشَّاكِرينَ
“Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de
peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye
(eski dininize) mi döneceksiniz? Kim (böyle) geri dönerse, Allah'a hiçbir
şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır.”[722]
Bu
âyet-i kerime, Uhud Muharebesinde, "Muhammed öldürüldü"
şâyiası üzerine nazil olmuştu. Ashab; onu belki yüzlerce, binlerce defa okumuş
oldukları halde, o andaki teessür sebebiyle bir anda unutuvermişlerdi sanki!
İşte, yalnız metanetini muhafaza eden Hz. Ebû Bekir bunu unutmamış ve Ashaba
hatırlatmakla en büyük hizmeti ve vazifeyi ifâ etmiş oluyordu.[723]
Bu
hitabe ve bu âyet-i kerimeyi hatırlamaları üzerine Sahabîler kendilerine
geldiler. Bir anda toparlandılar ve şaşkınlıklarını üzerlerinden attılar. Daha
sonra Hz. Ebû Bekir şu meâldeki âyet-i kerimeyi okudu.
اِنَّكَ
مَيِّتٌ
وَاِنَّهُمْ
مَيِّتُونَ
"Muhakkak
ki sen de öleceksin onlar da ölecekler."[724]
Metanetini
yitirmeyen Hz. Ebû Bekir bu hitabesiyle o zamanki İslâm cemaatına büyük bir
hizmet ifâ etmiş oluyordu. Ashabı Güzîn artık Kâinatın Efendisinin bu dünyadan
göçmüş olduğunu anlayıp kabul ettikleri gibi, Hz. Ömer de;
-"Resûlullah
ölmemiştir" sözünü söylemekten vazgeçerek kendine geldi.
Evet, Medine, Medine olalı beri, Kâinatın Efendisinin kendisine teşrifi ile
duyduğu sevinç kadar hiç bir sevinç duymamıştı. Şimdi ise aynı Medine en büyük
hüzün ve keder ânını yaşıyordu. Âdeta semâlarını hüzün ve kederden bir kara
bulut kaplamıştı.
Hz.
Ebû Bekir'in Halife Seçilmesi
Resûl-i
Kibriyâ Efendimizin vefatıyla Medine mateme bürünmüştü. Gözlerden gözyaşı,
gönüllerden tahassür, keder ve elem akıyordu. Ancak, bununla hiç bir iş
hallolmazdı. Müslümanların işlerini görecek, İslâmın hükümlerini tatbik edecek,
Resûl-i Ekrem Efendimize halife olacak bir devlet başkanının seçilmesi
gerekliydi. Bunun için derhal teşebbüse geçildi. O sırada, bu yüksek makama
herkesten en lâyık ve ehliyetli olan Sıddık-ı Ekber Hz. Ebû Bekir'di. Zira,
Ashab-ı Kiramın en yüksek tabakası en evvel Mekke'de îmân eden seçkin
Sahabilerdi. Onların da en efdali Hz. Ebû Bekir idi.
Gerçi,
Hz. Abbas ve Hz. Ali, akrabalık cihetiyle herkesten ziyade Resûl-i Ekrem
Efendimize yakın idiler. Fakat, Nebiy-yi Muhterem Efendimiz, yâr-ı gârı olan
Hz. Ebû Bekir'i Ashabının hepsinden üstün tutardı. Vefatını netice veren
hastalığında da bunu göstermişti. Mescid-i Şerife açılan kapıların hepsini
kapattırdığı halde, Hz. Ebû Bekir'inkini açık bıraktırmıştı. Ebediyyet âlemine
göç etmesine üç gün kala imamlık vazifesini yine ona devretmiş, İslâmın temel
şartlarının en mühimi olan namazda onu bütün Müslümanların önüne geçirmişti.Bu
sebeple Hz. Resûlullahtan sonra, halifeliğe en lâyık o idi. Nitekim netice de
öyle oldu. Resûl-i Ekrem Efendimizin ebediyyet âlemine irtihal buyurdukları
Pazartesi günü öğleden sonra akşama kadar yapılan uzun konuşma, görüşme ve
müzakerelerden sonra Hz. Ebû Bekir Hz. Resûlullahın halifesi seçildi ve ona
bîat edildi.
Hz.
Ebû Bekir'e Umumî Biât
Rebiülevvel
ayının on üçü, Salı günü. Hz. Ebû Bekir, Mescid-i Nebevîye geldi. Minbere çıkıp
oturdu. Henüz konuşmaya başlamadan önce, Hz. Ömer ayağa kalktı. Allah'a hamd ve
şükürde bulunduktan sonra, Müslümanlara,
-"Allah,
halifeliği sizin hayırlınız, Resûlullahın (a.s) yâr-ı gârı olan zâta nasip
etti. Kalkınız, ona bîat ediniz!" Mescid-i Şerifte bulunan Müslümanlar
kalkıp Hz. Ebû Bekir'e umumî bîat yaptılar.[725]
Bîat işi bitince Hz. Ebû Bekir, Allah'a hamd ve şükür ettikten sonra şöyle
konuştu:
-"Ey
insanlar! Ben, üzerinize vâli ve emir oldum. Halbuki, sizin en hayırlınız
değilim. Eğer iyilik edersem bana yardım ediniz. Fenalık yaparsam bana doğru
yolu gösteriniz!" Doğruluk emânettir. Yalancılık hiyânettir. İnşaallah,
içinizdeki en zayıfınız kendisinin hakkını alıncaya kadar, yanımda en güçlünüz
olacaktır! İnşallah, içinizde en güçlünüz de, üzerine geçirdiği hakkı
kendisinden alıncaya kadar benim yanımda en zayıfınız olacaktır.
-"Ey
insanlar! Allah yolunda cihadı terk etmeyin! Bilin ki, cihadı terk eden kavim
zelil olur. Ben, Allah ve Resûlüne itâat ettikçe, siz de bana itâat ediniz.
Ben, Allah ve Resûlüne âsi olursam, sizin de bana itâatınız lâzım gelmez.
"Kendim ve sizin için Allah'tan af ve mağfiret dilerim!"[726]
Peygamber
Efendimizin Yıkanması ve Kefene Sarılması
Rebiülevvel
ayının on ikisi Pazartesi günü, Müslümanlar öğleden sonra akşama kadar işlerini
yürütecek bir halifenin seçimi ile meşgul olduklarından, Peygamberimizin
yıkanması, techiz ve defni Salı gününe kaldı. O gün, Hz. Ebû Bekir'e Mescid-i
Nebevîden umumî bîat yapıldıktan sonra bu işlere başlandı. Resûl-i Kibriyâ
Efendimizin Hücre-i Saadetlerinde yıkama işiyle meşgul olmak için Hz. Ali, Hz.
Abbas, Fadl bin Abbas, Kusem bin Abbas, Üsâme bin Zeyd ve Peygamberimizin
azadlısı Şükrân (Salih) bulunuyordu.[727]
Bu arada Ensarı Kiram da bu ulvî hizmette bulunmak istiyordu. Bu husustaki
arzularını izhar ettiler. Onları temsilen de Hz. Ali, Evs bin Havlî'yi içeri
aldı.[728]
Yıkama işini Hz. Ali yaptı. Zirâ, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz sağlığında ona,
"Vefât ettiğim zaman beni, sen yıka" diye vasiyyet etmişlerdi.[729]
Evs
bin Havlî testi ile su taşıyor, Hz. Abbas ile Üsâme ve Şükrân, Peygamberimizin
üzerine su döküyorlardı. Hz. Ali de eline sarmış olduğu bez ile gömlek
üzerinden oğuşturarak Peygamberimizi yıkıyordu. Mübarek cesedleri son derece
temizdi, mis gibi kokuyordu. Hücre-i Saadetin içini, o âna kadar görülmemiş bir
güzel koku kaplamıştı. Peygamber Efendimizde, ölülerde görüle gelen şeylerden
hiç birinden eser yoktu. Hz. Ali yıkarken,
-"Anam
babam sana fedâ olsun! Hayatında da, vefâtında da temizsin, güzelsin, yâ
Resûlallah!"[730]
diyordu. Yıkama işi bittikten sonra Hâtemü'l-Enbiyâ Efendimiz, yine Hz. Ali,
Hz. Abbas, Fadl bin Abbas ve Şükran tarafından kefene sarıldı.[731]
Peygamberimizin
Üzerine Namaz Kılınması
Rebiülevvel
ayının on üçü, Salı günü öğleye doğru Resûl-i Kibriyâ Efendimizin yıkanma ve
kefene sarılma işi tamamlandı. Hücre-i Saadetinde sedirinin üzerine konuldu.
Bundan sonra Hâne-i Saadetlerinin kapısını açtılar. Önce melekler, sonra
erkekler, sonra kadınlar, daha sonra da çocuklar Fahr-i Alem Efendimize karşı
bu son vazifelerini huşû ve hüzün içinde ifâ ettiler.
Resûl-i
Ekrem'in Defni
Resûl-i
Ekremin nereye defnedileceği hususu görüşüldü. Bir kısmı, Mekke'ye
götürülmesini, diğer bir kısmı Medine'de ve Bakî mezarlığına, bazıları ise
Mescidin içine defnedilmesini teklif etti.[732]
Fakat, Hz. Ebû Bekir imdada yetişerek şöyle dedi:
-"Ben,
Resûlullahtan şu sözü işitmiştim ve hâlâ unutmamışımdır: 'Cenab-ı Hak, her
peygamberin ruhunu o peygamberin defnolunmak
istediği yerde alır. Dolayısıyla, Resûlullahı istirahat döşeğinin bulunduğu
yere defnetmeliyiz!"[733]
Bu
teklif Ashab-ı Kiram tarafından benimsendi. Böylece Resûl-i Kibriyâ
Efendimizin, Hz. Âişe'nin evinde yattığı döşeğin altının kabir olarak kazılması
kararlaştırıldı. Bundan sonra döşek kaldırılarak altı lahd tarzında kazıldı.
Hz. Bilâl'in Müslümanları Ağlatması
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz henüz
defnedilmemişti. Bu sırada Hz. Bilâl, hüzün ve hasret akıtan yanık sesiyle ezan
okudu.
-"Eşhedü Enne
Muhammede'r-Resûlullah" dediği zaman, Ashab-ı
Kiram hüngür hüngür ağlamaya başladı. Mescid-i Nebevî, ağlama sesleriyle
çalkalandı.Bu, Hz. Bilâl'in son ezânı oldu. Resûl-i Kibriyâ Hazretleri
defnedildikten sonra artık ezan okumadı.
Peygamberimizin Kabre Konması
Çarşamba gecesinin geç vakitleri idi.
Nihâyet, gönül ve gözyaşları arasında Server-i Kâinatın mübarek na'şını kabrine
tevdi ettiler.Bu büyük, eşsiz ve benzersiz hayatın safhalarını gücümüzün
yettiği kadar anlatmaya çalışıp burada bitirirken şöyle duâ ediyoruz: Allah'ım!
Bizi dünyada Resûlünün sünnetinden ayırma! Ahirette ise şefaatından mahrum
kılma! Âmin... Âmin... Âmin...
Medine Dönemi: İnsanlığın,
cehaletin, şirkin ve putperestliğin karanlığından ilâhi gerçeklerin aydınlığına
kavuşup, ebedî kurtuluşa erebilmesi için gönderilen son din olan İslâm'ın örnek
bir topluluk tarafından nasıl yaşanacağının ortaya konduğu ve insanı insana
köle olmaktan kurtaran, bunu bütün insanlığı kucaklayacak şekilde hakim
kılmanın bir vasıtası olan İslâm'ın devlet sisteminin kurulduğu Medine'ye
hicretle başlayıp, Resulullah (as)'ın ölümüne dek süren on senelik tebliğ ve
cihat dönemi.
İslâm, Resulullah (a.s)'ın yirmi üç yıllık bir tevhid mücadelesi sonucunda
tamamlanmış, kemale ermiştir. Bu tebliğin, ilk ayetin vahyoluşundan
Resulullah'ın Medine'ye hicretine kadar olan on üç senelik bölümü Mekke Dönemi
olarak adlandırılır. Mekke Dönemi, müslümanların takibata uğradığı, her türlü
eziyet ve işkencenin onlara acımasızca reva görüldüğü bir dönemdir. Allah
Teâlâ, mustaz'aflardan oluşan bu ilk inananlar topluluğunu insan tahammülünün
ötesinde zorluklarla imtihan ediyor, kurulacak İslâm devletinin sarsılmaz temel
taşları olmaları için ruhî bir hazırlık safhasından geçiriyordu. Bu insanlar
aynı zamanda kıyamete kadar gelecek müslüman nesillere, tağutların yıldırma ve
her türlü işkencelerine karşı nasıl tahammül etmeleri gerektiğinin örneklerini
veriyorlardı.
Mekkeli müşrikler, inananları susturmak için bütün yolları denemiş, ancak
uyguladıkları zalimce yöntemler neticesinde, iman edenlerin dinlerinden
vazgeçeceklerini umdukları halde, onların imanlarında daha da
sağlamlaştıklarını ve kendilerine karşı koymada dirençlerinden hiç bir şey
kaybetmediklerini görmüşlerdi. Bu, onların tamamen sertleşmelerine ve
Müslümanların Mekke'de yaşamalarını imkânsız kılacak kararlar almalarına sebep
olmuştu.
Bir zaman sonra boykot edilen ve görüldükleri her yerde saldırıya uğrayan
Müslümanlar için Mekke'de barınma imkânları tamamen ortadan kalkmıştı. Bu
insanlar, sırf Rabbimiz Allah'tır dedikleri ve onların taptıkları saçma
ilâhlarına tapınmayı reddettikleri için bütün bu zulümlere muhatap oluyorlardı.
Peygambere tabi olan ve müslümanca yaşamak için her şeyini feda etmeye hazır bu
insanlar imanlarından dolayı zulüm görmeyeceklerini bildikleri Habeşistan gibi
uzak ve yabancı bir diyara hicret etmek zorunda kalmışlardı. Ancak bu hicret
Mekke'de dayanılmaz baskılardan bunalan Müslümanların bir an olsun
rahatlayabilmeleri için, geçici bir çözüm olarak düşünülmüştür.
Bu arada kendisine iman etmediği halde Resulullah (as)'ın müşrik
zorbaların bütün saldırılarına karşı korumayı, her türlü zorlama ve tehditlere
rağmen sürdüren amcası Ebu Talib vefat edince onun yerine Haşimoğullarının
başına İslâm'a karşı en acımasız kimselerden biri olan Ebu Leheb geçmişti.
Artık Resulullah için Mekke yaşanmaz bir hale gelmişti. O, Mekke'de ilâhî
merhamete karşı, kalpleri mühürlenmiş müşriklerin her gün değişik türde
saldırılarına maruz kalıyordu. Bunun üzerine o, kendisinin tebliğine kulak
verebilecek başka topluluklara yönelmek zaruretini hissetmişti. Bunun için ilk
önce Taif'e gitmiş, ancak orada kimseye birşey dinletemediği gibi, taşa
tutulmuştu. O, Mekke'den ayrıldığı zaman Ebu Leheb onu "toplum dışı" ilân ederek tekrar
Mekke'ye dönmesini de engellemek istemişti. Bu durumda birilerinin ona eman
hakkı tanıması gerekiyordu ki, Mekke'ye girebilsin. Kendisini himayesi altına
almak için müracat ettiği üçüncü kimse olan Mut'im İbn Adiyy bu isteğini kabul
etmiş ve tekrar Mekke'ye geri dönebilmişti. Tevhidî gerçekleri tebliğ görevine
başlamasından sonra çektiği onca ızdırablara ve her geçen gün sistematik bir
şekilde zorlaşan güçlüklere ve kavminin azgınlıklarına rağmen o, Allah'ın
kelimesini yüceltmek için yılmadan ve hiç bir tehlikeden korkmadan sarsılmaz
bir kararlılıkla mücadelesini sürdürmüştür.
Resulullah (as), tevhid akidesini insanlara tebliğ etmede; Mekke
panayırlarına ticaret ve cahilî âdetler üzere haccetmek için gelen yabancıları
hedef almaya yöneldi.
Onlara Allah Tealâ'nın kendisine vadettiği gerçekleri bildirerek,
kendisine sahip çıkmalarını istiyordu. Resulullah onlara şöyle diyordu:
-"Beni himayeniz altına alın ve benim sözlerimi dinleyin; görürsünüz
ki, İran ve Bizans İmparatorluklarının sahip ve efendileri sizler
olursunuz." Ancak o, girdiği onbeş çadırdan da red cevabı alarak
kovulmuştu. Neticede Allah Tealâ'nın takdir ettiği ve hidayetine lâyık gördüğü
bir grubu Akabe mevkiinde İslâm'a davet ettiğinde, onlar hiç tereddüt
göstermeden iman etmişlerdi. Altı kişilik bu küçük topluluk, Medine'de sürekli
mücadele halinde olan iki rakip kabileden Hazrec kabilesine mensup kimselerden
oluşuyordu. Bu altı kişi memleketlerine döndüklerinde, büyük bir heyecanla iman
ettikleri yeni tevhidî dinlerini diğer insanlara anlatmaya koyulmuşlardır. Bir
sonraki yıl yine Akabe mevkiinde Resulullahla buluşan on iki Medineli'den onu
Hazrecli ve ikisi de Evs kabilesindendi. İşte bu buluşmadadır ki, Medine
döneminin temellerini oluşturan ve tarihe birinci Akabe bey'atı olarak geçen
bey'at gerçekleşmişti.
Resulullah (as), onlara dinin bir takım temel prensiplerini bildirmiş ve
bunlara uymaları konusunda onlardan kesin söz almıştı. Resulullah (as), İslâm'ı
öğretmek için Mus'ab b. Umeyr'i onlara hoca tayin ederek Medine'ye göndermişti.
Bir yıl sonra Mus'ab, Resulullah'a sunduğu raporunda Medine'de İslâm'ın
konuşulmadığı bir evin kalmadığını bildiriyordu.
Birinci Akabe Bey'atin'den bir yıl sonra, yine aynı mevkide bu sefer,
ikisi kadın yetmiş üç kişiden oluşan Medineli müslümanlarla buluşmuş ve İkinci
Akabe Bey'ati olarak adlandırılan bey'at gerçekleştirilmişti. Bu bey'atla
Resulullah Medinelilere, Medine'ye hicret etmek istediğini bildirmiş ve
kendisini bütün düşmanlarına karşı koruyacaklarına ve emrinden
ayrılmayacaklarına dair kesin söz vermelerini istemişti. Medineli müslümanlar,
Resulullah (as)'ın savaşta ve barışta, her türlü tehlike ve tehditlere karşı
koruyacaklarına dair söz vermişlerdi.
Resulullah (as), Medine'de oluşan İslâm cemaatini teşkilatlandırmak
maksadıyla her sop için bir başkan seçmiş ve bunların hepsine birden, Es'ad İbn
Zürâre'yi başkan tayin etmişti.
Bu bey'attan sonra Resulullah (as)'a Medine'ye hicret emri verildi.[734]
Bunun üzerine Mekke'de bulunan müslümanlar küçük gruplar halinde Medine'ye
gitmeye başladı. Kısa zaman sonra Mekke'de, yakınları tarafından engellenen
kimseler ve Resulullah (a.s), Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ali'den başka kimse
kalmamıştı. İslam'ın bu şekilde Mekke dışına taşması, Mekke şehir devletini
idare edenleri tedirgin etmişti. Çünkü onlar, Resulullah (as)'ın Medine'de
meydana getireceği gücün ileride kendi müşrik yönetimlerine son verecek bir
duruma gelmesinden korkuyorlardı. Zaten Hicret, Müslümanlar için bir kaçış
değildir. Zira onlar Allah'tan başka korkulacak bir gücün varlığına inanmıyorlardı.
Onlar, Allah ve Resulünün emrettiklerine uyarak dinleri uğruna her şeylerini
feda etmişlerdi. Bu hicret, Allah Teâlâ'nın tespit etmiş olduğu bir hareket
stratejisinin uygulanmaya konmasından başka bir şey değildir.
Tehlikenin boyutlarını kavrayan Mekke müşrikleri, önemli kararlarını
almak için toplandıkları bir meclis olan Darü'n-Nedve'de bir araya gelerek
Resulullah'ı öldürme kararı almışlardı. Ancak onlar, Allah Tealâ'nın Resulünü
korumakta olduğundan habersizdiler. Onların kurduğu komplo hiç bir işe
yaramamış, Resulullah (as), Hz. Ebu Bekir (r.a) ile yaptığı tehlikeli bir
yolculuktan sonra Medine'ye ulaşmıştı. O, ilk önce Medine'nin girişinde Kuba
köyünde konaklamış ve burada bir mescit inşa etmişti.
Kuba'da birkaç gün dinlendikten sonra Medine'ye hareket eden Resulullah
(as)'ı Medineli müslümanlar büyük bir coşku içerisinde karşılamış ve herkes,
onu evinde konaklama şerefine nail olmak için yarışa girmişlerdi. O, başını boş
bıraktığı devesinin çöktüğü boş arsaya en yakın olan Ebu Eyyub el-Ensarî'nin
evine yerleşmişti.
Resülullah (as)'ın Kübaya ulaşmasıyla İslâm vahyinin Mekke dönemi olarak
adlandırılan ve kendine has bir özelliği olan dönemi kapanıyor ve İslâm'ı
insanlara ulaştırıp, onların müşrik zorbaların tahakkümünden ve şirkin
karanlığından kurtarmak için kuvvetin teşkilatlandırılıp, devlet şekline
sokulmasıyla birlikte Resulullah (as)'ın vefatına kadar on sene sürecek olan
yeni bir dönem başlıyordu.
Resulullah (as)'ın ilk işi devesinin çöktüğü arsayı sahiplerinden satın
alarak buraya bir mescit inşa etmek olmuştur. Mescid-i Nebî adı ile anılan bu
mekânın İslâm devletinin oluşumu ve yönetilmesinde gördüğü fonksiyon oldukça
büyüktür.
Resulullah (as), Medine'ye hicret ettiği zaman, burada Mekke'deki gibi
bir devlet yoktu. İki büyük Arap kabilesi olan Evs ve Hazrec'den başka,
varlıklarını bu kabileleri birbirine karşı çatıştırarak sürdüren Benu Kaynuka,
Benu Nadr ve Benu Kureyza adlarında üç Yahudi kabilesi bulunmaktaydı. Ayrıca bu
Yahudi kabileleri arasında da bir birlik yoktu. Bu anarşi ortamı herkesi
bıktırmış olduğu için, bütün kabileler Abdullah İbn Ubeyy'in Medine'de Kral
ilân edilerek bir devlet otoritesinin kurulması yolunda bir karar üzerinde
anlaşmalarını sağlamıştı. Hatta bunun için bir krallık tacının yapılması için
de sipariş bile verilmişti. Ancak henüz devlet teşekkül etmiş değildi. Bu durum
Resulullah'ın işini kolaylaştırıyordu. O, ilk iş olarak, Yahudiler ve diğer
müşrik Araplar da dahil herkesi toplayarak hazırladığı anayasa çerçevesinde bir
devlet kurulmasını sağlama yoluna gitti. Elli iki maddeden oluşan anayasa,
herkesin hak ve sorumluluklarını belirtirken aynı zamanda idarenin
Müslümanların elinde olmasını öngörüyordu.
Medine'de Müslüman nüfus azınlıkta olmasına rağmen, kurulan devlet bir
İslâm devleti niteliğinde olup, bunun tabii başkanı da Resulullah (as)'dır.
Daha önce Medine'de bir devlet yapısının olmayışı, Resulullah (as)'ın İslâm
devletini kurup hiç kimse ile bir çatışmaya girmeden onu istediği gibi
teşkilatlandırmasını kolaylaştırmıştı. Ancak İslâm devletinin kurulmasıyla
krallığı suya düşen Abdullah İbn Ubeyy zahiren iman etmiş gözükerek, Medine
İslâm devletini sabote etmek için var gücüyle çalışıyordu. Münafıkların lideri
konumunda bulunan İbn Ubeyy, Medine dönemi boyunca, müslümanları sıkıntıya
sokan etkili nifak hareketlerinin tezgâhlanmasında oldukça büyük rol
oynamıştır.
Mekke'den her şeylerini terk ederek Allah yolunda hicret eden
muhacirlerin Medine'deki yaşayışlarını kolaylaştırmak ve sosyal hayata adapte
etmek için Resulullah (as), her bir muhaciri bir Ensarla kardeş ilân etmiş ve
bu kardeşlik birbirine mirasçı olmak kadar ileri götürülmüştü. Bu olay tarihe
"Muahat" adıyla geçmiş ve Ensar'ın Allah yolunda, din kardeşleri için
hiç tereddüt etmeden ne kadar büyük fedakârlıklarda bulunduklarını ortaya
koymuştur.
Artık, Mekke'de sadece bir cemaat statüsünde olan müslümanlar Medine'ye
hicretle devletlerini kurmuş, bu da İslâm'ın tebliğ stratejisinde önemli
değişiklikleri beraberinde getirmişti. Mekke döneminde savaş ferdi olaylara
itiraz edilmemekle birlikte genel anlamda yasaklanmıştı. Bu dönemin tabiatı
bunu gerektirdiği için Allah Tealâ, onca işkence ve saldırılara rağmen
müşriklere karşı silahla karşılık verilmesine izin vermemişti.
İkinci Akabe Bey atının peşinden, Ensar'dan Abbas ibn Ubade;
-"Ya Resulullah, izin ver sana eziyet eden müşrikleri kılıçtan
geçirelim" dediğinde Resulullah (as): Henüz bununla emrolunmadık,
arkadaşlarınızın yanına dönün"[735]
buyurmuştu.
Hicretle birlikte, devletin kurulmasından hemen sonra, Allah Teâlâ
inananlara İ'lay-ı Kelimetullah için kıyamete kadar sürecek cihatın kapısını
açıyordu:
=¥í© Ô Û
¤á¡ç¡¤ ã ó¨Ü Ç é¨£ÜÛa £æ¡a ë 6aì¢à¡Ü¢Ã
¤á¢è £ã b¡2 æì¢Ü mb Ô¢í åí© £Ü¡Û
æ¡¢a
"Zulme uğratılarak kendilerine savaş açılan
kimselerin karşı koyup savaşmasına izin verilmiştir. Allah onlara yardım etmeye
elbette kadirdir."[736]
Mekkeli müşrikler, hicretten sonra, kendileri açısından durumun
vahametini anladıkları için Medineliler'den, Resulullah (as)'ı öldürmeleri, en
azından Medine'den sürmelerini istiyorlardı. Bu yapılmadığı takdirde Medine'yi
işgal edecekleri tehditlerini savuruyorlardı. Resulullah (as), Medine'deki
küçük müslüman toplumu teşkilatlandırmaya gayret gösterirken, sınırları tespit
edilmiş ve henüz bir şehir devleti niteliğindeki bölgenin dışında kalan
gayrimüslim kabilelerle ittifak veya saldırmazlık antlaşmaları yaparak dışardan
gelebilecek bir tehlikeyi karşılayacak bir ortam hazırlamaya çalışıyordu. Ancak
burada önemli olan husus, müslümanlar, planlarını savunmaya değil, İslâm
tebliğinin aktif olarak diğer insanlara da ulaştırılması üzerinde yapıldığıdır.
Bunun için askerî gücün kaçınılmazlığı açıktır. Bundan dolayıdır ki Hicret,
sadece Mekkeli müslümanların Medine'ye intikali ile sınırlı tutulmamış, nerede
olursa olsun iman eden herkesin Medine'ye hicreti farz kılınmıştır. Mekke'nin
fethine kadar geçerli kalan bu hüküm, Mekke'nin fethiyle artık gerek kalmadığı
için kaldırılmıştır.
Resulullah (as), siyasî, sosyal ve cihatla alakalı inen ayetleri,
Mescid-i Nebi'de ashabına öğretiyor, ayrıca Mescid-i Nebi'ye eklenen ve İslâm
öğretiminin ilk üniversitesi mahiyetiniz olan Suffa'da yetişmiş ashabın
katılımıyla bu eğitim faaliyetleri bütün müslümanları kapsayacak şekilde yerine
getiriliyordu.
Bu teşkilatlanma ve eğitim çalışmaları yanında İslâm devletinin en önemli
düşmanı olan Mekkeli müşrik güçlere karşı silahlı bir faaliyetin hazırlıkları
da yapılıyordu. Resulullah (as), Hicretten yedi ay sonra, Mekkeli müşriklere
ait ve başında Ebu Cehil'in bulunduğu bir ticaret kervanını vurmak için Hz.
Hamza komutasında otuz kişilik bir birliği Medine'den yola çıkardı. Ancak her
iki tarafın da müttefiği olan Mecdi b. Amr'ın araya girmesiyle, savaş pozisyonu
alan kuvvetler savaşmadan ayrılmışlardı.
Bu olaydan bir ay sonra, altmış kişilik bir kuvveti Ubeyde b. el-Haris
komutasında yine Mekke kervanının yolunu kesmek için göndermişti.
Seniyyetül-Murre mevkiinde karşılaşan kuvvetler arasında yine ciddi bir çatışma
meydana gelmemişti. Bununla birlikte, Mekke müşrikleri ile müslümanlar arasında
tam bir savaş hali yaşanıyordu. Bunun için, bu kervanlara yapılan saldırılar,
basit birer yol kesme hareketi değildi. Müşriklere ait ticaret kervanlarının
İslâm devletinin nüfuz bölgelerinden geçmesi engellenerek, savaş halinde
bulunan güçlerin ekonomilerinin çökertilmesi hedefleniyordu. Ayrıca bu küçük çaplı
askerî operasyonlarla müslümanların savaş yeteneklerinin geliştirilmesi ve
tecrübe kazanmalarını sağlayarak, ilerdeki büyük savaşlar için İslâm ordusunun
alt yapısı oluşturulmaya çalışılıyordu.
Hicrî birinci senenin sonunda Sa'd b. Ebi Vakkas komutan tayin edilerek,
yirmi kişilik bir kuvvetle el-Harrar bölgesine gönderilmişti. Ancak, Mekke
kervanı bir gün önceden burayı terkettiği için yine bir çatışma olmadan
Medineye dönülmüştü.
Hicrî ikinci senenin Şevval ayında, ikiyüz kişilik bir kuvvetle Resulullah
(as)'ın bizzat askerî sefere çıktığı görülmektedir. Bedir yakınlarındaki Vaddan
bölgesine kadar giden Resulullah (as), bu bölgede oturan Benu Damra kabilesi
ile bir saldırmazlık antlaşması yapmıştı. Bundan bir ay sonra Resulullah (as),
iki yüz kişilik bir kuvvetle Medine'nin kuzey batı tarafında bulunan Buvat
bölgesine gitti. Mekke kervanlarını sıkı bir takibe alan Resulullah (as),
çıktığı seferler esnasında bir takım kabilelerle. antlaşmalar akdediyor ve
Medine etrafındaki kabileleri Mekkeli müşriklere karşı kendi tarafına alıyordu.
Bu arada, Şam ticaret yolunun müslümanlar tarafından kontrol altına
alınması Mekke müşriklerinin tedirginliğini oldukça artırmıştı. Hicri ikinci
yılın Cemaziyel-Ahir ayında, Kurz b. Cabir'in komutasındaki Mekkeli bir birlik
Medine'nin dış mahallelerine baskın düzenlemiş ve buraları yağmalamıştı.
Medine'ye henüz dönmüş bulunan Resulullah (as), bu Mekkeli birliği yakalamak
için peşlerine düştüyse de, kaçıp gittiklerinden onlara yetişmesi mümkün
olmamıştı. Bu olay müslümanlar için üzüntü verici olmuştu. Bunun üzerine
Mekke'den bir kervanın yola çıktığı haberi alınınca Resulullah (as), hemen
Medine'nin güney batı tarafında bulunan Benu Damra arazisine doğru yola çıktı.
Burada Müdlic kabilesine mensup olup, hicret esnasında Resulullah (as)'ın
yakalamak isteyen, ancak sonra iman eden Suraka Resulullah (as)'ın kabile
mensupları ile birlikte büyük bir coşku ile karşılamıştı. Suraka'nın
müslümanları ağırlaması esnasında Mekke kervanı savuşup gitmişti. Bu sefer
esnasında savaşçıların sayısı yüz elli kişi kadardı.
Suriye'ye giden kervanın yolunun kesilmesini sağlamak için Resulullah
(as) iki kişiyi istihbarat maksadı ile Suriye'ye göndermişti. Ayrıca oniki
kişilik bir birliği Abdullah b. Cahş komutasında, Mekke devletinin müslümanlar
hakkında tasarladıkları planları öğrenmek için tehlikeli bir görevle -Mekke'nin
güneyinde,. Mekke ile Taif arasında bir yer olan Nahle mevkiine gönderdi. Bu
birliğin gittiği yerin gizliliğini muhafaza için görevlerini bildiren mühürlü
talimatın iki gün yol alındıktan sonra açılması emredilmişti. Bu birlik Nahle
bölgesine geldiğinde Mekkelilere ait üzüm ve deri yüklü bir kervanla
karşılaştı. Görevi sadece haber toplamak olan birliğin komutanı Abdullah İbn
Cahş, bu kervana saldırı emri vermiş sonuçta bir müşrik öldürülmüş, iki esir
alınmış ve kervandaki mallara ganimet olarak el konmuştu. İslâm devletine ait
askerî birlikler düşmanla ilk defa ciddi bir çatışmaya girmiş oluyordu.
Şam tarafına gitmiş olan kervanın dönüşte ele geçirilmesi için
hazırlıklara girişildi. Bu kervanın yakalanması çok önemliydi. Çünkü Mekkeli
müşrikler, Medine'de gün geçtikçe güçlenen İslâm devletine nihai darbeyi vurup
ortadan kaldırmak için gerekli olan finansı sağlamak gayesiyle Ebu Süfyanın
liderliğinde bu büyük kervanı Suriye'ye göndermişlerdi. Bu kervanın dönüş
haberi Medine'ye ulaşınca Resulullah (as), Ebu Lübabe'yi Medine'de vekil
bırakarak, Hicri ikinci yılın Ramazan ayında üç yüz kişiden oluşan ashabıyla
birlikte yola çıktı. Bunu öğrenen Ebu Süfyan, kervanı kurtarmak için güzergah
değiştirirken, aynı zamanda durumu Mekke'ye bildirerek acilen yardım
yetiştirilmesini istemişti.
Böyle bir fırsatı kaçırmak istemeyen Ebu Cehil Mekke'de dolaşarak halkı
galeyana getirmeye çalışıyordu. O, topladığı bin kişilik kuvvetin başına
geçerek Medine'ye doğru yola çıkmıştı. İslâm ordusu Zefiran denilen yere
geldiğinde, Mekkeliler'in kalabalık bir ordu ile yola çıktıkları haberi
Peygamber'e ulaşmıştı. Diğer taraftan Ebu Süfyan kervanı kurtarmış ve tehlikeyi
atlattığını yola çıkmış bulunan Mekke ordusuna bildirmişti. Ancak Ebu Cehil,
yakaladığı bu fırsatı değerlendirmek için yoluna devam etti. Ashabıyla bir
durum değerlendirmesi yapan Resulullah (as), onların Allah yolunda savaşmadaki
kararlılıklarını görünce kendi ordusundan üç kat daha kalabalık müşrik güçlerle
savaş kararı alınarak yola devam edildi. Bedir mevkiine gelindiğinde, vaziyet
almış durumdaki düşman ordusuna karşı mevzilendi.
Bu savaş İslâm'ın kaderini belirleyecek bir mahiyet arz etmekte idi. Bu
savaş ya kazanılacaktı veya üç yüz kahraman mücahitle birlikte İslâm risaleti
tarihe karışacaktı. Durumun ciddiyetini, Resulullah (as)'ın Rabbine yaptığı şu
tazarru açıkça ortaya koymaktadır:
-"Allahım, vadettiğin yardımını bugün lütfet. Ey Rabbim, bugün şu
küçük ordu yok olup giderse yeryüzünde sana kulluk eden kimse kalmayacak."
17 Ramazan günü (13 Mart 624) yapılan savaşta Allah Teâlâ'nın vadi
gerçekleşmiş ve düşman ordusu büyük bir hezimete uğratılmıştı. Ebu Cehil ve
diğer bir grup ileri gelen müşrikler de dahil yetmiş müşrik öldürülmüş, çok
sayıda da esir alınmıştı. İslâm ordusunun verdiği şehit sayısı ise on dört
kişiydi.
Bedir savaşı, Medine İslâm devletinin temellerini sağlamlaştırmış,
inananlara büyük moral gücü kazandırmıştı. Artık bu savaşla hak batıla üstün
gelmiş, küfrün, şirkin ve putperestliğin yeryüzünden silinip atılması için
İslâm cihadı meşalesi tutuşturulmuştu.
Bedir'den Medine'ye dönüldüğü zaman, İslâm'a duydukları düşmanlıktan
dolayı içlerini kemiren ve müslümanların kazandığı bu büyük zaferi hazmedemeyen
ve kahrolan Yahudiler, düşmanlıklarını açığa vurmaya ve değişik yollarla
müslümanlara sataşmaya başlamışlardı.
İffetsiz bir kadın şair olan Asma binti Mervân ile Ebu Afek adındaki
Yahudi şairler, İslâm’a karşı haddi aştıkları için öldürülmüşlerdi. Yahudi
kabileler içinde düşmanlıklarını ilk önce açığa vuran Kaynuka Yahudileri, Bedir
zaferini küçümsüyor, sebebini, Mekkeli Arapların savaş bilmemelerine bağlayıp;
"bizimle karşılaşsalar da savaş nasıl olurmuş görseler" diyerek
müslümanları hafife alıyorlardı.
Bir müslüman kadının Yahudiler tarafından saldırıya uğraması üzerine
çıkan olaydan sonra Resulullah (as), Kaynukaoğullarına savaş ilân etti.
Müslümanlara karşı büyüklenen bu Yahudi kabile, tıynetlerindeki
korkaklıklarından, sarf ettikleri sözleri unutup kalelerine kapanmaktan başka
ça! re bulamadılar. Müslümanlarla çatışma cesaretini gösteremeyen
Kaynukaoğulları teslim olmaları üzerine Medine'den sürülüp çıkarıldılar.
Gelişen olaylar çerçevesinde Allah Teâlâ, sosyal, iktisadî, siyasî
konulardaki ayetlerini, hikmetine binaen bir nüzul sebebi çerçevesinde
gönderirken, İslâm savaş hukukuna dair teşrii de oluşmaya başlamıştı. İslâm,
canlı bir hayat dini olduğu için, inen hükümler hemen toplum hayatına
yansıtılıyor ve müslümanlar tarafından hazmedilerek, yaşayışlarını onlara göre
düzene koyuyorlardı. İslâm tebliğinin Mekke safhası, nasıl ki kıyamete kadar
sürecek tevhid mücadelesinde insanlara örnek teşkil etsin diye Allah tarafından
o seçkin topluluğa yaşatılmışsa, Medine dönemi de, kıyamete kadar müslümanların
ferdi yaşayışlarından devlet düzenine kadar her şeyleri için örnek olsun diye,
yine o seçkin sahabeler topluluğuna yaşatılmakta idi.
Bedir savaşından sonra Resulullah, Mekke müşrikleriyle müttefik
konumundaki müşrik kabilelere karşı akınlara girişmişti. Bedir'de müslümanların
elde ettiği zafer ve Kaynukaoğullarının ihanetlerine karşılık sürülmeleri, geri
kalan Yahudileri çileden çıkarmıştı. Bütün peygamberlere ihanet eden bu kavim,
Resulullah (a.s) ile yaptığı antlaşmaya aykırı olarak Mekke müşrikleriyle
gizliden gizliye komplolar hazırlamaya girişti. Yahudi liderlerinden şair Ka'b
b. Eşref, Bedir zaferini duyduğu zaman üzüntüsünden;
-"Bugün yerin altı üstünden yeğdir" demiştir. Bu adam Mekke'ye
gidiyor ve Bedrin intikamını almaları için onları harekete geçirmeye çalışıyor,
Yahudilerin kendilerine yardım yapacağına dair taahhütlerde bulunuyordu.
Düşmanlıkta alenî davranan ve ileri giden bu Yahudi öldürülerek fesadı
engellenmişti.
Bedir mağlubiyetini bir türlü hazmedemeyen ve öfkeden çılgına dönen
müşrikler, intikam almak için hemen hazırlıklara girişmişlerdi. Bedir öncesi,
Ebu Süfyan'ın Mekke'ye ulaştırdığı kervandan herkes sadece sermayelerini almış,
kervanın 250.000 dirhem tutarındaki toplam kârı ordu teşkilinde harcanmak için
ayrılmıştı. Mekke dışındaki bir çok kabileye heyetler gönderilerek para
karşılığında asker toplama yoluna gidildi. Ordunun mümkün olduğu kadar büyük ve
kalabalık olması gerekiyordu. Zira Medine'ye doğru yürüme cesaretini ancak
bununla kendilerinde bulabilirlerdi.[737]
O her hususta
fazîlet timsali idi.
O, BÜTÜN
ÂLEMLERE RAHMETDİR.
Salât Sana,
selâm Sana, Ey Allâh'ın Rasûlü!
Seni hakkıyla
bilen ve öven, Âlemlerin Rabbi Allâhü Teâlâ'dır.
Sen, «Rahmet'en
Lil âlemînsin!»
Sen, «Hâtem'ül
Enbiyâ'sın!»
Sen, «Levlâke,
Levlâke, Lemâ Halakt'ül Eflâk» hitâbı izzetinin muhâtabısın.
Sen, «Muhammed Mustafâ'sın» (Allâhümme
salli alâ Seyyidinâ Muhammed'in ve alâ alihî ve sahbihî ve sellim.)
38-Hz.Peygamber
(a.s)’ın Şemaili Şerifi
Peygamberimizin
Şemail-i Şerifi
Kitabın
önceki bölümlerinde Peygamber Efendimizin Kur’an ayetlerinde bildirilen ve tüm
insanlar için örnek olan güzel ahlak özelliklerinden bahsedildi. Onun adaletli,
şefkatli, merhametli, barışçı, uzlaşmacı, itidalli, sabırlı, tevekküllü, cesur,
tevazulu ve kararlı karakteri çeşitli örneklerle incelendi.
Kur’an
ayetlerinin yanı sıra sahabelerden aktarılan açıklamalarda da Peygamberimiz
(a.s)'le ilgili pek çok bilgi verilmektedir. Peygamberimiz (a.s)'ın ailesiyle
ve çevresindeki müminlerle olan ilişkisi, günlük hayatından detaylar, dış
görünümü, görenleri hayran bırakan heybeti (hürmetle beraber şiddetli
heyecan hissini veren hali, azameti), sevdiği yiyecekler, giyimi ve gülüşü
gibi pek çok detay İslam alimleri tarafından "şemail"
kelimesiyle ifade edilir. Şemail kelimesi "şimal"den
türemiştir. Bu kelime "karakter, huy, hal, hareket, davranış ve
tavır" gibi anlamlar taşır. Şemail kelimesi ilk başlarda daha geniş
anlamlar içerse de, zaman içinde özelleşmiş ve Peygamber Efendimizin nasıl bir
yaşam sürdüğü ile ilgili detayları ve kişisel özelliklerini ifade eden bir
terime dönüşmüştür.
Rabbimizin
alemlere üstün kıldığı bu seçkin kulunun karakterine ve görünüşüne dair
aktarılan her bir detay, aynı zamanda onun üstün ahlakının da bir yansımasıdır.
Peygamber Efendimizin şemailinin anlatıldığı bu bölümün hazırlanmasındaki amaç
ise, onun çeşitli kaynaklarda aktarılan güzel özelliklerini inceleyip,
yaşamından günümüze öğütler çıkarmaktır.
Peygamber
Efendimizin Yaratılış Güzellikleri
Peygamber
Efendimizin Ashabı, bu kutlu insanın dış görünümünün güzelliği, görenleri
hayran bırakan heybetinden nuruna ve duruşundan gülüşüne kadar Allah'ın onda
tecelli ettirdiği çeşitli güzellikler hakkında pek çok detay aktarmışlardır.
Sayıca oldukça kalabalık olan sahabeler, bu güzellikler hakkında birçok farklı
detay vermiş, Peygamber Efendimizle aynı dönemde yaşamamış olan müslümanlara
Allah'ın Resulünü birçok yönüyle tanıtmışlardır. Bazı sahabeler onu genel
özellikleriyle tarif ederken, diğerleri uzun ve detaylı anlatımlarda
bulunmuşlardır. Bu anlatımlardan bazıları şu şekildedir:
Peygamber
Efendimizin Dış Görünümü ve Güzelliği
Sahabeleri
Peygamberimiz (a.s)'ın güzelliğini şöyle anlatıyorlardı:
"Allah
Resulü sallallahu aleyhi ve sellem çok yakışıklı ve alımlı idi. Mübarek yüzü
ayın on dördündeki dolunay gibi parlardı... Burnu gayet güzel idi... Gür
sakallı, iri gözlü, düz yanaklı idi. Ağzı geniş, dişleri inci gibi parlaktı...
Boynu sanki bir gümüş hüzmesi idi... İki omuzu arası geniş, omuz kemik başları
kalın idi..."[738]
Enes b. Malik
(ra) anlatıyor:
"Resulullah
Efendimizin boyu; ne çok uzun, ne de fazla kısa idi. Teni de ne duru beyaz, ne
de koyu esmerdi. Saçları ise ne düz, ne de kıvırcık idi. Kırk yaşına
geldiğinde, Allah Teala O'nu peygamber olarak gönderdi. Peygamber olduktan
sonra, Mekke'de 10 sene, Medine'de de 10 yıl kaldı ve 60 yaşlarında vefat etti.
Bu fani hayata veda ettiklerinde, saçında ve sakalında 20 tel ak saç
yoktu."[739]
"Resulullah
(a.s) beyaz, güzel ve mutedil (yavaş ve mülayim, itidalli) idiler."[740]
Enes b. Malik
(ra) anlatıyor:
"Peygamber
Efendimiz orta boylu idi; uzun da değildi, kısa da değildi; hoş bir görünüşü
vardı. Saçı ise ne kıvırcık, ne de düzdü. Mübarek (İlahi hayrın bulunduğu şey,
bereketlenmiş, çoğalmış, hayırlı, uğurlu) yüzlerinin rengi ise nurani
beyazdı."[741]
Bera b. Azib
(ra) anlatıyor:
"…
Resullullah Efendimizden daha güzel birini görmedim. Omuzlarını döğen saçları
vardı. İki omuz arası genişçe idi. Boyu ise ne kısa idi, ne de uzundu."[742]
Hz. Ali'nin torunlarından İbrahim b. Muhammed (r.a) rivayet ediyor:
"Dedem
Hz. Ali, Peygamber Efendimizi anlatırken Onu şöyle tavsif (vasıflandırırdı)
ederdi:
"Peygamber
Efendimiz, ne aşırı derecede uzun, ne de kısa idi; O bulunduğu topluluğun orta
boylusu idi. Saçları, ne kıvırcık ne de dümdüzdü; hafifçe dalgalı idi. Mübarek
yüzlerinin rengi kırmızıya çalar şekilde beyaz; gözleri siyah; kirpikleri sık
ve uzun; omuz başları iri yapılı idi… O, insanların en cömert gönüllüsü, en
doğru sözlüsü, en yumuşak tabiatlısı ve en arkadaş canlısı idi. Kendilerini
ansızın görenler, O'nun heybeti karşısında çok şiddetli heyecanlanırlar; üstün
vasıflarını bilerek sohbetinde bulunanlar ise, O'nu her şeyden çok severlerdi.
O'nun üstünlüklerini ve güzelliklerini tanıtmaya çalışan kimse; Ben, gerek
ondan önce, gerek ondan sonra, onun gibi birisini görmedim, demek suretiyle,
O'nu tanıtma hususundaki aczini ve yetersizliğini itiraf ederdi. Allah'ın salat
(dua, Peygamberimize (as) yapılan dua, istiğfar, rahmet, namaz) ve selamı O'nun
üzerine olsun."[743]
Hz. Hasan
(ra) naklediyor:
"Resulullah
Efendimiz, yaradılıştan heybetli ve muhteşemdi. Mübarek yüzü, dolunay halindeki
ayın parlaklığı gibi nur saçardı. Orta boyludan uzun, ince uzundan kısa idi.
Saçları kıvırcık ile düz arası idi; şayet kendiliğinden ikiye ayrılmışlarsa
onları başının iki yanına salar, değilse ayırmazlardı. Uzattıkları takdirde
saçları kulak yumuşaklarını geçerdi. Peygamber Efendimizin rengi, ezher'ul-levn
(pek beyaz ve parlak renk) idi, yani nurani beyazdı. Alnı açıktı. Kaşları;
hilal gibi, gür ve birbirine yakındı.
Boynu, saf
mermerden meydana gelen heykellerin boynu gibi gümüş berraklığında idi.
Vücudunun bütün azaları birbiri ile uyumlu olup yakışıklı bir yapıya
sahipti..."[744]
Ebu Hüreyre
(ra) anlatıyor:
"Hazreti
Peygamber, gümüşten yaratılmış gibi nurlu beyazdı; saçları da hafif dalgalı
idi."[745]
"Efendimiz
(a.s) beyaza pembe karışık renkte idi. Gözleri siyah, kirpikleri sık ve uzun
idi."[746]
"Allah
Resulünün alnı geniş olup hilal kaşlıydı, kaşları gürdü. İki kaşı arası açık
olup, halis bir gümüş gibiydi. Gözleri pek güzel, bebekleri simsiyahtı.
Kirpikleri birbirine geçecek şekilde gürdü… Güldüğünde dişleri çakan şimşek
gibi parıldardı. İki dudağı da emsalsiz şekilde güzeldi… Sakalı gürdü. Boynu
pek güzeldi, ne uzun ne kısaydı. Boynunun güneş ve rüzgar gören kısmı altın
alaşımlı gümüş ibrik gibi gümüşün beyazlığı ve altının da kırmızılığını
yansıtır şekilde parıldardı… Göğsü genişti, göğsünün düzlüğü aynayı, beyazlığı
da ayı andırırdı… Omuzları genişti… Kol ve pazuları irice idi. Avuçları ipekten
daha yumuşaktı."[747]
Peygamber
Efendimizin hicret yolculuğu sırasında çadırını ziyaret ettiği Ümmü Mabed
isimli cömertliği, iffeti ve cesareti ile tanınan biri, Peygamber Efendimizi
tanımamıştır. Ancak Peygamberimiz (a.s)'ı anlatılanlardan tanıyan kocasına, onu
şöyle tarif etmiştir:
"Aydın
yüzlü ve güzel yaradılışlı idi; zayıf ve ince de değildi. Gözlerinin siyahı ve
beyazı birbirinden iyice ayrılmıştı. Saçı ile kirpik ve bıyıkları gümrahtı
(bol, gür). Sesi kalındı. Sustuğu zaman vakarlı (ağırbaşlılık, halim ve
heybetli oluş), konuştuğu zaman da heybetli idi. Uzaktan bakıldığında insanların
en güzeli ve en sevimlisi görünümündeydi; yakından bakıldığında da tatlı ve hoş
bir görünüşü vardı. Çok tatlı konuşuyordu. Orta boylu idi; bakan kimse ne kısa
ne de uzun olduğunu hissederdi. Üç kişinin arasında en güzel görüneni ve nur
yüzlü olanıydı. Arkadaşları, ortalarına almış durumda hep onu dinlerler;
buyurduğu zaman da hemen buyruğunu yerine getirirlerdi. Konuşması tok ve
kararlı idi."[748]
Kendisini
görenlerin anlattıklarında da görüldüğü gibi, Peygamber Efendimiz olağanüstü
yakışıklı, görenlerin nefesini kesecek kadar güzel yüzlü ve güzel endamlı idi.
Ayrıca atletik ve son derece etkili bir yapısı vardı ve çok kuvvetli idi.
Peygamberimizin
Şemaili
Osmanlı
döneminin önemli alimlerinden olan Ahmet Cevdet Paşa Peygamber Efendimizin
anlatılan özelliklerini bir özet haline getiren bir çalışma yapmıştır. Bu
çalışması Kısas-ı Enbiya adlı eserinin 4. cüzünde, "Bazı Evsaf-ı
Seniyye-i Muhammediyye" başlığı altında gerçekleşmiştir:
"…
Mübarek cismi güzel, hep azası mütenasip (uygun, aralarında muntazam bir nispet
bulunan), endamı gayet matbu, alnı ve göğsü ve iki omuzlarının arası ve
avuçları geniş, boynu uzun ve mevzun (yakışıklı, her bir vasfı ölçülü) ve gümüş
gibi saf, omuzları ve pazuları ve baldırları iri ve kalın, bilekleri uzun,
parmakları uzunca, elleri ve parmakları kalınca idi. Mübarek cildi ise ipekten
yumuşak idi.
Kemal-i
itidal üzere büyük başlı, hilal kaşlı, çekme burunlu, oval yüzlü idi.
Kirpikleri
uzun, gözleri kara ve güzel, büyücek ve iki kaşının arası açık, fakat kaşları
birbirine yakın idi,
O Nebiyy-i
Mücteba (seçilmiş, kıymetli peygamber), ezherüllevn (rengi nurlu, parlak) idi;
yani ne ak, ne de kara esmer, belki ikisi ortası ve gül gibi kırmızıya mail
(benzer) beyaz ve, nurani ve berrak olup, mübarek yüzünde nur lemean (parlardı)
ederdi. Dişleri, inci gibi abdar (parlak, sağlam vücutlu) ve tabdar (ışıklı,
parlak, büklümlü, kıvrımlı) olup, söylerken ön dişlerinden nur saçılır;
gülerken, fem-i saadeti (saadetli ağzı), bir latif (mülayim, yumuşak, nazik,
güzel) şimşek gibi ziyalar (ışıklar) saçarak açılır idi…
Alem-i bekaya
(geride kalanların dünyasını) rihlet (göçmek, ölmek) buyurduklarında saçı,
sakalı henüz ağarmaya başlamış başında biraz ve sakalında yirmi kadar beyaz var
idi.
Havassı
(duyular) fevkalade kavi (sağlam, kuvvetli) idi. Pek uzaktan işitir ve kimsenin
göremeyeceği mesafeden görür idi. Elhasıl (sözün özü), en mükemmel ve müstesna
surette yaratılmış bir vücud-ı mes'ud (mutlu vücudu) ve mübarek idi… Onu
ansızın gören kimseyi sevgi alırdı ve Onunla ülfet ve musahabet (sohbetler,
konuşup görüşmeler) eyleyen kimse, Ona can ü gönülden aşık ve mühib olurdu.
Ehl-i fazl'a (kerem, ilim sahibi), derecelerine göre ihtiram (hürmet, saygı)
eylerdi. Akrabasına dahi pek ziyade (çok bol, fazladan) ikram eylerdi. Lakin
(ancak) onları, kendilerinden efdal (daha faziletli, daha layık, daha iyi)
olanların üzerine takdim etmezdi.
Hizmetkarlarını
pek hoş tutardı. Kendisi ne yer ve ne giyerse, onlara dahi onu yedirir ve onu
giydirir idi.
Sahi (cömert,
eliaçık, herkese iyilik etmek isteyen) ve kerim (herşeyin iyisi, faydalısı),
şefik (şefkatli, esirgeyen, merhametli) ve rahim (rahmet edici, bağışlayan),
şeci (kahraman, yiğit) ve halim (yumuşak huylu, hoş muamele yapan) idi. Ahd ü
va'dinde (söz vermede) sabit, kavlinde (sözünde) sadık idi. Elhasıl (neticesi)-
hüsn-i ahlakça (ahlak güzelliği) ve akl-ü zekavetçe (keskin anlayışı olan akıl)
cümle(bütün, tam) nasa (insanlara) faik (üstün, üstünde) ve her türlü medh ü
senaya (övgüye) layık idi.
Yemede,
giymede kadar-ı zaruret (yoksulluk derecesinde) ile iktifa (yetinir) ve
ziyadesinden (fazlasından) iba eylerdi (çekinirdi.)"[749]
Peygamber
Efendimizin Nübüvvet (Peygamberlik) Mührü
Allah, Hz.
Muhammed (a.s)'ı alemler üzerine seçmiş ve onun "peygamberlerin
sonuncusu"[750] olduğunu bildirmiştir.
Ondan sonra hiçbir peygamber gönderilmeyecektir ve Kuran insanlara hidayet
rehberi olarak gönderilen en son kitaptır. Allah, Peygamber Efendimizin bu
eşsiz özelliğini onun mübarek vücudunda bir izle tecelli ettirmiştir.
İslami
kaynaklarda ve rivayetlerde Peygamber Efendimizin kürek kemikleri arasında
bulunan bu işarete "nübüvvet mührü" ismi verilir. Peygamberimiz
(a.s)'ın mührüne benzer peygamberlik işaretlerinin diğer peygamberlerde de
olduğu, ancak Peygamberimiz (a.s)'ın kinin daha farklı olduğu el-Müstedrek tarafından
Vehb b. Münebbih (ra)'den şöyle nakletmiştir:
"… Allah
hiçbir peygamber göndermemiştir ki, onun sağ elinde Peygamberlik beni
(şamet'ün-nübüvve) olmamış olsun. Ancak bizim Peygamberimiz Muhammed
Aleyhisselam bunun istisnasını teşkil etmektedir. Zira Onun peygamberlik beni,
(sağ elinde değil) kürek kemikleri arasındadır. Peygamberimiz bu durum
sorulunca: "Kürek kemiklerim arasında bulunan bu ben, benden önceki
Peygamberlerin beni gibidir…"[751] demiştir."
Cabir b.
Semüre (ra) anlatıyor:
"Ben
Resulullah Efendimizin kürek kemikleri arasında bulunan nübüvvet mührünü
gördüm. O, güvercin yumurtası büyüklüğünde kırmızımtırak bir yumru idi."[752]
Hz. Ali'nin
torunlarından İbrahim b. Muhammed (r.a) naklediyor:
"Dedem
Hz. Ali, Peygamber Efendimizin vasıflarını anlatırken, Resulullah'ın Hilyesi
(güzel sıfatlar, süs, zinet, cevher, güzel yüz, suret, görünüş) hakkındaki
hadisi bütün uzunluğu ile zikreder ve:
"Kürek
kemikleri arasında nübüvvet mührü vardı. Ve O, peygamberlerin
sonuncusudur" derdi.[753]
Ebu Nadre
(ra) anlatıyor:
"Ashabdan
Ebu Said el-Hudri'ye Resulullah Efendimizin peygamberlik mührünün nasıl bir şey
olduğunu sordum. Mübarek sırtlarında gül tomurcuğu gibi bir et parçası olduğunu
söyledi."[754]
"İki
küreği arasında peygamberlik mührü yer alıyordu. Bu mühür sağ omzuna daha
yakındı."[755]
Muhammed b.
Müsenna, Muhammed b. Hazm, Şu'be Simak (ra)'dan:
"Cabir
İbn-i Semure'nin şöyle dediğini duydum: Resulullah (a.s)'ın sırtında mühür
gördüm: güvercin yumurtası gibi idi."[756]
Peygamber
Efendimizin Saçı
Peygamber
Efendimizin saçının uzunluğu ile ilgili farklı tarifler vardır. Tarifler
arasında böyle bir farklılık olması ise doğaldır, çünkü bu bilgileri aktaranlar
Peygamber Efendimizi farklı zamanlarda gördükleri için, saçının uzunluğu da
farklı olmuş olabilir. Ancak bu tariflerden anlaşılan Peygamberimiz (a.s)
saçını en kısa kulağı hizasında, en fazla ise omuzlarına kadar uzatmıştır.
Enes b. Malik
(ra) anlatıyor:
"Hazreti
Peygamberin saçları, kulaklarının orta hizasına kadar uzamıştı."[757]
Hazreti Aişe
(ra) validemiz anlatıyor:
"Resulullah'ın
mübarek saçları, kulakları ile omuzları arasındaydı. Allah'ın selat ve selamı
üzerine olsun."[758]
Bera b. Azib
(ra) anlatıyor:
"Peygamber
Efendimiz orta boylu idi. Omuzları da genişçeydi. Saçları ise, kulak
yumuşaklarını değerdi."[759]
Ebu Talib'in
kızı ümmü Hani (ra) anlatıyor:
"Resulullah
Efendimiz Mekke'ye geldiklerinde evimizi teşrif etmişlerdi. Bu sırada mübarek
başları dört belikli (örgülü) idi."[760]
Peygamberimiz
(a.s)'ın Saç ve Sakal Bakımı
Peygamber
Efendimiz temizliğe çok önem verdiği için, saç ve sakal bakımına da önem
vermişlerdir. Bazı kaynaklarda onun yanında daima tarak, ayna, misvak, kürdan,
makas, sürmedan gibi eşyalar bulundurduğu bildirilmektedir.[761]
Peygamberimiz
(a.s) ashabına da aynı tavsiyelerde bulunmuş ve "Kim saç bırakmışsa,
onun bakımına dikkat etsin"[762] şeklinde buyurmuşlardır.
Peygamberimiz (a.s)'ın saç ve sakalı ile ilgili diğer aktarılanlar şu
şekildedir:
Hz. Adda İbn
Halid'den (ra):
"Mübarek
sakalı gayet güzeldi."[763]
Hz. Aişe (ra)
validemiz anlatıyor:
"Resul-i
Ekrem (a.s)… saçlarını tarayıp yağladığında…"[764]
Simak b. Harb
(ra) aktarıyor:
"Cabir
b. Semüre'den işittim. Ona, Hazreti Peygamberin saçlarının ağarma durumu
sorulmuştu. O da: Mübarek başlarını yağladıkları zaman saçlarının akı gözle
fark edilmez; fakat başlarına yağ sürmedikleri anlarda beyazları
görünürdü"[765] dedi.
Peygamberimiz
(a.s), dış görünümüne ve temizliğine verdiği önemle, müminlere güzel bir örnek
olmuştur. Bir rivayette Peygamber Efendimizin bu konudaki tavrı şöyle
belirtilir:
"Bir gün
Peygamber (a.s) sahabelerinin yanına çıkacağı zaman küpteki suya bakarak
sarığını ve sakalını düzeltti ve şöyle dedi: 'Allah kardeşlerinin yanlarına
çıkarken kulunun kardeşleri için süslenmesini sever.'[766]
Peygamber
Efendimizin Giyim Tarzı
Peygamberimiz
(a.s)'ın giyimi hakkında da sahabeler pek çok detay aktarmışlardır. Bunun yanı
sıra Peygamber Efendimizin müminlere nasıl giyinmeleri gerektiğiyle ilgili
olarak tavsiyeleri de onun bu konuya verdiği önemi ortaya koymaktadır. Örneğin
Peygamber Efendimiz hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:
"Allah
güzeldir, güzelliği sever, güzel giyinmek kibir değildir, kibir (mazhar olduğun
nimeti kendinden bilip) hakkı reddetmek, halkı hakir görmektir."[767]
"Allah
güzeldir, güzeli sever ve kuluna verdiği nimetin eserini üzerinde görmekten
hoşlanır."[768]
Peygamber
Efendimizin torunu Hz. Hasan, onun giyim konusu hakkındaki görüşünü şöyle ifade
etmiştir:
"Peygamber
Efendimiz bize elde ettiğinizin en iyisini giymemizi ve bulabildiğimiz en hoş
kokuları sürmemizi emrederdi."[769]
Bu konudaki Peygamberimiz
(a.s)'ın bir başka hadisi de şu şekildedir:
"Ey
müminler! Gönlünüzce yiyiniz, içiniz, giyininiz ve Allah yolunda sarf ediniz.
Ancak, israfa veya kibir ve gurura kaçmayınız."[770]
Peygamber
Efendimiz ashabından biri dış görünümüne önem vermediğinde veya bakımsız
olduğunda onu da hemen uyarırdı. Bu konuya ait bir rivayeti Ebu'l Havas (ra),
babasından şöyle nakletmektedir:
Üzerinde adi
bir elbise olduğu halde Resulullah aleyhissalatu vesselam'ın yanına gelmiştim.
Bana:
"Senin
malın yok mu?" diye sordu.
"Evet
var" cevabıma:
"Hangi
çeşit maldan?" sorusunu yöneltti.
"Her
çeşit maldan Allah bana vermiştir" demem üzerine:
"Öyle
ise Allah Teala Hazretleri sana bir mal verdiği vakit Allah'ın verdiği bu
nimetin eseri ve fazileti senin üzerinde görülmelidir" buyurdular.[771]
Buna benzer
bir başka olayı ise Hz. Cabir (ra) şöyle aktarmıştır:
Resulullah
aleyhissalatu vesselam, binek hayvanlarımızı güden bir adamımızı gördü.
Üzerinde eskimiş iki parçalı giysi vardı.
"Onun bu
eskilerden başka giyeceği yok mu?" diye buyurdular. "Evet var"
dedim. "Çamaşır torbasında iki giysisi daha var. Ben onları
giydirmiştim."
"Öyleyse
çağır onu da, bunları giysin" diye emrettiler. (çağırdım, emr-i Nebeviyi
söyledim.), o da onları giyindi. Geri gitmek üzere dönünce, Resulullah
aleyhissalatu vesselam:
"Nesi
var da bu yenileri giymiyor? Bu daha hoş değil mi?" diye buyurdular.[772]
Peygamberimiz
(a.s)'ın giyim tarzı ile ilgili sahabelerin aktardığı bilgilerden bazıları ise
şunlardır:
İbnu Abbas
(ra) anlatıyor:
Ben
Resulullah aleyhissalatu vesselam üzerinde mümkün olan en güzel elbiseyi
gördüm."[773]
Ümmü Seleme
(ra) anlatıyor:
“Peygamber
Efendimizin en çok sevdikleri elbise çeşidi, gömlek (kamis) idi.”[774]
Ashabdan
Kurre (ra) anlatıyor:
“Ben, biat
eylemek üzere, Müzeyne kabilesinden bir grup insanla birlikte Resulullah
Efendimizin huzurlarına çıktım. Peygamber Efendimizin gömleklerinin yakası
düğmesiz olduğundan…”[775]
Enes b. Malik
(ra) anlatıyor:
“Peygamber
Efendimiz, giydikleri elbiseler içerisinde, Hibere-i Yemani'yi çok severlerdi.”[776] (Hibere, Yemen'de dokunan
pamuktan yapılan, kırmızı çubuklu yeşil bir kumaştır. Eskilerin
"alaca" dedikleri desenli kumaşlar için kullanılan bir tabirdir. Bu
da kumaşın düz değil desenli olduğunu ve birkaç renkten oluştuğunu gösterir.)
El-Bera b.
Azib (ra) anlatıyor:
“Kırmızı
desenli elbisenin, Peygamber Efendimiz kadar bir başkasına yakıştığını
görmedim. Bu kıyafetle Resulullah (a.s)'ı gördüğümde, mübarek saçları,
omuzlarına değecek kadar sarkmıştı.”[777]
Semüre b.
Cündüb (ra) rivayet ediyor:
"Hazreti
Peygamber: "Beyaz elbise giyiniz. Zira o, son derece temiz ve hoştur"
buyurmuşlardır.”[778]
Hz. Aişe (ra)
anlatıyor:
"Resulullah
Efendimiz, bir sabah vakti, üstlerinde siyah yünden dokunmuş bir izar
(peştemal, futa, göğüsten aşağı örtülen elbiseler) olduğu halde, evlerinden
dışarı çıkmışlardı.”[779]
Peygamber
Efendimizin Dış Kıyafetleri
Eşa's b.
Süleyn (ra) anlatıyor:
"Bana
halam anlattı. Ona da amcası anlatmış. Halamın amcası demişti ki: Bir gün
Medine sokaklarında izarımı sürüyerek yürüyordum. Bu sırada arkamdan bir ses
işittim: "İzarını yukarı kaldır. Zira izarın yerde sürünmemesi, onun daha
temiz kalmasını ve uzun müddet dayanmasını sağlar" diyordu. Arkama dönüp
baktığımda bu sözleri söyleyenin Resulullah Efendimiz olduğunu gördüm.”[780]
Seleme b. El-Ekva'dan
(ra):
“Hz. Osman,
uzunluğu bacaklarının yarısına kadar ulaşan bir izar giyer ve “Arkadaşımın
(sahibi), yani Resulullah (a.s)'ın izarları da aynen böyleydi” derdi.[781]
Peygamber
Efendimizin Yüzüğü ve Mührü
Enes b. Malik
(ra) anlatıyor:
"Peygamber
Efendimizin Mühr-i Şerifleri (şerefli, mübarek mühür) gümüşten yapılmıştı. Kaşı
ise Habeş taşındandı.
Resulullah
Efendimiz yabancı devlet reislerine mektup yazmak isteyince, bir mühür yüzük
yapılmasını buyurdu.
"Peygamber
Efendimizin parmağındaki yüzüğün parıltısı hala gözümün önünde duruyor".
"Peygamber
Efendimizin Mühr-i Şeriflerinin kaşına, üç satır halinde, "Muhammed
Resulullah" ibaresi kazınmıştı. Birinci satırda "Muhammed",
ikinci satırda "Resul", üçüncü satırda da "Allah"
kelimeleri yer alıyordu.”[782]
Peygamber
Efendimizin Yürüyüş Şekli
Ebu Hüreyre
(ra) anlatıyor:
"Ben
Resulullah Efendimizden daha güzel birisini görmedim; sanki güneş, onun mübarek
yüzünde devrediyor gibiydi. Peygamber Efendimizden daha hızlı yürüyen birisini
de görmedim; yürürken adeta yeryüzü ayakları altında dürülürdü. Bizler,
arkalarından giderken, geri kalmamak için büyük çaba harcardık.”[783]
Hz. Ali'nin
torunlarından İbrahim b. Muhammed (ra), "Dedem Hz. Ali, Resulullah
Efendimizi tanıtırken şöyle derdi: "Resulullah Efendimiz, yürürken, adeta
yokuş aşağı inercesine, ayaklarını sertçe kaldırırlardı"[784] diyerek, Peygamberimiz
(a.s)'ın rahat bir yürüyüşü olduğunu belirtmiştir.
Hz. Yezid
İbni Mirsad (ra) ise şöyle demiştir:
"Yürüdüğü
zaman vakarlı fakat hızlı giderdi. Yanındakiler ona yetişemezdi."[785]
Hz. Ebu Atabe
(ra)'den:
"Yürürken
kuvvetli adımlarla yürürdü."[786]
"…
Yürürken, ayaklarını yerden biraz kaldırıp önlerine hafif eğilerek yürürlerdi.
Ayaklarını ses çıkarıp toz kaldıracak şekilde yere sert vurmazlar; adımlarını
uzun ve seri atmakla birlikte sükunet ve vekar üzere yürürlerdi. Yürürken,
sanki meyilli ve engebeli bir yerden iniyor görünümünü arzederdi. Bir tarafa
dönüp baktıklarında, bütün vücutları ile birlikte dönerlerdi. Rastgele sağa
sola bakmazlardı. Yere bakışları, göğe bakışlarından daha çoktu. Çoğunlukla göz
ucu ile bakarlardı. Ashabı ile birlikte yürürken, onları öne geçirir kendileri
arkada yürürlerdi. Yolda karşılaştığı kimselere, onlardan önce hemen selam
verirdi.”[787]
"Hep
harekatı mutedil idi. Bir yere azimetinde (Yola çıkmak, gitmek) acele ve sağ ve
sola meyletmeyip, kemal-i vekar (ağırbaşlılığın olgunluğu) ile doğru yoluna
gider ve fakat sür'at (hızlı) ve sühulet (kolaylıkla) ile yürür idi. Şöyle ki;
adeta yürür gibi görünür, lakin yanında gidenler, sür'at ile yürüdükleri halde
geri kalırlar idi.”[788]
Peygamber
Efendimizin Oturuş Ttarzı
Kayle binti
Mahreme (ra) anlatıyor:
"Resulullah
(a.s)'ı sonsuz bir mahviyet (alçak gönüllülük, tevazu) ve tevazu içinde
otururken görünce, heybetinden vücudum titremeye başladı."[789]
Cabir b.
Semüre (ra):
"Ben
Peygamber Efendimizi, sol tarafına konmuş bir yastığa dayanmış vaziyette
gördüm.”[790]
Peygamber
Efendimizin Konuşma Şekli
Peygamber
Efendimiz etkileyici üslubu, hikmetli ve keskin hitabıyla tanınan bir insandı.
Onun tebliği insanlar üzerinde çok büyük bir etki oluşturur, sohbetinden herkes
çok büyük bir zevk alırdı. Sahabelerden bizlere aktarılan çeşitli rivayetler de
onun bu özelliğini ortaya koyar. Bu konuda bazı aktarımlar şu şekildedir:
Allah Resulü
insanların en beliğ (belagatlı kimse, meramını tamamen, noksansız ve güzel
sözlerle anlatmaya muktedir olan. Kafi derecede olan. Yeter olan), en düzgün
konuşanı ve en tatlı sözlü olanıydı (ağzından ballar akıyordu)! O, şöyle
diyordu: "Ben Arabın en fasihiyim (Hatasız olarak söyleyen. Açık ve güzel
konuşan.)”[791]
Hz. Aişe
(ra), Resulullah (a.s)'ın sözlerini şöyle tarif eder:
"O,
sizlerin konuştuğunuz gibi lafları çabuk çabuk ve peş peşe sıralamazdı, sözleri
az ve özdü. Halbuki sizler cümleleri birbirine ekleyip duruyorsunuz.”[792]
"Allah
Resülü çok veciz (kısa, öz, az sözle çok mana ifadesi) konuşurdu. Böyle
konuşmasını kendisine Allah katından Cebrail getirmişti. Kısa cümleler içinde
bütün maksadını yansıtırdı. Veciz sözlü cümleler söylerdi, sözlerinde ne
fazlalık ne de eksiklik bulunurdu. Kelimeleri bir ahenk içinde birbirini izler,
sözcükleri arasında duraklar ve böylece dinleyenleri sözlerini belleyip
ezberlerlerdi. Sesi gürdü ve tatlıydı. Gerektiğinde konuşurdu, kötü laflar
etmezdi. Hiddetli ve hiddetsiz anlarında (nefsi için değil, Allah'ın rızası
için) hep hakkı söylerdi.”[793]
"Güzel
olmayan laflar edenlerden yüz çevirirdi. Hoşlanmadığı, çirkin saydığı bir sözü
konuşmak zorunda kaldığında onu kinaye yoluyla ifade buyururdu.[794]
Kendisi
sustuğunda huzurdakiler konuşurdu. Katında tartışma yapılmazdı.[795]
Sahabelerinin
yüzlerine karşı son derece güler ve gülümserdi, onların konuştuklarını beğenir,
dikkatle dinler, kendisini onlardan biri sayardı.[796]
Hz. Aişe (ra)
anlatıyor:
"Mübarek
kelamları seçkindi. Her işiten onu anlardı."[797]
Hz. Ebu Umame
(ra)'den:
"İnsanların
en güleç yüzlüsü ve hoş canlısı idiler."[798]
Hz. Enes (ra)
şunu bildirmiştir:
"Efendimiz
(a.s) halkın en latifecisi(hoş söz, şaka, mizah, söz ile iltifat) idi."[799]
Peygamber
Efendimizin Güzel Kokusu
Peygamber
Efendimiz temizliğe çok önem verirdi. Kendisi sürekli mis gibi, tertemiz, hoş
ve güzel kokar, Müslümanlara da temizliği tavsiye ederdi. Sahabelerden rivayet
edilen bilgilerde Peygamberimizin bu güzel özelliği hakkında detaylar
aktarılmaktadır. Bunlardan bazıları şu şekildedir:
Enes b. Malik
(ra) şöyle ifade etmektedir:
"Resulullah
Efendimiz Medine sokaklarının birinden geçtiğinde O'nun misk gibi kokusu hemen
sezildiğinden, halk o yoldan Hazreti Peygamberin geçtiğini söylerlerdi. Bizler,
Peygamber Efendimizin gelişini, kokusunun güzelliğinden anlardık.” [800]
İbn-i Ebi
Adi, Humeyd, Enes (ra)'den:
Resulullah
(a.s)ın elinden daha yumuşak ne bir yün kumaşı, ne de bir ipeğe (hayatımda)
dokunmadım. Resulullah (a.s)'ın kokusundan daha güzel (kokan) bir kokuyu da
koklamadım.[801]
Muaz b. Hişam
(ra), babasından, Katade, Enes'den şöyle rivayet etmiştir:
"Resulullah
(as) güzel kokusu ile tanınırdı. Resulullah (as) güzel idi. Kokusu da hoş idi.
Bununla beraber kokuyu severdi."[802]
"Cismi
nazif (temiz), kokusu latif (hoş) idi. Koku sürünsün sürünmesin, teni en güzel
kokulardan ala kokardı. Bir kimse onunla musafaha (el sıkışmak, tokalaşmak,
muhabbetini, arkadaşlığını, sevgisini izhar etmek) etse, bütün gün onun
rayiha-i tayyibesini (temiz kokusunu) duyardı ve mübarek eliyle bir çocuğun başını
meshetse, rahiya-i tayyibesiyle (temiz kokusuyla) o çocuk, sair (diğer)
çocuklar arasında malum (bilinirdi) olur idi.”[803]
Peygamber
Efendimizin Sevdiği Yemekler
"Çok
sıcak yemeği sevmezdi."[804]
"En çok
hoşlandığı yiyecek etti."[805]
"Kabağı
çok severdi."[806]
"Avlanan
kuş etlerini yerdi."[807]
"Hurmalardan
Acve hurmasını severdi."[808]
Hz. Aişe (ra)
Peygamberimiz (a.s)'ın sevdiği yiyeceklerle ilgili şunları söylemiştir:
"Tatlı
ve balı severlerdi."[809]
"Hazreti
Peygamberin katık olarak yediği yemeklerin bir kısmı şöyle sıralanabilir:
Koyunun ön kolu ve sırt eti, pirzola, kebap, tavuk, toy kuşu, et çorbası,
tirit, kabak, zeytinyağı, çökelek, kavun, helva, bal, hurma, pazı, anber
balığı…"[810]
Hz. Aişe (ra)
ek olarak şunları bildirmiştir:
"Kavun,
karpuzu yaş hurma ile yerlerdi."[811]
Hz. Cabir
(ra)'den:
"Taze
hurma ve kavun çok yerlerdi ve 'bunlar güzel meyvedir' derlerdi."[812]
"Hiçbir
zaman bir yemeği yermemiştir. Hoşuna giderse yer gitmezse yemezdi.
Hoşlanmadığında da bir başkasına kötülemezdi."[813]
Peygamber
Efendimizin sevdiği bazı yiyecekler için söylediği sözlerden bir kısmı ise
şöyledir:
"Etin
en güzel yeri sırt etidir."[814]
"Sirke
ne güzel katıktır."[815]
"Mantar
kudret helvasıdır."[816]
"Sinameki
ve sennut (tereyağ tulumuna konulan bal) yemeye devam ediniz. Çünkü bu iki
şeyde samdan (ölümden) başka her hastalıktan şüphesiz şifa vardır."[817]
"Zeytinyağını
yiyiniz ve kullanınız. Çünkü bu yağ mübarektir."[818]
Peygamber
Efendimizin Sevdiği İçecekler
Hz. Aişe (ra)
bildiriyor:
"Şerbetlerin
içinde tatlı ve soğuk olanını severlerdi."[819]
Peygamber
Efendimiz bal şerbeti, hurma ve kuru üzüm şırası gibi içecekleri severlerdi.[820]
Peygamber
Efendimizin en çok sevdiği içecek, soğuk tatlı şerbetlerdi."[821]
"Şerbetlerin
içinde en çok bal şerbetini severdi"[822]
"İçilecek
şeylerde en çok sütü severlerdi."[823]
Peygamberimiz
(a.s) süt için şöyle buyurmuşlardır:
"Allah
bir kimseye yemek yedirdiği zaman o kimse, 'Allah'ım Bize bu yemeği bereketli
kıl ve bize bundan hayırlı rızık ver' diye dua etsin. Allah bir kimseye bir
miktar süt içirdiği zaman da o kimse, 'Allah'ım bize bu sütü bereketli kıl ve
bize daha çok süt ver' diye dua etsin. Çünkü yiyeceğin ve içeceğin yerini tutan
sütten başka bir şeyi bilmiyorum."[824]
Peygamberimiz
(a.s)'ın su için söyledikleri
Peygamberimiz
(a.s) özellikle yolculuklar sırasında ashabına su dağıttırırdı. Örneğin bir
yolculuğu sırasında, bir yerde durmuş ve yanındakilerden su istemiştir. Elini
ve yüzünü yıkadıktan sonra, sudan içmiş ve yanındaki sahabelerine de "Siz
de yüzünüze, boynunuza bir miktarını dökün"[825] demiştir.
Resulullah
(a.s) su içtikten sonra şöyle dua etmiştir:
"Rahmetiyle
suyu tatlı olarak yaratan, acı ve tuzlu yaratmayan Allah'a hamd olsun."[826]
Resulullah
(a.s) bir başka sözünde ise su için şöyle buyurmuştur:
"Allah
suyu temizleyici olarak yarattı. Tadını veya rengini veya kokusunu değiştiren
maddeler dışında hiçbir nesne onu pislemez."[827]
Peygamber
Efendimizin Güzel Huylarından Bazıları
Hüccet-ul
İslam olarak bilinen İmam Gazali; Tirmizi, Taberani, Buhari, Müslim, İmam
Ahmed, Ebu Davud, İbni Mace gibi büyük İslam alimlerinden derleyerek, Peygamber
Efendimizin güzel huylarından bazılarını şöyle özetlemiştir:
"Resulullah
insanların en yumuşak huylusu, en yiğidi, en adili ve en namuslusu idi. O,
insanların en cömerti idi. Allah'ın kendisine verdiklerinden hurma, arpa ne
olursa olsun yalnız senelik yiyeceğini ayırırdı, geri kalanını Allah yolunda
harcardı. Kendisinde bulunan bir şey istendiğinde verirdi.
O haya olarak
da insanların en mükemmeliydi. Rabbi için kızar, şahsı için öfkelenmezdi.
Kendisi veya
sahabeleri zarar görse bile hakkı uygulardı.
Allah Rasulü
insanların en alçak gönüllüsü, lafı uzatmadan en beliğ konuşanı, en güler
yüzlüsüydü. Dünya işlerinden hiçbir şey kendisini endişeye düşürmezdi.
Medine'nin
öbür ucundaki hastaları ziyarete gider, güzel kokudan hoşlanır, pis kokulardan
tiksinirdi. Fakirlerle oturur, yoksullarla yerdi. Kimseye kaba davranmazdı,
kendisine özür beyan edenin özrünü kabul ederdi. Latife yapar idi ama hakkı
söylerdi.
Mübah
oyunları gördüğünde men etmezdi, hanımlarıyla yarış yapardı. Zavallıları
yoksulluklarından dolayı horlamaz, zengine de varlığından dolayı saygı
göstermezdi, onu da bunu da Allah'a eşit olarak çağırırdı. Allah Teala üstün
huyu ve mükemmel siyaseti onda birleştirmişti...
Allah Teala
ahlakın bütün güzelliklerini, iyi yolları, öncekilerin ve sonrakilerin
başlarından geçmiş ve geçecek hadiselerin haberlerini, ahirette kurtuluşa ve
saadete erdirecek hususları, dünyada gıpta edilip peşinden gidilecek ve
gidilmeyecek herşeyi ona öğretmişti.
Allah Teala,
onun buyruklarına itaat ve hareketlerinde kendisinin izinden gitmeye bizleri
muvaffak kılsın."[828]
Peygamberimizin
Güzel Hayatı
Peygamber
Efendimizin hayatının her anında, müminlere çok güzel örnekler bulunmaktadır.
Hz. Muhammed (a.s’)ın sahabeleriyle olan sohbetleri, onlara hitapları,
şakaları, çocuklara olan sevgi ve ilgisi, hanımlarına karşı adaletli, sevecen
ve ilgili tavrı, hem ailesi hem de tüm müslümanlar için örnek bir koruyucu
olması, güler yüzü, neşesi, canlılığı, müminlere olan düşkünlüğü ve şefkati,
güzel ahlakın ve ideal insan modelinin önemli bir örneğidir. Bu bölümde
Peygamber Efendimizin Allah'ın hoşnut olduğu güzel hayatından örnekler
verilecektir.
Peygamberimiz
(a.s) güler yüzlüydü ve güler yüzlü olmayı tavsiye ederdi:
Peygamber
Efendimiz, üzerindeki ağır sorumluluğa ve karşılaştığı türlü zorluklara rağmen,
son derece tevekküllü, teslimiyetli ve huzurlu bir insandı. Hayatının her
anında imanın neşesi ve şevki içindeydi. Hem bu imani neşesi, hem de güzel
ahlakı nedeniyle daima güler yüzlü ve candan bir tavrı vardı. Sahabeler,
Peygamberimiz (a.s)'ın bu halini şöyle anlatmaktadırlar:
Hz. Ali (ra):
"Onun güler yüzlü oluşu ve herkese nazik davranışı adeta onu halka bir
baba yapmıştı. Herkes onun katında ve nazarında eşit idi."[829]
Allah Resulü
daima güler yüzlü, yumuşak huylu idi...[830]
"Allah
Resulü... halkın en çok gülümseyeni ve en neşelisi idi."[831]
Peygamberimiz
(a.s) ashabına da güler yüzlü olmalarını tavsiye etmiş ve şöyle demiştir:
"Sizler
insanları mallarınızla memnun edemezsiniz, onları güzel yüz ve güzel huyla
hoşnut edersiniz."[832]
"Allah
Teala kolaylık gösteren ve güler yüzlü kişiyi sever."[833]
Peygamberimiz
(a.s)'ın Sahabeleri İle Olan İlişkisi ve Sohbetleri
Peygamberimiz
(a.s), çevresindeki Müslümanlarla çok yakından ilgilenirdi. Onların her birinin
imanını, tavrını, temizliğini, neşesini, sağlığını yakından takip ederdi. Her
birinin eksiklerini, ihtiyaçlarını gözetir, temin edilmesini sağlardı. Onlarla
olan sohbetlerinde ise, onları çok hoş tutar, gönüllerini alırdı. Sahabeler
yanından neşe ve huzur içinde ayrılırlardı.
En
yakınlarından biri olan Hz. Ali (ra), Peygamberimiz (a.s)'ın sohbetlerindeki
ortamı ve sahabeleriyle olan ilişkisini şöyle açıklamıştır:
"Resulullah
insanların eli en açık, gönlü en geniş ve şivesi en düzgün olanı, yüklendiği
işi en iyi şekilde ifa edeni, en yumuşak huyluları ve sohbeti en güzel
olanıydı. Onu tanıyıp sohbetinde bulunanlar ona severek sokulurdu. Onu
niteleyen: 'Ondan önce de ondan sonra da onun gibisini görmedim' derdi. Ne
zaman kendisinden bir şey istense onu mutlaka verirdi."[834]
"(Birlikte)
oturduğu kimselerin her biriyle ilgilenir, farklı muamele ettiği izlenimi
vermezdi. İhtiyacını gidermesi için onunla oturan veya onu ayakta tutan kimseye
karşı sabırlı olur, o kişi ayrılmadıkça kendisi onu terk edip ayrılmazdı."[835]
"Ashabını
özler, (göremediği zaman) sorardı. İnsanların durumlarının nasıl olduğunu,
işlerinin ne alemde olduğunu da sorardı. Güzele güzel, çirkine çirkin
derdi."[836]
"Daima
doğruların yanındaydı, başkasını kabul etmezdi. Yanına geçici olarak
girerlerdi, çıktıklarında mutmain olarak çıkarlardı. Yanından birer delil ve
kılavuz olarak çıkarlardı."[837]
Gelen
yabancıların aşırı ve mantık dışı davranışlarını sabırla karşılardı. Ashab
bazen buna kızarlardı da o onları teskin eder, söyler derdi: "böyle
kimseleri gördüğünüzde onu irşad edin!"[838]
"Kimsenin
sözünü kesmez, bitirinceye kadar beklerdi."[839]
"...
İnsanları birbirine sevdirecek, birbirlerine kaynaştıracak şeyleri konuşurdu.
Onları ürkütmez, kaçırmazdı. Her kavmin liderine önem atfederdi; ikram
ederdi..."[840]
Torunu Hz.
Hasan (ra) ise Peygamberimiz (a.s) için şunları söylemiştir:
"Bakışları
son derece anlamlı idi... Mani kelimelerle (az sözle çok mana ifade edecek
şekilde) gayet güzel ve veciz konuşurdu. Sözlerinde ne fazlalık olurdu ve ne de
eksiklik."[841]
İleri gelen
kimselerle de sade vatandaşlarla da eşit şekilde konuşurdu. Onlardan hiçbir
şeyi saklamazdı."[842]
Ebu Zer (ra,)
Peygamberimiz (a.s)'ın sahabelerine karşı sevgi dolu tavrını şöyle anlatmıştır:
"Bir gün
Peygamberimizin yanına gittim. Bir divanda oturuyordu. Kalktı beni kucakladı.
Bu kucaklaması gerçekten pek içtendi."[843]
Ebu Hüreyre
(ra) ise Hz. Muhammed (a.s)'ın insanlara karşı son derece ince düşünceli ve
insaniyetli olan güzel tavrını şöyle tarif etmiştir:
"Allah
Resulü'nün elini birisi tuttuğunda o kişi elini bırakmadıkça, Resulullah elini
çekmezdi. Kendisiyle konuşan herkese karşı yüzünü döndürür, konuşan lafını
bitirmeden çehresini çevirmezdi."[844]
Peygamberimiz
(a.s), sahabelerinin rahatsızlıkları ile de yakından ilgilenirdi. Zayıf
olanların kilo almaları, kilosu fazla olanların diyet yapmalarını, yiyeceklerin
faydalı olanlarını seçmelerini tavsiye ederdi.[845] Örneğin bazı
hastalıklarında, sahabelerine bal şerbeti içmelerini tavsiye etmiştir.[846]
Hz. Ebu
Hüreyre (ra)'nin anlattığına göre, bir gün Ebu Hüreyre (ra) bayıldığında,
Peygamberimiz (a.s) onu kendisi ayağa kaldırmış, evine getirmiş ve aç olduğunu
anlayarak ona ilk önce süt içirmiştir.[847]
Peygamberimiz
(a.s) sahabelerine şakalar yapar, onlarla birlikte gülerdi
Sahabelerin
aktardıkları olaylardan anlaşıldığı gibi, Peygamber Efendimiz hem ailesi hem de
sahabeleri ile sık sık şakalaşır, onların yaptıkları esprilere güler ve onlara
güzel isimler veya lakaplar takardı. Ancak, her konuda olduğu gibi şakalaşma
konusunda da Peygamberimiz (a.s) çok ince düşünceli, vicdanlı ve anlayışlı
davranırdı. Peygamberimiz (a.s)'ın şakalar konusunda ashabına verdiği
tavsiyeler şöyle özetlenebilir:
"Ben
şaka yaparım ama sadece doğru olanı söylerim"
"Bir
müslümanın kardeşini korkutması helal değildir"
"Kardeşinle
münakaşa etme, alaya alarak onunla şakalaşma."
"Başkalarını
güldürmek için yalan söyleyene yazıklar olsun."
"Kul,
şaka da olsa yalan söylemeyi, doğru da olsa münakaşa etmeyi bırakmadıkça iyi
bir mümin olamaz."
"Şaka da
olsa yalan söylemeyin."[848]
Peygamberimiz
(a.s)'ın sevgi konusundaki tavsiyeleri
Peygamber
Efendimizin özellikle üzerinde durduğu en önemli konulardan biri, müminlerin
birbirlerini hiçbir çıkar gözetmeden, içten bir sevgi ile sevmeleri ve
birbirlerine karşı kin, öfke ve kıskançlık gibi kötü hisler beslememeleriydi. Peygamberimiz
(a.s) hem bu konuda müminlere en güzel örnek olmuş, hem de onlara sık sık bu
konularda tavsiyelerde bulunmuştur.
Allah bu konu
hakkında Kuran’da şöyle buyurmaktadır:
ذلِكَ
الَّذى
يُبَشِّرُ
اللّهُ
عِبَادَهُ الَّذينَ
امَنُوا
وَعَمِلُوا
الصَّالِحَاتِ
قُلْ لَا
اَسَْلُكُمْ
عَلَيْهِ اَجْرًا
اِلَّا
الْمَوَدَّةَ
فِى
الْقُرْبى وَمَنْ
يَقْتَرِفْ
حَسَنَةً
نَزِدْ لَهُ فيهَا
حُسْنًا
اِنَّ اللّهَ
غَفُورٌ
شَكُورٌ
“İşte
Allah, iman edip salih amellerde bulunan kullarına böyle müjde vermektedir. De
ki: "Ben buna karşı yakınlıkta sevgi dışında sizden hiçbir ücret
istemiyorum." Kim bir iyilik kazanırsa, biz ondaki iyiliği arttırırız.
Gerçekten Allah, bağışlayandır, şükredene karşılığını verendir.”[849]
Peygamber
Efendimizin sevgi, dostluk ve kardeşlik hakkındaki hadis-i şeriflerinden
bazıları ise şöyledir:
"Mümin
kendisi için sevdiğini kardeşi için de arzular."[850]
"Hediyeleşin,
birbirinizi sevin. Birbirinize yiyecek hediye edin. Bu, rızkınızda genişlik
hasıl eder."[851]
"Ziyaretleşin,
hediyeleşin. Çünkü ziyaret sevgiyi perçinler, hediye de kalpteki kötü duyguları
söker atar."[852]
"Birbirinizi
kıskanmayınız, birbirinize kin tutmayınız, birbirinize çirkin sözler
söylemeyiniz, birbirinize sırtlarınızı dönmeyiniz, kiminiz kiminizi arkasından
çekiştirmesin. Allah'ın kulları kardeşler olunuz."[853]
"Sizden
önceki toplumların derdi size de bulaştı: Haset ve kin. Kin beslemek kökten
kazıyan şeydir. Allah'a yemin ederim ki iman etmedikçe cennete giremezsiniz.
Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız. Size birbirinizi seveceğiniz bir
şeyi haber vereyim mi? Aranızda selamı yayın."[854]
Peygamber
Efendimizin çocuklara olan ilgisi ve şefkati
Peygamberimiz
Hz. Muhammed (a.s)'ın tüm insanlığa örnek olan şefkati, merhameti ve müminlere
olan düşkünlüğü, çocuklara olan tavrında da çok yoğun olarak görülmektedir.
Peygamberimiz (a.s) hem kendi çocukları ve torunları hem de ashabının çocukları
ile çok yakından ilgilenmiş, doğumlarından isimlerinin konmasına,
sağlıklarından ilimlerinin artmasına, giyimlerinden oynadıkları oyunlara kadar
onlar için tavsiyelerde bulunmuş, hatta bizzat yol göstermiş, ilgilenmiştir.
Örneğin,
Peygamber Efendimiz, kızı Hz. Fatıma (ra)'ya, her iki torununun doğumundan
hemen önce "Doğum olunca bana haber vermeden çocuğa hiçbir şey
yapmayın"[855] diye tembihlemiştir. Bebeklerin
doğumundan sonra ise onların beslenmelerini, bakımlarını ve nasıl
korunacaklarını bizzat göstererek anlatmıştır.
Peygamberimiz
(a.s) ayrıca, yeni doğan bebeklere, çocuklarına, torunlarına ve ashabının
çocuklarına hep dua etmiştir. Onları severken ya da onların oyunlarını
izlerken, onlar için Allah'tan hayırlı ve uzun bir ömür, ilim, hikmet ve iman
istemiştir. Örneğin torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'e her vesilede dua etmiş
ve bu duasının, Hz. İbrahim'in Hz. İshak ve Hz. İsmail için ettiği dua olduğunu
belirtmiştir.[856]
Ashabından
İbn-i Abbas (ra) çocukken Peygamberimiz (a.s)'ın kendisine "Allah'ım
buna hikmeti öğret" diye dua ettiğini aktarır. Ashabından Enes
(ra)'e ise çocukluk döneminde, Allah'ın mal ve evladını çok ve ömrünü uzun
kılması ve verdiklerinin Enes (ra) hakkında hayırlı ve mübarek olması için dua
etmiştir.[857]
Peygamber
Efendimiz çocukların oyununa da çok önem vermiş, hatta zaman zaman onlarla oyun
oynayarak ilgilenmiştir. Hz. Peygamber (a.s), "Çocuğu olan onunla
çocuklaşsın" [858] diyerek, anne babalara çocuklarını bizzat
eğlendirmelerini tavsiye etmiştir. Peygamberimiz (a.s) çocukların yüzme, koşu,
güreş gibi oyun ve sporlarla meşgul edilmelerini de tavsiye etmiş, hatta
torunlarını ve çevresindeki çocukları buna teşvik etmiştir.
Birçok sahabe,
Peygamber Efendimizin çocukları nasıl sevdiğini, onlarla nasıl ilgilendiğini ve
oyunlar oynadığını aktarmıştır. Bunlardan bazıları şöyledir:
Hz. Enes
(ra):
"Resulullah
aleyhissalatu vesselam çocuklarla şakalaşmada insanların en önde
olanıydı."[859]
El Bera (ra):
"Peygamber
Sallallahu aleyhi ve sellemi Hasan omuzunda iken gördüm…"[860]
"Peygamberimiz
(a.s) kızı Hz. Fatıma (ra)'ya şöyle derdi: 'Haydi şu oğullarımı (Hasan ve
Hüseyin) çağır bana!' Ondan sonra o ikisini göğsüne basar, koklardı."[861]
Ya'la İbnu Mürre
(ra) Peygamberimiz (a.s)'ın çocuklara olan sevgisine, onlarla nasıl
şakalaştığına dair şunları anlatmıştır:
"Bir
grup ashab, Resulullah ile birlikte aleyhissalatu vesselam'ın davet edildiği
bir yemeğe gittiler. Yolda torunu Hüseyin'e rastladılar, çocuklarla oynuyordu.
"Resulullah
(a.s) çocuğu görünce ilerleyip cemaatin önüne geçip onu tutmak için ellerini
açtı. Çocuk ise sağa sola kaçmaya başladı. Resulullah da onu takliden sağa sola
koşarak, tutuncaya kadar peşinde koştu. Yakalayınca ellerinden birini çenesinin
altına diğerini de ensesine koyup öptü ve 'Hüseyin bendendir. Ben de
Hüseyin’denim. Kim Hüseyin'i severse Allah da onu sevsin. Hüseyin sıbtlardan
bir sıbttır (torun)' buyurdu."[862]
Hz. Enes
(ra)'ın bildirdiğine göre Resulullah (a.s), "dünyadaki iki reyhanım"
dediği torunları Hasan ve Hüseyin'i sık sık yanına çağırtıp onları koklar ve
bağrına basardı.[863]
İbnu
Rebi'ati'ibni'l Haris (ra) diyor ki:
"Babam
beni, Abbas (ra)'da oğlu el-Fadl (ra)'ı Resulullah'a gönderdi. Huzurlarına
girdiğimiz zaman bizi sağlı sollu oturttu ve bizi öylesine sıkı kucakladı ki
daha kuvvetlisini görmedik."[864]
Resulullah
(a.s)çocuklara olan sevgisini gösterirken sıkça onların başlarını okşardı ve
onlara hayır duaları ederdi. Örneğin Yusuf İbni Abdillah İbni Selam (ra), "Hz.
Peygamber (a.s) beni Yusuf diye isimlendirdi, başımı okşadı" der. Amr
İbnu Hureys (ra) ise annesinin kendisini Hz. Peygamber (a.s)'ın huzuruna
götürdüğünü, Resulullah (a.s)'ın başını okşayıp bol rızka kavuşması için dua
ettiğini, Abdullah İbnu Utbe (ra) de beş-altı yaşlarındayken Peygamberimiz
Efendimizin başını okşayarak, zürriyeti ve bereketi için dua ettiğini
hatırlayabildiğini anlatır.[865]
Hz. Muhammed
(a.s)'ın çocuklara gösterdiği ilgili ve sevgi dolu tavrı, Ebu Hüreyre (ra) de
şu örneklerle anlatmıştır:
"Meyvenin
ilk çıkanı getirildiği zaman Resulullah (a.s) şöyle derdi: 'Allah'ım Bize,
Medine’mize, meyvelerimize, müdd ve saımıza (yani ölçeklerimize) kat kat
bereket ver' diye dua ederdi. Sonra meyveyi orada bulunan en küçük yaştakine
verirdi."[866]
"Çocuklarla
o kadar içice olmuştu ki, bir defasında yarış yapan çocukları görmüştü de,
onların neşesine katılmak için birlikte koşmuştu."[867]
Cabir İbnu
Semüre (ra) de aynı konuda şunları anlatmıştır:
"Resulullah
aleyhissalatu vesselam'la birlikte ilk namazı kıldım. Sonra aleyhissalatu
vesselam ehline gitti. Onunla ben de çıktım. Onu bir kısım çocuklar karşıladı.
Derken onların yanaklarını bir bir okşamaya başladı. Benim yanağımı da okşadı.
Elinde bir serinlik ve hoş bir koku hissettim."[868]
Kız
çocuklarının doğar doğmaz öldürüldükleri bir dönemde peygamber olarak
görevlendirilen Hz. Muhammed (a.s), kız çocuklarını da erkek çocuklardan
ayırmamak gerektiğini, kız çocuklarını öldürmenin günah olduğunu bildirmiş, ve
hepsine eşit sevgi ve ilgi göstererek, topluma da güzel bir örnek olmuştur.
Peygamberimiz (a.s)'ın kız çocuklarındaki güzel özellikleri vurguladığı
sözlerinden biri şudur:
"Kız
ne güzel evlattır. Şefkatli, yardımsever, munis, kutlu ve analık duyguları ile
doludur."[869]
Peygamberimiz
(a.s) sevgisini hem sözleriyle hem de davranışlarıyla gösterirdi. Çocuklara
onları sevdiğini söylerdi.[870]
Peygamber
Efendimiz, çocuklara olan şefkatinde hiçbir ayırım gözetmezdi. Kendi
çocuklarına ve torunlarına gösterdiği sevgi ve merhametin aynısını diğer Sahabî
çocuklarına da gösterirdi. Halid bin Said (ra), Peygamberimiz (a.s)'ı ziyarete
geldiğinde yanında küçük kızı da vardı. Habeşistan'da doğduğu için,
Peygamberimiz (a.s) ona ayrı bir yakınlık gösterirdi. Bir seferinde
Peygamberimiz (a.s)'ın eline işlemeli bir kumaş parçası geçmişti. Hz. Halid'in
kızını çağırttı ve ona verdi, sevindirdi.
Cemre o
sıralar küçük bir çocuktu. Babası alır, onu Peygamberimiz (a.s)'ın huzuruna
götürür, derdi ki: "Yâ Resulallah, şu kızım için Allah'a bereketle dua
eder misiniz?" Peygamber Efendimiz Cemre'yi kucağına oturttu, elini
başına koydu ve bereketle dua buyurdu.
Peygamberimiz
(a.s)'ın yardımcısı Hz. Zeyd (ra)'ın oğlu Üsame (ra) Peygamber Efendimiz ile
ilgili şunları anlatmıştır:
"Resulullah
bir dizine beni, bir dizine de torunu Hasan'ı oturtur; sonra ikimizi birden
bağrına basar ve 'Ya Rabbi, bunlara rahmet et. Çünkü ben bunlara karşı
merhametliyim' diye dua ederdi."[871]
Bazı
kimseler, Peygamberimiz (a.s)'ın çocuklarla oyun oynamasını, onlarla
ilgilenmesini anlamıyorlardı. Bir defasında Akra bin Habis (ra), Peygamberimiz
(a.s)'ı, Hz. Hasan'ı öperken gördü ve şöyle dedi:
"Benim
on çocuğum var. Şimdiye kadar hiçbirini öpmedim." Bunun üzerine
Peygamberimiz, "Merhamet etmeyene merhamet olunmaz" buyurdu."[872]
Peygamber
Efendimiz mübarek evladı Hz. İbrahim'i de, süt annesinin evinde sık sık
ziyarete gider, şefkat ve merhametini göstererek, başını okşar, bağrına
basardı. Peygamber Efendimizin hizmetkarı Hz. Enes (ra), ilgili bir hatırasını
şöyle anlatır:
"Ben ev
halkına Resul-i Ekremden (a.s) daha şefkatli, daha merhametli davranan bir
kimse hayatımda görmedim. İbrahim, Medine'nin Avali kısmında sütannesinin
yanında bulunurken, Peygamberimiz onu görmeye gider, biz de beraberinde
bulunurduk... Peygamberimiz içeri girer, oğlunu alır, öper, sonra dönerdi... Yine
bir gün gittiğimizde Resulullah çocuğunu getirtti, bağrına bastı. Ona bazı
sözler söyledi, onunla konuştu."[873]
Hazret-i Ali
anlatıyor:
"Peygamber
Efendimiz bize ziyarete gelmişti. O gece bizde kaldı. Hasan ve Hüseyin de
uyuyorlardı. Bir ara Hasan su istedi. Peygamberimiz hemen kalktı ve su
kırbasından bir bardak su aldı, çocuğa verdi…"[874]
Peygamberimiz
(a.s), ayrıca müminlere çocukları arasında adaletle davranmalarını hatırlatmış
ve şöyle demiştir:
"Allah'tan
korkun. Çocuklarınızın size itaatli olmalarını istediğiniz gibi siz de onların
aralarında adaletle davranınız."[875]
"Allah
öpücüğe varıncaya kadar her hususta çocuklar arasında adaletli davranmanızı
sever."[876]
Peygamberimiz
(a.s) çocukların eğitilmeleri ve güzel ahlak ile terbiye edilmeleri üzerinde de
durmuş ve bu konuda birçok tavsiyede bulunarak yol göstermiştir.
Peygamberimizin (a.s) bu konudaki sözlerinden bazıları şöyledir:
"Bir
baba çocuğuna güzel ahlaktan daha üstün bir miras bırakamaz."[877]
"Çocuğun,
babası üzerindeki haklarından biri ismini ve edebini güzel yapmasıdır."[878]
"Çocuklarınıza
ikram edin ve terbiyelerini güzel yapın..."[879]
Peygamberimiz
Hz. Muhammed (a.s), her konuda olduğu gibi, çocuklarla ilgilenmesi, onlara
gösterdiği sevgi ve şefkat ile müminlere en güzel örnektir. Peygamberimiz (a.s)
"Küçüklerimize şefkat etmeyen ... bizden değildir"[880] diyerek, çocuklara gösterilen şefkatin önemini
belirtmiştir.
Peygamber
Efendimizin eşleri müminlerin anneleridir
Peygamber
Efendimizin eşleri, tüm müminlerin anneleri, tüm müslüman kadınlara örnek, takva
sahibi müminlerdir. Kuran'da, hadis-i şeriflerde ve Peygamber Efendimizin
hayatı hakkındaki rivayetlerde Hz. Muhammed (a.s)'ın eşlerinin huyları,
imanları, Peygamberimiz (a.s)'e nasıl yardımcı oldukları, yaptıkları tebliğ ve
güzel ahlakları hakkında birçok bilgi verilmektedir.
Kur’an'da
Peygamber Efendimizin eşleri hakkında verilen bilgilerden biri, onların tüm
müminlerin annesi olduğudur:
اَلنَّبِىُّ
اَوْلى
بِالْمُؤْمِنينَ
مِنْ
اَنْفُسِهِمْ
وَاَزْوَاجُهُ
اُمَّهَاتُهُمْ
وَاُولُوا
الْاَرْحَامِ
بَعْضُهُمْ
اَوْلى
بِبَعْضٍ فى
كِتَابِ
اللّهِ مِنَ الْمُؤْمِنينَ
وَالْمُهَاجِرينَ
اِلَّا اَنْ
تَفْعَلُوا
اِلى
اَوْلِيَائِكُمْ
مَعْرُوفًا
كَانَ ذلِكَ
فِى
الْكِتَابِ مَسْطُورًا
“Peygamber, mü'minlere kendi nefslerinden daha mukaddemdir. Ve
onun refikaları da mü'minlerin valideleridir. Karabet sahipleri de Allah'ın
kitabında birbirlerine diğer mü'minlerden ve muhacirlerden daha yakındır. Ancak
dostlarınıza bir iyilik yapacak olmanız müstesna. Bu, kitapta yazılmış
bulunmaktadır.”[881]
Bir başka
ayette ise, Allah müminlere, Peygamberimiz (a.s)'den sonra onun eşlerini
nikahlamalarını yasaklamıştır. Bu ayet şöyledir:
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا لَا
تَدْخُلوُا
بُيُوتَ
النَّبِىِّ
اِلَّا اَنْ
يُؤْذَنَ
لَكُمْ اِلى
طَعَامٍ
غَيْرَ
نَاظِرينَ
اِنيهُ
وَلكِنْ
اِذَا
دُعيتُمْ
فَادْخُلُوا
فَاِذَا
طَعِمْتُمْ
فَانْتَشِرُوا
وَلَا
مُسْتَاْنِسينَ
لِحَديثٍ
اِنَّ ذلِكُمْ
كَانَ
يُؤْذِى
النَّبِىَّ
فَيَسْتَحْي
مِنْكُمْ
وَاللّهُ
لَايَسْتَحْي
مِنَ الْحَقِّ
وَاِذَا
سَاَلْتُمُوهُنَّ
مَتَاعًا
فَسَْلُوهُنَّ
مِنْ وَرَاءِ
حِجَابٍ ذلِكُمْ
اَطْهَرُ
لِقُلُوبِكُمْ
وَقُلُوبِهِنَّ
وَمَا كَانَ
لَكُمْ اَنْ
تُؤْذُوا
رَسُولَ
اللّهِ وَلَا
اَنْ
تَنْكِحُوا
اَزْوَاجَهُ
مِنْ بَعْدِه
اَبَدًا
اِنَّ
ذلِكُمْ
كَانَ عِنْدَ
اللّهِ عَظيمًا
“Ey imân etmiş olanlar! Peygamberin hanelerine bir yemeğe davet
olunmadan girip yemek pişmesini beklemeyin. Meğer ki, size izin verilmiş olsun.
Fakat (öyle) davet olunduğunuz vakit giriniz. Yemeği yedikten sonra lâfa
dalmaksızın dağılınız. Çünkü o, şüphe yok ki peygambere eziyet verir, o da
sizden utanır. Fakat Allah hakkı bildirmekten çekinmez. Ve onlardan bir lüzumlu
şey soracağınız vakit de onlardan bir perde ardından (sorunuz). Bu sizin
kalpleriniz için ve onların kalpleri için daha temizdir ve Allah'ın ResûIüne
sizin eziyet vermeniz doğru değildir ve ondan sonra zevcelerini nikah etmeniz
de ebedîyyen (caiz değildir). Şüphe yok ki o, Allah indinde çok büyük (bir
günah) bulunmaktadır.”[882]
Kur’an'ın
bazı ayetlerinde ise, Peygamberimiz (a.s)'ın hanımlarının diğer kadınlar gibi
olmadıkları belirtilmiş ve onların nasıl bir tavır içinde olmaları gerektiği
haber verilmiştir. Ayetlerde şöyle buyrulur:
يَا
نِسَاءَ
النَّبِىِّ
لَسْتُنَّ
كَاَحَدٍ
مِنَ
النِّسَاءِ
اِنِ
اتَّقَيْتُنَّ
فَلَا
تَخْضَعْنَ
بِالْقَوْلِ
فَيَطْمَعَ الَّذى
فى قَلْبِه
مَرَضٌ
وَقُلْنَ
قَوْلًا مَعْرُوفًا
(*) وَقَرْنَ فى
بُيُوتِكُنَّ
وَلَا
تَبَرَّجْنَ
تَبَرُّجَ
الْجَاهِلِيَّةِ
الْاُولى
وَاَقِمْنَ
الصَّلوةَ
وَاتينَ
الزَّكوةَ
وَاَطِعْنَ
اللّهَ
وَرَسُولَهُ
اِنَّمَا
يُريدُ
اللّهُ
لِيُذْهِبَ عَنْكُمُ
الرِّجْسَ
اَهْلَ
الْبَيْتِ
وَيُطَهِّرَكُمْ
تَطْهيرًا (*)
وَاذْكُرْنَ
مَا يُتْلى فى
بُيُوتِكُنَّ
مِنْ ايَاتِ
اللّهِ
وَالْحِكْمَةِ
اِنَّ اللّهَ
كَانَ
لَطيفًا
خَبيرًا
“Ey
peygamberin kadınları, siz kadınlardan herhangi biri (gibi) değilsiniz; eğer
sakınıyorsanız, artık sözü çekicilikle söylemeyin ki, sonra kalbinde hastalık
bulunan kimse tamah eder. Sözü maruf bir tarzda söyleyin. Evlerinizde
vakarla-oturun (evlerinizi karargah edinin), ilk cahiliye (kadınları)nın
süslerini açığa vurması gibi, siz de süslerinizi açığa vurmayın; namazı
dosdoğru kılın, zekatı verin, Allah'a ve elçisine itaat edin. Ey Ehl-i Beyt,
gerçekten Allah, sizden kiri (günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz
kılmak ister. Evlerinizde okunmakta olan Allah'ın ayetlerini ve hikmeti
hatırlayın. Şüphesiz Allah, latiftir, haberdar olandır.”[883]
Peygamberimizin
takva sahibi eşlerinin ayetlerde bildirilen tutumları, yani sözü maruf, akla ve
vicdana uygun bir şekilde söylemeleri, vakarlı tavırları, sakınmaları,
ibadetlerde ve Peygamber Efendimize itaatteki titizlikleri, Kur’an'ı ve
Peygamberimiz (a.s)'ın sünnetini çok iyi biliyor olmaları tüm mümin kadınlara
örnektir.
Allah,
ayetlerinde Peygamberimiz (a.s)'ın hanımlarının ecirlerinin iki kat
verileceğini şöyle bildirmiştir:
يَا
نِسَاءَ
النَّبِىِّ
مَنْ يَاْتِ
مِنْكُنَّ
بِفَاحِشَةٍ
مُبَيِّنَةٍ
يُضَاعَفْ لَهَا
الْعَذَابُ
ضِعْفَيْنِ
وَكَانَ
ذلِكَ عَلَى
اللّهِ
يَسيرًا
وَمَنْ يَقْنُتْ
مِنْكُنَّ
لِلّهِ
وَرَسُولِه
وَتَعْمَلْ
صَالِحًا
نُؤْتِهَا
اَجْرَهَا مَرَّتَيْنِ
وَاَعْتَدْنَا
لَهَا
رِزْقًا كَريمًا
() يَا نِسَاءَ
النَّبِىِّ
لَسْتُنَّ كَاَحَدٍ
مِنَ
النِّسَاءِ
اِنِ
“Ey
peygamberin kadınları, sizden kim açık bir çirkin-utanmazlıkta bulunursa, onun
azabı iki kat olarak arttırılır. Bu da Allah'a göre pek kolaydır. Ama sizden
kim Allah'a ve Resûlü'ne gönülden -itaat eder ve salih bir amelde bulunursa,
ona ecrini iki kat veririz. Ve Biz ona üstün bir rızık da hazırlamışızdır.”[884]
Peygamber
Efendimizin mübarek eşlerinden ilki, Hz. Hatice (ra)'dır. Hz. Hatice aynı
zamanda ilk müslümanlardandır. Peygamberimiz (a.s), ilk vahyi aldığında hemen
kendisine söylemiştir. Aklı, feraseti, basireti ve hikmeti ile tanınan Hz.
Hatice, hemen iman etmiş ve o günden sonra Peygamberimiz (a.s)'e büyük destek
olmuş, Kur’an ahlakının yayılmasında maddi ve manevi olarak büyük bir çaba
göstermiştir.
Peygamberimiz
(a.s)'ın Hazreti Hatice, Hazreti Aişe, Hazreti Hafsa, Hazreti Zeyneb, Hazreti
Ümmü Seleme, Hazreti Cuveyriye, Hazreti Ümmü Habibe, Hazreti Safiye, Hazreti
Meymune gibi isimleri zikredilen diğer hanımları da fedakarlıkları, sabırları
ve Peygamber Efendimize olan bağlılıkları ile sahabelere örnek olmuşlardır.
Peygamberimiz
(a.s), hem hanımları hem de çocukları ile çok yakından ilgilenmiş, onların
imanlarını, sağlıklarını, neşelerini ve ilimlerini artırmalarına vesile
olmuştur. Rivayetlerde Peygamberimiz (a.s)'ın hanımları ile oyunlar oynadığı,
koşu yarışları yaptığı da belirtilir. Sahabeler "Peygamber (a.s)
hanımlarıyla en fazla şakalaşan kişiydi"[885] diyerek, Peygamber Efendimizin eşlerine olan
ilgisini belirtmiştir.
Ayrıca Hz.
Aişe (ra)'den rivayet edildiğine göre, Peygamber Efendimiz, “Hanımlarına
karşı insanların en yumuşağı, en kerimi, güler yüzlüsü ve mütebessim olanı
idi."[886]
Peygamber
Efendimizin bilinen bir başka özelliği ise, hanımları arasında son derece
adaletli olmasıdır. Hatta rivayetlerde. eşlerini ziyaretlerini eşit olarak
taksim ettiği belirtilir. Bu konuda Hz. Aişe (ra) şöyle der:
"Resulullah
(a.s) gece taksiminde adalete riayet eder ve derdi ki: "Ey Allah'ım. Bu
taksim benim iktidarımda olanda yaptığım bir taksimdir. Senin muktedir olup
benim muktedir olmadığım şeyden dolayı beni levmetme."[887]
Hz. Enes (ra)
anlatıyor:
"Resulullah
(a.s)'ın yanında dokuz hanımı vardı. Hanımlara uğrama işini sıraya koyuyordu.
Birinci hanımına ikinci uğrayışı dokuz gün sonra oluyordu. Hanımları her akşam
Resullulah'ın o gün geleceği odada toplanıyordu."[888]
Peygamber
Efendimiz birçok sözünde de mümin kadınların ne kadar değerli varlıklar
olduklarını belirtmiştir. Örneğin bir sözünde "Dünya bir metaıdır.
Dünya metaının en hayırlısı saliha kadındır" [889] dediği belirtilir.
Peygamber
Efendimiz ashabına da eşlerine karşı nasıl bir tutum içinde olmaları
gerektiğini anlatmıştır:
"En
olgun imana sahip mümin huyu en güzel ve ailesine karşı en nazik, lütufkar
olanıdır."[890]
"En
hayırlınız, hanımlarına en hayırlı olanınızdır. Ben hanımlarına karşı sizlerin
en iyisiyim."[891]
Peygamberimizin
Geleceğe Dair Verdiği Haberler
Her insanın,
her toplumun ve her ülkenin bir kaderi vardır. Dünya üzerinde henüz hiçbir
insan yaratılmamışken, her insanın gelecekte neler yaşayacağı, bir ülkenin
hangi olaylara şahit olacağı, bir toplumun geçireceği evreler ve bu gibi her
olay Allah katında tüm detayları ile belirlenmiştir. Ancak insanlar, önceden
belirlenmiş, Allah'ın katında yaşanmış ve hatta bitmiş olan bu olayların
hiçbirinden haberdar olmazlar. Bunları, ancak yaşadıkça görür ve bilirler.
Dolayısıyla gelecek insanlar için gaybtır, yani bilinmezdir.
Ancak Allah,
bazı kullarına gayba dair bazı bilgiler verdiğini Kur’an'da bildirmiştir. Bu
kişilerden biri de Hz. Yusuf'tur. Hz. Yusuf, zindanda iken, Allah'ın varlığının
delillerini anlattığı iki arkadaşına şöyle demiştir:
قَالَ
لَا
يَاْتيكُمَا
طَعَامٌ
تُرْزَقَانِه
اِلَّا
نَبَّاْتُكُمَا
بِتَاْويلِه
قَبْلَ اَنْ
يَاْتِيَكُمَا
ذلِكُمَا مِمَّا
عَلَّمَنى
رَبّى اِنّى
تَرَكْتُ مِلَّةَ
قَوْمٍ لَا
يُؤْمِنُونَ
بِاللّهِ وَهُمْ
بِالْاخِرَةِ
هُمْ
كَافِرُونَ
“Dedi
ki: "Size rızıklanacağınız bir yemek gelecek olsa, ben mutlaka size daha
gelmeden önce onun ne olduğunu haber veririm. Bu, Rabbimin bana
öğrettiklerindendir. Doğrusu ben, Allah'a iman etmeyen, ahireti de
tanımayanların ta kendileri olan bir topluluğun dinini terk ettim."[892]
Ayette de
bildirildiği gibi, Hz. Yusuf gayb olan bir haberi bildiğini söylemektedir. Bu,
Allah'ın Hz. Yusuf'a verdiği bir ilim ve mucizedir. Allah, Hz. Yusuf'a ayrıca
rüyaları yorumlama ilmini de vermiştir. Hz. Yusuf -Allah'ın dilemesi ile- gelecekte
olacak bazı olayları görebilmektedir.
Hz. Yusuf'a
verilen ilmin bir benzeri başka peygamberlere de verilmiştir. Allah ayetlerde,
elçilerinden seçtiği kimselere gayb haberlerini açıklayacağını şöyle
bildirmiştir:
عَالِمُ
الْغَيْبِ
فَلَا
يُظْهِرُ عَلى
غَيْبِه
اَحَدًا (*)
اِلَّا مَنِ
ارْتَضى مِنْ
رَسُولٍ
فَاِنَّهُ
يَسْلُكُ
مِنْ بَيْنِ
يَدَيْهِ
وَمِنْ خَلْفِه
رَصَدًا
“O,
gaybı bilendir. Kendi gaybını (görülmez bilgi hazinesini) kimseye açık tutmaz
(ona muttali kılmaz.) Ancak elçileri (peygamberleri) içinde razı olduğu
(seçtikleri kimseler) başka. Çünkü O, bunun önüne ve arkasına izleyici
(gözetleyici)ler dizer.”[893]
Elbette
Rabbimiz Peygamber Efendimize de gayba dair pek çok haber vermiştir.
Peygamberimiz (a.s) hem geçmişte meydana gelen ve kimsenin bilmediği olayları,
hem de gelecekte gerçekleşecek olan birçok olayı Allah'ın bildirmesiyle
öğrenmiştir. Bir ayette Allah bu gerçeği şöyle haber verir:
ذلِكَ مِنْ
اَنْبَاءِ
الْغَيْبِ
نُوحيهِ اِلَيْكَ
وَمَا كُنْتَ
لَدَيْهِمْ
اِذْ اَجْمَعُوا
اَمْرَهُمْ
وَهُمْ
يَمْكُرُونَ
“Bu,
sana (ey Muhammed) vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Yoksa onlar, (Yusuf'un
kardeşleri) o hileli-düzeni kurarlarken, yapacakları işe topluca karar
verdikleri zaman sen yanlarında değildin.”[894]
Bu bölümde,
Allah'ın, Peygamber Efendimize hem Kuran aracılığı ile, hem de kendisine özel
olarak bildirdiği ve Peygamberimiz (a.s)'ın hadisleri aracılığı ile bize ulaşan
bu gayb haberlerinden birkaçına yer verilecektir.
Bu haberlerin
pek çoğu gerçekleşmiştir ve insanlar da bu mucizeye şahit olmuşlardır. Bu, hem
Peygamber Efendimizin Allah'ın elçisi olduğunun hem de Kuran'ın Allah'ın sözü
olduğunun delillerinden biridir.
Peygamberimiz
(a.s)'e Kur’an İle Verilen Gayb Haberlerinden Bazıları
الم (*)
غُلِبَتِ
الرُّومُ (*) فى
اَدْنَى
الْاَرْضِ
وَهُمْ مِنْ
بَعْدِ
غَلَبِهِمْ
سَيَغْلِبُونَ
(*) فى بِضْعِ
سِنينَ
لِلّهِ
الْاَمْرُ
مِنْ قَبْلُ
وَمِنْ
بَعْدُ
وَيَوْمَئِذٍ
يَفْرَحُ
الْمُؤْمِنُونَ
“Elif,
Lam, Mim. Rum (orduları) yenilgiye uğradı. "Dünyanın en alçak
yerinde". Ama onlar, yenilgilerinden sonra yeneceklerdir. Üç ile dokuz yıl
içinde. Bundan önce de, sonra da emir Allah'ındır. Ve o gün müminler
sevineceklerdir.”[895]
Peygamber
Efendimize Kur’an aracılığı ile gelecek hakkında verilen haberlerden biri, Rum
Suresi'nin hemen başındaki ayetlerde yer alır. Bu ayetlerde Bizans
İmparatorluğu'nun bir yenilgiye uğradığı, ama çok kısa bir zaman sonra tekrar
galip geleceği bildirilmiştir.
Bu ayetler,
Hıristiyan olan Bizanslıların, putperest bir toplum olan Persler karşısında çok
ağır bir yenilgiye uğramasından yaklaşık 7 sene sonra, M.S. 620 civarında
indirilmişti. Ve ayetlerde Bizans'ın çok yakında galip geleceği haber
veriliyordu. Oysa o sırada Bizans o kadar büyük kayıplara uğramıştı ki, değil
tekrar galip gelmesi, ayakta kalması bile imkansız görülüyordu. Yalnız Persler
değil Avarlar, Slavlar ve Lombardlar da Bizans devletine karşı büyük tehdit
oluşturmaktaydı. Avarlar İstanbul önlerine kadar gelmişlerdi. Bizans Kralı
Heraklius, ordunun masraflarını karşılayabilmek için kiliselerdeki altın ve
gümüş süs eşyalarının eritilip paraya çevrilmesini emretmişti. Hatta bunlar da
yetmeyince bronzdan heykeller bile para yapımı için eritilmeye başlanmıştı. Pek
çok vali, Kral Heraklius'a isyan etmiş, imparatorluk parçalanma noktasına
gelmişti. Önceden Bizans toprağı olan Mezopotamya, Kilikya, Suriye, Filistin,
Mısır ve Ermenistan, putperest Perslerin işgali altına girmişti.[896]
Kısacası,
herkes Bizans'ın yok olmasını bekliyordu. Ama tam bu dönemde, Rum Suresi'nin
ilk ayetleri vahyedildi ve Bizans'ın dokuz yıl geçmeden yeniden galip geleceği
haber verildi. Bu galibiyet öylesine imkansız gözüküyordu ki, Arap müşrikleri
Kur’an'da haber verilen bu zaferin, asla gerçekleşmeyeceğini düşünüyorlardı.
Fakat
Kur’an'ın tüm haberleri gibi bu da hiç kuşkusuz gerçekti. Rum Suresi'nin ilk ayetlerinin
indirilmesinden yaklaşık 7 yıl sonra, M.S. 627 yılının Aralık ayında, Bizans ve
Pers İmparatorlukları arasında Ninova harabeleri yakınında büyük bir savaş daha
oldu. Ve bu kez Bizans ordusu, Persleri yenilgiye uğrattı. Birkaç ay sonra da
Persler işgal ettikleri yerleri Bizans'a geri veren bir anlaşma imzalamak
zorunda kaldılar.[897] Böylece Allah'ın Kur’an ile
Peygamber Efendimize bildirdiği "Rum'un zaferi", mucizevi bir şekilde
gerçek oldu.
Bu ayetlerde
yer alan bir başka mucize de, o dönemde kimsenin tespit etmesinin mümkün
olmadığı coğrafi bir gerçeğin haber verilmesidir.
Rum
Suresi'nin 3. ayetinde, Rumların "Dünyanın en alçak yerinde"
yenildikleri belirtilir. Arapça’sı "Edna el ard" olan bu ifade, bazı
meallerde "yakın bir yer" olarak da tercüme edilir. Ancak bu tercüme,
orijinal ifadenin tam karşılığı değil, mecazi bir yorumudur. "Edna"
kelimesi Arapçada "alçak" demek olan "deni" kelimesinden
türemiştir ve "en alçak" anlamına gelir. "Ard" ise yeryüzü
demektir. Dolayısıyla "Edna el ard" ifadesi de "yeryüzünün en
alçak yeri" manasına gelmektedir.
Bizans
İmparatorluğu ile Persler arasındaki savaş, yeryüzünün gerçekten en alçak
noktasında gerçekleşmiştir. Söz konusu savaşın yeri, Suriye, Filistin ve
şimdiki Ürdün topraklarının kesiştiği bölgede yer alan Lut Gölü havzasıdır. Ve
bilindiği gibi deniz seviyesinden 395 metre aşağıda olan Lut Gölü çevresi,
yeryüzünün "en alçak" bölgesidir. Yani Rumlar, tam ayette
belirtildiği gibi, "yeryüzünün en alçak yeri"nde yenilmişlerdir.
Burada dikkat
edilmesi gereken nokta, Lut Gölü'nün rakımının, ancak modern çağdaki ölçümlerle
tespit edilebilmiş olmasıdır. Daha önce hiç kimsenin Lut Gölü'nün dünyanın en
alçak bölgesi olduğunu bilmesi mümkün değildir. Ama bu bölge Kuran'da
"yeryüzünün en alçak yeri" olarak tanımlanmıştır. Bu, Kuran'ın İlahi
bir söz olduğunun ve Peygamberimiz (a.s)'ın Allah'ın Resulü olduğunun
delillerinden birini oluşturmaktadır.
سُبْحَانَ
الَّذى
اَسْرى
بِعَبْدِه
لَيْلًا مِنَ
الْمَسْجِدِ
الْحَرَامِ
اِلَى الْمَسْجِدِ
الْاَقْصَاالَّذى
بَارَكْنَا حَوْلَهُ
لِنُرِيَهُ
مِنْ
ايَاتِنَا
اِنَّهُ هُوَالسَّميعُ
الْبَصيرُ
“Bir
kısım ayetlerimizi kendisine göstermek için, kulunu bir gece Mescid-i
Haram'dan, çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa'ya götüren O (Allah)
yücedir. Gerçekten O, işitendir, görendir.”[898]
Bu ayette
Allah, Peygamber Efendimizi bir gece Mescid-i Aksa'ya götürdüğünü ve orayı
gösterdiğini bildirmektedir. Bu, çok büyük bir mucizedir. Bilindiği gibi,
Mescid-i Haram Mekke'de, Mescid-i Aksa ise Kudüs'tedir. Ve Peygamber Efendimiz,
bu olay gerçekleştiğinde Mekke'de bulunmaktadır. O dönemin koşullarında ise,
bir gece içinde Mekke'den Kudüs'e gitmek imkansızdır. Ayrıca şunu da
belirtmeliyiz ki, Peygamber Efendimiz, Kudüs'ü ve Mescid'i Aksa'yı daha önce
hiç görmemiştir.
Ertesi gün,
bu büyük mucizeyi çevresindekilere anlattığında, Mekke'li müşriklerin ona
inanmadıkları ve delil göstermesini istedikleri rivayet edilir. Kureyşlilerin
içinde Mescid-i Aksa'yı görmüş olanlar vardır ve Peygamber Efendimiz Mescid-i
Aksa'yı tarif etmesini istemişler, kendisine bununla ilgili sorular
sormuşlardır.
Peygamber
Efendimiz, Mescid-i Aksa'yı doğru olarak anlatınca, müşrikler Peygamberimiz
(a.s)'ın Mescid-i Aksa'yı tanımlamada isabet buyurduğunu söylemişler, sonra da,
o yoldan gelmekte olan kervanlar ile karşılaşıp karşılaşmadığını sormuşlardır.
Peygamberimiz (a.s) bu soru üzerine, "Evet, onun kervanlarıyla
karşılaştım, Revhâ'da idi. Bir deve kaybetmişler arıyorlardı. Yüklerinde bir su
kadehi vardı. Susadım onu alıp su içtim ve yine eskiden olduğu gibi yerine
koydum. Geldiklerinde sorun bakalım kadehte suyu bulmuşlar mı?"
buyurdu. Kureyşliler, "Bu da diğer bir alâmettir" dedikten
sonra, Peygamber Efendimize kervanla ilgili detaylar sormaya devam etmişlerdir.
Peygamberimiz (a.s) ise, sorduklarının hepsine cevap vermiş ve şöyle demiştir: "İçlerinde
şu kişi önde, boz renkte bir deve üzerinde dikilmiş iki harar olduğu halde şu
gün güneşin doğması ile beraber gelirler". Bunun üzerine: "Bu
da diğer bir âyettir" diyerek o gün hızla Seniyye'ye doğru yola
çıkarak güneşin doğuşunu bekledikleri rivayet edilmektedir. Gerçekten de
güneşin doğması ile söz konusu kervan da görünmüştür. Kervanın önünde ise aynı
Peygamber Efendimizin tarif ettiği gibi bir boz deve de bulunmaktadır.[899]
Allah'ın,
Peygamberimiz (a.s)'e, hayatı boyunca hiç görmediği bir mekanı, oraya gitmeden
göstermesi çok önemli bir mucizedir. O dönemde, Mekke'den Kudüs'e, bir gecede
ulaşmanın imkansız olması ise bu mucizeyi daha açık ve görülür hale
getirmektedir.
لَقَدْ
صَدَقَ
اللّهُ
رَسُولَهُ
الرُّءْيَا
بِالْحَقِّ
لَتَدْخُلُنَّ
الْمَسْجِدَ
الْحَرَامَ
اِنْ شَاءَ
اللّهُ
امِنينَ
مُحَلِّقينَ
رُؤُسَكُمْ
وَمُقَصِّرينَ
لَا
تَخَافُونَ
فَعَلِمَ مَا
لَمْ
تَعْلَمُوا
فَجَعَلَ
مِنْ دُونِ
ذلِكَ
فَتْحًا
قَريبًا
“Andolsun
Allah, elçisinin gördüğü rüyanın hak olduğunu doğruladı. Eğer Allah dilerse,
mutlaka siz Mescid-i Haram'a güven içinde, saçlarınızı tıraş etmiş, (kiminiz
de) kısaltmış olarak (ve) korkusuzca gireceksiniz. Fakat Allah, sizin
bilmediğinizi bildi, böylece bundan önce size yakın bir fetih (nasib) kıldı.”[900]
Peygamber Efendimiz,
Medine'de iken rüyasında, müminlerin güven içinde Mescid-i Haram'a girdiklerini
ve Kabe'yi tavaf ettiklerini görmüş ve müminleri bu haberle müjdelemiştir.
Çünkü, Mekke'den Medine'ye hicret eden müminler, o zamandan beri Mekke'ye
girememektedirler. Peygamber Efendimiz (a.s)'ın bu rüyasını açıklaması üzerine,
rivayetlere göre, müminler Mekke'ye umre niyetiyle gitmişler, ancak müşrikler
onların Mekke'ye girmelerine izin vermemişlerdir. Münafıklar ise fitne çıkarmak
için bunu fırsat bilmişler, ne Kabe'ye gidebildiklerini, ne de saçlarını tıraş
edebildiklerini söyleyerek, Peygamberimiz (a.s)'ın gördüğü rüyayı yalanlamaya
çalışmışlardır.
Allah,
Peygamberimiz (a.s)'e katından bir yardım ve destek olarak Fetih Suresi'nin 27.
ayetini vahyetmiş ve rüyasının doğru olduğunu, Allah eğer dilerse müminlerin
Mekke'ye girebileceklerini bildirmiştir. Gerçekten de, bir süre sonra, önce
Hudeybiye barışı ve ardından gelen Mekke'nin fethi ile, Müslümanlar, aynı
ayette bildirildiği gibi güven içinde Mescid-i Haram'a girmişlerdir. Böylece
Allah, Peygamber Efendimizin önceden haber verdiği müjdenin gerçek olduğunu
göstermiştir.[901]
Burada önemli
olan bir başka nokta ise şudur: Peygamber Efendimiz müminlere bu müjdeyi
verdiğinde, ortada hiç böyle bir durum bulunmamaktadır. Hatta, koşullar tam
aksini göstermekte, müşrikler müminleri kesinlikle Mekke'ye sokmamakta kararlı
görünmektedirler. Bu ise, kalbinde hastalık olanların, Peygamber Efendimizin
söylediklerine şüphe ile bakmalarına neden olmaktadır. Ancak Peygamberimiz
(a.s) Allah'a güvenerek, insanların ne diyeceklerini hiç önemsemeden, Allah'ın
kendisine bildirdiğine iman etmiş ve bunu insanlara açıklamıştır.
Söylediklerinin Kur’an ayetleri ile teyid edilmesi ve yakın bir gelecekte,
söylediklerinin gerçekleşmesi ise Peygamberimiz (a.s)'ın ve Kur’an'ın önemli
bir mucizesidir.
وَقَضَيْنَا
اِلى بَنى
اِسْرَائلَ
فِى الْكِتَابِ
لَتُفْسِدُنَّ
فِى
الْاَرْضِ
مَرَّتَيْنِ
وَلَتَعْلُنَّ
عُلُوًّا
كَبيرًا (*)
فَاِذَا
جَاءَ وَعْدُ
اُوليهُمَا
بَعَثْنَا
عَلَيْكُمْ
عِبَادًا
لَنَا اُولى
بَاْسٍ شَديدٍ
فَجَاسُوا
خِلَالَ
الدِّيَارِ
وَكَانَ
وَعْدًا
مَفْعُولًا (*)
ثُمَّ
رَدَدْنَا
لَكُمُ
الْكَرَّةَ
عَلَيْهِمْ
وَاَمْدَدْنَاكُمْ
بِاَمْوَالٍ
وَبَنينَ
وَجَعَلْنَاكُمْ
اَكْثَرَ
نَفيرًا
“Kitapta
İsrailoğulları'na şu hükmü verdik: "Muhakkak siz yer(yüzün) de iki defa
bozgunculuk çıkaracaksınız ve muhakkak büyük bir kibirleniş-yükselişle
kibirlenecek-yükseleceksiniz. Nitekim o ikiden ilk-vaid geldiği zaman, oldukça
zorlu olan kullarımızı üzerinize gönderdik de (sizi) evlerin aralarına kadar
girip araştırdılar. Bu yerine getirilmesi gereken bir sözdü. Sonra onlara karşı
size tekrar 'güç ve kuvvet verdik', size mallar ve çocuklarla yardım ettik ve
topluluk olarak sizi sayıca çok kıldık.”[902]
İsra
Suresi'ndeki bu ayetlerde bildirildiği gibi, İsrailoğulları yeryüzünde iki kez
bozgunculuk çıkaracaklardır. Bunlardan ilk "bozgun ve kibirli
yükseliş"lerinin ardından, Allah onların üzerine güçlü bir ordu
gönderdiğini bildirmektedir. Gerçekten de, İsrailoğulları, Hz. Yahya'yı
öldürdükleri ve Hz. İsa'yı öldürmek için tuzak kurdukları dönemin, yani kibirli
yükselişlerinin ve bozgunculuklarının hemen ardından, M.S. 70 yılında,
Romalılar tarafından Kudüs'ten sürülmüşlerdir. Kudüs'teki Hz. Süleyman tapınağı
ise darmadağın edilmiştir.
M.S. 70
yılında Filistin'den sürülmelerinin ardından Yahudiler tüm dünyaya
yayılmışlardır. Hz. İsa'nın katilleri olarak görüldükleri için de, Avrupa'da
bulundukları ülkelerde genellikle küçük görülmüş, zor koşullar altında
yaşamışlar, hatta çoğu zaman dinlerini gizlemek zorunda kalmışlardır. Peygamber
Efendimize bu ayet vahyedildiği zaman da, Yahudiler bu zor koşullar altında
yaşamaktaydılar ve bir devletleri dahi bulunmamaktaydı. Ancak Allah ayetlerde
İsrailoğullarına tekrar güç vereceğini haber vermiştir.
Peygamber
Efendimizin hayatta olduğu dönemde oldukça uzak ve zor bir ihtimal olarak
görünen bu olay, daha sonra tam olarak gerçekleşti. Yahudiler, Filistin'e geri
döndüler ve 1948 yılında İsrail Devleti'ni kurdular. İsrail'in günümüzdeki
siyasi ve askeri gücü ve etkisi ise bilinen bir gerçektir.
İsrailoğulları
ile ilgili olan bu ayette ve diğer ayetlerde önemli olan noktalardan biri, o
dönemde imkansız görünen ve olmasına dair hiçbir gelişme veya ipucu bulunmayan
olayların, ileride gerçekleşeceğinin haber verilmesidir. Elbette tüm bunlar
Kur’an'ın bir mucizesidir.
وَاِذْ
اَسَرَّ
النَّبِىُّ
اِلى بَعْضِ
اَزْوَاجِه
حَديثًا
فَلَمَّا
نَبَّاَتْ
بِه وَاَظْهَرَهُ
اللّهُ
عَلَيْهِ
عَرَّفَ بَعْضَهُ
وَاَعْرَضَ
عَنْ بَعْضٍ
فَلَمَّا نَبَّاَهَا
بِه قَالَتْ
مَنْ
اَنْبَاَكَ
هذَا قَالَ
نَبَّاَنِىَ
الْعَليمُ
الْخَبيرُ
“Hani
Peygamber, eşlerinden bazılarına gizli bir söz söylemişti. Derken o (eşlerinden
biri), bunu haber verip Allah da ona bunu açığa vurunca, o da (Peygamber) bir
kısmını açıklamış bir kısmını (söylemekten) vazgeçmişti. Sonunda haberi verince
(eşi) demişti ki: "Bunu sana kim haber verdi?" O da: "Bana
bilen, (herşeyden) haberdar olan (Allah) haber verdi" demişti.”[903]
Bu ayette
bildirildiği üzere, Peygamber Efendimiz hanımlarından bazılarına bir sır
vermiştir. Ancak onlar bu sırrı tutmayarak, birbirlerine aktarmışlardır. Allah,
Peygamber Efendimize, onların bu tavrını bildirmiş ve aralarındaki gizli
konuşmaları onlara haber vermiştir. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz
hanımlarına, aralarındaki gizli konuşmayı bildiğini söylemiştir.
Peygamber
Efendimizin hadislerinde bildirdiği gayb haberlerinden bazıları
"Sizler
Mısır'ı fethedeceksiniz. Orası (paraya) "kirat" denilen yerdir.
Oranın halkına hayır tavsiye edin. Onların bir zimmet, bir de rahim (hakkı)
vardır."[904]
Peygamber
Efendimiz hadis-i şeriflerinde Mısır'ın fethedileceğini müjdelemektedir.
Peygamberimiz (a.s) bu müjdeyi verdiği sırada Mısır, Romalıların hakimiyeti
altındaydı. Ayrıca, müslümanların henüz çok büyük bir gücü bulunmamaktaydı.
Ancak, Peygamber Efendimizin, bu sözleri gerçek olmuş, kendisinin vefatından
çok zaman geçmeden, Hz. Ömer (ra)'in halifeliği sırasında, M.S. 641 yılında,
Amr bin As komutasındaki müslümanlar tarafından Mısır fethedilmiştir.[905] Bu olay, Peygamber
Efendimizin gerçekleşen gayb haberlerinden biridir.
"Kisra
ölünce, ondan başka Kisra yoktur. Kayser de öldü mü ondan sonra bir Kayser
yoktur. Nefsimi kudret altında tutan Zat-ı Zülcelal'e yemin olsun, siz her
ikisinin de hazinelerini Allah yolunda harcayacaksınız."[906]
Bu hadis-i
şerifte geçen "Kisra" kelimesi, geçmişte İran kralları için
kullanılan bir isimdir. Kayser (Sezar) sıfatı ise, Roma İmparatoru için
kullanılmaktaydı. Peygamber Efendimiz, bu her iki kralın sahip olduğu hazinenin
Müslümanlara kalacağını müjdelemiştir.
Burada dikkat
edilmesi gereken nokta, Peygamberimiz (a.s)'ın bu haberi müjdelediği dönemde
müslümanların askeri, ekonomik ve siyasi açıdan, henüz böyle büyük bir fetih
yapmaya güçlerinin bulunmamasıdır. Ayrıca, bu dönemde, İran ve Bizans
İmparatorlukları da, tüm Ortadoğu'ya hakim en güçlü iki devletti. Dolayısıyla,
Peygamber Efendimiz, bu iki fethi haber verdiğinde böyle bir siyasi durum söz
konusu bile değildi. Ancak, Peygamber Efendimizin haber verdiği bu olaylar da
gerçekleşmiştir. Hz. Ömer zamanında İran fethedilmiş ve ganimetlerine el
konulmuştur. Ve bu fetihle birlikte Kisraların saltanatı son bulmuştur.[907]
Kayser'in
ölümü ve hazinelerinin müslümanlara kalması ise, öncelikle müslümanların
Halifeler döneminde, Roma İmparatorluğu'na ait çok önemli merkezleri
fethetmeleri ile gerçekleşmiştir. Hz. Ebubekir döneminden başlayarak, Kayser'in
yönetimi altındaki Ürdün, Filistin, Şam, Kudüs, Suriye, Mısır gibi önemli
merkezlerin tamamı fethedilmiştir. İstanbul'un, 1453 yılında Osmanlı Padişahı
Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmesi ve Roma İmparatorluğunun yıkılmasını
müteakiben Kayser ünvanı da tarihe gömülmüştür.[908]
Amerikalı
araştırmacı yazar M.G.S. Hodgson, İslam'ın Serüveni isimli kitabında,
müslümanların Bizans ve İran İmparatorluğu'na ait yerlerin fethini şöyle
açıklar:
"Hz.
Muhammed Mekkeli bir Arap olarak, Medine'de dini esaslara göre teşkilatlanmış
bir toplum kurar ve Sasani (İran) ve Roma İmparatorlukları üzerine yürüyecek ve
hatta yerel düzeyde onların yerine geçecek olan bu toplumu, Arap yarımadasının
çoğu kesimine yayar."[909]
Böylece,
Peygamberimiz (a.s)'ın döneminde siyasi ve ekonomik açıdan imkansız gibi
görünen bu önemli fetihler, Allah'ın Hz. Muhammed'e verdiği birer mucize olarak
gerçekleşmiştir.
"Yüce
Allah Kisra'ya oğlu Şireveyh"i musallat kıldı. Şireveyh, onu şu ayda, şu
gecede ve gecenin de şu saatinde öldürdü!"[910]
"Benim
dinim ve hakimiyetim, Kisra'nın mülk ve sanatının ulaştığı yere kadar
ulaşacaktır."[911]
Peygamber
Efendimiz, hükümdarları İslam'a davet kararı almış ve ashabından Abdullah bin
Huzayfe (ra)'yi İran Kisrası Perviz İbni Hürmüz'e elçi olarak göndermiştir.
İran Kisrası ise, kibirinden hiddetlenmiş ve Peygamber Efendimizin davetine
uymamıştır. Hatta, Peygamber Efendimize iki elçi gönderip, Müslümanların
kendisine teslim olmalarını söylemiştir. Peygamber Efendimiz ise bu iki elçiyi
önce İslamiyet'e davet etmiştir. Daha sonra ise, iki elçiyi ertesi gün
kendilerine kararını bildirmek üzere huzurundan çıkarmıştır.[912]
Peygamber
Efendimiz ayrıca onlara hitaben şöyle demiştir:
"Bazan'a
(Kisranın aracı olarak elçi göndermesini emrettiği vali) deyiniz ki: Benim
dinim ve hakimiyetim, Kisra'nın mülk ve sanatının ulaştığı yere kadar
ulaşacaktır. Yine ona deyiniz ki: Eğer sen Müslüman olursan, şu anda idare
etmekte olduğun yerleri sana vereceğim, seni Ebnalardan (Güney Arabistan'a
yerleşen İranlılar) meydana gelen kavme hükümdar yapacağım."[913]
Bunun üzerine
elçiler Yemen'e dönerek olup bitenleri anlattılar ve duyduklarından son derece
etkilenen Bazan bunu "Vallahi bu hükümdar sözü değildir. Öyle
sanıyorum ki, bu zat dediği gibi bir peygamberdir"[914] sözleriyle ifade etti.
Sonra da
adamlarına "Onu nasıl buldunuz?" diye sordu. Peygamberimiz
(a.s)'ın heybetinden son derece etkilenen elçiler, "Biz, ondan daha
heybetli hiçbir şeyden korkmayan ve muhafızsız bulunan bir hükümdar görmedik.
Mütevazi ve yaya olarak halk arasında yürüyordu" dediler.
Bazan, bir
süre bekleyip Peygamber Efendimizin Kisra hakkında söylediklerinin doğru çıkıp
çıkmayacağını görmek istedi. Böylece Peygamber Efendimizin Allah'ın elçisi
olduğuna emin olacağını belirtti. Aradan kısa bir süre geçtikten sonra
Kisra'nın oğlu Şivereyh'ten Bazan'a şu mealde bir mektup geldi:
"Ben
Kisra'yı öldürdüm. Bu mektubum sana gelince, benim namıma, halkın biatını al,
Kisra'nın sana yazmış olduğu zat hakkında da, yeni bir emrim gelinceye kadar
bekle ve hiçbir teşebbüse geçme."[915]
Bazen ve
adamları hesap edince, bu olayın tam Peygamberimiz (a.s)'ın belirttiği zamanda
meydana geldiğini gördüler.[916] Bazen bu büyük mucizeyi gördükten sonra iman
etti ve müslüman oldu. Onu, Yemen'de oturan Ebnaların müslüman olması izledi.[917] Bazen, Peygamber Efendimizin tayin ettiği ilk
vali idi ve İran valilerinden imana gelen ilk kişi idi.[918]
Peygamber
Efendimizin, 628 yılında İran Kisrası Perviz'i İslam'a davet eden bir mektup
gönderdiği ve İran Kisrası'nın, oğlu tarafından 628 yılında öldürüldüğü tarihi
kaynaklarda da belirtilen gerçek bir olaydır.[919]
Peygamberimiz
(a.s)'ın Ahir Zaman Alametleri Hakkında Bildirdikleri
"Kıyametin
hemen yakınında anarşi ve kargaşa günleri vardır.”[920]
Ahir zaman,
kıyamet öncesinde dünya üzerinde yaşanacak olan bir dönemdir. Peygamberimiz
(a.s)'ın, ahir zamanda gerçekleşecek olan olaylarla ilgili pek çok haberi bize
ulaşmıştır. Bu olayların, içinde bulunduğumuz dönemde birer birer gerçekleşiyor
olması Peygamberimiz (a.s)'ın mucizelerinden biridir. Hz. Muhammed (a.s) kendi
yaşadığı dönemden 1400 yıl sonrasında meydana gelecek olayları, sanki o dönemi
izlemiş gibi detaylı olarak anlatmıştır.
Peygamberimiz
(a.s)'ın hadislerinde bildirilen çok sayıda ahir zaman ve kıyamet
alametlerinden şunları sayabiliriz:
"Dünya
hercü merc içinde kaldığında, fitneler zuhur ettiğinde, yollar kesildiğinde,
bazıları bazılarına hücum ettiğinde…”[921]
"Allah
apaçık inkar edilir hale gelmedikçe kıyamet kopmaz.”[922]
"Büyük
şehirler dün sanki yokmuş gibi helak olur.”[923]
"Açlık
ve hayat pahalılığı alabildiğine yayılacak.”[924]
"Erkekler
erkeklerle, kadınlar kadınlarla yetindiklerinde… kıyamet yaklaşmış
olacaktır."[925]
"Kıyamet
yaklaşınca… kadınla yolun ortasında cinsel münasebette bulunacak kadar haya
ortadan kalkar."[926]
"Cinayetler
artmadıkça… kıyamet kopmaz."[927]
“Talikan'a
(Afganistan'a) yazık oldu. Şüphesiz Allah Teala'nın orada altın ve gümüş
olmayan hazineleri vardır. Orada Allah'ı hakkıyla bilen insanlar vardır.”[928]
Hadiste
Afganistan'ın ahir zamanda işgal edileceğine işaret vardır. Rusların Afganistan'ı
işgali olan 1979 yılı Hicri 1400 yılına, diğer bir ifadeyle Hicri 14. yüzyılın
başlangıcına denk gelmektedir.
Resulullah:
Fırat Nehri altın bir dağ üzerinden açılmadıkça kıyamet kopmayacaktır...[929]
“Fırat
Nehri'nin suyu çekilerek altın hazinesini açıklaması zamanı yaklaşıyor. Her
kim, o zaman orada bulunursa o hazineden bir şey almasın.”[930]
Suyuti'nin
kitabında bu hadis "suyun durdurulması" olarak geçmektedir. Gerçekten
de resimde görülen Keban Barajı, Fırat Nehri'nin suyunu durdurarak kesmiştir.
Dünyanın
harap olmuş yerlerinin imarı, imar edilmiş yerlerinin tahribi kıyametin şart ve
alametlerindendir.[931]
Mehdi için 2
alamet vardır ki... Bunun birincisi, Ramazan'ın birinci gecesi Ay'ın ikincisi
de ortasında Güneş'in tutulmasıdır.[932]
Mehdi'nin
çıkmasından önce bir Ramazan içinde Güneş iki defa tutulacaktır.[933]
Ramazan'da
iki defa Ay tutulması olacaktır.[934]
Sky
Telescope dergisi,
Temmuz 199 (Yukarıda) 31 Temmuz 1981 tarihinde gerçekleşen Güneş tutulmasın
Yukarıdaki hadislerin toplamından çıkan ortak sonuçlar şunlardır:
1. Ramazan
Ayı'nda Ay ve Güneş tutulmaları olacaktır.
2. Bu
tutulmalar ortalama 14-15 gün arayla olacaktır.
3. Tutulmalar
iki kere tekrarlanacaktır.
Bu tespitlere
uygun olarak, 1981 yılında (Hicri-1401'de) Ramazan Ayı'nın 15. günü Ay, 29.
günü de Güneş tutulmuştur. Yine "ikinci olarak", 1982 yılında
(Hicri-1402'de) Ramazan Ayı'nın 14. günü Ay, 28. günü de Güneş tutulmuştur.
Ayrıca bu
hadisede "Ay"ın Ramazan'ın tam ortasında DOLUNAY halinde tutulması ve
dikkatleri çekecek bir alamet olarak belirmesi de son derece anlamlıdır.
Fitne,
"insanın akıl ve kalbini doğrudan doğruya hak ve hakikatten saptıracak
şey, savaş, azdırma, karışıklık, ihtilaf, kavga" gibi anlamlara gelen bir
kelimedir. Hadiste bu fitnenin ardında toz ve duman bırakacağı belirtilir.
Ayrıca bu
fitnenin "karanlık" olarak nitelendirilmesi, nereden geldiği belli
olmayan, umulmadık bir olay olduğuna işaret kabul edilebilir. Bu açılardan
bakıldığında söz konusu hadisin, 11 Eylül 2001 tarihinde Amerika Birleşik
Devletleri'nin New York ve Washington şehirlerinde meydana gelen, dünya
tarihinin en büyük terör olayı olarak nitelendirilen saldırıya işaret etmesi
muhtemeldir.
Yaşadığımız
yüzyılın sesten hızlı uçakları, trenleri ve diğer gelişmiş ulaşım araçlarıyla,
eski dönemlerde aylar süren yolculuklar şimdi birkaç saat içinde, üstelik çok
daha güvenli, rahat ve konforlu bir biçimde yapılabilmektedir. Hadisin işareti
de bu şekilde gerçekleşmektedir.
Asırlar önce
kıtalar arasında haftalar alan haberleşme şu anda internet ve iletişim teknolojileriyle
saniyeler içerisinde tamamlanmaktadır. Geçmişin kervanları ile aylar süren
seyahatler sonucu ulaşılabilen eşyaları, günümüzde anında temin etmek
mümkündür. Çok değil, daha birkaç yüzyıl önce tek bir kitabın yazılması için
geçen sürede bugün milyarlarca kitap basılabilmektedir. Bütün bunların yanısıra
temizlik, yemek pişirme, çocuk bakımı gibi gündelik işler, "teknoloji
harikası" aletlerin yardımıyla vakit almaktan çıkmıştır.
Bu örnekler
rahatlıkla çoğaltılabilir. Elbette burada üzerinde durulması gereken
Peygamberimiz (a.s)'ın 7. yüzyılda haber verdiği kıyamet işaretlerinin
günümüzde aynen gerçekleşmesidir.
Kamçı
bilindiği gibi, eski çağlarda özellikle at, deve gibi binek hayvanlarını
sürerken yaygın olarak kullanılmış bir araçtır; hadis incelendiğinde
Peygamberimiz (a.s)'ın bir benzetme yaptığı ortaya çıkmaktadır. Günümüzde
yaşayan insanlara yönelik şöyle bir soru hazırlayalım: "Kamçının şekline
benzetebileceğimiz ve konuşan nesne nedir?"
Bu sorunun en
mantıklı cevabı, antenleri ile dikkat çeken telsiz, cep telefonu veya benzeri
iletişim araçları olacaktır. Cep telefonu veya uydu telefonu gibi kablosuz
iletişim araçlarının çok kısa bir geçmişi olduğunu göz önünde bulundurursak,
Peygamberimiz (a.s)'ın 1400 yıl önce yaptığı tasvirin de ne kadar hikmetli
olduğu anlaşılacaktır. Kıyamet öncesi zaman diliminin içinde bulunduğumuza dair
bir haber daha böylece tecelli etmiştir.
Hadisteki
mesaj oldukça açıktır: Kişinin kendi sesini duymasının ahir zamanın bir
özelliği olduğu belirtilmektedir. Şüphesiz insanın kendi sesini işitebilmesi
için öncelikle sesini kayıt etmesi ve sonra da dinlemesi gerekmektedir. Ses
kayıt ve reprodüksiyon teknolojisi de 20. yüzyılın bir ürünüdür; bu gelişme
bilimsel bir dönüm noktası olmuş, haberleşme ve medya sektörlerinin doğmasına
yol açmıştır. Ses kaydı özellikle bilgisayar ve lazer teknolojilerindeki son
gelişmelerle mükemmele ulaşmış durumdadır.
Kısacası,
günümüzün elektronik aletleri, mikrofonları ve hoparlörleri sesin kaydedilmesi
ve dinlenmesine imkan sağlamakta ve bizlere yukarıdaki hadisin verdiği haberin
tecelli ettiğini göstermektedir.
Yukarıdaki
hadislerde belirtilen "el" kelimesinin Arapça’sı "yed"dir.
Bu kelimenin sözlük anlamları "el"in yanısıra "kuvvet, kudret,
güç, vasıta"dır. Bu hadiste de bu manalarda kullanılmış olması
muhtemeldir.
İnsanların
baktıklarında görebilecekleri bir "kuvvet, kudret, güç, vasıta"
geçmiş dönemler için fazla bir anlam taşımamaktadır. Ancak bugünün dünyasının
vazgeçilmez bir parçası olan televizyon, kamera ve bilgisayar gibi cihazlar
hadislerde tarif edilen olaya tam olarak açıklık getirmektedir. Yani bu hadiste
geçen "el" ifadesi, güç anlamında kullanılmıştır. Ve gökten dalgalar
halinde gelen görüntülere, yani televizyon yayınına işaret ettiği
anlaşılmaktadır.
O gelmeden
önce, doğudan ışık veren bir kuyruklu yıldız görünecektir.[935]
O yıldızın
doğması, Güneş ve Ay tutulmasından sonra olacaktır.[936]
Şark
tarafından bir kuyruklu yıldız doğup aydınlık verecektir. Onun her günkü irtifi
(geçiş yönü) meşrıktan mağribedir (doğudan batıya doğrudur.)[937]
- 1986
yılında (Hicri 1406'da) yani 14. yüzyıl başlarında "Halley" kuyruklu
yıldızı Dünyamızın yakınından geçmiştir. Bu kuyruklu yıldız parlak, ışıklı bir
yıldızdır.
- Hareket
yönü doğudan batıya doğrudur.
- 1981 ve
1982 (1401-1402) yıllarında meydana gelen Ay ve Güneş tutulmaları olayından
sonra ortaya çıkmıştır.
İnsanlar
başlarında bir imam bulunmaksızın hac ederler. Mina'ya indiklerinde etrafları,
köpeklerin sarışı gibi sarılıp, kabilelerin birbirine girmesi ile büyük
savaşlar olur. Öyle ki ayaklar kan gölü içinde kalır.[938]
Doğudan üç
veya yedi gün ardı ardına büyük bir ateş zuhur edecek, gökte karanlık
görülecek, gökte alışılmış olan kırmızılığın aksine bambaşka bir kızıllık
yayılacak.[939]
Bir ateş sizi
saracaktır. O ateş bugün Berehut denilen vadide sönük vaziyettedir. O ateş
içinde müthiş azap olduğu halde insanları kaplar. O ateş insanları, malları
yakıp bitirir. Sekiz gün içinde rüzgar ile bulut gibi uçarak dünyanın her
tarafına yayılır. Geceki sıcağı gündüzki hararetinden daha şiddetlidir. O ateş
insanların başının üzerinden arşın altına kadar yaklaşarak yeryüzü ile gökyüzü
arasında gök gürültüsü gibi korkunç gürültüsü olur, buyurdu.
- Kuveyt'de
yanan petrol, insan ve hayvanlar arasında ölüme sebep olmaktadır. Uzmanlara
göre günde yarım milyon ton petrol duman olarak atmosfere karışmaktadır. Her
gün 10 bin tondan fazla is, kükürt, karbondioksit ve büyük miktarda, kanser
yapıcı özelliği olan hidrokarbonlar bulut gibi körfez üzerinde asılı
durmaktadırlar... Yalnız Körfez değil, onun şahsında dünya yanmaktadır.[940]
-Ateşe
verilen iki kuyu, Türkiye'nin bir günde çıkarabildiği kadar petrol veriyor ve
dumanlar 55 km. uzaklıktaki Suudi Arabistan'dan bile görülebiliyor.[941]
- Körfez'de
sönmeyen felaket haberleri: Kuveyt'te ateşe verilen yüzlerce petrol kuyusu alev
alev yanıyor. Uzmanların "söndürmek son derece zor" dedikleri petrol
kuyularındaki yangının Türkiye'den Hindistan'a kadar olan geniş bir bölgeyi en
az 10 yıl süreyle etkileyeceği bildiriliyor.
Ateşe verilen
petrol kuyularından çıkan alev ve dumanlar atmosferi devamlı kirletmektedir.
Kuveyt gündüzleri gece manzarası arz etmektedir. Alevlerle birlikte yükselen
füme rengi duman, Kuveyt semalarında sonbahardan kış mevsimine geçişi
hatırlatıyor... Kuveyt'in tamamının yaşanılır hale gelmesi için en az bir
senelik bir zamana ihtiyaç vardır. Kilometrelerce uzaktan görülen alevlerle
birlikte yükselen dumanlar, Kuveyt semalarını tamamen kaplayarak ülkeyi
yaşanmaz hale getirmekte ve varlıklı olanlar Kuveyt'i terk etmektedirler.[942]
O, (Mehdi),
Güneş'ten bir alamet belirinceye kadar gelmeyecektir.[943]
11 Ağustos
1999 yılında gerçekleşen Güneş tutulması yüzyılımızın son tam Güneş
tutulmasıdır. İlk kez bu kadar çok insan Güneş tutulmasını, bu kadar uzun bir
süre izleyebilmiş, inceleme fırsatı elde etmiştir. Aşağıda, 1999 yılındaki
Güneş tutulması ile ilgili çıkan bazı gazete haberleri görülmektedir. Bu olay
da, hadiste dikkat çekilen "Güneş'ten bir alamet" olarak
değerlendirilebilir. (En doğrusunu Allah bilir.)
Ahir
Zaman Alametleri Günümüzde Birbiri Ardına Gerçekleşmektedir
Peygamber
Efendimizden rivayet edilen hadislerde ahir zamanın ve Altınçağ'ın alametleri
haber verilmiştir. Günümüzde gerçekleşen olayları bu alametler ile
kıyasladığımızda ise, ahir zamanın, içinde yaşadığımız dönem olduğunu gösteren
ve aynı zamanda Altınçağ'ın gelişini müjdeleyen pek çok işaret görmekteyiz.
Şunu
belirtmeliyiz ki, bu bölümde yer verdiğimiz hadislerde bildirilen işaretlerin
bir kısmı 1400 yıllık İslam tarihinin herhangi bir döneminde, dünyanın belirli
bir bölgesinde, belirli bir oranda görülmüş olabilir. Böyle bir durum o dönemin
ahir zaman olduğunu göstermez. Zira bir devrin ahir zaman olarak
nitelendirilmesi için kıyamet alametlerinin tümünün aynı çağda, birbirlerini
izleyerek gerçekleşmesi gerekmektedir. Bu durum bir hadiste şöyle ifade
edilmiştir:
“Kıyamet
alametleri birbirini takiben meydana gelir. Bir dizideki boncukların art arda
kopması gibi.”[944]
Ahir zamanın
başlangıcı, hadislerde, fitnelerin çoğaldığı, savaş ve çatışmaların arttığı,
dünya üzerinde çok büyük bir ahlaki yozlaşmanın baş gösterdiği din ahlakından
uzaklaşıldığı bir kaos ortamı olarak tanımlanmıştır. Söz konusu dönemde,
dünyanın dört bir yanında doğal felaketler olacak, fakirlik hiçbir dönemde
olmadığı kadar artacak, suç oranlarında çok büyük bir tırmanma görülecek,
cinayetler ve katliamlar birbirini takip edecektir. Ancak bu, ahir zamanın
sadece ilk aşamasıdır; ikinci aşamada Allah insanlığı bu kaos ortamından
kurtaracak, bolluk, bereket, huzur, barış ve güvenlik dolu bir yaşam ile
kullarını nimetlendirecektir.
“Yüksek
yüksek binalar inşa edilmedikçe… kıyamet kopmaz.”[945]
“Şu
hadiseler meydana gelmedikçe kıyamet kopmayacaktır… Yüksek binalar yapmada
insanlar birbirleriyle yarışacak.”[946]
“Şu
hadiseler meydana gelmedikçe kıyamet kopmayacaktır… Zaman kısalacak ve
vasıtalarla mesafeler kısalacak.”[947]
“Zaman
kısalıp sene ay, ay hafta, hafta gün, gün saat, saat de ateş tutuşturacak kadar
az bir zaman olmadıkça kıyamet kopmaz.”[948]
“Kişiye
kamçısının ucu konuşmadıkça… kıyamet kopmaz.”[949]
“Kişiye
(kendi) sesi konuşmadıkça… kıyamet kopmaz.”[950]
“O
günün alameti: Semadan (gökyüzünden) bir el uzanacak ve insanlar ona bakacak ve
göreceklerdir.”[951]
“O
günün alameti semada (gökyüzünde) uzatılmış ve insanların kendisine bakıp
durduğu bir el'dir.”[952]
“İnsanlar
bir ölçek buğday ektiklerinde karşılığında yedi yüz ölçek bulacak... İnsan
birkaç avuç tohum atacak, 700 avuç hasat edecektir... Çok yağmur yağmasına
rağmen bir damlası bile boşa gitmeyecek.”[953]
Peygamber
Efendimiz ahir zamanda yaşanacak teknolojik gelişmelerle ilgili daha pek çok
bilgi vermiştir. Hadislerde modern tarıma geçilmesi, yeni üretim tekniklerinin
geliştirilmesi, tohum ıslahı çalışmaları ve yağmur sularının yeni barajlar,
göletler yapılarak değerlendirilmesi sonucunda oluşacak üretim artışına dikkat
çekilmektedir.
“Onun
zamanında… ömürler uzayacaktır.” [954]
Peygamberimiz
(a.s)'ın verdiği bu haberin üzerinden on dört asır geçmiştir. Kayıtlar geçen bu
zaman aralığında, ortalama yaşam süresinin içinde bulunduğumuz çağda diğer tüm
dönemlerden daha fazla olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Hatta 20. yüzyılın
başları ile sonları arasında dahi büyük bir fark vardır. Örneğin 1995 yılında
doğmuş olan bir çocuğun 1900'lerde doğmuş birisine göre ortalama 35 yıl daha
uzun yaşayacağı tahmin edilmektedir.[955] Bu konudaki çarpıcı bir
başka örnek de, geçmişte 100 seneden fazla yaşayan insanların oldukça nadir,
günümüzde ise çok sayıda olmasıdır.
Sonuç
Allah
Kur’an'da peygamberlerinden birçoğunu mucizelerle gönderdiğini bildirir.
Örneğin Hz. Musa, asasını attığında asası yılan şekline bürünmüştü, elini
koynuna soktuğunda eli beyaz olarak çıkmıştı, asasını denize vurduğunda ise
deniz ikiye ayrılarak inananlara kuru bir yol açmıştı. Hz. İsa ise babasız
olarak dünyaya gelmişti ve daha beşikte iken konuşmuştu, başka bir mucize
olarak da hastaları iyileştirebiliyordu… Tüm bu mucizeler, peygamberlerin
insanları ikna etmeleri, onların kendilerine inanmalarını sağlamaları için
Allah katından onlara verilmiş büyük birer destek ve yardımdırlar.
Allah, Hz.
Muhammed (a.s)'ı de, hem Kuran'ın içinde yer alan mucizelerle, hem de kendisine
bildirdiği gayb haberleri ile desteklemiştir. Peygamber Efendimiz, yakın ve
uzak gelecekte gerçekleşecek olan olayları, bazı detayları ile haber vermiştir.
Bunların gerçekleştiğini görmek ise, hem müminlerin şevklerinin artmasına
vesile olmakta, hem de iman etmeyenlerin kalplerinin İslam'a ısınarak iman
etmelerine bir vesile olmaktadır.
Yaşadığı
dönemde gerçekleşmesi imkansız gibi görünen, hatta nasıl gerçekleşeceği
tahayyül dahi edilemeyen olayların ardı ardına gerçekleşmesi, Allah'ın
Peygamberimiz (a.s)'e özel bir ilim verdiğinin açık bir delilidir. Şunu da
belirtmek gerekir ki, hidayet bulmayacak olanlar, Peygamberimiz (a.s)'ın ve
Kur’an'ın açık delil ve mucizelerine rağmen iman etmeyeceklerdir. Allah bu
gerçeği Kur’an'da şöyle bildirir:
وَاَقْسَمُوا
بِاللّهِ
جَهْدَ
اَيْمَانِهِمْ
لَئِنْ
جَاءَتْهُمْ
ايَةٌ
لَيُؤْمِنُنَّ
بِهَا قُلْ
اِنَّمَا
الْايَاتُ
عِنْدَ
اللّهِ وَمَا
يُشْعِرُكُمْ
اَنَّهَا اِذَا
جَاءَتْ
لَايُؤْمِنُونَ
“Olanca yeminleriyle, eğer kendilerine bir ayet gelse, kesin olarak ona
inanacaklarına dair Allah'a yemin ettiler. De ki: "Ayetler, ancak Allah
katındadır; onlara (mucizeler) gelse de kuşkusuz inanmayacaklarının şuurunda
değil misiniz?”[956]
Makam-ı Mahmud
Makam-ı Mahmud: Övülen makam,
ahirette Hz. Peygamber (a.s)'e verilecek olan makam. Bu makam onun önce bütün
insanlara umumî; sonra da kendi ümmetine hususi surette şefaat edeceği makamın
adıdır.[957]
İmam Taberî'nin rivayet ettiği bir Hadiste Hz. Peygamber (a.s), Makam-ı
Mahmud ümmetime şefaat edeceğim bir makamdır" buyurmuştur. İmam
Tirmizî'den gelen bir rivayette de Hz. Peygamber (a.s)'e Makam-ı Mahmud
sorulmuş; "O şefaattir" cevabını vermiştir. Şefaat ise, Kadı İyaz'ın
ifadesine göre ya hesabı kolaylaştırıp kulun affını veya derecesinin
yükselmesini sağlamaktır.
وَمِنَ
الَّيْلِ
فَتَهَجَّدْ
بِه نَافِلَةً
لَكَ عَسى
اَنْ
يَبْعَثَكَ
رَبُّكَ مَقَامًا
مَحْمُودًا
"Gecenin bir vaktinde sana mahsus bir nafile
namaz kılmak üzere uyan, belki böylece Rabbîn seni övülmüş bir makama (makam-ı
mahmûda) ulaştırır."[958]
En-Nakkaş'ın ifadesine göre Hz. Peygamber (a.s)'ın şefaati üç, Kadı
İyaz'ın ifadesine göre beş merhalede gerçekleşecektir. Bu merhaleler şöyledir
1) Umumi şefaat; Bu bütün insanları kaplamaktadır. Mahşer yerinde
toplanan insanların, mahşerin sıkıntısından kurtulup hesaba çekilmesini
sağlamak için Hz. Peygamber tarafından yapılacak şefaattir.
2) Müminlerden bir kısmının hesaba çekilmeden, sorgusuz Cennete girmeleri
için Hz. Peygamber (a.s) tarafından yapılan şefaattir.
3) İslâm ümmetinden tevhid ehli olup ta günahları sebebiyle Cehenneme
girmeye hak kazananlara Hz. Peygamber (a.s)'ın ve Allah'ın şefaat edilmesini
istediklerinin Cehennemden kurtulup Cennete girmeleri için yapılacak şefaattir.
4) Günahları sebebiyle Cehenneme girenlerin oradan çıkmaları için Hz.
Peygamber (a.s), diğer peygamberler, melekler ve salih müminler tarafından
yapılacak şefaat.
5) Cennet halkının derecelerinin yükseltilmesi için Hz. Peygamber (a.s)
tarafından yapılacak şefâat.[959]
Hz. Peygamber (a.s), makam-ı mahmud'da bulunduğu sırada elinde Hamd
sancağı (Livaül-Hamda) bulunacaktır. Kendisi bunu bir hadiste şöyle belirtir:
Ben, kıyamet gününde Âdemoğullarının efendisiyim, ama bu övünmeyi
gerektirmez. O gün elimde Hamd sancağı bulunacak, ama bu da övülmeyi gerektirmez.
O gün gerek Âdem, gerek diğer bütün Peygamberler benim sancağımın altına
sığınacaklardır."[960]
Abdullah b. Ömer'den gelen bir rivayette şöyledir:
İnsanlar (Peygamber'in ümmetleri olarak) cemaat cemaat toplanırlar. Her
ümmet peygamberinin peşine düşer ve:
-Ey filân, bize şefaat (edip bizi bu sıkıntıdan kurtar)" diye ricâ
ederler. (Büyük Peygamberler dolaşılıp hepsinden bu konuda bir şey
yapamayacaklarına dair cevap aldıktan sonra) şefaat işi dönüp dolaşıp son
Peygamber Hz. Muhammed (a.s)e gelir. İşte bu, Cenab-ı Hakk'ın onu makam-ı
Mahmud'a gönderdiği gündür."[961]
Enes b. Malik'ten gelen bir rivayete göre de Kur'ân'ın kendisini
Cehennemde hapsettiği kimselerden başkası Hz. Peygamberin şefaatine nail olup
Cehennem'den çıkacaktır.[962]
Hz. Peygamber (a.s)'ın Makam'ı Mahmud'a gönderilmesine, yani bu makama
hak kazanmasına sebep olarak, herkes tarafından övülmesi ve ayette de
belirtildiği gibi:
وَمِنَ
الَّيْلِ
فَتَهَجَّدْ
بِه نَافِلَةً
لَكَ عَسى
اَنْ
يَبْعَثَكَ
رَبُّكَ مَقَامًا
مَحْمُودًا
"Teheccüde (gece namazına) devam etmesi
gösterilmiştir."[963]
Cabir b. Abdullah'tan gelen bir hadiste makam-ı mahmûd'a, yani, şefaate
nail olmak için Hz. Peygamber (a.s), ümmetine şu tavsiyede bulunmaktadır:
"Kim ezanı duyduğu zaman; "Bu eksiksiz
çağrının, dosdoğru kılınan namazın Rabbi olan Allahım; Muhammed (a.s)’e
vesileyi ve fazileti ve onu vadettiğin makam-ı mahmuda gönder" diye dua
ederse, ona şefaatim gerekir, gerekli olur."[964]
Allah’ın İzni ile Kitabın Bitiş Tarihi
02 Haziran 2002 Pazar
SİYER DERSİNİN
TESTİ
Soru 1:Peygamber Efendimiz (a.s)’ın kendisine vahiy gelmeden öِnce devamlı
olarak ehirden uzaklap, putlara tapmamann zevkini çkardı yer ve sonunda da kendisine peygamberliğin verildiği yani ilk
vahyin geldiği dağın ve mağaranın ismi nedir?
Cevap : Nur dağı, Hira mağarası.
Soru 2:Peygamber Efendimiz (a.s)’e Hira mağarasında iken gelen
ilk vahyin şekli nasıldır?
Cevap:Rüyayı
Sadıka
(Gerçek rüya şeklinde.)
Soru 3:Ebu Süfyan, Ebu Cehil ve El-Ehnes isimli üç mürik gizlice birbirlerinden habersiz Allah Resulü (a.s)’ın Kur’an
okumasını dinlemeye giderlerdi. Sabaha kadar evin yakınında Kur’an okunuğunu dinlerler gün ağarmaya başlaynca da kimseler görmesin
diye gizlice ayrlmak istediklerinde
birbirleriyle karlaşırlar ve birbirlerine bir daha gelmemek üzere söz verirlerdi. Verdikleri
sözleri unutur yine bir sonraki gece gizlice gelirlerdi. Bir kez daha söz verip
gene gelirler Kur’an’ Kerim’in bu
güzelliğini gördükleri halde yinede teslim olmuyorlardı. İşte bu şekilde hoşnut olup ta kabul etmeyen, teslim olmayan bu insanlar ve onlar gibi
onların bulunduğu konuma ne ad verilir?
Cevap : İnadi Küfür.
Soru 4:İslam’ı yaşamak için yerel iktidarın zulüm rejimlerinden kaçıp daha müreffeh bir hayata
kavuşmak müslümanca yaşamak, Allah (c.c.)’n kanunlarn ikame etmek, Ruhun Allah
(c.c.)’n kanunlarıyla terbiye
edilmesi için ilahi yaşam kaygısını Allah (c.c.)’n arzında değişik yerlerde
vermek sebebiyle yapılan göçe ne ad verilir?
Cevap : Hicret.
Soru 5:Mekke’de İslam’ın istediği şekilde yaşayamayan müslümanların, bir davanın gerçeklemesi gayesi
ile yani insanların ve beşer sistemlerin değil, Allah (c.c.)’ın istediği şekilde yaşamak için vatanlarını, evlerini, binitlerini, ailelerini terk etmeleri hareketine ne ad
verilir?
Cevap : Hicret.
Soru 6:Suçları yalnız Allah (c.c.)’a inanmak, onun kanunlarna göre yaşamayı istemek olan insanlara Mekke müşrik devleti tarafından alınan, hiç bir şekilde
müslümanlarla temas edilmeyecek, onlardan kız alnmayacak, kız verilmeyecek, hiç bir şey satın alınmayacak ve satılmayacak gibi kararların alınıp halka duyurulması için bir afişle Kabe’nin duvarına asılması olayına İslam tarihinde verilen ismi o günkü ve bugünkü adıyla
söyleyiniz?
Cevap : Haber-üs Sahife, Ambargo.
Soru 7 : Peygamber Efendimiz
(a.s)’ın Medine’ye geliinin yedinci
aynda Rabbimiz savaşa izin verdi. Bu izin Hac suresi 39 ve 40.c ayetlerle oldu. Bu ayetlerden sonra Allah Resulü (a.s)’ın düman üzerine gönderdiği ilk İslam ordusu ve aynı zamanda İslam’n ilk seriyyesi olan
seriyyenin komutanı kimdir?
Cevap : Hz. Hamza (r.a.)'dır.
Soru 8:Peygamber Efendimiz (a.s)’ın hicretinden hemen sonra
Medine’de yaptığı
ilk üç iş nedir?
Cevap : a-İslam devletinin merkezi olan caminin inşaatı,
b-Müslümanların ekonomik sorunlarını gidermek,
c-Müslümanların can emniyetini sağlamak.
Soru 9:İşkence yıllarında Ebu Lehep ve karısı Ümmü Cemil müşriklerin iki azılı kişileri idiler. Biri emir veriyor diğeri uyguluyordu. Ebu Lehebin
emriyle Ümmü Cemil dikenleri topluyor ve Allah’ın Resulü (a.s)’ın geçeceği yollara
diziyordu. Bu iki zalimin yaptıkları zulümlerden dolayı Kur’an’ı Kerim’de adlarına sure inmiş ve bu surede kendilerine Rabbimizin kelamıyla beddua
edilmiştir. Peygamber Efendimiz (a.s)’e ve ashabına zulmeden bu
iki azılı müşrikin Tebbet suresinde geçen ahiretteki isimlerini söyleyiniz?
Cevap
: Hammaletel Hatap.
Soru 10:Rasulüllah Efendimiz (a.s)’ın bir gecede Mekke’den
Kudüs’e oradan da Allah (c.c.)’a en yakın makam olan Sidret-ül
Müntehaya gitmesine ne ad verilir?
Cevap :İsra ve Miraç.
Soru 11: Beş vakit namaz ne zaman farz kılındı?
Cevap : Miraçta.
Soru 12: Mekke’de tebliğ imkanı kalmayınca Allah Resulü (a.s) tebliği Mekke dışına taşımayı düşündü. İlk sefer
olarak Taife gitmeyi planladı. Çünkü orada akrabaları vardı ve bundan dolayı tebliğin rahat olacağına inanıyordu. Ama orada da Ebu Lehebin emriyle zulmün devam ettiğini görünce
Peygamber Efendimiz (a.s) küfür ehli hakkında mukaddes ve tarihi bir
söz söylüyordu. Bizlere tecrübe ve düstur olacak bu tarihi söz nedir?
Cevap : “Küfrün hepsi tek millettir.”
Soru 13:Peygamber Efendimiz (a.s) hicret esnasında Medine
yolunda değil Mekke’nin güney kısmına doğru yola çıkıp ve üç gün Mekke yakınlarında bir mağarada kalıp sonra hicretlerine (yollarına) devam ettiler. Ebu Bekir
(r.a.) ile kaldıkları bu mağaranın ismi nedir?
Cevap : Sevr Mağarası.
Soru 14:Peygamber Efendimiz (a.s)’ın emriyle savaşa gidilen ama
kendisinin iştirak etmediği seferlere (savaşlara) ne denir?
Cevap : Seriyye.
Soru 15: Mekke’de yaşanan ambargo olayından sonra her an saldırı olur diyerek silahlı olarak bekleyen müslümanlardan bir sahabe bir gün Rasulüllah (a.s)’e şu suali sordu:
“Ya Rasulüllah, hayatımızdan emin olup silahlarımız bırakacağımız gün gelmeyecek mi?” Bu soruya Peygamber Efendimiz (a.s)’ın kıyamete kadar
da Ümmeti Muhammede bir ölçü olacak şekilde verdiği cevap nedir?
Cevap:“Müslümanların silahlarını bırakıp rahat edecekleri günler az olacaktır” şeklinde oldu.
Soru 16: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın bizzat başında komutan
olarak iştirak ettiği savaşlara gaza denir. Peygamber Efendimiz (a.s.) kaç defa savaşa katılmıştır?
Cevap : 27 defa.
Soru 17: Hz. Ömer (r.a.)’ın ifadesi ile Rasulüllah
(a.s)’ın hayat programının özeti nedir?
Cevap : İman, İslam, haya.
Soru 18: Allah (c.c.)’ın istediği gibi İslam’ı top yekün yaşanması, İslam’ı tebliğ uğruna verilen mücadeleye, Allah (c.c.)’ın hükümlerinin her tarafta
uygulanmasını temin için mü’minin canı ve malıyla, mücadeleye, söz, yazı, sohbet ve savaşla olan
harekete ne denir?
Cevap : Cehd.
Soru 19: Peygamber Efendimiz (a.s)’ın bizzat orduya komutan
olarak ilk katıldığı savaşın, başka bir ifade ile ilk gazvenin adı nedir?
Cevap : El-Ebva (Veddan) Gazvesi.
Soru 20: Peygamber Efendimiz (a.s)’ın gönderdiği ilk savaşlardan olan
seriyyenin birkaç özelliği vardır ki bunlar: İlk defa bir kafir öldürüldü, ilk defa esir alındı, ilk defa
ganimet alındı, Peygamber Efendimiz (a.s.) bu seriyyeye gizli bir yazıyla emir vermiştir. Bu
özelliklere sahip olan seriyyenin komutanı kimdir?
Cevap : Abdullah Bin Cahş.
Soru 21: Uhud harbinde Peygamber Efendimiz (a.s.)’ı öldürmek kastı ile atını onun üzerine
süren ama Peygamber Efendimiz (a.s)’ın bir hamle ile öldürdüğü, Mekke
döneminde Rasulüllah (a.s.)’e en çok işkence yapan ve ölümü
Efendimizin elinden olan müşrik kimdir?
Cevap : Ümeyye bin Halef.
Soru 22: Mekke devletinin, İslam devletine yenildiği savaşların en
büyüklerindendir. Ki, bu savaşta müşriklerin önde gelen isimlerinden Ebu Cehil, Utbe Bin Rabia, Ümeyye Bin
Halef, Nadir Bin Haris gibi azılılarını kaybetmişlerdir?
Cevap : Bedir Savaşı.
Soru 23: Bedir savaşında esir alnm mürik bir air bir daha
müslümanlar ve İslam dini aleyhine şiirler yazmamak şartıyla serbest bırakılmıştı. Mekke müşriklerinin zorlaması ile yine İslam'ın aleyhine şiirler yazdırtılan bu şair kimdir?
Cevap : Ebu İzzet.
Soru 24: İslam’ın Mekke döneminde bulunmayan, Medine döneminde ortaya çıkan namaz kılıp, oruç tutup,
hacca gittiği hatta cihada dahi iştirak ettiği halde İslam düşmanlığı yapan, Kur’an okuyup okutturdukları halde tağutun, şirki
düzenlerin ve putların emrinde çalışan müslüman tipleri vardı. Uhud savaşına önce katılıp sonra askerin moralini bozmak için tekrar Medine’ye dönen o gün için
başlarında Abdullah Bin Ubey olan İslam toplumunun kanser kaynağı tiplere İslam’ın verdiği isim nedir?
Cevap : Münafık.
Soru 25: İslam’ın en önemli savaşlarından biri olan Uhut savaşı galibiyetle sona ermedi. Kıyamete kadar Ümmeti
Muhammede ders ve tecrübe olacak bir olaydı. İşte Uhud gibi
bir savaşın kazanılamamasının sebebi nedir?
Cevap
: Peygamberimiz (a.s.)’ın
emrinin ihlali (Keyfi hareket etmek.)
Soru 26: Bir musibet bin nasihatten yeğdir. Akıllı, tarihten
ders almasını bilen bir insanın (Ümmeti Muhammed’in) Uhut savaşından alacağı tek ders vardır. Uhud savaşının ümmete verdiği ders nedir?
Cevap : Emre itaat etmek.
Soru 27: Ebu Bera adında bir münafık müslüman
olduğunu ve Kur’an’ı Kerim’i öğrenmek istediklerini söyleyip, Peygamber Efendimiz (a.s.)’den
bulundukları mevkide kendilerine Kur’an öğretmeleri için Kur’an
okutabilecek sahabeler, hafızlar istedi. Peygamberimizin izni ile İslam’ı kabul eden bu
yeni insanlara Allah (c.c.)’ın dinini ve kitabını öğretmek için 70 tane hafız sahabe, Ebu Bera ismindeki münafık ile yola çıktı. Fakat bu
güzide insanlar yolda pusuya düşürülerek şehit edildiler.
Bu olayın haberi Allah Resulü (a.s.)’e ulaşınca çok üzüldü, dayanamadı hatta
namazlarda onlara kunut okudu (beddua etti). Bu hadise İslam tarihinde
70 sahabenin şehit edildiği yerin ismi ile anılır. Bu hadisenin adı nedir?
Cevap : Bir-i Mauna hadisesi.
Soru 28: Hendek savaşının diğerlerinden farkı bir savunma niteliğinde olmasıdır. Bu savunma Medine’nin düşman gelecek olan tarafına hendek kazılmasıdır. Hendek kazılması yönündeki
fikir ise yapılan istişarenin sonucudur.
Bu istişarede Hendek kazma fikrini ortaya koyan
kimdir?
Cevap : Selman-ı Farisi.
Soru 29: Umre maksadıyla Mekke’ye gelip kendilerine Kabe’nin olduğu yere
sokulmayacakları haberini alan Allah Resulü (a.s.), Hz. Osman’ı elçi olarak
Mekke’ye gönderdi. Daha sonra Hz. Osman’ın öldürüldüğü haberi (yanlış) gelince
Efendimiz (a.s.) elçiyi öldüren bu müşriklerle savaşmadan
vazgeçmeyeceğiz diyerek etrafındaki sahabeleri savaş için biat etmeye davet etti. Sahabeler de ölünceye kadar savaşacaklarına dair biat
ettiler. Bu biate ne ad verilir?
Cevap : Rıdvan Biatı.
Soru 30: Hicretin 6.cı yılında Hac için gelen müslümanlar müşrikler tarafından Mekke’ye
sokulmayıp hatta elçi olarak gönderilen Hz. Osman’ın şehit olduğu (yanlış) haberinden
sonra yapılan Rıdvan Biatını duyan müşrikler o yıl Mekke’ye girilmemesi şartıyla aralarında bir barış anlaşması yapılmasını teklif ettiler. Bu teklif kabul edilerek anlaşmaya gidildi.
Anlaşmanın tüm maddeleri ilk görünüşte müslümanların aleyhine
gibi görüldü ise de netice müslümanların yararına sonuçlar çıkan anlaşmanın adı nedir?
Cevap : Hudeybiye Anlaşması.
Soru 31: Hudeybiye anlaşmasından sonra müslüman olup Medine devletine sığındığında anlaşma gereği Mekke
polisine Rasulüllah (a.s.) tarafından teslim edilen biri vardı. Yolda Mekke polislerini
öldürerek Peygamberimiz (a.s.)’e “Siz sözünüzü tuttunuz Ya Rasulüllah, ben ise
işkenceden kurtulmak istedim” diyerek Medine’den çıkar ama
Mekke’ye de teslim olmadan Medine dışında El-İss denen yere
yerleşip Mekke’nin ticaret kervanlarını vurarak Mekke
devletini yıldırdı. Aldığı
işaretle bu hareketine Mekke’den müslüman olarak çıkan yeni
Müslümanları yanına alarak bu harekete devam eder. Mekke devleti yapılan Hudeybiye
anlaşmasını bu şahsın hareketlerine dayanamayarak kendisi bozmak zorunda kalır. Bu sayede İslam’ın ve
müslümanların aleyhine olan anlaşmayı lehe çeviren sahabe kimdir ve İslam tarihinde bu yapılan harekete
ne denir?
Cevap : Ebu Basir – Vur kac taktigi.
Soru 32: Ebu Basir’in vur kac hareketini başlatıp Hudeybiye
anlaşmasını müslümanların lehine çevirmesi anlaşma maddelerinde bulunan ifadelere aykırı davranmayıp usulüne
uygun anlaşmaya sadık kalarak hareket etmesi Allah Resulü (a.s)’ın bir siyaseti
idi. Çünkü anlaşmanın maddesi “Mekke’den bir müşrik müslüman olup Medine’ye
iltica ederse, Medine devleti bu müslümanı Medine’ye almayacaktı.” Bu madde de
geçen ifadeye göre Allah Resulü (a.s.) Ebu Basir’i Medine’ye almamış ama Medine dışındaki gerilla
hareketini duyunca da ona müdahale etmediği gibi “Keşke Basir yalnız olmasaydı” diyerek onun
yaptığını ima ile kabul etmişti. Allah Resulü (a.s.)’nün bu olaydaki izlediği siyasetin
bize verdiği anlam nedir?
Cevap : Beşer hukukunu müslümanların lehine kullanma siyaseti.
Soru 33: Müşriklerin önceden Mekke’ye diktikleri putları Allah Resulü
(a.s.) Mekke fethinde teker teker işaret ederek putları yıktırdı. Her putu işaret edip kırdırırken bir ayet
okuyordu. İşte Allah Resulü (a.s)’ın putları kırarken okuduğu ayet meali nedir?
Cevap
: Hak Geldi Batıl
Zail Oldu. Batıl
yok olmaya mahkumdur.
Soru 34: Huneyn savaşında Allah Resulü (a.s.), Ebu Hadrat’ı casus olarak Havazin
ahalisi için gönderdi. Havazin halkının savaş için hazırlık yaptığını duyan
Peygamberimiz (a.s.) hazırlıklara başladı. Bu savaş için henüz Müslüman olmamış olan Saffan Bin Ümeyye
isimli bir kafirden 100 zırh ve silah geri verilmek üzere alıp Havazin üzerine yürüdü. Bu
hareketle Allah Resulü (a.s.)’ın ümmetine verdiği ders nedir?
Cevap
: Düşmanla savaşmak için kafirden silah alınabileceği hususu.
Soru 35: Münafıkların Küba’da yaptıkları ve Peygamber (a.s.)’e gelerek orada namaz kıldırmasını isteyerek
yaptıkları yerin meşrulaşmasını istedikleri ama Efendimizin Hz. Cebrail (a.s.)’ın
bildirmesiyle kabul etmediği gibi yıktırdığı ve hakkında ayet inen mescidin adı nedir?
Cevap : Mescidi Dırar.
Soru 36: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın zevcelerinin (hanımlarının isimlerini
söyleyiniz?
Cevap :
a- Hz. Hatice
b- Hz. Sevde
c- Hz. Aişe
d- Hz. Zeynep
e- Hz. Ümmü Seleme
f- Hz. Hafsa
g- Hz. Zeynep (Cahşın
kızı)
h- Hz. Ümmü Habibe
i- Hz.Cüveyriyye
j-
Hz. Safiyye
k- Hz. Mariyye
l- Hz. Meymune (R. Anhüma).
Soru 37: Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in İncil ve
Tevrat’ta geçen isimleri nelerdir?
Cevap : İncil’de; Baraklit, Tevrat’ta; Münhemenna.
Soru 38: Hz. Hacer validemiz Mekke topraklarında oğlu İsmail’e su
aramak için Safa ve Merve tepelerinde koşup dururken, bıraktığı yerde kendi
kendine ayaklarını yere vurarak eşinen Hz. İsmail’in ayakları altından Allah (c.c.)’ın izni ile çıkan ve bugün dahi müslümanların faydalanıp içtiği, tüm hacıları doyuran, şifalı, bereketli,
bu gün yer itibariyle Kabe’nin altından çıkan suyun adı nedir?
Cevap : Zemzem.
Soru 39: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın doğumu ne zamandır?
Cevap
: Miladi 571 yılı (Fil vakasının
olduğu yıl), Rebülevvel ayının 12.ci gecesine tesadüf eden Pazartesi günü dünyaya
geldi.
Soru 40: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın annesinin ismi nedir?
Cevap
: Vehb’in kızı Amine.
Soru 41: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın süt annesinin adı nedir?
Cevap : Hz. Halime.
Soru 42: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın süt kardeşinin ismi
nedir?
Cevap : Hz. Şeyma.
Soru 43: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın dedesinin adı nedir?
Cevap : Abdulmuttalip.
Soru 44: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın babalarının ismi nedir?
Cevap : Abdullah.
Soru 45: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın dedesinin vefatından sonra
büyüten amcası kimdir?
Cevap : Ebu Talip.
Soru 46: Peygamber Efendimiz (a.s.) kaç tarihinde Mekke’den Medine’ye
hicret etti?
Cevap : 622 yılında.
Soru 47: Ganimet ne demektir?
Cevap : Harpte düşmanlardan alınan mal demektir.
Soru 48: İslam’da ilk ganimet ve esir ne zaman alındı?
Cevap : Abdullah Bin Cahş komutasında yapılan seriyyede alındı.
Soru 49: İlahi vahye göre ganimetlerin taksimi nasıl yapılırdı?
Cevap : Ganimetlerin beşte biri Allah’a ve Resulüne, beşte dördü ise mücahitlere aitti.
Beşte bir de beşe ayrılarak Peygamberimiz (a.s.)’ın akrabası, yetimler, fakirler ve aciz yolculara verilirdi.
Soru 50: Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in: “Eğer Zeyd Bin
Harise şehit olursa yerine Cafer Bin Ebu Talip, oda şehit olursa
komutanlığa Abdullah Bin Revaha geçsin, şayet oda şehit olursa
müslümanlar içlerinden birini seçsin” diyerek, orduyu gönderdiği ve bu tüm
söyledikleri şeylerin gerçekleştiği savaş hangisidir?
Cevap : Mute savaşı.
Soru 51: Ehli Beyt kimdir?
Cevap
: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın
aile fertleri ve bunların
soyundan gelenlere denir.
Soru 52: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın kaç adı vardır söyleyiniz?
Cevap : Dört adı vardır: a-Ahmet
b-Muhammed c-Mustafa d-Mahmut.
Soru 53: Yaşı yirmiyi geçmediği halde, aralarında büyük sahabelerin de bulunduğu, Bizanslılara karşı savaşan İslam ordusuna
Rasulüllah (a.s) tarafından atanan sahabedir. Bu atamayı dünyadan göç etmeden birkaç
dakika evvel ve Azrail (a.s.)’ın yanında iken son sözleri nedir?
Cevap : Üsame Bin Zeyd (r.a.) (“Üsame’nin ordusu
cihada gitsin.”)
Soru 54: İslam Medine devletini Efendimiz (a.s.) kurduktan sonra devletler bazında İslam’ı tebliğ için hangi
ülkelere elçi ve mektup göndermiştir?
Cevap : Habeşistan, Mısır,
Doğu Roma İmparatorluğu ve İran.
Soru 55: Efendimiz (a.s.)’ın Refikül Ala’ya (Büyük
dosta-Cenabı Allah’a) kavuşma olarak tarif ettiği vefatı kaç yaşında olmuştur?
Cevap : 63 yıl olmuştur.
Soru 56: Tebuk seferine katılmadığı için
Peygamber Efendimiz (a.s.) ve ashabının kendisiyle
(hakkında ayet nazil oluncaya kadar) 50 gün konuşmadığı sahabe kimdir?
Cevap : Kab Bin Malik.
Soru 57: Medine’de münafıkların başı olan hainin ismi nedir?
Cevap : Abdullah Bin Ubeyy Bin Selul.
Soru 58: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın vefatından sonra
kendisini peygamber ilan eden ve sonra Yemame’de Vahşi tarafından öldürülen
sahtekar kimdir?
Cevap : Müseylemetül Kezzap
Soru 59: Peygamber Efendimiz (a.s.) kaç yaşında peygamber
oldu ve ne kadar süre peygamberlik yaptı?
Cevap : 40 yaşında peygamber oldu, 23 yıl peygamberlik yaptı.
Soru 60: Habeşistan’a yapılan hicret hakkında bilgi veriniz?
Cevap : İlki 615 yılının Recep ayında aralarında Hz. Osman ve ailesi Rukiye’nin de bulunduğu 12 erkek ve 4 kadın olarak üç ay devam etmiş olan hicrettir.
İkincisi ise 616 yılında 82 erkek, 21 kadın Cafer Bin Ebu Talip başkanlığında yapılmıştır.
Soru 61: İslam’ın ilk düşmanlarından bir kafir vardı ki bu her zaman işkence eder, alay eder ve müslümanları rahat bırakmazdı. Abdullah İbni Mesud’u
yere ellerini ve ayaklarını bağlayıp ona işkence yapmış hatta dini ile alay dahi etmişti.
Sonunda Bedir savaşında Efendimiz (a.s)’ın ondan bana haber getir emri ile savaş meydanında bulup
elleri ve ayaklarının eklem yerlerinden ayrı ayrı dört kılıç darbesiyle yerde olduğunu görüp önce İslam’ı son bir kez daha tebliğine şiddetli cevap alması üzerine kafasını keserek sonra onun kulaklarını delip ip takıp sürükleyerek
Peygamberimizin yanına getirdiği Allah düşmanı kafir kimdir?
Cevap : Ebu Cehil (Cehaletin babası)
Soru 62: Mescidi Nebevinin bir tarafında, evsiz ve yurtsuz
olanların ve fakir müslümanların barınması için bir gölgelik yapılmıştı. Buranın üstü kapalı ise de etrafı açıktı ve burası bir ilim yuvası idi. Hatta en çok hadis rivayet eden Ebu Hureyre (r.a.)’da burada yetişmişti. Bu ilim
yuvasının ismi nedir?
Cevap : Ashabı Suffa
Soru 63: Peygamberimiz (a.s.)’ın annesi Amine hatunun sadık
hizmetçisidir. Hz. Amine hatunun vefatından sonra eygamberimizi
dedesi Abdulmuttalib’e teslim eden ve
Efendimiz (a.s.)’ın “Annemden sonra annem sensin” dediği bu sadık hizmetçi
kimdir?
Cevap : Ümmü Eymen
Soru 64: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın kaç çocuğu vardı isimleriyle
birlikte söyleyiniz?
Cevap : Yedi çocuğu olmuştur. Dördü kız, üçü erkektir. Kızları:
Zeynep, Rukiye, Ümmü Gülsüm ve Fatıma’dır.
Erkek çocukları: İbrahim, Kasım ve Abdullah’tır.
Soru 65: Hz. Ömer (r.a.)’ın müslüman olması kız kardeşi ve eniştesinin
Müslüman olduklarını öğrenip onları ve Rasulüllah (a.s.)’ı öldürmek niyetiyle gelirken eniştesinin evinin yakınında duyduğu Kur’an’dan
etkilenmesi sonucunda olmuştur. Hatta onları dövmesine rağmen yine de tekrar dinlediği eniştesinin okuduğu surenin, kız kardeşinin ve eniştesinin
isimlerini söyleyiniz?
Cevap : Taha suresi, Kız kardeşi; Fatıma, eniştesi; Said
Soru 66: Bedir savaşında kaç müslüman şehit oldu, kaç kafir öldürüldü?
Cevap : 14 müslüman şehit oldu ve 70 kafir öldürüldü.
Soru 67: Uhud savaşında şehit olan müslümanların sayısı kaçtır?
Cevap : 72 müslüman şehit olmuştur.
Soru 68: Efendimiz (a.s.)’ı hicret esnasında yakalayıp Darun Nedve
denen müşrik meclisinden hediye almak isteyen ama atının ayakları çöle batarak
hedefine ulaşamayan kimdir?
Cevap : Süreka
Soru 69: Ezanı Muhammedi’yi rüyasında gören sahabe kimdir?
Cevap : Abdullah Bin Zeyd
Soru 70: Uzza isimli putu kıran sahabe kimdir?
Cevap : Hz. Halit Bin Velid
Soru 71: Rasulüllah (a.s.)’ın şairinin ismi
nedir?
Cevap : Hassan Bin Sabit.
Soru 72: Peygamber Efendimiz (a.s.) ilk olarak peygamberliğini açıkça ilan ettiği yer
neresidir ve ilk olarak ona karşı çıkan kimdir?
Cevap
: Safa tepesinde ve ona ilk karşı çıkan amcası Ebu Leheb’tir.
Soru 73: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın son katıldığı savaş hangisidir?
Cevap : Tebuk savaşı.
Soru 74: Uhut savaşında Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın kılıcıyla savaşan sahabe
kimdir?
Cevap : Ebu Dücane
Soru 75: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın tebliği Mekke dışına çıkarmayı düşündüğünde aklına ilk gelen
yer Taif olmuştu. Çünkü orada tanıdık kapısına varabileceği akrabaları vardı. Ama Taif ona beklediği gibi değilde Ebu Leheb’in emriyle sert
bir şekilde cevap vermiş hatta taşlamışlardı. İşte bu yolculukta Efendimiz (a.s.)’e eşlik eden bir sahabe vardı. Bu insan atılan tüm taşlara göğüs germişti. Bu yiğit insan
kimdir?
Cevap : Zeyd Bin Harise.
Soru 76: Hendek savaşına adı verilen hendeklerin uzunluk, boy ve eninin ölçüleri ne kadardır?
Cevap : Uzunluğu: 5,5 km, derinliği: 5 m, eni:9 m. dir.
Soru 77: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın İştika (yağmur isteme)
namazı kılarak dua edip namaz biter bitmez hemen yağmurun yağmaya başladığı bir bölge
vardı. Mescidi Nebevinin karşısında olan bu yere Efendimiz (a.s.) sıcak havalarda gider ve orada
gölgelenirdi. Çünkü bir bulut orayı devamlı ferah tutardı.
Buraya daha sonra bir mescit inşa edildi. Bu mescidin adı nedir?
Cevap : Gamame mescidi (Bulut mescidi)
Soru 78: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın doğduğu gece hangi
tarihi olaylar meydana geldi?
Cevap
: a-Kisra sarayında
14 sütun yıkıldı b-Mecusilerin ateşleri söndü c-Sava gölü kurudu.
Soru 79: Tövbe suresinde kendisinden bahsedilen, Peygamber (a.s.)’ın ilk inşa ettiği mescit
olarak bilinen mescit hangisidir?
Cevap : Kuba mescidi.
Soru 80: Peygamber Efendimiz (a.s.) Mekke hayatında öyle bir yıl yaşadı ki o yıl amcası Ebu Talip
vefat etmiş, amcasının vefatından üç gün sonra zevceleri Hz. Hatice (r.a.) ahirete göç etmişti. Aynı yıl müslümanlara
ambargo uygulanmış ve zor durumda bırakılmıştı. Bu yıl Efendimiz (a.s.) için sıkıntılı olmuştu. İslam tarihinde
bu yıla verilen isim nedir?
Cevap : Hüzün yılı.
Soru 81: Siyeri Nebi yada Sireti Nebi ne demektir?
Cevap : Hz. Peygamber (a.s.)’ın hayatını
konu alan kitaba verilen isimdir.
Soru 82: Müslümanlardan bazıları sayıca fazla
olduklarını düşünüp gurura kapıldıkları için imtihan olarak yeryüzü tüm genişliğine rağmen
kendilerine dar geldiği bir savaş yaşadılar. Bu savaşta pusuya düşürüldükleri için dağıldılar, hatta Allah Resulü (a.s.)’ı yalnız bıraktılar ve büyük
bir panik yaşadılar. Hz. Abbas (r.a.)’ın daveti, hatırlatması ve bağırması üzerine tekrar toplanarak zaferi kazandılar. Hakkında inen
ayetle müslümanlara ders olan bu savaş hangisidir?
Cevap : Huneyn savaşı.
Soru 83: İlk Cuma namazı nerede kılınmıştır?
Cevap : Ranuna vadisinde.
Soru 84: Peygamber Efendimiz (a.s.) ilk vahiy geldiğinde kime
anlattı?
Cevap : Hanımı
Hz. Hatice’ye.
Soru 85: Peygamberimiz (a.s.) kaç sene İslam’ı gizli olarak
anlattı?
Cevap : 3 sene.
Soru 86: Hicret gecesi kafirler nereye toplandı?
Cevap : Mekke’de Darun Nedve’de toplandılar.
Soru 87: Peygamberimiz (a.s.)’ın hicret esnasında saklandığı mağaranın ismi nedir?
Cevap : Sevr Mağarası.
Soru 88: Mekke ne zaman fethedildi?
Cevap : Hicretin 8. Yılı Ramazan ayının
17.sinde.
Soru 89: Hudeybiye savaşı ne zaman oldu?
Cevap : Hicretin 6. Yılında.
Soru 90: Hayber savaşı ne zaman oldu?
Cevap : Hicretin 7. Yılında.
Soru 91: Hendek savaşı ne zaman oldu?
Cevap : Hicretin 5. Yılında.
Soru 92: Peygamberimizin son savaşı hangisidir?
Cevap : Tebuk savaşıdır.
Soru 93: Akabe biati nedir?
Cevap : Peygamberimiz (a.s.) ile Medinelilerin
hicretten önce yaptıkları anlaşmadır.
Soru 94 : Ravza-i Mudahhara
neresidir?
Cevap : Peygamberimiz (a.s.)’ın kabri ile minberi arasına denir.
Soru 95 : Asr-ı Saadet ne
demektir?
Cevap : Rasulüllah (a.s.)’ın yaşadığı
çağa Asr-ı Saadet (mutluluk yılları) denir.
Soru 96 : Rasulüllah (a.s.)’ın dayısı kimdi?
Cevap : Sad Bin Ebi Vakkas.
Soru 97 : İsmet, Emanet,
Fetanet, Sıdk ve Tebliğ tüm peygamberlerin ortak sıfatlarıdır.
Bu sıfatların dışında Peygamberimiz (a.s.)’e ait olan sıfatlar nelerdir?
Cevap : a- Son peygamber olması
b- Tüm insan ve cinlerin
peygamberi olması
c- Şefaat etme yetkisinin olması
Soru 98 : Hz. Muhammed (a.s.)’e
peygamberlik gelmeden önce müşriklerle “Fakirleri koruma ve kalkındırma” adı verilen bir
anlaşma imzalandı. Bu anlaşmanın adı nedir?
Cevap : Hif-ul Fudul
Soru 99: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ı vefatından sonra kim
yıkadı?
Cevap : Hz. Ali yıkadı.
Soru 100: Peygamberimiz (a.s.) Ebu Eyyup El-Ensari’nin evinde ne kadar
kalmıştır?
Cevap : Yedi aya yakın kalmıştır.
Soru 101: Haram aylar adı verilen aylar hangileridir?
Cevap : Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep
aylarıdır.
Soru 102: Müşrikler döneminde geleneksel olarak şiir yarışmaları yapılırdı. Birinci
gelen yedi meşhur şiir Kabe’nin duvarına asılırdı. Bu yedi şiire ne denirdi?
Cevap : Muallakat-ı Seba denir.
Soru 103: Peygamberimiz (a.s.)’ın doğduğu evin adı nedir?
Cevap : Darud-Tebabia
Soru 104: Her müslümanın iman etmesi gereken akidelerden birisi de Peygamberimiz (a.s)’ın Miraca çıkma
hadisesidir. Miraç lügatte; yükseğe çıkma ve
merdiven manalarına gelir. Miraç hicretten bir buçuk yıl evvel vuku bulmuştur.
Peygamberimiz (a.s.)’ın Miraç hadisesinde yedinci kat semada, Mescidi Haram ve Mescidi
Aksa’dan sonra uğradığı, meleklerin kıyamete kadar hayatlarında bir defa sıra gelerek tavaf ettiği yedinci kat semadaki bu mescidin adı nedir?
Cevap : Beytül Mamur.
Soru 105: Uhud savaşında Peygamberimiz (a.s.) bir kaç kafire beddua etmişti. Ancak
birisine suçu ağır olmasına rağmen beddua etmedi. Ashaptan bazıları:
"Niçin ona beddua etmiyorsun" diye sorduklarında “Miraç
gecesi onu Hamza ile kol kola cennete girerlerken gördüm” dediği kişidir. Hicretin
8.yılında Mekke fethedildiğinde Peygamberimiz (a.s.) tarafından öldürülmeleri emredilen
10 kişiden de biridir. Fakat daha sonra, Peygamberimiz (a.s.)’e gelerek af
dilemiş ve böylece Mekke’nin fethinden sonra müslüman olup, Peygamberimiz
(a.s.) tarafından Yemame tarafına gitmesi emrolunmuştur.
Peygamberimizin irtihalinden sonra çıkan yalancı peygamberi
daha önce hayatının en büyük hatasını yaptığı kılıçla öldürür. Bu sahabe ve öldürdüğü yalancı peygamber
kimdir?
Cevap : Vahşi (r.a.), Müseylemetül-Kezzap
Soru 106: Peygamber Efendimiz (a.s.) peygamberliğini ilk defa
açıkça nerede ilan etmiştir?
Cevap : Safa Tepesinde
Soru 107: Hicretin dördüncü yılı olaylarındandır. Kilap
kabilesinden Ebu Bera, Hz. Peygamber (a.s.)’e gelerek, mensubu olduğu kabilesi
arasında irşatta bulunacak zatlar istedi. Peygamberimiz (a.s.)’de 40 veya 70 kişi göndermişti.
Bunların hepsi Ashabı Suffe’dendi. Yolda bu mübarek insanların hepsi şehit
edildiler. Bu olaya İslam tarihinde ne ad verilir?
Cevap : Bir-i Maune.
Soru 108: Hz. Peygamber (a.s.) sözleri ile insanları İslam’a davet
ettiği gibi, devletlere gönderdiği mektuplarla da bu devlet
başkanlarını ve tebaasını İslam’a davet etti. Bunlardan bir kısmı bu davete sıcak baktı, bir kısmı da reddetti.
Bu mektuplardan birinin gittiği ülke kralı çok memnun
olmuş ve bu memnuniyetini göstermek için bazı hediyeler yanında Hz.
Peygamber (a.s.)’e birde kadın köle göndermişti. Peygamberimiz (a.s.) bu köleyi azat edip onunla evlendi.
Peygamberimiz (a.s.)’ın evlendiği bu validemiz ve ülkesinin adını söyleyiniz?
Cevap : Hz. Mariye, Mısır.
Soru 109: Peygamberimiz (a.s.)’e Rasulüssakaleyn denmesinin sebebi
nedir?
Cevap : İnsanlara ve cinlere gönderildiği için
Soru 110: Peygamberimiz (a.s.) gençliğinde illegal bir örgüte üye
olmuştu. Bu örgüt haksızlık kimden gelirse gelsin, kime yönelik olursa olsun haklının yanında haksızlara,
zalimlere karşı tavır koyuyordu. Bu örgütün adı nedir?
Cevap : Hılful Fudul
(Fazilet örgütü)
Soru 111: İslamiyet’ten önce Arap kabileleri arasında iç harpler ve kan
gütmeler yaygın halde idi. İslam’ın gelişiyle kan davaları ve kabileler arası harpler son buldu. Ve insanlar Allah (c.c.)’ın gönderdiği İslam nimeti
ile kardeşler oldular. Bu kabileler yalnız dört ay harp etmeyi haram
sayarlardı. Şayet bu dört ay içinde harp yapılırsa bu harbe
ne ad verilirdi?
Cevap : Ficar harbi.
Soru 112: Allah (c.c.)’ın gönderdiği en son ve en mükemmel din olan İslam’ın kaynağı Kur’an’ı Kerim’i
Allah’ü Teala “Onu biz indirdik, biz koruyacağız” buyuruyor.
Ve bu arada insanların bazılarına cennette daha fazla mükafat vermek için de onları ciddi
imtihana tabi tutuyor. Biz müslümanların ise çilelere katlanmış olan bu
müslümanlara minnet borcumuz vardır. İşte o
insanlarda Kur’an’ın zamanımıza kadar gelmesinde her türlü çileye katlanmışlardır. Onlardan
biri de Hz. Bilal idi. Hz. Bilal (r.a.)’a kızgın taşla işkence eden
kimdir?
Cevap : Ümeyye Bin Halef
Soru 113: Peygamber Efendimiz (a.s)’ı Beni Sad kabilesinden Haris
adında bir adamın karısı Halime’ye verdiler. Peygamberimiz (a.s) süt annesinin yanında kaç yaşına kadar kaldı?
Cevap : Beş yaşına
kadar
Soru 114: Peygamberimiz (a.s.)’ın 3 oğlu, 4 kızı olmuştur. Onlardan
birisi cariyesi Mariye’den doğmuştur. Peygamberimiz (a.s.)’ın Mariye’den olan çocuğunun adı nedir?
Cevap : İbrahim
I ve II. CİLTLERİN
FİHRİSTİ
Giriş………………………………………………………….1
Siyer Dersi Programı..................................................... 5
1.BÖLÜM...................................................................... 15
SİYER…………........................................................... 17
(1) Siyerin Tanımı............................................. .......... 20
(2)
Siyerin Peygamberleri Tanımada
Önemi................ 22
(3)
İslam'ın Anlaşılmasında
Önemi.............................. 22
(4) Siyer ilmi Nasıl Gelişti............................................ 23
- Okuma
Parçası........................................................ 25
2.BÖLÜM...................................................................... 27
- İLK İNSAN VE İLK PEYGAMBER....................... 29
(1)
Peygamberlerin Gönderiliş Amacı.......................... 32
(2) Ulu-l Azam Olan
Peygamberler............................. 35
(3) Kendilerine
Kitap Verilen Peygamberler................ 36
(4) Resul ve Nebi
Olan Peygamberler.......................... 37
(5) Kuranda Adı Geçen Peygamberler.......................... 39
- Okuma
Parçası......................................................... 49
3.BÖLÜM...................................................................... 53
-PEYGAMBERİMİZİN RİSALETE KADAR OLAN DÖNEM......................................................................... 55
(1) Hz.Muhammed
(as)'den Önce Dünyanın ve Arabistan Yarımadasının durumu .................................................. 56
(2) Cahilliye
ve Ondaki Haniflik Kalıntıları................ 73
(3) Hz.Muhammed
(as)'ın Ailesi ve Doğumu.............. 76
(4)
Hz.Muhammed (as)'ın Göğsünün Yarılması.......... 157
(5) Rahip
Bahira........................................................... 162
(6)
Hz.Muhammed (as)'ın Çalışma Hayatı................... 165
(7) Ficar
Harbi.............................................................. 168
(8) Hılfu'l-Fudül.......................................................... 170
(9) Hz.Muhammed
(as)'ın Hz. Hatice ile Evlenmesi.. 173
(10) Kabe'nin
Tamiri.................................................. 175
- Okuma Parçası................................................... 179
4.BÖLÜM.................................................................... 181
- RİSALETTEN HİCRETE KADAR OLAN DÖNEM 183
(1) İnziva ve ilk
vahiy................................................. 187
(2) Vahyin
Kesilmesi................................................. 192
(3) İlk
Müslümanlar................................................... 197
(4) Gizli İbadet ve Gizli Buluşmalar
Dar'ül-Erkam... 227
(5) Davetin açığa vurulması....................................... 232
(6) Zulüm
safhaları ve Dar'ün-Nedve........................ 240
(7)
İslam'a Düşmanlıkların Sebepleri......................... 247
(8)
Görüşmeler, Uzlaşma Teklifleri............................ 249
(9) Habeşistan'a
Hicret............................................... 252
(10) Hamza (ra)
ve Ömer (ra)'ın Müslüman Oluşları. 265
(11)
Muhasara-Boykot.............................................. 274
(12) Hüzün Yılı......................................................... 280
(13) Taife Gidiş......................................................... 289
(14) İsra-Miraç Olayı................................................ 297
(15) Akabe Biatları................................................... 309
(16) Hicret
Öncüleri................................................. 316
(17) Mekke Dönemin
Özeti...................................... 325
- Okuma
Parçası................................................... 345
5.BÖLÜM.................................................................. 353
-HİCRETTEN
HZ.MUHAMMED (AS)’IN VEFATINA KADAR OLAN
DÖNEM.......................................... 355
(1) Mekke-i
Mukerreme ve Medine-i Munevvere Arasındaki Fark............................................................................. 363
(2) Hicret ve Hicret Esnasındaki
Olaylar................... 396
(3) Hicretin
Sosyolojik Tahlili (Önemi).................... 399
(4) İlk Cuma Namazı................................................. 401
(5) Mescidi-i
Nebevinin Yapımı ve
Fonksiyonları.... 404
(6) Kardeşlik.............................................................. 422
(7) Medine Vesikası.................................................... 429
(8) Seçkin Fertler......................................................... 437
(9) Münafıkların
Alameti............................................. 444
(10) Abdullah b. Cahş Müfrezesi................................. 460
(11) Bedir Savaşı ve neticeleri..................................... 470
(12) Ben-i
Kaynuka olayı............................................ 489
(13) Uhud Savaşı ve imtihan....................................... 505
(14) Raci ve Bi'ri
Maun-e olayları.............................. 543
(15) Ben-i
Nadir'in sürgünü........................................ 548
(16) Zatu'r
Rika........................................................... 557
(17) Ben-i
Müstalık
Gazvesi........................................ 569
(18) İfk Olayı............................................................... 572
(19) Hendek
Savaşı de Kureyza ile hesaplaşma........... 580
(20) Hudeybiye
Barışı ve tahlili................................... 608
(21) Hayber Gazası....................................................... 629
(22) Gazve ve
Seriyyelerin Sayısı............................... 639
(23)
Hükümdarlara Gönderilen Mektuplar.................. 641
(24) Umretu'l-
Kaza..................................................... 651
(25) Mu'te Savaşı......................................................... 666
(26) Mekke'nin
Fethi................................................... 676
(27) Huneyn
Savaşı ve Yenilginin Sebepleri.............. 693
(28) Tebük Seferi ve
Katılmayanların
Durumu.......... 714
(29) Dırar Mescidi ve
Tahlili....................................... 744
(30) Heyetlerin
Gelişi................................................. 748
(31) Müminlerin
Anneleri.......................................... 759
(32) Hz.
Ebubekir'in Haccı......................................... 768
(33) Veda Haccı......................................................... 770
(34) Vedda Hutbasi ve Düşündürdükleri................... 785
(35) Hz.
Muhammed (as)'ın Hastalığı ve Vefatı........ 800
(36)
Hz.Muhammed (as)'ın Vefatından Sonra Bazı Olaylar.
813
(37) Medine Dönemi(nin
Özeti)................................. 821
(38)
Peygamber Efendimiz (as)’ın Bazı Özellikleri.... 836
- Okuma
Parçası.......................................................... 921
-Test Soruları.............................................................. 925
-İçindekiler.................................................................. 949
- Kaynakça................................................................... 953
KAYNAKÇA
Ahmed ibni Hanbel (v.s. 241/885). Müsned,
1:6, Beyrut 1398 (1978)
Ahmet Cevdet Paşa (18221895). Kısas-ı
Enbiya ve Tevarih-i Hulefa C I, İstanbul: Bedir Yayınevi, 1966.
Bağdadi, Muhammed Fehmi, Tarih-i
Edebiyat-ı Arabiye, İstanbul: Matbaa-i Âmire, 1335 (1917).
Bediüzzaman, Said Nursi, Mektubat, İstanbul 1962
…………..Sözler, İstanbul 1962
Belazuri, Ebu'l-Abbas Ahmed İbni Yahya (v.
279. Ensabü'1-Eşraf. C I. Mısır: Darü'l-Maarif Matbaası, 1959.
Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfât,
Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut 1410
Buhari, Ebü Abdullah Muhammed İbni İsmâil (v.
256/869). El-Camiü's-Sahih. C. 14, Beyrut, Matbaa-i Âmire, 1329.
Canan, Prof. Dr. İbrahim, Kütüb-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, Ankara 1994
……………Tebliğ, Terbiye ve Siyasi Taktik
Açılarından Hicret. İst., Yeni Asya Yayınevi, 1981.
Ebu Dâvud, es-Sicistânî, Sünen, Çağrı
Yayınları, İstanbul 1992
Darimi, Ebü Muhammed Abdullah ibni
Abdurrahman (v. 255/868) Sünen. C. 12, Beyrut, Tarihsiz.
el-Ezrakî, Ahbaru Mekke, Mekke 196;
Halebi, Ali ibni Bürhanü'd-Din (975/1044 H.) İnsanü'l-Uyun,
C. 1-3, Beyrut: 1400 (1980).
Hamidullah, Prof. Dr. Muhammed. İslam
Peygamberi. C. 1-2, İstanbul: İrfan Yayınevi, 1972.
……………İslâm'da
Devlet İdaresi,
Trc: Kemal Kuşçu, İstanbul
1963,
İbnu'l-Verdî, Tetimmetu'l-Muhtasar,
Mısır, 1285
İbni Abdi'1-Berr, Ebû Ömer Yusuf (v.
463/1070). El-İstiab. C. 14, Mısır: Mustafa Muhammed Matbaası, 1358
(1939).
İbni Esir, İzzeddin Ebu'l-Hasen Ali İbni
Ebi'l-Kerem Muhammed bin Muhammed bin Abdü'l-Kerim, (v. 630) Üsdü'l-Gâbe f:
Ma'rifeti's-Sahabe. C. 15, el-Mektebetü'l-İslâmiyye, Tarihsiz.
……………el-Kâmil,
Beyrut 1385/1965,
İbni Hacer, Şihâbü'd-Din Ebül Fadl, Ahmed
İbni Ali el-Askalâni (v. 852/1448). El-İsâbe fi Temyiz's-Sahabe. C. 14.
Bağdat, Ofset baskı, Tarihsiz.
………….ed-Dureru'l-Kâmine, Kahire, 1966,
İbni Hişâm, Cemâlüddin Ebû Muhammed
Abdülmelik (v. 218/838). Er-Siyretü'n-Nebeviyye. C. 14, Beyrut: İhyâu't
Türasi'1-Arabî, 1391 ( 1971 ).
İbn İshak,
Kitabul-Mübteda vel-Mebas, Konya 1981
İbni Kayyım (v. 751). Zâdü'l-Meâd. C.
14. Mısır: 1390.
İbni Kesir, Ebu'1-Fidâ İsmâil, (701774). Siyretü'n-Nebeviyye,
C. 14. Beyrut: Dârü't-Ma'rife, 1396 (1976).
………….el-Bidâye
ve'n-Nihâye, Kahire, 1358,
İbnu Mace-Ebu Abdillah Muhammed İbnu Yezid el-Kazvini (v.
275), Sünenü İbni Mace, Kahire 1952, Tahkik; Muhammed Fuad Abdulbaki.
İbn Sa'd, Tabakât, Beyrut 1376/1957
el-Kâsanî, Bedâyiu's-Sanâyi',
Beyrut 1328/1910
Köksal, M. Asım, İslâm Tarihi, 2. baskı, İstanbul, t.y.,
Keşmîrî, Muhammed Enver (v. 1352/1933): Feyzü'l-Bâri fi
Sahihi'l-Buhârî, Beyrut, tarihsiz.
el-Meydânî, el-Lübâb, İstanbul t.y.
Münavi-Şemsü'd-Din Muhammed Zeynü'd-Din Abdurrauf (v. 1031),
Feyzu'l-Kadir Şerhu'l-Cami'i's-Sağir, Beyrut, 1972.
Müslim-Ebu'l-Hüseyin Müslim İbnu'l-Haccac el-Kuşeyri
en-Neysaburi (v. 261) Sahihu Muslim Tahkik: Muhammed Fuad Abdul'l-Baki Kahire, 1955.
Nesâî, Ebu Abdurrahman Ahmed, Sünen, Çağrı Yayınları,
İstanbul 1992
……… Sünenü’n-Neseî,
Çev: A. M. Büyükçınar, A. Tekin, Ö. F. Harman, Y. Erol, Kalem Yayıncılık,
İstanbul 1981
Nûru'd-Dîn İbnu Muhammed: el-İmâmu't-Tirmizî
ve'l-Muvâzene Beyne Câmi'ihi ve Beyne's-Sahîheyn, Mısır, 1970.
Razi-Ebu Abdillah Muhammed İbnu Ömer İbni Hüseyn (v. 606), et-Tefsiru'l-Kebir,
Naşiri: Abdurrahman Muhammed, Kahire, tarihsiz.
Safedî, el-Vâfi Bi'l-Vefeyât, Mısır, 1974.
Şevkânî , el-Bedru't-Tâli', Kahire, 1348
Taberî, Tarihul-Umem vel-Muluk, Mısır 1326,
Vâkidî, Kitabü'l-Meğâzî, Kahire 1965,
Yâkubî, Tarih, Beyrut 1960,
ez-Zebîdî, Tecridî
Sarîh, Terc. K Miras, Ankara 1978
ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire 1977
Zehebî, Ebu Abdillah Muhammed İbnu Ahmed (v. 748/1347): Mîzânu'l-İttidal
fî Nakdi'r-Ricâl, Kahire. 1963.
………..Tezkîretu'l-Huffâz, Haydarâbâd. 1956.
Zeylaî, Nasbu'r-Râyeli Ehâdisi'l Hidâye; eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr,
Mısır t.y
Zürkani-Ebu Abdillah Muhammed İbnu Abdilbaki İbnu Yusuf (v.
1122), Şerhu'l-Muvatta Kahire 1961.
Baskıya Hazırlanan Kitaplar
1. KUR’AN-I KERİM MEALİ (Sebeb-i Nüzulü
Açıklamalı ve Kelime Kelime Meali)
Bütün kitaplar tek bir kitabı anlamak
içindir,
Bütün bilgiler tek bir bilgiye ulaşmak
içindir,
Bütün hakikatler tek bir hakikat içindir,
Bütün dinler tek bir dine kavuşmak içindir,
Bütün güzellikler tek bir güzeli görmek
içindir,
Bütün ilahlar tek bir Allah'a erişmek
içindir,
Bütün yollar tek bir yolu yürümek içindir,
Bütün şeyler tek bir şeyi anlamak içindir,
Aslında herşey tek bir şey ve aynı şeydir.
2. KIRK AYET –KIRK HADİS (Çıktı)
Resûlullah (a.s): "Kim ümmetime,
sünnetimden kırk tanesini koruyup ulaştırırsa ben kıyamet günü onun imânına
şâhid ve şefaatçi olurum" Beyhakî,
Şuabu'l-İmân, 2/270)
Sebeb-i Nüzulüne göre kırk ayet ve Sebeb-i
Vüruduna göre kırk hadis.
3. EVRENİN RUH HARİTASI (Akaid Kitabı)
Kaybetmişiz Pusulamızı
Ebrehelerin Hüküm Sürdüğü Kaldırımlarda
Ölüler Abid
Taşlar Mabud
Ağaçlar Mabed Olmuş.
4. İNSANLIĞIN RUH HARİTASI (Ahlak Kitabı II
Cilt)
Ahlak, ruhun derinliklerinde dışa yansıyan
iyiliğin, kıvılcımıdır.
Gülün güzelliği rengidir.
Bülbülün ki, sesidir.
Göğün ki, yıldızlardır.
Yerlerin ki, bitkilerdir.
Dilberin ki, cemalidir.
Yiğidin ki, bileğidir.
Arifin ki, bilgidir.
Abidin ki, zikridir.
İnsanlığın ki ise, AHLAKIDIR.
5. RUHLARIN ŞİFASI (Esma’ül Husna) (Çıktı)
“En güzel isimler (el-esmâü'l-hüsnâ)
Allah'ındır. O halde O'na o güzel isimlerle dua edin. Onun isimleri hakkında
eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına
çarptırılacaklardır.” (7:180)
6. YAŞAMIN RUH HARİTASI (Fıkıh Kitabı IICilt)
Anlamak (fıkh etmek), insanın ruh
portresidir.
Anlayış sahibi insanlar, halkların gülü ve
çiçekleridir.
Anlayış sahipleri, halklar tarafından her
zaman koklanmaya çalışılır.
Bazen göklere çıkartılıp yükseltilirler.
Bazen yerlere atılıp ezilirler.
7. İNSANLIĞIN RUH MİMARLARI PEYGAMBERLER
(Peygamberlerin Hayatı IICilt)
Evrenin en büyük sanatçısı Allah’tır.
Yüce Allah’ın en büyük sanat eseri insandır.
İnsanın en büyük sanatı ruhtur.
Ruhun mimarları aziz Peygamberlerdir.
8. PEYGAMBERLERİN ÇİZDİĞİ RUH HARİTASI (Hz.
Peygamber (a.s)'in Hayatı II Cilt)
Kaybolmuşuz Peygamberlerin çizdiği haritanın
üzerinde.
Yön tayin etmede zorlanıyoruz.
Neresi doğu.
Neresi batı.
Neresi kıble.
9. ÇOCUKLARIN RUH DÜNYASI (Doğumundan Ölümüne
Kadar Çocuk Terbiyesi)
“Her çocuk İslam fıtratı üzere doğar.”
Hiç bir çocuk, anne ve babasının meşru veya gayri meşru yaptıklarıyla sorumlu
değildir.
Her çocuk kendi kişisel menkıbesinin
sorumlusudur.
Çocuklar, ailenin balı ve dalı,
Toplumun gülü ve bülbülü,
Kainatın çiçeği ve eşrefidirler.
10. DERSLERİN RUHU (Tefsir Dersine Giriş
1)
Bütün kitaplar, bir kitabı anlamak içindir,
oda KUR’ANI KERİM’dir.
Bütün ilimler, tek bir ilimden onay
alır, oda KUR’ANI KERİM’dir.
Bütün ilimlerin merkezi, tefsir ilmidir, oda
KUR’ANI KERİM’dir.
11. DERSLERİN RUHU (Tefsir İlmine Giriş 2)
Usûl, Arapça asl'ın çoğuludur.
Asl sözlükte temel, kök, soyluluk ve orijinal
anlamlarına gelir.
Tefsir usûlü ya da İlmu Usûli't Tefsir,
Kur'ân-ı Kerim'in insanlar tarafından
anlaşmasına yardımcı olmak üzere onu, insanların zihinlerine, akıllarına yaklaştırma çalışmaları diyebileceğimiz tefsirin ve müfessirlerin prensiplerini, şartlarını ve çerçevesini
belirleyen, tarihini tespit eden ilim
veya ilimlerin hepsine birden verilen
isimdir.
12. ÇAĞIN ALTIN RUHLULARI (Sahabe-i Kiramın
Hayatı II Cilt)
Rasulullah (a.s)’ın da üzere yaratılmış
olduğu “ALLAH AHLÂKI”?…
“VERMEK”! Karşılıksız vermek! Çıkar düşünmeksizin
vermek! EBU BEKİR gibi.
Zâhirde ve bâtında her an ve her koşul
altında adil olmak! ÖMER gibi.
Ar, haya, sevgi vermek!.. Karşılık
beklemeksizin! OSMAN gibi.
İlim, cesaret
vermek!… Karşılık beklemeksizin! ALİ (r.anhum) gibi...
13. HER ADEM BİR ALEMDİR -I- (Vecizeler)
Adem dedikleri; el, ayak, baş değil, manaya derler.
Kaş, göz değil, ruha derler.
14. HER ADEM BİR ALEMDİR –II- (Vecizeler)
Her insan bir ademdir.
Her adem bir alemdir.
Her alem bir sırdır.
Her sır bir yitiktir.
Her yitik bir hikmettir.
Her hikmet bir hazinedir.
Her hazine bir saadeti dareyndir.
15. DOĞRULARIN BABASI (Öykü)
Düşünmek, “seviyorum, peşinden koşuyorum ve
arıyorum”; anlamına gelen ve
“bilgi, bilgelik” anlamına gelen
sözcüklerinden türeyen terimin işaret ettiği entelektüel faaliyet ve
disiplindir.
Buna göre düşünme “bilgelik sevgisi” yada;
“bilginin peşinden koşma” anlamına gelir.
16. EĞİTİM - ÖĞRETİM (Öykü)
Her Müminin dinini öğrenmesi ve bildiklerini
öğretmesi dini bir ihtiyaçtır.
Zira inandıklarını uygulayabilmesi öğrenmeye
bağlıdır. Öğrenim, eğitimin bir parçasıdır.
Eğitim, hedeflenen davranışların programlı ve
planlı faaliyetlerle insana kazandırılmasıdır.
Öğretim ise, öğretme faaliyetlerinin
belirlenen hedefler doğrultusunda, planlı ve kontrollü olarak düzenlenmesi ve
uygulanmasıdır.
17. RÜYA İLE DİRİLİŞ (Öykü)
Rüya konusunda; Batı bilginleri genelde
rüyanın insanın günlük yaşantısı sonucu gördüğü şey olarak yorumlarken,
Doğu bilginleri bu görüşe katılmakla birlikte
Allah'tan gelen ilahi bir mesaj olarak da görmüşlerdir.
18. HAYAL UMUDUN KAPISIDIR (Öykü)
Fertte çağrışım yapan hayaller neticesinde
meydana gelen kolektif alt şuuru psişik hayatın esaslı faktörüdür.
19. MEDENİYETİN ORTAK DEĞERLERİ (Araştırma)
Allah'ın indirdiklerini kendisine hayat
nizamı olarak kabul eden toplumlarda medeniyet, kavramın içerdiği gerçek
anlamıyla ortaya çıkmıştır. İslâm medeniyeti, iman, amel, ahlâk, sosyal
ilişkiler, toplum hayatını insanların iyiliği doğrultusunda yöneten idarî
prensiplerin bir tezâhürüdür.
20.
ACILARDA AĞLARMIYMIŞ? (Şiir)
Şair, Şiir yazarken,
çocuk dünyaya getiren
bir annenin sancısını çekmiyorsa
yazdıklarının hepsi yalandır.
21. AKLIN GÖCÜ (Öykü)
Akıl, eşyanın güzellik, çirkinlik, kemâl ve
noksanıyla ilgili sıfatını idrak eden özelliktir. İki hayırdan daha hayırlı;
iki şerden daha az şerli olanını idrak etmekten ibarettir. Akıl insanoğluna
verilmiş manevi bir kuvvettir. İnsan bu güç ile gerekli ve nazarı bilgileri
elde eder. Bilgiyi elde eden güç İslâm'da insanı mükellef kılan akıl gücüdür.
Bu güç insanda ana rahminde cenin iken oluşan özelliktir. Bu erginlik çağına
gelince gelişir ve gittikçe olgunlaşır. Bu da, zarûriyyâtı anlayan güçtür. Bu
güç ile elde edilen 'bilgi'ye gelince yerine göre kullanılmadığında akılsızlık
özelliğini taşır.
22. DİN NASİHATTIR (İbretli Sözler) *Çıktı*
Nasihat, İslâm'ın pratik hayata aktarılması,
ahlâkî prensiplerin yaşanması, insanî erdemliliklerin, görgü kurallarının
öğretilmesi amacıyla bilenlerin bilmeyenlere öğretmesi ve hatırlatmada
bulunması amacıyla yapılan öğütlerdir. Bu öğütler yapılırken asla bir ard niyet
güdülmez, dünyevî çıkarlar düşünülmez.
23.NAMAZIN DİLİ
Namaza başlarken ve namaz kılarken,
söylediklerimizin anlamı nedir? Neden “Allah’u Ekber” diyoruz? Neden Ku’ran ile
değil de “Sübhaneke” ile namaza giriş yapıyoruz? Neden “Ruku” ediyoruz? Niçin
“Secde”ye kapanıyoruz? Bütün bunlar ne anlama geliyor? Ve biz bunları yaparken
ne demek istiyoruz? Bunların anlamı ve dili nedir?
24.ARAPÇANIN DİLİ
Arapçayı,
Araplara olan özentiden dolayı öğrenmek hiç bir insanın akıl karı değildir.
Yüce Allah Kura’an-ı Kerim-i Arapça indirdiğinden dolayı ve Kur’an-ın dilini
anlamak için öğrenilir. Amaç Kur’an-ın mesajını hakkıyla anlayıp kavramaktır.
Eğer bu anlayışla Arapça öğrenilir ve öğretilirse, o zaman Araplarda gelip o
Arapçayı öğrenmek zorunda kalırlar.
II.CİLDİN
İÇİNDEKİLER
Giriş…………………………………………………… 1
Siyer Dersi Programı..................................................... 5
1.BÖLÜM...................................................................... 15
SiYER........................................................................... 17
(1) Siyerin Tanımı............................................. .......... 20
(2)
Siyerin Peygamberleri Tanımada
Önemi................ 22
3)
İslam'ın Anlaşılmasında
Önemi.............................. 22
(4) Siyer ilmi Nasıl Gelişti............................................ 23
- Okuma
Parçası........................................................ 25
2.BÖLÜM...................................................................... 27
- İLK İNSAN VE İLK PEYGAMBER..................... 29
(1)
Peygamberlerin Gönderiliş Amacı.......................... 32
(2) Ulu-l Azam Olan
Peygamberler............................. 35
(3) Kendilerine
Kitap Verilen Peygamberler................ 36
(4) Resul ve Nebi
Olan Peygamberler.......................... 37
(5) Kuranda Adı Geçen Peygamberler......................... 39
- Okuma
Parçası........................................................ 49
3.BÖLÜM..................................................................... 53
-PEYGAMBERİMİZİN RİSALETE KADAR
OLAN DÖNEM....................................................................... 55
(1) Hz.Muhammed
(as)'den Önce Dünyanın ve Arabistan Yarımadasının durumu ................................................. 56
(2) Cahilliye
ve Ondaki Haniflik Kalıntıları................ 73
(3) Hz.Muhammed
(as)'ın Ailesi ve Doğumu.............. 76
(4)
Hz.Muhammed (as)'ın Göğsünün Yarılması.......... 157
(5) Rahip
Bahira........................................................... 162
(6)
Hz.Muhammed (as)'ın Çalışma Hayatı.................. 165
(7) Ficar
Harbi.............................................................. 168
(8) Hılfu'l-Fudül.......................................................... 170
(9) Hz.Muhammed
(as)'ın Hz. Hatice ile Evlenmesi.. 173
(10) Kabe'nin
Tamiri.................................................. 175
- Okuma
Parçası................................................... 179
4.BÖLÜM.................................................................... 181
- RİSALETTEN HİCRETE KADAR
OLAN DÖNEM 183
(1) İnziva ve ilk
vahiy................................................. 187
(2) Vahyin
Kesilmesi................................................. 192
(3) İlk
Müslümanlar................................................... 197
(4) Gizli İbadet ve Gizli Buluşmalar
Dar'ül-Erkam... 227
(5) Davetin açığa vurulması....................................... 232
(6) Zulüm
safhaları ve Dar'ün-Nedve........................ 240
(7)
İslam'a Düşmanlıkların Sebepleri......................... 247
(8)
Görüşmeler, Uzlaşma Teklifleri............................ 249
(9) Habeşistan'a Hicret............................................... 252
(10) Hamza (ra)
ve Ömer (ra)'ın Müslüman Oluşları. 265
(11)
Muhasara-Boykot.............................................. 274
(12) Hüzün Yılı......................................................... 280
(13) Taife Gidiş......................................................... 289
(14) İsra-Miraç Olayı................................................ 297
(15) Akabe Biatları................................................... 309
(16) Hicret
Öncüleri................................................. 316
(17) Mekke Dönemin
Özeti...................................... 325
- Okuma
Parçası................................................... 345
5.BÖLÜM.................................................................. 353
-HİCRETTEN HZ.MUHAMMED (AS)’IN VEFATINA KADAR OLAN DÖNEM........................................ 355
(1) Mekke-i
Mukerreme ve Medine-i Munevvere Arasındaki Fark............................................................................. 363
(2) Hicret ve Hicret Esnasındaki
Olaylar................... 396
(3) Hicretin
Sosyolojik Tahlili (Önemi).................... 399
(4) İlk Cuma Namazı................................................. 401
(5) Mescidi-i
Nebevinin Yapımı ve
Fonksiyonları.... 404
(6) Kardeşlik.............................................................. 422
(7) Medine Vesikası.................................................... 429
(8) Seçkin
Fertler......................................................... 437
(9) Münafıkların
Alameti............................................. 444
(10) Abdullah b. Cahş Müfrezesi................................. 460
(11) Bedir Savaşı ve neticeleri..................................... 470
(12) Ben-i
Kaynuka olayı............................................ 489
[1] Ahzab,33/21
[2] İsra,17/15
[3] Ahzab,33/21
[4] Müslim, iman, 9; Muhammed b. İshâk b. Yesar, Sîretu İbn İshâk, Konya 1980, 222.
[5] Hicr,15/28
[6] Hicr,15/29
[7] Ali-İmran,3/59
[8] Bakara,2/35
[9] Bakara,2/36
[10] Bakara,2/37
[11] Bakara,2/38
[12] Nahl,16/36
[13] İsra,17/15
[14] Nisa,4/164
[15] Ali-İmran,3/59
[16] Meryem,19/59
[17] Araf,7/59
[18] Hud, 11/50
[19] Neml,27/45
[20] Bakara,2/124
[21] Ankebut,29/26
[22] Meryem,19/54
[23] Meryem,19/49
[24] Meryem,19/49
[25] Yusuf,12/6
[26] Sad,38/41
[27] Enbiya,21/85
[28] Araf,7/85
[29] Araf,7/144
[30] Kasas,28/34
[31] İsra,17/55
[32] Neml,27/16
[33] Enam,6/85
[34] Enam,6/86
[35] Saffet,37/139
[36] Ali-İmran,3/44
[37] Ali-İmran,3/39
[38] Saf,61/6
[39] Ali-İmran,3/40
[40] Lokman,31/12,13
[41] Kehf,18/83-98
[42] Tevbe,9/30,31
[43] Enam,6/131
[44] Hud,11/117
[45] Şuara,26/208.209
[46] Nisa,4/155
[47] Maide,5/50
[48] Zümer,39/3
[49] Müslim, Müsâkât, 67; bk. Buhârı, Megâzî, 51; Büyû, 105, 112; Müslim, Büyû, 93; Fer', 8; İbn Mâce, Ticârât, 11; Ahmed b. Hanbel, II, 213, 362, 512, III, 217, 324, 326, 340; İbn Kesîr, Muhtasaru Tefsîri İbn Kesîr, Beyrut (t.y), I, 544-547
[50] Mâide, 5/90, 91; İbn Abidin Reddû'l Muhtar, İstanbul 1307, 5, s. 355; Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dini, İstanbul 1960, II, s. 766
[51] Ali-İmran,3/130
[52] Bakara,2/275
[53] Nur,24/33
[54] İbn Hacer el-Askalânî, 'Fethu'l-Bârı bi şerh-i Sahîhi Buhâri', 10, 371
[55] Nisa,4/19
[56] Enam,6/139
[57] Zuhruf,43/17
[58] Tekvir,81/8,9
[59] Enam,6/137
[60] Enam,6/136
[61] Enam,6/138
[62] Ebû İshak İbrahim, Kahire, 1386-87/1966-67, 6, 337; Taberî, Cami'u'l-Beyân, Beyrut 1405/1984, 7, 90
[63] Sahîh-i Buhâri, Tecrid-i Sarih Tercümesi, VI,13
[64] Maide,5/104
[65] Daha geniş bilgi için: ZemahŞerî, el-Keşşaf, Kahire 1387/1968, I, 649; Fahreddin er-Râzî, Mefâtihu'l-Gayb (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd, Kahire 1934-62, XII, 110; Ebussuud Efendi, İrşâdü'l Akli's-Selîm, Beyrut ts (Dâru ihyâi't türâsi'l-Arabî), III, 86.
[66] Fil, 105/1-5
[67] İbnü'l-Esir, el-Kâmil fi't Târih,1/442
[68] İbnü'l-Esir, el-Kâmil fi't Târih, Nşr: Tornberg, Beyrut 1965, I, 442
[69] Bakara, 2/135
[70] Alu İmrân, 3/67
[71] Nahl,16/120,123
[72] İbn Hanbel, 5, 266. Ayrıca bk. Buhârî, İmân, 29; Tirmizî, Menâkıb 32, 64; İbn Hanbel III, 442
[73] Daha geniş bilgi bakn: İbn Manzûr, Lisanu'l-Arab, Beyrut 1956, 12, 237 vd;es-Suheylî, er-Ravdu'l-Unf, Mısır 1967, II, 7; el-Ezrâkî, Ka'be ve Mekke Tarihi trc. Y. Vehbi Yavuz, İstanbul 1974, 326;
[74] Fil,105/1-5
[75] İbni Sa'd,et-Tabakatul-Kübrâ, Beyrut, t.y. I, 100-101
[76] İbni Sa'd,et-Tabakatul-Kübrâ, Beyrut, t.y. I, 100-101
[77] Bak: Fahruddin er-Râzî, Mefâtihu'l Gayb, İstanbul 1307, IV, 478, 479; Teftâzânî, Şerhu Makâsıd, İstanbul 1305, II, 171; Cürcânî, Şerhu Mevâkıf, İstanbul 1311
[78] Bak: İbn İshak, İbn Hişam, Sîretu'n-Nebevî, Beyrut 1391/1971, I, 166; İbn Sa'd, Tabakât, Beyrut 1376/1957, I, 97; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve, Kahire 1389/1969, I, 86
[79] İbn İshak, a.g.e., I, 166; Beyhakî, a.g.e., I, 70; Belâzurî, Ensâbü'l-Eşrâf, Mısır 1959, I, 80, 81; İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Gâbe, I, 20
[80] Duha,93/6
[81] Bak: Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4, 127, 128
[82] Ebu'l-Ferec İbnu'l Cevzî, el-Vefâ, Kahire 1386/ 1966, I, 140, 141: Diyarbekrî Hamîs, Beyrut, t.y., I, 261
[83] Buhârî, İcâre 2; Muvatta, 18 (2, 971); İbnu Mâce, Ticârât 5,
[84] Kalem,68/4
[85] Buhârî, Ahkâm 1, Cum'a 11, İstikrâz 20, Itk 17, 19, Vesâya 9, Nikâh 81, 90; Müslim, İmâret 20, (1829); Tirmizî, Cihâd 27, 1705; Ebû Dâvud, İmâret 1,
[86] Halebî, İnsanü'l-Uyûn, Mısır 1384/1964, I, 221; Hâkim, Müstedrek, Riyad, t.y., III, 182; Yakut, Mu'cemü'l-Buldân, Beyrut 1376/1956, II, 126
[87] Ebu'l-Ferec İbnu'l Cevzî, el-Vefâ, Kahire 1386/ 1966, I, 140, 141: Diyarbekrî Hamîs, Beyrut, t.y., I, 261
[88] Bak: Halebî, İnsanü'l-Uyûn, Mısır 1384/1964, I, 221; Hâkim, Müstedrek, Riyad, t.y., III, 182; Yakut, Mu'cemü'l-Buldân, Beyrut 1376/1956, II, 126
[89] İnşirah,94/1
[90] İbn Sa'd, Tabakât, I, 130, 156, 157; İbn
İshak, a.g.e., I, 200; Taberî, Tarih, Mısır 1326, II, 196, 197; Ebû Nuaym,
Delâil, Haydarâbad
[91] Tecrid-i Sarîh Tercemesi, 6, 525-526
[92] Bak: İbn, Sa'd Tabakat, 13, 9
[93] Bak: İbn, Sa'd Tabakat, 13, 10
[94] Ahmed b. Hanbel, I,190, 193
[95] İbn Hacer, el-İsâbe, 539
[96] İbn el-Esir, Usdü'l-Ğâbe, I, 434
[97] bk. ez-Zebîdî, Tecrid-i Sarih, Terc. Kamil Miras, Ankara 1984, 6, 13
[98] Buhârî, iman, 37; Müslim, iman, 1, 5, 7; Ebû Dâvud, sünne, 15
[99] Râgıb el-isfahanî: El-Mutredâd; Asım Efendi, Kamüsü'l-Mühit tercemesi, İstanbul 1272 H., III, 593-594; İbn-i Manzur, Lisânü'l-Arap, Bulak Mısır 1303, 17 160-163
[100] Râğıb el-İsfahânı, el-Müfredât fi Garibi'l-Kur'ân, 30
[101] Bkn: bk. et-Taflâzânî, Şerhul-Makâsıd, II/128, el-Cürcanî, Şerhul-Mavâkıf, III, 173-174; İbnul-Hümam, Şerhul-Müsâyere, 198; Kadı İyâd, eş-Şifâ, I/210; ed-Devvânî, Celâl-Şerhul-Akâidi'l-Adudiyye, 3; Mustafa Sabri, Mevkiful-Akli vel-İlmi vel Âlem, Kahire 1950, IV/40.Ali Arslan Aydın, en-Nübüvve Fil-Kur'an ve İnde Felasifetil-İslâm, Kahire 1958, s. 5-9 ve İslâmda İman ve Esasları 6. Baskı, İstanbul 1990, s. 184-187).
[102] Buhârî, İlm 6; Müslim, İman 10, (12); Tirmizî, Zekat 2, (619); Nesâî, Siyâm 1, (4, 120); Ebu Dâvud, Salât 23,
[103] Buharî, 1:6; Müslim, 1:97; Müsned, 2:153.
[104] İbni Hişâm, Sîre, 1:252.
[105] Ahmed b. Hanbel, 1,190, 193
[106] Buharî, 1:7; Müslim, 1:97-98.
[107] Abdülalâtif es-Sübkî, el-Vahyü İllâ'r-Resûl Muhammed (a.s.), s. 89.
[108] Müddesir,74/1-5
[109] Abdülalâtif es-Sübkî, el-Vahyü İllâ'r-Resûl Muhammed (a.s), s. 89.
[110] Müddesir,74/ 1-3
[111] Tahirü'l-Mevlevî, Müslümanlıkta İbâdet Tarihi, s. 25.
[112] İbni Hişâm, Sîre, 1:268; İbni Sa'd, Tabakât, 3:171. 2.İbni Hişâm, Sîre, 1:269; Üsdü'l-Gâbe, 3:206.3.Ravdü'l-Ünf, 1:165.
[113] İbni Kesir, Sîre, 1:428.
[114] İbni Sa'd, Tabakât 3:332.
[115] İbni Hişâm, Sîre, 1:340; İbni Sa'd, Tabakât 3:232.
[116] İbni Hişâm, Sîre, 1:340; İbni Sa'd, Tabakât, 3:328; İnsanü'l-Uyun, 1:299.2.İbni Hişâm, Sîre, 1:340; İbni Sa'd, Tabakât, 3:328; İnsanü'l-Uyun, 1:299. 3.İbni Sa'd, Tabakât, 3:238; İsâbe, 1:169.
[117] İbni Sa'd, Tabakât 3:55. 2.İbni Sa'd, a.g.e., 3:55.
[118] İbni Sa'd, Tabakât, 3:214-216; İsâbe, 2:220-221. 2.Buharî, 2:107; 4:211-212.3.İbni Sa'd, Tabakât, 3:219; İbni Hacer, a.g.e., 2:221.
[119] İbni Sa'd, Tabakât, 4:95.2.İbni Sa'd, Tabakât, 4:95; İnsânü'l-Uyun, 1:282.3.İbni Sa'd, Tabakât, 1:262; İbni Abdi'l-Beri, İstiab, 2:421.
[120] İbni Esîr, Üsdü'l-Gâbe, 2:292.2.İbni Hişâm, Sîre, 1:266; İbni Sa'd; Tabakât, 3:139; Taberî, 2:216. 3.İbni Hacerî, Tarih, 2:33; İbni Esîr, a.g.e., 2:291.
[121] Ankebut,29/8
[122] Neseî, 3:251; İbni Esîr, a.g.e., 2:292.
[123] İbni Sa'd a.g.e. 3:139.2."Fedake Ebî ve Ümmi" tâbiri asıl mânâsında değil, örfî mânasında kullanılır. Bu kelimeler razı olmayı, memnun olmayı ifade eder. Yaptığı tebdile şayan bulunan zatlar, bu kelimelerle medh ve senâ edilirler.3.Müslim, 7:125.
[124] İbni Sa'd, Tabakât, 3:141.2.Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 145; Yeni Asya Neşriyat, 1998.
[125] İbni Sa'd, Tabakât, 4:224; Müslim, 7:153-154.
[126] İbni Sa'd, Tabakât, 4:224-225; Müslim, 7:153-154.
[127] İbni Sa'd, Tabakât, 4:255.
[128] İbni Sa'd, Tabakât, 3:165.
[129] Buhari, Menâkıbu'l- Ensâr 29, Menâkıb 25, İkrâh 1; Ebu Dâvud, Cihâd 107, (2649); Nesâî, Zînet 98,
[130] İbni Sa'd, Tabakât 3:164-165. 2.Meryem19\77-80.
[131] A'lak, 96/1-5
[132] Hâkim, el-Müstedrek, 1. Baskı, Riyad 1968, Fezâil, 3, 502; Zeylaî, Nasbü'r-Râye, 3, 477
[133] İbni Sa'd, Tabakât, 3:267; Ebu'l-Velid el-Ezrakî Kâbe ve Mekke Tarihi, Terc., s. 426; Prof.Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, 1:80.
[134] Şuara,26/214-216
[135] Hicr,15/ 94
[136] Leheb,111\1-3
[137] Taberî, 2:217; İbni Kesîr, Sîre, 1:459.
[138] İbni Sa'd, Tabakât, 3:267; Ebu'l-Velid el-Ezrakî Kâbe ve Mekke Tarihi, Terc., s. 426; Prof.Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, 1:80.
[139] Kevser,108\3
[140] Taberi, Tarihu'l-Ümem, 2, 184
[141] İbn Hişâm, Sîre, I, 130 vd.
[142] Taberî, Tarih, I, 1098; İbn Hişâm, Sîre, I, 80
[143] Taberî, Tarih, I, 1098; İbn Hişâm, Sîre, I, 80
[144] Ebû Dâvud, Edâhî, 12; Tirmizî, Diyât, 14; Müslim, Sayd, 12
[145] Abese,80\1-2
[146] Enam,6/32
[147] Zümer,39/10
[148] Nahl,16/41
[149] Ankebut,29/46
[150] Ankebut,29/59,60,61
[151] M. Asım Köksal, İslâm Tarih,i, Mekke Dönemi, IV. 191-192; bk. İbn Hişâm, es-Sire, I, 356-362; Taberî Tarih, II, 225
[152] Meryem,19\23
[153] Sahihi Buhar-i 1/14
[154] bk. İbn Hişâm Sire, I, 344-362; İbn Sa'd Tabakat, I, 203 vd.
[155] M. Yusuf Kandehlevi, Hadislerle müslümanlık, ll, 553
[156] İbnu'l-Esîr, İsdit'l-Gâbe, II, 52
[157] İbn Esîr, Usdü'l-Gâbe, II, 55
[158] H. İbrahim Hasan, Tarihul-İslâm, Mısır 1979, I, 210
[159] Suyûtî, Tarihul-Hulefâ, Beyrut 1986, 123; Üsdül-gâbe, IV, 146
[160] -Hacer el-Askalânî, el-isâbe fi Temyîzi's-Sahâbe, Bağdat t.y., II, 518; İbn Sa'd, aynı yer; Suyûtî, a.g.e., 125
[161] Üsdü'l-gâbe, IV,168-199; İbn Sad, a.g.e., III, 274 vd.; Suyûtî a.g.e., 92-94
[162] Ahmed en-Nedvi, Asr-ı Saadet, Terc. Ali Genceli, İstanbul 1985, I, 317
[163] İbni Hişâm, Sîre, 1:375; İbni Sa'd, Tabakât, 1:208-209; Belâzurî, Ensab, 1:229-230; Taberî, 2:225.
[164] İbni Hişâm, Sîre, 1:375; İbni Sa'd, Tabakât, 1:209; Belâzurî, Ensab, 1:230.
[165] İbni Hişâm, Sîre, 1:375; İbni Sa'd, Tabakât, 1:209; Taberî, 2:225.
[166] İbni Hişâm, Sîre, 1:16-17; İbni Sa'd, Tabakât, 1:209-210.
[167] İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-Kubrâ, Beyrut, t.y., I, 203;
[168] İbni Hişâm, Sîre, 3:34; İbni Sa'd, Tabakât, 1:133.
[169] İbni Hişâm, Sîre, 2:57; İbni Sa'd, Tabakât, 1:211-212.
[170] Sahih-i Buhar-i,Kitab-u Menakıb,35
[171] Sahih-i Buhar-i,Kitab-u Menakıb,37
[172] Sahih-i Buhar-i,Kitab-u Menakıb,55
[173] Sahih-i Buhar-i,Kitab-u Menakıb,58
[174] İbni Hişâm, Sîre, 2:57; İbni Sa'd, Tabakât, 1:211-212.
[175] İbni Sa'd, Tabakât 8:58; Buharî, 2:329; Müsned, 6:211.
[176] İbni Sa'd, Tabakât 8:52-53; Müsned, 6:211.
[177] İbni Hişâm, Sîre, 2:61; İbni Sa'd, Tabakât, 1:211.
[178] İbni Hişâm, Sîre, 2:61; İbni Sa'd, Tabakât, 1:211; Taberî, 2:26.
[179] İbni Hişâm, Sîre, 2:63.
[180] Buharî, 4:83.
[181] İbni Sa'd, Tabakât, 1:212; Belâzuri, Ensâb, 1:237.
[182] Ahkaf,46\29-31
[183] Cinn,72\1-15
[184] İbni Hişâm, Sîre, 2:60-63; İbni Sa'd, Tabakât 122.
[185] İbni Hişâm, Sîre, 2:60-63; Buharî, 4:83.
[186] İsra,17/1
[187] İbni Hişâm, Sîre, 2:50; Buharî, 2:328; Müslim, 1:101.
[188] İbni Hişâm, Sîre, 2:50; Buharî, 2:328; Müslim, 1:101.
[189] Müslim, 1:102.
[190] Bakara,2\85-86
[191] Nisa,4/116
[192] Buhârî, Tevhid 33; Müslim, İman 153; Tirmizî, İman 18.
[193] İbni Hişâm, Sîre, 2:70; İbni Sa'd, Tabakât 1:217; Taberî, 2:234.
[194] İbni Hişâm, Sîre, 2:70; İbni Sa'd, Tabakât 1:217; Taberî, 2:234.
[195] İbni Hişâm, Sîre, 2:71; Taberî, 2:234.
[196] İbni Hişâm, Sîre, 2:71; İbni Sa'd, Tabakât, 1:218-219; Taberî, 2:234-235.
[197] İbni Hişâm, Sîre, 2:75-76; Taberî, 2:235.
[198] İbni Hişâm, Sîre, 2:75-76; İbni Sa'd, Tabakât 1:220; Taberî, 2:235.
[199] İbni Hişâm, Sîre, 2:84; İbni Sa'd, Tabakât, 1:222; Taberî, 2:238; İbni Seyyid,
[200] İbni Hişâm, Sîre, 2:84; İbni Sa'd, Tabakât, 1:222; Taberî, 2:238; İbni Seyyid,
[201] İbni Hişâm, Sîre, 2:111; İbni Sa'd, Tabakât, 1:226; Buharî, 2:330; İnsanü'l-Uyun, 2:180.
[202] İbni Hişâm, Sîre, 2:124-126; İbni Sa'd, Tabakât, 1:227; Taberî, 2:242-243; Ravdü'l-Ünf, 1:290-291; Uyunu'l-Eser, s. 177-178; İnsanü'l-Uyun, 2:189-190.
[203] İbni Hişâm, Sîre, 2:128-129; İbni Sa'd, Tabakât, 1:227-228; Buharî, 2:332; Taberî, 2:245; Uyunu'l-Eser, 1:181.
[204] İbni Hişâm, Sîre, 2:138; İbni Sa'd, Tabakât, 1:233.
[205] İbni Hişâm, Sîre, 2:146.
[206] Alak,96/1-2
[207] Müddessir, 74/1-4
[208] Şuarâ, 26/214-216
[209] İsrâ, 17/1
[210] Şamil İ.A
[211] Mâide, 5/67
[212] Nahl, 16/125
[213] Müslim, İlm 16; Tirmizî, İlm, 15
[214] Âli İmrân; 3/110
[215] Ali İmrân, 3/104
[216] Müslim, İman, 78
[217] Bakara, 2/159
[218] Mâide, 5/78-79
[219] İbn Mâce, Fiten, 20; Tirmizî, Tefsîru Sûrati'l-Mâide, 7
[220] Nahl, 16/125
[221] Ankebût, 29/46
[222] Yusuf, 12/108
[223] Buhârî, İlm 12, Edeb 80; Müslim, Cihad 6, 7; Bir rivayette de:"...Isındırın, nefret ettirmeyin..." buyrulmuştur.
[224] Ebû Dâvûd, Edeb, 20
[225] Ahzâb, 33/21
[226] Muvatta', Kader, 3
[227] İbn Mâce, Mesâcid, 14
[228] Buhârî, Nikâh, I ; Müslim, Nikâh, 5
[229] Daha geniş bilgi için bk. Ahmet Önkal, Rasûlullah'ın İslâm'a Davet Metodu, Konya 1987; Abdülkerim Zeydân, Usûlü'd-Da've, Bağdat 1976; Muhammed el-Gazzâlî, Ma'âllâh Dirâsât fî'd-Da'veti ve'd-Du'ât, Kahire 1976
[230] Nisa,4/97, 98
[231] İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azim, I, 542
[232] İbn Kesîr Tefsîr, I, 542
[233] eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, 8, 28, 29
[234] Nisâ, 4/100
[235] İbn Mace Kefâret.23
[236] Şevkânî a.g.e., 8, 27
[237] Ebû Davûd, Cihad,13
[238] Şevkânî a.g.e., 8, 29
[239] İbn Kesîr, Tefsîr, 3, 329
[240] Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, 2, 277, 278
[241] İbn Kuteybe, Tefsiru Garîbi'l-Kur'an, Beyrut 1978,107-108; Hasan İbrahim Hasan, Tarihu'l-İslâm, Mısır 1979, I, 45
[242] Abdullah el-Endelûsî, Mu'cemu Ma İste'ceme, Beyrut 1983, I, 269
[243] Şemseddin Sami, Kamusu'l-A'lam, Mekke Mad.
[244] Taberi, Tarih, Beyrut 1967, I, 122
[245] İbnü'l-Esir et-Kâmil fi't-Tarih, Beyrut 1979, I, 36-38
[246] Taberî, Tefsir, Mısır 1968 IV, 8
[247] Taberî, Tarih, I, 123
[248] Âl-i İmrân, 3/96
[249] En'am, 6/92
[250] Taberî, Tefsir, IV, 8-9
[251] İbnü'l-Esîr, el-Kâmil fi't Tarih, Beyrut 1979, I, 103-104
[252] İbnü'l-Esir, a.g.e, I,106-107
[253] Âl-i İmran, 3/97
[254] İbn Hacer, el-Askalanî, Fethu'l-Bâri, Mısır 1959, V, 359
[255] İbn Hacer, a.g.e., V, 359; H. İ. Hasan, a.g.e., I, 45-46
[256] M. Hamdullah, İslâm Peygamberi, II, 884
[257] M. Hamdullah, a.g.e., I, 888
[258] Hamdullah, a.g.e., 891; H. İ. Hasan, a.g.e., I, 48
[259] M. Hamdullah, a.g.e., 888-889
[260] H.İ. Hasan, a.g.e., I, 62
[261] Kureyş, 106/2-3
[262] M. Hamidullah, a.g.e., I, 26-27
[263] A. Köksal, İslâm Tarihi, Mekke Devri, İstanbul 1981, 88
[264] H. İbrahim Hasan, a.g.e., I, 61
[265] İbn Haldun Mukaddime, Terc. Z.K. Uğan, İstanbul 1988, II, 243
[266] Hamidullah, a.g.e., II, 834; Dineverî, Ahbaru't-Tıval, Kahire 196, 33-34
[267] İbnü'l-Esîr, a.g.e., I, 442
[268] Tevbe, 9/101, 120; el-Ahzâb, 33/60; el-Münafıkûn, 63/8
[269] Ahzâb, 33/13
[270] Abdullah el-Endelusî, Muc'emu Ma İste'ceme, Beyrut 1983, IV, 1201, 1202
[271] Buharî, Fedailul-Medine, 12
[272] İbnu'l-Esir, el-Kamil, Beyrut 1979, I, 262
[273] Muhammed Hamdullah, İslâm Peygamberi, çev. Salih Tuğ, I, 594
[274] İbnü'l-Esir, a.g.e., I, 658-687
[275] Bakara, 2/47
[276] Asım Köksal, İslâm Tarihi (Mekke Devri), İstanbul 1981, 374
[277] İbn Cerir et-Taberî, Tarih, Beyrut 1967, VII, 398
[278] Taberî, a.g.e, VII, 399
[279] Sahih-i Müslim, Tercüme ve şerhi, İstanbul 1980, XI, 6985
[280] Buharî, Fedailu'l-Medine, 1
[281] Tecrid-i Sarih tercemesi, Ankara 1980, VI, 228
[282] Buharî, Fedailu'l-Medine, 2
[283] Muhammed Revvas Kal'acı, Mevsu'atı Fıkhı Ömer İbnü'l Hattab, 1981, s. 601
[284] Buharî, Fedailu'l-Medine, 10
[285] Buharî, Fediulu'l-Medine, 11
[286] Zümer,39/53,54
[287] Buhâri, Bed'ü'l-Vahy 1, Itk 6, Menâkıbu'l-Ensâr 45, Nikâh 5, Eymân 23, Hiyel 1; Müslim, İmâret 155; Ebu Dâvud, Talâk 11; Tirmizi, Fedâilu'I-Cihâd 16; Nesâî, Tahâret 60.
[288] Buhâri, Bed'ü'l-Vahy 1, Itk 6, Menâkıbu'l-Ensâr 45, Nikâh 5, Eymân 23, Hiyel 1; Müslim, İmâret 155; Ebu Dâvud, Talâk 11; Tirmizi, Fedâilu'I-Cihâd 16; Nesâî, Tahâret 60.
[289] Buhâri, Bed'ü'l-Vahy 1, Itk 6, Menâkıbu'l-Ensâr 45, Nikâh 5, Eymân 23, Hiyel 1; Müslim, İmâret 155; Ebu Dâvud, Talâk 11
[290] Daha geniş bilgi için bk: Zebîdî, Tecrid-i Sarib Terc. 10:120-121.446. İbni Sa'd, Tabakât, 4:214-219; Müslim, 7:156.
[291] İbni Hişâm, Sîre, 2:147.
[292] İbni Sa'd, Tabakât, 8:58
[293] İbni Sa'd, Tabakât, 8:67.
[294] Nesaî, Mesâcid, 12; İbn Sa'd Tabakatül-Kübrâ, Beyrut, t.y, I, 239
[295] İbn Sa'd a.g.e., I, 239-240
[296] Buhârî, Cuma, 26; İbn Sa'd, a.g.e., I, 250-251
[297] İbn Sa'd, a.g.e., I, 499
[298] Nesei, Mesâcid, 20
[299] İbn Sa'd a.g.e., 255
[300] Ahmed b. Hanbel, 3, 371
[301] M. Hamidullah, İslam Peygamberi, İstanbul, 1980, 2, 832
[302] İbn Sa'd a.g.e, 255
[303] Buhari, Ashab, 3
[304] İbnu'l-Esîr, el-Kâmil fi't-Tarih, 3,103; Suyütî, Tarihu'l-Hulefa, Beyrut 1986, 173
[305] İbn Sa'd, a.g.e., I, 399
[306] Buhârî, Cuma, 26; Nesaî, Cuma, 17; İbn Mâce, İkame, 199; İbn Sa'd, a.g.e.,I, 239-254
[307] Ahmed b. Hanbel, II, 36, 450, 534; 5, 41
[308] Ahmed b. Hanbel, II, 236
[309] Ahmed, b. Hanbel, 6 289, 292, 318; Nesaî, Mesâcid, 8
[310] Buharî, Fedâilü's-Salat, 1, 6
[311] Ahmed b. Hanbel, I,184
[312] Hanbel, I, 16; Nesai, Mescid,4
[313] Ahmed b. Hanbel, II, 418
[314] Ahmed b. Hanbel, 2, 418
[315] Nesaî, Mesâcid, 7
[316] Tecrîd-i Sarih Tercümesi, 7, 46
[317] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, II, 940
[318] Buhârî, Rikak, 17
[319] İbni Sa'd, Tabakât 8:25.
[320] Kurtubî, el-Câmi'u li Ahkâmi'l-Kur'an, 3, 340
[321] Bakara, 2/273
[322] Tecrid-i Sarih Tercümesi, 2, 540
[323] Dârimî, İbni Mâce,İlim,12
[324] Ebû Dâvud, Büyû', 36
[325] Tecrid Tercemesi, 7:47.
[326] İbni Hişâm, Sîre, 2:154; Buharî, 1:114.
[327] Daha geniş bilgi için bak: İbni Hişâm, Sîre, 2:155; Müsned, 4:43.
[328] İbni Sa'd, Tabakât, 1:238; Ravdü'l-Ünf, 2:18.
[329] Enfal,8/72
[330] Hucurat,49/10
[331] Buhârî, 3:67.
[332] Tecrid Tercemesi, 7:47.
[333] Tecrid Tercemesi, 7:77.
[334] Buhârî, 3:67.
[335] Buhârî, imân, 7
[336] Haşr,59,9-12
[337] Tecrid Tercemesi, 7:77.
[338] İbni Sa'd, Tabakât, 3:174-175; Tirmizi, 5:300.
[339] İbni Hişâm, Sîre, 2:147.
[340] Prof Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, 1:148; Prof. Harun Han Şirvânî, İslâmda Siyasî Düşünce ve İdare, Terc.; s. 18.
[341] Sahih-i Buhar-i, Menakıb,12
[342] Sahih-i Buhar-i, Menakıb,21
[343] Sahih-i Buhar-i, Menakıb,14
[344] Sahih-i Buhar-i, Menakıb,22
[345] Sahih-i Buhar-i, Menakıb,17
[346] Sahih-i Buhar-i, Menakıb,21
[347] Müslim, 5:182-183.
[348] İbni Sa'd, Tabakât, 3:540.
[349] Tefsir-i Taberî, 28:116.
[350] Müslim, 5:183; Müsned, 5203.
[351] İbni Hişâm, Sîre, 3:174-175; İbni Sa'd, Tabakât, 1:174; Müslim, 8:128-129; Müsned, 4:239-240.
[352] Tevbe ,9\ 101.
[353] Âl-i İmrân Sûresi, 167; Bakara Sûresi, 8-9.
[354] Munafikun,63\1
[355] Müsned, 5:203.
[356] Bakara,2\14.
[357] Hamdi Yazır, Tefsir, 1237-238.
[358] Bakara,2\14
[359] Hamdi Yazır, Tefsir, 1:238.
[360] Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü'l-İcâz, s. 35.
[361] Hamdi Yazır, Tefsir, 1:241.
[362] İstiâb, 1288.
[363] Veda 1.Tefrir-i Taberî, 4:73.
[364] Tevbe,9\ 81-82.
[365] Münâfıkun Sûresi, 4.
[366] Buharî, Cihad, 112, 156, Müslim, Cihad 19, 20; Ebû Davud, Cihad, 89
[367] Tecrîd-î Sarîh Tercümesi, 7, 445
[368] İbni Hişâm, Sîre, 2:248-249; İbni Sa'd, Tabakât, 2:9-10
[369] İbni Hişâm, Sîre, 2:252; İbni Sa'd, Tabakât, 2:10.
[370] İbni Hişâm, Sîre, 2:252; İbni Sa'd, Tabakât, 2:10.
[371] Bakara,2\ 217.
[372] İbni Hişâm, Sîre, 2255; İbni Sa'd, Tabakât, 2:11.
[373] Bakara,2\144
[374] Bakara,2/190
[375] Hacc,22/39
[376] Hacc,22/39,40
[377] İbni Hişâm, Sîre, 2:266.
[378] İbni Hişâm, Sîre, 2267; İbni Sa'd, Tabakât, 2:14.
[379] İbni Hişâm, Sîre, 2267.
[380] İbni Hişâm, Sîre, 2:268; Megâzî, s. 37-38.
[381] Müslim, 5:170.
[382] İbni Hişâm, Sîre, 2:272; İbni Sa'd, Tabakât, 3:567-568.
[383] İbni Sa'd, Tabakât, 2:15.
[384] İbni Sa'd, Tabakât, 2:14.
[385] Sîre, 2:272; İsâbe, 2235.
[386] İbni Sa'd, Tabakât, 2:15.
[387] İbni Hişâm, Sîre, 2:277; İbni Sa'd, Tabakât 2:17.
[388] İbni Sa'd, Tabakât, 2:17.
[389] İbni Sa'd, Tabakât 220.
[390] İbni Hişâm, Sîre, 2:291.
[391] İbni Hişâm, Sîre, 2280.
[392] Muhammed Hamîdullah, İslâm Peygamberi Çev. Salih Tuğ I, 393, 394
[393] M. Hamidullah, a.g.e., I, 394
[394] M. Hamîdullah, a.g.e., I, 405
[395] Salih Tuğ, İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İstanbul 1969, s.31-40 vd
[396] İbn İshak, Sîre, Neşr. M. Hamidullah, Konya 1401/1981, s.294; et-Taberi, Tarîhür-Rusül vel-Mülûk, Neşr. Degoeje, III, 1360
[397] İbn Hişam, es-Sîretü'n-Nebeviyye, Nşr. M. es-Sekâ, İ. el-Ebyârî, A.Hafız Çelebi, Lübnan 1391/1971, III, 51
[398] İbn İshak, a.g.e., 295
[399] Maide,5/51
[400] İbn İshak, a.g.e., 295
[401] İbnü'l-Esir, el-Kâmil, II, 66
[402] Nur,24\56
[403] Müzemmil,73\78
[404] Bakara,2\110
[405] Buharî, 2:120.
[406] İbni Sa'd, Tabakât, 8:36-37.
[407] İbni Sa'd, Tabakât, 7:391.
[408] İstiâb, 4:1895.
[409] Taberî, 2:290-292.
[410] İbni Sa'd, Tabakât 1:248-249.
[411] Taberî, 2:290-292.
[412] İbni Hişâm, Sîre, 3:58-59; İbni Sa'd, Tabakât, 2:33.
[413] İbni Sa'd, Tabakât, 2:30.
[414] İbni Hişâm, Sîre, 3:66-67; İbni Sa'd, Tabakât, 2:37-38.
[415] İbni Hişâm, Sîre, 3:68; İbni Sa'd, Tabakât, 2:38.
[416] Belâzurî, Ensab, 1:315.
[417] İbni Kesir, Sîre, 324.
[418] İbni Sa'd, Tabakât, 2:45; İbni Kesir, Sîre, 3:24.
[419] İbni Hişâm, Sîre, 3:71.
[420] İbni Kesîr, Sîre, 3:87; Üsdü'l-Gâbe, 3:232.
[421] İbni Hişâm, Sîre, 3:76.
[422] İbni Hişâm, Sîre, 3:84; İbni Sa'd, Tabakât, 3:410.
[423] İbni Hişâm, Sîre, 3:84; İbni Sa'd, Tabakât, 3:410.
[424] İbni Sa'd, Tabakât, 3:141; Buharî, 322-23; Üsdü'l-Gâbe, 2:290.
[425] İbni Hişâm, Sîre, 3:89.
[426] İbni Hişâm, Sîre, 3:89; Belâzurî, 1:324; Uyunü'l-Eser, 2-13.
[427] İbni Sa'd, Tabakât, 4:125.
[428] İbni Hişâm, Sîre, 3:89.
[429]
A.g.e.Aynı yer
[430] İbni Hişâm, Sîre, 3:99-100; İbni Sa'd, Tabakât, 2:48; Taberî, 324.
[431] İbni Hişâm, Sîre, 3:103-104; İbni Sa'd, Tabakât, 3:13-14.
[432] İbni Hişâm, Sîre, 3:103-104; İbni Sa'd, Tabakât, 3:13-14.
[433] İbni Hişâm, Sîre, 3:103-104; İbni Sa'd, Tabakât, 3:13-14.
[434] İbni Hişâm, Sîre, 3:103-104; İbni Sa'd, Tabakât 3:13-14.
[435] Ahzab,33\23
[436] İbni Hişâm, Sîre, 3:101-102.
[437] İbni Hişâm, Sîre, 3:106.
[438] İbni Hişâm, Sîre, 3:58-59; İbni Sa'd, Tabakât, 2:33.
[439] İbni Sa'd, Tabakât 2:34.
[440] İbni Sa'd, Tabakât, 2:34.
[441] İbni Sa'd, Tabakât, 2:34.
[442] İbni Sa'd, Tabakât, 2:35; Müsned, 3:365; şifâ, 1:81; Mektûbat, s. 161.
[443] İbni Hişâm, Sîre, 3:46; Taberî, 32.
[444] İbni Sa'd, Tabakât, 2:36.
[445] Suyutî, Camiüssağir, 2:10.
[446] İbni Hişâm, Sîre, 3:53.
[447] İbni Sa'd, Tabakât, 8:81.
[448] İbni Sa'd, Tabakât, 8:82-83.
[449] İbni Hişâm, Sîre, 4:296-297; İbni Sa'd, Tabakât, 8:115; İstiâb, 4:1853.
[450] Müsned, 6:283.
[451] Tirmizî, 5: 323; Buharî, 4:217.
[452] İbni Hişam, Sîre, 3:193-194; İbni Sa'd, Tabakât 3:514; Taberî, 3:34.
[453] İbni Hişam, Sîre, 3:193-194; İbni Sa'd, Tabakât 3:514; Taberî, 3:34.
[454] Daha geniş bilgi için bk: İbni Hişam, Sîre, 3:193-194; İbni Sa'd, Tabakât 3:514; Taberî, 3:34.
[455] İbni Sa'd, Tabakât, 2:57.
[456] İbni Sa'd, Tabakât, 2:58.
[457] Uyunu'l-Eser, 2:50-51.
[458] Maide,5/11
[459] İbni Hişam, Sire, 3:201-202.
[460] İbni Kesîr, Sîre, 3:165.
[461] Nisa, 4/101-103
[462] İnsanü'l-Uyûn, 2:289.
[463] İnsanü'l-Uyûn, 2:289
[464] İbni Kesîr, Sîre, 3:165.
[465] İnsanü'l-Uyûn, 2:289.
[466] Nahl,16/67
[467] Bakara,2/219
[468] Nisa,4/43
[469] Maide,5/90
[470] Sahih-i Müslim, Terceme ve Şerh, A. Davudoğlu, 9, 247,
[471] Dare Kutnî, Sünen, 4:247; Ebû Davud, Sünen, 2:294.
[472] İstiâb, 4:1891.
[473] İstiâb, 4:1891.
[474] Tirmizî, Sünen, 5:661.
[475] Tirmizî, Sünen, 5:657.
[476] Taberî, 3:42; Müsned, 5:1856.
[477] Ebû Davud, Sünen, 2:286; Tirmizî, Sünen, 5:67-68.
[478] Müsned, 5:182.
[479] İbni Sa'd, Tabakât, 3:53-54.
[480] Belazurî, Ensab, 1:401.
[481] Munafikun,63/8
[482] İbni Sa'd, Tabakât, 2:63.
[483] İbni Hişam, Sîre, 3:302; İbni Sa'd, Tabakât, 2:64.
[484] İbni Hişam, Sîre, 3:303.
[485] İnsanü'l-Uyûn, 2:597.
[486] Ahzâb, 33/6
[487] Buhârî, Şehâdet, 15
[488] Munafıkun,63/8
[489] İbn Sa'd, Tabakâtu'l-Kübra, II, 65
[490] İbn Hişam, es-Sîre, II, 298
[491] Nur,24/11-20
[492] Nûr, 24/4-5
[493] M. Ali es-Sabûnî, Kur'an-ı Kerîm'in Ahkâm Tefsîri, II, 107; Vakıdî, Meğazî, 2, 428
[494] Nur,24/22
[495] Buharî, Meğazî, 34; Tefsîru'l-Kur'ân, 6; Müslim, Tevbe, 56
[496] Tabakât 4:83; Taberî, Tarih, 3:45.) 157; Tabakât, 2:7071; Müsned, 4:282.
[497] İbn Hişam, es-Siretit'n-Nebeviyye, Mısır, 1375/1955, II, 214, 216, 220
[498] İbn Hişam, a. g. e., II, 217, 219
[499] Taberî, a.g.e., 2, 570
[500] İbn Hişâm, a.g.e. 2. 231-2
[501] İbn Hişâm, a.g.e. II. 231-2
[502] Taberî, 3:46.
[503] İbni Sa'd, Tabakât, 3:106; Müsned, 3:314.
[504] Vâkidî, Megazî, 2:463.
[505] İbni Hişam, Sîre, 32-34
[506] Ahzab,33/9,10
[507] M. Hamidullah, Rasûlüllah Muhammed, Terc. Salih Tuğ, İstanbul 1973 s.174; Salih Tuğ, İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İstanbul 1969, s.31-40 vd
[508] İbn
Hişam, es-Sıretü'n-Nebeviyye, Nesr. M.es-Sekâ, İ.el-Ebyârî, A.eş-Şiblı, Mısır
1375/
[509] İbn Hişam, a.g.e., II, 540
[510] İbn Hişam, a.g.e., II, 540
[511] Ahzab,33/26
[512] İbni Sa'd, Tabakât, 8:101.
[513] İbni Sa'd, Tabakât 8:101; Tirmizî, Sünen, 5:354; İbni Kesîr, Tefsir, 3:491.
[514] Ahzab,33\ 37-38.
[515] Tirmizî, Sünen, 5:352.
[516] Ahzab,33\ 4-5
[517] Ahzab,33\ 40.
[518] Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 33, Yeni Asya Neşriyat, 1998.
[519] üslim, 2:1051.
[520] Ayrıca İbn Hişam; a.g.e., III, 250; M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, VI, 3886
[521] İbni Sa'd, Tabakât 1:291-292.
[522] İbni Hişam, Sîre, 1:234-235; Delâilü'n-Nübüvve, s. 218-219; Mektûbat, s. 135-136.
[523] İbni Hişam, Sîre, 1:235; İbni Sa'd, Tabakât 1:185; Şifa, 1:277-278.
[524] İbni Hişam, Sîre, 3:263; İbni Sa'd, Tabakât 1:433.
[525] İbni Sa'd, Tabakât, 1:433.
[526] Üsdü'l-Gâbe, 1:22.
[527] Küsuf ve husûf (güneş ve vay tutulması namazı) sünnettir. İki rekâttır. Rükû ve secdeleri, nafile namazlarda olduğu gibi yapılır. Bu namazlar için ezan ve kaamet okunmaz.Ancak husûf namazı için, "es-Selâtü camiâtün (Namaz için toplanınız) diyerek seslenilir.
[528] İnsânü'l-Uyûn, 2:628.
[529] Buharî, 2:23-24; Müslim, 3:28-36
[530] Bkz: Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lahikası, s.31-33.
[531] Feth, 48/10
[532] Fetih,48/18,19
[533] Fetih, 48/1,2
[534] İbni Hişam, Sîre, 3:332; İbni Sa'd, Tabakât, 2:97; Müsned, 4:325; Taberî, 3:79.
[535] İbni Hişam, Sîre, 3:332; Müsned, 4:325.
[536] İbni Hişam, Sîre, 3:333; Taberî, 3:79.
[537] İbni Sa'd, Tabakât, 8:231.
[538] Mümtehine,60\ 10.
[539] İbni Sa'd, Tabakât, 8:230; Uyunü'l-Eser, 2:127.
[540] İbni Hişam, Sîre, 3:341.
[541] İbni Hişam, Sîre, 3:337
[542] İbni Hişam, Sîre, 3:337.
[543] İbni Hişam, Sîre, 3:338.
[544] Megazî, 2:627.
[545] İbni Hişam, Sîre, 3:338.
[546] İbni Hişam, Sîre, 3:338; İstiab, 4:1613.
[547] İbni Sa'd, Tabakât, 4:134.
[548] İbni Sa'd, Tabakât, 4:134.
[549] İbni Kesîr, Sîre, 3:413; İnsânü'l-Uyûn, 2:775.
[550] Tehânevî, Keşşâfü Istılâhâti'l-Fünûn, Kelküta 1862, 2, 1099
[551] Bkz. İbn Hişâm, es-Sîretü'n-Nebeviyye, Kahire 1955, 3-4, 373.
[552] Daha grniş bilgi için bk: İbni Hişam, Sîre, 3:354-355; İbni Sa'd, Tabakât, 8:126.
[553] İbn
Sa'd, Tabak âtü'l-k übrâ, c. 1, s. 259. M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal
Yayıncılık: 5/372-373
[554] İbni Kesîr, Sîre, 3:508; Zâdü'1-Mead, 3:71; İnsanü'l-Uyûn, 3:291.
[555] Zâdü'1-Meâd, 3:71.
[556] İbni Kesîr, Sîre, 3:508; Zâdü'1-Mead, 3:71; İnsanü'l-Uyûn, 3:291.
[557] İbni Hişam, Sîre, 4:254; İbni Sa'd, Tabakât, 1:261
[558] İbni Sa'd, Tabakât 2:120.
[559] İbni Sa'd, Tabakât, 2:120.
[560] İbni Sa'd, Tabakât, 2:121.
[561] İhrâma girme yerleri şunlardır: Medinelilerin Zülhuleyfe, Şamlıların Cuhfe; Iraklıların, Zât-ı Irk; Necidlilerin Karn, Yemenlilerinki ise Yelemlem.
[562] İbni Sa'd, Tabakât 2:121; İbni Kesîr, Sîre, 3:435.
[563] İbni Sa'd, Tabakât, 2:121.
[564] İbni Sa'd, Tabakât, 2:121.
[565] Taberî, 3:101; İbni Kesîr, Sîre, 3:436.
[566] İbni Sa'd, Tabakât, 2:121; İbni Kesîr, Sîre, 3:436.
[567] İbni Kesir, Sîre, 3:432.
[568] İbni Hişam, Sîre, 4:1213.
[569] İbni Sa'd, Tabakât 2:123; Müsned, 1:306; Müslim, 2:923.
[570] İbni Kesîr, Sîre, 3:432.
[571] İbni Sa'd, Tabakât, 2:123; İnsanü'1-Uyûn, 2:784.
[572] İbni Sa'd, Tabakât, 2:122.
[573] İbni Sa'd, Tabakât, 2:122.
[574] İbni Sa'd, Tabakât, 2:122.
[575] İbni Sa'd, Tabakât 2:122.
[576] Megazi 2:738.
[577] İbni Sa d, Tabakât, 8:137; İstiab, 4:1915-1916.
[578] İstiab, 4:1916.
[579] İbni Sa'd, Tabakât, 8:132; İbni Kesîr, Sîre, 3:439.
[580] İbni Kesîr, Sîre, 3:439.
[581] İbni Kesîr, Sîre, 3:433; İnsanü'l-Uyûn, 2:783.
[582] Zâdü'l-Mead, 2:171; İbni Kesîr Sîre, 3:443.
[583] İbni Hişam, Sîre, 4:14; İbni Sa'd, Tabakât, 2:122, 8:133-134.
[584] İbni Sa'd, Tabakât, 2:122.
[585] İbni Sa'd, Tabakât, 8:159-160.
[586] İbni Sa'd, Tabakât, 8:160.
[587] Daha geniş bilgi için bk: İbni Sa'd, Tabakât, 2:128; Zâdü'l-Mead, 2:173; Uyunu'l-Eser, 2:153.
[588] İbni Kesîr, Sîre, 3:468.
[589] Zâdü'l-Mead, 2:174; İbni Kesîr, Sîre, 3:468.
[590] İbni Hişam, Sîre, 4:22; İbni Sa'd, Tabakât 8:282.
[591] İbni Hişam, Sîre, 4:22; İbni Sa'd, Tabakât, 8:282.
[592] İbni Sa'd, Tabakât 8282.
[593] İbni Kesîr, Sîre, 3:477.
[594] İstiâb, 1:242.
[595] İbni Sa'd, Tabakât, 3:47.
[596] İbni Hişam, Sîre, 424; İbni Sa'd, Tabakât 2:129.
[597] İbni Hişam, Sîre, 4:24; İbni Sa'd, Tabakât, 2:129; İnsanü'l-Uyûn, 2:792.
[598] Fetih,48/1
[599] Mümtehine,60/1
[600] İsra,17/81
[601] Hucurat,49/13
[602] Yusuf,12/92
[603] Mümtehine,60/12
[604] İbni Hişam, Sîre, 4:39; İbni Sa'd, Tabakât, 2:134; Taberî, 3:113.
[605] Vâkıdî, c. 1 , s. 6, İbn Sa'd, c. 2, s. 149, İbn Esir, c. 2, s. 261
[606] Zürkânf, Mevâhibü'l-ledünniye Şerhi, c. 3, s. 12.
[607] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 3, s. 157.
[608] Tevbe,9/25
[609] İbn İshak, İbn Hişam, Sîre,c.4,s. 88, Taberî, Târih, c. 3, s. 129.
[610] Vâkidi, c. 3, s. 922, İbn Seyyid, c. 2, s. 193, Zürkânf, Mevâhib Şerhi, c. 3, s. 24.
[611] İbn İshak, İbn Hişam, c. 4, s. 127, Taberi, c. 3, s. 134, İbn Esîr, c. 2, s. 267.
[612] İbn İshak.İbnHişam, c. 4, s. 129, Vâkıdî, c. 3, s. 938, İbn Hazm, s. 244.
[613] İbni Hişam, Sîre, 4:83; Taberî, 3:127.
[614] Tevbe, 9/60
[615] Daha geniş bilgi için bk: el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', Beyrut 1328/1910, II, 42, vd.; İbnü'l- Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Bulak 1315, II, 14 vd.; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtar, Mısır, t.y., II, 79 vd.; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, Mısır, t.y., I, 266 vd.).
[616] İbni Sa'd, Tabakât, 1:135-136; Müslim, 4:1807.4.Müslim, 4:1808.
[617] Müsned, 4:194; Müslim, 4:1807.
[618] Taberî, 3:99; Üsdü'1-Gâbe, 4:166-167.
[619] İbni Sa'd, Tabakât, 1:307-308.
[620] İbni Hişam, Sîre, 4:125; Taberî, 3:133.
[621] Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 6, 191
[622] bk. et-Tevbe, 9/117; ez-Zebîdî, Tecrîd-i Sarih, Terc ve Şerh, Kamil Miras, 6. Baskı, Ankara 1983, X, 408, 409; İbn İshak, İbn Hişam, es-Sîre, IV, 161; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 75; Vâkıdî, Meğâzî, III, 991
[623] Tevbe,9/38
[624] Tevbe, 9/39,41
[625] Tevbe,9/41
[626] Vakıdî, Meğâzî, 3, 991; İbnü'l-Esîr a.g.e., 3, 327
[627] Vâkîdî, Meğâzî, III, 991; Taberî, Tefsir, 10, 197
[628] İbn Kayyim, Zâdu'l-Meâd, Mısır 1390/1970, III, 4; Vâkıdî, a.g.e., III, 994; İbn Hacer, el-İsâbe, II, 500
[629] Vâkıdî, Meğâzî, 3, 991, 992
[630] Ahmet Cevdet Paşa, Peygamberlerin Kıssaları ve Halifelerin Tarihleri, İstanbul 1977, I, 206
[631] Tevbe,9/49
[632] Tevbe,9/81, 82; ayrıca bk. 9/42-48, 63-64, 79, 83, 86, 87, 9I, 93-96).
[633] İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, IV, 160; Diyarbekri, Hâmis, II, 124
[634] Tevbe,9/118
[635] Buhârî, Cihâd, 140, Temennî, 9, Menâkıbu'l-Ensâr, 1, 3, Megâzî, 56; Müslim, Zekât, 133, 136136; Tirmizî, Menâkıb, 65; Kâmil Miras, Tecrid-i Sarîh, VIII, 299, 300
[636] Tevbe,9/92
[637] İbn İshak, İbn Elisâm, Sîre, IV, 161, 162; Vâkıdî, Megâzi, III, 994; Taberî, Tarih, III, 143
[638] İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, IV, 163, İbn Sa'd, Tabakât, III, 24 25, Taberî, Tarih, III, 144, İbnü'lEsîr, el-Kâmil, Beyrut 1385/1965, II, 278
[639] A'râf, 7/73-9; Hicr, 15/8I-84; Şuarâ, 26/141-159; Hûd, 11/61-68; Neml, 27/45-53.
[640] Vâkıdî, Megâzî, III, 1008; Ahmed b. Hanbel, II, 9: Asım Köksal, a.g.e., IX, 185 vd
[641] İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, 4, 165; Taberî, Tefsîr, 11, 55; Tarih, 3, 144
[642] İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, 4, 166, 167; Vâkıdî, a.g.e., 3, 1010
[643] Ahmed b. Hanbel, IV, 247; Vâkıdî, Megâzî, III, 1011
[644] Ahmed b. Hanbel, 1, 23
[645] Vâkıdî, Megâzî, 3, 1015, 1016
[646] bk. Buhârî, Teyemmüm, 1, Salât, 56; Müslim, Mesâcid, 3, 4, 5; Ebû Dâvud, Salât, 24; Tirmizî, Mevâkît, 119, Siyer, 5; Nesâî, Cusl, 26; İbn Mâce, Tahâre, 90; Dârimî, Salât, 111, Siyer, 28; Ahmed b. Hanbel, I, 250, 301, II, 222, 240, 250, 312; Vâkıdî, Megâzî, III, 1021 vd
[647] Enfal,8/60
[648] bk. Vâkıdî a.g.e., 3, 1027, 1034; İbn İshak, İbn Hişam, Sire, IV, 169 vd; İbn Sa'd, Tabakât, II, 62, 166
[649] Ebu Ubeyd, el-Emvâl, Mısır 1388/1968, s. 287 vd; İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, VI, 169
[650] İbn Sa'd, Tabakât, 1, 289 vd; İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, IV, 169; Vâkıdî, Megâzî, III, 1031
[651] Tevbe, 9/118
[652] Kâmil Miras, Tecrîd, 10, 424 vd, Hadis No: 1659; İbn Kesîr, a.g.e., II, 175 vd
[653] Tevbe,9/49
[654] Tevbe,9/46
[655] Megazî, 3:1043-1044.
[656] İbni Hişâm, Sîre, 4:174, Taberî, 3:147.
[657] İbni Hişâm, Sîre, 4:174; Taberî, 3:147.
[658] Tevbe,9/107,108,109
[659] Tevbe,9\122
[660] İbni Sa'd, Tabakât, 2:168; Megazî, 3:1056-1057; Müsned, 3:341; Sünen, 3:12.
[661] Nasr,110/1,2,3
[662] İbni Sa'd, Tabakât 1:312
[663] İbni Hişâm, Sîre, 4:182; İbni Sa'd, Tabakât 1:312.
[664] İbni Hişâm, Sîre, 4:182; İbni Sa'd, Tabakât 5:505.
[665] İbni Hişâm, Sîre, 4:186; Taberî, 3:141-142.
[666] İbni Kesîr, Sîre, 4:63.
[667] Müsned, 3:477.
[668] Müslim, 2:722.
[669] İbni Kesîr, Sîre, 4:64.
[670] Müsned, 2:18; Buharî, 2:76; Tirmizî, 5:280.
[671] Tevbe,9\ 80
[672] İbni Hişâm, Sîre, 4:197; Müsned, 1:16; Tirmizî, 5:279.
[673] Tevbe,9\84.
[674] İbni Hişâm, Sîre, 4:197.
[675] Âl-i İmran,3\96-97
[676] Müsned, 1:255; Müslim, 2:975
[677] Buhari, 1:11; Müslim, 1:45; Tirmizî, 5:5.
[678] İnsanü'1-Uyûn, 3:233
[679] Ahzab,33/37
[680] Tevbe; 9/1,2,3...
[681] İbni Hişâm, Sîre, 4:248; İnsanü'1-Uyûn, 3:312.2.İbni Sa'd, Tabakât 2:173-175; Müsned, 3:110; Zadü'l-Mead, 3:213.
[682] İbni Sa'd, Tabakât 2:173; İbni Kesîr, Sîre, 4:301.
[683] Müsned, 128.
[684] İbni Sa'd, Tabakât, 2:173; Zâdü'l-Mead, 3:267.
[685] İbni Hişâm, Sîre, 4:250-252; Taberi, 3:168-169; Müsned, 1:384, 453, 5:30, 262, 412; Müslim, 4:41-42; İbni Mace, 2:1024-1025.
[686] Mâide,5\3
[687] Megazî, 3:1102; Müslim, 4:41; İbni Mace, 2:1025.
[688] Buharî, 2:177; Müslim, 4:42; Ebû Davud, 2:191.
[689] Üsdü'l-Gâbe, 2:111.
[690] İbni Sa'd, Tabakât, 2:182; Müslim, 4:42-43; İbni Mâce, 2:1026.
[691] Müsned, 2:152; Nesâî, 4:276-277.
[692] Müsned, 4:80-82; İbni Mâce, 2:1016.
[693] Buharî, 1:82.
[694] Müsned, 4:367.
[695] Müsned, 4:281, 368, 370; Tirmizî, 5:633.
[696] Müsned, 4:187-189; Ebû Davud, 3:91.
[697] Maide,5\3
[698] Taberî, 3:189-218.
[699] İbni Hişâm, Sîre, 4:223; Taberî, 3:162.
[700] İbni Sa'd, Tabakât, 4:551; Taberî, 3:254.
[701] Tevbe, 9/28
[702] Maide,5/3
[703] Nasr,110/1,2,3
[704] Müsned, 6:71
[705] İbni Hişâm, Sîre, 4:292
[706] İbni Sa'd, Tabakât, 2:204; Müsned, 3:489.
[707] İbni Sa'd, Tabakât, 2:205; Müsned, 4:149; Müslim, 4:1796.
[708] İbni Sa'd, Tabakât, 2:232.
[709] İbni Hişâm, Sîre, 4:292; İbni Sa'd, Tabakât, 226; Taberî, 3:191.
[710] İbni Sa'd, Tabakât, 2:243; Buharî, 3:91; Müslim, 3:1259.
[711] İbni Sa'd, Tabakât, 8:314.
[712] İbni Sa'd, Tabakât, 2:242; Buharî, 3:91; Müslim, 3:1258.
[713] İbni Hişâm, Sîre, 4:300; İbni Sa'd, Tabakât, 2:251-252; Müsned, 3:272; İnsanü'l-Uyûn, 3:464.
[714] İbni Sa'd, Tabakât 2:229; Müsned, 4:89; Buharî, 3:96; İbni Kesîr, Sîre, 4:475.
[715] İbni Sa'd, Tabakât, 2:268.
[716] İbni Hişâm, Sîre, 4:311; Taberî, 3203.
[717] İbni Sa'd, Tabakât, 8:314.
[718] Nisa,4/69
[719] Buharî, 3:96; İbni Kesîr, Sîre, 4:475.
[720] İbni Sa'd, Tabakât, 2266.
[721] İbni Sa'd, Tabakât, 2:268; Buharî, 3:95.
[722] Ali-İmran,3/144
[723] İbni Sa'd, Tabakât, 2:268.
[724] Zümer,39\ 30.
[725] İbni Hişâm, Sîre, 4:311; Taberî, 3203.
[726] İbni Hişâm, Sîre, 4:311; İbni Sa'd, Tabakât, 3:183; Taberi, 3:203.
[727] İbni Hişâm, Sîre, 4:312; İbni Sa'd, Tabakât, 2:278-279.
[728] İbni Hişâm, Sîre, 4:312; Müsned, 1:260.
[729] İbni Sa'd, Tabakât, 2:278, 280-281.
[730] İbni Hişâm, Sîre, 4:313; İbni Sa'd, Tabakât 2:281.
[731] İbni Hişâm, Sîre, 4:314; İbni Sa'd, Tabakât, 2:292.
[732] İbni Hişâm, Sîre, 4:314; İbni Sa'd, Tabakât, 2:292.
[733] İbni Sa'd, Tabakât, 2:292; Tirmizî, 3:338.
[734] Ahmet b. Hanbel, 3, 462
[735] Ahmet b. Hanbel, 3, 462
[736] Hac, 22/39
[737] Şamil İ.A
[738] Büyük Hadis Külliyatı, Cem'ul-fevaid min Cami'il-usul ve Mecma'iz-zevaid, İmam Muhammed Bin Muhammed bin Süleyman er-Rudani, 5. cilt, İz Yayıncılık, s. 31
[739] Sünen-i Tirmizi Tercümesi, Çeviren: Osman Zeki Mollamehmetoğlu, Yunus Emre Yayınevi, İstanbul, 4.cilt, s.201
[740] Hz. Ebu Tufeyl (ra),G.Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis, 1. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 519/1
[741] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 2. cilt, Hilal Yayınları, Ankara, 1976, s. 7-8
[742] Sünen-i Tirmizi Tercümesi, Çeviren: Osman Zeki Mollamehmetoğlu, Yunus Emre Yayınevi, İstanbul, IV.cilt, s. 210
[743] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara,1976, s. 18-19
[744] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara,1976, s. 18-22-23
[745] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara,1976, s. 28-29
[746] Hz. Ali (ra), G.Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis, 2. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, s. 519/4
[747] Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 820
[748] İbni Sa'd, Tabakat, I, 230-231; Taberani, el-Mu'cem'ül-Kebir, 4, 49, nu:3605, 7, 105, nu:6510; Hakim, el-Müstedrek, 3, 9-10; Beyhaki, Delail'ün-Nübüvve, 1, 276-284; İbn'Asakir, Tarihu Medineti Dumeşk, 3, 314-336, Prof. Dr. Ali Yardım, Peygamberimizin Şemaili, Damla Yayınevi, 3 Baskı, İstanbul, 1998, s.48
[749] Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, 4. Cüz, Kanaat Matbaası, İstanbul 1331, s. 364-365
[750] Ahzab,33\ 40
[751] Tirmizı'nin Şemail isimli kitabının tercümesinden, Prof. Dr. Ali Yardım, Peygamberimizin Şemaili, Damla Yayınevi, 3 Baskı, İstanbul, 1998, s. 73
[752] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara,1976, s. 36
[753] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara,1976, s. 38
[754] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara,1976,, s. 42
[755] Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 820
[756] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara,1976, s. 36
[757] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara,1976, s. 49
[758] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara,1976, s. 50
[759] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara,1976, s. 50
[760] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara,1976, s. 51
[761] Ali el-Kari, Cem'ul-Vesail fi Şerh'iş- Şemail, İstanbul, s. 96-97
[762] Ebu Davud, Sünen, IV, 74, nu:4062
[763] G.Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis, 2. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 519/16
[764] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara, 1976, s. 58
[765] İbn Adiyye el-Kamil; Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 3. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 679
[766] İbn Adiyye el-Kamil; Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 3. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 679
[767] Kütüb-i Sitte, Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Prof. Dr. İbrahim Canan, 7. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, s. 208
[768] Kütüb-i Sitte, Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Prof. Dr. İbrahim Canan, 7. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, s. 208
[769] Buhari, et-Tarih'ul-Kebir, 1, 382, nu:1222
[770] Buhari, el-Cami'us-Sahih, 7, 33; İbn Mace, Sünen, 2, 1192, nu:3605
[771] Nesai, Zinet 83, (8, 196), Prof. Dr. Ali Yardım, Peygamberimizin Şemaili, Damla Yayınevi, 3 Baskı, İstanbul, 1998, s. 119
[772] Muvatta, Libas 1, (2, 910); Kütüb-i Sitte, Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Prof. Dr. İbrahim Canan, 15. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, s. 64-65
[773] Ebu Davud., Libas 8, (4037); Kütüb-i Sitte, Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Prof. Dr. İbrahim Canan, 15. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, s.69
[774] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara, 1976, s. 85
[775] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara, 1976, s. 88
[776] Sünen-i Tirmizi Tercümesi, Çeviren: Osman Zeki Mollamehmetoğlu, Yunus Emre Yayınevi, İstanbul, 3.cilt, s. 283
[777] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara, 1976, s. 94
[778] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara, 1976, s.98
[779] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara, 1976, s.99
[780] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara, 1976, s.154
[781] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara, 1976, s.155
[782] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara, 1976, s.114-117
[783] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara, 1976, s.157
[784] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara, 1976, s.158
[785] G.Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis, 2. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 541/1
[786] G.Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis, 2. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 541/2
[787] Tirmizı'nin Şemail isimli kitabının tercümesinden; Prof. Dr. Ali Yardım, Peygamberimizin Şemaili, Damla Yayınevi, 3 Baskı, İstanbul, 1998, s. 66-67
[788] Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, 4. Cüz, Kanaat Matbaası, İstanbul 1331, s. 364-365; Prof. Dr. Ali Yardım, Peygamberimizin Şemaili, Damla Yayınevi, 3. Baskı, İstanbul, 1998, s. 51
[789] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara, 1976, s. 160
[790] Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara, 1976, s.163
[791] Taberani, Hakim; Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 800,
[792] Fevaid, Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 800
[793] Ebu Davud, Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 800
[794] Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 800
[795] a.g.e. 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 800
[796] a.g.e. 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 800
[797] G.Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis, 2. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 521/4
[798] a.g.e. 2. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 545/4
[799] a.g.e.2. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 545/5
[800] İbn Sa'd Tabakat, 1, 398-399; Mecme'uz Zevaid, 8, 282; el-Metalib'ül-Aliye, 4 , 25; Behcet'ül Mehafil, 2, 254; Prof. Dr. Ali Yardım, Peygamberimizin Şemaili, Damla Yayınevi, 3. Baskı, İstanbul, 1998, s.280
[801] Buhari, 1/503; Müslim, 2/257; İbn-i Kesir, Peygamberimizin Şemaili, Mucizeleri, Çelik Yayınevi, s. 46
[802] İbn-i Kesir, Prof. Dr. Ali Yardım, Peygamberimizin Şemaili, Damla Yayınevi, 3 Baskı, İstanbul, 1998, s. 51
[803] Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, 4. Cüz, Kanaat Matbaası, İstanbul 1331, s.364-365
[804] Beyhaki, Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 802
[805] Ebbuşeyh, Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 803
[806] G.Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis, 2. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 552/7
[807] Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 803
[808] Ebuşşeyh, Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 803
[809] G.Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis, 2. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 552/11
[810] Ebu Davud, 3, 496-497, nu: 3840; Nesai, 7, 207-209; Prof. Dr. Ali Yardım, Peygamberimizin Şemaili, Damla Yayınevi, 3 Baskı, İstanbul, 1998, s. 219
[811] G.Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis, 2. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 552/5
[812] a.g.e.2. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 549/1
[813] Buhari ve Müslimde aynı anlamda rivayetler yer alır. Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 804
[814] Haydar Hatipoğlu, Sünen-i İbni Mace Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları, 9. cilt, İstanbul 1983, s. 62
[815] Haydar Hatipoğlu, Sünen-i İbni Mace Tercemesi ve Şerhi , Kahraman Yayınları, 9. cilt, İstanbul 1983, s. 70
[816] a.g.e. 9. cilt, İstanbul 1983, s. 209
[817] a.g.e.9. cilt, İstanbul 1983, s. 213
[818] a.g.e. 9. cilt, İstanbul 1983, s. 73
[819] G.Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis, 2. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 521/15
[820] Arızat'ül Ahzevi Şerhu Sünen'it Tirmizi, 8, 89-90, Prof. Dr. Ali Yardım, Peygamberimizin Şemaili, Damla Yayınevi, 3 Baskı, İstanbul, 1998, s. 255,
[821] Prof. Dr. Ali Yardım, Peygamberimizin Şemaili, Damla Yayınevi, 3 Baskı, İstanbul, 1998, s.261
[822] G. Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis, 2. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 521/17
[823] a.g.e.2. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 521/18
[824] Haydar Hatipoğlu, Sünen-i İbni Mace Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları, 9. cilt, İstanbul 1983, s. 75
[825] Konyalı Mehmed Vehbi, Tam Metni Sahih-i Buhari, 4. cilt, Üçdal Neşriyat, İstanbul 1993, s.64-65
[826] İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s.16
[827] a.g.e. 1. cilt, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s.295
[828] Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 795-796
[829] İmam Muhammed Bin Muhammed bin Süleyman er-Rudani, Büyük Hadis Külliyatı, Cem'ul-fevaid min Cami'il-usul ve Mecma'iz-zevaid, cilt 5, İz Yayıncılık, s. 33
[830] a.g.e. 5, İz Yayıncılık, s.34
[831] Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s.801
[832] Bezzar, Ebu Yala, Taberani; Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 3. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 111
[833] Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998,, s.444
[834] Tirmizi; Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s.814
[835] İmam Muhammed Bin Muhammed bin Süleyman er-Rudani, Büyük Hadis Külliyatı, Cem'ul-fevaid min Cami'il-usul ve Mecma'iz-zevaid, cilt 5, İz Yayıncılık, s. 33
[836] a.g.e. 5, İz Yayıncılık, s. 33
[837] a.g.e.5, İz Yayıncılık, s.33
[838] a.g.e.5, İz Yayıncılık, s.34
[839] a.g.e.5, İz Yayıncılık, s.34
[840] a.g.e.5, İz Yayıncılık, s.33
[841] a.g.e.5, İz Yayıncılık, s.32
[842] a.g.e.5, İz Yayıncılık, s. 32
[843] Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s.459
[844] a.g.e.2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s.443
[845] Tirmizi, ibni-mace; İmam Gazali, Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 4. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s.570
[846] Konyalı Mehmed Vehbi, Tam Metni Sahih-i Buhari, 4. cilt, Üçdal Neşriyat, İstanbul 1993, s.304
[847] a.g.e. 4. cilt, Üçdal Neşriyat, İstanbul 1993, s.260
[848] Kütüb-i Sitte, Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Prof. Dr. İbrahim Canan, 15. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, s. 209
[849] Şuara,42/23
[850] Buhari ve Müslim; Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 3. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 152
[851] Kütüb-i Sitte, Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Prof. Dr. İbrahim Canan, 16. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, s.239
[852] Kütüb-i Sitte, Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Prof. Dr. İbrahim Canan, 16. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, s.239
[853] Buhari ve Müslim; Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 3. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 315
[854] Tirmizi; Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 3. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 425
[855] Kütüb-i Sitte, Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Prof. Dr. İbrahim Canan, 2. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, s.448
[856] a.g.e. 2. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, s.450
[857] a.g.e.2. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, s.450-51
[858] a.g.e.2. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, s.450-51
[859] a.g.e.15. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, s.209
[860] İmam Muhammed Bin Muhammed bin Süleyman er-Rudani, Büyük Hadis Külliyatı, Cem'ul-fevaid min Cami'il-usul ve Mecma'iz-zevaid, cilt 5, İz Yayıncılık, s.135
[861] İmam Muhammed Bin Muhammed bin Süleyman er-Rudani, Büyük Hadis Külliyatı, Cem'ul-fevaid min Cami'il-usul ve Mecma'iz-zevaid, cilt 5, İz Yayıncılık, s.136
[862] Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Prof. Dr. İbrahim Canan, 16. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, s.519
[863] a.g.e.2. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, s. 508
[864] G.Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis, 2. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 531/7
[865] H.U. Rahman, İslam Tarihi Kronolojisi, Birleşik Yayıncılık, İstanbul 1995, s. 70-71
[866] Kütüb-i Sitte, Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Prof. Dr. İbrahim Canan, 15. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, s. 416
[867] M.G.S. Hodgson, İslam'ın Serüveni, 1. cilt, İz Yayıncılık, İstanbul, 1993, s.61
[868] Taberi, 1:260; Taberi, 3:91, İnsanü'l-Uyun, 3:292Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1998, s.223
[869] Taberi, 3/91, Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1998, s.223
[870] İbn'i Sad, Tabakat, 1:260, Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1998, s.223
[871] Taberi, 1:260; Taberi, 3:91, İnsanü'l-Uyun, 3:292, Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1998, s.223
[872] Taberi, 3/91, Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1998, s.223-224
[873] Taberi, 3/91, Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1998, s.224
[874] Taberi, 3/91, Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1998, s.224
[875] İbni Sa'd, Tabakat, 1:260, Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1998, s.225
[876] Taberi, 3/91, Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1998, s.225
[877] Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya ve Tevanih-i Hülefa, 1:182, Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1998,s.225
[878] H.G. Wells, A Short History of the World, 25\555.
[879] Suyuti, Cami'üs Sagir, 3/211; Ahmed bin Hanbel, Müsned, 2/492
[880] İmam Şarani, Ölüm-Kıyamet- Ahiret ve Ahir Zaman Alametleri, Bedir Yayınevi, İstanbul, s.454
[881] Ahzab,33/6
[882] Ahzab,33/53
[883] Ahzab,33/32-34
[884] Ahzab,33/ 30-31
[885] H. Akdağ – M. Sevgili, Son Zamanlarla İlgili Hadisler, Tekin Kitabevi, 1986, s. 85; Kitabül Burhan Fi Alametil Mehdiyyil Ahir Zaman (Ahir Zaman Mehdi'sinin Alametleri), Gonca Yayınevi, İstanbul, 1986, s. 27
[886] Ali bin Hüsamüddin, Kitabül Burhan Fi Alametil Mehdiyyil Ahir Zaman (Ahir Zaman Mehdi'sinin Alametleri), Gonca Yayınevi, İstanbul, 1986, s. 38
[887] İmam Şarani, Ölüm-Kıyamet- Ahiret ve Ahir Zaman Alametleri, Bedir Yayınevi, İstanbul, s. 440
[888] G.Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis, 2. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 448/8; İmam-ı Şa'rani, Ölüm Kıyamet ve Diriliş, Pamuk Yayınları, İstanbul, 1998, s. 480
[889] H. Akdağ – M. Sevgili, Son Zamanlarla İlgili Hadisler, Tekin Kitabevi, 1986, s. 97
[890] İmam-ı Şa'rani, Ölüm Kıyamet ve Diriliş, Pamuk Yayınları, İstanbul, 1998, s. 468
[891] Ali bin Hüsamüddin, Kitabül Burhan Fi Alametil Mehdiyyil Ahir Zaman (Ahir Zaman Mehdi'sinin Alametleri), Gonca Yayınevi, İstanbul, 1986, s.59
[892] Yusuf,12/37
[893] Cinn,72/26-27
[894] Yusuf,12/102
[895] Rum,30/1-4
[896] Sahih-i Müslim, 11/320
[897] Riyazü's Salihin, 3/332
[898] İsra,17/1
[899] İsmail Mutlu, Kıyamet Alametleri, Mutlu Yayıncılık, İstanbul, 1999, s.138
[900] Fetih,48/27
[901] Heytemi Ahmet İbn-i Hacer-i Mekki, El Kavlul Muhtasar Fi Alamatil Mehdiyyil Muntazar (Beklenen Mehdi'nin Alametleri), Şafak Yayınevi, Manisa, 1985, s.47
[902] İsra,17/4-6
[903] Tahrim,66/3
[904] İmam Şarani, Ölüm-Kıyamet- Ahiret ve Ahir Zaman Alametleri, Bedir Yayınevi, İstanbul, s.440
[905] Heytemi Ahmet İbn-i Hacer-i Mekki, El Kavlul Muhtasar Fi Alamatil Mehdiyyil Muntazar (Beklenen Mehdi'nin Alametleri), Şafak Yayınevi, Manisa, 1985, s. 54
[906] Heytemi Ahmet İbn-i Hacer-i Mekki, El Kavlul Muhtasar Fi Alamatil Mehdiyyil Muntazar (Beklenen Mehdi'nin Alametleri), Şafak Yayınevi, Manisa, 1985, s. 54
[907] Ali bin Hüsamüddin, Kitabül Burhan Fi Alametil Mehdiyyil Ahir Zaman (Ahir Zaman Mehdi'sinin Alametleri), Gonca Yayınevi, İstanbul, 1986, s.32
[908] İmam Rabani, Mektubat-ı Rabbani, Çev. Abdulkadir Akçiçek, İstanbul Dağıtım A.Ş., İstanbul, 2/1170
[909] Ali bin Hüsamüddin, Kitabül Burhan Fi Alametil Mehdiyyil Ahir Zaman (Ahir Zaman Mehdi'sinin Alametleri), Gonca Yayınevi, İstanbul, 1986, s.35
[910] İsmail Mutlu, Kıyamet Alametleri, Mutlu Yayıncılık, İstanbul, 1999, s.166
[911] İmam Şarani, Ölüm-Kıyamet- Ahiret ve Ahir Zaman Alametleri, Bedir Yayınevi, İstanbul, s.461
[912] Necati Özfatura, Kurtlar Sofrasında Ortadoğu, Adım Yayıncılık, 1983, s.175
[913] Necati Özfatura, Kurtlar Sofrasında Ortadoğu, Adım Yayıncılık, 1983, s.175
[914] Heytemi Ahmet İbn-i Hacer-i Mekki, El Kavlul Muhtasar Fi Alamatil Mehdiyyil Muntazar (Beklenen Mehdi'nin Alametleri), Şafak Yayınevi, Manisa, 1985, s. 47
[915] Ali bin Hüsamüddin, Kitabül Burhan Fi Alametil Mehdiyyil Ahir Zaman (Ahir Zaman Mehdi'sinin Alametleri), Gonca Yayınevi, İstanbul, 1986, s.26
[916] Heytemi Ahmet İbn-i Hacer-i Mekki, El Kavlul Muhtasar Fi Alamatil Mehdiyyil Muntazar (Beklenen Mehdi'nin Alametleri), Şafak Yayınevi, Manisa, 1985, s. 49
[917] Heytemi Ahmet İbn-i Hacer-i Mekki, El Kavlul Muhtasar Fi Alamatil Mehdiyyil Muntazar (Beklenen Mehdi'nin Alametleri), Şafak Yayınevi, Manisa, 1985, s. 49
[918] G.Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis, 2. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 476/11
[919] a.g.e.1. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 187/2
[920] a.g.e.1. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 277/6
[921] İmam-ı Şa'rani, Ölüm Kıyamet ve Diriliş, Pamuk Yayınları, İstanbul, 1998, s. 468
[922] Buhari, Fiten, 25; Ahmed bin Hanbel, Müsned, 2/313
[923] Buhari, Fiten, 25; Ahmed bin Hanbel, Müsned, 2/313
[924] Heytemi Ahmet İbn-i Hacer-i Mekki, El Kavlul Muhtasar Fi Alamatil Mehdiyyil Muntazar (Beklenen Mehdi'nin Alametleri), Şafak Yayınevi, Manisa, 1985, s. 49
[925] Ali bin Hüsamüddin, Kitabül Burhan Fi Alametil Mehdiyyil Ahir Zaman (Ahir Zaman Mehdi'sinin Alametleri), Gonca Yayınevi, İstanbul, 1986, s.26
[926] H. Akdağ – M. Sevgili, Son Zamanlarla İlgili Hadisler, Tekin Kitabevi, 1986, s. 95
[927] İmam-ı Şa'rani, Ölüm Kıyamet ve Diriliş, Pamuk Yayınları, İstanbul, 1998, s.471
[928] İmam-ı Şa'rani, Ölüm Kıyamet ve Diriliş, Pamuk Yayınları, İstanbul, 1998, s.471
[929] 384- Heytemi Ahmet İbn-i Hacer-i Mekki, El Kavlul Muhtasar Fi Alamatil Mehdiyyil Muntazar (Beklenen Mehdi'nin Alametleri), Şafak Yayınevi, Manisa, 1985, s.53
[930] Ali bin Hüsamüddin, Kitabül Burhan Fi Alametil Mehdiyyil Ahir Zaman (Ahir Zaman Mehdi'sinin Alametleri), Gonca Yayınevi, İstanbul, 1986, s.69
[931] Heytemi Ahmet İbn-i Hacer-i Mekki, El Kavlul Muhtasar Fi Alamatil Mehdiyyil Muntazar (Beklenen Mehdi'nin Alametleri), Şafak Yayınevi, Manisa, 1985, s. 43
[932] a.g.e.s. 43
[933] M. Encarta Encyclopedia 2000, “Aging”
[934] Sidney Fox, Klaus Dose, Molecular Evolution and The Origin of Life, New York: Marcel Dekker, 1977, s. 2
[935] Alexander I. Oparin, Origin of Life, (1936) New York, Dover Publications, 1953 (Reprint), s.196
[936] “New Evidence on Evolution of Early Atmosphere and Life”, Bulletin of the American Meteorological Society, c. 63, Kasım 1982, s. 1328-1330
[937] Stanley Miller, Molecular Evolution of Life: Current Status of the Prebiotic Synthesis
[938] Warren Treadgold, A History of the Byzantine State and Society, Stanford University Press, 1997, s. 287-299
[939] Warren Treadgold, A History of the Byzantine State and Society, Stanford University Press, 1997, s. 287-299
[940] İmam Taberi, Taberi Tefsiri, 5. cilt, Ümit Yayıncılık, İstanbul, s. 2276,
[941] Kütüb-i Sitte, Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Prof. Dr. İbrahim Canan, 15. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, s. 420
[942] H.U. Rahman, İslam Tarihi Kronolojisi, Birleşik Yayıncılık, İstanbul 1995, s. 70-71
[943] Kütüb-i Sitte, Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Prof. Dr. İbrahim Canan, 15. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, s. 416
[944] Taberi, 3/91, Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1998, s.223
[945] İbn'i Sad, Tabakat, 1:260, Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1998, s.223
[946] Taberi, 3:91, İnsanü'l-Uyun, 3:292, Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1998, s.223
[947] Taberi, 3/91, Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1998, s.223-224
[948] Taberi, 3/91, Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1998, s.224
[949] Taberi, 3/91, Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1998, s.224
[950] İbni Sa'd, Tabakat, 1:260, Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1998, s.225
[951] Taberi, 3/91, Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1998, s.225
[952] Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya ve Tevanih-i Hülefa, 1:182, Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1998,s.225
[954] 414- Suyuti, Cami'üs Sagir, 3/211; Ahmed bin Hanbel, Müsned, 2/492
[955] H. Akdağ - M. Sevgili, Son Zamanlarla İlgili Hadisler, Tekin Kitabevi, 1986, s. 85; Kitabül Burhan Fi Alametil Mehdiyyil Ahir Zaman (Ahir Zaman Mehdi'sinin Alametleri), Gonca Yayınevi, İstanbul, 1986, s. 27
[956] Enam,6/109
[957] Suyûtî, el-Hasaîsu'l-Kübra, Beyrut 1405/1985, II, 378
[958] İsrâ, 17/79
[959] Kurtubî, el-Câmî li Ahkâmi'l-Kurân, 10, 310
[960] Tirmizî, Menakıb, 1
[961] Kurtubî, a.g.e., s., 309
[962] İbn Hanbel, Müsned, 3, 116
[963] İsrâ, 17/79
[964] Buhârî, Ezan, 152