TEFSİR İLMİNE

 

GİRİŞ

 

 

 

 

 

 

Salih ÖZBEY

 

 

 

 

 

 

                                                                     

 

 

Usûl, Arapça asl'ın çoğuludur.

Asl sözlükte temel, kök, soyluluk ve

orijinal anlamlarına gelir.

 

Tefsir usûlü ya da İlmu Usûli't Tefsir,

Kur'ân-ı Kerim'in insanlar tarafından

anlaşmasına yardımcı olmak üzere onu,

insanların zihinlerine,

 

akıllarına yaklaştırma çalışmaları

diyebileceğimiz tefsirin ve müfessirlerin

prensiplerini, şartlarını ve çerçevesini belirleyen,

tarihini tespit eden ilim veya

ilimlerin hepsine birden verilen isimdir.

 

 

Kitaba Emeği Geçenler

-B.Çelik

-M.Kalkan

-M.Sertdemir

-M.Demir

-Z.Kılıç

Kitaba Hizmet Verenler

-D.Çeltek

-F.Güçlü

-E.Korkmaz

-R.Aslan

 

 

 

 


 

 

 

KISALTMALAR

 

 

a.g.e                Adı geçen eser.

a.g.y.             Adı geçen yayın

(a.s)                 Aleyhisselâm (Bütün peygamberler ve peyamberimiz için kullanılır).

bsm.              Basımı yapılmıştır.   

b.                     bin, ibn (oğlu anlamında).

bint                 kızı.

bkz.                 Bakınız.

çev.                 Çeviren

Doç.               Doçent

H.                    Hicri

c.                     Cilt, cüz.

(c.c)                 Celle Celâlühû (Allah'ın ism-i celâli işitildiği zaman ta'zim niyetiyle söylenir).

Hz.                  Hazret (Hürmet için kullanılır).

Nşr:                 Neşreden

Ktb.                Kütüphanesi

M.                   Milâdî

Mad.               Maddesi,Madde

M.Ö.               Milattan Önce

M.S.                Milattan Sonra

ö.                     Ölüm tarihi

Prof.                Profesör

(r.a)                 Radıyallahû anh (Sahabe için,"Allah [cc] ondan râzı olsun" mânâsında söylenilen duadır).

(ranha)            Radıyallahû anha (Rasûlullah'ın pâk zevceleıi

[annelerimiz) ve bütün Sahabi kadınlar için kullanılır}.

(rha)                Rahmetullahi aleyh (Vefat etmiş bir mü'minin ismi işitildiğinde "Allah [cc]'ın rahmeti onun üzerine olsun" mânâsına duadır.)

s.                     Sayfa

Trc.                 Tercüme

v.                     Vefatı,Vefat tarihi

vr.                   Varak

y.y.                  Yüzyıl

vd.                  ve devamı.

vs.                   vesaire (ve diğerleri)

Yay.                Yayınevi.

yz.                   Yazma.

ty.                    Tarih yok

 

 

 

 

 

İÇİNDEKİLER

 

1.BÖLÜM.....................................................................        17

-İsteaze..........................................................................       19

1-Kur’an-ı Kerim Tarifi................................................     23

2-Kur’ânın Muhteviyatı.................................................    31

3-Vahyin Tarifi..............................................................     45

4-Vahiy Kâtipleri...........................................................     54

5-Ayetin Anlamı ve Tertibi...........................................    56

6-Tertîl..........................................................................        62

7-Nesih-Mensuh...........................................................      65

8-Muhkem-Müteşabih...................................................    74

9-İ'câzu'l-Kur'ân............................................................      84

10-Belagat.....................................................................       89

11-Kur’an’ın Cemi ve Yazılışı.....................................    105

12-Huruf-u Mukattaa.....................................................    116

13-Ahrûf-i Seb'a:............................................................    120

14-Kıraat........................................................................      123

15-Tecvîd.......................................................................      138

16-Sürenin Anlamı ve Tertibi........................................   141

17-Mekki Sureler...........................................................     143

18-Medeni Sureler.........................................................     146

19-Cüz............................................................................      150

20-Hatim........................................................................      151

21-Secaventler (Duraklar, özel işaretler).......................153

22-Cevâmiü'l-Kelim......................................................     158

-Okuma Parçası.............................................................      163

2.BÖLÜM......................................................................       173

-Besmele........................................................................175

1- Nüzûlül Kur’an..........................................................     184

2-Esbâbu'n-Nüzûl...........................................................    185

3- Kur’an’ın Tedvîni......................................................    188

4- Kur’an’ın Tefsiri........................................................    190

5-Kur’an’ın Te'vili.........................................................     196


6-Kur’an-ı Tefsir Usûlü.................................................    203

7-Siyak ve Sibak............................................................     206

8- Tefsir ........................................................................       213

9-Tefsir ve Müfessirler..................................................    215

10-Tefsir Kaynakları......................................................    220

11-Ümmetin Bugün Müfessirlere Olan İhtiyacı............226

12-Halku'l-Kur'ân...........................................................    256

13-İsrailiyat....................................................................     261

-Okuma Parçası..............................................................     269

Kaynakça ………………………………………………….281

Test Soruları ……………………………………………….295

 

 

 

 

 

TEFSİR İLİMLERİ DERSİ PROGRAMI *

 

 

GİRİŞ

Tefsir dersi programı, eğiticinin tefsir ilimleri dersi planını yaparken yararlanacağı bir rehberdir.

 

Bu programın amacı eğiticiye bakış açısı kazandırmakla birlikte,  onu dersin  işlenişi ve yöntemleri hakkında bilgilendirmektir.

 

Eğitici, dersin süresini ve öğrencilerin seviyesini göz-önünde bulundurarak konularını bu programdan seçer, sonra öncelik sırasına göre planını yapar.

 

Bu program açıklamaları, amaçları, konuları, yöntemleri ve kaynakçayı içerir.

                  

A-AÇIKLAMALAR

1-Kur'an en doğru yola iletir:

 

اِنَّ هذَا الْقُرْانَ يَهْدى لِلَّتى هِىَ اَقْوَمُ وَيُبَشِّرُ الْمُؤْمِنينَ الَّذينَ يَعْمَلُونَ الصَّالِحَاتِ اَنَّ لَهُمْ اَجْرًا كَبيرًا

 

“Şüphesiz ki bu Kur'an en doğru yola iletir; iyi davranışlarda bulunan müminlere, kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler.”[1]

 

Yüce elçinin bizlere emaneti olan bu Kur'an, "doğru yola" iletmekle kalmaz, sarılanı sapmaktan alı kor.

 

Kur'an, Rabbimizden bir "öğüt", göğüslerde olana "şifa", inanlara "yol gösterici" ve "rahmet"tir.[2] Onunla mümin arasında sürekli bir rabıta zorunludur.

 

2-Kur'an ve Peygamber:

Peygamber(a.s) Kur’an'ın  ete kemiğe bürünmüş bir hali idi. O,yürüyen bir Kuran'dı. Nitekim Ayşe (r.a) sorulan bir soruya:

"Onun ahlakı Kur’an-dı" cevabını verir.

 

3-Ömer (ra)’ın tavsiyesi:

Ömer (ra) Irak’a gönderdiği ashaba (eğiticilere) şu tavsiyelerde bulunur: "Arı uğultusu gibi Kur'an okuyan bir şehir halkına gideceksiniz. Onları (bu işlerinden) hadislerle meşgul edip alıkoymayın. Kur'an'ı iyi okumaları için uğraşın. Resulullah’tan yapacağınız rivayeti (ihtiyaç miktarı kadar) azaltın. Bu şekilde tebliğinize devam edin, ben de sizin ortağınızım."[3]

 

4-Kur'an ilahi bir kitaptır:

Kur'an, bir davet ve hareket kitabıdır. Bir kişi  kendi özel hayatında  Kuran'ı yaşamadıkça Onu layıkıyla kavrayamaz O, aynı zamanda beşeri ilimler kitabı değil, bu ilimleri ortaya koyan "insan"ı eğiten bir kitaptır.

 

 = åî©Ô £n¢à¤Ü¡Û ô¦†¢ç 8¡éî©Ï 8 k¤í ‰ü ¢lb n¡Ø¤Ûa  Ù¡Û¨‡

 

“O kitap (Kur'an); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir.”[4]

 

5-Kur’an'ı nasıl anlayalım:

 

a-Kur’an'ı anlayarak okumak esastır. Herkes kendi seviyesine göre Kur'an ayetlerini  anlayabilir. Bu noktada alimle, alim olmayan arasında pek fark yoktur. Herkes kendisini hayra sevk edecek ve kötülüklerden uzaklaştıracak kadarını Kur’an’dan alabilir. Çünkü bizim hidayetimiz için Onu indiren Allah, biz de bulunan her türlü zaafı bilmektedir.

 

b-Kur’an'ı Arapça’sında anlayarak okumak tercih edilir. Mümkün olamadığında meallerle bu ihtiyaç giderilmeye çalışılır.

 

c-Kur’an'ın Arapça’sı veya meali yılda en az bir kez okun- malıdır. Ayda bir  bitirilmesi ideal olanıdır. Mealin, metniyle karşılaştırılarak okunması daha yararlı olur.

 

d-Mealden hüküm çıkarılamaz. Bazen, tercüme edilen dilin yetersizliği  veya hatalardan uzak olmaması vb. sebepler yüzünden mealler kusursuz değillerdir. Ayrıca Kur'an gibi mucize bir kitabın  diğer bir dile  çevrisinin zorluğu da göz önünde bulundurulmalıdır.

 

e-Kur’an-ın anlaşılmasında sahih sünnetin önemi ve gereği de unutulmamalıdır.

 

6-Kur’an dan istifadenin ana hatları:

 

a-Kur’an’ın muhatabı onu okuyandır. O, müminde bulunması ve bulunmaması gereken özellikleri, örnek ya da  ibret alınacak tipleri içerir. Onu okuyan kişi Rabbimizin rızasını kazandıracak özellik ve amelleri almalı, Rabbmizin  gazabını çekecek  özellik ve amelleri terk etmelidir. Ayet kimden ve neden bahsederse bahsetsin kendimizin onu okuyan olarak ilk muhatabı olduğumuz unutulmamalıdır.

 

b-  ¡áî©u £ŠÛa ¡æb À¤î, £'Ûa  å¡ß ¡é¨£ÜÛb¡2 ¤ˆ¡È n¤b Ï  æ¨a¤Š¢Ô¤Ûa  p¤a Š Ó a ‡¡b Ï

 

“Kur'an okuduğun zaman o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın!”[5]

 

"Kur'an, şu ana kadar sahip olduğum bütün cahili ve şeytani inançları, düşünceleri ve amelleri terk ediyorum: şu andan itibaren inançlarımı, düşüncelerimi ve amellerimi Kuran'dan alacağım"bilinç ve kararlığıyla okunur.

 

c-Kur'an okumaktan amaç, düşüncelerimizi Ona onaylatmak değil, Onun istediği gibi inanmak ve amel etmektir.

 

 æì¢Ü¡Ô¤È m 5 Ï a 6 lb n¡Ø¤Ûa  æì¢Ü¤n m ¤á¢n¤ã a ë ¤á¢Ø ¢1¤ã a  æ¤ì ¤ä m ë ¡£Š¡j¤Ûb¡2  b £äÛa  æë¢Š¢ß¤b m a

 

"Siz Kitabı okuduğunuz halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?"[6]

 

مَثَلُ الَّذينَ حُمِّلُوا التَّوْريةَ ثُمَّ لَمْ يَحْمِلُوهَا كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ اَسْفَارًا بِئْسَ مَثَلُ الْقَوْمِ الَّذينَ كَذَّبُوا بِايَاتِ اللّهِ وَاللّهُ لَايَهْدِى الْقَوْمَ الظَّالِمينَ

 

“Tevrat'la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir. Allah'ın âyetlerini yalanlamış olan kavmin durumu ne kötüdür! Allah, zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.”[7]

 

d-Ayetlerin anlaşılmasında başvuracağımız ilk kaynak Kur’an'ın diğer ayetleridir. Zira onun bir kısmı diğer bir kısmını tefsir eder. Ayrıca Allah elçisinin açıklama ve uygulamalarına bakılır.

 

e-Ayetler gerek anlaşılırken, gerekse delil olarak  kullanılırken, tek  başına  alınmaz: Siyak ve sibakına (öncesine ve sonrasına), nüzul sebeplerine bakılır.

 

f-Ayetlerin okunup anlaşıldıktan sonra, günümüzle bağlantısı kurularak, güncelleştirilmesine özen gösterilir.

 

7-Yukarıdaki açıklamalar hem meal okurken hem de tefsir okurken göz önünde bulundurulur. Ayrıca en az haftada bir kere arkadaş gurubuyla ile çalışılır. İmkan olunmazsa ferdi olarak tefsir çalışması yapılır.

 

8-Tefsir  derslerinde  dikkat edilecek hususlar, izlenecek yollar:

 

a-Allah'ın  kitabı her şeyden çok  kalbi,  fikri, amelli tazime layıktır.

 

b-Onun talebesi olduğumuz unutulmaz.

 

c-Gurup çalışmasına  hazırlıklı  gelinir. Notlar alınır, fişler düzenlenir.

 

d-İmkan oranında değişik tefsirlerden yararlanılır.

 

e-Çalışılan  bölümdeki  konuların  anlaşılmasına  özen gösterilir.

 

f-Ayetler üzerinde yeterince durulmadan, araştırıp düşünülmeden yorum yapılmaz. Aceleci yorumlardan kaçınılır.

 

g-Çalıştığımız bölümün ana mesajı bulunur.

 

h-Her dersin sonunda "bu ayetler, bizden ne/neler istiyor?" sorusu etrafında istenenler şahıslarımıza indirgenerek iyice kavranır. Amele dönüştürmek üzere notlar alınır.

 

ı-Ayetlerin -eğer varsa- nüzul sebepleri göz-önünde bulundurulur. Nüzul sebebi, ayetlerin doğru anlaşılmasında katkıda bulunur. Maksattan uzaklaşmamayı sağlar. Ancak sebebin özel olmasının, hükmün genel olmasına engel olmadığı unutulmamalıdır.

 

j-İncelenen bölümde dikkatimizi en çok çeken ayet, meali ile birlikte ezberlenir.

"İçinde Kur’an'dan bir şey olmayan harap ev gibidir."[8]

 

k-Çalışılan  surelerin konu  başlıklarının bilinmesi çok yönlü faydalar sağlar.

 

l-Mümkün mertebe konulu tefsir yöntemi takip edilir.

 

m-Tefsir usulü, öğrencilerin durumları göz önünde bulundurularak onların ihtiyaçlarını giderecek miktar okutulur.

 

9-Temel kavramlarla ilgili ihtiyaç duyulan konularda dosya ve seminer çalışmaları yapılır.

 

10-Kur’an'dan yararlanmayı kolaylaştıracak kaynaklar tanıtılır, kullanışı öğretilir. Mu'cemul-Mufehres gibi.

 

11-Tefsir dersleriyle yetinilmez, hayatın her anında Kur’an'la hem hal olunur.

 

a-Bilmeyenlere Kur'an kıratının öğretilmesi zorunludur. Bilenlere okuma hızını artırıcı çalışmalar yapılır.

 

b-Her gün Kur’an'dan mealiyle bir bölüm okumak alışkanlık haline getirilir.

 

c-Namazda okunan ayet,sure ve duaların mealleri öğrenilmeye gayret gösterilir.

 

d-Kur’an'la ilgili araştırmalar takip edilir.

 

12-Kur’an'da zikredilen toplumsal yasalar, toplumsal değişimin yasaları tespit edilmeye çalışır.

 

13-İşlenen ayetlerdeki fıkhı hükümler incelenir ve değerlendirilir.

 

B-ÖZEL AMAÇLAR

Tefsir dersinin okunmasıyla ulaşılması istenilen amaçlar:

 

1-Allah'ı gereği gibi isimleriyle bilmek.

 

2-Allah'ın razı olup inanılmasını istediği tevhidi akideyi iyice kavrayıp benimsemek.

 

3-Kur'an ahlakını tanıyıp yaygınlaştırmak.

 

4-İslam siyasetini tanıyıp kavramak ve benimsemek.

 

5-İslam davasına sahip çıkanları vahiy kültürüyle donatmak

 

6-Kur’an'a vukufu yeti arttırılarak, ibadetlerin hakkıyla ve huşu içinde yapılmasını sağlamak.

 

7-Tebliğ ve irşat faaliyetlerinde, hep Kuran'ı önde ve delil tutmanın gerekliliğini kavramak.

 

8-Kur'an okumada asıl maksadın ne olduğunu kavramak.

 

9-Kur’an-ı kavramların bütün yönleriyle anlaşılmasını ve günlük hayatta kullanılmasını sağlamak.

 

10-Kur’an, tefsir ve tefsir usulü ile ilgili kaynaklarla tanışmak.

 

11-Kur’an’dan, Kur’an meallerinden ve Kur’an tefsirlerinden pratik bir şekilde yararlanmanın Yollarını öğrenmek.

 

12-Hayatı düzenlemede ve olayları  yorumlamada  Kuran'ın bakış açısını kazanmaktır.

 

C-KONULAR

1.BÖLÜM

-Besmele

1-Kur’anı Kerim:

2-Kurânın Muhteviyatı

3-Vahyin Tarifi

4-Vahiy Kâtipleri

5-Ayetin Anlamı ve Tertibi

6-Tertîl

7-Nesih-Mensuh

8-Muhkem-Müteşabih

9-İ'câzu'l-Kur'ân

10-Belagat

11-Kuranın Cemi ve Yazılışı

12-Huruf-u Mukattaa

13-Ahrûf-i Seb'a:

14-Kıraat

15-Tecvîd

16-Sürenin Anlamı ve Tertibi

17-Mekki Sureler

18-Medeni Sureler

19-Cüz'

20-Hatim

21-Secaventler (Duraklar, özel işaretler)

22- Cevâmiü'l-Kelim

 

2.BÖLÜM

-İstiaze

1- Nüzûlül Kur’an

2-Esbâbu'n-Nüzûl

3- Kur’an-ın Tedvîni

4- Kur’an-ın Tefsiri

5-Kur’an-ın Te'vil

6-Kur’an-ı Tefsir Usûlü

7-Siyak ve Sibak

8- Tefsir ve Müfessirler

9-Tefsir ve Müfessirler

10-Tefsir Kaynakları

11-Ümmetin Bugün Müfessirlere Olan İhtiyacı

12-Halku'l-Kur'ân

13-İsrailiyat

 

D-YÖNTEMLER

Tefsir dersleri şu yöntemlerden biri ile işlenebilir.

 

1-Nüzul sırasını esas alan yöntem: Her ne kadar ayet ve sürelerin nüzul sırası kesin ve net olmasa da genel olarak derslerde konular, Kuranın öncelik sırasına göre takip edilmiş olur. Bu da vahyin toplum üzerinde gerçekleştirdiği değişiklikleri gözleme fırsatı verir. Bu yöntem nüzul sebepleriyle iç içedir.

 

Bu yöntemle, bir tefsir çalışmasının tamamlanması çok uzun süre gerektirecektir. Bu yüzden bu yöntem, grup çalışmasından ziyade bireysel çalışmaya daha uygundur. Bu daha çok da meal okunurken tercih edilmelidir.

 

Kısa süreler (zamanlar) içinde bu yöntem şöyle uygulanabilir. Verilmek istenilen konulara uygun süreler seçilerek tefsir dersi planı yapılır.

 

2-Tertip sırasını esas alan yöntem: Elimizdeki Mushaf’ın diziliş sırasını esas alan bir yöntemdir. Bu dizilişin vahye göre tevkifi olduğu genel kabul görmüştür. Bu durumda bu yöntemin takip edilmesiyle Rabbimizin murat ettiği hükümlerin gerçekleşmesi umulur.

 

Bu yöntemle yapılacak bir çalışmanın tamamlanması da bir önceki yöntemde olduğu gibi-çok uzun bir zamanı gerektirecektir. Bu sebepten, bu da bireysel çalışmaya daha uygun bir yöntemdir. Bunu seçen eğitimci süresi kısıtlı ise, tefsir dersi planını yaparken seçmeci davranır. Verilmesi amaçlanan konuları içeren süreleri veya bölümleri seçip planını hazırlar.

 

3-Konulu tefsir yöntemi: Kur’an da herhangi bir konu ile ilgili bütün ayetleri toplayarak, bunları mümkün olduğunca nüzul sırasına koyup, ilmi bir incelemeye tabi tuttuktan sonra, Allah’ın o konu ile ilgili muradını toplu bir şekilde ortaya koymaya çalışan bir tefsir yöntemidir. Bu sistemin sakıncaları yok mudur? Araştırılmalıdır. İşlenecek konu hakkında bütün ayetlerin gözden geçirilmesi gerekir. Gözden kaçırılan ayet ve ayetler konu hakkında yanlış sonuçlara ulaştırabilir.

 

Bu yöntemin diğer iki yöntemden farkları:

 

a-Ayetler konularına göre alınır.

 

b-Ayetler nüzul sırasına göre incelenir.

 

c-Allah’ın bir konu hakkındaki muradı toplu olarak tespit edilir.

 

Kısaca “konulu tefsir”, Kur’an-ın Kur’an’la tefsiri yönteminin Kur’an tertibine göre değil de, müstakil olarak ve daha geniş esaslı bir şekilde kullanılmasıdır.

 

Ele alınan konuyu tamamlamak için diğer yöntemlere nazaran daha aza bir zaman yeterlidir. Ancak Kur’an’daki bütün konular işlenmek istenirse uzun bir zamana ihtiyaç duyulur. Hem fert ve hem grup çalışmalarına uygundur.

 

Diğer yöntemlerde ayetler teker, teker işlenildiği için yüzeysel geçilebildiği halde, bu yöntemde ele alınan konu derinlemesine irdelenir. İlk iki yöntem uygulanırken tefsir edilen ayetlerde geçen kavramlar konulu tefsir yöntemi ile işlenildiğinde yukarıda vurgulanan sakıncalar kısmen giderilebilir.

 

Uzun sürelerde, derslerde işlenecek ayet grupları belirlenirken konu bütünlüğüne dikkat edilir. Mushaf’ta yer alan “ayn” durakları bu konuda ölçü alınabilir.

 

E-KAYNAKÇA

Eserin Adı              Yazarın Adı                                        Yayınevi

1-Kuranı Anlamada Temel İlkeler/Prof.Dr.A.Özbek            Esra

2-Tefsir Usulüne Giriş/İbni Teymiye                                    Esra

3-Kurtubi Tefsiri/İmamı Kurtubi                                          Buruc

4-Ana Konularıyla Kur'an/Prof. F.Rahman                          Anadolu

5-Asrın Kur'an Tefsiri 14 Cilt/C.Yıldırım                             Anadolu

6-Kuran’ı Kerim Tarihi/M. Hamidullah                                İstanbul

7-Ayetlerle İnsan ve Yaradılış /Said Köşk                           Anahtar

8-Ayetlerle Ölüm ve Diriliş/Said Köşk                                 Anahtar

9-Ayetlerle Savaş ve Cihad/Said Köşk                                 Anahtar

10-Bakara Süresi Tefsiri/R. Mahmut Sami                           Erkan

11-Bakara Süresi Yorumu(1-2)/H.Nurbaki                           Damla

12-Bedir Gaz.ve Enfal Sü. Tefsiri/R.M.Sami                       Erkan

13-Besmele ve Fatiha Tefsiri                                                Sezgin

14-Büyük Kur'an Tefsiri(16 Cilt)/A. Arslan                         Okusan

15-Büyük Kur'an Tefsiri/Konyalı M.V.Efendi                     Üçdal

16-Davetçinin Tefsiri/S. el-Muvahhidi                                 Hak

17-Ahkamul Kur’an/İbni Arabi                                 (Yabancı Eserler)

18-Ed-Davrül-Mensur Fit-Tefsir-i bil Me'sur/C.A. Suyuti   ...

19-El-Fevzül Kebir-fi-Usuli't-Tef./Ş. V. Dehlevi                 ...

20-Camiul-Beyan Fi Tefsirül Kur'an/M.b.Cerir et-Taberi     ...

21-Cevahirul-Kur’an/M. Gazali                                            ...

22-Tefsiru-Tahrir Vet-Tenvir/İbni Aşur                                ...

23-Ömer ez-Zamehşeri El-Keşşaf/Muhammed b.                 ...

24-Mezahibut-Tefsiril-İslam/Goldziher                                ...

25-Envarut-Tenzil/Abdurrahman Beyzavi                                        ...

26-Eüzü Besmele-Ayetel Kürsü Fazilet ve Es./A.Yalçın     ...

27-Fatiha-Enam Sureleri Tefsiri                                            Işık

28-Fatiha Süresi Tefsiri/R.M. Sami                                       Erkam

29-Fatiha Tefsiri/M.Ebul Kelam Azad                                 Bir

30-Fizilal-il Kur'an/Seyyit Kutup                                          Hikmet

31-Furkan Tefsiri(6 Cilt)/Doğuş Kültür                                Hizmeti

32-Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tef./İ.Kesir                            Çağrı

33-Hak Dini Kur'an Dili/Elmalı Hamdi Yazır                      Azim

34-İbn Kesir Tefsiri(6 Cilt)/Doğuş Kültür                            Hizmeti

35-İki Kuranı ile Tarihin Tahlili/H. Rehcu                            Endişe

36-İki Süre İki Yorum/Ali Şeriati                                         Endişe

37-İlahi Mesaj/Abdurrahman Azzam                                    Akabe

38-İslam’ı İlimlere Giriş/Hasan Hanefi                                 Akabe

39-İslam'da Kur'an/Allame M.H. Tabatabai                         Endişe

40-Kuran'da Temel Kavramlar/Ali Ünal                               İnkilap

41-Kuran'ı Anlamada Yöntem/M. Gazali                             Sor

42-Kur'an-ı Kerim Lugatı/M.Çanga                                      Timaş

43-Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri/M. Toptaş                             Cantaş

44-Kur'an-ı Kerim Tefsiri/Ö. Nasuhi Bilemen                      Bilmen

45-Kuran'ın Anlaşıl. Esbabü-Nüzülün Rolü                         Serinsu

46-Kuran'ı Nasıl Anlayalım/Mevdudi                                   İşaret

47-Kuran'ı Nasıl Okuyalım/M.Kutup                                   İşaret

48-Nesefi Tefsiri/Furkan Kitapevi                                        Demir

49-Saf fetü't Tefasir/M. Ali es-Sabuni                                  İz

50-Sülemi ve Tasavvufi Tefsiri                                             Sönmez

51-Taberi Tefsiri/İmam Taberi                                              Ümit

52-Tefhimül Kur'an (7 Cilt)/Mevdudi                                  İnsan

53-Tefsirde İsrailiyat/Abdullah Ademir                               Beyan

54-Tefsir-i Kebir(22 Cilt)/Fahruddin Razi                            Akçağ

55-Tefsir İlmi ve Fatiha Sür. Tefsiri/H.el-Benna                  Yelken

56-Tefsir Tarihi (2 Cilt)/Ö.Nasuhi Bilmen                            Bilmen

57-Tefsir Tarihi/İsmail Cerrahoğlu                                        Diyanet

58-Tefsir Usulü/İ. Cerrahoğlu                                               Diyanet

59-Tıbyan Tefsiri (4 Cilt)/A. Davut oğlu                              Huzur

60-Ahkam Tefsiri/M. Ali Sabuni                                          Şamil

61-Kur’an-ı Anlamak (1-2-3)/İ. Kazdal                                Birleşik

62-İbni Kuteybe ve Tefsir Anlayışı/Dr. M. Kurt                  M.Ün

63-Sonsuz Mucize Kur’an/Prof. Dr. İ.Karaçam                   M.Ün

64-Kuranın Korunmuşluğu Üzerine/Dr. H. Elik                   M.Ün

65-Kur'an İlimleri/Sübhi Salih                                              Pınar

66-Kur'an Araştırmaları/ M. Kutup                                       Arslan

67-El-Esas Fit-Tefsir/Said Havva                                         Şamil

68-El-İtkan fi-Ulumil-Kur'an/Suyuti                                    Çağrı

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

1.BÖLÜM

 

1-Kur’an-ı Kerim

2- Kur’ân-ın Muhteviyatı

3-Vahyin Tarifi

4-Vahiy Kâtipleri

5-Ayetin Anlamı ve Tertibi

6-Tertîl

7- Nesih-Mensuh

8-Muhkem-Müteşabih

9-İ'câzu'l-Kur'ân

10-Belagat

11-Kur’an-ın Cemi ve Yazılışı

12-Huruf-u Mukattaa

13-Ahrûf-i Seb'a

14-Kıraat

15-Tecvîd

16-Sürenin Anlamı ve Tertibi

17-Mekki Sureler

18-Medeni Sureler

19-Cüz'

20-Hatim

21-Secaventler (Duraklar, özel işaretler)

22-Cevâmiü'l-Kelim

-Okuma Parçası-

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

1.BÖLÜM

 

Giriş

 

أَعُوذُ بِاللَّهِ مِنْ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ

 

İstiâze: Herhangi bir işe başlarken ve herhangi bir münasebetle "Euzü billahi mine'ş-Şeytani'r-racîm", yani; "Kovulmuş (iyilikten uzaklaştırılarak, lânetlenmiş) olan şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım" cümlesini söylemek.

 

Bir imtihan yeri olan bu dünya hayatında insanın en büyük düşmanı şeytandır. O, insanı aldatmak, doğru yoldan saptırmakla görevlidir. Bu görevini gerçekleştirmek için de gizli-açık bir çok yola başvurur. Bu nedenle inanan kişi, şeytanın oyunlarına karşı daima uyanık olmalı, aklını kullanarak peygamberlerin gösterdiği yoldan gitmelidir. Bunun yanısıra insana yaraşan daima Rabbına sığınması, koruyucusunun O olduğunu bilmesidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

 

فَاِذَا قَرَاْتَ الْقُرْانَ فَاسْتَعِذْ بِاللّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجيمِ

 

"Kur'an oku(mak iste) diğin zaman kovulmuş şeytandan Allah'a sığın."[9]

 

Kur'an, Allah'ın insana gönderdiği talimatıdır. Şeytan, Kur'an okuyan kişiyi, Kur'an'ı anlamaktan ve onunla amel etmekten vazgeçirmek için var gücüyle uğraşır, kalbine vesvese sokarak Kur'an üzerinde düşünmekten onu alıkoymaya çalışır.

 

Şeytanın şerrinden Allah'a sığınmak, Kur'an tilavetine zemin hazırlatmak için bir mukaddimedir. Böylece okuyucu samimi bir kalp ve açık zihinle Kur'an'ı okumağa başlar.

 

Ayette hitabın Peygamber (a.s)'e yöneltilmiş olması ve "Kur'an okumak istediğin zaman" ifadesinin bulunması, şeytandan sığınmanın sadece Peygambere has olduğunu ve bunun sadece Kur'an okunacak zamanlarda olacağını ifade etmez. Hitap, Peygamber (a.s)'ın şahsında bütün müslümanlaradır. Peygamber böyle bir sığınma ihtiyacını duyuyorsa, elbetteki diğer müslümanlar böyle bir şeye daha fazla muhtaçtırlar. Ayrıca ne sağından ve ne solundan bâtılın kendisine ulaşamadığı Kur'an okunduğunda böyle bir ihtiyaç söz konusu ise, diğer ameller için elbette buna çok daha ihtiyaç vardır. [10]

 

Kur'an-ı Kerîm'in çeşitli yerlerinde, insanı üzen, ona sıkıntı veren her şey için Allah'a sığınma telkin edilir. Bazı ayetler şunlardır:

 

وَقَالَ مُوسى اِنّى عُذْتُ بِرَبّى وَرَبِّكُمْ مِنْ كُلِّ مُتَكَبِّرٍ لَا يُؤْمِنُ بِيَوْمِ الْحِسَابِ

 

"Musa da Firavun'a ve onun kavmine şöyle dedi: Ben hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a sığındım."[11]

 

وَاِنّى عُذْتُ بِرَبّى وَرَبِّكُمْ اَنْ تَرْجُمُونِ

 

"Şüphesiz beni taşlamanızdan, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah'a sığındım."[12]

 

وَاِذْ قَالَ مُوسى لِقَوْمِه اِنَّ اللّهَ يَاْمُرُكُمْ اَنْ تَذْبَحُوا بَقَرَةً قَالُوا اَتَتَّخِذُنَا هُزُوًا قَالَ اَعُوذُ بِاللّهِ اَنْ اَكُونَ مِنَ الْجَاهِلينَ

 

"Ya... Musa; câhillerden olmaktan Allah'a sığınırım, demişti."[13]

 

قَالَ رَبِّ اِنّى اَعُوذُ بِكَ اَنْ اَسَْلَكَ مَالَيْسَ لى بِه عِلْمٌ وَاِلَّا تَغْفِرْ لى وَتَرْحَمْنى اَكُنْ مِنَ الْخَاسِرينَ

 

"Nuh, dedi ki: Ey Rabbim! Bundan sonra gerçek yüzünü bilmediğim bir şeyi Sen'den istemekten Sana sığınırım."[14]

 

قَالَتْ اِنّى اَعُوذُ بِالرَّحْمنِ مِنْكَ اِنْ كُنْتَ تَقِيًّا

 

"Meryem; Ben senden, Rahman olan Allah'a sığınırım. Eğer Allah'tan korkuyorsan bana dokunma, dedi."[15] Hz. Meryem, yanına insan şeklinde gelen melekten korkarak böyle dua etmişti.

 

وَقُلْ رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطينِ () وَاَعُوذُ بِكَ رَبِّ اَنْ يَحْضُرُونِ

 

"Ey Muhammed! de ki: Rabbim! Şeytanların vesvesesinden sana sığınırım. Rabbim! Yanımda bulunmalarından da sana sığırınım."[16]

 

قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ () مَلِكِ النَّاسِ () اِلهِ النَّاسِ () مِنْ شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ () اَلَّذى يُوَسْوِسُ فى صُدُورِ النَّاسِ () مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ ()

 

"Ey Muhammed! de ki: Cin ve insanlardan olan ve insanların kalblerine vesvese veren, o sinsi vesvesecinin şerrinden, insanların Rabbi, insanların mâliki ve insanların mâbudu olan, Allah'a sığınırım."[17]

 

قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ الْفَلَقِ () مِنْ شَرِّ مَا خَلَقَ () وَمِنْ شَرِّ غَاسِقٍ اِذَا وَقَبَ () وَمِنْ شَرِّ النَّفَّاثَاتِ فِى الْعُقَدِ () وَمِنْ شَرِّ حَاسِدٍ اِذَا حَسَدَ ()

 

"Ey Muhammed! De ki: Sığınırım, sabahın Rabbine; yarattıklarının şerrinden, çöktüğü vakit karanlığın şerrinden, düğümlere üfleyenlerin şerrinden, haset ettiği vakit, haset edenin şerrinden."[18]

 

Diğer yandan Hz. Peygamber'in istiâze duasını okuduğuna dair pek çok hadis nakledilmiştir. "Koğulmuş, taşlanmış şeytandan Allah'a sığınırım" duası, bazı rivayetlerde "... her şeyi işiten ve bilen Allah'a sığınırım" ilâvesiyle nakledilmiştir. [19]

 

Hz. Peygamber'in dualarında, insana sıkıntı ve üzüntü verecek, onu zarara sokacak, dünya ve ahirette zillete düşürecek birçok konularda Allah'a sığındığını görmekteyiz. O'nun cehennemden; cehennem ateşinden; kabir fitnesinden; her şeyin ve her canlının şerrinden, nefsinin şerrinden; yoksulluk ve borcun galebe çalmasından; tembellikten, küfürden, kötü ahlâk, iş ve heveslerden; kederen ve çok yaşlılıktan; yangın ve sel felâketinden Allah'a sığınması bunlar arasında sayılabilir. [20]

 

İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu yukarıda zikrettiğimiz ayette geçen emrin vücûb değil, nedb ifade ettiğini söylerler. Buna göre Kur'an okumaya başlamadan önce istiâze okumak sünnettir. Namazda istiâzenin okunmasına gelince, bu konuda ihtilaf vardır. Bazı âlimlere göre vacib olup her rekâtta Besmele[21] ve Fatiha suresinden önce istiâze de okunur. Ebû Hanife ve Şafiî'ye görüşe okunması sünnet olup sadece birinci rekâtte Besmele ve Fatiha suresinden önce okunur. Çünkü onlara göre namazdaki kıraatin hepsi bir tek kıraat sayılır. [22]

 

 

 

1)Kur’an-ı Kerim’in Tarifi

 

 

A)Kur’an-ı Kerim’in Tarifi: Son vahiy dini olan İslâm'ın kutsal kitabı. Kur'ân, tercih edilen görüşe göre, "karae" fiilinden edilen bir mastar olup, Allâh'ın son kitabına özel ad olmuştur. Kök anlamı; okumak, toplamak, bir araya getirmek demektir. Âyetlerde bu anlamı görmek mümkündür:

 

لَا تُحَرِّكْ بِه لِسَانَكَ لِتَعْجَلَ بِه () اِنَّ عَلَيْنَا جَمْعَهُ وَقُرْانَهُ () فَاِذَا قَرَاْنَاهُ فَاتَّبِعْ قُرْانَهُ

 

"Ey Muhammed! Cebrail sana Kur'ân'ı okurken, acele ederek onunla beraber dilini oynatma. Onu bir araya toplamak ve okutmak şüphesiz bizim işimizdir. Biz onu Cebrail'e okuttuğumuz zaman, sen onun okuyuşunu izle."[23]

 

Kur'ân-ı Kerim'in özlü tarifi şöyledir: Yüce Allah, tarafından Hz. Muhammed'e Arapça olarak indirilmiş, bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş, Mushaflarda yazılı, Fatiha Sûresi ile başlayıp Nâs Sûresi ile sona eren kelâmıdır.

 

Kur'ân-ı Kerim'in, Hz Muhammed'in risaletinin başında ilk inen âyetleri şunlardır:

 

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذى خَلَقَ () خَلَقَ الْاِنْسَانَ مِنْ عَلَقٍ () اِقْرَاْ وَرَبُّكَ الْاَكْرَمُ () اَلَّذى عَلَّمَ بِالْقَلَمِ () عَلَّمَ الْاِنْسَانَ مَالَمْ يَعْلَمْ

 

"Yaratan Rabbinin adıyla oku. O insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! Rabbin, kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren en büyük kerem sahibidir."[24]

 

İlk inen âyetlerin inananları okumaya, öğrenmeye, yazmağa ve araştırmaya çağırması ilim için büyük teşvik mesajı taşır. Kur'ân'ın son inen âyeti de şudur:

 

اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دينَكُمْ وَاَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتى

 

"Bu gün size dininizi ikmal ettim, üzerinize olan nimetimi tamamladım, din olarak sizin için İslâm'ı seçtim."[25]

 

İslâm'ın kutsal kitabının özel adı olan Kur'an kelimesi, Cenab-ı Hak tarafından altmış sekiz kadar âyette kullanılır. Bir kaçını örnek olarak sunacağız:

 

  æì¢Ü¡Ô¤È m ¤á¢Ø £Ü È Û b¦£î¡2 Š Ç b¦ã¨õ¤Š¢Ó ¢êb ä¤Û Œ¤ã a ¬b £ã¡a

 

"Biz şüphesiz bu kitabı okuyup anlamanız için arapça bir Kur'an olarak indirdik."[26]

 

 ¡áî©u £ŠÛa ¡æb À¤î, £'Ûa  å¡ß ¡é¨£ÜÛb¡2 ¤ˆ¡È n¤b Ï  æ¨a¤Š¢Ô¤Ûa  p¤a Š Ó a ‡¡b Ï

 

"Ey Peygamber! Kur'anı okumak istediğin zaman, Allah'ın rahmetinden kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığın, yani "eûzübillâhimineşşeytânirracîm" de.[27]

 

  æì¢à y¤Š¢m ¤á¢Ø £Ü È Û aì¢n¡–¤ã a ë ¢é Û aì¢È¡à n¤b Ï ¢æ¨a¤Š¢Ô¤Ûa  ªô¡Š¢Ó a ‡¡a ë

 

"Kur'an okunduğu zaman onu dinleyin. Ve susun ki merhamet olunasınız."[28]

 

اِنَّ هذَا الْقُرْانَ يَهْدى لِلَّتى هِىَ اَقْوَمُ وَيُبَشِّرُ الْمُؤْمِنينَ الَّذينَ يَعْمَلُونَ الصَّالِحَاتِ اَنَّ لَهُمْ اَجْرًا كَبيرًا () وَاَنَّ الَّذينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاخِرَةِ اَعْتَدْنَا لَهُمْ عَذَابًا اَليمًا

 

"Şüphesiz bu Kur'an, insanları en doğru yola götürür. Salih amel işleyen mü'minlere büyük bir mükâfat olduğunu, âhirete iman etmeyenlere de can yakıcı bir azap hazırladığımızı müjdeler."[29]

 

وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْانِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنينَ وَلَا يَزيدُ الظَّالِمينَ اِلَّا خَسَارًا

 

"Biz Kur'an'ı, iman edenler için bir şifa ve rahmet kaynağı olarak indiriyoruz. Kur'an, zalimlerin ise ancak zararını arttırınr."[30]

 

İslâm hukukunda Kur'ân için daha çok "Kitap" ismi kullanılır. Birçok âyette "el-Kitâb" kelimesinin Kur'ân-ı Kerîm anlamında kullanıldığı görülür:

 

 = åî©Ô £n¢à¤Ü¡Û ô¦†¢ç 8¡éî©Ï 8 k¤í ‰ü ¢lb n¡Ø¤Ûa  Ù¡Û¨‡  7¬á¬Ûa

 

"Elif. Lâm. Mîm. Bu o kitaptır ki, kendisinde (Allah tarafından gönderildiğinde) hiç şüphe yoktur."[31]

 

Bundan başka çeşitli âyetlerde Kur'ân için başka isimler de kullanılmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır:[32]

 

B)Kur’an-ı Kerim’in Tertili: Tertîl kelimesi, Arapça "rtl" kökünden "tef'l" ölçüsünde bir mastardır. Sözlükte; sözü güzel, yerinde ve düzenli söylemek, bir şeyi doğru yapmak, düzenlemek, sıralamak, açık açık hakkını vererek açıklamak gibi anlamlara gelmektedir. [33]

 

Aralarında çok az açık bulunan ve gayet düzgün görünen dişler için de "sağr retl" ifadesi kullanılır. [34] Bir metni okurken yavaş yavaş, acele etmeksizin, tâne tâne, her bir harfin edâsının, nazmının ve manasının hakkını vermek suretiyle okumaya da tertl denmektedir. Kur'an okunuşuyla ilgili olarak, kelimeleri ağızdan kolaylıkla ve düzgün bir biçimde çıkarmak anlamındadır.[35]

 

Kıraatta tertîl; yavaş yavaş, acele etmeden, harfleri ve hareketleri dizilmiş inci taneleri gibi açık bir şekilde, mana ve hikmeti düşünerek metni tâne tâne okumak anlamında kullanılmaktadır. [36]

 

Kur'an tertîl üzere nâzil olmuştur. Hz. Peygamber; "Allah, Kur'an'ı indirildiği şekilde okuyanı sever" sözleriyle Kur'an'ı tertîl ile okumayı teşvik etmişlerdir. [37]

 

Nitekim Kur'an-ı Kerîm'deki:

 

 65î©m¤Š m  æ¨a¤Š¢Ô¤Ûa ¡3¡£m ‰ ë ¡é¤î Ü Ç ¤…¡‹ ¤ë a

 

"Kur'an'ı açık açık, tâne tâne (tertîl ile) oku"[38] ayet-i kerîmesi de bu konuyu açık bir şekilde anlatmaktadır.

 

Alimler bu ayetle ilgili olarak bazı yorumlarda bulunmuşlardır.

 

Fahreddin Râzî, "Kur'an'ı tertîl ile okumak; manasını anlayarak, ayetlerin içerdiği gerçekleri iyice düşünerek okumaktır. Allah'ın azametini belirten ayetleri, bu azameti gönlünde hissederek, tehdîd ve müjdeyi içeren ayetleri de, ümit ve korku duygularıyla dolup taşarak okumaktır" [39] demektedir.

 

Gazâlî de, Kur'an okumaktan maksadın, manasını anlamak ve üzerinde düşünmek olabileceğini; bunun için de Kur'an'ın tertl üzere okunmasının gerekli olduğunu vurgulamıştır. [40]

 

Bu açıklamalar ışığında Kur'an'ın tertil ile okunmasını; onun anlamını düşünerek, harflerin çıkış yerlerine ve tecvide dikkat ederek, anlamına göre sesi yükseltip alçaltarak, bir hadiste belirtildiği gibi, hitap ifade eden yerlerde karşıdakine hitap eder gibi bir ses tonuyla, durulacak yerde durup, geçilecek yerde geçerek, ağır, ağır, Kur'an'ın gerçek amacını hem duyup, hem de dinleyenlere duyurarak okumaktır, şeklinde açıklayabiliriz. [41]

 

Âlimler, Kur'an-ı Kerîm'i süratlice okuyup, çok okumanın mı, yoksa ağır olarak okuyup az okumanın mı daha üstün olduğu konusunu tartışmışlar, bir kısmı "Tertîl ve tedebbür ile az okumak diğerinden daha üstündür" demişlerdir. İbn Abbas ve İbn Mes'ud bu görüşü savunmaktadırlar. Bu görüşün sahiplerine göre, kıraatten maksat; Kur'an'ı anlamak, düşünmek, içindekileri bilmek ve onunla amel etmektir. [42]

 

Buhârî, Sahîh'inde Kur'an'ın tertîl ile okunmasının gerekliliğine ve sür'atli olarak okumanın mekruh olduğuna dâir bir bab açmış ve bu şekilde okumanın hoş olmadığını Abdullah b. Mes'ud'dan rivâyet ettiği bir hadisle açıklamıştır. [43] İbn Kayyim, İbn Mes'ud'dan şu rivâyeti nakleder: "Alkame, İbn Mes'ud'dan Kur'an okurdu, sesi güzel bir kimse idi. İbn Mes'ud ona "Anam babam sana feda olsun, Kur'an'ı tertl ile oku, çünkü tertîl onun süsüdür" dedi.

 

Yine İbn Mes'ud: "Şiir söyler gibi Kur'an okumayın, çürük hurma atar gibi dağıtmayın. O'nun incelikleri üzerinde durun, kalbinizi onunla harekete geçirin." [44]

 

Bu konuda İbn Abbas'tan da şöyle bir rivâyet nakledilmektedir: İbn Abbas'a Ebû Hamze: "Ben süratli Kur'an okuyan bir kimseyim. Çoğu zaman bir gecede Kur'an'ı bir veya iki defa okurum" deyince, İbn Abbas: "Benim ağır ağır bir sure okumam, bana senin bu yaptığından daha güzel geliyor. Eğer sen bu işi yapacaksan, kulakların duyacağı ve kalbin anlayacağı bir kıraatle oku" demiştir. [45]

 

Süratli okuyup, çok okumanın daha fazîletli olduğunu söyleyenler de kim ne kadar fazla Kur'an okursa, o kadar çok sevap kazanacağını belirten hadisi [46] hareket noktası yapmışlardır. Üçüncü bir görüş daha vardır ki, o da konuyu insanın tabiat ve alışkanlığı ile değerlendirenlerin görüşüdür. Yani Kur'an'ın kıraatini sür'atli veya ağır şekilde okumaya alışmış olan kimseler, alıştıkları şekilde okumalarıdır. [47]

 

Kur'an-ı Kerîm'de "r-t-l" kökü dört defa ve hepsi de "tef'l" ölçüsünde geçmektedir. İkisi Furkan suresi, 4. ayetinde "ve rattili'l-Kur'âne tertîlen" şekillerinde geçmektedir.

 

Furkan, 32. de, inkâr edenlerin Hz. Peygamber'e, Tevrat ve İncil'de olduğu gibi, Kur'an-ı Kerîm'in de parça parça değil de, hepsinin birden indirilmesi gerektiği yolundaki sözlerini anlatan ayetin devamında:

 

وَقَالَ الَّذينَ كَفَرُوا لَوْلَا نُزِّلَ عَلَيْهِ الْقُرْانُ جُمْلَةً وَاحِدَةً كَذلِكَ لِنُثَبِّتَ بِه فُؤَادَكَ وَرَتَّلْنَاهُ تَرْتيلًا

 

“İnkâr edenler: Kur'an ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi? dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık (parça parça indirdik) ve onu tane tane (ayırarak) okuduk”[48] ifâdesinde, Kur'an'ın parça parça indirilmesinin sebep ve hikmetleri anlatılmakta, Müzzemmil, 4.'de de, daha önce açıkladığımız gibi, Kur'an'ın tertîl ile; açık açık, tane tane okunması istenmektedir.[49]

 

Bu Kur'an ifâdelerinden anlaşıldığına göre, "tertîl" kavramı hem Kur'an'ı kalbe iyice yerleştirmek amacıyla bölümlere ayırmak, açıklamak [50] hem de onun manasını düşünmek, anlamak ve yaşamak amacına yönelik olarak ağır ağır, dura dura okumak anlamlarını ifâde etmektedir. [51]

 
C)Kur’an-ı Kerim’in Tedvini: Tedvin: Düzene sokmak, kitap yazmak, kaydetmek, defterleri bir araya getirmek. Bir terim olarak tedvîn; bir ilim dalının dağınık haldeki konularını tasnif ederek düzene sokmak, bunları belli bab ve kitaplar halinde birleştirmek demektir.

 

Hz. Peygamber hayatta iken Kur'an-ı Kerim'in tamamı hurma dalı, kemik, taş vb. şeylerin üzerine yazılmış ve bir çok sahabe tarafından ezberlenmiştir. Ramazan ayında Cebrail (as) Hz. Peygamber'e her gece gelir o da, kendisine o zamana kadar indirilmiş olan Kur'an ayetlerini arz ederdi.

 

Arz metodu, önce Cebrail (as)'ın okuması, sonra Cebrail'in okuduğunu Hz. Peygamber'in okuması şeklinde cereyan ediyordu. Resulullah (as)'ın hayatının son yılında Kur'an tamamlandıktan sonra iki defa Cebrail'e arzedildi. Ve Hz. Peygamber Kur'an'ın son şeklini aldığını bu arza göre onu bir de müminlere okudu. Sahabeden bir çokları Kur'ân'ı bu tertibe göre ezberledi.

 

Hz. Ebû Bekir (ö. 13/634) devrinde yalancı peygamber Müseylemetü'l Kezzâb'ın adamlarıyla Yemâme savaşından beş yüz kadar hafız sahabenin topluca şehit edilmesi, başta Hz. Ömer olmak üzere bazı sahabeleri Kur'an'ın yok olması endişesine sevketti. Çünkü Kur'an tedvîn edilerek henüz Mushaf haline getirilmemişti.

 

Ebû Bekir (r.a) Zeyd. b. Sabit (ö. 45/665) başkanlığındaki bir komisyona, sahabenin elindeki yazılı metinleri toplama, kontrol etme ve tedvîn etme görevini verdi. Toplama işi tamamlandıktan sonra bu sahifeler Hz. Ebû Bekir'in, onun vefatından sonra Hz. Ömer'in ve daha sonra da Hz. Ömer'in vasiyeti üzerine kızı Hafsa'nın (ö. 41/244) yanında kaldı.

 

Hz. Osman devrinde Kur'an nüshalarını tek bir Mushafta toplama zarureti ortaya çıktı. Çünkü Iraklılar ile Şamlılar, Ermenistan ve Azerbaycan'ın fethi için bir araya gelince Şamlılar Ubey b. Ka'b'ın kıraatine, Iraklılar ise Abdullah b. Mes'ud ve Ebû Mûsâ el-Eş'arî'nin kıraatine göre okuyorlardı. Okuyuşlar arasında harflerin mahreç ve sıfatları; kıraat şekilleri bakımından farklılıklar vardı. Taraflar bir diğerinin okuyuşunu havalı sayıyordu.

 

Huzeyfe b. el-Yemân Medine'ye dönünce Halîfe Hz. Osman (r.a)'a durumu ve bu konudaki endişelerini bildirdi. Hz. Osman sahabe ile istişare ederek Kur'ân'ın istinsah yani, Mushaflar halinde yazılıp çoğaltma işini en sağlam hafızlardan ve sahabenin ileri gelenlerinden dört kişiye verdi. Bunlar Zeyd b. Sabit ile üç Kureyş'li, yani Abdullah b. ez-Zübeyr, Saîd b. el-Âs, Abdurrahman b. el-Hâris b. Hişam'dan ibaret bir ihtisas komisyonu idi.

 

Komisyon Hz. Hafsa'daki ana nüshayı örnek olarak aldı, bir kaç nüsha çoğaltılarak İslâm şehirlerine gönderildi. Böylece lehçe farklılıklarının da önemli ölçüde düzeltildiği tedvîn, vahiy bakımından tamamlanmış oldu.[52]

 

 

 

2-Kur’an-ı Kerim’in Muhtevası

 

 

Kur'an yirmi üç yılda parça parça indirilmiştir. On üç yıl kadar süren Mekke döneminde inen âyet ve sûreler daha çok İslâm inanç ve ahlâkı ile ilgili konuları kapsar. Allah'ın birliğine, meleklere, peygambere, kitaplara ve âhiret gününe iman gibi. Hz. Âdem (a.s)'den beri gelen tevhid inancı işlenir. Allah'a ortak koşma ile mücadele edilir ve geçmiş milletlerden ibretli kıssalar anlatılır. Bu arada tevhid inancından ayrılmış olan atalarının bu yanılgısı şöyle ifade edilir:

 

وَاِذَا قيلَ لَهُمُ اتَّبِعُوا مَا اَنْزَلَ اللّهُ قَالُوا بَلْ نَتَّبِعُ مَا اَلْفَيْنَا عَلَيْهِ ابَاءَنَا اَوَلَوْ كَانَ ابَاؤُهُمْ لَايَعْقِلُونَ شَيًْا وَلَا يَهْتَدُونَ

 

“Onlara; Allah'ın indirdiğine uyun, denilince, hayır biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız, derler. Ya ataları bir şeye aklı ermeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler?"[53]

 

Cenab-ı Hak, Kur'ân-ı Kerîm'in, Hz. Âdem'den sonra peygamber olan Hz. Nuh'tan itibaren devam eden vahiy zincirinin devamı olduğunu da açıklar:

 

اِنَّا اَوْحَيْنَا اِلَيْكَ كَمَا اَوْحَيْنَا اِلى نُوحٍ وَالنَّبِيّنَ مِنْ بَعْدِه وَاَوْحَيْنَا اِلى اِبْرهيمَ وَاِسْمعيلَ وَاِسْحقَ وَيَعْقُوبَ وَالْاَسْبَاطِ وَعيسى وَاَيُّوبَ وَيُونُسَ وَهرُونَ وَسُلَيْمنَ وَاتَيْنَا دَاوُدَ زَبُورًا

 

"Şüphesiz biz, Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, torunlarına, İsa'ya, Eyyûb'a, Yunus'a, Hârun'a ve Süleyman'a da vahyettik. Dâvud'a Zebûr'u verdik."[54]

 

Medine'de inen âyet ve sûrelerde daha çok hukuk kuralları yer almıştır. Aile ve devletin tanzimi, insanların birbiriyle veya devletle olan ilişkileri, akitler, sulh ve savaş halleri bu âyetlerde açıklanır. Çünkü M.622 tarihinden itibaren artık Medine'de bu hükümleri uygulamak için yeterli güce sahip bir İslâm Devleti teşekkül etmişti. Bu Devletin basında da Allah'ın elçisi Hz Muhammed bulunuyordu.

 

Allah-ü Teala hafifinden ağırına doğru bir yol izleyerek hükümler gönderiyor, Resûlüllah ve ashabı bunları geciktirmeksizin uyguluyordu. Kur'an dilini bilmeleri, namazlarda, mescid içinde ve dışında okunan sûre ve ayetleri anlamalarını kolaylaştırıyordu. Bu devrin özelliği; iyi ve yararlı olanı almak, kötü ve zararlı olanı kaldırmak şeklinde özetlenebilir. Yükümlülükler birden gelmemiş, gelenler de giderek tamamlanmıştır.

 

Mesela: namaz, sabah ve akşam iki vakit iken, sonra beş vakit olmuştur. İçki önceleri yasaklanmamış, sadece zararlı olduğu belirtilmiş, sonra sarhoş iken namaza yaklaşılması yasaklanmış, en sonunda da kesin olarak haram kılınmıştır. [55]

 

Kur'an-ı Kerim'de yer alan hükümler insanların gücü yeteceği ölçüdedir. Ayette şöyle buyurulur:

 

 b è Û b6 è È¤¢ë ü¡a b¦¤1 ã ¢é¨£ÜÛa ¢Ñ¡£Ü Ø¢í ü

 

“Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez."[56]

 

Hükümlerde başka bir özellik de kolaylık prensibidir. Hz. Peygamber ayetlerde belirtilmeyen hususlarda ağır hükümler konulmasından çekinir, çeşitli konularda çok soru soran sahabelere:

"Ben sizi kendi halinize bıraktığım sürece, siz de beni kendi halime bırakın" [57] buyururdu.

 

Nitekim hac ibadeti farz kılınınca;[58] Resûlüllah (a.s) bunu tebliğ etmiş ve ashab-ı kirama hac yapmalarını bildirmiştir.

 

 وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]خَطَبَنَا رسول اللّه  فَقَالَ: يَا أيُّهَا النَّاسُ قَدْ فُرِضَ عَلَيْكُمْ الحجُّ فحُجُّوا. فقَالَ رَجُلٌ: أفِى كُلِّ عَامٍ يَا رسولَ اللّهِ؟ فسكَتَ حَتَّى قَالَهَا ثَثاً. ثُمَّ قالَ: ذَرُونِى مَا تَرَكْتُكُمْ. لَوْ قُلْتُ نَعَمْ لَوَجَبَتْ وَلَما اسْتَطَعْتُمْ. إنَّمَا أهْلَكَ مَنْ كانَ قَبْلَكُمْ كَثْرَةُ سُؤالِهِمْ وَاخْتَِفُهُمْ عَلى أنْبِيَائِهِمْ، فإذَا أمَرْتُكُمْ بِأمْرٍ فأتُوا مِنْهُ مَا اسْتَطَعْتُمْ وَإذَا نَهَيْتُكُمْ عَنْ شَئٍ فاجْتَنِبُوهُ .

 

-Ebu Hüreyre hazretleri (radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir gün Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize şöyle hitab etti:"Ey insanlar, size hacc farz kılınmıştır. Şu halde haccı edâ edin!"Cemaatte bulunan bir adam:"Her sene mi, Ey Allah'ın Resûlü?" diye sordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) cevap vermedi. Adam sorusunu üç kere tekrar etti. Bunun üzerine:"Ben sizi bıraktıkça siz de beni bırakın. (Madem ki sükût ettim,  niye sormada ısrar ediyorsunuz?) Şayet (sorunuza) "Evet!" deseydim, her yıl haccetmek vacib oluverirdi ve buna güç yetiremezdiniz. Şunu bilin ki,  sizden öncekileri helak eden şey, çok sual sormaları ve peygamberleri hakkında ihtilâflarıdır. Size bir iş emrettiğim zaman, bunu gücünüz yettiğince îfa edin, bir yasaklamada bulunduğum vakit de ondan kaçının (bu emir ve yasakla ilgili olarak aklınıza gelen her şeyi sormaya kalkmayın!)" [59]

 

Kur'an'ın parça parça inişi uygulamayı kolaylaştırıyordu. Diğer yandan, bu sayede, gelen ayetler ezberlenip, ünsiyet meydana geliyor, kalplere yerleştiriyordu. Müşrikler Kur'an'ın bir defada inmesi gerektiğini söyleyerek tenkid yönetilince, kendilerine yüce Allah şöyle cevap verdi:

 

وَقَالَ الَّذينَ كَفَرُوا لَوْلَا نُزِّلَ عَلَيْهِ الْقُرْانُ جُمْلَةً وَاحِدَةً كَذلِكَ لِنُثَبِّتَ بِه فُؤَادَكَ وَرَتَّلْنَاهُ تَرْتيلًا

 

“İnkar edenler; Kur'an ona bir defada indirilmeliydi, derler. Halbuki biz onu böylece senin kalbine yerleştirmek için azar azar indirir ve onu ağır ağır okuruz."[60]

 

Ayetlerin olaylar üzerine inişi, tam ihtiyaç sırasında gelişi, toplumda gerekli etkiyi göstermesine yardımcı olmuştur. Bu yüzden, ayetlerin iniş sebepleri (esbab-ü nüzul). Kur'an tefsirlerinde önemli bi alt yapı oluşturmuştur.

 

Kur'an-ı Kerim'i gerek Mekke ve gerekse Medine döneminde Hz. Peygamberden bir vahiy katipleri grubu yazmış ve bu yazılanları sahabeden yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluk ezberlemiş, böylece her devirde yalanda birleşmesi düşünülmeyen topluluklar birbirlerinden naklederek, hiçbir tahrif ve değişikliğe uğratılmadan, ilave ve eksiklik yapılmadan mushaflara yazılı ve hafızalarda kayıtlı olarak bize kadar ulaşmıştır.

 

Tevatür yoluyla nakil, nakledilenin doğruluğu konusunda İslam bilginleri arasında hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Bu prensip gereğince Hz. Ebu Bekir'in halifeliği sırasında Kur'an toplanırken tevatür derecesini bulmayan Abdullah b. Mesud'un kendisinin daha iyi anlaması için açıklayıcı olarak koyduğu bazı ifadeler komisyonca metne eklenmemiştir. Bunlardan birisi de yemin ile ilgili:

 

 6§âb £í a ¡ò r¨Ü q ¢âb î¡– Ï ¤†¡v í ¤á Û ¤å à Ï  

 

“Bunları yapma imkânını bulamayan kimsenin üç gün oruç tutması gerekir"[61] âyetinin devamında "mütetâbiat (peşpeşe)" ilavesidir. Yine Abdullah b. Mes'ud'un annelerin nafakası ile ilgili mirasçı hakkında: “zir-rahimil-mahrem” (evlenilmesi yasak olan yakın hısımlardan olan) şeklinde ilâve taşıyan kıraati de Kur'an'dan sayılmaz. [62]

 

Tevâtür derecesine ulaşamayan bu gibi kıraatlerin hukukçular için delil olarak kullanılıp kullanılamayacağı konusunda görüş ayrılığı vardır. Hanefilere göre, bu kıraat şekillerini nakleden sahabe bunu ya Hz. Peygamber' den işitmiştir veya kendi görüşü ve ictihadı olarak ifade etmiştir. Bunun, en azından Allah'ın kitabını tefsir için vârid olmuş bir sünnet olduğu açıktır. Sünnetin hüküm kaynağı olduğunda ise şüphe yoktur.

 

İşte bunun bir sonucu olarak Hanefîler yemin keffâreti olarak tutulacak orucun peş peşe üç gün tutulmasını gerekli görürler Şafii, Maliki ve Hanbelilere göre ise, mütevatir olmayan Kıraatler ne Kur'ân ve ne de sünnet sayılmaz ve hüküm çıkarmada delil olarak da kullanılamaz. [63]

 

Kur'ân-ı Kerîm bir benzeri yazılamayan, en üstün edebiyat ve üslûp özelliklerine sahiptir. Âyetlerde bu özellik şöyle dile getirilir:

 

وَاِنْ كُنْتُمْ فى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلى عَبْدِنَا فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِه وَادْعُوا شُهَدَاءَ كُمْ مِنْ دُونِ اللّهِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقينَ

 

“Eğer kulumuz Muhammed'e indirdiğiniz Kur'an'dan şüphe ediyorsanız siz de bunların benzeri bir sûre getirin. Bu konuda Allah'tan başka şahidlerinizden de yardım isteyin. Eğer doğru söyleyenlerden iseniz, bunu yapın."[64]

 

اَمْ يَقُولُونَ افْتَريهُ قُلْ فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِثْلِه وَادْعُوا مَنِ اسْتَطَعْتُمْ مِنْ دُونِ اللّهِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقينَ

 

“Yoksa onu (peygamber) kendiliğinden uydurdu mu diyorlar?" De ki: "Öyleyse, eğer iddianızda doğru iseniz siz de onun benzeri bir sûre meydana getirin. Bu konuda Allah'tan başka gücünüzün yettiği kim varsa onları da yardıma çağırın."[65]

 

Kur'an yalnız Araplar için değil, yeryüzündeki tüm insanları doğru yola iletmek için gelmiştir. Onun öğretileri cihanşümüldür. Âyette şöyle buyurulur:

 

  åî©à Ûb È¤Ü¡Û ¦ò à¤y ‰ ü¡a  Úb ä¤Ü ¤‰ a ¬b ß ë

 

"Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik."[66]

 

Bu özelliği Kur'an'ın i'caz yönlerinin de evrensel olmasını gerektirir. Kur'an'ın insan gücü üstündeki bazı özellikleri şunlardır:

 

1. Belâgat: Kur'an'ın üslûp ve ifade üstünlüğü essiz ve orijinaldir. Kur'an kelimelerinin üstün akıcılığının arap dilinde bir benzeri yoktur. Bazen bu edebî üslûp, insanın tüylerini ürpertecek güçtedir. Buna aşağıdaki âyetler örnek verilebilir:

 

يَا اَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْ اِنَّ زَلْزَلَةَ السَّاعَةِ شَىْءٌ عَظيمٌ () يَوْمَ تَرَوْنَهَا تَذْهَلُ كُلُّ مُرْضِعَةٍ عَمَّا اَرْضَعَتْ وَتَضَعُ كُلُّ ذَاتِ حَمْلٍ حَمْلَهَا وَتَرَى النَّاسَ سُكَارى وَمَا هُمْ بِسُكَارى وَلكِنَّ عَذَابَ اللّهِ شَديدٌ

 

“Ey insanlar! Rabbinizden sakının. Doğrusu kıyamet saatinin sarsıntısı büyük bir şeydir. Kıyameti gören her emzikli kadın emzirdiği yavrusunu unutur, her hâmile kadın çocuğunu düşürür. İnsanları sarhoş gibi görürsün, halbuki onlar sarhoş değildirler; fakat Allah'ın azabı çok çetindir."[67]

 

2. Kur'an'ın geçmiş çağlara ait olayları haber verişi: Kur'an; Hz. Nuh, Lut, İbrahim peygamberlere, Ad ve Semûd kavimlerine ait haberleri anlatmaktadır. Yine Hz. Musa ve Fir'avn arasında geçen olayları, Hz. Meryem'i, Hz. İsa ve doğumu gibi haberleri gerçeğe uygun biçimde vermektedir.

 

Bunlar, diğer semavi dinlerin kutsal kitaplarındaki bozulmamış olan bilgilere de uymaktadır. Bütün bunlar ümmi olan, okuma ve yazma bilmeyen bir peygamber olan Hz. Muhammed'in diliyle haber verilmektedir. Bu durum, bu bilgilerin ilahi vahiy ürünü olmasını gerektirir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu konuda şöyle buyurulur:

 

وَمَا كُنْتَ تَتْلُوا مِنْ قَبْلِه مِنْ كِتَابٍ وَلَا تَخُطُّهُ بِيَمينِكَ اِذًا لَارْتَابَ الْمُبْطِلُونَ

 

“Sen daha önce bir kitaptan okumuş ve onu sağ elinle de yazmış değildin. Öyle olsaydı, bâtıl söze uyanlar şüpheye düşerlerdi.”[68]

 

3. Kur'ân'ın gelecek olayları haber verişi: Kur'an'da haber verilen, geleceğe ait bir takım olaylar zamanı gelince meydana gelmiştir. Şu olayları örnek verebiliriz:

 

İslâm'ın ortaya çıkışı sırasında Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans) ile İran dünyanın güçlü iki ülkesi idiler. Anadolu, Suriye, Filistin, Mısır ve Irak'ın bir bölümü Bizans'a bağlı idi. M.613 tarihlerinde bu iki komşu ülke, amansız bir savaşa girişti. İran galip gelerek Irak, Suriye, Filistin ve Mısır'ı ele geçirmiş, Anadolu'yu da istilâ ederek İstanbul Boğaziçi sahillerine kadar ilerlemişti.

 

Bu haber Mekke'ye ulaşınca müşrikler sevinmiş, İranlıların Bizans'ı yenip perişan ettiği gibi, kendilerinin Müslümanları yeneceklerini söylemişlerdi. Bizanslılar Hıristiyan ve ehl-i kitap, İranlılar ise putperest idiler. Bu yüzden Mekke müşrikleri İranlıları kendilerine yakın görüyor ve onların zafer kazanmasından dolayı seviniyorlardı. İşte bu arada Kur'an-ı Kerim'in şu âyetleri indi:

 

الم () غُلِبَتِ الرُّومُ () فى اَدْنَى الْاَرْضِ وَهُمْ مِنْ بَعْدِ غَلَبِهِمْ سَيَغْلِبُونَ () فى بِضْعِ سِنينَ لِلّهِ الْاَمْرُ مِنْ قَبْلُ وَمِنْ بَعْدُ وَيَوْمَئِذٍ يَفْرَحُ الْمُؤْمِنُونَ () بِنَصْرِ اللّهِ يَنْصُرُ مَنْ يَشَاءُ وَهُوَ الْعَزيزُ الرَّحيمُ

 

"Elif.Lâm.Mîm. Bizanslılar en yakın bir yerde yenildiler. Onlar bu yenilgilerinden sonra yakın bir zamanda (üç ilâ dokuz yıl arasında) galip geleceklerdir. İş, eninde sonunda Allah'a aittir. İşte o gün mü'minler Allah'ın yardımı ile sevineceklerdir. Allah dilediğine yardım eder. O güçlüdür, esirgeyicidir."[69]

 

Hz. Ebû Bekir, üç yıl süre belirleyip, Bizanslıların bu süre içinde çıkacak savaşta galip geleceklerini söyleyerek müşriklerden Ubey b. Halef'le bahse girdi. Bunu haber alan Rasûlüllah (a.s), âyetteki "bıd"' kelimesi üç ilâ dokuz arası sayıları ifade ettiği için süreyi dokuz yıla çıkarmasını bildirdi. Kaybedenin vereceği deve sayısı da yüz'e çıkarıldı. Gerçekten "Bedir" gününde, Bizanslılar İran'ı yendi ve Hz. Ebû Bekir Ubey'in varislerinden bu develeri alarak, Rasûlüllah'ın tavsiyesi üzerine yoksullara tasadduk etti. [70]

 

Yine Kur'ân-ı Kerîm'de Müslümanlara Mescid-i Haram'a girecekleri va'dedilmiş ve şöyle buyurulmuştu:

 

لَقَدْ صَدَقَ اللّهُ رَسُولَهُ الرُّءْيَا بِالْحَقِّ لَتَدْخُلُنَّ الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ اِنْ شَاءَ اللّهُ امِنينَ مُحَلِّقينَ رُؤُسَكُمْ وَمُقَصِّرينَ لَا تَخَافُونَ فَعَلِمَ مَا لَمْ تَعْلَمُوا فَجَعَلَ مِنْ دُونِ ذلِكَ فَتْحًا قَريبًا

 

“Şüphesiz, Allah, Peygamberinin rüyasının gerçek olduğunu tasdik etmiştir. Allah dilerse siz, güven içinde, başlarınızı tıraş etmiş veya saçlarınızı kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram'a gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bilir. Bundan başka size, yakın zamanda bir zafer verecektir."[71]

 

Mekke fethi ve arkasından yapılan veda haccı ile bu müjde de çok geçmeden gerçekleşmiştir. Bunun gibi haber verildiği üzere çıkan pek çok olaylar vardır.[72]

 

4. Kur'an bir çok bilimsel gerçekleri içine almıştır: Kur'an'ın açıkladığı öyle bilimsel gerçekler vardır ki, okuma-yazma bilmeyen ümmî bir kimsenin bunları kendiliğinden söylemesi mümkün değildir. Meselâ; insanın yaratılışı Kur'an'da şöyle anlatılır:

 

وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ مِنْ سُلَالَةٍ مِنْ طينٍ () ثُمَّ جَعَلْنَاهُ نُطْفَةً فى قَرَارٍ مَكينٍ () ثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً فَخَلَقْنَا الْعَلَقَةَ مُضْغَةً فَخَلَقْنَا الْمُضْغَةَ عِظَامًا فَكَسَوْنَا الْعِظَامَ لَحْمًا ثُمَّ اَنْشَاْنَاهُ خَلْقًا اخَرَ فَتَبَارَكَ اللّهُ اَحْسَنُ الْخَالِقينَ () ثُمَّ اِنَّكُمْ بَعْدَ ذلِكَ لَمَيِّتُونَ () ثُمَّ اِنَّكُمْ يَوْمَ الْقِيمَةِ تُبْعَثُونَ  

 

“Yemin olsun ki, Biz insanı özlü balçıktan yarattık. Sonra onu bir nutfe halinde sağlam bir yere yerleştirdik. Sonra o nutfeyi donmuş bir kana çevirdik. Sonra o kanı bir parça et yaptık ve bu etten kemikler yarattık, bu kemikleri de etle örttük. Daha sonra onu, bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli olan Allah ne yücedir. Bütün bunlardan sonra siz öleceksiniz. Sonra da kıyamet günü yeniden diriltileceksiniz."[73]

 

Yer, gök ve canlıların yaratılışı hakkında da şöyle buyurulur:

 

اَوَ لَمْ يَرَ الَّذينَ كَفَرُوا اَنَّ السَّموَاتِ وَالْاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَاءِ كُلَّ شَىْءٍ حَىٍّ اَفَلَا يُؤْمِنُونَ

 

“İnkâr edenler, göklerle yer bitişik bir halde iken bizim, onları birbirinden kopardığımızı ve her canlı şeyi sudan yarattığımızı görüp düşünmediler mi? Yine de inanmazlar mı?”[74]

 

Kur'an'da bunlara benzer yaratılış ve evrenle ilgili pek çok âyetler vardır. Bunları, kitap okumasını bilmeyen ve yanında hiçbir ilmî eser bulunmayan Hz. Muhammed'in başkalarından öğrenip söylemesi mümkün değildir. Diğer yandan Hz. Muhammed gençliğinde ticaret amacıyla, biri on iki, diğeri yirmi beş yaşlarında olmak üzere sadece iki defa kısa süreli Mekke dışına çıkmış ve Suriye'ye kadar gidip gelmiştir.

 

Kur'an'da haber verilen bu gerçekleri bugün pozitif bilimler de aynen doğrulamaktadır. Astronomi, fizik, kimya ve biyoloji gibi bilimler bunlar arasında sayılabilir. Allah'ın yarattığı maddeyi ve tabiat olaylarını açıklamaya çalışan bu bilimlerle vahiy ve sünnet ürünü olan ilahiyat bilimlerinin çatışması düşünülemez. Çünkü yüce yaratıcı bu gibi çelişkilere düşmekten uzaktır.

 

Çelişki gibi algılanan noktalar varsa, ya delîlin kendisi tartışmalıdır, ya da anlaşılmasında kapalılık veya yanılgı söz konusudur. Nitekim, önceki asırlarda ne kastettiği tam anlaşılamayan bazı âyet ve hadislerin bilim ve tekniğin, astronomi ve tıp ilimlerinin ilerlemesi sonucunda daha güzel anlaşılıp tefsir edilebildiği bilinmektedir. Güneşin kendi ekseni etrafında dönmesi ve sistemiyle birlikte evrendeki hareketini sürdürmesi,[75] gök cisimleri arasındaki çekme ve itme gücü,[76] rüzgârın bitkileri aşılayıcı fonksiyonu[77] bunlar arasında sayılabilir.

 

Kur'an'da yer alan amelî hükümlerin ana noktaları açıklanmış, uygulama ve ayrıntı sünnete bırakılmıştır. Çünkü Allah'ın ve elçisinin koyduğu hükümler birbirinin tamamlayıcısıdır. Yüce Allah; "Peygamber'e itaat eden Allah'a itaat etmiş olur"[78]  buyurur.

 

Kur'an-ı Kerim'in içine aldığı hükümler; ibadetler, muâmeleler ve cezâ olmak üzere genel olarak üçe ayrılır.

 

1. İbadetler:

Kur'an'da ibadetler icmalî olarak emredilmiştir. Namaz, oruç, hac, zekât ve diğer sadakalar bunlar arasında sayılabilir. Otuzdan fazla âyette namaz emredilmiş, ancak onun vakitleri, rükün ve şartları hadislerle belirlenmiştir. Allah elçisi;

 

Pa좣ܠ•  ë P¤á¢çì¢à¡£Ü Ç  ë ¤á¡èî¡Ï aì¢ãì¢Ø Ï

 

"Ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle kılın." [79]

 

Haccın esasları da Hz. Peygamber tarafından açıklanmıştır: "Hac ile ilgili ibadetlerinizi benden alınız." [80] Zekâtı da Allah elçisi bizzat uygulamış ve zekât memurlarına uygulama şartlarını açıklamıştır.

 

Keffâretler de temelde ibadet niteliğindedir. Çünkü bir kısım günahların affı bunlarla sağlanmaktadır. Kur'an'da yer alan keffâretler üç tanedir. Yemin kefâreti,[81] bir mü'mini yanlışlıkla öldürme keffâreti[82] ve zıhar kefâreti.[83]

 

2. Muâmeleler:

Evlenme, boşanma, nafaka, velâyet, mâlî, iktisâdî konular, akitler, savaş ve barış gibi ferdin fertle, ferdin devletle veya devletlerin birbiriyle olan birtakım ilişkileri bu bölümde yer alır.

 

Kur'ân-ı kerim mâlî konularda haksız kazancı yasaklamış ve akitlerde karşılıklı rıza esasını getirmiştir. Allâhü Teâlâ şöyle buyurur:

 

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا لَا تَاْكُلُوا اَمْوَالَكُمْ بَيْنَكُمْ بِالْبَاطِلِ اِلَّا اَنْ تَكُونَ تِجَارَةً عَنْ تَرَاضٍ مِنْكُمْ وَلَا تَقْتُلُوا اَنْفُسَكُمْ اِنَّ اللّهَ كَانَ بِكُمْ رَحيمًا

 

 “Ey iman edenler! Malı aranızda haksızlıkla değil, karşılıklı rızaya dayanan ticaretle yeyin, haram ile kendinizi mahvetmeyin."[84]

 

Diğer yandan ticarî yatırımlarda kârın meşrû oluşu "risk" esasına bağlanmıştır. İslâm, riske katılmaksızın sermaye için alınacak miktarı önceden belirlenmiş fazlalığa "faiz" adını vermiş ve bunu yasaklamıştır.[85] Nakit tasarrufunu başkasına veren kimse, bunu karz-ı hasen yoluyla vermiştir.

 

Bu takdirde rizikoya katılmaz, sadece verdiği cins paradan, verdiği kadarını alma hakkı doğar. Ya da gelir elde etme amacıyla vermiştir. Bu da İslâm'da riske katılma yoluyla olabilir Mufavaza, inan veya mudârabe yöntemlerinden birisiyle vermesi gerekir ki her birinde sermaye zarar riskine girer ve kârdan, serbest sözleşmeyle belirlenecek yüzde kadar pay alır.

 

Aile hukuku ile ilgili hükümler de Kur'ân da genişçe yer alır. Karşılıklı haklar yanında, aile fertlerinin birbirlerine karşı tavır ve davranışları da açıklanır. Ölümden sonrası için miras hükümleri belirlenir.

 

İdare edenlerle idare edilenler arasındaki ilişkilerde adâlet, şûrâ, yardımlaşma ve koruma ilkeleri gözetir.

 

a. Adalet bütün hakların ve mülkün temelidir: Kur'an'da şöyle buyurulur:

 

اِنَّ اللّهَ يَاْمُرُكُمْ اَنْ تُؤَدُّوا الْاَمَانَاتِ اِلى اَهْلِهَا وَاِذَا حَكَمْتُمْ بَيْنَ النَّاسِ اَنْ تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِ اِنَّ اللّهَ نِعِمَّا يَعِظُكُمْ بِه اِنَّ اللّهَ كَانَ سَميعًا بَصِيرًا

 

“Allah size, mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor! Şüphesiz Allah her şeyi işitici, her şeyi görücüdür.” [86]

 

Şu âyet de adaletin önemini belirtmektedir:

 

اِنَّ اللّهَ يَاْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالْاِحْسَانِ وَايتَائِ ذِىالْقُرْبى وَيَنْهى عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ وَالْبَغْىِ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ

 

"Şüphesiz, Allah adaleti, iyilik yapmayı ve hısımlara yardım etmeyi emreder. Taşkın kötülüklerden, meşrû olmayan şeylerden, zulüm ve zorbalıktan nehyeder."[87]

 

Kur'an adaleti, idare edenlerle idare edilenler, devlet başkanı ile tebea ve bütün halkın birbirine adaletli davranması esasına dayanır. İnsanlar arasında ırk, renk, dil, zenginlik ve yoksulluk ayırımı yapılmaz. Zimmet ehli olan ehl-i kitabın hakları korunur.

 

b. Şûrâ: Kur'an-ı Kerîm şûrâyı (istişare) emretmiş ve şöyle buyurmuştur:

 

فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللّهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَليظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِى الْاَمْرِ فَاِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ اِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلينَ

 

“O vakit Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için dua et; iş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever."[88]

 

b ä¤Ó ‹ ‰ b £à¡ß ë :¤á¢è ä¤î 2 ô¨‰ì¢( ¤á¢ç¢Š¤ß a ë : ñì¨Ü £–Ûa aì¢ßb Ó a ë ¤á¡è¡£2 Š¡Û aì¢2b v n¤a  åí©ˆ £Ûa ë

 7 æì¢Ô¡1¤ä¢í ¤á¢ç

 

“Yine onlar, Rablerinin davetine icabet ederler ve namazı kılarlar. Onların işleri, aralarında danışma iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da harcarlar.”[89]

 

Bu ikinci âyet, İslâm yönetiminin müslümanlar arasında şûrâ esasına dayandığını ifade etmektedir. Diğer yanda âyet, herkesle tek tek istişare imkânı bulunmadığı için, yönetimde bir istişare heyetinin işbaşına getirilmesi görevini İslâm toplumuna yüklemektedir.

 

Nass'ın işaretinden bu anlam ve sonuç ortaya çıkmaktadır.[90] Burada şûrâ şekil ve unsurlarının kapalı bırakılması, bu prensibe, ileriki çağların getireceği yeni durumlara ve sosyal yapılara göre esneklik kazandırmak için olsa gerekir.

 

c. Yardımlaşma: Yönetimle toplum ve bütün mü'minler birbiriyle yardımlaşma ve dayanışma içinde bulunmalıdır. Kur'an'da şöyle buyurulur:

 

 = åî©Ô £n¢à¤Ü¡Û ô¦†¢ç 8¡éî©Ï 8 k¤í ‰ü ¢lb n¡Ø¤Ûa  Ù¡Û¨‡

 

“O kitap (Kur'an); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir.”[91]

 

d. Koruma: Toplumun, mal, can, ırz ve namusunu korumak gerekir. Bunlar da ceza hukukunu uygulamak ve zayıfı güçlüye ezdirmemek yoluyla gerçekleşir.

 

Sonuç olarak Kur'an-ı Kerîm, fert ve toplum yararı için gerekli özlü prensipler getirmiş, fert ve topluma zarar verebilecek şeyleri yasaklamıştır. Kur'ân'ın okunması, dinlenmesi, açıklanması, üzerinde düşünülmesi ve içindeki prensiplerin uygulanması birer ibadettir.

 

Sözünü, iş ve mesleğini ona göre düzenlemek manevî huzur ve mutluluk kaynağıdır. Ona tutunan en sağlam kulpa yapışmış, hidâyet yolunu bulmuş olur. Ancak Kur'an'ın iniş amacı, yalnız okunup sevap kazanılması ve saygı ile duvara asılmasından ibaret değildir. Asıl amaç, anlamına eğilmek ve günlük hayatımızda gücümüz yettiği ölçüde onu uygulamaya ve toplum hayatına hakim kılmaya çalışmaktır.

 

 

 

3-Vahyin Tarifi

 

 

Vahy: Gizli konuşma, işaret etme, emretme, ilham etme, ima etme, fısıldama, mektup yazma, el-çi gönderme, acele etme, seslenme. Yüce Allah'ın vasıtasız olarak veya değişik vasıtalarla emirlerini peygamberlerine bildirmesi anlamında bir Kur'ânî terim.

 

"Vahiy" kelimesinin yukarıdaki anlamlarda kullanıldığına ait Kur'ân-ı Kerîm'de bir çok örnek vardır. Bunlar şöylece sıralanabilir:

 

b¦£î,¡' Ç ë ¦ñ Š¤Ø¢2 aì¢z¡£j  ¤æ a ¤á¡è¤î Û¡a ó¬¨y¤ë b Ï ¡la Š¤z¡à¤Ûa  å¡ß ©é¡ß¤ì Ó ó¨Ü Ç  x Š ‚ Ï

 

"Zekeriyya mihraptan kavminin karşısına çıkıp sabah akşam Rablerini tespih etmelerini vahyetti."[92]

 

Buradaki vahiy kelimesi ima etmek, işaret etmek anlamında kullanılmıştır;

 

وَكَذلِكَ جَعَلْنَا لِكُلِّ نَبِىٍّ عَدُوًّا شَيَاطينَ الْاِنْسِ وَالْجِنِّ يُوحى بَعْضُهُمْ اِلى بَعْضٍ زُخْرُفَ الْقَوْلِ غُرُورًا وَلَوْ شَاءَ رَبُّكَ مَا فَعَلُوهُ فَذَرْهُمْ وَمَا يَفْتَرُونَ

 

“Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle başbaşa bırak.”[93]

 

Şeytanların birbirlerine vahyetmesi; fısıldama, gizli konuşma anlamlarında kullanılmaktadır;

 

وَلَا تَاْكُلُوا مِمَّا لَمْ يُذْكَرِ اسْمُ اللّهِ عَلَيْهِ وَاِنَّهُ لَفِسْقٌ وَاِنَّ الشَّيَاطينَ لَيُوحُونَ اِلى اَوْلِيَائِهِمْ لِيُجَادِلُوكُمْ وَاِنْ اَطَعْتُمُوهُمْ اِنَّكُمْ لَمُشْرِكُونَ

 

“Üzerine Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan yemeyin. Kuşkusuz bu büyük günahtır. Gerçekten şeytanlar dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara uyarsanız şüphesiz siz de Allah'a ortak koşanlar olursunuz.” [94]

 

Bu ayetteki "vahiy" kelimesi teşvik etme, telkin etme, söyleme, anlamlarında kullanılmıştır:

 

فَقَضيهُنَّ سَبْعَ سَموَاتٍ فى يَوْمَيْنِ وَاَوْحى فى كُلِّ سَمَاءٍ اَمْرَهَا وَزَيَّنَّا السَّمَاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ وَحِفْظًا ذلِكَ تَقْديرُ الْعَزيزِ الْعَليمِ

 

“Böylece onları, iki günde yedi gök olarak yarattı ve her göğe görevini vahyetti. Ve biz, yakın semâyı kandillerle donattık, bozulmaktan da koruduk. İşte bu, azîz, alîm Allah'ın takdiridir.”[95]

 

 6b è Û ó¨y¤ë a  Ù £2 ‰  £æ b¡2

 

“Çünkü Rabbin kendisine vahyetmiştir”[96] âyetlerinde geçen "vahiy" kelimesi de emretmek anlamında kullanılmıştır;

 

وَاِذْ اَوْحَيْتُ اِلَى الْحَوَارِيّنَ اَنْ امِنُوا بى وَبِرَسُولى قَالُوا امَنَّا وَاشْهَدْ بِاَنَّنَا مُسْلِمُونَ

 

“Ey iman edenler! Allah'ın size olan nimetini unutmayın; hani bir topluluk size el uzatmaya yeltenmişti de Allah, onların ellerini sizden çekmişti. Allah'tan korkun ve müminler yalnızca Allah'a güvensinler”[97] âyetinde zikredilen "vahiy" kelimesi ima etme, emretme, manalarını ihya etmektedir.

 

Hz.Musa (a.s)'ın anasına:

 

وَاَوْحَيْنَا اِلى اُمِّ مُوسى اَنْ اَرْضِعيهِ فَاِذَا خِفْتِ عَلَيْهِ فَاَلْقيهِ فِى الْيَمِّ وَلَا تَخَافى وَلَا تَحْزَنى اِنَّا رَادُّوهُ اِلَيْكِ وَجَاعِلُوهُ مِنَ الْمُرْسَلينَ

 

“Onu emzir. Eğer onun için korkarsan onu denize bırakıver, korkma ve mahzun olma. Çünkü biz onu geri vereceğiz ve kendisini peygamber yapacağız" diye vahyetik."[98]

 

Bu âyette geçen "vahiy" kelimesi de ilham ve rüya anlamlarında kullanılmaktadır.

 

Vahyin Geliş Şekilleri

Vahyin geliş şekilleri hakkında Kur'ân-ı Kerîm'de açık bilgiler yoktur. Vahyin geliş şekilleriyle ilgili bilgileri Muhammed (a.s)'ın hadislerinden ve sahabelerin şehadetlerinden öğreniyoruz. Vahyin geliş şekilleriyle ilgili şöyle bir sıralama yapılabilir:

 

1- Vahyin ilk şekli Rasûlûllah (as)'ın uykuda iken gördüğü sadık rüyalardır. Bu rüyalarda "sadık rüya" (Rüya-yı Sadıka) adı da verilmektedir. Peygamber (as)'ın gördüğü bu rüyalar daha sonraları kendisine zahir olurdu. Hz. Aişe, "Peygamber, hiç bir rüya görmezdi ki, sabah aydınlığı gibi apaçık zuhur etmesin" diyerek bu rüyalara ışık tutmaktadır.  [99]

 

2- Rasûlüllah (a.s)'ın uyanık halde iken vahiy meleğinin onun gönlüne vahyi ilka etmesidir. Vahyin bu şekli şu hadis-i şerifte bildirilmektedir: "Ruhu'l-Kudüs kalbime, “Hiç bir nefis rızkını tüketmeden ölmeyecektir' diye üfledi. O halde Allah'tan korkun ve rızkınızı meşru yoldan arayınız." Ruhu'l-Kudüs, Cebrail'dir. Cebrailin göründüğü hakkında bir delil yoktur. Hadisten de, meleğin görünmeden vahyi ilka ettiği anlaşılmaktadır.

 

3- Cebrail, bir delikanlı veya bir insan şekline bürünerek Peygamber (a.s) vahiy getirmiştir. Cebrail'in bu yolla Ashab'tan Dıhye'nin suretine bürünerek vahiy getirdiğini bir çok sahabî nakletmektedir. Vahyin en kolay ve en meşakkatsiz şekli budur.

 

4- Meleğin görünmeden Peygamber (as)'e vahiy getirmesidir. Peygamberimiz çan sesine benzeyen bir ses duyardı. Vahyin en ağır şekli budur. Vahyin bu şekli tehdit ve vaad ihtiva eden âyetlere özgüdür. Bu şekildeki vahyi Rasûlüllah (as) şöyle anlatıyor: "Bazen çıngırak sesine benzeyen bir sesle gelir. Böylesi bana en ağır olanıdır."

 

Böyle bir vahyin geliş anında Peygamber (as) titrer, terler ve rahatsız olurdu. İbn Abbas'tan rivayet edilen bir hadiste Rasûlüllah (as)'ın âyetleri zabtetmekte zorluk çektiği dudaklarını kımıldattığı zikredilmektedir. Cenab-ı Allah, Peygamberine:

 

 75î©j v¤ã ‹ b è¢ua Œ¡ß  æb × b¦¤b × b èî©Ï  æ¤ì Ô¤¢í ë a¦Ší©†¤Ô m b ç뢉 £† Ó §ò £š¡Ï ¤å¡ß  Ší©‰a ì Ó

 5î©j ¤Ü  ó¨£à ¢m b èî©Ï b¦ä¤î Ç

 

“Vahyi çabucak alması için dilini kıpırdatma, onu toplamak ve kıraatını sabit kılmak bize aittir. Öyle ise sana Kur'ân okununca sen onun kıraatına uy"[100] uyarısında bulunmuştur. Bu âyetin nâzil olmasından sonra Rasûlüllah Cebrail'i dinler, onun gidişinden sonra onun gibi okurdu.

 

5- Meleğin asli sûretinde görünerek Allah'ın emrini Peygamber (a.s)'e getirmesi ve okumasıdır. Cebrail, bu şekliyle iki kez vahiy getirmiştir. Birincisi nübüvvetin başlangıcındâ olmuştur. Peygamber (a.s) baygınlık geçirmiştir. İkincisi ise miraç olayının gerçekleşmesinde olmuştur.

 

6- Rasûlüllah (a.s)'ın uyanık halde iken Allah Teâlâ ile konuşmasıdır. böyle bir konuşmada arada hiç bir vasıta yoktur. Namazın farz oluşu bu yolladır. Vahyin bu yoluyla ilgili olarak aşağıdaki âyeti zikredilebilir:

 

 ¢é¨£ÜÛa  á £Ü × ë 6 Ù¤î Ü Ç¤á¢è¤–¢–¤Ô ã ¤á Û 5¢¢‰ ë ¢3¤j Ó ¤å¡ß  Ù¤î Ü Ç ¤á¢çb ä¤– – Ó ¤† Ó 5¢¢‰ ë

b7¦àî©Ü¤Ø mó¨ì¢ß

 

“Bir kısım peygamberleri sana daha önce anlattık, bir kısmını ise sana anlatmadık. Ve Allah Musa ile gerçekten konuştu.”[101]

 

7- Cebrail'in Peygamber (a.s)'e uyku halinde iken vahy getirmesidir. Kevser Sûresi'nin bu şekilde nâzil olduğu rivayet edilmiştir.

 

Vahy-i Metlüv- Vahyi Gayrı Metlüv (Okunan vahiy ve okunmayan vahiy)

Hz. Peygamber'in yukarıda belirtilen vahy şekillerinden almış bulunduğu vahiylerden ekserisi âyetler, bir kısmı ise kudsî hadisler ve hadis-i şeriflerdir. Necm sûresi 4. âyette: "O, kendi arzusu ile söylemez, o (söylediği), kendisine vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildir" buyurulmuştur.

 

Mıkdam b. Ma'dî-Kerib'in rivâyetine göre Hz. Peygamber de: Bana Kur'ân ve onunla beraber O'nun gibisi verildi. Şunu iyi biliniz ki, Allah Rasûlü'nün haram kıldığı da Allah'ın haram kıldığı gibidir..."[102] buyurmuştur.

 

Bu âyet ve hadisi delil kabul eden bazı İslâm alimleri, Hz. Peygamber'in hadisleri hakkında ictihad yapmasının caiz olmadığını ve sünnetin de Allah tarafından inzal olunmuş vahiy gibi düşünülmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Ancak mezhepler tarihi incelendiği zaman görülür ki, Hz. Peygamber kendisine sorulan sorularâ vahy ile, yoksa kendi re'yi ile ictihâd ederek fetva verirdi. İctihadında hata olursa Allah onun hatasını vahy yoluyla düzeltirdi.

 

Nitekim Bedir savaşında ele geçirilen esirler hakkındaki Peygamber ictihâdı, Enfâl sûresi 67, 70 âyetleri ile tashih edilmiştir. Bu da gösteriyor ki Peygamber'in ictihadı hatalı olabilir.[103] Kudsî hadisler ve hadis-i şerifler vahy ve ilham yoluyla Peygamber'in söylediği sözler ve şeriatın ikinci kaynağı ise de, âyetler derecesinde değildirler.

 

Kur'ân, hadisi kudsî ve hadisin tarif ve vasıfları, okunan vahy ile okunmayan vahyin ne olduğunu ortaya koymaktadır: Kur'ân, Cebrail (as) vasıtasıyla Arapça lafız ve hak manalar da Hz. Peygamber'e vahy edilen, O'nun Allah'ın Resûlü olduğuna delil ve insanların hidayeti ile doğru yolu bulmaları için bir düstur, okunması ile ibadet edilerek Allah'a yakınlık kazanılan, mushaflarda yazılı, Fatiha sûresi ile başlayıp Nâs sûresi ile sona ermiş, tevatür yoluyla kitap olarak bize kadar intikal etmiş ve Allah'ın koruması ile en ufak bir değişikliğe uğratılmaksızın nesilden nesile okunarak intikal edecek, beşerin bir benzerini meydana getirmekten aciz bulunduğu ilâhî kelamdır.

 
Özellikleri:

a) Peygamber (as)'e uyanıkken Cebrail vasıtasıyla veya uykuda ve diğer vahy yollarıyla inzâl edilmiştir.

b) Lafız ve manaları Allah tarafındandır,

c) Lafzı Arapça’dır,

d) Gerek namazda, gerekse namaz dışında okunarak ibadet edilir,

e) Şekil ve manası Allah tarafından konmuştur,

f) Abdestsiz ve guslü gerektiren bir halde bulunan kimsenin Ona dokunması haramdır,

g) Boy abdest alması gereken kimse O'nu okuyamaz,

h) Her harfini (ibadet kastıyla) okumanın on sevabı vardır,

ı) Belli kısımlarına âyet ve sûre adı verilir,

j) Mushafta yazılıdır,

k) Fâtiha suresi ile başlayıp, Nâs suresi ile sona ermiştir,

l) Zamanınıza kadar kitap halinde tevatür yoluyla gelmiştir,

m) Nesilden nesile intikalinden, her türlü değiştirilmeden Allah'ın koruması ile korunmuştur,

n) Beşer, bir benzerini meydana getirmede acizdir,

o) Lafzı olmaksızın yalnız manasıyla nakli (rivayeti) caiz değildir.

 

Kur'ân bu özellikleriyle, vahyi metulvü (okunan vahyi) meydana getirmektedir. Kurbet niyetiyle namaz ve namaz dışında okunmakla ibadet edilir. Diğer vahy mahsulü olan kudsî hadis ve hadislerle namazda okunarak ibadet edilmez. Ancak namaz dışında ilim ve teberrüken okunabilir.

 

Kudsî Hadis:

Allah'ın, manaları Hz. Peygamber (a.s) ilham ettiği fakat lafızlarını Peygamber (a.s)'ın ifade ettiği, Kur'ân'dan sayılmayan, okunmakla ibadet olunmayan (Kur'ân gibi namazda okunmaz), ahad yolla (tevatürle değil) Rasûlüllah (a.s)'tan nakledilmiş ve onun tarafından da Allah'a nispetle ifade edilmiş sözlerdir.

 

Kudsî hadis hakkında iki görüş vardır:

1- Kudsî hadislerin hem sözleri hem de manası Allah'tandır, fakat Kur'ân'dan bir âyet değillerdir.

 

2-Kudsî hadislerin manası, diğer hadisler gibi Allah'tan, sözleri ise Resûlüllahtandır. Bu tür hadislere aynı zamanda "rabbanî ve ilahî hadisler" de denir. Kudsî hadislerde: "Rabb'ından rivayet ettiği hadiste Rasûlüllah şöyle buyurdu", "Kendisinden Resûlüllahın rivayet ettiği hadiste Allah Teâlâ şöyle buyurdu" gibi ifadeler kullanılmıştır.

 

Ebu'l-Bekâ, hadîsi şöyle tarif eder: Hadîs, tahdis mastarından bir isimdir, haber vermek manasınadır. Sonraları Rasûlüllah (a.s)'e nispet edilen bir söze veya fiile yahut bir takrire hadis denmiştir. Sünnet ise lügatte, kişinin takip ettiği yol, pratik hayatta hal ve tavır, âdet, gidiş, sîret gibi manalara gelir. Hadîs alimlerince hadîs ile sünnet aynı manada kullanılmıştır. Sünnet kelimesi genelde Allah'a ve Rasûlüllah (a.s)'e nispet edilir. Allah'a nispet edildiği zaman âdetullah, kanun manasında kullanılmıştır:

 

5í©†¤j m ¡é¨£ÜÛa ¡ò £ä¢¡Û  †¡v m ¤å Û ë 7¢3¤j Ó ¤å¡ß a¤ì Ü   åí©ˆ £Ûa ó¡Ï ¡é¨£ÜÛa  ò £ä¢

 

“Allah'ın önceden geçenler hakkındaki kanunu budur. Allah'ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın.”[104]

 

سُنَّةَ مَنْ قَدْ اَرْسَلْنَا قَبْلَكَ مِنْ رُسُلِنَا وَلَا تَجِدُ لِسُنَّتِنَا  تَحْويلًا

 

"Biz bunu senden evvel gönderdiğimiz peygamberler için de sünnet (kanun, kaide) yapmışızdır. Habibim sen bizim sünnetimizde hiç bir değişiklik bulamazsın."[105]

 

Sünnet kelimesi Hz. Peygamber'e nisbet edildiği zaman da onun sözleri, yani hadis-i şerifleri, fiilleri ve takriri anlaşılır. Sünnet, dolayısıyla hadis-i şerifler "vahy-i gayrı metlüv" dür ve özellikleri şunlardır:

 

1- Yalnız manası Allah tarafından vahyedilmiştir, sözleri Resûlüllah (a.s)'e aittir.

 

2- Bu sebeple manayı iyi anlayanların, onu yalnız manasıyla nakletmeleri caiz görülmüştür.

 

3- Lâfzı mu'ciz değildir.

 

4- Okunarak ibadet edilmez (namazda okunsa namaz bozulur).

 

5- Uykuda ve uyanıkken, meleksiz ve melekle türlü vahiy şekilleriyle gelmiştir.

 

6- Kur'an için yukarıda sayılan diğer özellikler burada aranmaz.

 

Kur'ân'da vahy kelimesi, ilahî ve gayrı ilahî vahy olmak üzere iki manada kullanılmıştır. Gayn ilâhî vahiy, Zekeriyya (a.s)'ın kavmine yaptığı vahy gibi:

 

b¦£î,¡' Ç ë ¦ñ Š¤Ø¢2 aì¢z¡£j  ¤æ a ¤á¡è¤î Û¡a ó¬¨y¤ë b Ï ¡la Š¤z¡à¤Ûa  å¡ß ©é¡ß¤ì Ó ó¨Ü Ç  x Š ‚ Ï

 

“Bunun üzerine Zekeriyya, mâbetten kavminin karşısına çıkarak onlara: "Sabah akşam tesbihte bulunun" diye işaret verdi.”[106]

 

وَلَا تَاْكُلُوا مِمَّا لَمْ يُذْكَرِ اسْمُ اللّهِ عَلَيْهِ وَاِنَّهُ لَفِسْقٌ وَاِنَّ الشَّيَاطينَ لَيُوحُونَ اِلى اَوْلِيَائِهِمْ لِيُجَادِلُوكُمْ وَاِنْ اَطَعْتُمُوهُمْ اِنَّكُمْ لَمُشْرِكُونَ

 

“Üzerine Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan yemeyin. Kuşkusuz bu büyük günahtır. Gerçekten şeytanlar dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara uyarsanız şüphesiz siz de Allah'a ortak koşanlar olursunuz.”[107]

 

Vahy kelimesi ilk âyette "işaret" manasında ikinci âyette ise "gizli söylemek ve fısıldamak" manasında kullanılmıştır. İlahî vahy anlamında kullanılan vahy kelimesinin 71 tanesi Hz. Peygamber (a.s)'e yapılan vahy ile ilgilidir. Geriye kalanları ise cansız olan "arz"a yapılan vahy,[108] semaya yapılan vahy,[109] bal arısına yapılan vahy,[110] meleklere yapılan vahy,[111] Hz. İsa'nın Havarîlerine yapılan vahy,[112] Hz. Musa'nın anasına yapılan vahy[113] 'dir.

 

 

 

4-Vahiy Kâtipleri

 

 

Resûlüllah (a.s)'e vahyedilen âyetleri yazanlar, kaydedenler.

 

Hz. Muhammed (as) İslâm'ın ilk günlerinden itibaren vahiy kâtipleri ittihâz etmiş, inen âyetleri onlara yazdırmıştı. Tefsir usulü kaynaklarında verilen bilgilere göre, Kur'ân'ın bir arada toplanması üç merhalede gerçekleşmiştir. Kur'ân Hz. Muhammed (as)'ın zamanında yazılmış, Hz. Ebu Bekir'in zamanında bir araya toplanmış ve Hz. Osman'ın zamanında da, kitap haline getirilerek çoğaltılmıştır. Zeyd b. Sabit, Kur'ân'ı Hz. Muhammed (as)'ın zamanında yazı ile kaydettiklerini haber vermiştir. [114]

 

Hz. Muhammed (as) ümmî (okuma yazması olmayan) bir peygamber olduğu için, kendisine inen âyetleri okuma yazması olan sahabeye yazdırmış ve vahyi yazan bu kâtiplerin sayısı kırka kadar varmıştır. Mekke'de ilk vahiy kâtipliğini Abdullah b. Sa'd b. Ebi Sarh, Medine de ise, Ubey b. Ka'b yapmıştır. Ondan sonra Zeyd b. Sabit bu görevi devamlı sürdürmüştür.

 

Resûlüllah (as)'ın vahiy kâtipliğini yapan diğer bazı kişiler de şunlardır: Ebu Bekir, Ömer b. el-Hattab, Ali b. Ebi Talib, Osman b. Affan, Amr b. el-As, Muaviye, Şurahbil b. Hasene, Muğire b. Şu'be, Muaz b. Cebel, Hanzele b. er-Rebi', Cehm b. es-Salt, Huseyn en-Nemerî, Zubeyr b. el-Avvâm, Amir b. Fuheyre, Ebân b. Said, Abdulah b. Erkâm, Said b. Kays, Abdullah b. Zeyd, Halid b. Velid, Alâ b. el-Hadremî, Abdullah b. Revâha, Huzeyfe b. el-Yemân, Muhammed b. el-Mesmele vs.[115]

 

Hz. Muhammed (as) nâzil olan Kur'ân'ı vahiy kâtiplerine yazdırarak muhafazasını sağlamıştır. Aynı zamanda Kur'an, ezber yolu ile de muhafaza edilmiştir. Hz. Muhammed (as) her sene ramazan ayında yazı ve ezber yolu ile tespit edilen Kur'ân'ı Cebrâil (as)'a arz ederdi. Bu hususla ilgili olan bazı rivâyetler şöyledir:

 

 £ó Û¡«a  £Š  ªa ¤o Ûb Ó b è¤ä Ç ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa  ó¡™ ‰  ò à¡Ÿb Ï ¤å Ç g

ó©ä¢™¡‰b È¢í  æb ×  3í©Š¤j¡u  £æ ªa  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü • ¢£ó¡j £äÛa

ü ë ¡å¤î m £Š ß  âb È¤Ûa ó¡ä ™ ‰b Ç ¢é £ã¡«a  ë §ò ä   £3¢× ¡æ¨a¤Š¢Ô¤Ûb¡2

Pó©Ü u ªa  Š š y ü¡«a ¢êa ‰¢ªa

 

Fâtıma radiya'llâhu ânhâ'dan rivâyete göre der ki: Bana; (Babam) Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem gizlice şöyle söyledi: Her sene Cibrîl Kur'ân'ı benimle bir kere mukâbele ederdi. Bu sene iki def'a mukâbele eyledi. Öyle sanıyorum ki (kızım) ecelim yaklaşmıştır. [116]

 

"Resûlüllah (as) her sene ramazan ayında Kur'ân'ı Cibril (a.s)'a arzederdi." [117]

 

Vahiy kâtipleri, Yüce Allah tarafından Hz. Muhammed (as)'e indirilen âyetleri bez parçaları, enli kürek kemikleri, deve kaburga kemikleri, hurma dalları, ince beyaz taşlar ve hayvan derisi gibi şeylerin üzerine yazıyorlardı. [118] Kur'ân'da bu hususta şöyle bir işâret vardır.

 

"Tur dağına ve işlenmiş ince deri üzerine yazılmış kitaba yemin ederim." [119] Zeyd b. Sabit de: "Biz Kur'ân'ı. Resûlüllah (as)'ın yanında bez parçaları üzerine yazdık"[120] demiştir.

 

 

 

5-Ayetin Anlamı ve Tertibi

 

 

Ayet:  Alâmet, nişan, eser, ibret, yüksek bina.

 

Ayet, Arapça bir kelimedir. Çoğulu "Âyât"tır. Açık alâmeti manasındadır. Türkçe'de "bellik", Farsça'da "nişâne" kelimeleriyle ifade edilir. Alâmet; zahir ve açık demek olunca, ayet onun daha zahiri demek olur. Meselâ; dağ alâmet ise, zirvesi onun ayeti olur. Güneş, bir gündüz ayeti: ay, bir gece ayetidir. Cami bir alâmet ise, minare onun ayetidir. Ayet kelimesinin lügavî birkaç manası vardır:

 

a) Ayet, mucize;

 

 ¤å¡ß ¡é¨£ÜÛa  ò à¤È¡ã ¤4¡£† j¢í ¤å ß ë 6§ò ä¡£î 2 §ò í¨a ¤å¡ß ¤á¢çb ä¤î ma¨ ¤á ×  3î©ö¬a Š¤¡a ¬ó©ä 2 ¤3 

 ¡lb Ô¡È¤Ûa ¢†í©† (  é¨£ÜÛa  £æ¡b Ï ¢é¤m õ¬b ub ß ¡†¤È 2

 

“İsrailoğullarına sor ki kendilerine nice apaçık mucizeler verdik. Kim mucizeler kendisine geldikten sonra Allah'ın nimetini (âyetlerini) değiştirirse bilsin ki Allah'ın azabı şiddetlidir.”[121]

 

b) Alâmet, nişan;

 

وَقَالَ لَهُمْ نَبِيُّهُمْ اِنَّ ايَةَ مُلْكِه اَنْ يَاْتِيَكُمُ التَّابُوتُ فيهِ سَكينَةٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَبَقِيَّةٌ مِمَّا تَرَكَ الُ مُوسى وَ الُ هرُونَ تَحْمِلُهُ الْمَلئِكَةُ اِنَّ فى ذلِكَ لَايَةً لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنينَ

 

“Peygamberleri onlara: Onun hükümdarlığının alâmeti, Tabut'un size gelmesidir. Meleklerin taşıdığı o Tabut'un içinde Rabbinizden size bir ferahlık ve sükûnet, Musa ve Harun hanedanlarının bıraktıklarından bir kalıntı vardır. Eğer inanmış kimseler iseniz sizin için bunda şüphesiz bir alâmet vardır, dedi.”[122]

 

c) İbret;

 

  åî©z¡Ûb £–Ûa  å¡ß ë 5¤è × ë ¡†¤è à¤Ûa ó¡Ï  b £äÛa ¢á£¡Ü Ø¢í ë

 

“O, sâlihlerden olarak beşikte iken ve yetişkinlik halinde insanlara (peygamber sözleri ile) konuşacak."[123]

 

d) Acayip iş;

 

 ;§åî©È ß ë §‰a Š Ó ¡pa ‡ §ñ ì¤2 ‰ ó¨Û¡a ¬b à¢çb ä¤í ë¨a ë ¦ò í¨a ¬¢é £ß¢a ë  á í¤Š ß  å¤2a b ä¤Ü È u ë

 

“Meryem oğlunu ve annesini de (kudretimize) bir alâmet kıldık; onları, yerleşmeye elverişli, suyu bulunan bir tepeye yerleştirdik.”[124]

 

e) Cemaat: Bu mana ile ayet kelimesini Araplar, "Kavm, cemaatiyle birlikte çıktı "Haraca'l-kavmü bi ayetihim" şeklinde kullanırlar.

 

f) Bürhan, delil;

 

  æë¢Š¡' n¤ä m ¥Š ' 2 ¤á¢n¤ã a ¬a ‡¡a  £á¢q §la Š¢m ¤å¡ß ¤á¢Ø Ô Ü  ¤æ a ¬©é¡mb í¨a ¤å¡ß ë

 

“Sizi topraktan yaratması, O'nun (varlığının) delillerindendir. Sonra siz, (her tarafa) yayılan insanlar oluverdiniz.”[125]

 

Ayetin ıstılah mânâsı; Kur'an sureleri içinde yer almış olan, başı ve sonu belli cümlelerdir. Ayet için yukarıda sayılan lüğat manalarının hepsi bu ıstılahî mana içinde mevcuttur. Kur'an'ın her bir ayeti mucizedir. Her ayet onları tebliğ eden peygamberlerin doğruluğuna birer delil, düşünen ve kafasını yoranlar için birer ibret; mucize oluşları ve değerleri itibariyle de birer "emr-i acîb"dir.

 

Ayet; harf, kelime ve cümlelerden teşekkül ettiği için cemaat manası taşır ve nihayet herbiri ilim ve hidâyet kaynağı olduklarından dolayı da Allah'ın kudretine, ilmine ve hikmetine, Allah elçisinin de sıdk ve doğruluğuna birer delil ve burhandırlar. Ayetlerin ekserisi bir veya birkaç cümleden meydana gelmiş müstakil bir kelâmdırlar. Bununla beraber içlerinde bir cümle teşkil etmeyen, ayn bir sıfat olanları vardır. "Er-Rahmanü'r-Rahîm" Müstakil bir cümle değil, iki sıfattır ve bir ayettir. Er-Rahmân suresinde geçen "Müdhâmmetân" da bir tek kelime ve aynı zamanda tam bir ayettir. Müddessir suresinde "Sümme nazara" iki kelime, bir cümledir.

 

"Sümme abese ve basara" dört kelime iki cümledir. Bu suretle ayetlerin kısası, ortası, uzunu ve herbirinin çeşitli mertebeleri vardır. Kur'an'da en uzun ayet ise Müdayene= (Borçlanma) Ayeti diye bilinen Bakara suresinin 282. ayetidir. Kur'an'ın ilâhî hükümlerinden birini ifade eden her kısmına da ayet denilebilir. Meselâ; "Kadınların örtünmesi ile ilgili ayet vardır" denilince kastedilen mana bir ayete değil, o konuda bulunan tüm ayetlere şâmildir.

 

«6¬—¬à¬Ûa »"Elif lâm mîm sâd" bir ayettir fakat, « ¨Š¬à¬Ûa »"Elif lâm mîm râ" bir ayet değildir;

 

«¬¨í »"Yâsîn" bir ayettir fakat, P¨é¨Ÿ"Tâ-sîn" bir ayet değildir;

 

«¬Õ¬¬Ç P¬á¨y »"Hâ mîm ayn sîn kâf" iki ayet olduğu hâlde, «¬—¬È¨î¨è¬× »"Kâf hâ yâ ayn sâd" bir ayet kabul edilmiştir.

 

Ayetlerin, Kur'an'da görüldüğü şekildeki tertibi "tevkîfi"dir. Yani Peygamber (as) görüşü ile değil, vahye dayalı olarak sıralanmıştır. Bu konuda ictihada, re'ye, kıyasa ihtiyaç yoktur.

 

Ayetin son kelimesine fâsıla (çoğulu: fevâsıl) denir. Ayetin en son kelimesi, sonraki ayeti bir evvelkinden ayırdığı için bu adı almıştır. Fâsılanın son harfine de "harfü'l-fâsıla=fâsıla harfi" denir. Meselâ: El-Kevser suresinin ayetlerinin sonlarında bulunan ( 6 Š q¤ì Ø¤Ûa El-Kevser,  6¤Š z¤ãa ë Venhar, El-Ebter) kelimeleri fâsıladır. Bu kelimelerin sonunda bulunan "râ" harfleri de fâsıla harfleridir. Kur'an'da mevcut olan bu fâsıla harfleri alfabetik sıraya göre dizilmiş değildir. Meselâ: Fâtiha suresinin fâsıla harfleri " â mim,  æ nûn"; el-Bakara suresininkiler â mim,  æ nûn, dal, l be, râ, Ö kaf, 4 lem"; İhlâs suresininkiler "dal" harfleridir.

 

Kur'an'ı Kerîm'deki ayetlerin sayısı; Basra, Kûfe, Mekke ve Medine bilginlerine göre farklıdır:

 

Medinelilere göre: Kıraat imamlarından İmam Nâfi'ye göre: altı bin iki yüz on yedi: Şeybe İbn Nisah'a göre: altı bin iki yüz on dört; Ebu Cafer'e göre altı bin iki yüz ondur.

 

Mekkelilere göre: altı bin iki yüz yirmi; Küfelilere göre; altı bin iki yüz otuz altı; Basralılara göre de altı bin iki yüz beştir. Zemahşerî'ye göre ise altı bin altı yüz altmış altı ayettir. Bu farklılıkların sebebi şudur: Peygamber (as) öğretme gayesiyle sahabeye Kur'an okurken ayet başlarında, buranın durak olduğunu hissettirecek kadar duruyor, fakat mana tamam olmadığı için peşinden diğer ayete geçiyordu.

 

Bu okumayı işitenlerden bir kısmı, Peygamber'in okuyuşunda ara verdiği kısmı bir ayet olarak benimsiyor; diğerleri ise, mana tamam olana kadar devam eden lâfızları bir ayet sayıyordu. Ayrıca Kûfeli âlimler, bazı surelerin başında bulunan harfleri ayet olarak kabul ettikleri hâlde diğerleri kabul etmiyorlardı.

 

Sure başlarındaki yüz on üç "besmele"nin ayet olup olmaması hakkında mezhep imamları arasında ihtilaf vardır. İmam Şafiî ve İmam Hanefi, bu "besmele"lerin ayet olduğunu söylerken; İmam Mâlik, bunların ayet olmadığı kanaatindedir. Neml suresinde geçen "besmele" ise, kesinlikle Kur'an'dan bir ayettir. Cebrail (as) Hz. Peygamber (as)’a vahyi getirdiğinde, o anda inmiş olan ayetlerin hangi sureye ait olduğunu ve hangi ayetten sonra yazılacağını da söylüyordu. Hz. Peygamber de (as) ayetleri, geldiği şekliyle vahiy kâtiplerine yazdırıyordu.

 

Resullerin Allah'u Teâlâ tarafından gönderildiğini işaret eden ve ancak gerektiğinde Resuller tarafından inanmayanları imana davet için gösterilen mucizelere de âyet denilmektedir.

 

Bazı insanlar Allah'a iman etmek ve resulleri tasdik etmek için mutlaka bir mucizenin kendilerine gösterilmesini isterler. Oysa bu gibiler, Allah'ın kendilerine verdiği aklını kullanamayan, akıl ayetini kabul etmeyen düşünce ve bilgi gücü zayıf kimselerdir. Allah'u Teâlâ ne zaman resullerini gönderse, bu akledemeyen kimseler mutlaka onlardan akılların alamayacağı olağan dışı mucizeler beklemiş yahut istemişlerdir. Böylece gerçek ayetleri görmek yerine, akıllarını olağanüstü şeylerin emrine vererek şaşkın bir imana bürünmüşlerdir. Belki de sonunda inanmamış ve Allah resullerinin amansız düşmanları olmuşlardır.

 

Akleden ve görebilen bir insan için kâinat kitabı ve bunda olan her şey, Allah'ın en büyük bir ayetidir.

 

Allah’tan Cebrâil vasıtasıyla resullere vahye dilen ve belli fasılalarla biri birinden ayrılan, Allah katındaki Meknûn bir kitapta aslı bulunan Kur'an-ı Kerîm'deki ve öteki kitaplardaki kelâma da ayet denilmektedir. Din tarihçileri ve arkeolog ve filologlar tarafından yapılmış bulunan incelemelerden de anlaşılmış bulunduğu gibi bugün Tevrat ve İncil'de Allah'ın kelâmı olarak sağlam kalmış bir ayet gösterilemez.

 

Bu kitaplardaki ayetler tamamen tahrif edilmiştir. Tevrat'ın filân ayetinde, yahut İncil'in filân ayetinde gibi ifadeleri, bu gün bu kitaplar hakkında söyleyemeyiz, zaten onları kabul edenler tarafından da söylenmemektedir. Öyle ise ayet tabirini yalnız Kur'an'da mevcut ve fasılalarla birbirinden ayrılan ibareler için kullanmak mümkündür.

 

 

 

6-Tertîl

 

 

Tertîl; kelimesi, Arapça "rtl" kökünden "tef'l" ölçüsünde bir mastardır. Sözlükte; sözü güzel, yerinde ve düzenli söylemek, bir şeyi doğru yapmak, düzenlemek, sıralamak, açık açık hakkını vererek açıklamak gibi anlamlara gelmektedir.[126]

 

Aralarında çok az açık bulunan ve gayet düzgün görünen dişler için de "sağr retl" ifadesi kullanılır.[127] Bir metni okurken yavaş yavaş, acele etmeksizin, tâne tâne, her bir harfin edâsının, nazmının ve manasının hakkını vermek suretiyle okumaya da tertl denmektedir. Kur'an okunuşuyla ilgili olarak, kelimeleri ağızdan kolaylıkla ve düzgün bir biçimde çıkarmak anlamındadır. [128] Kıraatta tertîl; yavaş yavaş, acele etmeden, harfleri ve hareketleri dizilmiş inci taneleri gibi açık bir şekilde, mana ve hikmeti düşünerek metni tâne tâne okumak anlamında kullanılmaktadır. [129]

 

Kur'an tertîl üzere nâzil olmuştur. Hz. Peygamber; "Allah, Kur'an'ı indirildiği şekilde okuyanı sever" sözleriyle Kur'an'ı tertîl ile okumayı teşvik etmişlerdir.[130]

 

Nitekim Kur'an-ı Kerîm'deki:

 

 65î©m¤Š m  æ¨a¤Š¢Ô¤Ûa ¡3¡£m ‰ ë ¡é¤î Ü Ç ¤…¡‹ ¤ë a

 

“Kur'an'ı açık açık, tâne tâne (tertîl ile) oku"[131] ayet-i kerîmesi de bu konuyu açık bir şekilde anlatmaktadır. Alimler bu ayetle ilgili olarak bazı yorumlarda bulunmuşlardır.

 

Fahreddin Râzî, "Kur'an'ı tertîl ile okumak; manasını anlayarak, ayetlerin içerdiği gerçekleri iyice düşünerek okumaktır. Allah'ın azametini belirten ayetleri, bu azameti gönlünde hissederek, tehdîd ve müjdeyi içeren ayetleri de, ümit ve korku duygularıyla dolup taşarak okumaktır"[132] demektedir.

 

Gazâlî de, Kur'an okumaktan maksadın, manasını anlamak ve üzerinde düşünmek olabileceğini; bunun için de Kur'an'ın tertl üzere okunmasının gerekli olduğunu vurgulamıştır.[133]

 

Bu açıklamalar ışığında Kur'an'ın tertl ile okunmasını; onun anlamını düşünerek, harflerin çıkış yerlerine ve tecvide dikkat ederek, anlamına göre sesi yükseltip alçaltarak, bir hadiste belirtildiği gibi, hitap ifade eden yerlerde karşıdakine hitab eder gibi bir ses tonuyla, durulacak yerde durup, geçilecek yerde geçerek, ağır ağır, Kur'an'ın gerçek amacını hem duyup, hem de dinleyenlere duyurarak okumaktır, şeklinde açıklayabiliriz.. [134]

 

Âlimler, Kur'an-ı Kerîm'i sür'atlice okuyup, çok okumanın mı, yoksa ağır olarak okuyup az okumanın mı daha üstün olduğu konusunu tartışmışlar, bir kısmı "Tertîl ve tedebbür ile az okumak diğerinden daha üstündür" demişlerdir. İbn Abbas ve İbn Mes'ud bu görüşü savunmaktadırlar.

 

Bu görüşün sahiplerine göre, kıraatten maksat; Kur'an'ı anlamak, düşünmek, içindekileri bilmek ve onunla amel etmektir. [135] Buhârî, Sahîh'inde Kur'an'ın tertîl ile okunmasının gerekliliğine ve sür'atli olarak okumanın mekruh olduğuna dâir bir bab açmış ve bu şekilde okumanın hoş olmadığını Abdullah b. Mes'ud'dan rivâyet ettiği bir hadisle açıklamıştır.[136]

 

İbn Kayyim, İbn Mes'ud'dan şu rivâyeti nakleder: "Alkame, İbn Mes'ud'dan Kur'an okurdu, sesi güzel bir kimse idi. İbn Mes'ud ona "Anam babam sana feda olsun, Kur'an'ı tertl ile oku, çünkü tertîl onun süsüdür" dedi.

 

Yine İbn Mes'ud: "Şiir söyler gibi Kur'an okumayın, çürük hurma atar gibi dağıtmayın. O'nun incelikleri üzerinde durun, kalbinizi onunla harekete geçirin."[137]

 

Bu konuda İbn Abbas'tan da şöyle bir rivâyet nakledilmektedir: İbn Abbas'a Ebû Hamze: "Ben süratli Kur'an okuyan bir kimseyim. Çoğu zaman bir gecede Kur'an'ı bir veya iki defa okurum" deyince, İbn Abbas: "Benim ağır ağır bir sure okumam, bana senin bu yaptığından daha güzel geliyor. Eğer sen bu işi yapacaksan, kulakların duyacağı ve kalbin anlayacağı bir kıraatle oku" demiştir.[138]

 

Süratli okuyup, çok okumanın daha fazîletli olduğunu söyleyenler de kim ne kadar fazla Kur'an okursa, o kadar çok sevap kazanacağını belirten hadisi [139] hareket noktası yapmışlardır. Üçüncü bir görüş daha vardır ki, o da konuyu insanın tabiat ve alışkanlığı ile değerlendirenlerin görüşüdür. Yani Kur'an'ın kıraatini sür'atli veya ağır şekilde okumaya alışmış olan kimseler, alıştıkları şekilde okumalarıdır. [140]

 

Kur'an-ı Kerîm'de "r-t-l" kökü dört defa ve hepsi de "tef'l" ölçüsünde geçmektedir. İkisi Furkan suresi, 4. ayetinde "ve rattili'l-Kur'âne tertîlen" şekillerinde geçmektedir. Furkan, 32. de, inkâr edenlerin Hz. Peygamber'e, Tevrat ve İncil'de olduğu gibi, Kur'an-ı Kerîm'in de parça parça değil de, hepsinin birden indirilmesi gerektiği yolundaki sözlerini anlatan ayetin devamında:

 

a ªì¢Ï ©é¡2  o¡£j r¢ä¡Û  Ù¡Û¨ˆ × 7¦ñ †¡ya ë ¦ò Ü¤à¢u ¢æ¨a¤Š¢Ô¤Ûa ¡é¤î Ü Ç  4¡£Œ¢ã ü¤ì Û a뢊 1 ×  åí©ˆ £Ûa  4b Ó ë

 5î©m¤Š m ¢êb ä¤Ü £m ‰ ë  Ú …

 

“İnkâr edenler: Kur'an ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi? dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık (parça parça indirdik) ve onu tane tane (ayırarak) okuduk”[141] ifâdesinde, Kur'an'ın parça parça indirilmesinin sebep ve hikmetleri anlatılmakta, Müzzemmil, 4.'de de, daha önce açıkladığımız gibi, Kur'an'ın tertîl ile; açık açık, tane tane okunması istenmektedir.[142]

 

Bu Kur'an ifâdelerinden anlaşıldığına göre, "tertîl" kavramı hem Kur'an'ı kalbe iyice yerleştirmek amacıyla bölümlere ayırmak, açıklamak[143] hem de onun manasını düşünmek, anlamak ve yaşamak amacına yönelik olarak ağır ağır, dura dura okumak anlamlarını ifâde etmektedir. [144]

 

 

 

7-Nesih-Mensuh

 

 

Nesh: İzale, bertaraf, iptal ve yok etme; izale edilen şeyin yerine başka birinin konulması veya konulmaması, nakletme, kaldırma, hükümsüz kılma, istinsah etme, değiştirme, tahvil etme (nesha) fiilinin mastarıdır. Nesh kelimesinin bu manâlardan hangisinde hakikat, hangilerinde mecaz olduğu konusu ihtilaflıdır. Bazı ilim adamları "izale ve iptal etme" manâsında hakikat, diğerlerinde mecaz olduğunu söylemektedirler.

 

Istılah âlimlerince nesh değişik şekillerde tarif edilmiştir. Neshin, ıstılâhî tariflerinin ortak noktaları alınmak suretiyle şu şekilde tarifi mümkündür: "Nesh, şer'î bir delil ile sabit şer'î ve fer'î bir hükmün daha sonra gelen yeni şer'î bir delille kaldırılması, ilgası, tebdil ve tağyîr edilmesidir." Bu şekilde kendinden önceki hükmü kaldıran delile "nâsih", hükmü kaldırılan delile de "mensûh" denilir.

 

Neshin caiz olup olmadığı ve vukûu konusunda İslam alimleri arasında değişik görüşler vardır.

 

Sadece Kur'an-ı Kerim'le kayıtlı olmaksızın neshin caiz olup olmadığı konusu muhtelif din mensupları ve İslâm âlimleri arasında ihtilâflı konulardandır. Bu ihtilâf önce caiz olup olmadığı, sonra da caiz ise vuku bulup bulmaması hususundadır. Nihayet son bir ihtilâf konusu da bunun İslâm şeriatinde olup olmadığıdır.

 

Bu husustaki tartışmaları:

a) Nesh, aklen ve naklen mümkün müdür?

b) Şayet caiz ise bilfiil vuku bulmuş mudur?

c) İslâm'da, yani Kur'an ve Sünnette nesh caiz midir?

d) Şayet İslâm'da nesh caiz ise vuku bulmuş mudur?

e) İslâm'da nesh caiz ve vuku bulmuşsa nerelerdedir? şeklinde maddeleştirmek mümkündür.

 

Nesh konusunda ihtilâf edenler bu soruların cevabını vermeye çalışmışlar ve her bir görüş sahibi delillendirmek suretiyle bu sorulara müsbet veya menfî cevaplar vermeye başlamışlardır.

 

Müslüman âlimlerin cumhuru neshin hem eski şeriatlerde, hem de İslâm'da caiz ve vaki olduğunu kabul etmişlerdir.

 

Neshin en şiddetli karşıtları Yahudilerdir. Zira Yahudi âlimleri, neshi kabul ettikleri takdirde bunun, kendi şeriatlerinin neshedilmiş olduğu neticesine varacağını çok iyi anlamış durumundaydılar. Bu yüzden nesh konusu gündeme gelince buna şiddetle karşı çıkmışlardır.

 

Bunun yanında daha İslâm'ın ilk intişarı yıllarında müşrikler neshi İslâm için bir kusur olarak görmüşler ve "Görmüyor musunuz, Muhammed ashabına dün emrettiğini bugün değiştiriyor; bugün yapılmasını emrettiği bir şeyi yarın kaldırıyor!" diyerek İslâm ile alay etme yolunu tutmuşlardı.

 

Hz. Peygamber (as) İslâm'ın, eski şerîatleri kaldırdığını ve hükümsüz bıraktığını ilân ettiği zaman Yahudiler kendi dinlerinin kıyamete kadar bâkî kalacağı ve Hz. Muhammed'in getirmiş olduğu dinin kendi dinlerini neshedemeyeceğini ileri sürerek neshe karşı çıktılar.

 

Hz. Peygamber'in ashabı ve Tâbiûn içinde nesh aleyhinde konuşan, onun aklen ve naklen caiz olup olmadığı konularında gerek müspet, gerekse menfi fikir ileri sürenlere rastlamıyoruz. Diğer taraftan neshin aklen ve naklen caiz olup olmadığı konularında Müslümanlar arasında yine herhangi bir görüş ayrılığı görülmemektedir. Ancak, neshin nerelerde olup olamayacağı, Kur'an ve hadiste nerelerde nesh meydana geldiğinde bazı ihtilâflar mevcuttur.

 

Kur'an-ı Kerim'de neshin caiz olmadığını ilk ileri süren, Mu'tezile âlimlerinden olan Ebû Müslim Muhammed İbn Bahr el-Isfahânî (öl. 322/934)'dir. Daha sonra gelen Hindistanlı âlim Şah Veliyyullah Dihlevî (öl. 1176/1762) de Ebu Müslim'in şüphelerine dayanarak bu hususta birtakım iddialar ortaya atmış ve Kur'an'da neshin olamayacağını, mensuh sayılan ayetlerin aslında mensuh olmayıp muhkem olduklarını, bazılarında tahsis veya te'lifin mümkün olduğunu ileri sürmüştür.

 

Neshin caiz olduğu görüşünde olanlar bunu, Kur'an-ı Kerim'deki şu ayetlerle delillendirmektedirler:

 

1-

 ¤á Ü¤È m ¤á Û a 6b è¡Ü¤r¡ß ¤ë a ¬b è¤ä¡ß §Š¤î ‚¡2 ¡p¤b ã b è¡¤ä¢ã ¤ë a §ò í¨a ¤å¡ß ¤ƒ ¤ä ã b ß

 ¥Ší©† Ó §õ¤ó ( ¡£3¢× ó¨Ü Ç  é¨£ÜÛa  £æ a

 

“Biz, bir âyetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak (ertelersek) mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah her şeye kadirdir.”[145]

 

2-

  o¤ã a ¬b à £ã¡a a¬ì¢Ûb Ó ¢4¡£Œ ä¢í b à¡2 ¢á Ü¤Ç a ¢é¨£ÜÛa ë =§ò í¨a  æb Ø ß ¦ò í¨a ¬b ä¤Û £† 2 a ‡¡a ë

  æì¢à Ü¤È íü ¤á¢ç¢Š r¤× a ¤3 2 6§Š n¤1¢ß

 

“Biz bir ayeti diğer bir ayetin yerine tebdil ettiğimiz, değiştirdiğimiz zamanAllah ne indireceğini en iyi bilir- derler ki: Sen yalnız bir müfterisin. Hayır onların pek çoğu bilmezler."[146]

 

3-

§ فَبِظُلْمٍ مِنَ الَّذينَ هَادُوا حَرَّمْنَا عَلَيْهِمْ طَيِّبَاتٍ اُحِلَّتْ لَهُمْ وَبِصَدِّهِمْ عَنْ سَبيلِ اللّهِ كَثيرًا () وَاَخْذِهِمُ الرِّبوا وَقَدْ نُهُوا عَنْهُ وَاَكْلِهِمْ اَمْوَالَ النَّاسِ بِالْبَاطِلِ وَاَعْتَدْنَا لِلْكَافِرينَ مِنْهُمْ عَذَابًا اَليمًا

 

“Yahudilerin yaptıkları zulümden, bir de çok kimseyi Allah yolundan çevirmelerinden, menetmelerinden dolayı kendilerine (daha önce) helâl kılınmış bulunan temiz ve iyi şeyleri onlara haram kıldık. Menedildikleri halde faizi almalarından ve haksız (yollar) ile insanların mallarını yemelerinden dolayı içlerinden inkâra sapanlara acı bir azap hazırladık.”[147]

 

4-

وَاِذَا تُتْلى عَلَيْهِمْ ايَاتُنَا بَيِّنَاتٍ قَالَ الَّذينَ لَا يَرْجُونَ لِقَاءَنَاائْتِ بِقُرْانٍ غَيْرِ هذَا اَوْ بَدِّلْهُ قُلْ مَا يَكُونُ لى اَنْ اُبَدِّلَهُ مِنْ تِلْقَائِ نَفْسى اِنْ اَتَّبِعُ اِلَّا مَا يُوحى اِلَىَّ اِنّى اَخَافُ اِنْ عَصَيْتُ رَبّى عَذَابَ يَوْمٍ عَظيمٍ

 

“Ayetlerimiz onlara apaçık deliller olarak okunduğu zaman bize kavuşmayı ummayanlar. "Ya bize bundan başka bir Kur'an getir, yahud onu değiştir" dediler. De ki: "Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olmayacak şeydir. Ben, bana vahyolunagelenden başkasına tâbi olmam. Eğer Rabbime isyan edersem şüphesiz büyük günün azabından korkarım.”[148]

 

5-

 6ó¨1¤‚ íb ß ë  Š¤è v¤Ûa ¢á Ü¤È í ¢é £ã¡a 6¢é¨£ÜÛa  õ¬b (b ß ü¡a =ó¨¤ä m 5 Ï  Ù¢ö¡Š¤Ô¢ä 

 

“(Ey Habibim) Biz seni okutacağız da sen asla unutmayacaksın. Ancak Allah'ın dilediği müstesna. Çünkü O âşikârı da bilir, gizliyi de."[149]

 

Neshin Kur'an-ı Kerim'de olmadığını iddia edenler bu ayetlerin neshin Kur'an'da vukuuna değil de neshin aklen caiz olduğuna delil kabul, eder veya bu neshi geçmiş şeriatlere tahsis ederler. (Bu ayetlerin neshe delalet vecihleri ve bunlar üzerindeki tartışmalar hakkında geniş bilgi için.[150]

 

Aralarında meşhur müfessirlerin de bulunduğu ve Müslüman âlimlerin ekseriyetinin sahip olduğu görüş, neshin cevazı ve vukuudur. Bunlara göre Kur'an-ı Kerim, kendisinden evvel indirilmiş semâvî kitapları neshettiği gibi yeni kurulmaya başlanan İslâm toplumunun inkişaf ve tekâmülü icabı emir ve yasakları ihtiva eden bazı ayetlerin hükümlerinin sonradan kaldırılmasından daha tabii ne olabilir?

 

Kaldı ki, nesh keyfiyeti, ebedî olan akîdelere dokunmayıp sadece ahkâmdaki emir ve yasaklara inhisar etmektedir. Aynı zamanda bu değiştirme müminlerin, dinî vecibelerini daha kolay ve pratik bir şekle sokma maksadıyla meydana gelmiştir. Bu yüzden nesh keyfiyetini Allah Teâlâ'ya yakıştırmamak gibi bir düşüncenin temeli yoktur. Zira bu nesh keyfiyeti Allah Teâlâ'ya nazaran değil, kullara nazarandır.

 

Nesh konusunda ittifak halinde olan İslâm âlimleri nâsih ve mensûh hakkında ihtilâf etmişlerdir. Nâsih hakkında ihtilâfları daha ziyade hadislerin Kur'an ayetlerini nesh edip edemeyeceği konusundadır. İmam Şâfiî'nin de içlerinde bulunduğu bir grup müctehid, Kur'an ayetini ancak yine bir Kur'an ayetinin neshedebileceği görüşündedirler. Bunlara göre mütevatir de olsa bir hadis herhangi bir Kur'an ayetini neshedemez.

 

Diğer bir kısım âlimler ise Necm Suresinin 4 ve 5. ayetlerinde:

 

 =ô¨ì¢Ô¤Ûa ¢†í©† ( ¢é à £Ü Ç =ó¨yì¢í ¥ó¤y ë ü¡a  ì¢ç ¤æ¡a

 

"O, kendi arzusuna göre konuşmaz. O'nun sözü kendisine gelen vahyden başka birşey değildir"[151] buyurulmasını delil göstererek Hz. Peygamber (as)'ın sözlerinin de nihayet vahye müstenid olduğunu, lafzı Hz. Peygamber'e, manâsı Allah Teâlâ'ya ait kudsî hadislerin bulunduğunu, dolayısıyla bunların da birer vahy olduğunu göz önünde bulundurarak Hz. Peygamber (a.s)'ın sözlerinin Kur'an ayetini neshedebileceğini ileri sürmüşlerdir.

 

Yalnız burada bir şart ileri sürülmektedir ki buna göre Kur'an ayetini neshedebilecek hadisin Hz. Peygamber (as)'ın  şahsî ictihadına dayanmaması gerekir. Allah Resulünün bizzat kendi ictihadı olduğunu belirttiği söz ve sünneti Kur'an ayetini neshedemez Bu görüşü İbn Habîb en-Neysâbûrî tefsirinde naklediyor. [152]

 

Neshin Türleri Usûl âlimleri neshi, değişik bakış açılarından bazı türlere ayırmışlardır:

1) Kur'an'ın Kur'an'la neshi: Buna Bakara 180. ayetinin Nisâ 11. ayeti ile neshi misal olarak gösterilebilir.

 

2) Kur'an'ın Sünnetle neshi: İmam Mâlik, Ebu Hanife'nin öğrencileri ve cumhuru mütekellimîn bu tür neshin caiz olduğu görüşündedirler. İki görüşünden birinde İmam Şâfiî ile İmam Ahmed, İbn Hanbel ve Zahirilerin çoğu da bu tür neshin caiz olmadığı görüşündedirler. Sünnetin Kur'an'ı neshini caiz görenler buna Bakara Suresinin 180 ayetinin:

 

ـ عن عمرو بن خارجة رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: خَطَبَ رَسُولُ اللّهِ  عَلى نَاقَتِهِ، وَأنَا تَحْتَ جِرَانِهَا وَهِيَ تَقْصَعُ بِجَرَّاتِهَا، وَإنَّ لُعَابَهَا لَيَسِيلُ بَيْنَ كَتِفَيَّ فَسَمِعْتُهُ يَقُولُ: إنَّ اللّه تَعالى أعْطَى كُلَّ ذِى حَقٍّ حَقّهُ، فََ وَصِيّةَ ِوَارِث 

 

-Amr İbnu Hatice (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) devesinin üzerinde hitabede bulundu. Ben devenin boynunun altında idim. Deve durmadan geviş getiriyor, hayvanın salyası omuzlarımın arasında akıyordu. İşte bu esnada Aleyhissalâtu vesselâm'ın şu sözünü işittim:"Allah Teala hazretleri her hak sahibine hakkını verdi. Bu sebeple varislerden biri lehine vasiyet yoktur" [153] hadisi ile mensuh olduğunu söylemektedirler.

 

3) Sünnetin Kur'an'la neshi: Hz. Peygamber'in kendi re'yi ile Mekke-i Mükerreme'de Beytul-Makdis'e doğru namaz kılarken daha sonraları bunun el-Bakara 144. ayeti ile neshedilip kıblenin Kabeye çevrilmesi örnek gösterilebilir.

 

4) Sünnetin Sünnetle neshi: Meselâ Hz. Peygamber, önce kabir ziyaretini yasaklamışken daha sonra:

 

عَنْ أَيُّوبَ ابْنِ هَانِئٍ عَنْ مَسْرُوقُ بْنِ ا‘َجْدَعِ عَنِ ابْنِ مَسْعُودٍ؛ اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ:أَنَّ رَسُولَ للّهِ صَلَّي كُنْتُ نَهَيْتُكُمْ عَنْ زِيَارَةِ الْقُبُورِ، فَزُورُوهَا. فَإِنَّهَا تُزَهِّدُ فِي الدُّنْيَا، وَتُذَكِّرُ اخِرَة

 

- İbnu Mes'ud radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Ben size kabir ziyaretini yasaklamıştım, şimdi onları ziyaret edin. Çünkü bu, dünya bağını kırar, ahireti hatırlatır" [154] hadisi ile buna izin vermiştir.

 

Kur'an-ı Kerim'de nesh de kendi içinde dörde ayrılır

 

1) Kıraat ve hükmün birlikte neshedilmesi: Bu tür neshin caiz olduğu görüşünde olanlar azdır. Bunu caiz görenler Hz. Âişe'den nakledilen "Süt kardeşliğinin (Radâ') tespitinde beş emmenin yeterli olacağına dair olan ayetin daha sonra on emme ile sabit olacağına dair ayetle neshedilmesi”ni örnek gösterirler. Geçmiş şerîatlerin neshi de bu kısma dahildir. Çünkü o şeriatlerin kitaplarının da hem tilâvetleri, hem hükümleri neshedilmiştir. [155]

 

2) Hükmün neshedilip tilâvetinin bırakılması: Bu tür neshin ilki kıbleye dair olanıdır. Bunda el-Bakara 115. ayeti, aynı surenin 144. ve 149. ayetleri ile neshedilmiştir.

 

3) Tilâvetin neshedilip hükmün yerinde kalması: Bu tür neshe de ihtiyar ve evli zânîlerin recmedilmeleri hakkındaki ayet misal olarak verilmektedir. Bu konudaki nesh İbn Hıbbân'ın sahihindeki Ubeyy İbn Ka'b'dan rivayet edilen bir hadis-i şerife dayandırılmaktadır. [156] Ebu Ca'fer en-Nehhâs, Muhammed Hudarî Bey, Dr. Muhammed Suad ve Dr. Mustafa Zeyd gibi âlimler bu tür neshi kabul etmemektedir. [157]

 

4) Hükmün vasfının neshedilmesi: Bu bir nesh olmayıp aslında meşhur bir haberle nass üzerinde bir ziyadeliktir.

 

Neshi Bilmenin Yolları Nâsih ve mensûh ancak şu üç şekilden biri ile bilinebilir:

1) Nâsih ve mensûh delillerin nüzûl veya vürûd zamanlarının bitinmesi. Bu da delilin kendi ibaresinde mevcut bir ifadeden, ya Sahabeden, iki delilden birinin diğerinden daha sonra nazil veya varit olduğuna dair gelen sarîh bir haberden, ya da herhangi bir asırda iki delilden birinin diğerinden muahhar olduğuna dair vaki olan icmadan anlaşılabilir. Dolayısıyla zaman itibariyle muahhar olan delil ötekini neshetmiştir.

 

2) Nesih olan delilde, daha önceki bir delilin hükmünü neshettiğine dair açık ifade bulunması.

 

3) Sahabeden "Şu veya şu ayet veya hadis, şu ayet veya hadisi neshetmiştir" diye açık ve kat'î bir rivayetin bulunması.

 

Bunlar bilinmeden veya bu bilgiler olmaksızın bir müfessirin veya bir müctehidin re'y veya sözüne dayanılarak veya Mushaftaki sıralarına bakılarak ayetlerin nâsih veya mensûh olduklarına hükmedilemez.[158]

 

Kur'an-ı Kerim'de neshin caiz olduğu görüşündeki âlimlerin en zayıf tarafı Kur'an-ı Kerim'de ne kadar mensûh ayet olduğu konusunda ve hangi ayetlerin mensûh olduğunda ittifak edememiş olmalarıdır. Mensûh ayetlerin beş yüz civarında olduğunu söyleyenler yanında bunları dörde kadar indirenler de vardır.

 

Meselâ; Abdurrahman İbn Ali İbnul-Cevzî (öl. 597/1201) mensûh ayetlerin sayısını 274 olarak verirken, Hibetullah İbn Selâme (öl. 410/1019) 235, Muhammed İbn Hazm (öl. 456/1064) 214, Ebu Ca'fer en-Nehhâs (öl. 338/949) 138, Abdülkadir el-Bağdâdî 66 olarak vermektedir. Ancak müteahhir birçok âlim Celâluddin es-Suyûtî'nin vermiş olduğu 22 sayısını aynen naklederken, Abdülazîm ez-Zerkânî bunlar üzerinde yaptığı değerlendirmeler neticesi bir kısmının nesh olmadan aralarının te'lif edilebileceğini söyler ve mensûh ayetlerin sayısını ancak yedi olarak gösterir.[159]

 

Muhammed Suâd Celâl de mensûh ayetlerin sadece dört olduğunu iddia eder. [160] İmam Suyûtî'ye göre ise sadece: el-Bakara, 115, 180,183,184, 217, 240, 482, Âl-i İmran, 102, en-Nisâ, 8, 15-16, 53, el-Mâide, 2, 42, 106, el-Enfâl, 65, en-Nûr, 3, 58, et-Tevbe, 41, el-Ahzâb, 52, el-Mücâdele, 12, el-Mümtehine, 1 ve Müzzemmil, 2-4. ayetleri olmak üzere 22 ayet mensûhtur. [161]

 

Kur'an'da neshi kabul edenlerin, hepsinin mensuh olduğunda ittifak ettikleri dört ayet: en-Nisâ 15-16, el-Enfâl 65, el-Mücâdele 12 ve el-Müzzemmil 2-4 ayetleridir.

 

Nesh konusu, tefsir usûlüne dair bütün eserlerde öncelikli olarak işlenmiş, ihtilâflar, deliller geniş bir şekilde anlatılmış olması yanında sırf bu konuya tahsis edilen eserler de kaleme alınmıştır. Katâde İbn Diâme (öl. 118/736), Ebu Ubeyd el-Kâsım İbn Sellâm (öl. 223/838), Ebu Cafer en-Nehhâs, Hibetullâh İbn Selâme, İbnul-Cevzi, Mekkî İbn Ebî Tâlib (öl. 313/925) ve Celâluddîn es Suyûtî (öl. 911/1505) gibi âlimler bu konuda müstakil eser yazanların sadece bazılarıdır.

 

Nesh konusunda söylenecek en ihtiyatlı söz, herhalde, neshin geçmiş şeriatlere tahsisi olmalıdır. Kur'an-ı Kerim'de bir neshten bahsetmek ise aslında Kur'an-ı Kerim'i daraltmak ve belki de ileri ki yüzyıllarda uygulama şartları tahakkuk edecek birtakım hükümleri Kur'an'dan çıkarmak neticesine müncer olacaktır ki, ne kadar âlim olursa olsun kimsenin buna hakkı yoktur.

 

 

 

8-Muhkem-Müteşabih

 

 

Muhkem: Sağlam, anlamı açık, yorum götürmez, şüphe kabul etmez anlamında "if'âl" vezninde, arapça ism-i meful bir kelime; âyet ve hadislerde bulunan ve sevk edildiği maksada delâlet eden lafız manasına gelen bir fıkıh usulu terimi. Manâsı, tevil ve tahsis kabul etmeyecek derecede açıktır. Usul ilminde anlamı açık olan lafızlar dörttür: Zâhir, nass, müfesser ve muhkem. Bu sıralamada muhkem, mânâsı en açık olan lafızdır. Bunun zıddı olan müteşabih ise; manası kapalı, yorum isteyen kelimelerdir.

 

Manâsı kapalı olan lafızlar dört olup; hatî, müşki, mücmel ve müteşabih olmak üzere az kapalıdan çok kapalıya doğru sıralanmışlardır.[162] Müteşabih; manası kapalı olan, anlaşılması için akılca bir yol bulunmayan, Kitap ve Sünnet'te tefsirine rastlanılmayan ve anlamı Allah'a havale edilen nas (âyet-hadis metni)dir.

 

Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur:

 

هُوَ الَّذى اَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ ايَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ اُمُّ الْكِتَابِ وَاُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ فَاَمَّا الَّذينَ فى قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَاءَ الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاءَ تَاْويلِه وَمَا يَعْلَمُ تَاْويلَهُ اِلَّا اللّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ يَقُولُونَ امَنَّا بِه كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّناَ وَمَا يَذَّكَّرُاِلَّا اُولُوا الْاَلْبَابِ () رَبَّنَا لَاتُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ

 

“Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onun (Kur'an'ın) bazı âyetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab'ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Halbuki Onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek pâyeye erişenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. (Bu inceliği) ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar. (Onlar şöyle yakarırlar:) Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla. Lütfu en bol olan sensin.”[163]

 

Bu âyette sözü edilen te'vil, bir âyet veya hadisi açık (zahirî) anlamından çıkarıp, muhtemel bulunduğu başka bir anlama yüklemektir. Böylece Kur'an-ı Kerim âyetleri muhkem ve müteşabih olmak üzere ikiye ayrılmıştır.

 

Müteşabihler te'vil ve tahsisi kabul ederken; muhkem lafızlar bunları kabul etmeyecek derecede açık anlamlıdır. Hattâ bazen âyet veya hadis metninde, neshi (şer'î bir hükmün, daha sonra gelen bir hüküm tarafından yürürlükten kaldırılması) kabul etmeyeceğine delâlet eden bir ifade bulunur. Meselâ; "Cihâd kıyamete kadar devam edecektir"[164] hadisi ile zina iftirası (kazf) cezasına uğrayanlarla ilgili olarak inen:

 

وَالَّذينَ يَرْمُونَ الْمُحْصَنَاتِ ثُمَّ لَمْ يَاْتُوا بِاَرْبَعَةِ شُهَدَاءَ فَاجْلِدُوهُمْ ثَمَانينَ جَلْدَةً وَلَا تَقْبَلُوا لَهُمْ شَهَادَةً اَبَدًا وَاُولئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ

 

“Namuslu kadınlara zina isnadında bulunup, sonra (bunu isbat için) dört şahit getiremeyenlere seksener sopa vurun ve artık onların şahitliğini hiçbir zaman kabul etmeyin. Onlar tamamen günahkârdırlar”[165] âyeti buna örnek verilebilir.

 

Bunlardaki "kıyamete kadar" veya "ebedi olarak" ifadeleri, bu hükümlerin sonsuza kadar bu şekilde devam edeceği anlamına gelir. Bu da nass'ın muhkem olduğunu gösterir. Âyetin devamında;

 

¥áî©y ‰ ¥‰ì¢1 Ë  é¨£ÜÛa  £æ¡b Ï 7aì¢z Ü¤• a ë  Ù¡Û¨‡ ¡†¤È 2 ¤å¡ß aì¢2b m  åí©ˆ £Ûa ü¡a

 

“Ancak bundan sonra tevbe edip ıslah olanlar müstesnadır. Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir”[166] buyurulur.

 

Hanefiler bu son nass'ın (âyet) istisnayı da kabul etmediğini, kazf cezasına uğrayan kimsenin, tevbe etse, durumunu düzeltse bile şahitliğinin kabul edilmeyeceğini söylerler. Çünkü onlara göre, şahitliğin kabul edilmeyişi dinî bir cezadır.

 

İmam Şâfiî ise, bu istisnayı âyetin bütünü içinde değerlendirir ve tevbe edenlerin şahitliğinin kabul edilebileceğini belirtir. Hanefiler, istisnayı bir önceki cümlede yer alan "onlar fâsıkların ta kendileridir" kısmı ile bağlantılı kabul eder ve iftiracının tevbe edince yalnız fasıklık ithamından kurtulabileceğini belirtirler. Bu ilâhî hükümler, insanın hak, şeref, iffet ve haysiyetini korumayı amaçlamaktadır. [167]

 

Muhkem'in neshi kabul etmeyişi nass'ın kendisinden ise, ona "muhkem li zâtihi" denir. Yukarıdaki örnekler bu niteliktedir. Nesheden başka bir nass bulunmaması yüzünden ise, buna da "muhkem li gayrisî" denir.

 

Muhkem lafız, kendinden daha az açık olan zahir, nass veya müfesser bir lafızla çatışırsa, muhkem tercih edilir. Şu âyetler arasında bir çatışma görülür:

 

فَاِذَا بَلَغْنَ اَجَلَهُنَّ فَاَمْسِكُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍ اَوْ فَارِقُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍ وَاَشْهِدُوا ذَوَىْ عَدْلٍ مِنْكُمْ وَاَقيمُوا الشَّهَادَةَ لِلّهِ ذلِكُمْ يُوعَظُ بِه مَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الْاخِرِ وَمَنْ يَتَّقِ اللّهَ يَجْعَلْ لَهُ مَخْرَجًا

 

 "Boşanan kadınlar iddetlerinin sonuna varınca, onları güzelce nikâhınız altında tutun veya onlardan güzellikle ayrılın. İçinizden, adalet sahibi iki kişiyi yaptıklarınıza şahit tutun."[168]

 

Bu âyetteki iki şahit, "'adâletle" tefsir edilmiştir. Yani, şahit lafzı müfesserdir. Adalet ise, günah işlenmesi halinde ortadan kalkar. Bu âyet, yukarıda zikrettiğimiz, iffetli kadına zina iftirası atan kimse hakkındaki "ebediyyen onların şahitliğini kabul etmeyin" âyeti ile çelişir. Sonsuza kadar ifadesi, bu âyeti muhkem kılmakta ve tevbe etse bile şahitliğinin kabul edilmeyeceğini ifade etmektedir. Manâ muhkem olunca da, Hanefilere göre, müfessere tercih edilmiştir. [169]

 

Muhkem'e, şu prensipler örnek verilebilir: Kur'ân'da zamanın değişmesi ile değişmeyen, temel hükümlere delâlet eden âyetler. Allah'a, Meleklere, Kitaplara, Peygamberlere ve âhiret gününe iman gibi.

 

امَنَ الرَّسُولُ بِمَا اُنْزِلَ اِلَيْهِ مِنْ رَبِّه وَالْمُؤْمِنُونَ كُلٌّ امَنَ بِاللّهِ وَمَلئِكَتِه وَكُتُبِه وَرُسُلِه لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْ رُسُلِه وَقَالُوا سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَاِلَيْكَ الْمَصيرُ

 

“Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de (iman ettiler). Her biri Allah a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. "Allah'ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş sanadır" dediler.”[170]

 

Yine fazilet ve ahlâk esaslarını bildiren ve selîm fıtratın benimsediği kurallarla, zulüm, hıyanet, yalan, sözde durmama, ana babaya karşı gelme ve fısk (bozgunculuk) gibi kötü hasletleri yasaklayan hükümler de muhkemdir.

 

Müteşabih

Müteşabih: Birbirine benzeyen birey ve cüzleri bulunan şeyler, kendisinde karışıklık ve iltibas bulunan şey; Kur'an-ı Kerim'de manâsı kapalı, bir çok anlama gelebilen, tefsirinde güçlük çekilen ayet veya kelimeler. Bunlara müteşabihât denir. Bunların hangi manâya geldikleri yalnız kendilerinden anlaşılmaz. Başka harici bir delile ihtiyaç gösterirler. "Müteşabih"in karşıtı "muhkem"dir. Allah'ın sıfatları, kıyametin durumu, Cennet nimetleri, Cehennem azabı vs. hakkındaki lafızlar müteşabihtir.

 

Bir âyette:

 

اَللّهُ نَزَّلَ اَحْسَنَ الْحَديثِ كِتَابًا مُتَشَابِهًا مَثَانِىَ تَقْشَعِرُّ مِنْهُ جُلُودُ الَّذينَ يَخْشَوْنَ رَبَّهُمْ ثُمَّ تَلينُ جُلُودُهُمْ وَقُلُوبُهُمْ اِلى ذِكْرِاللّهِ ذلِكَ هُدَى اللّهِ يَهْدى بِه مَنْ يَشَاءُ وَمَنْ يُضْلِلِ اللّهُ فَمَالَهُ مِنْ هَادٍ

 

“Allah sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ve bıkılmadan tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi. Rablerinden korkanların, bu Kitab'ın etkisinden tüyleri ürperir, derken hem bedenleri ve hem de gönülleri Allah'ın zikrine ısınıp yumuşar. İşte bu Kitap, Allah'ın, dilediğini kendisiyle doğru yola ilettiği hidayet rehberidir. Allah kimi de saptırırsa artık ona yol gösteren olmaz”[171] buyurularak Kur'ân'ın tamamının müteşâbih olduğu belirtilmektedir. Burada müteşâbih, benzeşme anlamında kullanılmıştır.[172]

 

Kur'ân'ın baştan sona lafızları, anlatım üslûbu ve manâları biri birine benzetmekte ve birbiriyle uyum içerisindedir. Kur'ân'ın bir âyeti, başka bir âyetiyle çelişmez.

 

Başka bir âyette ise, Kur'ân-ı Kerim âyetleri muhkem ve müteşâbih olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır:

 

هُوَ الَّذى اَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ ايَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ اُمُّ الْكِتَابِ وَاُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ فَاَمَّا الَّذينَ فى قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَاءَ الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاءَ تَاْويلِه وَمَا يَعْلَمُ تَاْويلَهُ اِلَّا اللّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ يَقُولُونَ امَنَّا بِه كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّناَ وَمَا يَذَّكَّرُاِلَّا اُولُوا الْاَلْبَابِ

 

"Kitabı sana O indirdi. Onun bazı âyetleri muhkemdir; bunlar kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde bir eğrilik bulunanlar sadece onun müteşâbih olanlarının ardına düşerler; fitne aramak, te'vilini aramak için. Halbuki onun te'vilini ancak Allah bilir. İlimde râsih (derinlik sahibi) olanlar da derler ki: İnandık, hepsi Rabbimizden, ne var ki aklı selim sahiplerinden başkası düşünüp anlamaz."[173]

 

Bu âyette müteşâbih, muhkem'in karşıtı olarak kullanılmıştır. Muhkem, manâsı apaçık anlaşılan âyetlerdir. Ayrıca "kitabın anası" -ummu'l kitab- olarak vasıflandırılmaları Arap dili açısından diğerlerinin anlaşılmasında başvurulacak kaynak anlamına gelir ve diğerlerinden sayıca daha çok olduklarını gösterir. [174]

 

Müteşâbihler ise, birden fazla anlama gelebilen veya manâsında kapalılık bulunan âyetlerdir.

 

Müteşâbihlik ya lafız yönünden, ya manâ yönünden ya da her ikisi yönünden olur.

 

Lafızda müteşâbihlik ya kelimede, ya da cümlede olur. Kelimenin garip bir kelime olması veya birden fazla anlama gelmesi onu müteşâbih kılar. Cümlede müteşâbihlik ise, cümlenin kuruluşunda takdim-tehir gibi cümlenin üslûbundan kaynaklanan durumdur.

 

Manâ yönünden müteşâbihlik; Allah'ın sıfatları, kıyamet ile ilgili hususlar gibi insan aklının künhüne varmaktan âciz olduğu hususlardır.

 

Hem manâ, hem de lafız yönünden müteşâbihler ise; âmm-hâs, nâsih-mensûh ve mübhematu'l Kur'ân'ı ilgilendiren hususlardır. [175]

 

Geniş anlamıyla müteşâbihlerin kapsamına yukarıda anlattığımız hususların hepsi girmesine rağmen, özel ve yaygın anlamıyla müteşâbih, Allah'ın sıfatlarını konu alan âyetlerdir.

 

Kur'ân-ı Kerim Allah hakkında istivâ, vech (yüz), yed (el), ayn (göz) gibi sıfatlardan bahsetmektedir. Allah hakkında kullanılan bu sıfatlar zahirleri üzere mi kabul edilecekler; yoksa tevil mi edilecekler? Âlimler arasında bu hususlar tartışma konusu olduğundan, müteşâbih derken ilk akla gelen hususlar bunlar olmaktadır.

 

Selef alimleri bu sıfatları zahirleri üzere kabul eder, tevil etmezlerdi. Onlara göre bu sıfatları te'vil etmek, meselâ "istivâ"ya "istilâ" demek "vech"e Allah'ın zâtı; "yed"e Allah'ın kudreti gibi anlamlar vermek, bu sıfatları tatîl (işlevsiz kılma) ve onları yok saymaktır.

 

Selef âlimleri bunu söylerken, Allah'ın elinin bizim elimize benzediğini ya da Allah'ın cisim olduğunu kast etmezler. Nasıl Allah'ın zat ve sıfatlarını bilmiyorsak, sıfatlarının da keyfiyetini bilemeyiz, derler. İmam Malik'in, "istivâ"nın ne olduğunu soran birine; "İstivânın keyfiyeti akıl ile bilinemez. İstivâ'nın dildeki anlamı ise meçhul değildir. Ayrıca buna iman etmek vacip, hakkında soru sormak ise bid'attir" şeklindeki cevabı meşhurdur. [176]

 

Bu sıfatları ilk tevil eden fırka, Mu'tezile olmuştur. Daha sonra Müteahhirûn diye bilinen Ehl-i Sünnet kelâmcıları, Mutezileye uyarak bu sıfatları tevil etmiş ve "onları zahirleri üzere kabul edersek, bu bizi teşbih ve tecsime götürür" demişlerdir.

 

Sonuç olarak; “muhkem" ve "müteşabih" ayetleri farklı şekilde karşılıyorlar. Kalplerinde eğrilik, saf fıtratında sapma ve bozukluk meydana gelenler; inanç, şeriat ve pratik hayat tarzının üzerine bina edildiği apaçık muhkem ayetlerdeki ilkeleri gözardı ederek, farklı anlamlar yüklenebilecek müteşabih ayetlerin ardına düşerler.

 

Halbuki bu ayetleri tasdik etmede temel dayanak onların geldiği kaynağın doğruluğuna inanmak ve onların tümünün "Hakk"tan geldiğini bilmeyi teslim etmektir. Bununla beraber insanın algılama gücü gerçekten çok sınırlı ve alanı da hayli dardır. Bu ayetleri anlamada başlıca dayanaklardan biri de bu Kitabın tamamının doğru olduğunu, ne önce ve ne de geldikten sonra ona batılın karışamayacağı, Hakk ile indiğini doğrudan ilham ile kavrayabilme yeteneğine sahip olan fıtratın dürüstlüğüdür...

 

O art niyetliler, müteşabih ayetlerin peşine düşüyorlar. Çünkü müteşabih ayetlerde, inancı sarsıcı teviller ve normal akılla yorumlanması mümkün olmayan sahaya girmiş olmanın tabii bir sonucu olarak birbirine aykırı düşüncelerden kaynaklanan fitneyi körükleme zemini bulabiliyorlar...

 

 <¢é¨£ÜÛa ü¡a ¬¢é Üí©ë¤b m ¢á Ü¤È í b ß ë

 

"Halbuki bu tür müteşabih ayetlerin gerçek anlamını Allah'tan başka hiç kimse bilemez."[177]

 

İlimde derinleşmiş olanlara gelince, bunlar; elde ettikleri bilgileri kullanarak aklın sahasını ve beşerî düşüncenin yapısını kavradıkları gibi, kendisine bahşedilen vasıtalarla üzerinde çalışma yapabileceği zeminin şartlarını idrak etmiş kimselerdir. İşte bunlar gönül huzuru ve güven içinde derler ki:

 

 7 bä¡£2 ‰ ¡†¤ä¡Ç ¤å¡ß ¥£3¢× =©é¡2 b £ä ß¨a

 

"Biz ona inandık; hepsi Rabbimizin katındandır."[178]

 

Kitabın, Rabbleri katından indiğine inanmaları, onları bu gönül huzuruna iletmektedir. Öyleyse o Haktır ve doğrudur. Allah'ın bildirdiği şey mutlak anlamda doğrudur. Onun nedenlerini ve illetlerini araştırma insan aklının görevi olmadığı gibi, onun güç yetireceği bir şey de değildir. Yine insan onun mahiyetini ve arka-plandaki gizli illetlerin yapısını kavrayabilecek güce de sahip değildir.

 

Bilgide derinleşmiş bulunanlar Allah katından kendilerine gelen her şeyin doğru olduğunu daha baştan gönül huzuru ile kabul etmişlerdir. Onlar bu huzura dürüst ve üretken fıtratları sayesinde varabilmişlerdir... Sonra, akılları da bu konuda, hiçbir kuşkuya kapılmaz. Çünkü onlar ilmin sahasına girmeyen, insanın araç-gereç ve vasıtalarla bilgisini elde edemeyeceği konulara aklın girişmemesi gerektiğini bilirler.

 

İşte bu, bilgide derinleşmiş olanların gerçek bir tasviridir... Büyüklük kompleksine kapılıp inkâra kalkışmak, ancak bilginin dış yüzeyine aldanan ve meseleye yüzeysel olarak yaklaşanların işidir. Onlar bu halleriyle varolan herşeyi kavradıklarını, kavramadıkları şeylerin de yok olduğunu zannederler. Ya da kendi kavrayışlarını gerçeğin ölçüsü olarak kabul ederler ve kendilerinin kavradıkları sahanın dışında kalan gerçeklerin varlığına izin vermek istemezler.

 

Bu nedenledir ki Allah'ın mutlak kelâmını da kendi aklî ölçüleriyle (!) değerlendirmeye kalkarlar! Gerçek bilgi sahiplerine gelince, onlar çok daha mütevazidirler. Beşer aklının gücünü aşan ve çerçevesi dışına taşan pek çok gerçeği kavramada aciz kaldığını kabul etmeye daha yatkın oldukları gibi, fıtratları da daha dürüsttür. Ve çok geçmeden dürüst fıtratları Hakk ile temasa geçer ve gönül huzuru ile onu kabul ederler.

 

 ¡lb j¤Û üa aì¢Û¯ë¢a ¬eü¡a¢Š £× £ˆ í b ß ë

 

"Bunu ancak akıl sahipleri bilebilir."[179]

 

Akıl sahipleriyle Hakkı kabullenme arasında yalnızca bir hatırlama vardır sanki... O anda Allah'a bağlı olanların bozulmamış fıtratlarına yerleştirilmiş bulunan Hakk, birden harekete geçip ortaya çıkar ve düşünceye yerleşir. [180]

 

 

 

9-İ'câzu'l-Kur'ân

 

 

Kur'an-ı Kerîm'in muciz olması. Benzerini getirmek isteyenleri aciz bırakması Peygamberliğin ilanı ile birlikte muhataplara meydana okunarak ortaya konan ve insanları acze düşüren olağanüstü şeye mucize denir. Kur'an'ın icazıyla, Kur'an'ın bu yönü kastedilmektedir. Allah her peygambere, peygamberliğim ispat etmek için bu tür mucizeler vermiştir.

 

Kur'an, peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s)'ın mucizesidir ve mucize yönü kıyamete kadar kalıcıdır. Diğer peygamberlere verilen mucizelerin kalıcılık yönü yoktur. Onların mucizeleri, dönemlerinin tamamlanmasıyla son bulmaktadır. Aslında son peygamberin mucizesinin kalıcı ve sürekli olması, tabii, hatta gereklidir. Hz. Peygamber (as) şöyle buyurmaktadır:

 

¢£ó¡j £äÛa  4b Ó  4b Ó ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa  ó¡™ ‰  ñ Š¤í Š¢ç ó©2 ªa ¤å Ç g

ü¡«a ¥£ó¡j ã ¡õ¬b î¡j¤ã ªüa  å¡ß b ß  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü •

ô©ˆ £Ûa  æb × b à £ã¡«a  ë ¢Š ' j¤Ûa ¡é¤î Ü Ç  å ß¨a ¢é¢Ü¤r¡ß b ß  ó¡À¤Ç¢ªa

 æì¢× ªa ¤æ ªa ì¢u¤‰ ªb Ï  £ó Û¡«a ¢é¨£ÜÛa ¢êb y¤ë ªa b¦î¤y ë ¢é¢nî©m뢪a

P¡ò ßb î¡Ô¤Ûa  â¤ì í b¦È¡2b m ¤á¢ç Š r¤× ªa

 

Ebû Hüreyre radiya'llâhu anh'den Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğu rivâyet olunmuştur: "Hiç bir peygamber yoktur, ancak ona (bir mu'cize) verilmiştir ki, onun benzerine beşer câmiası (vaktiyle) îmân etmiş (de modası geçmiş) değildir. (O, devre göre yepyenidir). Hiç şüphesiz ki, bana ihsân buyurulan (en büyük) hârika, Allâh'ın bana vahyettiği Kur'ân (mu'cizesi) dir. Umarım ki, ben kıyâmet günü bütün peygamberlerin çok ümmetlisi bulunayım." [181]

 

Kur'an, akla hitap eden bir mucizedir ve kıyamete kadar kalıcılık vasfını buradan almaktadır. O, müteaddit ayetlerde meydan okumuş. Allah tarafından gönderilmediğini iddia edenleri, bu iddialarını ispatlamağa çağırmıştır. Kur'an'ın bu meydan okuyuşunu içeren ayetler, Mekke döneminde inmeğe başlamış ve Medine döneminde de inmeğe devam etmişlerdir. Bu konudaki açık ayetlerden üçü şöyledir:

 

  æì¢m¤b í ü ¡æ¨a¤Š¢Ô¤Ûa a ˆ¨ç ¡3¤r¡à¡2 aì¢m¤b í ¤æ a ó¬¨Ü Ç ¢£å¡v¤Ûa ë ¢¤ã¡üa ¡o È à n¤ua ¡å¡÷ Û ¤3¢Ó

 a¦Šî©è Ã §œ¤È j¡Û ¤á¢è¢š¤È 2  æb × ¤ì Û ë ©é¡Ü¤r¡à¡2

 

“De ki: Andolsun, bu Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymak üzere insü cin bir araya gelseler, birbirlerine destek de olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler.”[182]

 

 ¤á¢n¤È À n¤a ¡å ßaì¢Ç¤…a ë §pb í Š n¤1¢ß ©é¡Ü¤r¡ß §‰ ì¢ ¡Š¤' È¡2 aì¢m¤b Ï ¤3¢Ó 6¢éí¨Š n¤Ïa  æì¢Ûì¢Ô í ¤â a

  åî©Ó¡…b • ¤á¢n¤ä¢× ¤æ¡a ¡é¨£ÜÛa ¡æë¢… ¤å¡ß

 

“Yoksa, "Onu (Kur'an'ı) kendisi uydurdu" mu diyorlar? De ki: Eğer doğru iseniz Allah'tan başka çağırabildiklerinizi (yardıma) çağırın da siz de onun gibi uydurulmuş on sûre getirin.”[183]

 

اَمْ يَقُولُونَ افْتَريهُ قُلْ فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِثْلِه وَادْعُوا مَنِ اسْتَطَعْتُمْ مِنْ دُونِ اللّهِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقينَ

 

“Yoksa, Onu (Muhammed) uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer sizler doğru iseniz Allah'tan başka, gücünüzün yettiklerini çağırın da (hep beraber) onun benzeri bir sûre getirin.”[184]

 

Kur'an'ın meydan okuyuşunu sarahaten ya da kapalı olarak içeren daha pek çok ayet vardır. Bu üç ayette görüldüğü gibi Kur'an, bir defasında tamamı, bir defasında on sûresi, birinde de bir sûresi ile meydan okumaktadır. Ama ne indiği dönemde, nede o dönemden günümüze bu meydan okumaya karşı koyacak biri çıkmış değildir.

 

Her Peygamber döneminde toplumun eğilimi ne ise, toplumda ne revaçta ise, o peygambere o konuyla ilgili mucize verilmiştir. Kur'an'ın indiği dönemde, Araplar arasında en revaçta olan husus, ifade güzelliğidir. Öyle ki, şiir ve hitabet için panayırlar düzenleniyor, şiirin zirvesine erişen eserler kutsal Kâbe'nin duvarlarına asılıyordu.

 

Ne var ki Kur'an, sadece o dönem için indirilmiş bir kitap değildir. O, kıyamete kadar insanlığa hak yolu gösterecek ve bu yola davet edecek bir kitaptır. Ayrıca O, belli bir kavme değil, bütün insanlığa gönderilmiş bir kitaptır. Bunun için Kur'ân'ın icâz yönü, bir açıdan değil, birçok açıdan ele alınabilir şöyle ki:

 

a- İfade güzelliği açısından Kur'an'ın icâzı:

Kur'an'ın indiği toplumda ifade güzelliğinin revaçta olduğu ifade edildi. Kur'an'ın bu açıdan o dönem insanlarını ne kadar etkilediği tarihî bilgilerle sabittir. Kur'an'dan birkaç âyeti dinledikten sonra, bu sözün insan sözü olamayacağı itiraf edenlerin sayısı pek çoktur.

 

İşte Hz. Ömer, Hz. Peygamber (as)'ı öldürmek üzere kılıcını kuşanmış, O'nu aramaktadır. O arada kızkardeşi ile kocasının da İslâm'ı kabul ettiklerini duyar ve yolunu değiştirerek her şeyden önce onlara bir ders vermeyi kararlaştırır. Büyük bir hiddet ve öfkeyle kızkardeşinin evine girer. Hatta karşılaşır karşılaşmaz kızkardeşini tokatlar. Ancak orada Kur'an'dan birkaç ayeti dinledikten sonra bu sözün insan sözü olamayacağını itiraf eder ve İslâm dinini kabul eder.

 

İfade güzelliği konusunda âdeta mütehassıslaşmış olan o toplum, Kur'an'ın ifade güzelliği karşısında şaşakalmış, inatlarından bazen Kur'an için bu bir şiirdir, demiş, sonra kendileri bu yakıştırmanın tutmayacağını anlayarak, bu bir sihirdir, insanları büyülüyor demişlerdir.[185] Bazen şöyle, bazen böyle diyorlardı; bazen de, iftira mahsulü düzmece sözlerdir, diyorlardı. Kur'an, bu konuda da onlara meydan okudu

 

b- Öngördüğü ahlâkî ve sosyal ilkeler açısından Kur'ân'ın icâzı

İslâm'a girmeden önce müşrik Arap toplumunun ahlâkî yapısı ve seviyesi tarihen sabittir. Her türlü ahlâksızlık ve çapulculuğun hüküm sürdüğü o toplum, İslâm'a girdikten sonra insanlık için örnek bir toplum oldu. Birlik ve beraberliği sağlayan, güçsüzün hakkını koruyan, insanlık tarihinde eşine rastlanmayan bir toplum oldu. Geriliğiyle alay eden toplumlara fazilet ve medeniyet taşıyan bir toplum O toplum, kısa bir müddet içerisinde çevresine hâkim olmuş, sadece inananları değil, İslâm'ı kabul etmeyen diğer din mensuplarını da huzur ve güvenliğe kavuşturmuştur.

 

İşte Kur'an'ın getirdiği ilkelerin ilâhîliğini ispat hususunda bu tarihî vakıa güzel bir delildir.

 

c- Gaybî haberler açısından Kur'ân'ın icazı:

Kur'an'ın verdiği bu gaybî haberlerin bir kısmı geçmişe, bir kısmı da geleceğe aittir. Geleceğe dair verdiği haberlerin de bir kısmı indiği dönemde, bir kısmı daha sonra gerçekleşmiş ve hala zaman zaman gerçekleşmektedir. Müslümanların müşriklere gâlip geleceği, Mekke'nin fethi, Bizans'ın İran'a galip geleceği gibi haberler, henüz Kur'an inmeğe devam ediyorken gerçekleşmiştir.

 

Mekke döneminde henüz Müslümanlar zayıf bir durumdayken, müşriklerin:

 

  Š¢2¢£†Ûa  æì¢£Û ì¢í ë ¢É¤à v¤Ûa ¢â Œ¤è¢î 

 

“O topluluk yakında bozulacak ve onlar arkalarını dönüp kaçacaklardır”[186] ayetiyle Müslümanlar tarafından bozguna uğratılacağı haber verilmiştir. Hatta bu ayet indiğinde Hz. Ömer: "Biz sayımız bu kadar az, onlar ise çok güçlü, onları nasıl yenebiliriz! şeklinde hayretini ifade etmiş, Bedir savaşında müşrikler dağılıp kaçışmaya başlarken, bu âyetin gerçek anlamını kavradığını belirtmiştir.” [187]

 

Mekke'nin fethinden birkaç sene önce inen Fetih sûresi, Mekke'nin fethedileceği müjdesini vermiştir.

 

Geleceğe dair bu tür haberler, Arap toplumunu aşarak diğer toplumları da kapsamına almıştır:

 

 = æì¢j¡Ü¤Ì î,  ¤á¡è¡j Ü Ë ¡†¤È 2 ¤å¡ß ¤á¢ç ë ¡¤‰ üa ó ã¤… a ó¬©Ï =¢â뢣ŠÛa ¡o j¡Ü¢Ë

 

"Rumlar en yakın bir yerde yenildiler, onlar bu yenilgiden sonra birkaç (üç ile dokuz) yıl içerisinde galip geleceklerdir"[188] âyetleriyle yenilen Bizans'ın yakında İran'a galip geleceği haber verilmiş ve gerçekten de bu müddet içerisinde Bizanslılar, İranlıları Heraklios devrinde mağlup etmişlerdir.

 

Bütün bunları, ancak, ilmi geçmiş ve geleceği kapsayan biri doğru olarak haber verebilir. Geleceğe dair haberler arasında Ebû Leheb'i konu alan "Leheb" sûresi gerçekten dikkat çekicidir. Söz konusu sûre, henüz Ebû Leheb hayattayken inmiştir ve Ebû Leheb'in küfür üzere ölüp Cehennemi hak edeceğini haber vermektedir.

 

Eğer Ebû Leheb sûre indikten sonra diliyle de olsa Peygamber'e inandığını söylemiş olsaydı, Hz. Muhammed'in diyecek bir şeyi kalmazdı. Kur'an, Hz. Muhammed'in kendisi tarafından olsaydı, can düşmanına böyle bir koz vermeyecekti. Ama Kur'an, geçmişi ve geleceği bilen, ilmi, insanların kalplerine kadar uzanan Allah tarafından indirilmiştir ve Allah, Ebû Leheb'in böyle bir şey söylemeyeceğini kesin olarak bilmektedir.

 

Kur'an'ın müspet ilmin çok daha sonra keşfedeceği nice meseleyi önceden haber vermiş olması, geleceğe dair gaybî haberlerdendir.

 

Güneşin hem kendi etrafında dönen ve hem de onun etrafında dönen birçok gezegenle birlikte sabit bir noktaya doğru yol aldığı son asırlara ait keşiflerdendir. Oysa Kur'an bu ve benzeri birçok gerçeği çok önceden haber vermiştir.

 

Bugün için Kur'an öğretisinin, diğer din ve ideolojilerin sahip oldukları maddî imkânlardan uzak olduğu bir gerçektir. Hatta İslâm âleminde bile Kur'an öğretisinin baskı altında bulunduğu, birçok ülkede mensuplarının takibat altında tutulduğu, inkârı mümkün olmayan bir vakıadır. Bununla birlikte diğer din ya da ideolojilere mensup nice ilim, devlet ve sanat adamı İslâm dinine girmekte, onun üstünlüğünü itiraf etmektedir. Bu hususu da Kur'an icâzının ayrı bir yönüdür.

 

 

 

10-İcaz ve Belagat

 

 

Kur'an'ın İ'cazı:Kur'an manalarına delalet ederek efendimiz Muhammed (as)'e indirilen lafızdır. Kur'an hem lafzı hem de manası ile Kur'an'dır. Yalnızca mana Kur'an olarak isimlendirilemeyeceği gibi, mana olmaksızın yalnızca lafız da Kur'an sayılmaz. Çünkü lafızda asıl durum belirli manaya delalet etmesidir. Bu nedenle Kur'an, lafzının vasfı ile nitelendirilmiştir. Allahu Teâla Kur'an'ın Arapça olduğunu bildirmiştir.

 

  æì¢Ü¡Ô¤È m ¤á¢Ø £Ü È Û b¦£î¡2 Š Ç b¦ã¨õ¤Š¢Ó ¢êb ä¤Û Œ¤ã a ¬b £ã¡a

 

“Anlayasınız diye biz onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik.”[189]

 

 = æì¢à Ü¤È í §â¤ì Ô¡Û b¦£î¡2 Š Ç b¦ã¨a¤Š¢Ó ¢é¢mb í¨a ¤o Ü¡£–¢Ï ¥lb n¡×

 

“(Bu,) bilen bir kavim için, âyetleri Arapça okunarak açıklanmış bir kitaptır.”[190]

 

  æì¢Ô £n í ¤á¢è £Ü È Û §x ì¡Ç ô©‡  Š¤î Ë b¦£î¡2 Š Ç b¦ã¨a¤Š¢Ó

 

“Korunsunlar diye, pürüzsüz Arapça bir Kur'an indirdik.”[191]

 

وَكَذلِكَ اَوْحَيْنَا اِلَيْكَ قُرْانًا عَرَبِيًّا لِتُنْذِرَ اُمَّ الْقُرى وَمَنْ حَوْلَهَا وَتُنْذِرَ يَوْمَ الْجَمْعِ لَارَيْبَ فيهِ فَريقٌ فِى الْجَنَّةِ وَفَريقٌ فِى السَّعيرِ

 

“Şehirlerin anası (olan Mekke'de) ve onun çevresinde bulunanları uyarman ve asla şüphe olmayan toplanma günüyle onları korkutman için, sana böyle Arapça bir Kur'an vahyettik. (İnsanların) bir bölümü cennette, bir bölümü de çılgın alevli cehennemdedir.”[192]

 

 7 æì¢Ü¡Ô¤È m ¤á¢Ø £Ü È Û b¦£î¡2 Š Ç b¦ã¨õ¤Š¢Ó ¢êb ä¤Ü È u b £ã¡a

 

“Biz, anlayıp düşünmeniz için onu Arapça bir Kur'an kıldık.”[193]

 

Arapça, Kur'an'ın manalarının değil lafızının niteliğidir, vasfıdır. Çünkü Kur'an'ın anlamları, Araplığa yönelik değil insanlığa yönelik manalar içerir. Kur'an sadece Araplara ait bir kitap değil bütün insanoğluna ait bir kitaptır. Ancak Allahu Teâla'nın;

 

  æì¢Ü¡Ô¤È m ¤á¢Ø £Ü È Û b¦£î¡2 Š Ç b¦ã¨õ¤Š¢Ó ¢êb ä¤Û Œ¤ã a ¬b £ã¡a

 

“Anlayasınız diye biz onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik”[194] ayeti Arap diliyle ifade edilen bir hikmet olarak indirdik anlamına gelmektedir. Yoksa ayet Arapça bir hikmet anlamına gelmemektedir. Yalnızca Arapça Kur'an'ın lafzının niteliğidir. Lafzı yalnızca Arapça olarak nitelendirilebilir. Ne mecazi olarak ne de gerçekte Kur'an Arapça’nın dışında başka bir isimle isimlendirilemez. Bu nedenle Kur'an'ın bir kısım anlamlarının Arap lügatının dışında yazılmasına Kur'an denilmesi doğru değildir.

 

Kur'an'ın Arapça oluşu kesindir ve lafzı da yalnızca Arap’çadır. Peygamber (a.s)'e verilen başka mucizelerin varlığı ile beraber Kur'an Muhammed (a.s)'ın peygamberliğinin mucizesidir. Bizzat Kur'an'da ve sahih hadislerde de geçtiği gibi efendimiz Muhammed (as)'ın elinde başka mucizeler olduğu halde o, bunlarla değil yalnızca Kur'an'la herkese meydan okumuştur. Bu nedenle Kur'an, indiği günden kıyamete kadar geçen süreçte Muhammed (a.s)'ın peygamberliğini ispatlayan bir mucizedir diyoruz.

 

Kur'an, Arapları benzerini getirmekten aciz bıraktı ve benzerini getirmeleri için onlara meydan okudu. Allahu Teâla onlara meydan okurken şöyle dedi:

 

وَاِنْ كُنْتُمْ فى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلى عَبْدِنَا فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِه وَادْعُوا شُهَدَاءَ كُمْ مِنْ دُونِ اللّهِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقينَ

 

“Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz Allah'tan gayri şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın.”[195]

 

 ¡é¨£ÜÛa ¡æë¢… ¤å¡ß ¤á¢n¤È À n¤a ¡å ß aì¢Ç¤…a ë ©é¡Ü¤r¡ß §ñ ‰ì¢¡2 aì¢m¤b Ï ¤3¢Ó 6¢éí¨Š n¤Ïa  æì¢Ûì¢Ô í ¤â a

  åî©Ó¡…b • ¤á¢n¤ä¢× ¤æ¡a

 

“Yoksa, Onu (Muhammed) uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer sizler doğru iseniz Allah'tan başka, gücünüzün yettiklerini çağırın da (hep beraber) onun benzeri bir sûre getirin.”[196]

 

وَلَقَدْ اَهْلَكْنَا الْقُرُونَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَمَّا ظَلَمُوا وَجَاءَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ وَمَا كَانُوا لِيُؤْمِنُوا كَذلِكَ نَجْزِى الْقَوْمَ الْمُجْرِمينَ

 

“Andolsun ki sizden önce, peygamberleri kendilerine mûcizeler getirdiği halde (yalanlayıp) zulmettiklerinden dolayı nice milletleri helâk ettik; zaten onlar iman edecek değillerdi. İşte biz suçlu kavimleri böyle cezalandırırız.”[197]

 

Meydan okuyanın onlara yaptığı bu meydan okuyuş onlara ulaştı ve onlara ayetteki şu ifade ile de:

 

  æì¢m¤b í ü ¡æ¨a¤Š¢Ô¤Ûa a ˆ¨ç ¡3¤r¡à¡2 aì¢m¤b í ¤æ a ó¬¨Ü Ç ¢£å¡v¤Ûa ë ¢¤ã¡üa ¡o È à n¤ua ¡å¡÷ Û ¤3¢Ó

 a¦Šî©è Ã §œ¤È j¡Û ¤á¢è¢š¤È 2  æb × ¤ì Û ë ©é¡Ü¤r¡à¡2

 

“De ki: Andolsun, bu Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymak üzere insü cin bir araya gelseler, birbirlerine destek de olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler.”[198]

 

Siz onun benzerini getiremezsiniz dedi. Kur'an benzerini getirmek için çağrıda bulunduğu kimseleri benzerini getirmekten aciz bıraktı. Onların acizliği tevatür yoluyla sabittir. Tarihi süreçte de onlardan herhangi birinin onun benzerini getirebildiği görülmemiştir.

 

Bu meydan okuma yalnızca hitap ettiği Arap kavmine ait bir meydan okuma değil kıyamete kadar bütün herkese yapılan meydan okumadır. Çünkü sebebin hususi olmasına değil, lafzın umumiliğine itibar edilir. Kur'an indiği günden kıyamete kadar bütün insanlara benzerini getirmeleri hususunda meydan okumaktadır.

 

Bu nedenle Kur'an ne yalnızca Resul (a.s) zamanındaki Araplara ait bir mucize ne de herhangi bir zaman ve mekândaki Araplara ait bir mucize olmayıp bütün insanlara ait bir mucizedir. Bu meydan okumada zaman itibariyle hiçbir fark yoktur. Çünkü hitap bütün insanlaradır. Allahu Teâla:

 

 æì¢à Ü¤È íü ¡b £äÛa  Š r¤× a  £å¡Ø¨Û ë a¦Ší©ˆ ã ë a¦Šî,©' 2 ¡b £äÜ¡Û ¦ò £Ï¬b × ü¡a  Úb ä¤Ü ¤‰ a ¬b ß ë

 

“Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmezler”[199] buyurmaktadır. Çünkü meydan okuma ayeti geneldir.

 

 ¡é¨£ÜÛa ¡æë¢… ¤å¡ß ¤á¢n¤È À n¤a ¡å ß aì¢Ç¤…a ë ©é¡Ü¤r¡ß §ñ ‰ì¢¡2 aì¢m¤b Ï ¤3¢Ó 6¢éí¨Š n¤Ïa  æì¢Ûì¢Ô í ¤â a

  åî©Ó¡…b • ¤á¢n¤ä¢× ¤æ¡a

 

“Yoksa, Onu (Muhammed) uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer sizler doğru iseniz Allah'tan başka, gücünüzün yettiklerini çağırın da (hep beraber) onun benzeri bir sûre getirin.”[200]

 

Bu ayet bütün insanları kapsamaktadır. Zira Allahu Teâla ayetle insanların ve cinlerin hep birlikte aciz kaldıklarını haber vermektedir.

 

  æì¢m¤b í ü ¡æ¨a¤Š¢Ô¤Ûa a ˆ¨ç ¡3¤r¡à¡2 aì¢m¤b í ¤æ a ó¬¨Ü Ç ¢£å¡v¤Ûa ë ¢¤ã¡üa ¡o È à n¤ua ¡å¡÷ Û ¤3¢Ó

 a¦Šî©è Ã §œ¤È j¡Û ¤á¢è¢š¤È 2  æb × ¤ì Û ë ©é¡Ü¤r¡à¡2

 

“De ki: Andolsun, bu Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymak üzere insü cin bir araya gelseler, birbirlerine destek de olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler.”[201]

 

Araplar da bütün insanlık alemi de Kur'an'ın benzerini getirmekten aciz kaldılar. Çünkü bu özellik yalnızca Kur'an'a has bir özelliktir. Araplar Kur'an-ı işittikleri zaman, onun belağatıyla, çekiciliğiyle hemen ona yöneliyorlar ve cazibesine kapılıyorlardı. Hatta, Velid b. Muğire Resulullah (as)'den dinlediği Kur'an hakkında insanlara şöyle diyordu. "Allah'a yemin olsun ki sizden hiçbiriniz şiir çeşitlerini, kasidesini benim kadar, benden daha iyi bilemez. Allah'a yemin olsun ki onun söylediği bunlardan hiç birine benzemiyor. Vallahi onun söylediği sözlerde bir tatlılık, ferahlık var. Onun söylediği sözün dalları yaprak verirken kökü bereket saçıyor. O yücedir ondan daha üstünü yoktur." İşte Velid b. Muğire Kur'an'a inanmamasına ve küfründe direnmesine rağmen Kur'an hakkında böyle itiraflarda bulunuyordu. Zira icaz Kur'an'ın kendinden gelmektedir.

 

Çünkü Kur'an, dinleyenleri ve Kıyamete kadar dinleyecek olanları da cezp edecektir. Onun tesirindeki ve belagatındaki kuvvetten dolayı şaşıracaklardır. Hatta şu ayetlerde olduğu gibi tek bir cümle dahi olsa yalnızca Kur'an-ı dinlemeleri onları etkileyecek ve şaşırtacaktır,

 

 ¢pa ì¨à £Ûa ë ¡ò à¨î¡Ô¤Ûa  â¤ì í ¢é¢n š¤j Ó b¦Èî©à u ¢¤‰ üa ë >©ê¡‰¤† Ó  £Õ y  é¨£ÜÛa a뢉 † Ó b ß ë

  æì¢×¡Š¤'¢í b £à Ç ó¨Ûb È m ë ¢é ãb z¤j¢ 6©é¡äî©à î¡2 ¥pb £í¡ì¤À ß

 

“Onlar Allah'ı hakkıyla tanıyıp bilemediler. Kıyamet günü bütün yeryüzü O'nun tasarrufundadır. Gökler O'nun kudret eliyle dürülmüş olacaktır. O, müşriklerin ortak koşmalarından yüce ve münezzehtir.”[202]

 

 ¡é¨£Ü¡Û 6 â¤ì î¤Ûa ¢Ù¤Ü¢à¤Ûa ¡å à¡Û 6¥õ¤ó ( ¤á¢è¤ä¡ß ¡é¨£ÜÛa ó Ü Ç ó¨1¤‚ íü 7 æë¢‹¡‰b 2 ¤á¢ç  â¤ì í

 ¡‰b £è Ô¤Ûa ¡†¡ya ì¤Ûa

 

“O gün onlar (kabirlerinden) meydana çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah'a gizli kalmaz. Bugün hükümranlık kimindir? Kahhâr olan tek Allah'ındır.”[203]

 

 ¢£k¡z¢í ü  é¨£ÜÛa  £æ¡a 6§õ¬a ì  ó¨Ü Ç ¤á¡è¤î Û¡a ¤ˆ¡j¤ãb Ï ¦ò ãb î¡ §â¤ì Ó ¤å¡ß  £å Ïb ‚ m b £ß¡a ë

 ; åî©ä¡ö¬b ‚¤Ûa

 

“(Antlaşma yaptığın) bir kavmin hainlik yapmasından korkarsan, sen de (onlarla yaptığın ahdi) aynı şekilde bozduğunu kendilerine bildir. Çünkü Allah, hainleri sevmez.”[204]

 

İşte böylece Kur'an'ın lafızları, üslubu, anlatmak istedikleri, insanın bütün benliğini sarar ve insanı çepeçevre kuşatır.

 

Kur'an'ın icazı, fesahatında, belağatında, yüksekliğinde dehşet verici dereceye çıkmasıyla açık ve net bir şekilde ortadadır. Bu özellik Kur'an'ın mucizevi üslubunda tecelli etmektedir. Kur'an'ın üslubundaki açıklık, kuvvet ve güzellik beşeri kendisine ulaşmaktan aciz bırakmaktadır.

 

Kur'an'ın üslubu ahenkli lafızlarla düzenlenmiş manalardır. Veya lügat ifadeleri ile manaları tasvir etmek için açıklama keyfiyetidir. Üslûbdaki açıklık, kendisi ile yerine getirilen ifadede, anlatılmak istenen manaların belirgin bir şekilde ortaya konulması ile olur. Şu ayette olduğu gibi:

 

 æì¢j¡Ü¤Ì m ¤á¢Ø £Ü È Û ¡éî©Ï a¤ì Ì¤Ûa ë ¡æ¨a¤Š¢Ô¤Ûa a ˆ¨è¡Û aì¢È à¤ mü a뢊 1 ×  åí©ˆ £Ûa  4b Ó ë

 

“İnkâr edenler: Bu Kur'an'ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın. Umulur ki bastırırsınız, dediler.”[205]

 

Üslûbun kuvveti, anlatılmak istenen manayla uyumlu kelimelerin seçilerek mananın ifade edilmesi ile gerçekleşir. İnce anlam, ince bir lafızla anlatılır. Kalın anlamlar aynı türden lafızlarla ifade edilir. Hoşlanılmayan anlamlar hoş olmayan kelimelerle ifade edilir. Bunlara örnek verecek olursak:

 

5î©j ¤Ü ó¨£à ¢m b èî©Ï b¦ä¤î Ç 75î©j v¤ã ‹ b è¢ua Œ¡ß  æb × b¦¤b × b èî©Ï  æ¤ì Ô¤¢í ë

 

“Onlara orada bir kâseden içirilir ki (bu şarabın) karışımında zencefil vardır. (Bu şarap) orada bir pınardandır ki adına Selsebîl denir.”[206]

 

 b7¦2b Ô¤y a ¬b èî©Ï  åî©r¡2ü b=¦2¨b ß  åî©Ëb £ÀÜ¡Û a=¦…b •¤Š¡ß ¤o ãb ×  á £ä è u  £æ¡a

 

“Şüphesiz, cehennem pusuda beklemektedir. Azgınların barınacağı yerdir (cehennem). (Azgınlar) orada çağlar boyu kalacaklar.”[207]

 

 ô¨Œî©™ ¥ò à¤¡Ó a¦‡¡a  Ù¤Ü¡m

 

“O zaman bu, insafsızca bir taksim!”[208]

 

;¡Šî©à z¤Ûa ¢p¤ì – Û ¡pa ì¤• üa  Š Ø¤ã a  £æ¡a 6 Ù¡m¤ì • ¤å¡ß ¤œ¢š¤Ëa ë  Ù¡î,¤' ß ó©Ï ¤†¡–¤Óa ë

 

“Yürüyüşünde tabiî ol, sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.”[209]

 

Üslup güzelliği cümlede veya cümlelerde anlam ve lafız bütünlüğünü sağlamaya götürecek manaya en uygun ve en net ibarelerin seçilmesi ile gerçekleşir. Tıpkı şu ayeti kerimede olduğu gibi:

 

 aì¢È £n à n í ë aì¢Ü¢×¤b í ¤á¢ç¤‰ ‡  åî©à¡Ü¤¢ß aì¢ãb × ¤ì Û a뢊 1 ×  åí©ˆ £Ûa ¢£… ì í b à 2¢‰

  æì¢à Ü¤È í  Ò¤ì  Ï ¢3 ß üa ¢á¡è¡è¤Ü¢í ë

 

“İnkâr edenler zaman zaman, keşke biz de müslüman olsaydık, diye arzu ederler. Onları bırak; yesinler, eğlensinler ve boş ümit onları oyalayadursun. (Kötü sonucu) yakında bilecekler!”[210]

 

Kur'an-ı inceleyen kimse, üslûbundaki açıklık, kuvvet ve güzellikle zirveye, yücelerin yücesine ulaştığını görür. Şu ayetteki açıklığı, anlatım gücünü ve güzelliği bir dinle:

 

=§Šî©ä¢ß §lb n¡× ü ë ô¦†¢ç ü ë §á¤Ü¡Ç ¡Š¤î Ì¡2 ¡é¨£ÜÛa ó¡Ï ¢4¡… bv¢í ¤å ß ¡b £äÛa  å¡ß ë  â¤ì í ¢é¢Ôí©ˆ¢ã   la ˆ Ç ¡ò à¨î¡Ô¤Ûa ë ¥ô¤Œ¡ b î¤ã¢£†Ûa ó¡Ï ¢é Û 6¡é¨£ÜÛa ¡3î©j  ¤å Ç  £3¡š¢î¡Û ©é¡1¤À¡Ç  ó¡ãb q

 ¡Õí©Š z¤Ûa

 

“İnsanlardan bazısı, bir bilgisi, bir rehberi ve (vahye dayanan) aydınlatıcı bir kitaba dayanmaksızın, Allah hakkında tartışır. Allah yolundan saptırmak için yanını eğip bükerek (kibir ve azamet içinde) Allah hakkında tartışmaya kalkar. Onun için dünyada bir rezillik vardır; kıyamet gününde ise ona yakıcı azabı tattıracağız.”[211]

 

هذَانِ خَصْمَانِ اخْتَصَمُوا فى رَبِّهِمْ فَالَّذينَ كَفَرُوا قُطِّعَتْ لَهُمْ ثِيَابٌ مِنْ  نَارٍ يُصَبُّ مِنْ فَوْقِ رُؤُسِهِمُ الْحَميمُ () يُصْهَرُ بِه مَا فى بُطُونِهِمْ وَالْجُلُودُ () وَلَهُمْ مَقَامِعُ مِنْ حَديدٍ () كُلَّمَا اَرَادُوا اَنْ يَخْرُجُوا مِنْهَا مِنْ غَمٍّ اُعيدُوا فيهَا وَذُوقُوا عَذَابَ الْحَريقِ

 

“Şu iki gurup, Rableri hakkında çekişen iki hasımdır: İmdi, inkâr edenler için ateşten bir elbise biçilmiştir. Onların başlarının üstünden kaynar su dökülecektir! Bununla, karınlarının içindeki (organlar) ve derileri eritilecektir! Bir de onlar için demir kamçılar vardır! Izdıraptan dolayı oradan her çıkmak istediklerinde, oraya geri döndürülürler ve: "Tadın bu yakıcı azabı!" (denilir).”[212]

 

يَا اَيُّهَا النَّاسُ ضُرِبَ مَثَلٌ فَاسْتَمِعُوالَهُ اِنَّ الَّذينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِ اجْتَمَعُوالَهُ وَاِنْ يَسْلُبْهُمُ الذُّبَابُ شَيًْا لَايَسْتَنْقِذُوهُ مِنْهُ ضَعُفَ الطَّالِبُ وَالْمَطْلُوبُ

 

“Ey insanlar! (Size) bir misal verildi; şimdi onu dinleyin: Allah'ı bırakıp da yalvardıklarınız (taptıklarınız) bunun için bir araya gelseler bile bir sineği dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri de alamazlar. İsteyen de âciz, kendinden istenen de!”[213]

 

Kur'an'ın kendisine ait özel bir ifade tarzı vardır. Kur'an'ın nazmı (ayetleri) ne kafiyeli, vezinli şiir metoduna göredir ne de normal düz yazı stiline göredir. Kur'an'ın nazmı şiir ile nesir karışımı veya aynı şekli kullanan bir düz yazı metodu ile de değildir. Kur'an'ın metodu, daha önce Araplar tarafından bilinmeyen, Araplara ait olmayan bizzat Kur'an'ın kendisine ait bir metoddur.

 

Araplar Kur'an'dan etkilenmelerinin şiddeti ile, Kur'an'ın bu icaza nereden ve nasıl ulaştığını bir türlü anlayamamışlardır. Bu nedenle de; "Bu apaçık bir sihirdir" Kur'an bir şair sözüdür veya bir kâhinin sözüdür diyorlardı. Bu nedenle Allahu Teâla onların bu sözlerine şöyle cevap verdi. "Ve o, bir şair sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz? Bir kâhin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz?"

 

Kur'an'ın özel bir tarzının bulunduğu, eşsiz bir dokuya sahip olduğu bütün aydınlığı ile açıkça ortadadır. Bu arada şu iki ayete bir bakalım.

 

  ‰ë¢†¢• ¡Ñ¤' í ë ¤á¡è¤î Ü Ç ¤á¢×¤Š¢–¤ä í ë ¤á¡ç¡Œ¤‚¢í ë ¤á¢Øí©†¤í b¡2 ¢é¨£ÜÛa ¢á¢è¤2¡£ˆ È¢í ¤á¢çì¢Ü¡mb Ó = åî©ä¡ß¤ªì¢ß §â¤ì Ó

 

“Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın; onları rezil etsin; sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın.”[214]

 

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ شَىْءٍ فَاِنَّ اللّهَ بِه عَليمٌ

 

“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça "iyi" ye eremezsiniz. Her ne harcarsanız, Allah onu hakkıyla bilir.”[215]

 

Her iki ayette de şiir üslûbuna yakın bir nesir özelliği vardır.

 

 :=b èî,¨'¤Ì í a ‡¡a ¡3¤î £Ûa ë :=b èܠu a ‡¡a ¡‰b è £äÛa ë :=b èî¨Ü m a ‡¡a ¡Š à Ô¤Ûa ë :=b èî¨z¢™ ë ¡¤à £'Ûa ë

 

“And olsun güneşe ve aydınlığa, ardından gelmekte olan ay'a, onu açığa çıkardığında gündüze, örtüp bürüdüğünde geceye.”[216]

 

Her iki sûredeki ayetlerde de paragraf paragraf nesir bulunduğu halde birisi uzun bir nefesle okunmakta diğeri ise kısa bir nefesle okunmaktadır. Bir de bakıyorsunuz ayetler mürsel nesirin zirvesinde seyrediyor;

 

يَا اَيُّهَا الرَّسُولُ لَا يَحْزُنْكَ الَّذينَ يُسَارِعُونَ فِى الْكُفْرِ مِنَ الَّذينَ قَالُوا امَنَّا بِاَفْوَاهِهِمْ وَلَمْ تُؤْمِنْ قُلُوبُهُمْ وَمِنَ الَّذينَ هَادُوا سَمَّاعُونَ لِلْكَذِبِ سَمَّاعُونَ لِقَوْمٍ اخَرينَ لَمْ يَاْتُوكَ يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ مِنْ بَعْدِ مَوَاضِعِه يَقُولُونَ اِنْ اُوتيتُمْ هذَا فَخُذُوهُ وَاِنْ لَمْ تُؤْتَوْهُ فَاحْذَرُوا وَمَنْ يُرِدِ اللّهُ فِتْنَتَهُ فَلَنْ تَمْلِكَ لَهُ مِنَ اللّهِ شَيًْا اُولئِكَ الَّذينَ لَمْ يُرِدِ اللّهُ اَنْ يُطَهِّرَ قُلُوبَهُمْ لَهُمْ فِى الدُّنْيَا خِزْىٌ وَلَهُمْ فِى الْاخِرَةِ عَذَابٌ عَظيمٌ

 

“Ey Resûl! Kalpleri iman etmediği halde ağızlarıyle "inandık" diyen kimselerden ve yahudilerden küfür içinde koşuşanlar(ın hali) seni üzmesin. Onlar durmadan yalana kulak verirler, ve sana gelmeyen (bazı) kimselere kulak verirler; kelimeleri yerlerinden kaydırıp değiştirirler. "Eğer size şu verilirse hemen alın, o verilmezse sakının!" derler. Allah bir kimseyi şaşkınlığa (fitneye) düşürmek isterse, sen Allah'a karşı, onun lehine hiçbir şey yapamazsın. Onlar, Allah'ın kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Onlar için dünyada rezillik vardır ve ahirette onlara mahsus büyük bir azap vardır.”[217]

 

Yine kafiyeli nesirin de zirvesindedir Kur'an:

 

 ü ë =¤Š¢v¤çb Ï  Œ¤u¢£ŠÛa ë =¤Š¡£è À Ï  Ù 2b î¡q ë =¤Š¡£j Ø Ï  Ù £2 ‰ ë =¤‰¡ˆ¤ã b Ï ¤á¢Ó =¢Š¡£q £†¢à¤Ûa b è¢£í a ¬b í

 6¤Š¡j¤•b Ï  Ù¡£2 Š¡Û ë =¢Š¡r¤Ø n¤ m ¤å¢ä¤à m

 

“Ey örtüye bürünen, kalk ve uyar. Rabbini de tekbir et. Elbiselerini temiz tut. Kötü şeylerdense sakın. Çok görerek başa kakma. Rabbin için sabret.”[218]

 

Aşağıdaki ayetlerde olduğu gibi cümle çiftlerinin birbiri ile uyumluluğunu sağlamada Kur'an'ın kendi üslûbunda yüceldiğini bulursunuz:

 

 6 æì¢à Ü¤È m  Ò¤ì  5 ×  £á¢q = æì¢à Ü¤È m  Ò¤ì  5 × 6 Š¡2b Ô à¤Ûa ¢á¢m¤‰¢‹ ó¨£n y =¢Š¢qb Ø £nÛa ¢á¢Øî¨è¤Û a

 = áî©z v¤Ûa  £æ¢ë Š n Û 6¡åî©Ô î¤Ûa  á¤Ü¡Ç  æì¢à Ü¤È m ¤ì Û 5 ×

 

"Çokluk ile böbürlenmeniz sizi öylesine oyaladı ki; mezarlıkları bile ziyaret ettiniz. Hayır, ilerde bileceksiniz. Hayır, ilerde bileceksiniz. Hayır, eğer kesin bir bilgi ile bilseydiniz. And olsun ki cehennemi muhakkak göreceksiniz.”[219]

 

Aşağıdaki ayetlerde ise cümle çiftlenişinin uzadığı görülmektedir.

 

قُتِلَ الْاِنْسَانُ مَا اَكْفَرَهُ () مِنْ اَىِّ شَىْءٍ خَلَقَهُ () مِنْ نُطْفَةٍ خَلَقَهُ فَقَدَّرَهُ () ثُمَّ السَّبيلَ يَسَّرَهُ () ثُمَّ اَمَاتَهُ فَاَقْبَرَهُ () ثُمَّ اِذَا شَاءَ اَنْشَرَهُ () كَلَّا لَمَّا يَقْضِ مَا اَمَرَهُ () فَلْيَنْظُرِ الْاِنْسَانُ اِلى طَعَامِه () اَنَّا صَبَبْنَا الْمَاءَ صَبًّا () ثُمَّ شَقَقْنَا الْاَرْضَ شَقًّا () فَاَنْبَتْنَا فيهَا حَبًّا () وَعِنَبًا وَقَضْبًا () وَزَيْتُونًا وَنَخْلًا () وَحَدَائِقَ غُلْبًا () وَفَاكِهَةً وَاَبًّا

 

“Kahrolası insan, ne kadar da nankördür! Allah onu hangi şeyden yarattı? Nutfeden onu yarattı, ona biçim verdi. Sonra onun yolunu kolaylaştırdı. Sonra onu öldürdü, kabre koydu. Sonra dilediği zaman onu yeniden diriltir. Hayır emrettiğini yapmadı. İnsan yiyeceğine baksın. Biz suyu döktükçe döktük. Sonra toprağı güzelce yararak Orada taneler, üzümler, yoncalar, zeytinler, hurmalar, iri ve sık ağaçlı bahçeler, meyveler ve çayırlar bitirdik.”[220]

 

Belirli bir kafiye kullanımında devam ederken bir de bakıyorsunuz ki bir başka kafiye kullanımına dönüşüm yapıyor. Tıpkı şu ayetlerde olduğu gibi:

 

 §Šî,© í ¢Š¤î Ë  åí©Š¡Ïb Ø¤Ûa ó Ü Ç =¥Šî,© Ç ¥â¤ì í §ˆ¡÷ ß¤ì í  Ù¡Û¨ˆ Ï =¡‰ì¢Ób £äÛa ó¡Ï  Š¡Ô¢ã a ‡¡b Ï

 

“Sur'a üflendiğinde; işte o gün, zorlu bir gündür. Kâfirler için hiç de kolay değildir,” ifadelerini kullanırken doğrudan doğruya hemen sonraki ayetlerde başka kafiyeye değişim yapıyor.

 

 ¢é Û ¢p¤† £è ß ë a=¦…ì¢è¢(  åî©ä 2 ë a=¦…뢆¤à ß üb ß ¢é Û ¢o¤Ü È u ë a=¦†î©y ë ¢o¤Ô Ü  ¤å ß ë ó©ã¤‰ ‡

a6¦…ì¢È • ¢é¢Ô¡ç¤‰¢b  a6¦†î©ä Ç b ä¡mb í¨ü  æb × ¢é £ã¡a 6e5 × = †í©‹ a ¤æ a ¢É à¤À í  £á¢q a=¦†î©è¤à m

 

“Bırak beni ve yarattıklarımı tek başına. Kendisine bol bol mal verdiğimi, görülen oğullar verdiğimi ve onun için yaydıkça yaydığımı. Sonra daha da artırmamı umar o. Hayır; çünkü o, ayetlerimize karşı bir inatçı kesildi. Ben onu sarp bir yokuşa sardıracağım.”[221]

 

Bu kafiyelerin kullanıldığı ayetlerden sonra doğrudan doğruya başka kafiyelerin kullanıldığı ayetlere geçiş yapıyor:

 

 = Š  2 ë   j Ç  £á¢q = Š Ä ã  £á¢q = ‰ £† Ó  Ñ¤î ×  3¡n¢Ó  £á¢q = ‰ £† Ó  Ñ¤î ×  3¡n¢Ô Ï = ‰ £† Ó ë  Š £Ø Ï ¢é £ã¡a

=¢Š q¤ªì¢í ¥Š¤z¡ ü¡a ¬a ˆ¨ç ¤æ¡a  4b Ô Ï = Š j¤Ø n¤a ë  Š 2¤… a  £á¢q

 

“Doğrusu o, düşündü ve ölçüp biçti. Canı çıkası nasıl da ölçüp biçti. Sonra baktı. Sonra kaşlarını çattı, suratını astı. Sonra da sırt çevirip büyüklük tasladı.”[222] 

 

İşte böylece Kur'an ayetlerinin tamamı dikkatlice incelendiğinde her çeşidiyle ne Arap şiiri ve nesirinde kullanılan üslûba ne Arapların kullandığı sözlerden herhangi bir söze ne de herhangi bir beşerin sözüne hiçbir şekilde benzemediği ve onlarla uzaktan yakından ilgisi olmadığı görülür.

 

Daha sonra Kur'an'ın açık kuvvetli ve güzel üslûbunun bir çok manaları ifade etme keyfiyeti açısından en ince tasvir ile ifade ettiğini görebilirsin. Şu ayetlerde olduğu gibi mananın çok ince olduğunu hissedersin.

 

 b6¦Ób ç¡… b¦¤b × ë b=¦2a Š¤m a  k¡Ça ì × ë b=¦2b ä¤Ç a ë  Õ¡ö¬a † y a=¦‹b 1 ß  åî©Ô £n¢à¤Ü¡Û  £æ¡a

 

“Şüphesiz ki müttakiler için kurtuluş vardır. Bahçeler ve bağlar. Göğüsleri tomurcuklanmış kızlar. Ve dolu kâseler.”[223]

 

Dikkat edildiğinde ayetlerin ince lafızlardan ve yumuşak cümlelerden meydana geldiği görülür. Bunun yanında aynı sûre içerisinde geçen şu ayetlerde kullanılan lafızların ve cümlelerin sert ve kalın ifadelerden meydana geldiği görülmektedir:

 

 b=¦2a Š ( ü ë a¦…¤Š 2 b èî©Ï  æì¢Ó뢈 íü b7¦2b Ô¤y a ¬b èî©Ï  åî©r¡2ü a=¦…b •¤Š¡ß ¤o ãb ×  á £ä è u  £æ¡a

 b¦Ób Ï¡ë ¦õ¬a Œ u b=¦Ób £ Ë ë b¦àî©à y ü¡a

 

“Şüphesiz ki cehennem, bir gözetleme yeridir. Azgınlar için varılacak bir yer. Sonsuz devirler boyunca orada kalacaklardır. Orada serinlik ve içecek tadamayacaklardır. Sade kaynar bir su ve bir de irinden başka.”[224]

 

Yine aşağıdaki ayetlerde olduğu gibi sevgi dolu ifadelerin sevgi dolu lafızlarla ifade edildiğine şahit olunur.

 

وَرَفَعَ اَبَوَيْهِ عَلَى الْعَرْشِ وَخَرُّوا لَهُ سُجَّدًا وَقَالَ يَا اَبَتِ هذَا تَاْويلُ رُءْيَاىَ مِنْ قَبْلُ قَدْ جَعَلَهَا رَبّى حَقًّا وَقَدْ اَحْسَنَ بى  اِذْ اَخْرَجَنى مِنَ السِّجْنِ وَجَاءَ بِكُمْ مِنَ الْبَدْوِ مِنْ بَعْدِ اَنْ نَزَغَ الشَّيْطَانُ بَيْنى وَبَيْنَ اِخْوَتى اِنَّ رَبّى لَطيفٌ لِمَا يَشَاءُ اِنَّهُ هُوَ الْعَليمُ الْحَكيمُ

 

“Ana ve babasını tahtının üstüne çıkartıp oturttu ve hepsi onun için (ona kavuştukları için) secdeye kapandılar. (Yusuf) dedi ki: "Ey babacığım! İşte bu, daha önce (gördüğüm) rüyanın yorumudur. Rabbim onu gerçekleştirdi. Doğrusu Rabbim bana (çok şey) lütfetti. Çünkü beni zindandan çıkardı ve şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra sizi çölden getirdi. Şüphesiz ki Rabbim dilediğine lütfedicidir. Kuşkusuz O çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.”[225]

 

Şu ayetlerde olduğu üzere, çirkin olan manaya yönelik bir anlam ancak uygun bir lafızın kullanımı ile mümkün olabilmektedir.

 

 ô¨Œî©™ ¥ò à¤¡Ó a¦‡¡a  Ù¤Ü¡m ó¨r¤ã¢üa ¢é Û ë ¢Š × £ˆÛa ¢á¢Ø Û a

 

“Demek erkek size, dişi O'na öyle mi? O zaman bu, insafsızca bir taksim!”[226]

 

;¡Šî©à z¤Ûa ¢p¤ì – Û  ¡pa ì¤• üa  Š Ø¤ã a  £æ¡a 6 Ù¡m¤ì • ¤å¡ß ¤œ¢š¤Ëa ë  Ù¡î,¤' ß ó©Ï ¤†¡–¤Óa ë

 

“Yürüyüşünde tabiî ol, sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.”[227]

 

Bu manaları aktarırken, belirten manaları ifade edecek kelimeleri seçiyordu. Böylece seçilen kelimeler, manaları tasavvur eden ve idrak eden kişide adeta bir zil sesi gibi içini hareketlendiren ses ve tona sahip kelimeler haline geliyordu. Bu nedenle bu anlamlardaki derinliği ve ifadedeki belağatı idrak eden dinleyici bu durum karşısında huşu ile eğiliyordu. Hatta küfründe inat etmelerine rağmen Arap belağatlarından, düşünürlerinden bazıları bu ifadeler karşısında secdeye kapanacak olmuşlardır.

 

Sonra yine Kur'an'ın lafızlarını ve cümlelerini dikkatlice inceleyen kimse harflerin yerleştirilmesinde, harflerin çıkış mahreçlerinde bir kelimede veya cümlede mahreç yakınlığının varlığını ve bu uyumun sağladığı ses güzelliğini gözlemler. Çünkü harfler arasında mahreç yakınlığı olmazsa yani mahreçler birbirinden uzak olursa, harfler ve cümleler arasındaki geçiş zorlaşır. Aynı zamanda müzikte gerekli tekrarlarda olduğu gibi tekrarlarında kulağa hoş gelen hafif bir mahreçten çıkan hoş bir harf kullanılmıştır.

 

Kelimelerin kullanımında bu incelikle beraber, bazı ayetlerde bazı harflerin tekrar tekrar kullanıldığını görmek mümkündür. Örneğin Ayete'l Kürsi'deki lam harfi yirmi üç defa tekrarlanmasına rağmen bu tekrar kulakta hoş bir etki bırakmakta hatta ve hatta dinleyenin dikkatini çekmekte ve dinleme isteğini artırmaktadır.

 

İşte böylece Kur'an'ın özel bir tarza sahip olduğunu, her anlamın, kendine uygun olan lafızlarla indiğini, çevresindeki lafızlarla ve beraberindeki anlamlarla uyum halinde olduğunu görebilirsin. Bu özellikte hiçbir ayette farklılık göremezsin. Kur'an'ın hiçbir beşerin sözüne benzememesi ve hiçbir beşerin sözünün de Kur'an'ın sözüne benzememesinden dolayı özel bir tarza sahip olan Kur'an'ın üslûbundaki icaz gayet açıktır.

 

Yine indirilen manalara uygun lafızların ve cümlelerin kullanılması açısından olsun, belağatını ve manalarındaki derinliği idrak edebilenlerin kulaklarında yankılanan lafızları karşısında Kur'an'ın önünde boyun eğib adeta secdeye kapanır gibi olanlar açısından olsun, ister manalarındaki derinliği ve belağatını idrak edemeyip ancak onun lafızlarındaki uyumun, inceliğin karşısında Kur'an'ın esiri olan, ister istemez dinleyenin kendisine boyun eğmesi açısından olsun, Kur'an'ın icazı açıktır. Bu nedenle Kur'an mucizedir ve mucizevi özelliği kıyamete kadar da devam edecektir.

 

 

 

11-Kur’an-ı Kerim’in Toplanması ve Yazılışı

 

 

Resulullah (as) Rabbine kavuştuğunda Kur'an-ı Kerimin tamamının deri, kemik, ağaç dalları, yapraklar üzerinde yazılı olduğu ve yine tamamının sahabe-i Kiram (r.anhüm) tarafından ezberlendiği yüzde yüz kesin delille sabittir. Bir veya birkaç ayet indiği zaman Resulullah (as) hemen inen ayetlerin önünde yazılmasını emrediyordu. Aynı zamanda Resulullah (as) vahyi yazmakla görevli olan vahy kâtiplerinin dışındaki Müslümanların inen ayetleri yazmalarını da engellemiyordu. Müslim'in İbni Mes'ud'dan rivayet ettiği bir hadise göre Resulullah (as) şöyle dedi: "Benden Kur'an'dan başka bir şey yazmayın. Benden Kur'an dışında bir şey yazan onu imha etsin." [228]

 

Vahiy kâtiplerinin yazmış olduğu Kur'an'ın tamamı sahifelerde idi. Allahu Teâla Beyyine sûresi 2. ayette şöyle buyurmaktadır.

 

 =¦ñ Š £è À¢ß b¦1¢z¢• aì¢Ü¤n í ¡é¨£ÜÛa  å¡ß ¥4좠‰

 

“(İşte o apaçık delil,) Allah tarafından gönderilen ve tertemiz sahifeleri okuyan bir elçidir.”[229]

 

Yani Resül, batıldan temizlenmiş, hak ve adaletle dosdoğru bir şekilde yazılmış kâğıtları okuyor. Allahu Teâla;

 

 ô©†¤í b¡2 =§ñ Š £è À¢ß §ò Çì¢Ï¤Š ß =§ò ß £Š Ø¢ß §Ñ¢z¢• ó©Ï <¢ê Š × ‡  õ¬b ( ¤å à Ï 7¥ñ Š¡×¤ˆ m b è £ã¡a ¬5 ×

 6§ñ ‰ Š 2 §âa Š¡× =§ñ Š 1 

 

“Sakın; Çünkü bu bir öğüttür. Dileyen onu düşünüp öğüt alır. O, çok şerefli sahifelerdedir. Yüceltilmiş ve temizlenmiştir. Kâtiplerin elleriyle. Kıymetli, saygıdeğer.”[230]

 

Yani bu kitap şerefli sahifelerde sabit, Allah katında yüksek derecelere sahip, şeytanların ellerinden temizlenmiş, müttakilerin elleriyle yazılmış bir öğüttür.

 

Resulullah (as) mushafın iki kapağı arasında olanların tamamını gözlerinin önünde yazılmış olarak bıraktı. Abdülaziz b. Rafi'den dedi ki: "Ben ve Şeddad b. Ma'kıl, İbni Abbas'ın (r.a.) yanına girdik. Şeddad b. Ma'kıl İbni Abbas'a: Resulullah (as) bir şey bıraktı mı? diye sordu. İbni Abbas: İki Kapağın arasındakilerden başka bir şey bırakmadı dedi. Bu defa Muhammed b. el-Hanefiyye'nin yanına girdim ve aynı soruyu ona da sorduk. Muhammed b. el-Hanefiyye İki kapağın arasındakilerden başka hiçbir şey bırakmadı dedi."

 

Sûrelerdeki Kur'an ayetlerinin tamamının indiği zaman Resulullah (as)'ın önünde hemen sahifelere yazıldığı hususunda icma vardır. Büyük Rasül (as), hem Araplar hem de bütün dünya için Resüle verilen en büyük mucize olan Kur'an-ı Kerim hakkında mutmain ve huzurlu bir şekilde vefat etti. Resül (as) Kur'an ayetlerinden herhangi birisinin kaybolacağından asla korkmuyordu. Çünkü Allahu Teâla Hicr sûresi 9. ayette Kur'an-ı muhafaza edeceğini şöylece bildirmektedir.

 

  æì¢Ä¡Ïb z Û ¢é Û b £ã¡a ë  Š¤×¡£ˆÛa b ä¤Û £Œ ã ¢å¤z ã b £ã¡a

 

“Kur an'ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız.”[231]

 

Zira bu ayetler Resülün gözleri önünde yazılıyor, sahabenin göğüslerinde hafızalarında muhafaza ediliyor ve Müslümanların Kur'an-ı yazmalarına izin veriliyordu. Bu nedenle Sahabe-i Kiram, Resulullah (as)'ın vefatından sonra riddet savaşlarında hafız sahabelerin öldürülmelerinde çoğalma oluncaya kadar, Kur'an'ın tamamının bir kitapta toplanılmasına veya Kur'an'ın yazılmasına ihtiyaç hissetmediler, gerek görmediler. Riddet (dinden dönenlere ve yalancı peygamberlere karşı yapılan) savaşlarında birtakım Kurraların vefatı ile Ömer (r.a.), birtakım Kur'an sayfalarının ve bazı ayetlerin kaybolabileceğinden korktu ve yazılan sayfaların bir araya toplanmasını düşündü.

 

Bu düşüncesini Ebu Bekir (r.a.)'e açtı ve Kur'an'ın toplanması olayı gerçekleşti. Ubeyd. b. es-Sebbak'tan: Zeyd b. Sabit (r.a.) şöyle dedi:

"Ebu Bekir Yemâme savaşından sonra beni çağırttı. Yanına vardığımda Ömer de oradaydı. Ebu Bekir (r.a.): Ömer (r.a.) bana geldi ve Yemame savaşında Kur'an-ı ezberleyenlerin pek çoğunun şehit düştüğünü diğer yerlerde de şehit düşen kurraların artmasıyla Kur'an'ın kaybolmasından korktuğunu ve Kur'an'ın toplanılmasını emretmemi uygun gördüğünü söyledi. Bunun üzerine ben de Ömer (r.a.)'e: Resulullah (as)'ın yapmadığı bir şeyi nasıl yaparsın? dedim. Ömer: Allah'a yemin olsun ki bu hayırdır dedi. Ve nihayet bu işe aklım yatıncaya ve Allah benim göğsümü bu işe açıncaya kadar Ömer bu görüşünde ısrar etti, birkaç defa tekrarladı ve ben de Ömer'in görüşüne iştirak ettim, uygun buldum. Zeyd diyor ki: Ardından da Ebu Bekir bana: Sen, genç, akıllı ve doğruluğundan şüphe edilmeyen bir adamsın. Sen Resulullah (as)'ın vahiy kâtipliğini yaptın. Kur'an-ı incele ve onu topla diye emir verdi." Zeyd b. Sabit konuşmasına şöyle devam ediyor: "Allah'a yemin olsun ki şu dağlardan, bir dağı, taşımakla görevlendirilmek, bana Kur'an-ı toplamakla görevlendirilmekten daha ağır gelmezdi. Bu nedenle Ömer'e Resulullah (qs.)'ın yapmadığı bir işi yapmaya nasıl cesaret edebilirsin? diye sordum da bunun üzerine Ömer (r.a.): Vallahi bu hayırdır dedi. Ömer ve Ebu Bekir (r.anhüma)'in göğsünü açan, ferahlatan Allahu Teâla bu konuda benim göğsümü de ferahlatıncaya kadar Ebu Bekir (r.a.) bana müracaat etmeye devam etti ve ben de onların görüşüne uydum. Ardından da Kur'an-ı yazılı bulunduğu hurma dallarından, beyaz ince taşlardan, bez parçaları ve hafızların ezberlerinden takip ettim. Tevbe sûresinin son ayetlerinden olan;

 

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اِنَّمَا الْمُشْرِكُونَ نَجَسٌ فَلَا يَقْرَبُوا الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ بَعْدَ عَامِهِمْ هذَا وَاِنْ خِفْتُمْ عَيْلَةً فَسَوْفَ يُغْنيكُمُ اللّهُ مِنْ فَضْلِه اِنْ شَاءَ اِنَّ اللّهَ عَليمٌ حَكيمٌ

 

 

“Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir. Onun için bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluktan korkarsanız, (biliniz ki) Allah dilerse sizi kendi lütfundan zengin edecektir. Şüphesiz Allah iyi bilendir, hikmet sahibidir”[232] ayetinden Tevbe süresinin sonuna kadar olan ayet, Ensar'dan Ebu Huzeyme'nin yanında buluncaya kadar bu işe devam ettim. Bu ayeti ondan başkasında bulamadım. Derlediğim bu kitap; Ebu Bekir'in yanında ondan sonra Ömer'in yanında ondan sonra Ömer'in kızı Hafsa (r.anha)' nın yanında kald.ı" [233]

 

Zeyd'in Kur'an-ı toplaması sadece hafızlardan alıntılara göre yazmakla gerçekleşmedi. Zeyd, Kur'an-ı toplarken özellikle getirilen ayetlerin Resulullah (as)'ın önünde yazılmış olması şartına göre topluyordu. Kendisine arz olunan bir sahifenin bizzat Resulullah (as)'ın gözleri önünde yazıldığına dair iki şahit getirilmedikçe bir sayfayı diğer sayfanın yanına koymuyordu. Üstelik aşağıdaki iki hususu bir arada bulundurmadıkça da bir sayfayı almıyordu.

 

1- Sahabelerden birisi tarafından yazılmış olması

 

2- Sahabeden birisi tarafından ezberlenmiş olması.

 

Alınması istenen sahife ile herhangi bir sahabenin ezberindeki ayet aynı ise yazılı olan sayfa alınıyordu. Aksi takdirde reddolunuyordu. Bu nedenle Berae (Tevbe) sûresinin son kısmını Zeyd b. Sabit ezbere bildiği halde Ensar'dan Ebu Huzeyme'nin yanında buluncaya kadar almayıp bekledi. Yahya b. Abdurrahman b. Hatib yoluyla rivayet edildiğine göre:  Hz.Ömer (r.a.) ayağa kalktı ve dedi ki: “Kim Resulullah (a.s)'den Kur'an'dan bir şey aldıysa onu getirsin."

 

Bilindiği üzere Kur'an ayetlerini sahifelere, levhalara ve hurma dallarına yazıyorlardı. Ve iki şahit getirmedikçe de hiç kimseden bir şey kabul etmiyordu. Bu da gösteriyor ki Zeyd, Kur'an'ın birtakım şeylerin üzerinde yazılı olmasıyla yetinmiyor, Zeyd'in kendisi ezbere bildiği halde yazılı olan ayetlerin Resulullah (a.s)'den bizzat işitme yoluyla alındığına dair şahit bulunmadıkça da almıyordu. Böylece ihtiyatlı davranma hususunda mübalağa yapıyordu.

 

Toplama işi, Resulullah (as)'ın gözleri önünde yazılan sayfaları iki kapak arasında tek bir kitapta bir araya getirilmedikçe sona erdirilmedi. Kur'an, sahifelerde yazılı halde idi. Ancak dağınık bir halde olduğu için Hz.Ebu Bekir (r.a.) onu bir yerde topladı. Bu nedenle Hz.Ebu Bekir (r.a.)'ın Kur'an'ın toplanmasında yaptığı iş Kur'an'ın tek bir mushafta yazılması işi olmayıp bilakis Resulullah (as)'ın gözleri önünde yazılmış olan sayfaların bir mekânda toplanmasıdır.

 

Toplanan bu sayfaların doğruluğunun desteklenmesi ve bundan emin olmak için de getirilen sayfaların hem Resulullah (as)'ın gözleri önünde yazıldığının iki şahitle ispatlanmış olması şartı hem de sahabeler tarafından ezberlenmiş olması şartı aranıyordu. Bu sahifeler hayatı boyunca önce Hz.Ebu Bekir'in yanında, sonra Ömer'in yanında sonra da Hz.Ömer'in vasiyeti üzere kızı ve Mü'minlerin annesi Hz.Hafsa (r.anha)'nın yanında muhafaza edildi. Buradan da anlaşılmaktadır ki Hz.Ebu Bekir (r.a.)'ın Kur'an-ı toplaması, ancak Resulullah (a.s)'ın önünde yazılan sayfaların toplanmasından ibarettir.

 

Kur'an'ın hıfzedilmesi ise Kur'an'ın ezberlenmesi demek değil, ancak çeşitli şeyler üzerine Resulullah (as)'ın gözleri önünde yazılı olan sahifelerin korunması demektir. Kur'an'ın üzerine yazılı olduğu şeyleri toplamak ve muhafaza altına almak ise ancak Resulullah (as)'den nakledilenin aynen nakledildiğinin tekidinde mübalağalı ve ihtiyatlı davranmak içindir. Ama Kur'an'ın bizzat kendisi sahabenin göğüslerinde korunmuş ve ezberlerinde de toplanmıştı. Ezbere olan güven onların çoğunluğuna dayanmaktadır. Çünkü tamamen veya kısmen Kur'an-ı ezberleyen birçok kişi vardı.

 

Buraya kadar yapılan açıklama Hz.Ebu Bekir (r.a.) döneminde Kur'an'ın toplanması açısından yapılan açıklamalardı. Hz.Osman (r.a.)'ın halifeliğinin ikinci veya üçüncü yılında gerçekleştirdiği Kur'an-ı toplama işine gelince: Hicretin 25. yılında Şam halkıyla beraber Ermenistan'da ve Irak halkıyla beraber de Azerbaycan'da savaşan Huzeyfe İbn el Yemân, insanların Kur'an'ı okumadaki ihtilaflarından korkmuş bir halde Medine'de Hz.Osman (r.a.)'nın yanına geldi. Bulunduğu yerlerde Şam halkının Kur'an'ı Irak halkının işitmediği bir tarzda Ubey b. Ka'b'ın kıraatıyla okuduklarını, Irak halkının da Şam halkının işitmediği bir tarzda Abdullah b. Mesud'un kıraatıyla okuduklarını ve kıraat ihtilafı nedeniyle birbirlerini tekfir ettiklerini gördü.

 

Her iki grup da Bakara sûresindeki 196. ayeti kerimeyi farklı okuyorlardı. Birinin ayeti kerimeyi › 6¡é¨£Ü¡Û  ñ Š¤à¢È¤Ûa ë  £w z¤Ûa a좣à¡m a ë şeklinde diğerinin ise; ›oîjÜÛ  ñ Š¤à¢È¤Ûa ë  £w z¤Ûa a좣à¡m a ë şeklinde okumaları Huzeyfe İbn el Yemân'ı çok kızdırmış ve gözlerini kan çanağına çevirmişti. Yine Huzeyfe'den rivayeten: "Kufe halkı İbni Mesud'un kıraatını, Basra halkı da Ebu Musa El Eşari'nin kıraatının doğru olduğunu söylüyordu. Allah'a yemin olsun ki eğer Mü'minlerin emirinin yanına vardığımda bütün kıraatların tek bir kıraat haline döndürmesini ona emrettireceğim dedim ve Osman'ın yanına vardım."

 

İbn Şihab Enes b. Malik'den şunu rivayet ediyor: "Ermenistan ve Azerbaycan fethinde Suriye ve Iraklılarla beraber savaşan ve onların Kur'an-ı farklı şekillerde okumalarından korkan Huzeyfe İbni el-Yeman Osman (r.a.)'a gelerek: "Ey Mü'minlerin emiri; bu ümmet, Yahudi ve Hıristiyanların kitaplarında ihtilaf ettikleri gibi kitaplarında ihtilaf etmeden, helak olmadan onlara yetiş, işin icabına bak." dedi. Bunun üzerine Osman (r.a.), Ömer (r.a.) ın kızı Hafsa (r.anha)'ya haber göndererek elinde bulunan mushaftan başka nüshalar çıkartacağını ve çoğaltma işi bittikten sonra da asıl nüshayı kendisine iade edeceğini söyleyerek elindeki nüshayı istedi. Hafsa (r.anha) da nüshayı Osman'a gönderdi. Osman (r.a.), Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Zübeyr, Said b. As ve Abdurrahman b. Haris b. Hişam'dan oluşan heyete Kur'an-ı çoğaltmalarını emretti. Osman (r.a.), Zeyd'in dışındaki Kureyş'li üç kişiye: Kur'an hakkında Zeyd ile herhangi bir ihtilafa düşerseniz Kureyş lehçesi ile yazınız. Çünkü Kur'an, Kureyş lehçesiyle nazil olmuştur dedi. Onlar da Osman'ın dediği gibi yaptılar. Heyet istenilen nüshaları hazırladıktan sonra asıl nüsha Osman (r.a.) tarafından Hafsa (r.anha)'ya iade edildi. Ve çoğaltılan nüshaların her birinden önemli merkezlere birer nüsha gönderilerek çoğaltılan nüshaların dışındaki bütün nüshaların yakılması halife tarafından emredildi."

 

Çoğaltılan nüshalar yedi taneydi. Bunlar sırasıyla Mekke'ye, Şam'a, Yemen'e, Bahreyn'e, Basra'ya ve Kufe'ye birer adet gönderildi. Bir nüsha da Medine'de bırakıldı.

 

Bu nedenle Hz.Osman (r.a.)'ın yaptığı iş Kur'an'ın toplanması işi değil, Resulullah (as)'den alındığı şekilde Kur'an-ı olduğu gibi aynen nakletme ve çoğaltmak işidir. Osman (r.a.) Hafsa (r.anha)'nın yanında muhafaza edilmekte olan nüshadan yedi adet çoğaltmaktan başka hiçbir şey yapmamıştır. Bütün insanları bu çizgide toplamıştır. Bu nüshanın yazıldığı şeklin dışında herhangi bir hat veya imla ile Kur'an-ı yazmaktan insanları men etmiştir. Böylece yazı ve imla olarak bu nüshada karar kılındı. Bu hat ve imla vahiy indiği zaman Resulullah (as) gözleri önünde yazılan sahifelerdeki hattın ve imlanın ve Hz.Ebu Bekir (r.a.)'ın topladığı nüshanın da aynısıydı. Sonra da Müslümanlar bu nüshadan çoğaltmaya başladılar. Böylece ortada yalnızca Osman'ın mushafının yazı şekli kaldı. Matbaa icad edildiğinde ise aynı hat ve imla ile bu nüshaya göre Kur'an-ı Kerimler basılmaya başlandı.

 

Ebu Bekir (r.a.)’ın Kur'an-ı toplaması ile Osman'ın Kur'an-ı toplaması arasında şöyle bir fark vardır: Hz.Ebu Bekir (r.a.) Kur'anı taşıyanların/hafızların ölmeleriyle Kur'an'dan bir şeyin kaybolacağından korktu. Her ne kadar Kur'an'ın tamamı sahifelerde yazılı idi ise de tamamı tek bir kitap halinde bir yerde toplanmış değildi. Bu nedenle Hz.Ebu Bekir Kur'an-ı sahifelerde bir araya getirdi. Arap lügatının genişliği nedeniyle Kur'an kıratlarındaki farklılıkların çoğalması ve insanların birbirlerini Kur'an-ı hatalı okumakla suçlamaları, Hz.Osman (r.a.)'da işin daha da kötüye gitmesi endişesini artırdı ve bu mushaflar tek bir mushafta çoğaltıldı.

 

Bu nedenle şu anda elimizde bulunan mushaf, Resulullah (as)'e inen mushafın ve Resulullah (as)'ın önünde yazılan sahifelerin bizzat aynısıdır. Ve yine şu anda elimizde bulunan Mushaf, Hz.Ebu Bekir (r.a.)'ın bir araya getirip tek bir mekânda muhafaza altına aldığı, Osman (r.a.)'ın da bu nüshadan yedi nüsha olarak çoğalttığı ve bu yedi nüshanın dışındakilerin yakılmasını emrettiği, yazısı ile imlasıyla ayetlerinin ve sûrelerin tertibiyle Hz.Ebu Bekir (r.a.) zamanında bir araya toplanan mushafın aynısıdır.

 

Resulullah (as)'ın vahyin gelişine göre yazdırdığı, Hz.Ebu Bekir (r.a.)’ın toplayıp bir araya getirdiği ve buna göre de mushafın çoğaltıldığı ilk nüsha Medine valisi Mervan zamanına kadar mü'minlerin annesi Hafsa (r.anha)'nın yanında muhafaza edildi. Mervan, Medine valisi olduğu dönemde mushaf nüshalarının her yerde yaygın halde bulunduğu ve ilk nüshaya artık lüzum kalmadığı gerekçesiyle ilk nüshayı, müminlerin annesi Hafsa'dan alarak imha ettirdi.

 

İbn Şihab'dan: Salim b. Abdullah b. Ömer bana şöyle haber verdi:Mervan, Muaviye'nin Medine valisi olduğu dönemde Hafsa (r.anha)'dan Kur'an'ın yazıldığı sayfaları istedi. Ancak Hafsa yanındaki sayfaları vermeyi reddetti. Salim dedi ki: Hafsa vefat ettiğinde biz onu defnedip döndükten sonra, Mervan Abdullah b. Ömer'e Hafsa (r.a.)'nın yanındaki sayfaların kendisine gönderilmesi hususunda ısrar etti. Abdullah b. Ömer de bu sayfaları gönderdi. Mervan bunların imha edilmesini emretti. Ve bu sayfalar yırtılıp yok edildi. Bu hareketini de şöyle nedenlendirdi: "Ben bu işi, zamanla insanların bu sayfalar hakkında şüpheye düşmelerinden korktuğum için yaptım."

 

Mushafın Yazılışı

Kur'an'ın yazısı tevkifi olup muhalefet etmek caiz değildir. Buna delil, Resulullah (a.s)'e gelen vahyi yazan kâtiplerin bulunmasıdır. Vahiy kâtipleri Kur'an-ı bu yazı ile yazdılar ve Resulullah (a.s) de onların bu şekilde yazmalarını kabul etti. Resulullah (as)'ın hayatı boyunca herhangi bir değişiklik olmaksızın Kur'an'ın yazılışı bu şekilde devam etmiştir. Sahabeler de Kur'an-ı yazdıkları halde onlardan hiçbirinin bu yazı şekline muhalefet ettikleri rivayet edilmemiştir. Hz. Osman (r.a.) hilafete geçince müminlerin annesi Hz. Hafsa (r.anha)'nın yanında muhafaza edilen sayfalardan bu yazı şekline göre mushaflar çoğaltıldı ve diğer mushafların yakılması emrolundu.

 

Aynı zamanda Kur'an'ın yazısı o döneme kadar alışılagelen Arap yazısının dışında bir yazı şeklini ortaya koymaktadır. Bu farklılık, Kur'an'ın yazısının bir ıstılah olmayıp yalnızca tevkifi bir yazı şekli olduğundan başka bir anlama da gelmemektedir. Bu nedenle b2  ìq a  kelimesi Kur'an'da niçin (a ) ve (ô) ile değil de (ë) ve (a ) ile beraber aìj2 ìq a şeklinde yazıldı diye sorulamaz. Yine òã bß  kelimesinde (a ) ilavesi varken òäß kelimesinde ise elifin bulunmamasının ve áØîí ¤b2  kelimelerinin yazılışında (ô) harfinin iki defa yazılmasının, Hacc sûresindeki(a ìÈ) kelimesi elif ilavesi ile yazılmışken Sebe sûresinde (ìÈ) şeklinde elifsiz yazılmasının, diğer ayetlerde elifle aìnÇ şeklinde yazılan kelimenin Furkan sûresinde elifsiz olarak ìnÇ şeklinde yazılmasının, (aìäßa)kelimesi her yerde elifle yazıldığı halde Bakara sûresindeki (ëõbÏ ëõb ëõb2) kelimelerinin elifsiz olarak yazılmasının, diğer ayetlerde(ì1Èí) şeklinde yazılan kelimenin Nisa sûresinde elif ilavesi (ôˆãa aì1Èí) ile şeklinde yazılmasının sebebi nedir? denilemez. Bu şekilde soru sorulamayacağı gibi müteşabih ayetlerin bir kısmında bazı harflerin hazfedilmesinin/düşürülmesinin sebebi nedir? de denilemez. Yusuf ve Zuhruf sûresinde (bãõŠG) kelimesindeki elif harfi düşürülürken diğer yerlerde elifle yazılması da böyledir. Yine Fussilet sûresinde (paìà) kelimesinin yazılışında vav harfinden sonra elif harfinin yazılması diğer yerlerde ise hazfedilmesi, (…bÈîß) kelimesinin yazılışında elif mutlak olarak her zaman sabit kalırken Enfal sûresinde ise elifin hafzedilmesi, nerede geçerse geçsin (buaŠ) kelimesindeki elif sabit kalırken Furkan sûresinde ise hazfedilmesi de aynıdır. Manada ve lafızda herhangi bir ihtilaf olmamakla beraber yazı yönünden tek bir kelimenin yazılmasında sûreler arasındaki bu farklılık, mushafın yazısının ictihada veya anlayışa dayanmayıp işitmeye/vahye dönük bir olay olduğuna delalet etmektedir. İşitmeye dayalı olan herşey ise tevkifidir.

 

Sûrelerin tertibinde ihtilaf olduğu nakledilirken Resulullah (a.s)'ın gözleri önünde bu kelimelerin bu şekilde yazılmasından dolayı herhangi bir ihtilaf ortaya çıkmadığı gibi ayetlerin tertibinde de herhangi bir ihtilafın varlığından bahsedilmemiştir. Bu da mushafın yazısının tevkifi olduğuna delalet eder. Resul (a.s)'ın bu yazı şeklini ikrarı/kabul etmesi ve bu konu üzerinde sahabenin icması, lafız ve mana birliği ile beraber aynı kelimenin farklı sûrelerde farklı şekillerde yazılması gibi olayların tamamı, mushaflar üzerinde bulunan kelimelerin yazılış şeklinin tevkifi bu yazıya bağlı kalmanın gerekli olduğunun, bu yazının dışında bir yazı ile Kur'an-ı yazmanın haram olduğunun, onda değişiklik yapmanın mutlaka caiz olmadığının apaçık delildir.

 

Burada Resul (a.s) ümmi idi yani okuma yazma bilmiyordu, dolayısıyla onun ikrarına, kabulüne itibar olunmaz denilemez. Çünkü Rasülün yazı şekillerini bilen kâtipleri vardı ve onlar kelimelerin nasıl yazıldığını Rasüle bildiriyorlardı. Üstelik bazı hadislerde de geçtiği üzere Resül (as) harflerin şekillerini biliyordu Ayrıca, yazdıran ve yazanlar aynı kişiler oldukları halde kâtipler, devlet başkanlarına ve krallara gönderilmek üzere yazdıkları mektuplarda, vahy geldiği zaman sahifelere yazmış oldukları Kur'an yazısının dışında Arapların alışageldikleri normal yazıyı kullanıyorlardı.

 

Kur'an'ın yazımında Osman (r.a.) kullandığı yazıya bağlı kalmak yalnızca mushafın tamamına has bir durumdur. Ancak bunun yanında, delil olarak kullanırken veya eğitim amacıyla veya başka amaçlarla tahta üzerine mushafın dışında farklı bir yazım ile Kur'an-ı yazmak caizdir. Çünkü Resülün ikrarı ve Sahabenin icması diğerlerinde değil yalnızca mushaf üzerinde gerçekleşmiştir. Dolayısıyla birbirlerine kıyas yapılamazlar. Çünkü mushafın yazısının tevkifi oluşu herhangi bir illete bağlı değildir. İllet olmayan yerde kıyas da olmaz, yapılamaz.

 

 

 

12-Huruf-u Mukattaa

 

 

Kur'ân'ın bazı sûrelerinin başındaki hece harfleri. Kur'ân'ın yirmidokuz sûresi bu harflerle başlamaktadır. Bu sûrelerden üç tanesi bir; on tanesi iki; onüç tanesi üç; iki tanesi dört ve bir tanesi de beş mukattaa harfiyle başlamaktadır.

 

Bu sûreleri şöylece sıralayabiliriz: Bakara, Âlu İmran, A'râf, Yunuş Hud, Yusuf, Ra'd, İbrahim, Hicr, Meryem, Neml, Kasas, Ankebut, Rum, Lokman, Secde, Yâsîn, Sâd, Mü'min, Fussilet, Tâhâ, Şuarâ, Câsiye, Ahkâf, Kaf, Kalem, Şurâ, Zuhruf, Duhan.

 

Bu sûrelerin yirmiyedisi Mekke'de nazil olmuştur. Bakara ve Âlu İmrân süreleri Medenîdir.

 

İslâm bilginleri Mukattaa harflerinin tam bir âyet olup olmaması konusunda ihtilaf etmişlerdir.

 

Bu harflerin ne anlama geldiği konusunda pek çok görüş ileri sürülmüştür.

 

Bir kısım âlimlere göre bu harfler, Kur'ân'ın esrarındandır. Allah bunların hakikatini bilmeyi kendine tahsis etmiştir. Bu görüşte olan âlimler haliyle onları tefsir etmekten kaçınmışlardır. Görüşlerini teyid sadedinde seleften birtakım rivayetler de nakletmişlerdir. Şa'bî, Süfyan es-Sevrî ve muhaddislerden bir topluluktan yapılan rivayetlere göre onlar şöyle demişlerdir: "Allah'ın her kitabında bir sırrı vardır; bunlar da Kur'ân'daki sırrıdır. Bunlar, sadece Allah'ın bildiği müteşâbihattandır. Onlar hakkında konuşmamız gerekmez (caiz olmaz). Onlara inanır ve nakledildikleri gibi okuruz. Benzeri görüşler Hulefa-i Râşidîn ile İbn Mes'ûd'a da nisbet edilmiştir.” [234]

 

Özellikle kelâmcılar bu görüşü tasvip etmezler; Allah'ın kitabında, mahlûku için mefhumu olmayan şeyleri irad etmesini uygun görmeyip bu görüşü redde dair âyet ve hadislerden deliller nakletmiş ve aklî deliller ileri sürmüşlerdir. [235]

 

Onlara anlam verenler ise, değişik birçok görüş ileri sürmüşlerdir. Biz bunlardan sadece önemli bulduğumuz bir kaç tanesini nakletmekle yetineceğiz:

 

a- Bu harflerden her birinin Allah'ın isim ve sıfatlarıyla başka isimlere delâlet ettiğini ileri sürenlerin görüşü

Bu konuda selefe nisbet edilen görüşler de vardır. Bu görüşlerin büyük çoğunluğu İbn Abbâs'a nisbet edilir.

 

Meselâ İbn Abbâs'a nisbet edilen bir görüşe göre "Kâf-hâ-yâ-ayn-sâd" harfleri Allah'ın şu isimlerine delâlet ederler "el-Kerîm, el-Hâdî, el-Hakîm, es-Sâdik"[236] "Elif-lâm-mîm" harfleri, "Ben Allah'ım daha iyi bilirim" anlamındadır .

 

Buna benzer misâlleri çoğaltmak mümkündür. Bir kısım âlimler, bazı gerekçeler ileri sürerek bu görüşe karşı çıkmışlardır. Her şeyden önce bu harflerin bu anlama geldiğine dair tutarlı bir dayanak mevcut değildir. Meselâ bir "kaf" harfi için Allah'ın "Kahir” ismine delâlet ediyor da "Kuddûs", "Kadîr" veya "Kavî" isimlerine delâlet etmiyor? [237]

 

Ayrıca bir harf ya da harf gurubunun anlamıyla ilgili olarak bir sahabeden meselâ İbn Abbas'tan nakledilen farklı anlamlar o kadar çok ve birbirinden uzaktır ki, bu durum rivayetlere itimadı sarsmaktadır.

 

b- Kur'ân'ın icâzına delâlet ettiklerini söyleyenlerin görüşü:

Huruf-u mukatta ile muhataplara şu mesaj verilmektedir: Kurân-ı Kerîm, Arapların konuşmalarında kullandıkları bu hece harflerinden oluşan kelimelerden meydana gelmektedir. Kur'ân bu kelimeleri kullanarak öyle bir ifade uslûbu ortaya koymuştur ki beserin bunun gibisini ortaya koyması mümkün değildir. Oysa Araplar da konuşmalarında aynı hammaddeyi kullanıyorlar. Eğer bu Kur'ân Allah tarafından indirilmemiş olsaydı, onlar da Kur'ân'ın fesahatine denk bir fesahat tuttururlardı.

 

Bu görüşü ileri sürenler, görüşlerine gerekçe olarak da şunu söylerler: Bu harflerle başlayan sûreler yirmi dokuz âdet olup hece harflerinin sayısı da yirmi dokuzdur. Ayrıca her harf grubundan biri huruf-u mukattaa içerisinde Kur'ân'da zikredilmiştir.

 

Arap dilinde kelimelerin harf sayısı ile de Hurûf-u Mukattaanın bir ilişkisi vardır. Şöyle ki; Arap dilinde kelimeler ya bir, ya iki, ya üç, ya dört, ya da beş harften oluşmaktadır. Arapça'da beş harften fazla harften oluşan kelime yoktur. Hurûf-u Mukattaa da birden başlamak üzere beş harfe kadar bir arada zikredilmiştir

 

c- Uyarı harfleri olduklarını söyleyenlerin görüşü

Bu görüşü ileri sürenler, şöyle derler: Cahiliyye Arapları da kasidelerinde birtakım tenbih (uyarı) edatlarıyla başlar, böylece muhatabın dikkatini kendi sözlerine çekmek isterlerdi. Kur'ân-ı Kerîm, onları kullandığı uyarı harflerinden farklı olarak bu harfleri kullanmıştır. Çünkü bu harfleri kullanmaktan maksat, muhatabın dikkatini çekmektir. O halde farklı harflerin kullanılması, bu görevi daha mükemmel bir şekilde yerine getirecekti ve Kur'ân da bunu yaptı.

 

Bu saydığımız görüşlerin dışında pek çok görüş ileri sürülmüştür. Ancak diğer görüşlerin hemen hemen tamamının bir dayanağı yoktur. Bu nedenle bunlarla iktifa etmeyi uygun gördük.

 

Kur’an-ı Kerim’de geçen “Huruf-u Mukattaa” harfleri şunlardır:

 

1-Bakara:  › ¬á¬Ûa

2- Âlu İmran: › ¬á¬Ûa

3- A'râf: › ¬—¬à¬Ûa

4-Yunus: › ЬÛa

5-Hud: › ЬÛa

6-Yusuf: › ЬÛa

7-Ra'd:  › Ьà¬Ûa

8- İbrahim:  › Ьà¬Ûa

9-Hicr: › ЬÛa

10- Meryem:  › ¬—¬È¨î¨è¬×

11-Taha: › ¨é¨Ÿ

12-Şuara: ¬á¬¨Ÿ

13-Neml: › ¬¨Ÿ

14- Kasas: › ¬á¬¨Ÿ

15- Ankebut: › ¬á¬Ûa

16- Rum: › ¬á¬Ûa

17-Lokman:  › ¬á¬Ûa

18- Secde:  › ¬á¬Ûa

19-Yâsîn:   › ¬¨í

20- Sâd: › ¬˜

21- Mü'min: › ¬á¨y

22- Fussilet: › ¬á¨y

23-Şura: › ®¬Õ¬¬Ç ¬á¨y

24-Zuhruf: › ¬á¨y

25-Duhan: › ¬á¨y

26-Câsiye: › ¬á¨y

27-Ahkâf: › ¬á¨y

28-Kaf: › Ö

29-Kalem:  › ¬æ

 

 

 

13-Ahrûf-i Seb'a

 

 

Yedi harf. Terim olarak Ahruf-i Seb'a, Tefsir tarihinde birçok ihtilâfa sebep olmuş bir konudur: Kur'an-ı Kerim'in yedi harf üzerine nazil olduğu hususunda rivayet edilen bir hadîs-i şerifte Hz. Peygamber (as) şöyle buyurur:

 

¢é¨£ÜÛa ó £Ü • ¡é¨£ÜÛa  4좠‰  £æ ªa ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa  ó¡™ ‰ ¢é¤ä Ç ë g

§Ò¤Š y ó¨Ü Ç  æ¨a¤Š¢Ô¤Ûa ¢3í©Š¤j¡u ó©ã ªa Š¤Ó ªa  4b Ó  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç

Ò¢Š¤y ªa ¡ò È¤j  ó¨Û¡«a ó¨è n¤ãa ó £n y ¢ê¢†í©Œ n¤ ªa ¤4 ‹ ªa ¤á Ü Ï

 

İbn-i Abbâs (ra) 'dan rivâyete göre Resûlullâh (as) şöyle buyurmuştur:

Bana Cibrîl Kur'ân'ı, bir okunuş üzerine okuttu. Ben de durmadan bunun artması (ve Arabın bundan başka okuyuşlarıyla de okunmasını) isterdim. Tâ yedi türlü okunuşa erişinceye kadar bu dileğimde ısrâr ettim. (Her talebim Allah tarafından is'âf olundu).[238]

 

¢o¤È¡à   4b Ó ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa  ó¡™ ‰ ¡lb £À ‚¤Ûa ¡å¤2  Š à¢Ç ¤å Ç g

¡4좠‰ ¡ñb î y ó©Ï ¡æb Ó¤Š¢1¤Ûa  ñ ‰ì¢ ¢ªa Š¤Ô í §áî©Ø y  å¤2  âb '¡ç

¡é¡m õ¬a Š¡Ô¡Û ¢o¤È à n¤b Ï  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü • ¡é¨£ÜÛa

¢4좠‰ b èî¡ä¤ö¡Š¤Ô¢í ¤á Û §ñ Šî©r × §Ò뢊¢y ó¨Ü Ç ¢ªa Š¤Ô í  ì¢ç a ‡¡«b Ï

¡ñì¨Ü £–Ûa ó¡Ï ¢ê¢‰¡ëb ¢ªa ¢p¤†¡Ø Ï  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü • ¡é¨£ÜÛa

 Ú ªa Š¤Ó ªa ¤å ß ¢o¤Ü¢Ô Ï ¡é¡öa …¡Š¡2 ¢é¢n¤j £j Ü Ï  á £Ü  ó £n y ¢p¤Š £j – n Ï

¢4좠‰ b èî©ã ªa Š¤Ó ªa  4b Ó ¢ªa Š¤Ô m  Ù¢n¤È¡à  ó©n £Ûa  ñ ‰ì¢£Ûa ¡ê¡ˆ¨ç

 4좠‰  £æ¡«b Ï  o¤2 ˆ × ¢o¤Ü¢Ô Ï  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü • ¡é¨£ÜÛa

ó¨Ü Ç b èî©ã ªa Š¤Ó ªa ¤† Ó  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü • ¡é¨£ÜÛa

¡é¨£ÜÛa ¡4좠‰ ó¨Û¡«a ¢ê¢…ì¢Ó ªa ¡é¡2 ¢o¤Ô Ü À¤ãb Ï  p¤ªa Š Ó b ß¡Š¤î Ë

¢ªa Š¤Ô í a ˆ¨ç ¢o¤È¡à  ó¡£ã¡«a ¢o¤Ü¢Ô Ï  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü •

¢4좠‰  4b Ô Ï b èî©ä¤ö¡Š¤Ô¢m ¤á Û §Ò뢊¢y ó¨Ü Ç ¡æb Ó¤Š¢1¤Ûa ¡ñ ‰ì¢¡2

¢âb '¡ç b í ¤ªa Š¤Óa ¢é¤Ü¡¤‰ ªa  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü • ¡é¨£ÜÛa

¢4좠‰  4b Ô Ï ¢ªa Š¤Ô í ¢é¢n¤È¡à  ó©n £Ûa  ò öa¬ Š¡Ô¤Ûa ¡é¤î Ü Ç  ªa Š Ô Ï

 4b Ó  £á¢q ¤o Û¡Œ¤ã¢ªa  Ù¡Ûa ˆ ×  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü • ¡é¨£ÜÛa

 4b Ô Ï ó¡ã ªa Š¤Ó ªa ó©n £Ûa  ò öa¬ Š¡Ô¤Ûa ¢p¤ªa Š Ô Ï ¢Š à¢Ç b í ¤ªa Š¤Óa

¤o Û¡Œ¤ã¢ªa  Ù¡Ûa ˆ ×  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü • ¡é¨£ÜÛa ¢4좠‰

b ß a¢ªë Š¤Ób Ï §Ò¢Š¤y ªa ¡ò È¤j  ó¨Ü Ç  4¡Œ¤ã¢ªa  æ¨a¤Š¢Ô¤Ûa a ˆ¨ç  £æ¡«a

P¢é¤ä¡ß  Š £ î m

 

Ömer İbn-i Hattâb (ra)'den şöyle dediği rivâyet olunmuştur: Resûlullâh (as)'in sağlığında (namazda) Hişâm İbn-i Hakîm'in Furkân Sûresi'ni okuduğunu işittim. Duydum ki, Hişâm bu sûreyi Resûlullâ

h'ın bana okumadığı birtakım lehcelerle okuyor. Az kaldı üzerine atılacaktım. Fakat selâm verinceye kadar güçlükle sabrettim. Selâm verir vermez (kaçırmamak için) hemen ridâsını göğsünün üzerinde toparlayıp:

- Bu sûreyi sana -duyduğum gibi- kim okuttu? diye sordum. Hişâm:

- Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem okuttu, dedi.

- Yalan söylüyorsun. Çünkü Resûlullâh bu sûreyi bana, senin okuduğundan başka bir lehce ile okuttu dedim. Ve onu yakasından tutarak Resûlullâh'a götürdüm:

- Yâ Resûla'llâh, şunun Furkân Sûresi'ni bana okuttuğun lehceden başka bir lûgatla okuduğunu işittim, dedim. Resûlullâh bana: Hişâm'ın yakasını bırak, buyurdu. Ona da:

- Yâ Hişâm, oku diye, emretti. O da işittiğim veçhile Resûlullâh'a da okudu. Bunun üzerine Resûlullâh:

- Bu sûre böyle inzâl olundu, buyurdu. Bundan sonra bana da:

- Yâ Ömer oku, diye emretti. Ben de Resûlullâh'ın bana vaktiyle okuttuğu gibi okudum. Bana da:

- Bu sûre böyle indirildi. Yâ Ömer! Bu Kur'ân yedi lûgat ve yedi lehce üzerine gönderildi. Bunlardan hangisi kolayınıza gelirse onu okuyunuz, buyurdu.

Bu konuda ufak tefek farklılıklarla pek çok hadis, hadis mecmualarında yer alır. [239]

 

Hz. Peygamber (a.s)'ın hadisinde geçen yedi harften ne kastedildiği tam olarak bilinemediği için bu yedi rakamının değişik yedi şeye delâlet ettiği ifade edilmiş ve bunun tabiî sonucu olarak bilginler arasında görüş ayrılıkları meydana gelmiştir. Bazı âlimlere göre yedi harften kastedilen yedi şey şunlardır: Emir, Nehiy (yasak), Helâl, Haram, Muhkem, Müteşabih, Emsâl. Diğer bazılarına göre ise, yedi harften maksat, yedi kıraattir.

 

İslâm bilginleri arasında yaygın olan görüşlerden biri olarak, Kur'an-ı Kerim'in yedi harf üzere nazil oluşundan maksat, onun yedi lehçe ve yedi lûgat üzere inişidir. Süfyan b. Uyeyne (v. 198/812), Abdullah İbn Vehb, (v. 197/812), Taberî (v. 310/922), Tahâvî (v. 321/933) ve diğer birçok ilim erbabına göre yedi harften maksat, yakın manada olan değişik lâfızlardır. Ebû Ubeyd el-Kâsım b. Sellâm (ö. 223/837)'a göre yedi harften maksat, yedi Arap lûgatıdır. el-Kâdi İbnu't Teymiyye ise, yedi harfin yedi kıraat olduğunu ifade eder.

 

Kur'an-ı Kerîm'in yedi harf üzere nazil olduğunu gösteren ve ufak tefek rivayet değişiklikleriyle bize ulaşan hadisi şeriflerin hepsi sahihtir. Hattâ Ebû Ubeyd el-Kasım b. Sellâm, bunların mütevatir olduklarına hükmeder.[240]

 

Ancak, bu yedi harfin neyi ifade ettiği hususunda âlimler arasında bir türlü ittifak hasıl olmamıştır. Merhum şehid, Prof. Dr. Subhi es-Salih bu konuda şunları kaydeder: "Bu yedi harften maksat -Allahu 'alem- bu ümmet için kolaylık gösterilen yedi vecihtir.” Okuyucu bu yedi vecihten hangisiyle Kur'an'ı okursa, isabet eder. Hz. Peygamber (as)'ın "Cebrâil bir harf üzere bana okuttu. Ona müracaat ettim ve tekrar tekrar mürâcaatımı yeniledim, nihayet yedi harfe ulaştı" [241] tarzındaki Hadis-i Şerifi bu hususu açıkça ifade eder gibidir." [242]

 

 

 

14-Kıraat

 

 

Arapça bir kelime olarak "Kırâat" kelimesi, (Ka-ra-e/yak-ra-u) aslından çekimi yapılan, semâ'î (yâni kâide dışı) bir mastardır. Türkçe’si: "Okumak" demektir. "Kırâât" olarak çoğul yapılır ve bundan da "okumalar" anlamı çıkarılır.

 

Kelimenin, İslâmî anlamdaki ıstılâhî mânâsı ise; özellikle "Kur'an okumak, Kur'an tilâvet etmek,” şeklinde özetlenebilir.

 

"Aşere" kelimesi de, birincisi gibi Arapça'dır. Fakat, Arapça’daki telaffuzu: "aşera" şeklindedir. Bu şekliyle, kelimenin Türkçe’deki sözlük mânâsı: "On tâne bir" veya, yalnızca "On" demektir. Görüldüğü gibi, kelime bir sayı bildirmektedir.

 

Kırâat İlmi, "Kur'ân-ı Kerîm'in kelimelerinin okunuş şekillerini, râvîlerine isnâd ederek bildiren bir ilimdir." [243]

 

Kırâat İlmi'nin kaynağı bazı hususlara dayanır:

Hz. Peygamber (as)'ın; "Kur'an yedi harf üzerine nâzil olmuştur. Bunlardan kolayınıza geleni okuyunuz!.." mânâsıyla açıklanan sözleri kıraatin çeşitlerini ifade eder. Hadis; Hişâm b. Hakîm'in namazda Furkân sûresini, kendi bildiğinden başka bir okuyuşla okuduğuna şâhid olan Hz. Ömer'in, Hişâm'ı yakapaça ederek Peygamber'in huzûruna çıkarması üzerine söylenmiştir [244]

 

Hadisteki "Yedi Harf"den maksat: Kur'ân-ı Kerîm'in okunuş tarzları olarak, Allah tarafından nâzil olan farklı ve birden fazla olan kırâatlerdir. Bunlardan her hangi birisini okumak, nâzil olan Kur'ân'dan bir kısmını okumak demektir. İşte bu farklı okunuşların, Kur'an'da yediye kadar çıktığı, İbn Kuteybe (276/889), Ebu'l-Fadl er-Râzî (454/1062) ve İbnu'l-Cezerî (833/1429) gibi büyük âlimler tarafından, ayrı ayrı örnekler verilmek suretiyle ortaya konulmuştur. Özel olarak da, Kur'ân'ın bâzı kelimelerinde aynı durum mevcuttur. Ancak bu farklı durumun, Kur'ân-ı Kerîm'in her kelimesinde olması ve aranması da gerekli değildir. [245]

 

Asr-ı Sa'âdet'te sahâbeler arasında kırâatlerde bazı farklılıklar görülüyordu. Bunlar, Kırâat ilminin ikinci kaynağı olarak belirlenmiştir. Bu farklılıkların çözümü için, Hz. Peygamber (as) sahâbeler arasında hakemlik yapmış ve her iki tarafın da okuduğunu: "Böyle de nâzil oldu" meâlindeki sözleriyle onaylamıştır.

 

Hişam b Hakîm ile Ömer b. Hattâb arasında, Furkân sûresiyle ilgili olarak geçen ihtilaf, bunun en çarpıcı örneğidir. [246]

 

Hz. Osman zamânında, yine kıraatler konusunda ve yine sahâbeler arasında çıkan farklı okuyuşlar Hz. Osman'ı İmam mushafları toplamaya yöneltmiştir.

 

Hz. Osman'ın çoğalttırarak Mekke, Medîne, Kûfe, Basra ve Şam gibi şehir merkezlerine gönderdiği mushaflarda mukayyed bulunan yazım (yâni resmi hat) farklılıkları da, Kırâat ilmi kaynakları arasında görülür.

 

Sahâbe ve Tabiîn ile Tebe-i Tâbiîn'den olarak, sika, yâni güvenilirlik özelliğine sâhib olan âlimler tarafından nakledilen ve hiç bir itirâza da uğramaksızın, İslâm ümmetince kabul gören Kırâat ihtilafları da bu kaynaklardan sayılmaktadır. [247]

 

Kıratların Kısımları

Kırâat ilminin ileri gelen âlimlerinden İbnu'l-Cezerî, Kur'ân-ı Kerîm'in kıraatlerini Mütevâtir kıraatler; Sahîh kıraatler; Şâz kıraatler diye üç kısma ayırarak hükümlere bağlamıştır:

 

Mütevâtir kırâatları belirlemek için şu üç özelliği tespit etmiştir.

 

1) "Kur'an" diye okunacak kırâat vechinin, bir tek îrab yönüyle de olsa, Arapçıya uygun olması.

 

2) Halîfe Hz. Osman (r.a) tarafından çoğaltılarak Mekke, Medîne, Kûfe, Basra ve Şam'a gönderilen imam Mushaflardan birinin yazı şekline, takdîren de olsa uygun düşmesi.

 

3) O okuma şeklinin yani vechin bizlere kadar tevâtür yoluyla gelip ulaşmış olması. [248]

 

"Bir tek îrâb yönüyle de olsa, arapçaya uygun olması" ifâdesi: "Sened zinciri bakımından tevâtür derecesine varan, yazı şekli bakımından da Hz. Osman (r.a) mushaflarındaki şekle uygun olan bir telaffuz olayının, lugat âlimlerince bilinmemiş olsa bike, Arab edebiyâtında bir kullanımının kesinlikle var olması" şeklinde anlaşılmalıdır. [249]

 

İkinci maddedeki "takdîren"den maksat ise, Kur'ân'a mahsus olan bir yazı şeklinin, birden fazla okunabilme özelliği taşıması demektir. Meselâ: Bu maddede söz konusu edilen mushafların hepsinde de, aynı şekilde yazıları bâzı kelimelerin, bulundukları farklı sûrelerde farklı ve müteaddid okunuşu, işte bu "takdîren" lafzının anlamıdır. Fâtiha, Âlu İmrân ve Nâs sûrelerindeki (S) şeklinde yazılmış bulunan bu kelimenin, şekli değiştirilmeden Fâtiha’da "Meliki" ve "Mâliki", Âlu İmran'da "Mâliki" ve Nâs'da da "Meliki" telaffuzlarıyla okunması, durumun en çarpıcı örneğidir.

 

Buradaki "tevâtür"den maksat, "yalan üzerinde birleşmeleri aklen ve âdeten câiz ve mümkün görülmeyen, sayı bakımından da çok olan bir cemâatın, görülmüş yâhut ta işitilmiş bir şeye dâir verdiği haberdir ki, işitenler üzerinde-haber verilen şey hakkında kesin bilgi ifâde eder." [250]

 

İşte, günümüzde bu üç özelliği (bu üç rüknü) kendisinde taşıyan kırâatlar, "Kırâat-ı aşere"den başkası değildir. Bu kırâatlar yani "On Kırâat", bütün İslâm dünyâsınca itirazsız kabul gören, okunan ve okutulan kırâatlardır. Bunlara: "On İmamın Kırâatı" yâni: "On İmamın Okuyuşu" veya: -orijinal adıyla-: “Kıraatu'l-E'immeti'l-Aşera" denilmektedir. [251]

 

Bu terimler arasında geçen "İmam" kelimesinden maksad: Öncelikle Kur'ân-ı Kerîm'in hafızı olan; ikinci olarak da, kırâat ve i'rab vecihlerinin detaylarını bilen; üçüncüsü, kelimelerin lugat ve ıstılah mânalarını anlayan; dördüncüsü, kırâatlardaki kusurları çok iyi gören ve kaynakları iyice tarayabilen âlimlerdir. Bir diğer ifâdeyle: İslâm dünyâsının her tarafından, Kur'an'la ilgili bilgileri almak isteyen herkesin, kendilerine başvuracağı kudretli âlim ve fâzıl kimselerdir. [252]

 

Mütevâtir kırâatları, bu vasıflara sâhib olan imamlar, nesilden nesile ve kuşaktan kuşağa gerçek anlamıyla ve hakkını vererek aktarmak suretiyle, günümüze ulaştırmışlardır. Bu mütevâtir "On Kırâat"ın her biri, kesinlik ve makbûliyet bakımından, diğerinden farksızdır. Çünkü bunlar, sahîh kırâatlardır. Reddedilmesi câiz olmadığı gibi, inkâr edilmeleri de helal değildir. İşte bu özelliklerinden dolayı da, bu kırâatları insanlığın kabûl etmeleri ve bunlarla amel etmeleri vâcibtir. [253]

 

Kırâat âlimleri, naklettikleri kırâat vecihlerinde, yukarıda zikrettiğimiz üç rüknün tamâmının bulunmasını ve ancak bu takdirde o vechin, Kur'an'dan kabûl edilebileceğini, namaz ve namaz dışında Kur'an olarak okunabileceğini benimsediklerinden; bu üç rüknün bir tânesinden bile yoksun bulunan kırâat vecihlerinin, Kur'an olarak okunmasına ve okutulmasına da asla müsaade etmemişlerdir.

 

Bu noktada, bilinmesi gereken bir önemli husus da şudur: İlk devir âlimlerinin örf ve literatüründe; kırâatları nâkil ve râvîlerine isnâd ve mal etmek diye bir şey yoktu. Onların nazarında böyle bir durum çirkin görülüyordu. Bundan dolayı da onlar: "Kırâatü'l-A'meş" veya "Kırâatu Ebî Abdirrahmân es-Sülemî" gibi sözlerle iki sebepten dolayı kırâatları şahıslara atıfta bulunmamışlardır:

 

1) Bildirilen vecihlerin, sâdece o râvînin kendisine âit olduğu ve bir başka râvîsinin bulunmadığı şeklinde anlaşılmasından korkulduğu için;

 

2) Kırâat vecihlerinde, ictihad ve şahsî görüşün de etkisi varmış gibi bir yanlış kanâate yer verilmemesi için.

 

Nihâyet, zamanın Asr-ı Seâdet'le arası açıldıkça; kırâatlarla ilgili titizlikler de, o nisbette zayıfladı. Rivâyet ortamı ise, oldukça genişledi. İsnatlar çeşitlendi ve râvîler de çoğaldı. Bunun üzerine âlimler kaygıya düştüler ve bu durumun, müslümanlara yansıyarak, aralarında kargaşalar çıkmasını önlemek maksadıyla, kırâatları yeniden tetkîk edip tam bir kontrol altına almak üzere çalışmalara başladılar.

 

Böylece kırâatlarla ilgili rivâyet, tarik ve isnatlar, birer araştırma konusu olarak ele alındı. Bu araştırmalar tamamlanınca, Kırâatlarla ciddî anlamda ilgilenen, onları hakkıyla okuyup-okutan, onlara zaman ve emeğinin pek çoğunu ayıran, belli sayıda âlimler olduğu anlaşıldı. Bunlar, belli beldelerde, kırâat işleriyle devamlılığa yakın veyâ devamlı olarak meşgûl olan, kısacası sırf bu işle ün yapan sayılı kişilerdi. Bu zevât üzerinde, zabt, itkân, dikkat, sened ve icâzet silsilesine riâyet gibi noktalarda da, ayrı ayrı gözlem ve araştırmalar yapılıyordu.

 

Yapıları bu araştırmaların sonuçlarına göre; bunlardan bâzılarına imam bâzılarına Râvî, bâzılarına da Tarık unvanları verilerek, bunların diğer âlimlerden ayrı ve özel bir statüye sahip oldukları kabul ve ilân edildi. İslâm diyarının neresinde bulunurlarsa bulunsunlar, bunların bulundukları belde insanlarının, Kur'an adına onlar tarafından yapılacak rivâyet ve haberleri kabul etmeleri ve onların, bu konuda söylediklerine rıza gösterip itirazda bulunmamaları için bildiriler yayımlandı. Böylece bu âlimlerden her biri, bulundukları beldelerde kırâat ilminin sözcüsü ve özel adıyla da imamları olarak târihteki yerlerini aldılar ve bütün müslümanlarca da kabul gördüler.[254]

 

Şimdi, mütevâtir "Kırâat-ı Aşere" = (On Kırâat)'ın İmam, Râvî ve Tariklarının, hangi isimlerden olduğunu kısaca ve sıra ile belirtmeğe çalışalım:

 

1) Nâfi b. Ebî Nü'aym (Ebû Rüveym) el-Leysî (169/785). Medîne Kırâ'at İmamı'dır. Sembolü yâni remzi elif (x)dir. Râvî'leri, meşhur olarak ikidir:

A) Kalûn (220/835), birinci Râvî olup işâreti Be'dir.

 

B) Verş (197/812), ikinci Râvî olup işâreti Cîm'dir.

 

Tarikleri:

 

Kalûn'a bağlı olarak:

1) Ebû Neşît (285/898),

2) Hulvânî (250/864).

 

Ebû Neşît'a bağlı olarak:

3) İbnu Bûyâ (344/955),

4) el-Kazzâz (x)

 

Hulvanî'ye bağlı olarak:

5) İbnu Ebî Mihrân (289/901),

6) Ca'fer el-Bağdâdî (290/902).

 

Verş'e bağlı olarak:

1) Ezrak (240/854),

2)İsbehânî (296/908).

 

Ezrak'a bağlı olarak:

3) en-Nahhâs (280/893),

4) İbn Seyf (307/919)

 

Isbehânı'ye bağlı olarak:

5) Hibetullâh (350/961),

6) Muttavvi'î (371/981)

 

2) Abdullah b. Kesir b. el-Muttalib Ebû Mabed (120/737). Tabiîn'den olup Mekke Kırâat İmamı'dır. Sembolü Dal'dir. Meşhur Ravî'leri ikidir:

A) Bezzî (250/864), birinci Râvî olup işâreti He'dir.

 

B) Kunbul (291/903), ikinci Râvî olup işâreti Ze'dir.

 

Tarikleri:

 

el-Bezzi'ye bağlı olarak:

1) Ebû Rabî'a (294/906),

2) İbnu'l Habbâb (301/913).

 

Ebû Rabı'a'ya bağlı olarak:

3) en-Nakkâş (351/961),

4) İbnu Bennân (374/984).

 

İbnu'l-Habbâb'a bağlı olarak:

5) Ahmed b. Sâlih (350/961),

6) Abdulvâhıd (349/960).

 

Kunbül'e bağlı olarak:

l) İbnu Mucâhid (324/935),

2) İbnu Şen(e)bûz (328/939).

 

İbnu Mücâhid'e bağlı olarak:

3) Şâmirî (386/996),

4) Sâlih h. Muhammed (380/990).

 

İbnu Şen(e)bûz'e bağlı olarak:

5) el-Kâdî Ebu'l-Ferec (390/999),

6) eş-badvî (388/997).

 

Ebu'l-Ferec'e bağlı olarak:

7) Ebû Tağleb(x),

8) el-Habbâz(î) (398/ 1007).

 

3) Zibbân b. el-'Alâ'i Ebû Amr et-Temımî el-Mâzinî (154/770). Basra kırâ'at İmamı'dır. Sembolu Hâ'dır. Meşhur iki Râvî'sinden:

A) Dûrî (246/860), birinci Râvî olup isâreti Tı'dır.

 

B) Sûsî (261/874), ikinci Râvı'si olup işâreti Ye'dir.

 

Tarikleri:

 

Dûri'ye bağlı olarak:

1) Ebu'z-Zârâ' (280/893,

2), İbnulliel-ah (303/915)

 

Ebu'z-Zarâ'i'ye bağlı olarak:

3) İbnu Mucâhid (324/935),

4) Muhammed b. Yâkûb (320/932).

İbnu'l-Ferah'a bağlı olarak:

5) İbnu Ebî Bilâl (358/968),

6) Muttavvi'î (371/981).

 

Sûsi'ye bağlı olarak:

1) İbnu Cerîr (316/928),

2) İbnu Cumhûr (300/912).

 

İbnu Cerîr'e bağlı olarak:

3) Sâmirî (386/996),

4) İbnu Habs, ed-Dîneverî (373/983).

 

İbnu Cumhûr'a bağlı olarak:

5) Şezzâ'î (370/980),

6) Şen(e)bûzı , 388/998).

 

4) Abdullah b. 'Âmir b. Yezîd el-Yahsabî Ebû İmrân (118/736). Şam kırâat İmamı'dır. Tâbi'indendir. Sembolü Kef'dır. Meşhur iki Râvî'si vardır:

A) Hişâm (245/859), birinci Râvı'si olup işâreti Lâ'dır.

 

B) İbnu Zekvân (242/856), İkinci Râvı'si olup işâreti Mîm (h)dir.

 

Tarikleri:

 

Hişam'a bağlı olarak:

l) Hulvânî (250/864),

2) Dâcûnî 324/935)

 

Hulvânî'ye bağlı olarak:

3) İbnu Abdân (300/912),

4) el-Cemâlu'l-Ezrak (300/9'2).

 

Dâcûnî'ye bağlı olarak:

5) Zeyd Ebî Bilâl (358/968),

6) eş-Şezzâ'î (370/980).

 

İbnu Zekvân'a bağlı olarak:

1) Ahfeş (292/904),

2) Sûrî (307/919).

 

Ahfeş'e bağlı olarak:

3) Nakkâş (351/962),

4) İbnu'l Ahrum (341/952).

 

Sûrî'ye bağlı olarak:

5) er-Ramlî (324/935),

6) Muttavvi'î (371/981)

 

5) Âsım b. Behdele Ebi'n-Necûd Ebû Bekr el-Esedî el-Kâhilî (127/744). Tebe-i Tâbi'îndendir, Kûfe kırâat İmamı'dır. Sembolü Nûn (a)dur, Meşhur iki Ravi'si vardır.

A) Ebû Bekr Şu'be (193/805), birinci Râvî'si olup işâreti Sâd'dır.

 

B) Hafs b. Süleymân (180/ 796), ikinci Râvî'si olup işâreti Ayn'dır,

 

Tarikleri:

 

Ebû-Bekr'e bağlı olarak:

1) Yahyâ b. Âdem (203/818),

2) Uleymî (243/857).

 

Yahyâ b. Âdem'e bağlı olarak:

3) Şuâyb (261/874),

4) İbnu Hamdûn (240/854).

 

Uleymî'ye bağlı olarak:

5) İbnu Huley' (356/966),

6) er-Razzâz (360/970).

 

Hafs'a bağlı olarak:

1) Ubeyd b. es-Sabbâh (235/849),

2) Amr b. es-Sabbâh (221/835).

 

Ubeyd b. es-Sabbâh'a bağlı olarak:

3) Hâşimî (368/978),

4) Ebû Tâhir b. Hâşim (349/960).

 

Âmr b. es-Sabbâh'a bağlı olarak:

5) el-Fîl (289/901),

6) ez-Zer'ân (290/902).

 

6) Hamvva b. Habîb b. Ammâra b. İsmâîl Ebû Ammâratu'l-Kûfi et-Teymî (157/773). Tebe-i Tâbi'îndendir. Kûfe Kırâat imamı'dır. Sembolü Fe'dir. Meşhur iki Râvî'si vardır:

A) Halef el-Bezzâr (229/843), birinci Râvî'si olup işâreti Dâd'dır.

 

B) Haliâci (220/835), ikinci Râsî'si olup işâreti Kaf'dır.

 

Tarikleri:

 

Halef'e bağlı olarak:

1) İdrîs el-Haddad (292/904),

 

İdrîs el-işaddâd'a bağlı olarak:

2) Ahmed b. Usmân (334/945),

3) ibnu Miksem (354/965),

4) Ahmed b. Sâlih (340/951),

5) Muttavvi'î (371/981).

 

Hallâd'a bağlı olarak:

l) İbnu Şâzan (286/899),

2) İbnu'l Heysem (249/864).

3) el-Vezzân (250/864),

4) et-Tulehî (252/866).

 

7) Ali b. Hamza el-Kasâ'î (189/804). Fars asıllıdır. Kırâat ve lugatta İmam'dır. Hamza'dan sonra, Kûfe Kırâat imamı olmuştur. Sembolü Râ (u)dır.

 

Meşhur iki Râvî'si vardır:

 

A) Ebu'l-Hâris (240/854), birinci Râvî'si olup işâreti SEn(aş)dir.

 

B) Dûrı (246/860), ikinci Râvî'si olup işâreti Te'dir. Aynı zamanda da, yukarıda geçen 3. İmamın I.râvîsidir.

 

Tarikleri:

 

Ebu'l-Hâris'e bağlı olarak:

1) Muhammed b, Yahyâ (300/912),

2) Seleme b. Âsım (270/8833).

 

Muhammed b. Yahyâ'ya bağlı olarak:

3) el-Betı (300/912),

4) el-Kantarî (310/922).

 

Seleme b. Asım'a bağlı olarak:

5) Ebu'l-Abbâs Seâleb (291/903),

6) Muhammed b. el-Ferec (300/912)

 

Dûrî'ye bağlı olarak:

1) Câfer en-Nusaybı (307/919),

2) Ebû Usmân ed-Darîr (310/922)

 

Câfer en-Nusaybıaye bağlı olarak:

3) İbnu'l-Celendâ (340/951),

4) İbnu Deyzûye (330/941).

 

Ebû Usmân ed-Darîr'e bağlı olarak:

5) ibnu Ebî llâsim (349/960),

6) eş-Şezzâ'î (370/980),

 

8) Ebu Câ'feri'ezıd b. el-Ka'ka el-Mahzûmî el-Medenî (130/747). Tâbiînin meşhurlarındandır. Medîne Kırâat İmamı'dır. Sembolü, İbnulCezelı'ye göre peltek; Sef ), diğerlerine göre "Câfer isminin ilk hecesi Ca'dır.

 

Meşhûr iki Râvîsi vardır:

 

A) İbn Verdân (160/776), birinci Râvî'si olup, ibnu'l-Cezerı'ye göre işâreti noktalı Ha'dır, diğerlerine göre de, isminin ilk hecesi olan "î"dir.

 

B) İbn Cemmaz (170/786)'dan sonra, ikinci Râvî'si olup İbnu'l-Cezerî'ye göre işâreti peltek Zâl'dir. Diğerlerine göre de, "Cemmâz" sıfatının ilk hecesi "Cem"dir.

 

Tarikleri:

 

İbn Yerdân'a bağlı:

1) Fadı b. Şâzân(370/980),

2) liibetullâh b. Câ'fer (350/961)

 

Fadı b. Şâzân'a bağlı olarak:

3) İbnu Sebîb (312/9'4).

4)ibnül Harûn (330/941).

 

Hibetullâh b. Câ'fere bağlı olarak:

5) el-Hanbelî (350/999),

6) el-Hammâmı (417/1026).

 

İbn Cemmaz'a bağlı olarak:

l) Ebû Eyyûb el-Hâsimî (216, '831),

2) ed-Dûrî (245/860).

 

el-Hâşimî'ye bağlı olarak:

3) İbnu Rezyen (253/867),

4) el-Ezraku' l-Cemâl.

 

Dûrî'ye bağlı olarak:

5) İbnu'n-Neffâh (314/926),

6) İbnu Nehşel (294/906).

 

9) Yâkûb b. İshâk b. Zeyd b. Abdullâh b. Ebî İshâk el-Hadramı el-Basrî (205/820). Basra Kırâat İmamı'dır. İbnu'l-Cezerî'ye göre remzi peltek Zı harfidir. Diğerlerine göre de "Yâkûb" isminin ilk hecesi olan "Ya" dır. Meşhur iki Râvîsi vardır:

A) Rüveys (238/852), birinci Râvîsi olup işâreti İbnu'l-Cezerî'ye göre Gayın harfidir. Diğerlerine göre ise "Ya" hecesidir.

 

B) Ravh (235/849), ikinci Râvîsi olup, sembolü İbnu'l-Cezerî'ye göre Şin harfidir. Diğerlerine göre "Hah" hecesidir.

 

Tarikleri:

 

Rüveys'e bağlı olarak ve hepsi Temmâr (366/976) tarîkından:

1) en-Nehhâs (368/978),

2) Ebi'tTayyib (350/961),

3) İbnu Miksem (354/965),

4) Cevherî (İ.Habşân) (340/951)

 

Ravh'a bağlı olarak:

1) İbn Vehb (270/883),

2) ez-Zübeyrî (300/912)

 

İbn Vehb'e bağlı olarak:

3) el-Muaddil (320/932),

4) Hamza b. Ali (320/932).

 

ez-Zübeyrî'ye bağlı olarak:

5) Gulâm b. Şen(e)bûz (328/939),

6) İbnu Habşân (340/951).

 

10) Halef b. Hişâm b. Sa'leb b. Halef el-Esedı el-Bağdâdî el-Bezzâr (229/843). Altıncı İmam Hamza'nın birinci Râvısi olan bu zât, "Kırâat-ı Aşere"nin sonuncusudur. İşâreti ittifakla Hal dir. Kûfe Kırâat İmamı'dır. İki meşhur Râvîsi vardır:

A) İshdk el- Verrak (286/899), birinci Râvîsi olup işâreti Sah (ve)dir.

 

B) İdris el-Haddâd (292/904), ikinci râvîsî olup işâreti Seh(z)dir.

 

Tarikleri:

 

İshak el- Verrak'a bağlı olarak:

1) İbnu Ebî Ömer (352/963),

2) el-Bursâtî (360/970),

3) Muhammed b. ishâk (290/902).

 

İbn Ebî Ömer'e bağlı olarak:

4) es-Sûsencerdî (402/1011),

5) Bekr b. Şâzân (405/1014).

 

İdris el-Haddâd'a bağlı olarak:

1) eş-Şetiî (370/980),

2) Muttavvi'i (371/981)

3) İbnu Bûyân (344/955),

4) Ebû Bekr el-Kutay'î (368/978).

 

İşte Kırâat-ı Aşere, yani On Kırâat; beşinci hicrî asra kadar, İmam, Râvî ve Tariklarıyla beraber, kısaca yukarıya derc ettiklerimizden ibârettir. Okunan bir vecih, râvîlerin ittifâ kıyla İmam'a atfedilince "Kırâat", Râvîlerden birine atfedilince "Rivâyet"; Râvîlerden daha sonraki halkalardan birine isnâd edilince de "Tarik" adını alıyor.

 

Bu "Tarik'lardan:

1) Nâfi' için 144;

2) İbnu Kesîr için 73;

3) Ebû Amr için 154;

4) İbnu Âmir için 130;

5) Asım için 128;

6) Hamza için 121;

7) Kisâ'î için 64;

8) Ebû Câfer için 52;

9) Yâkûb için 85; ve

10) Halef el-Bezzâr için de 31 olmak üzere, toplam 982 kadarı, büyük âlim İbnu'l-Cezefi tarafından, başlangıcından kaynağına kadar tespit edilerek, Kırâat-i Aşare'nin ne denli bir tevâtür derecesinde olduğu ortaya konulmuştur. Bu On Kırâattan Kisâ'î'ye kadar olanlarına: "Kırâat-ı Seb'a" yâni "Yedi Kırâat"; kalan üçüne de: "Kırâat-ı Selâse" yani "Üç Kırâat" denilmektedir. İkisinin toplamı da, mütevâtir olarak "On Kırâat"ı oluşturmaktadır.

 

Bu On Kırâat'ın dışında kalan kırâatlara da: "Şâz Kırâatlar"="el-Kırââtu'ş-Şâzze" denilmektedir. Bunun mânâsı, kendisinde yukarıda sayıları üç rükünden bir kısmının bulunmaması demektir. Bu tür kırâatların, namazın içinde de dışında da, Kur'an niyetiyle okunması câiz değildir. Kırâat İlmi târihinde İbnu Muhaysın (123/740), Yahyâ el-Yezıdî (110/728), el-Hasen el-Basrî (110/728) ve Ebû Muhammed Süleymân b. Mihrân el-Ames el-Kûfi (148/765) gibi zevâta atfedilen kırâatlar, ittifakla Şâz kırâ'atlardır.

 

Ancak, İbnu'l-Bennâ (1117/1705) "İthâfu Fudalâ'i'l-Beşer Fi'l-Kırââti'l-Erbeâti'l-Aşer" diğer bir adıyla: "Muntehe'l-Emânî Ve'l-Meserrât fi Ulûmi'l-Kırâât" adlı kitabında, bu zevâta atfedilen kırâat vecihlerinden, mütevâtir kırâatlara uygun düşenlerini, Kırâat-ı Aşere'ye ilâve ederek işlemiştir. Bundan dolayı da, kitabının adına: "On dört Kırâat" anlamına gelen yukarıdaki ilk adı koymuştur. [255]

 

                                                              

 

 
15-Tecvîd

 

 

Sözlükte; bir şeyi süslemek, güzel ve hoşça yapmak anlamlarına gelen, ıstılahta ise; kuvvet, zayıflık, şiddet, yumuşaklık, sadelik vb. bakımlarından çıkış yerlerine göre, her bir harfin hakkını vererek telaffuz etmek anlamını ifade eden Arapça "C-V-D" kökünden "tef'îl" ölçüsünde bir mastar.

 

Tecvîd'in birbirine yakın pek çok tarifi yapılmıştır. Bu tariflerden anlaşıldığına göre tevcîd, bilim olarak harfleri incelemektedir. Tecvid, Kur'an-ı Kerîm'in okunuşuyla ilgili bir bilim olunca, onun ilgi alanı Kur'an'dır; yani Kur'an'ın kelimeleri ve bu kelimeleri oluşturan harflerdir. Kur'an harflerinin durumunu söz konusu eden Tecvid, Kur'an-ı Kerîm'i hatasız okumayı öğreten bir ilimdir. Buna göre tecvîdin gayesi, ilahî kelâmın okunuşunda, dili her türlü hatadan korumaktır.

 

Tecvîd ilmini bir çok âlim, Kıraat ilminin bir parçası olarak değerlendirmişlerdir. Fakat tecvîd, Kur'an'ın Allah ve Resulünun isteğine göre okunması konusunda önemli bir rol üstlendiği için, ayrı bir bilim dalı olarak sayılması gerekli görülmüştür. Çünkü Kıraat ilminin konusu Kur'an-ı Kerim'in kelimeleri, tecvîdinki ise, onun harfleridir.

 

Tecvdin gayesi, Yüce Allah'ın:

 

 65î©m¤Š m  æ¨a¤Š¢Ô¤Ûa ¡3¡£m ‰ ë ¡é¤î Ü Ç ¤…¡‹ ¤ë a

 

“Ya da bunu çoğalt ve Kur'an'ı tane tane oku”[256] buyruğunu gerçekleştirmektir. Buna göre Kur'an-ı Kerim, ağır ağır, harflerini belli ede ede, öyle ki, dinleyenlerin adeta harflerini sayabileceği şekilde okunmalıdır. Bu ayette Kur'an'ın güzel, ahenkli ve tane tane okunması, telaffuzu ve harflerin çıkış yerlerine uygun bir şekilde tilavet edilmesine dikkat çekilmektedir.

 

Kur'an, Allah sözü olduğu için, indiği şekilde korunması ve böylece okunması gerekmektedir. Âilimlerin belirttiğine göre bu ayette Allah, Peygamberine Kur'an'ı tecvîd ile okumayı emretmiştir. Dolayısıyla bu emir, bütün Müslümanlar için de geçerlidir. Zemahşeri, ayetteki "tertîlen" mastarının emrin vücûbunu te'kid etmek ve Kur'an okuyan kimseye tecvîdin muhakkak gerekli olduğunu göstermek için geldiğini belirtmiştir.[257]

 

Kur'an-ı Kerim Allah katından lafız ve manasıyla birlikte inmiş olduğu için, Kur'an bütünlüğünü oluşturan lafız ve mana örgüsüne önem vermek gerekmektedir. Kur'an-ı Kerim'in arapça olması onun bu dilin özelliklerine göre okunmasını da gerekli kılmaktadır. Kur'an'ın belirli kurallara göre okunması gerektiğine göre, bu kuralların bir çeşit toplamı demek olan tecvîd de, Kur'an tilâvetinin ayrılmaz parçası durumundadır.

 

Hz. Peygamber, Kur'an'ın tecvîdle okunmasına büyük önem vermiş ve böyle okuyanları da takdirle karşılayarak bu kimselere iltifatta bulunmuştur. Meselâ, Kur'an'ı güzel okuma konusunda ün yapmış bir sahabe olan İbn Mes'ud için; "Kim Kur'an'ı ilk indiği şekilde okumayı severse, İbn Mes'ud'un kıraatini okusun"[258] buyurmuşlardır. Hz. Peygamber, tecvîdle okumayı emrederken, tecvîde uyulmadan okumayı da yasaklamıştır. Nitekim bu konuda; "Nice Kur'an okuyanlar vardır ki, Kur'an onlara lânet eder" [259]demişlerdir.

 

İbn Mes'ud'un "Kur'an'ı tecvîd ile okuyun, güzel seslerle onu süsleyin ve Arapça kurallara uygun olarak okuyun"[260] şeklindeki sözleri de tecvîde uyma konusunda Sahabenin titizliğini göstermesi açısından önemlidir. Özetle söylenecek olursa; tecvîdin konusu, Kur'an kelimelerini oluşturan harfler; gayesi de, Kur'an-ı Kerîm'i hatasız ve güzel bir şekilde okumaktır.[261]

 

 

 

16-Sürenin Anlamı ve Tertibi

 

 

Sure: Yüksek rütbe, derece, mevki, şan, şeref, yapısı güzel ve yüksek bina veya binanın bir kısmı veya bir katı, duvarın yapısında kullanılan taş, kerpiç, veya tuğla gibi malzemenin her bir sırası, nişane ve alâmet anlamında bir kelime. Küçük veya büyük, uzun veya kısa Kur'ân-ı Kerim'in yüz on dört bağımsız bölümünden her birine verilen ad. Süre kelimesinin hangi kökten türetildiği hakkında değişik görüşler vardır. Bazıları hemzeli olarak "bir kapta kalan artık yemek veya su" anlamındaki "su'r" kelimesinden türemiş olduğunu söylerken; diğer bazıları hemzesiz olarak sâra fiilinden türetildiğini söylemişlerdir.

 

Bunlardan birincisine göre, Kur'ân-ı Kerim'in bir kısmına veya kısımlarına su'ra denilmesi mümkün olmaktadır. İkinciye göre bir binanın katlarına veya kısımlarına sûra denildiği gibi, Kur'ân'ın muhtelif kısım ve tabakalarını teşkil eden sürelere bu ismin verilmesi mümkündür. Öte yandan süreler Allah kelamını ihtiva etmekle büyük bir şeref ve mevki kazandıklarından veya Allah kelâmı olan âyetleri çepeçevre kuşattıklarından, hemzesiz sûr'dan türetilen süre adı almış olmaları mümkündür.

 

Usul alimleri surelerin isimleri ile Kur'ân-ı Kerim'deki sıralarının tevkifi olup olmadığı konusunda değişik görüşler ortaya atmışlardır. Bazı surelerin bir tek ismi varken, bazılarının iki ve daha çok ismi bulunmaktadır. Meselâ Fatiha suresinin 20'den fazla ismi vardır. Aynı şekilde Enfâl suresinin diğer bir adı Bedr Suresi; İsrâ'nın, Subhân ve Beni İsrâil; Tâhâ'nın, Kelîm; Şuarâ'nın, Câmia; Neml'in Süleyman; Fâtır ın, Melâike; Zümer in, el-Guraf; Gâfir'in, et-Tavl ve Mü'min; Muhammed in, el-Kıtâl; Haşrın, Beni Nadir; Saff'ın Havâriyyin; Kâfirün'un el-Mukaşkışe suresidir.[262] Bu arada iki veya daha çok sureye birden bir ad verildiği de görülür. Meselâ Bakara ve Âlu İmrân surelerine Zehrâvâtı; Felâk ve Nâs surelerine Muavvizetân; ilk yedi uzun sureye es-Seb'ul-Mesâni'de denilmektedir.

 

Surelerin Kur'ân-ı Kerim içinde sıralanmaları;

Ayetlerin sureler içindeki sıralarının bizzat Hz. Peygamber tarafından bildirildiğinde şüphe olmadığı halde, surelerin tertibinin de Hz. Peygamber tarafından yapıldığı veya Hz. Peygamber'in vefatından sonra Sahabenin ictihadı ile yapıldığı da iddia edilmektedir.[263] Halen elimizde bulunan Hz. Osman'ın İmam Mushafı'ndan istinsah edilen ve bütün İslâm âleminde yaygın durumdaki mushaf dışında diğer bazı mushaflardaki surelerin tertibinde ve surelerin isimlerinde farklılıklar vardır. Meselâ Hz. Ali'nin mushafında sureleri nüzûl sırasına göre tertib ettiği bildirilmektedir. Ayrıca bu mushaflardaki sure sayılan da İmam Mushaftaki sayı (114 sure) dan farklıdır. Bunlarda bazı sureler birleştirilirken, bazı sureler de ikiye ayrılmış durumdadır.

 

Surelerin elimizdeki mushafta sıralanışlarının tevkifi olduğu görüşü, âlimlerin çoğunluğunca kabul edilmektedir (İbnul-Hisâr bu konuda sadece bu görüşü nakletmektedir). Hz. Peygamber'in her sene Ramazan ayında o zamana kadar nâzil olan sureleri Cibril'e mushaftaki sırasına göre okuduğu (mukabele ettiği -ki buna "arza" denilmektedir) ve Resûlüllah'ın vefatından hemen önceki Ramazan'da yapılan arzada bu mukabele'nin iki defa olduğu rivayet edilmektedir.[264] Bugünkü sıraya göre sureler arasındaki münasebet son derece önemli olup surelerin tefsirinde müfessirlere yardımcı olmaktadır.

 

Elimizdeki mevcut mushafta ilk sırada Fâtiha suresi yer almakta, bunu es-Seb'u't-tıvâl adı verilen yedi uzun sure takip etmektedir. Bu yedi sureden sonrakilere yüzden fazla âyet ihtiva edenler manâsına "el-Miün" adı verilmektedir. Miün'dan sonra âyetleri sayısı yüzden az olan sureler gelir ki bunlara da "el-Mesâni" adı verilmektedir. Mesânî'den sonra gelen sureler sık sık Besmele ile birbirlerinden ayrıldıkları için "el-Mufassal" diye adlandırılırlar. Bunlar da kendi aralarında tıvâl, evsat ve kısâr olarak üç gruba ayrılmıştır. el-Mufassal surelerin ilkinin hangisi olduğu hususu ihtilâflıdır. 37. sure olan es-Sâffât ile 93. sure olan ed-Duhâ'ya kadar olan surelerden on ikisi el-Mufassal surelerin ilk suresi olarak gösterilmektedir. Genellikle kabul edilen görüşe göre tıvâl-i mufassal grubundaki sureler, Nebe' suresine kadar olan surelerdir. Nebe' suresi ile Duhâ suresi arasındakiler evsat; Duhâ'dan sonrakiler ise kısâr grubunu teşkil etmektedir.

 

 

 

17-Mekkî Sureler

 

 

Kur'ân-ı Kerim'in Mekke'de ve hicretten önce nazil olan ayetleri. Surelerin mekkî ve medenî oluşları yapılan çeşitli tasniflere göredir. Başka bir ifade ile surelerin mekkî mi, yoksa medenî mi olduklarını bilmek için, bazı tarifler yapılmıştır. Yapılan bu tariflerde ya zaman veya mekân veya hutta hitap esas alınmıştır. Mekân esas alınarak yapılan tarife göre, Mekke'de nazil olan surelere Mekkî; Medine'de nazil olan surelere de Medenî denilmiştir.

 

Zaman esas alınarak yapılan tarifte de, Hicretten önce nazil olan surelere Mekkî; hicretten sonra nazil olan sûrelere de Medenî denilmektedir. Hitâp esas alınarak yapılan tarifte ise, Mekkelilere hitap eden sureler Mekkî; Medinelilere hitap eden surelere de Medenî denilmektedir. Fakat, meşhur olan tarif, Hicret esas alınarak yapılan tariftir. Hitap esas alınarak yapılan tarif ise İbn Mes'ud'a nispet edilmektedir.[265] Ve dolayısıyla, hangi tarif esas alınırsa alınsın, Mekkî surelerdeki ayetlere Mekkî; Medenî surelerdeki ayetlere de Medenî ayetler denilir.

 

Mekkî ayetlerin özellikleri ile Medenî ayetlerin özellik ve kapsamları oldukça farklılık arzetmektedir. Tebliğ açısından da bu farklılığı görmek mümkündür. Nitekim Hz. Peygamber, Mekke'de İslâm'ı yaymaya başlayınca, karşısında Mekke toplumunu bulmuştur. Mekke toplumu, alışmadığı, bitmediği yeni bir durumla karşılaşmış ve kendisine oldukça yabancı olan bu durumu kabullenmek istememiştir. Bunun yanında bu toplumun içinde son derece edebî açıdan üstün insanlar da vardı.

 

Dolayısıyla Kur'ân-ı Kerim bunlara da hitap edecekti. Fakat bu toplum aynı zamanda müşrik ve putperest bir toplumdu. Kur'ân-ı Kerim bunlara da hitab etme durumunda ve bu şirk ve putperestlikten onları temizleme mecburiyeti ile karşı karşıya idi. Bundan dolayı Mekkî ayetler kısa, ifadeler veciz, tabirleri hararetli ve vurguludur. Bunun yanında bu ayetler, Allah'ın birliğinden, O'nun sıfatlarından, kudretinden. yaratmasından bahsetmektedir. Nitekim:

 

¥† y a a¦ì¢1¢× ¢é Û ¤å¢Ø í ¤á Û ë =¤† Ûì¢í ¤á Û ë ¤†¡Ü í ¤á Û 7¢† à £–Ûa ¢é¨£ÜÛ a 7¥† y a ¢é¨£ÜÛa  ì¢ç ¤3¢Ó

 

"De ki: O Allah birdir. Allah sameddir. Kendisi doğurmamıştır ve doğrulmamıştır. Hiçbir şey O'nun dengi olmamıştır"[266] ayetleri bunu açıkca göstermektedir. Bu sure Kur'ân-ı Kerim'in özüdür. Tevhid inancını, bir kaç kelime ile çok kapsamlı bir biçimde özetlemektedir.

 

Mekkî ayetler, tevhid düşüncesinden bahsetmekle beraber, körü körüne bağlanmanın da yanlış olacağını ve dolayısıyla bu durumda olanlara ibret verici misallerle onları uyarmaktadır. Nitekim:

 

قُلْ مَنْ رَبُّ السَّموَاتِ وَالْاَرْضِ قُلِ اللّهُ قُلْ اَفَاتَّخَذْتُمْ مِنْ دُونِه اَوْلِيَاءَ لَا يَمْلِكُونَ لِاَنْفُسِهِمْ نَفْعًا وَلَا ضَرًّا قُلْ هَلْ يَسْتَوِى الْاَعْمى وَالْبَصيرُ اَمْ هَلْ تَسْتَوِى الظُّلُمَاتُ وَالنُّورُ اَمْ جَعَلُوا لِلّهِ شُرَكَاءَ خَلَقُوا كَخَلْقِه فَتَشَابَهَ الْخَلْقُ عَلَيْهِمْ قُلِ اللّهُ خَالِقُ كُلِّ شَىْءٍ وَهُوَ الْوَاحِدُ  الْقَهَّارُ

 

"De ki: "Göklerin ve yerin Rabbı kimdir?" De ki: "Allah" O halde de: "O'ndan başka kendilerine bir fayda ve zarar vermeyen veliler mi edindiniz?" De ki: Körle gören, yahut karanlıklarla, aydınlık bir olur mu?" Yoksa Allah'a, O'nun yarattığı gibi yaratan ortaklar mı buldular da, bu yaratma, kendilerince birbirine benzer mi göründü?" De ki: Allah her şeyi yaratandır. O birdir, herşeye galib ve hâkimdir"[267] ayeti bunu açıkça göstermektedir.

 

Tebliğ açısından önemli bir özellik arzeden "geçmişten ibret alma", Mekkî ayetlerin en çok üzerinde durduğu husustur. Zira Kur'ân-ı Kerim'de geçmiş milletlerin helâk oluş sebepleri gayet açık olarak ibretli bir biçimde anlatılmaktadır. Bu ayetlerde "tevhîd" daima ön planda tutulmuştur.

 

Hûd (a.s), kavmine hitaben:

 

 ¤æ¡a 6¢ê¢Š¤î Ë §é¨Û¡a ¤å¡ß ¤á¢Ø Û b ß  é¨£ÜÛa a뢆¢j¤Ça ¡â¤ì Ó b í  4b Ó a6¦…ì¢ç ¤á¢çb  a §…b Ç ó¨Û¡a ë

  æë¢Š n¤1¢ß ü¡a ¤á¢n¤ã a

 

“Âd kavmine de kardeşleri Hûd'u (gönderdik). Dedi ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka tanrınız yoktur. Siz yalan uyduranlardan başkası değilsiniz”[268] diyerek onları Allah'a kulluk etmeye davet etmişti. Fakat kavmi de ona şöyle diyerek yalanlamıştı:

 

 ¢å¤z ã b ß ë  Ù¡Û¤ì Ó ¤å Ç b ä¡n è¡Û¨a ¬ó©×¡‰b n¡2 ¢å¤z ãb ß ë §ò ä¡£î j¡2 b ä n¤÷¡u b ß ¢…ì¢ç b í aì¢Ûb Ó

  åî©ä¡ß¤ªì¢à¡2  Ù Û

 

“Dediler ki: Ey Hûd! Sen bize açık bir mucize getirmedin, biz de senin sözünle tanrılarımızı bırakacak değiliz ve biz sana iman edecek de değiliz."[269]

 

Mekkî ayetler, tebliğde bulunacak şahsın nasıl davranması gerektiğini,[270] onların bu daveti sadece tevhidî tebliğ etmek için yaptıklarını, yoksa bu dünya menfaati elde etmek için yapmadıklarını, karşılığını ancak Allah'tan beklediklerini de anlatmaktadır. Nitekim, eş-Şuarâ suresinde Nûh, Hûd, Sâlih, Lût ve Şuayb peygamberler, kavimlerine, daima Allah'a itaat etmelerini ve O'ndan korkmalarını, kendilerinin ise birer güvenilir elçi olduklarını açıklamakta ve neticede şunu söyledikleri ayetlerde ifade edilmektedir:

 

 7 åî©à Ûb È¤Ûa ¡£l ‰ ó¨Ü Ç ü¡a  ô¡Š¤u a ¤æ¡a 7§Š¤u a ¤å¡ß ¡é¤î Ü Ç ¤á¢Ø¢Ü ÷¤ a ¬b ß ë

 

"Ben, buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, ancak âlemlerin Rabb'ine aittir."[271]

 

Mekkî ayetler, inanç, düşünce ve fikir yönünden sağlıklı bir toplum oluşturmayı hedef almıştır. Bu ayetlerde ahlâkî emir ve hükümler yer almaktadır. Böylece inananların özellikle kuvvetli bir imana sahip olmaları amaçlanmakta, yanlış ve manasız inançlarını kınamakta ya da reddetmektedir. Nitekim:

 

 7¤o Ü¡n¢Ó §k¤ã ‡ ¡£ô b¡2 =¤o Ü¡÷¢ ¢ñ …@¢õ¤ì à¤Ûa a ‡¡a ë

 

"Ve diri olarak gömülen kız, hangi günahı yüzünden öldürüldü, diye sorulduğu zaman..."[272] ayetlerinde cahiliye dönemine ait bir çirkin olayı ortaya koyarak bu ve benzeri batıl âdetleri kınamakta ve önlemektedir. Mekkî sureler ve ayetlerde hukukî konular bulunmadığı gibi, namaz hariç ibadete ait hükümler de bulunmamaktadır. Nitekim Yunus, Ra'd, Furkan, Yâsîn, Hadîd sureleri Mekkî sureler olarak kabul edilmekte olup, bu surelerde ahkâm ayetlerine rastlanılamamaktadır. Bu sureler genelde iman esasları, yaratma, Allah'ın sıfatları, peygamberlerin inanmayanlarla olan mücadeleleri ve bu toplulukların acıklı sonları ve ibret verici kıssaları anlatılmaktadır.

 

 

 

18-Medenî Sûreler

 

 

Risaletin Medine döneminde inen ayetleri kapsayan sureler için kullanılan bir tefsir usulü terimi.

 

İslâm'ın kâmil bir din olarak insanlığa sunulması, yirmi üç senelik bir zaman zarfında ve çeşitli safhalardan geçerek gerçekleşmiştir. İslâmî tebliğin ilk on üç senesi Mekke dönemidir. Bu dönemde, daha çok İslâm'ın akidevi (inanç) esasları işlenerek, insanlar cahilî hayatın şirk ortamından uzaklaştırılmaya çalışılmıştır. Bu dönem, İslâm inancının kalplere nakşedilmesi dönemidir. Dolayısıyla bu zaman zarfında nazil olan sureler de, insanları putperestlikten ve her türlü kötü davranıştan vazgeçirip, Allah'ın murat ettiği bir yaşama biçimine döndürmek için, onların akıl ve mantıklarına hitap edilerek, Resulullah'ın getirdiklerinin gerçekliği, delilleri ile ortaya konulmaktadır. Kâinattan ve yaradılıştan örnekler gösterilerek, Allah’ın yüceliği ve azametine dikkat çekilir. Ayrıca Allah'ın birliği, kıyamet ve ahiret gibi konular işlenir.

 

Mekke'de inen surelerde, küfür, fasıklık, isyan ve cehaletin çirkinliği ortaya konularak; iman, Allah'a itaat ilâhî düzen; ilim, merhamet ve ihlâs gibi hususların kalplerde yer etmesi hedef alınmaktadır. Ayrıca, İslâm'ı zorbaca yöntemlerle yok etmeye çalışanlar için geçmiş kavimlerin aynı tür davranışlarının sebep olduğu helâkleri kıssalar halinde anlatılarak; eğer böyle davranmaya devam ederlerse sonlarının onlardan farklı olmayacağı misalleriyle anlatılmaktadır.

 

Mekke'de sadece bir cemaat statüsünde olan müslümanlar, Medine'ye hicretten sonra artık İslâm devletini kurmuş ve İslâm'ın bu hedefini gerçekleştirmişlerdi. Bundan dolayıdır ki Medine'de inen surelerde, devlet düzenini sağlayacak şer'î prensipler, insanların birbirleriyle ilişkilerini düzenleyen medenî, cezaî, sosyal, iktisadî kurallar vazedilmekte; ayrıca, şahıslar ve devletler hukukuna ait çeşitli hükümler de tesbit edilmektedir. Ayrıca, ehl-i kitap olan Yahudi ve Hıristiyanların inançlarının sapıklığı ve tutarsızlığı da işlenen konulardandır.

 

Sureleri Mekkî-Medenî ayırımına tabi tutarken alimler üç farklı görüş etrafında toplanmışlardır:

 

a) Surenin Mekkî veya Medenî oluşu, surenin nazil olduğu yere göre tesbit edilir. Buna göre Mekke'de inen sureler Mekkî; Medine'de inen sureler ise Medenî sayılmaktadır. Arafat, Mina ve Hudeybiye gibi civar yerler Mekke'den; Bedir ve Uhud gibi yerler de Medine'den kabul edilmektedir. Bu görüşe göre, Mekke ve Medine'den çok uzak olan yerlerde nazil olan sûrelere de Seferî adı verilmektedir.

 

b) Bazı âlimler sûrenin indiği yere bakmayıp, Hicret esnasında Resulullah (a.s)'ın Kuba mescidine varışından sonra nazil olan bütün sureleri medenî kabul etmektedirler. Yaygın olarak kabul gören görüş budur.

 

Buna göre, Hicretten sonra Resulullah (a.s)'ın Mekke'ye gidişinde nazil olan sureler Mekkî değil, medenî sayılırlar.

 

c) Diğer bazı âlimlere göre de surenin muhatabına bakılarak aidiyeti tesbit edilir. Yani Mekkeliler'e hitap eden sureler Mekkî; Medineliler'e hitap eden sureler de Medenîdir. Başka bir ifade ile, (b £äÛa b è¢£í a ¬b í )"Ey insanlar!.." hitabıyla başlayanlar Mekkî; (aì¢ä ß¨a  åí©ˆ £Ûa b è¢£í a ¬b í )"Ey iman edenler!.." hitabıyla başlayanlar da Medenîdir. Ancak, Mekke'de inen sureler de (aì¢ä ß¨a  åí©ˆ £Ûa b è¢£í a ¬b í ) "Ey iman edenler!.." Medine'de nazil olanlarda da (b £äÛa b è¢£í a ¬b í )"Ey insanlar!.." hitabıyla başlayan ayetler bulunduğundan dolayı bu tasnif şekli geneli kapsamamaktadır.

 

Medenî surelerin bazı özellikleri vardır. Bu sureler muamelât, ukubât, ferâizden ve cihattan bahseder ve cihata ait emir ve hükümler koyar. Bilindiği gibi Mekke döneminde müşriklerle silahlı mücadeleye izin yoktu. Medine'de inen ve cihata izin veren ayetlerde ise buna izin verilmiştir. Ayrıca münâfıkların hareket ve davranışlarından sözetmeleri ve münafıkların görecekleri şiddetli azaplardan bahsetmeleri de Medeni surelerin özelliklerindendir.

 

Hangi surelerin Mekkî, hangilerinin medenî oldukları hakkında âlimler arasında ihtilâf vardır. Yirmi sûrenin Medenî olduğu ittifakla kabul edilirken, on iki sûrede de ihtilâf edilmiştir.

 

İttifakla medenî kabul edilen sureler şunlardır: el-Bakara, Âl-i İmran, en-Nisa, el-Mâide, el-Enfâl, et-Tevbe, el-Mücadele, el-Haşr, el-Mümtehine, el-Cuma, el-Münâfikûn, et-Talâk, et-Tahrim ve en-Nasr.

 

Hakkında ihtilâf bulunan sureler de şunlardır: el-Fatiha, er-Ra'd, er-Rahman, es-Sâf, et-Teğabun, el-Mutaffifin, el-Kadr, el-Beyyine, ez-Zilzâl, el-İhlâs, el-Felak ve en-Nâs.

 

Bir kısım Medenî surelerde, Mekkî ayetler bulunduğu gibi, bir kısım Mekkî surelerde de Medenî âyetler bulunmaktadır. Bir surenin nereye ait olduğu genellikle ondaki ayetlerin çoğunluğuna bakılarak tesbit edilmektedir. Ayrıca surenin başlangıcı nerede nazil olmuşsa, ona göre de ayırım yapılmaktadır. Ancak, yaygınlıkla kabul edilen uygulama; başlangıcı Hicretten önce inen surelerin Mekkî, sonra inenlerin ise Medenî kabul edilerek, içinde bulunan farklı ayetlerin ciddiyetinin notlarda gösterilmesidir.

 

Hangi ayet ve surelerin Mekkî hangilerinin de Medenî olduğunun tespit edilmesi, Kur'an'ın anlaşılması bakımından çok önemlidir. Bir konudaki iki veya daha fazla ayetin birbiriyle çelişiyor görünmesi halinde hangisinin nâsıh, hangisinin mensuh olduğu; surenin, Mekkî veya Medenî olduğunun bilinmesiyle çözümlenebilir. Medenî ayet veya sureler, Mekkî olanlardan daha sonra nazil olduklarından, doğal olarak sonra nazil olan ayetin öncekini neshetmiş olduğu anlaşılır. Surelerin mensubiyetinin, nüzul, yer ve zamanının bilinmesi, İslâm teşri tarihinin öğrenilmesi ve tedrici gelişimi takip edilerek de teşri'in hikmeti kavranabilir.

 

Surelerin ne şekilde taksim edileceği hakkında ne Kur'an'da ne de Sünnette bir işaret, bir açıklama yoktur. Bu konudaki açıklamalar, Sahabe ve Tabiînin verdiği bilgilere dayanılarak yapılmaktadır.[273]

 

 

 

19-Cüz

 

 

Bir bütünün parçalarından her biri. İslâmî tabir olarak da, Kur'ân'ın okuma ve hıfzını pratik olarak kolaylaştırmak gayesiyle ayrıldığı otuz parçadan her birine verilen isimdir.

 

Hz. Peygamber (a.s) döneminde Kur'ân'ın bölümleri sûrelerden ibaretti. Kur'ân'ın sûrelere bölünmesi tevkîfîdir, yani vahye dayalıdır. İlk dönemlerde Kur'an yazısında bugünkü noktalama işâretleri ve harekeler mevcut değildi. Ancak özellikle Arap olmayanların İslâm'a girmesiyle beraber gündeme gelen noktasız ve harekesiz yazının doğru olarak okunması problemi, kolay aşılacak bir engel değildi.

 

Kur'ân'ın doğru okunmasını sağlamak amacıyla önce harekeleme ve noktalama işaretleri yapıldı. Bunun kolaylık sağladığı görülünce bu amaca yönelik yeni adımlar atıldı. Bilindiği gibi Kur'ân-ı Kerîm henüz Peygamber (a.s)'e indirilirken sahabelerin bazısı tarafından ezberleniyordu. Kur'ân'ı ezberleme geleneği günümüze kadar kesintisiz olarak devam etmiştir. Ayrıca Kur'an okumak bir ibâdet olduğundan, gerek Kur'ân'ı okuyanlar, gerek ezberlemiş olanlar baştan sona Kur'ân'ı okuyor, onu hatmediyorlardı. Kur'ân'ın belli uzunluklarda bölümlere yani cüzlere ayrılması, pratikte hem ezberlenmesine hem de hatm edilmesine kolaylıklar sağlayacaktı. Özellikle belli aralıklarla onu hatm edenler için bu bir ihtiyaçtı.

 

Önceleri birbirinden farklı bölümlendirmeler olduysa da, Kur'ân'ın tedris edildiği medreselerde otuz cüze bölünmesi yaygınlaşıp kabul gördü.[274] Bilahare cüzlerin hiziplere bölünmesi de gerçekleşti ve her cüz' dört ayrı hizb'e bölündü. Böylece Kur'ân-ı Kerîm otuz cüz' ve yüz yirmi hizb'e ayrılmış oldu.

 

 

 

20-Hatim

 

 

Mühürlemek, sona erdirmek ve bitirmek. Istılahta; Kur'ân-ı Kerim'i başından sonuna kadar okuyup bitirmeye hatim denmektedir. Bir kimsenin Kur'ân-ı Kerîm'i hatmetmesi demek, Kur'ân'daki 114 surenin tamamını okuyup bitirmesi demektir. Hatim, Kur'ân'ı yüzünden okumak suretiyle yapılabileceği gibi, ezberden okumakla da yapılabilir.

 

Kur'ân-ı Kerîm'i okumanın fazîletine dair Hz. Peygamber'den pek çok hadis nakledilmiştir: "Ümmetimin ibadetinin en faziletlisi, Kur'ân okumaktır."[275]

 

-"Evlerinizi namaz kılmakla ve Kur'an okumakla nurlandırınız."[276]

 

Bunlardan başka olarak, Kur'ân okunan yere melekler, rahmet ve huzurun indiği, Kur'ân okuyanın misk kabına benzediği, Kur'ân okumanın gıpta edilecek bir durum olduğu, Kur'ân'ı ezberleyenlerin toplumun en şereflileri olduğu sözkonusu hadislerde anlatılan hususlardır. Bu nedenle sahabe Kur'ân okumaya büyük önem vermişler ve sabah evden çıkmadan önce bir miktar Kur'ân okumaya büyük önem vermişler ve sabah evden çıkmadan önce bir miktar Kur'ân okumayı alışkanlık haline getirmişlerdi.

 

Hatmin faziletleri hakkında da Hz. Peygamber'den birtakım hadisler nakledilmiştir. Ebû Hüreyre'den nakledilen bir hadiste, bir adamın kalkıp, ey Allah'ın Rasûlü, hangi amel daha faziletlidir veya hangi amel Allah'a daha sevimlidir, diye sorduğu, Hz. Peygamber'in de: "Konup göçendir ki, Kur'ân sâhibi (hâfız) Kur'an'a evvelinden başlar, sonuna kadar okur, sonundan başlar, evveline döner ve hatmeder. Böylece o, her zaman konup göçer" buyurduğu anlatılmaktadır.[277]

 

Enes b. Mâlik'ten rivayet edilen bir hadiste de Hz. Peygamber: "Âmellerin en hayırlısı,-Kur'an okumaya başlamak ve hatmetmektir" buyurmuşlardır.[278] Onun için müslümanlar, sahabe döneminden bu yana hatim indirmeyi, yani Kur'ân'ı baştan sona kadar okumayı bir alışkanlık haline getirmişlerdi. Nitekim "arza" olayı da bu geleneğin dînî dayanağını oluşturmaktadır.

 

Burada önemli olan diğer bir nokta da, Kur'ân-ı Kerîm'in yüce manalarını ve ondaki hikmetleri düşünerek okumaya çalışmaktır. Kur'ân okuyan kişinin dili lafızlarla meşgul olurken, kalbi de o lafızların manalarını düşünmekle meşgul olmalıdır. İbn Abbâs şu sözleriyle bu konunun önemini dile getirmiştir: "Âğır ağır, manasını düşünerek yalnız sure okumayı, tamamını okumaktan daha çok severim."[279]

 

Kur'ân okuyan kişi, rahmetle ilgili bir ayet okuduğunda gönlü mesrur olur ve Allah'ın kendisine de o rahmeti vermesi için dua eder. Bir azab âyeti okuduğunda da durur. O âyetin mânâsı üzerinde düşünür, o âyet kafirlerle ilgili ise, kendisinin iman üzere olduğunu itiraf eder ve "Allah'a inandık, sadece O'na" der, sonra da kendisini Cehennem azabından koruması için Allah'a dua eder.[280] Kur'ân tilaveti böylece canlılık kazanır, okuyucu dâima Kur'ân'ın kendisine hitap ettiğinin bilincinde olur.

 

 

 

21-Kur’an-ı Kerim’deki (Secaventler) Duraklar

 

 

Kur'andaki âyetlerin neresinde durulmak, nerelerde durulmadan geçilmek lâzım geldiğini belirten işaretler; Secâvendler tecvid ve kıraat ilimleriyle ilgili olduğu için, hafızlar bunları hocalarından öğrenir.

 

Secâvendler, Türkçedeki noktalama işaretlerine benzer. Okunan yerin manâsı göz önüne alınarak konulmuşlardır. Bu işaretleri ilk defa Muhammed b. Tayfur es-Secâvendi (öl: 560/1165) koymuştur ki, daha sonra konulan bazı işaretlerle birlikte hepsine birden, onun ismine izafeten "Secâvend" denilmiştir.[281]

 

Kur'an-ın okunuşu kendine has özellik taşır. Onun okunuşunun özel kuralları vardır. Secâvendlere riayet ederek okumak hem manâ ile, hem de tecvidle ilgilidir. İmam Cezerî'ye göre [282] secâvend olarak bildiğimiz bu işaretlerin kelimeler üzerine yerleştirilmesinde imamların muzafun ileyh'siz muzaf üzerinde, failsiz, fiil, mef'ülsüz fail, habersiz mübtedâ, mevsufsuz sıfat, isimsiz "inne" ve ehavâtı, "kâne" ve ehavâtı, cevapsız kasem, cezasız şart, sılasız mevsûl, mâtufsuz matûfun aleyh üzerinde vakıf câiz olmaz.[283]

 

Yüce Allah:  65î©m¤Š m  æ¨a¤Š¢Ô¤Ûa ¡3¡£m ‰ ë ¡é¤î Ü Ç ¤…¡‹ ¤ë a

 

"Kur'anı tertil ile (açık açık, tane tane) oku!"[284] buyurmuştur. Hz. Ali âyette geçen tertili, "harfleri tecvîd ile okumak ve vakıfları (durulacak yerleri) bilmek" şeklinde açıklamıştır.

 

Ümmü Seleme (r.anha)'dan gelen bir rivayette onun, Rasûlüllah (a.s)'ın Kur'an okuyuşunu harf harf tefsîr edilen bir kıraat olarak vasıflandırmıştır.[285]

 

İbn Nasr'ın naklettiği bir haberde ise Hz. Aişe (r.anha) Rasûlü Ekrem (a.s) Efendimizin okuyuşunu,"Okuduğu zaman:

 

 =¡áî©y £ŠÛa ¡å¨à¤y £ŠÛ a

Errahmânirrahîm

 

 = åî©à Ûb È¤Ûa ¡£l ‰ ¡é¨£Ü¡Û ¢†¤à z¤Û a

Elhamdülillahi rabbil âlemîn

 

 ¡áî©y £ŠÛa ¡å¨à¤y £ŠÛa ¡é¨£ÜÛa ¡á¤¡2

Bismillâhirrahmânirrahim; şeklinde okuyarak âyet âyet keserdi" sözleriyle tarif etmiştir.[286]

 

İşte tertil üzere okuyuş bu iki rivayette belirtilen okuyuştur.

 

Kur'an âyetlerinin hangi kelimelerinde durulacağını ve durmadan geçileceğini belirtmek için ez-Zeccâc (v. 311/923), İbnul-Enbârî (v. 328/940), Ebu Ca'fer en-Nehhas (v. 338/950), Hasan b. Abdullah es-Seyrâtî (v. 368) ed-Dânî (v. 444/1053), el-Ummanî (v. 400/1009) ve İbn Tayfûr es-Secâvendî (v. 560/ 1165) müstâkil eserler yazmışlardır. Fakat bunlar arasından Ebu Abdullah Muhammed b. Tayfür el-Gaznevî es-Secâvendî (v. 560/1165)'nin tasnif ettiği eser ve koyduğu vakıf alâmetleri, Mağrib tarafları hariç, İslâm âleminde daha fazla benimsenmiş ve tutunmuş ve onun mensup olduğu Secâvend kasabasının ismi bu âlâmetlere verilmiştir. Secâvend, Gazne civarında, bugün Afganistan sınırları içerisinde kalan bir beldenin ismidir.

 

Kur'an okuyuşunu kolaylaştırmak, ona apayrı bir heybet, ahenk ve güzellik vermek için konulan vakıf işaretleri (secâvendler) şunlardır:

 

(x)"Cim" Vakfın câiz olduğuna işaret eder ki, böyle yerlerde durmak da, geçmek de câizdir. Fakat durmak daha evlâdır.

 

(Â)"Tı" Vakfın mutlak olduğuna işaret eder ki, daha sonraki cümlenin, durulan yerin öncesiyle ilgisi yok demektir. Böyle yerlerde durulduktan sonra, durulan yerden sonra başlamak manâ itibariyle güzel olur. Bu işaretin olduğu yerde vasl yapmaya gerek yoktur.

 

(â)"Mim" Vakfın lâzım olduğuna işarettir. Muhakkak durulması gereken yerdeki vakıftır. Durulmadığı takdirde manâ fâsid olur, bozulur.

 

Buradaki lüzum şer'î değil ıstılâhidir. Caiz ifadeleri de böyledir. Şer'î lüzum farz ve vacip demektir. Bu ise böyle değildir. Vücûbu fennî veya vücûbu sınaî yahut vücûbu tertilî demek daha doğru olur.[287]

 

()" Ze" Vakf-ı mücevvez işaretidir ki, okumayıp geçmek evlâdır.

 

(˜)"Sad" Vakf-ı murahhas işaretidir ki, okuyucunun nefesi yetişmediği takdirde zarurete binaen durulabileceğini gösterir. Bu işarette durulduktan sonra tekrar evvelinden alınarak okumaya devam edilir.

 

(Ö)"Kaf" Kurrâ'nın bir kısmına göre vasl âlâmeti olmakla beraber vakfetmek de câizdir.

 

(ÑÓ) “Vakfet, dur!" manâsına olan bu işarette durmak evlâdır.

 

(Ú)"Kef" "Kezâlik" işaretidir ki bu evvelki vakf işareti ne ise, bu da onun hükmüne tabi demektir.

 

(ü)"Lamelif" Durulmaz işaretidir. Fakat nefes daralırsa durulur, sonra evvelinden alınarak okumaya devam edilir.

 

(Ê)"Ayn” Bir kıssa veya konunun bittiğine işaret eder. Namazda Kur'an okuyan kişinin rükû'a gitmesi için en uygun işaret kabul edildiğinden buna "Rükû alâmeti" denilmiştir.

 

()“Sin” Sad harfinin altına yazıldığı yerlerde "sad" harfi "sin" gibi okunur.

 

(óÜ•)”Sad-Lam-Ya” Geçmek daha iyidir.

 

(|Ü•)”Sad-Lam-Ha” Geçmek de durmak da câizdir.

 

(q) ”Üç nokta” Bu üç noktanın birisinde durulur. Eğer üzerinde üç nokta bulunan birinci kelimede durulursa, üç nokta olan ikinci kelimede durulmaz. Birinci kelimede durulmamışsa, ikincide durulur. Her ikisinde de durmamak veya her ikisinde de durmak câiz değildir. Örnek: Kadr sûresi sonu (¡Š¤v 1¤Ûa ¡É Ü¤À ß ó¨£n y  ó¡ç ´® ¥â5  )

 

(Š–Ó)”Kasr” Bu kelimenin bulunduğu yerler kısa okunur.

 

(†ß) “Med” Bu kelimenin bulunduğu yerler uzun okunur.

 

(énØ)“Sekte” Bu kelimenin yazıldığı yerde, kısa bir zaman nefes alınmadan durulur. Durulmadan geçilirse, anlamı bozulur. Kur'ân-ı Kerim' de 4 yerde geçmektedir: 1-Kehf 1: (²b6¦u ì¡Ç ¢é Û ¤3 È¤v í ¤á Û ë) 2-Yasin 52: (¢å¨à¤y £ŠÛa  † Ç ë b ß a ˆ¨ç² b< ã¡† Ó¤Š ß ¤å¡ß) 3-Kıyame 27: ( =§Öa ‰² ¤å ß  3î©Ó ë) 4-Mutafifin 24: ( æa ‰² ¤3 2 5 ×)

 

(âbË…a)”İdgam” Kelimenin yazıldığı gibi değil de idgam ile okunur. Yalnızca Hud sûresi 42. âyetinde: (b ä° È ß ¤k ×¤‰a) "irkeb meanâ" yazılır ise de (b ä° È ß ×¤‰a)"irkem meanâ" diye okunur.

 

(éÛbßa) “İmâle” Yalnızca Hud sûresinin 41. âyetinde bulunan: ( b è°í¨Š¤v ß) Burada "mecrâha" kelimesinde "ra" harfi 'üstünden esireye' doğru meyillendirilerek okunur.

 

(3îèm)”Teshil” Kolaylaştırmak demektir. Birbirini takip eden iki hemzeden ikincisi, "elif" ile "he" sesi arasında yumuşak olarak okunur.

 

Okuyucu bu işaretlerin haricinde olan yerlerde durmaz. Herhangi bir sebeple durduğu takdirde öncesinden alarak okumaya devam eder.

 

Kur'an-ı Kerimde vakfın vacip veya haram olduğu bir yer yoktur. Bununla beraber durulması câiz olmayan yerlerde kasten duran bir kimse, manâ bozulacağı için, günahkâr olur ki, bunu da iman sahibi bir mü'minin yapacağı tasavvur olunamaz.[288]

 

Vakfın fıkıhla ilgisine gelince; Kur'an okunurken vakıf yerinden başkasında durulsa veya başlansa bakılır: Eğer bununla manâ değişmezse, namaz, icma ile fasid olmaz. Manâ değişirse bunda ihtilâf vardır. Fetva verilen kavle göre bununla da namaz fasid olmaz. Müteahhirûn ulemanın hepsinin görüşü budur. Çünkü bunda belvây-ı âmme vardır; herkes manâyı bilip ona göre okuyamaz. Nefesi kesilmek, unutmak gibi ârızalardan kurtulamaz.

 

Buna binaen (éÛaü) “Lâilâhe” diye vakfedilip sonra (éÛa) “İlâhû” denilse veya ( ¢…ì¢è î¤Ûa ¡o Ûb Ó ë) “Vegâletilyehüdu” diye vakfedilip sonra (¡é¨£ÜÛa ¢å¤2a? ¥Š¤í Œ¢Ç ) “Uzeyr ibnallah” diye başlansa, muhtar olan kavle göre, namaz fasid olmaz.

 

İmam Saîd Necîb Ebû Bekr; "Namaz kılan kimse, kıraati tamamlayıp rükû için tekbîr almayı istediği zaman, eğer bitim senâ ile ise, "Allahu Ekber"e vasletmek (bitiştirerek geçmek) evlâdır. Şayet senâ ile değilse, arasını ayırmak evlâdır" demiştir.  ¢Š n¤2 üa  ì¢ç  Ù ÷¡ãb (  £æ¡a sözünden sonra çok cüz'i miktarda durulup "Allahü Ekber" lâfzına geçmek böyledir.[289]

 

 

 

22-Cevâmiü'l-Kelim

 

 

Az söz ile çok manayı ifade eden edebî vecizeler. Bu tariften hareketle, Kur'an-ı Kerîm'in tamamı bir cevâmiu'l-Kelim olduğu gibi, Hz. Peygamber'in bir çok hadisleri de birer cevâmiü'l-kelimdir:

 

Hz. Peygamber'in bizzat kendi ifadelerine göre, Yüce Allah O'nu cevâmiü'l-kelim ile göndermiştir. Buharî'nin bir rivayetinde şöyle buyrulmaktadır: "Ben cevâmiü'l-Kelim ile gönderildim. Ben (bir aylık mesafedeki düşmanların gönüllerine) korku salmak sûretiyle yardım olundum. Bir de ben bir defasında uyuduğumda, bana yerdeki hazinelerin anahtarları getirilerek, iki avucumun içine konuldu."[290]

 

Hz. Peygamber'e mahsus kılınan bu özelliklerden biri olan cevâmiü'l-kelim'in Kur'an-ı Kerîm olarak da tefsir edildiğini yukarıda kaydettik. Çünkü Kur'an'ın her ayeti, her cümlesi müstesna bir uslûba sahip olduğundan, Peygamberimiz tarafından tebliğ edildiğinde onu duyan cahiliye şairleri nazmının güzelliği ve icazı karşısında hayran kalmaktan başka bir şey yapamamışlardır.

 

İmam Nevevî cevâmiü'l-kelim'i şöyle açıklar: "Bize nakledildiğine göre cevâmiü'l-kelim Allah Teâlâ'nın daha önceki kitaplarında yazılmış bulunan bir çok emrinin, Hz. Peygamber'e sadece bir, iki veya bu kadar az bir emir içinde toplaması veya özetlemesidir."[291]

 

Kur'an-ı Kerîm bu kadar cevâmiü'l-kelim ifadelerle bir çok hikmetleri anlatmaktadır. Meselâ:

 

فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ وَاَعْرِضْ عَنِ الْمُشْرِكينَ

 

"O halde sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve müşriklerden yüz çevir"[292] âyet-i kerimesini duyan bir müşrik, böyle kısa bir ifade ile bu kadar büyük bir hikmeti ifade etmesi karşısında secde etmekten kendini alıkoyamamıştır. Hz. Peygamber'in hadislerinde de cevâmiü'l-kelim olanlar az değildir.

 

Yine O'nun (a.s). bizzat ifade ettiği gibi, zaten kendisi "Arab'ın en fasîhi idi."[293] Bu durumda "Hz. Peygamber'e mahsus olan cevâmiü'l-kelim iki tür hâlinde karşımıza çıkmaktadır." Birincisi Kur'an'dır; yani O'na Allah tarafından indirilen ilahî ayetlerdir. İkincisi ise Hz. Peygamber'in hadisleridir.

 

Meselâ:

 

اِنَّ اللّهَ يَاْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالْاِحْسَانِ وَايتَائِ ذِىالْقُرْبى وَيَنْهى عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ وَالْبَغْىِ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ

 

"Allah, adaleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi emreder; edebsizlikten (fahşâdan), fenalıktan (münkerden) ve azgınlıktan (bağyden) de meneder. Öğüt almanız için size böyle nasihatte bulunur"[294] ayeti, Hasan-ı Basrî'nin de söylediği gibi, hayır ve iyilik sayılan her şeyi emretmiş, kötü veya şer namına ne varsa onların hepsini de yasaklamıştır. Bir tek âyet böylesine şumullü ve sayısız hikmetleri içine almaktadır.

 

Cevâmiü'l-kelim'in ikinci nevi olan, Hz. Peygamber'in sünnetlerinde yer almış olan bir çok haber de bugün elimize ulaşmış bulunmaktadır.[295] Bazı âlimler cevâmiü'l-kelim niteliğinde olan kısa, veciz, fakat oldukça geniş hikmetleri ihtiva eden hadisleri bir araya getirerek, "Erbaîn"ler yazmışlardır. Nevevî'nin meşhur "Erbain'i" bunların başında yer alır. Bundan başka el-Hafız Ebu Bekr b. es-Sinnî'nin, el-İcâz ve Cevâmiü'l-Kelim Mine's-Süneni'l-Me'sûra'sı da aynı türden hadis mecmualarındandır.

 

Hz. Peygamber'in cevâmiü'l-kelim niteliğindeki hadislerinden bazıları:

 

إنَّمَا اْلاَ عْمَالُ بِالنِّيَّاتِ ،

 

-"Ameller niyetlere göredir... "[296]

 

-"Sizi neden men ettiysem ondan kaçınınız, neyi de emrettiysem, gücünüzün yettiği oranda onu yerine getiriniz... "[297]

كُلُّ مُسْكرٍ حَرَامٌ،

 

-"Her sarhoşluk veren şey haramdır. "[298]

 

-"Beyyine (delil) davacı üzerine, yemin de inkâr edenedir."[299]

 

Bu misalleri daha çoğaltmak mümkündür. Türkçe'ye bile açıklayarak tercüme etmek zorunda olduğumuz bu tür hadislerin Arapça ifadeleri oldukça beliğ ve vecizdir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

-Okuma Parçası-

 

İbadetlerin Türkçe Yapılması ve Kur’an-ın Müzikle Okunması

 

Son günlerde Türkçe ibadet ve özellikle Kur’an-ı Kerim’in namazda Türkçe tercemesinin okunmasına dair tartışmaların yoğunluk kazanması üzerine konu Kurulumuzda görüşüldü. Yapılan inceleme ve müzakere sonunda:

 

Bütün ilahi kitaplar, onları insanlığa tebliğ ile görevlendirilen Peygamberlerin konuştukları dille indirilmişlerdir.

 

Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s) Arabistan’da Araplar arasında yetiştiği ve Arapça konuştuğu için, O’nun tebliğ ettiği Kur’an-ı Kerim de Arapça olarak indirilmiştir.

 

Ancak Yüce Rabbımızın bütün insanlığa son kitabı ve ebedi hitabı olan Kur’an-ı Kerim, sadece Araplar ve Arapça’yı bilenler için değil, bütün insanları sapıklıklardan korumak, onlara Hakkı ve hakikati öğretmek, hidayet ve gerçek saadet yolunu göstermek için indirilmiştir. Bunun gerçekleşebilmesi için de, Kur’an-ı Kerim’in bildirdiği ilahi gerçek ve öğütlerin herkese, bütün insanlığa tebliğ edilmesi, herkes tarafından öğrenilmesi, anlaşılması, üzerinde düşünülmesi, kavranması ve kalplere yerleşmesi gerekir.

 

Nitekim Kur’an-ı Kerim’de:

 

  åî©Ô £n¢à¤Ü¡Û ¥ò Ä¡Ç¤ì ß ë ô¦†¢ç ë ¡b £äÜ¡Û ¥æb î 2 a ˆ¨ç

 

“Bu Kur’an, bütün insanlara bir açıklama, sakınanlara yol gösterme ve bir öğüttür.”[300]

 

يَا اَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا اُنْزِلَ اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ وَاِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ وَاللّهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ اِنَّ اللّهَ لَا يَهْدِى الْقَوْمَ الْكَافِرينَ

 

“Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik etmez.”[301]

 

 ¤á¢è £Ü È Û ë ¤á¡è¤î Û¡a  4£¡Œ¢ãb ß ¡b £äÜ¡Û  å¡£î j¢n¡Û  Š¤×¡£ˆÛa  Ù¤î Û¡a ¬b ä¤Û Œ¤ã a ë 6¡Š¢2¢£ŒÛa ë ¡pb ä¡£î j¤Ûb¡2

  æë¢Š £Ø 1 n í

 

“Apaçık mucizeler ve kitaplarla (gönderildiler). İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur'an'ı indirdik.”[302]

 

 ¡lb j¤Û üa aì¢Û¯ë¢a  Š £× ˆ n î¡Û ë ©é¡mb í¨a a¬ë¢Š £2 £† î¡Û ¥Ú ‰b j¢ß  Ù¤î Û¡a ¢êb ä¤Û Œ¤ã a ¥lb n¡×

 

“(Resûlüm!) Sana bu mübarek Kitab'ı, âyetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik”[303] buyurulmuştur.

 

İfade edildiği üzere Kur’an-ı Kerim Arap’çadır. Cenab-ı Hakk’ın yüce kelamı kutsal kitabımızın dilinin her müslüman tarafından bilinmesi ve anlaşılması, arzu edilen bir durum ise de, âdeten mümkün değildir. O halde Kur’an-ı Kerim’in Arapça bilmeyenlere tebliğ edilebilmesi ve onların da bu Yüce Kitapta bildirilen ilahî gerçek ve öğütleri anlayıp üzerinde düşünebilmeleri ve O’nun hidayetinden yararlanabilmeleri için, başka dillere tercüme edilmesine, kısa ve uzun açıklamalarının yapılmasına kesin ihtiyaç hatta zaruret vardır.

 

Nitekim, İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren buna ihtiyaç duyulmuştur. Ashabın ileri gelenlerinden Selman-ı Farisî’nin İranlı hemşehrilerinin isteği üzerine Fatiha Sûresini Farsçaya çevirip onlara gönderdiği bazı kaynaklarda yer almıştır. Günümüzde Kur’an-ı Kerim, dünyadaki belli başlı hemen bütün dillere çevrilmiş durumdadır. Dilimizde de yüzün üzerinde meal, terceme ve tefsiri bulunmaktadır.

 

Kur’an-ı Kerim’in namazda Türkçe tercemesinin okunmasına gelince:

 

Kur’an-ı Kerim’de:

 

 6¡æ¨a¤Š¢Ô¤Ûa  å¡ß  Š £ î mb ß a@¢ªë Š¤Ób Ï

 

“Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun”[304] buyrulduğu gibi, Hz. Peygamber (as.) de bütün namazlarda Kur’an-ı Kerim okumuş ve namaz kılmayı iyi bilmeyen bir sahabiye namaz kılmayı tarif ederken “... sonra Kur’an’dan hafızanda bulunanlardan kolayına geleni oku”[305] buyurmuştur. Bu itibarla namazda kıraat yani Kur’an okumak, Kitap, Sünnet ve İcma ile sabit bir farzdır.

 

Bilindiği üzere Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın Hz.Muhammed (a.s)’e Cebrail aracılığı ile indirdiği manaya delalet eden elfazın (nazm-ı münzel’in) ismidir. Sadece mana olarak değil, Resülüllah (a.s)’ın kalbine elfazı ile indirilmiştir. Bu itibarla bu elfazdan anlaşılan ve başka lafızlarla (sözlerle) ifade edilen mana Kur’an değildir. Çünkü indirildiği elfazın dışında, hatta Arapça bile olsa, başka sözlerle ifade edilen mana Cenab-ı Hakk’ın kelamı değil, mütercimin ondan anladığı yorumdur. Oysa Kur’an kavramının içeriğinde, sadece mana değil, bir rüknü olarak onun elfazı da vardır.

 

Nitekim:

 

  å¡ß  æì¢Ø n¡Û  Ù¡j¤Ü Ó ó¨Ü Ç =¢åî©ß üa ¢€ë¢£ŠÛa ¡é¡2  4 Œ ã 6 åî©à Ûb È¤Ûa ¡£l ‰ ¢3í©Œ¤ä n Û ¢é £ã¡a ë

 6§åî©j¢ß §£ó¡2 Š Ç §æb ¡Ü¡2 = åí©‰¡ˆ¤ä¢à¤Ûa

 

“Şüphesiz O, alemlerin Rabbı tarafından indirilmiştir. Onu Ruhu’l-emin (Cebrail), uyarıcılardan olasın diye, senin kalbine apaçık Arap diliyle indirdi.”[306]

 

  æì¢Ô £n í ¤á¢è £Ü È Û ¡†î©Ç ì¤Ûa  å¡ß ¡éî©Ï b ä¤Ï £Š • ë b¦£î¡2 Š Ç b¦ã¨a¤Š¢Ó ¢êb ä¤Û Œ¤ã a  Ù¡Û¨ˆ × ë

 a¦Š¤×¡‡ ¤á¢è Û ¢t¡†¤z¢í ¤ë a

 

“(Resûlüm!) Biz onu böylece Arapça bir Kur'an olarak indirdik ve onda ikazları tekrar tekrar açıkladık. Umulur ki onlar (bu sayede günahtan) korunurlar; yahut da o (Kur'an) kendileri için bir ibret ortaya koyar.”[307]

 

  æì¢Ô £n í ¤á¢è £Ü È Û §x ì¡Ç ô©‡  Š¤î Ë b¦£î¡2 Š Ç b¦ã¨a¤Š¢Ó

 

“Korunsunlar diye dosdoğru Arapça bir Kur’an indirdik.”[308]

 

 = æì¢à Ü¤È í §â¤ì Ô¡Û b¦£î¡2 Š Ç b¦ã¨a¤Š¢Ó ¢é¢mb í¨a ¤o Ü¡£–¢Ï ¥lb n¡×

 

“Bu bilen bir toplum için, ayetleri Arapça bir Kur’an olmak üzere ayrıntılı olarak açıklanmış bir kitaptır”[309] gibi tam on ayrı yerde,[310] nazm-ı münzel’in Arapça olduğunu ifade eden ayetlerden, sadece mananın değil, elfazının da Kur’an kavramının içeriğine dahil olduğu açık ve kesin bir şekilde anlaşılmaktadır. Bu sebepledir ki, tercemesine Kur’an denilemeyeceği ve tercemesinin Kur’an hükmünde olmadığı konusunda İslam bilginleri görüş birliği içindedir.

 

Bilindiği üzere terceme, bir sözün anlamını başka bir dilde dengi bir sözle aynen ifade etmek demektir. Oysa her dilin, başka dillerde bulunmayan (kendine ait) ifade, üslup ve anlatım özellikleri vardır. Bu yüzden, edebî ve hissî yönü bulunmayan bazı kuru ifadeler dışında, hiçbir terceme aslının yerini tutamaz ve hiçbir terceme de her bakımdan aslına tam bir uygunluk sağlanamaz. O halde, Kur’an-ı Kerim gibi, ilahî belağat ve i’cazı haiz bir kitabın aslı ile tercemesi arasındaki fark, yaratan ile yaratılan arasındaki fark kadar büyüktür. Çünkü biri Yaratan Yüce Allah’ın kelamı; diğeri ise yaratılan kulun aciz beyanı. Hiç böylesi bir tercemenin, Allah kelamının yerine konulması ve aynı hükümde tutulması mümkün olur mu?

 

Kaldı ki, İslam dini evrensel bir dindir. Değişik dilleri konuşan bütün müslümanların ibadette ortak bir dili kullanmaları onun evrensel oluşunun bir gereğidir.

 

Herkesin konuştuğu dil ile ibadet yapmaya kalkışması, Peygamberimizin öğrettiği ve bugüne kadar uygulana gelen şekle ters düşeceği gibi içinden çıkılmaz bir takım tartışmalara da yol açacağı muhakkaktır. Konuya ülkemiz açısından baktığımızda ise böyle bir uygulamanın dışarıda Türkiye aleyhinde, içerde ise Devlet aleyhinde bir malzeme olarak kullanılacağı, vatandaşların birlik ve beraberliğini zedeleyeceği, sonuç olarak bir takım huzursuzluklara sebebiyet vereceği dikkatten uzak tutulmamalıdır.

 

Diğer taraftan, yüzleri aşan terceme ve meal arasından din ve vicdan hürriyetini zedelemeden, üzerinde birlik sağlanacak birisinin namazda okunmak üzere seçilmesi ve buna herkesin benimsemesi mümkün görülmemektedir.

 

Türkçe namaz ile Türkçe dua birbirine karıştırılmamalıdır. Çünkü dua kulun Allah’tan istekte bulunmasıdır. Bunun ise herkesin konuştuğu dil ile yapılmasından daha tabii bir şey olamaz ve zaten genelde de ülkemizde Türkçe dua yapılmaktadır.

 

Diğer taraftan, Kur’an-ı Kerim’in en önemli özelliklerinden biri de i’cazdır. Bir benzerinin ortaya konulması konusunda, Kur’an bütün insanlığa meydan okumuştur. Bu i’cazın sadece anlamda olduğu söylenemez. Aksine;

 

 aì¢Ç¤…a ë :©é¡Ü¤r¡ß ¤å¡ß §ñ ‰ì¢¡2 aì¢m¤b Ï b ã¡†¤j Ç ó¨Ü Ç b ä¤Û £Œ ã b £à¡ß §k¤í ‰ ó©Ï ¤á¢n¤ä¢× ¤æ¡a ë

  åî©Ó¡…b • ¤á¢n¤ä¢× ¤æ¡a ¡é¨£ÜÛa ¡æë¢… ¤å¡ß ¤á¢×  õ¬a † è¢(

 

“Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz Allah'tan gayri şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın.” Anlamındaki tehaddi (meydan okuma) ayetlerinden[311] bu özelliğin daha çok lafızla ilgili olduğu anlaşılmaktadır.

 

Ayrıca bir benzerini ortaya koymak için, insanlar ve cinler bir araya toplanıp birbirlerine destek olsalar bile bunu başaramayacaklarını ifade eden ayet-i kerime[312] den de, Kur’an’ın bir benzerinin yapılamayacağı ve bu itibarla tercemesinin Kelamullah sayılamayacağı, o hükümde tutulamayacağı ve dolayısıyle namazda tercemesinin okunamayacağı açıkça anlaşılmaktadır. Nitekim, 1926 yılında İstanbul Göztepe Camii İmam-Hatibi Cemal Efendi’nin Cuma namazında Kur’an-ı Kerim’in Türkçe tercemesini okumasıyla ilgili olarak İstanbul Müftülüğü(nün 20 Mart 1926 tarih ve 92-93 sayılı yazısı üzerine, altında Atatürk tarafından göreve getirilen ilk Diyanet İşleri Reisi Rifat Börekçi’nin imzası bulunan 9 Ramazan 1324/23 Mart 1926 tarih ve 743 numaralı Müşavere Hey’eti kararında:

 

“Namazda kıraet-i Kur’an bi’l-icma farz ve Kur’an’ın hangi bir lügat ile tercemesine Kur’an itlakı kezalik bi’l-icma gayr-ı caiz ve namazda kıraet-i Kur’an mahallinde terceme-i Kur’an’ın adem-i cevazı da bi’l-umum mezahib fukahasının icmaı ile sabit olduğundan, hilafına mücaseret, namazı vaz’-ı şer’isinden tağyir ve emr-i dini istihfaf ve mel’abe şekline vaz’ı mutazammın olduğu gibi, beyne’l-müslimin iftirak ve ihtilafa ve memlekette fitne hûdusuna bâis olacağından, fiil-i mezbure mecasereti sabit olan merkum Cemal Efendinin uhdesindeki vezaif-i ilmiye ve diniyenin ref’i, emr-i zaruri halini almış olmakla ol vechile tebligat icrası...” denilmiştir.

 

Şüphesiz bir müslümanın en azından namazda okuduğu Kur’an-ı Kerim metinlerinin anlamlarını bilmesi ve namazda bunları anlayarak ve duyarak okuması son derece önemlidir ve bu zor da değildir. Ancak manasını anlamak, onun hidayetinden faydalanmak ve Yüce Rabbimizin emir, yasak ve öğütlerinin neler olduğunu öğrenmek için Kur’an-ı Kerim’i terceme etmenin ve bu maksatla meal, terceme ve tefsirlerini okumanın hükmü başka; bu tercemeleri Kur’an yerine koymanın ve Kur’an hükmünde tutmanın hükmü yine başkadır.

 

Namazda ve ibadet olarak Kur’an-ı Kerim asli lafızları ile okunur. Yüce Rabbımızın bize olan öğüt, buyruk ve yasaklarını öğrenmek, onun irşadından yararlanmak maksadıyla ise, terceme, meal ve açıklamaları okunur. Bu maksatla Kur’an-ı Kerim’in terceme, meal ve açıklamalarını okumak ta çok sevaptır ve genel anlamı ile ibadettir.[313]

 

Kur’an-ı Kerim Tercümesinin Müzik Eşliğinde Okunması

 

Din İşleri Komisyonu Başkanlığınca, bütün Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanlarının katılımıyla l6. Şubat. 2000’de Kur’an-ı Kerim’in ayet ve surelerinin tercemelerinin müzik aletIeri eşliğinde okunması konusu görüşülmüş ve aşağıdaki metin uygun görülmüştür.

 

Kur’an-ı Kerim, insanlara doğru yolu göstermek üzere Allah’ın gönderdiği kutsal kitaplar zincirinin Hz. Muhammed (a.s)’a indirilen son halkasıdır. Kur’an, lafzı ve manası ile bir bütündür. Taşıdığı yüksek edebi üstünlükleri ile Kur’an, Hz. Peygamber’in en büyük mucizesidir. İnsanlığa vaad ettiği mutluluk ortamının gerçekleşmesi için, içerdiği yüce düstürların anlaşılması ve uygulanması gerekir.

 

Unutulmamalıdır ki, Kur’an ne lafzı, ne de manası bakımından bir şiir özelliği taşır. Zira asıl itibariyle şiir, duyguları harekete geçiren hayal unsuru düşüncelere, simgelere, benzetmelere, duygusal yönelişlere dayanır. Şiir bütünüyle insan unsurunun ürünüdür. İçeriğinin gerçek olup olmadığına bakılmaz. Kur’an ise, bütünüyle ilahi vahiydir. Uzerinde beşer unsurunun hiçbir etkisi ve katkısı yoktur.

 

Kur’an’ın kendine has üslübunun sağladığı akıcılığı ve etki gücünü, onun inkarcı ilk muhatapları, Hz. Peygamber’i şair, Kur’an’ı da şiir diye niteleyerek açıklama yoluna gitmişlerdir. Allah Teala da, bu iftira ve yakıştırmaya;

 

 =¥åî©j¢ß ¥æ¨a¤Š¢Ó ë ¥Š¤×¡‡ ü¡a  ì¢ç ¤æ¡a 6¢é Û ó©Ì j¤ä í b ß ë  Š¤È¡£'Ûa ¢êb ä¤à £Ü Ç b ß ë

 

“Biz ona (Peygamber'e) şiir öğretmedik. Zaten ona yaraşmazdı da. Onun söyledikleri, ancak Allah'tan gelmiş bir öğüt ve apaçık bir Kur'an'dır”[314] ayetiyle cevap vermiş, böylece indirdiği son kitabı, Onun kutsal niteliğini yok sayan yaklaşımı şiddetle reddetmiştir.

 

Kur’an çevirileri de, doğrudan doğruya Kur’an olmamakla beraber, onun içerdiği ilahi mesajları belli ölçüde yansıtmaları açısından, kutsallık arzederler. Kur’an çevirilerini, insan ürünü olan alelade metinlerle bir görmek de yanlış ve tehlikeli bir yaklaşımdır. Bu sebeple, Kur’an çevirilerinin her hangi bir şiir şeklinde düzenlenerek müzik aletleri eşliğinde melodik, bir biçimde okunması, Kur’an’ı kutsallığından soyutlamak, taşıdığı ilahi boyutu, takip ettiği yüksek amacı gözardı etmek ve onu insan zihninin ürettiği alelade bir ürün konumuna indirmek anlamına gelir. Kur’an okuma adabı ve imanın korunmasıyla ilgili bazı bahislerde bu çeşit konular üzerinde de hassasiyetle durulmuştur.

 

Kur’an’ın, orijinal metniyle, gerek namaz içinde, gerek namaz dışında okunması bir ibadet olduğu gibi, namaz dışında tercümesinin okunması da ibadet niteliğini taşır. Bu itibarla Kur’an tercümesinin müzik aletleri eşliğinde okunması, ibadetin sahip olduğu huzur ortamını, manevi ve ilahi konumu zedeler ve sarsar. Ayrıca bu durum, müzik ile ibadetin “bir noktada” özdeşleşmesine ve zamanla müziğin camilere girmesine zemin hazırlar. Bu ise İsIam’ın kesinlikle onaylamayacağı bir durumdur. “Dinin korunması” ilkesinin, bütün ilahi ve semavi dinlerde korunması öngörülen beş temel husustan biri olduğu kesin bir hakikattir.

 

Kur’an’ın tercümesinin, müzik araçları eşliğinde okunması yoluyla, mesajlarının halk kitlelerine kolaylıkla ulaştırılması amaçlanıyorsa, Kur’an’ın böyle bir uygulamaya kesinlikle ihtiyacı yoktur. Zira, indirilişinden bu yana, Kur’an’ın insanlar tarafından anlaşılması amacıyla, onun ruhuna ters düşmeyen pek çok çalışma yapılmış, eserler te’lif edilmiş, tercümeler yapılmıştır. Bu sebeple Kur’an tercümesinin müzik eşliğinde okunamaz oluşunu Kur’an’a ait mesajların önündeki bir engel olarak görmek de mümkün değildir. Ayrıca, Kur’an tercümesinin müzik eşliğinde, bir şiir ve türkü/şarkı edası içinde okunması halinde, müzik kendiliğinden ön plana çıkacak, sözler ise geri planda kalacaktır. Kaldı ki Islam tarihinin hiçbir döneminde Kur’an veya mealinin müzik eşliğinde okunduğu görülmemiştir.

 

Günümüzde böyle bir uygulamaya girişilmesi İslami ve ilmi gerçeklere aykırı olduğu gibi, geniş halk kitlelerinin huzurunun bozulmasına ve gereksiz tartışmalara sebep olacaktır. Ayrıca getirilecek böyle bir uygulama doğrudan doğruya Kur’an’ı tezyif etmek, eğlenceye almak ve küçümsemek demektir.

 

Halbuki Allah Teala:

 

 6¡4¤Œ è¤Ûb¡2  ì¢ç b ß ë =¥3¤– Ï ¥4¤ì Ô Û ¢é £ã¡a

 

“Şüphesiz bu Kur’an hak ile batılı ayıran bir sözdür. o bir eğlence ve boş söz değildir”[315] buyurarak Kur’an’a karşı takınılacak bu tür tavırları kesinlikle yasaklamıştır. Yine Allah:

 

 æì¢2¡£ˆ Ø¢m ¤á¢Ø £ã a ¤á¢Ø Ó¤‹¡‰  æì¢Ü È¤v m ë = æì¢ä¡ç¤†¢ß ¤á¢n¤ã a ¡sí©† z¤Ûa a ˆ¨è¡j Ï a

 

“Şimdi siz, bu sözü mü küçümsüyor ve nasibinizi, yalanlamanızdan ibaret kılıyorsunuz?”[316] buyurarak Kur’an’ı küçümsemenin, aşağılamanın inkar anlamına geldiğini ifade etmiştir.

 

Sonuç olarak, Kur’an tercümesini, saz çalıp türkü söyler gibi okumak, Kur’an’ın kutsallığını zedeler, onun tekliğini ve eşsiz oluşu özelliğini yok eder ve onu insanoğlu tarafından yazılmış diğer kitaplarla aynı konuma düşürür. Bu itibarla Kur’an tercümesinin bestelenerek herhangi bir enstrüman eşliğinde, şarkı, beste, ya da türkü söyler gibi okunması dinen caiz değildir. [317]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

2.BÖLÜM

 

1- Nüzûlül Kur’an

2-Esbâbu'n-Nüzûl

3- Kur’an’ın Tedvîni

4- Kur’an’ın Tefsiri

5-Kur’an’ın Te'vil

6-Kur’an’ı Tefsir Usûlü

7-Siyak ve Sibak

8- Tefsir ve Müfessirler

9-Tefsir Kaynakları

10-Ümmetin Bugün Müfessirlere Olan İhtiyacı

11-Halku'l-Kur'ân

12-İsrailiyat

-Okuma Parçası-

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

2.BÖLÜM

 

Giriş

 

¡ággggggggggggî©y £ŠÛa ¡å¨à¤y £ŠÛa ¡é¨£ÜÛa ¡ágggggggggg¤¡2

 

 

Besmele: "Bismi'llâhi'r-rahmâni'r-rahîm" sözünün kısaltılmış şekli. Hayırlı ve helâl bir işe başlarken, Allah Teâlâ'nın adını anmak ve bu adla işe başlamak anlamına gelir. İslâmiyet'ten önce Araplar, herhangi bir işe başlarken, bağlı bulundukları ilâhlarının adlarını anarak başlarlar, meselâ, Bismi'l-Lat (Lat'ın ismiyle), Bismi'l-Uzza (Uzza'nın ismiyle) derlerdi. Her kavimde buna benzer sözlerin kullanıldığı ve meselâ bir hizmetlinin, âmirinin verdiği bir emri yerine getirirken,

 

"Bunu falanın adına yapıyorum" demesi âdettendir.

 

Resulullah (a.s.), İslâm dinini tebliğ etmeğe başladıktan sonra, cahiliye Arapları'nın kullandığı sözü değiştirmiş ve, "Ey Allah'ım, senin adınla" anlamına gelen, "Bismike Allahümme" ve "Allah'ın adıyla" anlamına gelen, "Bismillahi" sözlerini kullanmıştır. Ancak Kur'an-ı Kerîm'de Neml suresinin otuzuncu ayeti nazil olduktan sonra besmele son şeklini almıştır. Bu ayette Süleyman (a.s.) tarafından yazılan bir mektup söz konusudur. Mektupta:

 

اِنَّهُ مِنْ سُلَيْمنَ وَاِنَّهُ بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحيمِ

 

"Bu mektup Süleymandan'dır ve Rahman, Rahim olan Allah'ın adıyla başlamaktadır"[318] denilmektedir. Kısaca besmele dediğimiz ve "Rahman, Rahim olan Allah'ın adıyla" anlamına gelen Bismi'llahi'r-Rahmani'r-Rahim'in Kur'an-ı Kerîm'den bir ayet, yahut bir ayetin bir kısmı olduğu anlaşılmaktadır.

 

"İşime, Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla başlıyorum. O'nun emriyle ve O'nun için bu işin başındayım ve O'nun adına teşebbüste bulunuyorum, O'nun emriyle yapıyorum. Çünkü bu başladığım işin tamamlanmasında gerekli olan kuvvet ve kudret O'rıun tarafından bana verilmiştir ve O'ndandır. O bana bu kuvvet ve kudreti vermezse ben bu işi tamamlayamam."

 

Helâl ve hayırlı bir işe başlarken, Allah'ın adını anmak, her müslümanın üzerinde titizlikle durması gereken görevlerindendir. Kur'an-ı Kerîm'de buna işaret eden pek çok emirler, vardır.

 

فَاِذَا قَضَيْتُمْ مَنَاسِكَكُمْ فَاذْكُرُوا اللّهَ كَذِكْرِكُمْ ابَاءَكُمْ اَوْ اَشَدَّ  ذِكْرًا فَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ رَبَّنَا اتِنَا فِى الدُّنْيَا وَمَالَهُ فِى الْاخِرَةِ مِنْ خَلَاقٍ

 

"Atalarınızı andığınız gibi, hatta daha çok Allah'ı anın."[319]

 

فَاِذَا قَضَيْتُمُ الصَّلوةَ فَاذْكُرُوا اللّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلى جُنُوبِكُمْ فَاِذَا اطْمَاْنَنْتُمْ فَاَقيمُوا الصَّلوةَ اِنَّ الصَّلوةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِنينَ كِتَابًا مَوْقُوتًا

 

"Namazlarınızı kıldıktan sonra, ayakta otururken ve yanlarınızın üzerinde iken Allah'ı anın."[320]

 

وَاذْكُرِ اسْمَ رَبِّكَ وَتَبَتَّلْ اِلَيْهِ تَبْتيلًا

 

"Rabbı'nın adını an. İhlâs ile O'na yönel."[321]

 

وَاذْكُرِ اسْمَ رَبِّكَ بُكْرَةً وَاَصيلًا

 

"Rabbı'nın adını sabah akşam an."[322]

 

Resulullah (a.s.)'den nakledilen bir hadîsde şöyle denilmiştir:

 

ـ عن ابن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قالَ رسولُ اللّهِ #: َ تَشْرَبُوا وَاحِداً كَشُرْبِ الْبَعِيرِ، وَلكِنِ اشْرَبُوا مَثْنى وَثَُثَ، وَسَمُّوا اللّهَ تَعالى إذَا أنْتُمْ شَرِبْتُمْ، وَاحْمَدُوا اللّهَ إذَا أنْتُمْ رَفَعْتُمْ.

 

- İbnu Abbas (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Suyu deve gibi bir solukta içmeyin. İki-üç solukta (dinlene dinlene) için. Su içerken besmele çekin. Bitirince de Allah'a hamdedin."[323]

 

Besmele, Neml suresinde bir ayet olmasına rağmen, gerek Fatiha suresinin, gerek diğer surelerin başındaki "besmele"lerin, o surelerden bir ayet olup olmadığı konusunda değişik görüşler ileri sürülmüştür. Hatırlanacağı üzere Fatiha suresi başındaki besmele, surenin bir ayetidir. Bu, diğer surelerin başındaki besmele gibi değildir. Berae suresi dışındaki diğer bütün sureler ise besmele ile başlar. Fatiha suresinin ilk ayetinin besmele olduğunu kabul eden Şafiî mezhebi âlimleri ayrı bir besmeleyi öteki surelerde de kabul etmez ve sure başlarındaki besmeleyi sureden sayarlar.

 

Bilindiği gibi, bugün müslümanların ellerinde bulunan mushaflar, Hz. Osman b. Affân (r.a.) zamanında yazılan, sonra çoğaltılarak çeşitli vilayetlere gönderilen nüshaların kopyasıdır. Bu nüshalarda Berae suresi dışındaki bütün surelerin başına besmele yazılmıştır. Hz. Osman'ın (r.a.) bu işi yaparken, şüphesiz, ne yaptığını çok iyi bildiği ve yazılan mushaf nüshalarına herhangi bir sözün girmemesi için büyük dikkat ve titizlik gösterdiği muhakkaktır. İşte bu görüşten hareketle sure başlarına yazılan besmelenin, ilgili oldukları surelerden bir ayet olması düşünülebilir. Nitekim İmam Şâfiî, bu görüşe kâni olarak, Fatiha suresi başındaki besmelenin bu sureden bir ayet olduğunu söylemiş ve namazda okunmasını farz saymıştır. Diğer sureler hakkında ise, kendisinden, bir defasında, besmelenin surelerden bir ayet olduğu, bir defasında da olmadığı tarzında iki değişik rivayet mevcuttur.

 

Hanefilere göre, besmelenin mushafta yazılmış olması, onun Kur'an' dan olduğunu işaret eder. Ancak namazda, Fatiha suresinin başında okurken, Fatiha gibi cehren (sesli) okunmaması, besmelenin Kur'an'dan bir ayet olmadığını gösterir. Diğer surelerin başında yer alan besmeleler de böyledir. O halde her sure başındaki besmele, Kur'an'dan bir ayet olsa bile, başında bulunduğu sureden bir ayet değildir. Sadece surelerin arasını ayırmak için, teker teker indirilmiştir.

 

İmam Mâlik'in bu konudaki görüşü diğerlerinden farklıdır. O'na göre, sure başlarındaki besmele, Kur'an' dan değildir. Bununla beraber yeni bir sureye başlarken her işte olduğu gibi, başlama alâmeti olarak yazılmıştır. Bu sebepledir ki İmam Mâlik, farz namazlarda, Fâtiha'dan önce besmelenin cehren okunmasına karşıdır. Aynı şekilde o, sessiz (sırren) okunmasını da meneder.

 

Bismillahi'r-rahmani'r-rahim sözü dört kelimeden oluşan bir cümledir. Bunlar: İsim, Allah, Rahman, Rahim kelimeleridir. Ancak isim kelimesinin başına bir "b" harfi getirilmiştir. Bu harf, kendinden önce var olduğu düşünülen bir fiile, sonraki cümleyi bağlamak için kullanılmıştır. 'b' harfinden önce var sayılan fiil başlarım, 'okurum', 'yaparım' olabileceği gibi 'başla', 'oku', 'yap' şeklinde emir de olabilir. Buna göre besmele, bu fiillerden birisinin var kabul edilmesiyle beş kelimeden meydana gelmiş olur.

 

"(Rahim) ve (Rahman) olan Allah'ın adıyla başlarım" gibi…

 

Besmeledeki ilk kelime olarak görülen isim, bir hususa işaret etmek üzere konulmuş addır. Ahmet, Ali, ağaç, su gibi isimler, özel isim ve cins ismi olmak üzere iki kısımdır. Şahıs isimleri ile yer veya şehir isimleri özel isimdirler. Bu isimler kimin adı ise, hangi yer, şehir, kurumu belirtiyorsa başkalarında bulunmayan, kendilerine özgü özellikleri vardır. Buna karşılık, tahta,masa,ağaç,insan gibi isimler cins ismidirler. Genel bir anlam belirtirler. Bu sebeple "Ahmet" denildiği zaman, onun insan olduğu anlaşılır. Çünkü Ahmet, insan cinsi içinde yer alır. Fakat insan denildiği zaman mutlaka Ahmet anlaşılmaz. Çünkü Ahmet'ten başka insanlar da vardır.

 

Özel isim olan Ahmet kelimesi ile, cins isim olan insan kelimesi arasındaki bu farklılık, Ahmet'in her insanda müşterek olan sıfatlarla tarifini imkânsız kılar. Meselâ Ahmet, iki eli ve kulağı olan, iki göze ve bir buruna sahip bulunan kimsedir demekle tarif edilmez. Çünkü bunlar, her insanda bulunan uzuvlardır. Bu sebepledir ki, bir kişiye veya bir şeye and olarak verilen özel isim, sadece ona hastır. Ve onu diğer benzerlerinden ayıran özelliklerin alâmetidir. Yine bu sebeple özel isimlerin eş anlamlısı aranmaz. Başka bir kelimeye tercemesi yapılmaz.

 

Besmele'de yer alan ikinci kelime Allah ismidir. Allah, kendine has doksandokuz sıfatı olan zatın yüce ismidir. Gerçek mabudun adıdır ve özel ismidir. Allah Teâlâ'nın kendine has sıfatlarından bazılarını, Kur'an-ı Kerîm'in aşağıdaki birkaç ayetine işaret ederek gösterebiliriz.

 

هُوَ اللّهُ الَّذى لَا اِلهَ اِلَّا هُوَ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ هُوَ الرَّحْمنُ الرَّحيمُ () هُوَ اللّهُ الَّذى لَا اِلهَ اِلَّا هُوَ اَلْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلَامُ الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ الْعَزيزُ الْجَبَّارُ الْمُتَكَبِّرُ سُبْحَانَ اللّهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ () هُوَ اللّهُ الْخَالِقُ الْبَارِئُ الْمُصَوِّرُ لَهُ الْاَسْمَاءُ الْحُسْنى يُسَبِّحُ لَهُ مَا فِى السَّموَاتِ وَالْاَرْضِ وَهُوَ الْعَزيزُ الْحَكيمُ

 

"O, öyle Allah'tır ki, O'ndan başka ilâh yok'tur. O, gizliyi de aşikârı da bilendir. O, esirgeyen, bağışlayandır. O, öyle Allah'tır ki O'ndan başka ilâh yoktur. Hükümrandır. Mukaddestir, selâmdır, mümindir, müheymindir, azizdir, cebbardır. Allah müşriklerin ortak koşmasından münezzehtir. O öyle Allah'tır ki, yaratan, yarattıklarına şekil verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nu tesbih eder. O, hüküm ve hikmet sahibidir."[324]

 

İşte Allah, bazılarını işaret ettiğimiz bu ve buna benzer, üstün sıfatları zatında toplamaktadır.

 

Besmele'de yer alan üçüncü kelime, 'Rahman' kelimesidir. Bu kelime kendinden önce ismi zikredilen yüce zatın sıfatıdır. Yani Allah Teâlâ'nın sıfatıdır. Rahman kelimesi, rahmet kelimesinden türetilmiştir. Rahmet, sözlükte, insan kalbinin bir kimseye acıma ile birlikte meydana gelen bir yakınlık duygusudur ki, bu acıma ile yakınlığın artması ve şiddet kazanması halinde, o kimseye karşı fiilî yardıma dönüşür. Bu sebepledir ki, o kimse hakkında 'çok merhametli' denir. Ancak insandaki bu merhamet duygusunu, Allah Teâlâ'nın merhametini arılamakta bir ölçü olarak kullanmamız mümkün değildir. Çünkü insandaki merhamet duygusu geçici bir haldir.

 

Ancak bir üzülme ve acıma neticesinde ortaya çıkar. Üzülme ve acımanın ortadan kalkması ile merhamet duygusunun da yok olduğu görülür. Allah Teâlâ ise üzülme ve ani olan, sönüp geçen acıma duygusundan münezzehtir. Acıma kelimesindeki insanî haslet geçicidir. Allah Teâlâ bu geçici hasletlerden münezzehtir. Bu sebeple Allah Teâlâ'nın rahmeti, kullarının merhametiyle kıyas olunamıyacak bir üstünlük arzeder ve ezelden ebede, eser ve neticesi nimetler ve bağışlar olarak ortaya çıkan sonsuz bir merhameti gösterir.

 

İlâhi rahmetin ezelden ebede sonsuzluğu, Allah Teâlâ'nın zatına has olan, zatıyla birlikte kadîm olan irade sıfatının bir sonucudur. Bu kulları için daima hayrı murat ettiğini gösterir.

 

Allah Teâlâ'nın iradesi, olabilecek veya olmayabilecek her şeyi, irade sıfatının taalluku ile dilediği zamanda ve dilediği şekilde yapması veya yapmaması anlamına gelir. Bir şeyi yapmasında veya yapmamasında, O'nun iradesine dışarıdan tesir edecek, yapmaya zorlayacak veya yapmamaktan vazgeçirecek hiç bir güç yoktur. Allah Teâlâ'nın bu sıfatı, O'nun zatına has bir sıfat olması dolayısıyla, zatıyla kaim ve kadîm bir sıfattır. İşte ilâhî rahmet, böyle bir sıfatın insanların hayrına, yahut iyiliğine ortaya çıkmasını gösterir.

 

Allah Teâlâ'nın bütün âlemleri, canlı cansız bütün varlıkları iradesiyle yaratması, yaşayışlarını sürdürebilmeleri için çeşit çeşit rızıklar vermesi, bunlar arasında insana ayrı bir mertebe vererek, onu akıl, duygu ve düşünce ile diğerlerinin üstüne çıkarması, kısacası, her şeyi yerli yerinde sevk ve idare etmesi, O'nun sonsuz rahmetinin bir neticesidir.

 

Rahman, yukarıda da işaret edildiği gibi, rahmet kelimesinden türemiş olup, son derece merhametli, çok rahmet sahibi anlamlarına gelen bir sıfattır. Ancak bu sıfat, ezelî ve ebedî bir rahmeti işaret ettiği için hiç kimse hakkında kullanılmamış, yalnız Allah Teâlâ'ya tahsis edilmiştir.

 

Rahman kelimesinin diğer bir özelliği de Kur'an-ı Kerîm'de, Allah ismi makamında özel bir isim olarak kullanılmış olmasıdır.

 

قُلِ ادْعُوا اللّهَ اَوِ ادْعُوا الرَّحْمنَ اَيًّا مَاتَدْعُوا فَلَهُ الْاَسْمَاءُ الْحُسْنى وَلَا تَجْهَرْ بِصَلَاتِكَ وَلَا تُخَافِتْ بِهَا وَابْتَغِ بَيْنَ  ذلِكَ سَبيلًا

 

"İster Allah diye çağırın, ister Rahman diye çağırın, hangisi ile çağırırsanız, en güzel isimler O'nundur."[325]

 

وَسَْلْ مَنْ اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ مِنْ رُسُلِنَا اَجَعَلْنَا مِنْ دُونِ الرَّحْمنِ الِهَةً يُعْبَدُونَ

 

"Senden evvel gönderdiğimiz resullerimizden sor: Biz, Rahman'dan başkasını ilâhlar yapmış mıyız?"[326]

 

اِنَّمَا تُنْذِرُ مَنِ اتَّبَعَ الذِّكْرَ وَخَشِىَ الرَّحْمنَ بِالْغَيْبِ فَبَشِّرْهُ بِمَغْفِرَةٍ وَاَجْرٍ كَريمٍ

 

"Sen ancak Kur'an'a uyan ve görmeden Rahman'dan korkan kimseleri korkutacaksın."[327]

 

مَنْ خَشِىَ الرَّحْمنَ بِالْغَيْبِ وَجَاءَ بِقَلْبٍ مُنيبٍ

 

"(Cennet), görmeden Rahman'dan korkan ve (O'nun tâatına) yönelmiş bir kalp ile gelen kimselere hastır."[328]

 

يَا اَبَتِ اِنّى اَخَافُ اَنْ يَمَسَّكَ عَذَابٌ مِنَ الرَّحْمنِ فَتَكُونَ لِلشَّيْطَانِ وَلِيًّا

 

"Ey babam, şeytana tapma, Çünkü şeytan Rahman'a çok asi olmuştur."[329]

 

اَلَّذى خَلَقَ سَبْعَ سَموَاتٍ طِبَاقًا مَا تَرى فى خَلْقِ الرَّحْمنِ مِنْ تَفَاوُتٍ فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرى مِنْ فُطُورٍ

 

"Rahman'ın yaratışında hiç bir düzensizlik göremezsin."[330]

 

Zikredilen bu ve sayıları elliye varan diğer ayetlerde Rahman' kelimesinin Allah'a has ve Allah ismine eşit bir anlamda nasıl kullanıldığı açıkça görülmektedir. Bu sebepledir ki, Rahman özel bir isimdir. Ve diğer özel isimler gibi herhangi bir dile terceme edilemez.

 

Besmele'de de görüldüğü gibi, Rahman kelimesi, Allah Teâlâ'nın sıfatı olması ve ezelden ebede O'nun sonsuz rahmetine delâlet etmesi dolayısıyla, kapsamı geneldir. Yani gözle görülsün veya görülmesin, yoktan var edilmiş veya yaratılmış her ne varsa, hepsi de Rahman'ın eseri neticesidir. Bu rahmetin dışında kalmış hiç bir varlık düşünülemez. Bu bakımdan her şeyin vücut buluşu, ortaya çıkışı, veya yaratılışı kesbî değil, vehbîdir, irâdî değil cebrîdir, Rahman'ın eseridir. İşte bundan dolayıdır ki "Allah Teâlâ, dünya ve ahiretin Rahmanı'dır" denilmiştir.

 

Allah Teâlâ, hiç bir şeyi sebepsiz ve kıymetsiz yaratmamış, yarattıklarını başı boş bırakmamıştır. Rahmet-i Rahman'ın bir eseri olarak insanı yarattığı zaman, ona kendi iradesinden bir de irade ihsan etmiş; böylece insanın kendi irade ve ihtiyariyle çalışıp kazanmasını ve değişip gelişmesini sağlayacak yolu göstermiştir. Zira insana çalışmakla tembelliği, ilim ile cehaleti, hak ile haksızlığı, adalet ile zulmü, şükür ile nankörlüğü, itaat ile isyanı, iman ile küfrü, kendisini dünya ve ahiret saadetine kavuşturacak doğru yol ile hüsrana götürecek eğri yolu biribirinden ayırt etmesini sağlıyacak bir akıl vermiş; aklını kullanıp doğru yolu bulana rahmetini artıracağını; akılsız davranıp eğri yolu seçeni bu rahmetten mahrum bırakacağını, üstelik akılsızlığının cezasını çok ağır bir şekilde ödeteceğini bildirmiştir.

 

İşte, Allah Teâlâ'nın, Rahman sıfatının bir eseri olarak, âlim, cahil, çalışkan, tembel, haklı, haksız, adil, zalim, mutî, âsi, mümin, kâfir ayırımı yapmadan herkese ve her yarattığına teşmil ettiği rahmetine ilâve olarak; sadece, âlime, çalışana, haklıya, adile, mutîye, mümine hasılı kendi iradelerini Allah'ın iradesiyle ahenk içerisinde tutabilen herkese ihsan ederken diğerlerini mahrum bıraktığı rahmeti, O'nun Rahîm sıfatının icabıdır. Bu Rahîm sıfatı, besmelenin dördüncü kelimesi olarak yer almıştır. O halde bunu kısaca ifade etmek gerekirse; başlangıçta çalışana ve çalışmayana bakmadan, onu vücuda getirerek öylece idare etmek, Allah Teâlâ'nin Rahman sıfatının eseri iken, sonradan çalışana çalıştığının semeresini vermek de O'nun Rahîm sıfatının sonucudur.

 

Bir başka ifadeyle denebilir ki, insan istese de istemese de, kendisine vücut verilmiş ve bunun bekâsı için gerekli nimetler ihsan edilmiştir. Bu, ezelden ebede Rahman olan Allah Teâlâ'nın rahmetidir. Fakat insan, Allah Teâlâ'nın irade ve ihtiyarını temsil etmek ve O'na yakınlaşarak rızasını kazanmak için yaratılmıştır. Bunun için kendisine irade ve akıl verilmiştir. Bunları doğru yolda kullanarak rızasını kazanan insan, Allah Teâlâ'nın mükâfatına nail olur. Doğru yoldan sapan ise bundan mahrum olur. Bu da Cenâb-ı Hakk'ın Rahîm sıfatından yayılan rahmetidir. Bu sebeple denilir ki "Allah Teâlâ, ahiretin Rahîmidir. Yani ahiret günü bütün müminlere rahmeti ile muamele eder."

 

Allah Teâlâ'nın Rahman sıfatı, kendisine has zât sıfatı olduğu halde; Rahim sıfatı, kendi iç güdüleri veya iradeleriyle hareket eden yaratıklara bir nebze olsun bahşedilmiş bir sıfattır. İnsanların kendi yavrularına veya biri birlerine besledikleri şefkat ve merhamet dolu yardım duygusu, yahut bir kuşun, yavrusu başında kanat çırpışı, sahip oldukları bu rahîm sıfatının bir eseridir. Bundan dolayı insanın, Allah Teâlâ'nın zatına has olan Rahman sıfatıyla nitelendirilmesi mümkün olmadığı halde rahîm sıfatıyla nitelendirilmesi mümkün olabilir. Nitekim bir kimse hakkında çok merhametli anlamına rahîm denilmesi bundandır.

 

 

 

1- Nüzûlül Kur’an

 

 

Nüzûlül Kur’an: Kur'an-ı Kerim'i toptan ve bir defada Levh-i Mahfuz'dan dünya göğüne, oradan da Kadir gecesinden itibaren ihtiyaca göre yirmi üç yılda parça parça Hz. Muhammed'in kalbine inmesi, Levh-i mahfuz'dan inmesine "inzal" dünya semasından inmesine de "tenzil" denilir. Kur'an-ı Kerim'in parça parça inmesi onun önemli bir özelliğidir. Zira önceki kitaplar toptan ve bir defa da inmişlerdir. Kur'an'ı Kerim'in yavaş yavaş ve kademeli olarak inmesinin iki maksadı ve hikmeti vardır.

 

Birincisi, her olaydan sonra ilgili ayetlerin inmiş olması, Kur'an'ı Resulullah'ın kalbine yerleştirmek ve zaman içerisinde Kur'an'ı ezberlemesini kolaylaştırmaktır. Kur'an-ı Kerim'in ayetleri her indikçe onu getiren melek de tabiatıyla daha çok inmiş olacaktır. Bu, Kur'an'ın kalbe yerleşmesinde daha etkin olduğu gibi; Resulullah (as)'e de öteki peygamberlere nazaran daha fazla önem verildiğini gösterir. Daha önceki peygamberler okur yazardı. Bu sayede bir defada ve toptan inse de, sonradan ezberlemeleri mümkündü, Ancak Resulullah (a.s)'ın özelliklerinden birisi ümmî olması yani okur yazar olmamasıdır.

 

İkincisi olarak da, Kur'an-ı Kerim'in parça parça inişinde Resulullah (as)'ın zamanındaki müminlerin durumu göz önünde tutulmuştur. Zira Kur'an-ı Kerim yeni bir hayat tarzı ve ahlâk anlayışının esaslarını getirmektedir. Yeni iman etmiş olanlar, bir çok âdet ve alışkanlıklarını değiştirmek durumundadırlar. Kur'an-ı Kerim bunu zaman içerisinde yapmıştır. Şayet Kur'an bir defa da ve toptan inmiş olsaydı, ihtiva ettiği emirler ve yasakların çokluğuna bakarak onu kabul etmeyenler daha fazla olabilirdi. [331]

 

 

 

2-Esbâbu'n-Nüzûl

 

 

Kur'an-ı Kerîm ayetlerinin iniş nedenleri.

 

Bazı ayetler, Hz. Peygamber (a.s)'e yöneltilen bir soru yada vukûbulan belli bir olay üzerine inerdi. Ayetlerin inişinde etken olan soru ya da olaya 'nüzûl sebebi' denir.

 

Ayetlerin nüzûl sebepleri, ancak bu olaylara şahit olmuş kimselerden yani sahâbeden nakledilen sahih rivâyetlerle tespit edilir. İctihâd ile nüzûl sebebini tespit etmek mümkün değildir. Hadis kitaplarının tefsirle ilgili bâblarının büyük çoğunluğunda nüzûl sebepleri kaydedilmektedir.

 

Nüzûl sebebini bilmenin tefsir ilminde büyük önemi vardır. Nüzûl sebebini bilmek, ayeti doğru anlamayı kolaylaştırır.[332] Âlimler, nüzûl sebepleriyle ilgili pekçok bağımsız eser meydana getirmişlerdir. Bu konuda ilk müstakil eser veren kişi, Buhâri'nin hocası Ali b. el-Medinî'dir. Bu alanda en çok şöhret yapmış olan eser ise, Vâhidî'nin "Esbâbu'n-Nuzûl" isimli eseridir. [333]

 

Nüzûl sebebini bilmenin yararlarından biri, teşri edilen hükmün hikmetini bilmeye yardımcı olmasıdır. Hiç şüphesiz Allah hiçbir şeyi boşuna emretmemiş ve yasaklamamıştır; her emir veya yasağının bir hikmeti vardır. Biz bu hikmetleri bazen aklımızlâ idrâk ediyor ya da başka ilimler yardımıyla öğreniyoruz. Bu konuda bize rehberlik eden ilimlerden biri de nüzûl sebebidir.

 

Meselâ, Ashâbdan bize gelen bilgilerde anlatıldığına göre:

 

 aì¢à Ü¤È m ó¨£n y ô¨‰b Ø¢ ¤á¢n¤ã a ë  ñì¨Ü £–Ûa aì¢2 Š¤Ô m ü aì¢ä ß¨a  åí©ˆ £Ûa b è¢£í a ¬b í

  æì¢Ûì¢Ô m b ß

 

“Ey inananlar, sarhoşken namaza yaklaşmayın ki ne dediğinizi bilesiniz”[334] âyeti şu olay üzerine nazil olmuştur: Sahâbeden bir grup Abdurrahman b. Avf'ın dâvetlisi olarak evinde toplanmışlardı. Yemeklerini yeyip içkilerini içtikten sonra namaz vakti geldiğinde onlardan biri, sarhoş bir vaziyette onlara namaz kıldırmış; namazda Fatiha'dan sonra Kâfirûn suresini okumuş ve surenin lâfızlarını birbirine karıştırmıştır. [335]

 

"Ey kâfirler, sizin taptığınıza tapacak değilim" âyetini, "Ey kâfirler, taptığınıza taparım" şeklinde okumuştur.

 

Bu olay üzerine yukarıda sözkonusu ettiğimiz ayet inip ayık olmadan namaza yaklaşılamayacağını bildirdi. Bildiğimiz gibi içkinin yasaklanması tedrici bir sûrette olmuştur. Bu ayet, yasaklamaya doğru ikinci aşamayı teşkil etmektedir.

 

Nüzûl sebebini bilmenin yararlarından biri de, ayetin manasındaki kapalılığın giderilmesine yardımcı olmasıdır.

 

Meselâ:

 

¥áî©Ü Ç ¥É¡a ë  é¨£ÜÛa  £æ¡a 6¡é¨£ÜÛa ¢é¤u ë  £á r Ï a좣۠ì¢m b à ä¤í b Ï ¢l¡Š¤Ì à¤Ûa ë ¢Ö¡Š¤' à¤Ûa ¡é¨£Ü¡Û ë

 

“Doğu da Allah'ındır batı da. Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (zatı) oradadır. Şüphesiz Allah'(ın rahmeti ve nimeti) geniştir, O her şeyi bilendir”[336] âyetinden hareketle namazlarda Kâbe'ye yönelmenin şart olmadığı kanaatına varmak mümkündür. Ama nüzûl sebebini araştırdığımızda ayetin, yolculukta bir bineğe binmiş nâfile namaz kılan ya da kıblenin hangi tarafta olduğunu bilmeyip bir değerlendirme yaptıktan sonra bir tarafa yönelip namaz kılan, sonradan da yöneldiği tarafın kıble olmadığını gören kimse hakkında inmiş olduğunu öğrendiğimizde durum açığa kavuşmaktadır.[337]

 

Yine:

 

a¬ì¢à¡È Ÿ b àî©Ï ¥€b ä¢u ¡pb z¡Ûb £–Ûa aì¢Ü¡à Ç ë aì¢ä ß¨a  åí©ˆ £Ûa ó Ü Ç  ¤î Û

 

“İnananlara ve yararlı iş işleyenlere tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur"[338] âyetine bakarak içkinin mübah olduğunu söyleyenlerin çıkması mümkündür. Ama âyetin, içkinin yasaklanmasından önce içki içmiş ve ölmüş müslümanların durumlarının ne olacağına dâir tereddütleri yok etmek için indiğine nüzûl sebebiyle ilgili rivâyetlerden öğrendiğimizde; ayetin, sadece bu kimseler hakkında olduğuna hükmediyoruz. [339]

 

Bir ayetin belli bir olay ya da Peygamber (as)'e yöneltilmiş bir soru üzerine inmiş olması, o ayeti o olay ya da soruya özgü kılmaz. Ayet o olay hakkında geçerli olduğu gibi benzeri diğer olaylar için de geçerlidir. Sebebin özel oluşuna değil ayet lâfızlarının kapsamına giren hususlara itibar edilir .

 

Rivâyetlerde Nüzûl sebebini bildiren ifade kapıları

 

Eğer Râvî: "Bu ayetin nüzûl sebebi...." şeklinde bir ifâde kullanıyorsa, bu, olayın nüzûl sebebi olduğunu ifade eden açık bir ifâdedir. Yine olayı ya da soruyu zikrederek "Hz. Peygamber (as)'e şöyle soruldu da bu ayet nâzil oldu." Yahut "şöyle bir olay oldu da bu ayet nazil oldu" şeklinde bir ifade kullanıp (nüzul) kelimesinin başına u harfini getirmişse, bu ifade kalıbı da nüzûl sebebi hakkında açık bir ifade kabul edilir.

 

"Bu ayet şu hususta veya şu kimse hakkında nazil oldu." şeklinde bir ifade kullanıyorsa, bu ifade şekli kapalıdır. Bununla nüzûl sebebini kastediyor da olabilir, zikrettiği hususun, âyetin hükmü kapsamına girdiğini kastediyor da olabilir.

 

Bir ayetin nüzûl sebebiyle ilgili birden fazla rivâyetin bulunması durumuna gelince; önce rivâyetlerin rivâyet derecesine bakılır, sıhhat bakımından üstün olana itibar edilir.

 

Rivâyetlerin hepsi sahih ise, ifade kalıplarından nüzûl sebebini sarîh olarak ifade eden tercih edilir.

 

Rivâyetler her iki açıdan aynı seviyede ise, hepsinin rivayet sebebi olduklarına hükmedilir.

 

 

 

3- Kur’an-ın Tedvîni

 

 

Tedvin: Düzene sokmak, kitap yazmak, kaydetmek, defterleri bir araya getirmek. Bir terim olarak tedvîn; bir ilim dalının dağınık haldeki konularını tasnif ederek düzene sokmak, bunları belli bab ve kitaplar halinde birleştirmek demektir.

 

Hz. Peygamber hayatta iken Kur'an-ı Kerim'in tamamı hurma dalı, kemik, taş vb. şeylerin üzerine yazılmış ve bir çok sahabe tarafından ezberlenmiştir. Ramazan ayında Cebrail (a.s) Hz. Peygamber (as) 'e her gece gelir o da, kendisine o zamana kadar indirilmiş olan Kur'an ayetlerini arz ederdi. Arz metodu, önce Cebrail (as)'ın okuması, sonra Cebrail'in okuduğunu Hz. Peygamber (as)'ın okuması şeklinde cereyan ediyordu. Resulullah (as)'ın hayatının son yılında Kur'an tamamlandıktan sonra iki defa Cebrail'e arzedildi. Ve Hz. Peygamber Kur'an'ın son şeklini aldığını bu arza göre onu bir de müminlere okudu. Sahabeden bir çokları Kur'ân'ı bu tertibe göre ezberledi.

 

Hz. Ebû Bekir (ö. 13/634) devrinde yalancı peygamber Müseylemetü'l Kezzâb'ın adamlarıyla Yemâme savaşından beş yüz kadar hafız sahabînin topluca şehit edilmesi, başta Hz. Ömer olmak üzere bazı sahabîleri Kur'an'ın yok olması endişesine sevketti. Çünkü Kur'an tedvîn edilerek henüz Mushaf haline getirilmemişti. Ebû Bekir (r.a) Zeyd. b. Sabit (ö. 45/665) başkanlığındaki bir komisyona, sahabenin elindeki yazılı metinleri toplama, kontrol etme ve tedvîn etme görevini verdi. Toplama işi tamamlandıktan sonra bu sahifeler Hz. Ebû Bekir'in, onun vefatından sonra Hz. Ömer'in ve daha sonra da Hz. Ömer'in vasiyeti üzerine kızı Hafsa'nın (ö. 41/244) yanında kaldı.

 

Hz. Osman devrinde Kur'an nüshalarını tek bir Mushafta toplama zarureti ortaya çıktı. Çünkü Iraklılar ile Şamlılar, Ermenistan ve Azerbaycan'ın fethi için bir araya gelince Şamlılar Ubey b. Ka'b'ın kıraatine, Iraklılar ise Abdullah b. Mes'ud ve Ebû Mûsâ el-Eş'arî'nin kıraatine göre okuyorlardı. Okuyuşlar arasında harflerin mahreç ve sıfatları; kıraat şekilleri bakımından farklılıklar vardı. Taraflar bir diğerinin okuyuşunu havalı sayıyordu. Huzeyfe b. el-Yemân Medine'ye dönünce Halîfe Hz. Osman (r.a)'a durumu ve bu konudaki endişelerini bildirdi. Hz. Osman sahabe ile istişare ederek Kur'ân'ın istinsah yani, Mushaflar halinde yazılıp çoğaltma işini en sağlam hafızlardan ve sahabenin ileri gelenlerinden dört kişiye verdi. Bunlar Zeyd b. Sabit ile üç Kureyş'li, yani Abdullah b. ez-Zübeyr, Saîd b. el-Âs, Abdurrahman b. el-Hâris b. Hişam'dan ibaret bir ihtisas komisyonu idi.

 

Komisyon Hz. Hafsa'daki ana nüshayı örnek olarak aldı, bir kaç nüsha çoğaltılarak İslâm şehirlerine gönderildi. Böylece lehçe farklılıklarının da önemli ölçüde düzeltildiği tedvîn, vahiy bakımından tamamlanmış oldu. [340]

 

 

 

4- Kur’an-ın Tefsiri

 

 

Tefsir kelimesi ŠÏ kökünden türemiş tefil babından beyan/açıklama anlamına gelen bir kelimedir. Şeddesiz olarak, bir şeyi açıkladım şeklinde kullanıldığı gibi şeddeli olarak, bir şekilde açıkladım şeklinde de kullanılır. Onu açıkladığım zaman tefsir ettim demek olur. Tefsir ile tevil kelimeleri arasındaki fark şudur. Tefsir kelime ile murat olunanı açıklamaktır. Tevil ise mana ile murat olunanı açıklamaktır. Tefsir kelimesi kullanımda Kur'an ayetlerinin açıklanması ile özdeşleşmiştir. Kur'an Arap’çadır ve kelimeleri de Arap’çadır. Hatta ÖŠjna kelimesi gibi aslı Arapça olmayan kelime bile Arapça dilbilgisi kurallarına göre Arapçalaştırılmış ve Arapça kelimelerden birisi haline gelmiştir. Kur'an'ın sözlerinde kullandığı üslup da Arap’çadır.

 

Allahu Teâla:

 

  æì¢Ü¡Ô¤È m ¤á¢Ø £Ü È Û b¦£î¡2 Š Ç b¦ã¨õ¤Š¢Ó ¢êb ä¤Û Œ¤ã a ¬b £ã¡a

 

“Anlayasınız diye biz onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik”[341] buyurmaktadır. Araplar Kur'an-ı okuyorlar, belağatının gücünü idrak ediyorlar ve manasını anlıyorlardı. Ancak Arapların tamamı Kur'an-ı işittikleri zaman onu icmali ve tafsili olarak anlayabilecek güçte değildiler. Çünkü Kur'an'ın Arapça belağatıyla inmiş olması bütün Arapların onun kelimelerini ve cümlelerini anlayabilmelerini gerektirmez. Zira belli dilde telif edilen her kitabı o dili konuşanların tamamı anlayamaz.

 

Bir kitabı anlamak için sadece dil bilmek yeterli değildir. Bir kitabı anlayabilmek için kitabın kullandığı lisanı bilmekle beraber kitabı anlayabilecek derecede akli seviyenin, kavrama gücünün de bir arada bulunması gerekir. Kur'an indiği zamanda bütün Araplar Kur'an'ın bütün kelimelerini ve cümlelerini anlayabilecek durumda değildi. Akli seviyelerine, kapasitelerine göre Kur'an-ı anlamada farklılık arz ediyorlardı. Bu nedenle Sahabeler Kur'an-ı anlamada ve tefsir etmede, Arap diline vukufiyetlerinde, zekâ ve kavrama seviyelerindeki farklılık nedeniyle Kur'an-ı tefsir etme ve anlama gücünde de farklı bir konumdaydılar. Kur'an'ın kelimeleri aynı olmasına rağmen bütün Araplar manasını anlamıyorlardı. Enes b. Malik'den rivayet edildiğine göre adamın birisi Ömer b. Hattab'a Allahu Teâla'nın:

 

 =¦b£2 a ë ¦ò è¡×b Ï ë

 

“Meyveler ve çayırlar bitirdik”[342]  ayetindeki (=¦b£2 a) kelimesinin ne anlama geldiğini sordu. Ömer: "Biz zorlamadan ve derinleşmekten alıkonulduk" diye cevap verdi. Yine Ömer (r.a.) minberde iken:

 

 ¥áî©y ‰ ¥Ò@¢ªë Š Û ¤á¢Ø £2 ‰  £æ¡b Ï 6§Ò¢£ì ‚ m ó¨Ü Ç ¤á¢ç ˆ¢¤b í ¤ë a

 

“Yoksa Allah'ın kendilerini yavaş yavaş tüketerek cezalandırmayacağından (emin mi oldular)? Kuşkusuz Rabbin çok şefkatli, pek merhametlidir,”[343] ayetini okudu ve ardında da (Ò¢£ì ‚ m) kelimesinin ne anlama geldiğini sordu Hüzeyl kabilesinden bir adam ona, bizim lügatımızda 'noksanlaşmak' anlamına gelir dedi.

 

Üstelik Kur'an'da, Arap lügatını ve üsluplarını bilmekle de anlaşılamayacak birçok ayet vardır. Bunları anlayabilmek için bazı lafızlara ait bilgiye sahip olmak gerekir. Çünkü bu kelimeler Allahu Teâla'nın:

 

 a=¦ë¤‰ ‡ ¡pb í¡‰a £ˆÛa ë

 

“Tozdurup savuranlara,”[344]

 

 =b¦z¤j ™ ¡pb í¡…b È¤Ûa ë

 

“Harıl harıl koşanlara,”[345]

 

 7¡‰¤† Ô¤Ûa ¡ò Ü¤î Û ó©Ï ¢êb ä¤Û Œ¤ã a ¬eb £ã¡a

 

“Biz onu (Kur'an'ı) Kadir gecesinde indirdik.”[346]

 

 =¡Š¤v 1¤Ûa ë

 

“Andolsun Fecre,”[347] ayetlerinde olduğu gibi daha birçok ayet belirlenmiş anlamlara işaret etmektedir. Yine birçok ayeti anlamak için de nüzul sebeplerini bilmek lazımdır.

 

Kur'an'da dinin aslı ile, akaitle ilgili olarak özellikle Mekke'de inmiş, anlamları tamamen açık muhkem ayetler vardır. Ahkâm usulünü ilgilendiren ayetler de vardır ki bunlar genellikle Medine'de inmiş ayetlerdir. Özellikle muamelat, ukubat ve beyyinelerle ilgili ayetler bu gruptandır. Kur'an'da anlamları insanlara kapalı olan müteşabih ayetler vardır. Özellikle bünyesinde birçok anlamı barındıran veya tenzihi akide ile çeliştiği için görünür manasından başka anlama götürülmesi gereken ayetler bu türden ayetlerdir.

 

Sahabe -Allah onların hepsinden razı olsun- Arapça’yı en iyi bilen insanlar olmalarından dolayı Kur'an-ı anlamada en fazla güç sahibi idiler. Çünkü onlar Kur'an'ın indiği dönemdeki olaylara şahit oldular. Bütün bunlara, Arapça’ya olan vukufiyetlerine ve Resulullah (a.s)'le beraber olmalarına rağmen Sahabe, Kur'an'ı tefsirde ve anlamada birbirlerinden farklı konumdaydılar. Sahabe içerisindeki en meşhur müfessirler şunlardır. Ali b. Ebi Talib, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mesud ve Übey b. Ka'b. Çeşitli İslâm şehirlerinde tefsiri en çok besleyenler bu dört kişidir. Bunları tefsir sahasında bu şekilde bilgin ve yerleşik hale getiren sebepler şunlardır.

 

A- Arap diline iyi bir şekilde vakıf olma güçleri ve Arap dilinin üslup ve gayelerini bilmeleri.

 

B- Kur'an ayetlerinin inmesine sebep olayları bilebilecek kadar Resulullah (a.s) ile beraber olmaları ve ondan ayrılmamaları

 

C- Anlamları en güzel bir şekilde birbirine bağlayabilecek güçte zekâ ve akıl gücüne sahip olmaları

 

D- İsabetli, doğru sonuçlara varmaları

 

Bu nedenle bunlar, akıllarının gerektirdiğine göre Kur'anı anlamadaki ictihadda zorlanmamışlardır. Bilakis tefsirde ictihad yaparak o konudaki görüşlerini söylemişler ve anlayışlarının ve ictihadlarının onları yönlendirdiği noktada karar kılmışlardır. Bu nedenle bunların tefsirleri tefsir çeşitlerinin en üstünü sayılır. Ancak bir çokları onlar aleyhinde yalan söylemişler ve söylemedikleri sözleri tefsirlerine sokmuşlardır. Bu nedenle bunların tefsirlerinde birçok uydurma şey bulmak mümkündür. Güvenilir bir rivayetle bunlardan gelen tefsirler en kuvvetli tefsirlerdir.

 

Ancak bunların dışında onların söyledikleri sabit olmadıkça uydurma rivayetlerin alınmaları caiz değildir. Fakat bunların tefsirlerindeki uydurma haberlerin alınmasından sakınmak demek onların tefsirlerini okumaktan sakınmak anlamına gelmez. Bu ifade, tefsirlere giren bu konuların uydurma konular/ ifadeler olduğu için onların alınıp amel edilmemesi anlamına gelir. Fakat bu tefsirleri okuyarak bunlarda var olan şeyleri lügat, şeriata ve akla göre doğru bir anlayışla hükmetmek faydalı bir iştir. Zira Sahabeye nispet edilmeleri açısından senetleri zayıf olsa bile bu uydurma rivayetlerin tefsirleri anlama açısından bir değeri vardır.

 

Sahabeden sonra Tabiin geldi. Onlardan bazıları Sahabeden yukarıda isimleri geçen dört kişiden ve diğerlerinden tefsir hakkında yaptıkları rivayetlerle meşhur oldular. Mücahit, Ata b. Ebi Rabah, Abdullah b. Abbas'ın kölesi İkrime ve Said b. Cübeyr, tefsirde Tabiinin en meşhurlarıdır. Alimler Tabiinden olan bu kişilerin hangisinin en güvenilir olduğu hakkında ihtilaf etmişlerdir. Rivayet yönünden en az rivayet edeni olmasına rağmen onların en güvenilir olanı Mücahid'dir. Şafii ve Buhari gibi bazı imamlar ve muhaddisler, tefsirine itimat etmişlerdir. Ancak bazıları Mücahidin tefsirde Ehl-i Kitaba sorduğunu söyleyerek, doğruluğu ve güvenilirliği hakkında ittifak etmelerine rağmen onun sözlerini alıp amel etmede tereddütlü ve titiz davranmışlardır. Ata b. Ebi Rabah ve Said b. Cübeyr'i güvenirlik ve doğruluk açısından hiç kimse ta'n etmemiştir.

 

İkrime'ye gelince: Alimlerin çoğu güvenilir ve doğru bir kimse olarak kabul etmişlerdir. Buhari ondan rivayette bulunmuştur. Bir başka grup ise onun tefsirde cüretkâr olduğunu ve Kur'an'da var olan her şeyi bildiğini iddia ettiğini rivayet ederler. Bunu da Kur'an tefsiri hakkında Sahabeden birçok rivayette bulunduğuna yorarlar. İbni Abbas'tan en fazla rivayette bulunan kimseler bunlardır. Bunların yanında İbni Mesud'un talebesi Mesruk b. El Ecda' gibi Abdullah İbni Mesud'dan ve diğer Sahabelerden tefsir hususunda rivayette bulunan kimseler de vardır. Aynı şekilde Tabiinden Katade b. Diame es Sedusi El Ekmeh de tefsirde meşhur olmuş kimselerdendir. Arap lügatında, Arap şiirinde, Arap tarih ve nesepleri hususunda çok mükemmel ve geniş bir malumata sahipti. Tabiin asrından sonra gelen alimler özel bir metoda göre tefsir kitapları telif etmeye başladılar.

 

Bu metoda göre müfessir ayeti zikrediyor ardından da ayet hakkında Sahabeden ve Tabiinden gelen rivayetleri senediyle naklediyorlardı. Bu metodu uygulayanların en meşhurları Süfyan b. Uyeyne, Vaki' İbnü'l Cerrah, Abdurrezzak ve diğerleridir. Ancak bu alimlerin tefsirleri bize bir bütün olarak ulaşmış değildir. Tefsir-i Taberi'de olduğu gibi bazı tefsir kitaplarında onların tefsirlerinden bazı sözler bizlere ulaşmıştır. Onlardan sonra el Ferra sonra Taberi daha sonra da asırlar boyunca çağımıza kadar her asırda çıkan müfessirler birbirlerini takip etmiştir.

 

Tefsir İlminin Şerefi: Bu ilmin şerefi, bilinen bir gerçektir. Allah Teâlâ:

 

 ¢Š £× £ˆ í b ß ë a6¦Šî©r × a¦Š¤î   ó¡m@ë¢a ¤† Ô Ï  ò à¤Ø¡z¤Ûa  p¤ªì¢í ¤å ß ë 7¢õ¬b ' í ¤å ß  ò à¤Ø¡z¤Ûa ó¡m¤ªì¢í  ¡lb j¤Û üa aì¢Û¯ë¢a ¬eü¡a

 

“Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar”[348] buyurmuştur.

 

İbn Abbas (r.a)'dan gelen bir rivâyete göre ayet-i kerimede geçen "hikmet" kelimesi, Kur'an'ın nasihini, mensuhunu, muhkem ve müteşabihini, ilk ve son inen ayetlerini, helâl ve haramını, mesellerini bilmek anlamındadır. Alimlerin İcma'ına göre Tefsir ilmini öğrenmek farz-ı kifayedir. Bu itibarla Tefsir ilmi Şer'i ilimlerin en yücelerindendir. Mevzu, gâye ve kendisine duyulan ihtiyaç yönünden de ilimlerin en şereflisidir. [349]

 

Tefsire olan ihtiyaç: Kur'an-ı Kerîm'in tefsirine büyük bir ihtiyaç vardır. Vakıa, Kur'an-ı Kerîm bir belâğat mucizesidir, birçok meseleleri, hükümleri pek açık lafızlarla beyan buyurmuştur. Fakat ilmî, edebî, ahlâkî, hukukî, sosyal hakikatlerine kadar açık bir tarzda yazılmış olurlarsa olsunlar; yine bunları herkes gereği gibi anlayamaz; bu hususta şerhlere, izahlara ihtiyaç görülür. Bunun içindir ki, en beliğ ediplerin, en güçlü yazarların eserleri hakkında birçok şerhler, haşiyeler yazılmıştır.

 

Bununla beraber, herhangi bir mesele, birçok meselelerle ilgili olabilir. Mütehassıs olmayanlar bu ilgiyi göremezler. Bu meseleleri bir arada düşünmeye ve mütalâaya muktedir olamazlar. Müfessirler ise, her meseleyi izah eder ve o mesele ile ilgili olan diğer meseleleri de ortaya koyar. Artık bu hususta bilinmesi gereken maddeler bir tablo halinde gözler önüne serilir. Böylece mütalâa sahipleri fazla araştırmalardan kurtulmuş olur; az zamanda çok bilgi sahibi olurlar.

 

Bir de herkes, Kur'an lafızlarının, ibarelerinin inceliklerini anlayamaz ve en ibret verici noktasına işaret edilen bir kıssanın, bir olayın teferruatına vakıf olamaz. Müfessirler ise, lafızlara ait incelemeleri yaparlar, kelimelerin ve terkiplerin hakiki, mecazî ve kinayeli manalarını, işaretlerini, delâletlerini gösterirler, Kıssalara, olaylara dair yeterli derecede bilgi verirler. Böylece Kur'an'ın hakikatları, güzellikleri büyük bir açıklıkla ortaya çıkarmış olur.

 

 

 

5-Kur’an-ın Te'vil

 

 

Açıklamak, beyan etmek, bir sözü veya davranışı görünür anlamından başka bir mana ile açıklamak. Bir ayetin muhtemel manalarından biri ile açıklanması.

 

Bazı tefsir usûlu alimlerine göre tefsir ve te'vil kelimelerinin anlamının aynı olduğu kabul edilmekte ise de tefsir tevilden daha kapsamlıdır. Tefsir çoğuncukla lafızların açıklanmasında; te'vil ise anlamlarda kullanılır. Rüyanın te'vili gibi... [350]

 

Te'vil kelimesi ıstılahta değişik anlamlarda kullanılmıştır

 

1- Sözün kendisine irca edildiği gerçek. Allah Teâlâ'nın Cennetten haber verdiği yemek, içmek, giyinmek, nikah vb. şeylerde olan te'vil gibi. Bahsedilen bu şeylerin Cennette bulundukları bir gerçektir. Ancak isimleri telaffuz edilen bu şeylerin gerçek anlamlarının zihinlerde tasavvur edilmesi mümkün değildir. Bu, Kur'an lugatındaki tevildir. Nitekim Allah Teâlâ Yusuf (a.s)'dan bahseden ayet-i kerimede onun şöyle dediğini haber vermiştir:

 

وَرَفَعَ اَبَوَيْهِ عَلَى الْعَرْشِ وَخَرُّوا لَهُ سُجَّدًا وَقَالَ يَا اَبَتِ هذَا تَاْويلُ رُءْيَاىَ مِنْ قَبْلُ قَدْ جَعَلَهَا رَبّى حَقًّا وَقَدْ اَحْسَنَ بى  اِذْ اَخْرَجَنى مِنَ السِّجْنِ وَجَاءَ بِكُمْ مِنَ الْبَدْوِ مِنْ بَعْدِ اَنْ نَزَغَ الشَّيْطَانُ بَيْنى وَبَيْنَ اِخْوَتى اِنَّ رَبّى لَطيفٌ لِمَا يَشَاءُ اِنَّهُ هُوَ الْعَليمُ الْحَكيمُ

 

“Ana ve babasını tahtının üstüne çıkartıp oturttu ve hepsi onun için (ona kavuştukları için) secdeye kapandılar. (Yusuf) dedi ki: "Ey babacığım! İşte bu, daha önce (gördüğüm) rüyanın yorumudur. Rabbim onu gerçekleştirdi. Doğrusu Rabbim bana (çok şey) lütfetti. Çünkü beni zindandan çıkardı ve şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra sizi çölden getirdi. Şüphesiz ki Rabbim dilediğine lütfedicidir. Kuşkusuz O çok iyi bilendir, hikmet sahibidir."[351]

 

Yani bu, Rabbimin bana göstermiş olduğu rüyanın hakikatıdır. Yusuf rüyasında on bir yıldız, güneş ve ayın kendisine secde ettiğini görmüştü. Bunlar on bir kardeşi, babası ve annesini ifade ediyordu.

 

Yine Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

 

هَلْ يَنْظُرُونَ اِلَّا تَاْويلَهُ يَوْمَ يَاْتى تَاْويلُهُ يَقُولُ الَّذينَ نَسُوهُ مِنْ قَبْلُ قَدْ جَاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّ فَهَلْ لَنَا مِنْ شُفَعَاءَ فَيَشْفَعُوا لَنَا اَوْ نُرَدُّ فَنَعْمَلَ غَيْرَ الَّذى كُنَّا نَعْمَلُ قَدْ خَسِرُوا اَنْفُسَهُمْ وَضَلَّ عَنْهُمْ مَاكَانُوا يَفْتَرُونَ

 

“(Fakat onlar), Onun tevilinden başka bir şey beklemiyorlar. Tevili geldiği (haber verdiği şeyler ortaya çıktığı) gün, önceden onu unutmuş olanlar derler ki: Doğrusu Rabbimizin elçileri gerçeği getirmişler. Şimdi bizim şefaatçılarımız var mı ki bize şefaat etsinler veya (dünyaya) geri döndürülmemiz mümkün mü ki, yapmış olduğumuz amellerden başkasını yapalım? Onlar cidden kendilerine yazık ettiler ve uydurdukları şeyler (putlar) da kendilerinden kaybolup gitti.”[352]

 

Bir ayet-i kerîmede de şöyle denilmektedir:

 

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اَطيعُوا اللّهَ وَاَطيعُوا الرَّسُولَ وَاُولِى الْاَمْرِ مِنْكُمْ فَاِنْ تَنَازَعْتُمْ فى شَىْءٍ فَرُدُّوهُ اِلَى اللّهِ وَالرَّسُولِ اِنْ كُنْتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الْاخِرِ ذلِكَ خَيْرٌ وَاَحْسَنُ تَاْويلًا

 

“Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan ülülemre (idarecilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah'a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah'a ve Resûl'e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.”[353]

 

Yukarıdaki ayetlerde misal olarak verilen tevilin hakikatını Allah'tan başka kimse bilemez. İlahî sıfatlar da böyledir. Onları tek bilen Allah'tır. Bu sıfatların keyfiyeti bilinmemektedir. Mâlik ve diğer selef âlimleri şöyle demişlerdir: "İstiva bilinmektedir. Ancak keyfiyeti meçhuldür." [354]

 

Arş üzerine istiva malümdür. Manası bilinmekte olup tefsir edilir ve başka dillere çevrilebilir. Bu, Allah Teâlâ'nın arş'ı üzerine yükselmesi, istiva etmesidir. Arapların konuşmalarında bu kelimeden anladıkları şey budur. İstivanın keyfiyetine, oluş şekline gelince bu, tev'ili olup Allah'tan başkası tarafından bilinmemektedir. Kıyamet saatı vb. bunun gibidir. Bu te'vil çeşidi Allah Teâlâ'nın bilgisi dahilindedir. Burada bize yönelik olan hitabı anlarız ve yine bizim varid olan kelamdan anlamamız kastedileni de bilebiliriz.

 

Nitekim Allah Teâlâ bir ayet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır:

 

 b è¢Ûb 1¤Ó a §lì¢Ü¢Ó ó¨Ü Ç ¤â a  æ¨a¤Š¢Ô¤Ûa  æë¢Š £2 † n í 5 Ï a

 

“Onlar Kur'an'ı hiç düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinde kilitler mi var?"[355]

 

Allah Teâlâ, Kur'an-ı Kerîm'in bir bölümünün değil, tamamı üzerinde düşünmeyi emretmektedir. Ve yine bu konuda şöyle buyurulmaktadır:

 

هُوَ الَّذى اَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ ايَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ اُمُّ الْكِتَابِ وَاُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ فَاَمَّا الَّذينَ فى قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَاءَ الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاءَ تَاْويلِه وَمَا يَعْلَمُ تَاْويلَهُ اِلَّا اللّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ يَقُولُونَ امَنَّا بِه كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّناَ وَمَا يَذَّكَّرُاِلَّا اُولُوا الْاَلْبَابِ

 

“Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onun (Kur'an'ın) bazı âyetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab'ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Halbuki Onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek pâyeye erişenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. (Bu inceliği) ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar.”[356]

 

Cumhurun kıraatına göre, ayetin ilk cümlesi, Allah lafzıyla bitmektedir. Yani Allah lafzından sonra tam bir duruş vardır. Sonra gelen "İlimde ileri gitmiş olanlar (râsihûn) ise; Biz bunlara iman ettik. Hepsi Rabbimiz katındandır" derler" kısmı ise devam eden yeni bir cümledir. İbn Mes'ud (r.a) şöyle demiştir: "Bunun (müteşabihin) te'vilini sadece Allah bilir. İlimde ileri gitmiş olanlar da; "Biz buna iman ettik derler." [357]

 

2- Sözün tefsir edilmesi. Yani zahirine uysun-uymasın açıklanıp izah edilmesi, şerhedilmesi. Müfessirlerin çoğunluğunun ve diğer âlimlerin "te'vile" yükledikleri ıstılahî anlam budur. Bu tür te'vili, ilimde ileri gitmiş olanlar (râsihûn) bilirler. Nitekim ayette şöyle denilmektedir. "Bunların te'vilini sadece Allah ve ilimde ileri gitmiş olanlar (râsihûn) bilirler.” Bu İbn Abbas (r.a)'ın kıraatı olup "verrâsihûn"daki vav atıf vavı olarak kabul edilmiştir. Yani ayetteki "verrâsihûn" kavli Allah (c.c) lafzına atfedilmiştir. Buna göre, "verrâsihûn" diye devam eden bölüm ayrı bir cümle olmayıp devam niteliğindedir.

 

İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Ben onların te'vilini bilenlerdenim". Resulullah (as), ona te'vili öğretmesi için Allah Teâlâ'ya duada bulunarak şöyle demiştir: Allahım! Onu dinde fakih kıl ve ona te'vili öğret." [358]

 

İnsanlardan bazıları, yukarıda belirtilen cumhurun kıraatını esas alarak ayette geçen te'vilin manasının, tefsiri ifade ettiği görüşünü ileri sürmüşlerdir. Bundan, Kur'an-ı Kerîm'in manasını hiç kimsenin bilemeyeceği sonucu çıkar ki, alimler bunu reddetmişlerdir. Çünkü Allah Teâlâ ayetlerin ilk muhatabı olan Araplara onların konuşup anladıkları kendi dilleriyle hitab etmiştir. Ayrıca Müslümanlar, ayetlerine bir bölümünün değil, tamamının üzerinde düşünüp anlamaya çalışmakla emrolunmuşlardır:

 

 b è¢Ûb 1¤Ó a §lì¢Ü¢Ó ó¨Ü Ç ¤â a  æ¨a¤Š¢Ô¤Ûa  æë¢Š £2 † n í 5 Ï a

 

“Onlar Kur'an'ı hiç düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinde kilitler mi var?"[359]

 

Mücahid şöyle demiştir: "Kur'ânı Kerîm'i Fatiha'dan sonuna kadar İbn Abbas (r.a)'a okudum; her ayetin sonunda duruyor ve o ayet hakkında soru soruyordum."

 

İmam Gazzalî de, "Allah Teâlâ'nın, insanın bilgisinin ulaşamayacağı bir uslübla kullarına hitab etmesi, onların helak olmaları sonucunu doğurur. İlim sahibi arkadaşlarımız ve diğer âlimler, Allah Teâlâ'nın anlaşılmayan bir dille konuşmasının muhal olduğu üzerinde ittifak etmişlerdir" [360] demiştir. Suyutî'nin nakletti; gibi İbnu'l-Hâcib de aynı şeyleri söylemektedir. [361]

 

4- Şer'î bir delile dayanarak lafzın, bir anlamının bırakılarak başka bir anlamının tercih edilmesidir. Te'vil, müteahhirûn fakih, kelamcı, muhaddis ve mutasavvıfların örfünde çoğunlukla bu anlamda kullanılır. Ki, fıkıh usûlu ve ihtilanı meselelerin çözümünde kavram olarak bu kelime kullanılmaktadır. Onlardan biri diğerine; "Bu hadis şu mana ile açıklanmıştır" veya "Mana itibariyle şuna hamledilmiştir" dediği zaman diğeri, "Bu te'vilin bir çeşididir ve te'vil bir delile dayanmalıdır" karşılığını verir. "Allah'ın eli"nin kudreti, "sevgisi (muhabbetullah)"nin, kul için sevap dilemesi, "gazab"ının, cezalandırmayı murat etmesi şeklinde te'vil edilmesi gibi.

 

İbnü'l-İzz el-Hanefî şöyle demektedir: "Rıza'nın (Allah'ın razı olması) mükafatlandırma, gazabın da intikam almayı dilemek olduğu söylenemez. Çünkü bu, sıfatın nefyedilmesi sonucunu doğurur."[362]

 

Sözün ondan anlaşılan açık ve gerçek anlamından başka bir anlam ile yorumlanması ve kelamın hakiki anlamına ters düşen mecaz ile açıklanmasının şartları:

1- Bir lafzın mecazî manada kullanılmış olması gerekir. Çünkü kitap, sünnet ve selefin lisanı Arapça’dır Bu kaynaklarda sarf edilen sözlerden Arap diline muhalif bir şeyin kastedilmiş olması caiz değildir. Bu bütün diller için geçerlidir.

 

2- Bir lafzın gerçek anlamını bırakıp mecazını almak için bir delile dayanılması gerekmektedir.

 

3- Bir delile dayanılarak mecazî anlama itibar edilebilir. Ancak, Kur'anî veya imanî bir delil, lafzın zahirî gerçek anlamının kastedilmiş olduğuna delalet ederse, onun terk edilmesinden kaçınır. Bu delil kesin bir nas ise, ona ters düşen anlamlara iltifat edilmez. Eğer lafız açıksa onun tercih edilmesi kaçınılmazdır.

 

4- Resulullah (as) bir söz söylediği ve bu söylediğinin hakiki zahir anlamından başka bir şeyi kastettiği zaman, bunu ümmetine açıklamış olması zaruridir. Bilhassa itikadî konularda bu böyledir. Zira Allah Teâlâ, Kur'an-ı Kerîm'i bir nûr, hidayet rehberi ve insanlara bilmediklerini açıklayan bir yol gösterici kılmıştır. Ve yine resullerini, kendilerine indirilenleri açıklayıcılar, ihtilafa düştükleri şeylerde onunla hükmediciler olarak göndermiştir ki böylece insanların Resûllerin gönderilişinden sonra Allah'a karşı ellerinde kendilerini sapıklıklarından dolayı savunacakları bir delilleri kalmasın. [363]

 

Tevilde bu şartlara uyulmadığı için ümmetin önüne büyük fesat kapıları açıldı ve bu kapılardan, felsefe, zındıklık ve mülhitlikler musallat oldu. Bu akımlar, insanların dinlerini, inançlarını, amellerini ve devletlerini fesada uğrattı. Bütün bunların sebebi, te'vil perdesi altında meydana gelmiştir.

 

 

 

6-Tefsir Usûlü

 

 

Tefsir usûlü ya da İlmu Usûli't Tefsir, Kur'ân-ı Kerim'in insanlar tarafından anlaşmasına yardımcı olmak üzere onu, insanların zihinlerine, akıllarına yaklaştırma çalışmaları diyebileceğimiz tefsirin ve müfessirlerin prensiplerini, şartlarını ve çerçevesini belirleyen, tarihini tesbit eden ilim veya ilimlerin hepsine birden verilen isimdir. Zaman zaman "Kur'ân İlimleri" (Ulûmu'l-Kur'ân) adıyla da anılmıştır. Hattâ ilk devirlerde Tefsir usûlü yoktur, ulûmu'l-Kur'ân vardır ve bu iki kavram birbiri yerine kullanıla gelmiştir.

 

Tefsir usûlü, Allah kelâmı olan Kur'ân üzerinde her önüne gelenin beşerî bir takım arzu ve heveslerle Kur'ân lâfızları üzerine yüklenilmesi mümkün olmayan manâlar yüklemeye kalkışması ve böylece manevî bir tahrif yoluna gidilmemesi için ortaya çıkmış ve duyulan ihtiyaç ölçüsünde gelişmiş bir bilim dalıdır. Meselâ Hz. Peygamber (a.s) hayatta iken nasıl onun dışında herhangi bir insanın tefsirine ihtiyaç duyulmamışsa aynı şekilde Tefsir usûlüne de ihtiyaç duyan olmamıştır. Çünkü sahabe-i kirâmın, Kur'ân'ın lâfızlarının delâleti üzerinde herhangi bir tereddüdü veya sorusu olduğunda hemen vahiyle desteklenmekte olan Peygamber'e müracaatla müşkilini halediyordu. Bu yüzden Asr-ı Saâdet'te tefsir usûlü'nün varlığından bile bahsedilmemektedir.

 

Ama İslâm âleminin sınırları genişleyip Arap olmayan unsurların da İslâm'a girmesiyle H. II. asırdân başlayarak tefsire duyulan ihtiyaç yanında, tefsirin kontrol altına alınması ve dolayısıyla prensiplerinin konulması, bir çerçeve çizilmesi, her önüne gelenin -bu arada sapık bir takım mezhep sâliklerinin kendi mezheplerini tervic eder mahiyette aslı astarı olmayan, herhangi bir ilmî ve şer'î dayanaktan yoksun- bir takım tefsir ve te'villerde bulunmaya kalkışmaması için bir takım ön şartların tespit edilmesi ihtiyacı da bunun peşinden ve kendiliğinden ortaya çıkmıştır.

 

Dolayısıyla tefsir usûlü'ne ilişkin ilk eserler de, ilk önce tefsirlerin mukaddimeleri şeklinde olmak üzere zamanla müstakilleşerek ulaşabildiğimiz kadarıyla H. III. asırda kaleme alınmış olmalıdır. Aynı zamanda meşhur bir mutasavvıf olan Hâris el-Muhâsibî (öl. 243/857)'nin "el-Akl ve Fehmu'l Kur'ân" adlı eseri bu sahadaki ilk müstakil çalışma olarak takdim edilmektedir. Daha sonraları Ali İbn İbrahim el-Hûfi (öl. 430/1038) tarafından kaleme alınan "el-Burhân fi Ulûmi'l-Kur'ân"ına bu sahadaki ilk eserdir diyenler de vardır.

 

Oldukça dağınık ve sistematik olmaktan uzak ilk çalışmalardan sonra tefsir Usûlü'nde ilk ciddî çalışma herhalde Ebu'l-Ferec İbnu'l-Cevzî (öl. 597/1200) tarafından yapılmış olmalıdır. Bu sahadaki "Funûnu'l-Emân fi Ulûmi'l-Kur'ân" (Hasen Ziyâuddîn Itr tahkiki ile Beyrut -1408/1987-) ile "Acâibu Ulûmi'l-Kur'ân" (Abdulfettâh Aşur tahkiki ile Kahire) anılan tefsir usûlü çalışmalarının anâ kaynaklarından olması hasebiyle önemlidir. Acâibu Ulûmi'l-Kur'ân ise daha sistematik olup Kur'ân ilimleri onbir bâb'a ayrılarak incelenmiştir. Bundan iki asır sonra ez-Zerkeşî (öl. 794/1392)'nin yazdığı, "el-Burhân tî Ulûmi'l-Kur'ân"da Kur'ân ilimleri 47; Suyûtî (öl. 911/1506)'nin en-Nikayesi'nde 55; et-Tahbîr fi Ulûmi't Tefsîr'inde 102 ve bu sahadaki en meşhur eser olan el-İtkan fi Ulûmi'l Kur'ân'ında 80; İbn Akîle el-Mekkî (öl. 1150/1737)'nin ez-Ziyâde ve'l İhsân fi Ulûmi'l-Kur'ân adlı eserinde de 150 ilim olarak ele alınıp incelenmiştir.[364]

 

Bu eserlerden sonra zamanımıza kadar ve zamanımızda yazılan tefsir usûlü sahasındaki müstakil eserlerde herhangi bir yeniliğe rastlamıyoruz. Belki bir takım sivriler tarafından, anılan klâsikleşmiş eserlerdeki bazı ilimlerin reddedilmesi veya sınırlandırılması veya inkârı gibi bir takım şâz ve genel kabul görmeyen girişimler söz konusu olabilmiştir.

 

Bunların dışında tefsîr usûlü sahasında yukarıda anılan eserlerde söylenilecekler söylenmiş, genel hatlar çizilmiş, prensipler oturtulmuştur ve bu yüzden yeni bir şeyler söylemeye aslında pek gerek de kalmamıştır. O halde yapılan ve yapılacak olan belki bu eserlerdeki bilgileri biraz daha sistematize etmek, daha kolay anlaşılır ve istifade edilir hale getirmektir ki genelde yapılan da budur.

 

Bütün bu çalışmalar İslâm'ın birinci derecede kaynağı olan Kur'ân-ı Kerim'i tahriften korumak, ondan insanlığın istifadesini kolaylaştırmak ve daha yaygın hale getirmek gayesine yöneliktir. Bu hizmeti yanında Kur'ân'a bakış açısını daraltmak ve Kur'ân'ı tefsire girişecek olanların önüne aşılması oldukça zor görünen engeller koymak suretiyle cesaretlerini kırmak gibi bir fonksiyonundan da bahsedilebilir.

 

Ama asırlar boyu süren tecrübeler, hem de Kur'ân'ı ve İslâm şeriatını bozma veya yozlaştırma çalışmaları karşısında tefsir usûlü âlimlerinin tespit edip koyduğu ön şartlar da neticede "Bir müfessirde olmazsa olmaz" özelliğine sahip şartlardır.

 

Bu cümleden olmak üzere bir müfessirin her şeyden önce sağlam ve sağlıklı bir inanca sahip, müttakî bir mü'min olması, tefsire başlarken kendi şahsî arzu ve heveslerinden, indî düşüncelerinden kendini soyutlaması, tefsire ilk önce Kur'ân'ı Kur'ân'la tefsirle başlaması, onda bulamazsa Hz. Peygamber'in hadislerine ve sünnetine, onda da bulamazsa sahabenin, sonra da tâbiûnun açıklamalarına müracaat etmesi, dil ve edebiyat olarak Arapça’yı, Kur'ân'la ilgili usûl ilimlerini çok iyi bilmesi şart koşulmuştur. Son zamanlarda bir müfessirin bilmesi gereken ilimlere tabii bilimler de eklenmiştir.

 

Bunun yanında tefsir usûlü âlimleri, müfessirin âdâbını da şöyle tespit etmişlerdir: Kur'ân'ı tefsir edecek kişi hüsnüniyyet sahibi, tefsirden maksadı fesat değil Kur'ân'a ve İslâm'a hizmet olmalı, güzel ahlâk sahibi, İslâm'ın amel ve ibadet yönüne dikkat eden, doğruyu ve güzeli arayan, naklettiği bilgilerde dikkatli, alçak gönüllü, yumuşak huylu, hoş geçimli, izzet-i nefis sahibi, hakkı açıkça söyleyebilen, tekellüfsüz, vakarlı, değerini ve ilmini taşıyabilen ideal bir Müslüman olmalıdır. Konuşurken veya yazarken ölçülü, kendisinden daha âlim olanlara öncelik hakkı tanıyıp onlara saygılı olmalıdır.[365] Ancak bu âdâba ve şartlara riayetten sonradır ki Kûr'ân tefsirinde hata oranı herhalde azalacak, buna rağmen vukubulacak hatalar da beşerî te'viller olarak tescil olunacaktır.

 

 

 

7- Siyak ve Sibak

 

 

Kur’an-ı Kerimin anlaşılmasında esbab-ı nüzulden yararlanılırken siyak-sibakın göz önünde bulundurulması ilkesi, genel ilke olarak zikredilen Kur’an-ın bütünlüğü kavramına dahil bir prensiptir. İfade edildiği üzere bütünlük kavramı izafi bir kavramdır. Siyak-sibak kavramı da bu kavramın izafi (ancak belli şartlar, belli ilişkiler içinde geçerli olan) bir boyutudur.

 

Siyak-sibakın Kur’an-i bütünlüğün bir boyutu olduğunu vurguladıktan sonra kelimelerin ne anlama geldiğini görelim.

 

Sibak (Öbj): Arapça isim. Türkçe’de bu sözcük;

a-Bir şeyin öncesi, geçmişi, üst tarafı, başlangıcı,

 

b-Bağ, bağlantı,

 

c-Söz veya yazının baş tarafı anlamlarına geliyor.

 

Siyak (Öbî):Arapça isim, Türkçe’de

a-İfade şekli ve tarzı,

 

b-Üslup, biçim.

 

c-Sözün gelişi, manalarına geliyor.

 

Siyak-sibak: Türkçe sözlüklerde bu deyim şu anlamları ifade ediyor:

a-Bağlam, kontekst,

 

b-Sözde baş ve son uygunluğu, tutarlılığı,

 

c-Sözün gelişi, sözün (öncesinin sonrasına olan) uygunluğu,

 

d-Sözlerin uygun bir şekilde birbirini takip etmesi, tutarlılık.[366]

 

Siyak (Öbî) kelimesi Arapça es-Sıhah sözlüğünde şöyle açıklanmıştır: “Her hangi bir metne gizlenmiş birbirine bağlı ve birbirini takip eden manalar.[367]

 

Siyak ve sibakın kelime olarak karşılığı olarak günümüz Türkçe’sinde bağlam, kontekst sözcükleri kullanılmakta ve terim olarak da şu anlamları ifade etmektedir:

 

a-Bir dil birimi çevreleyen, ondan önce veya sonra gelen, bir çok durumda söz konusu bu birimi etkileyen, onun anlamını, değerini ve içeriğini (tazammununu) belirleyen olgusal (vakii), kavramsal veya sistematik (dizgesel) çerçeve ya da çerçeveler bütünü. [368]

 

b-Manalarını aydınlatan bir söz veya paragrafla çevrelenmiş bir söylem (diskur-discourrse) bölümü. [369]

 

c-Bağlam, (kontekst) Bir düşüncenin, bir yapıtın, bir öğretinin bölümleri arasındaki çelişmeye yer vermeyen bağlantı anlamına gelir.[370]

 

Bağlam olgusuna Kur’an-ı Kerim’in bütünlüğü içerisinde bakıldığında siyak-sibak gerçeği elbette görülecektir. Çünkü “bağlam” olgusu mantıki bir gerçekliktir.[371] Burada sözkonusu edilmesi gereken, anlaşma araçlarının tümü olarak “dil”in insan topluluğundaki etkilerini nasıl gerçekleştirdiği sorusudur. Dil’in insan üzerindeki etkilerinden biri insan, bir metni değerlendirirken anlama sürecinde ortaya çıkar. Bu süreçte insanın aradığı unsurlar şunlardır:

a-İfade şekli ve tarzı,

 

b-Sözün gelişi, başı ve sonu ile uygunluğu,

 

c-Tutarlılığı,

 

d-Sözlerin uygun bir şekilde birbirini takip etmesi.

 

Görüldüğü üzere yukarıdaki unsurlar, siyak-sibak kavramının sözcük anlamları ile aynıdır. O halde insan bir metni değerlendirirken anlama sürecinde metnin bağlamına (siyak-sibakına ) yaratılıştan gelen bir yetenekle dikkat eder. Dilbilimciler bu konuda iki gruba ayrılmışlardır. Birinci gruba yaptığımız değerlendirmelere yol açan şey, insanların alışkanlıkları ve uzlaşmadır. İkinci grup ise bu konuda yaratılıştan kaynaklanan, temeli, nesnelerin ve konuşmanın özü (mahiyeti) olan ilişkileri esas almaktadır.[372]

 

Bu tartışmaya bir dilbilimci mantığı ile bakmasak da konumuz açısından bir yaklaşımda bulunabileceğimizi düşünüyoruz. Kur’an-ı Kerim’in nüzul asrını ve onun dil zevkinin zirvesindeki ilk muhatapları üzerindeki sözlerini bu açıdan değerlendirince insanda siyak-sibakı yakalamanın yaratılış temeli olduğunu düşünmeden edemiyoruz.           

 

Kur’an-ı Kerim’in doğrudan (ibtidaen) veya bir sebebe mebni olarak müneccemen (parça parça) inişi sonrasında kazandığı tertip, onun siyak-sibakının nasıl oluştuğunu gösterir. Bu mucize kelam üzerinde düşünen nüzul ortamında yaşamış Araplar şu iki hususa elbette dikkat etmiş olmalılar:

 

1-Kur’an-i cümleler arasındaki siyak-sibaka (bağlama) dair özne beraberliğine; cümlelerin biri haber cümlesi ise diğerinin de haber, veya biri inşa cümlesiyle diğerinin de inşa cümlesi olması.

 

2-İlave olarak bunlar arasındaki akli, hayali, hissi veya vehmi bir birleştirme yönünün bulunması.

 

Kur’an-ı Kerim’in bu eşsiz ve muciz bağlamını günümüz insanı da yakalamaya çalışmalıdır. Çünkü anlamın kendisi, zaman içindeki nesnelerle ve olaylarla ister ilgili olsun, ister olmasın zamana bağlı değildir. “Anlam ile ifadenin varlık biçimleri arasındaki farkı kapatan sözdür, bu onun asıl başarısını oluşturur. Sözün devamı boyunca zaman adeta ortadan kalkmıştır, sözü bütün parçaları aynı anda söylemiş gibi geçerlidir. Bunun mümkün oluşunun sebebi ise, insanın daha önce duyduklarını hafızasında muhafaza edebilmesi ve daha sonra gelenlerle bağlayabilmesidir."[373]

 

Çağdaş dilbilimde söz-cümle-kelime üzerine ifade edilen bu görüşlerin Kur’an-ı Kerim’in üslup ve belagati bağlamında düşünülmesi ve değerlendirilmesi gerekir. O zaman anlaşılacaktır ki Kur’an-ı Kerim kendisinin beyanıyla sabit olduğu üzere, mesajının taşıdığı anlam zamana bağlı değildir.[374] Kur’an-ı Kerim’in anlaşılmasında da onu nüzul ortamında aynı anda söylenmiş gibi kabul edebiliriz.

 

O halde Kur’an-ı Kerim’in bütünlüğünü kavrayan ve bütünlük içerisinde siyak-sibakı dikkatlice değerlendiren Kur’an araştırıcıların onu anlamakta sağlıklı ilkeler edinmiş olacaklarını söyleyebiliriz.

 

Öte yandan kendi doğrularını Kur’an-ı Kerim’e onaylatma çabası içerisinde olanların ayeti bağlantılarından çıkararak, müstakil olarak tamamen farklı bir gayeye hizmet amacıyla anlamları ise yanlış bir tavırdır. Çünkü bu tür yaklaşımlar Kur’an’ın bütünlüğüne ve o bütünlük çerçevesinde siyak-sibakına aykırıdır.[375]

 

Gerçekten “şu ayet veya ayetin şu bölümü, bizim ifade ettiklerimizin doğruluğunu gösteriri,”  yahut “şu kelimeden şöyle bir hüküm çıkarabiliriz” gibi ifadelerle, Kur’an’ın küçük birimlerini fikri bütünlükten mücerret olarak değerlendirme, siyak-sibakın göz ardı edilmesinde, en büyük faktörlerden biri olmuştur. Ne yazık ki, gerek tefsir kitaplarında, gerekse kelam ve İslam hukukuna dair kitaplarda bu tür değerlendirmeler çok geçmektedir. İhtilafları körükleyen en büyük amillerden birinin bu siyak-sibak çerçevesini dikkate almama hatası olduğu ortadadır.[376]

 

Bu yaklaşımın tutarsızlığı dilbilim açısından da sabittir:

 

Kelime ve cümle, sözün (ifadenin) özel türde parçalarıdır. Her ikisinin de daha fazla parçalara ayırmak mümkün değildir. Bu sadece insanın bunlardan ayırt edebileceği kısımların yine kelimeler ya da cümlelerle olduğu anlamını taşımakla kalmaz, bu kısımların kendi başlarına asla var olmayacağı anlamını da taşır. Bir cümlenin herhangi bir kopuk parçası sadece anlamsız bir seslemedir, fakat gerçek bir cümle üyesi de görevini ancak ilgili cümlenin bütünü içinde yapabilir.[377]

 

Siyak-sibak çerçevesine esbab-ı nüzul açısından baktığımızda, birinci bölümde anlatılanların burada ifade edilenlerle birlikte mütalâa edilmesini öncelikle hatırlatmak isteriz. O zaman görülecektir ki Kur’an’daki siyak-sibakı görebilmeye imkan sağlayan unsurlardan biri de esbab-ı nüzul bilgisidir. Surenin veya ayetlerin nazil olmasındaki sebeplerin bilinmesi siyak-sibakın idrak edilmesinin mümkün kılmaktadır.[378]

 

Esbab-ı Nüzulun nüzul ortamına ait olanları Kur’an-ı Kerim’in anlaşılmasında siyak-sibakı (bağlamı) görmeye yardımcı olabilirler. Anca burada önemli olan rivayetlerin buraya kadar sayılmış bulunan ilkelerle uyumlu olmasına mutlaka dikkat edilmesi hususudur.

 

Sahih olan bütün esbab-ı nüzul rivayetleri, nüzul sebebi olarak zikredilen sebep haricindeki benzer olaylara uygulanabilir. Çünkü sebeb-i nüzulle oluşan olgu ve sosyal bağlam, Kur’an-ın bütünlüğü meselesinde temas edildiği üzere insani örnek oluşturan, insan hayatının doğal bir kesitini yansıtan ve zaman-mekan unsurlarının ötesinde mütalaa edilmelidir. Böylece Kur’an’ın bütünlüğü ve ona dahil olan siyak-sibak kolaylıkla görülecektir.

 

Bu tarz bakış açısından yoksun olduğunda bazı esbab-ı nüzul rivayetlerini sağlıklı değerlendirmek kabil olmaz.

 

Mesela Tevbe, 75. Ayeti:

 

  åî©z¡Ûb £–Ûa  å¡ß  £å ãì¢Ø ä Û ë  £å Ó £† £– ä Û ©é¡Ü¤š Ï ¤å¡ß b äî¨m¨a ¤å¡÷ Û  é¨£ÜÛa  † çb Ç ¤å ß ¤á¢è¤ä¡ß ë

 

“Onlardan kimi de, Eğer Allah lütuf ve kereminden bize verirse, mutlaka sadaka vereceğiz ve elbette biz sâlihlerden olacağız! diye Allah'a and içti,”[379] hakkında sebebi nüzul olarak Salebe b. Hatıb’ın başından geçenler anlatılmaktadır. Halbuki bu kıssa tamamen uydurmadır. İbni Hzm (356/966): Bu ayetin, hakkında indiği kişi hususunda, ne bir delil, ne de bir nass vardır. Salebe b. Hatıb hakkında nazil olduğuna dair rivayet ettiğimiz eser de sahih değildir.[380] Anlaşılıyor ki İbni Hazm haberi araştırmış ve bu sonuca varmıştır. Haberin senedinde Maanb. Rıfaa, el-Kasım b. Abdurrahman, ali b. Yezid’in bulunduğu ve hepsinin “zayıy” olduğunu söyler. Miskin b. Bekki Hakkında ise “kuvvetli değildir” der.[381] 

 

Burada anılan bilgiler olmadan, sadece siyak-sibak çerçevesi içerisinde bir açıklama getirilip getirilmeyeceği sorusu elbette söz konusu edilmeliydi. İfadeleri, siyak-sibak çerçevesinde anlamanın önemini ve bu çerçeve ile ilgisi bulunmayan esbab-ı nüzul rivayetlerinin tutarsızlılığını göstermesi bakımından Salebe kıssası bir örnektir. Salebe kıssasını tefsirlerinde naklederek bu ayetleri yorumlayan bir çok müfessir siyak-sibakı maalesef ihmal etmişler ve yanlış anlamaya düşmüşlerdir. Halbuki bağlam çerçevesinin Kur’an’ın anlaşılmasındaki yerine özen gösterilse idi Tevbe suresinin bu ayetlerini doğru anlayacaklardı. Çünkü ayetlerin siyak-sibakı münafıklardan bahsetmektedir.

 

Dolayısıyla surenin 75. Ayetine bu bağlamda bir yaklaşımla Allah’a ahdini bozan, vadinin hilafına hareket eden ve bu eylemlerinin sonunda da kalplerine nifakın yerleştiği insan karakterinden bahsedildiği görülecektir. O halde Tevbe suresinin bu ayetlerinin bağlamı münafık insan tipine ait birtakım sıfatlardır. Verilmek istenen mesaj belli bir şahsın kınanması değil evrensel bir karakterin sıfatlarını sayarak müminleri bunlardan sakınmaya çağırmaktadır. Bir diğer ifade ile söz konusu ayetlerin bağlamı Kur’an’ın, münafıklarla ilgili zihniyetinin bir cephesini ele almaktadır.

 

Kur’an-ı Kerim’in anlaşılmasında esbab-ı nüzul rivayetlerini değerlendirirken ayetlerin siyak-sibakına mutlaka bakılmalıdır. Ayetlerin bağlamı ile mütenasip olmayan rivayetlere, yukarıdaki örnekte olduğu gibi, itibar etmemekte yarar olduğu açıktır. Nass-siyak-sibak-rivayet uyumu kesinlikle göz ardı edilmemelidir. 

 

 

 

8- Tefsir

 

 

Kur'an'ı tefsir eden, anlamını açıklayıp yorumlayan ve bu maksatla eser yazan ilim adamı. Kur'an, anlaşılmak ve kendisiyle amel edilmek üzere indirilmiştir:

 

¡lb j¤Û üa aì¢Û¯ë¢a  Š £× ˆ n î¡Û ë ©é¡mb í¨a a¬ë¢Š £2 £† î¡Û ¥Ú ‰b j¢ß  Ù¤î Û¡a ¢êb ä¤Û Œ¤ã a ¥lb n¡×

 

“(Resûlüm!) Sana bu mübarek Kitab'ı, âyetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik.”[382]

 

Kur'an-ı okuyan herkes onu anlamak üzere okumalıdır. Arapça bilen herkes, Kur'an-ı okurken, onun manasını anlamak için gayret ederse, kendi kapasitesi oranında onu anlar. Ancak Kur'an-ı anlama konusunda insanların eşit seviyede olmadıkları bir gerçektir. Çünkü o, hayatın her alanına hitap eden, hukuk, ahlâk, tarih vs. gibi konulardan söz eden bir kitaptır. Hattâ Kur'an'ı tefsir eden müfessirler bile onu tefsir ederken, daha mütehassıs oldukları bilim dalı açısından tefsir etmişler ve meselâ; dilci olan, dil yönüne; fakîh olan, ahkâm yönüne; kelâmcı olan, kelâm yönüne ağırlık vermişlerdir.

 

Kendi dilleriyle indiği ve inişinin sebeplerine şahit oldukları halde Sahabe'nin onu anlama seviyeleri bile birbirinden farklıydı. Hz. Peygamber (a.s), Ashaba kapalı gelen ayetleri onlara açıklıyordu. Bu nedenle ilk müfessir, Peygamber (a.s)'ın kendisidir.

 

Kur'an'ı anlama konusunda insanlar birbirlerinden farklı olduklarına göre; başkalarına onu tefsir etmeğe kalkışan kişinin, kendilerine Kur'an'ın tefsir edildiği kişilerden farklı seviyede olması gerektiği tabiîdir.

 

Bu sebepledir ki alimler, Kur'an'ı tefsir edecek kişinin bazı ilimleri bilmesinin şart olduğunu söylemişlerdir. Bu şartları şu şekilde özetlemek mümkündür:

 

a- Arap dilini çok iyi bilmesi. Çünkü Kur'an, Arapça olarak inmiş ve Arapların dili kullandıkları üslûplara riayet etmiştir.

 

b- Nüzûl sebeplerini bilmesi. Nüzûl sebeplerini bilmek, anlamayı kolaylaştırdığı gibi, bazı durumlarda tercih edilecek manâyı yakalayabilmek konusunda da yönlendirici bir öneme sahiptir.

 

c- Resûlüllah'ın sünnetini bilmesi. Resûlüllah (a.s), Allah tarafından Kur'an'ı açıklamakla da görevlendirilmiştir. Ayrıca Resûlüllah (a.s)'ın fiil ve davranışları, Kur'an'ın, pratik hayata aktarılmış şeklidir.

 

d- İçinde yaşadığı toplumu, toplumun sosyal meselelerini bilmesi. Zira toplumu bilmek, son derece önemlidir. Kur'an'ı tefsir etmekten maksat, topluma yol göstermek olduğuna göre, toplumun problemlerini bilmeyen bir kimsenin topluma yol göstermesi mümkün değildir.

 

e- Keskin bir zekâ ve kuvvetli bir muhakeme gücüne sahip olması. Ancak böyle bir özelliğe sahip olan bir ilim adamı insanlara faydalı olabilir. İlim adamı insanlara faydalı olabilir.

 

Yukarıda ifade ettiğimiz gibi Kur'an-ı Kerim'i ashaba ilk açıklayan kişi Hz. Peygamber (a.s) olduğundan ilk müfessir olarak da yine o kabul edilmiştir.

 

İbn-i Mesud (ö. 32/652), İbn-i Abbas (ö. 68/687-88), Übeyy b. Ka'b (ö. 19/640), Zeyd b. Sabit (ö. 45/665), Ebu Musa'l-Eşari (ö. 44/644) ve Abdullah İbn Zübeyr (ö. 73/692) sahabenin önde gelen müfessirleridir.

 

Abdullah b. Abbas, bunların başında gelir. Tabiiler devrinde Mekke okulunu kuran İbn Abbas'tır. Talebeleri arasında Mücahid (Ö. 103/721), Atâ b. Ebi Rebah (Ö. 115/733) İkrime (Ö. 105/723), Said b. Cübeyr (Ö. 95/714), Tavus (ö. 106/724) vb. kimseler sayılabilir.

 

Abdullâh İbn Mes'ud Irâk okulunu kurmuştur. Zeyd b. Eslem ise Medine okulunu kurmuş, oğlu Abdurrahman ve Enes b. Malik kendisinden tefsir okumuşlardır. Bunlardan sonra gelen müfessirler, bunlardan faydalanmışlardır.[383]

 

 

 

9-Tefsir ve Müfessirler

 

 

Sahabe, Kur'an ayetlerini ya kendi ictihadlarına dayanarak ya da Resulullah (a.s)'den işiterek tefsir etmişlerdir. Çoğu zaman ayetin nüzul sebebini ve kimin hakkında indiğini de açıkladılar. Onlar bir ayetin tefsirinde, ayetten anladıkları sözlük anlamını açıklamada en kısa ifadelerle yetiniyorlardı.

 

  ¢á Ü¤Ç a  ì¢ç ë 7¢õ¬b ' í ¤å ß ô©†¤è í  é¨£ÜÛa  £å¡Ø¨Û ë  o¤j j¤y a ¤å ß ô©†¤è mü  Ù £ã¡a

 åí©† n¤è¢à¤Ûb¡2

 

“(Resûlüm!) Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin; bilakis, Allah dilediğine hidayet verir ve hidayete girecek olanları en iyi O bilir.”[384]

 

Ebu Hüreyre ayetini; "Amcası Ebu Talib'in Müslüman olmasını isteyen Resulullah (a.s) hakkında inmiştir" şeklinde açıklıyordu. Sahabeden sonra gelen Tabiin, Sahabenin bu türden tefsirlerini rivayet ettiler. Tabiinden bazı kimseler tefsirde ictihad veya işitme yoluyla Kur'an'ın bazı ayetlerini bizzat kendileri tefsir etmiş veya nuzül sebeplerini zikretmişlerdir. Tabiinden sonra gelen alimler Yahudi ve Hıristiyanlarla ilgili haberleri de naklederek tefsirde bir genişleme meydana getirdiler. Daha sonra ise her asırda ve her nesilde müfessirler Kur'an-ı tefsirde birbirlerini takip ettiler ve her dönem tefsir sahasını bir önceki döneme oranla daha da genişlettiler.

 

Müfessirler hükümler istinbat etmek için Kur'an ayetlerini incelemeye, açıklamaya devam ederken bir kısım kimseler cebr ve ihtiyara dayanan mezhebi görüşlerine göre ayetleri tefsir etmekte, bir başkaları ise yaşamada, kelam ilminde, belagatta, sarf ve nahivde ve benzeri konularda kendi görüşlerini ispatlamak için Kur'an ayetlerini tefsir ediyorlardı. Sahabe asrından günümüze kadar geçen süre içerisinde çeşitli asırlarda yapılan tefsir çalışmaları incelendiğinde her asırdaki tefsir çalışmalarının, içerisinde bulundukları çağdaki ilmi hareketlerden etkilendiği, o çağda bulunan görüşlerin, nazariyelerin ve mezheplerin görüşlerinin tefsirlere yansıdığı görülmektedir. Bu nedenle içerisinde bulunduğu çağda egemen olan görüşlerden, hükümlerden ve düşüncelerden etkilenmemiş pek az sayıda tefsir vardır.

 

Ancak bu tefsirlerin tamamı ilk günden itibaren yani Sahabe asrından itibaren tefsir kitaplarında telif edilmemişti. Her asırda farklı bir hale intikal ederek günümüze kadar ulaşmıştır. Başlangıçta tefsir, hadisten bir parça ve hadis bölümlerinden bir bölüm idi. Hadis, İslâmi bilgilerin tamamını bünyesinde toplayan geniş bir sahayı oluşturuyordu. Hadis ravisi fıkhi bir hükmü içeren bir hadisi rivayet ettiği gibi, Kur'an'dan bir ayeti tefsir eden bir hadisi de rivayet ediyordu.

 

Abbasi döneminin başlangıcı ile Emevi döneminin sonlarına gelindiğinde yani hicri ikinci asırda müellifler, bir konu ile ilgili birbirine benzer hadisleri toplayarak diğerlerinden ayırmaya başladılar. İçeriğinde fıkıhla, tefsirle ilgili bilgileri barındıran hadisler birbirinden ayrıldı. Böylece hadis, siret, tefsir ve fıkıh gibi ilim dalları doğdu. Tefsir ilmi diğer ilim dallarından ayrı olarak okunan bağımsız bir ilim dalı haline geldi. Ancak başlangıçta tefsirler, Kur'an ayetlerinin mushafta sıralanışı gibi düzenli bir şekilde bir sıra takip edilerek yazılmamıştı. Hadiste olduğu gibi çeşitli ayetlere ait tefsirler şurada burada dağınık bir şekilde bulunuyordu.

 

Hadis ilmi ile tefsir ilmi birbirinden ayrılıncaya ve başlı başına bir ilim dalı haline gelinceye kadar bu durum aynen devam etti. Tefsir bağımsız bir ilim dalı halini aldıktan sonra Kur'an tefsiri, mushafın tertibine göre Kur'an'dan her bir ayetin veya ayetten bir parçanın tefsiri düzenli bir şekilde tefsir edilmeye başlandı.

 

Kur'an'ı ilk defa ayet ayet tefsir eden ve birbiri ardına bunları sıralayarak bir tefsir ortaya koyan Hicri 207 yılında vefat eden el-Ferra'dır. el Fihrist isimli kitabında İbni Nedim şöyle der: Ömer b. Bekir, El-Ferra'ya bir mektup yazdı ve ona şöyle dedi: El Hasan b. Sehl, Kur'an'dan bana bir şey sorduğunda yanımda ona cevap verecek bir şey bulamıyorum. Eğer bu konuda bana bir usul toplar veya bu konuda bir kitap yazarsan yazdıklarını bana gönder. Bunun üzerine Ferra' arkadaşlarına: Bir araya gelin de size Kur'an'la alakalı bir kitap yazdırayım dedi ve onlar için bir gün tayin etti. Hazır olduklarında onların yanına geldi. Mescidde ezan okuyan ve namazda insanlara Kur'an okuyan bir adam vardı. Ferra' o adama yöneldi ve ona: Fatiha'yı oku da onu tefsir edeyim sonrada Kur'an'ın tamamını tamamlarız dedi. Adam Fatiha'yı okudu, Ferra da tefsir etti.

 

Bu nedenle Ebu'l Abbas: "Ferra'dan önce hiç kimse Kur'an'ı böyle tefsir etmedi. Bundan daha fazlasını yapacak kimse olduğunu da sanmıyorum."

 

Ferra'dan sonra Hicri 310 senesinde vefat eden ve meşhur tefsiri "Taberi"yi yazan İbni Cerir et-Taberi geldi. İbni Cerir'in tefsirinden önce İbni Cüreyc'in tefsiri gibi meşhur olmuş tefsirler vardır. İbni Cüreyc'in tefsiri, sahih olan olmayan ayırımı yapmadan buldukları hadisleri toplayan ilk muhaddislerin hadis toplama işine benzemektedir.

 

Derler ki: "İbni Cüreyc her ayet hakkında rivayet edilenlerin sahih veya sakim (sahih değil) olmasına bakmadan hepsini toplamıştır" Hicri 127 de vefat eden es Süddi'nin ve Hicri 150 yılında vefat eden Mukatil'in tefsiri de aynı tür tefsirlerdendir. Abdullah b. Mübarek, Mukatil'in tefsiri hakkında şunları söylemektedir. "Eğer güvenilir olsaydı onun tefsiri ne kadar güzel bir tefsirdir" Muhammed b. İshak'ın tefsiri de böyledir. Muhammed b. İshak tefsirinde, Vehb b. Münebbih, Kabu'l Ahbar ve bunların dışında Tevrat'tan, İncil'den rivayetlerde bulunan ve onları şerh eden kimselerin sözlerini zikretmekte, Yahudilere ve Hıristiyanlara ait haberleri nakletmektedir. Bununla beraber bu tefsirler bizlere ulaşmamıştır.

 

Ancak Tefsirinde Yahudilere ve Hıristiyanlara ait haberlerden en fazla bulunan kişi İbni Cerir et Taberi'dir. Daha sonra Kur'an'ı kâmil bir sıralama ile düzenlenmiş eksiksiz kitaplarda tefsir eden müfessirler birbirlerini takip ettiler.

 

Tedvin edilmiş olan tefsir kitaplarını dikkatlice inceleyen kimse müfessirlerin bu tefsirlerde farklı yöntemleri takip ettiklerini gözlemler. Onlardan kimi Kur'an'ın yüceliğini ve diğerlerinden farklılığını anlatabilmek için tefsirinde Kur'an'da ki belağat çeşitlerine, anlamlarına, üsluplarına daha çok önem vermişler ve tefsirlerinde bu yön ağırlık kazanmıştır. Keşşaf isimli tefsirin sahibi Muhammed b. Ömer ez-Zemahşeri bunlardandır.

 

“Tefsir-i Kebir” ismi ile meşhur olan Fahreddin er-Razi gibi bir kısım müfessirler ise tefsirlerinde akaid kaidelerine, asılsız haberlerle mücadeleye, Ahkâm-ul Kur'an isimli tefsiri ile meşhur, el-Cassas lakabı ile bilinen Ebu Bekir er-Razi gibi birtakım müfessirler ise tefsirlerinde ahkâm ayetlerine ve bu ayetlerden hükümlerin istinbatına önem vermiş, şer'i hükümlerin ele alınmasını ön plana çıkarmışlardır.

 

“Babu't Te'vil Fi Meani't Tenzil” isimli tefsirinde el-Hazin lakabı ile bilinen Alaaddin b. Muhammed el-Bağdadi es-Sufi gibi bir kısım müfessirler ise, geçmiş kavimlerin kıssalarını inceleyerek tarih ve İsrailiyata ait kitaplardan dilediklerini Kur'an kıssalarına ilave etmiş, şeriata muhalif olup olmamasını, akla uygunluğunu ve Kur'an'ın kat'i ayetleri ile çelişip çelişmediğini inceleyip araştırmadan, değerli ve değersiz işittikleri her şeyi tefsirlerinde toplamışlardır.

 

Yine “El-Beyan” tefsirinin Sahibi Şeyh Tabressi, et-“Tibyan” tefsirinin sahibi Şeyh et-Tusi gibi bir takım müfessirler ise kendi mezheplerinin görüşlerini desteklemeye önem vermiş ve ayetleri bağlı olduğu grubun görüşlerini destekleyici bir şekilde tefsir etmişlerdir.

 

Bu iki müfessir, akaidde ve hükümlerde şia mezhebinin görüşlerini desteklemişlerdir. Bir kısım müfessirler ise tefsirde, hiçbir tarafa bakmadan Kur'an anlamlarını ve hükümlerini açıklamaya önem vermişlerdir. Bu müfessirlerin tefsirleri, tefsirde temel tefsir kitapları olarak itibar görür. Tefsirde ve diğer konularda imamlardan sayılırlar. İbni Cerir Et Taberi'nin, Ebu Abdullah Muhammed El Kurtubi ve En-Nesefi'nin tefsirleri bu türden tefsirlerdir.

 

 

 

10-Tefsir Kaynakları

 

 

Tefsir kaynakları ifadesinden her müfessirin, tevhid, fıkıh, belağat, tarih ve bunlara benzer taşıdıkları şeylere göre Kur'an-ı tefsir etmeleri kastedilmemektedir. Bunların hiçbiri tefsirin kaynakları değildir. Bunlar sadece tefsirde müfessire etki eden ve onu tefsirde belirli tarafa yönlendiren faktörlerdir. Tefsir kaynaklarından maksat tefsirlerinde müfessirlerin yönelmiş oldukları yöne bakmaksızın, müfessirlerin nakilde bulundukları müracaat kaynakları ve onlardan naklederek tefsirlerine aldıkları şeylerdir. Tefsir kaynaklarını incelediğimiz zaman bunların üç kaynakla sınırlı olduğunu görürüz.

 

1. Rasulullah (as)'den Nakledilen Tefsir

"Orta namaz ikindi namazıdır"[385] şeklinde Resulullah (a.s)'den rivayet edilen hadis buna bir örnektir. Yine Ali (r.a)'ın; “Kur'an'daki "Büyük hac günü" hakkında Resulullah (as)'e sordum. Peygamber; (Šzã â ìí) "Kurban günüdür" diye cevaplandırdı" şeklindeki rivayeti, Resulullah (as)'e: "Musa, iki müddetten hangisini seçti" sorusunu; "En fazla ve en güzel olanını" şeklinde  cevaplandırması da Resulullah (as)'ın yaptığı tefsire örnektir. Ancak bu nevi rivayetlerin sahih kitaplarda geçtiği kesinlikle bilinmedikçe kaynak olarak güvenilmesi caiz değildir. Çünkü birçok hikâyeci ve uydurmacı kimseler bu tür rivayetlere çok şey katmışlardır.

 

Bu nedenle bu çeşit rivayetlerde Resulullah (as)'ın sözlerine çok fazla yalan katıldığı için tefsir kaynağı olarak araştırılması gereken haberlerdendir. Bu çeşit tefsir konusunda selef/ilk dönem alimler, yaptığı araştırmalar sonucunda elde ettiklerinin çoğunu tamamen inkâr etmişler. Bu nedenle müfessirlerin gelen rivayetlere güvenmedikleri ve gelen haberlerin sınırında kalmadıklarını, bilakis ictihadlarının kendilerini ulaştırdıkları şeye uyduklarını görürüz. Nassın belirlediği sınırda durmamışlardır.

 

Tefsir konusunda Resulullah (as)'den gelenlere Sahabeden gelenler de ilave edildi ve ortaya çıkan bu menkul tefsire daha sonra tabiinden tefsir hakkında gelen rivayetler de ilave edildi ve nakle dayanan bu türden tefsirde zamanla önemli bir birikim meydana geldi. Bu birikim hem Resulullah (a.s)'den, hem Sahabeden ve hem de Tabiin'den gelen nakillerin tamamını bünyesinde topladı. Böylece bu birikim yalnız başına tefsir olmaya yeterli hale geldi. Birinci asırda telif edilen tefsir kitapları adeta tefsirin bu çeşidi ile sınırlı kaldı.

 

2. Tefsir Kaynaklarından Biri de Görüştür

Bu, tefsirde ictihad olarak isimlendirilir. Müfessirler Arap dilini ve onun ifade ediliş şekillerini bildikleri gibi cahiliye şiirinde, düz yazıda vb konulara vukufiyetleri ile Arapça kelimeleri ve bu kelimelerin anlamlarını da biliyorlardı. Kendilerinde sahihliği kabul görmüş ayetin nüzul sebeplerine de vakıf olarak bu vasıtalara (Arapça ile alakalı bilgilere) önem vermek suretiyle kavrama gücünün ve ictihadının, müfessiri götürdüğü noktalara göre Kur'an ayetlerini tefsir ediyorlardı.

 

Rey ile Kur'an-ı tefsir etmek demek, ayet hakkında kişinin dilediğini ve nefsinin arzu ettiğini söylemesi demek değildir. Rey ile Kur'an'ı tefsir etmek demek, şiir, düz yazı Arap adetleri ve konuşmalarından meydana gelen cahili Arap edebiyatına dayanmak ve aynı zamanda Resulullah (as) zamanında cereyan eden olaylar, Nebi (as)'ın karşılaştığı düşmanlıklar, çekişmeler, hicret, harp, fitneler ve bu esnada ortaya çıkan olaylara karşı uygulanması gereken hükümlere Kur'an'ın verdiği cevapları da dikkate alarak Kur'an-ı tefsir etmektir.

 

Öyleyse rey ile Kur'an-ı tefsir etmekten kasıt, müfessirde Arap dili ve olaylar hakkında var olan bilgileri göz önünde bulundurarak Kur'an'ın cümlelerini anlamaktır. Ancak efendimiz Ali (r.a.)'nın söylemiş olduğu "Kur'an birçok anlamı taşır" sözünün anlamı, Kur'an-ı nasıl tefsir etmek istersen tefsir edebilirsin demek değildir. Bu ifadeden kasıt, bir kelime veya bir cümle birkaç yönden tefsir edilebilir. Ancak bu yönler cümlenin veya kelimenin taşıyabileceği anlamlarla sınırlıdır, kesinlikle bunların dışına çıkmaz. Buna göre rey tefsiri, kelimelerin taşıdığı anlamlarla sınırlı kalarak cümleleri anlamaktan ibarettir. Bunun için de rey tefsiri, ictihad ile tefsir şeklinde isimlendirilmiştir.

 

Müfessir olan Sahabeler rey ile tefsir yapıyorlar ve tefsirde birinci derecede buna itimat ediyorlardı. Sahabe tek bir kelimenin tefsirinde bile ihtilaf edebiliyorlardı. İbni Abbas, İbni Mesut ve Mücahid gibi müfessirlerden gelen rivayetler de onların tefsirde kendi anlayışlarına itimat ettiklerine delalet etmektedir. Örneğin müfessirler;

 

 6 ‰ì¢£ÀÛa ¢á¢Ø Ó¤ì Ï b ä¤È Ï ‰ ë ¤á¢Ø Ób rî©ß b ã¤ˆ  a ¤‡¡a ë

 

“Sizden kesin söz almış ve Tur'u tepenize dikmiştik”[386] ayetinde geçen ‰ì¢£ÀÛa "Tur" kelimesini müfessirler farklı şekillerde tefsir etmektedirler. Mücahid ‰ì¢£ÀÛa "Tur" kelimesini dağ olarak, İbni Abbas Tur dağı şeklinde, başkaları da ‰ì¢£ÀÛa "Tur"u sıradağlar olarak tefsir etmektedirler. Sıradağlar şeklinde yayılmamışsa Tur değildir" demişlerdir. Tefsirde varolan bu ihtilaf, nakilde var olan ihtilafın sonucu değil görüşte var olan ihtilafların sonucudur. ‰ì¢£ÀÛa "Tur" kelimesi gibi bir kelimede ihtilaflar meydana gelebildiğine göre kelimenin anlamı üzerinde değil de cümlenin delalet ettiği anlamda ortaya konan görüşte ihtilafların olması elbette ki doğaldır. Bu nedenle müfessirler, kelimelerin anlamları üzerinde ihtilaf ettikleri gibi ayetlerin anlamları üzerinde de ihtilaf etmişlerdir. Sahabe tefsiri, özellikle de meşhur müfessirlerin tefsirleri incelendiğinde onların tamamının tefsirde reye itimat ettikleri görülür.

 

Reye dayalı tefsirden sakınarak yalnızca nakle dayalı tefsir ile yetinen kimseler hakkında bazı kimselerin naklettikleri haberlere gelince:

 

Bunlar tefsiri istenen Arapça kelimeler ve ayetin nüzul sebebini oluşturan olaylar hakkında gerekli olan bilgileri elde edememiş yani tefsir malzemelerini henüz tamamlayamamış kimseler için söylenebilir. Yoksa yalnızca tefsir hakkında nakil olunan haberle sınırlı kalarak, insanların anlamaları için indirilmiş olan Kur'an-ı anlamaktan kaçınılamaz. Bu hususta varid olan nasslara dönüldüğünde bu sakınmanın sebebi açığa çıkmaktadır. Kur'an'dan bir şey sorulduğunda Said b. El Müseyyeb'in şöyle dediği rivayet olunur: Ben "Kur'an hakkında bir şey söylemiyorum." Bu ifade, rey ile Kur'an-ı tefsir etmeye karşı söylenmiş bir söz değil, sadece onun rey ile Kur'an-ı kaçınarak tefsir ettiğini gösteren bir ifadedir.

 

İbni Sirin der ki: Ebu Ubeyde'ye Kur'an'dan bir şey sorduğumda şöyle dedi: "Allah'tan kork sana doğruluk yaraşır. Kur'an'ın hangi şey hakkında indiğini bilenler bu dünyadan göçtüler."

 

Ebu Ubeyde'nin Sahabenin büyüklerinden olduğu herkes tarafından bilinmektedir. O, doğru hareket etmenin ve Kur'an'ın ne hakkında indiğini bilmenin gerekliliğine işaret etmektedir. Kur'an hakkında söz söylemekten sakınmanın ve takvanın sebebini Ebu Ubeyde sözünde şöyle ifade etmektedir: "Sana doğru olmak yakışır. Kur'an'ın ne için indiğini bilen kimseler bu dünyadan göçüp gittiler." Doğruluğun ve Kur'an'ın ne için indiğini öğrenmek maksadıyla araştırma yapanlar da görüşlerini ve ictihadlarını söyleyeceklerdir.

 

Bu nedenle tefsir konusunda Sahabenin iki gruba ayrıldığını söyleyemeyiz. Yani bir grup Sahabenin rey ile tefsir yapmaktan sakındığını ve diğer bir kısmın ise rey ile Kur'an-ı tefsir ettiğini söyleyemeyiz. Bilakis Sahabeler Kur'an-ı rey ile tefsir ettiklerini söylüyorlardı. Sahabe açıklamak istedikleri Kur'an'dan bir ayetin cümleleri veya kelimeleri hakkında kesin bir bilgiye sahip olmadan rey ile Kur'an-ı tefsir etmekten kaçınıyorlardı. Tabiin'de de durum aynıydı. Sahabe ve Tabiinden sonra gelenlerden bir kısmı bu sözleri duyduklarında bunları, rey ile Kur'an-ı tefsir etmekten sakındıran ifadeler olarak anladılar ve Kur'an hakkında rey ile bir şey söylemekten kaçındılar. Bir kısmı ise Sahabenin rey ile tefsir yaptığını görerek bunlar da rey ile tefsir yaptılar. Böylece tefsir alimleri iki kısma ayrılmış oldu:

 

1. Rey ile tefsirden sakınan ve yalnızca nakle dayalı tefsirle yetinenler

 

2. Rey ile tefsir yapanlar.

 

Ancak Sahabe ve Tabiin kesinlikle iki gruba ayrılmadılar. Onlar, Kur'an hakkında hem nakle hem de reye dayalı olarak bildiklerini söylüyorlardı. Bilgiye güvenmedikleri ve bilmedikleri sürece rey ile Kur'an hakkında bir şey söylemekten ise sakınıyorlar ve uzak duruyorlardı.

 

3. Biri de İsrailiyattır

Müslüman olduklarını söyleyip İslâm'a giren Yahudi ve Hıristiyanlar arasında Tevrat ve İncil hakkında bilgi sahibi olan kimseler de vardı. Özellikle de Yahudilerin çoğunluğu inanmayarak İslâm'a girdiler. Çünkü Yahudiler Hıristiyanlara oranla müslümanlara daha fazla kin ve düşmanlık besliyorlardı. Bu alimlerden (Tevrat ve İncil hakkında çok fazla bilgileri olanlardan) israiliyata ait birçok haber müslümanlara arasına sızdığı gibi ayetlerin açıklamasını tamamlamak için Kur'an tefsirine de sızdı. Böylece israiliyat, akılları ve eğilimleri etkisi altına aldı ve birçok Kur'an ayetini işitenler bu ayetler çevresinde israiliyatın etkisi ile sorular sormaya başladılar.

 

Ashab-ı Kehf'in köpeğinin kıssasını işittiklerinde köpeğin rengi nedir? dediler.

 

 ¤á¢Ø £Ü È Û ©é¡mb í¨a ¤á¢Øí©Š¢í ë ó¨m¤ì à¤Ûa ¢é¨£ÜÛa ¡ó¤z¢í  Ù¡Û¨ˆ × 6b è¡š¤È j¡2 ¢êì¢2¡Š¤™a b ä¤Ü¢Ô Ï

  æì¢Ü¡Ô¤È m

 

"Haydi, şimdi (öldürülen) adama, (kesilen ineğin) bir parçasıyla vurun" dedik. Böylece Allah ölüleri diriltir ve düşünesiniz diye size âyetlerini (Peygamberine verdiği mucizelerini) gösterir”[387] ayetini işittiklerinde onunla bazısına vurdukları şey nedir? diye sormaya başladılar.

 

b¦à¤Ü¡Ç b £ã¢† Û ¤å¡ß ¢êb ä¤à £Ü Ç ë b ã¡†¤ä¡Ç ¤å¡ß ¦ò à¤y ‰ ¢êb ä¤î m¨a ¬b ã¡…b j¡Ç ¤å¡ß a¦†¤j Ç a † u ì Ï

 

“Derken, kullarımızdan bir kul buldular ki, ona katımızdan bir rahmet (vahiy ve peygamberlik) vermiş, yine ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik”[388] ayetini okuduklarında: Musa ile buluşan ve ondan kendisine hayra götürecek şeyleri öğretmesini isteyen o salih kul kimdir? sorusunu sordular ve hızır kıssası da işte buradan çıktı. İşte böylece hikâyeler, Yahudilere ve Hıristiyanlara ait haberler peşpeşe sıralanıyor ve bunlar hakkında sorular soruluyordu. Bu türden olmak üzere salih Kulun öldürdüğü çocuğun kim olduğu, geminin ve onları misafir etmeyen köyün hangisi olduğu hakkında soruların var olduğu görülmektedir.

 

Yine Musa (a.s.) ile Şuayb (a.s.) kıssası hakkında, Nuh'un gemisinin büyüklüğü vb konular hakkında sorular sorulmaktaydı. Onların bu tür sorulara cevap vermeleri ve bu konudaki bilgileri elde etme arzuları, onları Tevrat'a ve Tevrat'ta bu konular hakkında yazılmış olan açıklamalara götürdü. İslâm'a iyi niyetle ve kötü niyetle giren Yahudilerden nakledilen haberler, hikâyeler, uydurma şeyler böylece tefsirlere sokuldu. Müslüman olan Hıristiyanlardan bir kısmı da İncil hakkındaki hikâyeleri ve haberleri tefsirlere soktular. Ancak bunlar Yahudilerin sokuşturduklarına oranla azdır.

 

İşte böylece hikâyeler ve haberler hakkında söylenen birçok şey, tefsirde büyük bir yığın meydana getirdiler. Hatta bunlar nakli tefsir olarak rivayet edilenleri de aştı. Birçok tefsir kitabı diğer ümmetlere ait haberler ve kıssalarla, israiliyatla dolup taştı. Bunları tefsirlere sokanların en meşhurları Ka'b-ul Ahbar, Vehb b. Münebbih, Abdullah b. Selam ve diğerleridir. İşte böylece israilliyat, kıssalar ve diğer haberler müfessirler nezdinde tefsir kaynaklarından bir kaynak haline geldi.[389]

 

 

 

11-Ümmetin Müfessirlere Olan İhtiyacı

 

 

Tefsir ilmi, şer'i bilgilerin en önemlilerinden sayılması nedeniyle, şer'i ilimlerin en üstün olanıdır. Bu nedenle her asırda ve her nesilde tefsir ilmine çok önem vermek gerekir. Daha önceki asırlarda var olmayan yeni yeni meseleler ortaya çıktığı için ümmet bugün de müfessirlere muhtaçtır. Bu nedenle ortaya çıkan yeni yeni meseleler, Kur'an-ı Kerim'de zikredilen genel prensiplerin kapsamı içerisine giriyorsa bunların hükmünün bilinmesi lazımdır. Veya daha sonra ortaya çıkan yeni olaylara bu cüzi hükümler uygulanabilir. Tefsir bütünlüğü içerisinde eski tefsirler metod, şekil ve sunuş bakımından bir nevi telif hükmündedirler. Eski eserlerin üslûbunda yazılmış olan bu tefsirleri, eski eserleri okumaya alışmış olan çok az sayıdaki insanların dışında bu neslin çocukları şevkle ve istekle okuyamamaktadır.

 

Bu nedenle fikri kitapları okur gibi aydın ve derin bir fikirle Müslümanların hatta Müslüman olmayanların bile tefsir okuma arzu ve isteğini artıracak bir üslupla yeniden tefsirlerin yazılması gerekir. Üstelik müfessirlerin Kur'an-ı Kerimi tefsir etmeye başladıkları dönem, felsefi kitapların Arapça’ya tercüme edilmesinden sonraki döneme rastladığı için felsefi fikirlerden etkilenmişlerdir. Haçlı savaşlarından sonraki gerileme dönemine gelindiğinde ise Kur'an ayetleriyle alakası olmayan tefsirden sayılmayan şeylerin öğrenilmesine büyük çabalar harcanarak tefsirlerin oluşumuna yol açıldı. Üstelik tefsirler İsrailiyatla doldu. Hatta İsrailiyat, tefsir kaynaklarından üçüncü bir kaynak haline geldi. Bu nedenle Kur'an'ın, Sahabeden nakledilen tefsirden de faydalanılarak ve Kur'an-ı anlamada ictihad açısını da kullanarak sahabenin tefsir metodu üzere tefsir edilmesi gerekir. Fakat Resulullah (as)'den tefsir olarak nakledilenler eğer sahih ise hadisten bir parça sayılırlar. Tefsir olarak itibar edilmez. Çünkü bu durumda Kur'an gibi teşrii nass sayılır ki bu da tefsir kapsamına girmez.

 

Ancak müfessirlerin tefsirde kullandıkları üslûba gelince: Bu üsluba, müfessirlerin anlama gücüne bağlıdır. Çünkü tefsir üslûbu, tefsirde kullanılan şekillerden bir şekildir. Bu, bir telif çeşidi olduğu için her müfessir, tefsir yaparken düzenleme, bölümlere ayırma ve sunma açısından uygun gördüğü bir üslûbu kullanır. Bu nedenle tefsirde telif üslûbunu açıklamak doğru değildir. Fakat tefsir metodunun açıklanması gerekir. İnceleme, araştırma ve düşündükten sonra bulduğumuz tefsir metodunu, Kur'an tefsirinin bu metoda göre yapılması için burada sunacağız.

 

Bu metot Kur'an gerçeğinin gerektirdiği bir metottur. Biz metot ifadesini kullandık, yani devamlı olarak kararlaştırılmış bir iş ifadesini kullandık da üslup ifadesini kullanmadık. Çünkü tefsir metodu, Kur'an-ı Kerimin işaret ettiği şer'i delillerin anlaşılmasında kullanılan ictihad metodu gibi bir metoddur. Bu nedenle tefsirin de bir metodu olması gerekir. Tefsir metodu, şer'i hüküm olmasından dolayı değil, kendisine bağlanılmasından dolayı bir metoddur. Çünkü metod hükümler cinsinden değildir. Kur'an-ı Kerim'in tefsirinde takip edilmesini uygun gördüğümüz bu metot şu şekilde özetlenebilir:

 

Kur'an tefsiri, Kur'an'ın cümlelerindeki kelimelerin anlamlarını ve cümle bütünlüğü içerisinde cümlelerin anlamlarını açıklamak demektir. Kur'an'ın tefsir metodunu öğreninceye kadar:

 

A- Kur'an vakıasının ortaya konulması ve öncelikle bütüncül bir şekilde Kur'an gerçeğini ortaya koyacak inceleme ve araştırmanın yapılması

 

B- Kelimeleri ve anlamları açısından bu vakıaya uyan şeylerin incelenmesi.

 

C- Sonra da Kur'an'la gelen konuların anlaşılması gerekir.

 

Kur'an gerçeğini, ona uyanları ve Kur'an'ın getirdiği konuyu bilmekle kişi, Kur'an tefsirinde takip edeceği metodu öğrenir. Böylece tefsir esnasında takip etmesi gereken güçlü bir yola ulaşır.

 

Şimdi bu hususları detayları ile inceleyelim

 

A-Kur'an Gerçeği: Kur'an Arap’çadır ve Arapça sözlerden ibarettir. Arapça kelam olması itibarı ile gerçeğini anlamak gerekir. Kelimelerinin Arapça kelimeler, cümlelerinin de Arapça kelimelerden meydana gelen cümleler olarak algılanması, kavranması gerekir. Cümlelerinde var olan kelimelerin ne şekilde (icaz, istiare, kinaye vs) kullanıldığını ve cümle bütünlüğü olarak da cümlelerin ne şekilde kullanıldığı kavranmalıdır. Arapça kelimelerde ve cümlelerde Arapça kullanım şekillerinden veya cümle kuruluşları açısından Arapça şekillerden meydana geldiği iyice bilinmelidir.

 

Üstelik Arapça'daki konuşma edebiyatı ve hitap edebiyatında var olan üstün zevke sahip Arapça metodu açısından Kur'an da var olan konuşma edebiyatı ve hitap edebiyatındaki üstün zevkin de kavranılması lazımdır. İşte bütün bunlar kavranıldığı zaman yani Arapça esasa tafsilatlı olarak tamamen vakıf olarak Kur'an vakıasını kavradığı zaman kişi tefsir yapabilir, aksi durumda ise yapamaz. Çünkü Kur'an-ı Kerimde bulunan bütün kelimeler ve ifade tarzları Arapça kelimelerdir ve Arapların aralarında konuşa geldikleri ifadelerdir. Onların kullandıkları dildir. Bundan kıl payı kadar bile fark yoktur.

 

Bu nedenle Kur'an, ancak bu anlayışla ve bu vakıasıyla tefsir edilebilir. Bu anlayış ve yaklaşıma sahip olunmadıkça hiçbir şekilde Kur'an'ın gerçek tefsirini yapmak mümkün değildir. Bu nedenle Kur'an tefsiri, Kur'an'ın Arapça olmasından dolayı Arapça vakıasını kavrayarak Arapça nasslardan bir nass ve Arapça niteliği kavranarak yapılabilir. Zira Allahu Teâla Kitabındaki şu ayetlerde Kur'an'ın Arapça olduğunu bildirmektedir.

 

 ó¨yì¢í b à¡Û ¤É¡à n¤b Ï  Ù¢m¤Š n¤a b ã a ë

 

“Ben seni seçtim. Şimdi vahyedilene kulak ver.”[390]

 

  å¡ß  Ú õ¬b u b ß  †¤È 2 ¤á¢ç õ¬a ì¤ç a  o¤È j £ma ¡å¡÷ Û ë 6¦b£î¡2 Š Ç b¦à¤Ø¢y ¢êb ä¤Û Œ¤ã a  Ù¡Û¨ˆ × ë

 ;§Öa ë ü ë §£ó¡Û ë ¤å¡ß ¡é¨£ÜÛa  å¡ß  Ù Ûb ß =¡á¤Ü¡È¤Ûa

 

“Ve böylece biz onu Arapça bir hüküm (hikmetli bir söz) olarak indirdik. Eğer sana gelen bu ilimden sonra, onların arzularına uyarsan, (işte o zaman) Allah tarafından senin ne bir dostun ne de koruyucun vardır.”[391]

 

Buraya kadar yaptığımız açıklamalar Kur'an gerçeğinin kavranması ve bu vakıaya/gerçeğe uyan Kur'an kelimeleri, anlamları yani lügat açısından yapılan bir açıklama idi.

 

B- Kur'an'ın getirdiği konu açısından açıklanmasına gelince: Kur'an'ın konusu; Allah tarafından gönderilen bir elçi aracılığı ile Allah'ın risaletinin insanoğluna ulaştırmaktır. Bu Kur'an içerisinde risaleti ilgilendiren her şey vardır. Bu hususları ana başlıkları ile şöylece özetlemek mümkündür:

 

a- Öğüt ve hatırlatma için; akaid, hükümler, müjde, korkutma ve kıssalar,

 

b- Kötülüklerden sakındırmak ve iyi amellere teşvik için; kıyamet sahneleri, cennet ve cehennemi tasvir,

 

c- İdrak için akli meseleler,

 

d- İman ve amel için aslı akla dayalı gaybi ve hissi hususlar,

 

e- Ve bunların dışında insanoğlu için risaletin gerektirdiği herşey vardır.

 

Resulün getirdiği metodun dışında dosdoğru bir şekilde bu hususlara vukufiyet mümkün değildir Özellikle de Allahu Teâla Kur'an'ın insanlara açıklaması için Resüle indirildiğini bildirmektedir.

 

 ¤á¡è¤î Û¡a  4£¡Œ¢ãb ß ¡b £äÜ¡Û  å¡£î j¢n¡Û  Š¤×¡£ˆÛa  Ù¤î Û¡a ¬b ä¤Û Œ¤ã a ë 6¡Š¢2¢£ŒÛa ë ¡pb ä¡£î j¤Ûb¡2

  æë¢Š £Ø 1 n í ¤á¢è £Ü È Û ë

 

“Apaçık mucizeler ve kitaplarla (gönderildiler). İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur'an'ı indirdik.”[392]

 

Resulün metodu/yolu sünnettir. Yani Resülden söz, fiil ve takrir şeklinde sahih olarak gelen rivayetler Resulün sünnetini, izlediği yolu oluşturur. Bu nedenle hem Kur'an tefsirine başlamadan önce hem de tefsir esnasında mutlaka Resülün sünnetini bilmek gereklidir. Çünkü Resulün sünnetini bilmeden Kur'an'ın konusunu bilmek mümkün değildir. Ancak bu bilgi, sünnetin senedini bilmekten daha çok sünnetin metnini şuurlu/uyanık bir şekilde bilmeyi gerektirmektedir. Yani bu bilgi sünnetin lafızlarını ezberlemeyle sınırlı kalan bir bilgi değil, insanın davranışlarını yönlendiren mefhumlar olarak sünnetin ifade ettiği düşünceleri derinlemesine düşünme şeklinde olmalıdır. Diğer bir ifade ile çıkardığı hadisin sıhhatine güvendiği sürece, hadisin ravilerini ve senedini bilmeye veya lafızlarının ezberlenmesine önem vermemek müfessire herhangi bir zarar vermez.

 

Müfessir için önemli olan hadisin delalet ettiği şeyleri kavramaktır. Çünkü tefsir, sünnetin kelimeleri, senedi ve ravileri ile ilgilenmeyip, sünnetin delalet ettikleri ile ilgilenir. Bu nedenle Kur'an-ı tefsir edebilmek için sünnetin çok iyi bir şekilde anlaşılması lazımdır. Buradan da açıkça görülmektedir ki Kur'an-ı tefsir edebilmek için her şeyden önce ve öncelikle detaylı bir şekilde Kur'an vakıasını, Kur'an kelimeleri ve anlamları açısından bu vakıaya uyan şeyleri incelemek, sonra da araştırılan konuyu iyice kavramak gerekir.

 

Ve yine tefsir için genel bir kavrayışın yeterli olmayacağını, bilakis bütünsel bir şekilde olsa bile hem ufak konularda hem de daha geniş kapsamlı konularda detaylı bir kavrayışa sahip olmak zorunludur. İşte bu genel kavrayışın tasavvur edilebilmesi için Kur'an'ın kelimeleri ve cümleleri, bu kelimeleri ve cümlelerin kullanımı açısından, Arapça yönüyle hitabında ve konuşmasındaki üstün edebiyatı açısından ve de Arapların konuşmalarında bilinen Arap lügatı açısından Kur'an gerçeğini tafsilatlı olarak kavranılmasını sağlayacak keyfiyete şer'i bir bakış açısı ortaya koymak işaret etmek istiyoruz:

 

1- Kelimeleri açısından Kur'an vakıasına gelince: Kur'an'da, gerçek ve mecazi anlamlarda müfredatların/ kelimelerin kullanıldığına şahit olmaktayız. Bazen hem sözlük anlamının hem de mecazi anlamın bir arada kullanıldığı görülmektedir. Her bir cümlede var olan karine ile kullanılan kelimeden ne kastedildiği bilinir. Bazen kelimenin sözlük anlamı terk edilir ve mecazi anlamı kullanılır. Bu durumda ise kullanılan kelime ile sözlük anlamı kastedilmez. Bazı ifadelerde ise müfredatın sözlük anlamından mecazi bir anlama çevrildiğini gösterecek bir karinenin bulunmaması nedeniyle mecazi anlamın kullanılmayıp yalnızca sözlük anlamın kullanıldığına şahit olmaktayız.

 

Yine bu arada Kur'an'da çeşitli ayetlerde hem sözlük anlamına hem de yeni şer'i anlamına uyan, gerçek sözlük ve mecazi anlamı dışında sözlük ve şer'i anlamlarında kullanılan müfredatlar da vardır. Hangi mananın kastedildiğini ise ayetin terkibi tayin eder. Veya yalnızca şer'i anlamında kullanılan sözlük anlamında kullanılmayan kelimeler vardır. Örneğin aşağıdaki ayette ( §ò í¤Š Ó) kelimesi yalnızca sözlük anlamında kullanılmıştır:

 

فَانْطَلَقَا حَتّى اِذَا اَتَيَا اَهْلَ قَرْيَةٍ اسْتَطْعَمَا اَهْلَهَا فَاَبَوْا اَنْ يُضَيِّفُوهُمَا فَوَجَدَا فيهَا جِدَارًا يُريدُ اَنْ يَنْقَضَّ فَاَقَامَهُ قَالَ لَوْ شِئْتَ لَتَّخَذْتَ عَلَيْهِ اَجْرًا

 

“Yine yürüdüler. Nihayet bir köy halkına varıp onlardan yiyecek istediler. Ancak köy halkı onları misafir etmekten kaçındılar. Derken orada yıkılmak üzere bulunan bir duvarla karşılaştılar. (Hızır) hemen onu doğrulttu. Musa: Dileseydin, elbet buna karşı bir ücret alırdın, dedi.”[393]

 

وَمَالَكُمْ لَاتُقَاتِلُونَ فى سَبيلِ اللّهِ وَالْمُسْتَضْعَفينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَاءِ وَالْوِلْدَانِ الَّذينَ يَقُولُونَ رَبَّنَا اَخْرِجْنَا مِنْ هذِهِ الْقَرْيَةِ الظَّالِمِ اَهْلُهَا وَاجْعَلْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ وَلِيًّا وَاجْعَلْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ نَصيرًا

 

“Size ne oldu da Allah yolunda ve "Rabbimiz! Bizi, halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla!" diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz!”[394]

 

Ancak şu ayetlerde ise ( ¡ò í¤Š Ô¤Ûa) kelimesi mecazi anlamda kullanılmıştır.

 

  æì¢Ó¡…b – Û b £ã¡a ë 6b èî©Ï b ä¤Ü j¤Ó a ¬ó©n £Ûa  Šî©È¤Ûa ë b èî©Ï b £ä¢× ó©n £Ûa  ò í¤Š Ô¤Ûa ¡3 ÷¤ ë

 

“(İstersen) içinde bulunduğumuz şehire (Mısır halkına) ve aralarında geldiğimiz kafileye de sor. Biz gerçekten doğru söylüyoruz."[395]

 

Kasabaya soru sorulamaz. Soru ancak kasaba halkına sorulabilir. Burada mecazi bir anlam vardır. Şu ayetteki "karye" kelimesinden kasıt da kasaba halkıdır.

 

 a¦†í©† ( b¦2b ¡yb ç b ä¤j b z Ï ©é¡Ü¢¢‰ ë b è¡£2 ‰ ¡Š¤ß a ¤å Ç ¤o n Ç §ò í¤Š Ó ¤å¡ß ¤å¡£í b × ë

 a¦Š¤Ø¢ã b¦2a ˆ Ç b ç b ä¤2 £ˆ Ç ë

 

“Rabbinin ve O'nun elçilerinin emrinden uzaklaşıp azmış nice memleketler vardır ki, biz onları (ahalisini) çetin bir hesaba çekmiş ve onları görülmemiş azaba çarptırmışızdır.”[396]

 

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا لَا تَقْرَبُوا الصَّلوةَ وَاَنْتُمْ سُكَارى حَتّى تَعْلَمُوا مَا تَقُولُونَ وَلَا جُنُبًا اِلَّا عَابِرى سَبيلٍ حَتّى تَغْتَسِلُوا وَاِنْ كُنْتُمْ مَرْضى اَوْ عَلى سَفَرٍ اَوْ جَاءَ اَحَدٌ مِنْكُمْ مِنَ الْغَائِطِ اَوْلمَسْتُمُ النِّسَاءَ فَلَمْ تَجِدُوا مَاءً فَتَيَمَّمُوا صَعيدًا طَيِّبًا فَامْسَحُوا بِوُجُوهِكُمْ وَاَيْديكُمْ اِنَّ اللّهَ كَانَ عَفُوًّا غَفُورًا

 

“Ey iman edenler! Siz sarhoş iken -ne söylediğinizi bilinceye kadar- cünüp iken de -yolcu olan müstesna- gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur veya bir yolculuk üzerinde bulunursanız, yahut sizden biriniz ayak yolundan gelirse, yahut kadınlara dokunup da (bu durumlarda) su bulamamışsanız o zaman temiz bir toprakla teyemmüm edin: Yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz Allah çok affedici ve bağışlayıcıdır”[397] ayetinde geçen (¡Á¡ö¬b Ì¤Ûa) kelimesi de mecazi anlamda kullanılan bir kelimedir. Çünkü (¡Á¡ö¬b Ì¤Ûa)kelimesi Arap lügatında alçak bir yer anlamına gelmektedir. Ayette ise kaza-i hacet anlamında mecazi olarak kullanılmıştır. Çünkü ihtiyacını gidermek isteyen kimse alçak bir yere gider. Böylece ayetlerde kullanılan kelimelerin mecazi anlamları ağırlık kazanmış ve sözlük anlamları unutulmuştur. Ancak;

 

سَمَّاعُونَ لِلْكَذِبِ اَكَّالُونَ لِلسُّحْتِ فَاِنْ جَاؤُكَ فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ اَوْ اَعْرِضْ عَنْهُمْ وَاِنْ تُعْرِضْ عَنْهُمْ فَلَنْ يَضُرُّوكَ شَيًْا وَاِنْ حَكَمْتَ فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ بِالْقِسْطِ اِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُقْسِطينَ

 

“Hep yalana kulak verir, durmadan haram yerler. Sana gelirlerse, ister aralarında hüküm ver, ister onlardan yüz çevir. Eğer onlardan yüz çevirirsen sana hiçbir zarar veremezler. Ve eğer hüküm verirsen, aralarında adaletle hükmet. Allah âdil olanları sever”[398] ayeti ve;

 

  æa Œî©à¤Ûa a뢊¡¤‚¢m ü ë ¡Á¤¡Ô¤Ûb¡2  æ¤‹ ì¤Ûa aì¢àî©Ó a ë

 

“Ölçüyü adaletle tutun ve eksik tartmayın”[399] ayetlerinde geçen ( ¡Á¤¡Ô¤Û) kelimesi ise sözlük anlamında kullanılmıştır, başka bir anlamı ifade etmez.

 

 =¤Š¡£è À Ï  Ù 2b î¡q ë

 

“Elbiseni tertemiz tut”[400] ayetinde de sözlük anlamı kullanılmıştır. Bu anlam, elbiseyi pislikten temizlemektir. Çünkü (Š¡£è À Ï) kelimesi sözlükte pis/pisliğin zıddı temizlik anlamına gelmektedir. Bir şeyi su ile temizlemek onu yıkamak demektir. (ŠèŸ aŠènë) kelimeleri pisliklerden temizlenmek demektir.

 

 6 æë¢Š £è À¢à¤Ûa ü¡a ¬¢é¢£ à í ü

 

“Ona ancak temizlenenler dokunabilir”[401] ayetinden sözlük anlamı olarak necaseti gidermek gibi bir anlam çıkarmak mümkün değildir. Çünkü mü'min necis değildir. Dolayısıyla burada sözlük anlamını kullanmak mümkün olmayacağına göre geride sadece abdestsizliği giderme anlamı kalır. Ayette geçen "temizlenin" kelimesi, abdestsizliği giderin, "arınmış/ temizlenmiş" kelimesi ise abdestli olanlar anlamına gelmektedir. Çünkü "taharet" kelimesi şer'an hem büyük hem de küçük pislikten kurtulmak anlamına gelmektedir. Resulullah (a.s) bir hadisinde:

 

4b Ó  á £Ü   ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü • ó¡j £äÛa ¡å Ç é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa  ó¡™  ‰ ¡óÜ Ç ¡å2¡«a ¤å  z ¤å Ç

P¥4¢ìÜ¢Ë ü¨ ë §ò Ó † • ü¨ë §‰¢ì袟 ¡Š¤î Ì¡2 ¡ò¨Ü •  éܨÛa ¢3 j¤Ô í ü

 

Hz.Hasan bin Ali (ra)'dan:Hz. Peygamber (as) şöyle  buyurmuş:

"Temizlik, (abdest) olmadan Allahu Teâla namazı, çalınan maldan zekatı kabul etmez."[402]

 

Allahu Teâla'nın:

 

 6ó¨£Ü • a ‡¡a a¦†¤j Ç =ó¨è¤ä í ô©ˆ £Ûa  o¤í a ‰ a

 

“Gördün mü şu men edeni. Namaz kılarken bir kulu (Peygamber'i namazdan)?”[403] ayetinde geçen (ó¨£Ü •) kelimesi şer'i anlamda kullanılmış bir kelimedir. Ancak;

 

 ¡é¤î Ü Ç a좣ܠ• aì¢ä ß¨a  åí©ˆ £Ûa b è¢£í a ¬b í 6¡£ó¡j £äÛa ó Ü Ç  æì¢£Ü –¢í ¢é n Ø¡÷¬¨Ü ß ë  é¨£ÜÛa  £æ¡a

 b¦àî©Ü¤ m aì¢à¡£Ü  ë

 

“Allah ve melekleri, Peygamber'e çok salevât getirirler. Ey müminler! Siz de ona salevât getirin ve tam bir teslimiyetle selam verin”[404] ayetindeki (  æì¢£Ü –¢í) kelimesinden kasıt ise sözlük anlamı olan duadır. Yine;

 

 a뢊¢×¤‡a ë ¡é¨£ÜÛa ¡3¤š Ï ¤å¡ßaì¢Ì n¤2a ë ¡¤‰ üa ó¡Ï a뢊¡' n¤ãb Ï ¢ñì¨Ü £–Ûa ¡o î¡š¢Ó a ‡¡b Ï   æì¢z¡Ü¤1¢m ¤á¢Ø £Ü È Û a¦Šî©r ×  é¨£ÜÛa

 

“Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfundan isteyin. Allah'ı çok zikredin; umulur ki kurtuluşa erersiniz”[405] ayeti ile;

 

 ó¨Ü Ç ¤Š¡j¤•a ë ¡Š Ø¤ä¢à¤Ûa ¡å Ç é¤ãa ë ¡Ò뢊¤È à¤Ûb¡2 ¤Š¢ß¤a ë  ñì¨Ü £–Ûa ¡á¡Ó a  £ó ä¢2 b í

 7¡‰ì¢ß¢üa ¡â¤Œ Ç ¤å¡ß  Ù¡Û¨‡  £æ¡a 6 Ù 2b • a ¬b ß

 

“Yavrucuğum! Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere sabret. Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir”[406] ayetlerinde ve içerisinde (  ñì¨Ü £–Ûa) lafzının geçtiği Kur'an'daki bütün ayetlerde bu kelime ancak şer'i anlamında kullanılmıştır. Bu ise namaz kılmayı ifade eder. Bu açıklamalar Kur'an'da geçen (kelimeler) müfredatlar açısından yapılan izahatlardı.

 

2- Cümleleri açısından ise durum şudur: Bilindiği üzere Arapça, çeşitli anlamlara delalet eden kelimelerden meydana gelmektedir. İster cümledeki ferdi anlamları açısından olsun ister topluca cümle anlamı açısından olsun cümlelerde var olan bu kelimeleri incelediğimiz zaman bunların tamamının iki halden meydana geldiği görülür.

 

a- Mutlak anlamlara delalet eden mutlak ibareler ve lafızlar olması yönünden ona bakmak ki bu da asli anlamlara delalet etmesi demektir.

 

b- Mutlak ibarelere ve lafızlara yardımcı olan anlamlara delalet eden ibareler ve lafızlar olması yönünden bakmak ki bunlarda başkasına tabi olan delaletlerdir.

 

Birinci gruptakiler, mutlak anlamlara delalet eden mutlak ibarelerden ve lafızlardan meydana gelen terkiplerdir. Müfredatlar açısından lügatte, (åîÇ) “ayn,” (‰…†G) “kader,” (êë‰) “ruh” ve buna benzer kelimeler gibi ortak anlamları olan müfredatlar (áÇ‹ë åà  ñ‰ìÓë †ªa  ïîmªaë õbu) gibi eşanlamlı müfredatlar vardır. Hayz için kullanılan fakat temizlik anlamına gelen (õŠÓ) kelimesi gibi zıt anlamlar içeren kelimeler de vardır.

 

Aynı şekilde destekleme ve yardım anlamlarında kullanılan kelimesi kınama ve cezalandırma vb anlamlara da gelmektedir. Bu nedenle cümle içerisinde geçen kelimenin bu anlamlardan hangi anlama geldiğini bilmek için cümleyi anlamak gerekir. Sadece sözlüklere müracaat etmekle kelimenin anlamını kavramak mümkün değildir. Bilakis bu kelimenin içerisinde geçtiği cümleyi çok iyi bir şekilde anlamak lazımdır. Çünkü bir kelimeden kastedilen manayı belirleyen şey, cümledir. Kelimeler için geçerli olan durum cümleler için de geçerlidir. Çünkü cümleler, içerisinde bulunan lafızlar nedeniyle mutlak anlamlara delalet eden mutlak ifade tarzlarıdır. Bunlar kelimelerin asli manalarıdır. Bu manalardan başka anlamlara delalet edecek karineler bulunmadıkça asli anlamlar esastır. Bu konuda Kur'an'da birçok örnek bulunduğu için burada yeniden örnekler vermeye gerek yoktur.

 

İkinci kısma gelince: Bunlar, mutlak ibarelere ve lafızlara yardımcı anlamlara delalet eden ibareler ve lafızlardır. Zira cümlede var olan her haberin cümlede neyi kastettiğinin açıklanması gerekir. Cümle, haber verenin ve kendisinden haber verilenin ve bizzat haberin durumunu ifade edecek şekilde kurulur. Cümlenin ifade ettiği mana, izah, ihfa, icaz, itnab vb üslûb çeşitleri gözönünde bulundurularak fark edilir. Örneğin kendisinden haber (özneye) verilene değil de habere önem verildiğinde (†í‹ âbÓ)  denir. Eğer önemli olan özne ise, yani kendisinden haber verilen ise (âbÓ †í‹) denir. Bir soruyu cevaplandırmada veya sorunun cevabı olması durumunda ise (âbÓªa †í‹ æa) denir. İnkari bir cevapta ise (âbÓªa †í‹ æa éÜÛë) Zeydin kalkmasını beklemekte olan bir kimseye haber vermede ise (†í‹ âbÓ †G)  denir. Bunlar gibi Arapça nasslara dikkat etmek gerekir.

 

Kur'an-ı Kerim bu iki hususu bünyesinde toplamaktadır. Kur'an'da bir taraftan mutlak anlamlara delalet eden mutlak ibareler ve lafızlar yer alırken aynı zamanda mutlak anlamlara yardımcı olan manalara delalet eden mukayyed ibareler ve lafızlar da yer almaktadır. Bu üsluplar çeşitli belagat şekilleriyle kendini göstermektedir. Kur'an'daki bir surede veya çeşitli surelerde tekrar eden ayetler ve ayetin bölümleri yardımcı anlamların en belirgin olanlarıdır Kur'an'da tekrarlanan nasslar ve cümleler de böyledir. Tekid çeşitlerinden bir çeşidin kullanılması veya cümlenin geliş ve gidiş çeşitlerinden biri olması ve olumsuzluk ifade eden soru üsluplarından olmak üzere ve daha başka sebeplerle Kur'an'da haberin mübtedadan önce geldiği ifadeler anlam çeşitlerinin en üstün olanlarını içermektedir.

 

Bir ayetin veya ayette bir parçanın, cümlenin veya bir kıssanın bir bölümünün bazı sûrelerde belli bir şekilde ifade edilirken bir başka sûrede daha farklı bir şekilde ifade edildiğini, bir başka yerde ise üçüncü bir şekilde ifade edildiği görülmektedir. Haberin mübtedadan önce gelmesi, haberin te'kidi, normal olarak zikredilmesi gereken bir cümlenin bir kısmını zikredilerek diğer bir kısmının zikredilmemesi gibi asıl konumundan farklı bir şekilde kullanılan ifade tarzlarına Kur'an'da ancak, ayette var olan ibarelerin ve lafızların içerdiği mutlak anlamlara hizmet eden anlamları var etmek için rastlamak mümkündür. Böylesi durumların dışında ise asli konumunun dışında kullanılan ibarelere rastlanmaz.

 

Bu açıklamalar; ister cümlelerde kullanılan kelimelere bakış açısından olsun isterse genel olarak cümleler yönünden olsun, belirli anlamlara delalet eden kelimelerin Arap lügatındaki kelamı tesis etmesi yönünden ve belirli anlamlara delalet eden lafızların Kur'an'daki kelamı tesis etmesi yönünden yapılan açıklamalardı.

 

3- Ancak cümlelerdeki kelimelerin kullanım şekli veya cümlelerin kullanımı açısından meselenin ele alınmasına gelince: Muhakkak ki Kur'an bu konuda dilleri üzere Kur'an'ın indiği Arapların alışageldiği üsluplar içerisinde inmiştir. Araplar için Kur'an mucize olmakla beraber, Kur'an'da sözün kullanım şekli açısından Arapların kullana geldikleri örfün dışında bir değişiklik yoktur. Bu yönüyle Kur'an, Arapların alışageldikleri durumun aynıdır. Arapların alışageldikleri duruma dönüldüğünde, cümlelerin anlamlarını korumak hedeflendiğinde kesinlikle kelimelere olduğu gibi bağlı kalmaya önem vermedikleri, görülmektedir. Yeter ki anlatılmak istenen mana korunabilsin.

 

Bununla birlikte, belirli kelimelerin kullanıldığında en ince ve en mükemmel anlamın yerine getirileceği söz konusu olduğunda ise hedeflenen anlamları gerçekleştirmek için en ince ve uygun anlamları ifade eden lafızlarda değişiklik yapmayı da doğru bulmamaktadırlar. Onlara göre bu iki durumdan biri mutlak olarak bağlayıcı değildir. Bilakis bazen lafızlara bakmadan yalnızca anlamlar cümlelere yüklenirken bazen da anlamlar cümledeki lafızlara yüklenir. Araplar, hedeflenen anlam doğru ifade ediliyorsa birbirine yakın kelimelerle veya eşanlamlı kelimelerle anlamı ifade ederlerdi.

 

Birbirine eş anlamlı olan veya birbirine yakın kelimelerin kullanılması ile anlamlar zenginleştirilmiştir. Nitekim Kur'an kıraatlarında Fatiha suresindeki 6¡åí©£†Ûa ¡â¤ì í ¡Ù¡Ûb ß ayeti 6¡åí©£†Ûa ¡â¤ì í ¡Ù¡Û ß şeklinde; ¤á¢è ¢1¤ã a ¬eü¡a  æì¢Ç †¤‚ íb ß ë ayeti ¤á¢è ¢1¤ã a ¬eü¡a æìÇ…b‚í bßë farklı şekillerde okunmaktadır.

 

Yine belli bir anlamın ifade edilmesi ancak belirli bir kelimenin kullanılması ile gerçekleşiyorsa sözcüklere olduğu gibi bağlı kalmak da Arapların yapa geldikleri hususlardandır.

 

Ancak tekil anlamların açıklanmasını korumak veya korumamak açısından konuya gelince: Hitapta, söylenen anlamlara önem vermek, Arapların alışageldikleri en büyük maksatlardandır. Buna binaen Araplar ancak anlamlara önem vermekte ve sözcükler de ancak anlamlara elverişli olacak şekilde seçilmektedir. Bu arada yalnızca toplu olarak manayı gerçekleştirmek hedeflendiği zaman, cümlenin anlamına önem vermemekle beraber müfredatların/tek tek kelimelerin anlamlarına önem vermeye yönelmek gerekir. Eğer cümledeki birleşik mana kastedilecekse o takdirde okuyucunun cümledeki birleşik manayı yanlış anlamaması için kelimenin tekil anlamıyla iktifa edilir. Kur'an'ı-ı Kerim bu üslûbu kullanmıştır. Çeşitli ayetlerde buna ait örnekler vardır.

 

Ayrıca Kur'an, konuşma esnasında kullandığı ifadelerde üstün edebi üsluplar kullanmaya özen gösterir. Kur'an hikâye veya talimat türünde bazen kullardan Allah'a bazen de Allah'tan kullara seslenen bir üslûb ile gelmiştir. Allah'tan kullara seslenen bir hitap ile geldiğinde, kulun kendisinden uzak olduğunu ifade etmek için uzaklık ifade eden nida edatını bizzat cümlede zikreden bir hitap ile gelmiştir. Örneğin:

 

 ¡æë¢†¢j¤Çb Ï  ôb £í¡b Ï ¥ò È¡a ë 󩙤‰ a  £æ¡a a¬ì¢ä ß¨a  åí©ˆ £Ûa  ô¡…b j¡Ç b í

 

“Ey iman eden kullarım! Şüphesiz, benim arzım geniştir. O halde (nerede güven içinde olacaksanız orada) yalnız bana kulluk edin.”[407]

 

  £æ¡a ¡é¨£ÜÛa ¡ò à¤y ‰ ¤å¡ß aì¢À ä¤Ô mü ¤á¡è¡¢1¤ã a ó¬¨Ü Ç aì¢Ï Š¤ a  åí©ˆ £Ûa  ô¡…b j¡Ç b í ¤3¢Ó

 ¢áî©y £ŠÛa ¢‰ì¢1 Ì¤Ûa  ì¢ç ¢é £ã¡a b6¦Èî©à u  lì¢ã¢£ˆÛa ¢Š¡1¤Ì í  é¨£ÜÛa

 

“De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”[408]

 

a6¦†¡Ø ã ü¡a ¢x¢Š¤‚ íü  s¢j  ô©ˆ £Ûa ë 7©é¡£2 ‰ ¡æ¤‡¡b¡2 ¢é¢mb j ã ¢x¢Š¤‚ í ¢k¡£î £ÀÛa ¢† Ü j¤Ûa ë

 ; æë¢Š¢Ø¤' í §â¤ì Ô¡Û ¡pb í¨üa ¢Ò¡£Š –¢ã  Ù¡Û¨ˆ ×

 

“Rabbinin izniyle güzel memleketin bitkisi (güzel) çıkar; kötü olandan ise faydasız bitkiden başka birşey çıkmaz. İşte biz, şükreden bir kavim için âyetleri böyle açıklıyoruz.”[409]

 

"Ey insanlar" "Ey iman edenler" gibi Allah'ın kullara seslenişini ifade eden ayetler vardır. Kulların Allah'a seslenişini ifade eden ayetler ise nida harfi kullanılmadan gelmiştir.

 

لَا يُكَلِّفُ اللّهُ نَفْسًا اِلَّا وُسْعَهَا لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَااكْتَسَبَتْ رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسينَا اَوْ اَخْطَاْنَا رَبَّنَا وَلَا تَحْمِلْ عَلَيْنَا اِصْرًا كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذينَ مِنْ قَبْلِنَا رَبَّنَا وَلَا تُحَمِّلْنَا مَا لَا طَاقَةَ لَنَا بِه وَاعْفُ عَنَّا وَاغْفِرْ لَناَ وَارْحَمْناَ اَنْتَ مَوْلينَا فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرينَ

 

“Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. Herkesin kazandığı (hayır) kendine, yapacağı (şer) de kendinedir. Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işler de yükleme! Bizi affet! Bizi bağışla! Bize acı! Sen bizim mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!”[410]

 

رَبَّنَا اِنَّنَا سَمِعْنَا مُنَادِيًا يُنَادى لِلْايمَانِ اَنْ امِنُوا بِرَبِّكُمْ فَامَنَّا رَبَّنَا فَاغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَكَفِّرْ عَنَّا سَيِّاَتِنَا وَتَوَفَّنَا مَعَ الْاَبْرَارِ

 

“Ey Rabbimiz! Gerçek şu ki biz, "Rabbinize inanın!" diye imana çağıran bir davetçiyi (Peygamberi, Kur'an'ı) işittik, hemen iman ettik. Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, ruhumuzu iyilerle beraber al, ey Rabbimiz!”[411]

 

 ¢lb £ç ì¤Ûa  o¤ã a  Ù £ã¡a 7¦ò à¤y ‰  Ù¤ã¢† Û ¤å¡ß b ä Û ¤k ç ë b ä n¤í † ç ¤‡¡a  †¤È 2 b ä 2ì¢Ü¢Ó ¤Î¡Œ¢mü b ä £2 ‰

 

“(Onlar şöyle yakarırlar:) Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla. Lütfu en bol olan sensin.”[412]

 

İşte bütün bu ayetler, Allah'ın kuluna yakın olduğunu hissetmesi için, uzaklığı ifade etmek için kullanılan nida edatı olan ()  sız gelmiştir. Çünkü () harfi tembih edatıdır. Kul nida esnasında tenbih edilmeye muhtaçtır. Allah ise asla böyle değildir.

 

Yine açık olarak anlatılmasından haya duyulan hususlarda net ifadeler kullanmak yerine kinaye ifadeleri kullanan Kur'anı Kerimde edebi üstünlüğe ve edep ölçülerine azami derecede riayet edilmiştir. Kur'an-ı Kerim'de cinsi ilişkiyi anlatırken açık ifadeler kullanmak yerine kinaye olarak elbise tabiri kullanılmıştır. Bu konuyu Allahu Teâla şöyle ifade etmektedir:

 

   6 £å¢è Û  ¥b j¡Û ¤á¢n¤ã a ë ¤á¢Ø Û ¥b j¡Û  £å¢ç

 

"Onlar sizin için siz de onlar için bir libassınız."[413]

 

Ve devamla;

 

  Ù¤Ü¡m 6¡†¡ub  à¤Ûa ó¡Ï = æì¢1¡×b Ç ¤á¢n¤ã a ë  £å¢ç뢊¡(b j¢m ü ë

 

"Mescidlerde itikafta bulunduğunuz zaman kadınlarınıza yaklaşmayın.”[414]

 

Kaza-i haceti ifade ederken de kinaye olarak;

 

 6 âb È £ÀÛa ¡æ5¢×¤b í b ãb ×

 

“Her ikisi de yemek yiyorlardı.”[415]

 

Yine Kur'an-ı Kerim durumun gerektirdiği ölçüler içerisinde kula nisbet ederek üçüncü şahsa hitaptan hazır olana yani ikinci şahsa hitap haline gelen bir edebi üslûba yönelerek bir şeye dikkat çekmektedir. Tıpkı Allahu Teâla'nın şu ayetinde olduğu gibi:

 

 6¡åí©£†Ûa ¡â¤ì í ¡Ù¡Ûb ß =¡áî©y £ŠÛa ¡å¨à¤y £ŠÛ a = åî©à Ûb È¤Ûa ¡£l ‰ ¡é¨£Ü¡Û ¢†¤à z¤Û a

 

“Hamd, Din gününün sahibi, Rahman, Rahiym ve alemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.”  Hitap üçüncü ayetten sonra üçüncü şahıstan direkt olarak ikinci şahsa yönelmektedir.

 

 6¢åî©È n¤ ã  Úb £í¡a ë ¢†¢j¤È ã  Úb £í¡a

 

“Yalnız sana ibadet eder yalnız senden yardım dileriz.”[416]  Yine Allahu Teâla'nın şu sözü de böyledir:

 

هُوَ الَّذى يُسَيِّرُكُمْ فِى الْبَرِّ وَالْبَحْرِ حَتّى اِذَا كُنْتُمْ فِى الْفُلْكِ وَجَرَيْنَ بِهِمْ بِريحٍ طَيِّبَةٍ وَفَرِحُوا بِهَا جَاءَتْهَا ريحٌ عَاصِفٌ وَجَاءَهُمُ الْمَوْجُ مِنْ كُلِّ مَكَانٍ وَظَنُّوا اَنَّهُمْ اُحيطَ بِهِمْ دَعَوُا اللّهَ مُخْلِصينَ لَهُ الدّينَ لَئِنْ اَنْجَيْتَنَا مِنْ هذِه لَنَكُونَنَّ مِنَ الشَّاكِرينَ

 

“Sizi karada ve denizde gezdiren O'dur. Hatta siz gemilerde bulunduğunuz, o gemiler de içindekileri tatlı bir rüzgârla alıp götürdükleri ve (yolcular) bu yüzden neşelendikleri zaman, o gemiye şiddetli bir fırtına gelip çatar, her yerden onlara dalgalar hücum eder ve onlar çepeçevre kuşatıldıklarını anlarlar da dini yalnız Allah'a halis kılarak: "Andolsun eğer bizi bundan kurtarırsan mutlaka şükredenlerden olacağız" diye Allah'a yalvarırlar.”[417]

 

Yine;

 

 6ó¨à¤Ç üa ¢ê õ¬b u ¤æ a =ó¨£Û ì m ë   j Ç

 

“Yanına âmâ bir kimse geldi diye hoşlanmadı ve yüzünü çevirdi”[418] ayetinin muhatabı doğrudan doğruya Resulullah (as) olduğu halde ayet üçüncü şahsa hitap eder bir üslûb ile gelmektedir. Ardından gelen ayette ise hitap doğrudan doğruya Rasüle yönelerek şöyle demektedir:

 

 =ó¨£× £Œ í ¢é £Ü È Û  Ùí©‰¤†¢í b ß ë

 

“(Ey habibim) Ne bilirsin belki de o arınacak.”[419]

İkinci şahıstan üçüncü şahsa ve üçüncü şahıstan birinci şahsa dönüşüm şeklinde görülen bu üslûb yüksek edebi inceliği korumak için kullanılmaktadır. Hitap üslûbunda üçüncü şahıstan birinci şahsa yönelme, ya ikinci anlamı kuvvetlendirmek için kullanılır veya hitap ile karşılaşılan üçüncü şahsa yönelik anlamı hafifletmek yani ona daha yumuşak bir üslûbla hitap etmek için kullanılır.

 

Allah'a şükrederken ve ona övgülerde bulunurken edep üçüncü tekil şahıs üslûbunu kullanmayı gerektirdiğini, ibadet ve güçsüzlüğü, zayıflığı açığa çıkarma anında ise ikinci şahıs zamiri ile hitapta bulunmanın hitap edebine daha uygun olduğunu görebiliyor musun? Üçüncü şahıs üslûbu ile kınamada bulunmak kınanan kimseye daha hafif geldiği gibi muhatap açısından istifham üslûbunu kullanmak daha da uygundur. Her şeyin yaratıcısı Allahu Teâla olduğu halde ayetlerde hayrın yaratıcısı olduğunu ifade ederken şerri zatına nisbet etmeyi terk ederek aynı zamanda bize de konuşma üslûbunu öğretmektedir;

 

قُلِ اللّهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِى الْمُلْكَ مَنْ تَشَاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَاءُ وَتُعِزُّ مَنْ تَشَاءُ وَتُذِلُّ مَنْ تَشَاءُ بِيَدِكَ الْخَيْرُ اِنَّكَ عَلى كُلِّ شَىْءٍ  قَديرٌ

 

“(Resûlüm!) De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin.”[420]

 

Ayet dikkatlice okunduğunda cümlenin gelişi "şer" senin elindedir ifadesini kullanmaya da uygun olduğu halde Allahu Teâla edeben şer ifadesini kullanmamıştır. Çünkü bu nassta insanın adlandırmasına göre Allah'ın fiiline hayır ve şer nisbet edilmektedir. Mülk sahip olmak, izzet ve şeref, insan açısından hayırdır. Zelil olma ve mülkün elinden alınması ise insan açısından şerdir. Allahu Teâla ise bunların hepsini elinde bulunduranın kendisi olduğunu bildirmektedir. Ve ayet;

 

قُلِ اللّهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِى الْمُلْكَ مَنْ تَشَاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَاءُ وَتُعِزُّ مَنْ تَشَاءُ وَتُذِلُّ مَنْ تَشَاءُ بِيَدِكَ الْخَيْرُ اِنَّكَ عَلى كُلِّ شَىْءٍ  قَديرٌ

 

“(Resûlüm!) De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin”[421] ifadesi ile sona ermektedir. Bu ifade ise hem hayrı hem de şerri kapsayan bir ifadedir. Bununla Allahu Teâla bize hitap edebi ile nasıl edepleneceğimizi öğrenmemiz için şerri zikretmeden hayır senin elindedir ifadesiyle yetinmiş ve şer senin elindedir dememiştir. Bu tür edebi üslûb onların bildiği ve haberdar olduğu yüce ve edebi bir hitap şekli olup konuşmalarında buna riayet etmişlerdir. Şiirlerinde ve hitaplarında bu üslûbu kullanmışlardır.

 

Kur'an'da sözcüklerinde ve ibarelerinde Arapların kullandıkları lafızlara ve ibarelere göre ve konuşmalarında alışageldikleri üslûblara göre gelmiştir ve kıl kadar bile o üslûptan ayrılmamaktadır. Kur'an-ı Kerim en beliğ bir üslûpla Arapların kullandıkları en üst seviyedeki edebi üslupların tamamını kuşatmaktadır. Kur'an sırf Arapça bir kitaptır. Arapça olmayan hiçbir dilin Kur'an'da yeri yoktur. Bu nedenle Kur'an-ı anlamak isteyen herhangi bir kimsenin Arapça’yı bilmesi gerekir. Arap lisanından başka bir dille Kur'an-ı anlamak mümkün değildir. Bu nedenle Kur'an, ibareleri ve lafızları açısından, bu ibarelerin ve lafızların müfredatlara ve cümlelere delaletleri açısından mutlak suretle Arap lisanını bilmeyi ve ona göre anlamayı gerekli kılar. Arap lisanının gösterdiği doğrultuda ve gerektirdiği ölçüler içerisinde Kur'an tefsir edilir.

 

Kur'an-ı Kerimi Arap lisanının gerektirdiği ölçülerin dışında tefsir etmeye kalkışmak caiz değildir. Bunun metodu da güvenilir bir nakil yoluyla katıksız Arap olan, Arapça’yı çok çok fasih konuşabilen ve zaptına (ezberine telafuzzuna) güvenilen kimselerden gelen rivayetleri dikkate almaktır.

 

İşte bu esaslara göre Kur'an'daki müfredatlar ibareler ve lafızlar Arap lügatının belirlediği sınırlar çerçevesinde tefsir edilir. Bu ölçülerin dışında tefsiri ise mutlak suretle caiz değildir. Arap dili açısından Kur'an tefsirinin gerektirdiği hususlar bunlardır.

 

C- Namaz, oruç, faizin haram ve alışverişin helal olması gibi şer'i hükümler, meleklerin ve şeytanların varlığı gibi düşüncelerden oluşan şer'i anlamlar açısından Kur'an tefsirine gelince: Kur'an'ın bir çok ayetlerinin mücmel olarak geldiği ve Rasülün onu açıklığa kavuşturduğu, genel olarak geldiği ve Rasülün özelleştirdiği, mutlak olarak geleni de mukayyet yaptığı sabittir. Kur'an-ı Kerimde, Kur'an-ı açıklayacak olanın Resül (as) olduğunu Allah-u Teâla şu ayette açıkça bildirmektedir.

 

 ¤á¢è £Ü È Û ë ¤á¡è¤î Û¡a  4£¡Œ¢ãb ß ¡b £äÜ¡Û  å¡£î j¢n¡Û  Š¤×¡£ˆÛa  Ù¤î Û¡a ¬b ä¤Û Œ¤ã a ë 6¡Š¢2¢£ŒÛa ë ¡pb ä¡£î j¤Ûb¡2

  æë¢Š £Ø 1 n í

 

“Apaçık mucizeler ve kitaplarla (gönderildiler). İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur'an'ı indirdik.”[422]

 

Bu açıdan Kur'an-ı tefsir edebilmek için Resul (as)'ın, Kur'an'ın müfredatları ve cümlelerin anlamları hakkında söylediği açıklamalara vakıf olmak gerekir. Bu açıklamalar tafsil, tahsis, takyid ve diğer hususlarda olması fark etmez. Bu nedenle Kur'an-ı anlayabilmek için Kur'an'la ilgili sünneti yani mutlak olarak sünneti kesinlikle bilmek gerekir. Çünkü sünnet Kur'an'ın açıklamasıdır. Kur'an'daki hükümlerin ve düşüncelerin anlamları ancak sünnetle bilinir.

 

Bu nedenle Kur'an-ı Kerimi tam olarak anlayabilmek için yalnızca Arapça’yı iyi bir şekilde bilmek yeterli değildir. Kur'an-ı tam olarak anlayabilmek için Arapça ile birlikte sünneti de bilmek gereklidir. Her ne kadar Kur'an'ın lafızları ve ibareleri açısından, müfredatların ve cümlelerin delalet ettiği anlamları anlayabilmek için dönülmesi gereken tek kaynak Arapça olsa da durum değişmez. Zira Kur'an'ı tam olarak anlayabilmek için Arapça sünnet ikilisinin bir arada bulunması kaçınılmaz bir gerçektir. Dolayısıyla Kur'an'ı tefsir etmek isteyen kimse hem Arapça’yı hem de Kur'an tefsiri ile ilgili sünneti çok iyi bilmelidir. Kur'an'ı anlamak ve tefsir etmek için sünneti ve Arapça’yı temel vasıta olarak kabul etmek gereklidir.

 

Nebiler, Resuller ve geçmiş ümmetler hakkında Kur'an'da geçen kıssalara gelince: Bu konular hakkında eğer sahih bir hadis varsa alınır. Sahih bir hadis yoksa Kur'an ayetlerinin bildirdiği kadarıyla yetinilir. Bu iki kaynağın dışından herhangi bir şey almak doğru değildir. Kur'an'da geçen kıssaları anlatan müfredatları ve cümleleri anlayabilmek için Tevrat'a ve İncil'e müracaat etmeye yol yoktur. Bu müfredatların ve cümlelerin anlaşılmasında Tevrat'ın ve İncil'in hiçbir ilgisi, rolü yoktur. Kur'an'daki bu konularla ilgili manaları Kuran'ın açıkça belirttiği Tevrat ve İncil değil Resul (as) açıklamıştır.

 

Bu nedenle Kur'an'ın manalarını anlamada Tevrat'a ve İncil'e müracaat etmeye veya onlardan faydalanmaya asla gerek yoktur. Çünkü Kur'an bize yalnızca Resule müracaat etmemizi emretmektedir. Peygamber (as)'ın Kur'an-ı açıkladığını bize haber vermektedir. Tevrat'a ve İncil'e müracaat etmekle emrolunmadık. Kur'an'daki kıssaları ve geçmiş ümmetlerle ilgili haberleri anlamak için Tevrat'a ve İncil'e müracaat etmemiz caiz de değildir. Aynı şekilde Tevrat ve İncil'in dışındaki tarih kitaplarına müracaat etmemize de yol yoktur. Çünkü konu, kıssaların açıklanması şerh edilmesi değildir ki bunlar, (Tevrat, İncil ve diğer tarih kitapları) bu kıssaların doğruluğunu ortaya koymada daha geniş bir kaynak oluşturmaktadırlar denilsin.

 

Asıl konu alemlerin Rabbi Allah'ın kelamı olduğuna inandığımız muayyen nassların açıklanmasıdır. Öyleyse, geldiği lisanın gerektirdiği ölçüler, kurallar çerçevesinde ve Resül (as)'ın terimleştirdiği şer'i ıstılahların gösterdiği sınırda durmak gerekir. Zira insanlara açıklaması için Kur'an'ın Resüle indirildiğini Allahu Teâla bildirmektedir. Buradan hareketle, Tevrat'tan, İncil'den veya tarih kitaplarından ve başka yerlerden tefsire girmiş olanların tamamını tefsirden söküp atmak gerekir. Aksi takdirde ise bunların Allah'ın kelamına ait manalar olduğu ve Alemlerin Rabbinin kelamının manaları ile alakalı olduğundan şüphe olmadığı şeklindeki bir iddia ile Allah'a iftira edilmiş olur.

 

Eskilerden ve yenilerden birçoklarının Kur'an-ı Kerim'in, ilim, sanat, keşifler ve benzeri şeylerin tamamını ihtiva ettiği şeklindeki iddiaları ve bu iddialarına istinaden eskilerin ve yenilerin zikrettikleri tabii ilimler, kimya, mantık vb gibi ilimlerin tamamının kaynağının Kur'an olduğunu söyleyenlere gelince: Bu iddiaların aslı yoktur ve de Kur'an onları yalanlamaktadır. Kur'an hiçbir zaman onların iddia ettikleri bir şeyi belirtmek gayesini gütmez. Her ayet ancak Allah'ın azametine delalet eden düşünceleri ve Allah'ın kullarının amellerindeki problemlerin çözülmesi ile ilgili hususları anlatır. Sonradan ortaya çıkan ilimlere ne bir ayet ne de bir ayetin parçası delalet etmez. Hatta daha da öte Kur'an'da var olan herhangi bir ayette en ufak bir şekilde bile herhangi bir ilme delalet eden bir husus yoktur. Ancak, Allah'ın:

 

 b ä¤î î¤y b Ï §o¡£î ß §† Ü 2 ó¨Û¡a ¢êb ä¤Ô¢ Ï b¦2b z  ¢Šî©r¢n Ï  €b í¡£ŠÛa  3 ¤‰ a ô¬©ˆ £Ûa ¢é¨£ÜÛa ë

 ¢‰ì¢'¢£äÛa  Ù¡Û¨ˆ × b6 è¡m¤ì ß  †¤È 2  ¤‰ üa ¡é¡2

 

“Rüzgârları gönderip de bulutu harekete geçiren Allah'tır. Biz onu ölü bir bölgeye göndeririz de ölümünden sonra toprağa onunla hayat veririz. Ölülerin yeniden dirilmesi de böyle olacaktır”[423] ayetinde olduğu gibi bazı ayetlerin birtakım ilmi hakikatlara ve nazariyelere uygun olması mümkündür. Fakat bu türden ayetler, ilmi hakikatları ispat için değil Allah'ın gücüne işaret için vardır, gelmiştir. Ancak Allahu Teâla'nın:

 

وَيَوْمَ نَبْعَثُ فى كُلِّ اُمَّةٍ شَهيدًا عَلَيْهِمْ مِنْ اَنْفُسِهِمْ وَجِئْنَا بِكَ شَهيدًا عَلى هؤُلَاءِ وَنَزَّلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ تِبْيَانًا لِكُلِّ شَىْءٍ وَهُدًى وَرَحْمَةً وَبُشْرى لِلْمُسْلِمينَ

 

“O gün her ümmetin içinden kendilerine birer şahit göndereceğiz. Seni de hepsinin üzerine şahit olarak getireceğiz. Ayrıca bu Kitab'ı da sana, her şey için bir açıklama, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve Müslümanlar için bir müjde olarak indirdik”[424] ayetine gelince. Ayette geçen her şeyden maksat şer'i teklifler, kulluk ve bunlarla alakalı olan şeylerdir. Bu husus ayetin nassı ile sabittir. Ayet, Resul (as)'ın insanlara tebliğ ettiği teklifler konusu ile ilgilidir. Resulün ümmetine şahit olarak gelmesi demek, Resulün tebliğ ettiklerinde şahit olması demektir.

 

Her şeyi beyan etmek için Kur'an'ı indirmiş olması, hidayet, rahmet ve Müslümanlara müjde olarak gelmiş olması, Kur'an'ın mantık, tabiat ilimleri, coğrafya vb ilimler için olmadığını kesin olarak ortaya koymaktadır. Kur'an risaletle ilgilidir. Kur'an, hükümleri, kulluğu ve akaidle ilgili hususları açıklayan, insanları doğruya götüren, onları delaletten kurtaran bir rahmet, Müslümanları Allah'ın rızası ve cennetle müjdeleyen bir kitaptır. Onun, dinin dışındaki şeylerle ve teliflerle hiçbir ilgisi yoktur. Böylece Kur'an'ın her şeyi açıklayıcı bir şekilde gelmesi, İslâm ile ilgili hususları ilgilendirdiği açığa kavuşmuş olmaktadır. Ancak Allahu Teâla'nın;

 

وَمَا مِنْ دَابَّةٍ فِى الْاَرْضِ وَلَا طَائِرٍ يَطيرُ بِجَنَاحَيْهِ اِلَّا اُمَمٌ اَمْثَالُكُمْ مَا فَرَّطْنَا فِى الْكِتَابِ مِنْ شَىْءٍ ثُمَّ اِلى رَبِّهِمْ يُحْشَرُونَ

 

“Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve (gökyüzünde) iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi ancak sizin gibi topluluklardır. Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet (hepsi) toplanıp Rablerinin huzuruna getirilecekler”[425]  ayetinde geçen (lb n¡Ø¤ ) “Kitap" kelimesinden kasıt levh-i mahfuzdur ve Allah'ın ilminden kinayedir. (¡lb n¡Ø¤Ûa) kelimesi müşterek lafızlardandır. İçerisinde geçtiği cümle onun anlamını belirler.

 

 = åî©Ô £n¢à¤Ü¡Û ô¦†¢ç 8¡éî©Ï 8 k¤í ‰ü ¢lb n¡Ø¤Ûa  Ù¡Û¨‡

 

“O kitap (Kur'an); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir”[426] ayetinde geçen (lb n¡Ø¤Ûa) kelimesi Kur'an anlamında,

 

وَكَذلِكَ اَوْحَيْنَا اِلَيْكَ رُوحًا مِنْ اَمْرِنَا مَا كُنْتَ تَدْرى مَاالْكِتَابُ وَلَا الْايمَانُ وَلكِنْ جَعَلْنَاهُ نُورًا نَهْدى بِه مَنْ نَشَاءُ مِنْ عِبَادِنَا وَاِنَّكَ لَتَهْدى اِلى صِرَاطٍ مُسْتَقيمٍ

 

“İşte böylece sana da emrimizle Kur'an'ı vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz ki sen doğru bir yolu göstermektesin”[427] ayetinde geçen lb n¡Ø¤Ûa kelimesi, sen yazma bilmezdin anlamında kullanılmaktadır.

Ancak;

 

 ¡lb n¡Ø¤Ûa ¢£â¢a ¬¢ê †¤ä¡Ç ë 7¢o¡j¤r¢í ë ¢õ¬b ' íb ß ¢é¨£ÜÛaaì¢z¤à í

 

“Allah dilediğini siler, (dilediğini de) sabit bırakır. Bütün kitapların aslı onun yanındadır”[428] ayeti,

 

 a6¦†í©† ( b¦2a ˆ Ç b çì¢2¡£ˆ È¢ß ¤ë a ¡ò à¨î¡Ô¤Ûa ¡â¤ì í  3¤j Ó b çì¢Ø¡Ü¤è¢ß ¢å¤z ã ü¡a §ò í¤Š Ó ¤å¡ß ¤æ¡a ë

 a¦‰ì¢À¤ ß ¡lb n¡Ø¤Ûa ó¡Ï  Ù¡Û¨‡  æb ×

 

“Ne kadar ülke varsa hepsini kıyamet gününden önce ya helâk edecek veya en çetin bir şekilde azaplandıracağız. Bu, Kitap'ta (levh-i mahfuz'da) yazılıdır.”[429]

 

وَمَا مِنْ دَابَّةٍ فِى الْاَرْضِ وَلَا طَائِرٍ يَطيرُ بِجَنَاحَيْهِ اِلَّا اُمَمٌ اَمْثَالُكُمْ مَا فَرَّطْنَا فِى الْكِتَابِ مِنْ شَىْءٍ ثُمَّ اِلى رَبِّهِمْ يُحْشَرُونَ

 

“Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve (gökyüzünde) iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi ancak sizin gibi topluluklardır. Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet (hepsi) toplanıp Rablerinin huzuruna getirilecekler.”[430]

 

 ¥áî©Ä Ç ¥la ˆ Ç ¤á¢m¤ˆ  a ¬b àî©Ï ¤á¢Ø £ à Û  Õ j  ¡é¨£ÜÛa  å¡ß ¥lb n¡× ü¤ì Û

 

“Allah tarafından önceden verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldığınız fidyeden ötürü size mutlaka büyük bir azap dokunurdu.”[431]

 

 §åî©j¢ß §lb n¡× ó©Ï ü¡a ¡¤‰ üa ë ¡õ¬b à £Ûa ó¡Ï §ò j¡ö¬b Ë ¤å¡ß b ß ë

 

“Gökte ve yerde göze görünmeyen hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta (levhi mahfuzda) bulunmasın.”[432]

 

 b6 è Ç …¤ì n¤¢ß ë b ç £Š Ô n¤¢ß ¢á Ü¤È í ë b è¢Ó¤‹¡‰ ¡é¨£ÜÛa ó Ü Ç ü¡a ¡¤‰ üa ó¡Ï §ò £2¬a … ¤å¡ß b ß ë

 §åî©j¢ß §lb n¡× ó©Ï ¥£3¢×

 

“Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah'ın üzerinedir. Allah o canlının durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekanı bilir. (Bunların) hepsi açık bir kitapta (levh-i mahfuz'da) dır.”[433]

 

وَاللّهُ خَلَقَكُمْ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ مِنْ نُطْفَةٍ ثُمَّ جَعَلَكُمْ اَزْوَاجًا وَمَا تَحْمِلُ مِنْ اُنْثى وَلَا تَضَعُ اِلَّا بِعِلْمِه وَمَا يُعَمَّرُ مِنْ مُعَمَّرٍ وَلَا يُنْقَصُ مِنْ عُمُرِه اِلَّا فى كِتَابٍ اِنَّ ذلِكَ عَلَى اللّهِ يَسيرٌ

 

“Allah sizi (önce) topraktan, sonra meniden yarattı. Sonra sizi çiftler (erkek-dişi) kıldı. O'nun bilgisi olmadan hiç bir dişi ne gebe kalır ne de doğurur. Bir canlıya ömür verilmesi de, onun ömründen azaltılması da mutlaka bir kitaptadır. Şüphesiz bunlar, Allah'a kolaydır”[434] ayetlerinin tamamında geçen (lb n¡Ø¤Ûa) kelimesi Allah'ın ilmi anlamında kullanılmıştır.

 

 =¤á¢Ø ä¤î 2 ë ó©ä¤î 2 a¦†î©è ( ¡é¨£ÜÛb¡2 ó¨1 × ¤3¢Ó 65 ¤Š¢ß  o¤ Û a뢊 1 ×  åí©ˆ £Ûa ¢4ì¢Ô í ë

 ¡lb n¡Ø¤Ûa ¢á¤Ü¡Ç ¢ê †¤ä¡Ç ¤å ß ë

 

“Kâfir olanlar: Sen resûl olarak gönderilmiş bir kimse değilsin, derler. De ki: Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah ve yanında Kitab'ın bilgisi olan (Peygamber) yeter”[435] ayetinde geçen (lb n¡Ø¤Ûa) kelimesi Allah'ın ilminden kinaye olan levh-i Mahfuz anlamında kullanılmıştır.

 

“Kitapta yazılmıştır” ayeti de Allah'ın ilminden kinaye olarak Levh-i Mahfuz anlamında kullanılmıştır.

 

“Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık” ayeti ise açıkça Allah'ın ilmine delalet etmektedir. Zira ayetin tamamı şöyle demektedir.

 

وَمَا مِنْ دَابَّةٍ فِى الْاَرْضِ وَلَا طَائِرٍ يَطيرُ بِجَنَاحَيْهِ اِلَّا اُمَمٌ اَمْثَالُكُمْ مَا فَرَّطْنَا فِى الْكِتَابِ مِنْ شَىْءٍ ثُمَّ اِلى رَبِّهِمْ يُحْشَرُونَ

 

“Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve (gökyüzünde) iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi ancak sizin gibi topluluklardır. Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet (hepsi) toplanıp Rablerinin huzuruna getirilecekler.”[436]

 

Allahu Teâla'nın;

 

وَوُضِعَ الْكِتَابُ فَتَرَى الْمُجْرِمينَ مُشْفِقينَ مِمَّا فيهِ وَيَقُولُونَ يَا وَيْلَتَنَا مَالِ هذَا الْكِتَابِ لَا يُغَادِرُ صَغيرَةً وَلَا كَبيرَةً اِلَّا اَحْصيهَا وَوَجَدُوا مَا عَمِلُوا حَاضِرًا وَلَا يَظْلِمُ رَبُّكَ اَحَدًا

 

“Kitap ortaya konmuştur: Suçluların, onda yazılı olanlardan korkmuş olduklarını görürsün. "Vay halimize! derler, bu nasıl kitapmış! Küçük büyük hiçbir şey bırakmaksızın (yaptıklarımızın) hepsini sayıp dökmüş!" BöyIece yaptıklarını karşılarında bulmuşlardır. Senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez,”[437] ayeti de aynı şekil üzere gelmiş bir ayettir. En'am suresinde geçen ikinci bir ayet. Ayet şöyle gelmiştir:

 

وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لَا يَعْلَمُهَا اِلَّا هُوَ وَيَعْلَمُ مَا فِى الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَمَا تَسْقُطُ مِنْ وَرَقَةٍ اِلَّا يَعْلَمُهَا وَلَا حَبَّةٍ فى ظُلُمَاتِ الْاَرْضِ وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فى كِتَابٍ مُبينٍ

 

“Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır; onları O'ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir; O'nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.”[438]

 

Bu ayetlerin hepsinde geçen (lbn×) kelimesinden kastedilen mananın Kur'an-ı Kerim olmadığına (§lb n¡×) kelimesinin Allah'ın ilminden kinaye Levh-i Mahfuz anlamına geldiğine delalet etmektedir. Öyleyse ayette Kur'an'ın, tabii ilimleri ve benzeri konuları içerdiğine dair bir delalet kesinlikle yoktur. Bu durumda Kur'an bir takım ilimleri incelemekten tamamen uzaktır. Çünkü Kur'an'ın müfredatı ve cümleleri böyle bir şeye delalet etmemektedir. Çünkü Resül (a.s)'ın Kur'an-ı böyle açıklamamıştır ve hiçbir ilgisi de yoktur. Kur'an'ın (gerçeği) vakıası işte budur.

 

Kur'an, Resülün Allah katından getirdiği Arapça nasslardan müteşekkil olduğuna açıkça delalet eden bir kitaptır. Arap lügatının ve Allah'ın Rasülü (as)'ın sünneti dışında tefsir edilemez. Kur'an'ın tefsir keyfiyetinin belirlenmesi ile ilgili olarak ise herhangi bir şer'i delil yoktur. Çünkü bizzat Kur'an'ın kendisi bile nasıl tefsir edileceğini bize açıklamamıştır. Sahabe -Allah onların hepsinden razı olsun- her ne kadar nüzul sebebine göre Kur'an-ı tefsir ediyordu ise de bu, tefsir kabilinden değil mevkuf hadis kabilinden bir davranıştır. Her ne kadar şerh ve açıklama türünden bir davranış idi ise de Sahabe, ayetlerin tefsirinde ihtilaf etmiştir.

 

Tefsir hususunda onların belirli bir keyfiyet üzerinde icma etmemiş olmaları her birinin anladığını söylediklerine delalet etmektedir. Onlardan bir kısmı İsrailiyat ile ilgili bazı konuları ehli kitaptan almış ve tabiin de onlardan rivayette bulunurken bir kısmı ise ehli kitaptan bir şey almayı reddetmiştir. Ancak onların tamamı kendilerinde var olan Arapça bilgisi ve Resulullah (as)'ın kavli, fiili ve takriri sünneti ve Allah'ın Resülü'nün ahlakı ve fiziki özellikleri hakkında bildikleri bilgiler çerçevesinde Kur'an-ı anlıyorlardı. Ki bu durum onların tamamı arasında meşhurdur.

 

Onlardan kimi, hakkında herhangi bir nass olmadığından dolayı değil, manaya güvenlerindeki tereddütleri dolayısıyla bazı ayetleri ve kelimeleri tefsir etmekten çekiniyorlardı. Hakkında güvenilir bir bilgiye sahip olmadıkça tefsir yapmıyorlardı. Ancak onların bu davranışları icma olarak isimlendirilemez. Çünkü bu hareket Resülden gelen bir delili açığa çıkarmamaktadır. Çünkü Resülün Kur'an'ı açıklaması tefsir değil sünnettir. Ancak bununla beraber Sahabenin, Arapçayı çok iyi bir şekilde bilmeleri, Kur'an'ın kendisine indiği Resüle olan bağlılıkları, Resülün takip ettiği yolda ittifak etmeleri, Kur'an'ın müfredatlarını ve terkiplerini anlayabilmek için tek vasıta olan cahili Arap şiiri, hitabet yolları ve Arapça ile ilgili diğer hususları bilmeleri, Resülden aldıklarının ötesine geçmemeleri ve Kur'an'ı anlamada akıllarını bu iki kaynağın ışığı altında kullanmalarından dolayı bütün insanlar arasında Kur'an'ı tefsirde doğruya en yakın olan Sahabeler Kur'an'ı anlamada en hayırlı bir yolu takip etmişlerdir.

 

Bu nedenle, Kur'an'ın müfredatlarını ve cümlelerini, şer'i anlamlarını, şer'i hükümleri, şer'i vakıası olan düşünceleri bünyesinde barındıran Kur'an'ı anlamanın ve tefsir etmenin tek yolu Resülün sünnetini bilmek ve Arap lügatına iyi bir şekilde vakıf olmaktır. Arap kelamının ve Arapların sözlerinde alışageldikleri kullanım özelliklerinin gösterdiği ölçüler çerçevesinde, Kur'an ve sünnetten meydana gelen şer'i nasslarda varit olan şer'i anlamlar, ne eski ve yeni alimlerin, ne Tabiinin hatta Sahabenin anlayışıyla bağlı kılınmaksızın yukarıda sıraladığımız ölçüler çerçevesinde nassları anlamada aklı serbest bırakmıştır. Çünkü öncekilerin tefsirleri birer ictihaddır.

 

Dolayısıyla isabet etmeleri de yanılmaları da mümkündür. Arapça’ya ve şeriata hâkimiyet, eşyalardaki yenilenme, medeni şekillerde ve olaylarda meydana gelen ilerleme çerçevesinde müfessire vakıanın daha da belirginleşmesi, akla ayeti daha da iyi anlama imkânını verebilir. Yeni buluşlar konusunda, kavramada aklı serbest bırakmakla, tefsir kelimesinin gerektirdiği sınırda tefsir konusunda icat edicilik ve üretkenlik sağlanmış olur. Ancak aklın serbestliği mutlak şekilde olmamalı, Kur'an'ın vakıası ve mefhumu dışına çıkmamalıdır. Aklın serbestliği öyle bir sınırda tutulmalıdır ki, Kur'an ayetlerinin içerdiği manalar dışına çıkılmamalı ve ayetlerin veya kelimelerin kabul etmediği manalar ona nispet edilmemeli, tefsirde bu yanlışlıktan uzak durulmalıdır.

 

Kur'an'ı anlamada insanı serbest bırakmak, Kur'an'ın kendisine indiği Resul (as)'ın haricinde hiçbir insana bağlı kalmadan nassın anlaşılmasında en geniş bir çerçevede aklın önünü açmayı gerektirir. Geçmiş ümmetlerle ilgili olarak Kur'an'da anlatıldığı kadarıyla yetinmeyi ve İsrailiyatın tamamını silip atmayı, Kur'an'ın her türlü ilmin kaynağı olduğu iddiasını tamamıyla ortadan kaldırmayı, Kur'an'da geçen bu tür ayetlerden kastın Allah'ın azametinin açıklanması ilgili olduğunu belirtmekten öteye geçmeyeceği bir anlayış sınırında durmayı gerektirecektir. İşte Kur'an'ı tefsir ederken müfessirin bağlı kalması gereken metod budur ve Kur'an'ı tefsir etmek isteyen kişinin de bu ağır yükü kaldırması gerekir.

 

 

 

12-Halku'l-Kur'ân

 

 

Kur'ân'ın yaratılmış olması meselesi.

 

Halk sözlükte; Allah'ın mümkünü yaratması, aslı ve modeli olmadan ve bir âlet kullanmadan var etmesi demektir. Halku'l- Kur'ân; Kur'ân'ın yaratılmış olması anlamında bir terkip olup, terim olarak, Kur'ân-ı Kerîm'in Cenâb-ı Hakk'ın ezelî ilmine mi dayandığı, yoksa sonradan mı yaratıldığı konusunda Hicrî 1. asırda çıkan fikir cereyanını ifade eder. Konu Allah'ın kelâm sıfatıyla yakından ilgilidir.

 

Kur'ân-ı Kerîm'in sonradan yaratılmış (mahlûk) olup olmadığı konusundan ilk defa sözedenler Mu'tezile âlimlerinden Ca'd b. Dirhem (ö. 118/736) ile Cehm b. Safvân (ö. 128/745)'dır. Daha sonra bu ikisine, Bişr el-Merîsî (ö. 218/833) de tâbi olmuştur.

 

Ed-Dârimî (ö. 288/895)'nin er-Reddu ale'l-Cehmiyye adlı eserinde nakledildiğine göre Ca'd b. Dirhem, Hz. İbrahim'in "Allâh'ın dostu" olduğunu ve yine Allah'ın Hz. Musa'ya hitabettiğini inkâr ettiği için, zındıklık ve ilhad isnadiyle Kûfe vâlisi Hâlid b. Abdullâh el-Kasî tarafından öldürülmüştür. Cehm b. Safvân da Horasan emirlerine isyan ettiği için katledilmiştir. Hâfız Zehebî Bişr'den sözederken "fakîh, mütekellim Bişru'l-merîsî 218 H. yılında ölmüştür. Kur'ân-ı Kerîm'in mahlûk olduğu görüşünü yaymakta idi. Bu senenin sonlarında göçtü. Kendisine hiçbir âlim katılmadı. Bazı imamlar küfrüne hükmetmişlerdir" diyor. [439]

 

Bişr'in babası Yahudi idi. Kendisi boyacılık yapar, kaval imal ederdi. Kur'ân-ı Kerîm'in mahlûk olduğu görüşünü kuvvetlendirmek için yeni deliller öne sürmüş ve yaymaya çalışmıştır. Bişr, Hârûn er-Reşîd zamanında (170-193/786-808) yakalandı. Kelâma âit görüşleri yüzünden eziyet gördü. [440]

 

Halku'l- Kur'ân fitnesi kısmen Ebû Hanife (70-150/689-767) zamanında ortaya çıkmıştır. Ebû Hanife konuyu en ince ayrıntısına kadar açıklayarak Kur'ân-ı Kerîm'in mahlûk olduğu görüşünü yayanları cevaplandırmış ve onları bir süre susturmuştur. Kevserî bu konuda şunları söyler: Cehm b. Safvân'ın öldürülmesinden sonra çok geçmedi. Kur'ân-ı Kerîm'in mahlûk olduğu görüşü iyice yayılmadan bir grup insan çıkmaza girdi.

 

Bir kısmı Cehm'i tutarken bir kısmı ona karşı çıktı. Sonunda birçok kimse bu bid'atçının asıl maksadını anlayamadan gerçekten uzaklaştı. İfrat ve tefrîte düştü. Bir grup, Cenâb-ı Hakk'ın ezelî bir sıfatını nefyederek O'nun kendisine mahsus bir kelâmı olmadığı iddiasında Cehm'e katılırken bir grup, telaffuz edilen sözün kadîm (ezelî) olduğuna inanarak aksini ileri sürdü. Ebû Hanife durumu görünce işi ciddiyetle ele aldı, konuyu açıklayarak şöyle dedi: "Allah'a âit sıfatlar mahlûk değildir. Yarattıklarına âit olanlar mahlûktur."

 

Ebû Hanîfe'nin bununla kastettiği şudur: “Kelâm, Allah'a âit oluşu itibariyle ezelîdir ve yalnızca O'na mahsus bir sıfattır. Ancak Kur'ân-ı Kerîm'i okuyanların dillerindeki ses, ezberleyenlerin zihinlerindeki zihnî tasavvur, mushaflardaki yazı... hepsi de mahlûktur. Onu ezberleyenlerin mahlûk oluşu gibi. Daha sonra ehl-i sünnet âlimlerinin görüşü bu noktada birleşmiştir."[441]

 

Ebû Hanife'ye göre, Kur'ân-ı Kerîm mushaflarda yazılı, kalplerde mahfûz ve lisanlarda okunan kelâmdır. Allah'ın kelâm-ı nefsîsi olan Kur'ân Allah kelâmıdır, yaratılmış değildir. Kelâm-ı nefsî; içten konuşma, sesin ve harflerin yardımıyla söylenen söz cinsinden olmayan, fakat ses ve harflerle ifade edilen sözün belirtmek istediği asıl mânâ demektir. Nitekim şâir şöyle demiştir:

Asıl söz kalpte olandır, dil, kalbe bir kılavuz kılınmış, Kur'ân-ı Kerîm'de ifade edilen:

 

 ¤á¡è¡¢1¤ã a ó¬©Ï  æì¢Ûì¢Ô í ë

 

"Onlar kendi nefislerinde derler..."[442] âyeti de bu anlamdadır.

 

Emretmek, yasaklamak veya bir şeyden haber vermek isteyen kimsenin iç âleminde önce buna dâir bir manâ oluşur; sonra bu manâyı söz, yazı veya işaretle ifade eder. bu, içimizdeki duygu, düşünce ve kararı dışâ vurma yoludur.

 

İmam Eş'arî'nın (ö. 324/936) tercihine göre, var olan her şeyin görülmesi mümkün olduğu gibi işitilmesi de mümkündür. el-Bâkıllânî (ö. 403/1013) de şöyle demiştir: "Allâh'ın kelâmı tabiî olarak işitilemez, fakat tabiat üstü bir hâdise olarak Cenâb-ı Hak kullarından istediği kimselere kelâmım işittirebilir."[443]

 

Bu bilginlere göre, Musa (as) Allahu Teâlâ'nın kelâmını ses ve harf aracılığı olmaksızın doğrudan işitmiştir (bkz. en-Nisâ, 4/164). Ebû İshâk el-İsfereyânî (ö. 414/1027) ile onun görüşünde olanlar Allah'ın kelâmının asla işitilemeyeceğini söylemişlerdir. Ehl-i sünnet'in itikad imamlarından Ebû Mansur el-Mâtürîdî (ö. 333/944) de bu görüşü tercih etmiştir. Buna göre, Cenâb-ı Hak:

 

 ¡é¨£ÜÛa  â5 ×  É à¤ í ó¨£n y

 

" ... ta ki Allah'ın kelâmını işitsin"[444] âyet-i kerîmesiyle;  " .. tâ ki Allah'ın kelâmına delâlet eden şeyi işitsin" anlamını kasdetmiştir. Bu bilginlere göre Musa (a.s.) Allah'ın kelâmına delâlet eden bir ses işitmiştir, ancak arada kitap ve melek aracılığı olmadığından Hz. Musa "Kelîmullâh = Allah'ın kendisiyle konuştuğu kimse" diye anılmıştır. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Musa'nın Allah'ın kelâmım doğrudan işittiğine dâir bir açıklık yoktur. Ancak Allah'ın ona söylediği, onunla konuştuğu vardır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

 

 b7¦àî©Ü¤Ø m ó¨ì¢ß ¢é¨£ÜÛa  á £Ü × ë  

 

“Ve Allah Musa ile gerçekten konuştu.”[445]

 

 =¢é¢£2 ‰ ¢é à £Ü × ë b ä¡mb Ôî©à¡Û ó¨ì¢ß  õ¬b u b £à Û ë

 

“Musa tayin ettiğimiz vakitte (Tûr'a) gelip de Rabbi onunla konuştu.”[446]

 

 Başka bir âyette Allah'ın kullarıyla konuşmasının üç yolla olabileceğine işaret edilmiştir.

 

  3¡¤Š¢í ¤ë a §lb v¡y ¯¡ªô¬a ‰ ë ¤å¡ß ¤ë a b¦î¤y ë ü¡a ¢é¨£ÜÛa ¢é à¡£Ü Ø¢í ¤æ a §Š ' j¡Û  æb × b ß ë

 ¥áî©Ø y ¥£ó¡Ü Ç ¢é £ã¡a 6¢õ¬b ' í b ß ©é¡ã¤‡¡b¡2  ó¡yì¢î Ï ü좠‰

 

“Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. O yücedir, hakîmdir.”[447]

 

Bu duruma göre, Kur'ân-ı Kerîm Cenâb-ı Hakk'ın kelâm sıfatının tecellisidir. O'nun konuşma (kelâm) sıfatı yukarıdaki âyetler yanında, Hz. Peygamber'in tevâtür derecesine ulaşan hadisleriyle sâbittir.[448]

 

Halku'l-Kur'ân meselesi Abbâsi Halifesi Me'mûn (170-218/776-833) zamanına kadar gizli açık devam etmiş, Me'mûn'un Mu'tezile'ye kapılarak Kur'ân-ı Kerîm'in mahlûk olduğu görüşünü benimsemesiyle yeni bir boyut kazanmıştır. Bu halife, alimleri, kadıları, muhaddisleri, hadis râvîlerini bu görüşe inanmaya dâvet etmiş, kabul etmeyenlere karşı da zor kullanmıştır. Bu fitne Mu'tasım (177-227/793-842) ve Vâsık (ö. 232/846) devirlerinde devam ederek Mütevekkil (206-247/822-861) devrinin başlarına kadar sürmüştür.

 

Me'mûn Rakka'da bulunduğu sırada Bağdat'taki nâibine yazdığı mektupta, alimlerin halku'l-Kurân konusunda imtihana tâbi tutulmasını istemiştir. Devrin alimlerinin çoğu zorla olumlu cevap vermiş, bir kısmı susmuştur. Olumsuz cevap veren sayısız insan hapsedilmiş, işkence görmüş hatta öldürülmüştür. Mesele zamanla devleti ve bütün Müslümanları ilgilendiren bir konu hâline geldi. el-Vâsık hilâfete geçince Mısır Kadısı Muhammed b. Ebî'l-Leys'e bir mektup yazarak herkesi halku'l-Kur'ân meselesinden imtihan etmesini emretti. Mısır'da ne kadar fakih, muhaddis, müezzin, alim varsa sorguya çekildi. Zindanlar Kur'ân-ı Kerîm'in mahlûk olduğunu inkâr edenlerle doldu. Bu durum el-Mütevekkil'in halife olmasıyla sona erdi. Adı geçen halife halku'l-Kur'ân meselesini münâkaşa konusu olmaktan çıkardı ve herkesi düşüncesinde serbest bıraktı.[449]

 

Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855) de halku'l-Kur'ân fitnesinden nasibini almış ve Kur'ân mahlûk değildir, görüşünü benimsediği için işkence görmüş ve 28 ay kadar hapiste kalmıştır.

 

Sonuç olarak Ehl-i sünnet'le Mu'tezile arasında cereyan eden halku'l-Kur'ân ihtilâfının özü, mânâ kelâmının (kelâm-ı nefsî) varlığını kabul veya ret ile ilgilidir. Mu'tezile, "Kur'ân mushafın iki kapağı arasında mevcut olan ve bize kadar tevâtüren nakledilen şeydir" der ve ilâve eder: "Bu mushaflarda yazılma, dillerde okunma ve kulaklarla işitilme, sonradan olmanın (hudûsun, yaratılmanın) belirtileridir." Ehl-i sünnete göre ise, Kur'ân; Allâhu Teâlâ'nın zâtı ile kaim, kadîm, ezelî bir mânâdır. Allah'ın kelâmına delâlet eden nazm ve sözler vasıtasıyla telaffuz edilir, okunur ve dinlenilir; ancak mushaflara, dillere ve kulaklara hulûl etmiş olmaz.[450]

 

 

 

 

13-İsrâiliyât

 

 

İsrâîlî bir kaynaktan yazılı ya da sözlü olarak aktarılan olay ve kıssalar. İsrâiliyye kelimesinin çoğuludur. Kur'an'da zikredilen meşhur on iki Yahudi kolunun atası olan Hz. Yakub'un ismi veya lakabı İsrâil'dir.

 

كُلُّ الطَّعَامِ كَانَ حِلًّا لِبَنى اِسْرَائلَ اِلَّا مَا حَرَّمَ اِسْرَائلُ عَلى نَفْسِه مِنْ قَبْلِ اَنْ تُنَزَّلَ التَّوْريةُ قُلْ فَاْتُوا بِالتَّوْريةِ فَاتْلُوهَا اِنْ كُنْتُمْ صَادِقينَ

 

“Tevrat'ın indirilmesinden önce, İsrail'in (Ya'kub'un) kendisine haram kıldıkları dışında, yiyeceğin her türlüsü İsrailoğullarına helâl idi. De ki: Eğer doğru sözlü iseniz o zaman Tevrat'ı getirip onu okuyun.”[451] Yahudiler Kur'an'da genellikle Benû İsrâil (İsrailoğulları) olarak anılırlar. İbranice olan İsrâil kelimesi, "kul" anlamına gelen "isra" ile, Allah anlamına gelen "İl"den oluşup "Allah'ın kulu" demektir. Ancak Tevrat'taki bir bölüme dayanarak, İsrail kelimesinin "Allah'la uğrasan" anlamına da kullanıldığını söyleyenler vardır. "...Ve ona dedi: Adın nedir? Ve o dedi: Ya'kub. Ve dedi: Artık sana Ya'kub değil ancak İsrail denecek, çünkü sen Allah'la ve insanlarla uğraşıp..."[452]

 

Kelimenin lügavî anlamı hangi anlama delalet ederse etsin, meseleyi sadece tefsire girmiş Yahudi kültürü olarak ifade etmek yanlış olur. İslâm'a yabancı olan her şey bu kelimenin bünyesinde mütalaa edilmelidir. Öyle ki İslâm'a, özellikle Kur'an'ın tefsirine girmiş olan Yahudi, Hıristiyan ve diğer dinlere ait kültür kalıntılarıyla, dinin gerek lehine gerek aleyhine uydurulup Hz. Peygambere ve O'nun çağdaşları olan sahabeler ve sonraki nesillere izafe edilen her türlü haber, "İsrailiyyat" kavramı içine girer.[453]

 

Yahudilerin Tevrat'ın ayetlerini bilerek değiştirdiklerine dair bir çok ayet vardır.

 

وَهذَا كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ مُبَارَكٌ مُصَدِّقُ الَّذى بَيْنَ يَدَيْهِ وَلِتُنْذِرَ اُمَّ الْقُرى وَمَنْ حَوْلَهَا وَالَّذينَ يُؤْمِنُونَ بِالْاخِرَةِ يُؤْمِنُونَ بِه وَهُمْ عَلى صَلَاتِهِمْ يُحَافِظُونَ

 

“Bu (Kur'an), Ümmü'l-kurâ (Mekke) ve çevresindekileri uyarman için sana indirdiğimiz ve kendinden öncekileri doğrulayıcı mübarek bir kitaptır. Âhirete inananlar buna da inanırlar ve onlar namazlarını hakkıyla kılmaya devam ederler.”[454]

 

b à¡Û b¦Ó¡£† –¢ß ¡é¨£ÜÛa ¡æ¤‡¡b¡2  Ù¡j¤Ü Ó ó¨Ü Ç ¢é Û £Œ ã ¢é £ã¡b Ï  3í©Š¤j¡v¡Û a¦£ë¢† Ç  æb × ¤å ß ¤3¢Ó

  åî©ä¡ß¤ªì¢à¤Ü¡Û ô¨Š¤'¢2 ë ô¦†¢ç ë ¡é¤í † í  å¤î 2

 

“De ki: Cebrail'e kim düşman ise şunu iyi bilsin ki Allah'ın izniyle Kur'an'ı senin kalbine bir hidayet rehberi, önce gelen kitapları doğrulayıcı ve müminler için de müjdeci olarak o indirmiştir.”[455]

 

مِنَ الَّذينَ هَادُوا يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ عَنْ مَوَاضِعِه وَيَقُولُونَ سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا وَاسْمَعْ غَيْرَ مُسْمَعٍ وَرَاعِنَا لَيًّا بِاَلْسِنَتِهِمْ وَطَعْنًا فِى الدّينِ وَلَوْ اَنَّهُمْ قَالُوا سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا وَاسْمَعْ وَانْظُرْنَا لَكَانَ خَيْرًا لَهُمْ وَاَقْوَمَ وَلكِنْ لَعَنَهُمُ اللّهُ بِكُفْرِهِمْ فَلَا يُؤْمِنُونَ اِلَّا قَليلًا

 

“Yahudilerden bir kısmı kelimeleri yerlerinden değiştirirler, dillerini eğerek, bükerek ve dine saldırarak (Peygambere karşı) "İşittik ve karşı geldik", "dinle, dinlemez olası", "râinâ" derler. Eğer onlar "İşittik, itaat ettik, dinle ve bizi gözet" deselerdi şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olacaktı; fakat küfürleri (gerçeği kabul etmemeleri) sebebiyle Allah onları lânetlemiştir. Artık pek az inanırlar.”[456]

 

وَمَا قَدَرُوا اللّهَ حَقَّ قَدْرِه اِذْ قَالُوا مَا اَنْزَلَ اللّهُ عَلى بَشَرٍ مِنْ شَىْءٍ قُلْ مَنْ اَنْزَلَ الْكِتَابَ الَّذى جَاءَ بِه مُوسى نُورًا وَهُدًى لِلنَّاسِ تَجْعَلُونَهُ قَرَاطيسَ تُبْدُونَهَا وَتُخْفُونَ كَثيرًا وَعُلِّمْتُمْ مَالَمْ تَعْلَمُوا اَنْتُمْ وَلَا ابَاؤُكُمْ قُلِ اللّهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فى خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ

 

“(Yahudiler) Allah'ı gereği gibi tanımadılar. Çünkü "Allah hiçbir beşere bir şey indirmedi" dediler. De ki: Öyle ise Musa'nın insanlara bir nûr ve hidayet olarak getirdiği Kitab'ı kim indirdi? Siz onu kâğıtlara yazıp (istediğinizi) açıklıyor, çoğunu da gizliyorsunuz. Sizin de atalarınızın da bilemediği şeyler (Kur'an'da) size öğretilmiştir. (Resûlüm) sen "Allah" de, sonra onlan bırak, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar!”[457] diğer ayetler için [458] İsrâiliyyat'ın Müslümanlar nezdinde delil olması ve kullanılması konusunda bir takım ihtilaflar olmuştur. Kur'an'da kesinlikle peygambere vahyin dışındaki bilgilere iltifat etmemesi ve sadece kendisine vahyolunana tabi olunması hakkında kesin emirler olduğu, bu konuda sahabeden kesin tavırlar rivayet edildiği halde isrâiliyyatın İslam kültürüne girmesi engellenememiştir.

 

İsrâiliyyatı İslâm'a uygunluğuna göre üç kısımda müteâla etmek mümkündür:

 

1- Sıhhati bilinip Kur'an'a uygun olanlardır. Bunlar kabul edilir.

 

2- Yalan olduğu bilinip Kur'an'a ters düşenler; bunlar asla kabul edilmez, rivayeti caiz değildir.

 

3- Sıhhatini tam olarak bilmediklerimiz. Bunlar ne kabul edilir ve ne de reddedilir. [459]

 

Kur'an-ı Kerim, Ashâb-ı Kehf olayını anlattıktan sonra, bir meselenin ayrıntısı konusunda peygambere şunu emreder:

 

 a;¦† y a ¤á¢è¤ä¡ß ¤á¡èî©Ï ¡o¤1 n¤ m ü ë a:¦Š¡çb Ã ¦õ¬a Š¡ß ü¡a ¤á¡èî©Ï ¡‰b à¢m 5 Ï

 

"Onlar hakkında bu kısaca anlatılanın dışında kimseyle tartışma ve onlar hakkında kimseden bir şey sorma."[460]

 

Kur'an'ın öngördüğü tavrı Resulullah'ın hayatında da görüyoruz. Ebu Hureyre'nin nakline göre, Hz. Peygamber zamanında Ehl-i kitaptan Yahudiler, Tevrat'ı İbranice okurlar ve onu Müslümanlar anlasınlar diye Arapça olarak tefsir ederlerdi. Durumdan haberdar olan Resulullah:

 

¡lb n¡Ø¤Ûa ¢3¤ç ªa  æb ×  4b Ó ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa  ó¡™ ‰  ñ Š¤í Š¢ç ó©2 ªa ¤å Ç g

¡ò £î¡2 Š È¤Ûb¡2 b è ã뢊¡£ 1¢í  ë ¡ò £î¡ãa Š¤j¡È¤Ûb¡2  òí¨‰¤ì £nÛa  æ¢ªë Š¤Ô í

¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü • ¡é¨£ÜÛa ¢4좠‰  4b Ô Ï ¡â5¤¡«üa ¡3¤ç ªü

 ë ¤á¢çì¢2¡£ˆ Ø¢m ü ë ¡lb n¡Ø¤Ûa  3¤ç ªa aì¢Ó¡£† –¢m ü  á £Ü   ë

P ò í¨üa b ä¤î Û¡«a  4¡Œ¤ã¢ªa b ß ë ¡é¨£ÜÛb¡2 b £ä ß¨a aì¢Ûì¢Ó

 

Ebû Hüreyre radiya'llâhu anh'den şöyle dediği rivâyet olunmuştur: Ehl-i Kitâb (olan yehûdîler) Tevrât'ı İbrânîce (metni) ile okurlar, Arab diliyle de müslümanlara tefsîr ederlerdi. Bu hususta Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem Ashâbına siz Ehl-i Kitâb (ın sözlerin)i ne tasdîk, ne de tekzîb ediniz. Ancak: (Biz Allâh'a ve bize indirilen Kur'ân'a îmân ettik...) deyiniz, buyurmuştur,[461]  buyurdu. [462]

 

Yine Ahmed b. Hanbel'in ve el-Bezzâr'ın Câbir'den rivayetlerine göre, Hz. Ömer Tevrat'tan bir paça yazmıştı. Yazdığı bu parçayı Hz. Peygamber'e getirdi ve okumaya başladı. Bu esnada Hz. Peygamberin yüzü renkten renge girdi. Mecliste bulunan Ensar'dan bir zat Hz. Ömer'e; "Yazıklar olsun sana ey Hattab oğlu Ömer! Sen Resulullah'ın yüzünü gõrmüyor musun?" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber; "Ehl-i kitaba bir şey sormayın. Kendileri sapık olan bu adamlar sizi asla doğru yola iletemezler. Sizler de ya hak olan bir şeyi yalanlamış ya da batıl olan bir şeyi doğrulamış olursunuz. Allah'a yemin ederim ki eğer Musa sağ olsaydı, bana iman edip yoluma uymaktan başka çare bulamazdı" buyurdu.[463]

 

İbn Abbas, bir gün bazı Müslümanlara şöyle çıkıştı: "Ey Müslümanlar topluluğu! Elinizde Allah'ın Resulu Muhammed'e indirdiği ve okumakta olduğunuz en son ve hiç bozulmamış Kitab'ı bulunduğu halde, nasıl oluyor da Ehl-i kitaba (bazı şeyler) soruyorsunuz? Kaldı ki Allah Ehl-i kitabın kendilerine indirilen şeyleri değiştirdiklerini, Kitabı elleriyle tağyir edip bozduklarını haber verdi:

 

فَوَيْلٌ لِلَّذينَ يَكْتُبُونَ الْكِتَابَ بِاَيْديهِمْ ثُمَّ يَقُولُونَ هذَا مِنْ عِنْدِ اللّهِ لِيَشْتَرُوا بِه ثَمَنًا قَليلًا فَوَيْلٌ لَهُمْ مِمَّا كَتَبَتْ اَيْديهِمْ وَوَيْلٌ لَهُمْ مِمَّا يَكْسِبُونَ

 

“Elleriyle (bir) Kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için "Bu Allah katındandır" diyenlere yazıklar olsun! Elleriyle yazdıklarından ötürü vay haline onların! Ve kazandıklarından ötürü vay haline onların!” [464]

 

Vahye dayalı olarak size gelen ilimden bunca şey, sizi onlara müracaattan alıkoymuyor mu? Andolsun ki biz onlardan hiç birinin size indirilenden sorduğunu asla görmüyoruz."[465]

 

Bunlara ve benzer bir çok rivayete rağmen, Sahabe döneminden günümüze kadar bir çok müfessirin, âlimin İsrail haberleri eserlerine aldıkları görülmektedir. Fakat bundan kendilerini koruyan âlimlerin sayısı da az değildir. Bunlar konuyu fıkhî açıdan ele alarak, Kur'an dışında kalan mukaddes kitapların -nakil şurada dursun- tetkik ve okunmasına dahi müsaade etmemişlerdir.

 

Yukarıda Ehl-i kitab'tan rivayette bulunma konusundaki tavrını gördüğümüz İbn Abbas'tan buna muhalif olarak İsrâil rivâyetler nakledilmiştir. Oysa İmam Şafiî, İbn Abbas'tan tefsîre ait gelen yüz rivayetin dışında kalanların ona ait olmadığını söylemektedir. Bu da İbn Abbas'ın isminin istismar edildiğini ve uydurma bazı rivayetlerin ona isnat edildiğini gösterir. Önceden Hıristiyan veya Yahudi olan bazı kimselerin İslâm'a girdikten sonra eski kültürlerini, bilgilerini bir Müslüman olarak anlatması sonucu bir çok İsrail rivayet İslâm'a girmiştir. Bu rivayetlerin dine girmesinin bir başka etkeni de insanların merak duygusu ve daha çok ayrıntıyı bilme isteği olmuştur.

 

Kur'an'ın özlü, güzel bir tarzda anlattığı kıssalarla ilgili birçok şeyler düşünülmüş nakledilmiş ve yakıştırılmıştır. Kur'an'da ayrıntıya girilmemiştir. Ayrıntılı bilgiler bazı kimseler tarafından Tevrât ve İncil'den tenkit süzgecinden geçirilmeden nakledilmiş ve tefsir kitaplarına ek bilgi kabilinden kaydedilmiştir. Daha sonra ise, bu hurâfeler dinin aslından zannedilmiş ve böylece Kur'an'da anlatıları kıssalardan oldukça farklı sonuçların ortaya çıkmasına neden olunmuştur. Halbuki geçmişle ilgili bilinmeyen konulardaki tartışma yasaklanmıştır. Kur'an'da bildirilmeyen geçmiş ümmetler ve medeniyetler hakkındaki hiç bir bilgi kesin ilim ifade etmez; zan ve tahmine dayanır. Bu çeşit tahmini bilgiler de dinin temel esaslarını ilgilendiren konularda bir ölçü kabul edilmez.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

-Okuma Parçası-

 

Kur'an-ı Kerim'i Herkes Anlayabilir

 

Son zamanlarda bazı insanlar Kur'an-ı Kerim'in bizIer tarafından anlaşılamayacağını, Kur'an'la ilgili meseleleri büyüklerimize sormamız gerekliğini, hatta tefsircilerin dahi bunu anlamadığını, tefsirlerin yakılması gerektiğini, meallerin hiç okunamayacağını söylüyorlar, ne dersiniz?

 

Allah ve Resulü doğru söylüyor, onların dediğinin aksini söyleyen yalan söylüyor, deriz ve Allah'ın yardımı ile meseleyi şöyle açıklarız:

 

1. Öncelikle böyle söyleyen ve bunu savunan insanların hepsinde art niyet aramamak gerekir. Bir kısmı Kur'an'ın yanlış anlaşılacağı endişesinden, bir kısmı meseleyi bilmediğinden, bir kısmı da Islam'ın anlaşılacağı endişesinden bu hataya düşmektedirler. Son ikisini bir grup sayarsak bir büyüğümüzün şu beyanlarıyla aynı şeyi söylemiş oluruz:

 

"Kur'an-ı Hakîmin esrarı bilinmiyor, müfessirler hakikatini anlamamışlar diye açıklanan fikrin iki yüzü vardır ve onu söyleyenler iki taifedirler:

 

Birincisi hak ve tetkik ehlidir, derler ki;, Kur'an bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Binaenaleyh, anlaşıldığı nasıl iddia edilebilir. Bundan maksadın ne olduğunu ileride âçıklayacağız.

 

İkinci taife ya akılsız bir dosttur, kaş yapayım derken göz çıkarıyor veya şeytan akıllı bir düşmandır ki, İslamî, hükümlere ve imanî hakikatlere karşı gelmek istiyor.

 

2. Meselenin özüne geçmezden önce ikinci olarak şu noktanın da iyi bilinmesi gerekir ki, işin esası kavranabilsin:

 

Tarih boyunca ifratlar tefritleri, tefritler ifratları ya da ifratlar başka ifratları doğura gelmişlerdir. Eğer herhangi bir fikrin iki ucu isabetle tespit edilebilirse, orta noktasının İslam olduğuna hükmedilebilir. Buna göre rahatlıkla denilebilir ki, tarihte ya da günümüzde bir takım insanlar Kur'an-ı Kerim'i adeta bir beşer kelamı derecesine indirmiş ve "Anlaşılmayacak nesi var? İşte şu, şu ayetlerin bütün demek istedikleri şundan ibarettir..." gibi bir ifrat göstermişlerdir.

 

Oysa Allah'ın sonsuzluğu gibi O'nun kelamının manaları da sonsuzdur. Her geçen gün o manaları bizlere sürekli açıklayacağını yine kendisi haber vermektedir.[466] İlimler geliştikçe Kur'an’ın manaları da sürekli açılacak, ama hiç bitmeyecektir. İşte bu ifratı gösterenler bunu kavrayamamış ve bir tefritin doğmasına zemin hazırlamışlardır. Bunun doğru olamayacağını ve insanı tehlikeli noktalara götürdüğünü gören tefritçiler de bu tehlikeli noktadan öyle bir kaçışla kaçmışlarılar ki, saatin rakkası gibi orta yerde duramamış ve orta noktaya aynı uzaklıktaki öbür uca kadar gitmişlerdir. Kelamıyla da kâmil ve mükemmel olan Allah'ın, yani O'nun sözlerinin, nakış olan insan tarafından hiç anlaşılamayacağını söyleyerek İslâm-ı anlamsız ve anlaşılmaz göstermişlerdir.

 

Tefsircilerin dahi anlamadığı Kur'anı "büyüklerimiz" denen zatlar nasıl anlayacaklardır? Ya da müfessirler de büyüklerimiz değiller midir? Biz gönderilen gazete küpürlerinde bir meslektaşımız meseleyi böyle vaz'ediyor ve Türkçe bir tercümeden alınan ayet mealini, "Gazali'den naklen, Allah Kur'an-ı Kerîm'de buyuruyor ki" gibi bir ifade garabetiyle veriyor. Ne gariptir ki, aynı yazıda verilen fikri delillendirmek için yine Türkçe bir tercümeden alınan pek çok ayet meali zikrediliyor. İfrat ve tefrit rakkası haline sokulan meselenin orta noktasını bulmaya çalışacağız.

 

3. Bizlerin Kur'an-ı Kerim’i anlayamayacağımız iddiasını bizzat Kur'anı Kerim reddetmektedir:

 

 b è¢Ûb 1¤Ó a §lì¢Ü¢Ó ó¨Ü Ç ¤â a  æ¨a¤Š¢Ô¤Ûa  æë¢Š £2 † n í 5 Ï a

 

“Kur'an-ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerin üzerinde kilitleri mi var?” [467]

 

Bu hitap sadece alimlere ve "büyüklerimize" yönlendirilmemiştir. Herkesedir, hatta müşriklere ve kâfirleredir. Akıl ve zekâ ayrı ayrı şeyler kabul edilirse "çoğu akılsız"[468] olan müşrik ve kâfirler Kur'an'a çağrılır ve onu düşünüp anlayamayacağı nasıl, söylenebilir?

 

 §Š¡× £†¢ß ¤å¡ß ¤3 è Ï ¡Š¤×¡£ˆÜ¡Û  æ¨a¤Š¢Ô¤Ûa b ã¤Š £ í ¤† Ô Û ë

 

 “Andolsun biz Kur'an-ı zikir (öğüt, düşünme ve hatırlama) için çok kolay kıldık. Hiç düşünen yok mudur?”[469] ayeti kerimesi, her halde bir hikmetten ötürü Kur'an’da dört defa tekrar edilir. Usulu fıkıh okumuş olanlar bunun da umuma hitap ettiğini anlayacaklardır.

 

  æì¢Ø Ï¤ªì¢í ó¨£ã a ¤Š¢Ä¤ãa  £á¢q ¡pb í¨üa ¢á¢è Û ¢å¡£î j¢ã  Ñ¤î × ¤Š¢Ä¤ã¢a

 

“Bak onlara âyetleri nasıl apaçık açıklıyoruz, sonra da nasıl çevriliyorlar.” [470]

 

Allah'ın ayetlerini apaçık kıldığı konusunda Kur'an-ı Kerim'de otuzdan fazla ayet-i kerime vardır.[471]

 

4. Kur'an’ın en büyük muallimi ve tatbikatçisi olan Resulullah Efendimiz de hem sözleriyle, hem fiili ile Kur'an'dan (teb'îz için olan -dan ekine dikkat buyurulsun) herkesin anlaya bileceğini beyan buyurmuştur. Veda Hutbesinde öyle ya da böyle, her mü'mine şu duyuruyu yapmışlardır:

 

¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü • ¡£ó¡j £äÛa ¡å Ç ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa  ó¡™ ‰ á Ó‰ ªa ¤å¡2…†í¡Œ í ¤å Ç

¡bà¡è¡2 ¤á¢n¤Ø  à m  bßì¢Ü¡š m¤å Û ¡å¤í Š¤ß ªa á¢Øî¡1¢n¤× Š m  4b Ó  á £Ü  ë

é¡Û ¢ì ‰¡o ä¢ ë ó¨Ü È m¡ é¨ÜÛ  bn¡×

 

"Size iki şey bırakıyorum. Onlara tutunduğunuz sürece sapmayacaksınız: Allah'ın Kitabı ve O'nun Resulünün sünneti."[472]

 

"İleride kapkaranlık geceler gibi fitneler zuhur edecektir. (Ravi diyor ki) Dedim ki: Ey Allah'ın Resulü, onlardan kurtuluşun yolu nedir? Buyurdular ki: Allahu Teala'nın Kitabına sarılmakdır..."[473]

 

Allah Resulünün elçileri gittikleri yerlerde muhatap oldukları her türlü insana İslam-ı Kur'an ile anlattılar. Mesela Habeşistana hicret eden Cafer b. Ebi Talib, oradakilerin "İslam Nedir?" sorusunu Meryem Suresinin ilk ayetlerini okuyarak cevapladı. Müslüman olacaklar ilk önce hep Kur'anla tanıştırıldı. Ebu Zer, Kur'anı dinleyerek müslüman oldu, Tufeyl ed-Devsî, Kur'an’la tanışarak doğruyu buldu, Ömer'in kini ve buğzları Kur'an’la eridi... Hatta anlayışsız, hoyrat ve ilkel insanlar olan bedeviler (arabîler) dahi Kur'an’la muhatap kılınıyorlardı. Oysa Kur'an-ı Kerim’de onlar için şöyle buyuruluyordu:

 

 ó¨Ü Ç ¢é¨£ÜÛa  4 Œ¤ã a ¬b ß  …뢆¢y aì¢à Ü¤È í ü a ¢‰ †¤u a ë b¦Ób 1¡ã ë a¦Š¤1¢× ¢£† ( a ¢la Š¤Ç ªü a

 ¥áî©Ø y ¥áî©Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ë 6©é¡Û좠‰

 

“Bedevîler, kâfirlik ve münafıklık bakımından hem daha beter, hem de Allah'ın Resûlüne indirdiği kanunları tanımamaya daha yatkındır. Allah çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.”[474]

 

Allah'ın böyle vasıf landırdığı insanlar Kur'an-ı Kerim’den anlayabiliyor ve onunla yumuşuyorlarsa, diğer bütün insanlar evveliyetle anlar ve etkilenebilirler.

 

5. Kur'an, bazı insanların kendisini anlamayacağını söylemediği, Resûlullah'tan bu yönde bir şey sadır olmadığı gibi, sahabe, tabiin, müctehit imamlarımız ve müfessirler de böyle bir şey söylememişlerdir. Onların söylemediği bir şeyi söylemek, eğer onlara muhalif değilse, bir ictihattır ve ancak ehlinden kabul edilir, hele içtihat yapılamaz diyenlerin buna hiç hakkı yoktur. Onlara muhalif ise ki konumuz öyledir, hiç dinlemez ve nazar-ı itibara alınmaz. "Eskiden yok idi iş bu rivayet yeni çıktı."

 

Binaenaleyh, böyle bir fikir akımı Kur'ana karşı gaflet ya da ihanet anlamı taşıyan tehlikeli bir akımdır. Bu konuda haram ve mahzurlu olan şey "Kur'an-ı kendi re'yine göre tefsir etmek" ve "Kur'an hakkında mirâ, mesnetsiz tartışma" yapmaktır ki, onun sınırlarını da açıklamaya çalışacağız. Binaenaleyh, eşya ve hadislere müslümanca bakış Kur'anla sağlanır, İslâm’ı şumüllü bir kavrayıs, Kur'anla elde edilebilir.

 

6. Kur'an, Ezelî, Ebedî hakîm olan Allah'ın kelâmı olması itibariyle o derecede eksiksiz ve o derece hakimânedir. Kendi beyanı ile "apaçık, çok kolay" olması ile birlikte, kolaylığı "sehli mümteni" türünden bir kolaylıktır ve kelimelerin seçimi ve dizilişi, hatta harflerinin dizilişi ile, matematikteki ihtimal hesapları andırır tarzda namütenahi ve sonsuz manalara işaret eder. Her harfin, her kelimenin ve her ayetin yeri itibariyle baktığı o kadar çok yön, gözettiği o kadar çok itibar olur ki, bunların bütününü beşer aklının kavraması mümkün değildir.

 

Ancak Kur'an-ın bu özelliği, insanların o yönlerden birini ya da bir kaçını kavramalarına mani de değildir. Usulüne uygun olarak anlaşılan manalar doğrudur, Kur'an’dandır. Yanlış olan, bu ayetin manası bundan ibarettir, diye düşünmek ve söylemektir. Kur'an-ı Hakim her asırdaki beşer tabakalarının her birine, sanki sırf o tabakaya bakıyor gibi hitap eder... Esas hedefi marifetullah olan Kur'an-ın her cinse, her guruba uygun bir ders vermesi lâzımdır. Oysa ders birdir. Öyle ise aynı derste tabakaların bulunması gerekir. Derecelere göre her biri Kur'an-ın perdelerinden bir perdeden ders payını alır.

 

Mesala: İhlâs Sûresi'ni düşünelim. Pek çok tabaka olan avamın bundan anlayabileceği şey, Cenab-ı Hak'kın; baba, oğul, akran ve zevceden münezzeh olduğudur. Daha orta bir seviye bundan, İsa (a.s)'ın, meleklerin ve doğan varlıkların ilâh olamayacaklarını da anlar... Daha ileri bir seviye ise bundan Allah'ın varlıklara karşı doğma ve doğurmayı akla getirecek bütün ilişkilerden beri bulunduğunu, ortak ve yardımcıdan uzak olduğunu çıkarır... Daha yüksek bir seviye bu süreden Cenab-ı Hak'kın, ezelî, ebedî, evvel ve âhir olduğunu, hiç bir yönden ne zatının, ne sıfatlarının, ne de fiillerinin benzeri, dengi, misli, misali olmadığını anlar...[475] İnsanların ilimde ve marifetullahda dereceleri yükseldikçe Kur'an’dan anladıkları manalar da artar.

 

İkinci bir misal:

 

 6 å©£î¡j £äÛa  á mb  ë ¡é¨£ÜÛa  4좠‰ ¤å¡Ø¨Û ë ¤á¢Ø¡Ûb u¡‰ ¤å¡ß §† y a ¬b 2 a ¥† £à z¢ß  æb × b ß

 b;¦àî©Ü Ç §õ¤ó ( ¡£3¢Ø¡2 ¢é¨£ÜÛa  æb × ë

 

“Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah'ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilendir”[476] ayeti kerimesi ile ilgili olarak ilk seviyedeki insanlar bundan; Resulullah'ın, ona peygamberliği yönünden "çocuğum" dediğini, binaenaleyh, Zeyd'in kendine denk görmediği için boşadığı zevcesini Allah'ın emriyle almakla çocuğunun karısını almış olmayacağını anlarlar... İkinci seviyedeki insanlar, bundan; Bir büyük amir raiyyesine bir baba şefkati ile bakar. Bu amir bir de bir zahir ve batın nihanî lider olursa o zaman babadan yüz defa daha şefkatli olur.

 

Böylece a raiyyenin ana-baba olarak bakması O'nu koca olarak görmelerine, kadınlara da onun kızı olarak bakmaları, zevce olarak bakmalarına kolayca dönüşemediğinden, Kur'an der ki; Peygamber (a.s) siz ilahi rahmetin tecellisi olarak, peygamberlik adına baba şefkati gösterir ama şahsı itibariyle babanız değildir ki, sizden olan kadınlara zevce olması münasip düşmesin... diye bir mana çıkarırlar. Üçüncü seviyedeki insanlar ise şunu anlayabilirler: Peygambere intisap edip, onun kemâlatına dayanarak, onun pederane şefkâtine güvenle kusur ve hata yapmamalıyız... Hatta bir kısım insanlar bundan peygamberimizin (ricâl) denecek yaşta erkek çocuğunun kalmayacağını ve neslinin bir hikmet binaen kızından devam edeceğini de çıkarabilirler...[477]

 

Bunu şöyle bir misâlle de açıklayabiliriz: Deniz suyu almak isteyen insanlar düşünelim. Bunlardan denize kadar ulaşabilen her biri beraberindeki kabın hacmi kadar su alabilecektir. Fincanı olan fincan kadar, kazanı olan kazan kadar, tankeri olan da tanker kadar su alacaktır ve bütün bu suları aynı özelliği taşıyacaktır. Fark sadece miktârlarındadır. Ama kimse, kabı küçük olana, senin aldığın su deniz suyu değildir diyemez.

 

7. "Arapça’ya dair ilimlerin kaidelerine uygun, belagatın prensiplerin ve usul ilmine muvafık ve mutabık olmak şartıyla" Arapça bilen herkes Kur'an'dan ilmi seviyesine göre bir şeyler anlar.

 

Ancak, daha önce de ifade ettiğimiz gibi, Kur'an bu anlaşılanlardan ibarettir denemez. "Malûmdur ki, Kur'an-ı Azimuşşan yalnız bir asra değil, bütün asırlara nazil olmuştur. Hem bir tabaka insanlara mahsus değil, beşerin bütün tabaka ve sınıflarına şamildir..."[478]

 

Bu yüzden "Zeki, gabî, takî, şakî, zâhid, gayrı zahid bütün insan tabakaları bu ilahi hitaba muhataptır ve Rahmaniyyet eczanesinden ilaç almaya hakları vardır..." Binaenaleyh, Kur'an-ı Kerim’den anlaşılan "manalar Arapça kaidelere, nahiv esaslarına ve dinin bilinen usûlüne muhalif olmamak şartıyla o manalar o kelâmdan bizzat muraddır, maksuttur..."[479]

 

8. Meâllere gelince: "Kur'an-ın Arapça olduğunu bildiren ayeti kerimeler buna "Ta ki, akledesiniz, iyi anlayasınız" diye sebep gösterirler. Demek ki, Ilahî maksat Kur'anın anlaşılmasıdır. Bu da Arapça bilmeyenlere kendi dilleriyle mümkün olduğunca anlatmakla, yani onu diğer dillere çevirmekle olur.

 

Ancak bu meâl ve tercümelerin Kur'an olması mümkün değildir ve "Türkçe Kur'an" "Farsça Kur'an" gibi ifadeler onun "Arapça" oluşunu inkâr anlamı taşır.[480] Ancak mealler ayetin sonsuz manalarından sadece birini verebileceği için sağlam bir mealden okuyanlar, sadece meali yapanın yakaladığı bir manaya muttali olabileceklerdir. Oysa ayette kelimelerin dizimi, seçimi, karakteri, etimolojisi ve semantiğine bağlı olarak belki sonsuz ihtimaller vardır. "Ta ki muhtelif anlayış ve istidatlar zevklerine göre hisselerini alabilsinler."

 

Müfessirlerin farklı anlayış ve tespitleri de buradan kaynaklanır. Her şeye rağmen Arapça bilmeyenler için meal de bir kolaylaştırıcıdır, faydadan hali değildir. Aslını anlayamayanlar sağlam bir mealden bu yolla istifade etmeli ve aslını da öğrenmeye çalışmalıdırlar. Meallerin de Kur'an olmadığını bilmelidirler.

 

9. Bu konuda Gazalî'nin tespitleri bize ışık tutabilir,

 

Kur'an'ın anlaşılmasını engelleyen hususlar dörttür:

 

1- Harfleri mahreçlerinden çıkarma kanununa lûzumundan fazla önem vermek ve tüm gayreti bu yönde harcamak...

 

2- Herhangi bir mezhebi (görüşü) taklid yoluyla benimsemek ve taklit ettiği konuda katı olmak... Bu adam öyle birisidir ki, inandıgi görüş ile bağlı kalır ve başka türlü de olabileceği aklına bile gelmez... Eğer Kur'an okurken bir ışık parıldar ve Kur'an-ın manalarından bir mana, bildiğinin aksine ona zahir olursa şeytan onu hemen taklide zorlar ve "sen nasıl olur da bunu böyle anlarsın, oysa babaların, (büyüklerin) bunun aksi kanaattedirler" diye onu aldatmaya çalışır...

 

3- Günahlarda ısrar etmek, kibirle muttasıf bulunmak, dünya konusunda hevasına uymak...

 

4- Kelime anlamı ile bir tefsir okumuş olup, Kur'an kelimelerinin İbn Abbas, Mücahid ve başkalarından nakledilen anlamlarının dışında bir manalarının olmadığına itikad etmek. Onlardan nakledilenlerin dışındakilerin "Kur'anı kendi görüşüne göre tefsir etmek" bunu yapanların ise Cehennemde yerlerini hazırlamaları istenenlerden olduğunu sanmak. İşte bu da Kur'anın anlaşılması önündeki büyük perdelerdendir. Oysa "Kur'anı kendi görüşüne göre tefsir etmek" ayrı bir şeydir.

 

10. "Kur'an-ı kendi görüşü ile tefsir eden Cehennemdeki yerine hazırlansın"[481] mealindeki hadisi şerif, Gazali'nin de dediği gibi bazılarınca yanlış anlaşılmaktadır:

 

Hadisin ne demek olduğunu anlamaya çalışalım. Zira, eğer bunu -sahih olduğu taktirde- genel anlamı ile alacak olursak, sahabe dahil, bütün tefsircilerin bu durumda olduğunu görürüz. Bunu ise hiç kimse söylememiştir. Görebildiğim kadarıyla bu konuyu en güzel açıklayan İmam Gazali ile İmam Birgivî olmuştur. Biz de onların söylediklerini özetleyerek toparlamaya çalışacağız.

 

Gazali diyor ki: Bilmiş ol ki, Kur'an-ın zahir (kelime anlamı) açıklamasından başka manası yoktur, ama bütün insanları kendi derecesine indirmekle de hata ediyor... Gerçek şu ki, anlayabilenler için Kur'an-ın manaları çok geniştir... Hz.Ali de bu konuda Allah'ın kendisine bir anlayış verdiği kimseleri sınırlı manalar anlamaktan istisna etmiştir... Söz konusu hadis ve Hz. Ebu Bekr'in; "Kur'an-ı kendi görüşüme göre tefsire kalkışırsam beni hangi yer taşır, hangi gök gölgeler?" sözüne gelince: Bunların manası; ya Kur'an-ı akılla anlamaya çalışmayı ve manalar çıkarmayı bırakıp sadece menkul açıklamalarla yetinmektir, ya da başka bir şeydir.

 

İmdi Birincisinin olması mümkün değildir, çünkü: Kur'an-ın açıklaması hakkında duyduklarından başka hiç bir şey söylememenin batıl olduğu pek çok sebepten dolayı açıktır:

 

1. Eğer böyle olacak olsa Kur'anın açıklaması ile ilgili olarak bizzat Resulullah'tan duyulan şeyler onun ancak bir kısmını açıklamış olur, kalan anlaşılmamış kalır.

 

2. Sahabe ve tefsirciler bazı ayetleri anlamada ihtilaflar etmiş ve pek çok görüş ileri sürmüşlerdir.

 

Bunların hepsi Resulullah'tan nakledilmiş olamayacağına göre onları bu hadisin tehdidine dahil edebilir miyiz?

 

3. Resulullah Efendimiz (as) İbn Abbas için "Allahım onu dinde anlayışlı (fakih) kıl ve ona (Kur'an'ın) tevilini öğret"[482] buyurmuşlardır. Eğer zahiri manasından öte bir de tevili (muhtemel manaları) olmasaydı bu sözün ne anlamı olurdu?

4. Kur'an-ın kendisi de:

 

وَاِذَا جَاءَهُمْ اَمْرٌ مِنَ الْاَمْنِ اَوِ الْخَوْفِ اَذَاعُوا بِه وَلَوْ رَدُّوهُ اِلَى الرَّسُولِ وَاِلى اُولِىالْاَمْرِ مِنْهُمْ لَعَلِمَهُ الَّذينَ يَسْتَنْبِطُونَهُ مِنْهُمْ وَلَوْلَا فَضْلُ اللّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ لَاتَّبَعْتُمُ الشَّيْطَانَ اِلَّا قَليلًا

 

“Onlara güven veya korkuya dair bir haber gelince hemen onu yayarlar; halbuki onu, Resûl'e veya aralarında yetki sahibi kimselere götürselerdi, onların arasından işin içyüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi. Allah'ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı, pek azınız müstesna, şeytana uyup giderdiniz”[483] buyurmuştur.

 

Binaenaleyh, tevilde muhtemel manalarda çıkarmada) sadece duyulanlarla (menkule dayanma iddiası batıldır ve herkesin Kur'andan, anlayışının gücüne ve aklının kapasitesine göre manalar çıkarması (istinbatı) caizdir. (Yeter ki, yukarıda işaret edilen usûle muhalif olmasın). Öyleyse bir tehdidin anlamı nedir? Bu, iki şekilde anlaşılmalıdır:

 

1. Ya kişinin (dinden olmayan) kendine has bir görüşü (felsefesi, inancı) vardır ve Kur'anı o görüşü takviye etmek için, zahirine muhalif olarak yorumlar, zorlar. Bu da ayetin manasının o olmadığını bile bile olabileceği gibi bilmeden de yapılmış olabilir.

 

2. Ya da Kur'anı, sırf Arapça’ya dayanarak, bazı mücmel meselelerdeki hadis ve nakillere bakmaksızın açıklamaya kalkışır. Çünkü nüzûl sebebi vb. bazı nakiller bilinmeden bazı ayetleri anlamak mümkün değildir.[484]

 

Konumuzu İmam Birgivî de özetle şöyle açıklar: “Bilmiş ol ki, Kur'an-ın "görüş"le tefsir edilmesinin yasaklanması, bu konuda sadece Resulullah'tan (a.s) duyulanlar (nakiller)le yetinilmesi anlamında değildir. Çünkü bu çok çok azdır. Öyle olsaydı kimse Kur'anla delil getiremezdi ve ictihat kapısı kapanırdı. Bu ise icma ile batıldır. Fakih Ebulleys'in E1-Bustan adlı eserinde dediğine göre bu yasak, Kur'anın bütününe değil, sadece "müteşabih" ayetlere yöneliktir.”

 

Nitekim Kur'anda:

 

 ¢é¤ä¡ß  é 2b ' m b ß  æì¢È¡j £n î Ï ¥Í¤í ‹ ¤á¡è¡2ì¢Ü¢Ó ó©Ï  åí©ˆ £Ûa b £ß b Ï

 

 "Kalplerinde sapma olanlar onun müteşabih olanına uyarlar..."[485] buyurulur.

 

Durum böyle olunca Arapça’yı ve Kur'an-ın nüzûlü ile ilgili bilgileri bilenlerin Kur'an-ı tefsir yetkileri vardır ve bu tefsirleri, "kendi görüşlerine göre açıklama" sayılmaz. Baksanıza, müctehitler nice ayetlerin tefsirinde ihtilaf etmişler ve kendi anlayışlarına binaen  õ¬b ¡£äÛa ¢á¢n¤ à¨Û ¤ë a "Veya kadınlara dokunursanız (mülemese)"[486] ifadesini İmam Şafii, elle dokunma (ten teması) anlamış ve bunun abdesti bozduğuna hükmetmiştir.

 

Oysa Ebu Hanife bunu cinsel ilişkiye (cima) yormuş ve ten temasının abdesti bozmayacağına hükmetmiştir. Bunun örnekleri pek çoktur.[487]

 

Mezkür hadiste geçen "El-Kur'an" ifadesinin umumundan (istiğrak) hareketle bu yasağın, Kur'anın tamamını kendi görüşü ile tefsir etmeye yönelik olması da düşünülebilir ki, bu da iki imamı destekler. Yani müteşabih ayetleri ya da nakilsiz anlaşılamayacak ayetleri kendi görüşüne göre tefsir etmeyenler, Kur'anı, yani tamamını, kendi görüşleriyle tefsir etmemiş sayılırlar ve bu tehdidin dışında kalırlar.

 

 

 

 

 

 

 

 

 


TEFSİR İLİMLERİ DERSİNİN TESTİ

 

 

Soru 1  : Kur’an’ı Kerim kaç yılda inmiş, tamamlanmıştır?

Cevap  : Kur’an’ı Kerim 22 sene, 2 ay, 22 günde inmiştir.

 

Soru 2  : Allah(c.c.)’ın dilediği şeyleri Peygamberlerine bildirmesine ne denir?

Cevap  : Vahy denir.

 

Soru 3  : Kur’an’ı Kerim’de bulunan, adetleri 114 tane olan müstakil bölümlerine nedenir?

Cevap  : Sure ismi verilir.

 

Soru 4 : Kur’an’ı Azimüşşan’da bulunan sureleri meydana getiren cümlecik yada bir kaç kelimeden oluşan, 6666 adet varolan Allah kelamlarına ne ad verilir?

Cevap  : Ayet denir.

 

Soru 5  : Kur’an’ı Kerim tek kitap olduğu gibi, tek ciltte toplanmıştır. Kur’an’ı Kerim’in sayfalarını toplayan cilde verilen ve yalnız Kur’an’a ait olan özel isme ne denir?

Cevap   : Mushaf adı verilir.

 

Soru 6  : Kur’an’ı Kerim ayet ayet, sure sure inerken o gün için mevcut bulunan kemik parçası veya düz, yassı olan şeyler üzerine yazılırdı. Daha sonra tek bir kitap haline getirildi. İşte yüce kitabımızı ilk olarak kim zamanında ve nasıl Mushaf haline getirildi?

Cevap  : Hz. Ebu Bekir zamanında Zeyd b. Sabit tarafından Mushaf haline getirildi.

 

Soru 7  : Kur’an’ı Kerim insan gücünün imkan verdiği ölçüde anlamayı gaye edinen ve geniş şekilde açıklayan, gerektiğinde yorumlayan eserlere ne ad verilir?

Cevap  : Tefsir denir.

 

Soru 8  : Tefsir yapan alime ne ad verilir?

Cevap  : Müfessir adı verilir.

 

Soru 9  : Tefsir çeşitleri kaçtır ve nelerdir?

Cevap  : Tefsir çeşitleri ikidir;

               a- Rivayet tefsiri : Ayet ve hadislerle açıklama yapılan tefsirlerdir.

               b- Dirayet tefsiri : Ayet, hadis ve akli, felsefi, güncel yorumlarla yapılan tefsirdir.

 

Soru 10: Ayeti celilelerin mana ve ilahi işaretlerini, insan aklının imkanı ölçüsünde yapılan tercümelere ne ad verilir?

Cevap  : Meal adı verilir.

 

Soru 11: Kur’an’ı Kerim Peygamber Efendimiz (a.s.)’e nerede ve ne zaman nazil olmaya başlandı?

Cevap  : Mekke yakınlarında Hira mağarasında, 610 yılı Ramazan ayında nazil olmaya başladı.

 

Soru 12: Allah (c.c.)’ın varlığını ve birliğini, doğmadığını ve diğer özelliklerini özlü bir şekilde anlatan ve buna kısaca Tevhit suresi denilen surenin adı nedir?

Cevap  : İhlas suresi

 

Soru 13: Hz. Muhammed (a.s.)’e Nur dağında inmeye başlayan ve 23 senede tamamlanan, Arapça olarak indirilen ve tevatür yoluyla bize ulaşan, okunması dahi ibadet olan, dünyevi ve uhrevi tüm meseleleri bildiren, Allah (c.c.)’ın kelamına ne ad verilir?

Cevap : Kur’an’ı Kerim denir.

 

Soru 14: Kur’an’ı Kerim’de bir takım ayetler vardır ki; bunlardan birini okuyan veya işiten her mükellef için secde etmek vaciptir. Bu secdeye ne ad verilir ve Kur’an’da kaç defa zikredilmiştir?

Cevap : Tilavet secdesi denir ve Kur’an’da 14 defa zikredilmiştir.

 

Soru 15: Peygamber efendimiz (s.a.v.)’in 13 yıllık Mekke döneminde ve 10 yıllık Medine hayatında Kur’ân’ı Kerim’in tamamı indirilmiştir. Mekke ve Medine yaşantısında bildirilen surelere verilen isim nedir?

Cevap  : Mekke döneminde inen surelere MEKKİ, Medine döneminde inen surelere MEDENİ sure adı verilir.

 

Soru 16: Kur’an’ı Kerim’de hakkında en çok ayet inen kavim hangisidir?

Cevap  : İsrail oğulları.

 

Soru 17: Kur’an’ı Kerim’deki ilk surenin ismi nedir?

Cevap  : Fatiha suresi.

 

Soru 18: Kur’an’ı Kerim’deki son sure hangisidir?

Cevap  : Nas suresi.

 

Soru 19: Kur’an’ı Kerim’in kalbi olarak zikredilen surenin ismi nedir?

Cevap  : Yasin suresi.

 

Soru 20: Kur’an’ı Kerim’deki en uzun sure hangisidir?

Cevap  : Bakara suresi.

 

Soru 21: Kur’an’ı Kerim’deki en kısa sure hangisidir?

Cevap  : Kevser suresidir.

 

Soru 22: Kur’an’ı Kerim’de besmele kaç defa zikredilmiştir?

Cevap  : 114 defa.

 

Soru 23: Kur’an’ı Kerimde ismi geçen sahabe kimdir?

Cevap  : Hz. Zeyd (r.a.).

 

Soru 24: Hurf’u Seb’a nedir?

Cevap  : Kur’an’ı Kerim’in yedi harf üzerine inmesidir.

 

Soru 25: Kur’an’ı Kerim’in hangi suresinin her ayetinde “ALLAH” kelimesi vardır?

Cevap  : Mücadele suresi.

 

Soru 26: Allah (c.c.) kelimesi Kur’an’da kaç defa zikredilmiştir?

Cevap  : 2697 defa.

 

Soru 27: Kur’an’ı Kerim’de tek ismi zikredilmiş kadın kimdir?

Cevap  : Hz. Meryem.

 

Soru 28: Kur’an’ı Kerim’in son inen ayeti hangi surenin kaçıncı ayetidir?

Cevap  : Maide suresinin  3. Ayetidir.

 

Soru 29: Kur’an’ı Kerim’de surelerin başında besmele vardır. Ama bir surenin başında besmele yoktur. Hangi surenin başında besmele yoktur?

Cevap  : Tövbe suresi.

 

Soru 30: Hangi surede besmele iki defa zikredilmiştir?

Cevap  : Neml suresi.

 

Soru 31: Kur’an’ı Kerim’i tefsir eden alimlerimizden üç tanesinin ismini yazınız.

Cevap  : Ömer Nasuhi Bilmen, Saidi Nursi, Bursalı İsmail Hakkı, Muhammet Ali Sabuni, Mevdudi, Mahmut Ustaosmanoğlu, Elmalılı Hamdi Yazır, Konyalı Mehmet Vehbi Efendi.

 

Soru 32: Peygamber Efendimiz (a.s.)’e göre hangi sureyi okumak Kur’an’ı Kerim’in üçte birini okumaya bedeldir?

Cevap  : İhlas suresi.

 

Soru 33: Kur’an’ı Kerim’de konuştuğundan bahsedilen böcek hangisidir?

Cevap  : Karınca.

 

Soru 34: Kur’an’ı Kerim’i usulüne göre okumayı belirleyen kuralların tümüne ne ad verilir?

Cevap  : Tecvit.

 

Soru 35: Sahabeler karşılaştıklarında ve ayrılacakları zaman birbirlerine devamlı olarak okudukları bir sure vardı. İmamı Şafi hazretleri “Kur’an’dan sadece bu sure nazil olsaydı, insanlara dünya ve ahiret mutluluğu için yeterdi.” Diyerek manasını ve önemini anlattığı bu surenin ismini ve manasını söyleyiniz.

Cevap  : Asr suresi. Manası; “Asra yemin olsun ki, muhakkak insanlar hüsran içindedir (zarardadır). Ancak iman edip salih amel işleyenler, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler bunların dışındadır.”

 

Soru 36: Kur’an’ı Kerim Peygamber Efendimize nerede ve ne zaman nazil olmaya başlamıştır?

Cevap  : Mekke yakınlarında Hira mağarasında, 610 yılı Ramazan ayında nazil olmaya başlamıştır.

 

Soru 37: Ayet el Kürsi hangi surededir?

Cevap  : Bakara suresinde.

 

Soru 38: Allah’ü Teala kimin suçsuz olduğuna dair ayet indirmiştir?

Cevap  : Hz. Aişe (r.anh.).

 

Soru 39: Hüküm ayetleri Mekke’de mi yoksa Medine’de mi nazil olmuştur?

Cevap  : Medine’de.

 

Soru 40: Kur’an’ı Kerim2de kaç cüz vardır?

Cevap  : 30 cüz.

 

Soru 41: Kur’an’ı Kerim’deki en uzun ayet hangisidir?

Cevap  : Bakara suresi 282. Ayetidir.

 

Soru 42: Kur’an’ı Kerim’in ilk okunduğu mescit hangisidir?

Cevap  : Medine’de “Beni Zerik” mescidi.

 

Soru 43: Kur’an2ı Kerim’de “Cennet” kelimesi kaç defa zikredilmiştir?

Cevap  : 66 defa.

 

Soru 44: Kur’an’ı Kerim’de “cehennem” kelimesi kaç defa zikredilmiştir?

Cevap  : 126 defa.

 

Soru 45: Bakara suresinden sonra hangi sure gelir?

Cevap  : Al-i İmran suresi.

 

Soru 46: Mekke’de Kur’an’ı Kerim’i ilk kez açıktan okuyan kimdir?

Cevap  : Abdullah bin Mesut (r.a.).

 

Soru 47: Kur’an’ı Kerim’e göre insanlar ve cinler niçin yaratıldı?

Cevap  : Yalnız Allah’a kulluk etmeleri için.

 

Soru 48: Kur’an’ı Kerim’de en yüce sure hangisidir?

Cevap  : Fatiha suresi.

 

Soru 49: Kur’an’ı Kerim hangi halife zamanında “Mushaf” halinde toplandı?

Cevap  : Hz. Ebu Bekir (r.a.).

 

Soru 50: Kur’an’ı Kerim hangi halife zamanında çoğaltılıp dağıtıldı?

Cevap  : Hz. Osman (r.a.).

 

Soru 51: Kitap, Furkan, Mushaf, Bürhan, Hablullah, Hablülmetin, Kelamullah, Zikr, Hüda, Nur, Şifa hangi kutsal kitabın isimleridir?

Cevap  : Kur’an’ı Kerim’in.

 

Soru 52: “Hepiniz topyekün Allah’ın ipine sarılın, ayrı ayrı olmayın”. Ayette geçen “Allah’ın ipi” tabirinden kastedilen nedir?

Cevap  : Kur’an, Kur’an hükümleri, Mesajullah.

 

Soru 53: Halife Hz. Ebu Bekir’in emriyle kitap haline getirilen Kur’an’ı Kerim’i toplama komisyonunun başkanı olan sahabe kimdir?

Cevap  : Hz. Zeyd bin Sabit.

 

Soru 54: Kur’an’ı Kerim’de din kelimesi hangi manada kullanılmıştır?

Cevap  : Ceza, mükafat, hüküm, hesap.

 

Soru 55: Fatiha suresinde sapanlar olarak nitelendirilenler kimlerdir?

Cevap  : Hıristiyanlar.

 

Soru 56: Hz. Ömer Rasülullah’ın arkasında namaz kılarken hangi ayet okunurken hiddete kapılarak yüksek sesle “Ben orada olsaydım, mutlaka Firavunun boynunu vururdum” demiştir?

Cevap  : Naziat suresi.

 

Soru 57: Peygamber Efendimiz (a.s.) kendisine Fussulet suresini okurken sarılıp etkilenen ve Islam’ı kabul ederim korkusuyla, eliyle Peygamber (a.s.)’ın ağzını kapayarak; “Aramızdaki yakınlık adına rica ederim, daha okuma” diyen kişi kimdir?

Cevap  : Utbe b. Rabia.

 

Soru 58: Tebuk seferine katılmadığı için Peygamberimiz (a.s.) ve ashabın kendisiyle (hakkında ayet nazil oluncaya kadar) 50 gün konuşmadığı sahabe kimdir?

Cevap  : Kab b. Malik.

 

Soru 59: İfk hadisesini açığa çıkaran ayet hangisidir?

Cevap  : Nur suresi ayet 11 ve 12.

 

Soru 60: Bildiğiniz gibi Kur’an’ı Kerim 30 cüzden müteşekkildir. Her müslümanın yatarken okuması tavsiye edilen “Muavizeteyn” surelerinin isimleri nelerdir?

Cevap   : Felak ve Nas sureleri.

 

Soru 61: Peygamberimiz (a.s.)’ın genellikle yatsı namazında okuduğu sure hangisidir?

Cevap  : Vettini suresi.

 

Soru 62: Peygamberimiz (a.s.)’ın sıkıntı anında okuduğu sure hangisidir?

Cevap  : Elemneşrah suresi.

 

Soru 63: Peygamberimiz (a.s.) kıyamet günü cennette bizzat okuyacağı sure hangisidir?

Cevap  : Muhammed suresi.

 

Soru 64: Kıyamet günü Allah (c.c.)’ın bizzat okuyacağı sure hangisidir?

Cevap  : Rahman suresi.

 

Soru 65: Ayeti kerimelerle iktidara yürüyüş ve gerçekleştirilmesi hangi surede ve kim örnek alınmıştır?

Cevap  : Yusuf suresi ve Yusuf (a.s.) örnek alınmıştır.

 

Soru 66: Abdestin farz olduğunu belirten ayet hangisidir?

Cevap  : Maide suresi 5 ve 6.

 

Soru 67: Osmanlı Devletinin son dönemlerinde yetişmiş İslam bilginlerindendir. Kadı yetiştiren Mektebi Nüvvab’ı bitirmiş, Beyazıt medresesinde dersler vermiştir. Meşihat Dairesi’ndeki görevinin yanında Mektebi Nüvvab, Mektebi Mülkiye, Medrese tül Vaizin ve Medrese-i Süleymaniye’de dersler vermiştir.

2. Meşrutiyetin ilanından sonra Antalya’dan mebus seçilmiş ve özellikle 2. Abdülhamid’in tahttan indirilmesiyle ilgili hal fetvasının yazılmasında oynadığı rolle tanınmıştır. İttihat ve Terakki cemiyetinin ilim şubesinde de görev almıştır. Cumhuriyetin ilanından sonra Ankara İstiklal Mahkemesinde de yargılanmış ve berat etmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığının kendisinden istediği Kur’an tefsirini Hak Dini Kur’an Dili adıyla yazmıştır. Bu İslam alimi kimdir?

Cevap : Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır.

 

Soru 68: Seyyit Kutub’un tefsirinin adını söyleyiniz.

Cevap  : Fizilali Kur’an.

 

Soru 69: Muhammed Hamdi Yazır’ın tefsirinin adını söyleyiniz.

Cevap  : Hak Dini Kur’an Dili.

 

Soru 70: Kur’an’ı Kerim’in bir çok adı vardır. Furkan, Kitap, Zikir, Tenzil bunlar arasındadır. Kur’an’ın birde sıfatları vardır. Bunlardan bazılarıda, Mübin, Kerim, Nur, Hüda, Rahmet, Şifa, Mev’ize, Büşra, Beşir, Nezir ve Aziz’dir. Bu isim ve sıfatlara göre Kur’an’ı Kerim’in dikkat çeken beş hususu vardır. 1- Tedricen, ayet ayet, sure sure inmiştir. 2- Vahiy ile Cebrail vasıtasıyla getirilmiş olması. 3- Hem lafzı hem de manasıyla mucize olması. 4- Allah’ın kelamı olması, söylemediğimiz 5. Hususu da siz söyleyiniz.

Cevap  : Kendisi ile ibadet edilmesi.

 

Soru 71: Allah’ü Teala her dönemde bir şeriat (bir kitap) indirmiştir. Kur’an’ Kerim son peygamberin kitabıdır. Büyün insanların barış içersinde insanca yaşayacakları bir ortamı meydana getiren ve ahiret saadetinin teminatı olan bu kitabın 114 suresi bulunmaktadır. Okundukça ve yaşandıkça insanlığı yücelten ayetler Mekki ve Medeni olarak ikiye ayrılır. Bütün insanlığın uymakla mükellef olduğu Mekki ve Medeni ayetlerin konusu nedir?

Cevap  : Mekki ayetlerin konusu “İtikat”, Medeni ayetlerin konusu ise “Hüküm”dür.

 

Soru 72: Kur’an’ı Kerim’de “Zehraveyn”(iki çiçek manasına gelen) diye bilinen iki sure vardır. Bu surelerin ikiside Medeni surelerdir. Konusu ise hüküm ayetleridir. Bu iki surenin adını yazınız.

Cevap  : Bakara ve Al-i İmran sureleridir.

 

Soru 73: Hanımı ve kendisi büyük İslam düşmanlarındandır. Karı koca bu iki kişinin dünyada iken kazandıklarının kendilerini kurtarmayacağını, cehennemde de kendilerinin elim bir ateşin vadedildiği ve adamın hanımının ise cehennemde odun taşıyılıcığı yapacağını konu eden sure hangi suredir?

Cevap  : Tebbet (veya Mesed veya Lehep) suresidir.

 

Soru 74: Kur’an’ı Kerim Berat gecesi indirilmiştir. Hadid suresi 23. Ayette de “Dünyada olacak her şey, dünya yaratılmadan evvel, ezelde “oraya” yazılmış, takdir edilmiştir. Bunu size bildiriyoruz ki, hayatta kaçırdığınız fırsatlar için üzülmeyesiniz ve kavuştuğunuz kazançlardan, Allah’ın gönderdiği nimetlerden mağrur olmayasınız. “Denilmektedir. İfadelerde geçen “oraya” kelimesi neresi anlamına gelmektedir?

Cevap  : Levh-i Mahfuz.

 

Soru 75: Sevapta ve günahta en küçük bir şeyin unutulmayacağı hangi ayetle anlatılır?

Cevap  : Zilzal suresi 7 ve 8 ayetler

 

Soru 76: Mealini okuyacağımız ayet hangi surededir? Allah’ü Teala buyuruyor ki; “Ey insanlar! Zannın çoğundan sakınınız. Zira zannın çoğu günahtır. Birbirinizin suçunu araştırmayınız. Kimse kimseyi çekiştirmesin. Hangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır? Ondan tiksinirsiniz. Allah’tan sakının. Şüphesiz Allah tövbeleri daima kabul edendir, acıyandır.”

Cevap  : Hucurat suresi.

 

Soru 77: Kur’an’ı Kerim İslam dünyasında 7 kıraat üzere okunmaktadır. Bizim şu anda elimizde bulunan ve okuduğumuz Kur’an’ı Kerim hangi kıraat imamının rivayeti üzerine yazılmıştır?

Cevap  : Kıraatı Asım

 

Soru 78: Namaz mü’mini kötülüklerden alıkoyar. Kul Rabbine en yakın halini secdede yaşar. Ve o kulun miracıdır. Kul namazı ile terbiye olur. Kur’an’ı Kerim’de de Allah (c.c.), zekat, kurban ve benzeri ibadetleri namaz ile birlikte zikretmiştir. Çünkü kul namaz ile zekatını verir, kurbanını keser hale gelecektir. Peygamberimiz (a.s.)’ın gözümün nuru dediği bu güzel ibadet Kur’an’ın hangi suresinde Kurban ile beraber zikredilmiştir?

Cevap  : Kevser suresi

 

Soru 79: 1632 yılında “dünya dönüyor” dediği için idamla yargılanan Galile Galileu’dan 1000 yıl önce dünyanın döndüğünü haber veren Kur’an ayeti hangisidir?

Cevap  : Yasin 40

 

Soru 80: Aşağıda bazı özellikleri ile tanımaya çalışacağımız sure Kur’an’ı Kerim’de hangi suredir?

               a-Bu sure Medenidir,

               b-Ey iman edenler niçin yapmadığınızı söylersiniz,

               c-Allah yolunda bir bütünlük içinde cihadı emreder,

               d-İsa (a.s.) diliyle, Peygamberimizin Ahmet ismi ile müjdelenmesi,

               e-Kafirler istemese de Allah (c.c.)’ın nurunu tamamlayacağı,

               f-İman ve cihadın elim bir azaptan kurtaracak karlı bir ticaret yolu olduğu, bu surenin bazı özelliklerindendir.

Cevap  : Saf suresi

 

Soru 81: Peygamber Efendimiz (a.s.) bir yılda en büyük destekçileri olan hanımını ve amcası kaybetmişti. Peygamber efendimiz (a.s.) ve bütün müslümanlar üzülmüşlerdi. Bu yıl siyer kitaplarında hüzün yılı olarak zikredilmiştir. Peygamberimizi ve müslümanları teselli etmek için Allah (c.c.) üç sure indirmiştir. Bu surelerin isimleri nelerdir?

Cevap  : Yusuf, Hud ve Yunus sureleri

 

Soru 82: Kur’an’ı Kerim’de yer alan bazı surelerin iki veya daha fazla isimleri vardır. Bunlardan biri de Mü’min suresidir. Mü’min suresinin diğer ismi nedir?

Cevap  : Gafir suresi

 

Soru 83: Muavizeteyn surelerinin isimleri nedir?

Cevap  : Felak ve Nas sureleri

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KAYNAKÇA:

 

 

 

Aclunî, İsmail İbnu Muhammed (v. 1162/1748), Keşfu'l-Hafa Müzîlü'l-İlbâs ammâ İştehere mine'l-Ehâdîsi alâ Elsineti'n-Nâs, Beyrut 1351.

 

Abdil-Latifi'z, Zebidi-Sahih-i Buhari muhtasarı, Tecrid-i Sarih tercemesi ve Şerhi-Ank: 1975 (3 bsm),

 

Abdülaziz El Buhari-Keşfû'l Esrar-İst: 1308

 

Ahmed Muhammed Şâkir, el-Bâ'isu'l-Hasîs Şerhu İhtisâri Ulûmi'l-Hâdîs, Beyrut 1951.

 

Abdurrahman el-Cezirî, Kitabu'l-Fıkhi ala'l-Mezahibi'lArbaa, Mısır, ty

 

Abdu'l-Vehhab Abdullatif, el-Mutasar min Mustalahatı Ehli'l-Eser min Ehli's-Sünne  ve'ş-Şi'a ve'l-imamiyye Ve'z-Zeydiyye, 5. baskı Kahire, 1966.

 

Abdülkerîm Zeydan, İslâm Hukukuna Giriş, Terc. Ali Şafak, İstanbul (t.y)

 

Abdurrezzak İbnu Muhammed es-San'ani (v. 211). Musannafu Abd'r-Rezzak, Beyrut (Ofset), 1970.

 

Ahmed Zeki Safve, Cemheretu Hutubi'l-Arab, Mısır 1962

 

Amidi, Seyfuddin Ebu'l-Hasen Ali İbnu Ebi Ali (v. 631), el-İhkam fi Usuli'l-Ahkam, Kahire, 1968/1387.

 

Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, Bulak, 1301.

 

Azimabadi-Ebu't-Tayyib Muhammed Şemsü'l-Hakk, Tahkik: Abdurrahman Muhammed Osman, Avnu'l-Ma'bud Şerhu Süneni Ebi Davud, Medine, 1968.

 

Ayni-Bedru'd-Din Ebu Muhammed Mahmud İbnu Ahmed (v. 855), Umdetü'l-Kârî Şerhu Sahihi'l-Buhari, 1348 (baskısından ofset, Beyrut).

 

Babanzâde, Ahmed Naim: Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, Birinci cild, Ankara, 1957

 

Bağdâdî, İsmail Paşa. Esmâü’l-Müellifîn, İstanbul, 1955.

 

………Zeyl-i Keşfi’z-Zünûn, İstanbul, 1366.

 

Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, İstanbul 1962

 

Bedrüddin el-Aynî, Tibyan Tefsiri, İstanbul-1986

 

el-Beydâvî, Envâru't-Tenzîl ve Esraru't-Te'vîl, Mısır 1955

 

Beyhaki Ebu Bekr Ahmed ibnu'l-Huseyn (v. 958), es-Sünenü'l-Kübra, Haydarabad, Deken 1353.

 

Bilmen, Hukuku İslâmiyye ve İstilâhâtı Fıkhyye Kamusu, İstanbul 1967

 

Buharî, Ebi Abdillah Muhammed İbnu İsmail (sv. 256) el-Ebedi'l-Müfred, Kahire, 1379.

 

Çakan, İsmail Lütfi: Hadîslerde Görülen İhtilâflar ve Çözüm Yolları, İstanbul 1982

 

Çağlar Behçet Kemal, Kur’ân-ı Kerîm’den İlhamlar, 1995.

 

Canan İbrahim, Hz. Peygmaberin Sünnetinde Terbiye; 1979, Ankara.

 

Canan, İbrahim, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Şerhi, Ankara 1988.

 

Cessas, Ebu Bekir Ahmed İbnu Ali (v. 370), Ahkamu'l-Kur'an Kahire, ty.

 

Cündioğlu Dücane, Kur’ân Dil ve Siyaset Üzerine Söyleşiler, Kitabevi, 1998.

 

Dârâkutnî, Ali İbnu Ömer (v. 385/995): Ehâdîsu'l-Muvatta (Tahkîk: Zâhidu'l-Kevseri, Keşfu'l-Gıta ile birlikte hazırlanmıştır), Mısır, 1946.

 

Dehlevi, Şah Veliyyullah Ahmed İbnu Abdurrahim (v. 176) el-İnsaf fi beyan-ı Sebebi'l-İhtilaf fi'l-Ahkami'l-Fıkhiyye, Kahire, 1398.

 

Doğrul Ömer Rıza, Kur’ân Nedir, 1967.

 

………Tanrı Buyruğu Kur’ân-ı Kerîm Terceme ve Tefsiri, Muallim A. Halit Kitaphanesi, 1934.

 

Döndüren, Hamdi, İslâm Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, Balıkesir 1984

 

Ebû Bekir El Cessas-El Ahkâmû'l Kur'an-Beyrut: 1355

 

Ebû Muin- En Nesefi-Bahrû'l Kelam-Konya: 1977,

 

Ebû Yusr Muhammed -Pezdevi-Ehl-i Sünnet Akaidi-İst: 1980,

 

Ebu Bekr İbnu'l-Arabi (v. 543), Ahkamu'l-Kur'an, Kahire, 1968.

 

Ebu Dâvud, Süleyman İbnu'l-Eş'as es-Sicistânî el-Ezdî (v. 202/817): Risâletu Ebî Dâvud es-Sicistânî fi Vasfı Te'lîfihi Li-Kitâbi's-Sünen (Tahkîk: Zahidü'l-Kevserî), Mısır, 1.369

 

Ebu’s-Suud, İrşâdü’l-Akl-ı Selîm, Mısır, 1952.

 

Emin, Ahmed, Duha’l-İslâm, Mısır 1937

 

…………Fecru’l-İslâm, Mısır, 1955;

 

……….Zuhru’l-İslâm, Mısır, 1955.

 

Efendi,Asım, Kamus Tercemesi, İstanbul, 1305.

 

Ferid Vecdî Muhammed, el-Mushafü’l-Müfesser, Mısır, 1377.

 

Fetevayı Hindiyye (Bir Heyet tarafından hazırlanmıştır). 3. tab, Bulak 1310 baskısından ofset 1973.

 

el-Gazzalî, el-İhyâ, Beyrut t.y

 

Gölpınarlı Adulbaki, Kur’ân-ı Kerîm ve Meali, Remzi Kitabevi, 1958.

 

el-Hâkim, Ebu Abdillâh Muhammed İbni Abdillâh en-Neysâbûrî (405/1014): Ma'rifetu Ulûmi'l-Hadîs, Beyrut, 1935.

 

el-Hâkim el-Müstedrek alâ's-Sahîheyn, Haydârâbâd-Deken 1335.

 

Hamîdullah, Muhammed: Muhtasar Hadîs Târihi ve Sahîfe-i Hemmâm İbn Münebbih, Çvr. Kemal Kuşçu, İstanbul, 1967

 

………..Kur’ân Tarihi, Yağmur Yayınları, 1965.

 

Hanbel, Ahmed ibnu, (v. 241) Müsnedu Ahmedi'bni Hanbel, 1313. Kahre (baskısından ofset). Beyrut, ty.

 

Hallâf, Abdulvehhab, İlmu Usûli'l-Fıkh, Kahire 1978

 

el-Hatîb, Muhammed Acâc: es-Sünne Kable't-Tedvîn, Kahire 1963.

 

el-Hatîbu'l-Bağdâdî, Ebu Bekr Ahmed İbnu Ali (463/1070); el-Kifâye fi İlmi'r-Rivâye, Mısır, 1972.

 

……….. er-Rıhle fi Talebi'l-Hadîs, Beyrut, 1975.

 

………… Takyîdu'l-İlm, Daru İhyai's-Sünne 1975.

 

Hâzimî, Ebu Bekr Muhammed İbnu Mûsâ (v. 584/1118): Şurûtu Eimmeti'l-Hamse, Kahire 1357, (Makdisî'nin Şurût'u Eimmeti's-Sitte'si ile birlikte Zâhidu'l-Kevserî'nin tahkîkiyle birlikte basılmıştır).

 

Haydar,Ali, Efendi-Dürerû'l Hükkâm Şerhû Mecelleti'l Ahkâm-İst: 1330 (3 bsm)

 

Hayyat Ahmet, Amme Cüzü veya Kur’ân’ın İçyüzü, İstanbul, 1937.

 

Hakim, Ebu Abdillah Hakim en-Neysaburi (v. 405), el-Müstedrek Ala's-Sahihayn, Haydarabad-Deken, 1335.

 

Hattâbî, Ebu Süleyman Ahmed İbnu Muhammed (v. 388), Mealimu's-Sünen, Humus 1393/ 1973, Birinci Tab.Heysemi,

 

el-Hüseynî, Abdü'l-Mecid Hâşim: el-İmâmu'l-Buhârî, Kahire, ty.

 

İbnu Abdilberr, Ebu Ömer Yûsuf (v. 463/1070): Câmi'u Beyâni'l-İlmi ve Fadlihi, Medîne, 1968.

 

İbrahim Hakkı Erzurumi (v. 1194), Marifetname, İstanbul, 1330

 

İbnu'l-Arabî, Ebu Bekr Muhammed İbnu Abdillah (v.543/1148) Ârızatu'l-Ahvazî bi-Şerhi Sahîhi't-Tirmizî, Beyrut, ty.

 

İbnu Asâkir, Keşfu'l-Gıta fi Fazâili'l-Mustafa, 1946, Mısır.

 

İbnu'l-Esir, İzzü'd-Din Ebu'l-Hasen Ali İbnu  Muhammed el-Cezerî (v. 630), Üsdü'l-Gabe Fî Ma'rifeti's-Sahabe, Kahire, 1970.

 

İbnu Hacer, Şihâbü'd-Dîn Ebu'l-Fadl Ahmed İbnu Ali el-Askalânî (v. 852/1448): Hedyü's-Sârî Mukaddimetu Feth'i'l-Bâri, Bulak 1301.

 

İbnu Hacer Şerhu'n-Nuhbe, Mısır, 1934.

 

İbnu Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, Haydarâbâd-Deken 1328

 

İbnu Hamza el-Hüseynî, es-Seyyid İbrahim İbnu's-Seyyid (v. 1120/1706): el-Beyân ve't-Ta'rîf fi Esbâbı Vürûdi'l-Hadîsi'ş-Şerif, Halebi 1329.

 

İbnu Hazm, Ali, el-Endülusî (v. 457/1064): el-İhkâm fi Usûlü'l-Ahkâm, Kahire, ty.

 

İbnu's-Salâh, Ebu Amr Osman İbnu Abdirrahmân eş-Şehrezûrî (v. 643/1245): Mukaddime (veya Ulumu'l-Hadîs). Matbâ'atu'l-Âmire, 1931.

 

İbnu Hazım, el Hemedani; Ebu Bekr  Muhammed İbnu Musa (v. 584) Kitabu'l-İtibar fi Beyanı Nasih ve'l-Mensuh, Humus, 1386/1966.

 

İbnu Hazm, Ebu Muhammed Ali İbnu Ahmed (v. 456), el-Muhalla, Tahkik: Hasan Zeydan Talebe Mısır.

 

İbnu Hibban, Ebu Hatim Muammed İbnu Hibban el-Bustî, Sahihu İbnu Hibban Beyrut 1987.

 

İbn-i Huzeyme-Es Sahih-Beyrut: 1390, M. İslâmi Neşri,

 

İbnu Kesir, İmamuddin Ebu'l Fida (v. 774), Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim Beyrut, 1966.

 

İbn-i Manzur- Lisanû'l Arab- Beyrut: 1955

 

İbnu Mace-Ebu Abdillah Muhammed İbnu Yezid el-Kazvini (v. 275), Sünenü İbni Mace, Kahire 1952, Tahkik; Muhammed Fuad Abdulbaki.

 

İbnu Sa'd-Ebu Abdillah Muhammed (v. 230), et-Tabakatu'l-Kübra, Beyrut, 1960.

 

İbn-i Teymiye, Mukaddime fî Usûli’t-Tefsîr, Dımışk, 1936.

 

İmam-ı Serahsi-Temhidû'l Füsûl fi İlmû'l Usûl-Beyrut: 1393

 

İmam-ı Azam Ebû Hanife-Fıkh-ı Ekber (Aliyyü'l Kari Şerhi)-İst: 1979, Çağrı Yay.

 

İmam-ı Gazali-İlcamu'l Avam-İst: 1978

 

İmam-ı Rabbani-El Mektubat-İst: 1978, Çağrı Yay.

 

İmam-ı Gazali-Faysalû't Tefrika-Kahire: 1319, M. Kabbani Neşri,

 

İmam-ı Suyuti-El İtkan fi Ulûmû'l Kur'an-Kahire: 1368,

 

İmam-ı Nesefi- El Menar fi Usûl-i Fıkh-İst: 1326

 

İnan Abdulkadir, Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe Tercemeleri Üzerinde Bir İnceleme, Diyanet İşleri Bşk. 1961.

 

el-İsfahânî, el-Müfredât fi Caribi'l-Kur'an, Mısır 1961.

 

Karaman, Hayrettin, Fıkıh Usûlü, İstanbul 1963

 

Kastalânî, Ebu'l-Abbâs Şihâbu'd-Dîn Ahmed İbnu Muhammed (v. 923/1517): İrşâdu's-Sârî li-Şerhi Sahîhi'l-Buhârî, Bulak, 1304.

 

Kasani, Alauddin Ebu Bekr İbnu Mes'ud (v. 587), Bedai'u's-Sanai fi Tertibi'ş-Şerai, Beyrut 1974/1394.

 

el-Kâri, Nuru'd-Dîn Molla Ali İbnu's-Sultân Muhammed el-Herevî (v. 1014/1605): el-Esrâru'l-Merfu'a fi'l-Ahbâri'l-Mevzû'a, Beyrut, 1971.

 

Keşmîrî, Muhammed Enver (v. 1352/1933): Feyzü'l-Bâri fi Sahihi'l-Buhârî, Beyrut, ty.

 

el-Kâri, Şerhu Nuhbeti'l-Fiker, İstanbul 1327.

 

Keskioğlu Osman, Kur’ân Tarihi ve Kur’ân Hakkında Ansiklopedik Bilgiler, 1953.

 

Kettânî, es-Seyyid eş-Şerîf Muhammed İbnu Ca'fer (v. 1345/1926): er-Risâletu'l-Müstetrafe li-Beyâni Meşhûri Kütübi's-Sünneti'l-Müşerrefe, İstanbul 1986.

 

…………..et-Terâtibü'l-İdâriyye, Beyrut (t.y)

 

……….Nazmul Mutenasir minel Hadisil Mütevatir, Mısır (t.y)

 

Kırca Celal, Kur’ân-ı Kerîm ve Modern İlimler, Fen Bilimleri, İstanbul, 1981

 

Koçyiğit Talât, Hadîs Istılahları, Ankara 1980.

 

…………….Hadîsçilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşakalar, Ankara 1969.

 

…………… Hadîs Usûlü, Ankara 1975.

 

el-Kurtubî, el-Câmi' Li Ahkâmi'l Kur'an, Kâhire 1967.

 

Leknevî, Ebu'l-Hasenât Muhammed Abdü'l-Hayy (v. 1304/1886): er-Ref'u ve't-Tekmîl fi'l-Cerhi ve't-Ta'dîl, 2. tab, Haleb, 1968.

 

Mecmuat'u't Tefasir-ist: 1979, Çağrı Yay.

 

el-Makdisî, Ebu'l-Fadl Muhammed İbnu Tâhir (v. 507/1113

 

el-Mevsılî, el-İhtiyâr, Kahire ty.

 

el-Maverd, en-Nuketu ve'l-Uyunu, Beyrut, 1992

 

Mehmed Vehbi Efendi-Hülasatü'l Beyan-İst: 1966,

 

Mehdî, Bazergân, Kur’ân’ın Nüzul Süreci, Fecr Yayınevi, 1998.

 

Mahmut Es'ad, Tarih-i İlm-i Hukuk, İstanbul 1331/1912

 

Malik İbnu Enes (v. 179), el-Müdevvenetü'l-Kübra Naşir: el-Hac Muhammed Efendi Beyrut (1323 Mısır baskısından) ofset.

 

Maverdi Eb'l-Hasen Ali ibnu Muhammed (v. 450), Edebu'd-Dünya ve'd-Din, İstanbul 1299

 

Mehmet Aydın-Osman Cilacı, Dinler Tarihi, Konya 1980

 

Mehmet Ali Aynî, Tasavvuf Tarihi, 1340,

 

Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1971

 

el-Mevsılî, el-İhtiyâr, Kahire t.y.

 

Mevdudî, Tefhimu'l-Kur'an, Terc. Heyet, İstanbul 1986

 

el-Meydanî, el-Lubâb, İstanbul, ty.

 

Milaslı İsmail Hakkı, Kur’ân Terceme Edilebilir mi? İstanbul, 1342.

 

Müslim, Ebu'l-Hüseyn Müslim İbnu'l-Hacc el-Kuşeyrî (v. 261). Sahihu Müslim, Kahire, 1955.

 

Muhammed Muhyi'd-Din Abdu'l-Hamid. Şerbini Muhammed eş-Şerbinî, Muğni'l-Muhtaç, Mısır 1958/1377.

 

Muhammed b. Allan, Delilu'l-Fâlihîn, Mısır 1971

 

Muhammed,Abduh, Tefsîru’l-Kurâni’l-Hakîm, Mısır, 1947.

 

Muhammed Ma'ruf Ed Devalabi-El Medhal,İlmû Usûl-i Fıkh, Beyrut: 1965 (5 bsm),

 

Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul 1985

 

el-Mübarekfuri-Ebu'l-Ali Muhammed Abdurrahman İbnu Abdirrahim (v. 1353). Tuhfetu'l-Ahvazi bi-Şerhi Cami't-Tirmizî, Kahire, 1963.

 

el-Muttaki, Alaeddin Ali, Kenzu'l-Ummal, (v. 975), Haleb, 1969.

 

Munis D.Hüseyin, ez-Zehrâü’l İ’lâmi’l-Arabî, Kahire, 1987.

 

Münavi-Şemsü'd-Din Muhammed Zeynü'd-Din Abdurrauf (v. 1031), Feyzu'l-Kadir Şerhu'l-Cami'i's-Sağir, Beyrut, 1972.

 

Müslim-Ebu'l-Hüseyin Müslim İbnu'l-Haccac el-Kuşeyri en-Neysaburi (v. 261) Sahihu Muslim Tahkik:  Muhammed Fuad Abdul'l-Baki Kahire, 1955.

 

Molla Hüsrev-Mir'at El Usûl fi Şerhi'l Mirkat El Vüsûl-İst: 1307

 

en-Nesai-Ebu Abdirrahman Ahmed İbnu Ali İbni Şuayb (v. 303), es-Sünen, Kahire 1930.

 

en-Nevevî-Muhyi'd-Din Ebu Zekeriyya Yahya (v. 677), Şerhu Muslim, Mısır, ty.

 

Nûru'd-Dîn İbnu Muhammed, el-İmâmu't-Tirmizî ve'l-Muvâzene Beyne Câmi'ihi ve Beyne's-Sahîheyn, Mısır, 1970.

 

Nureddin Ali ibnu Ebi Bekr (v. 807), Mecma'u'z-Zevaid, Beyrut, 1967.

 

Okiç Muhammed Tayyib, Kur’ân-ı Kerîm’in Üslub ve Kıraatı, Ankara, 1963.

 

er-Razi-Ebu Abdillah Muhammed İbnu Ömer İbni Hüseyn (v. 606), et-Tefsiru'l-Kebir, Naşiri: Abdurrahman Muhammed, Kahire, ty.

 

es-Sa’dî, Şeyh Abdurrahman, Tefsîr’u Kerîmi’r-Rahmân fî Tefsîr’i Kelâmi’l-Mennân, (1307-1376) Dımeşk.

 

Sindî, Ebu'l-Hazen Muhammed İbnu Abdil Hadi (v. 1138), Haşiyetu's-Sindi Ala'n-Nesaî, Mısır, 1349.

 

es-Serahsî, Şemsü'd-Dîn Ebu Bekr Muhammed İbnu Ahmed (v. 490/1096): Usûlu's-Serahsî, Haydarâbad-Deken, 1973

Subkî, el-Menhel, Beyrut, 1394.

 

S.Kutup, Fizılâlı'l-Kur'an, Çev: M. E. Saraç, İ Hakkı Şengüler, Bekir Karlığa, İstanbul.

 

es-Suheylî, er-Ravdu'l-Ünf, Kahire, 1965

 

Sezgin, Fuat, Buhârî'nin Kaynakları, İstanbul, 1956.

 

Sibâ'i, Mustafa, es-Sünne ve Mekânetühâ fi Teşrî'i'l-İslâmî, Dımeşk 1966.

 

Subhi Sâlih, Hadîs İlimleri ve Hadîs Istılahları, Çvr. Yaşar Kandemir, Ankara, 1971.

 

Suyûtî, Hâtimetu'l-Huffâz Celâlü'd-Dîn Abdurrahmân İbnu Ebî Bekr (v.911/1505): Tedrîbu'r-Râvî fi şerhi Takrîbi'n-Nevevî, Medîne, 1959.

 

………..Tefsiru Celaleyn, Dımeşk, 1378.

 

……….Tabakâtü’l-Müfessirîn, Leiden, 1839.

 

Şafii, Muhammed İbnu İdris (v. 204), er-Risale, Tahkik: Ahmed Muhammed Şakir, Beyrut,  ty.

 

Şâmil, İslâm Ansiklopidisi- (heyet) İstanbul Şâmil Yayınevi 1988

 

Şah Abdülaziz, Gulam Hakim ed-Dehlevi, Muhtasaru't-Tuhfetu'l-İsna Aşeriyye, İstanbul 1976/1396.

 

Şâşı, el-Usûl, Beyrut 1402/1982

 

eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, el-Matbaatü'l-Osmâniyye, Mısır (t.y)

 

eş-Şâtıbî, Ebu İshâk İbrahim İbnu Mûsâ (v. 790/1388): el-Muvâfakât fî Usûli'l-Ahkâm, Kahire. 1969.

 

Şeyhu'l-Emir, Muhammed: Müsnedu Şeyhi'l-Emîr Muhammed, Süleymaniye. Bağdadlı Vehbi. Nu 316.

 

et-Tâhir, İbn Aşûr Muhammed, Tefsîru’t-Tahrîr ve’t-Tenvîr, Mısır, 1384.

 

Tahtâvî, şiye alâ Merâkı'l felâh, İstanbul, 1985.

 

Tantâvî, Cevherî, el-Cevâhir fî Tefsîri’l-Kur’ân, Mısır, 1923.

 

Tahavî Ebu Ca'fer Ahmed İbnu Muhammed (v. 321), Şerhu Me'ani'l-Asar, Kahire, 1387/1968.

 

Tahiru'l-Mevlevî, Müslümanlıkta İbadet Tarihi, İstanbul, 1963.

 

Tehânevî, Zafer Ahmed: Yeni Usûl-i Hadîs, Çvr. İbrahim Canan, İzmir. 1982.

 

Tirmizî, Ebu İsa Muhammed İbnu İsa İbni Sevre (v. 279), Sünenü't-Tirmizî, Humus, 1966.

 

Ünal,Ali, Kur'an'da Temel Kavramlar, İstanbul 1986

 

Yazır, Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili Türkçe Tefsir, İkinci Baskı, İstanbul, 1960.

 

Yaşaroğlu Macit, Kur’ân-ı Kerîm Türkçe Tercemelerinin Kronolojik Bibliyoğrafyası, İstanbul,1965.

 

Yusuf,Abdulvedûd, Tefsiru’l-Mü’minîn, Dımışk, 1975.

 

ez-Zebîdî, Tecridî Sarîh, Terc. K Miras, Ankara 1978

 

ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire 1977

 

Zehebî, Ebu Abdillah Muhammed İbnu Ahmed (v. 748/1347): Mîzânu'l-İttidal fî Nakdi'r-Ricâl, Kahire. 1963.

 

Zehebî, Tezkîretu'l-Huffâz, Haydarâbâd. 1956.

 

Zerkeşî Bedruddin, el-Burhan fî Ulûmi’l-Kur’ân, Mısır, 1957.

 

Ziriklî Hayruddin, el-A’lâm, Mısır, 1953.

 

ez-Zuhaylî, el-Fıkhul-İslâmî fî Uslûbihil-Cedîd, Dımaşk t.y.

 

Zürkani-Ebu Abdillah Muhammed İbnu Abdilbaki İbnu Yusuf (v. 1122), Şerhu'l-Muvatta Kahire 1961.

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

BASKIYA HAZIRLANAN KİTAPLAR

 

 

1.KUR’AN’IN RUHU-KUR’AN-I KERİM (Sebeb-i Nüzulü Açıklamalı ve Kelime Kelime Meali)

Bütün kitaplar tek bir kitabı anlamak içindir,

Bütün bilgiler tek bir bilgiye ulaşmak içindir,

Bütün hakikatler tek bir hakikat içindir,

Bütün dinler tek bir dine kavuşmak içindir,

Bütün güzellikler tek bir güzeli görmek içindir,

Bütün ilahlar tek bir Allah'a erişmek içindir,

Bütün yollar tek bir yolu yürümek içindir,

Bütün şeyler tek bir şeyi anlamak içindir,

Aslında herşey tek bir şey ve aynı şeydir.

 

2. KIRK AYET –KIRK HADİS (Kırk Hadis)

Resûlullah (a.s): "Kim ümmetime, sünnetimden kırk tanesini koruyup ulaştırırsa ben kıyamet günü onun imânına şâhid ve şefaatçi olurum" (Abdullah İbnu'l-Mubârek el-Hanzalî (181/797). Beyhakî, Şuabu'l-İmân, 2/270)

Sebeb-i Nüzulüne göre kırk ayet ve Sebeb-i Vüruduna göre kırk hadis. 

Sünneti anlamak için Peygamberi tanımak, Peygamberi tanımak için  KUR’AN-I KERİM’e bakmak, bunun için de KUR’AN-I KERİM’in dilini bilmek şarttır.

 

3. EVRENİN RUH HARİTASI (Akaid Kitabı)

Kaybetmişiz Pusulamızı

Ebrehelerin Hüküm Sürdüğü Kaldırımlarda

Ölüler Abid

Taşlar Mabud

Ağaçlar Mabed Olmuş.

 

4. İNSANLIĞIN RUH HARİTASI (Ahlak Kitabı II Cilt)

Ahlak, ruhun derinliklerinde dışa yansıyan iyiliğin, kıvılcımıdır.

Gülün güzelliği rengidir.

Bülbülün ki, sesidir.

Göğün ki, yıldızlardır.

Yerlerin ki, bitkilerdir.

Dilberin ki, cemalidir.

Yiğidin ki, bileğidir.

Arifin ki, bilgidir.

Abidin ki, zikridir.

İnsanlığın ki ise, AHLAKIDIR.

 

5. RUHLARIN ŞİFASI (Esma’ül Husna)

“En güzel isimler (el-esmâü'l-hüsnâ) Allah'ındır. O halde O'na o güzel isimlerle dua edin. Onun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır.” (7:180)

Ebû Hüreyre (r.a) den nakil: Resûlüllah (a.s) buyurdular ki:

"Şüphesiz ki, Allahü Teâlâ'ya mahsus doksan dokuz isim vardır. Her kimbu (güzel) isimleri ihsâ eder (sayar, ezberler vedilinin  tesbihi  haline getirirse) Cennete girer.”(Tirmizi, ibn Hibban ve Hakim)

Esma-ül Husna’nın bilinmesi üç şey için çok önemlidir:

1-İlahi Rububiyyet; yüce Allah’ın Rabbaniyyetine dalalet eden; varlığına ve biriliğine ve nasıl yaratıcı, nasıl yarattığı varlıkların rızıklarını verici ve nasıl terbiye edici olduğunu öğrenmek.

2-İlahi Uluhiyyet; yüce Allah’ın Azametine dalalet eden ne kadar güçlü, ne kadar büyük, nerde ve ne yaptığını öğrenmek.

3-İlahi Ubudiyyet; yüce Allah’ın lutfuna dalalet eden; niye ibadet edilir, nasıl dua edilir, kimi sever,  kime rahmet eder, kimi ne için cehenneme koyar ve kimi niçin cennetine koyar gibi özellikleri öğrenmek.

 

6. YAŞAMIN RUH HARİTASI (Fıkıh Kitabı IICilt)

Anlamak (fıkh etmek), insanın ruh portresidir.

Anlayış sahibi insanlar, halkların gülü ve çiçekleridir.

Anlayış sahipleri, halklar tarafından her zaman koklanmaya çalışılır.

Bazen göklere çıkartılıp yükseltilirler.

Bazen yerlere atılıp ezilirler.

 

7. İNSANLIĞIN RUH MİMARLARI PEYGAMBERLER (Peygamberlerin Hayatı IICilt)

Evrenin en büyük sanatçısı Allah’tır.

Yüce Allah’ın en büyük sanat eseri insandır.

İnsanın en büyük sanatı ruhtur.

Ruhun mimarları aziz Peygamberlerdir.

 

8. PEYGAMBERLERİN ÇİZDİĞİ RUH HARİTASI (Hz. Peygamber(a.s)'in Hayatı II Cilt)

Kaybolmuşuz Peygamberlerin çizdiği haritanın üzerinde.

Yön tayin etmede zorlanıyoruz.

Neresi doğu.

Neresi batı.

Neresi kıble.

 

9. ÇOCUKLARIN RUH DÜNYASI (Doğumundan Ölümüne Kadar Çocuk Terbiyesi)

“Her çocuk İslam fıtratı üzere doğar.”

Hiç bir çocuk, anne ve babasının  meşru veya gayri meşru yaptıklarıyla sorumlu değildir.

Her çocuk kendi kişisel menkıbesinin sorumlusudur.

Çocuklar, ailenin balı ve dalı,

Toplumun gülü ve bülbülü,

Kainatın çiçeği ve eşrefidirler.

 

10. DERSLERİN RUHU (Tefsir Dersine Giriş 1) 

Bütün kitaplar, bir kitabı anlamak içindir, oda KUR’ANI KERİM’dir.

Bütün ilimler, tek bir ilimden onay alır,  oda KUR’ANI KERİM’dir.

Bütün ilimlerin merkezi, tefsir ilmidir, oda KUR’ANI KERİM’dir.

 

11. DERSLERİN RUHU (Tefsir İlmine Giriş 2)

Usûl, Arapça asl'ın çoğuludur. 

Asl sözlükte temel, kök, soyluluk ve orijinal anlamlarına gelir.

Tefsir usûlü ya da İlmu Usûli't Tefsir,

Kur'ân-ı Kerim'in insanlar tarafından anlaşmasına yardımcı olmak üzere onu, insanların zihinlerine,  akıllarına yaklaştırma çalışmaları  diyebileceğimiz tefsirin ve müfessirlerin  prensiplerini, şartlarını ve çerçevesini belirleyen,  tarihini tespit eden ilim veya  ilimlerin hepsine birden verilen isimdir.

 

12. ÇAĞIN ALTIN RUHLULARI (Sahabe-i Kiramın Hayatı II Cilt)

Rasulullah (a.s)’ın da üzere yaratılmış olduğu “ALLAH AHLÂKI”?…

“VERMEK”!

Karşılıksız vermek!

Çıkar düşünmeksizin vermek! EBU BEKİR gibi.

Zâhirde ve bâtında her an ve her koşul altında adil olmak! ÖMER gibi.

Ar, haya, sevgi vermek!.. Karşılık beklemeksizin! OSMAN gibi. 

İlim, cesaret  vermek!… Karşılık beklemeksizin! ALİ (r.a) gibi...

 

13. ADEMİN HİKMETİ

Adem dedikleri;

el,

ayak,

baş değil,

manaya  derler.

Kaş,

göz değil,

ruha derler.

 

14. ALEMİN HİKMETİ

Her insan bir ademdir.

Her adem bir alemdir.

Her alem bir sırdır.

Her sır bir yitiktir.

Her yitik bir hikmettir.

Her hikmet bir hazinedir.

Her hazine bir saadeti dareyndir.

 

15. EĞİTİMİN HİKMETİ

Her Müminin dinini öğrenmesi ve bildiklerini öğretmesi dini bir ihtiyaçtır.

Zira inandıklarını uygulayabilmesi öğrenmeye bağlıdır. Öğrenim, eğitimin bir parçasıdır.

Eğitim, hedeflenen davranışların programlı ve planlı faaliyetlerle insana kazandırılmasıdır.

Öğretim ise, öğretme faaliyetlerinin belirlenen hedefler doğrultusunda, planlı ve kontrollü olarak düzenlenmesi ve uygulanmasıdır.

 

16. DÜŞÜNMENİN HİKMETİ

Felsefe;

“seviyorum, peşinden koşuyorum ve arıyorum”;

anlamına gelen ve

“bilgi, bilgelik”

anlamına gelen sözcüklerinden türeyen terimin

işaret ettiği entelektüel faaliyet ve disiplindir.

Buna göre felsefe

“bilgelik sevgisi”

yada;

“bilginin peşinden koşma”

anlamına gelir.

 

17. DÜŞLERİN HİKMETİ

Rüya konusunda;

Batı bilginleri genelde rüyanın insanın günlük yaşantısı sonucu gördüğü şey olarak yorumlarken,

Doğu bilginleri bu görüşe katılmakla birlikte Allah'tan gelen ilahi bir mesaj olarak da görmüşlerdir.

 

18. HAYALİN HİKMETİ  

Fertte çağrışım yapan hayaller neticesinde meydana gelen kolektif alt şuuru psişik hayatın esaslı faktörüdür.

 

19. MEDENİYETİN HİKMETİ

Allah'ın indirdiklerini kendisine hayat nizamı olarak kabul eden toplumlarda medeniyet, kavramın içerdiği gerçek anlamıyla ortaya çıkmıştır. İslâm medeniyeti, iman, amel, ahlâk, sosyal ilişkiler, toplum hayatını insanların iyiliği doğrultusunda yöneten idarî prensiplerin bir tezâhürüdür.

 

20.  ACILARIN HİKMETİ (Şiir)

Şair, Şiir yazarken,

çocuk dünyaya getiren

bir annenin sancısını çekmiyorsa

yazdıklarının hepsi yalandır.

 

21. ŞEREFİN HİKMETİ (Müslüman Kadın)

İslâm'a göre şeref, müttakî olandır; Allah'tan korkup haramlardan her zaman sakınan, Allah'ın emirlerini yerine getirendir.

 

22. AKLIN HİKMETİ

Akıl, eşyanın güzellik, çirkinlik, kemâl ve noksanıyla ilgili sıfatını idrak eden özelliktir. İki hayırdan daha hayırlı; iki şerden daha az şerli olanını idrak etmekten ibarettir. Akıl insanoğluna verilmiş manevi bir kuvvettir. İnsan bu güç ile gerekli ve nazarı bilgileri elde eder. Bilgiyi elde eden güç İslâm'da insanı mükellef kılan akıl gücüdür. Bu güç insanda ana rahminde cenin iken oluşan özelliktir. Bu erginlik çağına gelince gelişir ve gittikçe olgunlaşır. Bu da, zarûriyyâtı anlayan güçtür. Bu güç ile elde edilen 'bilgi'ye gelince yerine göre kullanılmadığında akılsızlık özelliğini taşır.

 

23. NAMAZIN HİKMETLERİ

Namaz, tekbir ile başlayıp selâm ile son bulan, belli fiil ve sözleri içine alan bir ibadettir. Allah'a karşı tesbîh, ta'zîm ve şükrün ifadesidir.

Sabah namazının iki rekat olmasının hikmeti nedir? Öğle namazı niçin dört rekattır? Bazı namazların iki ve üç veya dört rekat olmasının sebebi hikmeti nedir? İşte bütün bunların hikmeti bu kitabın içinde geçer.

 

24. DİN NASİHATTIR (İbretli Sözler) *Çıktı*

Nasihat, İslâm'ın pratik hayata aktarılması, ahlâkî prensiplerin yaşanması, insanî erdemliliklerin, görgü kurallarının öğretilmesi amacıyla bilenlerin bilmeyenlere öğretmesi ve hatırlatmada bulunması amacıyla yapılan öğütlerdir. Bu öğütler yapılırken asla bir ard niyet güdülmez, dünyevî çıkarlar düşünülmez.

 

25.NAMAZIN DİLİ

Namaza başlarken ve namaz kılarken, söylediklerimizin anlamı nedir? Neden “Allah’u Ekber” diyoruz? Neden Ku’ran ile değil de “Sübhaneke” ile namaza giriş yapıyoruz? Neden “Ruku” ediyoruz? Niçin “Secde”ye kapanıyoruz? Bütün bunlar ne anlama geliyor? Ve biz bunları yaparken ne demek istiyoruz? Bunların anlamı ve dili nedir?

 

 

 



[1] İsra,17/9

[2] Yunus,59

[3]  Hakim en Neysaburi (405/1014)

[4]  Bakara,2/2

[5] Nahl,16/98

[6] Bakara,2/44

[7] Cuma,62/5

[8] Tirmizi, Fedailul-Kur'an,12

[9] Nahl, 16/98

[10] Ebu's-Suûd, İrşâdü'l-Akli's-Selîm, Kahire ty., 5. 139-140

[11]  Mü'min, 40/27

[12]  Duhân, 44/20

[13]  Bakara, 2/67

[14]  Hûd, ll/47

[15]  Meryem, 19/18

[16]  Müminûn, 23/97, 98

[17]  Nâs, 114/ 1-6

[18]  Felâk, 113/1-5

[19] Buhârî, Bed'ü'l-Halk, 2, Edeb, 76; Müslim, Birr, 109, 110; Ebû Dâvud, Salât, 18, 119, 120, 122; Tirmizî, Mevâkît, 65, Sevâbu'l-Kur'ân, 22; ed-Dârimî, Salât, 33, Fadâilü'l-Kur'ân, 22; Ahmed b. Hanbel, 3, 50, 5, 26, 253

[20] Geniş bilgi için bk. Buhârî, Davet, 35-46, Et'ime, 28, Eşribe, 30; Bedü'l-Halk, 2, Edeb, 76, Tefsiru Sûre, 6/2, Ezân, 149, Cihâd, 25, Fiten, 15, Rikâk, 52; Müslim, Fiten 4, 7, 10, Zikr, 47-52, 61, 62, 66, 73, 76, 96, Birr, 109, 110, Fadâilu's-Sahâbe, 140, Eymân, 36; Ebû Dâvud, Edeb, 98, 104, Salât, 18, ll9, 120, 122, Tıbb, 19; Tirmizi, Tahâre, 4, Deavât, 15, 19, 67, 74, 76, 110; Nesâi;, istiâze, 7, 12, 17, 18, 25, 26, 33, 38, 60; Ahmed b. Hanbel, I, 247, 2, 202, 3, 50, 427, 5, 356, 6, 31, 100, 139, 190; İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azîm, Kahire, ty., 1, 27-29

[21] Besmele ile ilgili açıklama 2.ciltte gelecektir.

[22] Kurtubî, el-Câmi'li Ahkâmi'l Kur'ân, Beyrut, ty., 1, 86

[23]  Kıyâme, 75/16,18

[24]  Alâk, 96/1-5

[25]  Mâide, 5/3

[26]  Yûsuf, 12/2

[27]  Nahl, 16/98

[28]  A'râf, 7/204

[29]  İsrâ, 17/9-10

[30]  İsrâ, 17/82

[31]  Bakara, 2/1

[32] Furkân, 25/1), ez-Zikr (el-Hicr, 15/9), en-Nûr (en-Nisâ, 4/174), er-Rûh (eş-Şûrâ, 42/52), el-Hudâ (el-Bakara, 2/2), eş-Şifâ (el-İsrâ, 17/82), el-Mecîd (el-Burûc, 85/21-22), el-Mesânî (ez-Zümer, 39/23), Ümmü'l-Kitab (ez-Zuhruf, 43/1-4

[33] bkz. Râgıb, Müfredât, 273

[34] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 8, 5426

[35] İbn Kuteybe, Tefsîru Garîbi'l-Kur'an, 262

[36] Kurtubî, Tefsîr, 1, 17

[37] İbnü'l-Cezerî, en-Neşr, 1, 207

[38]  Müzzemmil, 73/4

[39] Râzî, Tefsîr, 30, 174

[40] Gazâlî, İhyâ, I, 289

[41] Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, 71

[42] İbn Kayvim el-Cevziyye, Zâdü'l-Meâd, I, 88

[43] Buhârî, Sahîh, 6, 109 vd

[44] İbn Kayyim, Zâdü'l-Meâd, 1, 89

[45] İbn Kayyim, Zâdü'l-Meâd, 1, 89

[46] Şerhu Sahîhi't-Tirmizî, 11, 34

[47] Geniş bilgi için bkz. İsmail Karaçam, Kur'an-ı Kerîm'in Fazîletleri ve Okunma Kâideleri, 189-191

[48]  Furkan, 25/32

[49]  Müzzemmil, 73/4

[50] Sâbûnî, Safvetü't-Tefâsir, 2, 573

[51] Sâbûni, a.g.e.3, 728

[52] Zekiyüddin Şa'bân, Usûlü'l-Fıkh, Terc. İbrahim Kafi Dönmez, Ankara, 1990, 48 vd.

[53]  Bakara, 2/170

[54]  Nisâ, 4/163

[55] El-Bakara, 2/219; en-Nisa, 4/43; el-Mâide, 5/90-91

[56]  Bakara, 2/286

[57]  Buhari, el-Cami',4, 422

[58]  Ali İmran, 3/97, el-Hac, 22/27, el-Bakara, 2/196, 197

[59] Buhârî,İ'tisam 4; Müslim, Hacc 412, (1337), Fedâil 130, (1337);  Nesâî, Hacc 1,

[60]  Furkan, 25/32

[61]  Maide, 5/89

[62] Zekiyüddin Şaban, Usulü'l-Fıkh, Terc. İbrahim Kafi Dönmez, Ankara 1990, s. 46-47

[63] Zekiyuddin Şa'ban, a.g.e., s.47, 48

[64]  Bakara, 2/23

[65]  Yunûs 10/38

[66]  Enbiyâ, 21/107

[67]  Hac, 22/ 1, 2

[68]  Ankebût, 29/48

[69] Rum, 30/1-5

[70] Ahmed b. Hanbel, Müsned,1, 276, 304; Buhârî, Tefsiru Sûreti'd-Duhân, 6, 164; Tefsîru't-Taberî, 21, 12-15; İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm, İstanbul 1985, 6, 304-310; Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1936, 5, 3794-3802

[71]  Feth, 48/27

[72]  bk. el-Enfâl, 8/7; en-Nûr, 24/55

[73]  Mü'minûn, 23/12-16

[74]  Enbiyâ. 21/30

[75] bk. Yâsin, 36/38

[76]  Ra'd, 13/2; Lokmân, 31/10

[77]  Hicr, 15/22

[78]  Nisâ, 4/80

[79] Buhârî, Ezân, 18, Edeb, 27

[80] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3, 318, 366

[81] el-Mâide, 5/89

[82]  Nisâ, 4/92

[83]  Mücâdele, 58/1-4

[84]  Nisâ, 4/29

[85]  bk. el-Bakara, 2/275-280

[86] Nisâ, 4/58

[87]  Nahl, 16/90

[88] Âlu İmran, 3/159

[89] Şûrâ, 42/38

[90] Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, Daru'l Fıkri'l-Arabî tab'ı Mısır, t.y., s. 100,101,141,142).

[91] Mâide, 5/2

[92]  Meryem,19\ 11

[93]  En'am, 6/112

[94] En'am, 6/121

[95]  Fusılet, 41/12

[96]  Zilzal, 99/5

[97]  Maide, 5/111

[98]  Kasas, 28/7

[99]  Ebu Davud, Vahy,5

[100]  Kıyame, 76/16-18

[101]  Nisa, 4/164

[102]  el-Hadis ve'l Muhaddisûn,12; Kurtubî, Tefsîr, 75

[103]  bkz. Muhammed Ebu Zehra, Mezhepler Tarihi, 21

[104] Ahzab, 33/62

[105]  İsra, 17/77; Fatır, 35/43

[106] Meryem,19/11

[107]  En'am, 6/121

[108]  Zilzâl, 99/4, 5

[109] Fussilet, 41/12

[110]  Nahl, 16/68, 69

[111]  Enfâl, 8/12

[112]  Mâide 5/111

[113]  Kasas, 28/7

[114]  ez-Zerkeşî el-Burhân fi Ulumi'l-Kur'ân, Mısır 1972, I, 235

[115]  İbn Hacer el-Askalanî, Fethu'l-Barî bi Şerhi Sahihi'i-Buharî, Bulak 1300, 9,18; Ahmed b. Ebi Ya kub, Tarihu Ya'kûbî, Necef,1385, 2, 64

[116] Buharî, Fedâilu'l-Kur'ân, 7

[117] Ahmed b. Hanbel, 1, 231, 276

[118] Ahmed Emin, Fecru'l-İslâm, Mısır 1955,166

[119]  Tur, 52/1, 2, 3

[120] Ahmed b. Hanbel, 5, 185)

[121] Bakara, 2/ 211

[122]  Bakara, 2/248

[123]  Bakara, 2/248; Âli İmrân, 3/46

[124]  Mü'minûn, 23/50

[125]  Rûm, 30/20

[126] bkz. Râgıb, Müfredât, 273

[127] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 8, 5426

[128] İbn Kuteybe, Tefsîru Garîbi'l-Kur'an, 262

[129] Kurtubî, Tefsîr, 1, 17

[130] İbnü'l-Cezerî, en-Neşr, 1, 207

[131]  Müzemmil, 73/4

[132] bkz. Râzî, Tefsîr, 30, 174

[133] bkz. Gazâlî, İhyâ, I, 289

[134] bkz. Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, 71

[135] İbn Kayvim el-Cevziyye, Zâdü'l-Meâd, I, 88

[136] Buhârî, Sahîh, 6, 109 vd

[137]  İbn Kayyim, Zâdü'l-Meâd, 1, 89

[138]  İbn Kayyim, Zâdü'l-Meâd, 1, 89

[139]  bkz. Şerhu Sahîhi't-Tirmizî, 11, 34

[140]  Geniş bilgi için bkz. İsmail Karaçam, Kur'an-ı Kerîm'in Fazîletleri ve Okunma Kâideleri, 189-191

[141] Furkan, 25/32

[142]  Müzzemmil, 73/4

[143] bkz. Sâbûnî, Safvetü't-Tefâsir, 2, 573

[144] Bkz. Sâbûn, 3, 728

[145]  Bakara, 2/106

[146]  Nahl, 16/101

[147] Nisâ, 4/160-161

[148]  Yunus, 10/15

[149]  Âlâ, 87/6-7

[150] bkz. Ali Hasen el-Arîd, Fethul-Mennân, s. 85-124

[151]  Necm,53/4,5

[152] bkz. Suyutî, el-İtkân, 2, 21.

[153] Tirmizî, Vesaya 5, (2122), Nesai, Vesaya 5,

[154] Müslim, Cenâiz, 106; Nesâî, Cenâiz, 100

[155] el-Kâfiyecî, Kitâbu't-Teysîrfı Kavâidi İlmi't-Tefsîr, tercüme ve neşr: İsmail Cerrahoğlu, Ankara 1974, s. 75-76

[156] ez-Zerkeşî, el-Burhân fı Ulûmi'l-Kur'ân, Mısır 1972, 2, 35-37

[157] Ali Hasen el-Arîd, Fethul-Mennân, s. 223-230

[158] Suyûtî el-İtkân, 2, 24; ez-Zerkânî, Menâhilul-İrfân, 2, 209-210

[159] Menâhilul İrfân fi Ulümil-Kur'an, Kahire 1943, 2, 256-269

[160] Ali Hasen el-Arîd, Fethul-Mennân, s. 243-245

[161] Suyûtî, el-İtkân, 2, 22-23

[162] M. Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, Kahire t.y, s. 119 vd.

[163] Ali-İmran,3/7,8

[164] Ebû Dâvud, Cihad, 33

[165]  Nur, 24/4

[166]  Nur, 24/5

[167]  M. Ebû Zehra, a.g.e., s.,123,124

[168]  Talâk, 65/2

[169] Fethi ed-Derînî, el-Menâhicü'l-Usûliyye, Dimaşk 1395/1975, s., 66, 67; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, Mısır, t.y,2, 72, 73

[170] Bakara, 2/285

[171] Zümer, 39/23

[172] er-Razî, et-Tefsîru'l-Kebîr, Tahran (t.y)., 7,17

[173]  Ali İmran, 3/7

[174] Ebû İshak es-Şâtibi, el-Muvafakat, Beyrut 1975,3, 86

[175] Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât fi Ğaribu'l-Kur'an, Beyrut (t.y), s. 254

[176] Beyhakî, Kitabu'l-Esmâ ve's-Sıfât, Mısır 1358, s. 408

[177] Ali-İmran,3/7

[178]  Ali-İmran,3/7

[179] Ali-İmran,3/7

[180] Fizilalil Kur’an (Seyyid Kutup) c,2;s,325.

[181] Buhârî, İ'tisam, l

[182]  İsrâ, 17/88

[183] Hûd, l l/13

[184]  Yûnus,10/38

[185]  Enbiyâ, 21/5

[186]  Kamer, 54/45

[187] İbn Kesir, Tefsîru'l-Kur'ani'l-Azîm, Mısır, ty. 7, 457

[188]  Rum, 30/2-4

[189] Yusuf,12/2

[190]  Fussilet,3

[191] Zümer,28

[192]  Şura,42/7

[193]  Zuhruf,43/3

[194] Yusuf,12/2

[195] Bakara,2/23

[196]  Yunus,10/38

[197] Yunus,10/13

[198]  İsra,17/88

[199]  Sebe,34/28

[200]  Yunus,10/38

[201]  İsra,17/88

[202]  Zümer,39/67

[203] Mümin,40/16

[204] Enfai,8/58

[205] Fussilet,41/26

[206] İnsan,76/17,18

[207]  Nebe,78/21,22,23

[208] Necm,53/22

[209]  Lokman,31/19

[210]  Hicr,15/2,3

[211]  Hacc,22/8,9

[212]  Hacc,22/19,20,21,22

[213] Hacc,22/73

[214] Enfal,8/14

[215] Alu-İmran,3/92

[216] Şems,91\1-5

[217] Maide,5/41

[218] Müdessir,74/1-7

[219] Tekasür,102/1-6

[220]  Abese,80/17-31

[221] Müdessir,74/11-17

[222]  Müdessir,74/18-21

[223]  Nebe,78/31-34

[224]  Tekasür,102/21-26

[225]  Yusuf,12/100

[226]  Necm,53/21,22

[227]  Lokman,31/19

[228] Müslim,Vahy,12

[229] Beyyine,98/2

[230] Abese,80/11-16

[231]  Hicr,15/9

[232]  Tevbe,9/28

[233]  Buhari,Vahy,7

[234] Kurtubî, el-Câmi' li Ahkâmi'l-Kur'ân, Beyrut ty. 1, 154.

[235] İsmâil Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, Ankara 1976, s. 137.

[236] Suyûtî, el-İtkân, Beyrut 1978, 2, 2.

[237] Subhi es-Sâlih, Mebâhis fi Ulûmi'l-Kur'ân, Beyrut 1968, s. 241.

[238]  Sahihi Buhari, Vahy,10

[239] Buhârî, Fadâilü'l-Kur'an, 27, Tevhid, 53, Bed'ül-Halk, 6, Mürteddin, 9, Husumat, 4; Müslim, Misâfirîn, 270; Ebu Davud, Vitr, 22; Tirmîzî, Kur'an, 9; Nesâi, İftitah, 37; Ahmed ibn Hanbel, Müsned, 5, 16,41, 114, 124, 127, 128, 132

[240] Prof. Dr. Muhammed Abdü'l-Azîm ez-Zerkânî, Menâhilu'l-İrfân fi Ulumi'lKur'an, Kahire 1362/1943, I, 139

[241] Buhârî, Fedâilu'l Kur'an, 5; Müslim, Müsafrin, 272; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 264, 299, 313

[242] Dr. Subhi es-Salih, Mebâhis fi Ulûmi'l-Kur'an, Beyrut 1969, s. 108

[243] İbnü'l-Cezîrî, Muncidu'l-Mukrîîn, 3.

[244] Fedâîlu'l-Kur'ân, 5

[245] Abdulazîz b. Abdulfettâh el-Kârî, Hadisu'l-Ahrufi's-Seb'a, 60, 72, 78-79; Mecelletu Kulliyyeti'l Kur'ani'l-Kerîm, el-Aded: 1, 1402-1403)

[246] Buhârî, fedâilu'l-Kur'an, 5

 

[247] el-Hâc Muhyiddîn Abdulkâdir el-Hatîb, Kifâyetu'l-Mustefid fî Fenni't-Tecvid, 88

[248] İbnu'l-Cezerî, Takrîbu'n-Nesr, 25; Muncidu'l-Mukriîn, 15.

[249] Abdulazîz b. Abdulfettâh el-Kârî, a.g.e., 114.

[250] Nevevî, Riyâzu's-Sâlihîyn, Trc. Kıyâmuddîn Burslan/Hasan Hüsnü Erdem, I. Mukaddime.

[251] Nevevî, Riyâzu's-Sâlihîyn, Trc. Kıyâmuddîn Burslan/Hasan Hüsnü Erdem, I. Mukaddime

[252] İbnu'l-Cezerî, Takrîbu'n-Neşr Fi'l-Kırââti'l-Aşr, 26

[253] İbnu Mucâhid, Kitâbu's-Seb'a, 45

[254] İbnu'l-Cezerî, Müncidu'l-Mukriîn, 16; en-Neşr, 1, 53

[255] İbnu'l-Cezerî, en-Nesr, 1/50-53; Takrîbu'n-Nesr, 21-22

[256] Müzemmil, 73/4

[257] İbnu'l-Cezerî, en-Nesr, 1/51-54; Takrîbu'n-Nesr, 23-24

[258] Zemahşerî, Keşşaf, 3, 281

[259] İbn Mâce, Mukaddime, 11, 1, 49, no: 138

[260] Muhammed Mekkî, Nihâyetü'l-Kavli'l-Müfîd, 8

[261] İbnü'l-Cezerî, en-Neşr fî Kıraati'l-Aşr, 1, 210

[262] Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. İsmail Karaçam, Kur'an-ı Kerim 'in Faziletleri ve Okunma Kaideleri, 173-185

[263] bkz. Suyûtî, İtkân, 1, 52-55

[264] Suyûtî, İtkân, 1, 62-63

[265] Buhari, Kitabu Fedâilul-Kur'ân, 7

[266] İhlâs,112/1-4

[267]  Ra'd 13/16

[268]  Hud 11/50

[269]  Hûd 11/53

[270]  Nahl 16/125

[271]  Şuarâ 26/109, 127, 145, 164 ve 180

[272]  Tekvîr 81/8-9

[273] ez-Zerkeşî, el-Burhân fi Ulûmil-Kur'ân, Beyrut, (t.y.), 1,187

[274] Mennâ' el-Kattân, Mebâhis Fî Ulümil-Kur'ân, s. 51

[275] ez-Zerkeşî, el-Burhân fi Ulûmi'l-Kur'ân, 1, 250

[276] Suyûtî, Câmiu's-Sağîr,, 1, 51

[277] Suyûtî, Camiu's-Sağîr, 2, 188

[278] Hâkim, Müstedrek, 1, 562

[279] Kurtubî, Tezkâr, 127

[280] Ebû Şâme, el-Mürşidü'l-Veciz,197

[281] Zerkeşî, el-Burhân, 1, 450

[282] A. Çetin, Kur'an-ı Kerim Tarihi, s. 150

[283] en-Neşr, 1, 230-231

[284]  Müzzemmil, 73/4

[285] Demirhan Ünlü, Kur'an-ı Kerim Tecvîdi, s. 159

[286] Ebû Davûd, Vitr, 20; Tirmizî, Fedâilul-Kur'ân, 23

[287] Ebû Davûd Terc., N. Yeniel-H. Kayapınar, 5, 441-442

[288] Demirhan Ünlü, Kur'an-ı Kerîm Tecvîdi, s. 164

[289] Celâleddin Karakılıç, Tecvîd İlmi, s. 74-75; D. Ünlü, Kur'an-ı Kerimin Tecvidi, s. 158-167

[290] Buhârî, Ta'bîr 22, İ'tisâm 1

[291] İbn Recep el-Hanbelî, Cevâmiü'l-Hıkem fi Şerhi Hamsıne Hadîsen min Cevâmiü'l-Kelim, Dârü't-Türâs, (t.y.) s. 2

[292]  Hıcr, 15/94

[293] Tecrid-i Sarih Tercümesi, I, 455

[294] Nahl, 16/90

[295] İbn Recep el-Hanbelî, a.g.e., s. 3

[296] Buharî, Bed'ü'l-vahy 1

[297] Buharî, İ'tisam, 3

[298] Buhârî, Vudû' 71; Eşribe 4, 10; Müslim, Eşribe 67-69....

[299] Buharî, Rehn 6; Tirmizî, Ahkâm,12

[300] Al-i İmran, 3/138

[301] Maide 5/67

[302]  Nahl, 16/44

[303] Sad, 38/29

[304] Müzzemmil, 73/20

[305] Ö. Nasuhî Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 219; Fetâvây-ı Hindiyye terc., 1/268-269

[306] Şuara 26/192-195

[307]  Ta-Ha 20/113

[308] Zümer, 39/28

[309]  Fussilet, 41/3

[310]  Yusuf, 12/2; Ra’d, 13/37; Nahl, 16/103; Şura, 42/7; Zuhruf, 43/3; Ahkaf, 46/12

[311]  Bakara 2/23-24; Yunus, 10/37-38; Hud, 11/13; İsra, 17/88; Tur, 52/33-34

[312]  İsra, 17/88

[313] bk. Serahsi, el-Mebsut, 1, 37, Beyrut, 1398/1978

[314]  Ya-sin,36/69

[315]  Tarık, 13-14

[316]  Vakıa,56/81-82

[317] Din işleri yüksek kurulu kararı, karar tarihi: 04.12.1997.Diyanet işleri başkanlığı din işleri yüksek kurulu sayı b.02.1.dib.o.1o.070/129

[318] Neml,27/30

[319]  Bakara, 2/200

[320] Nisa, 4/103

[321] Müzzemmil, 73/8

[322] İnsan, 76/25

[323]   Tirmizî, Eşribe 13,

[324] Haşr, 59/22-24

[325] İsra, 17/110

[326] Zuhruf, 43/45

[327]  Yâsin, 36/1 I

[328]  Kaf 50/33

[329] Meryem, 19/45

[330]  Mülk, 67/3

[331] Suphi es-Salih, Mebahis fi Ulûmil-Kur'an, s. 50-56

[332] İbn Teymiyye, Mukaddime fi't-Tefsir,Dımaşk 1936, s.31

[333] Suyûtî, el-İtkân JF Ulûmi'l-Kur'ân, Beyrut, 1978, 1, 380; Zerkeşi, el-Burhan fi ulûmi'l-Kur'ân, I, 22

[334]  Nisâ, 4/43

[335] Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, Mısır 1968, s.87

[336] Bakara, 2/115

[337] Zerkanî, Menâhilu'l-İrfan fî Ulûmi'l kur'ân, Mısır (t.y), 1, 102-103

[338] Mâide, 5/93

[339] Zerkeşî, el-Burhan Fi Ulûmi'l-Kur'an, Kahire 1957, I, 28

[340] Zekiyüddin Şa'bân, Usûlü'l-Fıkh, Terc. İbrahim Kafi Dönmez, Ankara, 1990, 48 vd.).

[341]  Yusuf,12/2

[342] Abese, 80/31

[343] Nahl,16/47

[344]  Zariyat,51/1

[345]  Adiyat,100/1

[346]  Kadir,97/1

[347] Fecr,89/1

[348]  Bakara,2/269

[349] Menna'el-Kattan, Mebahis-Ulumi'l-Kur'an, Beyrut, 1408/1987, s. 327

[350] İbn Kesir, Tefsir, Terc. Bekir Karlığa-Bedrettin Çetiner, İstanbul 1983, 374-375

[351] Yusuf, 12/100

[352]  A'raf, 7/53

[353] Nisa, 4/59

[354] Ebû Nuaym, Hilye, 6, 325; Beyhakî, el-Esma ve's-Sıfat, 408

[355]  Muhammed, 47/24

[356]  Âl-i İmrân, 3/7

[357] bk. Taberî, Tefsir, Mısır 1968, 111, 182 vd.

[358] İbn Hanbel, 1, 266, 314; Hakim, el-Müstedrek, 111, 534

[359] Muhammed, 47/24

[360] Gazzalî'den naklen İmam Nevevî, Şerhu Müslim, 16, 18

[361] el-İtkan,21, 4

[362] Aliyyu'l-Karî, Şerhu Fıkhi'l-Ekber, 61

[363] Muhtasar Min Fetevâ 'yı İbn Teymiye, 6, 360-361

[364] Abdulğafur Mahmud Mustafa Cafer, Dirâsât fı Ulumi'l-Kur'ân, Kahire 1987, s. 49-60; Ali Turgut, Tefsir Usulü ve Kaynaklarr, İstanbul 1991, s.13-43; Mennâ el-Kattân, Mebâhis fı Ulûmi'l-Kur'ân, Kahire 1981. s. 8-10

[365] Mennâ el-Kattân, a.g.e., s. 293-296

[366]  M.Doğan, Büyük Türkçe Sözlük,t.d.k. yay; M.Ali Ağakay, Türkçe Sözlük /Kamusu Türki) Tercüman yay.; Ferit Devellioğlu, Osmanlıca –Türkçe Anonim Ansiklopedik Türkçe Sözlük

[367] Nedim Maraşlı-Usame Maraşlı, es-Sıhah fil-Lugati vel Ulum, Darul- Hadaratul-Arabiyye, Bewyrut, 1975

[368] Krş. Türkçe Szölük, Türk Dil Kurumu; Ömer Demir-M.Acar. Sosyal Bilimler Sözlüğü, Ağaç Yay, İstanbul

[369]  Sosyal Bilimler Sözlüğü

[370]  Felsefe Terimler Sözlüğü, B.Akarsu, s.135

[371]  Zerkeşi, el-Burhan, 1.34-35

[372] Dil Denen Mucize, 1.11

[373]  Dil Denen Mucize 1.124

[374]  bak. Sad, 38/87-88; Tekvir, 81/27-28

[375] Halis Albayrak, Kur’an Bütünlüğü Üzerine, 46

[376]  a.g.e.

[377] Dil Denen Mucize, 1.125-126

[378]  H.Albayrak, a.g.e.

[379]  Tevbe,9/75

[380]  el-Muhalla, Darul Fikr, Beyrut,11.207

[381]  a.g.e.11.208

[382] Sâd, 38/29

[383] Subhi es-Salih, Mebâhis fi Ulumil-Kur'an, s. 289-290

[384] Kasas,28/56

[385] Müslim, Mesacit; İbni Hanbel,Aşereh.

[386] Bakara,2/93

[387] Bakara,2/73

[388]  Kehf,18/65

[389]  Bu konu başlık halinde tekrar incelenecektir.

[390]  Taha,20/13

[391]  Rad,13/37

[392]  Nahl,16/44

[393]  Kehf,18/77

[394]  Nisa,4/75

[395]  Yusuf,12/82

[396]  Talak, 65/8)

[397]  Nisa,4/43

[398]  Maide,5/42

[399]  Rahman,55/9

[400]  Müdessir,74/4

[401]  Vakıa,56/79

[402]  Nesai,Tharet,139; İbni Mace, Taharet, 270;Daremi, Taharah,683

[403]  Alak,96/9,10

[404]  Ahzab,33/56

[405] Cuma,62/10

[406]  Lokman,31/17

[407] Ankebut,29/56

[408]  Zümer,39/53

[409]  Araf,7/58

[410]  Bakara,2/286

[411]  Ali-İmran,3/193

[412]  Ali-İmran,3/8

[413]  Bakara,2/187

[414]  Bakara,2/187

[415]  Maide,5/75

[416] Fatiha,1/1-4

[417]  Yunus,10/22

[418]  Abese,80\1-2

[419]  Abese,80/3

[420]  Ali-İmran,3/26

[421]  Ali-İmran,3/26

[422]  Nahl,16/44

[423]  Fatır,35/9

[424]  Fatır,16/89

[425]  Enam,6/38

[426]  Bakara,2/2

[427]  Şura,42/52

[428] Rad,13/39

[429]  İsra,17/58

[430] Enam,6/38

[431]  Enfal,8/68

[432]  Neml,27/75

[433]  Hud,11/6

[434]  Fatır,35/11

[435]  Rad,13/43

[436]  Enam,6/38

[437]  Kehf,18/49

[438]  Enam,6/59

[439] Zehebî, el-İber, Kuveyt, 1960, I, 73; İbn Nedim, el-Fihrist, 337 vd; The Encyclopaedia of İslâm Ez, "İbn Dirham" mad.; Montgomery Watt, İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, Terc, Ethem Ruhî Fığlalı, Ankara 1981, s. 305; Ebû Gudde, Halk-ı Kur'ân Meselesi, Terc. Mücteba Uğur, A.Ü.İ.F. Dergisi,1975, c. 20, s. 307 vd.

[440] Zehebî, Mîzânü'l-İ'tidâl, Mısır 1963, I, 322).

[441] Kevserî, Te'nîbü'l-Hatîb, s. 53

[442]  Mücâdele, 58/8

[443] Ziriklî, el-A'lâm, 5, 69, 6, 313

[444]  Tevbe, 9/6

[445] Nisâ, 4/164

[446]  A'râf, 7/143

[447] Şûrâ, 42/51

[448] es-Sâbûnî, el-Bidâye fî Usûli'd-Dîn, Dımaşk 1979, s. 34, 35

[449] Zehebî, el-İber, 1, 372; Ahmed Emîn, Duha'l-İslâm, Kahira 1949, 3,184; Muhammed Ebû Zehra, İslâm'da Fıkhî Mezhepler Tarihi, terc. Abdülkadir Şener, İstanbul 1976, s. 439-451; Ebû Gudde, a.g. makale, s. 309-310

[450] el-Cüveynî, Kitâbü'l-İrşad, Mısır 1950, s. 128 vd.; Taftazânî, a.g.e,170-171; Aliyyu'l-Kârî, Şerhu Fıkhı'l-Ekber terc. y.v. Yavuz, İstanbul 1979, s. 77-79).

[451] Âli- İmrân, 3/93

[452] Kitabı Mukaddes, Tekvin, 32:22-31

[453] Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrailiyyat, Ankara 1979, s. 6, 7

[454]  Enam,6/92

[455]  Bakara, 2/97

[456] Nisa, 4/46

[457] En'âm, 6/91

[458] bk. el-Maide, 5/13; İbn Kesir, Tefsîru'l-Kur'ani'l Azîm, 2, 572, v.d).

[459] İsmâil Cerrahoğlu, Kur'ân Tefsirinin doğuşu ve buna hız veren amiller, Ankara 1965, s. 65

[460]  Kehf, 18/22

[461]  Bakara, 2/136

[462] Buhârî, Şehâdet, 29; İ'tisâm, 25

[463] Ahmed b. Hanbel, 3, 387

[464] Bakara, 2/79

[465] Buhârî, İ'tisâm, 25; Tevhîd, 42, 43; Şehadet, 31

[466]  Fussilet, 41\53; Kıyame,75\19

[467]  Muhammed,47/24

[468]  Hucurat,49\4

[469]  Kamer,54\ 17, 22, 32, 40

[470] Mâide,5/ 75

[471]  Bk. M.Fuad Abdülbaki, el-Mu'cemul-Mufehres 141-14

[472] Ibnü'l-esîr, Câmiu'1-Usûl, 1/186 (Muvatta'dan

[473] Darimî, Fedâilûl-Kur'an, 1 ; Tirmizi, Sevâbul-Kur'an l4

[474]  Tevbe,9/97

[475]  Bedüizzaman, Sözler (Sözler Y. l987) 383 (Özetleyerek)

[476]  Ahzâb,33\ 40

[477] a.g.e. (özetleyerek)

[478] Bediûzaman, işarâtül-icâz 39

[479] a.g.e. 7

[480] Gazali, İhyâ 1/285-86 (özetleyerek) (Mısır 1936); (Mısır, Daru Nehru'n-Nil 1/25l ); Türkçe terc. Bedir I/804

[481] Tirmizî, tefsir 1 (Müslim, münafikûn 40; Darimî, mukaddime 20; Müsned 5/1 l5 benzer hadisler

[482] Buharî, vudû 10; Müslim, fedailüssahabe 138; Müsned 1/266

[483]  Nisâ,4/83

[484] Gazalî, İhya (Dâr Nehrun-Nîl ) 1/255-256 (Terc. 1/825-826)

[485]  Ali-İmrân,3/ 7

[486]  Maide,5/ 6

[487] Birgivî, er-Tarikatü'l-Muhammediyye, (Mısır, Mustafa el-Babil-Halebî,1379-1960) l57