TEFSİR İLMİNE
GİRİŞ
Salih ÖZBEY
Usûl, Arapça asl'ın çoğuludur.
Asl sözlükte temel, kök, soyluluk ve
orijinal anlamlarına gelir.
Tefsir usûlü ya da İlmu Usûli't Tefsir,
Kur'ân-ı Kerim'in insanlar tarafından
anlaşmasına yardımcı olmak üzere onu,
insanların zihinlerine,
akıllarına yaklaştırma çalışmaları
diyebileceğimiz tefsirin ve müfessirlerin
prensiplerini, şartlarını ve çerçevesini
belirleyen,
tarihini tespit eden ilim veya
ilimlerin hepsine birden verilen isimdir.
Kitaba Emeği Geçenler
-B.Çelik
-M.Kalkan
-M.Sertdemir
-M.Demir
-Z.Kılıç
Kitaba Hizmet Verenler
-D.Çeltek
-F.Güçlü
-E.Korkmaz
-R.Aslan
KISALTMALAR
a.g.e Adı geçen eser.
a.g.y. Adı geçen yayın
(a.s) Aleyhisselâm (Bütün peygamberler ve peyamberimiz için kullanılır).
bsm. Basımı yapılmıştır.
b. bin, ibn (oğlu anlamında).
bint kızı.
bkz. Bakınız.
çev. Çeviren
Doç. Doçent
H. Hicri
c. Cilt, cüz.
(c.c) Celle Celâlühû (Allah'ın ism-i celâli işitildiği zaman ta'zim niyetiyle söylenir).
Hz. Hazret (Hürmet için kullanılır).
Nşr: Neşreden
Ktb. Kütüphanesi
M. Milâdî
Mad. Maddesi,Madde
M.Ö. Milattan Önce
M.S. Milattan Sonra
ö. Ölüm tarihi
Prof. Profesör
(r.a) Radıyallahû anh (Sahabe için,"Allah [cc] ondan râzı olsun" mânâsında söylenilen duadır).
(ranha) Radıyallahû anha (Rasûlullah'ın pâk zevceleıi
[annelerimiz) ve bütün Sahabi kadınlar için kullanılır}.
(rha) Rahmetullahi aleyh (Vefat etmiş bir mü'minin ismi işitildiğinde "Allah [cc]'ın rahmeti onun üzerine olsun" mânâsına duadır.)
s. Sayfa
Trc. Tercüme
v. Vefatı,Vefat tarihi
vr. Varak
y.y. Yüzyıl
vd. ve devamı.
vs. vesaire (ve diğerleri)
Yay. Yayınevi.
yz. Yazma.
ty. Tarih yok
İÇİNDEKİLER
1.BÖLÜM..................................................................... 17
-İsteaze.......................................................................... 19
1-Kur’an-ı Kerim
Tarifi................................................ 23
2-Kur’ânın
Muhteviyatı................................................. 31
3-Vahyin
Tarifi.............................................................. 45
4-Vahiy
Kâtipleri........................................................... 54
5-Ayetin Anlamı ve
Tertibi........................................... 56
6-Tertîl.......................................................................... 62
7-Nesih-Mensuh........................................................... 65
8-Muhkem-Müteşabih................................................... 74
9-İ'câzu'l-Kur'ân............................................................ 84
10-Belagat..................................................................... 89
11-Kur’an’ın Cemi ve
Yazılışı..................................... 105
12-Huruf-u
Mukattaa..................................................... 116
13-Ahrûf-i
Seb'a:............................................................ 120
14-Kıraat........................................................................ 123
15-Tecvîd....................................................................... 138
16-Sürenin Anlamı ve
Tertibi........................................ 141
17-Mekki
Sureler........................................................... 143
18-Medeni Sureler......................................................... 146
19-Cüz............................................................................ 150
20-Hatim........................................................................ 151
21-Secaventler (Duraklar,
özel işaretler).......................153
22-Cevâmiü'l-Kelim...................................................... 158
-Okuma
Parçası............................................................. 163
2.BÖLÜM...................................................................... 173
-Besmele........................................................................175
1- Nüzûlül
Kur’an.......................................................... 184
2-Esbâbu'n-Nüzûl........................................................... 185
3- Kur’an’ın
Tedvîni...................................................... 188
4- Kur’an’ın
Tefsiri........................................................ 190
5-Kur’an’ın
Te'vili......................................................... 196
6-Kur’an-ı Tefsir
Usûlü................................................. 203
7-Siyak ve
Sibak............................................................ 206
8- Tefsir
........................................................................ 213
9-Tefsir ve Müfessirler.................................................. 215
10-Tefsir
Kaynakları...................................................... 220
11-Ümmetin Bugün Müfessirlere
Olan İhtiyacı............226
12-Halku'l-Kur'ân........................................................... 256
13-İsrailiyat.................................................................... 261
-Okuma
Parçası.............................................................. 269
Kaynakça ………………………………………………….281
Test Soruları ……………………………………………….295
GİRİŞ
Tefsir dersi programı, eğiticinin tefsir ilimleri dersi planını yaparken yararlanacağı bir rehberdir.
Bu programın amacı eğiticiye bakış açısı kazandırmakla birlikte, onu dersin işlenişi ve yöntemleri hakkında bilgilendirmektir.
Eğitici,
dersin süresini ve öğrencilerin seviyesini göz-önünde bulundurarak konularını
bu programdan seçer, sonra öncelik sırasına göre planını yapar.
Bu program açıklamaları, amaçları, konuları, yöntemleri ve kaynakçayı içerir.
A-AÇIKLAMALAR
1-Kur'an en doğru yola iletir:
اِنَّ هذَا
الْقُرْانَ
يَهْدى
لِلَّتى هِىَ
اَقْوَمُ
وَيُبَشِّرُ
الْمُؤْمِنينَ
الَّذينَ
يَعْمَلُونَ
الصَّالِحَاتِ
اَنَّ لَهُمْ
اَجْرًا
كَبيرًا
“Şüphesiz ki bu
Kur'an en doğru yola iletir; iyi davranışlarda bulunan müminlere, kendileri
için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler.”[1]
Yüce elçinin bizlere emaneti olan bu Kur'an, "doğru yola" iletmekle kalmaz, sarılanı sapmaktan alı kor.
Kur'an, Rabbimizden bir "öğüt", göğüslerde olana "şifa", inanlara "yol gösterici" ve "rahmet"tir.[2]
Onunla mümin arasında sürekli bir rabıta zorunludur.
2-Kur'an ve Peygamber:
Peygamber(a.s) Kur’an'ın ete kemiğe bürünmüş bir hali idi. O,yürüyen bir Kuran'dı. Nitekim Ayşe (r.a) sorulan bir soruya:
"Onun ahlakı Kur’an-dı" cevabını verir.
3-Ömer (ra)’ın tavsiyesi:
Ömer (ra) Irak’a gönderdiği ashaba (eğiticilere) şu tavsiyelerde bulunur: "Arı uğultusu gibi Kur'an okuyan bir şehir halkına gideceksiniz. Onları (bu işlerinden) hadislerle meşgul edip alıkoymayın. Kur'an'ı iyi okumaları için uğraşın. Resulullah’tan yapacağınız rivayeti (ihtiyaç miktarı kadar) azaltın. Bu şekilde tebliğinize devam edin, ben de sizin ortağınızım."[3]
4-Kur'an ilahi bir kitaptır:
Kur'an, bir davet ve hareket kitabıdır. Bir kişi kendi özel hayatında Kuran'ı yaşamadıkça Onu layıkıyla kavrayamaz O, aynı zamanda beşeri ilimler kitabı değil, bu ilimleri ortaya koyan "insan"ı eğiten bir kitaptır.
= åî©Ô £n¢à¤Ü¡Û ô¦¢ç 8¡éî©Ï
8 k¤í ü ¢lb n¡Ø¤Ûa Ù¡Û¨
“O kitap
(Kur'an); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak
isteyenler) için bir yol göstericidir.”[4]
5-Kur’an'ı nasıl anlayalım:
a-Kur’an'ı anlayarak okumak esastır. Herkes kendi seviyesine göre Kur'an ayetlerini anlayabilir. Bu noktada alimle, alim olmayan arasında pek fark yoktur. Herkes kendisini hayra sevk edecek ve kötülüklerden uzaklaştıracak kadarını Kur’an’dan alabilir. Çünkü bizim hidayetimiz için Onu indiren Allah, biz de bulunan her türlü zaafı bilmektedir.
b-Kur’an'ı Arapça’sında anlayarak okumak tercih edilir. Mümkün olamadığında meallerle bu ihtiyaç giderilmeye çalışılır.
c-Kur’an'ın Arapça’sı veya meali yılda en az bir kez okun- malıdır. Ayda bir bitirilmesi ideal olanıdır. Mealin, metniyle karşılaştırılarak okunması daha yararlı olur.
d-Mealden hüküm çıkarılamaz. Bazen, tercüme edilen dilin yetersizliği veya hatalardan uzak olmaması vb. sebepler yüzünden mealler kusursuz değillerdir. Ayrıca Kur'an gibi mucize bir kitabın diğer bir dile çevrisinin zorluğu da göz önünde bulundurulmalıdır.
e-Kur’an-ın anlaşılmasında sahih sünnetin önemi ve gereği de unutulmamalıdır.
6-Kur’an dan istifadenin ana hatları:
a-Kur’an’ın muhatabı onu okuyandır. O, müminde bulunması ve bulunmaması gereken özellikleri, örnek ya da ibret alınacak tipleri içerir. Onu okuyan kişi Rabbimizin rızasını kazandıracak özellik ve amelleri almalı, Rabbmizin gazabını çekecek özellik ve amelleri terk etmelidir. Ayet kimden ve neden bahsederse bahsetsin kendimizin onu okuyan olarak ilk muhatabı olduğumuz unutulmamalıdır.
b- ¡áî©u £Ûa ¡æb À¤î, £'Ûa
å¡ß ¡é¨£ÜÛb¡2 ¤¡È n¤b Ï æ¨a¤¢Ô¤Ûa
p¤a Ó a ¡b Ï
“Kur'an okuduğun zaman o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın!”[5]
"Kur'an, şu ana kadar sahip olduğum bütün cahili ve şeytani inançları, düşünceleri ve amelleri terk ediyorum: şu andan itibaren inançlarımı, düşüncelerimi ve amellerimi Kuran'dan alacağım"bilinç ve kararlığıyla okunur.
c-Kur'an okumaktan amaç, düşüncelerimizi Ona onaylatmak değil, Onun istediği gibi inanmak ve amel etmektir.
æì¢Ü¡Ô¤È m 5 Ï a
6 lb n¡Ø¤Ûa æì¢Ü¤n m ¤á¢n¤ã a ë
¤á¢Ø ¢1¤ã a æ¤ì ¤ä m ë ¡£¡j¤Ûb¡2
b £äÛa æë¢¢ß¤b m a
"Siz Kitabı okuduğunuz halde, insanlara iyiliği emredip
kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?"[6]
مَثَلُ
الَّذينَ
حُمِّلُوا
التَّوْريةَ
ثُمَّ لَمْ
يَحْمِلُوهَا
كَمَثَلِ
الْحِمَارِ
يَحْمِلُ
اَسْفَارًا
بِئْسَ
مَثَلُ
الْقَوْمِ
الَّذينَ
كَذَّبُوا بِايَاتِ
اللّهِ
وَاللّهُ
لَايَهْدِى
الْقَوْمَ
الظَّالِمينَ
“Tevrat'la
yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan
merkebin durumu gibidir. Allah'ın âyetlerini yalanlamış olan kavmin durumu ne
kötüdür! Allah, zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.”[7]
d-Ayetlerin anlaşılmasında başvuracağımız ilk kaynak Kur’an'ın diğer ayetleridir. Zira onun bir kısmı diğer bir kısmını tefsir eder. Ayrıca Allah elçisinin açıklama ve uygulamalarına bakılır.
e-Ayetler gerek anlaşılırken, gerekse delil olarak kullanılırken, tek başına alınmaz: Siyak ve sibakına (öncesine ve sonrasına), nüzul sebeplerine bakılır.
f-Ayetlerin okunup anlaşıldıktan sonra, günümüzle bağlantısı kurularak, güncelleştirilmesine özen gösterilir.
7-Yukarıdaki açıklamalar hem meal okurken hem de tefsir okurken göz önünde bulundurulur. Ayrıca en az haftada bir kere arkadaş gurubuyla ile çalışılır. İmkan olunmazsa ferdi olarak tefsir çalışması yapılır.
8-Tefsir derslerinde dikkat edilecek hususlar, izlenecek yollar:
a-Allah'ın kitabı her şeyden çok kalbi, fikri, amelli tazime layıktır.
b-Onun talebesi olduğumuz unutulmaz.
c-Gurup çalışmasına hazırlıklı gelinir. Notlar alınır, fişler düzenlenir.
d-İmkan oranında değişik tefsirlerden yararlanılır.
e-Çalışılan bölümdeki konuların anlaşılmasına özen gösterilir.
f-Ayetler üzerinde yeterince durulmadan, araştırıp düşünülmeden yorum yapılmaz. Aceleci yorumlardan kaçınılır.
g-Çalıştığımız bölümün ana mesajı bulunur.
h-Her dersin sonunda "bu ayetler, bizden ne/neler istiyor?" sorusu etrafında istenenler
şahıslarımıza indirgenerek iyice kavranır. Amele dönüştürmek üzere notlar
alınır.
ı-Ayetlerin -eğer varsa- nüzul sebepleri göz-önünde bulundurulur. Nüzul sebebi, ayetlerin doğru anlaşılmasında katkıda bulunur. Maksattan uzaklaşmamayı sağlar. Ancak sebebin özel olmasının, hükmün genel olmasına engel olmadığı unutulmamalıdır.
j-İncelenen bölümde dikkatimizi en çok çeken ayet, meali ile birlikte ezberlenir.
"İçinde Kur’an'dan bir şey olmayan harap ev gibidir."[8]
k-Çalışılan surelerin konu başlıklarının bilinmesi çok yönlü faydalar sağlar.
l-Mümkün mertebe konulu tefsir yöntemi takip edilir.
m-Tefsir usulü, öğrencilerin durumları göz önünde bulundurularak onların ihtiyaçlarını giderecek miktar okutulur.
9-Temel kavramlarla ilgili ihtiyaç duyulan konularda dosya ve seminer çalışmaları yapılır.
10-Kur’an'dan yararlanmayı kolaylaştıracak kaynaklar tanıtılır, kullanışı öğretilir. Mu'cemul-Mufehres gibi.
11-Tefsir dersleriyle yetinilmez, hayatın her anında Kur’an'la hem hal olunur.
a-Bilmeyenlere Kur'an kıratının öğretilmesi zorunludur. Bilenlere okuma hızını artırıcı çalışmalar yapılır.
b-Her gün Kur’an'dan mealiyle bir bölüm okumak alışkanlık haline getirilir.
c-Namazda okunan ayet,sure ve duaların mealleri öğrenilmeye gayret gösterilir.
d-Kur’an'la ilgili araştırmalar takip edilir.
12-Kur’an'da zikredilen toplumsal yasalar, toplumsal değişimin yasaları tespit edilmeye çalışır.
13-İşlenen ayetlerdeki fıkhı hükümler incelenir ve değerlendirilir.
B-ÖZEL AMAÇLAR
Tefsir dersinin okunmasıyla ulaşılması istenilen amaçlar:
1-Allah'ı gereği gibi isimleriyle bilmek.
2-Allah'ın razı olup inanılmasını istediği tevhidi akideyi iyice kavrayıp benimsemek.
3-Kur'an ahlakını tanıyıp yaygınlaştırmak.
4-İslam siyasetini tanıyıp kavramak ve benimsemek.
5-İslam davasına sahip çıkanları vahiy kültürüyle donatmak
6-Kur’an'a vukufu yeti arttırılarak, ibadetlerin hakkıyla ve huşu içinde yapılmasını sağlamak.
7-Tebliğ ve irşat faaliyetlerinde, hep Kuran'ı önde ve delil tutmanın gerekliliğini kavramak.
8-Kur'an okumada asıl maksadın ne olduğunu kavramak.
9-Kur’an-ı kavramların bütün yönleriyle anlaşılmasını ve günlük hayatta kullanılmasını sağlamak.
10-Kur’an, tefsir ve tefsir usulü ile ilgili kaynaklarla tanışmak.
11-Kur’an’dan, Kur’an meallerinden ve Kur’an tefsirlerinden pratik bir şekilde yararlanmanın Yollarını öğrenmek.
12-Hayatı düzenlemede ve olayları yorumlamada Kuran'ın bakış açısını kazanmaktır.
C-KONULAR
1.BÖLÜM
-Besmele
1-Kur’anı Kerim:
2-Kurânın Muhteviyatı
3-Vahyin Tarifi
4-Vahiy Kâtipleri
5-Ayetin Anlamı ve Tertibi
6-Tertîl
7-Nesih-Mensuh
8-Muhkem-Müteşabih
9-İ'câzu'l-Kur'ân
10-Belagat
11-Kuranın Cemi ve Yazılışı
12-Huruf-u Mukattaa
13-Ahrûf-i Seb'a:
14-Kıraat
15-Tecvîd
16-Sürenin Anlamı ve Tertibi
17-Mekki Sureler
18-Medeni Sureler
19-Cüz'
20-Hatim
21-Secaventler (Duraklar, özel işaretler)
22- Cevâmiü'l-Kelim
2.BÖLÜM
-İstiaze
1- Nüzûlül Kur’an
2-Esbâbu'n-Nüzûl
3- Kur’an-ın Tedvîni
4- Kur’an-ın Tefsiri
5-Kur’an-ın Te'vil
6-Kur’an-ı Tefsir Usûlü
7-Siyak ve Sibak
8- Tefsir ve Müfessirler
9-Tefsir ve Müfessirler
10-Tefsir Kaynakları
11-Ümmetin Bugün Müfessirlere Olan İhtiyacı
12-Halku'l-Kur'ân
13-İsrailiyat
D-YÖNTEMLER
Tefsir dersleri şu yöntemlerden biri ile işlenebilir.
1-Nüzul sırasını esas alan yöntem: Her ne kadar ayet ve sürelerin nüzul sırası kesin ve net olmasa da genel olarak derslerde konular, Kuranın öncelik sırasına göre takip edilmiş olur. Bu da vahyin toplum üzerinde gerçekleştirdiği değişiklikleri gözleme fırsatı verir. Bu yöntem nüzul sebepleriyle iç içedir.
Bu yöntemle, bir tefsir çalışmasının tamamlanması çok uzun süre gerektirecektir. Bu yüzden bu yöntem, grup çalışmasından ziyade bireysel çalışmaya daha uygundur. Bu daha çok da meal okunurken tercih edilmelidir.
Kısa süreler (zamanlar) içinde bu yöntem şöyle uygulanabilir. Verilmek istenilen konulara uygun süreler seçilerek tefsir dersi planı yapılır.
2-Tertip sırasını esas alan yöntem: Elimizdeki Mushaf’ın diziliş sırasını esas alan bir yöntemdir. Bu dizilişin vahye göre tevkifi olduğu genel kabul görmüştür. Bu durumda bu yöntemin takip edilmesiyle Rabbimizin murat ettiği hükümlerin gerçekleşmesi umulur.
Bu yöntemle yapılacak bir çalışmanın tamamlanması da bir önceki yöntemde olduğu gibi-çok uzun bir zamanı gerektirecektir. Bu sebepten, bu da bireysel çalışmaya daha uygun bir yöntemdir. Bunu seçen eğitimci süresi kısıtlı ise, tefsir dersi planını yaparken seçmeci davranır. Verilmesi amaçlanan konuları içeren süreleri veya bölümleri seçip planını hazırlar.
3-Konulu tefsir yöntemi: Kur’an da herhangi bir konu ile ilgili bütün ayetleri toplayarak, bunları mümkün olduğunca nüzul sırasına koyup, ilmi bir incelemeye tabi tuttuktan sonra, Allah’ın o konu ile ilgili muradını toplu bir şekilde ortaya koymaya çalışan bir tefsir yöntemidir. Bu sistemin sakıncaları yok mudur? Araştırılmalıdır. İşlenecek konu hakkında bütün ayetlerin gözden geçirilmesi gerekir. Gözden kaçırılan ayet ve ayetler konu hakkında yanlış sonuçlara ulaştırabilir.
Bu yöntemin diğer iki yöntemden farkları:
a-Ayetler konularına göre alınır.
b-Ayetler nüzul sırasına göre incelenir.
c-Allah’ın bir konu hakkındaki muradı toplu olarak tespit edilir.
Kısaca “konulu tefsir”, Kur’an-ın Kur’an’la tefsiri yönteminin Kur’an tertibine göre değil de, müstakil olarak ve daha geniş esaslı bir şekilde kullanılmasıdır.
Ele alınan konuyu tamamlamak için diğer yöntemlere nazaran daha aza bir zaman yeterlidir. Ancak Kur’an’daki bütün konular işlenmek istenirse uzun bir zamana ihtiyaç duyulur. Hem fert ve hem grup çalışmalarına uygundur.
Diğer yöntemlerde ayetler teker, teker işlenildiği
için yüzeysel geçilebildiği halde, bu yöntemde ele alınan konu derinlemesine
irdelenir. İlk iki yöntem uygulanırken tefsir edilen ayetlerde geçen kavramlar
konulu tefsir yöntemi ile işlenildiğinde yukarıda vurgulanan sakıncalar kısmen
giderilebilir.
Uzun sürelerde, derslerde işlenecek ayet grupları belirlenirken konu bütünlüğüne dikkat edilir. Mushaf’ta yer alan “ayn” durakları bu konuda ölçü alınabilir.
Eserin Adı Yazarın
Adı Yayınevi
1-Kuranı Anlamada Temel İlkeler/Prof.Dr.A.Özbek Esra
2-Tefsir Usulüne Giriş/İbni Teymiye Esra
3-Kurtubi Tefsiri/İmamı Kurtubi Buruc
4-Ana Konularıyla Kur'an/Prof. F.Rahman Anadolu
5-Asrın Kur'an Tefsiri 14 Cilt/C.Yıldırım Anadolu
6-Kuran’ı Kerim Tarihi/M. Hamidullah İstanbul
7-Ayetlerle İnsan ve Yaradılış /Said Köşk Anahtar
8-Ayetlerle Ölüm ve Diriliş/Said Köşk Anahtar
9-Ayetlerle Savaş ve Cihad/Said Köşk Anahtar
10-Bakara Süresi Tefsiri/R. Mahmut Sami Erkan
11-Bakara Süresi Yorumu(1-2)/H.Nurbaki Damla
12-Bedir Gaz.ve Enfal Sü. Tefsiri/R.M.Sami Erkan
13-Besmele ve Fatiha Tefsiri Sezgin
14-Büyük Kur'an Tefsiri(16 Cilt)/A. Arslan Okusan
15-Büyük Kur'an Tefsiri/Konyalı M.V.Efendi Üçdal
16-Davetçinin Tefsiri/S. el-Muvahhidi Hak
17-Ahkamul Kur’an/İbni Arabi (Yabancı Eserler)
18-Ed-Davrül-Mensur Fit-Tefsir-i bil Me'sur/C.A. Suyuti ...
19-El-Fevzül Kebir-fi-Usuli't-Tef./Ş. V. Dehlevi ...
20-Camiul-Beyan Fi Tefsirül Kur'an/M.b.Cerir et-Taberi ...
21-Cevahirul-Kur’an/M. Gazali ...
22-Tefsiru-Tahrir Vet-Tenvir/İbni Aşur ...
23-Ömer ez-Zamehşeri El-Keşşaf/Muhammed b. ...
24-Mezahibut-Tefsiril-İslam/Goldziher ...
25-Envarut-Tenzil/Abdurrahman Beyzavi ...
26-Eüzü Besmele-Ayetel Kürsü Fazilet ve Es./A.Yalçın ...
27-Fatiha-Enam Sureleri Tefsiri Işık
28-Fatiha Süresi Tefsiri/R.M. Sami Erkam
29-Fatiha Tefsiri/M.Ebul Kelam Azad Bir
30-Fizilal-il Kur'an/Seyyit Kutup Hikmet
31-Furkan Tefsiri(6 Cilt)/Doğuş Kültür Hizmeti
32-Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tef./İ.Kesir Çağrı
33-Hak Dini Kur'an Dili/Elmalı Hamdi Yazır Azim
34-İbn Kesir Tefsiri(6 Cilt)/Doğuş Kültür Hizmeti
35-İki Kuranı ile Tarihin Tahlili/H. Rehcu Endişe
36-İki Süre İki Yorum/Ali Şeriati Endişe
37-İlahi Mesaj/Abdurrahman Azzam Akabe
38-İslam’ı İlimlere Giriş/Hasan Hanefi Akabe
39-İslam'da Kur'an/Allame M.H. Tabatabai Endişe
40-Kuran'da Temel Kavramlar/Ali Ünal İnkilap
41-Kuran'ı Anlamada Yöntem/M. Gazali Sor
42-Kur'an-ı Kerim Lugatı/M.Çanga Timaş
43-Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri/M. Toptaş Cantaş
44-Kur'an-ı Kerim Tefsiri/Ö. Nasuhi Bilemen Bilmen
45-Kuran'ın Anlaşıl. Esbabü-Nüzülün Rolü Serinsu
46-Kuran'ı Nasıl Anlayalım/Mevdudi İşaret
47-Kuran'ı Nasıl Okuyalım/M.Kutup İşaret
48-Nesefi Tefsiri/Furkan Kitapevi Demir
49-Saf fetü't Tefasir/M. Ali es-Sabuni İz
50-Sülemi ve Tasavvufi Tefsiri Sönmez
51-Taberi Tefsiri/İmam Taberi Ümit
52-Tefhimül Kur'an (7 Cilt)/Mevdudi İnsan
53-Tefsirde İsrailiyat/Abdullah Ademir Beyan
54-Tefsir-i Kebir(22 Cilt)/Fahruddin Razi Akçağ
55-Tefsir İlmi ve Fatiha Sür. Tefsiri/H.el-Benna Yelken
56-Tefsir Tarihi (2 Cilt)/Ö.Nasuhi Bilmen Bilmen
57-Tefsir Tarihi/İsmail Cerrahoğlu Diyanet
58-Tefsir Usulü/İ. Cerrahoğlu Diyanet
59-Tıbyan Tefsiri (4 Cilt)/A. Davut oğlu Huzur
60-Ahkam Tefsiri/M. Ali Sabuni Şamil
61-Kur’an-ı Anlamak (1-2-3)/İ. Kazdal Birleşik
62-İbni Kuteybe ve Tefsir Anlayışı/Dr. M. Kurt M.Ün
63-Sonsuz Mucize Kur’an/Prof. Dr. İ.Karaçam M.Ün
64-Kuranın Korunmuşluğu Üzerine/Dr. H. Elik M.Ün
65-Kur'an İlimleri/Sübhi Salih Pınar
66-Kur'an Araştırmaları/ M. Kutup Arslan
67-El-Esas Fit-Tefsir/Said Havva Şamil
68-El-İtkan fi-Ulumil-Kur'an/Suyuti Çağrı
Giriş
أَعُوذُ
بِاللَّهِ
مِنْ
الشَّيْطَانِ
الرَّجِيمِ
İstiâze: Herhangi bir işe başlarken
ve herhangi bir münasebetle "Euzü billahi mine'ş-Şeytani'r-racîm",
yani; "Kovulmuş (iyilikten uzaklaştırılarak, lânetlenmiş) olan şeytanın
şerrinden Allah'a sığınırım" cümlesini söylemek.
Bir imtihan
yeri olan bu dünya hayatında insanın en büyük düşmanı şeytandır. O, insanı
aldatmak, doğru yoldan saptırmakla görevlidir. Bu görevini gerçekleştirmek için
de gizli-açık bir çok yola başvurur. Bu nedenle inanan kişi, şeytanın
oyunlarına karşı daima uyanık olmalı, aklını kullanarak peygamberlerin
gösterdiği yoldan gitmelidir. Bunun yanısıra insana yaraşan daima Rabbına
sığınması, koruyucusunun O olduğunu bilmesidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
فَاِذَا
قَرَاْتَ
الْقُرْانَ
فَاسْتَعِذْ
بِاللّهِ
مِنَ
الشَّيْطَانِ
الرَّجيمِ
"Kur'an
oku(mak iste) diğin zaman kovulmuş şeytandan Allah'a sığın."[9]
Kur'an,
Allah'ın insana gönderdiği talimatıdır. Şeytan, Kur'an okuyan kişiyi, Kur'an'ı
anlamaktan ve onunla amel etmekten vazgeçirmek için var gücüyle uğraşır,
kalbine vesvese sokarak Kur'an üzerinde düşünmekten onu alıkoymaya çalışır.
Şeytanın
şerrinden Allah'a sığınmak, Kur'an tilavetine zemin hazırlatmak için bir
mukaddimedir. Böylece okuyucu samimi bir kalp ve açık zihinle Kur'an'ı okumağa
başlar.
Ayette
hitabın Peygamber (a.s)'e yöneltilmiş olması ve "Kur'an okumak
istediğin zaman" ifadesinin bulunması, şeytandan sığınmanın sadece
Peygambere has olduğunu ve bunun sadece Kur'an okunacak zamanlarda olacağını
ifade etmez. Hitap, Peygamber (a.s)'ın şahsında bütün müslümanlaradır.
Peygamber böyle bir sığınma ihtiyacını duyuyorsa, elbetteki diğer müslümanlar
böyle bir şeye daha fazla muhtaçtırlar. Ayrıca ne sağından ve ne solundan
bâtılın kendisine ulaşamadığı Kur'an okunduğunda böyle bir ihtiyaç söz konusu
ise, diğer ameller için elbette buna çok daha ihtiyaç vardır. [10]
Kur'an-ı
Kerîm'in çeşitli yerlerinde, insanı üzen, ona sıkıntı veren her şey için
Allah'a sığınma telkin edilir. Bazı ayetler şunlardır:
وَقَالَ
مُوسى اِنّى
عُذْتُ
بِرَبّى
وَرَبِّكُمْ
مِنْ كُلِّ
مُتَكَبِّرٍ
لَا يُؤْمِنُ
بِيَوْمِ
الْحِسَابِ
"Musa
da Firavun'a ve onun kavmine şöyle dedi: Ben hesap gününe inanmayan her
kibirliden, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a sığındım."[11]
وَاِنّى
عُذْتُ
بِرَبّى
وَرَبِّكُمْ
اَنْ تَرْجُمُونِ
"Şüphesiz
beni taşlamanızdan, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah'a sığındım."[12]
وَاِذْ
قَالَ مُوسى
لِقَوْمِه
اِنَّ اللّهَ
يَاْمُرُكُمْ
اَنْ
تَذْبَحُوا
بَقَرَةً قَالُوا
اَتَتَّخِذُنَا
هُزُوًا
قَالَ
اَعُوذُ بِاللّهِ
اَنْ اَكُونَ
مِنَ
الْجَاهِلينَ
"Ya...
Musa; câhillerden olmaktan Allah'a sığınırım, demişti."[13]
قَالَ
رَبِّ اِنّى
اَعُوذُ بِكَ
اَنْ اَسَْلَكَ
مَالَيْسَ لى
بِه عِلْمٌ
وَاِلَّا تَغْفِرْ
لى
وَتَرْحَمْنى
اَكُنْ مِنَ
الْخَاسِرينَ
"Nuh,
dedi ki: Ey Rabbim! Bundan sonra gerçek yüzünü bilmediğim bir şeyi Sen'den
istemekten Sana sığınırım."[14]
قَالَتْ
اِنّى
اَعُوذُ
بِالرَّحْمنِ
مِنْكَ اِنْ
كُنْتَ
تَقِيًّا
"Meryem;
Ben senden, Rahman olan Allah'a sığınırım. Eğer Allah'tan korkuyorsan bana
dokunma, dedi."[15] Hz. Meryem, yanına insan
şeklinde gelen melekten korkarak böyle dua etmişti.
وَقُلْ
رَبِّ
اَعُوذُ بِكَ
مِنْ
هَمَزَاتِ الشَّيَاطينِ
() وَاَعُوذُ
بِكَ رَبِّ
اَنْ يَحْضُرُونِ
"Ey
Muhammed! de ki: Rabbim! Şeytanların vesvesesinden sana sığınırım. Rabbim!
Yanımda bulunmalarından da sana sığırınım."[16]
قُلْ
اَعُوذُ
بِرَبِّ
النَّاسِ ()
مَلِكِ النَّاسِ
() اِلهِ
النَّاسِ ()
مِنْ شَرِّ
الْوَسْوَاسِ
الْخَنَّاسِ
() اَلَّذى
يُوَسْوِسُ
فى صُدُورِ
النَّاسِ ()
مِنَ
الْجِنَّةِ
وَالنَّاسِ ()
"Ey
Muhammed! de ki: Cin ve insanlardan olan ve insanların kalblerine vesvese
veren, o sinsi vesvesecinin şerrinden, insanların Rabbi, insanların mâliki ve
insanların mâbudu olan, Allah'a sığınırım."[17]
قُلْ
اَعُوذُ
بِرَبِّ
الْفَلَقِ ()
مِنْ شَرِّ
مَا خَلَقَ ()
وَمِنْ شَرِّ
غَاسِقٍ
اِذَا وَقَبَ
() وَمِنْ
شَرِّ
النَّفَّاثَاتِ
فِى الْعُقَدِ
() وَمِنْ
شَرِّ
حَاسِدٍ
اِذَا حَسَدَ ()
"Ey
Muhammed! De ki: Sığınırım, sabahın Rabbine; yarattıklarının şerrinden, çöktüğü
vakit karanlığın şerrinden, düğümlere üfleyenlerin şerrinden, haset ettiği
vakit, haset edenin şerrinden."[18]
Diğer yandan
Hz. Peygamber'in istiâze duasını okuduğuna dair pek çok hadis nakledilmiştir. "Koğulmuş,
taşlanmış şeytandan Allah'a sığınırım" duası, bazı rivayetlerde "...
her şeyi işiten ve bilen Allah'a sığınırım" ilâvesiyle nakledilmiştir.
[19]
Hz.
Peygamber'in dualarında, insana sıkıntı ve üzüntü verecek, onu zarara sokacak,
dünya ve ahirette zillete düşürecek birçok konularda Allah'a sığındığını
görmekteyiz. O'nun cehennemden; cehennem ateşinden; kabir fitnesinden; her
şeyin ve her canlının şerrinden, nefsinin şerrinden; yoksulluk ve borcun galebe
çalmasından; tembellikten, küfürden, kötü ahlâk, iş ve heveslerden; kederen ve
çok yaşlılıktan; yangın ve sel felâketinden Allah'a sığınması bunlar arasında
sayılabilir. [20]
İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu yukarıda zikrettiğimiz ayette geçen emrin vücûb değil, nedb ifade ettiğini söylerler. Buna göre Kur'an okumaya başlamadan önce istiâze okumak sünnettir. Namazda istiâzenin okunmasına gelince, bu konuda ihtilaf vardır. Bazı âlimlere göre vacib olup her rekâtta Besmele[21] ve Fatiha suresinden önce istiâze de okunur. Ebû Hanife ve Şafiî'ye görüşe okunması sünnet olup sadece birinci rekâtte Besmele ve Fatiha suresinden önce okunur. Çünkü onlara göre namazdaki kıraatin hepsi bir tek kıraat sayılır. [22]
A)Kur’an-ı
Kerim’in Tarifi: Son vahiy dini olan İslâm'ın kutsal kitabı. Kur'ân, tercih edilen
görüşe göre, "karae" fiilinden edilen bir mastar olup, Allâh'ın son
kitabına özel ad olmuştur. Kök anlamı; okumak, toplamak, bir araya getirmek
demektir. Âyetlerde bu anlamı görmek mümkündür:
لَا
تُحَرِّكْ
بِه
لِسَانَكَ
لِتَعْجَلَ بِه
() اِنَّ
عَلَيْنَا
جَمْعَهُ
وَقُرْانَهُ ()
فَاِذَا
قَرَاْنَاهُ
فَاتَّبِعْ
قُرْانَهُ
"Ey Muhammed! Cebrail sana Kur'ân'ı okurken,
acele ederek onunla beraber dilini oynatma. Onu bir araya toplamak ve okutmak
şüphesiz bizim işimizdir. Biz onu Cebrail'e okuttuğumuz zaman, sen onun
okuyuşunu izle."[23]
Kur'ân-ı
Kerim'in özlü tarifi şöyledir: Yüce Allah, tarafından Hz. Muhammed'e Arapça
olarak indirilmiş, bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş, Mushaflarda yazılı,
Fatiha Sûresi ile başlayıp Nâs Sûresi ile sona eren kelâmıdır.
Kur'ân-ı
Kerim'in, Hz Muhammed'in risaletinin başında ilk inen âyetleri şunlardır:
اِقْرَاْ
بِاسْمِ
رَبِّكَ
الَّذى
خَلَقَ () خَلَقَ
الْاِنْسَانَ
مِنْ عَلَقٍ ()
اِقْرَاْ وَرَبُّكَ
الْاَكْرَمُ
() اَلَّذى
عَلَّمَ بِالْقَلَمِ
() عَلَّمَ
الْاِنْسَانَ
مَالَمْ
يَعْلَمْ
"Yaratan
Rabbinin adıyla oku. O insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! Rabbin, kalemle
öğreten, insana bilmediğini bildiren en büyük kerem sahibidir."[24]
İlk inen âyetlerin inananları okumaya,
öğrenmeye, yazmağa ve araştırmaya çağırması ilim için büyük teşvik mesajı
taşır. Kur'ân'ın son inen âyeti de şudur:
اَلْيَوْمَ
اَكْمَلْتُ
لَكُمْ
دينَكُمْ
وَاَتْمَمْتُ
عَلَيْكُمْ
نِعْمَتى
"Bu gün
size dininizi ikmal ettim, üzerinize olan nimetimi tamamladım, din olarak sizin
için İslâm'ı seçtim."[25]
İslâm'ın
kutsal kitabının özel adı olan Kur'an kelimesi, Cenab-ı Hak tarafından altmış
sekiz kadar âyette kullanılır. Bir kaçını örnek olarak sunacağız:
æì¢Ü¡Ô¤È m
¤á¢Ø £Ü È Û b¦£î¡2 Ç b¦ã¨õ¤¢Ó
¢êb ä¤Û ¤ã a ¬b £ã¡a
"Biz şüphesiz bu kitabı okuyup anlamanız için
arapça bir Kur'an olarak indirdik."[26]
¡áî©u £Ûa ¡æb À¤î, £'Ûa
å¡ß ¡é¨£ÜÛb¡2 ¤¡È n¤b Ï æ¨a¤¢Ô¤Ûa
p¤a Ó a ¡b Ï
"Ey Peygamber! Kur'anı okumak istediğin zaman,
Allah'ın rahmetinden kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığın, yani
"eûzübillâhimineşşeytânirracîm" de.[27]
æì¢à y¤¢m
¤á¢Ø £Ü È Û aì¢n¡¤ã a ë ¢é Û aì¢È¡à n¤b Ï
¢æ¨a¤¢Ô¤Ûa ªô¡¢Ó a ¡a ë
"Kur'an okunduğu zaman onu dinleyin. Ve susun
ki merhamet olunasınız."[28]
اِنَّ
هذَا
الْقُرْانَ
يَهْدى
لِلَّتى هِىَ
اَقْوَمُ
وَيُبَشِّرُ
الْمُؤْمِنينَ
الَّذينَ
يَعْمَلُونَ
الصَّالِحَاتِ
اَنَّ لَهُمْ
اَجْرًا
كَبيرًا ()
وَاَنَّ
الَّذينَ لَا
يُؤْمِنُونَ
بِالْاخِرَةِ
اَعْتَدْنَا
لَهُمْ
عَذَابًا
اَليمًا
"Şüphesiz bu Kur'an, insanları en doğru yola
götürür. Salih amel işleyen mü'minlere büyük bir mükâfat olduğunu, âhirete iman
etmeyenlere de can yakıcı bir azap hazırladığımızı müjdeler."[29]
وَنُنَزِّلُ
مِنَ
الْقُرْانِ
مَا هُوَ شِفَاءٌ
وَرَحْمَةٌ
لِلْمُؤْمِنينَ
وَلَا يَزيدُ
الظَّالِمينَ
اِلَّا
خَسَارًا
"Biz Kur'an'ı, iman edenler için bir şifa ve
rahmet kaynağı olarak indiriyoruz. Kur'an, zalimlerin ise ancak zararını arttırınr."[30]
İslâm
hukukunda Kur'ân için daha çok "Kitap" ismi kullanılır. Birçok
âyette "el-Kitâb" kelimesinin Kur'ân-ı Kerîm anlamında
kullanıldığı görülür:
= åî©Ô £n¢à¤Ü¡Û ô¦¢ç 8¡éî©Ï
8 k¤í ü ¢lb n¡Ø¤Ûa Ù¡Û¨ 7¬á¬Ûa
"Elif. Lâm. Mîm. Bu o kitaptır ki, kendisinde
(Allah tarafından gönderildiğinde) hiç şüphe yoktur."[31]
Bundan başka
çeşitli âyetlerde Kur'ân için başka isimler de kullanılmıştır. Bunlardan
bazıları şunlardır:[32]
B)Kur’an-ı
Kerim’in Tertili: Tertîl kelimesi, Arapça "rtl" kökünden "tef'l"
ölçüsünde bir mastardır. Sözlükte; sözü güzel, yerinde ve düzenli söylemek, bir
şeyi doğru yapmak, düzenlemek, sıralamak, açık açık hakkını vererek açıklamak
gibi anlamlara gelmektedir. [33]
Aralarında
çok az açık bulunan ve gayet düzgün görünen dişler için de "sağr
retl" ifadesi kullanılır. [34] Bir metni okurken yavaş yavaş, acele
etmeksizin, tâne tâne, her bir harfin edâsının, nazmının ve manasının hakkını
vermek suretiyle okumaya da tertl denmektedir. Kur'an okunuşuyla ilgili olarak,
kelimeleri ağızdan kolaylıkla ve düzgün bir biçimde çıkarmak anlamındadır.[35]
Kıraatta
tertîl; yavaş yavaş, acele etmeden, harfleri ve hareketleri dizilmiş inci
taneleri gibi açık bir şekilde, mana ve hikmeti düşünerek metni tâne tâne
okumak anlamında kullanılmaktadır. [36]
Kur'an tertîl
üzere nâzil olmuştur. Hz. Peygamber; "Allah, Kur'an'ı indirildiği şekilde
okuyanı sever" sözleriyle Kur'an'ı tertîl ile okumayı teşvik etmişlerdir. [37]
Nitekim
Kur'an-ı Kerîm'deki:
65î©m¤ m æ¨a¤¢Ô¤Ûa
¡3¡£m ë ¡é¤î Ü Ç ¤
¡ ¤ë a
"Kur'an'ı açık açık, tâne tâne (tertîl ile) oku"[38] ayet-i kerîmesi de bu
konuyu açık bir şekilde anlatmaktadır.
Alimler bu
ayetle ilgili olarak bazı yorumlarda bulunmuşlardır.
Fahreddin
Râzî, "Kur'an'ı tertîl ile okumak; manasını anlayarak, ayetlerin
içerdiği gerçekleri iyice düşünerek okumaktır. Allah'ın azametini belirten
ayetleri, bu azameti gönlünde hissederek, tehdîd ve müjdeyi içeren ayetleri de,
ümit ve korku duygularıyla dolup taşarak okumaktır" [39]
demektedir.
Gazâlî de,
Kur'an okumaktan maksadın, manasını anlamak ve üzerinde düşünmek olabileceğini;
bunun için de Kur'an'ın tertl üzere okunmasının gerekli olduğunu vurgulamıştır.
[40]
Bu
açıklamalar ışığında Kur'an'ın tertil ile okunmasını; onun anlamını düşünerek,
harflerin çıkış yerlerine ve tecvide dikkat ederek, anlamına göre sesi
yükseltip alçaltarak, bir hadiste belirtildiği gibi, hitap ifade eden yerlerde
karşıdakine hitap eder gibi bir ses tonuyla, durulacak yerde durup, geçilecek
yerde geçerek, ağır, ağır, Kur'an'ın gerçek amacını hem duyup, hem de dinleyenlere
duyurarak okumaktır, şeklinde açıklayabiliriz. [41]
Âlimler,
Kur'an-ı Kerîm'i süratlice okuyup, çok okumanın mı, yoksa ağır olarak okuyup az
okumanın mı daha üstün olduğu konusunu tartışmışlar, bir kısmı "Tertîl ve
tedebbür ile az okumak diğerinden daha üstündür" demişlerdir. İbn Abbas ve
İbn Mes'ud bu görüşü savunmaktadırlar. Bu görüşün sahiplerine göre, kıraatten
maksat; Kur'an'ı anlamak, düşünmek, içindekileri bilmek ve onunla amel
etmektir. [42]
Buhârî,
Sahîh'inde Kur'an'ın tertîl ile okunmasının gerekliliğine ve sür'atli olarak
okumanın mekruh olduğuna dâir bir bab açmış ve bu şekilde okumanın hoş
olmadığını Abdullah b. Mes'ud'dan rivâyet ettiği bir hadisle açıklamıştır. [43]
İbn Kayyim, İbn Mes'ud'dan şu rivâyeti nakleder: "Alkame, İbn
Mes'ud'dan Kur'an okurdu, sesi güzel bir kimse idi. İbn Mes'ud ona "Anam
babam sana feda olsun, Kur'an'ı tertl ile oku, çünkü tertîl onun süsüdür"
dedi.
Yine İbn
Mes'ud: "Şiir söyler gibi Kur'an okumayın, çürük hurma atar gibi
dağıtmayın. O'nun incelikleri üzerinde durun, kalbinizi onunla harekete geçirin."
[44]
Bu konuda İbn
Abbas'tan da şöyle bir rivâyet nakledilmektedir: İbn Abbas'a Ebû Hamze: "Ben
süratli Kur'an okuyan bir kimseyim. Çoğu zaman bir gecede Kur'an'ı bir veya iki
defa okurum" deyince, İbn Abbas: "Benim ağır ağır bir sure
okumam, bana senin bu yaptığından daha güzel geliyor. Eğer sen bu işi
yapacaksan, kulakların duyacağı ve kalbin anlayacağı bir kıraatle oku"
demiştir. [45]
Süratli
okuyup, çok okumanın daha fazîletli olduğunu söyleyenler de kim ne kadar fazla
Kur'an okursa, o kadar çok sevap kazanacağını belirten hadisi [46]
hareket noktası yapmışlardır. Üçüncü bir görüş daha vardır ki, o da konuyu
insanın tabiat ve alışkanlığı ile değerlendirenlerin görüşüdür. Yani Kur'an'ın
kıraatini sür'atli veya ağır şekilde okumaya alışmış olan kimseler, alıştıkları
şekilde okumalarıdır. [47]
Kur'an-ı
Kerîm'de "r-t-l" kökü dört defa ve hepsi de "tef'l"
ölçüsünde geçmektedir. İkisi Furkan suresi, 4. ayetinde "ve
rattili'l-Kur'âne tertîlen" şekillerinde geçmektedir.
Furkan, 32.
de, inkâr edenlerin Hz. Peygamber'e, Tevrat ve İncil'de olduğu gibi, Kur'an-ı
Kerîm'in de parça parça değil de, hepsinin birden indirilmesi gerektiği
yolundaki sözlerini anlatan ayetin devamında:
وَقَالَ
الَّذينَ
كَفَرُوا
لَوْلَا
نُزِّلَ
عَلَيْهِ الْقُرْانُ
جُمْلَةً
وَاحِدَةً
كَذلِكَ لِنُثَبِّتَ
بِه
فُؤَادَكَ
وَرَتَّلْنَاهُ
تَرْتيلًا
“İnkâr
edenler: Kur'an ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi? dediler. Biz
onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık (parça parça indirdik)
ve onu tane tane (ayırarak) okuduk”[48] ifâdesinde, Kur'an'ın parça
parça indirilmesinin sebep ve hikmetleri anlatılmakta, Müzzemmil, 4.'de de,
daha önce açıkladığımız gibi, Kur'an'ın tertîl ile; açık açık, tane tane
okunması istenmektedir.[49]
Bu Kur'an ifâdelerinden anlaşıldığına göre, "tertîl"
kavramı hem Kur'an'ı kalbe iyice yerleştirmek amacıyla bölümlere ayırmak,
açıklamak [50]
hem de onun manasını düşünmek, anlamak ve yaşamak amacına yönelik olarak ağır
ağır, dura dura okumak anlamlarını ifâde etmektedir. [51]
Hz. Peygamber
hayatta iken Kur'an-ı Kerim'in tamamı hurma dalı, kemik, taş vb. şeylerin
üzerine yazılmış ve bir çok sahabe tarafından ezberlenmiştir. Ramazan ayında
Cebrail (as) Hz. Peygamber'e her gece gelir o da, kendisine o zamana kadar
indirilmiş olan Kur'an ayetlerini arz ederdi.
Arz metodu,
önce Cebrail (as)'ın okuması, sonra Cebrail'in okuduğunu Hz. Peygamber'in
okuması şeklinde cereyan ediyordu. Resulullah (as)'ın hayatının son yılında
Kur'an tamamlandıktan sonra iki defa Cebrail'e arzedildi. Ve Hz. Peygamber
Kur'an'ın son şeklini aldığını bu arza göre onu bir de müminlere okudu.
Sahabeden bir çokları Kur'ân'ı bu tertibe göre ezberledi.
Hz. Ebû Bekir
(ö. 13/634) devrinde yalancı peygamber Müseylemetü'l Kezzâb'ın adamlarıyla
Yemâme savaşından beş yüz kadar hafız sahabenin topluca şehit edilmesi, başta
Hz. Ömer olmak üzere bazı sahabeleri Kur'an'ın yok olması endişesine sevketti.
Çünkü Kur'an tedvîn edilerek henüz Mushaf haline getirilmemişti.
Ebû Bekir
(r.a) Zeyd. b. Sabit (ö. 45/665) başkanlığındaki bir komisyona, sahabenin
elindeki yazılı metinleri toplama, kontrol etme ve tedvîn etme görevini verdi.
Toplama işi tamamlandıktan sonra bu sahifeler Hz. Ebû Bekir'in, onun vefatından
sonra Hz. Ömer'in ve daha sonra da Hz. Ömer'in vasiyeti üzerine kızı Hafsa'nın
(ö. 41/244) yanında kaldı.
Hz. Osman
devrinde Kur'an nüshalarını tek bir Mushafta toplama zarureti ortaya çıktı.
Çünkü Iraklılar ile Şamlılar, Ermenistan ve Azerbaycan'ın fethi için bir araya
gelince Şamlılar Ubey b. Ka'b'ın kıraatine, Iraklılar ise Abdullah b. Mes'ud ve
Ebû Mûsâ el-Eş'arî'nin kıraatine göre okuyorlardı. Okuyuşlar arasında harflerin
mahreç ve sıfatları; kıraat şekilleri bakımından farklılıklar vardı. Taraflar
bir diğerinin okuyuşunu havalı sayıyordu.
Huzeyfe b.
el-Yemân Medine'ye dönünce Halîfe Hz. Osman (r.a)'a durumu ve bu konudaki
endişelerini bildirdi. Hz. Osman sahabe ile istişare ederek Kur'ân'ın istinsah
yani, Mushaflar halinde yazılıp çoğaltma işini en sağlam hafızlardan ve
sahabenin ileri gelenlerinden dört kişiye verdi. Bunlar Zeyd b. Sabit ile üç
Kureyş'li, yani Abdullah b. ez-Zübeyr, Saîd b. el-Âs, Abdurrahman b. el-Hâris
b. Hişam'dan ibaret bir ihtisas komisyonu idi.
Komisyon Hz.
Hafsa'daki ana nüshayı örnek olarak aldı, bir kaç nüsha çoğaltılarak İslâm şehirlerine
gönderildi. Böylece lehçe farklılıklarının da önemli ölçüde düzeltildiği
tedvîn, vahiy bakımından tamamlanmış oldu.[52]
Kur'an yirmi
üç yılda parça parça indirilmiştir. On üç yıl kadar süren Mekke döneminde inen
âyet ve sûreler daha çok İslâm inanç ve ahlâkı ile ilgili konuları kapsar.
Allah'ın birliğine, meleklere, peygambere, kitaplara ve âhiret gününe iman
gibi. Hz. Âdem (a.s)'den beri gelen tevhid inancı işlenir. Allah'a ortak koşma
ile mücadele edilir ve geçmiş milletlerden ibretli kıssalar anlatılır. Bu arada
tevhid inancından ayrılmış olan atalarının bu yanılgısı şöyle ifade edilir:
وَاِذَا
قيلَ لَهُمُ
اتَّبِعُوا
مَا اَنْزَلَ
اللّهُ
قَالُوا بَلْ
نَتَّبِعُ
مَا اَلْفَيْنَا
عَلَيْهِ
ابَاءَنَا
اَوَلَوْ كَانَ
ابَاؤُهُمْ
لَايَعْقِلُونَ
شَيًْا وَلَا
يَهْتَدُونَ
“Onlara; Allah'ın indirdiğine uyun, denilince, hayır
biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız, derler. Ya ataları bir şeye
aklı ermeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler?"[53]
Cenab-ı Hak, Kur'ân-ı Kerîm'in, Hz. Âdem'den sonra peygamber olan Hz. Nuh'tan itibaren devam eden vahiy zincirinin devamı olduğunu da açıklar:
اِنَّا
اَوْحَيْنَا
اِلَيْكَ
كَمَا اَوْحَيْنَا
اِلى نُوحٍ
وَالنَّبِيّنَ
مِنْ بَعْدِه
وَاَوْحَيْنَا
اِلى
اِبْرهيمَ
وَاِسْمعيلَ
وَاِسْحقَ
وَيَعْقُوبَ
وَالْاَسْبَاطِ
وَعيسى وَاَيُّوبَ
وَيُونُسَ
وَهرُونَ
وَسُلَيْمنَ
وَاتَيْنَا
دَاوُدَ
زَبُورًا
"Şüphesiz biz, Nuh'a ve ondan sonra gelen
peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. İbrahim'e, İsmail'e,
İshak'a, Yakub'a, torunlarına, İsa'ya, Eyyûb'a, Yunus'a, Hârun'a ve Süleyman'a
da vahyettik. Dâvud'a Zebûr'u verdik."[54]
Medine'de
inen âyet ve sûrelerde daha çok hukuk kuralları yer almıştır. Aile ve devletin
tanzimi, insanların birbiriyle veya devletle olan ilişkileri, akitler, sulh ve
savaş halleri bu âyetlerde açıklanır. Çünkü M.622 tarihinden itibaren artık
Medine'de bu hükümleri uygulamak için yeterli güce sahip bir İslâm Devleti
teşekkül etmişti. Bu Devletin basında da Allah'ın elçisi Hz Muhammed
bulunuyordu.
Allah-ü Teala
hafifinden ağırına doğru bir yol izleyerek hükümler gönderiyor, Resûlüllah ve
ashabı bunları geciktirmeksizin uyguluyordu. Kur'an dilini bilmeleri,
namazlarda, mescid içinde ve dışında okunan sûre ve ayetleri anlamalarını
kolaylaştırıyordu. Bu devrin özelliği; iyi ve yararlı olanı almak, kötü ve
zararlı olanı kaldırmak şeklinde özetlenebilir. Yükümlülükler birden gelmemiş,
gelenler de giderek tamamlanmıştır.
Mesela:
namaz, sabah ve akşam iki vakit iken, sonra beş vakit olmuştur. İçki önceleri
yasaklanmamış, sadece zararlı olduğu belirtilmiş, sonra sarhoş iken namaza
yaklaşılması yasaklanmış, en sonunda da kesin olarak haram kılınmıştır. [55]
Kur'an-ı
Kerim'de yer alan hükümler insanların gücü yeteceği ölçüdedir. Ayette şöyle
buyurulur:
b è Û b6 è Ȥ¢ë ü¡a b¦¤1 ã
¢é¨£ÜÛa ¢Ñ¡£Ü Ø¢í ü
“Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını
yüklemez."[56]
Hükümlerde
başka bir özellik de kolaylık prensibidir. Hz. Peygamber ayetlerde
belirtilmeyen hususlarda ağır hükümler konulmasından çekinir, çeşitli konularda
çok soru soran sahabelere:
"Ben sizi kendi halinize bıraktığım sürece, siz
de beni kendi halime bırakın" [57]
buyururdu.
Nitekim hac
ibadeti farz kılınınca;[58]
Resûlüllah (a.s) bunu tebliğ etmiş ve ashab-ı kirama hac yapmalarını
bildirmiştir.
وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]خَطَبَنَا
رسول اللّه
فَقَالَ: يَا
أيُّهَا
النَّاسُ قَدْ
فُرِضَ
عَلَيْكُمْ
الحجُّ
فحُجُّوا.
فقَالَ
رَجُلٌ: أفِى
كُلِّ عَامٍ
يَا رسولَ
اللّهِ؟
فسكَتَ
حَتَّى
قَالَهَا
ثَثاً. ثُمَّ
قالَ:
ذَرُونِى مَا
تَرَكْتُكُمْ.
لَوْ قُلْتُ نَعَمْ
لَوَجَبَتْ
وَلَما
اسْتَطَعْتُمْ.
إنَّمَا أهْلَكَ
مَنْ كانَ
قَبْلَكُمْ
كَثْرَةُ سُؤالِهِمْ
وَاخْتَِفُهُمْ
عَلى
أنْبِيَائِهِمْ،
فإذَا
أمَرْتُكُمْ
بِأمْرٍ
فأتُوا مِنْهُ
مَا
اسْتَطَعْتُمْ
وَإذَا
نَهَيْتُكُمْ
عَنْ شَئٍ
فاجْتَنِبُوهُ
.
-Ebu Hüreyre
hazretleri (radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir gün Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bize şöyle hitab etti:"Ey insanlar, size hacc farz kılınmıştır.
Şu halde haccı edâ edin!"Cemaatte bulunan bir adam:"Her sene mi, Ey
Allah'ın Resûlü?" diye sordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) cevap
vermedi. Adam sorusunu üç kere tekrar etti. Bunun üzerine:"Ben sizi
bıraktıkça siz de beni bırakın. (Madem ki sükût ettim, niye sormada ısrar ediyorsunuz?)
Şayet (sorunuza) "Evet!" deseydim, her yıl haccetmek vacib oluverirdi
ve buna güç yetiremezdiniz. Şunu bilin ki,
sizden öncekileri helak eden şey, çok sual sormaları ve peygamberleri
hakkında ihtilâflarıdır. Size bir iş emrettiğim zaman, bunu gücünüz yettiğince
îfa edin, bir yasaklamada bulunduğum vakit de ondan kaçının (bu emir ve yasakla
ilgili olarak aklınıza gelen her şeyi sormaya kalkmayın!)" [59]
Kur'an'ın
parça parça inişi uygulamayı kolaylaştırıyordu. Diğer yandan, bu sayede, gelen
ayetler ezberlenip, ünsiyet meydana geliyor, kalplere yerleştiriyordu.
Müşrikler Kur'an'ın bir defada inmesi gerektiğini söyleyerek tenkid
yönetilince, kendilerine yüce Allah şöyle cevap verdi:
وَقَالَ
الَّذينَ
كَفَرُوا
لَوْلَا
نُزِّلَ
عَلَيْهِ
الْقُرْانُ
جُمْلَةً
وَاحِدَةً
كَذلِكَ
لِنُثَبِّتَ
بِه
فُؤَادَكَ
وَرَتَّلْنَاهُ
تَرْتيلًا
“İnkar edenler; Kur'an ona bir defada
indirilmeliydi, derler. Halbuki biz onu böylece senin kalbine yerleştirmek için
azar azar indirir ve onu ağır ağır okuruz."[60]
Ayetlerin
olaylar üzerine inişi, tam ihtiyaç sırasında gelişi, toplumda gerekli etkiyi
göstermesine yardımcı olmuştur. Bu yüzden, ayetlerin iniş sebepleri (esbab-ü
nüzul). Kur'an tefsirlerinde önemli bi alt yapı oluşturmuştur.
Kur'an-ı
Kerim'i gerek Mekke ve gerekse Medine döneminde Hz. Peygamberden bir vahiy
katipleri grubu yazmış ve bu yazılanları sahabeden yalan üzerine birleşmeleri
aklen mümkün olmayan bir topluluk ezberlemiş, böylece her devirde yalanda
birleşmesi düşünülmeyen topluluklar birbirlerinden naklederek, hiçbir tahrif ve
değişikliğe uğratılmadan, ilave ve eksiklik yapılmadan mushaflara yazılı ve
hafızalarda kayıtlı olarak bize kadar ulaşmıştır.
Tevatür
yoluyla nakil, nakledilenin doğruluğu konusunda İslam bilginleri arasında
hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Bu prensip gereğince Hz. Ebu Bekir'in halifeliği
sırasında Kur'an toplanırken tevatür derecesini bulmayan Abdullah b. Mesud'un
kendisinin daha iyi anlaması için açıklayıcı olarak koyduğu bazı ifadeler
komisyonca metne eklenmemiştir. Bunlardan birisi de yemin ile ilgili:
6§âb £í a ¡ò r¨Ü q
¢âb î¡ Ï ¤¡v í ¤á Û ¤å à Ï
“Bunları yapma imkânını bulamayan kimsenin üç gün
oruç tutması gerekir"[61] âyetinin devamında "mütetâbiat
(peşpeşe)" ilavesidir. Yine Abdullah b. Mes'ud'un annelerin nafakası
ile ilgili mirasçı hakkında: “zir-rahimil-mahrem”
(evlenilmesi yasak olan yakın hısımlardan olan) şeklinde ilâve taşıyan kıraati
de Kur'an'dan sayılmaz. [62]
Tevâtür derecesine ulaşamayan bu gibi kıraatlerin
hukukçular için delil olarak kullanılıp kullanılamayacağı konusunda görüş
ayrılığı vardır. Hanefilere göre, bu kıraat şekillerini nakleden sahabe bunu ya
Hz. Peygamber' den işitmiştir veya kendi görüşü ve ictihadı olarak ifade
etmiştir. Bunun, en azından Allah'ın kitabını tefsir için vârid olmuş bir
sünnet olduğu açıktır. Sünnetin hüküm kaynağı olduğunda ise şüphe yoktur.
İşte bunun bir sonucu olarak Hanefîler yemin
keffâreti olarak tutulacak orucun peş peşe üç gün tutulmasını gerekli görürler
Şafii, Maliki ve Hanbelilere göre ise, mütevatir olmayan Kıraatler ne Kur'ân ve
ne de sünnet sayılmaz ve hüküm çıkarmada delil olarak da kullanılamaz. [63]
Kur'ân-ı Kerîm
bir benzeri yazılamayan, en üstün edebiyat ve üslûp özelliklerine sahiptir.
Âyetlerde bu özellik şöyle dile getirilir:
وَاِنْ
كُنْتُمْ فى
رَيْبٍ
مِمَّا
نَزَّلْنَا
عَلى
عَبْدِنَا
فَاْتُوا
بِسُورَةٍ مِنْ
مِثْلِه
وَادْعُوا
شُهَدَاءَ
كُمْ مِنْ دُونِ
اللّهِ اِنْ
كُنْتُمْ
صَادِقينَ
“Eğer kulumuz Muhammed'e indirdiğiniz Kur'an'dan
şüphe ediyorsanız siz de bunların benzeri bir sûre getirin. Bu konuda Allah'tan
başka şahidlerinizden de yardım isteyin. Eğer doğru söyleyenlerden iseniz, bunu
yapın."[64]
اَمْ يَقُولُونَ
افْتَريهُ
قُلْ
فَاْتُوا
بِسُورَةٍ
مِثْلِه
وَادْعُوا
مَنِ
اسْتَطَعْتُمْ
مِنْ دُونِ
اللّهِ اِنْ
كُنْتُمْ
صَادِقينَ
“Yoksa onu (peygamber) kendiliğinden uydurdu mu
diyorlar?" De ki: "Öyleyse, eğer iddianızda doğru iseniz siz de onun
benzeri bir sûre meydana getirin. Bu konuda Allah'tan başka gücünüzün yettiği
kim varsa onları da yardıma çağırın."[65]
Kur'an yalnız
Araplar için değil, yeryüzündeki tüm insanları doğru yola iletmek için
gelmiştir. Onun öğretileri cihanşümüldür. Âyette şöyle buyurulur:
åî©à Ûb ȤܡÛ
¦ò à¤y ü¡a Úb ä¤Ü ¤ a
¬b ß ë
"Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik."[66]
Bu özelliği
Kur'an'ın i'caz yönlerinin de evrensel olmasını gerektirir. Kur'an'ın insan
gücü üstündeki bazı özellikleri şunlardır:
1.
Belâgat:
Kur'an'ın üslûp ve ifade üstünlüğü essiz ve orijinaldir. Kur'an kelimelerinin
üstün akıcılığının arap dilinde bir benzeri yoktur. Bazen bu edebî üslûp,
insanın tüylerini ürpertecek güçtedir. Buna aşağıdaki âyetler örnek
verilebilir:
يَا
اَيُّهَا
النَّاسُ
اتَّقُوا رَبَّكُمْ
اِنَّ
زَلْزَلَةَ
السَّاعَةِ
شَىْءٌ
عَظيمٌ ()
يَوْمَ
تَرَوْنَهَا
تَذْهَلُ كُلُّ
مُرْضِعَةٍ
عَمَّا
اَرْضَعَتْ
وَتَضَعُ
كُلُّ ذَاتِ
حَمْلٍ
حَمْلَهَا
وَتَرَى النَّاسَ
سُكَارى
وَمَا هُمْ
بِسُكَارى
وَلكِنَّ
عَذَابَ
اللّهِ
شَديدٌ
“Ey insanlar! Rabbinizden sakının. Doğrusu kıyamet
saatinin sarsıntısı büyük bir şeydir. Kıyameti gören her emzikli kadın
emzirdiği yavrusunu unutur, her hâmile kadın çocuğunu düşürür. İnsanları sarhoş
gibi görürsün, halbuki onlar sarhoş değildirler; fakat Allah'ın azabı çok çetindir."[67]
2.
Kur'an'ın geçmiş çağlara ait olayları haber verişi: Kur'an; Hz. Nuh, Lut,
İbrahim peygamberlere, Ad ve Semûd kavimlerine ait haberleri anlatmaktadır.
Yine Hz. Musa ve Fir'avn arasında geçen olayları, Hz. Meryem'i, Hz. İsa ve
doğumu gibi haberleri gerçeğe uygun biçimde vermektedir.
Bunlar, diğer
semavi dinlerin kutsal kitaplarındaki bozulmamış olan bilgilere de uymaktadır.
Bütün bunlar ümmi olan, okuma ve yazma bilmeyen bir peygamber olan Hz.
Muhammed'in diliyle haber verilmektedir. Bu durum, bu bilgilerin ilahi vahiy
ürünü olmasını gerektirir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu konuda şöyle buyurulur:
وَمَا
كُنْتَ
تَتْلُوا
مِنْ قَبْلِه
مِنْ كِتَابٍ
وَلَا
تَخُطُّهُ
بِيَمينِكَ
اِذًا لَارْتَابَ
الْمُبْطِلُونَ
“Sen daha önce bir kitaptan okumuş ve onu sağ elinle
de yazmış değildin. Öyle olsaydı, bâtıl söze uyanlar şüpheye düşerlerdi.”[68]
3.
Kur'ân'ın gelecek olayları haber verişi: Kur'an'da haber verilen, geleceğe ait bir takım
olaylar zamanı gelince meydana gelmiştir. Şu olayları örnek verebiliriz:
İslâm'ın ortaya
çıkışı sırasında Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans) ile İran dünyanın güçlü iki
ülkesi idiler. Anadolu, Suriye, Filistin, Mısır ve Irak'ın bir bölümü Bizans'a
bağlı idi. M.613 tarihlerinde bu iki komşu ülke, amansız bir savaşa girişti.
İran galip gelerek Irak, Suriye, Filistin ve Mısır'ı ele geçirmiş, Anadolu'yu
da istilâ ederek İstanbul Boğaziçi sahillerine kadar ilerlemişti.
Bu haber
Mekke'ye ulaşınca müşrikler sevinmiş, İranlıların Bizans'ı yenip perişan ettiği
gibi, kendilerinin Müslümanları yeneceklerini söylemişlerdi. Bizanslılar
Hıristiyan ve ehl-i kitap, İranlılar ise putperest idiler. Bu yüzden Mekke
müşrikleri İranlıları kendilerine yakın görüyor ve onların zafer kazanmasından
dolayı seviniyorlardı. İşte bu arada Kur'an-ı Kerim'in şu âyetleri indi:
الم ()
غُلِبَتِ
الرُّومُ () فى
اَدْنَى
الْاَرْضِ
وَهُمْ مِنْ
بَعْدِ
غَلَبِهِمْ
سَيَغْلِبُونَ
() فى بِضْعِ
سِنينَ
لِلّهِ
الْاَمْرُ
مِنْ قَبْلُ
وَمِنْ
بَعْدُ
وَيَوْمَئِذٍ
يَفْرَحُ
الْمُؤْمِنُونَ
() بِنَصْرِ
اللّهِ
يَنْصُرُ
مَنْ يَشَاءُ
وَهُوَ
الْعَزيزُ
الرَّحيمُ
"Elif.Lâm.Mîm. Bizanslılar en yakın bir yerde
yenildiler. Onlar bu yenilgilerinden sonra yakın bir zamanda (üç ilâ dokuz yıl
arasında) galip geleceklerdir. İş, eninde sonunda Allah'a aittir. İşte o gün
mü'minler Allah'ın yardımı ile sevineceklerdir. Allah dilediğine yardım eder. O
güçlüdür, esirgeyicidir."[69]
Hz. Ebû
Bekir, üç yıl süre belirleyip, Bizanslıların bu süre içinde çıkacak savaşta
galip geleceklerini söyleyerek müşriklerden Ubey b. Halef'le bahse girdi. Bunu
haber alan Rasûlüllah (a.s), âyetteki "bıd"' kelimesi üç ilâ
dokuz arası sayıları ifade ettiği için süreyi dokuz yıla çıkarmasını bildirdi.
Kaybedenin vereceği deve sayısı da yüz'e çıkarıldı. Gerçekten "Bedir"
gününde, Bizanslılar İran'ı yendi ve Hz. Ebû Bekir Ubey'in varislerinden bu
develeri alarak, Rasûlüllah'ın tavsiyesi üzerine yoksullara tasadduk etti. [70]
Yine Kur'ân-ı
Kerîm'de Müslümanlara Mescid-i Haram'a girecekleri va'dedilmiş ve şöyle
buyurulmuştu:
لَقَدْ
صَدَقَ
اللّهُ
رَسُولَهُ
الرُّءْيَا
بِالْحَقِّ
لَتَدْخُلُنَّ
الْمَسْجِدَ
الْحَرَامَ
اِنْ شَاءَ
اللّهُ امِنينَ
مُحَلِّقينَ
رُؤُسَكُمْ
وَمُقَصِّرينَ
لَا
تَخَافُونَ
فَعَلِمَ مَا
لَمْ تَعْلَمُوا
فَجَعَلَ
مِنْ دُونِ
ذلِكَ فَتْحًا
قَريبًا
“Şüphesiz, Allah, Peygamberinin rüyasının gerçek
olduğunu tasdik etmiştir. Allah dilerse siz, güven içinde, başlarınızı tıraş
etmiş veya saçlarınızı kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram'a
gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bilir. Bundan başka size, yakın zamanda
bir zafer verecektir."[71]
Mekke fethi
ve arkasından yapılan veda haccı ile bu müjde de çok geçmeden gerçekleşmiştir.
Bunun gibi haber verildiği üzere çıkan pek çok olaylar vardır.[72]
4. Kur'an
bir çok bilimsel gerçekleri içine almıştır: Kur'an'ın açıkladığı öyle bilimsel gerçekler
vardır ki, okuma-yazma bilmeyen ümmî bir kimsenin bunları kendiliğinden
söylemesi mümkün değildir. Meselâ; insanın yaratılışı Kur'an'da şöyle
anlatılır:
وَلَقَدْ
خَلَقْنَا
الْاِنْسَانَ
مِنْ سُلَالَةٍ
مِنْ طينٍ ()
ثُمَّ
جَعَلْنَاهُ
نُطْفَةً فى
قَرَارٍ
مَكينٍ ()
ثُمَّ
خَلَقْنَا النُّطْفَةَ
عَلَقَةً
فَخَلَقْنَا
الْعَلَقَةَ
مُضْغَةً
فَخَلَقْنَا
الْمُضْغَةَ
عِظَامًا
فَكَسَوْنَا
الْعِظَامَ
لَحْمًا
ثُمَّ
اَنْشَاْنَاهُ
خَلْقًا
اخَرَ
فَتَبَارَكَ
اللّهُ اَحْسَنُ
الْخَالِقينَ
() ثُمَّ
اِنَّكُمْ
بَعْدَ ذلِكَ
لَمَيِّتُونَ
() ثُمَّ
اِنَّكُمْ
يَوْمَ
الْقِيمَةِ تُبْعَثُونَ
“Yemin olsun ki, Biz insanı özlü balçıktan yarattık.
Sonra onu bir nutfe halinde sağlam bir yere yerleştirdik. Sonra o nutfeyi
donmuş bir kana çevirdik. Sonra o kanı bir parça et yaptık ve bu etten kemikler
yarattık, bu kemikleri de etle örttük. Daha sonra onu, bambaşka bir yaratık
yaptık. Yaratanların en güzeli olan Allah ne yücedir. Bütün bunlardan sonra siz
öleceksiniz. Sonra da kıyamet günü yeniden diriltileceksiniz."[73]
Yer, gök ve
canlıların yaratılışı hakkında da şöyle buyurulur:
اَوَ لَمْ
يَرَ
الَّذينَ
كَفَرُوا
اَنَّ السَّموَاتِ
وَالْاَرْضَ
كَانَتَا
رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا
وَجَعَلْنَا
مِنَ
الْمَاءِ كُلَّ
شَىْءٍ حَىٍّ
اَفَلَا
يُؤْمِنُونَ
“İnkâr
edenler, göklerle yer bitişik bir halde iken bizim, onları birbirinden
kopardığımızı ve her canlı şeyi sudan yarattığımızı görüp düşünmediler mi? Yine
de inanmazlar mı?”[74]
Kur'an'da
bunlara benzer yaratılış ve evrenle ilgili pek çok âyetler vardır. Bunları,
kitap okumasını bilmeyen ve yanında hiçbir ilmî eser bulunmayan Hz. Muhammed'in
başkalarından öğrenip söylemesi mümkün değildir. Diğer yandan Hz. Muhammed
gençliğinde ticaret amacıyla, biri on iki, diğeri yirmi beş yaşlarında olmak
üzere sadece iki defa kısa süreli Mekke dışına çıkmış ve Suriye'ye kadar gidip
gelmiştir.
Kur'an'da
haber verilen bu gerçekleri bugün pozitif bilimler de aynen doğrulamaktadır.
Astronomi, fizik, kimya ve biyoloji gibi bilimler bunlar arasında sayılabilir.
Allah'ın yarattığı maddeyi ve tabiat olaylarını açıklamaya çalışan bu
bilimlerle vahiy ve sünnet ürünü olan ilahiyat bilimlerinin çatışması
düşünülemez. Çünkü yüce yaratıcı bu gibi çelişkilere düşmekten uzaktır.
Çelişki gibi
algılanan noktalar varsa, ya delîlin kendisi tartışmalıdır, ya da
anlaşılmasında kapalılık veya yanılgı söz konusudur. Nitekim, önceki asırlarda
ne kastettiği tam anlaşılamayan bazı âyet ve hadislerin bilim ve tekniğin,
astronomi ve tıp ilimlerinin ilerlemesi sonucunda daha güzel anlaşılıp tefsir
edilebildiği bilinmektedir. Güneşin kendi ekseni etrafında dönmesi ve
sistemiyle birlikte evrendeki hareketini sürdürmesi,[75]
gök cisimleri arasındaki çekme ve itme gücü,[76]
rüzgârın bitkileri aşılayıcı fonksiyonu[77]
bunlar arasında sayılabilir.
Kur'an'da yer
alan amelî hükümlerin ana noktaları açıklanmış, uygulama ve ayrıntı sünnete
bırakılmıştır. Çünkü Allah'ın ve elçisinin koyduğu hükümler birbirinin
tamamlayıcısıdır. Yüce Allah; "Peygamber'e itaat eden Allah'a itaat
etmiş olur"[78]
buyurur.
Kur'an-ı
Kerim'in içine aldığı hükümler; ibadetler, muâmeleler ve cezâ olmak üzere genel
olarak üçe ayrılır.
1. İbadetler:
Kur'an'da
ibadetler icmalî olarak emredilmiştir. Namaz, oruç, hac, zekât ve diğer
sadakalar bunlar arasında sayılabilir. Otuzdan fazla âyette namaz emredilmiş,
ancak onun vakitleri, rükün ve şartları hadislerle belirlenmiştir. Allah
elçisi;
Pa좣Ü
ë P¤á¢çì¢à¡£Ü Ç ë ¤á¡èî¡Ï aì¢ãì¢Ø Ï
"Ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle kılın." [79]
Haccın
esasları da Hz. Peygamber tarafından açıklanmıştır: "Hac ile ilgili ibadetlerinizi benden alınız." [80]
Zekâtı da Allah elçisi bizzat uygulamış ve zekât memurlarına uygulama
şartlarını açıklamıştır.
Keffâretler
de temelde ibadet niteliğindedir. Çünkü bir kısım günahların affı bunlarla
sağlanmaktadır. Kur'an'da yer alan keffâretler üç tanedir. Yemin kefâreti,[81]
bir mü'mini yanlışlıkla öldürme keffâreti[82]
ve zıhar kefâreti.[83]
2. Muâmeleler:
Evlenme,
boşanma, nafaka, velâyet, mâlî, iktisâdî konular, akitler, savaş ve barış gibi
ferdin fertle, ferdin devletle veya devletlerin birbiriyle olan birtakım
ilişkileri bu bölümde yer alır.
Kur'ân-ı
kerim mâlî konularda haksız kazancı yasaklamış ve akitlerde karşılıklı rıza
esasını getirmiştir. Allâhü Teâlâ şöyle buyurur:
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا لَا
تَاْكُلُوا
اَمْوَالَكُمْ
بَيْنَكُمْ
بِالْبَاطِلِ
اِلَّا اَنْ
تَكُونَ
تِجَارَةً
عَنْ تَرَاضٍ
مِنْكُمْ
وَلَا
تَقْتُلُوا
اَنْفُسَكُمْ
اِنَّ اللّهَ
كَانَ بِكُمْ
رَحيمًا
“Ey iman
edenler! Malı aranızda haksızlıkla değil, karşılıklı rızaya dayanan ticaretle
yeyin, haram ile kendinizi mahvetmeyin."[84]
Diğer yandan
ticarî yatırımlarda kârın meşrû oluşu "risk" esasına bağlanmıştır.
İslâm, riske katılmaksızın sermaye için alınacak miktarı önceden belirlenmiş
fazlalığa "faiz" adını vermiş ve bunu yasaklamıştır.[85]
Nakit tasarrufunu başkasına veren kimse, bunu karz-ı hasen yoluyla vermiştir.
Bu takdirde
rizikoya katılmaz, sadece verdiği cins paradan, verdiği kadarını alma hakkı
doğar. Ya da gelir elde etme amacıyla vermiştir. Bu da İslâm'da riske katılma
yoluyla olabilir Mufavaza, inan veya mudârabe yöntemlerinden birisiyle vermesi
gerekir ki her birinde sermaye zarar riskine girer ve kârdan, serbest
sözleşmeyle belirlenecek yüzde kadar pay alır.
Aile hukuku
ile ilgili hükümler de Kur'ân da genişçe yer alır. Karşılıklı haklar yanında,
aile fertlerinin birbirlerine karşı tavır ve davranışları da açıklanır. Ölümden
sonrası için miras hükümleri belirlenir.
İdare
edenlerle idare edilenler arasındaki ilişkilerde adâlet, şûrâ, yardımlaşma ve
koruma ilkeleri gözetir.
a. Adalet
bütün hakların ve mülkün temelidir: Kur'an'da şöyle buyurulur:
اِنَّ
اللّهَ
يَاْمُرُكُمْ
اَنْ
تُؤَدُّوا
الْاَمَانَاتِ
اِلى
اَهْلِهَا
وَاِذَا
حَكَمْتُمْ
بَيْنَ
النَّاسِ
اَنْ
تَحْكُمُوا
بِالْعَدْلِ
اِنَّ اللّهَ
نِعِمَّا
يَعِظُكُمْ بِه
اِنَّ اللّهَ
كَانَ
سَميعًا
بَصِيرًا
“Allah size,
mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz
zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor!
Şüphesiz Allah her şeyi işitici, her şeyi görücüdür.” [86]
Şu âyet de adaletin önemini belirtmektedir:
اِنَّ
اللّهَ
يَاْمُرُ
بِالْعَدْلِ
وَالْاِحْسَانِ
وَايتَائِ
ذِىالْقُرْبى
وَيَنْهى
عَنِ
الْفَحْشَاءِ
وَالْمُنْكَرِ
وَالْبَغْىِ
يَعِظُكُمْ
لَعَلَّكُمْ
تَذَكَّرُونَ
"Şüphesiz,
Allah adaleti, iyilik yapmayı ve hısımlara yardım etmeyi emreder. Taşkın
kötülüklerden, meşrû olmayan şeylerden, zulüm ve zorbalıktan nehyeder."[87]
Kur'an adaleti, idare edenlerle idare
edilenler, devlet başkanı ile tebea ve bütün halkın birbirine adaletli
davranması esasına dayanır. İnsanlar arasında ırk, renk, dil, zenginlik ve
yoksulluk ayırımı yapılmaz. Zimmet ehli olan ehl-i kitabın hakları korunur.
b. Şûrâ: Kur'an-ı Kerîm şûrâyı
(istişare) emretmiş ve şöyle buyurmuştur:
فَبِمَا
رَحْمَةٍ
مِنَ اللّهِ
لِنْتَ لَهُمْ
وَلَوْ
كُنْتَ
فَظًّا
غَليظَ
الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا
مِنْ
حَوْلِكَ
فَاعْفُ عَنْهُمْ
وَاسْتَغْفِرْ
لَهُمْ
وَشَاوِرْهُمْ
فِى
الْاَمْرِ
فَاِذَا
عَزَمْتَ
فَتَوَكَّلْ
عَلَى اللّهِ
اِنَّ اللّهَ
يُحِبُّ
الْمُتَوَكِّلينَ
“O vakit
Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli
olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet;
bağışlanmaları için dua et; iş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman
da artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri
sever."[88]
b ä¤Ó
b £à¡ß ë :¤á¢è ä¤î 2 ô¨ì¢(
¤á¢ç¢¤ß a ë : ñì¨Ü £Ûa
aì¢ßb Ó a ë ¤á¡è¡£2 ¡Û aì¢2b v n¤a
åí© £Ûa ë
7 æì¢Ô¡1¤ä¢í ¤á¢ç
“Yine onlar,
Rablerinin davetine icabet ederler ve namazı kılarlar. Onların işleri,
aralarında danışma iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da harcarlar.”[89]
Bu ikinci âyet, İslâm yönetiminin müslümanlar
arasında şûrâ esasına dayandığını ifade etmektedir. Diğer yanda âyet, herkesle
tek tek istişare imkânı bulunmadığı için, yönetimde bir istişare heyetinin
işbaşına getirilmesi görevini İslâm toplumuna yüklemektedir.
Nass'ın işaretinden bu anlam ve sonuç ortaya çıkmaktadır.[90] Burada şûrâ şekil ve unsurlarının kapalı bırakılması, bu prensibe, ileriki çağların getireceği yeni durumlara ve sosyal yapılara göre esneklik kazandırmak için olsa gerekir.
c.
Yardımlaşma:
Yönetimle toplum ve bütün mü'minler birbiriyle yardımlaşma ve dayanışma içinde
bulunmalıdır. Kur'an'da şöyle buyurulur:
= åî©Ô £n¢à¤Ü¡Û ô¦¢ç 8¡éî©Ï
8 k¤í ü ¢lb n¡Ø¤Ûa Ù¡Û¨
“O kitap
(Kur'an); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak
isteyenler) için bir yol göstericidir.”[91]
d. Koruma: Toplumun, mal, can, ırz ve
namusunu korumak gerekir. Bunlar da ceza hukukunu uygulamak ve zayıfı güçlüye
ezdirmemek yoluyla gerçekleşir.
Sonuç olarak
Kur'an-ı Kerîm, fert ve toplum yararı için gerekli özlü prensipler getirmiş,
fert ve topluma zarar verebilecek şeyleri yasaklamıştır. Kur'ân'ın okunması,
dinlenmesi, açıklanması, üzerinde düşünülmesi ve içindeki prensiplerin
uygulanması birer ibadettir.
Sözünü, iş ve
mesleğini ona göre düzenlemek manevî huzur ve mutluluk kaynağıdır. Ona tutunan
en sağlam kulpa yapışmış, hidâyet yolunu bulmuş olur. Ancak Kur'an'ın iniş
amacı, yalnız okunup sevap kazanılması ve saygı ile duvara asılmasından ibaret
değildir. Asıl amaç, anlamına eğilmek ve günlük hayatımızda gücümüz yettiği
ölçüde onu uygulamaya ve toplum hayatına hakim kılmaya çalışmaktır.
Vahy: Gizli konuşma,
işaret etme, emretme, ilham etme, ima etme, fısıldama, mektup yazma, el-çi
gönderme, acele etme, seslenme. Yüce Allah'ın vasıtasız olarak veya değişik
vasıtalarla emirlerini peygamberlerine bildirmesi anlamında bir Kur'ânî terim.
"Vahiy" kelimesinin
yukarıdaki anlamlarda kullanıldığına ait Kur'ân-ı Kerîm'de bir çok örnek
vardır. Bunlar şöylece sıralanabilir:
b¦£î,¡' Ç ë ¦ñ ¤Ø¢2
aì¢z¡£j ¤æ a ¤á¡è¤î Û¡a ó¬¨y¤ë b Ï
¡la ¤z¡à¤Ûa å¡ß ©é¡ß¤ì Ó ó¨Ü Ç
x Ï
"Zekeriyya mihraptan kavminin
karşısına çıkıp sabah akşam Rablerini tespih etmelerini vahyetti."[92]
Buradaki
vahiy kelimesi ima etmek, işaret etmek anlamında kullanılmıştır;
وَكَذلِكَ
جَعَلْنَا
لِكُلِّ
نَبِىٍّ عَدُوًّا
شَيَاطينَ
الْاِنْسِ
وَالْجِنِّ
يُوحى
بَعْضُهُمْ
اِلى بَعْضٍ
زُخْرُفَ الْقَوْلِ
غُرُورًا
وَلَوْ شَاءَ
رَبُّكَ مَا
فَعَلُوهُ
فَذَرْهُمْ
وَمَا
يَفْتَرُونَ
“Böylece biz,
her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar), aldatmak için
birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı.
Artık onları uydurdukları şeylerle başbaşa bırak.”[93]
Şeytanların birbirlerine
vahyetmesi; fısıldama, gizli konuşma anlamlarında kullanılmaktadır;
وَلَا
تَاْكُلُوا
مِمَّا لَمْ
يُذْكَرِ اسْمُ
اللّهِ
عَلَيْهِ
وَاِنَّهُ
لَفِسْقٌ
وَاِنَّ
الشَّيَاطينَ
لَيُوحُونَ
اِلى
اَوْلِيَائِهِمْ
لِيُجَادِلُوكُمْ
وَاِنْ
اَطَعْتُمُوهُمْ
اِنَّكُمْ لَمُشْرِكُونَ
“Üzerine
Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan yemeyin. Kuşkusuz bu büyük
günahtır. Gerçekten şeytanlar dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için
telkinde bulunurlar. Eğer onlara uyarsanız şüphesiz siz de Allah'a ortak
koşanlar olursunuz.” [94]
Bu ayetteki "vahiy"
kelimesi teşvik etme, telkin etme, söyleme, anlamlarında kullanılmıştır:
فَقَضيهُنَّ
سَبْعَ
سَموَاتٍ فى
يَوْمَيْنِ
وَاَوْحى فى
كُلِّ
سَمَاءٍ
اَمْرَهَا
وَزَيَّنَّا
السَّمَاءَ
الدُّنْيَا
بِمَصَابِيحَ
وَحِفْظًا
ذلِكَ
تَقْديرُ
الْعَزيزِ
الْعَليمِ
“Böylece
onları, iki günde yedi gök olarak yarattı ve her göğe görevini vahyetti. Ve
biz, yakın semâyı kandillerle donattık, bozulmaktan da koruduk. İşte bu, azîz,
alîm Allah'ın takdiridir.”[95]
6b è Û ó¨y¤ë a
Ù £2 £æ b¡2
“Çünkü
Rabbin kendisine vahyetmiştir”[96] âyetlerinde
geçen "vahiy" kelimesi de emretmek anlamında kullanılmıştır;
وَاِذْ
اَوْحَيْتُ
اِلَى
الْحَوَارِيّنَ
اَنْ امِنُوا
بى
وَبِرَسُولى
قَالُوا امَنَّا
وَاشْهَدْ
بِاَنَّنَا
مُسْلِمُونَ
“Ey iman
edenler! Allah'ın size olan nimetini unutmayın; hani bir topluluk size el
uzatmaya yeltenmişti de Allah, onların ellerini sizden çekmişti. Allah'tan
korkun ve müminler yalnızca Allah'a güvensinler”[97] âyetinde
zikredilen "vahiy" kelimesi ima etme, emretme, manalarını ihya
etmektedir.
Hz.Musa
(a.s)'ın anasına:
وَاَوْحَيْنَا
اِلى اُمِّ
مُوسى اَنْ
اَرْضِعيهِ
فَاِذَا
خِفْتِ
عَلَيْهِ
فَاَلْقيهِ
فِى الْيَمِّ
وَلَا تَخَافى
وَلَا
تَحْزَنى
اِنَّا
رَادُّوهُ
اِلَيْكِ
وَجَاعِلُوهُ
مِنَ
الْمُرْسَلينَ
“Onu emzir. Eğer onun için korkarsan onu
denize bırakıver, korkma ve mahzun olma. Çünkü biz onu geri vereceğiz ve
kendisini peygamber yapacağız" diye vahyetik."[98]
Bu
âyette geçen "vahiy" kelimesi de ilham ve rüya anlamlarında
kullanılmaktadır.
Vahyin
geliş şekilleri hakkında Kur'ân-ı Kerîm'de açık bilgiler yoktur. Vahyin geliş
şekilleriyle ilgili bilgileri Muhammed (a.s)'ın hadislerinden ve sahabelerin
şehadetlerinden öğreniyoruz. Vahyin geliş şekilleriyle ilgili şöyle bir
sıralama yapılabilir:
1-
Vahyin ilk şekli Rasûlûllah (as)'ın uykuda iken gördüğü sadık rüyalardır. Bu
rüyalarda "sadık rüya" (Rüya-yı Sadıka) adı da verilmektedir.
Peygamber (as)'ın gördüğü bu rüyalar daha sonraları kendisine zahir olurdu. Hz.
Aişe, "Peygamber, hiç bir rüya
görmezdi ki, sabah aydınlığı gibi apaçık zuhur etmesin" diyerek bu
rüyalara ışık tutmaktadır. [99]
2-
Rasûlüllah (a.s)'ın uyanık halde iken vahiy meleğinin onun gönlüne vahyi ilka
etmesidir. Vahyin bu şekli şu hadis-i şerifte bildirilmektedir: "Ruhu'l-Kudüs
kalbime, “Hiç bir nefis rızkını tüketmeden ölmeyecektir' diye üfledi. O halde
Allah'tan korkun ve rızkınızı meşru yoldan arayınız." Ruhu'l-Kudüs,
Cebrail'dir. Cebrailin göründüğü hakkında bir delil yoktur. Hadisten de,
meleğin görünmeden vahyi ilka ettiği anlaşılmaktadır.
3-
Cebrail, bir delikanlı veya bir insan şekline bürünerek Peygamber (a.s) vahiy
getirmiştir. Cebrail'in bu yolla Ashab'tan Dıhye'nin suretine bürünerek vahiy
getirdiğini bir çok sahabî nakletmektedir. Vahyin en kolay ve en meşakkatsiz
şekli budur.
4-
Meleğin görünmeden Peygamber (as)'e vahiy getirmesidir. Peygamberimiz çan
sesine benzeyen bir ses duyardı. Vahyin en ağır şekli budur. Vahyin bu şekli tehdit
ve vaad ihtiva eden âyetlere özgüdür. Bu şekildeki vahyi Rasûlüllah (as) şöyle
anlatıyor: "Bazen çıngırak sesine benzeyen bir sesle gelir. Böylesi
bana en ağır olanıdır."
Böyle
bir vahyin geliş anında Peygamber (as) titrer, terler ve rahatsız olurdu. İbn
Abbas'tan rivayet edilen bir hadiste Rasûlüllah (as)'ın âyetleri zabtetmekte
zorluk çektiği dudaklarını kımıldattığı zikredilmektedir. Cenab-ı Allah,
Peygamberine:
75î©j v¤ã
b è¢ua ¡ß æb × b¦¤b × b èî©Ï
æ¤ì Ô¤¢í ë a¦í©¤Ô m
b çë¢ £ Ó §ò £¡Ï ¤å¡ß
í©a ì Ó
5î©j ¤Ü ó¨£à ¢m b èî©Ï
b¦ä¤î Ç
“Vahyi çabucak alması için dilini
kıpırdatma, onu toplamak ve kıraatını sabit kılmak bize aittir. Öyle ise sana
Kur'ân okununca sen onun kıraatına uy"[100] uyarısında
bulunmuştur. Bu âyetin nâzil olmasından sonra Rasûlüllah Cebrail'i dinler, onun
gidişinden sonra onun gibi okurdu.
5-
Meleğin asli sûretinde görünerek Allah'ın emrini Peygamber (a.s)'e getirmesi ve
okumasıdır. Cebrail, bu şekliyle iki kez vahiy getirmiştir. Birincisi
nübüvvetin başlangıcındâ olmuştur. Peygamber (a.s) baygınlık geçirmiştir.
İkincisi ise miraç olayının gerçekleşmesinde olmuştur.
6-
Rasûlüllah (a.s)'ın uyanık halde iken Allah Teâlâ ile konuşmasıdır. böyle bir
konuşmada arada hiç bir vasıta yoktur. Namazın farz oluşu bu yolladır. Vahyin
bu yoluyla ilgili olarak aşağıdaki âyeti zikredilebilir:
¢é¨£ÜÛa á £Ü × ë
6 Ù¤î Ü Ç¤á¢è¤¢¤Ô ã ¤á Û 5¢¢ ë
¢3¤j Ó ¤å¡ß Ù¤î Ü Ç ¤á¢çb ä¤ Ó
¤ Ó 5¢¢ ë
b7¦àî©Ü¤Ø mó¨ì¢ß
“Bir kısım
peygamberleri sana daha önce anlattık, bir kısmını ise sana anlatmadık. Ve
Allah Musa ile gerçekten konuştu.”[101]
7-
Cebrail'in Peygamber (a.s)'e uyku halinde iken vahy getirmesidir. Kevser
Sûresi'nin bu şekilde nâzil olduğu rivayet edilmiştir.
Vahy-i Metlüv- Vahyi Gayrı Metlüv
(Okunan vahiy ve okunmayan vahiy)
Hz.
Peygamber'in yukarıda belirtilen vahy şekillerinden almış bulunduğu vahiylerden
ekserisi âyetler, bir kısmı ise kudsî hadisler ve hadis-i şeriflerdir. Necm
sûresi 4. âyette: "O, kendi arzusu ile söylemez, o (söylediği),
kendisine vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildir"
buyurulmuştur.
Mıkdam
b. Ma'dî-Kerib'in rivâyetine göre Hz. Peygamber de: Bana Kur'ân ve onunla
beraber O'nun gibisi verildi. Şunu iyi biliniz ki, Allah Rasûlü'nün haram
kıldığı da Allah'ın haram kıldığı gibidir..."[102]
buyurmuştur.
Bu
âyet ve hadisi delil kabul eden bazı İslâm alimleri, Hz. Peygamber'in hadisleri
hakkında ictihad yapmasının caiz olmadığını ve sünnetin de Allah tarafından
inzal olunmuş vahiy gibi düşünülmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Ancak
mezhepler tarihi incelendiği zaman görülür ki, Hz. Peygamber kendisine sorulan
sorularâ vahy ile, yoksa kendi re'yi ile ictihâd ederek fetva verirdi.
İctihadında hata olursa Allah onun hatasını vahy yoluyla düzeltirdi.
Nitekim
Bedir savaşında ele geçirilen esirler hakkındaki Peygamber ictihâdı, Enfâl
sûresi 67, 70 âyetleri ile tashih edilmiştir. Bu da gösteriyor ki Peygamber'in
ictihadı hatalı olabilir.[103]
Kudsî hadisler ve hadis-i şerifler vahy ve ilham yoluyla Peygamber'in söylediği
sözler ve şeriatın ikinci kaynağı ise de, âyetler derecesinde değildirler.
Kur'ân,
hadisi kudsî ve hadisin tarif ve vasıfları, okunan vahy ile okunmayan vahyin ne
olduğunu ortaya koymaktadır: Kur'ân, Cebrail (as) vasıtasıyla Arapça lafız ve
hak manalar da Hz. Peygamber'e vahy edilen, O'nun Allah'ın Resûlü olduğuna
delil ve insanların hidayeti ile doğru yolu bulmaları için bir düstur, okunması
ile ibadet edilerek Allah'a yakınlık kazanılan, mushaflarda yazılı, Fatiha
sûresi ile başlayıp Nâs sûresi ile sona ermiş, tevatür yoluyla kitap olarak
bize kadar intikal etmiş ve Allah'ın koruması ile en ufak bir değişikliğe
uğratılmaksızın nesilden nesile okunarak intikal edecek, beşerin bir benzerini
meydana getirmekten aciz bulunduğu ilâhî kelamdır.
a)
Peygamber (as)'e uyanıkken Cebrail vasıtasıyla veya uykuda ve diğer vahy
yollarıyla inzâl edilmiştir.
b)
Lafız ve manaları Allah tarafındandır,
c)
Lafzı Arapça’dır,
d)
Gerek namazda, gerekse namaz dışında okunarak ibadet edilir,
e)
Şekil ve manası Allah tarafından konmuştur,
f)
Abdestsiz ve guslü gerektiren bir halde bulunan kimsenin Ona dokunması
haramdır,
g)
Boy abdest alması gereken kimse O'nu okuyamaz,
h)
Her harfini (ibadet kastıyla) okumanın on sevabı vardır,
ı)
Belli kısımlarına âyet ve sûre adı verilir,
j)
Mushafta yazılıdır,
k)
Fâtiha suresi ile başlayıp, Nâs suresi ile sona ermiştir,
l)
Zamanınıza kadar kitap halinde tevatür yoluyla gelmiştir,
m)
Nesilden nesile intikalinden, her türlü değiştirilmeden Allah'ın koruması ile
korunmuştur,
n)
Beşer, bir benzerini meydana getirmede acizdir,
o)
Lafzı olmaksızın yalnız manasıyla nakli (rivayeti) caiz değildir.
Kur'ân
bu özellikleriyle, vahyi metulvü (okunan vahyi) meydana getirmektedir. Kurbet
niyetiyle namaz ve namaz dışında okunmakla ibadet edilir. Diğer vahy mahsulü
olan kudsî hadis ve hadislerle namazda okunarak ibadet edilmez. Ancak namaz
dışında ilim ve teberrüken okunabilir.
Kudsî Hadis:
Allah'ın,
manaları Hz. Peygamber (a.s) ilham ettiği fakat lafızlarını Peygamber (a.s)'ın
ifade ettiği, Kur'ân'dan sayılmayan, okunmakla ibadet olunmayan (Kur'ân gibi
namazda okunmaz), ahad yolla (tevatürle değil) Rasûlüllah (a.s)'tan nakledilmiş
ve onun tarafından da Allah'a nispetle ifade edilmiş sözlerdir.
Kudsî
hadis hakkında iki görüş vardır:
1-
Kudsî hadislerin hem sözleri hem de manası Allah'tandır, fakat Kur'ân'dan bir
âyet değillerdir.
2-Kudsî
hadislerin manası, diğer hadisler gibi Allah'tan, sözleri ise Resûlüllahtandır.
Bu tür hadislere aynı zamanda "rabbanî ve ilahî hadisler" de
denir. Kudsî hadislerde: "Rabb'ından rivayet ettiği hadiste Rasûlüllah
şöyle buyurdu", "Kendisinden Resûlüllahın rivayet ettiği
hadiste Allah Teâlâ şöyle buyurdu" gibi ifadeler kullanılmıştır.
Ebu'l-Bekâ,
hadîsi şöyle tarif eder: Hadîs, tahdis mastarından bir isimdir, haber vermek
manasınadır. Sonraları Rasûlüllah (a.s)'e nispet edilen bir söze veya fiile
yahut bir takrire hadis denmiştir. Sünnet ise lügatte, kişinin takip ettiği
yol, pratik hayatta hal ve tavır, âdet, gidiş, sîret gibi manalara gelir. Hadîs
alimlerince hadîs ile sünnet aynı manada kullanılmıştır. Sünnet kelimesi
genelde Allah'a ve Rasûlüllah (a.s)'e nispet edilir. Allah'a nispet edildiği
zaman âdetullah, kanun manasında kullanılmıştır:
5í©¤j m ¡é¨£ÜÛa ¡ò £ä¢¡Û
¡v m ¤å Û ë 7¢3¤j Ó ¤å¡ß a¤ì Ü
åí© £Ûa ó¡Ï ¡é¨£ÜÛa ò £ä¢
“Allah'ın
önceden geçenler hakkındaki kanunu budur. Allah'ın kanununda asla bir
değişiklik bulamazsın.”[104]
سُنَّةَ
مَنْ قَدْ
اَرْسَلْنَا
قَبْلَكَ مِنْ
رُسُلِنَا
وَلَا تَجِدُ
لِسُنَّتِنَا
تَحْويلًا
"Biz
bunu senden evvel gönderdiğimiz peygamberler için de sünnet (kanun, kaide)
yapmışızdır. Habibim sen bizim sünnetimizde hiç bir değişiklik bulamazsın."[105]
Sünnet kelimesi Hz. Peygamber'e
nisbet edildiği zaman da onun sözleri, yani hadis-i şerifleri, fiilleri ve
takriri anlaşılır. Sünnet, dolayısıyla hadis-i şerifler "vahy-i gayrı
metlüv" dür ve özellikleri şunlardır:
1- Yalnız manası Allah tarafından
vahyedilmiştir, sözleri Resûlüllah (a.s)'e aittir.
2- Bu sebeple manayı iyi
anlayanların, onu yalnız manasıyla nakletmeleri caiz görülmüştür.
3- Lâfzı mu'ciz değildir.
4- Okunarak ibadet edilmez
(namazda okunsa namaz bozulur).
5- Uykuda ve uyanıkken, meleksiz
ve melekle türlü vahiy şekilleriyle gelmiştir.
6- Kur'an için yukarıda sayılan
diğer özellikler burada aranmaz.
Kur'ân'da
vahy kelimesi, ilahî ve gayrı ilahî vahy olmak üzere iki manada kullanılmıştır.
Gayn ilâhî vahiy, Zekeriyya (a.s)'ın kavmine yaptığı vahy gibi:
b¦£î,¡' Ç ë ¦ñ ¤Ø¢2
aì¢z¡£j ¤æ a ¤á¡è¤î Û¡a ó¬¨y¤ë b Ï
¡la ¤z¡à¤Ûa å¡ß ©é¡ß¤ì Ó ó¨Ü Ç
x Ï
“Bunun üzerine
Zekeriyya, mâbetten kavminin karşısına çıkarak onlara: "Sabah akşam
tesbihte bulunun" diye işaret verdi.”[106]
وَلَا
تَاْكُلُوا
مِمَّا لَمْ
يُذْكَرِ اسْمُ
اللّهِ
عَلَيْهِ
وَاِنَّهُ
لَفِسْقٌ وَاِنَّ
الشَّيَاطينَ
لَيُوحُونَ
اِلى اَوْلِيَائِهِمْ
لِيُجَادِلُوكُمْ
وَاِنْ اَطَعْتُمُوهُمْ
اِنَّكُمْ
لَمُشْرِكُونَ
“Üzerine
Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan yemeyin. Kuşkusuz bu büyük
günahtır. Gerçekten şeytanlar dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için
telkinde bulunurlar. Eğer onlara uyarsanız şüphesiz siz de Allah'a ortak
koşanlar olursunuz.”[107]
Vahy kelimesi ilk âyette "işaret"
manasında ikinci âyette ise "gizli söylemek ve fısıldamak"
manasında kullanılmıştır. İlahî vahy anlamında kullanılan vahy kelimesinin 71
tanesi Hz. Peygamber (a.s)'e yapılan vahy ile ilgilidir. Geriye kalanları ise
cansız olan "arz"a yapılan vahy,[108] semaya yapılan vahy,[109] bal arısına yapılan vahy,[110] meleklere yapılan vahy,[111] Hz. İsa'nın Havarîlerine
yapılan vahy,[112]
Hz. Musa'nın anasına yapılan vahy[113] 'dir.
Resûlüllah (a.s)'e
vahyedilen âyetleri yazanlar, kaydedenler.
Hz. Muhammed
(as) İslâm'ın ilk günlerinden itibaren vahiy kâtipleri ittihâz etmiş, inen
âyetleri onlara yazdırmıştı. Tefsir usulü kaynaklarında verilen bilgilere göre,
Kur'ân'ın bir arada toplanması üç merhalede gerçekleşmiştir. Kur'ân Hz.
Muhammed (as)'ın zamanında yazılmış, Hz. Ebu Bekir'in zamanında bir araya
toplanmış ve Hz. Osman'ın zamanında da, kitap haline getirilerek
çoğaltılmıştır. Zeyd b. Sabit, Kur'ân'ı Hz. Muhammed (as)'ın zamanında yazı ile
kaydettiklerini haber vermiştir. [114]
Hz. Muhammed
(as) ümmî (okuma yazması olmayan) bir peygamber olduğu için, kendisine inen
âyetleri okuma yazması olan sahabeye yazdırmış ve vahyi yazan bu kâtiplerin
sayısı kırka kadar varmıştır. Mekke'de ilk vahiy kâtipliğini Abdullah b. Sa'd
b. Ebi Sarh, Medine de ise, Ubey b. Ka'b yapmıştır. Ondan sonra Zeyd b. Sabit
bu görevi devamlı sürdürmüştür.
Resûlüllah
(as)'ın vahiy kâtipliğini yapan diğer bazı kişiler de şunlardır: Ebu Bekir,
Ömer b. el-Hattab, Ali b. Ebi Talib, Osman b. Affan, Amr b. el-As, Muaviye,
Şurahbil b. Hasene, Muğire b. Şu'be, Muaz b. Cebel, Hanzele b. er-Rebi', Cehm
b. es-Salt, Huseyn en-Nemerî, Zubeyr b. el-Avvâm, Amir b. Fuheyre, Ebân b.
Said, Abdulah b. Erkâm, Said b. Kays, Abdullah b. Zeyd, Halid b. Velid, Alâ b.
el-Hadremî, Abdullah b. Revâha, Huzeyfe b. el-Yemân, Muhammed b. el-Mesmele vs.[115]
Hz. Muhammed
(as) nâzil olan Kur'ân'ı vahiy kâtiplerine yazdırarak muhafazasını sağlamıştır.
Aynı zamanda Kur'an, ezber yolu ile de muhafaza edilmiştir. Hz. Muhammed (as)
her sene ramazan ayında yazı ve ezber yolu ile tespit edilen Kur'ân'ı Cebrâil
(as)'a arz ederdi. Bu hususla ilgili olan bazı rivâyetler şöyledir:
£ó Û¡«a
£ ªa ¤o Ûb Ó b è¤ä Ç ¢é¤ä Ç
¢é¨£ÜÛa ó¡ ò à¡b Ï ¤å Ç g
ó©ä¢¡b È¢í
æb × 3í©¤j¡u £æ ªa á £Ü
ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü ¢£ó¡j £äÛa
ü ë
¡å¤î m £ ß âb ȤÛa
ó¡ä b Ç ¢é £ã¡«a ë §ò ä
£3¢× ¡æ¨a¤¢Ô¤Ûb¡2
Pó©Ü u ªa
y ü¡«a ¢êa ¢ªa
Fâtıma radiya'llâhu ânhâ'dan rivâyete göre der ki: Bana;
(Babam) Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem gizlice şöyle söyledi: Her sene
Cibrîl Kur'ân'ı benimle bir kere mukâbele ederdi. Bu sene iki def'a mukâbele
eyledi. Öyle sanıyorum ki (kızım) ecelim yaklaşmıştır. [116]
"Resûlüllah
(as) her sene ramazan ayında Kur'ân'ı Cibril (a.s)'a arzederdi." [117]
Vahiy kâtipleri,
Yüce Allah tarafından Hz. Muhammed (as)'e indirilen âyetleri bez parçaları,
enli kürek kemikleri, deve kaburga kemikleri, hurma dalları, ince beyaz taşlar
ve hayvan derisi gibi şeylerin üzerine yazıyorlardı. [118]
Kur'ân'da bu hususta şöyle bir işâret vardır.
"Tur dağına ve işlenmiş ince deri üzerine yazılmış kitaba yemin ederim." [119] Zeyd b. Sabit de: "Biz Kur'ân'ı. Resûlüllah (as)'ın yanında bez parçaları üzerine yazdık"[120] demiştir.
Ayet: Alâmet, nişan, eser, ibret, yüksek bina.
Ayet,
Arapça bir kelimedir. Çoğulu "Âyât"tır. Açık alâmeti
manasındadır. Türkçe'de "bellik", Farsça'da "nişâne"
kelimeleriyle ifade edilir. Alâmet; zahir ve açık demek olunca, ayet onun daha
zahiri demek olur. Meselâ; dağ alâmet ise, zirvesi onun ayeti olur. Güneş, bir
gündüz ayeti: ay, bir gece ayetidir. Cami bir alâmet ise, minare onun ayetidir.
Ayet kelimesinin lügavî birkaç manası vardır:
a)
Ayet, mucize;
¤å¡ß ¡é¨£ÜÛa
ò à¤È¡ã ¤4¡£ j¢í ¤å ß ë 6§ò ä¡£î 2
§ò í¨a ¤å¡ß ¤á¢çb ä¤î ma¨ ¤á × 3î©ö¬a ¤¡a
¬ó©ä 2 ¤3
¡lb ԡȤÛa ¢í© (
騣ÜÛa £æ¡b Ï ¢é¤m õ¬b ub ß ¡¤È 2
“İsrailoğullarına
sor ki kendilerine nice apaçık mucizeler verdik. Kim mucizeler kendisine
geldikten sonra Allah'ın nimetini (âyetlerini) değiştirirse bilsin ki Allah'ın
azabı şiddetlidir.”[121]
b)
Alâmet, nişan;
وَقَالَ
لَهُمْ
نَبِيُّهُمْ
اِنَّ ايَةَ مُلْكِه
اَنْ
يَاْتِيَكُمُ
التَّابُوتُ
فيهِ
سَكينَةٌ
مِنْ
رَبِّكُمْ
وَبَقِيَّةٌ
مِمَّا
تَرَكَ الُ
مُوسى وَ الُ
هرُونَ تَحْمِلُهُ
الْمَلئِكَةُ
اِنَّ فى
ذلِكَ لَايَةً
لَكُمْ اِنْ
كُنْتُمْ
مُؤْمِنينَ
“Peygamberleri
onlara: Onun hükümdarlığının alâmeti, Tabut'un size gelmesidir. Meleklerin
taşıdığı o Tabut'un içinde Rabbinizden size bir ferahlık ve sükûnet, Musa ve
Harun hanedanlarının bıraktıklarından bir kalıntı vardır. Eğer inanmış kimseler
iseniz sizin için bunda şüphesiz bir alâmet vardır, dedi.”[122]
c)
İbret;
åî©z¡Ûb £Ûa å¡ß ë
5¤è × ë ¡¤è à¤Ûa ó¡Ï b £äÛa
¢á£¡Ü Ø¢í ë
“O, sâlihlerden olarak
beşikte iken ve yetişkinlik halinde insanlara (peygamber sözleri ile)
konuşacak."[123]
d)
Acayip iş;
;§åî©È ß ë
§a Ó ¡pa §ñ ì¤2 ó¨Û¡a
¬b à¢çb ä¤í ë¨a ë ¦ò í¨a ¬¢é £ß¢a ë
á í¤ ß å¤2a b ä¤Ü È u ë
“Meryem oğlunu
ve annesini de (kudretimize) bir alâmet kıldık; onları, yerleşmeye elverişli,
suyu bulunan bir tepeye yerleştirdik.”[124]
e)
Cemaat: Bu mana ile ayet kelimesini Araplar, "Kavm, cemaatiyle
birlikte çıktı "Haraca'l-kavmü bi ayetihim" şeklinde kullanırlar.
f)
Bürhan, delil;
æë¢¡' n¤ä m
¥ ' 2 ¤á¢n¤ã a ¬a ¡a £á¢q
§la ¢m ¤å¡ß ¤á¢Ø Ô Ü ¤æ a ¬©é¡mb í¨a
¤å¡ß ë
“Sizi topraktan
yaratması, O'nun (varlığının) delillerindendir. Sonra siz, (her tarafa) yayılan
insanlar oluverdiniz.”[125]
Ayetin
ıstılah mânâsı; Kur'an sureleri içinde yer almış olan, başı ve sonu belli
cümlelerdir. Ayet için yukarıda sayılan lüğat manalarının hepsi bu ıstılahî
mana içinde mevcuttur. Kur'an'ın her bir ayeti mucizedir. Her ayet onları
tebliğ eden peygamberlerin doğruluğuna birer delil, düşünen ve kafasını
yoranlar için birer ibret; mucize oluşları ve değerleri itibariyle de birer "emr-i
acîb"dir.
Ayet;
harf, kelime ve cümlelerden teşekkül ettiği için cemaat manası taşır ve nihayet
herbiri ilim ve hidâyet kaynağı olduklarından dolayı da Allah'ın kudretine,
ilmine ve hikmetine, Allah elçisinin de sıdk ve doğruluğuna birer delil ve
burhandırlar. Ayetlerin ekserisi bir veya birkaç cümleden meydana gelmiş
müstakil bir kelâmdırlar. Bununla beraber içlerinde bir cümle teşkil etmeyen,
ayn bir sıfat olanları vardır. "Er-Rahmanü'r-Rahîm" Müstakil
bir cümle değil, iki sıfattır ve bir ayettir. Er-Rahmân suresinde geçen "Müdhâmmetân"
da bir tek kelime ve aynı zamanda tam bir ayettir. Müddessir suresinde "Sümme
nazara" iki kelime, bir cümledir.
"Sümme
abese ve basara" dört kelime iki cümledir. Bu suretle ayetlerin kısası,
ortası, uzunu ve herbirinin çeşitli mertebeleri vardır. Kur'an'da en uzun ayet
ise Müdayene= (Borçlanma) Ayeti diye bilinen Bakara suresinin 282. ayetidir.
Kur'an'ın ilâhî hükümlerinden birini ifade eden her kısmına da ayet
denilebilir. Meselâ; "Kadınların örtünmesi ile ilgili ayet vardır"
denilince kastedilen mana bir ayete değil, o konuda bulunan tüm ayetlere
şâmildir.
«6¬¬à¬Ûa »"Elif lâm mîm sâd" bir
ayettir fakat, « ¨¬à¬Ûa »"Elif lâm mîm
râ" bir ayet değildir;
«¬¨í »"Yâsîn" bir ayettir
fakat, P¨é¨"Tâ-sîn" bir ayet
değildir;
«¬Õ¬¬Ç
P¬á¨y »"Hâ mîm ayn sîn kâf" iki ayet olduğu hâlde, «¬¬È¨î¨è¬× »"Kâf hâ yâ ayn sâd" bir
ayet kabul edilmiştir.
Ayetlerin,
Kur'an'da görüldüğü şekildeki tertibi "tevkîfi"dir. Yani
Peygamber (as) görüşü ile değil, vahye dayalı olarak sıralanmıştır. Bu konuda
ictihada, re'ye, kıyasa ihtiyaç yoktur.
Ayetin son kelimesine fâsıla
(çoğulu: fevâsıl) denir. Ayetin en son kelimesi, sonraki ayeti bir evvelkinden
ayırdığı için bu adı almıştır. Fâsılanın son harfine de "harfü'l-fâsıla=fâsıla
harfi" denir. Meselâ: El-Kevser suresinin ayetlerinin sonlarında
bulunan ( 6 q¤ì ؤÛa El-Kevser, 6¤ z¤ãa ë Venhar,
El-Ebter) kelimeleri fâsıladır. Bu kelimelerin sonunda bulunan " râ"
harfleri de fâsıla harfleridir. Kur'an'da mevcut olan bu fâsıla harfleri
alfabetik sıraya göre dizilmiş değildir. Meselâ: Fâtiha suresinin fâsıla
harfleri " â mim, æ nûn";
el-Bakara suresininkiler â mim, æ nûn,
dal, l be, râ, Ö kaf, 4 lem"; İhlâs
suresininkiler "
dal" harfleridir.
Kur'an'ı
Kerîm'deki ayetlerin sayısı; Basra, Kûfe, Mekke ve Medine bilginlerine göre
farklıdır:
Medinelilere
göre: Kıraat imamlarından İmam Nâfi'ye göre: altı bin iki yüz on yedi:
Şeybe İbn Nisah'a göre: altı bin iki yüz on dört; Ebu Cafer'e göre altı bin iki
yüz ondur.
Mekkelilere
göre: altı bin iki yüz yirmi; Küfelilere göre; altı bin iki yüz otuz
altı; Basralılara göre de altı bin iki yüz beştir. Zemahşerî'ye göre ise altı
bin altı yüz altmış altı ayettir. Bu farklılıkların sebebi şudur: Peygamber
(as) öğretme gayesiyle sahabeye Kur'an okurken ayet başlarında, buranın durak
olduğunu hissettirecek kadar duruyor, fakat mana tamam olmadığı için peşinden
diğer ayete geçiyordu.
Bu
okumayı işitenlerden bir kısmı, Peygamber'in okuyuşunda ara verdiği kısmı bir
ayet olarak benimsiyor; diğerleri ise, mana tamam olana kadar devam eden
lâfızları bir ayet sayıyordu. Ayrıca Kûfeli âlimler, bazı surelerin başında
bulunan harfleri ayet olarak kabul ettikleri hâlde diğerleri kabul
etmiyorlardı.
Sure
başlarındaki yüz on üç "besmele"nin ayet olup olmaması
hakkında mezhep imamları arasında ihtilaf vardır. İmam Şafiî ve İmam Hanefi, bu
"besmele"lerin ayet olduğunu söylerken; İmam Mâlik, bunların
ayet olmadığı kanaatindedir. Neml suresinde geçen "besmele" ise,
kesinlikle Kur'an'dan bir ayettir. Cebrail (as) Hz. Peygamber (as)’a vahyi getirdiğinde,
o anda inmiş olan ayetlerin hangi sureye ait olduğunu ve hangi ayetten sonra
yazılacağını da söylüyordu. Hz. Peygamber de (as) ayetleri, geldiği şekliyle
vahiy kâtiplerine yazdırıyordu.
Resullerin
Allah'u Teâlâ tarafından gönderildiğini işaret eden ve ancak gerektiğinde
Resuller tarafından inanmayanları imana davet için gösterilen mucizelere de
âyet denilmektedir.
Bazı
insanlar Allah'a iman etmek ve resulleri tasdik etmek için mutlaka bir
mucizenin kendilerine gösterilmesini isterler. Oysa bu gibiler, Allah'ın
kendilerine verdiği aklını kullanamayan, akıl ayetini kabul etmeyen düşünce ve
bilgi gücü zayıf kimselerdir. Allah'u Teâlâ ne zaman resullerini gönderse, bu
akledemeyen kimseler mutlaka onlardan akılların alamayacağı olağan dışı
mucizeler beklemiş yahut istemişlerdir. Böylece gerçek ayetleri görmek yerine,
akıllarını olağanüstü şeylerin emrine vererek şaşkın bir imana bürünmüşlerdir.
Belki de sonunda inanmamış ve Allah resullerinin amansız düşmanları
olmuşlardır.
Akleden
ve görebilen bir insan için kâinat kitabı ve bunda olan her şey, Allah'ın en
büyük bir ayetidir.
Allah’tan
Cebrâil vasıtasıyla resullere vahye dilen ve belli fasılalarla biri birinden
ayrılan, Allah katındaki Meknûn bir kitapta aslı bulunan Kur'an-ı Kerîm'deki ve
öteki kitaplardaki kelâma da ayet denilmektedir. Din tarihçileri ve arkeolog ve
filologlar tarafından yapılmış bulunan incelemelerden de anlaşılmış bulunduğu
gibi bugün Tevrat ve İncil'de Allah'ın kelâmı olarak sağlam kalmış bir ayet
gösterilemez.
Bu
kitaplardaki ayetler tamamen tahrif edilmiştir. Tevrat'ın filân ayetinde, yahut
İncil'in filân ayetinde gibi ifadeleri, bu gün bu kitaplar hakkında
söyleyemeyiz, zaten onları kabul edenler tarafından da söylenmemektedir. Öyle
ise ayet tabirini yalnız Kur'an'da mevcut ve fasılalarla birbirinden ayrılan
ibareler için kullanmak mümkündür.
Tertîl;
kelimesi, Arapça "rtl" kökünden "tef'l"
ölçüsünde bir mastardır. Sözlükte; sözü güzel, yerinde ve düzenli söylemek, bir
şeyi doğru yapmak, düzenlemek, sıralamak, açık açık hakkını vererek açıklamak
gibi anlamlara gelmektedir.[126]
Aralarında
çok az açık bulunan ve gayet düzgün görünen dişler için de "sağr
retl" ifadesi kullanılır.[127]
Bir metni okurken yavaş yavaş, acele etmeksizin, tâne tâne, her bir harfin
edâsının, nazmının ve manasının hakkını vermek suretiyle okumaya da tertl
denmektedir. Kur'an okunuşuyla ilgili olarak, kelimeleri ağızdan kolaylıkla ve
düzgün bir biçimde çıkarmak anlamındadır. [128]
Kıraatta tertîl; yavaş yavaş, acele etmeden, harfleri ve hareketleri dizilmiş
inci taneleri gibi açık bir şekilde, mana ve hikmeti düşünerek metni tâne tâne
okumak anlamında kullanılmaktadır. [129]
Kur'an tertîl
üzere nâzil olmuştur. Hz. Peygamber; "Allah, Kur'an'ı indirildiği
şekilde okuyanı sever" sözleriyle Kur'an'ı tertîl ile okumayı teşvik
etmişlerdir.[130]
Nitekim
Kur'an-ı Kerîm'deki:
65î©m¤ m æ¨a¤¢Ô¤Ûa
¡3¡£m ë ¡é¤î Ü Ç ¤
¡ ¤ë a
“Kur'an'ı
açık açık, tâne tâne (tertîl ile) oku"[131] ayet-i kerîmesi de bu
konuyu açık bir şekilde anlatmaktadır. Alimler bu ayetle ilgili olarak bazı
yorumlarda bulunmuşlardır.
Fahreddin
Râzî, "Kur'an'ı tertîl ile okumak; manasını anlayarak, ayetlerin
içerdiği gerçekleri iyice düşünerek okumaktır. Allah'ın azametini belirten
ayetleri, bu azameti gönlünde hissederek, tehdîd ve müjdeyi içeren ayetleri de,
ümit ve korku duygularıyla dolup taşarak okumaktır"[132]
demektedir.
Gazâlî de,
Kur'an okumaktan maksadın, manasını anlamak ve üzerinde düşünmek olabileceğini;
bunun için de Kur'an'ın tertl üzere okunmasının gerekli olduğunu vurgulamıştır.[133]
Bu açıklamalar
ışığında Kur'an'ın tertl ile okunmasını; onun anlamını düşünerek, harflerin
çıkış yerlerine ve tecvide dikkat ederek, anlamına göre sesi yükseltip
alçaltarak, bir hadiste belirtildiği gibi, hitap ifade eden yerlerde
karşıdakine hitab eder gibi bir ses tonuyla, durulacak yerde durup, geçilecek
yerde geçerek, ağır ağır, Kur'an'ın gerçek amacını hem duyup, hem de
dinleyenlere duyurarak okumaktır, şeklinde açıklayabiliriz.. [134]
Âlimler,
Kur'an-ı Kerîm'i sür'atlice okuyup, çok okumanın mı, yoksa ağır olarak okuyup
az okumanın mı daha üstün olduğu konusunu tartışmışlar, bir kısmı "Tertîl
ve tedebbür ile az okumak diğerinden daha üstündür" demişlerdir. İbn
Abbas ve İbn Mes'ud bu görüşü savunmaktadırlar.
Bu görüşün
sahiplerine göre, kıraatten maksat; Kur'an'ı anlamak, düşünmek, içindekileri
bilmek ve onunla amel etmektir. [135]
Buhârî, Sahîh'inde Kur'an'ın tertîl ile okunmasının gerekliliğine ve sür'atli
olarak okumanın mekruh olduğuna dâir bir bab açmış ve bu şekilde okumanın hoş
olmadığını Abdullah b. Mes'ud'dan rivâyet ettiği bir hadisle açıklamıştır.[136]
İbn Kayyim,
İbn Mes'ud'dan şu rivâyeti nakleder: "Alkame, İbn Mes'ud'dan Kur'an
okurdu, sesi güzel bir kimse idi. İbn Mes'ud ona "Anam babam sana feda
olsun, Kur'an'ı tertl ile oku, çünkü tertîl onun süsüdür" dedi.
Yine İbn
Mes'ud: "Şiir söyler gibi Kur'an okumayın, çürük hurma atar gibi
dağıtmayın. O'nun incelikleri üzerinde durun, kalbinizi onunla harekete geçirin."[137]
Bu konuda İbn
Abbas'tan da şöyle bir rivâyet nakledilmektedir: İbn Abbas'a Ebû Hamze: "Ben
süratli Kur'an okuyan bir kimseyim. Çoğu zaman bir gecede Kur'an'ı bir veya iki
defa okurum" deyince, İbn Abbas: "Benim ağır ağır bir sure
okumam, bana senin bu yaptığından daha güzel geliyor. Eğer sen bu işi
yapacaksan, kulakların duyacağı ve kalbin anlayacağı bir kıraatle oku"
demiştir.[138]
Süratli
okuyup, çok okumanın daha fazîletli olduğunu söyleyenler de kim ne kadar fazla
Kur'an okursa, o kadar çok sevap kazanacağını belirten hadisi [139]
hareket noktası yapmışlardır. Üçüncü bir görüş daha vardır ki, o da konuyu
insanın tabiat ve alışkanlığı ile değerlendirenlerin görüşüdür. Yani Kur'an'ın
kıraatini sür'atli veya ağır şekilde okumaya alışmış olan kimseler, alıştıkları
şekilde okumalarıdır. [140]
Kur'an-ı Kerîm'de "r-t-l" kökü dört defa ve hepsi de "tef'l" ölçüsünde geçmektedir. İkisi Furkan suresi, 4. ayetinde "ve rattili'l-Kur'âne tertîlen" şekillerinde geçmektedir. Furkan, 32. de, inkâr edenlerin Hz. Peygamber'e, Tevrat ve İncil'de olduğu gibi, Kur'an-ı Kerîm'in de parça parça değil de, hepsinin birden indirilmesi gerektiği yolundaki sözlerini anlatan ayetin devamında:
a ªì¢Ï ©é¡2
o¡£j r¢ä¡Û Ù¡Û¨ × 7¦ñ ¡ya ë
¦ò ܤà¢u ¢æ¨a¤¢Ô¤Ûa ¡é¤î Ü Ç 4¡£¢ã ü¤ì Û
aë¢ 1 × åí© £Ûa 4b Ó ë
5î©m¤ m
¢êb ä¤Ü £m ë Ú
“İnkâr edenler: Kur'an ona bir
defada topluca indirilmeli değil miydi? dediler. Biz onu senin kalbine iyice
yerleştirmek için böyle yaptık (parça parça indirdik) ve onu tane tane
(ayırarak) okuduk”[141] ifâdesinde, Kur'an'ın parça
parça indirilmesinin sebep ve hikmetleri anlatılmakta, Müzzemmil, 4.'de de,
daha önce açıkladığımız gibi, Kur'an'ın tertîl ile; açık açık, tane tane
okunması istenmektedir.[142]
Bu Kur'an
ifâdelerinden anlaşıldığına göre, "tertîl" kavramı hem
Kur'an'ı kalbe iyice yerleştirmek amacıyla bölümlere ayırmak, açıklamak[143]
hem de onun manasını düşünmek, anlamak ve yaşamak amacına yönelik olarak ağır
ağır, dura dura okumak anlamlarını ifâde etmektedir. [144]
Nesh: İzale, bertaraf, iptal ve
yok etme; izale edilen şeyin yerine başka birinin konulması veya konulmaması,
nakletme, kaldırma, hükümsüz kılma, istinsah etme, değiştirme, tahvil etme
(nesha) fiilinin mastarıdır. Nesh kelimesinin bu manâlardan hangisinde hakikat,
hangilerinde mecaz olduğu konusu ihtilaflıdır. Bazı ilim adamları "izale
ve iptal etme" manâsında hakikat, diğerlerinde mecaz olduğunu
söylemektedirler.
Istılah
âlimlerince nesh değişik şekillerde tarif edilmiştir. Neshin, ıstılâhî
tariflerinin ortak noktaları alınmak suretiyle şu şekilde tarifi mümkündür: "Nesh,
şer'î bir delil ile sabit şer'î ve fer'î bir hükmün daha sonra gelen yeni şer'î
bir delille kaldırılması, ilgası, tebdil ve tağyîr edilmesidir." Bu
şekilde kendinden önceki hükmü kaldıran delile "nâsih", hükmü
kaldırılan delile de "mensûh" denilir.
Neshin caiz
olup olmadığı ve vukûu konusunda İslam alimleri arasında değişik görüşler
vardır.
Sadece
Kur'an-ı Kerim'le kayıtlı olmaksızın neshin caiz olup olmadığı konusu muhtelif
din mensupları ve İslâm âlimleri arasında ihtilâflı konulardandır. Bu ihtilâf
önce caiz olup olmadığı, sonra da caiz ise vuku bulup bulmaması hususundadır.
Nihayet son bir ihtilâf konusu da bunun İslâm şeriatinde olup olmadığıdır.
Bu
husustaki tartışmaları:
a) Nesh,
aklen ve naklen mümkün müdür?
b) Şayet caiz
ise bilfiil vuku bulmuş mudur?
c) İslâm'da,
yani Kur'an ve Sünnette nesh caiz midir?
d) Şayet
İslâm'da nesh caiz ise vuku bulmuş mudur?
e) İslâm'da
nesh caiz ve vuku bulmuşsa nerelerdedir? şeklinde maddeleştirmek mümkündür.
Nesh
konusunda ihtilâf edenler bu soruların cevabını vermeye çalışmışlar ve her bir
görüş sahibi delillendirmek suretiyle bu sorulara müsbet veya menfî cevaplar
vermeye başlamışlardır.
Müslüman
âlimlerin cumhuru neshin hem eski şeriatlerde, hem de İslâm'da caiz ve vaki
olduğunu kabul etmişlerdir.
Neshin en
şiddetli karşıtları Yahudilerdir. Zira Yahudi âlimleri, neshi kabul ettikleri
takdirde bunun, kendi şeriatlerinin neshedilmiş olduğu neticesine varacağını
çok iyi anlamış durumundaydılar. Bu yüzden nesh konusu gündeme gelince buna
şiddetle karşı çıkmışlardır.
Bunun yanında
daha İslâm'ın ilk intişarı yıllarında müşrikler neshi İslâm için bir kusur
olarak görmüşler ve "Görmüyor musunuz, Muhammed ashabına dün emrettiğini
bugün değiştiriyor; bugün yapılmasını emrettiği bir şeyi yarın
kaldırıyor!" diyerek İslâm ile alay etme yolunu tutmuşlardı.
Hz. Peygamber
(as) İslâm'ın, eski şerîatleri kaldırdığını ve hükümsüz bıraktığını ilân ettiği
zaman Yahudiler kendi dinlerinin kıyamete kadar bâkî kalacağı ve Hz.
Muhammed'in getirmiş olduğu dinin kendi dinlerini neshedemeyeceğini ileri
sürerek neshe karşı çıktılar.
Hz.
Peygamber'in ashabı ve Tâbiûn içinde nesh aleyhinde konuşan, onun aklen ve
naklen caiz olup olmadığı konularında gerek müspet, gerekse menfi fikir ileri
sürenlere rastlamıyoruz. Diğer taraftan neshin aklen ve naklen caiz olup
olmadığı konularında Müslümanlar arasında yine herhangi bir görüş ayrılığı
görülmemektedir. Ancak, neshin nerelerde olup olamayacağı, Kur'an ve hadiste
nerelerde nesh meydana geldiğinde bazı ihtilâflar mevcuttur.
Kur'an-ı
Kerim'de neshin caiz olmadığını ilk ileri süren, Mu'tezile âlimlerinden olan
Ebû Müslim Muhammed İbn Bahr el-Isfahânî (öl. 322/934)'dir. Daha sonra gelen
Hindistanlı âlim Şah Veliyyullah Dihlevî (öl. 1176/1762) de Ebu Müslim'in
şüphelerine dayanarak bu hususta birtakım iddialar ortaya atmış ve Kur'an'da
neshin olamayacağını, mensuh sayılan ayetlerin aslında mensuh olmayıp muhkem
olduklarını, bazılarında tahsis veya te'lifin mümkün olduğunu ileri sürmüştür.
Neshin caiz olduğu görüşünde olanlar bunu, Kur'an-ı Kerim'deki şu ayetlerle delillendirmektedirler:
1-
¤á Ü¤È m ¤á Û a
6b è¡Ü¤r¡ß ¤ë a ¬b è¤ä¡ß §¤î ¡2 ¡p¤b ã
b 衤ä¢ã ¤ë a §ò í¨a ¤å¡ß ¤ ¤ä ã b ß
¥í© Ó §õ¤ó ( ¡£3¢×
ó¨Ü Ç é¨£ÜÛa £æ a
“Biz, bir
âyetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak (ertelersek) mutlaka
daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah her şeye
kadirdir.”[145]
2-
o¤ã a ¬b à £ã¡a
a¬ì¢Ûb Ó ¢4¡£ ä¢í b à¡2 ¢á Ü¤Ç a ¢é¨£ÜÛa ë =§ò í¨a
æb Ø ß ¦ò í¨a ¬b ä¤Û £ 2
a ¡a ë
æì¢à Ü¤È íü
¤á¢ç¢ r¤× a ¤3 2 6§ n¤1¢ß
“Biz bir ayeti
diğer bir ayetin yerine tebdil ettiğimiz, değiştirdiğimiz zamanAllah ne
indireceğini en iyi bilir- derler ki: Sen yalnız bir müfterisin. Hayır onların
pek çoğu bilmezler."[146]
3-
§
فَبِظُلْمٍ
مِنَ
الَّذينَ
هَادُوا
حَرَّمْنَا
عَلَيْهِمْ
طَيِّبَاتٍ
اُحِلَّتْ لَهُمْ
وَبِصَدِّهِمْ
عَنْ سَبيلِ اللّهِ
كَثيرًا ()
وَاَخْذِهِمُ
الرِّبوا وَقَدْ
نُهُوا
عَنْهُ
وَاَكْلِهِمْ
اَمْوَالَ
النَّاسِ
بِالْبَاطِلِ
وَاَعْتَدْنَا
لِلْكَافِرينَ
مِنْهُمْ
عَذَابًا
اَليمًا
“Yahudilerin
yaptıkları zulümden, bir de çok kimseyi Allah yolundan çevirmelerinden,
menetmelerinden dolayı kendilerine (daha önce) helâl kılınmış bulunan temiz ve
iyi şeyleri onlara haram kıldık. Menedildikleri halde faizi almalarından ve
haksız (yollar) ile insanların mallarını yemelerinden dolayı içlerinden inkâra
sapanlara acı bir azap hazırladık.”[147]
4-
وَاِذَا
تُتْلى
عَلَيْهِمْ
ايَاتُنَا
بَيِّنَاتٍ
قَالَ
الَّذينَ لَا
يَرْجُونَ
لِقَاءَنَاائْتِ
بِقُرْانٍ
غَيْرِ هذَا
اَوْ بَدِّلْهُ
قُلْ مَا
يَكُونُ لى
اَنْ اُبَدِّلَهُ
مِنْ
تِلْقَائِ
نَفْسى اِنْ
اَتَّبِعُ
اِلَّا مَا
يُوحى
اِلَىَّ
اِنّى
اَخَافُ اِنْ
عَصَيْتُ
رَبّى
عَذَابَ
يَوْمٍ
عَظيمٍ
“Ayetlerimiz onlara apaçık deliller olarak okunduğu
zaman bize kavuşmayı ummayanlar. "Ya bize bundan başka bir Kur'an getir,
yahud onu değiştir" dediler. De ki: "Onu kendiliğimden değiştirmem
benim için olmayacak şeydir. Ben, bana vahyolunagelenden başkasına tâbi olmam.
Eğer Rabbime isyan edersem şüphesiz büyük günün azabından korkarım.”[148]
5-
6ó¨1¤ íb ß ë
¤è v¤Ûa ¢á Ü¤È í ¢é £ã¡a 6¢é¨£ÜÛa
õ¬b (b ß ü¡a =ó¨¤ä m 5 Ï Ù¢ö¡¤Ô¢ä
“(Ey Habibim)
Biz seni okutacağız da sen asla unutmayacaksın. Ancak Allah'ın dilediği
müstesna. Çünkü O âşikârı da bilir, gizliyi de."[149]
Neshin
Kur'an-ı Kerim'de olmadığını iddia edenler bu ayetlerin neshin Kur'an'da
vukuuna değil de neshin aklen caiz olduğuna delil kabul, eder veya bu neshi
geçmiş şeriatlere tahsis ederler. (Bu ayetlerin neshe delalet vecihleri ve
bunlar üzerindeki tartışmalar hakkında geniş bilgi için.[150]
Aralarında
meşhur müfessirlerin de bulunduğu ve Müslüman âlimlerin ekseriyetinin sahip
olduğu görüş, neshin cevazı ve vukuudur. Bunlara göre Kur'an-ı Kerim,
kendisinden evvel indirilmiş semâvî kitapları neshettiği gibi yeni kurulmaya
başlanan İslâm toplumunun inkişaf ve tekâmülü icabı emir ve yasakları ihtiva
eden bazı ayetlerin hükümlerinin sonradan kaldırılmasından daha tabii ne
olabilir?
Kaldı ki,
nesh keyfiyeti, ebedî olan akîdelere dokunmayıp sadece ahkâmdaki emir ve
yasaklara inhisar etmektedir. Aynı zamanda bu değiştirme müminlerin, dinî
vecibelerini daha kolay ve pratik bir şekle sokma maksadıyla meydana gelmiştir.
Bu yüzden nesh keyfiyetini Allah Teâlâ'ya yakıştırmamak gibi bir düşüncenin
temeli yoktur. Zira bu nesh keyfiyeti Allah Teâlâ'ya nazaran değil, kullara
nazarandır.
Nesh
konusunda ittifak halinde olan İslâm âlimleri nâsih ve mensûh hakkında ihtilâf
etmişlerdir. Nâsih hakkında ihtilâfları daha ziyade hadislerin Kur'an
ayetlerini nesh edip edemeyeceği konusundadır. İmam Şâfiî'nin de içlerinde
bulunduğu bir grup müctehid, Kur'an ayetini ancak yine bir Kur'an ayetinin
neshedebileceği görüşündedirler. Bunlara göre mütevatir de olsa bir hadis
herhangi bir Kur'an ayetini neshedemez.
Diğer bir
kısım âlimler ise Necm Suresinin 4 ve 5. ayetlerinde:
=ô¨ì¢Ô¤Ûa ¢í© (
¢é à £Ü Ç =ó¨yì¢í ¥ó¤y ë ü¡a ì¢ç ¤æ¡a
"O, kendi arzusuna göre konuşmaz. O'nun sözü
kendisine gelen vahyden başka birşey değildir"[151] buyurulmasını delil
göstererek Hz. Peygamber (as)'ın sözlerinin de nihayet vahye müstenid olduğunu,
lafzı Hz. Peygamber'e, manâsı Allah Teâlâ'ya ait kudsî hadislerin bulunduğunu,
dolayısıyla bunların da birer vahy olduğunu göz önünde bulundurarak Hz.
Peygamber (a.s)'ın sözlerinin Kur'an ayetini neshedebileceğini ileri
sürmüşlerdir.
Yalnız burada
bir şart ileri sürülmektedir ki buna göre Kur'an ayetini neshedebilecek hadisin
Hz. Peygamber (as)'ın şahsî ictihadına
dayanmaması gerekir. Allah Resulünün bizzat kendi ictihadı olduğunu belirttiği
söz ve sünneti Kur'an ayetini neshedemez Bu görüşü İbn Habîb en-Neysâbûrî
tefsirinde naklediyor. [152]
Neshin
Türleri Usûl âlimleri neshi, değişik bakış açılarından bazı türlere ayırmışlardır:
1)
Kur'an'ın Kur'an'la neshi: Buna Bakara 180. ayetinin Nisâ 11. ayeti ile neshi misal olarak
gösterilebilir.
2)
Kur'an'ın Sünnetle neshi: İmam Mâlik, Ebu Hanife'nin öğrencileri ve cumhuru mütekellimîn bu tür
neshin caiz olduğu görüşündedirler. İki görüşünden birinde İmam Şâfiî ile İmam
Ahmed, İbn Hanbel ve Zahirilerin çoğu da bu tür neshin caiz olmadığı
görüşündedirler. Sünnetin Kur'an'ı neshini caiz görenler buna Bakara Suresinin
180 ayetinin:
ـ
عن عمرو بن
خارجة رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: خَطَبَ رَسُولُ
اللّهِ
عَلى
نَاقَتِهِ،
وَأنَا
تَحْتَ
جِرَانِهَا
وَهِيَ
تَقْصَعُ بِجَرَّاتِهَا،
وَإنَّ
لُعَابَهَا
لَيَسِيلُ
بَيْنَ
كَتِفَيَّ
فَسَمِعْتُهُ
يَقُولُ: إنَّ
اللّه تَعالى
أعْطَى كُلَّ
ذِى حَقٍّ حَقّهُ،
فََ وَصِيّةَ
ِوَارِث
-Amr İbnu Hatice (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) devesinin üzerinde hitabede bulundu. Ben devenin
boynunun altında idim. Deve durmadan geviş getiriyor, hayvanın salyası
omuzlarımın arasında akıyordu. İşte bu esnada Aleyhissalâtu vesselâm'ın şu sözünü
işittim:"Allah Teala hazretleri her hak sahibine hakkını verdi. Bu sebeple
varislerden biri lehine vasiyet yoktur" [153] hadisi ile mensuh olduğunu
söylemektedirler.
3)
Sünnetin Kur'an'la neshi: Hz. Peygamber'in kendi re'yi ile Mekke-i Mükerreme'de Beytul-Makdis'e
doğru namaz kılarken daha sonraları bunun el-Bakara 144. ayeti ile neshedilip
kıblenin Kabeye çevrilmesi örnek gösterilebilir.
4) Sünnetin Sünnetle neshi: Meselâ Hz. Peygamber, önce kabir ziyaretini yasaklamışken daha sonra:
عَنْ
أَيُّوبَ
ابْنِ هَانِئٍ
عَنْ
مَسْرُوقُ
بْنِ
ا‘َجْدَعِ
عَنِ ابْنِ
مَسْعُودٍ؛
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
قَالَ:أَنَّ
رَسُولَ
للّهِ صَلَّي كُنْتُ
نَهَيْتُكُمْ
عَنْ
زِيَارَةِ
الْقُبُورِ،
فَزُورُوهَا.
فَإِنَّهَا
تُزَهِّدُ
فِي
الدُّنْيَا،
وَتُذَكِّرُ اخِرَة
- İbnu Mes'ud radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Ben size kabir ziyaretini
yasaklamıştım, şimdi onları ziyaret edin. Çünkü bu, dünya bağını kırar, ahireti
hatırlatır" [154] hadisi
ile buna izin vermiştir.
Kur'an-ı
Kerim'de nesh de kendi içinde dörde ayrılır
1) Kıraat
ve hükmün birlikte neshedilmesi: Bu tür neshin caiz olduğu görüşünde olanlar azdır.
Bunu caiz görenler Hz. Âişe'den nakledilen "Süt kardeşliğinin (Radâ')
tespitinde beş emmenin yeterli olacağına dair olan ayetin daha sonra on emme
ile sabit olacağına dair ayetle neshedilmesi”ni örnek gösterirler. Geçmiş
şerîatlerin neshi de bu kısma dahildir. Çünkü o şeriatlerin kitaplarının da hem
tilâvetleri, hem hükümleri neshedilmiştir. [155]
2) Hükmün
neshedilip tilâvetinin bırakılması: Bu tür neshin ilki kıbleye dair olanıdır. Bunda
el-Bakara 115. ayeti, aynı surenin 144. ve 149. ayetleri ile neshedilmiştir.
3)
Tilâvetin neshedilip hükmün yerinde kalması: Bu tür neshe de ihtiyar ve evli zânîlerin
recmedilmeleri hakkındaki ayet misal olarak verilmektedir. Bu konudaki nesh İbn
Hıbbân'ın sahihindeki Ubeyy İbn Ka'b'dan rivayet edilen bir hadis-i şerife
dayandırılmaktadır. [156]
Ebu Ca'fer en-Nehhâs, Muhammed Hudarî Bey, Dr. Muhammed Suad ve Dr. Mustafa
Zeyd gibi âlimler bu tür neshi kabul etmemektedir. [157]
4) Hükmün
vasfının neshedilmesi: Bu bir nesh olmayıp aslında meşhur bir haberle nass üzerinde bir
ziyadeliktir.
Neshi
Bilmenin Yolları Nâsih ve mensûh ancak şu üç şekilden biri ile bilinebilir:
1) Nâsih ve
mensûh delillerin nüzûl veya vürûd zamanlarının bitinmesi. Bu da delilin kendi
ibaresinde mevcut bir ifadeden, ya Sahabeden, iki delilden birinin diğerinden
daha sonra nazil veya varit olduğuna dair gelen sarîh bir haberden, ya da
herhangi bir asırda iki delilden birinin diğerinden muahhar olduğuna dair vaki
olan icmadan anlaşılabilir. Dolayısıyla zaman itibariyle muahhar olan delil
ötekini neshetmiştir.
2) Nesih olan
delilde, daha önceki bir delilin hükmünü neshettiğine dair açık ifade
bulunması.
3) Sahabeden "Şu
veya şu ayet veya hadis, şu ayet veya hadisi neshetmiştir" diye açık
ve kat'î bir rivayetin bulunması.
Bunlar
bilinmeden veya bu bilgiler olmaksızın bir müfessirin veya bir müctehidin re'y
veya sözüne dayanılarak veya Mushaftaki sıralarına bakılarak ayetlerin nâsih
veya mensûh olduklarına hükmedilemez.[158]
Kur'an-ı
Kerim'de neshin caiz olduğu görüşündeki âlimlerin en zayıf tarafı Kur'an-ı
Kerim'de ne kadar mensûh ayet olduğu konusunda ve hangi ayetlerin mensûh
olduğunda ittifak edememiş olmalarıdır. Mensûh ayetlerin beş yüz civarında
olduğunu söyleyenler yanında bunları dörde kadar indirenler de vardır.
Meselâ;
Abdurrahman İbn Ali İbnul-Cevzî (öl. 597/1201) mensûh ayetlerin sayısını 274
olarak verirken, Hibetullah İbn Selâme (öl. 410/1019) 235, Muhammed İbn Hazm
(öl. 456/1064) 214, Ebu Ca'fer en-Nehhâs (öl. 338/949) 138, Abdülkadir
el-Bağdâdî 66 olarak vermektedir. Ancak müteahhir birçok âlim Celâluddin
es-Suyûtî'nin vermiş olduğu 22 sayısını aynen naklederken, Abdülazîm ez-Zerkânî
bunlar üzerinde yaptığı değerlendirmeler neticesi bir kısmının nesh olmadan
aralarının te'lif edilebileceğini söyler ve mensûh ayetlerin sayısını ancak
yedi olarak gösterir.[159]
Muhammed Suâd
Celâl de mensûh ayetlerin sadece dört olduğunu iddia eder. [160]
İmam Suyûtî'ye göre ise sadece: el-Bakara, 115, 180,183,184, 217, 240, 482,
Âl-i İmran, 102, en-Nisâ, 8, 15-16, 53, el-Mâide, 2, 42, 106, el-Enfâl, 65,
en-Nûr, 3, 58, et-Tevbe, 41, el-Ahzâb, 52, el-Mücâdele, 12, el-Mümtehine, 1 ve
Müzzemmil, 2-4. ayetleri olmak üzere 22 ayet mensûhtur. [161]
Kur'an'da
neshi kabul edenlerin, hepsinin mensuh olduğunda ittifak ettikleri dört ayet:
en-Nisâ 15-16, el-Enfâl 65, el-Mücâdele 12 ve el-Müzzemmil 2-4 ayetleridir.
Nesh konusu,
tefsir usûlüne dair bütün eserlerde öncelikli olarak işlenmiş, ihtilâflar,
deliller geniş bir şekilde anlatılmış olması yanında sırf bu konuya tahsis
edilen eserler de kaleme alınmıştır. Katâde İbn Diâme (öl. 118/736), Ebu Ubeyd
el-Kâsım İbn Sellâm (öl. 223/838), Ebu Cafer en-Nehhâs, Hibetullâh İbn Selâme,
İbnul-Cevzi, Mekkî İbn Ebî Tâlib (öl. 313/925) ve Celâluddîn es Suyûtî (öl.
911/1505) gibi âlimler bu konuda müstakil eser yazanların sadece bazılarıdır.
Nesh konusunda söylenecek en ihtiyatlı söz, herhalde, neshin geçmiş şeriatlere tahsisi olmalıdır. Kur'an-ı Kerim'de bir neshten bahsetmek ise aslında Kur'an-ı Kerim'i daraltmak ve belki de ileri ki yüzyıllarda uygulama şartları tahakkuk edecek birtakım hükümleri Kur'an'dan çıkarmak neticesine müncer olacaktır ki, ne kadar âlim olursa olsun kimsenin buna hakkı yoktur.
Muhkem: Sağlam, anlamı açık, yorum
götürmez, şüphe kabul etmez anlamında "if'âl" vezninde, arapça
ism-i meful bir kelime; âyet ve hadislerde bulunan ve sevk edildiği maksada
delâlet eden lafız manasına gelen bir fıkıh usulu terimi. Manâsı, tevil ve
tahsis kabul etmeyecek derecede açıktır. Usul ilminde anlamı açık olan lafızlar
dörttür: Zâhir, nass, müfesser ve muhkem. Bu sıralamada muhkem, mânâsı en açık
olan lafızdır. Bunun zıddı olan müteşabih ise; manası kapalı, yorum isteyen
kelimelerdir.
Manâsı kapalı
olan lafızlar dört olup; hatî, müşki, mücmel ve müteşabih olmak üzere az
kapalıdan çok kapalıya doğru sıralanmışlardır.[162]
Müteşabih; manası kapalı olan, anlaşılması için akılca bir yol bulunmayan,
Kitap ve Sünnet'te tefsirine rastlanılmayan ve anlamı Allah'a havale edilen nas
(âyet-hadis metni)dir.
Kur'ân-ı
Kerîm'de şöyle buyurulur:
هُوَ
الَّذى
اَنْزَلَ
عَلَيْكَ
الْكِتَابَ
مِنْهُ
ايَاتٌ
مُحْكَمَاتٌ
هُنَّ اُمُّ الْكِتَابِ
وَاُخَرُ
مُتَشَابِهَاتٌ
فَاَمَّا
الَّذينَ فى
قُلُوبِهِمْ
زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ
مَا
تَشَابَهَ
مِنْهُ ابْتِغَاءَ
الْفِتْنَةِ
وَابْتِغَاءَ
تَاْويلِه
وَمَا
يَعْلَمُ
تَاْويلَهُ
اِلَّا اللّهُ
وَالرَّاسِخُونَ
فِى
الْعِلْمِ يَقُولُونَ
امَنَّا بِه
كُلٌّ مِنْ
عِنْدِ رَبِّناَ
وَمَا
يَذَّكَّرُاِلَّا
اُولُوا الْاَلْبَابِ
() رَبَّنَا
لَاتُزِغْ
قُلُوبَنَا
بَعْدَ اِذْ
هَدَيْتَنَا
وَهَبْ لَنَا
مِنْ
لَدُنْكَ رَحْمَةً
اِنَّكَ
اَنْتَ
الْوَهَّابُ
“Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onun (Kur'an'ın) bazı
âyetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab'ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir.
Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki
müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Halbuki Onun tevilini ancak Allah bilir.
İlimde yüksek pâyeye erişenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır,
derler. (Bu inceliği) ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar. (Onlar şöyle yakarırlar:)
Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize
tarafından rahmet bağışla. Lütfu en bol olan sensin.”[163]
Bu âyette
sözü edilen te'vil, bir âyet veya hadisi açık (zahirî) anlamından çıkarıp,
muhtemel bulunduğu başka bir anlama yüklemektir. Böylece Kur'an-ı Kerim
âyetleri muhkem ve müteşabih olmak üzere ikiye ayrılmıştır.
Müteşabihler
te'vil ve tahsisi kabul ederken; muhkem lafızlar bunları kabul etmeyecek
derecede açık anlamlıdır. Hattâ bazen âyet veya hadis metninde, neshi (şer'î
bir hükmün, daha sonra gelen bir hüküm tarafından yürürlükten kaldırılması)
kabul etmeyeceğine delâlet eden bir ifade bulunur. Meselâ; "Cihâd
kıyamete kadar devam edecektir"[164]
hadisi ile zina iftirası (kazf) cezasına uğrayanlarla ilgili olarak inen:
وَالَّذينَ
يَرْمُونَ
الْمُحْصَنَاتِ
ثُمَّ لَمْ
يَاْتُوا
بِاَرْبَعَةِ
شُهَدَاءَ
فَاجْلِدُوهُمْ
ثَمَانينَ
جَلْدَةً وَلَا
تَقْبَلُوا
لَهُمْ
شَهَادَةً
اَبَدًا وَاُولئِكَ
هُمُ
الْفَاسِقُونَ
“Namuslu kadınlara zina isnadında bulunup, sonra
(bunu isbat için) dört şahit getiremeyenlere seksener sopa vurun ve artık
onların şahitliğini hiçbir zaman kabul etmeyin. Onlar tamamen günahkârdırlar”[165] âyeti buna örnek
verilebilir.
Bunlardaki "kıyamete kadar" veya "ebedi olarak" ifadeleri, bu hükümlerin sonsuza kadar bu şekilde devam edeceği anlamına gelir. Bu da nass'ın muhkem olduğunu gösterir. Âyetin devamında;
¥áî©y
¥ì¢1 Ë é¨£ÜÛa £æ¡b Ï
7aì¢z ܤ a ë Ù¡Û¨ ¡¤È 2 ¤å¡ß
aì¢2b m åí© £Ûa ü¡a
“Ancak bundan sonra tevbe edip ıslah olanlar
müstesnadır. Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir”[166] buyurulur.
Hanefiler bu
son nass'ın (âyet) istisnayı da kabul etmediğini, kazf cezasına uğrayan
kimsenin, tevbe etse, durumunu düzeltse bile şahitliğinin kabul edilmeyeceğini
söylerler. Çünkü onlara göre, şahitliğin kabul edilmeyişi dinî bir cezadır.
İmam Şâfiî
ise, bu istisnayı âyetin bütünü içinde değerlendirir ve tevbe edenlerin
şahitliğinin kabul edilebileceğini belirtir. Hanefiler, istisnayı bir önceki
cümlede yer alan "onlar fâsıkların ta kendileridir" kısmı ile bağlantılı
kabul eder ve iftiracının tevbe edince yalnız fasıklık ithamından
kurtulabileceğini belirtirler. Bu ilâhî hükümler, insanın hak, şeref, iffet ve
haysiyetini korumayı amaçlamaktadır. [167]
Muhkem'in
neshi kabul etmeyişi nass'ın kendisinden ise, ona "muhkem li
zâtihi" denir. Yukarıdaki örnekler bu niteliktedir. Nesheden başka bir
nass bulunmaması yüzünden ise, buna da "muhkem li gayrisî"
denir.
Muhkem lafız,
kendinden daha az açık olan zahir, nass veya müfesser bir lafızla çatışırsa,
muhkem tercih edilir. Şu âyetler arasında bir çatışma görülür:
فَاِذَا
بَلَغْنَ
اَجَلَهُنَّ
فَاَمْسِكُوهُنَّ
بِمَعْرُوفٍ
اَوْ
فَارِقُوهُنَّ
بِمَعْرُوفٍ
وَاَشْهِدُوا
ذَوَىْ
عَدْلٍ مِنْكُمْ
وَاَقيمُوا
الشَّهَادَةَ
لِلّهِ
ذلِكُمْ
يُوعَظُ بِه
مَنْ كَانَ
يُؤْمِنُ بِاللّهِ
وَالْيَوْمِ
الْاخِرِ
وَمَنْ
يَتَّقِ
اللّهَ يَجْعَلْ
لَهُ
مَخْرَجًا
"Boşanan
kadınlar iddetlerinin sonuna varınca, onları güzelce nikâhınız altında tutun
veya onlardan güzellikle ayrılın. İçinizden, adalet sahibi iki kişiyi
yaptıklarınıza şahit tutun."[168]
Bu âyetteki
iki şahit, "'adâletle" tefsir edilmiştir. Yani, şahit lafzı
müfesserdir. Adalet ise, günah işlenmesi halinde ortadan kalkar. Bu âyet,
yukarıda zikrettiğimiz, iffetli kadına zina iftirası atan kimse hakkındaki "ebediyyen
onların şahitliğini kabul etmeyin" âyeti ile çelişir. Sonsuza kadar
ifadesi, bu âyeti muhkem kılmakta ve tevbe etse bile şahitliğinin kabul
edilmeyeceğini ifade etmektedir. Manâ muhkem olunca da, Hanefilere göre,
müfessere tercih edilmiştir. [169]
Muhkem'e, şu
prensipler örnek verilebilir: Kur'ân'da zamanın değişmesi ile değişmeyen, temel
hükümlere delâlet eden âyetler. Allah'a, Meleklere, Kitaplara, Peygamberlere ve
âhiret gününe iman gibi.
امَنَ
الرَّسُولُ
بِمَا
اُنْزِلَ
اِلَيْهِ
مِنْ رَبِّه
وَالْمُؤْمِنُونَ
كُلٌّ امَنَ
بِاللّهِ
وَمَلئِكَتِه
وَكُتُبِه
وَرُسُلِه
لَا نُفَرِّقُ
بَيْنَ
اَحَدٍ مِنْ
رُسُلِه
وَقَالُوا سَمِعْنَا
وَاَطَعْنَا
غُفْرَانَكَ
رَبَّنَا
وَاِلَيْكَ
الْمَصيرُ
“Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene
iman etti, müminler de (iman ettiler). Her biri Allah a, meleklerine,
kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. "Allah'ın peygamberlerinden
hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına
sığındık! Dönüş sanadır" dediler.”[170]
Yine fazilet
ve ahlâk esaslarını bildiren ve selîm fıtratın benimsediği kurallarla, zulüm,
hıyanet, yalan, sözde durmama, ana babaya karşı gelme ve fısk (bozgunculuk)
gibi kötü hasletleri yasaklayan hükümler de muhkemdir.
Müteşabih
Müteşabih:
Birbirine benzeyen birey ve cüzleri bulunan şeyler, kendisinde karışıklık ve
iltibas bulunan şey; Kur'an-ı Kerim'de manâsı kapalı, bir çok anlama gelebilen,
tefsirinde güçlük çekilen ayet veya kelimeler. Bunlara müteşabihât denir.
Bunların hangi manâya geldikleri yalnız kendilerinden anlaşılmaz. Başka harici
bir delile ihtiyaç gösterirler. "Müteşabih"in karşıtı "muhkem"dir.
Allah'ın sıfatları, kıyametin durumu, Cennet nimetleri, Cehennem azabı vs.
hakkındaki lafızlar müteşabihtir.
Bir âyette:
اَللّهُ
نَزَّلَ
اَحْسَنَ
الْحَديثِ
كِتَابًا
مُتَشَابِهًا
مَثَانِىَ
تَقْشَعِرُّ
مِنْهُ جُلُودُ
الَّذينَ
يَخْشَوْنَ
رَبَّهُمْ ثُمَّ
تَلينُ
جُلُودُهُمْ
وَقُلُوبُهُمْ
اِلى
ذِكْرِاللّهِ
ذلِكَ هُدَى
اللّهِ يَهْدى
بِه مَنْ
يَشَاءُ
وَمَنْ
يُضْلِلِ
اللّهُ
فَمَالَهُ
مِنْ هَادٍ
“Allah sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ve
bıkılmadan tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi. Rablerinden
korkanların, bu Kitab'ın etkisinden tüyleri ürperir, derken hem bedenleri ve
hem de gönülleri Allah'ın zikrine ısınıp yumuşar. İşte bu Kitap, Allah'ın,
dilediğini kendisiyle doğru yola ilettiği hidayet rehberidir. Allah kimi de
saptırırsa artık ona yol gösteren olmaz”[171] buyurularak Kur'ân'ın
tamamının müteşâbih olduğu belirtilmektedir. Burada müteşâbih, benzeşme
anlamında kullanılmıştır.[172]
Kur'ân'ın
baştan sona lafızları, anlatım üslûbu ve manâları biri birine benzetmekte ve
birbiriyle uyum içerisindedir. Kur'ân'ın bir âyeti, başka bir âyetiyle
çelişmez.
Başka bir
âyette ise, Kur'ân-ı Kerim âyetleri muhkem ve müteşâbih olmak üzere iki kısma
ayrılmaktadır:
هُوَ
الَّذى
اَنْزَلَ
عَلَيْكَ
الْكِتَابَ
مِنْهُ
ايَاتٌ مُحْكَمَاتٌ
هُنَّ اُمُّ
الْكِتَابِ
وَاُخَرُ
مُتَشَابِهَاتٌ
فَاَمَّا
الَّذينَ فى قُلُوبِهِمْ
زَيْغٌ
فَيَتَّبِعُونَ
مَا تَشَابَهَ
مِنْهُ
ابْتِغَاءَ
الْفِتْنَةِ
وَابْتِغَاءَ
تَاْويلِه
وَمَا
يَعْلَمُ تَاْويلَهُ
اِلَّا
اللّهُ
وَالرَّاسِخُونَ
فِى
الْعِلْمِ
يَقُولُونَ
امَنَّا بِه
كُلٌّ مِنْ
عِنْدِ
رَبِّناَ
وَمَا
يَذَّكَّرُاِلَّا
اُولُوا
الْاَلْبَابِ
"Kitabı sana O indirdi. Onun bazı âyetleri
muhkemdir; bunlar kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde bir
eğrilik bulunanlar sadece onun müteşâbih olanlarının ardına düşerler; fitne
aramak, te'vilini aramak için. Halbuki onun te'vilini ancak Allah bilir. İlimde
râsih (derinlik sahibi) olanlar da derler ki: İnandık, hepsi Rabbimizden, ne
var ki aklı selim sahiplerinden başkası düşünüp anlamaz."[173]
Bu âyette
müteşâbih, muhkem'in karşıtı olarak kullanılmıştır. Muhkem, manâsı apaçık
anlaşılan âyetlerdir. Ayrıca "kitabın anası" -ummu'l kitab-
olarak vasıflandırılmaları Arap dili açısından diğerlerinin anlaşılmasında
başvurulacak kaynak anlamına gelir ve diğerlerinden sayıca daha çok olduklarını
gösterir. [174]
Müteşâbihler
ise, birden fazla anlama gelebilen veya manâsında kapalılık bulunan âyetlerdir.
Müteşâbihlik
ya lafız yönünden, ya manâ yönünden ya da her ikisi yönünden olur.
Lafızda
müteşâbihlik ya kelimede, ya da cümlede olur. Kelimenin garip bir kelime olması
veya birden fazla anlama gelmesi onu müteşâbih kılar. Cümlede müteşâbihlik ise,
cümlenin kuruluşunda takdim-tehir gibi cümlenin üslûbundan kaynaklanan
durumdur.
Manâ yönünden
müteşâbihlik; Allah'ın sıfatları, kıyamet ile ilgili hususlar gibi insan
aklının künhüne varmaktan âciz olduğu hususlardır.
Hem manâ, hem
de lafız yönünden müteşâbihler ise; âmm-hâs, nâsih-mensûh ve mübhematu'l
Kur'ân'ı ilgilendiren hususlardır. [175]
Geniş
anlamıyla müteşâbihlerin kapsamına yukarıda anlattığımız hususların hepsi
girmesine rağmen, özel ve yaygın anlamıyla müteşâbih, Allah'ın sıfatlarını konu
alan âyetlerdir.
Kur'ân-ı
Kerim Allah hakkında istivâ, vech (yüz), yed (el), ayn (göz) gibi sıfatlardan
bahsetmektedir. Allah hakkında kullanılan bu sıfatlar zahirleri üzere mi kabul
edilecekler; yoksa tevil mi edilecekler? Âlimler arasında bu hususlar tartışma
konusu olduğundan, müteşâbih derken ilk akla gelen hususlar bunlar olmaktadır.
Selef
alimleri bu sıfatları zahirleri üzere kabul eder, tevil etmezlerdi. Onlara göre
bu sıfatları te'vil etmek, meselâ "istivâ"ya "istilâ"
demek "vech"e Allah'ın zâtı; "yed"e Allah'ın
kudreti gibi anlamlar vermek, bu sıfatları tatîl (işlevsiz kılma) ve onları yok
saymaktır.
Selef
âlimleri bunu söylerken, Allah'ın elinin bizim elimize benzediğini ya da
Allah'ın cisim olduğunu kast etmezler. Nasıl Allah'ın zat ve sıfatlarını
bilmiyorsak, sıfatlarının da keyfiyetini bilemeyiz, derler. İmam Malik'in, "istivâ"nın
ne olduğunu soran birine; "İstivânın keyfiyeti akıl ile bilinemez.
İstivâ'nın dildeki anlamı ise meçhul değildir. Ayrıca buna iman etmek vacip,
hakkında soru sormak ise bid'attir" şeklindeki cevabı meşhurdur. [176]
Bu sıfatları
ilk tevil eden fırka, Mu'tezile olmuştur. Daha sonra Müteahhirûn diye bilinen
Ehl-i Sünnet kelâmcıları, Mutezileye uyarak bu sıfatları tevil etmiş ve "onları
zahirleri üzere kabul edersek, bu bizi teşbih ve tecsime götürür"
demişlerdir.
Sonuç olarak;
“muhkem" ve "müteşabih" ayetleri farklı şekilde
karşılıyorlar. Kalplerinde eğrilik, saf fıtratında sapma ve bozukluk meydana
gelenler; inanç, şeriat ve pratik hayat tarzının üzerine bina edildiği apaçık
muhkem ayetlerdeki ilkeleri gözardı ederek, farklı anlamlar yüklenebilecek
müteşabih ayetlerin ardına düşerler.
Halbuki bu
ayetleri tasdik etmede temel dayanak onların geldiği kaynağın doğruluğuna
inanmak ve onların tümünün "Hakk"tan geldiğini bilmeyi teslim
etmektir. Bununla beraber insanın algılama gücü gerçekten çok sınırlı ve alanı
da hayli dardır. Bu ayetleri anlamada başlıca dayanaklardan biri de bu Kitabın
tamamının doğru olduğunu, ne önce ve ne de geldikten sonra ona batılın
karışamayacağı, Hakk ile indiğini doğrudan ilham ile kavrayabilme yeteneğine
sahip olan fıtratın dürüstlüğüdür...
O art
niyetliler, müteşabih ayetlerin peşine düşüyorlar. Çünkü müteşabih ayetlerde,
inancı sarsıcı teviller ve normal akılla yorumlanması mümkün olmayan sahaya
girmiş olmanın tabii bir sonucu olarak birbirine aykırı düşüncelerden
kaynaklanan fitneyi körükleme zemini bulabiliyorlar...
<¢é¨£ÜÛa ü¡a
¬¢é Üí©ë¤b m ¢á Ü¤È í b ß ë
"Halbuki bu tür müteşabih ayetlerin gerçek
anlamını Allah'tan başka hiç kimse bilemez."[177]
İlimde
derinleşmiş olanlara gelince, bunlar; elde ettikleri bilgileri kullanarak aklın
sahasını ve beşerî düşüncenin yapısını kavradıkları gibi, kendisine bahşedilen
vasıtalarla üzerinde çalışma yapabileceği zeminin şartlarını idrak etmiş
kimselerdir. İşte bunlar gönül huzuru ve güven içinde derler ki:
7 bä¡£2 ¡¤ä¡Ç ¤å¡ß
¥£3¢× =©é¡2 b £ä ߨa
"Biz ona inandık; hepsi Rabbimizin katındandır."[178]
Kitabın,
Rabbleri katından indiğine inanmaları, onları bu gönül huzuruna iletmektedir.
Öyleyse o Haktır ve doğrudur. Allah'ın bildirdiği şey mutlak anlamda doğrudur.
Onun nedenlerini ve illetlerini araştırma insan aklının görevi olmadığı gibi,
onun güç yetireceği bir şey de değildir. Yine insan onun mahiyetini ve
arka-plandaki gizli illetlerin yapısını kavrayabilecek güce de sahip değildir.
Bilgide
derinleşmiş bulunanlar Allah katından kendilerine gelen her şeyin doğru
olduğunu daha baştan gönül huzuru ile kabul etmişlerdir. Onlar bu huzura dürüst
ve üretken fıtratları sayesinde varabilmişlerdir... Sonra, akılları da bu
konuda, hiçbir kuşkuya kapılmaz. Çünkü onlar ilmin sahasına girmeyen, insanın
araç-gereç ve vasıtalarla bilgisini elde edemeyeceği konulara aklın girişmemesi
gerektiğini bilirler.
İşte bu,
bilgide derinleşmiş olanların gerçek bir tasviridir... Büyüklük kompleksine
kapılıp inkâra kalkışmak, ancak bilginin dış yüzeyine aldanan ve meseleye
yüzeysel olarak yaklaşanların işidir. Onlar bu halleriyle varolan herşeyi
kavradıklarını, kavramadıkları şeylerin de yok olduğunu zannederler. Ya da
kendi kavrayışlarını gerçeğin ölçüsü olarak kabul ederler ve kendilerinin
kavradıkları sahanın dışında kalan gerçeklerin varlığına izin vermek
istemezler.
Bu nedenledir
ki Allah'ın mutlak kelâmını da kendi aklî ölçüleriyle (!) değerlendirmeye
kalkarlar! Gerçek bilgi sahiplerine gelince, onlar çok daha mütevazidirler.
Beşer aklının gücünü aşan ve çerçevesi dışına taşan pek çok gerçeği kavramada
aciz kaldığını kabul etmeye daha yatkın oldukları gibi, fıtratları da daha
dürüsttür. Ve çok geçmeden dürüst fıtratları Hakk ile temasa geçer ve gönül
huzuru ile onu kabul ederler.
¡lb j¤Û üa aì¢Û¯ë¢a
¬eü¡a¢ £× £ í b ß ë
"Bunu ancak akıl sahipleri bilebilir."[179]
Akıl
sahipleriyle Hakkı kabullenme arasında yalnızca bir hatırlama vardır sanki... O
anda Allah'a bağlı olanların bozulmamış fıtratlarına yerleştirilmiş bulunan
Hakk, birden harekete geçip ortaya çıkar ve düşünceye yerleşir. [180]
Kur'an-ı
Kerîm'in muciz olması. Benzerini getirmek isteyenleri aciz bırakması
Peygamberliğin ilanı ile birlikte muhataplara meydana okunarak ortaya konan ve
insanları acze düşüren olağanüstü şeye mucize denir. Kur'an'ın icazıyla,
Kur'an'ın bu yönü kastedilmektedir. Allah her peygambere, peygamberliğim ispat
etmek için bu tür mucizeler vermiştir.
Kur'an, peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s)'ın
mucizesidir ve mucize yönü kıyamete kadar kalıcıdır. Diğer peygamberlere
verilen mucizelerin kalıcılık yönü yoktur. Onların mucizeleri, dönemlerinin
tamamlanmasıyla son bulmaktadır. Aslında son peygamberin mucizesinin kalıcı ve
sürekli olması, tabii, hatta gereklidir. Hz. Peygamber (as) şöyle
buyurmaktadır:
¢£ó¡j £äÛa 4b Ó
4b Ó ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa ó¡
ñ ¤í ¢ç ó©2 ªa ¤å Ç g
ü¡«a ¥£ó¡j ã
¡õ¬b î¡j¤ã ªüa å¡ß b ß á £Ü ë
¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü
ô© £Ûa æb ×
b à £ã¡«a ë ¢ ' j¤Ûa ¡é¤î Ü Ç
å ߨa ¢é¢Ü¤r¡ß b ß ó¡À¤Ç¢ªa
æì¢× ªa ¤æ ªa
ì¢u¤ ªb Ï £ó Û¡«a ¢é¨£ÜÛa ¢êb y¤ë ªa
b¦î¤y ë ¢é¢nî©m뢪a
P¡ò ßb î¡Ô¤Ûa â¤ì í
b¦È¡2b m ¤á¢ç r¤× ªa
Ebû Hüreyre radiya'llâhu anh'den Nebî salla'llâhu aleyhi
ve sellem'in şöyle buyurduğu rivâyet olunmuştur: "Hiç bir peygamber
yoktur, ancak ona (bir mu'cize) verilmiştir ki, onun benzerine beşer câmiası
(vaktiyle) îmân etmiş (de modası geçmiş) değildir. (O, devre göre yepyenidir).
Hiç şüphesiz ki, bana ihsân buyurulan (en büyük) hârika, Allâh'ın bana
vahyettiği Kur'ân (mu'cizesi) dir. Umarım ki, ben kıyâmet günü bütün
peygamberlerin çok ümmetlisi bulunayım." [181]
Kur'an, akla hitap eden bir mucizedir ve kıyamete kadar kalıcılık vasfını buradan almaktadır. O, müteaddit ayetlerde meydan okumuş. Allah tarafından gönderilmediğini iddia edenleri, bu iddialarını ispatlamağa çağırmıştır. Kur'an'ın bu meydan okuyuşunu içeren ayetler, Mekke döneminde inmeğe başlamış ve Medine döneminde de inmeğe devam etmişlerdir. Bu konudaki açık ayetlerden üçü şöyledir:
æì¢m¤b í ü ¡æ¨a¤¢Ô¤Ûa
a ¨ç ¡3¤r¡à¡2 aì¢m¤b í ¤æ a ó¬¨Ü Ç ¢£å¡v¤Ûa ë
¢¤ã¡üa ¡o È à n¤ua ¡å¡÷ Û ¤3¢Ó
a¦î©è à §¤È j¡Û
¤á¢è¢¤È 2 æb × ¤ì Û ë ©é¡Ü¤r¡à¡2
“De ki: Andolsun, bu Kur'an'ın
bir benzerini ortaya koymak üzere insü cin bir araya gelseler, birbirlerine
destek de olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler.”[182]
¤á¢n¤È À n¤a
¡å ßaì¢Ç¤
a ë §pb í n¤1¢ß ©é¡Ü¤r¡ß
§ ì¢ ¡¤' È¡2 aì¢m¤b Ï ¤3¢Ó 6¢éí¨ n¤Ïa
æì¢Ûì¢Ô í ¤â a
åî©Ó¡
b ¤á¢n¤ä¢× ¤æ¡a
¡é¨£ÜÛa ¡æë¢
¤å¡ß
“Yoksa, "Onu (Kur'an'ı)
kendisi uydurdu" mu diyorlar? De ki: Eğer doğru iseniz Allah'tan başka
çağırabildiklerinizi (yardıma) çağırın da siz de onun gibi uydurulmuş on sûre
getirin.”[183]
اَمْ
يَقُولُونَ
افْتَريهُ
قُلْ
فَاْتُوا بِسُورَةٍ
مِثْلِه
وَادْعُوا
مَنِ اسْتَطَعْتُمْ
مِنْ دُونِ
اللّهِ اِنْ
كُنْتُمْ صَادِقينَ
“Yoksa, Onu (Muhammed) uydurdu
mu diyorlar? De ki: Eğer sizler doğru iseniz Allah'tan başka, gücünüzün yettiklerini
çağırın da (hep beraber) onun benzeri bir sûre getirin.”[184]
Kur'an'ın
meydan okuyuşunu sarahaten ya da kapalı olarak içeren daha pek çok ayet vardır.
Bu üç ayette görüldüğü gibi Kur'an, bir defasında tamamı, bir defasında on
sûresi, birinde de bir sûresi ile meydan okumaktadır. Ama ne indiği dönemde,
nede o dönemden günümüze bu meydan okumaya karşı koyacak biri çıkmış değildir.
Her Peygamber
döneminde toplumun eğilimi ne ise, toplumda ne revaçta ise, o peygambere o
konuyla ilgili mucize verilmiştir. Kur'an'ın indiği dönemde, Araplar arasında
en revaçta olan husus, ifade güzelliğidir. Öyle ki, şiir ve hitabet için
panayırlar düzenleniyor, şiirin zirvesine erişen eserler kutsal Kâbe'nin
duvarlarına asılıyordu.
Ne var ki
Kur'an, sadece o dönem için indirilmiş bir kitap değildir. O, kıyamete kadar
insanlığa hak yolu gösterecek ve bu yola davet edecek bir kitaptır. Ayrıca O,
belli bir kavme değil, bütün insanlığa gönderilmiş bir kitaptır. Bunun için
Kur'ân'ın icâz yönü, bir açıdan değil, birçok açıdan ele alınabilir şöyle ki:
a- İfade
güzelliği açısından Kur'an'ın icâzı:
Kur'an'ın
indiği toplumda ifade güzelliğinin revaçta olduğu ifade edildi. Kur'an'ın bu
açıdan o dönem insanlarını ne kadar etkilediği tarihî bilgilerle sabittir.
Kur'an'dan birkaç âyeti dinledikten sonra, bu sözün insan sözü olamayacağı
itiraf edenlerin sayısı pek çoktur.
İşte Hz.
Ömer, Hz. Peygamber (as)'ı öldürmek üzere kılıcını kuşanmış, O'nu aramaktadır.
O arada kızkardeşi ile kocasının da İslâm'ı kabul ettiklerini duyar ve yolunu değiştirerek
her şeyden önce onlara bir ders vermeyi kararlaştırır. Büyük bir hiddet ve
öfkeyle kızkardeşinin evine girer. Hatta karşılaşır karşılaşmaz kızkardeşini
tokatlar. Ancak orada Kur'an'dan birkaç ayeti dinledikten sonra bu sözün insan
sözü olamayacağını itiraf eder ve İslâm dinini kabul eder.
İfade
güzelliği konusunda âdeta mütehassıslaşmış olan o toplum, Kur'an'ın ifade
güzelliği karşısında şaşakalmış, inatlarından bazen Kur'an için bu bir şiirdir,
demiş, sonra kendileri bu yakıştırmanın tutmayacağını anlayarak, bu bir
sihirdir, insanları büyülüyor demişlerdir.[185]
Bazen şöyle, bazen böyle diyorlardı; bazen de, iftira mahsulü düzmece
sözlerdir, diyorlardı. Kur'an, bu konuda da onlara meydan okudu
b-
Öngördüğü ahlâkî ve sosyal ilkeler açısından Kur'ân'ın icâzı
İslâm'a
girmeden önce müşrik Arap toplumunun ahlâkî yapısı ve seviyesi tarihen
sabittir. Her türlü ahlâksızlık ve çapulculuğun hüküm sürdüğü o toplum, İslâm'a
girdikten sonra insanlık için örnek bir toplum oldu. Birlik ve beraberliği
sağlayan, güçsüzün hakkını koruyan, insanlık tarihinde eşine rastlanmayan bir
toplum oldu. Geriliğiyle alay eden toplumlara fazilet ve medeniyet taşıyan bir
toplum O toplum, kısa bir müddet içerisinde çevresine hâkim olmuş, sadece
inananları değil, İslâm'ı kabul etmeyen diğer din mensuplarını da huzur ve
güvenliğe kavuşturmuştur.
İşte
Kur'an'ın getirdiği ilkelerin ilâhîliğini ispat hususunda bu tarihî vakıa güzel
bir delildir.
c- Gaybî
haberler açısından Kur'ân'ın icazı:
Kur'an'ın
verdiği bu gaybî haberlerin bir kısmı geçmişe, bir kısmı da geleceğe aittir.
Geleceğe dair verdiği haberlerin de bir kısmı indiği dönemde, bir kısmı daha
sonra gerçekleşmiş ve hala zaman zaman gerçekleşmektedir. Müslümanların
müşriklere gâlip geleceği, Mekke'nin fethi, Bizans'ın İran'a galip geleceği
gibi haberler, henüz Kur'an inmeğe devam ediyorken gerçekleşmiştir.
Mekke
döneminde henüz Müslümanlar zayıf bir durumdayken, müşriklerin:
¢2¢£Ûa
æì¢£Û ì¢í ë ¢É¤à v¤Ûa ¢â ¤è¢î
“O topluluk yakında bozulacak ve onlar arkalarını dönüp
kaçacaklardır”[186] ayetiyle Müslümanlar
tarafından bozguna uğratılacağı haber verilmiştir. Hatta bu ayet indiğinde Hz.
Ömer: "Biz sayımız bu kadar az, onlar ise çok güçlü, onları nasıl
yenebiliriz! şeklinde hayretini ifade etmiş, Bedir savaşında müşrikler dağılıp
kaçışmaya başlarken, bu âyetin gerçek anlamını kavradığını belirtmiştir.” [187]
Mekke'nin
fethinden birkaç sene önce inen Fetih sûresi, Mekke'nin fethedileceği müjdesini
vermiştir.
Geleceğe dair
bu tür haberler, Arap toplumunu aşarak diğer toplumları da kapsamına almıştır:
= æì¢j¡Ü¤Ì î,
¤á¡è¡j Ü Ë ¡¤È 2 ¤å¡ß ¤á¢ç ë ¡¤ üa
ó ã¤
a ó¬©Ï =¢â뢣Ûa ¡o j¡Ü¢Ë
"Rumlar
en yakın bir yerde yenildiler, onlar bu yenilgiden sonra birkaç (üç ile dokuz)
yıl içerisinde galip geleceklerdir"[188] âyetleriyle yenilen Bizans'ın
yakında İran'a galip geleceği haber verilmiş ve gerçekten de bu müddet
içerisinde Bizanslılar, İranlıları Heraklios devrinde mağlup etmişlerdir.
Bütün
bunları, ancak, ilmi geçmiş ve geleceği kapsayan biri doğru olarak haber
verebilir. Geleceğe dair haberler arasında Ebû Leheb'i konu alan "Leheb"
sûresi gerçekten dikkat çekicidir. Söz konusu sûre, henüz Ebû Leheb hayattayken
inmiştir ve Ebû Leheb'in küfür üzere ölüp Cehennemi hak edeceğini haber
vermektedir.
Eğer Ebû
Leheb sûre indikten sonra diliyle de olsa Peygamber'e inandığını söylemiş
olsaydı, Hz. Muhammed'in diyecek bir şeyi kalmazdı. Kur'an, Hz. Muhammed'in
kendisi tarafından olsaydı, can düşmanına böyle bir koz vermeyecekti. Ama
Kur'an, geçmişi ve geleceği bilen, ilmi, insanların kalplerine kadar uzanan
Allah tarafından indirilmiştir ve Allah, Ebû Leheb'in böyle bir şey
söylemeyeceğini kesin olarak bilmektedir.
Kur'an'ın
müspet ilmin çok daha sonra keşfedeceği nice meseleyi önceden haber vermiş
olması, geleceğe dair gaybî haberlerdendir.
Güneşin hem
kendi etrafında dönen ve hem de onun etrafında dönen birçok gezegenle birlikte
sabit bir noktaya doğru yol aldığı son asırlara ait keşiflerdendir. Oysa Kur'an
bu ve benzeri birçok gerçeği çok önceden haber vermiştir.
Bugün için Kur'an öğretisinin, diğer din ve ideolojilerin sahip oldukları maddî imkânlardan uzak olduğu bir gerçektir. Hatta İslâm âleminde bile Kur'an öğretisinin baskı altında bulunduğu, birçok ülkede mensuplarının takibat altında tutulduğu, inkârı mümkün olmayan bir vakıadır. Bununla birlikte diğer din ya da ideolojilere mensup nice ilim, devlet ve sanat adamı İslâm dinine girmekte, onun üstünlüğünü itiraf etmektedir. Bu hususu da Kur'an icâzının ayrı bir yönüdür.
Kur'an'ın
İ'cazı:Kur'an manalarına delalet ederek efendimiz Muhammed (as)'e indirilen
lafızdır. Kur'an hem lafzı hem de manası ile Kur'an'dır. Yalnızca mana Kur'an
olarak isimlendirilemeyeceği gibi, mana olmaksızın yalnızca lafız da Kur'an
sayılmaz. Çünkü lafızda asıl durum belirli manaya delalet etmesidir. Bu nedenle
Kur'an, lafzının vasfı ile nitelendirilmiştir. Allahu Teâla Kur'an'ın Arapça
olduğunu bildirmiştir.
æì¢Ü¡Ô¤È m
¤á¢Ø £Ü È Û b¦£î¡2 Ç b¦ã¨õ¤¢Ó
¢êb ä¤Û ¤ã a ¬b £ã¡a
“Anlayasınız
diye biz onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik.”[189]
= æì¢à Ü¤È í §â¤ì Ô¡Û
b¦£î¡2 Ç b¦ã¨a¤¢Ó ¢é¢mb í¨a ¤o Ü¡£¢Ï
¥lb n¡×
“(Bu,) bilen
bir kavim için, âyetleri Arapça okunarak açıklanmış bir kitaptır.”[190]
æì¢Ô £n í
¤á¢è £Ü È Û §x ì¡Ç ô© ¤î Ë
b¦£î¡2 Ç b¦ã¨a¤¢Ó
“Korunsunlar
diye, pürüzsüz Arapça bir Kur'an indirdik.”[191]
وَكَذلِكَ
اَوْحَيْنَا
اِلَيْكَ
قُرْانًا
عَرَبِيًّا
لِتُنْذِرَ
اُمَّ
الْقُرى وَمَنْ
حَوْلَهَا
وَتُنْذِرَ
يَوْمَ
الْجَمْعِ
لَارَيْبَ
فيهِ فَريقٌ
فِى
الْجَنَّةِ وَفَريقٌ
فِى
السَّعيرِ
“Şehirlerin
anası (olan Mekke'de) ve onun çevresinde bulunanları uyarman ve asla şüphe
olmayan toplanma günüyle onları korkutman için, sana böyle Arapça bir Kur'an
vahyettik. (İnsanların) bir bölümü cennette, bir bölümü de çılgın alevli
cehennemdedir.”[192]
7 æì¢Ü¡Ô¤È m
¤á¢Ø £Ü È Û b¦£î¡2 Ç b¦ã¨õ¤¢Ó ¢êb ä¤Ü È u
b £ã¡a
“Biz,
anlayıp düşünmeniz için onu Arapça bir Kur'an kıldık.”[193]
Arapça,
Kur'an'ın manalarının değil lafızının niteliğidir, vasfıdır. Çünkü Kur'an'ın
anlamları, Araplığa yönelik değil insanlığa yönelik manalar içerir. Kur'an
sadece Araplara ait bir kitap değil bütün insanoğluna ait bir kitaptır. Ancak
Allahu Teâla'nın;
æì¢Ü¡Ô¤È m
¤á¢Ø £Ü È Û b¦£î¡2 Ç b¦ã¨õ¤¢Ó
¢êb ä¤Û ¤ã a ¬b £ã¡a
“Anlayasınız diye biz onu Arapça bir Kur'an olarak
indirdik”[194] ayeti Arap diliyle ifade
edilen bir hikmet olarak indirdik anlamına gelmektedir. Yoksa ayet Arapça bir
hikmet anlamına gelmemektedir. Yalnızca Arapça Kur'an'ın lafzının niteliğidir.
Lafzı yalnızca Arapça olarak nitelendirilebilir. Ne mecazi olarak ne de
gerçekte Kur'an Arapça’nın dışında başka bir isimle isimlendirilemez. Bu
nedenle Kur'an'ın bir kısım anlamlarının Arap lügatının dışında yazılmasına
Kur'an denilmesi doğru değildir.
Kur'an'ın
Arapça oluşu kesindir ve lafzı da yalnızca Arap’çadır. Peygamber (a.s)'e
verilen başka mucizelerin varlığı ile beraber Kur'an Muhammed (a.s)'ın
peygamberliğinin mucizesidir. Bizzat Kur'an'da ve sahih hadislerde de geçtiği
gibi efendimiz Muhammed (as)'ın elinde başka mucizeler olduğu halde o, bunlarla
değil yalnızca Kur'an'la herkese meydan okumuştur. Bu nedenle Kur'an, indiği
günden kıyamete kadar geçen süreçte Muhammed (a.s)'ın peygamberliğini
ispatlayan bir mucizedir diyoruz.
Kur'an,
Arapları benzerini getirmekten aciz bıraktı ve benzerini getirmeleri için
onlara meydan okudu. Allahu Teâla onlara meydan okurken şöyle dedi:
وَاِنْ
كُنْتُمْ فى
رَيْبٍ
مِمَّا
نَزَّلْنَا
عَلى
عَبْدِنَا
فَاْتُوا
بِسُورَةٍ مِنْ
مِثْلِه
وَادْعُوا
شُهَدَاءَ
كُمْ مِنْ دُونِ
اللّهِ اِنْ
كُنْتُمْ
صَادِقينَ
“Eğer kulumuza
indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir
sûre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz Allah'tan gayri şahitlerinizi
(yardımcılarınızı) da çağırın.”[195]
¡é¨£ÜÛa ¡æë¢
¤å¡ß
¤á¢n¤È À n¤a ¡å ß aì¢Ç¤
a ë ©é¡Ü¤r¡ß
§ñ 좡2 aì¢m¤b Ï ¤3¢Ó 6¢éí¨ n¤Ïa
æì¢Ûì¢Ô í ¤â a
åî©Ó¡
b ¤á¢n¤ä¢× ¤æ¡a
“Yoksa, Onu (Muhammed) uydurdu mu
diyorlar? De ki: Eğer sizler doğru iseniz Allah'tan başka, gücünüzün
yettiklerini çağırın da (hep beraber) onun benzeri bir sûre getirin.”[196]
وَلَقَدْ
اَهْلَكْنَا
الْقُرُونَ
مِنْ قَبْلِكُمْ
لَمَّا
ظَلَمُوا
وَجَاءَتْهُمْ
رُسُلُهُمْ
بِالْبَيِّنَاتِ
وَمَا كَانُوا
لِيُؤْمِنُوا
كَذلِكَ
نَجْزِى
الْقَوْمَ
الْمُجْرِمينَ
“Andolsun ki
sizden önce, peygamberleri kendilerine mûcizeler getirdiği halde (yalanlayıp)
zulmettiklerinden dolayı nice milletleri helâk ettik; zaten onlar iman edecek
değillerdi. İşte biz suçlu kavimleri böyle cezalandırırız.”[197]
Meydan
okuyanın onlara yaptığı bu meydan okuyuş onlara ulaştı ve onlara ayetteki şu
ifade ile de:
æì¢m¤b í ü ¡æ¨a¤¢Ô¤Ûa
a ¨ç ¡3¤r¡à¡2 aì¢m¤b í ¤æ a ó¬¨Ü Ç ¢£å¡v¤Ûa ë
¢¤ã¡üa ¡o È à n¤ua ¡å¡÷ Û ¤3¢Ó
a¦î©è à §¤È j¡Û
¤á¢è¢¤È 2 æb × ¤ì Û ë ©é¡Ü¤r¡à¡2
“De ki:
Andolsun, bu Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymak üzere insü cin bir araya
gelseler, birbirlerine destek de olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler.”[198]
Siz onun
benzerini getiremezsiniz dedi. Kur'an benzerini getirmek için çağrıda bulunduğu
kimseleri benzerini getirmekten aciz bıraktı. Onların acizliği tevatür yoluyla
sabittir. Tarihi süreçte de onlardan herhangi birinin onun benzerini
getirebildiği görülmemiştir.
Bu meydan
okuma yalnızca hitap ettiği Arap kavmine ait bir meydan okuma değil kıyamete
kadar bütün herkese yapılan meydan okumadır. Çünkü sebebin hususi olmasına
değil, lafzın umumiliğine itibar edilir. Kur'an indiği günden kıyamete kadar
bütün insanlara benzerini getirmeleri hususunda meydan okumaktadır.
Bu nedenle Kur'an ne yalnızca Resul (a.s) zamanındaki Araplara ait bir mucize ne de herhangi bir zaman ve mekândaki Araplara ait bir mucize olmayıp bütün insanlara ait bir mucizedir. Bu meydan okumada zaman itibariyle hiçbir fark yoktur. Çünkü hitap bütün insanlaradır. Allahu Teâla:
æì¢à Ü¤È íü
¡b £äÛa r¤× a £å¡Ø¨Û ë
a¦í© ã ë a¦î,©' 2 ¡b £äÜ¡Û
¦ò £Ï¬b × ü¡a Úb ä¤Ü ¤ a ¬b ß ë
“Biz seni
bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların
çoğu bunu bilmezler”[199] buyurmaktadır.
Çünkü meydan okuma ayeti geneldir.
¡é¨£ÜÛa ¡æë¢
¤å¡ß
¤á¢n¤È À n¤a ¡å ß aì¢Ç¤
a ë ©é¡Ü¤r¡ß
§ñ 좡2 aì¢m¤b Ï ¤3¢Ó 6¢éí¨ n¤Ïa
æì¢Ûì¢Ô í ¤â a
åî©Ó¡
b ¤á¢n¤ä¢× ¤æ¡a
“Yoksa, Onu
(Muhammed) uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer sizler doğru iseniz Allah'tan
başka, gücünüzün yettiklerini çağırın da (hep beraber) onun benzeri bir sûre
getirin.”[200]
Bu ayet bütün insanları kapsamaktadır. Zira Allahu Teâla ayetle insanların ve cinlerin hep birlikte aciz kaldıklarını haber vermektedir.
æì¢m¤b í ü ¡æ¨a¤¢Ô¤Ûa
a ¨ç ¡3¤r¡à¡2 aì¢m¤b í ¤æ a ó¬¨Ü Ç ¢£å¡v¤Ûa ë
¢¤ã¡üa ¡o È à n¤ua ¡å¡÷ Û ¤3¢Ó
a¦î©è à §¤È j¡Û
¤á¢è¢¤È 2 æb × ¤ì Û ë ©é¡Ü¤r¡à¡2
“De ki:
Andolsun, bu Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymak üzere insü cin bir araya
gelseler, birbirlerine destek de olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler.”[201]
Araplar da
bütün insanlık alemi de Kur'an'ın benzerini getirmekten aciz kaldılar. Çünkü bu
özellik yalnızca Kur'an'a has bir özelliktir. Araplar Kur'an-ı işittikleri
zaman, onun belağatıyla, çekiciliğiyle hemen ona yöneliyorlar ve cazibesine
kapılıyorlardı. Hatta, Velid b. Muğire Resulullah (as)'den dinlediği Kur'an
hakkında insanlara şöyle diyordu. "Allah'a
yemin olsun ki sizden hiçbiriniz şiir çeşitlerini, kasidesini benim kadar,
benden daha iyi bilemez. Allah'a yemin olsun ki onun söylediği bunlardan hiç
birine benzemiyor. Vallahi onun söylediği sözlerde bir tatlılık, ferahlık var.
Onun söylediği sözün dalları yaprak verirken kökü bereket saçıyor. O yücedir
ondan daha üstünü yoktur." İşte Velid b. Muğire Kur'an'a inanmamasına
ve küfründe direnmesine rağmen Kur'an hakkında böyle itiraflarda bulunuyordu.
Zira icaz Kur'an'ın kendinden gelmektedir.
Çünkü Kur'an,
dinleyenleri ve Kıyamete kadar dinleyecek olanları da cezp edecektir. Onun
tesirindeki ve belagatındaki kuvvetten dolayı şaşıracaklardır. Hatta şu
ayetlerde olduğu gibi tek bir cümle dahi olsa yalnızca Kur'an-ı dinlemeleri
onları etkileyecek ve şaşırtacaktır,
¢pa ì¨à £Ûa ë ¡ò à¨î¡Ô¤Ûa
â¤ì í ¢é¢n ¤j Ó b¦Èî©à u
¢¤ üa ë >©ê¡¤ Ó £Õ y
騣ÜÛa aë¢ Ó b ß ë
æì¢×¡¤'¢í b £à Ç
ó¨Ûb È m ë ¢é ãb z¤j¢ 6©é¡äî©à î¡2
¥pb £í¡ì¤À ß
“Onlar Allah'ı
hakkıyla tanıyıp bilemediler. Kıyamet günü bütün yeryüzü O'nun tasarrufundadır.
Gökler O'nun kudret eliyle dürülmüş olacaktır. O, müşriklerin ortak
koşmalarından yüce ve münezzehtir.”[202]
¡é¨£Ü¡Û
6 â¤ì î¤Ûa ¢Ù¤Ü¢à¤Ûa ¡å à¡Û 6¥õ¤ó ( ¤á¢è¤ä¡ß ¡é¨£ÜÛa
ó Ü Ç ó¨1¤ íü 7 æë¢¡b 2 ¤á¢ç
â¤ì í
¡b £è Ô¤Ûa
¡¡ya ì¤Ûa
“O gün onlar (kabirlerinden) meydana
çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah'a gizli kalmaz. Bugün hükümranlık kimindir?
Kahhâr olan tek Allah'ındır.”[203]
¢£k¡z¢í ü
騣ÜÛa £æ¡a 6§õ¬a ì ó¨Ü Ç ¤á¡è¤î Û¡a
¤¡j¤ãb Ï ¦ò ãb î¡ §â¤ì Ó ¤å¡ß
£å Ïb m b £ß¡a ë
; åî©ä¡ö¬b ¤Ûa
“(Antlaşma
yaptığın) bir kavmin hainlik yapmasından korkarsan, sen de (onlarla yaptığın
ahdi) aynı şekilde bozduğunu kendilerine bildir. Çünkü Allah, hainleri sevmez.”[204]
İşte böylece
Kur'an'ın lafızları, üslubu, anlatmak istedikleri, insanın bütün benliğini
sarar ve insanı çepeçevre kuşatır.
Kur'an'ın
icazı, fesahatında, belağatında, yüksekliğinde dehşet verici dereceye
çıkmasıyla açık ve net bir şekilde ortadadır. Bu özellik Kur'an'ın mucizevi
üslubunda tecelli etmektedir. Kur'an'ın üslubundaki açıklık, kuvvet ve güzellik
beşeri kendisine ulaşmaktan aciz bırakmaktadır.
Kur'an'ın üslubu ahenkli lafızlarla düzenlenmiş manalardır. Veya lügat ifadeleri ile manaları tasvir etmek için açıklama keyfiyetidir. Üslûbdaki açıklık, kendisi ile yerine getirilen ifadede, anlatılmak istenen manaların belirgin bir şekilde ortaya konulması ile olur. Şu ayette olduğu gibi:
æì¢j¡Ü¤Ì m ¤á¢Ø £Ü È Û
¡éî©Ï a¤ì ̤Ûa ë ¡æ¨a¤¢Ô¤Ûa a ¨è¡Û
aì¢È ठmü aë¢ 1 × åí© £Ûa
4b Ó ë
“İnkâr
edenler: Bu Kur'an'ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın. Umulur ki
bastırırsınız, dediler.”[205]
Üslûbun
kuvveti, anlatılmak istenen manayla uyumlu kelimelerin seçilerek mananın ifade
edilmesi ile gerçekleşir. İnce anlam, ince bir lafızla anlatılır. Kalın
anlamlar aynı türden lafızlarla ifade edilir. Hoşlanılmayan anlamlar hoş
olmayan kelimelerle ifade edilir. Bunlara örnek verecek olursak:
5î©j ¤Ü ó¨£à ¢m b èî©Ï
b¦ä¤î Ç 75î©j v¤ã b è¢ua ¡ß
æb × b¦¤b × b èî©Ï æ¤ì Ô¤¢í ë
“Onlara orada
bir kâseden içirilir ki (bu şarabın) karışımında zencefil vardır. (Bu şarap)
orada bir pınardandır ki adına Selsebîl denir.”[206]
b7¦2b Ô¤y a ¬b èî©Ï
åî©r¡2ü b=¦2¨b ß åî©Ëb £ÀÜ¡Û
a=¦
b ¤¡ß ¤o ãb × á £ä è u
£æ¡a
“Şüphesiz,
cehennem pusuda beklemektedir. Azgınların barınacağı yerdir (cehennem).
(Azgınlar) orada çağlar boyu kalacaklar.”[207]
ô¨î© ¥ò à¤¡Ó a¦¡a
٤ܡm
“O zaman bu, insafsızca bir
taksim!”[208]
;¡î©à z¤Ûa
¢p¤ì Û ¡pa ì¤ üa ؤã a
£æ¡a 6 Ù¡m¤ì ¤å¡ß ¤¢¤Ëa ë
Ù¡î,¤' ß ó©Ï ¤¡¤Óa ë
“Yürüyüşünde
tabiî ol, sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.”[209]
Üslup
güzelliği cümlede veya cümlelerde anlam ve lafız bütünlüğünü sağlamaya
götürecek manaya en uygun ve en net ibarelerin seçilmesi ile gerçekleşir. Tıpkı
şu ayeti kerimede olduğu gibi:
aì¢È £n à n í ë
aì¢Ü¢×¤b í ¤á¢ç¤ åî©à¡Ü¤¢ß aì¢ãb × ¤ì Û
aë¢ 1 × åí© £Ûa ¢£
ì í
b à 2¢
æì¢à Ü¤È í
Ò¤ì Ï ¢3 ß üa ¢á¡è¡è¤Ü¢í ë
“İnkâr edenler
zaman zaman, keşke biz de müslüman olsaydık, diye arzu ederler. Onları bırak;
yesinler, eğlensinler ve boş ümit onları oyalayadursun. (Kötü sonucu) yakında
bilecekler!”[210]
Kur'an-ı inceleyen kimse, üslûbundaki açıklık, kuvvet ve güzellikle zirveye, yücelerin yücesine ulaştığını görür. Şu ayetteki açıklığı, anlatım gücünü ve güzelliği bir dinle:
=§î©ä¢ß
§lb n¡× ü ë ô¦¢ç ü ë §á¤Ü¡Ç ¡¤î Ì¡2 ¡é¨£ÜÛa ó¡Ï
¢4¡
bv¢í ¤å ß ¡b £äÛa å¡ß ë â¤ì í
¢é¢Ôí©¢ã la Ç ¡ò à¨î¡Ô¤Ûa ë ¥ô¤¡
b î¤ã¢£Ûa ó¡Ï ¢é Û 6¡é¨£ÜÛa ¡3î©j ¤å Ç
£3¡¢î¡Û ©é¡1¤À¡Ç ó¡ãb q
¡Õí© z¤Ûa
“İnsanlardan
bazısı, bir bilgisi, bir rehberi ve (vahye dayanan) aydınlatıcı bir kitaba
dayanmaksızın, Allah hakkında tartışır. Allah yolundan saptırmak için yanını
eğip bükerek (kibir ve azamet içinde) Allah hakkında tartışmaya kalkar. Onun
için dünyada bir rezillik vardır; kıyamet gününde ise ona yakıcı azabı
tattıracağız.”[211]
هذَانِ
خَصْمَانِ
اخْتَصَمُوا
فى رَبِّهِمْ
فَالَّذينَ
كَفَرُوا
قُطِّعَتْ لَهُمْ
ثِيَابٌ
مِنْ
نَارٍ
يُصَبُّ مِنْ
فَوْقِ
رُؤُسِهِمُ
الْحَميمُ ()
يُصْهَرُ بِه
مَا فى
بُطُونِهِمْ
وَالْجُلُودُ
() وَلَهُمْ
مَقَامِعُ
مِنْ حَديدٍ ()
كُلَّمَا
اَرَادُوا
اَنْ
يَخْرُجُوا
مِنْهَا مِنْ
غَمٍّ اُعيدُوا
فيهَا
وَذُوقُوا
عَذَابَ
الْحَريقِ
“Şu iki gurup,
Rableri hakkında çekişen iki hasımdır: İmdi, inkâr edenler için ateşten bir
elbise biçilmiştir. Onların başlarının üstünden kaynar su dökülecektir!
Bununla, karınlarının içindeki (organlar) ve derileri eritilecektir! Bir de
onlar için demir kamçılar vardır! Izdıraptan dolayı oradan her çıkmak
istediklerinde, oraya geri döndürülürler ve: "Tadın bu yakıcı azabı!"
(denilir).”[212]
يَا
اَيُّهَا
النَّاسُ
ضُرِبَ
مَثَلٌ فَاسْتَمِعُوالَهُ
اِنَّ
الَّذينَ
تَدْعُونَ مِنْ
دُونِ اللّهِ
لَنْ
يَخْلُقُوا
ذُبَابًا
وَلَوِ
اجْتَمَعُوالَهُ
وَاِنْ
يَسْلُبْهُمُ
الذُّبَابُ
شَيًْا
لَايَسْتَنْقِذُوهُ
مِنْهُ
ضَعُفَ
الطَّالِبُ
وَالْمَطْلُوبُ
“Ey insanlar!
(Size) bir misal verildi; şimdi onu dinleyin: Allah'ı bırakıp da
yalvardıklarınız (taptıklarınız) bunun için bir araya gelseler bile bir sineği
dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri de alamazlar.
İsteyen de âciz, kendinden istenen de!”[213]
Kur'an'ın
kendisine ait özel bir ifade tarzı vardır. Kur'an'ın nazmı (ayetleri) ne
kafiyeli, vezinli şiir metoduna göredir ne de normal düz yazı stiline göredir.
Kur'an'ın nazmı şiir ile nesir karışımı veya aynı şekli kullanan bir düz yazı
metodu ile de değildir. Kur'an'ın metodu, daha önce Araplar tarafından
bilinmeyen, Araplara ait olmayan bizzat Kur'an'ın kendisine ait bir metoddur.
Araplar
Kur'an'dan etkilenmelerinin şiddeti ile, Kur'an'ın bu icaza nereden ve nasıl
ulaştığını bir türlü anlayamamışlardır. Bu nedenle de; "Bu apaçık bir
sihirdir" Kur'an bir şair sözüdür veya bir kâhinin sözüdür diyorlardı.
Bu nedenle Allahu Teâla onların bu sözlerine şöyle cevap verdi. "Ve o,
bir şair sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz? Bir kâhin sözü de değildir. Ne
de az düşünüyorsunuz?"
Kur'an'ın özel bir tarzının bulunduğu, eşsiz bir dokuya sahip olduğu bütün aydınlığı ile açıkça ortadadır. Bu arada şu iki ayete bir bakalım.
뢢 ¡Ñ¤' í ë
¤á¡è¤î Ü Ç ¤á¢×¤¢¤ä í ë
¤á¡ç¡¤¢í ë ¤á¢Øí©¤í b¡2 ¢é¨£ÜÛa
¢á¢è¤2¡£ È¢í ¤á¢çì¢Ü¡mb Ó = åî©ä¡ß¤ªì¢ß §â¤ì Ó
“Onlarla
savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın; onları rezil etsin;
sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın.”[214]
لَنْ
تَنَالُوا
الْبِرَّ
حَتّى
تُنْفِقُوا
مِمَّا
تُحِبُّونَ
وَمَا
تُنْفِقُوا
مِنْ شَىْءٍ
فَاِنَّ
اللّهَ بِه
عَليمٌ
“Sevdiğiniz
şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça "iyi" ye eremezsiniz. Her ne
harcarsanız, Allah onu hakkıyla bilir.”[215]
Her iki ayette de şiir üslûbuna yakın bir nesir özelliği vardır.
:=b èî,¨'¤Ì í a ¡a
¡3¤î £Ûa ë :=b èî¨£Ü u a ¡a
¡b è £äÛa ë :=b èî¨Ü m a ¡a
¡ à Ô¤Ûa ë :=b èî¨z¢ ë
¡¤à £'Ûa ë
“And olsun güneşe ve aydınlığa, ardından gelmekte
olan ay'a, onu açığa çıkardığında gündüze, örtüp bürüdüğünde geceye.”[216]
Her iki
sûredeki ayetlerde de paragraf paragraf nesir bulunduğu halde birisi uzun bir
nefesle okunmakta diğeri ise kısa bir nefesle okunmaktadır. Bir de bakıyorsunuz
ayetler mürsel nesirin zirvesinde seyrediyor;
يَا
اَيُّهَا
الرَّسُولُ
لَا
يَحْزُنْكَ الَّذينَ
يُسَارِعُونَ
فِى
الْكُفْرِ
مِنَ الَّذينَ
قَالُوا
امَنَّا
بِاَفْوَاهِهِمْ
وَلَمْ
تُؤْمِنْ
قُلُوبُهُمْ
وَمِنَ
الَّذينَ
هَادُوا
سَمَّاعُونَ لِلْكَذِبِ
سَمَّاعُونَ
لِقَوْمٍ
اخَرينَ لَمْ
يَاْتُوكَ
يُحَرِّفُونَ
الْكَلِمَ مِنْ
بَعْدِ
مَوَاضِعِه
يَقُولُونَ
اِنْ اُوتيتُمْ
هذَا
فَخُذُوهُ
وَاِنْ لَمْ
تُؤْتَوْهُ
فَاحْذَرُوا
وَمَنْ
يُرِدِ
اللّهُ فِتْنَتَهُ
فَلَنْ تَمْلِكَ
لَهُ مِنَ
اللّهِ
شَيًْا
اُولئِكَ
الَّذينَ
لَمْ يُرِدِ
اللّهُ اَنْ
يُطَهِّرَ
قُلُوبَهُمْ
لَهُمْ فِى
الدُّنْيَا
خِزْىٌ
وَلَهُمْ فِى
الْاخِرَةِ
عَذَابٌ عَظيمٌ
“Ey Resûl!
Kalpleri iman etmediği halde ağızlarıyle "inandık" diyen kimselerden
ve yahudilerden küfür içinde koşuşanlar(ın hali) seni üzmesin. Onlar durmadan
yalana kulak verirler, ve sana gelmeyen (bazı) kimselere kulak verirler;
kelimeleri yerlerinden kaydırıp değiştirirler. "Eğer size şu verilirse
hemen alın, o verilmezse sakının!" derler. Allah bir kimseyi şaşkınlığa
(fitneye) düşürmek isterse, sen Allah'a karşı, onun lehine hiçbir şey
yapamazsın. Onlar, Allah'ın kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Onlar
için dünyada rezillik vardır ve ahirette onlara mahsus büyük bir azap vardır.”[217]
Yine kafiyeli nesirin de zirvesindedir Kur'an:
ü ë =¤¢v¤çb Ï
¤u¢£Ûa ë =¤¡£è À Ï
Ù 2b î¡q ë =¤¡£j Ø Ï
Ù £2 ë =¤¡¤ã b Ï ¤á¢Ó
=¢¡£q £¢à¤Ûa b 袣í a ¬b í
6¤¡j¤b Ï
Ù¡£2 ¡Û ë =¢¡r¤Ø n¤ m ¤å¢ä¤à m
“Ey örtüye bürünen, kalk ve uyar. Rabbini de tekbir
et. Elbiselerini temiz tut. Kötü şeylerdense sakın. Çok görerek başa kakma.
Rabbin için sabret.”[218]
Aşağıdaki ayetlerde olduğu gibi cümle çiftlerinin birbiri ile uyumluluğunu sağlamada Kur'an'ın kendi üslûbunda yüceldiğini bulursunuz:
6 æì¢à Ü¤È m Ò¤ì
5 × £á¢q = æì¢à Ü¤È m Ò¤ì 5 ×
6 ¡2b Ô à¤Ûa ¢á¢m¤¢ ó¨£n y
=¢¢qb Ø £nÛa ¢á¢Øî¨è¤Û a
= áî©z v¤Ûa
£æ¢ë n Û 6¡åî©Ô î¤Ûa á¤Ü¡Ç
æì¢à Ü¤È m ¤ì Û 5 ×
"Çokluk ile böbürlenmeniz sizi öylesine oyaladı
ki; mezarlıkları bile ziyaret ettiniz. Hayır, ilerde bileceksiniz. Hayır,
ilerde bileceksiniz. Hayır, eğer kesin bir bilgi ile bilseydiniz. And olsun ki
cehennemi muhakkak göreceksiniz.”[219]
Aşağıdaki
ayetlerde ise cümle çiftlenişinin uzadığı görülmektedir.
قُتِلَ
الْاِنْسَانُ
مَا اَكْفَرَهُ
() مِنْ اَىِّ
شَىْءٍ
خَلَقَهُ ()
مِنْ نُطْفَةٍ
خَلَقَهُ
فَقَدَّرَهُ
() ثُمَّ
السَّبيلَ
يَسَّرَهُ ()
ثُمَّ
اَمَاتَهُ
فَاَقْبَرَهُ
() ثُمَّ اِذَا
شَاءَ
اَنْشَرَهُ ()
كَلَّا لَمَّا
يَقْضِ مَا
اَمَرَهُ ()
فَلْيَنْظُرِ
الْاِنْسَانُ
اِلى
طَعَامِه ()
اَنَّا صَبَبْنَا
الْمَاءَ
صَبًّا ()
ثُمَّ
شَقَقْنَا الْاَرْضَ
شَقًّا ()
فَاَنْبَتْنَا
فيهَا حَبًّا
() وَعِنَبًا
وَقَضْبًا ()
وَزَيْتُونًا
وَنَخْلًا ()
وَحَدَائِقَ
غُلْبًا ()
وَفَاكِهَةً
وَاَبًّا
“Kahrolası insan, ne kadar da nankördür! Allah onu
hangi şeyden yarattı? Nutfeden onu yarattı, ona biçim verdi. Sonra onun yolunu
kolaylaştırdı. Sonra onu öldürdü, kabre koydu. Sonra dilediği zaman onu yeniden
diriltir. Hayır emrettiğini yapmadı. İnsan yiyeceğine baksın. Biz suyu döktükçe
döktük. Sonra toprağı güzelce yararak Orada taneler, üzümler, yoncalar,
zeytinler, hurmalar, iri ve sık ağaçlı bahçeler, meyveler ve çayırlar bitirdik.”[220]
Belirli bir kafiye kullanımında devam ederken bir de bakıyorsunuz ki bir başka kafiye kullanımına dönüşüm yapıyor. Tıpkı şu ayetlerde olduğu gibi:
§î,© í ¢¤î Ë
åí©¡Ïb ؤÛa ó Ü Ç =¥î,© Ç ¥â¤ì í
§¡÷ ߤì í Ù¡Û¨ Ï =¡ì¢Ób £äÛa ó¡Ï
¡Ô¢ã a ¡b Ï
“Sur'a üflendiğinde; işte o gün, zorlu bir gündür. Kâfirler için hiç de kolay değildir,” ifadelerini kullanırken doğrudan doğruya hemen sonraki ayetlerde başka kafiyeye değişim yapıyor.
¢é Û ¢p¤ £è ß ë
a=¦
ì¢è¢( åî©ä 2 ë a=¦
뢤à ß üb ß
¢é Û ¢o¤Ü È u ë a=¦î©y ë ¢o¤Ô Ü
¤å ß ë ó©ã¤
a6¦
ì¢È
¢é¢Ô¡ç¤¢b a6¦î©ä Ç b ä¡mb í¨ü æb ×
¢é £ã¡a 6e5 × = í© a ¤æ a
¢É à¤À í £á¢q a=¦î©è¤à m
“Bırak beni ve yarattıklarımı tek başına. Kendisine
bol bol mal verdiğimi, görülen oğullar verdiğimi ve onun için yaydıkça
yaydığımı. Sonra daha da artırmamı umar o. Hayır; çünkü o, ayetlerimize karşı
bir inatçı kesildi. Ben onu sarp bir yokuşa sardıracağım.”[221]
Bu kafiyelerin kullanıldığı ayetlerden sonra doğrudan doğruya başka kafiyelerin kullanıldığı ayetlere geçiş yapıyor:
= 2 ë
j Ç £á¢q = Ä ã £á¢q
= £ Ó Ñ¤î × 3¡n¢Ó £á¢q
= £ Ó Ñ¤î × 3¡n¢Ô Ï
= £ Ó ë £Ø Ï
¢é £ã¡a
=¢ q¤ªì¢í
¥¤z¡ ü¡a ¬a ¨ç ¤æ¡a 4b Ô Ï
= j¤Ø n¤a ë 2¤
a
£á¢q
“Doğrusu o, düşündü ve ölçüp biçti. Canı çıkası
nasıl da ölçüp biçti. Sonra baktı. Sonra kaşlarını çattı, suratını astı. Sonra
da sırt çevirip büyüklük tasladı.”[222]
İşte böylece
Kur'an ayetlerinin tamamı dikkatlice incelendiğinde her çeşidiyle ne Arap şiiri
ve nesirinde kullanılan üslûba ne Arapların kullandığı sözlerden herhangi bir
söze ne de herhangi bir beşerin sözüne hiçbir şekilde benzemediği ve onlarla
uzaktan yakından ilgisi olmadığı görülür.
Daha sonra Kur'an'ın açık kuvvetli ve güzel üslûbunun bir çok manaları ifade etme keyfiyeti açısından en ince tasvir ile ifade ettiğini görebilirsin. Şu ayetlerde olduğu gibi mananın çok ince olduğunu hissedersin.
b6¦Ób ç¡
b¦¤b × ë
b=¦2a ¤m a k¡Ça ì × ë
b=¦2b ä¤Ç a ë Õ¡ö¬a y
a=¦b 1 ß åî©Ô £n¢à¤Ü¡Û £æ¡a
“Şüphesiz ki müttakiler için kurtuluş vardır.
Bahçeler ve bağlar. Göğüsleri tomurcuklanmış kızlar. Ve dolu kâseler.”[223]
Dikkat
edildiğinde ayetlerin ince lafızlardan ve yumuşak cümlelerden meydana geldiği
görülür. Bunun yanında aynı sûre içerisinde geçen şu ayetlerde kullanılan
lafızların ve cümlelerin sert ve kalın ifadelerden meydana geldiği
görülmektedir:
b=¦2a ( ü ë
a¦
¤ 2 b èî©Ï æì¢Óë¢ íü
b7¦2b Ô¤y a ¬b èî©Ï åî©r¡2ü a=¦
b ¤¡ß
¤o ãb × á £ä è u £æ¡a
b¦Ób Ï¡ë ¦õ¬a u
b=¦Ób £ Ë ë b¦àî©à y ü¡a
“Şüphesiz ki cehennem, bir gözetleme yeridir.
Azgınlar için varılacak bir yer. Sonsuz devirler boyunca orada kalacaklardır.
Orada serinlik ve içecek tadamayacaklardır. Sade kaynar bir su ve bir de
irinden başka.”[224]
Yine aşağıdaki ayetlerde olduğu gibi sevgi dolu ifadelerin sevgi dolu lafızlarla ifade edildiğine şahit olunur.
وَرَفَعَ
اَبَوَيْهِ
عَلَى
الْعَرْشِ
وَخَرُّوا
لَهُ
سُجَّدًا
وَقَالَ يَا
اَبَتِ هذَا
تَاْويلُ
رُءْيَاىَ مِنْ
قَبْلُ قَدْ
جَعَلَهَا
رَبّى حَقًّا
وَقَدْ
اَحْسَنَ بى اِذْ
اَخْرَجَنى مِنَ
السِّجْنِ
وَجَاءَ
بِكُمْ مِنَ
الْبَدْوِ
مِنْ بَعْدِ
اَنْ نَزَغَ
الشَّيْطَانُ
بَيْنى
وَبَيْنَ
اِخْوَتى
اِنَّ رَبّى
لَطيفٌ لِمَا
يَشَاءُ
اِنَّهُ هُوَ
الْعَليمُ الْحَكيمُ
“Ana ve
babasını tahtının üstüne çıkartıp oturttu ve hepsi onun için (ona kavuştukları
için) secdeye kapandılar. (Yusuf) dedi ki: "Ey babacığım! İşte bu, daha
önce (gördüğüm) rüyanın yorumudur. Rabbim onu gerçekleştirdi. Doğrusu Rabbim
bana (çok şey) lütfetti. Çünkü beni zindandan çıkardı ve şeytan benimle
kardeşlerimin arasını bozduktan sonra sizi çölden getirdi. Şüphesiz ki Rabbim
dilediğine lütfedicidir. Kuşkusuz O çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.”[225]
Şu ayetlerde
olduğu üzere, çirkin olan manaya yönelik bir anlam ancak uygun bir lafızın
kullanımı ile mümkün olabilmektedir.
ô¨î© ¥ò à¤¡Ó a¦¡a
٤ܡm ó¨r¤ã¢üa ¢é Û ë ¢ × £Ûa
¢á¢Ø Û a
“Demek
erkek size, dişi O'na öyle mi? O zaman bu, insafsızca bir taksim!”[226]
;¡î©à z¤Ûa
¢p¤ì Û ¡pa ì¤ üa
ؤã a £æ¡a 6 Ù¡m¤ì ¤å¡ß
¤¢¤Ëa ë Ù¡î,¤' ß ó©Ï ¤¡¤Óa ë
“Yürüyüşünde
tabiî ol, sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.”[227]
Bu manaları
aktarırken, belirten manaları ifade edecek kelimeleri seçiyordu. Böylece
seçilen kelimeler, manaları tasavvur eden ve idrak eden kişide adeta bir zil
sesi gibi içini hareketlendiren ses ve tona sahip kelimeler haline geliyordu.
Bu nedenle bu anlamlardaki derinliği ve ifadedeki belağatı idrak eden dinleyici
bu durum karşısında huşu ile eğiliyordu. Hatta küfründe inat etmelerine rağmen
Arap belağatlarından, düşünürlerinden bazıları bu ifadeler karşısında secdeye
kapanacak olmuşlardır.
Sonra yine
Kur'an'ın lafızlarını ve cümlelerini dikkatlice inceleyen kimse harflerin
yerleştirilmesinde, harflerin çıkış mahreçlerinde bir kelimede veya cümlede
mahreç yakınlığının varlığını ve bu uyumun sağladığı ses güzelliğini gözlemler.
Çünkü harfler arasında mahreç yakınlığı olmazsa yani mahreçler birbirinden uzak
olursa, harfler ve cümleler arasındaki geçiş zorlaşır. Aynı zamanda müzikte
gerekli tekrarlarda olduğu gibi tekrarlarında kulağa hoş gelen hafif bir
mahreçten çıkan hoş bir harf kullanılmıştır.
Kelimelerin
kullanımında bu incelikle beraber, bazı ayetlerde bazı harflerin tekrar tekrar
kullanıldığını görmek mümkündür. Örneğin Ayete'l Kürsi'deki lam harfi yirmi üç
defa tekrarlanmasına rağmen bu tekrar kulakta hoş bir etki bırakmakta hatta ve
hatta dinleyenin dikkatini çekmekte ve dinleme isteğini artırmaktadır.
İşte böylece
Kur'an'ın özel bir tarza sahip olduğunu, her anlamın, kendine uygun olan
lafızlarla indiğini, çevresindeki lafızlarla ve beraberindeki anlamlarla uyum
halinde olduğunu görebilirsin. Bu özellikte hiçbir ayette farklılık göremezsin.
Kur'an'ın hiçbir beşerin sözüne benzememesi ve hiçbir beşerin sözünün de
Kur'an'ın sözüne benzememesinden dolayı özel bir tarza sahip olan Kur'an'ın
üslûbundaki icaz gayet açıktır.
Yine indirilen manalara uygun lafızların ve cümlelerin kullanılması açısından olsun, belağatını ve manalarındaki derinliği idrak edebilenlerin kulaklarında yankılanan lafızları karşısında Kur'an'ın önünde boyun eğib adeta secdeye kapanır gibi olanlar açısından olsun, ister manalarındaki derinliği ve belağatını idrak edemeyip ancak onun lafızlarındaki uyumun, inceliğin karşısında Kur'an'ın esiri olan, ister istemez dinleyenin kendisine boyun eğmesi açısından olsun, Kur'an'ın icazı açıktır. Bu nedenle Kur'an mucizedir ve mucizevi özelliği kıyamete kadar da devam edecektir.
Resulullah
(as) Rabbine kavuştuğunda Kur'an-ı Kerimin tamamının deri, kemik, ağaç dalları,
yapraklar üzerinde yazılı olduğu ve yine tamamının sahabe-i Kiram (r.anhüm)
tarafından ezberlendiği yüzde yüz kesin delille sabittir. Bir veya birkaç ayet
indiği zaman Resulullah (as) hemen inen ayetlerin önünde yazılmasını
emrediyordu. Aynı zamanda Resulullah (as) vahyi yazmakla görevli olan vahy
kâtiplerinin dışındaki Müslümanların inen ayetleri yazmalarını da
engellemiyordu. Müslim'in İbni Mes'ud'dan rivayet ettiği bir hadise göre Resulullah
(as) şöyle dedi: "Benden
Kur'an'dan başka bir şey yazmayın. Benden Kur'an dışında bir şey yazan onu imha
etsin." [228]
Vahiy
kâtiplerinin yazmış olduğu Kur'an'ın tamamı sahifelerde idi. Allahu Teâla
Beyyine sûresi 2. ayette şöyle buyurmaktadır.
=¦ñ £è À¢ß b¦1¢z¢
aì¢Ü¤n í ¡é¨£ÜÛa å¡ß ¥4ì¢
“(İşte o
apaçık delil,) Allah tarafından gönderilen ve tertemiz sahifeleri okuyan bir
elçidir.”[229]
Yani Resül, batıldan temizlenmiş, hak ve adaletle dosdoğru bir şekilde yazılmış kâğıtları okuyor. Allahu Teâla;
ô©¤í b¡2
=§ñ £è À¢ß §ò Çì¢Ï¤ ß
=§ò ß £ Ø¢ß §Ñ¢z¢ ó©Ï
<¢ê × õ¬b ( ¤å à Ï
7¥ñ ¡×¤ m b è £ã¡a ¬5 ×
6§ñ 2
§âa ¡× =§ñ 1
“Sakın;
Çünkü bu bir öğüttür. Dileyen onu düşünüp öğüt alır. O, çok şerefli
sahifelerdedir. Yüceltilmiş ve temizlenmiştir. Kâtiplerin elleriyle. Kıymetli,
saygıdeğer.”[230]
Yani bu kitap
şerefli sahifelerde sabit, Allah katında yüksek derecelere sahip, şeytanların
ellerinden temizlenmiş, müttakilerin elleriyle yazılmış bir öğüttür.
Resulullah
(as) mushafın iki kapağı arasında olanların tamamını gözlerinin önünde yazılmış
olarak bıraktı. Abdülaziz b. Rafi'den dedi ki: "Ben ve Şeddad b. Ma'kıl, İbni Abbas'ın (r.a.) yanına girdik.
Şeddad b. Ma'kıl İbni Abbas'a: Resulullah (as) bir şey bıraktı mı? diye sordu.
İbni Abbas: İki Kapağın arasındakilerden başka bir şey bırakmadı dedi. Bu defa
Muhammed b. el-Hanefiyye'nin yanına girdim ve aynı soruyu ona da sorduk.
Muhammed b. el-Hanefiyye İki kapağın arasındakilerden başka hiçbir şey
bırakmadı dedi."
Sûrelerdeki
Kur'an ayetlerinin tamamının indiği zaman Resulullah (as)'ın önünde hemen
sahifelere yazıldığı hususunda icma vardır. Büyük Rasül (as), hem Araplar hem
de bütün dünya için Resüle verilen en büyük mucize olan Kur'an-ı Kerim hakkında
mutmain ve huzurlu bir şekilde vefat etti. Resül (as) Kur'an ayetlerinden
herhangi birisinin kaybolacağından asla korkmuyordu. Çünkü Allahu Teâla Hicr
sûresi 9. ayette Kur'an-ı muhafaza edeceğini şöylece bildirmektedir.
æì¢Ä¡Ïb z Û ¢é Û
b £ã¡a ë ¤×¡£Ûa b ä¤Û £ ã
¢å¤z ã b £ã¡a
“Kur an'ı
kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız.”[231]
Zira bu
ayetler Resülün gözleri önünde yazılıyor, sahabenin göğüslerinde hafızalarında
muhafaza ediliyor ve Müslümanların Kur'an-ı yazmalarına izin veriliyordu. Bu
nedenle Sahabe-i Kiram, Resulullah (as)'ın vefatından sonra riddet savaşlarında
hafız sahabelerin öldürülmelerinde çoğalma oluncaya kadar, Kur'an'ın tamamının
bir kitapta toplanılmasına veya Kur'an'ın yazılmasına ihtiyaç hissetmediler,
gerek görmediler. Riddet (dinden dönenlere ve yalancı peygamberlere karşı
yapılan) savaşlarında birtakım Kurraların vefatı ile Ömer (r.a.), birtakım
Kur'an sayfalarının ve bazı ayetlerin kaybolabileceğinden korktu ve yazılan
sayfaların bir araya toplanmasını düşündü.
Bu
düşüncesini Ebu Bekir (r.a.)'e açtı ve Kur'an'ın toplanması olayı gerçekleşti.
Ubeyd. b. es-Sebbak'tan: Zeyd b. Sabit (r.a.) şöyle dedi:
"Ebu Bekir Yemâme savaşından sonra beni
çağırttı. Yanına vardığımda Ömer de oradaydı. Ebu Bekir (r.a.): Ömer (r.a.)
bana geldi ve Yemame savaşında Kur'an-ı ezberleyenlerin pek çoğunun şehit
düştüğünü diğer yerlerde de şehit düşen kurraların artmasıyla Kur'an'ın
kaybolmasından korktuğunu ve Kur'an'ın toplanılmasını emretmemi uygun gördüğünü
söyledi. Bunun üzerine ben de Ömer (r.a.)'e: Resulullah (as)'ın yapmadığı bir
şeyi nasıl yaparsın? dedim. Ömer: Allah'a yemin olsun ki bu hayırdır dedi. Ve
nihayet bu işe aklım yatıncaya ve Allah benim göğsümü bu işe açıncaya kadar
Ömer bu görüşünde ısrar etti, birkaç defa tekrarladı ve ben de Ömer'in görüşüne
iştirak ettim, uygun buldum. Zeyd diyor ki: Ardından da Ebu Bekir bana: Sen,
genç, akıllı ve doğruluğundan şüphe edilmeyen bir adamsın. Sen Resulullah
(as)'ın vahiy kâtipliğini yaptın. Kur'an-ı incele ve onu topla diye emir
verdi." Zeyd b. Sabit konuşmasına şöyle devam ediyor: "Allah'a yemin
olsun ki şu dağlardan, bir dağı, taşımakla görevlendirilmek, bana Kur'an-ı
toplamakla görevlendirilmekten daha ağır gelmezdi. Bu nedenle Ömer'e Resulullah
(qs.)'ın yapmadığı bir işi yapmaya nasıl cesaret edebilirsin? diye sordum da
bunun üzerine Ömer (r.a.): Vallahi bu hayırdır dedi. Ömer ve Ebu Bekir
(r.anhüma)'in göğsünü açan, ferahlatan Allahu Teâla bu konuda benim göğsümü de
ferahlatıncaya kadar Ebu Bekir (r.a.) bana müracaat etmeye devam etti ve ben de
onların görüşüne uydum. Ardından da Kur'an-ı yazılı bulunduğu hurma
dallarından, beyaz ince taşlardan, bez parçaları ve hafızların ezberlerinden
takip ettim. Tevbe sûresinin son ayetlerinden olan;
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
اِنَّمَا الْمُشْرِكُونَ
نَجَسٌ فَلَا
يَقْرَبُوا
الْمَسْجِدَ
الْحَرَامَ
بَعْدَ
عَامِهِمْ
هذَا وَاِنْ
خِفْتُمْ
عَيْلَةً
فَسَوْفَ يُغْنيكُمُ
اللّهُ مِنْ
فَضْلِه اِنْ
شَاءَ اِنَّ
اللّهَ
عَليمٌ
حَكيمٌ
“Ey iman
edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir. Onun için bu yıllarından sonra Mescid-i
Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluktan korkarsanız, (biliniz ki) Allah
dilerse sizi kendi lütfundan zengin edecektir. Şüphesiz Allah iyi bilendir,
hikmet sahibidir”[232] ayetinden Tevbe süresinin sonuna kadar olan ayet, Ensar'dan Ebu
Huzeyme'nin yanında buluncaya kadar bu işe devam ettim. Bu ayeti ondan
başkasında bulamadım. Derlediğim bu kitap; Ebu Bekir'in yanında ondan sonra
Ömer'in yanında ondan sonra Ömer'in kızı Hafsa (r.anha)' nın yanında kald.ı"
[233]
Zeyd'in
Kur'an-ı toplaması sadece hafızlardan alıntılara göre yazmakla gerçekleşmedi.
Zeyd, Kur'an-ı toplarken özellikle getirilen ayetlerin Resulullah (as)'ın
önünde yazılmış olması şartına göre topluyordu. Kendisine arz olunan bir
sahifenin bizzat Resulullah (as)'ın gözleri önünde yazıldığına dair iki şahit
getirilmedikçe bir sayfayı diğer sayfanın yanına koymuyordu. Üstelik aşağıdaki
iki hususu bir arada bulundurmadıkça da bir sayfayı almıyordu.
1-
Sahabelerden birisi tarafından yazılmış olması
2- Sahabeden
birisi tarafından ezberlenmiş olması.
Alınması
istenen sahife ile herhangi bir sahabenin ezberindeki ayet aynı ise yazılı olan
sayfa alınıyordu. Aksi takdirde reddolunuyordu. Bu nedenle Berae (Tevbe)
sûresinin son kısmını Zeyd b. Sabit ezbere bildiği halde Ensar'dan Ebu
Huzeyme'nin yanında buluncaya kadar almayıp bekledi. Yahya b. Abdurrahman b.
Hatib yoluyla rivayet edildiğine göre: Hz.Ömer (r.a.) ayağa kalktı ve dedi ki: “Kim Resulullah (a.s)'den Kur'an'dan bir
şey aldıysa onu getirsin."
Bilindiği
üzere Kur'an ayetlerini sahifelere, levhalara ve hurma dallarına yazıyorlardı.
Ve iki şahit getirmedikçe de hiç kimseden bir şey kabul etmiyordu. Bu da
gösteriyor ki Zeyd, Kur'an'ın birtakım şeylerin üzerinde yazılı olmasıyla
yetinmiyor, Zeyd'in kendisi ezbere bildiği halde yazılı olan ayetlerin
Resulullah (a.s)'den bizzat işitme yoluyla alındığına dair şahit bulunmadıkça
da almıyordu. Böylece ihtiyatlı davranma hususunda mübalağa yapıyordu.
Toplama işi,
Resulullah (as)'ın gözleri önünde yazılan sayfaları iki kapak arasında tek bir
kitapta bir araya getirilmedikçe sona erdirilmedi. Kur'an, sahifelerde yazılı
halde idi. Ancak dağınık bir halde olduğu için Hz.Ebu Bekir (r.a.) onu bir
yerde topladı. Bu nedenle Hz.Ebu Bekir (r.a.)'ın Kur'an'ın toplanmasında
yaptığı iş Kur'an'ın tek bir mushafta yazılması işi olmayıp bilakis Resulullah
(as)'ın gözleri önünde yazılmış olan sayfaların bir mekânda toplanmasıdır.
Toplanan bu
sayfaların doğruluğunun desteklenmesi ve bundan emin olmak için de getirilen
sayfaların hem Resulullah (as)'ın gözleri önünde yazıldığının iki şahitle ispatlanmış
olması şartı hem de sahabeler tarafından ezberlenmiş olması şartı aranıyordu.
Bu sahifeler hayatı boyunca önce Hz.Ebu Bekir'in yanında, sonra Ömer'in yanında
sonra da Hz.Ömer'in vasiyeti üzere kızı ve Mü'minlerin annesi Hz.Hafsa
(r.anha)'nın yanında muhafaza edildi. Buradan da anlaşılmaktadır ki Hz.Ebu
Bekir (r.a.)'ın Kur'an-ı toplaması, ancak Resulullah (a.s)'ın önünde yazılan
sayfaların toplanmasından ibarettir.
Kur'an'ın
hıfzedilmesi ise Kur'an'ın ezberlenmesi demek değil, ancak çeşitli şeyler üzerine
Resulullah (as)'ın gözleri önünde yazılı olan sahifelerin korunması demektir.
Kur'an'ın üzerine yazılı olduğu şeyleri toplamak ve muhafaza altına almak ise
ancak Resulullah (as)'den nakledilenin aynen nakledildiğinin tekidinde
mübalağalı ve ihtiyatlı davranmak içindir. Ama Kur'an'ın bizzat kendisi
sahabenin göğüslerinde korunmuş ve ezberlerinde de toplanmıştı. Ezbere olan
güven onların çoğunluğuna dayanmaktadır. Çünkü tamamen veya kısmen Kur'an-ı
ezberleyen birçok kişi vardı.
Buraya kadar yapılan açıklama Hz.Ebu Bekir
(r.a.) döneminde Kur'an'ın toplanması açısından yapılan açıklamalardı. Hz.Osman
(r.a.)'ın halifeliğinin ikinci veya üçüncü yılında gerçekleştirdiği Kur'an-ı
toplama işine gelince: Hicretin 25. yılında Şam halkıyla beraber Ermenistan'da
ve Irak halkıyla beraber de Azerbaycan'da savaşan Huzeyfe İbn el Yemân,
insanların Kur'an'ı okumadaki ihtilaflarından korkmuş bir halde Medine'de
Hz.Osman (r.a.)'nın yanına geldi. Bulunduğu yerlerde Şam halkının Kur'an'ı Irak
halkının işitmediği bir tarzda Ubey b. Ka'b'ın kıraatıyla okuduklarını, Irak
halkının da Şam halkının işitmediği bir tarzda Abdullah b. Mesud'un kıraatıyla
okuduklarını ve kıraat ihtilafı nedeniyle birbirlerini tekfir ettiklerini
gördü.
Her iki grup da Bakara sûresindeki 196. ayeti
kerimeyi farklı okuyorlardı. Birinin ayeti kerimeyi
6¡é¨£Ü¡Û ñ ¤à¢È¤Ûa ë £w z¤Ûa
a좣à¡m a ë şeklinde diğerinin ise; oîjÜÛ
ñ ¤à¢È¤Ûa ë £w z¤Ûa a좣à¡m a ë şeklinde okumaları Huzeyfe
İbn el Yemân'ı çok kızdırmış ve gözlerini kan çanağına çevirmişti. Yine
Huzeyfe'den rivayeten: "Kufe
halkı İbni Mesud'un kıraatını, Basra halkı da Ebu Musa El Eşari'nin kıraatının
doğru olduğunu söylüyordu. Allah'a yemin olsun ki eğer Mü'minlerin emirinin
yanına vardığımda bütün kıraatların tek bir kıraat haline döndürmesini ona
emrettireceğim dedim ve Osman'ın yanına vardım."
İbn Şihab Enes b. Malik'den şunu rivayet
ediyor: "Ermenistan ve
Azerbaycan fethinde Suriye ve Iraklılarla beraber savaşan ve onların Kur'an-ı
farklı şekillerde okumalarından korkan Huzeyfe İbni el-Yeman Osman (r.a.)'a
gelerek: "Ey Mü'minlerin emiri; bu ümmet, Yahudi ve Hıristiyanların
kitaplarında ihtilaf ettikleri gibi kitaplarında ihtilaf etmeden, helak olmadan
onlara yetiş, işin icabına bak." dedi. Bunun üzerine Osman (r.a.), Ömer
(r.a.) ın kızı Hafsa (r.anha)'ya haber göndererek elinde bulunan mushaftan
başka nüshalar çıkartacağını ve çoğaltma işi bittikten sonra da asıl nüshayı
kendisine iade edeceğini söyleyerek elindeki nüshayı istedi. Hafsa (r.anha) da
nüshayı Osman'a gönderdi. Osman (r.a.), Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Zübeyr, Said
b. As ve Abdurrahman b. Haris b. Hişam'dan oluşan heyete Kur'an-ı
çoğaltmalarını emretti. Osman (r.a.), Zeyd'in dışındaki Kureyş'li üç kişiye:
Kur'an hakkında Zeyd ile herhangi bir ihtilafa düşerseniz Kureyş lehçesi ile
yazınız. Çünkü Kur'an, Kureyş lehçesiyle nazil olmuştur dedi. Onlar da Osman'ın
dediği gibi yaptılar. Heyet istenilen nüshaları hazırladıktan sonra asıl nüsha
Osman (r.a.) tarafından Hafsa (r.anha)'ya iade edildi. Ve çoğaltılan nüshaların
her birinden önemli merkezlere birer nüsha gönderilerek çoğaltılan nüshaların
dışındaki bütün nüshaların yakılması halife tarafından emredildi."
Çoğaltılan
nüshalar yedi taneydi. Bunlar sırasıyla Mekke'ye, Şam'a, Yemen'e, Bahreyn'e,
Basra'ya ve Kufe'ye birer adet gönderildi. Bir nüsha da Medine'de bırakıldı.
Bu nedenle
Hz.Osman (r.a.)'ın yaptığı iş Kur'an'ın toplanması işi değil, Resulullah
(as)'den alındığı şekilde Kur'an-ı olduğu gibi aynen nakletme ve çoğaltmak
işidir. Osman (r.a.) Hafsa (r.anha)'nın yanında muhafaza edilmekte olan
nüshadan yedi adet çoğaltmaktan başka hiçbir şey yapmamıştır. Bütün insanları
bu çizgide toplamıştır. Bu nüshanın yazıldığı şeklin dışında herhangi bir hat
veya imla ile Kur'an-ı yazmaktan insanları men etmiştir. Böylece yazı ve imla
olarak bu nüshada karar kılındı. Bu hat ve imla vahiy indiği zaman Resulullah
(as) gözleri önünde yazılan sahifelerdeki hattın ve imlanın ve Hz.Ebu Bekir
(r.a.)'ın topladığı nüshanın da aynısıydı. Sonra da Müslümanlar bu nüshadan
çoğaltmaya başladılar. Böylece ortada yalnızca Osman'ın mushafının yazı şekli
kaldı. Matbaa icad edildiğinde ise aynı hat ve imla ile bu nüshaya göre
Kur'an-ı Kerimler basılmaya başlandı.
Ebu Bekir
(r.a.)’ın Kur'an-ı toplaması ile Osman'ın Kur'an-ı toplaması arasında şöyle bir
fark vardır: Hz.Ebu Bekir (r.a.) Kur'anı taşıyanların/hafızların ölmeleriyle
Kur'an'dan bir şeyin kaybolacağından korktu. Her ne kadar Kur'an'ın tamamı
sahifelerde yazılı idi ise de tamamı tek bir kitap halinde bir yerde toplanmış
değildi. Bu nedenle Hz.Ebu Bekir Kur'an-ı sahifelerde bir araya getirdi. Arap
lügatının genişliği nedeniyle Kur'an kıratlarındaki farklılıkların çoğalması ve
insanların birbirlerini Kur'an-ı hatalı okumakla suçlamaları, Hz.Osman
(r.a.)'da işin daha da kötüye gitmesi endişesini artırdı ve bu mushaflar tek
bir mushafta çoğaltıldı.
Bu nedenle şu
anda elimizde bulunan mushaf, Resulullah (as)'e inen mushafın ve Resulullah
(as)'ın önünde yazılan sahifelerin bizzat aynısıdır. Ve yine şu anda elimizde
bulunan Mushaf, Hz.Ebu Bekir (r.a.)'ın bir araya getirip tek bir mekânda
muhafaza altına aldığı, Osman (r.a.)'ın da bu nüshadan yedi nüsha olarak
çoğalttığı ve bu yedi nüshanın dışındakilerin yakılmasını emrettiği, yazısı ile
imlasıyla ayetlerinin ve sûrelerin tertibiyle Hz.Ebu Bekir (r.a.) zamanında bir
araya toplanan mushafın aynısıdır.
Resulullah
(as)'ın vahyin gelişine göre yazdırdığı, Hz.Ebu Bekir (r.a.)’ın toplayıp bir
araya getirdiği ve buna göre de mushafın çoğaltıldığı ilk nüsha Medine valisi
Mervan zamanına kadar mü'minlerin annesi Hafsa (r.anha)'nın yanında muhafaza
edildi. Mervan, Medine valisi olduğu dönemde mushaf nüshalarının her yerde
yaygın halde bulunduğu ve ilk nüshaya artık lüzum kalmadığı gerekçesiyle ilk
nüshayı, müminlerin annesi Hafsa'dan alarak imha ettirdi.
İbn Şihab'dan:
Salim b. Abdullah b. Ömer bana şöyle
haber verdi: “Mervan,
Muaviye'nin Medine valisi olduğu dönemde Hafsa (r.anha)'dan Kur'an'ın yazıldığı
sayfaları istedi. Ancak Hafsa yanındaki sayfaları vermeyi reddetti. Salim dedi
ki: Hafsa vefat ettiğinde biz onu defnedip döndükten sonra, Mervan Abdullah b.
Ömer'e Hafsa (r.a.)'nın yanındaki sayfaların kendisine gönderilmesi hususunda
ısrar etti. Abdullah b. Ömer de bu sayfaları gönderdi. Mervan bunların imha
edilmesini emretti. Ve bu sayfalar yırtılıp yok edildi. Bu hareketini de şöyle
nedenlendirdi: "Ben bu işi, zamanla insanların bu sayfalar hakkında
şüpheye düşmelerinden korktuğum için yaptım."
Kur'an'ın yazısı tevkifi olup muhalefet etmek
caiz değildir. Buna delil, Resulullah (a.s)'e gelen vahyi yazan kâtiplerin
bulunmasıdır. Vahiy kâtipleri Kur'an-ı bu yazı ile yazdılar ve Resulullah (a.s)
de onların bu şekilde yazmalarını kabul etti. Resulullah (as)'ın hayatı boyunca
herhangi bir değişiklik olmaksızın Kur'an'ın yazılışı bu şekilde devam etmiştir.
Sahabeler de Kur'an-ı yazdıkları halde onlardan hiçbirinin bu yazı şekline
muhalefet ettikleri rivayet edilmemiştir. Hz. Osman (r.a.) hilafete geçince
müminlerin annesi Hz. Hafsa (r.anha)'nın yanında muhafaza edilen sayfalardan bu
yazı şekline göre mushaflar çoğaltıldı ve diğer mushafların yakılması
emrolundu.
Aynı zamanda Kur'an'ın yazısı o döneme kadar
alışılagelen Arap yazısının dışında bir yazı şeklini ortaya koymaktadır. Bu
farklılık, Kur'an'ın yazısının bir ıstılah olmayıp yalnızca tevkifi bir yazı
şekli olduğundan başka bir anlama da gelmemektedir. Bu nedenle b2 ìq a kelimesi
Kur'an'da niçin (a ) ve (ô) ile değil de (ë) ve (a ) ile beraber aìj2 ìq a şeklinde yazıldı diye sorulamaz. Yine òã bß kelimesinde (a ) ilavesi varken òäß kelimesinde ise elifin
bulunmamasının ve áØîí ¤b2 kelimelerinin yazılışında (ô) harfinin iki defa
yazılmasının, Hacc sûresindeki(a ìÈ) kelimesi elif ilavesi ile yazılmışken Sebe
sûresinde (ìÈ) şeklinde elifsiz yazılmasının, diğer ayetlerde elifle aìnÇ şeklinde yazılan kelimenin
Furkan sûresinde elifsiz olarak ìnÇ şeklinde yazılmasının, (aìäßa)kelimesi her yerde elifle
yazıldığı halde Bakara sûresindeki (ëõbÏ ëõb ëõb2) kelimelerinin elifsiz
olarak yazılmasının, diğer ayetlerde(ì1Èí) şeklinde yazılan kelimenin
Nisa sûresinde elif ilavesi (ôãa aì1Èí) ile şeklinde yazılmasının sebebi nedir? denilemez.
Bu şekilde soru sorulamayacağı gibi müteşabih ayetlerin bir kısmında bazı
harflerin hazfedilmesinin/düşürülmesinin sebebi nedir? de denilemez. Yusuf ve
Zuhruf sûresinde (bãõG) kelimesindeki elif harfi düşürülürken diğer yerlerde elifle yazılması
da böyledir. Yine Fussilet sûresinde (paìà) kelimesinin yazılışında
vav harfinden sonra elif harfinin yazılması diğer yerlerde ise hazfedilmesi, (
bÈîß) kelimesinin yazılışında
elif mutlak olarak her zaman sabit kalırken Enfal sûresinde ise elifin
hafzedilmesi, nerede geçerse geçsin (bua) kelimesindeki elif sabit
kalırken Furkan sûresinde ise hazfedilmesi de aynıdır. Manada ve lafızda
herhangi bir ihtilaf olmamakla beraber yazı yönünden tek bir kelimenin
yazılmasında sûreler arasındaki bu farklılık, mushafın yazısının ictihada veya
anlayışa dayanmayıp işitmeye/vahye dönük bir olay olduğuna delalet etmektedir.
İşitmeye dayalı olan herşey ise tevkifidir.
Sûrelerin tertibinde ihtilaf olduğu
nakledilirken Resulullah (a.s)'ın gözleri önünde bu kelimelerin bu şekilde
yazılmasından dolayı herhangi bir ihtilaf ortaya çıkmadığı gibi ayetlerin
tertibinde de herhangi bir ihtilafın varlığından bahsedilmemiştir. Bu da
mushafın yazısının tevkifi olduğuna delalet eder. Resul (a.s)'ın bu yazı
şeklini ikrarı/kabul etmesi ve bu konu üzerinde sahabenin icması, lafız ve mana
birliği ile beraber aynı kelimenin farklı sûrelerde farklı şekillerde yazılması
gibi olayların tamamı, mushaflar üzerinde bulunan kelimelerin yazılış şeklinin
tevkifi bu yazıya bağlı kalmanın gerekli olduğunun, bu yazının dışında bir yazı
ile Kur'an-ı yazmanın haram olduğunun, onda değişiklik yapmanın mutlaka caiz
olmadığının apaçık delildir.
Burada Resul (a.s) ümmi idi yani okuma yazma
bilmiyordu, dolayısıyla onun ikrarına, kabulüne itibar olunmaz denilemez. Çünkü
Rasülün yazı şekillerini bilen kâtipleri vardı ve onlar kelimelerin nasıl
yazıldığını Rasüle bildiriyorlardı. Üstelik bazı hadislerde de geçtiği üzere
Resül (as) harflerin şekillerini biliyordu Ayrıca, yazdıran ve yazanlar aynı
kişiler oldukları halde kâtipler, devlet başkanlarına ve krallara gönderilmek
üzere yazdıkları mektuplarda, vahy geldiği zaman sahifelere yazmış oldukları
Kur'an yazısının dışında Arapların alışageldikleri normal yazıyı
kullanıyorlardı.
Kur'an'ın yazımında Osman (r.a.) kullandığı yazıya bağlı kalmak yalnızca mushafın tamamına has bir durumdur. Ancak bunun yanında, delil olarak kullanırken veya eğitim amacıyla veya başka amaçlarla tahta üzerine mushafın dışında farklı bir yazım ile Kur'an-ı yazmak caizdir. Çünkü Resülün ikrarı ve Sahabenin icması diğerlerinde değil yalnızca mushaf üzerinde gerçekleşmiştir. Dolayısıyla birbirlerine kıyas yapılamazlar. Çünkü mushafın yazısının tevkifi oluşu herhangi bir illete bağlı değildir. İllet olmayan yerde kıyas da olmaz, yapılamaz.
Kur'ân'ın
bazı sûrelerinin başındaki hece harfleri. Kur'ân'ın yirmidokuz sûresi bu
harflerle başlamaktadır. Bu sûrelerden üç tanesi bir; on tanesi iki; onüç
tanesi üç; iki tanesi dört ve bir tanesi de beş mukattaa harfiyle
başlamaktadır.
Bu sûreleri
şöylece sıralayabiliriz: Bakara, Âlu İmran, A'râf, Yunuş Hud, Yusuf, Ra'd,
İbrahim, Hicr, Meryem, Neml, Kasas, Ankebut, Rum, Lokman, Secde, Yâsîn, Sâd,
Mü'min, Fussilet, Tâhâ, Şuarâ, Câsiye, Ahkâf, Kaf, Kalem, Şurâ, Zuhruf, Duhan.
Bu sûrelerin
yirmiyedisi Mekke'de nazil olmuştur. Bakara ve Âlu İmrân süreleri Medenîdir.
İslâm
bilginleri Mukattaa harflerinin tam bir âyet olup olmaması konusunda ihtilaf
etmişlerdir.
Bu harflerin
ne anlama geldiği konusunda pek çok görüş ileri sürülmüştür.
Bir kısım
âlimlere göre bu harfler, Kur'ân'ın esrarındandır. Allah bunların hakikatini
bilmeyi kendine tahsis etmiştir. Bu görüşte olan âlimler haliyle onları tefsir
etmekten kaçınmışlardır. Görüşlerini teyid sadedinde seleften birtakım
rivayetler de nakletmişlerdir. Şa'bî, Süfyan es-Sevrî ve muhaddislerden bir
topluluktan yapılan rivayetlere göre onlar şöyle demişlerdir: "Allah'ın
her kitabında bir sırrı vardır; bunlar da Kur'ân'daki sırrıdır. Bunlar, sadece
Allah'ın bildiği müteşâbihattandır. Onlar hakkında konuşmamız gerekmez (caiz
olmaz). Onlara inanır ve nakledildikleri gibi okuruz. Benzeri görüşler Hulefa-i
Râşidîn ile İbn Mes'ûd'a da nisbet edilmiştir.” [234]
Özellikle
kelâmcılar bu görüşü tasvip etmezler; Allah'ın kitabında, mahlûku için mefhumu
olmayan şeyleri irad etmesini uygun görmeyip bu görüşü redde dair âyet ve
hadislerden deliller nakletmiş ve aklî deliller ileri sürmüşlerdir. [235]
Onlara anlam
verenler ise, değişik birçok görüş ileri sürmüşlerdir. Biz bunlardan sadece
önemli bulduğumuz bir kaç tanesini nakletmekle yetineceğiz:
a- Bu
harflerden her birinin Allah'ın isim ve sıfatlarıyla başka isimlere delâlet
ettiğini ileri sürenlerin görüşü
Bu konuda
selefe nisbet edilen görüşler de vardır. Bu görüşlerin büyük çoğunluğu İbn
Abbâs'a nisbet edilir.
Meselâ İbn
Abbâs'a nisbet edilen bir görüşe göre "Kâf-hâ-yâ-ayn-sâd"
harfleri Allah'ın şu isimlerine delâlet ederler "el-Kerîm, el-Hâdî,
el-Hakîm, es-Sâdik"[236]
"Elif-lâm-mîm" harfleri, "Ben Allah'ım daha iyi
bilirim" anlamındadır .
Buna benzer misâlleri çoğaltmak mümkündür. Bir kısım
âlimler, bazı gerekçeler ileri sürerek bu görüşe karşı çıkmışlardır. Her şeyden
önce bu harflerin bu anlama geldiğine dair tutarlı bir dayanak mevcut değildir.
Meselâ bir "kaf" harfi için Allah'ın "Kahir” ismine delâlet ediyor da "Kuddûs",
"Kadîr" veya "Kavî" isimlerine delâlet etmiyor?
[237]
Ayrıca bir
harf ya da harf gurubunun anlamıyla ilgili olarak bir sahabeden meselâ İbn
Abbas'tan nakledilen farklı anlamlar o kadar çok ve birbirinden uzaktır ki, bu
durum rivayetlere itimadı sarsmaktadır.
b-
Kur'ân'ın icâzına delâlet ettiklerini söyleyenlerin görüşü:
Huruf-u
mukatta ile muhataplara şu mesaj verilmektedir: Kurân-ı Kerîm, Arapların
konuşmalarında kullandıkları bu hece harflerinden oluşan kelimelerden meydana
gelmektedir. Kur'ân bu kelimeleri kullanarak öyle bir ifade uslûbu ortaya
koymuştur ki beserin bunun gibisini ortaya koyması mümkün değildir. Oysa
Araplar da konuşmalarında aynı hammaddeyi kullanıyorlar. Eğer bu Kur'ân Allah
tarafından indirilmemiş olsaydı, onlar da Kur'ân'ın fesahatine denk bir fesahat
tuttururlardı.
Bu görüşü
ileri sürenler, görüşlerine gerekçe olarak da şunu söylerler: Bu harflerle
başlayan sûreler yirmi dokuz âdet olup hece harflerinin sayısı da yirmi
dokuzdur. Ayrıca her harf grubundan biri huruf-u mukattaa içerisinde Kur'ân'da
zikredilmiştir.
Arap dilinde
kelimelerin harf sayısı ile de Hurûf-u Mukattaanın bir ilişkisi vardır. Şöyle
ki; Arap dilinde kelimeler ya bir, ya iki, ya üç, ya dört, ya da beş harften
oluşmaktadır. Arapça'da beş harften fazla harften oluşan kelime yoktur. Hurûf-u
Mukattaa da birden başlamak üzere beş harfe kadar bir arada zikredilmiştir
c- Uyarı
harfleri olduklarını söyleyenlerin görüşü
Bu görüşü
ileri sürenler, şöyle derler: Cahiliyye Arapları da kasidelerinde birtakım
tenbih (uyarı) edatlarıyla başlar, böylece muhatabın dikkatini kendi sözlerine
çekmek isterlerdi. Kur'ân-ı Kerîm, onları kullandığı uyarı harflerinden farklı
olarak bu harfleri kullanmıştır. Çünkü bu harfleri kullanmaktan maksat,
muhatabın dikkatini çekmektir. O halde farklı harflerin kullanılması, bu görevi
daha mükemmel bir şekilde yerine getirecekti ve Kur'ân da bunu yaptı.
Bu saydığımız
görüşlerin dışında pek çok görüş ileri sürülmüştür. Ancak diğer görüşlerin
hemen hemen tamamının bir dayanağı yoktur. Bu nedenle bunlarla iktifa etmeyi
uygun gördük.
Kur’an-ı
Kerim’de geçen “Huruf-u Mukattaa” harfleri şunlardır:
1-Bakara: ¬á¬Ûa
2- Âlu İmran: ¬á¬Ûa
3- A'râf: ¬¬à¬Ûa
4-Yunus: ¬Ûa
5-Hud: ¬Ûa
6-Yusuf: ¬Ûa
7-Ra'd:
¬à¬Ûa
8- İbrahim:
¬à¬Ûa
9-Hicr: ¬Ûa
10- Meryem:
¬¬È¨î¨è¬×
11-Taha:
¨é¨
13-Neml: ¬
14- Kasas: ‡¬
15- Ankebut: ¬á¬Ûa
16- Rum: ¬á¬Ûa
17-Lokman: ¬á¬Ûa
18- Secde: ¬á¬Ûa
19-Yâsîn: ¬¨í
20- Sâd: ¬
21- Mü'min: ¬á¨y
22- Fussilet: ¬á¨y
23-Şura:
®¬Õ¬¬Ç ¬á¨y
24-Zuhruf: ¬á¨y
25-Duhan: ¬á¨y
26-Câsiye: ¬á¨y
27-Ahkâf: ¬á¨y
28-Kaf: Ö
29-Kalem: ¾
Yedi harf.
Terim olarak Ahruf-i Seb'a, Tefsir tarihinde birçok ihtilâfa sebep olmuş bir
konudur: Kur'an-ı Kerim'in yedi harf üzerine nazil olduğu hususunda rivayet
edilen bir hadîs-i şerifte Hz. Peygamber (as) şöyle buyurur:
¢é¨£ÜÛa ó £Ü
¡é¨£ÜÛa 4ì¢ £æ ªa ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa
ó¡ ¢é¤ä Ç ë g
§Ò¤ y ó¨Ü Ç
æ¨a¤¢Ô¤Ûa ¢3í©¤j¡u ó©ã ªa ¤Ó ªa
4b Ó á £Ü ë ¡é¤î Ü Ç
Ò¢¤y ªa
¡ò Ȥj ó¨Û¡«a ó¨è n¤ãa ó £n y
¢ê¢í© n¤ ªa ¤4 ªa ¤á Ü Ï
İbn-i Abbâs (ra) 'dan rivâyete göre Resûlullâh (as)
şöyle buyurmuştur:
Bana Cibrîl Kur'ân'ı, bir okunuş üzerine okuttu. Ben de
durmadan bunun artması (ve Arabın bundan başka okuyuşlarıyla de okunmasını)
isterdim. Tâ yedi türlü okunuşa erişinceye kadar bu dileğimde ısrâr ettim. (Her
talebim Allah tarafından is'âf olundu).[238]
¢o¤È¡à 4b Ó
¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa ó¡ ¡lb £À ¤Ûa ¡å¤2
à¢Ç ¤å Ç g
¡4ì¢ ¡ñb î y
ó©Ï ¡æb Ó¤¢1¤Ûa ñ ì¢ ¢ªa ¤Ô í
§áî©Ø y å¤2 âb '¡ç
¡é¡m õ¬a ¡Ô¡Û
¢o¤È à n¤b Ï á £Ü ë ¡é¤î Ü Ç
¢é¨£ÜÛa ó £Ü ¡é¨£ÜÛa
¢4ì¢ b èî¡ä¤ö¡¤Ô¢í
¤á Û §ñ î©r × §Ò뢢y ó¨Ü Ç
¢ªa ¤Ô í ì¢ç a ¡«b Ï
¡ñì¨Ü £Ûa ó¡Ï
¢ê¢¡ëb ¢ªa ¢p¤¡Ø Ï á £Ü ë
¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü ¡é¨£ÜÛa
Ú ªa ¤Ó ªa
¤å ß ¢o¤Ü¢Ô Ï ¡é¡öa
¡¡2 ¢é¢n¤j £j Ü Ï
á £Ü ó £n y
¢p¤ £j n Ï
¢4ì¢
b èî©ã ªa ¤Ó ªa 4b Ó ¢ªa ¤Ô m
Ù¢n¤È¡à ó©n £Ûa ñ 좣Ûa ¡ê¡¨ç
4ì¢
£æ¡«b Ï o¤2 × ¢o¤Ü¢Ô Ï
á £Ü ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü
¡é¨£ÜÛa
ó¨Ü Ç
b èî©ã ªa ¤Ó ªa ¤ Ó á £Ü
ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü ¡é¨£ÜÛa
¡é¨£ÜÛa ¡4ì¢ ó¨Û¡«a
¢ê¢
ì¢Ó ªa ¡é¡2 ¢o¤Ô Ü À¤ãb Ï
p¤ªa Ó b ß¡¤î Ë
¢ªa ¤Ô í
a ¨ç ¢o¤È¡à ó¡£ã¡«a ¢o¤Ü¢Ô Ï á £Ü
ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü
¢4ì¢
4b Ô Ï b èî©ä¤ö¡¤Ô¢m ¤á Û §Ò뢢y
ó¨Ü Ç ¡æb Ó¤¢1¤Ûa ¡ñ 좡2
¢âb '¡ç b í
¤ªa ¤Óa ¢é¤Ü¡¤ ªa á £Ü ë
¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü ¡é¨£ÜÛa
¢4ì¢
4b Ô Ï ¢ªa ¤Ô í ¢é¢n¤È¡à ó©n £Ûa
ò öa¬ ¡Ô¤Ûa ¡é¤î Ü Ç
ªa Ô Ï
4b Ó £á¢q
¤o Û¡¤ã¢ªa Ù¡Ûa × á £Ü
ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü ¡é¨£ÜÛa
4b Ô Ï
ó¡ã ªa ¤Ó ªa ó©n £Ûa
ò öa¬ ¡Ô¤Ûa ¢p¤ªa Ô Ï
¢ à¢Ç b í ¤ªa ¤Óa
¤o Û¡¤ã¢ªa
Ù¡Ûa × á £Ü ë ¡é¤î Ü Ç
¢é¨£ÜÛa ó £Ü ¡é¨£ÜÛa ¢4ì¢
b ß a¢ªë ¤Ób Ï
§Ò¢¤y ªa ¡ò Ȥj ó¨Ü Ç 4¡¤ã¢ªa
æ¨a¤¢Ô¤Ûa a ¨ç £æ¡«a
P¢é¤ä¡ß
£ î m
Ömer İbn-i Hattâb (ra)'den şöyle dediği rivâyet
olunmuştur: Resûlullâh (as)'in sağlığında (namazda) Hişâm İbn-i Hakîm'in Furkân
Sûresi'ni okuduğunu işittim. Duydum ki, Hişâm bu sûreyi Resûlullâ
h'ın bana okumadığı birtakım lehcelerle okuyor. Az kaldı
üzerine atılacaktım. Fakat selâm verinceye kadar güçlükle sabrettim. Selâm
verir vermez (kaçırmamak için) hemen ridâsını göğsünün üzerinde toparlayıp:
- Bu sûreyi sana -duyduğum gibi- kim okuttu? diye
sordum. Hişâm:
- Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem okuttu, dedi.
- Yalan söylüyorsun. Çünkü Resûlullâh bu sûreyi bana,
senin okuduğundan başka bir lehce ile okuttu dedim. Ve onu yakasından tutarak
Resûlullâh'a götürdüm:
- Yâ Resûla'llâh, şunun Furkân Sûresi'ni bana okuttuğun
lehceden başka bir lûgatla okuduğunu işittim, dedim. Resûlullâh bana: Hişâm'ın
yakasını bırak, buyurdu. Ona da:
- Yâ Hişâm, oku diye, emretti. O da işittiğim veçhile
Resûlullâh'a da okudu. Bunun üzerine Resûlullâh:
- Bu sûre böyle inzâl olundu, buyurdu. Bundan sonra bana
da:
- Yâ Ömer oku, diye emretti. Ben de Resûlullâh'ın bana
vaktiyle okuttuğu gibi okudum. Bana da:
- Bu sûre böyle
indirildi. Yâ Ömer! Bu Kur'ân yedi lûgat ve yedi lehce üzerine gönderildi.
Bunlardan hangisi kolayınıza gelirse onu okuyunuz, buyurdu.
Bu
konuda ufak tefek farklılıklarla pek çok hadis, hadis mecmualarında yer alır. [239]
Hz. Peygamber (a.s)'ın hadisinde geçen yedi harften
ne kastedildiği tam olarak bilinemediği için bu yedi rakamının değişik yedi
şeye delâlet ettiği ifade edilmiş ve bunun tabiî sonucu olarak bilginler
arasında görüş ayrılıkları meydana gelmiştir. Bazı âlimlere göre yedi harften
kastedilen yedi şey şunlardır: Emir, Nehiy (yasak), Helâl, Haram, Muhkem,
Müteşabih, Emsâl. Diğer bazılarına göre ise, yedi harften maksat, yedi
kıraattir.
İslâm bilginleri arasında yaygın olan görüşlerden
biri olarak, Kur'an-ı Kerim'in yedi harf üzere nazil oluşundan maksat, onun
yedi lehçe ve yedi lûgat üzere inişidir. Süfyan b. Uyeyne (v. 198/812),
Abdullah İbn Vehb, (v. 197/812), Taberî (v. 310/922), Tahâvî (v. 321/933) ve
diğer birçok ilim erbabına göre yedi harften maksat, yakın manada olan değişik
lâfızlardır. Ebû Ubeyd el-Kâsım b. Sellâm (ö. 223/837)'a göre yedi harften
maksat, yedi Arap lûgatıdır. el-Kâdi İbnu't Teymiyye ise, yedi harfin yedi
kıraat olduğunu ifade eder.
Kur'an-ı
Kerîm'in yedi harf üzere nazil olduğunu gösteren ve ufak tefek rivayet
değişiklikleriyle bize ulaşan hadisi şeriflerin hepsi sahihtir. Hattâ Ebû Ubeyd
el-Kasım b. Sellâm, bunların mütevatir olduklarına hükmeder.[240]
Ancak, bu yedi harfin neyi ifade ettiği hususunda âlimler arasında bir türlü ittifak hasıl olmamıştır. Merhum şehid, Prof. Dr. Subhi es-Salih bu konuda şunları kaydeder: "Bu yedi harften maksat -Allahu 'alem- bu ümmet için kolaylık gösterilen yedi vecihtir.” Okuyucu bu yedi vecihten hangisiyle Kur'an'ı okursa, isabet eder. Hz. Peygamber (as)'ın "Cebrâil bir harf üzere bana okuttu. Ona müracaat ettim ve tekrar tekrar mürâcaatımı yeniledim, nihayet yedi harfe ulaştı" [241] tarzındaki Hadis-i Şerifi bu hususu açıkça ifade eder gibidir." [242]
Arapça
bir kelime olarak "Kırâat" kelimesi, (Ka-ra-e/yak-ra-u)
aslından çekimi yapılan, semâ'î (yâni kâide dışı) bir mastardır. Türkçe’si: "Okumak"
demektir. "Kırâât" olarak çoğul yapılır ve bundan da "okumalar"
anlamı çıkarılır.
Kelimenin,
İslâmî anlamdaki ıstılâhî mânâsı ise; özellikle "Kur'an okumak, Kur'an
tilâvet etmek,” şeklinde özetlenebilir.
"Aşere" kelimesi de,
birincisi gibi Arapça'dır. Fakat, Arapça’daki telaffuzu: "aşera"
şeklindedir. Bu şekliyle, kelimenin Türkçe’deki sözlük mânâsı: "On tâne
bir" veya, yalnızca "On" demektir. Görüldüğü gibi,
kelime bir sayı bildirmektedir.
Kırâat
İlmi, "Kur'ân-ı Kerîm'in kelimelerinin okunuş şekillerini, râvîlerine
isnâd ederek bildiren bir ilimdir." [243]
Kırâat İlmi'nin kaynağı bazı hususlara
dayanır:
Hz.
Peygamber (as)'ın; "Kur'an yedi harf üzerine nâzil olmuştur. Bunlardan
kolayınıza geleni okuyunuz!.." mânâsıyla açıklanan sözleri kıraatin
çeşitlerini ifade eder. Hadis; Hişâm b. Hakîm'in namazda Furkân sûresini, kendi
bildiğinden başka bir okuyuşla okuduğuna şâhid olan Hz. Ömer'in, Hişâm'ı
yakapaça ederek Peygamber'in huzûruna çıkarması üzerine söylenmiştir [244]
Hadisteki
"Yedi Harf"den maksat: Kur'ân-ı Kerîm'in okunuş tarzları
olarak, Allah tarafından nâzil olan farklı ve birden fazla olan kırâatlerdir.
Bunlardan her hangi birisini okumak, nâzil olan Kur'ân'dan bir kısmını okumak
demektir. İşte bu farklı okunuşların, Kur'an'da yediye kadar çıktığı, İbn
Kuteybe (276/889), Ebu'l-Fadl er-Râzî (454/1062) ve İbnu'l-Cezerî (833/1429)
gibi büyük âlimler tarafından, ayrı ayrı örnekler verilmek suretiyle ortaya
konulmuştur. Özel olarak da, Kur'ân'ın bâzı kelimelerinde aynı durum mevcuttur.
Ancak bu farklı durumun, Kur'ân-ı Kerîm'in her kelimesinde olması ve aranması
da gerekli değildir. [245]
Asr-ı
Sa'âdet'te sahâbeler arasında kırâatlerde bazı farklılıklar görülüyordu.
Bunlar, Kırâat ilminin ikinci kaynağı olarak belirlenmiştir. Bu farklılıkların
çözümü için, Hz. Peygamber (as) sahâbeler arasında hakemlik yapmış ve her iki
tarafın da okuduğunu: "Böyle de nâzil oldu" meâlindeki
sözleriyle onaylamıştır.
Hişam
b Hakîm ile Ömer b. Hattâb arasında, Furkân sûresiyle ilgili olarak geçen
ihtilaf, bunun en çarpıcı örneğidir. [246]
Hz.
Osman zamânında, yine kıraatler konusunda ve yine sahâbeler arasında çıkan
farklı okuyuşlar Hz. Osman'ı İmam mushafları toplamaya yöneltmiştir.
Hz.
Osman'ın çoğalttırarak Mekke, Medîne, Kûfe, Basra ve Şam gibi şehir merkezlerine
gönderdiği mushaflarda mukayyed bulunan yazım (yâni resmi hat) farklılıkları
da, Kırâat ilmi kaynakları arasında görülür.
Sahâbe
ve Tabiîn ile Tebe-i Tâbiîn'den olarak, sika, yâni güvenilirlik özelliğine
sâhib olan âlimler tarafından nakledilen ve hiç bir itirâza da uğramaksızın,
İslâm ümmetince kabul gören Kırâat ihtilafları da bu kaynaklardan sayılmaktadır.
[247]
Kıratların Kısımları
Kırâat
ilminin ileri gelen âlimlerinden İbnu'l-Cezerî, Kur'ân-ı Kerîm'in kıraatlerini
Mütevâtir kıraatler; Sahîh kıraatler; Şâz kıraatler diye üç kısma ayırarak
hükümlere bağlamıştır:
Mütevâtir
kırâatları belirlemek için şu üç özelliği tespit etmiştir.
1)
"Kur'an" diye okunacak kırâat vechinin, bir tek îrab yönüyle
de olsa, Arapçıya uygun olması.
2)
Halîfe Hz. Osman (r.a) tarafından çoğaltılarak Mekke, Medîne, Kûfe, Basra ve
Şam'a gönderilen imam Mushaflardan birinin yazı şekline, takdîren de olsa uygun
düşmesi.
3)
O okuma şeklinin yani vechin bizlere kadar tevâtür yoluyla gelip ulaşmış olması.
[248]
"Bir
tek îrâb yönüyle de olsa, arapçaya uygun olması" ifâdesi: "Sened
zinciri bakımından tevâtür derecesine varan, yazı şekli bakımından da Hz. Osman
(r.a) mushaflarındaki şekle uygun olan bir telaffuz olayının, lugat âlimlerince
bilinmemiş olsa bike, Arab edebiyâtında bir kullanımının kesinlikle var
olması" şeklinde anlaşılmalıdır. [249]
İkinci
maddedeki "takdîren"den maksat ise, Kur'ân'a mahsus olan bir
yazı şeklinin, birden fazla okunabilme özelliği taşıması demektir. Meselâ: Bu
maddede söz konusu edilen mushafların hepsinde de, aynı şekilde yazıları bâzı
kelimelerin, bulundukları farklı sûrelerde farklı ve müteaddid okunuşu, işte bu
"takdîren" lafzının anlamıdır. Fâtiha, Âlu İmrân ve Nâs
sûrelerindeki (S) şeklinde yazılmış bulunan bu kelimenin, şekli değiştirilmeden
Fâtiha’da "Meliki" ve "Mâliki", Âlu İmran'da "Mâliki"
ve Nâs'da da "Meliki" telaffuzlarıyla okunması, durumun en
çarpıcı örneğidir.
Buradaki
"tevâtür"den maksat, "yalan üzerinde birleşmeleri
aklen ve âdeten câiz ve mümkün görülmeyen, sayı bakımından da çok olan bir
cemâatın, görülmüş yâhut ta işitilmiş bir şeye dâir verdiği haberdir ki,
işitenler üzerinde-haber verilen şey hakkında kesin bilgi ifâde eder."
[250]
İşte,
günümüzde bu üç özelliği (bu üç rüknü) kendisinde taşıyan kırâatlar, "Kırâat-ı
aşere"den başkası değildir. Bu kırâatlar yani "On
Kırâat", bütün İslâm dünyâsınca itirazsız kabul gören, okunan ve
okutulan kırâatlardır. Bunlara: "On İmamın Kırâatı" yâni: "On
İmamın Okuyuşu" veya: -orijinal adıyla-: “Kıraatu'l-E'immeti'l-Aşera"
denilmektedir. [251]
Bu
terimler arasında geçen "İmam" kelimesinden maksad: Öncelikle
Kur'ân-ı Kerîm'in hafızı olan; ikinci olarak da, kırâat ve i'rab vecihlerinin
detaylarını bilen; üçüncüsü, kelimelerin lugat ve ıstılah mânalarını anlayan;
dördüncüsü, kırâatlardaki kusurları çok iyi gören ve kaynakları iyice
tarayabilen âlimlerdir. Bir diğer ifâdeyle: İslâm dünyâsının her tarafından,
Kur'an'la ilgili bilgileri almak isteyen herkesin, kendilerine başvuracağı
kudretli âlim ve fâzıl kimselerdir. [252]
Mütevâtir
kırâatları, bu vasıflara sâhib olan imamlar, nesilden nesile ve kuşaktan kuşağa
gerçek anlamıyla ve hakkını vererek aktarmak suretiyle, günümüze
ulaştırmışlardır. Bu mütevâtir "On Kırâat"ın her biri,
kesinlik ve makbûliyet bakımından, diğerinden farksızdır. Çünkü bunlar, sahîh
kırâatlardır. Reddedilmesi câiz olmadığı gibi, inkâr edilmeleri de helal
değildir. İşte bu özelliklerinden dolayı da, bu kırâatları insanlığın kabûl
etmeleri ve bunlarla amel etmeleri vâcibtir. [253]
Kırâat
âlimleri, naklettikleri kırâat vecihlerinde, yukarıda zikrettiğimiz üç rüknün
tamâmının bulunmasını ve ancak bu takdirde o vechin, Kur'an'dan kabûl
edilebileceğini, namaz ve namaz dışında Kur'an olarak okunabileceğini
benimsediklerinden; bu üç rüknün bir tânesinden bile yoksun bulunan kırâat
vecihlerinin, Kur'an olarak okunmasına ve okutulmasına da asla müsaade
etmemişlerdir.
Bu
noktada, bilinmesi gereken bir önemli husus da şudur: İlk devir âlimlerinin örf
ve literatüründe; kırâatları nâkil ve râvîlerine isnâd ve mal etmek diye bir
şey yoktu. Onların nazarında böyle bir durum çirkin görülüyordu. Bundan dolayı
da onlar: "Kırâatü'l-A'meş" veya "Kırâatu Ebî
Abdirrahmân es-Sülemî" gibi sözlerle iki sebepten dolayı kırâatları
şahıslara atıfta bulunmamışlardır:
1)
Bildirilen vecihlerin, sâdece o râvînin kendisine âit olduğu ve bir başka
râvîsinin bulunmadığı şeklinde anlaşılmasından korkulduğu için;
2)
Kırâat vecihlerinde, ictihad ve şahsî görüşün de etkisi varmış gibi bir yanlış
kanâate yer verilmemesi için.
Nihâyet,
zamanın Asr-ı Seâdet'le arası açıldıkça; kırâatlarla ilgili titizlikler de, o
nisbette zayıfladı. Rivâyet ortamı ise, oldukça genişledi. İsnatlar çeşitlendi
ve râvîler de çoğaldı. Bunun üzerine âlimler kaygıya düştüler ve bu durumun,
müslümanlara yansıyarak, aralarında kargaşalar çıkmasını önlemek maksadıyla,
kırâatları yeniden tetkîk edip tam bir kontrol altına almak üzere çalışmalara
başladılar.
Böylece
kırâatlarla ilgili rivâyet, tarik ve isnatlar, birer araştırma konusu olarak
ele alındı. Bu araştırmalar tamamlanınca, Kırâatlarla ciddî anlamda ilgilenen,
onları hakkıyla okuyup-okutan, onlara zaman ve emeğinin pek çoğunu ayıran,
belli sayıda âlimler olduğu anlaşıldı. Bunlar, belli beldelerde, kırâat
işleriyle devamlılığa yakın veyâ devamlı olarak meşgûl olan, kısacası sırf bu
işle ün yapan sayılı kişilerdi. Bu zevât üzerinde, zabt, itkân, dikkat, sened
ve icâzet silsilesine riâyet gibi noktalarda da, ayrı ayrı gözlem ve
araştırmalar yapılıyordu.
Yapıları
bu araştırmaların sonuçlarına göre; bunlardan bâzılarına imam bâzılarına Râvî,
bâzılarına da Tarık unvanları verilerek, bunların diğer âlimlerden ayrı ve özel
bir statüye sahip oldukları kabul ve ilân edildi. İslâm diyarının neresinde
bulunurlarsa bulunsunlar, bunların bulundukları belde insanlarının, Kur'an
adına onlar tarafından yapılacak rivâyet ve haberleri kabul etmeleri ve
onların, bu konuda söylediklerine rıza gösterip itirazda bulunmamaları için
bildiriler yayımlandı. Böylece bu âlimlerden her biri, bulundukları beldelerde
kırâat ilminin sözcüsü ve özel adıyla da imamları olarak târihteki yerlerini
aldılar ve bütün müslümanlarca da kabul gördüler.[254]
Şimdi,
mütevâtir "Kırâat-ı Aşere" = (On Kırâat)'ın İmam, Râvî ve
Tariklarının, hangi isimlerden olduğunu kısaca ve sıra ile belirtmeğe
çalışalım:
1)
Nâfi b. Ebî Nü'aym (Ebû Rüveym) el-Leysî (169/785). Medîne Kırâ'at İmamı'dır.
Sembolü yâni remzi elif (x)dir. Râvî'leri, meşhur olarak ikidir:
A)
Kalûn (220/835), birinci Râvî olup işâreti Be'dir.
B)
Verş (197/812), ikinci Râvî olup işâreti Cîm'dir.
Tarikleri:
Kalûn'a
bağlı olarak:
1)
Ebû Neşît (285/898),
2)
Hulvânî (250/864).
Ebû
Neşît'a bağlı olarak:
3)
İbnu Bûyâ (344/955),
4)
el-Kazzâz (x)
Hulvanî'ye
bağlı olarak:
5)
İbnu Ebî Mihrân (289/901),
6)
Ca'fer el-Bağdâdî (290/902).
Verş'e
bağlı olarak:
1)
Ezrak (240/854),
2)İsbehânî
(296/908).
Ezrak'a
bağlı olarak:
3)
en-Nahhâs (280/893),
4)
İbn Seyf (307/919)
Isbehânı'ye
bağlı olarak:
5)
Hibetullâh (350/961),
6)
Muttavvi'î (371/981)
2)
Abdullah b. Kesir b. el-Muttalib Ebû Mabed (120/737). Tabiîn'den olup Mekke
Kırâat İmamı'dır. Sembolü Dal'dir. Meşhur Ravî'leri ikidir:
A)
Bezzî (250/864), birinci Râvî olup işâreti He'dir.
B)
Kunbul (291/903), ikinci Râvî olup işâreti Ze'dir.
Tarikleri:
el-Bezzi'ye
bağlı olarak:
1)
Ebû Rabî'a (294/906),
2)
İbnu'l Habbâb (301/913).
Ebû
Rabı'a'ya bağlı olarak:
3)
en-Nakkâş (351/961),
4)
İbnu Bennân (374/984).
İbnu'l-Habbâb'a
bağlı olarak:
5)
Ahmed b. Sâlih (350/961),
6)
Abdulvâhıd (349/960).
Kunbül'e
bağlı olarak:
l)
İbnu Mucâhid (324/935),
2)
İbnu Şen(e)bûz (328/939).
İbnu
Mücâhid'e bağlı olarak:
3)
Şâmirî (386/996),
4)
Sâlih h. Muhammed (380/990).
İbnu
Şen(e)bûz'e bağlı olarak:
5)
el-Kâdî Ebu'l-Ferec (390/999),
6)
eş-badvî (388/997).
Ebu'l-Ferec'e
bağlı olarak:
7)
Ebû Tağleb(x),
8)
el-Habbâz(î) (398/ 1007).
3)
Zibbân b. el-'Alâ'i Ebû Amr et-Temımî el-Mâzinî (154/770). Basra kırâ'at
İmamı'dır. Sembolu Hâ'dır. Meşhur iki Râvî'sinden:
A)
Dûrî (246/860), birinci Râvî olup isâreti Tı'dır.
B)
Sûsî (261/874), ikinci Râvı'si olup işâreti Ye'dir.
Tarikleri:
Dûri'ye
bağlı olarak:
1)
Ebu'z-Zârâ' (280/893,
2),
İbnulliel-ah (303/915)
Ebu'z-Zarâ'i'ye
bağlı olarak:
3)
İbnu Mucâhid (324/935),
4)
Muhammed b. Yâkûb (320/932).
İbnu'l-Ferah'a
bağlı olarak:
5)
İbnu Ebî Bilâl (358/968),
6)
Muttavvi'î (371/981).
Sûsi'ye
bağlı olarak:
1)
İbnu Cerîr (316/928),
2)
İbnu Cumhûr (300/912).
İbnu
Cerîr'e bağlı olarak:
3)
Sâmirî (386/996),
4)
İbnu Habs, ed-Dîneverî (373/983).
İbnu
Cumhûr'a bağlı olarak:
5)
Şezzâ'î (370/980),
6)
Şen(e)bûzı , 388/998).
4)
Abdullah b. 'Âmir b. Yezîd el-Yahsabî Ebû İmrân (118/736). Şam kırâat İmamı'dır.
Tâbi'indendir. Sembolü Kef'dır. Meşhur iki Râvî'si vardır:
A)
Hişâm (245/859), birinci Râvı'si olup işâreti Lâ'dır.
B)
İbnu Zekvân (242/856), İkinci Râvı'si olup işâreti Mîm (h)dir.
Tarikleri:
Hişam'a
bağlı olarak:
l)
Hulvânî (250/864),
2)
Dâcûnî 324/935)
Hulvânî'ye
bağlı olarak:
3)
İbnu Abdân (300/912),
4)
el-Cemâlu'l-Ezrak (300/9'2).
Dâcûnî'ye
bağlı olarak:
5)
Zeyd Ebî Bilâl (358/968),
6)
eş-Şezzâ'î (370/980).
İbnu
Zekvân'a bağlı olarak:
1)
Ahfeş (292/904),
2)
Sûrî (307/919).
Ahfeş'e
bağlı olarak:
3)
Nakkâş (351/962),
4)
İbnu'l Ahrum (341/952).
Sûrî'ye
bağlı olarak:
5)
er-Ramlî (324/935),
6)
Muttavvi'î (371/981)
5)
Âsım b. Behdele Ebi'n-Necûd Ebû Bekr el-Esedî el-Kâhilî (127/744). Tebe-i
Tâbi'îndendir, Kûfe kırâat İmamı'dır. Sembolü Nûn (a)dur, Meşhur iki Ravi'si
vardır.
A)
Ebû Bekr Şu'be (193/805), birinci Râvî'si olup işâreti Sâd'dır.
B)
Hafs b. Süleymân (180/ 796), ikinci Râvî'si olup işâreti Ayn'dır,
Tarikleri:
Ebû-Bekr'e
bağlı olarak:
1)
Yahyâ b. Âdem (203/818),
2)
Uleymî (243/857).
Yahyâ
b. Âdem'e bağlı olarak:
3)
Şuâyb (261/874),
4)
İbnu Hamdûn (240/854).
Uleymî'ye
bağlı olarak:
5)
İbnu Huley' (356/966),
6)
er-Razzâz (360/970).
Hafs'a
bağlı olarak:
1)
Ubeyd b. es-Sabbâh (235/849),
2)
Amr b. es-Sabbâh (221/835).
Ubeyd
b. es-Sabbâh'a bağlı olarak:
3)
Hâşimî (368/978),
4)
Ebû Tâhir b. Hâşim (349/960).
Âmr
b. es-Sabbâh'a bağlı olarak:
5)
el-Fîl (289/901),
6)
ez-Zer'ân (290/902).
6)
Hamvva b. Habîb b. Ammâra b. İsmâîl Ebû Ammâratu'l-Kûfi et-Teymî (157/773).
Tebe-i Tâbi'îndendir. Kûfe Kırâat imamı'dır. Sembolü Fe'dir. Meşhur iki Râvî'si
vardır:
A)
Halef el-Bezzâr (229/843), birinci Râvî'si olup işâreti Dâd'dır.
B)
Haliâci (220/835), ikinci Râsî'si olup işâreti Kaf'dır.
Tarikleri:
Halef'e
bağlı olarak:
1)
İdrîs el-Haddad (292/904),
İdrîs
el-işaddâd'a bağlı olarak:
2)
Ahmed b. Usmân (334/945),
3)
ibnu Miksem (354/965),
4)
Ahmed b. Sâlih (340/951),
5)
Muttavvi'î (371/981).
Hallâd'a
bağlı olarak:
l)
İbnu Şâzan (286/899),
2)
İbnu'l Heysem (249/864).
3)
el-Vezzân (250/864),
4)
et-Tulehî (252/866).
7)
Ali b. Hamza el-Kasâ'î (189/804). Fars asıllıdır. Kırâat ve lugatta İmam'dır.
Hamza'dan sonra, Kûfe Kırâat imamı olmuştur. Sembolü Râ (u)dır.
Meşhur
iki Râvî'si vardır:
A)
Ebu'l-Hâris (240/854), birinci Râvî'si olup işâreti SEn(aş)dir.
B)
Dûrı (246/860), ikinci Râvî'si olup işâreti Te'dir. Aynı zamanda da, yukarıda
geçen 3. İmamın I.râvîsidir.
Tarikleri:
Ebu'l-Hâris'e
bağlı olarak:
1)
Muhammed b, Yahyâ (300/912),
2)
Seleme b. Âsım (270/8833).
Muhammed
b. Yahyâ'ya bağlı olarak:
3)
el-Betı (300/912),
4)
el-Kantarî (310/922).
Seleme
b. Asım'a bağlı olarak:
5)
Ebu'l-Abbâs Seâleb (291/903),
6)
Muhammed b. el-Ferec (300/912)
Dûrî'ye
bağlı olarak:
1)
Câfer en-Nusaybı (307/919),
2)
Ebû Usmân ed-Darîr (310/922)
Câfer
en-Nusaybıaye bağlı olarak:
3)
İbnu'l-Celendâ (340/951),
4)
İbnu Deyzûye (330/941).
Ebû
Usmân ed-Darîr'e bağlı olarak:
5)
ibnu Ebî llâsim (349/960),
6)
eş-Şezzâ'î (370/980),
8)
Ebu Câ'feri'ezıd b. el-Ka'ka el-Mahzûmî el-Medenî (130/747). Tâbiînin meşhurlarındandır.
Medîne Kırâat İmamı'dır. Sembolü, İbnulCezelı'ye göre peltek; Sef ),
diğerlerine göre "Câfer isminin ilk hecesi Ca'dır.
Meşhûr
iki Râvîsi vardır:
A)
İbn Verdân (160/776), birinci Râvî'si olup, ibnu'l-Cezerı'ye göre işâreti
noktalı Ha'dır, diğerlerine göre de, isminin ilk hecesi olan "î"dir.
B)
İbn Cemmaz (170/786)'dan sonra, ikinci Râvî'si olup İbnu'l-Cezerî'ye göre
işâreti peltek Zâl'dir. Diğerlerine göre de, "Cemmâz"
sıfatının ilk hecesi "Cem"dir.
Tarikleri:
İbn
Yerdân'a bağlı:
1)
Fadı b. Şâzân(370/980),
2)
liibetullâh b. Câ'fer (350/961)
Fadı
b. Şâzân'a bağlı olarak:
3)
İbnu Sebîb (312/9'4).
4)ibnül
Harûn (330/941).
Hibetullâh
b. Câ'fere bağlı olarak:
5)
el-Hanbelî (350/999),
6)
el-Hammâmı (417/1026).
İbn
Cemmaz'a bağlı olarak:
l)
Ebû Eyyûb el-Hâsimî (216, '831),
2)
ed-Dûrî (245/860).
el-Hâşimî'ye
bağlı olarak:
3)
İbnu Rezyen (253/867),
4)
el-Ezraku' l-Cemâl.
Dûrî'ye
bağlı olarak:
5)
İbnu'n-Neffâh (314/926),
6)
İbnu Nehşel (294/906).
9)
Yâkûb b. İshâk b. Zeyd b. Abdullâh b. Ebî İshâk el-Hadramı el-Basrî (205/820).
Basra Kırâat İmamı'dır. İbnu'l-Cezerî'ye göre remzi peltek Zı harfidir.
Diğerlerine göre de "Yâkûb" isminin ilk hecesi olan "Ya"
dır. Meşhur iki Râvîsi vardır:
A)
Rüveys (238/852), birinci Râvîsi olup işâreti İbnu'l-Cezerî'ye göre Gayın
harfidir. Diğerlerine göre ise "Ya" hecesidir.
B)
Ravh (235/849), ikinci Râvîsi olup, sembolü İbnu'l-Cezerî'ye göre Şin harfidir.
Diğerlerine göre "Hah" hecesidir.
Tarikleri:
Rüveys'e
bağlı olarak ve hepsi Temmâr (366/976) tarîkından:
1)
en-Nehhâs (368/978),
2)
Ebi'tTayyib (350/961),
3)
İbnu Miksem (354/965),
4)
Cevherî (İ.Habşân) (340/951)
Ravh'a
bağlı olarak:
1)
İbn Vehb (270/883),
2)
ez-Zübeyrî (300/912)
İbn
Vehb'e bağlı olarak:
3)
el-Muaddil (320/932),
4)
Hamza b. Ali (320/932).
ez-Zübeyrî'ye
bağlı olarak:
5)
Gulâm b. Şen(e)bûz (328/939),
6)
İbnu Habşân (340/951).
10)
Halef b. Hişâm b. Sa'leb b. Halef el-Esedı el-Bağdâdî el-Bezzâr (229/843).
Altıncı İmam Hamza'nın birinci Râvısi olan bu zât, "Kırâat-ı
Aşere"nin sonuncusudur. İşâreti ittifakla Hal dir. Kûfe Kırâat
İmamı'dır. İki meşhur Râvîsi vardır:
A)
İshdk el- Verrak (286/899), birinci Râvîsi olup işâreti Sah (ve)dir.
B)
İdris el-Haddâd (292/904), ikinci râvîsî olup işâreti Seh(z)dir.
Tarikleri:
İshak
el- Verrak'a bağlı olarak:
1)
İbnu Ebî Ömer (352/963),
2)
el-Bursâtî (360/970),
3)
Muhammed b. ishâk (290/902).
İbn
Ebî Ömer'e bağlı olarak:
4)
es-Sûsencerdî (402/1011),
5)
Bekr b. Şâzân (405/1014).
İdris
el-Haddâd'a bağlı olarak:
1)
eş-Şetiî (370/980),
2)
Muttavvi'i (371/981)
3)
İbnu Bûyân (344/955),
4)
Ebû Bekr el-Kutay'î (368/978).
İşte
Kırâat-ı Aşere, yani On Kırâat; beşinci hicrî asra kadar, İmam, Râvî ve
Tariklarıyla beraber, kısaca yukarıya derc ettiklerimizden ibârettir. Okunan
bir vecih, râvîlerin ittifâ kıyla İmam'a atfedilince "Kırâat",
Râvîlerden birine atfedilince "Rivâyet"; Râvîlerden daha
sonraki halkalardan birine isnâd edilince de "Tarik" adını
alıyor.
Bu
"Tarik'lardan:
1)
Nâfi' için 144;
2)
İbnu Kesîr için 73;
3)
Ebû Amr için 154;
4)
İbnu Âmir için 130;
5)
Asım için 128;
6)
Hamza için 121;
7)
Kisâ'î için 64;
8)
Ebû Câfer için 52;
9)
Yâkûb için 85; ve
10)
Halef el-Bezzâr için de 31 olmak üzere, toplam 982 kadarı, büyük âlim
İbnu'l-Cezefi tarafından, başlangıcından kaynağına kadar tespit edilerek, Kırâat-i
Aşare'nin ne denli bir tevâtür derecesinde olduğu ortaya konulmuştur. Bu On
Kırâattan Kisâ'î'ye kadar olanlarına: "Kırâat-ı Seb'a" yâni "Yedi
Kırâat"; kalan üçüne de: "Kırâat-ı Selâse" yani "Üç
Kırâat" denilmektedir. İkisinin toplamı da, mütevâtir olarak "On
Kırâat"ı oluşturmaktadır.
Bu
On Kırâat'ın dışında kalan kırâatlara da: "Şâz
Kırâatlar"="el-Kırââtu'ş-Şâzze" denilmektedir. Bunun mânâsı,
kendisinde yukarıda sayıları üç rükünden bir kısmının bulunmaması demektir. Bu
tür kırâatların, namazın içinde de dışında da, Kur'an niyetiyle okunması câiz
değildir. Kırâat İlmi târihinde İbnu Muhaysın (123/740), Yahyâ el-Yezıdî
(110/728), el-Hasen el-Basrî (110/728) ve Ebû Muhammed Süleymân b. Mihrân
el-Ames el-Kûfi (148/765) gibi zevâta atfedilen kırâatlar, ittifakla Şâz
kırâ'atlardır.
Ancak,
İbnu'l-Bennâ (1117/1705) "İthâfu Fudalâ'i'l-Beşer
Fi'l-Kırââti'l-Erbeâti'l-Aşer" diğer bir adıyla: "Muntehe'l-Emânî
Ve'l-Meserrât fi Ulûmi'l-Kırâât" adlı kitabında, bu zevâta atfedilen
kırâat vecihlerinden, mütevâtir kırâatlara uygun düşenlerini, Kırâat-ı Aşere'ye
ilâve ederek işlemiştir. Bundan dolayı da, kitabının adına: "On dört
Kırâat" anlamına gelen yukarıdaki ilk adı koymuştur. [255]
Sözlükte; bir
şeyi süslemek, güzel ve hoşça yapmak anlamlarına gelen, ıstılahta ise; kuvvet,
zayıflık, şiddet, yumuşaklık, sadelik vb. bakımlarından çıkış yerlerine göre,
her bir harfin hakkını vererek telaffuz etmek anlamını ifade eden Arapça "C-V-D"
kökünden "tef'îl" ölçüsünde bir mastar.
Tecvîd'in
birbirine yakın pek çok tarifi yapılmıştır. Bu tariflerden anlaşıldığına göre
tevcîd, bilim olarak harfleri incelemektedir. Tecvid, Kur'an-ı Kerîm'in
okunuşuyla ilgili bir bilim olunca, onun ilgi alanı Kur'an'dır; yani Kur'an'ın
kelimeleri ve bu kelimeleri oluşturan harflerdir. Kur'an harflerinin durumunu
söz konusu eden Tecvid, Kur'an-ı Kerîm'i hatasız okumayı öğreten bir ilimdir.
Buna göre tecvîdin gayesi, ilahî kelâmın okunuşunda, dili her türlü hatadan
korumaktır.
Tecvîd ilmini
bir çok âlim, Kıraat ilminin bir parçası olarak değerlendirmişlerdir. Fakat
tecvîd, Kur'an'ın Allah ve Resulünun isteğine göre okunması konusunda önemli
bir rol üstlendiği için, ayrı bir bilim dalı olarak sayılması gerekli
görülmüştür. Çünkü Kıraat ilminin konusu Kur'an-ı Kerim'in kelimeleri, tecvîdinki
ise, onun harfleridir.
Tecvdin
gayesi, Yüce Allah'ın:
65î©m¤ m æ¨a¤¢Ô¤Ûa
¡3¡£m ë ¡é¤î Ü Ç ¤
¡ ¤ë a
“Ya da bunu çoğalt ve Kur'an'ı tane tane oku”[256] buyruğunu
gerçekleştirmektir. Buna göre Kur'an-ı Kerim, ağır ağır, harflerini belli ede
ede, öyle ki, dinleyenlerin adeta harflerini sayabileceği şekilde okunmalıdır.
Bu ayette Kur'an'ın güzel, ahenkli ve tane tane okunması, telaffuzu ve
harflerin çıkış yerlerine uygun bir şekilde tilavet edilmesine dikkat
çekilmektedir.
Kur'an, Allah
sözü olduğu için, indiği şekilde korunması ve böylece okunması gerekmektedir.
Âilimlerin belirttiğine göre bu ayette Allah, Peygamberine Kur'an'ı tecvîd ile
okumayı emretmiştir. Dolayısıyla bu emir, bütün Müslümanlar için de geçerlidir.
Zemahşeri, ayetteki "tertîlen" mastarının emrin vücûbunu
te'kid etmek ve Kur'an okuyan kimseye tecvîdin muhakkak gerekli olduğunu
göstermek için geldiğini belirtmiştir.[257]
Kur'an-ı
Kerim Allah katından lafız ve manasıyla birlikte inmiş olduğu için, Kur'an
bütünlüğünü oluşturan lafız ve mana örgüsüne önem vermek gerekmektedir.
Kur'an-ı Kerim'in arapça olması onun bu dilin özelliklerine göre okunmasını da
gerekli kılmaktadır. Kur'an'ın belirli kurallara göre okunması gerektiğine
göre, bu kuralların bir çeşit toplamı demek olan tecvîd de, Kur'an tilâvetinin
ayrılmaz parçası durumundadır.
Hz.
Peygamber, Kur'an'ın tecvîdle okunmasına büyük önem vermiş ve böyle okuyanları
da takdirle karşılayarak bu kimselere iltifatta bulunmuştur. Meselâ, Kur'an'ı
güzel okuma konusunda ün yapmış bir sahabe olan İbn Mes'ud için; "Kim
Kur'an'ı ilk indiği şekilde okumayı severse, İbn Mes'ud'un kıraatini
okusun"[258] buyurmuşlardır.
Hz. Peygamber, tecvîdle okumayı emrederken, tecvîde uyulmadan okumayı da
yasaklamıştır. Nitekim bu konuda; "Nice Kur'an okuyanlar vardır ki, Kur'an
onlara lânet eder" [259]demişlerdir.
İbn Mes'ud'un "Kur'an'ı tecvîd ile okuyun, güzel seslerle onu süsleyin ve Arapça kurallara uygun olarak okuyun"[260] şeklindeki sözleri de tecvîde uyma konusunda Sahabenin titizliğini göstermesi açısından önemlidir. Özetle söylenecek olursa; tecvîdin konusu, Kur'an kelimelerini oluşturan harfler; gayesi de, Kur'an-ı Kerîm'i hatasız ve güzel bir şekilde okumaktır.[261]
Sure: Yüksek rütbe, derece,
mevki, şan, şeref, yapısı güzel ve yüksek bina veya binanın bir kısmı veya bir
katı, duvarın yapısında kullanılan taş, kerpiç, veya tuğla gibi malzemenin her
bir sırası, nişane ve alâmet anlamında bir kelime. Küçük veya büyük, uzun veya
kısa Kur'ân-ı Kerim'in yüz on dört bağımsız bölümünden her birine verilen ad.
Süre kelimesinin hangi kökten türetildiği hakkında değişik görüşler vardır.
Bazıları hemzeli olarak "bir kapta kalan artık yemek veya su"
anlamındaki "su'r" kelimesinden türemiş olduğunu söylerken;
diğer bazıları hemzesiz olarak sâra fiilinden türetildiğini söylemişlerdir.
Bunlardan
birincisine göre, Kur'ân-ı Kerim'in bir kısmına veya kısımlarına su'ra
denilmesi mümkün olmaktadır. İkinciye göre bir binanın katlarına veya
kısımlarına sûra denildiği gibi, Kur'ân'ın muhtelif kısım ve tabakalarını
teşkil eden sürelere bu ismin verilmesi mümkündür. Öte yandan süreler Allah
kelamını ihtiva etmekle büyük bir şeref ve mevki kazandıklarından veya Allah
kelâmı olan âyetleri çepeçevre kuşattıklarından, hemzesiz sûr'dan türetilen
süre adı almış olmaları mümkündür.
Usul alimleri
surelerin isimleri ile Kur'ân-ı Kerim'deki sıralarının tevkifi olup olmadığı
konusunda değişik görüşler ortaya atmışlardır. Bazı surelerin bir tek ismi
varken, bazılarının iki ve daha çok ismi bulunmaktadır. Meselâ Fatiha suresinin
20'den fazla ismi vardır. Aynı şekilde Enfâl suresinin diğer bir adı Bedr
Suresi; İsrâ'nın, Subhân ve Beni İsrâil; Tâhâ'nın, Kelîm; Şuarâ'nın, Câmia;
Neml'in Süleyman; Fâtır ın, Melâike; Zümer in, el-Guraf; Gâfir'in, et-Tavl ve
Mü'min; Muhammed in, el-Kıtâl; Haşrın, Beni Nadir; Saff'ın Havâriyyin;
Kâfirün'un el-Mukaşkışe suresidir.[262] Bu arada iki veya daha çok sureye
birden bir ad verildiği de görülür. Meselâ Bakara ve Âlu İmrân surelerine
Zehrâvâtı; Felâk ve Nâs surelerine Muavvizetân; ilk yedi uzun sureye es-Seb'ul-Mesâni'de
denilmektedir.
Surelerin Kur'ân-ı Kerim içinde sıralanmaları;
Ayetlerin
sureler içindeki sıralarının bizzat Hz. Peygamber tarafından bildirildiğinde
şüphe olmadığı halde, surelerin tertibinin de Hz. Peygamber tarafından
yapıldığı veya Hz. Peygamber'in vefatından sonra Sahabenin ictihadı ile
yapıldığı da iddia edilmektedir.[263]
Halen elimizde bulunan Hz. Osman'ın İmam Mushafı'ndan istinsah edilen ve bütün
İslâm âleminde yaygın durumdaki mushaf dışında diğer bazı mushaflardaki
surelerin tertibinde ve surelerin isimlerinde farklılıklar vardır. Meselâ Hz.
Ali'nin mushafında sureleri nüzûl sırasına göre tertib ettiği bildirilmektedir.
Ayrıca bu mushaflardaki sure sayılan da İmam Mushaftaki sayı (114 sure) dan
farklıdır. Bunlarda bazı sureler birleştirilirken, bazı sureler de ikiye
ayrılmış durumdadır.
Surelerin
elimizdeki mushafta sıralanışlarının tevkifi olduğu görüşü, âlimlerin
çoğunluğunca kabul edilmektedir (İbnul-Hisâr bu konuda sadece bu görüşü
nakletmektedir). Hz. Peygamber'in her sene Ramazan ayında o zamana kadar nâzil
olan sureleri Cibril'e mushaftaki sırasına göre okuduğu (mukabele ettiği -ki
buna "arza" denilmektedir) ve Resûlüllah'ın vefatından hemen
önceki Ramazan'da yapılan arzada bu mukabele'nin iki defa olduğu rivayet
edilmektedir.[264]
Bugünkü sıraya göre sureler arasındaki münasebet son derece önemli olup
surelerin tefsirinde müfessirlere yardımcı olmaktadır.
Elimizdeki mevcut mushafta ilk sırada Fâtiha suresi yer almakta, bunu es-Seb'u't-tıvâl adı verilen yedi uzun sure takip etmektedir. Bu yedi sureden sonrakilere yüzden fazla âyet ihtiva edenler manâsına "el-Miün" adı verilmektedir. Miün'dan sonra âyetleri sayısı yüzden az olan sureler gelir ki bunlara da "el-Mesâni" adı verilmektedir. Mesânî'den sonra gelen sureler sık sık Besmele ile birbirlerinden ayrıldıkları için "el-Mufassal" diye adlandırılırlar. Bunlar da kendi aralarında tıvâl, evsat ve kısâr olarak üç gruba ayrılmıştır. el-Mufassal surelerin ilkinin hangisi olduğu hususu ihtilâflıdır. 37. sure olan es-Sâffât ile 93. sure olan ed-Duhâ'ya kadar olan surelerden on ikisi el-Mufassal surelerin ilk suresi olarak gösterilmektedir. Genellikle kabul edilen görüşe göre tıvâl-i mufassal grubundaki sureler, Nebe' suresine kadar olan surelerdir. Nebe' suresi ile Duhâ suresi arasındakiler evsat; Duhâ'dan sonrakiler ise kısâr grubunu teşkil etmektedir.
Kur'ân-ı
Kerim'in Mekke'de ve hicretten önce nazil olan ayetleri. Surelerin mekkî ve
medenî oluşları yapılan çeşitli tasniflere göredir. Başka bir ifade ile
surelerin mekkî mi, yoksa medenî mi olduklarını bilmek için, bazı tarifler
yapılmıştır. Yapılan bu tariflerde ya zaman veya mekân veya hutta hitap esas
alınmıştır. Mekân esas alınarak yapılan tarife göre, Mekke'de nazil olan
surelere Mekkî; Medine'de nazil olan surelere de Medenî denilmiştir.
Zaman esas
alınarak yapılan tarifte de, Hicretten önce nazil olan surelere Mekkî;
hicretten sonra nazil olan sûrelere de Medenî denilmektedir. Hitâp esas
alınarak yapılan tarifte ise, Mekkelilere hitap eden sureler Mekkî; Medinelilere
hitap eden surelere de Medenî denilmektedir. Fakat, meşhur olan tarif, Hicret
esas alınarak yapılan tariftir. Hitap esas alınarak yapılan tarif ise İbn
Mes'ud'a nispet edilmektedir.[265]
Ve dolayısıyla, hangi tarif esas alınırsa alınsın, Mekkî surelerdeki ayetlere
Mekkî; Medenî surelerdeki ayetlere de Medenî ayetler denilir.
Mekkî ayetlerin özellikleri ile Medenî ayetlerin
özellik ve kapsamları oldukça farklılık arzetmektedir. Tebliğ açısından da bu
farklılığı görmek mümkündür. Nitekim Hz. Peygamber, Mekke'de İslâm'ı yaymaya
başlayınca, karşısında Mekke toplumunu bulmuştur. Mekke toplumu, alışmadığı,
bitmediği yeni bir durumla karşılaşmış ve kendisine oldukça yabancı olan bu
durumu kabullenmek istememiştir. Bunun yanında bu toplumun içinde son derece edebî
açıdan üstün insanlar da vardı.
Dolayısıyla Kur'ân-ı Kerim bunlara da hitap
edecekti. Fakat bu toplum aynı zamanda müşrik ve putperest bir toplumdu.
Kur'ân-ı Kerim bunlara da hitab etme durumunda ve bu şirk ve putperestlikten
onları temizleme mecburiyeti ile karşı karşıya idi. Bundan dolayı Mekkî ayetler
kısa, ifadeler veciz, tabirleri hararetli ve vurguludur. Bunun yanında bu
ayetler, Allah'ın birliğinden, O'nun sıfatlarından, kudretinden. yaratmasından
bahsetmektedir. Nitekim:
¥ y a a¦ì¢1¢×
¢é Û ¤å¢Ø í ¤á Û ë =¤ Ûì¢í ¤á Û ë
¤¡Ü í ¤á Û 7¢ à £Ûa ¢é¨£ÜÛ a
7¥ y a ¢é¨£ÜÛa ì¢ç ¤3¢Ó
"De
ki: O Allah birdir. Allah sameddir. Kendisi doğurmamıştır ve doğrulmamıştır.
Hiçbir şey O'nun dengi olmamıştır"[266] ayetleri bunu açıkca
göstermektedir. Bu sure Kur'ân-ı Kerim'in özüdür. Tevhid inancını, bir kaç
kelime ile çok kapsamlı bir biçimde özetlemektedir.
Mekkî
ayetler, tevhid düşüncesinden bahsetmekle beraber, körü körüne bağlanmanın da
yanlış olacağını ve dolayısıyla bu durumda olanlara ibret verici misallerle
onları uyarmaktadır. Nitekim:
قُلْ مَنْ
رَبُّ
السَّموَاتِ
وَالْاَرْضِ قُلِ
اللّهُ قُلْ
اَفَاتَّخَذْتُمْ
مِنْ دُونِه
اَوْلِيَاءَ
لَا
يَمْلِكُونَ
لِاَنْفُسِهِمْ
نَفْعًا
وَلَا ضَرًّا
قُلْ هَلْ يَسْتَوِى
الْاَعْمى
وَالْبَصيرُ
اَمْ هَلْ
تَسْتَوِى
الظُّلُمَاتُ
وَالنُّورُ
اَمْ
جَعَلُوا
لِلّهِ شُرَكَاءَ
خَلَقُوا
كَخَلْقِه
فَتَشَابَهَ
الْخَلْقُ
عَلَيْهِمْ
قُلِ اللّهُ
خَالِقُ
كُلِّ شَىْءٍ
وَهُوَ
الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ
"De
ki: "Göklerin ve yerin Rabbı kimdir?" De ki: "Allah" O
halde de: "O'ndan başka kendilerine bir fayda ve zarar vermeyen veliler mi
edindiniz?" De ki: Körle gören, yahut karanlıklarla, aydınlık bir olur
mu?" Yoksa Allah'a, O'nun yarattığı gibi yaratan ortaklar mı buldular da,
bu yaratma, kendilerince birbirine benzer mi göründü?" De ki: Allah her
şeyi yaratandır. O birdir, herşeye galib ve hâkimdir"[267] ayeti bunu açıkça
göstermektedir.
Tebliğ
açısından önemli bir özellik arzeden "geçmişten ibret alma",
Mekkî ayetlerin en çok üzerinde durduğu husustur. Zira Kur'ân-ı Kerim'de geçmiş
milletlerin helâk oluş sebepleri gayet açık olarak ibretli bir biçimde
anlatılmaktadır. Bu ayetlerde "tevhîd" daima ön planda
tutulmuştur.
Hûd (a.s), kavmine hitaben:
¤æ¡a 6¢ê¢¤î Ë §é¨Û¡a ¤å¡ß
¤á¢Ø Û b ß é¨£ÜÛa a뢢j¤Ça ¡â¤ì Ó b í
4b Ó a6¦
ì¢ç ¤á¢çb a §
b Ç ó¨Û¡a ë
æë¢ n¤1¢ß ü¡a ¤á¢n¤ã a
“Âd kavmine de kardeşleri
Hûd'u (gönderdik). Dedi ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka
tanrınız yoktur. Siz yalan uyduranlardan başkası değilsiniz”[268] diyerek onları Allah'a
kulluk etmeye davet etmişti. Fakat kavmi de ona şöyle diyerek yalanlamıştı:
¢å¤z ã b ß ë Ù¡Û¤ì Ó
¤å Ç b ä¡n è¡Û¨a ¬ó©×¡b n¡2
¢å¤z ãb ß ë §ò ä¡£î j¡2 b ä n¤÷¡u b ß
¢
ì¢ç b í aì¢Ûb Ó
åî©ä¡ß¤ªì¢à¡2 Ù Û
“Dediler ki: Ey Hûd! Sen
bize açık bir mucize getirmedin, biz de senin sözünle tanrılarımızı bırakacak
değiliz ve biz sana iman edecek de değiliz."[269]
Mekkî
ayetler, tebliğde bulunacak şahsın nasıl davranması gerektiğini,[270]
onların bu daveti sadece tevhidî tebliğ etmek için yaptıklarını, yoksa bu dünya
menfaati elde etmek için yapmadıklarını, karşılığını ancak Allah'tan
beklediklerini de anlatmaktadır. Nitekim, eş-Şuarâ suresinde Nûh, Hûd, Sâlih,
Lût ve Şuayb peygamberler, kavimlerine, daima Allah'a itaat etmelerini ve
O'ndan korkmalarını, kendilerinin ise birer güvenilir elçi olduklarını
açıklamakta ve neticede şunu söyledikleri ayetlerde ifade edilmektedir:
7 åî©à Ûb ȤÛa ¡£l
ó¨Ü Ç ü¡a ô¡¤u a ¤æ¡a 7§¤u a ¤å¡ß
¡é¤î Ü Ç ¤á¢Ø¢Ü ÷¤ a ¬b ß ë
"Ben,
buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, ancak âlemlerin
Rabb'ine aittir."[271]
Mekkî
ayetler, inanç, düşünce ve fikir yönünden sağlıklı bir toplum oluşturmayı hedef
almıştır. Bu ayetlerde ahlâkî emir ve hükümler yer almaktadır. Böylece
inananların özellikle kuvvetli bir imana sahip olmaları amaçlanmakta, yanlış ve
manasız inançlarını kınamakta ya da reddetmektedir. Nitekim:
7¤o Ü¡n¢Ó §k¤ã ¡£ô b¡2
=¤o Ü¡÷¢ ¢ñ
@¢õ¤ì à¤Ûa a ¡a ë
"Ve diri olarak gömülen kız, hangi günahı yüzünden öldürüldü, diye sorulduğu zaman..."[272] ayetlerinde cahiliye dönemine ait bir çirkin olayı ortaya koyarak bu ve benzeri batıl âdetleri kınamakta ve önlemektedir. Mekkî sureler ve ayetlerde hukukî konular bulunmadığı gibi, namaz hariç ibadete ait hükümler de bulunmamaktadır. Nitekim Yunus, Ra'd, Furkan, Yâsîn, Hadîd sureleri Mekkî sureler olarak kabul edilmekte olup, bu surelerde ahkâm ayetlerine rastlanılamamaktadır. Bu sureler genelde iman esasları, yaratma, Allah'ın sıfatları, peygamberlerin inanmayanlarla olan mücadeleleri ve bu toplulukların acıklı sonları ve ibret verici kıssaları anlatılmaktadır.
Risaletin
Medine döneminde inen ayetleri kapsayan sureler için kullanılan bir tefsir
usulü terimi.
İslâm'ın
kâmil bir din olarak insanlığa sunulması, yirmi üç senelik bir zaman zarfında
ve çeşitli safhalardan geçerek gerçekleşmiştir. İslâmî tebliğin ilk on üç
senesi Mekke dönemidir. Bu dönemde, daha çok İslâm'ın akidevi (inanç) esasları
işlenerek, insanlar cahilî hayatın şirk ortamından uzaklaştırılmaya
çalışılmıştır. Bu dönem, İslâm inancının kalplere nakşedilmesi dönemidir. Dolayısıyla
bu zaman zarfında nazil olan sureler de, insanları putperestlikten ve her türlü
kötü davranıştan vazgeçirip, Allah'ın murat ettiği bir yaşama biçimine
döndürmek için, onların akıl ve mantıklarına hitap edilerek, Resulullah'ın
getirdiklerinin gerçekliği, delilleri ile ortaya konulmaktadır. Kâinattan ve
yaradılıştan örnekler gösterilerek, Allah’ın yüceliği ve azametine dikkat
çekilir. Ayrıca Allah'ın birliği, kıyamet ve ahiret gibi konular işlenir.
Mekke'de inen
surelerde, küfür, fasıklık, isyan ve cehaletin çirkinliği ortaya konularak;
iman, Allah'a itaat ilâhî düzen; ilim, merhamet ve ihlâs gibi hususların
kalplerde yer etmesi hedef alınmaktadır. Ayrıca, İslâm'ı zorbaca yöntemlerle
yok etmeye çalışanlar için geçmiş kavimlerin aynı tür davranışlarının sebep
olduğu helâkleri kıssalar halinde anlatılarak; eğer böyle davranmaya devam
ederlerse sonlarının onlardan farklı olmayacağı misalleriyle anlatılmaktadır.
Mekke'de
sadece bir cemaat statüsünde olan müslümanlar, Medine'ye hicretten sonra artık
İslâm devletini kurmuş ve İslâm'ın bu hedefini gerçekleştirmişlerdi. Bundan
dolayıdır ki Medine'de inen surelerde, devlet düzenini sağlayacak şer'î
prensipler, insanların birbirleriyle ilişkilerini düzenleyen medenî, cezaî,
sosyal, iktisadî kurallar vazedilmekte; ayrıca, şahıslar ve devletler hukukuna
ait çeşitli hükümler de tesbit edilmektedir. Ayrıca, ehl-i kitap olan Yahudi ve
Hıristiyanların inançlarının sapıklığı ve tutarsızlığı da işlenen
konulardandır.
Sureleri
Mekkî-Medenî ayırımına tabi tutarken alimler üç farklı görüş etrafında
toplanmışlardır:
a) Surenin
Mekkî veya Medenî oluşu, surenin nazil olduğu yere göre tesbit edilir. Buna
göre Mekke'de inen sureler Mekkî; Medine'de inen sureler ise Medenî
sayılmaktadır. Arafat, Mina ve Hudeybiye gibi civar yerler Mekke'den; Bedir ve
Uhud gibi yerler de Medine'den kabul edilmektedir. Bu görüşe göre, Mekke ve
Medine'den çok uzak olan yerlerde nazil olan sûrelere de Seferî adı
verilmektedir.
b) Bazı
âlimler sûrenin indiği yere bakmayıp, Hicret esnasında Resulullah (a.s)'ın Kuba
mescidine varışından sonra nazil olan bütün sureleri medenî kabul
etmektedirler. Yaygın olarak kabul gören görüş budur.
Buna göre,
Hicretten sonra Resulullah (a.s)'ın Mekke'ye gidişinde nazil olan sureler Mekkî
değil, medenî sayılırlar.
c) Diğer bazı âlimlere göre de surenin
muhatabına bakılarak aidiyeti tesbit edilir. Yani Mekkeliler'e hitap eden
sureler Mekkî; Medineliler'e hitap eden sureler de Medenîdir. Başka bir ifade
ile, (b £äÛa b 袣í a ¬b í )"Ey
insanlar!.." hitabıyla başlayanlar Mekkî; (aì¢ä ߨa
åí© £Ûa b 袣í a ¬b í )"Ey iman
edenler!.." hitabıyla başlayanlar da Medenîdir. Ancak, Mekke'de inen
sureler de (aì¢ä ߨa åí© £Ûa b 袣í a
¬b í ) "Ey
iman edenler!.." Medine'de nazil olanlarda da (b £äÛa
b 袣í a ¬b í )"Ey insanlar!.." hitabıyla başlayan ayetler
bulunduğundan dolayı bu tasnif şekli geneli kapsamamaktadır.
Medenî
surelerin bazı özellikleri vardır. Bu sureler muamelât, ukubât, ferâizden ve
cihattan bahseder ve cihata ait emir ve hükümler koyar. Bilindiği gibi Mekke döneminde
müşriklerle silahlı mücadeleye izin yoktu. Medine'de inen ve cihata izin veren
ayetlerde ise buna izin verilmiştir. Ayrıca münâfıkların hareket ve
davranışlarından sözetmeleri ve münafıkların görecekleri şiddetli azaplardan
bahsetmeleri de Medeni surelerin özelliklerindendir.
Hangi
surelerin Mekkî, hangilerinin medenî oldukları hakkında âlimler arasında
ihtilâf vardır. Yirmi sûrenin Medenî olduğu ittifakla kabul edilirken, on iki
sûrede de ihtilâf edilmiştir.
İttifakla
medenî kabul edilen sureler şunlardır: el-Bakara, Âl-i İmran, en-Nisa,
el-Mâide, el-Enfâl, et-Tevbe, el-Mücadele, el-Haşr, el-Mümtehine, el-Cuma,
el-Münâfikûn, et-Talâk, et-Tahrim ve en-Nasr.
Hakkında
ihtilâf bulunan sureler de şunlardır: el-Fatiha, er-Ra'd, er-Rahman, es-Sâf,
et-Teğabun, el-Mutaffifin, el-Kadr, el-Beyyine, ez-Zilzâl, el-İhlâs, el-Felak
ve en-Nâs.
Bir kısım
Medenî surelerde, Mekkî ayetler bulunduğu gibi, bir kısım Mekkî surelerde de
Medenî âyetler bulunmaktadır. Bir surenin nereye ait olduğu genellikle ondaki
ayetlerin çoğunluğuna bakılarak tesbit edilmektedir. Ayrıca surenin başlangıcı
nerede nazil olmuşsa, ona göre de ayırım yapılmaktadır. Ancak, yaygınlıkla
kabul edilen uygulama; başlangıcı Hicretten önce inen surelerin Mekkî, sonra
inenlerin ise Medenî kabul edilerek, içinde bulunan farklı ayetlerin
ciddiyetinin notlarda gösterilmesidir.
Hangi ayet ve
surelerin Mekkî hangilerinin de Medenî olduğunun tespit edilmesi, Kur'an'ın
anlaşılması bakımından çok önemlidir. Bir konudaki iki veya daha fazla ayetin
birbiriyle çelişiyor görünmesi halinde hangisinin nâsıh, hangisinin mensuh
olduğu; surenin, Mekkî veya Medenî olduğunun bilinmesiyle çözümlenebilir.
Medenî ayet veya sureler, Mekkî olanlardan daha sonra nazil olduklarından,
doğal olarak sonra nazil olan ayetin öncekini neshetmiş olduğu anlaşılır.
Surelerin mensubiyetinin, nüzul, yer ve zamanının bilinmesi, İslâm teşri
tarihinin öğrenilmesi ve tedrici gelişimi takip edilerek de teşri'in hikmeti
kavranabilir.
Surelerin ne
şekilde taksim edileceği hakkında ne Kur'an'da ne de Sünnette bir işaret, bir
açıklama yoktur. Bu konudaki açıklamalar, Sahabe ve Tabiînin verdiği bilgilere
dayanılarak yapılmaktadır.[273]
Bir bütünün
parçalarından her biri. İslâmî tabir olarak da, Kur'ân'ın okuma ve hıfzını
pratik olarak kolaylaştırmak gayesiyle ayrıldığı otuz parçadan her birine
verilen isimdir.
Hz. Peygamber (a.s) döneminde Kur'ân'ın bölümleri
sûrelerden ibaretti. Kur'ân'ın sûrelere bölünmesi tevkîfîdir, yani vahye
dayalıdır. İlk dönemlerde Kur'an yazısında bugünkü noktalama işâretleri ve
harekeler mevcut değildi. Ancak özellikle Arap olmayanların İslâm'a girmesiyle
beraber gündeme gelen noktasız ve harekesiz yazının doğru olarak okunması
problemi, kolay aşılacak bir engel değildi.
Kur'ân'ın
doğru okunmasını sağlamak amacıyla önce harekeleme ve noktalama işaretleri
yapıldı. Bunun kolaylık sağladığı görülünce bu amaca yönelik yeni adımlar
atıldı. Bilindiği gibi Kur'ân-ı Kerîm henüz Peygamber (a.s)'e indirilirken
sahabelerin bazısı tarafından ezberleniyordu. Kur'ân'ı ezberleme geleneği
günümüze kadar kesintisiz olarak devam etmiştir. Ayrıca Kur'an okumak bir
ibâdet olduğundan, gerek Kur'ân'ı okuyanlar, gerek ezberlemiş olanlar baştan
sona Kur'ân'ı okuyor, onu hatmediyorlardı. Kur'ân'ın belli uzunluklarda
bölümlere yani cüzlere ayrılması, pratikte hem ezberlenmesine hem de hatm
edilmesine kolaylıklar sağlayacaktı. Özellikle belli aralıklarla onu hatm
edenler için bu bir ihtiyaçtı.
Önceleri
birbirinden farklı bölümlendirmeler olduysa da, Kur'ân'ın tedris edildiği
medreselerde otuz cüze bölünmesi yaygınlaşıp kabul gördü.[274]
Bilahare cüzlerin hiziplere bölünmesi de gerçekleşti ve her cüz' dört ayrı
hizb'e bölündü. Böylece Kur'ân-ı Kerîm otuz cüz' ve yüz yirmi hizb'e ayrılmış
oldu.
Mühürlemek,
sona erdirmek ve bitirmek. Istılahta; Kur'ân-ı Kerim'i başından sonuna kadar
okuyup bitirmeye hatim denmektedir. Bir kimsenin Kur'ân-ı Kerîm'i hatmetmesi
demek, Kur'ân'daki 114 surenin tamamını okuyup bitirmesi demektir. Hatim,
Kur'ân'ı yüzünden okumak suretiyle yapılabileceği gibi, ezberden okumakla da
yapılabilir.
Kur'ân-ı
Kerîm'i okumanın fazîletine dair Hz. Peygamber'den pek çok hadis
nakledilmiştir: "Ümmetimin ibadetinin en faziletlisi, Kur'ân okumaktır."[275]
-"Evlerinizi namaz
kılmakla ve Kur'an okumakla nurlandırınız."[276]
Bunlardan başka olarak, Kur'ân okunan yere melekler,
rahmet ve huzurun indiği, Kur'ân okuyanın misk kabına benzediği, Kur'ân
okumanın gıpta edilecek bir durum olduğu, Kur'ân'ı ezberleyenlerin toplumun en
şereflileri olduğu sözkonusu hadislerde anlatılan hususlardır. Bu nedenle
sahabe Kur'ân okumaya büyük önem vermişler ve sabah evden çıkmadan önce bir
miktar Kur'ân okumaya büyük önem vermişler ve sabah evden çıkmadan önce bir
miktar Kur'ân okumayı alışkanlık haline getirmişlerdi.
Hatmin
faziletleri hakkında da Hz. Peygamber'den birtakım hadisler nakledilmiştir. Ebû
Hüreyre'den nakledilen bir hadiste, bir adamın kalkıp, ey Allah'ın Rasûlü,
hangi amel daha faziletlidir veya hangi amel Allah'a daha sevimlidir, diye
sorduğu, Hz. Peygamber'in de: "Konup göçendir ki, Kur'ân sâhibi (hâfız)
Kur'an'a evvelinden başlar, sonuna kadar okur, sonundan başlar, evveline döner
ve hatmeder. Böylece o, her zaman konup göçer" buyurduğu
anlatılmaktadır.[277]
Enes b.
Mâlik'ten rivayet edilen bir hadiste de Hz. Peygamber: "Âmellerin en
hayırlısı,-Kur'an okumaya başlamak ve hatmetmektir" buyurmuşlardır.[278]
Onun için müslümanlar, sahabe döneminden bu yana hatim indirmeyi, yani Kur'ân'ı
baştan sona kadar okumayı bir alışkanlık haline getirmişlerdi. Nitekim "arza"
olayı da bu geleneğin dînî dayanağını oluşturmaktadır.
Burada önemli
olan diğer bir nokta da, Kur'ân-ı Kerîm'in yüce manalarını ve ondaki hikmetleri
düşünerek okumaya çalışmaktır. Kur'ân okuyan kişinin dili lafızlarla meşgul
olurken, kalbi de o lafızların manalarını düşünmekle meşgul olmalıdır. İbn
Abbâs şu sözleriyle bu konunun önemini dile getirmiştir: "Âğır ağır,
manasını düşünerek yalnız sure okumayı, tamamını okumaktan daha çok severim."[279]
Kur'ân okuyan
kişi, rahmetle ilgili bir ayet okuduğunda gönlü mesrur olur ve Allah'ın kendisine
de o rahmeti vermesi için dua eder. Bir azab âyeti okuduğunda da durur. O
âyetin mânâsı üzerinde düşünür, o âyet kafirlerle ilgili ise, kendisinin iman
üzere olduğunu itiraf eder ve "Allah'a inandık, sadece O'na"
der, sonra da kendisini Cehennem azabından koruması için Allah'a dua eder.[280]
Kur'ân tilaveti böylece canlılık kazanır, okuyucu dâima Kur'ân'ın kendisine
hitap ettiğinin bilincinde olur.
Kur'andaki
âyetlerin neresinde durulmak, nerelerde durulmadan geçilmek lâzım geldiğini
belirten işaretler; Secâvendler tecvid ve kıraat ilimleriyle ilgili olduğu
için, hafızlar bunları hocalarından öğrenir.
Secâvendler,
Türkçedeki noktalama işaretlerine benzer. Okunan yerin manâsı göz önüne
alınarak konulmuşlardır. Bu işaretleri ilk defa Muhammed b. Tayfur es-Secâvendi
(öl: 560/1165) koymuştur ki, daha sonra konulan bazı işaretlerle birlikte
hepsine birden, onun ismine izafeten "Secâvend" denilmiştir.[281]
Kur'an-ın
okunuşu kendine has özellik taşır. Onun okunuşunun özel kuralları vardır.
Secâvendlere riayet ederek okumak hem manâ ile, hem de tecvidle ilgilidir. İmam
Cezerî'ye göre [282]
secâvend olarak bildiğimiz bu işaretlerin kelimeler üzerine yerleştirilmesinde
imamların muzafun ileyh'siz muzaf üzerinde, failsiz, fiil, mef'ülsüz fail,
habersiz mübtedâ, mevsufsuz sıfat, isimsiz "inne" ve ehavâtı, "kâne"
ve ehavâtı, cevapsız kasem, cezasız şart, sılasız mevsûl, mâtufsuz matûfun
aleyh üzerinde vakıf câiz olmaz.[283]
Yüce Allah: 65î©m¤ m æ¨a¤¢Ô¤Ûa
¡3¡£m ë ¡é¤î Ü Ç ¤
¡ ¤ë a
"Kur'anı
tertil ile (açık açık, tane tane) oku!"[284] buyurmuştur. Hz. Ali âyette
geçen tertili, "harfleri tecvîd ile okumak ve vakıfları (durulacak
yerleri) bilmek" şeklinde açıklamıştır.
Ümmü Seleme
(r.anha)'dan gelen bir rivayette onun, Rasûlüllah (a.s)'ın Kur'an okuyuşunu
harf harf tefsîr edilen bir kıraat olarak vasıflandırmıştır.[285]
İbn Nasr'ın
naklettiği bir haberde ise Hz. Aişe (r.anha) Rasûlü Ekrem (a.s) Efendimizin
okuyuşunu,"Okuduğu zaman:
=¡áî©y £Ûa
¡å¨à¤y £Û a
Errahmânirrahîm
= åî©à Ûb ȤÛa
¡£l ¡é¨£Ü¡Û ¢¤à z¤Û a
Elhamdülillahi
rabbil âlemîn
¡áî©y £Ûa
¡å¨à¤y £Ûa ¡é¨£ÜÛa ¡á¤¡2
Bismillâhirrahmânirrahim;
şeklinde okuyarak âyet âyet keserdi" sözleriyle tarif etmiştir.[286]
İşte tertil
üzere okuyuş bu iki rivayette belirtilen okuyuştur.
Kur'an
âyetlerinin hangi kelimelerinde durulacağını ve durmadan geçileceğini belirtmek
için ez-Zeccâc (v. 311/923), İbnul-Enbârî (v. 328/940), Ebu Ca'fer en-Nehhas
(v. 338/950), Hasan b. Abdullah es-Seyrâtî (v. 368) ed-Dânî (v. 444/1053),
el-Ummanî (v. 400/1009) ve İbn Tayfûr es-Secâvendî (v. 560/ 1165) müstâkil
eserler yazmışlardır. Fakat bunlar arasından Ebu Abdullah Muhammed b. Tayfür
el-Gaznevî es-Secâvendî (v. 560/1165)'nin tasnif ettiği eser ve koyduğu vakıf
alâmetleri, Mağrib tarafları hariç, İslâm âleminde daha fazla benimsenmiş ve
tutunmuş ve onun mensup olduğu Secâvend kasabasının ismi bu âlâmetlere
verilmiştir. Secâvend, Gazne civarında, bugün Afganistan sınırları içerisinde
kalan bir beldenin ismidir.
Kur'an
okuyuşunu kolaylaştırmak, ona apayrı bir heybet, ahenk ve güzellik vermek için
konulan vakıf işaretleri (secâvendler) şunlardır:
(x)"Cim" Vakfın câiz olduğuna işaret
eder ki, böyle yerlerde durmak da, geçmek de câizdir. Fakat durmak daha
evlâdır.
(Â)"Tı" Vakfın mutlak olduğuna işaret
eder ki, daha sonraki cümlenin, durulan yerin öncesiyle ilgisi yok demektir.
Böyle yerlerde durulduktan sonra, durulan yerden sonra başlamak manâ itibariyle
güzel olur. Bu işaretin olduğu yerde vasl yapmaya gerek yoktur.
(â)"Mim" Vakfın lâzım olduğuna işarettir.
Muhakkak durulması gereken yerdeki vakıftır. Durulmadığı takdirde manâ fâsid
olur, bozulur.
Buradaki
lüzum şer'î değil ıstılâhidir. Caiz ifadeleri de böyledir. Şer'î lüzum farz ve
vacip demektir. Bu ise böyle değildir. Vücûbu fennî veya vücûbu sınaî yahut
vücûbu tertilî demek daha doğru olur.[287]
()" Ze" Vakf-ı mücevvez işaretidir
ki, okumayıp geçmek evlâdır.
()"Sad" Vakf-ı murahhas işaretidir
ki, okuyucunun nefesi yetişmediği takdirde zarurete binaen durulabileceğini
gösterir. Bu işarette durulduktan sonra tekrar evvelinden alınarak okumaya
devam edilir.
(Ö)"Kaf" Kurrâ'nın bir kısmına göre
vasl âlâmeti olmakla beraber vakfetmek de câizdir.
(ÑÓ) “Vakfet, dur!" manâsına olan bu işarette
durmak evlâdır.
(Ú)"Kef"
"Kezâlik" işaretidir ki bu evvelki vakf işareti ne ise, bu da onun hükmüne tabi
demektir.
(ü)"Lamelif" Durulmaz işaretidir. Fakat
nefes daralırsa durulur, sonra evvelinden alınarak okumaya devam edilir.
(Ê)"Ayn” Bir kıssa veya konunun
bittiğine işaret eder. Namazda Kur'an okuyan kişinin rükû'a gitmesi için en
uygun işaret kabul edildiğinden buna "Rükû alâmeti"
denilmiştir.
()“Sin” Sad harfinin altına
yazıldığı yerlerde "sad" harfi "sin" gibi
okunur.
(óÜ)”Sad-Lam-Ya” Geçmek daha iyidir.
(|Ü)”Sad-Lam-Ha” Geçmek de durmak da câizdir.
(q) ”Üç nokta” Bu üç noktanın birisinde
durulur. Eğer üzerinde üç nokta bulunan birinci kelimede durulursa, üç nokta
olan ikinci kelimede durulmaz. Birinci kelimede durulmamışsa, ikincide durulur.
Her ikisinde de durmamak veya her ikisinde de durmak câiz değildir. Örnek: Kadr
sûresi sonu (¡¤v 1¤Ûa ¡É ܤÀ ß ó¨£n y
ó¡ç ´® ¥â5 )
(Ó)”Kasr” Bu kelimenin bulunduğu
yerler kısa okunur.
(ß) “Med” Bu kelimenin bulunduğu
yerler uzun okunur.
(énØ)“Sekte” Bu kelimenin yazıldığı
yerde, kısa bir zaman nefes alınmadan durulur. Durulmadan geçilirse, anlamı
bozulur. Kur'ân-ı Kerim' de 4 yerde geçmektedir: 1-Kehf 1: (²b6¦u ì¡Ç
¢é Û ¤3 Ȥv í ¤á Û ë) 2-Yasin 52: (¢å¨à¤y £Ûa
Ç ë b ß a ¨ç²
b< ã¡ Ó¤ ß ¤å¡ß) 3-Kıyame 27: ( =§Öa ²
¤å ß 3î©Ó ë) 4-Mutafifin 24: ( æa ²
¤3 2 5 ×)
(âbË
a)”İdgam” Kelimenin yazıldığı gibi
değil de idgam ile okunur. Yalnızca Hud sûresi 42. âyetinde: (b ä° È ß
¤k פa)
"irkeb meanâ" yazılır ise de (b ä° È ß ×¤a)"irkem meanâ" diye
okunur.
(éÛbßa) “İmâle” Yalnızca Hud sûresinin 41.
âyetinde bulunan: ( b è°í¨¤v ß) Burada "mecrâha"
kelimesinde "ra" harfi 'üstünden esireye' doğru
meyillendirilerek okunur.
(3îèm)”Teshil” Kolaylaştırmak demektir.
Birbirini takip eden iki hemzeden ikincisi, "elif" ile "he"
sesi arasında yumuşak olarak okunur.
Okuyucu bu
işaretlerin haricinde olan yerlerde durmaz. Herhangi bir sebeple durduğu
takdirde öncesinden alarak okumaya devam eder.
Kur'an-ı
Kerimde vakfın vacip veya haram olduğu bir yer yoktur. Bununla beraber
durulması câiz olmayan yerlerde kasten duran bir kimse, manâ bozulacağı için,
günahkâr olur ki, bunu da iman sahibi bir mü'minin yapacağı tasavvur olunamaz.[288]
Vakfın
fıkıhla ilgisine gelince; Kur'an okunurken vakıf yerinden başkasında durulsa
veya başlansa bakılır: Eğer bununla manâ değişmezse, namaz, icma ile fasid
olmaz. Manâ değişirse bunda ihtilâf vardır. Fetva verilen kavle göre bununla da
namaz fasid olmaz. Müteahhirûn ulemanın hepsinin görüşü budur. Çünkü bunda
belvây-ı âmme vardır; herkes manâyı bilip ona göre okuyamaz. Nefesi kesilmek, unutmak
gibi ârızalardan kurtulamaz.
Buna binaen (éÛaü) “Lâilâhe” diye vakfedilip sonra (éÛa) “İlâhû” denilse veya ( ¢
ì¢è î¤Ûa
¡o Ûb Ó ë) “Vegâletilyehüdu” diye vakfedilip sonra (¡é¨£ÜÛa ¢å¤2a?
¥¤í ¢Ç ) “Uzeyr ibnallah” diye başlansa, muhtar olan kavle göre, namaz fasid olmaz.
İmam Saîd
Necîb Ebû Bekr; "Namaz kılan kimse, kıraati tamamlayıp rükû için tekbîr
almayı istediği zaman, eğer bitim senâ ile ise, "Allahu Ekber"e
vasletmek (bitiştirerek geçmek) evlâdır. Şayet senâ ile değilse, arasını
ayırmak evlâdır" demiştir. ¢ n¤2 üa ì¢ç
Ù ÷¡ãb ( £æ¡a sözünden sonra çok cüz'i miktarda durulup "Allahü
Ekber" lâfzına geçmek böyledir.[289]
22-Cevâmiü'l-Kelim
Az söz ile
çok manayı ifade eden edebî vecizeler. Bu tariften hareketle, Kur'an-ı Kerîm'in
tamamı bir cevâmiu'l-Kelim olduğu gibi, Hz. Peygamber'in bir çok hadisleri de
birer cevâmiü'l-kelimdir:
Hz.
Peygamber'in bizzat kendi ifadelerine göre, Yüce Allah O'nu cevâmiü'l-kelim ile
göndermiştir. Buharî'nin bir rivayetinde şöyle buyrulmaktadır: "Ben
cevâmiü'l-Kelim ile gönderildim. Ben (bir aylık mesafedeki düşmanların
gönüllerine) korku salmak sûretiyle yardım olundum. Bir de ben bir defasında
uyuduğumda, bana yerdeki hazinelerin anahtarları getirilerek, iki avucumun
içine konuldu."[290]
Hz.
Peygamber'e mahsus kılınan bu özelliklerden biri olan cevâmiü'l-kelim'in
Kur'an-ı Kerîm olarak da tefsir edildiğini yukarıda kaydettik. Çünkü Kur'an'ın
her ayeti, her cümlesi müstesna bir uslûba sahip olduğundan, Peygamberimiz
tarafından tebliğ edildiğinde onu duyan cahiliye şairleri nazmının güzelliği ve
icazı karşısında hayran kalmaktan başka bir şey yapamamışlardır.
İmam Nevevî
cevâmiü'l-kelim'i şöyle açıklar: "Bize nakledildiğine göre
cevâmiü'l-kelim Allah Teâlâ'nın daha önceki kitaplarında yazılmış bulunan bir
çok emrinin, Hz. Peygamber'e sadece bir, iki veya bu kadar az bir emir içinde
toplaması veya özetlemesidir."[291]
Kur'an-ı
Kerîm bu kadar cevâmiü'l-kelim ifadelerle bir çok hikmetleri anlatmaktadır.
Meselâ:
فَاصْدَعْ
بِمَا
تُؤْمَرُ
وَاَعْرِضْ
عَنِ
الْمُشْرِكينَ
"O
halde sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve müşriklerden yüz çevir"[292] âyet-i kerimesini duyan bir
müşrik, böyle kısa bir ifade ile bu kadar büyük bir hikmeti ifade etmesi
karşısında secde etmekten kendini alıkoyamamıştır. Hz. Peygamber'in
hadislerinde de cevâmiü'l-kelim olanlar az değildir.
Yine O'nun
(a.s). bizzat ifade ettiği gibi, zaten kendisi "Arab'ın en fasîhi idi."[293]
Bu durumda "Hz. Peygamber'e mahsus olan cevâmiü'l-kelim iki tür hâlinde
karşımıza çıkmaktadır." Birincisi Kur'an'dır; yani O'na Allah tarafından
indirilen ilahî ayetlerdir. İkincisi ise Hz. Peygamber'in hadisleridir.
Meselâ:
اِنَّ
اللّهَ
يَاْمُرُ
بِالْعَدْلِ
وَالْاِحْسَانِ
وَايتَائِ
ذِىالْقُرْبى
وَيَنْهى
عَنِ
الْفَحْشَاءِ
وَالْمُنْكَرِ
وَالْبَغْىِ
يَعِظُكُمْ
لَعَلَّكُمْ
تَذَكَّرُونَ
"Allah,
adaleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi emreder; edebsizlikten (fahşâdan),
fenalıktan (münkerden) ve azgınlıktan (bağyden) de meneder. Öğüt almanız için
size böyle nasihatte bulunur"[294] ayeti, Hasan-ı Basrî'nin de
söylediği gibi, hayır ve iyilik sayılan her şeyi emretmiş, kötü veya şer namına
ne varsa onların hepsini de yasaklamıştır. Bir tek âyet böylesine şumullü ve
sayısız hikmetleri içine almaktadır.
Cevâmiü'l-kelim'in
ikinci nevi olan, Hz. Peygamber'in sünnetlerinde yer almış olan bir çok haber
de bugün elimize ulaşmış bulunmaktadır.[295]
Bazı âlimler cevâmiü'l-kelim niteliğinde olan kısa, veciz, fakat oldukça geniş
hikmetleri ihtiva eden hadisleri bir araya getirerek, "Erbaîn"ler
yazmışlardır. Nevevî'nin meşhur "Erbain'i" bunların başında
yer alır. Bundan başka el-Hafız Ebu Bekr b. es-Sinnî'nin, el-İcâz ve
Cevâmiü'l-Kelim Mine's-Süneni'l-Me'sûra'sı da aynı türden hadis
mecmualarındandır.
Hz.
Peygamber'in cevâmiü'l-kelim niteliğindeki hadislerinden bazıları:
إنَّمَا اْلاَ
عْمَالُ بِالنِّيَّاتِ
،
-"Ameller
niyetlere göredir... "[296]
-"Sizi
neden men ettiysem ondan kaçınınız, neyi de emrettiysem, gücünüzün yettiği
oranda onu yerine getiriniz... "[297]
كُلُّ
مُسْكرٍ
حَرَامٌ،
-"Her
sarhoşluk veren şey haramdır. "[298]
-"Beyyine
(delil) davacı üzerine, yemin de inkâr edenedir."[299]
Bu misalleri
daha çoğaltmak mümkündür. Türkçe'ye bile açıklayarak tercüme etmek zorunda
olduğumuz bu tür hadislerin Arapça ifadeleri oldukça beliğ ve vecizdir.
İbadetlerin
Türkçe Yapılması ve Kur’an-ın Müzikle Okunması
Son günlerde
Türkçe ibadet ve özellikle Kur’an-ı Kerim’in namazda Türkçe tercemesinin
okunmasına dair tartışmaların yoğunluk kazanması üzerine konu Kurulumuzda
görüşüldü. Yapılan inceleme ve müzakere sonunda:
Bütün ilahi
kitaplar, onları insanlığa tebliğ ile görevlendirilen Peygamberlerin
konuştukları dille indirilmişlerdir.
Peygamberimiz
Hz. Muhammed (a.s) Arabistan’da Araplar arasında yetiştiği ve Arapça konuştuğu
için, O’nun tebliğ ettiği Kur’an-ı Kerim de Arapça olarak indirilmiştir.
Ancak Yüce
Rabbımızın bütün insanlığa son kitabı ve ebedi hitabı olan Kur’an-ı Kerim,
sadece Araplar ve Arapça’yı bilenler için değil, bütün insanları sapıklıklardan
korumak, onlara Hakkı ve hakikati öğretmek, hidayet ve gerçek saadet yolunu
göstermek için indirilmiştir. Bunun gerçekleşebilmesi için de, Kur’an-ı
Kerim’in bildirdiği ilahi gerçek ve öğütlerin herkese, bütün insanlığa tebliğ
edilmesi, herkes tarafından öğrenilmesi, anlaşılması, üzerinde düşünülmesi,
kavranması ve kalplere yerleşmesi gerekir.
Nitekim
Kur’an-ı Kerim’de:
åî©Ô £n¢à¤Ü¡Û
¥ò ġǤì ß ë ô¦¢ç ë ¡b £äÜ¡Û ¥æb î 2
a ¨ç
“Bu
Kur’an, bütün insanlara bir açıklama, sakınanlara yol gösterme ve bir öğüttür.”[300]
يَا
اَيُّهَا
الرَّسُولُ
بَلِّغْ مَا
اُنْزِلَ
اِلَيْكَ
مِنْ رَبِّكَ
وَاِنْ لَمْ
تَفْعَلْ
فَمَا
بَلَّغْتَ
رِسَالَتَهُ
وَاللّهُ
يَعْصِمُكَ
مِنَ
النَّاسِ اِنَّ
اللّهَ لَا
يَهْدِى
الْقَوْمَ
الْكَافِرينَ
“Ey Resûl! Rabbinden sana
indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun.
Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna
rehberlik etmez.”[301]
¤á¢è £Ü È Û ë
¤á¡è¤î Û¡a 4£¡¢ãb ß ¡b £äÜ¡Û å¡£î j¢n¡Û
¤×¡£Ûa Ù¤î Û¡a
¬b ä¤Û ¤ã a ë 6¡¢2¢£Ûa ë
¡pb ä¡£î j¤Ûb¡2
æë¢ £Ø 1 n í
“Apaçık mucizeler ve
kitaplarla (gönderildiler). İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve
düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur'an'ı indirdik.”[302]
¡lb j¤Û üa aì¢Û¯ë¢a
£× n î¡Û ë ©é¡mb í¨a
a¬ë¢ £2 £ î¡Û ¥Ú b j¢ß
Ù¤î Û¡a ¢êb ä¤Û ¤ã a ¥lb n¡×
“(Resûlüm!) Sana bu mübarek
Kitab'ı, âyetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik”[303] buyurulmuştur.
İfade
edildiği üzere Kur’an-ı Kerim Arap’çadır. Cenab-ı Hakk’ın yüce kelamı kutsal
kitabımızın dilinin her müslüman tarafından bilinmesi ve anlaşılması, arzu
edilen bir durum ise de, âdeten mümkün değildir. O halde Kur’an-ı Kerim’in
Arapça bilmeyenlere tebliğ edilebilmesi ve onların da bu Yüce Kitapta
bildirilen ilahî gerçek ve öğütleri anlayıp üzerinde düşünebilmeleri ve O’nun
hidayetinden yararlanabilmeleri için, başka dillere tercüme edilmesine, kısa ve
uzun açıklamalarının yapılmasına kesin ihtiyaç hatta zaruret vardır.
Nitekim,
İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren buna ihtiyaç duyulmuştur. Ashabın ileri
gelenlerinden Selman-ı Farisî’nin İranlı hemşehrilerinin isteği üzerine Fatiha
Sûresini Farsçaya çevirip onlara gönderdiği bazı kaynaklarda yer almıştır.
Günümüzde Kur’an-ı Kerim, dünyadaki belli başlı hemen bütün dillere çevrilmiş
durumdadır. Dilimizde de yüzün üzerinde meal, terceme ve tefsiri bulunmaktadır.
Kur’an-ı
Kerim’in namazda Türkçe tercemesinin okunmasına gelince:
Kur’an-ı
Kerim’de:
6¡æ¨a¤¢Ô¤Ûa å¡ß
£ î mb ß a@¢ªë ¤Ób Ï
“Kur’an’dan
kolayınıza geleni okuyun”[304] buyrulduğu gibi, Hz.
Peygamber (as.) de bütün namazlarda Kur’an-ı Kerim okumuş ve namaz kılmayı iyi
bilmeyen bir sahabiye namaz kılmayı tarif ederken “... sonra Kur’an’dan
hafızanda bulunanlardan kolayına geleni oku”[305]
buyurmuştur. Bu itibarla namazda kıraat yani Kur’an okumak, Kitap, Sünnet ve
İcma ile sabit bir farzdır.
Bilindiği
üzere Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın Hz.Muhammed (a.s)’e Cebrail aracılığı ile
indirdiği manaya delalet eden elfazın (nazm-ı münzel’in) ismidir. Sadece mana
olarak değil, Resülüllah (a.s)’ın kalbine elfazı ile indirilmiştir. Bu itibarla
bu elfazdan anlaşılan ve başka lafızlarla (sözlerle) ifade edilen mana Kur’an
değildir. Çünkü indirildiği elfazın dışında, hatta Arapça bile olsa, başka
sözlerle ifade edilen mana Cenab-ı Hakk’ın kelamı değil, mütercimin ondan
anladığı yorumdur. Oysa Kur’an kavramının içeriğinde, sadece mana değil, bir
rüknü olarak onun elfazı da vardır.
Nitekim:
å¡ß æì¢Ø n¡Û
Ù¡j¤Ü Ó ó¨Ü Ç =¢åî©ß üa ¢ë¢£Ûa ¡é¡2
4 ã 6 åî©à Ûb ȤÛa ¡£l
¢3í©¤ä n Û ¢é £ã¡a ë
6§åî©j¢ß §£ó¡2 Ç
§æb ¡Ü¡2 = åí©¡¤ä¢à¤Ûa
“Şüphesiz
O, alemlerin Rabbı tarafından indirilmiştir. Onu Ruhu’l-emin (Cebrail),
uyarıcılardan olasın diye, senin kalbine apaçık Arap diliyle indirdi.”[306]
æì¢Ô £n í
¤á¢è £Ü È Û ¡î©Ç ì¤Ûa å¡ß ¡éî©Ï
b ä¤Ï £ ë b¦£î¡2 Ç
b¦ã¨a¤¢Ó ¢êb ä¤Û ¤ã a Ù¡Û¨ × ë
a¦¤×¡ ¤á¢è Û ¢t¡¤z¢í
¤ë a
“(Resûlüm!) Biz onu böylece
Arapça bir Kur'an olarak indirdik ve onda ikazları tekrar tekrar açıkladık.
Umulur ki onlar (bu sayede günahtan) korunurlar; yahut da o (Kur'an) kendileri
için bir ibret ortaya koyar.”[307]
æì¢Ô £n í
¤á¢è £Ü È Û §x ì¡Ç ô© ¤î Ë
b¦£î¡2 Ç b¦ã¨a¤¢Ó
“Korunsunlar
diye dosdoğru Arapça bir Kur’an indirdik.”[308]
= æì¢à Ü¤È í §â¤ì Ô¡Û
b¦£î¡2 Ç b¦ã¨a¤¢Ó ¢é¢mb í¨a ¤o Ü¡£¢Ï
¥lb n¡×
“Bu
bilen bir toplum için, ayetleri Arapça bir Kur’an olmak üzere ayrıntılı olarak
açıklanmış bir kitaptır”[309] gibi tam on ayrı yerde,[310]
nazm-ı münzel’in Arapça olduğunu ifade eden ayetlerden, sadece mananın değil,
elfazının da Kur’an kavramının içeriğine dahil olduğu açık ve kesin bir şekilde
anlaşılmaktadır. Bu sebepledir ki, tercemesine Kur’an denilemeyeceği ve
tercemesinin Kur’an hükmünde olmadığı konusunda İslam bilginleri görüş birliği
içindedir.
Bilindiği
üzere terceme, bir sözün anlamını başka bir dilde dengi bir sözle aynen ifade
etmek demektir. Oysa her dilin, başka dillerde bulunmayan (kendine ait) ifade,
üslup ve anlatım özellikleri vardır. Bu yüzden, edebî ve hissî yönü bulunmayan
bazı kuru ifadeler dışında, hiçbir terceme aslının yerini tutamaz ve hiçbir
terceme de her bakımdan aslına tam bir uygunluk sağlanamaz. O halde, Kur’an-ı
Kerim gibi, ilahî belağat ve i’cazı haiz bir kitabın aslı ile tercemesi
arasındaki fark, yaratan ile yaratılan arasındaki fark kadar büyüktür. Çünkü
biri Yaratan Yüce Allah’ın kelamı; diğeri ise yaratılan kulun aciz beyanı. Hiç
böylesi bir tercemenin, Allah kelamının yerine konulması ve aynı hükümde
tutulması mümkün olur mu?
Kaldı ki,
İslam dini evrensel bir dindir. Değişik dilleri konuşan bütün müslümanların
ibadette ortak bir dili kullanmaları onun evrensel oluşunun bir gereğidir.
Herkesin
konuştuğu dil ile ibadet yapmaya kalkışması, Peygamberimizin öğrettiği ve
bugüne kadar uygulana gelen şekle ters düşeceği gibi içinden çıkılmaz bir takım
tartışmalara da yol açacağı muhakkaktır. Konuya ülkemiz açısından baktığımızda
ise böyle bir uygulamanın dışarıda Türkiye aleyhinde, içerde ise Devlet
aleyhinde bir malzeme olarak kullanılacağı, vatandaşların birlik ve
beraberliğini zedeleyeceği, sonuç olarak bir takım huzursuzluklara sebebiyet
vereceği dikkatten uzak tutulmamalıdır.
Diğer
taraftan, yüzleri aşan terceme ve meal arasından din ve vicdan hürriyetini
zedelemeden, üzerinde birlik sağlanacak birisinin namazda okunmak üzere
seçilmesi ve buna herkesin benimsemesi mümkün görülmemektedir.
Türkçe namaz
ile Türkçe dua birbirine karıştırılmamalıdır. Çünkü dua kulun Allah’tan istekte
bulunmasıdır. Bunun ise herkesin konuştuğu dil ile yapılmasından daha tabii bir
şey olamaz ve zaten genelde de ülkemizde Türkçe dua yapılmaktadır.
Diğer taraftan, Kur’an-ı Kerim’in en önemli özelliklerinden biri de i’cazdır. Bir benzerinin ortaya konulması konusunda, Kur’an bütün insanlığa meydan okumuştur. Bu i’cazın sadece anlamda olduğu söylenemez. Aksine;
aì¢Ç¤
a ë :©é¡Ü¤r¡ß ¤å¡ß
§ñ 좡2 aì¢m¤b Ï b 㡤j Ç ó¨Ü Ç
b ä¤Û £ ã b £à¡ß §k¤í ó©Ï ¤á¢n¤ä¢×
¤æ¡a ë
åî©Ó¡
b ¤á¢n¤ä¢× ¤æ¡a
¡é¨£ÜÛa ¡æë¢
¤å¡ß ¤á¢× õ¬a è¢(
“Eğer kulumuza
indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir
sûre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz Allah'tan gayri şahitlerinizi
(yardımcılarınızı) da çağırın.” Anlamındaki tehaddi (meydan okuma) ayetlerinden[311]
bu özelliğin daha çok lafızla ilgili olduğu anlaşılmaktadır.
Ayrıca bir
benzerini ortaya koymak için, insanlar ve cinler bir araya toplanıp
birbirlerine destek olsalar bile bunu başaramayacaklarını ifade eden ayet-i
kerime[312] den
de, Kur’an’ın bir benzerinin yapılamayacağı ve bu itibarla tercemesinin
Kelamullah sayılamayacağı, o hükümde tutulamayacağı ve dolayısıyle namazda
tercemesinin okunamayacağı açıkça anlaşılmaktadır. Nitekim, 1926 yılında
İstanbul Göztepe Camii İmam-Hatibi Cemal Efendi’nin Cuma namazında Kur’an-ı
Kerim’in Türkçe tercemesini okumasıyla ilgili olarak İstanbul Müftülüğü(nün 20
Mart 1926 tarih ve 92-93 sayılı yazısı üzerine, altında Atatürk tarafından
göreve getirilen ilk Diyanet İşleri Reisi Rifat Börekçi’nin imzası bulunan 9
Ramazan 1324/23 Mart 1926 tarih ve 743 numaralı Müşavere Hey’eti kararında:
“Namazda
kıraet-i Kur’an bi’l-icma farz ve Kur’an’ın hangi bir lügat ile tercemesine
Kur’an itlakı kezalik bi’l-icma gayr-ı caiz ve namazda kıraet-i Kur’an
mahallinde terceme-i Kur’an’ın adem-i cevazı da bi’l-umum mezahib fukahasının
icmaı ile sabit olduğundan, hilafına mücaseret, namazı vaz’-ı şer’isinden
tağyir ve emr-i dini istihfaf ve mel’abe şekline vaz’ı mutazammın olduğu gibi,
beyne’l-müslimin iftirak ve ihtilafa ve memlekette fitne hûdusuna bâis
olacağından, fiil-i mezbure mecasereti sabit olan merkum Cemal Efendinin
uhdesindeki vezaif-i ilmiye ve diniyenin ref’i, emr-i zaruri halini almış
olmakla ol vechile tebligat icrası...” denilmiştir.
Şüphesiz bir
müslümanın en azından namazda okuduğu Kur’an-ı Kerim metinlerinin anlamlarını
bilmesi ve namazda bunları anlayarak ve duyarak okuması son derece önemlidir ve
bu zor da değildir. Ancak manasını anlamak, onun hidayetinden faydalanmak ve
Yüce Rabbimizin emir, yasak ve öğütlerinin neler olduğunu öğrenmek için
Kur’an-ı Kerim’i terceme etmenin ve bu maksatla meal, terceme ve tefsirlerini
okumanın hükmü başka; bu tercemeleri Kur’an yerine koymanın ve Kur’an hükmünde
tutmanın hükmü yine başkadır.
Namazda ve
ibadet olarak Kur’an-ı Kerim asli lafızları ile okunur. Yüce Rabbımızın bize
olan öğüt, buyruk ve yasaklarını öğrenmek, onun irşadından yararlanmak
maksadıyla ise, terceme, meal ve açıklamaları okunur. Bu maksatla Kur’an-ı
Kerim’in terceme, meal ve açıklamalarını okumak ta çok sevaptır ve genel anlamı
ile ibadettir.[313]
Din İşleri
Komisyonu Başkanlığınca, bütün Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanlarının
katılımıyla l6. Şubat. 2000’de Kur’an-ı Kerim’in ayet ve surelerinin
tercemelerinin müzik aletIeri eşliğinde okunması konusu görüşülmüş ve aşağıdaki
metin uygun görülmüştür.
Kur’an-ı
Kerim, insanlara doğru yolu göstermek üzere Allah’ın gönderdiği kutsal kitaplar
zincirinin Hz. Muhammed (a.s)’a indirilen son halkasıdır. Kur’an, lafzı ve
manası ile bir bütündür. Taşıdığı yüksek edebi üstünlükleri ile Kur’an, Hz.
Peygamber’in en büyük mucizesidir. İnsanlığa vaad ettiği mutluluk ortamının
gerçekleşmesi için, içerdiği yüce düstürların anlaşılması ve uygulanması
gerekir.
Unutulmamalıdır
ki, Kur’an ne lafzı, ne de manası bakımından bir şiir özelliği taşır. Zira asıl
itibariyle şiir, duyguları harekete geçiren hayal unsuru düşüncelere,
simgelere, benzetmelere, duygusal yönelişlere dayanır. Şiir bütünüyle insan
unsurunun ürünüdür. İçeriğinin gerçek olup olmadığına bakılmaz. Kur’an ise,
bütünüyle ilahi vahiydir. Uzerinde beşer unsurunun hiçbir etkisi ve katkısı
yoktur.
Kur’an’ın kendine has üslübunun sağladığı akıcılığı ve etki gücünü, onun inkarcı ilk muhatapları, Hz. Peygamber’i şair, Kur’an’ı da şiir diye niteleyerek açıklama yoluna gitmişlerdir. Allah Teala da, bu iftira ve yakıştırmaya;
=¥åî©j¢ß ¥æ¨a¤¢Ó ë ¥¤×¡
ü¡a ì¢ç ¤æ¡a 6¢é Û ó©Ì j¤ä í b ß ë
¤È¡£'Ûa ¢êb ä¤à £Ü Ç b ß ë
“Biz
ona (Peygamber'e) şiir öğretmedik. Zaten ona yaraşmazdı da. Onun söyledikleri,
ancak Allah'tan gelmiş bir öğüt ve apaçık bir Kur'an'dır”[314] ayetiyle cevap vermiş,
böylece indirdiği son kitabı, Onun kutsal niteliğini yok sayan yaklaşımı
şiddetle reddetmiştir.
Kur’an
çevirileri de, doğrudan doğruya Kur’an olmamakla beraber, onun içerdiği ilahi
mesajları belli ölçüde yansıtmaları açısından, kutsallık arzederler. Kur’an
çevirilerini, insan ürünü olan alelade metinlerle bir görmek de yanlış ve
tehlikeli bir yaklaşımdır. Bu sebeple, Kur’an çevirilerinin her hangi bir şiir
şeklinde düzenlenerek müzik aletleri eşliğinde melodik, bir biçimde okunması,
Kur’an’ı kutsallığından soyutlamak, taşıdığı ilahi boyutu, takip ettiği yüksek
amacı gözardı etmek ve onu insan zihninin ürettiği alelade bir ürün konumuna
indirmek anlamına gelir. Kur’an okuma adabı ve imanın korunmasıyla ilgili bazı
bahislerde bu çeşit konular üzerinde de hassasiyetle durulmuştur.
Kur’an’ın,
orijinal metniyle, gerek namaz içinde, gerek namaz dışında okunması bir ibadet
olduğu gibi, namaz dışında tercümesinin okunması da ibadet niteliğini taşır. Bu
itibarla Kur’an tercümesinin müzik aletleri eşliğinde okunması, ibadetin sahip
olduğu huzur ortamını, manevi ve ilahi konumu zedeler ve sarsar. Ayrıca bu
durum, müzik ile ibadetin “bir noktada” özdeşleşmesine ve zamanla
müziğin camilere girmesine zemin hazırlar. Bu ise İsIam’ın kesinlikle
onaylamayacağı bir durumdur. “Dinin korunması” ilkesinin, bütün ilahi ve
semavi dinlerde korunması öngörülen beş temel husustan biri olduğu kesin bir
hakikattir.
Kur’an’ın
tercümesinin, müzik araçları eşliğinde okunması yoluyla, mesajlarının halk
kitlelerine kolaylıkla ulaştırılması amaçlanıyorsa, Kur’an’ın böyle bir
uygulamaya kesinlikle ihtiyacı yoktur. Zira, indirilişinden bu yana, Kur’an’ın
insanlar tarafından anlaşılması amacıyla, onun ruhuna ters düşmeyen pek çok
çalışma yapılmış, eserler te’lif edilmiş, tercümeler yapılmıştır. Bu sebeple
Kur’an tercümesinin müzik eşliğinde okunamaz oluşunu Kur’an’a ait mesajların
önündeki bir engel olarak görmek de mümkün değildir. Ayrıca, Kur’an
tercümesinin müzik eşliğinde, bir şiir ve türkü/şarkı edası içinde okunması
halinde, müzik kendiliğinden ön plana çıkacak, sözler ise geri planda
kalacaktır. Kaldı ki Islam tarihinin hiçbir döneminde Kur’an veya mealinin
müzik eşliğinde okunduğu görülmemiştir.
Günümüzde
böyle bir uygulamaya girişilmesi İslami ve ilmi gerçeklere aykırı olduğu gibi,
geniş halk kitlelerinin huzurunun bozulmasına ve gereksiz tartışmalara sebep
olacaktır. Ayrıca getirilecek böyle bir uygulama doğrudan doğruya Kur’an’ı
tezyif etmek, eğlenceye almak ve küçümsemek demektir.
Halbuki Allah
Teala:
6¡4¤ è¤Ûb¡2 ì¢ç
b ß ë =¥3¤ Ï ¥4¤ì Ô Û ¢é £ã¡a
“Şüphesiz bu Kur’an hak ile batılı ayıran bir sözdür. o bir eğlence ve boş söz değildir”[315] buyurarak Kur’an’a karşı takınılacak bu tür tavırları kesinlikle yasaklamıştır. Yine Allah:
æì¢2¡£ Ø¢m
¤á¢Ø £ã a ¤á¢Ø Ó¤¡ æì¢Ü Ȥv m ë
= æì¢ä¡ç¤¢ß ¤á¢n¤ã a ¡sí© z¤Ûa
a ¨è¡j Ï a
“Şimdi
siz, bu sözü mü küçümsüyor ve nasibinizi, yalanlamanızdan ibaret kılıyorsunuz?”[316] buyurarak Kur’an’ı
küçümsemenin, aşağılamanın inkar anlamına geldiğini ifade etmiştir.
Sonuç olarak,
Kur’an tercümesini, saz çalıp türkü söyler gibi okumak, Kur’an’ın kutsallığını
zedeler, onun tekliğini ve eşsiz oluşu özelliğini yok eder ve onu insanoğlu
tarafından yazılmış diğer kitaplarla aynı konuma düşürür. Bu itibarla Kur’an
tercümesinin bestelenerek herhangi bir enstrüman eşliğinde, şarkı, beste, ya da
türkü söyler gibi okunması dinen caiz değildir. [317]
Giriş
¡ággggggggggggî©y £Ûa
¡å¨à¤y £Ûa ¡é¨£ÜÛa ¡ágggggggggg¤¡2
Besmele: "Bismi'llâhi'r-rahmâni'r-rahîm"
sözünün kısaltılmış şekli. Hayırlı ve helâl bir işe başlarken, Allah Teâlâ'nın
adını anmak ve bu adla işe başlamak anlamına gelir. İslâmiyet'ten önce Araplar,
herhangi bir işe başlarken, bağlı bulundukları ilâhlarının adlarını anarak
başlarlar, meselâ, Bismi'l-Lat (Lat'ın ismiyle), Bismi'l-Uzza (Uzza'nın
ismiyle) derlerdi. Her kavimde buna benzer sözlerin kullanıldığı ve meselâ bir
hizmetlinin, âmirinin verdiği bir emri yerine getirirken,
"Bunu
falanın adına yapıyorum" demesi âdettendir.
Resulullah
(a.s.), İslâm dinini tebliğ etmeğe başladıktan sonra, cahiliye Arapları'nın
kullandığı sözü değiştirmiş ve, "Ey Allah'ım, senin adınla"
anlamına gelen, "Bismike Allahümme" ve "Allah'ın
adıyla" anlamına gelen, "Bismillahi" sözlerini
kullanmıştır. Ancak Kur'an-ı Kerîm'de Neml suresinin otuzuncu ayeti nazil
olduktan sonra besmele son şeklini almıştır. Bu ayette Süleyman (a.s.)
tarafından yazılan bir mektup söz konusudur. Mektupta:
اِنَّهُ
مِنْ
سُلَيْمنَ
وَاِنَّهُ
بِسْمِ اللّهِ
الرَّحْمنِ
الرَّحيمِ
"Bu
mektup Süleymandan'dır ve Rahman, Rahim olan Allah'ın adıyla
başlamaktadır"[318] denilmektedir. Kısaca
besmele dediğimiz ve "Rahman, Rahim olan Allah'ın adıyla"
anlamına gelen Bismi'llahi'r-Rahmani'r-Rahim'in Kur'an-ı Kerîm'den bir ayet,
yahut bir ayetin bir kısmı olduğu anlaşılmaktadır.
"İşime,
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla başlıyorum. O'nun emriyle ve O'nun için bu
işin başındayım ve O'nun adına teşebbüste bulunuyorum, O'nun emriyle yapıyorum.
Çünkü bu başladığım işin tamamlanmasında gerekli olan kuvvet ve kudret O'rıun
tarafından bana verilmiştir ve O'ndandır. O bana bu kuvvet ve kudreti vermezse
ben bu işi tamamlayamam."
Helâl ve
hayırlı bir işe başlarken, Allah'ın adını anmak, her müslümanın üzerinde
titizlikle durması gereken görevlerindendir. Kur'an-ı Kerîm'de buna işaret eden
pek çok emirler, vardır.
فَاِذَا
قَضَيْتُمْ
مَنَاسِكَكُمْ
فَاذْكُرُوا
اللّهَ
كَذِكْرِكُمْ
ابَاءَكُمْ اَوْ
اَشَدَّ
ذِكْرًا
فَمِنَ
النَّاسِ
مَنْ يَقُولُ
رَبَّنَا
اتِنَا فِى
الدُّنْيَا
وَمَالَهُ
فِى
الْاخِرَةِ
مِنْ خَلَاقٍ
"Atalarınızı
andığınız gibi, hatta daha çok Allah'ı anın."[319]
فَاِذَا
قَضَيْتُمُ
الصَّلوةَ
فَاذْكُرُوا
اللّهَ
قِيَامًا
وَقُعُودًا
وَعَلى جُنُوبِكُمْ
فَاِذَا
اطْمَاْنَنْتُمْ
فَاَقيمُوا
الصَّلوةَ
اِنَّ
الصَّلوةَ
كَانَتْ عَلَى
الْمُؤْمِنينَ
كِتَابًا
مَوْقُوتًا
"Namazlarınızı
kıldıktan sonra, ayakta otururken ve yanlarınızın üzerinde iken Allah'ı
anın."[320]
وَاذْكُرِ
اسْمَ
رَبِّكَ
وَتَبَتَّلْ
اِلَيْهِ
تَبْتيلًا
"Rabbı'nın
adını an. İhlâs ile O'na yönel."[321]
وَاذْكُرِ
اسْمَ
رَبِّكَ
بُكْرَةً
وَاَصيلًا
"Rabbı'nın
adını sabah akşam an."[322]
Resulullah
(a.s.)'den nakledilen bir hadîsde şöyle denilmiştir:
ـ
عن ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]قالَ رسولُ
اللّهِ #: َ
تَشْرَبُوا
وَاحِداً كَشُرْبِ
الْبَعِيرِ،
وَلكِنِ
اشْرَبُوا
مَثْنى
وَثَُثَ،
وَسَمُّوا
اللّهَ
تَعالى إذَا
أنْتُمْ
شَرِبْتُمْ،
وَاحْمَدُوا
اللّهَ إذَا
أنْتُمْ
رَفَعْتُمْ.
- İbnu Abbas
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Suyu deve gibi bir solukta içmeyin. İki-üç solukta
(dinlene dinlene) için. Su içerken besmele çekin. Bitirince de Allah'a
hamdedin."[323]
Besmele, Neml
suresinde bir ayet olmasına rağmen, gerek Fatiha suresinin, gerek diğer
surelerin başındaki "besmele"lerin, o surelerden bir ayet olup
olmadığı konusunda değişik görüşler ileri sürülmüştür. Hatırlanacağı üzere
Fatiha suresi başındaki besmele, surenin bir ayetidir. Bu, diğer surelerin
başındaki besmele gibi değildir. Berae suresi dışındaki diğer bütün sureler ise
besmele ile başlar. Fatiha suresinin ilk ayetinin besmele olduğunu kabul eden
Şafiî mezhebi âlimleri ayrı bir besmeleyi öteki surelerde de kabul etmez ve
sure başlarındaki besmeleyi sureden sayarlar.
Bilindiği
gibi, bugün müslümanların ellerinde bulunan mushaflar, Hz. Osman b. Affân
(r.a.) zamanında yazılan, sonra çoğaltılarak çeşitli vilayetlere gönderilen
nüshaların kopyasıdır. Bu nüshalarda Berae suresi dışındaki bütün surelerin
başına besmele yazılmıştır. Hz. Osman'ın (r.a.) bu işi yaparken, şüphesiz, ne
yaptığını çok iyi bildiği ve yazılan mushaf nüshalarına herhangi bir sözün
girmemesi için büyük dikkat ve titizlik gösterdiği muhakkaktır. İşte bu
görüşten hareketle sure başlarına yazılan besmelenin, ilgili oldukları
surelerden bir ayet olması düşünülebilir. Nitekim İmam Şâfiî, bu görüşe kâni
olarak, Fatiha suresi başındaki besmelenin bu sureden bir ayet olduğunu
söylemiş ve namazda okunmasını farz saymıştır. Diğer sureler hakkında ise,
kendisinden, bir defasında, besmelenin surelerden bir ayet olduğu, bir
defasında da olmadığı tarzında iki değişik rivayet mevcuttur.
Hanefilere
göre, besmelenin mushafta yazılmış olması, onun Kur'an' dan olduğunu işaret
eder. Ancak namazda, Fatiha suresinin başında okurken, Fatiha gibi cehren
(sesli) okunmaması, besmelenin Kur'an'dan bir ayet olmadığını gösterir. Diğer
surelerin başında yer alan besmeleler de böyledir. O halde her sure başındaki
besmele, Kur'an'dan bir ayet olsa bile, başında bulunduğu sureden bir ayet
değildir. Sadece surelerin arasını ayırmak için, teker teker indirilmiştir.
İmam Mâlik'in
bu konudaki görüşü diğerlerinden farklıdır. O'na göre, sure başlarındaki
besmele, Kur'an' dan değildir. Bununla beraber yeni bir sureye başlarken her
işte olduğu gibi, başlama alâmeti olarak yazılmıştır. Bu sebepledir ki İmam
Mâlik, farz namazlarda, Fâtiha'dan önce besmelenin cehren okunmasına karşıdır.
Aynı şekilde o, sessiz (sırren) okunmasını da meneder.
Bismillahi'r-rahmani'r-rahim
sözü dört kelimeden oluşan bir cümledir. Bunlar: İsim, Allah, Rahman, Rahim
kelimeleridir. Ancak isim kelimesinin başına bir "b" harfi
getirilmiştir. Bu harf, kendinden önce var olduğu düşünülen bir fiile, sonraki
cümleyi bağlamak için kullanılmıştır. 'b' harfinden önce var sayılan fiil
başlarım, 'okurum', 'yaparım' olabileceği gibi 'başla', 'oku', 'yap' şeklinde
emir de olabilir. Buna göre besmele, bu fiillerden birisinin var kabul edilmesiyle
beş kelimeden meydana gelmiş olur.
"(Rahim)
ve (Rahman) olan Allah'ın adıyla başlarım" gibi…
Besmeledeki
ilk kelime olarak görülen isim, bir hususa işaret etmek üzere konulmuş addır.
Ahmet, Ali, ağaç, su gibi isimler, özel isim ve cins ismi olmak üzere iki
kısımdır. Şahıs isimleri ile yer veya şehir isimleri özel isimdirler. Bu
isimler kimin adı ise, hangi yer, şehir, kurumu belirtiyorsa başkalarında
bulunmayan, kendilerine özgü özellikleri vardır. Buna karşılık,
tahta,masa,ağaç,insan gibi isimler cins ismidirler. Genel bir anlam
belirtirler. Bu sebeple "Ahmet" denildiği zaman, onun insan
olduğu anlaşılır. Çünkü Ahmet, insan cinsi içinde yer alır. Fakat insan
denildiği zaman mutlaka Ahmet anlaşılmaz. Çünkü Ahmet'ten başka insanlar da
vardır.
Özel isim
olan Ahmet kelimesi ile, cins isim olan insan kelimesi arasındaki bu farklılık,
Ahmet'in her insanda müşterek olan sıfatlarla tarifini imkânsız kılar. Meselâ
Ahmet, iki eli ve kulağı olan, iki göze ve bir buruna sahip bulunan kimsedir
demekle tarif edilmez. Çünkü bunlar, her insanda bulunan uzuvlardır. Bu
sebepledir ki, bir kişiye veya bir şeye and olarak verilen özel isim, sadece
ona hastır. Ve onu diğer benzerlerinden ayıran özelliklerin alâmetidir. Yine bu
sebeple özel isimlerin eş anlamlısı aranmaz. Başka bir kelimeye tercemesi
yapılmaz.
Besmele'de
yer alan ikinci kelime Allah ismidir. Allah, kendine has doksandokuz sıfatı
olan zatın yüce ismidir. Gerçek mabudun adıdır ve özel ismidir. Allah Teâlâ'nın
kendine has sıfatlarından bazılarını, Kur'an-ı Kerîm'in aşağıdaki birkaç
ayetine işaret ederek gösterebiliriz.
هُوَ
اللّهُ
الَّذى لَا
اِلهَ اِلَّا
هُوَ عَالِمُ
الْغَيْبِ
وَالشَّهَادَةِ
هُوَ الرَّحْمنُ
الرَّحيمُ ()
هُوَ اللّهُ
الَّذى لَا
اِلهَ اِلَّا
هُوَ
اَلْمَلِكُ
الْقُدُّوسُ
السَّلَامُ
الْمُؤْمِنُ
الْمُهَيْمِنُ
الْعَزيزُ
الْجَبَّارُ الْمُتَكَبِّرُ
سُبْحَانَ
اللّهِ
عَمَّا يُشْرِكُونَ
() هُوَ اللّهُ
الْخَالِقُ
الْبَارِئُ
الْمُصَوِّرُ
لَهُ
الْاَسْمَاءُ
الْحُسْنى
يُسَبِّحُ
لَهُ مَا فِى
السَّموَاتِ
وَالْاَرْضِ
وَهُوَ
الْعَزيزُ
الْحَكيمُ
"O,
öyle Allah'tır ki, O'ndan başka ilâh yok'tur. O, gizliyi de aşikârı da
bilendir. O, esirgeyen, bağışlayandır. O, öyle Allah'tır ki O'ndan başka ilâh
yoktur. Hükümrandır. Mukaddestir, selâmdır, mümindir, müheymindir, azizdir,
cebbardır. Allah müşriklerin ortak koşmasından münezzehtir. O öyle Allah'tır
ki, yaratan, yarattıklarına şekil verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde
ve yerde ne varsa hepsi O'nu tesbih eder. O, hüküm ve hikmet sahibidir."[324]
İşte Allah,
bazılarını işaret ettiğimiz bu ve buna benzer, üstün sıfatları zatında
toplamaktadır.
Besmele'de
yer alan üçüncü kelime, 'Rahman' kelimesidir. Bu kelime kendinden önce ismi
zikredilen yüce zatın sıfatıdır. Yani Allah Teâlâ'nın sıfatıdır. Rahman
kelimesi, rahmet kelimesinden türetilmiştir. Rahmet, sözlükte, insan kalbinin
bir kimseye acıma ile birlikte meydana gelen bir yakınlık duygusudur ki, bu
acıma ile yakınlığın artması ve şiddet kazanması halinde, o kimseye karşı fiilî
yardıma dönüşür. Bu sebepledir ki, o kimse hakkında 'çok merhametli' denir.
Ancak insandaki bu merhamet duygusunu, Allah Teâlâ'nın merhametini arılamakta
bir ölçü olarak kullanmamız mümkün değildir. Çünkü insandaki merhamet duygusu
geçici bir haldir.
Ancak bir
üzülme ve acıma neticesinde ortaya çıkar. Üzülme ve acımanın ortadan kalkması
ile merhamet duygusunun da yok olduğu görülür. Allah Teâlâ ise üzülme ve ani
olan, sönüp geçen acıma duygusundan münezzehtir. Acıma kelimesindeki insanî
haslet geçicidir. Allah Teâlâ bu geçici hasletlerden münezzehtir. Bu sebeple
Allah Teâlâ'nın rahmeti, kullarının merhametiyle kıyas olunamıyacak bir
üstünlük arzeder ve ezelden ebede, eser ve neticesi nimetler ve bağışlar olarak
ortaya çıkan sonsuz bir merhameti gösterir.
İlâhi
rahmetin ezelden ebede sonsuzluğu, Allah Teâlâ'nın zatına has olan, zatıyla birlikte
kadîm olan irade sıfatının bir sonucudur. Bu kulları için daima hayrı murat
ettiğini gösterir.
Allah
Teâlâ'nın iradesi, olabilecek veya olmayabilecek her şeyi, irade sıfatının
taalluku ile dilediği zamanda ve dilediği şekilde yapması veya yapmaması
anlamına gelir. Bir şeyi yapmasında veya yapmamasında, O'nun iradesine
dışarıdan tesir edecek, yapmaya zorlayacak veya yapmamaktan vazgeçirecek hiç
bir güç yoktur. Allah Teâlâ'nın bu sıfatı, O'nun zatına has bir sıfat olması
dolayısıyla, zatıyla kaim ve kadîm bir sıfattır. İşte ilâhî rahmet, böyle bir
sıfatın insanların hayrına, yahut iyiliğine ortaya çıkmasını gösterir.
Allah
Teâlâ'nın bütün âlemleri, canlı cansız bütün varlıkları iradesiyle yaratması,
yaşayışlarını sürdürebilmeleri için çeşit çeşit rızıklar vermesi, bunlar
arasında insana ayrı bir mertebe vererek, onu akıl, duygu ve düşünce ile
diğerlerinin üstüne çıkarması, kısacası, her şeyi yerli yerinde sevk ve idare
etmesi, O'nun sonsuz rahmetinin bir neticesidir.
Rahman,
yukarıda da işaret edildiği gibi, rahmet kelimesinden türemiş olup, son derece
merhametli, çok rahmet sahibi anlamlarına gelen bir sıfattır. Ancak bu sıfat,
ezelî ve ebedî bir rahmeti işaret ettiği için hiç kimse hakkında kullanılmamış,
yalnız Allah Teâlâ'ya tahsis edilmiştir.
Rahman
kelimesinin diğer bir özelliği de Kur'an-ı Kerîm'de, Allah ismi makamında özel
bir isim olarak kullanılmış olmasıdır.
قُلِ
ادْعُوا
اللّهَ اَوِ
ادْعُوا
الرَّحْمنَ
اَيًّا
مَاتَدْعُوا
فَلَهُ
الْاَسْمَاءُ
الْحُسْنى
وَلَا
تَجْهَرْ
بِصَلَاتِكَ
وَلَا تُخَافِتْ
بِهَا
وَابْتَغِ
بَيْنَ
ذلِكَ سَبيلًا
"İster
Allah diye çağırın, ister Rahman diye çağırın, hangisi ile çağırırsanız, en
güzel isimler O'nundur."[325]
وَسَْلْ
مَنْ
اَرْسَلْنَا
مِنْ
قَبْلِكَ مِنْ
رُسُلِنَا
اَجَعَلْنَا
مِنْ دُونِ
الرَّحْمنِ
الِهَةً
يُعْبَدُونَ
"Senden
evvel gönderdiğimiz resullerimizden sor: Biz, Rahman'dan başkasını ilâhlar
yapmış mıyız?"[326]
اِنَّمَا
تُنْذِرُ
مَنِ
اتَّبَعَ
الذِّكْرَ
وَخَشِىَ
الرَّحْمنَ
بِالْغَيْبِ
فَبَشِّرْهُ
بِمَغْفِرَةٍ
وَاَجْرٍ
كَريمٍ
"Sen
ancak Kur'an'a uyan ve görmeden Rahman'dan korkan kimseleri korkutacaksın."[327]
مَنْ
خَشِىَ
الرَّحْمنَ
بِالْغَيْبِ
وَجَاءَ
بِقَلْبٍ
مُنيبٍ
"(Cennet),
görmeden Rahman'dan korkan ve (O'nun tâatına) yönelmiş bir kalp ile gelen
kimselere hastır."[328]
يَا
اَبَتِ اِنّى
اَخَافُ اَنْ
يَمَسَّكَ عَذَابٌ
مِنَ
الرَّحْمنِ
فَتَكُونَ
لِلشَّيْطَانِ
وَلِيًّا
"Ey
babam, şeytana tapma, Çünkü şeytan Rahman'a çok asi olmuştur."[329]
اَلَّذى
خَلَقَ
سَبْعَ
سَموَاتٍ
طِبَاقًا مَا
تَرى فى
خَلْقِ
الرَّحْمنِ
مِنْ تَفَاوُتٍ
فَارْجِعِ
الْبَصَرَ
هَلْ تَرى
مِنْ فُطُورٍ
"Rahman'ın
yaratışında hiç bir düzensizlik göremezsin."[330]
Zikredilen bu
ve sayıları elliye varan diğer ayetlerde Rahman' kelimesinin Allah'a has ve
Allah ismine eşit bir anlamda nasıl kullanıldığı açıkça görülmektedir. Bu
sebepledir ki, Rahman özel bir isimdir. Ve diğer özel isimler gibi herhangi bir
dile terceme edilemez.
Besmele'de de
görüldüğü gibi, Rahman kelimesi, Allah Teâlâ'nın sıfatı olması ve ezelden ebede
O'nun sonsuz rahmetine delâlet etmesi dolayısıyla, kapsamı geneldir. Yani gözle
görülsün veya görülmesin, yoktan var edilmiş veya yaratılmış her ne varsa,
hepsi de Rahman'ın eseri neticesidir. Bu rahmetin dışında kalmış hiç bir varlık
düşünülemez. Bu bakımdan her şeyin vücut buluşu, ortaya çıkışı, veya yaratılışı
kesbî değil, vehbîdir, irâdî değil cebrîdir, Rahman'ın eseridir. İşte bundan
dolayıdır ki "Allah Teâlâ, dünya ve ahiretin Rahmanı'dır"
denilmiştir.
Allah Teâlâ,
hiç bir şeyi sebepsiz ve kıymetsiz yaratmamış, yarattıklarını başı boş
bırakmamıştır. Rahmet-i Rahman'ın bir eseri olarak insanı yarattığı zaman, ona
kendi iradesinden bir de irade ihsan etmiş; böylece insanın kendi irade ve
ihtiyariyle çalışıp kazanmasını ve değişip gelişmesini sağlayacak yolu
göstermiştir. Zira insana çalışmakla tembelliği, ilim ile cehaleti, hak ile
haksızlığı, adalet ile zulmü, şükür ile nankörlüğü, itaat ile isyanı, iman ile
küfrü, kendisini dünya ve ahiret saadetine kavuşturacak doğru yol ile hüsrana
götürecek eğri yolu biribirinden ayırt etmesini sağlıyacak bir akıl vermiş;
aklını kullanıp doğru yolu bulana rahmetini artıracağını; akılsız davranıp eğri
yolu seçeni bu rahmetten mahrum bırakacağını, üstelik akılsızlığının cezasını
çok ağır bir şekilde ödeteceğini bildirmiştir.
İşte, Allah
Teâlâ'nın, Rahman sıfatının bir eseri olarak, âlim, cahil, çalışkan, tembel,
haklı, haksız, adil, zalim, mutî, âsi, mümin, kâfir ayırımı yapmadan herkese ve
her yarattığına teşmil ettiği rahmetine ilâve olarak; sadece, âlime, çalışana,
haklıya, adile, mutîye, mümine hasılı kendi iradelerini Allah'ın iradesiyle
ahenk içerisinde tutabilen herkese ihsan ederken diğerlerini mahrum bıraktığı
rahmeti, O'nun Rahîm sıfatının icabıdır. Bu Rahîm sıfatı, besmelenin dördüncü
kelimesi olarak yer almıştır. O halde bunu kısaca ifade etmek gerekirse;
başlangıçta çalışana ve çalışmayana bakmadan, onu vücuda getirerek öylece idare
etmek, Allah Teâlâ'nin Rahman sıfatının eseri iken, sonradan çalışana
çalıştığının semeresini vermek de O'nun Rahîm sıfatının sonucudur.
Bir başka
ifadeyle denebilir ki, insan istese de istemese de, kendisine vücut verilmiş ve
bunun bekâsı için gerekli nimetler ihsan edilmiştir. Bu, ezelden ebede Rahman
olan Allah Teâlâ'nın rahmetidir. Fakat insan, Allah Teâlâ'nın irade ve
ihtiyarını temsil etmek ve O'na yakınlaşarak rızasını kazanmak için
yaratılmıştır. Bunun için kendisine irade ve akıl verilmiştir. Bunları doğru
yolda kullanarak rızasını kazanan insan, Allah Teâlâ'nın mükâfatına nail olur.
Doğru yoldan sapan ise bundan mahrum olur. Bu da Cenâb-ı Hakk'ın Rahîm
sıfatından yayılan rahmetidir. Bu sebeple denilir ki "Allah Teâlâ,
ahiretin Rahîmidir. Yani ahiret günü bütün müminlere rahmeti ile muamele
eder."
Allah
Teâlâ'nın Rahman sıfatı, kendisine has zât sıfatı olduğu halde; Rahim sıfatı,
kendi iç güdüleri veya iradeleriyle hareket eden yaratıklara bir nebze olsun
bahşedilmiş bir sıfattır. İnsanların kendi yavrularına veya biri birlerine
besledikleri şefkat ve merhamet dolu yardım duygusu, yahut bir kuşun, yavrusu
başında kanat çırpışı, sahip oldukları bu rahîm sıfatının bir eseridir. Bundan
dolayı insanın, Allah Teâlâ'nın zatına has olan Rahman sıfatıyla
nitelendirilmesi mümkün olmadığı halde rahîm sıfatıyla nitelendirilmesi mümkün
olabilir. Nitekim bir kimse hakkında çok merhametli anlamına rahîm denilmesi
bundandır.
Nüzûlül
Kur’an:
Kur'an-ı Kerim'i toptan ve bir defada Levh-i Mahfuz'dan dünya göğüne, oradan da
Kadir gecesinden itibaren ihtiyaca göre yirmi üç yılda parça parça Hz.
Muhammed'in kalbine inmesi, Levh-i mahfuz'dan inmesine "inzal"
dünya semasından inmesine de "tenzil" denilir. Kur'an-ı
Kerim'in parça parça inmesi onun önemli bir özelliğidir. Zira önceki kitaplar
toptan ve bir defa da inmişlerdir. Kur'an'ı Kerim'in yavaş yavaş ve kademeli
olarak inmesinin iki maksadı ve hikmeti vardır.
Birincisi,
her olaydan sonra ilgili ayetlerin inmiş olması, Kur'an'ı Resulullah'ın kalbine
yerleştirmek ve zaman içerisinde Kur'an'ı ezberlemesini kolaylaştırmaktır.
Kur'an-ı Kerim'in ayetleri her indikçe onu getiren melek de tabiatıyla daha çok
inmiş olacaktır. Bu, Kur'an'ın kalbe yerleşmesinde daha etkin olduğu gibi;
Resulullah (as)'e de öteki peygamberlere nazaran daha fazla önem verildiğini
gösterir. Daha önceki peygamberler okur yazardı. Bu sayede bir defada ve toptan
inse de, sonradan ezberlemeleri mümkündü, Ancak Resulullah (a.s)'ın
özelliklerinden birisi ümmî olması yani okur yazar olmamasıdır.
İkincisi
olarak da, Kur'an-ı Kerim'in parça parça inişinde Resulullah (as)'ın
zamanındaki müminlerin durumu göz önünde tutulmuştur. Zira Kur'an-ı Kerim yeni
bir hayat tarzı ve ahlâk anlayışının esaslarını getirmektedir. Yeni iman etmiş
olanlar, bir çok âdet ve alışkanlıklarını değiştirmek durumundadırlar. Kur'an-ı
Kerim bunu zaman içerisinde yapmıştır. Şayet Kur'an bir defa da ve toptan inmiş
olsaydı, ihtiva ettiği emirler ve yasakların çokluğuna bakarak onu kabul
etmeyenler daha fazla olabilirdi. [331]
Kur'an-ı
Kerîm ayetlerinin iniş nedenleri.
Bazı ayetler,
Hz. Peygamber (a.s)'e yöneltilen bir soru yada vukûbulan belli bir olay üzerine
inerdi. Ayetlerin inişinde etken olan soru ya da olaya 'nüzûl sebebi' denir.
Ayetlerin
nüzûl sebepleri, ancak bu olaylara şahit olmuş kimselerden yani sahâbeden
nakledilen sahih rivâyetlerle tespit edilir. İctihâd ile nüzûl sebebini tespit
etmek mümkün değildir. Hadis kitaplarının tefsirle ilgili bâblarının büyük
çoğunluğunda nüzûl sebepleri kaydedilmektedir.
Nüzûl
sebebini bilmenin tefsir ilminde büyük önemi vardır. Nüzûl sebebini bilmek,
ayeti doğru anlamayı kolaylaştırır.[332]
Âlimler, nüzûl sebepleriyle ilgili pekçok bağımsız eser meydana getirmişlerdir.
Bu konuda ilk müstakil eser veren kişi, Buhâri'nin hocası Ali b. el-Medinî'dir.
Bu alanda en çok şöhret yapmış olan eser ise, Vâhidî'nin "Esbâbu'n-Nuzûl"
isimli eseridir. [333]
Nüzûl
sebebini bilmenin yararlarından biri, teşri edilen hükmün hikmetini bilmeye yardımcı
olmasıdır. Hiç şüphesiz Allah hiçbir şeyi boşuna emretmemiş ve yasaklamamıştır;
her emir veya yasağının bir hikmeti vardır. Biz bu hikmetleri bazen aklımızlâ
idrâk ediyor ya da başka ilimler yardımıyla öğreniyoruz. Bu konuda bize
rehberlik eden ilimlerden biri de nüzûl sebebidir.
Meselâ, Ashâbdan bize gelen bilgilerde anlatıldığına göre:
aì¢à Ü¤È m ó¨£n y
ô¨b Ø¢ ¤á¢n¤ã a ë ñì¨Ü £Ûa
aì¢2 ¤Ô m ü aì¢ä ߨa åí© £Ûa
b 袣í a ¬b í
æì¢Ûì¢Ô m b ß
“Ey
inananlar, sarhoşken namaza yaklaşmayın ki ne dediğinizi bilesiniz”[334] âyeti şu olay üzerine nazil
olmuştur: Sahâbeden bir grup Abdurrahman b. Avf'ın dâvetlisi olarak evinde
toplanmışlardı. Yemeklerini yeyip içkilerini içtikten sonra namaz vakti
geldiğinde onlardan biri, sarhoş bir vaziyette onlara namaz kıldırmış; namazda
Fatiha'dan sonra Kâfirûn suresini okumuş ve surenin lâfızlarını birbirine
karıştırmıştır. [335]
"Ey
kâfirler, sizin taptığınıza tapacak değilim" âyetini, "Ey
kâfirler, taptığınıza taparım" şeklinde okumuştur.
Bu olay
üzerine yukarıda sözkonusu ettiğimiz ayet inip ayık olmadan namaza
yaklaşılamayacağını bildirdi. Bildiğimiz gibi içkinin yasaklanması tedrici bir
sûrette olmuştur. Bu ayet, yasaklamaya doğru ikinci aşamayı teşkil etmektedir.
Nüzûl
sebebini bilmenin yararlarından biri de, ayetin manasındaki kapalılığın
giderilmesine yardımcı olmasıdır.
Meselâ:
¥áî©Ü Ç
¥É¡a ë 騣ÜÛa £æ¡a 6¡é¨£ÜÛa ¢é¤u ë
£á r Ï aì¢£Û ì¢m b à ä¤í b Ï
¢l¡¤Ì à¤Ûa ë ¢Ö¡¤' à¤Ûa ¡é¨£Ü¡Û ë
“Doğu da Allah'ındır batı da. Nereye dönerseniz Allah'ın
yüzü (zatı) oradadır. Şüphesiz Allah'(ın rahmeti ve nimeti) geniştir, O her
şeyi bilendir”[336] âyetinden hareketle
namazlarda Kâbe'ye yönelmenin şart olmadığı kanaatına varmak mümkündür. Ama
nüzûl sebebini araştırdığımızda ayetin, yolculukta bir bineğe binmiş nâfile namaz
kılan ya da kıblenin hangi tarafta olduğunu bilmeyip bir değerlendirme
yaptıktan sonra bir tarafa yönelip namaz kılan, sonradan da yöneldiği tarafın
kıble olmadığını gören kimse hakkında inmiş olduğunu öğrendiğimizde durum açığa
kavuşmaktadır.[337]
Yine:
a¬ì¢à¡È
b àî©Ï ¥b ä¢u ¡pb z¡Ûb £Ûa aì¢Ü¡à Ç ë
aì¢ä ߨa åí© £Ûa ó Ü Ç ¤î Û
“İnananlara
ve yararlı iş işleyenlere tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk
yoktur"[338] âyetine bakarak içkinin
mübah olduğunu söyleyenlerin çıkması mümkündür. Ama âyetin, içkinin
yasaklanmasından önce içki içmiş ve ölmüş müslümanların durumlarının ne
olacağına dâir tereddütleri yok etmek için indiğine nüzûl sebebiyle ilgili
rivâyetlerden öğrendiğimizde; ayetin, sadece bu kimseler hakkında olduğuna
hükmediyoruz. [339]
Bir ayetin
belli bir olay ya da Peygamber (as)'e yöneltilmiş bir soru üzerine inmiş
olması, o ayeti o olay ya da soruya özgü kılmaz. Ayet o olay hakkında geçerli
olduğu gibi benzeri diğer olaylar için de geçerlidir. Sebebin özel oluşuna
değil ayet lâfızlarının kapsamına giren hususlara itibar edilir .
Rivâyetlerde Nüzûl sebebini bildiren ifade kapıları
Eğer Râvî: "Bu
ayetin nüzûl sebebi...." şeklinde bir ifâde kullanıyorsa, bu, olayın
nüzûl sebebi olduğunu ifade eden açık bir ifâdedir. Yine olayı ya da soruyu zikrederek
"Hz. Peygamber (as)'e şöyle soruldu da bu ayet nâzil oldu."
Yahut "şöyle bir olay oldu da bu ayet nazil oldu" şeklinde bir
ifade kullanıp (nüzul) kelimesinin başına u harfini getirmişse, bu ifade kalıbı
da nüzûl sebebi hakkında açık bir ifade kabul edilir.
"Bu
ayet şu hususta veya şu kimse hakkında nazil oldu." şeklinde bir ifade
kullanıyorsa, bu ifade şekli kapalıdır. Bununla nüzûl sebebini kastediyor da
olabilir, zikrettiği hususun, âyetin hükmü kapsamına girdiğini kastediyor da
olabilir.
Bir ayetin
nüzûl sebebiyle ilgili birden fazla rivâyetin bulunması durumuna gelince; önce
rivâyetlerin rivâyet derecesine bakılır, sıhhat bakımından üstün olana itibar
edilir.
Rivâyetlerin
hepsi sahih ise, ifade kalıplarından nüzûl sebebini sarîh olarak ifade eden
tercih edilir.
Rivâyetler
her iki açıdan aynı seviyede ise, hepsinin rivayet sebebi olduklarına
hükmedilir.
Tedvin:
Düzene sokmak, kitap yazmak, kaydetmek, defterleri bir araya getirmek. Bir
terim olarak tedvîn; bir ilim dalının dağınık haldeki konularını tasnif ederek
düzene sokmak, bunları belli bab ve kitaplar halinde birleştirmek demektir.
Hz. Peygamber
hayatta iken Kur'an-ı Kerim'in tamamı hurma dalı, kemik, taş vb. şeylerin
üzerine yazılmış ve bir çok sahabe tarafından ezberlenmiştir. Ramazan ayında
Cebrail (a.s) Hz. Peygamber (as) 'e her gece gelir o da, kendisine o zamana
kadar indirilmiş olan Kur'an ayetlerini arz ederdi. Arz metodu, önce Cebrail
(as)'ın okuması, sonra Cebrail'in okuduğunu Hz. Peygamber (as)'ın okuması
şeklinde cereyan ediyordu. Resulullah (as)'ın hayatının son yılında Kur'an
tamamlandıktan sonra iki defa Cebrail'e arzedildi. Ve Hz. Peygamber Kur'an'ın
son şeklini aldığını bu arza göre onu bir de müminlere okudu. Sahabeden bir
çokları Kur'ân'ı bu tertibe göre ezberledi.
Hz. Ebû Bekir
(ö. 13/634) devrinde yalancı peygamber Müseylemetü'l Kezzâb'ın adamlarıyla
Yemâme savaşından beş yüz kadar hafız sahabînin topluca şehit edilmesi, başta
Hz. Ömer olmak üzere bazı sahabîleri Kur'an'ın yok olması endişesine sevketti.
Çünkü Kur'an tedvîn edilerek henüz Mushaf haline getirilmemişti. Ebû Bekir
(r.a) Zeyd. b. Sabit (ö. 45/665) başkanlığındaki bir komisyona, sahabenin
elindeki yazılı metinleri toplama, kontrol etme ve tedvîn etme görevini verdi.
Toplama işi tamamlandıktan sonra bu sahifeler Hz. Ebû Bekir'in, onun vefatından
sonra Hz. Ömer'in ve daha sonra da Hz. Ömer'in vasiyeti üzerine kızı Hafsa'nın
(ö. 41/244) yanında kaldı.
Hz. Osman
devrinde Kur'an nüshalarını tek bir Mushafta toplama zarureti ortaya çıktı.
Çünkü Iraklılar ile Şamlılar, Ermenistan ve Azerbaycan'ın fethi için bir araya
gelince Şamlılar Ubey b. Ka'b'ın kıraatine, Iraklılar ise Abdullah b. Mes'ud ve
Ebû Mûsâ el-Eş'arî'nin kıraatine göre okuyorlardı. Okuyuşlar arasında harflerin
mahreç ve sıfatları; kıraat şekilleri bakımından farklılıklar vardı. Taraflar
bir diğerinin okuyuşunu havalı sayıyordu. Huzeyfe b. el-Yemân Medine'ye dönünce
Halîfe Hz. Osman (r.a)'a durumu ve bu konudaki endişelerini bildirdi. Hz. Osman
sahabe ile istişare ederek Kur'ân'ın istinsah yani, Mushaflar halinde yazılıp
çoğaltma işini en sağlam hafızlardan ve sahabenin ileri gelenlerinden dört
kişiye verdi. Bunlar Zeyd b. Sabit ile üç Kureyş'li, yani Abdullah b.
ez-Zübeyr, Saîd b. el-Âs, Abdurrahman b. el-Hâris b. Hişam'dan ibaret bir
ihtisas komisyonu idi.
Komisyon Hz.
Hafsa'daki ana nüshayı örnek olarak aldı, bir kaç nüsha çoğaltılarak İslâm
şehirlerine gönderildi. Böylece lehçe farklılıklarının da önemli ölçüde
düzeltildiği tedvîn, vahiy bakımından tamamlanmış oldu. [340]
Tefsir kelimesi Ï
kökünden
türemiş tefil babından beyan/açıklama anlamına gelen bir kelimedir. Şeddesiz
olarak, bir şeyi açıkladım şeklinde kullanıldığı gibi şeddeli olarak, bir
şekilde açıkladım şeklinde de kullanılır. Onu açıkladığım zaman tefsir ettim
demek olur. Tefsir ile tevil kelimeleri arasındaki fark şudur. Tefsir kelime
ile murat olunanı açıklamaktır. Tevil ise mana ile murat olunanı açıklamaktır.
Tefsir kelimesi kullanımda Kur'an ayetlerinin açıklanması ile özdeşleşmiştir. Kur'an
Arap’çadır ve kelimeleri de Arap’çadır. Hatta Öjna kelimesi gibi aslı Arapça
olmayan kelime bile Arapça dilbilgisi kurallarına göre Arapçalaştırılmış ve
Arapça kelimelerden birisi haline gelmiştir. Kur'an'ın sözlerinde kullandığı
üslup da Arap’çadır.
Allahu Teâla:
æì¢Ü¡Ô¤È m
¤á¢Ø £Ü È Û b¦£î¡2 Ç b¦ã¨õ¤¢Ó
¢êb ä¤Û ¤ã a ¬b £ã¡a
“Anlayasınız
diye biz onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik”[341] buyurmaktadır. Araplar
Kur'an-ı okuyorlar, belağatının gücünü idrak ediyorlar ve manasını
anlıyorlardı. Ancak Arapların tamamı Kur'an-ı işittikleri zaman onu icmali ve
tafsili olarak anlayabilecek güçte değildiler. Çünkü Kur'an'ın Arapça
belağatıyla inmiş olması bütün Arapların onun kelimelerini ve cümlelerini
anlayabilmelerini gerektirmez. Zira belli dilde telif edilen her kitabı o dili
konuşanların tamamı anlayamaz.
Bir kitabı
anlamak için sadece dil bilmek yeterli değildir. Bir kitabı anlayabilmek için
kitabın kullandığı lisanı bilmekle beraber kitabı anlayabilecek derecede akli
seviyenin, kavrama gücünün de bir arada bulunması gerekir. Kur'an indiği
zamanda bütün Araplar Kur'an'ın bütün kelimelerini ve cümlelerini anlayabilecek
durumda değildi. Akli seviyelerine, kapasitelerine göre Kur'an-ı anlamada
farklılık arz ediyorlardı. Bu nedenle Sahabeler Kur'an-ı anlamada ve tefsir
etmede, Arap diline vukufiyetlerinde, zekâ ve kavrama seviyelerindeki farklılık
nedeniyle Kur'an-ı tefsir etme ve anlama gücünde de farklı bir konumdaydılar.
Kur'an'ın kelimeleri aynı olmasına rağmen bütün Araplar manasını anlamıyorlardı.
Enes b. Malik'den rivayet edildiğine göre adamın birisi Ömer b. Hattab'a Allahu
Teâla'nın:
=¦b£2 a ë ¦ò è¡×b Ï ë
“Meyveler ve çayırlar bitirdik”[342] ayetindeki (=¦b£2 a) kelimesinin ne anlama
geldiğini sordu. Ömer: "Biz
zorlamadan ve derinleşmekten alıkonulduk" diye cevap verdi. Yine
Ömer (r.a.) minberde iken:
¥áî©y ¥Ò@¢ªë Û
¤á¢Ø £2 £æ¡b Ï 6§Ò¢£ì m ó¨Ü Ç
¤á¢ç ¢¤b í ¤ë a
“Yoksa
Allah'ın kendilerini yavaş yavaş tüketerek cezalandırmayacağından (emin mi
oldular)? Kuşkusuz Rabbin çok şefkatli, pek merhametlidir,”[343] ayetini okudu ve ardında da
(Ò¢£ì m) kelimesinin ne anlama geldiğini sordu Hüzeyl
kabilesinden bir adam ona, bizim lügatımızda 'noksanlaşmak' anlamına gelir
dedi.
Üstelik
Kur'an'da, Arap lügatını ve üsluplarını bilmekle de anlaşılamayacak birçok ayet
vardır. Bunları anlayabilmek için bazı lafızlara ait bilgiye sahip olmak
gerekir. Çünkü bu kelimeler Allahu Teâla'nın:
a=¦ë¤
¡pb í¡a £Ûa ë
“Tozdurup
savuranlara,”[344]
=b¦z¤j
¡pb í¡
b ȤÛa ë
“Harıl
harıl koşanlara,”[345]
7¡¤ Ô¤Ûa ¡ò ܤî Û
ó©Ï ¢êb ä¤Û ¤ã a ¬eb £ã¡a
“Biz onu
(Kur'an'ı) Kadir gecesinde indirdik.”[346]
=¡¤v 1¤Ûa ë
“Andolsun
Fecre,”[347] ayetlerinde olduğu gibi
daha birçok ayet belirlenmiş anlamlara işaret etmektedir. Yine birçok ayeti
anlamak için de nüzul sebeplerini bilmek lazımdır.
Kur'an'da
dinin aslı ile, akaitle ilgili olarak özellikle Mekke'de inmiş, anlamları
tamamen açık muhkem ayetler vardır. Ahkâm usulünü ilgilendiren ayetler de
vardır ki bunlar genellikle Medine'de inmiş ayetlerdir. Özellikle muamelat,
ukubat ve beyyinelerle ilgili ayetler bu gruptandır. Kur'an'da anlamları
insanlara kapalı olan müteşabih ayetler vardır. Özellikle bünyesinde birçok
anlamı barındıran veya tenzihi akide ile çeliştiği için görünür manasından
başka anlama götürülmesi gereken ayetler bu türden ayetlerdir.
Sahabe -Allah
onların hepsinden razı olsun- Arapça’yı en iyi bilen insanlar olmalarından
dolayı Kur'an-ı anlamada en fazla güç sahibi idiler. Çünkü onlar Kur'an'ın
indiği dönemdeki olaylara şahit oldular. Bütün bunlara, Arapça’ya olan
vukufiyetlerine ve Resulullah (a.s)'le beraber olmalarına rağmen Sahabe,
Kur'an'ı tefsirde ve anlamada birbirlerinden farklı konumdaydılar. Sahabe
içerisindeki en meşhur müfessirler şunlardır. Ali b. Ebi Talib, Abdullah b.
Abbas, Abdullah b. Mesud ve Übey b. Ka'b. Çeşitli İslâm şehirlerinde tefsiri en
çok besleyenler bu dört kişidir. Bunları tefsir sahasında bu şekilde bilgin ve
yerleşik hale getiren sebepler şunlardır.
A- Arap
diline iyi bir şekilde vakıf olma güçleri ve Arap dilinin üslup ve gayelerini
bilmeleri.
B- Kur'an
ayetlerinin inmesine sebep olayları bilebilecek kadar Resulullah (a.s) ile
beraber olmaları ve ondan ayrılmamaları
C- Anlamları
en güzel bir şekilde birbirine bağlayabilecek güçte zekâ ve akıl gücüne sahip
olmaları
D- İsabetli,
doğru sonuçlara varmaları
Bu nedenle
bunlar, akıllarının gerektirdiğine göre Kur'anı anlamadaki ictihadda
zorlanmamışlardır. Bilakis tefsirde ictihad yaparak o konudaki görüşlerini
söylemişler ve anlayışlarının ve ictihadlarının onları yönlendirdiği noktada
karar kılmışlardır. Bu nedenle bunların tefsirleri tefsir çeşitlerinin en
üstünü sayılır. Ancak bir çokları onlar aleyhinde yalan söylemişler ve
söylemedikleri sözleri tefsirlerine sokmuşlardır. Bu nedenle bunların
tefsirlerinde birçok uydurma şey bulmak mümkündür. Güvenilir bir rivayetle
bunlardan gelen tefsirler en kuvvetli tefsirlerdir.
Ancak
bunların dışında onların söyledikleri sabit olmadıkça uydurma rivayetlerin
alınmaları caiz değildir. Fakat bunların tefsirlerindeki uydurma haberlerin
alınmasından sakınmak demek onların tefsirlerini okumaktan sakınmak anlamına
gelmez. Bu ifade, tefsirlere giren bu konuların uydurma konular/ ifadeler
olduğu için onların alınıp amel edilmemesi anlamına gelir. Fakat bu tefsirleri
okuyarak bunlarda var olan şeyleri lügat, şeriata ve akla göre doğru bir
anlayışla hükmetmek faydalı bir iştir. Zira Sahabeye nispet edilmeleri
açısından senetleri zayıf olsa bile bu uydurma rivayetlerin tefsirleri anlama
açısından bir değeri vardır.
Sahabeden
sonra Tabiin geldi. Onlardan bazıları Sahabeden yukarıda isimleri geçen dört
kişiden ve diğerlerinden tefsir hakkında yaptıkları rivayetlerle meşhur
oldular. Mücahit, Ata b. Ebi Rabah, Abdullah b. Abbas'ın kölesi İkrime ve Said
b. Cübeyr, tefsirde Tabiinin en meşhurlarıdır. Alimler Tabiinden olan bu
kişilerin hangisinin en güvenilir olduğu hakkında ihtilaf etmişlerdir. Rivayet
yönünden en az rivayet edeni olmasına rağmen onların en güvenilir olanı
Mücahid'dir. Şafii ve Buhari gibi bazı imamlar ve muhaddisler, tefsirine itimat
etmişlerdir. Ancak bazıları Mücahidin tefsirde Ehl-i Kitaba sorduğunu
söyleyerek, doğruluğu ve güvenilirliği hakkında ittifak etmelerine rağmen onun
sözlerini alıp amel etmede tereddütlü ve titiz davranmışlardır. Ata b. Ebi
Rabah ve Said b. Cübeyr'i güvenirlik ve doğruluk açısından hiç kimse ta'n
etmemiştir.
İkrime'ye
gelince:
Alimlerin çoğu güvenilir ve doğru bir kimse olarak kabul etmişlerdir. Buhari
ondan rivayette bulunmuştur. Bir başka grup ise onun tefsirde cüretkâr olduğunu
ve Kur'an'da var olan her şeyi bildiğini iddia ettiğini rivayet ederler. Bunu
da Kur'an tefsiri hakkında Sahabeden birçok rivayette bulunduğuna yorarlar.
İbni Abbas'tan en fazla rivayette bulunan kimseler bunlardır. Bunların yanında
İbni Mesud'un talebesi Mesruk b. El Ecda' gibi Abdullah İbni Mesud'dan ve diğer
Sahabelerden tefsir hususunda rivayette bulunan kimseler de vardır. Aynı
şekilde Tabiinden Katade b. Diame es Sedusi El Ekmeh de tefsirde meşhur olmuş
kimselerdendir. Arap lügatında, Arap şiirinde, Arap tarih ve nesepleri
hususunda çok mükemmel ve geniş bir malumata sahipti. Tabiin asrından sonra
gelen alimler özel bir metoda göre tefsir kitapları telif etmeye başladılar.
Bu metoda
göre müfessir ayeti zikrediyor ardından da ayet hakkında Sahabeden ve Tabiinden
gelen rivayetleri senediyle naklediyorlardı. Bu metodu uygulayanların en
meşhurları Süfyan b. Uyeyne, Vaki' İbnü'l Cerrah, Abdurrezzak ve diğerleridir.
Ancak bu alimlerin tefsirleri bize bir bütün olarak ulaşmış değildir. Tefsir-i
Taberi'de olduğu gibi bazı tefsir kitaplarında onların tefsirlerinden bazı
sözler bizlere ulaşmıştır. Onlardan sonra el Ferra sonra Taberi daha sonra da
asırlar boyunca çağımıza kadar her asırda çıkan müfessirler birbirlerini takip
etmiştir.
Tefsir
İlminin Şerefi: Bu ilmin şerefi, bilinen bir gerçektir. Allah Teâlâ:
¢ £× £ í
b ß ë a6¦î©r × a¦¤î ó¡m@ë¢a
¤ Ô Ï ò à¤Ø¡z¤Ûa p¤ªì¢í ¤å ß ë
7¢õ¬b ' í ¤å ß ò à¤Ø¡z¤Ûa ó¡m¤ªì¢í ¡lb j¤Û üa aì¢Û¯ë¢a ¬eü¡a
“Allah
hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir.
Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar”[348] buyurmuştur.
İbn Abbas (r.a)'dan gelen bir rivâyete göre
ayet-i kerimede geçen "hikmet" kelimesi, Kur'an'ın nasihini,
mensuhunu, muhkem ve müteşabihini, ilk ve son inen ayetlerini, helâl ve
haramını, mesellerini bilmek anlamındadır. Alimlerin İcma'ına göre Tefsir
ilmini öğrenmek farz-ı kifayedir. Bu itibarla Tefsir ilmi Şer'i ilimlerin en
yücelerindendir. Mevzu, gâye ve kendisine duyulan ihtiyaç yönünden de ilimlerin
en şereflisidir. [349]
Tefsire olan ihtiyaç: Kur'an-ı Kerîm'in tefsirine
büyük bir ihtiyaç vardır. Vakıa, Kur'an-ı Kerîm bir belâğat mucizesidir, birçok
meseleleri, hükümleri pek açık lafızlarla beyan buyurmuştur. Fakat ilmî, edebî,
ahlâkî, hukukî, sosyal hakikatlerine kadar açık bir tarzda yazılmış olurlarsa
olsunlar; yine bunları herkes gereği gibi anlayamaz; bu hususta şerhlere,
izahlara ihtiyaç görülür. Bunun içindir ki, en beliğ ediplerin, en güçlü
yazarların eserleri hakkında birçok şerhler, haşiyeler yazılmıştır.
Bununla
beraber, herhangi bir mesele, birçok meselelerle ilgili olabilir. Mütehassıs
olmayanlar bu ilgiyi göremezler. Bu meseleleri bir arada düşünmeye ve mütalâaya
muktedir olamazlar. Müfessirler ise, her meseleyi izah eder ve o mesele ile
ilgili olan diğer meseleleri de ortaya koyar. Artık bu hususta bilinmesi
gereken maddeler bir tablo halinde gözler önüne serilir. Böylece mütalâa
sahipleri fazla araştırmalardan kurtulmuş olur; az zamanda çok bilgi sahibi
olurlar.
Bir de
herkes, Kur'an lafızlarının, ibarelerinin inceliklerini anlayamaz ve en ibret
verici noktasına işaret edilen bir kıssanın, bir olayın teferruatına vakıf
olamaz. Müfessirler ise, lafızlara ait incelemeleri yaparlar, kelimelerin ve
terkiplerin hakiki, mecazî ve kinayeli manalarını, işaretlerini, delâletlerini
gösterirler, Kıssalara, olaylara dair yeterli derecede bilgi verirler. Böylece
Kur'an'ın hakikatları, güzellikleri büyük bir açıklıkla ortaya çıkarmış olur.
Açıklamak,
beyan etmek, bir sözü veya davranışı görünür anlamından başka bir mana ile
açıklamak. Bir ayetin muhtemel manalarından biri ile açıklanması.
Bazı tefsir
usûlu alimlerine göre tefsir ve te'vil kelimelerinin anlamının aynı olduğu
kabul edilmekte ise de tefsir tevilden daha kapsamlıdır. Tefsir çoğuncukla
lafızların açıklanmasında; te'vil ise anlamlarda kullanılır. Rüyanın te'vili
gibi... [350]
Te'vil
kelimesi ıstılahta değişik anlamlarda kullanılmıştır
1- Sözün
kendisine irca edildiği gerçek. Allah Teâlâ'nın Cennetten haber verdiği yemek,
içmek, giyinmek, nikah vb. şeylerde olan te'vil gibi. Bahsedilen bu şeylerin
Cennette bulundukları bir gerçektir. Ancak isimleri telaffuz edilen bu şeylerin
gerçek anlamlarının zihinlerde tasavvur edilmesi mümkün değildir. Bu, Kur'an
lugatındaki tevildir. Nitekim Allah Teâlâ Yusuf (a.s)'dan bahseden ayet-i
kerimede onun şöyle dediğini haber vermiştir:
وَرَفَعَ
اَبَوَيْهِ
عَلَى
الْعَرْشِ
وَخَرُّوا
لَهُ
سُجَّدًا
وَقَالَ يَا
اَبَتِ هذَا
تَاْويلُ
رُءْيَاىَ
مِنْ قَبْلُ
قَدْ جَعَلَهَا
رَبّى حَقًّا
وَقَدْ
اَحْسَنَ بى اِذْ
اَخْرَجَنى
مِنَ السِّجْنِ
وَجَاءَ
بِكُمْ مِنَ
الْبَدْوِ
مِنْ بَعْدِ
اَنْ نَزَغَ
الشَّيْطَانُ
بَيْنى وَبَيْنَ
اِخْوَتى
اِنَّ رَبّى
لَطيفٌ لِمَا
يَشَاءُ
اِنَّهُ هُوَ
الْعَليمُ
الْحَكيمُ
“Ana ve babasını tahtının
üstüne çıkartıp oturttu ve hepsi onun için (ona kavuştukları için) secdeye
kapandılar. (Yusuf) dedi ki: "Ey babacığım! İşte bu, daha önce (gördüğüm)
rüyanın yorumudur. Rabbim onu gerçekleştirdi. Doğrusu Rabbim bana (çok şey)
lütfetti. Çünkü beni zindandan çıkardı ve şeytan benimle kardeşlerimin arasını
bozduktan sonra sizi çölden getirdi. Şüphesiz ki Rabbim dilediğine
lütfedicidir. Kuşkusuz O çok iyi bilendir, hikmet sahibidir."[351]
Yani bu,
Rabbimin bana göstermiş olduğu rüyanın hakikatıdır. Yusuf rüyasında on bir
yıldız, güneş ve ayın kendisine secde ettiğini görmüştü. Bunlar on bir kardeşi,
babası ve annesini ifade ediyordu.
Yine Allah
Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
هَلْ
يَنْظُرُونَ
اِلَّا
تَاْويلَهُ
يَوْمَ
يَاْتى
تَاْويلُهُ
يَقُولُ
الَّذينَ نَسُوهُ
مِنْ قَبْلُ
قَدْ جَاءَتْ
رُسُلُ رَبِّنَا
بِالْحَقِّ
فَهَلْ لَنَا
مِنْ شُفَعَاءَ
فَيَشْفَعُوا
لَنَا اَوْ
نُرَدُّ فَنَعْمَلَ
غَيْرَ
الَّذى
كُنَّا
نَعْمَلُ قَدْ
خَسِرُوا
اَنْفُسَهُمْ
وَضَلَّ
عَنْهُمْ
مَاكَانُوا
يَفْتَرُونَ
“(Fakat onlar), Onun
tevilinden başka bir şey beklemiyorlar. Tevili geldiği (haber verdiği şeyler
ortaya çıktığı) gün, önceden onu unutmuş olanlar derler ki: Doğrusu Rabbimizin
elçileri gerçeği getirmişler. Şimdi bizim şefaatçılarımız var mı ki bize şefaat
etsinler veya (dünyaya) geri döndürülmemiz mümkün mü ki, yapmış olduğumuz
amellerden başkasını yapalım? Onlar cidden kendilerine yazık ettiler ve
uydurdukları şeyler (putlar) da kendilerinden kaybolup gitti.”[352]
Bir ayet-i
kerîmede de şöyle denilmektedir:
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
اَطيعُوا اللّهَ
وَاَطيعُوا
الرَّسُولَ
وَاُولِى الْاَمْرِ
مِنْكُمْ
فَاِنْ تَنَازَعْتُمْ
فى شَىْءٍ
فَرُدُّوهُ
اِلَى اللّهِ
وَالرَّسُولِ
اِنْ
كُنْتُمْ
تُؤْمِنُونَ
بِاللّهِ
وَالْيَوْمِ
الْاخِرِ
ذلِكَ خَيْرٌ
وَاَحْسَنُ
تَاْويلًا
“Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve
sizden olan ülülemre (idarecilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa
düşerseniz Allah'a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah'a ve Resûl'e
götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice
bakımından daha güzeldir.”[353]
Yukarıdaki
ayetlerde misal olarak verilen tevilin hakikatını Allah'tan başka kimse
bilemez. İlahî sıfatlar da böyledir. Onları tek bilen Allah'tır. Bu sıfatların
keyfiyeti bilinmemektedir. Mâlik ve diğer selef âlimleri şöyle demişlerdir: "İstiva
bilinmektedir. Ancak keyfiyeti meçhuldür." [354]
Arş üzerine istiva
malümdür. Manası bilinmekte olup tefsir edilir ve başka dillere çevrilebilir.
Bu, Allah Teâlâ'nın arş'ı üzerine yükselmesi, istiva etmesidir. Arapların
konuşmalarında bu kelimeden anladıkları şey budur. İstivanın keyfiyetine, oluş
şekline gelince bu, tev'ili olup Allah'tan başkası tarafından bilinmemektedir.
Kıyamet saatı vb. bunun gibidir. Bu te'vil çeşidi Allah Teâlâ'nın bilgisi
dahilindedir. Burada bize yönelik olan hitabı anlarız ve yine bizim varid olan
kelamdan anlamamız kastedileni de bilebiliriz.
Nitekim Allah
Teâlâ bir ayet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır:
b è¢Ûb 1¤Ó a §lì¢Ü¢Ó ó¨Ü Ç
¤â a æ¨a¤¢Ô¤Ûa
æë¢ £2 n í 5 Ï a
“Onlar
Kur'an'ı hiç düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinde kilitler mi var?"[355]
Allah Teâlâ,
Kur'an-ı Kerîm'in bir bölümünün değil, tamamı üzerinde düşünmeyi emretmektedir.
Ve yine bu konuda şöyle buyurulmaktadır:
هُوَ
الَّذى
اَنْزَلَ
عَلَيْكَ
الْكِتَابَ
مِنْهُ
ايَاتٌ
مُحْكَمَاتٌ
هُنَّ اُمُّ الْكِتَابِ
وَاُخَرُ
مُتَشَابِهَاتٌ
فَاَمَّا
الَّذينَ فى
قُلُوبِهِمْ
زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ
مَا
تَشَابَهَ
مِنْهُ
ابْتِغَاءَ
الْفِتْنَةِ
وَابْتِغَاءَ
تَاْويلِه
وَمَا يَعْلَمُ
تَاْويلَهُ
اِلَّا
اللّهُ وَالرَّاسِخُونَ
فِى
الْعِلْمِ
يَقُولُونَ
امَنَّا بِه
كُلٌّ مِنْ
عِنْدِ
رَبِّناَ
وَمَا يَذَّكَّرُاِلَّا
اُولُوا
الْاَلْبَابِ
“Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onun (Kur'an'ın) bazı
âyetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab'ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir.
Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki
müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Halbuki Onun tevilini ancak Allah bilir.
İlimde yüksek pâyeye erişenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır,
derler. (Bu inceliği) ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar.”[356]
Cumhurun
kıraatına göre, ayetin ilk cümlesi, Allah lafzıyla bitmektedir. Yani Allah
lafzından sonra tam bir duruş vardır. Sonra gelen "İlimde ileri gitmiş
olanlar (râsihûn) ise; Biz bunlara iman ettik. Hepsi Rabbimiz katındandır"
derler" kısmı ise devam eden yeni bir cümledir. İbn Mes'ud (r.a) şöyle
demiştir: "Bunun (müteşabihin) te'vilini sadece Allah bilir. İlimde
ileri gitmiş olanlar da; "Biz buna iman ettik derler." [357]
2- Sözün
tefsir edilmesi. Yani zahirine uysun-uymasın açıklanıp izah edilmesi,
şerhedilmesi. Müfessirlerin çoğunluğunun ve diğer âlimlerin "te'vile"
yükledikleri ıstılahî anlam budur. Bu tür te'vili, ilimde ileri gitmiş olanlar
(râsihûn) bilirler. Nitekim ayette şöyle denilmektedir. "Bunların
te'vilini sadece Allah ve ilimde ileri gitmiş olanlar (râsihûn) bilirler.”
Bu İbn Abbas (r.a)'ın kıraatı olup "verrâsihûn"daki vav atıf
vavı olarak kabul edilmiştir. Yani ayetteki "verrâsihûn" kavli
Allah (c.c) lafzına atfedilmiştir. Buna göre, "verrâsihûn"
diye devam eden bölüm ayrı bir cümle olmayıp devam niteliğindedir.
İbn Abbas
(r.a) şöyle demiştir: "Ben onların te'vilini bilenlerdenim".
Resulullah (as), ona te'vili öğretmesi için Allah Teâlâ'ya duada bulunarak
şöyle demiştir: Allahım! Onu dinde fakih kıl ve ona te'vili öğret."
[358]
İnsanlardan bazıları, yukarıda belirtilen cumhurun
kıraatını esas alarak ayette geçen te'vilin manasının, tefsiri ifade ettiği
görüşünü ileri sürmüşlerdir. Bundan, Kur'an-ı Kerîm'in manasını hiç kimsenin
bilemeyeceği sonucu çıkar ki, alimler bunu reddetmişlerdir. Çünkü Allah Teâlâ
ayetlerin ilk muhatabı olan Araplara onların konuşup anladıkları kendi
dilleriyle hitab etmiştir. Ayrıca Müslümanlar, ayetlerine bir bölümünün değil,
tamamının üzerinde düşünüp anlamaya çalışmakla emrolunmuşlardır:
b è¢Ûb 1¤Ó a §lì¢Ü¢Ó ó¨Ü Ç
¤â a æ¨a¤¢Ô¤Ûa
æë¢ £2 n í 5 Ï a
“Onlar
Kur'an'ı hiç düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinde kilitler mi var?"[359]
Mücahid şöyle
demiştir: "Kur'ânı Kerîm'i Fatiha'dan sonuna kadar İbn Abbas (r.a)'a
okudum; her ayetin sonunda duruyor ve o ayet hakkında soru soruyordum."
İmam Gazzalî
de, "Allah Teâlâ'nın, insanın bilgisinin ulaşamayacağı bir uslübla
kullarına hitab etmesi, onların helak olmaları sonucunu doğurur. İlim sahibi
arkadaşlarımız ve diğer âlimler, Allah Teâlâ'nın anlaşılmayan bir dille
konuşmasının muhal olduğu üzerinde ittifak etmişlerdir" [360]
demiştir. Suyutî'nin nakletti; gibi İbnu'l-Hâcib de aynı şeyleri söylemektedir.
[361]
4- Şer'î bir
delile dayanarak lafzın, bir anlamının bırakılarak başka bir anlamının tercih
edilmesidir. Te'vil, müteahhirûn fakih, kelamcı, muhaddis ve mutasavvıfların
örfünde çoğunlukla bu anlamda kullanılır. Ki, fıkıh usûlu ve ihtilanı
meselelerin çözümünde kavram olarak bu kelime kullanılmaktadır. Onlardan biri
diğerine; "Bu hadis şu mana ile açıklanmıştır" veya "Mana
itibariyle şuna hamledilmiştir" dediği zaman diğeri, "Bu
te'vilin bir çeşididir ve te'vil bir delile dayanmalıdır" karşılığını
verir. "Allah'ın eli"nin kudreti, "sevgisi
(muhabbetullah)"nin, kul için sevap dilemesi, "gazab"ının,
cezalandırmayı murat etmesi şeklinde te'vil edilmesi gibi.
İbnü'l-İzz
el-Hanefî şöyle demektedir: "Rıza'nın (Allah'ın razı olması) mükafatlandırma,
gazabın da intikam almayı dilemek olduğu söylenemez. Çünkü bu, sıfatın
nefyedilmesi sonucunu doğurur."[362]
Sözün ondan
anlaşılan açık ve gerçek anlamından başka bir anlam ile yorumlanması ve kelamın
hakiki anlamına ters düşen mecaz ile açıklanmasının şartları:
1- Bir lafzın
mecazî manada kullanılmış olması gerekir. Çünkü kitap, sünnet ve selefin lisanı
Arapça’dır Bu kaynaklarda sarf edilen sözlerden Arap diline muhalif bir şeyin
kastedilmiş olması caiz değildir. Bu bütün diller için geçerlidir.
2- Bir lafzın
gerçek anlamını bırakıp mecazını almak için bir delile dayanılması
gerekmektedir.
3- Bir delile
dayanılarak mecazî anlama itibar edilebilir. Ancak, Kur'anî veya imanî bir
delil, lafzın zahirî gerçek anlamının kastedilmiş olduğuna delalet ederse, onun
terk edilmesinden kaçınır. Bu delil kesin bir nas ise, ona ters düşen anlamlara
iltifat edilmez. Eğer lafız açıksa onun tercih edilmesi kaçınılmazdır.
4- Resulullah
(as) bir söz söylediği ve bu söylediğinin hakiki zahir anlamından başka bir
şeyi kastettiği zaman, bunu ümmetine açıklamış olması zaruridir. Bilhassa
itikadî konularda bu böyledir. Zira Allah Teâlâ, Kur'an-ı Kerîm'i bir nûr,
hidayet rehberi ve insanlara bilmediklerini açıklayan bir yol gösterici
kılmıştır. Ve yine resullerini, kendilerine indirilenleri açıklayıcılar,
ihtilafa düştükleri şeylerde onunla hükmediciler olarak göndermiştir ki böylece
insanların Resûllerin gönderilişinden sonra Allah'a karşı ellerinde kendilerini
sapıklıklarından dolayı savunacakları bir delilleri kalmasın. [363]
Tevilde bu
şartlara uyulmadığı için ümmetin önüne büyük fesat kapıları açıldı ve bu
kapılardan, felsefe, zındıklık ve mülhitlikler musallat oldu. Bu akımlar,
insanların dinlerini, inançlarını, amellerini ve devletlerini fesada uğrattı.
Bütün bunların sebebi, te'vil perdesi altında meydana gelmiştir.
Tefsir usûlü
ya da İlmu Usûli't Tefsir, Kur'ân-ı Kerim'in insanlar tarafından anlaşmasına
yardımcı olmak üzere onu, insanların zihinlerine, akıllarına yaklaştırma
çalışmaları diyebileceğimiz tefsirin ve müfessirlerin prensiplerini, şartlarını
ve çerçevesini belirleyen, tarihini tesbit eden ilim veya ilimlerin hepsine
birden verilen isimdir. Zaman zaman "Kur'ân İlimleri"
(Ulûmu'l-Kur'ân) adıyla da anılmıştır. Hattâ ilk devirlerde Tefsir usûlü
yoktur, ulûmu'l-Kur'ân vardır ve bu iki kavram birbiri yerine kullanıla
gelmiştir.
Tefsir usûlü,
Allah kelâmı olan Kur'ân üzerinde her önüne gelenin beşerî bir takım arzu ve
heveslerle Kur'ân lâfızları üzerine yüklenilmesi mümkün olmayan manâlar
yüklemeye kalkışması ve böylece manevî bir tahrif yoluna gidilmemesi için
ortaya çıkmış ve duyulan ihtiyaç ölçüsünde gelişmiş bir bilim dalıdır. Meselâ
Hz. Peygamber (a.s) hayatta iken nasıl onun dışında herhangi bir insanın
tefsirine ihtiyaç duyulmamışsa aynı şekilde Tefsir usûlüne de ihtiyaç duyan
olmamıştır. Çünkü sahabe-i kirâmın, Kur'ân'ın lâfızlarının delâleti üzerinde
herhangi bir tereddüdü veya sorusu olduğunda hemen vahiyle desteklenmekte olan
Peygamber'e müracaatla müşkilini halediyordu. Bu yüzden Asr-ı Saâdet'te tefsir
usûlü'nün varlığından bile bahsedilmemektedir.
Ama İslâm
âleminin sınırları genişleyip Arap olmayan unsurların da İslâm'a girmesiyle H.
II. asırdân başlayarak tefsire duyulan ihtiyaç yanında, tefsirin kontrol altına
alınması ve dolayısıyla prensiplerinin konulması, bir çerçeve çizilmesi, her
önüne gelenin -bu arada sapık bir takım mezhep sâliklerinin kendi mezheplerini
tervic eder mahiyette aslı astarı olmayan, herhangi bir ilmî ve şer'î
dayanaktan yoksun- bir takım tefsir ve te'villerde bulunmaya kalkışmaması için
bir takım ön şartların tespit edilmesi ihtiyacı da bunun peşinden ve
kendiliğinden ortaya çıkmıştır.
Dolayısıyla
tefsir usûlü'ne ilişkin ilk eserler de, ilk önce tefsirlerin mukaddimeleri
şeklinde olmak üzere zamanla müstakilleşerek ulaşabildiğimiz kadarıyla H. III.
asırda kaleme alınmış olmalıdır. Aynı zamanda meşhur bir mutasavvıf olan Hâris
el-Muhâsibî (öl. 243/857)'nin "el-Akl ve Fehmu'l Kur'ân" adlı
eseri bu sahadaki ilk müstakil çalışma olarak takdim edilmektedir. Daha sonraları
Ali İbn İbrahim el-Hûfi (öl. 430/1038) tarafından kaleme alınan "el-Burhân
fi Ulûmi'l-Kur'ân"ına bu sahadaki ilk eserdir diyenler de vardır.
Oldukça
dağınık ve sistematik olmaktan uzak ilk çalışmalardan sonra tefsir Usûlü'nde
ilk ciddî çalışma herhalde Ebu'l-Ferec İbnu'l-Cevzî (öl. 597/1200) tarafından
yapılmış olmalıdır. Bu sahadaki "Funûnu'l-Emân fi Ulûmi'l-Kur'ân"
(Hasen Ziyâuddîn Itr tahkiki ile Beyrut -1408/1987-) ile "Acâibu
Ulûmi'l-Kur'ân" (Abdulfettâh Aşur tahkiki ile Kahire) anılan tefsir
usûlü çalışmalarının anâ kaynaklarından olması hasebiyle önemlidir. Acâibu
Ulûmi'l-Kur'ân ise daha sistematik olup Kur'ân ilimleri onbir bâb'a ayrılarak
incelenmiştir. Bundan iki asır sonra ez-Zerkeşî (öl. 794/1392)'nin yazdığı, "el-Burhân
tî Ulûmi'l-Kur'ân"da Kur'ân ilimleri 47; Suyûtî (öl. 911/1506)'nin
en-Nikayesi'nde 55; et-Tahbîr fi Ulûmi't Tefsîr'inde 102 ve bu sahadaki en
meşhur eser olan el-İtkan fi Ulûmi'l Kur'ân'ında 80; İbn Akîle el-Mekkî (öl.
1150/1737)'nin ez-Ziyâde ve'l İhsân fi Ulûmi'l-Kur'ân adlı eserinde de 150 ilim
olarak ele alınıp incelenmiştir.[364]
Bu eserlerden
sonra zamanımıza kadar ve zamanımızda yazılan tefsir usûlü sahasındaki müstakil
eserlerde herhangi bir yeniliğe rastlamıyoruz. Belki bir takım sivriler
tarafından, anılan klâsikleşmiş eserlerdeki bazı ilimlerin reddedilmesi veya
sınırlandırılması veya inkârı gibi bir takım şâz ve genel kabul görmeyen
girişimler söz konusu olabilmiştir.
Bunların
dışında tefsîr usûlü sahasında yukarıda anılan eserlerde söylenilecekler
söylenmiş, genel hatlar çizilmiş, prensipler oturtulmuştur ve bu yüzden yeni
bir şeyler söylemeye aslında pek gerek de kalmamıştır. O halde yapılan ve
yapılacak olan belki bu eserlerdeki bilgileri biraz daha sistematize etmek,
daha kolay anlaşılır ve istifade edilir hale getirmektir ki genelde yapılan da
budur.
Bütün bu
çalışmalar İslâm'ın birinci derecede kaynağı olan Kur'ân-ı Kerim'i tahriften
korumak, ondan insanlığın istifadesini kolaylaştırmak ve daha yaygın hale
getirmek gayesine yöneliktir. Bu hizmeti yanında Kur'ân'a bakış açısını
daraltmak ve Kur'ân'ı tefsire girişecek olanların önüne aşılması oldukça zor
görünen engeller koymak suretiyle cesaretlerini kırmak gibi bir fonksiyonundan
da bahsedilebilir.
Ama asırlar
boyu süren tecrübeler, hem de Kur'ân'ı ve İslâm şeriatını bozma veya
yozlaştırma çalışmaları karşısında tefsir usûlü âlimlerinin tespit edip koyduğu
ön şartlar da neticede "Bir müfessirde olmazsa olmaz" özelliğine
sahip şartlardır.
Bu cümleden
olmak üzere bir müfessirin her şeyden önce sağlam ve sağlıklı bir inanca sahip,
müttakî bir mü'min olması, tefsire başlarken kendi şahsî arzu ve heveslerinden,
indî düşüncelerinden kendini soyutlaması, tefsire ilk önce Kur'ân'ı Kur'ân'la
tefsirle başlaması, onda bulamazsa Hz. Peygamber'in hadislerine ve sünnetine, onda
da bulamazsa sahabenin, sonra da tâbiûnun açıklamalarına müracaat etmesi, dil
ve edebiyat olarak Arapça’yı, Kur'ân'la ilgili usûl ilimlerini çok iyi bilmesi
şart koşulmuştur. Son zamanlarda bir müfessirin bilmesi gereken ilimlere tabii
bilimler de eklenmiştir.
Bunun yanında
tefsir usûlü âlimleri, müfessirin âdâbını da şöyle tespit etmişlerdir: Kur'ân'ı
tefsir edecek kişi hüsnüniyyet sahibi, tefsirden maksadı fesat değil Kur'ân'a
ve İslâm'a hizmet olmalı, güzel ahlâk sahibi, İslâm'ın amel ve ibadet yönüne
dikkat eden, doğruyu ve güzeli arayan, naklettiği bilgilerde dikkatli, alçak
gönüllü, yumuşak huylu, hoş geçimli, izzet-i nefis sahibi, hakkı açıkça
söyleyebilen, tekellüfsüz, vakarlı, değerini ve ilmini taşıyabilen ideal bir
Müslüman olmalıdır. Konuşurken veya yazarken ölçülü, kendisinden daha âlim
olanlara öncelik hakkı tanıyıp onlara saygılı olmalıdır.[365]
Ancak bu âdâba ve şartlara riayetten sonradır ki Kûr'ân tefsirinde hata oranı
herhalde azalacak, buna rağmen vukubulacak hatalar da beşerî te'viller olarak
tescil olunacaktır.
Kur’an-ı Kerimin anlaşılmasında esbab-ı nüzulden
yararlanılırken siyak-sibakın göz önünde bulundurulması ilkesi, genel ilke
olarak zikredilen Kur’an-ın bütünlüğü kavramına dahil bir prensiptir. İfade
edildiği üzere bütünlük kavramı izafi bir kavramdır. Siyak-sibak kavramı da bu
kavramın izafi (ancak belli şartlar, belli ilişkiler içinde geçerli olan) bir
boyutudur.
Siyak-sibakın
Kur’an-i bütünlüğün bir boyutu olduğunu vurguladıktan sonra kelimelerin ne
anlama geldiğini görelim.
Sibak (Öbj): Arapça isim. Türkçe’de bu sözcük;
a-Bir şeyin
öncesi, geçmişi, üst tarafı, başlangıcı,
b-Bağ,
bağlantı,
c-Söz veya
yazının baş tarafı anlamlarına geliyor.
Siyak (Öbî):Arapça isim, Türkçe’de
a-İfade şekli
ve tarzı,
b-Üslup,
biçim.
c-Sözün
gelişi, manalarına geliyor.
Siyak-sibak:
Türkçe sözlüklerde bu deyim şu anlamları ifade ediyor:
a-Bağlam,
kontekst,
b-Sözde baş
ve son uygunluğu, tutarlılığı,
c-Sözün
gelişi, sözün (öncesinin sonrasına olan) uygunluğu,
d-Sözlerin
uygun bir şekilde birbirini takip etmesi, tutarlılık.[366]
Siyak (Öbî) kelimesi Arapça es-Sıhah sözlüğünde şöyle
açıklanmıştır: “Her hangi bir metne gizlenmiş birbirine bağlı ve birbirini
takip eden manalar.[367]
Siyak ve
sibakın kelime olarak karşılığı olarak günümüz Türkçe’sinde bağlam, kontekst
sözcükleri kullanılmakta ve terim olarak da şu anlamları ifade etmektedir:
a-Bir dil
birimi çevreleyen, ondan önce veya sonra gelen, bir çok durumda söz konusu bu
birimi etkileyen, onun anlamını, değerini ve içeriğini (tazammununu) belirleyen
olgusal (vakii), kavramsal veya sistematik (dizgesel) çerçeve ya da çerçeveler
bütünü. [368]
b-Manalarını
aydınlatan bir söz veya paragrafla çevrelenmiş bir söylem (diskur-discourrse)
bölümü. [369]
c-Bağlam,
(kontekst) Bir düşüncenin, bir yapıtın, bir öğretinin bölümleri arasındaki
çelişmeye yer vermeyen bağlantı anlamına gelir.[370]
Bağlam
olgusuna Kur’an-ı Kerim’in bütünlüğü içerisinde bakıldığında siyak-sibak
gerçeği elbette görülecektir. Çünkü “bağlam” olgusu mantıki bir gerçekliktir.[371]
Burada sözkonusu edilmesi gereken, anlaşma araçlarının tümü olarak “dil”in
insan topluluğundaki etkilerini nasıl gerçekleştirdiği sorusudur. Dil’in insan
üzerindeki etkilerinden biri insan, bir metni değerlendirirken anlama sürecinde
ortaya çıkar. Bu süreçte insanın aradığı unsurlar şunlardır:
a-İfade şekli
ve tarzı,
b-Sözün
gelişi, başı ve sonu ile uygunluğu,
c-Tutarlılığı,
d-Sözlerin
uygun bir şekilde birbirini takip etmesi.
Görüldüğü
üzere yukarıdaki unsurlar, siyak-sibak kavramının sözcük anlamları ile aynıdır.
O halde insan bir metni değerlendirirken anlama sürecinde metnin bağlamına
(siyak-sibakına ) yaratılıştan gelen bir yetenekle dikkat eder. Dilbilimciler
bu konuda iki gruba ayrılmışlardır. Birinci gruba yaptığımız değerlendirmelere
yol açan şey, insanların alışkanlıkları ve uzlaşmadır. İkinci grup ise bu
konuda yaratılıştan kaynaklanan, temeli, nesnelerin ve konuşmanın özü
(mahiyeti) olan ilişkileri esas almaktadır.[372]
Bu tartışmaya
bir dilbilimci mantığı ile bakmasak da konumuz açısından bir yaklaşımda
bulunabileceğimizi düşünüyoruz. Kur’an-ı Kerim’in nüzul asrını ve onun dil
zevkinin zirvesindeki ilk muhatapları üzerindeki sözlerini bu açıdan
değerlendirince insanda siyak-sibakı yakalamanın yaratılış temeli olduğunu
düşünmeden edemiyoruz.
Kur’an-ı
Kerim’in doğrudan (ibtidaen) veya bir sebebe mebni olarak müneccemen (parça
parça) inişi sonrasında kazandığı tertip, onun siyak-sibakının nasıl oluştuğunu
gösterir. Bu mucize kelam üzerinde düşünen nüzul ortamında yaşamış Araplar şu
iki hususa elbette dikkat etmiş olmalılar:
1-Kur’an-i
cümleler arasındaki siyak-sibaka (bağlama) dair özne beraberliğine; cümlelerin
biri haber cümlesi ise diğerinin de haber, veya biri inşa cümlesiyle diğerinin
de inşa cümlesi olması.
2-İlave
olarak bunlar arasındaki akli, hayali, hissi veya vehmi bir birleştirme yönünün
bulunması.
Kur’an-ı
Kerim’in bu eşsiz ve muciz bağlamını günümüz insanı da yakalamaya çalışmalıdır.
Çünkü anlamın kendisi, zaman içindeki nesnelerle ve olaylarla ister ilgili
olsun, ister olmasın zamana bağlı değildir. “Anlam ile ifadenin varlık
biçimleri arasındaki farkı kapatan sözdür, bu onun asıl başarısını oluşturur.
Sözün devamı boyunca zaman adeta ortadan kalkmıştır, sözü bütün parçaları aynı
anda söylemiş gibi geçerlidir. Bunun mümkün oluşunun sebebi ise, insanın daha
önce duyduklarını hafızasında muhafaza edebilmesi ve daha sonra gelenlerle
bağlayabilmesidir."[373]
Çağdaş dilbilimde söz-cümle-kelime üzerine ifade
edilen bu görüşlerin Kur’an-ı Kerim’in üslup ve belagati bağlamında düşünülmesi
ve değerlendirilmesi gerekir. O zaman anlaşılacaktır ki Kur’an-ı Kerim
kendisinin beyanıyla sabit olduğu üzere, mesajının taşıdığı anlam zamana bağlı
değildir.[374]
Kur’an-ı Kerim’in anlaşılmasında da onu nüzul ortamında aynı anda söylenmiş
gibi kabul edebiliriz.
O halde
Kur’an-ı Kerim’in bütünlüğünü kavrayan ve bütünlük içerisinde siyak-sibakı
dikkatlice değerlendiren Kur’an araştırıcıların onu anlamakta sağlıklı ilkeler
edinmiş olacaklarını söyleyebiliriz.
Öte yandan
kendi doğrularını Kur’an-ı Kerim’e onaylatma çabası içerisinde olanların ayeti
bağlantılarından çıkararak, müstakil olarak tamamen farklı bir gayeye hizmet
amacıyla anlamları ise yanlış bir tavırdır. Çünkü bu tür yaklaşımlar Kur’an’ın
bütünlüğüne ve o bütünlük çerçevesinde siyak-sibakına aykırıdır.[375]
Gerçekten “şu
ayet veya ayetin şu bölümü, bizim ifade ettiklerimizin doğruluğunu gösteriri,” yahut “şu kelimeden şöyle bir hüküm
çıkarabiliriz” gibi ifadelerle, Kur’an’ın küçük birimlerini fikri
bütünlükten mücerret olarak değerlendirme, siyak-sibakın göz ardı edilmesinde,
en büyük faktörlerden biri olmuştur. Ne yazık ki, gerek tefsir kitaplarında,
gerekse kelam ve İslam hukukuna dair kitaplarda bu tür değerlendirmeler çok
geçmektedir. İhtilafları körükleyen en büyük amillerden birinin bu siyak-sibak
çerçevesini dikkate almama hatası olduğu ortadadır.[376]
Bu yaklaşımın
tutarsızlığı dilbilim açısından da sabittir:
Kelime ve
cümle, sözün (ifadenin) özel türde parçalarıdır. Her ikisinin de daha fazla
parçalara ayırmak mümkün değildir. Bu sadece insanın bunlardan ayırt
edebileceği kısımların yine kelimeler ya da cümlelerle olduğu anlamını
taşımakla kalmaz, bu kısımların kendi başlarına asla var olmayacağı anlamını da
taşır. Bir cümlenin herhangi bir kopuk parçası sadece anlamsız bir seslemedir,
fakat gerçek bir cümle üyesi de görevini ancak ilgili cümlenin bütünü içinde
yapabilir.[377]
Siyak-sibak
çerçevesine esbab-ı nüzul açısından baktığımızda, birinci bölümde
anlatılanların burada ifade edilenlerle birlikte mütalâa edilmesini öncelikle
hatırlatmak isteriz. O zaman görülecektir ki Kur’an’daki siyak-sibakı
görebilmeye imkan sağlayan unsurlardan biri de esbab-ı nüzul bilgisidir.
Surenin veya ayetlerin nazil olmasındaki sebeplerin bilinmesi siyak-sibakın
idrak edilmesinin mümkün kılmaktadır.[378]
Esbab-ı Nüzulun
nüzul ortamına ait olanları Kur’an-ı Kerim’in anlaşılmasında siyak-sibakı
(bağlamı) görmeye yardımcı olabilirler. Anca burada önemli olan rivayetlerin
buraya kadar sayılmış bulunan ilkelerle uyumlu olmasına mutlaka dikkat edilmesi
hususudur.
Sahih olan
bütün esbab-ı nüzul rivayetleri, nüzul sebebi olarak zikredilen sebep
haricindeki benzer olaylara uygulanabilir. Çünkü sebeb-i nüzulle oluşan olgu ve
sosyal bağlam, Kur’an-ın bütünlüğü meselesinde temas edildiği üzere insani
örnek oluşturan, insan hayatının doğal bir kesitini yansıtan ve zaman-mekan
unsurlarının ötesinde mütalaa edilmelidir. Böylece Kur’an’ın bütünlüğü ve ona
dahil olan siyak-sibak kolaylıkla görülecektir.
Bu tarz bakış
açısından yoksun olduğunda bazı esbab-ı nüzul rivayetlerini sağlıklı değerlendirmek
kabil olmaz.
Mesela Tevbe,
75. Ayeti:
åî©z¡Ûb £Ûa å¡ß
£å ãì¢Ø ä Û ë
£å Ó £ £ ä Û ©é¡Ü¤ Ï ¤å¡ß
b äî¨m¨a ¤å¡÷ Û é¨£ÜÛa çb Ç ¤å ß
¤á¢è¤ä¡ß ë
“Onlardan kimi de, Eğer Allah
lütuf ve kereminden bize verirse, mutlaka sadaka vereceğiz ve elbette biz
sâlihlerden olacağız! diye Allah'a and içti,”[379] hakkında sebebi nüzul
olarak Salebe b. Hatıb’ın başından geçenler anlatılmaktadır. Halbuki bu kıssa
tamamen uydurmadır. İbni Hzm (356/966): Bu ayetin, hakkında indiği kişi
hususunda, ne bir delil, ne de bir nass vardır. Salebe b. Hatıb hakkında nazil
olduğuna dair rivayet ettiğimiz eser de sahih değildir.[380]
Anlaşılıyor ki İbni Hazm haberi araştırmış ve bu sonuca varmıştır. Haberin
senedinde Maanb. Rıfaa, el-Kasım b. Abdurrahman, ali b. Yezid’in bulunduğu ve
hepsinin “zayıy” olduğunu söyler. Miskin b. Bekki Hakkında ise “kuvvetli
değildir” der.[381]
Burada anılan bilgiler olmadan, sadece siyak-sibak
çerçevesi içerisinde bir açıklama getirilip getirilmeyeceği sorusu elbette söz
konusu edilmeliydi. İfadeleri, siyak-sibak çerçevesinde anlamanın önemini ve bu
çerçeve ile ilgisi bulunmayan esbab-ı nüzul rivayetlerinin tutarsızlılığını
göstermesi bakımından Salebe kıssası bir örnektir. Salebe kıssasını
tefsirlerinde naklederek bu ayetleri yorumlayan bir çok müfessir siyak-sibakı
maalesef ihmal etmişler ve yanlış anlamaya düşmüşlerdir. Halbuki bağlam
çerçevesinin Kur’an’ın anlaşılmasındaki yerine özen gösterilse idi Tevbe
suresinin bu ayetlerini doğru anlayacaklardı. Çünkü ayetlerin siyak-sibakı
münafıklardan bahsetmektedir.
Dolayısıyla surenin 75. Ayetine bu bağlamda bir
yaklaşımla Allah’a ahdini bozan, vadinin hilafına hareket eden ve bu
eylemlerinin sonunda da kalplerine nifakın yerleştiği insan karakterinden
bahsedildiği görülecektir. O halde Tevbe suresinin bu ayetlerinin bağlamı
münafık insan tipine ait birtakım sıfatlardır. Verilmek istenen mesaj belli bir
şahsın kınanması değil evrensel bir karakterin sıfatlarını sayarak müminleri
bunlardan sakınmaya çağırmaktadır. Bir diğer ifade ile söz konusu ayetlerin
bağlamı Kur’an’ın, münafıklarla ilgili zihniyetinin bir cephesini ele
almaktadır.
Kur’an-ı
Kerim’in anlaşılmasında esbab-ı nüzul rivayetlerini değerlendirirken ayetlerin
siyak-sibakına mutlaka bakılmalıdır. Ayetlerin bağlamı ile mütenasip olmayan rivayetlere,
yukarıdaki örnekte olduğu gibi, itibar etmemekte yarar olduğu açıktır.
Nass-siyak-sibak-rivayet uyumu kesinlikle göz ardı edilmemelidir.
Kur'an'ı tefsir eden, anlamını açıklayıp yorumlayan ve bu maksatla eser yazan ilim adamı. Kur'an, anlaşılmak ve kendisiyle amel edilmek üzere indirilmiştir:
¡lb j¤Û üa
aì¢Û¯ë¢a £× n î¡Û ë ©é¡mb í¨a
a¬ë¢ £2 £ î¡Û ¥Ú b j¢ß
Ù¤î Û¡a ¢êb ä¤Û ¤ã a ¥lb n¡×
“(Resûlüm!) Sana bu mübarek Kitab'ı, âyetlerini
düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik.”[382]
Kur'an-ı okuyan herkes onu anlamak üzere okumalıdır.
Arapça bilen herkes, Kur'an-ı okurken, onun manasını anlamak için gayret
ederse, kendi kapasitesi oranında onu anlar. Ancak Kur'an-ı anlama konusunda
insanların eşit seviyede olmadıkları bir gerçektir. Çünkü o, hayatın her
alanına hitap eden, hukuk, ahlâk, tarih vs. gibi konulardan söz eden bir
kitaptır. Hattâ Kur'an'ı tefsir eden müfessirler bile onu tefsir ederken, daha
mütehassıs oldukları bilim dalı açısından tefsir etmişler ve meselâ; dilci
olan, dil yönüne; fakîh olan, ahkâm yönüne; kelâmcı olan, kelâm yönüne ağırlık
vermişlerdir.
Kendi
dilleriyle indiği ve inişinin sebeplerine şahit oldukları halde Sahabe'nin onu
anlama seviyeleri bile birbirinden farklıydı. Hz. Peygamber (a.s), Ashaba
kapalı gelen ayetleri onlara açıklıyordu. Bu nedenle ilk müfessir, Peygamber (a.s)'ın
kendisidir.
Kur'an'ı
anlama konusunda insanlar birbirlerinden farklı olduklarına göre; başkalarına
onu tefsir etmeğe kalkışan kişinin, kendilerine Kur'an'ın tefsir edildiği
kişilerden farklı seviyede olması gerektiği tabiîdir.
Bu sebepledir
ki alimler, Kur'an'ı tefsir edecek kişinin bazı ilimleri bilmesinin şart
olduğunu söylemişlerdir. Bu şartları şu şekilde özetlemek mümkündür:
a- Arap
dilini çok iyi bilmesi. Çünkü Kur'an, Arapça olarak inmiş ve Arapların dili
kullandıkları üslûplara riayet etmiştir.
b- Nüzûl
sebeplerini bilmesi. Nüzûl sebeplerini bilmek, anlamayı kolaylaştırdığı gibi,
bazı durumlarda tercih edilecek manâyı yakalayabilmek konusunda da yönlendirici
bir öneme sahiptir.
c-
Resûlüllah'ın sünnetini bilmesi. Resûlüllah (a.s), Allah tarafından Kur'an'ı
açıklamakla da görevlendirilmiştir. Ayrıca Resûlüllah (a.s)'ın fiil ve
davranışları, Kur'an'ın, pratik hayata aktarılmış şeklidir.
d- İçinde yaşadığı
toplumu, toplumun sosyal meselelerini bilmesi. Zira toplumu bilmek, son derece
önemlidir. Kur'an'ı tefsir etmekten maksat, topluma yol göstermek olduğuna
göre, toplumun problemlerini bilmeyen bir kimsenin topluma yol göstermesi
mümkün değildir.
e- Keskin bir
zekâ ve kuvvetli bir muhakeme gücüne sahip olması. Ancak böyle bir özelliğe
sahip olan bir ilim adamı insanlara faydalı olabilir. İlim adamı insanlara
faydalı olabilir.
Yukarıda
ifade ettiğimiz gibi Kur'an-ı Kerim'i ashaba ilk açıklayan kişi Hz. Peygamber
(a.s) olduğundan ilk müfessir olarak da yine o kabul edilmiştir.
İbn-i Mesud
(ö. 32/652), İbn-i Abbas (ö. 68/687-88), Übeyy b. Ka'b (ö. 19/640), Zeyd b.
Sabit (ö. 45/665), Ebu Musa'l-Eşari (ö. 44/644) ve Abdullah İbn Zübeyr (ö.
73/692) sahabenin önde gelen müfessirleridir.
Abdullah b.
Abbas, bunların başında gelir. Tabiiler devrinde Mekke okulunu kuran İbn
Abbas'tır. Talebeleri arasında Mücahid (Ö. 103/721), Atâ b. Ebi Rebah (Ö.
115/733) İkrime (Ö. 105/723), Said b. Cübeyr (Ö. 95/714), Tavus (ö. 106/724)
vb. kimseler sayılabilir.
Abdullâh İbn
Mes'ud Irâk okulunu kurmuştur. Zeyd b. Eslem ise Medine okulunu kurmuş, oğlu
Abdurrahman ve Enes b. Malik kendisinden tefsir okumuşlardır. Bunlardan sonra
gelen müfessirler, bunlardan faydalanmışlardır.[383]
Sahabe, Kur'an ayetlerini ya kendi ictihadlarına dayanarak ya da Resulullah (a.s)'den işiterek tefsir etmişlerdir. Çoğu zaman ayetin nüzul sebebini ve kimin hakkında indiğini de açıkladılar. Onlar bir ayetin tefsirinde, ayetten anladıkları sözlük anlamını açıklamada en kısa ifadelerle yetiniyorlardı.
¢á Ü¤Ç a ì¢ç ë
7¢õ¬b ' í ¤å ß ô©¤è í 騣ÜÛa
£å¡Ø¨Û ë o¤j j¤y a ¤å ß ô©¤è mü Ù £ã¡a
åí© n¤è¢à¤Ûb¡2
“(Resûlüm!)
Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin; bilakis, Allah dilediğine hidayet verir ve
hidayete girecek olanları en iyi O bilir.”[384]
Ebu Hüreyre
ayetini; "Amcası Ebu Talib'in
Müslüman olmasını isteyen Resulullah (a.s) hakkında inmiştir"
şeklinde açıklıyordu. Sahabeden sonra gelen Tabiin, Sahabenin bu türden
tefsirlerini rivayet ettiler. Tabiinden bazı kimseler tefsirde ictihad veya
işitme yoluyla Kur'an'ın bazı ayetlerini bizzat kendileri tefsir etmiş veya
nuzül sebeplerini zikretmişlerdir. Tabiinden sonra gelen alimler Yahudi ve
Hıristiyanlarla ilgili haberleri de naklederek tefsirde bir genişleme meydana
getirdiler. Daha sonra ise her asırda ve her nesilde müfessirler Kur'an-ı
tefsirde birbirlerini takip ettiler ve her dönem tefsir sahasını bir önceki
döneme oranla daha da genişlettiler.
Müfessirler
hükümler istinbat etmek için Kur'an ayetlerini incelemeye, açıklamaya devam
ederken bir kısım kimseler cebr ve ihtiyara dayanan mezhebi görüşlerine göre
ayetleri tefsir etmekte, bir başkaları ise yaşamada, kelam ilminde, belagatta,
sarf ve nahivde ve benzeri konularda kendi görüşlerini ispatlamak için Kur'an
ayetlerini tefsir ediyorlardı. Sahabe asrından günümüze kadar geçen süre
içerisinde çeşitli asırlarda yapılan tefsir çalışmaları incelendiğinde her
asırdaki tefsir çalışmalarının, içerisinde bulundukları çağdaki ilmi hareketlerden
etkilendiği, o çağda bulunan görüşlerin, nazariyelerin ve mezheplerin
görüşlerinin tefsirlere yansıdığı görülmektedir. Bu nedenle içerisinde
bulunduğu çağda egemen olan görüşlerden, hükümlerden ve düşüncelerden
etkilenmemiş pek az sayıda tefsir vardır.
Ancak bu
tefsirlerin tamamı ilk günden itibaren yani Sahabe asrından itibaren tefsir
kitaplarında telif edilmemişti. Her asırda farklı bir hale intikal ederek
günümüze kadar ulaşmıştır. Başlangıçta tefsir, hadisten bir parça ve hadis
bölümlerinden bir bölüm idi. Hadis, İslâmi bilgilerin tamamını bünyesinde
toplayan geniş bir sahayı oluşturuyordu. Hadis ravisi fıkhi bir hükmü içeren
bir hadisi rivayet ettiği gibi, Kur'an'dan bir ayeti tefsir eden bir hadisi de
rivayet ediyordu.
Abbasi
döneminin başlangıcı ile Emevi döneminin sonlarına gelindiğinde yani hicri
ikinci asırda müellifler, bir konu ile ilgili birbirine benzer hadisleri
toplayarak diğerlerinden ayırmaya başladılar. İçeriğinde fıkıhla, tefsirle
ilgili bilgileri barındıran hadisler birbirinden ayrıldı. Böylece hadis, siret,
tefsir ve fıkıh gibi ilim dalları doğdu. Tefsir ilmi diğer ilim dallarından
ayrı olarak okunan bağımsız bir ilim dalı haline geldi. Ancak başlangıçta
tefsirler, Kur'an ayetlerinin mushafta sıralanışı gibi düzenli bir şekilde bir
sıra takip edilerek yazılmamıştı. Hadiste olduğu gibi çeşitli ayetlere ait
tefsirler şurada burada dağınık bir şekilde bulunuyordu.
Hadis ilmi
ile tefsir ilmi birbirinden ayrılıncaya ve başlı başına bir ilim dalı haline
gelinceye kadar bu durum aynen devam etti. Tefsir bağımsız bir ilim dalı halini
aldıktan sonra Kur'an tefsiri, mushafın tertibine göre Kur'an'dan her bir
ayetin veya ayetten bir parçanın tefsiri düzenli bir şekilde tefsir edilmeye
başlandı.
Kur'an'ı ilk
defa ayet ayet tefsir eden ve birbiri ardına bunları sıralayarak bir tefsir
ortaya koyan Hicri 207 yılında vefat eden el-Ferra'dır. el Fihrist isimli
kitabında İbni Nedim şöyle der: Ömer b. Bekir, El-Ferra'ya bir mektup yazdı ve
ona şöyle dedi: El Hasan b. Sehl, Kur'an'dan bana bir şey sorduğunda yanımda
ona cevap verecek bir şey bulamıyorum. Eğer bu konuda bana bir usul toplar veya
bu konuda bir kitap yazarsan yazdıklarını bana gönder. Bunun üzerine Ferra'
arkadaşlarına: Bir araya gelin de size Kur'an'la alakalı bir kitap yazdırayım
dedi ve onlar için bir gün tayin etti. Hazır olduklarında onların yanına geldi.
Mescidde ezan okuyan ve namazda insanlara Kur'an okuyan bir adam vardı. Ferra'
o adama yöneldi ve ona: Fatiha'yı oku da onu tefsir edeyim sonrada Kur'an'ın
tamamını tamamlarız dedi. Adam Fatiha'yı okudu, Ferra da tefsir etti.
Bu nedenle
Ebu'l Abbas: "Ferra'dan önce hiç
kimse Kur'an'ı böyle tefsir etmedi. Bundan daha fazlasını yapacak kimse
olduğunu da sanmıyorum."
Ferra'dan
sonra Hicri 310 senesinde vefat eden ve meşhur tefsiri "Taberi"yi
yazan İbni Cerir et-Taberi geldi. İbni Cerir'in tefsirinden önce İbni Cüreyc'in
tefsiri gibi meşhur olmuş tefsirler vardır. İbni Cüreyc'in tefsiri, sahih olan
olmayan ayırımı yapmadan buldukları hadisleri toplayan ilk muhaddislerin hadis
toplama işine benzemektedir.
Derler ki: "İbni Cüreyc her ayet hakkında rivayet
edilenlerin sahih veya sakim (sahih değil) olmasına bakmadan hepsini
toplamıştır" Hicri 127 de vefat eden es Süddi'nin ve Hicri 150
yılında vefat eden Mukatil'in tefsiri de aynı tür tefsirlerdendir. Abdullah b.
Mübarek, Mukatil'in tefsiri hakkında şunları söylemektedir. "Eğer güvenilir olsaydı onun tefsiri ne
kadar güzel bir tefsirdir" Muhammed b. İshak'ın tefsiri de
böyledir. Muhammed b. İshak tefsirinde, Vehb b. Münebbih, Kabu'l Ahbar ve
bunların dışında Tevrat'tan, İncil'den rivayetlerde bulunan ve onları şerh eden
kimselerin sözlerini zikretmekte, Yahudilere ve Hıristiyanlara ait haberleri
nakletmektedir. Bununla beraber bu tefsirler bizlere ulaşmamıştır.
Ancak
Tefsirinde Yahudilere ve Hıristiyanlara ait haberlerden en fazla bulunan kişi
İbni Cerir et Taberi'dir. Daha sonra Kur'an'ı kâmil bir sıralama ile
düzenlenmiş eksiksiz kitaplarda tefsir eden müfessirler birbirlerini takip
ettiler.
Tedvin
edilmiş olan tefsir kitaplarını dikkatlice inceleyen kimse müfessirlerin bu
tefsirlerde farklı yöntemleri takip ettiklerini gözlemler. Onlardan kimi
Kur'an'ın yüceliğini ve diğerlerinden farklılığını anlatabilmek için tefsirinde
Kur'an'da ki belağat çeşitlerine, anlamlarına, üsluplarına daha çok önem
vermişler ve tefsirlerinde bu yön ağırlık kazanmıştır. Keşşaf isimli tefsirin
sahibi Muhammed b. Ömer ez-Zemahşeri bunlardandır.
“Tefsir-i
Kebir” ismi
ile meşhur olan Fahreddin er-Razi gibi bir kısım müfessirler ise tefsirlerinde
akaid kaidelerine, asılsız haberlerle mücadeleye, Ahkâm-ul Kur'an isimli
tefsiri ile meşhur, el-Cassas lakabı ile bilinen Ebu Bekir er-Razi gibi
birtakım müfessirler ise tefsirlerinde ahkâm ayetlerine ve bu ayetlerden
hükümlerin istinbatına önem vermiş, şer'i hükümlerin ele alınmasını ön plana
çıkarmışlardır.
“Babu't
Te'vil Fi Meani't Tenzil” isimli tefsirinde el-Hazin lakabı ile bilinen Alaaddin b. Muhammed
el-Bağdadi es-Sufi gibi bir kısım müfessirler ise, geçmiş kavimlerin
kıssalarını inceleyerek tarih ve İsrailiyata ait kitaplardan dilediklerini
Kur'an kıssalarına ilave etmiş, şeriata muhalif olup olmamasını, akla
uygunluğunu ve Kur'an'ın kat'i ayetleri ile çelişip çelişmediğini inceleyip
araştırmadan, değerli ve değersiz işittikleri her şeyi tefsirlerinde
toplamışlardır.
Yine “El-Beyan”
tefsirinin Sahibi Şeyh Tabressi, et-“Tibyan” tefsirinin sahibi Şeyh
et-Tusi gibi bir takım müfessirler ise kendi mezheplerinin görüşlerini
desteklemeye önem vermiş ve ayetleri bağlı olduğu grubun görüşlerini
destekleyici bir şekilde tefsir etmişlerdir.
Bu iki
müfessir, akaidde ve hükümlerde şia mezhebinin görüşlerini desteklemişlerdir.
Bir kısım müfessirler ise tefsirde, hiçbir tarafa bakmadan Kur'an anlamlarını
ve hükümlerini açıklamaya önem vermişlerdir. Bu müfessirlerin tefsirleri,
tefsirde temel tefsir kitapları olarak itibar görür. Tefsirde ve diğer
konularda imamlardan sayılırlar. İbni Cerir Et Taberi'nin, Ebu Abdullah
Muhammed El Kurtubi ve En-Nesefi'nin tefsirleri bu türden tefsirlerdir.
Tefsir
kaynakları ifadesinden her müfessirin, tevhid, fıkıh, belağat, tarih ve bunlara
benzer taşıdıkları şeylere göre Kur'an-ı tefsir etmeleri kastedilmemektedir.
Bunların hiçbiri tefsirin kaynakları değildir. Bunlar sadece tefsirde müfessire
etki eden ve onu tefsirde belirli tarafa yönlendiren faktörlerdir. Tefsir
kaynaklarından maksat tefsirlerinde müfessirlerin yönelmiş oldukları yöne
bakmaksızın, müfessirlerin nakilde bulundukları müracaat kaynakları ve onlardan
naklederek tefsirlerine aldıkları şeylerdir. Tefsir kaynaklarını incelediğimiz
zaman bunların üç kaynakla sınırlı olduğunu görürüz.
1. Rasulullah (as)'den Nakledilen Tefsir
"Orta
namaz ikindi namazıdır"[385] şeklinde
Resulullah (a.s)'den rivayet edilen hadis buna bir örnektir. Yine Ali (r.a)'ın;
“Kur'an'daki "Büyük hac
günü" hakkında Resulullah (as)'e sordum. Peygamber; (zã â ìí) "Kurban günüdür" diye cevaplandırdı" şeklindeki rivayeti, Resulullah (as)'e:
"Musa, iki müddetten hangisini
seçti" sorusunu; "En fazla ve en güzel olanını"
şeklinde cevaplandırması da Resulullah
(as)'ın yaptığı tefsire örnektir. Ancak bu nevi rivayetlerin sahih kitaplarda
geçtiği kesinlikle bilinmedikçe kaynak olarak güvenilmesi caiz değildir. Çünkü
birçok hikâyeci ve uydurmacı kimseler bu tür rivayetlere çok şey katmışlardır.
Bu nedenle bu çeşit rivayetlerde Resulullah
(as)'ın sözlerine çok fazla yalan katıldığı için tefsir kaynağı olarak
araştırılması gereken haberlerdendir. Bu çeşit tefsir konusunda selef/ilk dönem
alimler, yaptığı araştırmalar sonucunda elde ettiklerinin çoğunu tamamen inkâr
etmişler. Bu nedenle müfessirlerin gelen rivayetlere güvenmedikleri ve
gelen haberlerin sınırında kalmadıklarını, bilakis ictihadlarının kendilerini
ulaştırdıkları şeye uyduklarını görürüz. Nassın belirlediği sınırda
durmamışlardır.
Tefsir konusunda Resulullah (as)'den
gelenlere Sahabeden gelenler de ilave edildi ve ortaya çıkan bu menkul tefsire
daha sonra tabiinden tefsir hakkında gelen rivayetler de ilave edildi ve nakle
dayanan bu türden tefsirde zamanla önemli bir birikim meydana geldi. Bu birikim
hem Resulullah (a.s)'den, hem Sahabeden ve hem de Tabiin'den gelen nakillerin
tamamını bünyesinde topladı. Böylece bu birikim yalnız başına tefsir olmaya
yeterli hale geldi. Birinci asırda telif edilen tefsir kitapları adeta tefsirin
bu çeşidi ile sınırlı kaldı.
2. Tefsir Kaynaklarından Biri de Görüştür
Bu, tefsirde
ictihad olarak isimlendirilir. Müfessirler Arap dilini ve onun ifade ediliş
şekillerini bildikleri gibi cahiliye şiirinde, düz yazıda vb konulara
vukufiyetleri ile Arapça kelimeleri ve bu kelimelerin anlamlarını da
biliyorlardı. Kendilerinde sahihliği kabul görmüş ayetin nüzul sebeplerine de
vakıf olarak bu vasıtalara (Arapça ile alakalı bilgilere) önem vermek suretiyle
kavrama gücünün ve ictihadının, müfessiri götürdüğü noktalara göre Kur'an
ayetlerini tefsir ediyorlardı.
Rey ile
Kur'an-ı tefsir etmek demek, ayet hakkında kişinin dilediğini ve nefsinin arzu
ettiğini söylemesi demek değildir. Rey ile Kur'an'ı tefsir etmek demek, şiir,
düz yazı Arap adetleri ve konuşmalarından meydana gelen cahili Arap edebiyatına
dayanmak ve aynı zamanda Resulullah (as) zamanında cereyan eden olaylar, Nebi
(as)'ın karşılaştığı düşmanlıklar, çekişmeler, hicret, harp, fitneler ve bu
esnada ortaya çıkan olaylara karşı uygulanması gereken hükümlere Kur'an'ın
verdiği cevapları da dikkate alarak Kur'an-ı tefsir etmektir.
Öyleyse rey
ile Kur'an-ı tefsir etmekten kasıt, müfessirde Arap dili ve olaylar hakkında
var olan bilgileri göz önünde bulundurarak Kur'an'ın cümlelerini anlamaktır.
Ancak efendimiz Ali (r.a.)'nın söylemiş olduğu "Kur'an birçok anlamı taşır" sözünün anlamı, Kur'an-ı
nasıl tefsir etmek istersen tefsir edebilirsin demek değildir. Bu ifadeden
kasıt, bir kelime veya bir cümle birkaç yönden tefsir edilebilir. Ancak bu
yönler cümlenin veya kelimenin taşıyabileceği anlamlarla sınırlıdır, kesinlikle
bunların dışına çıkmaz. Buna göre rey tefsiri, kelimelerin taşıdığı anlamlarla
sınırlı kalarak cümleleri anlamaktan ibarettir. Bunun için de rey tefsiri,
ictihad ile tefsir şeklinde isimlendirilmiştir.
Müfessir olan Sahabeler rey ile tefsir yapıyorlar ve tefsirde birinci
derecede buna itimat ediyorlardı. Sahabe tek bir kelimenin tefsirinde bile
ihtilaf edebiliyorlardı. İbni Abbas, İbni Mesut ve Mücahid gibi müfessirlerden
gelen rivayetler de onların tefsirde kendi anlayışlarına itimat ettiklerine
delalet etmektedir. Örneğin müfessirler;
6 좣ÀÛa ¢á¢Ø Ó¤ì Ï
b ä¤È Ï ë ¤á¢Ø Ób rî©ß
b 㤠a ¤¡a ë
“Sizden kesin söz almış ve Tur'u tepenize dikmiştik”[386] ayetinde
geçen 좣ÀÛa "Tur" kelimesini müfessirler farklı şekillerde
tefsir etmektedirler. Mücahid 좣ÀÛa "Tur" kelimesini dağ olarak, İbni
Abbas Tur dağı şeklinde, başkaları da 좣ÀÛa "Tur"u sıradağlar olarak tefsir
etmektedirler. Sıradağlar şeklinde yayılmamışsa Tur değildir" demişlerdir.
Tefsirde varolan bu ihtilaf, nakilde var olan ihtilafın sonucu değil görüşte
var olan ihtilafların sonucudur. 좣ÀÛa "Tur" kelimesi gibi bir kelimede
ihtilaflar meydana gelebildiğine göre kelimenin anlamı üzerinde değil de
cümlenin delalet ettiği anlamda ortaya konan görüşte ihtilafların olması
elbette ki doğaldır. Bu nedenle müfessirler, kelimelerin anlamları üzerinde
ihtilaf ettikleri gibi ayetlerin anlamları üzerinde de ihtilaf etmişlerdir.
Sahabe tefsiri, özellikle de meşhur müfessirlerin tefsirleri incelendiğinde
onların tamamının tefsirde reye itimat ettikleri görülür.
Reye dayalı
tefsirden sakınarak yalnızca nakle dayalı tefsir ile yetinen kimseler hakkında
bazı kimselerin naklettikleri haberlere gelince:
Bunlar
tefsiri istenen Arapça kelimeler ve ayetin nüzul sebebini oluşturan olaylar
hakkında gerekli olan bilgileri elde edememiş yani tefsir malzemelerini henüz
tamamlayamamış kimseler için söylenebilir. Yoksa yalnızca tefsir hakkında nakil
olunan haberle sınırlı kalarak, insanların anlamaları için indirilmiş olan
Kur'an-ı anlamaktan kaçınılamaz. Bu hususta varid olan nasslara dönüldüğünde bu
sakınmanın sebebi açığa çıkmaktadır. Kur'an'dan bir şey sorulduğunda Said b. El
Müseyyeb'in şöyle dediği rivayet olunur: Ben "Kur'an hakkında bir şey söylemiyorum." Bu ifade, rey
ile Kur'an-ı tefsir etmeye karşı söylenmiş bir söz değil, sadece onun rey ile
Kur'an-ı kaçınarak tefsir ettiğini gösteren bir ifadedir.
İbni Sirin
der ki: Ebu Ubeyde'ye Kur'an'dan bir şey sorduğumda şöyle dedi: "Allah'tan kork sana doğruluk yaraşır.
Kur'an'ın hangi şey hakkında indiğini bilenler bu dünyadan göçtüler."
Ebu
Ubeyde'nin Sahabenin büyüklerinden olduğu herkes tarafından bilinmektedir. O,
doğru hareket etmenin ve Kur'an'ın ne hakkında indiğini bilmenin gerekliliğine
işaret etmektedir. Kur'an hakkında söz söylemekten sakınmanın ve takvanın
sebebini Ebu Ubeyde sözünde şöyle ifade etmektedir: "Sana doğru olmak yakışır. Kur'an'ın ne için indiğini bilen
kimseler bu dünyadan göçüp gittiler." Doğruluğun ve Kur'an'ın ne
için indiğini öğrenmek maksadıyla araştırma yapanlar da görüşlerini ve
ictihadlarını söyleyeceklerdir.
Bu nedenle
tefsir konusunda Sahabenin iki gruba ayrıldığını söyleyemeyiz. Yani bir grup
Sahabenin rey ile tefsir yapmaktan sakındığını ve diğer bir kısmın ise rey ile
Kur'an-ı tefsir ettiğini söyleyemeyiz. Bilakis Sahabeler Kur'an-ı rey ile
tefsir ettiklerini söylüyorlardı. Sahabe açıklamak istedikleri Kur'an'dan bir
ayetin cümleleri veya kelimeleri hakkında kesin bir bilgiye sahip olmadan rey
ile Kur'an-ı tefsir etmekten kaçınıyorlardı. Tabiin'de de durum aynıydı. Sahabe
ve Tabiinden sonra gelenlerden bir kısmı bu sözleri duyduklarında bunları, rey
ile Kur'an-ı tefsir etmekten sakındıran ifadeler olarak anladılar ve Kur'an
hakkında rey ile bir şey söylemekten kaçındılar. Bir kısmı ise Sahabenin rey
ile tefsir yaptığını görerek bunlar da rey ile tefsir yaptılar. Böylece tefsir
alimleri iki kısma ayrılmış oldu:
1. Rey ile tefsirden sakınan ve yalnızca nakle dayalı tefsirle
yetinenler
2. Rey ile tefsir yapanlar.
Ancak Sahabe
ve Tabiin kesinlikle iki gruba ayrılmadılar. Onlar, Kur'an hakkında hem nakle
hem de reye dayalı olarak bildiklerini söylüyorlardı. Bilgiye güvenmedikleri ve
bilmedikleri sürece rey ile Kur'an hakkında bir şey söylemekten ise
sakınıyorlar ve uzak duruyorlardı.
3. Biri de İsrailiyattır
Müslüman olduklarını söyleyip İslâm'a giren Yahudi
ve Hıristiyanlar arasında Tevrat ve İncil hakkında bilgi sahibi olan kimseler
de vardı. Özellikle de Yahudilerin çoğunluğu inanmayarak İslâm'a girdiler.
Çünkü Yahudiler Hıristiyanlara oranla müslümanlara daha fazla kin ve düşmanlık
besliyorlardı. Bu alimlerden (Tevrat ve İncil hakkında çok fazla bilgileri
olanlardan) israiliyata ait birçok haber müslümanlara arasına sızdığı gibi
ayetlerin açıklamasını tamamlamak için Kur'an tefsirine de sızdı. Böylece
israiliyat, akılları ve eğilimleri etkisi altına aldı ve birçok Kur'an ayetini
işitenler bu ayetler çevresinde israiliyatın etkisi ile sorular sormaya
başladılar.
Ashab-ı Kehf'in köpeğinin kıssasını işittiklerinde köpeğin rengi nedir? dediler.
¤á¢Ø £Ü È Û ©é¡mb í¨a
¤á¢Øí©¢í ë ó¨m¤ì à¤Ûa ¢é¨£ÜÛa ¡ó¤z¢í Ù¡Û¨ ×
6b è¡¤È j¡2 ¢êì¢2¡¤a b ä¤Ü¢Ô Ï
æì¢Ü¡Ô¤È m
"Haydi, şimdi (öldürülen) adama, (kesilen ineğin)
bir parçasıyla vurun" dedik. Böylece Allah ölüleri diriltir ve düşünesiniz
diye size âyetlerini (Peygamberine verdiği mucizelerini) gösterir”[387] ayetini işittiklerinde
onunla bazısına vurdukları şey nedir? diye sormaya başladılar.
b¦à¤Ü¡Ç
b £ã¢ Û ¤å¡ß ¢êb ä¤à £Ü Ç ë
b 㡤ä¡Ç ¤å¡ß ¦ò à¤y ¢êb ä¤î m¨a
¬b ã¡
b j¡Ç ¤å¡ß a¦¤j Ç
a u ì Ï
“Derken, kullarımızdan bir kul buldular ki, ona
katımızdan bir rahmet (vahiy ve peygamberlik) vermiş, yine ona tarafımızdan bir
ilim öğretmiştik”[388] ayetini okuduklarında: Musa
ile buluşan ve ondan kendisine hayra götürecek şeyleri öğretmesini isteyen o
salih kul kimdir? sorusunu sordular ve hızır kıssası da işte buradan çıktı.
İşte böylece hikâyeler, Yahudilere ve Hıristiyanlara ait haberler peşpeşe
sıralanıyor ve bunlar hakkında sorular soruluyordu. Bu türden olmak üzere salih
Kulun öldürdüğü çocuğun kim olduğu, geminin ve onları misafir etmeyen köyün
hangisi olduğu hakkında soruların var olduğu görülmektedir.
Yine Musa
(a.s.) ile Şuayb (a.s.) kıssası hakkında, Nuh'un gemisinin büyüklüğü vb konular
hakkında sorular sorulmaktaydı. Onların bu tür sorulara cevap vermeleri ve bu
konudaki bilgileri elde etme arzuları, onları Tevrat'a ve Tevrat'ta bu konular
hakkında yazılmış olan açıklamalara götürdü. İslâm'a iyi niyetle ve kötü
niyetle giren Yahudilerden nakledilen haberler, hikâyeler, uydurma şeyler
böylece tefsirlere sokuldu. Müslüman olan Hıristiyanlardan bir kısmı da İncil
hakkındaki hikâyeleri ve haberleri tefsirlere soktular. Ancak bunlar
Yahudilerin sokuşturduklarına oranla azdır.
İşte böylece
hikâyeler ve haberler hakkında söylenen birçok şey, tefsirde büyük bir yığın
meydana getirdiler. Hatta bunlar nakli tefsir olarak rivayet edilenleri de
aştı. Birçok tefsir kitabı diğer ümmetlere ait haberler ve kıssalarla,
israiliyatla dolup taştı. Bunları tefsirlere sokanların en meşhurları Ka'b-ul
Ahbar, Vehb b. Münebbih, Abdullah b. Selam ve diğerleridir. İşte böylece
israilliyat, kıssalar ve diğer haberler müfessirler nezdinde tefsir
kaynaklarından bir kaynak haline geldi.[389]
Tefsir ilmi,
şer'i bilgilerin en önemlilerinden sayılması nedeniyle, şer'i ilimlerin en
üstün olanıdır. Bu nedenle her asırda ve her nesilde tefsir ilmine çok önem
vermek gerekir. Daha önceki asırlarda var olmayan yeni yeni meseleler ortaya
çıktığı için ümmet bugün de müfessirlere muhtaçtır. Bu nedenle ortaya çıkan
yeni yeni meseleler, Kur'an-ı Kerim'de zikredilen genel prensiplerin kapsamı
içerisine giriyorsa bunların hükmünün bilinmesi lazımdır. Veya daha sonra
ortaya çıkan yeni olaylara bu cüzi hükümler uygulanabilir. Tefsir bütünlüğü
içerisinde eski tefsirler metod, şekil ve sunuş bakımından bir nevi telif
hükmündedirler. Eski eserlerin üslûbunda yazılmış olan bu tefsirleri, eski
eserleri okumaya alışmış olan çok az sayıdaki insanların dışında bu neslin
çocukları şevkle ve istekle okuyamamaktadır.
Bu nedenle
fikri kitapları okur gibi aydın ve derin bir fikirle Müslümanların hatta
Müslüman olmayanların bile tefsir okuma arzu ve isteğini artıracak bir üslupla
yeniden tefsirlerin yazılması gerekir. Üstelik müfessirlerin Kur'an-ı Kerimi
tefsir etmeye başladıkları dönem, felsefi kitapların Arapça’ya tercüme
edilmesinden sonraki döneme rastladığı için felsefi fikirlerden
etkilenmişlerdir. Haçlı savaşlarından sonraki gerileme dönemine gelindiğinde
ise Kur'an ayetleriyle alakası olmayan tefsirden sayılmayan şeylerin
öğrenilmesine büyük çabalar harcanarak tefsirlerin oluşumuna yol açıldı.
Üstelik tefsirler İsrailiyatla doldu. Hatta İsrailiyat, tefsir kaynaklarından
üçüncü bir kaynak haline geldi. Bu nedenle Kur'an'ın, Sahabeden nakledilen
tefsirden de faydalanılarak ve Kur'an-ı anlamada ictihad açısını da kullanarak
sahabenin tefsir metodu üzere tefsir edilmesi gerekir. Fakat Resulullah
(as)'den tefsir olarak nakledilenler eğer sahih ise hadisten bir parça
sayılırlar. Tefsir olarak itibar edilmez. Çünkü bu durumda Kur'an gibi teşrii
nass sayılır ki bu da tefsir kapsamına girmez.
Ancak
müfessirlerin tefsirde kullandıkları üslûba gelince: Bu üsluba, müfessirlerin
anlama gücüne bağlıdır. Çünkü tefsir üslûbu, tefsirde kullanılan şekillerden
bir şekildir. Bu, bir telif çeşidi olduğu için her müfessir, tefsir yaparken
düzenleme, bölümlere ayırma ve sunma açısından uygun gördüğü bir üslûbu
kullanır. Bu nedenle tefsirde telif üslûbunu açıklamak doğru değildir. Fakat
tefsir metodunun açıklanması gerekir. İnceleme, araştırma ve düşündükten sonra
bulduğumuz tefsir metodunu, Kur'an tefsirinin bu metoda göre yapılması için
burada sunacağız.
Bu metot
Kur'an gerçeğinin gerektirdiği bir metottur. Biz metot ifadesini kullandık,
yani devamlı olarak kararlaştırılmış bir iş ifadesini kullandık da üslup
ifadesini kullanmadık. Çünkü tefsir metodu, Kur'an-ı Kerimin işaret ettiği
şer'i delillerin anlaşılmasında kullanılan ictihad metodu gibi bir metoddur. Bu
nedenle tefsirin de bir metodu olması gerekir. Tefsir metodu, şer'i hüküm
olmasından dolayı değil, kendisine bağlanılmasından dolayı bir metoddur. Çünkü
metod hükümler cinsinden değildir. Kur'an-ı Kerim'in tefsirinde takip
edilmesini uygun gördüğümüz bu metot şu şekilde özetlenebilir:
Kur'an
tefsiri, Kur'an'ın cümlelerindeki kelimelerin anlamlarını ve cümle bütünlüğü
içerisinde cümlelerin anlamlarını açıklamak demektir. Kur'an'ın tefsir metodunu
öğreninceye kadar:
A- Kur'an
vakıasının ortaya konulması ve öncelikle bütüncül bir şekilde Kur'an gerçeğini
ortaya koyacak inceleme ve araştırmanın yapılması
B- Kelimeleri
ve anlamları açısından bu vakıaya uyan şeylerin incelenmesi.
C- Sonra da
Kur'an'la gelen konuların anlaşılması gerekir.
Kur'an
gerçeğini, ona uyanları ve Kur'an'ın getirdiği konuyu bilmekle kişi, Kur'an
tefsirinde takip edeceği metodu öğrenir. Böylece tefsir esnasında takip etmesi
gereken güçlü bir yola ulaşır.
Şimdi bu
hususları detayları ile inceleyelim
A-Kur'an Gerçeği: Kur'an Arap’çadır ve Arapça
sözlerden ibarettir. Arapça kelam olması itibarı ile gerçeğini anlamak gerekir.
Kelimelerinin Arapça kelimeler, cümlelerinin de Arapça kelimelerden meydana
gelen cümleler olarak algılanması, kavranması gerekir. Cümlelerinde var olan
kelimelerin ne şekilde (icaz, istiare, kinaye vs) kullanıldığını ve cümle
bütünlüğü olarak da cümlelerin ne şekilde kullanıldığı kavranmalıdır. Arapça
kelimelerde ve cümlelerde Arapça kullanım şekillerinden veya cümle kuruluşları
açısından Arapça şekillerden meydana geldiği iyice bilinmelidir.
Üstelik
Arapça'daki konuşma edebiyatı ve hitap edebiyatında var olan üstün zevke sahip
Arapça metodu açısından Kur'an da var olan konuşma edebiyatı ve hitap
edebiyatındaki üstün zevkin de kavranılması lazımdır. İşte bütün bunlar
kavranıldığı zaman yani Arapça esasa tafsilatlı olarak tamamen vakıf olarak
Kur'an vakıasını kavradığı zaman kişi tefsir yapabilir, aksi durumda ise
yapamaz. Çünkü Kur'an-ı Kerimde bulunan bütün kelimeler ve ifade tarzları
Arapça kelimelerdir ve Arapların aralarında konuşa geldikleri ifadelerdir.
Onların kullandıkları dildir. Bundan kıl payı kadar bile fark yoktur.
Bu nedenle
Kur'an, ancak bu anlayışla ve bu vakıasıyla tefsir edilebilir. Bu anlayış ve
yaklaşıma sahip olunmadıkça hiçbir şekilde Kur'an'ın gerçek tefsirini yapmak
mümkün değildir. Bu nedenle Kur'an tefsiri, Kur'an'ın Arapça olmasından dolayı
Arapça vakıasını kavrayarak Arapça nasslardan bir nass ve Arapça niteliği
kavranarak yapılabilir. Zira Allahu Teâla Kitabındaki şu ayetlerde Kur'an'ın
Arapça olduğunu bildirmektedir.
ó¨yì¢í b à¡Û ¤É¡à n¤b Ï
Ù¢m¤ n¤a b ã a ë
“Ben seni
seçtim. Şimdi vahyedilene kulak ver.”[390]
å¡ß Ú õ¬b u b ß
¤È 2 ¤á¢ç õ¬a ì¤ç a o¤È j £ma
¡å¡÷ Û ë 6¦b£î¡2 Ç b¦à¤Ø¢y
¢êb ä¤Û ¤ã a Ù¡Û¨ × ë
;§Öa ë ü ë §£ó¡Û ë ¤å¡ß ¡é¨£ÜÛa
å¡ß Ù Ûb ß =¡á¤Ü¡È¤Ûa
“Ve
böylece biz onu Arapça bir hüküm (hikmetli bir söz) olarak indirdik. Eğer sana
gelen bu ilimden sonra, onların arzularına uyarsan, (işte o zaman) Allah
tarafından senin ne bir dostun ne de koruyucun vardır.”[391]
Buraya kadar
yaptığımız açıklamalar Kur'an gerçeğinin kavranması ve bu vakıaya/gerçeğe uyan
Kur'an kelimeleri, anlamları yani lügat açısından yapılan bir açıklama idi.
B-
Kur'an'ın getirdiği konu açısından açıklanmasına gelince: Kur'an'ın konusu; Allah
tarafından gönderilen bir elçi aracılığı ile Allah'ın risaletinin insanoğluna
ulaştırmaktır. Bu Kur'an içerisinde risaleti ilgilendiren her şey vardır. Bu
hususları ana başlıkları ile şöylece özetlemek mümkündür:
a- Öğüt ve
hatırlatma için; akaid, hükümler, müjde, korkutma ve kıssalar,
b-
Kötülüklerden sakındırmak ve iyi amellere teşvik için; kıyamet sahneleri,
cennet ve cehennemi tasvir,
c- İdrak için
akli meseleler,
d- İman ve
amel için aslı akla dayalı gaybi ve hissi hususlar,
e- Ve
bunların dışında insanoğlu için risaletin gerektirdiği herşey vardır.
Resulün getirdiği metodun dışında dosdoğru bir şekilde bu hususlara vukufiyet mümkün değildir Özellikle de Allahu Teâla Kur'an'ın insanlara açıklaması için Resüle indirildiğini bildirmektedir.
¤á¡è¤î Û¡a 4£¡¢ãb ß
¡b £äÜ¡Û å¡£î j¢n¡Û ¤×¡£Ûa
Ù¤î Û¡a ¬b ä¤Û ¤ã a ë
6¡¢2¢£Ûa ë ¡pb ä¡£î j¤Ûb¡2
æë¢ £Ø 1 n í
¤á¢è £Ü È Û ë
“Apaçık
mucizeler ve kitaplarla (gönderildiler). İnsanlara, kendilerine indirileni
açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur'an'ı indirdik.”[392]
Resulün
metodu/yolu sünnettir. Yani Resülden söz, fiil ve takrir şeklinde sahih olarak
gelen rivayetler Resulün sünnetini, izlediği yolu oluşturur. Bu nedenle hem
Kur'an tefsirine başlamadan önce hem de tefsir esnasında mutlaka Resülün
sünnetini bilmek gereklidir. Çünkü Resulün sünnetini bilmeden Kur'an'ın
konusunu bilmek mümkün değildir. Ancak bu bilgi, sünnetin senedini bilmekten
daha çok sünnetin metnini şuurlu/uyanık bir şekilde bilmeyi gerektirmektedir.
Yani bu bilgi sünnetin lafızlarını ezberlemeyle sınırlı kalan bir bilgi değil,
insanın davranışlarını yönlendiren mefhumlar olarak sünnetin ifade ettiği
düşünceleri derinlemesine düşünme şeklinde olmalıdır. Diğer bir ifade ile
çıkardığı hadisin sıhhatine güvendiği sürece, hadisin ravilerini ve senedini
bilmeye veya lafızlarının ezberlenmesine önem vermemek müfessire herhangi bir
zarar vermez.
Müfessir için
önemli olan hadisin delalet ettiği şeyleri kavramaktır. Çünkü tefsir, sünnetin
kelimeleri, senedi ve ravileri ile ilgilenmeyip, sünnetin delalet ettikleri ile
ilgilenir. Bu nedenle Kur'an-ı tefsir edebilmek için sünnetin çok iyi bir
şekilde anlaşılması lazımdır. Buradan da açıkça görülmektedir ki Kur'an-ı
tefsir edebilmek için her şeyden önce ve öncelikle detaylı bir şekilde Kur'an
vakıasını, Kur'an kelimeleri ve anlamları açısından bu vakıaya uyan şeyleri
incelemek, sonra da araştırılan konuyu iyice kavramak gerekir.
Ve yine
tefsir için genel bir kavrayışın yeterli olmayacağını, bilakis bütünsel bir
şekilde olsa bile hem ufak konularda hem de daha geniş kapsamlı konularda detaylı
bir kavrayışa sahip olmak zorunludur. İşte bu genel kavrayışın tasavvur
edilebilmesi için Kur'an'ın kelimeleri ve cümleleri, bu kelimeleri ve
cümlelerin kullanımı açısından, Arapça yönüyle hitabında ve konuşmasındaki
üstün edebiyatı açısından ve de Arapların konuşmalarında bilinen Arap lügatı
açısından Kur'an gerçeğini tafsilatlı olarak kavranılmasını sağlayacak
keyfiyete şer'i bir bakış açısı ortaya koymak işaret etmek istiyoruz:
1-
Kelimeleri açısından Kur'an vakıasına gelince: Kur'an'da, gerçek ve mecazi
anlamlarda müfredatların/ kelimelerin kullanıldığına şahit olmaktayız. Bazen
hem sözlük anlamının hem de mecazi anlamın bir arada kullanıldığı
görülmektedir. Her bir cümlede var olan karine ile kullanılan kelimeden ne
kastedildiği bilinir. Bazen kelimenin sözlük anlamı terk edilir ve mecazi
anlamı kullanılır. Bu durumda ise kullanılan kelime ile sözlük anlamı
kastedilmez. Bazı ifadelerde ise müfredatın sözlük anlamından mecazi bir anlama
çevrildiğini gösterecek bir karinenin bulunmaması nedeniyle mecazi anlamın
kullanılmayıp yalnızca sözlük anlamın kullanıldığına şahit olmaktayız.
Yine bu arada
Kur'an'da çeşitli ayetlerde hem sözlük anlamına hem de yeni şer'i anlamına
uyan, gerçek sözlük ve mecazi anlamı dışında sözlük ve şer'i anlamlarında kullanılan
müfredatlar da vardır. Hangi mananın kastedildiğini ise ayetin terkibi tayin
eder. Veya yalnızca şer'i anlamında kullanılan sözlük anlamında kullanılmayan
kelimeler vardır. Örneğin aşağıdaki ayette (
§ò í¤ Ó)
kelimesi yalnızca sözlük anlamında kullanılmıştır:
فَانْطَلَقَا
حَتّى اِذَا
اَتَيَا
اَهْلَ قَرْيَةٍ
اسْتَطْعَمَا
اَهْلَهَا
فَاَبَوْا
اَنْ
يُضَيِّفُوهُمَا
فَوَجَدَا
فيهَا
جِدَارًا
يُريدُ اَنْ
يَنْقَضَّ
فَاَقَامَهُ
قَالَ لَوْ
شِئْتَ
لَتَّخَذْتَ
عَلَيْهِ
اَجْرًا
“Yine
yürüdüler. Nihayet bir köy halkına varıp onlardan yiyecek istediler. Ancak köy
halkı onları misafir etmekten kaçındılar. Derken orada yıkılmak üzere bulunan
bir duvarla karşılaştılar. (Hızır) hemen onu doğrulttu. Musa: Dileseydin, elbet
buna karşı bir ücret alırdın, dedi.”[393]
وَمَالَكُمْ
لَاتُقَاتِلُونَ
فى سَبيلِ
اللّهِ وَالْمُسْتَضْعَفينَ
مِنَ
الرِّجَالِ
وَالنِّسَاءِ
وَالْوِلْدَانِ
الَّذينَ
يَقُولُونَ
رَبَّنَا
اَخْرِجْنَا
مِنْ هذِهِ الْقَرْيَةِ
الظَّالِمِ
اَهْلُهَا
وَاجْعَلْ
لَنَا مِنْ
لَدُنْكَ
وَلِيًّا
وَاجْعَلْ
لَنَا مِنْ
لَدُنْكَ نَصيرًا
“Size ne
oldu da Allah yolunda ve "Rabbimiz! Bizi, halkı zalim olan bu şehirden
çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı
yolla!" diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda
savaşmıyorsunuz!”[394]
Ancak şu ayetlerde ise ( ¡ò í¤ Ô¤Ûa) kelimesi mecazi anlamda kullanılmıştır.
æì¢Ó¡
b Û
b £ã¡a ë 6b èî©Ï b ä¤Ü j¤Ó a ¬ó©n £Ûa
î©È¤Ûa ë b èî©Ï b £ä¢× ó©n £Ûa
ò í¤ Ô¤Ûa ¡3 ÷¤ ë
“(İstersen)
içinde bulunduğumuz şehire (Mısır halkına) ve aralarında geldiğimiz kafileye de
sor. Biz gerçekten doğru söylüyoruz."[395]
Kasabaya soru sorulamaz. Soru ancak kasaba halkına sorulabilir. Burada mecazi bir anlam vardır. Şu ayetteki "karye" kelimesinden kasıt da kasaba halkıdır.
a¦í© ( b¦2b ¡yb ç
b ä¤j b z Ï ©é¡Ü¢¢ ë b è¡£2
¡¤ß a ¤å Ç ¤o n Ç §ò í¤ Ó ¤å¡ß
¤å¡£í b × ë
a¦¤Ø¢ã b¦2a Ç b ç
b ä¤2 £ Ç ë
“Rabbinin
ve O'nun elçilerinin emrinden uzaklaşıp azmış nice memleketler vardır ki, biz
onları (ahalisini) çetin bir hesaba çekmiş ve onları görülmemiş azaba
çarptırmışızdır.”[396]
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا لَا
تَقْرَبُوا
الصَّلوةَ
وَاَنْتُمْ
سُكَارى
حَتّى تَعْلَمُوا
مَا
تَقُولُونَ
وَلَا
جُنُبًا اِلَّا
عَابِرى
سَبيلٍ حَتّى
تَغْتَسِلُوا
وَاِنْ
كُنْتُمْ
مَرْضى اَوْ
عَلى سَفَرٍ اَوْ
جَاءَ اَحَدٌ
مِنْكُمْ
مِنَ
الْغَائِطِ
اَوْلمَسْتُمُ
النِّسَاءَ
فَلَمْ
تَجِدُوا
مَاءً فَتَيَمَّمُوا
صَعيدًا
طَيِّبًا
فَامْسَحُوا
بِوُجُوهِكُمْ
وَاَيْديكُمْ
اِنَّ اللّهَ
كَانَ
عَفُوًّا
غَفُورًا
“Ey iman edenler! Siz sarhoş iken -ne söylediğinizi
bilinceye kadar- cünüp iken de -yolcu olan müstesna- gusül edinceye kadar
namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur veya bir yolculuk üzerinde bulunursanız,
yahut sizden biriniz ayak yolundan gelirse, yahut kadınlara dokunup da (bu
durumlarda) su bulamamışsanız o zaman temiz bir toprakla teyemmüm edin:
Yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz Allah çok affedici ve bağışlayıcıdır”[397] ayetinde
geçen (¡Á¡ö¬b ̤Ûa) kelimesi de mecazi anlamda kullanılan bir
kelimedir. Çünkü (¡Á¡ö¬b ̤Ûa)kelimesi Arap lügatında
alçak bir yer anlamına gelmektedir. Ayette ise kaza-i hacet anlamında mecazi
olarak kullanılmıştır. Çünkü ihtiyacını gidermek isteyen kimse alçak bir yere
gider. Böylece ayetlerde kullanılan kelimelerin mecazi anlamları ağırlık
kazanmış ve sözlük anlamları unutulmuştur. Ancak;
سَمَّاعُونَ
لِلْكَذِبِ
اَكَّالُونَ
لِلسُّحْتِ
فَاِنْ
جَاؤُكَ
فَاحْكُمْ
بَيْنَهُمْ
اَوْ
اَعْرِضْ
عَنْهُمْ
وَاِنْ
تُعْرِضْ
عَنْهُمْ
فَلَنْ
يَضُرُّوكَ
شَيًْا وَاِنْ
حَكَمْتَ
فَاحْكُمْ
بَيْنَهُمْ
بِالْقِسْطِ
اِنَّ اللّهَ
يُحِبُّ
الْمُقْسِطينَ
“Hep yalana kulak verir, durmadan haram yerler. Sana
gelirlerse, ister aralarında hüküm ver, ister onlardan yüz çevir. Eğer onlardan
yüz çevirirsen sana hiçbir zarar veremezler. Ve eğer hüküm verirsen, aralarında
adaletle hükmet. Allah âdil olanları sever”[398] ayeti ve;
æa î©à¤Ûa
a뢡¤¢m ü ë ¡Á¤¡Ô¤Ûb¡2 æ¤ ì¤Ûa
aì¢àî©Ó a ë
“Ölçüyü
adaletle tutun ve eksik tartmayın”[399] ayetlerinde geçen (
¡Á¤¡Ô¤Û) kelimesi ise sözlük
anlamında kullanılmıştır, başka bir anlamı ifade etmez.
=¤¡£è À Ï
Ù 2b î¡q ë
“Elbiseni
tertemiz tut”[400] ayetinde
de sözlük anlamı kullanılmıştır. Bu anlam, elbiseyi pislikten temizlemektir.
Çünkü (¡£è À Ï) kelimesi sözlükte
pis/pisliğin zıddı temizlik anlamına gelmektedir. Bir şeyi su ile temizlemek
onu yıkamak demektir. (è aènë) kelimeleri pisliklerden
temizlenmek demektir.
6 æë¢ £è À¢à¤Ûa ü¡a
¬¢é¢£ à í ü
“Ona ancak temizlenenler dokunabilir”[401] ayetinden
sözlük anlamı olarak necaseti gidermek gibi bir anlam çıkarmak mümkün değildir.
Çünkü mü'min necis değildir. Dolayısıyla burada sözlük anlamını kullanmak
mümkün olmayacağına göre geride sadece abdestsizliği giderme anlamı kalır.
Ayette geçen "temizlenin" kelimesi, abdestsizliği giderin, "arınmış/
temizlenmiş" kelimesi ise abdestli olanlar anlamına gelmektedir. Çünkü
"taharet" kelimesi şer'an hem büyük hem de küçük pislikten
kurtulmak anlamına gelmektedir. Resulullah (a.s) bir hadisinde:
4b Ó á £Ü
ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü ó¡j £äÛa
¡å Ç é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa ó¡ ¡óÜ Ç ¡å2¡«a
¤å z ¤å Ç
P¥4¢ìÜ¢Ë ü¨ ë
§ò Ó ü¨ë §¢ìè¢ ¡¤î Ì¡2
¡ò¨Ü éܨÛa ¢3 j¤Ô í ü
Hz.Hasan bin
Ali (ra)'dan:Hz. Peygamber (as) şöyle
buyurmuş:
"Temizlik, (abdest) olmadan Allahu Teâla
namazı, çalınan maldan zekatı kabul etmez."[402]
Allahu
Teâla'nın:
6ó¨£Ü a ¡a
a¦¤j Ç =ó¨è¤ä í ô© £Ûa
o¤í a a
“Gördün
mü şu men edeni. Namaz kılarken bir kulu (Peygamber'i namazdan)?”[403] ayetinde geçen (ó¨£Ü ) kelimesi şer'i anlamda
kullanılmış bir kelimedir. Ancak;
¡é¤î Ü Ç a좣Ü
aì¢ä ߨa åí© £Ûa b 袣í a ¬b í
6¡£ó¡j £äÛa ó Ü Ç æì¢£Ü ¢í
¢é n Ø¡÷¬¨Ü ß ë 騣ÜÛa £æ¡a
b¦àî©Ü¤ m aì¢à¡£Ü ë
“Allah ve
melekleri, Peygamber'e çok salevât getirirler. Ey müminler! Siz de ona salevât
getirin ve tam bir teslimiyetle selam verin”[404] ayetindeki (
æì¢£Ü ¢í) kelimesinden kasıt ise sözlük anlamı olan duadır.
Yine;
a뢢פa ë ¡é¨£ÜÛa
¡3¤ Ï ¤å¡ßaì¢Ì n¤2a ë ¡¤ üa ó¡Ï a뢡' n¤ãb Ï
¢ñì¨Ü £Ûa ¡o î¡¢Ó a ¡b Ï æì¢z¡Ü¤1¢m ¤á¢Ø £Ü È Û
a¦î©r × é¨£ÜÛa
“Namaz
kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfundan isteyin. Allah'ı çok
zikredin; umulur ki kurtuluşa erersiniz”[405] ayeti ile;
ó¨Ü Ç ¤¡j¤a ë
¡ ؤä¢à¤Ûa ¡å Ç é¤ãa ë ¡Òë¢¤È à¤Ûb¡2
¤¢ß¤a ë ñì¨Ü £Ûa ¡á¡Ó a £ó ä¢2
b í
7¡ì¢ß¢üa ¡â¤ Ç ¤å¡ß
Ù¡Û¨ £æ¡a 6 Ù 2b a ¬b ß
“Yavrucuğum!
Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere
sabret. Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir”[406] ayetlerinde ve içerisinde (
ñì¨Ü £Ûa) lafzının geçtiği Kur'an'daki bütün ayetlerde bu
kelime ancak şer'i anlamında kullanılmıştır. Bu ise namaz kılmayı ifade eder.
Bu açıklamalar Kur'an'da geçen (kelimeler) müfredatlar açısından yapılan
izahatlardı.
2- Cümleleri
açısından ise durum şudur: Bilindiği üzere Arapça, çeşitli anlamlara delalet eden kelimelerden
meydana gelmektedir. İster cümledeki ferdi anlamları açısından olsun ister
topluca cümle anlamı açısından olsun cümlelerde var olan bu kelimeleri
incelediğimiz zaman bunların tamamının iki halden meydana geldiği görülür.
a- Mutlak
anlamlara delalet eden mutlak ibareler ve lafızlar olması yönünden ona bakmak
ki bu da asli anlamlara delalet etmesi demektir.
b- Mutlak
ibarelere ve lafızlara yardımcı olan anlamlara delalet eden ibareler ve
lafızlar olması yönünden bakmak ki bunlarda başkasına tabi olan delaletlerdir.
Birinci gruptakiler, mutlak anlamlara delalet
eden mutlak ibarelerden ve lafızlardan meydana gelen terkiplerdir. Müfredatlar
açısından lügatte, (åîÇ) “ayn,” (
G) “kader,” (êë) “ruh” ve buna benzer
kelimeler gibi ortak anlamları olan müfredatlar (áÇë
åà ñìÓë ªa ïîmªaë õbu) gibi eşanlamlı müfredatlar
vardır. Hayz için kullanılan fakat temizlik anlamına gelen (õÓ) kelimesi gibi zıt anlamlar
içeren kelimeler de vardır.
Aynı şekilde destekleme ve yardım
anlamlarında kullanılan kelimesi kınama ve cezalandırma vb anlamlara da
gelmektedir. Bu nedenle cümle içerisinde geçen kelimenin bu anlamlardan hangi
anlama geldiğini bilmek için cümleyi anlamak gerekir. Sadece sözlüklere
müracaat etmekle kelimenin anlamını kavramak mümkün değildir. Bilakis bu
kelimenin içerisinde geçtiği cümleyi çok iyi bir şekilde anlamak lazımdır.
Çünkü bir kelimeden kastedilen manayı belirleyen şey, cümledir. Kelimeler için
geçerli olan durum cümleler için de geçerlidir. Çünkü cümleler, içerisinde
bulunan lafızlar nedeniyle mutlak anlamlara delalet eden mutlak ifade
tarzlarıdır. Bunlar kelimelerin asli manalarıdır. Bu manalardan başka anlamlara
delalet edecek karineler bulunmadıkça asli anlamlar esastır. Bu konuda
Kur'an'da birçok örnek bulunduğu için burada yeniden örnekler vermeye gerek
yoktur.
İkinci kısma gelince: Bunlar, mutlak
ibarelere ve lafızlara yardımcı anlamlara delalet eden ibareler ve lafızlardır.
Zira cümlede var olan her haberin cümlede neyi kastettiğinin açıklanması
gerekir. Cümle, haber verenin ve kendisinden haber verilenin ve bizzat haberin
durumunu ifade edecek şekilde kurulur. Cümlenin ifade ettiği mana, izah, ihfa,
icaz, itnab vb üslûb çeşitleri gözönünde bulundurularak fark edilir. Örneğin
kendisinden haber (özneye) verilene değil de habere önem verildiğinde (í
âbÓ) denir. Eğer önemli olan özne ise, yani
kendisinden haber verilen ise (âbÓ í) denir. Bir soruyu
cevaplandırmada veya sorunun cevabı olması durumunda ise (âbÓªa
í æa)
denir. İnkari bir cevapta ise (âbÓªa í æa éÜÛë) Zeydin kalkmasını
beklemekte olan bir kimseye haber vermede ise (í
âbÓ G) denir. Bunlar gibi Arapça nasslara dikkat
etmek gerekir.
Kur'an-ı Kerim bu iki hususu bünyesinde
toplamaktadır. Kur'an'da bir taraftan mutlak anlamlara delalet eden mutlak
ibareler ve lafızlar yer alırken aynı zamanda mutlak anlamlara yardımcı olan
manalara delalet eden mukayyed ibareler ve lafızlar da yer almaktadır. Bu
üsluplar çeşitli belagat şekilleriyle kendini göstermektedir. Kur'an'daki bir
surede veya çeşitli surelerde tekrar eden ayetler ve ayetin bölümleri yardımcı
anlamların en belirgin olanlarıdır Kur'an'da tekrarlanan nasslar ve cümleler de
böyledir. Tekid çeşitlerinden bir çeşidin kullanılması veya cümlenin geliş ve
gidiş çeşitlerinden biri olması ve olumsuzluk ifade eden soru üsluplarından
olmak üzere ve daha başka sebeplerle Kur'an'da haberin mübtedadan önce geldiği
ifadeler anlam çeşitlerinin en üstün olanlarını içermektedir.
Bir ayetin veya ayette bir parçanın, cümlenin
veya bir kıssanın bir bölümünün bazı sûrelerde belli bir şekilde ifade
edilirken bir başka sûrede daha farklı bir şekilde ifade edildiğini, bir başka
yerde ise üçüncü bir şekilde ifade edildiği görülmektedir. Haberin mübtedadan
önce gelmesi, haberin te'kidi, normal olarak zikredilmesi gereken bir cümlenin
bir kısmını zikredilerek diğer bir kısmının zikredilmemesi gibi asıl konumundan
farklı bir şekilde kullanılan ifade tarzlarına Kur'an'da ancak, ayette var olan
ibarelerin ve lafızların içerdiği mutlak anlamlara hizmet eden anlamları var
etmek için rastlamak mümkündür. Böylesi durumların dışında ise asli konumunun
dışında kullanılan ibarelere rastlanmaz.
Bu
açıklamalar; ister cümlelerde kullanılan kelimelere bakış açısından olsun
isterse genel olarak cümleler yönünden olsun, belirli anlamlara delalet eden
kelimelerin Arap lügatındaki kelamı tesis etmesi yönünden ve belirli anlamlara
delalet eden lafızların Kur'an'daki kelamı tesis etmesi yönünden yapılan
açıklamalardı.
3- Ancak
cümlelerdeki kelimelerin kullanım şekli veya cümlelerin kullanımı açısından
meselenin ele alınmasına gelince: Muhakkak ki Kur'an bu konuda dilleri üzere
Kur'an'ın indiği Arapların alışageldiği üsluplar içerisinde inmiştir. Araplar
için Kur'an mucize olmakla beraber, Kur'an'da sözün kullanım şekli açısından
Arapların kullana geldikleri örfün dışında bir değişiklik yoktur. Bu yönüyle
Kur'an, Arapların alışageldikleri durumun aynıdır. Arapların alışageldikleri
duruma dönüldüğünde, cümlelerin anlamlarını korumak hedeflendiğinde kesinlikle
kelimelere olduğu gibi bağlı kalmaya önem vermedikleri, görülmektedir. Yeter ki
anlatılmak istenen mana korunabilsin.
Bununla
birlikte, belirli kelimelerin kullanıldığında en ince ve en mükemmel anlamın
yerine getirileceği söz konusu olduğunda ise hedeflenen anlamları
gerçekleştirmek için en ince ve uygun anlamları ifade eden lafızlarda
değişiklik yapmayı da doğru bulmamaktadırlar. Onlara göre bu iki durumdan biri
mutlak olarak bağlayıcı değildir. Bilakis bazen lafızlara bakmadan yalnızca
anlamlar cümlelere yüklenirken bazen da anlamlar cümledeki lafızlara yüklenir.
Araplar, hedeflenen anlam doğru ifade ediliyorsa birbirine yakın kelimelerle
veya eşanlamlı kelimelerle anlamı ifade ederlerdi.
Birbirine eş anlamlı olan veya birbirine
yakın kelimelerin kullanılması ile anlamlar zenginleştirilmiştir. Nitekim
Kur'an kıraatlarında Fatiha suresindeki 6¡åí©£Ûa
¡â¤ì í ¡Ù¡Ûb ß ayeti 6¡åí©£Ûa ¡â¤ì í ¡Ù¡Û ß şeklinde;
¤á¢è ¢1¤ã a ¬eü¡a
æì¢Ç ¤ íb ß ë ayeti
¤á¢è ¢1¤ã a ¬eü¡a æìÇ
bí bßë farklı şekillerde
okunmaktadır.
Yine belli
bir anlamın ifade edilmesi ancak belirli bir kelimenin kullanılması ile
gerçekleşiyorsa sözcüklere olduğu gibi bağlı kalmak da Arapların yapa
geldikleri hususlardandır.
Ancak tekil
anlamların açıklanmasını korumak veya korumamak açısından konuya gelince:
Hitapta, söylenen anlamlara önem vermek, Arapların alışageldikleri en büyük
maksatlardandır. Buna binaen Araplar ancak anlamlara önem vermekte ve sözcükler
de ancak anlamlara elverişli olacak şekilde seçilmektedir. Bu arada yalnızca
toplu olarak manayı gerçekleştirmek hedeflendiği zaman, cümlenin anlamına önem
vermemekle beraber müfredatların/tek tek kelimelerin anlamlarına önem vermeye
yönelmek gerekir. Eğer cümledeki birleşik mana kastedilecekse o takdirde
okuyucunun cümledeki birleşik manayı yanlış anlamaması için kelimenin tekil
anlamıyla iktifa edilir. Kur'an'ı-ı Kerim bu üslûbu kullanmıştır. Çeşitli
ayetlerde buna ait örnekler vardır.
Ayrıca Kur'an, konuşma esnasında kullandığı ifadelerde üstün edebi üsluplar kullanmaya özen gösterir. Kur'an hikâye veya talimat türünde bazen kullardan Allah'a bazen de Allah'tan kullara seslenen bir üslûb ile gelmiştir. Allah'tan kullara seslenen bir hitap ile geldiğinde, kulun kendisinden uzak olduğunu ifade etmek için uzaklık ifade eden nida edatını bizzat cümlede zikreden bir hitap ile gelmiştir. Örneğin:
¡æë¢¢j¤Çb Ï
ôb £í¡b Ï ¥ò È¡a ë ó©¤ a £æ¡a
a¬ì¢ä ߨa åí© £Ûa ô¡
b j¡Ç b í
“Ey iman
eden kullarım! Şüphesiz, benim arzım geniştir. O halde (nerede güven içinde
olacaksanız orada) yalnız bana kulluk edin.”[407]
£æ¡a ¡é¨£ÜÛa ¡ò à¤y
¤å¡ß aì¢À ä¤Ô mü ¤á¡è¡¢1¤ã a ó¬¨Ü Ç
aì¢Ï ¤ a åí© £Ûa ô¡
b j¡Ç
b í ¤3¢Ó
¢áî©y £Ûa ¢ì¢1 ̤Ûa
ì¢ç ¢é £ã¡a b6¦Èî©à u lì¢ã¢£Ûa ¢¡1¤Ì í
騣ÜÛa
“De ki: Ey
kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit
kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan,
çok esirgeyendir.”[408]
a6¦¡Ø ã
ü¡a ¢x¢¤ íü s¢j ô© £Ûa ë
7©é¡£2 ¡æ¤¡b¡2 ¢é¢mb j ã ¢x¢¤ í
¢k¡£î £ÀÛa ¢ Ü j¤Ûa ë
; æë¢¢Ø¤' í §â¤ì Ô¡Û
¡pb í¨üa ¢Ò¡£ ¢ã Ù¡Û¨ ×
“Rabbinin
izniyle güzel memleketin bitkisi (güzel) çıkar; kötü olandan ise faydasız
bitkiden başka birşey çıkmaz. İşte biz, şükreden bir kavim için âyetleri böyle
açıklıyoruz.”[409]
"Ey insanlar" "Ey iman edenler" gibi Allah'ın kullara
seslenişini ifade eden ayetler vardır. Kulların Allah'a seslenişini ifade eden
ayetler ise nida harfi kullanılmadan gelmiştir.
لَا
يُكَلِّفُ
اللّهُ
نَفْسًا
اِلَّا وُسْعَهَا
لَهَا مَا
كَسَبَتْ
وَعَلَيْهَا
مَااكْتَسَبَتْ
رَبَّنَا لَا
تُؤَاخِذْنَا
اِنْ نَسينَا
اَوْ
اَخْطَاْنَا
رَبَّنَا
وَلَا
تَحْمِلْ
عَلَيْنَا
اِصْرًا كَمَا
حَمَلْتَهُ
عَلَى
الَّذينَ
مِنْ قَبْلِنَا
رَبَّنَا
وَلَا
تُحَمِّلْنَا
مَا لَا
طَاقَةَ
لَنَا بِه
وَاعْفُ
عَنَّا
وَاغْفِرْ
لَناَ وَارْحَمْناَ
اَنْتَ
مَوْلينَا
فَانْصُرْنَا
عَلَى
الْقَوْمِ
الْكَافِرينَ
“Allah her
şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. Herkesin kazandığı (hayır)
kendine, yapacağı (şer) de kendinedir. Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek
bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır
bir yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işler de yükleme! Bizi
affet! Bizi bağışla! Bize acı! Sen bizim mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna
karşı bize yardım et!”[410]
رَبَّنَا
اِنَّنَا
سَمِعْنَا
مُنَادِيًا
يُنَادى
لِلْايمَانِ
اَنْ امِنُوا
بِرَبِّكُمْ
فَامَنَّا رَبَّنَا
فَاغْفِرْ
لَنَا
ذُنُوبَنَا
وَكَفِّرْ
عَنَّا
سَيِّاَتِنَا
وَتَوَفَّنَا
مَعَ
الْاَبْرَارِ
“Ey Rabbimiz! Gerçek şu ki
biz, "Rabbinize inanın!" diye imana çağıran bir davetçiyi
(Peygamberi, Kur'an'ı) işittik, hemen iman ettik. Artık bizim günahlarımızı
bağışla, kötülüklerimizi ört, ruhumuzu iyilerle beraber al, ey Rabbimiz!”[411]
¢lb £ç ì¤Ûa o¤ã a
Ù £ã¡a 7¦ò à¤y Ù¤ã¢ Û ¤å¡ß
b ä Û ¤k ç ë b ä n¤í ç ¤¡a
¤È 2 b ä 2ì¢Ü¢Ó ¤Î¡¢mü
b ä £2
“(Onlar
şöyle yakarırlar:) Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi
eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla. Lütfu en bol olan sensin.”[412]
İşte bütün bu ayetler, Allah'ın kuluna yakın
olduğunu hissetmesi için, uzaklığı ifade etmek için kullanılan nida edatı olan (bí) sız gelmiştir. Çünkü (bí) harfi tembih edatıdır. Kul
nida esnasında tenbih edilmeye muhtaçtır. Allah ise asla böyle değildir.
Yine açık
olarak anlatılmasından haya duyulan hususlarda net ifadeler kullanmak yerine
kinaye ifadeleri kullanan Kur'anı Kerimde edebi üstünlüğe ve edep ölçülerine
azami derecede riayet edilmiştir. Kur'an-ı Kerim'de cinsi ilişkiyi anlatırken
açık ifadeler kullanmak yerine kinaye olarak elbise tabiri kullanılmıştır. Bu
konuyu Allahu Teâla şöyle ifade etmektedir:
6 £å¢è Û ¥b j¡Û ¤á¢n¤ã a ë ¤á¢Ø Û
¥b j¡Û £å¢ç
"Onlar
sizin için siz de onlar için bir libassınız."[413]
Ve devamla;
٤ܡm
6¡¡ub à¤Ûa ó¡Ï = æì¢1¡×b Ç ¤á¢n¤ã a ë
£å¢ç뢡(b j¢m ü ë
"Mescidlerde
itikafta bulunduğunuz zaman kadınlarınıza yaklaşmayın.”[414]
Kaza-i haceti
ifade ederken de kinaye olarak;
6 âb È £ÀÛa ¡æ5¢×¤b í
b ãb ×
“Her
ikisi de yemek yiyorlardı.”[415]
Yine Kur'an-ı Kerim durumun gerektirdiği ölçüler içerisinde kula nisbet ederek üçüncü şahsa hitaptan hazır olana yani ikinci şahsa hitap haline gelen bir edebi üslûba yönelerek bir şeye dikkat çekmektedir. Tıpkı Allahu Teâla'nın şu ayetinde olduğu gibi:
6¡åí©£Ûa ¡â¤ì í ¡Ù¡Ûb ß
=¡áî©y £Ûa ¡å¨à¤y £Û a = åî©à Ûb ȤÛa
¡£l ¡é¨£Ü¡Û ¢¤à z¤Û a
“Hamd, Din gününün sahibi, Rahman, Rahiym ve
alemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.” Hitap üçüncü ayetten sonra üçüncü şahıstan
direkt olarak ikinci şahsa yönelmektedir.
6¢åî©È n¤ ã
Úb £í¡a ë ¢¢j¤È ã Úb £í¡a
“Yalnız sana ibadet eder yalnız senden yardım
dileriz.”[416] Yine Allahu Teâla'nın şu sözü de böyledir:
هُوَ
الَّذى
يُسَيِّرُكُمْ
فِى الْبَرِّ
وَالْبَحْرِ
حَتّى اِذَا
كُنْتُمْ فِى
الْفُلْكِ
وَجَرَيْنَ
بِهِمْ
بِريحٍ
طَيِّبَةٍ
وَفَرِحُوا
بِهَا
جَاءَتْهَا
ريحٌ عَاصِفٌ
وَجَاءَهُمُ
الْمَوْجُ
مِنْ كُلِّ
مَكَانٍ وَظَنُّوا
اَنَّهُمْ
اُحيطَ
بِهِمْ
دَعَوُا اللّهَ
مُخْلِصينَ
لَهُ الدّينَ
لَئِنْ اَنْجَيْتَنَا
مِنْ هذِه
لَنَكُونَنَّ
مِنَ الشَّاكِرينَ
“Sizi
karada ve denizde gezdiren O'dur. Hatta siz gemilerde bulunduğunuz, o gemiler
de içindekileri tatlı bir rüzgârla alıp götürdükleri ve (yolcular) bu yüzden
neşelendikleri zaman, o gemiye şiddetli bir fırtına gelip çatar, her yerden
onlara dalgalar hücum eder ve onlar çepeçevre kuşatıldıklarını anlarlar da dini
yalnız Allah'a halis kılarak: "Andolsun eğer bizi bundan kurtarırsan
mutlaka şükredenlerden olacağız" diye Allah'a yalvarırlar.”[417]
Yine;
6ó¨à¤Ç üa ¢ê õ¬b u ¤æ a
=ó¨£Û ì m ë j Ç
“Yanına âmâ bir kimse geldi diye hoşlanmadı ve
yüzünü çevirdi”[418] ayetinin muhatabı doğrudan
doğruya Resulullah (as) olduğu halde ayet üçüncü şahsa hitap eder bir üslûb ile
gelmektedir. Ardından gelen ayette ise hitap doğrudan doğruya Rasüle yönelerek
şöyle demektedir:
=ó¨£× £ í
¢é £Ü È Û Ùí©¤¢í b ß ë
“(Ey habibim) Ne bilirsin belki de o arınacak.”[419]
İkinci
şahıstan üçüncü şahsa ve üçüncü şahıstan birinci şahsa dönüşüm şeklinde görülen
bu üslûb yüksek edebi inceliği korumak için kullanılmaktadır. Hitap üslûbunda
üçüncü şahıstan birinci şahsa yönelme, ya ikinci anlamı kuvvetlendirmek için
kullanılır veya hitap ile karşılaşılan üçüncü şahsa yönelik anlamı hafifletmek
yani ona daha yumuşak bir üslûbla hitap etmek için kullanılır.
Allah'a
şükrederken ve ona övgülerde bulunurken edep üçüncü tekil şahıs üslûbunu
kullanmayı gerektirdiğini, ibadet ve güçsüzlüğü, zayıflığı açığa çıkarma anında
ise ikinci şahıs zamiri ile hitapta bulunmanın hitap edebine daha uygun
olduğunu görebiliyor musun? Üçüncü şahıs üslûbu ile kınamada bulunmak kınanan
kimseye daha hafif geldiği gibi muhatap açısından istifham üslûbunu kullanmak
daha da uygundur. Her şeyin yaratıcısı Allahu Teâla olduğu halde ayetlerde
hayrın yaratıcısı olduğunu ifade ederken şerri zatına nisbet etmeyi terk ederek
aynı zamanda bize de konuşma üslûbunu öğretmektedir;
قُلِ
اللّهُمَّ
مَالِكَ
الْمُلْكِ
تُؤْتِى
الْمُلْكَ
مَنْ تَشَاءُ
وَتَنْزِعُ
الْمُلْكَ
مِمَّنْ
تَشَاءُ
وَتُعِزُّ مَنْ
تَشَاءُ
وَتُذِلُّ
مَنْ تَشَاءُ
بِيَدِكَ
الْخَيْرُ
اِنَّكَ عَلى
كُلِّ شَىْءٍ قَديرٌ
“(Resûlüm!)
De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve
mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de
alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye
kadirsin.”[420]
Ayet
dikkatlice okunduğunda cümlenin gelişi "şer" senin elindedir
ifadesini kullanmaya da uygun olduğu halde Allahu Teâla edeben şer ifadesini
kullanmamıştır. Çünkü bu nassta insanın adlandırmasına göre Allah'ın fiiline
hayır ve şer nisbet edilmektedir. Mülk sahip olmak, izzet ve şeref, insan
açısından hayırdır. Zelil olma ve mülkün elinden alınması ise insan açısından
şerdir. Allahu Teâla ise bunların hepsini elinde bulunduranın kendisi olduğunu
bildirmektedir. Ve ayet;
قُلِ
اللّهُمَّ
مَالِكَ
الْمُلْكِ
تُؤْتِى
الْمُلْكَ
مَنْ تَشَاءُ
وَتَنْزِعُ
الْمُلْكَ
مِمَّنْ
تَشَاءُ
وَتُعِزُّ
مَنْ تَشَاءُ
وَتُذِلُّ
مَنْ تَشَاءُ
بِيَدِكَ الْخَيْرُ
اِنَّكَ عَلى
كُلِّ
شَىْءٍ
قَديرٌ
“(Resûlüm!) De
ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü
dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her
türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin”[421] ifadesi ile sona
ermektedir. Bu ifade ise hem hayrı hem de şerri kapsayan bir ifadedir. Bununla
Allahu Teâla bize hitap edebi ile nasıl edepleneceğimizi öğrenmemiz için şerri
zikretmeden hayır senin elindedir ifadesiyle yetinmiş ve şer senin elindedir
dememiştir. Bu tür edebi üslûb onların bildiği ve haberdar olduğu yüce ve edebi
bir hitap şekli olup konuşmalarında buna riayet etmişlerdir. Şiirlerinde ve
hitaplarında bu üslûbu kullanmışlardır.
Kur'an'da sözcüklerinde ve ibarelerinde
Arapların kullandıkları lafızlara ve ibarelere göre ve konuşmalarında
alışageldikleri üslûblara göre gelmiştir ve kıl kadar bile o üslûptan
ayrılmamaktadır. Kur'an-ı Kerim en beliğ bir üslûpla Arapların kullandıkları en
üst seviyedeki edebi üslupların tamamını kuşatmaktadır. Kur'an sırf Arapça bir
kitaptır. Arapça olmayan hiçbir dilin Kur'an'da yeri yoktur. Bu nedenle
Kur'an-ı anlamak isteyen herhangi bir kimsenin Arapça’yı bilmesi gerekir. Arap
lisanından başka bir dille Kur'an-ı anlamak mümkün değildir. Bu nedenle Kur'an,
ibareleri ve lafızları açısından, bu ibarelerin ve lafızların müfredatlara ve
cümlelere delaletleri açısından mutlak suretle Arap lisanını bilmeyi ve ona
göre anlamayı gerekli kılar. Arap lisanının gösterdiği doğrultuda ve
gerektirdiği ölçüler içerisinde Kur'an tefsir edilir.
Kur'an-ı Kerimi Arap lisanının gerektirdiği
ölçülerin dışında tefsir etmeye kalkışmak caiz değildir. Bunun metodu da
güvenilir bir nakil yoluyla katıksız Arap olan, Arapça’yı çok çok fasih
konuşabilen ve zaptına (ezberine telafuzzuna) güvenilen kimselerden gelen
rivayetleri dikkate almaktır.
İşte bu
esaslara göre Kur'an'daki müfredatlar ibareler ve lafızlar Arap lügatının
belirlediği sınırlar çerçevesinde tefsir edilir. Bu ölçülerin dışında tefsiri
ise mutlak suretle caiz değildir. Arap dili açısından Kur'an tefsirinin
gerektirdiği hususlar bunlardır.
C- Namaz, oruç, faizin haram ve alışverişin helal olması gibi şer'i hükümler, meleklerin ve şeytanların varlığı gibi düşüncelerden oluşan şer'i anlamlar açısından Kur'an tefsirine gelince: Kur'an'ın bir çok ayetlerinin mücmel olarak geldiği ve Rasülün onu açıklığa kavuşturduğu, genel olarak geldiği ve Rasülün özelleştirdiği, mutlak olarak geleni de mukayyet yaptığı sabittir. Kur'an-ı Kerimde, Kur'an-ı açıklayacak olanın Resül (as) olduğunu Allah-u Teâla şu ayette açıkça bildirmektedir.
¤á¢è £Ü È Û ë
¤á¡è¤î Û¡a 4£¡¢ãb ß ¡b £äÜ¡Û å¡£î j¢n¡Û
¤×¡£Ûa Ù¤î Û¡a
¬b ä¤Û ¤ã a ë 6¡¢2¢£Ûa ë
¡pb ä¡£î j¤Ûb¡2
æë¢ £Ø 1 n í
“Apaçık
mucizeler ve kitaplarla (gönderildiler). İnsanlara, kendilerine indirileni
açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur'an'ı indirdik.”[422]
Bu açıdan
Kur'an-ı tefsir edebilmek için Resul (as)'ın, Kur'an'ın müfredatları ve
cümlelerin anlamları hakkında söylediği açıklamalara vakıf olmak gerekir. Bu
açıklamalar tafsil, tahsis, takyid ve diğer hususlarda olması fark etmez. Bu
nedenle Kur'an-ı anlayabilmek için Kur'an'la ilgili sünneti yani mutlak olarak
sünneti kesinlikle bilmek gerekir. Çünkü sünnet Kur'an'ın açıklamasıdır.
Kur'an'daki hükümlerin ve düşüncelerin anlamları ancak sünnetle bilinir.
Bu nedenle
Kur'an-ı Kerimi tam olarak anlayabilmek için yalnızca Arapça’yı iyi bir şekilde
bilmek yeterli değildir. Kur'an-ı tam olarak anlayabilmek için Arapça ile
birlikte sünneti de bilmek gereklidir. Her ne kadar Kur'an'ın lafızları ve
ibareleri açısından, müfredatların ve cümlelerin delalet ettiği anlamları
anlayabilmek için dönülmesi gereken tek kaynak Arapça olsa da durum değişmez.
Zira Kur'an'ı tam olarak anlayabilmek için Arapça sünnet ikilisinin bir arada
bulunması kaçınılmaz bir gerçektir. Dolayısıyla Kur'an'ı tefsir etmek isteyen
kimse hem Arapça’yı hem de Kur'an tefsiri ile ilgili sünneti çok iyi
bilmelidir. Kur'an'ı anlamak ve tefsir etmek için sünneti ve Arapça’yı temel
vasıta olarak kabul etmek gereklidir.
Nebiler,
Resuller ve geçmiş ümmetler hakkında Kur'an'da geçen kıssalara gelince: Bu
konular hakkında eğer sahih bir hadis varsa alınır. Sahih bir hadis yoksa
Kur'an ayetlerinin bildirdiği kadarıyla yetinilir. Bu iki kaynağın dışından
herhangi bir şey almak doğru değildir. Kur'an'da geçen kıssaları anlatan
müfredatları ve cümleleri anlayabilmek için Tevrat'a ve İncil'e müracaat etmeye
yol yoktur. Bu müfredatların ve cümlelerin anlaşılmasında Tevrat'ın ve İncil'in
hiçbir ilgisi, rolü yoktur. Kur'an'daki bu konularla ilgili manaları Kuran'ın
açıkça belirttiği Tevrat ve İncil değil Resul (as) açıklamıştır.
Bu nedenle
Kur'an'ın manalarını anlamada Tevrat'a ve İncil'e müracaat etmeye veya onlardan
faydalanmaya asla gerek yoktur. Çünkü Kur'an bize yalnızca Resule müracaat
etmemizi emretmektedir. Peygamber (as)'ın Kur'an-ı açıkladığını bize haber
vermektedir. Tevrat'a ve İncil'e müracaat etmekle emrolunmadık. Kur'an'daki
kıssaları ve geçmiş ümmetlerle ilgili haberleri anlamak için Tevrat'a ve
İncil'e müracaat etmemiz caiz de değildir. Aynı şekilde Tevrat ve İncil'in
dışındaki tarih kitaplarına müracaat etmemize de yol yoktur. Çünkü konu,
kıssaların açıklanması şerh edilmesi değildir ki bunlar, (Tevrat, İncil ve
diğer tarih kitapları) bu kıssaların doğruluğunu ortaya koymada daha geniş bir
kaynak oluşturmaktadırlar denilsin.
Asıl konu
alemlerin Rabbi Allah'ın kelamı olduğuna inandığımız muayyen nassların
açıklanmasıdır. Öyleyse, geldiği lisanın gerektirdiği ölçüler, kurallar
çerçevesinde ve Resül (as)'ın terimleştirdiği şer'i ıstılahların gösterdiği
sınırda durmak gerekir. Zira insanlara açıklaması için Kur'an'ın Resüle
indirildiğini Allahu Teâla bildirmektedir. Buradan hareketle, Tevrat'tan,
İncil'den veya tarih kitaplarından ve başka yerlerden tefsire girmiş olanların
tamamını tefsirden söküp atmak gerekir. Aksi takdirde ise bunların Allah'ın
kelamına ait manalar olduğu ve Alemlerin Rabbinin kelamının manaları ile
alakalı olduğundan şüphe olmadığı şeklindeki bir iddia ile Allah'a iftira
edilmiş olur.
Eskilerden ve
yenilerden birçoklarının Kur'an-ı Kerim'in, ilim, sanat, keşifler ve benzeri
şeylerin tamamını ihtiva ettiği şeklindeki iddiaları ve bu iddialarına
istinaden eskilerin ve yenilerin zikrettikleri tabii ilimler, kimya, mantık vb
gibi ilimlerin tamamının kaynağının Kur'an olduğunu söyleyenlere gelince: Bu
iddiaların aslı yoktur ve de Kur'an onları yalanlamaktadır. Kur'an hiçbir zaman
onların iddia ettikleri bir şeyi belirtmek gayesini gütmez. Her ayet ancak
Allah'ın azametine delalet eden düşünceleri ve Allah'ın kullarının
amellerindeki problemlerin çözülmesi ile ilgili hususları anlatır. Sonradan
ortaya çıkan ilimlere ne bir ayet ne de bir ayetin parçası delalet etmez. Hatta
daha da öte Kur'an'da var olan herhangi bir ayette en ufak bir şekilde bile herhangi
bir ilme delalet eden bir husus yoktur. Ancak, Allah'ın:
b ä¤î î¤y b Ï §o¡£î ß
§ Ü 2 ó¨Û¡a ¢êb ä¤Ô¢ Ï b¦2b z
¢î©r¢n Ï b í¡£Ûa 3 ¤ a
ô¬© £Ûa ¢é¨£ÜÛa ë
¢ì¢'¢£äÛa Ù¡Û¨ ×
b6 è¡m¤ì ß ¤È 2 ¤ üa ¡é¡2
“Rüzgârları gönderip de bulutu harekete geçiren
Allah'tır. Biz onu ölü bir bölgeye göndeririz de ölümünden sonra toprağa onunla
hayat veririz. Ölülerin yeniden dirilmesi de böyle olacaktır”[423] ayetinde olduğu gibi bazı
ayetlerin birtakım ilmi hakikatlara ve nazariyelere uygun olması mümkündür.
Fakat bu türden ayetler, ilmi hakikatları ispat için değil Allah'ın gücüne
işaret için vardır, gelmiştir. Ancak Allahu Teâla'nın:
وَيَوْمَ
نَبْعَثُ فى
كُلِّ
اُمَّةٍ
شَهيدًا
عَلَيْهِمْ
مِنْ
اَنْفُسِهِمْ
وَجِئْنَا
بِكَ شَهيدًا
عَلى
هؤُلَاءِ
وَنَزَّلْنَا
عَلَيْكَ
الْكِتَابَ
تِبْيَانًا
لِكُلِّ
شَىْءٍ
وَهُدًى
وَرَحْمَةً
وَبُشْرى لِلْمُسْلِمينَ
“O gün her ümmetin içinden kendilerine birer şahit
göndereceğiz. Seni de hepsinin üzerine şahit olarak getireceğiz. Ayrıca bu
Kitab'ı da sana, her şey için bir açıklama, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve
Müslümanlar için bir müjde olarak indirdik”[424] ayetine
gelince. Ayette geçen her şeyden maksat şer'i teklifler, kulluk ve bunlarla
alakalı olan şeylerdir. Bu husus ayetin nassı ile sabittir. Ayet, Resul (as)'ın
insanlara tebliğ ettiği teklifler konusu ile ilgilidir. Resulün ümmetine şahit
olarak gelmesi demek, Resulün tebliğ ettiklerinde şahit olması demektir.
Her şeyi
beyan etmek için Kur'an'ı indirmiş olması, hidayet, rahmet ve Müslümanlara
müjde olarak gelmiş olması, Kur'an'ın mantık, tabiat ilimleri, coğrafya vb
ilimler için olmadığını kesin olarak ortaya koymaktadır. Kur'an risaletle
ilgilidir. Kur'an, hükümleri, kulluğu ve akaidle ilgili hususları açıklayan,
insanları doğruya götüren, onları delaletten kurtaran bir rahmet, Müslümanları
Allah'ın rızası ve cennetle müjdeleyen bir kitaptır. Onun, dinin dışındaki
şeylerle ve teliflerle hiçbir ilgisi yoktur. Böylece Kur'an'ın her şeyi
açıklayıcı bir şekilde gelmesi, İslâm ile ilgili hususları ilgilendirdiği açığa
kavuşmuş olmaktadır. Ancak Allahu Teâla'nın;
وَمَا
مِنْ
دَابَّةٍ فِى
الْاَرْضِ
وَلَا طَائِرٍ
يَطيرُ
بِجَنَاحَيْهِ
اِلَّا اُمَمٌ
اَمْثَالُكُمْ
مَا
فَرَّطْنَا
فِى الْكِتَابِ
مِنْ شَىْءٍ
ثُمَّ اِلى
رَبِّهِمْ يُحْشَرُونَ
“Yeryüzünde
yürüyen hayvanlar ve (gökyüzünde) iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi
ancak sizin gibi topluluklardır. Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.
Nihayet (hepsi) toplanıp Rablerinin huzuruna getirilecekler”[425] ayetinde geçen (lb n¡Ø¤
)
“Kitap"
kelimesinden kasıt levh-i mahfuzdur ve Allah'ın ilminden kinayedir. (¡lb n¡Ø¤Ûa) kelimesi müşterek
lafızlardandır. İçerisinde geçtiği cümle onun anlamını belirler.
= åî©Ô £n¢à¤Ü¡Û ô¦¢ç 8¡éî©Ï
8 k¤í ü ¢lb n¡Ø¤Ûa Ù¡Û¨
“O kitap
(Kur'an); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak
isteyenler) için bir yol göstericidir”[426] ayetinde geçen (lb n¡Ø¤Ûa) kelimesi Kur'an anlamında,
وَكَذلِكَ
اَوْحَيْنَا
اِلَيْكَ
رُوحًا مِنْ
اَمْرِنَا
مَا كُنْتَ
تَدْرى
مَاالْكِتَابُ
وَلَا
الْايمَانُ
وَلكِنْ
جَعَلْنَاهُ
نُورًا
نَهْدى بِه
مَنْ نَشَاءُ
مِنْ
عِبَادِنَا
وَاِنَّكَ
لَتَهْدى
اِلى صِرَاطٍ
مُسْتَقيمٍ
“İşte böylece
sana da emrimizle Kur'an'ı vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin.
Fakat biz onu kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz
bir nur kıldık. Şüphesiz ki sen doğru bir yolu göstermektesin”[427] ayetinde geçen lb n¡Ø¤Ûa kelimesi, sen yazma
bilmezdin anlamında kullanılmaktadır.
Ancak;
¡lb n¡Ø¤Ûa ¢£â¢a
¬¢ê ¤ä¡Ç ë 7¢o¡j¤r¢í ë ¢õ¬b ' íb ß
¢é¨£ÜÛaaì¢z¤à í
“Allah
dilediğini siler, (dilediğini de) sabit bırakır. Bütün kitapların aslı onun
yanındadır”[428] ayeti,
a6¦í© (
b¦2a Ç b çì¢2¡£ 颧 ¤ë a ¡ò à¨î¡Ô¤Ûa
¡â¤ì í 3¤j Ó b çì¢Ø¡Ü¤è¢ß ¢å¤z ã ü¡a
§ò í¤ Ó ¤å¡ß ¤æ¡a ë
a¦ì¢À¤ ß ¡lb n¡Ø¤Ûa ó¡Ï
Ù¡Û¨ æb ×
“Ne kadar
ülke varsa hepsini kıyamet gününden önce ya helâk edecek veya en çetin bir
şekilde azaplandıracağız. Bu, Kitap'ta (levh-i mahfuz'da) yazılıdır.”[429]
وَمَا
مِنْ
دَابَّةٍ فِى
الْاَرْضِ
وَلَا طَائِرٍ
يَطيرُ
بِجَنَاحَيْهِ
اِلَّا اُمَمٌ
اَمْثَالُكُمْ
مَا
فَرَّطْنَا
فِى الْكِتَابِ
مِنْ شَىْءٍ
ثُمَّ اِلى
رَبِّهِمْ
يُحْشَرُونَ
“Yeryüzünde
yürüyen hayvanlar ve (gökyüzünde) iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi
ancak sizin gibi topluluklardır. Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.
Nihayet (hepsi) toplanıp Rablerinin huzuruna getirilecekler.”[430]
¥áî©Ä Ç
¥la Ç ¤á¢m¤ a ¬b àî©Ï
¤á¢Ø £ à Û Õ j ¡é¨£ÜÛa å¡ß ¥lb n¡×
ü¤ì Û
“Allah
tarafından önceden verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldığınız fidyeden ötürü size
mutlaka büyük bir azap dokunurdu.”[431]
§åî©j¢ß
§lb n¡× ó©Ï ü¡a ¡¤ üa ë ¡õ¬b à £Ûa ó¡Ï
§ò j¡ö¬b Ë ¤å¡ß b ß ë
“Gökte ve
yerde göze görünmeyen hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta (levhi mahfuzda)
bulunmasın.”[432]
b6 è Ç
¤ì n¤¢ß ë
b ç £ Ô n¤¢ß ¢á Ü¤È í ë
b è¢Ó¤¡ ¡é¨£ÜÛa ó Ü Ç ü¡a ¡¤ üa ó¡Ï
§ò £2¬a
¤å¡ß b ß ë
§åî©j¢ß §lb n¡× ó©Ï ¥£3¢×
“Yeryüzünde
yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah'ın üzerinedir. Allah o canlının
durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekanı bilir. (Bunların) hepsi açık bir
kitapta (levh-i mahfuz'da) dır.”[433]
وَاللّهُ
خَلَقَكُمْ
مِنْ تُرَابٍ
ثُمَّ مِنْ
نُطْفَةٍ
ثُمَّ
جَعَلَكُمْ
اَزْوَاجًا وَمَا
تَحْمِلُ
مِنْ اُنْثى
وَلَا تَضَعُ
اِلَّا
بِعِلْمِه
وَمَا
يُعَمَّرُ
مِنْ مُعَمَّرٍ
وَلَا
يُنْقَصُ
مِنْ عُمُرِه
اِلَّا فى
كِتَابٍ
اِنَّ ذلِكَ
عَلَى اللّهِ
يَسيرٌ
“Allah sizi
(önce) topraktan, sonra meniden yarattı. Sonra sizi çiftler (erkek-dişi) kıldı.
O'nun bilgisi olmadan hiç bir dişi ne gebe kalır ne de doğurur. Bir canlıya
ömür verilmesi de, onun ömründen azaltılması da mutlaka bir kitaptadır.
Şüphesiz bunlar, Allah'a kolaydır”[434] ayetlerinin tamamında geçen
(lb n¡Ø¤Ûa) kelimesi Allah'ın ilmi anlamında kullanılmıştır.
=¤á¢Ø ä¤î 2 ë ó©ä¤î 2
a¦î©è ( ¡é¨£ÜÛb¡2 ó¨1 × ¤3¢Ó 65 ¤¢ß
o¤ Û aë¢ 1 × åí© £Ûa
¢4ì¢Ô í ë
¡lb n¡Ø¤Ûa ¢á¤Ü¡Ç ¢ê ¤ä¡Ç
¤å ß ë
“Kâfir
olanlar: Sen resûl olarak gönderilmiş bir kimse değilsin, derler. De ki:
Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah ve yanında Kitab'ın bilgisi olan
(Peygamber) yeter”[435] ayetinde geçen (lb n¡Ø¤Ûa) kelimesi Allah'ın ilminden
kinaye olan levh-i Mahfuz anlamında kullanılmıştır.
“Kitapta
yazılmıştır”
ayeti de Allah'ın ilminden kinaye olarak Levh-i Mahfuz anlamında
kullanılmıştır.
“Biz
kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık” ayeti ise açıkça Allah'ın ilmine delalet etmektedir.
Zira ayetin tamamı şöyle demektedir.
وَمَا
مِنْ
دَابَّةٍ فِى
الْاَرْضِ
وَلَا طَائِرٍ
يَطيرُ
بِجَنَاحَيْهِ
اِلَّا
اُمَمٌ
اَمْثَالُكُمْ
مَا
فَرَّطْنَا
فِى
الْكِتَابِ
مِنْ شَىْءٍ
ثُمَّ اِلى
رَبِّهِمْ
يُحْشَرُونَ
“Yeryüzünde
yürüyen hayvanlar ve (gökyüzünde) iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi
ancak sizin gibi topluluklardır. Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.
Nihayet (hepsi) toplanıp Rablerinin huzuruna getirilecekler.”[436]
Allahu
Teâla'nın;
وَوُضِعَ
الْكِتَابُ
فَتَرَى
الْمُجْرِمينَ
مُشْفِقينَ
مِمَّا فيهِ
وَيَقُولُونَ
يَا
وَيْلَتَنَا
مَالِ هذَا
الْكِتَابِ
لَا
يُغَادِرُ
صَغيرَةً وَلَا
كَبيرَةً
اِلَّا
اَحْصيهَا
وَوَجَدُوا
مَا عَمِلُوا
حَاضِرًا
وَلَا
يَظْلِمُ رَبُّكَ
اَحَدًا
“Kitap
ortaya konmuştur: Suçluların, onda yazılı olanlardan korkmuş olduklarını
görürsün. "Vay halimize! derler, bu nasıl kitapmış! Küçük büyük hiçbir şey
bırakmaksızın (yaptıklarımızın) hepsini sayıp dökmüş!" BöyIece
yaptıklarını karşılarında bulmuşlardır. Senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez,”[437] ayeti de aynı şekil üzere gelmiş bir ayettir. En'am suresinde geçen
ikinci bir ayet. Ayet şöyle gelmiştir:
وَعِنْدَهُ
مَفَاتِحُ
الْغَيْبِ
لَا
يَعْلَمُهَا
اِلَّا هُوَ
وَيَعْلَمُ
مَا فِى
الْبَرِّ
وَالْبَحْرِ
وَمَا
تَسْقُطُ
مِنْ
وَرَقَةٍ اِلَّا
يَعْلَمُهَا
وَلَا
حَبَّةٍ فى
ظُلُمَاتِ
الْاَرْضِ
وَلَا رَطْبٍ
وَلَا
يَابِسٍ اِلَّا
فى كِتَابٍ
مُبينٍ
“Gaybın
anahtarları Allah'ın yanındadır; onları O'ndan başkası bilmez. O, karada ve
denizde ne varsa bilir; O'nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O yerin
karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi
apaçık bir kitaptadır.”[438]
Bu ayetlerin
hepsinde geçen (lbn×) kelimesinden kastedilen mananın Kur'an-ı Kerim
olmadığına (§lb n¡×) kelimesinin Allah'ın ilminden kinaye Levh-i Mahfuz
anlamına geldiğine delalet etmektedir. Öyleyse ayette Kur'an'ın, tabii ilimleri
ve benzeri konuları içerdiğine dair bir delalet kesinlikle yoktur. Bu durumda
Kur'an bir takım ilimleri incelemekten tamamen uzaktır. Çünkü Kur'an'ın
müfredatı ve cümleleri böyle bir şeye delalet etmemektedir. Çünkü Resül (a.s)'ın
Kur'an-ı böyle açıklamamıştır ve hiçbir ilgisi de yoktur. Kur'an'ın (gerçeği)
vakıası işte budur.
Kur'an,
Resülün Allah katından getirdiği Arapça nasslardan müteşekkil olduğuna açıkça
delalet eden bir kitaptır. Arap lügatının ve Allah'ın Rasülü (as)'ın sünneti
dışında tefsir edilemez. Kur'an'ın tefsir keyfiyetinin belirlenmesi ile ilgili
olarak ise herhangi bir şer'i delil yoktur. Çünkü bizzat Kur'an'ın kendisi bile
nasıl tefsir edileceğini bize açıklamamıştır. Sahabe -Allah onların hepsinden
razı olsun- her ne kadar nüzul sebebine göre Kur'an-ı tefsir ediyordu ise de
bu, tefsir kabilinden değil mevkuf hadis kabilinden bir davranıştır. Her ne
kadar şerh ve açıklama türünden bir davranış idi ise de Sahabe, ayetlerin
tefsirinde ihtilaf etmiştir.
Tefsir
hususunda onların belirli bir keyfiyet üzerinde icma etmemiş olmaları her
birinin anladığını söylediklerine delalet etmektedir. Onlardan bir kısmı
İsrailiyat ile ilgili bazı konuları ehli kitaptan almış ve tabiin de onlardan
rivayette bulunurken bir kısmı ise ehli kitaptan bir şey almayı reddetmiştir.
Ancak onların tamamı kendilerinde var olan Arapça bilgisi ve Resulullah (as)'ın
kavli, fiili ve takriri sünneti ve Allah'ın Resülü'nün ahlakı ve fiziki
özellikleri hakkında bildikleri bilgiler çerçevesinde Kur'an-ı anlıyorlardı. Ki
bu durum onların tamamı arasında meşhurdur.
Onlardan
kimi, hakkında herhangi bir nass olmadığından dolayı değil, manaya
güvenlerindeki tereddütleri dolayısıyla bazı ayetleri ve kelimeleri tefsir
etmekten çekiniyorlardı. Hakkında güvenilir bir bilgiye sahip olmadıkça tefsir
yapmıyorlardı. Ancak onların bu davranışları icma olarak isimlendirilemez.
Çünkü bu hareket Resülden gelen bir delili açığa çıkarmamaktadır. Çünkü Resülün
Kur'an'ı açıklaması tefsir değil sünnettir. Ancak bununla beraber Sahabenin,
Arapçayı çok iyi bir şekilde bilmeleri, Kur'an'ın kendisine indiği Resüle olan
bağlılıkları, Resülün takip ettiği yolda ittifak etmeleri, Kur'an'ın
müfredatlarını ve terkiplerini anlayabilmek için tek vasıta olan cahili Arap
şiiri, hitabet yolları ve Arapça ile ilgili diğer hususları bilmeleri, Resülden
aldıklarının ötesine geçmemeleri ve Kur'an'ı anlamada akıllarını bu iki
kaynağın ışığı altında kullanmalarından dolayı bütün insanlar arasında Kur'an'ı
tefsirde doğruya en yakın olan Sahabeler Kur'an'ı anlamada en hayırlı bir yolu
takip etmişlerdir.
Bu nedenle,
Kur'an'ın müfredatlarını ve cümlelerini, şer'i anlamlarını, şer'i hükümleri,
şer'i vakıası olan düşünceleri bünyesinde barındıran Kur'an'ı anlamanın ve
tefsir etmenin tek yolu Resülün sünnetini bilmek ve Arap lügatına iyi bir
şekilde vakıf olmaktır. Arap kelamının ve Arapların sözlerinde alışageldikleri
kullanım özelliklerinin gösterdiği ölçüler çerçevesinde, Kur'an ve sünnetten
meydana gelen şer'i nasslarda varit olan şer'i anlamlar, ne eski ve yeni
alimlerin, ne Tabiinin hatta Sahabenin anlayışıyla bağlı kılınmaksızın yukarıda
sıraladığımız ölçüler çerçevesinde nassları anlamada aklı serbest bırakmıştır.
Çünkü öncekilerin tefsirleri birer ictihaddır.
Dolayısıyla
isabet etmeleri de yanılmaları da mümkündür. Arapça’ya ve şeriata hâkimiyet,
eşyalardaki yenilenme, medeni şekillerde ve olaylarda meydana gelen ilerleme
çerçevesinde müfessire vakıanın daha da belirginleşmesi, akla ayeti daha da iyi
anlama imkânını verebilir. Yeni buluşlar konusunda, kavramada aklı serbest
bırakmakla, tefsir kelimesinin gerektirdiği sınırda tefsir konusunda icat
edicilik ve üretkenlik sağlanmış olur. Ancak aklın serbestliği mutlak şekilde
olmamalı, Kur'an'ın vakıası ve mefhumu dışına çıkmamalıdır. Aklın serbestliği
öyle bir sınırda tutulmalıdır ki, Kur'an ayetlerinin içerdiği manalar dışına
çıkılmamalı ve ayetlerin veya kelimelerin kabul etmediği manalar ona nispet
edilmemeli, tefsirde bu yanlışlıktan uzak durulmalıdır.
Kur'an'ı
anlamada insanı serbest bırakmak, Kur'an'ın kendisine indiği Resul (as)'ın
haricinde hiçbir insana bağlı kalmadan nassın anlaşılmasında en geniş bir
çerçevede aklın önünü açmayı gerektirir. Geçmiş ümmetlerle ilgili olarak
Kur'an'da anlatıldığı kadarıyla yetinmeyi ve İsrailiyatın tamamını silip
atmayı, Kur'an'ın her türlü ilmin kaynağı olduğu iddiasını tamamıyla ortadan
kaldırmayı, Kur'an'da geçen bu tür ayetlerden kastın Allah'ın azametinin
açıklanması ilgili olduğunu belirtmekten öteye geçmeyeceği bir anlayış
sınırında durmayı gerektirecektir. İşte Kur'an'ı tefsir ederken müfessirin
bağlı kalması gereken metod budur ve Kur'an'ı tefsir etmek isteyen kişinin de
bu ağır yükü kaldırması gerekir.
Kur'ân'ın
yaratılmış olması meselesi.
Halk
sözlükte; Allah'ın mümkünü yaratması, aslı ve modeli olmadan ve bir âlet
kullanmadan var etmesi demektir. Halku'l- Kur'ân; Kur'ân'ın yaratılmış olması
anlamında bir terkip olup, terim olarak, Kur'ân-ı Kerîm'in Cenâb-ı Hakk'ın
ezelî ilmine mi dayandığı, yoksa sonradan mı yaratıldığı konusunda Hicrî 1.
asırda çıkan fikir cereyanını ifade eder. Konu Allah'ın kelâm sıfatıyla
yakından ilgilidir.
Kur'ân-ı Kerîm'in sonradan yaratılmış (mahlûk) olup
olmadığı konusundan ilk defa sözedenler Mu'tezile âlimlerinden Ca'd b. Dirhem
(ö. 118/736) ile Cehm b. Safvân (ö. 128/745)'dır. Daha sonra bu ikisine, Bişr
el-Merîsî (ö. 218/833) de tâbi olmuştur.
Ed-Dârimî (ö.
288/895)'nin er-Reddu ale'l-Cehmiyye adlı eserinde nakledildiğine göre Ca'd b.
Dirhem, Hz. İbrahim'in "Allâh'ın dostu" olduğunu ve yine
Allah'ın Hz. Musa'ya hitabettiğini inkâr ettiği için, zındıklık ve ilhad
isnadiyle Kûfe vâlisi Hâlid b. Abdullâh el-Kasî tarafından öldürülmüştür. Cehm
b. Safvân da Horasan emirlerine isyan ettiği için katledilmiştir. Hâfız Zehebî
Bişr'den sözederken "fakîh, mütekellim Bişru'l-merîsî 218 H. yılında
ölmüştür. Kur'ân-ı Kerîm'in mahlûk olduğu görüşünü yaymakta idi. Bu senenin
sonlarında göçtü. Kendisine hiçbir âlim katılmadı. Bazı imamlar küfrüne
hükmetmişlerdir" diyor. [439]
Bişr'in
babası Yahudi idi. Kendisi boyacılık yapar, kaval imal ederdi. Kur'ân-ı
Kerîm'in mahlûk olduğu görüşünü kuvvetlendirmek için yeni deliller öne sürmüş
ve yaymaya çalışmıştır. Bişr, Hârûn er-Reşîd zamanında (170-193/786-808)
yakalandı. Kelâma âit görüşleri yüzünden eziyet gördü. [440]
Halku'l-
Kur'ân fitnesi kısmen Ebû Hanife (70-150/689-767) zamanında ortaya çıkmıştır.
Ebû Hanife konuyu en ince ayrıntısına kadar açıklayarak Kur'ân-ı Kerîm'in
mahlûk olduğu görüşünü yayanları cevaplandırmış ve onları bir süre
susturmuştur. Kevserî bu konuda şunları söyler: Cehm b. Safvân'ın
öldürülmesinden sonra çok geçmedi. Kur'ân-ı Kerîm'in mahlûk olduğu görüşü iyice
yayılmadan bir grup insan çıkmaza girdi.
Bir kısmı
Cehm'i tutarken bir kısmı ona karşı çıktı. Sonunda birçok kimse bu bid'atçının
asıl maksadını anlayamadan gerçekten uzaklaştı. İfrat ve tefrîte düştü. Bir
grup, Cenâb-ı Hakk'ın ezelî bir sıfatını nefyederek O'nun kendisine mahsus bir
kelâmı olmadığı iddiasında Cehm'e katılırken bir grup, telaffuz edilen sözün
kadîm (ezelî) olduğuna inanarak aksini ileri sürdü. Ebû Hanife durumu görünce
işi ciddiyetle ele aldı, konuyu açıklayarak şöyle dedi: "Allah'a âit
sıfatlar mahlûk değildir. Yarattıklarına âit olanlar mahlûktur."
Ebû
Hanîfe'nin bununla kastettiği şudur: “Kelâm, Allah'a âit oluşu itibariyle
ezelîdir ve yalnızca O'na mahsus bir sıfattır. Ancak Kur'ân-ı Kerîm'i
okuyanların dillerindeki ses, ezberleyenlerin zihinlerindeki zihnî tasavvur,
mushaflardaki yazı... hepsi de mahlûktur. Onu ezberleyenlerin mahlûk oluşu
gibi. Daha sonra ehl-i sünnet âlimlerinin görüşü bu noktada birleşmiştir."[441]
Ebû Hanife'ye
göre, Kur'ân-ı Kerîm mushaflarda yazılı, kalplerde mahfûz ve lisanlarda okunan
kelâmdır. Allah'ın kelâm-ı nefsîsi olan Kur'ân Allah kelâmıdır, yaratılmış
değildir. Kelâm-ı nefsî; içten konuşma, sesin ve harflerin yardımıyla söylenen
söz cinsinden olmayan, fakat ses ve harflerle ifade edilen sözün belirtmek
istediği asıl mânâ demektir. Nitekim şâir şöyle demiştir:
Asıl söz
kalpte olandır, dil, kalbe bir kılavuz kılınmış, Kur'ân-ı Kerîm'de ifade
edilen:
¤á¡è¡¢1¤ã a ó¬©Ï
æì¢Ûì¢Ô í ë
"Onlar
kendi nefislerinde derler..."[442] âyeti de bu anlamdadır.
Emretmek,
yasaklamak veya bir şeyden haber vermek isteyen kimsenin iç âleminde önce buna
dâir bir manâ oluşur; sonra bu manâyı söz, yazı veya işaretle ifade eder. bu,
içimizdeki duygu, düşünce ve kararı dışâ vurma yoludur.
İmam
Eş'arî'nın (ö. 324/936) tercihine göre, var olan her şeyin görülmesi mümkün
olduğu gibi işitilmesi de mümkündür. el-Bâkıllânî (ö. 403/1013) de şöyle
demiştir: "Allâh'ın kelâmı tabiî olarak işitilemez, fakat tabiat üstü
bir hâdise olarak Cenâb-ı Hak kullarından istediği kimselere kelâmım
işittirebilir."[443]
Bu bilginlere
göre, Musa (as) Allahu Teâlâ'nın kelâmını ses ve harf aracılığı olmaksızın
doğrudan işitmiştir (bkz. en-Nisâ, 4/164). Ebû İshâk el-İsfereyânî (ö.
414/1027) ile onun görüşünde olanlar Allah'ın kelâmının asla işitilemeyeceğini
söylemişlerdir. Ehl-i sünnet'in itikad imamlarından Ebû Mansur el-Mâtürîdî (ö.
333/944) de bu görüşü tercih etmiştir. Buna göre, Cenâb-ı Hak:
¡é¨£ÜÛa â5 ×
É à¤ í ó¨£n y
"
... ta ki Allah'ın kelâmını işitsin"[444] âyet-i kerîmesiyle; " .. tâ ki Allah'ın kelâmına delâlet
eden şeyi işitsin" anlamını kasdetmiştir. Bu bilginlere göre Musa (a.s.)
Allah'ın kelâmına delâlet eden bir ses işitmiştir, ancak arada kitap ve melek aracılığı
olmadığından Hz. Musa "Kelîmullâh = Allah'ın kendisiyle konuştuğu
kimse" diye anılmıştır. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Musa'nın Allah'ın
kelâmım doğrudan işittiğine dâir bir açıklık yoktur. Ancak Allah'ın ona
söylediği, onunla konuştuğu vardır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
b7¦àî©Ü¤Ø m ó¨ì¢ß ¢é¨£ÜÛa
á £Ü × ë
“Ve Allah Musa ile gerçekten
konuştu.”[445]
=¢é¢£2
¢é à £Ü × ë b ä¡mb Ôî©à¡Û ó¨ì¢ß õ¬b u
b £à Û ë
“Musa tayin ettiğimiz vakitte
(Tûr'a) gelip de Rabbi onunla konuştu.”[446]
Başka bir âyette Allah'ın kullarıyla konuşmasının üç yolla olabileceğine işaret edilmiştir.
3¡¤¢í ¤ë a §lb v¡y
¯¡ªô¬a ë ¤å¡ß ¤ë a b¦î¤y ë ü¡a ¢é¨£ÜÛa
¢é à¡£Ü Ø¢í ¤æ a § ' j¡Û æb ×
b ß ë
¥áî©Ø y ¥£ó¡Ü Ç ¢é £ã¡a
6¢õ¬b ' í b ß ©é¡ã¤¡b¡2 ó¡yì¢î Ï
üì¢
“Allah bir insanla ancak vahiy
yoluyla veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderip izniyle ona
dilediğini vahyeder. O yücedir, hakîmdir.”[447]
Bu duruma
göre, Kur'ân-ı Kerîm Cenâb-ı Hakk'ın kelâm sıfatının tecellisidir. O'nun
konuşma (kelâm) sıfatı yukarıdaki âyetler yanında, Hz. Peygamber'in tevâtür derecesine
ulaşan hadisleriyle sâbittir.[448]
Halku'l-Kur'ân
meselesi Abbâsi Halifesi Me'mûn (170-218/776-833) zamanına kadar gizli açık
devam etmiş, Me'mûn'un Mu'tezile'ye kapılarak Kur'ân-ı Kerîm'in mahlûk olduğu
görüşünü benimsemesiyle yeni bir boyut kazanmıştır. Bu halife, alimleri,
kadıları, muhaddisleri, hadis râvîlerini bu görüşe inanmaya dâvet etmiş, kabul
etmeyenlere karşı da zor kullanmıştır. Bu fitne Mu'tasım (177-227/793-842) ve
Vâsık (ö. 232/846) devirlerinde devam ederek Mütevekkil (206-247/822-861)
devrinin başlarına kadar sürmüştür.
Me'mûn
Rakka'da bulunduğu sırada Bağdat'taki nâibine yazdığı mektupta, alimlerin
halku'l-Kurân konusunda imtihana tâbi tutulmasını istemiştir. Devrin
alimlerinin çoğu zorla olumlu cevap vermiş, bir kısmı susmuştur. Olumsuz cevap
veren sayısız insan hapsedilmiş, işkence görmüş hatta öldürülmüştür. Mesele
zamanla devleti ve bütün Müslümanları ilgilendiren bir konu hâline geldi.
el-Vâsık hilâfete geçince Mısır Kadısı Muhammed b. Ebî'l-Leys'e bir mektup
yazarak herkesi halku'l-Kur'ân meselesinden imtihan etmesini emretti. Mısır'da
ne kadar fakih, muhaddis, müezzin, alim varsa sorguya çekildi. Zindanlar
Kur'ân-ı Kerîm'in mahlûk olduğunu inkâr edenlerle doldu. Bu durum
el-Mütevekkil'in halife olmasıyla sona erdi. Adı geçen halife halku'l-Kur'ân
meselesini münâkaşa konusu olmaktan çıkardı ve herkesi düşüncesinde serbest
bıraktı.[449]
Ahmed b.
Hanbel (ö. 241/855) de halku'l-Kur'ân fitnesinden nasibini almış ve Kur'ân
mahlûk değildir, görüşünü benimsediği için işkence görmüş ve 28 ay kadar
hapiste kalmıştır.
Sonuç olarak
Ehl-i sünnet'le Mu'tezile arasında cereyan eden halku'l-Kur'ân ihtilâfının özü,
mânâ kelâmının (kelâm-ı nefsî) varlığını kabul veya ret ile ilgilidir.
Mu'tezile, "Kur'ân mushafın iki kapağı arasında mevcut olan ve bize
kadar tevâtüren nakledilen şeydir" der ve ilâve eder: "Bu
mushaflarda yazılma, dillerde okunma ve kulaklarla işitilme, sonradan olmanın
(hudûsun, yaratılmanın) belirtileridir." Ehl-i sünnete göre ise,
Kur'ân; Allâhu Teâlâ'nın zâtı ile kaim, kadîm, ezelî bir mânâdır. Allah'ın
kelâmına delâlet eden nazm ve sözler vasıtasıyla telaffuz edilir, okunur ve
dinlenilir; ancak mushaflara, dillere ve kulaklara hulûl etmiş olmaz.[450]
İsrâîlî
bir kaynaktan yazılı ya da sözlü olarak aktarılan olay ve kıssalar. İsrâiliyye
kelimesinin çoğuludur. Kur'an'da zikredilen meşhur on iki Yahudi kolunun atası
olan Hz. Yakub'un ismi veya lakabı İsrâil'dir.
كُلُّ
الطَّعَامِ
كَانَ حِلًّا
لِبَنى اِسْرَائلَ
اِلَّا مَا
حَرَّمَ
اِسْرَائلُ
عَلى نَفْسِه
مِنْ قَبْلِ اَنْ
تُنَزَّلَ
التَّوْريةُ
قُلْ فَاْتُوا
بِالتَّوْريةِ
فَاتْلُوهَا
اِنْ كُنْتُمْ
صَادِقينَ
“Tevrat'ın indirilmesinden önce, İsrail'in (Ya'kub'un)
kendisine haram kıldıkları dışında, yiyeceğin her türlüsü İsrailoğullarına
helâl idi. De ki: Eğer doğru sözlü iseniz o zaman Tevrat'ı getirip onu okuyun.”[451] Yahudiler
Kur'an'da genellikle Benû İsrâil (İsrailoğulları) olarak anılırlar. İbranice
olan İsrâil kelimesi, "kul" anlamına gelen "isra"
ile, Allah anlamına gelen "İl"den oluşup "Allah'ın
kulu" demektir. Ancak Tevrat'taki bir bölüme dayanarak, İsrail
kelimesinin "Allah'la uğrasan" anlamına da kullanıldığını
söyleyenler vardır. "...Ve ona dedi: Adın nedir? Ve o dedi: Ya'kub. Ve
dedi: Artık sana Ya'kub değil ancak İsrail denecek, çünkü sen Allah'la ve
insanlarla uğraşıp..."[452]
Kelimenin
lügavî anlamı hangi anlama delalet ederse etsin, meseleyi sadece tefsire girmiş
Yahudi kültürü olarak ifade etmek yanlış olur. İslâm'a yabancı olan her şey bu
kelimenin bünyesinde mütalaa edilmelidir. Öyle ki İslâm'a, özellikle Kur'an'ın
tefsirine girmiş olan Yahudi, Hıristiyan ve diğer dinlere ait kültür
kalıntılarıyla, dinin gerek lehine gerek aleyhine uydurulup Hz. Peygambere ve
O'nun çağdaşları olan sahabeler ve sonraki nesillere izafe edilen her türlü
haber, "İsrailiyyat" kavramı içine girer.[453]
Yahudilerin
Tevrat'ın ayetlerini bilerek değiştirdiklerine dair bir çok ayet vardır.
وَهذَا
كِتَابٌ
اَنْزَلْنَاهُ
مُبَارَكٌ مُصَدِّقُ
الَّذى
بَيْنَ
يَدَيْهِ
وَلِتُنْذِرَ
اُمَّ
الْقُرى
وَمَنْ
حَوْلَهَا وَالَّذينَ
يُؤْمِنُونَ
بِالْاخِرَةِ
يُؤْمِنُونَ
بِه وَهُمْ
عَلى
صَلَاتِهِمْ يُحَافِظُونَ
“Bu (Kur'an), Ümmü'l-kurâ
(Mekke) ve çevresindekileri uyarman için sana indirdiğimiz ve kendinden
öncekileri doğrulayıcı mübarek bir kitaptır. Âhirete inananlar buna da
inanırlar ve onlar namazlarını hakkıyla kılmaya devam ederler.”[454]
b à¡Û b¦Ó¡£ ¢ß
¡é¨£ÜÛa ¡æ¤¡b¡2 Ù¡j¤Ü Ó ó¨Ü Ç
¢é Û £ ã ¢é £ã¡b Ï 3í©¤j¡v¡Û
a¦£ë¢ Ç æb × ¤å ß ¤3¢Ó
åî©ä¡ß¤ªì¢à¤Ü¡Û ô¨¤'¢2 ë
ô¦¢ç ë ¡é¤í í å¤î 2
“De ki: Cebrail'e kim düşman
ise şunu iyi bilsin ki Allah'ın izniyle Kur'an'ı senin kalbine bir hidayet
rehberi, önce gelen kitapları doğrulayıcı ve müminler için de müjdeci olarak o
indirmiştir.”[455]
مِنَ
الَّذينَ
هَادُوا
يُحَرِّفُونَ
الْكَلِمَ
عَنْ
مَوَاضِعِه
وَيَقُولُونَ
سَمِعْنَا
وَعَصَيْنَا
وَاسْمَعْ
غَيْرَ مُسْمَعٍ
وَرَاعِنَا
لَيًّا
بِاَلْسِنَتِهِمْ
وَطَعْنًا
فِى الدّينِ
وَلَوْ
اَنَّهُمْ قَالُوا
سَمِعْنَا
وَاَطَعْنَا
وَاسْمَعْ وَانْظُرْنَا
لَكَانَ
خَيْرًا
لَهُمْ وَاَقْوَمَ
وَلكِنْ
لَعَنَهُمُ
اللّهُ
بِكُفْرِهِمْ
فَلَا
يُؤْمِنُونَ
اِلَّا
قَليلًا
“Yahudilerden bir kısmı
kelimeleri yerlerinden değiştirirler, dillerini eğerek, bükerek ve dine
saldırarak (Peygambere karşı) "İşittik ve karşı geldik", "dinle,
dinlemez olası", "râinâ" derler. Eğer onlar "İşittik, itaat
ettik, dinle ve bizi gözet" deselerdi şüphesiz kendileri için daha hayırlı
ve daha doğru olacaktı; fakat küfürleri (gerçeği kabul etmemeleri) sebebiyle
Allah onları lânetlemiştir. Artık pek az inanırlar.”[456]
وَمَا
قَدَرُوا
اللّهَ حَقَّ
قَدْرِه اِذْ قَالُوا
مَا اَنْزَلَ
اللّهُ عَلى
بَشَرٍ مِنْ
شَىْءٍ قُلْ
مَنْ
اَنْزَلَ
الْكِتَابَ
الَّذى جَاءَ
بِه مُوسى
نُورًا
وَهُدًى
لِلنَّاسِ
تَجْعَلُونَهُ
قَرَاطيسَ
تُبْدُونَهَا
وَتُخْفُونَ كَثيرًا
وَعُلِّمْتُمْ
مَالَمْ
تَعْلَمُوا
اَنْتُمْ
وَلَا
ابَاؤُكُمْ
قُلِ اللّهُ ثُمَّ
ذَرْهُمْ فى
خَوْضِهِمْ
يَلْعَبُونَ
“(Yahudiler) Allah'ı gereği
gibi tanımadılar. Çünkü "Allah hiçbir beşere bir şey indirmedi"
dediler. De ki: Öyle ise Musa'nın insanlara bir nûr ve hidayet olarak getirdiği
Kitab'ı kim indirdi? Siz onu kâğıtlara yazıp (istediğinizi) açıklıyor, çoğunu
da gizliyorsunuz. Sizin de atalarınızın da bilemediği şeyler (Kur'an'da) size
öğretilmiştir. (Resûlüm) sen "Allah" de, sonra onlan bırak,
daldıkları bataklıkta oynayadursunlar!”[457] diğer ayetler
için [458] İsrâiliyyat'ın
Müslümanlar nezdinde delil olması ve kullanılması konusunda bir takım
ihtilaflar olmuştur. Kur'an'da kesinlikle peygambere vahyin dışındaki bilgilere
iltifat etmemesi ve sadece kendisine vahyolunana tabi olunması hakkında kesin
emirler olduğu, bu konuda sahabeden kesin tavırlar rivayet edildiği halde
isrâiliyyatın İslam kültürüne girmesi engellenememiştir.
İsrâiliyyatı
İslâm'a uygunluğuna göre üç kısımda müteâla etmek mümkündür:
1-
Sıhhati bilinip Kur'an'a uygun olanlardır. Bunlar kabul edilir.
2-
Yalan olduğu bilinip Kur'an'a ters düşenler; bunlar asla kabul edilmez,
rivayeti caiz değildir.
3-
Sıhhatini tam olarak bilmediklerimiz. Bunlar ne kabul edilir ve ne de
reddedilir. [459]
Kur'an-ı
Kerim, Ashâb-ı Kehf olayını anlattıktan sonra, bir meselenin ayrıntısı
konusunda peygambere şunu emreder:
a;¦ y a ¤á¢è¤ä¡ß ¤á¡èî©Ï
¡o¤1 n¤ m ü ë a:¦¡çb à ¦õ¬a ¡ß ü¡a
¤á¡èî©Ï ¡b à¢m 5 Ï
"Onlar hakkında bu kısaca
anlatılanın dışında kimseyle tartışma ve onlar hakkında kimseden bir şey sorma."[460]
Kur'an'ın
öngördüğü tavrı Resulullah'ın hayatında da görüyoruz. Ebu Hureyre'nin nakline
göre, Hz. Peygamber zamanında Ehl-i kitaptan Yahudiler, Tevrat'ı İbranice
okurlar ve onu Müslümanlar anlasınlar diye Arapça olarak tefsir ederlerdi.
Durumdan haberdar olan Resulullah:
¡lb n¡Ø¤Ûa ¢3¤ç ªa
æb × 4b Ó ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa ó¡
ñ ¤í ¢ç ó©2 ªa ¤å Ç g
¡ò £î¡2 ȤÛb¡2
b è ã뢡£ 1¢í ë ¡ò £î¡ãa ¤j¡È¤Ûb¡2
òí¨¤ì £nÛa æ¢ªë ¤Ô í
¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa
ó £Ü ¡é¨£ÜÛa ¢4ì¢ 4b Ô Ï
¡â5¤¡«üa ¡3¤ç ªü
ë ¤á¢çì¢2¡£ Ø¢m
ü ë ¡lb n¡Ø¤Ûa 3¤ç ªa aì¢Ó¡£ ¢m ü
á £Ü ë
P ò í¨üa
b ä¤î Û¡«a 4¡¤ã¢ªa b ß ë ¡é¨£ÜÛb¡2
b £ä ߨa aì¢Ûì¢Ó
Ebû Hüreyre radiya'llâhu anh'den şöyle dediği rivâyet
olunmuştur: Ehl-i Kitâb (olan yehûdîler) Tevrât'ı İbrânîce (metni) ile okurlar,
Arab diliyle de müslümanlara tefsîr ederlerdi. Bu hususta Resûlullâh
salla'llâhu aleyhi ve sellem Ashâbına siz Ehl-i Kitâb (ın sözlerin)i ne tasdîk,
ne de tekzîb ediniz. Ancak: (Biz Allâh'a ve bize indirilen Kur'ân'a îmân
ettik...) deyiniz, buyurmuştur,[461] buyurdu. [462]
Yine
Ahmed b. Hanbel'in ve el-Bezzâr'ın Câbir'den rivayetlerine göre, Hz. Ömer
Tevrat'tan bir paça yazmıştı. Yazdığı bu parçayı Hz. Peygamber'e getirdi ve
okumaya başladı. Bu esnada Hz. Peygamberin yüzü renkten renge girdi. Mecliste
bulunan Ensar'dan bir zat Hz. Ömer'e; "Yazıklar olsun sana ey Hattab
oğlu Ömer! Sen Resulullah'ın yüzünü gõrmüyor musun?" dedi. Bunun
üzerine Hz. Peygamber; "Ehl-i kitaba bir şey sormayın. Kendileri sapık
olan bu adamlar sizi asla doğru yola iletemezler. Sizler de ya hak olan bir
şeyi yalanlamış ya da batıl olan bir şeyi doğrulamış olursunuz. Allah'a yemin
ederim ki eğer Musa sağ olsaydı, bana iman edip yoluma uymaktan başka çare
bulamazdı" buyurdu.[463]
İbn
Abbas, bir gün bazı Müslümanlara şöyle çıkıştı: "Ey Müslümanlar
topluluğu! Elinizde Allah'ın Resulu Muhammed'e indirdiği ve okumakta olduğunuz
en son ve hiç bozulmamış Kitab'ı bulunduğu halde, nasıl oluyor da Ehl-i kitaba
(bazı şeyler) soruyorsunuz? Kaldı ki Allah Ehl-i kitabın kendilerine indirilen
şeyleri değiştirdiklerini, Kitabı elleriyle tağyir edip bozduklarını haber
verdi:
فَوَيْلٌ
لِلَّذينَ يَكْتُبُونَ
الْكِتَابَ
بِاَيْديهِمْ
ثُمَّ
يَقُولُونَ
هذَا مِنْ
عِنْدِ
اللّهِ لِيَشْتَرُوا
بِه ثَمَنًا
قَليلًا
فَوَيْلٌ لَهُمْ
مِمَّا
كَتَبَتْ
اَيْديهِمْ
وَوَيْلٌ
لَهُمْ
مِمَّا
يَكْسِبُونَ
“Elleriyle (bir) Kitap yazıp
sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için "Bu Allah
katındandır" diyenlere yazıklar olsun! Elleriyle yazdıklarından ötürü vay
haline onların! Ve kazandıklarından ötürü vay haline onların!” [464]
Vahye
dayalı olarak size gelen ilimden bunca şey, sizi onlara müracaattan alıkoymuyor
mu? Andolsun ki biz onlardan hiç birinin size indirilenden sorduğunu asla
görmüyoruz."[465]
Bunlara
ve benzer bir çok rivayete rağmen, Sahabe döneminden günümüze kadar bir çok
müfessirin, âlimin İsrail haberleri eserlerine aldıkları görülmektedir. Fakat
bundan kendilerini koruyan âlimlerin sayısı da az değildir. Bunlar konuyu fıkhî
açıdan ele alarak, Kur'an dışında kalan mukaddes kitapların -nakil şurada
dursun- tetkik ve okunmasına dahi müsaade etmemişlerdir.
Yukarıda
Ehl-i kitab'tan rivayette bulunma konusundaki tavrını gördüğümüz İbn Abbas'tan
buna muhalif olarak İsrâil rivâyetler nakledilmiştir. Oysa İmam Şafiî, İbn
Abbas'tan tefsîre ait gelen yüz rivayetin dışında kalanların ona ait olmadığını
söylemektedir. Bu da İbn Abbas'ın isminin istismar edildiğini ve uydurma bazı
rivayetlerin ona isnat edildiğini gösterir. Önceden Hıristiyan veya Yahudi olan
bazı kimselerin İslâm'a girdikten sonra eski kültürlerini, bilgilerini bir
Müslüman olarak anlatması sonucu bir çok İsrail rivayet İslâm'a girmiştir. Bu
rivayetlerin dine girmesinin bir başka etkeni de insanların merak duygusu ve
daha çok ayrıntıyı bilme isteği olmuştur.
Kur'an'ın
özlü, güzel bir tarzda anlattığı kıssalarla ilgili birçok şeyler düşünülmüş
nakledilmiş ve yakıştırılmıştır. Kur'an'da ayrıntıya girilmemiştir. Ayrıntılı
bilgiler bazı kimseler tarafından Tevrât ve İncil'den tenkit süzgecinden
geçirilmeden nakledilmiş ve tefsir kitaplarına ek bilgi kabilinden
kaydedilmiştir. Daha sonra ise, bu hurâfeler dinin aslından zannedilmiş ve
böylece Kur'an'da anlatıları kıssalardan oldukça farklı sonuçların ortaya
çıkmasına neden olunmuştur. Halbuki geçmişle ilgili bilinmeyen konulardaki
tartışma yasaklanmıştır. Kur'an'da bildirilmeyen geçmiş ümmetler ve
medeniyetler hakkındaki hiç bir bilgi kesin ilim ifade etmez; zan ve tahmine
dayanır. Bu çeşit tahmini bilgiler de dinin temel esaslarını ilgilendiren
konularda bir ölçü kabul edilmez.
Kur'an-ı Kerim'i Herkes Anlayabilir
Son
zamanlarda bazı insanlar Kur'an-ı Kerim'in bizIer tarafından
anlaşılamayacağını, Kur'an'la ilgili meseleleri büyüklerimize sormamız
gerekliğini, hatta tefsircilerin dahi bunu anlamadığını, tefsirlerin yakılması
gerektiğini, meallerin hiç okunamayacağını söylüyorlar, ne dersiniz?
Allah ve
Resulü doğru söylüyor, onların dediğinin aksini söyleyen yalan söylüyor, deriz
ve Allah'ın yardımı ile meseleyi şöyle açıklarız:
1. Öncelikle
böyle söyleyen ve bunu savunan insanların hepsinde art niyet aramamak gerekir.
Bir kısmı Kur'an'ın yanlış anlaşılacağı endişesinden, bir kısmı meseleyi
bilmediğinden, bir kısmı da Islam'ın anlaşılacağı endişesinden bu hataya
düşmektedirler. Son ikisini bir grup sayarsak bir büyüğümüzün şu beyanlarıyla
aynı şeyi söylemiş oluruz:
"Kur'an-ı
Hakîmin esrarı bilinmiyor, müfessirler hakikatini anlamamışlar diye açıklanan
fikrin iki yüzü vardır ve onu söyleyenler iki taifedirler:
Birincisi hak
ve tetkik ehlidir, derler ki;, Kur'an bitmez ve tükenmez bir hazinedir.
Binaenaleyh, anlaşıldığı nasıl iddia edilebilir. Bundan maksadın ne olduğunu
ileride âçıklayacağız.
İkinci taife
ya akılsız bir dosttur, kaş yapayım derken göz çıkarıyor veya şeytan akıllı bir
düşmandır ki, İslamî, hükümlere ve imanî hakikatlere karşı gelmek istiyor.
2. Meselenin özüne geçmezden önce ikinci olarak şu
noktanın da iyi bilinmesi gerekir ki, işin esası kavranabilsin:
Tarih boyunca
ifratlar tefritleri, tefritler ifratları ya da ifratlar başka ifratları doğura
gelmişlerdir. Eğer herhangi bir fikrin iki ucu isabetle tespit edilebilirse,
orta noktasının İslam olduğuna hükmedilebilir. Buna göre rahatlıkla denilebilir
ki, tarihte ya da günümüzde bir takım insanlar Kur'an-ı Kerim'i adeta bir beşer
kelamı derecesine indirmiş ve "Anlaşılmayacak nesi var? İşte şu, şu
ayetlerin bütün demek istedikleri şundan ibarettir..." gibi bir ifrat
göstermişlerdir.
Oysa Allah'ın
sonsuzluğu gibi O'nun kelamının manaları da sonsuzdur. Her geçen gün o manaları
bizlere sürekli açıklayacağını yine kendisi haber vermektedir.[466]
İlimler geliştikçe Kur'an’ın manaları da sürekli açılacak, ama hiç
bitmeyecektir. İşte bu ifratı gösterenler bunu kavrayamamış ve bir tefritin
doğmasına zemin hazırlamışlardır. Bunun doğru olamayacağını ve insanı tehlikeli
noktalara götürdüğünü gören tefritçiler de bu tehlikeli noktadan öyle bir
kaçışla kaçmışlarılar ki, saatin rakkası gibi orta yerde duramamış ve orta
noktaya aynı uzaklıktaki öbür uca kadar gitmişlerdir. Kelamıyla da kâmil ve
mükemmel olan Allah'ın, yani O'nun sözlerinin, nakış olan insan tarafından hiç
anlaşılamayacağını söyleyerek İslâm-ı anlamsız ve anlaşılmaz göstermişlerdir.
Tefsircilerin
dahi anlamadığı Kur'anı "büyüklerimiz" denen zatlar nasıl
anlayacaklardır? Ya da müfessirler de büyüklerimiz değiller midir? Biz
gönderilen gazete küpürlerinde bir meslektaşımız meseleyi böyle vaz'ediyor ve
Türkçe bir tercümeden alınan ayet mealini, "Gazali'den naklen, Allah
Kur'an-ı Kerîm'de buyuruyor ki" gibi bir ifade garabetiyle veriyor. Ne
gariptir ki, aynı yazıda verilen fikri delillendirmek için yine Türkçe bir
tercümeden alınan pek çok ayet meali zikrediliyor. İfrat ve tefrit rakkası
haline sokulan meselenin orta noktasını bulmaya çalışacağız.
3. Bizlerin
Kur'an-ı Kerim’i anlayamayacağımız iddiasını bizzat Kur'anı Kerim
reddetmektedir:
b è¢Ûb 1¤Ó a §lì¢Ü¢Ó ó¨Ü Ç
¤â a æ¨a¤¢Ô¤Ûa æë¢ £2 n í
5 Ï a
“Kur'an-ı
düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerin üzerinde kilitleri mi var?” [467]
Bu hitap
sadece alimlere ve "büyüklerimize" yönlendirilmemiştir.
Herkesedir, hatta müşriklere ve kâfirleredir. Akıl ve zekâ ayrı ayrı şeyler
kabul edilirse "çoğu akılsız"[468]
olan müşrik ve kâfirler Kur'an'a çağrılır ve onu düşünüp anlayamayacağı nasıl,
söylenebilir?
§¡× £¢ß ¤å¡ß ¤3 è Ï
¡¤×¡£Ü¡Û æ¨a¤¢Ô¤Ûa b 㤠£ í
¤ Ô Û ë
“Andolsun biz Kur'an-ı zikir (öğüt, düşünme ve
hatırlama) için çok kolay kıldık. Hiç düşünen yok mudur?”[469] ayeti kerimesi, her halde
bir hikmetten ötürü Kur'an’da dört defa tekrar edilir. Usulu fıkıh okumuş
olanlar bunun da umuma hitap ettiğini anlayacaklardır.
æì¢Ø Ϥªì¢í ó¨£ã a
¤¢Ä¤ãa £á¢q ¡pb í¨üa ¢á¢è Û ¢å¡£î j¢ã
Ѥî × ¤¢Ä¤ã¢a
“Bak
onlara âyetleri nasıl apaçık açıklıyoruz, sonra da nasıl çevriliyorlar.” [470]
Allah'ın
ayetlerini apaçık kıldığı konusunda Kur'an-ı Kerim'de otuzdan fazla ayet-i
kerime vardır.[471]
4. Kur'an’ın
en büyük muallimi ve tatbikatçisi olan Resulullah Efendimiz de hem sözleriyle,
hem fiili ile Kur'an'dan (teb'îz için olan -dan ekine dikkat buyurulsun)
herkesin anlaya bileceğini beyan buyurmuştur. Veda Hutbesinde öyle ya da böyle,
her mü'mine şu duyuruyu yapmışlardır:
¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü
¡£ó¡j £äÛa ¡å Ç ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa ó¡
á Ó ªa ¤å¡2
í¡ í ¤å Ç
¡bà¡è¡2 ¤á¢n¤Ø à m
bßì¢Ü¡ m¤å Û ¡å¤í ¤ß ªa
á¢Øî¡1¢n¤× m 4b Ó á £Ü ë
é¡Û ¢ì ¡o ä¢ ë ó¨Ü È m¡
é¨ÜÛ bn¡×
"Size iki şey bırakıyorum. Onlara tutunduğunuz
sürece sapmayacaksınız: Allah'ın Kitabı ve O'nun Resulünün sünneti."[472]
"İleride kapkaranlık geceler gibi fitneler
zuhur edecektir. (Ravi diyor ki) Dedim ki: Ey Allah'ın Resulü, onlardan
kurtuluşun yolu nedir? Buyurdular ki: Allahu Teala'nın Kitabına
sarılmakdır..."[473]
Allah Resulünün elçileri gittikleri yerlerde muhatap oldukları her türlü insana İslam-ı Kur'an ile anlattılar. Mesela Habeşistana hicret eden Cafer b. Ebi Talib, oradakilerin "İslam Nedir?" sorusunu Meryem Suresinin ilk ayetlerini okuyarak cevapladı. Müslüman olacaklar ilk önce hep Kur'anla tanıştırıldı. Ebu Zer, Kur'anı dinleyerek müslüman oldu, Tufeyl ed-Devsî, Kur'an’la tanışarak doğruyu buldu, Ömer'in kini ve buğzları Kur'an’la eridi... Hatta anlayışsız, hoyrat ve ilkel insanlar olan bedeviler (arabîler) dahi Kur'an’la muhatap kılınıyorlardı. Oysa Kur'an-ı Kerim’de onlar için şöyle buyuruluyordu:
ó¨Ü Ç ¢é¨£ÜÛa
4 ¤ã a ¬b ß
뢢y
aì¢à Ü¤È í ü a ¢ ¤u a ë
b¦Ób 1¡ã ë a¦¤1¢× ¢£ ( a ¢la ¤Ç ªü a
¥áî©Ø y ¥áî©Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ë
6©é¡Ûì¢
“Bedevîler, kâfirlik ve
münafıklık bakımından hem daha beter, hem de Allah'ın Resûlüne indirdiği
kanunları tanımamaya daha yatkındır. Allah çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.”[474]
Allah'ın böyle vasıf landırdığı insanlar
Kur'an-ı Kerim’den anlayabiliyor ve onunla yumuşuyorlarsa, diğer bütün insanlar
evveliyetle anlar ve etkilenebilirler.
5. Kur'an,
bazı insanların kendisini anlamayacağını söylemediği, Resûlullah'tan bu yönde
bir şey sadır olmadığı gibi, sahabe, tabiin, müctehit imamlarımız ve
müfessirler de böyle bir şey söylememişlerdir. Onların söylemediği bir şeyi
söylemek, eğer onlara muhalif değilse, bir ictihattır ve ancak ehlinden kabul
edilir, hele içtihat yapılamaz diyenlerin buna hiç hakkı yoktur. Onlara muhalif
ise ki konumuz öyledir, hiç dinlemez ve nazar-ı itibara alınmaz. "Eskiden
yok idi iş bu rivayet yeni çıktı."
Binaenaleyh,
böyle bir fikir akımı Kur'ana karşı gaflet ya da ihanet anlamı taşıyan
tehlikeli bir akımdır. Bu konuda haram ve mahzurlu olan şey "Kur'an-ı
kendi re'yine göre tefsir etmek" ve "Kur'an hakkında mirâ,
mesnetsiz tartışma" yapmaktır ki, onun sınırlarını da açıklamaya
çalışacağız. Binaenaleyh, eşya ve hadislere müslümanca bakış Kur'anla sağlanır,
İslâm’ı şumüllü bir kavrayıs, Kur'anla elde edilebilir.
6. Kur'an,
Ezelî, Ebedî hakîm olan Allah'ın kelâmı olması itibariyle o derecede eksiksiz
ve o derece hakimânedir. Kendi beyanı ile "apaçık, çok kolay"
olması ile birlikte, kolaylığı "sehli mümteni" türünden bir
kolaylıktır ve kelimelerin seçimi ve dizilişi, hatta harflerinin dizilişi ile,
matematikteki ihtimal hesapları andırır tarzda namütenahi ve sonsuz manalara
işaret eder. Her harfin, her kelimenin ve her ayetin yeri itibariyle baktığı o
kadar çok yön, gözettiği o kadar çok itibar olur ki, bunların bütününü beşer
aklının kavraması mümkün değildir.
Ancak
Kur'an-ın bu özelliği, insanların o yönlerden birini ya da bir kaçını
kavramalarına mani de değildir. Usulüne uygun olarak anlaşılan manalar
doğrudur, Kur'an’dandır. Yanlış olan, bu ayetin manası bundan ibarettir, diye
düşünmek ve söylemektir. Kur'an-ı Hakim her asırdaki beşer tabakalarının her
birine, sanki sırf o tabakaya bakıyor gibi hitap eder... Esas hedefi
marifetullah olan Kur'an-ın her cinse, her guruba uygun bir ders vermesi
lâzımdır. Oysa ders birdir. Öyle ise aynı derste tabakaların bulunması gerekir.
Derecelere göre her biri Kur'an-ın perdelerinden bir perdeden ders payını alır.
Mesala: İhlâs Sûresi'ni düşünelim.
Pek çok tabaka olan avamın bundan anlayabileceği şey, Cenab-ı Hak'kın; baba,
oğul, akran ve zevceden münezzeh olduğudur. Daha orta bir seviye bundan, İsa
(a.s)'ın, meleklerin ve doğan varlıkların ilâh olamayacaklarını da anlar...
Daha ileri bir seviye ise bundan Allah'ın varlıklara karşı doğma ve doğurmayı
akla getirecek bütün ilişkilerden beri bulunduğunu, ortak ve yardımcıdan uzak
olduğunu çıkarır... Daha yüksek bir seviye bu süreden Cenab-ı Hak'kın, ezelî,
ebedî, evvel ve âhir olduğunu, hiç bir yönden ne zatının, ne sıfatlarının, ne
de fiillerinin benzeri, dengi, misli, misali olmadığını anlar...[475]
İnsanların ilimde ve marifetullahda dereceleri yükseldikçe Kur'an’dan
anladıkları manalar da artar.
İkinci bir
misal:
6 å©£î¡j £äÛa
á mb ë ¡é¨£ÜÛa 4ì¢ ¤å¡Ø¨Û ë
¤á¢Ø¡Ûb u¡ ¤å¡ß § y a ¬b 2 a
¥ £à z¢ß æb × b ß
b;¦àî©Ü Ç §õ¤ó ( ¡£3¢Ø¡2 ¢é¨£ÜÛa
æb × ë
“Muhammed, sizin
erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah'ın Resûlü ve
peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilendir”[476] ayeti kerimesi ile ilgili
olarak ilk seviyedeki insanlar bundan; Resulullah'ın, ona peygamberliği
yönünden "çocuğum" dediğini, binaenaleyh, Zeyd'in kendine denk
görmediği için boşadığı zevcesini Allah'ın emriyle almakla çocuğunun karısını
almış olmayacağını anlarlar... İkinci seviyedeki insanlar, bundan; Bir büyük
amir raiyyesine bir baba şefkati ile bakar. Bu amir bir de bir zahir ve batın
nihanî lider olursa o zaman babadan yüz defa daha şefkatli olur.
Böylece a raiyyenin ana-baba olarak bakması
O'nu koca olarak görmelerine, kadınlara da onun kızı olarak bakmaları, zevce
olarak bakmalarına kolayca dönüşemediğinden, Kur'an der ki; Peygamber (a.s) siz
ilahi rahmetin tecellisi olarak, peygamberlik adına baba şefkati gösterir ama
şahsı itibariyle babanız değildir ki, sizden olan kadınlara zevce olması
münasip düşmesin... diye bir mana çıkarırlar. Üçüncü seviyedeki insanlar ise
şunu anlayabilirler: Peygambere intisap edip, onun kemâlatına dayanarak, onun
pederane şefkâtine güvenle kusur ve hata yapmamalıyız... Hatta bir kısım
insanlar bundan peygamberimizin (ricâl) denecek yaşta erkek çocuğunun
kalmayacağını ve neslinin bir hikmet binaen kızından devam edeceğini de
çıkarabilirler...[477]
Bunu şöyle
bir misâlle de açıklayabiliriz: Deniz suyu almak isteyen insanlar düşünelim.
Bunlardan denize kadar ulaşabilen her biri beraberindeki kabın hacmi kadar su
alabilecektir. Fincanı olan fincan kadar, kazanı olan kazan kadar, tankeri olan
da tanker kadar su alacaktır ve bütün bu suları aynı özelliği taşıyacaktır.
Fark sadece miktârlarındadır. Ama kimse, kabı küçük olana, senin aldığın su
deniz suyu değildir diyemez.
7. "Arapça’ya
dair ilimlerin kaidelerine uygun, belagatın prensiplerin ve usul ilmine muvafık
ve mutabık olmak şartıyla" Arapça bilen herkes Kur'an'dan ilmi
seviyesine göre bir şeyler anlar.
Ancak, daha
önce de ifade ettiğimiz gibi, Kur'an bu anlaşılanlardan ibarettir denemez. "Malûmdur
ki, Kur'an-ı Azimuşşan yalnız bir asra değil, bütün asırlara nazil olmuştur.
Hem bir tabaka insanlara mahsus değil, beşerin bütün tabaka ve sınıflarına
şamildir..."[478]
Bu yüzden "Zeki,
gabî, takî, şakî, zâhid, gayrı zahid bütün insan tabakaları bu ilahi hitaba
muhataptır ve Rahmaniyyet eczanesinden ilaç almaya hakları vardır..."
Binaenaleyh, Kur'an-ı Kerim’den anlaşılan "manalar Arapça kaidelere,
nahiv esaslarına ve dinin bilinen usûlüne muhalif olmamak şartıyla o manalar o
kelâmdan bizzat muraddır, maksuttur..."[479]
8. Meâllere
gelince: "Kur'an-ın Arapça olduğunu bildiren ayeti kerimeler buna
"Ta ki, akledesiniz, iyi anlayasınız" diye sebep gösterirler.
Demek ki, Ilahî maksat Kur'anın anlaşılmasıdır. Bu da Arapça bilmeyenlere kendi
dilleriyle mümkün olduğunca anlatmakla, yani onu diğer dillere çevirmekle olur.
Ancak bu meâl
ve tercümelerin Kur'an olması mümkün değildir ve "Türkçe Kur'an"
"Farsça Kur'an" gibi ifadeler onun "Arapça"
oluşunu inkâr anlamı taşır.[480]
Ancak mealler ayetin sonsuz manalarından sadece birini verebileceği için sağlam
bir mealden okuyanlar, sadece meali yapanın yakaladığı bir manaya muttali
olabileceklerdir. Oysa ayette kelimelerin dizimi, seçimi, karakteri,
etimolojisi ve semantiğine bağlı olarak belki sonsuz ihtimaller vardır. "Ta
ki muhtelif anlayış ve istidatlar zevklerine göre hisselerini
alabilsinler."
Müfessirlerin
farklı anlayış ve tespitleri de buradan kaynaklanır. Her şeye rağmen Arapça
bilmeyenler için meal de bir kolaylaştırıcıdır, faydadan hali değildir. Aslını
anlayamayanlar sağlam bir mealden bu yolla istifade etmeli ve aslını da
öğrenmeye çalışmalıdırlar. Meallerin de Kur'an olmadığını bilmelidirler.
9. Bu konuda
Gazalî'nin tespitleri bize ışık tutabilir,
Kur'an'ın
anlaşılmasını engelleyen hususlar dörttür:
1- Harfleri
mahreçlerinden çıkarma kanununa lûzumundan fazla önem vermek ve tüm gayreti bu
yönde harcamak...
2- Herhangi
bir mezhebi (görüşü) taklid yoluyla benimsemek ve taklit ettiği konuda katı
olmak... Bu adam öyle birisidir ki, inandıgi görüş ile bağlı kalır ve başka
türlü de olabileceği aklına bile gelmez... Eğer Kur'an okurken bir ışık
parıldar ve Kur'an-ın manalarından bir mana, bildiğinin aksine ona zahir olursa
şeytan onu hemen taklide zorlar ve "sen nasıl olur da bunu böyle
anlarsın, oysa babaların, (büyüklerin) bunun aksi kanaattedirler" diye
onu aldatmaya çalışır...
3- Günahlarda
ısrar etmek, kibirle muttasıf bulunmak, dünya konusunda hevasına uymak...
4- Kelime
anlamı ile bir tefsir okumuş olup, Kur'an kelimelerinin İbn Abbas, Mücahid ve
başkalarından nakledilen anlamlarının dışında bir manalarının olmadığına itikad
etmek. Onlardan nakledilenlerin dışındakilerin "Kur'anı kendi görüşüne
göre tefsir etmek" bunu yapanların ise Cehennemde yerlerini
hazırlamaları istenenlerden olduğunu sanmak. İşte bu da Kur'anın anlaşılması
önündeki büyük perdelerdendir. Oysa "Kur'anı kendi görüşüne göre tefsir
etmek" ayrı bir şeydir.
10. "Kur'an-ı
kendi görüşü ile tefsir eden Cehennemdeki yerine hazırlansın"[481]
mealindeki hadisi şerif, Gazali'nin de dediği gibi bazılarınca yanlış
anlaşılmaktadır:
Hadisin ne
demek olduğunu anlamaya çalışalım. Zira, eğer bunu -sahih olduğu taktirde-
genel anlamı ile alacak olursak, sahabe dahil, bütün tefsircilerin bu durumda
olduğunu görürüz. Bunu ise hiç kimse söylememiştir. Görebildiğim kadarıyla bu
konuyu en güzel açıklayan İmam Gazali ile İmam Birgivî olmuştur. Biz de onların
söylediklerini özetleyerek toparlamaya çalışacağız.
Gazali diyor
ki: Bilmiş ol ki, Kur'an-ın zahir (kelime anlamı) açıklamasından başka manası
yoktur, ama bütün insanları kendi derecesine indirmekle de hata ediyor...
Gerçek şu ki, anlayabilenler için Kur'an-ın manaları çok geniştir... Hz.Ali de
bu konuda Allah'ın kendisine bir anlayış verdiği kimseleri sınırlı manalar
anlamaktan istisna etmiştir... Söz konusu hadis ve Hz. Ebu Bekr'in; "Kur'an-ı
kendi görüşüme göre tefsire kalkışırsam beni hangi yer taşır, hangi gök
gölgeler?" sözüne gelince: Bunların manası; ya Kur'an-ı akılla
anlamaya çalışmayı ve manalar çıkarmayı bırakıp sadece menkul açıklamalarla
yetinmektir, ya da başka bir şeydir.
İmdi
Birincisinin olması mümkün değildir, çünkü: Kur'an-ın açıklaması hakkında
duyduklarından başka hiç bir şey söylememenin batıl olduğu pek çok sebepten
dolayı açıktır:
1. Eğer böyle
olacak olsa Kur'anın açıklaması ile ilgili olarak bizzat Resulullah'tan duyulan
şeyler onun ancak bir kısmını açıklamış olur, kalan anlaşılmamış kalır.
2. Sahabe ve
tefsirciler bazı ayetleri anlamada ihtilaflar etmiş ve pek çok görüş ileri
sürmüşlerdir.
Bunların
hepsi Resulullah'tan nakledilmiş olamayacağına göre onları bu hadisin tehdidine
dahil edebilir miyiz?
3. Resulullah
Efendimiz (as) İbn Abbas için "Allahım onu dinde anlayışlı (fakih) kıl ve
ona (Kur'an'ın) tevilini öğret"[482]
buyurmuşlardır. Eğer zahiri manasından öte bir de tevili (muhtemel manaları)
olmasaydı bu sözün ne anlamı olurdu?
4. Kur'an-ın
kendisi de:
وَاِذَا
جَاءَهُمْ
اَمْرٌ مِنَ
الْاَمْنِ اَوِ
الْخَوْفِ
اَذَاعُوا
بِه وَلَوْ
رَدُّوهُ
اِلَى
الرَّسُولِ
وَاِلى
اُولِىالْاَمْرِ
مِنْهُمْ
لَعَلِمَهُ
الَّذينَ
يَسْتَنْبِطُونَهُ
مِنْهُمْ
وَلَوْلَا
فَضْلُ
اللّهِ عَلَيْكُمْ
وَرَحْمَتُهُ
لَاتَّبَعْتُمُ
الشَّيْطَانَ
اِلَّا
قَليلًا
“Onlara güven veya korkuya
dair bir haber gelince hemen onu yayarlar; halbuki onu, Resûl'e veya aralarında
yetki sahibi kimselere götürselerdi, onların arasından işin içyüzünü
anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi. Allah'ın size lütuf ve rahmeti
olmasaydı, pek azınız müstesna, şeytana uyup giderdiniz”[483] buyurmuştur.
Binaenaleyh, tevilde muhtemel manalarda
çıkarmada) sadece duyulanlarla (menkule dayanma iddiası batıldır ve herkesin
Kur'andan, anlayışının gücüne ve aklının kapasitesine göre manalar çıkarması
(istinbatı) caizdir. (Yeter ki, yukarıda işaret edilen usûle muhalif olmasın).
Öyleyse bir tehdidin anlamı nedir? Bu, iki şekilde anlaşılmalıdır:
1. Ya kişinin (dinden olmayan) kendine has
bir görüşü (felsefesi, inancı) vardır ve Kur'anı o görüşü takviye etmek için,
zahirine muhalif olarak yorumlar, zorlar. Bu da ayetin manasının o olmadığını
bile bile olabileceği gibi bilmeden de yapılmış olabilir.
2. Ya da Kur'anı, sırf Arapça’ya dayanarak,
bazı mücmel meselelerdeki hadis ve nakillere bakmaksızın açıklamaya kalkışır.
Çünkü nüzûl sebebi vb. bazı nakiller bilinmeden bazı ayetleri anlamak mümkün
değildir.[484]
Konumuzu İmam
Birgivî de özetle şöyle açıklar: “Bilmiş ol ki, Kur'an-ın
"görüş"le tefsir edilmesinin yasaklanması, bu konuda sadece
Resulullah'tan (a.s) duyulanlar (nakiller)le yetinilmesi anlamında değildir.
Çünkü bu çok çok azdır. Öyle olsaydı kimse Kur'anla delil getiremezdi ve
ictihat kapısı kapanırdı. Bu ise icma ile batıldır. Fakih Ebulleys'in E1-Bustan
adlı eserinde dediğine göre bu yasak, Kur'anın bütününe değil, sadece
"müteşabih" ayetlere yöneliktir.”
Nitekim
Kur'anda:
¢é¤ä¡ß é 2b ' m b ß
æì¢È¡j £n î Ï ¥Í¤í ¤á¡è¡2ì¢Ü¢Ó ó©Ï
åí© £Ûa b £ß b Ï
"Kalplerinde sapma olanlar onun
müteşabih olanına uyarlar..."[485] buyurulur.
Durum böyle olunca Arapça’yı ve Kur'an-ın
nüzûlü ile ilgili bilgileri bilenlerin Kur'an-ı tefsir yetkileri vardır ve bu
tefsirleri, "kendi görüşlerine göre açıklama" sayılmaz.
Baksanıza, müctehitler nice ayetlerin tefsirinde ihtilaf etmişler ve kendi
anlayışlarına binaen “ õ¬b ¡£äÛa
¢á¢n¤ à¨Û ¤ë a "Veya kadınlara dokunursanız (mülemese)"[486]
ifadesini İmam Şafii, elle dokunma (ten teması) anlamış ve bunun abdesti
bozduğuna hükmetmiştir.
Oysa Ebu Hanife bunu cinsel ilişkiye (cima)
yormuş ve ten temasının abdesti bozmayacağına hükmetmiştir. Bunun örnekleri pek
çoktur.[487]
Mezkür
hadiste geçen "El-Kur'an" ifadesinin umumundan (istiğrak)
hareketle bu yasağın, Kur'anın tamamını kendi görüşü ile tefsir etmeye yönelik
olması da düşünülebilir ki, bu da iki imamı destekler. Yani müteşabih ayetleri
ya da nakilsiz anlaşılamayacak ayetleri kendi görüşüne göre tefsir etmeyenler,
Kur'anı, yani tamamını, kendi görüşleriyle tefsir etmemiş sayılırlar ve bu
tehdidin dışında kalırlar.
TEFSİR
İLİMLERİ DERSİNİN TESTİ
Soru 1 :
Kur’an’ı Kerim kaç yılda inmiş, tamamlanmıştır?
Cevap : Kur’an’ı Kerim 22 sene, 2 ay, 22 günde inmiştir.
Soru 2 :
Allah(c.c.)’ın dilediği şeyleri Peygamberlerine bildirmesine ne denir?
Cevap : Vahy denir.
Soru 3 :
Kur’an’ı Kerim’de bulunan, adetleri 114 tane olan müstakil bölümlerine nedenir?
Cevap : Sure ismi verilir.
Soru 4 : Kur’an’ı Azimüşşan’da bulunan sureleri
meydana getiren cümlecik yada bir kaç kelimeden oluşan, 6666 adet varolan Allah
kelamlarına ne ad verilir?
Cevap : Ayet denir.
Soru 5 : Kur’an’ı Kerim tek
kitap olduğu gibi, tek ciltte toplanmıştır. Kur’an’ı Kerim’in sayfalarını
toplayan cilde verilen ve yalnız Kur’an’a ait olan özel isme ne denir?
Cevap : Mushaf adı verilir.
Soru 6 : Kur’an’ı Kerim ayet
ayet, sure sure inerken o gün için mevcut bulunan kemik parçası veya düz, yassı
olan şeyler üzerine yazılırdı. Daha sonra tek bir kitap haline getirildi. İşte
yüce kitabımızı ilk olarak kim zamanında ve nasıl Mushaf haline getirildi?
Cevap : Hz. Ebu Bekir zamanında Zeyd b. Sabit tarafından Mushaf haline getirildi.
Soru 7 : Kur’an’ı Kerim insan
gücünün imkan verdiği ölçüde anlamayı gaye edinen ve geniş şekilde açıklayan,
gerektiğinde yorumlayan eserlere ne ad verilir?
Cevap : Tefsir denir.
Soru 8 : Tefsir yapan alime ne
ad verilir?
Cevap : Müfessir adı verilir.
Soru 9 : Tefsir çeşitleri kaçtır
ve nelerdir?
Cevap : Tefsir çeşitleri ikidir;
a- Rivayet tefsiri : Ayet ve hadislerle açıklama yapılan tefsirlerdir.
b- Dirayet tefsiri : Ayet, hadis ve akli, felsefi, güncel yorumlarla yapılan tefsirdir.
Soru 10: Ayeti celilelerin mana ve ilahi işaretlerini, insan aklının
imkanı ölçüsünde yapılan tercümelere ne ad verilir?
Cevap : Meal adı verilir.
Soru 11: Kur’an’ı Kerim Peygamber Efendimiz (a.s.)’e nerede ve ne zaman
nazil olmaya başlandı?
Cevap : Mekke yakınlarında Hira mağarasında, 610 yılı Ramazan ayında nazil olmaya başladı.
Soru 12: Allah (c.c.)’ın varlığını ve birliğini, doğmadığını ve diğer
özelliklerini özlü bir şekilde anlatan ve buna kısaca Tevhit suresi denilen
surenin adı nedir?
Cevap : İhlas suresi
Soru 13: Hz. Muhammed (a.s.)’e Nur dağında inmeye başlayan ve 23 senede
tamamlanan, Arapça olarak indirilen ve tevatür yoluyla bize ulaşan, okunması
dahi ibadet olan, dünyevi ve uhrevi tüm meseleleri bildiren, Allah (c.c.)’ın
kelamına ne ad verilir?
Cevap : Kur’an’ı Kerim denir.
Soru 14: Kur’an’ı Kerim’de bir takım ayetler vardır ki; bunlardan
birini okuyan veya işiten her mükellef için secde etmek vaciptir. Bu secdeye ne
ad verilir ve Kur’an’da kaç defa zikredilmiştir?
Cevap : Tilavet secdesi denir ve Kur’an’da 14 defa zikredilmiştir.
Soru 15: Peygamber efendimiz (s.a.v.)’in 13 yıllık Mekke döneminde ve
10 yıllık Medine hayatında Kur’ân’ı Kerim’in tamamı indirilmiştir. Mekke ve
Medine yaşantısında bildirilen surelere verilen isim nedir?
Cevap : Mekke döneminde inen surelere MEKKİ, Medine döneminde inen surelere MEDENİ sure adı verilir.
Soru 16: Kur’an’ı Kerim’de hakkında en çok ayet inen kavim hangisidir?
Cevap : İsrail oğulları.
Soru 17: Kur’an’ı Kerim’deki ilk surenin ismi nedir?
Cevap : Fatiha suresi.
Soru 18: Kur’an’ı Kerim’deki son sure hangisidir?
Cevap : Nas suresi.
Soru 19: Kur’an’ı Kerim’in kalbi olarak zikredilen surenin ismi nedir?
Cevap : Yasin suresi.
Soru 20: Kur’an’ı Kerim’deki en uzun sure hangisidir?
Cevap : Bakara suresi.
Soru 21: Kur’an’ı Kerim’deki en kısa sure hangisidir?
Cevap : Kevser suresidir.
Soru 22: Kur’an’ı Kerim’de besmele kaç defa zikredilmiştir?
Cevap : 114 defa.
Soru 23: Kur’an’ı Kerimde ismi geçen sahabe kimdir?
Cevap : Hz. Zeyd (r.a.).
Soru 24: Hurf’u Seb’a nedir?
Cevap : Kur’an’ı Kerim’in yedi harf üzerine inmesidir.
Soru 25: Kur’an’ı Kerim’in hangi suresinin her ayetinde “ALLAH”
kelimesi vardır?
Cevap : Mücadele suresi.
Soru 26: Allah (c.c.) kelimesi Kur’an’da kaç defa zikredilmiştir?
Cevap : 2697 defa.
Soru 27: Kur’an’ı Kerim’de tek ismi zikredilmiş kadın kimdir?
Cevap : Hz. Meryem.
Soru 28: Kur’an’ı Kerim’in son inen ayeti hangi surenin kaçıncı
ayetidir?
Cevap : Maide suresinin 3. Ayetidir.
Soru 29: Kur’an’ı Kerim’de surelerin başında besmele vardır. Ama bir
surenin başında besmele yoktur. Hangi surenin başında besmele yoktur?
Cevap : Tövbe suresi.
Soru 30: Hangi surede besmele iki defa zikredilmiştir?
Cevap : Neml suresi.
Soru 31: Kur’an’ı Kerim’i tefsir eden alimlerimizden üç tanesinin
ismini yazınız.
Cevap : Ömer Nasuhi Bilmen, Saidi Nursi, Bursalı İsmail Hakkı, Muhammet Ali Sabuni, Mevdudi, Mahmut Ustaosmanoğlu, Elmalılı Hamdi Yazır, Konyalı Mehmet Vehbi Efendi.
Soru 32: Peygamber Efendimiz (a.s.)’e göre hangi sureyi okumak Kur’an’ı
Kerim’in üçte birini okumaya bedeldir?
Cevap : İhlas suresi.
Soru 33: Kur’an’ı Kerim’de konuştuğundan bahsedilen böcek hangisidir?
Cevap : Karınca.
Soru 34: Kur’an’ı Kerim’i usulüne göre okumayı belirleyen kuralların
tümüne ne ad verilir?
Cevap : Tecvit.
Soru 35: Sahabeler karşılaştıklarında ve ayrılacakları zaman
birbirlerine devamlı olarak okudukları bir sure vardı. İmamı Şafi hazretleri
“Kur’an’dan sadece bu sure nazil olsaydı, insanlara dünya ve ahiret mutluluğu
için yeterdi.” Diyerek manasını ve önemini anlattığı bu surenin ismini ve
manasını söyleyiniz.
Cevap : Asr suresi. Manası; “Asra yemin olsun ki, muhakkak insanlar hüsran içindedir (zarardadır). Ancak iman edip salih amel işleyenler, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler bunların dışındadır.”
Soru 36: Kur’an’ı Kerim Peygamber Efendimize nerede ve ne zaman nazil
olmaya başlamıştır?
Cevap : Mekke yakınlarında Hira mağarasında, 610 yılı Ramazan ayında nazil olmaya başlamıştır.
Soru 37: Ayet el Kürsi hangi surededir?
Cevap : Bakara suresinde.
Soru 38: Allah’ü Teala kimin suçsuz olduğuna dair ayet indirmiştir?
Cevap : Hz. Aişe (r.anh.).
Soru 39: Hüküm ayetleri Mekke’de mi yoksa Medine’de mi nazil olmuştur?
Cevap : Medine’de.
Soru 40: Kur’an’ı Kerim2de kaç cüz vardır?
Cevap : 30 cüz.
Soru 41: Kur’an’ı Kerim’deki en uzun ayet hangisidir?
Cevap : Bakara suresi 282. Ayetidir.
Soru 42: Kur’an’ı Kerim’in ilk okunduğu mescit hangisidir?
Cevap : Medine’de “Beni Zerik” mescidi.
Soru 43: Kur’an2ı Kerim’de “Cennet” kelimesi kaç defa zikredilmiştir?
Cevap : 66 defa.
Soru 44: Kur’an’ı Kerim’de “cehennem” kelimesi kaç defa zikredilmiştir?
Cevap : 126 defa.
Soru 45: Bakara suresinden sonra hangi sure gelir?
Cevap : Al-i İmran suresi.
Soru 46: Mekke’de Kur’an’ı Kerim’i ilk kez açıktan okuyan kimdir?
Cevap : Abdullah bin Mesut (r.a.).
Soru 47: Kur’an’ı Kerim’e göre insanlar ve cinler niçin yaratıldı?
Cevap : Yalnız Allah’a kulluk etmeleri için.
Soru 48: Kur’an’ı Kerim’de en yüce sure hangisidir?
Cevap : Fatiha suresi.
Soru 49: Kur’an’ı Kerim hangi halife zamanında “Mushaf” halinde
toplandı?
Cevap : Hz. Ebu Bekir (r.a.).
Soru 50: Kur’an’ı Kerim hangi halife zamanında çoğaltılıp dağıtıldı?
Cevap : Hz. Osman (r.a.).
Soru 51: Kitap, Furkan, Mushaf, Bürhan, Hablullah, Hablülmetin,
Kelamullah, Zikr, Hüda, Nur, Şifa hangi kutsal kitabın isimleridir?
Cevap : Kur’an’ı Kerim’in.
Soru 52: “Hepiniz topyekün Allah’ın ipine sarılın, ayrı ayrı olmayın”.
Ayette geçen “Allah’ın ipi” tabirinden kastedilen nedir?
Cevap : Kur’an, Kur’an hükümleri, Mesajullah.
Soru 53: Halife Hz. Ebu Bekir’in emriyle kitap haline getirilen
Kur’an’ı Kerim’i toplama komisyonunun başkanı olan sahabe kimdir?
Cevap : Hz. Zeyd bin Sabit.
Soru 54: Kur’an’ı Kerim’de din kelimesi hangi manada kullanılmıştır?
Cevap : Ceza, mükafat, hüküm, hesap.
Soru 55: Fatiha suresinde sapanlar olarak nitelendirilenler kimlerdir?
Cevap : Hıristiyanlar.
Soru 56: Hz. Ömer Rasülullah’ın arkasında namaz kılarken hangi ayet
okunurken hiddete kapılarak yüksek sesle “Ben orada olsaydım, mutlaka Firavunun
boynunu vururdum” demiştir?
Cevap : Naziat suresi.
Soru 57: Peygamber Efendimiz (a.s.) kendisine Fussulet suresini okurken
sarılıp etkilenen ve Islam’ı kabul ederim korkusuyla, eliyle Peygamber
(a.s.)’ın ağzını kapayarak; “Aramızdaki yakınlık adına rica ederim, daha okuma”
diyen kişi kimdir?
Cevap : Utbe b. Rabia.
Soru 58: Tebuk seferine katılmadığı için Peygamberimiz (a.s.) ve
ashabın kendisiyle (hakkında ayet nazil oluncaya kadar) 50 gün konuşmadığı
sahabe kimdir?
Cevap : Kab b. Malik.
Soru 59: İfk hadisesini açığa çıkaran ayet hangisidir?
Cevap : Nur suresi ayet 11 ve 12.
Soru 60: Bildiğiniz gibi Kur’an’ı Kerim 30 cüzden müteşekkildir. Her
müslümanın yatarken okuması tavsiye edilen “Muavizeteyn” surelerinin isimleri
nelerdir?
Cevap : Felak ve Nas sureleri.
Soru 61: Peygamberimiz (a.s.)’ın genellikle yatsı namazında okuduğu
sure hangisidir?
Cevap : Vettini suresi.
Soru 62: Peygamberimiz (a.s.)’ın sıkıntı anında okuduğu sure
hangisidir?
Cevap : Elemneşrah suresi.
Soru 63: Peygamberimiz (a.s.) kıyamet günü cennette bizzat okuyacağı
sure hangisidir?
Cevap : Muhammed suresi.
Soru 64: Kıyamet günü Allah (c.c.)’ın bizzat okuyacağı sure hangisidir?
Cevap : Rahman suresi.
Soru 65: Ayeti kerimelerle iktidara yürüyüş ve gerçekleştirilmesi hangi
surede ve kim örnek alınmıştır?
Cevap : Yusuf suresi ve Yusuf (a.s.) örnek alınmıştır.
Soru 66: Abdestin farz olduğunu belirten ayet hangisidir?
Cevap : Maide suresi 5 ve 6.
Soru 67: Osmanlı Devletinin son dönemlerinde yetişmiş İslam bilginlerindendir.
Kadı yetiştiren Mektebi Nüvvab’ı bitirmiş, Beyazıt medresesinde dersler
vermiştir. Meşihat Dairesi’ndeki görevinin yanında Mektebi Nüvvab, Mektebi
Mülkiye, Medrese tül Vaizin ve Medrese-i Süleymaniye’de dersler vermiştir.
2. Meşrutiyetin ilanından sonra Antalya’dan mebus seçilmiş ve özellikle 2. Abdülhamid’in tahttan indirilmesiyle ilgili hal fetvasının yazılmasında oynadığı rolle tanınmıştır. İttihat ve Terakki cemiyetinin ilim şubesinde de görev almıştır. Cumhuriyetin ilanından sonra Ankara İstiklal Mahkemesinde de yargılanmış ve berat etmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığının kendisinden istediği Kur’an tefsirini Hak Dini Kur’an Dili adıyla yazmıştır. Bu İslam alimi kimdir?
Cevap : Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır.
Soru 68: Seyyit Kutub’un tefsirinin adını söyleyiniz.
Cevap : Fizilali Kur’an.
Soru 69: Muhammed Hamdi Yazır’ın tefsirinin adını söyleyiniz.
Cevap : Hak Dini Kur’an Dili.
Soru 70: Kur’an’ı Kerim’in bir çok adı vardır. Furkan, Kitap, Zikir,
Tenzil bunlar arasındadır. Kur’an’ın birde sıfatları vardır. Bunlardan
bazılarıda, Mübin, Kerim, Nur, Hüda, Rahmet, Şifa, Mev’ize, Büşra, Beşir, Nezir
ve Aziz’dir. Bu isim ve sıfatlara göre Kur’an’ı Kerim’in dikkat çeken beş
hususu vardır. 1- Tedricen, ayet ayet, sure sure inmiştir. 2- Vahiy ile Cebrail
vasıtasıyla getirilmiş olması. 3- Hem lafzı hem de manasıyla mucize olması. 4-
Allah’ın kelamı olması, söylemediğimiz 5. Hususu da siz söyleyiniz.
Cevap : Kendisi ile ibadet edilmesi.
Soru 71: Allah’ü Teala her dönemde bir şeriat (bir kitap) indirmiştir.
Kur’an’ Kerim son peygamberin kitabıdır. Büyün insanların barış içersinde
insanca yaşayacakları bir ortamı meydana getiren ve ahiret saadetinin teminatı
olan bu kitabın 114 suresi bulunmaktadır. Okundukça ve yaşandıkça insanlığı
yücelten ayetler Mekki ve Medeni olarak ikiye ayrılır. Bütün insanlığın uymakla
mükellef olduğu Mekki ve Medeni ayetlerin konusu nedir?
Cevap : Mekki ayetlerin konusu “İtikat”, Medeni ayetlerin konusu ise “Hüküm”dür.
Soru 72: Kur’an’ı Kerim’de “Zehraveyn”(iki çiçek manasına gelen) diye
bilinen iki sure vardır. Bu surelerin ikiside Medeni surelerdir. Konusu ise
hüküm ayetleridir. Bu iki surenin adını yazınız.
Cevap : Bakara ve Al-i İmran sureleridir.
Soru 73: Hanımı ve kendisi büyük İslam düşmanlarındandır. Karı koca bu
iki kişinin dünyada iken kazandıklarının kendilerini kurtarmayacağını,
cehennemde de kendilerinin elim bir ateşin vadedildiği ve adamın hanımının ise
cehennemde odun taşıyılıcığı yapacağını konu eden sure hangi suredir?
Cevap : Tebbet (veya Mesed veya Lehep) suresidir.
Soru 74: Kur’an’ı Kerim Berat gecesi indirilmiştir. Hadid suresi 23.
Ayette de “Dünyada olacak her şey, dünya yaratılmadan evvel, ezelde “oraya”
yazılmış, takdir edilmiştir. Bunu size bildiriyoruz ki, hayatta kaçırdığınız
fırsatlar için üzülmeyesiniz ve kavuştuğunuz kazançlardan, Allah’ın gönderdiği
nimetlerden mağrur olmayasınız. “Denilmektedir. İfadelerde geçen “oraya”
kelimesi neresi anlamına gelmektedir?
Cevap : Levh-i Mahfuz.
Soru 75: Sevapta ve günahta en küçük bir şeyin unutulmayacağı hangi
ayetle anlatılır?
Cevap : Zilzal suresi 7 ve 8 ayetler
Soru 76: Mealini okuyacağımız ayet hangi surededir? Allah’ü Teala
buyuruyor ki; “Ey insanlar! Zannın çoğundan sakınınız. Zira zannın çoğu
günahtır. Birbirinizin suçunu araştırmayınız. Kimse kimseyi çekiştirmesin.
Hangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır? Ondan tiksinirsiniz.
Allah’tan sakının. Şüphesiz Allah tövbeleri daima kabul edendir, acıyandır.”
Cevap : Hucurat suresi.
Soru 77: Kur’an’ı Kerim İslam dünyasında 7 kıraat üzere okunmaktadır.
Bizim şu anda elimizde bulunan ve okuduğumuz Kur’an’ı Kerim hangi kıraat
imamının rivayeti üzerine yazılmıştır?
Cevap : Kıraatı Asım
Soru 78: Namaz mü’mini kötülüklerden alıkoyar. Kul Rabbine en yakın
halini secdede yaşar. Ve o kulun miracıdır. Kul namazı ile terbiye olur.
Kur’an’ı Kerim’de de Allah (c.c.), zekat, kurban ve benzeri ibadetleri namaz
ile birlikte zikretmiştir. Çünkü kul namaz ile zekatını verir, kurbanını keser
hale gelecektir. Peygamberimiz (a.s.)’ın gözümün nuru dediği bu güzel ibadet
Kur’an’ın hangi suresinde Kurban ile beraber zikredilmiştir?
Cevap : Kevser suresi
Soru 79: 1632 yılında “dünya dönüyor” dediği için idamla yargılanan
Galile Galileu’dan 1000 yıl önce dünyanın döndüğünü haber veren Kur’an ayeti
hangisidir?
Cevap : Yasin 40
Soru 80: Aşağıda bazı özellikleri ile tanımaya çalışacağımız sure
Kur’an’ı Kerim’de hangi suredir?
a-Bu sure
Medenidir,
b-Ey iman edenler
niçin yapmadığınızı söylersiniz,
c-Allah yolunda
bir bütünlük içinde cihadı emreder,
d-İsa (a.s.)
diliyle, Peygamberimizin Ahmet ismi ile müjdelenmesi,
e-Kafirler
istemese de Allah (c.c.)’ın nurunu tamamlayacağı,
f-İman ve cihadın elim bir azaptan kurtaracak karlı bir ticaret yolu olduğu, bu surenin bazı özelliklerindendir.
Cevap : Saf suresi
Soru 81: Peygamber Efendimiz (a.s.) bir yılda en büyük destekçileri
olan hanımını ve amcası kaybetmişti. Peygamber efendimiz (a.s.) ve bütün
müslümanlar üzülmüşlerdi. Bu yıl siyer kitaplarında hüzün yılı olarak
zikredilmiştir. Peygamberimizi ve müslümanları teselli etmek için Allah (c.c.)
üç sure indirmiştir. Bu surelerin isimleri nelerdir?
Cevap : Yusuf, Hud ve Yunus sureleri
Soru 82: Kur’an’ı Kerim’de yer alan bazı surelerin iki veya daha fazla
isimleri vardır. Bunlardan biri de Mü’min suresidir. Mü’min suresinin diğer
ismi nedir?
Cevap : Gafir suresi
Soru 83: Muavizeteyn surelerinin isimleri nedir?
Cevap : Felak ve Nas sureleri
KAYNAKÇA:
Aclunî, İsmail İbnu Muhammed (v. 1162/1748), Keşfu'l-Hafa
Müzîlü'l-İlbâs ammâ İştehere mine'l-Ehâdîsi alâ Elsineti'n-Nâs, Beyrut
1351.
Abdil-Latifi'z, Zebidi-Sahih-i Buhari muhtasarı, Tecrid-i Sarih tercemesi ve Şerhi-Ank: 1975 (3 bsm),
Abdülaziz El Buhari-Keşfû'l Esrar-İst: 1308
Ahmed Muhammed Şâkir, el-Bâ'isu'l-Hasîs Şerhu İhtisâri
Ulûmi'l-Hâdîs, Beyrut 1951.
Abdurrahman el-Cezirî, Kitabu'l-Fıkhi ala'l-Mezahibi'lArbaa,
Mısır, ty
Abdu'l-Vehhab Abdullatif, el-Mutasar min Mustalahatı
Ehli'l-Eser min Ehli's-Sünne ve'ş-Şi'a
ve'l-imamiyye Ve'z-Zeydiyye, 5. baskı Kahire, 1966.
Abdülkerîm Zeydan, İslâm Hukukuna Giriş, Terc. Ali Şafak, İstanbul (t.y)
Abdurrezzak İbnu Muhammed es-San'ani (v. 211). Musannafu
Abd'r-Rezzak, Beyrut (Ofset), 1970.
Ahmed Zeki
Safve, Cemheretu Hutubi'l-Arab, Mısır 1962
Amidi, Seyfuddin Ebu'l-Hasen Ali İbnu Ebi Ali (v. 631), el-İhkam
fi Usuli'l-Ahkam, Kahire, 1968/1387.
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî,
Bulak, 1301.
Azimabadi-Ebu't-Tayyib Muhammed Şemsü'l-Hakk, Tahkik:
Abdurrahman Muhammed Osman, Avnu'l-Ma'bud Şerhu Süneni Ebi Davud,
Medine, 1968.
Ayni-Bedru'd-Din Ebu Muhammed Mahmud İbnu Ahmed (v. 855), Umdetü'l-Kârî
Şerhu Sahihi'l-Buhari, 1348 (baskısından ofset, Beyrut).
Babanzâde, Ahmed Naim: Tecrîd-i Sarîh Tercemesi,
Birinci cild, Ankara, 1957
Bağdâdî, İsmail Paşa. Esmâü’l-Müellifîn,
İstanbul, 1955.
………Zeyl-i
Keşfi’z-Zünûn, İstanbul, 1366.
Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, İstanbul 1962
Bedrüddin el-Aynî, Tibyan Tefsiri, İstanbul-1986
el-Beydâvî,
Envâru't-Tenzîl ve Esraru't-Te'vîl, Mısır 1955
Beyhaki Ebu Bekr Ahmed ibnu'l-Huseyn (v. 958), es-Sünenü'l-Kübra,
Haydarabad, Deken 1353.
Bilmen, Hukuku
İslâmiyye
ve İstilâhâtı Fıkhyye Kamusu, İstanbul 1967
Buharî, Ebi Abdillah Muhammed İbnu İsmail (sv. 256) el-Ebedi'l-Müfred,
Kahire, 1379.
Çakan, İsmail Lütfi: Hadîslerde Görülen İhtilâflar ve
Çözüm Yolları, İstanbul 1982
Çağlar Behçet Kemal,
Kur’ân-ı Kerîm’den İlhamlar, 1995.
Canan İbrahim, Hz. Peygmaberin Sünnetinde Terbiye;
1979, Ankara.
Canan, İbrahim, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Şerhi,
Ankara 1988.
Cessas, Ebu Bekir Ahmed İbnu Ali (v. 370), Ahkamu'l-Kur'an
Kahire, ty.
Cündioğlu Dücane, Kur’ân
Dil ve Siyaset Üzerine Söyleşiler, Kitabevi, 1998.
Dârâkutnî, Ali İbnu Ömer (v. 385/995): Ehâdîsu'l-Muvatta
(Tahkîk: Zâhidu'l-Kevseri, Keşfu'l-Gıta ile birlikte hazırlanmıştır),
Mısır, 1946.
Dehlevi, Şah Veliyyullah Ahmed İbnu Abdurrahim (v. 176) el-İnsaf
fi beyan-ı Sebebi'l-İhtilaf fi'l-Ahkami'l-Fıkhiyye, Kahire, 1398.
Doğrul Ömer Rıza, Kur’ân
Nedir, 1967.
………Tanrı Buyruğu
Kur’ân-ı Kerîm Terceme ve Tefsiri, Muallim A. Halit Kitaphanesi, 1934.
Döndüren, Hamdi, İslâm
Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, Balıkesir 1984
Ebû Bekir El Cessas-El Ahkâmû'l Kur'an-Beyrut: 1355
Ebû Muin- En Nesefi-Bahrû'l Kelam-Konya: 1977,
Ebû Yusr Muhammed -Pezdevi-Ehl-i Sünnet Akaidi-İst: 1980,
Ebu Bekr İbnu'l-Arabi (v. 543), Ahkamu'l-Kur'an,
Kahire, 1968.
Ebu Dâvud, Süleyman İbnu'l-Eş'as es-Sicistânî el-Ezdî (v.
202/817): Risâletu Ebî Dâvud es-Sicistânî fi Vasfı Te'lîfihi Li-Kitâbi's-Sünen
(Tahkîk: Zahidü'l-Kevserî), Mısır, 1.369
Ebu’s-Suud, İrşâdü’l-Akl-ı
Selîm, Mısır, 1952.
Emin, Ahmed, Duha’l-İslâm,
Mısır 1937
…………Fecru’l-İslâm,
Mısır, 1955;
……….Zuhru’l-İslâm,
Mısır, 1955.
Efendi,Asım, Kamus
Tercemesi, İstanbul, 1305.
Ferid Vecdî Muhammed, el-Mushafü’l-Müfesser,
Mısır, 1377.
Fetevayı Hindiyye (Bir Heyet tarafından hazırlanmıştır).
3. tab, Bulak 1310 baskısından ofset 1973.
el-Gazzalî, el-İhyâ, Beyrut t.y
Gölpınarlı Adulbaki, Kur’ân-ı
Kerîm ve Meali, Remzi Kitabevi, 1958.
el-Hâkim, Ebu Abdillâh Muhammed İbni Abdillâh en-Neysâbûrî
(405/1014): Ma'rifetu Ulûmi'l-Hadîs, Beyrut, 1935.
el-Hâkim el-Müstedrek alâ's-Sahîheyn,
Haydârâbâd-Deken 1335.
Hamîdullah, Muhammed: Muhtasar Hadîs Târihi ve
Sahîfe-i Hemmâm İbn Münebbih, Çvr. Kemal Kuşçu, İstanbul, 1967
………..Kur’ân
Tarihi, Yağmur Yayınları, 1965.
Hanbel, Ahmed ibnu, (v. 241) Müsnedu Ahmedi'bni Hanbel,
1313. Kahre (baskısından ofset). Beyrut, ty.
Hallâf, Abdulvehhab, İlmu Usûli'l-Fıkh,
Kahire 1978
el-Hatîb, Muhammed Acâc: es-Sünne Kable't-Tedvîn,
Kahire 1963.
el-Hatîbu'l-Bağdâdî, Ebu Bekr Ahmed İbnu Ali (463/1070); el-Kifâye
fi İlmi'r-Rivâye, Mısır, 1972.
……….. er-Rıhle fi Talebi'l-Hadîs,
Beyrut, 1975.
………… Takyîdu'l-İlm, Daru İhyai's-Sünne
1975.
Hâzimî, Ebu Bekr Muhammed İbnu Mûsâ (v. 584/1118): Şurûtu
Eimmeti'l-Hamse, Kahire 1357, (Makdisî'nin Şurût'u Eimmeti's-Sitte'si
ile birlikte Zâhidu'l-Kevserî'nin tahkîkiyle birlikte basılmıştır).
Haydar,Ali, Efendi-Dürerû'l Hükkâm Şerhû Mecelleti'l Ahkâm-İst: 1330 (3 bsm)
Hayyat Ahmet, Amme
Cüzü veya Kur’ân’ın İçyüzü, İstanbul, 1937.
Hakim, Ebu Abdillah Hakim en-Neysaburi (v. 405), el-Müstedrek
Ala's-Sahihayn, Haydarabad-Deken, 1335.
Hattâbî, Ebu Süleyman Ahmed İbnu Muhammed (v. 388), Mealimu's-Sünen,
Humus 1393/ 1973, Birinci Tab.Heysemi,
el-Hüseynî, Abdü'l-Mecid Hâşim: el-İmâmu'l-Buhârî,
Kahire, ty.
İbnu Abdilberr, Ebu Ömer Yûsuf (v. 463/1070): Câmi'u
Beyâni'l-İlmi ve Fadlihi, Medîne, 1968.
İbrahim Hakkı Erzurumi (v. 1194), Marifetname,
İstanbul, 1330
İbnu'l-Arabî, Ebu Bekr Muhammed İbnu Abdillah (v.543/1148) Ârızatu'l-Ahvazî
bi-Şerhi Sahîhi't-Tirmizî, Beyrut, ty.
İbnu Asâkir, Keşfu'l-Gıta fi Fazâili'l-Mustafa,
1946, Mısır.
İbnu'l-Esir, İzzü'd-Din Ebu'l-Hasen Ali İbnu Muhammed el-Cezerî (v. 630), Üsdü'l-Gabe
Fî Ma'rifeti's-Sahabe, Kahire, 1970.
İbnu Hacer, Şihâbü'd-Dîn Ebu'l-Fadl Ahmed İbnu Ali
el-Askalânî (v. 852/1448): Hedyü's-Sârî Mukaddimetu Feth'i'l-Bâri,
Bulak 1301.
İbnu Hacer Şerhu'n-Nuhbe, Mısır, 1934.
İbnu Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb,
Haydarâbâd-Deken 1328
İbnu Hamza el-Hüseynî, es-Seyyid İbrahim İbnu's-Seyyid (v.
1120/1706): el-Beyân ve't-Ta'rîf fi Esbâbı Vürûdi'l-Hadîsi'ş-Şerif,
Halebi 1329.
İbnu Hazm, Ali, el-Endülusî (v. 457/1064): el-İhkâm fi
Usûlü'l-Ahkâm, Kahire, ty.
İbnu's-Salâh, Ebu Amr Osman İbnu Abdirrahmân eş-Şehrezûrî
(v. 643/1245): Mukaddime (veya Ulumu'l-Hadîs).
Matbâ'atu'l-Âmire, 1931.
İbnu Hazım, el Hemedani; Ebu Bekr Muhammed İbnu Musa (v. 584) Kitabu'l-İtibar
fi Beyanı Nasih ve'l-Mensuh, Humus, 1386/1966.
İbnu Hazm, Ebu Muhammed Ali İbnu Ahmed (v. 456), el-Muhalla,
Tahkik: Hasan Zeydan Talebe Mısır.
İbnu Hibban, Ebu Hatim Muammed İbnu Hibban el-Bustî, Sahihu
İbnu Hibban Beyrut 1987.
İbn-i Huzeyme-Es Sahih-Beyrut:
1390, M. İslâmi Neşri,
İbnu Kesir, İmamuddin Ebu'l Fida (v. 774), Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim
Beyrut, 1966.
İbn-i Manzur- Lisanû'l Arab- Beyrut:
1955
İbnu Mace-Ebu Abdillah Muhammed İbnu Yezid el-Kazvini (v.
275), Sünenü İbni Mace, Kahire 1952, Tahkik; Muhammed Fuad
Abdulbaki.
İbnu Sa'd-Ebu Abdillah Muhammed (v. 230), et-Tabakatu'l-Kübra,
Beyrut, 1960.
İbn-i Teymiye, Mukaddime
fî Usûli’t-Tefsîr, Dımışk, 1936.
İmam-ı Serahsi-Temhidû'l Füsûl fi İlmû'l Usûl-Beyrut: 1393
İmam-ı Azam Ebû Hanife-Fıkh-ı Ekber (Aliyyü'l Kari Şerhi)-İst: 1979, Çağrı Yay.
İmam-ı Gazali-İlcamu'l Avam-İst: 1978
İmam-ı Rabbani-El Mektubat-İst: 1978, Çağrı Yay.
İmam-ı Gazali-Faysalû't Tefrika-Kahire: 1319, M. Kabbani Neşri,
İmam-ı Suyuti-El İtkan fi Ulûmû'l Kur'an-Kahire: 1368,
İmam-ı Nesefi- El Menar fi Usûl-i Fıkh-İst: 1326
İnan Abdulkadir, Kur’ân-ı
Kerîm’in Türkçe Tercemeleri Üzerinde Bir İnceleme, Diyanet İşleri Bşk.
1961.
el-İsfahânî, el-Müfredât fi Caribi'l-Kur'an, Mısır 1961.
Karaman, Hayrettin, Fıkıh Usûlü,
İstanbul 1963
Kastalânî, Ebu'l-Abbâs Şihâbu'd-Dîn Ahmed İbnu Muhammed (v.
923/1517): İrşâdu's-Sârî li-Şerhi Sahîhi'l-Buhârî, Bulak, 1304.
Kasani, Alauddin Ebu Bekr İbnu Mes'ud (v. 587),
Bedai'u's-Sanai fi Tertibi'ş-Şerai, Beyrut 1974/1394.
el-Kâri, Nuru'd-Dîn Molla Ali İbnu's-Sultân Muhammed
el-Herevî (v. 1014/1605): el-Esrâru'l-Merfu'a fi'l-Ahbâri'l-Mevzû'a,
Beyrut, 1971.
Keşmîrî, Muhammed Enver (v. 1352/1933): Feyzü'l-Bâri
fi Sahihi'l-Buhârî, Beyrut, ty.
el-Kâri, Şerhu Nuhbeti'l-Fiker, İstanbul 1327.
Keskioğlu Osman, Kur’ân
Tarihi ve Kur’ân Hakkında Ansiklopedik Bilgiler, 1953.
Kettânî, es-Seyyid eş-Şerîf Muhammed İbnu Ca'fer (v.
1345/1926): er-Risâletu'l-Müstetrafe li-Beyâni Meşhûri
Kütübi's-Sünneti'l-Müşerrefe, İstanbul 1986.
…………..et-Terâtibü'l-İdâriyye, Beyrut (t.y)
……….Nazmul
Mutenasir minel Hadisil Mütevatir, Mısır (t.y)
Kırca Celal, Kur’ân-ı
Kerîm ve Modern İlimler, Fen Bilimleri, İstanbul, 1981
Koçyiğit Talât, Hadîs Istılahları, Ankara
1980.
…………….Hadîsçilerle Kelamcılar Arasındaki
Münakaşakalar, Ankara 1969.
…………… Hadîs Usûlü, Ankara 1975.
el-Kurtubî, el-Câmi'
Li Ahkâmi'l Kur'an, Kâhire 1967.
Leknevî, Ebu'l-Hasenât Muhammed Abdü'l-Hayy (v. 1304/1886): er-Ref'u
ve't-Tekmîl fi'l-Cerhi ve't-Ta'dîl, 2. tab, Haleb, 1968.
Mecmuat'u't
Tefasir-ist: 1979, Çağrı Yay.
el-Makdisî, Ebu'l-Fadl Muhammed İbnu Tâhir (v.
507/1113
el-Mevsılî, el-İhtiyâr, Kahire ty.
el-Maverd, en-Nuketu
ve'l-Uyunu, Beyrut, 1992
Mehmed Vehbi Efendi-Hülasatü'l Beyan-İst: 1966,
Mehdî, Bazergân, Kur’ân’ın
Nüzul Süreci, Fecr Yayınevi, 1998.
Mahmut
Es'ad, Tarih-i İlm-i Hukuk, İstanbul 1331/1912
Malik İbnu Enes (v. 179), el-Müdevvenetü'l-Kübra Naşir: el-Hac
Muhammed Efendi Beyrut (1323 Mısır baskısından) ofset.
Maverdi Eb'l-Hasen Ali ibnu Muhammed (v. 450), Edebu'd-Dünya
ve'd-Din, İstanbul 1299
Mehmet Aydın-Osman Cilacı, Dinler Tarihi, Konya 1980
Mehmet Ali Aynî, Tasavvuf Tarihi, 1340,
Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve
Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1971
el-Mevsılî, el-İhtiyâr, Kahire t.y.
Mevdudî, Tefhimu'l-Kur'an, Terc. Heyet,
İstanbul 1986
el-Meydanî, el-Lubâb, İstanbul, ty.
Milaslı İsmail Hakkı, Kur’ân
Terceme Edilebilir mi? İstanbul, 1342.
Müslim, Ebu'l-Hüseyn Müslim İbnu'l-Hacc el-Kuşeyrî (v. 261).
Sahihu Müslim, Kahire, 1955.
Muhammed Muhyi'd-Din Abdu'l-Hamid. Şerbini Muhammed
eş-Şerbinî, Muğni'l-Muhtaç, Mısır 1958/1377.
Muhammed b. Allan, Delilu'l-Fâlihîn, Mısır
1971
Muhammed,Abduh, Tefsîru’l-Kurâni’l-Hakîm,
Mısır, 1947.
Muhammed Ma'ruf Ed Devalabi-El
Medhal,İlmû Usûl-i Fıkh, Beyrut: 1965 (5 bsm),
Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi,
İstanbul 1985
el-Mübarekfuri-Ebu'l-Ali Muhammed Abdurrahman İbnu
Abdirrahim (v. 1353). Tuhfetu'l-Ahvazi bi-Şerhi Cami't-Tirmizî,
Kahire, 1963.
el-Muttaki, Alaeddin Ali, Kenzu'l-Ummal, (v.
975), Haleb, 1969.
Munis D.Hüseyin, ez-Zehrâü’l
İ’lâmi’l-Arabî, Kahire, 1987.
Münavi-Şemsü'd-Din Muhammed Zeynü'd-Din Abdurrauf (v. 1031),
Feyzu'l-Kadir Şerhu'l-Cami'i's-Sağir, Beyrut, 1972.
Müslim-Ebu'l-Hüseyin Müslim İbnu'l-Haccac el-Kuşeyri
en-Neysaburi (v. 261) Sahihu Muslim Tahkik: Muhammed Fuad Abdul'l-Baki Kahire, 1955.
Molla Hüsrev-Mir'at El Usûl fi Şerhi'l Mirkat El Vüsûl-İst: 1307
en-Nesai-Ebu Abdirrahman Ahmed İbnu Ali İbni Şuayb (v. 303),
es-Sünen, Kahire 1930.
en-Nevevî-Muhyi'd-Din Ebu Zekeriyya Yahya (v. 677), Şerhu
Muslim, Mısır, ty.
Nûru'd-Dîn İbnu Muhammed, el-İmâmu't-Tirmizî
ve'l-Muvâzene Beyne Câmi'ihi ve Beyne's-Sahîheyn, Mısır, 1970.
Nureddin Ali ibnu Ebi Bekr (v. 807), Mecma'u'z-Zevaid,
Beyrut, 1967.
Okiç Muhammed Tayyib, Kur’ân-ı
Kerîm’in Üslub ve Kıraatı, Ankara, 1963.
er-Razi-Ebu Abdillah Muhammed İbnu Ömer İbni Hüseyn (v.
606), et-Tefsiru'l-Kebir, Naşiri: Abdurrahman Muhammed, Kahire,
ty.
es-Sa’dî, Şeyh
Abdurrahman, Tefsîr’u Kerîmi’r-Rahmân fî Tefsîr’i Kelâmi’l-Mennân,
(1307-1376) Dımeşk.
Sindî, Ebu'l-Hazen Muhammed İbnu Abdil Hadi (v. 1138), Haşiyetu's-Sindi
Ala'n-Nesaî, Mısır, 1349.
es-Serahsî, Şemsü'd-Dîn Ebu Bekr Muhammed İbnu Ahmed (v.
490/1096): Usûlu's-Serahsî, Haydarâbad-Deken, 1973
Subkî, el-Menhel, Beyrut, 1394.
S.Kutup, Fizılâlı'l-Kur'an,
Çev: M. E. Saraç, İ Hakkı Şengüler, Bekir Karlığa, İstanbul.
es-Suheylî, er-Ravdu'l-Ünf, Kahire, 1965
Sezgin, Fuat, Buhârî'nin Kaynakları, İstanbul,
1956.
Sibâ'i, Mustafa, es-Sünne ve Mekânetühâ fi
Teşrî'i'l-İslâmî, Dımeşk 1966.
Subhi Sâlih, Hadîs İlimleri ve Hadîs Istılahları,
Çvr. Yaşar Kandemir, Ankara, 1971.
Suyûtî, Hâtimetu'l-Huffâz Celâlü'd-Dîn Abdurrahmân İbnu Ebî
Bekr (v.911/1505): Tedrîbu'r-Râvî fi şerhi Takrîbi'n-Nevevî,
Medîne, 1959.
………..Tefsiru Celaleyn, Dımeşk, 1378.
……….Tabakâtü’l-Müfessirîn,
Leiden, 1839.
Şafii, Muhammed İbnu İdris (v. 204), er-Risale,
Tahkik: Ahmed Muhammed Şakir, Beyrut,
ty.
Şâmil, İslâm Ansiklopidisi- (heyet) İstanbul Şâmil Yayınevi 1988
Şah Abdülaziz, Gulam Hakim ed-Dehlevi,
Muhtasaru't-Tuhfetu'l-İsna Aşeriyye, İstanbul 1976/1396.
Şâşı, el-Usûl,
Beyrut 1402/1982
eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr,
el-Matbaatü'l-Osmâniyye, Mısır (t.y)
eş-Şâtıbî, Ebu İshâk İbrahim İbnu Mûsâ (v. 790/1388): el-Muvâfakât
fî Usûli'l-Ahkâm, Kahire. 1969.
Şeyhu'l-Emir, Muhammed: Müsnedu Şeyhi'l-Emîr Muhammed,
Süleymaniye. Bağdadlı Vehbi. Nu 316.
et-Tâhir, İbn Aşûr
Muhammed, Tefsîru’t-Tahrîr ve’t-Tenvîr, Mısır, 1384.
Tahtâvî, Hâşiye alâ Merâkı'l felâh,
İstanbul, 1985.
Tantâvî, Cevherî, el-Cevâhir
fî Tefsîri’l-Kur’ân, Mısır, 1923.
Tahavî Ebu Ca'fer Ahmed İbnu Muhammed (v. 321), Şerhu
Me'ani'l-Asar, Kahire, 1387/1968.
Tahiru'l-Mevlevî, Müslümanlıkta İbadet Tarihi,
İstanbul, 1963.
Tehânevî, Zafer Ahmed: Yeni Usûl-i Hadîs, Çvr.
İbrahim Canan, İzmir. 1982.
Tirmizî, Ebu İsa Muhammed İbnu İsa İbni Sevre (v. 279), Sünenü't-Tirmizî,
Humus, 1966.
Ünal,Ali, Kur'an'da
Temel Kavramlar, İstanbul 1986
Yazır, Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili Türkçe Tefsir,
İkinci Baskı, İstanbul, 1960.
Yaşaroğlu Macit, Kur’ân-ı
Kerîm Türkçe Tercemelerinin Kronolojik Bibliyoğrafyası, İstanbul,1965.
Yusuf,Abdulvedûd, Tefsiru’l-Mü’minîn,
Dımışk, 1975.
ez-Zebîdî, Tecridî
Sarîh, Terc. K Miras, Ankara 1978
ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire 1977
Zehebî, Ebu Abdillah Muhammed İbnu Ahmed (v. 748/1347): Mîzânu'l-İttidal
fî Nakdi'r-Ricâl, Kahire. 1963.
Zehebî, Tezkîretu'l-Huffâz, Haydarâbâd. 1956.
Zerkeşî Bedruddin, el-Burhan fî Ulûmi’l-Kur’ân,
Mısır, 1957.
Ziriklî Hayruddin, el-A’lâm,
Mısır, 1953.
ez-Zuhaylî, el-Fıkhul-İslâmî fî Uslûbihil-Cedîd, Dımaşk t.y.
Zürkani-Ebu
Abdillah Muhammed İbnu Abdilbaki İbnu Yusuf (v. 1122), Şerhu'l-Muvatta
Kahire 1961.
BASKIYA HAZIRLANAN KİTAPLAR
1.KUR’AN’IN
RUHU-KUR’AN-I KERİM (Sebeb-i Nüzulü Açıklamalı ve Kelime Kelime Meali)
Bütün kitaplar tek bir kitabı anlamak içindir,
Bütün bilgiler tek bir bilgiye ulaşmak içindir,
Bütün hakikatler tek bir hakikat içindir,
Bütün dinler tek bir dine kavuşmak içindir,
Bütün güzellikler tek bir güzeli görmek içindir,
Bütün ilahlar tek bir Allah'a erişmek içindir,
Bütün yollar tek bir yolu yürümek içindir,
Bütün şeyler tek bir şeyi anlamak içindir,
Aslında herşey tek bir şey ve aynı şeydir.
2.
KIRK AYET –KIRK HADİS (Kırk Hadis)
Resûlullah
(a.s): "Kim ümmetime, sünnetimden kırk tanesini koruyup ulaştırırsa ben
kıyamet günü onun imânına şâhid ve şefaatçi olurum" (Abdullah
İbnu'l-Mubârek el-Hanzalî (181/797). Beyhakî, Şuabu'l-İmân, 2/270)
Sebeb-i
Nüzulüne göre kırk ayet ve Sebeb-i Vüruduna göre kırk hadis.
Sünneti
anlamak için Peygamberi tanımak, Peygamberi tanımak için KUR’AN-I KERİM’e bakmak, bunun için de
KUR’AN-I KERİM’in dilini bilmek şarttır.
3.
EVRENİN RUH HARİTASI (Akaid Kitabı)
Kaybetmişiz
Pusulamızı
Ebrehelerin
Hüküm Sürdüğü Kaldırımlarda
Ölüler
Abid
Taşlar
Mabud
Ağaçlar
Mabed Olmuş.
4.
İNSANLIĞIN RUH HARİTASI (Ahlak Kitabı II Cilt)
Ahlak,
ruhun derinliklerinde dışa yansıyan iyiliğin, kıvılcımıdır.
Gülün
güzelliği rengidir.
Bülbülün
ki, sesidir.
Göğün
ki, yıldızlardır.
Yerlerin
ki, bitkilerdir.
Dilberin
ki, cemalidir.
Yiğidin
ki, bileğidir.
Arifin
ki, bilgidir.
Abidin
ki, zikridir.
İnsanlığın
ki ise, AHLAKIDIR.
5.
RUHLARIN ŞİFASI (Esma’ül Husna)
“En güzel isimler (el-esmâü'l-hüsnâ)
Allah'ındır. O halde O'na o güzel isimlerle dua edin. Onun isimleri hakkında
eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına
çarptırılacaklardır.”
(7:180)
Ebû Hüreyre (r.a) den nakil: Resûlüllah (a.s)
buyurdular ki:
"Şüphesiz ki, Allahü Teâlâ'ya mahsus
doksan dokuz isim vardır. Her kimbu (güzel) isimleri ihsâ eder (sayar, ezberler
vedilinin tesbihi haline getirirse) Cennete girer.”(Tirmizi,
ibn Hibban ve Hakim)
Esma-ül Husna’nın bilinmesi üç şey için çok
önemlidir:
1-İlahi Rububiyyet; yüce Allah’ın
Rabbaniyyetine dalalet eden; varlığına ve biriliğine ve nasıl yaratıcı, nasıl
yarattığı varlıkların rızıklarını verici ve nasıl terbiye edici olduğunu
öğrenmek.
2-İlahi Uluhiyyet; yüce Allah’ın Azametine
dalalet eden ne kadar güçlü, ne kadar büyük, nerde ve ne yaptığını öğrenmek.
3-İlahi Ubudiyyet; yüce Allah’ın lutfuna
dalalet eden; niye ibadet edilir, nasıl dua edilir, kimi sever, kime rahmet eder, kimi ne için cehenneme
koyar ve kimi niçin cennetine koyar gibi özellikleri öğrenmek.
6.
YAŞAMIN RUH HARİTASI (Fıkıh Kitabı IICilt)
Anlamak
(fıkh etmek), insanın ruh portresidir.
Anlayış
sahibi insanlar, halkların gülü ve çiçekleridir.
Anlayış
sahipleri, halklar tarafından her zaman koklanmaya çalışılır.
Bazen
göklere çıkartılıp yükseltilirler.
Bazen
yerlere atılıp ezilirler.
7. İNSANLIĞIN RUH MİMARLARI PEYGAMBERLER
(Peygamberlerin Hayatı IICilt)
Evrenin
en büyük sanatçısı Allah’tır.
Yüce
Allah’ın en büyük sanat eseri insandır.
İnsanın
en büyük sanatı ruhtur.
Ruhun
mimarları aziz Peygamberlerdir.
8. PEYGAMBERLERİN ÇİZDİĞİ RUH HARİTASI (Hz.
Peygamber(a.s)'in Hayatı II Cilt)
Kaybolmuşuz
Peygamberlerin çizdiği haritanın üzerinde.
Yön
tayin etmede zorlanıyoruz.
Neresi
doğu.
Neresi
batı.
Neresi
kıble.
9.
ÇOCUKLARIN RUH DÜNYASI (Doğumundan Ölümüne Kadar Çocuk Terbiyesi)
“Her
çocuk İslam fıtratı üzere doğar.”
Hiç
bir çocuk, anne ve babasının meşru veya
gayri meşru yaptıklarıyla sorumlu değildir.
Her
çocuk kendi kişisel menkıbesinin sorumlusudur.
Çocuklar,
ailenin balı ve dalı,
Toplumun
gülü ve bülbülü,
Kainatın
çiçeği ve eşrefidirler.
10.
DERSLERİN RUHU (Tefsir Dersine Giriş 1)
Bütün
kitaplar, bir kitabı anlamak içindir, oda KUR’ANI KERİM’dir.
Bütün
ilimler, tek bir ilimden onay alır, oda
KUR’ANI KERİM’dir.
Bütün
ilimlerin merkezi, tefsir ilmidir, oda KUR’ANI KERİM’dir.
11.
DERSLERİN RUHU (Tefsir İlmine Giriş 2)
Usûl,
Arapça asl'ın çoğuludur.
Asl
sözlükte temel, kök, soyluluk ve orijinal anlamlarına gelir.
Tefsir
usûlü ya da İlmu Usûli't Tefsir,
Kur'ân-ı
Kerim'in insanlar tarafından anlaşmasına yardımcı olmak üzere onu, insanların
zihinlerine, akıllarına yaklaştırma
çalışmaları diyebileceğimiz tefsirin ve
müfessirlerin prensiplerini, şartlarını
ve çerçevesini belirleyen, tarihini
tespit eden ilim veya ilimlerin hepsine
birden verilen isimdir.
12.
ÇAĞIN ALTIN RUHLULARI (Sahabe-i Kiramın Hayatı II Cilt)
Rasulullah
(a.s)’ın da üzere yaratılmış olduğu “ALLAH AHLÂKI”?…
“VERMEK”!
Karşılıksız
vermek!
Çıkar
düşünmeksizin vermek! EBU BEKİR gibi.
Zâhirde
ve bâtında her an ve her koşul altında adil olmak! ÖMER gibi.
Ar,
haya, sevgi vermek!.. Karşılık beklemeksizin! OSMAN gibi.
İlim,
cesaret vermek!… Karşılık beklemeksizin!
ALİ (r.a) gibi...
13.
ADEMİN HİKMETİ
Adem
dedikleri;
el,
ayak,
baş
değil,
manaya derler.
Kaş,
göz
değil,
ruha
derler.
14.
ALEMİN HİKMETİ
Her
insan bir ademdir.
Her
adem bir alemdir.
Her
alem bir sırdır.
Her
sır bir yitiktir.
Her
yitik bir hikmettir.
Her
hikmet bir hazinedir.
Her
hazine bir saadeti dareyndir.
15.
EĞİTİMİN HİKMETİ
Her Müminin dinini öğrenmesi ve bildiklerini
öğretmesi dini bir ihtiyaçtır.
Zira
inandıklarını uygulayabilmesi öğrenmeye bağlıdır. Öğrenim, eğitimin bir
parçasıdır.
Eğitim,
hedeflenen davranışların programlı ve planlı faaliyetlerle insana
kazandırılmasıdır.
Öğretim
ise, öğretme faaliyetlerinin belirlenen hedefler doğrultusunda, planlı ve
kontrollü olarak düzenlenmesi ve uygulanmasıdır.
16.
DÜŞÜNMENİN HİKMETİ
Felsefe;
“seviyorum,
peşinden koşuyorum ve arıyorum”;
anlamına
gelen ve
“bilgi,
bilgelik”
anlamına
gelen sözcüklerinden türeyen terimin
işaret
ettiği entelektüel faaliyet ve disiplindir.
Buna
göre felsefe
“bilgelik
sevgisi”
yada;
“bilginin
peşinden koşma”
anlamına
gelir.
17.
DÜŞLERİN HİKMETİ
Rüya
konusunda;
Batı bilginleri genelde rüyanın insanın günlük
yaşantısı sonucu gördüğü şey olarak yorumlarken,
Doğu
bilginleri bu görüşe katılmakla birlikte Allah'tan gelen ilahi bir mesaj olarak
da görmüşlerdir.
18.
HAYALİN HİKMETİ
Fertte
çağrışım yapan hayaller neticesinde meydana gelen kolektif alt şuuru psişik
hayatın esaslı faktörüdür.
19.
MEDENİYETİN HİKMETİ
Allah'ın indirdiklerini kendisine hayat nizamı
olarak kabul eden toplumlarda medeniyet, kavramın içerdiği gerçek anlamıyla
ortaya çıkmıştır. İslâm medeniyeti, iman, amel, ahlâk, sosyal ilişkiler, toplum
hayatını insanların iyiliği doğrultusunda yöneten idarî prensiplerin bir
tezâhürüdür.
20. ACILARIN HİKMETİ (Şiir)
Şair,
Şiir yazarken,
çocuk
dünyaya getiren
bir
annenin sancısını çekmiyorsa
yazdıklarının
hepsi yalandır.
21.
ŞEREFİN HİKMETİ (Müslüman Kadın)
İslâm'a göre şeref, müttakî olandır; Allah'tan
korkup haramlardan her zaman sakınan, Allah'ın emirlerini yerine getirendir.
22.
AKLIN HİKMETİ
Akıl, eşyanın güzellik, çirkinlik, kemâl ve
noksanıyla ilgili sıfatını idrak eden özelliktir. İki hayırdan daha hayırlı;
iki şerden daha az şerli olanını idrak etmekten ibarettir. Akıl insanoğluna
verilmiş manevi bir kuvvettir. İnsan bu güç ile gerekli ve nazarı bilgileri
elde eder. Bilgiyi elde eden güç İslâm'da insanı mükellef kılan akıl gücüdür.
Bu güç insanda ana rahminde cenin iken oluşan özelliktir. Bu erginlik çağına
gelince gelişir ve gittikçe olgunlaşır. Bu da, zarûriyyâtı anlayan güçtür. Bu
güç ile elde edilen 'bilgi'ye gelince yerine göre kullanılmadığında akılsızlık
özelliğini taşır.
23.
NAMAZIN HİKMETLERİ
Namaz, tekbir ile başlayıp selâm ile son bulan,
belli fiil ve sözleri içine alan bir ibadettir. Allah'a karşı tesbîh, ta'zîm ve
şükrün ifadesidir.
Sabah namazının iki rekat olmasının hikmeti
nedir? Öğle namazı niçin dört rekattır? Bazı namazların iki ve üç veya dört
rekat olmasının sebebi hikmeti nedir? İşte bütün bunların hikmeti bu kitabın
içinde geçer.
24.
DİN NASİHATTIR (İbretli Sözler) *Çıktı*
Nasihat, İslâm'ın pratik hayata aktarılması,
ahlâkî prensiplerin yaşanması, insanî erdemliliklerin, görgü kurallarının
öğretilmesi amacıyla bilenlerin bilmeyenlere öğretmesi ve hatırlatmada
bulunması amacıyla yapılan öğütlerdir. Bu öğütler yapılırken asla bir ard niyet
güdülmez, dünyevî çıkarlar düşünülmez.
25.NAMAZIN
DİLİ
Namaza başlarken ve
namaz kılarken, söylediklerimizin anlamı nedir? Neden “Allah’u Ekber” diyoruz?
Neden Ku’ran ile değil de “Sübhaneke” ile namaza giriş yapıyoruz? Neden “Ruku”
ediyoruz? Niçin “Secde”ye kapanıyoruz? Bütün bunlar ne anlama geliyor? Ve biz
bunları yaparken ne demek istiyoruz? Bunların anlamı ve dili nedir?
[1] İsra,17/9
[2] Yunus,59
[3] Hakim en Neysaburi (405/1014)
[4] Bakara,2/2
[5] Nahl,16/98
[6] Bakara,2/44
[7] Cuma,62/5
[8] Tirmizi, Fedailul-Kur'an,12
[9] Nahl, 16/98
[10] Ebu's-Suûd, İrşâdü'l-Akli's-Selîm, Kahire ty., 5. 139-140
[11] Mü'min, 40/27
[12] Duhân, 44/20
[13] Bakara, 2/67
[14] Hûd, ll/47
[15] Meryem, 19/18
[16] Müminûn, 23/97, 98
[17] Nâs, 114/ 1-6
[18] Felâk, 113/1-5
[19] Buhârî, Bed'ü'l-Halk, 2, Edeb, 76; Müslim, Birr, 109, 110; Ebû Dâvud, Salât, 18, 119, 120, 122; Tirmizî, Mevâkît, 65, Sevâbu'l-Kur'ân, 22; ed-Dârimî, Salât, 33, Fadâilü'l-Kur'ân, 22; Ahmed b. Hanbel, 3, 50, 5, 26, 253
[20] Geniş bilgi için bk. Buhârî, Davet, 35-46, Et'ime, 28, Eşribe, 30; Bedü'l-Halk, 2, Edeb, 76, Tefsiru Sûre, 6/2, Ezân, 149, Cihâd, 25, Fiten, 15, Rikâk, 52; Müslim, Fiten 4, 7, 10, Zikr, 47-52, 61, 62, 66, 73, 76, 96, Birr, 109, 110, Fadâilu's-Sahâbe, 140, Eymân, 36; Ebû Dâvud, Edeb, 98, 104, Salât, 18, ll9, 120, 122, Tıbb, 19; Tirmizi, Tahâre, 4, Deavât, 15, 19, 67, 74, 76, 110; Nesâi;, istiâze, 7, 12, 17, 18, 25, 26, 33, 38, 60; Ahmed b. Hanbel, I, 247, 2, 202, 3, 50, 427, 5, 356, 6, 31, 100, 139, 190; İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azîm, Kahire, ty., 1, 27-29
[21] Besmele ile ilgili açıklama 2.ciltte gelecektir.
[22] Kurtubî, el-Câmi'li Ahkâmi'l Kur'ân, Beyrut, ty., 1, 86
[23] Kıyâme, 75/16,18
[24] Alâk, 96/1-5
[25] Mâide, 5/3
[26] Yûsuf, 12/2
[27] Nahl, 16/98
[28] A'râf, 7/204
[29] İsrâ, 17/9-10
[30] İsrâ, 17/82
[31] Bakara, 2/1
[32] Furkân, 25/1), ez-Zikr (el-Hicr, 15/9), en-Nûr (en-Nisâ, 4/174), er-Rûh (eş-Şûrâ, 42/52), el-Hudâ (el-Bakara, 2/2), eş-Şifâ (el-İsrâ, 17/82), el-Mecîd (el-Burûc, 85/21-22), el-Mesânî (ez-Zümer, 39/23), Ümmü'l-Kitab (ez-Zuhruf, 43/1-4
[33] bkz. Râgıb, Müfredât, 273
[34] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 8, 5426
[35] İbn Kuteybe, Tefsîru Garîbi'l-Kur'an, 262
[36] Kurtubî, Tefsîr, 1, 17
[37] İbnü'l-Cezerî, en-Neşr, 1, 207
[38] Müzzemmil, 73/4
[39] Râzî, Tefsîr, 30, 174
[40] Gazâlî, İhyâ, I, 289
[41] Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, 71
[42] İbn Kayvim el-Cevziyye, Zâdü'l-Meâd, I, 88
[43] Buhârî, Sahîh, 6, 109 vd
[44] İbn Kayyim, Zâdü'l-Meâd, 1, 89
[45] İbn Kayyim, Zâdü'l-Meâd, 1, 89
[46] Şerhu Sahîhi't-Tirmizî, 11, 34
[47] Geniş bilgi için bkz. İsmail Karaçam, Kur'an-ı Kerîm'in Fazîletleri ve Okunma Kâideleri, 189-191
[48] Furkan, 25/32
[49] Müzzemmil, 73/4
[50] Sâbûnî, Safvetü't-Tefâsir, 2, 573
[51] Sâbûni, a.g.e.3, 728
[52] Zekiyüddin Şa'bân, Usûlü'l-Fıkh, Terc. İbrahim Kafi Dönmez, Ankara, 1990, 48 vd.
[53] Bakara, 2/170
[54] Nisâ, 4/163
[55] El-Bakara, 2/219; en-Nisa, 4/43; el-Mâide, 5/90-91
[56] Bakara, 2/286
[57] Buhari, el-Cami',4, 422
[58] Ali İmran, 3/97, el-Hac, 22/27, el-Bakara, 2/196, 197
[59] Buhârî,İ'tisam 4; Müslim, Hacc 412, (1337), Fedâil 130, (1337); Nesâî, Hacc 1,
[60] Furkan, 25/32
[61] Maide, 5/89
[62] Zekiyüddin Şaban, Usulü'l-Fıkh, Terc. İbrahim Kafi Dönmez, Ankara 1990, s. 46-47
[63] Zekiyuddin Şa'ban, a.g.e., s.47, 48
[64] Bakara, 2/23
[65] Yunûs 10/38
[66] Enbiyâ, 21/107
[67] Hac, 22/ 1, 2
[68] Ankebût, 29/48
[69] Rum, 30/1-5
[70] Ahmed b. Hanbel, Müsned,1, 276, 304; Buhârî, Tefsiru Sûreti'd-Duhân, 6, 164; Tefsîru't-Taberî, 21, 12-15; İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm, İstanbul 1985, 6, 304-310; Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1936, 5, 3794-3802
[71] Feth, 48/27
[72] bk. el-Enfâl, 8/7; en-Nûr, 24/55
[73] Mü'minûn, 23/12-16
[74] Enbiyâ. 21/30
[75] bk. Yâsin, 36/38
[76] Ra'd, 13/2; Lokmân, 31/10
[77] Hicr, 15/22
[78] Nisâ, 4/80
[79] Buhârî, Ezân, 18, Edeb, 27
[80] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3, 318, 366
[81] el-Mâide, 5/89
[82] Nisâ, 4/92
[83] Mücâdele, 58/1-4
[84] Nisâ, 4/29
[85] bk. el-Bakara, 2/275-280
[86] Nisâ, 4/58
[87] Nahl, 16/90
[88] Âlu İmran, 3/159
[89] Şûrâ, 42/38
[90] Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, Daru'l Fıkri'l-Arabî tab'ı Mısır, t.y., s. 100,101,141,142).
[91] Mâide, 5/2
[92] Meryem,19\ 11
[93] En'am, 6/112
[94] En'am, 6/121
[95] Fusılet, 41/12
[96] Zilzal, 99/5
[97] Maide, 5/111
[98] Kasas, 28/7
[99] Ebu Davud, Vahy,5
[100] Kıyame, 76/16-18
[101] Nisa, 4/164
[102] el-Hadis ve'l Muhaddisûn,12; Kurtubî, Tefsîr, 75
[103] bkz. Muhammed Ebu Zehra, Mezhepler Tarihi, 21
[104] Ahzab, 33/62
[105] İsra, 17/77; Fatır, 35/43
[106] Meryem,19/11
[107] En'am, 6/121
[108] Zilzâl, 99/4, 5
[109] Fussilet, 41/12
[110] Nahl, 16/68, 69
[111] Enfâl, 8/12
[112] Mâide 5/111
[113] Kasas, 28/7
[114] ez-Zerkeşî el-Burhân fi Ulumi'l-Kur'ân, Mısır 1972, I, 235
[115] İbn Hacer el-Askalanî, Fethu'l-Barî bi Şerhi Sahihi'i-Buharî, Bulak 1300, 9,18; Ahmed b. Ebi Ya kub, Tarihu Ya'kûbî, Necef,1385, 2, 64
[116] Buharî, Fedâilu'l-Kur'ân, 7
[117] Ahmed b. Hanbel, 1, 231, 276
[118] Ahmed Emin, Fecru'l-İslâm, Mısır 1955,166
[119] Tur, 52/1, 2, 3
[120] Ahmed b. Hanbel, 5, 185)
[121] Bakara, 2/ 211
[122] Bakara, 2/248
[123] Bakara, 2/248; Âli İmrân, 3/46
[124] Mü'minûn, 23/50
[125] Rûm, 30/20
[126] bkz. Râgıb, Müfredât, 273
[127] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 8, 5426
[128] İbn Kuteybe, Tefsîru Garîbi'l-Kur'an, 262
[129] Kurtubî, Tefsîr, 1, 17
[130] İbnü'l-Cezerî, en-Neşr, 1, 207
[131] Müzemmil, 73/4
[132] bkz. Râzî, Tefsîr, 30, 174
[133] bkz. Gazâlî, İhyâ, I, 289
[134] bkz. Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, 71
[135] İbn Kayvim el-Cevziyye, Zâdü'l-Meâd, I, 88
[136] Buhârî, Sahîh, 6, 109 vd
[137] İbn Kayyim, Zâdü'l-Meâd, 1, 89
[138] İbn Kayyim, Zâdü'l-Meâd, 1, 89
[139] bkz. Şerhu Sahîhi't-Tirmizî, 11, 34
[140] Geniş bilgi için bkz. İsmail Karaçam, Kur'an-ı Kerîm'in Fazîletleri ve Okunma Kâideleri, 189-191
[141] Furkan, 25/32
[142] Müzzemmil, 73/4
[143] bkz. Sâbûnî, Safvetü't-Tefâsir, 2, 573
[144] Bkz. Sâbûn, 3, 728
[145] Bakara, 2/106
[146] Nahl, 16/101
[147] Nisâ, 4/160-161
[148] Yunus, 10/15
[149] Âlâ, 87/6-7
[150] bkz. Ali Hasen el-Arîd, Fethul-Mennân, s. 85-124
[151] Necm,53/4,5
[152] bkz. Suyutî, el-İtkân, 2, 21.
[153] Tirmizî, Vesaya 5, (2122), Nesai, Vesaya 5,
[154] Müslim, Cenâiz, 106; Nesâî, Cenâiz, 100
[155] el-Kâfiyecî, Kitâbu't-Teysîrfı Kavâidi İlmi't-Tefsîr, tercüme ve neşr: İsmail Cerrahoğlu, Ankara 1974, s. 75-76
[156] ez-Zerkeşî, el-Burhân fı Ulûmi'l-Kur'ân, Mısır 1972, 2, 35-37
[157] Ali Hasen el-Arîd, Fethul-Mennân, s. 223-230
[158] Suyûtî el-İtkân, 2, 24; ez-Zerkânî, Menâhilul-İrfân, 2, 209-210
[159] Menâhilul İrfân fi Ulümil-Kur'an, Kahire 1943, 2, 256-269
[160] Ali Hasen el-Arîd, Fethul-Mennân, s. 243-245
[161] Suyûtî, el-İtkân, 2, 22-23
[162] M. Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, Kahire t.y, s. 119 vd.
[163] Ali-İmran,3/7,8
[164] Ebû Dâvud, Cihad, 33
[165] Nur, 24/4
[166] Nur, 24/5
[167] M. Ebû Zehra, a.g.e., s.,123,124
[168] Talâk, 65/2
[169] Fethi ed-Derînî, el-Menâhicü'l-Usûliyye, Dimaşk 1395/1975, s., 66, 67; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, Mısır, t.y,2, 72, 73
[170] Bakara, 2/285
[171] Zümer, 39/23
[172] er-Razî, et-Tefsîru'l-Kebîr, Tahran (t.y)., 7,17
[173] Ali İmran, 3/7
[174] Ebû İshak es-Şâtibi, el-Muvafakat, Beyrut 1975,3, 86
[175] Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât fi Ğaribu'l-Kur'an, Beyrut (t.y), s. 254
[176] Beyhakî, Kitabu'l-Esmâ ve's-Sıfât, Mısır 1358, s. 408
[177] Ali-İmran,3/7
[178] Ali-İmran,3/7
[179] Ali-İmran,3/7
[180] Fizilalil Kur’an (Seyyid Kutup) c,2;s,325.
[181] Buhârî, İ'tisam, l
[182] İsrâ, 17/88
[183] Hûd, l l/13
[184] Yûnus,10/38
[185] Enbiyâ, 21/5
[186] Kamer, 54/45
[187] İbn Kesir, Tefsîru'l-Kur'ani'l-Azîm, Mısır, ty. 7, 457
[188] Rum, 30/2-4
[189] Yusuf,12/2
[190] Fussilet,3
[191] Zümer,28
[192] Şura,42/7
[193] Zuhruf,43/3
[194] Yusuf,12/2
[195] Bakara,2/23
[196] Yunus,10/38
[197] Yunus,10/13
[198] İsra,17/88
[199] Sebe,34/28
[200] Yunus,10/38
[201] İsra,17/88
[202] Zümer,39/67
[203] Mümin,40/16
[204] Enfai,8/58
[205] Fussilet,41/26
[206] İnsan,76/17,18
[207] Nebe,78/21,22,23
[208] Necm,53/22
[209] Lokman,31/19
[210] Hicr,15/2,3
[211] Hacc,22/8,9
[212] Hacc,22/19,20,21,22
[213] Hacc,22/73
[214] Enfal,8/14
[215] Alu-İmran,3/92
[216] Şems,91\1-5
[217] Maide,5/41
[218] Müdessir,74/1-7
[219] Tekasür,102/1-6
[220] Abese,80/17-31
[221] Müdessir,74/11-17
[222] Müdessir,74/18-21
[223] Nebe,78/31-34
[224] Tekasür,102/21-26
[225] Yusuf,12/100
[226] Necm,53/21,22
[227] Lokman,31/19
[228] Müslim,Vahy,12
[229] Beyyine,98/2
[230] Abese,80/11-16
[231] Hicr,15/9
[232] Tevbe,9/28
[233] Buhari,Vahy,7
[234] Kurtubî, el-Câmi' li Ahkâmi'l-Kur'ân, Beyrut ty. 1, 154.
[235] İsmâil Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, Ankara 1976, s. 137.
[236] Suyûtî, el-İtkân, Beyrut 1978, 2, 2.
[237] Subhi es-Sâlih, Mebâhis fi Ulûmi'l-Kur'ân, Beyrut 1968, s. 241.
[238] Sahihi Buhari, Vahy,10
[239] Buhârî, Fadâilü'l-Kur'an, 27, Tevhid, 53, Bed'ül-Halk, 6, Mürteddin, 9, Husumat, 4; Müslim, Misâfirîn, 270; Ebu Davud, Vitr, 22; Tirmîzî, Kur'an, 9; Nesâi, İftitah, 37; Ahmed ibn Hanbel, Müsned, 5, 16,41, 114, 124, 127, 128, 132
[240] Prof. Dr. Muhammed Abdü'l-Azîm ez-Zerkânî, Menâhilu'l-İrfân fi Ulumi'lKur'an, Kahire 1362/1943, I, 139
[241] Buhârî, Fedâilu'l Kur'an, 5; Müslim, Müsafrin, 272; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 264, 299, 313
[242] Dr. Subhi es-Salih, Mebâhis fi Ulûmi'l-Kur'an, Beyrut 1969, s. 108
[243] İbnü'l-Cezîrî, Muncidu'l-Mukrîîn, 3.
[244] Fedâîlu'l-Kur'ân, 5
[245] Abdulazîz b. Abdulfettâh el-Kârî, Hadisu'l-Ahrufi's-Seb'a, 60, 72, 78-79; Mecelletu Kulliyyeti'l Kur'ani'l-Kerîm, el-Aded: 1, 1402-1403)
[246] Buhârî, fedâilu'l-Kur'an, 5
[247] el-Hâc Muhyiddîn Abdulkâdir el-Hatîb, Kifâyetu'l-Mustefid fî Fenni't-Tecvid, 88
[248] İbnu'l-Cezerî, Takrîbu'n-Nesr, 25; Muncidu'l-Mukriîn, 15.
[249] Abdulazîz b. Abdulfettâh el-Kârî, a.g.e., 114.
[250] Nevevî, Riyâzu's-Sâlihîyn, Trc. Kıyâmuddîn Burslan/Hasan Hüsnü Erdem, I. Mukaddime.
[251] Nevevî, Riyâzu's-Sâlihîyn, Trc. Kıyâmuddîn Burslan/Hasan Hüsnü Erdem, I. Mukaddime
[252] İbnu'l-Cezerî, Takrîbu'n-Neşr Fi'l-Kırââti'l-Aşr, 26
[253] İbnu Mucâhid, Kitâbu's-Seb'a, 45
[254] İbnu'l-Cezerî, Müncidu'l-Mukriîn, 16; en-Neşr, 1, 53
[255] İbnu'l-Cezerî, en-Nesr, 1/50-53; Takrîbu'n-Nesr, 21-22
[256] Müzemmil, 73/4
[257] İbnu'l-Cezerî, en-Nesr, 1/51-54; Takrîbu'n-Nesr, 23-24
[258] Zemahşerî, Keşşaf, 3, 281
[259] İbn Mâce, Mukaddime, 11, 1, 49, no: 138
[260] Muhammed Mekkî, Nihâyetü'l-Kavli'l-Müfîd, 8
[261] İbnü'l-Cezerî, en-Neşr fî Kıraati'l-Aşr, 1, 210
[262] Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. İsmail Karaçam, Kur'an-ı Kerim 'in Faziletleri ve Okunma Kaideleri, 173-185
[263] bkz. Suyûtî, İtkân, 1, 52-55
[264] Suyûtî, İtkân, 1, 62-63
[265] Buhari, Kitabu Fedâilul-Kur'ân, 7
[266] İhlâs,112/1-4
[267] Ra'd 13/16
[268] Hud 11/50
[269] Hûd 11/53
[270] Nahl 16/125
[271] Şuarâ 26/109, 127, 145, 164 ve 180
[272] Tekvîr 81/8-9
[273] ez-Zerkeşî, el-Burhân fi Ulûmil-Kur'ân, Beyrut, (t.y.), 1,187
[274] Mennâ' el-Kattân, Mebâhis Fî Ulümil-Kur'ân, s. 51
[275] ez-Zerkeşî, el-Burhân fi Ulûmi'l-Kur'ân, 1, 250
[276] Suyûtî, Câmiu's-Sağîr,, 1, 51
[277] Suyûtî, Camiu's-Sağîr, 2, 188
[278] Hâkim, Müstedrek, 1, 562
[279] Kurtubî, Tezkâr, 127
[280] Ebû Şâme, el-Mürşidü'l-Veciz,197
[281] Zerkeşî, el-Burhân, 1, 450
[282] A. Çetin, Kur'an-ı Kerim Tarihi, s. 150
[283] en-Neşr, 1, 230-231
[284] Müzzemmil, 73/4
[285] Demirhan Ünlü, Kur'an-ı Kerim Tecvîdi, s. 159
[286] Ebû Davûd, Vitr, 20; Tirmizî, Fedâilul-Kur'ân, 23
[287] Ebû Davûd Terc., N. Yeniel-H. Kayapınar, 5, 441-442
[288] Demirhan Ünlü, Kur'an-ı Kerîm Tecvîdi, s. 164
[289] Celâleddin Karakılıç, Tecvîd İlmi, s. 74-75; D. Ünlü, Kur'an-ı Kerimin Tecvidi, s. 158-167
[290] Buhârî, Ta'bîr 22, İ'tisâm 1
[291] İbn Recep el-Hanbelî, Cevâmiü'l-Hıkem fi Şerhi Hamsıne Hadîsen min Cevâmiü'l-Kelim, Dârü't-Türâs, (t.y.) s. 2
[292] Hıcr, 15/94
[293] Tecrid-i Sarih Tercümesi, I, 455
[294] Nahl, 16/90
[295] İbn Recep el-Hanbelî, a.g.e., s. 3
[296] Buharî, Bed'ü'l-vahy 1
[297] Buharî, İ'tisam, 3
[298] Buhârî, Vudû' 71; Eşribe 4, 10; Müslim, Eşribe 67-69....
[299] Buharî, Rehn 6; Tirmizî, Ahkâm,12
[300] Al-i İmran, 3/138
[301] Maide 5/67
[302] Nahl, 16/44
[303] Sad, 38/29
[304] Müzzemmil, 73/20
[305] Ö. Nasuhî Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 219; Fetâvây-ı Hindiyye terc., 1/268-269
[306] Şuara 26/192-195
[307] Ta-Ha 20/113
[308] Zümer, 39/28
[309] Fussilet, 41/3
[310] Yusuf, 12/2; Ra’d, 13/37; Nahl, 16/103; Şura, 42/7; Zuhruf, 43/3; Ahkaf, 46/12
[311] Bakara 2/23-24; Yunus, 10/37-38; Hud, 11/13; İsra, 17/88; Tur, 52/33-34
[312] İsra, 17/88
[313] bk. Serahsi, el-Mebsut, 1, 37, Beyrut, 1398/1978
[314] Ya-sin,36/69
[315] Tarık, 13-14
[316] Vakıa,56/81-82
[317] Din işleri yüksek kurulu kararı, karar tarihi: 04.12.1997.Diyanet işleri başkanlığı din işleri yüksek kurulu sayı b.02.1.dib.o.1o.070/129
[318] Neml,27/30
[319] Bakara, 2/200
[320] Nisa, 4/103
[321] Müzzemmil, 73/8
[322] İnsan, 76/25
[323] Tirmizî, Eşribe 13,
[324] Haşr, 59/22-24
[325] İsra, 17/110
[326] Zuhruf, 43/45
[327] Yâsin, 36/1 I
[328] Kaf 50/33
[329] Meryem, 19/45
[330] Mülk, 67/3
[331] Suphi es-Salih, Mebahis fi Ulûmil-Kur'an, s. 50-56
[332] İbn Teymiyye, Mukaddime fi't-Tefsir,Dımaşk 1936, s.31
[333] Suyûtî, el-İtkân JF Ulûmi'l-Kur'ân, Beyrut, 1978, 1, 380; Zerkeşi, el-Burhan fi ulûmi'l-Kur'ân, I, 22
[334] Nisâ, 4/43
[335] Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, Mısır 1968, s.87
[336] Bakara, 2/115
[337] Zerkanî, Menâhilu'l-İrfan fî Ulûmi'l kur'ân, Mısır (t.y), 1, 102-103
[338] Mâide, 5/93
[339] Zerkeşî, el-Burhan Fi Ulûmi'l-Kur'an, Kahire 1957, I, 28
[340] Zekiyüddin Şa'bân, Usûlü'l-Fıkh, Terc. İbrahim Kafi Dönmez, Ankara, 1990, 48 vd.).
[341] Yusuf,12/2
[342] Abese, 80/31
[343] Nahl,16/47
[344] Zariyat,51/1
[345] Adiyat,100/1
[346] Kadir,97/1
[347] Fecr,89/1
[348] Bakara,2/269
[349] Menna'el-Kattan, Mebahis-Ulumi'l-Kur'an, Beyrut, 1408/1987, s. 327
[350] İbn Kesir, Tefsir, Terc. Bekir Karlığa-Bedrettin Çetiner, İstanbul 1983, 374-375
[351] Yusuf, 12/100
[352] A'raf, 7/53
[353] Nisa, 4/59
[354] Ebû Nuaym, Hilye, 6, 325; Beyhakî, el-Esma ve's-Sıfat, 408
[355] Muhammed, 47/24
[356] Âl-i İmrân, 3/7
[357] bk. Taberî, Tefsir, Mısır 1968, 111, 182 vd.
[358] İbn Hanbel, 1, 266, 314; Hakim, el-Müstedrek, 111, 534
[359] Muhammed, 47/24
[360] Gazzalî'den naklen İmam Nevevî, Şerhu Müslim, 16, 18
[361] el-İtkan,21, 4
[362] Aliyyu'l-Karî, Şerhu Fıkhi'l-Ekber, 61
[363] Muhtasar Min Fetevâ 'yı İbn Teymiye, 6, 360-361
[364] Abdulğafur Mahmud Mustafa Cafer, Dirâsât fı Ulumi'l-Kur'ân, Kahire 1987, s. 49-60; Ali Turgut, Tefsir Usulü ve Kaynaklarr, İstanbul 1991, s.13-43; Mennâ el-Kattân, Mebâhis fı Ulûmi'l-Kur'ân, Kahire 1981. s. 8-10
[365] Mennâ el-Kattân, a.g.e., s. 293-296
[366] M.Doğan, Büyük Türkçe Sözlük,t.d.k. yay; M.Ali Ağakay, Türkçe Sözlük /Kamusu Türki) Tercüman yay.; Ferit Devellioğlu, Osmanlıca –Türkçe Anonim Ansiklopedik Türkçe Sözlük
[367] Nedim Maraşlı-Usame Maraşlı, es-Sıhah fil-Lugati vel Ulum, Darul- Hadaratul-Arabiyye, Bewyrut, 1975
[368] Krş. Türkçe Szölük, Türk Dil Kurumu; Ömer Demir-M.Acar. Sosyal Bilimler Sözlüğü, Ağaç Yay, İstanbul
[369] Sosyal Bilimler Sözlüğü
[370] Felsefe Terimler Sözlüğü, B.Akarsu, s.135
[371] Zerkeşi, el-Burhan, 1.34-35
[372] Dil Denen Mucize, 1.11
[373] Dil Denen Mucize 1.124
[374] bak. Sad, 38/87-88; Tekvir, 81/27-28
[375] Halis Albayrak, Kur’an Bütünlüğü Üzerine, 46
[376] a.g.e.
[377] Dil Denen Mucize, 1.125-126
[378] H.Albayrak, a.g.e.
[379] Tevbe,9/75
[380] el-Muhalla, Darul Fikr, Beyrut,11.207
[381] a.g.e.11.208
[382] Sâd, 38/29
[383] Subhi es-Salih, Mebâhis fi Ulumil-Kur'an, s. 289-290
[384] Kasas,28/56
[385] Müslim, Mesacit; İbni Hanbel,Aşereh.
[386] Bakara,2/93
[387] Bakara,2/73
[388] Kehf,18/65
[389] Bu konu başlık halinde tekrar incelenecektir.
[390] Taha,20/13
[391] Rad,13/37
[392] Nahl,16/44
[393] Kehf,18/77
[394] Nisa,4/75
[395] Yusuf,12/82
[396] Talak, 65/8)
[397] Nisa,4/43
[398] Maide,5/42
[399] Rahman,55/9
[400] Müdessir,74/4
[401] Vakıa,56/79
[402] Nesai,Tharet,139; İbni Mace, Taharet, 270;Daremi, Taharah,683
[403] Alak,96/9,10
[404] Ahzab,33/56
[405] Cuma,62/10
[406] Lokman,31/17
[407] Ankebut,29/56
[408] Zümer,39/53
[409] Araf,7/58
[410] Bakara,2/286
[411] Ali-İmran,3/193
[412] Ali-İmran,3/8
[413] Bakara,2/187
[414] Bakara,2/187
[415] Maide,5/75
[416] Fatiha,1/1-4
[417] Yunus,10/22
[418] Abese,80\1-2
[419] Abese,80/3
[420] Ali-İmran,3/26
[421] Ali-İmran,3/26
[422] Nahl,16/44
[423] Fatır,35/9
[424] Fatır,16/89
[425] Enam,6/38
[426] Bakara,2/2
[427] Şura,42/52
[428] Rad,13/39
[429] İsra,17/58
[430] Enam,6/38
[431] Enfal,8/68
[432] Neml,27/75
[433] Hud,11/6
[434] Fatır,35/11
[435] Rad,13/43
[436] Enam,6/38
[437] Kehf,18/49
[438] Enam,6/59
[439] Zehebî, el-İber, Kuveyt, 1960, I, 73; İbn Nedim, el-Fihrist, 337 vd; The Encyclopaedia of İslâm Ez, "İbn Dirham" mad.; Montgomery Watt, İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, Terc, Ethem Ruhî Fığlalı, Ankara 1981, s. 305; Ebû Gudde, Halk-ı Kur'ân Meselesi, Terc. Mücteba Uğur, A.Ü.İ.F. Dergisi,1975, c. 20, s. 307 vd.
[440] Zehebî, Mîzânü'l-İ'tidâl, Mısır 1963, I, 322).
[441] Kevserî, Te'nîbü'l-Hatîb, s. 53
[442] Mücâdele, 58/8
[443] Ziriklî, el-A'lâm, 5, 69, 6, 313
[444] Tevbe, 9/6
[445] Nisâ, 4/164
[446] A'râf, 7/143
[447] Şûrâ, 42/51
[448] es-Sâbûnî, el-Bidâye fî Usûli'd-Dîn, Dımaşk 1979, s. 34, 35
[449] Zehebî, el-İber, 1, 372; Ahmed Emîn, Duha'l-İslâm, Kahira 1949, 3,184; Muhammed Ebû Zehra, İslâm'da Fıkhî Mezhepler Tarihi, terc. Abdülkadir Şener, İstanbul 1976, s. 439-451; Ebû Gudde, a.g. makale, s. 309-310
[450] el-Cüveynî, Kitâbü'l-İrşad, Mısır 1950, s. 128 vd.; Taftazânî, a.g.e,170-171; Aliyyu'l-Kârî, Şerhu Fıkhı'l-Ekber terc. y.v. Yavuz, İstanbul 1979, s. 77-79).
[451] Âli- İmrân, 3/93
[452] Kitabı Mukaddes, Tekvin, 32:22-31
[453] Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrailiyyat, Ankara 1979, s. 6, 7
[454] Enam,6/92
[455] Bakara, 2/97
[456] Nisa, 4/46
[457] En'âm, 6/91
[458] bk. el-Maide, 5/13; İbn Kesir, Tefsîru'l-Kur'ani'l Azîm, 2, 572, v.d).
[459] İsmâil Cerrahoğlu, Kur'ân Tefsirinin doğuşu ve buna hız veren amiller, Ankara 1965, s. 65
[460] Kehf, 18/22
[461] Bakara, 2/136
[462] Buhârî, Şehâdet, 29; İ'tisâm, 25
[463] Ahmed b. Hanbel, 3, 387
[464] Bakara, 2/79
[465] Buhârî, İ'tisâm, 25; Tevhîd, 42, 43; Şehadet, 31
[466] Fussilet, 41\53; Kıyame,75\19
[467] Muhammed,47/24
[468] Hucurat,49\4
[469] Kamer,54\ 17, 22, 32, 40
[470] Mâide,5/ 75
[471] Bk. M.Fuad Abdülbaki, el-Mu'cemul-Mufehres 141-14
[472] Ibnü'l-esîr, Câmiu'1-Usûl, 1/186 (Muvatta'dan
[473] Darimî, Fedâilûl-Kur'an, 1 ; Tirmizi, Sevâbul-Kur'an l4
[474] Tevbe,9/97
[475] Bedüizzaman, Sözler (Sözler Y. l987) 383 (Özetleyerek)
[476] Ahzâb,33\ 40
[477] a.g.e. (özetleyerek)
[478] Bediûzaman, işarâtül-icâz 39
[479] a.g.e. 7
[480] Gazali, İhyâ 1/285-86 (özetleyerek) (Mısır 1936); (Mısır, Daru Nehru'n-Nil 1/25l ); Türkçe terc. Bedir I/804
[481] Tirmizî, tefsir 1 (Müslim, münafikûn 40; Darimî, mukaddime 20; Müsned 5/1 l5 benzer hadisler
[482] Buharî, vudû 10; Müslim, fedailüssahabe 138; Müsned 1/266
[483] Nisâ,4/83
[484] Gazalî, İhya (Dâr Nehrun-Nîl ) 1/255-256 (Terc. 1/825-826)
[485] Ali-İmrân,3/ 7
[486] Maide,5/ 6
[487] Birgivî, er-Tarikatü'l-Muhammediyye, (Mısır, Mustafa el-Babil-Halebî,1379-1960) l57