Tefsir
Dersine
Giriş
Salih ÖZBEY
Bütün
kitaplar tek bir kitabı anlamak içindir,
Bütün
bilgiler tek bir bilgiye ulaşmak içindir,
Bütün
hakikatler tek bir hakikat içindir,
Bütün dinler
tek bir dine kavuşmak içindir,
Bütün
güzellikler tek bir güzeli görmek içindir,
Bütün ilahlar
tek bir Allah'a erişmek içindir,
Bütün yollar
tek bir yolu yürümek içindir,
Bütün şeyler
tek bir şeyi anlamak içindir,
Aslında
herşey tek bir şey ve aynı şeydir.
Kitaba Emeği Geçenler
-B.Çelik
-M.Kalkan
-M.Sertdemir
-M.Demir
-Z.Kılıç
Kitaba Hizmet Verenler
-D.Çeltek
-F.Güçlü
-E.Korkmaz
-R.Aslan
KISALTMALAR
a.g.e Adı geçen eser.
a.g.y. Adı
geçen yayın
(a.s) Aleyhisselâm
(Bütün peygamberler ve peyamberimiz için kullanılır).
bsm. Basımı yapılmıştır.
b. bin,
ibn (oğlu anlamında).
bint kızı.
bkz. Bakınız.
çev. Çeviren
Doç. Doçent
H. Hicri
c. Cilt,
cüz.
(c.c) Celle
Celâlühû (Allah'ın ism-i celâli işitildiği zaman ta'zim niyetiyle söylenir).
Hz. Hazret
(Hürmet için kullanılır).
Nşr: Neşreden
Ktb. Kütüphanesi
M. Milâdî
Mad. Maddesi,Madde
M.Ö. Milattan
Önce
M.S. Milattan
Sonra
ö. Ölüm tarihi
Prof. Profesör
(r.a) Radıyallahû anh (Sahabe için,"Allah [cc] ondan râzı olsun" mânâsında
söylenilen duadır).
(ranha) Radıyallahû anha (Rasûlullah'ın pâk zevceleıi
[annelerimiz)
ve bütün Sahabi kadınlar için kullanılır}.
(rha) Rahmetullahi
aleyh (Vefat etmiş bir mü'minin ismi işitildiğinde "Allah [cc]'ın rahmeti onun üzerine olsun" mânâsına duadır.)
s. Sayfa
Trc. Tercüme
v. Vefatı,Vefat tarihi
vr. Varak
y.y. Yüzyıl
vd. ve
devamı.
vs.
vesaire (ve diğerleri)
Yay. Yayınevi.
yz. Yazma.
ty. Tarih yok
İÇİNDEKİLER
1.BÖLÜM................................................................ 15
Genel Bir Bakış......................................................... 17
1-İlim......................................................................... 30
2-İman........................................................................ 38
3-İslam ve Tevhid....................................................... 44
4-Din........................................................................... 50
5-Tağut....................................................................... 53
6-Rızk......................................................................... 60
7-Hikmet..................................................................... 71
8-Dua.......................................................................... 82
9-Zikir......................................................................... 97
10-Tevekkül................................................................ 100
11-İbadet..................................................................... 104
12-Heva....................................................................... 115
-Okuma Parçası-.......................................................... 121
2.BÖLÜM................................................................... 125
Genel Bir Bakış........................................................... 127
1-Fatiha Suresi……………………………………… 131
2-Bakara Suresi........................................................... 137
3-Al-i İmran Suresi....................................................... 143
4-Nisa Suresi............................................................... 151
5-Maide Suresi............................................................ 169
6-Enam Suresi............................................................. 176
7-Araf Suresi............................................................... 180
8-Enfal Suresi.............................................................. 185
9-Tevbe Suresi............................................................. 194
10-Yunus Suresi............................................................ 206
11-Hud Suresi............................................................. 216
-Okuma Parçası-......................................................... 223
3.BÖLÜM.................................................................. 229
Genel Bir Bakış.......................................................... 231
1- el-Alak Suresi......................................................... 238
2- el-Kalem Suresi....................................................... 246
3- el-Müzzemmil Suresi.............................................. 264
4- el-Müddessir Suresi................................................ 273
5- el-Fâtiha Suresi........................................................ 285
6- et-Tebbet Suresi....................................................... 299
7- et-Tekvir Suresi....................................................... 305
8- el-A'lâ Suresi........................................................... 319
9- el-Leyl Suresi........................................................... 329
10- el-Fecr Suresi......................................................... 337
11- ed-Duhâ Suresi....................................................... 346
12- el-İnşirâh Suresi..................................................... 354
13- el-Asr Suresi.......................................................... 359
14- el-Adıyat Suresi..................................................... 367
15- el-Kevser Suresi..................................................... 373
16- et-Tekâsur Suresi.................................................... 377
17- el-Ma'un Suresi....................................................... 382
18- el-Kâfirun Suresi..................................................... 386
19- el-Fil Suresi............................................................. 391
20- el-Felak Suresi........................................................ 395
21- en-Nâs Suresi.......................................................... 401
22- el-İhlas Suresi.......................................................... 404
-Okuma Parçası-............................................................ 412
Test Soruları …………………………………………. 415
TEFSİR
DERSİ PROGRAMI *
GİRİŞ
Tefsir dersi programı, eğiticinin tefsir dersi planını yaparken yararlanacağı bir rehberdir.
Bu programın amacı eğiticiye bakış açısı kazandırmakla birlikte, onu dersin işlenişi ve yöntemleri hakkında bilgilendirmektir.
Eğitici, dersin süresini
ve öğrencilerin seviyelerini göz önünde bulundurarak konularını bu programdan
seçer, sonra öncelik sırasına göre planını yapar.
Bu program açıklamaları, amaçları, konuları, yöntemleri ve kaynakçayı içerir.
A-AÇIKLAMALAR
1-Kur’an en doğru yola iletir:
اِنَّ
هذَا
الْقُرْانَ
يَهْدى
لِلَّتى هِىَ
اَقْوَمُ
وَيُبَشِّرُ
الْمُؤْمِنينَ
الَّذينَ
يَعْمَلُونَ
الصَّالِحَاتِ
اَنَّ لَهُمْ
اَجْرًا كَبيرًا
“Şüphesiz ki bu Kur'an en doğru yola iletir; iyi davranışlarda
bulunan müminlere, kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler.”[1]
Yüce elçinin bizlere emaneti olan bu Kur'an, "doğru yola" iletmekle kalmaz, sarılanı sapmaktan alı kor.
Kur’an, Rabbimizden bir "öğüt", göğüslerde olana "şifa", inanlara "yol gösterici" ve "rahmet"tir.[2] Onunla mümin arasında sürekli bir rabıta zorunludur.
2-Kur’an ve Peygamber:
Hz. Peygamber (a.s) Kur’an'ın ete kemiğe bürünmüş bir hali idi. O, yürüyen bir Kur’an'dı.
Nitekim Ayşe (r.anha) sorulan bir soruya: "Onun ahlakı Kur’an-dı" cevabını verir.
3-Ömer (ra)’ın tavsiyesi:
Ömer (ra) Irak’a gönderdiği ashaba (eğiticilere) şu tavsiyelerde bulunur: "Arı uğultusu gibi Kur'an okuyan bir şehir halkına gideceksiniz. Onları (bu işlerinden) hadislerle meşgul edip alıkoymayın. Kur’an'ı iyi okumaları için uğraşın. Resulullah tan yapacağınız rivayeti (ihtiyaç miktarı kadar) azaltın. Bu şekilde tebliğinize devam edin, ben de sizin ortağınızım."[3]
4-Kur'an ilahi bir kitaptır:
Kur’an, bir davet ve hareket kitabıdır. Bir kişi kendi özel hayatında Kur’an'ı yaşamadıkça Onu layıkıyla kavrayamaz O, aynı zamanda beşeri ilimler kitabı değil,bu ilimleri ortaya koyan "insan"ı eğiten bir kitaptır.
ذلِكَ
الْكِتَابُ
لَارَيْبَ
فيهِ هُدًى لِلْمُتَّقينَ
“O kitap (Kur'an); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler
(sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir.”[4]
5-Kur’an'ı nasıl anlayalım:
a-Kur’an'ı anlayarak okumak esastır. Herkes kendi seviyesine göre Kur'an ayetlerini anlayabilir. Bu noktada alimle, alim olmayan arasında pek fark yoktur. Herkes kendisini hayra sevk edecek ve kötülüklerden uzaklaştıracak kadarını Kur'an'dan alabilir. Çünkü bizim hidayetimiz için Onu indiren Allah, biz de bulunan her türlü zaafı bilmektedir.
b-Kur’an'ı Arapça’sında anlayarak okumak tercih edilir. Mümkün olamadığında meallerle bu ihtiyaç giderilmeye çalışılır.
c-Kur’an'ın Arapça’sı veya meali yılda en az bir kez okunmalıdır. Ayda bir bitirilmesi ideal olanıdır. Mealin, metniyle karşılaştırılarak okunması daha yararlı olur.
d-Mealden hüküm çıkarılamaz. Bazen, tercüme edilen dilin yetersizliği veya hatalardan uzak olmaması vb. sebepler yüzünden mealler kusursuz değillerdir. Ayrıca Kur'an gibi muciz bir kitabın diğer bir dile çevrisinin zorluğu da göz önünde bulundurulmalıdır.
6-Kur’an dan istifadenin ana hatları:
a-Kur’an’ın muhatabı onu okuyandır. O, müminde bulunması ve bulunmaması gereken özellikleri, örnek ya da ibret alınacak tipleri içerir. Onu okuyan kişi Rabbimizin rızasını kazandıracak özellik ve amelleri almalı, Rabbmizin gazabını çekecek özellik ve amelleri terk etmelidir. Ayet kimden ve neden bahsederse bahsetsin kendimizin onu okuyan olarak ilk muhatabı olduğumuz unutulmamalıdır.
b- فَاِذَا
قَرَاْتَ
الْقُرْانَ
فَاسْتَعِذْ
بِاللّهِ
مِنَ
الشَّيْطَانِ
الرَّجيمِ
“Kur'an okumak istediğinde kovulmuş şeytandan Allah'a
sığın."[5]
"Kur'an, şu ana kadar sahip olduğum bütün cahili ve şeytani inançları, düşünceleri ve amelleri terk ediyorum: şu andan itibaren inançlarımı, düşüncelerimi ve amellerimi Kur’an'dan alacağım" bilinç ve kararlığıyla okunur.
c-Kur'an okumaktan amaç, düşüncelerimizi Ona onaylatmak değil, Onun istediği gibi inanmak ve amel etmektir.
اَتَاْمُرُونَ
النَّاسَ
بِالْبِرِّ
وَتَنْسَوْنَ
اَنْفُسَكُمْ
وَاَنْتُمْ
تَتْلُونَ
الْكِتَابَ
اَفَلَا
تَعْقِلُونَ
“(Ey bilginler!) Sizler Kitab'ı (Tevrat'ı) okuduğunuz
(gerçekleri bildiğiniz) halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor
musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?”[6]
مَثَلُ
الَّذينَ
حُمِّلُوا
التَّوْريةَ
ثُمَّ لَمْ
يَحْمِلُوهَا
كَمَثَلِ
الْحِمَارِ
يَحْمِلُ
اَسْفَارًا
بِئْسَ
مَثَلُ الْقَوْمِ
الَّذينَ
كَذَّبُوا
بِايَاتِ اللّهِ
وَاللّهُ
لَايَهْدِى
الْقَوْمَ
الظَّالِمينَ
“Tevrat'la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu,
ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir. Allah'ın âyetlerini yalanlamış
olan kavmin durumu ne kötüdür! Allah, zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.”[7]
d-Ayetlerin anlaşılmasında başvuracağımız ilk kaynak Kur’an'ın diğer ayetleridir. Zira onun bir kısmı diğer bir kısmını tefsir eder. Ayrıca Allah elçisinin açıklama ve uygulamalarına bakılır.
e-Ayetler gerek anlaşılırken, gerekse delil olarak kullanılırken, tek başına alınmaz: Siyak ve sibakına (öncesine ve sonrasına), nüzul sebeplerine bakılır.
f-Ayetlerin okunup anlaşıldıktan sonra, günümüzle bağlantısı kurularak, güncelleştirilmesine özen gösterilir.
7-Yukarıdaki açıklamalar hem meal okurken hem de tefsir okurken göz önünde bulundurulur. Ayrıca en az haftada bir kere arkadaş gurubuyla ile çalışılır. İmkan bulunmazsa ferdi olarak tefsir çalışması yapılır.
8-Tefsir derslerinde dikkat edilecek hususlar, izlenecek yollar:
a-Allah'ın kitabı her şeyden çok kalbi, fikri, amelli tazime layıktır.
b-Onun talebesi olduğumuz unutulmaz.
c-Gurup çalışmasına hazırlıklı gelinir. Notlar alınır, fişler düzenlenir.
d-İmkan oranında değişik tefsirlerden yararlanılır.
e-Çalışılan bölümdeki konuların anlaşılmasına özen gösterilir.
f-Ayetler üzerinde yeterince durulmadan, araştırıp düşünülmeden yorum yapılmaz. Aceleci yorumlardan kaçınılır.
g-Çalıştığımız bölümün ana mesajı bulunur.
h-Her dersin sonunda "bu ayetler, bizden ne/neler istiyor?" sorusu etrafında istenenler şahıslarımıza indirgenerek iyice kavranır. Amele dönüştürmek üzere notlar alınır.
ı-Ayetlerin -eğer varsa-nüzul sebepleri göz-önünde bulundurulur. Nüzul sebebi, ayetlerin doğru anlaşılmasında katkıda bulunur. Maksattan uzaklaşmamayı sağlar. Ancak sebebin özel olmasının, hükmün genel olmasına engel olmadığı unutulmamalıdır.
j-İncelenen bölümde dikkatimizi en çok çeken ayet, meali ile birlikte ezberlenir.
"İçinde Kur’an'dan bir şey olmayan harap ev gibidir."[8]
k-Çalışılan surelerin konu başlıklarının bilinmesi çok yönlü faydalar sağlar.
j-Mümkün mertebe konulu tefsir yöntemi takip edilir.
l-Tefsir usulü, öğrencilerin durumları göz önünde bulundurularak onların ihtiyaçlarını giderecek miktar okutulur.
9- Temel kavramlarla ilgili ihtiyaç duyulan konularda dosya ve seminer çalışmaları yapılır.
10-Kur’an'dan yararlanmayı kolaylaştıracak kaynaklar tanıtılır, kullanışı öğretilir. Mu'cemul-Mufehres gibi...
11-Tefsir dersleriyle yet inilmez, hayatın her anında Kur'an'la hem hal olunur.
a-Bilmeyenlere Kur'an kıratının öğretilmesi zorunludur. Bilenlere okuma hızını artırıcı çalışmalar yapılır.
b-Her gün Kur’an'dan mealiyle bir bölüm okumak alışkanlık haline getirilir.
c-Namazda okunan ayet,sure ve duaların mealleri öğrenilmeye gayret gösterilir.
d-Kur’an'la ilgili araştırmalar takip edilir.
12-Kur’an'da zikredilen toplumsal yasalar, toplumsal değişimin yasaları tespit edilmeye çalışır.
13-İşlenen ayetlerdeki fıkhı hükümler incelenir ve değerlendirilir.
B-ÖZEL AMAÇLAR
Tefsir dersinin okunmasıyla ulaşılması istenilen amaçlar:
1-Allah'ı gereği gibi isimleriyle bilmek.
2-Allah'ın razı olup inanılmasını istediği tevhidi akideyi iyice kavrayıp benimsemek.
3-Kur’an ahlakını tanıyıp yaygınlaştırmak.
4-İslam siyasetini tanıyıp kavramak ve benimsemek.
5-İslam davasına sahip çıkanları vahiy kültürüyle donatmak
6-Kur’an'a vukufu yeti arttırılarak, ibadetlerin hakkıyla ve huşu içinde yapılmasını sağlamak.
7-Tebliğ ve irşat faaliyetlerinde, hep Kur’an'ı önde ve delil tutmanın gerekliliğini kavramak.
8-Kur’an okumada asıl maksadın ne olduğunu kavramak.
9-Kur’an’ı kavramların bütün yönleriyle anlaşılmasını ve günlük hayatta kullanılmasını sağlamak.
10-Hayatı düzenlemede ve olayları yorumlamada Kur’an'ın bakış açısını kazanmaktır.
C-KONULAR
1-Fatiha Suresi
D-YÖNTEMLER
1-Tefsir dersi Konuları:
1-Tefsir dersi öğreniminde amaç akademik bir çalışma olmayıp Kur’an'ın daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmaktır. Tefsir ilmi kişiyi prensip sahibi yapar. Kişiyi öznel, dayanaksız ve gayri ilmi yorum ve anlayışlardan alı koyar.
2-Tefsir dersi çalışmaları metin çalışmaları ile birlikte yürütülür. Herkesin bilmesi gereken konulara öncelik verilir.
3-İslam düşmanlarının istismar ettiği konular hakkında gerekli bilgiler verilir.
4-Herkese mutlaka verilmesi gereken konular:
a-Kur’an'ın temel hedefi.
b-Kur’an'ın genel muhtevası.
c-Kur’an'ın kendine has uslübu.
d-Araştırma yöntem tekniklerinin öğretilmesi.
e-Konuya göre ayet bulma ve Kur’an'ın mu’ceminin kullanılışı.
f-Meal ve Tefsir arasındaki farkın kavratılması.
E-KAYNAKÇA *
Eserin Adı Yazarın Adı Yayınevi
---------------------------------------------------------------------------------------
1-Ahkam Tefsiri/M. Ali Sabuni Şamil
2-Amme Cüzü Yorumu(1-2/H.Nurbaki Damla
3-Amme Tefsiri/Ebuleys Semerkandi Sezgin
4-Ana Konularıyla Kur'an/Prof. F.Rahman Anadolu
5-Asrın Kur'an Tefsiri 14 Cilt/C. Yıldırım Anadolu
6-Ayetlerle Esma'ül Hüsna/Said Köşk Anahtar
7-Ayetlerle İnsan ve Yaradılış /Said Köşk Anahtar
8-Ayetlerle Ölüm ve Diriliş/Said Köşk Anahtar
9-Ayetlerle Savaş ve Cihad/Said Köşk Anahtar
10-Bakara Süresi Tefsiri/R. Mahmut Sami Erkan
11-Bakara Süresi Yorumu(1-2)/H.Nurbaki Damla
12-Bedir Gaz.ve Enfal Sü. Tefsiri/R.M.Sami Erkan
13-Besmele ve Fatiha Tefsiri Sezgin
14-Büyük Kur'an Tefsiri(16 Cilt)/A. Arslan Okusan
15-Büyük Kur'an Tefsiri/Konyalı M.V.Eefendi Üçdal
16-Tıbyan Tefsiri (4 Cilt)/A. Davutoğlu Huzur
17-Davetçinin Tefsiri/S. el-Muvahhidi Hak
18-Tefsir Tarihi/İsmail Cerrahoğlu Diyanet
19-Kur'an İlimleri/Sübhi Salih Pınar
20-Kur'an Araştırmaları/ M. Kutup Arslan
21-El-Esas Fit-Tefsir/Said Havva Şamil
22-Tefsir Tarihi (2 Cilt)/Ö.Nasuhi Bilmen Bilmen
23-El-Itkan fi-Ulumil-Kur'an/Suyuti/ Çağrı
24-Tefsir İlmi ve Fatiha Sür. Tefsiri/H.el-Benna Yelken
25-Tefsir-i Kebir(22 Cilt)/Fahruddin Razi Akçağ
26-Tefsirde İsrailiyat/Abdullah Ademir Beyan
27-Fatiha-Enam Sureleri Tefsiri Işık
28-Fatiha Süresi Tefsiri/R.M. Sami Erkam
29-Fatiha Tefsiri/M.Ebul Kelam Azad Bir
30-Fizilal-il Kur'an/Seyyit Kutup Hikmet
31-Furkan Tefsiri(6 Cilt)/Doğuş Kültür Hizmeti
32-Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tef./İ.Kesir Çağrı
33-Hak Dini Kur'an Dili/Elmalı Hamdi Yazır Azim
34-İbn Kesir Tefsiri(6 Cilt)/Doğuş Kültür Hizmeti
35-İki Kuranı ile Tarihin Tahlili/H. Rehcu Endişe
36-İki Süre İki Yorum/Ali Şeriati Endişe
37-İlahi Mesaj/Abdurrahman Azzam Akabe
38-İslam’ı İlimlere Giriş/Hasan Hanefi Akabe
39-İslam'da Kur'an/Allame M.H. Tabatabai Endişe
40-Kuran'da Temel Kavramlar/Ali Ünal İnkilap
41-Kuran'ı Anlamada Yöntem/M. Gazali Sor
42-Kuran-ı Kerim Lugatı/M.Çanga Timaş
43-Kuran-ı Kerim Şifa Tefsiri/M. Toptaş Cantaş
44-Kuran-ı Kerim Tefsiri/Ö. Nasuhi Bilemen Bilmen
45-Kuran'ın Anlaşıl. Esbabü-Nüzülün Rolü N.Serinsu
46-Kuran'ı Nasıl Anlayalım/Mevdudi İşaret
47-Kuran'ı Nasıl Okuyalım/M.Kutup İşaret
48-Nesefi Tefsiri/Furkan Kitapevi Demir
49-Saf fetü't Tefasir/M. Ali es-Sabuni İz
50-Sülemi ve Tasavvufi Tefsiri Sönmez
51-Taberi Tefsiri/İmam Taberi Ümit
52-Tefhimül Kur'an (7 Cilt)/Mevdudi İnsan
Bazı Kur’ani Kavramlar
Genel Bir Bakış: Gerek yazılı ve görüntülü medya da gerekse
normal hayatta karşılaştığımız tartışmalarda temel neden olarak insanlar arasındaki
iletişim sorununu görmekteyiz. Yaşamımızda “Sen beni yanlış anladın”, “Ben
öyle demek istememiştim!" türünden cümleleri çok sık duymaya veya
telaffuz etmeye başladık. Aynı dili ve kavramları kullanan insanların çok sık
bu tür anlam kargaşasına düşmeleri günümüzün en önemli problemlerinden biri
olarak karşımıza çıkmakta.
Günümüzde gündemi sık sık meşgul eden olaylara
bakıldığında, genel itibariyle bir kavram kargaşasının yaşandığını rahatlıkla
görmekteyiz. Günümüzde pek çok insan bulunduğu kesimin bakış açısından bakarak
birtakım kavramları tanımlıyor. İman, İslam, Tevhit vb. pek çok kavram
bakıldığı yere göre çok farklı anlamlar kazanabiliyor. Bunlar konuşulup
tartışılmaya başlandığında ise asıl sorun ortaya çıkıyor. Çünkü birisinin
tanımladığı bir kavram bir başkasının kafasında var olan tanıma uymadığında
ortalığı bir anlam kargaşası kaplıyor. Her iki tarafta da üzerinde tartışılan
şeyler net olarak belirlenmediği için bu tartışmalar hiçbir çözüme bağlanamadan
devam edip gidiyor.
Kelime ve
kavramlar olmadan özgün düşünmenin mümkün olmadığına inanıyoruz. Bu nedenle “Tefsir
Dersi” azda olsa çok sık kullandığımız kavramları layıkıyla
anlamlandırabilmek ve en azından kendi etrafımızda var olan anlam kargaşasını
sonlandırabilmek için “Kavram Çalışmaları” ile giriş yapmayı uygun
buldum.
Böyle bir
çalışma, dili ve kültürü vahim bir istila altında olan günümüzde çok elzem
olduğunu düşünüyorum. Her geçen gün yabancı kelimelerle çevrilen dolayısıyla
kendisini dahi yeterince ifade edemeyen kimseler yakın gelecekte afazi olmaya
mahkum kalacaktır.
Böyle bir
çalışmada Cenab-ı Hakkın hepimizi yalnız bırakmayacağını temenni ediyorum. İmdi bu girişten sonra; Kur’an’ı Nasıl Okumalıyız?
Kur’an’ı Nasıl Okumalıyız?
Kur’an’ı
okuma biçimimiz, Kur’an’ı anlama seklimizi de belirlemektedir. Okuma ve anlama
yöntemini nasıl oluşturacağız? Bu sorunun cevabini doğru tespit etmek yine
Kur’an’a başvurmaktan geçer. Çünkü Kur’an hem kitap, hem de hikmettir.
Kitap, yazılı
bir belge anlamına geldiği gibi, belli bir bütünlüğü olan sözlü hitaplara da
denir. Hikmet ise, bir çok anlamının yanı sıra isabetli eylemlerde bulunmak,
dinin ilkelerinin uygulanmasına derin ve engin bir kavrayış sahibi olma, doğru
uygulamayı elde etme becerisini göstermek anlamına gelir.
Başka bir
ifadeyle kitap, ilahi ahkâmın genel ilke ve öğütleri, hikmet ise bunları yasama
geçirebilecek yöntemlerdir. Kur’an hem kitap, hem de hikmettir. O halde
hikmetin temel yaklaşımlarını Kur’an’ın dışında aramak yanlıştır. Bu çerçevede
şöyle buyurulmaktadır:
وَلَوْلَا
فَضْلُ
اللّهِ
عَلَيْكَ
وَرَحْمَتُهُ
لَهَمَّتْ
طَائِفَةٌ
مِنْهُمْ
اَنْ
يُضِلُّوكَ
وَمَا
يُضِلُّونَ
اِلَّا
اَنْفُسَهُمْ
وَمَا
يَضُرُّونَكَ
مِنْ شَىْءٍ
وَاَنْزَلَ
اللّهُ
عَلَيْكَ
الْكِتَابَ
وَالْحِكْمَةَ
وَعَلَّمَكَ
مَا لَمْ
تَكُنْ
تَعْلَمُ
وَكَانَ
فَضْلُ اللّهِ
عَلَيْكَ
عَظيمًا
“Allah'ın sana lütfu ve
esirgemesi olmasaydı, onlardan bir güruh seni saptırmaya yeltenmişti. Onlar
yalnızca kendilerini saptırırlar, sana hiçbir zarar veremezler. Allah sana
Kitab'ı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğini öğretmiştir. Allah'ın lütfu
sana gerçekten büyük olmuştur.”[9]
Hikmetin
gündeme getirdiğimiz bu bağlamdaki anlamı bize Kur’an’ı anlama yönteminin yine
Kur’an’dan elde edilmesi gerektiğini öğretmektedir. Kur’an’ın dışında aranan
yöntemler anlamayı imkânsız hale getirebilecektir.
Kur’an-ı
Kerim de sadece bir ayetin de ya da suresinde değil, bütün ayetlerinde doğru
okumanın ilke ve yöntemlerini vermektedir. Mesela muhkem, müteşabih,
nesih-mensuh, tevil gibi kavramların Kur’an’da en doğru bir şekilde
anlamlandırılması bir çok yanlışı önleyecektir.
Kur’an’ı
doğru anlama çerçevesinde şu soruların cevabini bulmamız gerekmektedir:
-Kur’an nasıl
bir kitaptır; nasıl bir kitap değildir?
-Kur’an nasıl
anlaşılmaz, nasıl anlaşılır?
A- Kur’an Nasıl Bir Kitaptır?
Kur’an’ın
nasıl bir kitap olduğunu öğrenmenin en doğru yolu yine Kur’an’a başvurmaktan
geçer. Müminlere rehberlik eden, çevremizdeki olaylara karşı derin bir kavrayış
sahibi kılan, öteki dünya görüşlerine ilişkin bir yol çizen yüce kitabımızın
bir çok isim ve sıfatı vardır. Biz bunlardan Rabbimizin mesajını en doğru bir
şekilde kavramamızı sağlayacak metodu yakalayacak olan isim, sıfat ve kavramlar
üzerinde duracağız.
Kur’an’ın
nasıl okunması gerektiğini belirlemenin yolu “Kur’an nasıl bir kitaptır?”
sorusunu doğru cevaplamaktan geçmektedir:
1- Kur’an
ilahi kaynaklı bir kitaptır: İlahi olan kitabımızda insanların eklemeleri
yoktur. O, Hz. Muhammed (as)’ın sözlerinden değil, Rabbimizin sözlerinden
oluşmaktadır. Kaynağı Allah olan Kur’an’ı anlamak için insani yöntemler yetersiz
kalacaktır. Örneğin, her türlü tahrife uğramış Yahudi ve Hıristiyan
teolojisinin kaynaklarını anlamak için geliştirilmiş bir yöntem olan Kitab-ı
Mukaddes yöntemi, Kur’an’ı anlamak için uygun ve temel bir yöntem olamaz.
Diğer
yollarda Kur’an’ı doğru anlamada temel olabilecek özelliklere sahip değildir.
Çünkü tüm insan kaynaklı yöntemler Kur’an’ı bir bütün olarak değil de sadece
bir açıdan anlamayı kolaylaştırmaktadır. (Örneğin Dil Bilimi Kur’an’ın
edebiyatla ilgili yönüyle ilgilenirken insanlar açışından ne anlam ifade
ettiğini düşünmez)
Kur’an
kaynaklı düşünmek, Kur’an dışı bilgi ve usûl kaynaklarını vahyi (Kur’an’ı)
anlamada merkez kabul etmemekle mümkündür. Şüphesiz insanlar tarafından yazılan
kaynaklardan (tefsir, meal gibi) yararlanabiliriz. Fakat yöntemin aslının
Kur’an’dan elde edilmesi gerektiğini unutmadan. Çünkü Kur’an Allah kaynaklı bir
kitaptır. İlke ve prensiplerinin kaynağı Allah’tır. Allah ise bize şüpheli
olmayan, kesinlik ifade eden bilgileri verir.
اَفَلَا
يَتَدَبَّرُونَ
الْقُرْانَ وَلَوْ
كَانَ مِنْ
عِنْدِ
غَيْرِ
اللّهِ لَوَجَدُوا
فيهِ
اخْتِلَافًا
كَثيرًا
“Hâla Kur'an üzerinde gereği
gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı
onda birçok tutarsızlık bulurlardı.”[10]
وَقَوْلِهِمْ
اِنَّا
قَتَلْنَا
الْمَسيحَ
عيسَىابْنَ
مَرْيَمَ
رَسُولَ
اللّهِ وَمَا
قَتَلُوهُ
وَمَا
صَلَبُوهُ
وَلكِنْ شُبِّهَ
لَهُمْ
وَاِنَّ
الَّذينَ
اخْتَلَفُوا
فيهِ لَفى
شَكٍّ مِنْهُ
مَالَهُمْ
بِه مِنْ
عِلْمٍ
اِلَّا
اتِّبَاعَ
الظَّنِّ وَمَا
قَتَلُوهُ
يَقينًا
“Ve "Allah elçisi Meryem
oğlu İsa'yı öldürdük" demeleri yüzünden (onları lânetledik). Halbuki onu
ne öldürdüler, ne de astılar; fakat (öldürdükleri) onlara İsa gibi gösterildi.
Onun hakkında ihtilâfa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık içindedirler;
bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur ve kesin olarak
onu öldürmediler.”[11]
2- Kur’an
çelişkisiz bir kitaptır: O hiçbir tutarsızlık, eğrilik, şüphe, tereddüt barındırmayan dosdoğru
bir kitaptır. Kur'an'ın tutarlı olduğunu, üzerinde düşünen kafa yoran herkes
tespit edebilir.
وَمَا
كَانَ هذَا
الْقُرْانُ
اَنْ يُفْتَرى
مِنْ دُونِ
اللّهِ
وَلكِنْ
تَصْديقَ
الَّذى
بَيْنَ
يَدَيْهِ
وَتَفْصيلَ
الْكِتَابِ
لَارَيْبَ
فيهِ مِنْ
رَبِّ
الْعَالَمينَ
“Bu Kur'an Allah'tan başkası
tarafından uydurulmuş bir şey değildir. Ancak kendinden öncekini doğrulayan ve
o Kitab'ı açıklayandır. Onda şüphe yoktur, o âlemlerin Rabbindendir.”[12]
3- Kur’an
Levh-i Mahfuz’dan Hz. Muhammed (as)’ın kalbine indirilinceye, oradan insanlara
ulaştırılıncaya kadar korunmuş ve hiçbir zaman değiştirilemeyecektir: Onu korumayı bizzat Allah
üstlenmiştir. O halde Peygamberimiz (a.s)’e Kur’an’dan herhangi bir ayetin ya
da surenin unutturulduğunu öne sürmek ilahi korumaya aykırıdır. Allah’ın elçisi
vahiyden hiçbir şey unutturulmayacağı konusunda garanti altına alınmıştır.
Allah Kıyame Suresinin 10. Ve 16. Ayetlerinde vahyin insanlara eksiksiz
ulaştırılacağının teminatını vermektedir. O halde Kur’an dışında ilahi hakikat
aramak büyük hata olur.
Çünkü ilahi
vahyi korumayı bizzat Allah üstlenmiştir.
æì¢Ä¡Ïb z Û ¢é Û
b £ã¡a ë ¤×¡£Ûa b ä¤Û £ ã
¢å¤z ã b £ã¡a
“Kur’an'ı kesinlikle biz
indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız.”[13]
4- Kur’an
mubindir:
İlke ve prensipleri apaçık, anlaşılır ve nettir. Kur’an bütünlüğünde kendini
Allah’a teslim ederek hakikati arayan, doğruyu bulur. Doğru anlamayı önleyecek
herhangi bir engel yoktur. Yapılması gereken, ilahi iradeyi kendi istediğimiz
şekilde değil, Allah’ın istediği şekilde anlamaya çalışmaktır. Allah sözü türlü
biçimlerde, ama açık seçik indirmiştir. O halde kişinin, “Ben öyle olduğunu
anlayamadım” diye mazeret ileri sürmesi geçersizdir.
حم
()
وَالْكِتَابِ
الْمُبينِ ()
اِنَّا اَنْزَلْنَاهُ
فى لَيْلَةٍ
مُبَارَكَةٍ
اِنَّا كُنَّا
مُنْذِرينَ
“Hâ. Mîm. Apaçık olan Kitab'a
andolsun ki, Biz onu (Kur'an'ı) mübarek bir gecede indirdik. Kuşkusuz biz
uyarıcıyızdır.”[14]
5-
Eksiksiz bir kitaptır: Kur’an öğüt almak isteyen muttakiler için hayatin tüm alanları ile
ilgili genel bir perspektif verecek yeterli verilere sahiptir:
وَيَوْمَ
نَبْعَثُ فى
كُلِّ
اُمَّةٍ
شَهيدًا
عَلَيْهِمْ
مِنْ
اَنْفُسِهِمْ
وَجِئْنَا
بِكَ شَهيدًا
عَلى
هؤُلَاءِ
وَنَزَّلْنَا
عَلَيْكَ
الْكِتَابَ
تِبْيَانًا
لِكُلِّ
شَىْءٍ
وَهُدًى وَرَحْمَةً
وَبُشْرى
لِلْمُسْلِمينَ
“O gün her ümmetin içinden
kendilerine birer şahit göndereceğiz. Seni de hepsinin üzerine şahit olarak
getireceğiz. Ayrıca bu Kitab'ı da sana, her şey için bir açıklama, bir hidayet
ve rahmet kaynağı ve Müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.”[15]
6- Kur’an
müfessirdir:
Kur’an’ı en iyi Tefsir eden (açıklayan) yine Kur’an’ın kendisidir. Çünkü
Kur’an’ı daha iyi anlamak için başvurulacak ilk tefsir kaynağı Kur’an’dır.
6ea¦î,©¤1 m
å ¤y a ë ¡£Õ z¤Ûb¡2 Úb ä¤÷¡u ü¡a
§3 r à¡2 Ù ãì¢m¤b í ü ë
“Onların sana getirdiği her misale karşı mutlaka biz
sana gerçeği ve en güzel tefsiri getiririz.”[16]
7- Kur’an
Arap dili ile indirilmiştir: Fakat onun Arapça indirilmesinin hikmetini Rabbimiz
“anlaşılabilsin diye” şeklinde izah etmiştir. Çünkü mesaj, insanlara bir
iletişim yöntemi olan dil ile indirilmelidir. Allah Teala Hz. Muhammed (as)
seçmiş ve O’na apaçık Arapça lisanı ile vahyi indirmiştir. Yüce Allah’ın
sünneti (değişmez yasası) Peygamberi kendi toplumunun diliyle göndermektir.
İlahi mesaj insanlara kendi dillerinde ulaştırılmalıdır ki, sorumluluk
bilincine varılabilsin.
æì¢Ü¡Ô¤È m
¤á¢Ø £Ü È Û b¦£î¡2 Ç b¦ã¨õ¤¢Ó
¢êb ä¤Û ¤ã a ¬b £ã¡a ®¡åî©j¢à¤Ûa ¡lb n¡Ø¤Ûa
¢pb í¨a ٤ܡm® ¨¬Ûa
“Elif, lâm, râ. Bunlar apaçık kitabin ayetleridir.
Biz O’nu Arapça bir Kur’an olarak indirdik ki, anlayasınız.”[17]
8- Kur’an
Beyyinedir:
Yani açık, ikna edici belgeler/ayetler içerir. Beyyineye (açık mesaja) muhatap
olanların anlayamamak, kavrayamamak gibi mazeretleri olamaz. Beyyinatla
insanların ihtiyaç duyduğu her konuda kesin belgeler konmuştur.
وَلَا
تَكُونُوا
كَالَّذينَ
تَفَرَّقُوا وَاخْتَلَفُوا
مِنْ بَعْدِ
مَا
جَاءَهُمُ الْبَيِّنَاتُ
وَاُولئِكَ
لَهُمْ
عَذَابٌ عَظيمٌ
“Kendilerine açık deliller (beyyinat) geldikten
sonra ayrılığa düşüp ihtilaf edenler gibi olmayın. İşte onlar (evet) onlar için
büyük bir azap vardır.”[18]
9- Kur’an
Belağdır: Yani
beliğ, kusursuz, düzgün, pürüzsüz ayetlerden hitaplardan oluşur.
6 åí©¡2b Ç §â¤ì Ô¡Û
b¦Ë5 j Û a ¨ç ó©Ï £æ¡a
“Şüphesiz bunda kulluk edenler için kusursuz sözler
(belağ) vardır.”[19]
10- Kur’an
Acebendır:
Yani ilginç, orijinal, kendine özgü, diğer kitaplara, din ve ideolojilere
benzemeyen bir kitaptır. İnsanların yorumlarına ve desteklerine ihtiyaç duyan
bir kitap, insanları hayretler içerisinde bırakabilir mi?
“Nasıl bir
kitap?”
sorusunu Kur’an’da yüzlerce benzer cevap vardır. Sanırım buraya kadar
vardığımız örnekler yeterli bir fikir vermektedir. Örneklerden de anlaşılacağı
gibi, Kuran’ı anlamamak gibi bir mazeret ileri sürmek imkansızdır. Öğüt almak
için, yaşamak için, rehberliğine başvuranlar için Kur’an, okumayı
beklemektedir.
-Peki Nasıl
Okunmalıdır?
B- Kur’an’ı Nasıl Okumalıyız
1-
Kur’an’ı amacına uygun okumalıyız: Kur’an’ın temel âmâcı rehberlik, kılavuzluk,
hidayet etmektir. Gönderiliş amacı hidayet olan ilahi bildirimi, örneğin uzayın
gizlerini çözmek için okumak, sonuca götürmeyecektir. Çünkü o ne matematik, ne
de fizik kitabidir. Bilakis o, hidayet kitabidir. Allah’ın hayata ilişkin
rehberliğidir:
شَهْرُ
رَمَضَانَ
الَّذى
اُنْزِلَ
فيهِ الْقُرْانُ
هُدًى
لِلنَّاسِ
وَبَيِّنَاتٍ
مِنَ الْهُدى
وَالْفُرْقَانِ
فَمَنْ شَهِدَ
مِنْكُمُ
الشَّهْرَ
فَلْيَصُمْهُ
وَمَنْ كَانَ
مَريضًا اَوْ عَلى
سَفَرٍ
فَعِدَّةٌ
مِنْ
اَيَّامٍ
اُخَرَ
يُريدُ
اللّهُ
بِكُمُ
الْيُسْرَ
وَلَا يُريدُ
بِكُمُ
الْعُسْرَ
وَلِتُكْمِلُوا
الْعِدَّةَ
وَلِتُكَبِّرُوا
اللّهَ عَلى مَا
هَديكُمْ
وَلَعَلَّكُمْ
تَشْكُرُونَ
“Ramazan ayı, insanlara yol
gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak
Kur'an'ın indirildiği aydır. Öyle ise sizden ramazan ayını idrak edenler onda
oruç tutsun. Kim o anda hasta veya yolcu olursa (tutamadığı günler sayısınca)
başka günlerde kaza etsin. Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez.
Bütün bunlar, sayıyı tamamlamanız ve size doğru yolu göstermesine karşılık,
Allah'ı tazim etmeniz, şükretmeniz içindir.”[20]
2- Sürekli
okumalıyız:
İrtibatı kesmemeliyiz. Bunun için Kur’an’ı sadece bilgi edinmek âmâcıyla değil,
şuur kazanma, bilinç yenileme maksadı ile okumalıyız. Gereğince ilgi ve alaka
göstermeliyiz ki, Kur’an gönlümüzü ısıtacak aydınlığı ortaya çıkarsın.
اَلَّذينَ
اتَيْنَاهُمُ
الْكِتَابَ
يَتْلُونَهُ
حَقَّ
تِلَاوَتِه
اُولئِكَ
يُؤْمِنُونَ
بِه وَمَنْ
يَكْفُرْ بِه
فَاُولئِكَ
هُمُ
الْخَاسِرُونَ
“Kendilerine kitap verdiğimiz
kimseler (den bazısı) onu, hakkını gözeterek okurlar. Çünkü onlar, ona iman
ederler. Onu inkâr edenlere gelince, işte gerçekten zarara uğrayanlar
onlardır.”[21]
3- Kulak
vererek okumalıyız:
æì¢à y¤¢m ¤á¢Ø £Ü È Û
aì¢n¡¤ã a ë ¢é Û aì¢È¡à n¤b Ï ¢æ¨a¤¢Ô¤Ûa
ªô¡¢Ó a ¡a ë
“Kur’an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki,
size rahmet edilsin.”[22]
4-
Kur’an’a sürekli başvurmalı, her kaynaktan önce Kur’an’ın görüşünü sorup, önce
onu dikkate almalıyız. Başvuru kaynağı, başucu kitabı olarak okumalıyız: İnsanoğlu unutkan olduğu
için, sürekli hatırlamaya ve hatırlatıcıya ihtiyaç duyar. İşte bu noktada
Kur’an’la olan irtibat kesilmemeli ki, Kur’an müzekkir (hatırlatıcı) görevini
yerine getirsin.
Kitabımıza
kesintisiz olarak ilgi göstermek bizi, ilahi vahiyden zamanla uzaklaşıp
kalpleri katılaşan, böylece yoldan çıkan kitap ehlinin (Hıristiyan ve
Yahudiler) durumuna düşmekten kurtaracaktır.
Kur’an’la
irtibatı sürekli tutmamak, unutkanlığa, iman zayıflığına, zamanla da ilahi
hakikatlere kalbin katılaşıp mühürlenmesine yol açar.
Kısaca
insanoğlunun unutkan bir varlık olusu, tekrar tekrar hatırlamayı ve
hatırlatmayı gerektirir.
b;¦ß¤ Ç ¢é Û ¤¡v ã
¤á Û ë ó¡ ä Ï ¢3¤j Ó ¤å¡ß â
¨a
ó¬¨Û¡a ¬b 㤡è Ç ¤ Ô Û ë
“Andolsun biz, daha önce de
Âdem'e ahit (emir ve vahiy) vermiştik. Ne var ki o, (ahdi) unuttu. Onda azim de
bulmadık.”[23]
5-
Kur’an’ı gereğince düşünmek, kavramak, şuurlaşmak maksadıyla okumalıyız: Birçok ayetin sonunda “neden
düşünmüyorsunuz?” şeklinde vurgular vardır. O halde yüzeysel okuyanlar
Kur’an’ı gereği gibi okumamış olurlar. Kafa yormadan, derin bir şekilde
düşünmeden, işin inceliğini öğrenme gayesinden uzak okumak ilahi mesajı doğru
anlamayı engelleyen yanlışlardır. Yani Kur’an’ı anlamak için derin bir
tefekkürü yol olarak benimsemek gerekir.
b è¢Ûb 1¤Ó a §lì¢Ü¢Ó ó¨Ü Ç
¤â a æ¨a¤¢Ô¤Ûa
æë¢ £2 n í 5 Ï a
“Kur’an’ı hiç düşünmüyorlar mi? Yoksa kalpleri
üzerinde kilitler mi var?”[24]
6- Önyargı
ile ilahi bildirime yaklaşanlar ondan gereğince yararlanamazlar: Kur’an’ı ancak iyi niyetle
okuyan, dinleyen, kalplerini Allah’ın arındırmasına açık tutanlar
anlayabilirler. Daha indirilen ilk ayetlerde “Yaratan Rabbinin adı ile oku”
denilmektedir.
وَمِنْهُمْ
مَنْ
يَسْتَمِعُ
اِلَيْكَ وَجَعَلْنَا
عَلى
قُلُوبِهِمْ
اَكِنَّةً
اَنْ
يَفْقَهُوهُ
وَفى اذَانِهِمْ
وَقْرًا
وَاِنْ
يَرَوْا
كُلَّ ايَةٍ لَا
يُؤْمِنُوا
بِهَا حَتّى
اِذَا
جَاؤُكَ يُجَادِلُونَكَ
يَقُولُ
الَّذينَ
كَفَرُوا
اِنْ هذَا
اِلَّا
اَسَاطيرُ
الْاَوَّلينَ
“Onlardan seni (okuduğun
Kur'an'ı) dinleyenler de vardır. Fakat onu anlamalarına engel olmak için
kalplerinin üstüne perdeler, kulaklarına da ağırlık verdik. Onlar her türlü
mucizeyi görseler bile yine de ona inanmazlar. Hatta o kâfirler sana
geldiklerinde: "Bu Kur'an eskilerin masallarından başka bir şey değildir"
diyerek seninle tartışırlar.”[25]
7- Huşu
ile saygı ve iyi niyetle okumalıyız. Ve özellikle belli zamanları seçmeliyiz:
اَقِمِ
الصَّلوةَ
لِدُلُوكِ
الشَّمْسِ اِلى
غَسَقِ
الَّيْلِ
وَقُرْانَ
الْفَجْرِ اِنَّ
قُرْانَ
الْفَجْرِ
كَانَ
مَشْهُودًا
“Gündüzün güneş dönüp gecenin
karanlığı bastırıncaya kadar (belli vakitlerde) namaz kıl; bir de sabah
namazını. Çünkü sabah namazı şahitlidir.”[26]
8- Okuyucu
Kur’an’ı parçalayarak değil, bütünüyle anlamaya çalışmalıdır: Ehli kitabin (Hıristiyan ve
Yahudilerin) en önemli sapma nedeni kitaplarının bir kısmına inanıp diğerine
inanmamak ya da kendine uydurmak olmuştur. İşine gelmeyen yönlerini tahrif
etmek Kur’an mesajının insanlara ulaşmasında en büyük engeldir. Günümüzde böyle
bir tutum izleyenler sırf yönetimin hoşuna gitsin diye yüzyıllardır açık bir
şekilde yaşanmış emirleri değiştirmeye kalkmışlardır.
Sözünü
ettiğimiz yanlış, Kur’an bütünlüğünü esasa almamaktan, kendilerine göre mecazi
yorumlarla ayetleri parçalayan ya da bir kısmını dikkate almayan bir anlayıştan
kaynaklanmaktadır.
Kur’an
insanların kendi hayat tarzlarına uydurmak için yaptıkları yorumlara
sıkıştırılamayacak bir ilahi kelamdır.
Kısaca iyi
niyetli muttaki okuyucu Kur’an’ın bütünlüğüne dikkat etmeli, kapalı gözüken
kısımların başka sure ve ayetlerde açıklığa kavuşturulacağını bilmelidir.
اَفَتُؤْمِنُونَ
بِبَعْضِ
الْكِتَابِ
وَتَكْفُرُونَ
بِبَعْضٍ
فَمَا
جَزَاءُ مَنْ يَفْعَلُ
ذلِكَ
مِنْكُمْ
اِلَّا
خِزْىٌ فِى
الْحَيوةِ
الدُّنْيَا
وَيَوْمَ
الْقِيمَةِ
يُرَدُّونَ
اِلى اَشَدِّ
الْعَذَابِ وَمَا
اللّهُ بِغَافِلٍ
عَمَّا
تَعْمَلُونَ
“Yoksa siz Kitab'ın bir
kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların
cezası dünya hayatında ancak rüsvaylık; kıyamet gününde ise en şiddetli azaba
itilmektir. Allah sizin yapmakta olduklarınızdan asla gafil değildir.”[27]
9- Kur’an programlı
okunmalıdır:
Kur’an sıfatlarından biri de tertilen indirilmiş olmasıdır. İlk muhatap ve ilk
Müslüman olan Peygamberimize de Allah Teala, tertilen inen Kur’an’ı, tertilen,
yavaş, yavaş, programlı bir şekilde okumasını emretmiştir...
65î©m¤ m æ¨a¤¢Ô¤Ûa
¡3¡£m ë ¡é¤î Ü Ç ¤
¡ ¤ë a
“Tertilen (ağır, ağır) Kur’an oku.”[28]
Tertilen
indirişin ve tertilen okumayı emredişin hikmetini Rabbimiz İsra Suresi 17:106.
Ayetinde şöyle açıklamaktadır;
5í©¤ä m
¢êb ä¤Û £ ã ë §s¤Ø¢ß ó¨Ü Ç ¡b £äÛa
ó Ü Ç @¢ê a ¤Ô n¡Û
¢êb ä¤Ó Ï b¦ã¨a¤¢Ó ë
“Biz onu, Kur'an olarak,
insanlara dura, dura okuyasın diye (âyet âyet, sûre sûre) ayırdık; ve onu
peyderpey indirdik.”[29]
Kur’an
peyderpey, gerektikçe, sırayla indirilmiştir. O halde ayni şekilde insanlara
tertil üzere götürülmelidir ki, bu sayede kalp ve gönüllerde pekişebilsin.[30]
10-
Kur’an, uygulamaya geçirmek maksadıyla okunmalıdır: Akademik, entelektüel
bilgilenme maksadıyla okunan Kur’an’dan gereken verim elde edilemez. Oysa
Kur’an mü’minlerin basiretini açar, kalplerini aydınlatır. Mü’minler Kur’an’ı
akademik çalışmaların aracı yapmamalı, sorunların çözümünü aramak ve eksikleri
gidermesi için okunmalıdırlar.
Kur’an’ın
okuyucusu, yeryüzünde bir sınav verdiği bilinci ile hareket etmelidir. O zaman
kitaptan en yüksek verimi alabiliriz. İman bir tercihtir, bir yaşam düzenidir.
Çünkü:
æì¢ä n¤1¢í ü ¤á¢ç ë
b £ä ߨa a¬ì¢Ûì¢Ô í ¤æ a a¬ì¢× ¤n¢í ¤æ a
¢b £äÛa k¡ y a
“İnsanlar, imtihandan
geçirilmeden, sadece "İman ettik" demeleriyle bırakılıvereceklerini
mi sandılar?”[31]
Sınav şuuru
ile okunmayan Kur’an’dan elde edilecek bilgi, sırtımızda bize hiçbir değer
kazandırmayan, hamallıktan başka bir ise yaramayan bilgi sağlar:
مَثَلُ
الَّذينَ
حُمِّلُوا
التَّوْريةَ
ثُمَّ لَمْ
يَحْمِلُوهَا
كَمَثَلِ
الْحِمَارِ
يَحْمِلُ
اَسْفَارًا
بِئْسَ
مَثَلُ
الْقَوْمِ
الَّذينَ
كَذَّبُوا بِايَاتِ
اللّهِ
وَاللّهُ
لَايَهْدِى
الْقَوْمَ
الظَّالِمينَ
“Kendilerine Tevrat verilmiş olup da sonra onu
yaşamayanın durumu, kitaplar taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah’ın ayetlerini
yalanlayanların durumu ne kötüdür. Allah zalimler topluluğunu doğru yola
iletmez.”[32]
Sonuç:
Kur’an’ı
anlamanın en doğru yolu, yöntemin Kur’an’ı olmasından geçer. Çünkü Yüce
Allah’ın bize verdiği bitmek tükenmek bilmeyen bir hazine olan Kur’an’da anlama
ve okuma usulü sayılabilecek esaslar mevcuttur. Bunları dikkate almadan
Kur’an’ı, Kur’an dışı yöntemlerle okumak bizi yanlış sonuçlara götürecektir.
Şurası da
unutulmamalıdır ki, Kur’an’ın onaylayarak gönderme yaptığı bazı ek kaynaklar da
vardır. Ancak bu kaynakları Kur’an’ı temel almadan okumak mesajın
gerçeklerinden bizi uzaklaştırabilir.
Kur’an’dan malumat elde etmek, orijinal fikirler çıkarmak için yararlanmak mümkündür. Ancak bu bilgiler asıl amacı hidayet olan kitabımızın gayelerini, aydınlığını yakalamaya yetmeyebilir. O halde kaynağı ilahi olan kitabı ameli endişe ve sorunlarımızın çözüm kaynağı olarak, uygulamaya dönük okumalıyız.
İlim: İnsanın duyu vasıtaları ile
elde ettiği veya Allah Tebarek ve Teâlâ'nın vahiy yolu ile doğrudan doğruya
gönderdiği, içinde zan ihtimali bulunmayan yakını bilgi.
İslamî
terminolojide ilim terimi; "bilgi" kelimesini karşılamak için
kullanıldığı gibi, herhangi bir bilgi şubesini ifade için de kullanılır.
Meselâ; kelâm ilmi, tefsir ilmi gibi. Keza, ilim ve bilgi terimlerinin bazen
marifet kelimesiyle karşılanıldığı da bilinir.
Seyyid Şerif
Cürcânî'ye göre ilim: "Gerçeğe ve vakıaya uygun düşen bilgi ve
kanaattir."[33]
Cürcânî ilim
için şu tarifleri de yapar: "İlim; bir şeyi olduğu gibi idrak etmektir.
Bilgisizlik bilginin zıddıdır. Bilim, bilinenden gizlilik ve kapalılığın
kalkmasıdır. İlim; nefsin, bir şeyin manasına ulaşmasıdır. Düşünen ile
düşünülen arasında hususi bir alâkadır."[34]
İlim, kesin
olsun veya olmasın kavram (tasavvur) veya hüküm olarak mutlak manasıyla idrak
etmektir. ilim; düşünme, fehmetme ve hayal etme manalarına da gelir.[35]
İlim
kavramının yanında çoğu zaman kullanılan marifet kavramı, daha hususi bir anlam
taşır ve daha ziyade vasıtasız bilgiyi, sezisi, kalbî bilgiyi ifade etmek için
kullanılır. ilim ahiret yolunu dosdoğru gösteren (kılavuz) bilgiler
topluluğudur.
İslâm dini
ilme, okumaya ve bilgiye büyük önem vermiştir. Hz. Peygamber (as)'e inen ilk
vahiyde okumaktan, kalemden, eğitim ve öğretimden bahsedilir:
اِقْرَاْ
بِاسْمِ رَبِّكَ
الَّذى
خَلَقَ ()
خَلَقَ
الْاِنْسَانَ
مِنْ عَلَقٍ ()
اِقْرَاْ
وَرَبُّكَ
الْاَكْرَمُ
() اَلَّذى
عَلَّمَ
بِالْقَلَمِ
() عَلَّمَ الْاِنْسَانَ
مَالَمْ
يَعْلَمْ
"Yaratan
Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir alakadan yarattı. Oku! İnsana kalemle yazı
yazmayı öğretip ona bilmediklerin öğrenen Rabbin sonsuz lütûf sahibidir."[36]
İslâm,
insanın yaratılışına uygun bir din olduğu için bütün Müslümanlara ilmi farz
kılmıştır. Her Müslüman’ın dinî görevlerini yerine getirecek, helâl ile haramı,
hak ile batılı birbirinden ayırt edecek kadar bilgi sahibi olması farzdır.
Nitekim Hz.
Peygamber (a.s): "İlim tahsil
etmek her Müslüman erkek ve kadına farzdır"[37] buyurmuştur.
Tıp, hesap ve
teknik gibi cemiyet için gerekli olan her türlü bilgiyi öğrenmek farz-ı
kifayedir. Bu tür ilimler cemiyetin bazı fertleri tarafından öğrenilirse bu
farzı yerine getirilmiş olur. Fakat kimse öğrenmezse toplumun bütün fertleri
Allah katında sorumlu olurlar.
Övünmek ve
başkalarına karşı üstünlük taslamak için ilim öğrenmek ise mekruhtur.
İslâm kadar
ilme önem veren başka bir din yoktur. Kur'an-ı Kerim'de sadece ilim kelimesi
yüz beş defa zikredilir. Bu kökten gelen diğer kelimelerle birlikte bu sayı
sekiz yüz elli dokuzu bulur. Ayrıca "akıl, fikir, zikr" gibi
kelimeler Kur'an-ı Kerim'de çok zikredilir.
İslâm'a göre
ilim ve hikmet müminin kaybolmuş malıdır; mümin, yerine ve söyleyene
bakmaksızın onu nerede bulursa alır. Her fenalığın, hatta küfür ve şirkin de
başı bilgisizlik ve cehalettir. Küfrün ne demek olduğunu bilen bir kimse kafir
olmaz. şirkin ne demek olduğunu bilen, başkalarını Allah'a ortak koşmaz,
Allah'tan başkasına ibadet etmez.
Bunun içindir
ki Kur'an-ı Kerim'de:
وَاِنْ
كَانَ كَبُرَ
عَلَيْكَ
اِعْرَاضُهُمْ
فَاِنِ
اسْتَطَعْتَ
اَنْ
تَبْتَغِىَ نَفَقًا
فِى
الْاَرْضِ
اَوْ
سُلَّمًا فِى السَّمَاءِ
فَتَاْتِيَهُمْ
بِايَةٍ وَلَوْ
شَاءَ اللّهُ
لَجَمَعَهُمْ
عَلَى الْهُدى
فَلَا
تَكُونَنَّ
مِنَ
الْجَاهِلينَ
“Eğer onların
yüz çevirmesi sana ağır geldi ise, yapabilirsen yerin içine inebileceğin bir
tünel ya da göğe çıkabileceğin bir merdiven ara ki onlara bir mucize getiresin!
Allah dileseydi, elbette onları hidayet üzerinde toplayıp birleştirirdi, o
halde sakın cahillerden olma!”[38] buyurulmuştur. Kur'an-ı
Kerîm'in açıkça ifade ettiğine göre:
وَمِنَ
النَّاسِ
وَالدَّوَابِّ
وَالْاَنْعَامِ
مُخْتَلِفٌ
اَلْوَانُهُ
كَذلِكَ
اِنَّمَا
يَخْشَى اللّهَ
مِنْ
عِبَادِهِ
الْعُلَمؤُا
اِنَّ اللّهَ
عَزيزٌ
غَفُورٌ
“İnsanlardan,
hayvanlardan ve davarlardan da yine böyle türlü renkte olanlar var. Kulları
içinden ancak âlimler, Allah'tan (gereğince) korkar. Şüphesiz Allah, daima
üstündür, çok bağışlayandır.”[39]
Kur'an-ı
Kerîm'de ilmin her çeşidi övülmüş, bilenlerle bilmeyenlerin bir olamayacağı
açıkça belirtilmiştir:
اَمَّنْ
هُوَ قَانِتٌ
انَاءَ
الَّيْلِ سَاجِدًا
وَقَائِمًا
يَحْذَرُ
الْاخِرَةَ
وَيَرْجُوا
رَحْمَةَ
رَبِّه قُلْ
هَلْ
يَسْتَوِى
الَّذينَ
يَعْلَمُونَ
وَالَّذينَ
لَايَعْلَمُونَ
اِنَّمَا يَتَذَكَّرُ
اُولُواالْاَلْبَابِ
“Yoksa
geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, ahiretten çekinen ve
Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkarcı gibi) midir? (Resûlüm!) De ki: Hiç
bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları
hakkıyla düşünür.”[40]
İslâm ilmin,
âlimin ve ilim yolcusunun değerini yükseltmiştir. Kur'an-ı Kerîm'de:
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
اِذَا قيلَ لَكُمْ
تَفَسَّحُوا
فِى
الْمَجَالِسِ
فَافْسَحُوا
يَفْسَحِ اللّهُ
لَكُمْ
وَاِذَا قيلَ
انْشُزُوا
فَانْشُزُوا
يَرْفَعِ
اللّهُ
الَّذينَ
امَنُوا مِنْكُمْ
وَالَّذينَ
اُوتُوا
الْعِلْمَ دَرَجَاتٍ
وَاللّهُ
بِمَا
تَعْمَلُونَ
خَبيرٌ
“Ey iman
edenler! Size "Meclislerde yer açın" denilince yer açın ki Allah da
size genişlik versin. Size "Kalkın" denilince de kalkın ki Allah
sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin. Allah
yaptıklarınızdan haberdardır”[41] buyurulur.
ـ وعن
أبي الدرداء
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
يَقُولَ: مَنْ
سَلَكَ
طَرِيقاً
يَطْلُبُ
بِهِ عِلْماً
سَلَكَ اللّهُ
بِهِ
طَرِيقاً
مِنْ طُرُقِ
الْجَنَّةِ.
وَإنَّ
المََئِكَةَ
لَتَضَعُ
أجْنِحَتَهَا
رِضىً
لِطَالِبِ
الْعِلْمِ،
وَإنَّ الْعَالِمَ
لَيَسْتَغْفِرُ
لَهُ مَنْ فِي
السَّمَواتِ وَمَنْ
في ا‘رْضِ
وَالْحِيتَانُ
فِي جَوْفِ المَاءِ،
وَإنَّ
فَضْلَ
الْعَالِمِ
عَلى الْعَابِدِ
كَفَضْلِ
الْقَمَرِ
لَيْلَةَ الْبَدْرِ
عَلى سَائِرِ
الْكَوَاكِبِ،
وَإنَّ
الْعُلَمَاءَ
وَرَثَةُ
ا‘نْبِيَاءِ،
وَإنَّ
ا‘نْبِيَاءَ
لَمْ
يُورِّثُوا
دِينَاراً
وََ دِرْهَماً
وَلكِنْ
وُرِّثُوا
الْعِلْمَ
فَمَنْ أخَذَهُ
أخَذَهُ
بِحَظِّ
وَافِرٍ.
- Ebu'd-Derda radıyallahu anh
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle dediğini işittim:
"Kim bir ilim öğrenmek için bir yola sülûk ederse Allah onu cennete giden
yollardan birine dahil etmiş demektir. Melekler, ilim talibinden memnun olarak
kanatlarını (üzerlerine) koyarlar. Semâvat ve yerde olanlar ve hatta denizdeki
balıklar âlim için istiğfar ederler. Âlimin âbid üzerindeki üstünlüğü dolunaylı
gecede kamerin diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Âlimler peygamberlerin
vârisleridir. Peygamberler, ne dinar ne dirhem miras bırakırlar, ama ilim miras
bırakırlar. Kim de ilim elde ederse, bol bir nasib elde etmiştir."[42]
ـ
وعن أنس
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ رَسُولِ
اللّهِ #: مَنْ
خَرَجَ فِي
طَلَبَ
العِلْم
فَهُوَ فِي
سَبِيلِ
اللّهِ حَتّى
يَرْجِعَ.
- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "İlim talebi için yola çıkan kimse dönünceye kadar Allah
yolundadır."[43]
ـ
عن أبي أمامة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]ذُكِرَ
لِرَسُولِ اللّهِ
# رَجَُنِ
عَابِدٌ
وَعَالِمٌ.
فقَالَ: فَضْلُ
الْعَالِمِ
عَلى
الْعَابِدِ
كَفَضْلِي
عَلى
أدْنَاكُمْ.
- Ebu Ümâme
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a biri
âbid diğeri âlim iki kişiden
bahsedilmişti."Âlimin âbide üstünlüğü, benim sizden en basitinize olan
üstünlüğüm gibidir" buyurdu."[44]
ـ
وفي رواية له:
ثُمَّ قَالَ:
إنَّ اللّهَ
تَعالى
وَمََئِكَتَهُ
وَأهْلَ
السَّمَواتِ
وَأهْلَ
ا‘رْضِ حَتّى
النَّمْلَةَ
فِى جُحْرِهَا
وَالْحِيتَانَ
فِي
الْبَحْرِ
يُصَلُّونَ
عَلى
مُعلِّمِ النَّاسِ
الخَيْرَ .
- Yine
Tirmizî'nin bir rivayetinde şöyle gelmiştir: "...Aleyhissalâtu vesselâm
sonra buyurdular ki: "Allah Teâlâ Hazretleri, melekleri, semâvat ehli,
deliğindeki karıncaya, denizindeki
balıklara varıncaya kadar arz ehli, halka hayrı öğretene mağfiret duasında
bulunur."[45]
ـ
وعن ابن عمرو
بن العاص
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهُما
قال: ]كَانَ
رسوُلُ
اللّهِ #
يَقُولُ: اللَّهُمَّ
إنِّى أعُوذُ
بِكَ مِنْ
قَلْبٍ َ يَخْشَعُ،
وَمِنْ
دُعَاءٍ َ
يُسْمَعُ،
وَمِنْ نَفْسٍ
َ تَشْبَعُ،
وَمِنْ
عِلْمٍ َ
يَنْفَعُ،
أعُوذُ بِكَ
مِنْ هؤَءِ
ا‘رْبَعِ.
-Abdullah
İbnu Amr İbni'l-As (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) şu duayı okurlardı: "Allah'ım, huşû duymaz bir
kalbten sana sığınırım, dinlenmeyen bir duadan sana sığınırım, doymak bilmeyen
bir nefisten, faydası olmayan bir ilimden, bu dört şeyden sana sığınırım."[46]
Görülüyor ki,
dünya ve ahiret saadetinin anahtarı ilimdir. İlim amellerin en faziletlisidir.
Yukarıdaki emir ve sözlerin ışığında İslâmiyet'le ilim birbirinden ayrılmaz iki
şeydir demek mümkündür.
Dünya,
ahiretin tarlası ve Allah'a giden yolun başlangıcıdır. Dünya düzenini ayakta
tutmak için bildirilen bir takım desturlar vardır. İşte bu dünyada insanların
ekonomik, sosyal, dinî ve dünyevî bütün durumlarını düzenleyici ve insanları
birleştirici kuvvet sadece ilim yoluyla kazanılır.
İlim,
nefisleri helâk edici ahlaksızlıklardan temizler; insanları aydınlatarak güzel
ahlâka kavuşturur ve ahiret yolunun aydınlanmasını öğretir. İlim, Allahü
Teâlâ'nın kemâl sıfatıdır. Peygamberlerin ve meleklerin şerefi ilimden
gelmektedir. Allah'ın huzuruna ilimle gidilir. İlim tek başına faziletin de
kendisidir.
Sonuç
olarak, Kur'an-ı Kerîm'in Alak suresi ve o surenin ilk beş ayeti, ilk nazil
olan ayetlerdendir. İlk inen ayetlerin ilki ve o ayetin ilk kelimesi “
¤a ¤Ó¡a OKU” demektir. Hz. Âişe (ra)
validemizden nakledilen bir rivayette, bu surenin ilk ayetlerinin indirilişi
hakkında, şu bilgiler verilmektedir:
ـ عن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ عَنها
قالت: ]أوَّلُ
مَا بُدِئَ
بِهِ رَسُولُ
اللّهِ # مِنَ
الْوَحْىِ
الرُّوْيَا
الصَّالِحَةُ
في
النَّوْمِ،
وَكَانَ َ
يَرَى
رُؤْيَا إَّ
جَاءَتْ
مِثْلَ فَلَقِ
الصُّبْحِ،
وَحُبِّبَ
إلَيْهِ
الْخََءُ
فَكَانَ
يَخْلُو
بِغَارِ
حِرَاءَ
فَيَتَحَنَّثُ
فيهِ ـ وَهُوَ
التَّعَبُّدُ
ـ اَللَّيَالِى
ذَوَاتِ
الْعَدَدِ
قَبْلَ أنْ
يَنْزِعَ إلى
أهْلِهِ،
وَيَتَزَوَّدُ
لذلِكَ ثُمَّ
يَرْجِعُ إلى
خَدِيجَةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنها.
فَيَتَزَوَّدُ
لِمِثْلِهَا،
حَتّى
جَاءَهُ الْحَقُّ
وَهُوَ في
غَارِ
حِرَاءَ.
فَجَاءَهُ
الْمَلَكُ
فَقالَ:
اِقْرأْ.
فقَالَ: مَا
أنَا بِقَارِئٍ.
قَالَ:
فَأخَذَنِي
فَغَطَّنِي
حَتّى بَلَغَ
مِنِّي
الْجَهْدُ،
ثُمَّ
أرْسَلَنِى فَقَالَ:
اِقْرأْ.
فَقُلْتُ:
لَسْتُ
بِقَارِئٍ.
فَغَطَّنِي
الثَّانِيَةَ
حَتّى بَلَغَ
مِنِّي
الْجَهْدُ.
ثُمَّ
أرْسَلَنِي
فقَالَ: إقْرَأْ.
فَقُلْتُ: مَا
أنَا
بِقَارِئٍ.
فَأخَذَنِي
فَغَطَّنِي
الثَّالِثَةَ
حَتّى بَلَغَ
مِنِّي
الْجَهْدُ.
ثُمَّ
أرْسَلَنِى
فقَالَ: اِقْرَأْ
بِاسْمِ
رَبِّكَ
الّذِي
خَلَقْ خَلَقَ
ا“نْسَانَ
مِنْ عَلَقٍ
اِقْرَأْ
وَرَبُّكَ
ا‘كْرَمُ
الّذِى
عَلَّمَ
بِالْقَلَمِ عَلّمَ
ا“نْسَانَ مَا
لَمْ
يَعْلَمْ.
فَرَجَعَ
بِهَا رَسُولُ
اللّه #
يَرْجُفُ
فُؤَادُهُ،
فَدَخَلَ
عَلى
خَدِيجَةَ،
فَقَالَ:
زَمِّلُونِِي
زَمِّلُونِي.
فَزَمَّلُوهُ
حَتَّى
ذَهَبَ عَنْهُ
الرَّوْعُ.
فقَالَ
لِخَدِيجَةَ،
وَأخْبَرَهَا
الْخَبَرَ
وقَالَ:
لَقَدْ خَشِيْتُ
عَلى نَفْسِي.
قَالَتْ لَهُ
خَدِيجَةُ: كََّ
فَوَاللّهِ
مَا
يُخْزِيكَ
اللّهُ
أبَداً،
إنَّكَ لَتَصِلُ
الرَّحِمَ،
وَتَصْدُقُ
الْحَدِيثَ،
وَتَحْمِلُ
الْكَلَّ،
وَتُكْسِبُ
الْمَعْدُومَ،
وَتَقْرِي
الضَّيْفَ،
وَتُعِينُ
عَلى
نَوَائِبِ
الْحَقِّ،
ثُمَّ اَنْطَلَقَتْ
بِهِ
خَدِيجَةُ
إلى وَرَقَةَ
بْنِ
نَوْفَلَ
بْنِ أسَدِ
ابْنِ
عَبْدِالْعُزّى
بْنُ
قُصَيٍّ، وَهُوَ
ابْنُ عَمَّ
خَدِيجَةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنها،
وَكَانَ
اِمْرَأَ
قَدْ
تَنَصَّرَ في الْجَاهِلِيّةِ،
وَكَانَ
يَكْتُبُ
الْعِبْرَانِيَّ
فَيَكْتُبُ
مِنَ
ا“نْجِيلِ بِالْعِبْرَانِيّةِ
مَا شَاءَ
اللّهُ أنْ
يَكْتُبَ،
وَكانَ شَيْخاً
كَبِيراً
قَدْ عَمَى.
فقَالَتْ
خَدِيجَةُ:
يَا ابْنَ
عَمِّ،
اسْمَعْ مِنْ
ابْنِ أخِيكَ
مَا يَقُولُ،
فقَالَ لَهُ
وَرَقَةُ: يَا
ابْنَ أخِى
مَاذَا
تَرَى؟
فَأخْبَرَهُ
رَسُولُ
اللّهِ #
خَبَرَ مَا
رَأى. فقَالَ
لَهُ
وَرَقَةُ:
هذَا
النَّامُوسُ
الّذِي
أُنْزِلَ عَلى
مُوسى يَا
لَيْتَنِي
فِيهَا
جَذَعاً، لَيْتَنِي
أكُونُ
حَيّاً إذْ
يُخْرِجُكَ
قَوْمُكَ.
فقَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: أوْ
مُخْرِجِيَّ
هُمْ قَالَ:
نَعَمْ لَمْ
يَأتِ رَجُلٌ
قَطُّ
بِمِثْلِ مَا
جِئْتَ بِهِ
إَّ عُودِيَ،
وَإنْ
يُدْرِكْنِي
يَوْمُكَ
أنْصُرْكَ نَصْراً
مُؤَزَّراً.
ثُمَّ لَمْ
يَنْشَبْ
وَرَقَةُ أنْ
تُوُفِّيَ
وَفَتَرَ
الْوَحْيُ
Ümmü'l-Mü'minîn Âişe
(ra)'dan: Şöyle demiştir: Resûlu'llâh (as)'in ilk vahiy başlangıcı uykuda
rüyâ-yı saliha (yâni sâdıka) görmekle olmuştur. Hiçbir rüyâ görmezdi ki sabah
aydınlığı gibi vâzıh ve âşikâr zuhûr etmesin. Ondan sonra kalbine yalnızlık
muhabbeti ilkâ olundu. Artık (Cebel-i) Hırâ'daki mağâra içinde halvet-güzîn
olup orada ehlinin nezdine gelinceye kadar adedi muayyen günlerde tahannüs -ki
teabbüd demektir.- Eder ve yine azıklanıp
giderdi. Sonra yine Hadîce nezdine avdet edip bir o kadar zaman için yine azık
tedârik ederdi. Nihâyet Resûlu'llâh (as)'e bir gün Ğâr-ı Hirâ'da bulunduğu
sırada (emr-i) Hak (yâni vahiy) geldi. Şöyle ki Ona Melek gelip ªaÓa yâni "Oku" dedi.
O da "Ben okumak bilmem." cevâbını verdi. Zât-ı Akdesi Risâlet-Penâhî
buyurur ki o zaman Melek beni alıp tâkatim kesilinceye kadar sıkıştırdı. Sonra
beni bırakıp yine ªaÓa dedi. Ben de ona
"Okumak bilmem." dedim. Yine beni alıp ikinci defa tâkatım kesilinceye
kadar sıkıştırdı. Sonra beni bırakıp yine ªaÓa dedi. Ben de "Okumak
bilmem." dedim. Nihâyet beni yine alıp üçüncü defa sıkıştırdı. Sonra beni
bırakıp;
اِقْرَاْ
بِاسْمِ
رَبِّكَ
الَّذى
خَلَقَ () خَلَقَ
الْاِنْسَانَ
مِنْ عَلَقٍ ()
اِقْرَاْ وَرَبُّكَ
الْاَكْرَمُ
() اَلَّذى
عَلَّمَ
بِالْقَلَمِ
dedi.
Bunun üzerine Resûlu'llâh (a.s) (kendisine vahyolunan) bu âyât-ı kerîmeyi
bi't-telâkkî (korkudan) yüreği titreyerek döndü ve Hadîce binti Huveylid'in
nezdine girerek "Beni sarıp örtünüz, beni sarıp örtünüz." dedi.
Korkusu zâil oluncaya kadar vücûd-i mübârekini sarıp örttüler. Ondan sonra
(Hazret-i Resûl (a.s) vukû-ı hâli Hatîce'ye naklederek "Kendimden
korktum." dedi. Hadîce (ra): "Öyle deme, Allâh'a kasem ederim ki
Allâhu (Zü'l-Celâl) hiç bir vakit seni utandırmaz (mahzûn etmez). Çünkü sen
akrabâna bakarsın, işini görmekten âciz olanların ağırlığını yüklenirsin,
fakîre verir, kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın, misâfiri ağırlarsın,
Hak yolunda zuhûr eden havâdis ve mühimmâtda (halka) yardım edersin." Bundan
sonra Hadîce (radiya'llâhu anhâ) Hz. Resûl-i Ekrem'i (a.s) birlikte alıp
ammizâdesi Veraka b. Nevfel b. Esed b. Abdü'l-Uzzâ'ya götürdü. Bu zât, zamân-ı
Câhiliyyette dîn-i Nasrâniyyete dâhil olmuş bir kimse olup İbrânîce yazı bilir
ve İncil'den meşiyyet-i İlâhiye taallûk ettiği mikdârda öteberi yazardı. Veraka
gözlerine amâ târî olmuş bir pîr-i fânî idi. Hadîce (ra) Veraka'ya:
"Amûcam-oğlu, dinle de bak, kardeşinin oğlu ne söylüyor." dedi.
Veraka: "Ne var kardeşimin oğlu?" diye sorunca Resûlullâh (a.s)
gördüğü şeyleri kendisine ihbâr etti. Bunun üzerine Veraka dedi ki "Bu
gördüğün, Allâhu Teâlâ'nın Mûsâ (a.s) ya tenzîl ettiği Nâmûs (-ı Ekber) dır.
(Yâni Sâhib-i Sırr-ı Vahiydir.) Âh keşke senin davet günlerinde genç olaydım.
Kavmin seni çıkaracakları zaman keşke ber-hayât olsam!". Bunun üzerine
Resûlullâh (a.s): "Onlar beni çıkaracaklar mı ki?" diye sordu. O da:
"Evet. (zîrâ) Senin gibi bir şey getirmiş (yâni vahiy tebliğ etmiş) bir
kimse yoktur ki düşmanlığa uğramasın. Şâyet senin davet günlerine yetişirsem
sana son derecede yardım ederim." cevâbını verdi. Ondan sonra çok geçmedi.
Veraka vefât etti. (Ve o esnâda) Fetret-i vahiy vukû' buldu (yâni bir müddet
için vahiy inkıtâa uğradı.)[47]
İman: "E-me-ne" kökünden türemiş bir
kavram olup çok yaygın bir kullanımı vardır. Bu kökten türeyen fiiller lügatte
şu manalarda geçmektedir, 'emin olmak, korkusuz ve asude olmak, güvenli ve
güvenilir olmak, itimat etmek, güven beslemek, tasdik etmek, boyun eğmek, temin
etmek, hayatı sigorta etmek, aracı sigortalatmak, himaye istemek, eman taleb
etmek'.
§Ò¤ì ¤å¡ß ¤á¢è ä ߨa ë
§Êì¢u ¤å¡ß ¤á¢è à Ȥ a ô¬© £Û a
“Kendilerini
açlıktan doyuran ve her çeşit korkudan emin kıldı”[48] ayetinde emanet veren, emin kılan, temin eden manasında kullanılmıştır
bu kök. Bu ve benzer lügat anlamlarıyla onlarca ayette bu kökten, iman
kelimesinin türediği kökten türeyen kalıplar kullanılmakta ve iman kavramını
her şeyiyle anlamamıza yardım etmektedir. İman, güvenmeyi, teslimiyeti, boyun
eğmeyi, itimat etmeyi, inanmayı içerir, kapsar. Kuran literatüründe, Allah-kul
ilişkisini tanımlayan, düzenleyen, açıklayan bir misyonu vardır.
رَبَّنَا
اِنَّنَا
سَمِعْنَا
مُنَادِيًا يُنَادى
لِلْايمَانِ
اَنْ امِنُوا
بِرَبِّكُمْ
فَامَنَّا
رَبَّنَا
فَاغْفِرْ
لَنَا
ذُنُوبَنَا
وَكَفِّرْ
عَنَّا
سَيِّاَتِنَا
وَتَوَفَّنَا
مَعَ
الْاَبْرَارِ
“Ey Rabbimiz!
Gerçek şu ki biz, "Rabbinize inanın!" diye imana çağıran bir
davetçiyi (Peygamberi, Kur'an'ı) işittik, hemen iman ettik. Artık bizim
günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, ruhumuzu iyilerle beraber al, ey
Rabbimiz!”[49]
لَااِكْرَاهَ
فِى الدّينِ
قَدْ
تَبَيَّنَ الرُّشْدُ
مِنَ
الْغَىِّ
فَمَنْ
يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ
وَيُؤْمِنْ
بِاللّهِ
فَقَدِ
اسْتَمْسَكَ
بِالْعُرْوَةِ
الْوُثْقى لَا
انْفِصَامَ
لَهَا
وَاللّهُ
سَميعٌ عَليمٌ
“Dinde zorlama
yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tâğutu
reddedip Allah'a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve
bilir.”[50]
Kuran,
Müslümanların Allah anlayışında hiçbir açık yer bırakmamış, imanlarının
niteliğini, neyi, neleri kapsadığını açıklamıştır:
6 æì¢ä¡Óì¢í
¤á¢ç¡ñ ¡¨üb¡2 ë 7 ١ܤj Ó ¤å¡ß 4¡¤ã¢a
¬b ß ë Ù¤î Û¡a 4¡¤ã¢a ¬b à¡2
æì¢ä¡ß¤ªì¢í åí© £Ûa ë
“Yine onlar,
sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de
kesinkes inanırlar.”[51]
Bu ayetlerde
imanın boyutları açıklanmakta, ancak her rüknünün hakkı verildiği takdirde
tastamam bir iman olacağı vurgulanmaktadır;
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
اَطيعُوا اللّهَ
وَاَطيعُوا
الرَّسُولَ
وَاُولِى الْاَمْرِ
مِنْكُمْ
فَاِنْ
تَنَازَعْتُمْ
فى شَىْءٍ
فَرُدُّوهُ
اِلَى اللّهِ
وَالرَّسُولِ
اِنْ كُنْتُمْ
تُؤْمِنُونَ
بِاللّهِ
وَالْيَوْمِ
الْاخِرِ
ذلِكَ خَيْرٌ
وَاَحْسَنُ
تَاْويلًا
“Ey iman
edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan ülülemre (idarecilere)
de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah'a ve ahirete
gerçekten inanıyorsanız onu Allah'a ve Resûle götürün (onların talimatına göre
halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.”[52]
Allah
Teala her zaman tek olduğunu, eşinin benzerinin olmadığını, tek yetki ve hakimiyetin
kendisinde olduğunu yüzlerce ayette vurgulamakta ve sahte tanrıların inkarını
imanın ilk şartı olarak saymaktadır.
;¢áî©y £Ûa ¢å¨à¤y £Ûa
ì¢ç ü¡a é¨Û¡a ¬ü 7¥¡ya ë ¥é¨Û¡a ¤á¢Ø¢è¨Û¡a ë
“İlâhınız bir
tek Allah'tır. O'ndan başka ilâh yoktur. O, rahmândır, rahîmdir.”[53]
æì¢j¡¤Ø m
b ß ¢á Ü¤È í ë ¤á¢× ¤è u ë
¤á¢× £¡ ¢á Ü¤È í 6¡¤ üa ó¡Ï ë
¡pa ì¨à £Ûa ó¡Ï ¢é¨£ÜÛa ì¢ç ë
“O, göklerde ve yerde tek
Allah'tır. Gizlinizi, açığınızı bilir. (Hayır ve şerden) ne kazanacağınızı da
bilir.”[54]
¥ y a a¦ì¢1¢× ¢é Û
¤å¢Ø í ¤á Û ë =¤ Ûì¢í ¤á Û ë
¤¡Ü í ¤á Û 7¢ à £Ûa ¢é¨£ÜÛ a
7¥ y a ¢é¨£ÜÛa ì¢ç ¤3¢Ó
"De ki: O, Allah birdir. Allah sameddir. O,
doğurmamış ve doğmamıştır. Onun hiçbir dengi yoktur:"[55]
Her hususta
O'na teslim olduktan sonra peygamberini de tanımalı, ona iman etmeli ve onu
hakem saymalıdır.
فَلَا
وَرَبِّكَ
لَايُؤْمِنُونَ
حَتّى يُحَكِّمُوكَ
فيمَاشَجَرَ
بَيْنَهُمْ
ثُمَّ
لَايَجِدُوا
فى
اَنْفُسِهِمْ
حَرَجًا مِمَّا
قَضَيْتَ
وَيُسَلِّمُوا
تَسْليمًا
“Hayır,
Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp
sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam
manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.”[56]
يَا
اَيُّهَا
النَّاسُ
قَدْ
جَاءَكُمُ
الرَّسُولُ
بِالْحَقِّ
مِنْ
رَبِّكُمْ
فَامِنُوا
خَيْرًا
لَكُمْ
وَاِنْ
تَكْفُرُوا
فَاِنَّ
لِلّهِ مَا
فِىالسَّموَاتِ
وَالْاَرْضِ
وَكَانَ
اللّهُ
عَليمًا
حَكيمًا
“Ey insanlar!
Resûl size Rabbinizden gerçeği getirdi (bunda şüphe yoktur), şu halde kendi
iyiliğinize olarak (ona) iman edin. Eğer inkâr ederseniz, göklerde ve yerde ne
varsa şüphesiz hepsi Allah'ındır. (O'nun sizin inanmanıza ihtiyacı yoktur).
Allah geniş ilim ve hikmet sahibidir.”[57]
İman en temel direklerinden birisi de ahiret
inancıdır. Ahiret inancı sağlıklı ve Kuran'ın istediği gibi olmayan bir insanın
mümin olması, iman etmiş olması mümkün değildir. Çünkü Kuran bir çok
müeyyidesini, adalet anlayışını, hesabı ahiret inancı üzerine inşa etmiştir.
يُؤْمِنُونَ
بِاللّهِ
وَالْيَوْمِ
الْاخِرِ
وَيَاْمُرُونَ
بِالْمَعْرُوفِ
وَيَنْهَوْنَ
عَنِ
الْمُنْكَرِ
وَيُسَارِعُونَ
فِى
الْخَيْرَاتِ
وَاُولئِكَ
مِنَ
الصَّالِحينَ
“Onlar,
Allah'a ve ahiret gününe inanırlar; iyiliği emreder, kötülükten men ederler;
hayırlı işlere koşuşurlar. İşte bunlar iyi insanlardandır.”[58]
وَمَا
الْحَيوةُ
الدُّنْيَا
اِلَّا لَعِبٌ
وَلَهْوٌ
وَلَلدَّارُ
الْاخِرَةُ
خَيْرٌ
لِلَّذينَ
يَتَّقُونَ
اَفَلَا
تَعْقِلُونَ
“Dünya hayatı
bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Müttakî olanlar için ahiret
yurdu muhakkak ki daha hayırlıdır. Hâla akıl erdiremiyor musunuz?”[59]
Kamil bir
iman, Allah Teala ile beraber, son peygamberine, öncekilere, meleklere ve
ahiret gününe iman etmekle, onlara boyun eğmekle, onlara güvenmekle hasıl
olacaktır.
Kur’an'da
iman kelimesinin geçtiği her yerde amel kelimesinin geçtiğini görmekteyiz.
Hiçbir zaman imanın amelden ayrı bahsedilmemesi iman-amel ilişkisi noktasında
tartışmalara yol açmıştır.
¥áí© × ¥Ö¤¡ ë
¥ñ ¡1¤Ì ß ¤á¢è Û ¡pb z¡Ûb £Ûa
aì¢Ü¡à Ç ë aì¢ä ߨa åí© £Ûb Ï
“İman edip
sâlih ameller işleyen kimseler için mağfiret ve bol rızık vardır.”[60]
وَمَا
اَمْوَالُكُمْ
وَلَا
اَوْلَادُكُمْ
بِالَّتى تُقَرِّبُكُمْ
عِنْدَنَا
زُلْفى
اِلَّا مَنْ
امَنَ
وَعَمِلَ
صَالِحًا
فَاُولئِكَ
لَهُمْ
جَزَاءُ
الضِّعْفِ
بِمَا
عَمِلُوا وَهُمْ
فِى
الْغُرُفَاتِ
امِنُونَ
“Sizi
huzurumuza yaklaştıracak olan ne mallarınızdır ne de evlâtlarınız. İman edip
iyi amelde bulunanlar müstesna; onlara yaptıklarının kat kat fazlası mükâfat
vardır. Onlar (cennet) odalarında güven içindedirler.”[61]
Bu bağlamda, imanın niteliği konusunda İslam
alimleri tartışmışlardır. İmanın nasıl gerçekleşeceği, nasıl devam edeceği
konusunda ihtilaflar çıkmıştır. Amel olmadan iman olur mu, iman dil ile
söylemek midir, yoksa amellerle gösterilmesi mi gerekir tarzında onlarca soru
bu tartışmaların temel soruları olmuştur. Bu sorulara herkesi ikna edecek bir
cevap vermek elbette mümkün olmayacaktır, zaten mesele iman olunca bu
kendiliğinden olmaktadır. Çünkü, imanın ana merkezi kalp olup, kalp de adı
üzerinde, sabit olmayan, dönüşen, değişen manalarına gelir.
æì¢ä n¤1¢í ü ¤á¢ç ë
b £ä ߨa a¬ì¢Ûì¢Ô í ¤æ a a¬ì¢× ¤n¢í ¤æ a
¢b £äÛa k¡ y a
“İnsanlar,
imtihandan geçirilmeden, sadece "İman ettik" demeleriyle
bırakılıvereceklerini mi sandılar?”[62] ayeti gereği iman ettim
demekle, mümin oldum demekle bu işin gerçekleşmediği ortadadır. Allah Teala,
değişik vesilelerle, değişik fırsatlarda ve şekillerde insanı imtihan edecek,
imanını ölçecek, emanetinin derecesine bakacaktır;
;¥áî©Ä Ç ¥¤u a
¬¢ê ¤ä¡Ç 騣ÜÛa £æ a ë =¥ò ä¤n¡Ï
¤á¢×¢
ü¤ë a ë ¤á¢Ø¢Ûa ì¤ß a ¬b à £ã a
a¬ì¢à ܤÇa ë
“Biliniz ki,
mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan sebebidir ve büyük mükâfat Allah'ın
katındadır.”[63]
æì¢È u¤¢m
b ä¤î Û¡a ë 6¦ò ä¤n¡Ï ¡¤î ¤Ûa ë
¡£ £'Ûb¡2 ¤á¢×ì¢Ü¤j ã ë 6¡p¤ì à¤Ûa
¢ò Ô¡ö¬a §¤1 ã ¢£3¢×
“Her canlı,
ölümü tadar. Bir deneme olarak sizi hayırla da, şerle de imtihan ederiz. Ve siz,
ancak bize döndürüleceksiniz.”[64]
Ayetlerden
anlaşıldığı gibi, imanın bir sözden ibaret olmadığı, insana yükümlülükler
getirdiği, daha doğrusu zaten var olan yükümlülükleri hatırlama eylemi olduğu
açıktır. Varlığı ile yokluğu arasında muhakkak ve keskin bir farkın olması
gerektiği, geldiği yeri, girdiği kalbi değiştireceği, dönüştüreceği, kalpten
beyne ve bütün diğer organlara hükmedeceği, hükmetmesi gerektiği açıktır.
Bunlara gücü yetmeyen, girdiği yeri dönüştürmeyen, eğitmeyen ve Rabb'e
yakınlaştırmayan iman kemale ermemiş, tamamlanmamış bir imandır.
Bunlar ve
bunlar gibi nice ayette iman edenlerden, müminlerden bahsederken Allah Teala,
imanları gereği yaptıkları amellerden, imanın meyvelerinden, beraberinde
getirmesi gerekenlerden bahsetmektedir. Bunları gerektirmeyen iman zaaflıdır,
eksiktir. İman korunması gereken, hassasiyet isteyen ve desteklenmesi gereken
bir nimettir. Bu da amellerle, salih amellerle yapılabilir.
وَاِذَا
مَااُنْزِلَتْ
سُورَةٌ
فَمِنْهُمْ
مَنْ يَقُولُ
اَيُّكُمْ
زَادَتْهُ
هذِه ايمَانًا
فَاَمَّا
الَّذينَ
امَنُوا
فَزَادَتْهُمْ
ايمَانًا
وَهُمْ
يَسْتَبْشِرُونَ
“Herhangi bir
sûre indirildiği zaman onlardan bir kısmı der ki: "Bu sizin hanginizin
imanını artırdı?" İman edenlere gelince (bu sûre) onların imanlarını
artırır ve onlar sevinirler.”[65]
Mümin
kendisine yüklenen emaneti yerine getiren emin kişidir.
اِنَّا
عَرَضْنَا
الْاَمَانَةَ
عَلَى السَّموَاتِ
وَالْاَرْضِ
وَالْجِبَالِ
فَاَبَيْنَ
اَنْ
يَحْمِلْنَهَا
وَاَشْفَقْنَ
مِنْهَا
وَحَمَلَهَا
الْاِنْسَانُ
اِنَّهُ
كَانَ
ظَلُومًا
جَهُولًا
“Biz emaneti,
göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler,
(sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok
cahildir.”[66]
Bu emaneti yüklendiğinin farkında olan insandır mümin, bunun gereğini yerine getiren insandır mümin.
İslam: "Se-le-me" kökünden gelen İslam
kavramı, benzer kalıplarıyla beraber, "kurtulmuş olmak, selamette
olmak, arıza ve manialardan uzak bulunma, harbi terletme, sulh, teslim olma,
kurtarmak" manalarındadır.
æì¢à¡Ûb
¤á¢ç ë ¡
ì¢v¢£Ûa ó Û¡a æ¤ì Ǥ¢í aì¢ãb ×
¤ Ó ë 6¥ò £Û¡ ¤á¢è¢Ô ç¤ m
¤á¢ç¢b ¤2 a ¦ò È¡(b
“Gözleri
horluktan aşağı düşmüş bir halde kendilerini zillet bürür. Halbuki onlar,
sapasağlam iken de secdeye davet ediliyorlardı (fakat yine secde etmiyorlardı.)”[67]
¢áî©Ü ȤÛa ¢Éî©à £Ûa ì¢ç
¢é £ã¡a 6¡é¨£ÜÛa ó Ü Ç ¤3 £× ì m ë
b è Û ¤| ä¤ub Ï ¡á¤Ü £Ü¡Û aì¢z ä u
¤æ¡a ë
"Eğer
onlar sulhe yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a tevekkül et, çünkü O
işitendir, bilendir."[68]
ضَرَبَ
اللّهُ
مَثَلًا
رَجُلًا فيهِ
شُرَكَاءُ
مُتَشَاكِسُونَ
وَرَجُلًا
سَلَمًا
لِرَجُلٍ
هَلْ
يَسْتَوِيَانِ
مَثَلًا
اَلْحَمْدُ
لِلّهِ بَلْ
اَكْثَرُهُمْ
لَايَعْلَمُونَ
“Allah,
çekişip duran birçok ortakların sahip olduğu bir adam (köle) ile yalnız bir
kişiye bağlı olan bir adamı misal olarak verir. Bu ikisi eşit midir? Hamd
Allah'a mahsustur. Fakat onların çoğu bilmezler.”[69]
æì¢à¡Ü¤ n¤¢ß â¤ì î¤Ûa
¢á¢ç ¤3 2
"Evet,
onlar o gün zilletle boyun eğeceklerdir (müsteslim.)"[70]
Bu ayetlerde sözlük anlamıyla kullanılan bu
kökten türenme kelimeler İslam'ın manasını bize açmaktadır. İslam Allah'ın bize
has kıldığı dinin ismidir.
اِنَّ
الدّينَ
عِنْدَ
اللّهِ
الْاِسْلَامُ
وَمَا
اخْتَلَفَ
الَّذينَ
اُوتُوا
الْكِتَابَ
اِلَّا مِنْ
بَعْدِ مَا
جَاءَهُمُ الْعِلْمُ
بَغْيًا
بَيْنَهُمْ
وَمَنْ يَكْفُرْ
بِايَاتِ
اللّهِ
فَاِنَّ
اللّهَ
سَريعُ
الْحِسَابِ
“Allah
nezdinde hak din İslâm'dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten
sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah'ın
âyetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah'ın hesabı çok çabuktur.”[71]
åí©¡b ¤Ûa å¡ß
¡ñ ¡¨üa ó¡Ï ì¢ç ë 7¢é¤ä¡ß 3 j¤Ô¢í
¤å Ü Ï b¦äí©
¡â5¤¡üa ¤î Ë ¡Í n¤j í
¤å ß ë
“Kim,
İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla
kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır.”[72]
Din olarak İslam'ı kabul
edenler Müslüman olarak adlandırılırlar, teslim olanlar olarak.
فَاِنْ
حَاجُّوكَ
فَقُلْ
اَسْلَمْتُ
وَجْهِىَ
لِلّهِ
وَمَنِ
اتَّبَعَنِ
وَقُلْ لِلَّذينَ
اُوتُوا
الْكِتَابَ
وَالْاُمِّيّنَ
ءَاَسْلَمْتُمْ
فَاِنْ
اَسْلَمُوا
فَقَدِ
اهْتَدَوْا
وَاِنْ
تَوَلَّوْا فَاِنَّمَا
عَلَيْكَ
الْبَلَاغُ
وَاللّهُ بَصيرٌ
بِالْعِبَادِ
“Eğer seninle
tartışmaya girerlerse de ki: "Bana uyanlarla birlikte ben kendimi Allah'a
teslim ettim." Ehl-i kitaba ve ümmîlere de: "Siz de Allah'a teslim oldunuz
mu?" de. Eğer teslim oldularsa doğru yolu buldular demektir. Yok eğer yüz
çevirdilerse sana düşen, yalnızca duyurmaktır. Allah kullarını çok iyi
görmektedir.”[73]
åî©à¡Ü¤¢ß ¤á¢n¤ä¢× ¤æ¡a a¬ì¢Ü £× ì m
¡é¤î Ü È Ï ¡é¨£ÜÛb¡2 ¤á¢n¤ä ߨa ¤á¢n¤ä¢× ¤æ¡a ¡â¤ì Ó
b í ó¨ì¢ß 4b Ó ë
“Musa dedi ki:
Ey kavmim! Eğer Allah'a inandıysanız ve O'na teslim olduysanız sadece O'na
güvenip dayanın.”[74]
İnsana düşman olan şeytan, insanı felaketlere
ve karanlığa çağırır, oysa Allah Selam'dır, her şeyi selamete erdirmek ister,
kendine teslim olanlara güven verir, selamet verir. Allah'ın elçileri insanları
selamete erdirmek, Allah'ın Selam ismine herkesi mazhar etmek, herkesi
kurtarmak için Allah'a teslim olmaya çağırırlar.
§áî©Ô n¤¢ß §Âa ¡ ó¨Û¡a
¢õ¬b ' í ¤å ß ô©¤è í ë 6¡â5 £Ûa
¡a
ó¨Û¡a a¬ì¢Ç¤ í ¢é¨£ÜÛa ë
“Allah
kullarını esenlik yurduna çağırıyor ve O, dilediğini doğru yola iletir.”[75]
=¥åî©j¢ß
¥£ë¢ Ç ¤á¢Ø Û ¢é £ã¡a 7 æb À¤î, £'Ûa
a뢢j¤È m ü ¤æ a â
¨a ¬ó©ä 2 b í
¤á¢Ø¤î Û¡a ¤ è¤Ç a ¤á Û a
“Ey Adem
oğulları! Size şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır"
demedim mi?[76]
Allah Teala, bizlerden Müslümanlar olarak
ölmemizi istemekte huzuruna Müslümanlar olarak, kendisine teslim olanlar olarak
gelmemizi istemektedir:
وَوَصّى
بِهَا
اِبْرهيمُ
بَنيهِ وَيَعْقُوبُ
يَا بَنِىَّ
اِنَّ اللّهَ
اصْطَفى
لَكُمُ
الدّينَ
فَلَا
تَمُوتُنَّ
اِلَّا
وَاَنْتُمْ
مُسْلِمُونَ
“Bunu İbrahim
de kendi oğullarına vasiyet etti, Yakup da: Oğullarım! Allah sizin için bu dini
(İslâm'ı) seçti. O halde sadece Müslümanlar olarak ölünüz (dedi.)”[77]
İslam, kainattaki tüm varlıkların tabi
oldukları ve insanın da iradesiyle tabi olmasının istendiği hayat tarzıdır:
¡4b ¨üa ë
¡£ë¢¢Ì¤Ûb¡2 ¤á¢è¢Û5¡Ã ë b¦ç¤ × ë b¦Ç¤ì
¡¤ üa ë ¡pa ì¨à £Ûaó¡Ï ¤å ß ¢¢v¤ í
¡é¨£Ü¡Û ë
“Göklerde ve
yerde bulunanlar da onların gölgeleri de sabah akşam ister istemez sadece
Allah'a secde ederler.”[78]
اَفَغَيْرَ
دينِ اللّهِ
يَبْغُونَ
وَلَهُ اَسْلَمَ
مَنْ فِى
السَّموَاتِ
وَالْاَرْضِ
طَوْعًا
وَكَرْهًا
وَاِلَيْهِ
يُرْجَعُونَ
“Göklerde ve
yerdekiler, ister istemez O'na teslim olduğu halde onlar (ehl-i kitap),
Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Halbuki O'na döndürüleceklerdir.”[79]
Mümin ve
Müslüman arasındaki bir farkın olduğu şu ayetle vurgulanmaktadır;
قَالَتِ
الْاَعْرَابُ
امَنَّا قُلْ
لَمْ تُؤْمِنُوا
وَلكِنْ
قُولُوا
اَسْلَمْنَا
وَلَمَّا
يَدْخُلِ
الْايمَانُ
فى
قُلُوبِكُمْ
وَاِنْ تُطيعُوا
اللّهَ
وَرَسُولَهُ
لَا
يَلِتْكُمْ مِنْ
اَعْمَالِكُمْ
شَيًْا اِنَّ
اللّهَ غَفُورٌ
رَحيمٌ
“Bedevîler
"İnandık" dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama "Boyun
eğdik" deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah'a ve elçisine
itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok
bağışlayan, çok esirgeyendir.”[80]
Bu ayetten anlaşıldığı kadarıyla hakkıyla
mümin olabilmek için öncelikle hakkıyla teslim olmak gerekiyor. O halde
diyebiliriz ki, İslam din olarak, mümin olma kural ve yollarının bir bütünüdür
ve tam anlamıyla İslam'ı gerçekleştiren kişi hakkıyla iman etmiş kişidir.
İman, İslam ve
tevhid
temeli üzerine kurulmuştur. İnsan hayatı namına, ve dolayısıyla dünyaya dair,
kainata dair her şeyin temelinde yatan tevhid'dir, birliktir. Allah Teala da
Kuranında en çok ve çok sık bir şekilde tekliğini, birliğini, yalnız olduğunu
ve hatta kainatın bunun delili olduğunu vurgulamıştır:
;¢áî©y £Ûa ¢å¨à¤y £Ûa
ì¢ç ü¡a é¨Û¡a ¬ü 7¥¡ya ë ¥é¨Û¡a ¤á¢Ø¢è¨Û¡a ë
“İlâhınız bir
tek Allah'tır. O'ndan başka ilâh yoktur. O, rahmândır, rahîmdir.”[81]
æì¢à¡Ü¤¢ß ¤á¢n¤ã a
¤3 è Ï 7¥¡ya ë ¥é¨Û¡a ¤á¢Ø¢è¨Û¡a ¬b à £ã a
£ó Û¡a ó¬¨yì¢í b à £ã¡a ¤3¢Ó
“De ki: Bana
sadece, sizin ilâhınızın ancak bir tek Allah olduğu vahyedildi. Hâla Müslüman
olmayacak mısınız?”[82]
قُلِ اللّهُ
اَعْلَمُ
بِمَالَبِثُوا
لَهُ غَيْبُ
السَّموَاتِ
وَالْاَرْضِ
اَبْصِرْ بِه
وَاَسْمِعْ
مَالَهُمْ
مِنْ دُونِه
مِنْ وَلِىٍّ
وَلَا
يُشْرِكُ فى
حُكْمِه
اَحَدًا
“De ki: Ne
kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gizli bilgisi O'na
aittir. O'nun görmesi de, işitmesi de şâyanı hayrettir. Onların (göklerde ve
yerde olanların), O'ndan başka bir yöneticisi yoktur. O, kendi hükümranlığına
kimseyi ortak etmez.”[83]
وَرَبُّكَ
يَخْلُقُ
مَايَشَاءُ
وَيَخْتَارُ
مَاكَانَ
لَهُمُ
الْخِيَرَةُ
سُبْحَانَ
اللّهِ
وَتَعَالى
عَمَّا
يُشْرِكُونَ
“Rabbin,
dilediğini yaratır ve seçer. Onların seçim hakkı yoktur. Allah, onların ortak
koştuklarından münezzehtir ve şânı yücedir.”[84]
Allah Teala,
kendisine şirk koşulmasını, birliğinin ikrar edilmemesini en büyük
zulüm, affedilemez hata olarak değerlendirmekte, ve şiddetle bundan
sakındırmaktadır.
¥áî©Ä Ç
¥á¤Ü¢Ä Û Ú¤¡£'Ûa £æ¡a ¡6騣ÜÛb¡2 ¤Ú¡¤'¢mü
£ó ä¢2 b í ¢é¢Ä¡È í ì¢ç ë ©é¡ä¤2ü ¢å¨à¤Ô¢Û
4b Ó ¤¡a ë
“Lokman,
oğluna öğüt vererek: Yavrucuğum! Allah'a ortak koşma! Doğrusu şirk, büyük bir
zulümdür, demişti.”[85]
åî©×¡¤'¢ß ©é¡2 b £ä¢×
b à¡2 b 㤠1 × ë ¢ê ¤y ë
¡é¨£ÜÛb¡2 b £ä ߨa a¬ì¢Ûb Ó b ä ¤b 2
a¤ë a b £à Ü Ï
“Artık o çetin
azabımızı gördükleri zaman: Allah'a inandık ve O'na ortak koştuğumuz şeyleri
inkâr ettik, derler.”[86]
ذلِكَ هُدَى
اللّهِ
يَهْدى بِه
مَنْ يَشَاءُ
مِنْ
عِبَادِه
وَلَوْ
اَشْرَكُوا
لَحَبِطَ
عَنْهُمْ مَا
كَانُوا
يَعْمَلُونَ
“İşte bu,
Allah'ın hidayetidir, kullarından dilediğini ona iletir. Eğer onlar da Allah'a
ortak koşsalardı yapmakta oldukları amelleri elbette boşa giderdi.”[87]
Allah'ın
birliğini kabul etmedikten sonra, O'na ortaklar koştuktan sonra, hükmü, dini
O'na hasretmedikten sonra yapılacak hiçbir şeyin fayda etmediği açıktır.
Kuran'ın kendisi de bu birliğin delilidir:
a¦î©r ×
b¦Ï5¡n¤a ¡éî©Ï aë¢ u ì Û ¡é¨£ÜÛa ¡¤î Ë
¡¤ä¡Ç ¤å¡ß æb × ¤ì Û ë 6 æ¨a¤¢Ô¤Ûa
æë¢ £2 n í 5 Ï a
“Hâla Kur'an
üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından
gelmiş olsaydı onda birçok tutarsızlık bulurlardı.”[88]
Bir Müslüman, bir mümin kişi bu birliği tüm kainata hasretmeli, hepsinin arkasındaki Mutlak Varlığı hissetmelidir. Kendisini de bu birliğin bir parçası olarak hissedebilmeli, ayrılığın, farklılığın arkasındaki birliğin farkına varmalıdır. İman BİR'lik üzerinedir, İslam BİR'lik üzerinedir, kainat BİR'lik üzerinedir, hayat BİR'lik üzerinedir. Her şey TEVHİD'dir.
Din: Birçok şeyden vazgeçen,
vazgeçebilen insanoğlu hak veya batıl doğru veya yanlış olan din
olgusundan vazgeçememiştir. Tabi ki, bunun nedeni, söz konusu yönelişin fıtri
bir yöneliş olması veya din olgusuna karşı duyulan fitri bir ihtiyaçtır.
Din kelimesi lügat manası
itibariyle yol,şeriat, millet, hesap,ceza,adet,hal ve siyaset gibi anlamlara
gelir. Pratikteki anlamı ise bir dünya görüşü, bir yaşam tarzını belirleyen
görüşler, emirler, nehyler (sakındırma) manzumesidir. Dolayısıyla "Her
din bir hayat şeklidir ve her hayat şekli bir dindir" görüşü, genel itibariyle doğru bir görüştür.
Yaşadığımız toplumda İslam
gerçeğinin çok yanlış anlaşılması, bütün bir kainatı dikkate alan İslam dinine
sadece insan ile Allah arasındaki bazı münasebetlere açıklık getiren çok kısır
tanımlar getirilmesidir. İslam gerçeği şayet namaz hac oruç gibi bazı
ibadetlerden ibaret olsaydı, Kur'an-ı Kerim deki:
b6¦äí©
â5¤¡üa ¢á¢Ø Û ¢oî© ë ó©n à¤È¡ã
¤á¢Ø¤î Ü Ç ¢o¤à à¤m a ë ¤á¢Ø äí©
¤á¢Ø Û ¢o¤Ü à¤× a â¤ì î¤Û a
"...Bugün
dininiz i kemale erdirdim, üzerinize olan nimetimi tamamladım ve size din
olarak İslam'ı seçip beğendim...”[89] buyruğu, namaz hac ve oruç hükümlerinin arkasından
hemen indirilir ve Kur'an-ı Kerim beş, on sayfalık bir kitap olurdu. İslam'ın
bütün bir yaşantıya intizam veren siyasi, ekonomik, iktisadi, sosyal ve diğer
konulardaki hükümleri inzal olduktan sonra indirilmiştir.
İnsanın Allah ile münasebetlerinden, kendi nefsi ve
şeytan ile, kainat ve dünya ile , aile ve akrabası ile,
insan ve toplum ile, islami ve gayri İslami devlet ile, yöneticiler ve
liderler ile, kanun ve hükümler ile adet ve ananeler ile
münasebetlerine kadar, bütün bu konulara ferdi ve toplumsal düzlemde açıklık
getirmektedir.
وَيَوْمَ
نَبْعَثُ فى
كُلِّ
اُمَّةٍ
شَهيدًا
عَلَيْهِمْ
مِنْ
اَنْفُسِهِمْ
وَجِئْنَا
بِكَ شَهيدًا
عَلى
هؤُلَاءِ
وَنَزَّلْنَا
عَلَيْكَ
الْكِتَابَ
تِبْيَانًا
لِكُلِّ
شَىْءٍ
وَهُدًى
وَرَحْمَةً وَبُشْرى
لِلْمُسْلِمينَ
“O gün her
ümmetin içinden kendilerine birer şahit göndereceğiz. Seni de hepsinin üzerine
şahit olarak getireceğiz. Ayrıca bu Kitab'ı da sana, her şey için bir açıklama,
bir hidayet ve rahmet kaynağı ve Müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.”[90]
Ayeti kerime' de geçen "Her şey" ifadesi,
özellikle inanan insanların ahenkli bir nizam içinde yaşamaları için gereken
her şeyi kapsamaktadır.
اَفَغَيْرَ
دينِ اللّهِ
يَبْغُونَ
وَلَهُ
اَسْلَمَ
مَنْ فِى
السَّموَاتِ
وَالْاَرْضِ
طَوْعًا وَكَرْهًا
وَاِلَيْهِ
يُرْجَعُونَ
“Göklerde ve
yerdekiler, ister istemez O'na teslim olduğu halde onlar (ehl-i kitap),
Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Halbuki O'na döndürüleceklerdir.”[91]
فَاَقِمْ
وَجْهَكَ
لِلدّينِ
حَنيفًا فِطْرَةَ
اللّهِ
الَّتى
فَطَرَ
النَّاسَ
عَلَيْهَا
لَاتَبْديلَ
لِخَلْقِ
اللّهِ ذلِكَ
الدّينُ
الْقَيِّمُ
وَلكِنَّ
اَكْثَرَ النَّاسِ
لَايَعْلَمُونَ
“(Resûlüm!)
Sen yüzünü hanîf olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise
ona çevir. Allah'ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat
insanların çoğu bilmezler.”[92]
İster bir kanuna, isterse de bir düzene olsun, eğer
kişi bunlara ilahi otoriteye dayalı olduklarından dolayı uymakta ise; hiç
şüphesiz Allah'ın dini üzerindedir. Şayet bu otorite meliklerden birinin
otoritesi ise, kişi, melikin dini üzerindedir. Eğer bu otorite şeyhler ve
ruhban sınıfın otoritesi ise, kişi onların dini üzerinde demektir. Yine aynı
şekilde bu otorite, ailenin yahut aşiretin ve yahut toplumun çoğunluğunun
otoritesi ise , kişi şüphesiz bunların dini üzerindedir. Sözün özü; eğer bir
kimse herhangi bir şahsı en üstün dayanak, hükmünü de nihai hüküm kabul eder ve
onun çizdiği yola ayniyle tabi olarak istekleri doğrultusunda hareket ederse
şüphesiz ki bunu yapan kişi onun dinine, yoluna girmiş demektir.
فَبَدَاَ
بِاَوْعِيَتِهِمْ
قَبْلَ وِعَاءِ
اَخيهِ ثُمَّ
اسْتَخْرَجَهَا
مِنْ وِعَاءِ
اَخيهِ
كَذلِكَ
كِدْنَا
لِيُوسُفَ
مَاكَانَ
لِيَاْخُذَ
اَخَاهُ فى
دينِ الْمَلِكِ
اِلَّا اَنْ
يَشَاءَ
اللّهُ
نَرْفَعُ دَرَجَاتٍ
مَنْ نَشَاءُ
وَفَوْقَ
كُلِّ ذى عِلْمٍ
عَليمٌ
“Bunun üzerine
Yusuf, kardeşinin yükünden önce onların yüklerini (aramaya) başladı. Sonra da
onu, kardeşinin yükünden çıkarttı. İşte biz Yusufa böyle bir tedbir öğrettik,
yoksa kralın kanununa göre kardeşini tutamayacaktı. Ancak Allah'ın dilemesi
hariç. Biz kimi dilersek onu derecelerle yükseltiriz. Zira her ilim sahibinin
üstünde daha iyi bilen birisi vardır.”[93]
وَكَذلِكَ
زَيَّنَ
لِكَثيرٍ
مِنَ الْمُشْرِكينَ
قَتْلَ
اَوْلَادِهِمْ
شُرَكَاؤُهُمْ
لِيُرْدُوهُمْ
وَلِيَلْبِسُوا
عَلَيْهِمْ
دينَهُمْ
وَلَوْ شَاءَ
اللّهُ مَا
فَعَلُوهُ فَذَرْهُمْ
وَمَا
يَفْتَرُونَ
“Bunun gibi
ortakları, müşriklerden çoğuna çocuklarını (kızlarını) öldürmeyi hoş gösterdi
ki, hem kendilerini mahvetsinler hem de dinlerini karıştırıp bozsunlar! Allah
dileseydi bunu yapamazlardı. Öyle ise onları uydurdukları ile baş başa bırak!”[94]
Tağut: “Ta-ğa-ye”, kökünden mübalağa kipiyle bir cins isimdir. ‘Sınırı aşmak, isyanda ve
karşı çıkışta fazla ileri gitmek, hadde tecavüz etmek’ manalarına gelir,
mastarı ‘tuğyan’dır. Suyun yatağını aşıp taşması manasında Kuran’da Nuh
tufanının anlatıldığı kıssada bu kelime şöyle kullanılır;
=¡ò í¡b v¤Ûa ó¡Ï
¤á¢×b ä¤Ü à y ¢õ¬b à¤Ûa b Ì
b £à Û b £ã¡a
“Şüphesiz, su
bastığı vakit sizi gemide biz taşıdık;”[95] yine aynı surede, sanılandan, beklenilenden
çok daha korkunç olan soğuk fırtınayla beraber gelen zelzele için de ‘tağiye’ kelimesi kullanılmıştır;
¡ò î¡Ëb £ÀÛb¡2 aì¢Ø¡Ü¤ç¢b Ï
¢
ì¢à q b £ß b Ï
“Semûd'a
gelince: Onlar pek zorlu (bir sarsıntı) ile helâk edildiler.”[96]
Ayrıca
¡æa î©à¤Ûa ó¡Ï a¤ì ̤À m
ü a
“Sakın dengeyi
bozmayın”[97] ayetinde de aynı kökten
türeme fiil kullanılmıştır. Peygamberle alakalı olarak
ô¨¤j¢Ø¤Ûa ¡é¡£2 ¡pb í¨a
¤å¡ß ô¨a ¤ Ô Û ó¨Ì b ß ë
¢ j¤Ûa Îa b ß
“Gözü kaymadı
ve şaşmadı, and olsun, o Rabb’in en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü”[98] ayetinde aynı kökten
‘şaşmak, çevrilmek’ manalarında kullanılmıştır. Kavramın bu manalarıyla o
toplumun insanlarınca kullanıldığı ve herhangi bir şekilde haddi aşmayı
içerdiği açıktır.
Bu şekli,
İbnü Cerir et-Taberi şöyle tarif ediyor; “Allah’a karşı isyankar olup zorla, zorlama ile veya gönül rızasıyla
kendisine tapılıp mabut tutulan, gerek insan, gerek şeytan, gerek put, gerek
dikili taş ve gerekse diğer herhangi bir şeydir.”
Başka bir
ifade ile “Başkaları üzerinde
rabbleşip başkalarının dünya hayatını yönlendirip yeryüzünün rabbi kesilmeye
çalışan ‘şey’lerdir.” [99]
Bu ve yapılan
benzer tariflere göre Tağut’un birçok özelliği vardır. Tağut’un açığı da
gizlisi de, canlısı da, cansızı da, akıllısı da, akılsızı da, dişisi de, erkeği
de olabilir, ama şurası kesindir ki her türünün arkasındaki ‘azıtmış, şaşırmış insan nefsi’dir.
Bu özelliği kelimenin dilsel yapısına da yansımıştır, ki “tağut” isminin tekili, ikili,
çoğulu, erkeği, dişisi hep aynı formdadır.
Tağut. İnsan
belli nimetlere kavuştuğu ve kendisini başkalarından müstağni zannettiği,
kendisinde istediğini yapabilecek bir güç, bilgi ve yetenek vehmettiği zaman,
artık Allah’ı unutur; gerçek kudret, işlim ve dilediğini dileme ve yapabilme
güç ve ifadesine sahip olanın yalnızca Allah olduğunu aklından çıkarır.
6ó¨ä¤Ì n¤a ¢ê¨a ¤æ a
=ó¨Ì¤À î Û æb ¤ã¡üa £æ¡a ¬5 ×
“Hayır, insan
tuğyan eder, kendini müstağni görünce.”[100]
7 æì¢ä¡ß¤ªì¢íü ¤3 2
7¢é Û £ì Ô m æì¢Ûì¢Ô í ¤â a
7 æì¢Ëb ¥â¤ì Ó ¤á¢ç ¤â a ¬a ¨è¡2
¤á¢è¢ß5¤y a ¤á¢ç¢¢ß¤b m ¤â a
“Onların akılları mı bunu emreder? Yoksa onlar azgın
(tağun) bir topluluk mudur? Yahut ‘onu kendisi uydurdu’ demek mi isterler?
Bilakis onlar iman etmezler.”[101]
İşte böylesi
bir akıl, ‘tuğyan’ kapısını
açar, dilediğini yapar, hak, hukuk, sınır tanımaz. Allah’a ortak koşmaya,
nefsini O’nun yerine geçirip heva ve hevesinin peşinden gitmeye, bununla
yetinmeyip başkalarını da buna zorlamaya başlar. Önce sadece küfreden iken,
sadece isyan eden iken, gerçeği örten iken, daha ileri giderek ilahlık taslar,
arzularına başkalarını vesile ve icbar eder, kendisini ilahlığa ortak görür, ya
da en büyük ilah olduğunu iddia eder.
اَفَرَاَيْتَ
مَنِ اتَّخَذَ
اِلهَهُ
هَويهُ
وَاَضَلَّهُ
اللّهُ عَلى
عِلْمٍ
وَخَتَمَ
عَلى سَمْعِه
وَقَلْبِه
وَجَعَلَ
عَلى بَصَرِه
غِشَاوَةً
فَمَنْ يَهْديهِ
مِنْ بَعْدِ
اللّهِ
اَفَلَا تَذَكَّرُونَ
“Hevâ ve
hevesini tanrı edinen ve Allah'ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı,
kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün
mü? Şimdi onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâla ibret
almayacak mısınız?”[102]
اِذْهَبْ
اِلى
فِرْعَوْنَ
اِنَّهُ طَغى
() فَقُلْ هَلْ
لَكَ اِلى
اَنْ تَزَكّى
()
وَاَهْدِيَكَ
اِلى رَبِّكَ
فَتَخْشى ()
فَاَريهُ
الْايَةَ
الْكُبْرى ()
فَكَذَّبَ
وَعَصى ()
ثُمَّ
اَدْبَرَ
يَسْعى ()
فَحَشَرَ
فَنَادى ()
فَقَالَ
اَنَا
رَبُّكُمُ
الْاَعْلى ()
فَاَخَذَهُ
اللّهُ
نَكَالَ
الْاخِرَةِ
وَالْاُولى
“Firavun’a
git! Çünkü o tuğyan etti. De ki; arınmağa gönlün var mı? Sana Rabbin yolunu
göstereyim de O’nun korkusu içine sinsin. O anda ona en büyük mucizeyi
gösterdi. O, hemen yalanladı, isyan etti. Sonra tuzak kurmaya çalışarak sırtını
döndü, sonra adamlarını ve halkını topladı ve bağırdı: ‘Ben sizin en yüce
Rabb’inizim’ dedi. Allah herkese onu ibret olarak dünya ve ahiret cezalarıyla
cezalandırdı.”[103]
وَقَالَ
فِرْعَوْنُ
يَا اَيُّهَا
الْمَلَاُ
مَاعَلِمْتُ
لَكُمْ مِنْ
اِلهٍ غَيْرى
فَاَوْقِدْ
لى يَا
هَامَانُ
عَلَى
الطّينِ فَاجْعَلْ
لى صَرْحًا
لَعَلّى
اَطَّلِعُ
اِلى اِلهِ
مُوسى وَاِنّى
لَاَظُنُّهُ
مِنَ
الْكَاذِبينَ
“Firavun: Ey
ileri gelenler! Sizin için benden başka bir ilâh tanımıyorum. Ey Hâmân! Haydi
benim için çamur üzerine ateş yak (ve tuğla imal et), bana bir kule yap ki
Musa'nın tanrısına çıkayım; ama sanıyorum, o mutlaka yalan söyleyenlerdendir,
dedi.”[104]
Her şeyiyle
bir Tağut portresini naklettiğimiz ayetlerde görebiliriz. Tebaasına, tabi
olanlarına, olmayanlarına, gücü yettiğine kendi dinini, kendi hevasını dayatır.
“Kur’an’daki ayetlerin şu kadarının hükmü yoktur” der, “şu kitapları okuyamazsın, şu şiirler yasak,
şu fikri taşıyamazsın” der, “şu okullara gidemezsin, gidersen fişlenirsin” der, “şöyle bakamazsın, şöyle adım atamazsın,
şöyle nefes alacaksın” der, “başın örtülü vaziyette, şu kılıklarda sana yaşama, okuma hakkı
tanımıyorum” der, “dilediğin
İslam’a inanamaz, teslim olamazsın, dilediğin İslam’ın gereğim yaşayamazsın” der,
“ille İslam’sa benim anlattığım,
istediğim, diyanetimin İslam’ı olacak” der, “sizin için benimkinden başka yaşam tarzı
olamaz” der. Tağut, hevasına ve emirlerine uymayıp Hakka teslim
olmakta karar kılanları cezalandıracağı, korkutabileceği, vazgeçirebileceğini
zanneder;
قَالَ
امَنْتُمْ
لَهُ قَبْلَ
اَنْ اذَنَ لَكُمْ
اِنَّهُ
لَكَبيرُكُمُ
الَّذى
عَلَّمَكُمُ
السِّحْرَ
فَلَاُقَطِّعَنَّ
اَيْدِيَكُمْ
وَاَرْجُلَكُمْ
مِنْ خِلَافٍ
وَلَاُصَلِّبَنَّكُمْ
فى جُذُوعِ
النَّخْلِ وَلَتَعْلَمُنَّ
اَيُّنَا
اَشَدُّ
عَذَابًا
وَاَبْقى
“(Firavun)
Şöyle dedi : Ben size izin vermeden önce ona inandınız öyle mi! Hakikat şu ki o,
size büyü öğreten ulunuzdur. Şimdi elleriniz ile ayaklarınızı tereddüt etmeden
çaprazlama keseceğim ve sizi hurma dallarına asacağım! Böylece, hangimizin
azabının daha şiddetli ve sürekli olduğunu iyice anlayacaksınız.”[105]
Okullardan
uzaklaştırır, ‘ikna odalarına’ çağırır, coplar, işkencelerden geçirir, kendine
ait alanlardan ihraç eder, iş vermez, tecrit politikası uygular, ‘öteki’
muamelesi yapar, birinci dereceden tehdit olarak algılar, karalar, kirletir,
hayat hakkı tanımaz... muhalifleri
kendine uysun diye. Ama alacağı cevap açıktır;
قَالُوا
لَنْ
نُؤْثِرَكَ
عَلى مَا
جَاءَنَا
مِنَ
الْبَيِّنَاتِ
وَالَّذى
فَطَرَنَا فَاقْضِ مَا
اَنْتَ قَاضٍ
اِنَّمَا تَقْضى
هذِهِ
الْحَيوةَ
الدُّنْيَا ()
اِنَّا امَنَّا
بِرَبِّنَا
لِيَغْفِرَ
لَنَا خَطَايَانَا
وَمَا اَكْرَهْتَنَا
عَلَيْهِ
مِنَ
السِّحْرِ وَاللّهُ
خَيْرٌ
وَاَبْقى
“Berikiler; gerçeğin bize gelen apaçık belirtilerini
ve bizi var edeni bırakıp da asla seni tercih edecek değiliz! Artık nasıl bir
yargıda bulunacaksan bulun, sen ancak bu dünya hayatında hükmünü
geçirebilirsin. Bize gelince, açıkçası biz, hatalarımızı ve bize zorla
yaptırdığın büyüleri bağışlaması için Rabb’imize iman ettik. Allah (umut
bağlananların) en hayırlısı ve en kalıcısıdır.”[106]
Kur’an,
Firavunun, Nuh kavminin, Semud’un ve diğerlerinin durumlarını ‘tuğyan’
kelimesiyle açıklarken, nasıl tuğyan ettiklerini ve sonlarını bize ibret olsun
için aktarmaktadır.
اَلَمْ
يَاْتِهِمْ
نَبَاُ
الَّذينَ
مِنْ قَبْلِهِمْ
قَوْمِ نُوحٍ
وَعَادٍ
وَثَمُودَ
وَقَوْمِ
اِبْرهيمَ
وَاَصْحَابِ
مَدْيَنَ
وَالْمُؤْتَفِكَاتِ
اَتَتْهُمْ
رُسُلُهُمْ
بِالْبَيِّنَاتِ
فَمَا كَانَ
اللّهُ
لِيَظْلِمَهُمْ
وَلكِنْ
كَانُوا
اَنْفُسَهُمْ
يَظْلِمُونَ
“Onlara
kendilerinden evvelkilerin, Nuh, Âd ve Semûd kavimlerinin, İbrahim kavminin,
Medyen halkının ve altüst olan şehirlerin haberi ulaşmadı mı? Peygamberi onlara
apaçık mucizeler getirmişti. Demek ki, Allah onlara zulmedecek değildi, fakat
onlar kendi kendilerine zulmetmekte idiler.”[107]
Kuran’ın
özelliklerinden bir tanesi de, Tağut’un tuğyanını artırmasıdır, tıpkı teslim
olanın teslimiyetinin derecesini artırdığı gibi;
¤
وَقَالَتِ
الْيَهُودُ
يَدُ اللّهِ
مَغْلُولَةٌ
غُلَّتْ
اَيْديهِمْ
وَلُعِنُوا
بِمَا
قَالُوا بَلْ
يَدَاهُ
مَبْسُوطَتَانِ
يُنْفِقُ
كَيْفَ
يَشَاءُ
وَلَيَزيدَنَّ
كَثيرًا
مِنْهُمْ مَا
اُنْزِلَ
اِلَيْكَ مِنْ
رَبِّكَ
طُغْيَانًا وَكُفْرًا
وَاَلْقَيْنَا
بَيْنَهُمُ
الْعَدَاوَةَ
وَالْبَغْضَاءَ
اِلى يَوْمِ
الْقِيمَةِ
كُلَّمَا
اَوْقَدُوا
نَارًا لِلْحَرْبِ
اَطْفَاَهَا
اللّهُ
وَيَسْعَوْنَ
فِى
الْاَرْضِ
فَسَادًا
وَاللّهُ لَا
يُحِبُّ
الْمُفْسِدينَ
“Yahudiler,
Allah'ın eli bağlıdır (sıkdır), dediler. Hay dedikleri yüzünden elleri
bağlanası ve lânet olasılar! Bilâkis, Allah'ın elleri açıktır, dilediği gibi
verir. Andolsun ki sana Rabbinden indirilen, onlardan çoğunun azgınlığını ve
küfrünü arttırır. Aralarına, kıyamete kadar (sürecek) düşmanlık ve kin soktuk.
Ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa (fitneyi uyandırmışlarsa) Allah onu
söndürmüştür. Onlar yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar; Allah ise bozguncuları
sevmez.”[108]
Her toplumda
Tağut’un varlığı ve olacağı Sünnetullah gereği olduğu için şöyle buyruluyor:
وَلَقَدْ
بَعَثْنَا فى
كُلِّ
اُمَّةٍ رَسُولًا
اَنِ
اعْبُدُوا
اللّهَ
وَاجْتَنِبُوا
الطَّاغُوتَ
فَمِنْهُمْ
مَنْ هَدَى
اللّهُ
وَمِنْهُمْ
مَنْ حَقَّتْ
عَلَيْهِ
الضَّلَالَةُ
فَسيرُوا فِى
الْاَرْضِ
فَانْظُرُوا
كَيْفَ كَانَ
عَاقِبَةُ
الْمُكَذِّبينَ
“Andolsun ki
biz, "Allah'a kulluk edin ve Tâğut'tan sakının" diye (emretmeleri
için) her ümmete bir peygamber gönderdik. Allah, onlardan bir kısmını doğru
yola iletti. Onlardan bir kısmı da sapıklığı hak ettiler. Yeryüzünde gezin de
görün, inkâr edenlerin sonu nasıl olmuştur!”[109]
Tuğyankar
insanların, özellikle elebaşıları kendi tuğyanlarını haklı göstermek ve
insanlar üzerinde Rableşip onların dünya hayatlarını düzenlemek için belirli
hükümler koyarlar. Bu hükümleri kabul edenler, onlara tabi olanlar da onları
veli edinmiş ve bu tuğyanı paylaşmış olurlar. Akıbetleri ortaktır. Halbuki
Tağut kendisini veli edinenleri felakete sürükler, karanlığa ve sonsuz azaba
mahkum eder.
قُلْ
هَلْ
اُنَبِّئُكُمْ
بِشَرٍّ مِنْ
ذلِكَ
مَثُوبَةً
عِنْدَ
اللّهِ مَنْ
لَعَنَهُ
اللّهُ
وَغَضِبَ
عَلَيْهِ
وَجَعَلَ مِنْهُمُ
الْقِرَدَةَ
وَالْخَنَازِيرَ
وَعَبَدَ
الطَّاغُوتَ
اُولئِكَ
شَرٌّ مَكَانًا
وَاَضَلُّ
عَنْ سَوَاءِ
السَّبيلِ
“De ki: Allah
katında yeri bundan daha kötü olanı size haber vereyim mi? Allah'ın lânetlediği
ve gazap ettiği, aralarından maymunlar, domuzlar ve tâğuta tapanlar çıkardığı
kimseler. İşte bunlar, yeri (durumu) daha kötü olan ve doğru yoldan daha ziyade
sapmış bulunanlardır.”[110]
Durum böyle
oldukta, insanın hakkıyla Müslüman olabilmesi için Allah’a imandan önce, O’ndan
gayrısını, Tağut’u inkar etmeli, ‘La’ süpürgesiyle süpürmeli, onun
hükümlerini feshetmeli ve sonra Allah’ı ikrar etmelidir.
اَلَمْ تَرَ
اِلَى
الَّذينَ
يَزْعُمُونَ
اَنَّهُمْ
امَنُوا
بِمَا
اُنْزِلَ
اِلَيْكَ
وَمَا
اُنْزِلَ
مِنْ
قَبْلِكَ
يُريدُونَ
اَنْ
يَتَحَاكَمُوا
اِلَى
الطَّاغُوتِ
وَقَدْ
اُمِرُوا
اَنْ
يَكْفُرُوا
بِه وَيُريدُ
الشَّيْطَانُ
اَنْ
يُضِلَّهُمْ
ضَلَالًا
بَعيدًا
“Sana
indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin
mi? Tâğut'a inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde, Tâğut'un önünde
muhakemeleşmek istiyorlar. Halbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor.”[111]
Hakkıyla
teslim olanlara mutlak ecir Hak katındadır.
وَالَّذينَ
اجْتَنَبُوا
الطَّاغُوتَ
اَنْ
يَعْبُدُوهَا
وَاَنَابُوا
اِلَى اللّهِ لَهُمُ
الْبُشْرى
فَبَشِّرْ
عِبَادِ ()
اَلَّذينَ
يَسْتَمِعُونَ
الْقَوْلَ
فَيَتَّبِعُونَ
اَحْسَنَهُ
اُولئِكَ
الَّذينَ
هَديهُمُ اللّهُ
وَاُولئِكَ
هُمْ اُولُو
الْاَلْبَابِ
“Tağuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere
müjde vardır. Öyleyse dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele.
İşte Allah’ın hidayet edip doğru yola ilettiği kimseler onlardır. İşte onlar
akıl sahipleridir.”[112]
Tağut, onun tanrısı olan nefsi, heva-hevesi ve tabi olan kulları ile tamamladığı cahiliye toplumuyla, Allah (cc), Resul (as) (imam) ve müminlerin oluşturduğu tevhid toplumu insanlık tarihi boyunca mücadele etmiş ve edecektir. Bu mücadelenin galibi zaman zaman (bu dünya hesabıyla) değişse de, şurası muhakkaktır.
Rızk, lugatta
"kendisinden istifade edilen şey, askere verilen maaş, mülk, bağış,
yağmur" manalarına gelir. Rızk, İslam inancının birçok noktalarını
birbirine bağlayan ve önemli saydığımız birçok kavramın tam orta noktasında
bulunan ve hepsiyle direkt ya da dolaylı bir ilişki içerisinde olan, ve fakat
buna rağmen hak ettiği önemi haczedemeyen bir kavramdır. Yaratma, yönetme,
teşri, infak, zekat, sadaka, şirk, nimet, helal, haram, teslimiyet, nankörlük
gibi çok önemli kavramlarla içli dışlı olan bir kavramdır.
Rızk,
insanı doğumundan ölümüne kadar, ve hatta ölümden sonra ahirette bile
ilgilendiren bir mefhumdur. Hayatla, dünyayla ve ahiretle sıkı sıkıya
bağlanmıştır. Rızk olmaksızın hayat devam edemez.
Yeryüzünde
yaratılmış olan ve yaratılacak olan her şey, her türlü bitki, hayvan, yağmur
rızk kavramı içerisine girer. Kur’an-ı Kerim'de onlarca ayette Allah(cc) bu tür
nimetlerinden, yağmurdan rızık olarak bahseder:
وَمِنَ
الْاَنْعَامِ
حَمُولَةً
وَفَرْشًا
كُلُوا
مِمَّا
رَزَقَكُمُ
اللّهُ وَلَا
تَتَّبِعُوا
خُطُوَاتِ
الشَّيْطَانِ
اِنَّهُ
لَكُمْ
عَدُوٌّ
مُبينٌ
“Hayvanlardan
yük taşıyanı ve tüyünden döşek yapılanları yaratan O'dur. Allah'ın size verdiği
rızıktan yeyin, şeytanın ardına düşmeyin; şüphesiz o sizin için apaçık bir
düşmandır.”[113]
وَنَزَّلْنَا
مِنَ
السَّمَاءِ
مَاءً مُبَارَكًا
فَاَنْبَتْنَا
بِه جَنَّاتٍ
وَحَبَّ
الْحَصيدِ ()
وَالنَّخْلَ
بَاسِقَاتٍ لَهَا
طَلْعٌ
نَضيدٌ ()
رِزْقًا
لِلْعِبَادِ وَاَحْيَيْنَا
بِه بَلْدَةً
مَيْتًا كَذلِكَ
الْخُرُوجُ
“Gökten
bereketli su indirdik, onunla bahçeler ve biçilecek taneler bitirdik. Birbirine
girmiş kat kat tomurcukları olan yüksek hurma ağaçları yetiştirdik. Kullara
rızık olması için. Ve su ile ölü bir memlekete can verdik. İşte çıkış da
böyledir.”[114]
Nasıl bir Allah'a inanıyoruz sorusunun
hakkıyla cevabında rızık kavramının payı büyüktür. Her türlü yaratmanın,
hükmetmenin ve yönetmenin sahibi olan Allah, rızık verenin de kendisi olduğunu
söylemektedir.
اَللّهُ
الَّذى
خَلَقَكُمْ
ثُمَّ
رَزَقَكُمْ
ثُمَّ
يُميتُكُمْ
ثُمَّ
يُحْييكُمْ
هَلْ مِنْ
شُرَكَائِكُمْ
مَنْ
يَفْعَلُ
مِنْ ذلِكُمْ
مِنْ شَىْءٍ
سُبْحَانَهُ
وَتَعَالى
عَمَّا يُشْرِكُونَ
“Allah, (o
yüce varlıktır) ki sizi yaratmış, sonra rızıklandırmıştır; sonra O, hayatınızı
sona erdirecek, daha sonra da sizi (tekrar) diriltecektir. Peki sizin (Allah'a
eş tuttuğunuz) ortaklarınız içinde bunlardan birini yapabilecek var mı? Allah
onların ortak koştuklarından münezzehtir ve yücedir.”[115]
اَللّهُ
الَّذى
جَعَلَ
لَكُمُ
الْاَرْضَ قَرَارًا
وَالسَّمَاءَ
بِنَاءً
وَصَوَّرَكُمْ
فَاَحْسَنَ
صُوَرَكُمْ
وَرَزَقَكُمْ
مِنَ
الطَّيِّبَاتِ
ذلِكُمُ
اللّهُ رَبُّكُمْ
فَتَبَارَكَ
اللّهُ رَبُّ
الْعَالَمينَ
“Yeri sizin
için yerleşim alanı, göğü de bir bina kılan, size şekil verip de şeklinizi
güzel yapan ve sizi temiz besinlerle rızıklandıran Allah'tır. İşte Allah, sizin
Rabbinizdir. Alemlerin Rabbi Allah, yücelerden yücedir.”[116]
§ì¢1¢ã ë §£ì¢n¢Ç ó©Ï a좣v Û
¤3 2 7¢é Ó¤¡ Ù ¤ß a ¤æ¡a
¤á¢Ø¢Ó¢¤ í ô© £Ûa a ¨ç ¤å £ß a
“Allah size
verdiği rızkı kesiverse, size rızık verebilecek olan kimdir? Hayır, onlar
azgınlık ve nefrette direnip durmaktadırlar.”[117]
اِنَّمَا
تَعْبُدُونَ
مِنْ دُونِ
اللّهِ اَوْثَانًا
وَتَخْلُقُونَ
اِفْكًا
اِنَّ
الَّذينَ تَعْبُدُونَ
مِنْ دُونِ
اللّهِ
لَايَمْلِكُونَ
لَكُمْ
رِزْقًا
فَابْتَغُوا
عِنْدَ اللّهِ
الرِّزْقَ
وَاعْبُدُوهُ
وَاشْكُرُوا
لَهُ
اِلَيْهِ
تُرْجَعُونَ
“Siz Allah'ı
bırakıp birtakım putlara tapıyor, asılsız sözler uyduruyorsunuz. Bilmelisiniz
ki, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, size rızık veremezler. O halde rızkı
Allah katında arayın. O'na kulluk edin ve O'na şükredin. Ancak O'na
döndürüleceksiniz.”[118]
وَيَعْبُدُونَ
مِنْ دُونِ
اللّهِ
مَالَا يَمْلِكُ
لَهُمْ
رِزْقًا مِنَ السَّموَاتِ
وَالْاَرْضِ
شَيًْا وَلَا
يَسْتَطيعُونَ
() فَلَا
تَضْرِبُوا
لِلّهِ الْاَمْثَالَ
اِنَّ اللّهَ
يَعْلَمُ
وَاَنْتُمْ
لَاتَعْلَمُونَ
“Allah'ı
bırakıp da kendilerine göklerde ve yerde olan rızıktan hiçbir şey veremeyen ve
buna asla güçleri yetmeyen şeylere (putlara) tapıyorlar. Allah'a birtakım
benzerler icat etmeyin. Çünkü Allah (her şeyi) bilir, siz ise bilemezsiniz.”[119]
Ayetlerden de
anlaşıldığı gibi, insanların rızık anlayışının, rızıklarını atfettikleri yerin
direkt olarak imanları ile alakası vardır. İnsanoğlu rızkını çeşitli yollardan
kazanabilir, ancak, rızkın Allah'ın helal ettiği meşru yollardan kazanılması
gerekmektedir. İnsanın hayatını sürdürmesi için gerekli olan maddeler, ister
helal isterse haram yollardan kazanılmış olsun rızık olma özelliğini kaybetmez,
sonuçta Allah'ın yarattığı bir varlıktır.
Yukarda
alıntıladığımız ve diğer onlarca ayetlerde rızkın Allah'a atfedilmesinin
üzerinde bu kadar durulmasının nedeni Allah'ın yaratıcılığının yanında, her
yönüyle ve her şeyiyle üstünlüğünün ve sahipliğinin insanlarca kabul edilmesini
istemesidir. Kuran yaratma ve rızık verme arasındaki sıkı bağlantıyı sürekli
olarak vurgular. Çünkü yaratıcı olarak Allah'ı kabul eden birçok kimse rızık
konusunda aynı hakkı teslim edememektedir.
Hele pratik yaşantıda
bu zafiyet kendini iyiden iyiye göstermekte ve zalimlerin elinde iyi bir koz ve
fırsat olarak bulunmaktadır. Halbuki insanları rızık endişesi ile korkutup
şirke bulaştıranların rızıkta ve ona hükmetmede hiçbir hakları, üstünlükleri
yoktur. Yerde ve gökte ne varsa Allah'ındır. Her rızkı insanlar için, Allah
yaratmıştır. Ve kulluk, ibadet kim yaratıyorsa, kim rızık veriyorsa O'na
hasredilmelidir. İlahlık, yaratma, hükmetme ve rızık verme birbirinden ayırt
edilemez.
Rızık, helal
veya haram yoldan kazanılma ve beklenilen makamı tayin etme ve şükretme
noktasında bir imtihan vesilesi olarak karşımızdadır.
æì¢ä¡ß¤ªì¢ß ©é¡2 ¤á¢n¤ã a
ô¬© £Ûa 騣ÜÛa aì¢Ô £ma ë b:¦j¡£î
ü5 y ¢é¨£ÜÛa ¢á¢Ø Ó b £à¡ß aì¢Ü¢× ë
“Allah'ın size
helâl ve temiz olarak verdiği rızıklardan yeyin ve kendisine iman etmiş
olduğunuz Allah'tan korkun.”[120]
يَااَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
كُلُوا مِنْ
طَيِّبَاتِ
مَارَزَقْنَاكُمْ
وَاشْكُرُوا
لِلّهِ اِنْ
كُنْتُمْ
اِيَّاهُ
تَعْبُدُونَ
“Ey iman
edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yeyin, eğer siz yalnız
Allah'a kulluk ediyorsanız O'na şükredin.”[121]
وَاِذَا
رَاَوْا
تِجَارَةً
اَوْ لَهْوًا
انْفَضُّوا
اِلَيْهَا
وَتَرَكُوكَ
قَائِمًا
قُلْ مَا
عِنْدَ
اللّهِ
خَيْرٌ مِنَ
اللَّهْوِ
وَمِنَ
التِّجَارَةِ
وَاللّهُ
خَيْرُالرَّازِقينَ
“Onlar bir
ticaret ve eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp ona giderler ve seni ayakta
bırakırlar. De ki: Allah'ın yanında bulunan, eğlenceden ve ticaretten daha
yararlıdır. Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”[122]
وَلَا
تَمُدَّنَّ
عَيْنَيْكَ
اِلى مَا مَتَّعْنَا
بِه
اَزْوَاجًا
مِنْهُمْ
زَهْرَةَ
الْحَيوةِ
الدُّنْيَا
لِنَفْتِنَهُمْ
فيهِ
وَرِزْقُ
رَبِّكَ
خَيْرٌ
وَاَبْقى
“Sakın,
kendilerini denemek için onlardan bir kesimi faydalandırdığımız dünya hayatının
çekiciliğine gözlerini dikme! Rabbinin nimeti hem daha hayırlı, hem de daha
süreklidir.”[123]
Allah Teala, insanların rızıklanmalarını
ayetleri ile garanti altına almaktadır. Yetimlerin, yoksulların, zayıfların aç
kalmaları halinde suçlular ya gereken gayreti göstermedikleri için
kendileridir, ya da hakları gasp edildiği için gaspçılar ve yardım etmeyen
kimseler olacaktır.
وَمَا مِنْ
دَابَّةٍ فِى
الْاَرْضِ
اِلَّا عَلَى
اللّهِ
رِزْقُهَا
وَيَعْلَمُ
مُسْتَقَرَّهَا
وَمُسْتَوْدَعَهَا
كُلٌّ فى كِتَابٍ
مُبينٍ
“Yeryüzünde
yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah'ın üzerinedir. Allah o canlının
durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekanı bilir. (Bunların) hepsi açık bir
kitapta (levh-i mahfuz'da) dır.”[124]
Rızkın Allah'a ait olduğunu ve her canlının
rızkının yaratıldığını ve ona verileceğini anlatan yukarıdaki ayet farklı
şekillerde yorumlanarak isabetsiz ve mistik anlayışların doğmasına sebep
olmuştur; hiçbir insanın açlıktan ölmeyeceği, gayretin gereksizliği ve benzer
şeyler iddia edilmiştir. Yüzyıllardan bu yana kendini rahatlıkla beslemiş olan
Afrika bugün açlıkla savaşmakta ve binlerce insan milyarlarca insanın gözü
önünde açlıktan ölmektedir. Boyutları dünya çapında olan bu olayın sebebi
sömürü olup, güçlü olanların zulmederek, Allah'ın başkaları için yarattığı
rızka ve nimete el koymalarıdır.
Bu sadece bu boyutlarda olmayıp, her toplumun
her düzeyinde ve her çapta bir gasbetme, hortumlama, iç etme, banka boşaltma
olayları olarak karşımıza çıkmakta ve sonuç olarak Allah'ın tüm insanlar için
yeterli olacak şekilde yarattığı rızık dengesi bozulmakta ve kimileri açlıktan
ölürken, kimileri de doyum noktasını geçip israfa yönelmektedir. Bu ve benzer
ayetlerin anlamlarına dikkat edilecek olursa ifadelerin genel olduğu
görülecektir. Bu ayette de vurgulanan her türlü canlı için rızkı Allah'ın
yaratmış olduğu, her şeyin bilgisinin Allah katında olduğudur.
Allah yarattıklarını, onların nasıl
geçineceklerini ve rızıklarının kimler elinde emanet olduğunu çok iyi
bilmektedir. Kur’an bu durumların, haksızlığın yaşanmaması için gerekli
uyarılarını yapmış ve bu zulümden ve haksızlıktan tüm inananları
sakındırmıştır:
وَاللّهُ
فَضَّلَ
بَعْضَكُمْ
عَلى بَعْضٍ فِى
الرِّزْقِ
فَمَا
الَّذينَ فُضِّلُوا
بِرَادّى
رِزْقِهِمْ
عَلى مَا
مَلَكَتْ
اَيْمَانُهُمْ
فَهُمْ فيهِ
سَوَاءٌ اَفَبِنِعْمَةِ
اللّهِ
يَجْحَدُونَ
“Allah
kiminize kiminizden daha bol rızık verdi. Bol rızık verilenler, rızıklarını
ellerinin altındakilere verip de bu hususta kendilerini onlara eşit kılmazlar.
Durum böyle iken Allah'ın nimetini inkâr mı ediyorlar?”[125]
Allah'ın
ayetlerine gerekli saygıyı göstermeyen, onlardan gereğince sakınmayan veya
onları inkar edenlerin ellerinde bulunan bu erzak gerekli ellere geçmediğinden
dolayı Allah sorumlu tutulamaz ve açlıktan ölen insanlara rızık vermediği
düşünülemez. İslam, zenginler ellerinde bulunan mal ve paranın yoksul halklara aktarılması
için bir çok kanallar açmış, emirler ve teşviklerde bulunmuştur:
وَاَنْفِقُوا
مِمَّا
رَزَقْنَاكُمْ
مِنْ قَبْلِ
اَنْ
يَاْتِىَ
اَحَدَكُمُ
الْمَوْتُ
فَيَقُولَ
رَبِّ
لَوْلَا
اَخَّرْتَنى
اِلى اَجَلٍ
قَريبٍ
فَاَصَّدَّقَ
وَاَكُنْ مِنَ
الصَّالِحينَ
“Herhangi
birinize ölüm gelip de: Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de
sadaka verip iyilerden olsam! demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan
harcayın.”[126]
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
اَنْفِقُوا
مِمَّا
رَزَقْنَاكُمْ
مِنْ قَبْلِ
اَنْ يَاْتِىَ
يَوْمٌ لَا
بَيْعٌ فيهِ
وَلَا
خُلَّةٌ وَلَا
شَفَاعَةٌ
وَالْكَافِرُونَ
هُمُ الظَّالِمُونَ
“Ey iman
edenler! Kendisinde artık alış-veriş, dostluk ve kayırma bulunmayan gün
(kıyamet) gelmeden önce, size verdiğimiz rızıktan hayır yolunda harcayın.
Gerçekleri inkâr edenler elbette zalimlerdir.”[127]
Allah Teala, cömerttir, ve cömertliği
emreder, cömert olanı sever. Malı sıkmaktan, elde tutmaya çalışmaktan ve
başkalarını faydalandırmaktan kaçınmaktan ve diğer şekilde israftan şiddetle
sakındırmaktadır. Bu noktada şeytanın insanları aldattığını ve bunun aksini
emrettiğini söyler;
اَلشَّيْطَانُ
يَعِدُكُمُ
الْفَقْرَ
وَيَاْمُرُكُمْ
بِالْفَحْشَاءِ
وَاللّهُ يَعِدُكُمْ
مَغْفِرَةً
مِنْهُ
وَفَضْلًا وَاللّهُ
وَاسِعٌ
عَليمٌ
“Şeytan sizi
fakirlikle korkutur ve size cimriliği telkin eder. Allah ise size katından bir
mağfiret ve bir lütuf vâdeder. Allah her şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir.”[128]
Zenginin
malında yoksulun hakkı olduğu görüşüyle Kur’an, verme eylemini zenginler
açısından bir vecibe, 'emanetin ulaşması gereken kişiye devri' olarak
değerlendirmiştir. Böylece yoksullar ve yetimler üzerinde zenginlerin hiçbir
hak iddia etme, üstünlük kurmaya vesile ittihaz etme şansları ve hakları
kalmamıştır. Yani vermedikleri zaman suçludurlar, zalimdirler ve
cezalandırılacaklardır:
a¦í©¤j m
¤¡£ j¢m ü ë ¡3î©j £Ûa å¤2a ë
åî©Ø¤¡à¤Ûa ë ¢é £Ô y ó¨2¤¢Ô¤Ûa a
¡p¨a ë
“Bir de
akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma.”[129]
فَاتِ
ذَاالْقُرْبى
حَقَّهُ
وَالْمِسْكينَ
وَابْنَ
السَّبيلِ
ذلِكَ خَيْرٌ
لِلَّذينَ
يُريدُونَ
وَجْهَ
اللّهِ
وَاُولئِكَ هُمُ
الْمُفْلِحُونَ
“O halde sen,
akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver. Allah'ın rızasını isteyenler için
bu, en iyisidir. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”[130]
وَاِذَا
قيلَ لَهُمْ
اَنْفِقُوا
مِمَّا رَزَقَكُمُ
اللّهُ قَالَ
الَّذينَ
كَفَرُوا
لِلَّذينَ
امَنُوا
اَنُطْعِمُ
مَنْ لَوْ
يَشَاءُ اللّهُ
اَطْعَمَهُ
اِنْ
اَنْتُمْ
اِلَّا فى ضَلَالٍ
مُبينٍ
“Allah'ın size
rızık olarak verdiklerinden hayra sarfediniz, denildiğinde, kâfirler müminlere
dediler ki: Allah'ın dilediği takdirde doyuracağı kimseleri biz mi doyuracağız?
Siz gerçekten apaçık bir sapıklık içindesiniz.”[131]
Rızkı elde etmek için çalışmak gereklidir.
Bir zamanlar, ve hala kimi yerlerde yaygın olduğu gibi, rızkı kişiyi nerede
olursa bulur anlayışı Kurani bir anlayış değildir, batıldır ve sömürgeci
dünyevi güçlerin ekmeğine yağ sürmekten başka bir işe yaramamaktadır. Rızık
imtihan vesilesi olup insan onu aramalı, bazı yollara başvurmalı, helal-harama
dikkat etmeli, nereden rızık umduğuna bakmalı, verilen rızka şükretmeli ve
böylece sınava tabi olmalıdır.
فَاِذَا
قُضِيَتِ
الصَّلوةُ
فَانْتَشِرُوا
فِى
الْاَرْضِ
وَابْتَغُوا
مِنْ فَضْلِ اللّهِ
وَاذْكُرُوا
اللّهَ
كَثيرًا
لَعَلَّكُمْ
تُفْلِحُونَ
“Namaz
kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfundan isteyin. Allah'ı çok
zikredin; umulur ki kurtuluşa erersiniz.”[132]
Allah Teala, insandan verdiği nimetler ve
rızık karşılığında bunlara şükretmesini istemektedir. İnsan nimetlere
şükretmeli, bunları kimin verdiğini unutup Allah'a rızık yaratamayacakları şirk
koşmamalıdır.
وَاللّهُ
جَعَلَ
لَكُمْ مِنْ
اَنْفُسِكُمْ
اَزْوَاجًا
وَجَعَلَ
لَكُمْ مِنْ
اَزْوَاجِكُمْ
بَنينَ
وَحَفَدَةً
وَرَزَقَكُمْ
مِنَ
الطَّيِّبَاتِ
اَفَبِالْبَاطِلِ
يُؤْمِنُونَ
وَبِنِعْمَتِ
اللّهِ هُمْ
يَكْفُرُونَ
“Allah size
kendi nefislerinizden eşler yarattı, eşlerinizden de sizin için oğullar ve
torunlar yarattı ve sizi temiz gıdalarla rızıklandırdı. Onlar hâla bâtıla
inanıp Allah'ın nimetine nankörlük mü ediyorlar?”[133]
æì¢2¡£ Ø¢m
¤á¢Ø £ã a ¤á¢Ø Ó¤¡ æì¢Ü Ȥv m ë
“Allah'ın
verdiği rızka karşı şükrü, onu yalanlamakla mı yerine getiriyorsunuz?”[134]
Allah Teala
gerçek ve sonsuz rızkın, ecrin ahirette, cennette hem de zahmetsiz olarak
teslim olanlara verileceğini söyler. Müminler için hiçbir sıkıntı ve
rahatsızlık yoktur.
وَنَادى
اَصْحَابُ
النَّارِ
اَصْحَابَ
الْجَنَّةِ
اَنْ
اَفيضُوا
عَلَيْنَا
مِنَ
الْمَاءِ
اَوْ مِمَّا
رَزَقَكُمُ
اللّهُ
قَالُوا
اِنَّ اللّهَ
حَرَّمَهُمَا
عَلَى
الْكَافِرينَ
“Cehennem
ehli, cennet ehline: Suyunuzdan veya Allah'ın size verdiği rızıktan biraz da
bize verin! diye seslenirler. Onlar da: Allah bunları kâfirlere haram
kılmıştır, derler.”[135]
Allah rızkı
dilediğine verir, dilediğinden alır, dilediğine dilediği kadar verir. BU
imtihan içindir.
قُلْ
اِنَّ رَبّى
يَبْسُطُ
الرِّزْقَ
لِمَنْ
يَشَاءُ مِنْ
عِبَادِه
وَيَقْدِرُ
لَهُ وَمَا
اَنْفَقْتُمْ
مِنْ شَىْءٍ
فَهُوَ
يُخْلِفُهُ
وَهُوَ
خَيْرُ
الرَّازِقينَ
“De ki:
Rabbim, kullarından dilediğine bol rızık verir ve (dilediğinden de) kısar. Siz
hayıra ne harcarsanız, Allah onun yerine başkasını verir. O, rızık verenlerin
en hayırlısıdır.”[136]
لَهُ
مَقَاليدُ
السَّموَاتِ
وَالْاَرْضِ يَبْسُطُ
الرِّزْقَ
لِمَنْ
يَشَاءُ
وَيَقْدِرُ
اِنَّهُ
بِكُلِّ
شَىْءٍ
عَليمٌ
“Göklerin ve
yerin anahtarları O'nundur. Dilediğine rızkı bol verir, dilediğinden de kısar.
O, her şeyi bilendir.”[137]
a;¦î© 2 a¦î©j ©ê¡
b j¡È¡2
æb × ¢é £ã¡a 6¢¡¤Ô í ë ¢õ¬b ' í
¤å à¡Û Ö¤¡£Ûa ¢Á¢¤j í Ù £2
£æ¡a
“Rabbin rızkı
dilediğine bol verir, dilediğine daraltır. Şüphesiz ki O, kullarından
haberdardır, (onları) çok iyi görür.”[138]
اَللّهُ
يَبْسُطُ
الرِّزْقَ
لِمَنْ يَشَاءُ
وَيَقْدِرُ
وَفَرِحُوا
بِالْحَيوةِ
الدُّنْيَا
وَمَا
الْحَيوةُ
الدُّنْيَا
فِى الْاخِرَةِ
اِلَّا
مَتَاعٌ
“Allah
dilediğine rızkını bollaştırır da daraltır da. Onlar dünya hayatıyla
şımardılar. Oysa ahiretin yanında dünya hayatı, geçici bir faydadan başka bir şey
değildir.”[139]
Alla
Teala kendine teslim olduğunu iddia edenlerin, her konuda olduğu gibi rızık
konusunda da sağlıklı ve tam bir teslimiyet içerisinde olmalarını istemektedir.
Allah düşmanlarının ya da görünüş itibariyle fazladan rızkı hak etmeyenlerin, şükrünü
ifa edemeyenlerin sahip olduklarına iç geçirmekten, rızık için yok yere
endişelenmekten ve bu endişe uğruna, çocukları öldürmekten (her ne isim ve
tanım altında olursa olsun, ister kürtaj, ister aile planlaması, vs olsun),
sonsuz rızkı kaçırmaktan sakındırmaktadır. Allah müminlerdeki özentiyi, özlemi
ve güvensizliği gidermek için tevekkülü tavsiye etmiş, malın imtihan olduğunu
ve dünya malının geçici olduğunu hatırlatmıştır. Bu hem mal sahipleri için, hem
de fakirler için çok önemli bir noktadır:
قَدْ خَسِرَ
الَّذينَ
قَتَلُوا
اَوْلَادَهُمْ
سَفَهًا
بِغَيْرِ
عِلْمٍ
وَحَرَّمُوا
مَا
رَزَقَهُمُ
اللّهُ
افْتِرَاءً
عَلَى اللّهِ
قَدْ ضَلُّوا
وَمَا
كَانُوا
مُهْتَدينَ
“De ki: Ne
dersiniz; size Allah'ın azabı gelse veya o kıyamet gelip çatıverse size,
Allah'tan başkasına mı yalvarırsınız? Doğru sözlü iseniz (söyleyin bakalım)!”[140]
اَللّهُ
يَبْسُطُ
الرِّزْقَ
لِمَنْ يَشَاءُ
وَيَقْدِرُ
وَفَرِحُوا
بِالْحَيوةِ
الدُّنْيَا
وَمَا
الْحَيوةُ
الدُّنْيَا
فِى الْاخِرَةِ
اِلَّا
مَتَاعٌ
“Allah
dilediğine rızkını bollaştırır da daraltır da. Onlar dünya hayatıyla
şımardılar. Oysa ahiretin yanında dünya hayatı, geçici bir faydadan başka bir
şey değildir.”[141]
رِجَالٌ
لَاتُلْهيهِمْ
تِجَارَةٌ
وَلَا بَيْعٌ
عَنْ ذِكْرِ
اللّهِ
وَاِقَامِ
الصَّلوةِ
وَايتَاءِ
الزَّكوةِ
يَخَافُونَ
يَوْمًا تَتَقَلَّبُ
فيهِ
الْقُلُوبُ
وَالْاَبْصَارُ
“Onlar, ne
ticaret ne de alış-verişin kendilerini Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve
zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak
bullak olduğu bir günden korkarlar.”[142]
وَيَرْزُقْهُ
مِنْ حَيْثُ
لَايَحْتَسِبُ
وَمَنْ يَتَوَكَّلْ
عَلَى اللّهِ
فَهُوَ
حَسْبُهُ اِنَّ
اللّهَ
بَالِغُ
اَمْرِه قَدْ
جَعَلَ اللّهُ
لِكُلِّ
شَىْءٍ
قَدْرًا
“Ve ona
beklemediği yerden rızık verir. Kim Allah'a güvenirse O, ona yeter. Şüphesiz
Allah, emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü koymuştur.”[143]
اِنَّمَا
تَعْبُدُونَ
مِنْ دُونِ
اللّهِ اَوْثَانًا
وَتَخْلُقُونَ
اِفْكًا
اِنَّ الَّذينَ
تَعْبُدُونَ
مِنْ دُونِ
اللّهِ لَايَمْلِكُونَ
لَكُمْ
رِزْقًا
فَابْتَغُوا
عِنْدَ
اللّهِ
الرِّزْقَ
وَاعْبُدُوهُ
وَاشْكُرُوا
لَهُ
اِلَيْهِ
تُرْجَعُونَ
“Siz Allah'ı
bırakıp birtakım putlara tapıyor, asılsız sözler uyduruyorsunuz. Bilmelisiniz
ki, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, size rızık veremezler. O halde rızkı
Allah katında arayın. O'na kulluk edin ve O'na şükredin. Ancak O'na
döndürüleceksiniz.”[144]
Bu
ayetlerden sonra, tağutun ve Allah'ın her türlü düşmanlarının üzerimize bütün
güçleriyle geldikleri şu zamanlarda, rızık ve gelecek endişesiyle kendimizden,
İslam'ımızdan, imanımızdan ve prensiplerimizden neler feda ettiğimizi, gerçek
rızkın ve sonsuz rızkın Allah katında olduğunu nasıl unuttuğumuzu, ve
kendimizle beraber dinimizi ne kadar eğip büktüğümüzü hatırlamanın zamanıdır
herhalde!
Hikmet
kelimesi, “ha-ke-me” fiilinden türeyen bir mastardır. H-k-m maddesi,
fiil, mastar ve isim olarak Kuran’da 210 defa, hikmet şekliyle ise 20 yerde
geçmektedir. Hikmet; hüküm,
hakimiyet, hükümet, mahkeme, muhakeme, ihkam, hakem gibi kelimelerle
aynı köktendir. Lügatte; herhangi bir şeyi ıslah için menetmek, sakındırmak,
alıkoymak, zaptetmek, tutmak, emretmek gibi manaları içermektedir.
Araplar
tarafından bu fiilin mastarı olan hükm,
atın gemine ve atı gemlemeye verilen addır. Bu manasıyla bir güç,
tahakküm, karar verme, egemenlik ifade eder. Aynı şekilde bu fiil, insanı
yanlıştan, kötüden menetmek manasına da kullanılıyordu. Yargıç veya hükmedene
bu özelliğinden dolayı hakem denmiştir. Hakem, hükmeder, lehte veya aleyhte
yargılayıp sonuçlandırır.
وَاِنْ
خِفْتُمْ
شِقَاقَ
بَيْنِهِمَا
فَابْعَثُوا
حَكَمًا مِنْ
اَهْلِه وَحَكَمًا
مِنْ
اَهْلِهَا
اِنْ يُريدَا
اِصْلَاحًا
يُوَفِّقِ
اللّهُ
بَيْنَهُمَا
اِنَّ اللّهَ
كَانَ
عَليمًا
خَبيرًا
“Eğer karı-koca arasının açılmasından endişeye
düşerseniz bir hakem erkeğin tarafından, bir hakem de kadının ailesinden
kendilerine gönderin. Bu arabulucu hakemler gerçekten barıştırmak isterlerse,
Allah karı-koca arasındaki dargınlık yerine geçim verir. Şüphesiz ki Allah
hakkıyla bilendir, her şeyin aslından haberdardır”[145] ayetlerinde bu manalarıyla
kullanılmıştır. Bu fiilden türeyen ‘muhkem’ ve ‘istihkam’ kelimeleri sağlam
olmak, yerleşmek ve bir işi sağlam yapmak, sağlamlaştırmak anlamlarındadır.
وَمَا
اَرْسَلْنَا
مِنْ
قَبْلِكَ
مِنْ رَسُولٍ
وَلَا
نَبِىٍّ
اِلَّا اِذَا
تَمَنّى اَلْقَى
الشَّيْطَانُ
فى
اُمْنِيَّتِه
فَيَنْسَخُ
اللّهُ مَا
يُلْقِى الشَّيْطَانُ
ثُمَّ
يُحْكِمُ اللّهُ
ايَاتِه
وَاللّهُ
عَليمٌ
حَكيمٌ
“(Ey
Muhammed!) Biz, senden önce hiçbir resûl ve nebî göndermedik ki, o, bir
temennide bulunduğunda, şeytan onun dileğine ille de (beşerî arzular) katmaya
kalkışmasın. Ne var ki Allah, şeytanın katacağı şeyi iptal eder. Sonra Allah,
kendi âyetlerini (lafız ve mana bakımından) sağlam olarak yerleştirir. Allah,
hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”[146]
Bu kelimeler
insan için kullanıldığında, kişinin
dini ve dünyası için her türlü zararlı düşünce, alışkanlık ve davranışlardan
sakınması manasındadır.
H-k-m ’den türeyen ‘hakemetün’
kelimesi yüzün ön kısmı, alnı, başı anlamında, mecazi olarak da şan, şeref ve
makam anlamında kullanılmaktadır. Bir çok hadiste bu şekliyle kullanılmıştır.
Hakim, alim ve hikmet sahibi, işleri sağlam yapan
doğru görüşe sahip akıllı kimse olup kendisini nefsani arzulardan alıkoyan
filozof kimse diye tanımlanmaktadır.
Ayrıca
yargıç, hüküm koyan manalarına
da gelir. Eşyayı layık olduğu yere
koyan, tecrübelerin olgunlaştırdığı, sanatının inceliklerine ve estetiğine
dikkat ederek iş yapan kimseye de hakim denir. İslam öncesi
kaynaklarda, hakim, geçmiş
tecrübelerinden genel doğruyu veya davranış düsturunu çıkarma kabiliyeti olan
ve dolayısıyla bunlardan yararlanabilen, herhangi bir durumda bir çıkış yolu
bulabilen kimseye deniyordu.
Ayrıca
bilginin kendisi değil, fakat onu uygulama ve söyleme kabiliyeti insanı hakim
yapardı. Yine önemli unsurlardan birisi, konuşmanın
uygun olmadığı durumlarda vakur bir sessizlik hikmet olarak
tanımlanmıştı. Özetle hikmet, her şeyi kendisine yakışan biçimde yerine
koymaktır ki, bu da işte isabetlilik ve uygunluğu gerektirdiği gibi, her türlü
akılsızlıktan, serserilikten sakınarak, makul isabetli ve doğru görüşe sahip
olmak ve adaleti gerçekleştirmektir. Istılahtaki manasına gelince, çok derin ve
geniş bir kavram olduğu için çok farklı ve çok sayıda tanımlar verilmiştir.
Belli
başlılarını şu şekilde sıralayabiliriz; eşyanın
manalarını bilmek ve anlamaktır, eşyayı yeri ve mertebesine koymaktır, doğru ve
güzel fiillere sabır ve sebatla devam etmektir, Allah’ın emrini düşünüp
tefekkür etmek ve O’na tabi olmaktır, bütün durumlara Hakkı şahit tutmaktır,
din ve dünyanın düzgünlüğüdür, ilahi bilgi ve sırlar ilmidir, ilham gelmesi
için sırrı soyutlamaktır, Kuran’ı anlamaktır, Allah’ın dini konusunda Allah’tan
korkmak, takva sahibi olmaktır, akıldır, insandaki sağduyu yahut doğru ile
eğriyi birbirinden ayırma yeteneğidir, kendisinde bilgi olan kişinin bu
bilgiyi, adaleti tezahür ettiren bir tarzda tatbik etmesini sağlayan tanrı
vergisi bir bilgidir, tüm yaratıcı fark ediş güçlerinin ortak adıdır, Kuran’ın
derinlik boyutudur, O’nu okuyup üzerinde tefekkür etmektir, öyle bir anlayıştır
ki yazılmaz, ancak ehli tarafından hissedilen batın bir ilimdir, ayrıca sağlam
ve doğru söz olup hakkı ortaya koyan ve şüpheyi gideren selim aklın hükmüdür,
teorik bilgisi ve faziletli davranış kalıplarıyla, insanın güç yetirebildiği
ölçüde nefsini olgunlaştırdığı, nebi vasıtasıyla veya ilhamla aldığı emirlerin tümüdür.
Kuran-ı
Kerim, hikmeti kendisinden türediği h-k-m maddesinin çeşitli kalıplarını
kullanarak, evrenin yaratılış gayesini açıklamak, elçilerin gönderiliş
amaçlarını ifade etmek, insanın geçmişi ve geleceği hakkında öğüt ve uyarılarda
bulunmak, yaşanılan hayatın menfi ve müspet sonuçlanmasının kurallarını
belirtmek, bireysel ve toplumsal sorunlara çözüm önerileri sunmak ve yaratılış
gayesine uygun birey ve toplum projesini ortaya koyar. Bunları ifade ederken evrenin yaratıcısını hakim, kendini de hikmetli olma vasfı ile vasıflandırmaktadır. Hakim kelimesi,
Kuran’da, hem Allah, hem Kitap, hem de insanlar için kullanılmıştır. Allah için
kullanıldığında hükmeden, varlıkları
en mükemmel bir ilimle birbirleriyle uyumlu bir şekilde yaratarak düzene koyan
ve her şeyi bilen anlamında kullanılmaktadır,
Kitap için
kullanıldığında ise, ayetleri
sağlamlaştırılmış, şeytan ve taraftarlarının şerrinden, tahrifatından korunmuş
anlamında, ayrıca emir, yasak, helal, haram müjde ve tehditlerin açıklanması,
ayetlerin her türlü karışıklık, çelişki, tutarsızlık ve belirsizlikten
uzaklaştırılması anlamında kullanılmıştır. İnsanlar için kullanılması
ise daha geniş olarak ilerde açıklanacaktır.
H-k-m fiil
kökünün tahlilinde de değindiğimiz gibi, hikmet kelimesinin aslı, sefehlikten, fesattan, çirkinlik ve
kötülükten alıkoymanın bilgi ve pratiği anlamında gelmiş geçmiş bütün vahiyler hikmet olarak değerlendirilmiştir.
يُؤْتِى
الْحِكْمَةَ
مَنْ يَشَاءُ
وَمَنْ يُؤْتَ
الْحِكْمَةَ
فَقَدْ
اُوتِىَ
خَيْرًا
كَثيرًا
وَمَا
يَذَّكَّرُ اِلَّا
اُولُوا
الْاَلْبَابِ
“Allah hikmeti
dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir.
Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar”[147] ayetinde geçen hikmet
kelimesi Kur’an olarak yorumlandığı gibi, tefsir, tevil ve sözde isabet olarak
da yorumlanmıştır. Taberi bu ayeti ‘
dilediğim kuluma söz ve fiillerde anlayış ve isabetliliği ihsan ederim. Akıllı
kimseler ancak bundan öğüt alır’ şeklinde
yorumlamaktadır.
اُدْعُ
اِلى سَبيلِ
رَبِّكَ
بِالْحِكْمَةِ
وَالْمَوْعِظَةِ
الْحَسَنَةِ
وَجَادِلْهُمْ
بِالَّتى
هِىَ
اَحْسَنُ اِنَّ
رَبَّكَ هُوَ
اَعْلَمُ
بِمَنْ ضَلَّ
عَنْ سَبيلِه
وَهُوَ
اَعْلَمُ
بِالْمُهْتَدينَ
“Rabb’inin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır! Ve
onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz Rabbin kendi yolundan sapanları
en iyi bilendir ve O, hidayete kavuşanları da en iyi bilendir”[148]’da vahiy manasına
kullanılmıştır.
فَهَزَمُوهُمْ
بِاِذْنِ
اللّهِ
وَقَتَلَ دَاوُدُ
جَالُوتَ
وَاتيهُ
اللّهُ
الْمُلْكَ
وَالْحِكْمَةَ
وَعَلَّمَهُ
مِمَّا يَشَاءُ
وَلَوْلَا
دَفْعُ
اللّهِ
النَّاسَ
بَعْضَهُمْ
بِبَعْضٍ
لَفَسَدَتِ
الْاَرْضُ
وَلكِنَّ
اللّهَ ذُو
فَضْلٍ عَلَى
الْعَالَمينَ
“Sonunda
Allah'ın izniyle onları yendiler. Davud da Câlût'u öldürdü. Allah ona (Davud'a)
hükümdarlık ve hikmet verdi, dilediği ilimlerden ona öğretti. Eğer Allah'ın
insanlardan bir kısmının kötülüğünü diğerleriyle savması olmasaydı elbette
yeryüzü altüst olurdu. Lâkin Allah bütün insanlığa karşı lütuf ve kerem
sahibidir.”[149]
¡lb À¡¤Ûa
3¤ Ï ë ò à¤Ø¡z¤Ûa ¢êb ä¤î m¨a ë
¢é Ø¤Ü¢ß b ã¤
( ë
“Onun
hükümranlığını kuvvetlendirmiş; ona hikmet ve güzel konuşma vermiştik”[150] ve bir çok ayette nübüvvet kurumu ve nebiler pratiği
olarak kullanılmıştır.
وَلَقَدْ
اتَيْنَا
لُقْمنَ
الْحِكْمَةَ
اَنِ اشْكُرْ
لِلّهِ
وَمَنْ
يَشْكُرْ
فَاِنَّمَا
يَشْكُرُ
لِنَفْسِه
وَمَنْ
كَفَرَ فَاِنَّ
اللّهَ
غَنِىٌّ
حَميدٌ
“Andolsun biz
Lokman'a: Allah'a şükret! diyerek hikmet verdik. Şükreden ancak kendisi için
şükretmiş olur. Nankörlük eden de bilsin ki, Allah hiçbir şeye muhtaç değildir,
her türlü övgüye lâyıktır”[151] ayetindeki hikmet, şükrü hatırlatan ve şükre yönelten, nankörlüğe engel olan öğüt verici
hassasiyet, öğüt şeklinde
değerlendirilebilir. Bu öğüt verici
hassasiyet (hikmet);
Bu hikmetin
gereği oğluna öğüt vererek şu konulara değinmektedir: Allah’a şirk koşmanın
dünyadaki en büyük zulüm olduğu ve tüm zulümlerin bu zulümden kaynaklandığını
belirterek ilk önce şirkten kaçınması gerektiğini vurgulamaktadır. Ayrıca
takvanın esası olan Allah’ın yaratıcı ve
ilahlık sıfatlarına uygun saygınlıkta Allah’a karşı sorumluluk duyması
gerektiği hususunu öğütlemektedir.
Bununla
birlikte, Allah’ın her yerde hazır ve nazır olduğu bilinci insanı düşünsel
anlamda mükemmel bir dereceye çıkartır. Bu düşünsel hal, insanı sürekli
yaratıcısıyla beraber olduğu hissine götürür, ve bu his kişinin bir başkasının
yanında kendi saygınlığını zedeleyecek davranışlardan kaçınmasını gerektirir.
Saygı duyulan merci kendisini yoktan var eden, her türlü nimeti bir lütuf
olarak veren, ve onu yaratılanlar içerisinde şerefli ve övünülecek bir makama
çıkartan Allah ise, bu duygu insanın hayatı boyunca süfli hal ve hareketlerden
daha fazla uzak kalmasını sağlar.
Böylece bu
nazari hikmet, zihni olgunluğu gerçekleştirdiği gibi, insanı bu zihinsel
birikime uygun saygın davranışlara da sevk eder. Ve bundan sonraki ayetlerde kuramsal hikmetin doğal sonucu olan eylem ve ibadet devreye girmektedir.
Bunlar ise;namaz, iyiliği tavsiye ve kötülükten sakındırma, sabır, insanlardan
yüz çevirerek küçümsememe, böbürlenerek yürümeme, büyüklük taslayarak şuna buna
bağırmama, veya sözlerini, davranışlarını her türlü övünme ve kendini beğenmiş
görüntülerinden arındırma şeklinde ifade edilebilir. Bu ve daha birçok benzer
ayetlerde bireyi ilgilendiren hikmet
bu şekilde özetlenmektedir.
اُدْعُ
اِلى سَبيلِ
رَبِّكَ
بِالْحِكْمَةِ
وَالْمَوْعِظَةِ
الْحَسَنَةِ
وَجَادِلْهُمْ
بِالَّتى
هِىَ اَحْسَنُ
اِنَّ
رَبَّكَ هُوَ
اَعْلَمُ
بِمَنْ ضَلَّ
عَنْ سَبيلِه
وَهُوَ
اَعْلَمُ
بِالْمُهْتَدينَ
“(Resûlüm!)
Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde
mücadele et! Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayete
erenleri de çok iyi bilir”[152] ayetinde ise hikmetin, dışarıya, muhataba
yönelik olan yüzü ortaya konarak, öğütle beraber, davet mücadelesinde
muhatapları hakikat ile karşı karşıya getiren, uyaran kesin ve açık deliller,
belgeler olduğu vurgulanmakta, ortaya çıkmaktadır.
اِصْبِرْ
عَلى مَا
يَقُولُونَ
وَاذْكُرْ عَبْدَنَا
دَاوُدَ ذَا
الْاَيْدِ
اِنَّهُ اَوَّابٌ
() اِنَّا
سَخَّرْنَا
الْجِبَالَ
مَعَهُ
يُسَبِّحْنَ
بِالْعَشِىِّ
وَالْاِشْرَاقِ
()
وَالطَّيْرَ
مَحْشُورَةً
كُلٌّ لَهُ
اَوَّابٌ ()
وَشَدَدْنَا
مُلْكَهُ وَاتَيْنَاهُ
الْحِكْمَةَ
وَفَصْلَ
الْخِطَابِ
“Şimdi sen onların dediklerine sabret de kuvvetli
kulumuz Davud'u hatırla. Çünkü o, zikir ve tespih ile bize yönelmişti. Biz,
dağları onun emrine vermiştik. Akşam-sabah onunla birlikte tespih ederlerdi.
Kuşları da toplu olarak onun emrine vermiştik. Hepsi de ona uyarak zikir ve
tespih ederlerdi. Biz onun mülkünü kuvvetlendirmiş ve kendisine hikmet ve hakkı
batıldan ayırt etme kabiliyeti vermiştik”[153] ayetlerinde kişiyi ibadete
yönelten, Allah’a döndüren bir özellik olarak karşımıza çıkmaktadır.
=¢¢¢£äÛa ¡å¤Ì¢m b à Ï
¥ò Ì¡Ûb 2 ¥ò à¤Ø¡y =¥ u
¤¢ß
¡éî©Ïb ß ¡õ¬b j¤ã üa å¡ß ¤á¢ç õ¬b u
¤ Ô Û ë
“Andolsun ki onlara (kötülükten) vazgeçirecek nice
önemli haberler gelmiştir. Bunlar üstün bir hikmettir fakat uyarılar fayda
vermiyor“[154]’de geçmiş toplumların başından geçen olaylar hikmettir, öğüttür. İşte
burada hikmet, kaynağı vahiy olan ve
insanı her türlü kötülüğe karşı mücadele alanına çeken iç dinamizm, öğüt veya
ruh olarak nitelendirilebilir.
يَا
يَحْيى خُذِ
الْكِتَابَ
بِقُوَّةٍ
وَاتَيْنَاهُ
الْحُكْمَ
صَبِيًّا ()
وَحَنَانًا
مِنْ
لَدُنَّا
وَزَكوةً
وَكَانَ
تَقِيًّا
“Ey Yahya! Kitaba kuvvetle sarıl" (dedik) ve
daha çocukken ona hikmet verdik. Hem de katımızdan bir merhamet ve paklık verdik, o çok takva sahibi idi”[155] ayetlerinde, anlayış, ilim, dinde derin kavrayış
manalarında geçmiştir. Hikmet kelimesiyle aynı kökten gelen ve yakın manalar
içeren hükm, Türkçe’de kullanıldığı şekliyle ‘hakimiyet, egemenlik’
kelimelerinin de karşılığıdır. Yani, bu bağlamda hüküm sahibinin gücü üstünde
hiçbir gücün bulunmamasını ifade eder.
مَا
تَعْبُدُونَ
مِنْ دُونِه
اِلَّا اَسْمَاءً
سَمَّيْتُمُوهَا
اَنْتُمْ
وَابَاؤُكُمْ
مَا اَنْزَلَ
اللّهُ بِهَا
مِنْ سُلْطَانٍ
اِنِ
الْحُكْمُ
اِلَّا
لِلّهِ اَمَرَ
اَلَّا
تَعْبُدُوا
اِلَّا
اِيَّاهُ ذلِكَ
الدّينُ
الْقَيِّمُ
وَلكِنَّ
اَكْثَرَ
النَّاسِ لَا
يَعْلَمُونَ
“Allah'ı
bırakıp da taptıklarınız, sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlerden
başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında herhangi bir delil indirmemiştir.
Hüküm sadece Allah'a aittir. O size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi
emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.”[156]
Allah’ın hükmü bütün evrende geçerlidir ve
O’ndan başka hüküm sahibi yoktur.
قُلِ اللّهُ
اَعْلَمُ
بِمَالَبِثُوا
لَهُ غَيْبُ
السَّموَاتِ
وَالْاَرْضِ
اَبْصِرْ بِه
وَاَسْمِعْ
مَالَهُمْ
مِنْ دُونِه
مِنْ وَلِىٍّ
وَلَا
يُشْرِكُ فى
حُكْمِه
اَحَدًا
“De ki: Ne
kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gizli bilgisi O'na
aittir. O'nun görmesi de, işitmesi de şâyanı hayrettir. Onların (göklerde ve
yerde olanların), O'ndan başka bir yöneticisi yoktur. O, kendi hükümranlığına
kimseyi ortak etmez.”[157]
Yeryüzünde hükmünü yine insanlar aracılığıyla yürütür Allah, ve bunun için de kitap indirir; hükmünü
yürütmekle görevlendirdiği kişi bu kitapla
hükmetmek zorundadır.
اِنَّا
اَنْزَلْنَا
اِلَيْكَ
الْكِتَابَ بِالْحَقِّ
لِتَحْكُمَ
بَيْنَ
النَّاسِ بِمَا
اَريكَ
اللّهُ وَلَا
تَكُنْ
لِلْخَائِنينَ
خَصيمًا
“Allah'ın sana
gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye sana Kitab'ı hak ile
indirdik; hainlerden taraf olma!”[158]
Kitapla hükmetmek adaletle hükmetmektir. Yeryüzünde, Allah’ın,
hükmünü yürütmek için seçtiği kişiler Allah’ın hükmüyle, kitabıyla hükmederler
ve Allah’a inananların bu hükme
kayıtsız, şartsız bağlanmaları gerekir.
اِنَّمَا
كَانَ قَوْلَ
الْمُؤْمِنينَ
اِذَا دُعُوا
اِلَى اللّهِ
وَرَسُولِه
لِيَحْكُمَ
بَيْنَهُمْ اَنْ
يَقُولُوا
سَمِعْنَا
وَاَطَعْنَا
وَاُولئِكَ
هُمُ الْمُفْلِحُونَ
() وَمَنْ
يُطِعِ
اللّهَ
وَرَسُولَهُ
وَيَخْشَ
اللّهَ
وَيَتَّقْهِ
فَاُولئِكَ
هُمُ الْفَائِزُونَ
“Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Resulüne
davet edildiklerinde müminlerin sözü ancak "işittik ve itaat ettik"
demeleridir. İşte bunlar asıl kurtuluşa erenlerdir. Her kim Allah'a ve Resulüne
itaat eder, Allah'a saygı duyar ve O'ndan sakınırsa, işte asıl bunlar
bedbahtlıktan kurtulanlardır.”[159]
Hüküm,
mutlaka bir yönetim veya devletin bulunmasını gerektirmez. Konunun başında da
belirttiğimiz gibi, hüküm, gemlemek,
zaptetmek manalarına da geliyordu. İnsan yeryüzünde imtihana çekildiği
için bir takım şer kuvvetlerle karşı karşıyadır. İnsanın, gerek Allah’ın
hükmüyle hükmedebilmesi, gerekse, içinde hiçbir burukluk ve sıkıntı duymadan bu
hükme boyun eğebilmesi için kötülükleri emreden nefsini gemlemesi, çizginin dışına taşan arzularını zaptetmesi
gerekir. Bu büyük bir uğraştır, didinmedir. Bu uğraşıyı başarıyla veren insan nefsine ve şeytana hakim olarak,
onların üzerine tahakküm ederek Allah’ın hükmüne sarılabilir, hikmet sahibi
olabilir.
وَلَمَّا
جَاءَ عيسى
بِالْبَيِّنَاتِ
قَالَ قَدْ
جِئْتُكُمْ
بِالْحِكْمَةِ
وَلِاُبَيِّنَ
لَكُمْ
بَعْضَ
الَّذى
تَخْتَلِفُونَ
فيهِ فَاتَّقُوا
اللّهَ
وَاَطيعُونِ
“İsa, açık
delillerle geldiği zaman demişti ki: Ben size hikmet getirdim ve ayrılığa
düştüğünüz şeylerden bir kısmını size açıklamak için geldim. Öyleyse Allah'tan
korkun ve bana itaat edin”[160] ayetinde Hz. İsa’nın
hikmeti getirmesinin sebebi İsrail oğulları arasında meydana gelen sorunların
çözüme bağlanmasıdır. Bu çerçevede hikmetin anlamı, vahyi bilgi ve kitabın bir bölümü anlamındadır. Hikmet, kitap
kavramıyla birlikte bir çok yerde[161]
geçmektedir. Bu şekliyle hikmet kavramı iki çerçevede anlaşılabilir; az
önce de geçtiği gibi kitabın bir parçası olarak
değerlendirilebileceği gibi, ayrı ayrı zikredilen kavramlar olmalarından
hareketle hikmetin kitaptan ayrı bir anlama gelmesi de mümkündür.
Hikmetin verilmesi kitabın verilmesi gibi
değildir. Hikmetin indirilmesini tıpkı Hadid suresinde demirin indirilmesi gibi
değerlendirebiliriz. Allah demiri vahiy gibi indirmemiştir. Demir, yeryüzünde
bu dünyanın bir parçası olarak insanlığın istifadesine sunulmuştur. Ancak
insanın demirden faydalanabilmesi, onun keşfedilmesi ve işlenip yararlı hale
getirilmesi ise insanlığın çaba ve gayreti ile mümkün olabilmiştir.
Bunun gibi hikmet; kesbi bir bilgi olması nedeniyle ancak çalışma ve gayret sonucu elde
edilebilir. Bir başka ifade ile, hikmet, varolan ilahi, tabii ve insani
kaynaklar iyi kullanılarak ancak elde edilebilir. Kuran, Allah’ın dilediği
kimseye hikmeti bu şekilde verdiğini ifade etmektedir. Peygamberlerin
hayatındaki hikmet; vehbi olarak vahiy ve kesbi olarak da onun sözlü ve fiili
yorumudur. İnsanın hayatında ise, tefekkürle birlikte vahyi anlaması ve
yaşamasıdır. Kitap herkese indirilmişken, onu anlamak ve yaşamak (hikmet) ancak
çalışan, çabalayan ve isteyen için indirilmiştir.
Hikmet
kavramı, marifelik (belirlenmişlik), nekrelik (belirsizlik) bakımından
incelendiğinde sadece iki yerde nekre
olarak kullanıldığı ortaya çıkar. Nekre, bir cinsin tüm bireylerini içine alır,
dış dünyada belirli bir nesneyi göstermeyip, zihni ve aklidir. Manası tayin
edilmediğinden müphem ve kapalı olup başka bir kelimenin anlam şümulüne de
girmez.
Kendisini
sınırlayan bir vasıf olmadığından hikmet kelimesinin nekre olarak geçtiği Kamer
Suresi, beşinci ayeti, ayrıca nüzul sırasına göre kuranda ilk geçtiği yerdir, Kuran öncesi ibret dolu, uyarıcı, öğüt
verici bütün gaybi, geçmiş haberleri içine alır. Adeta insanlık
tarihine işaret edere şöyle der: ‘Ey insanoğlu! Senden önce gelmiş geçmiş
farklı renk, dil, bölge ve inançlardaki insanlık tarihine bak. Hangi deneme ve
aşamalardan geçirildiğini incele ve üzerinde tefekkür ederek, eğer aynı sonuca
razı değilsen seçimini ona göre yap!’ Diğer bütün yerlerde hikmet, marife
olarak karşımıza çıkar. Kuran tarafından çerçevesi çizilmiş ve içi farklı
anlamlarla doldurularak geçtiği bağlamdaki anlamını yüklenmiştir.
Yukarda o
kadar farklı anlamalarını değişik ayetlerle delillendirmemiz bu nedenleydi.
Mesela hikmet kelimesi, mülk kelimesi ile beraber kullanıldığında, hakimiyet kurmanın ve hükümran olmanın
kuramsal ve kurumsal boyutlarını kapsayan bir anlamla karşılaşırız.
Kitap kelimesi ile geçtiğinde ise, kitabın lafzını gözetmekle birlikte lafzı
aşan, ayetleri derinlemesine idrak
eden bir zihniyeti, kavrayışı, bakış açısını anlatır. Tarih içerisinde bunu en güzel şekilde gerçekleştirenler
peygamberlerdir, ve bunun için de Kur’an, hikmetin önderleri olarak elçileri
gösterir.
Hikmet
kelimesinin tek başına kullanıldığı ayetlerde ise hikmet,[162]
insana verilen vahiy ve akıl; iki
büyük nimet olarak sunulmakla birlikte birbirini tamamlayan bir bütünün
parçaları olarak ifade edilmektedir. Olgunlaşmış,
tecrübi akıl tek başına hikmet olmakla birlikte, bu akıl kaynağını
ve gücünü vahiyden, eğitimden, çevresel faktörlerden, geçmiş tecrübelerden,
olgulardan ve kainattan alarak kemale ulaşır. İnsan hikmete iki şeyle
ulaşabilir; birincisi akıl, ikincisi vahiy.
Hikmet; aklın
tecrübe ile veya aklın vahiyle kesiştiği, buluştuğu noktada, söz ve davranışı
her türlü kötülük ve fesattan alıkoymak için, insanın iç dünyasını tesiri
altına alarak, düşüncesini afaki ve enfüsi boyutlara yönlendiren, etkileyen,
yeni ve özgün bir formla ortaya çıkartarak, insanoğlunun varlıkla ilişkisini
doğru bir biçimde belirleyen ve öğreten tüm bilgi ve çabaları içine alan,
insani söz ve fiillerin kaynağıdır.
Hikmet
kavramıyla yakın ve zıt anlam alanına giren şu kavramları incelediğimizde,
hikmet kavramıyla ilişkilerine baktığımızda hikmet kavramını daha iyi
anlayacağız. Ama, hepsini tek tek incelemek bu çalışmanın sınırlarını
aşacağından sadece isimlerini vereceğiz, kısmet olursa ilerleyen çalışmalarda
ele alacağız: Adalet, basiret, nüha, hıcr, fıkıh, fehm, furkan, kevser,
marifet, hayr, tedebbür, şuur, takva, firaset; sefeh, zulüm, cehalet, gaflet,
zann, lağv, ifrat, bağy, israf, tebzir, buhl, fahşa.
Sonuç itibariyle hikmet; evrenin sırlarını çözmek, ibadetlerin sırrını kavramak, hayatın her aşamasına Allah’ın hükümlerini, kitabını hakim kılmak, O’ndan gelen her şeye gönülden teslim olmak, bunun için çalışmak, eşyanın hakikatini anlamak, baktığı yerde Allah’ın ayetlerini, tecellilerini, isimlerinin cilvelerini görmek, bütün bu cilvelerden geçip ayetleri aşıp Allah’a ulaşmak, bunun yolunu keşfetmek, bu yolda dosdoğru yürümek, kainat kitabıyla, Kur’an kitabının ve bunların özü olan insan kitabının aynı olduğunu kavrayıp “yürüyen kitap” olmaktır.
Müşrikler
hak etmedikleri halde, putlara ‘ilah’ ismini verirler ve böylece şirk
koşarlardı; bu şekilde ‘ilah’ olmayanlara ‘ilah’ demek, onları ‘ilah’ olarak
isimlendirmek sahte ilahlara edilen duadır. Müşrikler bu şekilde adlandırdıklarına
yalvarırlar, onları yardıma çağırırlardı. Kuranın dua olarak nitelediği bu
etmeleri onlara zarardan başka kazandıracağı bir şey yoktur.
æë¢¢¤ä í
¤á¢è ¢1¤ã a ¬ü ë ¤á¢× ¤ ã
æì¢Èî©À n¤ í ü ©é¡ãë¢
¤å¡ß æì¢Ç¤ m
åí© £Ûa ë
“Allah'ın dışında
taptıklarınızın ne size yardıma güçleri yeter ne de kendilerine yardım
edebilirler. ”[163]
يَا
اَيُّهَا
النَّاسُ
ضُرِبَ
مَثَلٌ فَاسْتَمِعُوالَهُ
اِنَّ
الَّذينَ
تَدْعُونَ مِنْ
دُونِ اللّهِ
لَنْ
يَخْلُقُوا
ذُبَابًا
وَلَوِ
اجْتَمَعُوالَهُ
وَاِنْ
يَسْلُبْهُمُ
الذُّبَابُ
شَيًْا
لَايَسْتَنْقِذُوهُ
مِنْهُ
ضَعُفَ
الطَّالِبُ
وَالْمَطْلُوبُ
“Ey insanlar!
(Size) bir misal verildi; şimdi onu dinleyin: Allah'ı bırakıp da
yalvardıklarınız (taptıklarınız) bunun için bir araya gelseler bile bir sineği
dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri de alamazlar.
İsteyen de âciz, kendinden istenen de!”[164]
Bu ayetlerden
de anlaşıldığı gibi duanın bir diğer manası da çağırmaktır. Tabi ki İlah’ı
çağırmak ve O’na yalvarmak rasgele bir çağrı ve yalvarma değildir ve insanların
birbirini çağırmaları gibi olmayacaktır. Resulullah’a hitap konusunda bile
Müslümanlar uyarılmıştır.
¤ لَا
تَجْعَلُوا
دُعَاءَ
الرَّسُولِ
بَيْنَكُمْ
كَدُعَاءِ
بَعْضِكُمْ
بَعْضًا قَدْ يَعْلَمُ
اللّهُ
الَّذينَ
يَتَسَلَّلُونَ
مِنْكُمْ
لِوَاذًا
فَلْيَحْذَرِ
الَّذينَ
يُخَالِفُونَ
عَنْ اَمْرِه
اَنْ
تُصيبَهُمْ
فِتْنَةٌ
اَوْ يُصيبَهُمْ
عَذَابٌ
اَليمٌ
“(Ey
müminler!) Peygamberi, kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın.
İçinizden, birini siper edinerek sıvışıp gidenleri muhakkak ki Allah
bilmektedir. Bu sebeple, onun emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belâ
gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar.”[165]
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا لَا
تَرْفَعُوا
اَصْوَاتَكُمْ
فَوْقَ
صَوْتِ
النَّبِىِّ
وَلَا تَجْهَرُوا
لَهُ
بِالْقَوْلِ
كَجَهْرِ
بَعْضِكُمْ
لِبَعْضٍ
اَنْ
تَحْبَطَ
اَعْمَالُكُمْ
وَاَنْتُمْ
لَا
تَشْعُرُونَ
“Ey iman
edenler! Seslerinizi Peygamber'in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize
bağırdığınız gibi, Peygamber'e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına
varmadan amelleriniz boşa gidiverir.”[166]
Mertebe
yönünden birbirine yakın insanların hitabıyla, uzak olanların hitabı değişirken
Rabbe olan hitab nasıl farklı ve özel olmaz? Eğer O da insanlar gibi çağrılırsa
makamının yüceliği anlaşılmaz ve kendisine mutlak itaat etmesi gerekenlerle bir
eşitlik söz konusu olur. İşte üstün bir makamı çağırma hiçbir zaman sıradan bir
çağırma değildir. Bu, önce o makamın üstünlüğünü kabul etmeyi ve o makamın
karşısındaki aczin itirafını gerektirir. Bu gerek o zatın adını anmak için,
gerekse bir hacet için yalvarmak için olsun böyledir. Bu anlamıyla dua;
küçükten büyüğe, acizden muktedire bir rica, bir istektir ki sözle ve hareketle
olur, aynı zamanda bir ihlas, ve tazarru ve uygun bir biçim gerektirir. Allah’a
dua ederken ki tavrımız şöyle belirleniyor:
اُدْعُوا
رَبَّكُمْ
تَضَرُّعًا
وَخُفْيَةً
اِنَّهُ لَا
يُحِبُّ
الْمُعْتَدينَ
() وَلَا
تُفْسِدُوا
فِىالْاَرْضِ
بَعْدَ اِصْلَاحِهَا
وَادْعُوهُ
خَوْفًا
وَطَمَعًا اِنَّ
رَحْمَتَ
اللّهِ
قَريبٌ مِنَ
الْمُحْسِنينَ
“Rabbinize yalvara yalvara ve için için dua edin.
Şüphesiz O, haddi aşanları sevmez. Düzene konulduktan sonra yeryüzünde
bozgunculuk çıkarmayın. Ona korkarak ve umut taşıyarak dua edin. Doğrusu
Allah’ın rahmeti iyilik yapanlara pek yakındır.”[167]
وَاذْكُرْ
رَبَّكَ فى نَفْسِكَ
تَضَرُّعًا
وَخيفَةً
وَدُونَ الْجَهْرِ
مِنَ
الْقَوْلِ
بِالْغُدُوِّ
وَالْاصَالِ
وَلَا تَكُنْ
مِنَ
الْغَافِلينَ
“Rabbini sabah akşam, yüksek olmayan bir sesle,
kendi kendine, ürpertiyle yalvara yalvara ve için için zikret. Gaflete
kapılanlardan olma.”[168]
Aciz ve her
şeyin yaratıcısı Allah’a muhtaç olan kula düşen duadır, Rabbe yaraşan ise bu
duaya icabet etmektir.
وَاِذَا
سَاَلَكَ
عِبَادى
عَنّى
فَاِنّى قَريبٌ
اُجيبُ
دَعْوَةَ
الدَّاعِ
اِذَا دَعَانِ
فَلْيَسْتَجيبُوا
لى
وَلْيُؤْمِنُوا
بى
لَعَلَّهُمْ
يَرْشُدُونَ
“Kullarım sana benden soracak olurlarsa, muhakkak ki
ben yakınım; beni çağırdığında çağıranın çağrısına icabet ederim; o halde onlar
da benim çağrıma uysunlar ve bana iman etsinler, umulur ki irşat olurlar.”[169]
وَقَالَ
رَبُّكُمُ
ادْعُونى
اَسْتَجِبْ
لَكُمْ اِنَّ
الَّذينَ
يَسْتَكْبِرُونَ
عَنْ
عِبَادَتى
سَيَدْخُلُونَ
جَهَنَّمَ
دَاخِرينَ
“Rabbiniz
şöyle buyurdu: Bana dua edin, kabul edeyim. Çünkü bana ibadeti bırakıp büyüklük
taslayanlar aşağılanarak cehenneme gireceklerdir.”[170]
Bu
ayetten duanın Kuran’da ibadet manasında da kullanıldığını görüyoruz. Aynı
ayetin başında dua, devamında aynı şeyi kasten ibadet kelimesinin kullanılması
bize dua-ibadet ilişkisinin derecesini göstermektedir. ‘Büyüklenerek bana kulluk etmekten yüz çevirenler’ ifadesiyle Allah’a
yalvarmanın ve dua etmenin ibadet, ibadet etmenin de dua olduğu açığa
çıkmaktadır. Yine Müminun-117’de de bu manasıyla kullanılmıştır:
وَمَنْ
يَدْعُ مَعَ
اللّهِ
اِلهًا اخَرَ
لَابُرْهَانَ
لَهُ بِه
فَاِنَّمَا
حِسَابُهُ
عِنْدَ
رَبِّه
اِنَّهُ
لَايُفْلِحُ
الْكَافِرُونَ
“Kim Allah ile beraber ona ilişkin kesin bir kanıt
olmaksızın başka bir ilaha taparsa (çağırırsa), artık onun hesabı Rabbinin
katındadır. Şüphesiz küfredenler kurtuluşa eremezler.”[171]
Artık bu
ayetle her şey o kadar net ki tapınmak dua etmekle eşdeğerdir. İbadetlerimizi
dua kılmak ve duamızı ibadet kılmak, içlerini bu şekilde doldurmak bize
düşüyor. Bu ayetlerde dikkat çekilen husus sadece dua-ibadet ilişkisi değil
elbet. Dua-tevhid boyutu da en az bu kadar önemli ve dikkate değerdir. Ancak kendini
her bakımdan güçlü kuvvetli, Allah’ın kudretinden müstağni görenler Allah’a dua
etmezler. Bu noktada duanın tevhidle olan, imanla olan ilişkisine geliyoruz;
dua, imanın ve imanın nasıllığının, kimliğinin göstergesidir. O kadar direkt
bir ilişki vardır ki, imanınız duanız kadardır ve imanınız dua ettiğinizedir.
وَلَا
تَدْعُ مَعَ
اللّهِ
اِلهًا اخَرَ
لَا اِلهَ
اِلَّا هُوَ
كُلُّ شَىْءٍ
هَالِكٌ اِلَّا
وَجْهَهُ
لَهُ
الْحُكْمُ
وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
“Allah ile
birlikte başka bir tanrıya tapıp yalvarma! O'ndan başka tanrı yoktur. O'nun
zâtından başka her şey yok olacaktır. Hüküm O'nundur ve siz ancak O'na
döndürüleceksiniz.”[172]
7 åî©2 £ È¢à¤Ûa å¡ß
æì¢Ø n Ï ¨a b¦è¨Û¡a ¡é¨£ÜÛa É ß
¢Ê¤ m 5 Ï
“O halde sakın
Allah ile beraber başka tanrıya kulluk edip yalvarma, sonra azap edilenlerden
olursun!”[173]
a=¦í© ß b¦ãb À¤î, (
ü¡a æì¢Ç¤ í ¤æ¡a ë b7¦qb ã¡a ¬eü¡a ¬©é¡ãë¢
¤å¡ß æì¢Ç¤ í ¤æ¡a
“Onlar
(müşrikler) O'nu bırakıp yalnızca bir takım dişilerden (dişi isimli
tanrılardan) istiyorlar, ancak inatçı şeytandan dilekte bulunuyorlar.”[174]
Bunlar gibi
daha nice ayeti kerimede hem dua etmeyenler, hem de Allah’tan başkasına, Allah
ile beraber olsa bile dua edenler küfürle niteleniyor. Hatta daha önce
zikrettiğimiz Hacc-73 ve Araf-197 ayetlerinde Allah onlara meydan okuyarak
duaya icabet edemeyeceklerini, güçlerinin hiçbir şeye yetmeyeceğini yüzlerine
çarpıyor. Allah’ın affetmeyeceği günah yoktur ama kendisine karşı tekebbür ve
kibir en çok gazaplandığı ve (tövbe edilmedikçe) asla affetmeyeceği bir
tavırdır. Böyleyken dua da işte O’nun büyüklüğünü, yüceliğini itirafın tek ve
en güzel yoludur. Her İslami kavram ve eylem gibi dua da Allah’ın birliğine
dayalı esastan neşet eder, yeryüzünde hakimiyet ve otorite hakkının yalnız
Allah’a teslimini içeren tevhid anlayışı içinde manasına ulaşır.
İslam’ın
duası, Allah’ın dışındaki tüm yerel güçlerden sıyrılarak Rabb’ine yönelen
insanın duasıdır. Doğal olarak da bu olgu içerisinde Allah ile insan arasında
kesintisiz bir istek ve ilişki söz konusudur. Kur’an Allah’ın adıyla başlar ve
sonunda insan kelimesiyle biter. İşte kuranın bütün dizisi bu başlangıç ve
sonuç arasındaki bağlantıların, Yüce Allah’tan insanlara gelen, ve insanlardan
Allah’a giden varlık ve hayat ilişkilerinin sonsuzluk zevkiyle anlatımı üzerine
kurulmuştur.
İnsan-Allah
diyalogunun biri yukardan aşağı (Allah’tan kula), ötekisi aşağıdan yukarı
(kuldan Allah’a) iki görünümü, yönü vardır. Birinci görünüm vahiy ve ilham
iken, işte ikinci görünüm duadır ve dua da ancak birleme ile başlar. “İşte
bu nedenlerle de duayı asıl geldiğimiz yerle bizim aramızda doğal bir bağlantı
olarak algılamak, ve onu, varlığımızın oluşumunda etkin olan herhangi bir
faaliyetimiz gibi kabul etmek zorundayız. Bir başka deyimle; duaya ruh ve
cismimizin doğal bir pratiği, bir faaliyeti gözüyle bakmalıyız.”
b¦ßa ¡Û ¢æì¢Ø í
Ò¤ì Ï ¤á¢n¤2 £ × ¤ Ô Ï
7¤á¢×¢ª¯ë¬b Ç¢
ü¤ì Û ó©£2 ¤á¢Ø¡2
a¢ª¯ì j¤È í b ß ¤3¢Ó
“(Resûlüm!) De
ki: (Kulluk ve) yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin? (Ey
inkârcılar! Size Resûl'ün bildirdiklerini) kesinkes yalan saydınız; onun için
azap yakanızı bırakmayacaktır!”[175]
Bu ayete
baktığımızda da görürüz ki A. Carrel son derece haklı; insan olmamızla, iman
sahibi olmamızla eşdeğer bir manası var dua etmenin, edebilmenin. Ali bin Ebu
Talib bu ayeti şu şekilde yorumluyor: “‘Duanız olmasaydı’ ifadesi ‘imanınız
olmasaydı’ anlamıyla kullanılmıştır.”
Dua salt
sözden ibaret değildir.
وَاِذِ
اسْتَسْقى
مُوسى
لِقَوْمِه
فَقُلْنَا
اضْرِبْ
بِعَصَاكَ
الْحَجَرَ
فَانْفَجَرَتْ
مِنْهُ
اثْنَتَا
عَشْرَةَ
عَيْنًا قَدْ
عَلِمَ كُلُّ
اُنَاسٍ
مَشْرَبَهُمْ
كُلُوا وَاشْرَبُوا
مِنْ رِزْقِ
اللّهِ
وَلَاتَعْثَوْا
فِى
الْاَرْضِ
مُفْسِدينَ
“Musa (çölde)
kavmi için su istemişti de biz ona: Değneğinle taşa vur! demiştik. Derhal
(taştan) oniki kaynak fışkırdı. Her bölük, içeceği kaynağı bildi. (Onlara:)
Allah'ın rızkından yeyin, için, sakın yeryüzünde bozgunculuk etmeyin, dedik.”[176]
Bu ayette
dikkat edilirse Hz. Musa kavmi için su istediğinde kendisine ‘asanı taşa vur’
denmiştir. İşte bu emir bize dua konusunda önemli bir açılım kazandırmaktadır
ve “duanın bir eylemle/amelle birlikte olması gerektiği” gerçeğini
vurgulamaktadır. Yani dua,eylemle
tamamlanır, Allah'ın çizdiği sınırlar
içinde kalmayı gerektirir ve kula isteği doğrultusunda bir sorumluluk yükler.
Yoksa Hz.
Musa’nın isteği karşısında Allah (c.c) hemen yağmur yağdırıp veya yanı başında
bir pınar var edip su gönderebilirdi, fakat ‘asanı taşa vur’ emrini verdi. O
sırada Hz. Musa, varsayalım bu ilahi emre derhal uymayıp da ‘asayı taşa
vurmanın suyla ne ilişkisi var?’ gibi bir akıl yürütmeye ve kendi kendine kıyas
yapmaya kalkışsaydı, bu nimet tecelli etmeyecekti, dualarda boşa çıkacaktı.
Kuru taşları yarıp pınarlar fışkırtmaya kadir olan Allah istenen suyu doğrudan
doğruya ihsan etmiyor da bir duayla bir maddi sebebe girişmek üzerine ihsan
ediyor. Buna benzer bir olay da Hz. Meryem’le alakalıdır. Meryem, Hz. İsa’ya
hamiledir ve hareket edemeyecek kadar ağır durumdadır. Böyle bir anda kendisine
şöyle seslenilir:
9b¦£î¡ä u b¦j ¢
¡Ù¤î Ü Ç ¤Á¡Ób ¢m ¡ò ܤ £äÛa ¡Ê¤¡v¡2
¡Ù¤î Û¡a ¬ô©£¢ç ë
“Hurma dalını
kendine doğru silkele ki, üzerine taze, olgun hurma dökülsün.”[177]
İşte bütün sır burada ve bu Allah'ın kulunun
işe karışmasını istemesidir, ve dikkatten kaçmamalı ki mutlak teslimiyettir.
Hz. Musa taştan su çıkar mı diye şüphelenmeden emri yerine getirmiştir. Müslümanların bazıları duayı teskin edici
bir ilaç ya da uyuşturucu gibi algılıyorlar, öyle olmadığını düşünseler de!
Güçsüzlüğü karşılamak, sorumluluktan kaçmak, işsizlik ve tehlikelerden uzak
kalmak, yaşama karşı direnme ve toplumsal sorumluluk bilincinin yokluğu gibi
eksiklikleri ve zayıflıkları yenmek amacı ile dua edilir sanıyorlar.
Yani düşünce ve
pratikteki zorluk ve meşakkatlere katlanmak yerine, cihad etme yerine, kestirme
yoldan dua edilir. Bununla beraber dua; dua eden bireyin kendi çabası,
zorlaması, zorlanması ve gayretiyle kazanabileceği şeyleri tembellik ve
zayıflıktan ötürü Allah’tan istemesidir. İşte İslam toplumlarına zaman ve mekan
ve olayların etkisiyle İslam’ın dua anlayışı yerine böyle bir dua anlayışı
yerleş(tiril)miştir.
Halk yığınları
ümitsizleştirilmiş, aciz bırakılmış, kendilerini zayıf görmüşler, isteklerini
ele geçirmek konusunda kendilerini yetersiz saymışlar, duanın bu algılanışıyla
uyuşturulmuşlar ve inanmışlar ki, dua,insanın yetersizliği ve zayıflığı
karşılayışı, kabullenişi, sorumluluktan kaçışıdır. Oysa iş, zorluk, sabır,
iman,düşünce, direnme, karşı koyma, tahammül edebilme ve bu özelliklere
kavuşmak amacıyla dua’ya bir araç olarak bakmaktır, o özellikleri kazandıktan
sonra Allah’tan sonucu tayin etmesini istemektir.
Hz. Peygamber’in
hayatına baktığımızda şu gerçekle karşı karşıya geliyoruz: O tüm savaşlar
öncesi hazırlıkları, genel uyanıklığı, güç dengelerini, savaş düzenini hesaba
katarak savaşın en ince taktik ve stratejik kurallarına riayet etmiş, saf
bağlamış, sonra düşman karşısına çıkıştır.
Bütün bunları
yaptıktan sonra da Allah’a yönelerek secde de dua etmiştir. Değilse “Allah’ım,
biz ihanet etsek de, yükten kaçsak ta, kendimizi düşmana teslim etsek de,
zafere layık olmasak ta sen kerem ve lütfunla bizi muzaffer kıl, onları yok
et!” şeklinde hiçbir dua etmemiştir; kastımız elbette bu manada yorumlanacak
bir tavır içinde olmayışıdır, böyle dua edilmesi zaten beklenemez. Bedir
savaşında giymiş olduğu zırh, Uhud’da vadiye dikmiş olduğu 50 okçu, Hendek
savaşında aylarca elde kazma, kürek hendek kazmaları birer duaydı.
Hendekte aylarca
süren bu dua rüzgar, fırtına, kafirler arasında fitne olarak, Bedir’de
ayakların altını sağlamlaştıran yağmur olarak icabet gördü. Ama Uhud’da o 50
okçu duayı bozdular ve icabet olunmadılar. İşte bu duanın dilidir. Yaşamlarını
hep toplumsal sorumluluğa dayan kimseler, kendi toplumlarında olumlu işleri
sürdürmek için bu şekilde dua etmişlerdir.
Duanın bir
diğer manası da davet etmek, çağırmaktır.
§áî©Ô n¤¢ß §Âa ¡ ó¨Û¡a
¢õ¬b ' í ¤å ß ô©¤è í ë 6¡â5 £Ûa
¡a
ó¨Û¡a a¬ì¢Ç¤ í ¢é¨£ÜÛa ë
“Allah
kullarını esenlik yurduna çağırıyor ve O, dilediğini doğru yola iletir.”[178]
6¡b £äÛa ó Û¡a
ó¬©ä ãì¢Ç¤ m ë ¡ñì¨v £äÛa ó Û¡a
¤á¢×ì¢Ç¤
a ó¬©Û b ß ¡â¤ì Ó b í ë
“Ey kavmim!
Nedir bu hal? Ben sizi kurtuluşa çağırıyorum, siz beni ateşe çağırıyorsunuz.”[179]
Bu ayetlerde
çok açık bir şekilde bahsedilen manada kullanılmıştır.
Dua
kelimesinden türemiş olan “da’va” kelimesi, “iddia, dua ile güdülen amaç,
çağrının hedefi ve kendisi için çağrılan (dua edilen) şey” demektir.
åî©à¡Ûb à b £ä¢× b £ã¡a
a¬ì¢Ûb Ó ¤æ a ¬ü¡a ¬b 䢤b 2 ¤á¢ç õ¬b u
¤¡a ¤á¢èí¨ì¤Ç
æb × b à Ï
“Azabımız
onlara geldiğinde çağırışları, "Biz gerçekten zalim kişilermişiz"
demelerinden başka bir şey olmadı.”[180]
İşte dünya
hayatında ve kendilerini yeryüzünde ölümsüz ve güç yetirilemez sandıkları
sırada Allah’tan başkasına dua edip başka şeylere çağıranlar ve böylece başka
davalar güdenlerin Allah’ın azabı ve zoru gelip de kendilerini perişan
ettiğinde artık tek davaları kalacaktır: Zalim olduklarının itirafı. O büyük
iddialarla öne sürülen davalar acı bir itirafa dönüşecektir. Oysa gerçek dava,
her zaman için hakk olup, nihai düzlemde tek ve son dava “ Hamd alemlerin
rabbi Allah içindir”[181]
davasıdır.
Kafirlerin davası zalimliklerinin itirafı
olacakken, müminlerinki Allah’a hamd olacaktır. Allah Müslümanların davasını
haklı çıkarmış, dualarını kabul etmiş, çağrılarına icabet etmiş ve onları
gerçek, eşsiz mükafatla mükafatlandırmıştır. Şu halde kafirler dışındaki bütün
varlıkların, müminlerin son duası ve davası hamd’dir. Onlar dünyada iken
Allah’a çağırırlar,[182]
çağrılarını bıkmadan gece-gündüz tekrarlar,[183]
ve bu çağrıyı hikmetle ve güzel öğütle yaparlar[184] Buradaki ‘çağrı’ kelimesini dilersek Allah’a
yalvarmak, dilersek O’nu yardıma çağırmak ve dilersek insanları Allah’a
çağırmak manasına alalım değişen hiçbir şey olmayacaktır, hepsi dua olacaktır.
Dua
tevekkülle kardeştir. Tevekkül, Allah’ı vekil kılmaktır. Yalnız hemen şunu
hatırlatmalıdır ki, bu vekil tayin etme, işin yapılması için değil,
tarafımızdan yapılan işin sonucu Allah’ın tayin etmesi içindir.
قُلْ
لَنْ
يُصيبَنَا
اِلَّا مَا
كَتَبَ اللّهُ
لَنَا هُوَ
مَوْلينَا
وَعَلَى
اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ
الْمُؤْمِنُونَ
“De ki:
Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlâmızdır.
Onun için müminler yalnız Allah'a dayanıp güvensinler.”[185]
Tevekkülle
istenen Allah’ın her şeyin üstünde hüküm ve tasarruf sahibi olduğu kabulünü
sağlamaktır. Allah’ın bizim namımıza amelelik yapmasını istercesine tevekkülün
tam tersi bir manaya saplanmak imanı zedeler. Takip eden ayete dikkat edilirse
görülür ki Allah’a dayanmanın ve güvenmenin ön koşulu işe girişmektir.
فَبِمَا
رَحْمَةٍ
مِنَ اللّهِ
لِنْتَ لَهُمْ
وَلَوْ
كُنْتَ
فَظًّا
غَليظَ
الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا
مِنْ
حَوْلِكَ
فَاعْفُ
عَنْهُمْ
وَاسْتَغْفِرْ
لَهُمْ
وَشَاوِرْهُمْ
فِى
الْاَمْرِ فَاِذَا
عَزَمْتَ
فَتَوَكَّلْ
عَلَى اللّهِ اِنَّ
اللّهَ
يُحِبُّ
الْمُتَوَكِّلينَ
“O vakit
Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli
olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet;
bağışlanmaları için dua et; iş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman
da artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri
sever.”[186]
Dua’nın bir diğer önemli manası da
‘salat’tır, yani bir anlamıyla namaz. Bazı alimlere göre salat ‘dua ve
hamd’dir. ‘Salleytu aleyh’ ‘ona dua ettim’ demektir.
خُذْ
مِنْ
اَمْوَالِهِمْ
صَدَقَةً
تُطَهِّرُهُمْ
وَتُزَكّيهِمْ
بِهَا
وَصَلِّ عَلَيْهِمْ
اِنَّ
صَلوتَكَ
سَكَنٌ
لَهُمْ وَاللّهُ
سَميعٌ
عَليمٌ
“Onların
mallarından sadaka al; bununla onları (günahlardan) temizlersin, onları arıtıp
yüceltirsin. Ve onlar için dua et. Çünkü senin duan onlar için sükûnettir
(onları yatıştırır). Allah işitendir, bilendir.”[187]
اِنَّ
اللّهَ
وَمَلئِكَتَهُ
يُصَلُّونَ
عَلَى
النَّبِىِّ
يَا اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
صَلُّوا
عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا
تَسْليمًا
“Allah ve
melekleri, Peygamber'e çok salavat getirirler. Ey müminler! Siz de ona salavat
getirin ve tam bir teslimiyetle selam verin.”[188]
Bu ayetlerde
dua etmek manalarında kullanılmıştır. ‘Musalli’ ismi faili Kur’an’da
mutlaka ve sadece ‘namaz kılan’ anlamında kullanılmamıştır, ayrıca
Resulullah’a edilen dua manasında da kullanılmıştır.
= åî©£Ü ¢à¤Ûa å¡ß
¢Ù ã ¤á Û aì¢Ûb Ó Ô ó©Ï
¤á¢Ø Ø Ü b ß
“‘Sizi şu ateşe ne sürükledi?’ diye sorulduklarında
onlar ‘biz musallinden değildik’ diyeceklerdir.”[189]
Resulullah’a
uyan olmadıklarının, ona dua etmediklerinin itirafıdır bu ayet. Salat’ta secde,
rüku, kıraat, zikir, hamd, dua gibi bütün ibadet biçimleri vardır. Allah nasıl
dua edene icabet ediyorsa, tövbe edeni affediyorsa, salat edene salat eder.
Zaten tam anlamıyla, tamamıyla duadır, yöneliştir, çağrıdır. Maalesef
namazlarımızın ruhundan uzaklaştırılmış olması, sünnet adına bazı kalıplara
sokulmuş olması onun duadan farklı olarak algılanmasını da beraberinde
getirmiştir. Bu noktada namazlarımızın neyliğini, nasıllığını, nasıl olmalığını
en azından kendi kendimize sormamız, soruşturmamız onları kazanmamız, bir
alışkanlığın ötesine taşımamız,birer dua olarak kazanmamız yolunda önemli bir
adım olacaktır.
وَاِذَا
سَاَلَكَ
عِبَادى
عَنّى
فَاِنّى قَريبٌ
اُجيبُ
دَعْوَةَ
الدَّاعِ
اِذَا دَعَانِ
فَلْيَسْتَجيبُوا
لى
وَلْيُؤْمِنُوا
بى
لَعَلَّهُمْ
يَرْشُدُونَ
“Kullarım
sana, beni sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit
dua edenin dileğine karşılık veririm. O halde (kullarım da) benim davetime
uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulalar.”[190]
وَقَالَ
رَبُّكُمُ
ادْعُونى
اَسْتَجِبْ لَكُمْ
اِنَّ
الَّذينَ
يَسْتَكْبِرُونَ
عَنْ
عِبَادَتى
سَيَدْخُلُونَ
جَهَنَّمَ
دَاخِرينَ
“Rabbiniz
şöyle buyurdu: Bana dua edin, kabul edeyim. Çünkü bana ibadeti bırakıp büyüklük
taslayanlar aşağılanarak cehenneme gireceklerdir”[191] ayetlerinde ve bir çok
ayette olduğu gibi Allah dualarınızı kabul ederim, siz bana dua edin buyuruyor.
Peki Allah önceden karar verdiği bir şeyi yani kaderimizi nasıl değiştirir,
değiştirir mi, bu nasıl olur türden sorular geliyor insanın aklına ve hemen
ardından şu ekleniyor; Allah’ın kararı değişmeyeceğine göre duanın ne etkisi
var, duaya ne gerek var? Halbuki dikkatten bir şey ısrarla kaçı(rılı)yor: Allah
için önce ve sonra yoktur, O ezeli ve ebedidir, ilmi de öyledir. Hal böyleyken
nasıl iddia edilebilir ki, Allah’ın yazması önce, insanın duası sonra ve
Allah’ın o duaya göre kaderi değiştirmesi daha sonra. Hayır, hayır Allah ezeli
ilmiyle dua edeceğimizi bilip takdirini ona göre yapmıştır, en iyisini O bilir.
وَاِذَا
سَاَلَكَ
عِبَادى
عَنّى
فَاِنّى قَريبٌ
اُجيبُ
دَعْوَةَ
الدَّاعِ
اِذَا دَعَانِ
فَلْيَسْتَجيبُوا
لى
وَلْيُؤْمِنُوا
بى
لَعَلَّهُمْ
يَرْشُدُونَ
“Kullarım
sana, beni sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit
dua edenin dileğine karşılık veririm. O halde (kullarım da) benim davetime
uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulalar.”[192]
وَاِذَا
مَسَّ
الْاِنْسَانَ
الضُّرُّ
دَعَانَا
لِجَنْبِه
اَوْ قَاعِدًا
اَوْ
قَائِمًا
فَلَمَّا
كَشَفْنَا
عَنْهُ
ضُرَّهُ
مَرَّ كَاَنْ
لَمْ
يَدْعُنَا اِلى
ضُرٍّ
مَسَّهُ
كَذلِكَ
زُيِّنَ
لِلْمُسْرِفينَ
مَا كَانُوا
يَعْمَلُونَ
“Eğer Allah
insanlara, hayrı çarçabuk istedikleri gibi şerri de acele verseydi, elbette
onların ecelleri bitirilmiş olurdu. Fakat bize kavuşmayı beklemeyenleri biz,
azgınlıkları içinde bocalar bir halde (kendi başlarına) bırakırız.”[193]
Bu ve benzer
onlarca ayet ve hadiste duanın önemi ve kesinlikle kabul edileceği anlatılmaktadır.
Duanın kabulü sadece istenilenin yerine getirilmesi değildir elbet. İnsan o
kadar cahildir ki bazen aleyhine olan bir şey ister de farkında olmaz, sonra
Allah ona olan rahmetinden dolayı ona o şerri vermekte yavaş davranır ve insan
yine cahilliğinden duasının niye kabul olmadığını sorar durur, Halbuki yunus-11
bu durumu ne kadar güzel açıklıyor.
Dua eden her
hal ve şartta kazanandır. Bir kez dua ettikten sonra kabul edilmemesinin mümkün
olmadığını bilmek kadar büyük bir nimet var mıdır? Bir kul Allah’a dua etmek
suretiyle, Allah’a kul olduğunu ikrar eder ve böylece Allah’a aynı zamanda
ibadet etmiş olur, onu birlemiş olur. Bu kişinin duasının, ibadetinin karşılığı
Allah’ın indinde saklı olduğu için, duası burada ister kabul olsun, ister olmasın
mükafatını muhakkak alacaktır. Bu manada duanın kabul olmaması gibi bir şey de
söz konusu değildir.
Efendimiz
(as):
“Dualarınızın
kabul edilmeyeceğinden korkmuyorum. Beni asıl korkutan dua etmenizin imkansız
hale gelmesi ihtimalidir.”[194]
اُدْعُوا
رَبَّكُمْ
تَضَرُّعًا
وَخُفْيَةً
اِنَّهُ لَا
يُحِبُّ
الْمُعْتَدينَ
() وَلَا
تُفْسِدُوا
فِىالْاَرْضِ
بَعْدَ
اِصْلَاحِهَا
وَادْعُوهُ
خَوْفًا
وَطَمَعًا
اِنَّ
رَحْمَتَ اللّهِ
قَريبٌ مِنَ
الْمُحْسِنينَ
“Rabb’inize yalvara yalvara ve için için dua edin.
Şüphesiz O, haddi aşanları sevmez. Düzene konulduktan sonra yeryüzünde
bozgunculuk çıkarmayın. Ona korkarak ve umut taşıyarak dua edin. Doğrusu
Allah’ın rahmeti iyilik yapanlara pek yakındır.”[195]
وَاذْكُرْ
رَبَّكَ فى
نَفْسِكَ
تَضَرُّعًا
وَخيفَةً
وَدُونَ
الْجَهْرِ
مِنَ
الْقَوْلِ
بِالْغُدُوِّ
وَالْاصَالِ
وَلَا تَكُنْ
مِنَ
الْغَافِلينَ
“Kendi
kendine, yalvararak ve ürpererek, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam Rabbini
an. Gafillerden olma.”[196]
Unutmayın ki
Allah kendilerini duadan ihtiyaçsız sayanları sevmediği gibi, duanın
sınırlarını aşanları da sevmez ve dualarını kabul etmez.[197]
Bunlar gibi
nice ayet ve hadis duanın nasıllığını bize anlatır durur. Dua, Allah ile insan
arasında kurulan anlamlı bir diyalogdur. Bu nedenle duada korku; senin O’nsuz
edemeyeceğini anlamandır, ümit ise; Onun seni terk etmeyeceğini unutmamandır.
Öyleyse edebine riayet için, duada ümitle korkuyu birlikte taşımalı, acele
etmemelidir.
= åî©È¡(b ¤Ûa ó Ü Ç
ü¡a ¥ñ î©j Ø Û b è £ã¡a ë
6¡ñì¨Ü £Ûa ë ¡¤j £Ûb¡2
aì¢äî©È n¤a ë
“Sabır ve salata yapışarak Yaratıcıdan yardım
dileyin. Şu bir gerçek ki, bunu yapmak, içleri Allah’a karşı aşk ve ürperti ile
dolu olanların dışındakilere çok zor gelir.”[198]
“Allah’ım!
Fayda vermeyen ilimden, salih olmayan ibadetten, doymak bilmeyen nefisten,
acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, hayatın ve ölümün fitnesinden, fayda
vermeyen ilimden ve kabul olmayacak duadan sana sığınırım.”
Zikir: “Ze-ke-ra” kökünden gelir, sözcük
anlamı ‘bir şeyi telaffuz etme, zihinde hazır etme, insanın edindiği şeyi korumasını
sağlayan nefsin bir durumu, korunan, edinilen şeyin zihinde hazır hale
getirilmesi, hatırlama, anma’ demektir. Esasen “ayet, zikir, kuran, kitap” kavramlarının
birbiriyle oldukça yakın bağlantıları vardır ve birbirlerinin anlaşılmasında
büyük etkileri olacaktır; böyle olunca o kavramlara başvurmak da çok faydalı
olacaktır.
Allah insanı
yarattığı zaman ona isimleri öğretti. Bu isimler kainata, evrene ve insan
tekine ilişkin isimlerdi. Allah bu isimlerle insanı bütün varlıklardan üstün
kılmış, eşref-i mahlukat yapmış, melekleri huzurunda secde ettirmiş, evrendeki
her şeyi kullanımına vermiştir. Bu isimlerin evrendeki tecellileri ‘Allah’ın
ayetleri’dir aynı zamanda. Bu ayetleri okuyarak insan evreni, kendini okur ve
Rabbine gider. İnsan bu isimlerle yüce kılınmış, kulluğa kabul edilmişti.
İnsan
kendisine tanınan seçme özgürlüğünü kullanarak Allah’a isyan etmiştir; bu bir
bakıma onun unutkanlığından kaynaklanmıştır: yaratılışı gereği unutkandır
insan. İnsan kelimesiyle, Arapça unutmak demek olan nisyan aynı kökten gelir.
b;¦ß¤ Ç ¢é Û ¤¡v ã
¤á Û ë ó¡ ä Ï ¢3¤j Ó ¤å¡ß â
¨a
ó¬¨Û¡a ¬b 㤡è Ç ¤ Ô Û ë
“Andolsun biz,
daha önce de Âdem'e ahit (emir ve vahiy) vermiştik. Ne var ki o, (ahdi) unuttu.
Onda azim de bulmadık.”[199]
Şu kadar ki
Allah yine rahmetinin bolluğundan, büyüklüğünden unutan insana hatırlaması için
‘kelimeler’ göndermiştir ve bu kelimelerle insan ‘hatırlama’ya, ‘tezekkür’
etmeye başlamıştır.
Allah Teala
her şeyde kendini ve gücünü gösterir. Bizim ruhumuzda da Allah’ın zatına ait
mutlak bir tasdik yatar, bu yüzden Allah inancı fıtridir, her şeyin başıdır,
ama insan çeşitli etkilerle bunun üzerini örter, duyularını kapar, aklı,
düşüncesi ölür, kalbi kararır ve tam bir unutkanlığın, gafletin, nisyanın içine
düşer. Bu zamanda insana bu kesin ve mutlak gerçeği hatırlatacak deliller,
işaretler gerekir. Evren işte bu delil ve işaretlerle doludur, ancak insanın
bakmasını, okumasını, görmesini, anlamasını bilmesi gerekir. Bu işaretlerden
biri olan, en büyüğü olan Kur’an bu yüzden ez-Zikr adıyla anılır, yani
hatırlatan, işaret taşıyan, anımsatan, andıran. Demek oluyor ki zikir öncelikle
Kur’an’dır, evrendir, yani Allah’ı hatırlatmaktır, yani gerçeği, mutlak gerçeği
andırmaktır.
æì¢Ä¡Ïb z Û ¢é Û
b £ã¡a ë ¤×¡£Ûa b ä¤Û £ ã
¢å¤z ã b £ã¡a
“Muhakkak ki zikr’i biz indirdik ve muhakkak onun
koruyucusu da biziz.”[200]
İnsanda ruh
ile bedenin karmaşık bir bağlantısı vardır. Dışardan içeri sürekli olarak
işaretler dolar ve duyduğundan, dokunduğundan, kokladığından meydana gelen
işaretlerdir bunlar. Bu işaretler bir anlam belirler ve bunu nefis, ruh kavrar.
Bu kavrayış kalpte yer eder ve bedende bir takım etkilenmeler olur. Ekşiden diş
kamaşır,sıcak mayıştırır gibi. Aynı şekilde insan zikirde bulunduğu zaman
–hangi manasıyla alırsanız alın, Allah’ı ve ayetlerini andığı, melekut
alemindeki aslını hatırladığı, evrendeki işaretler karşısında ‘Allah’ dediği
zaman hayalde bir eser ortaya çıkar.
Bu kalp
Allah’ın zikriyle mutmain olmuş bir kalptir.
6¢lì¢Ü¢Ô¤Ûa ¢£å¡÷ à¤À m ¡é¨£ÜÛa
¡¤×¡¡2 ü a 6¡é¨£ÜÛa ¡¤×¡¡2 ¤á¢è¢2ì¢Ü¢Ó
¢£å¡÷ à¤À m ë aì¢ä ߨa åí© £Û a
“Bunlar, iman
edenler ve gönülleri Allah'ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki,
kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur.”[201]
Kalbin zikri
tabii olarak bedenin zikrine yol açar. Bedenin her azası zikretmeye, yani
gerçeğin, Kur’an’ın doğrultusunda eylemde bulunmaya başlar. El ve ayak harama
uzanmaz, göz harama ilişmez, dil şer söylemez, kalp fitne üretmez, kulak şerre
tıkalıdır… böylece insan unutan olmaktan yakın olmaya geçer ve varlık
hiyerarşisindeki en üstün yerini alır.
Zikir,
Kuran’da unutmanın zıddı olarak ta kullanılmıştır. Gaflette bulunmak, tembellik
etmek ve unutmak zikrin, hatırlamanın ve anmanın zıddıdır.
b6 î¤ã¢£Ûa ñì¨î z¤Ûa ü¡a
¤
¡¢í ¤á Û ë b 㡤ס ¤å Ç
ó¨£Û ì m ¤å ß ¤å Ç ¤¡¤Ç b Ï
“Onun için sen
bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimselere
yüz verme.”[202]
İnsan maddi
arzularını doyurarak değil ancak unuttuğu gerçeği hatırlayarak, O’na ulaşmak
için Allah’ı zikrederek mutluluğa ulaşır.
6¢lì¢Ü¢Ô¤Ûa
¢£å¡÷ à¤À m ¡é¨£ÜÛa ¡¤×¡¡2 ü a 6¡é¨£ÜÛa
¡¤×¡¡2 ¤á¢è¢2ì¢Ü¢Ó ¢£å¡÷ à¤À m ë aì¢ä ߨa
åí© £Û a
“Bunlar, iman edenler ve gönülleri Allah'ın zikriyle sükûnete
erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur.”[203]
Bu ayet ne
kadar da güzel açıklıyor çağımızın insanının derdini, halledemediklerinin ne
olduğunu ve dermanını.
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
اذْكُرُوا اللّهَ
ذِكْرًا
كَثيرًا ()
وَسَبِّحُوهُ
بُكْرَةً
وَاَصيلًا ()
هُوَ الَّذى
يُصَلّى عَلَيْكُمْ
وَمَلئِكَتُهُ
لِيُخْرِجَكُمْ
مِنَ الظُّلُمَاتِ
اِلَى
النُّورِ
وَكَانَ
بِالْمُؤْمِنينَ
رَحيمًا
“Allah’ı çok anın. O’nu sabah akşam tesbih edin. Karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size rahmet ve istiğfar eden Allah ve melekleridir. İnananlara merhamet eden O’dur.”[204]
Tevekkül
İslami mücadelenin ve Allah’a olan imanın en temel unsurlarındandır. Cenabı
Allah (cc) bir çok ayette müminlerin yalnızca Allah’a dayanması, O’na tevekkül
etmesi gerektiğini buyurur. İslami mücadelenin içinde bulunduğu reel/objektif
şartlar her ne olursa olsun, eğer müminler halis bir kalple Allah’a tevekkül
etmiyorsa, o mücadelenin sağlıklı bir sonuca ulaşması mümkün değildir. Zira
tevekkül eden bir kalbin mükafatı, iç huzuruna kavuşmak ve Allah’ın yardımına
mahzar olmaktır. Mücadelenin zafere ulaşması ise ancak ve ancak Allah’ın
yardımıyla mümkündür.
Bir mücadelenin
akıbetini etkileyen sayısız dünyevi etkenler mevcuttur. İnsanoğlu ise bu
etkenlerin hepsini kuşatmaktan acizdir. Aslına bakılırsa insan, bu etkenlerin
bir tanesini bile zaman ve mekan açısından tamamen kendi kontrolü altına
alamaz. Zira insan kendini bile bu anlamda kuşatamamakta, hükmü altına
alamamaktadır. Korkmaması gerektiğini bildiği halde korkmakta, üzülmemesi
gerektiğini bildiği halde üzülmekte; zihnine söz geçirse de kalbine söz geçirememektedir.
İnsanın içiyle ilgili bu aczi yeti, mücadelenin gidişatını ve akıbetini
etkileyen önemli bir unsurdur ve bu zafiyetin tek ilacı tevekküldür. Zira Allah
kişinin kalbi ile kendi arasındadır.
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
اسْتَجيبُوا
لِلّهِ وَلِلرَّسُولِ
اِذَا
دَعَاكُمْ
لِمَا يُحْييكُمْ
وَاعْلَمُوا
اَنَّ اللّهَ
يَحُولُ بَيْنَ
الْمَرْءِ
وَقَلْبِه
وَاَنَّهُ
اِلَيْهِ
تُحْشَرُونَ
“Ey inananlar!
Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Resûlüne uyun. Ve bilin
ki, Allah kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka onun huzurunda
toplanacaksınız.”[205]
Yüreklere
genişlik veren de; sıkıntı veren de O’dur: İnsan kendini güvende hissetmediği
zaman korku, tedirginlik, telaş, sıkıntı ve ümitsizliğe kapılır. Kendini güvende
hissetmesi ise, kendine yönelen ve yönelebilecek olan tehlikeleri hem kontrol
altında tutmasına, hem de savuşturabilecek imkanları elinde bulundurmasına
bağlıdır. Bu ise imkan dahilinde değildir. Zira insan sadece göre bildiği veya
akledebildiği tehlikelere karşı önlem alabilmektedir. Ve tehlikeler çoğu zaman
arkadan (görmez yerimizden) bulur bizi. Örneğin tefrika tehlikesine karşılık
Cenabı-i Allah müminlerin (Ensarın, Evs ve Hazrecin) kalplerini birleştirdiğini
ve bunu yapabilmek için yeryüzünün bütün imkanlarının bile yetersiz olduğunu
bildiriyor bize:
وَاَلَّفَ
بَيْنَ
قُلُوبِهِمْ
لَوْ اَنْفَقْتَ
مَا
فِىالْاَرْضِ
جَميعًا مَا
اَلَّفْتَ
بَيْنَ
قُلُوبِهِمْ
وَلكِنَّ
اللّهَ اَلَّفَ
بَيْنَهُمْ
اِنَّهُ
عَزيزٌ حَكيمٌ
“Ve (Allah),
onların kalplerini birleştirmiştir. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin,
yine onların gönüllerini birleştiremezdin, fakat Allah onların aralarını bulup
kaynaştırdı. Çünkü O, mutlak galiptir, hikmet sahibidir.”[206]
Diğer
taraftan, bizim önümüze gelen bir olay, bir nesne, bir olgu sayısız sebeplerin
birbirini takip etmesi sonucu bizim karşımıza çıkar. Ve bizi etkileyen her
olayın, her durumun sübjektif ve objektif olmak üzere iki yönü vardır.
Sübjektif (bizden kaynaklanan) yönün sebeplerini bizim oluşturabilmemize ve
kontrol edebilmemize rağmen objektif (bizim dışımızdan kaynaklanan) yönün
sebeplerini oluşturmak ve kontrol altında tutmak bizim elimizde değildir.
Tarlamıza
ektiğimiz ekinden verimli bir ürün elde edebilmemiz için bizim yapabileceğimiz
iyi bir tohum seçmek, zamanında ve düzenli olarak sulamak, gübrelemek vs. Gibi
şeyler olabilir. Yağmurun yağması, rüzgarın esmesi, güneşin dogması gibi
etkenler ise bizim kontrolümüz altında değildir, ancak, ektiğimiz ürünün
verimini etkilemektedir. Buradaki örnek hayatimizin bütün süreçlerinde (sosyal
ve siyasal bütün ilişkilerimizde) böyledir. Her olayın bir bizim etki
edebildiğimiz yönü, bir de bizim etkimiz dışında kalan yönü vardır. Ve
olayların bizim etkimiz altında olan yönü oldukça küçük ve kısıtlıdır.
وَلَئِنْ
سَاَلْتَهُمْ
مَنْ خَلَقَ
السَّموَاتِ
وَالْاَرْضَ
لَيَقُولُنَّ
اللّهُ قُلْ
اَفَرَاَيْتُمْ
مَا
تَدْعُونَ
مِنْ دُونِ
اللّهِ اِنْ
اَرَادَنِىَ
اللّهُ
بِضُرٍّ هَلْ
هُنَّ
كَاشِفَاتُ
ضُرِّه اَوْ
اَرَادَنى
بِرَحْمَةٍ
هَلْ هُنَّ
مُمْسِكَاتُ
رَحْمَتِه
قُلْ
حَسْبِىَ
اللّهُ
عَلَيْهِ
يَتَوَكَّلُ
الْمُتَوَكِّلُونَ
“Andolsun ki
onlara: Gökleri ve yeri kim yarattı? diye sorsan, elbette "Allah'tır"
derler. De ki: Öyleyse bana söyler misiniz? Allah bana bir zarar vermek
isterse, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, O'nun verdiği zararı giderebilir mi?
Yahut Allah, bana bir rahmet dilerse, onlar O'nun bu rahmetini önleyebilirler
mi? De ki: Bana Allah yeter. Tevekkül edenler, ancak O'na güvenip dayanırlar.”[207]
Tevekkül Gaybi Yardımların Sebebidir
Bu dünyada
her bir olay sebep-sonuç ilişkisi içinde vuku bulur. Allah’ın yardımının müminlerin
üzerine ulaşmasının en temel sebebi ise müminlerin ancak Allah’a dayanıp güvenmesi,
O’na tevekkül etmesidir. Eğer bir hareket sadece kendi sübjektif imkanlarına güveniyor
ve bu imkanları esas alarak hesap yapıyorsa, Allah’ın yardımından mahrum
kalacak demektir ki, bu da, bir hareketin gücünün kendi elindeki imkanlarla
sinirli olması anlamına gelir. Dolayısıyla tevekkül İslami mücadelede sonucu
belirleyen, en temel etkendir. İslami mücadele hangi güce ve imkana sahip
olursa olsun eğer tevekkülden yoksun bir rotaya sahipse, varacağı yer hüsran ve
hezimet olacaktır.
Tevekkül;
gayba ilişkin kalbi bir ameldir. İşte tam da bu yüzden gaybi yardımın sebebini
oluşturur. Çünkü biz, bir bilinmezle karşı karşıyayızdır ve düşmanla bizim
sahip olduğumuz sübjektif koşullar bizden yana gözükmemektedir. Ve buna rağmen
biz görünen koşullara değil de, görünmeze umudumuzu bağlarsak bu, gaybi güçleri
harekete geçiren bir amel olacaktır. Zira ancak görünmeze ilişkin bir tavır, görünmez
bir yardımı hak edebilir. Bedir ve Huneyn günleri bu duruma ilişkin birbirine
zıt iki güzel örnektir. Bedirde düşman güçlü müminler güçsüzdü ve Allah’ın
yardımıyla zafer müminlerin oldu; Huneyn’de ise müminler güçlü düşman güçsüzdü
ve sübjektif koşulların müminlerin lehine olması zafere ulaşmak için yeterli
olmadı.
Modern Dünya Tevekkül Bilincini Köreltiyor
Modern dünyada
Bati, Rönesans’la birlikte gayba ilişkin bütün inançlarını bırakarak, yaşamı ve
çevresini materyalist bir gözle yeniden yorumladı. Batı son üç yüz yılda, bütün
gücünü evreni ve doğayı kendi kontrolü ve hakimiyeti altına almak için harcadı.
Batı, Allah’a olan güvensizliğin ve imansızlığın bir sonucu olarak yaşamı seküler
bir anlayışla yeniden düzenledi. Bu yaşamda Allah’a yer yoktu.
Dolayısıyla 21.
yüzyıl insanı, duayı ve tevekkülü bir kenara bırakarak, bütün amaçlarına,
deney, anket, silah, medya gibi görsel ve sınırlı verilerle ulaşmaya çalıştı.
Bugün modern bilimlerin bütün çabası geleceği (gaybi) kontrol altına alabilmek
içindir. Hayatında Allah’a yer vermeyen modern insan, yarın ne olacağını bilmek
istiyor. Bütün sosyal, siyasal ve doğal süreçleri kontrol altında tutmak
istiyor. Eğer bugün modern bilimler bundan yüz yıl sonrasıyla ilgili kendinden
emin ve mütekebbir bulunuyorlarsa bu, ”Biz bugünü kontrolümüzde tuttuğumuz
gibi, geleceği de (gaybı da) kontrolümüzde tutuyoruz” mesajını vermek içindir.
Ve bugün
maalesef Müslüman dünya da bu mesajın etkisi altındadır. Müslümanlar bugün, zulümle
karsılaştıklarında tevekkül ve dua gibi gaybı ve sınırsız bir alanı etkileyen içsel
dinamiklerle değil, bugünü ve sınırlı bir alanı etkileyen materyalist verilerle
hareket ediyorlar. Bu ciddi bir sapmadır. Zira ilahi bir hareketi materyalist
bir hareketten ayıran fark, bütün hesaplarını Allah’a dayanma ve O’na güvenme
temeline oturtmasıdır. Ama maalesef bugün içinde bulunduğumuz durum böyle
değildir.
Müslümanlar
pratik sürecin insan gücünü aşan zorluklarıyla yüzleştiklerinde gaybi
yardımları hareket geçirecek bir yaklaşımla değil, sübjektif koşulları önceleyen
bir mantıkla hareket ediyorlar. Elbette ki burada düşmanın içinde bulunduğu
durumu veya bizim sahip olduğumuz imkanları hiç hesaba katmamamız gerekir,
demek istemiyoruz. Ancak şunu asla unutmamamız gerekiyor ki, isterse gücün bütün
unsurlarını elimizde bulunduralım, yine de Allah (c.c) bizim tevekkül
mantığıyla hareket edip etmememize bakacak ve bu doğrultuda ya yardımını bizden
esirgeyecek, ya da yardımıyla bizi destekleyecektir.
Sonuç:
Salt bu
dünyanın bize sunduğu verilerle sonuca ulaşma düşüncesi, batının bizim zihinlerimize
dayattığı bir yanılsamadır. Dünyevi süreçler maddi sebep-sonuç ilişkileriyle yürüyorsa,
gaybi süreçler de manevi sebep-sonuç ilişkileriyle işler. Allah’ın yardımını
talep etmenin Kuran’daki adı "tevekkül"dür. Tevekkül, bir mücadelenin
Allah’la olan irtibatıdır, bağıdır. Eğer bu bağ güçlü değilse, yarının
belirsizliği ve bilinemezliği bizi devamlı korkutacak, tavır ve davranışlarımız
ürkekleşecektir. Halbuki geçmişin ve geleceğin sahibi Allah’tır ve bütün
hesaplarını Allah’a dayanarak yapanlar asla yanılmayacaklardır
¢3î©× ì¤Ûa á¤È¡ã ë ¢é¨£ÜÛa
b ä¢j¤ y
Hasbünallah’ü
ve ni’mel-vekil: Allah ne güzel vekildir; O bize yeter.”[208]
¡æë¢¢j¤È î¡Û ü¡a
¤ã¡üa ë £å¡v¤Ûa ¢o¤Ô Ü b ß ë
“Ben cinleri
ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”[209]
Kur'an-ı Kerim'de bu ayeti okumuş birinin aklına ilk
gelen şey Allah'a iman etmenin, beraberinde getirdiği şey hayatın tümünü O'na
has kılmak ve O'nun istediği gibi yaşamaktır. Özetle buna İbadet veya Allah'a
kulluk diyebiliriz. Neye İnanıyorsanız O uğurda mücadele edersiniz.
Mücadelesini sürdürdüğünüz dava sizin Dininizdir artık.Yapıp yapageldiğiniz her
şey de İbadet. İbadetin sadece Namaz, hac oruç gibi farzlarla sınırlı
olmadığını. İslam’ın 5, İmanın da 6 şarttan ibaret olmadığını gelin
birlikte inceleyelim.
İbadet: Varlığın kendisinden
üstün ve yüksek kabul ettiği bir merciye boyun eğmesi, onun emirlerine uyup,
şartsız ve isteyerek itaat etmesi.
Kur'an-ı Kerim de ibadetin üç
manada kullanıldığını görmekteyiz.
Kulluk ve İtaat Anlamında İbadet
يَااَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
كُلُوا مِنْ
طَيِّبَاتِ
مَارَزَقْنَاكُمْ
وَاشْكُرُوا
لِلّهِ اِنْ
كُنْتُمْ
اِيَّاهُ
تَعْبُدُونَ
"Ey iman edenler, size rızık olarak
verdiğimiz şeylerin (maddeten ve manen) en temiz olanlarından yeyin. Allah'a şükredin,
eğer(hakikaten) Ona kulluk ediyorsanız."[210]
Bu ayetin getirdiği hüküm ile
İslam öncesi toplumun hali arasındaki münasebete gelince. İslam’dan evvel
Araplar dini önderlerinin emirlerine bağlanmak ve atalarının takip ettiği yola
uymak suretiyle içecekler ve yiyecekleri konusunda bir takım sınırlara bağlı
kalarak yaşıyordu. Müslüman olunca Allah onlara şöyle buyurdu: "Eğer
bana ibadet ediyorsanız, bu kayıtlamaların tümünü bir yana atmalı ve size helal
kıldıklarımı afiyetle yemelisiniz." Bunun anlamı şudur: "Siz
bilgin ve önderlerinizin kulları değilseniz; ve sadece Allah'ın kulları iseniz;
ve eğer siz gerçekten önderlerinizi bırakıp Allah'a itaat ediyorsanız helal ve
haram konusunda Allah'ın sizin için çizdiği sınırlara uymanız gerekir; onların
çizdiği sınırlara değil.”
وَالَّذينَ
اجْتَنَبُوا
الطَّاغُوتَ
اَنْ
يَعْبُدُوهَا
وَاَنَابُوا
اِلَى اللّهِ لَهُمُ
الْبُشْرى
فَبَشِّرْ
عِبَادِ
"Tâğut'a kulluk etmekten kaçınıp,
Allah'a yönelenlere müjde vardır. Kullarımı müjdele."[211]
Bu ayette "Tağut’a
ibadet" sözünden kastedilen mana
Tağut'a kölelik ve itaattir. Kur'an-ı Kerim'in ıstılahında Tağut'un manası
Allah'a karşı haddi aşan ve zulmeden her türlü yönetim, otorite veyahut her
türlü başkanlık yahut kumandanlıktır. Allah'ın mülkünde O'nun hükmünü yerine
getirir, kullarını zorla, aldatmakla yahut kötü ve bozuk öğretim gibi yollarla
kendisine itaate mecbur eder. Kişinin bu türlü otoriteye, başkanlığa, liderliğe
boyun eğmesi ve ona tapması şüphesiz Tağut için bir itaattir, başkası değil.
Anlaşıldığı üzre İbadet birine
kulluğu gerektirirken; İlah'lık, Rab'lik taslayıp, insanı kulluğa zorlayan
diğer bir otoriteyi ve gücü reddi gerektirir ki bu da (La
İlahe İllallah "Kelim-i Tevhid") Tevhid in zaruri bir sonucudur.
İtaat Anlamında İbadet
اَلَمْ
اَعْهَدْ
اِلَيْكُمْ
يَا بَنى
ادَمَ اَنْ
لَا
تَعْبُدُوا
الشَّيْطَانَ
اِنَّهُ
لَكُمْ
عَدُوٌّ
مُبينٌ
"Ey
Adem oğulları, şeytana ibadet etmeyin diye size emir vermedim mi? Çünkü o,
sizin için apaçık bir düşmandır."[212]
Açıkça görülen şudur: hiç bir
kimse bu dünyada şeytanı ilah tanımaz, bilakis bütün gücü ile ona lanet eder ve
onu kendisinden uzaklaştırmaya gayret eder. Bunun için Allahu Teala'nın kıyamet
gününde ademoğullarına yükleyeceği suç, dünya hayatında şeytana tapmaları
değil; onun emrine itaat etmeleri, hükmüne tabi olmaları ve gösterdiği yollara
süratle koşmaları olacaktır.
وَاَقْبَلَ
بَعْضُهُمْ
عَلى بَعْضٍ
يَتَسَاءَلُونَ
() قَالُوا
اِنَّكُمْ
كُنْتُمْ تَاْتُونَنَا
عَنِ
الْيَمينِ ()
قَالُوا بَلْ
لَمْ
تَكُونُوا
مُؤْمِنينَ ()
وَمَا كَانَ
لَنَا
عَلَيْكُمْ
مِنْ
سُلْطَانٍ
بَلْ كُنْتُمْ
قَوْمًا
طَاغينَ
"(İşte bu duruma düştükleri vakit)
onlardan bir kısmı, diğerlerine yönelir, birbirlerini sorumlu tutmaya
çalışırlar. (Uyanlar, uydukları adamlara:) Siz bize sağdan gelirdiniz (sûreti
haktan görünürdünüz) derler. (Ötekiler de:) "Bilâkis, derler, siz inanan
kimseler değildiniz".Bizim sizi zorlayacak bir gücümüz yoktu. Fakat siz
kendiniz azgın bir toplum idiniz."[213]
Kur'an-ı Kerim in hikaye ettiği
ibadet edenlerle ibadet edilenler arasındaki bu karşılıklı konuşmaya iyice
dikkat edildiği takdirde açıkça şu görülecektir: Burada mabutlardan masat,
kavmin taptığı ilahlar ve putlar değildir. Bilakis onlardan masat halka
görünüşte iyilik yapıyoruz izlenimi verirken sapıklığa sürükleyen, temiz
Hıristiyan aziz görünüşü altında insanların huzuruna çıkarak, şerri ve fesadı,
ıslah adı altında yayan liderler ve kılavuzlardır. Onları cüppe ve tespihleri
ile aldatıp kendilerine tabi kıldılar.
İlah Edinmek
Anlamında İbadet
Şimdi de üçüncü anlamıyla içinde "ibadet" kelimesi geçen ayetlere bir göz atalım. Bu arada
ilah edinmek anlamındaki "ibadet" 'in Kur'an 'ın ifade buyurduğu gibi iki anlamı
kapsadığını hatırda tutmalıyız.
Birincisi: Kişinin bir başkası için tapınma ve kulluk amacıyla
sücut, rüku, kıyam, tavaf etmesi, kapı eşiğini öpmesi, adak ve kurban kesme
vb.. davranışlardan birini göstermesidir. Bu şekilde kendisine tapınılan
kimsenin başlı başına bir ilah olduğuna inanılmış olsun veya tüm ibadetler,
onun şefaat ve yakınlığının elde edilmesi için yapılmış olsun yahut yüce ilaha
ortak olduğuna ve bu dünya işlerinin yönetiminde yardımı ve katkısı bulunduğuna
iman edilmiş olsun, bunun hiçbir önemi yoktur.
İkincisi: Kişinin bir kimseyi bu alemde sebepler nizamı
üzerinde egemen zannederek isteklerini gerçekleştirmesi için onun dua etmesi,
zarar ve felaketler karşısında ondan medet umması, korkuları esnasında malların
ve canların yok oluşunda ona sığınması.
Kişinin bu türden tutumlarının
ikisi de ilah edinip kulluk etmek manasına dahildir. Bunun delili aşağıdaki
Kur'an-ı Kerim ayetleridir.
وَقَالَ
رَبُّكُمُ
ادْعُونى
اَسْتَجِبْ
لَكُمْ اِنَّ
الَّذينَ
يَسْتَكْبِرُونَ
عَنْ
عِبَادَتى سَيَدْخُلُونَ
جَهَنَّمَ
دَاخِرينَ
"De ki: Bana Rabb'imden (akli
delilleriyle takviye eden) apaçık ilahi deliller gelince o sizin Allah'ı
bırakıp dua ettiğiniz ibadet etmekliğimden kesin olarak men edildim..."[214]
وَمَنْ
اَضَلُّ
مِمَّنْ
يَدْعُوا
مِنْ دُونِ
اللّهِ مَنْ
لَايَسْتَجيبُ
لَهُ اِلى يَوْمِ
الْقِيمَةِ
وَهُمْ عَنْ
دُعَائِهِمْ غَافِلُونَ
() وَاِذَا
حُشِرَ
النَّاسُ
كَانُوا
لَهُمْ
اَعْدَاءً
وَكَانُوا
بِعِبَادَتِهِمْ
كَافِرينَ
"Allah'ı bırakıp da kendisine kıyamete
kadar cevap veremeyecek kişiye tapmakta olan kimseden daha sapık da kimdir?
Halbuki bunlar, onların duasından habersizdirler. İnsanlar mahşerde bir araya
toplandıkları zaman bunları, onların düşmanları olurlar ve onların ibadetini
inkar ediciler olurlar."[215]
Beş ayetin her birinde Kur'an-ı
Kerim bizzat açıklamıştır ki burada ibadetten maksat dua ve medet ummaktır.
قَالُوا
سُبْحَانَكَ
اَنْتَ
وَلِيُّنَا مِنْ
دُونِهِمْ
بَلْ كَانُوا
يَعْبُدُونَ
الْجِنَّ
اَكْثَرُهُمْ
بِهِمْ مُؤْمِنُونَ
“(Melekler
de:) Sen yücesi, bizim dostumuz onlar değil, sensin. Belki onlar cinlere
tapıyorlardı. Çoğu onlara inanmıştı; diyecekler.”[216]
Cinlere ibadet ve onlara imandan
bu ayette kastedilen mananın ne olduğunu aşağıdaki Cin Suresi’ndeki ayetler
açıklamaktadır:
b=¦Ô ç
¤á¢çë¢
a Ï ¡£å¡v¤Ûa å¡ß §4b u¡¡2
æë¢ì¢È í ¡¤ã¡üa å¡ß ¥4b u¡ æb ×
¢é £ã a ë
"Gerçekte şu da var:İnsanlardan bazı
kimseler cinlerden bazı kişilere sığınırlar."[217]
Yukarıdaki ayette açıklanmıştır
ki cinlere ibadetten maksat: Onlara sığınmak, korkularından, mal ve canların
kaybından yine onlara sığınmaktır, keza cinlere imandan maksat da,
muhafaza ve sığınma hususunda onların kudretine inanmaktır.
وَيَوْمَ
يَحْشُرُهُمْ
وَمَا
يَعْبُدُونَ
مِنْ دُونِ
اللّهِ
فَيَقُولُ
ءَاَنْتُمْ
اَضْلَلْتُمْ
عِبَادى
هؤُلَاءِ اَمْ
هُمْ ضَلُّوا
السَّبيلَ ()
قَالُوا
سُبْحَانَكَ
مَا كَانَ
يَنْبَغى
لَنَا اَنْ
نَتَّخِذَ
مِنْ دُونِكَ
مِنْ
اَوْلِيَاءَ
وَلكِنْ
مَتَّعْتَهُمْ
وَابَاءَهُمْ
حَتّى نَسُواالذِّكْرَ
وَكَانُوا
قَوْمًا
بُورًا
“O gün Rabbin
onları ve Allah'tan başka taptıkları şeyleri toplar da, der ki: Şu kullarımı
siz mi saptırdınız, yoksa kendileri mi yoldan çıktılar? Onlar: Seni tenzih ederiz. Seni bırakıp da
başka dostlar edinmek bize yaraşmaz; fakat sen onlara ve atalarına o kadar bol
nimet verdin ki, sonunda (seni) anmayı unuttular ve helâki hak eden bir kavim
oldular, derler.”[218]
Bu ayetin beyanından, mabutlardan
maksadın salihler, peygamberler ve veliler olduğu açıkça anlaşılıyor. Onların
ibadetlerinden maksat da, onların kul olmaktan üstün ve yüce bir
mevkide olduklarına inanmak, ilahlık sıfatı ile nitelenebileceklerine, kötülüğe
son verip, gaybi yardım gibi şeylere onların huzurunda onları ilahlaştırmaya
varacak şekilde tazim ve takdis etmektir.
وَيَوْمَ
يَحْشُرُهُمْ
جَميعًا
ثُمَّ يَقُولُ
لِلْمَلئِكَةِ
اَهؤُلَاءِ
اِيَّاكُمْ
كَانُوا
يَعْبُدُونَ
() قَالُوا
سُبْحَانَكَ
اَنْتَ
وَلِيُّنَا
مِنْ
دُونِهِمْ بَلْ
كَانُوا
يَعْبُدُونَ
الْجِنَّ
اَكْثَرُهُمْ
بِهِمْ
مُؤْمِنُونَ
“O gün Allah,
onların hepsini toplayacak; sonra meleklere: Size tapanlar bunlar mıydı?
diyecek. (Melekler de:) Sen yücesi,
bizim dostumuz onlar değil, sensin. Belki onlar cinlere tapıyorlardı. Çoğu
onlara inanmıştı; diyecekler.”[219]
Bu ayetlerde, meleklerin
ibadetlerinden kastedilen mana cahiliyye halkının yaptığı gibi, onların hayal
ürünü resimlerine ve heykellerine karşı gösterilen kulluk ve ubudiyettir.
Bundan maksatları ise, bu dünya hayatına bağlı işlerinde onların yakınlıklarını
ve yardımlarını kazanmak suretiyle onları hoşnut etmektir.
وَيَعْبُدُونَ
مِنْ دُونِ
اللّهِ مَا
لَا
يَضُرُّهُمْ
وَلَا
يَنْفَعُهُمْ
وَيَقُولُونَ
هؤُلَاءِ
شُفَعَاؤُنَا
عِنْدَ
اللّهِ قُلْ
اَتُنَبِّؤُنَ
اللّهَ بِمَا
لَا يَعْلَمُ
فِى
السَّموَاتِ
وَلَا فِىالْاَرْضِ
سُبْحَانَهُ
وَتَعَالى
عَمَّا يُشْرِكُونَ
"Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine ne
bir zarar, ne bir faide veremeyecek olan şeylere ibadet ederler. Bir de:
'Bunlar -putlar- Allah yanında bizim şefaatçılarımızdır' derler."[220]
Bu ayette de ibadetten maksat,
ilah edinmektir. Yine burada onların ibadetlerindeki gayenin ne olduğu da
açıklanmıştır.
Az önce birbiri arkasına
sıraladığımız misallerin hemen hepsi, Allah'tan başkasına yapılan ibadeti
kapsamaktaydı. İbadet kelimesinin itaat ve kulluk manaları ile zikredildiği
ayetlere gelince, bu ayetlerde mabuttan maksat ya şeytandır, yahut Allah'a
itaat ve ibadette alternatif olarak kendilerine itaat ve ibadeti teşvik eden ve
kendilerini Tağut kılan azgın kişilerdir, yahut da Allah'ın kitabını hiçe
sayarak insanları, uygun gördükleri hayat düzeni ve yaşayış tarzına sürükleyen
lider ve önderlerdir.
İbadet kelimesini ilah manasında
varit olduğu ayetlere gelince; bu ayetlerde mabuttan maksat, yol gösterme ve
öğretilerine rağmen insanların kendilerini ilah telakki ettikleri salih
kişiler, peygamberler ve velilerden yahut yanlış anlayışları dolayısıyla tabiat
kanunu üzerindeki koruyucu Rab'lıkta ortak edindikleri cin veya meleklerden
ibarettir. Veya bunlar, mücerret şeytanın teşviki ile namazlarını kıble ve
ibadetlerine yön teşkil eden heykel ve hayali kuvvetlerden oluşmaktadırlar.
Kur'an-ı Kerim, bütün bu mabutları batıl sayıyor. İnsanların onlara tapmasını,
onlara itaat etmelerini, onların ilah telakki etmesini de büyük bir hata
sayıyor.
Bu ibadetin, onlara tapınılması,
itaat olunması, yahut onları ilah kabul etmek şeklinde olması aynı şeydir.
Kur'an ayrıca şunu da vurguluyor: Sizin tapmakta olduğunuz bu şeylerin hepsi
Allah'ın kulları ve köleleri olup ibadet olunmaya müstahak değildir ve siz de
onlara ibadet etmekle ümitsizlik, alçaklık ve musibetten başka bir şey elde
etmiyorsunuz. Hakikatte onların da, yer ve göklerin de gerçek maliki bir olan
Allah'tır. Bütün işler, bütün otorite ve salahiyetler O'nundur. İşte bundan
dolayı da ibadet edilmeye layık yalnız O'dur.
اِنَّ
وَلِِّىَ
اللّهُ
الَّذى
نَزَّلَ الْكِتَابَ
وَهُوَ
يَتَوَلَّى
الصَّالِحينَ
"Allah'ı bırakıp dua ettikleriniz sizin
gibi kullardır. Eğer davanızda doğru iseniz haydi onlara dua edin de
isteklerinizi yerine getirsinler."[221]
æë¢¢¤ä í
¤á¢è ¢1¤ã a ¬ü ë ¤á¢× ¤ ã
æì¢Èî©À n¤ í ü ©é¡ãë¢
¤å¡ß æì¢Ç¤ m
åí© £Ûa ë
"Sizin Allah'ı bırakıp çağırdıklarınız
ise imdadınıza yetişmeye güçleri yetmediği gibi hatta kendilerine de yardımları
dokunmaz."[222]
يَعْلَمُ
مَا بَيْنَ
اَيْديهِمْ
وَمَا خَلْفَهُمْ
وَلَا
يَشْفَعُونَ
اِلَّا
لِمَنِ ارْتَضى
وَهُمْ مِنْ
خَشْيَتِه
مُشْفِقُونَ
"Öndekilerini de arkalarındakini de O
bilir. Bunları O'nun rızasına ermiş olandan başkasına şefaat etmezler. Bunlar
O'nun korkusundan titreyenlerdir."[223]
قُلِ
اللّهُمَّ
مَالِكَ
الْمُلْكِ
تُؤْتِى
الْمُلْكَ
مَنْ تَشَاءُ
وَتَنْزِعُ
الْمُلْكَ
مِمَّنْ
تَشَاءُ
وَتُعِزُّ
مَنْ تَشَاءُ وَتُذِلُّ
مَنْ تَشَاءُ
بِيَدِكَ
الْخَيْرُ
اِنَّكَ عَلى
كُلِّ
شَىْءٍ
قَديرٌ
"De ki: Ey mülkün sahibi Allah. Sen
mülkü kime dilersen ona verirsin, mülkü kimden dilersen ondan alırsın. Kimi
dilersen onun kadrini yükseltir, kimi dilersen onu alçaltırsın. Hayır yalnız
Senin elindedir. Şüphesiz ki Sen her şeye hakkıyla kadirsin."[224]
Böylece Kur'an-ı Kerim,
insanların o ibadet ettikleri şeylerin tümünün Allah'ın kulu ve onun karşısında
aciz olduklarını açıkladıktan sonra, insanları ve cinleri ibadet kelimesinin
muhtelif manalarıyla yalnız Allah'a ibadete, sadece O'na kulluk etmeye, ancak
O'na itaatte bulunmaya, kişinin O'ndan başkasını ilah kabul etmemesine ve
ibadetin hangi çeşidi olursa olsun bir hardal tanesi kadar bile olsa
O'ndan başkasına yapılmamasına çağırıyor:
وَلَقَدْ
بَعَثْنَا فى
كُلِّ
اُمَّةٍ رَسُولًا
اَنِ
اعْبُدُوا
اللّهَ
وَاجْتَنِبُوا
الطَّاغُوتَ
فَمِنْهُمْ
مَنْ هَدَى
اللّهُ
وَمِنْهُمْ
مَنْ حَقَّتْ
عَلَيْهِ
الضَّلَالَةُ
فَسيرُوا فِى
الْاَرْضِ
فَانْظُرُوا
كَيْفَ كَانَ
عَاقِبَةُ
الْمُكَذِّبينَ
“Andolsun ki
biz, "Allah'a kulluk edin ve Tâğut'tan sakının" diye (emretmeleri
için) her ümmete bir peygamber gönderdik. Allah, onlardan bir kısmını doğru
yola iletti. Onlardan bir kısmı da sapıklığı hak ettiler. Yeryüzünde gezin de
görün, inkâr edenlerin sonu nasıl olmuştur!”[225]
وَالَّذينَ
اجْتَنَبُوا
الطَّاغُوتَ
اَنْ
يَعْبُدُوهَا
وَاَنَابُوا
اِلَى اللّهِ لَهُمُ
الْبُشْرى
فَبَشِّرْ
عِبَادِ
"Tağut'tan, ibadet etmekten kaçınıp da
Allah'a yönelenlere gelince Onlar için de müjde vardır."[226]
اِتَّخَذُوا
اَحْبَارَهُمْ
وَرُهْبَانَهُمْ
اَرْبَابًا
مِنْ دُونِ
اللّهِ
وَالْمَسيحَ
ابْنَ
مَرْيَمَ
وَمَا
اُمِرُوا
اِلَّا
لِيَعْبُدُوا
اِلهًا
وَاحِدًا لَا
اِلهَ اِلَّا
هُوَ
سُبْحَانَهُ
عَمَّا
يُشْرِكُونَ
"Halbuki bunlar da ancak bir olan Allah'a
ibadet etmelerinden başkasıyla emrolunmamışlardır."[227]
يَااَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
كُلُوا مِنْ
طَيِّبَاتِ
مَارَزَقْنَاكُمْ
وَاشْكُرُوا
لِلّهِ اِنْ
كُنْتُمْ
اِيَّاهُ
تَعْبُدُونَ
"Ey iman edenler, size rızık olarak
verdiğimiz şeylerin (maddeten ve manen) en temiz olanlarından yeyin. Allah'a
şükredin, eğer(hakikaten) Ona kulluk ediyorsanız."[228]
Allah-u Teala, bu ayetlerde boyun
eğme, itaat, kulluk ve kölelikten ibaret olan ibadetin yalnız kendisine has
kılınmasını emrediyor. Zaten ayetlerde buna dair açık işaretler vardır. Çünkü
Allah-u Teala bu ayetlerde atalara, rahiplere, bilginlere, şeytanlara,
tağutlara itaat etmekten sakınmayı ve bir olan Allah'a kulluk için gerekeni
yapmayı emrediyor.
قُلْ
اِنّى نُهيتُ
اَنْ
اَعْبُدَ
الَّذينَ تَدْعُونَ
مِنْ دُونِ اللّهِ
لَمَّا
جَاءَنِىَ
الْبَيِّنَاتُ
مِنْ رَبّى
وَاُمِرْتُ
اَنْ
اُسْلِمَ
لِرَبِّ
الْعَالَمينَ
"De ki: 'Bana Rabbimden apaçık deliller
gelince o sizin Allah'a bırakıp dua ettiklerinize ibadet etmekliğimden kat'i
olarak menedildim."[229]
وَقَالَ
رَبُّكُمُ ادْعُونى
اَسْتَجِبْ
لَكُمْ اِنَّ
الَّذينَ يَسْتَكْبِرُونَ
عَنْ
عِبَادَتى
سَيَدْخُلُونَ
جَهَنَّمَ
دَاخِرينَ
"Rabbiniz şöyle buyurdu:'Bana dua edin,
size icabet edeyim. Çünkü bana ibadetten büyüklük taslayanlar hor ve hakir
cehenneme gireceklerdir."[230]
اِنْ
تَدْعُوهُمْ
لَا
يَسْمَعُوا
دُعَاءَكُمْ
وَلَوْ
سَمِعُوا
مَااسْتَجَابُوا
لَكُمْ وَيَوْمَ
الْقِيمَةِ
يَكْفُرُونَ
بِشِرْكِكُمْ
وَلَا
يُنَبِّئُكَ
مِثْلُ
خَبيرٍ
"Eğer onlara dua ederseniz duanızı
işitmezler, işitseler bile size cevap vermezler. Kıyamet gününde de onlar sizin
müşrikliğinizi tanımayacaklardır."[231]
قُلْ
اَتَعْبُدُونَ
مِنْ دُونِ
اللّهِ مَا لَا
يَمْلِكُ
لَكُمْ
ضَرًّا وَلَا
نَفْعًا وَاللّهُ
هُوَ
السَّميعُ
الْعَليمُ
"De ki: 'Allah'ı bırakıp da size ne bir
zarar, ne de bir yarar vermeye gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz?
Halbuki her şeyi işiten, her şeyi bilen Allah'ın kendisidir."[232]
Allah-u Teala bu ayetlerde "ilah
edinme" manasını içeren ibadetin
kendisine tahsis edilmesini emretti. Keza buna açık işaret, ayetteki "ibadet" kelimesinin dua manasında kullanılmış olmasıdır.
Yukarıda geçen ve aşağıda gelecek olan ayetlerde Allah-u Teala'ya tabiat üstü
koruyucu Rablığı konusunda ortak koştukları ilahlardan söz edilmiş bulunuyor.
Şimdi aklı selim sahipleri
kolayca anlarlar ki Kur'an-ı Kerim'de Allah'a ibadetin zikredildiği her ayette
ibadet kelimesinin çeşitli manalarından sadece birine hasredilmesini
gerektirecek herhangi bir ifade bulunmuyorsa, o zaman bu gibi ayetlerde ibadet
kelimesinden kastedilen kulluk, itaat ve ilah edinme manalarının her üçüdür.
Mesela
Gelen Ayetlere Bakalım
ô©¤×¡¡Û ñì¨Ü £Ûa
¡á¡Ó a ë =ó©ã¤¢j¤Çb Ï b ã a ¬ü¡a é¨Û¡a ¬ü
¢é¨£ÜÛa b ¯ã a ¬ó©ä £ã¡a
"Şüphe yok ki ben, Allah'ım. Benden
başka hiçbir ilah yoktur. Öyle ise bana ibadet et..."[233]
ذلِكُمُ
اللّهُ
رَبُّكُمْ
لَا اِلهَ
اِلَّا هُوَ
خَالِقُ
كُلِّ شَىْءٍ
فَاعْبُدُوهُ
وَهُوَ عَلى
كُلِّ شَىْءٍ
وَكيلٌ
"İşte Rabbiniz olan Allah, O'ndan başka
hiç bir ilah yoktur. Her şeyi yaratandır. O halde O'na ibadet edin. O her şeyin
üstünde güvenip dayanılacak mutlak bir vekildir."[234]
قُلْ اِنَّمَا
اَنَا بَشَرٌ
مِثْلُكُمْ
يُوحى اِلَىَّ
اَنَّمَا
اِلهُكُمْ
اِلهٌ
وَاحِدٌ فَمَنْ
كَانَ
يَرْجُوا
لِقَاءَ
رَبِّه
فَلْيَعْمَلْ
عَمَلًا
صَالِحًا
وَلَا
يُشْرِكْ بِعِبَادَةِ
رَبِّه
اَحَدًا
“O (yiğit)
gençler mağaraya sığınmışlar ve: Rabbimiz! Bize tarafından rahmet ver ve bize,
(şu) durumumuzdan bir kurtuluş yolu hazırla! demişlerdi.”[235]
Öyleyse ibadet kelimesinin bu ve
buna benzer ayetlerde yalnız ilahlık veya sadece itaat ve kulluk manalarıyla
sınırlandığına dair herhangi bir işaret yoktur. Bilakis Kur'an-ı Kerim buna
benzer ayetlerde davetini en mükemmel şekilde ortaya koymaktadır. Şurası
açıktır ki, Kur'an-ı Kerim, kölelik, itaat ve tapınmanın tümüyle ve bir arada
olmak üzere yalnız ve halisen Allah'a ait olmasına davet etmektedir.
Buna göre; ibadet kelimesinin
sadece bir manada dondurulması, doğrusunu söylemek gerekirse Kur'an çağrısının
çok dar manalara sıkıştırılması demektir. Bunun kaçınılmaz sonucu ise Kur'an
davetini böylesine dar kalıplar içerisinde düşünerek Allah'ın dinine inanan
kimsenin, Kur'an'ın öğretilerine ancak sınırlı bir şekilde uyabilecek
olmasıdır.
“He-ve-ye” kökünden gelir; mastar
şekilleri hüviyyen, hevyanen, heven’dir. Sözcük anlamı; şahinin inişi gibi
hızla süzülüp inmek, düşmek, yıldızın batması, kayması, mahvolmak, kabın boş
olması, hava, bomboş olmak manalarına gelir. Kur’an-ı Kerim’de bu ve benzer
kelime manalarıyla kullanılması ıstılahi manasını açık etmiştir;
6ô¨ì è¤Ûa ¡å Ç ¢Õ¡À¤ä í
b ß ë 7ô¨ì Ë b ß ë ¤á¢Ø¢j¡yb
£3 b ß =ô¨ì ç a ¡a ¡á¤v £äÛa ë
“Kaydığı
(battığı) zaman o yıldıza yemin ederim ki şaşırmadı sahibiniz, azıtmadı da ve
hevasından söylemiyor”[236] ayetinde yıldızın batması,
kayması heva kelimesiyle anlatılırken Allah Resulü’nün kendi arzusuna ve
keyfine göre iş yapmaması da hevasına uymaması ile anlatılıyor. Bu ayetin
tefsirinde Razi şöyle der; Heva’nın tefsiri hususunda söylenenlerin en güzeli,
bunun arzu, istek, sevgi manasına olmasıdır. Fakat, bu, nefisten kaynaklanan
arzu, istek ve sevgidir.
Nitekim,
Arapça’da onu sevdim, arzuladım manasında heveytühu denilir. Fakat, heva
kelimesinin kökü esas itibariyle değersiz oluşa, alçaklığa, düşüklüğe delalet
eder. Nitekim haviye kelimesi de böyle bir manaya gelir, o halde nefis
alçaldığında ve yüce, güzel şeyleri bırakıp değersiz şeylere tutunduğunda
alçalır, yuvarlanır, tökezler. Nitekim yukardan aşağı yuvarlanıp düştüğünde,
‘taş dağın başından yuvarlandı (heva)’ denilir. Kur’an-Kerim heva kelimesini
muhabbete ters düşen yerlerde kullanmıştır. Bunun delili Hak Teala’nın:
=ô¨ì è¤Ûa ¡å Ç ¤1 £äÛa
ó è ã ë ©é¡£2 âb Ô ß Òb
¤å ß b £ß a ë
“Rabbinin makamından korkan
ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştırmış kimse için”[237]
ayetidir.
6¥õ¬a ì ç
¤á¢è¢m ,¡÷¤Ï a ë 7¤á¢è¢Ï¤
¤á¡è¤î Û¡a ¢£ m¤ í ü ¤á¡è¡@¢ªë¢ ó©È¡ä¤Ô¢ß
åî©È¡À¤è¢ß
“Başlarını dikerek koşarlar, bakışları kendilerine
dönmez ve yüreklerinin içi bomboş hava kesilmiştir (yürekleri hevadır.)”[238]
Bu ayette
Arapça’da kullanılan bir deyim içerisinde heva kelimesi kullanılmıştır; her
şeyden hali, gücü ve kuvveti kalmayan kişi için “falancanın kalbi bomboştur”
denilir, ki bununla, o kafirlerin kalplerinin, Kıyamet gününde, onları saran
dehşet ve hayretin büyüklüğünden başlarına gelen ikap ve cezadan dolayı her
türlü ümit ve arzudan, hatıra ve düşüncelerden uzak olacakları kastedilmiştir.
حُنَفَاءَ
لِلّهِ
غَيْرَ
مُشْرِكينَ
بِه وَمَنْ
يُشْرِكْ بِاللّهِ
فَكَاَنَّمَا
خَرَّ مِنَ
السَّمَاءِ
فَتَخْطَفُهُ
الطَّيْرُ
اَوْ تَهْوى
بِهِ الرّيحُ
فى مَكَانٍ
سَحيقٍ
“Kendisine
ortak koşmaksızın Allah'ın hanifleri (O'nun birliğini tanıyan müminler olun).
Kim Allah'a ortak koşarsa sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar
kapmış, yahut rüzgâr onu uzak bir yere sürüklemiş (bir nesne) gibidir”[239] ayetinde sürüklenen, bir
tarafa atılan, bırakılıveren bir nesnenin tasvirinde kullanılmıştır.
7ó¨£' Ëb ß
b èî,¨£' Ì Ï =ô¨ì¤ç a
ò Ø¡1 m¤ªì¢à¤Ûa ë
“Altı üstüne gelen kasabaları da kaldırıp yere
çarptı da, onlara giydirdiğini giydirdi”[240] ayetinde yerle bir olan,
altüst edilen ,zamanında gazabı hak eden bir beldenin durumunu anlatmak için
ehva fiili kullanılıyor.
¥ò î¡ßb y ¥b ã
6¤é î¡çb ß Ùí¨¤
a ¬b ß ë
6¥ò í¡ëb ç ¢é¢£ß¢b Ï
"Fakat mizanları hafif gelen kimse, o vakit
onun anası haviyedir, ve bildin mi haviye nedir? Kızışmış bir ateş!”[241] ayetlerinde bir cehennem
sahnesi canlandırılıyor ve mizanı hafif gelen, kaybeden insanın anasının haviye
olduğu teşbihiyle, gideceği, sığınacağı tek ve kaçınılmaz yerin kızgın ateş,
cehennem çukuru olduğu söyleniyor ve bu çukurun isminin heva ile aynı kökten
olan haviye olduğu kaydediliyor.
Daha önce
verilen anlamlardan, yuvarlanmak, çukura yuvarlanmak, dağdan aşağı yuvarlanmak,
alçalmak ve tökezlemek anlamları bu haviye kelimesiyle daha bir anlam
kazanıyor.
قَالَ
قَدْ وَقَعَ
عَلَيْكُمْ
مِنْ رَبِّكُمْ
رِجْسٌ
وَغَضَبٌ
اَتُجَادِلُونَنى
فى اَسْمَاءٍ
سَمَّيْتُمُوهَا
اَنْتُمْ وَابَاؤُكُمْ
مَا نَزَّلَ
اللّهُ بِهَا
مِنْ
سُلْطَانٍ فَانْتَظِرُوا
اِنّى
مَعَكُمْ
مِنَ الْمُنْتَظِرينَ
“De ki:
Allah'ı bırakıp da bize fayda veya zarar veremeyecek olan şeylere mi tapalım?
Allah bizi doğru yola ilettikten sonra şeytanların saptırıp şaşkın olarak çöle düşürmek
istedikleri, arkadaşlarının ise: "Bize gel! " diye doğru yola
çağırdıkları şaşkın kimse gibi gerisin geri (inkârcılığa) mı döndürüleceğiz? De
ki: Allah'ın hidayeti doğru yolun ta kendisidir. Bize âlemlerin Rabbine teslim
olmamız emredilmiştir”[242] ayetinde şeytanların,
nefsine tabi olanların bir insanı ayartması, şaşırtması, heveslendirmesi fiili
için kullanılıyor.
لَقَدْ
اَخَذْنَا
ميثَاقَ بَنى
اِسْرَائلَ
وَاَرْسَلْنَا
اِلَيْهِمْ
رُسُلًا كُلَّمَا
جَاءَهُمْ
رَسُولٌ
بِمَا لَا
تَهْوى اَنْفُسُهُمْ
فَريقًا
كَذَّبُوا
وَفَريقًا
يَقْتُلُونَ
“Celalim hakkı için, biz İsrail oğullarından
sapasağlam teminat almış, onlara peygamber göndermişizdir. Ne zaman bir
peygamber, kendilerine hoşlanmayacağı (la tehva) bir şey getirdi ise bir
takımını yalana çıkardılar, bir takımını da öldürdüler.”[243]
اِنْ
هِىَ اِلَّا
اَسْمَاءٌ
سَمَّيْتُمُوهَا
اَنْتُمْ
وَابَاؤُكُمْ
مَا اَنْزَلَ
اللّهُ بِهَا
مِنْ
سُلْطَانٍ
اِنْ
يَتَّبِعُونَ
اِلَّا
الظَّنَّ
وَمَا
تَهْوَى
الْاَنْفُسُ
وَلَقَدْ
جَاءَهُمْ
مِنْ
رَبِّهِمُ
الْهُدى
“Onlar hiçbir şey değil, sırf sizin ve babalarınızın
taktığı kuru isimler! Allah onlara öyle bir saltanat indirmedi; yalnız zanna ve
nefislerin sevdasına tabi oluyorlar. Halbuki Rablerinden kendilerine doğru yolu
gösteren geldi”[244] ayetlerinde de arzulamak,
nefse hoş gelmek, nefsin sevdası manalarına kullanılmıştır.
Yukarda geçen
ayetlerden de anlaşıldığı üzere heva ve benzer kelimeler insanı düşüren,
alçaltan, şaşırtan, felaketlere sürükleyen hallerin anlatımında kullanılmış,
hatta bu felaketlerin ve cehennem çukurunun adı olmuştur. İzutsu, heva için,
‘insan ruhunun şehvetlerden ve hayvani iştah dan doğan doğal eğilimi’ tanımını
yapmaktadır. Ve, Kur’an metninde kelimenin hiç değişmeyen anlamının, insanı
doğrudan saptırması kaçınılmaz olan şer bir temayül olduğunu isabetli olarak
vurgulamaktadır. Böylelikle Kur’an’da heva, ilmin, yani hakikatten beyan olunan
bilginin zıddını oluşturmaktadır. Necm;53/23’te bu durum iyice açıktır. Kur’an-Kerim’de
hakkın, hakikatin karşısında, haktan gelinin karşısında heva vardır.
وَلَنْ
تَرْضى
عَنْكَ
الْيَهُودُ
وَلَاالنَّصَارى
حَتّى
تَتَّبِعَ
مِلَّتَهُمْ
قُلْ اِنَّ
هُدَى اللّهِ
هُوَ الْهُدى
وَلَئِنِ
اتَّبَعْتَ
اَهْوَاءَ
هُمْ بَعْدَ
الَّذى
جَاءَكَ مِنَ
الْعِلْمِ
مَالَكَ مِنَ
اللّهِ مِنْ
وَلِىٍّ
وَلَا نَصيرٍ
“Sana ilimden geldikten sonra eğer onların hevasına uyarsan, senin için
Allah’tan ne bir veli, ne de bir yardımcı olur.”[245]
İnsanın
bütünüyle hevasına tabi olması hevasını ilah edinmesinden başka bir şey
değildir. Allah da hevasına tabi olanı, bir ilim üzerine, hak ettiği üzere daha
da şaşırtır;
=5î©× ë ¡é¤î Ü Ç ¢æì¢Ø m
o¤ã b Ï a 6¢éí¨ì ç ¢é è¨Û¡a
£ma ¡å ß o¤í a a
“Gördün mü
hevasını ilah edineni? Onun üzerine sen mi vekil olacaksın?”[246]
اَفَرَاَيْتَ
مَنِ
اتَّخَذَ
اِلهَهُ هَويهُ
وَاَضَلَّهُ
اللّهُ عَلى
عِلْمٍ
وَخَتَمَ
عَلى سَمْعِه
وَقَلْبِه
وَجَعَلَ
عَلى بَصَرِه
غِشَاوَةً
فَمَنْ
يَهْديهِ
مِنْ بَعْدِ
اللّهِ اَفَلَا
تَذَكَّرُونَ
“Gördün mü
hevasını ilah edinip, Allah’ın bir ilim üzerine saptırdığı ve kulağı ve kalbi
üzerine mühür koyup, görme gücünün üzerine de perde çektiği kimseyi? Artık
Allah’tan sonra onu kim hidayete erdirir? Düşünüp hatırlamaz mısınız?”[247]
فَاِنْ
لَمْ
يَسْتَجيبُوا
لَكَ
فَاعْلَمْ اَنَّمَا
يَتَّبِعُونَ
اَهْوَاءَهُمْ
وَمَنْ
اَضَلُّ
مِمَّنِ
اتَّبَعَ
هَويهُ بِغَيْرِ
هُدًى مِنَ
اللّهِ اِنَّ
اللّهَ لَا يَهْدِى
الْقَوْمَ
الظَّالِمينَ
“Eğer
sana cevap vermezlerse (yönelmezlerse), bil ki onlar, sırf kendi hevaları
peşinden gidiyorlar. Allah’tan doğru delil olmadan kendi hevası peşinden
gidenden daha şaşkın kim olabilir? Muhakkak ki ALLAH zalimler güruhunu muvaffak
etmez!”[248]
Allah Teala
kainattaki düzeni Hakikatın oradaki ikamesine bağlamaktadır;
وَلَوِ
اتَّبَعَ
الْحَقُّ
اَهْوَاءَهُمْ
لَفَسَدَتِ
السَّموَاتُ
وَالْاَرْضُ
وَمَنْ
فيهِنَّ بَلْ
اَتَيْنَاهُمْ
بِذِكْرِهِمْ
فَهُمْ عَنْ
ذِكْرِهِمْ مُعْرِضُونَ
“Eğer hak onların keyiflerine tabi olsaydı, semavat
ve arz ve bunlardaki kimseler katiyen fasit olurdu. Hayır! Biz onlara unutulmaz
ders olacak zikirlerini getirdik de onlar zikirlerinden yüz çeviriyorlar.”[249]
Allah Teala
kendisine tabi olanlarla heva ve hevesine tabi olanları mutlak ve muhakkak
olarak ayırt etmektedir;
اَفَمَنْ
كَانَ عَلى
بَيِّنَةٍ
مِنْ رَبِّه
كَمَنْ
زُيِّنَ لَهُ
سُوءُ
عَمَلِه
وَاتَّبَعُوا
اَهْوَاءَ
هُمْ
“Şimdi Rabb’inden bir beyyine üzerinde bulunan
kimse, hiç o kötü ameli kendine süslü gösterilmiş de heva ve hevesleri ardına
düşmüş kimselere benzer mi?”[250]
Burada önemle vurgulanması gereken bir taraf da, heva ve hevsesine uyan insanlara bu yaptıkları güzel görünmekte be bu böylece daha kolay düşülebilir ve ısrarla devam edilir bir hayat tarzı olarak durmaktadır. Ve böyle insanların farkı diğer dünyada hakka teslim olanlarla ortaya konacaktır.
Araştırma ve
inceleme konusunda İslâm kültürüne ait bir yöntem vardır. Bu yöntem üç madde de
özetlenir.
1- Doğru bir kavrayışla hakikatları kavranacak
derecede eşyalar derinlemesine incelenir, araştırılır. Çünkü, İslâm kültürü,
incelenmesinde ve araştırılmasında sabretmeye tahammüle ihtiyaç duyulan,
kökleri derinde olan fikri kültürdür. Zira İslâm kültürü ile kültürleşmek fikri
bir çalışmadır. Bu nedenle onu kavrayabilmek, önemli ölçüde akli çaba harcamayı
gerektirir. Çünkü kültür işi, İslâm kültürünün cümlelerini anlamaya, vakıasını
idrak etmeye ve İslâm kültürü ile vakıayı anlamada yardımcı olacak bilgiler
arasında bağlantı kurmaya muhtaçtır. Bu nedenle kültürü fikri olarak almak
zorunludur.
Örneğin Müslümanın akidesini teslimiyetçi bir
yolla değil, akılla öğrenmesi farzdır. Akidenin esası ile ilgili her şeyin
incelenme esnasında fikri ameliye/zihinsel işlem ile incelenmesi gerekir. Şer'i
hükümler Kur'an ve Sünnette bildirilen hususlar olduğu için, vakıadaki
problemin ve problemle alakalı nassın anlaşılarak nassın vakıadaki probleme
uygulanabilmesi için şer'i hükmün Kitap ve Sünnetten zihinsel işlem/çaba ile
istinbat edilmesi gerekir. Bu da elbette ki fikri işlemi gerektirir.
Hatta, delilini bilmeden şer'i hükmü alan cahil
bir kimse bile problemi ve problemini çözecek hükmü anlaması gerekir ki böylece
karşılaştığı probleme uygun hükmün dışında başka problemle ilgili bir hükmü
almasın. Bunu gerçekleştirebilmesi için ise elbette ki fikri ameliyeye ihtiyaç
vardır. İster müctehid olsun isterse cahil olsun bir kimsenin İslâm kültürü ile
kültürleşebilmesi için bunu fikri olarak alması gerekir. Fikri ameliyenin dışında
ve fikri çaba harcamanın haricinde alınamaz.
2- Bir şeyi
inceleyen kimse incelediği şeyle amel edecek derecede inanması gerekir. Akidesi
ile ilgili olduğu sürece hiçbir şüpheye yer bırakmaması ve incelediği şeyle
ilgili hakikatları kesinlikle tasdik etmeleri gerekir. Hükümler ve adab gibi
akidenin dışındaki konuların vakıaya uygunluğunda ise zannı galibine göre
hareket eder. Ancak bunların, hakkında en ufak tereddüte düşmediği, şüphenin
bulaşmadığı ve kesin bir şekilde itikat ettiği asla dayanması gerekir. Hangi
halde olursa olsun araştırıcı bir kimsenin araştırdığı şeye inanması şarttır.
Bu inancı, ya araştırdığı şeyin aslına olan inançtan gelir ya da bizzat
araştırdığı şeye olan inancından gelir. Kültürün bu halin dışında alınması
kesinlikle caiz değildir. Özellikle İslâm kültürünü almada seçkin bir durumda
olması için kültür alınırsa, buna itikat araştırmanın esasıdır. Çünkü İslâm
kültürü derin bir kültürdür.
Aynı zamanda
kendisi ile kültürlenen kimseyi harekete geçirecek, bozukluğu yakıp yok eden
alev alev yanan bir ateş kadar enerjiye güce ve doğru yolu aydınlatan bir nura
sahiptir. Bu düşünceleri kesin bir şekilde tasdik, doğal olarak insanın
içerisinde vakıa ve bu düşüncelerle bağlantılı eşya hakkında var olan mefhumlar
arasında kesin bir bağlantı kurmayı gerektirir. Dolayısıyla bu düşünceler
insanı canı gönülden bir istekle ve heyecanla inandığı şeyi yapmaya sevk eder.
Ve bu kültürü alan nefislerde bu etki çok çok fazla olur. Zira duygular fikrin
taşıdığı vakıaya doğru hareketlendirilmiş olur. Çünkü kişinin araştırdığı,
öğrendiği fikirlere inanması, duygularını mefhumları ile bağlaması bu
bağlamanın da kişiyi harekete geçirmesi demektir.
3-
Kişi, araştırdığı şeyleri hissedilen vakıadaki problemleri pratik olarak
çözmeye yönelik bir şekilde incelemelidir. Varsayımlara dayalı bir şekilde
okuyup öğrenmemelidir. Ki eşyayı değiştirebilmesi ve tedavi edebilmesi için
gerçeğine uygun olduğu gibi nitelendirsin. Böylece o, kâinatta, insanda ve
hayatta var olan hissedebildiği şeyleri almış olur. İnsanı, hayatı ve kâinatı
tedavi etmek, hakkında hüküm vermek ve böylece de alıp almama hususunda alacağı
tavrını tayin etmek veya almak ile terketmek arasında bir seçim yapmak için
inceler, araştırır ve öğrenir. Bu nedenle İslâm, insanın varsayımlara
bağlanmasını, uymasını doğru bulmaz. Örneğin Merih'te yaşayanlar Ramazan ayında
nasıl oruç tutacaklar? gibi bir mesele üzerinde araştırma yapılamaz. Orada ay
yoktur ki Ramazan ayı da var olsun! Oysa hitap ancak yeryüzünde yaşayan insana
yapılmaktadır. Ancak yeryüzünde yaşayan insan Ramazan ayına şahit olur.
Dolayısıyla elbette ki oruç tutması gerekir.
Fakat
bazen ay görülmediği, hava bulutlu olduğu zaman ise:
"Eğer
hava bulutlu olursa ayı göremezseniz Şaban ayını otuza tamamlayınız"[251] şeklindeki Rasül (as)'ın
hadisi ile belirtilen hüküm uygulanır. Bu nedenle alınan kültürün hayali veya
varsayımlara dayalı değil pratiği olan kültür olması şarttır. Hayatta pratiği
ile karşılaşıldığı zaman, onun güzelliğini bilmek ve zihinsel zevk almak için
değil onunla amel etmek için öğrenilmeli, incelenip araştırılmalıdır.
İnceleme,
araştırma ve öğrenmede İslâm'ın metodu işte budur. Bu metod, araştırmada
derinleşmek, araştırma ve inceleme sonucunda elde edilen şeye inanmak ve
hayatta onu pratik olarak uygulamak, yaşamak için almaktır. Araştırma ve
inceleme metodu bu şekilde tam ve eksiksiz olarak tamamlandığı zaman Müslüman,
derin düşünce ve çok kuvvetli bir ihsas/algılama ile hayat problemlerini
çözecek güç sahibi bir kişi olarak İslâm kültürü ile
kültürlenmiş/kültürlüleştirilmiş olur. İslâm kültürü Müslümanı olgunlaşma
yolunda gönüllü, serbestçe ve doğal olarak yürür hale getirir ve bu yolda
yürümeye devam ettiği sürece de hiçbir güç onu bu yoldan çıkaramaz. Çünkü bu
metodla elde ettiği İslâmi düşünceler hem kültürü olan kimseyi hem de
başkalarını etkileyen doğru bir gerçeklik ve en faydalı bir ilaçtır.
Üstelik bu
metod, kültürleştirdiği kimseyi çok canlı kılar. Hayatta karşılaştığı
problemleri en ince detaylarına inerek kolay olanını ve zor olanını çözmede
Müslümana adeta olağanüstü bir güç verir. Böylece onda aklın kanaat getirdiği
ve kalbin mutmain olduğu bir zihniyet meydana gelir. Aynı zamanda onda kâmil
bir iman ile dopdolu İslâmi bir nefsiyet oluşur. Bu zihniyet ve nefsiyet kişiyi
İslâm'ın istediği en üstün, yüce sıfatlarla sıfatlandırır. Bu zihniyet ve
nefsiyet ile yürümekte olduğu yolda karşılaşacakları bütün zorlukları
yenebilir. Aydın ve derin düşüncelerden meydana gelen bu İslâmi kültürde var
olan bu güç bu fikirlerin İslâm akidesi üzerine bina kılınmasından ve insanın Allahu
Teâla ile olan bağlantısını idrak etmesinden kaynaklanmaktadır.
İslâmi kültür ya doğrudan doğruya Allahu Teâla'dandır ya da Allah katından gelen Kitap ve Sünnetten istinbat edilmiş düşüncelerdir. Onda, düşünce olmasından dolayı fikri yön/boyut bulunduğu gibi, benimsenmesi esnasında Allah tarafından gelmiş düşünceler olarak kabul edilmesi ile Allah ile bağlantısının idrak edilmesi açısından da aynı zamanda ruhi boyut vardır. Bu nedenle onunla kültürlenen herkesi çok canlı, heyecanlı ve dev gibi pırıl pırıl parlayan aydın ve derin düşünce sahibi bir kişi yapar. Allah'ın rızasını kazanmak uğruna nefsini Allah için feda eder. Onunla kültürlenen kimse ne istediğini, hayatta karşılaştığı problemleri nasıl çözeceğini bilir. Çünkü o hayat mücadelesinde kendisine yönelebilecek hakikatları önceden öğrenmiştir. Bu nedenle ne olursa olsun ne tür problemle karşılaşırsa karşılaşsın hayata dalar. O, aydın düşünce, takva ve bütün problemleri çözecek bilgilere sahip olması nedeniyle hayır dağıtıcısıdır. Bu her yönüyle hayrı bünyesinde barındırmaktır.
1-Fâtiha
Sûresi
İlk On bir Surenin
Konuları
Genel
Bir Bakış;
Sure: Yüksek rütbe, derece, mevki, şan, şeref, yapısı güzel ve yüksek
bina veya binanın bir kısmı veya bir katı, duvarın yapısında kullanılan taş,
kerpiç, veya tuğla gibi malzemenin her bir sırası, nişane ve alâmet anlamında
bir kelime. Küçük veya büyük, uzun veya kısa Kur'ân-ı Kerim'in yüz on dört
bağımsız bölümünden her birine verilen ad. Süre kelimesinin hangi kökten
türetildiği hakkında değişik görüşler vardır. Bazıları hemzeli olarak "bir
kapta kalan artık yemek veya su" anlamındaki "su'r"
kelimesinden türemiş olduğunu söylerken; diğer bazıları hemzesiz olarak sâra
fiilinden türetildiğini söylemişlerdir.
Bunlardan
birincisine göre, Kur'ân-ı Kerim'in bir kısmına veya kısımlarına su'ra
denilmesi mümkün olmaktadır. İkinciye göre bir binanın katlarına veya
kısımlarına sûra denildiği gibi, Kur'ân'ın muhtelif kısım ve tabakalarını
teşkil eden sürelere bu ismin verilmesi mümkündür. Öte yandan süreler Allah
kelamını ihtiva etmekle büyük bir şeref ve mevki kazandıklarından veya Allah
kelâmı olan âyetleri çepeçevre kuşattıklarından, hemzesiz sûr'dan türetilen
süre adı almış olmaları mümkündür.
Usul alimleri
surelerin isimleri ile Kur'ân-ı Kerim'deki sıralarının tevkifi olup olmadığı
konusunda değişik görüşler ortaya atmışlardır. Bazı surelerin bir tek ismi
varken, bazılarının iki ve daha çok ismi bulunmaktadır. Meselâ Fatiha suresinin
20'den fazla ismi vardır. Aynı şekilde Enfâl suresinin diğer bir adı Bedr
Suresi; İsrâ'nın, Subhân ve Beni İsrâil; Tâhâ'nın, Kelîm; Şuarâ'nın, Câmia;
Neml'in Süleyman; Fâtır ın, Melâike; Zümer in, el-Guraf; Gâfir'in, et-Tavl ve
Mü'min; Muhammed in, el-Kıtâl; Haşrın, Beni Nadir; Saff'ın Havâriyyin;
Kâfirün'un el-Mukaşkışe suresidir.[252]
Bu arada iki veya daha çok sureye birden bir ad verildiği de görülür. Meselâ
Bakara ve Âlu İmrân surelerine Zehrâvâtı; Felâk ve Nâs surelerine Muavvizetân;
ilk yedi uzun sureye es-Seb'ul-Mesâni'de denilmektedir.
Surelerin Kur'ân-ı Kerim içinde sıralanması
Ayetlerin
sureler içindeki sıralarının bizzat Hz. Peygamber tarafından bildirildiğinde
şüphe olmadığı halde, surelerin tertibinin de Hz. Peygamber tarafından
yapıldığı veya Hz. Peygamber'in vefatından sonra Sahabenin içtihadı ile
yapıldığı da iddia edilmektedir.[253] Halen elimizde bulunan Hz. Osman'ın İmam
Mushafı'ndan istinsah edilen ve bütün İslâm âleminde yaygın durumdaki mushaf
dışında diğer bazı mushaflardaki surelerin tertibinde ve surelerin isimlerinde
farklılıklar vardır. Meselâ Hz. Ali'nin mushafında sureleri nüzûl sırasına göre
tertib ettiği bildirilmektedir. Ayrıca bu mushaflardaki sure sayılan da İmam
Mushaftaki sayı (114 sure)dan farklıdır. Bunlarda bazı sureler
birleştirilirken, bazı sureler de ikiye ayrılmış durumdadır.
Surelerin
elimizdeki mushafta sıralanışlarının tevkifi olduğu görüşü, âlimlerin
çoğunluğunca kabul edilmektedir. Hz. Peygamber'in her sene Ramazan ayında o
zamana kadar nâzil olan sureleri Cibril'e mushaftaki sırasına göre okuduğu
(mukabele ettiği -ki buna "arza" denilmektedir) ve
Resûlüllah'ın vefatından hemen önceki Ramazanda yapılan arzada bu mukabele'nin
iki defa olduğu rivayet edilmektedir.[254]
Bugünkü sıraya göre sureler arasındaki münasebet son derece önemli olup
surelerin tefsirinde müfessirlere yardımcı olmaktadır.
Elimizdeki
mevcut mushafta ilk sırada Fâtiha suresi yer almakta, bunu es-Seb'u't-tıvâl adı
verilen yedi uzun sure takip etmektedir. Bu yedi sureden sonrakilere yüzden
fazla âyet ihtiva edenler manâsına "el-Miün" adı
verilmektedir. Miün'dan sonra âyetleri sayısı yüzden az olan sureler gelir ki
bunlara da "el-Mesâni" adı verilmektedir. Mesânî'den sonra
gelen sureler sık sık Besmele ile birbirlerinden ayrıldıkları için "el-Mufassal"
diye adlandırılırlar. Bunlar da kendi aralarında tıvâl, evsat ve kısâr olarak
üç gruba ayrılmıştır. el-Mufassal surelerin ilkinin hangisi olduğu hususu
ihtilâflıdır. 37. sure olan es-Sâffât ile 93. sure olan ed-Duhâ'ya kadar olan
surelerden on ikisi el-Mufassal surelerin ilk suresi olarak gösterilmektedir.
Genellikle kabul edilen görüşe göre tıvâl-i mufassal grubundaki sureler, Nebe'
suresine kadar olan surelerdir. Nebe' suresi ile Duhâ suresi arasındakiler
evsat; Duhâ'dan sonrakiler ise kısâr grubunu teşkil etmektedir.
Mekki ve Medenî Sureler
Surelerin
isimlendirilmeleri, mushaftaki sıraları hakkındaki ihtilâfın yanında, bunların
Mekke'de mi, yoksa Medine'de mi nâzil oldukları konusunda da değişik bazı
görüşler vardır. Bu değişik görüşlerin başlıca sebebi de bu konuda Hz.
Peygamber'den açık bir bilginin rivayet edilmemiş, olmasıdır. Yani Hz.
Peygamber şu şu âyet veya sure Mekkidir veya medenidir diye bir bilgi
vermemiştir. Bu konuda ancak vahyin nüzûlüne şahid olan bazı sahabeden parça
parça bilgiler, rivayetler vardır ki bunlar da yetersizdir.
Bu
ihtilâflara rağmen Kur'ân-ı Kerim'in 20 suresinin Medine'de, 82 suresinin de
Mekke'de nâzil olduğunda ittifak edilmiştir. Kalan 12 surenin Mekke'de mi,
yoksa Medine'de mi nâzil oldukları konusunda farklı görüşler vardır. Bunda
mekkî ve medenînin tariflerindeki ihtilâflar da etkili olmuştur. Suyûtî'nin
el-İtkân'ında işaret ettiği gibi bu konuda üç görüş vardır:
1.Hicretten
önce nâzil olan sureler veya âyetler mekkî; Hicretten sonra nâzil olanlar
medenîdir. Bunda esas alınan ölçü, zamandır: Nüzûlün yerine itibar
edilmemiştir. Meselâ Hicretten sonra veda haccında ve Mekke'de veya seferlerde
nâzil olan sure ve âyetler medenî sayılmıştır.
2.Mekân
olarak Mekke ve çevresinde (Arafat, Minâ, Müzdelife, Tâif gibi) nâzil olanlar
Mekkî; Medine ve çevresinde (Bedr, Uhud gibi) nâzil olanlar medenîdir.
3.
Mekkelilere hitab edenler mekkî, Medinelilere hitab edenler medenîdir. Ancak bu
üçüncü görüş fazla taraftar bulamamıştır.
Bu arada şunu
da belirtelim ki, Kur'ân-ı Kerim'de bir bütün halinde nâzil olan sureler
yanında parça parça inen sureler çoğunlukta olduğu için, Mekkî bir surede
Medeni, Medenî bir surede Mekkî âyetlerin de bulunduğu gözden uzak
tutulmamalıdır. Mısır'da H. 1342 yılında basılan bir mushafta her surenin
başında verilen bilgilerde buna da işaret edilmiş ve o sure meselâ mekkî bir
sure ise, içindeki medenî âyetlerin hangileri olduğu belirtilmiştir.
Mekkî ve
Medenî sureleri ilk bakışta birbirinden ayıran bazı özellikler vardır. Bu
cümleden alarak:
a) İçinde "kellâ"
lafzı bulunan sureler (Kellâ kelimesi 15 surede 33 defa geçer).
b) İçinde
secde âyeti bulunan sureler.
c) Bakara ve
Alu İmrân sureleri dışında başında huruf-u mukattaa bulunan sureler.
d) Bakara
suresi hariç tutulursa, içinde peygamberlerin, geçmiş milletlerin, Hz. Âdem ve
İblis'in kıssaları bulunan sureler.
e) Bazı
istisnalarla içinde (ya eyyühennasü) hitabı bulunan sureler Mekke'de nâzil
olmuş mekkî surelerdir.
Medenî
sureler ise genelde
a) Şer'î
cezalar, medenî hukuk ile ilgili konuları ihtiva eder.
b) Cihad ve
ahkâmı bu surelerde açıklanmıştır.
c) Ankebût
suresi hariç, münafıklardan bahseden sureler Medine'de nâzil olmuştur. Çünkü
münafıkların ortaya çıkışı Medine-i Münevvere'dedir.
Bunlardan
başka genel olarak Mekkî surelerde şirke, küfre ve putperestliğe kesin tavır
konulmuş; bunun mukabili olan Allah'ın varlığı, birliği başta olmak üzere
itikad ve âhiretle ilgili iman esasları işlenmiştir. Bu sureler genelde kısa
olup, âyetleri de kısa kısa, ezberlenmesi kolay surelerdir.[255]
Mekkî-Medenî
sureleri bilmekte bir çok faydalar vardır. Her şeyden evvel, Kur'ân-ı Kerim'i
tefsir etmek isteyenlere bu bilginin büyük yardımı olur. Her ne kadar âyetlerin
manâları umumu üzerine hamledilse ve sebebin veya nüzûlün mahallinin manâyı
tahsis etmesi genel bir kural değilse de; âyet veya âyetlerin nerede, kim veya
ne hakkında nâzil olduğunun bilinmesi, onları anlamaya büyük ölçüde yardımcı olur.
Öte yandan,
özellikle Kur'ân-ı Kerim'i yeni nesillere anlatıp öğreteceklere Kurân’daki
hitab tarzları ve tebliğ üslûbunun Mekke ve Medine'deki muhatablara göre
değişik olması, yol gösterir. İslâmi tebligatın hangi merhalelerde nasıl bir
üslûb taşıması gerektiği, müşrik, kâfir, ehl-i kitap, müminler gibi
topluluklara hangi üslûb ve metotlarla tebligatın yapılması gerektiği bu yolla
daha iyi anlaşılır.
1-Fâtiha
Sûresi
Kur'an-ı Kerîm'in İlk Suresi
Fâtiha, "açılacak şeylerin başı, ilk açılacak
yer" demektir. Mukabili "hâtime"dir. Bu sûreye, Allah
kelâmının başında bulunduğu yahut namazda ilk okunan sûre veya tümüyle ilk inen
sûre olarak Fâtiha sûresi denilmiştir.
Çoğunluğun görüşüne göre Mekkî'dir ve yedi ayettir.
Besmelenin sureden olup olmadığı ihtilâflıdır. Surenin yirmiden fazla adı
vardır. En meşhurları: Fâtiha, Ümmü'l-Kitap (Kitabın anası), Ümmü'l-Kur'an,
Seb'ul-Mesânî (tekrarlanan yedi), el-Hamd (konuşma dilinde Elham)'dır. Surenin
fasılası Nûn ve Mim harfleridir. Bazı âlimlere göre Fâtiha sûresi, Kur'an'ın
bir özetidir. Tevhid, âhirette cezâ ve mükâfat, sadece Allah'a ibadet, sırat-ı
müstakim yani hidayet ve saadet yolu, geçmiş toplulukların ibret alınacak
kıssalarını hedef edinen Kur'ân'ın bu ilk suresinde bütün bunlara temel teşkil
eden hususlar vardır.[257]
Böylece her namazda (cenaze namazı hariç) Fâtiha'yı okuyan bir müslüman namazın
her rekâtında Kur'an'ın bir özetini okumuş olmakta, Kur'an'a tabi olacağına
dair Allah'a söz vermektedir.
Surenin fazileti ile ilgili birçok rivayet mevcuttur.
Bunlardan birisi şöyledir: "Bu surenin benzeri ne Tevrat'ta, ne
İncil'de, ne Zebur'da ve ne de Kur'ân'da yoktur."[258]
Namazda okunması sebebiyle bir ismi de "es-Salât"
olan Fâtiha hakkında bir hadis-i kutside şöyle buyurulmuştur: "Namazı
kulumla aramda ikiye ayırdım. Bir yarısı benimdir, diğer yarısı kulumundur.
Kuluma istediği verilecektir. Kul: "Hamd alemlerin Rabbi Allah'adır"
dediği zaman, Allah: "Kulum bana hamdetti" der. Kul: "Rahman ve
Rahim olan...'' dediği zaman Allah: "Kulum bana senada
bulundu" der. Kul: "Din gününün mâliki" dediği zaman,
Allah: "Kulum beni yüceltti" der. Kul: "Ancak Sana
kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz" dediği zaman, Allah: "Bu
benimle kulum arasında iki yarıdır. Kuluma istediği vardır" der. Kul: "Bizi
doğru yola ilet. Nimet verdiğin kimselerin yoluna. Kendilerine gazab edilmiş
olanların ve sapmışların yoluna değil" dediği zaman Allah: "Bunlar
kulumundur, kuluma istediği verilecektir" der."[259]
Besmele:
Berâe suresi dışında Kur'an-ı Kerîm'de bütün sûrelerin
basında besmele
¡áî©y £Ûa ¡å¨à¤y £Ûa
¡é¨£ÜÛa ¡á¤¡2
“Rahmân ve
Rahîm olan Allah'ın adıyla.”
“Bismillâhirrahmânirrahîm: Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın adıyla başlarım” yer
almaktadır.
Besmeledeki Allah adı yüce Rabbimizin en büyük adıdır.
O'nun doksandokuz adı vardır, fakat bunlar Allah adının sıfatlarıdır. Allah
ismi ise, Cenab-ı Hakk'ın bütün isimlerini toplamaktadır. Câhiliye Arapları
müşrik olarak Allah'a inanırlar, yani O'nun yanında putlara taparlardı. Bunlara
ilâh (âlihe) derlerdi ve Allah adıyla yalnız Rabb'i kastederlerdi. İlâh ismi de
hem Allah'a hem de putlarına verilen bir isimdi. Bu bakımdan Allah isminin
Türkçede karşılığı yoktur. Allah isminin kökü ve çoğulu da bulunmaz.
Bismillâh'daki bâ harfı, "Allah'tan yardım dileyerek
başlıyorum" demektir. Rahman ve Rahîm isimleri, Allah'ın isimlerinden
olup, "rahmet" kökünden türemişlerdir. Rahman'ın tam karşılığı
yoktur; çok merhamet eden, rahmeti her şeyi kuşatan diye çevrilmektedir. Rahîm
de çok merhametli demektir; burada rahmet daha çok ahirette müminlere olan
rahmeti anlamındadır. Genellikle Rahman: Bütün mahlûkatı rahmetiyle yaratıp
besleyen, Rahîm: Ahirette müminlere mükâfat, kâfirlere ceza verendir diye
tefsir edilmiştir.
Sure başlarında bulunan Besmelenin Kur'an'dan ayet
olup olmadığı hakkında görüş birliğine varılamamıştır. İmam Şâfiî onun başında
bulunduğu sûrelerin birer ayeti, İmam Mâlik onun ayet olmadığı, Ebu Hanife
müstakil bir ayet olduğu kanaatine varmıştır. Fakat besmelenin Kur'an'dan
olduğunda şüphe yoktur. Çünkü Hz. Peygamber: "Onu her surenin başına
yazın" demiştir. Besmelenin âyet veya sûreden bir âyet olup olmadığı
hakkındaki ictihad farkları onun namazda okunmasında da farklı ictihadlara yol
açmıştır. İmam Ebu Hanife besmelenin her rekâtta Fatiha'dan önce okunmasının
şart olduğunu, gizlice besmele çekmenin sünnet olduğunu söylemiş, İmam Mâlik
farz namazlarda besmele okunmasını caiz görmemiş, İmam Şâfiî ile İmam Ahmed de
besmeleyi her sureye dahil bir ayet gördüklerinden açık kıraatli namazlarda
açıktan, gizli kıraatli namazlarda gizliden besmele okunmasının farz olduğunu
söylemişlerdir.
Öte yandan her iyi ve güzel şeyde besmele ile başlamak
İslâm'ın prensiplerindendir. Besmele bütün işlerin basıdır, onsuz iş eksiktir.
Besmele çekmek, Allah'ın birliğini, rahmetini anmak ve O'na karşı gereken edep
dairesinde İslâmî esasların ilk rüknünü ifa etmek demektir. Yine, hayvan
keserken kasten besmele çekilmezse o hayvanın eti yenilmez.
Tefsir:
وَلَقَدْ
اتَيْنَاكَ
سَبْعًا مِنَ
الْمَثَانى
وَالْقُرْانَ
الْعَظيمَ
"Andolsun
ki biz sana tekrarlanan yediyi ve şu büyük Kur'an'ı vermişizdir"[260] ayetinde Fâtiha suresi anılmıştır. Surenin umûmî
tefsiri şöyledir:
Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım. Rahman ve Rahîm
olan Allah'ın adıyla başlarım.
= åî©à Ûb ȤÛa ¡£l ¡é¨£Ü¡Û
¢¤à z¤Û a
"Alemlerin
Rabbi olan Allah'a hamdolsun "(1)
er-Rabb; Mâlik, mutasarrıf demektir; yalnız Allah'ın
adıdır. el-Alemin, âlem'in çoğuludur, Allah'tan başka bütün varlıklardır. Hamd
yalnız O'nadır. Her şeyde mutlak rububiyet O'nadır, O bütün kâinatın
terbiyecisi, hâkimidir. Azamet, şeref, ululuk, yaratıcılık, icad O'na aittir.
Allah'ın rahmeti her şeyi kuşatmıştır. Mükâfat ve cezayı yalnızca O verir.
=¡áî©y £Ûa ¡å¨à¤y £Û a
“O, Rahman ve
Rahîmdir.” (2)
Dünyada bütün yaratıkları ve âhirette yalnız
mü'minleri esirgeyen, bağışlayan O'dur.
6¡åí©£Ûa ¡â¤ì í ¡Ù¡Ûb ß
“Din gününün
sahibidir” (3)
Mâlik; sahip demektir, mâliki veya meliki şeklinde
okunabilir. Din, burada ceza demektir. O'ndan başka kimsenin hükmünün geçmediği
Din günü, âhirette hesaba çekilme günüdür. O günde amellere ceza ve mükâfat
vermek sadece O'na mahsustur. En güzel isimler ve sıfatlar O'nundur.
6¢åî©È n¤ ã Úb £í¡a ë
¢¢j¤È ã Úb £í¡a
“Yalnız sana
ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz”(4)
Yalnız sana kulluk ve itaat eder, ancak sana boyun
eğeriz; zira sen her türlü yüceliğe layıksın. Senden başka hiçbir güç kulluğa
ve muhtaçlığa cevap veremez. Dilediğimiz her şeyi yalnızca senden dileriz,
zaten senden başka yardımcı da bulunmaz.
= áî©Ô n¤¢à¤Ûa
Âa ¡£Ûa b 㡤ç¡a
“Bizi doğru
yola ilet” (6)
Bizi Kur'ân yoluna, İslâm yoluna ilet. Sana
yaklaştıracak, bize hürriyetimizi kazandıracak yolu. Sen kimi dilersen onu
hidayete erdirirsin. Bizi dosdoğru yolunda iman üzere sabit kıl, cennete
gidenlerden eyle. Doğru yol hakkında Hz. Peygamber (a.s): "Doğru yol
Allah'ın kitabıdır, İslâm'dır" buyurmuştur.[261]
åî©£Û¬ b£Ûaü ë
¤á¡è¤î Ü Ç ¡lì¢¤Ì à¤Ûa ¡¤î Ë
=¤á¡è¤î Ü Ç o¤à Ȥã a åí© £Ûa
Âa ¡
“Kendilerine
gazab edilmiş olanların ve sapmışların yoluna değil. Nimet verdiğin
kimselerin yoluna” (7).
Yani peygamberler, sıddıklar, şehidler, salih
mü'minlerin yoluna ilet.[262] Onlar ne güzel arkadaştır, ne güzel
müminlerdir.
Yani Yahudiler ve Hıristiyanların[263]
veya İslâm'dan sapanların yoluna değil.
Onlar gibi bizi de helâk etme. Doğru yoldan sapan
azgınlardan değil, Resulunün dosdoğru yolundan gidenler kıl. Bizi heva ve
hevesine uyan, büyüklenen, haktan sapân münâfıklardan ve kâfirlerden ayır,
onlardan duaların en güzeli ile sana sığınıyor, sana dua ediyor ve yardımını
bekliyoruz. duamızı kabul et.
Amin. Duamızı kabul et. Cemaatle namazda İmam sureyi
bitirince cemaat Ebu Hanife'ye göre gizlice, Şâfii'ye göre açıktan âmin der.[264]
Fâtiha ve Namaz
Fâtiha'yı her gün her müslüman en az onyedi defa farz
olan beş vakit namazda okumaktadır. Kütüb-i Sitte ve Ahmed b.Hanbel'de Ubâde b.
es-Sâmit'ten rivayet edilen ''Fâtiha'yı okumayanın namazı olmaz" ve
Ebu Hüreyre'den rivayet edilen "Kim kıldığı namazda Fâtiha okumazsa
onun namazı eksiktir, eksiktir, eksiktir" hadisleri namazda Fâtiha okumanın
şart olduğunu göstermektedir. Cumhûr'un bu şekildeki ictihadına karşı Ebû
Hanife. namazda üç kısa veya bir uzun âyet okumanın farz olduğunu, Fâtiha'nın
ise vacip olduğunu söylemiştir. Cumhûr da kendi arasında namazın her rekâtında
Fâtiha'yı farz (Şâfiî, Mâlik) veya yalnız bir rekâtında farz olduğunu
söylemişlerdir. Ebû Hanife, "Kur'an'dan kolayınıza geleni
okuyunuz" hadisine göre amel etmiştir.[265] Geçerli
olan görüş Cumhûr'un görüşüdür.
İmama tabi olan, Şâfiî veya Hanbeli'ye göre İmam sesli
yahut sessiz de okusa Fâtiha'yı okur; Hanefi'ye göre susar; Mâliki'ye göre
sesli okumada susar, sessiz okumada o da içinden okur.
Fâtiha sûresini Arapça lafzıyla bilmeyen, en kısa
zamanda öğreninceye kadar İmam Azam Ebû Hanife'ye göre kendi dilinde
tercümesiyle namaz kılabilir.[266]
Bakara Sûresi;Kur'an-ı Kerîm'in ikinci ve en uzun suresi.
Medine'de ilk nazil olan suredir. Kur'an'ın en son inen ayeti de bu surenin
281. ayeti olduğu için tamamlanması on bir yıl sürmüştür. Ayet sayısı iki yüz
seksen altı, kelimeleri altı bin yüz yirmi, harfleri yirmi beş bin beş yüzdür.
Fasılaları mim, nûn, dâl, be, re, kâf, lâm harfleridir.
Medine'de
inmesi ve en uzun sure olmasından dolayı, İslâmî hükümlerle ilgili birçok
konuları ihtiva etmektedir. Fatiha suresi Kur'an'ın bir özeti olarak kabul
edilirse, Bakara suresi de Kur'an'ın bir tafsilidir. Surede İslâm'ın önemli ve
başlıca temel esaslarını kabul edip etmeme durumu değerlendirilmektedir. Tevhîd
akîdesinin hak olduğunu ispat etmek için çeşitli tabiat olaylarındaki hikmetler
ve ayetler anlatılmıştır. Yalnız dilleriyle iman eden münâfık kitlenin halleri
ve Hz. Âdem (as)'ın kıssası teferruatıyla aktarılır.
İsrail
oğullarına verilen nimetler ve onların bu nimetleri inkârları, Hz. Peygamber (a.s)'e
düşmanlıkları ve Müslümanların aleyhine olan tavırları ifade edilir. Daha önce
gönderilen kitap ve şerîatların neshedildiği, İslâm'ın en son ve en mükemmel
din olduğu, Hz. İbrahim (a.s)'ın getirdiği tevhid akidesi, İsrailoğulları'nın
bu dini ve tevhid anlayışını benimsememeleri, Hz. İbrahim'in Kâbe'yi inşa
edişi, kıblenin Kudüs'ten Mekke'ye tahvili ve Kâbe' nin İslâm dinindeki yeri
anlatılır.
Müslümanların
birçok güçlüklere uğrayacakları, karşılaşılan bu sıkıntıların sona ereceği ve
İslâm'ın er geç muzaffer olacağından bahsedilir. Daha sonra İslâm'da helâl ve
haramlar ele alınır. Ayrıca, İslâm'ın namaz, oruç, zekât hacc, cihat ve şehadet
gibi emirleri anlatılır. İçki, adam öldürme, zina, nikâh, kısas, yetimlerin
haklarından, kadınların hayız hâllerinden, talak, iddet ve nafakalarından
bahsedilir.
Allah'ın emir
ve yasakları, iman edip tağuta karşı durmanın önemi ve imanın ancak tağutun
hükümlerinden uzak olmakla tamamlanabileceği anlatılır. Sonunda İslâm'da
borçlanmanın, şahitliğin, rehinin ve bunlarla ilgili diğer hüküm ve
prensiplerden; faizin yasak oluşundan, toplum içinde borç vermek suretiyle
Müslümanların birbirlerine yardımcı olmaları gerektiğinden ve sure ile gelen
bütün hükümlerin, İslâm toplumunun ve devletin vazgeçilmez temel unsurları
olduğundan bahsedilir.
Bakara suresi
adını:
وَاِذْ
قَالَ مُوسى
لِقَوْمِه
اِنَّ اللّهَ
يَاْمُرُكُمْ
اَنْ
تَذْبَحُوا
بَقَرَةً قَالُوا
اَتَتَّخِذُنَا
هُزُوًا
قَالَ اَعُوذُ
بِاللّهِ
اَنْ اَكُونَ
مِنَ الْجَاهِلينَ
()
قَالُواادْعُ
لَنَا
رَبَّكَ
يُبَيِّنْ
لَنَا مَا
هِىَ قَالَ
اِنَّهُ
يَقُولُ
اِنَّهَا
بَقَرَةٌ
لَافَارِضٌ
وَلَابِكْرٌ
عَوَانٌ
بَيْنَ ذلِكَ
فَافْعَلُوا
مَاتُؤْمَرُونَ
()
قَالُواادْعُ
لَنَا رَبَّكَ
يُبَيِّنْ
لَنَا
مَالَوْنُهَا
قَالَ
اِنَّهُ
يَقُولُ
اِنَّهَا
بَقَرَةٌ صَفْرَاءُ
فَاقِعٌ
لَوْنُهَا
تَسُرُّ
النَّاظِرينَ
() قَالُواادْعُ
لَنَا
رَبَّكَ
يُبَيِّنْ
لَنَا مَا هِىَ
اِنَّ
الْبَقَرَ
تَشَابَهَ
عَلَيْنَا وَاِنَّا
اِنْ
شَاءَاللّهُ
لَمُهْتَدُونَ
() قَالَ
اِنَّهُ
يَقُولُ
اِنَّهَا
بَقَرَةٌ
لَاذَلُولٌ
تُثيرُ
الْاَرْضَ
وَلَاتَسْقِى
الْحَرْثَ
مُسَلَّمَةٌ
لَاشِيَةَ
فيهَا
قَالُواالْنَ
جِئْتَ
بِالْحَقِّ
فَذَبَحُوهَا
وَمَاكَادُوا
يَفْعَلُونَ
“Bir vakitte Mûsa (aleyhisselâm) kavmine
dedi ki: "Allah Teâlâ bir sığır boğazlamanızı size muhakkak
emrediyor." Dediler ki: "Sen bizimle istihzâ mı ediyorsun?" Mûsa
aleyhisselâm da dedi ki: "Ben cahillerden olmaklığımdan Allah Teâlâ'ya
sığınırım."
Dediler ki: "Bizim için Rabbine dua
et, o sığırın ne olduğunu bize bildirsin." Dedi ki: "Cenâb-ı Hak
buyuruyor: O bir sığırdır ki, ne pek yaşlıdır ne de pek gençtir, ikisi ortası
bir dinç sığırdır. Artık emrolunduğunuz işi yapınız"
Dediler ki: "Bizim için Rabbine dua
et, onun rengi nedir, bize beyan etsin." Dedi ki: "Muhakkak O
buyuruyor ki, o sarı renkte bir sığırdır. Onun rengi halis sarıdır. Kendisine
bakanları mesrûr kılar."
Dediler ki: "Rabbine dua et, bize
açıkça bildirsin. Şüphe yok ki o sığır bize iştibahlı oldu. Ve şüphesiz ki
Allah Teâlâ dilerse biz elbette hidâyete ermişler oluruz."
Dedi ki: "O
buyuruyor ki, o muhakkak bir sığırdır ki zillete uğramamıştır. Ne tarla
sürmeğe, ne de ekin sulamağa alıştırılmamıştır. Bütün kusurlardan salîmdir.
Onda renk karışıklığı yoktur, tam sarıdır." Dediler ki: "İşte şimdi
hakikatı getirdin. Hemen onu (o sığırı bulup) boğazladılar." Halbuki
(bunu) yapmağa asla yaklaşmıyorlardı”[267] ayetlerde geçen "Bakara" kelimesinden
almıştır. Bakara kelimesi Bakar'dan gelmektedir ki sığır demektir. Kelimenin
sonundaki te, tekil için kullanıldığında bir tek sığır demek olur. Eğer te'nis
(dişilik) için olursa inek demek olur. Genellikle bu ikinci şık kabul
edilmiştir.
Sureye adını veren
bu olay, Hz. Musa (a.s.) döneminde meydana gelmiştir. Zira altmış yedinci
ayette Hz. Musa kavmine bir inek kesmelerini söylediği zaman, bunu çok
garipseyerek "Sen bizimle alay mı ediyorsun?" demişlerdi.
Meselenin
aslı şu idi: İsrailoğulları içinde zengin bir adam vardı. Bunun da bir kızı ve
fakir bir yeğeni vardı. Yeğeni amcasından kızını istedi. Adam kabul etmedi.
Genç de buna kızarak "Yemin ederim, amcamı öldürüp, malını da, kızını
da alacağım" dedi. Delikanlı amcasına gelerek; "amca şuraya
tacirler gelmiş, onlara gidelim de bir şeyler satın alayım. Seni yanımda
görürlerse bana mal verirler" dedi. Amcası da geceleyin yeğeni ile
birlikte çıktı.
Yeğeni yolda
onu öldürüp, evine döndü. Sabah olunca da, hiç bir şey bilmiyormuş gibi
amcasını aramaya başladı. Bulamayınca akşamki yere doğru gitti. Birkaç kişi
amcasının başında toplanmıştı. Onlara: "Amcamı siz öldürdünüz"
diyerek diyetini istedi. Ağlayıp, üstünü başını yırtmağa başladı. Sonunda
durumu Hz. Musa'ya arz etti. Hz. Musa (a.s.) da onlara diyet vermelerini
emretti. Onlar da "Ya Musa, Rabbine dua et, katili meydana çıkarsın.
Aksi takdirde bizim için ayıp olacaktır." dediler. Musa da onlara bir inek
kesmelerini, etini maktûle dokundurmalarını söyledi. Onlar da "böyle şey
olur mu?" diye garipsediler. Hz. Musa'nın bu talebinden kurtulmak ve
başlarından atmak için ineğin nasıl bir inek olduğunu sordular. Her seferinde
Mûsa'ya karşılık vererek bunu yapmaktan kaçındılar. Çok uzun tereddütlerden
sonra vasıfları surede belirtilen ineği bulup kestiler. Etinin bir kısmını
maktûle dokundurunca maktûl dirilip kendisini yeğeninin öldürdüğünü söyledi ve
tekrar düşüp öldü. Bunun üzerine katile miras vermediler, ondan sonra da bu
hüküm devam etti.[268]
Görüldüğü
gibi olayda öldükten sonra dirilmeye açık işaret vardır. Bunun yanı sıra,
İsrailliler'in Mısırlılar'dan görerek benimsedikleri öküze tapma olayının
dolaylı yoldan kaldırılması da vardır.
Bakara
suresinin fazileti hakkında birçok hadîs-i şerif vârid olmuştur:
وعن
النواس بن
سمعان رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ
يَقُولُ:
يُؤْتى يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
بِالْقُرآنِ
وَأهْلِهِ
الَّذِينَ
كَانُوا
يَعْمَلُونَ
بِهِ في
الدُّنْيَا
تََقْدُمُهُ
سُورَةُ
الْبَقَرَةِ
وَآلِ
عِمْرَانَ.
وضَرَبَلَهُمَا
رَسُولُ
اللّهِ
ثَثَةَ
أمْثَالِ مَا
نَسِيتُهُنَّ
بَعْدُ قَالَ:
كَأنَّهُمَا
غَمَامَتَانِ
أوْ
ظُلّتَانِ سَوْدَاوانِ
بَيْنَهُمَا
شَرْقٌ، أوْ
كَأنَّهُمَا
فَرَقَانِ
مِنْ طَيْرٍ
صَوافَّ تَحَاجَّانِ
عَنْ
صَاحِبِهِمَا.
-Nevvâs İbnu Sem'an
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle söylediğini
işittim: "Kıyâmet günü Kur'ân-ı Kerim ve ona dünyada iken sahip çıkıp
onunla amel edenler getirilirler. Bu gelişte, Bakara ve Âl-i İmrân sûreleri
Kur'ân-ı Kerîm'in önünde yer alırlar."
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir iki sure için üç teşbihte
bulundu ki, bir daha onları unutmadım. Şöyle demişti: "Onlar sanki iki
bulut veya aralarında nur ve aydınlık olan iki siyah gölgelik veya sahiplerini
müdafaa vaziyeti almış saflar halinde iki kuş sürüsü gibidirler."[269]
عن
أبى أمامة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
سَمِعْتُ
رسوُلَ
اللّهِ
يقُول:
اقْرَؤُا
الْقُرآنَ
فإنَّهُ يَأتِى
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
شَفِيعاً ‘صْحَابِهِ،
اقْرَؤُا
الزَّهْرَاوَيْنِ
الْبَقَرَةَ
وآلَ
عِمْرَانَ
فَإنَّهُمَا
يَأتِيَانِ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
كَأنَّهُمَا غَمَامَتَانِ
أوْ
غَيَايتَانِ
أوْ كَأنَّهُمَا
فَرقَانَ
مِنْ طَيْرٍ
صَوَافَّ
تَحَاجَّانِ
عَنْ
صَاحِبِهِمَا،
اقْرَؤُا
الْبَقَرَةَ
فإنَّ
أخْذَهَا بَرَكَةٌ،
وَتَرْكَهَا
حَسْرَةٌ،وََ
يَسْتِطيعُهَا
الْبَطَلَةُ.
أخرجه مسلم.
قيل »البطلة«
السحرة.زاد في
رواية: مَا
مِنْ عَبْدٍ
يَقْرأُ
بِهَا في
رَكْعَةٍ
قَبْلَ أنْ
يَسْجُدَ
ثُمًَّ يَسْأَلُ
اللّهُ تعالى
حَاجَةً إَّ
أعْطَاهُ. إنْ
كَادَتْ
لَتَسْتَحْصِى
الْقُرآنَ كُلَّهُ.»الغياية«
كلُّ شئٍ أظل
ا“نسان فوق
رأسه كالسحابة
وغيرها .
- Ebu Ümâme (radıyallahu anh) buyurdu ki: "Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'i işittim, diyordu ki: "Kur'an-ı Kerîm'i okuyun.
Zira Kur'ân, kendini okuyanlara kıyamet günü şefaatçi olarak gelecektir.
Zehrâveyn'i yani Bakara ve Âl-i İmrân surelerini okuyun! Çünkü onlar kıyamet
günü, iki bulut veya iki gölge veya saf
tutmuş iki grup kuş gibi gelecek, okuyucularını müdâfaa edeceklerdir. Bakara
suresini okuyun! Zira onu okumak berekettir. Terki ise pişmanlıktır. Onu tahsil
etmeye sihirbazlar muktedir olamazlar."[270]
Bir rivayette şu ziyade mevcuttur: Bir rekatta, secdeden önce, bir
kul onu okur, sonra da Allah'tan birşey isterse Allah istediğini mutlaka
verir."
"Her
şeyin bir zirvesi vardır. Kur'an'ın zirvesi de Bakara suresidir. Her kim onu
evinde geceleyin okursa üç gün o eve şeytan girmez. Kim de onu evinde gündüzün
okursa o eve üç gün ,şeytan girmez."[271]
"Kur'an'ın
en faziletli suresi Bakara suresidir. Onun da en büyük ayeti Âyetü'l-Kürsî'dir.
Bir evde Bakara suresi okunursa şeytan onu dinlemeye tahammül edemeyerek oradan
dışarı fırlar."[272]
"İki
parlak sureyi, Bakara ile Âli İmrân surelerini okuyun. Çünkü bunlar kıyamet
gününde iki gölgelik yahut iki kuş bölüğü gibi gelir, okuyucularını mahşerin
sıcağından korurlar, onları müdafaa ederler. Bakara suresini okuyun. Ona sahip
olmak bereket, onu terketmek pişmanlıktır. Sihirbazlar onu elde etmeğe güç
yetiremezler."[273]
"Her
kim Bakara suresini okursa başına Cennet tacı geçirilir."[274]
"Bakara
suresini öğretmek bereket, terketmek ise pişmanlıktır. Sihirbazlar onu elde
etmeğe güç yetiremezler. O Kur'an'ın çadırıdır."[275]
Bakara
suresinin 255. ayeti olan Âyetü'l-Kürsî ayrı bir özellik taşımaktadır. Bu
konuda da iki hadis zikretmekle yetineceğiz.
"Her
şeyin bir zirvesi vardır. Kur'an'ın zirvesi de Bakara suresidir. Onda öyle bir
ayet vardır ki o ayet Kur' an ayetlerinin efendisidir. O da
Âyetü'l-Kürsî'dir."[276]
Bakara
suresinin Âmene'r-Resûlû olarak meşhur olan son iki ayetinin de çok büyük
faziletleri vardır.
"İbn
Abbas'ın rivayetine göre, bir gün Cebrail (as) Peygamber (as)'ın yanında
otururken yukarıdan kapı sesi gibi bir ses duydu. Başını kaldırdı: "İşte
bugün gökten bir kapı açıldı. Şimdiye kadar bu kapı açılmamıştı. Gökten bir
melek indi. O da bugüne kadar inmemişti. Melek selâm verdi ve: "Müjde,
sana iki nur verildi ki senden önce hiçbir peygambere verilmemiştir. Bunlar:
Fatiha suresi ile Bakara suresinin son ayetleridir. Kim bunlardan bir harf
okursa muhakkak sevabını görür"[277] buyurdu.
Ebu Mes'ud'un rivayet ettiği
hadîs ise şöyledir: "Her kim Bakara suresinin son iki ayetini okursa onu
her türlü kötülükten korurlar." [278]
Numan b. Beşir'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte
de şöyle buyrulmaktadır: "Cenâb-ı Allah gökleri ve yeri yaratmadan iki bin
sene evvel bir kitap yazdı. Ondan iki ayet indirerek Bakara suresini tamamladı.
Bunlar bir evde üç gece okunursa o eve, şeytan yaklaşmaz." [279]
Kur’an-ı
Kerîm'in üçüncü suresi. Sure, Medine'de nazil olmuştur. Surenin 33. ayetinde
Musa (a.s)'ın babası İmrân'dan bahsedildiği için 'İmrân Âilesi' anlamına bu adı
almıştır.
Söz
konusu ayette:
= åî©à Ûb ȤÛa ó Ü Ç
樤à¡Ç 4¨a ë áî©ç¨¤2¡a 4¨a ë
b¦yì¢ã ë â
¨a ó¬¨1 À¤a 騣ÜÛa £æ¡a
“Allah Âdem'i,
Nuh'u, İbrahim ailesi ile İmrân ailesini seçip âlemlere üstün kıldı”[280] denilmektedir.
Bu sure,
hicretin ikinci yılında meydana gelen Bedir savaşı sonrasıyla üçüncü yılında
vukûu bulan Uhud savaşını konu edinip Müslümanların Medine-i Münevvere'deki
hayatlarından bazı bölümlerin dile getirildiği iki yüz ayetten ibarettir.
Âli imrân
Suresi, nazil olduğu yıllardaki Medine'de yaşayan Müslümanların çevresini
kuşatan hile, desîse ve karışıklıkları sonsuz bir canlılıkla tasvir etmekte
düşmanlarının yalnız hareketlerini değil, aynı zamanda içerideki kin ve hasedi,
zihinlerdeki korkunç plânları da bir tablo halinde gözler önüne sermektedir.
Sure bize,
Medine'deki ihlâslı Müslümanların durumunu aktarırken adeta içinde bulunduğumuz
zamanı da yeniden geldiğimiz nokta ile birleştirip sergilemektedir. Bu endişe
veren durum karşısında hidayet rehberimiz olan Kur'an-ı Kerîm, özellikle bu
suredeki ayet-i celileler; tuzak ve fitneleri önlemek, yaygara ve şüpheleri
bastırmak, kalpleri ve atılmış adımları sabitleştirmek, fikir ve ruhlara hitap
etmek, hadiseleri tahlil edip ortaya ibretler çıkarmak, İslâm'ın tasavvur
olunan binasını kurmak ve buna gölge düşürecek hususları yok etmek, İslâm
topluluğunu İslâm düşmanlarının amansız hile ve tuzaklarından korumak için
onları uyaran prensip ve kanunlar ortaya koymaktadır.
Şöyle ki:
اَللّهُ لَا
اِلهَ اِلَّا
هُوَ
الْحَىُّ الْقَيُّومُ
() نَزَّلَ
عَلَيْكَ
الْكِتَابَ بِالْحَقِّ
مُصَدِّقًا
لِمَا بَيْنَ
يَدَيْهِ
وَاَنْزَلَ
التَّوْريةَ
وَالْاِنْجيلَ
() مِنْ قَبْلُ
هُدًى
لِلنَّاسِ
وَاَنْزَلَ
الْفُرْقَانَ
اِنَّ
الَّذينَ
كَفَرُوا
بِايَاتِ
اللّهِ
لَهُمْ
عَذَابٌ
شَديدٌ
وَاللّهُ عَزيزٌ
ذُوانْتِقَامٍ
() اِنَّ
اللّهَ لَا
يَخْفى
عَلَيْهِ
شَىْءٌ فِى
الْاَرْضِ
وَلَا فِى
السَّمَاءِ
“Hayy ve
kayyûm olan Allah'tan başka ilâh yoktur.
O, sana kitabı hak ve kendinden öncekileri tasdik edici olarak indirdi.
Bundan önce de insanlara yol gösterici olarak Tevrat ile İncil'i indirmişti.
Bir de hak ile batılı ayırt eden Furkan'ı indirdi. Gerçekten Allah'ın
ayetlerini inkâr edenler için şiddetli azap vardır. Allah, 'Aziz'dir, intikam
sahibidir. Şüphesiz ki gökte ve yerde hiç bir şey Allah'dan gizli kalmaz."[281]
اِنَّ
الَّذينَ
كَفَرُوا
لَنْ
تُغْنِىَ عَنْهُمْ
اَمْوَالُهُمْ
وَلَا
اَوْلَادُهُمْ
مِنَ اللّهِ
شَيًْا
وَاُولئِكَ
هُمْ وَقُودُ
النَّارِ
"Şu inkâr edenlerin malları ve çocukları
Allah'a karşı onlara bir şey sağlamaz ve onlar, ateşin çırasıdırlar.”[282]
قَدْ كَانَ
لَكُمْ ايَةٌ
فى
فِئَتَيْنِ
الْتَقَتاَ
فِئَةٌ
تُقَاتِلُ فى
سَبيلِ اللّهِ
وَاُخْرى
كَافِرَةٌ
يَرَوْنَهُمْ
مِثْلَيْهِمْ
رَاْىَ
الْعَيْنِ
وَاللّهُ
يُؤَيِّدُ
بِنَصْرِه
مَنْ يَشَاءُ
اِنَّ فى
ذلِكَ
لَعِبْرَةً لِاُولِى
الْاَبْصَارِ
"Karşılaşan şu iki topluluğun durumlarında
sizin için ibret vardır. Biri Allah yolunda dövüşüyordu. Diğeri de kâfir idi.
Onlar, öbürlerinin kendilerinin iki katı olduklarını görüyorlardı. Allah,
dilediğini yardımı ile destekler. Görebilen için bunda ibretler vardır."[283]
اِنَّ
الدّينَ
عِنْدَ
اللّهِ
الْاِسْلَامُ
وَمَا
اخْتَلَفَ
الَّذينَ
اُوتُوا
الْكِتَابَ
اِلَّا مِنْ
بَعْدِ مَا
جَاءَهُمُ الْعِلْمُ
بَغْيًا بَيْنَهُمْ
وَمَنْ
يَكْفُرْ
بِايَاتِ
اللّهِ
فَاِنَّ
اللّهَ
سَريعُ
الْحِسَابِ
"Doğrusu Allah indinde tek geçerli din, İslâm
'dır. Ancak, kendilerine kitap verilenler kendilerine ilim geldikten sonra,
ihtirastan dolayı ayrılığa düştüler. Kim Allah'ın ayetlerini inkâr ederse,
şüphesiz ki Allah, çabuk hesap görücüdür.”[284]
وَمَنْ
يَبْتَغِ
غَيْرَ
الْاِسْلَامِ
دينًا فَلَنْ
يُقْبَلَ
مِنْهُ
وَهُوَ فِى
الْاخِرَةِ
مِنَ
الْخَاسِرينَ
"Kim İslâm'dan başka bir din ararsa ondan asla
kabul olunmaz. Ve o, ahirette en büyük zarara uğrayanlardandır."[285]
اَلَمْ تَرَ
اِلَى
الَّذينَ
اُوتُوا
نَصيبًا مِنَ
الْكِتَابِ
يُدْعَوْنَ
اِلى كِتَابِ
اللّهِ
لِيَحْكُمَ
بَيْنَهُمْ
ثُمَّ يَتَوَلّى
فَريقٌ
مِنْهُمْ
وَهُمْ
مُعْرِضُونَ
"De ki, "Ey mülkün sahibi olan Allahım,
sen mülkü dilediğine verirsin. Sen mülkü dilediğinden alırsın. Sen dilediğini
aziz edersin. Sen dilediğini zelil edersin. Hayır yalnız senin elindedir. Sen,
şüphe yok ki her şeye kadirsin.”[286]
لَايَتَّخِذِ
الْمُؤْمِنُونَ
الْكَافِرينَ
اَوْلِيَاءَ
مِنْ دُونِ
الْمُؤْمِنينَ
وَمَنْ يَفْعَلْ
ذلِكَ
فَلَيْسَ
مِنَ اللّهِ
فى شَىْءٍ
اِلَّا اَنْ
تَتَّقُوا
مِنْهُمْ
تُقيةً وَيُحَذِّرُكُمُ
اللّهُ
نَفْسَهُ
وَاِلَى اللّهِ
الْمَصيرُ
"Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost
edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allah'dan ilişiği kesilmiş olur. Ancak onlardan
sakınmış olma hâliniz müstesna. Allah, size kendisinden korkmanızı emrediyor.
Ve dönüş Allahadır."[287]
اِنَّ
اَوْلَى
النَّاسِ
بِاِبْرهيمَ
لَلَّذينَ
اتَّبَعُوهُ
وَهذَا
النَّبِىُّ
وَالَّذينَ
امَنُوا
وَاللّهُ
وَلِىُّ
الْمُؤْمِنينَ
"Doğrusu İbrahim'e yakın olanlar ona uyanlar;
şu Rasûl ve iman edenlerdir. Ve Allah, inananların dostudur."[288]
اَفَغَيْرَ
دينِ اللّهِ
يَبْغُونَ
وَلَهُ اَسْلَمَ
مَنْ فِى
السَّموَاتِ
وَالْاَرْضِ
طَوْعًا
وَكَرْهًا
وَاِلَيْهِ
يُرْجَعُونَ
"Yoksa Allah'ın dininden başka din mi arıyorlar?
Oysa göklerde ve yerde ne varsa ister istemez ona teslim olmuştur. Ve ona
döndürüleceklerdir."[289]
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا اِنْ
تُطيعُوا
فَريقًا مِنَ
الَّذينَ
اُوتُوا
الْكِتَابَ
يَرُدُّوكُمْ
بَعْدَ
ايمَانِكُمْ
كَافِرينَ
"Ey iman edenler, eğer kendilerıne kitap
verilenlerden herhangi bir zümreye uyarsanız imanınızdan sonra sizi çevirir,
kâfir yaparlar."[290]
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
اتَّقُوا اللّهَ
حَقَّ
تُقَاتِه
وَلَا
تَمُوتُنَّ
اِلَّا
وَاَنْتُمْ
مُسْلِمُونَ
"Ey iman edenler, Allah'dan nasıl korkmak
lâzımsa öylece korkun. Ve her hâlde müslüman olarak can verin."[291]
وَاعْتَصِمُوا
بِحَبْلِ
اللّهِ
جَميعًا وَلَا
تَفَرَّقُوا
وَاذْكُرُوا
نِعْمَتَ اللّهِ
عَلَيْكُمْ
اِذْكُنْتُمْ
اَعْدَاءً
فَاَلَّفَ
بَيْنَ
قُلُوبِكُمْ
فَاَصْبَحْتُمْ
بِنِعْمَتِه
اِخْوَانًا
وَكُنْتُمْ
عَلى شَفَا
حُفْرَةٍ مِنَ
النَّارِ
فَاَنْقَذَكُمْ
مِنْهَا
كَذلِكَ
يُبَيِّنُ
اللّهُ
لَكُمْ
ايَاتِه
لَعَلَّكُمْ
تَهْتَدُونَ
"Toptan Allah'ın ipine sarılın, ayrılmayın. Ve
Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz düşman idiniz de o, kalplerinizin
arasını uzlaştırdı. Ve onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz, ateş
çukurunun tam kenarında idiniz, o, sizi oradan kurtardı. Doğru yola erişesiniz
diye işte Allah, ayetlerini size böylece açıklar."[292]
كُنْتُمْ
خَيْرَ
اُمَّةٍ
اُخْرِجَتْ
لِلنَّاسِ
تَاْمُرُونَ
بِالْمَعْرُوفِ
وَتَنْهَوْنَ
عَنِ
الْمُنْكَرِ
وَتُؤْمِنُونَ
بِاللّهِ
وَلَوْ امَنَ
اَهْلُ
الْكِتَابِ لَكَانَ
خَيْرًا
لَهُمْ
مِنْهُمُ
الْمُؤْمِنُونَ
وَاَكْثَرُهُمُ
الْفَاسِقُونَ
"Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir
ümmetsiniz. Ma'rûfu emreder, münkerden nehy edersiniz. Ve Allaha inanırsınız.
Ehl-i Kitap da inanmış olsaydı kendileri için hayırlı olurdu. İçlerinden iman
edenler olmakla beraber çoğu, gerçek dinden çıkmış fâsıklardır."[293]
¦
يَااَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا لَاتَتَّخِذُوا
بِطَانَةً
مِنْ
دُونِكُمْ
لَايَاْلُونَكُمْ
خَبَالًا
وَدُّوا مَا
عَنِتُّمْ
قَدْ بَدَتِ الْبَغْضَاءُ
مِنْ
اَفْوَاهِهِمْ
وَمَا تُخْفى
صُدُورُهُمْ
اَكْبَرُ
قَدْ بَيَّنَّا
لَكُمُ
الْايَاتِ
اِنْ
كُنْتُمْ
تَعْقِلُونَ
"Ey iman edenler, sizden olmayanı dost
edinmeyin. Onlar sizi şaşırtmaktan geri durmazlar. Sıkıntıya düşmenizi
isterler. Öf keleri ağızlarından taşmaktadır. Sînelerinin gizlediği ise daha
büyüktür. Size âyetlerimizi açıkladık, eğer düşünürseniz."[294]
هَا
اَنْتُمْ
اُولَاءِ
تُحِبُّونَهُمْ
وَلَايُحِبُّونَكُمْ
وَتُؤْمِنُونَ
بِالْكِتَابِ
كُلِّه وَاِذَا
لَقُوكُمْ
قَالُوا
امَنَّا
وَاِذَا خَلَوْا
عَضُّوا
عَلَيْكُمُ
الْاَنَامِلَ
مِنَ
الْغَيْظِ
قُلْ مُوتُوا
بِغَيْظِكُمْ
اِنَّ اللّهَ
عَليمٌ
بِذَاتِ
الصُّدُورِ
"İşte siz o kimselersiniz ki, onlar sizi
sevmezken, siz onları seversiniz. Kitapların bütününe inanırsınız. Onlar ise
ancak sizinle karşılaştıkları zaman, 'iman ettik' derler. Yalnız başlarına
kaldıkları vakit de size öfkelerinden parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki
"öfkenizden geberin", gerçekten Allah, onların sinelerindeki özü
hakkıyla bilir."[295]
اِنْ
تَمْسَسْكُمْ
حَسَنَةٌ
تَسُؤْهُمْ وَاِنْ
تُصِبْكُمْ
سَيِّئَةٌ
يَفْرَحُوا بِهَا
وَاِنْ
تَصْبِرُوا
وَتَتَّقُوا
لَا يَضُرُّكُمْ
كَيْدُهُمْ
شَيًْا اِنَّ
اللّهَ بِمَا
يَعْمَلُونَ
مُحيطٌ
"Size bir iyilik dokunursa onları üzer.
Başınıza bir felâket gelirse buna sevinirler. Sabreder sakınırsanız onların
hilesi size zarar vermez. Muhakkak ki Allah, onların yaptıklarını ilmi ile
kuşatır."[296]
Bu ayetlerden
aynı düşmanların yeryüzünde İslâm'ı ve Müslümanları nasıl hedef aldıkları,
İslâm akîdesini bozmak için içteki fâsık ve münafıklarla birlikte nasıl
çalıştıkları rahatlıkla anlaşılmaktadır. Dolayısıyla Kur'an-ı Kerim'in kıyamete
kadar sürecek dünya hayatının bir kitabı ve Müslümanların hidayet rehberi
olduğu bir gerçektir. Bu gerçeğe ve onun ayetlerine ancak şeytanın adamları
kulak tıkar ve gözlerini kapatırlar.
Âli İmrân
Suresi böyle bir yapının yanında üç temel meseleyi dile getirmektedir. Bunların
birincisi genel hatlarıyla din olayı ve özel anlamıyla İslâm'dır. Din, sadece
Allah'a iman etmek ve bu kuru iman anlayışıyla yetinmek demek değildir. Din
kesin bir ifadeyle sağlam bir tevhid inancıdır. Yani tek bir 'ilâh'ın üstün
hâkimiyetine katıksız olarak iman etmektir. Bütün insanlık ve kâinat üzerinde
hakim ve tek tasarruf sahibi olan ilâhî kudretin birliğini ve yegâneliğini
kabul etmektir.
Surenin
muhtevasında mevcut olan ikinci husus ise; Müslümanlarla Rabb'leri arasındaki
durumun tasviridir. Müminlerin Allah'a olan teslimiyetleri, ondan gelen her
şeyi tartışmasız, yorumsuz ve memnuniyetle kabul edip büyük bir titizlikle onun
emirlerine uymaları ve ona bağlanmalarıdır.
اَلَّذينَ
يَقُولُونَ
رَبَّنَا
اِنَّنَا امَنَّا
فَاغْفِرْ
لَنَا
ذُنُوبَنَا
وَقِنَا
عَذَابَ
النَّارِ ()
اَلصَّابِرينَ
وَالصَّادِقينَ
وَالْقَانِتينَ
وَالْمُنْفِقينَ
وَالْمُسْتَغْفِرينَ
بِالْاَسْحَارِ
“(Bu nimetler)
"Ey Rabbimiz! İman ettik; bizim günahlarımızı bağışla, bizi ateş azabından
koru!" diyen; Sabreden, dürüst olan, huzurda boyun büken, hayra harcayan
ve seher vaktinde Allah'tan bağış dileyenler (içindir).”[297]
Suredeki
üçüncü önemli meseleye gelince; Kur'an, müminlerden başkasını dost edinmekten
kaçınmayı, kâfirlerin bir değeri olmayan aldatmalarına kulak verilmemesini,
Allah’ın emirlerinden uzak ve İslâm'a uymayan kötü yaşayış tarzlarını kabul
edip onları dost edinmenin iman ile bağdaştırılamayacağını son derece büyük bir
açıklıkla ifade etmektedir.
Birbirleri
arasında çok sıkı ilişki bulunan bu üç mesele, yani insanlığın Allah'ı bilip
ona tam bir iman ve teslimiyetle bağlanması, 'tevhîd'in anlamını kavrayarak
hayatını buna göre düzenlemesi ve böyle sağlam bir İslâmî anlayışa sahip
olarak, Allah'ın düşmanları karşısında izleyeceği tavizsiz bir tutum ve
davranışla kâfirlerin dostluğundan uzak kalınması hususları sûrenin temelini
oluşturmaktadır.
Surenin bir
kısmı Necrân Hıristiyanları hakkında nazil olmuştur. Necrân, Hicazla Yemen
arasında bir şehir idi. O zamanlar burada çok sayıda Monhofist (Yakûbî)
mezhebine mensup Hıristiyan oturuyordu. Necrân Kâbesi diye ünlü bir kilisesi
vardı. Roma İmparatorları buraya büyük maddî yardımlarda bulunurlardı.
Âl-i İmrân
suresinin faziletine dair bazı hadis-i şerifler varid olmuştur.
عن
عائشة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
تََ رسُولُ
اللّهِ
هُوَ
الَّذِى
أنْزلَ عَلَيْكَ
الْكِتَابَ
مِنْهُ
آيَاتٌ
مُحْكَمَاتٌ
هُنَّ أُمُّ الْكِتَابِ؛
وَقَرَأتُ
إلى وَمَا
يَذَّكَّرُ
إَّ أولُوا
ا‘لْبَابِ.
قَالَ فَإذَا
رَأيْتُمُ
الَّذِينَ
يَتّبِعُونَ
مَا تَشَابَهَ
مِنْهُ
فَأولِئِكَ
الَّذِينَ
سَمَّاهُمُ
اللّهُ
تعالَى
فاحْذَرُوهُمْ.
- Hz. Aişe (radıyallahu
anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şu mealdeki âyeti
okudu: "(Habibim) Sana Kitab'ı indiren O'dur. Ondan bir kısım âyetler
muhkemdir ki bunlar Kitab'ın anası
(temeli)dir. Diğer bir kısmı da müteşâbihlerdir. İşte kalblerinde eğrilik
bulunanlar sırf fitne aramak (ötekini berikini saptırmak) ve (kendi arzularına
göre) onun te'vîline yeltenmek için onun müteşâbih olanına tâbi olurlar.
Halbuki onun te'vîlini Allah'dan başkası bilmez, ilimde yüksek gayeye erenler
ise; "Biz ona inandık, hepsi Rabbimiz katındadır" derler. (Bunları) salim
akıllılardan başkası iyice düşünmez."Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
ayetin okunmasını tamamlayınca bana şunu söyledi: "Kur'an'ın müteşâbih
ayetlerine tâbi olanları gördüğünüz vakit bilin ki onlar Allah'ın âyette haber
verdiği kimselerdir, onlardan sakının."[298]
-Ebû
Ümâme (r.a.)'den rivayete göre Peygamberimiz (a.s) şöyle buyurmuşlardır:
"Kur'an okuyun, çünkü o, kıyamet gününde ehl-i Kur'an olanlara şefaat
eder. Bakara ve Âli imrân surelerini okuyun. Çünkü bunlar kıyamet gününde iki
bulut, yahut iki gölgelik veyahut iki kuş bölüğü gibi gelir, sahiplerine şefaat
ederler. Bakara suresini okuyun. Çünkü ona sahip olmak bereket, onu okumayı
terk etmek nedâmettir. Kötüler ona sahip olamazlar." [299]
-Ebû
Yahya Süleym İbn Âmir'in rivayetine göre Ebû Ümâme şöyle demiştir: "Bir
kardeşiniz şöyle bir rüya görmüştür: Bakmış ki insanlar bir dağ yolunda
yürüyorlar. Dağın tepesinde de iki yeşil ağaç bulunuyor. Ağaçlar şöyle
sesleniyorlar: 'içinizde Âli İmrân suresini okuyan var mı?' Eğer biri,evet'
derse dallarını sarkıtıyor, adamı yukarı çekiyorlar."
"Birisi
Abdullah İbn Mes'ud'un yanında Bakara ve Âli imrân surelerini okudu. Ona:
"içinde ism-i âzam bulunan iki sureyi okudun. O ism-i âzam ki onunla
yapılan her dua kabul olur, her istek yerini bulur" dedi.
Hz.
Ka'b şöyle demiştir: "Her kim Bakara ve Âli İmrân surelerini okursa bunlar
kıyamet günü gelir, o adam hakkında, ya Rabbi, bunun için aleyhinde diyecek bir
şeyimiz yok, derler."[300]
Kur'an-ı
Kerim'in dördüncü suresi. Yüz yetmiş altı ayet, üç bin yedi yüı kırk beş kelime
ve on dört bin beş yüz otuz beş harften ibarettir. Fasılası elif, lâm, mim ve
nun harfleridir. Medenî surelerden olup, nüzûl sırası Mümtehine suresinden
sonra gelmektedir. Bazı bölümlerinde kadınlarla alakalı hükümlerden bahsedildiği
için bu adı almıştır. Bakara suresinden sonra Kur'an'ın en uzun suresidir. Hz.
Âişe'den rivayet edildiğine göre Resulullah (a.s) şöyle buyurmuştur: “Kur'an'ın
yedi uzun suresini kim öğrenip bellerse, o kişi bilgin sayılır"[301] buyurmuştur. Nisa suresi de bu sureler
arasındadır.
Nisa
suresi, Uhud savaşının peşinden başlayarak hicri sekizinci seneye kadar uzanan
bir zaman zarfında bölüm bölüm nâzil olmuştur. Sureyi oluşturan bölümlerin
nüzûl tarihlerinin tespit edilmesi zor olmakla birlikte, ele aldığı konular ve
bunların dayandığı sebepler göz önünde bulundurularak belirgin olmamakla
birlikte nüzûl seyrini takibetmek mümkündür. Örneğin, şehitlerin miraslarının
varislerine dağıtılması ve yetimlerin haklarının korunması problemi, Uhud
savaşında yetmiş Müslüman’ın şahadetinin peşinden ortaya çıkmış olduğuna göre,
bu konuda düzenlemelerde bulunan surenin başından yirmi sekizinci ayetine kadar
olan bölümün bu dönemde nazil olduğu söylenebilir.
Sure, Âl-i
İmran ve Bakara surelerinde olduğu gibi teşekkül etmekte olan İslâm toplumunun
karşılaştığı problemlerin çözümünü içermektedir. Bilindiği gibi, Mekke dönemi
daha çok, insanların akidelerini şirkin, putperestliğin pisliklerinden
temizlemek için yapılan mücadeleye sahne olmuştur. Medine'ye hicret ile İslam
devlet haline gelmiş ve bünyesinde topladığı insanların ahlakî, sosyal,
ekonomik ve siyasi yönden gerekli olan eğitimlerinin verilmesi durumu ortaya
çıkmıştı. Bir taraftan, genç İslam devletini her taraftan kuşatan müşrik
güçlerle savaşırken aynı zamanda İslam savaş hukuku prensipleri vazediliyor,
diğer taraftan da ilahi hikmetin gereği olarak gelişen olaylar birer nüzûl
sebebi kılınarak toplumu ilgilendiren bütün konuların Rabbanî emirler
çerçevesinde tanzim edilmesi olayına şahit olunuyordu.
Bu suredeki
hükümlerin bir kısmı daha önce inen bir takım ayetlerle kıyaslandığı zaman,
teşriin tedrici olarak, yaşanan hayata uygulandığı görülür. Bunun sebebi,
yerleşmiş olan değerlerin tek hareketle sökülüp atılmasının zorluğudur. İslâm
dışı ahlakî, kültürel, sosyal, ekonomik ve politik değerlerin atılıp, yerine
yenilerinin konması bir sürecin takip edilmesini gerekli kılıyordu.
Nisa suresi
bu sürecin önemli bir merhalesini oluşturmaktadır. Cahilî putperest düzenin
inananlar üzerindeki etkilerini yok etmek, onlara kendine has yepyeni bir
kimlik kazandırmak için toplumun temelini oluşturan esaslar üzerinde
düzenlemelerde bulunmaktadır. Bu yeni şekil, ilahî bir kaynaktan geldiği için
tarih içindeki belirli bir zaman dilimini değil kıyamete kadar insanların bütün
ihtiyaçlarını karşılayacak mükemmelliktedir. Zaten teşrideki tedricilikten
gözetilen hedef, İslâm’ın hükümlerinin peşi sıra gönderilip, seçkin bir
topluluk tarafından pratiğe dökülerek, sonraki nesillere bir örnek teşkil
etmesidir.
Surenin,
cahiliyetin pisliklerinden temizlemeyi hedef aldığı toplumun içinde bulunduğu
durumu incelediğimiz zaman, çağlar boyu aynı kalan bir süreklilik içerisinde
cahili ve müşrik toplumların aynı haksızlıkları ve zulümleri işledikleri
görülür. Yani o zamanki Arap toplumu ve içinde bulunduğu durum, bugünün müşrik
putperest cahilî toplumlarının ve düzenlerinin içinde bulunduğu durumdan hiçte
farklı değildir.
Nisa
suresinin değiştirmeyi hedef aldığı toplum nasıl bir toplumdu? Bakıldığında,
güçsüz kimselerin haklarının çiğnenmekte, özellikle yetim kızların hakları,
kendilerini ve mallarını korumaları gereken vasîleri tarafından gasbedilmekte
ve kadınlara hiçbir hak tanınmadan zulmedilmekte olduğu görülür. Kadınlar,
mirastan mahrum bırakılmaktaydı ve bir eşya gibi kocası öldüğünde ona
elkonulmakta ve evlere hapsedilerek hakları çiğnenmekteydi.
Sureye,
insanoğlunun yaradılışı hatırlatılarak durumunu değerlendirmesi ve gönderilen
emirlere uyması için bir uyarı yapılarak girilmektedir. Aynı şekilde bu ilk
ayet sosyal hayatın üzerine bina edildiği İslâm'ın temel kaidelerinden birisini
oluşturmaktadır. Akrabalık, toplumun sosyal ve ahlakî bütün değerlerini içeren
bir kurum olarak telakki edildiğinden Allah Teâlâ, ilk ayetle birlikte,
akrabalık bağlarının koparılmaması hususunda kendisinden korkulması gerektiğini
bildirmektedir:
يَا
اَيُّهَا
النَّاسُ
اتَّقُوا
رَبَّكُمُ
الَّذى
خَلَقَكُمْ
مِنْ نَفْسٍ
وَاحِدَةٍ
وَخَلَقَ
مِنْهَا
زَوْجَهَا
وَبَثَّ مِنْهُمَا
رِجَالًا
كَثيرًا
وَنِسَاءً
وَاتَّقُوا
اللّهَ
الَّذى
تَسَاءَ
لُونَ بِه وَالْاَرْحَامَ
اِنَّ اللّهَ
كَانَ عَلَيْكُمْ
رَقيبًا
“Ey insanlar!
Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok
erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının. Adını kullanarak
birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten
de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.”[302]
Bu uyarının
hemen peşinden yetimlerin haklarının korunması konusundaki emir ve hükümler yer
almaktadır:
وَاتُوا
الْيَتَامى
اَمْوَالَهُمْ
وَلَا تَتَبَدَّلُوا
الْخَبيثَ
بِالطَّيِّبِ
وَلَا
تَاْكُلُوا
اَمْوَالَهُمْ
اِلى اَمْوَالِكُمْ
اِنَّهُ
كَانَ حُوبًا
كَبيرًا
“Yetimlere
mallarını verin, temizi pis olanla değişmeyin, onların mallarını kendi
mallarınıza katarak (kendi malınızmış gibi) yemeyin; çünkü bu, büyük bir
günahtır.”[303]
Yetimlerle
ilişkiler düzenlenirken evlilik ve nikâh konusu da gündeme getirilerek,
yürürlükte olan çarpıklıklar yeniden bir düzenlemeye tabi tutulmaktadır. Allah
Teâlâ, eşit davranılmak ve haksızlıktan emin olunmak kaydıyla birden fazla
evliliğe izin vermektedir. Ancak bu aynı anda dört kadınla evlilik kurmakla
sınırlandırılmıştır.
Kadınların
mehir konusundaki haklan zikredilirken aynı zamanda yetimlerle alakalı hükümler
ve uyulması icabeden prensipler ayrıntılı bir şekilde ortaya konulmaktadır. Bu
arada, miras hukukunun esasları tespit edilerek aile fertlerinden her bireyin
tahakkuk eden hakkının kendisine verilmesi tembihlenmektedir:
تِلْكَ
حُدُودُ
اللّهِ
وَمَنْ
يُطِعِ اللّهَ
وَرَسُولَهُ
يُدْخِلْهُ
جَنَّاتٍ
تَجْرى مِنْ
تَحْتِهَا
الْاَنْهَارُ
خَالِدينَ
فيهَا وَذلِكَ
الْفَوْزُ
الْعَظيمُ ()
وَمَنْ
يَعْصِ اللّهَ
وَرَسُولَهُ
وَيَتَعَدَّ
حُدُودَهُ
يُدْخِلْهُ
نَارًا
خَالِدًا
فيهَا وَلَهُ
عَذَابٌ
مُهينٌ
“Bunlar,
Allah'ın (koyduğu) sınırlardır. Kim Allah'a ve Peygamberine itaat ederse Allah
onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı
kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur. Kim Allah'a ve Peygamberine karşı
isyan eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve
onun için alçaltıcı bir azap vardır.”[304]
Peşinden zina
suçu zikredilerek verilmesi gereken cezalar bildirilmektedir. Ancak buradaki hükümler daha sonra nazil olan
Nûr suresindeki ayetlerle değiştirilmiştir.
Eşlerinden
ayrılmak isteyenler, mehir konusunda onlara haksızlık yapmamaları için
uyarılarak, evlenilmesi haram olan kimseler zikredilmektedir.
Allah Teâlâ,
evlilik, aile içi ilişkiler, evlenilmesi helâl ve haram olan kimseler ve
bunlara ait hükümleri teferruatlı olarak bildirdikten sonra bu konudaki
malumatın ayrıntılı bir şekilde verilmesinin hikmetini şöyle ifade etmektedir:
Allah size
dininizin hükümlerini açıklamak, sizden önceki doğru kimselerin yoluna iletmek
ve sizin günahlarınızı bağışlamak istiyor. Çünkü Allah Âlimdir, hüküm ve hikmet
sahibidir.
Hemen
peşinden iman edenler, mallarını aralarında batıl yollarla yememeleri konusunda
uyarılarak karşılıklı rızaya dayanan ticaretle geçimlerini temin etmelerinin
helâl olduğu bildirilmekte, sonra, tekrar ana-baba ve akrabalarla alakalı miras
konusuna dönülmekte ve erkeklerin eşlerine, bazı olumsuz hareketleri karşısında
nasıl davranmaları gerektiği üzerinde durulmaktadır.
İman eden
kimselerin çevrelerine karşı bazı sorumlulukları vardır. Allah Teâlâ, kendisine
ibadet edilmesini ve hiçbir şeyin kendisine ortak koşulmamasını bildirdikten
sonra, müminlerin beraberinde yaşadıkları insanlara iyilikte bulunmalarını
emretmektedir:
وَاعْبُدُوا
اللّهَ وَلَا
تُشْرِكُوا
بِه شَيًْا
وَبِالْوَالِدَيْنِ
اِحْسَانًا وَبِذِى
الْقُرْبى
وَالْيَتَامى
وَالْمَسَاكينِ
وَالْجَارِ
ذِى
الْقُرْبى
وَالْجَارِ
الْجُنُبِ
وَالصَّاحِبِ
بِالْجَنْبِ
وَابْنِ
السَّبيلِ
وَمَا
مَلَكَتْ اَيْمَانُكُمْ
اِنَّ اللّهَ
لَا يُحِبُّ
مَنْ كَانَ
مُخْتَالًا
فَخُورًا
“Allah'a ibadet edin. O'na hiçbir şeyi ortak
koşmayın. Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, akraba olan
komşulara, yanında bulunan arkadaşa, yolda kalanlara, sahip olduğunuz kölelere
iyilik edin. Şüphesiz Allah, kibirlenen ve övünen kimseyi sevmez"[305]
İşte bu
kibirlenen, diğer insanlara karşı büyüklük taslayan kimseler mallarından muhtaç
olanlara hiçbir harcama yapmazlar ve diğer varlıklı kimselere de kendileri gibi
olmalarını tavsiye ederler. Allah Teâlâ, bu davranış şeklini kâfirlere ait bir
özellik olarak nitelerken şöyle buyurmaktadır:
اَلَّذينَ
يَبْخَلُونَ
وَيَاْمُرُونَ
النَّاسَ
بِالْبُخْلِ
وَيَكْتُمُونَ
مَا اتيهُمُ
اللّهُ مِنْ
فَضْلِه
وَاَعْتَدْنَا
لِلْكَافِرينَ
عَذَابًا مُهينًا
"Bunlar cimrilik ederler ve insanlara da
cimriliği emrederler. Allah'ın kendilerine lutfundan verdiği nimeti gizlerler.
Biz, kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırladık."[306]
Daha sonra
namazla alakalı bazı hükümler bildirilmektedir. Ancak, ayetin:
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا لَا
تَقْرَبُوا
الصَّلوةَ
وَاَنْتُمْ
سُكَارى
حَتّى تَعْلَمُوا
مَا
تَقُولُونَ
وَلَا
جُنُبًا اِلَّا
عَابِرى
سَبيلٍ حَتّى
تَغْتَسِلُوا
وَاِنْ
كُنْتُمْ
مَرْضى اَوْ
عَلى سَفَرٍ اَوْ
جَاءَ اَحَدٌ
مِنْكُمْ
مِنَ
الْغَائِطِ
اَوْلمَسْتُمُ
النِّسَاءَ
فَلَمْ
تَجِدُوا
مَاءً
فَتَيَمَّمُوا
صَعيدًا
طَيِّبًا
فَامْسَحُوا
بِوُجُوهِكُمْ
وَاَيْديكُمْ
اِنَّ اللّهَ
كَانَ
عَفُوًّا
غَفُورًا
“Ey iman
edenler! Siz sarhoş iken -ne söylediğinizi bilinceye kadar- cünüp iken de
-yolcu olan müstesna- gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur
veya bir yolculuk üzerinde bulunursanız, yahut sizden biriniz ayak yolundan
gelirse, yahut kadınlara dokunup da (bu durumlarda) su bulamamışsanız o zaman
temiz bir toprakla teyemmüm edin: Yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz
Allah çok affedici ve bağışlayıcıdır”[307] kısmı daha sonra nâzil
olan:
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
اِنَّمَا الْخَمْرُ
وَالْمَيْسِرُ
وَالْاَنْصَابُ
وَالْاَزْلَامُ
رِجْسٌ مِنْ
عَمَلِ الشَّيْطَانِ
فَاجْتَنِبُوهُ
لَعَلَّكُمْ
تُفْلِحُونَ
"Ey iman
edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları sadece şeytanın işinden birer
pisliktir. Bu pislikten kaçının ki, kurtuluşa eresiniz”[308]
ayet
ile neshedilmiş ve içki kesin olarak yasaklanmıştır.
Peşinden
gelen ayetler, kitap ehlinin içinde bulunduğu sapıklıkları ve inanan insanları
imanlarından döndürmek için gösterdikleri gayretleri ortaya koymakta ve onların
Allah'a iftira edip, puta ve şeytana inandıkları; inkarcıları müminlere tercih
ettikleri, Allah'ın kitabındaki gerçekleri tahrif ettikleri ve bu kimselerin
Allah tarafından lanetlendiği bildirilmektedir:
اُولئِكَ
الَّذينَ
لَعَنَهُمُ
اللّهُ وَمَنْ
يَلْعَنِ
اللّهُ
فَلَنْ
تَجِدَ لَهُ
نَصيرًا
“Allah'ın lânet ettiği kimseler, işte bunlardır.
Allah kime lânet ederse artık sen ona bir yardımcı bulamazsın."[309]
Allah Teâlâ,
iman edip salih amel işleyenlerin mükafat olarak elde edecekleri cennet ve
oradaki nimetleri zikrettikten hemen sonra, emir sahiplerinin, topluma ait
görevlere atamalarda bulunurken ve inananların idarecilerini seçerken nasıl
davranmaları gerektiğini ve hükmederken adil olmaları icabettiğini bir emir
şeklinde bildirmektedir:
اِنَّ
اللّهَ
يَاْمُرُكُمْ
اَنْ
تُؤَدُّوا
الْاَمَانَاتِ
اِلى
اَهْلِهَا
وَاِذَا حَكَمْتُمْ
بَيْنَ
النَّاسِ
اَنْ
تَحْكُمُوا
بِالْعَدْلِ
اِنَّ اللّهَ
نِعِمَّا
يَعِظُكُمْ بِه
اِنَّ اللّهَ
كَانَ
سَميعًا
بَصِيرًا
"Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve
insanlar arasında hükmederken adaletle hükmetmenizi emrediyor. Allah size ne
güzel nasihat ediyor. Allah Semi'dir, Basir'dir."[310]
Sure'de
toplumun küçük birimlerinde meydana gelen evlilik, aile içi ilişkiler ve
akrabalar ile ilgili münasebetlere ait hükümler ve öğütler teferruatlı bir
şekilde verildikten sonra, İslâm'ın bütününü kapsayan; dinî, siyasî, kültürel
sistemin temelini oluşturan prensipleri ortaya koyan;
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
اَطيعُوا اللّهَ
وَاَطيعُوا
الرَّسُولَ
وَاُولِى الْاَمْرِ
مِنْكُمْ
فَاِنْ
تَنَازَعْتُمْ
فى شَىْءٍ
فَرُدُّوهُ
اِلَى اللّهِ
وَالرَّسُولِ
اِنْ
كُنْتُمْ
تُؤْمِنُونَ
بِاللّهِ
وَالْيَوْمِ
الْاخِرِ
ذلِكَ خَيْرٌ
وَاَحْسَنُ
تَاْويلًا
"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin.
Peygambere ve sizden olan idarecilere itaat edin. Eğer Allah'a ve ahiret gününe
iman ediyorsanız, aranızda her hangi bir şeyde anlaşmazlığa düştüğünüz zaman
onun hükmünü Allah'a ve Peygamber'e havale edin. Bu, daha hayırlıdır. Ve netice
bakımından daha güzeldir”[311] ayet gelmektedir.
Kur'an, tek
gerçek otorite olan Allah Teâlâ'ya tam bir teslimiyetle itaat etmeyi dinin
temel prensibi olarak ortaya koymaktadır. İman etmiş hiç bir kimseyi, başka
bağlar ve zorunluluklar Allah'a itaatten yüz çevirmeye zorlayamaz. O'na itaatin
söz konusu olduğu yerde mümin için, boyun eğmekten ve emredileni yerine
getirmekten başka bir seçenek yoktur. Başka bir şeye olan bağlılık veya itaat
olayı, Allah Teâlâ'ya itaat ile alakası olmayan ve O'na isyanı içermeyen
konularda kabul edilebilir. İman etmekle müminin kabullenmiş olduğu, Allah
Teâlâ'nın tek Rab ve itaat edilmeye layık tek İlah olması gerçeği, diğer bütün
bağlılık ve ahidleri geçersiz kılmaktadır. Resulullah (a.s) bunu:
َلآ
طَاعَةَ فِى
مَعْصِيَةِ
اللّهِ،
إنَّمَا
الطَّاعَةُ
فِى
الْمَعْرُوفِ.
"Allah'a isyanda (kula) itaat yok!
Taat ma'ruftadır!" buyurdular! [312]
sözüyle
net bir şekilde ortaya koymuştur.
Ayette ikinci
olarak zikredilen Peygambere itaat emri Allah Teâlâ'ya itaat etmenin tek
yoludur. Çünkü, Allah Teâlâ'nın emirlerini öğrenmenin tek kaynağı Peygamberdir.
Bunun içindir ki, Allah'a itaat etmek O'nun Resulüne itaat etmekle mümkün
olmaktadır. Peygambere isyan, ona bağlılıktan yüz çevirme, onu göndermiş olan
Allah Teâlâ'ya isyan etmek demektir.
Surenin daha
sonra gelen bir ayeti de aynı gerçeği vurgulamaktadır:
مَنْ
يُطِعِ
الرَّسُولَ
فَقَدْ
اَطَاعَ اللّهَ
وَمَنْ
تَوَلّى
فَمَا
اَرْسَلْنَاكَ
عَلَيْهِمْ
حَفيظًا
"Kim peygambere itaat ederse, Şüphesiz Allah'a
itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, Biz seni onların üzerine koruyucu
göndermedik."[313]
Ayette,
üçüncü olarak Allah ve Resulünden sonra, Müslümanların aralarından seçip,
işlerini idare etmeleri için görevlendirdikleri, emir sahiplerine (ulul-emr) itaat
emredilmektedir. Ulul-emr kavramının kapsamı çok geniş olup, toplumun en yüksek
kademelerinden en alt kademelerine kadar, bütün idarecileri kapsamaktadır. Bu
yöneticiler, Müslüman oldukları, Allah'a ve Resulüne itaat ettikleri sürece
onların emrettikleri şeyleri yapmak, verdikleri görevleri yerine getirmek imânî
bir yükümlülüktür. Allah'a ve Resulüne itaat etmeleri, onlara itaatin ön
şartıdır. Bu şartları taşıdıkları ve emrettikleri şeyler Allah'a isyanı
içermediği müddetçe bu emir sahiplerine karşı çıkmak, onlara isyan etmek caiz
değildir.
Ayetin,
ortaya koyduğu dördüncü prensip, Müslümanların; aralarındaki ihtilafların,
yöneticiler ile ortaya çıkan problemlerin çözümü ve toplumsal hayatın fert fert
bütününü içine alan münasebetlerin tanzim edilmesinde Allah Teâlâ'nın emirleri
ve peygamberinin sünnetini esas alarak, koymuş oldukları hükümlere eksiksiz
uyulması ve boyun eğilmesi olayıdır. Bu imanî bir yükümlülüktür. Meselelerin
çözümlenmesi için bu mercilere gidilmediği takdirde, Allah'a kulluk ve O'nun
Resulüne itaatten yüz çevrilmiş ve iman çerçevesinin dışına çıkılmış olur.
Allah Teâlâ bu gerçeği şöyle ifade etmektedir: "...Eğer Allah'a ve
ahiret gününe iman ediyorsanız, herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düştüğünüz
zaman onun hükmünü Allah'a ve Peygambere havale edin... "
İnsanlar
müminler olduklarını iddia ettikleri halde, kendileriyle alakalı kararlar
vermesi için kitap ve sünnetten başka bir otoriteye başvurdukları ve verdiği
hükme rıza gösterdikleri takdirde gerçekte birer inkârcı durumundadırlar. Allah
Teâlâ bu kimselerin durumlarını:
اَلَمْ
تَرَ اِلَى
الَّذينَ
يَزْعُمُونَ
اَنَّهُمْ
امَنُوا
بِمَا
اُنْزِلَ
اِلَيْكَ
وَمَا
اُنْزِلَ
مِنْ
قَبْلِكَ
يُريدُونَ اَنْ
يَتَحَاكَمُوا
اِلَى
الطَّاغُوتِ
وَقَدْ
اُمِرُوا
اَنْ
يَكْفُرُوا
بِه وَيُريدُ
الشَّيْطَانُ
اَنْ
يُضِلَّهُمْ
ضَلَالًا
بَعيدًا
"Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce
indirilen kitaplara iman ettiklerini iddia edenleri görüyor musun? Onlar, hakem
olarak tağuta başvurmak istiyorlar. Halbuki kendilerine tağutu inkâr etmeleri
emredilmişti. Şeytan onları derin bir sapıklığa düşürmek istiyor."[314] Ayette tağut kelimesi,
Allah'ın hükümlerine göre karar vermeyen, Allah'ı tek hakim, Resulünü de nihaî
otorite olarak tanımayan hüküm sistemini tanımlamaktadır.
Münafıkların,
Allah'ın ve Resulünün hükmüne uyma konusundaki nifakları dile getirildikten
sonra, peygamberlik müessesesinin fonksiyonu; "Biz, bütün peygamberleri
Allah'ın izniyle kendilerine ancak itaat edilsin diye gönderdik..."
ifadesiyle ortaya konmaktadır. Arkasından Allah Teâlâ kasem ile, ihtilaflarını
Peygambere götürerek, onun verdiği karara mutmain bir kalp ile razı olup, boyun
eğmedikçe hiç kimsenin iman etmiş sayılmayacağı gerçeğini net bir şekilde
gözler önüne sermektedir:
فَلَا
وَرَبِّكَ
لَايُؤْمِنُونَ
حَتّى يُحَكِّمُوكَ
فيمَاشَجَرَ
بَيْنَهُمْ
ثُمَّ
لَايَجِدُوا
فى
اَنْفُسِهِمْ
حَرَجًا
مِمَّا
قَضَيْتَ
وَيُسَلِّمُوا
تَسْليمًا
"Rabbine yemin olsun ki; aralarındaki
anlaşmazlıklarda seni hakem seçip sonra da verdiğin hükme içlerinde bir sıkıntı
duymadan tamamıyla boyun eğmedikçe, iman etmiş sayılmazlar."[315]
Bu ayet
önceki ayetlerde bahsedilen hususları kesin bir sonuca bağlamaktadır.
Surede, itaat
konusu ele alındıktan sonra, Allah'ın dinini yüceltmek, O'nun nurunu söndürmek
isteyen müşrik güçlerin saldırılarını etkisiz kılmak ve İslâm tebliğinin
önündeki tağutî engelleri ortadan kaldırmak için kaçınılmaz bir yükümlülük olan
cihad konusu işlenmektedir. Allah Teâlâ, iman eden kimselere seslenerek şöyle
buyurmaktadır:
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
خُذُوا حِذْرَكُمْ
فَانْفِرُوا
ثُبَاتٍ اَوِ
انْفِرُوا
جَميعًا
“Ey İman edenler! Tedbirinizi alın. Bölük, bölük
veya toplu olarak savaşa gidin."[316]
Kalbinde
nifak olan bir kimse inananların başına bir musibet geldiği zaman onlarla
birlikte gitmemiş olmasını kendisi için bir nimet sayar ve:
وَاِنَّ
مِنْكُمْ لَمَنْ
لَيُبَطِّئَنَّ فَاِنْ
اَصَابَتْكُمْ
مُصيبَةٌ
قَالَ قَدْ
اَنْعَمَ اللّهُ
عَلَىَّ اِذْ
لَمْ اَكُنْ
مَعَهُمْ شَهيدًا
() وَلَئِنْ
اَصَابَكُمْ
فَضْلٌ مِنَ اللّهِ
لَيَقُولَنَّ
كَاَنْ لَمْ
تَكُنْ بَيْنَكُمْ
وَبَيْنَهُ
مَوَدَّةٌ
يَا لَيْتَنى
كُنْتُ
مَعَهُمْ
فَاَفُوزَ
فَوْزًا
عَظيمًا
“Andolsun ki
"Allah, kesinlikle Meryem oğlu Mesîh'tir" diyenler kâfir olmuşlardır.
Halbuki Mesîh "Ey İsrailoğulları! Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a kulluk
ediniz. Biliniz ki kim Allah'a ortak koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram
kılar; artık onun yeri ateştir ve zalimler için yardımcılar yoktur"
demişti. Andolsun "Allah, üçün üçüncüsüdür" diyenler de kâfir
olmuşlardır. Halbuki bir tek Allah'dan başka hiçbir tanrı yoktur. Eğer diye
geldiklerinden vazgeçmezlerse, içlerinden kâfir olanlara acı bir azap isabet
edecektir.”[317]
Dünya
hayatını önemsemeyip nefislerini cennet karşılığında Allah Teâlâ'ya satan
kimselere Allah yolunda savaşmaları bildirilmekte, peşinden de tağutî
düzenlerin zulmü altında inleyen ve kurtarılmaları için Allah Teâlâ'ya
kesintisiz duada bulunan mustazafların bu feryatları karşısında hareketsiz
duran Müslümanlara sitem edilmekte ve yükümlülükleri kendilerine şöyle
hatırlatılmaktadır:
وَاجْعَلْ
لَنَا مِنْ
لَدُنْكَ
وَلِيًّا وَاجْعَلْ
لَنَا مِنْ
لَدُنْكَ
نَصيرًا ()
اَلَّذينَ
امَنُوا
يُقَاتِلُونَ
فى سَبيلِ
اللّهِ
وَالَّذينَ
كَفَرُوا
يُقَاتِلُونَ
فى سَبيلِ
الطَّاغُوتِ
فَقَاتِلُوا
اَوْلِيَاءَ
الشَّيْطَانِ
اِنَّ كَيْدَ
الشَّيْطَانِ
كَانَ
ضَعيفًا
"Size ne oluyor da, kadın, erkek ve çocuklardan
güçsüz olanlar (mustaz'aflar); Ey Rabbimiz, halkı zalim olan memleketten bizi
çıkar. Kendi tarafından bize bir koruyucu ver ve yine tarafından bize bir
yardımcı gönder" diye yalvarırken Allah yolunda savaşmıyorsunuz? İman
edenler Allah yolunda savaşırlar. Kafirler ise, tağut'un yolunda savaşırlar. O
halde siz de şeytanın dostlarıyla savaşın. Şüphesiz ki, şeytanın hilesi
zayıftır."[318]
Allah
Teâlâ'nın savaşı farz kılmasından dolayı bazı kimseler müthiş bir ölüm
korkusuna kapılırlar ve düşmanlarından Allah'tan korkmanın ötesinde bir
korkuyla korkar ve insanları savaştan vazgeçirmek için bütün gayretleriyle
çalışırlar ve:
اَلَمْ تَرَ
اِلَى
الَّذينَ
قيلَ لَهُمْ
كُفُّوا
اَيْدِيَكُمْ
وَاَقيمُوا
الصَّلوةَ
وَاتُوا
الزَّكوةَ
فَلَمَّا
كُتِبَ عَلَيْهِمُ
الْقِتَالُ
اِذَا فَريقٌ
مِنْهُمْ يَخْشَوْنَ
النَّاسَ
كَخَشْيَةِ
اللّهِ اَوْ
اَشَدَّ
خَشْيَةً
وَقَالُوا
رَبَّنَا لِمَ
كَتَبْتَ
عَلَيْنَا
الْقِتَالَ
لَوْلَا
اَخَّرْتَنَا
اِلى اَجَلٍ
قَريبٍ قُلْ
مَتَاعُ
الدُّنْيَا
قَليلٌ
وَالْاخِرَةُ
خَيْرٌ
لِمَنِ
اتَّقى
وَلَاتُظْلَمُونَ
فَتيلًا ()
اَيْنَ مَا تَكُونُوا
يُدْرِكْكُمُ
الْمَوْتُ
وَلَوْ
كُنْتُمْ فى
بُرُوجٍ
مُشَيَّدَةٍ
وَاِنْ تُصِبْهُمْ
حَسَنَةٌ
يَقُولُوا
هذِه مِنْ عِنْدِ
اللّهِ
وَاِنْ
تُصِبْهُمْ
سَيِّئَةٌ
يَقُولُوا
هذِه مِنْ
عِنْدِكَ
قُلْ كُلٌّ
مِنْ عِنْدِ
اللّهِ
فَمَالِ
هؤُلَاءِ الْقَوْمِ
لَايَكَادُونَ
يَفْقَهُونَ
حَديثًا
“İsrail
oğullarından kâfir olanlar, Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lânetlenmişlerdir.
Bunun sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır. De ki: Ey Kitap ehli!
Dininizde haksız yere haddi aşmayın. Daha önceden sapan, birçoklarını saptıran
ve yolun doğrusundan uzaklaşan bir topluma uymayın.”[319]
Münafık ve
zayıf inançlı kimselerin iki yüzlülüklerinin sebebi onların Kur'an hakkında
kalplerinde taşıdıkları şüpheleridir. Allah Teâlâ bu tip insanlar için; bir
delil olsun diye şöyle buyurmaktadır:
Kişiler
sadece fâili oldukları amellerden sorumlu değillerdir. Başkalarının işlemiş
oldukları şeylere aracılık yapmak, o işin sonucunda ortaya çıkan durumdan bir
pay alınmasına sebep olur:
Daha sonra
hicretle alakalı bazı durumlar zikredilerek, münafıkların İslâm yurduna hicret
etmek hususundaki ilgisizlikleri bildirilmekte ve onlara karşı takınılması
gereken tavır ve uygulanması icabeden hükümler tespit edilmektedir. Allah
Teâlâ, şöyle buyurmaktadır:
سَتَجِدُونَ
اخَرينَ
يُريدُونَ
اَنْ يَاْمَنُوكُمْ
وَيَاْمَنُوا
قَوْمَهُمْ
كُلَّمَا
رُدُّوا
اِلَى
الْفِتْنَةِ
اُرْكِسُوا
فيهَا فَاِنْ
لَمْ
يَعْتَزِلُوكُمْ
وَيُلْقُوا
اِلَيْكُمُ
السَّلَمَ
وَيَكُفُّوا
اَيْدِيَهُمْ
فَخُذُوهُمْ
وَاقْتُلُوهُمْ
حَيْثُ
ثَقِفْتُمُوهُمْ
وَاُولئِكُمْ
جَعَلْنَا
لَكُمْ عَلَيْهِمْ
سُلْطَانًا
مُبينًا
"Başka bir takım münafıklar da vardır ki, hem
sizinle hem de kendi topluluklarıyla barış içinde olmak isterler. Fakat ne
zaman fırsat bulsalar ihanete dalarlar. Eğer onlar sizden uzak durmazlar,
sizinle barış içerisinde yaşamak istemezler, savaştan el çekmezlerse, onları
yakalayın ve nerede bulursanız öldürün. İşte öylelerine karşı Allah size açık
bir yetki vermiştir."[320]
Peşinden
gelen ayette, iman etmiş bir kimsenin, diğer bir mümini kasten öldürmesinin
iman etmiş olduğu halde mümkün olmadığı bildirilmektedir. Ancak hataen
öldürürse kefaret olarak diyet ödemesi icap etmektedir. Öldürülen kimsenin,
arasında bulunduğu topluluğun durumuna göre kefâret şekli değişmektedir.
Bir mümini
kasten öldüren bir kimsenin arınması için hiç bir yol yoktur. O kimse Allah'ın
gazabına ve lânetine uğramış olduğu halde ebedî olarak kalacağı cehennem
ateşine atılacaktır.
وَمَنْ
يَقْتُلْ
مُؤْمِنًا
مُتَعَمِّدًا
فَجَزَاؤُهُ
جَهَنَّمُ
خَالِدًا
فيهَا وَغَضِبَ
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَلَعَنَهُ
وَاَعَدَّ
لَهُ عَذَابًا
عَظيمًا
“Bir mümini kasten öldürmenin cezası ise içinde
ebedî kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, ona lânet etmiş ve onun için
büyük bir azap hazırlamıştır.”[321]
İslâm'ı
yaşamanın mümkün olmadığı bir ortamda bulunan Müslümanların ellerinde imkanları
olduğu takdirde dinlerini serbestçe yaşayabilecekleri bir yere derhal hareket
etmelerinin imanî bir zorunluluk olduğu bildirildikten sonra, böyle hareket
etmeyen kimseler için:
اِنَّ
الَّذينَ
تَوَفّيهُمُ
الْمَلئِكَةُ
ظَالِمي
اَنْفُسِهِمْ
قَالُوا فيمَ
كُنْتُمْ
قَالُوا
كُنَّا
مُسْتَضْعَفينَ
فِى
الْاَرْضِ
قَالُوا
اَلَمْ
تَكُنْ اَرْضُ
اللّهِ
وَاسِعَةً
فَتُهَاجِرُوا
فيهَا
فَاُولئِكَ
مَاْويهُمْ
جَهَنَّمُ
وَسَاءَتْ
مَصيرًا
“Kendilerine
yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken: "Ne işde idiniz!" dediler.
Bunlar: "Biz yeryüzünde çaresizdik" diye cevap verdiler. Melekler de:
"Allah'ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!" dediler.
İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş yeridir”[322] buyurulmaktadır.
Allah Teâlâ,
elinde göç etmek için hiç bir imkân bulunmayan ancak, içinde bulunduğu durumun
şuurunda olarak kıvranan gerçek muztazafların bağışlanacaklarını
bildirmektedir.
اِلَّاالْمُسْتَضْعَفينَ
مِنَ
الرِّجَالِ
وَالنِّسَاءِ
وَالْوِلْدَانِ
لَايَسْتَطيعُونَ
حيلَةً
وَلَايَهْتَدُونَ
سَبيلًا ()
فَاُولئِكَ
عَسَى اللّهُ
اَنْ يَعْفُوَ
عَنْهُمْ
وَكَانَ
اللّهُ
عَفُوًّا
غَفُورًا
"Yalnız hiçbir çareye gücü yetmeyen ve göç için
yol bulamayan gerçekten zayıf erkekleri, kadınları ve çocukları Allah'ın
affetmesi umulur. Çünkü Allah çok affeden, çok bağışlayandır."[323]
Daha sonra
yolculuk ve savaş esnasında namazın kılınması hakkındaki hükümler ve eda şekli
bildirilmektedir.
Kâfirler
batıl olan amellerini gerçekleştirmek ve tağutlarına tabi olarak İslâm'ı
yeryüzünden silmek için çeşitli zorluklara katlanarak mücadele vermektedirler.
Müslümanların iman etmiş oldukları gerçekleri hâkim kılmak için kâfirlerin
katlandıkları zorluklardan daha fazlasına cesaret ve sabırla göğüs germeleri
gerekir.
Allah Teâlâ,
merhametinin genişliğini insanlara bildirerek, kendisine şirk koşmanın dışında
dilediği kimseleri bağışlayacağını bildirmektedir:
اِنَّ
اللّهَ لَا
يَغْفِرُ
اَنْ
يُشْرَكَ بِه
وَيَغْفِرُ
مَا دُونَ
ذلِكَ لِمَنْ
يَشَاءُ
وَمَنْ
يُشْرِكْ
بِاللّهِ
فَقَدْ ضَلَّ
ضَلَالًا
بَعيدًا
"Allah’ın bağışlamadığı tek günah şirktir.
Bunun dışında her şeyi dilediğine bağışlar. Allah'a ortak koşan kişi büyük bir
sapıklığa düşmüştür."[324]
Allah Teâlâ,
şirk içerisinde olan kimselerin gerçekte şeytana tapındıklarını, şeytanın da
insanları sapıtmak için sürekli uğraşmakta olduğunu ve kendisine tabi olanları
boş vaadler ve boş ümitler vererek aldattığını bildirmektedir.
لَعَنَهُ
اللّهُ
وَقَالَ
لَاَتَّخِذَنَّ
مِنْ
عِبَادِكَ
نَصيبًا
مَفْرُوضًا ()
وَلَاُضِلَّنَّهُمْ
وَلَاُمَنِّيَنَّهُمْ
وَلَامُرَنَّهُمْ
فَلَيُبَتِّكُنَّ
اذَانَ
الْاَنْعَامِ
وَلَامُرَنَّهُمْ
فَلَيُغَيِّرُنَّ
خَلْقَ
اللّهِ
وَمَنْ
يَتَّخِذِ
الشَّيْطَانَ
وَلِيًّا
مِنْ دُونِ
اللّهِ
فَقَدْ
خَسِرَ
خُسْرَانًا
مُبينًا
“Müşrikler Allah'ı bırakıp bir takım kişileri
çağırıyorlar ve Allahın lânetlediği inatçı şeytandan başkasına yalvarmıyorlar.
(Onların uyduğu şeytan) "kullarından belli bir payı kendime ayıracağım ve
onları sapıtacağım. Onları boş kuruntulara sokacağım, onlara emredeceğim, onlar
da benim emrimle hayvanların kulaklarını yaracaklar. Onlara emredeceğim, Allah'ın
yarattığını değiştirecekler". Kim Allah yerine şeytanı dost edinirse açık
bir ziyana uğramıştır.”[325]
Ayetteki, "Allah'ın
yarattığını değiştirecekler" cümlesi, yaratıklar üzerinde
Müslümanların menfaatı için yapılan doğru ve yerinde değişiklikleri kastetmemektedir.
Ayet, eşyanın, hayvanların ve insanların fıtratları dışında bir şekle sokulup,
kullanılmaları olayını tarif etmektedir. Bu anlamda değerlendirildiğinde, erkek
ve kadınlardaki cinsî sapmalar, doğum kontrolü, insanların ve hayvanların
kısırlaştırılması, hücrelerin genetik yapılarının değiştirilerek hilkat
garibesi yaratıkların türetilmesi gibi işleri kapsadığı anlaşılır. Çağımızda
gen mühendisliği denilen bilim dalı bu konu üzerinde yoğun uygulamalı
çalışmalar yapmaktadır. Allah Teâlâ'nın yarattığı mahlukatı, şekil, hal ve
fonksiyonları açısından bir değişime tabi tutma işleminin şeytan tarafından
müşrik kimselere emr ve ilham edildiği ortaya konmaktadır.
Sure tekrar,
ilk konusuna dönerek, kadınlar, yetim kızlar, kimsesiz çocukların durumları,
evlilik, eşler arasındaki ilişkiler ve kadınlar arasında adaletli davranma
konusunda iman eden kimseleri doğru yola iletmek için etkili tavsiye ve
emirlerde bulunmaktadır.[326]
Allah Teâlâ,
iman eden kimselere hitap ederek, O'nun koymuş olduğu hükümler çerçevesinde
adaletin gerçekleştirilebilmesi için şahitlik konusunda, en yakın akrabaların
aleyhinde bile olsa, doğruyu söylemeleri gerektiğini bildirmektedir:
يَااَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
كُونُوا قَوَّامينَ
بِالْقِسْطِ
شُهَدَاءَ
لِلّهِ وَلَوْ
عَلى
اَنْفُسِكُمْ
اَوِ
الْوَالِدَيْنِ
وَالْاَقْرَبينَ
اِنْ يَكُنْ
غَنِيًّا
اَوْ فَقيرًا
فَاللّهُ اَوْلى
بِهِمَا
فَلَا
تَتَّبِعُوا
الْهَوى اَنْ
تَعْدِلُوا
وَاِنْ
تَلْوُا اَوْ
تُعْرِضُوا
فَاِنَّ
اللّهَ كَانَ
بِمَا تَعْمَلُونَ
خَبيرًا
“Ey inananlar! Adaleti tam yerine getirerek Allah
için şahitlik edenler olun. Adalet ve deliller kendiniz, anne-babanız veya
yakınlarınız aleyhinde bile olsa, söz konusu kimse zengin de olsa fakirde olsa
fark etmez. Çünkü Allah ikisine de sizden daha yakındır. O halde keyfinize
uyarak adaletten sapmayın. Eğer (şahitlik yaparken dilinizi) eğip bükerseniz ve
doğruyu gizlerseniz, muhakkak ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır."[327]
Münafıkların
müminlerle ve kâfirlerle olan ve duruma göre değişim gösteren ilişkileri dile
getirilerek bu kimselerin nifakları, onların Allah Teâlâ'ya hile yapmak kadar
büyük bir sapıklık içinde oldukları ve onların ibadet yaparken sadece insanlara
gösteriş yapmayı amaçladıkları; Münafıklar, Allah'ı aldatmaya çalışırlar.
Halbuki Allah onların oyunlarını başlarına geçirecektir. Onlar, namaza
kalktıkları vakit tembel, tembel kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar.
Allah'ı pek az anarlar" ifadesiyle açıklığa kavuşturulmaktadır.
İman eden
kimselerin kâfirlerle dostluk kurmaları, onlarla birlikte hareket etmeleri iman
gerçeğinin yasakladığı bir durumdur. Allah Teâlâ, mümin kullarını böyle bir
yola sapmaktan kurtarmak için onlara şöyle hitab etmektedir:
يَااَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
لَاتَتَّخِذُوا
الْكَافِرينَ
اَوْلِيَاءَ
مِنْ دُونِ
الْمُؤْمِنينَ
اَتُريدُونَ
اَنْ تَجْعَلُوا
لِلّهِ عَلَيْكُمْ
سُلْطَانًا
مُبينًا
“Ey iman edenler! müminleri bırakıp ta kafirleri
dost edinmeyin. Kendi aleyhinizde Allah'a apaçık bir delil mi vermek
istiyorsunuz."[328]
Surenin son
kısmı, Ehl-i Kitabın İslam'a, onun Peygamberine ve geçmiş peygamberlere karşı aldıkları
inkarcı ve nifak dolu tavırlarını konu edinmektedir. Resulullah (as)'ın
çağrısına karşılık ondan kendilerine gökten bir kitap indirmesini isteyen kitap
ehlinin bu isteklerindeki samimiyetsizlikleri ortaya konarak onların Mûsâ
(a.s)'dan daha büyüğünü istedikleri ve söz verdikleri halde görmüş oldukları
bütün mucizevî delillere rağmen sapıklıkta direttikleri anlatılmakta ve onların
bu tavırları karşılığında kalplerinin mühürlenmiş olduğu bildirilmektedir:
فَبِمَا
نَقْضِهِمْ
ميثَاقَهُمْ
وَكُفْرِهِمْ
بِايَاتِ
اللّهِ
وَقَتْلِهِمُ
الْاَنْبِيَاءَ
بِغَيْرِ
حَقٍّ
وَقَوْلِهِمْ
قُلُوبُنَا
غُلْفٌ بَلْ
طَبَعَ
اللّهُ
عَلَيْهَا
بِكُفْرِهِمْ
فَلَا
يُؤْمِنُونَ
اِلَّا قَليلًا
“Ahitlerini bozdukları ve Allah'ın ayetlerini inkâr ettikleri, haksız
yere peygamberleri öldürdükleri ve; kalbimiz kapalıdır" dedikleri için
onlara lânet ettik. Doğrusu Allah, inkâr etmeleri sebebiyle onların kalplerine
mühür vurmuştur. Onlardan pek azı iman eder."[329]
Daha sonra
Allah Teâlâ, kullarına karşı olan sınırsız ve kuşatıcı merhametinin bir
tezâhürü olarak, nasihat üslûbuyla şöyle buyurmaktadır:
يَا
اَيُّهَا
النَّاسُ
قَدْ
جَاءَكُمُ
الرَّسُولُ
بِالْحَقِّ
مِنْ
رَبِّكُمْ
فَامِنُوا
خَيْرًا
لَكُمْ
وَاِنْ
تَكْفُرُوا
فَاِنَّ
لِلّهِ مَا
فِىالسَّموَاتِ
وَالْاَرْضِ
وَكَانَ
اللّهُ
عَليمًا
حَكيمًا
“Ey insanlar! Şüphesiz ki Peygamber, Rabbiniz
tarafından size gerçeği getirmiştir, iman edin. Bu, sizin için daha hayırlıdır.
Şayet inkâr ederseniz bilin ki göklerde ve yerde olan herşey Allah'a aittir.
Allah, Âlim'dir, Hakim'dir."[330]
Kitap ehline
din hususunda aşırı gitmemeleri konusunda bir uyarı yapıldıktan sonra, iman
edip salih amel işleyenlerin kavuşacakları mükâfatlar; yüz çevirip
kibirlenenlerin karşılaşacakları; "can yakıcı azap"tan
bahsedilmekte ve peşinden de yine insanlara yönelik bir hitap ile Kur'an'ın bir
delil ve apaçık bir nûr olduğu gerçeği:
يَااَيُّهَا
النَّاسُ
قَدْ
جَاءَكُمْ
بُرْهَانٌ
مِنْ
رَبِّكُمْ
وَاَنْزَلْنَا
اِلَيْكُمْ
نُورًا
مُبينًا
“Ey insanlar!
Şüphesiz size Rabbinizden kesin bir delil geldi ve size apaçık bir nur
indirdik”[331] ifadesiyle ortaya
konulmaktadır.
Sure, mirasın bölüşümü konusunda teferruata inerek hükümler koyan ayetle son bulmaktadır.
Kur'an-ı
Kerim'in beşinci suresi. Medenî surelerdendir. Yüz yirmi ayet, bin sekiz yüz
dört kelime ve on bir bin dokuz yüz otuz üç harften ibarettir. Fasılâları, ra,
lam, nun, ba, dal harfleridir. Hudeybiye gününden başlayarak peyderpey nazil
olmuştur. Nüzül sırası Fetih suresinden sonradır.[332]
Sure
adını:
اِذْ
قَالَ
الْحَوَارِيُّونَ
يَا عيسَى ابْنَ
مَرْيَمَ
هَلْ يَسْتَطيعُ
رَبُّكَ اَنْ
يُنَزِّلَ
عَلَيْنَا
مَائِدَةً
مِنَ
السَّمَاءِ
قَالَ اتَّقُوا
اللّهَ اِنْ
كُنْتُمْ
مُؤْمِنينَ
“O vakit ki,
havariler: "Ey Meryem'in oğlu İsa! Rabbin gökten bizim üzerimize bir maide
(sofra) indirebilir mi?" demişti. İsa da Allah Teâlâ'dan korkunuz, eğer
siz mü'minler iseniz" dedi”[333] ayetinde geçen "mâide" kelimesinden
almıştır. Bu adı almasının özel bir sebebi yoktur. Mâide isminin ayette geçiş
şekli şöyledir:
"Hani,
havariler: "Ey Meryem oğlu İsa! Rabbinin, gökten bize bir sofra (mâide)
indirmeye gücü yeter mi?" demişlerdir...!" Sure; Ukud, Munkıze ve
Müba'sire adlarıyla da anılmaktadır.
Sure, İslâm
itikadının yayıldığı, yok edilmesinin mümkün olmadığının bütün müşriklerce
anlaşıldığı bir zamanda inmeye başlamıştır. İslâm, devlet olma yolunda her
şeyini tamamlamış, siyasi, iktisadî ve askerî kurumlarının temelini kurmuştu.
Hicretten sonra, siyasî tarih açısından çok kısa sayılabilecek on yıl gibi bir
zaman içinde İslâm, dünya tarihinde o güne dek eşine rastlanmamış bir hızla
bütün Arap yarım adasını hâkimiyeti altına almıştı.
Bu dönemde
Müslümanların ahlâkî, sosyal ve kültürel davranışları şekillenmiş ve onları,
gayrı Müslimlerden belirgin bir şekilde ayıran bir görüntü ortaya çıkmıştı.
İslâm’ın medenî ve ceza hukuku, İslâm devleti sınırları içerisinde, yönetim
tarafından uygulanıyordu. İnsanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen kurallar
tespit edilmiş ve bunlar kısa zamanda Müslümanlarca özümlenmişti. İslâm
toplumunun olgunlaşmasının bu son döneminde nazil olan Mâide sûresi, her şeyiyle
tamamlanmış olan dinin temel prensiplerini, helâllerini, haramlarını son
şekliyle bir arada, bir demet halinde ortaya koyuyor ve dinin her şeyiyle
tamamlandığını ve insanlığa din olarak İslâm’ın seçildiğini:
b6¦äí©
â5¤¡üa ¢á¢Ø Û ¢oî© ë ó©n à¤È¡ã
¤á¢Ø¤î Ü Ç ¢o¤à à¤m a ë ¤á¢Ø äí©
¤á¢Ø Û ¢o¤Ü à¤× a â¤ì î¤Û a
“Bu gün dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi
tamamladım. Ve din olarak size İslâm’ı seçtim"[334] ayetiyle bütün insanlığa
ilân ediyordu. Surede itikadi tasavvur bütün çıplaklığı ile açıklığa kavuşturuluyor
ve önceki surelerde ortaya konan hükümler üst üste tekrarlanarak defalarca
teyit ediliyor. Bu hükümleri İslâm'ın emirleri olarak ikrar etmek imandır.
Onları hayata tatbik etmek ise İslâm'dır. Sure, bu unsurların birbiriyle iç içe
geçmiş, birbirinden ayrılamaz bir bütünü oluşturduğunu izah ediyor.
Allah Teâlâ,
yüceliğinde ve hükümranlığında hiçbir ortağı bulunmayan yegâne ilâhtır. Her
şeyi o yaratmıştır. Yaratmasında başka hiç bir kimsenin ortaklığı, müdahalesi
yoktur. Yarattığı şeylerin tek malikî ve hakimi yine O'dur. Hüküm koymak sadece
O'na mahsustur.
Bu gerçekler,
Allah'ın indirdiği hükümlerin dışında, başka bir şeyle hükmedilemeyeceği
hususunu mantıkî olarak ortaya koyuyor. Her şeyin yaratıcısı, sahibi, malikî O
olduğuna göre, yarattıkları için lâyık gördüğü nizamı vazetmek de O'nun
hakkıdır. Mülkiyetinde bulunanlar için kanun koymasına ve onların uygulanmasını
istemesine hiç kimsenin itiraz etme hakkı da yoktur. Eğer, insanlar arasında
O'nun ahkâmıyla hükmetmekten kaçınılırsa; bu, O'na karşı çıkmak, O'na isyan
etmek ve O'nun ulûhiyyetini inkâr etmek demektir.
Allah Teâlâ
bu gerçeği, kendilerine gönderilen Tevrat ile hükmetmekle emrolundukları halde,
bundan yüz çeviren Yahudiler hakkında nazil olan ve böyle yapan her topluluk
için geçerli olan, "...Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte
onlar kafirlerin ta kendileridir. Kim, Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte
onlar, zalimlerin ta kendileridir. Kim, Allah'ın indirdikleri ile hükmetmezse
işte onlar fasıkların ta kendileridir"[335]
ayetleri ile bütün açıklığıyla herkese ilân etmektedir.
Allah'ın
hadlerini ikrâr etmek; helâl gösterdiğini helâl, haram gösterdiğini de haram
saymak ve koyduğu hükümleri hayata tatbik etmek, O'nun ortaksız tek Rab
olduğunu kabul etmek demektir. Ondan başkasının yasaklamasıyla bir şeyi haram
ve yasak saymak veya O'nun haram ve yasak kıldığı şeyleri O'ndan başkasının
serbest bırakmasıyla mubah saymak, O'nun Rûbûbiyyetini inkâr etmek ve O'ndan
başkalarını Rabler edinmek demektir.
وعن عدى
بن حاتم
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ قال:
]أتَيْتُ
النبىَّ #
وَفي عُنُقِى
صَلِيبٌ مِنْ
ذَهَبٍ.
فقَالَ
يَاعَدِىُّ: اطْرَحْ
عَنْكَ هذَا
الْوثنَ،
وَسَمِعْتُهُ
يَقْرَأ:
اتخذُوا
أحْبَارَهُمْ
وَرُهْبَانَهُمْ
أرْبَاباً
مِنْ دُونِ
اللّهِ. قالَ
إنَّهُمْ
لَمْ
يَكُونُوا
يَعْبُدُونَهُمْ
وَلكِنَّهُمْ
كانُوا إذَا
أحَلُّوا
لَهُمْ
شَيْئاً
اسْتَحَلُّوهُ،
وَإذَا
حَرَّمُوا
عَلَيْهِمْ
شَيْئاً
حَرَّمُوهُ.
- Adiy İbnu
Hâtim (radıyallahu anh) anlatıyor: "Boynumda altundan yapılmış bir haç
olduğu halde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a geldim. Bana: "Ey Adiy
boynundan şu putu çıkar, at!" dedi
ve arkadan şu âyeti okuduğunu hissettim:
"Onlar Allah'ı bırakıp
hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu
Mesih'i rableri olarak kabul ettiler. Oysa tek ilâhtan başkasına kulluk etmemekle emrolunmuşlardı. Ondan başka
ilâh yoktur. Allah, koştukları eşlerden münezzehtir." Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) devamla: "Aslında onlar, bunlara (ruhbanlarına)
tapınmadılar, ancak bunlar (Allah'ın
haram ettiği bir şeyi) kendileri
için helâl kılınca hemen helâl addediverdiler, (Allah'ın helâl kıldığı bir şeyi
de) kendilerine haram edince hemen haram addediverdiler."[336]
Bu izah,
Allah'ın indirdikleri ile hükmetmekten kaçınarak kulların koyduğu kurallara
göre hayatı tanzim etmenin ne demek olduğunu ortaya koyuyor: "...Halbuki
onlar, ancak, bir olan ve kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a ibadet etmekle
emrolunmuşlardı."
Bundan
dolayıdır ki bütün peygamberler ve ümmetleri O'nun şeriatıyla hükmetmekle
emrolunmuşlardır. Çünkü O'nun ahkâmı dindir ve O'nun indinde ondan başka da din
yoktur. İman edenler O'nun indirdiği dini emirlere uymakla, onlarla hükmetmekle
O'na ibadet etmiş olurlar. Böylece yaşayışlarında Allah Teâlâ'ya hiç bir şeyi
ortak koşmamış olurlar.
Surede
konular şu şekilde ele alınmaktadır: İlk önce Müslümanların amelî, siyasî ve
kültürel hayatları ile ilgili hükümler yer almaktadır. Sure ilk ayetlerine; "Ey
iman edenler! Akitleri titizlikle yerine getirin" emriyle başlıyor.
Akitlerden kasıt, bu surede açıklanan ve genelde peygamber (a.s)'ın
getirdiklerinin tamamını kapsayan, ilâhi hukukun gerektirdiği her şeye tam
uyulması ve hudûdullâhın gözetilmesidir. Müslüman, İslâm'ı kabul etmenin şartı
olan "kelime-i tevhid"i ikrar ettiği zaman Allah'ın ona
yapmakla emrettiği her şeyi yerine getirmeye söz vermiş olur. Müslümanların
hangi şartlarda olursa olsun, yapmış oldukları anlaşmalara uymaları
istenmektedir. Bu girişten sonra, titizlikle uyulması gereken sınırlar,
hükümler gelmeye başlıyor.
İlk önce, eti
yenebilecek hayvanlarla ilgili hükümler yer alıyor. Arkasından; "Şüphesiz
Allah dilediği hükmü koyar" uyarısıyla, O'nun koyduğu hükümlerin hiç
kimse tarafından sorgulanamayacağı gerçeği bir kez daha hatırlatılıyor. Bundan
sonra, surenin akışı içerisinde bir çok şer'î hüküm yer alıyor: Av ve kurbanlık
hayvanlara ilişkin helâl ve haramlar, Mescid-i Haram'da ve ihramlı iken
yapılması helâl ve haram olan davranışlar, nikâhı helâl olan kadınlara ait
hükümler, temizlik ve abdestin alınış şekli hakkında hükümler, hüküm verirken
adaletli davranmaya dair talimatlar, İslâm düzenini bozucu davranışlarda
bulunma ve hırsızlık cezalarına ait hükümler, içki, kumar ve fal oklarına ait
hükümler, ihram yasaklarına ait hükümler, ölüm üzere vasiyet ile alakalı
hükümler, hayvanlardan Bahire, Sâibe, Vasile
ve Ham'a taallûk eden hükümler, Tevratta bulunan ve Müslümanlar içinde
kanun haline getirilen kısasa dair hükümler...
Ayetlerin
akışı içerisinde, helâl ve haramlara dair hükümlere uymak, onlara ait emirlere
itaat etmek hususu devamlı hatırlatılıyor. Allah'ın yasakladığı şeyler dışında,
insanlara helâl kılınan nimetlerden yararlanılması ve bunların hiç kimse
tarafından kendi nefsine yasak kılınmaması gerektiği şeklindeki emirle
Müslümanlar uyarılıyor: "Ey iman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı
temiz şeyleri haram saymayın ve haddi aşmayın.... Allah'ın insanlara temiz
olarak gösterdiği nimetleri kendi nefsine haram kılanlar, nefislerine zulmetmiş
ve haddi aşmış olurlar.”
Müslümanlar
Medine'de devlet haline geldikleri için iktidarın ve elde edilen başarıların
onları ifsat etmesi tehlikesi vardı. Allah onları böyle büyük bir imtihan
ortamında, daha evvel kitap ehlinin düştüğü duruma düşmemeleri için tekrar,
tekrar uyarmaktadır. Müslümanlardan Allah'ın ve Resulünün emrettiklerine tam
anlamıyla uymaları, onlara karşı gelmemeleri istenmektedir: “Allah'a itaat
edin, Peygamber'e itaat edin. Karşı gelmekten sakının."
Surede
işlenen diğer bir konu da, Yahudi ve Hıristiyanların durumudur. Yahudiler,
Allah'a vermiş oldukları söze ihanet ettikleri için lânetlenmişlerdi. Allah
Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'de onlar hakkında şöyle demektedir: "Şüphesiz ki
Allah, İsrail oğullarından söz almıştı... Verdikleri sözü bozdukları için
onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık... "
"Onlar,
kelimeleri yerlerinden kaldırıp değiştirdiler. Uyarıldıkları Şeylerden pay
almayı unuttular. Ey Muhammed! Pek azı müstesna, onlardan devamlı hainlik
göreceksin..." ayeti, onların Allah'ın kitabını tahrif ettikleri ve uymaları gereken
konularda uyarıldıkları halde, bunların hepsine kulaklarını tıkamış olduklarını
bize bildirmektedir. Onlar Allah'a ve Allah'ın gönderdiği nebilere ihanet
etmiş, onlara zulmetmişlerdi. Allah'ın uyarılarından hiç bir zaman pay
almadıkları için, onlar daima İslâm’a düşman olacaklar ve iyilik görseler dahi
daima Müslümanlara ihânet edeceklerdir. Onların şeytanlaşmış tabiatları bunu
gerektirmektedir.
Hıristiyanların
durumu, Yahudilerin durumundan farklı değildir. Çünkü onlarda, Allah'ın
indirdiği İncil'i tahrif ettiler. Onu hevâ ve heveslerine göre yeniden
yazdılar. Onların düştükleri en büyük sapıklık, Tevhid konusu idi. Onlar
Allah'ın kulu ve Resulü olan Hz. İsa (as)'yı Allah'a ortak koştular. Böylece
sapıklıkların en büyüğü olan şirke sürüklendiler. Halbuki Hz. İsa (a.s) onları,
Allah'ı bir bilip, hiçbir şeyi ortak koşmadan yalnızca O'na ibadet etmeye
çağırmıştı. Onlar, "Allah Mesih'tir" ve Allah, üç ilâhtan,
biridir" diyerek Allah'a ortak koşmuşlardı. Onların durumu şu ayeti
kerimelerle açıklığa kavuşturulmuştur: "Şüphesiz
Allah, Meryem oğlu İsâ Mesihtir" diyenler, kafir oldular. Oysa Mesih onlara. Ey
İsrail oğulları! Hem benim, hem de sizin Rabbınız olan Allah'a ibadet edin
demişti. Şüphesiz ki "Allah üç ilahtan
biridir"
diyenler kafir olmuştur.
Daha sonra
Hz. Adem (a.s)'ın iki oğlunun kıssası anlatılarak, İsrail oğullarının
Peygamberi öldürmek için kurdukları tuzaktan söz edilir. Ayrıca insan hayatının
dokunulmazlığı da vurgulanmaktadır.
Surenin
üzerinde durduğu en önemli konulardan biri de, İslâm'ın dışındaki kimselerle
dostluk kurmak meselesidir. Kur'an-ı Kerim müminleri, ahlâkî çöküntü içinde
bulunan Yahûdî ve Hıristiyanlarla dost ve sırdaş olmamaları için uyarmaktadır: "Ey
imân edenler! Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin
dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz onlardan olur..."
Dostluk bağları, kişileri ve toplumları birbirinin hukukunu korumaya götürür.
İnsanlar kimlere dost olur, yakınlık duyarlarsa, onlardan olmuş olurlar. Bu
ayetle Müslümanlar, böyle büyük bir tehlikeye karşı uyarılmaktadırlar.
Müminlerin dostlarının kimler olduğunu Allah Teâlâ;
اِنَّمَا
وَلِيُّكُمُ
اللّهُ
وَرَسُولُهُ
وَالَّذينَ
امَنُوا
الَّذينَ
يُقيمُونَ
الصَّلوةَ
وَيُؤْتُونَ
الزَّكوةَ
وَهُمْ
رَاكِعُونَ
"Sizin dostunuz sadece, Allah, O'nun peygamberi
ve Allah'a boyun eğerek namaz kılan, zekât veren müminlerdir"[337] ayetiyle tespit etmekte ve
bize bildirmektedir. Dostluk imanın ölçüsü olarak değerlendirilir:
وَلَوْ
كَانُوا
يُؤْمِنُونَ
بِاللّهِ وَالنَّبِىِّ
وَمَا
اُنْزِلَ
اِلَيْهِ مَا
اتَّخَذُوهُمْ
اَوْلِيَاءَ
وَلكِنَّ
كَثيرًا
مِنْهُمْ
فَاسِقُونَ
"Eğer onlar, Allah'a, Peygamber'e ve ona
indirilene iman etmiş olsalardı, kafirleri dost edinmezlerdi."[338]
Surenin
sonunda, akidelerini düzeltmeleri için, "Hüküm günü"nde Allah
Teâlâ ile Peygamberi Hz. İsâ (a.s) arasında geçecek olan konuşma yer alır. Hz.
İsâ (a.s), Allah Teâlâ'ya şöyle diyecektir:
مَا
قُلْتُ
لَهُمْ
اِلَّا مَا
اَمَرْتَنى
بِه اَنِ اعْبُدُوا
اللّهَ رَبّى
وَرَبَّكُمْ
وَكُنْتُ
عَلَيْهِمْ
شَهيدًا مَا
دُمْتُ فيهِمْ
فَلَمَّا
تَوَفَّيْتَنى
كُنْتَ
اَنْتَ الرَّقيبَ
عَلَيْهِمْ
وَاَنْتَ
عَلى كُلِّ شَىْءٍ
شَهيدٌ
"Ben onlara sadece, bana emrettiklerini
söyledim. Benim ve sizin Rabbınız olan Allah'a ibadet edin dedim. Aralarında
olduğum müddetçe onlara şahit idim. Sen beni semaya aldığın zaman, onları sen
gözlüyordun. Sen her şeye şahitsin."[339]
Bu ayet,
Peygamberlerine inandıklarını söyleyen Hıristiyanları uyarmak için onlara hitap
etmektedir. Ancak, Kur'an-ı Kerim'in genel mantığı çerçevesinde
değerlendirildiğinde, peygamberleri hakkında batıl ümitler besleyen herkese
hitap ettiği görülür. O gün hiç kimse sapıklığı için bir mazeret bulamayacağı
gibi, inandığını söylediği peygamberlerine yapmış olduğu iftiradan da bir fayda
göremeyecektir. Çünkü o gün, her yalancının yalanı yüzüne vurulacaktır.
Sure, Allah
Teâlâ'nın her şeye kadir olduğu ve her şeyin sahibinin O olduğu gerçeği
hatırlatılarak son buluyor:
¥í© Ó §õ¤ó ( ¡£3¢×
ó¨Ü Ç ì¢ç ë 6 £å¡èî©Ï b ß ë
¡¤ üa ë ¡pa ì¨à £Ûa ¢Ù¤Ü¢ß ¡é¨£Ü¡Û
“Göklerin, yerin ve içlerindeki her şeyin mülkiyeti Allah'ındır, O, her şeye hakkıyle kadirdir.”[340] O halde O'nun emrettiği her şeye uyulmalı ve yasakladığı şeylerden kaçınılmalıdır. O'na iman edip, O'na tabi olmayan hiç kimse, O'nun azabından kendini koruyamayacaktır. Çünkü O, göklerin ve yerin tek malikî ve hâkimidir.
Kur'an-ı
Kerîm'in altıncı suresi, Mekke'de bir defada nazil olmuştur. Ancak; 91, 92, 93
ve 151, 152, 153. ayetlerin Medine'de indiği rivâyet edilir. Surenin bütünü 165
ayet, üçbinelli iki kelime, on iki bin iki yüz kırk harften ibarettir.
Fasılası; nun, mim, lâm, zâ, râ harfleridir.
En'âm
suresinde Allahu Teâlâ, şirki reddederek, tevhid'e, ahirete imana çağırır;
bâtıl inançları yok eder; temel ahlâk ilkeleri koyar; Hz. Peygamber (as)'e
yöneltilen itirazlara cevap verir; Resulullah ve müminleri teselli eder,
kâfirlere uyarı ve tehditlerde bulunur, Hz. İbrahim (as)'ın kıssasına yer verir;
kitap, hüküm ve nübüvvet verilen seçkin kulları (peygamberleri) zikreder.
Bu sure,
Mekke'de inen diğer sureler gibi Allah'a ve Peygamber (as)'e imanı kökleştiren,
tevhîd inancını aşılayan, câhiliye devrinden gelen bozuk inanç ve kanaatleri
sarsan, insanları varlıklar üzerinde düşünmeye çağıran özelliklere sahiptir.
Sure, yüce Allah'a övgü ve hamd ifadeleriyle şöyle başlar:
اَلْحَمْدُ
لِلّهِ
الَّذى
خَلَقَ
السَّموَاتِ
وَالْاَرْضَ
وَجَعَلَ
الظُّلُمَاتِ
وَالنُّورَ
ثُمَّ
الَّذينَ
كَفَرُوا
بِرَبِّهِمْ
يَعْدِلُونَ
() هُوَ الَّذى
خَلَقَكُمْ
مِنْ طينٍ ثُمَّ
قَضى اَجَلًا
وَاَجَلٌ
مُسَمًّى
عِنْدَهُ
ثُمَّ
اَنْتُمْ
تَمْتَرُونَ
() وَهُوَ اللّهُ
فِى
السَّموَاتِ
وَفِى
الْاَرْضِ يَعْلَمُ
سِرَّكُمْ
وَجَهْرَكُمْ
وَيَعْلَمُ
مَا
تَكْسِبُونَ
“Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve
aydınlığı var eden Allah'a mahsustur. Böyleyken kâfirler hâlâ Rablerine
başkalarını eşit sayıyorlar. Sizi çamurdan yaratan, sonra size bir ecel takdir
eden O'dur. Tayin edilen bir ecel de O'nun katındadır. Sonra bir de şüphe
ediyorsunuz. Göklerde ve yerde Allah sadece O'dur. O sizin gizlinizi de
açığınızı da ve ne kazanacağınızı da bilir.”[341]
Surenin
bütününde telkin edilen hususlar şöyle özetlenebilir. Bütün varlıkları yaratan
Allah'tır. Rızkı veren ve mülkün sahibi olan O'dur. Gerçek hükümranlık, güç ve
kudret O'nundur. O, bilinmeyen şeyleri ve sırları bilendir. Geceleri gündüze
çevirdiği gibi, gözleri ve kalpleri döndüren de Allah'tır. Bu yüzden,
insanların hayatına hükmedenin de Allahu Teâlâ olması gerekir. Yol çizmek,
hüküm koymak, helâli ve haramı belirtmek yalnız O'nun yetkisindedir. Bütün
bunlar ilâhlığın özelliklerindendir. Yine bütün bunları yaratma, rızık verme,
öldürme, diriltme, fayda veya zarar verme Allah'ın elindedir. Yerlerin ve
göklerin tek ilâhı Allah'tır.
Esmâ
binti Yezid'den şöyle dediği nakledilmiştir: "En'âm sûresi Resulullah'a
indiği zaman ben Hz. Peygamber (as)'ın devesinin yularını tutuyordum. Sure
bütünü ile indi ve ağırlığından az kalsın Hz. Peygamber (as)'ın devesinin kemikleri kırılacak gibi
olmuştu."[342]
Ayetlerde,
itikad bozukluğu olanlar uyarıldıktan sonra, eski hallerinde ısrar ederlerse
kötü sonuçla karşılaşacakları bildirilir:
فَقَدْ
كَذَّبُوا
بِالْحَقِّ
لَمَّا جَاءَهُمْ
فَسَوْفَ
يَاْتيهِمْ
اَنْبؤُا مَا
كَانُوا بِه
يَسْتَهْزِؤُنَ
() اَلَمْ
يَرَوْا كَمْ
اَهْلَكْنَا
مِنْ
قَبْلِهِمْ
مِنْ قَرْنٍ
مَكَّنَّاهُمْ
فِى
الْاَرْضِ
مَا لَمْ
نُمَكِّنْ
لَكُمْ
وَاَرْسَلْنَا
السَّمَاءَ
عَلَيْهِمْ
مِدْرَارًا
وَجَعَلْنَا
الْاَنْهَارَ
تَجْرى مِنْ
تَحْتِهِمْ
فَاَهْلَكْنَاهُمْ
بِذُنُوبِهِمْ
وَاَنْشَاْنَا
مِنْ
بَعْدِهِمْ
قَرْنًا اخَرينَ
"Hak, kendilerine gelince onu yalanladılar
Alaya aldıkları şeyin haberi yakında kendilerine gelecektir Bizim daha önce
nice nesilleri helâk ettiğimizi görmediler mi? Yeryüzünde size vermediğimiz
imkânları onlara vermiştik. Onlara gökten bol bol yağmur indirmiş, altlarından
ırmaklar akıtmıştık Fakat onları günahlarından dolayı helâk ettik ve
kendilerinden sonra başka bir nesil varettik."[343]
Allahu
Teâla'nın gayb âlemini ve sırlar dünyasını ihâta edişi, nefis ve ömürleri
bilmesi, karada ve denizde, gece, gündüz, dünya, âhiret, ölüm ve dirim
husûsunda hükmedici ve kahredici gücü şöyle ifade edilir: "Gayb'ın
anahtarları Allah'ın katındadır Onları ancak O bilir. O, karada ve denizde
olanları bilir. Düşen hiçbir yaprak yoktur ki, Allah onu bilmesin Yerin karanlıklarında
olan her tane, kuru ve yaş her şey mutlaka apaçık bir kitapta kayıtlıdır."
"Geceleyin
sizi öldürür gibi uyutan, gündüzün ne elde ettiğinizi bilen O'dur. Sonra tâyin
edilen vâdenin tamamlanması için sizi gündüzün diriltir gibi uyandırır. Sonra
dönüşünüz yine O'nadır Sonunda O, yaptıklarınızı size haber verecektir."
"O,
kulları üzerinde kahredici güce sahiptir. Size koruyucu melekler gönderir.
Sonunda sizden birine ölüm geldiği zaman elçilerimiz onun canını alırlar ve
hiçbir eksiklik yapmazlar."
Bitkiler,
denizler ve karalarla ilgili düşünmeye sevkeden ayetlerde şöyle buyurulur:
اِنَّ
اللّهَ
فَالِقُ
الْحَبِّ
وَالنَّوى يُخْرِجُ
الْحَىَّ
مِنَ
الْمَيِّتِ
وَمُخْرِجُ
الْمَيِّتِ
مِنَ
الْحَىِّ
ذلِكُمُ اللّهُ
فَاَنّى
تُؤْفَكُونَ
"Taneyi ve çekirdeği yaratan şüphesiz Allah
'tır. Ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkarır. İşte Allah budur O halde nasıl
yüz çevirirsiniz?"[344]
"Karanlığı
yarıp tan yerini ağartan, geceyi dinlenme zamanı yapan, güneşi ve ayı bir
hesaba göre hareket ettiren O'dur. İşte bu, her şeye galip olan ve her şeyi
bilen Allah'ın takdiridir."
"Kara ve denizin
karanlıklarında yolunuzu bulasınız diye sizin için yıldızları yaratan O'dur
Şüphesiz biz, bilen bir kavim için ayetleri geniş bir şekilde açıkladık."
"Gökten,
suyu indiren O'dur. Biz, o su ile her şey için gereken bitkiyi çıkardık Ondan
da yeşillik meydana getirdik."
Bütün bu
nimetler üzerinde düşünüp ibret almayan ve uyarılara kulak asmayanların kıyamet
günündeki sıkıntıları şöyle ifade edilir:
"Ateşe
sürüldükleri zaman; keşke Rabbimizin ayetlerini inkâr etmeyerek, mümin olarak
yeniden dünyaya döndürülseydik, dediklerini bir görsen."
"Allah'ın
huzuruna çıkmayı yalanlayanlar, gerçekten hüsrana uğramışlardır Kıyâmet günü
ansızın gelince, onlar günâhlarını sırtlarına yüklenmiş olarak şöyle derler:
'Dünyada yaptığımız kusurlardan dolayı yazıklar olsun bize.' Bakın
yüklendikleri günah ne kötüdür."
Medine'de
indiği bildirilen ayetlerde oranın özelliklerini görmek mümkündür. Çünkü
Mekke'de inen ayetlerde inanç ve ahlâk esasları ağırlıkta iken Medine'de
inenler hüküm ağırlıklıdır. Bir yandan ibâdetler, cihad, aile ve mirasla
ilgili, diğer yandan da ceza, muhâkeme usûlü, muâmelât ve devletler arası
ilişkilerle ilgili hükümler burada indi. Çünkü Medine döneminde artık bu
kuralları uygulayacak bir İslâm devleti doğmuştu.
Şu ayetlerde
Medine'de inişin izleri görülebilir:
"De
ki: 'Gelin size Rabbinizin haram kıldıklarını okuyayım: Allah'a hiçbir şeyi
ortak koşmayın. Ana-babaya iyilik yapan. Fakirlikten dolayı çocuklarınızı
öldürmeyin; sizi de onları da biz rızıklandırırız. Hayâsızlıkların açığına da
gizlisine de yaklaşmayın Haklı olmanız müstesna Allah'ın öldürülmesini haram
kıldığı cana kıymayın. Allah, aklınızı kullanasınız diye size bunları
emretti."
"Yetim,
rüştüne erinceye kadar, onun malına en güzel yolun dışında yaklaşmayın Ölçüyü
ve tartıyı adaletle yapın. Biz herkesi gücünün yettiği ile mesul tutarız.
Akrabanız dahi olsa konuşurken adaletli olun. Ve Allah'ın ahdini yerine
getirin. Allah düşünesiniz diye size bunları emretti. İşte benim yolum budur;
dosdoğrudur; O'na uyun. Başka yollara uymayın ki, sizi Allah'ın yolundan
ayırmasın. Allah bunları size sakınasınız diye emretti."
Sure şu
ayetle sona ermektedir:
وَهُوَ
الَّذى
جَعَلَكُمْ
خَلَائِفَ
الْاَرْضِ
وَرَفَعَ
بَعْضَكُمْ
فَوْقَ
بَعْضٍ
دَرَجَاتٍ
لِيَبْلُوَكُمْ
فى مَا
اتيكُمْ
اِنَّ
رَبَّكَ
سَريعُ
الْعِقَابِ
وَاِنَّهُ
لَغَفُورٌ
رَحيمٌ
"Verdiği şeylerle sizi imtihan etmesi için
sizleri yeryüzünün halifeleri kılan ve sizi derece bakımından birbirinizden
üstün yapan O'dur. şüphesiz ki, Rabbin azâbı süratli olandır O, çok affeden ve
çok merhamet edendir."[345]
Arâf
Suresi: Kur'an-ı
Kerîm'in yedinci ve Bakara ile Şuâra'dan sonra üçüncü uzun suresidir. İki yüz
altı ayettir. Mekke'de nazil olmuştur. İbn Abbâs ve Mukatil'den yapılan bir
rivayete göre 163-172 ayetleri Medine'de inmiştir.
Arâf
suresi, iki yüz altı ayet, üç bin üç yüz yirmi beş kelime on dört bin on
harften ibarettir. Fasılaları mim, nûn, lâm ve dal harfleridir. Arâf suresi, bu
adla meşhur olmakla beraber, içine aldığı konular dolayısıyla Mikât, Misâk,
Elif Lâm Mim Sad adlarıyla da bilinir. Ama en meşhur ismi Arâf'tır .
Konusu baştan
başa akîdevî olan ve En'âm suresinden sonra gelen bu sure, Mekke-i Mükerremede
nazil olmuştur. Akîde konusu bu surede insanlık tarihi ile birlikte
başlatılmış, insanları birbiri ardı sıra kuşak, kuşak ele alarak
karşılaştırmıştır. Tarihi seyirle izlenen insan kitleleri, Cennete lâyık olup
Allah resullerinin izini takip edenler ve Cehenneme lâyık olup şeytanın
adımlarını takip edenler olmak üzere bu sure içinde sınıflandırılmıştır. Sure,
Resulullah'a bir hitapla başlayan ilk ayetlerinde insanı hedef almaktadır:
المص
() كِتَابٌ
اُنْزِلَ
اِلَيْكَ
فَلَا يَكُنْ
فى صَدْرِكَ
حَرَجٌ
مِنْهُ
لِتُنْذِرَ بِه
وَذِكْرى
لِلْمُؤْمِنينَ
() اِتَّبِعُوا
مَا اُنْزِلَ
اِلَيْكُمْ
مِنْ رَبِّكُمْ
وَلَا
تَتَّبِعُوا
مِنْ دُونِه
اَوْلِيَاءَ
قَليلًا مَا
تَذَكَّرُونَ
"Elif, Lâm, Mim, Sad. Bu, onunla (insanları)
uyarman ve müminlere öğüt vermen için sana indirilen bir kitaptır. Bunları
tebliğ ederken kalbine bir sıkıntı gelmesin."
"Rabbinizden size indirilene uyun. Ondan başka
dostlar (yöneticiler) edinerek onlara uymayın. Ne kadar az öğüt alıyorsunuz."[346]
Daha
başlangıçtaki bu birinci ve ikinci ayetlerden de anlaşılacağı gibi, insanlar,
ilâhi düşünce sistemine davet edilmektedir. Bu davet ile Allah'u Teâlâ
insanların, içinde yaşadıkları cahilliye hayatinin düşünce ve tasavvurlarını,
değer ve ölçülerini, prensip ve kanunlarını adet ve alışkanlıklarını ve
ilgilerini inkılâbı bir tarzla değiştirmeyi öngörmekte; Bu değişikliği yaparken
de sıkıntı duymamalarını öğütlemektedir. Surenin ilk ayetlerinde, beşer
cinsinin yeryüzüne yerleştirilmesi ile ilgili gaybi bilgiler verilmekte, daha
sonra, dünyadaki durumundan, ölümünden ve diriltilmesinden bahseden ayetler
biri birini takip etmektedir.
Sure de
kıyamet sahnelerinin en uzunu ile de karşılaşmaktayız. iblisin aldatması ile
Hz. Âdem (as) ve esinin Cennetten çıkarıldığı hatırlatılmakta ve Allah-u Teâlâ
Ademoğullarını şeytanın fitnesinden sakındırarak, onun, atalarını Cennetten
çıkardığı gibi kendilerini de kötülüğe götürmesinden korkutmaktadır. Bunun
için, şeytana uyup onun izini takip edenler. tekrar Cennete dönmekten
kendilerini mahrum etmişlerdir. Şeytanın atalarını Cennetten çıkardığı gibi,
onlar da şeytana kanarak cehennemlik olmuşlardır. Öle ise şeytana muhalefet
edenler, Allah'a itaat edip O'na bağlananlar, cennete döndürüleceklerdir.
Böylece gurbet diyarına göç etmiş olanlar tekrar nimet diyarına dönmüş
olmaktadırlar. Surede bütün bu münasebetler anlatılırken hatırlatıcı ve
korkutucu hükümler de yer almaktadır:
æì¢ä¡ß¤ªì¢í §â¤ì Ô¡Û
¦ò à¤y ë ô¦¢ç §á¤Ü¡Ç ó¨Ü Ç
¢êb ä¤Ü £ Ï §lb n¡Ø¡2 ¤á¢çb ä¤÷¡u
¤ Ô Û ë
“Gerçekten
onlara, inanan bir toplum için yol gösterici ve rahmet olarak, ilim üzere
açıkladığımız bir kitap getirdik.”[347]
Öyle
ise insanlar, yerin ve göğün, bütünüyle kâinatın yaratıcısı ve hakimi olan
Allah'a isyandan uzak durmalı ve sadece O'nun emirlerine uymalıdırlar. Allah’ın
emirlerine itaatle, O'na kulluktan geri durmamalıdırlar. Bir gün Resulullah (as),
Mekkelileri Safâ tepesinde toplayıp, onlara ahireti ve Allah’ın azabını
hatırlattı. Toplanma sırasında birisinin: "Bu zat delidir"
demesi üzerine 184. ayet nazil oldu:
¥åî©j¢ß ¥í© ã ü¡a ì¢ç
¤æ¡a 6§ò £ä¡u ¤å¡ß ¤á¡è¡j¡yb ¡2 b ß
aë¢ £Ø 1 n í ¤á Û ë a
“Düşünmediler
mi ki, arkadaşlarında (Muhammed'de) delilik yoktur? O, ancak apaçık bir
uyarıcıdır.”[348]
İnsanların
pek çoğu, bazı insanların gaybi bileceklerini zannederler. Mutlak sûrette
Resullerin gaybe muttali olduğunu iddia edenler de vardır. Oysa gaybin bilgisi
yalnız ve yalnız Allah katındadır.
قُلْ لَا
اَمْلِكُ
لِنَفْسى
نَفْعًا
وَلَا ضَرًّا
اِلَّا مَا
شَاءَ اللّهُ
وَلَوْ كُنْتُ
اَعْلَمُ
الْغَيْبَ
لَاسْتَكْثَرْتُ
مِنَ
الْخَيْرِ
وَمَا
مَسَّنِىَ
السُّوءُ اِنْ
اَنَا اِلَّا
نَذيرٌ
وَبَشيرٌ
لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
“De ki:
"Ben, Allah'ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda veya zarar
verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır
yapmak isterdim ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı. Ben sadece inanan bir kavim
için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim."[349]
A'râf suresinde belirtilen ve insanların
hidayete ermeleri için söz konusu edinilen meseleleri söyle sıralayabiliriz:
Hüküm koymak
yalnız Allah'a aittir. Öyle ise insanlar kanun koyamaz ve adaleti
gerçekleştirmek için Allah’ın hükmüne razı olmalıdırlar. Ebedi alemde
gerçekleşeceği kesin olan sorular, amel defterlerinin tartılması, amel
defterlerinin insana sag veya sol tarafından verilmesi, Arş, ahiret yurdu
Cennet ve ceza yeri olarak Cehennem haktır. İnsanların bu gerçeklere göre
davranmaları, inanmaları ve işlerini düzene koymaları gereklidir.
Daha sonra
sure, Âdem (as)'ın topraktan yaratıldığına ve insanların da bir tek baba olarak
Âdem (a.s)'ın soyundan geldiklerine insanların, Allah’ın şerefli yaratıkları
olduklarına dikkat çeker. Bunu, meleklerin Hz. Âdem'e secde etmeleri ile
ispatlar. Bu sırada iblisin Allah’ın emrine uymayıp kibirlenerek secdeden
imtina ettiğini hatırlatarak, onun şerrinden, vesvesesinden sakınmayı öğütler.
Aksi taktirde şeytana uyan insanların cezaya çarptırılacaklarını bildirir.
Sonra Hz. Âdem'in Cennetten çıkısı ve dünyaya indirilişi anlatılır. Bunu
hayırla ser, hak ile batıl arasında devam edecek olan çekişmenin bir misali
olarak verir. Bu yüzden Cenabı-i Allah, yalnız bu surede görülen "Ey Âdem
Oğulları" seklindeki hitabını dört defa tekrarlar.
Hakka uymayan
ve öğüt dinlemeyen eski kavimlerden pek çoğu Allah’ın azabını hak etmişlerdir.
İsraf edenler
Allah’ın hoşlanmadığı bir iş yapmaktadırlar. Dolayısıyla Allah israf edenleri
sevmez.
Her ümmetin ve
her kavmin belli bir eceli vardır. Bu süre dolunca, bu ecel bir an bile
ertelenmez.
Allah’ın
ayetlerini yalan sayanlar, onlarla alay edenler, onları kabul etmeyi
gururlarına yediremeyenler Cennete giremeyeceklerdir.
Cennet ehli
Cennette, Cehennemlikler de Cehennemde oldukları zaman bu iki sınıf karşılıklı
konuşacaklardır. Cennettekiler, ateştekilere: “Rabbimizin söz verdiği nimetleri
gerçekleşmiş bulduk. Siz de Rabbinizin söz verdiği azabı gerçekleşmiş buldunuz
mu?" şeklinde karşılıklı konuşacaklardır.
Arâf,
yüksekçe bir yer anlamındadır. insanlar. üç sınıf olarak Cennetlikler,
Cehennemlikler, Arâf'takiler olmak üzere kıyamette taksim olunup herkes yerine
çekildikten sonra Cehennemlikler ve Arâf’takilerin, Cennetliklere bakıp
imrenmeleri haktır. Cehennemdekileri gördükleri zaman da durumlarından dolayı
Allah'a sığınmaları haktir. Ve ahirette de Allah'a sığınma ve Allah’tan yardim
dileme vardır.
Dünyada iken
Allah rızası olmadan birbirini sevip, batıl yolla birbirine ve zalimlere destek
olanların ahirette birbirlerini suçlamaları kaçınılmaz olacaktır. Allah
kendilerine kalp verdikten sonra anlamayanların, göz verdikten sonra gerçeği
görmeyenlerin; kulakları bulunup da ibretle dinlemeyenleri durumu hayvanlardan
daha aşağıdır.
Daima iyiliği
emredip, insanlara af ile yanaşmak gereklidir. Cahillerden daima yüz
çevrilmelidir.
A'râf
suresinde, diğer Mekki surelerde ele alınan Nûh, Sâlih, Lût, Şuayp, Musa
kıssaları genişliğine anlatılır. Bu peygamberlerin, çektikleri zorluklar,
müminlere birer ibret dersi olarak verilir. Nasıl bu peygamberler ve onlara
inananlar sonunda kurtulmuşlarsa, Mekke'deki müminler de bir gün öylece
kurtulacaklar, düşmanları ise zebun olacaklardır. Öyle de olmuştur. Bu hüküm
her zaman geçerlidir. Yeter ki müminler inançlarında sadık olsunlar, elden
gelen tedbiri geri bırakmasınlar. Arâf suresinde çok çarpıcı başka bir misal
daha vardır.
Bu da Bel'am İbn Bâura'nin şahsında temsil edilen kötü âlim örneğidir. Allah’ın kendilerine verdiği ilmi dünya malına değişen, ilimlerini insanlığın yararına değil de şahsi çıkarları için kullanan alimleri Cenabı-i Allah, durmadan soluyan köpeğe benzetmiştir. Arâf suresi bu olayları genişliğine anlattıktan sonra tevhit ile başladığı gibi tevhit ile sona erer. Allah'a ortak olarak ileri sürülen tastan, ağaçtan yapılmış putlardan bir hayır gelmeyeceğini, bunların kendilerine dahi bir fayda temin edemeyeceklerini tekrar hatırlatıp Allah’ın hâkimiyetine dönülmesinin gereğini belirtir.
Kur'an-ı
Kerîm'in sekizinci sûresi. Yetmiş altı ayet, bin iki yüz kelime, beş bin iki
yüz doksan dört harftir. Fasılası, nun, mim, ba, ra, ta, kaf ve dal
harfleridir. Medine'de Bakara suresinden sonra nâzil olmuştur. Sure, İslâm ile
şirk düzeni arasındaki Bedir gazvesinden (Furkan gününden) sonra Hicrî ikinci yılda
vahyedilmiştir.
"Enfâl", harp ganimetleri demektir.
Aynı zamanda nimet, bir asla yapılan fazlalık manalarına gelen "nefl"
kelimesinin çoğuludur. Savaş ganimetleri denilen "ganâim"
kelimesi yerine "enfâl" kelimesinin vahyedilmesi, ganimetler
üzerinde kendi hakları olduğunu indî olarak savunan müminlere, ganimetin
paylaşımının ve hükmün ancak Allah ve Resulü'ne ait olduğunu hatırlatmak
içindir.
Bu sure
bizzat Bedir savaşında meydana gelmiş bir hâdisenin üzerine ışık tutarak olayın
nasıl cereyan ettiği hususunu aydınlığa kavuşturuyor. Ubâde b. es-Sâmit'in
rivâyetine göre bu sure, Bedir'de bulunanlar hakkında nâzil olmuştur. Onların
ganimetler konusunda ihtilâfa düştükleri, Câhilî huylarının canlandığı bir
sırada inerek Allah'ın ganimeti ellerinden aldığını ve Resulullah'a verdiğini
ve ganimetin Allah'ın kanunu gereğince dağıtılacağını zikretmektedir.
Gerçekten
onlardan bazısı, beşer tarihinde bir ayrılık günü (hak ile bâtılın ayrılması)
demek olan bir fenomenin değerini düşürerek, onu basit ve ilkel bir ganimet
paylaşımı hâdisesine indirgemişlerdi. Halbuki Allah, onlara ve onların ötesinde
beşeriyete çok büyük meseleleri öğretmek istiyordu. Olaya, "iki
topluluğun karşılaştığı gün" adını veren Allahü Teâlâ bu savaşın
Allah'ın takdiri ve yardımı ile kazanıldığını, Allah'ın onları bir musibetle
denediğini, zaferin basit bir ganimet paylaşımı sonucuna değil çok daha büyük
sonuçlara yol açtığını bildiriyor.
Sure onların
ganimetler hakkındaki sorulan ve bu konuda Allah'ın hükmüne başvurulması;
Allah'tan korkup itaat etmeleri ve müminlerin birbirleriyle çekişmeyip
aralarını düzeltmelerinin gerektiğine dair hususları ele alan bir giriş
bölümüyle başlamaktadır:
يَسَْلُونَكَ
عَنِ
الْاَنْفَالِ
قُلِ الْاَنْفَالُ
لِلّهِ
وَالرَّسُولِ
فَاتَّقُوا
اللّهَ
وَاَصْلِحُوا
ذَاتَ
بَيْنِكُمْ
وَاَطيعُوااللّهَ
وَرَسُولَهُ
اِنْ
كُنْتُمْ
مُؤْمِنينَ
"Sana, harb ganimetlerine dair soru sorarlar;
de ki: 'Ganimetler Allah'ın ve Peygamberinindir.' Müminler iseniz Allah'tan
korkun, aranızdaki münâsebetleri düzeltin, Allah'a ve Peygamberine itaat edin."[350]
Sonra onlara
dönerek, kendi kendileri için istedikleri ve gözettikleri hususla, Allah'ın
gözettiği husus arasındaki farkı hatırlatıyor. Kendilerinin yeryüzünün
gerçekleriyle ilgili gördükleri şeylerle, onların gerisinde cereyan eden Allah'ın
takdirini gösteriyor:
= æì¢ç¡b Ø Û
åî©ä¡ß¤ªì¢à¤Ûa å¡ß b¦Ôí© Ï £æ¡a ë
:¡£Õ z¤Ûb¡2 Ù¡n¤î 2 ¤å¡ß Ù¢£2
Ù u ¤ a ¬b à ×
"Nitekim, Rabbin seni hak uğrunda evinden savaş
için çıkarmıştı da, Müslümanların bir kısmı bundan hoşlanmamıştı."[351]
6 æë¢¢Ä¤ä í
¤á¢ç ë ¡p¤ì à¤Ûa ó Û¡a æì¢Ób ¢í
b à £ã b × å £î j m b ß
¤È 2 ¡£Õ z¤Ûa ó¡Ï Ù ãì¢Û¡
b v¢í
"Hak apaçık meydana çıktıktan sonra bile onlar
bu mevzûda, sanki göz göre göre ölüme sürülüyorlarmış gibi, seninle
tartışıyorlardı."[352]
وَاِذْ
يَعِدُكُمُ
اللّهُ
اِحْدَى
الطَّائِفَتَيْنِ
اَنَّهَا
لَكُمْ
وَتَوَدُّونَ
اَنَّ غَيْرَ
ذَاتِ
الشَّوْكَةِ
تَكُونُ
لَكُمْ
وَيُريدُ اللّهُ
اَنْ يُحِقَّ
الْحَقَّ
بِكَلِمَاتِه
وَيَقْطَعَ
دَابِرَ
الْكَافِرينَ
“Hatırlayın
ki, Allah size, iki taifeden (kervan veya Kureyş ordusundan) birinin sizin
olduğunu vadediyordu; siz de kuvvetsiz olanın (kervanın) sizin olmasını
istiyordunuz. Oysa Allah, sözleriyle hakkı gerçekleştirmek ve (Kureyş ordusunu
yok ederek) kâfirlerin ardını kesmek istiyordu.”[353]
7 æì¢ß¡¤v¢à¤Ûa
ê¡ × ¤ì Û ë 3¡b j¤Ûa
3¡À¤j¢í ë £Õ z¤Ûa £Õ¡z¢î¡Û
“(Bunlar,)
günahkârlar istemese de hakkı gerçekleştirmek ve bâtılı ortadan kaldırmak
içindi.”[354]
اِذْ
تَسْتَغيثُونَ
رَبَّكُمْ
فَاسْتَجَابَ
لَكُمْ اَنّى
مُمِدُّكُمْ
بِاَلْفٍ مِنَ
الْمَلئِكَةِ
مُرْدِفينَ
“Hatırlayın
ki, siz Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da, ben peşpeşe gelen bin melek ile
size yardım edeceğim, diyerek duanızı kabul buyurdu.”[355]
وَمَا
جَعَلَهُ
اللّهُ
اِلَّا
بُشْرى وَلِتَطْمَئِنَّ
بِه
قُلُوبُكُمْ
وَمَا النَّصْرُ
اِلَّا مِنْ
عِنْدِ
اللّهِ اِنَّ
اللّهَ
عَزيزٌ
حَكيمٌ
“Allah bunu
(meleklerle yardımı) sadece müjde olsun ve onunla kalbiniz yatışsın diye
yapmıştı. Zaten yardım yalnız Allah tarafındandır. Çünkü Allah mutlak galiptir,
yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.”[356]
اِذْ
يُغَشّيكُمُ
النُّعَاسَ
اَمَنَةً
مِنْهُ
وَيُنَزِّلُ
عَلَيْكُمْ
مِنَ السَّمَاءِ
مَاءً
لِيُطَهِّرَكُمْ
بِه وَيُذْهِبَ
عَنْكُمْ
رِجْزَ
الشَّيْطَانِ
وَلِيَرْبِطَ
عَلى
قُلُوبِكُمْ
وَيُثَبِّتَ بِهِ
الْاَقْدَامَ
“O zaman
katından bir güven olmak üzere sizi hafif bir uykuya daldırıyordu; sizi
temizlemek, şeytanın pisliğini (verdiği vesveseyi) sizden gidermek,
kalplerinizi birbirine bağlamak ve savaşta sebat ettirmek için üzerinize gökten
bir su (yağmur) indiriyordu.”[357]
اِذْ
يُوحى
رَبُّكَ
اِلَى
الْمَلئِكَةِ
اَنّى
مَعَكُمْ
فَثَبِّتُوا
الَّذينَ امَنُوا
سَاُلْقى فى
قُلُوبِ
الَّذينَ كَفَرُوا
الرُّعْبَ
فَاضْرِبُوا
فَوْقَ الْاَعْنَاقِ
وَاضْرِبُوا
مِنْهُمْ
كُلَّ بَنَانٍ
“Hani Rabbin
meleklere: "Muhakkak ben sizinle beraberim; haydi iman edenlere destek
olun; Ben kâfirlerin yüreğine korku salacağım; vurun boyunlarına! Vurun onların
bütün parmaklarına! diye vahyediyordu.”[358]
ذلِكَ
بِاَنَّهُمْ
شَاقُّوا
اللّهَ وَرَسُولَهُ
وَمَنْ
يُشَاقِقِ
اللّهَ
وَرَسُولَهُ
فَاِنَّ
اللّهَ
شَديدُ
الْعِقَابِ
“Bu
söylenenler, onların Allah'a ve Resûlüne karşı gelmelerinden ötürüdür. Kim
Allah ve Resûlüne karşı gelirse, bilsin ki Allah, azabı şiddetli olandır.”[359]
¡b £äÛa la Ç
åí©¡Ïb Ø¤Ü¡Û £æ a ë ¢êì¢Óë¢ Ï
¤á¢Ø¡Û¨
“İşte bu
yenilgi size Allah'ın azabı! Şimdilik onu tadın! Kâfirlere bir de cehennem
ateşinin azabı vardır.”[360]
7 b 2¤
üa
¢á¢çì¢£Û ì¢m 5 Ï b¦1¤y aë¢ 1 × åí© £Ûa ¢á¢nî©Ô Û
a ¡a a¬ì¢ä ߨa åí© £Ûa b 袣í a
¬b í
“Ey müminler!
Toplu halde kâfirlerle karşılaştığınız zaman onlara arkanızı dönmeyin. (Korkup
kaçmayın.)”[361]
وَمَنْ
يُوَلِّهِمْ
يَوْمَئِذٍ
دُبُرَهُ
اِلَّا
مُتَحَرِّفًا
لِقِتَالٍ اَوْ
مُتَحَيِّزًا
اِلى فِئَةٍ
فَقَدْ بَاءَ بِغَضَبٍ
مِنَ اللّهِ
وَمَاْويهُ
جَهَنَّمُ
وَبِئْسَ
الْمَصيرُ
“Tekrar
savaşmak için bir tarafa çekilme veya diğer bölüğe ulaşıp mevzi tutma durumu
dışında, kim öyle bir günde onlara arka çevirirse muhakkak ki o, Allah'ın
gazabını hak etmiş olarak döner. Onun yeri de cehennemdir. Orası, varılacak ne
kötü yerdir!”[362]
فَلَمْ
تَقْتُلُوهُمْ
وَلكِنَّ
اللّهَ قَتَلَهُمْ
وَمَا
رَمَيْتَ
اِذْ
رَمَيْتَ وَلكِنَّ
اللّهَ رَمى
وَلِيُبْلِىَ
الْمُؤْمِنينَ
مِنْهُ
بَلَاءً
حَسَنًا
اِنَّ اللّهَ
سَميعٌ
عَليمٌ
“(Savaşta)
onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları; attığın zaman da sen
atmadın, fakat Allah attı (onu). Ve bunu, müminleri güzel bir imtihanla denemek
için (yaptı). Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.”[363]
وَاذْكُرُوا
اِذْ
اَنْتُمْ
قَليلٌ
مُسْتَضْعَفُونَ
فِى
الْاَرْضِ
تَخَافُونَ
اَنْ يَتَخَطَّفَكُمُ
النَّاسُ
فَاويكُمْ
وَاَيَّدَكُمْ
بِنَصْرِه
وَرَزَقَكُمْ
مِنَ الطَّيِّبَاتِ
لَعَلَّكُمْ
تَشْكُرُونَ
"Yeryüzünde azlık olduğunuz ve zayıf
sayıldığınız için insanların sizi esir olarak alıp götürmesinden korktuğunuz
zamanları hatırlayın. Allah, şükredesiniz diye sizi barındırmış, yardımıyla
desteklemiş ve temiz şeylerle rızıklandırmıştır."[364]
Müminlerin
katıldıkları her savaş Allah'ın takdiri ve tedbiriyle meydana gelmektedir.
O'nun rehberliği, yön vermesi, yardımları ve takdiri ile kendi yolunda ve
kendisi için cereyan etmektedir. İşte bunun için, sure içerisinde de bu
savaşlarda sebat etme, ileriye doğru gitme, savaşa hazırlanma, Allah'ın yardımına
güvenme, savaştan kaçmaktan sakınma, mal ve evlat fitnesinden korunma, savaşın
adabına riâyet etme konusunda ve insanlar üzerinde diktatörlük kurup gösteriş
yapmak için savaşa çıkmamak hususunda ayet-i kerîmeler tekerrür ediyor:
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
اِذَا
لَقيتُمْ
فِئَةً
فَاثْبُتُوا
وَاذْكُرُوا
اللّهَ
كَثيرًا
لَعَلَّكُمْ
تُفْلِحُونَ
"Ey iman
edenler, bir toplulukla karşılaşırsanız dayanın, başarıya erişebilmeniz için
Allah'ı çok anın."[365]
وَاعْلَمُوا
اَنَّمَا
اَمْوَالُكُمْ
وَاَوْلَادُكُمْ
فِتْنَةٌ
وَاَنَّ
اللّهَ
عِنْدَهُ
اَجْرٌ عَظيمٌ
"Bilin ki
mallarınız da, evlatlarınız da ancak birer imtihandır. Büyük mükâfat ise
şüphesiz Allah katındadır."[366]
دُونِهِمْ
لَا
تَعْلَمُونَهُمْ
اَللّهُ يَعْلَمُهُمْ
وَمَا
تُنْفِقُوا
مِنْ شَىْءٍ
فى سَبيلِ
اللّهِ
يُوَفَّ
اِلَيْكُمْ
وَاَنْتُمْ
لَا تُظْلَمُونَ
"Ey iman edenler, onlara karşı gücünüzün
yettiği kadar -Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanlarınızı ve bunların dışında
Allah'ın bilip sizin bilmediklerinizi yıldırmak üzere- kuvvet ve savaş atları
hazırlayın. Allah yolunda sarfettiğiniz her şey, size haksızlık yapılmadan,
tamamen ödenecektir."[367]
Böylece
meseleler boşlukta bırakılmıyor, aksine şu derin ve değişmez açık esaslar
çerçevesinde toplanıyor:
I- Ganimetler
meselesinde Allah'tan korkmaya,[368]
Allah'ı anarken titremeye;[369]
imanın Allah'a ve Resûlüne itâatle ilgili olduğuna, dair işâret yer alıyor.
II-
Savaş, Allah'ın tedbir ve takdirine havâle ediliyor; savaşı bütün merhaleleri
ile Hakkın yönettiğine işâret ediliyor.[370]
III- Savaş
hâdiseleri sırasında ve elde edilen neticelerde yine Allah'ın yardımı, inâyeti
ve O'nun rehberliği ön plâna çıkarılıyor.[371]
IV- Savaşta
sebat göstermeyle emr olunurken, Allah'ın isteğine göre hayat sürüleceği,
Allah'ın kişi ile kalbi arasına gireceği ve kendisine tevekkül edenleri mutlak
şekilde muzaffer kılacağı hususunda beyanlar vârid oluyor.[372]
V-Savaştan
sonraki hedefin belirtilmesi ile ilgili olarak şu hüküm yer alıyor:
وَقَاتِلُوهُمْ
حَتّى
لَاتَكُونَ
فِتْنَةٌ
وَيَكُونَ
الدّينُ
كُلُّهُ
لِلّهِ فَاِنِ
انْتَهَوْا
فَاِنَّ
اللّهَ بِمَا
يَعْمَلُونَ
بَصيرٌ
“Fitne ortadan
kalkıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın! (İnkâra) son
verirlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çok iyi görür.”[373]
مَاكَانَ
لِنَبِىٍّ
اَنْ يَكُونَ
لَهُ اَسْرى
حَتّى
يُثْخِنَ فِى
الْاَرْضِ
تُريدُونَ
عَرَضَ
الدُّنْيَا
وَاللّهُ يُريدُ
الْاخِرَةَ
وَاللّهُ
عَزيزٌ
حَكيمٌ
“Yeryüzünde
ağır basıncaya (küfrün belini kırıncaya) kadar, hiçbir peygambere esirleri
bulunması yaraşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, halbuki Allah (sizin
için) ahireti istiyor. Allah güçlüdür, hikmet sahibidir.”[374]
VI- İslâm
cemiyetindeki münasebetlerin tanzîmi; İslâm cemiyetiyle diğer cemiyetler
arasındaki ilişkiler açıklanırken, İslâm cemiyetinin ana kaidesinin ve onu
diğer toplumlardan ayıran en önemli farkın akîde olduğu belirtilerek, safların
ilerlemesinde veya gerilemesinde temel unsurun itikadi değerler olduğu
açıklanıyor.[375]
Nüzul Ortamı
İslâm'ın
ilk on yıllık Mekke döneminde İslâmî hareket gücünü göstermiş, her türlü zulme
başkaldırarak, Allah'ın birliğini tebliğe başlamış, müşrik Mekke toplumunu
Allah'tan başka ilâh olmadığı ve Muhammed'in O'nun elçisi olduğuna çağırmış,
müşriklerin baskı ve terörünün Müslümanları tehdit etmesi ve İslam'ın Allah
tarafından yönlendirilen hareketinin yönü Medine'de bir İslâm devleti
kurulmasına doğru çevrilmişti. İşte burada Müslümanlar büyük bir imtihanla
sınandılar. Hicretin birinci yılında Hz. Peygamber, kan akıtmaksızın, sulh ve
ittifak antlaşmalarıyla Kızıldeniz ile Suriye yolu arasında yaşayan kabilelerle
ve Yahudilerle anlaşmış, küçük müfrezelerle çevrede İslâm devletinin gücünü
tanıtmıştı.
İkinci
yılda (623), büyük bir Kureyş kervanı, Medine'den kolaylıkla saldırılabilecek
bir mesafeden geçmek durumundayken, kervanın başındaki Ebû Süfyân, Mekke'den,
muhtemel bir Müslüman saldırısına karşı imdat istemiş ve Mekkeliler bin kişilik
bir orduyla hem kervanlarını korumak hem de artık Muhammed (as)'e bir ders
vermek ve İslam devletini yok etmek için hareketlendiler ve Bedir'de
konakladılar.
Hz. Peygamber
(as) Medine'de Muhâcirler ve Ensâr ile
durumu istişâre etti; bir kısmı hariç bütün ashâbı gönülden onunla sonuna kadar
birlikte olduğunu söylediler ve üç yüz kişi civarında bir askerî birlik
hazırlandı. İki ordu Bedir'de karşılaştı ve Allah'ın yardımıyla işte bu büyük
imtihanda Müslümanlar müşriklere karşı kesin bir zafer kazandılar.
Nüzul Sebebi
Enfâl suresi,
Bedir gazvesinde ele geçirilen ganimetlerin paylaşımında ihtilâf çıkması
üzerine; bir diğer görüşe göre, genç Müslümanların çarpışmada önceliklerinin
olması ve ihtiyarların geri kalmalarından, gençlerin da ha fazla ganimet
istemeleri, ihtiyarların da eşit seviyede bölüşümü istemeleri üzerine; yahut
Bedir'de hazır bulunmayanlardan sekiz kişiye Resulullah'ın hisse vermesi
yüzünden bazı ashâbın, bu kişilerin savaşa katılmadıkları ve ganimeti hak
etmediklerini söylemeleri üzerine nâzil oldu. Bunlardan Hz. Osman hanımı hasta
olduğu için, Said b. Zeyd ile Talha Şam tarafına gittikleri için Ebû Lübâbe de
Medine'de vekil bırakılması nedeniyle savaşa katılamamışlardı .
Sure, Bedir savaşına
ait hükümleri, ganimeti konu almasına rağmen, müminlerin vasıflarına değinerek
esas olarak cihadın anlamını da ihtivâ etmektedir. Mekke döneminde cihad farz
kılınmamıştı. Mekke'de silahlar çekilmemişti, açık bir tebliğ yapılabiliyordu.
Bu dönemde İslâm tevhîdi tebliğ etti, insanları eğitti, bilinçlendirdi,
taraftar topladı, beyatler alındı, imana dayalı bilgilendirme, örgütlenmeye
ağırlık verildi; Müslümanların sayısı çok azdı ve zulümlerin artmasıyla hicret
emri geldi.
Hicret bir
değişim olayıdır ve bundan sonra İslâm'ın devletleşmesine doğru adım, adım
geçilmiştir. İşte bundan sonra cihad ayetleri indi; fitnenin kaldırılması ve
Allah'ın hükmünün hâkim kılınması çalışması başladı. Bedir'e gelinceye kadar
birkaç küçük seferle ve barış yoluyla tebliğ devam etti ve asıl büyük cihad
imtihanı Bedir'de verildi.
Allah, Bedir
savaşının kendi takdiriyle ve yardımıyla kazanıldığını beyan ederek, cihadın
gayesinin "ila-yı kelimetullah" olduğunu, basit bir ganimet paylaşımı
yüzünden birbirleriyle çekişmemelerini, Allah'a ve Resulüne itaati emrediyor.
Surenin bildirdiğine göre savaştan firar edenlere acıklı bir azâp vardır.
Allah'ın hükmüne uymak gerçek imandır. Ganimetin beşte biri (humus) Allah
yoluna, Rasûlullah ve hısımlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmış
yolculara ayrılacak, geri kalanı savaşçılara dağıtılacaktır.
Bedir gününün
manası, hak ile bâtılın ayrıldığı gün olmasıdır: Artık, yeryüzünde fitne
kalmayıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Allah,
kişi ile kalbi arasına girer. Siz muhâcirler azınlıktınız ve korkuyordunuz da
Allah sizi ev-bark sahibi yapıp rızık vermiş, kuvvetlendirmişti. Hainlik
etmeyin, mallar ve evlatlar ancak birer imtihandır; büyük mükâfat Allah
katındadır. Allah'tan korkun ki o sizi nurlandırsın, yarlığasın. Allah ne güzel
mevlâdır. O murdar kâfirler cehennemliktirler. Firavun hanedanı ve önceki
murdarlar da öyle olmuştu.
İşte şeytan
kâfirleri büyüklendirerek yoldan çıkartır ve sonra onları terk eder. Yeryüzünde
yürüyen hayvanların en kötüsü bu sağır ve kör olan kâfirlerdir. Onlar ne
inanırlar, ne de ahidlerinde sâdıktırlar: hâindirler. Allah kaynaştırmasaydı
müminler de birbirlerine düşman olurlardı. Kâfirler bile birbirinin
yardımcılarıyken, müminler birbirinin velisi olmazsa yeryüzünde fitne ve fesad
çıkar. Allah her şeyi hakkıyle bilendir.
Surenin açıkladığı sonuçlarda, beytülmâl'in kuruluşu, fidyesi verilen esirlerin serbest bırakılması, emânetlere ihanet edilmemesi iyiliği emr ve kötülükten nehyeden (emr-i bil ma'ruf nehy-i an'il-münker) geri kalınmaması ve bir fitnede herkesin istisnasız helâk olacağı, artık düzenli bir teçhizâtı tam bir ordu bulundurmayı, uluslararası antlaşma ilkelerini, sabrı ve tefakkuhu, dâru'l-İslâm'da yaşayanlarla oraya hicret etmiş olanlar hakkındaki velayeti, vârisliklerini, var ettiği görülmektedir.
Kur'an-ı
Kerîm'in dokuzuncu suresi. Yüz yirmi dokuz ayet, iki bin dört yüz yetmiş dokuz
kelime ve on bin seksen yedi harften ibarettir. Fasılası be, ra, mim ve nun
harfleridir. Medenî surelerden olup, Maide suresinden sonra Hicri 9. yılda
nâzil olmuştur. Adını yüz ikinci ayetinde geçen "tövbe" kelimesinden
almıştır. Ayrıca, birinci ayetin ilk kelimesi olan, "aklanmak,
yükümlülükten kurtulmak" anlamlarına gelen "el-Berae" de
surenin adı olarak kullanılmaktadır.
Tamamen
istisnai bir durum olarak, diğer surelerde olduğu gibi bu surenin başında
besmele yoktur. İlk ayetler, müşriklere karşı sert bir ültimatom niteliğinde
olduğu için Allah Teâlâ'nın Rahman ve Rahîm sıfatları bulunan besmele ile
başlamak, uygun görülmemiştir. Besmele ile başlamamasının muhtemel bir sebebi
de muhteva açısından bütünlük oluşturduğu Enfâl sûresi ile tek bir sure olarak
kabul edilmesidir. Ancak, Tövbe suresinin müstakil bir sure olduğu kesindir.
Kur'an
okumaya, surenin başından başlandığı zaman, sadece "E'üzü"
çekilir ve okumaya başlanır. Enfâl sûresinden veya başka bir sureden, bu sureye
geçilirse, okunan surenin devamıymış gibi, araya hiç bir şey sokulmadan okumaya
devam edilir. Surenin başından değil de başka bir ayetinden okumaya
başlandığında, "Besmele" çekildikten sonra geçilir.
Sure,
Müslümanların Arap yarımadasında siyasî ve askerî bir güç olarak varlıklarını
göstermeye başladığı bir dönemde nâzil olmuştur. Medine'de oluşan ve süratle
çevresini genişleten İslâm devletini, artık yok etmelerinin mümkün olmadığını
anlayan Mekkeli müşrikler, varlıklarını sürdürmek ve uygun şartlar oluşturup,
Müslümanların imha edilmesini sağlayabilmek için, tarihe, Hudeybiye Anlaşması
olarak geçen anlaşmaya imza koymuşlardı.
Mekke
yönünden gelebilecek bir tehdidi, bu barış ile ortadan kaldıran Resulullah, bir
taraftan Medine için bir tehdit oluşturan Heyber'i Yahudilerden temizliyor, öte
taraftan, Bizans imparatoru ve İran şahı da dahil, geniş bir alanı kaplayan bir
tarzda İslâm'a davet mektupları gönderiyordu. Ayrıca, Medine çevresi ve daha
uzak yerlerdeki Arap kabilelerini İslâm'a davet ediyor ve onlarla anlaşmalar
akdediyordu.
Daha sonra,
Müslümanların Mute mevkiinde kalabalık bir Bizans ordusu ile savaşa tutuşup,
mağlup olmadan maslahata uygun olarak geri çekilmeleri, bütün Arap
yarımadasında yankılara sebep olmuş ve yarımadanın her yerinden akın akın gelen
kabileler İslâm'a girmeye başlamıştı.
Hudeybiye
Anlaşması çerçevesinde bir takım kabilelerle anlaşmalar yaparak güç kazanmak
isteyen Mekkeli müşrikler, anlaşmadan sonra, Müslümanlar lehine cereyan eden
çok süratli gelişmeler karşısında korkuya kapılmışlar ve Hudeybiye
anlaşmasındaki şartlara mugayir davranışlar göstermeye başlamışlardı. Ayrıca
Medineli münafıklarla da gizliden gizliye anlaşmalar yaparak, Müslümanları
içten parçalamak isteyen güçlere destek sağılıyorlardı. Ancak, onların bu
çalışmaları hiçbir netice vermemiş, zahiren Müslümanların tamamen aleyhinde
görülen Hudeybiye antlaşmasının İslam lehine verdiği sonuçlar, Mekke'yi İslâm'a
boyun eğmek zorunda bırakmıştı.
Bu aşamadan
sonra yapılması gereken şey, bütün Arap yarımadasının putperestlerden,
temizlenmesi ve insanlığın geri kalan kısmına İslâm'ın nurunun ulaştırılması
yolunda, kıyamete kadar sürecek olan cihadın daha geniş ve kapsamlı bir şekilde
sürdürülmesi idi.
Sure,
müşriklere karşı mücadelede takip edilecek metodu ve onlarla olan anlaşmaların
geleceği hakkındaki hükümleri ortaya koymaktadır. Surenin bir kısmı nazil
olduğu zaman, İslâm ordusu Tebük seferi için hazırlıklar yapıyordu. İnananların
bu savaş hazırlıklarına ve sefere katılmak için var güçleriyle çalışmaları
istenirken, bunda tereddüt gösterenler şiddetli bir şekilde kınanmaktadır.
Ayrıca, sefere katılmamak için mazeretler ileri süren kimselerin münafıklıkları
ortaya konuyor ve nefislerine uyarak seferden geri kalan üç Müslüman’ın samimi
tövbeleri dile getiriliyor.
Surenin
birinci bölümünü oluşturan ayetler, Arap yarımadasındaki putperestlere bir
ültimatom niteliği taşımaktadır. Allah Teâlâ, onlara bir mühlet vermekte ve bu
zaman zarfında, İslâm'a girmelerini istemektedir. Aksi halde, hiçbir hukukî
güvencelerinin kalmayacağı bildirilmektedir:
6 åî¡×¡¤'¢à¤Ûa å¡ß
¤á¢m¤ çb Ç åí© £Ûa ó Û¡a
¬©é¡Ûì¢ ë ¡é¨£ÜÛa å¡ß ¥ñ õ¬a 2
“Allah ve
Resûlünden kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz müşriklere bir ihtar!”[376]
فَسيحُوا
فِى
الْاَرْضِ
اَرْبَعَةَ
اَشْهُرٍ
وَاعْلَمُوا
اَنَّكُمْ
غَيْرُ
مُعْجِزِى
اللّهِ
وَاَنَّ
اللّهَ
مُخْزِى
الْكَافِرينَ
“(Ey
müşrikler!) Yeryüzünde dört ay daha dolaşın. İyi bilin ki siz Allah'ı âciz bırakacak
değilsiniz; Allah ise kâfirleri rezil (ve perişan) edecektir.”[377]
وَاَذَانٌ
مِنَ اللّهِ
وَرَسُولِه
اِلَى النَّاسِ
يَوْمَ
الْحَجِّ
الْاَكْبَرِ
اَنَّ اللّهَ
بَرىءٌ مِنَ
الْمُشْرِكينَ
وَرَسُولُهُ
فَاِنْ
تُبْتُمْ
فَهُوَ
خَيْرٌ لَكُمْ
وَاِنْ
تَوَلَّيْتُمْ
فَاعْلَمُوا
اَنَّكُمْ
غَيْرُ
مُعْجِزِى
اللّهِ
وَبَشِّرِ
الَّذينَ
كَفَرُوا بِعَذَابٍ
اَليمٍ
“Hacc-ı ekber
(en büyük hac) gününde Allah ve Resûlünden insanlara bir bildiridir: Allah ve
Resûlü müşriklerden uzaktır. Eğer tevbe ederseniz, bu sizin için daha
hayırlıdır. Ve eğer yüz çevirirseniz bilin ki, siz Allah'ı âciz bırakacak
değilsiniz. (Ey Muhammed)! o kâfirlere elem verici bir azabı müjdele!”[378]
Fetihten
sonraki ilk hac için Resulullah (as) kendisi Mekke'ye gitmemiş, Ebû Bekir
(r.a)'ı hac amiri tayin ederek bir kafile ile birlikte haccetmek için Mekke'ye
göndermişti. Bu kafile henüz Mekke'ye ulaşmadan, nâzil olan bu ayetlerin, hacda
insanlara ilân edilmesini sağlamak için Resulullah (as), Hz. Ali (r.a)'ı hemen
yola çıkarmıştı. Hz. Ali (r.a) bu ayetleri, Resulullah (as)'ın istediği
şekilde, Kâbe'de okumuştu.
Devam eden
ayetlerde, kendileriyle anlaşma yapılıp, bu anlaşmalara sadık kalanlara,
anlaşma süreleri dolana kadar dokunulmaması istenmekte, bunların dışında kalan
müşriklerin ise, haram aylar çıktıktan sonra ele geçirildiklerinde
öldürülmeleri emredilmekte, ayrıca, onlara karşı uygulanacak tebliğde takip
edilecek metot bildirilmektedir.
Allah Teâlâ,
İslâm'ı kabul edenlerin, diğer Müslümanlarla aynı konuma kavuştuklarını
bildirdikten sonra, Müslümanlarla yaptıkları anlaşmaları bozan topluluklara
karşı takınılacak tavrı bir hüküm şeklinde ortaya koymaktadır:
وَاِنْ
نَكَثُوا
اَيْمَانَهُمْ
مِنْ بَعْدِ
عَهْدِهِمْ
وَطَعَنُوا
فى دينِكُمْ
فَقَاتِلُوا
اَئِمَّةَ
الْكُفْرِ
اِنَّهُمْ لَا
اَيْمَانَ
لَهُمْ لَعَلَّهُمْ
يَنْتَهُونَ
"Eğer antlaşmalarından sonra, yeminlerini
bozarlar, dininize dil uzatırlarsa, inkarda önde gidenlerle savaşın. Onlar için
artık and yoktur. Belki vazgeçerler."[379]
Müslümanlara,
korkmadan, cesaretle kâfirler topluluğu ile savaşmaları gerektiği bildirilerek,
ancak böyle davranılırsa, kâfirlerin hor ve zelil kılınacağı gerçeği dile
getirilmektedir. Böylece müminlerin kalpleri huzura ve güvene kavuşabilecektir:
قَاتِلُوهُمْ
يُعَذِّبْهُمُ
اللّهُ بِاَيْديكُمْ
وَيُخْزِهِمْ
وَيَنْصُرْكُمْ
عَلَيْهِمْ
وَيَشْفِ
صُدُورَ
قَوْمٍ
مُؤْمِنينَ
"Onlarla savaşın ki Allah sizin elinizle onları
azaplandırsın, rezil etsin ve sizi üstün getirsin de müminlerin gönüllerini
ferahlandırsın."[380]
İnsanların
sadece iman ettiklerini söylemeleri, onların kurtuluşa ermeleri için yeterli
değildir. Allah Teâlâ, bu sözlerinde samimi olup olmadıklarını bir imtihan
vesilesi kıldığı cihat ve Müslümanların güvenliğini dert edinmekle sınayarak
ortaya çıkaracağını; Allah, içinizden cihat edenleri, Allah'tan peygamberinden
ve inananlardan başka sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkarmadan sizi kendi
halinize terk edeceğini mi zannediyorsunuz? Allah işlediklerinizden
haberdardır, ayetiyle bildirmektedir. Yani müminle, münafığın ayırt edici en
belirgin özelliği, Allah yolunda savaşmaya karşı takındıkları tavırlarıdır.
İnanan
insanlar uyarılarak, inanç birliği dışındaki bağların, bir kimseyi dost edinmek
için bir gerekçe olamayacağı dile getiriliyor:
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا لَا
تَتَّخِذُوا
ابَاءَكُمْ
وَاِخْوَانَكُمْ
اَوْلِيَاءَ
اِنِ
اسْتَحَبُّوا
الْكُفْرَ
عَلَى
الْايمَانِ
وَمَنْ
يَتَوَلَّهُمْ
مِنْكُمْ
فَاُولئِكَ
هُمُ
الظَّالِمُونَ
“Ey inananlar! Babalarınızı, kardeşlerinizi -küfrü
imana tercih ediyorlarsa- dost edinmeyin. Sizden onları kim dost edinirse
doğrusu kendine yazık etmiş olur.”[381]
Daha sonra,
Mescid-i Haramla ilgi temel hükümlerden birisi:
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
اِنَّمَا الْمُشْرِكُونَ
نَجَسٌ فَلَا
يَقْرَبُوا الْمَسْجِدَ
الْحَرَامَ
بَعْدَ
عَامِهِمْ هذَا
وَاِنْ
خِفْتُمْ
عَيْلَةً
فَسَوْفَ يُغْنيكُمُ
اللّهُ مِنْ
فَضْلِه اِنْ
شَاءَ اِنَّ
اللّهَ
عَليمٌ
حَكيمٌ
“Ey iman
edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir. Onun için bu yıllarından sonra Mescid-i
Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluktan korkarsanız, (biliniz ki) Allah
dilerse sizi kendi lütfundan zengin edecektir. Şüphesiz Allah iyi bilendir,
hikmet sahibidir”[382] ayetiyle tespit
edilmektedir. Bu yasaklamayı âlimler, farklı şekillerde yorumlamışlardır.
Yahudiler ve
Hıristiyanların sapık akideleri tenkit edilerek, teşri'in sadece Allah'a ait
olduğu, bu hakkı ondan başkasına tanımanın şirk koşmaktan başka bir şey
olmadığı bildirilmektedir. Allah Teâlâ, bu duruma düşen Hıristiyanları misal
göstererek Müslümanların, Allah'ın kanunlarından başka kanunlara; yasaklama ve
serbest bırakmalara itibar etmemeleri, aksi halde Allah'tan başkasına ibadet
etmiş olacaklarını şu ayet-i kerime ile ortaya koymaktadır:
اِتَّخَذُوا
اَحْبَارَهُمْ
وَرُهْبَانَهُمْ
اَرْبَابًا
مِنْ دُونِ
اللّهِ
وَالْمَسيحَ
ابْنَ
مَرْيَمَ
وَمَا
اُمِرُوا
اِلَّا
لِيَعْبُدُوا
اِلهًا
وَاحِدًا لَا
اِلهَ اِلَّا
هُوَ سُبْحَانَهُ
عَمَّا
يُشْرِكُونَ
"Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, papazlarını
ve Meryemoğlu Mesih'i rabler edindiler. Oysa tek bir ilahtan başkasına kulluk
etmemekle emrolunmuşlardı. Ondan başka ilâh yoktur. Allah koştukları eşlerden
münezzehtir.”[383]
Resulullah
(as), bu ayeti Hıristiyan olup, henüz Müslüman olmamış olan Adiy b. Hatem'in
yanında okuduğu zaman o, buna itiraz ederek, Hıristiyanların, papazlara
tapınmadıklarını, onlara ibadet etmediklerini söylemişti. Resulullah (as),
Allah Teâlâ'nın emrettiklerine muhalif olarak, papazların helâl kılıp,
yasakladıklarına uymanın, onları ilâh edinip, onlara tapınmaktan başka bir şey
olmadığını söylemişti.[384]
Kâfirler,
Allah'ın dinini yeryüzünden kaldırmak insanları ona uymaktan alıkoymak için var
güçleriyle çalışmakta, İslâm aleyhinde iftiralara dayalı şayialarla onu
tesirsiz hale getirmek istemektedirler. Ancak Allah Teâlâ, kâfirlerin bütün bu
gayretlerinin boşa gideceğini, onlar istese de istemese de dinini yeryüzüne
yayacağını bildirmektedir: Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler.
Kâfirler istemese de Allah nurunu mutlaka tamamlayacaktır.
Para
biriktirip, onları Allah yolunda sarfetmekten ve insanların istifadesine
sunmaktan kaçınan kapitalist zihniyetli tipler, şiddetle uyarıldıktan sonra,
Müslümanlara savaş ilân eden kâfirlerle topyekün savaşılmasının gerekliliği
bildirilerek, Allah yolunda savaşmak, farz halini aldıktan sonra, onlarla
savaşmaktan geri kalan ve dünya hayatına sarılan kimselerin de bu uyuşuklukları
karşılığında can yakıcı bir azaba müstahak olacakları gözler önüne
serilmektedir:
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا مَا
لَكُمْ اِذَا
قيلَ لَكُمُ
انْفِرُوا فى
سَبيلِ اللّهِ
اثَّاقَلْتُمْ
اِلَى
الْاَرْضِ
اَرَضيتُمْ
بِالْحَيوةِ
الدُّنْيَا
مِنَ الْاخِرَةِ
فَمَا
مَتَاعُ
الْحَيوةِ
الدُّنْيَا
فِى الْاخِرَةِ
اِلَّا
قَليلٌ
"Ey inananlar! Size ne oldu ki, Allah yolunda
savaşa çıkın" dendiği zaman yere çöküp kaldınız? Ahireti bırakıp dünya
hayatına mı razı oldunuz?”[385]
Peşi sıra
gelen ayetlerde Allah Teâlâ, dini yüceltmek, İslâm ümmetine yönelen tehlikeleri
ortadan kaldırmak için, müminlerin ne şekilde davranmaları gerektiğini ve
onların savaş çağrısı karşısında takındıkları tavırlarını dile getirir.
لَا
يَسْتَاْذِنُكَ
الَّذينَ
يُؤْمِنُونَ
بِاللّهِ
وَالْيَوْمِ
الْاخِرِ
اَنْ يُجَاهِدُوا
بِاَمْوَالِهِمْ
وَاَنْفُسِهِمْ
وَاللّهُ
عَليمٌ
بِالْمُتَّقينَ
"Allah ve ahiret gününe inananlar mallarıyla,
canlarıyla savaşmak istediklerinden ötürü geri kalmak için senden izin
istemezler. Allah sakınanları bilir."[386]
Bu ayetler,
Tebük seferi esnasında nâzil olmuştur. Bu sefere katılmamak için mazeretler
gösterip, geri kalmak isteyenlerin durumları, münafıklık olarak
nitelendirilmektedir:
اِنَّمَا
يَسْتَاْذِنُكَ
الَّذينَ لَا
يُؤْمِنُونَ
بِاللّهِ
وَالْيَوْمِ
الْاخِرِ
وَارْتَابَتْ
قُلُوبُهُمْ
فَهُمْ فى رَيْبِهِمْ
يَتَرَدَّدُونَ
"Ancak Allah'a ve ahiret gününe inanmayan,
kalpleri şüpheye düşüp şüphelerinde bocalayan kimseler senden izin istedi."[387]
Bu ayetler,
kıyamete kadar sürecek olan İslâm-küfür savaşında insanların bu savaşa karşı
tutumlarıyla değerlendirileceklerini ortaya koymaktadır.
Daha sonra,
münafıkların iki yüzlü davranışları ve onların bu davranışlarına sebep olan
etkenler teferruatıyla zikredilerek, onların bu düşmanca davranışlarının ve
komplolarının Müslümanlara bir zarar veremeyeceği dile getirilirken, inanan
insanlara Allah'ın takdirine tevekkül etmeleri öğütlenmektedir:
قُلْ
لَنْ
يُصيبَنَا
اِلَّا مَا
كَتَبَ اللّهُ
لَنَا هُوَ
مَوْلينَا
وَعَلَى
اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ
الْمُؤْمِنُونَ
"Allah'ın bize yazdığından başkası başımıza
gelmez. O bizim mevlamızdır. İnananlar Allah 'a güvensin.”[388]
Peşinden,
münafıkların gizlenmek için yemini kendilerine siper edindikleri zikredilerek,
bunların aslında korkak bir zümre olduklarından bahsedilmektedir. Yine onların,
zekâtın dağıtılması hakkındaki itirazları söz konusu edilerek, bunun sebebinin
Allah'a tevekküllerinin olmayışından kaynaklandığı bildirilmektedir. Allah
Teâlâ, varlıklı müminlere ödemekle farz kıldığı zekâtın sarf edileceği yerleri
de yine kendisi tespit etmiştir:
اِنَّمَا
الصَّدَقَاتُ
لِلْفُقَرَاءِ
وَالْمَسَاكينِ
وَالْعَامِلينَ
عَلَيْهَا
وَالْمُؤَلَّفَةِ
قُلُوبُهُمْ
وَفِى
الرِّقَابِ
وَالْغَارِمينَ
وَفى سَبيلِ
اللّهِ وَابْنِ
السَّبيلِ
فَريضَةً
مِنَ اللّهِ
وَاللّهُ
عَليمٌ
حَكيمٌ
"Zekâtlar Allah'tan bir farz olarak yoksullara,
düşkünlere, onu toplayan memurlara, kalpleri İslâm'a ısındırılacaklara verilir;
kölelerin, borçluların, Allah yolunda olanların ve yolda kalanların uğrunda
sarfedilir. Allah bilendir, Hakimdir."[389]
İki yüzlü
insanların ve gerçek anlamda iman etmiş olanların iç dünyaları ve bunun dışa yansımaları,
aralarındaki kesin farklar belli olsun diye karşılıklı olarak gözler önüne
serildikten sonra, iki yüzlü erkek ve kadınların aynı grubun mensubu oldukları
ve bunların kötülüğü yaymaya, iyiliği de engellemeye çalıştıkları haber
verilmektedir: "İki yüzlü erkek ve kadınlar da birbirlerindendir:
Kötülüğü emreder, iyiliğe de engel olurlar..."
Bunun tam
zıddı olan mümin erkek ve mümin kadınların da, birbirlerinin velileri oldukları
ve onların iyiliği emredip, insanların helâk olmasına sebep olacak fenalıklardan
alıkoymaya çalıştıkları, onlara ait diğer bir takım özelliklerle birlikte
zikredilmektedir: Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridir:
İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar; namaz kılarlar, zekât verirler,
Allah'a ve peygamberine itaat ederler. İşte Allah bunlara rahmet edecektir.
Allah şüphesiz güçlüdür, hakîmdir.
Sure, tekrar,
tekrar nifak içindeki insanların fiillerine temas ederek, bu kötü hallerinin
neticesinde içine sürüklendikleri açmazları ortaya koymakta, onların bu davranışlarındaki
mantık dışılıkları vurgulanmaktadır. Allah Teâlâ, iyilik için söz verip, fakat
işlerine gelmediği zaman sürekli döneklik yapan ve inananları aldattıklarını
zannederek alay edenler, tehdit ifade eden bir üslûpla şöyle seslenmektedir:
7¡lì¢î¢Ì¤Ûa ¢â5 Ç é¨£ÜÛa
£æ a ë ¤á¢èí¨ì¤v ã ë ¤á¢ç £¡
¢á Ü¤È í 騣ÜÛa £æ a a¬ì¢à Ü¤È í
¤á Û a
“(Münafıklar),
Allah'ın, onların sırrını da fısıltılarını da bildiğini ve gaybları (gizli
şeyleri) çok iyi bilen olduğunu hâla anlamadılar mı?”[390]
Peşinden, münafıkların
Tebûk seferi hazırlıkları esnasında ve daha sonra bu seferle alâkalı ortaya
koydukları tavırları sergilenerek, onların asla bağışlanmayacakları
bildirilmektedir:
اِسْتَغْفِرْ
لَهُمْ اَوْ
لَا
تَسْتَغْفِرْ
لَهُمْ اِنْ
تَسْتَغْفِرْ
لَهُمْ سَبْعينَ
مَرَّةً
فَلَنْ
يَغْفِرَ
اللّهُ
لَهُمْ ذلِكَ
بِاَنَّهُمْ
كَفَرُوا
بِاللّهِ وَرَسُولِه
وَاللّهُ لَا
يَهْدِى
الْقَوْمَ الْفَاسِقينَ
“(Ey
Muhammed!) Onlar için ister af dile, ister dileme; onlar için yetmiş kez af
dilesen de Allah onları asla affetmeyecek. Bu, onların Allah ve Resûlünü inkâr
etmelerinden ötürüdür. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez.”[391]
Bu duruma
düşmelerinin sebebi, Müslümanlarla alay edip, bir savaşa çıkıldığı zaman yalan
mazeretler uydurup geri kalmalarıdır. Buna örnek olarak, surenin son bölümünün
inmesine sebep olan Tebûk seferi ile ilgili olaylar gösterilir. Allah Teâlâ,
Allah yolunda cihad etmek için can atan, ancak, ellerinde olmayan sebeplerden
dolayı geri kalanlar için bir vebalin söz konusu olmadığını bildirmektedir:
لَيْسَ
عَلَى
الضُّعَفَاءِ
وَلَا عَلَى
الْمَرْضى
وَلَاعَلَى
الَّذينَ
لَايَجِدُونَ
مَا
يُنْفِقُونَ
حَرَجٌ اِذَا
نَصَحُوا لِلّهِ
وَرَسُولِه
مَا عَلَى
الْمُحْسِنينَ
مِنْ سَبيلٍ
وَاللّهُ
غَفُورٌ
رَحيمٌ
“Allah ve
Resûlü için (insanlara) öğüt verdikleri takdirde, zayıflara, hastalara ve
(savaşta) harcayacak bir şey bulamayanlara günah yoktur. Zira iyilik edenlerin
aleyhine bir yol (sorumluluk) yoktur. Allah çok bağışlayan ve çok esirgeyendir.”[392]
Allah yolunda
savaşmaktan kaçınıp, münafıklık edenlerin zelil durumları teferruatlı bir
şekilde dile getirildikten sonra Allah Teâlâ, kendi yolunda cihat edenlere
cenneti vadetmiş olduğunu ve bunu daha önce gönderdiği kitaplarında da
bildirdiğini;
اِنَّ
اللّهَ
اشْتَرى مِنَ
الْمُؤْمِنينَ
اَنْفُسَهُمْ
وَاَمْوَالَهُمْ
بِاَنَّ
لَهُمُ
الْجَنَّةَ
يُقَاتِلُونَ
فى سَبيلِ
اللّهِ
فَيَقْتُلُونَ
وَيُقْتَلُونَ
وَعْدًا
عَلَيْهِ
حَقًّا فِى
التَّوْريةِ وَالْاِنْجيلِ
وَالْقُرْانِ
وَمَنْ اَوْفى
بِعَهْدِه
مِنَ اللّهِ
فَاسْتَبْشِرُوا
بِبَيْعِكُمُ
الَّذى
بَايَعْتُمْ
بِه وَذلِكَ
هُوَ
الْفَوْزُ
الْعَظيمُ
“Allah
müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet
karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler,
ölürler. (Bu), Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir.
Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O'nunla yapmış
olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük
kazançtır”[393] ayetiyle gözler önüne
sermektedir.
Bedevilerin
cehâlet ve anlayışsızlıklarından dolayı sapıklıkta aşırı gittikleri
zikredilerek, Tebûk seferinden geri kalan ve samimiyetle suçlarını itiraf edip
bağışlanmak dileyen Ka'b b. Mâlik, Hilâl b. Ümeyye ve Mürâre b. Rubaî'nin
durumları dile getirilerek, tövbelerinin kabul edilişleri anlatılır. Onlar,
Resulullah'a durumlarını itiraf ettiklerinde o, Allah Teâlâ'nın haklarında
hükmünü verinceye kadar beklemelerini söyledi. Bütün Müslümanlar onlarla
ilişkilerini kesmişti. Hatta hiç kimse, onlara selam vermiyordu. Bu, elli gün
devam etmişti. Onlar bu zaman zarfında çok büyük manevî sıkıntılar çektiler.
Allah Teâlâ, onların içinde bulundukları ruhî sıkıntıları ve tövbelerindeki
samimiyeti şu ayet-i kerîme ile ortaya koyarak, onların tövbelerini kabul
ettiğini bildirmektedir:
وَعَلَى
الثَّلثَةِ
الَّذينَ
خُلِّفُوا حَتّى
اِذَا
ضَاقَتْ
عَلَيْهِمُ
الْاَرْضُ
بِمَا رَحُبَتْ
وَضَاقَتْ
عَلَيْهِمْ
اَنْفُسُهُمْ
وَظَنُّوا
اَنْ لَا
مَلْجَاَ
مِنَ اللّهِ اِلَّا
اِلَيْهِ
ثُمَّ تَابَ
عَلَيْهِمْ لِيَتُوبُوا
اِنَّ اللّهَ
هُوَ
التَّوَّابُ
الرَّحيمُ
“Ve (seferden)
geri bırakılan üç kişinin de (tevbelerini kabul etti). Yeryüzü, genişliğine
rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet
Allah'tan (O'nun azabından) yine Allah'a sığınmaktan başka çare olmadığını
anlamışlardı. Sonra (eski hallerine) dönmeleri için Allah onların tevbesini
kabul etti. Çünkü Allah tevbeyi çok kabul eden, pek esirgeyendir.”[394]
Allah Teâlâ,
savaşa çıkıldığı zaman geri de, İslâm'ı öğrenip, geri dönen mücahideleri
uyarmak, onları eğitmek ve yaptıkları işlerin şuuruna erdirmek için mutlaka bir
grubun kalması gerektiğine işaret etmektedir:
وَمَا
كَانَ
الْمُؤْمِنُونَ
لِيَنْفِرُوا
كَافَّةً
فَلَوْلَا
نَفَرَ مِنْ
كُلِّ فِرْقَةٍ
مِنْهُمْ
طَائِفَةٌ
لِيَتَفَقَّهُوا
فِىالدّينِ
وَلِيُنْذِرُوا
قَوْمَهُمْ
اِذَا
رَجَعُوا
اِلَيْهِمْ
لَعَلَّهُمْ
يَحْذَرُونَ
"İnananlar toptan savaşa çıkmamalıdır. Her
topluluktan bir taifenin dini iyi öğrenmek ve geri döndüklerinde uyarmak üzere
geri kalmaları gerekli olmaz mı ? Ki, böylece belki yanlış hareketlerden
çekinirler."[395]
Peşinden
gelen ayette inananlara, yakınlarında bulunan inkârcılarla savaşmaları
emredilmektedir. Böylece o kâfirler, müminleri kendilerine karşı çok sert ve
çetin bulacaklardır:
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
قَاتِلُوا الَّذينَ
يَلُونَكُمْ
مِنَ
الْكُفَّارِ
وَلْيَجِدُوا
فيكُمْ
غِلْظَةً
وَاعْلَمُوا
اَنَّ اللّهَ
مَعَ
الْمُتَّقينَ
"Ey inananlar! Yakınınızda bulunan inkârcılarla
savasın; sizi kendilerine karşı sert bulsunlar. Bilin ki Allah, kendisine karşı
gelmekten sakınanlarla beraberdir."[396]
Sure, tekrar
münafıkların hallerine temas ederek, ümmetinin sıkıntıları ve günahlarından
ötürü cezalandırılmaları endişesinden dolayı üzülen, inanlara şefkatli,
merhametli ve onlara düşkün bir peygamber olarak vasıflandırılan Hz. Muhammed
(as)'e davetine yüz çeviren topluluklara karşı takınması gereken tavır bildirilerek
son buluyor. Bu hitap peygamberin şahsında kıyamete kadar gelecek bütün
tebliğcileri kapsamaktadır:
فَاِنْ
تَوَلَّوْا
فَقُلْ
حَسْبِىَ
اللّهُ لَا
اِلهَ اِلَّا
هُوَ
عَلَيْهِ
تَوَكَّلْتُ
وَهُوَ رَبُّ
الْعَرْشِ
الْعَظيمِ
"(Ey Muhammed!) Eğer yüz çevirirlerse, de ki: Allah bana yeter;
ondan başka ilâh yoktur, yalnız O'na güveniyorum; O, büyük Arş'ın Rabb'idir."[397]
Yûnus Sûresi:
Kur'ân-ı Kerîm'in onuncu sûresi. Yüz dokuz âyet, bin sekizyüz otuz iki kelime
ve beş bin beş yüz altmış yedi harften ibarettir. Fasılası lam, mim, ve nun
harfleridir. Mekkî surelerden olup, İsra sûresinden sonra nâzil olmuştur. 40,
94, 95, 100. âyetleri Medîne'de inmiştir. Mekke döneminin sonlarında,
Mekkelilerin Müslümanlara yönelik baskılarının arttığı ve Hz. Muhammed (as)'ın
son uyarılarını yaptığı bir dönemde nâzil olduğu anlaşılmaktadır.
Sûrede
başından sonuna kadar Hz. Muhammed (as)'ın gerçek peygamber olduğuna inanmayan,
ona çeşitli iftira ve yakıştırmalar yaparak düşman olan müşriklere kainattan ve
daha önceki milletlerin başlarına gelenlerden örnekler vererek kendilerine
gelen bu peygambere inanmaları gerektiği uyarısı yapılıyor, inanmadıkları
takdirde ahirette başlarına gelecek azap hatırlatılıyor; bu arada ona inanan
Müslümanlar çektikleri bu sıkıntılar karşısında ahiret hayatında
ödüllendirilecekleri müjdesi verilerek dirençleri arttırmak isteniyor; Hz.
Peygamber (as)'ın bizzat hitap eden
âyetlerde müşriklerle yaptığı sözlü mücadelede ona yön veriliyor ve onları istekleri
ve baskıları karşısında teslim olmaması, bunu yaparsa şiddetli bir cezaya
çarptırılacağı yolunda uyarılıyor.
Allah'ın
kâinatta ve ahiret hayatında tek egemen güç olduğu, O'nun çeşitli sıfatları
zikredilerek hatırlatılıyor; müşriklerin tapındıkları yalancı sahte put ve
ilahların Allah karşısında hiçbir gücü olmayan varlıklar olduğu kesin bir dille
ilan edildikten sonra top yekün Allah'a dönmeleri konusunda insanlar
uyarılıyor.
اَكَانَ
لِلنَّاسِ
عَجَبًا اَنْ
اَوْحَيْنَا
اِلى رَجُلٍ
مِنْهُمْ
اَنْ
اَنْذِرِ النَّاسَ
وَبَشِّرِ
الَّذينَ امَنُوا
اَنَّ لَهُمْ
قَدَمَ
صِدْقٍ
عِنْدَ رَبِّهِمْ
قَالَ
الْكَافِرُونَ
اِنَّ هذَا لَسَاحِرٌ
مُبينٌ
"İçlerinden olan bir adama: 'İnsanları
(gafilleri) korkut ve iman edenlere, muhakkak kendileri için Rableri katında
gerçek bir şeref olduğunu müjde ver' diye vahyetmemiz insanlara şaşırtıcı mı
geldi? Küfredenler: Bu apaçık bir büyücü değil midir?' dediler"[398] âyetiyle, aralarında
yıllarca dürüst, güvenilir, ahlâklı, kötülüklerden uzak, akrabaya düşkün,
zayıfları kollayan, hiç bir zaman yalan söylememiş ve bu yüzden de her türlü
değerli şeyin kendisine emanet bırakıldığı "Muhammedü'l-Emin" dedikleri
bir insanın, kendilerini, başlarına şiddetli bir azab gelmeden önce hak yola
dönmeleri için uyarıcı bir peygamber olarak görevlendirilmesinden şaşkınlığa
düşmek yakıştırılamıyor insana. Onlar bunun mümkün olmadığına inanıyor ve
Muhammed (as)'ı yıpratmak için eskiden söyledikleri övgü dolu sözleri bırakıp
ona:
وَاِذَا
تُتْلى
عَلَيْهِمْ
ايَاتُنَا
بَيِّنَاتٍ
قَالَ
الَّذينَ لَا
يَرْجُونَ
لِقَاءَنَاائْتِ
بِقُرْانٍ
غَيْرِ هذَا
اَوْ
بَدِّلْهُ
قُلْ مَا
يَكُونُ لى
اَنْ اُبَدِّلَهُ
مِنْ
تِلْقَائِ
نَفْسى اِنْ اَتَّبِعُ
اِلَّا مَا
يُوحى
اِلَىَّ
اِنّى اَخَافُ
اِنْ
عَصَيْتُ
رَبّى
عَذَابَ
يَوْمٍ
عَظيمٍ
“Onlara
âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman (öldükten sonra) bize kavuşmayı beklemeyenler:
Ya bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir! dediler. De ki: Onu
kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben, bana
vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabbime isyan edersem elbette büyük günün
azabından korkarım.”[399]
وَيَقُولُونَ
لَوْ لَا
اُنْزِلَ
عَلَيْهِ ايَةٌ
مِنْ رَبِّه
فَقُلْ
اِنَّمَا
الْغَيْبُ
لِلّهِ
فَانْتَظِرُوا
اِنّى
مَعَكُمْ مِنَ
الْمُنْتَظِرينَ
“Ona
(Muhammed'e) Rabbinden bir mucize indirilse ya! diyorlar. De ki: Gayb ancak
Allah'ındır. Bekleyin (bakalım) ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.”[400]
اَمْ
يَقُولُونَ
افْتَريهُ
قُلْ
فَاْتُوا بِسُورَةٍ
مِثْلِه
وَادْعُوا
مَنِ اسْتَطَعْتُمْ
مِنْ دُونِ
اللّهِ اِنْ
كُنْتُمْ صَادِقينَ
“Yoksa, Onu
(Muhammed) uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer sizler doğru iseniz Allah'tan
başka, gücünüzün yettiklerini çağırın da (hep beraber) onun benzeri bir sûre
getirin.”[401]
; åí©¡¤1¢à¤Ûb¡2 ¢á Ü¤Ç a
Ù¢£2 ë 6©é¡2 ¢å¡ß¤ªì¢íü ¤å ß ¤á¢è¤ä¡ß ë ©é¡2
¢å¡ß¤ªì¢í ¤å ß ¤á¢è¤ä¡ß ë
“İçlerinden
öylesi var ki ona (Kur'an'a) inanır, yine onlardan öylesi de var ki ona
inanmaz. Rabbin bozguncuları en iyi bilendir”[402] eğlenerek;
; åí©¡v¤È¢à¡2 ¤á¢n¤ã a
¬b ß ë ¥£Õ z Û ¢é £ã¡a ¬ó©£2 ë ô©a
¤3¢Ó 6 ì¢ç ¥£Õ y a Ù ã@¢ªì¡j¤ä n¤ í ë
“O (azap) bir
gerçek midir?" diye senden haber istiyorlar. De ki: Evet, Rabbime andolsun
ki o şüphesiz gerçektir ve siz âciz bırakacak değilsiniz.”[403]
diyerek
karşı çıkıyorlar,
بَلْ
كَذَّبُوا
بِمَا لَمْ
يُحيطُوا
بِعِلْمِه
وَلَمَّا
يَاْتِهِمْ
تَاْويلُهُ
كَذلِكَ
كَذَّبَ
الَّذينَ
مِنْ
قَبْلِهِمْ
فَانْظُرْ
كَيْفَ كَانَ
عَاقِبَةُ الظَّالِمينَ
“Bilakis,
onlar ilmini kavrayamadıkları ve yorumu kendilerine asla gelmemiş olan
(Kur'an'ı) yalanladılar. Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Şimdi
bak, zalimlerin sonu nasıl oldu!”[404]
Onların bu
şekilde karşı çıkışlarına cevap olarak Allah peygamberden onlara bazı sorular
sormasını istiyor, böylece tartışmada onları köşeye sıkıştırıyor:
هُوَ الَّذى
جَعَلَ
الشَّمْسَ
ضِيَاءً وَالْقَمَرَ
نُورًا
وَقَدَّرَهُ
مَنَازِلَ لِتَعْلَمُوا
عَدَدَ
السِّنينَ
وَالْحِسَابَ
مَا خَلَقَ
اللّهُ ذلِكَ
اِلَّا
بِالْحَقِّ
يُفَصِّلُ
الْايَاتِ
لِقَوْمٍ
يَعْلَمُونَ
“Güneşi
ışıklı, ayı da parlak kılan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona
(aya) birtakım menziller takdir eden O'dur. Allah bunları, ancak bir gerçeğe
(ve hikmete) binaen yaratmıştır. O, bilen bir kavme âyetlerini açıklamaktadır.”[405]
اِنَّ فِى
اخْتِلَافِ
الَّيْلِ
وَالنَّهَارِ
وَمَا خَلَقَ
اللّهُ فِى
السَّموَاتِ
وَالْاَرْضِ
لَايَاتٍ
لِقَوْمٍ
يَتَّقُونَ
“Gece ve
gündüzün değişmesinde (uzayıp kısalmasında) Allah'ın göklerde ve yerde
yarattığı şeylerde, (Onu inkâr etmekten) sakınan bir kavim için elbette nice
deliller vardır!”[406]
هُوَ الَّذى
يُسَيِّرُكُمْ
فِى الْبَرِّ
وَالْبَحْرِ
حَتّى اِذَا
كُنْتُمْ فِى
الْفُلْكِ
وَجَرَيْنَ
بِهِمْ
بِريحٍ
طَيِّبَةٍ
وَفَرِحُوا
بِهَا
جَاءَتْهَا
ريحٌ عَاصِفٌ
وَجَاءَهُمُ
الْمَوْجُ
مِنْ كُلِّ
مَكَانٍ
وَظَنُّوا
اَنَّهُمْ
اُحيطَ
بِهِمْ
دَعَوُا
اللّهَ مُخْلِصينَ
لَهُ الدّينَ
لَئِنْ
اَنْجَيْتَنَا
مِنْ هذِه
لَنَكُونَنَّ
مِنَ الشَّاكِرينَ
“Sizi karada
ve denizde gezdiren O'dur. Hatta siz gemilerde bulunduğunuz, o gemiler de içindekileri
tatlı bir rüzgârla alıp götürdükleri ve (yolcular) bu yüzden neşelendikleri
zaman, o gemiye şiddetli bir fırtına gelip çatar, her yerden onlara dalgalar
hücum eder ve onlar çepeçevre kuşatıldıklarını anlarlar da dini yalnız Allah'a
halis kılarak: "Andolsun eğer bizi bundan kurtarırsan mutlaka
şükredenlerden olacağız" diye Allah'a yalvarırlar.”[407]
قُلْ مَنْ
يَرْزُقُكُمْ
مِنَ
السَّمَاءِ وَالْاَرْضِ
اَمَّنْ
يَمْلِكُ
السَّمْعَ وَالْاَبْصَارَ
وَمَنْ
يُخْرِجُ
الْحَىَّ مِنَ
الْمَيِّتِ
وَيُخْرِجُ
الْمَيِّتَ
مِنَ
الْحَىِّ
وَمَنْ
يُدَبِّرُ
الْاَمْرَ
فَسَيَقُولُونَ
اللّهُ
فَقُلْ اَفَلَا
تَتَّقُونَ
“(Resûlüm!) De
ki: Size gökten ve yerden kim rızık veriyor? Ya da kulaklara ve gözlere kim
mâlik (ve hakim) bulunuyor? Ölüden diriyi kim çıkarıyor, diriden ölüyü kim
çıkarıyor? (Her türlü) işi kim idare ediyor? "Allah" diyecekler. De
ki: Öyle ise (Ona âsi olmaktan) sakınmıyor musunuz?”[408]
قُلْ هَلْ
مِنْ
شُرَكَائِكُمْ
مَنْ يَبْدَؤُا
الْخَلْقَ
ثُمَّ
يُعيدُهُ
قُلِ اللّهُ يَبْدَؤُا
الْخَلْقَ
ثُمَّ
يُعيدُهُ
فَاَنّى تُؤْفَكُونَ
() قُلْ هَلْ
مِنْ
شُرَكَائِكُمْ
مَنْ يَهْدى
اِلَى
الْحَقِّ
قُلِ اللّهُ
يَهْدى
لِلْحَقِّ
اَفَمَنْ
يَهْدى اِلَى
الْحَقِّ
اَحَقُّ اَنْ
يُتَّبَعَ
اَمَّنْ لَا
يَهِدّى
اِلَّا اَنْ
يُهْدى
فَمَالَكُمْ
كَيْفَ
تَحْكُمُونَ
“Onlara sor:
Sizin şirk koştuklarınızdan yaratmayı başlatacak, sonra da onu iade edecek olan
var mı? De ki: Âllah yaratmayı (ilkin) başlatır, sonra da onu' iade eder.
Öyleyse nasıl olurda şirkin kötü yollarına düşüyorsunuz? Onlara yine sor: Sizin
şirk koştuklarınızdan hakka ulaştırabilecek var mıdır?' De ki: Hakka
ulaştıracak Allah'tır. Öyleyse hakka ulaştıran mı uyulmaya daha hak sahibidir,
yoksa doğru yola ulaştırmadıkça kendisi hidayete ulaşmayan mı? Ne oluyor size,
nasıl hüküm veriyor musunuz?"[409]
Onlara sor:
æì¢ß¡¤v¢à¤Ûa
¢é¤ä¡ß ¢3¡v¤È n¤ í a b ß a¦b è ã
¤ë a b¦mb î 2 ¢é¢2a Ç ¤á¢Øî¨m a ¤æ¡a
¤á¢n¤í a a ¤3¢Ó
“Hiç şunu
düşündünüz mü? Eğer o'nun azabı size gece ya da gündüz geliverse (onu nasıl
engelleyeceksiniz?), suçlu günahkârlar bunu ne diye erkene almak istiyor?"[410]
هُوَ الَّذى
جَعَلَ
لَكُمُ
الَّيْلَ
لِتَسْكُنُوا
فيهِ
وَالنَّهَارَ
مُبْصِرًا
اِنَّ فى ذلِكَ
لَايَاتٍ
لِقَوْمٍ
يَسْمَعُونَ
“O (Allah),
geceyi içinde dinlenesiniz diye sizin için yaratan, (çalışıp kazanmanız için
de) gündüzü aydınlık kılandır. Şüphesiz bunda dinleyen bir toplum için ibretler
vardır.”[411]
Bu şekilde müşriklerin elini kolunu bağlayan,
onlara söyleyecek hiçbir söz bırakmayan sûre, başka âyetlerinde inanmaları için
davet edildikleri Allah'ın sıfatlarını tanıtmaya devam ediyor:
Allah,
tanıtıldıktan onların putları karşısında bütün kainata hakim olan gücü
delillerle anlatıldıktan sonra kendilerine gönderilen peygamber hakkında
taşıdıkları şüphelere cevap veriliyor sûrenin değişik âyetlerinde:
اَكَانَ
لِلنَّاسِ
عَجَبًا اَنْ
اَوْحَيْنَا
اِلى رَجُلٍ
مِنْهُمْ اَنْ
اَنْذِرِ
النَّاسَ
وَبَشِّرِ
الَّذينَ
امَنُوا
اَنَّ لَهُمْ
قَدَمَ
صِدْقٍ عِنْدَ
رَبِّهِمْ
قَالَ
الْكَافِرُونَ
اِنَّ هذَا
لَسَاحِرٌ
مُبينٌ
“İçlerinden
bir adama: İnsanları uyar ve iman edenlere, Rableri katında onlar için yüksek
bir doğruluk makamı olduğunu müjdele, diye vahyetmemiz, insanlar için şaşılacak
bir şey mi oldu ki, o kâfirler: Bu elbette apaçık bir sihirbazdır, dediler?”[412]
Kur'ân hakkında şüpheye düşüp başka bir
Kur'ân daha getirmesini istediklerinde Allah peygambere şöyle söylemesini emrediyor:
وَاِذَا
تُتْلى
عَلَيْهِمْ
ايَاتُنَا
بَيِّنَاتٍ
قَالَ
الَّذينَ لَا
يَرْجُونَ
لِقَاءَنَاائْتِ
بِقُرْانٍ
غَيْرِ هذَا
اَوْ بَدِّلْهُ
قُلْ مَا
يَكُونُ لى
اَنْ اُبَدِّلَهُ
مِنْ
تِلْقَائِ
نَفْسى اِنْ
اَتَّبِعُ
اِلَّا مَا
يُوحى
اِلَىَّ
اِنّى
اَخَافُ اِنْ
عَصَيْتُ
رَبّى
عَذَابَ
يَوْمٍ
عَظيمٍ () قُلْ
لَوْ شَاءَ
اللّهُ مَا
تَلَوْتُهُ
عَلَيْكُمْ
وَلَا
اَدْريكُمْ
بِه فَقَدْ
لَبِثْتُ فيكُمْ
عُمُرًا مِنْ
قَبْلِه
اَفَلَا
تَعْقِلُونَ
“Benim onu kendi nefsimin bir öngörmesi olarak değiştirmem, haddim
değildir. Ben, yalnızca bana vahyolunana uyarım. Eğer Rabbime isyan edersem,
şüphesiz ben büyük günün azabından korkarım." Ayrıca de ki: Eğer Allah
dileseydi, onu size okumazdım ve onu size bildirmezdim. Ben bu vahiyden önce
sizin içinizde bir ömür sürdüm. Siz vicdanınızın sesine kulak vermeyecek
misiniz?”;[413]
peygamberliğini
delillendirmek üzere bir mucize istemeleri karşısında ise söylenecek söz,
وَيَقُولُونَ
لَوْ لَا
اُنْزِلَ
عَلَيْهِ ايَةٌ
مِنْ رَبِّه
فَقُلْ
اِنَّمَا
الْغَيْبُ
لِلّهِ
فَانْتَظِرُوا
اِنّى
مَعَكُمْ مِنَ
الْمُنْتَظِرينَ
“Ona (Muhammed'e) Rabbinden bir mucize indirilse ya! diyorlar. De ki:
Gayb ancak Allah'ındır. Bekleyin (bakalım) ben de sizinle beraber
bekleyenlerdenim.”[414]
æì¢à ܤĢí ü ¤á¢ç ë
¡Á¤¡Ô¤Ûb¡2 ¤á¢è ä¤î 2 ó¡¢Ó ¤á¢è¢Ûì¢
õ¬b u a ¡b Ï 7¥4ì¢ §ò £ß¢a
¡£3¢Ø¡Û ë
“Her ümmetin peygamberi
vardır, onun için size de bir peygamber gönderdik ki, bize peygamber
gönderilseydi böyle sapıtmazdık' (diyecek bir mazeretiniz kalmasın)”[415] onların inandığı gibi
peygamber zengin olacak, altınları, sarayları, hizmetçileri, olağanüstü
yetenekleri olacak diye bir kural yoktur; o da bir insandır; onun için Allah şu
sözü öğretiyor peygamberine:
قُلْ
لَا اَمْلِكُ
لِنَفْسى
ضَرًّا وَلَا
نَفْعًا
اِلَّا مَا
شَاءَ اللّهُ
لِكُلِّ اُمَّةٍ
اَجَلٌ اِذَا
جَاءَ
اَجَلُهُمْ
فَلَا
يَسْتَاْخِرُونَ
سَاعَةً
وَلَا يَسْتَقْدِمُونَ
“Allah'ın dilemesi dışında, kendim için zarardan ve yarardan (hiç
birşeye) malik değilim, her şey Allah'ın iradesine bağlıdır.”[416]
Âyetler
peygambere dönerek, hak davanın öncüsü olarak zorluklarla karşılaşmasının,
hakaretlere uğramasının gayet doğal olduğu hatırlatılıyor ve şu teselli
veriliyor:
¢áî©Ü ȤÛa ¢Éî©à £Ûa ì¢ç
b6¦Èî©à u ¡é¨£Ü¡Û ñ £¡È¤Ûa £æ¡a <¤á¢è¢Û¤ì Ó
٤㢤z í ü ë
“Onların söyledikleri seni
üzmesin. Tartışmasız, izzet ve gücün tümü Allah'ındır. O, işitendir, bilendir.”[417]
Daha
sonra zorluk karşısında gevşeyip düşmanlarına pes etmesi halinde
cezalandırılacağı uyarısıyla peygamber dirençli olmaya çağırılıyor:
فَاِنْ
كُنْتَ فى
شَكٍّ مِمَّا
اَنْزَلْنَا
اِلَيْكَ
فَسَْلِ
الَّذينَ
يَقْرَؤُنَ
الْكِتَابَ
مِنْ
قَبْلِكَ
لَقَدْ
جَاءَكَ
الْحَقُّ
مِنْ رَبِّكَ
فَلَا
تَكُونَنَّ مِنَ
الْمُمْتَرينَ
“Onların söylediklerinden etkilenip (de) sana indirdiğimizden eğer
şüphe içindeysen, senden önce kitabı okuyanlara sor (senin beklenen peygamber
olduğunu söyleyeceklerdir, onların kitaplarında bu yazılıdır). Andolsun,
Rabbinden sana gerçek gelmiştir; şu halde kuşkuya kapılanlardan olma."[418]
åí©¡b ¤Ûa å¡ß
æì¢Ø n Ï ¡é¨£ÜÛa ¡pb í¨b¡2 aì¢2 £ ×
åí© £Ûa å¡ß £å ãì¢Ø m ü ë
“Ve Allah'ın âyetlerini yalan sayanlardan olma yoksa kayba
uğrayanlardan olursun.”[419]
وَلَا
تَدْعُ مِنْ
دُونِ اللّهِ
مَا لَا يَنْفَعُكَ
وَلَا
يَضُرُّكَ
فَاِنْ
فَعَلْتَ فَاِنَّكَ
اِذًا مِنَ
الظَّالِمينَ
“Sana yararı da zararı da olmayan, Allah'tan başkalarına tapma. Eğer
sen (bu emirlerin tersini) yapacak olursan, bu durumda muhakkak zulme
sapanlardan olursun.”[420]
وَاِنْ
يَمْسَسْكَ
اللّهُ
بِضُرٍّ
فَلَا كَاشِفَ
لَهُ اِلَّا
هُوَ وَاِنْ
يُرِدْكَ بِخَيْرٍ
فَلَا رَادَّ
لِفَضْلِه
يُصيبُ بِه
مَنْ يَشَاءُ
مِنْ
عِبَادِه
وَهُوَ الْغَفُورُ
الرَّحيمُ
“Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu yine O'ndan başka
giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse, O'nun keremini geri çevirecek de
yoktur. O, hayrını kullarından dilediğine eriştirir. Ve O bağışlayandır,
esirgeyendir.”[421]
Ve
bu uyarıların ardından kendisine inanıp hidayete erecek olanların kurtuluşa,
karşı çıkanların ise kendi aleyhine olan bir yola gireceği gerçeği
hatırlatıldıktan sonra kesin bir emir veriliyor kendisine:
åî©à¡×b z¤Ûa ¢¤î
ì¢ç ë 7¢é¨£ÜÛa á¢Ø¤z í ó¨£n y
¤¡j¤a ë Ù¤î Û¡a ó¬¨yì¢í b ß
¤É¡j £ma ë
"Ve ey peygamber, sana
vahyolunana uymaya devam et ve Allah hükmünü verinceye kadar sabret. O
hükmedenlerin en hayırlısıdır."[422]
Kur'ân
ise bir yalan değil, kendisinden önce indirilen kitapları doğrulayan ve onları
ayrıntısıyla açıklayan bir kitaptır.
Allah,
müşriklerin şüphelerini ortadan kaldırmak için az-çok duydukları, bildikleri,
hikayeler olarak anlattıkları geçmişten bazı toplulukların ve onlara gönderilen
peygamberlerin başlarından geçenleri hatırlatıyor. Bu amaçla Hz. Nuh, Hz. Musa,
Hz. Yunus'tan ve daha başkalarından sözeden âyetler onlara karşı çıkanların
nasıl cezalandırıldığını haber vererek, bundan ibret alan müşriklerin hak dine
inanmasını sağlamaya çalışıyor.
Örneğin Nuh
kavmi; kendilerine okunan Allah'ın emirleri işlerine gelmeyip ağır geldi ve
iyiliklerini isteyen Nuh ve inananları cezalandırmak için toplantı yaptılar,
onları öldürmeye karar verdiler. Sonuçta ne oldu?... “Biz de onu ve gemide
onlarla birlikte olanları kurtardık ve onları halifeler kıldık. Âyetlerimizi
yalan sayanları da suda boğduk..."[423]
Örneğin
Firavun ve adamları: Kendilerine mucize desteğiyle gelen Musa ve kardeşi
Harun'a düşman oldular, inanmayıp büyüklendiler. Onların peygamber değil büyücü
olduğuna karar verip, kendi büyücülerini onların karşısına diktiler. Onların
sihirli değneklerini Musa'nın ejderha oluveren değneği birer birer yutunca
Musa'nın Rabbine inanan sihirbazlar Firavun'u yalnız bıraktılar... Ve Musa'ya
inananlar, Allah'a tevekkül etmeye, kıbleye dönük evler yapıp dosdoğru namaz
kılmaya çağırıldılar. [424]
Firavun ve
adamlarının zenginlikler içinde yüzdürüldüğü halde isyan etmelerine tahammül
edemeyen Musa onların yerin dibine geçirilmesi için Allah dua etti; ve duaları
kabul olundu.[425]
Musa'yı ve inananların Mısır'ı terk ettiklerini haber alan Firavun ordularının
başında peşlerine düştü ve denizde açılan bir yoldan Musa ve inananlar geçerken
Finavun ve ordusu boğuldu. Firavun ölüm anında gerçek Rabbin Musa'nın Rabbi
olduğuna inandı ama artık geç olmuştu.[426]
åí©¡¤1¢à¤Ûa å¡ß o¤ä¢× ë
¢3¤j Ó o¤î Ç ¤ Ó ë å¨÷¤Û¬¨a
“Şimdi mi inandın? Oysa sen önceden isyan etmiş ve
fesat çıkarmıştın”[427] denilerek imanı kabul
edilmedi.
Ya Yûnus
(as)'ın kavmi? Onlar kendilerini azapla korkutan Yûnus (as)'a inanmamışlar, o
da azabın gerçekleşmesi için Allah'a dua ederek bölgeyi terk etmişti. Azabı
gördüklerinde ise kavmi inanmış ve azap geri çevrilmişti onların üzerinden;
azabı gördükten sonra imanları kabul edilen tek topluluktu aynı zamanda Hz.
Yûnus'un kavmi.[428]
Ve bütün bu örneklerden sonra Allah, Mekkeli müşrikleri uyarıyor:
فَهَلْ
يَنْتَظِرُونَ
اِلَّا
مِثْلَ اَيَّامِ
الَّذينَ
خَلَوْا مِنْ
قَبْلِهِمْ
قُلْ
فَانْتَظِرُوا
اِنّى
مَعَكُمْ
مِنَ الْمُنْتَظِرينَ
() ثُمَّ
نُنَجّى
رُسُلَنَا وَالَّذينَ
امَنُوا
كَذلِكَ
حَقًّا
عَلَيْنَا
نُنْجِ
الْمُؤْمِنينَ
"Şimdi kendilerinden önce gelip-geçmişlerin
(başlarından geçen) günlerin bir benzerinden başkasını mı beklemektedirler? De
ki: Bekleyedurun, ben de sizlerle birlikte bekleyenlerdenim. Sonra biz
peygamberimizi ve iman edenleri böyle kurtarırız: mü'minleri kurtarmamız bizim
üzerimizde bir haktır."[429]
Sûrenin değişik yerlerinde insanın bir başka özelliğinden söz edilerek, aslında onun yaratılışında tek Allah'a inanma özelliğinin bulunduğu; nefsi ve şeytanın bunu zamanla saptırdığı; ancak zor durumda kalıp ölümle burun buruna geldiğinde (Yûnus kavminde görüldüğü gibi) içinde tozlanmış küllenmiş olarak korunan tek Allah'a iman duygusunun ortaya çıktığı, ama tehlikeyi atlatınca da yine o eski sapıklığına döndüğü ebedi bir üslupla anlatılıyor.
Hûd Sûresi:
Kur'ân-ı Kerîm'in on birinci sûresidir. Yüz yirmi üç âyet, bin yedi yüz on beş
kelime, yedi bin altı yüz beş harftir. Mekkîdir. Âyet sonlarına âhenk veren
fâsıla harfleri: Be, Dal, Zel, Ra, Ze, Sad, Tı, Zı, Kaf, Lam, Mim-Nun'dur.
Sûre, adını elli ila altmışıncı âyetler arasında kıssası zikredilen Hz. Hûd'dan
almıştır. Mirâçtan sonra inen sûre, Kur'ân sûreleri içinde Miûn bölümünde yer
alan yüz âyeti geçkin sûrelerdendir.
Ana konusu,
davet, korkutma, uyarma, Allah'ın kitabı ve Nuh, Hûd, Salih, Lut, Şuayb, Musa
peygamberlerin kıssalarıdır. Sûrenin nüzulünden önce Rasûlullah'ı (as) koruyan
amcası Ebu Talib ile Hz. Hatice vefat etmiş, müşriklerin baskıları artmış ve bu
şartlarda Hz. Peygamber en sıkıntılı zamanlarını yaşamıştır. İslâm tarihçilerinin
"Hüzün yılı" ve "Fetret dönemi" dedikleri bu
dönemde inen Hûd sûresi hakkında Rasûlullah: "Beni Hûd, Vâkıâ,
Mürselât, Nebe, Tekvîr sûreleri kocalttı" buyurmuştur.[430]
Hûd suresinin
ilk bölümü Kur'ân-ı Kerîm'den bahsetmekte, sonra geçmiş peygamberlerin gayb
haberleri, kafirlerin nasıl yalanladıkları ve azabı çağırdıkları
anlatılmaktadır.
1.
Kur'ân-ı Kerîm
=§î©j §áî©Ø y
¤æ¢ Û ¤å¡ß ¤o Ü¡£¢Ï £á¢q ¢é¢mb í¨a
¤o à¡Ø¤y¢a ¥lb n¡×® ¨¬Ûa
“'Elif, Lâm, Râ. Bu, âyetleri sağlamlaştırılmış,
sonra hüküm ve hikmet sahibi olan ve her şeyden haberdar bulunan Allah
tarafından birer birer açıklanmış bir kitaptır.”[431]
Kur'ân-ı
Kerîm, doğruluğu şüphe götürmeyen ve Allah'a karşı gelmekten sakınanlara yol
gösteren[432]
kesin, sağlam, uyumlu, veciz, beliğ, fasih, açık, fazlalık ve eksikliği olmayan
bir kitap, bir ferman bir kanun ve öğüttür. Bu kitap, Arapça konuşan bir kavme
anlaşılsın diye apaçık bir Arapça ile indirilmiştir.[433]
Ona şiir diyenlere onun gibi bir sûre getirin denildiğinde, kafirler taklit
etmek istemişler fakat gülünç birtakım laf kalabalığı yapmaktan öteye
gidememişler.[434]
=ó¨yì¢í ¥ó¤y ë ü¡a ì¢ç ¤æ¡a 6ô¨ì è¤Ûa ¡å Ç ¢Õ¡À¤ä í
b ß ë
“Peygamberin onu, hevâsından konuşmadığını, ancak
vahyedileni aktardığını anlamışlardır.”[435]
Bu kitabı
bile bile yalanlayanların sonları çok acıklı olmuştur.
Hûd sûresinin
başlangıcındaki "Elif, Lam, Râ" buyruğu hakkında müfessirler: "Bununla
ne murad edildiğini en iyi bilen Allah'tır" demişlerdir. Ayrıca, bu
harflerle başlayan her sûrede mutlaka Kur'ân'dan söz edilmektedir. Bu hurûf-ı
mukattaâ harfleri Kur'ân'dan önce de Araplar tarafından şiirde
kullanılmaktaydı. Onlar hiç bir zaman Kur'ân'ın bir âyetinin benzerini bile
getiremediler. Bu harfler, işte onlara karşı bu meydan okuma ve aciz bırakmaya
da işarettir.[436]
اَمْ
يَقُولُونَ
افْتَريهُ
قُلْ
فَاْتُوا
بِعَشْرِ
سُوَرٍ مِثْلِه
مُفْتَرَيَاتٍ
وَادْعُوا
مَنِ اسْتَطَعْتُمْ
مِنْ دُونِ
اللّهِ اِنْ
كُنْتُمْ
صَادِقينَ ()
فَاِلَّمْ
يَسْتَجيبُوا
لَكُمْ
فَاعْلَمُوا
اَنَّمَا
اُنْزِلَ
بِعِلْمِ
اللّهِ
وَاَنْ لَا
اِلهَ اِلَّا
هُوَ فَهَلْ
اَنْتُمْ مُسْلِمُونَ
“Yoksa onu kendi mi uydurdu diyorlar? De ki: Eğer
doğru söylüyorsanız hadi öyleyse onun sûrelerine benzer uydurma on sûre
getirin. Hem de Allah'tan başka çağırabileceklerinizi de çağırın. Söylediğinizi
yapamazlarsa bilin ki o ancak Allah'ın ilmiyle indirilmiştir. On dan başka
tanrı yoktur. Artık müslümansınız değil mi?”[437]
Hûd sûresi,
Kur'ân-ı Kerîm'in sağ lamlığını böylece daha girişte sunduktan sonra, itikâdî
hakikatleri ortaya koymaktadır. Allah'tan başkasına ibadet edilmez. Dönüş
Allah'adır Yeryüzünde debelenen bütün canlıların rızkı Allah'a aittir. Onun
karar yerini de geçici bulunduğu yeri de bilir Bunların tümü apaçık bir
kitaptadır. Allah gökleri ve yeri, insanların amel bakımından hangisinin daha
iyi olduğunu denemek için yaratmıştır.
Kir dünya
hayatını ve onun çekiciliğini isterse onda onlara yapıp ettikleri tastamam
ödenir; hiçbir eksikliğe uğramaksızın. Ancak onların yaptıkları boşa çıkmıştır
ve ahirette onlara ateş azabı vardır. Kur'ân'a inanan, salih amellerde bulunan,
Rablerine kalbleri tatmin olmuş halde bağlanan Müslümanlar ise Cennet
halkıdırlar ve orada temelli kalacaklardır.
Hûd sûresi,
bu giriş kısmından sonra geçmiş peygamberlerin gayb haberlerini vermektedir. Bu
sûrede kıssaları zikredilen Nuh, Hûd, Salih, Lut, İbrahim, İshak, Yakub, Şuayb,
Musa ve Hz. Peygamber gibi peygamberlerin hepsi, Allah'ın birliğine ve sadece
O'na itaate çağırmışlardır. Ancak hepsinin de kendi kavimleri yalanlamışlar ve
Allah'ın azabıyla helâk olmuşlardır. Bu kıssaların anlatılmasının sebebini de yine
Hûd sûresinin son âyetlerinden öğreniyoruz:
وَكُلًّا
نَقُصُّ
عَلَيْكَ
مِنْ
اَنْبَاءِ
الرُّسُلِ
مَا
نُثَبِّتُ
بِه
فُؤَادَكَ وَجَاءَكَ
فى هذِهِ
الْحَقُّ
وَمَوْعِظَةٌ
وَذِكْرى
لِلْمُؤْمِنينَ
“Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini
sağlamlaştıracak her şeyi anlatıyoruz ki, kavminden gördüğün haksız
davranışlara karşı kalbin kuvvet bulsun, ruhun açılsın. Bunda da sana hak ve
inananlar için bir öğüt ve ibret gelmiştir."[438]
Öğüt ve ibret
almacak kıssaların özü şöyledir: Hz. Nuh, (as) puta tapan, kötü, zalim, fasık,
vicdansız milletine Ulu'l-Azm peygamberlerin ilki olarak gönderildi. Milletini
Allah'a ibadete çağırdıysa da onu dinlemediler, yalanladılar, alaya aldılar ve
azabı çağırmasını istediler. Hz. Nuh, Allah'ın emriyle bir gemi yaptı; her
cinsten birer çifti, aleyhine hüküm verilmemiş olan çoluk çocuğunu gemiye aldı.
Tufan çıktığında gemide çok az inanan vardı. Geride kalanların hepsi, Hz.
Nuh'un karısı ve kafir olan oğlu da helâk olmuşlardı. Tufan bittikten sonra
Nuh'un gemisinden inen mü'minler yeryüzünde halifeler yapıldı.
Ancak
bunlardan çoğalanlardan âd kavmi, Ahkâf'ta İrem diye anılır her türlü imkâna
sahip olmakla büyüklendiler, âyetleri bile bile inkar ettiler. Allah, Hz. Hûd
(as.)'ı gönderdi. onlar da azabı istediler. Bunun üzerine pınarları kurudu,
yeşillikleri kalmadı, ünlü İrem bağları yok oldu, hayvanları öldü. Hz. Hûd
onları tevbe etmeye çağırdıysa da yine putlara tapmaya devam ettiler. Sonunda
ufukta gördükleri bir bulutu yağmur bulutu sandılar. Halbuki o azabı getiren
buluttu. Her şeyin kökünü kurutan bir rüzgar insanları kökünden sökülmüş hurma
kütükleri gibi söküp attı. Rezillik azabını dünya hayatında tattılar, hepsi yok
oldular. Allah, Hûd ve inananları rahmetiyle kurtardı.
Hz. Salih
(as) ile gönderildiği Semûd milletinin kıssası da aynı şekilde tebliğ,
yalanlama, azabı çağırma ve yok olma safhalarını anlatır. Şiddetli bir yer
sarsıntısı hepsini yok etti, sanki orada hiç yaşamamış gibi olmuşlardı.
Hz. İbrahim
(a.s), Hz. Hûd ile kurtulan Müslümanların meydana getirdiği yeni nesildendi.
Sâbiîler, Bâbil medeniyeti ile büyüklendiler Nemrut, "Allah dostu"
Hz. İbrahim (as)'ı ateşe attırdı. Fakat Cenâb-ı Allah İbrahim (a.s)'ı kurtardı.
O, Bâbil'i terkettiğinde ardında yalnızca ona inanan Lût vardı. Babası bile
kâfirler arasında kalmıştı. Hz. İbrahim ve yanındakiler bereketli topraklara
gittiler. Tevhid dini, "İbrahim milleti" yoluyla yaşadı .
Lût (as);
aralarında fuhşun, cinsi sapıklığın yayılarak azgınlaştığı bir ulus olan
Sedom'a peygamber olarak gönderildi. Hz. Lût, İbrahim'e ilk inanan, iyilerden,
ilim ve hikmet sahibiydi. Ama her peygamber gibi onu da yalanladılar. Lût,
Allah'a dua etti. Allah', Hz. İbrahim'e İshak'ı müjdeleyen iki melek gönderdiği
zaman İbrahim (as) Sedom'un yok edileceğini de öğrendi. Elçi melekler Lût
(as)'ın yanına genç, güzel erkekler şeklinde gittiklerinde Hz. Lût çok sıkıldı.
Sedomlular da bu tanınmamış güzel erkeklerin etrafını sardılar. Lût konuklarını
rahat bırakmalarım, isterlerse kızlarını verebileceğini söylediyse de
Sedomlular sarhoşluk içinde azmışlardı:
¢í©¢ã b ß
¢á Ü¤È n Û Ù £ã¡a ë 7§£Õ y ¤å¡ß
Ù¡mb ä 2 ó©Ï b ä Ûb ß o¤à¡Ü Ç
¤ Ô Û aì¢Ûb Ó
“Andolsun ki senin kızlarınla bir işimiz olmadığını
biliyorsun. Doğrusu ne istediğimizin farkındasın"[439] diyorlardı. Hz. Lût çaresiz
bir haldeyken melekler kimliklerini açıkladılar, olacakları ona anlattılar.
Sabah yakınken Lût'un evinin etrafındaki azgınlar genç erkek kılığındaki
meleklere saldırınca kör edildiler. Lût karısı dışında kalan ailesini aldı ve
yola çıktı. Sabah olunca korkunç çığlık Sedomluları yakaladı, üzerlerine taş
yağdı, ülkeleri altüst oldu, hepsi helâk oldular.
Medyen ve
Eyke halkına peygamber olarak gönderilen Şuayb (as)’ın mücadelesi sonunda bu
halkların da sonu aynı Semûd milleti gibi oldu. Korkunç bir gürültüyle
yurtlarında çöküp helâk oldular. Sûrede son olarak da Hz. Musa (as)'ı
yalanlayarak denizde boğulan Firavun'dan söz edilmiş ve bütün yalanlayıcı
kâfirlerin dünyada da ahirette de lanetlendikleri bildirilerek bu kıssalarla
ilgili olarak şöyle söylenilmiştir:
¥î© y ë ¥á¡ö¬b Ó
b è¤ä¡ß Ù¤î Ü Ç ¢é¢£¢Ô ã ô¨¢Ô¤Ûa
¡õ¬b j¤ã a ¤å¡ß Ù¡Û¨
“Bunlar sana doğru haber olarak aktardığımız
geçmişlerin haberleridir. Onlardan kimi ayakta kalmıştır halâ izleri vardır;
yeryüzünü geniş görün kimi de biçilmiş ekin gibi yerle bir edilmiş, izi bile
kalmamıştır."[440]
Yüce Allah
onların kendi nefislerine zulmettiklerini azab geldiğinde taptıkları
ilahlarının hiç bir fayda sağlamadığını; Allah'ın yakalayı vermesinin pek
acıklı ve şiddetli olduğunu; ahiret azabından korkanlara bunda kesin âyetler
olduğunu beyan buyurmaktadır. Hûd sûresinin bu son bölümünde anlatılan
kıssalardan ibret alınmalıdır:
¥î© 2
æì¢Ü à¤È m b à¡2 ¢é £ã¡a a6¤ì ̤À m
ü ë Ù È ß lb m ¤å ß ë
p¤¡ß¢a ¬b à × ¤á¡Ô n¤b Ï
“Seninle birlikte tevbe edenlerle birlikte
emrolunduğun gibi dosdoğru davran. Ve azıtmayın. Çünkü O yapmakta olduklarınızı
görendir.”[441]
Zulme
sapanlara eğilim göstermeyin, sizin veliniz ancak Allah'tır. Gündüzün iki
tarafında ve gecenin gündüze yakın saatlerinde namazı kıl. Şüphesiz iyilikler,
kötülükleri giderir. Sabret. Rahmet olunanların dışındakiler cehenneme
doldurulacaktır.
Sûre şu
âyetle sona ermektedir:
وَلِلّهِ
غَيْبُ
السَّموَاتِ
وَالْاَرْضِ
وَاِلَيْهِ
يُرْجَعُ
الْاَمْرُ
كُلُّهُ فَاعْبُدْهُ
وَتَوَكَّلْ
عَلَيْهِ
وَمَا رَبُّكَ
بِغَافِلٍ
عَمَّا
تَعْمَلُونَ
“Göklerin ve yerin gaybı Allah'ındır. Bütün işler
O'na döndürülür. Öyleyse O'na kulluk edin ve O'na tevekkül edin. Senin Rabbin
yapmakta olduklarınızdan habersiz değildir.”[442]
Kâfirlerin,
azgın ulusların hemen her peygamberi yalanladıklarını ve azabı hak ettiklerini,
bu kıssalardan anlıyoruz. Bütün sapık milletlerin, aynı üslûpla nebileri ve
resûlleri yalanladıkları gibi, Resûlüllah'ın kavminin de onu yalanladığı
görülmektedir: Sen de bizim gibi bir insansın, özelliğin ne ki? Kitabı sen
uydurdun. Senin sözünle, biz ilahlarımızı terk edecek değiliz. Biz üstünüz; siz
peygamberler yumuşak baslı ve zayıfsınız, koruyucunuz da yok. Birer melek
olsaydınız ya gibi sözlerle...
İşte hep bu yüzden onlar azabı hak ettiler. Allah onlara zulmetmedi, kendileri nefislerine zulmettiler. Bu, Allah'ın her zaman geçerli olan bir kanunudur. Ve Allah zalimleri yeryüzünde mirasçı kılmaz, amellerini boşa çıkarır.
Kur'an-ı
Kerim
Kur'an-ı
Kerim Muhammed (as)'e yirmi üç yılda parça parça indi. Kur'an-ı Kerim çeşitli
konularda bazen peşpeşe, bazen de aralıklı olarak iniyordu. Kur'an-ı Kerim,
Allahu Teâla'nın Kur'an'da da zikrettiği hikmete göre bir defada değil
olayların akışına göre inmiştir.
وَقَالَ
الَّذينَ
كَفَرُوا
لَوْلَا
نُزِّلَ
عَلَيْهِ
الْقُرْانُ
جُمْلَةً
وَاحِدَةً
كَذلِكَ
لِنُثَبِّتَ
بِه
فُؤَادَكَ
وَرَتَّلْنَاهُ
تَرْتيلًا
“İnkâr edenler: Kur'an ona
bir defada topluca indirilmeli değil miydi? dediler. Biz onu senin kalbine
iyice yerleştirmek için böyle yaptık (parça parça indirdik) ve onu tane tane
(ayırarak) okuduk.”[443]
Yani kalbine
iyice yerleşmesi ve böylece de onu kavrayabilmen ve ezberlemen için onu azar
azar indirdik.
5í©¤ä m
¢êb ä¤Û £ ã ë §s¤Ø¢ß ó¨Ü Ç ¡b £äÛa
ó Ü Ç @¢ê a ¤Ô n¡Û
¢êb ä¤Ó Ï b¦ã¨a¤¢Ó ë
“Biz onu, Kur'an olarak,
insanlara dura dura okuyasın diye (âyet âyet, sûre sûre) ayırdık; ve onu
peyderpey indirdik.”[444]
Bir başka ifade ile olayların akışına göre
gerektikçe, yavaş yavaş indirdik. Hem peygamberin kalbine iyice yerleşmesi hem
insanlara Kur'an-ı yavaş yavaş okuması ve hem de olaylara göre, soru soranların
sorularına cevap verilmesi için yirmi üç senede bölüm bölüm indirdik.
Kur'an-ı
Kerim Muhammed (as)'e iniyor ve o da Kur'an'ın (hafızalarda) göğüslerde
ezberlenmesini, deri, kâğıt, yapraklar ve kemikler üzerine yazılmasını
emrediyordu. Yani kürek kemiklerine, hurma dallarına ince ve geniş taş
parçaları üzerine yazılmasını emrediyordu. Bir ayet indiğinde onu sûredeki
yerine konulmasını emrediyor ve bu ayeti şu sûredeki şu ayetten sonraya koyun,
yazın diyerek ayetlerin yerlerini tek tek belirtiyordu.
Hz.Osman
(r.a.)'dan: "Nebi (as.)'e ayetler iniyordu ve Nebi (as) bu ayetleri,
içerisinde şu ayetlerin bulunduğu şu sûreye koyun diyordu" Kur'an
tamamlandıktan sonra Rasül (as) Rabbine kavuşuncaya kadar bu durum aynı minval
üzere devam etti. Bu nedenle şu anda mushaftaki bütün sûrelerde bulunan
ayetlerin tertibi, Nebi (as)'den, onun Cibril'den, Cibril'in de Allah'tan
aldığı şekilde tevkifidir. (Vahyin emri doğrultusundadır) Buna göre de Ümmet,
Kur'an-ı Kerimi Nebi (as)'den en ufak bir ihtilafa yer bırakmadan
nakletmişlerdir. Şu anda gördüğümüz şekle göre sûrelerdeki ayetlerin tertibi,
bizzat Rasulullah (as)'ın emrettiği ve emrine göre de deri, yaprak, kürek
kemikleri ve ağaç dalları üzerine yazılan ve göğüslerde muhafaza edilen
Kur'an'ın bizzat aynısıdır. Bu nedenle sûrelerdeki ayetlerin tertibi kat'idir.
Rasulullah'tan, Cebrail'den ve Allah'tan geldiği üzere tevkifidir. Fakat
sûrelerin tertibi ise sahabelerin (r.anhüm) ictihadına göre düzenlenmiştir.
ـ عن زيد
بن ثابت
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]أرْسَلَ
إلىَّ أبُو
بَكْر رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
مَقْتلَ
أهْلِ
الْيَمَامَةِ
فَإذَا
عُمَرُ جَالِسٌ
عِنْدَهُ.
فقَالَ أبُو
بَكْرٍ: إنَّ
عُمَرَ
جَاءَنِى
فقَالَ: إنَّ
الْقَتْلَ
قَدِ اسْتَحَرَّ
يَوْمَ
الْيَمَامَةِ
بِقُرَّاءِ
الْقَرآنِ؛
وَإنِّى
أخْشَى أنْ
يَسْتَحِرَّ
الْقَتْلُ
بِالْقُرَّاءِ
في كُلِّ
الْمَوَاطِنِ
فَيَذْهَبَ
مِنَ
الْقُرآنِ
كَثِيرٌ. وَإنِّى
أَرَى أنْ
تَأمُرَ
بِجَمْعِ
الْقُرآنِ
فَقُلْتُ:
وَكَيْفَ
أفْعَلُ مَا
لَمْ يَفْعَلْهُ
رسولُ اللّه
#؟ فقَالَ
عُمَرُ رَضِىَ
اللّهُ عَنْه:
هُوَ
وَاللّهِ
خَيْرٌ،
فَلَمْ
يَزَلْ يُرَاجِعُنِى
في ذلِكَ
حَتَّى
شَرَحَ اللّهُ
تَعَالى
صَدْرِى
لِلَّذِى
شَرَحَ لَهُ صَدْرَ
عُمَرَ،
وَرَأيْتُ في
ذلِكَ
الَّذِى رَأى.
قَالَ زَيْدٌ:
فقَالَ أبُو
بَكْرٍ: إنَّكَ
رَجُلٌ
شَابٌّ
عَاقِلٌ َ
نَتَّهِمُكَ،
قَدْ كُنْتُ
تَكْتُبُ
الْوَحْى
لِرَسُول
اللّه # فَتَتَبَّعِ
الْقُرآنَ
وَاجْمَعْهُ.
قَالَ زَيْدٌ:
فَوَاللّهِ
لَوْ
كَلَّفَنِى
نَقْلَ جَبَلٍ
مِنَ
الْجِبَالِ
مَا كانَ
أثْقَلَ عَلَىَّ
مِمَّا
أمَرَنِى
بِهِ.
فَقُلْتُ
كَيْفَ
تَفْعََنِ
شَيْئاً لَمْ
يَفْعَلْهُ
رَسولُ
اللّهِ #.
فقَالَ أبُو
بَكْرٍ: هُوَ
وَاللّهِ
خَيْرٌ،
فَلَمْ
يَزَلْ
يُرَاجِعُنِى
حَتَّى شَرَحَ
اللّهُ
صَدْرِى
لِلَّذِى
شَرَحَ لَهُ
صَدْرَ أبِى
بَكْرٍ
فَتَتَبَّعْتُ
الْقُرآنَ أجْمَعُهُ
مِنَ
الرِّقَاعِ
وَالْعُسُبِ
وَاللِّخَافِ
وَصُدُورِ
الرِّجَالِ
حَتَّى
وَجَدْتُ آخرَ
سُورَةِ
التَّوْبَةِ
مَعَ
خُزَيْمَةَ
أوْ أبِى
خُزَيْمَةَ
ا‘نْصَارِىِّ
لَمْ أجِدْهَا
عِنْدَ أحَدِ
غَيْرِهِ،
وَكَانَتِ
الصُحُفُ
عِنْدَ أبِى
بَكْرٍ
حَتَّى
تَوَفَّاهُ
اللّهُتَعالى،
ثُمَّ عِنْدَ
عُمَرَ حَتَّى
تَوَفَّاهُ
اللّهُ
تَعالى،
ثُمَّ عِنْدَ
حَفْصَةَ بنْتِ
عُمرَ رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُمْ.
- Zeyd İbnu
Sâbit (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh),
(irtidâd edenlere karşı yapılan) Yemâme Savaşı sırasında beni çağırttı. Gittim.
Yanında Hz. Ömer (radıyallahu anh) oturuyordu. Ebu Bekir bana:"- Bak!
Ömer, bana gelip: "Kurrâ'nın da katılmış bulunduğu Yemâme savaşları şiddetlendi. Ben her yerde kurrâları
tüketeceğinden, onlarla birlikte Kur'ân'ın
da çokça zâyi olacağından korkuyorum. Bu sebeple Kur' ân'ın
cem'edilmesini emretmeni uygun görüyorum!" dedi. Ben kendisine:"-
Resûlullah'ın yapmadığı bir şeyi nasıl yaparım?" diye cevap verdim. Ancak
Ömer (radıyallahu anh):"- Bunda hayır var!" diye ısrar etti. Ben her
ne kadar bu meseleye yanaşmak istemedi isem de Ömer, taleb ve müracaatlarının
peşini bırakmadı. Sonunda Allah, Ömer'de aklını yatırdığı şeye benim de aklımı
yatırdı. Ben de meselenin gereğine aynen Ömer gibi inanmaya başladım."Zeyd
devamla der ki: "Ebu Bekir (radıyallahu anh) bana yönelerek şunu
söyledi:"- Sen genç, akıllı bir kimsesin, hiç bir hususta sana karşı bir itimadsızlığımız yok. Üstelik
sen Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a vahiy katipliği yaptın, nâzil olan
vahiyleri yazdın. Şimdi Kur'ân'ın peşine düş ve onu cem'et!"Zeyd (radıyallahu
anh) der ki: "Allah'a yemin olsun, Ebu Bekir bana dağlardan birini taşıma
vazifesi verse bu teklif ettiği işten daha ağır gelmezdi. Kendisine itiraz
ettim:"- Siz, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yapmadığı bir şeyi
nasıl yaparsınız?" dedim. Ebu Bekir
(radıyallahu anh) beni ikna için:"- Vallahi bu, hayırlı bir iştir!"
dedi, taleb ve müracaatlarının peşini bırakmadı. Öyle ki, sonunda Allah, Hz.
Ebu Bekr'in aklını yatırdığı gibi bu işe benim aklımı da yatırdı.
Artık Kur'ân'ın peşine düştüm. Onu kumaş parçaları,
hurma yaprakları, düz taş parçaları ve ezberlemiş olanların
hâfızalarından toplamaya başladım. Tevbe sûresinin son kısmını Huzeyme -veya
Ebû Huzeyme- el-Ensârî'nin yanında buldum. Bu kısmı ondan başkasının yanında bulamamıştım.(Cem ettiğim)
sahifeler Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh)'in yanında idi. Vefat edinceye kadar
da orada kaldı. Sonra Hz. Ömer (radıyallahu anh)'e intikal etti. Allah ruhunu
kabzedinceye kadar onun yanında kaldı. Sonra Resûlullah'ın zevce-i pâkleri
Hafsa Bintu Ömer İbni'l-Hattâb (radıyallahu anhümâ)'a intikal etti ve onun
yanında kaldı."[445]
ـ وعن
الزهرى عن أنس
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْه.]أنَّ
حُذَيْفَةَ:
قَدِمَ عَلى
عُثْمَانَ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهما.
فقَالَ: يَا
أمِيرَ
الْمُؤمِنِينَ؟
أدْرِك هذِهِ
ا‘مَّةَ
قَبْلَ أنْ يَخْتَلِفُوا
في
الْكِتَابِ
اخْتَِفَ
الْيَهُودِ
وَالنَّصَارَى.
فَأرْسَلَ
إلى
حَفْصََةَ
أنْ أرْسِلِى
إلَيْنَا
بِالصُّحُفِ
نَنْسُخُهَا
وَنَرُدُّهَا
إلَيْكِ.
فَأرْسَلَتْ
بِهَا.
فَأمَرَ زَيْدَ
بنَ ثَابتٍ،
وَعَبْدَ
اللّهِ ابنَ
الزُّبَيْرِ،
وَسَعِيدَ
ابنَ
الْعَاصِ،
وَعَبْدَاللّهِ
بنَ
الحَارِثِ
بنِ هِشَامٍ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهم
فَنَسَخُوهَا،
وَقَالَ
لِلرَّهْطِ
الْقُرْشِيِّينَ
إذَا
اخْتَلَفْتُمْ
أنْتُمْ،
وَزَيْدُ
ابنُ ثَابِتٍ
في شَئٍ مِنَ
الْقَرآنِ
فَاكْتُبُوهُ
بِلِسَانِ
قُرَيْشٍ فَإنَّمَا
نَزَلَ
بِلِسَانِهِمْ
فَفَعَلُوا
حَتَّى إذَا
نَسَخُوا
الصُّحُفَ في
المصَاحِفِ
أرْسَلَ إلى
كُلِّ أُفُقٍ
بِمُصْحَفٍ،
وَأمَرَ
بِمَا سِوَى
ذلِكَ مِنَ
الْقُرآنِ في
كُلِّ صَحِيفَةٍ
أوْ مُصْحَفٍ
أنْ يُحْرَقَ.
قَالَ زَيْدٌ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه:
فَفَقَدْتُ
آيَةً مِنْ
سُورَةِ
ا‘حْزَابِ
قَدْ كُنْتُ
اسْمَعُ رسولَ
اللّهِ #
يَقْرَؤُهَا
فَالْتَمَسْتُهَا
فَوَجَدْتُهَا
مَعَ
خُزَيْمَةَ
بنِ ثَابتٍ
ا‘نصَارِىّ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
ـ الَّذِى جَعَلَ
رسولُ اللّه #
شَهَادَتَهُ
بِشَهَادَةِ
رَجُلَيْنِ ـ
وَهىَ: مِنَ
الْمُؤمِنِينَ
رِجَالٌصَدَقُوا
مَا
عَاهَدُوا
اللّهَ عَلَيْهِ
فَألْحَقنَاهَا
في
سُورَتِهَا
مِنَ
الْمُصْحَفِ.
- Zührî, Hz. Enes (radıyallahu anh)'ten rivayet ediyor:
"Huzeyfe (radıyallahu anh) Hz. Osman (radıyallahu anh)'ın yanına geldi
ve:"- Ey Emirü'l-Mü'minin! Yahudiler ve Hıristiyanlar gibi, kitapları
hakkında ihtilâfa düşmeden, bu ümmetin imdadına yetiş!" dedi. Hz. Osman
(radıyallahu anh) derhal Hz. Hafsa (radıyallahu anhâ)'ya birisini
yollayarak:"- Sendeki Suhuf'u bize gönder, istinsah edip sana tekrar iâde
edeceğiz" diye haber saldı. Hz. Hafsa (radıyallahu anhâ) da gönderdi. Hz.
Osman (radıyallahu anh) Kur'ân'ın istinsahı için Zeyd İbnu Sâbit, Abdullah
İbnu'z-Zübeyr, Saîd İbnu'l-Âs ve Abdullah İbnu'l-Hâris İbni Hişâm (radıyallahu
anhüm ecmain)'a emretti: Onlar da bunu istinsâh ettiler.Hz. Osman Kureyşli
gruba: "Kur'ân-ı Kerim'le ilgili olarak herhangi bir hususta siz ve Zeyd
İbnu Sâbit ihtilâf edecek olursanız, onu Kureyş lisanına uygun olarak yazın.
Çünkü Kur'ân onların lisanı üzere indi" dedi. Çalışma esnasında hey'et bu
minval üzere hareket ettiler.Suhuf'u mushaflar halinde ortaya koyma işi
bitince, Hz. Osman (radıyallahu anh) her diyara bir mushaf gönderdi. Ayrıca bunun hâricinde kalan
bir sahife veya mushafın yakılmasını emretti. Zeyd (radıyallahu anh) der ki:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan işitmiş olduğum, Ahzâb sûresine ait bir âyet(e ait yazılı parça bana gelmemişti), eksikti. Onu araştırdım.
Sonunda Huzeyme İbnu Sâbit el-Ensârî (radıyallahu anh)'de çıktı. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) onun şâhitliğini iki kişinin şâhitliğine denk
tutmuştu. Bu âyet şu idi: (Meâlen): "Mü'minlerden Allah'a verdiği ahdi
yerine getiren kimseler vardır. Kimi, bu uğurda canını vermiş, kimi de
beklemektedir. Ahdlerini hiç değiştirmemişlerdir."[446]
Said b.
Cübeyr İbni Abbas'tan şunu rivayet ediyor: "Bismillahirrahmanirrahim
ifadesi ininceye kadar Nebi (as) bir sûrenin bitip bitmediğini
bilmiyordu."
Bir başka
rivayette ise: "Bismillahirrahmanirrahim ifadesi indiğinde sûrenin
bittiğini biliyorlardı." Bu da bütün sûrelerdeki ayetlerin
tertibinin tevkifi olduğuna delalet etmektedir. Rasulullah (as) Berae sûresinin
durumunu açıklamadığı için Osman (r.a.) ictihad yaparak onu Enfal sûresine
birleştirmiştir.
"El-ikna" isimli kitapta
nakledildiğine göre İbni Mesud'un Mushafında Berae sûresinin başında besmele
vardır. Ayetlerin tertibinde herhangi bir ihtilaf olmamakla beraber sûrelerin
tertibinde sahabelerin farklı mushafları muhafaza ettikleri rivayet edilmiştir.
sûrelerin tertibi açısından İbni Mesud'un mushafı ile Osman'ın mushafı
farklıdır. İbni Mesud'un Mushafının tertibinde, önce Fatiha sonra Bakara, sonra
Nisa sonra da Âl-i İmrân sûresi gelmektedir. Osman'ın mushafındaki düzenleme
ise Fatiha, Bakara, Âl-i İmrân ve Nisa şeklindedir.
Her ikisi de
sûrelerin nüzuluna göre düzenlenmemiştir. Ali (r.a.)'ın mushafının nüzul
sırasına göre şu şekilde tertip edildiği söylenir: Alak, Müddessir, Kalem,
Müzzemmil, Tebbet, Tekvir, A'la sıralamasıyla önce Mekki sûreler sonra da
sırasıyla Medeni sûrelere göre tertip edilmiştir. sûrelerin tertibinde görülen
bu farklılıklar sûrelerin tertibinin tevkifi olmayıp sahabenin içtihadının bir
sonucu olduğuna delalet etmektedir. Bu nedenle okurken sûrelerin tertibine
uymak ne namazda, ne Kur'an tilavetinde, ne ders esnasında ne de eğitim
esnasında vacib değildir. Nebi (as)'ın bir gece namazında Âl-i İmrân sûresinden
önce Nisa sûresini okuması da buna delalet etmektedir. Ancak Kur'an-ı Kerimin
tersten okunmasını yasaklayan rivayetler, sûreleri tersten okumayı değil aynı
sûredeki ayetleri tersten okunmasını yasaklamaktadır.
Her sene Cibril'in Kur'an-ı Nebi (as)'e arz
etmesi, demek ayetlerin birbiri ile olan tertibini ve ayetlerin sûrelerdeki
tertibinin arz edilmesi anlamına gelmektedir. Çünkü Kitabın arzı, Kitabın
cümlelerinin, kelimelerinin ve tertibinin arzı demektir. Rasül (as)'ın vefat
ettiği sene iki defa arz edilmesi de ayetlerin birbirlerini takip ediş sırasını
ve ayetlerin sûreler içindeki tertibinin arzı anlamını ifade eder. Hadisten
sûrelerin birbirleri ile olan tertibini anlamak da mümkündür. Ancak ayetlerin
tertibi ile ilgili olarak birçok sarih ve sahih hadisler vardır. Bu hadisler ayetlerin
tertibinin ve ayetlerin sûreler içindeki tertibinin nassıdır.
Genel Bir Bakış:
Tefsir kelimesi “fesere” veya tersinden bir okunuşla “sefere”
kökünden gelmektedir.
Tefsir
lügatte, "beyan etmek, keşf etmek, izhar etmek ve
üzeri kapalı bir şeyi açmak" anlamındadır.
Istılahta
ise, "Kur'an-ı Kerîmin manalarım keşfetmek ondaki müşkil ve garîp
lafızlardan kastedilen şeyi beyan" etmek demektir.[447]
Ulümu’l-Kur'an
eserlerinde tefsirin tarifinin zikredildiği yerlerde te'vil kelimesi de
zikredilmiş ve bu iki kelimenin arasındaki fark zikredilmiştir.[448]
Te'vil
kelimesi “evele” kökünden gelen ve geri dönme anlamına gelen bir
mastardır.
Istılahta ise
: Görünürde birbirleriyle uyumlu iki ihtimalden birine manayı yöneltmektir.
Yani:
"Ayete, muhtemel manalardan birini vermektir."
Tefsir ve
Te'vil kelimeleri Kur'an-ı Kerîm'de “Tef’il” kalıbında zikredilmektedir.
Tefsir kelimesi Kuran’da yalnız bir defa Furkan suresinin 33. ayetinde, te'vil
ise 15 ayette geçmektedir.[449]
Kuran’ı Kerîm
araştırmalarını, birçok değişik bilim
dalları ışığı altında ele almamız mümkündür. Ancak bu araştırmaları
genel olarak iki ana noktada toplayabiliriz. Bunlar "dil ve edebiyat
(filoloji)" ile "fikir-yorumlama" açısından yapılan
çalışmalardır.[450]
Kur'an
edebiyat yönüyle olduğu kadar, akîdevî yönüyle de aynı öneme sahiptir. Kuran’ın
eşsiz bir edebiyat şaheseri olması, bu konuda araştırma yapacak olanların, Arap
Dili ve Edebiyatım tüm filolojik özellikleriyle öğrenmesi gerekmektedir.
Fikir
açısından araştırma yapacakların ise Arap dilinin tüm özelliklerim bilmek gibi
bir zorunluluğu yoktur. Dili Arapça olmayan bir ülkede yaşayan herhangi bir
fikir adamı, kendi diline çevrilmiş sağlıklı tercümeler ve diğer başka
dokümanlar yardımıyla seçtiği konu üzerinde araştırma yapma imkanı vardır.
İslam’ın
insanlık ufkuna doğmasıyla başlayan Kur 'an araştırmaları, günümüze kadar büyük
gayretlerle süregelmiştir. Bu konuda geçmiş ulemanın yapmış olduğu ufuk açıcı
çalışmalarım takdir etmemek mümkün değildir.
Ancak
senelerdir İslamî araştırmalar, dil, iletişim, Müslüman ülkelerin basından
geçen sosyal, siyasal ve benzeri nedenlerden, dünya literatüründe gerçek yerini
bulamamış, meydan, batılı müsteşriklere kalmıştır. Onlar ise bu meydanda kendi
ölçülerini kullanarak bazen kasıtlı bazen de bilgi eksikliği sebebiyle
inançlarımız açısından hatalı eserler ortaya koymuşlar ve bu sahada otorite
gibi gözükmüşlerdir.
Batı dillerine İngilizce,[451]
Almanca[452] ve
Fransızca'ya[453]
çevirdikleri Kur 'an tercümelerini kendi yorumlarıyla halka sunmuşlardır. Bu
çalışmalar yalnız Kur' an tercümeleriyle kalmamış, Kur'an ilimleriyle de
alakalı bir çok çalışmalar yapılmıştır. Bunların en önemlileri, E.Montet,
Blachere, Nöldeke, Gold Ziher, Rudi Paret gibi müelliflerdir. Ancak İslam
dünyasının 1900'lü yıllarda başlayan ve ilk tohumları Muhammed Abduh tarafından
atılan, tefsirde yeni metot uygulamalarıyla konum yavaş yavaş değişmiş, İslamî
tefsir araştırmacıları yeniden dünya bilim sahasında yerini almaya
başlamışlardır. Zamanla müsteşriklerin eserleri incelenmiş, yapılan yanlışlar
ortaya çıkarılmıştır.
Bu sebeple
biz konumuz gereği "Müfessir için gereken şartları" aşağıda
maddeler halinde sunmaya çalışacağız. Bizim bu küçük çalışmamızdaki gayemiz
genel "Araştırma Metot ve Teknikleri"ni sunmak değil, daha dar
bir çerçevede konuyu ele almaktır.
Kuran’ı
Kerîmi tefsir etmeye aday müfessirler için akademik platformda iki ana başlık
göze çarpmaktadır.
1- Hazırlanma
ve yoğunlaşma dönemi.
2- Pratik ve
aktarma dönemi
Hazırlanma ve
yoğunlaşma dönemine ait şartları şöyle sıralamak mümkündür:
a- Akîde
ve Ahlak, Yönünden Hazırlanma ve Yoğunlaşma
Bu konumda
kişi, sahih bir itikat üzerine yetişip İslamî emir ve yasaklara uygun bir
yaşantı seçmeli ve öğrendiklerini amel sahasında değerlendirmelidir. Nitekim
Sahabei Kiram ezberledikleri 10 ayetle
amel etmedikçe diğer ayetlere geçmezlerdi.[454]
Bu yaşantı biçiminin gerçekleşmesi şöyle olmalıdır.
1- Müfessir
bid'atlardan kesinlikle kaçınmalı, ancak bu titizliği, onu yeni yorumlara
açılmaya engel teşkil etmemelidir.
2- Arzu ve
heveslerine uygun bir yaşantıya sahip, ayetleri kendi fikirleri doğrultusunda
yorumlayan ve gerisini yok sayan inkarcı bir tip olmamalıdır.
3- Maksadı
doğru, gayesi doğru olmalı, yaptığı işlerde her zaman Allah'ın rızasını ön
planda tutmalı:
وَالَّذينَ
جَاهَدُوا
فينَا
لَنَهْدِيَنَّهُمْ
سُبُلَنَا
وَاِنَّ
اللّهَ
لَمَعَ الْمُحْسِنينَ
“Bizim uğrumuzda cihad edenleri
elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah iyi
davrananlarla beraberdir”[455] ayetinin ifadesine uygun
çalışma sergilemeyi kendisine gaye edinmelidir.
Müfessir,
maksadın doğruluğuna olan samimiyeti elde etmek için dünyayı, gaye olmaktan
çıkarıp iyi amellere ve ahirete hazırlığa vesile olarak kullanmalıdır. Bu
takdirde kendisine Vehbi ilmin verilmesi ümit edilir.
Suyüti el-
İtkan'da müfessirin "İlmi Mevhübe" ye (yani Ledunnî ilmine) de
sahip olmasının gerektiğini söyler ve şöyle devam eder: "Belki de
sen îlmi Mevhübe yi zor zannediyor,
böyle bir şeyi elde etmek insan kapasitesinin üstünde olduğunu
tasarlıyorsun. Durum senin düşündüğün gibi değildir. Zira onu elde etmek, züht
ve iyi ameller işlemekledir. Kalbinde bidat, kibir, boş arzular, dünya sevgisi
olanlara vahyin manaları verilmez." Sonra iddiasına delil olarak:
6¡£Õ z¤Ûa ¡¤î Ì¡2
¡¤ üa ó¡Ï æë¢ £j Ø n í
åí© £Ûa ó¡mb í¨a ¤å Ç
¢Ò¡¤ b
“Yeryüzünde
haksız yere büyüklenenleri ayetlerimden uzaklaştıracağım”[456] ayetini getirir ve Süfyan
b.'Uyeyne'nin "Ayetlerimden uzaklaştıracağım" ayeti için
yaptığı “Onlardan Kuran’ı Kerîmi anlama melekesini soyup alacağım"
yorumunu kaydeder."
b- Öğrenim
ve Kültür Yönünden Hazırlanma ve Yoğunlaşma:
Müfessir
adayı olan kimse, öğrenim ve kültür sahibi olmak için elinden gelen gayreti
göstermek zorundadır. Bu birikime ulaşmakta iki merhalede mümkündür.
1-
Hazırlık dönemi
Bu dönem daha
ziyade küçük yaşlarda başlatılan eğitimle mümkündür. Bu ilk eğitiminde;
a- Kuran’ın
tümünü, -gerek kıraat gerekse tecvîd yönünden kusursuz bir okuyuşla öğrenecek
ve ehliyetli öğreticiler tarafından ezberletilecektir. Zira bu ilim ileride
gerek tefsir açısından gerekse önüne gelen değişik okunuşlardan seçim yapmada
kendisine yardımcı olacaktır.
b- Hadis koleksiyonundan,
özellikle Kur'an ayetlerinin tefsiriyle bağlantılı olan sahih hadisleri
tanımalıdır.
c- Değişik
bilim dallarından özet bilgileri elde etmelidir.
2-
Akademik yoğunlaşma dönemi:
Bu dönemde
özelde, Kuran’la bağlantılı olan ilimlerin tümünü, genelde yaşadığı dönemde
revaç bulan ilimleri zeka ve kapasite durumuna göre elde etmeli ve bu ilimlerde
yoğunlaşmaya çalışmalarıdır. Müfessir, çok değişik bilim dallarında ve
kültürlerde yaygın bir bilgi sahibi olmak zorundadır. Zira Kuran’ın
evrenselliği ve tebliğin geniş kitlelere yayılmasının gerekliliği, bu tür yoğun
öğrenimi gerekli kılmaktadır.
Müfessir
adayının özellikle yoğunlaşacağı ilimleri şöyle sıralayabiliriz.
a- Arap Dili
ve Edebiyatı, (iştikak, lügat, sarf, nahv, meanî, beyan, bedi')
b- Dîni
ilimler, bunlar; tevhîd, fıkıh, fıkıh usulü, rivayet ve dirayeti içeren hadis
ilmi. Kur'an kültürüyle bağlantılı tüm ilimler; kıssalar, dahîl, nüzul
sebepleri, muhkem ve müteşabih, nesh, i'cazu'l- Kur'an, müşkilü'l-Kur'an,
Peygamber (a.s)'ın ve ashabının hayatını anlatan siyer ilmi.
c- Tefsir
kaynaklarını ve yazarlarının tefsir metotlarını, yaşadığı zamanın
müfessirlerini ve metotlarını, dünya çapında şöhret bulmuş müsteşriklerin
tefsirle bağlantılı eserlerim, metotlarım ve gayelerim, mümkünse orijinal dilinden,
değilse sağlam tercüme eserlerden yararlanarak bu konuyla ilgili tüm dünyada
yapılan çalışmaları ve literatürü takip etmeye gayret etmelidir.
d- Felsefe,
mantık, sosyoloji, tarih, jeoloji, tıp, astroloji, matematik ilimleri yeteri
kadar tahsil edilmelidir.
Yukarıda bahsedilen ilimleri tüm tafsilatıyla elde
etmek ilk etapta dıştan bakan bir kimseye, ulaşılması çok güç gibi gelebilir.
Ne var ki, bu sayılan ilimler bir anda elde edilmesi gereken ilimler değildir.
Şayet bu konuda bir eğitim programı çizelgesi düzenlenme imkanı olsa bunları
elde etmemizin çok da zor bir şey olmadığı ortaya çıkacaktır. Kaldı ki adı
geçen ilimlerin hepsi aynı seviyede elde edilmesi gerekmemektedir. Bunların
içinden Kuran’la doğrudan bağlantılı ilimler çok ciddi biçimde öğrenilecek,
yoğunlaşılacak, diğer ilimler için ise daha alt seviyede bir eğitim ve öğrenim
uygulanacaktır.
Burada akla
şöyle bir soru gelmektedir: "Kuran’la direk bağlantılı ilimlerin tümünü
derinlemesine öğrenmek, yoğunlaşma olayını kaldırmayacak mıdır?"
Yani İslamî
manada akademik müfessirin alanı yukarıda zikredilen ilimlerden hangisi
olacaktır. Nahivde mi, Sarfda mı, yoksa diğer ilimlerden birisinde mi uzman
olacaktır?
Yoğunlaşma
neye göre değerlendirilecektir ?
Buna şöyle
cevap vermemiz mümkündür. Müfessir dediğimiz, tefsir ilminde uzman ve bu alanda
yoğunlaşmış kişidir. Bunun yanında tefsirle direk bağlantılı olan ilimlerden
herhangi birinde kişi isterse özel olarak yoğunlaşabilir. Mesela: Tarihçi
olabilir ancak o kişiye yalnız o dalda yoğunlaştığı için müfessir dememiz
mümkün değildir.
Bu dönem,
müfessir adayının daha önce almış olduğu yeterli eğitimini pratiğe dökme
dönemidir. Bu dönemde müfessir aşağıda sıralanacak sahalarda veya daha değişik
alanlarda çalışmalar yaparak tefsir alanında yüklendiği misyonu yerine
getirmelidir.
Bilgilerin
pratiğe aktarma alanlarını kısaca şöyle özetleyebiliriz.
1- Tefsir
sahasında akademik makaleler yazarak, bunların değişik dergilerde
yayınlanmasını sağlamak.
2- İlmî
birikimlerim, gerek yazılı gerek görsel medya iletişim aracılığıyla halka
ulaştırılmasını sağlamak.
3- Gerek
fakültelerde, gerek ibadethanelerde
dersler ve konferanslar tertipleyerek birikimin aktarılmasını sağlamak.
4-
Uluslararası platformdaki yanlışlar araştırılarak bunlara kendi dillerinde
cevap verilmesini sağlamak. Özellikle bu sahada Bilgi işlem ve İnternet göz önünde bulundurularak en yeni
gelişmeleri sonuna kadar kullanmak.
5- Tefsir ve
buna bağlı ilim dallarında akademik çalışmalara danışman olarak katılmak, bu
sahada yeni yetişenlerin önünü açarak yönlendirmeler yapmak.
Yukarıda bir
kısmını özetle zikrettiğimiz pratik dönem çalışmalarında müfessir, genel
davetçi kurallarına göre hareket etmeli, bu yolda kendine Kuran’ı Kerîmin:
اُدْعُ
اِلى سَبيلِ
رَبِّكَ
بِالْحِكْمَةِ
وَالْمَوْعِظَةِ
الْحَسَنَةِ
وَجَادِلْهُمْ
بِالَّتى هِىَ
اَحْسَنُ
اِنَّ
رَبَّكَ هُوَ
اَعْلَمُ بِمَنْ
ضَلَّ عَنْ
سَبيلِه
وَهُوَ
اَعْلَمُ بِالْمُهْتَدينَ
“Hikmetle,
güzel öğütle, Rabb'inin yoluna çağır, ve onlarla en güzel şekilde mücadele et”[457] ayetini düstur edinmelidir.
1
¡Õ Ü È¤Ûa ¢ñ ì¢ Q
¡ággggggggggggî©y £Ûa
¡å¨à¤y £Ûa ¡é¨£ÜÛa ¡ágggggggggggg¤¡2
1-el-ALAK
Bismillâhirrahmânirrahîm
Alak suresi, erken Mekke dönemine aittir, ayet sayısı 19'dur. Bu surenin
ilk sure olup olmadığı noktasında tartışmalar vardır. Ayet bakımından ele
alındığında bu surenin ilk beş ayeti tartışmasız olarak ilk vahiylerdir, ama
daha sonraki ayetler, içeriklerinden de anlaşıldığı üzere, sureyi daha sonra
tamamlamıştır.
Alak Suresinin Kelimeleri:
17 Õ Ü
ô© £Ûa Ù¡£2 ¡á¤b¡2 ¤a ¤Ó¡a Q ¤a ¤Ó¡a oku. ¡á¤b¡2 adı ile, Ù¡£2 Rabbin ô© £Ûa öyle ki, 7 Õ Ü yaratan 27§Õ Ü Ç ¤å¡ß
æb ¤ã¡üa Õ Ü R Õ Ü yarattı. æb ¤ã¡üa insanı ¤å¡ß den, dan 7§Õ Ü Ç aşılanmış yumurtadan 3=¢â ¤× üa
Ù¢£2 ë ¤a ¤Ó¡a S ¤a ¤Ó¡a oku! Ù¢£2 ë Rabbin =¢â ¤× üa ikram eden. 4=¡á Ü Ô¤Ûb¡2
á £Ü Ç ô© £Û a T ô© £Û a öyle ki; á £Ü Ç öğretti =¡á Ü Ô¤Ûb¡2 kalem ile 56¤á Ü¤È í
¤á Ûb ß æb ¤ã¡üa á £Ü Ç U á £Ü Ç öğretti æb ¤ã¡üa insana ¤á Ûb ß mediği (olumsuz) 6¤á Ü¤È í bilme 6=ó¨Ì¤À î Û
æb ¤ã¡üa £æ¡a ¬5 × V ¬5 × hayır, hayır £æ¡a muhakkak ki; (pekiştirme) æb ¤ã¡üa insanlar, =ó¨Ì¤À î Û azar. 76ó¨ä¤Ì n¤a
¢ê¨a ¤æ a W ¤æ a ancak ¨a kendini gördü, ¢ê O, (zamir) 6ó¨ä¤Ì n¤a Yeterli. 86ó¨È¤u¢£Ûa
Ù¡£2 ó¨Û¡a £æ¡a X £æ¡a Muhakkak ki; (pekiştirme) ó¨Û¡a de da (bağlaç) Ù¡£2 Rabbinedir 6ó¨È¤u¢£Ûa dönüş. 9=ó¨è¤ä í
ô© £Ûa o¤í a a Y a mü? (soru edatı) o¤í a gördün ô© £Ûa ki; =ó¨è¤ä í engelleyeni 106ó¨£Ü
a ¡a a¦¤j Ç QP a¦¤j Ç kulu a ¡a zaman |
6ó¨£Ü namazda 11=ô¨¢è¤Ûa
ó Ü Ç æb × ¤æ¡a o¤í a a
QQ a mü? (soru edatı) o¤í a gördün ¤æ¡a şayet æb × idi ó Ü Ç üzerinde =ô¨¢è¤Ûa doğru yol 126ô¨ì¤Ô £nÛb¡2
ß a ¤ë a QR ¤ë a yahut ß a emrediyor 6ô¨ì¤Ô £nÛb¡2 sakınmayı 136ó¨£Û ì m ë
l £ × ¤æ¡a o¤í a a
QS a mı? (soru edatı) o¤í a gördün mü? (soru edatı) ¤æ¡a ancak l £ × yalanlıyor 6ó¨£Û ì m ë yüz çeviriyor. 146ô¨ í 騣ÜÛa
£æ b¡2 ¤á Ü¤È í ¤á Û a QT a mı? (soru edatı) ¤á Û mez (olumsuz) ¤á Ü¤È í bilme £æ b¡2 muhakkak ki; 騣ÜÛa Allah, 6ô¨ í gördüğünü 15=¡ò î¡b £äÛb¡2
b¦È 1¤ ä Û ¯¡é n¤ä í ¤á Û ¤å¡÷ Û 5 ×
QU 5 × hayır, hayır (olumsuz) ¤å¡÷ Û eğer ¯¡é n¤ä í ¤á Û vazgeçmezse b¦È 1¤ ä Û yakalayı veririz =¡ò î¡b £äÛb¡2 perçeminden. 167§ò ÷¡b
§ò 2¡b × §ò î¡b ã QV §ò î¡b ã perçeminden §ò 2¡b × yalancı 7§ò ÷¡b hatalı, günahkar 17=¢é í¡
b ã
¢Ê¤ î¤Ü Ï QW ¢Ê¤ î¤Ü Ï çağırsın =¢é í¡
b ã meclisini 18= ò î¡ãb 2 £Ûa
¢Ê¤ ä QX ¢Ê¤ ä bizde çağıracağız = ò î¡ãb 2 £Ûa
muhafızlarını 19¤l¡ n¤Óa ë
¤¢v¤a ë ¢é¤È¡À¢mü 6e5 × QY 6e5 × hayır, hayır ü etme ¢é¤È¡À¢m itiat ¤¢v¤a ë secde et (Allah’a) ¤l¡ n¤Óa ë ve yaklaş. (secde ayeti) |
Alak Suresinin Tefsiri:
17 Õ Ü ô© £Ûa
Ù¡£2 ¡á¤b¡2 ¤a ¤Ó¡a Q
Alak 1- Yaratan Rabbinin
adıyla oku!
Buradaki ikra' emri, 'oku, telaffuz et, dile
getir' manalarına gelir. Telaffuz etmek, dile getirmek kavramları, yalnızca o
anda yazılı olan veya hafızada bulunan bir şeyi -anlayarak ya da anlamadan- dil
ile söylemeyi ifade eder; oysa "okumak", bir dış kaynaktan,
burada Kuran mesajından, alınan sözleri veya düşünceleri, yüksek sesle olsun
olmasın, ama anlamak niyetiyle bilinçli olarak zihnine nakşetmeyi ifade eder.
Efendimizin, hicretten önce 13. yılda, Ramazan ayının son on günü içerisinde bu
hitaba muhatap olduğunu biliyoruz.
Hayatının o döneminde, yalnızlık ona cazip
geliyordu ve Hira Dağı mağarasında inzivaya çekiliyor, uzun tefekkür ve
dualarla kendini ibadete veriyordu. Bir gece aniden vahiy meleği belirdi ve ona
" ¤a ¤Ó¡a Oku!" dedi. Muhammed(as), ilkin gerçek bir metni
okumasının istendiğini zanneti- ki ümmi olduğu için bu talebi yerine getirmesi
mümkün değildi. bu nedenle "ben okuyamam" dedi. Bunun üzerine,
kendi sözleriyle; "melek beni yakaladı ve kendine çekti, öyle ki bütün
gücüm kaybolup gitti; sonra beni bıraktı ve "
¤a ¤Ó¡a Oku!" dedi. Ben "okuyamam" dedim, sonra beni yeniden
yakaladı ve kendine çekti; sonra beni bıraktı ve dedi: "
¤a ¤Ó¡a Oku!" Ben tekrar cevap verdim: "okuyamam...", sonra beni
üçüncü defa yakaladı ve kendine çekti ve tekrar bıraktı ve dedi: " Oku,
yaratan Rabbinin adına. O, insanı alaktan yarattı...".
Böylece Muhammed (as), (bu vahiy vasıtasıyla)
ani bir aydınlanmayla, "okumaya", yani Allah'ın insana
mesajını almaya ve anlamaya ve anlatmaya çağrıldığını farketti. Yani, sen bu
zamana kadar okumadın (hem yazılı bir metni okumak manasına, hem de insanları
hakla uyarmak, hikmet manasına),
وَلُوطًا
اِذْ قَالَ
لِقَوْمِه
اِنَّكُمْ لَتَاْتُونَ
الْفَاحِشَةَ
مَاسَبَقَكُمْ
بِهَا مِنْ
اَحَدٍ مِنَ
الْعَالَمينَ
“Sen bundan
önce ne bir yazı okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, bâtıla uyanlar
kuşku duyarlardı.”[458]
وَكَذلِكَ
اَوْحَيْنَا
اِلَيْكَ
رُوحًا مِنْ
اَمْرِنَا
مَا كُنْتَ
تَدْرى مَاالْكِتَابُ
وَلَا
الْايمَانُ
وَلكِنْ جَعَلْنَاهُ
نُورًا
نَهْدى بِه
مَنْ نَشَاءُ
مِنْ
عِبَادِنَا
وَاِنَّكَ
لَتَهْدى اِلى
صِرَاطٍ
مُسْتَقيمٍ
“İşte böylece
sana da emrimizle Kur'an'ı vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin.
Fakat biz onu kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz
bir nur kıldık. Şüphesiz ki sen doğru bir yolu göstermektesin.” [459]
Fakat, yaratmak denen işin sahibi olup
kainatı ve seni yaratan, yetiştiren, seni kudretiyle "okur"
yaptı, bir vahiy indirdi; sen de anla ve anlat, oku ve okut, Rabbinin adıyla,
Rabbinin adına, O'nun için.
27§Õ Ü Ç
¤å¡ß æb ¤ã¡üa Õ Ü R
Alak 2- O,
insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı.
Alak,
aleka'nın çoğuludur. Lügatte, yapışıp ilişmek manasındadır, ve mutlak şekilde
yapışkan nesneye de denir. Bu yüzden, her türlü kana, özellikle uyuşuk,
pıhtılaşmış kana ve rahimdeki tutuğa alak denmiştir. Yapışkanlığından dolayı
sülük ve kuyu makarasına ve ipine de alek denir. Dikkat edilirse, bu
manalarının bizde uyandırdığı his biraz tiksinti, biraz rahatsız edici.
İlk Kuran
vahyinin, insanın alak'tan yaratıldığına dikkat çekmesi, insanın biyolojik
kökeninin ilkelliği ve basitliği ile zihni ve ruhi potansiyelinin zıtlığını
vurgulamıştır: hayatın yaratılışının gerisinde bulunan bilinçli bir planın ve
amacın varlığına işeret eden zıtlık; çünkü ruhani ve manevi olarak alak, aşk ve
sevgi manasında da lügatlerde geçmektedir İşte bu şekliyle deniyor ki; insani
biz en aşağılık şeyden, görmeyi bile istemediğiniz, çok basit ve değersiz bir
şeyden yarattık, ve "oku" dedik, onu "okuttuk",
(ileride geleceği gibi) "kalemi kullanmayı" öğrettik.
3=¢â ¤× üa
Ù¢£2 ë ¤a ¤Ó¡a S27§Õ Ü Ç
¤å¡ß æb ¤ã¡üa Õ Ü R
56¤á Ü¤È í
¤á Ûb ß æb ¤ã¡üa á £Ü Ç U4=¡á Ü Ô¤Ûb¡2
á £Ü Ç ô© £Û a T
Alak 3,4,5- “Oku, Rabb'in sonsuz kerem sahibidir,
kalemi kullanmayı öğretendir, insana bilmediğini belleten.”
Burada, "oku"
emri tekrarlanıyor, bu hem öneminden, hem sonraki ayetlerle ilişkisinden, hem
de diğer insanlara aktarmayı, "oku"mayı vurgulamak açısından
olabilir. Oku, çünkü Rabb'in çok cömert, cömertliğinin sınırı olmayan, lütuf
sahibi, sebepli ya da sebepsiz, karşılıklı ya da karşılıksız, alışılmış ya da
alışılmamış cömertlik, yardım ve nimet sahibidir. O kadar ki, insanı bir
alaktan, hakir bir başlangıçla yaratmasına rağmen, ona ilim vererek, "oku"masını
öğreterek, kalemi kullanmasını, bilmediklerini belleterek mahlukatın en yüksek
seviyesine çıkartmıştır.
"Kalem", burada, yazma
sanatının veya daha özelde, yazı yoluyla kaydedilen bütün bilgilerin sembolü
olarak kullanılmıştır: ve bu 1. ve 3. ayetlerin başlarındaki "oku!"
çağrılarının da içini doldurmaktadır. Allah (cc), kalemi öğretmekle, insanın,
düşüncelerini, tecrübelerini ve kavrayışlarını , yazılı kayıtlar aracılığıyla
bireyden bireye, kuşaktan kuşağa ve bir kültür çevresinden diğerine aktarması
yeteneğini vermiş oluyor ve bu sayede insan bilgisinin toplamına bir birikim
karakteri kazandırılabiliyor. Ve yine Allah vergisi yetenek sayesinde her
birey, insanlığın kesintisiz bilgi birikiminden şu veya bu yolla
yararlandığından, burada, tek tek bireylerin kendi başlarına bilmedikleri, ve
aslında bilemeyecekleri, şeylerin Allah tarafından insana öğretildiği
kaydedilmiştir.
Eğer "kalem
kullanma"yı insan bilmeseydi, daha doğrusu Allah (cc) öğretmeseydi,
bilmediklerini belletmeseydi, insan "insan" olmazdı. Yani,
insan aslında ilimsizdir,ancak Allah'ın ihsanı sayesinde onda ilim hasıl
olmuştur. Hem 4. hem 5. ayette olmak üzere, insanın, kendisini aşağılık bir
biyolojik varlık olarak yaratan ve ona bilgi elde etme iradesi ve yeteneği
veren Allah'a kesinkes bağlılığını iki kez vurgulaması, hemen sonraki üç ayette
hikmetini açığa vuruyor. Allah'ın insana bilmediğini belletmesi, ayrıca, aynı
zamanda, O'nun yalnızca beşeri tecrübe ve akıl ile oluşturulamayan ruhi
hakikatleri, manevi/ahlaki ilkeleri ve ölçüleri peygamberler aracılığıyla
vahyetmesini de göstermektedir: böylece, ilahi vahiy olgusunun da en geniş
manada çerçevesi çizilmiş oluyor.
76ó¨ä¤Ì n¤a
¢ê¨a ¤æ a W6=ó¨Ì¤À î Û
æb ¤ã¡üa £æ¡a ¬5 × V
86ó¨È¤u¢£Ûa
Ù¡£2 ó¨Û¡a £æ¡a X
Alak, 6,7,8-Hayır, muhakkak ki (gerçek şu ki) insan
fütursuzca azar, kendini yeterli görünce. Oysa, sonunda dönüş, elbette,
Rabbinedir.
Surenin
buradan itibaren olan kısmının epeyce zaman sonra indiği anlaşılıyor.
Rivayetlere göre, iniş sebebi Ebu Cehil'in takındığı tavırlardır. "Eğer
Muhammed'i Kabe'de namaz kılarken görürsem, boynunu çiğnerim."
demişti. Bu sebeple, buradaki "kella" ile sakındırma ona ait
olmakla beraber, azgın, haddini aşan, sınırlarını bilmeyen her insan içindir.
Bu şekliyle, önceki ayetlerle değil de, Ebu Cehil'le ilişkilenmiş bulunduğu
için, buradaki "kella"nın yasaklamak, tehdit için değil,
pekiştirmek ve bir gerçeği vurgulamak için kullanıldığını da eklemişlerdir.
Allah'ın ilk
ayetlerde bahsettiği keremine rağmen, lütuflarına rağmen ve insanın aslında ona
ne kadar muhtaç olduğunu vurgulamasına rağmen, gerçek şu ki, insan
cahilliğinden dolayı, azcık eline güç geçince, kendini zengin görünce azar,
kendini istiğna eder, ihtiyaçsız sayar. Yukarda bu muhtaç olma gerçeğine iki
defa vurgu bu yüzdendir.
Dönüşün
Rabb'e olması, iki anlamda kullanılmıştır: "herkes mutlaka hesap için
Allah'ın huzuruna getirilecektir" ve " var olan her şey asıl
kaynağı olan Allah'a geri dönecektir." Nihai analizde, 6-8. ayetlerde
ifade edilen düşünce, insanın kendine yeterli olduğu ve dolayısıyla "kendi
kaderinin efendisi olduğu şeklindeki küstahça düşünceyi reddeder.” Ayrıca
bütün ahlaki kavramların -iyi ile kötü, doğru- ile yanlış arasındaki ayrım
ölçülerinin- insanın Allah'a karşı sorumluluğu kavramı ile kopmaz şekilde bağlı
olduğuna işaret eder.
106ó¨£Ü
a ¡a a¦¤j Ç QP9=ó¨è¤ä í
ô© £Ûa o¤í a a Y
Alak 9,10-Gördün mü şu engellemeye kalkışanı, bir
kulu namazdan?
"Hiç
düşündün mü, Allah'ın bir kulunu namaz kıldığı zaman yasaklayanı": Müminleri ibadetten fiilen
engelleme teşebbüsüne işaret vardır burada. Yukarda da geçtiği şekliyle, bu
ayetlerin, Ebu Cehil'in peygamberimizi kamuya açık alanda ibadetten menetmesi
hakkında indiği rivayet edilmiştir. Bu böyledir, ancak bu pasajın manası ve
muhtevası, Kuranın tamamında olduğu gibi, aslında herhangi bir tarihsel olayın
veya durumun çok ötesine uzanmaktadır; her dönemde (hele yaşadığımız şu
zamanda, Türkiye'de, Tunus'ta ve birçok yerde, her yerde), ("namaz"
kavramında sembolize edilen) dinin sosyal hayatı şekillendirme fonksiyonuna
karşı koyma teşebbüslerinin tümü için geçerlidir (ve bu şekliyle bizim için ne
kadar da manidardır). Burada namazdan bahsedildiği için kimileri bu kısmın çok
sonra, hatta Medine'de indiğini iddia etmişleridir, ama biliniyor ki, Peygamber
ve Müslümanlar, şu haliyle olmasa da, Mekke dönemi boyunca namaz kıla geldiler,
dikkat edilmelidir ki burada, şu haliyle farz olan bir namaz açıkça
kastedilmemektedir, ve Mekke'de namaz tarihen sabittir.
126ô¨ì¤Ô £nÛb¡2 ß a ¤ë a
QR11=ô¨¢è¤Ûa
ó Ü Ç æb × ¤æ¡a o¤í a a
QQ
Alak 11,12-Baksana (söyle bakalım), ya o hidayet
üzere ise, yahut takvayı emrediyorsa?
Burada,
Arapça metinde zamirler kullanıldığı için, değişik manalar çıkma ihtimali vardır.
Hitabın o azgın kimseye yapıldığı ve zamirin peygambere ait olduğu düşünülürse,
"Düşünsene, ey namaz kılanı (dinini yaşamak isteyeni, başını örtmek
isteyeni) alıkoyan insan! Eğer o kul doğru yol üzere ise, seni de doğru yola
çağırıyorsa, Allah'a karşı sorumluluk bilinci içerisinde ise ve insanları da
buna davet ediyorsa bu kötü mü? Sen kendini ne sanıyorsun, ve onun seni
dinleyeceğini mi sanıyorsun?" anlamı çıkarken, hitabın peygambere ve
zamirin azgın insana ait olduğu düşünülürse, "Ey o okumakla emredilip
de, namaz kılan (teslim olan, Müslüman olan, Müslüman’ca yaşamak isteyen) kul!
O alıkoyan insanı gördün bak, onu bir düşün; eğer o azgınlık etmeseydi, Allah'a
teslim olsaydı, seni alıkoyacağına Allah'tan ittika etseydi ne iyi olurdu. O
hala Allah'ın kendini görüyor olduğunu idrak etmedi değil mi?" Yine
aynı bakış açısıyla şu ayetler de açıklanmış oluyor:
136ó¨£Û ì m ë l £ × ¤æ¡a
o¤í a a QS136ó¨£Û ì m ë
l £ × ¤æ¡a o¤í a a QS
146ô¨ í 騣ÜÛa £æ b¡2 ¤á Ü¤È í
¤á Û a QT
Alak,13,14-Baksana, (hiç
düşündün mü), onun hakikati yalanla(ma) yabileceğini, ve sırtını
dön(mey)ebileceğini? O bilmez mi ki Allah (her şeyi) görür?
Peygambere
hitap olduğunda, "sen doğruyu söylediğin, hakka davet ettiğin halde, o
alıkoyan azgın yalanlar haktan yüz çevirir ve tersine giderse ne kadar kötü
olur, Allah'ın her şeyi mutlaka gördüğünü bilmez mi?", azgın kişiye
hitap olduğunda, "baksana, ey alıkoyan, haddini bilmez kişi! O kul seni
dinleyip de haktan yüz çevirirse, tersine hareket etse ve yalanlarsa iyi mi
olur? o, Allah'ın her şeyi gördüğünü bilmez mi?" Sonuçta hangi şekilde
olursa olsun, tehdit azgın, alıkoyan insanadır ve her durumda kaybeden,
cezalandırılacak olan odur.
167§ò ÷¡b
§ò 2¡b × §ò î¡b ã QV15=¡ò î¡b £äÛb¡2
b¦È 1¤ ä Û ¯¡é n¤ä í ¤á Û ¤å¡÷ Û 5 ×
QU
Alak, 15,16-“Hayır, o azgın vazgeçmezse, onu
alnından tutup sürükleriz, yalancı ve isyankar alnından.”
Buradaki "kella",
azgının yukarıdaki tutumunu reddetmek, ve gerçeğin onun zannettiği gibi
olmadığını vurgulamak ve sonraki ayete dikkati çekmek içindir. "Yemin
ederim ki, celalim hakkı için, eğer o azgın kendini müstağni görmekten,
Müslümancı yaşamayı yasaklamaktan vazgeçmezse, akıllanmazsa perçeminden tutup
sürükleriz." Bu deyim, yapılan işin (sürükleme) şiddetini ve
kaçınılmazlığını ve aşağılayıcılığını vurgulamak için kullanılmıştır.
18= ò î¡ãb 2 £Ûa
¢Ê¤ ä QX17=¢é í¡
b ã
¢Ê¤ î¤Ü Ï QW
Alak ,17,18-“O vakit o taraftarlarını çağırsın. Biz
de zebanileri çağıracağız.”
Kıyamet
gününde, o azgın şimdi güvendiği, destek aldığı güçlerini çağırsın. Ya da,
isyan etmesine neden olan, tavsiyelerini dinlediği o küstah aklını ve nefsini,
kibrini çağırsın bakalım. Biz de azap güçlerimizi çağıracağız, onu cehenneme
sokacağız.
19¤l¡ n¤Óa ë
¤¢v¤a ë ¢é¤È¡À¢mü 6e5 × QY
Alak, 19-“Hayır!
Ona uyma! Allah'a secde et ve (yalnızca O'na) yaklaş!”
Sakındırma üzerine sakındırmayla, kendini üstün gören, Müslümancı yaşamana engel olmak isteyen o adamı, o ideolojiyi, o sistemi takmamayı, o sisteme itaat etmemeyi ve kulak vermemeyi emrediyor Allah Teala. Sebat et, sabret ve secdeyle Rabbini hisset, O'nun yardımını, yanında olduğunu unutma. Ve, Rabbine yakınlaş, O'na yönel, zalimleri Allah'a havale et, ve O'ndan aldığın güçle teslim olma. Nihayet en son dönüş O'nadır.
2
¡á Ü Ô¤Ûa ¢ñ ì¢ R
¡ággggggggggggî©y £Ûa
¡å¨à¤y £Ûa ¡é¨£ÜÛa ¡ágggggggggggg¤¡2
2-el-KALEM
Bismillâhirrahmânirrahîm
Kalem
Suresi’nin, Alak Suresi’nden sonra mı nazil olduğu yoksa Müddessir Suresi’nden
de sonra üçüncü sırada mı yer aldığı konusunda farklı görüşler olmasına rağmen,
üzerinde ittifak edilen husus şudur ki; Kalem Suresi, Kur’an’ın ilk nazil olan
bölümlerinden birini oluşturmaktadır. Bunun yanında Hz. Peygamberin ilk vahyi
almasıyla birlikte -M.610- üç yıl boyunca sözlü vahiy almadığına dair görüşler
vardır. Açıkçası Alak Suresi’nden sonra nazil olduğunda şüphe olmayan Kalem ve
Müddessir surelerinin içeriği, böyle bir dönemin varolabileceği ihtimalini
kuvvetlendirir.
Zira, Mekke Dönemi kronolojisi tam olarak bilinmemesine rağmen bilinen bir gerçek vardır ki, o da, Hz. Peygamberin ilk vahyi aldıktan sonra yaklaşık üç yıl boyunca umuma tebliğ yapmadığı, ancak mesajlarda yer alan anlayış ve tavırları kendilerine yakın bulan dostlarına, bu mesajlara özel olarak ilettiğidir. Hz. Peygamber sırası geldiğinde Kur’ani mesajı umuma tebliğ etmiş ve bu da Mekke’nin zengin tüccarlarının muhalefetine neden olmuştur. Surenin tarihsel arka plânına bakıldığında bu tür bir muhalefetin varolduğu görülür, dolayısıyla bu surenin üç yıllık bir zaman sürecinden sonra nazil olan Kur’an pasajlarından biri olduğu kabul edilebilir.
Kalem Suresinin Kelimeleri:
1= æë¢¢À¤ í
b ß ë ¡á Ü Ô¤Ûa ë ¬æ Q ¬æ Nûn. ë andolsun ki, (yemin vavı) ¡á Ü Ô¤Ûa kaleme b ß ë ve olşeye = æë¢¢À¤ í yazdıklarına 27§æì¢ä¤v à¡2
Ù¡£2 ¡ò à¤È¡ä¡2 o¤ã a ¬b ß R ¬b ß değilsin. (olumsuz) o¤ã a Sen ¡ò à¤È¡ä¡2 nimeti Ù¡£2 Rabbinin 7§æì¢ä¤v à¡2 mecnun 37§æì¢ä¤à ß
¤î Ë a¦¤u ü Ù Û £æ¡a ë
S £æ¡a ë hiç şüphesiz Ù Û senin için a¦¤u ü mükâfat vardır. ¤î Ë tükenmeyen 7§æì¢ä¤à ß bitip 4§áî©Ä Ç §Õ¢Ü¢
ó¨Ü È Û Ù £ã¡a ë T Ù £ã¡a ë ve sen ó¨Ü È Û elbette §Õ¢Ü¢ ahlâk üzeresin. §áî©Ä Ç yüce 5= æë¢¡¤j¢í ë
¢¡¤j¢n Ï U ¢¡¤j¢n Ï (Sen de) göreceksin, = æë¢¡¤j¢í ë onlar da görecekler, 6¢æì¢n¤1 à¤Ûa
¢á¢Ø¡£í b¡2 V ¢á¢Ø¡£í b¡2 hanginizde ¢æì¢n¤1 à¤Ûa delilik olduğunu :©é¡Üî©j ¤å Ç £3
¤å à¡2 ¢á Ü¤Ç a ì¢ç Ù £2
£æ¡a W 7 åí© n¤è¢à¤Ûb¡2
¢á Ü¤Ç a ì¢ç ë Ù £2 £æ¡a doğrusu Rabbin, ì¢ç O'dur. ¢á Ü¤Ç a bilendir ¤å à¡2 her kimin £3 saptığını ¤å Ç den, dan :©é¡Üî©j yolunda ì¢ç ë O, ¢á Ü¤Ç a bilendir. åí© n¤è¢à¤Ûb¡2 hidayette olduğunu, 8 åî©2¡£ Ø¢à¤Ûa
¡É¡À¢m 5 Ï X 5 Ï etme ¡É¡À¢m itiat åî©2¡£ Ø¢à¤Ûa yalancılara 9 æì¢ä¡ç¤¢î Ï
¢å¡ç¤¢m ¤ì Û a뢣
ë Y a뢣
ë isterler ki, ¢å¡ç¤¢m ¤ì Û yumuşak davranasın æì¢ä¡ç¤¢î Ï yumuşak davransınlar. 10=§åî©è ß §Ò5 y
£3¢× ¤É¡À¢m ü ë QP ü ë etme ¤É¡À¢m itâat £3¢× her §Ò5 y birine =§åî©è ß yemin edip duran
(aşağılık) 11=§áî©à ä¡2
§õ¬b £' ß §b £à ç QQ §b £à ç kötüleyen §õ¬b £' ß söz götürüp, =§áî©à ä¡2 getiren 12=§áî©q a
§ n¤È¢ß ¡¤î ¤Ü¡Û §Êb £ä ß QR §Êb £ä ß engel olan ¡¤î ¤Ü¡Û hayra § n¤È¢ß saldırgan =§áî©q a günahkar 13=§áî©ã
Ù¡Û¨ ¤È 2 §£3¢n¢Ç QS §£3¢n¢Ç kaba ¤È 2 kötülükle Ù¡Û¨ bu şekilde =§áî©ã damgalı 146 åî©ä 2 ë
§4b ß a æb × ¤æ a QT ¤æ a diye æb × olmuş a sahibi §4b ß mal 6 åî©ä 2 ë çocuk ¢î©b a 4b Ó
b ä¢mb í¨a ¡é¤î Ü Çó¨Ü¤n¢m a ¡aQU 15 åî©Û £ë üa a ¡a zaman ó¨Ü¤n¢m okunduğu ¡é¤î Ü Ç üzerine b ä¢mb í¨a âyetlerimiz 4b Ó der ¢î©b a masalları åî©Û £ë üa Öncekilerin 16¡â좤¢¤Ûa
ó Ü Ç ¢é¢à¡ ä QV ¢é¢à¡ ä onun damga vuracağız ó Ü Ç üzerine ¡â좤¢¤Ûa burnun lb z¤ a
¬b ã¤ì Ü 2 b à × ¤á¢çb ã¤ì Ü 2
b £ã¡a QW b è £ä¢ß¡¤ î Û
aì¢à ¤Ó a ¤¡a 7¡ò £ä v¤Ûa 17= åî©z¡j¤¢ß b £ã¡a vaktiyle b ã¤ì Ü 2 belâ verdik ¤á¢ç onlara b à ×gibi ¬b ã¤ì Ü 2 belâ verdiğimiz lb z¤ a sahiplerine 7¡ò £ä v¤Ûa bahçe aì¢à ¤Ó a ¤¡a yeminleştikleri zaman ¤ î Û kimseye görünmeden b è £ä¢ß onları = åî©z¡j¤¢ß sabahleyin 18 æì¢ä¤r n¤ í
ü ë QX ü ë etmiyorlardı æì¢ä¤r n¤ í istisna ¤á¢ç ë Ù¡£2 ¤å¡ß
¥Ñ¡ö¬b b è¤î Ü Ç Òb À Ï QY 19 æì¢à¡ö¬b ã Òb À Ï âfet sarıverdi b è¤î Ü Ç üzerlerine ¥Ñ¡ö¬b kuşatıcı ¤å¡ß den Ù¡£2 Rabbin ¤á¢ç ë onlar æì¢à¡ö¬b ã uykudayken 20¡áí© £Ûb ×
¤o z j¤ b Ï RP ¤o z j¤ b Ï sabahladılar ¡áí© £Ûb × kasıp, kavrulmuş (bahçe) = åî©z¡j¤¢ß
a¤ë
b ä n Ï RQ a¤ë
b ä n Ï birbirlerine seslendiler = åî©z¡j¤¢ß Sabah olurken 21 åî©ß¡b
¤á¢n¤ä¢× ¤æ¡a ¤á¢Ø¡q¤ y ó¨Ü Ç a뢤Ëa ¡æ aRR ¡æ a Madem a뢤Ëa gidin ó¨Ü Ç üzerine ¤á¢Ø¡q¤ y mahsülünüzün ¤æ¡a şayet ¤á¢n¤ä¢× iseniz åî©ß¡b devşirme 23= æì¢n Ïb n í
¤á¢ç ë aì¢Ô Ü À¤ãb Ï RS aì¢Ô Ü À¤ãb Ï yürüyorlardı ¤á¢ç ë ve onlar
= æì¢n Ïb n í fısıldaşıyorlardı 24¥åî©Ø¤¡ß
¤á¢Ø¤î Ü Ç â¤ì î¤Ûa
b è £ä Ü¢¤ íü ¤æ a RT ¤æ a Sakın b è £ä Ü¢¤ íü sokulmasın â¤ì î¤Ûa bugün ¤á¢Ø¤î Ü Ç yanınıza ¥åî©Ø¤¡ß yoksul 25 åí©¡
b Ó
§
¤ y ó¨Ü Ç a¤ë Ë ë RU a¤ë Ë ë erkenden yola düştüler ó¨Ü Ç (yola) düştüler §
¤ y (yoksulları) mahrum etmek åí©¡
b Ó güçleri yettiği halde 26= æì¢£Û¬b Û
b £ã¡a a¬ì¢Ûb Ó b ç¤ë a
b £à Ü Ï RV b £à Ü Ï vaktaki b ç¤ë a (bahçeyi) gördüklerinde a¬ì¢Ûb Ó dediler b £ã¡a mutlaka = æì¢£Û¬b Û yolumuzu şaşırmış
olmalıyız 27 æì¢ß뢤z ß
¢å¤z ã ¤3 2 RW ¤3 2 bilakis ¢å¤z ã biz æì¢ß뢤z ß mahrum bırakılmışız 28 æì¢z¡£j ¢mü¤ì Û
¤á¢Ø Û
¤3¢Ó a¤á Û a¤á¢è¢À ¤ë a 4b ÓRX 4b Ó dedi ¤á¢è¢À ¤ë a ortancı olanı ¤á Û a miydim? ¤3¢Ó a dememiş ¤á¢Ø Û size ü¤ì Û etsenize æì¢z¡£j ¢m (Rabbinizi) tespih 29 åî©à¡Ûb Ã
b £ä¢× b £ã¡a ¬b ä¡£2 æb z¤j¢
aì¢Ûb Ó RY aì¢Ûb Ó dediler æb z¤j¢ subhansın ¬b ä¡£2 ey Rbbimiz b £ã¡a doğrusu b £ä¢× biz åî©à¡Ûb à (kendi kendimize) yazık
etmişiz 30 æì¢ß ë5 n í
§¤È 2 ó¨Ü Ç ¤á¢è¢¤È 2
3 j¤Ó b Ï SP 3 j¤Ó b Ï yüklemeye başladılar ¤á¢è¢¤È 2 birbirlerinin ó¨Ü Ç üzerine §¤È 2 bazıları
æì¢ß ë5 n í kabahati 31 åî©Ëb
b £ä¢× b £ã¡a ¬b ä ܤí ë b í aì¢Ûb Ó
SQ aì¢Ûb Ó dediler b í vay ¬b ä ܤí ë halimize b £ã¡a Gerçekten |
¬ó¨Û¡a ¬b £ã¡ab è¤ä¡ß a¦¤î
b ä Û¡¤j¢í ¤æ a ¬b 䢣2 ó¨ Ç
SR 32 æì¢j¡Ëa
b ä¡£2 ó¨ Ç belki ¬b 䢣2 Rabbimiz ¤æ a daha b ä Û¡¤j¢í bunun yerine bize a¦¤î hayırlısını ¬b è¤ä¡ß ondan ¬b £ã¡a çünkü ó¨Û¡a artık b ä¡£2 Rabbimizi æì¢j¡Ëa (hoşnutluğunu) arzuluyoruz <¢ j¤× a ¡ñ ¡¨üa
¢la È Û ë 6¢la ȤÛa
Ù¡Û¨ × SS 33; æì¢à Ü¤È í
aì¢ãb × ¤ì Û Ù¡Û¨ × İşte böyledir 6¢la ȤÛa azap ¢la È Û ë azabı ¡ñ ¡¨üa ahiret ise <¢ j¤× a daha büyüktür ¤ì Û keşke aì¢ãb × olsalardı æì¢à Ü¤È í bilmiş 34¡áî©È £äÛa
¡pb £ä u¤á¡è¡£2 ¤ä¡Ç
åî©Ô £n¢à¤Ü¡Û £æ¡aST £æ¡a muhakkak ki, åî©Ô £n¢à¤Ü¡Û takvâlılar için ¤ä¡Ç katında ¤á¡è¡£2 Rableri ¡pb £ä u cennetler ¡áî©È £äÛa nimetleri vardır 356 åî©ß¡¤v¢à¤Ûb ×
åî©à¡Ü¤¢à¤Ûa ¢3 Ȥv ä Ï a SU ¢3 Ȥv ä Ï a tutar mıyız? åî©à¡Ü¤¢à¤Ûa müslim ile 6 åî©ß¡¤v¢à¤Ûb × günahkârlar gibi 367 æì¢à¢Ø¤z m
Ѥî × ®¤á¢Ø Û b ß SV ®¤á¢Ø Û b ß Size ne oluyor? Ѥî × nasıl 7 æì¢à¢Ø¤z m hüküm veriyorsunuz? 37= æì¢¢¤ m
¡éî©Ï ¥lb n¡× ¤á¢Ø Û ¤â a SW ¤á¢Ø Û ¤â a var mı? ¥lb n¡× kitap ¡éî©Ï onu = æì¢¢¤ m okuyorsunuz 387 æë¢ £î m
b à Û ¡éî©Ï ¤á¢Ø Û £æ¡a SX £æ¡a yahut ¤á¢Ø Û sizin için ¡éî©Ï onda vardır b à Û her şey
7 æë¢ £î m beğendiğiniz ¡â¤ì í ó¨Û¡a ¥ò Ì¡Ûb 2
b ä¤î Ü Ç ¥æb à¤í a ¤á¢Ø Û ¤â a SY 39 7 æì¢à¢Ø¤z m b à Û
¤á¢Ø Û £æ¡a ò à¨î¡Ô¤Ûa ¤á¢Ø Û ¤â a sizin var mı? ¥æb à¤í a yeminler b ä¤î Ü Ç tarafımızdan ¥ò Ì¡Ûb 2 açık ó¨Û¡a kadar ¡â¤ì í gününe =¡ò à¨î¡Ô¤Ûa kıyamet £æ¡a Yoksa ¤á¢Ø Û sizindir b à Û her ne 7 æì¢à¢Ø¤z m hükmederseniz 408¥áî©Ç
Ù¡Û¨¡2 ¤á¢è¢£í a ¤á¢è¤Ü TP ¤á¢è¤Ü Sor onlara ¤á¢è¢£í a onların Ù¡Û¨¡2 iddiasını 8¥áî©Ç (kim) savunacak aì¢ãb ×
¤æ¡a¤á¡è¡ö¬b × ¢'¡2aì¢m¤b î¤Ü Ï
8¢õ¬b × ¢( ¤á¢è Û ¤â a TQ 41
åî©Ó¡
b ¤á¢è Û ¤â a Yoksa var mı onların? 8¢õ¬b × ¢( ortakları aì¢m¤b î¤Ü Ï getirsinler ¤á¡è¡ö¬b × ¢'¡2 ortaklarını ¤æ¡a iseler aì¢ãb × ettiklerinde åî©Ó¡
b doğru ó Û¡a
æ¤ì Ǥ¢í ë §Öb ¤å Ç ¢Ñ '¤Ø¢í
â¤ì í TR 42= æì¢Èî©À n¤ í
5 Ï ¡
ì¢v¢£Ûa â¤ì í gün ¢Ñ '¤Ø¢í açılır ¤å Ç ten §Öb incik æ¤ì Ǥ¢í ë davet edilirler ¡
ì¢v¢£Ûaó Û¡a secdeye 5 Ï getiremezler = æì¢Èî©À n¤ í güç aì¢ãb × ¤ Ó ë
6¥ò £Û¡ ¤á¢è¢Ô ç¤ m
¤á¢ç¢b ¤2 a ¦ò È¡(b TS 43 æì¢à¡Ûb
¤á¢ç ë ¡
ì¢v¢£Ûa ó Û¡a æ¤ì Ǥ¢í ¦ò È¡(b horluktan ¤á¢ç¢b ¤2 a gözleri ¤á¢è¢Ô ç¤ m düşmüş 6¥ò £Û¡ zillet bürür ¤ Ó ë ve halbuki aì¢ãb × iken æ¤ì Ǥ¢í davet ó Û¡a ediliyorlardı ¡
ì¢v¢£Ûa secdeye ¤á¢ç ë ve onlar æì¢à¡Ûb sapasağlam 6¡sí© z¤Ûa a ¨è¡2
¢l¡£ Ø¢í ¤å ß ë ó©ã¤ Ï TT 44= æì¢à Ü¤È í ü
¢s¤î y ¤å¡ß ¤á¢è¢u¡¤ n¤ ä ó©ã¤ Ï bana bırak ¤å ß ë o kimseyi ¢l¡£ Ø¢í yalan sayanı a ¨è¡2 bu 6¡sí© z¤Ûa sözü
¤á¢è¢u¡¤ n¤ ä (azaba yaklaştırıyoruz) ¢s¤î y ¤å¡ß bir yönden = æì¢à Ü¤È í ü bilmedikleri 45¥åî©n ß
ô©¤î × £æ¡a 6¤á¢è Û ó©Ü¤ß¢a ë TU ó©Ü¤ß¢a ë ve mühlet veriyorum 6¤á¢è Û onlara £æ¡a doğrusu ô©¤î × tuzağım ¥åî©n ß çok sağlamdır 467 æì¢Ü Ô¤r¢ß§â ¤Ì ß
¤å¡ß ¤á¢è Ïa¦¤u a ¤á¢è¢Ü ÷¤ m ¤â aTV ¤â a mı? b £ä¢× biz åî©Ëb azgınmışız. ¤á¢è¢Ü ÷¤ m onlardan istiyorsun a¦¤u a ücret ¤á¢è Ï onlar §â ¤Ì ß ¤å¡ß borçtan 7 æì¢Ü Ô¤r¢ß ağır geliyor 47 æì¢j¢n¤Ø í
¤á¢è Ï ¢k¤î ̤Ûa ¢á¢ç ¤ä¡Ç ¤â a TW ¤â a Yahut mı? ¢á¢ç ¤ä¡Ç onların nezdinde ¢k¤î ̤Ûa gaybın ¤á¢è Ï onlar æì¢j¢n¤Ø í yazıyorlar ¡k¡yb × ¤å¢Ø m
ü ë Ù¡£2 ¡á¤Ø¢z¡Û ¤¡j¤b Ï TX 486¥âì¢Ä¤Ø ß
ì¢ç ë ô¨
b ã ¤¡a <¡pì¢z¤Ûa ¤¡j¤b Ï sabret ¡á¤Ø¢z¡Û hükmüne Ù¡£2 sen Rabbinin ¤å¢Ø m ü ë ve olma ¡k¡yb × sahibi (Yunus) gibi <¡pì¢z¤Ûa Balık ¤¡a hani ô¨
b ã niyaz etmişti ì¢ç ë o 6¥âì¢Ä¤Ø ß boynu bükük ¡j¢ä Û ©é¡£2
¤å¡ß ¥ò à¤È¡ã ¢é × a m ¤æ a ¬ü
¤ì Û TY 49¥âì¢ß¤ ß
ì¢ç ë ¡õ¬a ȤÛb¡2 ¤ì Û olsaydı ¬ü yetişmemiş ¤æ a şayet ¢é × a m
nimet ©é¡£2 ¤å¡ß Rabbinden ¡j¢ä Û atılacaktı ¡õ¬a ȤÛb¡2 ıssız bir diyara ì¢ç ë o ¥âì¢ß¤ ß kınanacak 50 åî©z¡Ûb £Ûa
å¡ß ¢é Ü È v Ï ¢é¢£2
¢éî¨j n¤ub Ï UP ¢éî¨j n¤ub Ï onu seçti ¢é¢£2 Rabbi ¢é Ü È v Ï onu kıldı åî©z¡Ûb £Ûa å¡ß sâlihlerden. b £à Û
Ù ãì¢Ô¡Û¤¢î Û aë¢ 1 ×
åí© £Ûa ¢
b Ø í ¤æ¡a ë UQ ¢é £ã¡a
¤á¡ç¡b ¤2 b¡2 æì¢Ûì¢Ô í ë
¤×¡£Ûa aì¢È¡à 51<¥æì¢ä¤v à Û
¤æ¡a ë ve neredeyse ¢
b Ø í işittikleri zaman åí© £Ûa öyle ki, aë¢ 1 × inkâr edenler Ù ãì¢Ô¡Û¤¢î Û seni devirivereceklerdi ¤á¡ç¡b ¤2 b¡2 gözleriyle b £à Û vaktaki aì¢È¡à işittiklerinde ¤×¡£Ûa Zikr'i (Kur'an'ı) æì¢Ûì¢Ô í ë derler ¢é £ã¡a o <¥æì¢ä¤v à Û delidir 52 åî©à Ûb ȤܡÛ
¥¤×¡ ü¡a ì¢ç b ß ë UR b ß ë
ve
değildir
ì¢ç o
ü¡a
ancak
¥¤×¡ öğüttür
åî©à Ûb È¤Ü¡Û âlemler için. |
Kalem Suresinin Tefsiri:
1
= æë¢¢À¤ í b ß ë ¡á Ü Ô¤Ûa ë ¬æ
Q
Kalem,1- “Nûn. Kaleme ve
(kalem tutanların) yazdıklarına andolsun ki,”
2,3 7§æì¢ä¤à ß ¤î Ë a¦¤u ü
Ù Û £æ¡a ë S7§æì¢ä¤v à¡2
Ù¡£2 ¡ò à¤È¡ä¡2 o¤ã a ¬b ß R
4,5,6
¢æì¢n¤1 à¤Ûa ¢á¢Ø¡£í b¡2 V= æë¢¡¤j¢í ë
¢¡¤j¢n Ï U§áî©Ä Ç §Õ¢Ü¢ ó¨Ü È Û
Ù £ã¡a ë T
Kalem,2- Sen bir deli değilsin,
Rabbinin nimeti sayesinde!
Kalem,3- Ve senin için
kesintisiz bir ödül vardır.
Kalem,4- çünkü sen, üstün bir
hayat tarzına sahipsin
Kalem,5- ve (bir gün) sen de
göreceksin, onlar, (şimdi seni küçümseyenler) de görecekler, 6- hanginiz(in)
akıldan yoksun olduğunu.
7
åí© n¤è¢à¤Ûb¡2 ¢á Ü¤Ç a ì¢ç ë
:©é¡Üî©j ¤å Ç £3 ¤å à¡2 ¢á Ü¤Ç a
ì¢ç Ù £2 £æ¡a W
Kalem,7. Doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapan kişiyi en iyi bilendir,
hidayete erenleri de en iyi bilen O'dur.
8,9 æì¢ä¡ç¤¢î Ï ¢å¡ç¤¢m ¤ì Û
a뢣
ë Y åî©2¡£ Ø¢à¤Ûa ¡É¡À¢m 5 Ï
X
Kalem,8- O halde, hakikati
yalanlayanlar(ın arzu ve özlemlerin)e uyma
Kalem, 9- onlar senin
(kendilerine) yumuşak davranmanı isterler ki kendileri de (sana) yumuşak
davransınlar.
10 =§åî©è ß §Ò5 y £3¢× ¤É¡À¢m ü ë QP
Kalem,10-Şunların hiçbirine itâat etme :yemin edip duran, aşağılık,
11 =§áî©à ä¡2 §õ¬b £' ß §b £à ç
QQ
Kalem,11- (Yahut) iğrenç
dedikodular yapan iftiracıya,
12,13 =§áî©ã Ù¡Û¨ ¤È 2 §£3¢n¢Ç
QS=§áî©q a § n¤È¢ß ¡¤î ¤Ü¡Û §Êb £ä ß
QR
Kalem,12- (yahut) iyiliğe
mani olana, (yahut) günahkar zorbaya.
Kalem,13- (yahut)
ihtiraslarına esir olmuş zalime, ve bütün bunların ötesinde (hemcinslerine)
hiçbir faydası dokunmayana.
14,15 åî©Û £ë üa
¢î©b a 4b Ó b ä¢mb í¨a
¡é¤î Ü Ç ó¨Ü¤n¢m a ¡aQU6 åî©ä 2 ë
§4b ß a æb × ¤æ aQT
Kalem,14- Onun mal-mülk ve
çocuk sahibi olmasından mıdır.
Kalem,15- ki ne zaman
mesajlarımız böyle birine iletildiyse, "Bunlar eski zaman hikayeleri"
demişti.
16 ¡â좤¢¤Ûa ó Ü Ç ¢é¢à¡ ä
QV
Kalem,16- (Bunun için) Biz
onu, yakasını kurtaramayacağı bir zillet ile damgalayacağız.
Surenin başında yer alan ve bir çok müfessir tarafından Huruf’u Mukatta olarak kabul edilen ‘nun’ ifadesinin, "mürekkep balığı" ya da "mürekkep hokkası" gibi özel anlama gelen ve aynı telaffuza sahip ismin kısaltılması olduğu şeklindeki görüşler de vardır. Bunu rağmen genel kabul, Huruf’u Mukatta denilen ‘kopuk-kesik harflerin, Kur’an kronolojisinde ilk kullanımının burada olduğudur. Huruf’u Mukatta’nın ne anlama geldiği başlangıçtan beri müfessirlerin aklını karıştırmıştır. Ne Hz.Peygamber (as)’ın, kendisinden nakledilen hadislerde bu konuya temas ettiğine ve ne de Sahabi’lerin o’ndan bu konuda bir açıklama istediklerine dair elimizde hiçbir delil yoktur.
Bilhassa Batılı Kur’an Araştırmacıları’nın Kur’an’ın toplanılması aşamasında, bu harflerin özel sıra ve yer belirlemede kullanılan işaretlemenin bir sonucu olduğu yolundaki görüşleri birer iddiadan öteye gidemez. Zira bu harfler daima besmeleden sonra yer alır. Besmelenin ise tashih işlemine değil metne ait olduğu ve ne Hz. Paygamber (as)’ın sağlığında ne de daha sonraki tedvinciler tarafından eklenmiş harici işaretler olmadığı hakkında kesin deliller vardır. Bütün Sahabe’nin -elbette Hz. Peygamber örneğine uyarak- mukatta’at’ı, başında bulundukları surelerin ayrılmaz bir parçası saydıkları ve kıratlarında da buna göre davrandıkları şüphe götürmez bir gerçektir.
Tüm Müslüman müfessirlerin görüşleri böyledir. Bunların çoğu bu harfleri kelime ve ibarelerin kısaltmaları olarak izaha çalışmışlardır, ancak onların izahları da Avrupalı alimlerinki kadar keyfi izahlardır ve ayrıntılarda da aralarında ittifak yoktur. Yine bir kısmı bu harflerin kısaltma oldukları görüşüne karşı çıkmakta, ancak bunların özel önem taşıyan sayıları gösterdiğini kabul etmekte veya diğer değişik yollarla izah etmektedirler. Görüşlerin farklılığı sorunun çetrefilliğini göstermektedir.
Konuyla ilgili olarak şu hususu belirtmek gerekir. Bu harflerin bulunduğu surelerin çoğunun, kitaba, Kur’an’a ya da vahye ilişkin atıflarla başladığı, bu harflerin vahyedilen metne ait olduğu gerçeğini teyit etmektedir.
Nihayet bu harfler hakkında yapılan tüm açıklamalar tatminkar değildir, başladığımız gibi bitiriyoruz; harfler esrarengiz olup, bir o kadar da kafa karıştırıcı yorumları vardır.
Kur’an’ın bir çok yerinde, önemli nazım özelliklerinden biri olan yemin edatları yer almaktadır. ’Ve’ yemin edatının kendisinden sonra belirtilen gerçeğe ya da gerçeğin kanıtına ağırlık kazandırmak için kullanıldığı ilk yerlerden biri de burasıdır. M. Esed, mealinde ‘ve’ yemin edatının bu fonksiyonunu göz önüne alarak, "Düşün .. kalemi ve yazdıklarını .." gibi bir çeviriyi tercih etmiştir.
Kur’an terminolojisinde üzerine yemin edilen nesne ve yemin üslubundan, yeminin ilk muhataplarının zihinlerinde önemli bir yer işgal ettiği ve günlük hayatlarında bir olgu olduğu anlaşılıyor. Kur’an, vahyin zihinlerde oluşturacağı etkiyi kuvvetlendirmek ve dikkatleri toplamak için sık sık bu edatları kullanır. Medine
Dönemi ayetlerinde ise hemen hemen hiç görülmezler. Nitekim burada, yemen edilen ‘kalem ve yazdıkları’, Peygambere gelen vahye yaptığı vurguyla, dolayısıyla Hz. Muhammed (as)'ın peygamberliğinin gerçekliğini vurgulama açısından önemli bir ifade.
Bu önemli vurgunun ardından, ikinci ayette yer alan ve ileri dönem Mekki ayetlerde sıkça karşımıza çıkan ‘mecnun’ ithamı gündeme gelmektedir. Bu itham, Hz.Peygember (as)’e yöneltilen, "büyücü" ve "kahin" ithamlarıyla benzer anlamlar içerir. Baştan beri Hz. Muhammed (as)’ın peygamber olmadığını ve söylediklerinin de vahiy olmadığını, olsa olsa şiir olabileceği yolundaki itirazlarıyla müşrikler, Hz. Muhammed (as)’e ‘mecnun’ demekte gecikmezler. Zira şairin de doğaüstü güçler ile olan ilişkisi nedeniyle -ki bu doğaüstü gücü cin olarak isimlendirmişlerdir- gaybın (bilinmeyenin) bilgisine ulaştığını ve bir ‘mecnun’ olduğunu düşünmektedirler. Elbette bu itham o’nun gerçekten vahiy almadığını dile getirmek için kullandıkları, ileri dönemde çok daha kasıtlı ve plânlı bir karalama ve alaya alma politikalarının önemli ithamlarından biridir.[460] Bu kelime yedinci yüzyıldan sonra, ‘deli’ şeklindeki bugünkü modern anlamına kavuşmuştur.
Yine Hz. Peygamber (as) müşriklerce ‘atalarının dininden ve geleneklerinden çıkmış bir kimse’ olarak görülmüş ve ‘meftun’ (sapık) olarak suçlanmıştır. 7. ayette buna bir itiraz vardır. Bu yoğun alay ve suçlamaların ortasında Hz. Peygamber (as)’ın zaman zaman güç duruma düşmemesi ve moral bozukluğu yaşamaması düşünülemez. İşte tam bu noktada Kur’an, Hz. Peygamber (as)’ı desteklemiş ve onu yönlendirmiştir. Bu bağlamda bilhassa 5, 6 ve 7. ayetlerin müthiş bir destek ve moral içeriği olduğu söylenilebilir.
9.
ayet içerdiği anlam itibariyle, bazı oryantalistler tarafından istismar edilen
ve üzerinde spekülatif yorumlar yapılan ayetlerden biridir. Muhalefetin
yoğunlaştığı dönemlerde, Mekke tüccarlarının Hz. Peygamber ile uzlaşma
çabalarının olduğu doğrudur. Bu ayette bu tür bir çabanın olduğuna yapılan bir
atıf vardır, devamındaki ayetlerde ise Hz. Peygamber (as)’e uğraşması gereken insan
tipi gösterilmektedir. Dikkat edilirse bu tipleme tam da Mekke’nin zengin
tüccarlarını yansıtmaktadır. İşte bu tipleme 14. ve 15. ayette biraz daha
kesinleşmektedir. Onlara ne zaman böyle bir mesaj ulaşsa, "Bunlar eskilerin masalları!" tepkisini verirler.
Bu
ifade, Kur’an’da yaklaşık on iki yerde geçer ve genellikle ahiret ile ilgili
bağlamlarda, müşriklerin haşrolunmaya gösterdikleri itirazları ifade eder.
Surenin ilerleyen bölümlerinde, Kıyamet Günü’ne değinen ifadeler bu bağlamda
ele alınabilir. Sonuç itibariyle bu pasaj, baştan itibaren Hz. Peygamber (as)’e
destek çıkan ve muhaliflere de yoğun eleştiri okları içeren ifadelerden oluşur,
nihayet 16. ayetteki son derece etkili bir tehditle pasaj son bulur.
17= åî©z¡j¤¢ß
b è £ä¢ß¡¤ î Û aì¢à ¤Ó a ¤¡a
7¡ò £ä v¤Ûa lb z¤ a ¬b ã¤ì Ü 2
b à × ¤á¢çb ã¤ì Ü 2 b £ã¡a QW
18,19 æì¢à¡ö¬b ã
¤á¢ç ë Ù¡£2 ¤å¡ß ¥Ñ¡ö¬b
b è¤î Ü Ç Òb À Ï
QY æì¢ä¤r n¤ í ü ë QX
20¡áí© £Ûb ×
¤o z j¤ b Ï RP
Kalem,17- Ve Biz o
(günahkar)ları (sadece) sınayacağız, tıpkı ağaçtaki meyveleri ertesi gün
kesinlikle toplayacağına yemin eden bazı bahçe sahiplerini sınadığımız gibi;
Kalem,18- ve onlar (Allah’ın
iradesi ile ilgili) hiçbir istisnai kayıt da koymamışlardı
Kalem,19- bunun üzerine,
onlar uykudayken Rabbinden (gelen) bir salgın o (bahçeyi) sarmıştı, 20- ve
ertesi gün (bütün bitkiler) sararıp kurumuştu.
21,22
åî©ß¡b ¤á¢n¤ä¢× ¤æ¡a ¤á¢Ø¡q¤ y ó¨Ü Ç
a뢤Ëa ¡æ a RR= åî©z¡j¤¢ß
a¤ë
b ä n Ï RQ
Kalem,21- Sabah erken
kalktıklarında birbirlerine seslendiler: 22- "Meyve toplamak istiyorsanız
erkenden tarlanıza gidin!"
23,24
¥åî©Ø¤¡ß ¤á¢Ø¤î Ü Ç â¤ì î¤Ûa
b è £ä Ü¢¤ íü
¤æ aRT= æì¢n Ïb n í ¤á¢ç ë
aì¢Ô Ü À¤ãb Ï RS
25 åí©¡
b Ó §
¤ y ó¨Ü Ç
a¤ë Ë ë RU
Kalem,23- Derken yola
koyuldular, giderken fısıldaşıyorlardı.
Kalem,24- "Bugün hiçbir
yoksul, bahçeye girip (siz habersizken) yanınıza (sokulmayacak)! "
Kalem,25- ve amaçlarına
ulaşmaya kararlı bir şekilde erkenden kalkıp gittiler.
26,27 æì¢ß뢤z ß ¢å¤z ã ¤3 2
RW= æì¢£Û¬b Û b £ã¡a a¬ì¢Ûb Ó b ç¤ë a
b £à Ü Ï RV
Kalem,26- Ama bahçeye bakıp
onu (tanımaz halde) görünce: "Herhalde yolumuzu şaşırmış olacağız!"
diye bağırdılar.
Kalem,27 (ve sonra da)
"Hayır, galiba elimizden çıkmış!" (dediler).
28 æì¢z¡£j ¢m ü¤ì Û ¤á¢Ø Û ¤3¢Ó a
¤á Û a ¤á¢è¢À ¤ë a 4b Ó RX
Kalem,28- Aralarındaki en
akl-ı selim sahibi olanı, "Ben size. Allah’ın sınırsız şanını
yüceltmelisiniz demedim mi?" diye sordu.
29 åî©à¡Ûb à b £ä¢× b £ã¡a ¬b ä¡£2
æb z¤j¢ aì¢Ûb ÓRY
30 æì¢ß ë5 n í §¤È 2
ó¨Ü Ç ¤á¢è¢¤È 2 3 j¤Ó b Ï SP
Kalem,29- Onlar:
"Rabbimizin şanı yücedir! Doğrusu biz zulüm işliyorduk" diye cevap
verdiler; 30- ve sonra dönüp birbirlerini suçlamaya başladılar.
31 åî©Ëb b £ä¢× b £ã¡a
¬b ä ܤí ë b í aì¢Ûb Ó SQ
Kalem,31- (Sonunda)
"Yazıklar olsun bize!" dediler, "Gerçekten biz küstahça
davranmıştık!
32 æì¢j¡Ëa b ä¡£2 ó¨Û¡a ¬b £ã¡a
¬b è¤ä¡ß a¦¤î b ä Û¡¤j¢í ¤æ a
¬b 䢣2 ó¨ Ç SR
Kalem,32- (Ama) belki
Rabbimiz yerine daha iyisini bize bağışlayacak; Biz de ümitle O’na
yöneleceğiz!"
33 ; æì¢à Ü¤È í aì¢ãb × ¤ì Û
<¢ j¤× a ¡ñ ¡¨üa
¢la È Û ë 6¢la ȤÛa
Ù¡Û¨ × SS
Kalem,33- İŞTE (bazı
insanları bu dünyada denemek için verdiğimiz) azap böyledir; ama öteki dünyada
(günahkârların uğrayacağı) azap daha şiddetli olacak; keşke bunu bilselerdi!
34 ¡áî©È £äÛa ¡pb £ä u ¤á¡è¡£2
¤ä¡Ç åî©Ô £n¢à¤Ü¡Û £æ¡a ST
Kalem,34- Çünkü, (yalnız)
Allah’a karşı sorumluluklarının bilincinde olanları Rabbleri katında mutluluk
bahçeleri beklemektedir.
Bu pasaj, Kur’an’ın önemli didaktik formlarından biri olan "mesel"in en iyi örneklerinden birini içerir. ‘Afetli Bahçe’ olarak da bilinen bu meselde de diğer meseller gibi irşadi unsurun hakim olduğu söylenilebilir. Bahçe sahipleri bir sınamaya tabi tutulurlar. Ellerindeki bahçeleri ‘Allah dilerse’ şeklinde hiçbir ihtiyat kaydı koymadan hasat etmeye ve yoksulları da bahçenin ürünlerinden mahrum etmeye karar verirler. Bu tavrın bir önceki pasajda tasvir edilen ve ucu Mekkeli tüccarlara kadar varan tiplemeye ait olduğu söylenilebilir. Bu noktada müşriklerin de benzer bir sınamaya tabi tutuldukları, ayrıca peygamberin getirdiği vahye inanma tercihinde de bir imtihan içinde oldukları ifade edilmektedir. Bu imtihanı geçemeyen şiddetli bir azaba uğrar, inanan ve iyi işler yapanlar ise mutluluk bahçelerine layıktırlar.
35 6 åî©ß¡¤v¢à¤Ûb × åî©à¡Ü¤¢à¤Ûa
¢3 Ȥv ä Ï a SU
Kalem,35- yoksa, Bize teslim
olanlara suçlular ile aynı mı davranalım?
36 7 æì¢à¢Ø¤z m Ѥî × ®¤á¢Ø Û b ß
SV
Kalem,36- Sizin neyiniz var?
(Haklı ile haksız arasındaki) yargınızı neye dayandırıyorsunuz?
37,38
7 æë¢ £î m b à Û ¡éî©Ï ¤á¢Ø Û
£æ¡a SX= æì¢¢¤ m ¡éî©Ï ¥lb n¡×
¤á¢Ø Û ¤â a SW
Kalem,37- Yoksa dönüp
baktığınız (özel) bir kitabınız mı var, 38- içinde istediğiniz her şeyi
bulabileceğiniz (bir kitap)?
39 7 æì¢à¢Ø¤z m b à Û ¤á¢Ø Û
£æ¡a ò à¨î¡Ô¤Ûa ¡â¤ì í ó¨Û¡a ¥ò Ì¡Ûb 2
b ä¤î Ü Ç ¥æb à¤í a ¤á¢Ø Û ¤â a SY
Kalem,39- Yoksa vereceğiniz
her hükmün sizin (meşru hakkınız) olacağına dair Kıyamet Günü’ne kadar Bizi
bağlayan sağlam bir vaad mi aldınız?
408¥áî©Ç Ù¡Û¨¡2 ¤á¢è¢£í a ¤á¢è¤Ü
TP
41 åî©Ó¡
b aì¢ãb × ¤æ¡a
¤á¡è¡ö¬b × ¢'¡2 aì¢m¤b î¤Ü Ï
8¢õ¬b × ¢( ¤á¢è Û ¤â a TQ
42= æì¢Èî©À n¤ í 5 Ï ¡
ì¢v¢£Ûa ó Û¡a
æ¤ì Ǥ¢í ë §Öb ¤å Ç ¢Ñ '¤Ø¢í
â¤ì í TR
Kalem,40- Onlara sor hangisi
bunu yüklenecek!
Kalem,41- Yoksa görüşlerini
destekleyen bilge kişiler mi var? Peki, iddialarında samimi iseler kendilerini
destekleyenleri göstersinler,
Kalem,42- insan bedeninin bir
kemik yığınından ibaret hale getirileceği Gün ve onların, (şimdi hakikati inkar
edenlerin, Allah’ın huzurunda) secde etmeye çağrılacakları ama onu yapmaya
güçlerinin yetmeyeceği Gün:
33 æì¢à¡Ûb
¤á¢ç ë ¡
ì¢v¢£Ûa ó Û¡a æ¤ì Ǥ¢í aì¢ãb ×
¤ Ó ë 6¥ò £Û¡ ¤á¢è¢Ô ç¤ m
¤á¢ç¢b ¤2 a ¦ò È¡(b TS
Kalem,43- (işte o Gün)
gözleri zilletin ağırlığıyla ürkekleşip durgunlaşacaktır; çünkü hayatta iken
(Allah’ın huzurunda) secde etmeye çağrılmaları (boşa gitmişti).
44= æì¢à Ü¤È í
ü ¢s¤î y ¤å¡ß á¢è¢u¡¤ n¤ ä
6¡sí© z¤Ûa a ¨è¡2 ¢l¡£ Ø¢í ¤å ß ë
ó©ã¤ Ï TT
Kalem,44- O halde bu haberi
yalanlayanları Bana bırak. Onları, ne olup bittiğini fark etmeyecekleri
şekilde, yavaş yavaş alçaltacağız:
45 ¥åî©n ß ô©¤î × £æ¡a 6¤á¢è Û
ó©Ü¤ß¢a ë TU
Kalem,45- çünkü onlara bir
süre belli bir üstünlük versem de Benim ince plânım son derece sağlamdır!
467 æì¢Ü Ô¤r¢ß §â ¤Ì ß ¤å¡ß ¤á¢è Ï
a¦¤u a ¤á¢è¢Ü ÷¤ m ¤â a TV
Kalem,46- Yoksa, (Ey
Muhammed) onlardan bir karşılık isteyeceğinden ve böylece (seni dinledikleri
için) borç yükü altında kalacaklar (ından mı korkuyorlar)?
Müslimun (tekili müslim) teriminin Kur’an’ın vahiy tarihinde ilk kullanıldığı yer burasıdır. Müslüman, yani ‘Allah’a teslim olanlar’ ve İslam, yani ‘Allah’a teslimiyet olarak çevrilen bu kelimelerin terimsel olarak kurumsallaşmış kullanımı, yani özellikle Hz. Peygamber ve izleyicileri için kullanılması, kesinlikle Kur’an sonrası bir gelişmedir ve bu nedenle de bir Kur’an çevirisinde kurumsallaşmış anlamda kullanılmamalıdır.
Mekkelilerin Hz. Peygamber (as)’e yönelttikleri suçlamalardan biri de, Hz.Peygamber (as)’ın "İbrahim’in Din"i bozduğudur. Kendilerinin ise "İbrahim’in Din"i üzere olduklarını söylerler. Pasajın içeriğinden, Peygamber ve muhataplarının ciddi bir tartışma ortamında oldukları anlaşılmaktadır. Bu mücadele ve tartışmaların, anbean meydana geldiği ifadelerdeki çoğul muhatap zamirlerinden çıkarılabilir. Muhataplar Kur’an tarafından sorguya çekilmekte ve Hz.Peygamber (as)’e yaptıkları itirazlara karşı itirazlar verilmektedir.
42. ve 43. ayette atıfta bulunulan Kıyamet Günü ve ceza ile ilgili ifadeler oldukça önemlidir. Vahyin inmesiyle başlayan yirmi üç yıllık süreçte gündemde kalan en önemli konulardan biri de Ahiret İnancıdır. Kur’an’ın genelinden şunu biliyoruz ki; Müşriklerin Hz.Peygamber (as)’ın peygamberliğine olan itirazlarından sonra itiraz ettikleri en önemli husus ahiret günü ve hesaptır. 44. ayette yalanlanan haber de hem özel olarak ahiret günü’ne hem de genel olarak Hz.Peygamber (as)’e gelen vahye yapılan bir atıf olmalıdır. Yalnız burada önemli bir husus; her halukarda sadece Allah’ın yalanlayanları cezalandırıp cezalandırılmayacağına karar vereceği, cezalandırsa da nasıl cezalandıracağına yine sadece O’nun karar ve yetki sahibi olduğudur. Bu noktada 45. ve 46. ayetler Hz.Peygamber (as)’e destek mahiyetinde olduğu kadar, müşriklere de etkili bir tehdittir.
47 æì¢j¢n¤Ø í ¤á¢è Ï ¢k¤î ̤Ûa ¢á¢ç ¤ä¡Ç
¤â a TW
Kalem,47-Yahut gaybın bilgisi onların nezdinde de, onlar mı
(istedikleri gibi) yazıyorlar?
47. ayet, -Hamdi Yazır’ın çevirisiyle "Yoksa, gayb onların yanlarında da, onlar mı yazıyorlar?"- Kur’an’da sıkça tekrarlanan bir sorudur. Bu soru genellikle muhaliflerin itirazlarını çürütme maksatlı kullanılan argümanlardan biridir. Müşriklerin bilhassa, ahiret, putlar, melekler, şefaat, vahiy, haşr, ceza, hesap günü... gibi konulardaki iddialarının birer safsatadan ibaret olduğunu vurgulamak için, Kur’an bu soruyu sık sık sorar. Gayb teriminin vahiy kronolojisinde ilk kullanımı buradadır. İnsanın kavrayış alanının ötesinde bulunan, onu aşan hakikatin tüm safhalarını ifade eder. Örneğin ahiretteki hesap ve sonucundaki mükafat ya da ceza bizim kavrayış alanımız dışındadır. Allah’ın Kur’an’da bize bildirdiği dışında bu konuyla ilgili bilgimiz yoktur. Kur’an’da ise gayb (bilinmeyen)’in bilgileri, bildiğimiz dünyadan benzetmelerle bize anlatılanlardır, örneğin cennet yada cehennem tasvirleri. Bu nedenle, bilimsel gözlemlerle ispatı ya da reddi söz konusu olamaz. Hatta genel kabul görmüş spekülatif düşünce kategorileri içinde bile yeterli biçimde kapsanamaz.
486¥âì¢Ä¤Ø ß
ì¢ç ë ô¨
b ã ¤¡a <¡pì¢z¤Ûa
¡k¡yb × ¤å¢Ø m ü ë Ù¡£2 ¡á¤Ø¢z¡Û
¤¡j¤b Ï TX
Kalem,48- Sen Rabbinin hükmünü sabırla bekle. Balık sahibi (Yunus) gibi
olma. Hani o, dertli dertli Rabbine niyaz etmişti.
49¥âì¢ß¤ ß ì¢ç ë ¡õ¬a ȤÛb¡2 ¡j¢ä Û
©é¡£2 ¤å¡ß ¥ò à¤È¡ã ¢é × a m
¤æ a ¬ü ¤ì Û TY
Kalem,49. Şayet Rabbinden ona bir nimet yetişmemiş olsaydı o, mutlaka,
kınanacak bir halde ıssız bir diyara atılacaktı.
50 åî©z¡Ûb £Ûa å¡ß ¢é Ü È v Ï
¢é¢£2 ¢éî¨j n¤ub Ï UP
Kalem,50. Fakat ardından, Rabbi onu seçti (vahiy verdi) ve onu
sâlihlerden kıldı.
æì¢Ûì¢Ô í ë
¤×¡£Ûa aì¢È¡à b £à Û
¤á¡ç¡b ¤2 b¡2 Ù ãì¢Ô¡Û¤¢î Û
aë¢ 1 × åí© £Ûa ¢
b Ø í
¤æ¡a ë UQ
51<¥æì¢ä¤v à Û ¢é £ã¡a
Kalem,51. O inkâr edenler Zikr'i (Kur'an'ı) işittikleri zaman,
neredeyse seni gözleriyle devirivereceklerdi. Hâla da (kin ve hasetlerinden:)
"Hiç şüphe yok o bir delidir" derler.
48. Öyleyse, Rabbinin hükmüne sabırla katlan ve öfkeye kapılıp da sonra (ızdırap içinde) haykıran büyük balık sahibi gibi olma.
49- (Ve hatırla:) o'na Rabbinin nimeti ulaşmamış olsaydı mutlaka aşağılanmış bir şekilde ıssız bir sahile atılmış olurdu:
50- ama (bilindiği gibi,) Rabbi onu alıp dürüst ve erdemliler arasına koydu.
51- Bu nedenle, hakikati inkara şartlanmış olanlar bu uyarı ve öğüdü her duyduklarında gözleriyle seni öldürecek gibi olsalar ve "(Muhammed mi?) o kesinlikle bir delidir!" deseler bile, (sabırlı ol).
52 åî©à Ûb È¤Ü¡Û ¥¤×¡ ü¡a ì¢ç
b ß ë UR
Kalem,52- Oysa o (Kur'an), âlemler için ancak bir öğüttür.
52. (Sabırlı ol:) çünkü bu, (Allah'tan) bütün insanlığa bir öğüt ve uyarıdan başka bir şey değildir.
48.ayetteki "büyük balık sahibi" ifadesi, Hz. Yunus'a yapılan bir atıftır. Kur'an'da Hz. Yunus hakkında,[461] ayetlerde ifadeler görmek mümkündür. Ayrıca 10/Yunus 98'de, Yunus (as)'ın kavminin iman etmesi anlatılır.
Az çok Kur'anı atıflarla çakışan Kitab-ı Mukaddes'deki anlatıma göre, Hz. Yunus, Asur Devleti'nin başşehri Ninova'ya gönderilen bir peygamberdir. İlk tebliğleri bu şehrin ahalisi tarafından ilgisizlikle karşılanınca onlara kızar ve Allah tarafından kendisine yüklenen görevi bırakır; Kur'ani deyişle "kaçak bir köle gibi... kaçar"[462] Hz.Yunus (as)'ın geçici olarak cezalandırılması, sonra kurtuluşu ve pişman olup tevbe etmesine Kur'an'da Saffat Suresi'nde değinilmektedir.
Ayetler Hz. Peygamber (as)'ın içinde bulunduğu duruma paralel olarak o'na verilen bir destektir. O'nun geçmiş peygambere benzer tepkilerle karşılaşmış olması dolayısıyla, geçmiş peygamberlerin en sonunu da mutlak kazanan olduklarının vurgulanması şüphesiz Hz. Peygamber (as)'ın morali açısından son derece önemlidir.
Genel bir değerlendirme...
Hz. Peygamber (a.s)'ın mesajına karşı niçin bu denli bir muhalefetin yapıldığını anlamak istiyorsak, Kur'an'ın ilk pasajlarındaki ana temalara bakmalıyız. Bu ilk dönem surelerinde beş ana tema görülebilir. Birincisi, Allah'ın gücü ve rahmeti vurgulanmaktadır. O her bir insan varlığını yaratır, insan yaşamının bağımlı olduğu tabii güçleri kontrol eder; ancak göçebelerin inandığı gayri şahsi, hatta belki de kötü niyetli zaman (Dehr)dan farklı olarak Allah, insanoğlunun refahını istemektedir. İkinci olarak, herkes kıyamet gününde bir birey olarak yapmış olduğu eylemlerinden dolayı yargılanacak ve sonuçta cennete veya cehenneme gönderilmek üzere Allah'ın huzuruna çıkacaktır. Üçüncü olarak, Allah'ın rahmetine insanın karşılığı : O'na şükran duymak ve ibadet etmektir. Dördüncü olarak, Allah'a şükranın pratik göstergesi ise kişinin servetini ihtiyaç içinde olan, biçare kimseler uğruna kullanmaya hazır olmasıdır. Beşinci olarak, Hz. Muhammed (a.s)'ın insanları kıyamet günü ve ezeli azabın tehlikesine karşı uyarma görevi verilmiştir. O'nun davetinin diğer yönleri ilk dönem pasajlarında yer almaz.
Bu temaların niçin Hz.Muhamed (a.s)'ın karşı şiddetli bir muhalefeti ortaya çıkardığı, ilk etapta belirgin değildir. Ancak üçüncü ve dördüncü temaları işleyen pasajlara bakıldığında bu pasajların tüccarları şiddetle eleştirdiği görülecektir. İlk dönem pasajlarda, servete karşı tutumlarından dolayı Mekkelilerin açık bir eleştiriye maruz kaldığını anlıyoruz. Onların serveti kullanışlarına yöneltilen eleştirilerde, davranışlarıyla sergiledikleri tutumu tasvir etmek için kullanılan kelimelerden biri de "istiğna"dır. Varlıklı olmakla başkalarından bağımsız olma düşüncesi birleştirilmiş ve bir tercüme olarak da 'malıyla kibirlenen' ibaresi uygun düşmüştür. "Tağa" kelimesinin ilk anlamı tecavüz etmek ya da normal sınırların ötesine geçmek ya da fazla gitmektir. Özellikle bu kelime derenin ve selin normal seviyesinin çok üzerinde yükselmesini ifade etmek için kullanılmıştır.
Mecazi anlamda ise, kibir, küstahlık, haddini bilmezliği ima etmektedir, ancak zengin Mekkeliler ve benzeri insanlar için kullanıldığında, kişinin kendi gücü ve önemi konusunda aşırı güvende olması gibi daha kesin bir anlama sahip olmaktadır. Birçok yerde Firavun için kullanılması, kelimenin asıl anlamına uygun düşmektedir. Nitekim surenin ikinci pasajında "Bahçe Meseli"nde bahçe sahipleri, sonunda kendilerinin "tağun" olduklarını itiraf etmektedirler. Burada da onların kendi güçlerinden çok emin olmaları nedeniyle Allah'a bağımlı olduklarını unuttukları anlamı çıkmaktadır. İşte bu güven tutumu, Allah'ı unutmaya ve insanları cehenneme götüren dünya işlerine aşırı dalmaya götürmektedir.
Mekkeli tüccarlara yönelik bu ve benzeri eleştiriler Hz. Peygamber (a.s)'e ve onun gelişen dini hareketine karşı tüccarlar arasında bir muhalefet hareketinin doğmasının ana nedeniydi. Öte yandan, bundan başka uzak görüşlü liderler, kendilerinin politik gücü bakımından Hz. Muhammed (a.s)'ın potansiyel bir tehdit olduğunu anlamış olmalıdırlar. Her ne kadar, kendisinin sadece bir uyarıcı olduğunu ısrarla söylemekteyse de, bir peygamber olduğu iddiası, onun belirli bir hikmete sahip olduğu sonucunu doğurmaktaydı ve genelde Araplar, akıllı (hikmet sahibi) bir kişinin toplumun işlerini yönetmek konusunda da uygun olduğu düşüncesini taşımaktaydılar. Bunun yanında Hz. Muhammed (a.s), Mekke'de orta tabaka insanlar arasında artan sayıda taraftar toplamaktayken, Mekkeli liderler için O'nun koyduğu herhangi bir kurala karşı koymak da oldukça güç olacaktı ve belki de Hz. Muhammed (a.s), şimdiye kadar yapa geldikleri ticari uygulamaların bazılarını yasaklayan vahiyler getirebilecekti.
Bazıları da Hz. Muhamed (as)'ın mali avantajlar kazanmayı ve karlı ticaretlerden büyük paylar almayı umduğunu düşünmüş olabilir. İşte bu nedenle, siretten öğrendiğimiz kadarıyla, kendilerinin eleştirildiğini fark eden tüccarlar Hz. Muhammed'i tenkitlerinden vazgeçirmek için bazı teşebbüslerde bulunmuşlardır. 9. ayetteki ifadelerin bu girişimlere bir atıf olduğunu belirtmiştik.
Nihayet içerdiği tarihsel arka planla Kalem Suresi, Hz. Peygamber(as) ve muhaliflerin tartışmalarını son derece sıcak olarak yansıtan ilk Kur'an pasajlarından biridir.
Kur'an'ı
önce o güne gidip anlamak ve sonra günümüze dönmek olarak ifade etmeye
çalıştığı "Kur'an'ı Anlama Metodu" ile, ağırlıklı olarak
birinci hareketi yapmaya çalıştığım. Ne kadar başardığım ayrı bir tartışma
konusu olmakla birlikte, ayetler üzerinde yaptığım bu çalışma en sonunda
yorumlardan ibarettir. Ancak çalışmalarımız onu en doğru biçimde
anlayabileceğimiz yorumlara ulaşma uğrunadır.
Yeni bin yılda Kur'an'ın ışığıyla aydınlanma dileğiyle...
3
¡3¡£ß £¢à¤Ûa ¢ñ ì¢ S
¡ággggggggggggî©y £Ûa
¡å¨à¤y £Ûa ¡é¨£ÜÛa ¡ágggggggggggg¤¡2
3-el-MÜZZEMMİL
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bu sure, nüzul sıralamasında tartışmasız bir şekilde dördüncü sırada bulunmaktadır. Bazı ayetleri geç nazil olsa da surenin tamamı erken Mekke dönemine aittir. Yüce Peygamberin hayatından bir bölümü, yani sırf Allah’a yönelişini, O’na itaatini , gece ibadetini, ve Allah’ın kitabını okuyuşunu ele alır. Surenin ana konusu peygamberimizin hayatıdır.
Sure, Allah’ın kulu ve resulü Muhammed’e göstermiş olduğu lütuf ve rahmetinden zuhur eden nazik ve güzel bir nidayla başlar( 1-4. Ayetler). Daha sonra bu sure, Allah’ın, peygamberini, vahyi insanlara ciddi ve gayretli olarak tebliğ etmesi için ve geceyi ibadetle ihya etmek suretiyle buna ruhi hazırlık yapması için görevlendirdiği vahyin ağırlığı konusunu el alır (5-8 ayetler). Daha sonra peygambere müşriklerin eziyetlerine karşı sabretmesini ve Allah intikam alıncaya kadar onlardan güzel bir şekilde uzak durmasını emreder (9-11 ayetler). Bundan sonra Allah müşrikleri kıyamet gününde azap ve şiddetli ceza vermekle tehdit eder (12-19 ayetler). Mübarek süre, peygamber ve ashabı, hayatın bazı işleri için vakit bulsunlar diye onlara bir rahmet olarak yüce Allah’ın peygamber ve müminlerin gece ibadet etme yüklerini hafiflettiğini bildirerek sona erer (20. Ayet).
Müzemmil Suresinin Kelimeleri:
1=¢3¡£ß £¢à¤Ûa
b 袣í a ¬b í Q b 袣í a ¬b í Ey =¢3¡£ß £¢à¤Ûa örtünüp bürünen 2=5î©Ü Ó ü¡a
3¤î £Ûa ¡á¢Ó R ¡á¢Ó kalk 3¤î £Ûa geceleri ü¡a hariç =5î©Ü Ó birazı 3=5î©Ü Ó ¢é¤ä¡ß
¤¢Ô¤ãa ¡ë a ¬¢é 1¤¡ã S ¬¢é 1¤¡ã (gecenin) yarısını ¡ë a yahut ¤¢Ô¤ãa azalt ¢é¤ä¡ß ondan =5î©Ü Ó biraz 465î©m¤ m
æ¨a¤¢Ô¤Ûa ¡3¡£m ë ¡é¤î Ü Ç
¤
¡ ¤ë a T ¤ë a ya da ¤
¡ çoğalt ¡é¤î Ü Ç üzerine ¡3¡£m ë ve tane æ¨a¤¢Ô¤Ûa Kur'an'ı 65î©m¤ m tane oku 565î©Ô q ü¤ì Ó
Ù¤î Ü Ç ó©Ô¤Ü¢ä b £ã¡a U b £ã¡a Doğrusu ó©Ô¤Ü¢ä vahyedeceğiz Ù¤î Ü Ç sana ü¤ì Ó söz 65î©Ô q ağır bir ¢â ì¤Ó a ë b¦÷¤ ë
¢£ ( a ó¡ç ¡3¤î £Ûa ò ÷¡(b ã
£æ¡a V 66e5î©Ó £æ¡a Şüphesiz ò ÷¡(b ã kalkışı ¡3¤î £Ûa gece ó¡ç o ¢£ ( a sağlam b¦÷¤ ë uyuma ¢â ì¤Ó a ë elverişlidir 6e5î©Ó kıraate 76e5í©ì
b¦z¤j ¡b è £äÛa ó¡Ï Ù Û £æ¡a W £æ¡a Zira Ù Û senin ó¡Ï için ¡b è £äÛa gündüz b¦z¤j meşguliyet var 6e5í©ì uzun 865î©n¤j m ¡é¤î Û¡a
¤3 £n j m ë Ù¡£2 á¤a
¡¢×¤a ë X ¡¢×¤a ë an á¤a adını Ù¡£2 Rabbinin ¤3 £n j m ë varlığınla ¡é¤î Û¡a O'na 65î©n¤j m yönel ì¢ç ü¡a é¨Û¡a ¬ü
¡l¡¤Ì à¤Ûa ë ¡Ö¡¤' à¤Ûa ¢£l Y 95î©× ë
¢ê¤¡ £mb Ï ¢£l Rabbidir ¡Ö¡¤' à¤Ûa doğunun ¡l¡¤Ì à¤Ûa ë batının ¬ü yoktur é¨Û¡a ilâh ü¡a yalnız ì¢ç O vardır ¢ê¤¡ £mb Ï yalnız O'nu edin 5î©× ë vekil olarak a¦¤v ç ¤á¢ç¤¢v¤ça ë
æì¢Ûì¢Ô íb ß ó¨Ü Ç ¤¡j¤a ë QP 105î©à u ¤¡j¤a ë katlan ó¨Ü Ç üzerine æì¢Ûì¢Ô í söylediklerinin b ß her ne ¤á¢ç¤¢v¤ça ë onlardan ayrıl a¦¤v ç ayrılması gerektirdiği
gibi 5î©à u güzellikle ¡ò à¤È £äÛa ó¡Û¯ë¢a
åî©2¡£ Ø¢à¤Ûa ë ó©ã¤ ë QQ 115î©Ü Ó
¤á¢è¤Ü¡£è ß ë ó©ã¤ ë bırak åî©2¡£ Ø¢à¤Ûa ë yalancıları ¡ò à¤È £äÛa ó¡Û¯ë¢a nimet içinde yüzen ¤á¢è¤Ü¡£è ß ë onlara mühlet ver 5î©Ü Ó biraz 12b=¦àî©z u ë
üb ؤã a ¬b ä¤í Û £æ¡a QR £æ¡a şüphesiz ¬b ä¤í Û bizim nezdimizde üb ؤã a boyunduruklar b=¦àî©z u ë yakıcı bir ateş, var 13b¦àî©Û a
b¦2a Ç ë §ò £¢Ë a
b¦ßb È ë QS b¦ßb È ë yiyecek §ò £¢Ë a boğazdan geçmez b¦2a Ç ë azap var b¦àî©Û a elem verici ¡o ãb × ë
¢4b j¡v¤Ûa ë ¢¤ üa ¢Ñ¢u¤ m â¤ì í
QT 145î©è ß b¦jî©r ×
¢4b j¡v¤Ûa â¤ì í o gün (kıyamet günü) ¢Ñ¢u¤ m sarsılır ¢¤ üa yeryüzü ¢4b j¡v¤Ûa ë ve dağlar ¡o ãb × ë ve çöküntü ile akıp giden ¢4b j¡v¤Ûa dağlar b¦jî©r × kum 5î©è ß yığınına döner a¦¡çb ( üì¢
¤á¢Ø¤î Û¡a ¬b ä¤Ü ¤ a ¬b £ã¡a QU 156üì¢
æ¤ì Ǥ¡Ï ó¨Û¡a ¬b ä¤Ü ¤ a
¬b à × ¤á¢Ø¤î Ü Ç ¬b £ã¡a doğrusu ¬b ä¤Ü ¤ a gönderdik ¤á¢Ø¤î Û¡a size üì¢ peygamber a¦¡çb ( şahitlik edecek ¤á¢Ø¤î Ü Ç hakkınızda ¬b à × idiysek ¬b ä¤Ü ¤ a göndermiş æ¤ì Ǥ¡Ï ó¨Û¡a Firavun'a 6üì¢ elçi |
a¦¤ a
¢êb 㤠b Ï 4ì¢ £Ûa
¢æ¤ì Ǥ¡Ï ó¨ È Ï QV 165î©2 ë ó¨ È Ï karşı gelmişti ¢æ¤ì Ǥ¡Ï Firavun 4ì¢ £Ûa peygambere ¢êb 㤠b Ï onu muaheze etmiştik a¦¤ a çetin bir şekilde 5î©2 ë ve ağır ¢3 Ȥv í b¦ß¤ì í
¤á¢m¤ 1 × ¤æ¡a æì¢Ô £n m
Ñ¤î Ø Ï QW 17b>¦jî,©(
æa ¤Û¡ì¤Ûa Ñ¤î Ø Ï nasıl æì¢Ô £n m koruyabileceksiniz ¤æ¡a şayet ¤á¢m¤ 1 × inkâr ederseniz b¦ß¤ì í günden ¢3 Ȥv í kılacak æa ¤Û¡ì¤Ûa çocukları b>¦jî,©( ak saçlı ihtiyarlara ¢ê¢¤Ç ë æb × 6©é¡2
¥¡À 1¤ä¢ß ¢õ¬b à £Û a QX 18üì¢È¤1 ß ¢õ¬b à £Û a gökyüzü ¥¡À 1¤ä¢ß yarılacaktır 6©é¡2 onunla ¢ê¢¤Ç ë æb × (Allah'ın) onun vâdi üì¢È¤1 ß yerine gelir ó¨Û¡a £ma
õ¬b ( ¤å à Ï 7¥ñ ¡×¤ m ©ê¡¨ç
£æ¡a QY 19;5î©j
©é¡£2 £æ¡a şüphesiz ©ê¡¨ç bu 7¥ñ ¡×¤ m öğüttür ¤å à Ï kim õ¬b ( dilerse £ma tutar ©é¡£2 ó¨Û¡a Rabbine ;5î©j bir yol ¡3¤î £Ûa
¡ó r¢Ü¢q ¤å¡ß ó¨ã¤
a ¢âì¢Ô m Ù £ã a
¢á Ü¤È í Ù £2 £æ¡aRP ¢¡£ Ô¢í
¢é¨£ÜÛa ë 6 Ù È ß åí© £Ûa å¡ß
¥ò 1¡ö¬b ë ¢é r¢Ü¢q ë
¢é 1¤¡ã ë ¤á¢Ø¤î Ü Ç
lb n Ï ¢ê좤z¢m ¤å Û ¤æ a á¡Ü Ç
6 b è £äÛa ë 3¤î £Ûa ¤á¢Ø¤ä¡ß
¢æì¢Ø î, ¤æ a á¡Ü Ç 6¡æ¨a¤¢Ô¤Ûa å¡ß
£ î mb ß a@¢ªë ¤Ób Ï ¡3¤ Ï ¤å¡ß
æì¢Ì n¤j í ¡¤ üa ó¡Ï
æì¢2¡¤ í æë¢ ¨a ë
=eó¨¤ ß a@¢ªë ¤Ób Ï
9¡é¨£ÜÛa ¡3î©j ó©Ï æì¢Ü¡mb Ô¢í
æë¢ ¨a ë =¡é¨£ÜÛa a좡¤Ó a ë
ñì¨× £Ûaaì¢m¨a ë ñì¨Ü £Ûa
aì¢àî©Ó a ë =¢é¤ä¡ß £ î mb ß §¤î ¤å¡ß
¤á¢Ø¡¢1¤ã ü aì¢ß¡£ Ô¢m b ß ë b6¦ä y
b¦¤ Ó é¨£ÜÛa a뢡1¤Ì n¤a ë
a6¦¤u a á Ä¤Ç a ë a¦¤î ì¢ç
¡é¨£ÜÛa ¤ä¡Ç ¢ê뢡v m 20¥áî©y ¥ì¢1 Ë
騣ÜÛa £æ¡a 6 騣ÜÛa £æ¡a elbette Ù £2 Rabbin ¢á Ü¤È í biliyor Ù £ã a senin ¢âì¢Ô m yatmadan ó¨ã¤
a eda ettiğini ¡ó r¢Ü¢q ¤å¡ß üçte ikisine ¡3¤î £Ûa gecenin ¢é 1¤¡ã ë yarısını ¢é r¢Ü¢q ë üçte birini ¥ò 1¡ö¬b ë topluluğun åí© £Ûa å¡ß bulunanlardan 6 Ù È ß beraberinde ¢é¨£ÜÛa ë ve Allah ¢¡£ Ô¢í takdir eder 3¤î £Ûa geceyi 6 b è £äÛa ë gündüzü á¡Ü Ç bilir ¢ê좤z¢m ¤å Û ¤æ a sayamayacağınızı lb n Ï bağışladı ¤á¢Ø¤î Ü Ç sizi bunun üzerine a@¢ªë ¤Ób Ï okuyun £ î mb ß
kolayınıza geleni 6¡æ¨a¤¢Ô¤Ûa å¡ß Kur'an'dan á¡Ü Ç (Allah) bilmektedir ki, ¢æì¢Ø î, ¤æ a istirahat edecek ¤á¢Ø¤ä¡ß sizden =eó¨¤ ß hastalar æë¢ ¨a ë bir kısmınız æì¢2¡¤ í yol tepecekler ¡¤ üa ó¡Ï yeryüzün de æì¢Ì n¤j í (rızk) arayacak ¡3¤ Ï ¤å¡ß lütfundan =¡é¨£ÜÛa Allah'ın æë¢ ¨a ë bir kısmınız æì¢Ü¡mb Ô¢í çarpışacaklardır ¡3î©j ó©Ï yolunda 9¡é¨£ÜÛa Allah a@¢ªë ¤Ób Ï okuyun £ î mb ß
kolayınıza geleni =¢é¤ä¡ß ondan (Kur'an'dan) aì¢àî©Ó a ë kılın ñì¨Ü £Ûa namazı aì¢m¨a ë verin ñì¨× £Ûa zekâtı a좡¤Ó a ë ödünç 騣ÜÛa Allah'a b¦¤ Ó ödünç olarak b6¦ä y güzel b ß ë her ne aì¢ß¡£ Ô¢m önden ¤á¢Ø¡¢1¤ã ü Kendiniz için ¤å¡ß den §¤î hayır ¢ê뢡v m bulursunuz ¤ä¡Ç katında ¡é¨£ÜÛa Allah'ın ì¢ç hem o a¦¤î daha hayırlı á Ä¤Ç a ë ve daha büyük a6¦¤u a ecir olarak a뢡1¤Ì n¤a ë mağfiret dileyin 6 騣ÜÛa Allah'tan 騣ÜÛa £æ¡a şüphesiz Allah ¥ì¢1 Ë çok bağışlayıcı
¥áî©y çok esirgeyicidir |
Müzemmil Suresinin Tefsiri:
1=¢3¡£ß £¢à¤Ûa
b 袣í a ¬b í Q
Müzemmil 1-Ey Örtüsüne
bürünen.
Lâfzı ve mecazi olarak bir çok manaya gelen "müzzemmil" kelimesi bu yapısı ile müfessirleri ihtilafa düşürmüştür. Ama ‘ey örtülere bürünen’ hitabı hangi şekilde anlaşılırsa anlaşılsın, Peygamberdeki yoğun bilince, derin ruhi aydınlanmaya işaret etmekte ve "şimdi artık rahat yatma zamanı geçmiştir. Büyük bir yük yüklendin, bu işin sorumluluğu başkadır" demektedir.
2,3=5î©Ü Ó ü¡a 3¤î £Ûa ¡á¢Ó R3=5î©Ü Ó ¢é¤ä¡ß ¤¢Ô¤ãa ¡ë a
¬¢é 1¤¡ã S
465î©m¤ m æ¨a¤¢Ô¤Ûa
¡3¡£m ë ¡é¤î Ü Ç ¤
¡ ¤ë a T
Müzemmil 2-3-4 Birazı hariç
gece kalk. Gecenin yarısında, yahut bundan biraz eksilt. Veya bunu artır ve
ağır ağır Kuran oku.
Gece namazı kılmaya ve gece saatlerce Rabbine ibadet etmeye gayret et ki, o yüce ve güç göreve hazırlanasın. Gece ibadeti Peygamberle beraber ashabına da farz kılındı ve yine bu surenin son ayetiyle bu farz sadece Müslümanlar için kaldırıldı. İbadetinizi ederken çok hızlı okumayın, yavaş yavaş ve kelime kelime okuyun. Her bir ayet üzerinde durun ki zihninizde ilahi kelamın manası ve esprisi iyice yerleşsin ve muhtevası size tesir etsin, kalbinize kök salsın, Allah’ın büyüklüğünü ve heybetini hissettirsin. Rahmetin beyanı içinizde şükran cezbesi uyandırsın, gazap ve azabın zikri ise içinizde korku yaratsın. Emir veya nehiy varsa niçinini, nasılını iyi anlayın. Okumak sadece telaffuz etmek değildir, tefekkür etmek de gerekir.
565î©Ô q ü¤ì Ó Ù¤î Ü Ç
ó©Ô¤Ü¢ä b £ã¡a U
66e5î©Ó
¢â ì¤Ó a ë b¦÷¤ ë ¢£ ( a ó¡ç
¡3¤î £Ûa ò ÷¡(b ã £æ¡a V
Müzemmil 5- Doğrusu biz
senin üzerine ağır bir söz indireceğiz.
Müzemmil. 6-Gerçekten gece
kalkmak, nefse hakim olmak ve Kuran’ı doğru okumak için daha uygundur.
Yüce Allah sanki şöyle demek istiyor; "sana gece namazını emrettim çünkü sana büyük bir söz indireceğim. Kendini bu büyük söze mutlaka hazırlaman lazım. Bu da en iyi gece namazı ile olur. Çünkü insan karanlık gecede Allah’a ibadetle meşgul olur, O’nu anmaya ve O’nun önünde boyun eğmeye yönelirse, o gecede, kendini Allah’ın nur ve azametine hazırlamış olur." Resulullah’a deniliyor ki (dolayısıyla bizlere); şu halinle birçok yorucu şeyle ve bu davet ve insanları onu kabule teşvik yolunda büyük tehlikelerle karşı karşıyasın. Hal böyle olunca sen, elbiseye bürünmüş, rahat ve sükuna dalmış, meşakkatlardan ve uzun süre ibadet ve çokça teheccüd namazı kılarak nefisle mücadele etmekten, Kuran ayetlerini anlayacak, hissedecek ve düşünecek bir şekilde okumaktan uzak bir haldeyken bu büyük görevi nasıl yapabilirsin? Öyleyse yatağından kalk!
76e5í©ì
b¦z¤j ¡b è £äÛa ó¡Ï Ù Û £æ¡a W
Müzemmil 7- Çünkü gündüz
senin uzun süre uğraşacağın şeyler vardır.
Gece namazının öneminin sebeplerine yer veriliyor bu ayetlerde. Metindeki "tesirce daha kuvvetlidir" ibaresi bir cümleyle açıklanamaz. Bir manası; gece ibadet için kalkmak ve uzunca kıyam etmek insan mizacına terstir, bu saatler uyku ister. Bu eylem bu yüzden nefsi kontrol etmek için çok etkilidir. İkinci manası; kalp ve dil arasında bir harmoni için çok etkili bir vasıtadır. Çünkü gecenin bu saatlerinde kul ile Allah arasına başka bir şey girmez ve dil ne derse kalp onu der. Bir diğer anlamı da insanın zahir ve batınında ahenk meydana getirmesidir. Yani gece yalnızlığında eğer bir kimse rahatı terk ederek ibadet için kalkarsa bu ihlasındandır. Bir diğeri de gece ibadeti gündüzünkinden ağır olduğu için bundaki, istikrar irade, sebat ve metanet duygularını geliştirir.
865î©n¤j m
¡é¤î Û¡a ¤3 £n j m ë Ù¡£2 á¤a
¡¢×¤a ë X
95î©× ë
ꤡ £mb Ï
ì¢ç ü¡a é¨Û¡a ¬ü ¡l¡¤Ì à¤Ûa ë ¡Ö¡¤' à¤Ûa
¢£l Y
105î©à u a¦¤v ç ¤á¢ç¤¢v¤ça ë
æì¢Ûì¢Ô íb ß ó¨Ü Ç ¤¡j¤a ë QP
115î©Ü Ó á¢è¤Ü¡£è ß ë ¡ò à¤È £äÛa ó¡Û¯ë¢a
åî©2¡£ Ø¢à¤Ûa ë ó©ã¤ ë QQ
12b=¦àî©z u ë üb ؤã a
¬b ä¤í Û £æ¡a QR
13b¦àî©Û a b¦2a Ç ë §ò £¢Ë
a b¦ßb È ë QS
145î©è ß b¦jî©r × 4b j¡v¤Ûa ¡o ãb × ë
¢4b j¡v¤Ûa ë ¢¤ üa ¢Ñ¢u¤ m â¤ì í
QT
Müzemmil 8-9-10-11-12-13-14
Rabbinin ismini zikret ve her şeyi bırakarak yalnız O’na yönel. O, doğununda
batının da Rabbidir. O’ndan başka ilah yoktur. Yalnız O’nu vekil tut. Onların
dediklerine sabret ve güzelce ayrıl. Varlık sahibi olup da seni yalanlayanları
bana bırak ve onlara biraz mühlet ver. Şüphesiz indimizde onlar için
boyunduruklar ve körüklenmiş ateş var. Boğazı tırmalayan bir içecek ve acı
veren bir azap vardır.O gün yeryüzü ve dağlar sarsılır ve dağlar, dağılan kum
yığınları haline gelir.
Bu ayetlere kadar Rasulullah’a ve arkadaşlarına kendilerini davalarına nasıl hazırlanacaklarını anlatan Rabbimiz, bu ayetlerde gerekli teçhizattan sonra düşmanlara karşı nasıl tavır alınacak bu anlatılıyor. "Onların çıkaracağı hiçbir türlü zorluğu sorun etme, sen kaygılanma, işini doğunun ve batının Rabbine havale et ve O’nun seni savunacağından emin ol" deniliyor. Sonrasında henüz cihad emredilmediği için müşriklerin eziyetlerine, terbiyesizliklerine güzel bir ayrılışla, kızmadan onların seviyesine inmeden bir uzaklaşma tavsiye ediliyor. Sabır silahına sarılmamız (cihada kadar) tavsiye ediliyor. Hemen ardından düşmanların zengin olanlarının, azılı olanlarının Allah kendisine bırakılmasını isteyerek Resulünün güvenini tazeliyor, O’nun şerefini yükseltiyor. Siyere bakarsak, hicretten sonra Mekke’de baş gösteren kıtlıkla Mekkelilere genel bir azap, ve bedir savaşında özellikle azılılara( Ebu Cehil, As bin Vail) bir azap var. Genel olarak ise kıyamette onlara verilecek olan şiddetli cehennem azabı hatırlatılarak müminler rahatlatılırken, müşrikler korkutuluyor ve onlara meydan okunuyor.
¬b à × ¤á¢Ø¤î Ü Ç
a¦¡çb ( üì¢ ¤á¢Ø¤î Û¡a
¬b ä¤Ü ¤ a ¬b £ã¡a QU
15 6üì¢ æ¤ì Ǥ¡Ï ó¨Û¡a
¬b ä¤Ü ¤ a
16 5î©2 ë a¦¤ a ¢êb 㤠b Ï
4ì¢ £Ûa ¢æ¤ì Ǥ¡Ï ó¨ È Ï QV
17 b>¦jî,©( æa ¤Û¡ì¤Ûa ¢3 Ȥv í b¦ß¤ì í
¤á¢m¤ 1 × ¤æ¡a æì¢Ô £n m
Ñ¤î Ø Ï QW
18 üì¢È¤1 ß ¢ê¢¤Ç ë æb × 6©é¡2
¥¡À 1¤ä¢ß ¢õ¬b à £Û a QX
19 ;5î©j ©é¡£2 ó¨Û¡a
£ma õ¬b ( ¤å à Ï
7¥ñ ¡×¤ m ©ê¡¨ç £æ¡a QY
Müzemmil 15-16-17-18-19
Firavuna, ona şahitlik eden bir peygamber gönderdiğimiz gibi size de şahitlik
eden bir peygamber gönderdik. Firavun elçiye karşı geldi. Biz de onu ağır
yakalayışla yakaladık. Eğer inkar ederseniz, çocukşarı ihtiyarlatan o günden
kendinizi nasıl kurtaracaksınız? Gök o gün dehşetinden parçalanır. Allah’ın vadi
mutlaka yerine gelir. Bu bir öğüttür. Dileyen Rabbine varan bir yol tutar.
Mekkeli kafirlere hitap ile devam ediyor ayetlerimiz. Firavun örneğiyle uyarılıyorlar. Firavun Musa’ya karşı geldiği için nasıl azaba uğratılmışsa, eğer siz de Muhammed'e karşı gelirseniz aynı sonuca duçar olursunuz. Farz edin ki bu dünyada üzerinize azap gelmeyecek, peki kıyamet günü nasıl kurtulacaksınız? "Çocukların saçlarını ağartan, çocukları ihtiyarlatan" tasvirleriyle anlatılan o günle korkutuluyoruz. Bu korkutucu ayetler insanlar için bir ibret ve öğüttür. Unutan gafillerden kim zamanı geçmeden bu öğütten faydalanmak isterse, iman ve itaat ederek Allah’a götüren yola girsin.
¡3¤î £Ûa ¡ó r¢Ü¢q ¤å¡ß ó¨ã¤
a
¢âì¢Ô m Ù £ã a ¢á Ü¤È í
Ù £2 £æ¡a RP
¢¡£ Ô¢í ¢é¨£ÜÛa ë 6 Ù È ß
åí© £Ûa å¡ß ¥ò 1¡ö¬b ë
¢é r¢Ü¢q ë ¢é 1¤¡ã ë
¤á¢Ø¤î Ü Ç lb n Ï
¢ê좤z¢m ¤å Û ¤æ a á¡Ü Ç
6 b è £äÛa ë 3¤î £Ûa
¤á¢Ø¤ä¡ß ¢æì¢Ø î, ¤æ a
á¡Ü Ç 6¡æ¨a¤¢Ô¤Ûa å¡ß
£ î mb ß a@¢ªë ¤Ób Ï
¡3¤ Ï ¤å¡ß æì¢Ì n¤j í
¡¤ üa ó¡Ï æì¢2¡¤ í æë¢ ¨a ë
=eó¨¤ ß
a@¢ªë ¤Ób Ï 9¡é¨£ÜÛa ¡3î©j
ó©Ï æì¢Ü¡mb Ô¢í æë¢ ¨a ë =¡é¨£ÜÛa
a좡¤Ó a ë
ñì¨× £Ûaaì¢m¨a ë ñì¨Ü £Ûa
aì¢àî©Ó a ë =¢é¤ä¡ß £ î mb ß
§¤î ¤å¡ß ¤á¢Ø¡¢1¤ã ü
aì¢ß¡£ Ô¢m b ß ë b6¦ä y b¦¤ Ó
騣ÜÛa
a뢡1¤Ì n¤a ë a6¦¤u a
á Ä¤Ç a ë a¦¤î ì¢ç ¡é¨£ÜÛa
¤ä¡Ç ¢ê뢡v m
20 ¥áî©y ¥ì¢1 Ë é¨£ÜÛa £æ¡a
6 騣ÜÛa
Müzemmil 20- (Ey nebi)
Rabbin senin gecenin üçte ikisinde, bazen yarısında ve bazan da üçte birinde
kalktığını biliyor. Senin ashabından bir grup ta böyle amel ediyor. Gece ve
gündüzün vaktinin hesabı ancak Allah katındadır. Vakti tam hesap
edemeyeceğinizi bildi de sizi affetti. O halde Kur’an'dan ne kadarı kolay
okuyabiliyorsanız o kadar okuyun. O biliyor ki sizden bazıları hastadır,
bazıları da Allah'ın lütfunu arayan sefer halindeki kişilerdir. Bazıları da
Allah yolunda cihat ile meşgul olanlardır. Onun için Kur’an'dan kolayınıza
geldiği kadar okuyun. Namazı kılın, zekatı verin ve Allah’a güzel bir borç
verin. Ne iyilik yapıp gönderirseniz Allah katında onu bulursunuz ve o sizin
için en hayırlı olandır. Onun büyük bir karşılığı da vardır. Allah'tan af
dileyin şüphesiz o gaffur ve rahimdir.
Bu
ayetle teheccüd namazının hükmü hafifletilmiştir. Allah, resulünün ve ashabının
samimiyetini gördükten sonra onlara acıdı da, onlardan razı oldu da onların
yükünü hafifletti. Ancak şu da dikkatten kaçmamalıdır ki özellikle hastalar,
yolcular ve cihad ehlinin durumları gereği bir hafifletme var. Ehven olan bu
durumlarda olmayan muttaki kulların gece ibadetine gereği olan ehemmiyeti
fazlasıyla vermesidir. Ayrıca Allah onların samimiyetini zaten biliyordu ama
bir müddet te olsa böyle sıkı bir dönemden geçmeleri gerekiyordu. Dolayısıyla
biz de bu ayeti nasıl olsa nesh edildi diye değil de yaşanması gereken bir
dönemden bahsediyor şeklinde değerlendirmeliyiz. Unutmayalım ki bu süre kısa
olmayıp rivayetlerden en kısasını iddia edenine göre bir yıl kuvvetli olanına
göre on yıldır ve üstelik gece ibadeti Resulullaha farz olarak kalmıştır.
Bundan sonra namaz, zekat ve Allah yolunda infak yeniden emrediliyor ve
Allah’ın bağışlayıcılığı hatırlatılıyor. Allah'tan kusurlarınıza karşılık
istiğfarda bulunun. Şüphesiz Allah çok esirgeyen ve bağışlayandır.
4¡¡£q £¢à¤Ûa
¢ñ ì¢ T
¡ággggggggggggî©y £Ûa
¡å¨à¤y £Ûa ¡é¨£ÜÛa ¡ágggggggggggg¤¡2
4-el-MÜDDESSİR
Bismillâhirrahmânirrahîm
Müddesir
Suresi; Risaletin başlangıç yıllarında indirilmiştir. 56 ayettir. İlk vahyin
gelişinden sonra bir süre vahiy gelmedi.üzüntü ve tereddüt dolu sürecin
ardından, Hz Muhammed (a.s)'e Hz Cebrail göründü ve bu sure indirildi.
İlk surelerde olduğu gibi, bu surenin ilk ayetlerinin ana teması; Allah'ın birliğini ve benzersizliğini açıklayan mesajı ve bu mesajı iletenin nitelikleri ve fonksiyonudur. Mesaj ve mesajı ileten karşısında ortaya konan bireysel veya toplumsal tepkiler, tavırlar söylenen ana tema içinde değerlendirilir, örnekler verilir, sonuçları gösterilir. Sonuçların en önemlisi ve kaçınılmazı elbette, 'hesaplaşma gününde' elde edilecek olandır.
Müdessir Suresinin Kelimeleri:
1=¢¡£q £¢à¤Ûa
b 袣í a ¬b í Q b 袣í a ¬b í Ey =¢¡£q £¢à¤Ûa bürünüp sarınan 2=¤¡¤ã b Ï
¤á¢Ó R ¤á¢Ó kalk =¤¡¤ã b Ï (insanları) uyar 3=¤¡£j Ø Ï
Ù £2 ë S Ù £2 ë Rabbini =¤¡£j Ø Ï büyük tanı 4=¤¡£è À Ï
Ù 2b î¡q ë T Ù 2b î¡q ë ve elbiseni =¤¡£è À Ï tertemiz tut 5=¤¢v¤çb Ï
¤u¢£Ûa ë U ¤u¢£Ûa ë kötü şeyleri =¤¢v¤çb Ï terket 6=¢¡r¤Ø n¤ m
¤å¢ä¤à m ü ë V ü ë ve kakma ¤å¢ä¤à m başa =¢¡r¤Ø n¤ m iyiliğini çok görerek 76¤¡j¤b Ï
Ù¡£2 ¡Û ë W Ù¡£2 ¡Û ë Rabbin için 6¤¡j¤b Ï sabret 8=¡ì¢Ób £äÛa ó¡Ï
¡Ô¢ã a ¡b Ï X a ¡b Ï zaman ¡Ô¢ã Sûr'a ó¡Ï var ya =¡ì¢Ób £äÛa üfürüldüğü 9=¥î,© Ç
¥â¤ì í §¡÷ ߤì í Ù¡Û¨ Ï Y Ù¡Û¨ Ï İşte §¡÷ ߤì í o gün ¥â¤ì í gündür =¥î,© Ç zorlu bir 10§î,© í
¢¤î Ë åí©¡Ïb ؤÛa ó Ü Ç QP ó Ü Ç üzerine åí©¡Ïb ؤÛa kâfirlerin ¢¤î Ë değildir §î,© í (hiç de) kolay 11a=¦î©y ë
¢o¤Ô Ü ¤å ß ë ó©ã¤ QQ ó©ã¤ bana bırak ¤å ß ë kimseyi ¢o¤Ô Ü yarattığım a=¦î©y ë tek olarak 12a=¦
뢤à ß
üb ß ¢é Û ¢o¤Ü È u ë QR ¢o¤Ü È u ë verdim ¢é Û ona üb ß servet a=¦
뢤à ß geniş 13a=¦
ì¢è¢(
åî©ä 2 ë QS åî©ä 2 ë oğullar (verdim) a=¦
ì¢è¢( göz önünde duran 14a=¦î©è¤à m
¢é Û ¢p¤ £è ß ë QT ¢p¤ £è ß ë döşedim ¢é Û ona a=¦î©è¤à m bir döşeyiş 15= í© a
¤æ a ¢É à¤À í £á¢q QU £á¢q sonra ¢É à¤À í nimetlerimi ¤æ a daha da = í© a arttırmamı umuyor 16a6¦î©ä Ç
b ä¡mb í¨ü æb × ¢é £ã¡a 6e5 × QV 6e5 × Asla (ummasın) ¢é £ã¡a Çünkü o æb × dır b ä¡mb í¨ü bizim âyetlerimize karşı a6¦î©ä Ç inatçı 17a6¦
ì¢È
¢é¢Ô¡ç¤¢b QW ¢é¢Ô¡ç¤¢b onu sarp bir yokuşa a6¦
ì¢È sardıracağım 18= £ Ó ë
£Ø Ï ¢é £ã¡a QX ¢é £ã¡a zira o £Ø Ï düşündü taşındı = £ Ó ë ölçtü biçti 19= £ Ó
Ѥî × 3¡n¢Ô Ï QY 3¡n¢Ô Ï canı çıkasıca Ѥî × nasıl = £ Ó ölçtü biçti 20= £ Ó
Ѥî × 3¡n¢Ó £á¢q RP £á¢q sonra 3¡n¢Ó canı çıkasıca Ѥî × nasıl = £ Ó ölçtü biçtiyse 21= Ä ã
£á¢q RQ £á¢q sonra = Ä ã baktı 22= 2 ë
j Ç £á¢q RR £á¢q sonra j Ç kaşlarını çattı = 2 ë suratını astı 23= j¤Ø n¤a ë
2¤
a £á¢q RS £á¢q sonunda 2¤
a sırt çevirdi = j¤Ø n¤a ë kibirini yenemeyip 24=¢ q¤ªì¢í
¥¤z¡ ü¡a ¬a ¨ç ¤æ¡a 4b Ô Ï RT 4b Ô Ï dedi ¤æ¡a olsa, olsa ¬a ¨ç bu ü¡a ancak ¥¤z¡ sihirdir =¢ q¤ªì¢í nakledilen 256¡ ' j¤Ûa
¢4¤ì Ó ü¡a ¬a ¨ç ¤æ¡a RU ¬a ¨ç ¤æ¡a bu bir şey değil ü¡a ancak başka ¢4¤ì Ó sözünden 6¡ ' j¤Ûa insan 26 Ô
¡éî©Ü¤¢b RV ¡éî©Ü¤¢b onu sokacağım Ô sekara (cehenneme) 276¢ Ô
b ß Ùí¨¤
a ¬b ß ë RW ¬b ß ë musun Ùí¨¤
a Sen biliyor b ß nedir? 6¢ Ô sekar 287¢ m
ü ë ó©Ô¤j¢m ü RX ü bırakmaz ó©Ô¤j¢m bedeni helâk eder 7¢ m ü ë ve o vaz geçmezse 297¡ ' j¤Ü¡Û
¥ò ya £ì Û RY ¥ò ya £ì Û insanın 7¡ ' j¤Ü¡Û derisini kavurur 306 ' Ç
ò Ȥ¡m b è¤î Ü Ç SP b è¤î Ü Ç üzerinde ò Ȥ¡m dokuz (muhafız melek)
vardır 6 ' Ç on b ß ë :¦ò Ø¡÷¬¨Ü ß ü¡a
¡b £äÛa lb z¤ a ¬b ä¤Ü È u
b ß ë SQ å¡Ô¤î n¤ î¡Û
=aë¢ 1 × åí© £Ü¡Û ¦ò ä¤n¡Ï ü¡a
¤á¢è m £¡Ç b ä¤Ü È u b¦ãb àí©a a¬ì¢ä ߨa
åí© £Ûa
a
¤ í ë
lb n¡Ø¤Ûaaì¢m@ë¢a åí© £Ûa = æì¢ä¡ß¤ªì¢à¤Ûa ë lb n¡Ø¤Ûa
aì¢m@ë¢a åí© £Ûa lb m¤ í ü ë ¬a b ß
æë¢¡Ïb ؤÛa ë ¥ ß ¤á¡è¡2ì¢Ü¢Ó ó©Ï
åí© £Ûa 4ì¢Ô î¡Û ë ¢õ¬b ' í ¤å ß ¢é¨£ÜÛa ¢£3¡¢í
Ù¡Û¨ × 65 r ß a ¨è¡2 ¢é¨£ÜÛa
a a 6 ì¢ç ü¡a Ù¡£2
ì¢ä¢u ¢á Ü¤È í b ß ë 6¢õ¬b ' í
¤å ß ô©¤è í ë 31;e¡ ' j¤Ü¡Û
ô¨¤×¡ ü¡a ó¡ç b ß ë ¬b ä¤Ü È u b ß ë
görevlendirmişizdir lb z¤ a işlerine bakmakla ¡b £äÛa cehennemin ü¡a ancak :¦ò Ø¡÷¬¨Ü ß melekleri b ä¤Ü È u b ß ë (vesilesi) yaptık ¤á¢è m £¡Ç onların sayısını ü¡a sadece ¦ò ä¤n¡Ï bir imtihan åí© £Ü¡Û ki; =aë¢ 1 × inkârcılar å¡Ô¤î n¤ î¡Û için sadece åí© £Ûa ki; aì¢m@ë¢a verilenler lb n¡Ø¤Ûa kitap
a
¤ í ë artırsın åí© £Ûa ki; a¬ì¢ä ߨa imanını b¦ãb àí©a müminler lb m¤ í ü ë şüpheye düşmesinler åí© £Ûa ki; aì¢m@ë¢a verilenler
lb n¡Ø¤Ûa kitap |
= æì¢ä¡ß¤ªì¢à¤Ûa ë müminler 4ì¢Ô î¡Û ë desinler åí© £Ûa ki; ¤á¡è¡2ì¢Ü¢Ó ó©Ï kalplerinde ¥ ß hastalık bulunanlar æë¢¡Ïb ؤÛa ë ve kâfirler de ¬a b ß ne
a a demek istemiştir ki? ¢é¨£ÜÛa Allah a ¨è¡2 bu 65 r ß misalle. Ù¡Û¨ × İşte böylece ¢£3¡¢í sapıklıkta bırakır ¢é¨£ÜÛa Allah, ¢õ¬b ' í ¤å ß dilediğini ô©¤è í ë doğru yola eriştirir 6¢õ¬b ' í ¤å ß dilediğini ¢á Ü¤È í b ß ë başkası bilmez
ì¢ä¢u ordularını Ù¡£2 Rabbinin ü¡a ancak 6 ì¢ç O, ó¡ç b ß ë bütün bunlar ü¡a ancak ô¨¤×¡ öğüttür ;e¡ ' j¤Ü¡Û insanlık için 32=¡ à Ô¤Ûa ë
5 × SR 5 × hayır, hayır ë andolsun =¡ à Ô¤Ûa Aya 33= 2¤
a
¤¡a ¡3¤î £Ûa ë SS ë andolsun ¡3¤î £Ûa ve geceye ¤¡a zaman = 2¤
a dönmekte olan 34= 1¤ a
¬a ¡a ¡|¤j¢£Ûa ë ST ë andolsun ¡|¤j¢£Ûa sabaha ¬a ¡a zaman = 1¤ a ağardığı 35=¡ j¢Ø¤Ûa
ô ¤y¡ü b è £ã¡a SU b è £ã¡a O ô ¤y¡ü (musibetlerden) biridir =¡ j¢Ø¤Ûa büyük 36=¡ ' j¤Ü¡Û
a¦í© ã SV a¦í© ã uyarıcıdır =¡ ' j¤Ü¡Û İnsanlık için 376 £ b n í
¤ë a â £ Ô n í ¤æ a ¤á¢Ø¤ä¡ß
õ¬b ( ¤å à¡Û SW ¤å à¡Û kimseler õ¬b ( isteyen ¤á¢Ø¤ä¡ß sizden â £ Ô n í
¤æ a ileri gitmek ¤ë a ya da 6 £ b n í
geri
kalmak 38=¥ò äî©ç
¤o j × b à¡2 §¤1 ã ¢£3¢× SX ¢£3¢× her §¤1 ã nefis b à¡2 her ne ¤o j × kazandığına =¥ò äî©ç rehindir 39¡åî©à î¤Ûa
lb z¤ a ¬ü¡a SY ¬ü¡a ancak lb z¤ a ashabı ¡åî©à î¤Ûa sağ 40= æì¢Û õ¬b n í
§pb £ä u ó©Ï TP ó©Ï içinde §pb £ä u cennetler = æì¢Û õ¬b n í
sorarlar 41= åî©ß¡¤v¢à¤Ûa
¡å Ç TQ ¡å Ç dan = åî©ß¡¤v¢à¤Ûa günahkârlar 42 Ô
ó©Ï ¤á¢Ø Ø Ü b ß TR b ß nedir? ¤á¢Ø Ø Ü (ateşe) sokan ó©Ï içine Ô yakıcı 43= åî©£Ü ¢à¤Ûa
å¡ß ¢Ù ã ¤á Û aì¢Ûb Ó TS aì¢Ûb Ó derler ¢Ù ã ¤á Û değildik å¡ß dan = åî©£Ü ¢à¤Ûa namaz kılanlar 44= åî©Ø¤¡à¤Ûa ¢á¡È¤À¢ã
¢Ù ã ¤á Û ë TT ¢Ù ã ¤á Û ë miyorduk ¢á¡È¤À¢ã yidir = åî©Ø¤¡à¤Ûa yoksulu 45= åî©¡ö¬b ¤Ûa
É ß ¢ì¢ ã b £ä¢× ë TU b £ä¢× ë biz dalıyorduk ¢ì¢ ã (bâtıla) dalanlarla É ß birlikte = åî©¡ö¬b ¤Ûa dalıyorduk 46=¡åí£©Ûa ¡â¤ì î¡2
¢l¡£ Ø¢ã b £ä¢× ë TV b £ä¢× ë sayıyorduk ¢l¡£ Ø¢ã yalan ¡â¤ì î¡2 gününü =¡åí£©Ûa ceza 476¢åî©Ô î¤Ûa
b äî¨m a ¬ó¨£n y TW ¬ó¨£n y Sonunda b äî¨m a bize geldi 6¢åî©Ô î¤Ûa ölüm çattı 486 åî©È¡Ïb £'Ûa
¢ò Çb 1 ( ¤á¢è¢È 1¤ä m b à Ï TX b à Ï vermez ¤á¢è¢È 1¤ä m onlara fayda ¢ò Çb 1 ( şefaati 6 åî©È¡Ïb £'Ûa şefaatçilerin 49= åî©¡¤È¢ß
¡ñ ¡×¤ £nÛa ¡å Ç ¤á¢è Û b à Ï
TY b à Ï ne oluyor ki? ¤á¢è Û onlara ¡å Ç den ¡ñ ¡×¤ £nÛa öğüt = åî©¡¤È¢ß yüz çeviriyorlar 50=¥ñ ¡1¤ä n¤¢ß
¥¢à¢y ¤á¢è £ã b × UP ¤á¢è £ã b × onlar gibidir ¥¢à¢y yaban eşekleri =¥ñ ¡1¤ä n¤¢ß kaçan 516§ñ ì¤ Ó
¤å¡ß ¤p £ Ï UQ ¤p £ Ï ürkmüş
¤å¡ß dan
6§ñ ì¤ Ó Arslan ó¨m¤ªì¢í
¤æ a ¤á¢è¤ä¡ß §ªô¡¤ßa ¢£3¢× ¢í©¢í ¤3 2 UR 52=¦ñ £' ä¢ß
b¦1¢z¢ ¤3 2 bilakis ¢í©¢í istiyor ¢£3¢× her §ªô¡¤ßa ilâhî emirler ¤á¢è¤ä¡ß onlardan ó¨m¤ªì¢í ¤æ a verilmesini b¦1¢z¢ sahifeler =¦ñ £' ä¢ß açılmış 536 ñ ¡¨üa
æì¢Ïb í ü ¤3 2 65 × US 65 × hayır, hayır ¤3 2 bilakis æì¢Ïb í ü korkmuyorlar 6 ñ ¡¨üa ahiretten 547¥ñ ¡×¤ m
¢é £ã¡a ¬5 × UT ¬5 × hayır, asla ¢é £ã¡a o 7¥ñ ¡×¤ m bir ikazdır 556¢ê ×
õ¬b ( ¤å à Ï UU ¤å à Ï her kim õ¬b ( dilerse 6¢ê × ondan öğüt alır ì¢ç
6¢é¨£ÜÛa õ¬b ' í ¤æ a ¬ü¡a
æë¢¢×¤ í b ß ë UV 56¡ñ ¡1¤Ì à¤Ûa
¢3¤ç a ë ô¨ì¤Ô £nÛa ¢3¤ç a æë¢¢×¤ í
b ß ë öğüt alamazlar ¬ü¡a ancak õ¬b ' í ¤æ a dilemeksizin 6¢é¨£ÜÛa Allah ì¢ç O'dur ¢3¤ç a lâyık ô¨ì¤Ô £nÛa Sakınılmaya
¢3¤ç a ë lâyıktır
¡ñ ¡1¤Ì à¤Ûa mağfiret etmeye |
Müdessir Suresinin Tefsiri:
1=¢¡£q £¢à¤Ûa
b 袣í a ¬b í Q
2=¤¡¤ã b Ï
¤á¢Ó R
3=¤¡£j Ø Ï
Ù £2 ë S
4=¤¡£è À Ï
Ù 2b î¡q ë T
5=¤¢v¤çb Ï
¤u¢£Ûa ë U
6=¢¡r¤Ø n¤ m
¤å¢ä¤à m ü ë V
86¤¡j¤b Ï
Ù¡£2 ¡Û ë W
Müdessir 1-Ey örtüsüne
bürünen
Müdessir 2-Kalk ve bundan
böyle uyar
Müdessir 3-Rabbini tekbir et
Müdessir 4-Elbiseni temizle
Müdessir 5-Pislikten kaçınıp-
uzaklaş
Müdessir 6-Daha çok istekte
bulunmak için iyilik yapma
Müdessir 7-Rabbin için
sabret.
Uyarıcıdan
istenen her şeyden önce Allah'ın aşkın yüceliğine inanması ve bunu dile
getirmesidir. Bu başlangıç, hem kendisi hem de uyaracağı kişiler için yani tüm insanlar
için geçerlidir. Yukarıdaki emirlerin bir amacının, haberle habercinin kişiliği
arasında uyum ve bütünlüğün sağlanması olduğu açıktır. Vahy; habercinin
kişiliğini, düşünce ve davranışlarını yoğurmalı, olgunlaştırmalıdır.
Böylece, Hz Aişe'nin değimiyle 'Kur'an ahlakı' oluşur. Kur'an'a bu açıdan bakıldığında, Hz Peygamberin (a.s) en güzel ve gerçek bir şekilde anlatıldığını görürüz.
İlk ayette geçen 'Müddesir' ifadesi kelime anlamı olarak ; örtünmüş, sarınmış demektir. Burada Hz Peygamberin vahy başlarken bir örtüye bürünerek gizlenme gereği duymasını ifade edeceği gibi, Peygamberlik görevi başlamadan önce yaşadığı yalnızlığı anlatmak için de kullanılmış olabilir. İkinci ifade sonraki ayetlerle daha uyumludur.
Dördüncü ayette geçen ve 'elbise' karşılığı alan ifade, dar kapsamda kişinin bedenini örten bir elbiseyi, geniş kapsamda -mecazi olarak- örtenin kişiliğini veya kalbini, hatta halet-i ruhiyesini anlatır. Kişiliğin ve kalbin temizliği o kadar önemlidir ki bölüm bölüm inen Kur'an-ı Kerim, ancak ön yargılardan uzakta ve bu arınmışlıkla ele alınabilir, üzerinde çalışılır, incelenir, okunur!
Beşinci ayette geçen ve pislik olarak çevrilen kelime, 'put', 'evsan', 'sanem' anlamlarını da aktarmaktadır. Okunuşu itibarıyla da "Azap" yada "Azaba götürenden uzaklaş" anlamını içermektedir.
Altıncı ayet, uyarıcını Rab'den gelen habere karşı samimiyetini ortaya çıkaracak ahlaki bir ilkeyi dile getirmektedir. "Çok daha fazlasını alabilmek için vereceksin" şeklinde, sonu korkunç bir sömürü ve istismara varan düşünceye karşı koyuşu hatırlatır. Uyarı eyleminin Allah'tan başka her şeyden (kişi, toplum veya kurumlardan) bağımsız olabilmesi için ön şarttır. Bu ön şart, uyarıcının kendi kişiliğinde olduğu gibi, muhataplarının kişiliğinde de Allah'ın rızasının ve bunun karşılık bulacağı ahiret gününü hatırlatmanın en etkili yollarından biridir.
8=¡ì¢Ób £äÛa
ó¡Ï ¡Ô¢ã a ¡b Ï X
9=¥î,© Ç
¥â¤ì í §¡÷ ߤì í Ù¡Û¨ Ï Y
10§î,© í ¢¤î Ë åí©¡Ïb ؤÛa
ó Ü Ç QP
Müdessir 8- Çünkü o boruya
(sur'a) üfürüldüğü zaman,
Müdessir 9- İşte o gün zorlu
bir gündür;
Müdessir 10- Kafirler içinse
hiç kolay değildir.
Kendini
kendine yeterli gören (Müstağni) insanın kaçamayacağı anı anlatır.
Onuncu ayet "Kafir", "Küfr" kavramını işlendiği ilk ayetlerden biridir. 'kafir' kelime olarak; bir şeyi örten, gizleyen, inkar eden anlamındadır. Burada hitap çoğuldur. Toplumsal bir güç oluşturan bireylere karşı izlenecek tutum, ortaya konacak tavır önemli olmaya başlamıştır artık. Uyarıcı sadece kendini uyarmakla problemi çözemez. bu uyarıda, kavramın gereği olarak açıklık esastır.
11a=¦î©y ë ¢o¤Ô Ü ¤å ß ë
ó©ã¤ QQ
12a=¦
뢤à ß üb ß ¢é Û
¢o¤Ü È u ë QR
13a=¦
ì¢è¢( åî©ä 2 ë QS
14a=¦î©è¤à m ¢é Û ¢p¤ £è ß ë
QT
15= í© a ¤æ a ¢É à¤À í £á¢q
QU
Müdessir 11- Kendisini tek
olarak (ve yapayalnız) yarattığım (şu adam)ı Bana bırak:
Müdessir 12- Ki ben ona,
alabildiğine geniş kapsamlı bir mal verdim.
Müdessir 13- Göz önünde hazır
çocuklar (verdim).
Müdessir 14- ve sayısız imkan
ve fırsatları önüne serdim.
Müdessir 15- Sonra daha
arttırmam için tamah eder.
On
birinci ayetteki "Yalnız yarattım" ibaresi, iki şekilde
anlaşılabilir: Birincisi, yalnız ve yalnız Allah'ın yaratıcı olduğuna işaret
ettiği; ikincisi, Allah'ın yarattığı kişinin hayatının başlangıcında ve sonunda
tam bir yalnızlık içinde olduğudur. Her iki anlam da bizleri Allah'tan bağımsız
olamayacağımız gerçeğine götürmektedir. Sonraki ayetlerde de kişinin
doyumsuzluğu gözler önüne serilmektedir.
16a6¦î©ä Ç b ä¡mb í¨ü æb × ¢é £ã¡a
6e5 × QV
17a6¦
ì¢È ¢é¢Ô¡ç¤¢b QW
18= £ Ó ë £Ø Ï
¢é £ã¡a QX
19= £ Ó Ñ¤î × 3¡n¢Ô Ï
QY
20= £ Ó Ñ¤î × 3¡n¢Ó
£á¢q RP
21= Ä ã £á¢q RQ
22= 2 ë j Ç £á¢q
RR
23= j¤Ø n¤a ë
2¤
a £á¢q RS
24=¢ q¤ªì¢í ¥¤z¡ ü¡a ¬a ¨ç ¤æ¡a 4b Ô Ï
RT
256¡ ' j¤Ûa ¢4¤ì Ó ü¡a ¬a ¨ç ¤æ¡a
RU
Müdessir 16- Hayır; çünkü o
Bizim ayetlerimize karşı "kesin bir inatçıdır."(anid)
Müdessir 17- Onu alabildiğine
sarp bir yokuşa süreceğim.
Müdessir 18- Çünkü o düşündü
ve bir ölçü tespit etti.
Müdessir 19- Kahrolası, nasıl
bir ölçü koydu?
Müdessir 20- Yine kahrolası,
nasıl bir ölçü koydu?
Müdessir 21- Sonra bir baktı.
Müdessir 22- Sonra kaşlarını
çattı ve yüzünü ekşitti.
Müdessir 23- Sonra da sırt
çevirdi ve büyüklük tasladı (istikbar).
Müdessir 24- Böylece:
"Bu, yalnızca' aktarılarak öğrenilen' bir büyüdür" dedi.
Müdessir 25- "Bu bir
beşer sözünden başkası değildir."
Burada anlatılan tavır; zamana, mekana, toplumsal yapıya ve kişilere bağımlı olmaksızın her çağda ortaya konulabilen bir tavırdır. her an herhangi bir müstekbir (büyüklenen, kendini en üstün gören) ilahi mesaja karşı bu tavrı koyabilir, nitekim koymaktadır da.
On altıncı ayette geçen "anid" ismi, doğru bir şeye, doğruluğunu bilerek karşı koyan ve onu reddeden kişi anlamındaki "anede" fiilinden türemiştir.
Bu bölümde enine boyuna düşünme, planlama, kaş çatmalar ve somurtmalar sonuç olarak "müstekbirliğe" ulaşmaktadır. İstikbar, anlık duygusal bir patlamanın sonucu değildir. Allah'ın aşkın büyüklüğünü-yüceliğini tüm insanlara hatırlatan elçi karşısında, gelen ilahi mesajı yalanlamak için tüm bilincini zorlamakta, plan kurmakta ve sonuca ulaşmak, böylece statükosunu korumak istemektedir.
Yirmi dördüncü ayette geçen "sihr" kelimesi; büyü, kandırmaca, aldatmaca anlamlarına gelmektedir. Bu kelime ve türevleri, hem mesajın içeriğine, hem de Resul'e karşı çıkanlar tarafından kullanılmaktadır. "Batılı hak suretinde gösterdi" anlamı da verilmektedir. Bu kullanımlar, toplumda bilinen "büyü" kavramının yanında, daha farklı ve kapsamlı anlatıma işaret etmektedir.
Türkçe kullanımda da "kandırma"; ikna etmeyi, etkilemeyi içerir. Müstekbir, İlahi vahyin insanlara yol gösterme, onları düşündürme, etkileme gücü ve hakimiyeti olduğunu fark ettiği halde, bu ilahi gerçeği gözardı edebilmek için ısrarla tanımlamasını sürdürmüş ve karara varmıştır. Bunun ancak geçmişten beri söylenegelen etkili bir kandırmaca ve bir beşer sözü olduğunu söylemiştir.
Peygamberler sabırlı mücadelelerinin ardından -Allah'ın yardımıyla- başarıya ulaştıktan sonra, "Hak" tüm açıklığıyla ortaya çıkmaktadır. Bu durumda bile, İlahi Vahy'e beşeri bir özellik yükleme çabaları, kendisini farklı renklerde gösteregelmiştir. (Kitap ehlinin kendilerine indirilen Tevrat ve İncil'i tahrif etmeleri, değişiklik yaptıklarını saklamaya çalışmaları bu renklerden biridir.)
26 Ô ¡éî©Ü¤¢b RV
276¢ Ô b ß Ùí¨¤
a
¬b ß ë RW
287¢ m ü ë ó©Ô¤j¢m ü RX
297¡ ' j¤Ü¡Û ¥ò ya £ì Û RY
306 ' Ç ò Ȥ¡m
b è¤î Ü Ç SP
b ß ë :¦ò Ø¡÷¬¨Ü ß ü¡a
¡b £äÛa lb z¤ a ¬b ä¤Ü È u
b ß ë SQ
å¡Ô¤î n¤ î¡Û
=aë¢ 1 × åí© £Ü¡Û ¦ò ä¤n¡Ï ü¡a
¤á¢è m £¡Ç b ä¤Ü È u
b¦ãb àí©a a¬ì¢ä ߨa
åí© £Ûa
a
¤ í ë
lb n¡Ø¤Ûaaì¢m@ë¢a åí© £Ûa
= æì¢ä¡ß¤ªì¢à¤Ûa ë lb n¡Ø¤Ûa
aì¢m@ë¢a åí© £Ûa lb m¤ í ü ë
¬a b ß
æë¢¡Ïb ؤÛa ë ¥ ß ¤á¡è¡2ì¢Ü¢Ó ó©Ï
åí© £Ûa 4ì¢Ô î¡Û ë
¢õ¬b ' í ¤å ß ¢é¨£ÜÛa ¢£3¡¢í
Ù¡Û¨ × 65 r ß a ¨è¡2 ¢é¨£ÜÛa
a a
6 ì¢ç ü¡a Ù¡£2
ì¢ä¢u ¢á Ü¤È í b ß ë 6¢õ¬b ' í
¤å ß ô©¤è í ë
31;e¡ ' j¤Ü¡Û ô¨¤×¡ ü¡a ó¡ç
b ß ë
Müdessir 26- Onu ben
cehenneme sürükleyip-atacağım.
Müdessir 27- Cehennem (sakar)
nedir, sen bilir misin?
Müdessir 28- Ne alıkoyar, ne
bırakır.
Müdessir 29- Beşere
delicesine susamıştır.
Müdessir 30- Onun üzerinde
ondokuz vardır.
Müdessir 31- Biz o ateşin
koruyucularını meleklerden başkasını kılmadık. Ve onların sayısını inkar
edenler için bir yalnızca bir fitne (konusu) yaptık ki, kendilerine kitap
verilenler, kesin bir bilgiyle inansın, iman edenlerin de imanları artsın;
Kendilerine kitap verilenler ve iman edenler (böylece) kuşkuya kapılmasın.
Kalplerinde bir hastalık olanlar ile kafirler de şöyle desin: "Allah, bu
örnekle neyi anlatmak istedi?" İşte Allah, dilediğini böyle
şaşırtıp-saptırır, dilediğini böyle hidayete erdirir. Rabbinin ordularını
kendisinden başka (hiç kimse) bilmez. Bu ise beşer (insan) için yalnızca bir
öğüttür.
32=¡ à Ô¤Ûa ë 5 × SR
33= 2¤
a ¤¡a ¡3¤î £Ûa ë
SS
34= 1¤ a ¬a ¡a ¡|¤j¢£Ûa ë
ST
35=¡ j¢Ø¤Ûa ô ¤y¡ü b è £ã¡a SU
36=¡ ' j¤Ü¡Û a¦í© ã SV
376 £ b n í ¤ë a
â £ Ô n í ¤æ a ¤á¢Ø¤ä¡ß õ¬b (
¤å à¡Û SW
38=¥ò äî©ç ¤o j × b à¡2
§¤1 ã ¢£3¢× SX
39´6 ¡åî©à î¤Ûa lb z¤ a ¬ü¡a SY
40= æì¢Û õ¬b n í ´6§pb £ä u ó©Ï
TP
41= åî©ß¡¤v¢à¤Ûa ¡å Ç TQ
42 Ô ó©Ï ¤á¢Ø Ø Ü b ß
TR
43= åî©£Ü ¢à¤Ûa å¡ß ¢Ù ã ¤á Û
aì¢Ûb Ó TS
44= åî©Ø¤¡à¤Ûa ¢á¡È¤À¢ã ¢Ù ã ¤á Û ë TT
45= åî©¡ö¬b ¤Ûa É ß ¢ì¢ ã
b £ä¢× ë TU
46=¡åí£©Ûa ¡â¤ì î¡2 ¢l¡£ Ø¢ã b £ä¢× ë
TV
476¢åî©Ô î¤Ûa b äî¨m a ¬ó¨£n y TW
486 åî©È¡Ïb £'Ûa ¢ò Çb 1 (
¤á¢è¢È 1¤ä m b à Ï TX
49= åî©¡¤È¢ß ¡ñ ¡×¤ £nÛa
¡å Ç ¤á¢è Û b à Ï TY
50=¥ñ ¡1¤ä n¤¢ß ¥¢à¢y ¤á¢è £ã b ×
UP
516§ñ ì¤ Ó ¤å¡ß ¤p £ Ï UQ
Müdessir 32- Hayır; aya
andolsun,
Müdessir 33- Dönüp gittiği
zaman geceye,
Müdessir 34- Ağardığı zaman
sabaha,
Müdessir 35- Gerçekten o
büyük (musibet)lerden biridir.
Müdessir 36- Beşer (insan)
için bir uyarıcıdır.
Müdessir 37- Sizlerden öne
geçmek veya geride kalmak isteyenler için.
Müdessir 38- Her nefis,
kazandıklarına karşılık bir rehinedir.
Müdessir 39- Ancak Ashab-ı
Yemin (sağ ehli) hariç.
Müdessir 40- Onlar
cennetlerdedirler; birbirlerine sorarlar.
Müdessir 41-
Suçlu-günahkarları;
Müdessir 42- "Sizi şu
cehenneme sürükleyip-iten nedir?"
Müdessir 43- Onlar: "Biz
namaz kılanlardan değildik." dediler.
Müdessir 44- "Yoksula
yedirmezdik."
Müdessir 45- "(Batıla ve
tutkulara) Dalıp gidenlerle biz de dalıp giderdik."
Müdessir 46- "Din (hesap
ve ceza) gününü yalan sayıyorduk."
Müdessir 47- "Sonunda
yakin (kesin bir gerçek olan ölüm) gelip bize çattı."
Müdessir 48- Artık şefaat
edenlerin şefaati onlara bir yarar sağlamaz.
Müdessir 49- Buna rağmen,
bunlara ne oluyor ki öğütten yüz çevirip duruyorlar?
Müdessir 50- Sanki onlar,
ürkmüş yaban eşekleri gibidirler;
Müdessir 51- Arslandan
korkup-kaçmışlar.
Allah'ın
ayetlerine karşı son derece küstahça girişilen bu eylemin karşılıksız
kalmayacağı muhakkaktır.Kur'an'da ahiret, sahip olduğumuz idrak sınırlarının
ötesinde bir vakıa olarak anlatılmaktadır. Vahyin geldiği ilk dönemlerde,
ahiret ile ilgili konularda tasvirler ve bu tasvirlerdeki dekor, aktör,
mekanlar v.s. canlıdır, değişiktir, yerine göre ayrıntılıdır. Somut anlatımlar
yoğundur. Örneğin (40-47 ayetler arasında)cennet ehli ile cehennem ehlinin
diyalogları gibi. Ayrıca[463] yeminler
kullanılarak, konu üzerinde dikkatler toplanmaktadır. Amaç; o ana kadar ahiret
hakkında herhangi bir düşüncesi veya kaygısı olmayan muhatapları uyarmaktır.
Gaybe ait haberlerin en önemlisini, Allah'a dönüş oluşturmaktadır.
Ahiret kavramı ve özellikle otuz sekizinci ayette geçen her kişinin elde ettiğine karşılık rehin tutulacağı bildirisi, adalet kavramını akıllara getirmektedir. insanların, kendisine sunulan yollardan yaptığı tercih, aynı zamanda ahirette bulacağı karşılığı işaret etmektedir. Nitekim cennet ehli ve cehennem ehlinin diyaloglarında, cehennem ehli orada bulunmalarının sebebini açıklamaktadır.
Kırk sekizinci ayette geçen "Şefaat" kelimesinin sözlük anlamı; aracılık, araya girmedir. Burada iki farklı şekilde algılanabilir. Birincisi şudur: Şefaat, cahiliyyede inanılan şekliyle kul ile Allah arasında aracılık yapma idi. Bu durumda ayete "İnandığınız şefaatçilerin size faydasının olmadığını göreceksiniz" anlamını kazandırmaktadır. İkincisi şudur: "Allah'ın izin verdiklerinin dışında kimse şefaatçi olamaz. Allah, sizin için böyle bir eylemi onaylamayacaktır." Anlamındadır. her iki durumda da yardım göremeyecekleri sonucu çıkmaktadır. (56. ayetle bağlantı kurulduğunda bağışlamanın yalnız Allah tarafından yapılacağı anlamı daha uygunluk göstermektedir.)
52=¦ñ £' ä¢ß b¦1¢z¢ ó¨m¤ªì¢í ¤æ a
¤á¢è¤ä¡ß §ªô¡¤ßa ¢£3¢× ¢í©¢í ¤3 2 UR
536 ñ ¡¨üa æì¢Ïb í ü ¤3 2
65 × US
547¥ñ ¡×¤ m ¢é £ã¡a ¬5 × UT
556¢ê × õ¬b ( ¤å à Ï
UU
3¤ç a ì¢ç 6¢é¨£ÜÛa
õ¬b ' í ¤æ a ¬ü¡a æë¢¢×¤ í
b ß ë UV
56¡ñ ¡1¤Ì à¤Ûa ¢3¤ç a ë ô¨ì¤Ô £nÛa
Müdessir 52- Hayır; her
biri, kendisine açılmış sahifelerin verilmesini isterler.
Müdessir 53- Hayır; onlar
şüphesiz ahiretten korkmuyorlar.
Müdessir 54- Gerçek (şu ki),
o (Kur'an) elbette bir öğüttür.
Müdessir 55- Artık kim
dilerse, öğüt alıp-düşünür.
Müdessir 56- Allah
dilemedikçe onlar öğüt almazlar; takvanın sahibi (onu kabul etmeye ehil olan)
O'dur, mağfiretin sahibi (bağışlamaya ehil olan da) O'dur.
Elli ikinci ayette, bu insanların mucize beklentileri dile getirilmektedir. Bu beklenti, o günlerden, hatta daha öncesinden günümüze uzanan süreçte görülen maddeci düşünce tarzını sergileme açısından önemlidir. Ardından son derece çarpıcı bir uyarı gelmektedir. Ve sonraki ayette dileyenler için kurtuluş yolu aralanmaktadır. En son olarak da öğüt alıp düşünmeyi sağlayacak olan ve bağışlama yetkisini elinde bulunduran Allah anılmaktadır.
Bir Dua:
Rabbim,
Büründüğümüz örtülerden çıkıp, en güzel olana ulaşmak için kalkmayı ve uyarmayı
nasip et ve yolunda adımlarımızı hızlandır. Amin.
5
¡ò z¡mb 1¤Ûa ¢ñ ì¢ U
¡áî©u £Ûa ¡æb À¤î £'Ûa
å¡ß ¡éܨ£Ûb¡2 ¢ì¢Ç a
¡ággggggggggggî©y £Ûa
¡å¨à¤y £Ûa ¡é¨£ÜÛa ¡ágggggggggggg¤¡2
1-el-FÂTİHA
Fatiha
suresi: Mekke'de inmiştir, yedi ayettir. Peygamber efendimize gelen ilk
vahiylerdendir. Bazı rivayetler Fatiha'nın Hz. Peygamber'e indirilen ilk vahiy
olduğuna işaret ediyor olsa bile Alâk suresinin ilk beş ayetinin vahyin
başlangıcı olduğunu belirten sahih hadislerin varlığı bu rivayetleri oldukça
zayıflatmaktadır. Yine de sahih hadislere dayanarak Fatiha'nın -indirilen ilk
vahiy olmasa bile- bütün olarak vahyedilen ilk sure olduğunu söyleyebiliyoruz.
Fatiha suresi Kur'an'ı Kerim'in küçük bir özeti olarak ele alınabilir. Kur'an'daki tüm sureler Fatiha'yı tasdik ederler.
Fatiha suresi en büyük dua ve münacattır. Bu surede Alemlerin Rabbi olan Allah bize ne kadar yüce olduğunu, bağışlayıcılığını ve esirgeyiciliğini vurguladıktan sonra bize kendisine nasıl dua etmemiz gerektiğini, bizden ne istediğini en net şekilde belirtmiştir.
ـ
عن أبى سعيد
بن المع
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]كُنْتُ
أصَلِّى في
المسجدِ
فدعَانِى رسولُ
اللّهِ #
فَلَمْ
أجِبْهُ،
ثُمَّ أتَيْتُهُ
فقلْتُ ياَ
رسُولَ اللّه:
إنِّى كُنْتُ
أصَلِّى.
فقالَ: ألَمْ
يَقُلِ
اللّهُ
تعاَلى يَا
أيُّهَا
الَّذِينَ
آمنُوا
استَجِيبُوا للّهِ
وَللرَّسُولِ
إذَا
دَعَاكُمْ
ثمّ قال: أ
أعَلِّمُكَ
سُورةً هىَ
أعْظَمُ
السُّورِ في القُرآنِ
قَبْلَ أنْ
تَخرجَ مِنَ
الْمَسْجِدِ
ثُمَّ أخَذَ
بِيدِى
فَلَمَّا
أرادَ أنْ يَخرُجَ
قُلْتُ: ألمْ
تَقلْ
‘ُعَلِّمنّكَ
سُورةً هِىَ
أعظَمُ سورةٍ
في القرآنِ؟
قال: الحَمدُللّهِ
رَبِّ
الْعَالَمِينَ
هِىَ السَّبْعُ
المَثَانِى
وَالقُرآنُ
العظيمُ الَّذِى
أوتيتُهُ.
- Ebu Saîd İbnu'l-Muallâ (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ben Mescid-i Nebevî'de namaz kılıyordum. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) beni çağırdı. Fakat (namazda olduğum için) icabet edemedim. Sonra yanına gelerek: "Ey Allah'ın Resûlü namaz kılıyordum (bu sebeple cevap veremedim diye özür beyan ettim). Bana: "Allahu Teâla Kitab'ında: "Ey iman edenler, Allah ve Resûlü sizi çağırdıkları zaman hemen icâbet edin" buyurmuyor mu?" dedi ve arkasından ilave etti: "Sen mescidden çıkmazdan önce, sana Kur'ân-ı Kerîm'in (sevabca) en büyük sûresini öğreteyim mi?" dedi ve elimden tuttu. Mescidden çıkacağı sırada ben: "Sana en büyük sureyi öğreteceğim" dememiş miydiniz? dedim. Bana: "O sure Elhamdü lillâhi Rabbi'l-âlemin dir ki(namazlarda tekrar tekrar okunan) yedi âyet (es-Seb'u'l-Mesânî) ve bana verilen yüce Kur'ân'dır" buyurdu.[464]
وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ. ]أنَّ
رسُولَ
اللّهِ #
خرَجَ عَلَى
أُبَىِّ ابْنِ
كَعْبٍ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ وهُوَ
يُصَلِّى
وذكرَ نحوَهُ.
وفيه:
والَّذِى
نفسى بيدِهِ
ما أُنزِلَ في
التَّوراةِ و
ا“نْجِيلِ وَ
في
الزَّبُورِ
وََ في الفُرْقَانِ
مِثلُهَا،
وإنَّهَا
سَبْعٌ من المثَانِى
وَالقُرآنُ
العَظِيمُ
الَّذِى أعْطيتُهُ.
- Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Ubey
İbnu Ka'b (radıyallahu anh)'a uğradı. O namaz kılıyordu... devamını yukarıdaki
gibi aynen kaydetti. Ancak şu ziyâde var: "Nefsimi kudret elinde tutan
Zât-ı Zü'l-Celâl'e yemin ederim ki, Allah, Fâtiha'nın bir mislini ne Tevrat'ta,
ne İncil'de, ne Zebur'da, ne de Furkân'da indirmemiştir. O (namazlarda)
tekrarla okunan yedi âyet ve bana ihsân edilen yüce Kur'ân'dır."
Tirmizi hadisin
sahih olduğunu söylemiştir. Nesâî'nin yine Ebû Hüreyre'den yaptığı bir
rivayette: "O (Fatiha sûresi) benimle kulum arasında taksim edilmiştir. Kuluma istediği verilmiştir"
ziyadesi vardır.[465]
ـ
وعن ابن عباس
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما.
قال: ]بَينَا
جبريلُ عليهِ
السّمُ
قَاعِداً
عندَ النبىِّ
# إذْ سَمِعَ
نَقيضاً مِنْ
فَوْقِهِ فرفعَ
رأسَهُ إلى
السَّمَاءِ
فقَالَ: هَذَا
بابٌ مِنَ
السَّمَاءِ
فُتِحَ
الْيَوْمَ لَمْ
يُفْتَحْ قطُّ
إَّ
الْيَوْمَ
فنَزَلَ منهُ
ملكٌ فقالَ:
هَذَا مَلَكٌ
نَزَلَ إلِى
ا‘رضِ لمْ
يَنْزِلْ قط
إَّ
الْيَوْمَ
فسَلَّمَ
وقَالَ:
أبشِرْ بنُوريْن
أوتيتهُمَا
لم
يُؤتَهُمَا
نَبىٌّ قَبْلَكَ:
فَاتِحَةِ
الكِتابِ
وخَواتِيم سُورةِ
البقرة، لمْ
تَقْرأ بحرفٍ
منهُما إَّ أعْطيتَهُ.
- İbnu Abbâs
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Cibril (aleyhisselam), Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in yanında otururken yukarıda kapı sesine benzer bir
ses işitti. Başını göğe doğru kaldırdı. Cibril (aleyhisselâm) dedi ki:
"İşte gökten bir kapı açıldı, bugüne kadar böyle bir kapı asla
açılmamıştı." Derken oradan bir melek indi. Cibril (aleyhissalâtu
vesselâm) tekrar konuştu: "İşte arza bir melek indi, şimdiye kadar bu
melek hiç inmemişti." Melek selam verdi ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'e: "Sana verilen iki nuru müjdeliyorum. Bunlar, senden önce
başka hiçbir peygambere verilmemişlerdi: Onların biri Fatihâ Sûresi, diğeri de
Bakara Sûresi'nin son kısmı. Onlardan okuduğun her harfe mukabil sana mutlaka
büyük sevap verilecektir" dedi.[466]
ـ
وعن عدى بن
حاتم رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ. أنّ رسول
اللّه # قال:
]المغضوبُ
عليهمْ:
اليهُودُ،
والضَّالينَ:
النَّصَارى.
- Adiyy İbnu
Hâtim (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: (Fatiha'da geçen) elmağdûb aleyhim (Allah'ın gazabına uğrayanlar) Yahudilerdir, eddâllîn
(sapıtanlar) da Hıristiyanlar'dır."[467]
Fâtiha
sûresine "Ümmü'l-kitâb kitab'ın anası" adı verilmiştir; çünkü
mushafların yazılışına onunla başlanır ve namazda kur'an okumaya Fâtiha ile
başlanır.
Fatiha suresinin onu aşkın ismi vardır. Fatih Arapça'da bir şeyi ya da
bir yeri açan manasına gelir. İşte bu yüzden Kur'an'ı açan ona bir anahtar bir
önsöz olan manasında Fatiha adını almıştır. Açılması çok güç olan kimsenin
açamadığı kilitleri açan kimselere de Fatih denilir. Bu açıdan bakıldığında
Fatiha'ya açılması güç olan kimsenin açamadığı kalp gözünü açan, hayatın
kendisi olan Kur'an'ın anahtarı diyebiliriz. Fatiha Kur'an'daki tüm surelerin
aslı durumundadır. Diğer surelerse Fatiha'nın yorumu niteliğindedirler, bu
nedenle Fatiha'ya Kitabın Anası manasında Ümmül Kitab da denilir. Hicr
suresinin 87. ayetinde:
áî©Ä ȤÛa æ¨a¤¢Ô¤Ûa ë ó©ãb r à¤Ûa
å¡ß b¦È¤j Úb ä¤î m¨a ¤ Ô Û ë
“Andolsun ki, biz sana
tekrarlanan yedi âyeti ve yüce Kur'an'ı verdik,” buyurulmuştur.”[468]
Bir
hadise göre buradaki "yedi ayet"le kastedilen günde beş
vakit namazın her rekatında tekrar edilen Fatiha suresidir, bu yüzden Fatiha'ya
"tekrarlanan yedi" manasında Es-Sebul Mesani
de denilir.
İstiâzenin Kelimeleri:
Q¡áî©u £Ûa ¡æb À¤î £'Ûa
å¡ß ¡éܨ£Ûb¡2 ¢ì¢Ç a
¢ì¢Ç a
İstiaze, sığınırım.
¡éܨ£Ûb¡2
Allah’a
å¡ß den,
dan.
¡æb À¤î £'Ûa
İblis, Şeytan.
Q¡áî©u £Ûa
kovulmuş, taşlanmış.
İstiâzenin Mâhiyyeti (Euzû):
Allah Teâlâ buyuruyor ki:
فَاِذَا
قَرَاْتَ
الْقُرْانَ
فَاسْتَعِذْ
بِاللّهِ
مِنَ
الشَّيْطَانِ
الرَّجيمِ () اِنَّهُ
لَيْسَ لَهُ
سُلْطَانٌ
عَلَى الَّذينَ
امَنُوا
وَعَلى
رَبِّهِمْ
يَتَوَكَّلُونَ
"Kur'an okuyacağın zaman
önce, kovulmuş şeytandan Allah'a sığın. Doğrusu inananlar ve yalnız Rablarına
güvenenler üzerinde onun bir nüfuzu yoktur."[469]
Cumhûr'un üzerinde birleştiği meşhur görüş, tilâvetten önce istiâze çekilmesidir. Böylece vesvese verenin (şeytânın) def'i sağlanır.
Besmelenin Mâhiyyeti:
¡áî©y £Ûa
¡å¨à¤y £Ûa ¡é¨£ÜÛa ¡á¤¡2
“Rahmân ve Rahîm olan
Allah'ın adıyla.”
Sahâbe-i Güzîn Allah'ın kitabına besmele ile başlamışlardır ve binginler Besmelenin Neml sûresinin bir âyeti olduğunda ittifâk etmişlerdir. Ancak her sûrenin başlangıcında veya başında yazılan besmelenin; sûrelerin başlangıcında, başlı başına bir âyet olup olmadığı, ya da her sûreden bir âyet olup olmadığı konusunda ihtilâf etmişlerdir. Veya besmelenin sadece Fâtiha'da âyet sayılacağı konusu ihtilaflıdır. Besmelenin, âyet olmayıp, sûrelerin arasını ayırmak için yazıldığı konusunda önceki ve sonraki bilginlerin ayrı görüşleri vardır.
Bilginlerin bu konudaki
görüşlerini üç gurupta toplayabiliriz:
1- Besmele; Fâtiha'dan ve diğer sûrelerden bir âyet değildir. İmâm Mâlik ve Hanefîler bu görüştedirler.
2- Besmele her sûreden bir âyettir. Abdullah İbn Mubârek bu görüşü savunmuştur.
3- İmâm Şafiî ise:
Besmele, Fâtiha'da bir âyettir demiştir. Ancak diğer sûrelerde tereddüt
etmiştir.
Fatiha Suresinin Kelimeleri:
1¡áî©y £Ûa
¡å¨à¤y £Ûa ¡é¨£ÜÛa ¡á¤¡2 Q
¡á¤¡2 İsmi ile
başlarım,
¡é¨£ÜÛa
Allah’ın
¡å¨à¤y £Ûa
Rahman olan
¡áî©y £Ûa
Rahim olan
2= åî©à Ûb ȤÛa
¡£l ¡é¨£Ü¡Û ¢¤à z¤Û a R
¢¤à z¤Û a
Allah’ın yüceliğini bilerek O'na yapılan övgüdür. Şükürden
farklıdır, çünkü şükür nimet karşılığı olur, hamd ise Allah’ın kendi
varlığından dolayı övülmesidir.
¡é¨£Ü¡Û Cenab-ı Hakk'ın özel ismidir. Türkçe'deki "tanrı"
İngilizce'deki "god" Fransızca'daki "dieu"
Almanca'daki "got" ve Arapça'daki "ilah" kelimeleri
eş anlamlıdırlar. İlah ve diğer dillerdeki eş anlamlıları hem Cenab-ı Hak hem
de başkaları için kullanılsa da Allah ismi sadece Cenab-ı Hakk'a mahsustur,
diğer dillerde karşılığı olmadığı için aynen kullanılmaktadır.
¡£l Terbiyeden
türemiştir. Bir şeyin sahibi, ıslah edici, o şey üzerinde otoritesi bulunan,
başından sonuna kadar oluşturan ve devam ettiren manasına gelir. Kur'an'da (el)
belirtme takısıyla birlikte kullanılarak tüm evrenin tek hakimi ve her çeşit
otoritenin tek kaynağı olan Allah'ı ifade eder.
= åî©à Ûb ȤÛa Alem kelimesinin çoğuludur fakat maddi manevi tüm varlıkları içine alan tüm evrenin adıdır. Yani salt olarak alemler demek değil, alemlerdeki tüm birimlerin hepsi demektir.
3=¡áî©y £Ûa ¡å¨à¤y £Û a
S
¡å¨à¤y £Û a Rahmet kelimesinden türemiştir. Rahmeti büyük, rahmet saçıcı manasındadır. Allah'ın Rahman olması dünya hayatında iyi olsun, kötü olsun, mümin olsun, kafir olsun bir ayrım gözetmeden tüm kullarına büyük rahmet göstermesi onları rızıklandırmasıdır.
=¡áî©y £Ûa Bu kelime de Rahman gibi Rahmet kelimesinden türemiştir. Rahmeti devamlı manasındadır. Allah'ın Rahim olması bizim ona itaat ettiğimiz ölçüde rahmetini ahirette de bizim için devam ettireceğini belirtir. Rahman sıfatıyla Allah rahmetini kullarına bahşetmek için bir karşılık beklemez. Fakat Rahim sıfatında ise karşılıklı bir alışveriş söz konusudur. Kısaca Rahim sıfatı sadece müminleri ilgilendirir diyebiliriz.
46¡åí©£Ûa ¡â¤ì í ¡Ù¡Ûb ß T
¡Ù¡Ûb ß Maddi manevi tüm yönetimin gerçek sahibi ve kudreti manasına gelir.
¡â¤ì í gün.
6¡åí©£Ûa Arapça ceza manasına gelir. Türkçe'deki ceza ve ödülün ikisini de içine alır.
56¢åî©È n¤ ã Úb £í¡a ë
¢¢j¤È ã Úb £í¡a U
b £í¡a ancak
Ú sana
¢¢j¤È ã Kulluk etmek mastarından türemiştir, kulluk ederiz anlamına gelir..
b £í¡a ë
ve yine ancak
Ú senden
6¢åî©È n¤ ã dilemek (istemek ) fillinin çekiminden elde edilen bu kelime dileriz "demektir".
6= áî©Ô n¤¢à¤Ûa
Âa ¡£Ûa b 㡤ç¡a V
¡¤ç¡a
ulaştır- ilet
b ã bizi
Âa ¡£Ûa yola
= áî©Ô n¤¢à¤Ûa kendisinde eğrilik ve sapma bulunmayan.
7 åî©£Û¬ b£Ûaü ë
¤á¡è¤î Ü Ç ¡lì¢¤Ì à¤Ûa ¡¤î Ë
=¤á¡è¤î Ü Ç o¤à Ȥã a åí© £Ûa
Âa ¡ W
Âa ¡ yoluna.
åí© £Ûa
öyle ki.
o¤à Ȥã a
nimetlendirdiğin
=¤á¡è¤î Ü Ç kendilerin
üzerlerine
¡¤î Ë
başka
¡lì¢¤Ì à¤Ûa
nasipsiz, gazaba mahkum olmuşların
=¤á¡è¤î Ü Ç üzerlerine
ü ë ve
değil, (olumsuz) olmayan
åî©£Û¬ b£Ûa yanlışta kalanların, sapanların
Fatiha Suresinin Tefsiri:
1¡áî©y £Ûa ¡å¨à¤y £Ûa ¡é¨£ÜÛa
¡á¤¡2 Q
Fatiha,1-Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
Tevbe ve Fatiha suresi dışında Kur'an'daki surelerin hiçbirinde ayet olarak geçmez. Müslüman bir kimse her işe Allah'ın adıyla başlamalıdır. Bu onu kötülükten uzak tutacak, onu Allah'ın yardımıyla şeytandan koruyacaktır.
2= åî©à Ûb ȤÛa ¡£l
¡é¨£Ü¡Û ¢¤à z¤Û a R
Fatiha,2- Hamd yalnızca Alemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.
Ebu Ca'fer İbn Cerîr Taberî der ki; "Hamd" ın mânâsı, şükrün sadece Allah'a mahsûs olması ve onun dışında tapınılan hiçbir şeye, yaratıklardan hiç birisine şükredilmemesidir. Çünkü Allah, kulların sayıya gelmeyecek ve sayısı kavranılamıyacak kadar nîmetler ihsan etmiştir. Bu nimetleri o'ndan başka kimse bilmez.
¡£l -Rabb: Mutasarrıf ve mâlik anlamına gelir. ¡£l -Rabb, Allah'tan başkası için kullanılmaz, ancak izâfet yapılarak kullanılır. Meselâ, evin sâhibi anlamına; "Rabb'ud-dâr" dersin. ¡£l -Rabb ise sadece Allah için kullanılır.
Âlemîn; âlem'in çoğuludur. Âlem, yüce ve ulu olan Allah'tan başka bütün varlıklardır. Âlem, çoğuldur, kendi lafzından tekili yoktur. Avâlim şeklindeki çoğul ise, göklerde, karalarda ve denizlerdeki çeşitli yaratıkların sınıflarını ifâde eder. Bu yaratıklardan her bir guruba âlem denir.
Övme ve övülme yalnızca canlı cansız ve varsa bunları yaratan ve tüm yaratılmışların (her şeyin) efendisi olan Allah'a mahsustur. Burada tüm varlıkların üstünde olan Allah'ın yüceliği vurgulanmaktadır. O, o kadar yücedir ki varlığından dolayı övülmelidir.
3=¡áî©y £Ûa ¡å¨à¤y £Û a
S
Fatiha,3- O Rahmandır
ve Rahimdir.
Rahmân
ve Rahîm ismi rahmet kökünden mübâlağa vezninde türemiştir Rahmân ismi Rahîm
isminden daha mübâlağalıdır. İbn Cerîr Taberî bu konuda ittifâk edilen görüşü
şöylece özetlemektedir: Seleften gelen bazı tefsirde îsâ aleyhisselam'a dayanan
ve yukarıdaki şekle delâlet eden bir rivayet vardır. Şöyle ki: İsâ
aleyhisselam, "Rahmân; dünya ve
âhirette fazla esirgeyici, Rahîm ise yalnızca âhirette esirgeyici
anlamınadır" demiştir.
İbn Cerîr der ki, bize Serrî İbn Yahya el-Temimî, Azemî'nin şöyle dediğini bildirir. Rahmân ve Rahîm derken; Rahmân tüm yaratıklara Rahîm ise müminlere merhamet eden anlamındadır. Denilir ki bunun için Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
اَلَّذى
خَلَقَ
السَّموَاتِ
وَالْاَرْضَ وَمَا
بَيْنَهُمَا
فى سِتَّةِ
اَيَّامٍ ثُمَّ
اسْتَوى
عَلَى
الْعَرْشِ
اَلرَّحْمنُ فَسَْلْ
بِه خَبيرًا
"Gökleri yeri ve
ikisinin arasındakileri altı günde yaratan, sonra da arşa hükmeden Rahmân'dır.
Bunu, haberdar olana sor."[470]
ô¨ì n¤a ¡*¤ ȤÛa
ó Ü Ç ¢å¨à¤y £Û a
"O Rahmân arş'a istivâ
etti."[471]
İstivâ kelimesinin Rahmân ismiyle zikri, rahmetini bütün yaratıklarına
yaygınlaştırmak içindir.
Yine:
هُوَ
الَّذى
يُصَلّى
عَلَيْكُمْ
وَمَلئِكَتُهُ
لِيُخْرِجَكُمْ
مِنَ
الظُّلُمَاتِ
اِلَى
النُّورِ
وَكَانَ
بِالْمُؤْمِنينَ
رَحيمًا
“Sizi
karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize rahmetini gönderen O'dur.
Melekleri de size istiğfar eder. Allah, müminlere karşı çok merhametlidir”[472] buyurmuştur ki burada Rahîm ismini mü'minlere tahsîs etmiştir. Allah
Teâlâ'nın Rahmân ismi yalnız O'na mahsûstur ve O'nunla başkası
isimlendirilmemiştir.
Rahmân, Rahmetiyle her şeyi kapsar ve bu dünya hayatına her kim olursa olsun tüm kullarını yaratmış, rızıklarını vermiş ve onlara doğru yolu göstermiştir. Ahirette yalnız müminler için O'nun sonsuz rahmeti devam edecektir. Kendisine ibadet edenlere Ahirette özel muamele gösterecektir.
46¡åí©£Ûa ¡â¤ì í ¡Ù¡Ûb ß T
Fatiha,4- Din gününün
malikidir.
Dîn günü; yaratıklar için âhiretteki hesâb günüdür. O günde Allah'tan başka hiç kimse hüküm vermeye mâlik değildir. Yaratıkların, dünyâdaki gibi mülkleri ve hükümrânlıkları bulunmayacaktır. Kıyâmet gününde, diğer bir deyimde âhiret âleminde insanlar hesâba çekilecektir. Eğer amelleri iyi ise, iyilik görecekler, eğer kötü ise kötülük göreceklerdir, yani cezâlandırılacaklardır. Ancak Allah'ın o gün afvettikleri müstesnadır.
Dahhâk der ki; İbn Abbâs "Din gününün mâliki" ifadesinin o günde Allah'tan başka hiç kimse mülk sahibi değildir, dünyadaki gibi mülkler bulunmayacaktır demek olduğunu nakleder. Din günü mahlûkâtın hesâb verdiği gündür ki bu kıyâmet günüdür. Kıyâmet gününde amelleriyle insanlar cezâlandırılırlar. Eğer amelleri hayır ise, o gün de hayırdır, eğer şer ise o gün de şerdir. Ancak Allah'ın o gün affettikleri müstesnâdır. İbn Abbâs'tan başka, sahâbe, tâbiîn ve selef-i sâlihîn'den başka birçokları da bu şekilde söylemişlerdir ki zâhir olan da budur.
O, ahiret gününün tek hakimidir. O gün hiç kimsenin bir diğerine faydası ya da zararı olmayacaktır.
Burada 3. ayette Allah'ın rahmetinden bahsedilmesinin ardından ahiret gününün hatırlatılmasıyla O'nun sonsuz merhametine dayanarak gözümüzün boyanması engellenmiştir. Allah her ne kadar merhametli olursa olsun unutulmamalıdır ki mahşer gününde hesaba çekileceğiz. Aynı zamanda bu ayetle birlikte Allah'ın adil olduğu da vurgulamaktadır. Allah adildir, çünkü; o gün geldiğinde herkes Allah'a hesap verecek O' da kullarının dünyevi hayatlarındaki amellerine göre onları cezalandıracak ya da mükafatlandıracaktır. Fakat O günde de her zaman olduğu gibi tüm varlıkların efendisi olan Allah dilediğini cennete dilediğini cehenneme gönderecektir. Çünkü ceza gününde Allah'tan başka hiç kimsenin söz hakkı olmayacaktır.
56¢åî©È n¤ ã Úb £í¡a ë
¢¢j¤È ã Úb £í¡a U
Fatiha,5- (Allah'ım!)
Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz.
Yani Sen'den başka hiç kimseye ibâdet etmeyiz ve ancak Sana güvenip dayanırız, demektir ki, bu, Allah'a bağlılık ve tâatin kemâlini ifâde eder. Dînin bütünü de bu iki anlamın içinde toplanmaktadır. İbâdet, lügatta; zillet anlamına gelir. Nitekim Arapça da: denilir ki, zelîl kılınmış, horlanmış, demektir. Şer'î ıstılâhta ise: Sevginin, bağlılığın ve korkunun kemâlini toplayıp birleştiren bir ifâdedir.
Burada ibadet edilecek tek yüce varlığın ve yardım dilenecek, yalvarılacak tek kişinin de Allah olduğu ifade edilmiştir. Yalnız buradaki "yardım"la Allah'ın rızasına ulaşmak için istenen yardım kastedilmiştir. Böylelikle "Biz onlardan bizi Allah'a ulaştırmaları için yardım diliyoruz." Diyerek putlara tapanlara kesin cevap verilmiştir.
6= áî©Ô n¤¢à¤Ûa
Âa ¡£Ûa b 㡤ç¡a V
Fatiha,6- Bizi doğru
yola ilet.
İsteyen kişinin en uygun hâli şudur ki; önce kendisinden bir şey istediği kimseyi övmesi, sonra kendi ihtiyâcını istemesi ve bunun yanısıra da mü'min kardeşlerinin ihtiyâçlarını dile getirmesidir. Çünkü bu, ihtiyâcın en iyi ve en başarılı ifadesidir ve ihtiyâca en iyi biçimde karşılık verilmesini sağlar. Nitekim burada, önce övgü (hamd) zikredilmiş ve onun ardından istemeye geçilmiştir.
Sırât-ı Müstakîm (doğru yol) dan maksad: Allah'ın kitâbı veya İslâm'dır.
Taberânî, Abdullah'tan nakleder ki o şöyle demiş: Sırât-ı müstakîm Rasûlullah'ın bizi üzerinde terk ettiği yoldur. Bunun için İmâm Ca'fer İbn Cerîr merhûm şöyle der: Bu âyetin yani "bizi doğru yola ilet" âyetinin en uygun tevilî onunla şunun kastedilmiş olmasıdır: Senin hoşnût olacağın yolda sebât etmeye bizi muvaffak kıl, kullarından söz ve amelleriyle kendilerine nîmet ettiğin sırât-ı müstakîme bizi muvaffak kıl. Çünkü ona muvaffak olan Allah'ın kendilerine nîmet ihsân ettiği peygamberlerin, sâdıkların, şehîdlerin ve sâlihlerin yoluna muvaffak olur. Ona muvaffak olanlar da İslâm'a muvaffak olur. Peygamberleri tasdîk etmek, kitaba sarılmak, Allah'ın emrettiğiyle amel edip yasakladığından kaçınmak, peygamberlerin yolundan gitmek, dört halîfenin yolunu izlemek ve sâlih kulların yolundan gitmek, sırât-ı müstakîm tabîrinin içerisine girer.
O yol ki o hak yoludur. O sırat-ı müstakimdir. Onda bir eğrilik yoktur, o inişi çıkışı olmayan doğru yoldur. O senin(Allah'ın) yolun, bizi sana ulaştıran yegane yoldur.”
7 åî©£Û¬ b£Ûaü ë
¤á¡è¤î Ü Ç ¡lì¢¤Ì à¤Ûa ¡¤î Ë
=¤á¡è¤î Ü Ç o¤à Ȥã a åí© £Ûa
Âa ¡ W
Fatiha,7- Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna, gazabına uğrayanların ve sapanlarınkine değil.
Kendilerine ni'met verilenler; peygamberler, sıddîklar, şehîtler ve sâlih kişilerdir. Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor:
وَمَنْ
يُطِعِ
اللّهَ
وَالرَّسُولَ
فَاُولئِكَ
مَعَ
الَّذينَ
اَنْعَمَ
اللّهُ عَلَيْهِمْ
مِنَ
النَّبِيّنَ
وَالصِّدّيقينَ
وَالشُّهَدَاءِ
وَالصَّالِحينَ
وَحَسُنَ
اُولئِكَ
رَفيقًا ()
ذلِكَ
الْفَضْلُ
مِنَ اللّهِ
وَكَفى
بِاللّهِ
عَليمًا
"Kim Allah'a ve peygambere itâat ederse, işte onlar Allah'ın nimetine eriştirdiği peygamberler, sıddîklar, şehîtler ve sâlihlerle birliktedirler. Ne iyi arkadaştır onlar. Bu büyük lûtuf Allah'tandır."[473]
Verilen
nimet; sırât-ı müstakîmdir, doğru yoldur. Gazâba uğrayanlar; Yahûdîlerdir.
Sapmış olanlar (dalâlete düşenler); Hıristiyanlardır. Çünkü tevhîdi bırakıp
teslîse (üç tanrıya) inanmışlardır. İmân ehlinin yolu hakkı bilmeye ve hak ile
âmel etmeye dâirdir. Yahûdîler ameli kaybetmişler, Hıristiyanlar da ilmi
yitirmişlerdir. Bunun için Yahûdîler gazaba uğramışlar, Hıristiyanlar da
sapıklığa düşmüşlerdir. Çünkü bir şeyi bilip terk edenler gazaba müstahak
olurlar. Halbuki onun durumu bilmeyenden farklıdır. Hıristiyanlar ise bir şeyi
kasdetmiş olmakla beraber doğruyu bulamaktadırlar. Çünkü işi yerine
yerleştirmemektedirler. Asıl mesele hakka ittibadır. Onlar bunu yitirmişlerdir.
Yahûdî ve Hıristiyanların hepsi de gazaba uğramışlar ve sapıklardır.
Burada
sırat-ı müstakimin sıradan bir yol olmadığı bir kez daha gösterilmiştir. Ayette
nimet bahşedilenlerle kastedilenler peygamberler ve mümin kullardır. Gazaba
uğrayanlarla da İsrailoğulları ve Nasraniler'e işaret edilmiştir. Doğru yol bir
tanedir, o da nimet verilenlerin yoludur.
5-6-7. ayetlerle birlikte bir Müslüman'ın Allah'tan istemesi gerekenler en kısa haliyle özetlenmiştir. Son ayette doğru yolun kendilerine nimet verilenlerin izledikleri yol olduğu söylenmiştir.
Doğru yolda olmak isteyen kişiye Allah Kur'an'ı göndermiş, "madem sen doğru yolu, kendisinde sapma ve bozulma olmayan yolu istiyorsun, işte bu Kur'an sana o doğru yolu gösterecektir" demiştir.
Fatiha suresinin hemen ardından Bakara suresinin ikinci ayetinde:
= åî©Ô £n¢à¤Ü¡Û ô¦¢ç 8¡éî©Ï
8 k¤í ü ¢lb n¡Ø¤Ûa Ù¡Û¨
"Kendisinde hiçbir şekilde şüphe olmayan bu kitap, muttakiler için bir hidayet kaynağı ve yol göstericidir"[474] buyurulmuştur. Ve Kur'an'ın tamamında Yahudilerin ve Hıristiyanların olsun diğer yanılgıya düşerek doğru yoldan uzaklaşan kavimlerin yaptıkları yanlışlarda örnekler verilerek, "İşte bu gazaba uğrayanların ve sapıkların yoludur, sen o yoldan gitme." mesajı verilmiştir. Ve tabii Peygamber efendimizin ve diğer resul ve nebilerin hayatlarından örneklemelerle de "İşte bunlar kendilerine nimet verilenlerdir. Onların yolu seni hidayete eriştirir" denilmek istenmiştir.
åî¡ß¬a Âmîn:
Fâtiha'yı okuyan kimsenin, sonunda Âmîn, demesi müstehabdır. Âmîn'in ma'nâsı: Allah'ım, kabûl eyle, demektir.
ـ
وعن وائل بن
حُجر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال:
]سَمِعْتُ رسولَ
اللّه # قَرَأ
غَيْرِ
المَغْضُوبِ
عَلَيْهِمْ
وََ
الضَّالِّينَ.
فقَالَ:
آمِين، وَمَدَّ
بِهَا
صَوْتَهُ[.وفي
رواية:
]رَفَعَ بِهَا
صَوْتَهُ.
-Vâil İbnu Hucr (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın gayri'lmağdûbi aleyhim ve lâ'ddâllîn'i okuyunca
âmîn dediğini ve bunu söylerken sesini uzattığını işittim."Bir başka
rivâyette şöyle gelmiştir. "...Bunu söylerken sesini yükselttiğini
işittim."[475]
ـ
وعن بل رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّهُ قالَ
يَا رسُولَ
اللّهِ َ
تَسْبِقْنِى
بِآمِينَ.
- Hz. Bilâl (radıyallâhu anh)'in söylediğine göre, Aleyhissalâtu
vesselâm'a: "Ey Allah'ın Resûlü! âmîn'de beni geride bırakma!"
demiştir."[476]
ـ
عن أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رَسولَ
اللّهِ # قالَ:
إذَا أمَّنَ
ا“مَامُ
فَأمِّنُوا،
فإنَّهُ مَنْ
وَافَقَ
تَأمِينُهُ
تَأمِينَ
المََئِكَةِ
غُفِرَ لَهُ
مَا
تَقَدَّمَ
مِنْ
ذَنْبِهِ. قال
ابن شهاب:
وَكانَ رسولُ
اللّهِ #:
يَقُولُ:
آمِينَ.
- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "İmam âmîn deyince siz de âmîn
deyin. Zîra kimin âmîn'i meleklerin âmîn'ine tevâfuk ederse geçmiş günahları
affedilir."İbnu Şihâb der ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
âmîn derdi."[477]
ـ
وفي أخرى
للبخارى:
]إذَا أمَّنَ
الْقَارِئُ فَأمِّنُوا
فَإنَّ
المََئِكَةَ
تُؤَمِّنُ،
فَمَنْ وَافَقَ
تَأمِينُهُ
تَأمِينَ
المََئِكَةِ
غُفِرَ لَهُ
مَا
تَقَدَّمَ
مِنْ
ذَنْبِهِ[ .
- Buhârî'de diğer bir rivâyette şöyle
gelmiştir: "Kârî (okuyucu) âmîn deyince siz de âmîn deyin. Zîra melekler
"âmîn" der. Kimin âmîn'i meleklerin âmîn'ine tevâfuk ederse geçmiş
günahları affedilir."[478]
6
¡ à¤Ûa ¢ñ ì¢ V
¡ágggggggggggî©y £Ûa
¡å¨à¤y £Ûa ¡é¨£ÜÛa ¡ággggggggggg¤¡2
6-TEBBET
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bu «¤o £j m » Sûresi ki «§ ß » Sûresi de denilir, tartışmasız Mekkidir. Buharî, Tirmizî ve daha başkaları İbni Abbastan rivayet etmişlerdir ki: «= åî©2 ¤Ó üa Ù m î,©' Ç ¤¡¤ã a ë », âyeti nâzil olunca Resulullah sallallâhü aleyhi vesellem Safaya çıkıp «¤êb yb j b í » diye nida etmişti, bu kim dediler, başına toplandılar, onlara ne dersiniz? Ben size şu dağın arkasından bir takım âtlar çıkacak diye haber versem beni tasdîk eder misiniz? Buyurdu, biz sende bir yalan görmedik, dediler, öyle ise ben sizi önümde şiddetli bir azâp ile korkutuyorum, buyurdu. Ebu Leheb, « Ù Û b¦£j m = yuh sana!» Bizi bunun için mi topladın? Dedi ve kalktı, bunun üzerine «6 £k m ë §k è Û ó©2 a ¬a í ¤o £j m» nâzil oldu, bazı rivayetlerde onu söylemekle beraber iki eliyle bir taş alıp Resulullaha atmak da istemişti. Beyhekînin Delâilde yine İbni Abbastan bir rivayetinde: Ebu Leheb şıbdan çıkıp Kureyşe müzahir olduğu zaman, Muhammed, bize olduğunu görmediğimiz bir takım şeyler vadediyor, ölümden sonra olacağını yemin ediyor, benim elime ne koydu!... Deyip iki elini üflemiş de, «b à¢Ø Û b¦£j m = yuf size» ben sizde Muhammedin söylediklerinden bir şey görmüyorum, demişti. Bunun üzerine «§k è Û ó©2 a ¬a í ¤o £j m » nâzil oldu denilmiştir.
Neysâburi, tefsîrinde: İbni Abbas demiştir ki: Resulullah sallallâhü aleyhi vesellemilk Peygamber olduğu vakit emrini gizli tutuyor, ve Mekke dışında namaz kılıyordu, tâ «= åî©2 ¤Ó üa Ù m î,©' Ç ¤¡¤ã a ë » emri nâzil olana kadar üç sene. O vakit Safaya çıktı, ya Âle galib diye nida etti, onlar Kabeden ona yürüdüler, Ebu Leheb, işte Galib sana geldi, ne var yanında? Dedi, sonra da Âle lüey diye nida etti, Lüeyoğulları döndü, yine Ebu Leheb işte Lüey geldi ne var? Dedi, sonra ya Âle kilab dedi, sonra ya Âle kusay dedi, yine Ebu Leheb işte kusay sana geldi ne var yanında? Dedi, o vakit buyurdu ki: Allah bana en yakın yakınlarımı, korkutmamı emretti, en yakınlarım da sizlersiniz, sizler «¢é¨£ÜÛa ü¡a é¨Û¡a ¬ü » demedikçe ben size ne Dünyadan bir hazza ne Âhiretten bir nasîbe mâlik değilim, onu derseniz Rabbiınizin indinde onunla lehinize şahadet edeceğim, bunun üzerine Ebu Leheb « Ù Û b¦£j m = yuf sana bizi onun için mi çağırdın, dedi, bu Sûre nâzil oldu.
Bir de denilmiştir ki: Resulullah, amcalarını toplamış onlara bir ziyafet bir yemek takdim etmişti, onlar onu alaya aldılar, bizim her birimiz bir koyun yer dediler, öyle ise yeyin buyurdu, yediler, doydular, yemekten az bir şey eksilmişti, sonra «ÚäÇ bàÏ »; senin yanında ne var? Dediler, onun üzerine onları İslâm’a davet etti, Ebu Leheb de o söylediğini söyledi. Ve yine rivayet olunmuştur ki: ben İslâm’a gelirsem bana ne var? Dedi, Müslüman olan buyurdu, ben onlara üstün olmayacak mıyım? Dedi, Nebiy sallallâhü aleyhi vesellem ne ile üstün olacaksın? Buyurdu, o vakit Ebu leheb: «benimle başkasının eşit olacağı bu dîne yuh olsun «ô©¤î Ë ë b ã a ô©ì n¤ í ô¡ £Ûa ¡åí©£Ûa a ¨è¡Û b¦£j m » dedi «§k è Û ó©2 a ¬a í ¤o £j m » nâzil oldu.
Târıkı Muharibîden de şöyle rivayet edilmiştir: demiştir ki: Resulûllahı Zilmecaz çarşısında gördüm: «¢é¨£ÜÛa ü¡a é¨Û¡a ¬ü ¢b £äÛa b 袣í a ¬b í deyin felah bulasınız» diyordu arkasında da bir adam ona taş atıyordu ökçelerini kanatmıştı, onu dinlemeyin diyordu. Bu kim? Dedim, Muhammed ve amcası dediler. Yine İbni Abbas demiştir ki: Ebu Leheb, Peygamber hakkında o, sihirbazdır diyerek kavmi ondan soğutur, görüşmeden giderlerdi, çünkü kabîlenin piri ve Peygamberin babası gibi olduğundan küçümsenmezdi, fakat bu Sûre nâzil olup da işitince gazap ile şiddetli düşmanlığı açığa çıkmaya başladı ve ondan dolayı yalancı olup artık Resulûllah aleyhine sözü kabul edilmemeğe başlanmış, bütün çabası boşa gitmişti. Bu rivayetlerin toplamında bir çelişki yoktur, sebebi nüzul gerek birisi ve gerek hepsi, her hangisi olursa olsun bu Sûre evvel nâzil olan Sûrelerdendir. Hattâ yukarıda geçtiği gibi «=ó¨z¢£Ûa ë » dan evvel nâzil olmuştur.
Tertip sırasına göre, bu Sûre Nasır Sûresinin ardına konulmuştur.
Tebbet Suresinin Kelimeler:
16
£k m ë §k è Û ó©2 a ¬a í
¤o £j m Q
¤o £j m kurusun
¬a í iki eli
ó©2 a Ebu –babası-
§k è Û Leheb'in
6 £k m ë kurudu da
26 k ×b ß ë
¢é¢Ûb ß ¢é¤ä Ç ó¨ä¤Ë a ¬b ß R
ó¨ä¤Ë a ¬b ß fayda
vermedi
¢é¤ä Ç ona
¢é¢Ûb ß malı
6 k ×b ß ë
ve kazandıkları
37§k è Û
pa a¦b ã ó¨Ü¤ î, S
ó¨Ü¤ î, yanacak
a¦b ã ateşte
pa onun
7§k è Û Ebu Leheb'in
47¡k À z¤Ûa
ò Ûb £à y 6¢é¢m a ¤ßa ë T
6¢é¢m a ¤ßa ë
karısı da
ò Ûb £à y
taşıyıcı olarak
7¡k À z¤Ûa odun
5§ ß
¤å¡ß ¥3¤j y b ç¡î©u ó©Ï U
b ç¡î©u ó©Ï hurma
lifinden bükülmüş
¥3¤j y ip olduğu halde
§ ß ¤å¡ß boynunda
Tebbet Suresinin Tefsiri:
16 £k m ë §k è Û
ó©2 a ¬a í ¤o £j m Q
1- Ebu Leheb'in iki eli
kurusun, kurudu da!
Ayette geçen “ ¤o £j m tebab” kavramı helak, yıkılış ve kopmak anlamına gelir. Ayet-i kerimedeki birinci “ ¤o £j m tebbet” bedduadır. ikinci “¤o £j m tebbe” kelimesi ise bu bedduanın gerçekleştiğini ifade etmek içindir. Surenin girişindeki kısa bir ayet hem bedduayı hem de onun gerçekleştiğini ifade etmektedir. Böylece savaş sona ermekte ve perde kapanmaktadır.
Giriş ayetinden sonra gelen kısım ise meydana geleni tasvir edip anlatmaktadır.
2 6 k ×b ß ë
¢é¢Ûb ß ¢é¤ä Ç ó¨ä¤Ë a ¬b ß R
2-"Malı ve kazandığı
kendisine fayda vermedi."
Elleri kurudu ve helak oldu. Kendisi kurudu ve helak oldu. Fakat buna rağmen ne malı ne de çabası kendisine bir fayda sağlamadı. Helakını ve yıkılışını başından savamadı.
Bu onun dünyadaki hali idi. Ahirete gelince o:
37§k è Û
pa a¦b ã ó¨Ü¤ î, S
3-“Alevli ateşte yanacaktır.”
Burada ateşin alevli olarak ifade edilişi, ateşin durumunu tasvir edip canlandırmaktadır. Onun alev alev yanışı ve yükselişini çağrıştırmaktadır.
47¡k À z¤Ûa
ò Ûb £à y 6¢é¢m a ¤ßa ë T
4-"Karısı da odun hamalı
olarak."
Bu ateşe onunla birlikte karısı da girecek-tir. Odun taşıdığı halde.
5§ ß ¤å¡ß ¥3¤j y
b ç¡î©u ó©Ï U
5-"Boynunda sağlam hurma
lifinden örülmüş bir ip bulunacaktır."
Bu iple o ateşte bağlanacaktır veya bu ip kendisinin odun taşıdığı iptir. Ayetin gerçek manası verilip bunun diken olduğu söylenirse, bu ip de onun odun taşıdığı ip olur. Yahut mecazi mana verilir, bu durumda odun taşımaktan amaç kötülüğü taşımak, eziyet ve fenalık uğrunda çaba sarf etmek olur.
Surenin ifade üslubunda derin bir ahenk bulunmaktadır. Atmosferine ve konusuna da uygun bir ahenk. Böylece bu surenin bizzat Ümmü Cemil'in üzerinde nasıl bir şok tesiri yaptığını ve onu nasıl şaşkına çevirdiğini görmek istiyoruz:
§ ß ¤å¡ß ¥3¤j y
b ç¡î©u ó©Ï 7§k è Û pa a¦b ã
ó¨Ü¤ î,
"Ebu Leheb, alevli bir
ateşe atılacaktır. Odun hamalı olan karısı da hurma lifinden örülü bir iple
oraya atılacaktır."
Hem sözcükler arasında hem de tabloda bir ahenk var. Buradaki cehennem alevli bir ateştir. Ateşin babası Ebu Leheb ona yuvarlanmaktadır. Odun taşıyarak, Hz.Muhammed (as)'ın yoluna diken atan ve böylece O'na eziyet etmeye çalışan karısı da (ifadenin gerçek ya da mecazi anlamı ile). Odun kendisi ile alevin meydana geldiği nesnedir. Kadın odunları bir iple deste yapmaktadır. Orada alev alev yanan liften dokunmuş bir iple boynundan bağlanmasıdır. Herkes yaptığının karşılığını görsün ve tablonun yalın içeriği tamamlansın diye. Odun ve ip, ateş ve alevin babası olan Ebu Leheb'in ve onun taşıyıcısı olan karısının oraya yuvarlanışı!
Burada kelimelerin tonunda ve vurgusunda da başka bir ahenk görülmektedir. Sözcüklerden elde edilen sesle odun yüklerinin sıkılması ve boynun liften bir iple çekilmesinden çıkan ses arasında bir uyum vardır. Burada odun demetlerini bağlamaya benzeyen bir sertlik bir sıkma görülmektedir. Aynı şey boyna ipin takılıp çekilmesi için de söylenebilir. Ayrıca surenin tümüne yayılmış olan boğma ve tehdid atmosferi ile de uyum sağlamaktadır.
Böylece konuyu anlatan kelimelere yayılmış musiki, olayın tasviri ile ilgili tablolar bütün parçaları ile ve bölümleri ile bir uyum içine girmektedir. Sözler arasındaki cinaslı uyumda, ifade tarzında, her şeyi dengiyle eşleştirme sanatında bu uyum gözükmektedir. Surenin atmosferi ve nüzul sebepleri ile de bir ahenk içine girmektedir. İşte bütün bu sanatkar Kur'an'ın beş kısa bölümden oluşan en kısa surelerinin birinde ifadesini bulmaktadır.
İfadedeki bu güçlü ahenk nedeni ile Ümmü Cemil Hz. Peygamberin kendisini bir şiirle hicvettiğini zannetmiştir. Özellikle bu sure yayılıp içindeki tehdidi yergiyi ve özellikle Ümmü Cemil'i aşağılayıcı tasvir edişiyle bu zan daha da kuvvetlenmiştir. Bu tasvir kendini beğenen, soyluluğu ve zenginliği ile övünen bir kadını aşağılayıcı bir şekilde ortaya koymakta ve onun şu tablosunu çizmektedir: "Boynunda hurma lifinden örülmüş bir ip bulunacaktır." Hem de araplar-da yayılan bu güçlü üslub ile.
İbni İshak der ki: Bana nakledildi ki: "Odun taşıyıcısı olan Ümmü Cemil kendisi ve kocası hakkında Kur'an'ın inen ayetlerini duyduğunda Hz. Peygambere geldi. Bu sırada Peygamber Mescid-i Haram'da Kabe'nin yanında Ebu Bekir ile oturuyordu. Elinde avucunu dolduran koca bir taş bulunan Ümmü Cemil Peygambere ve Ebu Bekir'e yaklaştığında yüce Allah onun Peygamberi görmesi engelledi. Sadece Ebu Bekir'i görüyordu. `Ey Ebu Bekir arkadaşın nerde? Onun beni hicvettiğini duydum. Allah'a andolsun ki: Eğer O'nu görürsem bu taşı O'nun ağzı üzerine indiririm. Allah'a yemin ederim ki ben de şairim!' deyip sonra şu beytini okudu:
Karalayan birine baş kaldırdık.
Kaçtık O'nun emirlerinden.
Sonra dönüp gitti. Ebu Bekir: "Ey Allah'ın Resulü O seni görmedi mi?" diye sordu. Peygamber: `Beni görmedi. Allah beni onun gözünden sakladı.' karşılığını verdi.
Hafız Ebu Bekir Bezzar -isnadı ile- ibni Abbas'tan şöyle bir rivayet aktarıyor:
6 £k m ë
§k è Û ó©2 a ¬a í ¤o £j m
"Ebu Leheb'in elleri kurusun, kurudu da" suresi indiğinde Ebu Leheb'in karısı geldi. Hz. Peygamber Ebu Bekir'le birlikte oturuyordu. Ebu Bekir O'na dedi ki; `bir kenara çekilsen de seni bir şeyle rahatsız etmese' dedi. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: `Onunla arama perde gerilecektir.' Kadın geldi. Ebu Bekir'i gördü. `Ey Ebu Bekir! Arkadaşın bizi hicvetmiş' dedi. Ebu Bekir: `Bu binanın Rabbine andolsun ki hayır. O şiir söylemez ve böyle şeyleri ağzına almaz' dedi. Kadın, `Şüphesiz sen doğru söylüyorsun' dedi. Kadın gittiğinde Hz. Ebu Bekir: `Seni görmedi mi?' diye Hz. Peygambere sordu. Hz. Peygamber, `Hayır, bir melek o gidinceye kadar beni ondan sakladı' buyurdu.
İşte
kadın şiir zannettiği bu sözün etkisi ile bu kadar öfkelenmiş ve tıkanmıştı. (O
sırada hiciv ancak şiirle yapılıyordu.) Ebu Bekir doğru olarak böyle bir şeyin
olmadığını ifade etmişti Ona! Fakat surenin ayetlerinde hakim olan hafife alma,
bir duyguyu harekete geçiren aşağılayıcı tablo ebedi kitaba kaydedilmişti.
Artık varlığın sayfalarına da geçilmişti. Bütün bu varlık artık Ebu Leheb ve
karısına Allah'ın ve Peygamberinin davasına karşı kurdukları tuzak yüzünden
Allah'ın gazabını ve onlarla savayı dile getiriyordu. Allah'ın davasına karşı
tuzak kuranların dünyadaki cezası yıkım ve helak, aşağılanma ve alaya alınma,
ahrette ise ateşti. Bu tam onların yaptıklarına uygun bir cezaydı. Bunlara
ilave olarak hem dünya hem de ahrette zillete işaret eden ipin verdiği eziyet
vardır.
7
¡í©ì¤Ø £nÛa ¢ñ ì¢ W
¡ággggggggggggî©y £Ûa
¡å¨à¤y £Ûa ¡é¨£ÜÛa ¡ágggggggggggg¤¡2
7-et-TEKVÎR
Kur’an, Allah tarafından dünyaya gönderilen insanın yegane dayanak noktasıdır. İnsan, hayatla sınırlandırılan zamanda, başta kendi olmak üzere, hayata dair her şeyi anlamlandırma yarışına girmiştir. “Ben neyim? Kimim? Nereden geldim ve nereye gidiyorum?” türünden onlarca sorunun çakıl taşları gibi serildiği, bir takım şeyleri anlaşılır kılma yolundaki pek çok fersiz ışığın arasında en parlak, yegane yol göstericidir Kur’an. Eşrefi mahlukata yüce Rabbinden bir öğüt, bir hidayet kaynağıdır.
المص ()
كِتَابٌ
اُنْزِلَ
اِلَيْكَ
فَلَا يَكُنْ
فى صَدْرِكَ
حَرَجٌ
مِنْهُ
لِتُنْذِرَ بِه
وَذِكْرى
لِلْمُؤْمِنينَ
() اِتَّبِعُوا
مَا اُنْزِلَ
اِلَيْكُمْ
مِنْ
رَبِّكُمْ وَلَا
تَتَّبِعُوا
مِنْ دُونِه
اَوْلِيَاءَ
قَليلًا مَا
تَذَكَّرُونَ
“Elif, lam, Mim, Sad (Bu) kendisiyle uyarman ve inananlara öğüt
olması için sana indirilen bir kitaptır. Bu yüzden gönlüne bir darlık gelmesin.
Rabbinizden size indirilene uyun ve ondan başka himayeciler edinmeyin. Ne kadar
az öğüt alıyorsunuz.”[479]
تَنْزيلُ
الْكِتَابِ
مِنَ اللّهِ
الْعَزيزِ
الْحَكيمِ ()
اِنَّا
اَنْزَلْنَا
اِلَيْكَ
الْكِتَابَ
بِالْحَقِّ
فَاعْبُدِ
اللّهَ
مُخْلِصًا
لَهُ الدّينَ
“Bu Kitab’ın indirilmesi
Güçlü ve Bilge olan Allah katındadır. 2- Biz sana bu Kitab’ı hak ile indirdik.
ÖYLEYSE DİNİ Allah’a has kılarak O’na kulluk et.”[480]
§¡× £¢ß ¤å¡ß ¤3 è Ï
¡¤×¡£Ü¡Û æ¨a¤¢Ô¤Ûa b 㤠£ í
¤ Ô Û ë
“Andolsun biz Kur'an'ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. (Ondan) öğüt
alan yok mu?”[481]
¡lb j¤Û üa aì¢Û¯ë¢a
£× n î¡Û ë ©é¡mb í¨a
a¬ë¢ £2 £ î¡Û ¥Ú b j¢ß
Ù¤î Û¡a ¢êb ä¤Û ¤ã a ¥lb n¡×
“(Bu) ayetleri üzerinde
düşünsünler ve aklı olanlar ders alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir
kitaptır.”[482]
Kur’an,
nazil olduğu dönemden günümüze kadar gelen zaman dilimi içerisinde, bir kısım
muhatapları tarafından çeşitli bahanelerle şiddetli yalanlanmaya maruz
kalmıştır. Yani tarihin her sahnesinde hakikatin karşısında sürekli inkarcılar
varolagelmiştir. İlahi vahiy ve onu insanlara ulaştıran peygamberler
yalanlanmış ve bunlara inanmış olanlar da zaman zaman sert müdahalelerle
karşılaşmışlardır. Kendini yeterli görüp azan insan, ilahi uyarıya kulaklarını
tıkamış, dolayısıyla Allah’a güvenip O’na iman eden kalbin duyduğu hazdan
mahrum kalmıştır.
6ó¨ä¤Ì n¤a ¢ê¨a ¤æ a
=ó¨Ì¤À î Û æb ¤ã¡üa £æ¡a ¬5 ×
“İnsanoğlu (hiçbir şeye)
muhtaç olmadığını düşünmekle azgınlık etmektedir. Halbuki dönüş Rabbinedir.”[483]
اَلَيْسَ
اللّهُ
بِكَافٍ
عَبْدَهُ
وَيُخَوِّفُونَكَ
بِالَّذينَ
مِنْ دُونِه
وَمَنْ
يُضْلِلِ
اللّهُ
فَمَالَهُ
مِنْ هَادٍ
“Allah kuluna yetmez mi? Seni
O’dan başka şeylerle korkutuyorlar. Allah’ın saptırdığını doğru yola koyacak
yoktur.”[484]
Allah, vahyi karşısında duran ve O’nun gönderdiği peygamberlere fütursuzca saldıran insanları çok yakın ve acı bir azapla uyarmıştır. Hz Muhammed (as)’ın güvenilir bir peygamber olduğunu her fırsatta dile getirilen Kur’an’da, azgınları bekleyen acı azabın başlangıcı olan Kıyamet Günü ile ilgili de pek çok ayet yer almıştır.
اَلْيَوْمَ
تُجْزى كُلُّ
نَفْسٍ بِمَا
كَسَبَتْ
لَاظُلْمَ
الْيَوْمَ
اِنَّ اللّهَ
سَريعُ
الْحِسَابِ
“Yaklaşan gün hususunda onları uyar! Çünkü o onda dehşet içinde
yutkunurken yürekleri ağızlarına gelmiştir. Zalimlerin ne dostu ne de sözü
dinlenir şefaatçısı vardır.”[485]
Bu dersimizde ele alacağımız tertip sırasına göre 81. nüzul sırasına göre 7. Sure olan Tekvir Suresi de imanın icaplarından olan iki gerçeği ele alır. Bunlardan ilki ‘kıyamet gerçeği’, ikincisi ise ‘vahiy ve peygamberlik gerçeği’dir.
Sure adını güneşin dürülmesinden bahsedilen ilk ayette, ‘dürülme’ manasında kullanılan ‘kuvvirat’ kelimesinden almıştır. Sureye ‘Kuvvirat’ suresi de denir. Surenin ismi olan ‘Tekvir’in anlamı ise ‘yuvarlak şekle sokmak’ ve ‘toplamak’ manalarıyla ilgili olarak ‘sarık sarar gibi sarmak’ veya ‘bohçalamaktır’. Aynı zaman da ‘devirmek’, ‘kürümek’, ‘yıkıp atmak’ manalarına da gelir. Muhtevasından ve üslubundan anlaşılacağı üzere Mekke’nin ilk dönemlerine ait bir suredir.
İlk 6 ayette kıyametin ilk safhası canlandırılmıştır.
Güneş katlanıp dürüldüğünde, yıldızlar bulandığında, dağlar yürütüldüğünde, kıyılmaz mallar bırakıldığında, vahşi hayvanlar bir araya toplandığında, denizler ateşlendiğinde,
Daha sonraki 7 ayette ise kıyametin ikinci safhası gözler önüne getirilmektedir.
Nefisler eşleştirildiğinde, diri diri toprağa gömülen kıza sorulduğunda, 7¤o Ü¡n¢Ó §k¤ã ¡£ô b¡2 “Hangi günahtan dolayı öldürüldü?” diye, amel defterleri açıldığında, gök sıyrılıp açıldığında, cehennem kızıştırıldığında ve cennet yaklaştırıldığında...
Böyle
bir tablo çizildikten sonra düşünmesi için insan kendi kendine bırakılarak, her
can ne yapıp getirdiğini bilecektir, diye buyurulmuştur. Hemen ardından da
Risalet konusuna geçilmiş ve Hz. Muhammed (as)’ın tebliğ ettiği vahyin, bir
mecnunun sözleri ve şeytanın vesveseleri olmadığı bildirilmiştir.
Tekvir
Suresinin Kelimeleri:
1:=¤p ¡£ì¢×
¢¤à £'Ûa a ¡a Q a ¡a zaman ¢¤à £'Ûa Güneş :=¤p ¡£ì¢× dürüldüğü 2:=¤p ؤãa
¢âì¢v¢£äÛa a ¡a ë R a ¡a ë ve zaman ¢âì¢v¢£äÛa Yıldızlar =¤p ؤãa döküldüğü 3:=¤p ¡£î,¢
¢4b j¡v¤Ûa a ¡a ë S a ¡a ë ve zaman ¢4b j¡v¤Ûa dağlar :=¤p ¡£î,¢ yürütüldüğü 4:=¤o Ü¡£À¢Ç
¢b '¡È¤Ûa a ¡a ë T a ¡a ë ve zaman ¢b '¡È¤Ûa gebe develer :=¤o Ü¡£À¢Ç salıverildiği 5:=¤p ¡'¢y
¢*ì¢y¢ì¤Ûa a ¡a ë U a ¡a ë ve zaman ¢*ì¢y¢ì¤Ûa vahşiler hayvanlar :=¤p ¡'¢y bir araya getirildiği 6:=¤p ¡£v¢
¢b z¡j¤Ûa a ¡a ë V a ¡a ë ve zaman ¢b z¡j¤Ûa Denizler :=¤p ¡£v¢ kaynatıldığı 7:=¤o u¡£ë¢
¢ì¢1¢£äÛa a ¡a ë W a ¡a ë ve zaman ¢ì¢1¢£äÛa nefisler, ruhlar :=¤o u¡£ë¢ birleştirildiğinde 8=¤o Ü¡÷¢
¢ñ
@¢õ¤ì à¤Ûa a ¡a ë X a ¡a ë ve zaman ¢ñ
@¢õ¤ì à¤Ûa diri toprağa gömülen kıza =¤o Ü¡÷¢ sorulduğunda 97¤o Ü¡n¢Ó
§k¤ã ¡£ô b¡2 Y ¡£ô b¡2 hangi §k¤ã günah sebebiyle 7¤o Ü¡n¢Ó öldürüldü? 10:=¤p ¡'¢ã
¢Ñ¢z¢£Ûa a ¡a ë QP a ¡a ë ve zaman ¢Ñ¢z¢£Ûa defterler :=¤p ¡'¢ã açıldığı 11:=¤o À¡'¢×
¢õ¬b à £Ûa a ¡a ë QQ a ¡a ë ve zaman ¢õ¬b à £Ûa Gökyüzü :=¤o À¡'¢× sıyrılıp alındığı 12:=¤p £¡È¢
¢áî©z v¤Ûa a ¡a ë QR a ¡a ë ve zaman ¢áî©z v¤Ûa Cehennem :=¤p £¡È¢ tutuşturulduğu 13:=¤o 1¡Û¤¢a
¢ò £ä v¤Ûa a ¡a ë QS a ¡a ë ve zaman ¢ò £ä v¤Ûa cennet :=¤o 1¡Û¤¢a yaklaştırıldığı 146¤p ¤y a
¬b ß ¥¤1 ã ¤o à¡Ü Ç QT ¤o à¡Ü Ç öğrenmiş olacaktır ¥¤1 ã kişi ¬b ß neler 6¤p ¤y a getirdiğini,
hazırladığını 15=¡ £ä¢¤Ûb¡2
¢á¡¤Ó¢a ¬5 Ï QU ¢á¡¤Ó¢a ¬5 Ï yemin olsun =¡ £ä¢¤Ûb¡2 sinenlere 16=¡ £ä¢Ø¤Ûa
¡a ì v¤Û a QV ¡a ì v¤Û a gidenlere =¡ £ä¢Ø¤Ûa akıp akıp yuvasına 17= Ȥ Ç
a ¡a ¡3¤î £Ûa ë QW ¡3¤î £Ûa ë geceye andolsun a ¡a zaman
= Ȥ Ç Kararmaya yüz tuttuğunda |
18= £1 ä m
a ¡a ¡|¤j¢£Ûa ë QX ¡|¤j¢£Ûa ë sabaha andolsun ki, a ¡a zaman = £1 ä m Ağarmaya başladığında 19=§áí© ×
§4ì¢ ¢4¤ì Ô Û ¢é £ã¡a QY ¢é £ã¡a O (Kur'an) ¢4¤ì Ô Û sözdür §4ì¢ bir elçinin (Cebrail'in) =§áí© × kerim, değerli 20=§åî©Ø ß
¡*¤ ȤÛa ô¡ ¤ä¡Ç §ñ £ì¢Ó ô© RP ô© sahibi §ñ £ì¢Ó güçlü ¤ä¡Ç katında ô¡ Arş'ın sahibi (Allah'ın) =§åî©Ø ß itibarlıdır 216§åî©ß a £á q
§Êb À¢ß RQ §Êb À¢ß O orada £á q sayılan 6§åî©ß a güvenilen (bir elçi) dir 227§æì¢ä¤v à¡2
¤á¢Ø¢j¡yb b ß ë RR b ß ë değildir ¤á¢Ø¢j¡yb Arkadaşınız (Muhammed) 7§æì¢ä¤v à¡2 mecnun 237¡åî©j¢à¤Ûa ¡Õ¢Ï¢üb¡2
¢ê¨a ¤ Ô Û ë RS ¤ Ô Û ë Andolsun ki ¨a görmüştür ¢ê onu (Cebrail'i) ¡Õ¢Ï¢üb¡2 ufukta 7¡åî©j¢à¤Ûa apaçık 247§åî©ä ¡2
¡k¤î ̤Ûa ó Ü Ç ì¢ç b ß ë RT b ß ë esirgemez ì¢ç O, ó Ü Ç üzerinize ¡k¤î ̤Ûa gaybın 7§åî©ä ¡2 bilgilerini (sizden) 257§áî©u
§æb À¤î, ( ¡4¤ì Ô¡2 ì¢ç b ß ë RU b ß ë değildir ì¢ç O ¡4¤ì Ô¡2 sözü §æb À¤î, ( şeytanın 7§áî©u lânetlenmiş 266 æì¢j ç¤ m
å¤í b Ï RV å¤í b Ï nereye 6 æì¢j ç¤ m gidiyorsunuz? 27= åî©à Ûb ȤܡÛ
¥¤×¡ ü¡a ì¢ç ¤æ¡a RW ¤æ¡a bilakis ì¢ç O, ü¡a ancak ¥¤×¡ bir öğüttür = åî©à Ûb È¤Ü¡Û Alemlerin için 28 áî©Ô n¤ í
¤æ a ¤á¢Ø¤ä¡ß õ¬b ( ¤å à¡Û RX õ¬b ( ¤å à¡Û isteyenler için ¤á¢Ø¤ä¡ß Sizden áî©Ô n¤ í ¤æ a doğru yolda gitmek ¢£l ¢é¨£ÜÛa
õ¬b ' í ¤æ a ¬eü¡a æ@¢ªë¬b ' m
b ß ëRY 29 åî©à Ûb ȤÛa
æ@¢ªë¬b ' m b ß ë dileyemezsiniz
¬eü¡a ancak
õ¬b ' í ¤æ a dilemedikçe
¢é¨£ÜÛa
Allah
¢£l Rabbi
åî©à Ûb ȤÛa Alemlerin |
Tekvir Suresini Tefsiri:
1:=¤p ¡£ì¢×
¢¤à £'Ûa a ¡a Q
Tekvir 1- Güneş katlanıp dürüldüğünde,
2:=¤p ؤãa
¢âì¢v¢£äÛa a ¡a ë R
Tekvir 2- Yıldızlar (kararıp) döküldüğünde,
3:=¤p ¡£î,¢
¢4b j¡v¤Ûa a ¡a ë S
Tekvir 3- Dağlar (sallanıp) yürütüldüğünde,
Surenin ilk bölümünde (1-14. Ayetler) çok şiddetli Kıyamet sahneleri vardır. Bu ayetleri topluca düşünüldüğünde Allah tarafından yaratılıp insanoğlunun hizmetine sunulan güneşin, yıldızların, dağların ve denizlerin akıl almaz bir değişim içerisine girdikleri görülür.
Bu sahneler yakıp yıkan bir hareketle, bir afetle başlıyor. Bu durum, içerisinde bulunan insanı bir anda telaşlandırıyor, korkutuyor.
Her
sabah insanı yeni güne çağıran güneşin ışıkları sönmüş, ışınları katlanmış. Ne
ışık kalmış ne de ışın. Birbirlerine geçmiş, yapışmış nur saçan yıldızların ise
bağları çözülmüş, dağılmış, nurları görünmez olmuş ve kararmış. Hareketsiz
sabit duran o dağlar incelmiş, yürütülmüş ve yumuşamış. Bağlı tutulan develer
salıverilmiş, ihmal edilmiş. Vahşi hayvanlar kendilerini saran o büyük korkuyla
bir araya toplanmışlar. Engin okyanusların suları bir anda ateşe verilmiş.
Nefisler eşleştirilmiş. Suçsuzca diri diri toprağa gömülen kıza; 7¤o Ü¡n¢Ó §k¤ã ¡£ô b¡2 “Hangi suçtan dolayı öldürüldün?” diye sorulmuş. Katlanan amel defterleri açılmış, her şey okunmakta ve açığa çıkmakta. Yeri örten, havayı koruyan o göğün örtüsü çekilip alınmış, ne örtülük kalmış ne de gizlilik.
Cehennemin ateşi harlanmış, cennet ise hazırlanıp, vaad edilenlere yaklaştırılmış.
İşte o gün her şeyin alt üst olup yeni bir hayatın hazırlanacağı bir gündür. İşte o gün insanı hayrete ve korkuya düşürüp yar ve yardımcısız bırakacak bir gündür. Ve o gün her nefis getirdiği amellerini bilecektir. Artık hiçbir şey ne örtülü ne de gizlidir. Her şey apaçık ortadadır.
Tüm bunlar Kıyameti şiddetle yalanlayanları dehşete düşürecek sahnelerdir.
وَقَالَ
الَّذينَ
كَفَرُوا لَا
تَاْتينَا السَّاعَةُ
قُلْ بَلى وَرَبّى
لَتَاْتِيَنَّكُمْ
عَالِمِ
الْغَيْبِ
لَايَعْزُبُ
عَنْهُ
مِثْقَالُ
ذَرَّةٍ فِى
السَّموَاتِ
وَلَا فِى
الْاَرْضِ
وَلَا
اَصْغَرُ
مِنْ ذلِكَ
وَلَا
اَكْبَرُ اِلَّا
فى كِتَابٍ
مُبينٍ
“İnkar edenler: “Kıyamet bize
gelmeyecektir” dediler. (Ey Muhammed!) De ki: “Hayır; gaybı bilen Rabbime
andolsun ki, kıyamet size mutlaka gelecektir. Göklerde ve yerde zerre kadar
olanlar bile O’nun ilminin dışında değildir. Bundan daha küçüğü de daha büyüğü
de apaçık bir kitaptadır.”[486]
æì¢ä¡ß¤ªì¢íü ¡b £äÛa
r¤× a £å¡Ø¨Û ë b èî©Ï
k¤í ü ¥ò î¡m¨ü ò Çb £Ûa £æ¡a
“Kıyamet günü mutlaka gelecektir, bunda hiç şüphe yoktur. Fakat
insanların çoğu buna inanmazlar.”[487]
Bu ilk bölümde yer alan ayetlerin bazılarını derinlemesine incelemeye çalışalım.
4:=¤o Ü¡£À¢Ç
¢b '¡È¤Ûa a ¡a ë T
Tekvir 4- Gebe develer salıverildiğinde,
Kıyılmaz malların bırakılması: Bu ayette geçen “işar”, uşera’nın çoğuludur. “Uşar” on aylık gebe develere denilmektedir. Araplar on aylık gebe develere doğuruncaya kadar bu adı verirler. Bu develer hem süt hem de yavru vermeleri bakımından çok kıymetlidirler.
Bunların bırakılmasından maksat ise çobansız, bakımsız, başıboş bırakılıvermesidir. Zira korkunç kıyamet olayları içinde develerin sahipleri böyle en kıymetli mallarını bile başıboş bırakıp kaçışmaktadırlar.
6§áî©Ü §k¤Ü Ô¡2 騣ÜÛa
ó m a ¤å ß ü¡a
“Ancak Allah'a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde
fayda bulur.)”[488]
5:=¤p ¡'¢y
¢*ì¢y¢ì¤Ûa a ¡a ë U
Tekvir 5- Vahşî hayvanlar toplanıp bir araya getirildiğinde,
Vahşi hayvanların toplanması: Ayette geçen “vuhuş” vahşi hayvanlar manasına olup “vahş” kelimesinin çoğuludur. İnsana yakın olmayan kara hayvanlarına bu ad verilir.
Vahşi hayvanların böyle bir günde bir araya getirilmesi hususunda müfessirler çeşitli yorumlar yapmışlardır. Lakin bu yorumların genelinde Allah’ın adaletine atıfta bulunulmaktadır. Özetle Allah Teala, kıyamet gününde adaletini ortaya koymak için bütün canlıları , hayvanları haşreder, bir araya getirir. Bineanalehy bu böyleyken, mükellef olan ins ve cinni haşretmemesi nasıl düşünülebilir.
6:=¤p ¡£v¢
¢b z¡j¤Ûa a ¡a ë V
Tekvir 6- Denizler kaynatıldığında,
7:=¤o u¡£ë¢
¢ì¢1¢£äÛa a ¡a ë W
Tekvir 7- Ruhlar (bedenlerle) birleştirildiğinde,
Nefislerin eşleştirilmesi: “Nüfus” “nefs”in çoğuludur. Nefis de kişi ve can manalarına gelir. Gene ayette geçen “tezvic” de; eşi eşe, dengi denge, benzer ve yaşıtları bir araya getirmek, kısacası sınıflandırmak ve birleştirmek manalarını ifade etmektedir.
Herkesin kendisi gibi amel eden toplulukla beraber olması, bir araya getirilmesinin kastedildiği de söylenmiştir. Kim bir topluluğa benzerse o da onlardandır. Yani herkes amelde benzerleriyle, iyiler iyilerle, kötüler kötülerle birlikte haşr olunacaktır.
8=¤o Ü¡÷¢
¢ñ
@¢õ¤ì à¤Ûa a ¡a ë X
Tekvir 8- Diri diri toprağa gömülen kıza, sorulduğunda,
Diri diri toprağa gömülen kız çocuğuna sorulduğunda “Hangi günahla öldürüldü?” diye: “Mevude”, küçükken diri diri toprağa gömülen kızcağız demektir ki “Ve’d”kökünden türemiştir. “Ve’d” aslında “evd” gibi ağır basmak manasıyla ilgili olup cahiliyye Araplarının kız çocuklarının diri diri toprağa gömme şeklindeki adi adetlerine denmektedir.
Arapların kimisi bunu kızlar yüzünden bir ar gelmek korkusuyla, kimisi ise melekler Allah’ın kızlarıdır dediklerinden dolayı kızlarını meleklere katmak üzere yaparlardı. Fakat genelde fakirlik ve çocuğu besleyememek korkusu onları bu zulme iten başlıca nedendi.
قُلْ
تَعَالَوْا
اَتْلُ مَا
حَرَّمَ
رَبُّكُمْ
عَلَيْكُمْ
اَلَّا
تُشْرِكُوا
بِه شَيًْا
وَبِالْوَالِدَيْنِ
اِحْسَانًا
وَلَا تَقْتُلُوا
اَوْلَادَكُمْ
مِنْ
اِمْلَاقٍ
نَحْنُ
نَرْزُقُكُمْ
وَاِيَّاهُمْ
وَلَاتَقْرَبُوا
الْفَوَاحِشَ
مَا ظَهَرَ
مِنْهَا وَمَا
بَطَنَ وَلَا
تَقْتُلُوا
النَّفْسَ الَّتى
حَرَّمَ
اللّهُ
اِلَّا
بِالْحَقِّ ذلِكُمْ
وَصّيكُمْ
بِه
لَعَلَّكُمْ
تَعْقِلُونَ
“De ki: Gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O'na
hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana-babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla
çocuklarınızı öldürmeyin -sizin de onların da rızkını biz veririz-;
kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın ve Allah'ın yasakladığı cana
haksız yere kıymayın! İşte bunlar Allah'ın size emrettikleridir. Umulur ki
düşünüp anlarsınız.”[489]
وَلَا
تَقْتُلُوا
اَوْلَادَكُمْ
خَشْيَةَ
اِمْلَاقٍ
نَحْنُ
نَرْزُقُهُمْ
وَاِيَّاكُمْ
اِنَّ
قَتْلَهُمْ
كَانَ خِطْأً
كَبيرًا
“Geçim endişesi ile çocuklarınızın canına kıymayın. Biz, onların da
sizin de rızkınızı veririz. Onları öldürmek gerçekten büyük bir suçtur.”[490]
Bununla
beraber Araplar içinde kız çocuklarını bu şekilde toprağa gömmeyi tasvip
etmeyenler de vardı. Mesela Farazdak’ın dedesi Sa’sa’ab. Naciye el-Mücaşi kendi
kavmi olan Beni Temim’den toprağa gömülecek kız çocuklarını fidye ile
kurtarırdı.
Bu ayette dikkate değer bir diğer husus da nefislerin eşleştirileceği duyurulduktan sonra sorumluluk vakti hatırlatılırken koruyucusu yok varsayılan o diri diri toprağa gömülen kızcağıza sorulacak soru açıkça belirtilmiş ve bu sorunun evvela öldürene değil öldürülen suçsuz kıza sorulacağı anlatılmıştır. Cinayetin sebebi doğrudan doğruya onu işleyene sorulmayıp da davacısı olan suçsuz kıza sorulması, o diri diri gömme işini yapan katilin vicdanını sızlatacak ve koruyucusuz gördüğü mazlumun karşısında mağlubiyetini duyuracaktır. Katilin haksızlığını tam manasıyla tanıtarak Hakk’ın huzurunda hiçbir savunma yapamayacak şekilde öfke ve cezayı hak edeceğini anlatacak şiddetli bir uyarıdır.
Bu ayetlere göre yalnız gömmek suretiyle değil, ne şekilde olursa olsun çocukları kasten öldürmek de büyük bir günahtır. O halde çocuk aldırmak, kasten çocuk düşürmek çocuğu öldürmek olduğu için aynı mahiyette bir öldürme suçu olduğu unutulmamalıdır. Cahiliye devrinde yapılanları dehşetle dinlerken, günümüzde benzer uygulamalara ilgisiz kalmak son derece sakıncalıdır.
Tüm
bunlar teker teker yerine geldikten sonra, korku ve heyecan içindeki insan,
hayat denen imtihanda ne yapıp ettiğinin farkına varacaktır.
يَوْمَ
تَجِدُ كُلُّ
نَفْسٍ مَا
عَمِلَتْ مِنْ
خَيْرٍ
مُحْضَرًا
وَمَا
عَمِلَتْ
مِنْ سُوءٍ
تَوَدُّ لَوْ
اَنَّ
بَيْنَهَا
وَبَيْنَهُ
اَمَدًا
بَعيدًا
وَيُحَذِّرُكُمُ
اللّهُ
نَفْسَهُ
وَاللّهُ
رَؤُفٌ
بِالْعِبَادِ
“Herkesin, iyilik olarak yaptıklarını da kötülük olarak yaptıklarını da
karşısında hazır bulduğu günde (insan) isteyecek ki kötülükleri ile kendisi
arasında uzun bir mesafe bulunsun. Allah, kendisine karşı (gelmekten) sizi
sakındırıyor. Allah kullarına çok şefkatlidir.”[491]
O
anda hazırladığı(yaptığı) şeyleri açılan amel defterlerinde apaçık görecektir.
وَوُضِعَ
الْكِتَابُ
فَتَرَى
الْمُجْرِمينَ
مُشْفِقينَ
مِمَّا فيهِ
وَيَقُولُونَ
يَا
وَيْلَتَنَا
مَالِ هذَا
الْكِتَابِ
لَا
يُغَادِرُ
صَغيرَةً
وَلَا
كَبيرَةً
اِلَّا اَحْصيهَا
وَوَجَدُوا
مَا عَمِلُوا
حَاضِرًا وَلَا
يَظْلِمُ
رَبُّكَ
اَحَدًا
“Kitap ortaya konmuştur: Suçluların, onda yazılı olanlardan korkmuş
olduklarını görürsün. "Vay halimize! derler, bu nasıl kitapmış! Küçük
büyük hiçbir şey bırakmaksızın (yaptıklarımızın) hepsini sayıp dökmüş!"
BöyIece yaptıklarını karşılarında bulmuşlardır. Senin Rabbin hiç kimseye
zulmetmez.”[492]
Bu sonun dehşetli hakikatleri böyle haber verildikten sonra, bu haberlerin gerçek olduğunu vurgulamak suretiyle hikmet ve faydalarını da beyan etmek için bunları haber veren Peygamber şanını Peygamberliğin güçlü olduğunu ve Kur’an’ın mahiyetini bildirip anlatmak gayesiyle yeminle başlayan bir pasaj geliyor.
15=¡ £ä¢¤Ûb¡2 ¢á¡¤Ó¢a ¬5 Ï QU
16=¡ £ä¢Ø¤Ûa ¡a ì v¤Û a QV
17= Ȥ Ç a ¡a ¡3¤î £Ûa ë
QW
18= £1 ä m a ¡a ¡|¤j¢£Ûa ë
QX
19=§áí© × §4ì¢ ¢4¤ì Ô Û ¢é £ã¡a
QY
Tekvir 15- Şimdi yemin ederim
o sinenlere
Tekvir 16- O akıp akıp yuvasına gidenlere,
Tekvir 17- Kararmaya yüz
tuttuğunda geceye andolsun,
Tekvir 18- Ağarmaya
başladığında sabaha andolsun ki,
Tekvir 19-O (Kur'an), şüphesiz değerli,bir elçinin (Cebrail'in)
getirdiği sözdür.
Kur’an’ı Kerim dikkat çekmek istediği bazı konularla ilgili pasajlara -o zaman ki insanların da sık sık başvurdukları bir yol olan- bir takım nesnelere yemin ederek başlar. Kur’an’da bu tür uygulamalara çok sık rastlamaktayız. Ayrıca üzerine yemin edilen şeyler de bulundukları pasajlarla ilintili olarak farklılık arzetmektedir.
Buradaki 15. ayette gündüz kaybolup gece ortaya çıkan, parlak yıldızlara, kuvvetli bir yemin mevcuttur. Burada güneş ve ayla birlikte akıp giden, sonra battıkları zaman, ceylanların, mağara ve inlerinde gözden kayboldukları gibi gözden kaybolan yıldızlar anlatılmaktadır. 17. ayette bu sefer geceye yemin edilmektedir. Hemen ardından ağardığı ve aydınlığı genişleyip her tarafa yayılan sabaha bir yemin vardır.
Bu yeminlerin ardından, nihayet üzerine yemin edilen ve dikkat çekilen ayet(ler) gelmektedir. “Kuşkusuz o değerli bir elçinin sözüdür.” Yani bu Kur’an’ı Kerim, Allah katından değerli bir elçi vasıtası ile indirilmiş “Allah Kelamı”dır.
Bu ayette elçi ile Cebrail(a.s) kastedilmektedir. Allah Kelamı’nı bu şerefli elçi getirmektedir. Dolayısıyla, Allah’ın Resul’üne sözü getiren müşriklerin söylediği gibi şeytan değildir.
وَاِنَّهُ
لَتَنْزيلُ
رَبِّ
الْعَالَمينَ
() نَزَلَ بِهِ
الرُّوحُ
الْاَمينُ
“Ve hakikat bu (Kur’an)
rabb’ul-alemin’in şüphesiz bir tenzilidir, onu Ruh’ül-Emin [Cebrail] indirdi
senin kalbin üzerine –ki o münzirlerden [uyarıcılardan] olasın- açık parlak
arabi lisani ile!”[493]
19. ayetin hemen ardından gelen ayetlerde ise bu değerli elçinin özellikleri zikredilmektedir.
20=§åî©Ø ß ¡*¤ ȤÛa ô¡ ¤ä¡Ç
§ñ £ì¢Ó ô© RP
Tekvir 20- O elçi güçlü, Arş'ın sahibi (Allah'ın) katında çok
itibarlıdır.
216§åî©ß a £á q §Êb À¢ß RQ
Tekvir 21- O orada sayılan, güvenilen (bir elçi) dir.
Dolayısıyla bu itibarlı elçinin bizatihi kendisi peygamberlere getirdiği vahiy konusunda bir güvence ve teminattır.
Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğu ve emin bir elçinin aracılığı ile peygamberlere ulaştığı açıklığa kavuşturulduktan sonra, Hz. Peygamber ile ilgili bir takım ithamlara ilerleyen ayetlerde cevap veriliyor.
227§æì¢ä¤v à¡2 ¤á¢Ø¢j¡yb b ß ë RR
Tekvir 22- Arkadaşınız (Muhammed) de mecnun değildir.
Sizin sohbette bulunduğunuz arkadaşınız, yani Hz. Peygamber(as) vahyi cinlerden almıyor.
وَالنَّجْمِ
اِذَا هَوى ()
مَا ضَلَّ
صَاحِبُكُمْ
وَمَا غَوى ()
وَمَا
يَنْطِقُ
عَنِ الْهَوى
() اِنْ هُوَ
اِلَّا
وَحْىٌ يُوحى
“Battığı zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve
batıla inanmadı; o arzusuna göre de konuşmaz. O (bildirdikleri)
vahyedilenlerden başkası değildir.”[494]
قُلْ
لَوْ شَاءَ
اللّهُ مَا
تَلَوْتُهُ
عَلَيْكُمْ
وَلَا
اَدْريكُمْ
بِه فَقَدْ
لَبِثْتُ
فيكُمْ
عُمُرًا مِنْ
قَبْلِه
اَفَلَا تَعْقِلُونَ
“De ki: Eğer Allah dileseydi onu size okumazdım, Allah da onu size
bildirmezdi. Ben bundan önce bir ömür boyu içinizde durmuştum. Hâla akıl
erdiremiyor musunuz?”[495]
Yani, ey o Kur’an’a inanmamak için Peygamber’e cinlenmiş diye iftira etmek isteyenler. O Peygamber (as) sizin arkadaşınızdır. Siz yıllarca onun sohbetinde bulundunuz. Aklının ve ahlakının yüksekliğini denediniz. Görüş ve fikrine başvurdunuz. Bilirsiniz ki o deli ve mecnun değildir. Akıl ve anlayışı tam, fazilet ve erdemliliği herkesçe kabul edilmiş, sizin iyiliğinizi isteyen bir zattır. Dolayısıyla o size bunları bir mecnun gibi söylemiyor.
åî©Ü ¤¢à¤Ûa
Ö £ ë ¡£Õ z¤Ûb¡2 õ¬b u
¤3 2
“Hayır! O, gerçeği getirdi ve peygamberleri de doğruladı.”[496]
237¡åî©j¢à¤Ûa ¡Õ¢Ï¢üb¡2 ¢ê¨a ¤ Ô Û ë
RS
Tekvir,23- Andolsun ki, onu (Cebrail'i) apaçık ufukta görmüştür.”
23.
ayette ise her türlü cinlenmeden münezzeh olan Resulün Allah katında çok
itibarlı, değerli ve güvenilir bir melek olan Cebrail’i açık ufukta gördüğü
vurgulanmıştır. Böylece Hz. Peygamber (as)’e cinlenmiş diye iftira ederek ilahi
mesajı inkar edenlere kuvvetli bir cevap verilmiş olmaktadır. Ve bir sonraki
ayette de:
247§åî©ä ¡2 ¡k¤î ̤Ûa ó Ü Ç ì¢ç
b ß ë RT
Tekvir 24- O, gaybın bilgilerini (sizden) esirgemez.
Vahyi size tebliğ eden Hz. Muhammed, almış olduğu vahyi size duyurmada ve sizin gözlem ve ilminizin dışında kalan bilmediğiniz şeyleri haber verip bildirmede cimrilik etmediği buyurulmaktadır. Bunun yanında:
257§áî©u §æb À¤î, ( ¡4¤ì Ô¡2 ì¢ç
b ß ë RU
Tekvir 25- O lânetlenmiş şeytanın sözü de değildir.
Ayette o mübarek elçinin size bildirdiği taşlanmış bir şeytanın sözü olmadığı da vurgulanmaktadır.
Kur’an’a ve Hz. Peygamber’e yapılan bu tür yalanlamalara karşı apaçık deliller getirildikten sonra, surenin son bölümünde inkarcılara, sapmışlara;
266 æì¢j ç¤ m å¤í b Ï RV
Tekvir 26- Hal böyle iken nereye gidiyorsunuz?
Bu ayetin hemen ardından da;
27= åî©à Ûb È¤Ü¡Û ¥¤×¡ ü¡a ì¢ç ¤æ¡a
RW
27. O, herkes için, bir öğüttür,
28 áî©Ô n¤ í ¤æ a ¤á¢Ø¤ä¡ß õ¬b (
¤å à¡Û RX
Tekvir 28- Sizden doğru yolda
gitmek isteyenler için de.
Kur’an’ın bütün insanlık için bir öğüt ve nasihat olduğu vurgulanmıştır. Ve surenin son ayeti olan
29 åî©à Ûb ȤÛa ¢£l ¢é¨£ÜÛa
õ¬b ' í ¤æ a ¬eü¡a æ@¢ªë¬b ' m
b ß ë RY
Tekvir 29- Alemlerin Rabbi Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.
Ayette
ise “Alemlerin Rabbi olan Allah dilemeyince siz
dileyemezsiniz” denilerek ancak ve ancak Allah’ın insanlara bağışladığı içgüdüler
yoluyla ve peygamberlerine indirdiği vahiyler aracılığı ile doğru yolu
göstermek istediği belirtilmiştir. Böylece bu doğru yolu seçmenin, Allah’ın
rehberliğinden yararlanmak isteyen herkese açık olduğu vurgulanmıştır.
5î©j
©é¡£2 ó¨Û¡a £ma õ¬b (
¤å à Ï 7¥ñ ¡×¤ m ©ê¡¨ç £æ¡a
Bütün bunlar birer uyarıdır;
öyleyse dileyen Rabbine giden yolu bulabilir.”[497]
8ó¨Ü¤Ç üa
¢ñ ì¢ X
¡ággggggggggî©y £Ûa
¡å¨à¤y £Ûa ¡é¨£ÜÛa ¡ágggggggggg¤¡2
8-el-A'LÂ
Bismillâhirrahmânirrahîm
Sebbih Sûresi de denilen Sûrei Alâ cumhura göre Mekkidir. Âlûsînin nakline göre İbni Ğars bunda zekâtı fıtır ve Bayram namazına işaret bulunduğundan dolayı Medenî olduğunu da bazılarından rivayet etmiş, Celâli Suyuti de bunu Buharînin ve İbni Sad’ın ve İbni Ebu Şeybe’nin Bera ibni Azib’den rivayet ettikleri şu hadîs ile red etmişlerdir: Bera ibni Azib (ra) demiştir ki: Peygamber (as) Hazretlerinin Ashabından bize ilk gelen Musab ibni Umeyr ve İbni Ümmi Mektûm idi, geldiler bize Kur'an okutmağa başladılar, sonra Ammar ve Bilâl ve Sad geldi, sonra yirmi kişi içinde Ömer İbni Hattab (ra) geldi, sonra Hz. Peygamber (as) geldi, ehli Medîne’nin aleyhissalâtü vesselâm ile ferahlandıkları kadar bir şey ile ferahlandıklarını görmedim, hattâ çocukları görüyordum ki, bu işte: Resulullah geldi diyorlardı, ben «=ó¨Ü¤Ç üa Ù£¡2 á¤a ¡|£¡j »’yi onun gibi bir kaç Sûre içinde okuyuncaya kadar gelmemiştir.
Âlûsi’ye göre: Bera Ata', İbni Abbas’tan, Yezidi nahvî İkrime’den ve Hasen İbni Ebilhasenden şöyle rivayet etmişlerdir: “Kur'andan Mekke’de ilk nâzil olan « Ù¡£2 ¡á¤b¡2 ¤a ¤Ó¡a »sonra «¬æ », sonra Müzzemmil, sonra Müddessir, sonra Tebbet, sonra «:=¤p ¡£ì¢× ¢¤à £'Ûa a ¡a » sonra « Ù£¡2 á¤a ¡|£¡j » dir.
İmam Ahmed ve Bezzar ve İbni Merduye Hz. Ali (r.a)’dan tahriç etmişlerdir ki: Resulullah (as) bu «=ó¨Ü¤Ç üa Ù£¡2 á¤a ¡|£¡j » sûresini çok severdi demişti. Ebu Ubeyd’in Ebî Temîm’den tahriç eylediği bir hadîste de: Aleyhissalâtü vesselam buna «¡pb z¡£j ¢à¤Ûa ¢3 ¤Ï a » namını vermişti, Ebu Dâvud, Tirmizî, Neseî, İbni Mâce ve Hâkim ve Beyhekî Hz. Âişe’den tahriç eylemişlerdir: demiştir ki: Hz. Peygamber (as) vitirde birinci rekatta «¡|¡£j », İkincide «= æë¢¡Ïb ؤÛa b 袣í a ¬b í ¤3¢Ó » Üçüncüde de «¡å¤î m ¡£ì 颧 ë P7¥ y a ¢é¨£ÜÛa ì¢ç ¤3¢Ó» okurdu.
Sûrei Tarikin sonu, kâfirlerin tuzaklarına karşı emri ilâhî ile Resulullahın ileride zaferini vadini tazammum ediyordu. Bu Sûrede «7ô¨¤¢î¤Ü¡Û Ú¢¡£ î¢ã ë » ile onu gerçekleşeceğini teyit etmek üzere öncelikle Rabbinin a'lâ ismiyle teminat vererek şükrân vazifesinin ifası ardında onu tespihe davet için «=ó¨Ü¤Ç üa Ù£¡2 á¤a ¡|£¡j » diye başlayacak ve bunun Bayram yapılmağa lâyık bir tebşir olduğuna işaretle beraber ahiretin daha hayırlı ve daha bekalı olduğunu ve binaenaleyh hakîkî bayramın asıl o vakit olacağını anlatacaktır.
Ala Suresinin Kelimeleri:
1=ó¨Ü¤Ç üa
Ù£¡2 á¤a ¡|£¡j Q ¡|£¡j tespih et á¤a adını Ù£¡2 Rabbinin =ó¨Ü¤Ç üa Yüce 2:=ô¨£ì Ï
Õ Ü ô© £Û a R ô© £Û a öyle ki, Õ Ü yaratıp :=ô¨£ì Ï düzene koyan 3:=ô¨ è Ï
£ Ó ô© £Ûa ë S ô© £Ûa ë ve öyle ki, £ Ó takdir edip :=ô¨ è Ï yol gösteren 4:=ó¨Ç¤ à¤Ûa
x ¤ a ô¬© £Ûa ë T ô¬© £Ûa ë ve öyle ki, x ¤ a çıkaran :=ó¨Ç¤ à¤Ûa yeşil otu 56ô¨ì¤y a ¦õ¬b r¢Ë
¢é Ü È v Ï U ¢é Ü È v Ï onu kıldı ¦õ¬b r¢Ë kapkara bir sel 6ô¨ì¤y a artığına 6=ó¨¤ä m 5 Ï
Ù¢ö¡¤Ô¢ä V Ù¢ö¡¤Ô¢ä Sana okutacağız =ó¨¤ä m 5 Ï hiç unutmayacaksın ¤è v¤Ûa ¢á Ü¤È í
¢é £ã¡a 6¢é¨£ÜÛa õ¬b (b ß ü¡a W 76ó¨1¤ íb ß ë ü¡a hariç õ¬b (b ß dilediği 6¢é¨£ÜÛa Allah'ın ¢é £ã¡a Şüphesiz O, ¢á Ü¤È í bilir ¤è v¤Ûa açığı 6ó¨1¤ íb ß ë ve gizleneni 87ô¨¤¢î¤Ü¡Û
Ú¢¡£ î¢ã ë X Ú¢¡£ î¢ã ë seni muvaffak kılacağız 7ô¨¤¢î¤Ü¡Û en kolaya 96ô¨¤×¡£Ûa
¡o È 1 ã ¤æ¡a ¤¡£× Ï Y ¤¡£× Ï öğüt ver ¤æ¡a eğer ¡o È 1 ã fayda verirse 6ô¨¤×¡£Ûa öğüt 10=ó¨'¤ í ¤å ß
¢ £× £ î QP ¢ £× £ î
öğütten yararlanacak ¤å ß o kimse ki;
=ó¨'¤ í (Allah'tan) korkan |
11=ó¨Ô¤( üa
b è¢j £ä v n í ë QQ
b è¢j £ä v n í ë ondan kaçınacaktır =ó¨Ô¤( üa kötü kimse 127ô¨¤j¢Ø¤Ûa
b £äÛa ó ܤ í ô© £Û a
QR ô© £Û a öyle ki; ó ܤ í atılacaktır b £äÛa ateşe 7ô¨¤j¢Ø¤Ûa en büyük 136ó¨î¤z í ü ë
b èî©Ï ¢pì¢à íü £á¢q QS £á¢q sonra ¢pì¢à íü ne ölür b èî©Ï orda 6ó¨î¤z í ü ë ne de yaşar 14=ó¨£× m
¤å ß | Ü¤Ï a ¤ Ó QT ¤ Ó doğrusu | Ü¤Ï a feraha ermiştir ¤å ß kimse ki, =ó¨£× m temizlenen 156ó¨£Ü Ï
©é¡£2 á¤a × ë QU × ë ve anıp á¤a adını ©é¡£2 Rabbinin 6ó¨£Ü Ï kulluk eden 16b9 î¤ã¢£Ûa
ñì¨î z¤Ûa æë¢¡q¤ªì¢m ¤3 2 QV ¤3 2 Fakat æë¢¡q¤ªì¢m tercih ediyorsunuz ñì¨î z¤Ûa hayatını b9 î¤ã¢£Ûa dünya 176ó¨Ô¤2 a ë
¥¤î ¢ñ ¡¨üa ë QW ¢ñ ¡¨üa ë oysa ahiret ¥¤î daha hayırlı 6ó¨Ô¤2 a ë ve daha bakidir 18=ó¨Û@ë¢üa ¡Ñ¢z¢£Ûa
ó¡1 Û a ¨ç £æ¡a QX £æ¡a Şüphesiz a ¨ç bu (anlatılanlar) ó¡1 Û vardır ¡Ñ¢z¢£Ûa sahifelerde =ó¨Û@ë¢üa evvelki 19ó¨ì¢ß ë
áî©ç¨¤2¡a ¡Ñ¢z¢ QY ¡Ñ¢z¢ sahifesinde áî©ç¨¤2¡a İbrahim
ó¨ì¢ß ë ve Musa'nın |
Ala Suresinin Tefsiri:
Sebbih suresi de denilen Alâ sûresi nüzul sırasına göre sekizinci, mushaf tertibine göre on dokuzuncu sıradadır. İçinde bayram namazı ve fıtır sadakasına işaret bulunduğunu ileri sürerek sûrenin Medine’de inmiş olduğunu iddia edenler olsa da çoğunluğa göre sûre Mekkîdir.
1=ó¨Ü¤Ç üa
Ù£¡2 á¤a ¡|£¡j Q
Ala, 1- Yüce Rabbinin adını,
Rabbinin yüce ismini tespih et, O’nu noksan sıfatlardan uzak tut, yücelt Rabbinin sınırsız şanını: Yüceler yücesinin şanını. Seni yetiştiren ve kafirlerin tuzaklarını başlarına geçirecek olan Rabb’in zatında her şeyden üstün, hepsinden yüksek ve yüce olduğu gibi, onun sıfat ve isimleri de bütün sıfatların, kendilerine isim oldukları varlıkları tanıtan isimlerin en yükseği, en ulusudur. Allah’ın güzel isimlerinden birisi de el-Alâ ismidir. Onun için sen O’nun bütün isimlerini O’na layık olmayacak eksikliklerden tenzih edip uzak tutarak O’nu tespih et.
Rabb’e ait olan isimler, O’nu tasvir etmek için değil, O’onu anlama da aklı yönlendirmek için vardır. O’nun zat ve sıfat olarak kendisine özgü olan Allah, Rahman, Hallâk, Rezzâk, Âlimu’-gayb, Ekber ve A’lâ gibi isimleri başkasına vermek caiz olmayacağı gibi, onun fiil ve sıfatlarını anlatmak için söylenen isimleri de sade lügatte konuldukları ve diğer eşya için de verilmesi uygun olan mânâlarla değil, onun yüce şânına layık olmayacak noksan işlerden tenzih edip uzak tutarak, değersizliği ve küçümsemeyi hissettirecek hâl ve durumlardan koruyup saygı ve hürmetle anmak gerekir. Bundan dolayı hile, tuzak, intikam gibi ilâhî fiiller için söylenen isimler dahi Allah hakkında eksiklik lekelerinden uzak tutularak yüksek bir mânâda düşünülmelidir.
Ayrıca bir ismi noksanlıktan uzak tutmak demek, o ismin sahibini noksanlıklardan daha çok uzak tutmak demektir. Çünkü bir ismin sahibinin yücelik ve kutsiliği, ismin yüceliği ve nezihliği ile ifade olunur. Bir kısım alimler, ‘isim ile sahibi aynıdır’ demişlerse de hepsinin maksadı, ismin tenzih edilmesinden ismin sahibinin tenzih edilmesinin lazım geleceğini ve asıl maksat sadece lafzı değil sıfat ve isimleriyle asıl onların sahibinin zatını tenzihe yönelik olduğunu anlatmaktır. Zemahşeri ismi tespihi şöyle açıklar; “Yüce Allah’ın ismini tespih etmek demek, Allah hakkında sahih olmayan cebr ve Allah’ı bir şeye benzetme gibi, onun isimlerini inkar etmeye götüren manalardan onu uzak tutmak; o ismi hafife almaktan ve huşu ve saygı dışında bir maksatla anmaktan korunmaktır.”
2:=ô¨£ì Ï
Õ Ü ô© £Û a R
Ala,2- Yaratıp düzene koyan,
Yaratan rabbin. O her şeyin yaratıcısıdır. O her şeyden önce yaratma fiili, yaratıcı olma sıfatı, yaratıcı isim ve sıfatıyla bilinir. Kuşku yok ki yaratan Hâlık, yaratılan mahluktan yüksek ve üstündür. Allah, yaratılanlarda bulunan imkan, sonradan olma ve bir illete ihtiyaç duyma gibi noksan sıfatlardan uzaktır. Dolayısıyla yaratıcı ile yaratılmışı isim ve sıfatlarda karıştırmamalı, yaratıcının ismini her şeyden üstün tanıyarak onu tesbih etmeli, eksikliklerden uzak tutmalıdır. Evet, o yaratıcı yarattı da düzeltti, yarattığını çeşitli şekiller içinde düzene koydu. Sadece basit bir yaratma ile bırakmadı, bir çok yaratışlar yaptı. Onları bir düzen ile doğrultup düzeltti.
3:=ô¨ è Ï
£ Ó ô© £Ûa ë S
Ala,3- Takdir edip yol
gösteren,
Takdir edip hidayet buyuran odur, yarattığı her şeye sonsuz ilim ve iradesiyle bir kader tayin etti. Cinslerinde, türlerinde, bireylerinde, sıfatlarında, fiillerinde, ecellerinde birtakım özelliklerle birer sınır ve miktar tahsis etti. Mümkün olma tabiatında hep bir ve eşit olan eşyadan, herbirini var olma hususunda diğerinden bir miktar ile ayırarak farklı mahiyetler, değişik kimlikler ile türlere ayıran, kayıt ve sınır altına alan birer biçin tayin etti de ona göre herbirini kendilerinden tabii olarak veya kendi seçimleriyle ortaya çıkacak özelliklerle kendileri dışında ortaya çıkacak özellikler arasında ulaşacakları yaratılış gayesine doğru yöneltti. Zerreden, gezegenlere kadar tüm evrenin intizamı, insanoğlunun anlayabildiği yada henüz kavrayamadığı tüm düzenler Rabb’in sonsuz iradesinin tecellisidir. O ki bütün mevcudatın tabiatını belirlemekte ve onu hedefine doğru yöneltmektedir. Yani onu kendi içinde tutarlı kılmakta ve yerine getirmekle yükümlü olduğu fonksiyonlara uygun vasıflarla donatmakta, böylece onu varoluşun gereklerine baştan uygun hale getirmektedir).
4:=ó¨Ç¤ à¤Ûa
x ¤ a ô¬© £Ûa ë T
Ala,4- (Topraktan) yeşil otu
çıkaran,
Otlağı çıkaran O’dur, Nâziât suresinde:
6¤á¢Ø¡ßb Ȥã ü ë ¤á¢Ø Û b¦Çb n ß
b= èî,¨¤ a 4b j¡v¤Ûa ë
b: èî¨Ç¤ ß ë b ç õ¬b ß b è¤ä¡ß
x ¤ a
“Ondan (yerden) yerin suyunu
ve otlağını çıkardı. Dağları oturttu. Sizin ve hayvanlarınızın geçimi için”[498] buyurulduğu
üzere insanların ve hayvanların faydalanıp yararlanması için merayı; yaylalar,
çiftlikler, bahçeler, ormanlar, ağaçlar ve meyveleri ilahi kudreti ile taptaze
yetiştirip çıkardı.
56ô¨ì¤y a
¦õ¬b r¢Ë ¢é Ü È v Ï U
Ala,5- Sonra da onu kapkara
bir sel artığına çevirdi.
Sonra da onu kapkara bir sel köpüğüne çevirdi, hayat verdiği otlağı, ağaçları, ormanları kuruttu, öldürdü. Bu ayetten müfessirler değişik manalar çıkarmışlar, bitkinin yeraltında başkalaşarak kömür, petrol vs. olduğunu söyleyenler vardır. Ancak bir önceki ayette sözü geçen hayat verilen bitkilerin kurutulması, ölümü manaları daha uygundur. Kusma ve kay etme manalarıyla ilgili olan Gusâ, lügat ve tefsirlerde açıklandığına göre, sel suyunun otlaklardaki otları, çöpleri birbirlerine katarak sürükleyip getirdiği ve derelerin etrafına fırlattığı ot, çöp, yaprak ve köpük kibi karışımlara denir.
6=ó¨¤ä m
5 Ï Ù¢ö¡¤Ô¢ä V
Ala,6- Sana (Kur an'ı)
okutacağız; sen hiç unutmayacaksın.
76ó¨1¤ íb ß ë
¤è v¤Ûa ¢á Ü¤È í ¢é £ã¡a 6¢é¨£ÜÛa
õ¬b (b ß ü¡a W
Ala,7- Artık Allah'ın
dilediği hariç, Şüphesiz Allah, açığı ve gizleneni bilir.
Bundan böyle sana okutacağız. Yani:
وَكَذلِكَ
اَوْحَيْنَا
اِلَيْكَ
رُوحًا مِنْ
اَمْرِنَا
مَا كُنْتَ
تَدْرى
مَاالْكِتَابُ
وَلَا
الْايمَانُ
وَلكِنْ
جَعَلْنَاهُ
نُورًا
نَهْدى بِه
مَنْ نَشَاءُ
مِنْ عِبَادِنَا
وَاِنَّكَ
لَتَهْدى اِلى
صِرَاطٍ
مُسْتَقيمٍ
“İşte böylece sana da
emrimizle Kur'an'ı vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz
onu kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nur
kıldık. Şüphesiz ki sen doğru bir yolu göstermektesin”[499] değerli
hitabıyla hatırlatıldığı üzere sen kitap nedir, okumak nedir, bilmezken bundan
böyle Cebrail vasıtasıyla sana okuyacağın bir kitap olan Kur’an’ı vahyederek
indirip belleteceğiz. Ve
unutmayacaksın. Ancak Allah dilerse başka. Çünkü o unutturmak isterse
unutturur. Yani böyle unutmamayı kesin olarak vaad edip haber vermek, Allah’ın
onu artık okutturmaya gücü yetmeyecek manasına gelmez. Onu hiçbirşey aciz
bırakamaz. Böyle kuvvetli bir hafıza gücü verdikten sonra o dilerse bu gücü
çeker alır. Fakat Allah’ın yardımıyla sen bundan böyle unutmayacaksın. Kuşkusuz ki o (Allah) açığı da bilir gizliyi
de. Her şeyden ve hallerinizden açık olanı da gizleneni de bilir. Yani
mahiyet itibarıyla insan kavrayışını ötesindeki her şeyi (gayb). Bunun anlamı
şudur; beşeri bilgi, ebediyyen yetersiz kalmaya mahkum olduğundan, insan, ilahi
vahyin yardımı olmaksızın hayatta izleyeceği yolu bulamaz.
Hz. Peygamber’e yöneliktir ve bu nedenle ona Kur’an’ın öğretilmesini ve “Allah’ın unutmasını diledikleri hariç”, ondan hiçbir şeyin unutturulmayacağını kastetmektedir. Bu istisna cümleciği o günden beri müfessirleri sıkıntıya sokmuştur. Çünkü Hz. Peygamber’e Kur’an’ı vahyeden Allah’ın Kur’an’ın herhangi bir kısmını ona unutturacağını düşünmek pek makul değildir. Bu nedenle, ilk dönemlerden günümüze kadar pek tatminkar olmayan bir çok açıklama getirilmiştir.
Ancak yukarıdaki pasajın, görünürde Hz. Muhammed’e hitab etmesine rağmen, genel olarak insan’a yönelik olduğunu ve daha önceki Kur’an vahyi ile –yani Alak suresinin ilk beş ayeti ve özellikle Allah’ın insana bilmediğini bellettiğini söyleyen 3-5. Ayetler ile- yakından bağlantı bulunduğunu kabul edersek, sözkonusu yorum zorluğu ortadan kalkmış olur.
Burada insanı yaratış amacına uygun olarak şekillendiren ve ona doğru yolu göstereceğini vaad eden Allah’ın, ona, insanlığın biriktireceği, kaydedeceği ve kollektif olarak ‘hatırlayacağı’ bilgi unsurlarını elde etme yeteneği vereceği (ve böylece, ona ‘öğreteceği’) bildirilmektedir. Ancak Allah’ın, insana, yeni tecrübeler edinme vasıtasıyla erişilebilen ileri becerileri de kapsayan daha geniş ve zengin bilgilerin yanısıra tümdengelimci veya spekülatif bilgi unsurlarına sahip olması sonucu ‘unutturabileceği’ (başka bir deyişle terk ettirebileceği) gereksiz ve yararsız hale gelen bilgiler bunu dışında kalır.
Ancak bir sonraki cümle, dış dünyayı gözlemleme ve spekülasyon yoluyla ulaşılan bütün bilgilerin, ne kadar gerekli ve değerli olsalar da, kesinlikle sınırlı bir geçerliliğe sahip olduklarını ve bu nedenle tek başlarına nihai gerçekliği bulmamıza yetmeyeceğini açıkça ortaya koymaktadır.
87ô¨¤¢î¤Ü¡Û
Ú¢¡£ î¢ã ë X
Ala,8- Ve seni en kolaya muvaffak kılacağız.
Ve seni kolay olana muvaffak kılacağız. Her hususta en kolay yola ve gayeye erdireceğiz. Bu başarılı olmayı sana kolaylıkla yapabileceğin bir haslet ve sende yerleşmiş bir melek yapacağız.
96ô¨¤×¡£Ûa
¡o È 1 ã ¤æ¡a ¤¡£× Ï Y
Ala,9- O halde eğer öğüt
fayda verirse öğüt ver.
10=ó¨'¤ í ¤å ß
¢ £× £ î QP
Ala,10- (Allah'tan) korkan öğütten yararlanacak.
11=ó¨Ô¤( üa b è¢j £ä v n í ë
QQ
Ala,11-Kötü kimse ise öğütten kaçınacaktır.
127ô¨¤j¢Ø¤Ûa b £äÛa ó ܤ í
ô© £Û a QR
Ala,12-O ki,en büyük ateşe girecektir.
136ó¨î¤z í ü ë b èî©Ï ¢pì¢à íü £á¢q QS
Ala,13-Sonra o, ateşte ne ölür ne de yaşar.
14=ó¨£× m ¤å ß | Ü¤Ï a
¤ Ó QT
Ala,14- Doğrusu feraha ermiştir temizlenen,
156ó¨£Ü Ï ©é¡£2 á¤a
× ë QU
Ala,15- Rabbinin adını anıp
O'na kulluk eden.
Onun için hatırlat. Oku unutma da hatırlat, onun içerdiği hükümleri ve bilgileri insanlara ulaştırıp öğreterek vaaz ve nasihat et, öğüt ver, düşündür. Eğer nasihat ve hatırlatma fayda verirse, ki herkes için olmasa bile muhakkak az çok faydası olur.
Tefsirciler demişlerdir ki: Rasulallah (as) mutlak olarak öğüt vermekle memur olduğundan bu şart, esas itibariyle bir kayıt için değil, vurgu ve bir dereceye kadar hafifletmek içindir. Vurgu ifade etmesi şundandır; Aslında fasih ve düzgün olan bir öğüt, muhataplar hakkında mutlaka bir fayda ifade eder. Muhatapların ondan faydalanmak isteyip istememeleri ise başka bir şeydir. O halde ‘öğüt bir fayda verirse’ demek, olması kesin olan bir şarta bağlamak manasında olur. Bu ise ‘öğüt ver, çünkü öğüdün bir faydası olduğu muhakkaktır’ demek gibi bir vurgu ifade eder.
Muhammed Esed bu ayeti şöyle anlamıştır; O halde [başkalarına hakikati] hatırlat, bu hatırlatma ister fayda veriyor görünsün ister görünmesin. Ve haşiyeye “bu çeviri Begavî’nin yorumuna ve Râzî’nin bu ifadeile ilgili alternatif yorumlarından birisine dayanmaktadır notu düşmüştür. Burada iki farklı yorum var gibi görünse de birinci yorum nihai durumda Esed’in yorumuna yaklaşmaktadır. Saygısı olan zikredecek, dinleyecek, öğüt alacak, düşünecektir. En bedbaht olan da ondan kaçınacaktır. O bedbaht ki, en büyük ateşe, yani ahirette ebedi olan Cehennem ateşine yaslanacaktır. Sonra da orada ne ölecek ne de hayat bulacaktır. Ölmez ki, dünya azabından kurtulduğu gibi kurtulsun, hayat yani zavk veren faydası olan bir hayat da bulamaz ki, çektiği azabı ona vesile sayaral sabredip dayansın. İşte öğüt almayanların hali budur. Doğrusu kurtuluşa ermiştir, kendini fenalıklardan kurtarıp murada erdi mutluluğa erdi, temizlenen, [bu dünyada] arınmayı başaran, öğüt dinleyen, ki böylesi Rabbinin adını anıp O’na ibadet edendir.
16b9 î¤ã¢£Ûa ñì¨î z¤Ûa æë¢¡q¤ªì¢m
¤3 2 QV
Ala,16- Fakat siz (ey
insanlar! ) dünya hayatını tercih ediyorsunuz.
Fakat siz ey gafil insanlar, o kurtuluşu her şeye tercih ederek temizlenmeye çalışacak yerde öyle yapmıyorsunuz da dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Onun süsünü, yemesini, içmesini, kadınlarını, lezzetlerini öne alıyor, bunlara öncelik tanıyor, bunlarla meşgul olmaktan ve o yolda mal harcayıp tüketmekten hoşlanıyorsunuz da ahiret esenlik ve mutluluğunu hazırlayan temiz ve güzel amelleri arkaya atıyorsunuz.
176ó¨Ô¤2 a ë ¥¤î ¢ñ ¡¨üa ë
QW
Ala,17- Oysa ahiret daha
hayırlı daha devamlıdır.
Oysa ahiret daha hayırlı ve devamlıdır. Dolayısıyla geçici olan dünya hayatı ne kadar zevkli olursa olsun, akıllı ve zeki olan insanların ahireti tercih ederek temizlenmeye ve kurtulmaya çalışmaları ve böyle olanlar için daima sonun önden hayırlı olacağını bilmeleri gerekir. Yoksa dünya hayatını tercih edenler için gün günden fena olmak ve sonu kötümserlikle beklenilenin elde edilememesinden duyulan acı içersinde karar kılmak zorunlu bir kural olur. Ahireti tercih ederek daima ilerisi için temizliğe ve iyiliğe bakışlarını diken ve o iman ile başının vergisini verip Rabbinin ismini anarak ona gitmek üzere namazını kılan, ibadetini yapan kimseler dünyada ne kadar sıkıntı ve ızdırap çekseler, sonuçta kötümser olmaz, ümitsizliğe düşmez, günden güne kurtuluş ve esenliğe doğru gitmeye ve mutlu sına ulaşmaya muvaffak olurlar. Onlar için gaye dünya hayatında kalmak değil, onun elemlerinden kurtulup Allah’ın rızasına kavuşmaktır.
18=ó¨Û@ë¢üa ¡Ñ¢z¢£Ûa ó¡1 Û a ¨ç £æ¡a
QX
Ala,18- Şüphesiz bu
(anlatılanlar), önceki kitaplarda, vardır.
Haberiniz olsun ki, bu öğüt yani ahiretin dünyadan daha hayırlı ve devamlı olduğu ilk sahifelerde vardır. Önceki peygamberlere verilmiş olan sahifelerde, kitaplarda zikredilmiş ve vaadedilmiştir. Özellikle:
19ó¨ì¢ß ë áî©ç¨¤2¡a ¡Ñ¢z¢ QY
Ala,19- İbrahim ve Musa'nın
kitaplarında.
İbrahim ve Musa’nın sahifelerinde. Bu iki isim geçmiş vahiylerin sadece birer örneği olarak verilmiş ve böylece insanoğlunun dini tecrübesinin devamlılığı ve bütün peygamberler tarafından tebliğ edilen temel hakikatlerin aynılığı gerçeği bir kez daha vurgulanmıştır. Lafzen, “bir kitabın yaprakları”nı veya “kağıt tomarları”nı gösteren suhuf ismi (tekili sahife) ismi, en geniş anlamıyla kitap kelimesiyle eşanlamlıdır.
9
¡3¤î £Ûa ¢ñ ì¢ Y
¡ágggggggggggî©y £Ûa
¡å¨à¤y £Ûa ¡é¨£ÜÛa ¡ágggggggggg¤¡2
9-el-LEYL
Bismillâhirrahmânirrahîm
Sebebi nüzulü - Cümhur, Hazreti Ebi Bekir (ra) şanında nâzil olduğunu söylemişlerdir. Bu İbni Mes'ud ve İbni Abbas ve başkalarından isnadı sahih ile rivayet olunmuştur. Süddî Ebu Dahdah’ı Ensari (ra) hakkında nâzil olduğunu söylemiştir, şöyle ki: Bir Münafığın evinde bir hurma ağacı vardı, ondan civarında bulunan yetimlerin evine bazı “meyve” düşerdi, o münafık gider onu onlardan alırdı. Resûlullah (as) ona onu o yetîmlere bırak, onun bedeline sana Cennette bir bahçe var buyurmuştu, o dinlemedi, bunun üzerine Ebu Dahdah onu bütün hasılatı ile satın aldı, ben bunu o yetîmlere hibe edeceğim dedi, Aleyhissalâtü vesselâm da yap buyurdu. Binaenaleyh onu hibe etti, bu Sûre nâzil oldu demiştir. Bazıları da =ó Ô¤m üa b è¢j £ä v¢î ë Ebu Bekir hakkında nâzil olduğu naklolunmuştur. Râzi Kaffal’den naklen demiştir ki, bu Sûre Hz. Ebu Bekir ve Müslümanlara infakı ve Ümeyye İbni Halef ve Müşriklerin ileri gelenleri hakkında nâzil oldu. Böyle olmakla beraber manaları umumidir. Evvelinde «6ó¨£n ' Û ¤á¢Ø î¤È » âhirinde «7ó¨£Ä Ü m a¦b ã ¤á¢Ø¢m¤ ¤ã b Ï » buyurulmuştur. Ümeyye İbni Halef yerine Ebu Süfyan İbni Harb diyenler de vardır.[500]
Leyl Suresinin Kelimeleri:
1=ó¨'¤Ì í a ¡a
¡3¤î £Ûa ë Q ¡3¤î £Ûa ë ve geceye a ¡a zaman =ó¨'¤Ì í bürüyüp örttüğü 2=ó¨£Ü v m
a ¡a ¡b è £äÛa ë R ¡b è £äÛa ë ve gündüze a ¡a zaman =ó¨£Ü v m ağardığı 3=ó¨r¤ã¢üa ë
× £Ûa Õ Ü b ß ë
S b ß ë ve öyle ki, Õ Ü yaratan × £Ûa erkeği =ó¨r¤ã¢üa ë ve dişiyi de 46ó¨£n ' Û
¤á¢Ø î¤È £æ¡a T £æ¡a muhakkak ¤á¢Ø î¤È sizin işleriniz 6ó¨£n ' Û başka başkadır 5=ó¨Ô £ma ë
ó¨,,À¤Ç a ¤å ß b £ß b Ï U b £ß b Ï her ¤å ß kim ó¨,,À¤Ç a verir =ó¨Ô £ma ë ve sakınırsa 6=ó¨ä¤¢z¤Ûb¡2
Ö £ ë V Ö £ ë tasdik ederse =ó¨ä¤¢z¤Ûb¡2 en güzeli 76ô¨¤¢î¤Ü¡Û ¢ê¢¡£ î¢ä Ï
W ¢ê¢¡£ î¢ä Ï onu hazırlarız 6ô¨¤¢î¤Ü¡Û en kolaya 8=ó¨ä¤Ì n¤a ë
3¡ 2 ¤å ß b £ß a ë X b £ß a ë ve her ¤å ß kim 3¡ 2 cimrilik eder =ó¨ä¤Ì n¤a ë ve müstağni sayar 9=ó¨ä¤¢z¤Ûb¡2
l £ × ë Y l £ × ë yalanlarsa =ó¨ä¤¢z¤Ûb¡2 güzeli de 106ô¨¤¢È¤Ü¡Û
¢ê¢¡£ î¢ä Ï QP ¢ê¢¡£ î¢ä Ï onu hazırlarız 6ô¨¤¢È¤Ü¡Û en zora 116ô¨£
m
a ¡a ¬¢é¢Ûb ß ¢é¤ä Ç ó©ä¤Ì¢í b ß ë QQ b ß ë vermez ó©ä¤Ì¢í hiç fayda ¢é¤ä Ç ona ¬¢é¢Ûb ß malı a ¡a zaman
6ô¨£
m düştüğü |
129ô¨¢è¤Ü Û
b ä¤î Ü Ç £æ¡a QR b ä¤î Ü Ç £æ¡a bize aittir 9ô¨¢è¤Ü Û doğru yolu göstermek 13ó¨Û@ë¢üa ë
ñ ¡¨5 Û b ä Û £æ¡a ë QS £æ¡a ë Şüphesiz b ä Û bizimdir ñ ¡¨5 Û ahiret de ó¨Û@ë¢üa ë ve dünya da 147ó¨£Ä Ü m
a¦b ã ¤á¢Ø¢m¤ ¤ã b Ï QT ¤á¢Ø¢m¤ ¤ã b Ï
sizi
uyardım a¦b ã ateşle 7ó¨£Ä Ü m alev alev yanan 15=ó Ô¤( üa ü¡a
¬b èî¨Ü¤ íü QU ¬b èî¨Ü¤ íü (ateşe) sallandırılmaz ü¡a ancak =ó Ô¤( üa kötü olanlar hariç 166ó¨£Û ì m ë
l £ × ô© £Û a QV ô© £Û a Öyle ki, l £ × yalanlayıp 6ó¨£Û ì m ë ve yüz çevirmiştir 17=ó Ô¤m üa
b è¢j £ä v¢î ë QW b è¢j £ä v¢î ë
ondan (ateşten) uzak tutulur =ó Ô¤m üa korunan 187ó¨£× n í
¢é Ûb ß ó©m¤ªì¢í ô© £Û a QX ô© £Û a o ki, ó©m¤ªì¢í verir ¢é Ûb ß malını 7ó¨£× n í temizlenir 19=ô¨¤v¢m §ò à¤È¡ã
¤å¡ß ¢ê ¤ä¡Ç § y ü b ß ë QY b ß ë yoktur § y ü hiçbir ¢ê ¤ä¡Ç Onun nezdinde §ò à¤È¡ã ¤å¡ß nimet =ô¨¤v¢m şükranla karşılanacak 207ó¨Ü¤Ç üa
¡é£¡2 ¡é¤u ë õ¬b Ì¡n¤2a ü¡a RP ü¡a ancak õ¬b Ì¡n¤2a aramak ¡é¤u ë rızasını ¡é£¡2 Rabbinin 7ó¨Ü¤Ç üa Yüce 21ó¨¤ í
Ò¤ì Û ë RQ Ò¤ì Û ë ve sonra
ó¨¤ í hoşnut olacaktır |
Leyl Suresinin Tefsiri:
Adını ilk ayetinde geçen “leyl” (gece) kelimesinden alan bu sure, ilk inen vahiylerdendir ve nüzul sırasında dokuzuncudur.
1=ó¨'¤Ì í
a ¡a ¡3¤î £Ûa ë Q
Leyl 1- (Karanlığı ile etrafı) bürüyüp örttüğü zaman geceye,
Geceye
yemin olsun, bürürken veya bürüyeceği zaman, düşün yeryüzünü karanlığa boğan
geceyi karanlığıyla Güneşi veya gündüzü veya örtebileceği her şeyi ile ufukları
ve hatta gam ve sıkıntıyı örten:
وَهُوَ
الَّذى
يَتَوَفّيكُمْ
بِالَّيْلِ وَيَعْلَمُ
مَا
جَرَحْتُمْ
بِالنَّهَارِ
ثُمَّ يَبْعَثُكُمْ
فيهِ
لِيُقْضى
اَجَلٌ
مُسَمًّى
ثُمَّ
اِلَيْهِ
مَرْجِعُكُمْ
ثُمَّ يُنَبِّئُكُمْ
بِمَا
كُنْتُمْ
تَعْمَلُونَ
“Geceleyin sizi öldüren (öldürür gibi uyutan), gündüzün de ne işlediğinizi bilen; sonra belirlenmiş ecel tamamlansın diye gündüzün sizi dirilten (uyandıran) O'dur. Sonra dönüşünüz yine O'nadır. Sonunda O, yaptıklarınızı size haber verecektir”[501] buyurulduğu üzere ölüm manasında olan uyku ve gafleti ile gözleri ve gönülleri, bütün şuur ve nefisleri sarıp bürüyen; kısacası insanı ayrılıktan birleştirmeye, çokluktan yalnızlığa, görünen alemden yokluğa götürmek üzere hücum eden zamanı. Burada Hz Muhammed’in peygamber olarak gönderildiği sırada dünyayı sarmış bulunan cahiliye devri haline ve geleceğe ait olmak üzere de can çekişme haline veya kıyamet koparken olacak korkunç hallere işaret vardır.
2=ó¨£Ü v m
a ¡a ¡b è £äÛa ë R
Leyl 2- Açılıp ağardığı vakit
gündüze,
Ortaya çıktığı zaman gündüze andolsun, [düşün aydınlığı yükselten gündüzü]. Burada hak güneşinin vahdetle aydınlanıp, İslam güneşinin ortaya çıkışına işaret vardır.
3=ó¨r¤ã¢üa ë
× £Ûa Õ Ü b ß ë
S
Leyl 3- Erkeği ve dişiyi
yaratana yemin ederim ki,
Ve erkeği ve dişiyi yaratan o büyük kudret sahibi yaratıcıya (andolsun), [erkeğin ve dişinin yaratılışını düşün] lafzen erkeği ve dişiyi yaratmış olanı (veya yaratanı) düşün, yani erkek ile dişi arasındaki farklılığı oluşturan unsurları. Bu, gece ve gündüz, aydınlık ile karanlık sembolizmi ile birlikte bütün tabiatta mevcut olan kutupluluğa ve dolayısıyla insanın hedeflerini ve saiklerini karakterize eden (sonraki ayette sözü edilecek olan) çift kutupluluğa bir işarettir.
46ó¨£n ' Û
¤á¢Ø î¤È £æ¡a T
Leyl 4- Sizin işleriniz başka
başkadır.
Kuşkusuz eylemleriniz birbirinden farklıdır. Gerçekte ey insanlar siz çok çeşitli hedefler (hem iyi hem kötü hedefler) peşindesiniz. Sizin çalışmalarınız birbirinden farklıdır, yani çalışmalarınız birbirini tutmaz şekilde dağınık, ayrı ve düzensizdir. Oysa hayat ve kurtuluş, birlik nizamı içinde yardımlaşma ve birleşmeye bağlıdır. Nitekim:
وَاعْتَصِمُوا
بِحَبْلِ
اللّهِ
جَميعًا وَلَا
تَفَرَّقُوا
وَاذْكُرُوا
نِعْمَتَ اللّهِ
عَلَيْكُمْ
اِذْكُنْتُمْ
اَعْدَاءً
فَاَلَّفَ
بَيْنَ
قُلُوبِكُمْ
فَاَصْبَحْتُمْ
بِنِعْمَتِه
اِخْوَانًا
وَكُنْتُمْ
عَلى شَفَا
حُفْرَةٍ
مِنَ
النَّارِ
فَاَنْقَذَكُمْ
مِنْهَا
كَذلِكَ
يُبَيِّنُ
اللّهُ
لَكُمْ ايَاتِه
لَعَلَّكُمْ
تَهْتَدُونَ
“Hep birlikte Allah'ın ipine (İslâm'a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişileridiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız”[502] buyurulmuştur.
5=ó¨Ô £ma ë
ó¨,,À¤Ç a ¤å ß b £ß b Ï U
6=ó¨ä¤¢z¤Ûb¡2
Ö £ ë V
76ô¨¤¢î¤Ü¡Û
¢ê¢¡£ î¢ä Ï W
Leyl 5- Artık kim verir ve sakınırsa,
Leyl 6- Ve en güzeli de tasdik ederse,
Leyl 7- Biz de onu en kolaya hazırlarız (onda başarılı kılarız).
Fakat her kim vermiş, malının hakkı olan vergisini vermiş, başkaları için harcamış, ve korunmuş, takva yolunu tutmuş, Allah’tan korkup itaat yolunu tutarak kendini dağınıklıktan, fenalıklardan, yasaklanmış şeylerden sakındırmış:
اَلَّذينَ
يَجْتَنِبُونَ
كَبَائِرَ
الْاِثْمِ
وَالْفَوَاحِشَ
اِلَّا اللَّمَمَ
اِنَّ
رَبَّكَ
وَاسِعُ
الْمَغْفِرَةِ
هُوَ
اَعْلَمُ
بِكُمْ اِذْ
اَنْشَاَكُمْ
مِنَ
الْاَرْضِ
وَاِذْ
اَنْتُمْ
اَجِنَّةٌ فى
بُطُونِ
اُمَّهَاتِكُمْ
فَلَا تُزَكُّوا
اَنْفُسَكُمْ
هُوَ
اَعْلَمُ
بِمَنِ
اتَّقى
“Ufak tefek kusurları dışında, büyük günahlardan ve edepsizliklerden kaçınanlara gelince, bil ki Rabbin, affı bol olandır. O, sizi daha topraktan yarattığı zaman ve siz annelerinizin karınlarında bulunduğunuz sırada (bile), sizi en iyi bilendir. Bunun için kendinizi temize çıkarmayın. Çünkü O, kötülükten sakınanı daha iyi bilir”[503] vasfını elde ederek muttaki olarak Allah’ın korumasına girmiş, ve en güzeli tasdik etmiş ise ve nihai güzelliğin/iyiliğin gerçekliğine (zamandan ve sosyal şartlardan bağımsız ahlaki değerlere ve dolayısıyla, “ahlaki vecibe” olarak tanımlanabilecek olanın mutlak geçerliliğine) inanırsa, hakikatte bir güzellik ve güzellerin en güzeli bulunduğuna inanmış, iyiyi-kötüyü, fazileti-rezilliği, fark etmiş ise, Allah’ı görüyor gibi sadakat ve samimiyetle güzellik yapanların sonunda güzel bir son ile sonraki hayatta cennet ve cemale erdirileceğine iman etmiş ise, biz onu en kolaya muvaffak kılacağız, onu başarıya (başarıya giden yola) ulaştıracağız, işte onun için nihai huzur ve rahatlığa giden (zihnin huzura ermesine ve ruhun sükunetine giden) yolu kolaylaştıracağız.
8=ó¨ä¤Ì n¤a ë
3¡ 2 ¤å ß b £ß a ë X
9=ó¨ä¤¢z¤Ûb¡2
l £ × ë Y
106ô¨¤¢È¤Ü¡Û ¢ê¢¡£ î¢ä Ï QP
Leyl 8- Kim cimrilik eder, kendini müstağni sayar,
Leyl 9- Ve en güzeli de yalanlarsa,
Leyl 10- Biz de onu en zora hazırlarız.
Kim
de cimrilik eder, malını kıskanıp da vermekten kaçınır, ve kendisini yeterli
görür, kendisini doyuma doyuma ermiş, en güzel sonucu bulmuş, ilerisi için
hiçbir ihtiyacı kalmamış, artık korunmaya muhtaç olmayan sanarak ahiret
nimetlerine ihtiyacı kalmadığını zannederse, Alak suresinde belirtildiği gibi
kendini yeterli görüp fütursuzca azarsa, ve en güzeli yalanlarsa, ve nihai
güzelliği/iyiliği yalan sayana gelince daha güzele ve en güzele inanmamış, cennet
nimetleriyle ihsan sahibi kimseleri bekleyen akıbetin daha güzel olacağı
hakikatine “yalan” demiş, kısacası gün günden daha kötüdür diyerek ihsanın,
korunmanın faydası yoktur diyerek sonuç hakkında kötümser olmuş ise, ona da en
zor olanı hazırlayacağız, onun için zorluğa ve sıkıntıya giden yolu
kolaylaştıracağız, onu zora ulaştıracağız kolayca.
116ô¨£
m a ¡a ¬¢é¢Ûb ß
¢é¤ä Ç ó©ä¤Ì¢í b ß ë QQ
129ô¨¢è¤Ü Û b ä¤î Ü Ç £æ¡a QR
Leyl 11- Düştüğü zaman da malı kendisine hiç fayda vermez.
Leyl 12- Doğru yolu göstermek bize aittir.
Çukura yuvarlandığı yahut helak olduğu, mezarına girdiği, zaman onu malı kurtaramayacaktır. Kıyıp veremeyerek biriktirdiği ve onunla zengin olmak, hiçbir şeye ihtiyaç hissetmemek istediği mal, onu kabre yuvarlanmaktan, helak olarak aşağıların aşağısına gitmekten kurtaracak değil, aksine azap ve zararını artıracaktır. Doğru yolu göstermek bize düşer, kurtuluşa götüren doğru yolu göstermek, hakkı ve doğruyu açıklamak, peygamber göndermek, kitap indirmek, kalplerinize iyiyi kötüyü ilham etmek Rab’lığa yakışan bir iştir. Allah’ın hidayeti olmayınca kendiliğinizden onu yapamazsınız, ona göre hidayeti kabul ettirip de hak ve hayır yoluna girmek de sizin dilemenize bırakılmış bir durumdur.
13ó¨Û@ë¢üa ë ñ ¡¨5 Û b ä Û
£æ¡a ë QS
Leyl 13- Şüphesiz ahiret de dünya da bizimdir.
Kuşku yok ki, son da bizimdir, ilk de, ve hem öteki dünya, hem de (hayatınızın) bu ilk bölümü (üzerindeki hakimiyet) bize aittir. (Bu ifade, insanın bu dünyadaki ve öteki dünyadaki hayatının, süregelen aynı olgunun iki safhasından ibaret olduğu gerçeğini vurgulamaktadır). Başta ve sonda mülk bizim tasarruf hakkı bizimdir. Karşı çıkacak ve karışacak başka malik yoktur. O halde ne ahirette, ne de dünyada Allah’tan başka hükmü ve isteği geçerli olacak bir başvuru yeri bulmanıza ve onun hidayetine ihtiyacımız yok deyip de kendinizi kurtarmanıza imkan yoktur. O ne derse öyle olacaktır. Hidayet onun hidayeti, asıl irade onun iradesi, hüküm onun hükmüdür. Onun iradesi, hidayeti, hükmü aksine hareket etmek isteyen arzularınız dilekleriniz, hükümleriniz hep sapıklıktır. Onun sizin dilemenize bırakarak gösterdiği hidayeti kabul etmeyip aksine gitmek istediğiniz takdirde zarar edecek olan o değil, ancak sizinizdir.
147ó¨£Ä Ü m a¦b ã
¤á¢Ø¢m¤ ¤ã b Ï QT
15=ó Ô¤( üa ü¡a ¬b èî¨Ü¤ íü QU
166ó¨£Û ì m ë l £ ×
ô© £Û a QV
Leyl 14- (Ey insanlar! ) Alev alev yanan bir ateşle sizi uyardım.
Leyl 15- O ateşe, ancak kötü olan girer.
Leyl 16- Öyle kötü ki, yalanlayıp ve yüz çevirmiştir.
İşte
size bir uyarı yaptım, bir ateş haber verdim ki, alevlendikçe alevlenir,
köpürdükçe köpürür, ona ancak en azılı, en bedbaht olan yaslanır, işte sizi
alevler saçan ateşe karşı uyarıyorum (öyle bir ateş ki) kimse girmez, en
onulmaz azgınlar dışında. O ki yalanlamış, hak hidayetine yalan demiş, ve yüz
çevirmiştir, doğruya yalan demiş iltifat etmemiştir ki, işte bu kafirdir. İlahi
takdire göre en mutsuz en bedbahttır.
17=ó Ô¤m üa b è¢j £ä v¢î ë
QW
187ó¨£× n í ¢é Ûb ß ó©m¤ªì¢í
ô© £Û a QX
19=ô¨¤v¢m §ò à¤È¡ã ¤å¡ß ¢ê ¤ä¡Ç
§ y ü b ß ë QY
207ó¨Ü¤Ç üa ¡é£¡2 ¡é¤u ë õ¬b Ì¡n¤2a
ü¡a RP
Leyl 17-En çok korunan ise ondan (ateşten) uzak tutulur.
Leyl 18-O ki ,Allah yolunda malını verir, temizlenir.
Leyl 19-Onun nezdinde hiçbir kimseye ait şükranla karşılanacak bir
nimet yoktur.
Leyl 20-O ancak Yüce Rabbinin rızasını aramak için verir.
O en takvalı olan, Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde olanlar, yani hem günahtan, hem küfürden korunan en muttaki ise, ateşten uzak kalacak. O en takvalı kişi ki malını verir, temizlenir. Yahut Allah katında temizlenip artmak üzere malını verir. Ve onda başka bir kimsenin nimeti yoktur ki karşılığı, mükafatı verilecek olsun. Yani hiç kimseye borçlu ve minnet altında kalmış değildir ki verirken ona karşılık olarak versin. Yahut herhangi bir kimseye verdiği vergiyi ondan bir karşılık, bir mükafat bekleyerek vermez. Ancak yüce Rabbinin rızasını aramak için verir, işin bu yönünü gözetir. Yanında dağıtılacak ödüller bulunan bir kişi için değil, sadece Yüce Rabbinin rızası için verir. (Karşılık beklenen nimet sahibi bir kişi için değil sadece...)
21ó¨¤ í Ò¤ì Û ë RQ
Leyl 21- Ve o (buna kavuşarak) hoşnut olacaktır.
Yemin olsun ki o muhakkak hoşnut olacaktır.
10
¡¤v 1¤Ûa ¢ñ ì¢ QP
¡ággggggggggggî©y £Ûa
¡å¨à¤y £Ûa ¡é¨£ÜÛa ¡ágggggggggggg¤¡2
10-el-FECR
Bismillâhirrahmânirrahîm
Mekki
bir suredir, 30 ayettir. Genel olarak üç ana konudan bahseder; Yüce Allah’ın,
dünya hayatında kulları hayır, şer, zenginlik ve fakirlik ile imtihan etmesi
hususundaki ilahi kanununun açıklanması, Ad, Semud, ve Firavun kavimleri gibi,
peygamberleri yalanlayan bazı milletlerin helaklarına sebeplerin açıklanması,
ve kıyamet sahnesi ile beraber, Hakka teslim olanlarla, olmayanlara ait
sahnelerin canlandırılması. Beşer kalbine iman, takva, uyanıklık ve düşünce
seslenişi getiren bir misyonu vardır. Bir takım şeylere yeminle başlayan sure,
klasik Mekke tarzıdır.
Fecr Suresinin Kelimeleri:
1=¡¤v 1¤Ûa ë
Q ë Andolsun =¡¤v 1¤Ûa Fecre 2=§¤' Ç
§4b î Û ë R §4b î Û ë ve geceye =§¤' Ç On 3=¡¤m ì¤Ûa ë
¡É¤1 £'Ûa ë S ¡É¤1 £'Ûa ë çifte =¡¤m ì¤Ûa ë ve teke 47¡¤ í
a ¡a ¡3¤î £Ûa ë T ¡3¤î £Ûa ë ve geceye a ¡a an 7¡¤ í örttüğü 56§¤v¡y ô©¡Û
¥á Ó Ù¡Û¨ ó©Ï ¤3 ç U Ù¡Û¨ ó©Ï ¤3 ç işte bu şekilde ¥á Ó yemin vardır ô©¡Û sahibi için 6§¤v¡y akıl 6:=§
b ȡ2
Ù¢£2 3 È Ï Ñ¤î ×
m ¤á Û a V ¤á Û a din mi? m Görme Ѥî × ne 3 È Ï yaptı Ù¢£2 Rabbin :=§
b È¡2 Âd kavmine 7:=¡
b à¡È¤Ûa
¡pa â ¡a W â ¡a İrem şehrine ¡pa sahibi olan :=¡
b à¡È¤Ûa direkler 8:=¡
5¡j¤Ûa ó¡Ï
b è¢Ü¤r¡ß ¤Õ ܤ¢í ¤á Û ó©n £Û a X ó©n £Û a öyle ki, ¤Õ ܤ¢í ¤á Û yaratılmamıştı b è¢Ü¤r¡ß onun benzeri :=¡
5¡j¤Ûa ó¡Ï ülkeler içinde 9:=¡
a ì¤Ûb¡2
¤ £Ûa aì¢2b u åí© £Ûa
ì¢à q ë Y
ì¢à q ë Semûd kavmi åí© £Ûa ki, aì¢2b u yontan ¤ £Ûa kayaları :=¡
a ì¤Ûb¡2 vadide 10:=¡
b m¤ë üa
ô¡ æ¤ì Ǥ¡Ï ë QP æ¤ì Ǥ¡Ï ë ve Firavun ô¡ sahibi :=¡
b m¤ë üa kazıklar (çadırlar,
ordular) 11:=¡
5¡j¤Ûa ó¡Ï
a¤ì Ì åí© £Û a QQ åí© £Û a ki, a¤ì Ì azgınlık ettiler ó¡Ï de :=¡
5¡j¤Ûa ülkelerin 12:=
b 1¤Ûa
b èî©Ï aë¢ r¤× b Ï QR aë¢ r¤× b Ï çoğalttılar b èî©Ï oralarda :=
b 1¤Ûa kötülüğü 13:=§la Ç
¤ì Ù¢£2 ¤á¡è¤î Ü Ç
£k Ï QS £k Ï yağdırdı ¤á¡è¤î Ü Ç üzerlerine Ù¢£2 Rabbin ¤ì kamçısı :=§la Ç azap 146¡
b ¤¡à¤Ûb¡j Û
Ù £2 £æ¡a QT £æ¡a çünkü Ù £2 Rabbin 6¡
b ¤¡à¤Ûb¡j Û
gözetlemededir ¢é ß ¤× b Ï
¢é¢£2 ¢éî¨Ü n¤2a b ß a ¡a ¢æb ¤ã¡üa
b £ß b Ï QU 156¡å ß ¤× a
󬩣2 ¢4ì¢Ô î Ï ¢é à £È ã ë b £ß b Ï var ya ¢æb ¤ã¡üa insan a ¡a zaman ¢éî¨Ü n¤2a b ß imtihan edip de ¢é¢£2 Rabbi ¢é ß ¤× b Ï ona ikramda bulunduğunda ¢é à £È ã ë ona nimet verdiğinde ¢4ì¢Ô î Ï der 󬩣2 Rabbim bana 6¡å ß ¤× a ikram etti ¢é Ó¤¡ ¡é¤î Ü Ç
Ô Ï ¢éî¨Ü n¤2a b ß
a ¡a ¬b £ß a ë QV 167¡å ãb ç a
󬩣2 ¢4ì¢Ô î Ï ¬b £ß a ë ve ne a ¡a zaman ¢éî¨Ü n¤2a b ß onu imtihan edip Ô Ï daralttığında ¡é¤î Ü Ç üzerine ¢é Ó¤¡ rızkını ¢4ì¢Ô î Ï der 󬩣2 Rabbim beni
7¡å ãb ç a önemsemedi |
17= áî©n î¤Ûa
æì¢ß¡¤Ø¢m ü ¤3 2 5 × QW 5 × hayır! ¤3 2 bilakis ü etmiyorsunuz æì¢ß¡¤Ø¢m ikram = áî©n î¤Ûa yetime 18=¡åî©Ø¤¡à¤Ûa
¡âb È ó¨Ü Ç æì¢£¬b z m ü ë
QX ü ë ve etmiyorsunuz æì¢£¬b z m teşvik ó¨Ü Ç üzerine ¡âb È yedirmeye =¡åî©Ø¤¡à¤Ûa yoksulu 19=b¦£à Û ¦5¤× a
ta ¢£nÛa æì¢Ü¢×¤b m ë QY æì¢Ü¢×¤b m ë yiyorsunuz ta ¢£nÛa mirası =b¦£à Û ¦5¤× a haram helâl demeden 206b¦£à u b¦£j¢y
4b à¤Ûa æì¢£j¡z¢m ë RP æì¢£j¡z¢m ë seviyorsunuz 4b à¤Ûa malı b¦£j¢y çok 6b¦£à u çok aşırı 21=b¦£×
b¦£×
¢¤ üa ¡o £×¢
a ¡a
¬5 × RQ ¬5 × hayır, hayır a ¡a zaman ¡o £×¢
döküldüğü ¢¤ üa yeryüzü b¦£×
parça =b¦£×
parça 227b¦£1
b¦£1 ¢Ù Ü à¤Ûa ë Ù¢£2
õ¬b u ë RR õ¬b u ë ve geldiği Ù¢£2 Rabbin(in emri) ¢Ù Ü à¤Ûa ë ve melekler b¦£1 saf 7b¦£1 saf dizildiği ¢ £× n í
§¡÷ ߤì í á £ä è v¡2
§¡÷ ߤì í õó¬©u ë RS 236ô¨¤×¡£Ûa
¢é Û ó¨£ã a ë ¢æb ¤ã¡üa õó¬©u ë ve getirilir §¡÷ ߤì í o gün á £ä è v¡2 cehennem §¡÷ ߤì í o gün ¢ £× n í
hatırlar ¢æb ¤ã¡üa insan ó¨£ã a ë ne faydası var ¢é Û onlara 6ô¨¤×¡£Ûa hatırlatmanın 247ó©mb î z¡Û
¢o¤ß £ Ó ó©ä n¤î Ûb í ¢4ì¢Ô í RT ¢4ì¢Ô í der ó©ä n¤î Ûb í keşke ¢o¤ß £ Ó yapıp gönderseydim 7ó©mb î z¡Û bu hayatım için 25=¥ y a
¬¢é 2a Ç ¢l¡£ È¢íü
§¡÷ ߤì î Ï RU §¡÷ ߤì î Ï o gün ¢l¡£ È¢íü azab edemez ¬¢é 2a Ç (Allah'ın) edeceği azabı =¥ y a hiç bir kimse 266¥ y a ¬¢é Ób q ë
¢Õ¡qì¢í ü ë RV ü ë vuramaz ¢Õ¡qì¢í vuracağı ¬¢é Ób q ë bağı 6¥ y a bir kimse 27>¢ò £ä¡÷ à¤À¢à¤Ûa
¢¤1 £äÛa b è¢n £í a ¬b í RW b è¢n £í a ¬b í Ey ¢¤1 £äÛa nefis >¢ò £ä¡÷ à¤À¢à¤Ûa itminane ermiş 287¦ò £î¡¤ ß
¦ò î¡a ¡Ù¡£2 ó¨Û¡a ó¬©È¡u¤¡a
RX ó¬©È¡u¤¡a dön ¡Ù¡£2 ó¨Û¡a Rabbine ¦ò î¡a hoşnut olarak 7¦ò £î¡¤ ß O da senden hoşnut 29=ô©
b j¡Ç ó©Ï
ó©Ü¢¤
b Ï RY ó©Ü¢¤
b Ï girin =ô©
b j¡Ç ó©Ï kullarım arasına 30ó©n £ä u ó©Ü¢¤
a ë
SP ó©Ü¢¤
a ë ve gir!
ó©n £ä u cennetime |
Fecr Suresinin Tefsiri:
1=¡¤v 1¤Ûa ë
Q
Bir başka şekliyle, “şafağı düşün” olarak da çevrilebilir. Yeminlerin mahiyetini, nedenini, daha önceki surelerde işlemiştik. Bu surede yemin edilen şeyler, dikkat çekilen olaylar alemdeki değişimleri gösteren, insanı karanlıktan aydınlığa, kederden sevince götüren ve bütün kainatı kapsayan bir hakimiyetin işaretini veren, Rabbi duyurup hissettiren zaman olaylarıdır. Fecir, bilindiği gibi gece karanlığının çatladığı, sabahın ilk beyazıdır. “Şafak sökmesi, tanyeri ağarması” olarak da ifade edilir. Fecir, cihanın karanlıktan aydınlığa geçmek üzere geçirdiği umutlu, mutluluk verici, değerli bir andır. Bu şekliyle insanın ruhi uyanışını, aydınlanmasını sembolize eder.
2=§¤' Ç
§4b î Û ë R
Buradaki on gecenin hangi on gece olduğu noktasında birçok rivayet vardır. Sayılı onlar olarak zilhiccenin ilk onu, ramazanın son onu ve muharremin aşure gününe kadar ki ilk onu zikredilmektedir. Başka herhangi bir on olma ihtimaline rağmen, her halde, maksat, sonunda fecir gibi neşe ve sevinç bulunan bir on gece olmalıdır. Onuncu sabahı Kurban Bayramı olan Zilhiccenin on gecesi olması da, Kadir Gecesini kapsamakla beraber sonunda Ramazan bayramına gelmesi itibariyle Ramazanın son on gecesi olması da uygundur.
Ya da çok özel olarak fecri, ruhi uyanışın sembolü olarak algıladığımızda, ‘on gece’nin hicretten önce 13. yılda, peygamberin (as) ilk vahiy aldığı ve insanlığın ruhi uyanışına vesile olmakla görevlendirildiği o ramazan ayının son on günü olarak anlaşılması mümkündür. Hangisi olursa olsun, yeminden çıkarılan temel anlam, dünyadaki değişimlerin üzerindeki Allah’ın hükmünü anlatmak üzere, neticesinde bir başarı ve neşeyle, rahatlama ve dolayısıyla bir bayrama erme durumu ortaya çıkan geçici, sıkıntılı ibadet ve gayret saatlerinin kıymetine ve bunları gaflet ve, isyan ile geçirenlerin sonsuz olarak uğrayacakları zarara dikkat çekmektir.
3=¡¤m ì¤Ûa ë
¡É¤1 £'Ûa ë S
Çift ve tek, Araplarca bütün eşyayı kapsar, çünkü eşya kesinlikle ya çift ya da tektir. Böylelikle, zaman değişimlerinin her şeye yayıldığına dikkatler çekilerek, her şeyin sona ereceği (tıpkı fecirle beraber, gecenin sona ermesi gibi) hatırlatılmış olur. Başka bir çeviriyle “çok olana ve tek olana” şekliyle ifade edilebilir ayet. Yaratıcının tekliği ve benzersizliğine karşılık, yaratılanların çokluğunu ifade eder. “Çift sayı” kavramı, aynı türden birden fazla unsurun varlığına işaret eder. Başka bir deyişle, karşıtı veya karşıtları olan ve bu nedenle başka şeylerle belirli bir ilişki içerisinde bulunan her şeyi kapsar. Buna karşılık, “vetr” terimi, tek veya bir olan şeyi kapsar, ve bu nedenle Allah’a verilen adlardan biri olarak kabul edilir. Çünkü ¥ y a a¦ì¢1¢× ¢é Û ¤å¢Ø í ¤á Û ë ‘hiçbir şey O’na denk tutulamaz.”[504]
47¡¤ í
a ¡a ¡3¤î £Ûa ë T
Geceden maksat, karanlık olabileceğinden, karanlığın yok olduğu, olmaya yüz tuttuğu an’a (fecir vaktine) işaret olduğu gibi, maksat gam ve elemle ilgili olabileceğinden, bu gam ve elemin (tebliğ sürecinin sure indiği zamanki aşamasına dikkat ediniz!) geçmek üzere bulunduğu ana işaret vardır. Ayrıca, insanın Allah’ın bilincine varması ile birlikte, “kendi yolunda akıp gitmeye”, -yani uzaklaşıp ortadan kalkmaya- mahkum olan ruhsal karanlığın teşkil ettiği geceye de ima vardır.
56§¤v¡y
ô©¡Û ¥á Ó Ù¡Û¨ ó©Ï ¤3 ç U
Fecr,5- “Bunda, bu yeminlerde
‘aklı kendisini kötülükten alıkoyacak bir aklı sahibi’ için büyük bir yemin
(sağlam bir kanıt) var, değil mi?”
Ayette “hicr” kelimesi geçmektedir, ‘men etmek, alı koymak’ demektir. Men etme, alı koyma özelliklerinden dolayı, burada kastedilenin ‘akıl’ olduğu söylenmiştir. Zira sahibini kötülükten men etmesi itibariyle akla ‘nuha’ denildiği gibi, münasebetsizlikten alıkoyması itibariyle de ‘hicr’ denir. Dolayısıyla, ‘zi hicr’, tam akıl sahibi demek olur. İşte sıralanan yeminlerde, hatırlatılan şeylerde tam akıl sahipleri için Allah’ın varlığının ve birliğinin ikna edici, çok sağlam delilleri ve kanıtların vardır. Ancak tam bir akıl sahibi, bizatihi bu olayların kendilerinde değil, bu olaylardan onların yaratıcısı olan ve bu değişiklikleri yapıp idare eden bir Rabb’in var olduğu neticesini çıkararak, en büyük yemin bunların yaratıcısına yeminde bulunur.
6:=§
b ȡ2
Ù¢£2 3 È Ï Ñ¤î ×
m ¤á Û a V
7:=¡
b à¡È¤Ûa
¡pa â ¡a W
8:=¡
5¡j¤Ûa
ó¡Ï b è¢Ü¤r¡ß ¤Õ ܤ¢í ¤á Û ó©n £Û a X
9:=¡
a ì¤Ûb¡2
¤ £Ûa aì¢2b u åí© £Ûa
ì¢à q ë Y
10:=¡
b m¤ë üa ô¡ æ¤ì Ǥ¡Ï ë
QP
Fecr,6-7-8-9-10-,“Görmez
misin, (bilmez misin) Rabb’in neler yaptı Ad’a? Çok sütunlu İrem’le, ki bütün o
topraklarda bir benzeri inşa edilmemişti? Ve vadide kayaları oymuş olan
Semud’a? Ve o kazıklar sahibi Firavun’a?”
Kuran’ın belli başlı metotlarından bir tanesi de, muhataplarına (kendilerinin de duymuş olduğu) geçmiş kavimlerin hikayelerini, konuyla alakalı oldukları taraflarıyla anlatarak,gerçeği göstermeye çalışmaktır. Rivayetlere göre, o dönem toplumunun bahsi geçen kavimler hakkında az ya da çok bilgileri vardı. Ad’ın, İrem’in, Semud’un tam olarak nerede ve ne olduklarına dair (şehir mi, ülke mi, topluluk mu?) bir çok rivayet ve tartışma vardır. Ama ayetin anlaşılması, mesajın alınması açısından bunun o kadar önemi yoktur. Kuran tarihsel detaylardan,zaman,mekan ve şahıstan ziyade karakter, neden ve sonuçlar üzerinde durarak,dikkatleri dağıtmadan meselenin özüyle ilgilenmiştir. O zamanki muhatapların (ve tabi bizlerin de) haşyetle andığı, takdir ettiği ve güçlü gördüğü kavimlerin akıbetini haber verip hemen nedenlerini sıralamıştır.
Hz. Hud’un da mensup olduğu Ad kavmi, Ahkaf adıyla bilinen ve Umman ile Hadramevt arasında yer alan geniş çöl bölgesinde yaşamış ve büyük nüfuz ve iktidarıyla tanınmış bir kavimdir. Bu kavim, İslam’ın zuhurundan asırlarca önce tarih sahnesinden çekilmişti, ama hatırası ve izleri Arap geleneğinde her zaman canlı kalmıştı. İrem’in, Semud’un kalıntıları Mekke’lilerin ticaret kervanı yolu üzerindeydi. 9. Ayetteki “vadi” Medine’nin kuzeyinde, Arabistan’dan Suriye’ye giden eski kervan yolu üzerinde bulunan vadi’l kurra’dır. İrem, bir çok rivayetin yanı sıra, bu gün Ahkaf çölünün kumları ile örtülmüş bulunan Ad kavminin efsanevi baş kentinin ismi olarak bilinmektedir. ‘Kazıklar sahibi’ olmak, klasik Arapça’da eski bir bedevi terimidir. Deyimsel olarak ‘güçlü bir otorite’ yahut “sarsılmaz, yıkılmaz bir güç’ten mecaz olarak kullanılmaktaydı. Bir bedevi çadırını ayakta tutan kazıkların sayısı, çadırın boyutuna, genişliğine bağlıydı. Bu boyut da, her zaman çadır sahibinin statüsüne ve gücüne göre değişmekteydi. Böylece, güçlü bir kabile reisi için çoğu zaman “sayısız direkler üstünde duran çadırın sahibi” tanımlaması yapılırdı.
11:=¡
5¡j¤Ûa ó¡Ï a¤ì Ì
åí© £Û a QQ
12:=
b 1¤Ûa b èî©Ï
aë¢ r¤× b Ï QR
13:=§la Ç Â¤ì Ù¢£2
¤á¡è¤î Ü Ç £k Ï QS
146¡
b ¤¡à¤Ûb¡j Û
Ù £2 £æ¡a QT
Fecr,11-12-13-14- “Onlar ki,
o beldelerde taşkınlık etmişlerdi de oralarda içten ve dıştan fesadı
çoğaltmışlardı. Rabb’in de üzerlerine bir azap kamçısı geçirdi. Kuşkusuz
Rabb’in her an gözetleyip durmaktadır.”
Güçlerinden o kadar dem vurulduktan sonra kaçınılmaz akıbetlerinin nedeni açıklanmaktadır bu ayetlerde. Tuğyan etmişlerdi, hak ve adalet sınırlarını aşmışlar, büyük bir yozlaşmaya ve çürümeye neden olmuşlardı. Zulüm, israf, zevk ve eğlenceye aşırı düşkünlükle Rabb’i unutmuş, fesat çıkarmış, düzeni (ilahi dengeyi), ahlakı ve fikri yozlaştırmışlardır. Her şeyi gören, her şeyi bilen ve her şeyi kontrol eden Allah, hiçbir şeyin kendisinden, ilminden, görmesinden kaçamadığı Allah, her şeye, göğüslerde gizli olana bile şahit olan Allah, azabını gönderdi üzerlerine, sonsuz gücüyle helak etti, cezalandırdı. Onun için yeryüzünde fitne çıkaranlar, tağutluk taslayanlar, fesat yapıp bozgunculuk eğleyenler, azgınlık, taşkınlık yapanlar Allah’ın azabından kaçıp kurtulacaklarını sanmasınlar.
156¡å ß ¤× a
󬩣2 ¢4ì¢Ô î Ï ¢é à £È ã ë
¢é ß ¤× b Ï ¢é¢£2 ¢éî¨Ü n¤2a
b ß a ¡a ¢æb ¤ã¡üa b £ß b Ï QU
167¡å ãb ç a 󬩣2 ¢4ì¢Ô î Ï
¢é Ó¤¡ ¡é¤î Ü Ç
Ô Ï ¢éî¨Ü n¤2a b ß a ¡a
¬b £ß a ë QV
Fecr, 15-16-“İnsana gelince
(fakat o insan), ne zaman Rabb’in onu cömertliğiyle, ve hoşnut olacağı bir
hayat bağışlamakla imtihan etse, Rabb’im bana ikram etti, der. Ve ama, her ne
zaman geçim vasıtalarını daraltarak onu imtihan ederse, Rabb’im beni küçük
düşürdü, der.”
“ b £ß b Ï Fe emma...” edatı ile başlayan 15. Ayet, 5. Ayetteki “hakikatin sağlam kanıtı”na atıf ile açıkça bağlantılıdır. İnsanın yalnız bu dünya ile ve ona en yakın/somut faydalar vaat eden şeyler ile ilgili olup kural olarak öteki dünyayı düşünmediğine işaret vardır. İnsana bu dünyada yapılan iyilik, cömertlik, verilen nimet ve bolluk mutlak ikram ve nimetlendirme olmamasına rağmen, imtihan etmek ve yükümlü tutmak hikmetiyle kayıtlı bir ikram olmasına rağmen, insan, bu ikram olunmanın imtihan iç,in olduğunu, hesap ve sorumluluğu beraberinde getirdiğini düşünmez de, şartsız, mutlak suretle ya da hak ettiği için ikramda bulunulmuş gibi haz duyar, sevinir.
Bu yüzden büyük felaketlere düşebileceğini ve asıl ikramın ahirette olduğunu düşünmez, sonuç olarak sorumluluğu hesaba katmadan zevk, eğlence, taşkınlık ve fesada dalar, nankörlük yapıp hüsrana uğrar. Tıpkı, nimetini kısmakla, sabrını ölçmekle imtihan edildiğinde olduğu gibi. Bu durumda da, rızkın darlığının hesapta hafifliğini, ahirette ecir ve sevabın büyüklüğünü ve dolayısıyla aslında bunun başkaca bir ikram ve koruma olduğunu düşünmez, düşüncesizlik ve sabırsızlık gösterir de “Rabb’in beni horladı” der, bunu ilahi adaletsizlik olarak görür de Allah’ı inkara kadar sürüklenir. Rızk’ına az da olsa şükretmesini bilmez, gücenir, kızar.
17= áî©n î¤Ûa æì¢ß¡¤Ø¢m ü ¤3 2 5 ×
QW
18=¡åî©Ø¤¡à¤Ûa ¡âb È ó¨Ü Ç
æì¢£¬b z m ü ë QX
19=b¦£à Û ¦5¤× a ta ¢£nÛa
æì¢Ü¢×¤b m ë QY
206b¦£à u b¦£j¢y 4b à¤Ûa æì¢£j¡z¢m ë
RP
Fecr,17-18-19-20- “Hayır,
hayır, siz yetime karşı cömert değilsiniz. Muhtaçları doyurmaya birbirinizi
teşvik etmiyorsunuz, (başkalarının) mirasını açgözlülükle yiyip bitiriyorsunuz
ve sınırsız bir sevgiyle malı-mülkü seviyorsunuz.”
Ey insanlar, Rabb’inizden o kadar bol ikram beklerken, siz bütün yaptıklarınızı ve yapmadıklarınızı bir düşünün bakalım. O’ndan daha fazla ikram beklerken, ikram edilenlerden yetimlere, muhtaçlara ikram etmiyorsunuz, yardımlaşmaya, karın doyurmaya, başkalarına da vermeye yanaşmıyor, buna karşı bir istek duymuyor ve birbirinizi bu konuda teşvik etmiyorsunuz. Bu hususta yarışmanız gerekirken, aksine bundan kaçıyor ve hatta başkalarının (zayıfların) mirasına el koyuyor, yiyorsunuz. Hem de büyük bir oburluk ve düşüncesizlik ve aç gözlülükle. Buradaki “Lemm” kelimesi, iyisine, kötüsüne bakmadan toplamak, yığmak manasınadır. Helaline, haramına bakmadan, hak hukuk gözetmeden, hırs ve iştahla yemektir. Sınırsız bir sevgiyle o kadar çok seviyorsunuz ki malı, ne hesap vereceğiniz geliyor aklınıza, ne de Rabb’iniz.
21=b¦£×
b¦£×
¢¤ üa
¡o £×¢
a ¡a ¬5 × RQ
227b¦£1 b¦£1 ¢Ù Ü à¤Ûa ë
Ù¢£2 õ¬b u ë RR
236ô¨¤×¡£Ûa ¢é Û ó¨£ã a ë ¢æb ¤ã¡üa
¢ £× n í §¡÷ ߤì í
á £ä è v¡2 §¡÷ ߤì í õó¬©u ë
RS
247ó©mb î z¡Û ¢o¤ß £ Ó
ó©ä n¤î Ûb í ¢4ì¢Ô í RT
Fecr, 21-22-23-24-“Hayır,
hayır (peki), arz çarpılıp yıkıldığında ve Rabb’in (in haşmeti) ortaya
çıktığında, ve melekler saf saf olduklarında ( ne yapacaksınız?). işte o gün
cehennem getirilip konacak; o gün insan hatırlar (anlar), ama bu hatırlamanın
ne faydası olacak ona? O “ah, keşke hayatım için önceden bir hazırlık
yapsaydım” der.”
Malınıza, makamınıza o kadar değer veriyor, onları muhafaza etmek için kendinizden geçiyorsunuz, değerlerinizden, dininizden, şahsiyetinizden, prensiplerinizden vazgeçiyorsunuz, ama, o gün ne yapacaksınız bakalım? Geleceğini sanmadığınız, ya da unuttuğunuz, unutmak istediğiniz, bilmezden geldiğiniz o gün gelince, kıyamet günü, hesap günü ne yapacaksınız? Ne o, o kadar sevdiğiniz, yığdığınız maldan, ne de yükseldiğiniz makamdan size fayda vardır. Ancak, Rabb’inin haşmeti, haşyeti, azabı, meleklerin laneti ve cehennem vardır, ve de geç kalmış bir anlama, hakikati anlama ve hatırlama, neticesinde pişmanlık. “Keşke bu hayatım, için hazırlık yapsaydım”, ama çok geç.
25=¥ y a ¬¢é 2a Ç
¢l¡£ È¢íü §¡÷ ߤì î Ï RU
266¥ y a ¬¢é Ób q ë ¢Õ¡qì¢í ü ë
RV
Fecr, 25-26-“Kısacası, o gün,
Allah’ın ettiği azabı kimse edemez, ve hiç kimse onun gibi bağlarla bağlayamaz.”
Burada, kıyametteki azabın büyüklüğü vurgulanmaktadır. Razi, buradaki bağları şöyle anladığını söyler: “Ağır prangalar, ruhun önceki maddi ilgilerine ve bedeni zevklerine mahkumiyetinin devam etmesinin bir sembolüdür. Bunların gerçekleşmesinin imkansız olduğu o gün, bu prangalar ve zincirle (yeniden dirilen) insan nefsini yücelik ve safiyet katına çıkmaktan alı koyar. Ardında bu ruhi prangalar ‘ateşlere’ sebep olur, çünkü kişinin karşı konulmaz bir beden zevkine ihtiyaç duyması ve buna ulaşmanın imkansızlığı bir araya gelince şiddetli bir yanma, acı çekme durumu söz konusu olur.” Ayrıca bu bağların, kişiyi layık olduğu azaba bağlayan, o azaptan kaçmasını imkansızlaştırıcı bağlar olarak anlaşılması da mümkündür.
27>¢ò £ä¡÷ à¤À¢à¤Ûa ¢¤1 £äÛa b è¢n £í a
¬b í RW
287¦ò £î¡¤ ß ¦ò î¡a
¡Ù¡£2 ó¨Û¡a ó¬©È¡u¤¡a RX
29=ô©
b j¡Ç ó©Ï ó©Ü¢¤
b Ï RY
30ó©n £ä u ó©Ü¢¤
a ë SP
Fecr, 27-28-29-30-“Ey huzura
ermiş (mutmain) nefis! Dön Rabb’ine, hem razı olmuş, hem de razı olunmuş
olarak. Gir öyleyse benim kullarımın içine, gir cennetime.”
Nankör
insanın kıyametteki sahnesinden sonra, teslim olanın sahnesi canlandırılıyor bu
ayetlerde. Ey dürüst, erdemli kulum, kalp huzurunu, iman ve ihlas ile Rabb’ine
hayır takdim etmede bulmuş olan, huzura ermiş insan, insan nefsi. Hak etmiş,
mükafatlandırılmış, razı olmuş ve olunmuş olarak cennetime gir. Burada, Allah
(cc)’ın, mutmain kullarını razı olma makamına, kendinden razı olma makamına
çıkardığına dikkat edersek, olmuş insanla olmamış insanın farkını, gerçekten
insan olabilmişle, esfel-i safiline inmiş olanın farkını daha iyi anlarız.
Allah bizim nefsimizi de mutmain mertebesine eriştirir inşallah.
11
ó¨z¢£Ûa ¢ñ ì¢ QQ
¡ággggggggggggî©y £Ûa
¡å¨à¤y £Ûa ¡é¨£ÜÛa ¡ággggggggggg¤¡2
11-ed-DUHÂ
Sebebi nüzulü - Bir kaç gün vahyin kesilmesi ile Resûlullahın bir sıkılması olmuştur ki, bu konuda muhtelif rivayetler vardır: Tirmizîde Esved İbni Kays’den Cündeb İbni Büceli (ra)’den: Dedi ki: Hz. Peygamber (as) ile bir garda idim, parmağı kanadı, bundan dolayı Peygamber (as):
«¡oî©Ô Û b ß ¡é¨£ÜÛa 3î©j ó©Ï ë ¡oî©ß ¥É j¤¡«a ü¡«a ¡o¤ã ªa ¤3 ç = Sen ancak bir parmaksın ki kanadın, Allah yolundadır bütün de çattığın» dedi.
Cebrail aleyhisselâm da
betaet etti, müşrikler, Muhammed bırakıldı dediler, bunun üzerine Allah Teâlâ «6ó¨Ü Ó b ß ë Ù¢£2
Ù Ç £
ë b ß » yi indirdi. Bu hadîs
hasendir, sahihtir.
Buharî’de: Esved İbni Kays demiştir ki: Cündeb İbni Süfyan (ra)’dan işittim şöyle dedi: Resûlullah (as) rahatsızlandı, iki üç gece kalkmadı, bir kadın geldi, ya Muhammed! Ben umarım ki Şeytanın seni bırakmış olsun, görüyorum ki iki üç gecedir sana yaklaşmadı dedi, bunun üzerine Allah Azze ve Celle; «6ó¨Ü Ó b ß ë Ù¢£2 Ù Ç £ ë b ß =ó¨v a ¡a ¡3¤î £Ûa ë =ó¨z¢£Ûa ë » yı indirdi. İbni Ebî Hâtim de Cündebi Bücelî’den: Demiştir ki: Resûlullahın parmağına bir taş atılmıştı « oî¡Ô Û b ß ¡é¨£ÜÛa ¡3î¡j ó¡Ï ë o¤î ß ¥É j¤¡a ü¡a o¤ã a b ß » dedi. Sonra iki üç gece kaldı, kalkmadı, bir kadın ona: Şeytanını görmüyorum her halde seni terk etmiş dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ «6ó¨Ü Ó b ß ë Ù¢£2 Ù Ç £ ë b ß =ó¨v a ¡a ¡3¤î £Ûa ë =ó¨z¢£Ûa ë » yı indirdi.
Hâkim: Zeyd ibni Erkam (ra)’den: Demiştir ki: «Ûa §k è Û ó©2 a ¬a í ¤o £j m » nâzil olunca Ebu Leheb’in karısı Ümm-ü Cemîle, Muhammed (as) seni hiciv etti denildi, bunun üzerine kadın Aleyhissalâtü vesselâma geldi, Aleyhissalâtü vesselâm bir kalabalıkta oturuyordu, ya Muhammed! Beni neye hiciv ettin; dedi, vallahi seni ben hiciv etmedim, seni Allah Teâlâ hiciv etti buyurdu, kadın hiç sen beni odun yüklenirken, yâhut boynumda bükülmüş iple gördün mü? Dedi gitti, Resûlullah bekledi, vahy inmiyordu, derken o kadın geldi, sahibini görmüyorum.
Her halde sana vedâ etmiş, darılmış «ó¨Ü Ó ë Ù Ç £ ë ¤ Ó ü¡a Ù j¡yb ô¨ ªa b ß » dedi, Allah Teâlâ da onu inzal buyurdu. Anlaşılıyor ki bu Sûre «¤o £j m » den sonra nâzil olmuş ve o sözü söyleyen kadın da Ebu Leheb’in karısı Ümm-ü Cemîl imiş. Taş atılıp mübarek parmağının kanaması hâdisesi taife gidişte olduğuna göre demek ki o zaman Cündebi Bücelî Hazretleriyle birlikte bir mağaraya girmişlerdi.
Vahyin gecikmesinin sebebi hakkında da bir kaç rivayet vardır: Müfessirînden bir kısmı sûre-i «Ñè× » in sebebi nüzûlünde geçtiği üzere sorulan sûale karşı yarın haber veririm diyip de istisna yapmamış inşallah dememiş olması idi demişler, bir de denilmiş ki: Hz. Osman (ra) Aleyhissalâtü vesselâma bir üzüm veya hurma salkımı takdim etmiş idi, bir dilenci geldi, Resûlullah onu ona verdi, sonra Hz. Osman ondan bir dirheme satın aldı yine takdim eyledi, dilenci yine geldi, yine verdi, üçüncüsünde latîfe ederek sen dilenci misin yoksa tüccar mısın? Ya Fülan! Buyurdu, onun üzerine vahiy günlerce gecikti, Resûlullah ondan sıkıldı, sonra bu nâzil oldu. Demek ki, o söylenenler de bu arada söylendi.
İbni Ebî Şeybe Müsnedinde ve Taberânî ve İbni Merduye Havle hadîsiyle rivayet eylemişlerdir: Havle (ra) Resûlullahe hizmet ederdi, demiştir ki: Bir köpek yavrusu Resûlullahın sediri altına girmiş, ölmüş haberimiz olmamış, Resûlullah dört gün durdu vahiy inmiyordu. Ya Havle, dedi Resûlullahın odasında ne oldu ki bana Cibril gelmiyor? Ben de ya Nebiyyallah, o günden beri de bize hayırlı bir gün gelmedi dedim. Cübbesini aldı, giydi ve çıktı, ben gönlümde, odayı süpürsem hazırlasam! Dedim, hemen süpürgeyi sedirin altına saldım, ağır bir şeye rastladım, bırakmadım, ölü bir köpek yavrusu karşıma çıktı, onu elime aldım, evin arkasına attım, derken Peygamber (as) geldi, mübarek sakalı titriyordu, vahiy nâzil olduğu vakit onu bir titreme alırdı, ya Havle, beni ört buyurdu, Allah Teâlâ «=ó¨z¢£Ûa ë » nâzil olmuştu.
Yine Rivayetlere göre, Fecir Suresinden sonra, bir süre Hz. Peygamber vahiy almadı ve Mekke'deki düşmanları bu olayı kullanarak 'Rabbin seni unuttu, sana darılmış' gibi söylentiler çıkarmaya, laflar etmeye başladılar. Bunun üzerine Allah Teala, muhtevası, üslubu, tabloları, duygu ve temasıyla bir sevgi demeti, dostluk belirtisi olan, ümit bağışlayan, huzur, güven ve rahatlık bahşeden bu sureyi indirdi. İlk bakışta Muhammed (as)'a sesleniyor gibi görünen bu surenin aslında daha geniş bir muhtevaya sahip olduğunu söyleyebiliriz: Bu sure, iyi ve suçsuz insanları müthiş şekilde etkileyen ve hatta zaman zaman Allah'ın aşkın adaletini bile sorgulamalarına yol açan üzüntülere ve sıkıntılara maruz kalmış bütün mümin erkek ve kadınları ilgilendirmekte ve onları teselli etmeyi amaçlamaktadır. 11 ayettir, açık biçimde Mekki bir suredir.
Duha Suresinin Kelimeleri:
1=ó¨z¢£Ûa ë
Q ë Andolsun =ó¨z¢£Ûa kuşluk vaktine 2=ó¨v a ¡a
¡3¤î £Ûa ë R ¡3¤î £Ûa ë ve geceye a ¡a zaman =ó¨v sükûna erdiği 36ó¨Ü Ó b ß ë
Ù¢£2 Ù Ç £
ë b ß S b ß etmedi Ù Ç £
ë sana veda Ù¢£2 senin Rabbin b ß ë 6ó¨Ü Ó ve küsmedi 46ó¨Û@ë¢üa å¡ß
Ù Û ¥¤î ¢ñ ¡¨5 Û ë T ¢ñ ¡¨5 Û ë ve ahiret ¥¤î hayırlıdır Ù Û senin için å¡ß den, dan 6ó¨Û@ë¢üa önceki, dünya 56ó¨¤ n Ï
Ù¢£2 Ùî©À¤È¢í Ò¤ì Û ë U Ò¤ì Û ë ve sonra Ùî©À¤È¢í sana verecek Ù¢£2 senin Rabbin 6ó¨¤ n Ï hoşnut olacaksın 6:ô¨ë¨b Ï b¦àî©n í
Ú¤¡v í ¤á Û a V ¤á Û a madı mı? |
Ú¤¡v í seni bulup b¦àî©n í yetim olarak :ô¨ë¨b Ï barındırma 7:ô¨ è Ï
¦ü¬b Ú u ë ë W Ú u ë ë ve bulup da ¦ü¬b şaşırmış :ô¨ è Ï yol göstermedi mi? 86ó¨ä¤Ë b Ï
¦5¡ö¬b Ç Ú u ë ë X Ú u ë ë ve seni bulup da ¦5¡ö¬b Ç fakir olarak 6ó¨ä¤Ë b Ï zengin etmedi mi? 96¤ è¤Ô m
5 Ï áî©n î¤Ûa b £ß b Ï Y b £ß b Ï öyleyse áî©n î¤Ûa yetimi 5 Ï 6¤ è¤Ô m sakın ezme 106¤ è¤ä m
5 Ï 3¡ö¬b £Ûa b £ß a ë QP b £ß a ë ve öyleyse 3¡ö¬b £Ûa isteyeni de 6¤ è¤ä m 5 Ï sakın azarlama 11¤t£¡ z Ï
Ù¡£2 ¡ò à¤È¡ä¡2 b £ß a ë QQ b £ß a ë ve işte böyle ¡ò à¤È¡ä¡2 nimetini Ù¡£2 Rabbinin ¤t£¡ z Ï (minnetle) an |
Duha Suresinin Tefsiri:
1=ó¨z¢£Ûa ë Q
2=ó¨v a ¡a ¡3¤î £Ûa ë
R
Duha,1-2- Andolsun o kuşluk
vaktine ve sükuna erdiğinde karanlık geceye.
Kuşluk vakti, güneşin parlayıp yükselmeye başladığı, gündüzün gençlik vaktidir. 'Aydınlık sabah' şekliyle tabir edebileceğimiz kuşluk vakti, insan hayatında az sayıdaki ve geniş aralıklı mutluluk dönemlerini sembolize ederken, 'durgun ve karanlık gece', kural olarak insanın bu dünyadaki varoluşunu kuşatan üzüntü ve sıkıntı dönemlerini sembolize etmekte ve dikkat edilirse daha uzun bir zaman dilimini kapsamaktadır.
§6 j × ó©Ï
æb ¤ã¡üa b ä¤Ô Ü ¤ Ô Û
"Gerçek şu ki, Biz
insanı acı, sıkıntı ve imtihan ile yüklü bir hayata gönderdik."[505]
Ayrıca;
هُوَ
الَّذى
جَعَلَ
لَكُمُ
الَّيْلَ
لِتَسْكُنُوا
فيهِ
وَالنَّهَارَ
مُبْصِرًا
اِنَّ فى
ذلِكَ
لَايَاتٍ
لِقَوْمٍ
يَسْمَعُونَ
“O (Allah), geceyi içinde dinlenesiniz diye sizin için yaratan, (çalışıp kazanmanız için de) gündüzü aydınlık kılandır. Şüphesiz bunda dinleyen bir toplum için ibretler vardır”[506] ayeti manasınca bilhassa sakinlik ve sessizlik zamanı hatırlatılmış olabilir ki, bu suretle, 'gece', hayatta başa gelen olaylarda, elem, sıkıntı , ölüm ve benzer zorluklara işaret ederek, huzuru, sükuneti tavsiye etmekte ve 'duha' ile acının sevince, elemin neşeye döndüğü o zamanı duyurmaktadır.
36ó¨Ü Ó
b ß ë Ù¢£2 Ù Ç £
ë
b ß S
Duha,3-Rabb'in seni ne unuttu, ne de sana darıldı.
Müşrikler, azabın Allah tarafından Muhammed (as)'a verildiğini, O'nu kızdırdığını iddia ediyor, şeytanının onu terk ettiğini iddia ediyorlardı. Buna cevap olarak bu ayetlerden itibaren Allah (cc) verdiği ve vereceği nimetlerini sıralıyor:
46ó¨Û@ë¢üa
å¡ß Ù Û ¥¤î ¢ñ ¡¨5 Û ë
T
Duha,4-Ve herhalde senin için son(rası) önce(sin)den mutlaka daha
hayırlıdır.
Burada kullanılan 'evvel' ve 'ahir' kelimelerinin müennesi olan 'ula' ve 'ahiret', dünya ve ahiret manalarına kullanılmakla beraber, daha genel olarak önce ve sonra manalarında kullanılır. Meallerdeki "gerçekten senin için ahiret dünyadan daha hayırlıdır" (diyanet) şeklindeki çeviri tercihlerden bir tercihtir. Bunu göz önünde bulundurarak, ayeti değerlendirecek olursak, bulunduğun her halin sonu, mesela hayatın başlangıcına nazaran peygamberlik hayatı, peygamberliğin başlangıcında vahyin gelişine nazaran kesilişi hali, kesilişine nazaran tekrar başlama hali, risaletinin başı sonundan ve bütün dünya hayatına karşılık ahiret hayatı senin için daima daha hayırlı olmuştur, olacaktır.
Sen teslim oldukça hep böyle hayırdan hayıra yükselip gideceksin. Şurası dikkatlerden kaçmamalı ki, Efendimiz yaşadıkça, hayatının ileriki aşamalarına gittikçe acıları, sorunları, sorumlulukları azalmak yerine artmış ama yine de hayırlı olanın bu olduğu vurgulanmıştır. Burada hayırlı olanın ne olduğu, bunu en iyi kimin bileceği, ve kulun yapması gerekenin ne olduğu sorgulanmakta ve ima edilmektedir.
Bu hayırlı olma durumu daha çok açıklığa kavuşturulmak ve desteklenmek üzere de şöyle buyruluyor:
56ó¨¤ n Ï
Ù¢£2 Ùî©À¤È¢í Ò¤ì Û ë U
Duha,5-Rabb'in sana verecek de sen razı olacaksın.
Buradaki 'vermek' de, hem bu dünyayı hem ahireti kapsayan bir vermedir. Dünyayı kapsayan boyutu şu an hepimizin malumu olduğu gibi, devlettir, Medine İslam Devletidir, yani tebliğinde başarı, risalette iyi sonuç, Mekke'yi fetih ve benzer nice fetihlerdir. Ahireti kapsayan boyutu ise;
a¦
ì¢à¤z ß b¦ßb Ô ß
Ù¢£2 Ù r Ȥj í ¤æ a ó¬¨ Ç
> Ù Û ¦ò Ü¡Ïb ã ©é¡2
¤ £v è n Ï ¡3¤î £Ûa å¡ß ë
“Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl. (Böylece) Rabbinin, seni, övgüye değer bir makama göndereceğini umabilirsin”[507] ayetiyle daha iyi açıklanmış olup kendisinden razı olunacağı vurgulanmıştır. Bununla beraber, Kuranda onlarca ayette, zaten asıl ecrin, mükafatın ve lütfun ahirette olacağı, asıl olanın orası olduğu zikredilmektedir;
وَمَا هذِهِ
الْحَيوةُ
الدُّنْيَا
اِلَّا لَهْوٌ
وَلَعِبٌ
وَاِنَّ
الدَّارَ
الْاخِرَةَ
لَهِىَ
الْحَيَوَانُ
لَوْكَانُوا
يَعْلَمُونَ
“Bu dünya hayatı sadece bir eğlenceden, bir oyundan ibarettir. Ahiret
yurduna (oradaki hayata) gelince, işte asıl yaşama odur. Keşke bilmiş
olsalardı!”[508]
فَخَلَفَ
مِنْ
بَعْدِهِمْ
خَلْفٌ
وَرِثُوا
الْكِتَابَ
يَاْخُذُونَ
عَرَضَ هذَا
الْاَدْنى
وَيَقُولُونَ
سَيُغْفَرُ
لَنَا وَاِنْ
يَاْتِهِمْ
عَرَضٌ
مِثْلُهُ
يَاْخُذُوهُ
اَلَمْ
يُؤْخَذْ
عَلَيْهِمْ
ميثَاقُ الْكِتَابِ
اَنْ لَا
يَقُولُوا
عَلَى اللّهِ
اِلَّا
الْحَقَّ
وَدَرَسُوا
مَا فيهِ
وَالدَّارُ
الْاخِرَةُ
خَيْرٌ لِلَّذينَ
يَتَّقُونَ
اَفَلَا
تَعْقِلُونَ
“Onların ardından da (âyetleri tahrif karşılığında) şu değersiz dünya
malını alıp, nasıl olsa bağışlanacağız, diyerek Kitab'a vâris olan birtakım
kötü kimseler geldi. Onlara, ona benzer bir menfaat daha gelse onu da alırlar.
Peki, Kitap'ta Allah hakkında gerçekten başka bir şey söylemeyeceklerine dair
onlardan söz alınmamış mıydı ve onlar Kitap'takini okumamışlar mıydı? Âhiret
yurdu sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâla aklınız ermiyor mu?”[509]
كُلُّ
نَفْسٍ
ذَائِقَةُ
الْمَوْتِ
وَاِنَّمَا
تُوَفَّوْنَ
اُجُورَكُمْ
يَوْمَ الْقِيمَةِ
فَمَنْ
زُحْزِحَ
عَنِ
النَّارِ وَاُدْخِلَ
الْجَنَّةَ
فَقَدْ فَازَ
وَمَاالْحَيوةُ
الدُّنْيَا
اِلَّامَتَاعُ
الْغُرُورِ
"Her canlı ölümü tadacaktır. Ve kıyamet günü yaptıklarınızın
karşılığı size tastamam verilecektir." Al-i İmran;3/185
6:ô¨ë¨b Ï
b¦àî©n í Ú¤¡v í ¤á Û a V
7:ô¨ è Ï
¦ü¬b Ú u ë ë W
86ó¨ä¤Ë b Ï
¦5¡ö¬b Ç Ú u ë ë X
Duha,7-8-9-Seni yetim bulup da barındırmadı mı? Ve yolunu kaybetmiş
görüp seni doğru yola ulaştırmadı mı? İhtiyaç içinde bulup da zengin etmedi mi?
Önceki ayetlerde, Allah(cc), kulunu terk etmediğini, ona darılmadığını, sonunun önünden hayırlı olduğunu, ve ona vereceğini söylemişti, bu ayetlerde kuluna, geçmişinden örnekler vererek bunun şimdiye kadar böyle olduğunu bundan sonra da böyle olacağını iyice vurgulayarak en ufak bir şüphe ve endişeye mahal bırakmıyor.
Siyer kitaplarından Peygamber (as)'ın babasının, o doğmadan öldüğü, anasının ise o 6 yaş civarında iken öldüğü bilinmektedir. Bu şekliyle yalnız kalan kişiye, bu yalnızlıktan ötürü 'yetim' denir. Bu yüzden, tek, benzersiz veya az bulunur şeye de yetim denir. bunun dışında, her insan şu veya bu anlamda 'yetim'dir, çünkü:
a¦
¤ Ï ¡ò à¨î¡Ô¤Ûa
â¤ì í ¡éî©m¨a ¤á¢è¢£Ü¢× ë
“Bunların hepsi de kıyamet gününde O'nun huzuruna tek başına (yapayalnız) gelecektir”,[510] her şekliyle yetim yaratılmış olan Allah Rasulü'ne Allah sahip çıkmış ve ona sayısız nimet vermiştir. Rasulullah, yol bilmez durumdaydı. Çevresinde olup biten olayların kötülüğünü, yanlışlığını görüyor, biliyor, üzülüyor ama ne yapacağını bilmiyordu. Yol bilmezliği, ya da dalalette oluşu bu şekliyledir. Yoksa Peygamber'in putlara tapmadığı, ve içinden gelen bir his ve belki bilgiyle 'bir olan'a iman ettiği malumdur. Yalan söylememesi, içki içmemesi ve erdemli bir insan oluşu burada kastedilen dalaletin yanlış yolda olmak, asi olmak ve benzer şeylerle alakası olmadığını yeterince açıklamaktadır. Kaldı ki başka ayetlerde de Rasulullah'ın bu durumu tarif edilmektedir;
نَحْنُ
نَقُصُّ
عَلَيْكَ
اَحْسَنَ
الْقَصَصِ
بِمَا
اَوْحَيْنَا
اِلَيْكَ
هذَا الْقُرْانَ
وَاِنْ
كُنْتَ مِنْ
قَبْلِه
لَمِنَ الْغَافِلينَ
“(Ey Muhammed!)
Biz, sana bu Kur'an'ı vahyetmekle geçmiş milletlerin haberlerini sana en güzel
bir şekilde anlatıyoruz. Gerçek şu ki, sen bundan önce (bu haberleri) elbette
bilmeyenlerden idin.”[511]
وَمَا
كُنْتَ
تَتْلُوا
مِنْ قَبْلِه
مِنْ كِتَابٍ
وَلَا
تَخُطُّهُ
بِيَمينِكَ
اِذًا لَارْتَابَ
الْمُبْطِلُونَ
“Sen bundan önce ne bir yazı okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle
olsaydı, bâtıla uyanlar kuşku duyarlardı.”[512]
وَكَذلِكَ
اَوْحَيْنَا
اِلَيْكَ
رُوحًا مِنْ
اَمْرِنَا
مَا كُنْتَ
تَدْرى
مَاالْكِتَابُ
وَلَا
الْايمَانُ
وَلكِنْ
جَعَلْنَاهُ
نُورًا
نَهْدى بِه
مَنْ نَشَاءُ
مِنْ عِبَادِنَا
وَاِنَّكَ
لَتَهْدى
اِلى صِرَاطٍ
مُسْتَقيمٍ
“İşte böylece sana da emrimizle Kur'an'ı vahyettik. Sen, kitap nedir,
iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru
yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz ki sen doğru bir yolu
göstermektesin. ”[513]
İşte, yanlışların, fuhşiyatın farkında olmasına rağmen, girilmesi gerekli olan ve mücerret akıl ile idrak edilip kavranması mümkün olmayan Hak din ve şeriatın ne olması gerektiği hususunda gafil olan Muhammed (as), risalet bahşedilerek hidayet edildi. Cenab-ı Hak verdiği vahiy, indirdiği kitap ile bilmediklerini bildirerek O'na doğru yolu gösterdi. Sonra, peygamber, bir yetimken, bir çobanken ve kendisine hiç miras kalmamışken Suriye'ye düzenlediği ticari seferler, Hz. Hatice ile evliliği ve Hz. Ebubekir'in infakları vesilesiyle zengin olmuştur.
106¤ è¤ä m 5 Ï 3¡ö¬b £Ûa
b £ß a ë QP
11¤t£¡ z Ï Ù¡£2 ¡ò à¤È¡ä¡2
b £ß a ë QQ
Duha,10-11-Öyleyse yetime kahretme, isteyene gelince, sakın onu geri
çevirme, ve her zaman Rabb'inin nimetlerini an.
Hal böyle olunca, Rabb'in sana bu kadar bol nimet verdikte, sen de, şükür olarak, yetime, yalnız, aciz, kimsesiz, yardıma muhtaç olana hor bakma, haksızlık yapma. Onu zelil kılıp, zayıf sayma. İstemekten kasıt sadece maddi olmasa gerektir. Maddi, manevi herhangi bir bakımdan talep edene icabet etmek emredilmektedir. Bu, tavsiye olur, herhangi bir şeyin bilgisi olur ya da başka bir şey, hiç fark etmez. Ve Rabb'inin nimetlerini unutma, görmezlikten gelme, onları hatırla, insanlara anlat, hatırlat, nankörlük etme. Kendi sıkıntından, sıkıntılarından ve meselelerinden daha çok Rabb'ini, ismini, ve nimetlerini an.
12
¡¤ £'Ûa ¢ñ ì¢ QR
¡ágggggggggggî©y £Ûa
¡å¨à¤y £Ûa ¡é¨£ÜÛa ¡ággggggggggg¤¡2
12-el-İNŞİRÂH
Bismillâhirrahmânirrahîm
İnşirah
suresi, Duha suresinden hemen sonra nazil olmuştur. İçeriğin benzerliği
kimileri tarafından -mesela, Taus bin Keysan, Ömer bin Abdulaziz- bu surenin
Duha'nın devamı olarak algılanmasına yol açmıştır. Durum pek de öyle değildir.
Çünkü, Duha suresinin, Hz. Peygamber (as)'ın kafirlerden gördüğü eziyetler
dolayısıyla sıkıntılı, üzüntülü ve moral olarak bozuk olduğu günlerde inmişken,
ikincisi, bu sıkıntının kaldırıldığına delalet ettiğinden, kalbin
rahatlatıldığını, yükün hafifletildiğini gösterdiğinden bu iki surenin tek sure
olması beklenmez ama yakın aralıklarla indiği açıktır. Kabul edilen hangi görüş
olursa olsun, bu surenin önceki gibi, sıkıntıda ve zorda olan Hz.Peygamber
(as)'e ve daha sonra O'nun aracılığıyla bütün Kuran ehline hitab ettiği
şüphesizdir. Mekki olup, 8 ayettir.
İnşirah Suresine Kelimeleri:
1= Ú ¤
Ù Û ¤ ¤' ã ¤á Û a Q ¤á Û a mi? ¤ ¤' ã açıp genişletmedik Ù Û senin = Ú ¤ göğsünü 2= Ú ¤¡ë
Ù¤ä Ç b ä¤È ë ë R b ä¤È ë ë ve hafifletmedik mi ? Ù¤ä Ç senden = Ú ¤¡ë yükünü 3= Ú ¤è Ã
Ô¤ã a ô¬© £Û a S ô¬© £Û a öyle ki, Ô¤ã a belini = Ú ¤è à senin büken yükü 46 Ú ¤×¡
Ù Û b ä¤È Ï ë T b ä¤È Ï ë yüceltmedik mi? Ù Û senin 6 Ú ¤×¡ şânını 5a=¦¤¢í ¡¤¢È¤Ûa
É ß £æ¡b Ï U |
£æ¡b Ï elbette É ß beraberinde ¡¤¢È¤Ûa zorluğun yanında a=¦¤¢í bir kolaylık vardır 6a6¦¤¢í ¡¤¢È¤Ûa
É ß £æ¡a V £æ¡a gerçekten É ß beraber ¡¤¢È¤Ûa zorlukla a6¦¤¢í bir kolaylık daha vardır 7=¤k ¤ãb Ï
o¤Ë Ï a ¡b Ï W a ¡b Ï zaman o¤Ë Ï boş kaldın mı =¤k ¤ãb Ï hemen işe koyul 8¤k ˤb Ï
Ù¡£2 ó¨Û¡a ë X ó¨Û¡a ë her halukarde Ù¡£2 Rabbine ¤k ˤb Ï yönel |
İnşirah Suresine Tefsiri:
1= Ú ¤
Ù Û ¤ ¤' ã ¤á Û a Q
İnşirah 1-Göğsünü senin için
genişletmedik mi?
Bu ayetin tefsirinde, müfessirler birkaç görüşe yer vermişlerdir. Bunlardan en yaygın olanı şu rivayettir: "Cebrail (as), Hz.Peygamber (as)'a geldi, göğsünü yardı, kalbini çıkardı, yıkadı ve o kalbi günahlardan iyice temizledi. Sonra onu ilim ve imanla doldurup göğsündeki yerine yerleştirdi." Bu olayın Peygamber(as) daha küçük iken, sütkardeşiyle oynarken başına geldiği söylenmekte ve sütkardeşi Şeyma vasıtasıyla aktarılmaktadır. Her ne kadar Allah, her şeyi yapmakta olduğu gibi bunu yapmaya da muktedir olsa da, bu rivayette anlatılan şeyin yaşanmış olması mümkün olsa da, ayetin hakkıyla anlaşılmasını engellemekte, anlamını sınırlamaktadır. Diğer görüşe göre, "göğsü genişletmek"ten murat, marifetullah ve taatla alakalı bir husustur. Hz. Peygamber, risaletle görevlendirildikten sonra, insanların karşı koyması neticesinde, biraz dışlanmış, yalnız kalmış, bir çok sıkıntıya maruz kalmış, "yüreği daralmış"tı. Bu bunaltı, rahatsızlık normal bir insan için katlanılmaz seviyede iken Allah Teala, O'na bu sıkıntılarını küçük gösterecek, üstlendiği her şeyi kapsayan ve onu güçlü kılan 'ayet'ler verdi. Kendisine yönelen tehditler, eziyetler karşısında iltica makamı olarak Allah (cc)'ı görebiliyor, O'na hakkıyla teslim olabiliyordu.
Hz. Peygamber'in göğsü genişletilince, bütün işlerini canı sıkılmadan, morali bozulmadan, endişeye kapılmadan, tam bir güven içerisinde yapma yetisi kazandı. Öyle ki ister sıkıntılı, ister huzurlu, rahat anlarında olsun, hep gönlü ferah ve görevi ile meşgul hale geldi. Arapların gamı, kederi, endişeyi 'göğüs darlığı' ile ifade ettiklerini hatırlatırsak ayet daha iyi anlaşılır. Hz. Peygamber'e şöyle sorulmuştur: "Ey Allah'ın rasulü, göğüs genişletilir mi?" Hz. Peygamber, evet, deyince, "bunun alameti nedir?" dediler. Peygamber de, "ebedilik yurduna yönelmek ve gelmezden evvel ölüm için hazırlık yapmaktır" buyurdu.
Ayet metninde kalp değil de sadr, yani göğüs kelimesinin kullanılması da bize ipucu vermektedir; biz genişletmeyi, vesveseyi, endişeyi gidermek olarak algıladık, dikkat edilirse, Arap dilinde vesvese göğüse verilir, vesvese göğüsten neşet eder. =¡b £äÛa ¡ë¢¢ ó©Ï ¢¡ì¤ ì¢í ô© £Û a "O şeytan insanların göğüslerine vesvese verir."[514] Binaenaleyh, bu vesveseyi gidermek, endişeyi yok etmek, ve hayır duygularıyla değiştirmek, şerh-i sadrdır. Ve bu kasıtla şerh işi göğse tahsis edilmiştir, kalbe değil.
2= Ú ¤¡ë
Ù¤ä Ç b ä¤È ë ë R
3= Ú ¤è Ã
Ô¤ã a ô¬© £Û a S
İnşirah 2,3-Senin sırtına ağır gelen yükünü de kaldırıp attık.
Burada kullanılan vizr -yük- kelimesinin anlamı hususunda ihtilaf vardır. Kimileri, bu yükü peygamberin işlediği günahlar olarak yorumlamışlardır. Lakin, peygamberin kendisinden utanacağı, işlemiş olmaktan ötürü şiddetle ızdırap duyduğu bir günahın varit olduğu rivayet edilmemiştir. Yapmış olduğu hatalar nübüvvetle, insanlarla alakalı olduğu müddetçe vahiyle düzeltilmiş, uyarılmıştır. Buradaki yükten asıl murad, hakkıyla yerine getirme, gereklerini ifa etme ve hukukunu görüp gözetmekten ötürü, Hz. Peygamber (as)'ın sırtın ağır gelen nübüvvet yükünün hafifletilmesidir, kolaylaştırılmasıdır. Bir önceki ayeti tekrar hatırlarsak bu kolaylaştırma ve hafifleme olayının nasıl gerçekleştiği konusunda da bir fikrimiz olur. Görevlerini azaltma ya da bazı fonksiyonlarını geri çekme şeklinde bir kolaylaştırmadan ziyade, daha sağlam, geniş bir kalp, daha engin bir güven, daha esaslı bir teslimiyet risaleti paygambere daha kolay yapmış, O'nu yüküne karşı daha kavi kılmıştır.
Ayrıca, Duha suresine tekrar döner ve :ô¨ è Ï ¦ü¬b Ú u ë ë "Seni yolunu kaybetmiş bulup da sana hidayet etmedi mi?"[515] Ayetini hatırlarsak bu ayet daha anlamlı olacak. Ağır gelen yükün, kavminin yaşadığı buhranın, insanların içinde bulunduğu hüsranın ve insanlık dışı yaşam tarzının, kendini kaybetmişliklerinin, ve peygamberin bazı şeyleri görmesine, fark etmesine rağmen ne yapacağını, nereden başlayacağını bilememesinin kendi üzerinde oluşturduğu baskı, sıkıntı olarak algılanması da mümkündür. Dolayısıyla bu ayeti[516] ayetinin bir yankısı olarak görmemizde bir sakınca yoktur.
46 Ú ¤×¡
Ù Û b ä¤È Ï ë T
İnşirah 4-Senin namını da
yükselttik.
Allah Teala Duha suresinde de bahsettiği şekliyle, burada da Rasul'üne verdiği nimetleri hatırlatarak boş yere sıkıntıya düşmemesini ve nimetlerini hatırlamasını tavsiye ediyor. Zikr teriminin ilk anlamı, hatırlama veya hatırlatmadır. İkinci olarak da bir şeyi, kimseyi hatırlatan şey, yani hatırlatan demektir. Yani zikr, nam ve şan, mecazi olarak da itibar ve onur anlamlarına gelir. Alimlerin bununla ilgili olarak söylediği; Muhammed (as)'ın peygamber oluşu, yerde ve gökte meşhur oluşu, isminin arş üzerine yazılışı, kelime-i şehadette ve tahiyyatta adının Allah adıyla birlikte zikredilişi, kendisiyle peygamberliğin noktalanışı, mekke'ye, Medine’ye, sonra Arap yarımadasına hükmedişi, "Kim Allah'a ve Rasulune itaat ederse.." ve benzeri ayetlerde ismini Allah'la birlikte anılması hep bu ayetle kastedilen durumlardır.
5a=¦¤¢í
¡¤¢È¤Ûa É ß £æ¡b Ï U
6a6¦¤¢í
¡¤¢È¤Ûa É ß £æ¡a V
İnşirah 5,6-Demek, hakikaten
güçlükle beraber kolaylık var. Muhakkak güçlükle beraber kolaylık var.
Buraya kadar sıraladığı, ve değindiği olayların muvacehesinden Allah(cc) bir çıkarımda bulunuyor: demek ki, bu anlattıklarımdan, bu yaşadıklarından çıkan bir şey var ki o da her güçlüğün bir kolaylık taşıdığıdır. Güç görünen, zor görünen bir çok şey, o işe giriştikten sonra, mücadeleyi verdikten sonra, Allah'a teslim olduktan sonra kolaylaşacaktır. Sonra, ikinci ayette bu tekraren, tek başına bir gerçek olrak vurgulanıyor. Hem, Ey Muhammed, senin örneğinde, hem de her zaman, muhakkak ki, güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Duha suresini de beraberce düşününce hem zorluğun şiddeti, hem de beraberinde kolaylığın derecesi kendini gösteriveriyor. Ama işin sırrı gelecek ayetlerde veriliyor.
7=¤k ¤ãb Ï
o¤Ë Ï a ¡b Ï W
İnşirah 7-O halde boş kaldın
mı, yine kalk (başka bir iş ve ibadetle) yorul.
Cenab-ı Hak, Peygambere daha önceki nimetlerini hatırlatıp, O'na ve ümmetine ilerde bir takım nimetler ihsan edeceği vadini verince, Peygamberi ve ümmeti bu nimetlere şükretmeye teşvik etmiştir. Başka bir şekilde anlam verilecek olursa; "öyleyse (sıkıntıdan) kurtulduğun zaman sağlam dur" şekliyle okunur. Bu durumda da kendileri sıkıntıda iken, başları belada iken Allah'a yönelen ama Allah onları kurtarınca O'nu unutuveren ve tekrar sapıklığa dönen insanlar gibi olma, şükret ve ibadetle yorul denmiş oluyor.
8¤k ˤb Ï
Ù¡£2 ó¨Û¡a ë X
İnşirah 8-Ve ancak Rabb'ini
arzula.
Rağbet ve arzunu Rabbine yönelt. Ancak O'na tevekkül et. Yalnız, Rabb'ine sevgiyle yönel. Her güçlükle bir kolaylığın var oluşunun sırrı, işlerde Allah'a yönelmedir, O'na sarılmadır, teslim olmadır.
13
¡¤ ȤÛa ¢ñ ì¢ QS
¡ággggggggggggî©y £Ûa
¡å¨à¤y £Ûa ¡é¨£ÜÛa ¡ággggggggg¤¡2
13-el-ASR
Asr suresi, İbni Abbas, İbni Zübeyr ve cumhura göre Mekki'dir. Mücahid, Katade ve Mukatil Medeni demişlerdir . Ayet sayısı 3, Kelime sayısı 14 ve harf sayısı 68'dir.
Bu
yüce sure gayet sade ve kısa olmakla beraber gecen surelerin bütün öğütlerini
özetleyen bir toplayıcılığa sahiptir. Kendilerini çoklukla övünüp aldatmayan
kimselerin hallerinin beyan ile “Sonra, kasem olsun ki, o
gün size verilen her nimetten sorgulanacaksınız” âyetinin tefsirini de içine
aldığı için ondan sonraya konmuştur .
İmam Şâfii Asr suresi hakkında buyurmuştur ki: "Kur'an-ı Kerim’de başka hiç bir sure nâzil olmasaydı, şu pek kısa olan Asr suresi bile, insanların dünya ve âhiret sâdetlerini temine yeterdi. Bu sure, Kur'an-ı Kerim-in bütün ilimlerini hâvidir."
Kamus'ta; anlatıldığı gibi üzere “asr” kelimesi lügatte, isim olarak: dehr (gece ve gündüz), gündüzün zevalden önce ve sonra iki tarafı tan yeri ağarmasından, güneş doğuncaya kadar olan zaman ve aşiy (zeval ile akşam veya akşam ile yatsı arası) ve özellikle öğleden sonra güneşin kızarmasına kadar olan ikindi vakti, insan toplumu aşiret ve yağmur anlamlarındadır. Mastar olarak ta: Hapsetmek, yasaklamak, vergi vermek, sıkıp suyunu çıkarmak manalarına gelir.
Dilimizde asr mutlak zaman ve özellikle içinde bulunulan zaman ve "karn" manalarında yaygındır. Burada tefsirciler başlıca: İkindi namazı, İkindi vakti, dehr ve zaman, özellikle Hz. Muhammed (as)'ın asrı, yani Resulallah (as)'ın gönderildiği zaman, ahir zaman manaları üzerinde yürümüşlerdir.
İbni Cerir, "dehr, öğle saatlerinde bir saat, İkindi manaları" hakkındaki rivayetleri zikrettikten sonra der ki: Bu hususta doğru olan görüş şudur: Rabbimiz Teâlâ asra yemin etmiştir. Asr, zamanın ismidir, ikindidir, gece ve gündüzdür. Bu ismin içerdiği manalardan birini tahsis etmemiştir. Onun için bu ismin lazım olduğu her mana bu yeminde dahil olur.
Buna göre “asr”, çeşitli manalara gelen bir müşterek lafız olduğu ve birinde ipucu bulunmayıp hepsine de yüklenmesi sahih olabileceği cihetle "asr denilen her şey" manasıyla tümüne hamletmek en doğrusudur.
Buna göre bazı tefsircilerin Asr kelimesini tefsir etmelerine bakalım:
1) Mukatile'e göre Allahü Teâlâ ikindi namazına yemin etmiştir
2) Katade de demiştir ki, Allahü Zülcelal İkindi vaktine yemin etmiştir
3) Ragıb’da; alemin varlığının başlangıcından sona ermesine kadar olan müddet, yani zaman-i kültür diye asr kelimesini tefsir etmiştir
4) Bu asırdan maksat, nübüvvet asri yani Hz. Muhammed (as)’ın asrı olduğu akla gelir.
Sahabeler birbirlerine karşılaştıkları vakit « Asr » suresini okurlardı.
Asr Suresinin Kelimeleri:
1
=¡¤ ȤÛa ë Q
ë Andolsun ki;
=¡¤ ȤÛa Asra
2
=§¤¢ ó©1 Û æb ¤ã¡üa £æ¡a R
£æ¡a Muhakkak
æb ¤ã¡üa insan
ó©1 Û içindedir
=§¤¢ hüsrânın
3¡¤j £Ûb¡2
a¤ì a ì m ë ¡£Õ z¤Ûb¡2
a¤ì a ì m ë ¡pb z¡Ûb £Ûa
aì¢Ü¡à Ç ë aì¢ä ߨa åí© £Ûa ü¡a S
ü¡a ancak, (kurtulur)
åí© £Ûa şol
kimseler
aì¢ä ߨa imân edenler
aì¢Ü¡à Ç ë ve amel
işleyenler
¡pb z¡Ûb £Ûa sâlih
a¤ì a ì m ë
ve birbirine tavsiye edenler
¡£Õ z¤Ûb¡2 hakkı
a¤ì a ì m ë
ve yine tavsiye edenler
¡ ¤j £Ûb¡2 sabrı
Asr Suresinin Tefsiri:
Zikredilir ki Amr İbn Âs yalancı Müseylime'ye elçi olarak gitmişti. Bu olay, Rasûlullah (as)'ın peygamber olarak gönderilişinden sonra ve Amr'ın Müslüman olmasından önce idi. Müseylime ona dedi ki: Bu sûre esnasında arkadaşınıza neler indi? Amr İbn Âs dedi ki: Ona belîğ ve vecîz bir sûre indirildi. Müseylime; nedir o? deyince Amr İbn Âs:
وَالْعَصْرِ
() اِنَّ
الْاِنْسَانَ
لَفى خُسْرٍ ()
اِلَّا
الَّذينَ
امَنُوا
وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ
وَتَوَاصَوْا
بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا
بِالصَّبْرِ
()
"Asr'a andolsun ki; muhakkak insan hüsrândadır. Ancak îmân edenler ve sâlih amel işleyenler müstesnâdır. Birde birbirine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler" âyetini okudu.
Müseylime bir süre düşünüp dedi ki: Bana da benzeri indirildi. Amr ona; neymiş o? deyince Müseylime dedi ki: Ey çöl kedisi, ey çöl kedisi; sen sadece iki kulak ve bir göğüsten ibâretsin. Kalan kısmın ise küçük ve değersizdir. Sonra; nasıl buldun ey Amr? dedi. Amr ona: Allah'a yemîn olsun ki, sen de, ben de muhakkak senin yalan söylediğini bilmekteyiz, demişti. Ben Ebu Bekr el-Harâitî 'nin meşhûr kitâbı Mesâvî 'l- Ahlâk'ının ikinci cüz'ünde bu veya buna yakın bir ifâdeye rastladım. Çöl kedisi, tavşan veya kediye benzer bir canlıdır. En büyük organı iki kulağı ve göğsüdür. Geriye kalan kısmı değersizdir. Müseylime bununla Kur'an'a nazîre yapmak istemiş ve o günkü putperestler tarafından bile beğenilmemiştir. Taberânî, Hammad İbn Seleme kanalıyla...Ubeydullah'tan nakleder ki Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'ın ashâbından iki kişi buluşurlarsa; bir diğerine Asr sûresini sonuna kadar okuyup selâm vermeden ayrılmazlardı. İmâm Şâfiî rahmetullahi aleyh da der ki: Halk, bu sûreyi düşünseydi kendilerine yeterdi.[517]
1 =¡¤ ȤÛa ë Q
Asr, 1-Andolsun asra ki...
Bu ayeti kerimede Cenab-ı Hak, yarattığı varlıklardan birisi üzerine yemin ediyor. Bu noktada düşünülmesi gereken iki husus vardır. Bunlardan birincisi, Allah niçin yemin eder?
Yemin genel olarak söylenen bir söze, ortaya atılan bir iddiaya muhatabını inandırabilmek için, saygı duyulan, iki tarafça da kutsal olarak bilinen ve adı anıldığında, söylenen sözün yalan ve yanlış olmayacağı kabul edilen bir varlığın adını zikretmek, böylece karşı tarafa iddianın doğru olduğu mesajını vermektir. Çoğu zaman ise yemin için adı verilen varlık, kudretli ve aldatan kimseyi cezalandırması beklenen bir varlıktır. Müslümanların bu manada Allah'tan (cc) başkasının adına yemin etmesi haramdır.
Peki Allah (cc) neden yemin ediyor? Elbette ki, Allah'ın (cc) böyle bir şahit getirmeye, sözünün doğruluğunu ispatlamak için bir başka varlığa ihtiyacı yoktur. O'nun bu yemininden kasıt, yemin ettiği varlıkla ilgili olarak insanların yanlış düşüncelerini düzeltmek ve insanların dikkatini yeminden sonra gelen ifadenin önemine çekmektir. İnsanlar kimi zaman varlıkların değerlerini olduğundan daha düşük gösterir ve onlara uğursuzluk, kötülük ve çirkinlik sıfatlarını yakıştırırlar. Halbuki onlar Allah'ın (c.c) yarattığı diğer varlıklar gibi şereflidir ve bu kötü sıfatlara haiz değildir. İnsanlar bazen de bu varlıklara, kendilerinde bulunmayan sıfatlarla nazar eserler ve onlarda uluhiyet vehmederler. Bu da doğru değildir. Onlar yalnızca Allah'ın (c.c) yarattığı varlıklardır. İşte Allah-u teala (c.c.) bu varlıklara yemin ederek bunların ne insanların su-i zan ettiği gibi uğursuz ve değersiz varlıklar olduğunu, ne de insanların onlarda vehmettiği gibi bir uluhiyet vasıflarının bulunduğunu, bunların yalnızca Allah'ın (c.c.) eserlerinden olduğunu vurgulamak için üzerlerine yemin etmiştir.
Düşünülmesi gereken ikinci husus ise "Asr"ın anlamı ve Allah'ın (c.c.) neden onun üzerine yemin ettiğidir.
1-Bir görüşe göre "Asr" zaman (ed-dehr) demektir. Zaman insanların hayatlarını, fiillerini kuşatan bir olgudur. Yaptığımız iyi veya kötü bütün işler, zaman içerisinde gerçekleşir. Rahatlık, sıkıntı, hastalık, sıhhat, zenginlik, fakirlik hep zamanın içinde meydana gelir. Bu yüzden zaman, insanların dikkatini çeken bir olgudur. Zamana yemin etmekle, insanların dikkatleri daha sonra söylenecek sözlere çekilmiştir.
Ayrıca cahiliye Arapları zarar ve ziyanı, zamanın kötülüklerine bağlardı. Bu gün bile insanlar başlarına bir iş geldiğinde günlerin ve rakamların uğursuzluğundan bahsetmekteler. Böylece Cenab-ı Hak, asra yani zamana yemin ederek, insanlara kötülüğün zamanda değil kendilerinde olduğunu belirtmiştir.
Diğer bir görüşe göre (Ebu Müslim) "Asr", ikindi vakti demektir. Allah (c.c.) kuşluk vaktine (Duha) yemin ettiği gibi, günün diğer ucu olan ikindi vaktine de yemin etmiştir. Ayrıca ikindi vaktinin önemini anlatan bir çok hadisi şerif vardır.
İkindi, artık günün sonunun yaklaştığı, insanların işlerini bitirmek için uğraştığı, kazanç veya kayıp hesaplarının yapıldığı bir vakittir. Ve bu özelliği ile kıyametten önceki, veya ölümden önceki son vakitlere benzemektedir. Artık hüsranda olan veya saadet içerisinde olan insan, hesap vermeye hazırlanmaktadır.
Ayrıca cahiliye Araplarının bu vakitte işlerini bitirerek, Kabe etrafına toplandığı, burada işsiz güçsüz insanların dedikodu ve diğer çeşitli kötü işlere daldığı, bunun neticesinde çeşitli kavga, dövüş ve çirkin neticelerin hasıl olduğu rivayet edilmiştir. Bunun sonucunda Araplar, ikindi vaktinin uğursuzluğuna hükmetmişler ve aslında kendilerinde olan kötülüğü, ikindi vaktine yüklemişlerdi. İşte Allah (c.c.) bu vakte yemin ederek, insanlara onun, Allah'ın (c.c.) yarattığı şerefli bir varlık olduğunu belirtmiştir.
Üçüncü görüşe göre, "Asr" ikindi namazı demektir. Buna delil olarak Bakara Suresinin 238. ayetinde geçen:
åî©n¡ãb Ó ¡é¨£Ü¡Û aì¢ßì¢Ó ë
ó¨À¤¢ì¤Ûa ¡ñì¨Ü £Ûa ë ¡pa ì Ü £Ûa
ó Ü Ç aì¢Ä¡Ïb y
“Namazlara ve
orta namaza devam edin. Allah'a saygı ve bağlılık içinde namaz kılın,”[518]
emri gösterilmektedir. Hz.
Hafsa'nın (r.a.) Mushaf'ında bu ayetin açıklaması "ikindi namazına (salat il-Asri)" şeklinde geçmektedir.
2-İkindi namazı, gündüz vakti kılınan en son namaz olması itibari ile de çok kıymetli bir namazdır. İşte bundan dolayı Allah (c.c.) ona yemin etmiştir.
Dördüncü ve son görüşe göre "Asr", Peygamber Efendimizin yaşadığı zaman dilimidir. Zaman, Hz. Adem'den Hz. Musa'ya kadar ilk asırlar, Hz. Musa'dan Hz. Peygambere kadar orta asırlar, Hz. Peygamberden sonra ise son asırlar (ahir zaman) olarak üçe ayrılmıştır. Hz. Peygamberle birlikte İslam tüm insanlara ve cinlere, onları karanlıklardan aydınlıklara çıkarmak için gönderilmiş, vahiy son defa inmiştir. Ve Allah (c.c.):
كُنْتُمْ
خَيْرَ
اُمَّةٍ
اُخْرِجَتْ
لِلنَّاسِ
تَاْمُرُونَ
بِالْمَعْرُوفِ
وَتَنْهَوْنَ
عَنِ
الْمُنْكَرِ
وَتُؤْمِنُونَ
بِاللّهِ
وَلَوْ امَنَ
اَهْلُ
الْكِتَابِ لَكَانَ
خَيْرًا
لَهُمْ
مِنْهُمُ
الْمُؤْمِنُونَ
وَاَكْثَرُهُمُ
الْفَاسِقُونَ
“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder; kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız.”[519] buyurarak, Peygamberimizin ümmetini övmüştür. İşte bu yüzden, Allah (c.c.) Peygamber efendimizin yaşadığı zamana yemin etmiştir.
Sonuç olarak "Asr" kelimesi, çeşitli manalara gelen müşterek bir lafızdır. Ve bunlardan birine yönelik kesin bir ipucu bulunmamaktadır. O halde "Asr" a bu manaların hepsi verilebilir.
2 =§¤¢ ó©1 Û æb ¤ã¡üa
£æ¡a R
Asr 2-Muhakkak insan, kati
bir ziyandadır.
Bu ayeti kerimede insan (el-insan) kelimesi ile insan cinsi kastedilmiştir. "El" takısı, İngilizce'deki "the" gibi isimleri belirli hale getirir. Ayrıca Arapça'da bu kelime "istiğrak" (genelleme) için de kullanılır. Burada da istiğrak için kullanıldığı şüphesizdir. Bir sonraki ayette kullanılan ü¡a "illa" (haricinde, dışında) kelimesi ile yapılan istisna buna delildir. Böylece belirli bir insan değil, bütün insanlar bu kelimenin muhatabıdır. Gene ileride yapılan istisnadan anlaşılacağı üzere burada zikredilen insan, mükellef insandır. Dolayısı ile insan kelimesi ile, akıl baliğ olan, deli olmayan bütün insanlar kast edilmiştir.
Muhakkak ki insan kati bir ziyandadır. Burada ziyan için ¤¢ (husr) kelimesi kullanılmıştır. Manası "helak, dalal (şaşkınlık), zarar, ziyan, noksanlık, ana sermayenin elden gitmesi, iflas" tır. Burada dünya ve ahiret ayırımı yapılmamıştır. Öyleyse insanlar dünyada ve ahirette ziyan içindedir. Ziyan için ¤¢ (el-husr) kelimesi kullanılmamıştır. Böylece bu kelime belirsiz (nekra) hale getirilmiştir. Belirsizlik ya vahamet ve korkunçluğu, yada önemsizliği ifade eder. Burada birinci mana daha doğrudur. Yani bu öyle bir ziyandır ki, mahiyetini ancak Allah (c.c.) bilir.
Ayrıca ¤¢ husr kelimesi çoğul değil, tekil olarak kullanılmıştır. Burada şöyle bir soru sorulabilir. İnsan yalnızca tek bir ziyan içinde mi? Halbuki pek çok çeşit hüsran var. Razi bunun cevabını şöyle veriyor : "Gerçek hüsran, kişinin Rabb'ine hizmetten mahrum olmasıdır. Diğer hüsranlara gelince, onlar buna göre bir hiç mesabesindedir. Bu tıpkı insanın varoluşunda bir çok fayda ve gayenin mevcut olması, ama Cenab-ı Hakk'ın 'Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım' demesi gibidir." İfadenin başına £æ¡a "inne" (muhakkak ki) edatı getirilmesi, ve =§¤¢ ó©1 Û "le fi husrin" ifadesinin başına lam harfinin getirilmesi bunun delillerindendir.
Buradaki lam harfi ile ilgili iki ihtimal vardır. Birincisi bunun manası, (insan) hüsran yolundadır demektir. İkincisi ise insan hiçbir zaman, kendisini zarardan kurtaramaz demektir. Zira kişinin sermayesi ömrüdür. Ve zamanın akıp gitmesi ile sermayesi tükenmektedir. İnsan vaktini günah için harcamışsa şüphesiz sermayesini doğru kullanamamıştır ve zarardadır. Eğer vaktini mübah işler için harcadıysa, gene ziyandadır çünkü vaktini ibadet ve taat için harcasa idi, sermayesini daha karlı bir işi için kullanmış olacaktı. Ve nihayet vaktini sevap işler ve ibadet ile geçirdi ise de, gene ziyandadır çünkü Allah katında huşunun mertebeleri sınırsızdır ve her ibadetten daha üstünü vardır. O halde insan ziyandan kurtulamaz. Seleften bir kişinin (r.a) şöyle dediği rivayet edilmiştir. Ben, Asr Suresi'nin manasını, bir buz satıcısından öğrendim. Çünkü o satıcı bağırıyor ve 'Ana sermayesi eriyip yok olana merhamet ediniz! Ana sermayesi eriyip gidene merhamet ediniz!..' diyordu. Bunun üzerine ben =§¤¢ ó©1 Û æb ¤ã¡üa £æ¡a "Muhakkak insan, kati bir ziyandadır" ifadesinin manası işte budur dedim. Çünkü insanın ömrü bitiyor, ama insan henüz bir şey kazanmış değil. O halde insan ziyandadır.[520]
3 ¡¤j £Ûb¡2
a¤ì a ì m ë ¡£Õ z¤Ûb¡2
a¤ì a ì m ë ¡pb z¡Ûb £Ûa
aì¢Ü¡à Ç ë aì¢ä ߨa åí© £Ûa ü¡a S
Asr, 3-Ancak iman edenlerle,
güzel güzel amellerde bulunanlar, bir de birbirine hakkı tavsiye edenler ve
sabrı tavsiye edenler böyle değildirler...”
İnsan muhakkak olarak içinde bulunduğu hüsrandan kurtulmak için, bu ayet-i kerimede bahsedilen vasıflara sahip olmalıdır. Görüldüğü üzere dört vasıf sayılmıştır. İman, salih amel, hakkı tavsiye etmek ve sabrı tavsiye etmek. Şimdi bunların üzerinde duralım.
İman: Hüsrandan kurtulmanın ilk şartıdır. Ve yeri itibari ile diğer şartlardan daha öndedir. Burada kastedilen iman, Allah'a (c.c.), meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kaza ve kadere, ölümden sonra dirilişe, mükafat ve cezaya, Hz. Muhammet tarafından tebliğ edilen hükümlere inanmak şeklinde tarif edilen "tafsili iman" mıdır; Yoksa, Allah'ın (c.c.) varlığını ve birliğini tasdik ve ikrar, hayır ve şerlerin hakikatlerinin ayrı ayrı olduğunu, Allah'ın (c.c.), insanların hidayeti için peygamberler gönderdiğini, hayırlar işleyip şerden kaçınmak gerektiğini bilmek midir?
Burada imanın mahiyetini, bir önceki ayette yer alan hüsranın bütün insanlar için kaçınılmaz olduğu ifadesinden anlıyoruz. Bütün insanlar hüsranda olduğuna göre, burada imandan kastedilen yukarıdakilerin ikincisidir. Burada imandan, daha içerikli olanı (tafsili imanı) anlamak, önceki ayetin genelliğine aykırıdır.
Fakat bu iman sadece ikrarla kalmayacak, kişiyi salih amellerde bulunmaya yöneltecektir. Zira Hucurat suresi 15. ayette:
اِنَّمَا
الْمُؤْمِنُونَ
الَّذينَ
امَنُوا
بِاللّهِ
وَرَسُولِه
ثُمَّ لَمْ
يَرْتَابُوا
وَجَاهَدُوا
بِاَمْوَالِهِمْ
وَاَنْفُسِهِمْ
فى سَبيلِ
اللّهِ
اُولئِكَ هُمُ
الصَّادِقُونَ
“Müminler anca şu kimselerdir ki. Allah'a ve Rasuluna iman ettiler de, sonra onda bir daha şüpheye düşmediler. Bununla beraber, hem mallarıyla, hem canlarıyla Allah (c.c.) yolunda mücahede ettiler. İşte onlar, evet onlar mümin oldukları iddiasında doğru olanlar yalnızca onlardır”[521] buyuruldu.
Salih ameller: Amel, iş demektir. "Salih" ise "salah" kökünden türeyip, iyi yaraşıklı, ve hayırlı manasına gelmektedir. "Salihat" ise "salih" in çoğuludur ve şeriatın onayladığı ve aklın güzel gördüğü, başka bir deyişle akla ve nakle uygun olan güzel işler demektir. Kur'an'da "salihat" "maruf" işler, bunun zıddı ise "münker" işler olarak zikredilmiştir. Bu işler kişinin kendisine faydalı olan ve topluma faydalı olan güzel işler olmak üzere ikiye ayrılır. Birincisine ibadetler örnektir. İkincisine ise Hakk'a çağırma, iyilik etme ve ıslah etmeyle beraber başkasını kemale erdirmeye gayret etme gibi işler örnektir. Şeriatın emrettiği işler de hiç şüphesiz salih amellerdendir. Fakat kendisine herhangi bir peygamberin şeriatı ulaşmayan kimsenin, o şeriattaki füru amellerle sorumlu olamayacağı açıktır. Fakat insanlar genel olarak hesaba çekileceğinden ve iyi davranışlar yapanlarla kötü işlerde bulunanlar bir olmayacağından, bu kimselerden Allah'a (c.c.) iman edip, aklın gösterdiği faziletli davranışlarda bulunanlar şüphesiz heva ve hevesine göre hareket edip, kötü davranışlarda bulunanlardan daha üstündür ve ziyandan kurtulanlar da onlar olacaktır.
14 ¡pb í¡
b ȤÛa ¢ñ ì¢
QT
¡ággggggggggggggî©y £Ûa
¡å¨à¤y £Ûa ¡é¨£ÜÛa ¡ágggggggggg¤¡2
14-el-ÂDİYÂT
Bismillâhirrahmânirrahîm
Kur'an-i Kerim'in yüzüncü suresi. On bir ayet, kırk kelime ve yüz altmış üç harften ibarettir. Fâsilasi "elif, dal, ra" harfleridir. Âdiyât sözlükte, acele ve süratle koşanlar anlamındadır. On bir ayetten meydana gelmiş olan bu sure, tabanlarında kıvılcımlar saçan, koştukça koşan ve tozu dumana katarak düşmana baskınlar yapan, dolayısıyla düşmana korku veren ve yüreklerini ağızlarına getiren atların koşusunu anlatan Adiyât kelimesiyle başlamaktadır. Âdiyât, atların dörtnal koşarken çıkardıkları ses anlamına da gelir. Kelimenin değişik anlamlarını birlikte kullanınca yukarıda verilen vasıf ve tanımlar rahatlıkla ortaya çıkmaktadır.
Bu Surenin Mekkî mi, Medenî mi olduğuna dair iki ayrı görüş vardır. Abdullah b. Mes'ud, Câbir, Hasan Basrî, İkrime ve Atâ bu surenin Mekkî, Enes b. Mâlik ve Kâtâde ise surenin Medenî olduğunu söylemişlerdir. İbn Abbas'dan her iki görüş nakledilmektedir. Ancak surenin üslûbundan sadece Mekkî olduğu değil, aynı zamanda Mekke dönemi başlangıcında nâzil olan surelerden olduğu anlaşılmaktadır.
Bu
surede, insanin ahireti inkâr etmesinin veya ondan gafil olmasının, onu ahlâkî
yönden aşağı seviyeye düşüreceği anlatılmaktadır. Bunun yani sıra surede
ahirette insanların sadece zâhirî amellerinden değil, kalplerdeki gizli
sırlardan da hesap sorulacağı ifade edilmiştir. Cahilliye devrinde yaygın olan
anarşiden herkesin perîşan ve rahatsız olduğu bilinen bir husustur. Çünkü o
dönemde her tarafta savaş, kan ve zulüm yaygındı. Kabileler birbirini yok
etmekteydi. Hiç kimse geceleri rahat uyuyamıyordu. Her sabah erkenden düşmanın
saldırma ihtimali vardı. Bu durum bütün bölgede yaygın olup, kötülüğünü herkes
bilmekteydi.
Zalim
ve tecavüz kâr olan kişi başarı kazandığı zaman memnun olurdu. Mazlum olan ise
matem içinde kalırdı. Ama muzaffer olan zalim, zulme uğradığında, anarşinin ne
kadar kötü olduğunu hissederdi. işte bu kötülüklere işaret edilerek
buyurulmuştur ki: insan ölümden sonraki hayati ve Allah huzurunda hesap vermeyi
bilmeden Rabb'ına karşı nankörlük yapmaktadır. Allah’ın verdiği kuvvetleri
zulüm, savaş ve kan dökmek için kullanmaktadır. Mal sevgisi gözünü o kadar kör
etmiştir ki, onun için bütün gayr-i meşru ve çirkin yolları bile ne pahasına
olursa olsun elde etmek ister. Onun bu hali Rabbi'nin verdiği kuvvetleri yanlış
yerlere kullanmakta ve Rabbi'ne karşı nankörlük etmekte olduğuna kendi kendine
şahitlik etmektedir. Kalbinde gizli olup bu dünyada böyle hareket etmeye onu
teşvik eden niyetleri, maksatları ve gizli iradelerinin kabirden kalktığı zaman
açığa vurulacağını bilseydi, kesinlikle bu tavrı takınmayacaktı. O zaman
insanlar kimin iyi olduğunu kimin kime nasıl davrandığını en iyi bilenin Allah
olduğunu anlayacaklardır .
Adiyat Suresinin Kelimeleri:
1=b¦z¤j
¡pb í¡
b ȤÛa ë Q ë yemin ederim ki, ¡pb í¡
b ȤÛa koşanlara =b¦z¤j harıl harıl 2=b¦y¤ Ó
¡pb í¡ì¢à¤Ûb Ï R ¡pb í¡ì¢à¤Ûb Ï (Nallarıyla) kıvılcım =b¦y¤ Ó saçanlara 3=b¦z¤j¢
¡pa î©Ì¢à¤Ûb Ï S ¡pa î©Ì¢à¤Ûb Ï baskını yapanlara =b¦z¤j¢ (Ansızın) sabah 4=b¦È¤Ô ã ©é¡2
æ¤ q b Ï T æ¤ q b Ï katanlara ©é¡2 Orada =b¦È¤Ô ã tozu dumana 5=b¦È¤à u ©é¡2
å¤À ì Ï U å¤À ì Ï ortasına girenlere ©é¡2 orada =b¦È¤à u topluluğun 67¥
ì¢ä Ø Û
©é¡£2 ¡Û æb ¤ã¡üa £æ¡a V £æ¡a Şüphesiz æb ¤ã¡üa insan ©é¡£2 ¡Û Rabbine karşı 7¥
ì¢ä Ø Û pek nankördür 77¥î©è ' Û
Ù¡Û¨ ó¨Ü Ç ¢é £ã¡a ë W ¢é £ã¡a ë ve o ó¨Ü Ç üzerine |
Ù¡Û¨ kendisi de 7¥î©è ' Û şahittir 86¥í© ' Û
¡¤î ¤Ûa ¡£k¢z¡Û ¢é £ã¡a ë X ¢é £ã¡a ë ve yine o ¡£k¢z¡Û sever ¡¤î ¤Ûa hayrı 6¥í© ' Û pek çok 9=¡ì¢j¢Ô¤Ûaó¡Ï b ß
¡r¤È¢2 a ¡a ¢á Ü¤È í 5 Ï a
Y ¢á Ü¤È í 5 Ï a bilmez mi? a ¡a zaman ¡r¤È¢2 diriltilip dışarı
atıldığını b ß bulunanların ó¡Ï içinde =¡ì¢j¢Ô¤Ûa Kabirlerin 10=¡ë¢¢£Ûa
ó¡Ï b ß 3¡£¢y ë QP 3¡£¢y ë ve ortaya konduğu b ß bulunanların ó¡Ï içinde =¡ë¢¢£Ûa kalplerin 11¥î©j Û
§¡÷ ߤì í ¤á¡è¡2 ¤á¢è £2 £æ¡a
QQ £æ¡a Şüphesiz ¤á¢è £2 onların Rableri ¤á¡è¡2 onlardan §¡÷ ߤì í o gün ¥î©j Û haberdardır |
Adiyat Suresinin Tefsiri:
1=b¦z¤j
¡pb í¡
b ȤÛa ë Q
2=b¦y¤ Ó
¡pb í¡ì¢à¤Ûb Ï R
3=b¦z¤j¢
¡pa î©Ì¢à¤Ûb Ï S
4=b¦È¤Ô ã
©é¡2 æ¤ q b Ï T
5=b¦È¤à u
©é¡2 å¤À ì Ï U
Adiyat, l- Harıl harıl koşanlara,
Adiyat,2- (Nallarıyla) çakarak kıvılcım saçanlara,
Adiyat,3- (Ansızın) sabah baskını yapanlara,
Adiyat,4- Orada tozu dumana katanlara,
Adiyat,5- Derken orada bir topluluğun ta ortasına girenlere yemin ederim
ki.
Yüce Allah savaş atları üstüne yemin ediyor. Atların savaştaki hareketlerini, koşmaya başladıkları ve koşarlarken burunlarından bilinen soluk seslerini çıkarmalarından itibaren birer birer çiziyor. Sonra atlar koşarlarken nallarını kayalara çarpıp kıvılcım çıkarmakta, sabahın erken vakti düşman neye uğradığını şaşırsın diye ona baskın yapmakta, tozu dumana katmaktadırlar. Evet hem de hiç de beklenmedik bir biçimde düşman saflarına düşmanı gafil avlayıp dalarken ve aralarına başıbozukluk ve bozgun yayarken tozu dumana katmaktadırlar.
Evet İşte Kur'an'da ilk kez karşılaşan kimselerin Alıştıkları savaş biçimine göre savaşın adım adım gelişmesi buydu. Bu çerçevede atın üstüne yemin edilmesi önce savaşın Allah'ın ölçüsündeki değerini ve yüce Allah'ın ona yönelmesini hissettirmekte sonra da bu savaş hareketinin onun katında sevimliliğini ve onun için etkinliklerde bulunmanın önemini ima etmektedir.
Bu da üzerine yemin edilen sahnelerle, yemin edilerek açıklananların ve daha önce değindiğimiz gibi bu sahnelerin ardından getirilen olguların sunulduğu tablolarla tam bir uyum arz etmektedir. Yüce Allah'ın atların üstüne yemin ederek açıkladığı şeye gelince: insan kalbi iman desteğinden yoksun olduğu zaman bu, onun ruhunda var olan bir gerçektir. insan onunla mücadele edebilsin diye Kur'an'ın insanın iradesini güçlendirebilmek için insan dikkatini üzerine çektiği bir gerçektir. Çünkü yüce Allah ezelden beri bu gerçeğin insan ruhundaki köklerinin ne kadar derin olduğunu ve benliğindeki ne denli yer kapladığını bilmektedir.
67¥
ì¢ä Ø Û ©é¡£2 ¡Û
æb ¤ã¡üa £æ¡a V
77¥î©è ' Û Ù¡Û¨
ó¨Ü Ç ¢é £ã¡a ë W
86¥í© ' Û
¡¤î ¤Ûa ¡£k¢z¡Û ¢é £ã¡a ë X
Adiyat,6- Şüphesiz insan,
Rabbine karşı pek nankördür.
Adiyat,7- Şüphesiz buna
kendisi de şahittir ,
Adiyat,8- Ve o, mal sevgisine
de aşırı derecede düşkündür.
"İnsan Rabbine karşı çok
nankördür. Ve kendisi de buna şahittir. Doğrusu o, malı çok sever."
Gerçek şu ki insanoğlu Rabbinin nimetlerini inkar etmekte ve ihsanının bolluğunu yok saymaktadır. insanın nankörlüğü ve inkarı birçok biçimde olabilir. Bunlar insanın yaptığı hareketlerde ve söylediği sözlerde ortaya çıkmaktadır. Ve sonunda bu hareketler ve sözler, bu gerçeği haykıran bir tanık gibi insanın aleyhine ifade vereceklerdir. Sanki insan, bunlar aracılığı ile kendi aleyhine tanıklık etmektedir. Ya da belki insan kıyamet günü kendi aleyhine tanıklık edecek nankör ve inkarcı olduğunu ifade edecektir. 7¥î©è ' Û Ù¡Û¨ ó¨Ü Ç ¢é £ã¡a ë "Ve kendisi de buna şahittir." Hiçbir tartışma ve mücadelenin olmadığı o gün, insan kendi aleyhine de olsa gerçek ne ise onu konuşur.
86¥í© ' Û
¡¤î ¤Ûa ¡£k¢z¡Û ¢é £ã¡a ë X
Adiyat,8-Doğrusu o malı çok sever.
İnsan kendi nefsini çok sever. Bundan dolayı da "hayrı" çok sever. Fakat "hayır" "mal" olabilir, "iktidar" olabilir, dünya hayatındaki faydalı her şeyden "yararlanma" olabilir.
İman insanın kalbine girip de onun düşüncelerini, önem verdiği şeyleri ve değer ölçülerini değiştirmediği sürece... Nankörlüğüne, inkarcılığına, Allah'ın ihsanı itiraf etmek ve onlara şükretmek üzere engel olmadığı müddetçe... Bencilliğini, cimriliğini fedakarlıkla ve acıma duygusu ile değiştirmediği, hırsa, rekabete, çalışıp didinmeye layık gerçek değerleri -ki bu değerler maldan, iktidardan ve dünya hayatındaki yararlı her şeyden yararlanmaktan çok daha yücedir- evet iman insana o değerleri göstermediği sürece, insanın yapısı ve fıtratı bu olacaktır...
Gerçek şu ki imansız insan, önemsiz ve küçüktür. Arzu ettiği şeyler önemsiz, basit, değer ve önem verdiği şeyler küçüktür. imansız insanın arzuları ne kadar büyük olursa olsun, hırsı ne kadar şiddetli olursa olsun, hedefleri ne kadar üstün olursa olsun, yine de yeryüzünün kokuşmuş çamuruna tepesi üstü gömülmüş, ömür sınırı ile bağlı ve içindeki karanlık hapiste tutuklu kalmaya mahkumdur... insanı bu tutsaklıktan ancak yeryüzünden çok daha büyük dünya hayatından çok daha uzak, insanın kişiliğinden çok daha büyük bir alemle, ezeli olan (başlangıcı olmayan) Allah'tan çıkan ve ebedi (ölümsüz) olan Allah'a dönen ve kendisi ile dünyanın sonsuza kadar birleştiği bir aleme bağlanması kurtarır ve O'nu yüceltir.
Bundan dolayı surede, nankörlüğü, inkarcılığı, bencilliği ve cimriliği tedavi etmek, ruhun bağlı olduğu esaret zincirini kırıp parçalamak için, "hayır" sevgisini unutturan, azgınlığın ve şımarıklığın gafletinden uyandıran yeniden dirilme ve mahşere gelme sahnesini sunarak dikkatleri son bir kez daha çekmektedir.
9=¡ì¢j¢Ô¤Ûa ó¡Ï b ß ¡r¤È¢2
a ¡a ¢á Ü¤È í 5 Ï a Y
10=¡ë¢¢£Ûa ó¡Ï b ß
3¡£¢y ë QP
Adiyat,9- Kabirlerde
bulunanların diriltilip dışarı atıldığını düşünmez mi?
Adiyat,10- Ve kalplerde
gizlenenler ortaya konduğu zaman ,
"Bilmez mi o,
kabirlerde olanlar dışarı atıldığı, kalplerde olanlar ortaya konulduğu
zaman."
Bu
tablo heyecanlı ve dehşetli bir tablodur. Kabirde olanların ortaya çıkmaları,
bunun şiddetli ve heyecan verici sözcüklerle ifade edilmesi, sırların
saklandığı ve gözlerden gizlendiği göğüslerden Alınıp ortaya çıkarılması ve
bunun bu sert ve katı sözcükle ifade edilmesi... Kısacası olaylar bütünü ile
sert, şiddetli ve tozlu dumanlı bir atmosferde verilmektedir.
Bu gelişmeler olacağı zaman insan bilmeyecek mi? Ancak yüce Allah insanın o zaman neyi bileceğine değinmiyor. Çünkü insanın sadece bunu bilmesi bile duygularını sarsmak için yeterlidir. Yüce Allah'ın bu soruyu sorması sonra da insanın vereceği cevabı hazırlasın, bunun için her şeye başvursun, bu sert hareketlere ve gelişmelere eşlik etmesi mümkün olan sonuçların ve acı akıbetlerin neler olabileceğini düşünsün diye onu kendi başına bırakması, insanın duygularını sarsmak için yeterlidir.
Bütün bu heyecan verici hareketler her şeyin her işin ve her akıbetin kendisine ulaştığı bir istikrar, bir duruşla bitiyor, son buluyor.
11¥î©j Û
§¡÷ ߤì í ¤á¡è¡2 ¤á¢è £2 £æ¡a QQ
Adiyat,11- Şüphesiz Rableri o
gün onlardan tamamıyla haberdardır.
"Doğrusu Rabbleri o gün
onların her şeyinden haberdardır."
O halde dönüş Rablerinedir. "O gün" Rabbleri onların kendilerini durumlarını ve sırlarını bilir. Allah her an ve her durumda onlardan haberdardır. Ancak bu haberdar oluşun, bilişin birtakım sonuçları olacaktır. İşte onların burada dikkatlerini kendi üzerine çeken bu sonuçlardır... Bu öyle bir biliştir ki arkasında ödenecek bedel vardır, arkasında hesaba çekilme ve ceza vardır. İşte burada ortaya çıkan da bu üstü kapalı anlamdır.
Böylece surenin Kur'an'ın metoduna uygun olarak, gerek anlam, gerek sözcük, gerek etki bakımından bu son noktaya ulaşana dek soluk soluğa, çığlık çığlığa ve heyecanlarla dolu olarak izlediği tek bir yolu, tek bir hedefi vardır.
15
¡ q¤ì ؤÛa ¢ñ ì¢ QU
¡ágggggggggggggî©y £Ûa
¡å¨à¤y £Ûa ¡é¨£ÜÛa ¡ágggggggggg¤¡2
15-el-KEVSER
Bismillâhirrahmânirrahîm
Kur'an-i Kerim'in on beşinci sûresi. Üç âyet, on kelime ve kırk iki harften ibarettir. İlk ayetinde; Kevser’den bahsedildiği için, ona bu isim verilmiştir Kur'an'ın en kısa sûresidir. Diğer bir ismi de "en-Nahr"dır
Bu
sûre, "Duha' ve "inşirah" sureleri gibi Hz. Muhammed
(as)'e has, Onunla ilgili olan bir sûredir. Kevser sûresinde Yüce Allah,
müşriklerin çeşitli kötülüklerine, hakaret ifade eden konuşmalarına karşı, Hz.
Peygamber (as)'ı teselli etmektedir. Peygambere çeşitli iyiliklerle vaatlerde
bulunmakta, Onu, Allah'a karşı şükür vazifelerini yerine getirme yoluna sevk
etmekte ve Onun düşmanlarının acı akıbetlerini haber vermektedir.
Onların nazarında, Resûlüllah (as)'ın tuttuğu yolun neticesi başarısızlıktı ve O, vefatından sonra unutulup gidecekti. Onu hatırlayan kimse kalmayacaktı. Bilhassa, cahiliyle dönemindeki Arapların anlayışına göre, erkek çocuğu olmayan insanlar soyu kesik olarak kabul ediliyordu. Öldükten sonra isimlerinin unutulacağını, hiç kimsenin onlarını adını devam ettirmeyeceğini düşünüyorlardı. işte bu anlayıştan dolayı, Hz. Peygamber (as)'ın oğlu Kasım veya Abdullah vefat ettiği zaman, müşrikler, Onun zürriyetinin kesik olduğunu, vefatından sonra adının unutulacağını söylüyorlardı. As b. Vaîl ve Ukbe b. Ebî Mu'ayt gibi müşrikler de, buna benzer sözler sarf ettiler. Bunun üzerine Kevser sûresi nazil oldu.[522]
Kevser sûresi, kimi müfessirlere göre Mekke'de ve kimine göre de Medine'de nâzil olmuştur. Mekke'de nazil olduğu kanaati ağırlıktadır.
Yukarıda işaret edildiği gibi, müşriklerin Hz. Muhammed (as)'ı rahatsız edip üzdükleri bir sırada, nazil oldu. Yüce Allah bu sûre ile, Peygamber (as)'e manevi bir güç ve kuvvet verdi.
Kevser Suresinin Kelimeleri:
16 q¤ì ؤÛa
Úb ä¤î À¤Ç a ¬b £ã¡a Q
¬b £ã¡a kuşkusuz
b ä¤î À¤Ç a biz
verdik
Ú sana
6 q¤ì ؤÛa
kevseri
26¤ z¤ãa ë
Ù¡£2 ¡Û ¡£3 Ï R
¡£3 Ï namaz kıl
Ù¡£2 ¡Û sen Rabbin
için
6¤ z¤ãa ë ve kurban
kes
3¢ n¤2 üa
ì¢ç Ù ÷¡ãb ( £æ¡a S
£æ¡a
şüphesiz
Ù ÷¡ãb (
sana hınç besleyendir
ì¢ç odur
¢ n¤2 üa
asıl soyu kesik olan
Kevser Suresinin Tefsiri:
16 q¤ì ؤÛa
Úb ä¤î À¤Ç a ¬b £ã¡a Q
Kevser, 1-(Ey Muhammed) Biz
sana Kevser'i verdik
Kevser, çokluk mastarından gelen bir kelimedir. Sonsuzluk manasını ifâde eder. İbn Abbas, Saîd b. Cübeyr, İkrime ve Mücahit gibi müfessirler, bu âyette zikredilen Kevser'in, "çok hayır" gibi manalar ifade ettiğini söylemişlerdir.[523] El-Beydâvî, de Kevser için; "dünya ve âhretin şerefi, ilim ve amel bakımından son derece çok olan hayır, demektir"[524] demiştir.
Onun
peygamber olarak seçilmesi ve kendisine Kur'an-i Kerim gibi ilâhî bir kitabin
verilmesi, ifade edilmeyecek derecede büyük bir nimettir. Kendisine verilen
ilim ve hikmet bir nimet ve ümmetinin çokluğu ise, ilâhî bir lütuftur. bu ana
kadar dünyanın çeşitli yerlerinde yaşamış olan, değişik renkte, değişik dilleri
konuşan, değişik milletlere mensup milyarlarca insan Onun adını andı; Onun
sünnetini takip edip izinde gitti ve kalpleri Onun sevgisi ile coşup taştı. Bu
muhabbet bugün de yaşamaktadır ve kıyamete kadar da devam edecektir.
İşte bütün bunlar, Hz. Muhammed (as)'e verilen ilahî nimetlerdir. Kevser kelimesi, bütün bu manaları kapsamaktadır.
Bir de Kevser, kıyamet günü haşr meydanında Resûlüllah (as)'a verilecek olan bir havuzun ve yine kendisine Cennette verilecek olan bir nehrin ismidir.
Bu havuz ve nehir hakkında bir çok hadîs rivayet edilmiştir:
"Gerçekten benim havzim
Eyle ile Aden arasındaki mesafeden daha uzundur. Allah'a yemin ederim ki, ben
bir takım insanları, kişinin yabancıları havuzdan kovduğu gibi kovacağım."[525]
Hz. Enes (ra)'ın rivayet ettiğine göre, Peygamber (as) Kevser hakkında söyle buyurmuştur: "Bu, Allah’ın bana Cennette verdiği bir nehirdir. Onun toprağı misktir, suyu sütten daha beyaz ve baldan daha tatlıdır."[526]
26¤ z¤ãa ë Ù¡£2 ¡Û
¡£3 Ï R
Kevser,2-Öyleyse Rabbin için
namaz kıl ve kurban kes.
Bu âyetin tefsîri ile ilgili olarak, müfessirler farklı açıklamalarda bulunmuşlardır. Bazıları namazdan muradı, beş vakit namaz olarak anlamışlar; bazıları da Kurban bayramı olarak anlamışlardır. Bazı âlimler de, bundan muradın mutlak namaz olduğunu söylemişlerdir. Bir kısım âlimlere göre "nahr"dan gaye, namazda elleri bağlamaktır. Namazı elleri kaldırarak tekbir getirme manasında anlayanlar da vardır. Bazıları ise, namaza başlarken, rükû ederken, rükûdan kalktığında elleri kaldırmak olduğunu söylemişlerdir. Ve bazı âlimlere göre "nahr", Kurban bayramı namazını kılmak ve ondan sonra kurban kesmektir. Bu türlü ihtilaflardan dolayı, kurban kesmek farz değil, vacip olarak kabul edilmiştir.
Genel olarak bu âyette, Allah'a samimiyetle yönelerek verdiği nimetlere şükretme, Onun için namaz kılıp, Onun için kurban kesmek emredilmiştir.
Kesilen kurbanların üzerine yalnız ve yalnız Allah’ın adinin anılması gerektiğinin, Allah'tan başkası adına kesilenlerle, Allah adı anılmadan kesilenlerin haram olusunun burada yeniden ifade edilmesi gösteriyor ki, bu din, hayatı bütünüyle çirkin fenalıklarından arıtıp temizleme konusunda son derece dikkat göstermektedir. Yalnız kafaları ve vicdanlarını değil, hayatın bütünü buna dahildir. Çünkü bu din, apaçık ve saf tevhit dinidir. Bu yüzden de fiiliyatta şirki ortadan kaldırmayı ön plana almıştır. Hayat gizli ve açık yönleri ile bir birliktir. İslâm, hayatı parçalara ayırmaz, her türlü şirk şaibesinden korur. Hayatı samimiyetle ve açıklıkla Allah'a tevcîh eder.
3¢ n¤2 üa ì¢ç
Ù ÷¡ãb ( £æ¡a S
Kevser,3-Asıl sonu kesik
olan, sana buğz eden kimsedir.
Yüce Allah bu âyette, Hz. Muhammed (as)'ın oğlunun vefatı münasebeti ile kendisine: "Sonu kesik, adı şanı unutulacak" gibi sözleri söyleyenleri tenkit etmekte ve asıl onların sonunun açı olduğunu açıklamaktadır. Nitekim, Hz. Muhammed (as)'ın adı, on dört asırdır dünyanın her köşesinde hürmet ve saygı ile anılmakta, günde beş vakit okunan ezanlarda Allah’ın adı ile beraber zikredilmektedir. Onun emanet olarak bıraktığı İslâm dini, gün geçtikçe, dünyanın çeşitli yerlerine yayılmaktadır. Onu tenkit eden, kötüleyen, adı sanı unutulacak diyen bedbahtların ise, isimleri çoktan unutulmuştur.
16
¡¢qb Ø £nÛa ¢ñ ì¢ QV
¡ágggggggggggggî©y £Ûa
¡å¨à¤y £Ûa ¡é¨£ÜÛa ¡ágggggggggg¤¡2
16-et-TEKÂSÜR
Kur'an-i
Kerîm'in yüz ikinci suresi, sekiz ayet, otuz altı kelime ve yüz elli iki
harften ibarettir, fasılası á ve å harfleridir. Mekkî
sûrelerden olup, Kevser suresinden sonra nâzil olmuştur. Adini ilk ayetinde
geçen ve "çoklukla övünmek" anlamında kullanılan "Tekâsür" kelimesinden almıştır.
Sure,
insanların, nimet olarak verilen dünyaya ait şeyleri kendilerine ilâhlar
edinip, onlara tapınmalarını şiddetli bir üslûpla tenkit ederek, böyle
davrananların ahrette uğrayacakları elim azabı haber vermektedir.
İnsanoğlu, haktan uzaklaşıp, cehaletin karanlığında kaybolduğu zaman, dünyaya ait olan maddî menfaatlere o derece değer verir ki, sanki ebediyen kaybetmeyecekmiş gibi onlara hizmet etmeye, varlıklarıyla öğünmeye baslar.
ـ
وعن أبىّ بن
كعب رَضِىَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رسول
اللّه # قال
لَهُ: إنَّ
اللّهَ
اَمَرَنِى
أنْ أقْرَأ
عَلَيْكَ
الْقُرآنَ،
فَقَرأ عَلَيْهِ:
لَمْ يَكُنِ
الَّذِينَ
كَفَرُوا، وَقَرَأ
فِيهَا: إنَّ
الدِّينَ
عِنْدَ اللّهِ
الحَنِيْفِيَّةُ
المُسْلِمَةُ
َ
اليَهُودِيَّةُ
وََ
الْمَجُوسِيَّةُ،
وَمَنْ
يَفْعَلْ
خَيْراً
فَلَنْ
يُكْفَرَهُ،
وَقَرَأ
عَلَيْهِ:
لَوْ أنَّ
بْنِ آدَمُ وَادِياً
مِنْ مَالٍ
َبْتَغى
إلَيْهِ
ثَانياً،
وَلَوْ أنَّ
لَهُ ثَانياً
بْتَغى إلَيْهِ
ثَالثاً، وََ
يَمْ‘ُ جَوْفَ
ابن آدَمَ إَّ
التُّرَابُ،
وَيَتُوبُ
اللّهُ عَلى
مَنْ تَابَ.
- Übey İbnu Ka'b (radıyallahu anh)'ın anlattığına göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kendisine: "Allah, sana Kur'ân okumanı emretti" demiş ve Lem yekunillezîne keferû'yu ve bu sûreden olmak üzere şunu okumuştur: "Allah indindeki din muvahhid İslâm dinidir, ne Hıristiyanlık, ne Yahudilik ne de Mecûsilik değildir. Kim bir hayır yaparsa asla zâyî olmayacak."Übey İbnu Ka'b: "Bana şunu da okudu" dedi: "Ademoğlunun bir vâdi dolu malı olsa ikincisini de arar. İkincisiyi de elde etse üçüncüsünü arar. Ademoğlunun iç boşluğunu ancak toprak doldurur. Allah tevbe edenleri affeder"[527] ifadesiyle veciz bir şekilde ortaya koymaktadır. Allah Teâlâ, malları ve çocukları birer imtihan aracı kılmış, onların veriliş hikmetini kavrayanlara da büyük ecirler vaat etmiştir:
;¥áî©Ä Ç ¥¤u a
¬¢ê ¤ä¡Ç 騣ÜÛa £æ a ë =¥ò ä¤n¡Ï
¤á¢×¢
ü¤ë a ë ¤á¢Ø¢Ûa ì¤ß a ¬b à £ã a
a¬ì¢à ܤÇa ë
"Bilin ki, sizin için
mallarınız ve evlatlarınız ancak bir imtihandır ve asil büyük mükâfat elbette
Allah nezrindendir."[528]
İşin hakikati böyle olmakla birlikte cahilî toplumlar arasında mal, evlat ve soy gibi unsurlar birer üstünlük sebebi ittihaz edilmiş, üstünlük iddiasında yarışma ve çekişmelere kaynak olmuşlardır. Bu konu da o kadar ileri gidilmişti ki, hayatta olanların sayısı yetmediği için, mezarlıklara giderek oradaki ölülerin sayısını bile işin içine katip çokluklarını iftihar vesilesi yapıyorlardı.[529]
Sure,
bu gibi mal, evlat ve değişik dünyevî varlıklarla iştigal edip her şeyi
unutarak, ibadet edercesine onlara bağlanan ve bunu diğer insanlara üstünlük
aracı olarak kullanan toplulukların, yaptıkları bu mantık dişi hareketin onları
ilâhî gerçeklerden ne kadar uzaklaştırdığını açıklamakta ve onları gelecekte
ilâhî azapla uyarmaktadır.
Tekasur Suresinin Kelimeleri:
1=¢¢qb Ø £nÛa
¢á¢Øî¨è¤Û a Q ¢á¢Øî¨è¤Û a sizi oyaladı =¢¢qb Ø £nÛa çokluk kuruntusu 26 ¡2b Ô à¤Ûa
¢á¢m¤¢ ó¨£n y R ó¨£n y öyle ki, ¢á¢m¤¢ ziyaret ettiniz 6 ¡2b Ô à¤Ûa kabirleri 3= æì¢à Ü¤È m
Ò¤ì 5 × S 5 × hayır! Ò¤ì yakında = æì¢à Ü¤È m bileceksiniz! 46 æì¢à Ü¤È m
Ò¤ì 5 × £á¢q T £á¢q elbette 5 × hayır! Ò¤ì yakında 6 æì¢à Ü¤È m bileceksiniz! 56¡åî©Ô î¤Ûa á¤Ü¡Ç
æì¢à Ü¤È m ¤ì Û 5 × U 5 × hayır! |
¤ì Û keşke æì¢à Ü¤È m bilmiş olsaydınız á¤Ü¡Ç bilgi ile 6¡åî©Ô î¤Ûa kesin 6= áî©z v¤Ûa
£æ¢ë n Û V £æ¢ë n Û görürdünüz = áî©z v¤Ûa cehennem ateşini 7=¡åî©Ô î¤Ûa
å¤î Ç b è £ã¢ë n Û £á¢q
W £á¢q sonra
b è £ã¢ë n Û onu göreceksiniz å¤î Ç gözle =¡åî©Ô î¤Ûa çıplak 8¡áî©È £äÛa ¡å Ç
§¡÷ ߤì í £å¢Ü ÷¤¢n Û £á¢q X
£á¢q sonra
£å¢Ü ÷¤¢n Û sorguya çekileceksiniz
§¡÷ ߤì í o gün
¡å Ç den
¡áî©È £äÛa nimetler |
Tekasur
Suresinin Tefsiri:
1=¢¢qb Ø £nÛa
¢á¢Øî¨è¤Û a Q
26 ¡2b Ô à¤Ûa
¢á¢m¤¢ ó¨£n y R
3= æì¢à Ü¤È m
Ò¤ì 5 × S
46 æì¢à Ü¤È m
Ò¤ì 5 × £á¢q T
Tekasur, 1,4- "Çoklukla övünmek, sizi kabirlere varıncaya kadar
meşgul etti. Hayır! ileride bileceksiniz"
Allah
Teâlâ, eğer insanlar iddia ettikleri gibi gerçekten bilgi sahibi olsalardı,
cehennemin varlığının hakikatini anlayacaklarını ve bu gibi sapık isler
islemekten kaçınacaklarını bildirmektedir:
56¡åî©Ô î¤Ûa
á¤Ü¡Ç æì¢à Ü¤È m ¤ì Û 5 × U
6= áî©z v¤Ûa
£æ¢ë n Û V
Tekasur -5-6"Hayır, kesin bilgi ile (gerçeği) bilseydiniz mutlaka
cehennemi görür (onun varlığını gözle görmüş gibi kabul ederdiniz)"
Dünya hayatına dalıp, dünyada terk edip gidecekleri şeyleri çoğaltmak için, yeryüzündeki varlık gayesini unutan, gaflet içerisindeki insanlar, bu hayati bitirdikleri zaman, cehennem gözlerinin önüne getirilecek ve yeryüzünde verilen nimetlerin hesabi kendilerinden sorulacaktır.
7=¡åî©Ô î¤Ûa å¤î Ç
b è £ã¢ë n Û £á¢q W
8¡áî©È £äÛa ¡å Ç
§¡÷ ߤì í £å¢Ü ÷¤¢n Û £á¢q X
Tekasur, 7,8- "Sonra
cehennemi bizzat gözünüzle mutlaka göreceksiniz. Sonra o gün, verilen her
nimetten sorguya çekileceksiniz"
Hadîsi Nebevî de:
ـ
عن شُفَىٍّ
ا‘صْبَحِى عن
أبى هريرة
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسولُ
اللّهِ #:
أوَّلُ مَنْ
يُدْعَى بِهِ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
رَجُلٌ
جَمَعَ
الْقُرآنَ،
وَرَجُلٌ
قُتِلَ في سَبِيلِ
اللّهِ،
وَرَجُلٌ
كَثِيرُ
المَالِ.
فَيَقُولُ
اللّهُ
تَعَالى
لِلْقَارِئِ:
ألَمْ
أُعَلِّمْكَ
مَا
أنْزَلْتُ
عَلى رَسُولِى؟
فَيَقُولُ:
بَلَى يَا
رَبِّ. قالَ:
فَمَا
عَمِلْتَ
فِيمَا
عَلِمْتَ؟
فَيَقُولُ:
كُنْتُ أقُومُ
بِهِ آنَاءَ
اللَّيْلِ
وَأنَاءَ
النَّهَارِ.
فَيَقُولُ
اللّهُ
تَعالى لهُ:
كَذَبْتَ. وَتَقُولُ
لهُ
المََئِكَةُ:
كَذَبْتَ.
وَيَقُولُ
لهُ اللّهُ
تَعالى: بَلْ
أرَدْتَ أنْ يُقَالَ
فَُنٌ
قَارِئٌ،
وَقَد قِيلَ
ذلِكَ. وَيُؤْتى
بِصَاحِبِ
المَالِ؟
فَيَقُولُ
اللّهُ تَعالى:
ألَمْ
أُوَسِّعْ
عَلَيْكَ
حَتَّى لَمْ
أدَعْكَ
تَحْتَاجُ
إلى أحَدٍ؟
فيَقُولُ: بَلَى
يَا رَبِّ.
فَيَقُولُ:
فَمَاذَا
عَمِلْتَ
فِيمَا
آتَيْتُكَ؟
فَيَقُولُ:
كُنْتُ أصِلُ
الرَّحِمَ
وَأتَصَدَّقُ.
فَيَقُولُ اللّهُ
تَعالى لَهُ:
كَذَبْتَ؛
وَتَقُولُ
لَهُ المََئِكَةُ:
كَذَبْتَ؛
وَيَقُولُ
لَهُ اللّهُ
تَعالى: بَلْ
أرَدْتَ أنْ
يُقَالَ
فَُنٌ جَوَادٌ،
وَقَدْ قِيلَ
ذلِكَ. ثُمَّ
يُؤْتَى
بِالَّذِى
قُتِلَ في
سَبِيلِ
اللّهِ.
فَيَقُولُ لَهُ
اللّهُ
تَعالى:
فِيمَا
ذَاقُتِلْتَ،
فَيَقُولُ:
أُمِرْتُ
بِالْجِهَادِ
في سَبِيلِكَ
فقَاتَلْتُ
حَتَّى
قُتِلْتُ.
فَيَقُولُ
اللّهُ تَعالى
لَهُ:
كُذَبْتَ.
وَتَقُولُ
لَهُ المََئِكَةُ:
كَذَبْتَ.
وَيَقُولُ
لَهُ اللّهُ تَعالى:
بَلْ أرَدْتَ
أنْ يُقَالَ
فَُنٌ جَرِئٌ،
وَقَدْ قِىلَ
ذلِكَ. ثُمَّ
ضَرَبَ رسولُ اللّهِ
# عَلى
رُكْبَةِ أبى
هُرَيْرَةَ.
فقالَ: يَا أبَا
هُرَيْرَةَ
أولئِكَ
الثََّثَةُ
أوَّلُ
خَلْقِ
اللّهِ
تُسْعَرُ
بِهِم
النَّارُ يَوْمَ
الْقِيَامَةِ،
قال شُفَىٌّ:
فأخْبَرْتُ
مُعَاوِيَةَ
بِهَذَا
الحَدِيثِ
عَنْ أبِى
هُرَيْرَةَ.
فقَالَ: قَدْ
فُعِلَ بِهؤَُءِ
هذا، فَكَيْفَ
بِمَنْ
بَقِىَ مِنَ
النَّاسِ؟ ثُمَّ
بَكَى
مُعَاوِيَةُ
بُكَاءً
شَديداً حَتَّى
ظَنَّ أنَّهُ
هَالِكٌ.
ثُمَّ أفَاقَ
وَمَسَحَ
عَنْ
وَجْهِهِ
وقَالَ:
صَدَقَ اللّهُ
وَرَسُولُهُ؛
مَنْ كانَ
يُرِيدُ
الحَيَاةَ
الدُّنْيَا
وَزِينَتَهَا
نُوَفِّ إلَيْهِمْ
أعْمَالَهُمْ
فِيهَا
وَهُمْ
فِيهَا َ
يُبْخَسُونَ
أولئِكَ
الَّذِينَ
لَيْسَ
لَهُمْ في
اخِرَةِ إَّ
النَّارُ
وَحََبِطَ
مَا صَنَعُوا
فِيهَا
وَبَاطِلٌ
مَا كَانُوا
يَعْمَلُونَ.
-
Şüfeyyü'l-Esbâhî, Hz. Ebû Hüreyre'den naklediyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kıyamet günü ilk çağrılacaklar,
Kur'ân-ı ezberleyen biri, Allah yolunda öldürülen biri ve bir de çok malı olan
biridir. Allah Teâlâ Hazretleri Kur'ân okuyana:"Ben Resûlüme inzal
buyurduğum şeyi sana öğretmedim mi?" diye soracak. Adam:"Evet yâ Rabbi!"
diyecek."Bildiklerinle ne amelde bulundun?" diye Rabb Teâlâ tekrar
soracak.Adam:"Ben onu gündüz ve gece boyunca okurdum" diyecek. Allâhu
Teâlâ Hazretleri:"Yalan söylüyorsun!" diyecek. Melekler de
ona:"Yalan söylüyorsun!" diye çıkışacaklar. Allahu Teâlâ Hazretleri
ona:"Bilakis sen, "Falanca Kur'an okuyor" densin diye okudun ve
bu da söylendi" der.Sonra, mal sahibi getirilir. Allah Teâlâ Hazretleri:
"Ben sana bolca mal vermedim mi? Hatta o kadar
bol verdim ki, kimseye muhtaç olmadın?" der. Zengin adam, "Evet yâ
Rabbi" der."Sana verdiğimle ne amelde bulundun?" diye Rabb Teâlâ
sorar. Adam:"Sıla-i rahimde bulunur ve tasadduk ederdim" der. Allâhu
Teâlâ Hazretleri:"Bilakis sen: "Falanca cömerttir" desinler diye
bunu yaptın ve bu da denildi" der.Sonra Allah yolunda öldürülen getirilir.
Allah Teâlâ Hazretleri:"Niçin öldürüldün?" diye sorar.
Adam:"Senin yolunda cihadla emrolundum. Ben de öldürülünceye kadar
savaştım" der. Hakk Teâlâ ona:"Yalan söylüyorsun!" der. Ona
melekler de:"Yalan söylüyorsun!" diye çıkışırlar. Allah Teâlâ
Hazretleri ona tekrar:"Bilakis sen: "Falanca cesurdur" desinler
diye düşündün ve bu da söylendi" buyurur. Sonra (Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Ebû Hüreyre'nin dizine vurup):"Ey Ebû Hüreyre! Bu üç kimse, Kıyamet
günü, cehennemin, aleyhlerinde kabaracağı Allah'ın ilk üç mahlûkudur!"
dedi."Şüfey der ki: "Ben Ebû Hüreyre'den aldığım bu hadisi, Hz.
Muâviye'ye haber verdim. Bunun üzerine: "Böylelerine bu muâmele yapılırsa,
insanların geri kalanlarına neler yapılır?" dedi ve Hz. Muâviye şiddetli
bir ağlayışla ağlamaya başladı, öyle ki helak olacağını zannettim. Derken bir
müddet sonra kendine geldi, yüzündeki (gözyaşlarını) sildi. Ve şunları
söyledi:"Allah ve Onun Resûlü doğru söylediler: "Dünya hayatını ve
onun zinetini isteyenlere, orada işlediklerinin karşılığını tastamam veririz.
Onlar orada bir eksikliğe de uğratılmazlar. İşte âhirette onlara ateşten başka
bir şey yoktur. İşledikleri şeyler orada boşa gitmiştir. Zâten yapmakta
oldukları da bâtıldır."[530]
Zirâ Aleyhissalâtü
vesselâmın bu zikrettiklerinde her nimet dahil olur. Bununla beraber kâfire
olan suâl, tevbih suâlidir, çünkü o, şükrü terk etmiştir. Mümine olan suâl,
teşrif suâlidir, çünkü şükür ve itaat etmiştir.
17
¡æì¢Çb à¤Ûa ¢ñ ì¢ QW
¡ággggggggggî©y £Ûa
¡å¨à¤y £Ûa ¡é¨£ÜÛa ¡ágggggggggg¤¡2
17-el-MÂÛN
Bismillâhirrahmânirrahîm
Kur'an-i
Kerim'in yüz yedinci suresi. Yedi ayet, yirmi beş kelime ve yüz on beş harften
ibarettir. Fasılâsı, æ ve â harfleridir. Küfelilerin dışındakiler altı
ayet olduğu görüsündedirler. Mekkî veya Medenî olduğu hakkında değişik
rivayetler vardır. Surenin tamamı münafıklardan ve riyâkârlardan söz ettiği
için Medenî olduğu görüsü daha kuvvetlidir. Mekke döneminde Müslümanların
gösteriş için namaz kılarak nifakta bulunmaları söz konusu değildir. Çünkü
Mekke döneminde Müslümanlar, Allah'a ibadet ettikleri için çileli bir hayat
yaşıyorlardı. Bu şartlar altında onların namaz kılarak gösterişte
bulunabileceklerini düşünmenin bir anlamı yoktur. İslâm, Medine'de hâkim güç
olduğu için, bir takım kimseler Müslümanların arasında, cemaatle kılınan
namazlara katılarak, kendilerinin de Müslüman olduklarını göstermek
istiyorlardı. ez-Zemahşeri, ilk üç ayetinin Mekkî, kalanının da Medenî olduğu
görüsünde olup, Tekâsür sûresinden sonra nazil olduğunu nakletmektedir.[531] Adını
son ayetinde zekât vermek, yardım etmek, ihsanda bulunmak anlamlarına gelen "maûn" kelimesinden almıştır. Sûre, "Eraeyte" ve "Din" adlarıyla da anılır.
Yedi kısa ayetten meydana gelen bu sûre, küfür ve iman hususunda geçerli olan anlayışı kökünden değiştirebilecek güçte gerçekleri ele almaktadır. Bu din gösteriş ve sekil dini değildir. ibadet ve hareketlerdeki samimiyete ve feragate büyük önem veren İslâm, bu samimiyetin Salih amele ve yeryüzünü imar eden bir dinamizme dönüşmesini emreder.
Ayrıca bu din, muhtevası bir birinden ayrı bölük-pörçük gerçeklerden oluşmuş bir din de değildir. insan onun bir kısmına uyup bir kısmını terk ettiği takdirde görevini yapmış sayılmaz. Bu din mütekâmil bir nizamdır. ibadet ve mükellefiyetleri iç içedir. Ferdi ve içtimaî emirleri birbirini destekler. Hepsinin de gayesi insanları yüce bir hedefe yöneltmektir...
İnsan, diliyle Müslüman olduğunu, bu dini tasdik ettiğini söyleyebilir; namaz da kılabilir; namazın dışındaki diğer hükümleri de yerine getirebilir. Bütün bunları yaptığı halde, yine de gerçek imandan ve gerçek tasdikten uzak, hem de çok uzak kalabilir. Çünkü bu gerçeklerin bazı alametleri vardır ki, onlar bu imanın varlığının delilidir. Bu alameti taşımadan insan ne kadar diliyle söylerse söylesin, ne kadar ibadet ederse etsin, gerçek imana ve gerçek tasdike eremez. Asr sûresinde de belirtildiği gibi, iman gerçeği bir kalpte yer edince o kalp o anda harekete geçer ve salih amel seklinde de imanın varlığını gösterir. Bu hareket olmayınca onun varlığı için bir delil yok demektir. iste bu surenin ayetleri de ayni gerçekleri dile getirmektedir.
Maun Suresinin Kelimeleri:
16¡åí©£Ûb¡2
¢l¡£ Ø¢í ô© £Ûa o¤í a a
Q o¤í a a gördün mü? ô© £Ûa kimseyi ¢l¡£ Ø¢í yalanlayanı 6¡åí©£Ûb¡2 dini 2= áî©n î¤Ûa
¢£Ê¢ í ô© £Ûa Ù¡Û¨ Ï R Ù¡Û¨ Ï İşte o ô© £Ûa kimse ¢£¢£Ê¢ í itip kakar = áî©n î¤Ûa yetimi 36¡åî©Ø¤¡à¤Ûa
¡âb È ó¨Ü Ç ¢£¢z íü ë S ¢£¢z íü ë teşvik etmez ó¨Ü Ç üzerine ¡âb È yemek yedirmeye 6¡åî©Ø¤¡à¤Ûa yoksula 4= åî©£Ü ¢à¤Ü¡Û
¥3¤í ì Ï T |
¥3¤í ì Ï yazıklar olsun = åî©£Ü ¢à¤Ü¡Û namaz kılanlara 5= æì¢çb
¤á¡è¡m5 ¤å Ç ¤á¢ç åí© £Û a U åí© £Û a kimseler ¤á¢ç onlar ¤å Ç dan ¤á¡è¡m5 namazların = æì¢çb gafildirler 6= æ@¢ªë¬a ¢í
¤á¢ç åí© £Û a V åí© £Û a ki; ¤á¢ç onlar = æ@¢ªë¬a ¢í gösteriş yaparlar 7 æì¢Çb à¤Ûa
æì¢È ä¤à í ë W
æì¢È ä¤à í ë ve mâni olurlar
æì¢Çb à¤Ûa hayra |
Maun Suresinin Tefsiri:
Sureyi iki kısımda ele almak mümkündür.
a) Yetimin hakkini yiyen, ona babasından kalan mirası vermeyen, ayrıca bir yetim, çaresizlik içinde ona gelince onun ihtiyacını karşılamadan onu itip kakarak kovan ve yoksulun açlığı ile ilgilenmeyen kimselerin durumu şiddetli tehdit ifade eden bir üslupla bize bildirilmektedir. Onlar İslâmi inkâr eden, hesap gününe inanmayan kimseler olarak takdim edilmektedir:
16¡åí©£Ûb¡2 ¢l¡£ Ø¢í
ô© £Ûa o¤í a a Q
Maun, 1- Gördün mü o, dini
yalanlayanı.
Dini yalanlamak ahiret günündeki hesaba çekilmeyi ve cezayı inkâr etmek demektir. Kur'an ıstılahında "Dîn" amellerin ahiretteki karşılığı olarak kullanılır:
2= áî©n î¤Ûa ¢£Ê¢ í
ô© £Ûa Ù¡Û¨ Ï R
36¡åî©Ø¤¡à¤Ûa ¡âb È ó¨Ü Ç
¢£¢z íü ë S
Maun,2,3-İste, o Dini
yalanlayan, yetimi itip kakan, yoksulu doyurmaya teşvik etmeyendir.
Bu sûrenin; cimrilikleri, yoksullara, düşkünlere eziyet ve onları hor görüp itip kakmaları ile tanınan, As İbn Vâil, Velid İbn Âiz ve Ebû Süfyân hakkında nazil olduğu şeklinde muhtelif rivayetler bulunmaktadır.[532]
Yetimi ve düşkünü horlayarak itip kakan, ona işkence eden kimselerin durumu, Dini yalanlamaktadır. Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir kimse, Allah Teâlânın bu büyük ithamı karşısında, ürpererek, etrafındaki yetim, yoksul ve ihtiyaç sahiplerinin hukukunu hassas bir şekilde gözetecek, onların ihtiyaçlarını karşılayacaktır. Bu, müminin iman etmekle girmiş olduğu ahlâkî kalıbın gerektirdiği bir hareket tarzıdır.
b) Kıldıkları namazdan gâfil olanlar ve gösteriş için namaz kılanların ahiret gününde karşılaşacakları acıklı azap vurgulanıyor:
4= åî©£Ü ¢à¤Ü¡Û
¥3¤í ì Ï T
5= æì¢çb
¤á¡è¡m5 ¤å Ç ¤á¢ç åí© £Û a U
6= æ@¢ªë¬a ¢í
¤á¢ç åí© £Û a V
Maun,4,5,6-"Vay o namaz
kılanların haline, ki onlar, kıldıkları namazdan habersizdirler; onlar,
gösteriş yaparlar"
Bu namaz kılıcılar, nifak içerisinde bulunan tiplerdir. Onların kıldıkları namaz, zahiri bir şekilden ibaret kalmakta, kalplerinde hiç bir manevi iz bırakmamaktadır. Kıldıkları namazlardan gâfil olanlar ibaresi; namazlarını vaktinde kılmayıp tehir eden, halkın huzurunda kıldığı halde, yalnız kalınca namazı terk eden münafıkları haber vermektedir.
Onlar görünürde namazlarını kılarak, müminlerden görünmek suretiyle bir takım dünyevî menfaatler elde etmek isterler. Onlar için namazını dosdoğru kılan, salih insanlar denmesi, hoşların gider. Allah’a değil de, kendi nefislerine tapınmış olurlar. Bu tiplerin, inanan insanları kandırmaları mümkündür. Çünkü İslâm, zahire göre hüküm vermeyi emreder. Kalplerde olanı ise, yalnız Allah Teâlâ bilebilir. Namazı kılmak veya terk etmek karşılığında bir şey görmeyeceklerini zannedip Allah’ın dinini kendilerine kalkan yapanların ne kadar büyük bir gaflet ve sapıklık içinde olduğunu Allah Teâlâ bu ayetleri ile bize haber vermektedir. Ayrıca namaz kılan herkes bu vesile ile uyarılmaktadır. Allah Teâlâ nifak içerisinde ibadet edenlerin durumunu su ayeti kerime ile de açıklığa kavuşturmaktadır:
اِنَّ
الْمُنَافِقينَ
يُخَادِعُونَ
اللّهَ
وَهُوَ
خَادِعُهُمْ
وَاِذَا
قَامُوا اِلَى
الصَّلوةِ
قَامُوا
كُسَالى
يُرَاؤُنَ
النَّاسَ
وَلَا يَذْكُرُونَ
اللّهَ
اِلَّا
قَليلًا
“Şüphesiz münafıklar Allah'a oyun etmeye kalkışıyorlar; halbuki Allah
onların oyunlarını başlarına çevirmektedir. Onlar namaza kalktıkları zaman
üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar, Allah'ı da pek az hatıra
getirirler.”[533]
İşte kalpleri nifakla dolu bu insanların en önemli özelliklerinden biri, Allah Teâlâ'nın şu sözü ile ifade edilir:
7 æì¢Çb à¤Ûa
æì¢È ä¤à í ë W
Maun,7-"Onlar, başkasına
en ufak yardımı esirgerler"
Bu
sure, ibadetlerin görünüşlerinin Allah indinde bir değerinin olmadığını,
ibadetleri ifâ ederken onların hakikatlerini yaşamanın ve yalnız Allah için
yapmanın gerekliliğini tebliğ etmektedir.
18
æë¢¡Ïb ؤÛa ¢ñ ì¢ QY
¡ággggggggggggî©y £Ûa
¡å¨à¤y £Ûa ¡é¨£ÜÛa ¡ággggggggggg¤¡2
18-el-KÂFİRÛN
Bismillâhirrahmânirrahîm
Kur'an-i
Kerim'in yüz dokuzuncu sûresi. Altı âyet, yirmi altı kelime ve doksan dört
harftir. Fasılaları dal, mim ve nun harfleridir. ismini ilk âyette geçen = æë¢¡Ïb ؤÛa
"el-kâfirûn" sözcüğünden
alır. Sûrenin asıl adı; = æë¢¡Ïb ؤÛa b 袣í a
¬b í ¤3¢Ó "Kul yâ eyyuhe'l-kâfirûn"dur. Bu isim uzun olduğundan
kısaca "Kâfirûn" sûresi denilmektedir. "Mukaskise", "ibadet" ve "ihlâs" olarak da isimlendirilir. Sahih rivâyetlere göre Mekke'de inmiştir.
Nüzûl sebebiyle ilgili rivâyetler de, muhtevası da Mekke'de indiğine delildir.
Mekkeli
müşrikler, uyguladıkları baskı ve zulmün İslâm davasını engelleyemediğini artık
anlamışlardı. Baskı ve zulümlerini devam ettirirken bir yandan da Resûlüllah
(as) ile uzlaşma zemini arayıp zaman, zaman bir takım tekliflerle ona giderek
davasından vazgeçireceklerini sanıyorlardı. İbn Abbâs'dan nakledilen bir
rivâyete göre müşrikler Resûlüllaha söyle diyorlardı: "Biz sana o kadar mal veririz ki Mekke'nin zengini olursun. Eğer
bir, kadın istiyorsan seni onunla evlendiririz. istersen seni önderimiz olarak
kabul ederiz. Yalnız tanrılarımızı kötülemekten vazgeç. Eğer bu teklifi kabul
etmezsen başka bir teklifimiz var. Bu, senin için de, bizim için de hayırlı
olur."
Resûlüllah onlara "O nedir" diye sordu. Onlar; "Sen bir sene tanrılarımız olan Lât ve Uzza'ya ibadet et. Biz de
bir sene senin tanrına ibâdet edelim" dediler. iste sûre bu olay üzerine
müşriklere karşı İslam’ın ve Hz. Peygamber (as)'ın tavrını belirlemek üzere
inmiştir. Sûre, küfür ile İslâm arasındaki hiç bir uzlaşmanın olamayacağını
ifade etmekte ve bu hususu pekiştirmek için cümleler tekrar edilmektedir.
Resûlüllahın müşriklerle ilişkilerini dört safhada mütalaa etmek mümkündür. Müslümanların sayıca çok az oldukları dönemde müşriklerin eziyetlerine katlanmak. Fikirlerine ortak olmaları ve onlarla fikrî bir uzlaşmaya gitmeden sabretmek.
Müşriklerin bu saldırılarına karşı konulamadığı dönemlerde sûrenin sonundaki ¡åí© ó¡Û ë ¤á¢Ø¢äí© ¤á¢Ø Û "Sizin dininiz size benim dinim bana" stratejisini uygulamak. imkân olduğu takdirde saldırılara ayniyle mukabelede bulunmak.
Antlaşmalara riâyet etmemeleri ve tekrar, tekrar antlaşmayı bozmaları sebebiyle onlarla top yekun bir savaşa girmek.
İlk iki madde Mekke döneminde, son ikisi ise, Medine döneminde olmuştur. bu hususu da belirtelim ki, her dört safhada da Resûlüllah tebliğe devam etmiş, tebliği katiyetle aksatmamıştır. Ayrıca İslâm’ın temel akidesinden kesinlikle taviz vermemiş fikrî bir uzlaşmaya asla yönelmemiştir.
Kur'an-ı Kerim, bir çok yerde cahilliye hayatından örnekler vererek Müslümanların ibret almalarını ister.
Yine bu sûrede Allah son tevhit dini olan İslâm’la insanların nasıl bir inkılapla nefis ve şeytâni putların hâkimiyetinden kurtulduklarını anlatır.
Bilindiği gibi cahilliye dönemi Arapları Allah’ı inkâr etmiyorlar, ancak O'nu "Bir" ve "Samed" olarak tanımıyorlardı. Onlar Allah ile beraber putlara, geçmişteki önemli zatlara, heykellere ibadet ediyor ve bunların Allah yolunda sadece birer vesile olduğu iddiasında bulunuyorlardı:
اَلَا
لِلّهِ
الدّينُ
الْخَالِصُ
وَالَّذينَ
اتَّخَذُوا
مِنْ دُونِه
اَوْلِيَاءَ
مَانَعْبُدُهُمْ
اِلَّالِيُقَرِّبُونَا
اِلَى اللّهِ
زُلْفى اِنَّ
اللّهَ
يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ
فى مَاهُمْ
فيهِ
يَخْتَلِفُونَ
اِنَّ اللّهَ
لَايَهْدى
مَنْ هُوَ كَاذِبٌ
كَفَّارٌ
“Dikkat et, hâlis din yalnız Allah'ındır. O'nu bırakıp kendilerine bir takım dostlar edinenler: Onlara, bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler. Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve inkârcı kimseyi doğru yola iletmez.”[534] diyorlardı.
Yine Ankebût suresinde:
وَلَئِنْ
سَاَلْتَهُمْ
مَنْ خَلَقَ
السَّموَاتِ
وَالْاَرْضَ
وَسَخَّرَ
الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ
لَيَقُولُنَّ
اللّهُ
فَاَنّى
يُؤْفَكُونَ
() اَللّهُ
يَبْسُطُ
الرِّزْقَ
لِمَنْ
يَشَاءُ مِنْ
عِبَادِه وَيَقْدِرُ
لَهُ اِنَّ
اللّهَ
بِكُلِّ شَىْءٍ
عَليمٌ
“Andolsun ki onlara: "Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?" diye sorsan, mutlaka, "Allah" derler. O halde nasıl (haktan) çevrilip döndürülüyorlar?”[535] Hem de yeminlerle dile getirdikleri bu tür inançlarını Allah:
اِنَّمَا
تَعْبُدُونَ
مِنْ دُونِ
اللّهِ اَوْثَانًا
وَتَخْلُقُونَ
اِفْكًا
اِنَّ الَّذينَ
تَعْبُدُونَ
مِنْ دُونِ
اللّهِ لَايَمْلِكُونَ
لَكُمْ
رِزْقًا
فَابْتَغُوا
عِنْدَ اللّهِ
الرِّزْقَ
وَاعْبُدُوهُ
وَاشْكُرُوا
لَهُ
اِلَيْهِ
تُرْجَعُونَ
“Siz Allah'ı bırakıp birtakım putlara tapıyor, asılsız sözler uyduruyorsunuz. Bilmelisiniz ki, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, size rızık veremezler. O halde rızkı Allah katında arayın. O'na kulluk edin ve O'na şükredin. Ancak O'na döndürüleceksiniz”[536] diyerek onların Allah'tan başka ibadet ettikleri şeylerin kendilerini Allah'a yaklaştırmayacağını belirtir. Kâfirûn sûresi insanin içine düştüğü bu ikilemi, bu tür bir çıkmaza kesin bir çözüm getirerek mümin, kâfir saflarının netleşmesini sağlamakta ve insanların bu tür mazeretlerinin olmayacağını ferman buyurmaktadır.
Kafirun Suresinin Kelimeleri:
l = æë¢¡Ïb ؤÛa
b 袣í a ¬b í ¤3¢Ó Q ¤3¢Ó De ki: ¬b í Ey b 袣í a kâfirler! = æë¢¡Ïb ؤÛa 2= æë¢¢j¤È mb ß
¢¢j¤Ç a ¬ü R ¬ü tapmam, etmem ¢¢j¤Ç a ibadet = æë¢¢j¤È mb ß tapmakta olduklarınıza 37¢¢j¤Ç a ¬b ß
æë¢¡2b Ç ¤á¢n¤ã a ¬ü ë S ¬ü ë ve edemezsiniz ¤á¢n¤ã a siz de æë¢¡2b Ç ibadet ¬b ß her ne 7¢¢j¤Ç a (taptığıma), ibadet
ettiğime 4=¤á¢m¤ j Çb ß
¥¡2b Ç ¯b ã a ¬ü ë T |
¬ü ë ve değilim ¯b ã a ben ¥¡2b Ç ibadet edecek b ß her neye =¤á¢m¤ j Ç tapıyor iseniz 56¢¢j¤Ç a ¬b ß
æë¢¡2b Ç ¤á¢n¤ã a ¬ü ë U ¬ü ë ve değilsiniz ¤á¢n¤ã a siz de æë¢¡2b Ç ibadet edecek ¬b ß her neye 6¢¢j¤Ç a ibadet ediyorsan 6¡åí©
ó¡Û ë
¤á¢Ø¢äí©
¤á¢Ø Û V
¤á¢Ø Û size
¤á¢Ø¢äí©
sizin dininiz
ó¡Û ë banadır
¡åí©
benim dinim de |
Kafirun Suresinin Tefsiri:
1= æë¢¡Ïb ؤÛa b 袣í a
¬b í ¤3¢Ó Q
Kafirun, 1-"(Ey Nebi!)
De ki: Ey Kafirler"
Allah onları gerçek durumlarıyla çağırarak, gerçek vasıflarını belirtmektedir. Onların dini yoktur. Ne kadar Allah'a ibadet etseler de bu böyledir. Böylece onlarla Hz. Muhammed (as) arasında bir bağ söz konusu değildir.
2= æë¢¢j¤È mb ß
¢¢j¤Ç a ¬ü R
Kafirun,2-"Ben sizin
tapmakta olduklarınıza tapmam"
Bu ifade, kâfirlerin ibadet ettiği ve halen de ibadet etmekte oldukları bütün mabutları içine alır. Onlar melekler, cinler, nebiler, veliler, ölmüş insanların ruhları, güneş, ay, yıldızlar, hayvanlar, ağaçlar, hayali tanrılar, tanrıcalar, putlarda olabilir. ilahlara topluca ibadet etmenin içine Allah'a ibadet de girse bile, bu aslında Allah'a ibadet değildir. Kur'an-i Kerimde açıkça Allah'a ibadetin Onunla birlikte bir başka şeye ibadet etmemek demek olduğu bildirilmiş ve sadece Allah'a ihlasla yönelmek emredilmiştir.
Daha sonra Kur'an-ı Kerim :
37¢¢j¤Ç a
¬b ß æë¢¡2b Ç ¤á¢n¤ã a ¬ü ë S
4=¤á¢m¤ j Çb ß
¥¡2b Ç ¯b ã a ¬ü ë T
56¢¢j¤Ç a
¬b ß æë¢¡2b Ç ¤á¢n¤ã a ¬ü ë U
6¡åí©
ó¡Û ë ¤á¢Ø¢äí©
¤á¢Ø Û V
Kafirun,2,4,5,6-"Benim taptığıma sizler tapmazsınız. Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Benim taptığıma da sizler tapacak değilsiniz. O halde sizin dininiz size, benim dinim banadır" fermanıyla İslâm’da ibadet edilecek olanın sadece Allah olduğunu; Allah'a yapılan ibadetle Ona ortak koşanların ibadetlerinin karşılaştırılması yapılmaktadır. Ve sûre ¡åí© ó¡Û ë ¤á¢Ø¢äí© ¤á¢Ø Û "Sizin dininiz size, benim dinim banadır" diyerek onların İslâm dışı bir inanç içerisinde oldukları ne Müslümanlarla-kâfirlerin yolunu netleştirmektedir. Bu son ifadede Allah’u Teala İslâm’ın tavrını ortaya koymaktadır. Bu ifade, kâfirlere hoş görünmek için değil, kâfirlikleri üzerinde devam ettikleri sürece onlardan kesp ayrılık ve çizgi farklılığını göstermektedir. Sûre ayni zamanda kâfirlerin, din konusunda Allah’ın Resûlü ve Ona iman eden Müslümanlarla hiçbir zaman uzlaşamayacaklarını belirtmeyi ve bu konuda ümitlerini kesmelerini de kapsar. Aynı tavır Kuran’da bir çok yerde zikredilerek Müslümanların kâfirlere karşı tavrı tespit edilmiştir.
قُلْ
يَا اَيُّهَا
النَّاسُ
اِنْ
كُنْتُمْ فى
شَكٍّ مِنْ
دينى فَلَا
اَعْبُدُ الَّذينَ
تَعْبُدُونَ
مِنْ دُونِ
اللّهِ وَلكِنْ
اَعْبُدُ
اللّهَ
الَّذى
يَتَوَفّيكُمْ
وَاُمِرْتُ
اَنْ اَكُونَ
مِنَ
الْمُؤْمِنينَ
“De ki: "Ey insanlar! Benim dinimden şüphede iseniz, (bilin ki)
ben Allah'ı bırakıp da sizin taptıklarınıza tapmam, fakat ancak sizi öldürecek
olan Allah'a kulluk ederim. Bana müminlerden olmam emr olundu."[537]
Bu kesin ayrılık hem davet edenler için, hem de davet edilenler için gerekliydi. Çünkü daha önceden doğru bir inanca bağlanıp da sonradan sapıtmış topluluklarda iman düşüncesiyle cahiliyet düşüncesinin birbirine karıştığı görülür.
Bu tür topluluk ve!a insanlar hiçbir inanç sahibi olmamış topluluklardan daha azgın olurlar. Çünkü içinde bulundukları durumdan habersizdirler veya memnundurlar. inandıklarıyla yaptıkları arasında bir tezat olduğundan iyiyle kötüyü ayırmaları mümkün olmaz. Hatta onların bu halleri Müslümanları dahi kendine çekerek bazı bozuk yönlerine rağmen iyi yönlerini benimseme hatasına düşürebilir. Halbuki bu durum son derece hatalı ve yanlış bir yoldur.
Yolda atılacak adım, Müslüman’ın câhiliyet sistemi ve nizamından tam olarak sıyrılıp ayrılmaktır. Yolun ortasında buluşma imkânı söz konusu değildir. Bu durum cahiliyet ehlinin tamamıyla İslâm’a girmesiyle ortadan kalkacaktır. Câhiliyet ne kadar İslâm kılığına bürünürse bürünsün ve Müslüman olduğunu ne kadar iddia ederse etsin ortada bir yerde buluşma imkanı yoktur. Dâvet ve tavırda ilk yol "sizin dininiz size benim dinim bana" olmalıdır.
19¡3î©1¤Ûa ¢ñ ì¢ Y
¡ágggggggggggî©y £Ûa
¡å¨à¤y £Ûa ¡é¨£ÜÛa ¡ágggggggggg¤¡2
19-el-FÎL
Bismillâhirrahmânirrahîm
Kur'ân-ı Kerîm'in yüz beşinci suresi. Mekke'de nâzil olmuştur; beş ayettir. fâsılası Lâm harfidir. Adini birinci ayetinde geçen "fil" kelimesinden alır. Fil, Asya ve Afrika'da yaşayan, iri yapılı, güçlü hortumlu, büyük kulakları ve boynuzları (fildişi) olan bir kara hayvanidir. Sure, önceki bir dönemde Allah’ın müminlere yardımını ve büyüklenenlere karşı gösterdiği gazâbını anlatmaktadir.
Surenin
nüzul sebebi sudur: Habeşistan’ın Yemen vâlisi Ebrehe, San'a'da büyük bir
tapınak yaptırdı. Gayesi, Kâbe hacılarını buraya çekmekti. Fakat Kinâne
kabilesinden bir veya birkaç kişi geceleyin bu tapınağa girerek burayı pisledi.
Buna son derece kızan Ebrehe büyük bir ordu hazırladı. Bu muazzam ordunun
karşısında kimse dayanamazdı. Geçtiği yerlerde her önüne çıkanı yendi. Ordusu,
büyük fillerle desteklenmekteydi ve bu fillerin "Mamut" denilen en iri olanı,
karşısındakini ezip geçiyordu. Ebrehe'nin ordusuna Ashâbu'l-Fil (fil sahipleri)
denmiştir. Bu ordu zayıf olan Kureyş'i de korkuttuktan sonra, tam Kâbe'ye
saldıracağı sırada Allah ebâbil kuşlarını üzerlerine gönderdi. Kuşlar
ağızlarında ve ayaklarında taşıdıkları taşları askerlerin üzerine atarak bu
muhteşem orduyu helâk ettiler. Olay Hz. Peygamber (as.)'ın doğduğu yılda
meydana gelmişti. Ayni zamanda bu olay onun peygamberliğine delâlet eden
mucizelerden sayılmıştır.
Fil Suresinin Kelimeleri:
¡lb z¤ b¡2
Ù¢£2 3 È Ï Ñ¤î ×
m ¤á Û a Q l 6¡3î©1¤Ûa ¤á Û a din mi? m
görme Ѥî × neler
3 È Ï yaptı
Ù¢£2 senin
Rabbin
¡lb z¤ b¡2 fil 6¡3î©1¤Ûa sahiplerine 2=§3î©Ü¤ m ó©Ï ¤á¢ç ¤î ×
¤3 Ȥv í ¤á Û a R ¤á Û a dı mı? ¤3 Ȥv í çıkarma
¤á¢ç ¤î ×
onların tuzaklarını =§3î©Ü¤ m
ó©Ï boşa |
3= 3î©2b 2 a a¦¤î
¤á¡è¤î Ü Ç 3 ¤ a ë S
3 ¤ a ë gönderdi ¤á¡è¤î Ü Ç
onların üstüne
a¦¤î kuşlarını
= 3î©2b 2 a
ebâbil 4= :§3î©£v¡ ¤å¡ß §ñ b v¡z¡2
¤á¡èî©ß¤ m T
¤á¡èî©ß¤ m onlara
atıyordu
§ñ b v¡z¡2
taşlar ¤å¡ß dan (yapılmış) :§3î©£v¡ pişkin tuğla 5§4ì¢×¤b ß §Ñ¤ È ×
¤á¢è Ü È v Ï U
¤á¢è Ü È v Ï
böylece onları
§Ñ¤ È × çiğnenmiş
ekine çevirdi §4ì¢×¤b ß yenilip |
Fil Suresinin Tefsiri:
16¡3î©1¤Ûa ¡lb z¤ b¡2
Ù¢£2 3 È Ï Ñ¤î ×
m ¤á Û a Q
2=§3î©Ü¤ m ó©Ï ¤á¢ç ¤î ×
¤3 Ȥv í ¤á Û a R
3= 3î©2b 2 a a¦¤î
¤á¡è¤î Ü Ç 3 ¤ a ë S
4= :§3î©£v¡ ¤å¡ß §ñ b v¡z¡2
¤á¡èî©ß¤ m T
5§4ì¢×¤b ß §Ñ¤ È ×
¤á¢è Ü È v Ï U
Fil, l- Rabbin fil sahiplerine neler etti, görmedin mi?
Fil,2- Onların kötü planlarını boşa çıkarmadı mı?
Fil,3- Onların üstüne ebâbil kuşlarını gönderdi.
Fil,4- O kuşlar, onların üzerlerine pişkin tuğladan yapılmış taşlar atıyordu.
Fil,5- Böylece Allah onları yenilip çiğnenmiş ekine çevirdi.
Burada "görmedin mi?" lafzı hem Fil olayını bilenlere, hem Resulullah'a, o zamanda yasayan herkese ve de bütün insanlara yöneliktir.
Fil suresi önemli ve ibret verici özellikler içermektedir.
Allahu Teâlâ, Kâbe'yi mübârek kılmıştır. Ona herhangi bir şekilde saldırıda bulunan, surede zikredildiği gibi korkunç bir azaba uğrar. Allah, buyruklarına uyanları kurtarır, onlara yardim ederken; karşı gelenleri azâbıyla kuşatır. Allah zâlimlere karşı zayıflara, ezilenlere, hakka inanıp da zâlimlere karsı çıkamayanlara daima yardımcıdır ve en güçlüler bile O'nun intikamı karşısında yok olur giderler.
Ebrehe Kâbe hakkında, "Allah onu elimden kurtaramayacaklar" deyip büyüklendi. O dönemde Mekke'nin başkanı sayılan Abdülmuttalib de, "Bu Beytullah'in bir sahibi var, O onu koruyacaktır" dedi. Rivâyetlerde ayrıca Ebrehe'nin, "Bu Beytullah'in emin bir ev olduğunu duydum; onun eminliğini yok etmeye geldim" dediği de kaydedilir. Abdülmuttalib'in de, "Bu, Allah’ın evidir. Bugüne kadar hiç kimse ona saldıramadı" demesine karşılık Ebrehe, "Ben onu yıkmadan geri dönmeyeceğim" diyerek Mahmut'u Kâbe'ye doğru yöneltti. Ancak hayvan olduğu yere çökmüştü. Kureyşlilerin niçin savaşmadıkları hem bu fillerden, hem de sayılarının azlığından anlaşılmaktadır. Kureyşliler ancak on bin kişi kadarken Ebrehe ordusu altmış bin kişiydi. Kureyşliler katliamdan kurtulmak için dağlara çekilince Kâbe ortada kaldı. işte bu sırada Allah intikamını aldı; sürülerle kuşlar, askerlere taş yağdırdılar.
Rivâyetlere göre bu taşlar askerleri parçaladı; değdiği askeri hemen parçalayan, veya değdiği eti ve kemiği hemen çürütüp eriten taşlardı bunlar. Askerlerin et ve kanları su gibi akıyor, kemikleri dışarı fırlıyordu. Kısacası, korkunç bir fâcia meydana gelmişti. Milâdi 571 yılında cereyan eden bu olaya Araplar "Fil Vak'asi" ve bu seneye "Fil Yılı" demişlerdir. Olay, Müzdelife ile Mina arasındaki Mahasab vadisi yakınındaki Muassib'da meydana gelmiştir. Müzdelife'de durmak, Muassib'da hızlanarak geçmek Resulullah'ın bir sünneti olmuştur. Bu olay üzerine Araplar pek çok şiir ve kasîdeler yazmışlar ve müşrik Mekkeliler bir müddet (on yıl) tek Allah'a iman edip putlar mı Kâbe'den kaldırmışlardır. Ama bir süre sonra yine ortak koşmaya başladılar ve ardından Hz. Peygamber risâletle kendilerine gönderildi. Kureyş, Ebrehe'nin helâkinin her yerde duyulmasıyla itibar kazanmış ve kervanları gittikleri yerlerde âdeta dokunulmazlığa sahip olmuştur. Kureys suresinde onların "Kâbe hizmetçiliği" görevleri sayesinde Araplar arasında nasıl dokunulmaz kılındıkları anlatılmaktadır.[538]
O devirde, yani Milâdi altıncı yüzyılda Arabistan yarımadasında tek bir din hâkimdi ve Mekke bu dinin merkeziydi. Mekke, besinci yüzyılda Zemzem kuyusu yanında kuruldu. Buraya ilk defa Amalikalılar onlardan sonra da Cürhüm kabilesi yerleşti. Cürhümîler'den sonra Mekke'ye Huzaa oğulları hâkim oldu. Resulullah'ın dördüncü göbekten dedesi olan Kusay b. Kilâb 440 yılında Mekke ve Kâbe hâkimiyetini ele geçirdi. Böylelikle, sikaye, hicâbe, rifâde ve livâ denilen Kâbe hizmetleri Kureyşlilerin eline geçmiş oldu. Mekke'ye "Beytü'l-haram", "Ümmü'l-Kurâ", "el-Beledü'l-Emin","el-Beytü'l-Atik" denilir.
وَهذَا
كِتَابٌ
اَنْزَلْنَاهُ
مُبَارَكٌ مُصَدِّقُ
الَّذى
بَيْنَ
يَدَيْهِ
وَلِتُنْذِرَ
اُمَّ
الْقُرى
وَمَنْ
حَوْلَهَا وَالَّذينَ
يُؤْمِنُونَ
بِالْاخِرَةِ
يُؤْمِنُونَ
بِه وَهُمْ
عَلى
صَلَاتِهِمْ
يُحَافِظُونَ
“Bu (Kur'an), Ümmü'l-kurâ (Mekke) ve çevresindekileri uyarman için sana indirdiğimiz ve kendinden öncekileri doğrulayıcı mübarek bir kitaptır. Âhirete inananlar buna da inanırlar ve onlar namazlarını hakkıyla kılmaya devam ederler.”[539] Resulullah'ın bir hadisinden Hz. İsmail neslinden Kinâneoğulları; onlardan Kureyş, ondan Haşimoğulları ondan da Resulullah'in seçildiği kaydedilmiştir. Kâbe'yi Allah’ın emriyle Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail (as), birlikte inşa etmişlerdir:
وَلَنْ
تَرْضى
عَنْكَ الْيَهُودُ
وَلَاالنَّصَارى
حَتّى
تَتَّبِعَ
مِلَّتَهُمْ
قُلْ اِنَّ
هُدَى اللّهِ
هُوَ الْهُدى
وَلَئِنِ
اتَّبَعْتَ
اَهْوَاءَ هُمْ
بَعْدَ
الَّذى
جَاءَكَ مِنَ
الْعِلْمِ
مَالَكَ مِنَ
اللّهِ مِنْ
وَلِىٍّ
وَلَا نَصيرٍ
“Bir zamanlar İbrahim, İsmail ile beraber Beytullah'ın temellerini yükseltiyor (şöyle diyorlardı:) Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz sen işitensin, bilensin.”[540] Yine Allah İbrahim’e insanlara haccı bildirmesini tebliğ etti ve insanlar Kâbe'yi bir hac yeri kıldılar:
وَاَذِّنْ
فِى النَّاسِ بِالْحَجِّ
يَاْتُوكَ
رِجَالًا
وَعَلى كُلِّ
ضَامِرٍ
يَاْتينَ مِنْ
كُلِّ فَجٍّ
عَميقٍ
“İnsanlar arasında haccı ilân et ki,gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan gelen argın develer üzerinde sana gelsinler.”[541] Kâbe, tavansız, dört köse, küçük bir yapıdır. Dört köse olmasından dolayı Kâ'be denilir.
20 ¡Õ Ü 1¤Ûa ¢ñ ì¢ R
¡ággggggggggggî©y £Ûa
¡å¨à¤y £Ûa ¡é¨£ÜÛa ¡ággggggggggg¤¡2
20-el-FELAK
Bismillâhirrahmânirrahîm
Kur'an-ı Kerîm'in nuzul sırasına göre yirminci suresi.
Kur'an'ın
son sûresi olan Nâs suresi ile birlikte bu iki sûreye "Muavvizeteyn" (sığınma sureleri) denilir. Bunların Mekkî mi Medenî
mi olduklarına dair herhangi kesin bir rivayet yoktur.
Felâk suresi beş ayettir. Konusu, yaratıkların şerri, haset ve sihirdir. Nüzûl sebebi hakkında da değişik bilgiler verilmiştir. Bunlardan en yaygın olanında; Lebid b. Asam adlı bir Yahudi büyücü Hz. Peygamber (a.s)'e onu yok etmek için büyü yaptı. Melekler Allah Resulü’ne büyüyü bildirdi. Cebrâil de Muavvizeteyn sûrelerini Cenab-ı Allah katından getirerek, onu büyüden kurtardı. Mu'tezile mezhebi, Hz. Peygamber (a.s)'e büyü tesir etmez diyerek bu görüşü reddetmektedir .
Felâk suresinin fasılası l A harfleridir. "Be", ortada yalnız olarak tam manasıyla bir fâsıla harfidir.
Felak Suresinin Kelimeleri:
1=¡Õ Ü 1¤Ûa ¡£l ¡2
¢ì¢Ç a ¤3¢Ó Q
¤3¢Ó
De ki:
¢ì¢Ç a sığınırım
¡£l ¡2 Rabbine
=¡Õ Ü 1¤Ûa ağaran
sabahın
2= Õ Ü b ß ¡£ ( ¤å¡ß
R
¤å¡ß
den
¡£ ( şerrin
b ß her ne
= Õ Ü yaratmış ise
3= k Ó ë a ¡a §Õ¡b Ë
¡£ ( ¤å¡ß ë S
¤å¡ß ë ve den
¡£ ( şerrin
§Õ¡b Ë gecenin
a ¡a zaman
= k Ó ë karanlığı
çöktüğü
4=¡ ԢȤÛa ó¡Ï ¡pb qb £1 £äÛa
¡£ ( ¤å¡ß ë T
¤å¡ß ë ve den
¡£ ( şerrin
¡pb qb £1 £äÛa
üfürükçülerin
=¡ ԢȤÛa ó¡Ï
düğümlerin
5 y a ¡a
§¡b y ¡£ ( ¤å¡ß ë U
¤å¡ß ë ve den
¡£ ( şerrin
§¡b y kıskancın
a ¡a zaman
y
kıskandığı
Felak Suresinin Tefsiri:
1=¡Õ Ü 1¤Ûa ¡£l ¡2
¢ì¢Ç a ¤3¢Ó Q
Felak, 1-"De ki: Sığınırım tanyerini ağartan Rabb'a "
"De" emri sadece Resulullah'a değil, bütün mükelleflere şâmildir. Veya "ey Resulüm, kendine ve herkese şöyle dua etmelerini söyle" demektir: "Tanyerini ağartan Rabb'a sığınırım."
"Sığınma" fiili, müminlerin bir şeyden korktuklarında bunların şerrinden ancak Allah'a sığınmalarını ifade eder. Hz. Meryem, Hz. Nuh, Hz. Musa'nın da dualarında Allah'a sığındıkları başka ayetlerde zikredilmiştir:
قَالَ
رَبِّ اِنّى
اَعُوذُ بِكَ
اَنْ اَسَْلَكَ
مَالَيْسَ لى
بِه عِلْمٌ
وَاِلَّا
تَغْفِرْ لى
وَتَرْحَمْنى
اَكُنْ مِنَ الْخَاسِرينَ
“Nuh dedi ki: Ey Rabbim! Ben senden hakkında bilgim olmayan şeyi istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve esirgemezsen, ben ziyana uğrayanlardan olurum!” [542]
Hadis-i şeriflerde de
her tehlike ve şerre karşı Allah'a sığınmaya dair malûmat pek çoktur. Hz.
Âişe'nin rivayetiyle bunlardan en meşhuru şöyledir: "Allah’ım
cehennemin fitnesinden, zenginlik ve fakirliğin şerrinden sana sığınırım.''
Felâk'ın manası, yaygın tefsire göre sabah demektir. Araplar, günün dogmasına "felakü's-subh" derler. Yırtmak, yarmak en fazla kullanılan anlamlarıdır. Lügatler de "felâk" kelimesinin anlamları şöyle belirtilmektedir: Âdemden yarılıp çıkan bütün yaratıklar, tan, sabah, aydınlık, fecr, iki tepe arasındaki düzlük, suçluların hapishanede ayaklarına vurulan tomruk (falaka), cehennem veya cehennemde bir kuyunun ismi, çanak dibinde kalan süt artığı, ekşiyip kesilmiş süt, subuh, enhar, mutlak yaratma, bütün mahlukatın içinde bulunduğu şeyi yırtarak çıkması, eksik ve muhtaç olusuyla Rabb'e sığınma zorunluğu.
Bu birinci ayeti tefsir eden ayet sudur:
اِنَّ
اللّهَ
فَالِقُ
الْحَبِّ
وَالنَّوى يُخْرِجُ
الْحَىَّ
مِنَ
الْمَيِّتِ
وَمُخْرِجُ
الْمَيِّتِ
مِنَ
الْحَىِّ
ذلِكُمُ اللّهُ
فَاَنّى
تُؤْفَكُونَ
“Şüphesiz Allah, tohumu ve çekirdeği çatlatandır, ölüden diriyi çıkaran, diriden de ölüyü çıkarandır. İşte Allah budur. O halde (haktan) nasıl dönersiniz! O, sabahı aydınlatandır. O, geceyi dinlenme zamanı, güneş ve ayı (vakitlerin tayini için) birer hesap ölçüsü kılmıştır. İşte bu, azîz olan (ve her şeyi) pek iyi bilen Allah'ın takdiridir.”[543]
"Rabb" Allah’ın sıfat ismidir. Terbiye eden, yetiştiren anlamında kullanılması, sığınma olayının uygun düşmesi içindir. Müfessirlerin çoğunluğu "felâk" kelimesine sabah manasını vererek âyeti şöyle tefsir etmişlerdir: Felâk'da, zulmet sonrasında nur, darlıktan sonra genişlik, kapanmadan sonra açılma manalarına işâret etmek üzere ancak Rabbe sığınarak Onun bütün serlerden kurtarıp koruyacağına dair bir ilâhi vaadı hatırlatarak havf ve recâyı takviye ve Rabbe itaat ile ona iltica ettiren bir şevklendirme vardır. Felâkın zikri, sabahın kıyamet gününden bir misal olmasıdır ki, ölümün kardeşi olan uykudan uyanılan kabir benzeri evlerden alelacele çıkarak rızık için sabahları yeryüzüne dağılan insanların halini tasvir etmektedir.
2= Õ Ü b ß ¡£ ( ¤å¡ß
R
Felak,2-''Yaratıkların şerrinden''
Bütün yaratıklar ser(kötülük) isleyebilirler. Allah bütün yaratıkları üzerinde galip olduğundan, bizim bilmediklerimizi bildiğinden ancak O'na sığınarak, hiçbir şeyin karşı çıkmasına güç yetiremeyeceği yüce bir Hakîm'e sığınılmış olmaktadır.
Ser kelimesi, zarar, noksan, eziyet, keder için de kullanılır. Hastalık, açlık, savaş ve ölüm, ateşte yanmak, evlâdın ölümü, gibi somut ve âfâkî veya küfür, şirk, her çeşit günah ve zulüm gibi şerlerle her çeşit ruhî ve nefsî olan enfüsî şerlerden Allah'a sığınırım demektir. Bu âyette genel olarak şerler zikredildikten sonra, en fazla sakınılacak bazı serlere geçilmektedir:
3= k Ó ë a ¡a §Õ¡b Ë
¡£ ( ¤å¡ß ë S
Felak,3-"Ve ortalığı kaplayan karanlığın şerrinden,"
"Gâsik" kelimesi de, "felâk" kelimesi gibi birçok mana ile tefsir edilmiştir. Esas manası karanlık demektir. Bunun mastarı olan "gâsak, gusûk, gâsekan" kelimeleri lügatte şiddetli karanlık, dolgunluk, akmak, dökülmek, soğukluk, korkaklık manalarında verilerek dolmak, akmak, dökülmek manalarına tekabül etmektedir. Bu suretle gecenin zulmeti hücum edip dolarak pek karanlık olmaya mastar ğâsak, ğâsakan, ğûsuk denildiği gibi, ilk koyu karanlığa da isim olarak ğâsak denilir ve ğâsak felâka tekabül ettirilerek ğasaktan felâka, gecenin kararmasından sabahın aydınlığına kadar anlamı çıkar. Vâkab kelimesi ise, yüksek yerlerden sellerin aktığı çukurlar, dahil olmak, kaplamak demektir.
Suçlar genellikle gece karanlığında işlenir, şeytan oynayacağı oyunları karanlıkta daha rahat oynar; kuruntu, vesvese, korku ve tasa geceleri kaynaşır. Eziyet verici, zehirli, yırtıcı hayvanlar da gece ortaya çıkarlar. Anarşistler geceyi bekler, cinayetler genelde geceleri islenir. Bu sebeple gecenin şerrinden Allah'a sığınırım. Fecri getiren Allah'a. Güneş battıktan sonra her tarafa dağılan şeytanlara karşı karanlık bitinceye kadar çocukların eve toplanması, hayvanların kapatılması bir sünnettir.
Bazı tefsirlerde ğâsak, şiddetli zulmet, gecenin şerri olarak alınarak, gece ansızın gelip çatan arıza ve hayalet gibi belâ ve musibetlere tekmil edilmiştir. Bazıları da "ğasik"i kamer (ay) ve ayın tutulması ve kaybolması şeklinde almışlardır. Ay tutulması ve mihak zamanını müneccimler zayıf bulur, sihirbazlar da sihirlerini o zaman icra ederler. Bu manâda şerrin gecenin karanlığında ortaya çıkması kastedilir.
Karanlığın bütün soyut ve somut manalarıyla şerri barındırması anlamında, maddî ve manevî ser ve zararların, gam ve kederin de kara talih ve karanlıkla vasıflandırılmasıyla "gecenin şerrinden, yıldızların kaybolmasıyla gelen karanlığın şerrinden, kamerin tutulmasında ve kaybolmasında gelen şerden Allah'â sığınırım" demektir.
4=¡ ԢȤÛa ó¡Ï ¡pb qb £1 £äÛa
¡£ ( ¤å¡ß ë T
Felak,4-"Düğümlere üfürenlerin şerrinden,"
Burada "Neffâsâti fi'l-ukad" ifadesindeki ukad, ukdenin çoğuludur ve düğüm demektir. Nefese; üflemek çoğulu neffâse'dır. Bunu "allâme" kalıbında anlarsak anlamı "çok üfleyen erkek", dişi sığada alırsak "çok üfleyen kadınlar" demektir. Nefesinin çoğulu "Nüfus ve cemaatler" demekte olabilir, çünkü Araplar nüfus ve cemaat kelimesini dişil (müennes) kullanırlar. Burada düğüme üflemek müfessirlerin çoğuna göre "sihir" demektir. Ayetin anlamı, "sihirbazların şerrine karşı fecri getiren Rabbe sığınırım" olur. Zemahşerî'ye göre ise bunun anlamı, kadınların kurnazlığı ve hileleridir.[544] Kur'an, sihri küfür saymıştır:
وَاتَّبَعُوا
مَاتَتْلُوا
الشَّيَاطينُ
عَلى مُلْكِ
سُلَيْمنَ
وَمَاكَفَرَ
سُلَيْمنُ
وَلكِنَّ
الشَّيَاطينَ
كَفَرُوا يُعَلِّمُونَ
النَّاسَ
السِّحْرَ
وَمَا
اُنْزِلَ عَلَى
الْمَلَكَيْنِ
بِبَابِلَ
هَارُوتَ وَمَارُوتَ
وَمَا
يُعَلِّمَانِ
مِنْ اَحَدٍ حَتّى
يَقُولَا
اِنَّمَا
نَحْنُ
فِتْنَةٌ فَلَا
تَكْفُرْ
فَيَتَعَلَّمُونَ
مِنْهُمَا
مَايُفَرِّقُونَ
بِه بَيْنَ
الْمَرْءِ وَزَوْجِه
وَمَاهُمْ
بِضَارّينَ
بِه مِنْ
اَحَدٍ
اِلَّا
بِاِذْنِ
اللّهِ
وَيَتَعَلَّمُونَ
مَايَضُرُّهُمْ
وَلَايَنْفَعُهُمْ
وَلَقَدْ
عَلِمُوا
لَمَنِ
اشْتَريهُ
مَالَهُ فِى
الْاخِرَةِ
مِنْ خَلَاقٍ
وَلَبِئْسَ
مَاشَرَوْا
بِه اَنْفُسَهُمْ
لَوْكَانُوا
يَعْلَمُونَ
“Süleyman'ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların uydurup
söylediklerine tâbi oldular. Halbuki Süleyman büyü yapıp kâfir olmadı. Lâkin
şeytanlar kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri ve Babil'de Hârut ile Mârut
isimli iki meleğe indirileni öğretiyorlardı. Halbuki o iki melek, herkese: Biz
ancak imtihan için gönderildik, sakın yanlış inanıp da kâfir olmayasınız,
demeden hiç kimseye (sihir ilmini) öğretmezlerdi. Onlar, o iki melekden, karı
ile koca arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Oysa büyücüler, Allah'ın izni
olmadan hiç kimseye zarar veremezler. Onlar, kendilerine fayda vereni değil de
zarar vereni öğrenirler. Sihri satın alanların (ona inanıp para verenlerin)
ahiretten nasibi olmadığını çok iyi bilmektedirler. Karşılığında kendilerini
sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bunu anlasalardı!”[545]
Sihir haramdır ve yedi büyük günahtan (şirk, öldürmek, fâiz, yetim mali yemek, zina iftirası, cihaddan kaçmak, sihir) biridir. Neffâsât, üfleyici karılar anlamında cadılara veya kadınların hilelerine şâmildir. Mana sudur: ipliklere düğümler atıp onlara üfleyen (tükürükleyen) rukye ve efsun yapan cadıların veya nefislerin veya cemaatlerin şerrinden, fitneci kadınlardan, nefsin hayvani isteklerinden, şehvet ve gazabın şerrinden Allah'a sığınırım. Sihrin aslında bir gözbağcılık olduğu başka ayetlerde açıklanmıştır. Sihir, şeytâni bir oyun olarak insanları etkiler, korkutur. Sihrin şerrinden Allah'a sığınırım demekle Felâk ve Nâs surelerini okumak sihre karşı durmak demektir.
5 y a ¡a
§¡b y ¡£ ( ¤å¡ß ë U
Felak,5-''Ve haset eden hasetçilerin şerrinden''
Haset, Allah’ın bazı kullarına lütfettiği nimetler karşısında kıskançlık duygularına kapılarak o kulların bu nimetlerden mahrum olmasını dilemektir. Bu ser bir niyet ve fiildir. Hasetçinin şerrinden Allah'a sığınırım.
Sahih hadislerde Hz. Peygamber (as)'ın yatarken ihlâs, Felâk ve Nâs surelerini okuyarak ellerinin içine üflediği sonra başından ve yüzünden başlayarak üç defa elinin eriştiği kadarıyla bütün vücudunu sıvazladığı bildirilmiştir. Müslümanlar da onu her şeyde örnek aldıkları gibi bu sünnete uymuşlar, beş vakit namazlarda Muavvizeteyn okumuşlar ve Allah'a emrettiği şekilde bütün serlerden sığınmışlar ve Allah onlari serlerin her çeşidinden korumuştur.
21 ¡b £äÛa ¢ñ ì¢ RQ
ággggggggggî©y £Ûa
¡å¨à¤y £Ûa ¡é¨£ÜÛa ¡ággggggggg¤¡2
21-en-NÂS
Bismillâhirrahmânirrahîm
Kur'an-ı Kerim'in yüz on dördüncü sûresi. Alti ayet, on altı kelime ve yetmiş dokuz harften ibarettir. Fasılâsı harfidir. Medenî sûrelerden olup, Felak sûresinden sonra nazil olmuştur. Mekkî olduğu da söylenmektedir. Muavvizeteyn sûreleri de denen bu iki surenin Mekkî mi yoksa Medenî mi oldukları tartışmalıdır.
Felak sûresi ile aynı konuyu işleyen sûre, bilinen ve bilinmeyen bir takım zararlı şeylerin şerrinden Allah Teâlâ'ya sığınmayı emretmektedir. Sûre, Mekkeli müşriklerin, İslam’ın mesajını boğup, yok etmek için, bütün güçleriyle Resulullah (a.s)'ın başına üşüştükleri bir zamanda nâzil oldu. Müşrikler onu susturmak için kullandıkları zorbaca yöntemler yanında, sihir yoluna da başvurmaktan geri kalmıyorlardı. Allah Teâlâ, Resulünü ve kendine inanan bütün insanları, bu tip kötü insanların ve onların yardımcı ve yol göstericileri olan şeytanların vereceği zararlardan korumak için bu iki sûreyi gönderdi.
Felak sûresinde, büyü ve hasetten doğabilecek kötülüklerden dolayı bir sığınmadan bahsedilmektedir. Bu sûrede ise, insanin kalbine vesvese verenlerin şerrinden korunmak için bir sığınma söz konusudur.
Sûrenin ilk üç ayeti, kendisine sığınılması emredilen Allah Teâlâ'nın Rablik, Hükümdarlık ve ilâhlık sıfatlarını zikretmektedir.
Bu, sığınılan Allah Teâlâ'nın dilediğini her türlü kötülükten koruyabileceğini ve izni olmadan kimsenin kimseye bir zarar vermesinin mümkün olmadığım vurgulamaktadır. Vesvesecinin şerrinden bu sıfatlara sığınıldığı gibi, diğer bütün kötülüklerden korunmak için yine bu sıfatlara iltica edilir:
Nas Suresinin Kelimeleri:
1=¡b £äÛa ¡£l ¡2 ¢ì¢Ç a ¤3¢Ó
Q
¤3¢Ó
De ki
¢ì¢Ç a sığınırım
¡£l ¡2 Rabbine
=¡b £äÛa insanların
2=¡b £äÛa ¡Ù¡Ü ß R
¡Ù¡Ü ß Melikine (mutlak
sahibine)
=¡b £äÛa insanların
3=¡b £äÛa ¡é¨Û¡a S
¡é¨Û¡a İlâhına
=¡b £äÛa insanların
4=¡b £ä ¤Ûa ¡a ì¤ ì¤Ûa
¡£ ( ¤å¡ß T
¤å¡ß
den
¡£ ( şerrin
¡a ì¤ ì¤Ûa vesvesenin
=¡b £ä ¤Ûa sinsi
5=¡b £äÛa ¡ë¢¢ ó©Ï
¢¡ì¤ ì¢í ô© £Û a U
ô© £Û a ki,
¢¡ì¤ ì¢í vesvese verir
ó©Ï
içine
¡ë¢¢ göğüslerin
=¡b £äÛa insanların
6¡b £äÛa ë ¡ò £ä¡v¤Ûa å¡ß V
å¡ß den
¡ò £ä¡v¤Ûa cinler
¡b £äÛa ë ve insanlar
Nas Suresinin Tefsiri:
1=¡b £äÛa ¡£l ¡2 ¢ì¢Ç a ¤3¢Ó
Q
2=¡b £äÛa ¡Ù¡Ü ß R
3=¡b £äÛa ¡é¨Û¡a S
Nas, 1- De ki: Sığınırım ben insanların Rabbine,
Nas,2-İnsanların Melikine (mutlak sahip ve hakimine),
Nas,3-İnsanların İlâhına.
Peşinden, sığınılması gereken ser zikredilir:
4=¡b £ä ¤Ûa ¡a ì¤ ì¤Ûa
¡£ ( ¤å¡ß T
5=¡b £äÛa ¡ë¢¢ ó©Ï
¢¡ì¤ ì¢í ô© £Û a U
Nas,4-O sinsi vesvesenin şerrinden,
Nas,5-O ki insanların göğüslerine (kötü düşünceler)fısıldar.
İnsanları saptırmak, başlarına kötü şeyler getirmek isteyenler, görünmez varlıklar olan cinlerden olabildikleri gibi, insanların arasında dolasan hemcinslerinden de olabilirler:
6¡b £äÛa ë ¡ò £ä¡v¤Ûa å¡ß V
Nas,6-Gerek cinlerden, gerek insanlardan olan bütün vesvesecilerin şerrinden
Allah'a sığınırım!
Bu
serden Allah'a sığınmanın anlamı, şerrin kalbe yerleşmemesi için Allah'a dua
etmek ve sığınma isteminde bulunmaktır. ikinci anlamı: Allah yolunda
çalışanların aleyhinde halkın kalbine vesvese verene karşı daima Allah'a sığınmaktır.
Hak davetçilerinin, Allah'a daveti bırakarak, her bireyin davetçiler hakkındaki
yanlış düşüncelerini düzeltemeyeceği ve ithamlara cevap veremeyeceği ve bunlar
için vakit ayıramayacağı bilindiğine göre, tek çare bütün bunlardan Allah'a
sığınmaktır. Ayrıca muhaliflerin seviyesine inilerek, kendini savunmak için
onlara cevap verilmesi de uygun değildir. Onun için Allah, hak davetçilerine
yol gösterir ve söyle buyurur: "şerre karşı Allah'a
sığınarak hiç bir şeye aldırmadan davete devam edin."
Burada vesvesecinin, şer fiilinin başlangıcı olduğu sonucu diş çıkmaktadır. Vesvese, gâfil ve zihni boşalan bir insan üzerinde önce etkili olur ve kalbinde kötülüğe istek meydana getirir. Bu kötü niyet daha sonra irade haline gelir ve vesvesenin de etkisiyle irade pekişir. Son adımda ise, ser amel ortaya çıkar. Vesvese verenin şerrinden Allah'a sığınmanın anlamı, Allah’ın henüz başlangıcında şerri yok etmesini istemektir.
22
¡5¤¡üa ¢ñ ì¢ RR
¡ággggggggggggî©y £Ûa
¡å¨à¤y £Ûa ¡é¨£ÜÛa ¡ágggggggggg¤¡2
22-el-İHLÂS
Bismillâhirrahmânirrahîm
Fatiha gibi bu Sûrei celîlenin de birçok adları vardır, en meşhurları İhlâs ve «7¥ y a ¢é¨£ÜÛa ì¢ç ¤3¢Ó » dır. Bu Sûre dînin üçte biri esası olan tevhîdi en halis ve en güzel surette ifade ettiği için buna İhlâs denilmiş olduğu gibi “Esas” da denilmiştir. Allah Teâlâ ayet-el Kürsi ile de İhlâs Sûresinde olduğu kadar Kur'andan başka hiç bir kitapta, İslâm’dan başka hiç bir dinde böyle güzel tarif olunmamıştır. Hâfız İbni Recebin Kâ'bdan, Zemahşerînin Übey ve Enes’ten mervi olarak zikrettikleri üzere «Semavat ve Arz «7¥ y a ¢é¨£ÜÛa ì¢ç ¤3¢Ó » Sûresi üzerine tesis olunmuştur” diye varit olan haber aklen dahi şüphe ihtimal olmayan bir hakikattir.
Zatında vücudu vâcip, kemali mutlâk-ı bütünü ihtiyaçtan ve şerik-ü ve benzerden münezzeh bir varlık olmasaydı hiçbir şey olamazdı. Histe ve akılda birbirleriyle birleştikleri görülüp duran bütün gökleri ve yerleri ile âlem hep onun birliğine delâlet eyleyen, hep onun varlığını ve birliğini bildiren ayetler ve deliller olarak yaratılmış manasına bu sûrenin içinde gizlidir. Bundan dolayı bu Sûreye, Tevhîd Sûresi, Tefrit Sûresi, Tecrit Sûresi, Necat Sûresi, Velâyet Sûresi, Marifet Sûresi dahi denilmiştir. Çünkü bu Sûrenin içeriği marifetle Allah tanınmış olur. Rivayete; bir adam namaz kılmış bu Sûreyi okumuştu, Peygamber (as) «¢é £2 Ò Ç ¥¤j Ç a ¨ç £æ¡a = bu, Rabbını tanımış, ârif bir kul» buyurdu diye varit olmuştur. Buna Sûrei Cemal de denmiştir.
Zira:
« ¥ y a a¦ì¢1¢× ¢é Û ¤å¢Ø í ¤á Û ë =¤ Ûì¢í ¤á Û ë ¤¡Ü í ¤á Û P¢ à £ P¥ y a » Cemali Alânın vasfıdır. Sûrei Nisbede denilmiş, çünkü Tirmizînin de rivayet ettiği üzere müşrikler Resulullah (as) « Ù £2 b ä Û ¤k¡¤ã a » bize Rabbının nesebini söyle demeleri üzerine nâzil olmuştur. Allah Tealânın nesepten münezzeh olduğunu bildirmiştir. Bir de Taberânî, Osmân İbni Abdirrahman’ın rivayeti üzerine şöyle bir hadîs rivâyet eylemiş: «her şeyin bir nispeti vardır, Allah Tealânın nispeti de «7¢ à £Ûa ¢é¨£ÜÛ a 7¥ y a ¢é¨£ÜÛa ì¢ç ¤3¢Ó » dir, denilmiştir.
Doğrusu bu Sûre «=¤ Ûì¢í ¤á Û ë ¤¡Ü í ¤á Û » ile Allah hakkında nesebi ret etmektedir. Buna Sûrei Samed ve Sûrei muavvize dahi denilmiştir.
Neseî, Bezzar, ve İbni Merdû’ye senedi sahih ile Abdullah İbni Üneys’den rivayet etmişlerdir: Resulullah (as), göğsüme elini koydu da bana «¤3¢Ó » dedi: ben ne diyeceğimi bilemedim, sonra «7¥ y a ¢é¨£ÜÛa ì¢ç ¤3¢Ó » buyurdu, söyledim bitirdim, sonra «= Õ Ü b ß ¡£ ( ¤å¡ß =¡Õ Ü 1¤Ûa ¡£l ¡2 ¢ì¢Ç a ¤3¢Ó» buyurdu. Söyledim bitirdim, sonra «=¡b £äÛa ¡£l ¡2 ¢ì¢Ç a ¤3¢Ó » buyurdu, söyledim bitirdim bunun üzerine Resulullah buyurdu ki, işte böyle tenzih et, tenzih edenlerin hiç biri bunlar gibisiyle tenzih etmemiştir. İbni Abbas (ra)’dan bir rivâyette kabir sıkıntılarına mâni olduğu için Sûrei Mânia da denilmiş. Okunduğu zaman Melekler dinlemeğe hâzır olduğu için Sûrei Mahzar dahi denilmiş, şirkten berî kıldığı için, Berâe Sûresi denilmiş, halis tevhidi anlattığı için Sûrei Müzekkire denmiştir.
Bir hadîsi şerifte her şeyin bir nuru vardır, Kur'anın nuru da «7¥ y a ¢é¨£ÜÛa ì¢ç ¤3¢Ó » dır, diye vârit olduğu için Nûr Sûresi de denilmiş, bunun kapsadığı tevhît olmayınca iman tam olmayacağı için, İman Sûresi dahi denilmiş «= æë¢¡Ïb ؤÛa b 袣í a ¬b í ¤3¢Ó » ile bu, «¢é¨£ÜÛa ü¡a é¨Û¡a ¬ü » kelime-i tevhidin ispatı ettiği için bunlara İhlâslar ve Mukaşkışeteyn dahi denilmiştir.
Nüzulü, Mekkî Medenî olması hakkında iki kavil vardır: Keşşaf ve Râzî Mekkî olmasını tercih etmişler, Beyzavî ve Ebussuud ihtilaflıdır demişlerdir. Bahirde Abdullah, Hasen, İkrime, Atâ, Mücahid ve Katâde kavlinde mekkîdir, İbni Abbas ve Muhammed İbni Ka'b ve Ebilâliye ve Dahhâk kavlinde Medenîdir, demiş.
Müşriklere cevaben indi diyenler: Ebül'âliye tarikıyle Übeyy İbni Kâ'b (ra)’dan ve Şa'bî tarikiyle Câbir’den şöyle rivâyet etmişlerdir: Müşrikler « Ù £2 b ä Û ¤k¡¤ã a » dediler. Allah Tealâ da «7¥ y a ¢é¨£ÜÛa ì¢ç ¤3¢Ó » inzâl buyurdu, İkrime’den: Müşrikler Resulullah (as)’a «§õ£ó ( ¡£ô a ¤å¡ß ë ì¢ç b ß Ù £2 b ä Û ¤Ñ¡ P Ù¡£2 ¤å Ç b 㤡j¤ a ì¢ç » Rabbından bize haber ver, Rabbını bize tarif et, o nedir? Ve nedendir? Yani mahiyeti nedir, faslı nedir? dediler, Allah Tealâ da «7¥ y a ¢é¨£ÜÛa ì¢ç ¤3¢Ó » sûre inzal buyurdu. Yine Ebülâliye’den: « Ù £2 b ä Û ¤k¡¤ã a » diyen «ahzab kumandanları idi, Cibril de bu Sûreyi getirdi.
Yahudi’nin sorusundan dolayı diyenler: Abd İbni Humeyd, Seleme’den İbni İshak’tan, Muhammed’den, Said’den şöyle rivâyet etmişlerdir: Peygambere Yahûdi’den bir kişi geldi, ya Muhammed, «ÕzÛa ÕÜ åàÏ ÕÜÛa ÕÜ é£ÜÛa aç » dediler, Hz. Peygamber kızdı hattâ rengi değişti, Rabbı için kızgınlığından onlara şiddetle çıkıştı, derken Cibril (as) geldi onu teskin etti « Ù yb ä u Ù¤î Ü Ç ¤Å 1¤y¡a » sâkin ol ya Muhammed! Allah’tan sorularına cevap geldi, Allah buyuruyor ki, dedi:
« ¥ y a a¦ì¢1¢× ¢é Û ¤å¢Ø í
¤á Û ë =¤ Ûì¢í
¤á Û ë ¤¡Ü í ¤á Û 7¢ à £Ûa
¢é¨£ÜÛ a 7¥ y a ¢é¨£ÜÛa ì¢ç ¤3¢Ó »
Resulullah bunu onlara okuyunca da bize Rabbını tarif et, onun yaratılışı nasıl? Omuzları nasıl? Kolu nasıl? Dediler, bu kere de Peygamber öncekinden daha şiddetli öfkelendi, yine Cibrîl (as) geldi evvelki gibi söyledi ve sorularını şöyle cevabını getirdi:
وَمَا
قَدَرُوا
اللّهَ حَقَّ
قَدْرِه وَالْاَرْضُ
جَميعًا
قَبْضَتُهُ
يَوْمَ الْقِيمَةِ
وَالسَّموَاتُ
مَطْوِيَّاتٌ
بِيَمينِه
سُبْحَانَهُ
وَتَعَالى
عَمَّا يُشْرِكُونَ
“Onlar
Allah'ı hakkıyla tanıyıp bilemediler. Kıyamet günü bütün yeryüzü O'nun
tasarrufundadır. Gökler O'nun kudret eliyle dürülmüş olacaktır. O, müşriklerin
ortak koşmalarından yüce ve münezzehtir.”[546]
Allah'ın birliğinden ve sıfatlarından söz ettiği için bu süreye "İhlâs" süresi adı verilmiştir.
İhlâs Süresinin Nüzül Sebebi ve
Fazileti
İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Übeyy İbn Kâ'b'tan nakletti ki; müşrikler Resûlullah (a.s)'a: Ey Muhammed, bize Rabbinin soyundan sopundan bahset, demişler. Bunun üzerine Allah Teâlâ:
1¥ y a
a¦ì¢1¢× ¢é Û ¤å¢Ø í ¤á Û ë =¤ Ûì¢í
¤á Û ë ¤¡Ü í ¤á Û 7¢ à £Ûa
¢é¨£ÜÛ a 7¥ y a ¢é¨£ÜÛa ì¢ç ¤3¢Ó Q
"De ki: O Allah, bir tektir. Allah'tır, Samed'dir. Doğurmamış ve doğurulmamıştır. Hiç bir şey O'na denk değildir" âyetini inzâl buyurmuş.
ـ عن أبى
سعيد رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]
قال رسولُ اللّه
# ‘صحابِهِ:
أيَعْجِزُ
أحَدُكُمْ
أنْ يَقْرَأ
ثُلُثَ
الْقُرآنِ في
لَيْلَةٍ؟
قَالُوا:
وَأيُّنَا
يُطِيقُ
ذلِكَ:
فقَالَ: اللّهُأحَدٌ
اللّهُ
الصَّمَدُ.
ثُلُثُ
الْقُرآنِ.
- Ebu Said
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir
gün) ashabına: "Sizden biri bir gecede Kur'ân-ı Kerim'in üçtebirini
okumaktan aciz midir?" diye sordu."- Buna hangimiz güç
yetirebilir?" dediler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):"- Allahu
Ahad, Allahu's-Samed (İhlâs sûresi) Kur'ân'ın üçtebiridir" buyurdu.[547]
ـ
وعن أنس
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ. ]أنَّ
رجًُ قالَ يَا
رَسُولَ
اللّهِ إنِّى
أُحِبُّ هذِهِ
السُّورَةَ.
قَالَ: إنَّ
حُبَّكَ
إيَّاهَا أدْخَلَكَ
الجَنَّةَ[ .
- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir kimse (ihlâs sûresini kastederek):
"Ey Allah'ın Resûlü, ben bu sureyi seviyorum" dedi. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm): "Onu sevmen seni cennete sokacaktır" dedi.[548]
ـ وعنه
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ ]أن
رسولَ اللّه #
قالَ: مَنْ
قَرَأ قُلْ
هُوَ اللّهُ
أحَدٌ كُلَّ
يَوْمٍ
مِائَتَىْ
مَرَّةٍ
مُحِىَ
عَنْهُ ذُنُوبُ
خَمْسِينَ
سَنَةً إَّ
أنْ يَكُونَ
عَلَيْهِ
دَيْنٌ[ .
- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Kim Kul hüvallâhu ahad sûresini günde iki yüz sefer okursa, üzerindeki kul
borcu hariç, elli yıllık günah (amel defterinden) silinir."[549]
يَمِينِهِ
ثُمَّ قَرَأ
قُلْ هُوَ
اللّهُ أحَدٌ
مِائَةَ
مَرَّةٍ
قَالَ لَهُ
الرَّبُّ تَعالى
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
ادْخُلْ عَلى
يَمِينِكَ
الْجَنَّةَ.
- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Kim yatağında uyumak isteyince, sağ tarafının üstüne
yatar, sonra da Kul hüvallahu ahad'ı yüz kere okursa, Rab Teâla kıyamet günü
kendisine: "Sağın üzerinde cennete gir" diyecektir.[550]
ـ وعن أبىّ
بن كعب رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ. ]أنَّ
المُشْرِكِينَ
قَالُوا لِلنَّبىِّ
# اُنْسُبْ
لَنَا
رَبَّكَ
فنزلَ: قُلْ
هُوَ اللّهُ
أحَدٌ اللّهُ
الصَّمَدُ
لَمْ يَلِدْ
وَلَمْ
يُولَدْ:
‘نَّهُ لَيْسَ
شَئٌ يُولَدُ
إَّ
وسَيَمُوتُ،
وَلَيْسَ
شَئٌ يَمُوتُ
إ سَيُورَثُ،
وَإنَّ
اللّهَ
تَعالى َ يَمُوتُ
وََ يُورَثُ؛
وَلَمْ
يَكُنْ لَهُ
كُفُواً أحدٌ.
قَالَ لَم
يَكُنْ لَهُ
شَبِيهٌ وََ
عَدِيلٌ
وَلَيْسَ
كَمِثْلِهِ
شَئٌ.
- Übey İbnu Ka'b
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Müşrikler, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'e:"- Rabbini bize tavsif et (tanıt)!" dediler. Bunun
üzerine İhlâs sûresi indi."De ki:
O, Allah'dır, bir tekdir. O Allah'tır, sameddir (hiçbir şeye muhtaç değil,
her şey O'na muhtaç). Doğurmamıştır, doğurulmamıştır. Hiçbir şey O'nun dengi
(ve benzeri) değildir" (1-4).Übey (radıyallahu anh) bu sûrede geçen bazı
tabirleri şöyle açıkladı: "Samed, doğurmayan ve doğurulmayan demektir,
çünkü doğan her şey mutlaka ölecektir. Ölen her şeye varis olunacaktır. Allah
ise ne ölür, ne de O'na varis olunur."Hiçbir şey O'nun dengi (ve benzeri)
değildir" âyeti de O'na bir benzer, bir denk olmadığını, Allah'a benzeyen
hiçbir şey bulunmadığını ifade eder."[551]
17¥ y a
¢é¨£ÜÛa ì¢ç ¤3¢Ó Q
¤3¢Ó De ki:
ì¢ç O
¢é¨£ÜÛa Allah
¥ y a tektir.
27¢ à £Ûa
¢é¨£ÜÛ a R
¢é¨£ÜÛ a Allah'tır
7¢ à £Ûa
(muhtaç değildir) Samed'dir
3=¤ Ûì¢í
¤á Û ë ¤¡Ü í ¤á Û S
¤¡Ü í ¤á Û Doğurmamış
=¤ Ûì¢í ¤á Û ë
ve doğdurulmamıştır
4¥ y a
a¦ì¢1¢× ¢é Û ¤å¢Ø í ¤á Û ë T
¤å¢Ø í
¤á Û ë değildir
¢é Û O'na
a¦ì¢1¢× denk
¥ y a
hiç bir şey
İhlas
Suresinin Tefsiri:
17¥ y a
¢é¨£ÜÛa ì¢ç ¤3¢Ó Q
1- De ki: O Allah, bir
tektir.
İkrime der ki: Yahûdiler; biz Allah'ın oğlu Üzeyr'e tapıyoruz, dediler. Hıristiyanlar da; biz Allah'ın oğlu Mesîh'e tapıyoruz, dediler. Mecûsîler; biz aya ve güneşe tapıyoruz, dediler. Müşrikler; biz putlara tapıyoruz, dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ da Resûlüne: 7¥ y a ¢é¨£ÜÛa ì¢ç ¤3¢Ó "De ki: O Allah, bir tektir" âyetini indirdi. O, birdir ve tektir. Benzeri olmadığı gibi veziri, şeriki, dengi de yoktur. Bu ifâde ispat sadedinde yalnızca Allah için kullanılır. Başka birisi için kullanılmaz. Çünkü O, sıfatlarının ve fiillerinin tümünde en mükemmelidir.
27¢ à £Ûa
¢é¨£ÜÛ a R
İhlas,2- Allah'tır,
Samed'dir.
İkrime, İbn Abbâs (ra)'dan nakleder ki: Bütün mahlûkâtın ihtiyâç ve isteklerinde kendisine dayandıkları zâttır. Ali İbn Ebu Talha, İbn Abbâs (ra)'dan nakleder ki; o, bu âyete şöyle mânâ vermiştir: O, lütfünde mükemmel olan efendidir. Şerefi en üstün olan Şeriftir. Azameti en yüce olan Azim'dir. Hilmi en mükemmel olan Halîm'dir. İlmi en mükemmel olan Alîm'dir. Hikmeti kemâle ermiş bulunan Hakîm'dir. Her türlü şeref ve yücelikte mükemmelin kendisidir. O, Allah'tır tenzîh ederiz O'nu. O'nun sıfatları bunlardır. O'ndan başkası için bu sıfatlar kullanılmaz.
O'nun dengi yoktur. O'nun gibi hiç bir şey yoktur. Vâhid, Kahhâr olan Allah'ı tespih ederiz. A'meş, Şekik kanalıyla Ebu Vâil'den nakleder ki: Samed kelimesi; efendilikte son dereceye varmış olan efendi demektir. Hasan ve Katâde de; yaratıklarından sonra bâki kalan, demektir derler. İkrime ise; kendisinden hiç bir şey çıkmayan ve bir şey yemeyen anlamına gelir, der. Rebî' İbn Enes; Samed, doğmamış ve doğdurulmamış olan demektir. Sanki o ikinci âyetteki: "Doğurmamış ve doğdurulmamış" kavlini Samed'in tefsiri olarak kabul etmektedir ki bu, sağlam bir tefsirdir. Abdullah İbn Mes'ûd, Abdullah İbn Abbâs, Saîd İbn Müseyyeb, Mücâhid, Abdullah İbn Büreyde, İkrime, Saîd İbn Cübeyr, Atâ İbn Ebu Rebâh, Atıyye el-Avfî, Dahhâk ve Süddi; Samed kelimesinin, karnı olmayan, anlamına geldiğini belirtirler.
3=¤ Ûì¢í ¤á Û ë
¤¡Ü í ¤á Û S
4¥ y a a¦ì¢1¢× ¢é Û
¤å¢Ø í ¤á Û ë T
İhlas,3- Doğurmamış ve
doğdurulmamıştır.
İhlas,4- Hiç bir şey O'na
denk değildir.
Ne onun çocuğu vardır, ne babası, ne de eşi. Mücahit, ¥ y a a¦ì¢1¢× ¢é Û ¤å¢Ø í ¤á Û ë "Hiç bir şey O'na denk değildir" kavline; O'nun eşi yoktur, diye mânâ vermiştir. Bu, Allah Teâlâ'nın şu kavli gibidir:
بَديعُ
السَّموَاتِ
وَالْاَرْضِ
اَنّى يَكُونُ
لَهُ وَلَدٌ
وَلَمْ
تَكُنْ لَهُ
صَاحِبَةٌ
وَخَلَقَ
كُلَّ شَىْءٍ
وَهُوَ بِكُلِّ
شَىْءٍ
عَليمٌ
"Gökleri ve yeri yoktan var edendir. Onun nasıl çocuğu olabilir? O'nun bir eşi de yoktur. Ve her şeyi o yaratmıştır. O, her şeyi en iyi bilendir."[552] Yani O, her şeyin sâhibi ve yaratanıdır. Öyleyse yaratıklarından O'nun benzeri ve eşi, yahut O'na yaklaşan nasıl bulunabilir? O, yücedir, mukaddestir, münezzehtir. Tıpkı Allah Teâlâ'nın diğer âyet-i kerîmelerde buyurduğu gibi:
وَقَالُوا
اتَّخَذَ
الرَّحْمنُ
وَلَدًا () لَقَدْ
جِئْتُمْ
شَيًْا
اِدًّا ()
تَكَادُ السَّموَاتُ
يَتَفَطَّرْنَ
مِنْهُ وَتَنْشَقُّ
الْاَرْضُ
وَتَخِرُّ
الْجِبَالُ
هَدًّا () اَنْ
دَعَوْا
لِلرَّحْمنِ
وَلَدًا ()
وَمَا
يَنْبَغى
لِلرَّحْمنِ
اَنْ يَتَّخِذَ
وَلَدًا ()
اِنْ كُلُّ
مَنْ فِى
السَّموَاتِ
وَالْاَرْضِ
اِلَّا اتِى
الرَّحْمنِ عَبْدًا
() لَقَدْ
اَحْصيهُمْ
وَعَدَّهُمْ
عَدًّا ()
وَكُلُّهُمْ
اتيهِ يَوْمَ
الْقِيمَةِ
فَرْدًا
"Bir kısım kimseler:
Rahmân çocuk edindi, dediler. Andolsun ki; ortaya çok kötü bir şey attınız.
Neredeyse gökler parçalanacak, yer yarılacak ve dağlar göçecekti; Rahmân'a
çocuk isnâd etmelerinden ötürü Oysâ Rahmân'a çocuk edinmek yaraşmaz. Çünkü
göklerde ve yerde olan her şey, Rahmân'a kul olarak gelecektir. "Andolsun
ki, ilmi onları kuşatmış ve teker teker saymıştır. Hepsi kıyâmet günü O'na tek
olarak gelecektir."[553]
Müslümanlar
hayatlarının ancak İslâm için olduğunu, var oluş sebeplerinin İslâm davasını
taşımak olduğunu, onların yek vücut olmalarının esası ve kalkınmalarının
sebebinin İslâm olduğunu, yalnızca İslâm'la onurlu, izzetli ve üstün
olduklarını gördüler. Böylece nefislerinde ve akıllarında var olan İslâm'ı,
samimiyetle anlamak, inceleyip öğrenmek için İslâm'a yöneldiler. Kur'an-ı
anlamaya ve tefsire, hadisleri toplamaya ve rivayet etmeye, insanın
problemlerini çözen şer'i hükümleri çıkarmaya, Rasulullah (as)'ın gazveleri
hakkındaki haberleri takip etmeye, ezberleyip rivayet etmeye, savaşlar ve
fetihlerle ilgili olayları kaydetmeye ve rivayet etmeye yöneldiler.
Kur'an'ın
Arap dilinin dışında anlaşılmasının mümkün olmadığını anladıklarında ve
fetihler sonucunda Arap olanlarla olmayanların birbiri ile karışması,
Araplaşmış olanların Arapça’yı bozuk bir şekilde konuşmaları, Müslümanları,
Arap dilini incelemeye, açıklamaya ve Arap dili ile ilgili dilbilgisi
kurallarını koymaya yöneltti. Bu amaçla Allah'ın kitabını ve Rasülünün
sünnetini anlamak için cahiliye dönemi Arap şiirini, adetlerini, hitabetlerini,
günlük yaşantılarını, özel günlerini incelemeye, araştırmaya koyuldular. Sonra,
kendilerinde var olan küfür düşüncelerinden kalıntılarla ve akli kültürle,
diğer dinlere mensup kişiler İslâm'a girince Müslümanların İslâm davasını
taşımalarından dolayı Müslümanlarla İslâm düşmanları arasında fikri çatışmalar
başladı. Bu nedenle de Müslümanlar, İslâm akidesini akli delil ile insanlara
açıklamak için akli ilimleri inceleyip, araştırmaya yöneldiler.
Müslümanlar
birçok bilgi çeşidi hakkında teferruata sahip oldular. Böylece İslâmi bilgiler
çeşitlendi. Fetihlerle Müslümanların sahip oldukları topraklar genişledikçe ve
insanlar Allah'ın dinine girdikçe İslâmi bilgiler her geçen gün gelişti ve
çoğaldı. İslâm Devleti'nin sınırları genişleyince devlet, fetihlerin yanında
fethedilen topraklarda iyice yerleşebilmeye de önem verdi. Bu nedenle birçok
Müslüman kendini ilmi araştırmada, bilgilerde ve araştırmada derinleştirdi.
Böylece Müslümanlar çeşitli alanlarda İslâmi kültüre sahip oldular. İslâm'a
hizmet ettiğini ve Müslümanların ilerlemelerine katkıda bulunduğunu gören
insanlar bu bilgilerin tamamını öğrenmeye yöneldiler.
Müslümanların
tamamı diğer kültürlerin dışında kâinattaki diğer ilimlere ve tekniğe önem
vermekle beraber, özellikle İslâm kültürüne önem veriyorlardı. Uzmanlık alanı
ne olursa olsun her alim, edebiyattaki konumu ne olursa olsun her edebiyatçı,
hatta her matematikçi her tabiat bilimcisi veya tekniker vs. ilgi alanları ne
olursa olsun herkes öncelikle ve kesinlikle İslâm kültürünü öğreniyorlardı,
sonra da diğerlerini. Ancak matematikte Muhammed b. el-Hasen, coğrafyada İbni
Batuta, tarihte İbnü'l Esir ve şiirde Ebu Nevvas gibi şahsiyetlerin,
ilgilendikleri ilimlerde meşhur olmuş bazı alimlerin, yalnızca bu ilimleri
inceledikleri anlamına gelmez. Bilakis bunlar ve bunların dışında bir çokları
İslâm kültürünü tamamen inceleyip öğrendikten sonra şöhret buldukları ilim
dallarında derinleştiler, uzmanlaştılar. İslâmi kültür iki kısımdan meydana
gelir.
A. Tefsir,
hadis, siret, tarih, fıkıh, fıkıh usulü ve tevhid gibi İslâm kültürünün aslını
oluşturan ve Müslümanın asıl gayesini oluşturan bilgiler.
B.
Birinci kısımda sayılan asli bilgileri anlamada bir vasıta olarak kullanılan,
aynı zamanda da İslâm kültüründen sayılan Arap lügatına ait ilimler ve mantık
bu gruba giren ilimlerdendir. Müslümanlar bunların tamamını anlamaya
yöneliyorlardı. Araç bilgiler, kastedilen bu asli anlamların anlaşılmasına
vesile olduğu sürece, asli anlamları anlamak için aracı bilgileri bilmek de
kaçınılmaz hale gelmiştir.
TEFSİR
İLİMLERİ DERSİNİN TESTİ
Soru 1 : Kur’an’ı Kerim kaç
yılda inmiş, tamamlanmıştır?
Cevap : Kur’an’ı Kerim 22 sene, 2 ay, 22 günde inmiştir.
Soru 2 : Allah(c.c.)’ın dilediği
şeyleri Peygamberlerine bildirmesine ne denir?
Cevap : Vahy denir.
Soru 3 : Kur’an’ı Kerim’de
bulunan, adetleri 114 tane olan müstakil bölümlerine nedenir?
Cevap : Sure ismi verilir.
Soru 4 : Kur’an’ı Azimüşşan’da
bulunan sureleri meydana getiren cümlecik yada bir kaç kelimeden oluşan, 6666
adet varolan Allah kelamlarına ne ad verilir?
Cevap : Ayet denir.
Soru 5 : Kur’an’ı Kerim tek
kitap olduğu gibi, tek ciltte toplanmıştır. Kur’an’ı Kerim’in sayfalarını
toplayan cilde verilen ve yalnız Kur’an’a ait olan özel isme ne denir?
Cevap : Mushaf adı verilir.
Soru 6 : Kur’an’ı Kerim ayet
ayet, sure sure inerken o gün için mevcut bulunan kemik parçası veya düz, yassı
olan şeyler üzerine yazılırdı. Daha sonra tek bir kitap haline getirildi. İşte
yüce kitabımızı ilk olarak kim zamanında ve nasıl Mushaf haline getirildi?
Cevap : Hz. Ebu Bekir zamanında Zeyd b. Sabit tarafından Mushaf haline getirildi.
Soru 7 : Kur’an’ı Kerim insan
gücünün imkan verdiği ölçüde anlamayı gaye edinen ve geniş şekilde açıklayan,
gerektiğinde yorumlayan eserlere ne ad verilir?
Cevap : Tefsir denir.
Soru 8 : Tefsir yapan alime ne
ad verilir?
Cevap : Müfessir adı verilir.
Soru 9 : Tefsir çeşitleri kaçtır
ve nelerdir?
Cevap : Tefsir çeşitleri ikidir;
a- Rivayet tefsiri : Ayet ve hadislerle açıklama yapılan tefsirlerdir.
b- Dirayet tefsiri : Ayet, hadis ve akli, felsefi, güncel yorumlarla yapılan tefsirdir.
Soru 10: Ayeti celilelerin mana ve ilahi işaretlerini, insan aklının
imkanı ölçüsünde yapılan tercümelere ne ad verilir?
Cevap : Meal adı verilir.
Soru 11: Kur’an’ı Kerim Peygamber Efendimiz (a.s.)’e nerede ve ne zaman
nazil olmaya başlandı?
Cevap : Mekke yakınlarında Hira mağarasında, 610 yılı Ramazan ayında nazil olmaya başladı.
Soru 12: Allah (c.c.)’ın varlığını ve birliğini, doğmadığını ve diğer
özelliklerini özlü bir şekilde anlatan ve buna kısaca Tevhit suresi denilen
surenin adı nedir?
Cevap : İhlas suresi
Soru 13: Hz. Muhammed (a.s.)’e Nur dağında inmeye başlayan ve 23 senede
tamamlanan, Arapça olarak indirilen ve tevatür yoluyla bize ulaşan, okunması
dahi ibadet olan, dünyevi ve uhrevi tüm meseleleri bildiren, Allah (c.c.)’ın
kelamına ne ad verilir?
Cevap : Kur’an’ı Kerim denir.
Soru 14: Kur’an’ı Kerim’de bir takım ayetler vardır ki; bunlardan
birini okuyan veya işiten her mükellef için secde etmek vaciptir. Bu secdeye ne
ad verilir ve Kur’an’da kaç defa zikredilmiştir?
Cevap : Tilavet secdesi denir ve Kur’an’da 14 defa zikredilmiştir.
Soru 15: Peygamber efendimiz (s.a.v.)’in 13 yıllık Mekke döneminde ve
10 yıllık Medine hayatında Kur’ân’ı Kerim’in tamamı indirilmiştir. Mekke ve
Medine yaşantısında bildirilen surelere verilen isim nedir?
Cevap : Mekke döneminde inen surelere MEKKİ, Medine döneminde inen surelere MEDENİ sure adı verilir.
Soru 16: Kur’an’ı Kerim’de hakkında en çok ayet inen kavim hangisidir?
Cevap : İsrail oğulları.
Soru 17: Kur’an’ı Kerim’deki ilk surenin ismi nedir?
Cevap : Fatiha suresi.
Soru 18: Kur’an’ı Kerim’deki son sure hangisidir?
Cevap : Nas suresi.
Soru 19: Kur’an’ı Kerim’in kalbi olarak zikredilen surenin ismi nedir?
Cevap : Ya-sin suresi.
Soru 20: Kur’an’ı Kerim’deki en uzun sure hangisidir?
Cevap : Bakara suresi.
Soru 21: Kur’an’ı Kerim’deki en kısa sure hangisidir?
Cevap : Kevser suresidir.
Soru 22: Kur’an’ı Kerim’de besmele kaç defa zikredilmiştir?
Cevap : 114 defa.
Soru 23: Kur’an’ı Kerimde ismi geçen sahabe kimdir?
Cevap : Hz. Zeyd (r.a.).
Soru 24: Hurf’u Seb’a nedir?
Cevap : Kur’an’ı Kerim’in yedi harf üzerine inmesidir.
Soru 25: Kur’an’ı Kerim’in hangi suresinin her ayetinde “ALLAH”
kelimesi vardır?
Cevap : Mücadele suresi.
Soru 26: Allah (c.c.) kelimesi Kur’an’da kaç defa zikredilmiştir?
Cevap : 2697 defa.
Soru 27: Kur’an’ı Kerim’de tek ismi zikredilmiş kadın kimdir?
Cevap : Hz. Meryem.
Soru 28: Kur’an’ı Kerim’in son inen ayeti hangi surenin kaçıncı
ayetidir?
Cevap : Maide suresinin 3. Ayetidir.
Soru 29: Kur’an’ı Kerim’de surelerin başında besmele vardır. Ama bir
surenin başında besmele yoktur. Hangi surenin başında besmele yoktur?
Cevap : Tövbe suresi.
Soru 30: Hangi surede besmele iki defa zikredilmiştir?
Cevap : Neml suresi.
Soru 31: Kur’an’ı Kerim’i tefsir eden alimlerimizden üç tanesinin
ismini yazınız.
Cevap : Ömer Nasuhi Bilmen, Saidi Nursi, Bursalı İsmail Hakkı, Muhammet Ali Sabuni, Mevdudi, Mahmut Ustaosmanoğlu, Elmalılı Hamdi Yazır, Konyalı Mehmet Vehbi Efendi.
Soru 32: Peygamber Efendimiz (a.s.)’e göre hangi sureyi okumak Kur’an’ı
Kerim’in üçte birini okumaya bedeldir?
Cevap : İhlas suresi.
Soru 33: Kur’an’ı Kerim’de konuştuğundan bahsedilen böcek hangisidir?
Cevap : Karınca.
Soru 34: Kur’an’ı Kerim’i usulüne göre okumayı belirleyen kuralların
tümüne ne ad verilir?
Cevap : Tecvit.
Soru 35: Sahabeler karşılaştıklarında ve ayrılacakları zaman
birbirlerine devamlı olarak okudukları bir sure vardı. İmamı Şafi hazretleri
“Kur’an’dan sadece bu sure nazil olsaydı, insanlara dünya ve ahiret mutluluğu
için yeterdi.” Diyerek manasını ve önemini anlattığı bu surenin ismini ve
manasını söyleyiniz.
Cevap : Asr suresi. Manası; “Asra yemin olsun ki, muhakkak insanlar hüsran içindedir (zarardadır). Ancak iman edip salih amel işleyenler, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler bunların dışındadır.”
Soru 36: Kur’an’ı Kerim Peygamber Efendimize nerede ve ne zaman nazil
olmaya başlamıştır?
Cevap : Mekke yakınlarında Hira mağarasında, 610 yılı Ramazan ayında nazil olmaya başlamıştır.
Soru 37: Ayet el Kürsi hangi surededir?
Cevap : Bakara suresinde.
Soru 38: Allah’ü Teala kimin suçsuz olduğuna dair ayet indirmiştir?
Cevap : Hz. Aişe (r.anh.).
Soru 39: Hüküm ayetleri Mekke’de mi yoksa Medine’de mi nazil olmuştur?
Cevap : Medine’de.
Soru 40: Kur’an’ı Kerim2de kaç cüz vardır?
Cevap : 30 cüz.
Soru 41: Kur’an’ı Kerim’deki en uzun ayet hangisidir?
Cevap : Bakara suresi 282. Ayetidir.
Soru 42: Kur’an’ı Kerim’in ilk okunduğu mescit hangisidir?
Cevap : Medine’de “Beni Zerik” mescidi.
Soru 43: Kur’an2ı Kerim’de “Cennet” kelimesi kaç defa zikredilmiştir?
Cevap : 66 defa.
Soru 44: Kur’an’ı Kerim’de “cehennem” kelimesi kaç defa zikredilmiştir?
Cevap : 126 defa.
Soru 45: Bakara suresinden sonra hangi sure gelir?
Cevap : Al-i İmran suresi.
Soru 46: Mekke’de Kur’an’ı Kerim’i ilk kez açıktan okuyan kimdir?
Cevap : Abdullah bin Mesut (r.a.).
Soru 47: Kur’an’ı Kerim’e göre insanlar ve cinler niçin yaratıldı?
Cevap : Yalnız Allah’a kulluk etmeleri için.
Soru 48: Kur’an’ı Kerim’de en yüce sure hangisidir?
Cevap : Fatiha suresi.
Soru 49: Kur’an’ı Kerim hangi halife zamanında “Mushaf” halinde
toplandı?
Cevap : Hz. Ebu Bekir (r.a.).
Soru 50: Kur’an’ı Kerim hangi halife zamanında çoğaltılıp dağıtıldı?
Cevap : Hz. Osman (r.a.).
Soru 51: Kitap, Furkan, Mushaf, Bürhan, Hablullah, Hablülmetin,
Kelamullah, Zikr, Hüda, Nur, Şifa hangi kutsal kitabın isimleridir?
Cevap : Kur’an’ı Kerim’in.
Soru 52: “Hepiniz topyekün Allah’ın ipine sarılın, ayrı ayrı olmayın”.
Ayette geçen “Allah’ın ipi” tabirinden kastedilen nedir?
Cevap : Kur’an, Kur’an hükümleri, Mesajullah.
Soru 53: Halife Hz. Ebu Bekir’in emriyle kitap haline getirilen
Kur’an’ı Kerim’i toplama komisyonunun başkanı olan sahabe kimdir?
Cevap : Hz. Zeyd bin Sabit.
Soru 54: Kur’an’ı Kerim’de din kelimesi hangi manada kullanılmıştır?
Cevap : Ceza, mükafat, hüküm, hesap.
Soru 55: Fatiha suresinde sapanlar olarak nitelendirilenler kimlerdir?
Cevap : Hıristiyanlar.
Soru 56: Hz. Ömer Rasülullah’ın arkasında namaz kılarken hangi ayet
okunurken hiddete kapılarak yüksek sesle “Ben orada olsaydım, mutlaka Firavunun
boynunu vururdum” demiştir?
Cevap : Naziat suresi.
Soru 57: Peygamber Efendimiz (a.s.) kendisine Fussulet suresini okurken
sarılıp etkilenen ve Islam’ı kabul ederim korkusuyla, eliyle Peygamber
(a.s.)’ın ağzını kapayarak; “Aramızdaki yakınlık adına rica ederim, daha okuma”
diyen kişi kimdir?
Cevap : Utbe b. Rabia.
Soru 58: Tebuk seferine katılmadığı için Peygamberimiz (a.s.) ve
ashabın kendisiyle (hakkında ayet nazil oluncaya kadar) 50 gün konuşmadığı
sahabe kimdir?
Cevap : Kab b. Malik.
Soru 59: İfk hadisesini açığa çıkaran ayet hangisidir?
Cevap : Nur suresi ayet 11 ve 12.
Soru 60: Bildiğiniz gibi Kur’an’ı Kerim 30 cüzden müteşekkildir. Her
müslümanın yatarken okuması tavsiye edilen “Muavizeteyn” surelerinin isimleri
nelerdir?
Cevap : Felak ve Nas sureleri.
Soru 61: Peygamberimiz (a.s.)’ın genellikle yatsı namazında okuduğu
sure hangisidir?
Cevap : Vettini suresi.
Soru 62: Peygamberimiz (a.s.)’ın sıkıntı anında okuduğu sure
hangisidir?
Cevap : Elemneşrah suresi.
Soru 63: Peygamberimiz (a.s.) kıyamet günü cennette bizzat okuyacağı
sure hangisidir?
Cevap : Muhammed suresi.
Soru 64: Kıyamet günü Allah (c.c.)’ın bizzat okuyacağı sure hangisidir?
Cevap : Rahman suresi.
Soru 65: Ayeti kerimelerle iktidara yürüyüş ve gerçekleştirilmesi hangi
surede ve kim örnek alınmıştır?
Cevap : Yusuf suresi ve Yusuf (a.s.) örnek alınmıştır.
Soru 66: Abdestin farz olduğunu belirten ayet hangisidir?
Cevap : Maide suresi 5 ve 6.
Soru 67: Osmanlı Devletinin son dönemlerinde yetişmiş İslam
bilginlerindendir. Kadı yetiştiren Mektebi Nüvvab’ı bitirmiş, Beyazıt
medresesinde dersler vermiştir. Meşihat Dairesi’ndeki görevinin yanında Mektebi
Nüvvab, Mektebi Mülkiye, Medrese tül Vaizin ve Medrese-i Süleymaniye’de dersler
vermiştir.
2. Meşrutiyetin ilanından sonra Antalya’dan mebus seçilmiş ve özellikle 2. Abdülhamid’in tahttan indirilmesiyle ilgili hal fetvasının yazılmasında oynadığı rolle tanınmıştır. İttihat ve Terakki cemiyetinin ilim şubesinde de görev almıştır. Cumhuriyetin ilanından sonra Ankara İstiklal Mahkemesinde de yargılanmış ve berat etmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığının kendisinden istediği Kur’an tefsirini Hak Dini Kur’an Dili adıyla yazmıştır. Bu İslam alimi kimdir?
Cevap : Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır.
Soru 68: Seyyit Kutub’un tefsirinin adını söyleyiniz.
Cevap : Fizilali Kur’an.
Soru 69: Muhammed Hamdi Yazır’ın tefsirinin adını söyleyiniz.
Cevap : Hak Dini Kur’an Dili.
Soru 70: Kur’an’ı Kerim’in bir çok adı vardır. Furkan, Kitap, Zikir,
Tenzil bunlar arasındadır. Kur’an’ın birde sıfatları vardır. Bunlardan
bazılarıda, Mübin, Kerim, Nur, Hüda, Rahmet, Şifa, Mev’ize, Büşra, Beşir, Nezir
ve Aziz’dir. Bu isim ve sıfatlara göre Kur’an’ı Kerim’in dikkat çeken beş
hususu vardır. 1- Tedricen, ayet ayet, sure sure inmiştir. 2- Vahiy ile Cebrail
vasıtasıyla getirilmiş olması. 3- Hem lafzı hem de manasıyla mucize olması. 4-
Allah’ın kelamı olması, söylemediğimiz 5. Hususu da siz söyleyiniz.
Cevap : Kendisi ile ibadet edilmesi.
Soru 71: Allah’ü Teala her dönemde bir şeriat (bir kitap) indirmiştir.
Kur’an’ Kerim son peygamberin kitabıdır. Büyün insanların barış içersinde
insanca yaşayacakları bir ortamı meydana getiren ve ahiret saadetinin teminatı
olan bu kitabın 114 suresi bulunmaktadır. Okundukça ve yaşandıkça insanlığı
yücelten ayetler Mekki ve Medeni olarak ikiye ayrılır. Bütün insanlığın uymakla
mükellef olduğu Mekki ve Medeni ayetlerin konusu nedir?
Cevap : Mekki ayetlerin konusu “İtikat”, Medeni ayetlerin konusu ise “Hüküm”dür.
Soru 72: Kur’an’ı Kerim’de “Zehraveyn”(iki çiçek manasına gelen) diye
bilinen iki sure vardır. Bu surelerin ikiside Medeni surelerdir. Konusu ise
hüküm ayetleridir. Bu iki surenin adını yazınız.
Cevap : Bakara ve Al-i İmran sureleridir.
Soru 73: Hanımı ve kendisi büyük İslam düşmanlarındandır. Karı koca bu
iki kişinin dünyada iken kazandıklarının kendilerini kurtarmayacağını,
cehennemde de kendilerinin elim bir ateşin vadedildiği ve adamın hanımının ise
cehennemde odun taşıyılıcığı yapacağını konu eden sure hangi suredir?
Cevap : Tebbet (veya Mesed veya Lehep) suresidir.
Soru 74: Kur’an’ı Kerim Berat gecesi indirilmiştir. Hadid suresi 23.
Ayette de “Dünyada olacak her şey, dünya yaratılmadan evvel, ezelde “oraya”
yazılmış, takdir edilmiştir. Bunu size bildiriyoruz ki, hayatta kaçırdığınız
fırsatlar için üzülmeyesiniz ve kavuştuğunuz kazançlardan, Allah’ın gönderdiği
nimetlerden mağrur olmayasınız. “Denilmektedir. İfadelerde geçen “oraya”
kelimesi neresi anlamına gelmektedir?
Cevap : Levh-i Mahfuz.
Soru 75: Sevapta ve günahta en küçük bir şeyin unutulmayacağı hangi
ayetle anlatılır?
Cevap : Zilzal suresi 7 ve 8 ayetler
Soru 76: Mealini okuyacağımız ayet hangi surededir? Allah’ü Teala
buyuruyor ki; “Ey insanlar! Zannın çoğundan sakınınız. Zira zannın çoğu
günahtır. Birbirinizin suçunu araştırmayınız. Kimse kimseyi çekiştirmesin.
Hangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır? Ondan tiksinirsiniz.
Allah’tan sakının. Şüphesiz Allah tövbeleri daima kabul edendir, acıyandır.”
Cevap : Hucurat suresi.
Soru 77: Kur’an’ı Kerim İslam dünyasında 7 kıraat üzere okunmaktadır.
Bizim şu anda elimizde bulunan ve okuduğumuz Kur’an’ı Kerim hangi kıraat
imamının rivayeti üzerine yazılmıştır?
Cevap : Kıraatı Asım
Soru 78: Namaz mü’mini kötülüklerden alıkoyar. Kul Rabbine en yakın
halini secdede yaşar. Ve o kulun miracıdır. Kul namazı ile terbiye olur.
Kur’an’ı Kerim’de de Allah (c.c.), zekat, kurban ve benzeri ibadetleri namaz
ile birlikte zikretmiştir. Çünkü kul namaz ile zekatını verir, kurbanını keser
hale gelecektir. Peygamberimiz (a.s.)’ın gözümün nuru dediği bu güzel ibadet
Kur’an’ın hangi suresinde Kurban ile beraber zikredilmiştir?
Cevap : Kevser suresi
Soru 79: 1632 yılında “dünya dönüyor” dediği için idamla yargılanan
Galile Galileu’dan 1000 yıl önce dünyanın döndüğünü haber veren Kur’an ayeti
hangisidir?
Cevap : Yasin 40
Soru 80: Aşağıda bazı özellikleri ile tanımaya çalışacağımız sure
Kur’an’ı Kerim’de hangi suredir?
a-Bu sure
Medenidir,
b-Ey iman edenler
niçin yapmadığınızı söylersiniz,
c-Allah yolunda
bir bütünlük içinde cihadı emreder,
d-İsa (a.s.)
diliyle, Peygamberimizin Ahmet ismi ile müjdelenmesi,
e-Kafirler
istemese de Allah (c.c.)’ın nurunu tamamlayacağı,
f-İman ve cihadın elim bir azaptan kurtaracak karlı bir ticaret yolu olduğu, bu surenin bazı özelliklerindendir.
Cevap : Saf suresi
Soru 81: Peygamber Efendimiz (a.s.) bir yılda en büyük destekçileri
olan hanımını ve amcası kaybetmişti. Peygamber efendimiz (a.s.) ve bütün
müslümanlar üzülmüşlerdi. Bu yıl siyer kitaplarında hüzün yılı olarak
zikredilmiştir. Peygamberimizi ve müslümanları teselli etmek için Allah (c.c.)
üç sure indirmiştir. Bu surelerin isimleri nelerdir?
Cevap : Yusuf, Hud ve Yunus sureleri
Soru 82: Kur’an’ı Kerim’de yer alan bazı surelerin iki veya daha fazla
isimleri vardır. Bunlardan biri de Mü’min suresidir. Mü’min suresinin diğer
ismi nedir?
Cevap : Gafir suresi
Soru 83: Muavizeteyn surelerinin isimleri nedir?
Cevap : Felak ve Nas sureleri
*
KAYNAKÇA
Abduh Muhammed, Tefsîru’l-Kurâni’l-Hakîm,
Mısır, 1947.
Abdulvedûd Yusuf, Tefsiru’l-Mü’minîn, Dımışk,
1975.
Ahmed Emin, Duha’l-İslâm, Mısır 1937
Aclunî, İsmail İbnu Muhammed (v. 1162/1748), Keşfu'l-Hafa
Müzîlü'l-İlbâs ammâ İştehere mine'l-Ehâdîsi alâ Elsineti'n-Nâs, Beyrut
1351.
Abdil-Latifi'z, Zebidi-Sahih-i Buhari muhtasarı, Tecrid-i Sarih tercemesi ve Şerhi-Ank: 1975 (3 bsm),
Abdülaziz El Buhari-Keşfû'l Esrar-İst: 1308
Ahmed Muhammed Şâkir, el-Bâ'isu'l-Hasîs Şerhu İhtisâri
Ulûmi'l-Hâdîs, Beyrut 1951.
Abdurrahman el-Cezirî, Kitabu'l-Fıkhi ala'l-Mezahibi'lArbaa,
Mısır, ty
Abdu'l-Vehhab Abdullatif, el-Mutasar min Mustalahatı
Ehli'l-Eser min Ehli's-Sünne ve'ş-Şi'a
ve'l-imamiyye Ve'z-Zeydiyye, 5. baskı Kahire, 1966.
Abdülkerîm Zeydan, İslâm Hukukuna Giriş, Terc. Ali Şafak, İstanbul (t.y)
Abdurrezzak İbnu Muhammed es-San'ani (v. 211). Musannafu
Abd'r-Rezzak, Beyrut (Ofset), 1970.
Ahmed Zeki
Safve, Cemheretu Hutubi'l-Arab, Mısır 1962
Amidi, Seyfuddin Ebu'l-Hasen Ali İbnu Ebi Ali (v. 631), el-İhkam
fi Usuli'l-Ahkam, Kahire, 1968/1387.
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî,
Bulak, 1301.
Azimabadi-Ebu't-Tayyib Muhammed Şemsü'l-Hakk, Tahkik:
Abdurrahman Muhammed Osman, Avnu'l-Ma'bud Şerhu Süneni Ebi Davud,
Medine, 1968.
Ayni-Bedru'd-Din Ebu Muhammed Mahmud İbnu Ahmed (v. 855), Umdetü'l-Kârî
Şerhu Sahihi'l-Buhari, 1348 (baskısından ofset, Beyrut).
Bazergân Mehdî, Kur’ân’ın Nüzul Süreci, Fecr
Yayınevi, 1998.
Bilmen Ömer Nasûhî, Tabakâtü’l-Müfessirîn,
İstanbul, 1960.
Babanzâde, Ahmed Naim: Tecrîd-i Sarîh Tercemesi,
Birinci cild, Ankara, 1957
Bağdâdî, İsmail Paşa. Esmâü’l-Müellifîn,
İstanbul, 1955.
………Zeyl-i
Keşfi’z-Zünûn, İstanbul, 1366.
Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, İstanbul 1962
Bedrüddin el-Aynî, Tibyan Tefsiri, İstanbul-1986
el-Beydâvî,
Envâru't-Tenzîl ve Esraru't-Te'vîl, Mısır 1955
Beyhaki Ebu Bekr Ahmed ibnu'l-Huseyn (v. 958), es-Sünenü'l-Kübra,
Haydarabad, Deken 1353.
Bilmen, Hukuku
İslâmiyye
ve İstilâhâtı Fıkhyye Kamusu, İstanbul 1967
Buharî, Ebi Abdillah Muhammed İbnu İsmail (sv. 256) el-Ebedi'l-Müfred,
Kahire, 1379.
Çakan, İsmail Lütfi: Hadîslerde Görülen İhtilâflar ve
Çözüm Yolları, İstanbul 1982
Çağlar Behçet Kemal,
Kur’ân-ı Kerîm’den İlhamlar, 1995.
Canan İbrahim, Hz. Peygmaberin Sünnetinde Terbiye;
1979, Ankara.
Canan, İbrahim, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Şerhi,
Ankara 1988.
Cevherî Tantâvî, el-Cevâhir
fî Tefsîri’l-Kur’ân, Mısır, 1923.
Cessas, Ebu Bekir Ahmed İbnu Ali (v. 370), Ahkamu'l-Kur'an
Kahire, ty.
Cündioğlu Dücane, Kur’ân
Dil ve Siyaset Üzerine Söyleşiler, Kitabevi, 1998.
Dârâkutnî, Ali İbnu Ömer (v. 385/995): Ehâdîsu'l-Muvatta
(Tahkîk: Zâhidu'l-Kevseri, Keşfu'l-Gıta ile birlikte hazırlanmıştır),
Mısır, 1946.
Dehlevi, Şah Veliyyullah Ahmed İbnu Abdurrahim (v. 176) el-İnsaf
fi beyan-ı Sebebi'l-İhtilaf fi'l-Ahkami'l-Fıkhiyye, Kahire, 1398.
Doğrul Ömer Rıza, Kur’ân
Nedir, 1967.
………Tanrı Buyruğu
Kur’ân-ı Kerîm Terceme ve Tefsiri, Muallim A. Halit Kitaphanesi, 1934.
Döndüren, Hamdi, İslâm
Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, Balıkesir 1984
Ebû Bekir El Cessas-El Ahkâmû'l Kur'an-Beyrut: 1355
Ebû Muin- En Nesefi-Bahrû'l Kelam-Konya: 1977,
Ebû Yusr Muhammed -Pezdevi-Ehl-i Sünnet Akaidi-İst: 1980,
Ebu Bekr İbnu'l-Arabi (v. 543), Ahkamu'l-Kur'an,
Kahire, 1968.
Ebu Dâvud, Süleyman İbnu'l-Eş'as es-Sicistânî el-Ezdî (v.
202/817): Risâletu Ebî Dâvud es-Sicistânî fi Vasfı Te'lîfihi
Li-Kitâbi's-Sünen (Tahkîk: Zahidü'l-Kevserî), Mısır, 1.369
Ebu’s-Suud, İrşâdü’l-Akl-ı
Selîm, Mısır, 1952.
Emin, Ahmed, Duha’l-İslâm,
Mısır 1937
…………Fecru’l-İslâm,
Mısır, 1955;
……….Zuhru’l-İslâm,
Mısır, 1955.
Efendi,Asım, Kamus
Tercemesi, İstanbul, 1305.
Ferid Vecdî Muhammed, el-Mushafü’l-Müfesser,
Mısır, 1377.
Fetevayı Hindiyye (Bir Heyet tarafından hazırlanmıştır).
3. tab, Bulak 1310 baskısından ofset 1973.
el-Gazzalî, el-İhyâ, Beyrut t.y
Gölpınarlı Adulbaki, Kur’ân-ı
Kerîm ve Meali, Remzi Kitabevi, 1958.
el-Hâkim, Ebu Abdillâh Muhammed İbni Abdillâh en-Neysâbûrî
(405/1014): Ma'rifetu Ulûmi'l-Hadîs, Beyrut, 1935.
el-Hâkim el-Müstedrek alâ's-Sahîheyn,
Haydârâbâd-Deken 1335.
Hamîdullah, Muhammed: Muhtasar Hadîs Târihi ve Sahîfe-i
Hemmâm İbn Münebbih, Çvr. Kemal Kuşçu, İstanbul, 1967
………..Kur’ân
Tarihi, Yağmur Yayınları, 1965.
Hanbel, Ahmed ibnu, (v. 241) Müsnedu Ahmedi'bni Hanbel,
1313. Kahre (baskısından ofset). Beyrut, ty.
Hallâf, Abdulvehhab, İlmu Usûli'l-Fıkh,
Kahire 1978
el-Hatîb, Muhammed Acâc: es-Sünne Kable't-Tedvîn,
Kahire 1963.
el-Hatîbu'l-Bağdâdî, Ebu Bekr Ahmed İbnu Ali (463/1070); el-Kifâye
fi İlmi'r-Rivâye, Mısır, 1972.
……….. er-Rıhle fi Talebi'l-Hadîs,
Beyrut, 1975.
………… Takyîdu'l-İlm, Daru İhyai's-Sünne
1975.
Hâzimî, Ebu Bekr Muhammed İbnu Mûsâ (v. 584/1118): Şurûtu
Eimmeti'l-Hamse, Kahire 1357, (Makdisî'nin Şurût'u Eimmeti's-Sitte'si
ile birlikte Zâhidu'l-Kevserî'nin tahkîkiyle birlikte basılmıştır).
Haydar,Ali, Efendi-Dürerû'l Hükkâm Şerhû Mecelleti'l Ahkâm-İst: 1330 (3 bsm)
Hayyat Ahmet, Amme
Cüzü veya Kur’ân’ın İçyüzü, İstanbul, 1937.
Hakim, Ebu Abdillah Hakim en-Neysaburi (v. 405), el-Müstedrek
Ala's-Sahihayn, Haydarabad-Deken, 1335.
Hattâbî, Ebu Süleyman Ahmed İbnu Muhammed (v. 388), Mealimu's-Sünen,
Humus 1393/ 1973, Birinci Tab.Heysemi,
el-Hüseynî, Abdü'l-Mecid Hâşim: el-İmâmu'l-Buhârî,
Kahire, ty.
İbnu Abdilberr, Ebu Ömer Yûsuf (v. 463/1070): Câmi'u
Beyâni'l-İlmi ve Fadlihi, Medîne, 1968.
İbrahim Hakkı Erzurumi (v. 1194), Marifetname,
İstanbul, 1330
İbnu'l-Arabî, Ebu Bekr Muhammed İbnu Abdillah (v.543/1148) Ârızatu'l-Ahvazî
bi-Şerhi Sahîhi't-Tirmizî, Beyrut, ty.
İbnu Asâkir, Keşfu'l-Gıta fi Fazâili'l-Mustafa,
1946, Mısır.
İbnu'l-Esir, İzzü'd-Din Ebu'l-Hasen Ali İbnu Muhammed el-Cezerî (v. 630), Üsdü'l-Gabe
Fî Ma'rifeti's-Sahabe, Kahire, 1970.
İbnu Hacer, Şihâbü'd-Dîn Ebu'l-Fadl Ahmed İbnu Ali
el-Askalânî (v. 852/1448): Hedyü's-Sârî Mukaddimetu Feth'i'l-Bâri,
Bulak 1301.
İbnu Hacer Şerhu'n-Nuhbe, Mısır, 1934.
İbnu Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb,
Haydarâbâd-Deken 1328
İbnu Hamza el-Hüseynî, es-Seyyid İbrahim İbnu's-Seyyid (v.
1120/1706): el-Beyân ve't-Ta'rîf fi Esbâbı Vürûdi'l-Hadîsi'ş-Şerif,
Halebi 1329.
İbnu Hazm, Ali, el-Endülusî (v. 457/1064): el-İhkâm fi
Usûlü'l-Ahkâm, Kahire, ty.
İbnu's-Salâh, Ebu Amr Osman İbnu Abdirrahmân eş-Şehrezûrî
(v. 643/1245): Mukaddime (veya Ulumu'l-Hadîs).
Matbâ'atu'l-Âmire, 1931.
İbnu Hazım, el Hemedani; Ebu Bekr Muhammed İbnu Musa (v. 584) Kitabu'l-İtibar
fi Beyanı Nasih ve'l-Mensuh, Humus, 1386/1966.
İbnu Hazm, Ebu Muhammed Ali İbnu Ahmed (v. 456), el-Muhalla,
Tahkik: Hasan Zeydan Talebe Mısır.
İbnu Hibban, Ebu Hatim Muammed İbnu Hibban el-Bustî, Sahihu
İbnu Hibban Beyrut 1987.
İbn-i Huzeyme-Es Sahih-Beyrut:
1390, M. İslâmi Neşri,
İbnu Kesir, İmamuddin Ebu'l Fida (v. 774), Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim
Beyrut, 1966.
İbn-i Manzur- Lisanû'l Arab- Beyrut:
1955
İbnu Mace-Ebu Abdillah Muhammed İbnu Yezid el-Kazvini (v.
275), Sünenü İbni Mace, Kahire 1952, Tahkik; Muhammed Fuad
Abdulbaki.
İbnu Sa'd-Ebu Abdillah Muhammed (v. 230), et-Tabakatu'l-Kübra,
Beyrut, 1960.
İbn-i Teymiye, Mukaddime
fî Usûli’t-Tefsîr, Dımışk, 1936.
İmam-ı Serahsi-Temhidû'l Füsûl fi İlmû'l Usûl-Beyrut: 1393
İmam-ı Azam Ebû Hanife-Fıkh-ı Ekber (Aliyyü'l Kari Şerhi)-İst: 1979, Çağrı Yay.
İmam-ı Gazali-İlcamu'l Avam-İst: 1978
İmam-ı Rabbani-El Mektubat-İst: 1978, Çağrı Yay.
İmam-ı Gazali-Faysalû't Tefrika-Kahire: 1319, M. Kabbani Neşri,
İmam-ı Suyuti-El İtkan fi Ulûmû'l Kur'an-Kahire: 1368,
İmam-ı Nesefi- El Menar fi Usûl-i Fıkh-İst: 1326
İnan Abdulkadir, Kur’ân-ı
Kerîm’in Türkçe Tercemeleri Üzerinde Bir İnceleme, Diyanet İşleri Bşk.
1961.
el-İsfahânî, el-Müfredât fi Caribi'l-Kur'an, Mısır 1961.
Karaman, Hayrettin, Fıkıh Usûlü,
İstanbul 1963
Kastalânî, Ebu'l-Abbâs Şihâbu'd-Dîn Ahmed İbnu Muhammed (v.
923/1517): İrşâdu's-Sârî li-Şerhi Sahîhi'l-Buhârî, Bulak, 1304.
Kasani, Alauddin Ebu Bekr İbnu Mes'ud (v. 587),
Bedai'u's-Sanai fi Tertibi'ş-Şerai, Beyrut 1974/1394.
el-Kâri, Nuru'd-Dîn Molla Ali İbnu's-Sultân Muhammed
el-Herevî (v. 1014/1605): el-Esrâru'l-Merfu'a fi'l-Ahbâri'l-Mevzû'a,
Beyrut, 1971.
Keşmîrî, Muhammed Enver (v. 1352/1933): Feyzü'l-Bâri
fi Sahihi'l-Buhârî, Beyrut, ty.
el-Kâri, Şerhu Nuhbeti'l-Fiker, İstanbul 1327.
Keskioğlu Osman, Kur’ân
Tarihi ve Kur’ân Hakkında Ansiklopedik Bilgiler, 1953.
Kettânî, es-Seyyid eş-Şerîf Muhammed İbnu Ca'fer (v.
1345/1926): er-Risâletu'l-Müstetrafe li-Beyâni Meşhûri
Kütübi's-Sünneti'l-Müşerrefe, İstanbul 1986.
…………..et-Terâtibü'l-İdâriyye, Beyrut (t.y)
……….Nazmul
Mutenasir minel Hadisil Mütevatir, Mısır (t.y)
Kırca Celal, Kur’ân-ı
Kerîm ve Modern İlimler, Fen Bilimleri, İstanbul, 1981
Koçyiğit Talât, Hadîs Istılahları, Ankara
1980.
…………….Hadîsçilerle Kelamcılar Arasındaki
Münakaşakalar, Ankara 1969.
…………… Hadîs Usûlü, Ankara 1975.
el-Kurtubî, el-Câmi'
Li Ahkâmi'l Kur'an, Kâhire 1967.
Leknevî, Ebu'l-Hasenât Muhammed Abdü'l-Hayy (v. 1304/1886): er-Ref'u
ve't-Tekmîl fi'l-Cerhi ve't-Ta'dîl, 2. tab, Haleb, 1968.
Mecmuat'u't
Tefasir-ist: 1979, Çağrı Yay.
el-Makdisî, Ebu'l-Fadl Muhammed İbnu Tâhir (v.
507/1113
el-Mevsılî, el-İhtiyâr, Kahire ty.
el-Maverd, en-Nuketu
ve'l-Uyunu, Beyrut, 1992
Mehmed Vehbi Efendi-Hülasatü'l Beyan-İst: 1966,
Mehdî, Bazergân, Kur’ân’ın
Nüzul Süreci, Fecr Yayınevi, 1998.
Mahmut
Es'ad, Tarih-i İlm-i Hukuk, İstanbul 1331/1912
Malik İbnu Enes (v. 179), el-Müdevvenetü'l-Kübra Naşir: el-Hac
Muhammed Efendi Beyrut (1323 Mısır baskısından) ofset.
Maverdi Eb'l-Hasen Ali ibnu Muhammed (v. 450), Edebu'd-Dünya
ve'd-Din, İstanbul 1299
Mehmet Aydın-Osman Cilacı, Dinler Tarihi, Konya 1980
Mehmet Ali Aynî, Tasavvuf Tarihi, 1340,
Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve
Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1971
el-Mevsılî, el-İhtiyâr, Kahire t.y.
Mevdudî, Tefhimu'l-Kur'an, Terc. Heyet,
İstanbul 1986
el-Meydanî, el-Lubâb, İstanbul, ty.
Milaslı İsmail Hakkı, Kur’ân
Terceme Edilebilir mi? İstanbul, 1342.
Müslim, Ebu'l-Hüseyn Müslim İbnu'l-Hacc el-Kuşeyrî (v. 261).
Sahihu Müslim, Kahire, 1955.
Muhammed Muhyi'd-Din Abdu'l-Hamid. Şerbini Muhammed
eş-Şerbinî, Muğni'l-Muhtaç, Mısır 1958/1377.
Muhammed b. Allan, Delilu'l-Fâlihîn, Mısır
1971
Muhammed,Abduh, Tefsîru’l-Kurâni’l-Hakîm,
Mısır, 1947.
Muhammed Ma'ruf Ed Devalabi-El
Medhal,İlmû Usûl-i Fıkh, Beyrut: 1965 (5 bsm),
Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi,
İstanbul 1985
el-Mübarekfuri-Ebu'l-Ali Muhammed Abdurrahman İbnu
Abdirrahim (v. 1353). Tuhfetu'l-Ahvazi bi-Şerhi Cami't-Tirmizî,
Kahire, 1963.
el-Muttaki, Alaeddin Ali, Kenzu'l-Ummal, (v.
975), Haleb, 1969.
Munis D.Hüseyin, ez-Zehrâü’l
İ’lâmi’l-Arabî, ATLASLI TARİHİ’L-İSLÂM, Kahire, 1987.
Münavi-Şemsü'd-Din Muhammed Zeynü'd-Din Abdurrauf (v. 1031),
Feyzu'l-Kadir Şerhu'l-Cami'i's-Sağir, Beyrut, 1972.
Müslim-Ebu'l-Hüseyin Müslim İbnu'l-Haccac el-Kuşeyri
en-Neysaburi (v. 261) Sahihu Muslim Tahkik: Muhammed Fuad Abdul'l-Baki Kahire, 1955.
Molla Hüsrev-Mir'at El Usûl fi Şerhi'l Mirkat El Vüsûl-İst: 1307
en-Nesai-Ebu Abdirrahman Ahmed İbnu Ali İbni Şuayb (v. 303),
es-Sünen, Kahire 1930.
en-Nevevî-Muhyi'd-Din Ebu Zekeriyya Yahya (v. 677), Şerhu
Muslim, Mısır, ty.
Nûru'd-Dîn İbnu Muhammed, el-İmâmu't-Tirmizî
ve'l-Muvâzene Beyne Câmi'ihi ve Beyne's-Sahîheyn, Mısır, 1970.
Nureddin Ali ibnu Ebi Bekr (v. 807), Mecma'u'z-Zevaid,
Beyrut, 1967.
Okiç Muhammed Tayyib, Kur’ân-ı
Kerîm’in Üslub ve Kıraatı, Ankara, 1963.
er-Razi-Ebu Abdillah Muhammed İbnu Ömer İbni Hüseyn (v.
606), et-Tefsiru'l-Kebir, Naşiri: Abdurrahman Muhammed, Kahire,
ty.
es-Sa’dî, Şeyh
Abdurrahman, Tefsîr’u Kerîmi’r-Rahmân fî Tefsîr’i Kelâmi’l-Mennân,
(1307-1376) Dımeşk.
Sindî, Ebu'l-Hazen Muhammed İbnu Abdil Hadi (v. 1138), Haşiyetu's-Sindi
Ala'n-Nesaî, Mısır, 1349.
es-Serahsî, Şemsü'd-Dîn Ebu Bekr Muhammed İbnu Ahmed (v.
490/1096): Usûlu's-Serahsî, Haydarâbad-Deken, 1973
Subkî, el-Menhel, Beyrut, 1394.
S.Kutup, Fizılâlı'l-Kur'an,
Çev: M. E. Saraç, İ Hakkı Şengüler, Bekir Karlığa, İstanbul.
es-Suheylî, er-Ravdu'l-Ünf, Kahire, 1965
Sezgin, Fuat, Buhârî'nin Kaynakları, İstanbul,
1956.
Sibâ'i, Mustafa, es-Sünne ve Mekânetühâ fi
Teşrî'i'l-İslâmî, Dımeşk 1966.
Subhi Sâlih, Hadîs İlimleri ve Hadîs Istılahları,
Çvr. Yaşar Kandemir, Ankara, 1971.
Suyûtî, Hâtimetu'l-Huffâz Celâlü'd-Dîn Abdurrahmân İbnu Ebî
Bekr (v.911/1505): Tedrîbu'r-Râvî fi şerhi Takrîbi'n-Nevevî,
Medîne, 1959.
………..Tefsiru Celaleyn, Dımeşk, 1378.
……….Tabakâtü’l-Müfessirîn,
Leiden, 1839.
Şafii, Muhammed İbnu İdris (v. 204), er-Risale,
Tahkik: Ahmed Muhammed Şakir, Beyrut,
ty.
Şâmil, İslâm Ansiklopidisi- (heyet) İstanbul Şâmil Yayınevi 1988
Şah Abdülaziz, Gulam Hakim ed-Dehlevi,
Muhtasaru't-Tuhfetu'l-İsna Aşeriyye, İstanbul 1976/1396.
Şâşı, el-Usûl,
Beyrut 1402/1982
eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr,
el-Matbaatü'l-Osmâniyye, Mısır (t.y)
eş-Şâtıbî, Ebu İshâk İbrahim İbnu Mûsâ (v. 790/1388): el-Muvâfakât
fî Usûli'l-Ahkâm, Kahire. 1969.
Şeyhu'l-Emir, Muhammed: Müsnedu Şeyhi'l-Emîr Muhammed,
Süleymaniye. Bağdadlı Vehbi. Nu 316.
et-Tâhir, İbn Aşûr
Muhammed, Tefsîru’t-Tahrîr ve’t-Tenvîr, Mısır, 1384.
Tahtâvî, Hâşiye alâ Merâkı'l felâh,
İstanbul, 1985.
Tantâvî, Cevherî, el-Cevâhir
fî Tefsîri’l-Kur’ân, Mısır, 1923.
Tahavî Ebu Ca'fer Ahmed İbnu Muhammed (v. 321), Şerhu
Me'ani'l-Asar, Kahire, 1387/1968.
Tahiru'l-Mevlevî, Müslümanlıkta İbadet Tarihi,
İstanbul, 1963.
Tehânevî, Zafer Ahmed: Yeni Usûl-i Hadîs, Çvr.
İbrahim Canan, İzmir. 1982.
Tirmizî, Ebu İsa Muhammed İbnu İsa İbni Sevre (v. 279), Sünenü't-Tirmizî,
Humus, 1966.
Ünal,Ali, Kur'an'da
Temel Kavramlar, İstanbul 1986
Yazır, Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili Türkçe Tefsir,
İkinci Baskı, İstanbul, 1960.
Yaşaroğlu Macit, Kur’ân-ı
Kerîm Türkçe Tercemelerinin Kronolojik Bibliyoğrafyası, İstanbul,1965.
Yusuf,Abdulvedûd, Tefsiru’l-Mü’minîn,
Dımışk, 1975.
ez-Zebîdî, Tecridî
Sarîh, Terc. K Miras, Ankara 1978
ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire 1977
Zehebî, Ebu Abdillah Muhammed İbnu Ahmed (v. 748/1347): Mîzânu'l-İttidal
fî Nakdi'r-Ricâl, Kahire. 1963.
Zehebî, Tezkîretu'l-Huffâz, Haydarâbâd. 1956.
Zerkeşî Bedruddin, el-Burhan fî Ulûmi’l-Kur’ân,
Mısır, 1957.
Ziriklî Hayruddin, el-A’lâm,
Mısır, 1953.
ez-Zuhaylî, el-Fıkhul-İslâmî fî Uslûbihil-Cedîd, Dımaşk t.y.
Zürkani-Ebu Abdillah Muhammed İbnu Abdilbaki İbnu Yusuf (v.
1122), Şerhu'l-Muvatta Kahire 1961.
BASKIYA HAZIRLANAN KİTAPLAR
1.KUR’AN’IN
RUHU-KUR’AN-I KERİM (Sebeb-i Nüzulü Açıklamalı ve Kelime Kelime Meali)
Bütün kitaplar tek bir kitabı anlamak içindir,
Bütün bilgiler tek bir bilgiye ulaşmak içindir,
Bütün hakikatler tek bir hakikat içindir,
Bütün dinler tek bir dine kavuşmak içindir,
Bütün güzellikler tek bir güzeli görmek içindir,
Bütün ilahlar tek bir Allah'a erişmek içindir,
Bütün yollar tek bir yolu yürümek içindir,
Bütün şeyler tek bir şeyi anlamak içindir,
Aslında herşey tek bir şey ve aynı şeydir.
2.
KIRK AYET –KIRK HADİS (Kırk Hadis)
Resûlullah
(a.s): "Kim ümmetime, sünnetimden kırk tanesini koruyup ulaştırırsa ben
kıyamet günü onun imânına şâhid ve şefaatçi olurum" (Abdullah
İbnu'l-Mubârek el-Hanzalî (181/797). Beyhakî, Şuabu'l-İmân, 2/270)
Sebeb-i
Nüzulüne göre kırk ayet ve Sebeb-i Vüruduna göre kırk hadis.
Sünneti
anlamak için Peygamberi tanımak, Peygamberi tanımak için KUR’AN-I KERİM’e bakmak, bunun için de
KUR’AN-I KERİM’in dilini bilmek şarttır.
3.
EVRENİN RUH HARİTASI (Akaid Kitabı)
Kaybetmişiz
Pusulamızı
Ebrehelerin
Hüküm Sürdüğü Kaldırımlarda
Ölüler
Abid
Taşlar
Mabud
Ağaçlar
Mabed Olmuş.
4.
İNSANLIĞIN RUH HARİTASI (Ahlak Kitabı II Cilt)
Ahlak,
ruhun derinliklerinde dışa yansıyan iyiliğin, kıvılcımıdır.
Gülün
güzelliği rengidir.
Bülbülün
ki, sesidir.
Göğün
ki, yıldızlardır.
Yerlerin
ki, bitkilerdir.
Dilberin
ki, cemalidir.
Yiğidin
ki, bileğidir.
Arifin
ki, bilgidir.
Abidin
ki, zikridir.
İnsanlığın
ki ise, AHLAKIDIR.
5.
RUHLARIN ŞİFASI (Esma’ül Husna)
“En güzel isimler (el-esmâü'l-hüsnâ)
Allah'ındır. O halde O'na o güzel isimlerle dua edin. Onun isimleri hakkında
eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına
çarptırılacaklardır.”
(7:180)
Ebû Hüreyre (r.a) den nakil: Resûlüllah (a.s)
buyurdular ki:
"Şüphesiz ki, Allahü Teâlâ'ya mahsus
doksan dokuz isim vardır. Her kimbu (güzel) isimleri ihsâ eder (sayar, ezberler
vedilinin tesbihi haline getirirse) Cennete girer.”(Tirmizi,
ibn Hibban ve Hakim)
Esma-ül Husna’nın bilinmesi üç şey için çok
önemlidir:
1-İlahi Rububiyyet; yüce Allah’ın
Rabbaniyyetine dalalet eden; varlığına ve biriliğine ve nasıl yaratıcı, nasıl
yarattığı varlıkların rızıklarını verici ve nasıl terbiye edici olduğunu öğrenmek.
2-İlahi Uluhiyyet; yüce Allah’ın Azametine
dalalet eden ne kadar güçlü, ne kadar büyük, nerde ve ne yaptığını öğrenmek.
3-İlahi Ubudiyyet; yüce Allah’ın lutfuna
dalalet eden; niye ibadet edilir, nasıl dua edilir, kimi sever, kime rahmet eder, kimi ne için cehenneme
koyar ve kimi niçin cennetine koyar gibi özellikleri öğrenmek.
6.
YAŞAMIN RUH HARİTASI (Fıkıh Kitabı IICilt)
Anlamak
(fıkh etmek), insanın ruh portresidir.
Anlayış
sahibi insanlar, halkların gülü ve çiçekleridir.
Anlayış
sahipleri, halklar tarafından her zaman koklanmaya çalışılır.
Bazen
göklere çıkartılıp yükseltilirler.
Bazen
yerlere atılıp ezilirler.
7. İNSANLIĞIN RUH MİMARLARI AZİZ PEYGAMBERLER
(Peygamberlerin Hayatı IICilt)
Evrenin en büyük sanatçısı Allah’tır.
Yüce Allah’ın en büyük sanat eseri insandır.
İnsanın en büyük sanatı ruhtur.
Ruhun mimarları aziz Peygamberlerdir.
8. PEYGAMBERLERİN ÇİZDİĞİ RUH HARİTASI (Hz.
Peygamber(a.s)'in Hayatı II Cilt)
Kaybolmuşuz
Peygamberlerin çizdiği haritanın üzerinde.
Yön
tayin etmede zorlanıyoruz.
Neresi
doğu.
Neresi
batı.
Neresi
kıble.
9. ÇOCUKLARIN RUH DÜNYASI (Doğumundan Ölümüne
Kadar Çocuk Terbiyesi)
“Her
çocuk İslam fıtratı üzere doğar.”
Hiç
bir çocuk, anne ve babasının meşru veya
gayri meşru yaptıklarıyla sorumlu değildir.
Her
çocuk kendi kişisel menkıbesinin sorumlusudur.
Çocuklar,
ailenin balı ve dalı,
Toplumun
gülü ve bülbülü,
Kainatın
çiçeği ve eşrefidirler.
10.
DERSLERİN RUHU (Tefsir Dersine Giriş 1)
Bütün
kitaplar, bir kitabı anlamak içindir, oda KUR’ANI KERİM’dir.
Bütün
ilimler, tek bir ilimden onay alır, oda
KUR’ANI KERİM’dir.
Bütün
ilimlerin merkezi, tefsir ilmidir, oda KUR’ANI KERİM’dir.
11.
DERSLERİN RUHU (Tefsir İlmine Giriş 2)
Usûl,
Arapça asl'ın çoğuludur.
Asl
sözlükte temel, kök, soyluluk ve orijinal anlamlarına gelir.
Tefsir
usûlü ya da İlmu Usûli't Tefsir,
Kur'ân-ı
Kerim'in insanlar tarafından anlaşmasına yardımcı olmak üzere onu, insanların
zihinlerine, akıllarına yaklaştırma
çalışmaları diyebileceğimiz tefsirin ve
müfessirlerin prensiplerini, şartlarını
ve çerçevesini belirleyen, tarihini
tespit eden ilim veya ilimlerin hepsine
birden verilen isimdir.
12.
ÇAĞIN ALTIN RUHLULARI (Sahabe-i Kiramın Hayatı II Cilt)
Rasulullah
(a.s)’ın da üzere yaratılmış olduğu “ALLAH AHLÂKI”?…
“VERMEK”!
Karşılıksız
vermek!
Çıkar
düşünmeksizin vermek! EBU BEKİR gibi.
Zâhirde
ve bâtında her an ve her koşul altında adil olmak! ÖMER gibi.
Ar,
haya, sevgi vermek!.. Karşılık beklemeksizin! OSMAN gibi.
İlim,
cesaret vermek!… Karşılık beklemeksizin!
ALİ (r.a) gibi...
13.
ADEMİN HİKMETİ
Adem
dedikleri;
el,
ayak,
baş
değil,
manaya derler.
Kaş,
göz
değil,
ruha
derler.
14.
ALEMİN HİKMETİ
Her
insan bir ademdir.
Her
adem bir alemdir.
Her
alem bir sırdır.
Her
sır bir yitiktir.
Her
yitik bir hikmettir.
Her
hikmet bir hazinedir.
Her
hazine bir saadeti dareyndir.
15.
EĞİTİMİN HİKMETİ
Her Müminin dinini öğrenmesi ve bildiklerini
öğretmesi dini bir ihtiyaçtır.
Zira
inandıklarını uygulayabilmesi öğrenmeye bağlıdır. Öğrenim, eğitimin bir
parçasıdır.
Eğitim,
hedeflenen davranışların programlı ve planlı faaliyetlerle insana
kazandırılmasıdır.
Öğretim
ise, öğretme faaliyetlerinin belirlenen hedefler doğrultusunda, planlı ve
kontrollü olarak düzenlenmesi ve uygulanmasıdır.
16.
DÜŞÜNMENİN HİKMETİ
Felsefe;
“seviyorum,
peşinden koşuyorum ve arıyorum”;
anlamına
gelen ve
“bilgi,
bilgelik”
anlamına
gelen sözcüklerinden türeyen terimin
işaret
ettiği entelektüel faaliyet ve disiplindir.
Buna
göre felsefe
“bilgelik
sevgisi”
yada;
“bilginin
peşinden koşma”
anlamına
gelir.
17.
DÜŞLERİN HİKMETİ
Rüya
konusunda;
Batı bilginleri genelde rüyanın insanın günlük
yaşantısı sonucu gördüğü şey olarak yorumlarken,
Doğu
bilginleri bu görüşe katılmakla birlikte Allah'tan gelen ilahi bir mesaj olarak
da görmüşlerdir.
18.
HAYALİN HİKMETİ
Fertte
çağrışım yapan hayaller neticesinde meydana gelen kolektif alt şuuru psişik
hayatın esaslı faktörüdür.
19.
MEDENİYETİN HİKMETİ
Allah'ın indirdiklerini kendisine hayat nizamı
olarak kabul eden toplumlarda medeniyet, kavramın içerdiği gerçek anlamıyla
ortaya çıkmıştır. İslâm medeniyeti, iman, amel, ahlâk, sosyal ilişkiler, toplum
hayatını insanların iyiliği doğrultusunda yöneten idarî prensiplerin bir
tezâhürüdür.
20. ACILARIN HİKMETİ (Şiir)
Şair,
Şiir yazarken,
çocuk
dünyaya getiren
bir
annenin sancısını çekmiyorsa
yazdıklarının
hepsi yalandır.
21.
ŞEREFİN HİKMETİ (Müslüman Kadın)
İslâm'a
göre şeref, müttakî olandır; Allah'tan korkup haramlardan her zaman sakınan,
Allah'ın emirlerini yerine getirendir.
22.
AKLIN HİKMETİ
Akıl, eşyanın güzellik, çirkinlik, kemâl ve noksanıyla
ilgili sıfatını idrak eden özelliktir. İki hayırdan daha hayırlı; iki şerden
daha az şerli olanını idrak etmekten ibarettir. Akıl insanoğluna verilmiş
manevi bir kuvvettir. İnsan bu güç ile gerekli ve nazarı bilgileri elde eder.
Bilgiyi elde eden güç İslâm'da insanı mükellef kılan akıl gücüdür. Bu güç
insanda ana rahminde cenin iken oluşan özelliktir. Bu erginlik çağına gelince
gelişir ve gittikçe olgunlaşır. Bu da, zarûriyyâtı anlayan güçtür. Bu güç ile
elde edilen 'bilgi'ye gelince yerine göre kullanılmadığında akılsızlık
özelliğini taşır.
23.
NAMAZIN HİKMETLERİ
Namaz, tekbir ile başlayıp selâm ile son bulan,
belli fiil ve sözleri içine alan bir ibadettir. Allah'a karşı tesbîh, ta'zîm ve
şükrün ifadesidir.
Sabah namazının iki rekat olmasının hikmeti
nedir? Öğle namazı niçin dört rekattır? Bazı namazların iki ve üç veya dört
rekat olmasının sebebi hikmeti nedir? İşte bütün bunların hikmeti bu kitabın
içinde geçer.
24.
DİN NASİHATTİR (İbretli Sözler) *Çıktı*
Nasihat, İslâm'ın pratik hayata aktarılması,
ahlâkî prensiplerin yaşanması, insanî erdemliliklerin, görgü kurallarının
öğretilmesi amacıyla bilenlerin bilmeyenlere öğretmesi ve hatırlatmada
bulunması amacıyla yapılan öğütlerdir. Bu öğütler yapılırken asla bir ard niyet
güdülmez, dünyevî çıkarlar düşünülmez.
25.NAMAZIN
DİLİ
Namaza başlarken ve namaz kılarken, söylediklerimizin anlamı nedir? Neden “Allah’u Ekber” diyoruz? Neden Ku’ran ile değil de “Sübhaneke” ile namaza giriş yapıyoruz? Neden “Ruku” ediyoruz? Niçin “Secde”ye kapanıyoruz? Bütün bunlar ne anlama geliyor? Ve biz bunları yaparken ne demek istiyoruz? Bunların anlamı ve dili nedir?
[1] İsra,17\,9
[2] Yunus,10\59
[3] Hakim en Neysaburi(405/1014):Müstedrek,14
[4] Bakara,2\2
[5] Nahl,16\98
[6] Bakara,2\44
[7] Cuma,62\5
[8] Suyûtî, Câmiu's-Sağîr,, 1\ 51; Tirmizi, Fedailul-Kur'an,12
[9] Nisa, 4\113
[10] Nisa, 4:82; Ayrıca bkz. A’raf 7:203, Yunus 10:15, Hud 11:35, İsra 17:86-87
[11] Nisa, 4\157
[12] Yunus, 10\37. Ayrıca bkz. Nisa 4:87, Secde 32:2, Zümer 39:80, Abese 80:11-16
[13] Hicr, 15\9; Ayrıca bkz. Isra 17:73-75, Kehf 18:27, Sura 42:24, Ala 87:6-7
[14] Duhan, 44\1-3 Ayrıca Ali Imran 3:33, Hicr 15:1, Nahl 16:103, Hacc 22:16, Neml 27:79, Yasin 36:69, Zuhruf 43:2
[15] Nahl, 16\89; Ayrıca bkz. Maide 5:3, Enam 6:38, Yusuf 12:111, Nahl 16:89, Kehf 18:54, Rum 30:8
[16] Furkan, 25\33 Ayrıca bkz Karia Suresi (101), Hümeze Suresi (104), Beled 90:11-20...
[17] Yusuf, 12\1-2; Ayrıca Ra’d 13:37, Nahl 16:103, Meryem 19:97, Fussilet 41:44, Duhan 44:38 ...
[18] Ali Imran, 3\105; Ayrıca Bakara 2:213, Rum 30:9, Hadid 57:25, Teğabün 64:6 ...
[19] Enbiya, 21\106, Ayrıca İbrahim 14:52, Nahl 16:82, Ahkaf 46:35, Cin 72:1-3
[20] Bakara, 2\185: Ayrıca bkz. Ali İmran 3:101, Enam 6:104, Araf 2:203, Yunus 10:107, Nahl 16:104, İsra 17:9, Casiye 45:29-30 vd...
[21] Bakara, 2\121, Ayrıca İsra 17:105-106, Neml 27:95, Fatır 35:29, Alak 96:1-5...
[22] A’raf, 7\204, Ahzab 33:34, İsra 17:107-109, Meryem 19:58, Secde 32:15-22, Fussilet 41:26...
[23] Taha, 20\115
[24] Muhammed, 47\24, Ayrıca Nisa 4:82, Neml 27:62, Kamer 54:17-22-32-40, Müddessir 74:54-55 ...
[25] Enam, 6\25
[26] İsra, 17\78
[27] Bakara, 2\85
[28] Müzemmil, 73\4
[29] İstra,17/106
[30] Bkz Maide, 5\68, Enam 6:33-35, A’raf 7:2
[31] Ankebut, 29\2
[32] Cuma, 62\5
[33] Cürcani, et-Ta'rifat, Beyrut 1985, s. 160.
[34] Cürcânî, et- Ta'rifat, s. 160, 167.
[35] Tahanevi, Keşşafü lstılahati'l-fünun, 2, 1055.
[36] Alak, 96/1-5
[37] İbni Mace, Mukaddime, 17
[38] En'âm, 6/35
[39] Fâtır, 35/28
[40] Zümer, 39/9
[41] Mücadele, 58/11
[42] Ebu Dâvud, İlm 1; Tirmizî, İlm 19, (2683); İbnu Mâce, Mukaddime 17,
[43] Tirmizî, İlm 2; İbnu Mâce, Mukaddime 17,
[44] Tirmizî, İlm 19,
[45] Hadis Tirmizî'nin aynı babındadır.
[46] Tirmizî, Da'avât 69; Nesâî, İstiâze 2
[47] Buharî,
Bed'ü'l-Vahy, Enbiya 21, Tefsir, Alak Tabir 1; Müslim, İman 252; Tirmizî,
Menakıb 13
[48] Kureyş;106/4
[49] Al-i İmran;3/193
[50] Bakara;2/256
[51] Bakara,2\2/4
[52] Nisa;4/59
[53] Bakara;2/163
[54] Enam;6/3
[55] İhlas;112/1-4
[56] Nisa;4/65
[57] Nisa;4/170
[58] Al-i İmran;3/114
[59] Enam;6/32
[60] Hacc;22/50
[61] Sebe;34/37
[62] Ankebut;29/2
[63] Enfal;8/28
[64] Enbiya;21/35
[65] Tevbe;9/124
[66] Ahzab;33/72
[67] Kalem;68/43
[68] Enfal;8/61
[69] Zümer;39/29
[70] Saffat;37/26
[71] Al-i İnmran;3/19
[72] Al-i İmran;3/85
[73] Al-i İmran;3/20
[74] Yunus;10/84
[75] Yunus;10/25
[76] Yasin;36/60
[77] Bakara;2/132
[78] Rad;13/15
[79] Al-i İmran;3/83
[80] Hucurat;49/14
[81] Bakara;2/163
[82] Enbiya;21/108
[83] Kehf;18/26
[84] Kasas;28/68
[85] Lokman;31/13
[86] Mümin;40/84
[87] Enam;6/88
[88] Nisa;4/82
[89] Maide,5/3
[90] Nahl,16/89
[91] A'li İmran,3/83
[92] Rum,30/30
[93] Yusuf,12/76
[94] En'am,6/137
[95] Hakka;69/11
[96] Hakka;69/5
[97] Rahman;55/8
[98] Necm;53/17-18
[99] Muhammed ibn-i Cerir, Camiû'I Beyan fi Tefsirû'l Kur'ân, Mısır 1324, Meymeniyye Mtb. c. III, sh.13.
[100] Alak;96/6-7
[101] Tur;52/32-33
[102] Casiye;45/23
[103] Naziat;79/17-25
[104] Kasas;28/38
[105] Taha;20/71
[106] Taha;20/72-73
[107] Tevbe;9/70
[108] Maide;5/64
[109] Nahl;16/36
[110] Maide;5/60
[111] Nisa;4/60
[112] Zümer;39/17-18
[113] Enam;6/142
[114] Kaf; 50/9,10,11
[115] Rum; 30/40
[116] Mümin; 40/64
[117] Mülk; 67/21
[118] Ankebut;29/17
[119] Nahl;16/73-74
[120] Maide;5/88
[121] Bakara; 2/172
[122] Cuma;62/11
[123] Taha;20/131
[124] Hud,11/6
[125] Nahl;16/71
[126] Munafıkun; 63/10
[127] Bakara; 2/254
[128] Bakara;2/268
[129] İsra;17/26
[130] Rum, 30/38
[131] Yasin;36/47
[132] Cuma;62/10
[133] Nahl; 16/72
[134] Vakıa;56/82
[135] Araf,7/50
[136] Sebe suresi;34/39
[137] Şura ;42/12
[138] İsra suresi;17/30
[139] Rad;13/26
[140] Enam;6/140
[141] Rad;13/26
[142] Nur;24/37
[143] Talak;65/3
[144] Ankebut;29/17
[145] Nisa-35 ve Enam-114, Nisa-65
[146] Hacc-22/52
[147] Bakara,2\269
[148] Nahl,16\125 ve İsra-39
[149] Bakara-2/251
[150] Sad,38/20
[151] Lokman,31/12
[152] Nahl,16\125
[153] Sad,38/17-20
[154] Kamer,54/4-5
[155] Meryem,19/12-13, Enam-89
[156] Yusuf,12/40
[157] Kehf,18/26
[158] Nisa,4/105
[159] Nur,24\51-52
[160] Zuhruf,43/63
[161] Bakara,2/129,151,231; 3/48,81, 164; 4/54, 113; 5/110;62/2
[162] Nahl,16/125;17/39;43/63; 31/12;2/269;33/34;54/5
[163] Araf,7/197
[164] Hacc-22/73
[165] Nur,24/63
[166] Hucurat,49/2
[167] Araf,7/55,56
[168] Araf-7/205
[169] Bakara,2/186
[170] Mümin,40/60
[171] Müminun,117
[172] Kassas,28/88
[173] Şuara,26/213
[174] Nisa,4\117; diğer: Rad-14, Cin-19, Nuh-13, Muminun-117
[175] Furkan,25/77
[176] Bakara,2/60
[177] Meryem,29/25
[178] Yunus,10/25
[179] Mümin,40/41, Enfal-24, Rad-14
[180] Araf,7/5
[181] Yunus,10\10
[182] Fussilet,41\33
[183] Nuh,71\5
[184] Nahl,16\125
[185] Tevbe, 9/51
[186] Al-i İmran,3/159
[187] Tevbe,9/103
[188] Ahzab,33/56 (diğer ayetler: Ahzab-43, Bakara-157
[189] Müddesir,74/42,43
[190] Bakara,2/186
[191] Mümin,40/60
[192] Bakara,2/186
[193] Yunus,10/11
[194] Hasan Basri, Hilye, 9/347
[195] Araf,7/55,56
[196] Araf,7/205
[197] Yazır, Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili Türkçe Tefsir, İkinci Baskı, İstanbul, 1960.,c.4,s.64.
[198] Bakara,2/45
[199] Taha,20/115
[200] Hicr,15/9
[201] Rad,13/28
[202] Necm,53/29
[203] Rad,13/28
[204] Ahzab,33/41,42,43
[205] Enfal,8/24
[206] Enfal, 8/63
[207] Zümer, 39/38
[208] Ali-İmran,3/173
[209] Zariyat,51/56
[210] Bakara,2/172
[211] Zümer,39/17
[212] Yasin,36/60
[213] Saffat,37/27,28,29,30
[214] Mü'min,40/- 66
[215] Ahkaf,45/5,6
[216] Sebe,34/41
[217] Cin,71\ 6
[218] Furkan,25/17,18
[219] Sebe,34/40,41
[220] Yunus,10/18
[221] Araf,7/194
[222] Araf, 197
[223] Enbiya,21/28
[224] Al-i İmran,3/26
[225] Nahl,16/36
[226] Zümer,38/17
[227] Tevbe,9/31
[228] Bakara,2/172
[229] Mü'min,40/66
[230] Mü'min,40/60
[231] Fatır,35/14
[232] Maide,5/76
[233] Ta-ha,14
[234] En'am,6/102
[235] Kehf,18/110
[236] Necm,53/1-3
[237] Naziat,79\40
[238] İbrahim,14/43
[239] Hacc,22/31
[240] Necm,53/53-54
[241] Karia,101/9-10-11
[242] Enam,7/71
[243] Maide,5/70
[244] Necm,53/23
[245] Bakara,2/120
[246] Furkan,25\43
[247] Casiye,45/23
[248] Kassas,28/50
[249] Müminun,23/71
[250] Muhammed,47/14
[251] Buhari, Savm, II; Müslim, Siyam, 19, H. No: 1081;
Nesâî, Siyam, 9; Darimi, Sivam, 2; Ahmed b. Hanbel, II, 422
[252] Geniş bilgi için bk. Suyûtî, İtkân, 1, 52-55.
[253] Suyûtî, İtkân, 1, 62-63.
[254] Buhari, Kitabu Fedâilul-Kur'ân, 7
[255] Daha fazla bilgi için bk. Mennâ' el-Kattân, Mebâhis Fi Ulümil-Kur'ân, Kahire 1981, s. 54-55
[256] Mennâ' el-Kattân, Mebâhis Fî Ulümil-Kur'ân, s. 51
[257] Muhammed Abduh, Tefsîru'l-Kur'âni'l-Hakım, Mısır 1373 H., I, 37-38
[258] İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-Mesirî, I, 10; Kurtubî, el-Câmiu'li Ahkâmü'l-Kur'an, I, 108
[259] Müslim, Salât,38, 40; Ebû Dâvûd, Salât, 132
[260] Hicr, 15/87
[261] Tirmizî, Fedâilü'l-Kur'ân, 14; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 1
[262] Nisâ, 4/69
[263] Tirmizî, Tefsir, 2; el-Mâide, 5/60, 77
[264] Alûsî, Rûhu'l-Meânî, I, 59-137; Kurtubî, Câmiu'l-Ahkâm, I, 133-149; Seyyid Kutub, Fi Zılâli'l-Kur'ân, I, 3646; M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 56-145; İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azım, I, 29
[265] Buhâri, İman, 15; Müslim, Salât, 38, 41; Ebû Dâvûd, Salât, 132; Tirmizî, Salât, 1 10, 1 16; Nesâi, İftitah, 1 23, 7; İbn Mâce, İkâme, 11, 72; el-Müzemmil, 73/20
[266] İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-Mesir, 7-8; Cessâs, Ahkâmu'l-Kur'an, I, 18-20; Kurtubî, a.g.e., 119
[267] Bakara,2/67,71
[268] Sâbunî, Safvetu't-Tefâsir, 1/76. Aynı konu Kitab-ı Mukaddes'de de geçmektedir (Â'dâd, 7, 63-68; Tesniye, 21, 1-9
[269] Müslim, Müsafirin 253; Tirmizî, Sevâbu'l-Kur'ân 5,
[270] Müslim, Müsâfirin, 252,
[271] Suyutî, Camiu's-Sağîr; Müslim, 1/553, hadis no: 804
[272] Suyutî, Camiu's-Sağîr; Müslim, 1/553, hadis no: 804
[273] Suyutî, Camiu's-Sağîr; Müslim, 1/553, hadis no: 804
[274] Dârimî 2/447, 10572
[275] Dârimî, 2/446, 10570
[276] Tirmizî, 5,157, hadis no: 2878
[277] Müslim, 1, 554, hadis no: 806
[278] Müslim, 1, 555, hadis no: 807
[279] Tirmizî, 5, 160, hadis no: 2882
[280] Bakara,2/23
[281] Al-i İmran,3/2,3,4,5
[282] ….3/10
[283] …..3/13
[284] …..3/19
[285] ….3/85
[286] Al-i İmran,3/23
[287] …..3/28
[288] …..3/68
[289] …..3/83
[290] Al-i İmran,3/100
[291] ….3/102
[292] ….3/103
[293] ….3/110
[294] Al-i İmran,3/118
[295] …..3/119
[296] …..3/120
[297] Al-i İmran,3/16,17
[298] Buhârî, Tefsir, Âl-i İmrân 1; Müslim, İlim 1, (2665); Tirmizî, Tefsir, Âl-i İmrân (2996); Ebû Dâvud, Sünne 2,
[299] Müslim, Salâtu'l Müsâfirîn, 42, 804
[300] Dârimî, Fedâilu'l-Kur'an, 15
[301] Ahmed b. Hanbel, 6, 73, 82; Hakim, 2, 305
[302] Nisa,4/1
[303] Nisa,4/2
[304] Nisa,4/13,14
[305] Nisa,4/36
[306] Nisa,4/37
[307] Nisa,,4/43
[308] Maide, 5/90
[309] Nisa,4/52
[310] Nisa,4/58
[311] Nisa,4/59
[312] Buhârî, Megâzi, 59, Ahkâm, 4, Haberu'l-Vâhid 1; Müslim, İmâret 40; Ebû Dâvud, Cihâd 96; Nesai, Bey'at 34
[313] Nisa,4/80
[314] Nisa,4/60
[315] Nisa,4/65
[316] Nisa,4/71
[317] Nisa,4/72,73
[318] Nisa,4/75-76
[319] Nisa,4/77,78
[320] Nisa,4/91
[321] Nisa,4/93
[322] Nisa,4/97
[323] Nisa,4/98-99
[324] Nisa,4/116
[325] Nisa,4/117-119
[326] …..130-134
[327] Nisa,4/135
[328] Nisa,4/144
[329] Nisa,4/155
[330] Nisa,4/170
[331] Nisa,4/174
[332] Zemahşeri, el-Keşşâf, Beyrut, t.y., 1, 600
[333] Maide,5\112
[334] Maide,5/3
[335] Maide,5\44, 45, 47
[336] Tirmizî, Tefsir, Berâe, (3094)
[337] Maide,5/55
[338] Maide,5/81
[339] Maide,5/117
[340] Maide,5/120
[341] En'âm, 6/1 -3
[342] İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur'an-ı-Azim, İstanbul 1985, IV, 76
[343] Enam,6\5,6
[344] Enam,6/95
[345] Enam,6/165
[346] Araf,7/1-3
[347] Araf,7/52
[348] Araf,7/184
[349] Araf,7/188
[350] Enfal,8/1
[351] Enfal,8/5
[352] Enfal,8/6
[353] Enfal,8/7
[354] Enfal,8/8
[355] Enfal,8/9
[356] Enfal,8/10
[357] Enfal,8/11
[358] Enfal,8/l2
[359] Enfal,8/l3
[360] Enfal,8/14
[361] Enfal,8/15
[362] Enfal,8/16
[363] Enfal,8/17
[364] Enfal,8/26
[365] Enfal,8/45
[366] Enfal,8/28
[367] Enfal,8/60
[368] Enfal,8/1
[369] Enfal,8/2
[370] Enfal,8/42
[371] Enfal,8/17
[372] Enfal,8/24, 45
[373] Enfal,8/39
[374] Enfal,8/67
[375] Enfal,8/72, 73, 74
[376] Tevbe,9/1
[377] Tevbe,9/2
[378] Tevbe,9/3
[379] Tevbe,9/12
[380] Tevbe,9/14
[381] Tevbe,9/23
[382] Tevbe,9/28
[383] Tevbe,9/31
[384] S. Kutup, Fizılâlı'l-Kur'an, Çev: M. E. Saraç, İ Hakkı Şengüler, Bekir Karlığa, İstanbul, 5, 45
[385] Tevbe,9/38
[386] Tevbe,9/44
[387] Tevbe,9/45
[388] Tevbe,9/51
[389] Tevbe,9/60
[390] Tevbe,9/78
[391] Tevbe,9/80
[392] Tevbe,9/91
[393] Tevbe,9/111
[394] Tevbe,9/118
[395] Tevbe,9/122
[396] Tevbe,9/123
[397] Tevbe,9/129
[398] Yunus,10/2
[399] Yunus,10/15
[400] Yunus,10/20
[401] Yunus,10/38
[402] Yunus,10/40
[403] Yunus,10/53
[404] Yunus,10/39
[405] Yunus,10/5
[406] Yunus,10/6
[407] Yunus,10/22
[408] Yunus,10/31
[409] Yunus,10/34,35
[410] Yunus,10/50
[411] Yunus,10/67
[412] Yunus,10/2
[413] Yunus,10/15-16
[414] Yunus,10/20
[415] Yunus,10/47
[416] Yunus,10/49
[417] Yunus,10/65
[418] Yunus,10/94
[419] Yunus,10/95
[420] Yunus,10/106
[421] Yunus,10/107
[422] Yunus,10/109
[423] Yunus,10/73
[424] Yunus,10/87
[425] Yunus,10/88,89
[426] Yunus,10/90
[427] Yunus,10/91
[428] Yunus,10/98
[429] Yunus,10/102,103
[430] Tirmizî, Tefsîr, 57
[431] Hud,11/1
[432] Bakara, 2/2
[433] Yûsuf, 12/2; Meryem, 19/9?; eş-Sûra, 42/7; el-Ahkâf, 46/12 vb.
[434] Bakara, 2/23; Yûnuş 10/38; Hûd, 11/13
[435] Necm, 53/3-4
[436] Seyyid Kutub, Fî Zılâli'l-Kur'ân, 1,75 vd., 8l, 90 vd.
[437] Hud,11/13-14
[438] Hud,11/120
[439] Hud,11/79
[440] Hud,11/100
[441] Hud,11/112
[442] Hud,11/123
[443] Furkan,25/32
[444] İsra,17/106
[445] Buharî, Fedâilu'l-Kur'ân 3, 4, Tefsir, Tevbe 20, Ahkâm 37; Tirmizî, Tefsir, Tevbe, (3102)
[446] Ahzâb,33\ 23; Buhârî, Fedailu'l-Kur'ân 2, 3, Menakıb 3, Tirmizî, Tefsir, Tevbe, (3103).
[447] Turgut,Tefsir Usulü ve Kaynakları, s 21.
[448] Ali Turgut,Tefsir Usulü ve Kaynakları, s. 221, İst. 1991, İfav; İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, s. 213, Ankara 1991, 8.B, Cerrahoğlu .Tefsir Tarihi, 1/19, Ankara 1988, D.İ.B.Y.
[449] Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, 1/19.
[450] Abdullah Derraz, Medhal ile'l-Kur'ani'l-Kerîm, s.l5, l.B, Kuveyt 1984, Daru'l-Kalem.
[451] Mesela: George Sale, The Koran, Towich is prefied preliminary Dicourse, London, 1734; J.M. Rodwel, London, 1861; E.H. Palmar Oxford, 1880; Turgut, Tefsir Usulü ve Kaynakları, s.71.
[452] Ulmann, Grefeld (1840), a.g.e., s.72.
[453] Claude etenne savary, Le coran,,(2.ed), Paris, 1783; Kasimirski.Paris, 1840; Turgut, Tefsir Usulü, a.g.e, s. 71.
[454] Semîr Abdulaziz Şelyüt, el-Fethu'l Mubîn fi Menahici'l-Müfesirîn, s. 70, l.B, Kahire 1989, Matbatu'l- Hüseyn.
[455] Ankebüt, 29/69
[456] A'raf, 7/146
[457] Nahl, 16/125
[458] Ankebut-29/48
[459] Şura, 42/52
[460] Zariyat 52; 52/ Tur 29-31; 15/ Hicr 6-7; 26/ Şuara 210-212; 7/ Araf 184; 23/ Mü’minun 69-70
[461] Enbiya 87 ve 88; 37/ Saffat 139-148.
[462] 37/140
[463] 32-33-34. ayetlerdeki gibi
[464] Buhârî, Tefsir 1; Nesâî, İftitâh 26; Ebû Dâvud, Vitr 15.
[465] Tirmizî, Sevâbu'l-Kur'ân 1,
[466] Müslim, Müsâfirin 254; Nesâî, İftihah 25.
[467] Tirmizî, Tefsir 2,
[468] Hicr 15\ 87
[469] Nahl, 16/98-99
[470] Furkan,25/59
[471] Tâhâ, 20/5
[472] Ahzâb,43
[473] Nisa, 4/69-70
[474] Bakara,2/2
[475] Ebû Dâvud, Salât 172; Tirmizî, Salât 184,
[476] Ebû Dâvud, Salât 172,
[477] Buhârî, Ezân 112; Müslim, Salât 72, (410); Muvatta, Salât 44, (1, 87); Ebû Dâvud, Salât 172, (936); Tirmizî, Salât 185 (250); Nesâî, İftitah 34, 35, (2, 144); İbnu Mâce İkâmet 14,
[478] Buhârî, Da'avât 63
[479] Araf,7/1-3
[480] Zümer,39/1-2
[481] Kamer,54/17
[482] Sad,38/29
[483] Alak,96/6-7
[484] Zümer,39/36
[485] Mümin,40/17
[486] Sebe,34/ 3
[487] Mümin 40/ 59
[488] Şuara,26/ 89
[489] En’am,6/151
[490] İsra,17/31
[491] Ali-İmran,3/ 30
[492] Kehf,18/ 49
[493] Şuara, 26/ 192,193
[494] Necm,53/1,2,3,4
[495] Yunus,10/ 16
[496] Saffat, 37/ 37
[497] İnsan 76/ 29
[498] 79/31-33
[499] Şûrâ, 42/52
[500] Razî, et-Tefsîru'l-Kebîr, 9,10
[501] En’am, 6/60
[502] Al-i İmran, 3/103
[503] Necm, 53/32
[504] İhlas,112\4
[505] Beled;90/4
[506] Yunus;10/67
[507] İsra;17/79
[508] Ankebut; 29/64
[509] Araf;7/169
[510] Meryem;19/95
[511] Yusuf;12/3
[512] Ankebut;29/48
[513] Şura; 42/52
[514] Nas,114/5
[515] Duha,93/7
[516] Duha,93/7
[517] M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili 7, 5097-5146
[518] Bakara,2/238
[519] Âl-i İmran, 3/110
[520] M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili7, 5098-5147
[521] Hucurat,49/15
[522] Kâdî, Esbâbü'n-Nüzul, s.250
[523] Ibn Kesîr, Tefsîrü'l Kur'âni'l-Azîm, 4, 558
[524] Beydâvî, Envârü't-Tenzîl ve Esrârü't Te'vîl, 2, 316
[525] Müslim, Tahâre, 12
[526] Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'ân, 89
[527] Tirmizî, Menâkıb (3894)
[528] Enfal, 8/28
[529] İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'ani'l Azim, İstanbul 1985, 8, 493
[530] Hûd,11\ 15-16; Müslim, İmâret 152, (1905); Tirmizî, Zühd 48, (2383); Nesâî, Cihâd 22,
[531] Zemahşerî, el-Keşşâf, Beyrut t.y., 4, 803
[532] Kurtubî, el-Camiili Ahkâmi'l-Kuran, Beyrut 1967, 20, 210
[533] Nisâ, 4/142
[534] Zümer 39/3
[535] Ankebût 29/61
[536] Ankebût 29/17
[537] Yunus 10/104)bk. es-Şuara, 26/216; es-Sebe, 34/25-26; ez-Zümer, 39/14 39-40; Mümtehine, 60/4
[538] Mevdûdî, Tefhimu'l-Kur'ân, 7, 235-243; M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 8, 6097-6146
[539] Bk. el-En'âm, 6/92; et-Tîn, 95/1-3; el-Hacc, 22/28
[540] Bakara, 2/127
[541] Hac, 22/27
[542] Hud,11/47; el-Bakara, 2/67
[543] En'âm, 6/95-96
[544] Zemahşerî, el-Keşşâf, Beyrut t.y, 5, 801
[545] Bakara, 2/102
[546] Zümer,39/67
[547] Buharî, Fedâilu'l-Kur'ân 13, Tevhid 1; Müslim, Müsâfirin 259, (811); Tirmizî, Sevâbu'l-Kur'ân 11, (2898); Nesâî, İftihah 69, (2, 171); Muvatta, Kur'ân 17, 19 (1, 208); Ebu Davud, Vitr 18, Salât 353, (1961); İbnu Mâce, Edeb 52,
[548] Tirmizî, Sevâbu'l-Kur'ân 11,
[549] Tirmizî, Sevabu'l-Kur'ân 10,
[550] Tirmizî, Sevâbu'l-Kur'ân 10,
[551] Tirmizî, Tefsir, İhlâs, (3361, 3362)
[552] En'âm, 6/101
[553] Meryem,19/ 88,95