MUKADDİME

Din bir ihtiyaçtır. Dinsiz bir fert, dinsiz bir toplumun insanca yaşaması, asla mümkün değildir.

Allah Teâlâ insanı yaratmış, onu mükellef kılmış ve öncelikle Yaratan’ını tanımasını, O’nun varlığına ve birliğine iman etmesini istemiştir. İlahi dinler bu tevhid akidesine istinat eder. İnsanın yaratılış sebebi de, Allah Teâlâ’yı tanıyıp O’na kulluk etmek, ibadet etmektir.

Bu hususta Allah Teâlâ: “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zariyat/56) buyurmaktadır.

Bu tevhid inancına sahip olmayan fert ve toplumlar, behimi bir hayata mahkumdurlar. Sadece nefislerini, çıkarlarını düşünürler. Toplumun, insanlığın yararına samimi hizmetlerde bulunmazlar, bulunamazlar. Yaptıkları göstermelik hizmetlerin arka planında yine kendi çıkarları, nefsanî arzu ve isteklerinin tatmini yatmaktadır.

Hz. Adem aleyhisselamdan, ahir zaman nebisi Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme kadar bütün peygamberlerin tebliğ ettiği hak dinlerin gayesi; kişinin, aklını, kalbini ve amellerini ıslah ederek, hem dünya, hem de ukba saadetini sağlamaktır. Çünkü ferdin huzur ve saadeti toplumun huzur ve saadeti demektir. Tek tek kişilerin ıslah olması, toplumun ıslah olması demektir. Kişilerin düşünce, fikir ve iman merkezi olan akıl ve kalpleri ıslah olmadan diğer azalarından sadır olacak amellerin salih olması düşünülemez. Onun için kişilerin öncelikle düşüncelerini ve düşüncelerin merkezi olan akıl ve kalbi İslamlaştırmaları gerekmektedir.

Bu sebepten dolayı bütün hak dinler, insanın aklına ve kalbine hitap etmiş ve öncelikle bu merkezlerin ıslahına önem vermiştir.

Allah Teâlâ Asr suresinde şöyle buyurmaktadır:

"Asra yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir. Ancak iman edip, salih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır. (Yani ziyanda, hüsranda değillerdir.)”

Kalb, makarr-ı imandır. Kalbin ıslahı, temizliği, kalb safiyeti ancak ve ancak hakiki bir imanla mümkündür. İmansız bir kalb, katıdır, merhametsizdir, kirlidir. İman etmeden yapılan hiçbir hayır, hiçbir ibadet asla makbul değildir.

Yukarıda zikri geçen sure-yi celilenin meali şeriflerinden de anlaşılacağı üzere hakiki insanlık, hakiki bir iman, salih ameller, hakkı ve sabrı tavsiye ile mümkündür.

Din deyince elbette akla ilk gelen İslam’dır. Hıristiyanlık ve Yahudilik tamamen tahrif olmuş, asılları bozulmuştur. Bugün Yahudi’lerin elinde bulunan Tevrat Hz. Musa aleyhisselam’a indirilen Tevrat değildir. Hıristiyanlar’ın elinde bulunan İncil de Hz. İsa aleyhisselam’a indirilen İncil değildir. Dolayısıyla Yahudilik ve Hıristiyanlık aslında ilahi ve hakiki dinler iken sonradan değiştirilmiş, asılları bozulmuş ve gerçek ilahi din olma özelliklerini kaybetmişlerdir.

Diğer taraftan bir kısım kişiler ve toplumlar tarafından uydurulmuş, hiçbir ilahi niteliği olmayan inançlar vardır ki, bunların tamamı batıl, sapık inançlardır.

Buna göre dinler, hak dinler, muharref dinler (bozulmuş dinler) ve batıl dinler olmak üzere üç kısma ayrılır. Bozulmuş dinler, Yahudilik ve Hıristiyanlık’tır. Bâtıl dinler, Hinduizm, Brahmanizm, Budizm, Şamanizm, aya, güneşe, puta, yıldızlara tapınmak gibi batıl inançlardır ki hiçbir zaman din niteliğini taşımazlar.

Zamanımızda hak din sadece İslam dinidir.

Allah Teâlâ, ahir zaman nebisi Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem vasıtasıyla son dini, son kitabı göndermiş ve kıyamet gününe kadar uyulması gereken esasları bildirmiştir.

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Allah indinde hak din, İslam’dır..." (Âl-i İmran/119)

"Kim İslam’dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır." (Âl-i İmran/85)

"Bugün size dininizi ikmal ettim. Üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı beğendim, seçtim..." (Maide/3)

Yukarıda mealleri zikredilen ayeti kerimelerden de anlaşılacağı üzere, İslam dininden başka bütün dinler neshedilmiş, hükümleri kaldırılmış; İslam’dan başka hiçbir dinin, hiçbir inancın Allah Teâlâ tarafından kabul edilmeyeceği bildirilmiştir.

Artık müslümanların yapması gereken, İslam’ı doğru bir şekilde öğrenmek, doğru bir şekilde yaşamak ve doğru bir şekilde tebliğ etmektir. Bütün bunları yaparken yalnız Allah rızasını gözetmek, ihlasla yapmaktır. Diğer insanlara düşen de kendilerine tebliğ edilen İslam esaslarını inat etmeden, nefislerine, şeytana uymadan; ateist, dinsiz, sapık ya da müslüman görünen ve fakat iman kalbine yerleşmemiş münafıkların yalan yanlış telkinlerine aldanmadan benimsemek, samimiyetle iman edip müslüman olmaktır.

İslam Dini bir kabileye, bir bölgeye gönderilmemiştir. Bilakis bütün insanlığa gönderilmiştir. Artık başka bir din de gönderilmeyecektir. Başka bir peygamber de gelmeyecektir. İnsanların din olarak, İslam’dan başka bir tercih imkanları yoktur.

Kur’an; cihanşümul bir kitap, Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem; cihanşümul bir Peygamber, İslam; cihanşümul bir dindir. İslam dini, fert ve toplumların kıyamete kadar meşru bütün isteklerine, ihtiyaçlarına cevap verecek, dünya ve ahiret huzurunu, saadetini sağlayacak esasları bildirmiştir. İnsanlığın, vahşetlerden, zulümlerden, haksızlıklardan, tüm kötülüklerden kurtulup insanca yaşayabilmesi İslam’la mümkündür.

Her müslümanın, öncelikle iman esaslarını hemen ardından, ibadet ve muamelatı, haram ve helalı, İslam ahlakını, beşerî münasebetlerde İslamî esasları öğrenmesi farzdır.

Yapılması farz olan bir amelin, öğrenilmesi de farzdır. Mesela, namaz kılmak farzdır. Namazın nasıl kılınacağını öğrenmek de farzdır.

İnanılması farz olan bir şeyi, öğrenmek de farzdır. Meselâ, Peygamberlere inanmak farzdır. Dolayısıyla peygamberler hakkında bilgi edinmek de farzdır.

Allah Teâlâ ve tekaddes hazretleri çeşitli ayet-i kerimelerde iman esaslarını, imanın ve İslam’ın şartlarını bildirmiştir. Nitekim Bakara suresi 177. ayet-i kerime, iman ve bir kısım ibadet ve ahlak esaslarını şöyle beyan ediyor:

"Gerçek iyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin iyiliğidir ki, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. Allah rızası için yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunan köle ve esirlere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekat verir, antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Muttakiler ancak onlardır."

Nisa suresi 136. ayeti kerimede de şöyle buyuruluyor:

"Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği Kitab’a ve daha önce indirdiği Kitab’a iman(da sebat) ediniz. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyamet gününü inkar ederse tam manasıyla sapıtmıştır."

Cibril hadisi diye meşhur olan Emir’ül Mü’minin Hz. Ömer radıyallahu anh’ın rivayet ettiği hadis-i şerifte de iman, İslam’ın şartları ve amelde ihsan derecesi şöyle bildirilmiştir:

Abdullah ibni Ömer radıyallahu anh şöyle dedi: "Bana babam Ömer ibni Hattab radıyallahu anh rivayet etti. Dedi ki:

Bir gün Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin yanında bulunduğumuz bir sırada aniden yanımıza, elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah bir zat çıkageldi. Üzerinde yolculuk eseri görülmüyor,  bizden de kendisini kimse tanımıyordu. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in yanına oturdu ve dizlerini onun dizlerine dayadı, ellerini de uylukları üzerine koydu, ve:

- Ya Muhammed! Bana İslam’ın ne olduğunu haber ver, dedi.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

- İslam; Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in de Allah’ın Rasûlü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekatı vermen, ramazan orucunu tutman ve gücün yeterse Beyt’i (Kabe’yi) haccetmendir, buyurdu.

O zat:

- Doğru söyledin, dedi.

- Babam (Hz. Ömer) dedi ki:  Biz buna hayret ettik. Hem soruyor, hem de tasdik ediyordu.

O zat:

- Bana imandan haber ver, dedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

- İman; Allah’a, Allah’ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, bir de kadere, hayrın da şerrin de Allah’tan olduğuna inanmandır, buyurdu.

O zat:

- Doğru söyledin, dedi. (Bunun üzerine)

- Bana ihsandan haber ver, dedi.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

- İhsan; Allah’a, O’nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Çünkü her ne kadar sen onu görmüyorsan da, O seni muhakkak görür buyurdu.

O zat:

- Bana kıyametten haber ver, dedi.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

- Bu meselede sorulan, sorandan daha âlim değildir, buyurdular.

- O halde bana onun alametlerinden haber ver, dedi.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

- Cariyenin kendi sahibini doğurması ve yalınayak, çıplak, yoksul koyun çobanlarının bina yapmakta birbirleri ile yarış ettiklerini görmendir, buyurdu.

Babam (Hz. Ömer) dedi ki:

Bundan sonra o zat gitti. Ben bir müddet bekleyip durdum.

Nihayet Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bana:

- Ya Ömer, o soru soran zatın kim olduğunu biliyor musun? dedi.

- Allah ve Rasûlü bilir, dedim.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

- Gerçekten o Cibril’di. Size dininizi öğretmeye geldi, buyurdu." (Müslim)

 

İMAN

Lügatta, bir şeye inanmak, tasdik etmek, kabul etmek demektir.

Şeriatta ise, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin Allah Teâlâ tarafından getirdiklerini kalben tasdik ve dil ile ikrar etmektir.

Dilsizlik gibi bir özür olmadan dil ile ikrar etmeyen kişi iman etmiş sayılmaz.

 

İSLAM

Lügatta: Teslim olmak, bağlanmak manalarına gelir.

Şeriat’ta: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in tebliğ ettiği şeyleri kabul ederek, itaat edip, teslim olmaktır.

İmanın kısımları:

1- İcmalî İman: Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin Allah katından getirip haber verdiği şeylerin hepsine toptan inanmak, tasdik etmektir.

2- Tafsilî İman: Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin Allah katından getirip tebliğ ettiği şeyleri, ayrıntıları ve delilleri ile bilip tasdik etmektir.

3- Taklidî iman da sahih ve geçerli bir imandır. Hiçbir delile ihtiyaç duymadan, İslam’ın bütün esaslarına inanmış, kalben tasdik edip, dili ile ikrar etmiş mukallidin imanı makbuldür, geçerlidir.

İmanın sahih ve makbul olması için üç şart vardır:

1- İman, yeis halinde olmayacak.

Bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

 "Artık o çetin azabımızı gördükleri zaman, Allah’a inandık ve O’na ortak koştuğumuz şeyleri inkâr ettik dediler. Fakat azabımızı gördükleri zaman inanmaları bir fayda vermeyecektir. Allah’ın kulları hakkında cârî olagelen adeti budur. İşte kâfirler burada hüsrana uğramışlardır." (Mü’min/84-85)

2- İnanılması gereken bir şeyi inkar etmemek, yalanlamamak. Bir kimse Allah’ın varlığına, birliğine, peygamberlere, kitaplara, meleklere, ahiret gününe inansa da, kaderi inkâr etse veya ahireti inkâr etse, yahut bütün peygamberlere inansa da Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin peygamberliğini kabul etmese veya Allah Teâlâ’nın haram kıldığı bir şeyi helal, helal kıldığı bir şeyi haram saysa böyle bir kişinin imanı sahih olmaz, kabul edilmez.

3- İslam’ın bütün hükümlerini beğenerek, severek ve hiçbir hükmünü küçümsemeden, hafife almadan yerine getirmek. Namaz ibadetini beğenmeyen, beğenmediği için de kılmayan, hac ibadetini küçümseyen, küçümsediği için de gücü yettiği halde hac farizasını ifa etmeyen kişinin imanı sahih ve makbul değildir.

İman, süreklilik ve devamlılık ister. Kişinin imanını son nefesine kadar muhafaza etmesi ve imanla ölmesi gerekir. Çünkü itibar sonadır. Son nefesine kadar imanını muhafaza edemeyen bir kişiye daha önceki imanı ve yaptığı ibadetleri asla fayda vermez.

Amel imandan bir cüz değildir. Bir kişi namaz kılmasa, oruç tutmasa, ancak bunların farziyyetine inansa, inkar etmese müslümandır ve kendisine müslüman muamelesi yapılır. Keza bir kişi içki içse, kumar oynasa, aynı zamanda bunların haram olduğuna itikat etse, helal saymasa, bu kişi de müslümandır ve kendisine müslüman muamelesi yapılır.

Bu gibi kişilere yani namaz, oruç gibi ibadetleri terkeden, içki, kumar, faiz gibi büyük günahları irtikab edenlere fâsık  denilir. Bu kişiler, en kısa zamanda çok samimi bir şekilde tevbe edip, yaptıklarından pişman olarak Rab Teâlâ’ya yönelmelidirler.

Ebu Zer radıyallahu anh şöyle bir hadis rivayet etmektedir:

"Bir gece dışarı çıkmıştım. Baktım Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem yalnız başına yürüyordu. Yanında kimse yoktu. Herhalde yanında başka birisinin olmasını istemiyor diye düşündüm. Ben de alacakaranlıkta yürümeye başladım. Birden geri dönünce beni gördü.

-  Kim o? dedi.

- Ebu Zer’im. Uğrunda canım feda olsun, diye cevap verdim.

- Gel Ebu Zer, dedi. Onunla birlikte bir müddet yürüdüm.

Bu defa:

- Şuraya otur, diyerek, beni çevresi taşlarla kaplı geniş, düz bir yere oturttu, ve:

- Ben dönünceye kadar burada otur, buyurdu. Siyah taşlarla kaplı bir arazide yürümeye başladı. Nihayet onu gözden kaybettim. Oturduğum yerde bir hayli bekledim. Bir müddet sonra dönüp gelirken, şöyle dediğini işittim: ‘Zina bile etse, hırsızlık da yapsa.’ Yanıma gelince artık sabredemedim, ve:

- Ey Allah’ın Rasûlü! Canım sana feda olsun! Taşlı yerde kendisi ile konuştuğun kimdi? Sana cevap veren hiçbir kimseyi göremedim, dedim. Buyurdu ki:

- O, Cibril’di. Bana kara taşlı yerde göründü ve Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmadan ölen kimsenin cennete gireceğini müjdele dedi. Ben:

"Ey Cibril! Hırsızlık yapsa da, zina etse de mi? Diye sordum. Evet, dedi. Bu defa ben:

- Ey Allah’ın Rasûlü! Gerçekten hırsızlık yapsa, zina etse de mi? Dedim.

- Evet. Hatta, şarap bile içse, buyurdu." (Buhari-Müslim)

Demek oluyor ki bir kişi Allah Teâlâ’nın varlığına ve birliğine iman etse, kendisini küfre sokacak bir söz söylemese, bir iş yapmasa, bununla beraber bir kısım günahları ve hatta, içki, zina, hırsızlık gibi büyük günahları irtikap etse, bu yaptıklarını helal saymasa, haram olduğuna itikat etse, bu hal üzere de ölse, ebediyyen cehennemde kalmaz. Allah dilerse affeder, dilerse günahları karşılığında bir müddet cehenneme atar, sonra cennete sokar. Ancak tevbe etmeden, devamlı olarak bu günahları irtikap edenlerin son nefeslerinde imanlarını muhafaza etmeleri şüphelidir. Onun için yukarıda da zikredildiği gibi müslüman bir kişi hiç vakit kaybetmeden bütün günahlarından tevbe edip, pişman olup Rabbine yönelmeli. Bir daha da asla böyle günahlara dalmamalıdır.        

Nice şer güçleri, insan suretindeki şeytanlar, müslümanı küfre düşürmek, imanını çalmak için çeşit çeşit hileler yapar, çeşit çeşit tuzaklar kurarlar. Onun için imanımızı kuvvetlendirecek, kemale erdirecek salih ameller, hayırlı işler, hayırlı hizmetler yapmalı, küfre, şirke düşürecek söz ve işlerden şiddetle sakınmalı, Allah Teâlâ’nın emirlerine sımsıkı sarılmalı, yasakladıklarından şiddetle uzaklaşmalıdır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin sünnetine aşkla, vecdle tabi olmalıdır. Hülâsa olarak Allah Teâlâ’nın istediği bir şekilde kul olmak için bütün samimiyetimizle çaba göstermeliyiz. Kati olarak bilmeli ve inanmalıyız ki Allah Teâlâ’nın yolundan başka yollara tâbi olmak dalâlettir, sapıklıktır.

Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur. Ona uyun. Başka yollara tabi olmayın. Zira o yollar sizi Allah’ın yolundan ayırır. İşte (kötülüklerden) sakınmanız için Allah sizlere bunu emretti." (En’am/153)

Diğer bir ayeti kerimede de şöyle buyuruluyor:

"Yeryüzünde bulunan insanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan sapıtırlar. Onlar zandan başka bir şeye tabi olmaz, yalandan başka (söz)de söylemezler." (En’am/116)

Al-i İmran Suresi 100. ayeti kerimede de şöyle buyuruluyor:

"Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden bir gruba (Yahudi ve Hıristiyanlara) uyarsanız, imanınızdan sonra sizi çevirip kâfirler yaparlar."

Nisa Suresi 139. ayeti kerimede de Allah Teâlâ Müslümanları şöyle ikaz ediyor:

"Mü’minleri bırakıp da, kâfirleri dost edinenler, onların yanında izzet (güç ve şeref) mi arıyorlar?! Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allah’a aittir."

Müslümanlar olarak ruhlar âleminde ve ana rahminden dünyaya geldiğimizde Rabb’imize verdiğimiz sözü hiç unutmadan devamlı hatırımızda tutmalıyız. Bu misaka sâdık kalmalıyız.

Bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

"Kıyamet gününde, ‘Biz bundan habersizdik.’ demeyesiniz diye Rabbin Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini aldı ve onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (Onlar da), ‘Evet. (Rabbimiz olduğuna) şahit olduk.’ dediler." (Araf/172)

Müfessirler bu ayet-i kerimenin tefsirinde Ademoğullarından iki kere söz alındığından bahsetmektedirler. Bunlardan ilki ruhlar aleminde alınan misak, diğeri de ana rahminden dünyaya geldiklerinde alınan misak’dır. Her iki misakta da insanlar Allah’tan başka ilah olmadığını tasdik etmiş, kendilerinin de Allah Teâlâ’nın kulu olduklarını kabul etmişlerdir. İnsanlar akıl baliğ olup mükellef olunca, ya bu misaka sadık kalıp Müslüman olmuşlar. Ya da kendilerine tebliğ olunan İslam’ı inkar edip küfre girmiş, kâfir olmuşlardır.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

"Her doğan çocuk İslam fıtratı üzere doğar. Anne babaları onları ya Yahudi, ya Hıristiyan veya Mecusi yapar." (Müslim) buyurmaktadır.

Yukarıda zikredilen misaklardan dolayı hadis-i şerifte, her doğan çocuğun, İslam fıtratı üzere doğduğu beyan edilmiştir. Aslolan imandır. Şirk ve küfür ise arîzîdir. Arızî olanı defetmek, aslî olanı ikame etmek her âkil kişinin aslî vazifesidir.

İnsanlar, inanmak ve inanmamak yönünden üç kısma ayrılır:

1- Mü’min: İman esaslarının tamamına kalbiyle iman edip, tasdik eden ve bu imanını lisanıyla da ikrar eden kişi.

2- Kâfir: İman esaslarını kalben inkar ve reddeden, bu inkarını lisanıyla da ikrar eden kişi.

3- Münafık: İman esaslarını kalben tasdik etmediği ve inanmadığı halde, lisanıyla inandığını söyleyen kişi.

Mü’min, kâfir ve münafıkların vasıfları gerek Kur’an-ı Kerim’de ve gerekse hadis-i şeriflerde açık seçik bir şekilde bildirilmiştir. O bakımdan onlar kendi inançlarını veya inançsızlıklarını açıklamasalar bile, söz, hal ve tavırlarına bakarak, mü’min mi, kâfir mi, münafık mı olduklarını kolaylıkla anlayabiliriz.

Yukarıda imandan ve imanın hakikatından bahsettik. Burada da küfür ve nifakın ne olduğunu anlatmaya çalışalım.

 

KÜFÜR

Lügatta, örtmek, inkâr etmek demektir.

Şeriat’ta, İslam’ın iman esaslarını kabul etmemek, reddetmektir.

Küfür; cehlî, inadî ve hükmî olmak üzere üç kısımdır:

1- Cehli Küfür: Cehâlet ve bilgisizlik sebebi ile inkâr etmek, inanmamaktır.

2- İnadî Küfür: Kişinin Allah Teâlâ’nın varlığını, her şeyi yoktan yarattığını bildiği halde kibir ve gururu, makam ve mevkisinin elden gideceği, kazanç yollarının kapanarak mal ve mülkünün ziyan olacağı, itibarının yok olacağı veya kınanma, ayıplanma endişesiyle inkâr etmesidir ki bu çeşit küfre, bildiği halde iman etmediği için küfr-i inadî denir.

3- Hükmî Küfür: İman edilmesi gereken, İslamî esasları hafife almak, küçümsemektir. Bu hususta pek çok insan vartaya düşmekte, farkında olmadan küfre girmektedir. O bakımdan Müslümanlar İslamî meselelerde çok dikkatli olmalı. Kesin olarak bilmediği konularda asla konuşmamalıdır.

Bilhassa çeşit çeşit fitnelerin zuhur ettiği, küfür ve nifakın, dindışı çeşit çeşit ahlaksızlıkların rağbet gördüğü zamanımızda çok daha dikkatli olunmalıdır.

Bu hususta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

"Karanlık gecenin zifiri karanlıklarına benzeyen fitneler zuhur etmeden, amellere şitab ediniz. (O fitneler zuhur ettiğinde) kişi mü’min olarak sabahlayacak, kâfir olarak akşamlayacak. Yahut mü’min olarak akşamlayacak kâfir olarak sabahlayacak, dinini bir dünya metaı karşılığında satacaktır." (Müslim)

Kişiyi hükmen küfre düşüren hallerden bir kısmı şunlardır:

1- Haramı helal saymak.

2- Helalı haram saymak.

3- Kur’an hükümlerini yalanlamak.

4- Mütevatir hadisleri kabul etmemek.

5- İslam’la, dini hükümlerle alay etmek, hafife almak.

6- Allah’ın rahmetinden ümit kesmek.

7- Allah’ın azabından emin olmak.

8- Gaybdan haber veren kahinin söylediklerine inanmak, tasdik etmek.

9- Kur’an’ın herhani bir hükmünü gizli veya açıktan inkâr etmek. Çünkü İslam’ın bir rüknünü, hükmünü inkâr etmek tamamını inkâr etmek gibidir.

10- Kur’an ve sünnetin zahiri manalarını reddedip batın manaları olduğunu kabul etmek. Onunla amel etmek.

 

NİFAK

Nifak, münafık, nâfika kelimesinden türetilmiştir. Nâfika, Arabistan’da yaşayan bir çeşit farenin saklandığı deliğin girişine denir. Çıkış yerine ise kâsıa denir.

Herhangi bir tehlike anında girdiği delikten, daha önce kazdığı tüneli geçerek, çıkacağı deliğin üzerindeki ince toprak tabakasını başıyla iterek kaçar. Bu gizli yol, tünel vasıtasıyla bazen giriş deliğini, bazen çıkış deliğini kullanır. Tıpkı bu fare gibi münafık da bazen küfür, bazen iman kapısını kullanır. Menfaatına göre hareket eder. Onun için kendilerine münafık denilmiştir.

Yukarıda da ifade edildiği gibi;

Şeriatta münafık: Kalben inanmadığı halde, lisanı ile iman ettiğini ikrar etmektir.

Nifak, itikâdî ve amelî olmak üzere iki kısımdır:

İtikadî nifak: Yukarıda anlatıldığı şekildedir. Bunların durumları Kur’an-ı Kerim’de şöyle anlatılıyor:

"İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, iman etmedikleri halde, Allah’a ve ahiret gününe inandık derler." (Bakara/8)

Amelî nifak: Bir kimse itikatla ilgili olmamak şartıyla, yalan söylemek, sözünde durmamak, riyakâr olmak gibi bir kısım nifak alametlerini üzerinde taşırsa bu kişi amelî yönden münafıktır. İtikada taalluk etmeyen bu çeşit nifak küfür değildir. Fakat günah-ı kebairdir. Vakit kaybetmeden tevbe etmek gerekir.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

"Dört şey kimde bulunursa halis münafık olur. Her kimde bunlardan birisi bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendisinde münafıklıktan bir haslet kalmış olur. Kendisine bir şey emanet edilince hiyanet eder. Bir şey söylendiği zaman yalan söyler. Akitleşince sözünde durmaz. (Bir kimse ile) Hasımlaşınca haktan ayrılır." (Müslim)

 

GÜNAH

Günah, Allah Teâlâ’nın emrettiklerini yapmamak, yasakladıklarını, haram kıldıklarını yapmaktır. Günah küfür, şirk ve nifak gibi kişiyi imandan çıkarmaz ise de, sürekli yapılan, pişmanlık duyulmayan bir günah ve isyan imanı tehlikeye düşürür. İşlediği günahları, haramları helal kabul eden kişi ise kâfir olur.

Günah iki kısımdır:

1- Büyük günahlar,

2- Küçük günahlar. Ancak küçük günahlar, hafife alınır, önemsenmez, işlenirken Allah’tan korkulmaz, haya edilmez ve devamlı olarak yapılırsa büyük günah hükmüne girer.

Mesela, mekruh olan bir şeyi yapmak küçük günahtır. Ancak bu mekruhtur, büyük günah değildir diye hafife almak, önemsememek, devamlı yapmak mekruh olan bir şeyi büyük günah haline getirir.

Büyük günahlardan bir kısmı şunlardır:

1- Allah Teâlâ’ya şirk koşmak.

2- Haksız yere insan öldürmek.

3- Sihir, büyü yapmak.

4- Ana babaya asi olmak.

5- Yalan söylemek.

6- Yalan yere şahitlik etmek.

7- Yalan yere yemin etmek.

8- Faiz yemek.

9- Savaştan kaçmak.

10- Zina etmek.

11- Hırsızlık yapmak.

12- İffetli bir kadına zina iftirasında bulunmak.

13- Koğuculuk yapmak.

14- Yetim malı yemek.

15- İçki içmek.

İmam Zehebi, Kitabü’l Kebair adlı kitabında 70 büyük günahtan bahsetmektedir.

İster küçük olsun, ister büyük olsun, bütün günahlardan uzak durmak, şiddetle sakınmak gerekir. Günahlardan arınmak Allah Teâlâ’nın af ve mağfiretine kavuşmak için tevbe etmek gerekir.

Bu hususta bir kısım ayeti kerimelerin mealleri şöyledir:

"Kim tevbe edip salih ameller işlerse, muhakkak o, tevbesi kabul edilmiş olarak Allah’a döner." (Furkan/71)

"Ey iman edenler! Allah’a tevbeyi nasuh ile tevbe ediniz." (Tahrim/8)

"De ki! Ey kendi nefisleri aleyhinde haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O çok bağışlayan, çok esirgeyendir." (Zümer/53)

Peygamberimiz, Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmaktadır:

"Ademoğlunun hepsi hata eder. Hata edenlerin hayırlısı, tevbe edenlerdir." (Tirmizi)

"Vallahi ben her gün yetmiş defadan fazla, Allah’a tevbe ve istiğfar ederim." (Buhari)

İslam’da ümitsizlik yoktur. Kişi ne kadar büyük günah işlerse işlesin, Rab Teâlâ’ya yönelip bütün samimiyeti ile tevbe etmelidir. "Bunca günahtan, bunca isyandan sonra affedilmez." diye yanlış bir düşünceye kapılıp tevbe etmekte gecikmemelidir. Ancak kişi diliyle tevbe etmekle yetinmemeli, nedamet ve pişmanlık duyup bir daha o günahı işlememelidir.

Tevbenin sahih olması için bir kısım şartlar vardır ki, onlar şunlardır:

1- İşlenen günahtan tam bir pişmanlık duyup terk etmek.

2- Bir daha günah işlememeye azmetmek.

3- İşlenen günah kul hakkı ile ilgili ise:

a- Kişinin malı gasbedilmiş ise o malı iade etmek.

b- İftira ve gıybet yapılmışsa, kişiden helallik dilemek. Ayrıca bu iftira ve gıybeti yanında yaptığı kişilere işin hakikatını anlatmak daha önce konuştuklarının yanlışlığını söylemek.

c- Haksız yere dövülen, eziyet edilen, hakaret edilen kişiye varıp af dilemek. Uğradığı zararlar varsa, o zararları tazmin etmek.

4- Tam bir tazarru içinde, hâlis bir niyetle Allah Teâlâ’dan bağışlanmasını, affedilmesini dilemek.

Tevbekâr olan kişi tevbesinde muvaffak olabilmek için Allah Teâlâ’dan yardım dilemelidir. Çünkü O’nun yardımı olmadan kulun başarılı olması mümkün değildir.

"Ey Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi hesaba çekme. Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme. Ey Rabbimiz! Gücümüzün yetmediği işlerden bizi sorumlu tutma. Bizi affet. Bizi bağışla. Bize acı. Çünkü Sen bizim Mevla’mızsın. Kâfir kavimlere karşı bize yardım et." (Bakara/286) ÂMİN.

 

İslamî hükümler üç kısımdır:

1- İtikadî hükümler,

2- Amelî hükümler,

3- Ahlâkî hükümler.

 

1- İTİKADÎ HÜKÜMLER

Temelde üçtür:

a- Allah Teâlâ’nın varlığına ve birliğine inanmak.

b- Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin peygamberliğini kabul edip, tasdik etmek.

c- Ahirete iman etmektir.

Bir kişi "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Abduhû ve Rasûluhu - Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet ederim ve yine Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna şehadet ederim.” demek suretiyle Müslüman olmuş olur. Bu sözlere "Kelime-yi Şehâdet" denir.

Bir kişi: "Lâ ilâhe illallah, Muhammed’ür-Rasûlullah - Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem Allah’ın Rasûlüdür." demek suretiyle de İslam dairesine girer. Bu sözlere de "Kelime-yi Tevhid" denir.

Dinin temeli itikattır. Hak dinlerde itikat esasları aynıdır, değişmez ve bütün peygamberler aynı iman esaslarını tebliğ etmişlerdir.

 

2- AMELÎ HÜKÜMLER

Kulların amellerini, ibadet ve taatlarını ilgilendiren hükümlerdir ki, bu hükümler ya Allah’la kul arasındaki münasebetlere taalluk eder, ya insanın kendi nefsine raci olan, ya da kişinin kendisi ile başkaları arasındaki ilişkileri tanzim eden hükümlerdir.

Namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek, Allah yolunda cihat etmek gibi ameller, Allah Teâlâ emrettiği için yapmamız gereken ibadetlerdir. Allah’a karşı yapılan bu ibadetlerin ruhu ihlasdır. Onsuz bir amel makbul değildir.

Kulların birbirleri ile ilgili yapması gereken ameller ise muamelat, karşılıklı hak ve hukuka riayettir ki, bunun ruhu da doğruluk ve adalettir.

 

3- AHLAKÎ HÜKÜMLER

Nefsin terbiye ve tezkiye edilmesi ile ilgili hükümlerdir.

İslam Dini bir ahlâk dinidir. Ahlâk, inancımızın, ibadetlerimizin meyvesidir.

Onun için Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim." buyurmaktadır. (Tirmizi - Nevâdiril usül)

İman ile ahlâk, iman ile amel, amel ile ahlâk arasında çok sıkı bir münasebet vardır. Bir çok ahlâkî değerler imandan ve imanın kemalinden sayılmıştır. Mesela, insanlara zarar verecek şeyleri, yol ortasındaki bir taşı, bir çalıyı yoldan kaldırmak; haya sahibi olmak; insafı, adaleti gözetmek; eliyle, diliyle kimseyi incitmemek, yalan söylememek; ahde vefa göstermek, herkese selamı yaymak, darlıkta infak etmek imanın kemâlinden sayılmıştır.

İman ile amel arasındaki münasebet öyle bir boyuttadır ki, amelsiz bir Müslüman, amelsiz bir İslamî toplum düşünülemez. İslam’ın farz kıldığı amelleri, namaz, oruç, zekat, hac gibi farzları küçümseyerek, beğenmeyerek terk etmenin kişiyi küfre götüreceğine fetva verilmiştir. Her ne kadar, bizim mezhebimizce yani Hanefilerce amel imandan bir cüz değilse de, amelsiz, sürekli masiyet işleyen bir müslümanın imanını koruması çok zordur.

Kezâ ahlâkın amellerle de çok sıkı bir ilişkisi vardır. İslam dini, mücerred bir itikat olmadığı gibi, bir şekilden, ruhsuz, ihlassız bir amelden de ibaret değildir.

İman, amel ve ahlâk arasındaki ilişkiler, birçok ayeti kerime ve hadisi şeriflerde çok çarpıcı ifadelerle açıklanmıştır.

"(Habibim) sana vahyedilen kitabı oku. Ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz hayasızlıktan ve kötülükten alıkor. Allah’ı zikretmek elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı bilir." (Ankebut/45)

"Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar. Aslında onlar gösteriş yapanlardır. Hayra da (zekâta) mâni olurlar.” (Maun/4-6)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:

"Nice oruç tutanlar vardır ki, oruçlarından onlara kalan sadece açlık ve susuzluktur. Geceleri sabahlara kadar nice ibadet eden, namaz kılan vardır ki, uykusuz kalmaktan başka bir şey elde edemezler." (İbni Mace)

Her Müslüman İslam’ın itikadî, amelî ve ahlâkî hükümlerini öğrenmeli, bu hükümler arasında dorukta bir ahenk gerçekleştirerek yaşantısına yansıtmalıdır.

Biz bu kitapta bu hükümlerden bir kısmını anlatacak, müslüman kardeşlerimizin istifadesine sunacağız. Ancak bu konulara geçmeden önce; ehli sünnetin itikatta imamı olan, iki büyük imamdan kısaca bahsedeceğiz.

 

1- İMAM EBU MANSUR MUHAMMED MATURİDÎ

Hicretin 280. yılında Buhara’ya bağlı Maturid ilçesinde doğdu. 333 yılında Semarkant’ta vefat etti. Hanefî mezhebinden idi. Çok değerli eserler yazdı. Hayatı ehli sünneti, ehli sünnet itikadını savunmakla geçti. Bozuk fırkalara, fitneci ve bid’atçılara karşı İslam’ın saf imanını müdafaa etti.

Hanefi mezhebinde olanların çok büyük bir çoğunluğu itikatta Maturidî’ye bağlıdır. Biz Hanefîler’in itikatta imamıdır.

 

2- İMAM EB’ÜL-HASAN ÂLİYY’ÜL-EŞ’ARÎ

Hicretin 260 yılında Basra’da doğdu. 324 yılında Bağdat’ta vefat etti. Büyük dedesi Ashabın büyüklerinden Ebu Mûsel-Eş’arî radıyallahu anhtır. Şafiî mezhebine mensup idi. Şafiî ve Malikîler’in tamamı, Hanbelîler’in bir kısmı itikatta eşariyeye tabidirler. Çok kıymetli eserler telif etmiştir. Bütün hayatı boyunca ehli sünnet itikadını savunmuştur.

Maturidî ve Eşarî mezhepleri esas konularda aynı görüştedirler. Hiçbir ihtilaf yoktur. Sadece bir kısım tâlî konularda ayrı görüşlere sahiptirler.

Rabb’imiz onlardan râzı olsun. Cennet ve cemâliyle mükafatlandırsın. Âmin.