CENAZE
Her insan bir gün ölüm gerçeği ile yüz yüze gelecek.
Ailesinden, evladından, dostlarından, malından ayrılacak. Onları geride
bırakıp, hayatta iken yaptığı amellerle ahiret
yolculuğuna çıkacaktır. Bu yolculukta ilk durak kabirdir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
"Mü’min bir kul ölünce
dünya sıkıntılarından kurtulup rahata kavuşur. Fâcir
kul ölünce diğer insanlar, ülkeler, ağaçlar ve hayvanlar onun şerrinden
kurtulup rahatlarlar." (Buhari, Müslim)
Ölünün birinci durağı yani kabrine varıncaya kadar
geride kalan aile efradı, akraba, komşu ve dostlarının yapması gereken bir
takım vazifeler vardır. Almaları gereken ibretler vardır.
Bu vazifelerin bir kısmı şöyledir:
1- Ölüyü yıkamak, kefenlemek, cenaze namazını kılıp,
kabrine defnetmek. Bunları yapmak Müslümanlara farz-ı kifayedir.
2- Ölmek üzere olan bir Müslümana
Kelime-yi Tevhid telkin edilir. Fakat söylemesi için
zorlanmaz. Belki onun dil ile söylemeye takadı
kalmamıştır. Size kalben iştirak eder. Ayrıca ölene kadar yanı başında Yasin-i
Şerif okunur. Öldükten sonra yıkanıp kefenlenene kadar ölünün yanında Kur’an okunmaz.
3- Ölmek üzere olan kişi şayet ona sıkıntı
vermeyecekse ayakları kıbleye karşı uzatılır. Başı biraz yükseltilerek sırt
üzeri yatırılır.
4- Ölen kişinin gözleri yumulur. Çenesi kapatılarak
bir iple başının üst tarafına bağlanır. Elleri yanlarına uzatılır. Ayakları
uzatılarak iki ayağının başparmakları bir iple bağlanır. Şişmemesi için
karnının üzerine bir demir parçası konur.
5- Ölünün akraba, komşu ve dostlarına haber verilir.
Böylece onların ölüye karşı son vazifelerini yapmalarına yardımcı olunmuş olur.
Bazı beldelerde es-salat verilerek duyurulmaktadır.
6- Ölünün uzayan tırnakları kesilmez, saç ve sakalı
kısaltılmaz.
7- Ölüyü yıkayacak kişiler, ölünün en yakınları
olmalıdır. Şayet onlar bunu âdâbına uygun bir şekilde yapamayacaklarsa salih, muttaki bir kişiye yıkatmalıdırlar.
8- Ölünün yıkanacağı yer kapalı olmalı, herkesin
görebileceği bir yerde yıkanmamalıdır. Ölü yıkanırken yıkayan ve ona yardım
edenlerden başkası orada bulunmamalıdır.
9- Gassal yani ölü yıkayan ölüyü sünnete tam uygun
olarak yıkamalı, yıkarken gördüğü hoşa gitmeyen halleri gizlemeli, güzel
halleri ise anlatmalıdır. Ancak isim vermeden karşılaştığı kötü halleri
hayattakilerin ibret alması için anlatabilir. Yıkamaya besmele ile başlamalı,
yıkama tamamlanıncaya kadar “Gufraneke ya Rahman” demelidir.
10- Ölü yıkandıktan sonra başına ve sakalına güzel
koku sürmeli, alnına şehadet parmağı ile “Bismillahirrahmanirrahim”, göğsü üzerine de “La ilahe illallah”
yazılmalıdır.
11- Ölünün yıkanması tamam olduktan sonra; sünnet
üzere kefenlenmelidir.
Erkeklerin kefenleri üç parçadır:
a) Kamis: Yani gömlek.
Boynundan diz kapaklar altına kadar uzanır.
b) İzar: Başından ayaklarına
kadar uzanan bir parçadır.
c) Lifafe: Başını ve
ayaklarını tamamen örten ve hem başından, hem ayaklarından düğümlenen parçadır.
Kadınların kefenleri ise beş parçadır:
a) Kamis,
b) İzar,
c) Lifafe,
d) Baş örtüsü,
e) Göğüs örtüsüdür.
12- Kişinin kefeni, kendi malından karşılanır. Ancak kadınların
kefeni zengin dahi olsalar kocalarına aittir.
13- Cenaze yıkanıp, kefenlendikten sonra artık cenaze
namazı kılmak için hazır demektir. Cenaze namazının şartı niyettir. Cenaze
namazının rükunleri, kıyam, yani ayakta durmak ve
tekbirdir. Cenaze namazının sünnetleri ise, hamd,
sena, salat ve selam getirmektir.
14- İmam ve cemaat cenazenin erkek, kadın, kız, oğlan
olduğunu belirterek Allah rızası için cenaze namazı kılmaya ve ölü için dua
etmeye niyet ederler.
Şayet cemaat ölünün erkek mi, kadın mı olduğunu bilmiyorsa; mesela,
cenaze namazına, cenaze namazına başlandıktan sonra gelmiş olabilir veya çok
gerilerde olur da, müezzinin açıklamalarını işitmemiş olabilir. Böyle
durumlarda, imamın cenaze namazı kıldığı ölüye diye niyet eder.
15- Cenaze namazında ne kadar çok cemaat olursa o
kadar iyidir. Fakat çeşitli sebepler dolayısıyla cenaze namazını bir kişinin
kıldırması ile de farz-ı kifaye ifa edilmiş olur.
16- Üç-beş
cenaze bir arada bulunsa, bunlara ayrı ayrı cenaze
namazı kılmak efdaldir. Ancak hepsine bir cenaze
namazı kılmak da caizdir.
17- Üç kerahat vaktinde,
yani güneşin doğuşu, batışı ve zeval vaktinde yani güneşin tam tepede olduğu
vakitte cenaze namazı kılmak mekruhtur. Ancak bu vakitlerde defnetmek mekruh
değildir.
18- Cenaze
namazında kadınlar da bulunursa erkeklerin arkasında saf bağlamaları gerekir.
Kadınların cenaze namazını kıldıktan sonra cenazeyi kabre kadar takip etmeleri tahrimen mekruhtur.
19- Erkeklerin ise cenazeyi mezara kadar takip
etmeleri, defin işleri bitene kadar orada bulunmaları, gerekirse yardımcı
olmaları sünnettir.
20- Zaruret olmadığı zaman cenazeleri bekletmeden
yıkayıp, kefenleyip defnetmek gerekir.
Peygamberimiz sallallahu
aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
"Cenazelerinizi acele götürünüz. Eğer iyi ise bir
an önce yerine ulaştırmış olursunuz. Şayet kötü ise bir an önce sırtınızdan
atıp rahatlarsınız." (Buhari, Müslim)
Diğer bir hadisi şerifte de şöyle buyurulur:
"Cenaze hazırlanıp da taşımak üzere insanlar onu
omuzlarına aldıklarında eğer salih ise; ‘Çabuk beni
bir an önce yerime ulaştırın.’ der. Kötü ise ‘Beni nereye götürüyorsunuz?’ diye
bağırır. Onun sesini insan ve cinlerden başka tüm varlıklar duyar." (Buhari)
21- Cenazeyi taşırken dört tarafından dört kişinin
omuzlayarak taşıması sünnettir. Sürekli aynı kişiler taşımamalı, değişik
kişiler taşımalıdır.
22- Cenazeyi taşımak isteyen kişi, önce baş taraftan
sağ omuza, sonra ayak taraftan sağ omuza sonra baş tarafından sol omuza, daha
sonra da ayak tarafından sol omzuna alarak onar adım yürür.
23- Cenazeler böylece taşındıktan veya bir müddet
böyle taşınıp sonra cenaze arabasına konulup kabre kadar varıldıktan sonra
cenaze yere indirilir. Cenaze yere indirilince şayet orası oturmaya müsaitse
cemaat oturmalıdır. Cenaze yere indirilmeden de oturulmamalıdır.
24- Cenaze kabre indirilirken, “Bismillah alâ milleti Rasûlillah” denmelidir. Ölü kıbleye karşı, sağ tarafına
meyilli olarak konmalıdır. Kefenlerden baş ve ayak taraflarından bağlanan lifafenin bağları çözülmelidir.
25- Definde hazır bulunanların kabir üzerine en az üç
kürek atmaları, birincisinde “Minha halaknâküm”, ikincisinde “Veminna
nüîdüküm”, üçüncüsünde ve “Minha
nuhricüküm târeten uhra” demeleri müstehaptır.
Cenazeleri gündüz defnetmek müstahaptır. Bir
mecburiyet olmadıkça geceleri defnetmemelidir.
26- Cenaze defnedilip, Kur’an
kıraati tamamlandıktan sonra kalkıp taziye için cenaze evine gidilir. Telkin
yapacak kişi mezarın başında kalır. Kıbleye karşı veya cenazenin yüzüne karşı
ayakta durur ve sünnet üzere telkinde bulunur.
27- İntihar eden bir Müslümanın
cenaze namazı kılınır. Sünnet üzere defnedilir. Ancak şu kişilerin cenaze
namazı kılınmaz:
a) Ana veya babasını haksız olarak kasten öldüren.
b) Yol kesici eşkıya, kolluk kuvvetleriyle çarpışırken
öldürülürse cenaze namazı kılınmaz.
c) Meşru şekilde iş başına gelmiş bir yönetime baş
kaldıran asiler, savaşırken öldürülürlerse cenaze namazları kılınmaz.
d) İrtidan eden, İslam
dininden çıkan bir kişinin cenaze namazı kılınmaz ve Müslüman mezarlığına
konulmaz.
28- Ölünün arkasından saç baş yolarak, bağırarak,
çağırarak ağlamak, hele Allah korusun, "Senin zamanın değildi. Senin
yerine ben ölseydim." gibi sözler sarf etmek asla caiz değildir. Büyük
günahtır. Ancak bağırıp çağırmadan, isyan ifade eden sözler sarf etmeden sessiz
sessiz ağlamak, gözyaşı dökmek caizdir.
29- Ölünün mirasçıları, velisi, ölü için fakir ve
muhtaçlara sadaka dağıtmalıdır. Bu sünnettir. Komşuların da ilk üç günde cenaze
evine yemek yapıp getirmeleri müstehaptır.
30- Bela ve musibetlere, yakınlarımızın ölümüne sabır
göstermek, Allah Teâlâ’nın takdirine boyun eğip razı
olmak imanın kemalindendir. Allah indinde çok büyük mükafatlara mazhariyettir.
"Ey iman edenler! Sabır ve namaz ile Allah’tan
yardım isteyin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara 153)
"Andolsun ki sizi biraz
korku, açlık, mallardan ve canlardan ve ürünlerden biraz azalma (fakirlik) ile
imtihan ederiz. (Ey Rasûlüm) sabredenleri müjdele.
İşte onlar, sabredenler, kendilerine bir musibet isabet ettiği zaman, biz Allah
içiniz ve sonunda ona döneceğiz derler." (Bakara 155-156)
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmaktadır:
"Allah azze ve celle buyuruyor: Kulumun ciğer paresini aldığımda (ruhunu kabzettiğimde) sabreder ve karşılığını da yalnız benden
beklerse, onun için cennetten başka bir karşılık olamaz." (Buhari)
1- Cenazenin yakınlarını taziye etmek, yani onların
acısını dindirecek, güzel sözler söylemek, nasihat etmek sünnettir. Taziyenin
müddeti üç gündür. Bazı sebeplerden dolayı bu müddeti uzatmak caizdir. Mesela,
ölünün yakınları uzak beldelerde olabilir. Zamanında gelemeyebilirler. Bu ve
benzeri sebeplerden dolayı taziye müddeti de uzayabilir.
2- Taziye defin işleri tamamlandıktan sonra
yapılmalıdır. Ancak yakın komşular, yakın dostlar cenaze sahiplerinin ilk
andaki acılarını paylaşmak, onların aşırı derecedeki söz ve davranışlarına mani
olmak, onları teselli etmek için definden önce taziyede bulunabilirler.
3- Definden sonra cenaze evine gidilir. Önce aşr-ı şerifler okunur. Ölünün ruhuna bağışlanır. Sonra da “İnna lillah ve inna ileyhi raciûn”
diyerek taziye edilmeye başlanır. Ölünün iyi hallerinden bahsedilir. Allah Teâlâ’nın af ve mağfiretine nail olması, taksiratının
affedilmesi için duada bulunulur. Cenaze yakınlarına sabır tavsiye edilir.
Geride kalanların ölen kişiye karşı vazifeleri anlatılır.
4- Bu gibi yerlerde, yani taziye, düğün, nişan ve
benzeri kalabalık toplantılarda insanlarımız hemen mâlâyani,
lüzumsuz ve gereksiz lakırtılara dalarlar. Hatta
zaman zaman ölü evinde bile çekişmelere, cedelleşmelere rastlanılır. Hem böyle şeylere meydan
vermemek ve hem de insanların ihtiyacı olan konularda onları bilgilendirmek
için orada bulunan ehil bir kişi öğüt ve nasihatta
bulunmalıdır. Bilhassa cenaze evlerinde, insanların yumuşaması gereken kalblerine hitap etmeli, ölüm ve ölüm ötesi hayattan, kabir
hayatından, kıyametten, hesaptan, cennet ve cehennemden, dünya hayatının fani
olduğundan, dünyamızı mamur edelim derken, ahiretimizi
harap etmememiz gerektiğinden, din kardeşliğinden, birbirimize karşı vazife,
hak ve sorumluluklarımızdan kısa kısa, kimseyi
incitmeden, bıktırmadan, usandırmadan bahsedilmeli, öğütte, nasihatta
bulunmalıdır.
5- Peygamberimiz sallallahu
aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
"Kim başına bir felaket gelen kişiye taziyede
bulunursa aynen onun gibi ecir alır." (Tirmizi)
Üç günlük taziye müddetinde yakınlarının, komşularının
yemek götürmeleri de müstehaptır.
Bu hususta Peygamber Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
“Cafer’in ailesine yemek yapın. Çünkü başlarına
kendilerini meşgul eden bir felaket gelmiştir." (Tirmizi-Ebu Davud)
6- Muaz bin Cebel Yemen’de
vali iken bir çocuğu öldü. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ona
şöyle bir taziye mektubu gönderdi:
“Bismillahirrahmanirrahim.
Allah Rasûlü Muhammed’den Muaz bin Cebel’e. Sana selam olsun. Ben, kendimle beraber
sana da kendinden başka ilah olmayan Allah’a hamdetmeyi
tavsiye ediyorum. Allah senin mükafatını büyük kılsın. Sana sabrı ilham etsin.
Bizi ve seni şükürle rızıklandırsın. Canlarımız,
mallarımız, ailelerimiz Allah’ın bize bahşettiği hediyeler ve bize verdiği emanetleridir.
Gıbta ve sevinç içinde Allah onunla seni
faydalandırdı. Alırken de salat, rahmet ve hidayet
gibi büyük bir ecirle aldı. Karşılığını bekliyorsan mutlaka sabret. Feryatların
ecrini heder etmesin ki, sonra pişman olmayasın. Şunu da iyi bil ki feryat
ölüyü geri getirmez, hüznü gidermez. Artık olan olmuştur. Vesselam." (Mûcemül kebir - Tâberâni)
Rabb’dan geldik, Rabb’a gidiyoruz.
Allah Teâlâ’nın takdir ettiği bir zamanda, ruhlar aleminden ana
rahmine intikal eden garip bir yolcuyuz. Bu yolcuğun ilk durağı dünyadır.
İkinci durağı ölümle başlayan Berzah âlemi, kabir hayatıdır. Son durağımız ise
ebediyen kalacağımız ahiret âlemidir.
İkinci ve üçüncü durağımızdaki halimiz, dünyadaki
yaşantımıza bağlıdır. Şayet dünya yaşantımızı Allah Teâlâ’nın
istediği şekilde bir kulluk yaparak geçirmiş isek, gerek berzah aleminde ve
gerekse ahiret aleminde nice nimetlere, nice
mutluluklara gark olacağız.
Şayet, şu geçici dünya hayatını nefsin bitmez tükenmez
gayri meşru istekleri peşinde koşarak, şeytana ve şeytanın askerleri, kâfir,
müşrik, münafık, ateist ve fâsıklara boyun eğerek
geçirir isek, hem kabir hayatında, hem de ahiret
hayatında çeşit çeşit sıkıntılara, çeşit çeşit azaplara düçar olur,
hüsrana uğrayanlardan oluruz.
Rabb’a giden bu yürüyüşümüzde, bu zorlu yolculuğumuzda çeşit
çeşit zorluklarla, bela ve musibetlerle veya çeşit çeşit nimetler, gözleri kamaştıran, kalbleri
kaydıran makam mevki, mal mülk, saltanatlarla imtihan oluruz.
İşte hakiki kulluk, gerçek Müslümanlık bu imtihanlarda
muvaffak olmak, Allah’a vuslat yolcuğumuzda önümüze çıkan engelleri aşmaktır.
Bela ve musibetlerle imtihan olduğumuzda büyük bir
sabır ve tahammül göstererek, her şey Rabbimizin takdiri ile oluyor diyerek
razı olmak, isyan ve tuğyan etmemek, nimetlerle imtihan olduğumuz zaman da,
şımarmadan, küfranı nimet yapmadan, imkanlarımızı masiyete
vesile kılmadan, bunun bizim için bir İstidrac
olabileceği korkusuyla yaşayarak, Allah Teâlâ’nın
lütfettiği nimetleri Allah yolunda harcamak şiarımız olmalıdır.
Allah Teâlâ’nın emirlerine
sımsıkı yapışıp ifâ etmek, yasakladıklarından şiddetle sakınmak; bela ve
musibetlere karşı isyan etmeyip Allah’tan razı olmak. Bunun üçü bir arada
yapılırsa işte o zaman kul gerçekten sabredenlerden olmuş olur.
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"İnsanlar imtihan olunmadan sadece iman ettik
demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?
Biz onlardan öncekileri de imtihan ettik. Muhakkak
Allah doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da ortaya çıkaracaktır.
Yoksa kötülükleri yapanlar, bizden kaçabileceklerini
mi sandılar? Ne kadar kötü (ve yanlış) hüküm veriyorlar?
Kim Allah’a kavuşmayı umuyorsa, bilsin ki Allah’ın
tayin ettiği o vakit mutlaka gelecektir. O, her şeyi işiten, her şeyi
bilendir." (Ankebut/1-5)
Her gün farkında olsak da, olmasak da bir çok
imtihandan geçiriliyoruz. “ya kazanıyor, ya kaybediyoruz.” Ancak geçmişteki hadiseler göstermiştir
ki, kazananlar her zaman azınlıkta kalmıştır. Hz.
Adem aleyhisselamdan zamanımıza kadar, başta
peygamberler olmak üzere, sadık, salih, muttakî
insanlar çeşit çeşit bela ve musibetlere düçar olmuşlardır. Elbette en büyük bela ve musibete
uğrayanlar peygamberlerdir.
Peygamber Efendimiz sallallahu
aleyhi ve sellemin çektiği çileleri bir düşünelim.
Düşünelim de ibretle kendi yaşantımıza bir bakalım. Utanabiliyorsak utanalım.
Kimisi Hz. İbrahim aleyhisselam
gibi ateşe atıldı, kimisi Zekeriya aleyhisselam gibi testere ile ikiye biçildi, kimisi Yahya aleyhisselam gibi koç boğazlanır gibi boğazlandı.
Geçmiş kavimlerden Rabbimiz Allah dedikleri için
yakılanları, çeşit çeşit işkencelere tabi
tutulanları, toplu katliam yapılanları, elleri, ayakları ve diğer uzuvları
parça parça kesilip, her kesilen parçadan sonra
imanlarından vazgeçip eski batıl dinlerine dönmeleri teklif edilen, her
reddedilişte işkenceye devam edilip bu işkenceler altında öldürülenleri
düşünelim, düşünelim de biraz olsun insafa gelip Allah’ın dinine, Allah’ın
kullarına hizmet için gayrete gelelim. Hizmet kuşağını, gayret kuşağını
kuşanalım.
Bir gün Kureyş’in ileri
gelenleri Ebu Talib’e
gelerek: “Ey Ebu Talib
yeğenin toplantı yerlerimize geliyor. Hoşumuza gitmeyen şeyler söylüyor. Onu
bundan vazgeçir.” dediler.
Ebu Talib, Peygamberimizin
yanına gelerek, "Sevgili yeğenim! Kureyş’in eşrafı bana geldiler ve Sen’in şöyle şöyle dediğini söylediler. Bana ve kendine acı. Sen’in de
benim de altından kalkamayacağımız işleri üzerimize yükleme. Kavminin
hoşlanmadıkları sözleri onlara söylemekten vazgeç." dedi.
Bunun üzerine Peygamberimiz, Efendimiz, Canımız,
Önderimiz sallallahu aleyhi ve sellem:
"Amca! Güneş sağ elime, ay da sol elime konsa, bu
işten vazgeçemem. Ya Allah bu dini hakim kılar, yahut
da ben bu uğurda canımı feda ederim." dedi sonra gözyaşlarını tutamayarak
ağladı. Dönüp gitmekte iken, Ebu Talib,
"Yeğenim benim!” diyerek onu kucakladı, kokladı ve “İşine devam et. Neyi
istersen onu yap. Allah’a yemin ederim ki, seni hiçbir şeyden dolayı katiyen
kimseye teslim etmeyeceğim." dedi.
Peygamber Efendimiz sallallahu
aleyhi ve sellem Kabe’nin bir tarafında namaz kılıyordu.
Ukbe bin Muayt denilen
kâfir, onun yanına geldi ve elbisesini boynuna dolayarak boğazını şiddetle
sıkmaya başladı. Bu hali gören Hz. Ebu Bekir radıyallahu anh koşarak gelip Ukbe’yi
uzaklaştırdı ve “Bir insanı Rabbim Allah’tır dediği için mi öldüreceksiniz?
Halbuki o size Rabbiniz tarafından en açık delillerle geldi." dedi.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selleme: “Ey Allah’ın Rasûlü!
İnsanlar içinde en çetin belaya uğrayanlar kimdir? diye soruldu. O, şöyle cevap
verdi: "(Önce) Peygamberler, sonra sırasıyla derecelerine göre insanlar.
Sonra kişi dinine göre imtihana maruz kalır. Eğer dinine sıkıca bağlıysa, Allah
onu çetin bir bela ile imtihan eder. Eğer dinine bağlılığında gevşek ise, Allah
onu dini nisbetinde imtihan eder. Bela kuldan hiç
ayrılmaz. Onun yakasını bıraktığı zaman hiçbir günahı kalmamış olur." (Tirmizi)
Allah Teâlâ’ya samimi olarak
kulluk yaparken, Allah Teâlâ’nın kullarına hizmet
ederken, din-i mübin-i İslam için çalışırken bir
insanın başına gelen bela ve musibetler, sabredildiği müddetçe büyük bir
nimettir. Allah indinde manevî derecelere nailiyettir.
Fakat, Allah korusun nefsimiz peşinde koşarken, türlü türlü masiyetler işlerken, isyan
ve tuğyan içinde iken bir bela ve musibet gelmiş ise çifte musibettir. Dünyada
zillet ve meskenet, ahirette azap ve ateş.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
"Müslümanın başına
gelen bir ağrı, herhangi bir yorgunluk, dert, hastalık, üzüntü hatta ufak bir
endişenin karşılığında Allah mutlaka onun günahlarından bir kısmını örter, bağışlar."
(Buhari-Müslim)
Peygamberlerden sonra Allah yolunda en büyük işkence
ve eziyete uğrayanlar, peygamberlerin ashabı ve havarileri olmuştur.
Hz. Bilal radıyallahu anhın, Ammar radıyallahu
anhın ve babası Yasir radıyallahu anh ile annesi Sümeyye radıyallahu anhanın Allah yolunda, imanları uğrunda gördükleri
işkenceler ve çektikleri çileler kıyamet sabahına kadar tüm Müslümanların
ibret, Allah yolunda kulluk ve hizmet heyecanlarını artıracak müstesna
örneklerdir. Bu yolda çekilen çileler ne mukaddes çilelerdir. Bu çileler ve
işkencelere maruz kalıp da sabredenler, imanlarını güçlendirenler ne kahraman
insanlar, ne bahtiyar yiğitlerdir.
Bir gün Müslümanlar Kabe’de toplanmışlardı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de Kabe’nin bir tarafında oturuyordu. Hz. Ebu Bekir radıyallahu
anh ayağa kalkarak Kureyş’lilere
hitaben bir konuşma yaptı. Onları İslam’a davet etti. Bunun üzerine müşrikler Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Hz. Ebu
Bekir radıyallahu anh ve
diğer Müslümanların üzerine yürüdüler. Hz. Ebu Bekir radıyallahı anhi o kadar dövmüşlerdi ki bayılıp yere düşmüştü. Öldü
zannettiler. Akrabaları bir kilim üzerine koyarak evine götürdüler. Akşama
doğru ayılıp da konuşmaya başladığı zaman ilk sözü:
- Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
nasıl? diye sormak oldu. Annesi ona bir şeyler yedirmek istiyordu.
Fakat her defasında:
"Allah’a yemin ederim ki, Rasûlullah’ın
yanına gitmedikçe onu sağ salim görmedikçe asla hiçbir şey yiyip
içmeyeceğim." diyordu.
Nihayet Hz. Ebu Bekir radıyallahu anh biraz kendine gelince, ortalık kararıp insanlar
evlerine çekilince, bir koluna annesi, bir koluna Ümmü
Cemil girerek Erkam’ın evinde bulunan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin huzuruna götürdüler; Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem
onu görünce koşup kucaklayarak öptü. Diğer Müslümanlar da ona sarıldılar.
Ebu Bekir radıyallahu anh:
"Ya Rasûlallah!
Anam, babam sana feda olsun. Bu kadın çocuğuna son derece şefkatli annemdir.
Onu Allah’a davet et ve onun için Allah’a dua et. Belki Allah Teâlâ senin hürmetine onu ateşten kurtarır.” dedi. Bunun
üzerine Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem dua etti. İslam’a davet etti. O da
İslam’ı kabul etti. Böylece Hz. Ebu
Bekir radıyallahu anh bütün
ağrıları, sızıları dinmiş olarak, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi sağ
ve salim görmenin süruruyla evine döndü.
Bir yakınını, anne, baba, evladını, çok sevdiği bir
dostunu kaybetmek de bir musibettir. Sabredip, Allah Teâlâ’nın
takdirine razı olmak büyük bir fazilettir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuktadır:
"Ümmetimden her kimin kendinden önce ölüp ahirete giden iki öncüsü (çocuğu) varsa, onların sayesinde
cennete girer. Hz. Aişe radıyallahu anha dedi ki:
- Ya ümmetinden bir öncüsü
olan?
- Ey başarılı kadın! Bir öncüsü olan da."
buyurdu.
Hz. Aişe radıyallahu
anha validemiz:
- Ya ümmetinden hiçbir
öncüsü bulunmayan? deyince:
- Ben ümmetimin öncüsüyüm. Çünkü onların başına benim
ölümümden daha büyük bir bela ve musibet gelmeyecektir." buyurdu. (Tirmizi)
Bir bela ve musibete düçar
olunduğu zaman istirca yapmak, yani: "İnnâ lillâh ve innâ ileyhi raciûn"
demek ve her şeyin, hepimizin Allah Teâlâ’ya ait
olduğumuzu hatırlamak ve acılarımızı hafifletip, dindirmek bu ümmetin
hususiyetlerindendir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
"Herhangi bir Müslümanın
başına bir musibet geldiğinde: ‘İnnâ lillâh ve innâ ileyhi raciûn. - Biz Allah’a
aidiz ve O’na döneceğiz.’ der ve Allah’ım bana bu musibetimde yardımcı ol.
Benim için onun yerine daha hayırlısını ver.’ derse, Allah ona, onun yerine
ondan daha hayırlısını verir." (Müslim)
Mesela bir insanın evladı ölse, sabredip böyle dua
etse, belki ona ölen evladından daha hayırlı bir evlat verir veya o evladının
ölmesi onun için belki de yaşamasından daha hayırlıdır. Bunu ancak Allah Teâlâ bilir. Öyleyse kula düşen sabretmek ve razı olmaktır.
Habbab bin Eret radıyallahu anh şöyle rivayet
ediyor:
Allah Rasülü sallallahu aleyhi ve sellem
hırkasını kendisine yastık yapmış vaziyette Kabe’nin gölgesinde yaslanmış
oturuyor iken müşriklerin eziyetlerinden şikayet ettik ve “Bizim için Allah’tan
yardım istemeyecek misin? Bizim için Allah Teâlâ’ya
dua etmeyecek misin?” dedik.
Şöyle buyurdu: "Sizden önceki milletlerde iman
eden kimse yakalanıp, kazılan bir çukura atılırdı. Sonra bir testere getirilip,
başından başlayarak ikiye ayrılırdı. Onu dininden döndürmek için demir taraklar
ile tararlardı. Derilerini yüzüp kemiklerinden ayırırlardı.
Bütün bu yapılanlar onları dinlerinden çeviremiyordu. Vallahi Allah bu işi
tamamlayacaktır. Hem de öylesine ki bir süvari San’a’dan
çıkıp Allah’tan ve koyunlarını kurt kapmasından başka hiç kimseden korkmadan Hadramut’a kadar gidecektir. Ne var ki siz acele
ediyorsunuz." (Buhari)
Allah Teâlâ ve tekaddes hazretleri şöyle buyuruyor:
"(Ey Mü’minler!) Yoksa
siz, sizden önce gelip geçmiş kavimlerin başlarına gelenler size de gelmeden
cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokundu
ve öyle sarsıldılar ki Peygamber ve onlarla beraber iman edenler, nihayet
‘Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?’ dediler. İşte o zaman (onlara) şüphesiz
Allah’ın yardımı yakın. (denildi)" (Bakara 214)
Sabredelim. Müslüman oluşumuza, Allah Teâlâ’nın bizleri kendi dinine hizmet ettirmesine
şükredelim. Ondan gelen ister hoşumuza gitsin, ister nefsimize ağır gelsin
mutlaka razı olalım.
Müslümanlar kabristanlarını korumak, temiz tutmakla
yükümlüdürler. İnsanlar hayatta iken nasıl canları, malları ve haneleri her
türlü tecavüzden masun ise, onların ölüleri ve mezarları da masundur.
1- Kabirlerin etrafına duvar örmeli, ağaçlandırmalı,
temiz tutmalıdır.
2- İslam ülkesindeki gayri müslimlerin
kabirleri de korunmalı, her türlü tasalluttan muhafaza edilmelidir.
3- Kabirlerin üzerine yatmak, oturmak, etrafını
kirletmek, ağaçlarını kesmek, çiçeklerini, yeşilliklerini koparmak asla caiz
değildir. Ancak kuruyan ağaçlar kesilebilir. Ağaçların bakımı için budanabilir.
Kuruyan otları toplanıp temizlenebilir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
"Birinizin bir ateş koru üzerinde oturup da
elbisesini yakıp, sonra onun cildine sirayet etmesi, Müslüman kardeşinin kabri
üzerinde oturmasından daha hayırlıdır." (Müslim)
4- Kabristanlar ne kadar eski ve bakımsız olursa olsun
mezar olarak muhafaza edilmelidir. Onları yıkıp arsa haline getirmemeli,
üzerlerine bina yapılmamalıdır.
5- Sel yatağında veya tabanından su çıkıp sürekli su
içinde kalan mezarların yerinin değiştirilmesi caizdir. Nitekim Uhud şehitlerinin mezarlarını sel bastığı ve mezarlar
tahrip olduğu için yerleri değiştirildi. Ve görüldü ki o aziz şehitler
defnedildikleri gibi ter ü taze hiç bozulmadan duruyorlar. Şehitlerden birinin
eli göğsü üzerinde idi. Elini göğsünden çektiler. Meğer göğsünden yaralanmış
da, yaranın acısıyla elini göğsüne koymuş, elini kaldırınca yarasından kan
akmaya başladı. Hz. Hamza radıyallahu
anh uzun boylu bir zattı. Yeni mezarına taşınırken
ayağı bir taşa çarptı ve kanamaya başladı. Bu hadise Uhud
savaşı gününden tam kırk altı yıl sonra vuku bulmuştu.
6- Kabirlerin üzerine binalar yapmak, süslemek caiz
değildir. Mezarların etrafı fazla yüksek olmamak şartıyla taşla veya betonla
çevrilir. Bir mermer veya taş üzerine mezar sahibinin ismi yazılır. Buna cevaz
vardır.
7- Evliya, suleha, ulema ve
büyük kahraman mücahidlerin mezarları üzerine türbe
yapılmasına cevaz verenler olmuştur.
8- Kabirleri derin kazmalı, asgaride bir metre
yükseklikte, seksen santim genişlikte, bir metre doksan santim uzunlukta
yapmalıdır. Bazı beldelerde iki biriket yüksekliğinde
ve çok dar mezarlar yapılıyor. Bunlar uygun bir tarz değildir.
9- Zaruret halinde bir kabre ikinci bir cenazenin
konması caizdir. Böyle bir durumda önceki ölünün kemikleri toplanır, bir köşeye
konur ve ikisi arasına toprak veya taştan bir engel konulur.
10- Cenazelere çelenk göndermek caiz olmadığı gibi
çeşitli sebeplerle mezarlara çelenk götürüp orada günlerce bekletmek de asla
caiz değildir. Yapılacak iş, mezarlara ağaç dikmek, gül fidanı dikmek, güzel
çiçekler ve çimenlerle etrafını güzelleştirmektir. Bütün bu ağaç, çiçek ve
çimenler sürekli zikir halinde olduklarından ölünün kabir azabının hafiflemesine
sebep olabilir.
İbni Abbas radıyallahu
anh rivayet etti:
“Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem iki
kabre uğradı ve buyurdu ki: “Bunlarda yatanlar azap içindedirler. Hem de büyük
bir suçları yoktur. Bunlardan birisi koğuculuk
yapardı, ötekide idrar sıçramasından sakınmazdı. Sonra bir hurma dalı getirtti
ve ikiye böldü. Birini birinin kabrine, diğerini de ötekinin kabrine dikti ve:
İnşallah onların azapları bu dallar yaş kaldıkça hafifler.” buyurdu. (Buhari, Müslim)
KABİR
ZİYARETİ
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
"Ben size kabir ziyaretini yasaklamıştım. Artık
ziyaret edebilirsiniz. Çünkü onlar size ahireti
hatırlatır." buyurmuşlardır. (Müslim)
1- Kabirleri haftada bir, bilhassa Cuma ve Cumartesi
günleri ziyaret etmek menduptur.
2- Uzak beldelerde de olsalar, enbiya, evliya, suleha ve ulemanın mezarlarını ziyaret etmek menduptur.
3- Kabristan ziyareti yapmaya niyet eden kişi güzelce abdest alıp, kabirdekilere dua etmek, ruhları için Kur’an okumak ve oradan ibretler almak kastıyla evinden
çıkmalıdır.
4- Şayet varsa
mümeyyiz, akıl-baliğ çocuklarını da götürmeli, onların da bu ziyaretlerden
faydalanmaları, ibret almaları, kabir ziyaretinin âdâblarını
öğrenmeleri temin edilmelidir.
5- Kabre varınca ayakta ya
kıbleye karşı, ya da ölünün yüzüne karşı durularak
selam verilir. Sonra da ruhu için bir Fatiha ve on bir İhlas
Şerif okunur. Mezarın başında biraz fazla kalmak ve Yasin okumak isteyenler
mezarın bir kenarına oturarak bu vazifelerini ifa ederler. Kabristandakilere
şöyle selam verilir:
"Esselâmü alâ ehlid diyâr min el Mü’minîne vel müslimîne
ve yerhamullâhul müstakdimîne
vel müste’hirîne ve innâ inşâallâhu lelâhıgûn - Selam Mü’min ve Müslümanların yurdunun ahalisine Allah öncekilere
ve sonrakilere rahmet etsin. İnşaallah biz de eninde
sonunda size kavuşacağız." (Müslim)
6- Kabirlere taş yapıştırmak, çaput bağlamak, mum
yakmak, kabir ehlinden yardım istemek gibi bidatlerden şiddetle kaçınmalı, bu
gibi kişileri görünce de yaptıklarının İslam’da hiçbir yeri olmadığı
anlatılmalı, uyarılmalıdır.