HELAYA GİRİŞ ÇIKIŞ VE DEF’İ HACET ÂDABI
EV, İŞYERİ TEMİZLİĞİ VE DÜZENİ
YEMEK ÖNCESİ, YEMEKTE ve YEMEK
SONRASINDA ÂDAB
OTURUP, KALKMA ve TOPLANTI ÂDÂBI
Müslüman hem içini hem dışını temizlemekle
mükelleftir. İç temizliği kalp temizliğidir. Niyetin temiz olmasıdır. İmandan
boş olan bir kalp, kalplerin en kirlisidir.
Dış temizlik bedenin, giyilen elbiselerin, kullanılan
eşyaların ve çevrenin temizliğidir. Müslüman bedenini, giyeceklerini, evini,
dükkanını, kullandığı eşyalarını ve çevresini temiz tutmalıdır.
İslam temizliğin her çeşidine önem vermiş ve
Müslümanları bu hususta tergib etmiştir.
TEMİZLİK ÂDÂBI
İnsan yiyip, içtiklerinin artıklarını, vücuda
yaramayan kısımlarını iki yolla dışarı atar. Bu artıkların insana ve çevreye
zarar vermemesi için Müslümanlar evlerde, işyerlerinde çarşı ve pazarlarda
helâlar yapmışlardır. Avrupa'da ise 18. asra kadar helâ, hamam ve banyo yoktu.
Vaftiz suyu ile yıkandıktan sonra bir daha yıkanmamak dindarlık sayılmaktaydı.
AĞIZ ve DİŞ TEMİZLİĞİ
Bu temizliği misvak ile yapmak en uygunudur. Temiz
maddelerden yapılan fırça ile de yapılabilir. Ancak bugün modern tıbbın da
tespit ettiği gibi misvak kullanmanın pek çok faydaları vardır.
Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem:
"Ümmetime zor gelmeseydi her namaz kılarken misvaklanmalarını
emrederdim." buyurmaktadır. (Buhari)
1- Abdest alırken,
2- Yemek yedikten sonra,
3- Namaz kılarken,
4- Yatmadan önce,
5- Uykudan uyanınca,
6- Ağızda koku hissedilince misvak kullanılması
müstehabdır.
Kadınların sakız çiğnemeleri onlar için misvak yerine
geçer. Ancak sakızın içinde sakıncalı karışımlar bulunmamalıdır.
Misvak kullanmanın bazı kitaplarda 25, bazılarında
50’den fazla faydası sayılmaktadır.
Onlardan bazıları şunlardır:
1- Ağız kokusunu giderir.
2- Diş çürümesini önler.
3- Diş etlerini sağlamlaştırır.
4- Hazmı kolaylaştırır.
5- Kalbi, mideyi ve göz sinirlerini kuvvetlendirir.
6- Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bir
sünneti olarak yapıldığı için Allah’ın rızası kazanılmış olur.
Misvak kullanmakta iki sünnet vardır. Biri Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem kullandığı için misvak kullanmak, diğeri de ağız ve
diş temizliğini yapmaktır.
Diş fırçasını kullanmakta ise sadece bir sünnet yani
ağız ve diş temizliği sünneti vardır.
Bıyıkları kısaltmak, edeb yerlerini tıraş etmek,
tırnakları kesmek, saç ve sakal tıraşı olmak, en az haftada bir cuma günü
yıkanmak beden temizliği ile ilgili sünnetlerdir.
Bıyıkları deri kısmı görünecek şekilde kısaltmak,
sakalı bir kabzadan daha kısa ve daha uzun bırakmadan düzeltmek, her Müslümanın
uyması gereken âdablardır.
1- Saçları ve sakalı taramak, dağınıklıktan korumak
gerekir.
Atâ bin Yesâr radıyallahu anh’den şöyle rivayet
edilmiştir:
“Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem mesciddeyken
saçı, sakalı birbirine karışmış bir adam içeriye girdi. Peygamber sallallahu
aleyhi ve sellem, saçını düzeltmesi için ona eliyle işaret etti. Adam söyleneni
yaptı. Sonra dönüp gitti. Bunun üzerine Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
‘Birinizin şeytanı andıracak şekilde saçı darmadağınık gelmesinden bu hâli daha
iyi değil midir?’ buyurdu.” (Muvatta)
2- Tamamen veya kısmen kel olan kişilerin peruk
takması memnudur.
Bir kadın Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e
gelerek:
- “Ya Rasûlallah! Kızım çiçek hastalığına yakalandı ve
saçları döküldü. Ben onu evlendirdim, başına takma saç ilave edeyim mi?” diye
sordu.
Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem:
- “Allah takana da, taktırana da lânet etmiştir.”
buyurdu.” (Buhari, Müslim)
3- Ağaran saç ve sakal kıllarını koparmamalıdır.
Bu hususta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle buyurmaktadır:
“Saçtaki akları yolmayın. Zira kişi Müslüman iken tek
bir kıl bile ağarmış olsa bu kıl, kıyamet gününde onun için mutlaka bir nur
olur.” (Ebu Davud)
“Kimin Allah yolunda saç ve sakalına ak düşerse,
kıyamet gününde kendisi için nur olur.” (Tirmizi)
4- Bıyıkları derince kesmek, sakalı bir tutam uzatmak
sünnettir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
“Müşriklere muhalefet edin, sakalı bırakın,
bıyıklarınızı derince kesin.” (Buhari, Müslim)
5- Savaş zamanlarında düşmana karşı heybetli gözükmek
için bıyıkları gür bırakıp uzatmakta mahzur olmadığı hususunda görüş beyan
edenler olmuştur. Onun dışında bıyıkları ağzı kapatacak şekilde uzatmak, sağa
sola uzatıp kıvırmak veya yanlardan aşağıya doğru uzatmak asla uygun değildir.
Hele bıyıkları tamamen kazımak bizim örfümüzde, medeniyetimizde, asla yeri
olmayan kör bir taklittir. Bunun çağdaşlıkla ,medenîlikle uzaktan yakından
hiçbir ilgisi yoktur.
6- Saç ve sakalın siyah boya ile boyanması memnudur.
Ancak kına ile boyanabilir. Bu hususta kına, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellemin kadın ve erkeklere tavsiye ettiği boyadır.
Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
“Ahir zamanda saç ve sakallarını güvercin döşleri gibi
siyaha boyayacak olan bir kavim gelecektir ki onlar cennet kokusunu
koklayamayacaklardır.” (Ebu Davud)
7- Kadınların ellerine tırnaklarına oje ve benzeri
katı boya sürmeleri çok kötü bir adettir. Bu boyalar altına su geçirmediğinden
abdest ve gusülleri olmaz. Kadınlar için sünnet olan saçları ile beraber el ve
tırnaklarını kına ile boyamaktır.
Hz. Aişe radıyallahu anha şöyle rivayet etmiştir:
“Bir kadın perde arkasından Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem’e mektup gösterdi. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem
elini derhal geri çekip şöyle buyurdu:
Bu erkek eli midir, yoksa kadın eli midir? (belli
değil). Kadın elidir denilince, şöyle buyurdu:
Eğer sen kadın olsaydın tırnaklarını kına ile
(boyayarak) rengini değiştirirdin.” (Ebu Davud)
8- Koltuk altları ve edeb yerinin temizliğine de azamî
derecede dikkat edilmelidir. Bu kısımları haftada bir, olmazsa 15 günde bir
temizlemek gerekmektedir. Çünkü bu temizlik bütün peygamberlerin sünnetidir.
Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
“Beş şey yaratılıştandır. Sünnet olmak, etek tıraşı
olmak, bıyıkları kısaltmak, tırnak kesmek, koltuk altını tıraş etmek.” (Buhari,
Müslim)
9- Tırnakları Cuma günü kesmek müstehabdır. Tırnak keserken, sağ elin önce şehadet
parmağından başlayarak sonra da sırasıyla orta, yüzük, küçük ve baş parmağı,
sol elin de baş parmağından başlayıp küçük parmağa doğru kesilmesi tavsiye
edilmiştir. Herhangi bir sıralamaya tâbi tutmadan kesilmesi de caizdir.
Tırnakları bir topluluk içinde onları rahatsız edecek şekilde kesmek, kesilen
tırnakları ortalıkta bırakmak uygun değildir. Tırnakları bir kağıt üzerinde
sağa sola dağıtmadan kesmek, kesilen tırnakları, mümkünse toprağa gömmek,
değilse, kağıt içinde toparlayıp dağıtmadan çöpe atmak gerekir.
Tırnakları yukarıda anlatıldığı şekilde kesmek sadece
erkekler için değil kadınlar için de sünnettir. Bir kısım kadınlar tırnaklarını
aşırı derecede uzatıyor ve hatta ona şekil veriyor, ucunu sivriltiyor. Bu
Müslüman bir kadına asla yakışmaz.
10- Her yemekten önce ve sonra el ve ağız temizliği
yapılması. Ellerin kirlendiği zaman muhakkak yıkanması, kirlenme yüzeysel ise
ve sadece su ile yıkamakla gidecekse su ile, sabunla gidecek bir kirlenme ise
sabunla veya başka temizleyicilerle temizlemek gerekir. Çünkü elimiz en çok
kullandığımız ve diğer azalarımızla en çok temas eden bir uzvumuzdur. El
temizliğine dikkat etmez isek, onun vasıtasıyla taşıdığımız mikroplar temas
ettiğimiz diğer azalarımızın hastalık kapmasına sebep olabilir.
Hele hanımlar bu hususta daha çok dikkatli
olmalıdırlar, hem küçük çocukların bakımında hem yemek ve içecek hazırlamakta
sürekli kullandığı elini temiz tutmazsa bir çok sıkıntılara, hastalıklara sebep
olabilir. Bazı insanlarda ağız ve ayak kokması olur. Bilhassa bu gibi kişilerin
toplum içine çıkarken, ziyaretlere, toplantılara giderken, ağız ve ayak kokusunu
giderecek tedbirler alması, ağzını misvaklaması, ayağını yıkaması da
âdaptandır.
1- Helâya sol ayakla girip:
"Allâhümme innî eûzu bike minel hubsi vel habâis.
- Allah’ım hubs ve habâisten sana sığınırım.” duasını okumalı sol ayağı üzerine
meyilli olarak ön ve arkayı kıbleye çevirmeden oturmalı, konuşmamalı, selam
alıp selam vermemelidir.
2- Helâdan çıkarken de, sağ ayakla çıkıp:
"Elhamdülillâhillezî ezhebe anni'l ezâ ve âfânî -
Benden eziyeti giderip afiyet veren Allah’a hamdolsun.” diye dua etmelidir.
3- Ayakta bevletmemelidir. Çünkü ayakta bevletmek hem
sıhhate, hem âdaba aykırıdır. Ayrıca idrarın elbise üzerine sıçraması ve
kirletmesi çok muhtemeldir.
4- Sağ el ile tenasül uzvunu tutmamak lâzımdır.
5- İdrarını yaptıktan sonra mümkünse bir müddet
yürümek veya beklemek yahut mesânede kalması muhtemel idrarın çıkması için sol
elin baş ve orta parmağı ile tenasül uzvunun arkasından öne doğru meshetmek
âdabtandır.
6- Misafirlikte, ev sahibine sıkıntı vermemek için
daha helâda iken oturup kalkarak veya silkeleyerek bu âdabı yerine
getirmelidir. Bazı kişiler ille de bir müddet beklemek âdabına riayet edeyim
derken tuvalet ve lavabo tarafına birkaç kere gidip gelerek ev sahibine sıkıntı
vermektedirler. Bu gibi durumlarda diğer insanları rahatsız etmeyecek âdabı
uygulamak da bir âdabtır. Bu husus asla gözardı edilmemelidir.
7- Helâdan çıkınca da elleri en iyi bir şekilde
temizlemek ve abdest almak da âdabtandır.
8- Açık arazide güneşe veya aya karşı def'i hâcet
etmemek, bevlederken bevledilen yerdeki toprağı yumuşatmak, sert bir zemine,
taş üzerine bevletmemek gerekir. Arazide büyük def’i hacet yapıldıktan sonra
üzeri toprakla örtülmelidir. Yol üzerine, ağaç gölgelerine, su başlarına, su
birikintilerine, akarsu kenarlarına küçük, büyük abdest bozulmamalıdır.
9- Abdest bozduktan sonra şayet açık bir arazide isek önce temiz bir
taşla, sonra su ile, helâda isek su ile temizlenilmelidir.
10- Temizlik için sol el kullanılmalıdır.
11- Temizlikten sonra temiz bir bezle kurulanmalıdır.
12- Helânın içine tükürmemek, sümkürmemek, helâdan
çıkarken helâyı temiz bir şekilde bırakmak da bir edeptir. Böylece bizden sonra
helâya gireceklere eziyet etmemiş, onları rahatsız edecek çirkin görüntülerden
korumuş oluruz. Zamanımızda bazı kişiler, helâlarda edep ve ahlâka mugâyir çok
çirkin yazılar yazmaktadırlar. Bunlar hem helâ duvarlarını kirletiyor, hem
gözleri kirletiyor, hem de kalbleri, zihinleri rahatsız ediyorlar. Büyük bir
medeniyetin mensubu olan Müslümanlara böyle basit, edep dışı davranışlar hiç
yakışmıyor.
Müslümanlar giydiği elbiseleri, kullandığı eşyaları da
temiz bulundurmalıdır. Elbisemiz basit ve yamalı olabilir, evimiz ve
işyerimizdeki eşyalarımız, mutfaktaki kap kacaklarımız da basit olabilir.
Bunlar bir eksiklik, sahibini küçültecek bir noksanlık değildir. Mühim olan
giysilerimizin ve eşyalarımızın her zaman temiz bulundurulması ve yerli yerinde
kullanılıp, yerli yerinde dizayn
edilmesidir. Kirli, dağınık, düzensiz, sağa sola rastgele atılmış eşyaların
bulunduğu bir ev veya işyerinde huzurla oturmak ve huzurla iş yapmak mümkün
değildir. Kişide göz estetiği bulunmalıdır. Göz estetiği olan kişilerin
bulunduğu mekanlar düzenli ve gizemli olur. Evde ve işyerinde kurulan düzenin
bozulmaması için yapılacak en mühim iş; eşyayı kullandıktan sonra alındığı yere
koymaktır. Böylece; düzen bozulmamış, lâzım olduğu zaman (nerede idi) gibi bir
telaşa kapılınmamış olur.
Müslüman en az her cuma gusül yaparak vücudunu
temizlerken, kirlenen elbiselerini de, hemen temizlemeli temiz ve iyi
giyinmelidir. Pejmürde, düzensiz, kirli, yırtık elbiselerle toplum içine
çıkmamalıdır. Yukarıda da ifade edildiği gibi elbiselerimiz basit ve yamalı
olabilir amma asla yırtık, kirli, sökük ve pejmürde olamaz. Ev kadınları mutfaklarını
çok düzenli tutmalı, kap kacaklarını asla yıkanmamış olarak sabahlatmamalı,
akşam yemeğinden sonra mutfağını pırıl pırıl etmelidir. Kendinin, kocasının ve
çocuklarının, varsa diğer aile fertlerinin çamaşırları zamanında yıkanmalı,
sökükleri dikilip, yırtıkları yamanmalı ve ütülenmesi gerekenler ütülenmelidir.
Ancak bu hizmetleri yaparken aşırılığa kaçılmamalı ve kendisini ev ve ev
eşyalarına mahkûm ve hizmetçi durumuna düşürmemelidir. Gerek giysilerimizi,
gerekse mutfak ve diğer ev eşyalarımızı, işyerindeki eşyalarımızı hor
kullanmamalıyız. Kullanılabilir olanları, yenisini almak veya modaya uygununu
almak için bir kenara atıp israf etmemeliyiz.
Evimiz ve işyerimizdeki eşyaları yerli yerinde düzenli
tutarken gerek evimizin ve gerekse işyerimizin içi ve dışını gayet temiz
tutmalıyız. Evlerimize ayakkabı ile girmek asla uygun değildir. Bu hem sağlık
yönünden, hem de edeb yönünden asla caiz değildir. Bu adet, her kötü adet gibi
bize yabancılardan sirayet etmiştir. Müslümanın evi her yerinde namaz kılınabilecek,
her türlü ibadetin yapılabileceği temiz bir mekandır, öyle olmalıdır. Orasını
kirli ayakkabılarla kirletmek, kirletilmesine müsaade etmek yakışık almaz.
Bu hususta kadınlar çok daha dikkatli olmalı,
çocuklarının ayakkabılarını da çıkararak evlere girmelidirler. Buna uymayanlar
münasip bir şekilde uyarılmalıdır.
İslâm çevre temizliğine çok önem vermiştir.
1- Yerlere tükürülmemeli, sümkürmemeli, yediğimiz
şeylerin ambalajları, kabukları sokağa, yerlere atılmamalı. Evdeki çöpler poşetlere
konulup ağızları sıkıca bağlanarak çöp bidonlarına konulmalıdır.
2- Çöpler rastgele, dağınık bir şekilde sokak ortasına
atılmamalıdır. Çocuklarımız da bu hususta eğitilmelidir. Atalarımız:
"Herkes kendi evinin önünü temizlerse bütün mahalle temizlenir."
demişlerdir.
3- Herkes kendi evinin önünü, bahçesini temiz tutarak
çevrenin temizliğine katkıda bulunmalıdır.
4- Mesire yerlerine, kırlara gidildiğinde orada
yenilip içilenlerden arta kalanları rastgele sağa sola atmamalı, bir poşete
konulup varsa oradaki bir çöp bidonuna yoksa oradan getirilerek herhangi bir
yerdeki çöp bidonuna atılmalıdır. Herkes böyle yapınca umuma ait mesire
yerleri, kırlar, parklar kirletilmemiş ve herkesin rahatlıkla istifâde edeceği
şekilde muhafaza edilmiş olur.
5- Bu gibi yerlerde yemek ve çay için yakılan ateşler
mutlaka söndürülmeli ve üzerleri toprakla örtülmelidir. Birçok orman
yangınlarına kırlarda, mesire yerlerinde yakılıp söndürülmeyen ateşler sebep
olmaktadır.
İslâm’da ağaç dikmenin ve yetiştirmenin önemi herkesçe
malûmdur. Yıllardır, asırlardır oluşan bu güzelim yeşilliklerin, ormanların bir
ihmal veya görgüsüzlük sebebiyle yanıp yok olup gitmesine fırsat
verilmemelidir. Hülâsa olarak, temizlik imandandır. Müslüman bedenini,
kullandığı eşyalarını, oturduğu mekanları ve çevresini temiz tutmalı
kirletenleri uyarmalı. Aile içinde eğitimi yapılmalıdır. Sigara içmek tahrimen
mekruhtur. Bazı alimlerce haramdır. Ancak bir kısım Müslümanların maalesef
sigara içtiği de bilinmektedir. Sigara içenler izmaritlerini yerlere atarak
çevreyi kirletmemeli, toplu oturulan yerlerde içmemelidir.
6- Yollara, ağaç gölgelerine bevletmemeli, def’i hacet
yapmamalıdır. Çünkü buralar, halkın yararlandığı yerlerdir.
Bu hususta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle buyurmaktadır:
“Lânete sebep iki şeyden sakının.” Mecliste
bulunanlardan bir kısmı “O iki lânete sebep nedir, Ya Rasûlallah?” diye
sordular.
O, şöyle buyurdu:
“Halkın yürüdüğü yolda ve oturduğu gölgelerde abdest
bozan kimsedir.” (Müslim)
Diğer bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır:
“Abdest bozmakta üç lânetlemeye sebep olan yerden
kaçının:
- Su yolları,
- Yol ortası,
- Gölgelikler.” (Ebu Davud)
7- Mesire yerleri, parklar ve benzeri yerlerdeki
ağaçlara, güllere ve çimenlere zarar vermemelidir. Gereksiz yere kesmemeli, koparmamalı
ve çiğnememelidir. Bu hususta çocuklar eğitilmelidir.
Çevrenin ağaçlandırılması, yeşillendirilmesi için
gayret göstermelidir.
8- Herhangi bir sebeple ölen küçük, büyük hayvanları,
sokaklara, kırlara, umuma açık yerlere bırakmamalıdır. Hem kötü kokusunu
önlemek, hem de çeşitli hastalıklara sebep olmamak için muhakkak toprağa
gömmelidir.
9- Fabrika atıkları ve artıkları ile dere, çay, ırmak
ve denizlerimiz kirletilmemelidir. Bu hususta fabrika sahipleri gerekli
tedbirleri almalı, ayrıca yetkililer de bu hususta dikkat etmeyenleri kontrol
edip, gereğini yapmalıdırlar. Bilhassa sanayileşmiş ülkeler çok titiz
davranmalı, nükleer atık ve artıkların çevre sağlığına zarar vermemeleri için
her türlü önlemi almalıdırlar.
10- Fabrika bacalarından çıkan zehirli gazların
çevreye zarar vermemesi için, bacalara filtre takılmalı, filtre takmayanlar
ilgililerce takip edilip, uyarılmalı, gerekli yaptırımlar uygulanmalıdır.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Temizlik
imandandır." (Müslim) buyurmaktadır.
Müslüman dış temizliğinin yanında iç temizliğine de dikkat etmelidir. Kalbini
tasfiye, nefsini tezkiye etmeyen, bu hususta gayret göstermeyen kişilerin
akıbetlerinden korkulur.
Allah Teâla şöyle buyurmaktadır: "Nefsini
kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere daldıran ziyan
etmiştir." (Şems/9-10)
Nefsi kötülüklerden arındırmak, sadece kötülükleri,
haramları terk etmek değil, aynı zamanda, kötülükleri, haramları işlemek
arzusunu da terk etmektir. Nefsi şu mertebelerden geçirerek mutmainneye
ulaştırmak, sonra sâfiye mertebesine çıkarmaktır.
Emmâre:
Haramları, haram olduğunu bile bile fütursuzca işleyen nefis.
Levvâme:
Nefis kısmen terbiye edilmiş ise de, zaman zaman kötülük yapıyor, haramlara
dalıyor, fakat yaptığı kötülüklerden, işlediği haramlardan pişmanlık duyuyor.
Mülhime:
Belirli bir ölçüde terbiye edilmiş, taatını artırmış, büyük ölçüde kötülükleri,
haramları bırakmış, fakat bıraktığı kötülükleri, yapmak arzusunu terk etmemiş.
Mutmainne:
Nefis bütün kötülükleri, haramları terk ettiği gibi bu kötülükleri işleme
arzusunu da tamamen terketmiş ve kendini hakiki kulluğa vakfetmiştir.
Râdiye:
Artık nefis her işte Allah’ın rızasını kazanmaya yönelmiş, Allah’tan gelen
ister bela ve musibet suretinde gelsin, ister nimet şeklinde gelsin arasında
fark gözetmeden Allah’tan râzı olmuştur.
Merdiyye:
Allah’ın rızasını herşeyin üstünde tutmaya devam eder, bu halini muhafaza eder,
istikametten asla ayrılmaz. İşte bu mertebede Allah da kulundan razı ve hoşnut
olur.
Sâfiye veya kâmile: Sıddıykların, vâris-i enbiya olan
Allah dostlarının ulaştığı bir mertebedir ki, bu mertebeye ulaşanlar dünyadan
da, ukbadan da vazgeçerler. Onların tek arzusu Allah celle celaluhu olur.
Kalbi, masivadan, suî zandan, kötü ahlâk, kötü niyet
ve kötü düşüncelerden evveliyetle şirk, küfür, nifaktan, hurâfelerden
arındırmak gerekir. İçinde şirk, küfür ve nifak bulunan bir kalp kalplerin en
kötüsü ve en kirlisidir. Şirk necasetiyle kirlenen bir kalp insanlığın hayrına,
iyi niyet besleyemez. Diğergam davranışlar sergileyemez.
Ehl-i hikmet üç şey kalbin kötülüğünün alâmetleridir
demişlerdir:
1- Allah'a itaatten tad almamak.
2- Günaha düşmekten korkmamak.
3- Başkasının ölümünden ibret almayıp aksine her gün
dünyaya daha çok bağlanmak.
Müslüman düşüncesini, niyetini, amelini her türlü
kötülüklerden arındırıp, iyi düşünen, iyilik düşünen, iyi niyetli, sâlih
ameller işleyen dışını ve içini imanının gereği olarak sürekli temizleyen,
temiz tutan, yaşayışını başkalarının kötü düşünce, kötü niyet ve kötü
emellerine göre değil, imanının gerektirdiği şekilde tanzim eden kişidir. İçi
ve işi temiz olmayanın dış temizliği bir mânâ ifade etmez.
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“O gün (mahşer günü) ne mal, ne evlat fayda verir. O
günde ancak Allah’a kalb-i selimle gelenler kurtuluşa erer.” (Şuara/88-89)
Kalb, her an Allah Teâla'ya minnet duygusuyla dolup
taşmalıdır. Bizi insan olarak yaratan, iman tacını giydiren, ahir zaman
nebisine ümmet kılan, tâdât edilemeyecek kadar nimetlere gark eden Rabbimize
minnet heyecanı duymayan bir kalb gerçekten gaflette olan bir kalptir. Gaflet
ise kirlenmelere, kötülüklere aralık bırakılmış bir kapıdır.
Ehl-i hikmet üç çeşit kalb olduğunu söyler:
1- Ölü kalb,
2- Hasta kalb,
3- Diri kalb.
Ölü kalb, kâfir ve münafıkların; hasta kalb, günah-ı
kebair işleyenlerin, isyan ve tuğyan içinde bulunanların kalb halidir. Diri
kalb ise, muttakîlerin, salihlerin, sâdıkların kalbidir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
“Allah Teâlâ sizin suretlerinize ve mallarınıza
bakmaz. Lâkin kalblerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim)
Abdullah Antâki beş şey kalb hastalığını tedavi eder
demektedir.
1- Salihlerle oturmak.
2- Kur’an okumak.
3- Mideyi boş tutmak.
4- Gece kalkıp ibadet etmek.
5- Sabahları tazarru ve niyazda bulunmak.
Abdulkadir Geylani kudduse sırruh şöyle demektedir:
“Kalblerinizi ıslah etmeye çalışın. Çünkü onun salah
bulması, bütün varlığın salaha ermesi sayılır. Kalbinizi yürümeye alıştırın. O
bir adım giderse ikinci adımı yürütmeye koyulun. O yürümeye başlarsa elinden
çabuk tutarlar. Yeter ki şâhın yolunu bile. Ona doğru yürüyen kalb bir adım
atsa o şah beş adım atar. Belki daha da fazla. O, sevdiklerine kavuşmayı en çok
sevendir.”
Vücudun diğer bütün azaları kalbe bağlıdır. Ona
tabidir. Kalbin ıslahı diğer azaların ıslahı, kalbin fesadı diğer azaların
fesadı demektir. Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
“Vücutta bir et parçası vardır ki, o düzelirse vücutta
düzelir. O bozulursa vücut da bozulur. Dikkat edin o kalbdir.” (Buharî -
Müslim)
Kalb, nazargâh-ı ilahidir. Onu her türlü
kötülüklerden, kötü düşünce, niyet ve kötü ahlâklardan korumamız gerekir. Aksi
takdirde ilahi nazara teşne olmaz. Kalbi bu ve benzeri kötülüklerden koruyup
selamete çıkarmak gerekir. Buna muvaffak olmak büyük bir lütf-u ilahidir.
Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
“Allah Teâlâ bir kuluna hayır murad ederse, onun kalb
kilidini açar. Onu yakin ve sıdk sahibi yapar. Kalbini selim, lisanını sâdık,
ahlâkını müstakim kılar. Kulağını hakkı işitici, gözünü hakkı görücü eyler.”
(Muhtarul Ehadis - Münâvî)
Kalbimizi her türlü havatırdan korumak, tertemiz
yapmak, bir an olsun Allah Teâlâ’dan gâfil bırakmamak gerekir.
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“İşte size va’dedilen bu cennet ki o, Allah’a yönelen,
emirlerine riayet eden, görmediği halde Rahmân’dan korkan ve Allah’a yönelmiş
bir kalb ile gelen kimselere mahsustur.” (Kaf/32-33)
Giyilecek elbiseler temiz ve sâde olmalı vücut
hatlarını ve teni belli edecek kadar dar
ve ince olmamalıdır. Dine, örf ve adete aykırı, aşırı derecede dikkat çekici,
ya da gülünç duruma düşürücü, toplumu rahatsız edici veya kirli, sökük, yırtık,
pejmürde, kötü görünümlü de olmamalıdır. Her hususta olduğu gibi elbise
hususunda da israfa kaçmamalıdır. Büyüklenmek, böbürlenmek için giyilen
elbiseler, cehennem alevlerinden birer giysidirler. Kibirlenmemek,
böbürlenmemek şartıyla güzel elbiseler giymek mübahtır. Bilhassa ibadet
ederken, toplum huzuruna çıkarken buna çok dikkat etmelidir.
Allah Teâla şöyle buyurmaktadır:
"Ey Âdemoğulları! Her secde edişinizde güzel
elbiselerinizi giyin. Yiyin, için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf
edenleri sevmez." (Araf/31)
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:
"Ey Mü’minler! Gönlünüzce yiyiniz, içiniz,
giyiniz ve Allah yolunda harcayınız. Ancak israfa, kibir ve gurura
kaçmayınız." (Buharî)
Şöhret ve gösteriş için elbise giymek memnûdur.
Bu hususta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle buyurmaktadır:
"Bir kimse şöhret elbisesi giyerse, Allah Teâla
kıyamet gününde öyle bir elbise giydirir ki, onu cehennem alevleri içinde
yakar." (Ebû Davud)
Şöhret elbisesi bir varlık gösterişi olabileceği gibi,
zühd ve takva gösterişi şeklinde de olabilir. Netice itibariyle her ikisi de
aynıdır. Hatta ikincisi birincisinden daha çirkindir.
Kadınların ve erkeklerin kendi yaratılışlarına ve
konumlarına uygun elbiseler giymesi gerekir. Kadınların erkek elbisesi,
erkeklerin kadın elbisesi giymesi asla caiz değildir.
İbni Abbas radıyallahu anh şöyle rivayet etti:
“Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, erkeklerden
kadınlara benzeyenlere ve kadınlardan erkeklere benzeyenlere lânet etti.”
(Buhari)
Bu benzeyiş, ya davranışlarda ya da giyimde olur.
Kadınların konuşma şekline, oturup kalkma, yürüme ve benzeri davranışlarına
özenip, onlara benzemeye çalışmak, onların giysilerine özenip onlar gibi
giyinmeye kalkışmak taklitlerin en kötülerindendir. Kezâ kadınların da aynı
şekilde erkeklere özenip onların giyimlerine, davranışlarına benzemeye
çalışması Müslüman bir kadın için onur kırıcı bir harekettir. Her cins,
yaratılışındaki özelliklere göre giyinmek ve davranmakla insanlık onurunu
korumuş olur.
Zamanımızda cinsiyet değiştiren kadın ve erkekler,
toplumun ne durumlara düştüğünün açık bir göstergesidir. Gerek kadın ve gerekse
erkekler görülmemiş bir şekilde israf yarışı içindedirler. Gardıroplarımız
elbiselerle dolup taşmaktadır. Dindar kadın ve kızlarımız bile tesettür giyimde
kendilerine göre geliştirilmiş modayı takip etmekte, çok cazip, dikkat çekici,
pardesü, başörtüsü, ayakkabı giymekte, çarşı pazar dolaşmaktadırlar. Bu hususta
erkekler de kadınlardan geri kalmamakta, bu yarışa onlar da büyük bir arzu ve
istekle katılmaktadırlar. Modayı takip etmek ve israf etmek ayrı şey, güzel ve
temiz giyinmek ayrı şeydir. Müslüman kadın ve erkek elbette temiz, düzgün ve
güzel elbiseler giymelidir. İslâm dini buna karşı değildir. Bilakis teşvik
etmektedir.
Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
"Siz muhakkak din kardeşlerinizin yanına
varacaksınız. Binitinizi düzeltiniz. Elbisenizi iyileştirin. Halkın arasında
sanki (yüzdeki) ben gibi olunuz. Zira Allah çirkin görünüşlü olmayı ve fenâ
konuşmayı sevmez." (Ebu Dâvud)
Maddî imkanı iyi olanlar israfa kaçmadan, kibir ve
gurura, gösterişe bulaşmadan, diğer insanlara göre daha pahalı elbiseler
giyebilirler.
Bu hususta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle buyurmaktadır:
"Allah nimetinin eserini kulunun üzerinde görmeyi
hakikaten sever." (Tirmizi)
Kadınların mahrem yerlerini gösteren açık elbise
giymeleri veya kapalı olduğu halde vücut hatlarını gösterecek şekilde dar
elbise giymeleri haramdır.
Hz. Aişe radıyallahu anha şöyle rivayet etmiştir:
“Ebu Bekir’in kızı Esma üzerinde ince bir elbise
olduğu halde Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin yanına girdi. Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem ondan yüz çevirerek şöyle dedi: “Ey Esma! Kadın
erginlik çağına girdiği zaman -ellerini ve yüzünü göstererek- şu ve şu azası
hariç diğer uzuvların görünmesi uygun olmaz.” (Ebu Davud)
Çıplaklık
toplumda fitneye sebep olduğu gibi, kocasının kendi üzerindeki kocalık hakkına
da saygısızlıktır. Elbette hepsinin üstünde Allah Teâla'ya isyandır. Şu husus kesin olarak bilinmelidir
ki, çıplaklık ne bir medenîliktir ve ne de kadın hürriyeti ile ilgilidir. Kadın
farkında olmadan modaya ve erkeklerin şehvetlerine ve behîmî arzularına alet
olmaktadır. Kadın ana olmak, hayırlı evlat yetiştirmek, eşine yardımcı olmak,
evinde bir huzur kaynağı, sevginin ve saygının bir sembolü olmak sûretiyle
medenî olur. Bugünün kadınları şayet kadın hakları ile ilgili bir mücadele
vereceklerse, kendilerini kadınlık onurundan, kadınlık özelliklerinden
uzaklaştıran, bir metâ durumuna düşüren kalın kafalı, ilkel, inançsız,
kişiliksiz erkeklere ve yönetimlere karşı mücadele etsinler ve yeniden analık
ve mürebbiyelik tahtlarına otursunlar.
Kadınlar evlerinde daha güzel elbiselerini giymeli,
kocasına karşı süslenmelidir. Dışarıya çıkarken asla koku sürünmemeli, dikkat
çekici yürüyüş ve davranışlardan sakınmalıdır. Zaruret olmadıkça da sık sık
çarşı pazar dolaşmamalıdır. Maalesef zamanımız kadınları çarşı pazara çıkarken
süsleniyor ve fakat evlerinde bir hizmetçi kadın kılık kıyafetiyle beylerini
karşılıyorlar.
Kadınların kocalarına karşı süslenmeleri, güzel
elbiseler giymeleri, onları evine bağlayacak, evini bir huzur, bir saadet
yuvası yapacak olan güzel davranışlar sergilemeleri İslâmî âdabtandır.
İslâm dini, ziyneti kadına helâl kılmıştır. Çünkü onun
yaratılışındaki letâfete ziynet pek uygun düşmektedir. Onun için ipek ve altın
kadına helâl, erkeklere haram kılınmıştır.
Müslüman kadın ve erkekler cuma günleri, bayram
günleri, düğün ve derneklerde, herhangi bir toplantıya katılacakları zaman
yukarıda anlatılan ölçülere dikkat etmek şartıyla her zaman giydikleri
elbiselerden daha güzel elbiseler giymelidirler.
İslâm'da bir kıyafet üniforması yoktur. Kadınlar için
ille de çarşaf, erkekler için ille de şalvar ve cübbe gibi bir kıyafet
belirlenmemiştir. Kişi isterse çarşaf, cübbe ve şalvar giyer, isterse başka bir
şey. Mühim olan İslâm'ın emrettiği şekilde örtünmektir. Giyimler milletlerin
örf ve adetlerine, coğrafi şartlara göre değişik olabilir. Bu hususta İslâm
dini asla müdahil olmamıştır.
Ancak gayr-i müslimlerin dînî sembolleri olan
giysileri giymek katiyetle men edilmiştir. Yırtıcı hayvanların derisinden
elbise yapıp giymek de yasaklanmıştır.
Ebu Melih: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
"Yırtıcı hayvanların derilerini kullanmaktan nehyetti." diye rivayet
etmektedir. (Ebu Davud, Tirmizi)
Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem çeşitli renk
ve desenlerde elbiseler giymiştir. Ancak beyaz elbise giymeyi tavsiye etmiştir:
"Beyaz elbise giyiniz. Çünkü o son derece temiz ve hoştur. Ölülerinizi de
beyaz bez ile kefenleyiniz." (Tirmizi)
Gerek kadın ve gerekse erkekler iç çamaşır giymek
hususunda da aynı titizliği göstermelidirler. İç çamaşırlarında temizliğine
dikkat etmeli, kadın ve erkek kendi yaratılışlarına uygun tarzda
giyinmelidirler. Çorapların temizliği hususunda titiz davranmalıdırlar.
Bilhassa câmilere, toplantı yerlerine
kokan kirli çoraplarla asla gitmemeli ve cemaatı rahatsız
etmemelidirler.
Gerek çoraplar ve ayakkabılar ve gerekse elbiseler
giyilirken sağ taraftan başlamalı, çıkarırken de önce sol taraf çıkarılmalıdır.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
"Bir şey giyeceğiniz ve abdest alacağınız vakit
sağ taraflarınızla başlayın." (Ebu Davut, Tirmizi)
Yeni bir elbise, ayakkabı vs. giyerken Peygamberimiz
sallallahu aleyhi ve sellem şu duayı yaparlardı:
"Allahümme lekelhamdü Ente kesevtenîhi. Es'elüke
hayrahû ve hayra mâ sunia lehü ve eûzü bike min şerrihî ve şerri mâ sunia
lehû."
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu duayı
yaparken giydiği şeyin ismini de zikrederdi.
Duanın manâsı şudur:
"Ey Allahım! Hamd ancak sana mahsustur. Onu bana
Sen giydirdin. Onun hayrını ve onun için takdir olunanın hayrını dilerim. Onun
şerrinden ve onun için takdir olunanın şerrinden Sana sığınıyorum."
Bu duanın Arapçasını ezberlemekte zorlananlar Türkçe
meali ile dua edebilirler.
Müslüman tavır ve davranışlarıyla olduğu kadar
giyimiyle de İslâm'ın mehâbetini göstermeli, İslâm kimliğini tezahür
ettirmelidir.
Helâl kazanmak, helâl yiyip içmek çok önemli bir
husustur. Müslümanlar kalbini, dilini, gözünü korudukları gibi midelerini de
haramdan korumalıdırlar. Midesinde haram lokma olan bir kişinin ibadetlerinden
haz alması, dualarının kabul olması beklenemez. Kaldı ki Müslümanlar değil
haramlardan, şüpheli şeylerden kaçınmak zorundadırlar.
Hz. Ömer radıyallahu anh: "Kamburlaşacak kadar
namaz kılsanız, kıl gibi incelene kadar oruç tutsanız haramdan kaçınmadıkça bu
ibadetleriniz sizden kabul olunmaz." buyurmaktadır.
Haram ve şüpheli şeyleri yemek ve içmek haram olduğu
gibi yenilip içilmesi haram kılınan şeyleri yiyip içmek de haramdır.
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına
boğazlanan, boğulmuş, vurulup öldürülmüş, yukarıdan yuvarlanıp ölmüş,
boynuzlanıp ölmüş, canavarların yediği hayvanlar -ölmeden önce yetişip
kestiğiniz müstesna- dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlanmış hayvanlar ve
fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı. Bunlar yoldan
çıkmaktır." (Maide /3)
Yahya bin Muaz:
"İtaat Allah'ın hazinelerinden bir hazinedir. Fakat onun anahtarı dua,
anahtarın dişleri helâl lokmadır." demektedir.
Yemek, içmek hususunda israfa kaçmak da haramdır.
Bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Bir de akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver.
Gereksiz yere de saçıp savurma. Zira böylesine saçıp savuranlar, şeytanların
dostlarıdırlar. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür." (İsra /26-27)
Allah Teâlâ helâl ve temiz olanı yememizi emrediyor:
"Allah'ın size helâl ve temiz olarak verdiği
rızıklardan yiyin ve kendisine iman etmiş bulunduğunuz Allah'tan korkun."
buyuruyor. (Maide /88)
Allah Teâlâ kullarına sayılamayacak kadar bol ve
çeşitli nimetler ihsan etmiştir. Cennet nimetleri ise tarife sığmaz. Allah
Teâlâ'nın helâl kıldığı yiyecek ve içecekleri küçümsemek, ayıplamak asla caiz
değildir küfran-ı nimettir. Kişi bazı yiyecek ve içecekleri sever, bazılarından
da hoşlanmayabilir. Bu durum kişiden kişiye değişir. Onun için Allah’ın nimeti
olan bir yemeği ve içeceği "Ben bunu sevmem, bu nasıl yemek, bu nasıl
içecek.” vb. ifadelerle ayıplamak İslâmî edeb ve ahlâka mugâyirdir.
Ebu Hureyre radıyallahu anh şöyle demiştir:
"Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hiçbir
yemeği hiçbir zaman ayıplamamış, yermemiştir. O, bir yemekten hoşlanırsa yerdi,
hoşlanmazsa bırakırdı, yemezdi." (İbni Mace)
Yemek ve su kaplarının, çatal ve kaşıkların altın ve
gümüşten olması da memnûdur. Bunda hem israf ve hem de kibirlenmek vardır. Onun
için Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem altın ve gümüşten yapılan kaplardan
yemek yemeyi ve su içmeyi men etmiştir.
"Her kim altın veya gümüş kaptan içerse ancak ve
ancak karnına cehennemden bir ateş sarılacaktır." buyurmuşlardır. (Buhari-Müslim)
Diğer bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır:
"İpeği giymeyin. Altın ve gümüş kaplardan
içmeyin. Onların sahanlarından yemeyin. Çünkü bunlar dünyada onların
(kâfirlerin)dir." (Müslim-Ebu Davud)
1- Yemek yemeye başlamadan önce ilk yapılacak iş,
elleri güzelce yıkamaktır.
Enes bin Malik'ten rivayet edilen bir hadis-i şerifte
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
"Kim, Allah'tan evinin hayır ve bereketini
çoğaltmasını istiyorsa yemeğe hazırlandığı zaman abdestlensin (elleri
yıkasın)" (İbni Mace)
Diğer bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır:
“Yemeğin bereketi, hem yemekten önce hem de yemekten
sonra (el ve ağzı) yıkamaktadır.” (Ebû Davud)
Yemekten önce ve sonra elleri yıkamak sünnettir.
Yemekten önce abdest alıp, yemeği abdestli olarak yemek de müstehabtır.
2- Ayakta yemek yemek ve su içmek mekruhtur. Ancak
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin zemzemi ayakta içtiği rivayet
olduğundan, suyun da ayakta içilebileceğini söyleyenler olmuştur. En güzeli
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selleme uyarak zemzemi ayakta içmeli, suyu ve
yemeği de oturarak içip yemelidir.
Enes bin Malik radıyallahu anh: Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellemin bir kimseyi ayakta su içmekten nehiy buyurduğunu rivayet
etti. Katâde, Enes'e: "Ya yemek ne olacak?" deyince, "O daha
beter, yahut daha kötüdür." cevabını verdi. “Yani ayakta yemek, içmek, ayakta su içmekten daha
kötüdür.” dedi.
Ayakta yemek ve içmek kişinin mehâbetini gidermekte,
nimete karşı saygısızlık olmaktadır. Bizim örf ve adetimizde de ayakta yemek ve
içmek hoş görülmemiştir.
3- Yemek yerken sofrada oturuş biçimi de mühimdir.
a- Elini yere koyup ona dayanmak,
b- Bağdaş kurup oturmak,
c- Bir tarafa yaslanarak oturmak uygun değildir.
Yemek yerken en uygun oturuş tarzı:
a- Ya iki dizi üzerine çökerek oturmak,
b- Ya da sağ bacağı dikip sol ayak üzerine oturmaktır.
Yemek yerken sünnet olan oturuş biçimi budur.
Abdullah bin Büsr radıyallahu anh şöyle anlatır:
“Ben Peygamber sallallahu aleyhi ve selleme bir koyun
(kesip pişirerek) ikram ettim. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem dizleri
üzerine oturup yedi. Bir bedevi; "Bu ne biçim oturuştur?" dedi. Bunun
üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Allah beni mütevazi bir
kul etti ve beni kibirli, büyüklenen bir kimse etmedi." buyurdu.
(Buhari-İbni Mace)
Abdullah ibni Amr bin As radıyallahu anh:
“Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir yere
yaslanarak yemek yerken hiç görülmemiştir.” diye rivayet etmiştir. (Ebu Davud)
4- Yemek yemeye ve su içmeye besmele ile başlanır.
Hz. Aişe radıyallahu anhadan şöyle rivayet edilmiştir:
“Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sahabelerinden
altı kişi ile beraber yemek yiyordu. Bu esnada bir bedevi gelerek yemeği iki
lokma ile yedi (ve bitirdi). Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem, "Bilmiş olun ki eğer o
bedevi Bismillah deseydi yemek size yetecekti. Sizden biriniz bir yemek yediği
zaman Bismillah desin, şayet yemeğin başında Bismillah demeyi unutursa (yemek
esnasında hatırladığı zaman) Bismillahi
fi evvelihi ve ahirihi) desin" buyurdu.” (İbn-i Mace)
Diğer bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır:
"Bir adam evine girerken ve yemek yerken Allah'ı
anarsa şeytan (yardımcılarına) sizin için ne mesken var, ne akşam yemeği der.
Ama evine girerken Allah'ı anmazsa şeytan; meskene yetişiniz, der. O adam
yemeğine başlarken besmele çekmezse şeytan: ‘Hem meskene hem akşam yemeğine
yetişiniz’ der." (Müslim)
Müslümanlar bütün işlerine Besmele ile başlamalıdır.
Yerken, içerken, otururken, yatarken, bir yerden çıkarken bir yere girerken,
yazarken, okurken Besmeleyi diline vird etmelidir.
5- Yemek yerken ve su içerken sağ eliyle yiyip,
içmelidir. Zaruret olmadıkça asla sol el kullanılmamalıdır.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
"Sizden her biriniz sağ eliyle yesin sağ eliyle
içsin. Sağ eliyle alsın ve sağ eliyle versin. Çünkü şüphesiz şeytan sol eliyle
yer, sol eliyle içer, sol eliyle verir, sol eliyle alır." (İbni Mace)
Seleme bin Ekva radıyallahu anh şöyle rivayet etti:
“Bir adam Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in
yanında sol eli ile yemek yedi. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem:
- Sağ elinle ye, buyurdu:
Adam:
- Sağ elimle yiyemiyorum, dedi.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
- Yiyemiyesin, buyurdu.
Adam kibrinden dolayı böyle yapıyordu. Ondan sonra
adam bir daha elini ağzına kaldıramadı.” (Müslim)
6- Yemeğe tuz ile başlamalıdır. Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellemin Hz. Ali kerremallahu vecheye, yemeğine tuzla başlamasını
tavsiye ettiği ve tuzun yetmiş hastalığa şifa olduğu Şir'at’ül-İslâm adlı
eserde zikredilmektedir.
7- Bir kaptan toplu halde yenilirken herkes kendi
önünden, yemek kabının kenarından başlamalıdır. Yemek kabının ortasından,
başkalarının önünden yemek âdaba aykırıdır.
Bu hususta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle buyurmuştur:
"Yemek (sofraya) konulduğu zaman, onun kenarından
yiyiniz. (Herkes kendisine en uygun yerden yesin) ve ortasını bırakınız. Çünkü
bereket onun ortasına iner." (İbn-i Mace)
8- Yemek yerken sağa sola bakmamak, başkalarının yemek
yiyişini takip etmemek, ağız şapırdatmamak, ağzı, lokmaların görüneceği şekilde
açarak yemek yememek, büyük lokma almamak, bilakis lokmaları küçük almak, yemek
esnasında lüzumsuz lakırdılar yapmamak, lokma ağızda çiğnenirken konuşmamak da
âdabtandır.
9- Ayrıca ekmeği parçalarken, yiyeceğin kadar bölmek,
ayrı kaplarda yeniliyorsa, kabına yiyeceğin kadar yemek koymak, kabında yemek
artırmamak, sofraya dökülen kırıntıları toplayıp yemek, yere düşen yemek parçasını
temizleyip yemek de âdabtır.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
"Birinizin lokması düştüğü vakit hemen onu alsın
ve üzerindeki bulaşığı gidererek yesin. Onu şeytana bırakmasın. Parmaklarını
yalamadıkça onu mendile silmesin. Çünkü kişi bereketin, yemeğin neresinde
olduğunu bilemez." (Müslim)
10- Yemek yerken tıka basa, çok yememeye dikkat
etmelidir. Çok yemek hem israf, hem de sıhhate zararlıdır.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
"Âdemoğlu karın(mide)dan daha şerli bir kap
doldurmamıştır. Âdemoğluna belini doğrultan birkaç lokma yeter. Eğer âdemoğluna
nefsi galebe çalarsa karnın (midenin) üçte biri yiyecek, üçte biri içecek ve
üçte biri de nefes içindir." (İbn-i Mace)
Diğer bir hadis-i şerifte de şöyle buyurmaktadır:
"Mü’min bir bağırsağa yer. Kâfir ise yedi
bağırsağa yer." (Müslim)
Yemek yerken kabı içinde yemek artıkları kalmayacak
şekilde temizlemek de âdabtandır. Bu, bir ekmek parçası ile yemek kabında kalan
artıkları güzelce sıyırıp yemek suretiyle yapılabilir.
11- Toplu halde yemek yenilirken, yemek sofrasından
önceden kalkmamak, yemek yemeye devam edenlerle beraber oturup, onlarla
sofradan kalkmak da âdabtır.
Bu hususta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle buyurur:
"Yemek sofrası konulduğu zaman sofra
kaldırılmadıkça hiçbir kişi (sofradan) kalkmasın ve bir kişi doysa bile
sofradakiler yeme işini bitirinceye kadar elini yemekten kaldırmasın. (Doyan
kişi arkadaşları doyuncaya kadar) yemeğe devam etsin, çünkü kişi yemekten elini çekmekle, yanında oturan kardeşini utandırır
ve arkadaşı belki yemek ihtiyacı duyduğu halde elini tutar (yemeden
çekinir)." (İbn-i Mace)
12- Yemekten sonra dua etmek de sünnettir. Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem yemekten sonra, Allah Teâlâ'nın verdiği nimetlere
bir şükür olarak çeşitli şekilde dua etmişlerdir.
Nitekim Ebu Said Hudri radıyallahu anhden şöyle bir
rivayet vardır:
“Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir yemek
yediği zaman:
"Elhamdülillâhillezî etamenâ ve segânâ vecealenâ
min'el müslimîn- Hamd bizi yediren, içiren ve Müslüman kılan Allah'a
mahsustur." derdi. (İbn-i Mace)
Peygamberimizin çeşitli yemek duaları vardır.
Yukarıdaki dua bunlardan biridir. Yemek yenilip dua edildikten sonra yeniden
elleri yıkamak, diş aralarını hilâllemek yani kürdanla diş aralarında kalan
yemek kırıntılarını temizlemek ve dişleri misvaklamak da sünnettir.
13- Yemek yer sofrasında yenebildiği gibi, masa
üzerinde de yenebilir. Ancak yer sofrasında yemek daha güzeldir.
Enes b. Malik radıyallahu anh şöyle demiştir:
"Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ne masa
üstünde ne küçük tabakta yemek yemiştir. Râvi Ebu Kâtâde Enes'e: Peki onlar
yemeği neyin üstünde yiyorlardı? diye sormuş. Enes: "Yer sofraları üstünde
diye cevap vermiştir." (İbn-i Mace)
14- Su içerken imkân nisbetinde kıbleye yönelip,
oturarak besmele çekip su bardağı sağ ele alınarak içmelidir. Her hususta
olduğu gibi su içerken de itidal üzere hareket etmelidir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmuştur:
"Sakın sizden biriniz ayakta su içmesin. Her kim
unutursa kusuversin." buyurmuştur. (Müslim)
Yukarıda da anlatıldığı gibi Peygamberimiz sallallahu
aleyhi ve sellemin zemzemi ayakta içtiği rivayetleri vardır. Ancak suyu
oturarak içmek müstehabtır. Suyu içerken üç defada içmek, su kabının içine nefeslenmemek,
her içişte su kabının dışında nefeslenmek de su içmenin âdabıntandır.
İbn-i Abbas radıyallahu anh bir nefeste su içmenin
mekruh olduğuna kaildir ve “Bu şeytan içişidir.” demiştir.
Kâtâde babasından naklen Peygamber sallallahu aleyhi
ve sellemin, kabın içine solumaktan nehyettiğini rivayet etmiştir. (Müslim)
Diğer bir hadis-i
şerifte de şöyle buyurulmaktadır:
"Biriniz (su ve benzeri bir şey) içtiği zaman
kabın içinde teneffüs etmesin. (Birinci içişten sonra) tekrar içmek istediği
zaman kabı (ağzından) uzaklaştırsın (da kabın dışında nefes aldıktan) sonra
isterse tekrar içsin." (İbn-i Mace)
Enes radıyallahu anh bir şey içerken üç defa nefes
alırdı. (Kabı ağzından uzaklaştırarak kabın dışında nefes alırdı) ve Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem (bir şey içerken) "Üç defa nefes alırdı"
demiştir. (İbn-i Mace)
15- İçilecek şeye üflemek de mekruhtur.
İbn-i Abbas radıyallahu anhden rivayet edildiğine
göre; Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem içeceğe üflemezdi. (İbn-i Mace)
16- Akarsulardan, çeşmelerden veya temiz su
birikintilerinden yüzükoyun yere yatarak, ağzı suya daldırarak içmek de
mekruhtur. Böyle yerlerden suyu avuçla içmek müstehabtır.
Nitekim Abdullah ibni Ömer radıyallahu anhden şöyle
rivayet edilmiştir:
"Biz bir yolculuk esnasında bir havuza uğradık da
dudaklarımızla su içmeye başladık. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi
ve sellem: "Kapsız ve avuçlamaksızın dudaklarınızla içmeyiniz. Lâkin
ellerinizi yıkayınız. Sonra avuçlarınızdan içiniz. Çünkü elden daha iyi bir kab
yoktur." buyurdu. (İbn-i Mace)
17- Su içildikten sonra Allah Teâlâ'ya hamd ü senâ
etmeli onun ihsan ettiği bu büyük nimet için şükretmeli, hamdetmelidir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
“Devenin içişi gibi tek bir içişle su içmeyin. Lâkin (dinlenerek)
ikişer, üçer (içişle) için. İçerken besmele çekin. İçmeyi bitirdiğinizde ise
Allah’a hamdedin.” (Tirmizi)
Yürürken, bir yerlere girip çıkarken, oturup kalkarken
dikkat etmemiz gereken âdab vardır.
Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem
"Yürürken ayaklarını yerden canlıca kaldırır, iki yanına salınmaz,
adımlarını geniş atar, yüksek bir yerden iner gibi önüne doğru eğilir, vakar ve
sükunetle, rahatça yürürdü. Bakmak istediği zaman bakacağı tarafa tamamen
dönerek bakardı. Etrafa gelişigüzel bakınmazdı. Bir şeye işaret edeceği zaman
(parmak ile değil) bütün eli ile işaret ederdi." (Tirmizi)
Lokman Hekim oğluna şöyle öğüt veriyor:
“Yürüyüşünde tabii ol. Sesini alçalt. Muhakkak
seslerin en çirkini eşek sesidir.” (Lokman/19)
Sokak ve caddelerde insanları rahatsız edecek şekilde
yolun ortasında yürümek, bir sağa bir sola geçerek, vitrinlere, pencerelere,
dükkan içlerine bakarak yürümek asla uygun değildir. Yolda başını yukarı
dikerek, ayaklarını yere vurarak kibirli ve kendini beğenmiş bir tarzda
yürümemelidir. Bilhassa kadınlar yürüyüşlerine çok dikkat etmelidirler.
Erkeklerin dikkatini çekecek derecede süslenerek, koku sürünerek sokağa
çıkmamalıdırlar. Vücut hatlarını belli edecek şekilde dar elbise
giymemelidirler. Açmaları yasak olan yerlerini açmamalıdırlar. Allah Teâlâ
şöyle buyurmaktadır:
“Evlerinizde vakarla oturun. İlk cahiliye (devri
kadınlarının) açılıp, saçılarak, ziynetlerini göstererek yürüyüşü gibi
yürümeyin.” (Ahzab/33)
Yürürken yol üzerinde gördüğü zararlı şeyleri yoldan kaldırmalıdır. Yerlere tükürmemeli,
sümkürmemelidir. Yaya kaldırımlarında, yol üzerinde oturmamalıdır. Kadınlarımız
sokak ortalarında, evlerinin kapısı önünde küme küme oturup saatlerce dedikodu
yapmaktadırlar. Bu durum hem dinen, hem ahlâken asla caiz değildir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
“Sakın yollara oturmayın.”
Mecliste bulunanlardan bir kısmı:
“Yollarda oturmak durumundayız. Çünkü orada
ihtiyaçlarımızı konuşuyoruz.” dediler.
Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
“Yolda oturmaktan başka bir imkan bulamazsanız o zaman
yolun hakkını verin.”
“Yolun hakkını nedir, Ya Rasûlallah?” dediler.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Harama bakmamak, eziyet etmemek, verilen selamı almak, iyiliği emredip,
kötülükten men etmek.” buyurdu. (Buhari, Müslim)
Üç beş kişi
yanyana veya kolkola yürüyerek veya toplu halde yol ortasında ayakta sohbet
ederek yolu kapatmamalı, başkalarının yoldan yararlanmasına mani olmamalıdır.
Gerek ayakta ve gerekse yürürken elleri pantolon cebine sokmak veya arkaya
koyarak birleştirmek âdaba aykırı hallerdir. Bilhassa büyüklerin yanında böyle
bir davranış asla yapılmamalıdır. Yolda karşılaşılan kişilere selâm vermek,
musafaha etmek sünnet, verilen selâmı almak farzdır.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem,
"Müslümanın Müslüman üzerindeki hakkı altıdır." buyurmuş. Kendisine
"Nedir onlar Ya Rasûlallah?" denilmiş. Rasûlullah sallallahu aleyhi
ve sellem:
“Ona rastladığın zaman selâm ver.
Seni çağırırsa icabet et.
Senden nasihat isterse ona nasihat et.
Aksırır da Allah’a hamd ederse ona teşmit et.
Hastalanırsa ziyaret et.
Öldüğü vakit de arkasından git. (Cenazesini teşyi et)." (Müslim) buyurmuşlardır.
Musafaha yani el sıkışmak hakkında Peygamberimiz
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: "Aranızdaki
selâmlaşmanızın tamamlanması musafaha iledir." (Tirmizi)
"Birbirleri ile karşılaşan iki Müslüman el
sıkıştıkları takdirde birbirlerinden ayrılmadan önce, ikisinin de günahları
bağışlanır." (Ebu Davud)
Erkeklerin kadınlarla el sıkışması haramdır. Onlara
sadece selâm verilir.
Belediye otobüslerine, dolmuşlara, toplu taşıma
araçlarına binerken inerken yaşlılara, hastalara, çocuk ve kadınlara öncelik
tanımak kolaylık sağlamak gerekir. Mâlül, yaşlı, hasta ve çocuklar caddeleri
karşıdan karşıya geçerken yardımcı olmak, gidecekleri yerlere ulaşmakta
kılavuzluk etmek bir insanlık borcudur.
Yayalar yolda yürürken, cadde ve sokakları karşıdan
karşıya geçerken trafik kaidelerine dikkat etmeli, trafiği aksatacak veya
kazaya sebebiyet verecek davranışlardan sakınmalıdırlar. Sürücüler de yayaların
haklarına riayet etmeli, yayaların karşıdan karşıya geçmelerinde kolaylık
sağlamalı, onlar geçerken, yeşil ışık yansa bile hareket etmekte acele
etmemelidirler. Sokak aralarından, kalabalık caddelerden geçerken, arabalarını
çok daha temkinli kullanmalıdırlar.
Yurdumuzda meydana gelen trafik kazaları hiçbir ülkede
görülmeyen boyutlara ulaşmıştır. Her gün onlarca insanımız hayatını
kaybetmekte, yaralanıp sakat kalmaktadır. Acelecilik, bilgisizlik, mesuliyet
duygusundan yoksunluk, uykusuzluk, aşırı hız, yanlış sollamak, içkili araba
kullanmak gibi sebeplerle birçok cana kıyılmakta, birçok maddi ve manevî
zararlara uğranılmaktadır.
Günlük yaşantımızda başta evimiz ve işyerimiz olmak
üzere birçok yerlere girip çıkarız. Elbette bu giriş çıkışlarımız rastgele
olmayacaktır. Belirli bir âdab içinde yapılacaktır.
Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır:
“Kendi evinizden
başka evlere girerken, geldiğinizi farkettirip ev halkına selam vermeden
girmeyin. Bu sizin için daha hayırlıdır. Ümit edilir ki düşünüp anlarsınız.”
(Nur/27)
1- Bir kişi kendi
evine girerken Eûzü besmele çekmeli, ev halkını geldiğinden kapı zilini çalarak
veya başka bir şekilde haberdar etmeli, eve girince de selâm vermelidir.
Evinden çıkarken de:
"Bismillâh, lâ
havle velâ kuvvete illâbillah tevekkeltü alellâh" diye besmele ve dua ile çıkmalıdır.
Bu hususta
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
"Kişi evinin
kapısından çıktığı zaman görevlendirilmiş iki melek onunla beraber olurlar. Bu
itibarla kişi: Bismillah dediği zaman o iki melek kendisine: Hidayete, doğru
yola erdirildin, derler. Sonra kişi, "Lâhavle velâ kuvvete illâbillâh -
Allah’tan başka güç ve kuvvet sahibi yoktur” deyince melekler ona:
"Korundun" derler. Kişi, "Tevekkeltü alellâh - Allah’a
dayandım”deyince de melekler ona: "İşin görüldü", derler."
Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle devam eder. "Sonra iki
karîni (yani biri insanlardan biri cinlerden iki şeytanı) ona rastlarlar.
Melekler (o şeytanlara) hidayete erdirilen, işi (Allah tarafından) görülen ve
muhafaza edilen bir adamdan ne istersiniz? derler. (Yani şeytanlar o kişiyi
saptıramazlar)" (İbni Mace)
2- Başka birinin
evine girmek isteyen bir kişi, ev sahibinden üç kere izin istemeli, şayet izin
verilmez ise daha fazla ısrar etmeden geri dönmelidir.
Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır:
“Ey iman edenler!
Kendi evlerinizden başka evlere izin alıp ev halkına selam vermeden girmeyin.
Bu sizin için daha hayırlıdır. Umulur ki iyice düşünürsünüz. Evde kimseyi
bulamazsanız izin verilinceye kadar girmeyin. Dönün, denilirse dönün. Bu sizin
için daha temizdir. Allah yaptıklarınızı bilir.” (Nur/27-28)
Peygamberimiz
sallallahu aleyhi ve sellem: "Biriniz (başkasının evine girmek için) üç defa
izin ister de ona izin verilmezse, o kimse geri dönsün." (Müslim)
buyurmaktadır.
İzin isteme şekli,
ya selâm vererek, selamdan sonra sözle: "İçeri girebilir miyim? diyerek,
ya da kapı zilini çalmakla olur.
“Bir adam
Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in evine girmek için girebilir miyim?
diye izin istedi. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem hizmetçisine çık,
şuna nasıl izin istenildiğini öğret ve selamün aleyküm girebilir miyim?
demesini söyle dedi. Kapıdaki adam bunu işitti. Esselamü aleyküm girebilir
miyim? dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem izin verdi
ve adam girdi.” (Buhari, Müslim)
Her şekilde de makul
aralıklarla izin istenir. Meselâ birinci zili çaldıktan sonra bir müddet
beklenir, şâyet evden cevap verilmezse, ikinci kez zil çalınır ve makul bir
müddet beklenir, yine cevap gelmezse üçüncü kez zil çalınır. Yine makul bir
müddet beklenir. Bu defa da cevap gelmezse daha fazla ısrar etmeden ayrılınır.
Eve girmek isteyene içerden ‘Kim o?’ diye sorulursa ‘Ben’ diye cevap verilmez.
Ad ve soyadını söyleyerek kendini tanıtır.
3- Çocuklar anne ve
babalarının yatak odalarına girmek için mutlaka izin almalıdırlar. Şayet izin
verilmezse asla girmemelidirler.
“Bir adam Peygamber
sallallahu aleyhi ve sellem’e gelerek dedi ki:
- İçeriye girmek
için annemden izin alacak mıyım?
Peygamberimiz
sallallahu aleyhi ve sellem:
- Evet, buyurdular.
Adam:
- Ben zâten her
zaman onunla evde kalmaktayım, dedi.
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem:
- Yine de izin
almalısın, buyurdular.
Adam:
- Ben ona sürekli
hizmet ediyorum, dedi.
Peygamberimiz
sallallahu aleyhi ve sellem:
- Peki anneni çıplak
görmek ister misin? buyurdular.
Adam:
- Hayır, dedi.
Peygamberimiz
sallallahu aleyhi ve sellem:
- Öyleyse ondan izin
al, buyurdular.” (Muvatta)
4- Evlere,
mescitlere girerken sağ ayakla girmeli, sol ayakla çıkmalıdır. Helâ, hamam gibi
yerlere girerken de sol ayakla girip, sağ ayakla çıkılır. Mescitlere girerken
besmele çekip:
"Allâhümmeftah
aleynâ ebvâbe rahmetike - Ey Allah’ım rahmet kapılarını aç.” diye dua
etmelidir.
Mescitten çıkarken
de yine besmele çekip:
"Allâhümmeftah
aleynâ ebvâbe fadlike - Ey Allah’ım fadl kapılarını aç.”
veya
“Allâhümme ağsimnî
mineşşeytan - Ey Allahım! Beni şeytandan koru.” diye dua etmelidir.
Helâya, hamama ve
benzeri yerlere girerken:
"Allâhümme innî
eûzübike minel hubsi vel habâis - Allah’ım hubs ve habâisten sana sığınırım.”
Heladan çıkarken de:
"Elhamdülillâhillezî
ezhebe annil ezâ ve âfânî - Benden eziyeti gideren ve âfiyet veren Allah’a hamd
ederim.” diye dua etmelidir.
5- İşyerlerine,
ticaret merkezlerine girerken izin almaya gerek yoktur. Bu gibi yerlere selâm
verilerek girilir.
6- Büyüklerin
huzuruna girerken de mutlaka izin alınmalı, izin aldıktan sonra selâm verip
gösterilen yere edeple oturmalıdır. Onların huzurunda boş lakırdılardan, yüksek
sesle konuşmaktan, gereksiz münâkaşalardan, kahkaha ile gülmekten, yersiz ve
lüzumsuz suallerden sakınmalıdır.
Sohbet, istişâre
veya başka bir sebeple bir araya gelen kişiler, toplantı yerinde bulunan
kişilerle olan münasebetleri ile ilgili edeblere, toplantı yerine giriş
çıkışlara, oturup kalkmalara dikkat etmelidirler.
Müslümanlar,
pejmürde, dağınık, disiplinsiz, gelişigüzel bir yaşantının insanı olamazlar.
Müslüman, kendi
şahsında İslam’ı temsil ettiğinin farkında ve şuurunda olmalıdır. Nerede nasıl
hareket edeceğinin, nasıl davranacağının, nasıl oturup kalkacağının, nasıl
konuşacağının bilincinde olmalıdır.
Elbette Müslüman
sadece toplantı yerlerinde, sohbetlerde değil, yalnız olduğu, ailesi içinde
bulunduğu zaman da edeblere riayet etmeli, aile ve çocuklarına yaşantısı ile
güzel bir örnek olmaya gayret etmelidir.
Toplantı yerlerine,
sohbetlere giriş-çıkış, oturuş ile ilgili bir kısım âdâb şunlardır:
1- Toplantı, herkese
açık umumi bir yerde yapılmıyor, özel bir mekanda veya evde yapılıyorsa, kapı
açık olsa bile kapı zili çalınarak içerdekiler haberdar edilmeli, izin
alınmalıdır.
2- Kapıdan içeriye
bakılmamalı, tecessüs edilmemelidir.
3- İçeriye girilince
hiçbir şey konuşmadan, selam vermelidir.
4- Sohbet yerinde
boş olan yere oturmalıdır.
5- İki kişinin
arasına onların izni olmadan oturmamalıdır.
Peygamberimiz
sallallahu aleyhi ve sellem:
“İzinleri olmadan
iki kişi arasında oturma.” buyurmuştur. (Ebu Davud)
6- Oturduğu yerden kalkan
kişinin boş bıraktığı yere hemen oturmamalı, onun geri döneceği düşünülerek bir
müddet boş bırakılmalıdır.
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
“Biriniz yerinden
kalkıp tekrar geri dönerse oraya oturmakta herkesten daha fazla hak sahibidir.”
(Müslim)
Ancak yerinden
kalkan kişi şayet geri dönecekse kalktığı yere herhangi bir eşyasını bırakarak
geri döneceğini ifade etmelidir.
7- Bir mecliste ya
yerde veya sandalye, koltuk ve divan üzerinde oturulur.
Yerde otururken:
a- Dizleri üzerine
çökerek oturmak en uygun oturuş tarzıdır.
Kayle binti Mahreme
radıyallahu anha, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’i dizlerini bükerek
oturduğunu görmüş ve şöyle demiştir: “Onu öyle tevazu içinde otururken görünce
korkudan titremeye başladım.” (Ebu Davud)
Hastalık veya
çeşitli sebeplerle böyle oturamayanlar bağdaş kurarak oturabilirler.
b- Ya da bir ayağı
üzerine oturup diğer ayağını dikerek otururlar.
c- Ayakları ileriye
doğru uzatarak, bir tarafa yaslanıp, ayakları yan tarafa uzatarak, bir elini
yere koyup ona yaslanarak, ayakları veya bacakları birbirinin üzerine atarak
oturmak uygun oturuş tarzları değildir.
Şerid bin Süveyd
radıyallahu anh rivayet ediyor:
“Sağ elimi sırtımın
arkasına koyup, sol elimin kabasına dayanarak oturuyorken Peygamberimiz
sallallahu aleyhi ve sellem bana uğradı ve şöyle dedi: “Kendilerine gadab
edilenlerin oturuşu gibi mi oturuyorsun?” (Ebu Davud)
d- Yanyana oturanlar
birbirine yaslanarak arkadaşını rahatsız etmemelidir.
Sandalye, koltuk ve
divan üzerinde otururken:
a- Ayaklar ileriye doğru uzatılmamalıdır.
b- Makat, sandalye
veya koltuğun ön tarafına konularak arkaya yaslanmamalıdır.
c- Ayak ayak veya
bacak bacak üzerine atılarak oturulmamalıdır.
d- Koltuk üzerinde
yan tarafa yaslanarak oturmamalıdır.
8- İçeride oturanlar,
dışarıdan gelenlere yer göstermeli, oturacak yer olmadığı zaman sıkışarak yer
açmalıdırlar.
Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır:
“Ey iman edenler!
Size meclislerde yer açın denilince yer açın ki, Allah da size genişlik versin.
Size kalkın denilince de kalkın ki Allah sizden inananları ve kendilerine ilim
verilenleri derecelerle yükseltsin. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”
(Mücadele/11)
9- Takvaca üstün,
ilim ehli veya bir Müslüman topluluğun büyüğü toplantı yerine, sohbet mahalline
geldiği zaman onun oturması için yer açmak veya kalkıp kendi yerini vermek de
âdabtandır.
Böyle bir şahsın o
meclise geleceği daha önceden biliniyorsa onun için bir yer ayırmak daha uygun
bir davranıştır.
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem:
“Size bir kavmin
büyüğü geldiği zaman ona ikram ediniz.” buyurmaktadır. (İbni Mace)
Bir gün
Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem evinde oturuyordu. Hücresi sahabeler
ile dolu idi. Bu arada Cerir bin Abdullah radıyallahu anh geldi. Boş bir yer
bulamayınca kapıda oturdu. Bunun üzerine Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve
sellem kendi ridâsını onun oturması için yere serdi ve ona bunun üzerine otur
buyurdu. Cerir bin Abdullah radıyallahu anh ridâyı aldı, yüzüne koydu, öpüp
ağlamaya başladı. Sonra ridâyı Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve selleme
verdi ve “Ben senin elbisen üzerine oturamam. Sen bana ikramda bulunduğun gibi,
Allah da sana ikram etsin.” dedi. Sonra Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve
sellem sağına, soluna baktı ve: “Size bir kavmin büyüğü geldiği zaman ona ikram
ediniz.” buyurdu. (İbni Mace)
10- Bir toplantı
yerinde, sohbet veya mecliste:
a- Ârif, âlim, salih
kişiler toplantı yerinin baş tarafına oturtulmalıdır.
b- Sonra ilim ehli
olmayan yaşlılar.
c- Sonra gençler.
d- Daha sonra
çocuklar oturtulmalıdır.
11- Toplantı yerinde
ayrı ayrı kümeler halinde oturmamalıdır. Hep beraber toplu halde oturulmalıdır.
Bir toplantıda üç kişi varsa bunlardan ikisi, diğerinden gizli olarak
konuşmamalıdır.
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
“Sizden üç kişi bir
arada olduğunuz zaman, arkadaşından gizli konuşmasınlar. Çünkü iki kişinin
gizli konuşması şüphesiz üçüncü arkadaşı üzer.” (Buhari, Müslim)
Toplantı yerine
gereksiz yere girip çıkmamalıdır. Sohbetin huzurunu bozacak tavır ve
hareketlerden sakınmalıdır.
12- Sohbete
gelirken, sohbet esnasında ve sohbetten sonra gözetilmesi gereken âdaba riayet
etmelidir.
Sohbete gelirken:
1- Temiz elbiselerle
gelmeli. Güzel koku sürünmeli.
2- Soğan, sarımsak
yememeli.
3- Sohbete, ilim,
ahlâk öğrenmek, öğrendiği ile amel etmek ve öğrendiklerini başkalarına da
öğretmek niyetiyle gelmelidir.
4- Sohbete kusur
araştırmak, hata bulmak için gelmemelidir.
5- Sohbete gelirken
yedi Ayet-el Kürsi okunmalıdır.
6- Sohbetten
faydalanmak için Allah Teâlâ’ya dua etmelidir.
7- Geçmiş günahları
için tevbe ve istiğfar etmelidir.
8- Sohbete her
geldiğinde yeni bilgiler öğrenmenin, din kardeşleri ile görüşmenin heyecanını
yaşamalı, iştiyakla gelmelidir.
Sohbet esnasında:
1- Sohbete, Aşr-ı
Şerif okuyarak ve akabinden bir Fatiha, üç İhlas-ı Şerif okuyup üstazlarımızın,
hocalarımızın ve geçmişlerimizin ruhlarına bağışlayarak başlamalıdır.
2- Sohbet, tam bir
sükunet içinde dinlenmelidir.
3- Lüzumsuz
konuşmalardan, faydasız lakırdılardan, dedikodu ve gıybetten uzak durulmalıdır.
4- Toplantıya, sohbete
iştirak edenler birbirine saygılı olmalı, birbirlerini sevmeli, birbirlerinin
hukukuna riayet etmelidirler.
5- Sohbet yapanlar
da hazırlıklı gelmeli, sohbete gelen, toplantıya iştirak edenlere faydalı olmak
için gayret etmelidirler.
6- Duruma ve şartlara
göre ihtiyaç hissedilen bilgiler en doğru bir şekilde aktarılmalıdır. Çeşitli
vasıtalarla topluma aktarılan yalan-yanlış bilgiler tashih edilmeli, toplantıya
gelenler bu konularda uyarılmalıdır.
7- Sohbet,
dinleyenleri sıkacak, usandıracak derecede uzatılmamalı, fazla uzatmayacağım
diye de eksik bilgiler verilmemelidir. Çünkü yerine göre eksik bilgiler, yanlış
bilgiler kadar tehlikelidir.
8- Sohbetlerde
gereksiz ve lüzumsuz münakaşalara, cedelleşmelere fırsat verilmemelidir. Çünkü
münakaşa ve cedelleşmeler doğru bilgilerin elde edilmesine mâni olduğu gibi,
şahıslar arasında burûdete ve belki de adâvete sebep olabilir.
9- Sohbet yerinden
meşru bir mazeret sebebiyle ayrılmak durumunda olanlar, meclisin büyüğünden
izin almalıdır. Kendi başına buyruk hareket etmemelidir.
10- Sohbetin sonunda
varsa sorulara cevap verilmeli, zihinlerdeki istifhamlar giderilmelidir.
11- Şurası asla
unutulmamalıdır ki, sohbetlerde öncelikle verilmesi gereken bilgiler farz-ı ayn
olan bilgilerdir. Bu hususa çok dikkat edilmeli. Size itimat etmiş kişilere,
birinci derecede ihtiyacı olan bilgileri vermez, tâli şeylerle ve belki de
gereksiz şeylerle onları meşgul ederseniz büyük bir mesuliyet yüklenmiş ve
kardeşlik hukukuna riayet etmemiş olursunuz.
Farz-ı ayn olan
bilgiler: İtikat, ibadet, ahlâk, muamelat ve kişinin mesleği ile ilgili bilmesi
gereken dini bilgilerdir.
12- Toplantılarda
sır olarak konuşulanlar mutlaka muhafaza edilmelidir. Sırrı ifşâ etmek, emanete
ihanet etmektir. Çünkü sır olarak konuşulanlar, bir emanettir.
13- Sohbet eden
kişi, giyim kuşamı, yiyip içmesi, oturup kalkması, konuşması, davranışları,
konuştukları ile öncelikle kendisinin amel etmesi, İslamî yaşantısı, güzel
ahlâkı ve edebi ile örnek alınacak bir şahsiyet olmak için her türlü çabayı
göstermelidir.
1- Sohbet
tamamlanınca Asr suresi okunmalıdır.
2- Sohbet sonunda şu
dua okunmalıdır. Çünkü bu dua mecliste meydana gelen hata ve kusurların
bağışlanmasına vesile olur. Meclisin keffaretidir:
“Sübhâneke Allâhümme
vebi hamdike eşhedü enlâ ilâhe illâ ente vahdeke lâ şerîkeleke. Estağfiruke ve
etûbü ileyke - Ey Rabbim seni her türlü noksanlıklardan tenzih ederim. Seni
hamdinle tesbih ederim. Senden başka ilah olmadığına ve yalnız Sen olup ortağın
olmadığına şehadet ederim. Senin mağfiretini diler, Sana tevbe ederim.”
3- Sohbetten sonra
selam verip, musafaha edip, sükûnetle ayrılmalıdır.
Gerek karşılıklı
konuşurksen ve gerekse bir topluluğa hitap ederken riayet edilmesi gereken edebler
vardır.
Dil Allah Teâlâ’nın
kullarına büyük bir ihsanıdır. Onunla konuşur ve onunla birbirimizle anlaşırız.
Ehl-i hikmetten bir
zat: “Dil keskin bir kılıçtır. Nasıl keseceği bilinmez. Söz geri döndürmesi
kolay olmayan bir ok gibidir. Dil harekete geçmeden, sözü söylemeden önce
dikkat et. Belki bir dostu üzersin. Belki bir Allah dostunun kalbini kırarsın.”
der.
Peygamberimiz
sallallahu aleyhi ve sellem, insanların en beliğ, en fasih konuşanı idi. Gayet
güzel ve veciz konuşurdu. Konuşurken tane tane, herkesin anlayacağı şekilde
konuşurdu. Sesini ne fazla yükseltir, ne de işitilmesi zor olacak şekilde
kısardı. O, her hususta olduğu gibi konuşmasında da itidal üzere idi.
Hikmet ehli bir zat
şöyle der: “Konuşmana dikkat et. İnsan faziletini konuşması ile gösterir. Akıl
kendisini konuşması ile meydana kor. Bu sebepten az konuş, öz konuş. Az ve özlü
söz hoş olur. Kısa ve manâlı ifade beğenilir. İçli insan öz konuşur, açık
konuşur.”
Elbette sözlerin en
doğrusu ve güzeli Allah Teâlâ’nın kelamı, sonrada Rasûlullah sallallahu aleyhi
ve sellem’in sözleridir. Konuşmalarımızda Kur’an’ın ve Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellemin üslubuna göre konuşmaya dikkat etmeliyiz.
Konuşurken dikkat
edilmesi gereken âdabtan bir kısmı şunlardır:
1- Konuşmaya
besmele, hamdele ve salvele ile başlamalıdır.
2- Konuşurken vakur
ve ciddi olmalıyız. Mehabeti giderecek tavır ve hareketlerden, kendimizi
beğenmişlikten, dinleyicileri küçümsemekten, önemsememekten, onları tahkir
etmekten şiddetle sakınmalıyız.
3- Bağırıp
çağırarak, dinleyenleri rahatsız edecek tarzda yüksek sesle, kibirlenerek
konuşmamalıyız. Lokman Hekim oğluna şöyle öğüt vermektedir:
“Yürüyüşünde tabii
ol. Sesini alçalt. Unutma ki seslerin en çirkini (avaz avaz bağıran)
merkeplerin sesidir.” (Lokman/11)
Peygamberimiz sallallahu
aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
“Bana en sevimli
olanınız ve kıyamet günü meclis itibari ile en yakın olanınız, ahlâkça en güzel
olanınız. Bana en sevimsiz olanınız, kıyamet günü benden en uzak olanınız çok
konuşan ve avurdunu şişirerek konuşan ve mütefeyyikûn zümresidir.” buyurdular.
Bunun üzerine Ashab-ı Kiram:
- Ya Rasûlallah çok konuşan ve avurdunu şişirerek konuşanları
biliyoruz. Lâkin mütefeyyikûn kimlerdir, dediler.
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
- Büyüklük taslayanlardır.”
(Tirmizi)
4- Konuşurken
sözleri açık seçik, tane tane anlaşılır şekilde konuşmalıdır. Gerektiği zaman
konuşmanın çok mühim olan kısmı tekrar edilmelidir.
Peygamberimiz
sallallahu aleyhi ve sellem, sözlerini birbirine ulamaz, sözü tane tane söyler,
dinleyenlerin gönüllerine sindirirdi.
Peygamberimiz
sallallahu aleyhi ve sellem iyice anlaşılsın diye sözünü bazen üç kere
tekrarladı.
5- Az ve öz
konuşmalı lüzümsuz tafsilattan sakınmalıdır.
Az ve öz konuşmak
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin sünneti, salihlerin, muttakîlerin
âdetidir.
6- Her yerde doğruyu
konuşmalı yalan söz ve yalan haberden şiddetle sakınmalı, bilhassa
yöneticilerin huzurunda doğruları konuşmalı, hakkı söylemeli, sözü eğip
bükmemelidir.
Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır:
“Ey iman edenler!
Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin. Böyle yaparsanız, Allah işlerinizi
düzeltir ve günahlarınızı bağışlar. Kim Allah’a ve Rasûlüne itaat ederse büyük
bir kurtuluşa ermiş olur.” (Ahzab/70-71)
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
“Âdemoğlu
sabahladığı zaman, bütün azalar dilden kifayetli olmasını isteyerek derler ki:
Bizim hakkımızda Allah’tan kork. Çünkü bizim istikametimiz sana bağlıdır. Sen
doğru olursan biz de doğru oluruz. Sen eğrilirsen bizde eğriliriz.” (Tirmizi)
7- Malâyâni,
dünyamıza da, ukbamıza da faydası olmayan, bilâkis zararlı olan konuşmalardan
şiddetle sakınmalıyız.
Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır:
“İnsanlardan kimi de
vardır ki, herhangi bir ilmî delile dayanmayan Allah yolundan sapıtmak ve onu
eğlence yerine tutmak için laf eğlencesi satın alır. İşte onlara horlayıcı bir
azab vardır.” (Lokman/6)
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyuruyor:
“Malâyâniyi
(faydasız konuşmaları) terketmek kişinin İslam’ının güzelliğindendir.”
(Tirmizi)
“Âdemoğlunun iyiliği
emretmek, kötülüğü men etmek ve Allah azze ve celleyi zikretmek dışında
konuştuğu sözler aleyhine olup, lehine değildir.” (İbni Mace)
8- Konuşurken
mehâbeti giderecek şekilde kahkalarla gülmemelidir. Aşırı latifelerden
kaçınmalı, latifelere yalan katmamalıdır.
Peygamberimiz
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
“Eğer benim
bildiklerimi bilmiş olsaydınız, çok az güler, pek çok ağlardınız.” (Buhari)
Peygamberimiz
sallallahu aleyhi ve sellem asla kahkaha ile gülmezdi. Onun gülmesi tebessümdü.
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem ashab-ı ile, çocuklarla, kadınlarla latife yapardı.
Ancak onun lâtifeleri gerçek lâtifelerdi.
Peygamberimiz
sallallahu aleyhi ve sellem Enes bin Malik küçük bir çocuk iken; Ona “Ey iki
kulaklı” diye lâtife ederdi.
Bir gün yaşlı bir
kadın, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin huzuruna gelerek:
- Ya Rasûlallah! Ben
cennet isterim, dedi.
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem:
- İhtiyarlar cennete
giremez, buyurdular.
Kadın Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellemin bu latîfesindeki nükteyi anlayamadığından üzüldü.
Hz. Aişe radıyallahu
anha validemiz:
- Ya Rasûlallah!
Kadıncağızı mahzun ettin, dedi.
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem:
- İhtiyarlar cennete
gençleştirilerek girecektir, buyurdu. Bunun üzerine kadıncağız sevindi.
9- Herhangi bir
mecliste bir kişi konuşurken, diğerleri dikkatle ve önemseyerek dinlemelidir.
Konuşulanlar bildikleri olsa da... Bir kişi konuşurken dinleyenlerin başka
şeylerle meşgul olmaları asla yakışık almaz. Hem konuşana karşı saygısızlık
olur, hem de toplantının huzuru bozulmuş olur.
Meselâ, kitap, dergi
ve gazete ile meşgul olmak, okumak, yanındaki arkadaşı ile konuşmak, kalemiyle,
saçıyla, elbisesiyle oynamak ve benzeri hareketler hoş davranışlar değildir.
Hz. Ali kerremallahu
vechehu şöyle rivayet etmektedir:
“Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem konuşurken, mecliste bulunanlar, başlarına kuş
konmuş gibi sessiz ve hareketsiz bulunurlardı.” (Tirmizi)
10- Konuşmacı veya
sohbet eden kişi konuşmalarında muhakkak insanların faidesine olacak şeyleri,
toplumun hayrına olan şeyleri konuşmalı, hayır nasihatta bulunmalıdır. Aksi
takdirde sükut etmelidir.
Peygamberimiz
sallallahu aleyhi ve sellem:
“Allah’a ve ahiret
gününe inanan kimse, ya hayır konuşsun, ya da sükut etsin.” buyurmaktadır. (Tirmizi)
Hikmet ehli: “Söz
gümüş ise sükut altındır.” demişlerdir.
Müslüman konuşması
gereken yerde bildiklerini, doğruları konuşacaktır. Susması gereken yerde de
susmanın bir fazilet olduğunu bilecek ve sükût edecektir.
11- Konuşurken kaba,
haşin olmamalı; yumuşak, gönüllere tesir edecek şekilde konuşmalıdır.
Müslüman tatlı
dilli, yumuşak sözlü olmalıdır. Kaba ve haşin olmak, kırıcı olmak Müslümana
yakışmaz. Kaldı ki Müslüman her hali ile örnek olmak durumundadır. Doğru,
güzel, yumuşak, nezaketli konuşmaları ile kalblere nüfuz etmeli ve insanların
İslam’a ısınmasını, bağlanmasını sağlamaya çalışmalıdır.
Bir vâiz Abbasi
Halifesi Me’mun’un huzuruna çıkarak onu çok sert bir dille tenkit etti.
Halife Me’mun şöyle
dedi:
Behey adam yavaş ol!
Sen Hz. Musa ve Hz. Harun aleyhisselamdan daha mı hayırlısın? Ben de
Firavun’dan daha mı aşağıyım ki böyle davranıyorsun? Allah Teâlâ Hz. Musa
aleyhisselam ile Hz. Harun aleyhisselamı Firavun’a gönderdi de onlara:
“Firavuna gidin. Çünkü o iyiden iyiye azdı. Ona yumuşak, tatlı dille konuşun.
Belki o tezekkür eder, aklını başına alır veya korkar.” (Taha/43-44)
Ecdadımız da: “Tatlı
söz yılanı deliğinden çıkarır.”
“Oha var zelve
kırdırır. Oha var öküz durdurur.” demişlerdir.
Yunus Emre de:
“Kişi bile söz
demini,
Dimeye sözün kemini,
Bu cihan
cehennemini,
Sekiz uçmağ ide bir
söz.” demekte ve gönüllere cennet esintisi sunmaktadır.
12- Konuşurken,
dinleyicilerin yüzüne bakmalı, herhangi birisi soru sorduğu zaman, soru sorana
teveccüh edilip sorusuna cevap
verilmelidir. Bazı kişiler kasten, bazıları da bilmediğinden yanlış soru
sorabilirler. Bu durumda sertleşmemeli, kabalaşmamalı münasip bir şekilde
yanlışları tashih ederek güleryüz ve tatlı dille cevap vermelidir.
13- Sohbet eden,
tebliğ eden bir kişi güleryüzlü, tattlı dilli ve mütevazi olmalıdır. Asık
suratla, incitici ve kırıcı sözlerle, ucub ve kibirle konuşmak, sohbet etmek,
tebliğ etmek İslam’la insanlar arasına siyah bir perde çekmek, kalın bir duvar
örmek gibidir.
14- Gerek
konuşmalarda ve gerekse sohbet ortamlarında gereksiz tartışmalara, münakaşalara
ve cedelleşmeye fırsat verilmemelidir.
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
“Bir topluluk,
içinde bulundukları hidayetten ancak cedelleşmek (gereksiz yere tartışmak)
sebebiyle sapıtırlar.” buyurdu. Sonra da Zuhruf suresinin 58. ayetini okudu:
“Sana böyle
söylemeleri, sadece seninle tartışmaya girişmek içindir. Onlar şüphesiz kavgacı
bir kavimdir.” (Tirmizi)
“Kim haksız olduğu
durumda tartışmayı bırakırsa onun için cennetin kenarında bir köşk yapılır.
Haklı olduğu halde bırakırsa onun için cennetin ortasında bir köşk yapılır.
Kimin de ahlâkı güzel olursa ona cennetin en üstünde köşk yapılır.” (Tirmizi)
Bir Müslüman olarak
yatma ve uyuma âdabına da riayet etmeliyiz. Zaruret ve mecburiyet olmadıkça erken
yatıp erken kalkmaya özen göstermeliyiz.
Gece uykusuna mağlup
olmamak için akşamları yağlı, etli, kızarmış yemeklerden ve çok yemekten
sakınmalıyız. Mümkün oldukça akşamları hafif sebze yemekleri yemeli ve akşam
yemeğini ikindi namazından sonra yemeye gayret etmeliyiz.
Uyumak için yatağa
girince besmele çekip sonra:
“Allâhümme emûtü ve
ahyâ. - Allah’ım senin isminle ölürüm ve dirilirim.” demelidir.
Uyanınca da
Bismillah deyip yatağından doğrulmalı ve:
“Elhamdülillâhillezî
ahyânâ ba’de mâ emâtenâ ve ileyhinnüşûr. - Bizleri öldürmesinin ardından
dirilten ve öldükten sonra dirilip toplanmak da ancak kendisine olacak olan
Allah’a hamd ederim.” demelidir.
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
“İnsan uyuduğu vakit
başının arka tarafında şeytan üç düğüm bağlar. Bunlardan herbirini yerine
koyar. Sonra: Uzun bir gecen var uyu der. Eğer uyanıp, Allah’ı zikrederse bir
düğüm çözülür. Kalkıp abdest alırsa ikinci düğüm çözülür. Namaz kılarsa
düğümlerin hepsi çözülür. Neşeli ve huzurlu bir kalb ile sabahlar. Bunları
yapmazsa kötü kalbli ve tembel olarak sabaha çıkar.” (Buhari)
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellemin yatağa girdiği zaman ve uyanıp yatağından
kalktığı zaman yapmış olduğu çeşitli duaları vardır. Bu dualardan ezberlenmesi
ve uygulaması kolay olduğu için en kısa olanlarını yukarıda zikrettik.
Peygamberimiz
sallallahu aleyhi ve sellemin yatağa girdiği zaman okuduğu sureler vardır. Bu
sureler, Kâfirûn, İhlas, Felak ve Nas sureleridir.
Bu hususta Hz. Aişe
radıyallahu anha şöyle rivayet etmiştir:
“Peygamber
sallallahu aleyhi ve sellem her gece yatağına girdiği zaman, avuçlarını toplar,
onlara üfürür ve Kulhuvallahu ahad, Kul Eûzü bi rabbil Felak ile Kul eûzü
birabbinnâsi okur. Sonra eli ile
başından ve yüzünden başlayarak yetişebildiği aşağı kısmına doğru vücudunu
meshederdi. Bunu üç defa yapardı.” (Buhari, Müslim)
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem bir sahabiye şöyle tavsiyede bulunmuştur:
“Kul yâ eyyühel
kâfirûne’yi (Kâfirûn suresini) oku. Bitirince uyu. Zirâ bu, insanın şirkten kurtulmuş
olduğunun beraatıdır.” (Ebu Davud, Tirmizi)
Diğer bir hadis-i
şerifte de şöyle buyurulmaktadır:
“Temiz olarak,
zikirle yatan, sonra da uyanınca, Allah’tan dünya ve ahirette hayır ihsan
etmesini dileyen bir Müslüman yoktur ki, Allah ona bu hayrı ihsan etmesin.”
(Ebu Davud)
Allah Teâlâ’yı
zikretmeden, gafletle yatmak, gafletle uyumak ve gafletle yataktan kalkmak ne
büyük bir hüsrandır.
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
“Kim Allah’ı
zikretmeden yatıp uyursa, bu kendisi için kıyamet gününde hasret ve pişmanlık
olur.” (Ebu Davud)
Hülâsa seher vakti
ihmal edilmemeli, teheccüd namazı için kalkmaya gayret edilmeli, rahmet ve
mağfiret deryasının cûş-u hurûşa geldiği o bereketli saatleri gaflet içinde
uykuyla geçirmemelidir.
1- Yatarken abdestli
olarak yatmalı.
2- Yatmadan önce ve
yataktan kalktıktan sonra misvaklanmalı.
3- Yatağa girince ve
uykudan kalkınca yukarıda zikredilen duaları okumalı.
4- Yatağa girince
Kâfirûn, İhlas-ı Şerif, Felak ve Nas surelerini okumalı.
5- Sonra sağ elin
içini sağ yüze koyarak, kıbleye karşı dönüp sağ yanımız üzerine besmele ile
yatmalı.
6- Günahlarımız için
tevbe ve istiğfar etmeli.
7- O günü nasıl
geçirdiğimizin murakabesini yapmalı, nefsimizi sıygaya çekmeliyiz.
8- Uyuyana kadar
tesbih, tahmid, tehlil ve salavat-ı şerifeler okunmalı, kalbî zikirle meşgul
olunmalıdır.
9- Sabah namazını
kıldıktan sonra hemen yatıp uyumamalı, güneş doğup 45-50 dakika geçene kadar
uyanık durmalı ve iki rekat işrak namazı kılınmalı.
10- Güneş doğarken,
ikindi namazından sonra ve güneş batarken uyumamalıdır. Bu vakitlerde uyumak
mekruhtur.
11- Zaman ve fırsat
bulanlar kaylûle yapabilir.
Kaylule, öğle
namazından sonra bir saat kadar uyumaktır.
12- Yüzükoyun
yatmak, bedenin bir kısmını gölgede, bir kısmını güneşte bırakarak yatmak,
oturmak, uygun değildir.
"Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem, Mescid-i Nebi’de yüzü koyun yatıp uyuyan bir
adamın yanından geçti ve ayağıyla dürterek (adama): "Kalk otur. Çünkü bu
cehennemî bir yatıştır." buyurdu. (İbni Mace)
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem vücudun yarısı gölgede, yarısı güneşte olduğu halde yatmak ve
oturmak hususunda da şöyle buyurmuşlardır:
"Biriniz
gölgede olup da, gölge kendisinden çekilip bir kısmı güneşte, bir kısmı gölgede
kalırsa hemen oradan kalksın.” (Ebu Davud)
13- Sırtüstü,
ayağını diğer ayağının üzerine koyarak uyumak da âdaba aykırıdır. Ancak
Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem sırtı üzerine yatardı. Çünkü yatarken
vahiy geldiği zaman bu vaziyette vahiy ahzetmesi daha kolay olmaktaydı.
Peygamberimiz sallallahu
aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
“Sizden biriniz bir
ayağını diğerinin üstüne koyarak sırt üstü uzanıp yatmasın.” (Müslim)
14- Bir kısım
insanlar çok rüya görürler. Bu rüyaların bir kısmı iyi, bir kısmı kötü
olabilir. Rüyalar iyi olsun, kötü olsun herkese anlatılmamalıdır. Ancak salih,
muttaki kişilere yorumu için anlatılabilir. Ya da bir kısım insanların ibret
alması için anlatılabilir.
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
“Zaman yaklaştığında
Müslümanın rüyası yalan çıkmayacaktır. Sizin en doğru rüya göreniniz, en doğru
söyleyeninizdir. Müslümanın rüyası, peygamberliğin kırkaltı parçasından bir
parçadır. Rüya üç kısımdır. Biri salih rüya ki bu, Allah’dan bir müjdedir.
(İkincisi) şeytanın üzmek için gösterdiği rüyadır. (Üçüncüsü) kişinin şuur altı
hadiselerden ötürü kendi kendisiyle konuştuğu şeylerden ileri gelen rüyadır.
Eğer biriniz hoşlanmadığı bir rüya görürse, hemen kalkıp namaz kılsın ve o
rüyayı kimseye anlatmasın.” (Buhari, Müslim)
Diğer bir hadis-i
şerifte de şöyle buyurulmaktadır:
“İyi rüya Allah’tan,
kötü rüya ise şeytantandır. Biriniz nefret ettiği kötü bir rüya görürse, soluna
tükürsün ve onun şerrinden Allah’a sığınsın. O zaman o kötü rüya ona asla zarar
veremez.” (Buhari, Müslim)
“Kim hoşlanmadığı
bir rüya görürse üç kere soluna tükürsün. Üç kerede taşlanmış şeytandan Allah’a
sığınsın. (Eûzü çeksin) üzerinde yattığı yanından öbür yanına dönsün.” (Müslim)
15- Müslüman
uyandığı zaman ilk kere Allah Teâlâ’yı anmalı, hatırına ilk gelecek Allah Teâlâ
olmalıdır. Bilinmelidir ki bir kişi nasıl yatarsa öyle kalkar. Yani Allah
Teâlâ’yı zikrederek uyuyan, Allah Teâlâ’yı zikrederek uyanır. Çeşit çeşit kötü
düşüncelerle, hayallerle yatan da aynı kötü düşüncelerle uyanır. Ruhen ve
bedenen yorgun olarak kalkar.
16- Seher vakti
uyanmak, ailemizi de uyandırarak Teheccüd namazı kılmak, Kur’an okumak,
zikretmek, dua etmek çok büyük bir fazilettir.
Allah Teâlâ
Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e hitaben şöyle buyurmaktadır:
“Gecenin bir
vaktinde, sana mahsus nafile olmak üzere Teheccüd namazı kıl. Umulur ki Rabbin
seni Makam-ı Mahmud’a gönderir.” (İsra/79)
Teheccüd namazı
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem için farz, biz Müslümanlar için
sünnet-i müekkededir.
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
“Gecenin ilk üçte
biri geçince Allah Teâlâ dünya semasına nuzûl eder, yani tecelli eder de şöyle
der:
Hükümdar benim!
Hükümdar benim! Bana dua edenin duasını kabul edeyim. Benden bir şey isteyenin
isteğini vereyim. Bana istiğfar edenin günahlarını affedeyim. Böylece fecre
kadar devam eder.” (Müslim)
“Gecede bir saat var
ki, dünya ve ahirete dair hayır dileyen Müslümanın dileği, o saate isabet
edince Allah, onun dilediğini verir. Bu her gece böyledir.” (Müslim)
Gece kalkıp namaz
kılmak, Rabbimize tazarrû ve niyazda bulunmak, dua etmek, zikretmek
peygamberlerin ve onların izinde giden salihlerin adetidir.
Bu hususta
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
“Gece namazına devam
ediniz. Çünkü sizden önceki salih kulların adetidir. Rabbinize yakın olmaya
vesile olur. Günahlara keffâret olup günahlardan korur.” (Tirmizi)
Teheccüd namazına
ailemizi de kaldırmalı, çocuklarımızı teşvik edip alıştırmalı, seher vaktinin
feyiz ve bereketinden onların da faydalanması için gayret gösterilmelidir.
Rasûlullah sallahu
aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
“Gecenin bir
vaktinde kalkıp da namaz kılan ve ailesini uyandıran kişiye Allah rahmet etsin.
Eğer ailesi kalkmak istemezse yüzüne su serpsin. Allah, gecenin bir vaktinde
kalkıp namaz kılan ve kocasını uyandıran kadına da rahmet etsin. Kocası uyanmak
istemezse yüzüne su serpsin.” (Ebu Davud)
17- Az uyumak, az
konuşmak, az yemek, çok zikretmek, çok ibadet etmek, çok hizmet etmek
Müslümanın şiarı olmalıdır.
Çok uyumak, çok
konuşmak, çok yemek kalbi hastalandırır. Zikir, ibadet ve hizmet ise kalbin
diriliğine vesile olur. Kalb mâsivadan arınır, her an uyanık olursa böyle bir
kalbe Allah Teâlâ nazar eder.
Onun için Hak
dostları, Hak âşıkları geceleri asla ihmal etmezler. Geceler, onlar için bir
nimettir. Rab Teâlâ ile halvettir.
Erzurumlu İbrahim
Hakkı hazretleri, Marifetnâmesi’nde uyku ile ilgili şöyle bir nazm yazmıştır:
Ey dide nedir uyku,
gel uyan gecelerde,
Kevkeblerin et
seyrini seyrân gecelerde.
Bak hey’eti alemde,
bu hikmetleri seyret,
Bul sânini ol ona
hayran gecelerde.
Çün gündüz olursun
nice ağyâr ile gâfil,
Koy gafleti
dildârdan utan gecelerde.
Gafletle uyumak ne
revâ abdi fâkire,
Şefkatle nida eyleye
Rahman gecelerde.
Cümle geceyi uyuma
Kayyum’u seversen,
Tâ hayy olasın Hayy
ile, ey can! gecelerde.
Aşıklar uyumaz gece,
hem sen uyuma kim,
Gönlün gözüne
görüne, cânan gecelerde.
Dil beyti Hûda’dır.
Onu pâk eyle sivadan,
Kasrına nüzul eyler,
ol sultan gecelerde.
Az ye, az uyu,
hayrete var, fâni ol ondan,
Bul cân-ı beka, ol
ona mihman gecelerde.
Allah için ol halka
mukârin gece gündüz,
Ey HAKKI! Nihan aşk
adına yan gecelerde.
Selamlaşmak İslam’ın
şiarındandır. Müslümanlar birbirleri ile karşılaştıkları zaman sünnete uygun
olarak selamlaşırlar. Böylece hem birbirlerine dua etmiş ve hem de aralarında
muhabbet oluşmuş olur.
Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır:
“Size bir selam
verildiği zaman, daha iyisi veya aynı ile mukabele edin. Gerçekten Allah, her
şeyden hesap sorucudur.” (Nisa/86)
Bu hususta
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
“Hayatımı kudret
elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, iman etmediğiniz müddetçe cennete
giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe gerçekten iman etmiş sayılmazsınız. Size
yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şeyi göstereyim mi? Aranızda
selamı yayınız.” (Müslim)
Bir adam
Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e:
Hangi İslam daha
hayırlıdır? diye sordu.
O’da:
- “Yemek yedirirsin,
tanıdığına, tanımadığına selam verirsin.” buyurdu. (Buhari, Müslim)
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
“Selam, Allah’ın
yeryüzüne koyduğu isimlerden biridir. Bu nedenle onu aranızda yayın. Müslüman
bir kişi bir kavme uğrayıp da selam verirse ve onlar da selamını alırlarsa,
onlara selamı hatırlattığı için onlardan bir derece fazla sevap alır. Eğer
selamını almazlarsa onun selamını onlardan her bakımdan daha üstün ve güzel
olan varlıklar alır.” (Tâberâni)
1- Selam vermek
sünnet, selam almak farzdır. Bir kişi karşılaştığı kişi ve topluluklara
konuşmadan önce selam vermelidir.
Peygamberimiz
sallallahu aleyhi ve sellem:
“Selam, konuşmadan
öncedir.” buyurmaktadır. (Tirmizi)
2- Karşılaşanlardan
ilk önce selam veren daha faziletlidir.
Peygamberimiz
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
“Allah katında en
kıymetli ve ileri olan, (karşılaştıklarında) selamı ilk verendir.” (Tirmizi)
3- Selam ya
aynısıyla ya da daha ziyadesiyle alınır. Selamı daha ziyadesiyle vermek ve
almak daha faziletlidir.
İmran bin Husayn
radıyallah anh şöyle rivayette bulundu:
“Biz Peygamber
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in yanında idik. Bir adam gelip Esselamü
aleyküm dedi. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem selamını aldı.
- On sevap aldı,
buyurdu.
Sonra başka birisi
geldi. Esselamü aleyküm ve rahmetullah dedi.
Peygamberimiz
sallallahu aleyhi ve sellem selamını aldı.
- Yirmi sevap aldı,
buyurdu.
Bir başkası geldi.
Esselamü aleyküm ve rahmetullahi ve berekatühü, dedi.
Peygamberimiz
sallallahu aleyhi ve sellem selamını aldı.
- Otuz sevap aldı,
buyurdu. (Tirmizi)
Diğer bir hadis-i
şerifte şöyle buyurulmaktadır:
“Allah Âdemi altmış
arşın boyunda yarattı ve ona şöyle buyurdu:
“Haydi git orada
oturmakta olan meleklere selam ver ve senin selamını nasıl alacaklarına dikkat
et. İşte senin ve zürriyetinin selamı da öyle olacaktır.”
Âdemoğlu meleklerin yanına
vardı ve şöyle cevap verdi:
“Esselâmü aleyküm”
Onlar da bu selamı şöyle aldılar:
“Esselamü aleyke ve
rahmetullahi.” Selamlarına ‘ve rahmetullahi’ diye eklediler. Cennete her giren
Âdem suretinde olacaktır. Âdem’in torunları onun uzunluğundan şimdiye kadar
eksilmeye devam etmişlerdir.” (Buhari, Müslim)
4- Bir yere
girildiği zaman selam verildiği gibi, oradan çıkarken de selam verilir veya bir
kişi ile karşılaşınca da, ayrılırken de selam verilir.
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
“Biriniz bir meclise
girdiği zaman selam versin. Oturmak isterse otursun. Sonra ayrılırken (yine)
selam versin. Çünkü birinci selam ikincisinden daha evlâ değildir.” (Ebu Davud)
5- Bir yere girip
selam verdikten sonra, oradan çıkılsa ve hemen tekrar girilse veya birisi ile
karşılaşılıp selam verildikten sonra ayrılınsa biraz sonra tekrar karşılışılsa,
her girip çıkmada ve her karşılaşmada selam verilmelidir.
Peygamberimiz
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
“Biriniz kardeşiyle
karşılaştığı zaman ona selam versin. Eğer aralarında bir taş, ya duvar ya da
ağaç girip engel olur da sonra yine onunla buluşursa tekrar selam versin.” (Ebu
Davud)
6- Bir topluluk,
başka bir toplulukla karşılaştığı zaman içlerinden birinin selam vermesi selam
verilen topluluktan da birinin selamı alması yeterlidir.
Bu hususta
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
“Bir cemaat toplu
halde bir yere vardıklarında içlerinden birinin onlara selam vermesi kâfidir.
Oturanlardan birisinin selam alması da yeterlidir.” (Ebu Davud)
7- Bir kimse kendi
evine girerken ailesine, çoluk-çocuğuna mutlaka selam vermelidir. Bir kısım
insanlar bu hususta tekasül gösteriyorlar veya duyarsız kalıyorlar. Selam bir
duadır. Kişinin kendi ailesine ve çocuklarına dua etmemesi gerçekten bir
cimriliktir.
Enes bin Malik
radıyallahu anh şöyle rivayet ediyor: Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem
kendisine şöyle buyurmuş:
“Ey evlatçığım!
Evine girdiğin vakit, selam ver. Sana da ev halkına da bereket olur.” (Tirmizi)
8- Bir kimse boş bir
haneye veya ev halkının olmadığı zaman kendi evine girdiğinde: “Esselamü aleynâ
ve alâ ibâdillâhissâlihîn” diye selam vermelidir.
9- Bir kişi mektupta
selam yazıp göndermiş ise, mektuptaki selam okununca “Ve aleykesselam” diye
selamı alınmalıdır.
Bir kimseden selam
getirip tebliğ edene de, “Aleyke ve Aleyhisselam” diye mukabelede bulunulur.
Galib bin Hattâf
dedi ki:
“Biz, Hasan el
Basri’nin kapısında oturuyorduk. Sonra bir adam gelip dedi ki: Bana, babam,
dedemden nakletti. Dedi ki: Babam beni Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e
gönderdi. Haydi git, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e benden selam
söyle, dedi. Vardım ve babamın selamı var dedim. Şöyle buyurdu:
- “Aleyke ve alâ
ebikes selam - Selam sana ve babana olsun.” (Ebu Davud)
10- Mezarlıkların
yanından geçerken veya kabirler ziyaret edilirken:
“Esselâmü alâ
ehliddiyâri minel Mü’minîne vel müslimîne ve yerhamullâhi müstakdimîne minnâ
vel müste’hirîn ve innâ inşâallâhu lelâhigûn - Selam Mü’minlerin ve
Müslümanların yurdu ahâlisine! Allah öncekilere ve sonrakilere rahmet etsin.
İnşaallah biz de (size) katılacağız” diye selam verilir.
Muhammed bin Kays
bin Mahreme radıyallahu anh rivayet ediyor:
“(Bir gün) Hz Aişe
radıyallahu anha size kendimden ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den
bahsedeyim mi? dedi. Biz de evet, dedik. Şöyle anlattı:
Benim nöbetimde
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem soyundu, ridasını çıkardı. Papuçlarını
çıkardı. Ridasının bir kısmını yatağına serdi ve yattı. Uyuduğumu sanıncaya
kadar geçen bir zaman bekledikten sonra kalktı, yavaş yavaş ridasını giydi,
papuçlarını da sessisce giyip kapıyı açtı. Yavaşça çıkıp gitti. Ben de ardından
giyindim. Başörtümü başıma aldım ve iyice kapanıp sarıldım. Sonra onu takip
etmek için çıktım. Bâki kabristanına vardı ve orada epeyce durdu. Üç kere
ellerini kaldırdıktan sonra ayrıldı. Ben de ayrıldım. O hızlandı, ben de
hızlandım. O koştu, ben de koştum ve onu geçip yatağa yattım. İçeri girdi.
Şüphelenmiş olacak ki, Ey Aişe ne var? diye sordu. Ben de hiçbir şey yok dedim.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: Ya bana bildireceksin, ya da latif ve
habir olan (Allah) bana bildirecektir, dedi. Ben de, Ya Rasûlallah annem, babam
sana feda olsun! dedim ve yaptıklarımı anlattım.
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem: Demek önümde gördüğüm karartı sendin, dedi. Ben
de: Evet, dedim. Göğsüme acıtacak kadar vurdu ve şöyle buyurdu: Allah’ın sana
ve Rasûlüne haksızlık edeceğini mi sandın? Ben de: İnsanlar ne kadar
gizlerlerse gizlesin, Allah onu mutlaka bilir, dedim.
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
Evet. Cibril bana
geldi. Onu gördüğüm zaman bana seslendi ve senden gizlendi. Ben cevap verdim.
Sen soyunmuş olduğun için içeriye girmedi. Ben de bunu senden gizledim. Senin
yatıp uyuduğunu sanınca seni uyandırmak ve yalnız bırakıp üzmek istemedim.
Cibril bana dedi ki: Rabbin sana Baki’ye gidip onlar için Allah’dan mağfiret
dilemeni emretti. Bunun üzerine dedim ki: Ya Rasûlallah! Nasıl mağfiret
dileyeceğim?
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dersin buyurdu: Selam Mü’minlerin ve
Müslümanların yurdu ahalisine! Allah öncekilere ve sonrakilere rahmet etsin.
İnşallah biz de (size) katılacağız.” (Müslim)
11- Selam
verilirken, “Aleykes selam” şeklinde selam verilmez. “Aleyküm selam” diye selam
verilir.
Ebu Cüreyc el Hüceymi
radıyallahu anh şöyle rivayette bulundu:
“Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem’e geldim ve:
Aleykesselam Ya
Rasûlallah dedim. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
Aleykesselam deme.
Zirâ, ölülere, aleykesselam denilir.” buyurdu. (Ebu Davud, Tirmizi)
12- Bir meclise
gelip selam vererek oturan kimseye, mecliste bulunanların merhaba demesi de
âdabtandır. Merhaba, “rahat ol, emniyettesin” demektir.
Peygamberimiz
sallallahu aleyhi ve sellem:
Kızı Hz. Fatıma
radıyalllahu anha’ya: “Merhaba kızım.”
Ümmü Hâni’ye de:
“Merhaba Ümmü Hâni” demiştir.” (Buhari)
13- Bir mecliste,
gayri müslimler, ateistler, İslam düşmanları ile, Müslümanlar bir arada
bulunsa, böyle bir meclise, bir toplantıya giren bir Müslüman, meclisteki
Müslümanları kastederek o topluluğa selam vermelidir.
“Peygamber
sallallahu aleyhi ve sellem Müslümanlarla Yahudilerin karışık olduğu bir
meclise rastladı ve onlara selam verdi.” (Buhari)
14- Gayri müslimler
ile karşılaşıldığı zaman onlara önce Müslümanların selam vermemesi, onlar selam
verdikleri zaman da “Ve aleyküm” denilmesi gerekir.
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
“Yahudi ve
Nasranilere ilk önce siz selam vermeyin.” (Müslim)
“Ashab-ı Kiram’dan
biri:
Ya Rasûlallah! Kitap
ehli bize selam veriyorlar. Onların selamını nasıl alalım.” diye sordu.
Peygamber sallallahu
aleyhi ve sellem:
“Ve aleyküm” deyin,
buyurdu.” (Müslim)
15- Kadınlara ve
çocuklara da selam vermek sünnettir. Genç kadınlara fitneye sebep olacağı
korkusu olunca selam verilmemelidir. Esma binti Yezid radıyallahu anha şöyle
rivayet etmektedir:
“Peygamber
sallallahu aleyhi ve sellem biz kadınların yanına uğradı ve selam verdi.”
(Tirmizi)
Enes bin Malik
radıyallahu anhden de bir rivayet vardır:
“O, çocukların
yanına uğrayıp selam verdi. Sonra şöyle dedi: Peygamber sallallahu aleyhi ve
sellem de böyle yapardı.” (Tirmizi)
16- Zamanımızda bir
kısım insanlar İslam’ın o güzel selamını terk ederek yabancı, ithal kelimelerle
selamlaşıyorlar. Bu, kör bir taklittir. Şahsiyet ve kimlik kaybıdır. Aşağılık
duygusunun çok çirkin bir tezahürüdür. Bu gibi kelimeler latife şeklinde de
olsa asla kullanılmamalı, kullananlar ikaz edilmelidir.
Öncelikli selam
vermesi gerekenler:
Kimin kime daha önce
selam vereceği hususunda hadisler ve haberler vârid olmuştur. Buna göre kimin
kime daha önce selam vermesi gerektiğini şöylece sıralayabiliriz:
1- Gençler
yaşlılara.
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
“Küçük büyüğe selam
verir.” (Buhari, Müslim)
2- Binekli olanlar
yaya olanlara.
3- Yürüyenler
oturanlara.
4- Az olanlar çok
olanlara.
5- Dışarıdan
gelenler içeridekilere.
6- Yukarıdan
gelenler aşağıdan gelenlere.
7- Durumları aynı
olanlardan herhangi biri selam verirler.
Bu hususta
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
“Yürüyen oturana
selam verir.” (Tirmizi.
“Yaya olarak giden
iki kişi karşılaştıkları zaman, hangisi (önce) selam verirse o daha üstündür.”
(Bulügül Meram)
Selam verilmeyecek
kişiler:
Bir kısım kişilere
şirk küfür ve günahlarından dolayı, bir kısım insanlara da selam almaya müsait
olmadıklarından dolayı selam verilmez.
Şöyle ki:
1- Ateist, satanist,
komünist ve diğer din düşmanlarına selam verilmez.
2- Mürtedlere, yani
Müslüman iken din değiştirip Hristiyan, Yahudi olan veya tamamen dinsiz
olanlara selam verilmez.
3- Açıktan günah-ı kebair
işleyen, yapmakta olduğu bu günahları anlatmaktan hâya etmeyen, utanmayan ve
günahlarında ısrar eden kişilere selam verilmez.
4- Günahı işlemekte
olan, meselâ, içki içerken, kumar oynarken bir kişiye rastlayan bir Müslüman, o
kişiye selam veremez. Verirse mesul olur.
Selama mukabele
edemeyecek durumda olanlara selam vermek de mekruhtur.
1- Kur’an
okuyanlara,
2- Ezan okuyanlara,
3- Abdest alanlara,
4- Namaz kılanlara,
5- Hutbe okuyana,
6- Yemek yiyene,
7- Küçük, büyük
abdest bozanlara selam verilmez.
Yolculuk insan
hayatının bir parçasıdır. Çeşitli sebeplerle yapılan yolculuk, misafirlik ve
ziyaretlerin bir kısım âdabı vardır. Müslüman bir kişi bu âdaba riayet ederse
yaptığı seyahat, vâkıf olduğu veya olmadığı bir çok bereketlerle, lütuflarla
dolup taşar. Elbette yapılan seyahatler meşrû olmak şartıyla. Kötü maksatla,
isyan, tuğyan ve günaha dalmak kastıyla yapılan yolculuklar ise, farkında
olunsa da, olunmasa da belâ ve musibetlerle doludur. Dünyevî ve uhrevî bir
ziyandır.
Kişiler hayatları
boyunca çeşitli sebeplerle yolculuğa çıkarlar. Elbette her Müslümanın sefere
çıkış sebebi hayır olmalıdır. Şer için, kötülük için yola çıkmak şerir
insanların işidir. Müslümanın cihad, ilim tahsili, Allah için ziyaret, helal
yollardan çoluk çocuğunun rızkını kazanmak, sılay-ı rahim için yolculuğa
çıkması, ayaklarının tozlanması Allah indinde çok makbul bir ibadettir.
1- İlim tahsil
etmek:
Her müslüman, kulluk
vazifesini en iyi bir şekilde yerine getirebilmek için zarurî olan dinî
ilimleri öğrenmekle mükelleftir. Bu onun için bir farizadır. Aynı zamanda diğer
faideli ilimleri de öğrenmelidir. Çeşitli ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerde
ilme teşvik edilmekte ve ilim ehli medhü senâ edilmektedir. Müslümanlar
öncelikle farz-ı ayn olan ilimleri öğrenmeli, imkan ve fırsat bulanlar faideli
ilimlerin her dalında mütehassıs olmaya çalışmalıdırlar. İlmin ve âlimin rağbet
görmediği veya aralarında gerçek âlim ve âriflerin bulunmadığı toplumlar behimî
bir hayata mahkum olurlar.
Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır:
“Eğer bilmiyorsanız
zikir (ilim) ehline sorunuz.” (Nahl/43)
“Rabbim, benim
ilmimi artır, de.” (Tâhâ/114)
Allah Teâlâ gerçek
alimleri ve onların halini şöyle bildiriyor:
“Kendilerine ilim
verilen kimselere Kur’an okununca, derhal yüzüstü secdeye kapanırlar.”
(İsra/107)
“Allah, melekler ve
adalette sebat eden ilim adamları şahitlik etmiştir ki, O’ndan başka ilah
yoktur. (Evet) mutlak güç ve hikmet sahibi Allah’dan başka ilah yoktur.” Âl-i
İmran/18)
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
“Allah, kimin
hayrını dilerse onu dinde fakih kılar.” (Tirmizi)
“Tek bir fakih
şeytana bin abidden daha çetindir.” (Tirmizi)
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem’in zamanında
iki kardeş vardı. Biri sanatla uğraşıyordu. Diğeri ise Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem’in yanından hiç ayrılmıyor, ondan ilim öğreniyordu. Bu iki
kardeşten sanatla iştigal eden, diğer kardeşini Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem’e şikayet etti.
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem şikayet eden kardeşe şöyle dedi:
“Belki de sen Allah
tarafından onun sayesinde rızıklandırılıyorsun.” (Tirmizi)
İlim öğrenmek, âlim
olmak çok güzel bir şey. Ancak öğrendiklerimizle amel etmek, başkalarına
öğretmek, başkalarının ilmimizden faydalanması için çaba göstermek gerekir.
Aksi takdirde ilim bizim için bir vebal olur. Bir ateş olur.
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
“Kim ilmi, Allah’dan
başkası için öğrenip, Allah’dan başkası için isterse, ateşteki yerine
hazırlasın.” (Tirmizi)
“Âhir zamanda din
vasıtasıyla dünyalık etmek üzere bir takım adamlar zuhur edecektir. İnsanlara
yumuşak görünmek için koyun postuna bürüneceklerdir. Dilleri baldan tatlı,
fakat kalbleri kurt kalbi gibi olacaktır. Allah buyuracak ki: Bana mı
güveniyorsunuz, yoksa bana karşı cüret mi gösteriyorsunuz? Zâtıma yemin ederim
ki, onlara öyle bir fitne göndereceğim ki, içlerinde halim olan kişi bile
şaşırıp kalacaktır.” (Tirmizi)
İlim öğrenmek
maksadıyla evinden, eş ve dostlarından, memleketinden ayrılıp yabancı diyarlara
yolculuğa çıkmak ne hayırlı bir yolculuktur.
Bu hususta
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
"Kim ilim
tahsil etmek için yolculuğa çıkarsa, Allah onun için cennete giden yolu
kolaylaştırır ve melekler ilim talebesinin rızasını almak için (veya ondan razı
oldukları için) kanatlarını yere sererler. Göktekiler ve yerdekiler hatta
sudaki balıklar bile ilim talebesi için istiğfar ederler. Âlimin, âbide
üstünlüğü, ayın diğer yıldızlardan üstünlüğü gibidir. Muhakkak âlimler
peygamberlerin mirascılarıdır. Muhakkak peygamberler ne altını ve ne de gümüşü
miras bırakırlar. Peygamberler ancak miras olarak ilim bırakırlar. Bu itibarla
kim, peygamberlerin mirası olan ilmi elde ederse, tam bir hisse almış
olur." (Tirmizi, Ebu Davud, İbni Mace - Mukaddime)
2- Sıla-yı rahim:
Her Müslüman yakın,
uzak bütün akrabalarını ziyaret etmelidir. Onlar başka beldelerde
oturuyorlarsa, onları ziyaret için yolculuk zahmetine katlanmalıdırlar. Salih,
âlim, Allah dostu kişileri ziyaret etmek, dualarını almak, sohbetlerinde
bulunup nasihatlarını, öğütlerini dinlemek için her fırsatta seyahate çıkmak
kişi için nice bereketlere vesile olur. Allah Teâlâ: "Ey iman edenler!
Allah’tan korkun ve sadıklarla berâber olun." (Tevbe/119) buyurarak âlim,
salih, sadık kişilerle beraber olmanın, onların meclisinde bulunmanın, onların
izini takip etmenin ehemmiyetine işaret ediyor.
Sıla-yı rahmin, yani akraba ziyaretinin ehemmiyetini anlamak
için şu kudsî hadis-i şerife dikkat nazarlarınızı celbederim:
Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır:
"Ben Allah’ım.
Ben Rahman’ım. Rahmi Ben yarattım. Ona ismimden bir isim ayırıp taktım. Kim
onunla (akrabayla) ilgisini sürdürürse, Ben de onunla ilgimi sürdürürüm. Kim
ondan (akrabadan) ilgisini keserse Ben de ondan ilgimi keser, perişan
ederim." (Tirmizi-Ebu Dâvud)
Bu hususta
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmaktadır:
"Sıla-yı rahmi
kesen (akrabayla ilişkiyi kesen) cennete giremez." (Müslim)
Baba dostlarıyla
ilgilenmek hususunda da şu hâdise güzel bir örnektir:
Abdullah bin Ömer
radıyallahu anh Mekke’ye gitmek istediğinde merkebine binerdi. Binmekten
usandığı zaman onu dinlendirirdi. Başına da sarık sarardı. Bir keresinde bir
bedevi yanından geçti ve İbni Ömer ona: "Sen falan oğlu falan değil
misin?" dedi. Adam: "Evet" deyince merkebini ve sarığını ona
vererek, "Haydi buna bin ve sarığı da başına sar." dedi. Bunun
üzerine arkadaşlarından birisi ona: "Allah seni bağışlasın! Üstüne binip
rahatladığın merkebini bedeviye verdin. Sarığını da onun başına sardın."
dedi.
Abdullah bin Ömer
radıyallahu anh şu cevabı verdi: "Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu duydum:
İyilikler içinde en güzeli (babası) öldükten sonra dostlarına ilgi gösterip
iyilikte bulunmaktır. Onun babası babam Ömer’in dostu idi." dedi. (Müslim)
Başka beldelerde
oturan arkadaş ve dostları ziyaretin fazileti hakkında Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
"Bir adam başka
bir kasabada bulunan Müslüman kardeşini ziyaret etti. Allah onun yoluna bir
melek gönderdi ve melek ona sordu:
- Nereye böyle?
- Şu kasabadaki arkadaşıma.
- Ondan beklediğin
bir menfaat mi var?
- Hayır. Onu sadece
Allah için sevdiğimden.
- Ben Allah’ın sana
gönderdiği bir elçiyim. Bilesin ki onu (arkadaşını) Allah için sevdiğinden
dolayı Allah da seni sevmiştir." (Müslim)
Yapılan seyahatlerde
uğranılan beldelerde, varsa, peygamber, sahabe, salih, sadık, âlim zatların
türbe ve mezarları da ziyaret edilmelidir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem zaman zaman Bâkî Mezarlığı’na gider ve ziyaret ederdi. Müslümanlara da
mezarları ziyaret etmeyi tavsiye buyururdu.
3- Allah yolunda
cihad, tebliğ, hac ve umre ibadetini yerine getirmek için yolculuk:
Bu hususlarda nazil
olan ayet-i kerimeler ve varid olan hadis-i şerifler herkesce mâlumdur. Allah
yolunda cihad, mal ve canın ortaya konulduğu, Allah Teâlâ ile cana karşılık
cennetin satın alındığı bir alış-verişin yapıldığı, cennet kokularının alınıp şehâdete sevdalanıldığı
bir müstesna ortamdır. Bir büyük ibadettir. Tebliğ, Kur’anî hakikatları, nebevî
güzellikleri, İslamî aydınlığı insanlara taşımak, onların hidayetine vesile
olmak, zulmün, küfür, şirk ve nifakın ortadan kaldırılıp adâletin, imanın,
ahlâkın, tüm güzelliklerin hakim olması için çaba göstermek, gayret etmek bir
Müslüman için ne büyük bir mutluluktur.
Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır:
"Allah
Mü’minlerden mallarını ve canlarını onlara verilecek cennet karşılığında satın
almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler.
(Bu) Tevrat’ta ve İncil’de ve Kur’an’da Allah üzerine bir vaaddir. Allah’tan
daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O halde onunla yapmış olduğunuz bu
alış verişten dolayı sevinin. İşte bu büyük bir kurtuluştur." (Tevbe/111)
Tebliğin ehemmiyeti
hususunda da Allah Teâlâ, Rasûlüne hitaben şöyle buyurmaktadır:
"Ey Rasûl! Rabbinden
sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, onun elçiliğini yapmamış
olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler
topluluğuna rehberlik etmez." (Maide/67)
Hac ve Umre malî ve
bedenî bir ibadettir. Hac, imkanı olanlar için ömründe bir defa farz-ı ayındır.
Bu hususta Allah
Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Bir zamanlar
İbrahim’e Beytullah’ın yerini hazırlamış (ve ona şöyle demiştik): Bana hiçbir
şeyi eş tutma! Tavaf edenler, ayakta ibadet edenler, rükû ve secdeye varanlar
için evimi temiz tut! İnsanlar arasında haccı ilan et ki, gerek yaya olarak,
gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde kendilerine ait
bir takım faydaları yakînen görmeleri, Allah’ın kendilerine rızık olarak
verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah’ın ismini anmaları
(kurban kesmeleri için) sana (Kâbe’ye) gelsinler. Artık ondan hem kendiniz
yiyin, hem de yoksula, fakire yedirin!" (Hac/26-27-28)
O mübarek beldelere
yolculuk, iman ve kulluk heyecanını tazelemek, yeniden nefeslenip, soluklanmak,
Muhammedî çiçekleri koklaya koklaya hasret dindirmek, âlemlere rahmet
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in rehberliğinde Asr-ı Saadet yolculuğu
yapmak, ahlâkî güzellikleri derlemek, günahlardan arınıp temizlenmek için ne güzel bir vesiledir.
4- Geçmiş
kavimlerin yaşadığı beldeleri, geçmiş medeniyetlerin kalıntılarını görüp ibret
almak için yolculuk:
Müslüman isyan ve
tuğyanla hayat süren müstekbirlerin, azgın kavimlerin geride bıraktıkları
yıkılmış saraylarını, virane olmuş şehirlerini görüp onların kötü akıbetlerini
tefekkür ederek nefsine çeki-düzen verir. Nefis ve şeytana uyan, Rabbini unutan
toplumların uğradıkları felâketleri ibretle düşünerek, Rabbine daha iyi bir kul
olmak için çaba ve gayret sarf eder.
Diğer taraftan
Kâbe-i Muazzama, Mescid-i Nebi, Mescid-i Aksa ve benzeri mukaddes, mübarek
beldeleri İslam medeniyetinin beşiği mâmûreleri, imanla, ihlasla yoğrularak
bina edilmiş cami, medrese, tekke, zaviye, türbe, kütüphane, hastane,
kervansaray, han, hamam ve sair eserleri gezip görerek kendini ve zamanını
sorgular. Geri kalmışlığımızın, zillet ve meskenete düşüşümüzün sebeplerini
düşünür. Kaybettiğimiz değerlere, o yüksek medeniyete yeniden kavuşmayı
planlar, sevda ve hasret dolu bir gayretle çalışmaya koyulur.
Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır:
"Sizden önce
nice milletlerin vakaları gelip geçmiştir. Onun için yeryüzünde gezip dolaşın
da (Allah’ın ayetlerini) yalanlayanların akıbeti ne olmuş görün." (Âl-i
İmran-137)
5- Zulüm, baskı
ve işkence sebebiyle hicret:
Mekke’de kâfir ve
müşriklerin zulüm ve işkenceleri had safhaya varmıştı. Müslümanlar, bilhassa
fakir, kimsesiz ve arkasız Müslümanlar iyice bunalmıştı. Bunun üzerine önce
Habeşistan’a, daha sonra da Medine’ye hicret için izin verildi. Mekke fethine
kadar, Mekke’den hicret farz kılındı. Böylece hem Müslümanların baskı ve
zulümden kurtulmaları ve hem de bir yerde toplanarak güçbirliği yapıp
devletlerini kurmaları sağlanmış oldu. Mekke fethinden sonra bu farziyyet
kaldırıldı. Ancak şartlar oluşunca hicret farziyeti de avdet eder. Dinini daha
iyi yaşayabilmek, Allah Teâlâ’ya daha iyi kulluk edebilmek için doğup büyüdüğü
vatanını terk edip gurbete çıkmak, bu uğurda çeşit çeşit sıkıntılara katlanmak
ne büyük bir fedakârlıktır.
Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır:
"Allah yolunda
hicret eden kimse, gidecek çok yer ve bolluk bulur. Kim Allah ve Rasûlü uğrunda
hicret ederek evinden çıkar da sonra
kendisine ölüm yetişirse, artık onun mükâfatı Allah’a düşer. Allah da çok
bağışlayıcı ve esirgeyicidir." (Nisa-100)
6- Ticaret
maksadıyla yolculuk:
Çoluk çocuğunun,
ailesinin helal yollardan nafakasını kazanmak, Müslümanların ihtiyacı olan
metâları başka beldelerden getirerek hizmete sunmak için yapılan yolculuklar
güzel, hayırlı yolculuklardır.
Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır:
"Ey iman edenler!
Cuma günü namaza çağrıldığınız (ezan okunduğu) zaman hemen Allah’ı anmaya koşun
ve alış-verişi bırakın. Eğer siz gerçeği anlayan kimseler iseniz elbette bu
sizin için daha hayırlıdır. Namaz bitince yeryüzüne dağılın ve Allah’ın
lütfundan isteyin. Allah’ı çok zikredin. Umulur ki kurtuluşa erersiniz."
(Cuma-9/10)
Peygamberimiz
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
"Güvenilir,
dürüst tacir, peygamberler, sıddıklar ve şehitlerle beraber olacaktır."
(Tirmizi)
7- Masiyet için
yolculuk:
Masiyet için, yani
zulüm, zina, içki, kumar, hırsızlık ve benzeri günahlar işlemek için yapılan
yolculuk haramdır. Böyle kötü bir maksatla yola çıkan kişinin dört rekatlı farz
namazları iki rekat olarak kılması da
caiz değildir.
1- Yola çıkmadan önce
aile efradıyla, yakınlarıyla vedalaşmalı, helâlleşmeli, gittiği yerlerden bir
istekleri olup olmadığını sormalı, aile ve çocuklarının ihtiyacı olan yiyecek
ve içecekleri hazırlamalı, ihtiyaç durumunda kullanmak üzere bir miktar para
bırakmalıdır.
2- Uzun bir
yolculuğa çıkıyorsa, salih, güvenilir yol arkadaşları edinmelidir.
3- Yolculuğa
Pazartesi ve Perşembe günleri çıkmaya gayret etmelidir.
4- Evinden çıkmadan
önce iki rekat nafile namaz kılmalı, geride bıraktığı aile efradı için dua edip
onları Allah’a emanet etmelidir.
5- Yanına zarurî
olan, havlu, misvak, tarak, ayna, iğne, iplik, küçük bıçak, kibrit gibi
eşyaları almalıdır.
6- Evinden çıkarken:
"Bismillâhi
tevekkeltü alallâhi lâ havle velâ kuvvete illâ billâhi - Allah’ın adıyla.
Allah’a güvendim, O’ndan başka güç ve kuvvet sahibi yoktur." demelidir.
1- Binek hayvanına
veya vasıtaya binince:
"Sübhânellezî
sehhara lenâ hazâ vemâ künnâ lehû mugrinîn. Ve innâ ilâ Rabbinâ lemungalibûn. -
Bunu bizim hizmetimize vereni tesbih ederiz. Yoksa biz bunlara güç
yetiremezdik. Şüphesiz biz Rabbimize döneceğiz." (Zuhruf-13/14) ayet-i
kerimesini okumalıyız.
2- Vasıtaya binince
sekiz Ayet-el Kürsi okumalı ve Rabbimize sığınmalıyız.
3- Yolculuk grup
halinde yapılıyorsa iki kişi bile olsa içlerinden birini yol emiri seçmeli ve
ona itaat edilmelidir.
4- Grup halindeki
yolculuklarda gruptan ayrılmamalı, aykırı davranışlarda bulunulmamalı,
vasıtadan inince yol emirinin talimatını almadan dağılıp gidilmemelidir. Şayet
belirli bir zaman için serbest bırakılmış, toplanmak için bir saat verilmişse
muhakkak verilen saatte hareket edilecek yerde bulunmalı, gecikilmemelidir.
5- Yolculuk boyunca
tam bir uyum içinde bulunulmalı, karşılıklı fedakârlıklar yapılarak ülfet ve
muhabbeti artıracak, kardeşliği pekiştirecek
bir vasat oluşturmalıdır.
6- Konaklama yerleri
çok iyi seçilmelidir. Trafiği aksatacak, kazalara sebep olabilecek işlek yollar
üzerinde mola verilmemelidir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
"İşlek yol
üzerinde konaklamayınız ve yol üzerinde ihtiyaçlarınızı gidermeyiniz. Abdest
bozmayınız." (İbn-i Mâce) buyurmaktadır.
1- Eve gece
gelinmemelidir. Şayet gece gelmek mecburiyeti hasıl olursa ev halkını haberdar
etmelidir.
2- Gidilen yerlerin
özelliğini taşıyan hediyeler alarak aile efradının gönlü alınmalıdır. Çünkü
hediyeleşmek muhabbeti artırır.
3- Eve gelmeden önce
mahalle veya çarşıda bir camide iki rekat namaz kılmalıdır. Bu mümkün olmazsa
eve gelince kılınmalı ve bu yolculuktan sâlimen döndüğü ve ailesine kavuştuğu için
Rabb Teâlâ’ya şükretmeli, hamd etmelidir.
Misafir olmak,
misafir kabul edip ağırlamak Müslümanların çok güzel âdetlerinden biridir.
Müslümanların sosyal yaşantısında misafirliğin müstesna bir yeri vardır.
Ecdadımız yollar
üzerinde kervansaraylar, şehirlerde hanlar, misafirhaneler yaptırarak hiçbir
toplumda görülmeyen üstün bir sosyal dayanışma örneği sergilemişlerdir. Kur’an
ve Sünnette yolcuya, garibe, misafire ikram etmek, yardımcı olmak
emredildiğinden, tavsiye edildiğinden bu hizmetler büyük bir ibadet şevki ve
aşkıyla yapılmıştır. Anadolu’da tasavvufî bir hassasiyetle teşekkül eden Âhîlik
teşkilatları, yolcuları, garipleri misafir etmek için birbirleri ile yarış
ederlerdi. İbn-i Batuta Seyahatnamesi’nde bu hususta çok ilginç hadiseler
anlatmakta, Âhî misafirhanelerinde
yapılan hizmetlerden sitayişle bahsetmektedir.
Bunların dışında
hali vakti yerinde olan köy ve kasaba halkı bulundukları yerlerde evlerinin
yakınında misafirhane yaptırırlar, yolcuları, garipleri, çeşitli sebeplerle köy
ve kasabaya gelen kimsesizleri misafir ederlerdi. Köyün gün görmüş yaşlıları,
gençleri de misafirhaneye gelirler uzun kış gecelerinde çok güzel sohbetler,
hasbihaller yapılırdı. Gerek yolcular ve gerekse köy halkından bilge, güngörmüş
kişiler katıldıkları savaşlardan, şahit oldukları hâdiselerden, gezip
gördükleri şehir ve kasabalardan ve oralar halkının örf, âdet, gelenek ve
göreneklerinden büyük bir coşkuyla bahis açarlar, dinleyenlere heyecanlı
dakikalar yaşatırlardı. Bu arada misafirhanede bulunan gençler, paşa mangalına
sürülmüş 4-5 adet cezvede pişirilen kahveleri misafirlere ikram ederler, zaman
zaman ellerinde maşrapa ve testi su dağıtırlar, çeşitli hizmetlerde
bulunurlardı. Bu arada kulakları hep sohbette olur, pür dikkat dinlerler,
yapılan sohbetlerden istifade eder, edep erkan öğrenirlerdi. Diğer taraftan
köyün imamı veya bilge bir kişisi Siyer-i Nebi okur, ilmihal bilgileri verir,
böylece misafirhane bir mektep haline gelirdi.
Kasabamızda
ecdadımızdan kalma büyük bir misafirhanemiz vardı. Hemen yanında yolcuların
hayvanlarının barınması için büyükçe bir de ahır yaptırılmıştı. Zaman olur
günde 10-15 misafir konaklardı. Misafirler gelince hemen hayvanları ahıra
bağlanır, eşyaları misafirhaneye taşınır, kısa bir zaman içinde yemek
çıkarılırdı. Rahmetli anneciğim bu hususta çok hassastı. Gecenin çok ileri
saatlerinde gelen misafirlere bile şevkle, aşkla yemek çıkarır, "Onlar
Tanrı misafiridir. Bize Rabbimizin bir lütfudur." derdi. Rahmetli
babacığım da yemekleri misafirlerle yer, bundan büyük bir zevk alırdı. Gelen
yolcular arasında Birinci Cihan Savaşına, İstiklâl Savaşına katılmış, gün
görmüş insanlar çok olurdu. Kasabamız halkından da böyleleri epeyce vardı.
Aralarında koyu bir sohbet başlardı. Katıldıkları savaşlarda şahit oldukları
hâdiseleri bazen ağlayarak, bazen hiddetlenerek anlatırlar, hem kendileri, hem
dinleyenler hâlden hâle girerdi. Ben de ailenin en küçük çocuğu olarak babamın
hemen yanı başında bu sohbetleri büyük bir dikkatle ve coşkuyla dinler, çok
etkilenirdim. Artık zamanımızda o güzelim mekanlar yok. Baş döndürücü hızla
gelişen ulaşım ve iletişim vasıtaları ve teknoloji bir çok değerlerimizin
kültür, sanat, tarih, örf, âdet ve geleneklerimizin, dinî hayatımızın bizi biz
yapan özelliklerini, güzelliklerini alıp götürdü. Televizyon ekranı karşısına
çakılıp kalan insanımız, bir kaç saatliğine misafirliğe gelen yakın dost ve
akrabalarıyla bile gereği gibi ilgilenemez, gönülden bir sohbet edemez hâle
geldi.
Misafir ve ev
sahibinin dikkat etmesi gereken hususlar:
1- Misafir, daha
önce ev sahibi ile görüşüp, geleceğini haber vermeli, müsait olup olmadığını
sormalı ve alacağı cevaba göre hareket etmelidir.
2- Şayet misafir
olacağı yer herkese her zaman açık bir misafirhane ise haber vermeye gerek
yoktur.
3- Misafirlik üç
gündür. Evin durumu, hane sahibinin maddî yönü müsait değil ise daha fazla
kalıp sıkıntı vermemelidir. Ancak ev sahibi kalmasını arzu ediyorsa, üç günden
fazla kalmakta sakınca yoktur.
Ebû Şurayh Al-Adevî
radıyallahu anh şöyle rivayet ediyor:
"Peygamber
sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu kulaklarım duydu, gözlerim
gördü ve kalbim de ezberledi: Allah’a ve ahiret gününe inanan kişi misafirine
hediyesini ikram etsin. Hediyesi nedir ey Allah’ın Rasûlü? diye sordular. Şöyle
buyurdu: Bir gün ve gecedir. Misafirlik üç gündür. Bundan fazlası sadaka
sayılır. Kim Allah ve ahiret gününe iman ediyorsa ya hayır söylesin ya da sükût
etsin." (Buhari)
4- Misafir tuz,
ekmek, su gibi bol olan bir şeyi ev sahibinden isteyebilir. Ancak ev sahibini
sıkıntıya sokacak isteklerde bulunmamalıdır. Şakik bin Seleme radıyallahü
anh’den şöyle bir rivayet vardır:
"Ben bir
arkadaşımla Selmani Farisî’nin yanına
girdim. Selman dedi ki, Allah Rasûlü
sallallahu aleyhi ve sellem eğer tekellüfü yasaklamasaydı size tekellüfte
bulunurdum. Sonra su ile tuz getirdi. Arkadaşım dedi ki: Ah tuzun yanında bir
de kekik otu olsaydı. Hemen Selman matarasını gönderip rehin bıraktı ve
karşılığında kekik otu getirdi. Yedikten sonra arkadaşım şöyle dedi: Verdiği
rızka karşı bizi kanaat ettiren Allah’a hamd olsun! Bunun üzerine Selman şöyle
dedi: Eğer Allah’ın sana verdiği rızka kanaat etseydin, bizim mataramız rehin
bırakılmazdı." (Tâberanî - Cemül Fevaid)
5- Ev sahibinin
maddî durumu müsait ise misafirlerine fazlaca ikram eder. Bu ikram tekellüf
olmadığı gibi, israf da sayılmaz.
6- Misafir eve
girerken izin isteyip, izin verildikten sonra da başka bir kelâm etmeden önce
selam vermelidir.
7- Ev sahibinin
gösterdiği yere oturmalı ve asla sağa sola evi teftiş edercesine
bakınmamalıdır.
8- Ev sahibini
rahatsız edecek söz ve davranışlardan sakınmalıdır.
9- Uzak bir yerden
geliyor ve durumu müsaitse ev sahibine küçük de olsa bir hediye takdim
etmelidir.
10- Ne ikram
ediliyorsa onu yemeli şunu yerim, bunu severim, şunları yemem gibi ev sahibini
sıkıntıya sokacak sözler sarf etmemelidir.
11- Misafir olduğu
evde, kendi evinde imiş gibi serbest hareket etmemeli, bulunduğu odadan başka
bir tarafa geçmesi gerekince ev sahibinden, geçeceği tarafın müsait olup
olmadığını sorup, ona göre davranmalıdır.
12- Misafirlikten ayrılırken,
ev sahibine hayır duada bulunmalı, yaptığı hizmetlerden dolayı teşekkür etmeli,
hakkını helal etmesini istemelidir.
13- Ev sahibi de
misafiri güler yüzle karşılamalı, onu kendi evinde imiş gibi rahat ettirmeye
çalışmalıdır.
14- Misafirin yanında
ailesine, çocuklarına, hizmetlilere bağırıp çağırmamalı, azarlamamalı, misafiri
huzursuz, rahatsız edecek söz ve davranışlardan sakınmalıdır.
15- Yemek, içmek
hususunda aşırı ısrarda bulunmamalıdır. En fazla üç kere teklif etmeli, ille de
daha fazla yemesi için zorlamamalıdır.
16- Uzak yerlerden
gelen misafirler için yemek çıkarmakta acele etmelidir.
17- Misafirini
uğurlarken hanesinde misafir olduğu için teşekkür etmeli, hizmet ve ikramda
yaptığı kusurlardan dolayı özür dilemeli ve hayır duada bulunmalıdır.
Gerek anne-baba,
yakın-uzak akrabalarımızı ve gerekse dost ve arkadaşlarımızı, gerek hayatta
olan âlim, salih zatları, gerekse selefi salihinin kabirlerini ziyaret ederken
dikkat edilmesi gereken edepler vardır.
Bu ziyaretlerde öncelikle
Allah rızası gözetilmelidir. Hiçbir menfaat duygusu bulunmamalıdır. Niyetinde o
âlim, salih kişinin huzurunda bulunup, sohbetinde bilgi edinmek, öğrendiklerini
yaşantısına aktarmak, öğrenip yaşadıklarını başka Müslümanlara da ulaştırmak,
onları da bilgilendirmek olmalıdır. Bu şekildeki ziyaret Ashab-ı Kiram’ın sünnetidir. Onlar Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellemin huzuruna bu niyetle gider, onun cana can katan sohbetlerini
bu niyetle dinlerlerdi.
Büyüklerin huzuruna
izin alınıp, selam verip girildikten sonra gösterilen yere edeple oturmalı,
lüzumsuz söz ve gereksiz sorulardan sakınmalıdır. Şayet bir soru sorulacaksa
maksadı ifade edecek kadar kısa sorulmalıdır. Şayet huzurunda bulunulan zat bir
soru sorarsa, edeple, sesi yükseltmeden, teferruata girmeden kısa ve öz bir
şekilde cevap vermelidir. Huzurlarında asla cedelleşmeye, yersiz, tatsız
münakaşalara dalmamalıdır.
Bir kısım kişiler ve
gençler maalesef bu hususta uyulması gereken âdaba dikkat etmiyorlar. Elleri
pantolon cebinde veya elleri arkada dikiliyorlar, yahut ayaklarını ileriye
doğru uzatıp, bir tarafına çok biçimsiz bir şekilde yaslanarak oturuyorlar.
Büyüklerin huzurunda
onları aşırı derecede meşgul edecek şekilde uzun müddet kalmamalı, sohbetlerini
tamamlayıp sükût ettiklerinde dualarını alıp edeple huzurlarından ayrılmalıdır.
İslam dininde
sıla-yı rahmin önemi çok büyüktür.
Her Müslüman
ana-baba, yakın-uzak bütün akrabaları ile yakından ilgilenmeli, onları her
fırsatta ziyaret etmeli, varsa ihtiyaçlarını gidermelidir.
Bu hususta pek çok
hadis-i şerif varid olmuştur. Onlardan bir kısmı şöyledir:
“Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur: Ben Allah’ım. Ben Rahman’ım. Rahmi ben yarattım. Ona ismimden bir
isim ayırıp taktım. Kim onunla (akraba ile) ilgisini sürdürürse, Ben de onunla
ilgimi sürdürürüm. Kim ondan ilgisini keserse, Ben de ondan ilgimi keser,
perişan ederim.” (Tirmizi)
“Kim, Allah’ın
rızkını genişletmesini ve ömrünü uzatmasını isterse, sıla-yı rahim yapsın.
Akrabasını ziyaret etsin.” (Buhari)
“Büyüklerinizden
akrabalarınızı öğrenin ve onları ziyaret edin. Çünkü akraba ziyareti ailede
muhabbeti artırır, malı çoğaltır, ömrü uzatır.” (Buhari, Müslim)
“Akraba ile ilişkiyi
kesen, cennete giremez.” (Buhari, Müslim)
“Ahiretteki cezası
bâki kalmak üzere, kişiye hemen ceza verdiren şey: Dille tecavüz ve akrabadan
alakayı kesmektir.” (Tirmizi)
“Kendisiyle ilgiyi
devam ettirdiğinde akraba ile ilgilenmek, gerçek sıla-yı rahim değildir. Asıl
ilgi, akrabası kendisinden alakasını kestiği zaman, onu ziyaret etmek, ilgiyi
devam ettirmektir.” (Buhari)
Yukarıda zikredilen
hadis-i şeriflerden de anlaşılacağı üzere akraba ile ilişkiyi devam ettirmek,
onları ziyaret etmek çok mühimdir. O bakımdan bu, ihmali asla caiz olmayan
mühim bir vazifedir.
Bu vazife çeşitli
şekillerde ve çeşitli vasıtalarla yapılabilir. Şöyle ki:
1- Bizzat giderek
ziyaret edilmelidir. Elbette sıla-yı rahmin, ziyaretin en makbulü budur.
Dünyaya dalıp gitmişiz, değerlerimizden çok uzaklarda kalmışız. Çok basit
şeyler için, basit dünya çıkarları için şehir şehir, ülke ülke dolaşan bizler,
çok yakınımızdaki belki de yaya olarak gidebileceğimiz kadar yakın mesafede
olan akraba ve dostlarımızı ve hatta anne-babalarımızı ziyaret etmiyor, basit
bahanelerle kendi kendimizi aldatıyoruz. Halbuki büyüklerin duasını almak,
onların gönlünü hoş etmek büyük bir saadettir.
2- Bizzat
gidemeyenler telefonla, mektupla yakınlarının hal ve hatırını sormalı,
durumlarını öğrenmeli gerektiğinde yardımcı olmalıdırlar.
3- Cuma günleri,
bayramlarda, mübarek gecelerde muhakkak ziyaret edilmeli, uzakta olanlar
telefon veya mektupla, tebrikle aranıp gönülleri allınmalıdır.
4- Ziyaretlerde
küçük de olsa hediye alınmalıdır. Bilhassa anne-babalar bu hususta asla ihmal
edilmemelidir. Ecdadımız:
“Hediyenin küçüğü,
büyüğü olmaz.”
“Bir elma, hatır
almadır.” demişlerdir. Ancak kişiler ille de karşı tarafı memnun edeyim diye
bütçelerini zorlayacak, maddi sıkıntıya girecek şekilde masrafa girmemelidir.
5- Akrabalardan
zalim olanlar, ateist olanlar, İslam düşmanlığı yapanlar ya da Müslüman
oldukları halde İslamî hassasiyeti olmayanlar, haramlara, günahlara dalanlar
olabilir. Bu gibi kişilerle de alâkamızı kesmemeli, onları ziyaret edip
İslam’ın hakikatlarını anlatmalı, İslam’ın güzelliklerini tebliğ etmeliyiz.
Hidayet Allah Teâlâ’dandır. Bir de bakarsınız ki bizim konuşmalarımız, tebliğimiz
sebebiyle Allah Teâlâ hidayet nasip eder. Onlar kurtulur. Biz de büyük ecre
nail oluruz.
6- Kabirleri ziyaret
sünnettir. Bu ziyaretler kişiye ölümü hatırlatır. Bir zamanlar bizim gibi yiyip
içen, gezip dolaşan, gülen ağlayan bu insanların toprakla bütünleşmiş, şimdiki
hallerine bakar, mutlak olan akıbetimizi görürüz. Dünyaya olan sıkı
bağlarımızda bir gevşeme olur. Katılaşmış kalbimiz yumuşar, kuruyan gözlerimiz
yaşarır, hülasa orada yapacağımız tefekkürler yönümüzü dünyadan ukbaya doğru
çevirir. Rabbimize yöneliriz. Kabirleri ziyarette mutlaka abdestli olmalıyız.
1- Kabrin başına
varılınca:
“Esselâmü alâ
ehliddiyâri minel mü’minîne vel müslimîne ve yerhamullâhi müstakdimîne minnâ
vel muste’hirîne ve innâ inşâallâhu lelâhigûn.” diye dua edilmelidir.
2- Kabri ziyaret
ederken kabrin sağ tarafında ve ölünün yüzüne karşı ayak ucunda durmalı, şayet
kabirdeki zatın ismini biliyorsak selamdan sonra ismi zikredilmelidir. Mesela:
"Esselâmü
aleyke yâ Eyyûbel Ensârî radıyallâhu anh" denilmelidir.
3- Şayet kısa ve
ayakta ziyaret yapılacaksa bir Fatihayı şerife ve onbir ihlası şerif okunup
ölünün ruhuna bağışlanmalıdır.
4- Bir müddet
kalınacaksa oturulup bir Yasin-i Şerif, bir Fatiha-yı Şerife ve üç İhlas-ı
Şerif okunup bağışlanmalıdır.
5- Ziyaret edilen
zat için af ve mağfiret duası yapılmalıdır.
6- Mezarların
üzerlerine basılmamalıdır.
7- Kabirlerde,
türbelerde mum yakmak, çaput bağlamak, küçük taşlar tutturmaya çalışmak,
kabirlerdeki zattan, "Ey filan bana şunu ver, bunu ver." gibi isteklerde
bulunmak asla caiz değildir, bid’attır, haramdır.
8- Ancak Allah
Teâlâ’ya dualarımızda, yakarışlarımızda Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi
ve hak dostlarını vesile kılmak caizdir. Umulur ki onların vesilesiyle Allah
Teâlâ dualarımızı kabul buyurur.