Allah Teâlâ ilk insan, ilk peygamber olarak Hz. Âdem
aleyhisselamı yarattı. O cennette melekler arasında sayılamayacak nimetler
içinde yaşıyordu. Fakat kendisi ile oturup kalkacak, konuşup ülfet edecek kendi
cinsinden birisi yoktu. Fıtratında var olan özelliklerinden dolayı bir can
yoldaşına ihtiyacı vardı. Ona eş ve arkadaş olsun diye Allah Teâlâ Havva
vâlidemizi yarattı. Cennette huzur içinde, saadetin doruğunda beraber
yaşıyorlardı. Onlara cennetin bütün nimetleri sunulmuştu. Ancak bir ağaca
yaklaşmamaları, onun meyvesinden yememeleri emredilmişti. Bir gün olacak oldu.
O ağacın meyvesinden yediler. Bunun üzerine cennetten çıkarılıp yeryüzünde ayrı
ayrı yerlere indirildiler. Üç acıyı birden yaşıyorlardı.
1- Allah Teâlâ’nın emrine muhalefet.
2- Cennetten çıkarılmak.
3- Birbirinden ayrı kalmak.
Uzun yıllar bu acılarla yaşadılar. Gözyaşları dinmek
bilmiyordu. Sürekli tevbe ve istiğfar ediyorlar, bağışlanmalarını diliyorlardı.
Ayrılığın, yalnız yaşamanın dayanılmaz elemi bütün benliklerini istila etmiş,
kalpleri nedâmet ve hasret ateşi ile alev alev yanıyordu. Nihayet beklenen an
geldi. Allah Teâlâ onları sonsuz rahmetiyle kuşattı, affetti. Arafat dağında
buluştular. Bu buluşmayı değil tasvir etmek, hayâl etmek bile güç. Bir taraftan
affedilmenin, hasret dolu, hicran dolu, nedâmet dolu yılların sonrasında
yeniden buluşmanın sevinci, diğer taraftan peygamberlik vazifesi ve kıyamet
sabahına kadar sulblerinden gelecek milyarlarca insana ana-baba olmanın sevinç
ve hüzün karışık duyguları...
Arafat dağındaki bu buluşma, insanlık serüveninde
kişisel ilişkilerin, toplumsal hayatın bir başlangıcıdır. Bu hayat ileriki
tarihlerde büyüyerek, genişleyerek devam edecek, aşiretler, kabileler ve
milletler topluluğu olarak tarihteki yerini alacaktır.
İnsan sosyal bir varlıktır. Onun biyolojik,
psikolojik, pedagojik ve sosyolojik sağlığı için toplum içinde yaşamak zarureti
olduğu gibi, fıtratında var olan kabiliyetlerinin geliştirilip faydalı hâle
getirilmesi için de toplum hayatı bir zarurettir.
Beraber yaşayan insanlar arasında çeşitli sahalarda
çok yönlü ilişkiler olacaktır. Bu ilişkiler yumağından biri hatta en
önemlilerinden biri arkadaşlık ilişkileridir. İnsanlar arası, insanlarla diğer
varlıklar arası münasebetlerde olması gereken ölçüleri, topluma hâkim olan
inanç, örf, âdet ve gelenekler belirler. Müslüman toplumlarda bu ölçüleri
belirleyen en müessir güç elbette İslam’dır. İkinci derecede de İslam’a aykırı
olmayan örf ve âdetlerdir.
İşte biz burada İslam’ın belirlediği ölçüler içinde
arkadaşlık âdâbını izah etmeye çalışacağız.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
"Kişi arkadaşının dini üzerinedir. Sizden her
biriniz kiminle arkadaşlık yaptığına baksın." (Tirmizi)
Bir kimse kendini tanımak istiyorsa arkadaşına baksın.
Çünkü dostluk ve arkadaşlık yaptığı kişi aynadaki görüntüsüdür. İnsanın
kendisiyle zıt fikirli, zıt ahlâklı kişilerle ülfet etmesi, uzun müddet beraber
olması mümkün değildir.
Bir atasözünde: "Arkadaşını söyle kim olduğunu
söyleyim." denilmiştir. Yanlış arkadaş seçimi, yanlış çevre seçimi çok
büyük sıkıntılara ve hatta felaketlere sebep olmaktadır. Bugün toplumu kasıp
kavuran çirkin olaylar, terör, vahşet, ahlâk ve din dışı, insanlık dışı olaylar
kötü çevrenin, kötü ortamın neticesidir.
Allah Teâlâ: "Ey iman edenler! Allah’tan korkun
ve sâdıklarla beraber olun." (Tevbe/119) buyurarak sadık, dürüst
kişilerle, imanlı, ahlâklı, sâlih, takva ehli insanlarla beraber olmamızı,
onlarla düşüp kalkmamızı, onların sohbetlerine devam ederek, ilim, irfan, edeb,
ahlâk öğrenmemizi, onları örnek alıp onlar gibi olmaya çalışmamızı
istemektedir.
İmam Gazali bir arkadaşta bulunması gereken vasıfları
şöyle sıralamaktadır:
1- Akıllı olmak.
2- İyi ahlâklı olmak.
3- Sâlih olmak.
4- Doğru sözlü olmak.
5- Dünyaya hâris olmamak.
Bu hususta Hz. Ali kerremallahu vecheh de şöyle der:
"Senin gerçek arkadaşın seninle beraber olan,
sana faydalı olmak için kendini zarara sokan, sana zamanın bela ve musibetleri
toslayınca seni kurtarmak için kendi işlerini bırakıp yardımına koşandır."
Alkame bin Amr el-Utâridi oğluna şöyle vasiyette
bulunmuştur:
"Ey oğul! İnsanların sohbetine ihtiyacın olunca
kendine hizmet ettiğin takdirde seni koruyan, arkadaşlık edersen sana güzel
şeyler kazandıran, bir ihtiyacın olunca yardımcı olan kimselerle sohbet et.
Ey oğul! Bir iyilik yapmak istediğin zaman yardımcı
olan, senden bir iyilik gördüğü zaman açıklayan, kötülük gördüğü zaman gizleyen
kimselerle arkadaşlık et.
Ey oğul! İstediğin zaman sana veren, bir şey
söylemediğin zaman soran, bir masiyete düçar olduğunda seni teselli eden
kimselerle dostluk et.
Ey oğul! Konuştuğun zaman sözünü doğrulayan, bir işe
girince yardımına koşan, anlaşmazlığa düştüğünüzde seni kendisine tercih eden
kimselerle arkadaş ol."
Kötü arkadaştan, kötü çevreden uzak durmak, kötü
ahlâklı kişilerle arkadaşlık etmemek kişiyi hem dünyada ve hem de ukbada
selâmette kılar.
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatını
isteyen kimselerden uzak ol." (Necm/29)
Allah Teâla’ya kulluk etmekten, ona ibadet ve taatta
bulunmaktan yüz çeviren, Rabbini zikretmeyen, mal, makam, şöhret düşkünü
dünyaya hâris, ahireti unutan kişilerle arkadaşlık etmek, zehirli bir yılanla
koyun koyuna yatmak gibidir.
Muhammed Bakır, oğlu Cafer-i Sadık’a şu beş kişi ile
arkadaşlık etmemesini öğütlemiştir:
1- Fasıkla: Tamah ettiği bir lokmaya seni satar.
2- Cimri ile: Yoksul olduğun zaman seni terk eder.
3- Yalancı ile: Çöldeki serap gibidir. Yakınında iken
uzak, uzakta iken yakın gözükür.
4- Ahmakla: İyilik edeyim derken kötülük eder.
5- Akraba ile alakasını kesen kişi ile.
Arkadaşlık ilişkileri yalnız Allah rızası için
olmalıdır. Dünyevî maslahatlarla, geçici menfaatlarla kurulan arkadaşlık kısa
bir zaman içinde dargınlığa, düşmanlığa dönüşebilir. Allah için, İslamî
değerler ve ölçüler çerçevesinde gerçekleşen arkadaşlık ilişkileri ise zaman
zaman gevşemeler olsa bile, asla kopma noktasına gelmez, adavete yol açmaz.
Allah için kurulan dostluk ve kardeşliğin indallah makbuliyetini ve yüksek
derecesini şu hadis-i şerif en beliğ bir şekilde açıklamaktadır:
"Bir kişi, başka bir kasabada bulunan arkadaşını
ziyaret etmek için yola çıktı. Allah Teâlâ ona bir meleği gözcü olarak
gönderdi. Melek ona nereye gidiyorsun? diye sordu.
- Şu kasabadaki arkadaşıma.
- Ondan beklediğin bir menfaat mi var?
- Hayır, onu sadece Allah için sevdiğimden.
- Ben Allah’ın sana gönderdiği bir elçiyim. Bilesin ki
onu Allah için sevdiğinden dolayı Allah da seni sevmiştir, dedi." (Müslim)
Görüldüğü gibi Allah için arkadaşlık yapmak
ziyaretleşmek, Allah için sevmek kişiye ne büyük bir huzur, saadet ve mutluluk
bahşediyor. Her Müslümanın en büyük arzusu olan, Allah sevgisine kavuşturuyor.
Arkadaşlık ilişkilerinde, kişi arkadaşını kendi yerine
koymalıdır. Yani kendisi için beğenip sevdiği şeyleri dost ve arkadaş edindiği
kişi için de beğenmeli, lâyık görmelidir. Arkadaşını kendisine tercih etmek ise
arkadaşlık ilişkilerinin en yüksek mertebesidir. İsar denilen bu husus insanî
ve İslamî büyük bir meziyettir. Bencilliğin, nefsâniliğin körelip,
diğergamlığın yüceldiği bir güzel ahlâktır. Böyle kişi fenâfilihvan yani
kardeşinin sevgisinde fâni olma derecesine yükselir ki, bu daha yüce manevî
makamlara çıkmanın ilk basamağını teşkil eder.
Kişi arkadaş edindiği kimseye karşı çok samimi
olmalıdır. Onun düşünce ve fikirlerine saygı göstermeli, yanlış düşünce ve
fikirleri varsa onları yine aynı samimi duygular içerisinde düzeltmeye
çalışmalıdır. Onu önemsediğini, ciddiye aldığını, çok içten bir sevgi
duyduğunu, sırdaş olduğunu hissettirmelidir. Hatta yeri geldiğinde bunu sözlü
olarak ifade etmelidir.
Bu hususta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle buyurmaktadır:
"Sizden biriniz kardeşini sevdiği zaman bunu ona
bildirsin." (Tirmizi)
Arkadaşlar arasında
dikkat edilmesi gereken pek çok âdâb vardır. Onlardan bir kısmı
şunlardır:
1- Bildiklerini öğretmek:
Kişi asgaride, zarurî olan dinî ve dünyevî bilgileri
arkadaşına öğretmeye gayret etmelidir. Daha fazlasını, yani zarurî bilgilerin
dışındaki bilgileri de öğretirse nûrun alâ nûr olur. Aralarında arkadaşlık
tesis eden kişilerden hiçbirisi birbirlerine öğretecek derecede bir bilgiye
sahip değillerse bilen kişilerden öğrenmek için birbirlerini teşvik etmelidir.
Muhakkak asgaride bilmeleri gereken bilgileri elde etmelidirler. Cehalet bütün
kötülüklerin anasıdır. Dolayısıyla bilgisiz kişilerin iyi bir arkadaşlık kurup
devam ettirmeleri zordur. Bu gibi kişiler kısa bir zaman içinde arkadaşlık
münasebetlerini kesiyor ve hatta düşman hale geliyorlar.
İlim öğrenip, öğrendiği ilmi başkalarına öğretmenin, para, mal,
mülkle yapılan sadakadan daha efdal olduğunu Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellemin mübarek hadislerinden öğreniyoruz. Sadakaya en lâyık, olan elbette
kişinin en yakını olan ihtiyaç sahipleridir. Allah için arkadaş olduğumuz bir
kişi en yakınlarımızdan biri olduğuna göre, bildiklerimizi arkadaşımıza seve
seve, aşkla, şevkle öğretmemiz bir kardeşlik vazifesidir.
2- Hayır nasihatta bulunmak:
Hayır nasihatte bulunmak, kişilere ve toplumlara, iyi,
doğru şeyler yapmayı öğütlemek her Müslümanın vazifeleri cümlesindendir.
Dolayısıyla kişinin bir çok şeyleri paylaştığı arkadaşına hayır nasihatte
bulunması en tabii vazifesidir. Dinin nasihat olduğunu Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellemin hayatbahş sözlerinden öğreniyoruz.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
“Şüphe yok ki din nasihattır. Kime Ya Rasûlallah diye
sorulduğunda, şöyle buyurdu: Allah’a, Kitabına, Rasûlüne, Müslümanların
liderlerine ve tüm Müslümanlara karşı.”
(Müslim)
Yani Allah Teâlâ’ya itaat, Kur’an’ın ahkâmına ittiba,
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetine sülûk etmek, Müslümanların
yöneticilerine hakkı söylemek, diğer Müslümanlara bilmediklerini öğretmektir.
Cerir bin Abdullah radıyallahu anh şöyle rivaye etti:
“Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e gelerek,
Ya Rasûlallah! Sana İslam üzere biat ediyorum, dedim. Bunun üzerine bana: Her
Müslümana nasihat etmemi şart koştu.” (Buhari, Müslim)
Nice kötülükler bilge insanların, gönül erlerinin
hayır öğütleri ile yok olmuş, nice kötü iş yapan, kötülüğü adeta meslek haline
getiren kişiler ıslah-ı nefs edip salih, sadık insanlar olmuşlardır. O bakımdan
arkadaşlık eden kişiler birbirlerine sürekli hayır nasihatte bulunmalı,
birbirlerini hayra, iyiliğe kılavuzlamalı, bu hususta birbirlerine destek
olmalıdırlar. Bir kısım insanlar arkadaşının darılacağını, küseceğini veya
yanlış bir davranışta bulunacağını düşünerek bu vazifesini ihmal etmektedir. Bu
yanlış bir davranıştır. Arkadaşa karşı yapılan bir haksızlıktır. Eskiler
"Dost acı söyler." demişlerdir. İlk anda yapılan nasihatler acı gelse
de zamanla onun ne büyük bir nimet olduğu anlaşılacak ve hayır dualara vesile
olacaktır.
3- İyiliği emretmek, kötülükten menetmek:
İnsan zaman zaman hata eder. İyilik yapmakta tembellik
edip, bir kısım kötülükleri irtikap eder. Böyle bir durumda, ne yapılacaktır?
Neme lâzım deyip karışılmayacak mı?
Yoksa müdahale edip iyiliği emir, kötülükten men mi edilecektir? Elbette
ikincisi yapılacak. Hem de en etkin bir şekilde. İyilik yapıp, kötülükten
vazgeçene kadar...
Bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Siz insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en
hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a
inanırsınız..." (Âl-i İmran-110)
Demek oluyor ki hayırlı ümmet olmanın en belirgin
vasfı iyiliği emir, kötülükten men etmektir. Gözü görmeyen bir insan düşünün,
yolda yürürken bir uçurumun başına gelmiş, uçuruma yuvarlanmak üzeredir. Siz de
yanında bulunuyorsunuz. Bu durumda elinden tutup uçurumun başından çeker
misiniz? Yoksa seyirci kalıp, uçuruma yuvarlanarak yok olmasını mı istersiniz?
Elbette birincisini yaparsınız. Ve onu helak olmaktan kurtarırsınız.
Bir kişi, arkadaşının yapmış olduğu kötülüklere, isyan
ve tuğyana göz yumar, onu ikaz etmez, iyilikleri emredip, kötülüklerden
nehyetmez, dolayısıyla arkadaşının ateşe müstehak olmasına seyirci kalırsa, bir
âmâya yardım etmeyip uçuruma yuvarlanarak, helak olmasına seyirci kalmaktan
daha dehşet verici bir vurdumduymazlık, bir nemelazımcılıktır.
İyiliği emir, kötülükten menetmek hususunda pek çok
hadis-i şerif varid olmuştur. Onlardan bir kısmı şöyledir:
“İçinizden her kim, kötü bir şey görürse, onu eliyle
değiştirsin. Buna gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Buna da gücü yetmezse ona
kalbiyle buğzetsin. Bu imanın en zayıf noktasıdır.” (Müslim)
“İsrailoğullarının başına gelen ilk zaaf şöyle
başladı: Bir kişi, zalim bir kişi ile karşılaşırdı ve ona: Allah’tan kork,
yaptığın bu kötü hareketi bırak. Çünkü bunu yapman helal değildir, derdi.
Ertesi gün onunla tekrar buluştuğu zaman, onda bir değişiklik görmediği halde
onunla beraber oturur, yer, içerdi. Böyle yapmaya başlayınca Allah kalblerini
birbirine benzeterek kararttı. Sonra şöyle buyurdu: İsrailoğullarından kâfir
olanlar Davud’un diliyle lânetlendiler... ayetini, onlardan çoğu yoldan
çıkmışlardır, kısmına kadar okudu. (Maide/78) Sonra şöyle buyurdu: Vallahi ya
iyiliği emredip, kötülükten alıkoyacaksınız, ya da zalimin elinden tutup tam
anlamıyla onu hakka çevireceksiniz. Haktan ayrılmamasını temin edeceksiniz.
Yâhut Allah bazılarınızın kalblerini bazılarınızın (günahkârların) kalblerine
benzeterek, Yahudileri lânetlediği gibi sizi de lânetleyecektir.” (Ebu Davud)
“İçlerinde masiyet işleyen bir adam bulunup da, onu
önlemeye muktedir oldukları halde önlemezlerse, mutlaka Allah onları
ölümlerinden önce, onun yüzünden cezalandırır.” (Ebu Davud)
“Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, ya
iyiliği emredip kötülükten alıkoyacaksınız, ya da Allah kendi katından bir azab
göndecektir sonra ona yalvaracaksınız da duanızı kabul etmeyecektir.” (Tirmizi)
“Delikanlılarınız yoldan çıktıkları, kadınlarınız
azdıkları zaman haliniz nice olur? Dediler ki:
- Ya Rasûlallah! Bu olacak mı?
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
- Evet. Hem de çok şiddetli, buyurdu.
Yine:
- İyiliği emretmediğimiz, kötülükten alıkoymadığımız
zaman hâliniz nice olur? buyurdu.
- Ya Rasûlallah! Bu da olacak mı? dediler.
- Evet, hem de çok şiddetli, buyurdu.
- Kötülüğü emredip, iyilikten alıkoyduğunuz zaman
hâliniz nice olur? buyurdu.
- Ya Rasûlallah! Bu da olacak mı? dediler.
- Evet, hem de çok şiddetli, buyurdu. Sonra yine:
- İyiyi kötü, kötüyü iyi gördüğünüzde hâliniz nice
olur? buyurdu” (Taberâni - Heysemî - Deylemî)
Arkadaşlık yaptığın kişinin itikadî, amelî, ahlâkî
yönden yaptığı yanlışları, hataları, günahları görmezlikten gelip, onu ikaz
etmez, yaptığı kötülüklerden men etmezseniz arkadaşınıza yapabileceğiniz en
büyük kötülüğü yapmış olursunuz. Şayet yaptığı kötülükler imanına zarar verecek
noktada ise arkadaşınızın ebediyen cehennemde kalmasına sebep olmuş olursunuz.
Bir kimse için bundan daha büyük kötülük düşünülebilir mi? Arkadaşını gerçekten
seven, onun hep iyilik yapması, iyi insan olması, kötülüklerden sakınması,
yapmakta olduğu kötülükler varsa vazgeçmesi için çalışır, gayret eder. Böyle
durumlarda onu terk edip, nefsi ile başbaşa bırakmaz. Bilâkis daha fazla
ilgilenerek ona yardımcı olur. "Kara gün dostu." vasfını kazanmak için elinden geleni yapar.
4- Yardımlaşmak:
Arkadaşlar arası yardımlaşmak arkadaşlığın olmazsa
olmaz şartlarından ve âdâbındandır.
Yardımlaşmak ülfet ve muhabbetin artmasına vesile
olur. Kaldı ki İslam dini, Mü’minlerin karşılıklı yardımlaşmalarını emretmekte
ve İsâr yapanları yani arkadaşını kendi nefsine tercih edenleri medh-ü sena
etmektedir.
Bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve
gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri
severler ve onlara verilenler karşısında içlerinde bir kaygı duymazlar.
Kendileri zarûret içinde bulunanlar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim
nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Haşr-9)
Kişi imkanı nispetinde arkadaşının her türlü
ihtiyacına cevap verecek şekilde yardımcı olmalıdır. Evinde, ticaretinde,
insanlar ile olan ihtilaflarında, borçlarının ödenmesinde, alacaklarının
tahsilinde, aile içi anlaşmazlıklarda hülâsa her hususta arkadaşının yanında
bulunmalı, ona destek olmalıdır. Arkadaşı sıkıntı içinde, çeşitli
olumsuzluklarla mücadele ederken, bunalımlar yaşarken ona yardım elini
uzatmamak kabul edilir bir davranış değildir. Vefakâr olmak, Müslümanın en
güzel vasıflarından biridir. Kişi her halükârda arkadaşına karşı vefakâr
olmalı, darlıkta da, bollukta da, refahta da, sıkıntılarda da hep arkadaşının
yanında olmalı, ona moral vermelidir. Yalnız olmadığı, terkedilmediği
gösterilmelidir. Bir kimse için en büyük azap, dostları, tanıdıkları arasında
yaşayıp da terkedilip yalnızlığa itilmesidir.
Müslümanların karşılıklı olarak yardımlaşmaları dinî
bir vecibedir. Bu özelliğini kaybetmiş fert ve toplumlarda hayır yoktur.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
“Zalim olsun, mazlum olsun kardeşine yardım et. Bunun
üzerine bir adam şöyle dedi: Müslümanlara yardım ederim, fakat zalime nasıl
yardım edeyim? Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: Zalimi
zulmünden alıkoymakla ona yardım edersin. Çünkü onu zülümden menetmek ona
yardım sayılır.” (Buhari)
“Kim bir Müslümanın dünya sıkıntılarından bir
sıkıntısını giderirse Allah da onun kıyamet sıkıntılarından bir sıkıntısını
giderir. Kim güç durumda olan bir Müslümana kolaylık sağlarsa, Allah ona hem
dünyada hemde ahirette kolaylık ihsan eder. Kim bir Müslümanın ayıbını örterse,
Allah’da onun dünya ve ahiret ayıplarını örter. Kişi kardeşinin yardımında
oldukça, Allah da onun yardımında olur.” (Müslim)
İnsanlar çeşit çeşit imkanlara sahiptir. Kimi
zengindir. Büyük maddi imkanlara sahiptir. Kimi âlimdir. İlim, irfan sahibidir.
Kimi vücut bakımından güçlü, kuvvetlidir. Kimisi tatlı sözlü, güler yüzlüdür.
Kimisi fakirdir, kanaatkârdır, sabırlıdır. Kimsenin malında, mülkünde gözü
yoktur.
Müslümanlar sahip oldukları bu imkanları, güç
yetirdiklerini Müslümanların hizmetine arz etmelidirler. Hizmetin, yardımın
azı, çoğu olmaz. Yeter ki bu yardımlar, bu hizmetler Allah rızası için yapılmış
olsun. Bazen öyle olur ki, küçük bir yardım, küçük bir hizmet insanın dünya ve
ukbada kurtuluşuna sebep olabilir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
“Biriniz yapacağı en küçük iyiliği bile asla hakir
görmesin. Yapacak hiçbir şey bulamazsa, kardeşini güler yüzle karşılasın. Bir
et satın alırsan ya da bir tencere kaynatırsan suyunu çok katıp ondan komşuna
ikram et.” (Tirmizi)
Birkaç arkadaşla merhum Nureddin Topçu’yu ziyarete
gitmiştik. Evinde yalnız başına oturuyordu. İzmir’de öğretmenlik yaparken
başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatmıştı:
“Yazdığım bir yazıdan dolayı, takibata uğradım.
(Yanlış hatırlamıyorsam) açığa alındım. Bu arada maddi sıkıntım da had safhaya
ulaştı, herhangi bir çay bahçesine veya bir toplantı salonuna varsam, eski
tanıdıklar, arkadaşlar görmezlikten geliyor, biraz sonra da orayı terk
ediyorlardı. Hiç kimse kapımı çalmıyor, benimle görüşmüyordu. Mecbur kalıp bir
araya gelince de en kısa zamanda yanımdan ayrılıyorlardı. Bir gün çok iyi bir
dostumun, bir arkadaşımın kapısını çalmaya, ihtiyacımı söylemeye, derdimi
anlatmaya mecbur kaldım. Arkadaşım gelenin ben olduğumu görünce kapıyı açmadı ve pencereden sarktı, durumu
öğrenip bir sepet içine bir miktar para koyarak iple aşağıya sarkıttı ve bir
daha evine gelmemem için ricada bulundu.”
Bu hadise o dönemin zulüm ve baskısını gösterdiği
gibi, insanların vefasızlığını ve tanıdıklar, arkadaşlar arasında yaşarken,
terkedilmişliğin müthiş azabını da dillendirmektedir. Merhum Nureddin Topçu
hadiseyi anlatırken gözleri yaşarıyor ve o günlerin acısını yeniden yaşıyor
gibiydi.
Sanki şair şu dörtlüğü böyle haller için yazmış
gibidir:
"Uçun kuşlar uçun burda vefa yok.
Öyle akar sular, öyle hava yok.
Feryadıma karşı aksi seda yok.
Bu yangın yerinde soğuk kül vardır."
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, zamanımızda kara gün
dostu vasfını taşıyanlar azın azıdır. Çoğunluk iyi gün dostudur. Sebep,
kişilerin ve toplumların İslâmî değerlerden uzaklaşması, dünyevileşmesi, geçici
dünya çıkarlarını ebedi âhiret menfaatlerine tercih etmeleridir. Geliniz
nefsimizle hesaplaşalım, bu kötü gidişata dur deyip, kara gün dostlukları kuralım.
Şahsiyetsiz, kimliksiz, İslâmsız bir yaşantının kişi ve toplumlar için büyük
bir felâket olduğunu idrak edelim.
Abdulkâdir Geylani hazretlerinin şu diriltici
ikazlarına kulak verelim:
"Ne oldu size! Sanki hiç ölmeyeceksiniz.
Halinizden öyle anlaşılıyor. Sanki kıyamet günü dirilip huzura çıkmayacaksınız,
hesap vermeyeceksiniz. Sırat köprüsünü hiç görmeyeceksiniz. Bu nasıl düşünce.
Bu nice inanç. Bu halinize bakmadan iman ve İslâm dâvası için iddialar
yapıyorsunuz. Yazıklar olsun size. Halinizi düzeltiniz. Yoksa batarsınız. İşte
Kur’an... Bilgi sizde yok oldu. Onunla amel etmezseniz, kıyamet günü aleyhinize
şahitlik eder. Alimlerin yanına gidip öğütlerini tutmaz, sözlerini
dinlemezseniz öbür âlemde hâliniz ne olacak... Bir ilim adamının yanına gider sözlerini
dinlemezseniz, Peygamber öğüdünü dinlememiş gibi hata etmiş olursunuz...
Evlat! Uyan başkası dürtmeden, kendiliğinden uyan.
Acıyı görmeden gözlerini aç. Din sahibi ol! Dindar kişilerle bulun, insan
onlardır. Akıllı onlara denir. İnsanların en üstünü ve aklı toplu olanı Allah’a
uyandır. En cahili ve aklı perişan olanı ise ona isyan bayrağı çekendir, bunu
böylece bilesin... Evlat cahillerle sohbet ediyorsun. İyi etmiyorsun. Onların
hali seni de sarar. Onlara uyarsan kurtulman kolay olmaz. Ahmakla düşüp kalkan
ahmak olur. Allah’a tam inanan kimselerle berâber ol. Bilen ve bildiği ile amel
edenleri ara bul."
5- Ailesini görüp gözetmek, ırz ve namusunu korumak:
Kişi arkadaşının ailesini, kendi ailesi gibi gözetmeli
ırz ve namusunu korumak için elinden geleni yapmalıdır. Selef-i salihin bu
hususta destanî örnekler sergilemişlerdir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
"Irzının çiğnendiği, şahsiyetine sataşıldığı bir
yerde Müslümanın yardımına koşmayan bir kimseye, yardım istediği bir yerde
Allah yardım etmez. Irzına sataşıldığı ve şahsiyetinin çiğnendiği bir yerde
Müslümanın yardımına koşana gerektiği yerde Allah yardım eder." (Ebu
Davud)
İnsan dini için, namusu için yaşar. İnancını
kaybetmiş, namus duygusunu yitirmiş kişi ve toplumlar neye yarar? Yemek ve
içmekten, şehevânî arzularını, behimî isteklerini yerine getirmekten ibaret
olan bir yaşantı hayat değildir. Onun için Müslüman kişi hem kendi inancını ve
namusunu hem de akraba, eş dost, arkadaş ve tüm Müslümanların din ve namusunu,
ırzını korumayı kendisine şiar edinmedikçe ve bu hususta gereğini yerine
getirmedikçe kulluk vazifesini yapmış sayılmaz.
Bir tanıdık
anlatmıştı: Birinci Cihan Savaşı yıllarında genç bir delikanlı askere alınır.
Yaşlı bir annesi, genç bir hanımı ve küçük bir çocuğu vardır. Bunları emanet
edecek yakın bir akrabası olmadığından baba dostu komşusuna varır, anne, hanım
ve çocuğunu ona emanet eder. Baba dostu komşusu yaşlı zat seve seve bu vazifeyi
yüklenir.
Uzun savaş yılları bitmek tükenmek bilmez. Gencin
askerlik yılları uzadıkça uzar. Bu arada yaşlı baba dostu, ailenin bütün maddi
ihtiyaçlarını karşılar. Küçük çocuğun terbiyesi ile meşgul olur. Genç geline
her hangi bir tasallut olmaması için göz kulak olur. Hatta geceleri evin
etrafını dolaşır, kontrol eder. Bu durum gencin askerden dönmesine kadar böyle
devam eder. Genç askerden gelince, bu
yaşlı zât Allah Teâlâ’ya hamd-ü senalar eder. Kendisine emanet edilen bu üç
cana hiç bir zarar gelmeden vazifesini yaptığı için Rabbine şükreder. Gence,
evladım hoş geldin, sefalar getirdin. Din için, vatan için, bizim için nice
sıkıntılara katlandın. Şu anda ailene kavuştun. Benim üzerimden çok ağır ve
mesuliyetli bir yükü almış oldun, der. İşte eskiler böyle dostluklar, böyle
arkadaşlıklar ve komşuluklar kurmuşlardı. Onlar emin insanlardı. Arkadaşının,
komşunun, din kardeşinin ve hatta gayri müslim komşularının bile ırz ve
namuslarını kendi namusları bilir, onları kendi aileleri, kızları, gelinleri
gibi görür ve korurlardı.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şu buyruğu
onlar için bir hayat tarzı olmuştu.
"Müslüman Müslümanların elinden ve dilinden emin
olduğu kimsedir. Mü’min Mü’minlerin canlarını ve mallarını emniyet ettiği
kimsedir. Muhacir ise kötülüğü terk edip bir daha ona yaklaşmayan
kimsedir." (Buhari, Müslim)
İtimadın, emniyetin, sadakatın, karşılıklı sevgi ve
saygının bulunduğu toplumlar huzur ve saadet toplumlarıdır. Onlar daha dünyada
iken cennetî bir hayat yaşamaktadır.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
“Kim Müslüman kardeşinin ırz ve şahsiyetini korursa,
Allah da kıyamet gününde onun yüzünü cehennem ateşinden uzak tutar.” (Tirmizi)
Müslüman Müslümanın kardeşidir. Onlar bir vücudun
azaları gibidirler. Din kardeşliği kan kardeşliğinden daha ileri bir
kardeşliktir. İki Müslüman din kardeşliklerini pekiştirmek, iyi bir kul, iyi
bir Müslüman olmak, bu hususta birbirlerine yardımcı olmak için çok samimi
dostluklar kurmuşlarsa, bu dostluğun hakkını vermelidirler.
Allah için dost olan, arkadaş olan bir kişi için, din
kardeşinin, iffeti, namusu, ailesi, malı, kendi iffeti, namusu, ailesi ve malı
mesabesindedir. Hakiki dost, dostun sevincine, hüznüne iştirak eden kişidir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
“Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine merhamette,
birbirlerine şefkat göstermekte tek vücut gibidir. Vücudun bir organı rahatsız
oluyorsa, diğer organları da acı çekip uykusuz kalır.” (Buhari, Müslim)
6- Gıyabında müdafaa etmek:
Bir Müslümanın başka bir Müslümanı gıyabında müdafaa
etmesi onun dinde samimiyetini, kardeşlikte ihlasını gösterir. Nitekim gıyabî
yapılan duaların indallah müstecab olacağı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in bize ulaşan mübarek kelamlarındandır.
Zamanımızda fitne çoğalmış, insanlar dedikodu, gıybet
yapmaktan, hatta iftira etmekten çekinmez hale gelmiştir. Öyle ki iki insan bir
araya gelince bir başka insan çekiştiriliyor, aleyhinde olmadık sözler
söyleniyor ve bundan da bir nevi haz alıyorlar. Bir Müslüman böyle dedikodu
meclislerinde bulunmamalıdır. Şayet bulunmuşsa orada bu gibi lakırdılara,
dedikodulara fırsat vermemelidir. Buna gücü yetmezse o meclisi hemen terk
etmelidir. Böyle bir mecliste arkadaşı çekiştiriliyor, onun bulunmadığı bir
yerde aleyhinde dedikodu yapılıyor, iftira ediliyorsa, arkadaşlığının icabı kardeşini
müdafaa etmek, dedikoducuyu susturup, fitneye fırsat vermemektir. Bir kimse
arkadaşının aleyhinde konuşulan, iftira edilen bir mecliste bulunur da bu
konuşmalara şu veya bu bahanelerle müdahale etmezse böyle bir kişi arkadaşlık
yapmaya lâyık değildir. Dedikoducuların önü kesilmez, yaptığı yalan yanlış
sözlere müdahale edilmezse, bu gibi kişiler cesaretlenir, her bulunduğu
mecliste dedikodu, gıybet ve iftiralarına devam eder, böylece fitne ve fesat
yayılmış, Müslümanlar arasındaki birlik beraberlik, muhabbet darbelenmiş olur
ki buna da, o meclislerde bulunup da dedikoduculara mani olmayan kimseler sebep
olmuş, dolayısıyla dedikoducunun günahına iştirak etmiş olurlar.
7- Derdiyle dertlenmek, sevinciyle sevinmek:
Arkadaşlar ikiz kardeş gibi olmalıdırlar. Onlar nasıl
birinin hissettiği acıyı veya sevinci aynı şekilde hissediyorlarsa, birbirleri
ile Allah için dost ve arkadaş olanlar da aynı özellikleri taşımalıdırlar.
Arkadaşının başına bir musibet gelince, bir darlık gelince onun yanında ona
teselli kaynağı olmalı, ona ümit ve moral vermelidir. Keza onu mutlu eden
durumlarda da yanında bulunmalı, mutluluğunu, sevincini paylaşmalıdır. Çünkü
insan yaratılışı icabı hem acılarını, hem mutluluklarını paylaşmak ister. Bu
sebepten hasta ziyaretleri, taziyeler, düğün, nişan merasimleri, doğumlar, Hac
ve umre yapanları, askere gidip gelenleri ziyaretler, trafik kazaları,
yangınlar, depremler benzeri acıları ve mutlulukları paylaşmak bizim
kültürümüzün, medeniyetimizin, inancımızın topluma hayat veren özelliklerindendir.
Bu hususlar arkadaşlar arasında en üst seviyede hayata geçirilmelidir. Çünkü
bunlar dostluğun pekişmesine, arkadaşlığın koyulaşmasına, muhabbetin artmasına
vesile olur.
Bu hassasiyeti elde etmek ve korumak gerekir. Her
şeyin iğreti ve geçici dünya çıkarlarına göre değerlendirildiği zamanımızda bu
hassasiyetlere sahip olmaya, bu hassasiyete sahip kişilerin etkinliğinin olduğu
bir toplum oluşturmaya ne kadar muhtacız. İçten dostluklar, garazsız, ivazsız
arkadaşlıklar, her hususta emin olunacak insanlar... Ne kadar hasret kaldık bu
güzelliklere, bu özelliklere. Ah samimiyet! Ah ihlas! Ah hakiki dostluk!..
8- Hata ve kusurlarını affetmek:
Affetmek mekarim-i ahlâkın en büyüklerindendir.
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"O takva sahipleridir ki, bollukta da, darlıkta
da Allah için harcarlar, öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da
güzel davranışta bulunanları sever." (Al-i İmran/134)
Her insan hata eder. Hata etmek beşeriyet
muktezasıdır. O bakımdan arkadaşlık yapan kişiler daha çok bir arada
bulunduklarından, birbirlerinin bir çok işlerine vakıf olduklarından yaptıkları
hatalara da daha çok muttali olurlar. Bu hataların bir kısmı din ile ilgili
olur ki hiç kimsenin bunu affetme yetkisi yoktur. Mesela: Bir insan namaz
kılmasa, oruç tutmasa veya içki içip kumar oynasa bu hatalarını ancak Allah
affeder. Arkadaşa düşen vazife ise, onu ikaz etmek, nasihat etmek, tevbe ve
istiğfar etmesini sağlamaya çalışmaktır. Ancak kişi arkadaşının kendisine karşı
yapmış olduğu hata ve kusurları affetmelidir.
Bu hususta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle buyurmaktadır:
"Allah insanların kusurlarını affeden bir kişinin
ancak izzet ve şerefini artırır." (Müslim)
Demek oluyor ki affetmek bir acziyet değil bilakis
büyük bir meziyettir. Arkadaşlar arası, insanlar arası sevgi ve muhabbetin artmasına büyük bir vesiledir. Zamanımızda
ölçüler değişti. İnsanlar ben merkezli düşünmeyi, hareket etmeyi ön plana
çıkardı. Onun için kişilerin dini yönden hata ve kusurlarını hoş görürken,
şahsına karşı yapılan hataları hiç affetmiyor. Neticede arkadaşlık, dostluk
münasebetleri bozuluyor. Burûdetler, adavetler bütün değer ölçülerini tahrip
ediyor. Halbuki Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve onun kutlu yolunu
takip edenler böyle değillerdi.
Hz. Aişe radıyallahu anha: "Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem şahsı için asla intikam almazdı (affederdi). Allah’ın haram
kıldıklarının hiçe sayılması müstesna. O zaman Allah için intikam alırdı."
buyurmaktadır. (Buhari-Müslim)
9- Kaldıramayacağı yük yüklememek:
Kişi arkadaşının, fedakârlığını, cefakârlığını asla
istismar etmemeli, ona kaldıramayacağı külfetli işler yüklememeli, onu
sıkıntıya sokacak tekliflerde bulunmamalıdır. Maalesef bu çeşit davranışlarda
bulunan, arkadaşının samimiyetini, iyi duygularını istismar eden kişilere sık
sık rastlanmaktadır. Kendi rahatı için arkadaşının huzurunu bozan kişiler,
samimi arkadaşlık ve dostluğa lâyık değillerdir. Elbette arkadaşlar arasında
fedakârlıklar yapılacak, gerektiğinde ekmeklerini bölüşüp yiyecekler,
zorlukları, sıkıntıları beraberce göğüslemeye çalışacaklardır. Burada işaret
edilmeye çalışılan husus bu fedakârlıkların istismar edilmemesi, gücünün
yetmeyeceği şeyler istenmemesidir.
Ehl-i hikmetten bir zat: "Külfeti olmayan kişinin
ülfeti devamlı olur. Yükü hafif olanın sevgisi sürekli olur." demiştir.
10- Düşmanları ile dostluk yapmamak:
Kişi, arkadaş edindiği bir kimsenin düşmanları ile
dostluk kurmamalıdır. Çünkü bu durum arkadaşlar arasında şüphelere,
itimatsızlıklara yol açar. Herhangi bir meselede işin içine şüphe girdiği
zaman, artık orayı samimiyet, muhabbet terk eder. Ülfet, burûdete dönüşür.
Ancak şahsiyetli, güvenilir bir arkadaşın, arkadaşının düşmanları ile temas
etmesi, görüşmesi, (dostluk bağları kurmamak şartıyla) kınanacak bir davranış
değildir. Bilâkis bazı hususlarda faydalı da olur. Meselâ; arkadaşı aleyhinde
düşünülen kötülükleri, tevlit edecek zararları önlemeye çalışır. Aradaki
düşmanlıkları azaltır. Düşmanlıkları körükleyen ikinci, üçüncü şahısların fitne
ve fesadına mani olur. Belki de düşmanlıkların bitmesine vesile olabilir.
11- Akraba ve yakınlarını gözetmek:
Bir kimse sadece arkadaşlık yaptığı kişilerle değil
onların akraba ve yakınları ile de çok iyi ilişkiler kurmaya çalışmalı, onların
zaman zaman ziyaretlerinde bulunmalı, hal ve hatırlarını sormalıdır. Bu da
arkadaşlık âdâbındandır. Bir yere
seyahat edildiğinde, orada arkadaşlarımızın varsa akraba ve yakınlarını
ziyaret etmek, onların durumları hakkında arkadaşımıza bilgi vermek çok müessir
bir davranış olur. Böylece arkadaşın kalbi kazanılmış, sevgi ve itimadın
artmasına vesile olunmuş olur. Hatta arkadaşımız öldükten sonra da onun aile
efradı, akraba ve yakınları ile ilgilenmek, onların maddî, manevî ihtiyaçlarını
karşılamak, dertleri ile dertlenmek çok mühim bir vazifedir, bir vefa borcudur.
Gerçek arkadaşlık ve dostluk devamlı ve
sürekli olandır. Mezara kadar devam edendir.
1981 yılında Medine-i Münevvere’de bir Allah dostunun
sohbetinde bulunmuştuk. Sohbet, vefadan, dostluktan açılmıştı. O zatı muhterem:
"İki insan elli yıl arkadaşlık, dostluk yapsalar da sonradan, bu
dostluklarını, arkadaşlıklarını bozsalar, birbirlerine karşı kötü davransalar,
o elli yıllık arkadaş ve dostluğun hiçbir faydası olmaz." buyurmuşlardı.
Arkadaş olmak, dost olmak kuru bir heves değil bir
akittir. Dostlar birbirinin hata ve kusurlarına katlanarak, birbirlerine destek
olarak, yapılan hatalardan dolayı birbirlerini terk etmeden, hayır nasihatler,
iyiliği emir, kötülüklerden men ederek, bazen tatlı, bazen acı konuşarak ve
fakat neticede birbirlerini affederek, hoş karşılayarak arkadaşlığı sürdürmeli,
dostluk bağlarını mezara kadar koparmadan devam ettirmelidir. "Dost
kusursuz olmaz. Kusursuz dost arayan dostsuz kalır." atasözü sık sık
hatırlanmalıdır.
12- Sırrını ifşâ etmemek:
Sır saklamak, sırrı ifşa etmemek gerekir. Yukarıda da
ifade edildiği gibi, arkadaşlık yapan kişiler, diğer kişilerin muttali
olamayacağı bir çok sırlarına muttali olurlar. Aralarındaki dostluk bağı,
muhabbet ve itimat, en yakınlarına bile söylemedikleri, şeyleri birbirine
açmalarına sebep olur. Bu husus asla istismar edilmemelidir. Müslüman olmanın
gereği, arkadaşlık ve dostluk bitse bile sırlar asla ifşâ edilmemelidir. Kâmil
insan, gerçek Müslüman kendisine tevdi edilen sırların kabri gibidir, o sırlar
kendisi ile mezara kadar gitmelidir. Ancak sırrı tevdi eden kişi: "Artık o
mesele sır olmaktan çıktı, ifşa edebilirsin." diye müsaade ederse o
takdirde gerektiği zaman ifşa edilebilir. Bu konuda da zamanımız insanı sınıfta
kalmaktadır. En ufak dargınlıklar, küskünlükler yaşansa hemen sırlar ifşa ediliyor.
Karşılıklı suçlamalar, ithamlar ve hatta iftiralar yapılıyor.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
"Bir kişi konuştuğu zaman etrafına bakınırsa, o
söz söyleyen kişi yanında bir emanettir." (Tirmizi)
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem çok önemli bir
hususa işaret buyuruyorlar. Bir kişinin, konuşulanın sır olduğunu, aralarında
kalması gerektiğini söylemeden, şayet etrafına bakınarak konuşuyorsa, muhatabı
bunun sır olduğunu anlaması ve muhafaza etmesi gerekmektedir. Müslüman basiret
ve feraset sahibi kişidir. Bönlük Müslümana yakışmaz. Konuşan kişi bir de (bu
sırdır) diye sözle teyit ediyorsa. Artık o kişinin müsaadesi olmadan ifşası
asla caiz değildir. Gönül ehli en ufak bir işaretle hakikate muttali olur,
maksadı anlar. Müslüman gönül ehli olmalıdır.
13- Hata ve kusurlarını araştırmamak, muttali
olduklarını setretmek:
Bu hususta Allah Teâla şöyle buyurmaktadır.
"Ey iman edenler! Zandan çokça kaçının. Çünkü
zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz
diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz ölmüş kardeşinin etini yemekten
hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah,
tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir." (Hucurat/12)
Arkadaşlar arasında kusur araştırmak, şahit olduğu
hata ve kusurları ifşa edip, yaymak çok çirkin bir davranıştır. Müslüman bir
kişinin yapmış olduğu hata, işlediği günah başka bir Müslümana veya topluma
zarar vermediği müddetçe onu ifşa etmek caiz değildir. Ancak o kişi gizlice
ikaz edilmeli, yaptığı kötülükten men edilmelidir. Arkadaşlar birbirini setreden bir libas gibidir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
"Kimseyi gözetlemeyiniz. Hiç kimseyi tecessüs
etmeyiniz, birbirinizle alâkânızı kesmeyiniz, birbirinize sırt çevirmeyiniz. Ey
Allah’ın kulları kardeşler olunuz." (Buhari-Müslim)
Din kardeşliğinin yanında, ayrıca aralarında
arkadaşlık, dostluk kurmuş kişilerin, birbirlerinin hata ve kusurlarını
araştırması düşünülemeyecek kadar kötü bir iştir. Dostluğa, arkadaşlığa
sığmayan çirkin bir davranıştır.
Bu hususta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle buyurmaktadır:
"Mü’min kardeşinin ayıplarını örten kişinin,
Allah Teâla da dünya ve ahirette (ayıplarını) örter." (İbni Mace)
"Ey diliyle iman edip de, kalbine iman girmeyen
kişiler! İnsanları çekiştirmeyiniz. Mahrem yerlerini, ayıplarını
araştırmayınız. Çünkü kim Müslüman kardeşinin ayıplarını araştırırsa, Allah da
onun ayıbını araştırır. Allah kimin ayıbını araştırırsa, evinin içinde dahi onu
rezil eder." (Tirmizi)
İmam-ı Gazali, İhya’sında şöyle bir hâdiseden
bahseder:
"Hz. Ömer radıyallahu anh geceleri sokakta
dolaşır, etrafı kontrol ederdi. Bir evde şarkı söyleyen bir adamın sesini
işitti. Habersizce duvardan içeri atladı. Adam içki içiyordu. Hz. Ömer radıyallahu
anh dedi ki: Ey Allah düşmanı! Sen Allah’a isyan ettiğin halde, Allah’ın
ayıplarını örteceğini mi zannettin? Adam şöyle cevap verdi: Ey emiral Mü’minin!
Acele etme. Eğer ben bir hususta Allah’a isyan etmişsem, sen üç yerde Allah’a
isyan ettin.
1- Allah Teâla: "Tecessüste bulunmayınız."
(Hucurat/12) buyurduğu halde sen tecessüste bulundun.
2- "İyilik, evlere duvardan atlayarak girmek
değildir." (Bakara/179) buyuruyor. Halbuki sen duvardan atladın.
3- "Kendinize ait olmayan evlere izinsiz
girmeyiniz." (Nur/27) buyurdu. Sen izinsiz olarak, selam dahi vermeden
evime girdin."
Bunun üzerine Hz. Ömer radıyallahu anh: "Şayet
seni affedersem, ıslah-ı nefis etmen mümkün müdür?" dedi. Adam da: "Allah’a yemin ederim ki eğer
beni affedersen bir daha böyle bir şey asla yapmayacağım." diye söz verdi.
Halife o kişiyi affetti.”
Bu hadiseden alacağımız çok ibretler vardır. Tefekkür
etmeli, nefsimizi hesaba çekmeli, insanların ayıpları ile meşgul olmaktan
ziyade kendi kusur ve hatalarımızla meşgul olup, nefsimizi kötülüklerden
arındırmaya çalışmalıyız.
14- Dua etmek:
Kişi arkadaşınını hem gıyabına dua etmelidir. Hem de
vicahi olarak yani yüzüne karşı dua etmelidir. Müslümanın hayatında duanın çok
mühim bir yeri vardır. Ne yazık ki bir çok hususta olduğu gibi bu hususta da
tekasül göstermekteyiz. Allah Teâla hiçbir ümmete bahşetmediği ihsan ve
ikramları bu ümmete, Ümmet-i Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme
bahşetmiştir. Allah Teâlâ bizden dua etmemizi istiyor. Bu ne büyük bir
mazhariyettir. Selef-i salihin hem kendileri, hem Ümmet-i Muhammed sallallahu
aleyhi ve sellem için seherlerde secdelere kapanarak, gözyaşları dökerek dua
ederlerdi. İsyan eden, günah işleyen arkadaşları için gece gündüz yakarışta
bulunurlardı. Onlar arkadaş ve dostlarını hata ve kusurlarından dolayı asla
terk etmez, onlara hem nasihat eder, hem gönülden yakarışlarla içten dua
ederlerdi.
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Kullarım sana Ben’i sorduğu vakit, de ki: Ben her
halde yakınım. Dua edenin duasını Ban’a dua ettiği anda işitir, ona karşılık veririm.
O halde kullarım da benim davetime uysunlar ve Bana inansınlar. Umulur ki doğru
yolu bulurlar.” (Bakara/186)
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Kişinin
kardeşi için arkasından yaptığı dua geri çevrilmez." (Müslim)
buyurmaktadır.
Öyleyse bir kimse gerek hayatta ve gerekse öldükten
sonra arkadaşı için hayır duada bulunmalıdır. Çünkü Müslüman sadece hayatta
değil öldükten sonra da duaya muhtaçtır. Yapılan dua sadece dua yapılan kişiye
değil, duayı yapana da fayda verir.
Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
"Bir kişi arkadaşının arkasından gıyabi olarak
dua ettiği zaman, (yanında bulunan) melek, aynısı sana da (olsun) der."
(Müslim)
Demek oluyor ki bir kimse arkadaşı için, ana baba,
akraba ve tüm Müslümanlar için ne kadar çok dua ederse, kendisi için de o kadar
çok dua etmiş olur. Ne güzel bir ticaret!