Ölçüler Dengeler

ZEKİ SOYAK

 

BASKI

 

ilkadım yayınları

4

İhya Yayıncılık

Sanayi Ticaret Ltd. Şti

Osmanlı Caddesi No:15  50100 NEVŞEHİR

Tel:(0384) 213 65 43 • Fax:(0384) 212 62 22

 

Kapak

AR AJANS

 

Dizgi - Mizanpaj

AR AJANS

 

BASKI:

Osmanlı Matbaası

 

Nevşehir

1420/2000

 

 

Ölçüler Dengeler

ZEKİ SOYAK

 

 

 

                                                        ÖNSÖZ

 

 

Âlemlerin Halıkı Allah Teâlâ'ya Hamd ve senâ,

Âhir zaman Nebisi Fahri Kâinat Efendimiz’e

salât ve selâm olsun.

 

 

Sağlıklı düşünmek, seviyeli fikirlere, sıhhatli bilgilere sahip olmak çok güzel. Ancak bu düşünce, fikir ve bilgileri yazıya dökmek, ifade etmek, yaşantımıza yansıtmak epeyce zor. Hele ölçüsüzlüklerin ölçü, dengesizliklerin denge gibi sunulduğu hatta bu konuda dayatmaların yapıldığı, kafa ve kâlblerin karıştığı, kavram kargaşalarının yaşandığı bir ortamda, işin sahtesi ile gerçeğini ortaya koymak, zihinlerin durulmasını sağlamak, alacakaranlıkta karanlık çehreleri aydınlık yüzlerden ayırmayı başarmak bir başka zorluktur. Fakat bu zoru başarmaya çalışmak da bir vazifedir.

Bu eserimizde gerçek ölçüleri, hakiki dengeleri, varlık âleminde akıllara durgunluk veren âhengi anlatmaya, sağlıklı, dengeli ve ölçülü bir hayatın kılavuz bilgilerini vermeye çalıştık.

Kitabın hazırlanması, tertip ve tashihinde büyük emeği olan, Akif Dursun'a teşekkür eder, hizmetlerinin kabulünü Cenab-ı Mevlâ’dan niyaz ederim.

Tevfik ve hidayet Allah Teâlâ'dandır.

 

Zeki SOYAK

22 Şubat 2000

Nevşehir

 

 

HER ŞEY ÖLÇÜ İLEDİR

 

 

Tüm varlık âleminde bir âhenk gözlenmektedir. Yer, gök, güneş, ay ve yıldızlar; gece, gündüz ve mevsimler, öyle bir âhenk oluşturmaktadır ki, bu âhenk herşeyin bir ölçü ile yaratılmış olduğunu göstermektedir.

"Allah her dişinin neye gebe kalacağını, rahimlerin neyi eksik, neyi ziyâde edeceğini bilir. O'NUN KATINDA HER ŞEY ÖLÇÜ İLEDİR." (Ra'd/8)

"O ki, birbiri ile âhenkli yedi göğü yaratmıştır. Rahman olan Allah'ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir bak, bir bozukluk görebiliyor musun? (Aksaklığı görebilmek için bir değil) iki kere gözünü çevirip bak, göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) âciz ve bitkin halde sana dönecektir." (Mülk/3-4)

"Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Bunlardan her biri belli bir yörüngede yüzmeye (akıp git-meye) devam ederler." (Yâsin/40)

Görülüyor ki, bu kâinat rastgele değil, bir ölçü ve bir hesapla yaratılmıştır. Zıtlar arasında gözleri kamaştıran bir âhenk tesis edilmiş, varlıklar arasında en hassas dengeler kurulmuştur.

Anasır-ı erbaa denilen su, ateş, hava ve toprak, bu dört unsur, birbirine zıt özelliklere sahip oldukları halde hayatın temelini oluşturmakta ve hayat onlarsız mümkün olmamaktadır.

Cemâdât, nebâtât, hayvânât ve insanlar zıt özellikler ve görünümler taşıdıkları halde, aralarında güzelin güzeli bir uyum sağlanmış ve birbirine karşı çok büyük bir ilgi ve alâka uyandırılmıştır. Bütün bunlar ilâhî tecellilerle mümkün olmaktadır. Şayet tecelliyat-ı ilâhî ref' olsa nizam bozulur ve hayat söner:

"Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri nizam bozulmasın diye tutuyor. Andolsun ki onların nizamı eğer bir bozulursa kendisinden sonra hiç kimse onları tutamaz. Şüphesiz o halîmdir, çok bağışlayıcıdır." (Fâtır/41)

Kâinattaki bu genel âhenk ve denge, ayrı ayrı bütün varlıkların bünyelerinde de kurulmuştur. Yaratılmışların en mükerrem ve mükemmeli olan ve yeryüzüne halife kılınan insanoğlu, zahiri ve batını ile çok müstesna bir âhenkler mozayiği oluşturmaktadır. İşte bu dengeleri korumak, insanın yaratılışındaki iman cevherini muhafaza etmek ve yaratılış gâyesine  uygun bir hayat yaşamak ve yeryüzünde adaleti tesis etmek için Allah Teâlâ peygamberler göndermiş, peygamberlerle beraber şeriatlar va’zetmiş ve ölçüler koymuştur. İnsanoğlu şeriatın ölçülerine uyduğu, peygamberlere tâbi olduğu müddetçe yeryüzü adâlete kanmış ve insanlık huzur ve sükûna kavuşmuştur.

" 'Dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin' diye din olarak Nuh'a tavsiye ettiğini, Sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi Allah sizin için de Şeriat nizamı yaptı. Fakat kendilerini  çağırdığın bu nizam Allah'a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir." (Şûra/13)

"(Ey Muhammed) Şüphesiz biz bu kitabı sana insanlar için bir hak ve gerçek olarak indirdik. Artık kim doğru yolu seçerse kendi lehinedir. Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmış olur. Sen onların üzerine vekil değilsin." (Zümer/41)

İnsanoğlu bir hikmete mebni yaratılmıştır. O yaratılış hikmeti Allah Teâlâ’ya kulluktur.

"Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zariyat/56)

Her şeyde bir usûl ve bir ölçü vardır. O usûl ve ölçüler dahilinde hareket    edilmedikçe    maksat   hasıl olmaz. (Vusûlsüzlük, usûlsüzlüktendir.) Allah'a kulluğun da bir usûlü, bir ölçüsü ve bir yolu vardır. Günlük hayatımızdan tutun da, devlet hayatımıza kadar bütün sahalarda uymamız gereken ölçüler, hükümler ve takip etmemiz gereken usûller bildirilmiştir. Böylece insan hem kendi içinde hem de kendi dışında çelişkili bir yaşantıdan, dengeleri alt-üst edecek, âhengi bozacak aşırılıklar ve taşkınlıklardan korunmuştur.

Ruh, akıl ve cisim, ahiret ve dünya, madde ve mânâ, korku ve ümit, sevgi ve nefret, fert ve cemiyet, yöneten ve yönetilen, hülâsa olarak, bütün sahalarda ölçüler konulmuş ve dengeler kurulmuştur. Fert ve toplumların huzuru, konulan ölçüleri ve kurulan dengeleri muhafaza etmekle mümkündür. Çoğu kez farkedemediğimiz, anlayamadığımız, öyle bir âhenkler cümbüşü  yaşanmaktadır ki; bu, bazen bütün benliğimizi saran bir feyizdir. Bazen  bir sabâ rüzgarı gibi kâlbimizi ılık esintilerle ürperten bir duygu, bir heyecandır. Kâlbe gelen bir sürûrdur. Bütün bu haller yüzümüze, gözümüze ve bütün azalarımıza nasıl da yansıyor. Parıldayan gözler, gül gibi, çiçek gibi açan yüzler bu âhenkler cümbüşünün dışa vuran tezahürleridir. Ruh, akıl, kâlb ve cismin kendi aralarında var olan bir insicâmıdır.

Cisim ülkesinin padişahı ruh, veziri akıldır. Aklı ön plâna çıkarıp ruhun fonksiyonunu azaltırsanız, cisim ülkesinde anarşi ve terör hakim olur. Akıl, kişiyi, Rabbini tanıyıp imana kılavuzlamakta bir vâsıtadır. İmandan sonra aklın vazifesi şeriata teslim olmak ve şeriat ölçülerini anlamak, yaşamak ve tebliğde kendine düşeni ifâ etmektir. Bu sınır aşılırsa akıl putlaşır. O  takdirde ruh da, cisim de zarar görür. Cismi ön plana çıkarmak hayatı yemek, içmek ve şehvetten ibaret saymak da ruh ve akla zulüm olur. İnsanî vasıflar, değerler yitirilip kişi behîmîleşir. Cisim ruhun biniti, akıl da yardımcısıdır. Aklı ve cismi yok farzetmek ve onları devre dışı bırakmak da dengeleri bozar. Demek oluyor ki insan öncelikle kendi bünyesinde yani ruh, akıl ve cisim arasındaki dengeyi muhafaza etmeli, Şeriat ahkamını, Şeriat’ın koyduğu ölçüleri öncelikle kendi özünde hayata geçirmelidir. Çünkü, dengesiz fertler dengesiz toplumları, dengesiz toplumlar dengesiz yönetimleri oluştururlar.

 

 

DÜŞÜNCEYE ÖLÇÜ

 

 

İnsan, çoğu kez muhâl, olmayacak düşüncelere ve hayâllere kapılarak, ölçüleri kaybedip dengeleri bozarak, huzur ve saâdetini kaybetmekte, bunalımlara sürüklenmektedir.

Bu duruma realiteler karşısında yılgınlık gösteren, mücadele azmi kırılan, direncini kaybeden ve bir nevî ümitsizliğe düşen insanlarda daha çok rastlanmaktadır. Kötü düşünceler, karamsar hayâller kişinin bedenî sıhhatine zarar verdiği gibi, ruh sağlığına da zarar vermektedir. Sinir sisteminin bozulması ve buna bağlı olarak bir çok dengesiz davranışlar, ölçüsüz fikirler, sağlıksız ve kötü düşüncelerin mahsulüdür.

İyi düşünceler, tefekkürler ise kişinin ruh sağlığını temin etmekte, faideli fikirlerin, doğru hareketlerin zuhûruna sebep olmaktadır.

Meselâ, kâinattaki  insicam ve âhengi, yaratılış hikmetlerini, Allah Teâlâ'nın azameti karşısında kişinin acziyet ve hiçliğini düşünmek, bütün isyan, tuğyan ve günahkârlığımıza rağmen O'nun affını, merhametini, rahmetini, ihsan ettiği sayısız nimetleri tefekkür etmek, sağlıklı fikirlerin, iyi davranışların oluşmasını sağlar.

Kur'an-ı Kerim'i incelediğimiz zaman, insanın düşünce ve tefekkür eğitimini ilgilendiren birçok ayet-i kerime görmekteyiz. Şu ayet-i kerimeler bunlardan sadece bir kaçıdır:

"Kesin olarak inananlar için yeryüzünde işaretler vardır. Kendi nefislerinizde de ibretler vardır. Görmüyor musunuz?" (Zâriyat/20-21)

"Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardından gelmesinde, insanların faydasına olan şeyleri denizde taşıyacak yüzüp giden gemilerde, Allah'ın gökten indirdiği bir su ile, ölmüş olan toprağı diriltmesinde, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgarları ve yer ile gök arasında emre âmâde bekleyen bulutları döndürmesinde elbette düşünen bir topluluk (millet) için pek çok deliller vardır." (Bakara/164)

İşte bu tefekkürler ve bu sağlıklı düşünceler kul ile Rab arasında çok sıhhatli bir rabıtayı gerçekleştirmektedir. Herşeyin Allah'ın iradesi ile olduğuna iman, kişinin Rabb’ına olan teslimiyetini perçinlemektedir. Her canlının fıtratında bir sığınma psikolojisi vardır. Bu psikoloji, kişiyi, üstün bir güç ve kuvvet   sahibine teslim olmaya ve ona sığınarak emniyete kavuşmaya sevkeder. Şayet kişi sağlıklı düşünemez, doğru algılayamaz ve hayâl gücünde efsâneler oluşturursa, bu durum bâtıl inançların zuhûruna zemin hazırlar.

Sığınma psikolojisi ancak ve ancak kâinatın Hâlikı Allah Teâlâ'ya teslim olmak, O'na sığınmakla tatmin olur. Aksi takdirde yukarıda da işaret edildiği gibi bunalımlar, iç dünyamızı da, dış dünyamızı da, iş dünyamızı da alt-üst eder. Düşünce, niyet, söz ve ameller arasında çok sağlıklı ölçüler kurulmadıkça, dengeli fertler ve dengeli toplumlar oluşturmak mümkün değildir.

Allah Teâlâ'ya ve O'nun nizamına teslim olmayan kişi ve toplumlar istikrar bulamaz. Her tutunduğu dal elinde kalır. Her sığındığı barınak üzerine çöker, böylece tutunacak yeni bir dal, sığınacak yeni bir barınak arar. Hayatı, git-geller ve zik-zaklarla geçer gider. Şayet tutunduğu dalın kopup elinde kaldığını, sığındığı barınağın üzerine çöktüğünü farkedemeyecek kadar duyguları körelmiş, mânen felç olmuş ise, o karanlık yolda, o izbe yaşantıda çıkar ve menfaatleri olan güçlerin esaretinde sefil bir hayata mahkum olur.

Düşüncemizde ölçü, Kur'an ve sünnetin değişmez ölçüleri olursa, bu düşünce kâlbde hâlis bir niyyet, dilde hak bir söz ve davranışlarda sâlih bir amel olarak tezâhür eder. Bu tezâhürler kâlbî itminanı sağlar. Sığınma psikolojisinin tatmini ile kendisini emniyette hisseden, kâlbi itminana eren, ruhî bir boşluktan kurtulup istikrar bulan kişi ve toplumlar, artık huzur ve sükûna kavuşmuş olur.

Huzur ve sükûnu yakalayan fert ve toplumlar ise herşeyin mükemmelini başarabilirler. Sun'î ve geçici etkenler, onların mükemmeli başarmasına engel olamaz.

Râb olarak Allah'dan, Peygamber olarak Rasûlullah'dan, nizam olarak İslâm'dan râzı olan bir fert ve milletin önünü hiçbir fert kesemez, ilerlemesini hiçbir kuvvet durduramaz. Görülüyor ki evveliyetle düşüncemizi İslâmlaştırmak, düşüncelerimize İslâmî ölçüler ve İslâmî boyutlar kazandırmak durumundayız. Bozuk düşüncelerden, ölçüsüz, karmakarışık teşvişlerle, çelişki-lerle dolu düşüncelerden ve böyle düşüncelere istinat eden hareketlerden dengeli bir hayat, dengeli bir netice beklemek mümkün olamaz.

Marks'ın her türlü ölçüden uzak, çelişkilerle dolu düşünceleri, zulüm, vahşet ve insanlık dışı uygulamaların sergilendiği komünizm vahşetini doğurmuş ve 70 yıl insanlığın başına belâ olmuştur. Fransa'da hortlayan ırkçılık akımları, hâlâ insanlık semasını karartmakta, misli görülmemiş cinayetlere temel teşkil etmektedir. Türkiye'deki gayri İslâmî düşünceler, Batı hayranlığı, çarpık laiklik uygulamaları, İslâmî değerlerimizi, İslâmî yaşantımızı ve medeniyetimizi, telâfisi güç kayıplara uğratmış, insanımızı asırların birikimi olan değerlerinden soyutlamıştır.

Neticede, Allah inancı zayıflayan, İslâmî yaşantısı engellenen toplumumuz, özellikle okuyan kesim, korkunç bir boşluğa yuvarlanmıştır. Bu arada Allah'ın lütfû ile sistemin çarklarından kurtulan, tüm değerlerine sahip çıkan, Allah'a sığınan, İslâm'ın çağlarüstü, cihanşumûl nizamında tatmin olan bir Kur'an nesli yetişmektedir.

İşte bizler, bu Kur'an neslinin sağlıklı düşünmesi, sağlıklı yaşaması, sağlıklı bir hizmet vermesi için mücadele etmek konumundayız. Ölçülerini tam almış, dengelerini tam kurmuş fertler ve toplumlar ancak arzuladığımız nizamı kurabilir, arzuladığımız medeniyeti yeniden tesis edebilirler.

"Allah uğrunda, O'na yaraşacak şekilde cihad edin. Sizi O seçti. Din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi. Babanız İbrahim'in dininde (olduğu gibi) Peygamber'in size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için O gerek bundan önce(ki kitaplarda), gerekse bu Kur'an'da size müslümanlar adını verdi. Öyleyse namazı kılın, zekatı verin ve Allah'a sarılın. Ne güzel mevlâdır O ve ne güzel yardımcıdır." (Hâc/78)

 

 

 

İSLÂM KENDİNE HAS BİR NİZAMDIR

 

 

İslâm dini kendine has bir nizamdır. İlâhîdir. Rabbanîdir. İngılapçıdır. Islahatçıdır. İslâm dini, insanlık tarihinin en büyük ingılabıdır. O bakımdan İslâm demokrasisi, İslâm sosyalizmi gibi söylemlerle, İslâm nizamını başka sistemlerle bağdaştırmaya veya onlarla izah etmeye çalışmak çok yanlış ve  sakim yaklaşımlardır.

İslâm nizamı, tevhid akidesine dayanmaktadır. Bütün peygamberler bu inancı yerleştirmek, ulûhiyet ve rubûbiyet iddiasında bulunan tüm tağutları ve tağutî düzenleri, bu zulüm sistemlerini ortadan kaldırmak için mücadele etmişlerdir.

Tevhid akidesinde Allah Teâlâ’dan başka hiçbir fert, yönetici, zümre  hükümranlık ve kanun koyuculuk hakkına sahip değildir. Kanun koyucu sadece Allah Teâlâ’dır ve hakimiyet Allah'ındır. Mülk O'nundur. Tağutlar ve tağutî düzenler istiyorlar ki, hakimiyet ve kanun koyuculuk ellerinden alınmasın. Zulüm ve vahşet çarkları durdurulmasın. İnsanları  Allah Teâlâ’nın vaz’ettiği ahkama göre değil, kendi saçma düzenlerine, göre idare etsinler. Ülkülerini, ilkelerini halka zorla kabul ettirsinler. Bu ülkü ve ilke sahiplerini Rab ittihaz etsinler, ilahlaştırsınlar. Allah Teâlâ’nın iradesi değil, kendi iradeleri geçerli olsun. İslâm dünya işlerine, yönetimlerine müdahele etmesin. Din kâlblerde, mescidlerde mahkum kalsın. Düşünceden hayata geçirilmesin. Allah Teâlâ şirk kokan bütün bu arzu ve isteklere set çekiyor ve şöyle buyuruyor:

"Allah ile birlikte başka bir ilaha tapıp yalvarma. O’ndan başka ilah yoktur. O’nun zatından başka her şey helâk olacaktır. HÜKÜM O’NUNDUR ve siz O'na döndürüleceksiniz." (Kasas /88) Böylece ulûhiyet, rubûbiyet ve hakimiyetin Allah Teâlâ’ya ait olduğu kesin olarak ilan ediliyor. Peygamberlerle, ilahlık ve rablık iddiasında olan tağutlar arasındaki savaş bu noktada yoğunlaşıyor.

“De ki, ey kitap ehli! Bizimle sizin aranızda eşit bir keli-meye gelin. Şöyle ki: Allah'dan başkasına tapmayalım. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah'ı bırakıp da birbirimizi rablar edinmeyelim. Eğer kitap ehli bu kelimeden yüz çevirirlerse şöyle deyiniz: Şahid olun BİZ GERÇEK MÜSLÜMANLARIZ.” (Al-i İmran /64)

İnsanlar  zamanla tevhid akidesini bozdular. Dînî esasları tahrif ettiler. Kavramlar karıştı. Aslî manalardan uzaklaştırıldı. Hürriyet dediler, hürriyet adına tüm temel hak ve hürriyetleri yok ettiler. Müsâvât dediler, ne kadar soysuz, din düşmanı, hain varsa her türlü  imkana, servet ve sâmâna kavuşturuldular. Yönetime sahip oldular, vatanın gerçek evlatları, gerçek müslümanlar, her şeyden mahrum edildi kanları emildi. Halkın idaresi dediler, halkın adına, idare ettikleri halkı insan yerine koymadılar. Millete yapmadıkları zulüm ve vahşet bırakmadılar. Yapılan en büyük zulüm ise dînî tedrisatın yasaklanmasıdır. Milletin dînî yönden cahil bırakılmasıdır. Bu özellik bütün tağutî düzenlerin ortak yönüdür. Milleti daha iyi sömürmek, kendilerine tapınırcasına bağlamak, yaptıkları kötülükleri, zulümleri, devam ettirmek için halkın cahil kalması gerekir. Dînî esasları, bilmeyenler dine karşı işlenen cinayetleri nasıl farkedebilir? İslâm’ın cihad fârizasını, iyiliği emir, kötülükten men etmek vazifesini, zâlimlere karşı Hakk'ı haykırmanın bir müslümanlık gereği olduğunu, dinin, insan hayatının tamamını kapsayan bir nizam olduğunu bilmeyen, bir toplum din dışı uygulamalara ve tağutlara karşı nasıl mücadele edebilir? Dini bilmeden, vecibelerini bilmeden, imanını nasıl muhafaza edebilir?

İmanın  sahih ve makbul olabilmesi için üç şart vardır:

1. İman ye's halinde olmamalıdır.

2. Zarureti dînîyeden olan bir şeyi inkâr veya tekzib etmemelidir.

3. Dinin bütün ahkâmını beğenerek kabul etmeli ve hiçbir hükmünü küçümsememelidir.

İmanın fayda verebilmesi için, kişinin ömrünün sonuna kadar iman üzere yaşaması ve iman üzere ölmesi gerekir. Zira itibar sonadır. Bu güzel sonu elde etmek iman ile Rabbe ulaşmak için, evveliyetle düşüncemizi ve yaşantımızı İslâmlaştırmak mecburiyetindeyiz. Bu sağlam iman ve tevhid akidesi iyi bir niyet, sâlih bir amel, tam bir teslimiyet ile  takviye edilmelidir. Ölçüle-rimiz, eğitimlerimiz, tebliğimiz, yaşantımız, diğer insanlarla ilişkilerimiz hizmet anlayışımız, gâyemiz, herşeyimiz Tevhid Akîdesi’nden, İslâm    inancından   hayat       bulmalıdır.   Çünkü müslüman ancak ve ancak, Tevhid Akîdesi ve İslâm dini ile hayat bulabilir. Onsuz yaşamak hayat değil, bir ölüm, manevî bir yok oluştur. Müslüman, Tevhid Akîdesi’nin ve İslâm dininin dışındaki, ona mugayir olan herşeyi reddetmek ile mükelleftir. Müslümanın hayatı işte bu red ve kabulden ibarettir. Tüm tağutları ve tağutî düzenleri reddetmek. Rab olarak Allah'ı, din olarak İslâm'ı kabul etmek. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin önderliğinde, İslâm'ı hayata hakim kılmak... İşte müslüman bunun için yaşar, bunun için ölür. İşte o zaman yaşamak da güzel, ölmek de güzeldir.

"İman edenler Allah yolunda savaşırlar. İnanmayanlar ise tağut yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın. Şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır." (Nisa/76)

Öncelikle İslâm’ı öğrenmek ve yaşamakla mükellefiz. Sonra bütün insanlara tüm imkanlarımızı kullanarak İslâm’ı tebliğ etmek, İslâm'ın aydınlık iklimini bütün coğrafyalara taşımakla mükellefiz.

İnsanlık semasını aydınlatacak, insanlığa huzur, sükûn, adalet, saadet bahşedecek bu gâyeyi gerçekleştirmek için, müslümanların bütün düşünce, söz ve amellerinde, hizmetlerinde, teşkilatlanmalarında İslâmî ölçülere tam olarak uymaları gerekir. İslâmî ölçülere uymayan her düşünce, söz ve hareket sadece sahibine değil, savunduğu dâvâya da zarar tevlid eder. Ölçüsüzlük, taşkınlıkları, aşırılıkları, çirkinlikleri ve yanlışları beraberinde getirir. Müslüman ölçülü insandır.

Herşey mûtedil iklimlerde neşvünemâ bulur. Güller, çiçekler, itidal ortamında açarlar. Ağaçlar böyle bir iklimde meyveye dururlar. Allah Teâlâ bütün varlık âlemini bir ölçü ve bir nizam üzerine yarattı. Âlemdeki bu ölçüyü  ve dengeyi muhafaza etmek, insanlar arasında adaleti hakim kılmak için peygamberler ve onlarla beraber Rabbanî ahkamı içeren kitablar gönderdi. Son Peygamber ve son şeriatle nizam tamamlandı. Ölçüler ve denge-ler bütün berraklığı ile ortaya konuldu.

"Andolsun biz, peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde kitabı ve ölçüyü indirdik. Biz demiri de indirdik ki onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır. Bu, Allah'ın dinine ve peygamberine görmeden yardım edenleri belirlemesi içindir. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, daima üstündür." (Hadid/25)

İtidal  üzere olmak, orta yolda, dengeli hareket etmek    Ümme-t-i Muhammed’in vasfıdır. Müslümanlar bu özelliklerini korudukları müddetçe huzur bulacak ve faideli hizmetler yapacaklardır.

"İşte böylece sizin insanlar üzerinde şahidler olmanız, Rasûlün de sizin üzerinizde bir şahid olması için sizi orta (dengeli) bir ümmet kıldı..." (Bakara/173)

Ölçülü, dengeli ve itidalli bir hayat yaşamak, faideli ve bereketli hizmetler yapmak, kulluğumuzun gereğini yerine getirmek ve bu kulluğun bir neticesi ve bir meyvesi olan ahlâkî üstünlükleri  elde etmek İslâm'ın ikliminde, onun itidal vasatında yetişip, olgunlaşmakla mümkündür.

 

 

 

DÜNYA-UKBA DENGESİ

 

 

Dünya  vatan-ı süknamız, âhiret ise vatan-ı aslîmizdir. Ölüm, yeni bir hayata, ölümsüzlük âlemine doğuş, vatan-ı aslîmize dönüştür. Rıhletimiz; ruhlar âleminden dünyaya, dünyadan âhirete, Rabb'ımızın yüce katınadır. Sürekli bir yolculuk, sürekli bir hicret... Aslî vatandan ayrılışımızın hicran ve hasreti, iç âlemimizde hıçkırıklar ve sessiz çığlıklar koparmaktadır. Bu hasret ve hicranımızı dindirmek ve son menzilde maksud ve matlubumuza kavuşmak, dünya ile âhiret arasında kuracağımız dengeye bağlıdır. Bu denge, aslı fer'e, ebedi fâniye tercih etmekle sağla-nabilir. Bu ölçü yaşantımızın bütün safhalarına hâkim olmalıdır. Aksi takdirde, dengeler bozulur. Hayatımızın âhengi kaybolur.

"Dünya hayatı, bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. (Allah'dan) ittika edenler için elbette âhiret yurdu daha hayırlıdır. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?" (En'am/32)

"İşte âhiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz. (En güzel) âkıbet takva sahiplerinindir." (Kasas/83)

Düşünce, niyet, söz ve işlerimizde her zaman İslâm’ı ön plana çıkarıp, âhiret amellerine öncelik tanımalıyız. Ebedi fâniye tercih edebilmemiz ve bütün işlerimizde Allah'ın rızasını gâye edinebilmemiz için takvaya ermeliyiz. Takvaya eren, Allah Teâlâ'dan hakkıyla ittika eden kişiler, "Dünya için dünyada kalacakları kadar, ahiret için de ahirette kalacakları kadar" çalışırlar. İşte o zaman dünya ile ukba arasındaki gerçek denge kurulmuş olur. Âhiret amelleri ile dünya işleri çakıştığı, yani birini yaptığımız zaman, öbürünü yapmak imkanı olmadığında, âhiret amellerini, dünya işlerine tercih etmeliyiz. İslâmî hizmetleri, cemaat işlerini, şahsî işlerimizin, ticaretimizin önüne geçirmeli-yiz.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: "Dünyanızı ıslah ediniz. Yarın ölecekmiş gibi âhiretiniz için çalışınız." (Deylemi)

Dünyamızı ıslah edeceğiz, ama nasıl? Bize bir kitap, bir şeriat, bir nizam indirilmiştir. Ferdî yaşantımızdan, devlet hayatımıza kadar bütün işlerimizi İslâm’a göre tanzim edecek, dünyamızı Kur'an ve sünnetin  şaşmaz ölçülerine göre ıslah edecek, düzene sokacağız. Aksi takdirde yani nefsî arzularımıza, indî görüşleri-mize, tağûtî ve şeytânî sistemlerin ortaya koyduğu sapık ve kof prensiplere göre yapılacak bir ıslâhat, ıslâhat değil,   büyük bir ifsat olur. Zamanımızda, beşerî sistemlerin ıslahat diye yaptıkları, baştan sona bir fesat ve cürümdür. İnsanları maddeye, materya-lizme köle etmek ve bu köleler üzerinde sulta ve çıkarlarını devam ettirmektir.

Beşerî sistemlerde din ve ahlâk dışı bir yaşantıya, lüks ve israfa mahkum  olan, nefis ve şeytanın oyuncağı haline gelen insanlık, her türlü  bediî zevkten uzak, behimî arzuları tatminden öteye hiçbir özellik taşımayan beton binalar, zevksiz ve sağlıksız şehirleşmeler, dengesiz ve tabiatı tahrip eden sanayileşmeler, aile hayatını felç eden ekonomi ve çalışma düzenleri ile tam bir cahiliyyet ve ilkellik sergilemektedir. Dünyada var olan herşey insan için, ona hizmet için yaratıldığı halde, insanların çoğu Allah Teâlâ’ya kulluğu unuttuğu, onu ve nizamını inkâr ettiği, hevâ ve heveslerine göre yaşadıkları için, dünya, nefis ve şeytana hizmet etmek gibi aşağılık bir işe mahkum olmuşlardır.

Dünyanın idaresi, biz müslümanlara tevdi edilmiştir. Yeryüzünde adâletin tesisi, dengelerin kurulması için imanî esasların ve hak ölçülerin hakim olduğu bir yönetim şarttır. Böyle bir yönetimde ne dünyaya dalıp gidilir, ne de âhiret unutulur. Böylece madde ile manâ arasında âhenk tesis edilmiş  ve sağlıklı bir toplum kurulmuş olur. Dünyayı ıslah çabası içinde  olan insan, yarın ölecekmiş gibi âhiret için çalışırken, ruhunda yeni ufuklar açılır. Yarın ölebileceği inancı kişinin mal, makam, şöhret ve baş olma gibi hırslarını yok eder. Yeryüzünde işlenen cinayetler ve yapılan zulümler, hep bu mezmum hırslardan kaynaklanmıyor mu? Her an ölümle karşı karşıya olduğu, yaptıklarından hesaba çekileceği, asla başıboş bırakılmadığı, yapması gereken bir çok vazifesi bulunduğu idraki içinde olan insan, ancak ve ancak iyilik düşünür,  iyilik yapar, iyiliklere öncü olur.  Bırakın kötülük yapmayı, kötü şeyleri düşünmeye bile vakti olmaz. Kötü düşünce ve kötülük onun yaşantısında asla yer bulamaz. İçinde yaşadığı günü, dünyadaki son günü kabul edip, bütün günlerini bu inançla cihad, hizmet, ibadet ve taatla geçiren  bir müslüman, yarın ölecekmiş gibi âhiret için çalışmanın sırrını yakalamış olur.

"Ebedî yaşayacakmış gibi dünyan için çalış. Yarın ölecekmiş gibi âhiretin için çalış." (İbnî Asâkir) hadis-i şerifi, bazılarınca yanlış yorumlanmaktadır. Zannedilmektedir ki, dünya ve âhiret amelleri at kulağı gibi aynı hizada yürütülmelidir. Âhiret için çalışıldığı kadar dünya için veya dünya için çalışıldığı kadar âhiret için çalışılmalıdır. Halbuki hadis-i şerif, âhiret amellerine ağırlık verilmesini yeğlemektedir. Farz-ı muhal dünyada ebedî yaşayacak olan bir insan, bugün  yapacağı bir işi yarına bırakmakla birşey kaybetmez. Çünkü o işi yarın veya bir ay veyahut daha sonraki gün ve aylarda yapmak için zamanı vardır. Fakat yarın ölecek olan bir insan, bugün yapacağı işini yarına bırakamaz. Çünkü, o işi yarına bırakmak demek, o işi asla yapamayacak  demektir. Çünkü yarın hayatta yoktur.

"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve herkes yarın (âhiret için) ne hazırladığına baksın. Allah'tan korkun. Çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. Allah'ı unutup da Allah'ın da kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar, fâsıkların ta kendileridir." (Haşr/18-19)

Allah indinde günler ikidir: Bugün ve yarın. Bugün dünya, yarın âhirettir. Muttakî kişiler, dünya hayatının yarınlarını değil, dünyaya göre yarın olan âhireti düşünürler. Orası için hazırlık yaparlar. Gençliği, sıhhati, maddî ve manevî tüm imkânları, en kıymetli zamanları, Allah Teâlâ'nın emrettiği şekilde, Allah yo-lunda harcarlar.

Allah'ı unutan ve Allah'ın da kendilerini unutturduğu fâsıklar ise; fâni olduklarını, hiçliklerini, acziyetlerini unutarak, kendilerinde bir güç ve kuvvet olduğu zehabına kapılırlar. Allah'tan başka gerçek güç ve kuvvet sahibi olmadığı gerçeğinden gafil olurlar. Dünyaya dalıp giderler. Sanki ölmeyecekler, sanki hesaba çekilmeyecekler gibi behîmî bir hayat yaşarlar. Değil âhiret amellerine öncelik tanımak,  birçoğu âhiret âlemine, ölüm ötesi hayata inanmazlar. Heva-yı heveslerini, mal ve mülklerini, makam ve mevkilerini ilah edinirler. Akıbet, dünyada zillet ve meskenet, rızık endişesi, ölüm korkusu, âhirette ise horluk ve ateş...

Dünya ile ukba arasında ahenk kuramayan, dünyasını da ukbasını da kaybeder. Ölçüsüzlük dengesizliği, dengesizlik kargaşayı davet eder. Kargaşanın hüküm sürdüğü bir yerde, huzur ve saadet hayâl olur.

 

 

 

MUHABBET VE HUSÛMETTE ÖLÇÜ

 

 

Çoğu kez ölçüyü kaçırır, dengeleri bozar ve sınırları taşarız. Neticede nedâmet ve pişmanlık duyarız. Hislerimizi, hevesleri-mizi, heyecanlarımızı, vahyin ve sünnetin aydınlığında kontrol edemez ve yaşantımızdaki âhengi kaybederiz. İfrat  ve tefrit arasında git-geller ile ruhî bunalımlara düşer, dost ve düşmanı  ayırtedemez, muhabbet ve husûmet sınırlarını birbirine karıştırırız. Düzeltelim derken bozar, yapalım derken yıkar, faideli olalım derken zararlı oluruz. Kimi ve neyi seveceğimizi ve ne ölçüde seveceğimizi, kime ve neye buğzedeceğimizi ve ne ölçüde buğzedeceğimizi Kur'an ve sünnet süzgecinden geçirmediğimiz için, zaman zaman seveceklerimizden nefret eder, buğzetmemiz gerekenlere sevgi besler, ya da sevgi ve buğzumuzda ifrata kaçarız. Kaldı ki İslâm, her şeyde olduğu gibi, muhabbet ve husûmette de bir ölçü koymuş  ve itidali emretmiştir.

Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

"Sevdiğin kişiyi orta halli sev. Belki o, birgün buğzettiğin birisi olabilir. Buğzettiğin kişiye de orta halli buğzet. Belki o, birgün dostun olabilir." (Tâc)

İnsanlara olan sevgimiz dünyevî bir maslahattan, geçici bir his ve heyecandan dolayı olmamalıdır. Kezâ, şahsî meselelerimiz ve duygularımız kişilere buğzetmeye sebep teşkil etmemelidir.

Muhabbetimiz de Allah için, buğzumuz da Allah için olmalıdır.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

"Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir." (Tâc) buyurmaktadır.

Allah Teâlâ'ya olan muhabbetimiz aşk derecesine yükselmelidir. Bütün sevgilerimiz, Allah Teâlâ'ya olan muhabbetimizden kaynaklanmalıdır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi sevmek, Allah Teâlâ’yı sevmektir. Kim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi sever ve O'na tâbi olursa, Allah Teâlâ da onu sever ve günahlarını bağışlar.

 Bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

          "(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana tâbî olunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir." (Al-i İmran/31)

Bir müslüman için Allah ve Rasûlullah sevgisi, bütün sevgilerin üzerindedir ve hiçbir sevgi Allah ve Rasûlullah sevgisinin önüne geçemez. Allah ve Rasûlü’nü kendi öz canımızdan daha çok sevmekle mükellefiz. Muhabbet, muvafakatı gerektirir. Yani seven kişi, sevdiğinin emirlerini yerine getirir ve nehyettiklerinden ictinâb eder. Hakikî mâşuk ve mahbûb evvelen Allah Teâlâ, saniyen Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemdir. Öyleyse herşeyden önce Allah Teâlâ ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin  emirlerini yerine getirmek ve nehiylerinden ictinab etmek mecburiyetindeyiz. Allah’a ve Rasûlullah'a muhabbetimiz bunu gerektirir.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

"Kimde üç şey bulunursa imanın halâvetini tatmış olur.

1. Allah ve Rasûlü kendisine başkalarından daha sevgili olmak.

2. Bir kimseyi ancak Allah için sevmek.

3. Allah onu küfürden kurtardıktan sonra yeniden küfre dönmekten ateşe atılmak gibi hoşlanmamak." (Buharî-Müslim)

Müslümanlar olarak ashab-ı kiramı, Allah dostlarını, âlimleri, sâlihleri, sadıkları sevecek ve onlara gereken saygıyı göstereceğiz. Birbirimizi sevecek, hak ve hukukumuza riayet edeceğiz. İyileri ve iyilikleri sevmeyen, kötülere ve kötülüklere buğzetmeyen bir toplum, felaketini kendi elleriyle hazırlamış olur. Dünya sevgisi, mal-mülk ve riyaset hırsının zebûnu olan kişiler, Allah ve Rasûlullah sevgisinden nasıl söz edebilirler? Şahsî çıkarlarını, geçici menfaatlerini din kardeşine tercih edenler, hatta ye-rine göre ona iftira eden, zulmedenler, İslâm kardeşliğinden, müslümanları sevmekten nasıl bahsedebilirler? Yalancı duruma düşmezler mi?

Biz müslümanlar, şahıslara buğzetmeyiz. Biz, şahıslardan sâdır olan küfür, şirk, nifak, günah-ı kebair gibi kötülüklere buğzederiz ve bu kötülükler zâil olup sahibi tevbekâr olunca, onu muhabbetle kucaklar, dostlarımız arasına katarız. Biz bir kişiyi de imanından, sâlih amellerinden, ihlâsından, takvasından, güzel ahlâkından dolayı severiz. Allah korusun o bu güzel hallerini terkeder, kötülüklere dönerse ona olan sevgimiz zâil olur. İsterse özkardeşimiz olsun, yakın dostumuz bulunsun.

İkrime radıyallahu anh Mekke fethi gününe kadar İslâm'ın, Rasûlullah  sallallahu aleyhi ve sellemin en azılı düşmanlarından biri idi. Kâbe örtüsüne tutunmuş olsa bile öldürülmesi emredilmişti. Mekke fethi günü müslümanlara kılıç çekti, sonunda kaçarak canını zor kurtardı. Cidde'den Yemen'e gitmek üzere bir gemiye bindi. Gemi Kızıldeniz'de büyük bir fırtınaya yakalandı. Benliğini ölüm korkusu sarmıştı. Gemidekilerin:

          "Ey insanlar! Allah'a olan inancınızda samimi olun, burada tanrılarınız size hiçbir fayda vermez."  diye seslenmeleri, İkrime'nin kâlbinde yankı yaptı ve:

 "Allah'ım sana söz veriyorum. Eğer beni içinde bulunduğum şu durumdan kurtarırsan elimi elinin içine koymak (biat etmek) için Muhammed'e gideceğim. Onun bağışlayıcı ve kerim olduğuna inanıyorum."  diye dua etti.

          Daha önce müslüman olan hanımının delâletiyle  Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin affına mazhar oldu. Müslüman olmak üzere huzur-u Rasûlullah'a  geldiğinde, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ayağa kalkarak onu kucakladı ve yanına oturttu. İkrime müslüman oldu. Çeşitli savaşlara katıldı. Nihayet Bizanslılarla yapılan Yermük savaşında kendisiyle ölünceye kadar savaşmak üzere biatlaşan 400 bahadır ile Bizans sürülerinin üze-rine atıldı. Şehid olana kadar savaştı. İslâm'la şereflenen İkrime radıyallahu anh, şimdi de imanını, şehadetle taçlandırmış oldu.

Bir zamanlar babası Ebu Cehil gibi, İslâm'ın en azılı düşmanı olan İkrime, artık müslümanların sevgilisi idi. Gönüllerimizde taht kuran bir mübarek şehid, bir mübarek sahabî oldu. O'nu sevmemize, O'nu hürmetle anmamıza ne babasının İslâm düşmanlığı ve ne de kendisinin daha önceki İslâm düşmanlığı mânidir. O'nun şefaatini umarız.

Öte yandan Ebu Leheb, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sel-lem’in öz amcası idi. Ne yazık ki kâfir olarak yaşadı, kâfir olarak öldü. İslâm düşmanlığı had safhada idi. Karısı da Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selleme eziyet etmekten, âdetâ zevk alırdı. Kur'an'da Ebu Leheb'in ve karısının kötü sonları şöyle anlatılır:

"Ebu Leheb'in iki eli kurusun. Kurudu da. Malı ve kazandıkları onu kurtaramadı. O, alevli bir ateşe girecek. Odun taşıyıcı olarak ve boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu halde karısı da ateşe girecek.' (TebbetMüslümanlar küfür ve şirklerinden dolayı kâfirlere buğz ettiği gibi, Ebu Leheb'e de buğzederler. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin amcası olması ona bir ayrıcalık tanımaz.

Şu iki çarpıcı misal üzerinde uzun uzun tefekkür edelim. Kişilere olan muhabbet ve buğzumuzu çok iyi bir şekilde kontrol edelim. Sevgi ve nefretimize nefsimizi karıştırmayalım. Buğzumuzu sürekli kine dönüştürmeyelim. Sevgimiz bizi kör ve dilsiz duruma sokmasın. Muhabbetin ne demek olduğunu iyi anlayalım. Sevdiğimiz üzülür, bize olan sevgisi azalır gibi  endişelerle onun şeriata mugayir sözlerine,işlerine göz            yummayalım. Onun günah ve hatalarına göz yummak, onun ateşe girmesine göz yummaktır. Bu dostluk mudur?  Bu sevgi midir? Bu vefâ mıdır?  Ve bu, gerçekte ona yapılmış bir zulüm değil midir? Seven sevdiğini amâl-î sâlihaya teşvik eder. İyilikleri emreder, kötülüklerden nehyeder. İyi bir kul olması için yardımcı olur. İşte, Allah için sevmek budur, gerçek muhabbet ve dostluk da budur. Birbirlerini Allah için sevenlerin ise Rab katında dereceleri çok yüksektir.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şu müjdelerine kulak verelim:

"Allah Teâlâ kıyamet günü şöyle der: Ben’im celâlim için birbirini sevenler nerede? Ben’im gölgemden başka hiçbir gölgenin olmadığı bu günde onları, arşımın gölgesinde gölgelendireceğim." (Müslim)

"Allah'ın kullarından öyle insanlar vardır ki, onlar ne peygamber ve ne de şehiddirler. Lâkin kıyamet günü Allah'ın katındaki yerlerinden dolayı Peygamber ve şehidler onlara gıbta ederler.”

Ashab-ı Kiram: “Onlar kimlerdir? Bize haber ver yâ Rasûlullah,” dediler.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Onlar öyle bir topluluktur ki Aralarında hiçbir akrabalık ve dünyevî bir alış veriş ve menfaat      olmadığı halde birbirlerini sâlih amellerinden, Kur'an'la amel ettiklerinden dolayı Allah için severler. Allah'a yemin olsun ki, onların yüzleri nurdur. Ve onlar nurdan minberler üzerindedir. İnsanlar korktuğu zaman, onlar korkmayacaklar. İnsanlar mahzun oldukları zaman, onlar mahzun olmayacaklardır. Dikkat edin, Allah'ın dostları için korku yoktur. Onlar, mahzun olmayacaklardır." (Ebu Davud)

"Bir adam, başka bir karyede bulunan arkadaşını ziyarete gitti. Allah Teâlâ onun yolu üzerine bir melek gönderdi. Melek, o adama  nereye gittiğini sordu. O da, 'Şu karyede bir arkadaşım var onu ziyarete gidiyorum.' dedi. Melek: 'Onda faydalanacağın bir şey mi var?' diye sordu. Adam da: 'Hayır, ben onu Allah için seviyorum' dedi. Melek: 'Ben Allah'ın sana gönderdiği bir elçiyim. Senin arkadaşını sevdiğin gibi, Allah da seni seviyor', dedi." (Müslim)

Kâlbimizi muhabbetullah ve muhabbet-i Rasûlullah ile ihya edelim. Birbirimizi yalnız ve yalnız Allah için sevelim. Ülfet edelim, ülfet olunalım. Ülfet etmeyen ve ülfet olunmayanda hayır yoktur. Buğzumuz Allah için olsun. Allah ve Rasûlünün buğzettiklerine buğzedelim. Haddi aşmayalım. Sevgimize de buğzumuza da  nefsimizi karıştırmayalım. Bir muhabbet toplumu oluşturalım. Muhabbet olmayan bir kâlb, çorak arazi gibidir. Orada hayır adına bir şey nemâlanmaz. Sevgiye yabancı bir toplum, yangın yerine, deprem olmuş  bir beldeye benzer. Kâlb, muhabbetle mamur olur. Toplumlar, muhabbetle huzur bulur.

 

 

 

KÂLB, DİL, AMEL ÂHENGİ

 

 

Kâlbde hâlis niyet, lisanda doğru söz ve âzâlarda sâlih amelin mevcudiyeti kişiyi sıdk derecesine yükseltir. Kâlb makarrı tasdik, lisan makarrı ikrar, âzâlar ise makarrı ameldir. İmanın kemâli, bu üç merkezdeki tezahürlerin kemali ile orantılıdır.

Kâlbi, lisanı ve âzâları bütün kötülüklerden temizleyip, bütün iyilikler, faziletlerle donatmak her müslüman için yapılması gereken en mühim vazifedir.

"O günde ne mal faide verir ne oğullar. Ancak kâlb-i selim ile gelenler müstesna." (Şuara/88-89)

Bu hususta rehberimiz, önderimiz Rasûlullah sallallahu aleyhi ve   sellem de şöyle buyurmaktadır:

"Fitneler hasır gibi deste deste birbiri ardınca kâlblere arzolunur. Yahut kâlblere konup döşenmek, örülmek, itiyad haline gelmek ister. Artık herhangi bir kâlb onları su içer gibi içine çekip alırsa, onda simsiyah bir nokta belirir. Hangi kâlbde onları red ve defederse onda da bembeyaz bir nokta yerleşir. Nihayet bir kâlb iki kâlb (gibi) olur. (Biri kötülükleri kabul etmediği için) mermer gibi beyazdır ki yerler ve gökler durdukça ona hiçbir fitne (kötülük) zarar vermez. Diğeri de siyah, paslıdır ki, tepesi aşağıya dönmüş bir testiye benzer. (İçinde hayır adına ne varsa dışarıya çıkar, dökülür) İşte o kâlb ne mârufu tanır, ne münkeri (redd ve) inkâr eder. Ancak heva ve hevesinden kendisine meşrep edilen şey ne ise o kalır." (Buhari-Müslim)

"Dikkat edin vücutta bir et parçası vardır ki o iyi olduğu zaman bütün vücut iyi olur, o bozulduğu zaman bütün vücut bozulur. Dikkat edin, o kâlbtir."  (Buhari-Müslim)

Diğer bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır:

"Allah Teâlâ bir kuluna hayır murat ettiği zaman, kâlbinin kilidini açar ve içine yakin ve sıdk koyar, sülûk ettiği şeyde kâlbini bilgilendirir. Kâlbini selim, lisanını sâdık, ahlâkını müstakim, kulağını (hakkı) işiten, gözünü (hakkı) gören kılar." (Muhtar-ül Ehâdis)

Doğru konuşmak, hakkı konuşmak hususunda Allah Teâlâ’nın buyruğu:

"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin. (Böyle yaparsanız) Allah işlerinizi düzeltir ve günahlarınızı bağışlar. Kim Allah ve Rasûlüne itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur." (Ahzab/70-71)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin ümmete bu konudaki mesajları:

"Doğruluk iyiliğe iletir. İyilik ise cennete iletir. (Böylece) Kişi dosdoğru olur ve Allah'ın indinde sıddık olarak yazılır. Yalan kötülüğe kılavuzlar. Kötülük ise ateşe (cehenneme) iletir ve (böylece) kişi tam yalancı olur ve Allah indinde aşırı yalancı olarak yazılır." (Buhari-Müslim)

"Kim Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsa ya hayır söylesin veya sükût etsin." (Buhari-Müslim)

"Dilinin (sözünün) fazlasını tutan, malının fazlasını infak eden kişiye müjdeler olsun." (Beyhaki)

"Kâlbi doğru oluncaya kadar kulun imanı müstakim olmaz. Dili doğru oluncaya kadar da kâlbi istikamette olmaz."  (İhya)

Sâlih amel hususunda Allah celle celaluhu şöyle buyuruyor:

"Asra yemin olsun ki, insan gerçekten ziyandadır. Ancak iman edenler ve sâlih amel işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnâ." (Asr/1-3)

"İman eden ve sâlih ameller işleyenlere gelince Allah onların mükâfatlarını eksiksiz verecektir. Allah zâlimleri sevmez." (Al-i İmran/57)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyuruyor:

"Şüphesiz ki, Allah sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz. Lâkin kâlblerinize ve amellerinize bakar." (Müslim)

"Yaptığın iyilik seni sevindirir, işlediğin kötülük de sana kötü görünürse (o zaman) sen (kâmil) mü'minsin." (Muhtar-ül Ehâdis)

Yukarıda zikri geçen ayetler ve hadisler çok iyi bir şekilde tefekkür edilirse kâlb, lisan ve diğer âzâlar arasında kurulan güzel bir âhengin, sâlih amellerin zuhûruna sebep olduğunu görürsün. Çünkü amellerin salâhı, güzelliği kâlb ve lisanın güzelliğine ve salâhına bağlıdır. Kâlb ve lisan kendi aralarında muaraza eder, uyum sağlayamazsa, o takdirde diğer âzâlardan sıhhatli, devamlı sâlih ameller tezahür edemez. Kâlbi ıslah etmek çok mühim bir iştir. Çünkü kâlb diğer âzâların  tâbi olduğu bir hükümdardır. Nitekim yukarıda zikri geçen, "Dikkat edin vücutta bir et parçası vardır ki o iyi olduğu zaman bütün vücut iyi olur, o bozulduğu zaman bütün vücut bozulur. Dikkat edin o kâlbtir." hadis-i şerifi bu hakikate işaret etmektedir.

Kâlbi her türlü küfür, şirk ve nifaktan temizlemek gerekir. Riya, ucub, kibir, haset, öfke, tehevvür, cimrilik, israf, mal-makam ve riyaset sevgisi, hiyanet, acelecilik, inat, kabalık, hayasızlık, ümitsizlik, hafif meşreplik, anlayış kıtlığı, ibadetlere karşı gevşeklik, günahlarda ısrar, kötülüklere karşı     duyarsızlık, zâlimlere, fâsıklara ve günahkârlara sevgi beslemek gibi kötü ahlâklar kâlbi bozan âfetlerdendir. Kâlbi bu kötülüklerden ve âfetlerden korumak için, ihlas, verâ, takva, tevazu, cömertlik, hilim, hayâ, iffet, muhabbet, afiv, kanaat, vekar, tevekkül, ülfet, vefâ gibi güzel hasletlerle tezyin etmek gerekmektedir.

Dilimizi de yalandan, malayânîden, fazla konuşmaktan, cidal ve münâkaşadan, müstehcen lakırtılardan, sövmek ve lânetlemekten, eğlenceye almak ve alay etmekten, sırrı ifşâ etmekten, gıybet, koğuculuk ve dedikodudan, iftirâdan, iki dillilikten, başkalarının beğenisini kazanmak için yapmacık konuşmalardan, müslümanın mehâbetini gideren aşırı şakalardan ve benzeri kötü huylardan korumalıyız. Doğru konuşmak, hakkı söylemek, hakkı müdafaa etmek, yeri gelince sükût etmek ve yeri gelince konuşmak, ilim öğretmek, tebliğ etmek, emr-i bi’l ma’ruf nehy-i ani’l münker yapmak, yumuşak konuşmak  gibi güzel hasletlerle donatmalıyız.

Vücudumuzun diğer âzâları olan gözü harama bakmaktan, kulağı batıl sözler dinlemekten, mideyi haram lokmadan, eli zulümden, ayağı yasak olan yerlere gitmekten muhafaza etmeliyiz. Kâlb, dil ve diğer âzâlar yukarıda sayılan kötü hasletlerden temizlenir ve zikri geçen iyi hasletlerle donatılırsa kâlb, dil ve ameller arasında tam bir uyum sağlanmış ve en güzel âhenk kurulmuş olur. Bu âhenk sağlandıktan sonra artık kişi şeriatın kötü gördüğünü kötü görür, şeriatın güzel gördüğünü güzel görür. Konuşulan her söz Allah için konuşulur, yazılan her yazı Allah için yazılır. Yapılan her amel Allah için yapılır.

"Allah'a sanki onu görüyormuşçasına ibadet et. Eğer sen onu göremezsen, muhakkak ki O seni görür." (Buhari-Müslim) hadis-i şerifindeki sır tecelli eder.

Bu vasıftaki fertlerden meydana gelen bir topluluk fazilet ve ahlâk toplumunu, temiz toplumu oluştururlar. Aralarında ülfet ve muhabbet, muavenet ve isâr, itimat ve emniyet doruk noktaya yükselir.

"Allah onların kâlblerini birleştirendir. Sen yeryüzünde bulunan herşeyi verseydin yine onların gönüllerini birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü o, mutlak galiptir. Hikmet sahibidir." (Enfal/63) ayet-i kerimesi şirk, küfür, nifak,  zulüm, düşmanlık ve her türlü ahlaksızlıklarla çalkalanan Arabistan’da, behimî bir hayat yaşayan putperest arapların, kâlblerinde iman yer edip İslâm'ın insanı olunca, nasıl bir ingılap gerçekleştiğini haber vermektedir.

Dün kız çocuklarını kendi elleri ile canlı canlı toprağa gömen insanlar, bir karıncayı bile incitmekten korkar oldular. Düşmanlık kardeşliğe, korku ve dehşet emniyete, nefret muhabbete, hodgamlık diğergamlığa, katılık yumuşaklığa hülâsa tüm kötülükler iyiliğe tebeddül etti. İşte bu ingılap bir Kur'an mucizesidir ve toplumlar Kur'an’ın şaşmaz ölçülerine tâbi olarak kâlb, dil ve tüm benliğini yaratanına teslim ederse bu mucize her devirde tekrarlanacaktır. Yeter ki "Ey Peygamber! Sana ve sana tâbi olan mü'minlere Allah yeter." (Enfal/64) ayet-i kerimesinde verilen mesajı iyi anlayarak yalnız ve yalnız Allah'a dayanıp güvenelim.

Allah Teâlâ Kur'an'ı bütün insanlığa göndermiş ve herkesin yapabileceği, gücü yetebileceği şeylerden mes'ul tutmuştur. Kur'an nizamı sadece asr-ı saadet müslümanlarının, ashab-ı kiramın uygulayabileceği bir nizam değildir. Şayet öyle olsaydı, o zaman Allah Teâlâ hâşâ zulmetmiş olurdu. Allah Teâlâ ise her türlü zulümden münezzehtir. Rasûlullah’a yetişmek, O’nun sohbet halkasına oturmak ve feyz almak elbette büyük bir bahtiyarlıktır. Onlar Allah'ın seçkin kullarıdır. O’na yetişemeyen, O’nun huzurunda sohbet mutluluğunu tadamayan sahabe olamaz. Ancak sahabenin yaptıklarını yapabilirler. İşte Kur'an’ın bu mucizesi yani milletlerin imanlarını gözden geçirerek yeniden iman etmeleri ve bu imanın gereği olan ingılabî hareketlerde bulunmaları her zaman tekrarı mümkün olan Kur'anî bir mucizedir. Nitekim İslâm tarihinde zaman zaman bu tecdid ve ingılab hareketleri olmuş, ümmet yer yer asr-ı saadet neşesini tatmıştır.

          "Allah'ın boyası (ile boyanın) boya yönünden Allah'tan daha güzel kimdir? Biz ancak O'na kulluk ederiz." (Bakara/138)

Evet Allah'ın boyasıyla boyanan, yani Kur'an ahkamını yaşantılarına hakim kılan toplumlar, sadece Allah'a kulluk eden toplumlar, gerçek kurtuluşa erer ve kulluğun ihtişamını yaşarlar.

Kâlb, dil ve amelin tek kaynaktan, vahiy kaynağından sulanması neticesinde, kişide şu kudsî hadiste beyan edilen yüksek tecelliler zuhûr eder:

"Kulum bana, en çok üzerine farz kıldığım şeyleri yerine getirmekle yakınlaşır. Üzerine farz kıldıklarımdan daha sevimli bir şey yoktur ki, onları işleyerek daha fazla yakınlaşsın. Kulum bana, nâfile  ibadetlerle de yaklaşmaktan geri durmaz. Öyle ki sonunda  Ben onu    severim. Ben kulumu sevdiğim zaman ise, onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı mesabesinde olurum. (Yani Ben’im emrimle işitir, Ben’im emrimle görür, Ben’im emrimle tutar, Ben’im emrimle yürür bana asla isyan etmez.) İstekte bulunduğu zaman muhakkak veririm. Bana sığınmak istediği zaman kendisini korurum." (Buhari)

Allah Teâlâ'nın bu yüksek lütûf ve ikramına nail olan bir kişi, tevhidin sırrına ulaşır. Kâlbe dikilen tevhid ağacının dal ve budakları, çiçek ve meyveleri dilde ve bütün vücut âzâlarında tezâhür eder. Gâye Allah ve  Allah'ın rızası olur.  O'nun yolunda çekilen çileler huzur olur, saadet olur, bahtiyarlık olur. Artık bu makamda kul, mâsivadan tecerrüd edip Rabbıyla ünsiyyet peydah etmiş  fenafillah olmanın sürûrunu yakalamıştır.

Ahmed er-Rufâî bir münacâtında şöyle der:

"Ya Rabbî! Keşke senden tatlılıklar gelseydi de hayat zorlu olsaydı. Sen razı olsaydın da bütün insanlar bana kızıp öfkelenseydi. Bundan ne çıkardı. Keşke seninle aram mâmur olsaydı da, bütün âlemler harâb olsaydı. Ne gamdı. Senin sevgin olunca herşey kolaydır, yolundadır. Zira toprağın üzerindeki her şey topraktır, toprak olacaktır."

Bu sözler kâlbî itminanın dile akseden reyhanları, kâlb, dil ve amelin uyum ve  âhenginden yükselen sevda nâmeleri, aşk ve muhabbet terennümleridir.

 

 

 

TAVIRLARIMIZDA ÖLÇÜ

 

 

Sağlam binalar, sağlam temeller üzerinde yükselir. Hasta kâlblerden, bulanık düşüncelerden, sıhhatli fikirler, faideli görüşler zuhûr etmez. Pepe  bir dille fasîh ve belîğ konuşmak ne mümkün... Bozuk bir zeminde düzgün oturup düzgün yürümek büyük bir maharet ister. Kâlb gözü kör olanın zâhirî gözü açık olsa neye yarar... Yeşili gören davar, iştahı kabarır ekine dalar. Neticede ekin sahibinden veya bekçiden dayak yer. Kâlb gözü kapalı kişi de hep harama dalar. Günaha dadanır. Netice; dünyada horluk, ahirette ateş ve azap... Koku alma hassasını kaybeden bir kişi, iyi koku ile kötü kokuyu birbirinden nasıl ayırdetsin? Onun için mezbelede oturmakla gül bahçesinde oturmak arasında ne fark var? Tat alma duyusunu yitiren kimse, acı ile tatlı arasındaki farkı bilemez. Ne acı ve ekşiyi yerken yüzü buruşur, ne de tatlıyı yerken zevk alır. Sağır olana bağırsan da duyuramazsın. Ahmak olana bin hikmet anlatsan bir ders almaz. Akıllı olan, bir hikmetten binlerce mânâ çıkarır, ibret alır. Terazisi bozuk olanın tartısı âdil olmaz. Görülüyor ki, varolan âhenk kaybolur, dengeler bozulur, ölçüsüzlük ölçülerin yerini alırsa kargaşa meydana geliyor. Hak ile batıl, hayır ile şer birbirinden ayırt edilemiyor.

Birşeyi neye göre kabul ediyor, neye göre reddediyoruz?  Bu hususta indî görüşlerimiz, şahsî mütalaalarımız ne dereceye kadar etkin oluyor, belirleyici oluyor? Kabul veya reddetmeden, karar vermeden, hafızamızı yokluyor, bilgilerimizi hatırlamaya çalışıyor, kitapları karıştırıyor veya bilen birine soruyor, istişâre ediyor da kararımızı ona göre mi veriyoruz? Birşeyi tenkit veya tasvib ederken İslâmî bir endişe duyuyor muyuz? Kur'an ve sünnet ölçüsüne uygun olup olmadığı hususunda titizlik gösteriyor muyuz? Yoksa o andaki hislerimiz, heyecanlarımız ve arzularımız mı etkin oluyor, belirleyici oluyor?  Çoğu kez his ve heyecan ortamından, beklenti ve arzularımızdan kurtulduktan sonra, sâkin bir ortamda, nasların, ölçülerin ve selim aklın ön plana çıktığı bir vasatta düşünmeye ve mütalaa etmeye başlayınca daha önceki bir kısım tenkitlerimizde, kabullerimizde, tasvib ve tekziblerimizde nasıl bir yanılgı içerisinde olduğumuzu  farkediyoruz.

Mekkeli müşrikler, Allah Teâlâ'nın varlığını kabul ediyor, ancak Allah ile beraber başka ilahlara, putlara da tapıyorlardı.

"Andolsun onlara (müşriklere) 'Gökleri  ve yeri kim yarattı?' diye sorsan, 'Elbette onları aziz ve âlim olan Allah yarattı.' diyeceklerdir." (Zuhruf/9)

Onlar, tevhidin birinci kısmını yani Lâ ilâhe (hiçbir ilâh yok) kısmını reddediyor, ikinci bölümünü yani Allah'ın varlığını kabul ediyorlardı. Ölçüleri ise, ne akl-ı selim ve ne de doğru bir haberdi. Onlar, babalarını, babalarının sapık inançlarını ölçü almışlardı. Bazen iç âlemlerinde müslüman olmak için küçük bir meyil olsa,  hemen karşılarına menfaatleri, çevreleri, sahip oldukları dünyalıkları çıkıyor ve bir türlü bu engelleri aşıp doğru seçim ve doğru karar veremiyorlardı. Çünkü yanlış ölçü tutmuşlardı. Arzularını, nefislerini ön plâna çıkarmışlardı. Hayatlarının bir parçası olan kötülükleri bir anda terketmek, asırlardır oluşan şirk ve küfür kültüründen vahiy kültürüne geçmek hususunda zorlanıyorlardı. Bir iç hesaplaşma, bir iç ingılâp gerekiyordu. Bu hesaplaşma ve ingılâbı gerçekleştirenler, müslüman olmayı başardılar. Uğrunda hayatlarını verdikleri İslâm öncesi ölçülerin ölçüsüzlüğünü, değerlerin değersizliğini büyük bir dehşetle farkettiler. Dostlar ve düşmanlar, muhabbet ve nefretler yer değiştirdi. İslâm'a ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selleme olan buğz, kin ve nefret, misli görülmemiş bir muhabbete dönüştü. Ve O'nun huzurunda en içten itiraflar:

"Ya Rasûlallah! Dün benim senden daha çok nefret ettiğim, düşman olduğum bir kimse yoktu. Fakat bugün benim için senden daha sevgili hiç kimse yoktur."

Leylâ esmer, çelimsiz bir kızdı. Mecnun ona sevdalandı. Onun aşkında fânî oldu. Aşk yer, aşk içer, aşk konuşur olmuşlardı. Hayat kervanları aşktan başka bir metâ taşımıyordu. Dillere destan oldular. Kimi acıdı, kimi kızdı. Kimi konuşmalarına malzeme etti, kimi aşk ateşinin yerinde köz aradı, kül aradı. Herkes niyetine göre maksadına ulaştı, aradığını buldu.

Zamanın ve o beldenin beylerinden biri onlara acıdı, Leylâ'yı huzuruna getirtti. Mecnun'a gelmesi için haber yolladı. Leylâ'da, yolunda mihnetler çekilmeye, çöllere düşmeye, bunca âh u figân etmeye değer bir güzellik göremeyen Bey, Mecnun'a:

"Bunca  mihnete şu çelimsiz kız için mi katlanıyorsun?" diye sordu.

Mecnun:

"Leylâ'ya Mecnun'un gözü ile bakmalısın, aksi takdirde ondaki güzelliği göremezsin." dedi.

Leylâ'daki sır olan güzellikleri Mecnun farkedebildi. Mevlâ'nın, Leylâ'daki tecellîlerini Mecnun görebildi.

Göz vardır önünü göremez. Göz vardır ufukları temâşâ eder. Göz vardır ufuklar ötesini farkeder. Şehvetle bakan göz, hayvanî hisleri uyarır. Şefkatle, merhametle bakan göz, acıma duygusunu, yardım düşüncesini harekete geçirir. Muhabbetle bakan göz, güzellikler seyreder. Nefretle bakan göz ise, çirkinlikler arasında yorgun düşer. Zâhirî gözle bakan dışı görür. Kâlb gözüyle bakan, gizli sırları keşfeder. Güzel bir sûretin örttüğü çirkinlikler, sâde bir görüntünün perdelediği gerçek  güzellikler, BAKAR gözüyle değil, ancak ADAM gözüyle farkedilebilir.

Meselelere yaklaşım ve bakış açısı çok mühimdir. Hâdiseleri, yaklaşımlarımız ve bakış açımıza göre yorumlarız. Her metâ alıcısına göre değer kazanır. Yaklaşım ve bakış açımız Kur'anî ve nebevî olursa değerlendirmemiz sıhhatli olur, bir mânâ ifâde eder. İndî ve nefsî yaklaşımlar ve bakışlar afâkî olur, ne aklen  ne de naklen bir değer taşır.

Bir fikri, bir haraketi tasvib, bir emir sahibine itaat veya tenkit, karşı koyuş ve tavır alış  nefsimiz, hevâ ve hevesimiz, arzularımız istikametinde olursa, toplum kargaşa ve bunalımlara sürüklenir. Bu durumdan menfaatçiler, fırsatçılar yararlanır. Halk, bu gibi kişilerin tahriklerine kapılır ve onların kontrolüne girerse toplumsal felaketler yaşanır.

İslâmî cemaatler, İslâmî hareketler ve tüm İslâmî hizmetlerde sorumluluk yüklenen, hizmet eden, çalışmalara katkıda bulunan  kişiler, bu hususta çok dikkatli olmak, düşüncelerini açıklarken, tasvib, tenkid, kabul ve red konusunda tavır sergilerken meseleleri kılı kırk yararcasına tahkik etmek, en doğru olana karar vermek ve yapmak mecburiyetindedirler.

Bugün gerek Türkiye'de ve gerekse diğer İslâm ülkelerinde yapılan hatalardan birisi de, çalışmaların prensiplere değil şahıslara endekslenmesidir. Çalışmalarda şahıslar önplâna çıkarılınca, hareketi ve çalışmaları yönlendiren kişi veya kişilerin hata ve kusurları, İslâm'a ve İslâmî çalışmalara yüklenmektedir. Şahıslar etrafında meydana gelen taassup ve ölçüsüz itaat, İslâmî hareketlerin yozlaşmasına sebep olmaktadır. Allah Teâlâ ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selleme itaat mutlaktır. Allah Teâlâ Va’zı-ı Şeriat  (Şeriat koyucu), Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de Nâşir-i Şeriat'tır. O, konuştuğu zaman nefsinden konuşmaz. O, Rabb’inin vahyettiği, ilham ettiği şeyleri konuşur. O'nun emrettiği ile emreder, nehyettiği ile nehyeder. Diğer insanlara, emir sahiplerine itaat ise şarta bağlıdır. Onlar, Allah Teâlâ’nın emrettikleri ile emrederlerse itaat olunur. Aksi takdirde itaat edilmez.

          Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

          "Hâlık'a isyan olan yerde, mahlûka itaat yoktur."  (Müsned) buyurmaktadır.

Demek oluyor ki, en çok sevdiğimiz kişiler, hocamız, üstadımız, şeyhimiz, babamız, anamız ve kendi öz nefsimiz bile olsa, Şeriat'a muğayir olan işlerini, sözlerini asla tasvib edemeyiz. Şeriat’a uymayan emirlerine itaat etmeyiz. Onların Kur'an ve sünnete ters düşen sözlerini tasdik etmeyiz. Teviller yaparak hikmetler aramayız.

Bir kısım insanlar, Kur'an'ın müteşabih ayetlerini tevil ettiler. Zâhirî mânâlarını nefyettiler ve netice itibariyle helak olup gittiler. Biz Kur'an ve sünnetin zâhirî hükmüne tabiyiz. Allah Teâlâ "Namaz kılınız!" buyuruyor.  Biz, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden tevatüren bize kadar ulaşan şekliyle namaz kılarız. "Namaz duadan ibarettir. Dua etmekle namaz kılmış  oluruz" diyen sapıklardan Allah'a sığınırız. Müteşabih ayetleri tevil etmeyiz:

"Kâlblerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onun teviline yeltenmek için, müteşabih ayetlere yapışıp onlarla uğraşıp dururlar." (Âl-i İmran/7) ayetinde yapılan ilâhî ikaza bütün benliğimizle uyarız.

Müteşabih ayetleri tevil etmek ne derece tehlikeli ise, Kur'an ve sünnete apaçık ters düşen sözleri, İslâmîleştirmek için tevil etmek de o kadar tehlikelidir.

Kurda koyun postu giydirmekle kurt koyun olmaz. Şarabı musluktan akıtmakla, şarab su olmaz. Kediye gem vurmakla kedi at olmaz.

Gayr-i İslâmî düzenlerde müslümanlar lehine oluşan ortamlar bizi rehavete, tembelliğe sürüklemesin. Gayr-i İslâmî kavramları, oluşumları, İslâmî ıstılahlarla karıştırmayalım ve bu kavramlara İslâmî bir kılıf giydirmeyelim. Bu hususta müteyakkız  olalım ve müslümanları uyaralım.

"Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız..." (Âl-i  İmran/110)

 

 

 

KORKU ÜMİT ARASINDA

 

 

Korku ve ümit insan yaratılışında mevcut birbirine zıt iki duygudur. Bu duyguların merkezi kâlbtir. İman duygusu ile ümit ve korku duygusu aynı yerde yani kâlbde beraberce yaşarlar. Ümit ve korku duygusu, imanın kontrolunda  gelişir ve şekillenirse kişi ne korkunun ürkekliğine ve ne de ümidin gevşekliğine kapılmadan dengeli bir hayat sürer. Bu bakımdan İslâm dini korku ve ümit duygularının eğitimine çok önem verir. Kişinin neden korkacağını, ne ölçüde korkacağını, neden ümitleneceğini ve ne ölçüde ümitleneceğini  açıklar. Her hususta olduğu gibi bu hususta da yani korku ve ümit konusunda da önce bilgilendirir sonra yönlendirir ve hayata geçirilmesinin yollarını gösterir.

"Andolsun ki sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma (fakirlik) ile imtihan ederiz. (Ey Peygamber) sabırlı olanları müjdele. İşte o sabredenler kendilerine bir belâ geldiği zaman 'Biz Allah için varız ve biz sonunda ona döneceğiz' derler." (Bakara/155-156)

"... Sakın onlardan korkmayın. Yalnız Ben’den korkun ki size olan nimetimi tamamlayayım. Umulur ki doğru yolu bulursunuz." (Bakara/150)

İnsanlar  ölümden, fakirlikten, hemcinsleri olan diğer insanlardan, insanlar nazarında kötülenmekten korkarlar ve benzeri birçok korkular onları ihata eder.

İnsanla beraber gelişen ve büyüyen korku ve ümit duyguları arasında iyi bir âhenk, güzel bir denge kurulmaz ise kişi bu yersiz korkuların cenderesinde bunalır, hayat dengesini kaybeder ve hatta zararlı bir unsur haline gelebilir. Müslüman ümit ile korku arasında yaşayan insandır. Bir taraftan Allah Teâlâ'nın azabından korkarken diğer taraftan O'nun Rahman ve Rahim oluşundan ümitlenir.

"Ey insanlar Rabb’ınıza karşı gelmekten sakının, ne babanın evladı, ne evladın babası için bir şey ödeyemeyeceği günden korkun. Bilin ki Allah'ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan Allah'ın affına güvendirerek sizi kandırmasın." (Lokman/33)

Ayet-i kerimede de görüldüğü gibi, Allah Teâlâ insanları kendine karşı gelmekten ve kıyametteki kötü sonucundan korkuturken, Allah'ın affına güvenerek isyan ve tuğyan etmekten de sakındırmakta, ümidi yanlış yerlerde kullanmanın vahim bir hata olacağının eğitimi yapılmaktadır.

Diğer taraftan da,

"Ey iman edenler samimi bir tevbe ile Allah'a dönün. Umulur ki Rabb’iniz sizin kötülüklerinizi örter, Peygamberi ve onunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi içinden ırmaklar akan cennetlere sokar. Çünkü onların nurları önlerinden ve yanlarından koşar da 'Ey Rabb’imiz! Nûrumuzu tamamla. Bizi bağışla. Çünkü sen herşeye kâdirsin' derler." (Tahrim/8) buyurularak ümit kapıları açılıyor ve ümit yolları gösteriliyor. Günah işleyenlerin, hata edenlerin sürekli bir korku içerisinde bunalımlara düşmesi önleniyor.

Bir taraftan korkutularak kötülük yapılmasına mânii olunuyor, diğer taraftan bilerek veya bilmeyerek yapılan hatalardan kurtulmanın yolu gösteriliyor. Öte yandan kötülükten vazgeçilip tevbe edilince buna karşılık Allah Teâlâ'nın ihsanı, lütfu ve müjdesi sunuluyor ve böylece korkular kâbuslara dönüşmeden, ümitler başıboş, serkeş, isyankâr bir yaşantıya vâsıta kılınmadan, canlı, hareketli, fakat aynı zamanda tedbirli, ölçülü, istikrarlı bir hayat tarzı öngürülüyor. Korkuya kapılan, ümidini yitiren fert ve toplumlar hareket kâbiliyetini ve inisiyatifi kaybeder, işi oluruna bırakır, etrafında cereyan eden hadiselere bîgâne kalır. Bu gibi toplumları organize olmuş çok küçük gruplar sultası altına alabilir, istediği şekilde yönlendirip yönetebilir. Fakat sadece Allah'tan korkan, ümidini sadece ona bağlayan, en kötü şartlar içerisinde bile ümidini kaybetmeyen, korkularını ümitleri ile besleyen fert ve toplumlar, zorluklar  karşısında yılgınlık ve bıkkınlık göstermezler. Hiç olmayacakmış gibi görünen işlerde bile, birçok sebeplerin zuhûr edip, o işlerin oluverdiğine iman ederek yapılması gerekeni yapmaya devam ederler. Ancak ümidi hayâle dönüştürmezler. Ümit ile  hayâl arasındaki farkı görürler. Ümitvar olalım derken muhal olan şeylerin peşinde koşup abesle iştigal etmezler.

İman kuvveti, kişinin korku ve ümidini güçlendirir ve onu sadece Allah Teâlâ'dan korkan ve yalnız Allah Teâlâ'dan ümit eden bir dereceye yükseltir. İmanı zayıf olan kişilerde ise korkunun bir hastalık haline geldiğini asıl korkulması gerekenden korkacağı yerde, korkulmaması gerekenlerden korktuğunu, ümidini ya tamamen yitirdiğini veya fânilere ümit bağladığını netice itibari ile de bunalımlara sürüklendiğini görmekteyiz. Bugün toplumda sık sık görülen intihar olayları iman zaafının bir neticesi olarak zuhûr etmektedir.

Korku ve ümidin ilim ile de alakalı yönü vardır. Allah Teâlâ’yı tanıdığımız nisbette O'ndan korkar ve ümitvar  oluruz. Allah Teâlâ'nın Rahman ve Rahim oluşunu yakın derecede bilmemiz, tevbeleri kabul edici, affedici olduğuna yakînen muttalî oluşumuz ümidimizi canlı tutar ve O'nun sonsuz merhameti karşısında asla ümitsizliğe kapılmayız. Diğer taraftan Allah Teâlâ'nın intikam alıcı, azabedici olduğunu, kabir azabının vâkî olacağını, mahşerde çok ince bir hesaptan geçirileceğimizi, kâfirler ve mücrimler için cehennem azabının hak olduğunu bilmek, bizi Allah Teâlâ'dan daha çok korkmaya, yalnız O'ndan korkmaya, O'nun yüce kudreti karşısında boyun eğip aczimizi itiraf etmeye sevkeder ve bu korku bizi diğer korkulardan, muhafaza eder. İslâmî kimliğimizi, müslüman  şahsiyetimizi kazandırır.

Zamanımız insanı, istisnalar dışında dînî cehâleti, zahîren dînî bilgileri olsa bile marifetullahtan mahrum oluşu ve iman zaafiyetinden dolayı, ümit ve korku duygusunu olmayacak yerlerde kullanmakta ve bunalımlardan bunalımlara sürüklenmektedir.

Allah Teâlâ, "Ancak benden korkun" buyurduğu halde bizler, başka şeylerden korkuyoruz. Fakirlikten korkuyoruz, ölümden korkuyoruz, hastalıktan korkuyoruz. İnsanlardan, tağutlardan ve tağutî düzenlerden korkuyoruz. Memur isek yerimizin değiştirilmesinden, işçi isek işimizden çıkarılmaktan, esnaf isek maliyecilerden, kontrol memurlarından, az kazanmaktan, âmir isek makamımızı kaybetmekten korkuyoruz. Bütün bu ve benzeri korkularımız, Allah Teâlâ'dan layık-ı vechile korkmadığımızdan kaynaklanmaktadır. Allah Teâlâ'dan gerçek mânâda korkan kişiler, başka hiçbir şeyden korkmazlar. Kişide Allah korkusu, Allah Teâlâ'ya olan muhabbet ve aşkından dolayı olunca artık O'ndan ahiret korkusu da zail olur. Çünkü böyle bir kul, Allah Teâlâ'dan başka hiçbir şeye kâlbinde yer bırakmaz. Kişi en çok sevdiğinden korkar. O'nu gücendirmekten, O'nun sevgisini kaybetmekten aralarındaki muhabbet ve aşkın zarar görmesinden korkar. İşte en makbul korku bu korkudur. Aşıkların maşuklarından korkusudur. Aşk  ateşinin sönmesinden, muhabbet gülünün solmasından korkmak, bunun için her an ve her nefes müteyakkız olmak, uyanık olmak.

Allah Teâlâ'nın, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyiniz buyruğuna rağmen zaman zaman gerek fert, gerek toplum olarak zaafa düşeriz, ümitsizliğe kapılırız.  Arzu etmediğimiz bazı olayların zuhûru bizleri sarsar ve tökezletir. Çalışma ve hizmet şevkimiz, azim ve gayretimiz kırılır. Allah Teâlâ'dan ümit kesilmeyeceği inancımıza rağmen, bize nefis ve şeytan musallat olur da böyle olumsuz davranışlar sergileriz.

Hz. Nuh aleyhisselamın dokuzyüz yıl tebliğatı karşısında  sekiz veya seksen kişinin iman ettiğini, bazı peygamberlere birkaç kişiden başka kimsenin tâbi olmadığını, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Ebu Cehil gibi muannit ve katı bir İslâm düşmanına İslâm'ı tebliğ için kırk defa gittiğini okur ve heyecanla anlatırız da, her nedense kendimiz için örnek almaz, bütün olumsuzluklara rağmen hizmet heyecanımızı, ümidimizi kaybetmememiz gerektiği hususunda yeteri kadar kendi kendimize telkinatta bulunmayız. Ümidimizi fânilerden kesip bâki olan Allah Teâlâ'ya bağlamayız.

Şu hususu tekraren ifâde etmeliyim ki, ümidini yitiren fert ve toplumlar, hayâtiyetini kaybeder, yaşayan ölüler haline gelir. Bünyedeki ölü hücreler durumuna düşer.

Netice olarak, bütün korkulardan kurtulmak için yalnız Allah'tan korkmalı, bütün olumsuzluklara, en kötü şartlara rağmen asla ve asla ümidimizi yitirmemeli, Allah'tan asla ümidimizi kesmemeli, Allah'ın azabını unutmamalı, rahmetini asla kâlbimizden çıkarmamalıyız. Ümit ile korku arasında tam bir âhenk kurarak  niyetimiz, düşüncelerimiz, fikirlerimiz, konuşmalarımız ve amellerimizi ihlasla yoğurup bir  rıza lokması yaparak, ifrat ve tefritten uzak dengeli bir hayat yaşamalıyız.

 

 

 

EHEM OLANI TERCİH ETMEK

 

 

Kendimizi ciddi bir şekilde  yenilemeliyiz. Bilgilerimizi, amellerimizi, çalışmalarımızı yeniden gözden geçirmeliyiz. Bilgilerimiz ve bildiğimizi zannettiklerimiz ne derece sahihtir, ne derece doğrudur? Beşerî sistemlerin eğitim ve öğretimlerinden edindiğimiz yanlış, hatalı ve hatta tehlikeli bilgileri, bilgi dağarcığımızdan ayıklayıp atabildik mi? Amellerimiz ve çalışmalarımız istenilen nitelikte mi? Yoksa gelişigüzel, günübirlik bir hayat mı yaşıyoruz? Amellerimiz ve çalışmalarımızda ehemi mühime tercih edebiliyor muyuz? Yoksa bırakın ehemi mühime tercih etmek, mühim olanlarla bile meşgul olmuyor, ömrümüzü hep lüzumsuz ve hatta zararlı meşgalelerle heder mi ediyoruz?

Zıtların imtizacı mümkün olmadığına göre, bir müslüman için hem beşerî sistem ve hem de ilâhî nizamla barışık olmak muhaldir. İnancımıza terstir. Öyleyse kendimizi iyi kontrol edelim. Acaba hangi sistemle barışık yaşıyoruz?

Hadiseleri değerlendirmemize, meselelere yaklaşımlarımıza bakalım, ne derece İslâmîdir?  Yoksa nefsanî temayüllerimizin, şaşı bakışlarımızın, sığ düşüncelerimizin, kıt bilgilerimizin ve peşin hükümlerimizin zebunu mu olmaktayız?

Hakk'ın makarrı olmayan kâlb, Hakk'ı görmeyen göz, Hakk'ı işitmeyen kulak, Hakk'ı söylemeyen dil, Hakk için kalkmayan el ve Hakk  yolunda yürüyüp tozlanmayan ayak neye yarar? Kâlb, göz, kulak, dil ve diğer âzâlarımıza sahip olabiliyor muyuz? Bütün âzâlarımızı yaratana mûtî kılıyor, bu büyük nimetlerin şükrünü edâ edebiliyor muyuz?

Ümmet şuurumuz, cemaat şuurumuz hangi noktada? Omuzladığımız yüce davayı ve yüklendiğimiz büyük mes'uliyeti ne derecede hissediyoruz? İslâm'ı yaşamak, İslâmî hizmetlerde bulunmak için dahil olduğumuz İslâmî çalışmalara ne derecede katkıda bulunuyoruz? Yapılan çalışmaların ciddiyetine ve ehemmiyetine ne kadar muttalîyiz? Gözünde miyop hastalığı olanlar yakını, etrafını açık-seçik göremezler. Bunun gibi kâlb gözünde berraklık olmayanlar da yakınında ve hatta içinde bulunduğu İslâmî çalışmaları çoğu kez farkedemez, değerini bilemez, ölçülerini kavrayamaz da şekle, görüntüye ve vitrine takılırlar. Çok uzaklarda, ufuklarda aslına bile vâkıf olmadıkları görüntüler ile oyalanırlar.

Müslümanlar olarak artık, kabuktan öze, şekilden içe, fer’den asla dönmeli, ümmet için hayâtî ehemmiyet taşıyan öz meseleleri, temel meseleleri çalışmalarımızın merkezine oturtmalıyız. Ehem olanı mühim olanlara tercih etmeliyiz. Bir müslümanın hayatında mühim olmayan hiçbir meşgale yer almamalıdır.

Bugün büyük bir üzüntü ile görmekteyiz ki, müslüman okumuşların, yazarların ve düşünürlerin gündemini çoğu kez tâlî meseleler, günübirlik hadiseler ve bazen dedikodu diyebileceğimiz basit şeyler işgal etmektedir. Böylece ümmetin çok mühim meseleleri gündem dışı kalmakta ve müslümanlar öncelikli meselelerine, özellikli işlerine ve öncelikli vazifelerine muttalî olamamaktadırlar.

Müslümanlar olarak günlük yaşantımızdaki tercihlerimiz, önemsemelerimiz de iç açıcı değildir.  Meselâ herhangi bir müessesede çalışan bir müslüman, kendisi için belirlenen mesai saatlerine azamî derecede dikkat etmekte ve verilen vazifeleri azamî derecede yerine getirmeye çalışmakta iken, aynı titizliği İslâmî hizmetlerde göstermemektedir. İslâmî çalışmalar için yapılacak bir toplantıya, bir istişâreye, bir sohbete çok basit bahanelerle ya geç gelmekte veya hiç gelmemektedir. Verilen vazifeleri ya hiç yapmamakta veya zamanında yapmamaktadır. Yaptıklarını da istenilen şekilde yerine getirmemekte, yapmış olmak için yapmaktadır.

Kendi işinde, dükkanında, atölyesinde, tarlasında çalışan müslümanlar da farklı değildirler. Meselâ, sabahın çok erken saatlerinde işyerine giden ve günün çok geç saatlerine kadar çalışan insanlarımız  İslâmî çalışmalarda istenilen ataklığı, gayreti göstermek şöyle dursun, haftalık sohbetleri, ayda, yılda bir verilen vazifeleri bile aksatmakta veya yerine getirmemektedir.

Bir müslüman için en mühim iş, en mühim vazife, Allah Teâlâ'ya kulluktur. İslâmî hakikatleri insanlara ulaştırmak  için çalışmaktır.

Ne herhangi bir kurumda çalışıyor olmamız ve ne de kendi işlerimizde çalışmamız, İslâmî çalışmaları öncelikli yapmaya mânî teşkil edemez. Önümüzdeki bu engeli aşmalıyız. Nefse ve şeytana boyun eğmemeliyiz. Bize dünyanın bütün imkanlarını sunsalar, en yüksek makam ve mevkiileri verseler eğer bu imkanlar, bu makam ve mevkiiler İslâmî hizmetlerimize, İslâmî çalışmalarımıza mânî teşkil edecek veya ikinci sıraya düşürecek ise bunların bizler için bir mekir olduğunu bilmeli ve elimizin tersiyle itmeliyiz.

Eyyüb el-Ensari  radıyallahu anh bir kısım arkadaşları ile oturup:

 "Allah Teâlâ, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi muzaffer kıldı. Muvaffak eyledi. Artık bizler biraz da kendi işlerimizle meşgul olsak da, hep cihadla meşgul olduğumuzdan, hep Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile seferlerde bulunduğumuzdan dolayı kaybettiğimiz mallarımıza, mülklerimize yeniden sahip olsak." diye konuştular.

Bunun üzerine, Allah Teâlâ:

"Kendi ellerinizle nefislerinizi tehlikeye atmayın."  (Bakara, 195) buyurarak onları ve onların şahsında kıyamet sabahına  kadar bütün müslümanları ikaz etti.

O sahabiler ki, canlarını, mallarını, evlâd u iyallerini  hep Allah yolunda, sebil ettiler. Rasûlullah  sallallahu aleyhi ve sellemin yanından bir an olsun ayrılmadılar. Kendilerinde beşeriyet icabı  vârid olan yanlış ve hatalar anında düzeltiliyor ve onlar da bütün samimiyetleri ile hatalarından rücû ediyorlar ve daha büyük bir şevk ve aşkla hizmete koyuluyorlardı. Onlar hep ehem olanı tercih ediyorlardı. Allah'ı tercih ediyorlardı. O'na kulluğu tercih ediyorlardı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi tercih ediyorlardı ve dolayısıyla durmadan, dinlenmeden, bıkmadan, usanmadan, şevklerinden, heyecanlarından hiçbir şey kaybetmeden çalışıyor, çalışıyorlardı. Cihad ediyorlar, Kur'an nurunun girmediği hâne, İslâm'la  tanışmayan belde kalmasın, bütün insanlık kurtulsun diye cepheden cepheye koşuşuyor, dünyanın âlâyişine, geçici menfaatlerine asla iltifat etmiyorlardı. Bizler de o asırla, o saadet asrıyla kâlbî irtibatımızı kurabilir, onların örneğini yaşantımızda tezahür ettirebilirsek benzer hizmetleri ve coşkuları canlandırabiliriz.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, ashab-ı kiram ve onların izini takip eden sâlihler, yiyecek-içecek, giyim-kuşam hususunda da her zaman sâdeliği ve kifâyet miktarını tercih etmişler, daha fazlasına iltifat etmemişlerdir. Şayet şu veya bu sebeple fazla bir şeye mâlik olurlarsa onları hemen muhtaçlara, İslâmî hizmetlere, hayırlı çalışmalara aktarmışlardır.

Bizler maalesef bu hususta da sınıfta kalmaktayız. Bırakınız kifâyet miktarı ile yetinmek, büyük bir israf ve lüks içindeyiz. Çoğu kez bütçemizi zorlayan harcamalar yapmakta ve kendi kendimizi sıkıntıdan sıkıntıya sürüklemekte hem kendi huzurumuzu, hem ailemizin huzurunu ve hem de yakınlarımızın huzurunu bozmaktayız. Netice itibariyle de kendimizi senet ve çeklerin, hanımlarımızı da ev eşyaları, mutfak ve gardrobun  kulu, kölesi haline getirmekteyiz.

Bütün bunları yaparken, Allah için ne yapıyoruz? Lüks ve israf içinde yüzerken, fakir ve muhtaçlara ne kadar yardımcı oluyoruz? Yıllık harcamalarımız içinde İslâmî çalışmalara, hizmetlere ayırdığımız pay ne nisbette?  Acaba oturup düşünüyor, bir muhasebe yapıyor, kendimizi sorguluyor muyuz? Allah yolunda birşey verirken  niçin zorlanıyoruz? Nefsimiz için, dünyamız için yaptığımız harcamaları, büyük bir istekle ve zevkle yaparken İslâmî hizmetler için vermekte niçin  isteksiz davranıyoruz?

Bu olumsuzlukları sergileyen bir müslüman kendisine dikkat etsin. Ticaretine, kazançlarına, dikkat etsin. Muhakkak bir sıkıntı vardır. Ticaretinde bir sıkıntı, kazancında bir sıkıntı vardır. Kazancına haram karışmaktadır. Çünkü helâl kazanç, helâl yollarda sarfedilir, İslâmî hizmetlerde kullanılır. Bir servet ki Allah yolunda harcanmıyorsa, zekatı verilmiyorsa o servette hayır yoktur, sahibi için bir mekirdir.

Bir çekirdeği toprağa atarsanız, o çekirdek kendisi için lazım olan şeyleri topraktan alır, kabuğunu çatlatır, toprağı yarar ve uç verir. Nihayet ağaç olur, meyve verir. Fakat hiçbir zaman kimliğini değiştirmez, özelliğini bozmaz. Kayısı çekirdeğinden kayısı ağacı, ceviz çekirdeğinden ceviz ağacı meydana gelir.

Bir kişide İslâmî kimlik tam teşekkül eder, bütün İslâmî özellikleri kazanırsa şartlar ne olursa olsun, nerede bulunursa bulunsun onu hiçbir şey değiştiremez, öncelikli meselelerini gündemden   çıkarmaz, en olumsuz şartlarda bile o, İslâm'ı ön plana çıkarır. Ehem olan hizmetlerle meşgul olur.

Bir çekirdeği isterseniz çorak bir toprağa atınız, isterseniz münbit bir toprağa bırakınız, netice değişmez. Sadece kıvam farkı olur, bünye farkı olur.  Fakat o çekirdeğin özünde ne varsa, ağacı da o özün tezahürü olur.

Asrımız kimlikli ve kimliğinin gereğini icrâ eden öncü müslümanlara muhtaç.

 

 

 

KULLUK HEYECANI

 

 

Her işin, her mesleğin kendine has usûlleri ve özellikleri vardır. O usûl ve özellikleri gözardı ederseniz beklediğinizi bulamaz, istediğinizi elde edemezsiniz. Tedavi için baytara değil, doktora gideceksiniz. Evinize pencereden değil, kapıdan gireceksiniz. Deniz yolculuğu yapmak istiyorsanız gemiye, hava yolculuğu yapmak istiyorsanız uçağa bineceksiniz. Araba kullanıyorsanız trafik işaretlerine ve kurallarına uyacaksınız. Güneşin tulû'unu seyretmek istiyorsanız yönünüzü ona çevireceksiniz. Tarlanızdan mahsül almak istiyorsanız, ekip-dikecek, bakımını yapacaksınız. Siz elindeki lokmayı, kulağına götüreni gördünüz mü? Küçücük yavrular bile elindeki yiyeceği ağzına götürüyorlar. Ateşe giren yanar, suya giren ıslanır. Her şey tabiatında var olanı sergiler. Koyun meler, at kişner. Bülbül öterse güzeldir. Ötmeyen bülbülün serçeden ne farkı vardır?

İslâm bir cemaat dinidir. O cemaat halinde yaşanır.  Kulluk şuuruna, cemaat şuuruna sahip olabilmek için köklü ve sürekli bir eğitim gerekir. "Beşikten mezara kadar" sürecek seviyeli bir eğitim... Cemaat mektebinde kulluk eğitimi yapılmalıdır insanımıza, aşiret, ırk ve grup boyutu aşılarak ümmet boyutu kazandırılmalıdır. Çok basit aşiret ve ırk kalıpları içinde, grupçuluk zihniyeti ile cihanşümûl İslâm nizamının anlaşılamayacağı, yaşanılamayacağı ve hâkim kılınamayacağı çok iyi bilinmelidir. Cemaat mektebinde MUHABBET eğitimi yapılmalıdır. Allah sevgisi ve müslümanların birbirlerine karşı sevgisinin bir vecibe olduğu tâlim edilmeli ve bu husus yaşantımızda tezahür ettirilmelidir.

"Sevmeyen ve sevilmeyende hayır yoktur."

          Muhabbetin merkezi, Allah sevgisidir. Oradan kaynaklanmayan sevgide hayır yoktur. Müslümanlar birbirlerini yalnız Allah için seveceklerdir. Allah için sevmek, Allah için buğz etmek, imanın kemâlâtındandır. Bir toplumda muhabbet hâkim olup fertler birbirlerini sevince orada İTİMAD hâsıl olur. Birbirini seven kişiler, birbirlerine itimad ederler. İtimadla beraber MUAVENET yani karşılıklı yardımlaşma başlar.

"...İyilik ve takvada yardımlaşın. Günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın cezâsı çetindir." (Maide /2) ayet-i kerimesi, fert ve toplum vicdanında yer eder.

Görülüyor ki, muhabbet itimadı, itimat da yardımlaşmayı celbediyor. Böylece bütün güzelliklerin, iyiliklerin önü açılmış, kötülüklerin ve kötülerin yolu kesilmiş olur. Bu sayede kenetlenen bir toplum artık İSAR noktasına yükselmiş olur. İsar din kardeşini kendi nefsine tercih etmektir.

"Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler ve onlara verilenler karşısında içlerinde bir kaygı duymazlar. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile, onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Haşr /9)

Fertleri birbirini seven, itimad eden, yardımlaşan ve din kardeşini kendi nefsine tercih eden bir toplumda, İslâmî hareketler için olmazsa olmayan İTAAT zuhûr eder. Emir makamında kim olursa olsun, onun yaşına, soy-sopuna, ırkına, mesleğine, ekonomik durumuna bakılmadan, ma'rufla emrettiği müddetçe itaat edilir. Verilen vazifeler nefsimize hoşgelse de, gelmese de seve seve, büyük bir heyecan ve şevkle yapılır. Artık cemaat fertleri arasında, İslâmî hareketin muvaffakiyeti için FEDAKÂRLIK yarışı başlar. Birbirini kıskanmadan, birbirine haset etmeden büyük bir yarış başlar. Zamandan, maldan, makamdan, evlâd u iyâlden ve nihayet candan fedâkârlıklar... Ashabcasına bir çoşku, bir şevk ve heyecanla yapılan fedâkârlıklar...

"İşte onlar (mü'minler) iyiliklere koşuşurlar ve iyilik için yarışırlar." (Mü'minun /61)

Müslümanın yarışı işte bu yarıştır. Kardeşinin yaptığı fedâkarlıklara gıpta ederek, hayırda yarışmanın Allah Teâlâ'nın emri olduğu, kendisi için bir kulluk vazifesi olduğu için yarışmak... Bu noktaya ulaşınca, ufkumuzda bütün ihtişamı, bütün güzelliği ve bütün boyutları ile UHUVVET güneşi tulû eder.

"Mü'minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun, esirgenesiniz." (Hucurat /9) ayetinin sırrı tecellî eder, gönlümüzden ucub, kibir, haset, kin ve düşmanlıklar silinip atılır.

Artık insanlar, İslâm sarayının uhuvvet bahçesinde muhabbet gülleri dererler ve birbirlerine sevgi çiçekleri sunarlar. Cemaat mektebinde gördüğü eğitimle, muhabbet, itimad, muavenet, isar, itaat ve fedâkârlık merhaleleri için artık İslâmî hareketlerde ve hizmetlerde var olması gereken şu hususları gerekleştirmek zor olmayacaktır.

1. İslâmî hizmetleri, bütün işlerimizin önüne almak, önce İslâm diyebilmek.

2. İslâm’ı, yaşantımızdan, bir parça değil, yaşantımızın kendisi yapmak.

3. Kulluk ve İslâmî hizmet heyecanı ve şevkiyle yaşamak.

4- Kulluk ve İslâmî hizmetlerimizi sürekli ve devamlı kılmak.

5. Kulluk ve hizmetlerimizde ihlaslı ve samimi olmak.

Kişiler önemsedikleri işlere öncelik tanırlar. Bir müslüman için kulluk vazifesinden, İslâmî hizmetlerden daha fazla önemseyeceği bir şey olamaz. Bu duruma göre, önce İslâm demek, Allah Teâlâ'nın Rasûlullah sallallahu aleyhi sellem vâsıtasıyla gönderdiği, İslâm şeriatına hizmeti her işimizin önüne almak, İslâmî hizmetlere öncelik tanımak kadar tabii bir şey olamaz. İslâm'ın hâkimiyeti için çalışan bir cemaatın, bir toplumun başka türlü hareket etmesi düşünülemez.

"Herkesin yaptıklarına göre dereceleri vardır. Allah onlara yaptıklarının karşılığını verir. Asla kendilerine haksızlık yapılmaz." (Ahkâf /19)

Ne iş yaptığımıza, nasıl yaptığımıza bakmalıyız. Yaptığımız iş Allah için mi ve Allah Teâlâ'nın istediği şekilde mi? Yaptığımız iş, Kur'an ve sünnet ölçüsüne uyuyor mu? Yoksa nefsânî arzularımızın bir yansıması mı? Yaptığımız iş, öncelikle yapmamız gereken bir iş mi? Yoksa lüzumsuz, faydasız ve hatta zararlı bir iş mi? Evet yaptıklarımıza bakalım ve Allah Teâlâ'nın indindeki derecemizi görelim.

İslâm, yemek, içmek, uyumak ve seyahat etmek gibi, yaşantımızdan bir parça değildir. O bütün hayatımızı kapsayan bir nizamdır. Müslümanın, düşüncesinde, konuşmasında, amelinde, işinde, tavrında, hizmetinde, hülâsa olarak bütün yaşantısında belirleyici ve hüküm verici yegâne etkendir. Müslümanın yaşantısında Allah Teâlâ'nın iradesinin dışında hiçbir beşerî irade söz sahibi olamaz. Çünkü müslüman, Allah'a teslim olan, kul olan ve onun şeriatına tâbi olandır. Allah'a kulluk ve O'nun yolunda hizmet, heyecan ister, şevk ister, aşk ister. Heyecansız, şevksiz topluluklar, zamanla ya rengini, ya kokusunu, ya tadını veya bunlardan bir kısmını, yahut da tamamını kaybeden durgun sular misali, ferdî ve toplumsal özelliklerini kaybederler, kokuşurlar. Heyecan, şevk ve aşk, fert ve toplumlarda şok tesirler yapar, hareket ve dinamizm sağlar. Ancak bu heyecan ve şevk imandan kaynaklanmalıdır. Nefsanî arzulardan, geçici heveslerden neş'et eden heyecanlar, taşkınlıktan öte bir yere götürmez, zarardan başka bir şey tevlid etmez. Nefisten kaynaklanan heyecanlar sabun köpüğüne benzer, kısa bir müddet sonra söner.

İmandan kaynaklanan heyecanlar ise süreklidir. Ashab-ı kiramı cepheden cepheye, seferden sefere koşturan, bitmeyen, tükenmeyen bir gayretle İslâm yolunda çalıştıran o çok sağlam imanları, teslimiyetleri ve imandan kaynaklanan hizmet heyecanları idi.

Kulluk, İslâmî hareket ve hizmet süreklilik ister. Hayır ve bereket devamlı olan çalışmalardadır. Çalışmalardaki devamlılık, kararlılığın neticesidir.

"İşlerinden boşaldığın vakit tekrar çalış ve yorul, Rabb’ına rağbet et. (O'na yönel, boş durma)." (İnşirah/7-8)

 Selef-i sâlihîn, ulema-i âmilin ilmî çalışmalarda ve sâlih amellerde mevzuyu değiştirerek dinlenirlerdi. Meselâ, tefsir okuyan, yorgunluk hissederse hadis okumaya, hadis okurken yorgunluk hissedince fıkıh çalışmalarına başlardı. Müslümanın dinlenmesi bir hizmetten başka bir hizmete, bir dersten başka bir derse, bir amelden başka bir amele geçerek, sürekli Allah Teâlâ'ya yönelerek olmalıdır.

İslâmî hizmetler ihlas ister, samimiyet ister. Kulluk ve İslâmî hizmetlerimizi ihlas mayasıyla yoğurmak gerek. İhlas ve samimiyet ile atılan bir adım, ihlassız olarak yapılan bir koşudan daha hayırlıdır. İhlaslı çalışmaların yardımcısı Allah Teâlâ’dır. Çünkü O kendi rızası için çalışanları sever ve mükafatlandırır. İdrak ve feraset sahipleri bu farkı, farkederler.

 

 

 

İSLÂM’I BİR BÜTÜN OLARAK ALGILAMAK  

 

 

Âhenk ve insicam, tam olanda, bütün olandadır. Bütünün parçaları, olmaları gereken yerde bulunursa âhenk ve insicam kemâl noktada tezahür eder. Çiçek dalında güzeldir. Kökü toprakta, gövdesiyle, dallarıyla bir bütün olan ağaç hayat bulur, çiçeğe durur, meyve verir. Kâinattaki âhenk ve güzellik, her şeyin yerli yerinde oluşunda ve bunca çeşitliliğin bir insicam içerisinde seyredişindedir. Varlık âlemini bir bütün olarak düşündüğünüz, gördüğünüz ve değerlendirdiğiniz zaman, ondaki güzellikleri, âhenk ve insicamı fark edeceksiniz.

İslâm şeriatı da bir bütündür. O bütünlüğü içerisinde cihanşümûl bir dindir. Çağlar içerisinden coşup gelerek, çağlar ötesine akan bir hakikat ırmağıdır. Rab katından, âhir zaman nebisi vâsıtasıyla insana sunulan ilâhi bir armağandır.

 "Allah indinde hak din İslâm'dır." (Al-i İmran /119)

"Bu (İslâm-Kur'an) Rabb’inin dosdoğru yoludur. Biz, öğüt alacak bir kavim için ayetleri ayrıntılı bir şekilde açıkladık." (En'am /126)

İslâm'ı bir bütün olarak görmek, anlamak ve yaşamak, kul olmanın, müslüman olmanın en tabiî gereğidir. Onun dışında bir hakikat yoktur. Onun dışındaki  bütün sistemler sapıklıktır, zulümdür.

"Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır." (Al-i İmran /85)

İslâm dini mükemmeldir. Kıyamet sabahına kadar, insanlığın bütün ihtiyacına cevap verecek, onu huzur ve saadetle yaşatacak ahkâmı hâvîdir.

"Bugün size dininizi ikmal ettim. Üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim." (Maide 3)

Mesele, Allah Teâlâ'nın ikmal edip, bizim için beğenerek seçtiği bu dini bir bütün olarak algılamak ve yaşamak. Bunun için tam bir teslimiyet, geniş bir bakış açısı ve açık bir ufuk gerekir. Dar bir açıdan, kapalı bir ufuktan, tereddütlü bakışlarla âlemleri seyretmek ve güzellikleri müşahede etmek ne mümkün. İslâm'a bir bütün olarak bakamamak, onu bir bütün olarak algılayamamak ve ondan bir kısmını yaşamayı ve bu hususta titizlik göstermeyi kemâlât zannetmek, gerek fertler ve gerekse cemaatler olarak yapılan İslâmî çalışmalarda büyük sıkıntılar doğurmakta, lüzûmsuz ve gereksiz münakaşalara, çatışmalara sebep olmaktadır. Bütünü kavrayabilmek için, bütünü kucaklayan bir açıdan bakmak gerekir. Onun bir parçasını görebilecek dar bir açıdan bakılırsa, o bütünden sadece bir parça görülmüş olur. Görülen o parçaya göre, bütün hakkında verilecek hüküm çoğu kez yanlış ve hatalı olur. O parça bütünden bir parçadır. Ama o, bütünün kendisi değildir. Siz kameranızla bir insan eli veya bir insan başı görüntülüyorsunuz ve işte bu insandır diyorsunuz. Bu ne kadar yanlışsa, İslâm'dan bir şeyi almak ve yaşamak sonra da "İşte İslâm, işte İslâmî yaşantı budur. Bu bir kemâlattır." demek de aynı derecede yanlıştır, hatalıdır. Elbette yaşantımızda ehem, mühim, farz ve nâfile sıralaması olacaktır. Fakat birinin öncelikli oluşu diğerinin gündemimizden, yaşantımızdan çıkarılması şeklinde algılanmamalıdır. Bugün bir kısım müslümanlar:

"Farzlar var, yapmamız gereken çok mühim işler var. İmanı kurtarma zamanıdır. Nâfilelerle uğraşacak vaktimiz yok." gibi ifâdelerle İslâm'ın yaşantımızda tezahür etmesi gereken bütünlüğüne zarar vermiş oluyorlar.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin yaşantısına bakalım. Bir ömür boyu sürdürdüğü tevhid mücadelesinde karşılaştığı güçlükleri, zorlukları düşünelim. O, bu zorlu mücadelenin, sıkıntıların içerisinde, Allah Teâlâ'nın kendisine farz olarak emrettiklerinin dışında nâfilelerle de meşgul olmuş ve bize bu hususta tavsiyelerde bulunmuştur. O bakımdan gücü yeten, imkânı olan müslümanların farzlarla beraber, nâfilelerle meşgul olmaları ve bunu severek, arzuyla, iştiyakla yapmaları, onların farz olan vazifelerini aksatmak şöyle dursun, bilakis ona güç verir, şevk verir, diğer vazifelerini kolaylaştırıcı bir kâlb sükûneti, bir ruh metaneti sağlar. Ve böylece Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin yaptıklarını yapmak, ona nâfilelerde de uymak, kişinin İslâmî  hizmetlerine yeni bir heyecan ve yeni bir canlılık getirir.

Bir kısım müslümanlar arasında da, küçük cihad, büyük cihad tartışması yapılmakta, bütünde olan kemâlât ve fazilet, bütünden alınarak, parçalara verilmek istenmektedir.

Bir kısım müslümanlar, kemâlat ve faziletin nefisle cihad etmekte olduğunu ifâde ederken, diğer bir kısmı da, "Düşmanla cihad zamanıdır. Fazilet ve kemâlat düşmanla cihad etmektir." demektedirler. Elbette nefs ile de cihad edilecek, düşmanla da cihad edilecektir. Her iki cihad da İslâm'ın emridir. Her iki cihadı yapmak da müslüman için farzdır. Her iki cihad da faziletlidir.

Şu da bir gerçektir ki nefisle cihadı başaramayan, düşmanla cihadda da başarılı olamaz. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin "Küçük cihaddan büyük cihada döndük." buyruğundaki ifâdeye dikkat etmek gerekir.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, düşmanla cihad etmiş, bir seferden dönmüş ve cihadın bitmediğini, sulhu olmayan cihada, nefisle cihada devam edilmesini, düşmanla yapılan cihadın nefsimizi ucub ve kibire kaptırmamasını, yeni cihadlara hazır olmak için nefsimizi terbiye ve tezkiye etmeye devam etmemizi hatırlatmakta ve en beliğ, en fasih bir ifâde ile uyarmaktadır.

Demek ki gerçek kemâlat ve fazilet, bu bütünlüğü algılamak ve uygulamaktır. Yani hem nefisle cihad etmek ve hem de yeri ve zamanı gelince düşmanla cihad etmektir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem böyle yapmış, Ashab-ı Kiram böyle yapmış, sulehâ-yı sâlihin, ulema-ı âmilin hep böyle yapmışlardır. Hele, sadece nefisle cihad ederim, deyip diğer cihaddan kendini müstağnî addetmek veya ben düşmanla cihad ederim, deyip nefisle cihadı küçümseyerek terketmek, İslâm'ı paramparça etmek demektir.

Müslüman, İslâm'ı bir bütün olarak gündeminde tutacak, gücünün yettiklerini yapacak, güç yetiremediklerini gündeminden çıkarmayacak, onu uygulamak ve hayata geçirmenin çarelerini arayacak ve imkân bulduğu zaman yerine getirecektir. Bu kadar açık ve net olan, Kur'an ve sünnette arı duru ifâdesini bulan ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin hayatında bütün berraklığı ile tezahür eden böyle bir meselede münakaşa ve cedel etmek, müslümanlar arasında ihtilaflara sebep olmak, anlaşılır bir tavır değildir. Buna sebep, İslâm'ı bir bütün olarak algılamak, İslâm’a bir bütün olarak bakmak ölçüsünü alamayışımız olsa gerekir.

Demek oluyor ki, İslâm'ı anlama, kavrama ve hayata hâkim kılmada, İslâmî çalışmalarda, İslâmî hareketlerde alınması gereken ilk ölçü, İslâm'ı bir bütün olarak algılamak ve İslâm'a bir bütün olarak bakmak ölçüsüdür. Bundan sonradır ki İslâm bir bütün olarak yaşanacak ve kemâlatın ne olduğu, faziletin ne olduğu gerçek mânâda kavranacaktır.

Hayatımızda yersiz, zamansız, çoğu kez zararlı kısır çekişmeleri, cedel ve münakaşaları ciddi bir tahlile tâbi tuttuğumuz zaman İslâm’ın ölçülerini gereği gibi alamayışımızdan kaynaklandığını görecek, bakış açımızın darlığını, bütünü kucaklayan geniş ve berrak bir ufka sahip olmadığımızı farkedeceğiz. Elbette bunu farketmek de bir farklılıktır. Körü körüne yapılan, zarardan başka hiçbir netice vermeyen bir dövüşü tek taraflı da olsa bırakmak bir zaferdir, bir fazilettir. Öyle durumlar olur ki, yüzlerce sahife tutan bir müdafaadan, en beliğ ve en fasih hitabelerden, yerinde ve zamanında yapılan bir sükût daha tesirlidir. Öyle durumlar da olur ki, en şiddetli taarruzlara, en acımasız ithamlara karşı tek bir cümle ile cevap vermek, karanlığa projektör tutmak gibi, belirsizliklerin gün ışığına çıkmasına, silüetlerin belirlenmesine, nice şişirilmiş balonların sönmesine vesile olur. Bunu tayin ve tesbit etmek, herşeyi yerinde ve zamanında yapmak için, cereyan eden olayı bütünlüğü içinde değerlendirmek, özünü ve hadiseye hayat veren unsuru yakalayıp ona göre davranmak gerekir. Aksi takdirde sükût edilecek yerde konuşmak, konuşulacak yerde sükût etmek gibi bir yanlışı irtikab etmiş oluruz. Hep sükûtun faziletini ön plana çıkarır, hakkın zâyî olduğu bir yerde sükût etmenin (dilsiz şeytan) olunacağı gerçeğini gözardı edersek, sükût etmenin faziletine ermek şöyle dursun, şeytanın vasfından bir vasfa bürünmüş oluruz.

ükût etmek güzeldir, yerinde olursa. Konuşmak güzeldir, yerinde konuşulursa. Öyleyse bu hususta kemâlat ve fazilet sükût edilmesi gereken yerde sükût etmek, konuşulması gereken yerde uzatmadan, teferruata dalmadan hakikati konuşmaktır. Bize Kur'an ve sünnetin tâlimatı budur.

İslâm'a uygun düşmeyen çeşitli mülahazalarla bu bütünlüğü bozmak, yani sükût ile konuşma arasındaki İslâmî ahengi ve dengeyi tahrip etmek ölçüleri almış, bütünlüğü kavramış bir müslümanın asla yapamayacağı bir iştir. Bütünden ayrılmış parçalar bir mânâ ifâde ederse de, bütündeki yerine konulmadıkça, gereken faideyi sağlayamazlar.

 

 

 

VÂSITALARI GÂYE EDİNMEMEK

 

Kişiler bir işe başlamadan, bir seyahate çıkmadan önce yapacağı işin ve çıkacağı seyahatin maksadını tesbit, sonra da takip edeceği usûl ve güzergâhı tayin ederler. Aksi takdirde belirsizlikler, tereddütler ve kararsızlıklar içerisinde bocalar dururlar. İslâmî hizmet ve hareketler de böyledir. Şayet hareketin gâyesi bilinmez, usûl ve ölçüleri açık seçik ortaya konulmaz ise hizmetlerde kargaşalara, tavsamalara, tökezlemelere ve hatta sapmalara sebep olunur. Öncelikle gâye çok açık olarak ortaya konulmalıdır. İslâmî çalışmalarda maksat ve gâye yalnız ve yalnız ALLAH RIZASI olmalıdır. Sonra da İslâm’ı, fertden devlete kadar hayatın bütün safhalarında hâkim kılmak hedeflenmelidir. Vâsıtalara takılıp kalmadan bu gâyeyi gerçekleştirmek, bu hedefe ulaşmak için, İslâmî hizmet ve çalışmalara katılan kişileri, bencillik, kendini beğenme, büyüklenme, yaptıkları ile övünme, kıskançlık, çekememezlik, gösteriş, yalan, cimrilik, korkaklık, çıkarcılık, şöhret, makam ve mevkî, mal ve mülk düşkünlüğü gibi kötü huylardan arındırıp; tevâzuu, hilmiyyet, doğruluk, cesaret, cömertlik, fedakârlık, ihlas, takva, sabır, îsar gibi güzel ahlâklarla donatacak, nefsi tezkiye edecek, kulluk şuuru verecek seviyeli bir eğitim yapılmalıdır.

Böyle bir eğitim ile şekillenen, olgunlaşan, pişen ve gâyesini birleyen fertler, engeller ne kadar zorlu olursa olsun, hiç aldırış etmeden, emin ve kararlı adımlarla yola devam ederler. Yol güzergâhındaki geçici konaklama yerlerinde oyalanıp durmazlar. Yılmazlar, bıkmazlar, usanmazlar. Durmadan dinlenmeden çalışırlar. Her gün kendilerini yenilerler. Yeni bir heyecan, yeni bir şevk ile hizmete koyulurlar. Hâdiseler, tahakküm ve zulümler, istenmeyen gelişmeler onları eskitmez, zaafa düşürmez, tereddütlerin kucağına atmaz, gâyesini unutturmaz, hedefini şaşırtmaz. Onlar bir işten başka bir işe, bir hizmetten başka bir hizmete koşarlar. Allah Teâlâ'nın razı olacağı amellerde birbirleri ile yarışırlar.

İslâmî hizmetlerde en önemli unsurlardan biri de vâsıtaları gâye edinmemek, vâsıtalarla gâyeyi birbirine karıştırmamaktır. Gâyeyi unutturacak veya gâyeye ulaşma hususunda tekâsül ve gevşeklik doğuracak şekilde vâsıtaları ön plana çıkarmak çeşitli sıkıntılara, İslâmî cemaatler arasında soğuma ve çekişmelere sebep olmaktadır. Kendi çalışma ve hizmetinden başka hiçbir çalışmayı, kendi takip ettiği usûl ve yoldan başka hiçbir yöntemi kabul etmeyen bir hizmet tarzı ve anlayışı İslâm'ın zenginliğinden, kucaklayıcı bütünlüğünden habersiz olmaktır. Azim bir hatadır.

Bir kısım müslümanlar vakıf kurarak o vâsıta ile çalışırlar; bir kısmı mektep, medrese açarak veya hayır cemiyetleri kurarak hizmet ederler. Bazıları tarikatlar vâsıtasıyla, diğer bir kısmı siyasî kuruluşlarda veya bunlardan bir kaçında İslâmî hizmetlerini sürdürürler. Bütün bunlar İslâmî ölçüler, İslâmî usûl ve kaidelere uygunluk arzettiği müddetçe güzeldir, faidelidir. Her müslüman bir yoldan hizmete koyulmuştur. Birbirinin yolunu kesmeden, o cadde-i kübrâda, o sırat-ı müstakimde azim ve gayretle yoluna devam etmelidir.

Ancak, "benim vâsıtama binmezsen, benim çalışma tarzımı kabul etmezsen, benim grubuma dahil olmazsan, sen bir işe yaramazsın, sen bir hiçsin, çalışmaların bir hiçtir." gibi ifâdeler İslâm'ın cihanşümûl anlayışını, yaklaşımını zedeler, ümmetin hedefe yürüyüşünü tökezletir.

Yaptıkları eğitimde bu anlayışı veren, yerine göre bu anlayışı körükleyen fert ve cemaatler indallah mes'ul olurlar. Hizmette takip edilen yollar, kullanılan vâsıtalar, öncü durumunda olan kişiler asla gâye değildirler. Gâye Allah’tır, Allah'ın rızasıdır. Fertden devlete kadar hayatın bütün safhalarında İslâm'ı hâkim kılmaktır. İlim bir vâsıtadır, amel etmek için. İlim ve amel de bir vâsıtadır, kötülüklerden korunmak, Allah Teâlâ'ya tekarrüb etmek, marifetullaha ermek için... Namaz, oruç, hac, zekat, cihad kulluğumuz icabı yaptığımız bütün ibadetler, ameller hayr-u hasenatlar hepsi birer vâsıtadır. Bu vâsıtalar bizi Rabb Teâlâ'ya vasıl etmiyorsa, olmamız gereken noktaya getirmiyorsa, bunlara takılıp kalıyorsak, kendimizi ciddi bir şekilde sorgulamaya tâbi tutmalıyız. Amele dönüşmeyen bir ilim, kötülüklerden ve kötü ahlâktan arındırmayan bize ucub veren, kibir veren başkalarını veya başka İslâmî çalışmaları kıskandıran, küçümseten bir ilim ve amel makbul değildir. İslâmî hizmetler de, İslâmî hareketler de, öncü olan kişiler de sadece bir vâsıtadır. Çalışma yaptığımız vakıf, cemaat, tarikat veya siyaset nasıl birer vâsıta ise, bunların başındaki insanlar da birer vâsıtadır. O bakımdan bu kişileri de, bu kuruluşları da olmazsa olmaz noktasına getirip,  gâye ile karıştırmamak ve gâyeye giden yolda tıkanıklığa sebep olmamak gerekir.

"Her nefis ölümü tadacaktır." (Al-i İmran/185) hükmünce âlemlere rahmet olan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de vefât etti. Rabb’ına yürüdü. Bu durum sahabelere çok ağır geldi. Kimisi ölmediğini, baygınlık geçirdiğini söylüyor; kimisi, O, İsa aleyhisselam gibi semâya kaldırılmıştır diyor; kimi de "Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Mûsa aleyhisselam gibi Rabb’ına gitmiştir. Allah Teâlâ Musa aleyhisselam'ı kırk gün kırk gece sonra geri gönderdiği gibi O'nu da geri gönderecektir." diyorlardı. Hz. Ömer radıyallahu anh de, "Hiç kimseden Muhammed aleyhisselam öldü dediğini işitmeyeyim, yoksa kılıcı onun boynuna vururum." diyordu. Nihayet Hz. Ebubekir radıyallahu anh geldi, hücre-yi saadete girdi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin üzerine örtülen örtüyü kaldırdı. Alnından öptü ve "Sen sağ iken de güzeldin, ölü iken de güzelsin." dedi. Yüzünün örtüsünü örttükten sonra dışarı çıktı ve bazı ayetlerle beraber, şu ayet-i kerimeyi okudu:

"Muhammed ancak bir peygamberdir, ondan önce de peygamberler gelmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse gerisin geriye (eski dininize mi) döneceksiniz? Kim böyle geri dönerse, Allah'a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır." (Al-i İmran /144)

Sonra da:

"Ey insanlar! Dikkat ediniz, sizlerden kim Muhammed'e tapıyor ise bilsin ki Muhammed ölmüştür. Sizlerden kim de Allah'a ibadet ediyorsa hiç şüphesiz Allah hayydır, ölümsüzdür." buyurarak sahabe-yi kiramı teskin ve Rasûlullah'ın da fâni olduğunu, asla gâye olmadığını en beliğ bir tarzda ifâde etmiştir.

Hz. Ömer radıyallahu anh: "Vallahi o günümden önce, o ayetleri hiç işitmemiş gibiyim. Onları Ebubekir'den dinler dinlemez, dizlerimin bağı çözüldü, yere düştüm. İyice kanaat getirdim ki, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem vefât etmiştir." demiş; Peygamberimizin üzerine eğilip alnından öpmüş ve ağlamıştır. Bâki olan Allah’tır. Peygamber de olsa yaratılan her varlık fânîdir.

"Allah ile birlikte başka bir ilaha tapıp yalvarma. O'ndan başka ilah yoktur. O'nun zatından başka her şey helâk olacaktır. Hüküm O'nundur ve siz ancak ona döndürüleceksiniz." (Kasas /88)

Peygamberler de ilâhî ahkâmı insanlara ulaştırmak, tebliğ etmek ile görevlidirler. Bu hususta vâsıta kılınmışlardır.

Artık teemmül edelim. Derinlemesine düşünelim, Peygamberler de vâsıta olursa, diğer fânîleri, nasıl gâye ediniriz ve böyle bir yanlışı nasıl irtikab edebiliriz.

Tekraren ifâde edelim ki, bir müslüman olarak gâyemiz Allah’tır, Allah'ın rızasını kazanmaktır. İslâm’ı fertden devlete kadar hayatın bütün safhalarında hâkim kılmaktır. Vâsıtalar bu gâyeye ulaşmak için hizmet ettiği müddetçe güzeldir. Takdire şayandır, hürmete lâyıktır. Gâyenin yerine ikâme edilen vâsıtalar ne olursa olsun asla tecviz edilemez. Müslümanlar bunu farketmek ve gereğini yapmakla, lüzûmu halinde ilgilileri uyarmakla mükelleftirler. İslâmî hizmetlerde, hareketlerde vâsıta kılacağımız şeyleri çok iyi bir şekilde araştırıp, tetkik ettikden sonra bunlardan İslâm'a en uygun olanını tercih etmeliyiz. vâsıtanın ve vâsıtada öncülük yapan kişinin, takip edilen yolun İslâm'a uygun olup olmadığını araştırmalıyız. Öncü olan kişinin ehliyet ve samimiyetini araştırmalıyız. vâsıtanın ve yolun menzil-i maksudumuza, gâye-i aslimize ulaştırıp ulaştırmayacağına dikkat etmeliyiz. Tam kanaat hasıl olduktan sonra da hiç tereddüt etmeden bu kervana katılıp, kervan başına bütün içtenliğimizle teslim olarak verilen vazifeleri büyük bir şevkle, aşkla, heyecanla yerine getirmeliyiz.

Vâsıtalar bozulur, öncü olan kişiler gâyeyi değiştirir, yanlış yollara saparsa emr-i bi'l maruf, nehy-i ani'l münker vazifemizi edeb ve erkan içerisinde, samimi bir tarzda ifâ etmeliyiz. Çabalarımız faide vermezse, bozuk aracı, gâye ve yoldan sapan rehberi terketmekten asla fütûr etmemeliyiz. Bizim için asıl olan gâyedir. Vâsıta ve rehberler asıl değildir. Onlar, İslâm'a uygunluğu, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selleme tâbiliği şartına bağlı olarak bir mânâ ifâde eder ve kendilerine uyulur. Aksi takdirde asla... Ancak, nefsimizi ön plana çıkararak davayı ve hareketi şahsî çıkar ve emellerimize alet etmek arzularımıza mâni olduğundan, İslâmî hizmetlerdeki tembelliğimizden, cimriliğimizden, korkaklığımızdan rahata düşkünlüğümüzden, idrak kıtlığımızdan dolayı vâsıtayı terketmek, çalışmalarda rehberlik yapan şahsa karşı tavır almak, çalışmaları engellemek gibi dengesizliklere, şahsiyetsiz, düşük davranışlara asla tevessül etmemeliyiz. Bilakis nefsimizin arzularına, kötü düşüncelerimize set çekerek, kendi kendimizi azarlayarak, yanlış davranışlardan Allah Teâlâ'ya sığınarak, daha büyük bir azim, gayret ve şevkle çalışmalarımızı yoğunlaştırmalıyız. Bağlılığımızı güçlendirmeliyiz. Yanlış düşünce ve davranışlarımızdan dolayı Allah Teâlâ'dan af dilemeliyiz.

"Onlar (mü'minler) emanetlerine ve akitlerine riayet ederler." (Mü'minun/8)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor: "Dört şey kimde bulunursa o halis münafık olur. Kimde bunlardan biri bulunursa onu bırakana kadar kendisinde münafıklıktan bir haslet kalmış olur: Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hiyanet eder. Bir şey söylediği zaman yalan söyler. Ahitleşince sözünde durmaz. (Bir kimse veya toplulukla) hasımlaşınca haktan ayrılır.”(Müslim) Allahümmahfaznâ.

 

 

 

MEZHEB, MEŞREB VE MESLEK TAASSUBUNDAN SAKINMAK

 

 

Kainat bir çeşitler manzumesi ve bunca  çeşitliliğe rağmen bir âhenk ve insicam âbidesidir. Akıl ve ilim kainatın ucundan, kenarından ulaşabildiği bir noktadan görebildikleri, keşfedebildikleri karşısında hayrettedir.

"O ki, birbiri  âhenkdar yedi göğü yaratmıştır. Rahman olan Allah'ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir bak. Bir bozukluk görüyor musun? Gözünü çevir  iki kere bak. Göz (bozukluğu bulmaktan) âciz ve bitkin hâlde sana dönecektir."  (Mülk, 3-4)

Allah Teâlâ Kur'anın bir çok ayetlerinde bizleri düşünmeye, tefekkür etmeye, akletmeye ve ibret almaya yönlendirmekte ve kişinin insanı ve İslâmî  kimliğini kazanmasında sıhhatli, doğru ve yerinde yapılan tefekkürün ehemmiyetine dikkat çekmektedir.

"Yeryüzünde sizin için çeşitli renklerde yarattıklarında da öğüt alan bir toplum için ibretler vardır." (Nahl, 13)

"Gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin çeşitli olması da, onun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, bilenler için ibret vardır." (Rum, 22)

"Ey  Muhammed! Sana bu mübarek kitabı ayetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik" (Sa'd, 29)

"Yeryüzünde birbirine komşu kıtalar, üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır. Bunların hepsi bir su ile sulandığı halde, meyvelerinde onların bir kısmını bir kısmına  üstün kılarız. İşte bunlarda da akıllarını kullanan bir  toplum için ibretler vardır." (Ra'd, 4)

 Aynı su ile sulanan ve  aynı toprakta nemalanan bitkiler, özlerinde mevcut olan özelliklerine göre renk, koku, tat, şekil ve suretle farklılıklar, çeşitlilikler oluşturmaktadır. Keza hayvanlar ve kuşlarda da bu tabii olan çeşitliliği  görmekteyiz.

İnsanlar da böyledir. Renk, şekil, akıl ve kâbiliyetler bakımından çeşit  çeşittir. Bir topraktan bir nutfeden yaratıldıkları halde..

"Biz sizi topraktan, sonra pıhtılaşmış kandan sonra hilkati belli-belirsiz  bir lokma et parçasından yarattık..." (Hac, 5)

Aynı ana ve babadan olan kardeşler arasında bile akıl, duygu, şekil ve kâbiliyet farklılıkları, çeşitlilikleri mevcuttur. Onun da ötesinde, sevgi, nefret, akıl, ruh, nefis gibi birbirine zıt özelliklerin aynı kişide ictimâ etmesi ve bu zıtların arasında oluşan denge ve ulaşılan kemâlat, üzerinde derinlemesine düşünmemiz gereken çok önemli bir  husustur.

"Kendi nefislerinizde ibretler vardır. Görmüyor musunuz?"  (Zariyat, 21)

Kainattaki bu çeşitlilik Allah Teâla'nın yüce hikmetlerindendir. Yeryüzünde tek bir renk olsun, tek bir şekil olsun, her şey tek tip olsun diye düşünebilir misiniz? Bütün insanlar aynı özellikleri taşısın, aynı kâbiliyette olsun, aynı şeylerden zevk alsın, diyebilir misiniz? İnsanlar, hayvanlar, kuşlar, bitkiler ve tabiattaki bu kadar çeşitliliğe ne gerek vardır gibi bir ifâdede bulunabilir misiniz? Bütün bu farklılık ve çeşitlilik bir zenginliktir. İlâhi bir lütuftur. Bunun aksini söyleyebilecek bir kişi bulabilir misiniz? Elbette hayır. Bütün bu ifâdelerle şu gerçeği  vurgulamak istiyorum: Kainattaki bu çeşitler cümbüşünü, bu çeşitler arası âhenk ve insicamı ve bu çeşitliliğin, hayatın vazgeçilmez bir unsuru olduğunu tefekkür edelim, ibret alalım. Tefekkür edip ibret alalım da, vahiy kaynağından sulanmak, aynı gâyeye, İslâm şeriatına hizmet etmek, Kur'an ve sünnetin belirlediği istikamette ve koyduğu ölçülere uygun bir tarzda hareket etmek şartıyla çeşitli mezhep, meşrep, meslekte olmanın bir zenginlik olduğunu, insan yaratılışına uygun olanın da bu çeşitlilik olduğu hakikatını kavrayalım. İnsanlara tabiat dışı, akıl dışı zorlamalarda bulunmayalım. Herkes kendi yaratılışına, kendi kâbiliyetine ve özelliklerine uygun düşen çalışmaların içinde bulunsun. Yeter ki bu çalışmalar yukarıda ifâde ettiğimiz şartları hâvî olsun.

Esas olan İslâm kardeşliğidir. İslâm kardeşliğini zedeleyecek, müslümanlar arasında soğukluk  ve adavete sebep olacak, İslâm'a uygun olmayan söz ve davranışlardan  yanlışlardan şiddetle sakınmak, mezhep, meşreb ve mesleğimizi ön plana çıkararak taassub göstermemek gerekir. Bu hususta taassub gösteren, İslâm kardeşliğini bozacak davranışlarda bulunan fanatik kişilere, mezhep, meşrep, meslek adına,  cemaat adına sözcülük yapma imkânı vermemek lâzımdır.

"Mü'minler ancak kardeştirler öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki esirgenesiniz." (Hucurat ,10)

Din kardeşliği, neseb kardeşliğinden önce gelir. O bakımdan Allah Teâlâ gerçek kardeşliği İslâm kardeşliğine hasretmiştir. Bu inceliğe dikkat etmek gerekir. İslâm’a düşman olan, ana-baba bir kardeşimiz de olsa, asla onu din kardeşimize tercih edemeyiz. Tabiatımız ona meyil  etse bile diyanetimiz, bu duygumuzun önüne geçmeli ve imanımızın gereği olanı tercih etmeliyiz. Bütün müslümanları içine alan şemsiye bu din kardeşliği şemsiyesidir. Mezhep, meşreb, meslek ve cemaat birliğinden doğan yakınlıklarımız diğer  kardeşlerimizle olan münasebetlerimizi tahrib edici bir boyuta getirilmemelidir. Maalesef zamanımızda bu hassas noktaya dikkat edilmiyor. Cemaatler ve meşrepler arasında, İslâm düşmanlarına reva görülmeyen tavırlar sergileniyor ve hatta  işi tekfirleşmeye kadar götürüyorlar.

Sebep, eğitimsizlik, ölçüsüzlük, gâye ile vâsıtayı birbirine karıştırmak, firaset kıtlığı, cehâlet ve netice itibariyle de İslâmî hizmetlerde nefsi, dünyayı, nefisten kaynaklanan, sevgi ve nefretleri, diyanetten kaynaklanan sevgi ve nefretin önüne çıkarmaktır. Halbuki selef-i sâlihin böyle değillerdi. Onlar birbirlerinin kıymetini bilir, birbirlerinin hak ve hukuklarına azamî derecede riayet ederlerdi. Fitnecilere asla fırsat vermezlerdi.

          Rivayete göre: Irak'lılardan bir grub Muhammed bin Ali bin Hüseyin radıyallahu anhüm hazretlerine geldiler. Ebû Bekir, Ömer, Osman radıyallahu anhüme dil uzattılar. 

Muhammed bin Ali bin Hüseyin radıyallahu anhüm onlara:

          -Siz muhacirlerden misiniz? diye sordu.

Onlar da:

-Hayır, dediler.

-Peki onlardan önce Medine'yi onlara hazırlayan ensardan mısınız? dedi.

Onlar,

-Hayır, dediler.

-Öyleyse bu iki sınıftan ayrısınız. Ben şehadet ederim ki siz Cenab-ı Hak'kın haklarında:

"Bunların (muhacir ve ensarın) arkasından gelenler ise şöyle derler: Ey Rabb’imiz bizlere ve iman ile daha önceden bizi geçmiş olan din kardeşlerimize mağfiret eyle, iman eden (müslüman kardeşlerimiz) için kâlblerimizde bir kin bırakma. Ey Rabb’imiz şüphesiz ki sen, çok esirgeyicisin çok merhametlisin." (Haşr, 10) buyurduğu sınıftan da hariçsiniz. Çünkü, Allah Teâlâ onlardan evvel geçmiş olanlara sövmelerini değil istiğfar etmelerini emretmiştir.  Onlara sövenler nasıl onların tâbileri olabilirler? Huzurumdan çıkın, Allah size yapacağını yapmış, diye azarlamıştır.

Zamanımızda ise bu anlayış, bu edep maalesef kayboldu. Hırs ve kin mânâ  âlemimizi tahrib etti. İş dedikodu ve gıybet sınırını da aştı.

Yukarıda da ifâde ettiğimiz gibi durum, iftiralar, tekfirleşmeler jurnallara kadar vardı. Kendi gibi düşünmeyen, kendi gibi çalışmayan, kendi meşreb ve cemaatına dahil olmayan veya başka meşreb ve cemaatlarda çalışan kişiler acımasızca ve hiçbir ölçüye sığmayan insafsızca eleştirilere tâbi tutuldu. Önce İslâm demek ve her  işimizi ona göre tanzim etmek gerekirken, meşreb, cemaat ve gruplar ön plana çıkarıldı. Bu sebeple fertler ve  İslâmî gruplar bir nevi manevî iflas yaşamaktadırlar

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

"Ey ashabım! Müflis kimdir bilir misiniz?"

Dediler ki:

Bizce müflis, parası pulu, malı mülkü kalmayan kimsedir.

Bunun üzerine  Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular:

"Hakiki müflis, ümmetimden kıyamet gününde namaz,  oruç ve zekat ile gelip de, dünyada şuna buna sövmüş, onu bunu döğmüş, şuna iftira etmiş, şunun bunun malını yemiş, şunun kanını dökmüş, filanı incitmiş. İşte bunlara hasenatından verilir. Eğer  hasenatı hak sahiplerine yetmezse, onların günahlarından alınır, buna yükletilir ve sonra cehenneme atılır. İşte hakiki müflis  budur" (Müslim)

Allah için fert, meşreb, cemaat veya diğer çalışma grupları olarak kendimizi ciddi bir sorgulamaya tâbi tutalım. Birbirimizin hak ve hukukuna ne kadar  riayet ediyoruz? Kardeşlik haklarımıza itina gösteriyor muyuz? Çalışmalarımız İslâmî ölçülere ne kadar uyuyor, Kur'an ve sünnetin esaslarıyla ne derece uygunluk arzediyor. Nefsî ve indî görüşlerimizi, hırs, kin ve şahsî meselelerimizi, İslâmî çalışmalara karıştırıyor ve safiyetini bozuyor muyuz? Çalışmalarımızda öncelikli meselemiz İslâm mı? Yoksa meşreb, cemaat ve grubumuz mu? Şahsımız ve şahsımızla ilgili meseleler mi?

İslâm'ın bütünlüğünün, cihanşümûllüğünün, çağları aşan çağlarüstü prensiplerinin farkında mıyız? Yoksa İslâm'ı dar kalıplar içinde, sığ görüşlerle kendimize göre mi yorumluyoruz? Şeriatı, tasavvufu kendi kıt anlayışımızla sınırlıyor ve kendimize göre bir şeriat, kendimize göre bir tarikat modeli mi ortaya koyuyoruz? Müslümanlar arası münasebetleri ve bu münasebetlerde dikkat edilecek hususları karşılıklı hak ve vazifeleri Allah Teâlâ vaz’etmiş. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ölçüler koymuş ve yaşayarak bizim için örneklemiştir. Müslümanlar arası münasebetlerde bu esaslara ne derecede uyuyoruz? Yoksa bu hususta var olan prensiplere değil de, kendimize göre ortaya koyduğumuz prensiplere mi uyuyoruz?

Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

"İyilik etmek ve fenalıklardan korunmak hususunda yardımlaşın. Günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun. Çünkü Allah'ın cezası çetindir.  (Maide, 2)

"Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar birbirlerinin velileridir. Bunlar iyiliği emreder. Kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar." (Tevbe, 71)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

"Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez. Onu düşman eline vermez, himaye eder.  Her kim müslüman kardeşinin yardımında bulunur ve onun ihtiyacını temin ederse, Allah da ona yardım eder. Her kim bir müslümanın sıkıntılarından bir sıkıntısını giderirse, Cenab-ı Allah buna mukabil kıyamet sıkıntılarından birini giderir. Her kim bir müslümanın ayıbını örterse Allahu Teâlâ da ahirette onun ayıbını örter." (Buhari - Müslim)

"Mü'minler birbirini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir ceset gibidirler. Cesedin her hangi bir uzvu rahatsız olursa, sâir âzâları da bu yüzden ateşler içinde yanarlar ve uykusuzluğa tutulurlar." (Buhari - Müslim)

"Sizden biriniz, kendisi için sevdiği bir şeyi müslüman kardeşi için de sevmedikçe tam iman etmiş olmaz. (Buhari - Müslim)

"Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona hiyanet etmez. Onu yalanlamaz. Onu yardımsız bırakmaz. Müslüman üzerine bütün müslümanların ırzı, malı ve kanı haramdır. (Kâlbleri üzerine elini koyarak) takva işte buradadır. Bir kimseye şer olarak, günah olarak müslüman kardeşini hor görmesi kâfidir." (Tirmizi)

Müslümanlar birbirlerinin velisidir, dostudur, kardeşidir. Yukarıya aldığımız bir kısım ayet ve hadisler müslümanların birbirlerine karşı hak ve vazifelerini, münasebetlerini beyan etmektedir. Müslümanlar olarak bu kardeşliği, bu münasebetleri bozacak mezheb, meşreb ve cemaat taassubundan uzak durmalıyız. Taassubun her çeşidinden sakınmalıyız. Mezheb, meşreb ve cemaat farklılıklarını burûdet, adâvet ve kavga vesilesi yapmamalıyız.

 

 

 

İTİDAL ÜZERE OLMAK

 

 

İfrat ve tefrit, aşırılık ve hamiyetsizlik makbul olmayan, şeriat nazarında hoş karşılanmayan davranış biçimleridir. Makbul ve memduh olan, itidal üzere, orta yollu hareket etmektir. Yeryüzüne baktığımız zaman, insanların faidesine olan her şey mutedil iklimlerde, itidal ortamında neşvünemâ bulmaktadır. Kuzey ve güney kutbundaki aşırı soğuklar bu bölgelerde elverişli bir hayat ortamı oluşmasına mânii olmaktadır. Söz ve davranışlardaki aşırılıklar, taşkınlıklar da insanlar arası sevgiyi, muaveneti ve kaynaşmayı menfi olarak etkilemekte, toplumu birbirine karşı yabancılaştırmakta ve hatta düşmanlıklara, kargaşalara sürüklemektedir. Ahlâkın, amelin ve sözün en güzeli itidal ortamında oluşur. Tehevvür ve korkaklığın vasatında cesaret dediğimiz övgüye lâyık makbûl ahlâk zuhûr eder. Tehevvür ve korkaklık mezmum, cesaret ise memdûh bir ahlâktır. İsraf ve cimrilik kınanmış;  cömertlik ise övülmüştür. Çünkü israf tefrit, cimrilik ifrat, cömertlik ise vasattır ve müslüman vasat olan yerde bulunur, vasat olanı yapar. Aşırılıklara, taşkınlıklara iltifat etmez. İtidal bu ümmetin vasfıdır. İtidal üzere olmak onun özelliğidir.

Bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"İşte böylece sizin insanlar üzerinde şahidler olmanız, Rasûlün de sizin üzerinizde şahid olması için sizi orta (dengeli) bir ümmet kıldık." (Bakara-143)

İtidal üzere olmak, orta yollu hareket  etmek ancak, güçlü bir irade, ilim, sabır, hilim ve tevazû gibi güzel hasletlerle başarılabilir. Bu hasletlerden mahrum olan, nefsinin ve duygularının etkisiyle itidalini kaybeder ve görülmemiş taşkınlıklar yapabilir. Tek örneğimiz ve rehberimiz Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin yemesi-içmesi, oturup-kalkması, konuşması, aile hayatı, insanlarla muaşereti, ibadeti, tebliği ve cihadı gönüllerde çiçek çiçek açan, rahatlatıcı bir vasat, bir itidal ortamı sergilemektedir. Onun izi üzere yürüyen tüm muttakiler de her türlü aşırılıktan, taşkınlıktan uzak, dengeli bir hayat yaşamışlar ve etrafındakilere nebevî bir örnek sunmuşlardır.

İslâm dini, değil söz ve davranışlardaki ifrat ve taşkınlığa, ibadetlerde dahi aşırılığa, tabiatı zorlayıcı tarzlara müsaade etmemiştir.

Allah Teâlâ:

"Biz Kur'an’ı sana zahmet çekesin diye değil, ancak Allah’tan korkanlar için bir öğüt olsun diye indirdik."  (Taha:2-3)

"Allah uğrunda, ona yaraşacak şekilde cihad edin. Sizi  O seçti. Din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi." (Hac-78) buyuruyor.

Diğer bir ayet-i kerime'de de şöyle buyurulmaktadır. 

"O halde seninle beraber tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Aşırı gitmeyin, O sizin yaptıklarınızı çok iyi görendir." (Hûd/112)

Bu hususta Enes bin Mâlik'ten şöyle bir hadis rivayet edilmektedir.

 "Nebi sallallahu aleyhi ve sellemin ibadetinden sormak için üç kişilik bir grup (Hz.Ali, Abdullah bin Amr bin As, Osman bin Ma'zun radıyallahu anhüm) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin zevcelerinden bazısının evlerine geldiler. Kendilerine Rasûlullah  sallallahu aleyhi ve sellemin ibadeti haber verilince (Rasulullah’ın ibadetini azımsayarak):

"Rasûlullah kim, biz kimiz? Onun gelmiş-geçmiş günahları mağfiret olunmuştur." dediler ve onlardan biri; "Geceleri hep namaz kılacak ve hiç uyumayacağım," dedi.

Diğeri  de şöyle konuştu:

"Ben bütün seneyi oruçla geçireceğim, hiç iftar etmeyeceğim."

Üçüncüsü de:

"Ben de kadınlardan (ayrı) bir yere çekilecek ve hiç evlenmeyeceğim"  dedi.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, onlara doğru geldi ve şöyle buyurdu:

"Şöyle şöyle konuşanlar sizler misiniz? Haberiniz olsun, Allah'a andolsun ki, ben sizin Allah’tan en fazla korkan  ve en fazla muttakiniz olan bir kimseyim. Fakat ben oruç tutar (arada) iftar da ederim. (Geceleri) namaz kılar ve yatar uyurum. Kadınlarla da evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir." (Buhari, Müslim)

Görülüyor ki din hususunda gevşeklik göstermek, gayretsiz ve şevksiz davranmak, hamiyetsizlik müslümana yakışmayan davranışlar olduğu gibi, ibadet kastıyla bile olsa, tabiatı zorlayıcı, aşırılıklar da tasvib edilmemektedir.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

"Orta yollu gidin (tam olarak orta yollu gidemiyorsanız hiç değilse ona) yaklaşık olanı yapın. Sabahleyin, öğle ile akşam arası ve biraz da geceden (yararlanın). Orta (yollu hareket ediniz). Orta(dan ayrılmayınız) ki maksada eresiniz." (Buhari) buyurmaktadır.

Diğer bir hadisi şerifte şöyle buyurulmaktadır:

"Taşkınlar helâk olmuştur. Rasûlullah bunu üç defa söyledi." (Müslim)

Tarihî bir gezintiye çıktığımız zaman görülen o ki, taşkınlık yapan, aşırı giden, itidalini kaybeden fert ve toplumlar hem kendilerine,  hem de mensubu bulundukları, cemaat, millet ve devletlerine telâfisi mümkün olmayan zararlar açmışlardır.

Fethi Yeken, Davet Yolunda Dökülenler, adlı kitabında aşırılık yapanların, şahid olduğu, kötü akibetlerinden şöyle bahsediyor:

"Şöyle bir olay hatırlarım: Bir kardeş yaz mevsiminde Kur'an-ı Kerim'i tamamen ve sağlam olarak ezberlemek üzere yemin etti. Bunun için çok çalıştı. Ama başaramadı ve kendi kendine haddinden fazla kızdı. Kendisinden korkunç bir intikam almaya karar verdi. Bunun için Allah'ın helâl  ve mûbah kıldığı her şeyi kendisine haram kılmaktan başka yol bulamadı ve bunu yaptı. Ardarda oruç tutmaya başladı. Artık nâdiren iftar ediyordu. Gece uyanık kalıp namaz kılıyor, kendini unutma hali dışında pek  uyumuyordu. Sonunda çalışmalarından, öğreniminden oldu. Kitaplarını ve ev eşyalarını sattı. Bu hali psikiyatri kliniğine tedavi olmak üzere götürülmesiyle ve tamamen davâdan  yitirilmesiyle sonuçlandı.

Yine bir başkasını tanırım. Kardeşlerinden zengin olanları sevmezdi. Kendisi ise sefil ve perişandı. Kendisine yardım etmelerine, değer verip, sevip saymalarına rağmen onlara karşı bu tavrını değiştirmedi. Fırsat  buldukça onları eleştiriyordu. Onlardan biri, barınmak için normal bir mesken satın aldığında  hemen eleştiriyor ve o evde barınmayı uygun bulmuyordu. Biri bir araba alınca israf ve lükse kaçmış sayıyordu. Ve şu ilâhi kelamı delil olarak gösteriyordu.      

"Saçıp savuranlar, şüphesiz şeytanlarla kardeştirler. Şeytan ise Rabb’ına karşı nankördür."(İsra/27)

Bir süre sonra bu kardeş yoksul iken varlıklı oldu. Bir imtihan ve deneme devresine girdi. Sonunda İslâm dâvasına tamamen sırt çevirip dünyalığa dalmaktan başka bir şey yapamadı...

Yine şöyle bir olayı aktarayım:

1950'li yıllarda İslâmî  harekete, biri  aşırı, hiçbir şeyde normal tavrı ve yumuşaklığı affetmeyen, diğeri, bazı konularda gevşek ve yumuşak olan iki kardeş katıldı.  İkisi  arasında yerli-yersiz konuşma ve sataşmaların ardı arkası kesilmiyordu. Öyle ki bir gün birbirlerini lânetleyerek bana geldiler. Aşırı olan:

-Şu kardeşim var ya, münafığın biridir, kendisine haddin uygulanması gerekir, dedi.

Ona, "Niçin?"  dedim.

O,

-Bugün sabah namazını güneş doğduktan sonra kılmış, dedi.

Ben,

-Bu durum aranızda böyle bir anlaşmazlığın ve kavganın çıkmasını gerektirir mi? Bu kardeşinin fiilinin, münafıkların fiili olduğunu söyleyen  herhangi  bir âlim, fâkih var mı? Allah’tan kork be adam, aşırı gidenlerden olma! Büyük Rasûl’ün hidayeti (yolu) üzere ol. Sünnetine bak, araştır, yoksa helâk  olanlardan olursun" dedim.

Ama ne yazık ki bu adam kibirlenerek, inatla bu nasihatı reddetti. Sonra kendini beğenip, haddi aştı ve yalnız kendisini hidayet üzere, dışındakileri de dâlalette görüp durdu. Bu halin üzerinden henüz uzun bir süre geçmemişken sakalını kesti, oyun ve hilesiyle onu imanından eden, dininden ve İslâm'dan çıkaran bir komşu kızına âşık oldu. Bu olaydan sonra da helâli helâl, haramı haram olarak tanımayan bir sosyalist oldu." Allahümmahfazna.

Yukarıda zikredilen örneklere benzer birçok olumsuzluklara her zaman ve her yerde rastlamak mümkündür. İki arkadaş tanırım ki zenginleri düşmanlığa varan tenkidleri olurdu. Evlerinin ve ev eşyalarının çok lüks olduğundan, çok lüks araba kullandıklarından şikayet eder dururlardı.  Tabii bu tenkitlerinde haklı olduğu yönler de vardı. Fakat çok aşırı giderler, bu gibi insanları, müslümanlıklarında samimi saymazlardı. Zaman oldu bu iki arkadaş bazı imkanlara sahip oldular. Biri evini, tenkid ettiğinin de fevkinde lüks eşyalarla donattı, öbürü de, imkan bulduğu kadar lüks arabalara biner oldu.

Çocukluğumda hafızlığa çalışan iki kişi vardı. Biri ibadetine aşırı düşkün, öbürü de biraz tembel idi. İbadetine düşkün olan öbürünü ta evlerine kadar gider ve sabah namazına kaldırırdı. Namaza gelmediği zaman kızar, bağırır çağırır bir tokatlamadığı kalırdı. Neticede gevşek olan hafızlığı bitirdi. İmam oldu. Öbürü de hafızlığı tamamlamadan ortaokula kaydoldu. Hukuk fakültesini bitirdi. Emekli olana kadar çeşitli yerlerde hâkimlik yaptı. Namazını terk etti. İçki içti, bir sosyalist olup çıktı.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

"Orta yola sarılınız." (Kurtubi) 

"İşlerin en hayırlısı orta yollu olandır." (Kurtubi) buyurmaktadır.

Orta yol, sıratı müstakim olan dosdoğru yoldur. Orta yol, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin yaşadığı ve bize tavsiye ettiği yoldur.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir gün ashabı ile berâber otururlarken; toprağın üzerine dosdoğru bir çizgi çizdi, bu çizginin sağ ve sol taraflarına da bir çok çizgiler çizdi ve ortadaki çizilen düz çizgiyi işaret ederek, "İşte benim dosdoğru yolum(sırat-ı müstakim)” buyurdu ve bu düz çizginin sağ ve solundaki çizgilere de işaret ederek bu yolların her birinin başına şeytanların oturduğunu ve insanları dalâlete ve sapıklığa davet ettiğini, buyurdular.

Zamanımızda yaşanılan sıkıntıların temelinde cehâlet yatmaktadır. İslâm'ın hayatbahş ölçülerinden habersiz, nefsin kör karanlığında bir tarz oluşturmak vardır. İslâm toplumu bir fetret dönemi yaşamaktadır. Hayâ, edeb, insanlık, muaşeret kaideleri karşılıklı sorumluluk duyguları neredeyse unutulmuş, çıkarcılık, vurgunculuk, behimî arzular, ahlâk dışı, dindışı   özentiler toplumumuza   yön verir hâle gelmiştir.

İ        tidali muhafaza etmek, akl-ı selimle hareket etmek, aşırılık ve taşkınlıktan uzak durmak, nefsî ve şehevî arzuları değil, nebevî ölçüleri ön plana çıkarmaya çalışmak bir nev'i horlanır hale gelmiş ve bu meziyetler gevşeklik, atalet ve vurdumduymazlık sayılır olmuştur.

Meselenin idrakinde olan fert ve cemaatler kişileri ve toplumu bu aşırılık, taşkınlık ve fanatiklik girdabından kurtarmak, itidal ve akl-ı selim ortamına yani Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin "dosdoğru yolumdur" buyurduğu “orta yola, sırat-ı müstakime” davet etmek, bunun için çaba sarfetmek durumundadırlar. İtidalini kaybeden, akl-ı selimden uzaklaşan fert ve toplumlar netice itibariyle nefse, şeytana ve kötü çevreye mahkum olur, tüm değerlerini kaybedebilirler.

 

 

 

 

 İŞLERİ İSTİÂRE İLE YAPMAK

 

 

İslâm nizamında kişi veya kişilerin istibdat ve sultası mevzu-u bahs olamaz. İdare makamında olanlar öncelikle Kur'an ve sünnete, saniyen de istişâre kararlarına uymakla mükelleftirler. Ümmetin işlerini istişâre ile yürütmek emir'ül mü'minin olan kişinin vazifesi olduğu gibi ümmetin de emir'ül mü'minin üzerinde bir hakkıdır.

Allah Teâlâ Rasûlullah  sallallahu aleyhi ve selleme:

"İş hususunda onlarla istişâre et." (Al-i İmran/159) buyurmaktadır.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ki, her işi vahiy ile tanzim edilmektedir ve O, mâsumdur. Buna rağmen istişâre ile emrolunmaktadır. Bu  emir, onun şahsında kıyamet sabahına kadar, istişâre etmek konumunda olan bütün  müslümanlara emirdir. Hiçbir kişi istişâre etmekten müstağni değildir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, hakkında kesin hüküm bulunmayan hususlarda ashabı ile istişâre ederdi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin istişâresi duruma göre bazan bir kaç sahabe ile, bazen de sahabenin çoğunluğu ile olurdu.

Bedir esirleri hakkında Hz. Ebubekir radıyallahu anh ve Hz. Ömer radıyallahu anh ile beraber bazı sahabelerle istişâre etti. Hz. Ebubekir radıyallahu anh: "Ya Rasûlullah! Bunlar amcalarımızın oğullarıdır. Kabilemiz ve kardeşlerimizdendir. Benim reyim, onlardan  kurtarmalık akçesi (fidye) almandır. Onlardan alacağımız fidye, kâfirlere karşı bize bir kuvvet olur. Allah'ın onlara doğru yolu göstermesi ve kendilerinin bize yardımcı olmaları da umulur." dedi.

Hz. Ömer radıyallahu anh ise: "Vallahi ben Ebubekir'in fikrini uygun görmüyorum. Benim kanaatime göre  Ömer'in akrabası olan filanın boynunu vurmam için, bana müsaade etmendir. Âkil için  Ali'ye müsaade et. Onun boynunu vursun. Hamza'ya da kardeşi filan için (Abbas) müsaade et, onun boynunu vursun ki, müşriklere karşı kâlblerimizde bir zaaf ve yumuşaklık bulunmadığı bilinsin. Bunlar müşriklerin eşrafı, ileri gelen adamları ve idarecileridir." dedi. Sahabelerin bir kısmı Hz. Ebubekir radıyallahu anhın, diğer  bir  kısmı da Hz. Ömer radıyallahu anhın görüşlerini uygun buldular. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu istişâreden sonra, esirlerden fidye alınmasına ve fidye karşılığında serbest bırakılmalarına karar verdi. Okur yazar olup da fidye vermeye güç yetiremeyen müşriklerden her biri ensar çocuklarından 10'una okuma yazma öğretmek şartıyla, okur yazar olmayan yoksul esirler de, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem  tarafından serbest bırakıldılar. Bu hâdise üzerine:

"Eğer (levhi mahfuzda) Allah'ın geçmiş bir yazısı olmasaydı aldığınız şeyden dolayı, size büyük bir azab dokunurdu" (Enfal/68) ayet-i kerimesi nâzil oldu.

Rasûlulah sallallahu aleyhi ve sellem ve Hz. Ebubekir radıyallahu  anh ağlaştılar.

Aynı sûrenin 69. ayeti ile ganimet helâl kılındı:

"Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve temiz olarak yeyin.  Allah’tan korkun. Şüphesiz ki Allah bağışlayan, merhamet edendir."

Böylece  daha önce hiçbir ümmete helâl kılınmayan ganimet, bir lütf-u ilahi olarak Ümmet-i Muhammed'e helâl kılındı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu ayetlerin nüzulundan sonra:

"Eğer Bedir günü, fidyeden dolayı Allah'ın azâbı inseydi, o azaptan Ömer'den başkası kurtulmazdı" buyurdular.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Uhud savaşında, müşriklerle Medine içinde mi, yoksa Medine dışında mı harbetmek hususunda sahabenin çoğunluğu ile istişâre etmiş, ve kendi görüşü Medine içinde kalıp, müdafaa savaşı yapmak olduğu halde, sahabenin çoğunluğunun görüşüne uyup Medine'nin dışına çıkarak savaşmaya karar vermiştir.  Şöyle ki:

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

"Kureyş müşriklerini Medine’de bekleyiniz. Kadınlarla çocukları kalelerde, yüksek evlerde bulundurunuz. Kureyşliler Medine'ye girip bize saldırırlarsa biz de dar yerlerde sıkıştırarak onlarla çarpışırız. Çünkü dar yerlerde çarpışma usûlünü biz onlardan daha iyi biliriz. Onları, kalelerin, yüksek köşklerin üzerinden de oka, taşa tutarsınız." diye görüşünü bildirdi.

Bedir savaşında bulunmayan, düşmanla karşılaşmayı ve şehid düşmeyi arzulayan bazı gençler ise Peygamberimizin Medine dışına çıkarak savaşmasını istediler ve bu isteklerinde ısrar ettiler:

“Ya Rasûlallah! Vallahi onların cahiliye devrinde bile Medine'ye, üzerimize yürümelerine meydan ve imkân verilmemiştir. İslâmiyet devrinde Medine'ye, üzerimize yürümelerine nasıl müsaade edilir." dediler.

Hz. Hamza, Sa'd bin Ubâde, Numan bin Malik, İlyas bin Revs gibi sahabeyi kiram da gençlerin görüşlerini desteklediler.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Cuma günü ikindi namazından sonra evine girdi. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer radıyallahu anhümanın yardımları ile zırhını giydi, kılıcını kuşandı ve dışarda saf saf olmuş ashabın yanına çıktı.

Bu durumu gören ve Medine dışında savaşmakta ısrar eden sahabeler:

"Ya Rasûlallah senin hoşlanmadığın şeyi bizim istememiz yaraşmaz. Eğer Medine'de kalmak istiyorsan  Medine'de kal. Sana aykırı hareket etmemiz doğru değildir, Sen nasıl istersen öyle yap." dediler.

Rasûlullah sallallahu  aleyhi ve sellem:

"Bir peygamberin, zırhını giydikten sonra, düşmanla çarpışmadan ve Allah, onunla düşmanları arasındaki hükmünü vermeden, zırhını sırtından çıkarması yaraşmaz." buyurdu.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem; Allah Teâlâ’nın şu buyruğuna uyuyor ve  istişâreden sonra verilen kararı uygulamada azim ve kararlılık gösteriyordu:

"İş hususunda onlarla istişâre et. Artık kararını  verdiğin zaman da Allah'a dayan ve güven çünkü Allah kendisine güvenip dayananı sever."    (Al-i İmran/159)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Hendek savaşında müslümanlarla savaşmaktan vazgeçmelerine karşılık Medine meyvelerinin üçte birini vermek şartıyla  Gatafan kabilesi ile sulh yapmak hususunda, Sa'd bin Muaz ve Sa'd bin Ubâde radıyallahu anhüma ile istişâre etmiştir. Çünkü bu iki sahabi Medineli müslümanların, yani ensarın büyükleri idiler. İstişâre konusu Medineli müslümanları ilgilendiriyordu. Bu iki sahabi :

"Ya Rasûlallah! Bu iş vahye dayanan bir mesele ise bu sulhu imzala. Şayet vahye dayanmayıp kendi arzunuz ise onu da dinler ve itaat ederiz. Yok bu sadece bir görüşten ibaret ise, onlara kılıçlarımız cevap versin." dediler.

Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onların görüşünü kabul etti.  Gatafan  kabilesi ile sulh yapmaktan vazgeçti. Bu misallerden de anlaşılacağı üzere şûra reisi olan kişi konuların durumuna göre değişik kişilerle istişâre eder. Dînî konularda, âlimlerle, fâkihlerle; savaş ve ordunun ihtiyaçları hususunda komutanlarla; halkı ilgilendiren konularda, onların ileri gelenleri ile; hülâsa, meselenin konumuna göre, o meselede ehil olan kişilerle istişâre eder.

İstişare edilen kişilerin, ilim ve takva ehli, akl-ı selim sahibi, emin ve tecrübeli olmaları gerekir.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

"İstişare edilen kişi emin olmalıdır." buyurmaktadır. (Ebû Davud)

Hasan-ı Basri:

"Kişi dînî yönden kemâle ermezse, onun aklı da kemâle ermez." der.

Demek oluyor ki şeytanî düşünce ve fikir üretenler asla akl-ı selim sahibi olamazlar. Onlar aklını  nefis ve şeytana  tutsak etmiş kişilerdir. Ve onlarla yapılan istişâreden hayırlı bir sonuç elde edilmez.

Allah Teâlâ:

“Onların işleri aralarında istişâre iledir" (Şûra/38) buyurarak işlerini istişâre ile yapan müslümanları meth u senâ etmektedir.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

"İstişare eden perişan olmaz." (Kurtubî/4-161) buyurmaktadır.

Diğer bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulur:

"Emirleriniz hayırlılarınız, zenginleriniz cömertleriniz ve işleriniz aranızda istişâre ile olduğu zaman sizin için yerin üstü, yerin altından daha hayırlıdır. Emirleriniz şerirleriniz, zenginleriniz cimrileriniz, olur ve işleriniz kadınlarınız eli ile yapılırsa, sizin için yerin altı yerin üstünden daha hayırlıdır." (Tirmizi)

Zikri geçen ayet ve hadislerden de anlaşılacağı üzere istişâre çok mühim bir iştir ve müslümanların işlerini aralarında istişâre ile yapmaları gerekmektedir. İslâm  devlet reisinin ümmetin işlerini ehil olan kişilerle istişâre etmesi onun üzerine bir vecibedir. Bu hususta İbni Atiyye şöyle demektedir:

"Şûra bir şeriat ve kesin bir hükümdür, ehl-i din ve ehl-i  ilimle istişâre etmeyen emirin azli vaciptir." (Kurtubî/4-161)

İstişareden  maksat, Kur'an ve sünnete en uygun olan görüşü tesbit etmek ve karara bağlamaktır. İstişare heyetini teşkil eden kişiler, ön yargılarla, nefsi arzu ve temayüllerle hareket edemezler. “Benim görüşüm üstündür. Benim tekliflerim kabul edilmelidir”, gibi bencil bir yaklaşım içinde bulunamazlar. Görüşlerini açıklarken görüşünün Kur'an ve sünnete ne derecede uygun olduğunu, ümmetin ne derecede yararına olacağını ve bunun ağır mesuliyetini müdrik olarak hareket etmek ve karşı görüşleri de aynı mülahazalarla değerlendirmek mecburiyetindedirler. Aksi takdirde istişâre, istişâre olmaktan çıkar, karşıt görüşlerin, nefsî yaklaşımların münakaşa ve mücadelesinden öteye bir netice vermez.

İmam-ı Azam, oğlu Hammad'a münakaşayı yasaklamıştı.

Oğlu:

"Babacığım görüyorum ki siz, diğer âlimlerle sık sık münazara ve münakaşa ediyorsunuz. Bana ise münakaşayı yasaklıyorsunuz." dedi.

İmam-ı Azam oğluna şu açıklamayı yaptı:

"Evladım! Bizler münazara ve münakaşa yaparken, başımıza  kuş konmuş gibi davranıyoruz. Hakikatin bir an  önce açığa çıkması için gayret ediyoruz. Hakikat ille de benden zuhûr etsin ve benim görüşüm kabul edilsin diye bir düşüncemiz ve çabamız yok. Sizler ise, bu hususa dikkat etmiyorsunuz. Hakikatın ortaya çıkmasından ziyâde, kendi görüşünüzün kabul edilmesi için ısrar ediyorsunuz. Bu durum kişinin imanına zarar verir."

İstişare müessesi çok mühim bir müessesedir. Bu müesseseyi yıpratmadan, dejenere etmeden, asıl gâyesinden saptırmadan, Kur'an ve sünnet çizgisinde devam ettirmek ümmet üzerine bir vecibedir. İstişarede karar alınırken takip edilecek usûl ve kaideler mühim olduğu gibi, istişârede alınan kararlara uymak da o derecede mühimdir. İstişare heyetindeki kişiler, kendi görüşlerinin dışında bir karar alınsa bile, o kararı kendi görüşü gibi benimser ve uyarlar. Tağûti sistemlerde ise böyle bir mecburiyet yoktur. Meclislerinde alınan kararlar, karşı görüştekileri bağlamaz ve alınan kararların aleyhindeki görüşlerini her zaman ve zeminde  açıklamaya devam ederler ve hatta kararların uygulanmaması hususunda her türlü çabayı gösterirler.

İstişare heyetinde, hakikatın tezahürüne medar olacak, Kur'an ve sünnetin ruhuna uygun düşecek kuvvetli ve sağlam görüşler serdedilemez ve karar vermek hususunda tereddütler hasıl olursa o zaman şûra reisi, duruma müdahele ederek dilerse çoğunluğun, dilerse azınlığın görüşünü kabul eder, veya her iki görüşe de uymayarak kendi görüşü istikametinde karar verir. İşlerin sürüncemede kalmaması, kargaşa ve belirsizliğin önlenmesi için en uygun olan davranış biçimi budur. Ancak şûra reisi, Kur'an ve sünnete uygunluğu, İslâmî duyarlılığı ve ümmetin yararını önplana  çıkararak karar vermelidir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa        düşerseniz -Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız- onu Allah'a ve Rasülüne götürün. Bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha iyidir." (Nisa/59)

Bu konuda en çarpıcı misal emir'ül mü'minin Hz. Ebubekir radıyallahu anhın, Hz. Usame radıyallahu anh ordusu hakkındaki davranış ve kararıdır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem vefâtından önce bir ordu hazırlamış, Usame radıyallahu anhı ordu komutanı olarak görevlendirmiştir. Ordu hareket etmeden önce Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem dar-ı bekaya irtihal ettiler. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin vefâtını müteakiben bir  kısım kabileler irtidat ettiler. Bunun üzerine Hz. Ömer radıyallahu anh, Hz. Usame radıyallahu anh ve sahabenin çoğunluğu, Usame ordusunun Medine'de kalmasını yeni halife seçilen Hz. Ebubekir radıyallahu anha teklif ettiler.

Halife sahabenin çoğunluğunun görüşü olan bu teklifi reddetti. Ve:

"Vallahi onları (Usame ordusunu) geri çevirmediğim takdirde yırtıcı hayvanların beni ayaklarımdan sürükleyip parçalıyacaklarını bilseydim yine geri çevirmez, Peygamberin bağladığı sancağı çözmezdim."

Nitekim Usame ordusu hareket etti. Medine'ye hücum etmek için hazırlanan kabileler, korkuya düştüler ve müslümanlar çok güçlü olmasa böyle kritik bir zamanda Usame ordusunun Medine'den ayrılmasına müsaade etmezlerdi, dediler ve Medine'ye saldırmaktan vazgeçtiler.

İslâmî hareketler, sıhhatli bir şûra müessesesi tesis eder, Kur'an ve sünnetin değişmez esaslarına tâbi olur, şûra  kararlarına uyarak kendi içinde uyumlu, kararlı bir oluşum meydana getirebilirlerse zillet ve meskenet perdesi yırtılacak ve ümmetin önü aydınlanacaktır. İşte o zaman aydınlık yarınlar ümmetin olacaktır.

 

 

 

 

İMAN, İSLÂM, İHSAN

 

 

İMAN: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin dinden olduğu kat'i olarak bilinen haberini kesin olarak tasdik etmek ve tamamen o habere inkiyad etmek ve teslim olmaktır.

Diğer bir tarife göre iman: Kâlbin tasdiki ve dilin ikrarıdır.

Birinci tarife göre dil ile ikrar imanın bir cüz'ü değil, şartıdır. Buna göre dil ile ikrarı terkeden kâfir olmaz. Allah indinde mü'mindir. Kâlbindeki imanı muhafaza edip o iman üzere öldüğü takdirde cehennemde ebedî olarak kalmaz. Ancak aşırı derecede bir zorlama veya dilsiz olmak gibi bir özür olmadan dil ile ikrarı terketmek caiz değildir.

          İkinci tarife göre ise dil ile ikrar imanın bir cüz’üdür. Zorlama ve dilsizlik gibi bir özür olmadan dil ile ikrarı terkeden küfre girer.

İman, icmalî ve tafsilî olmak üzere iki kısımdır:

İCMALÎ İMAN: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin Allah Teâlâ tarafından getirip tebliğ ettiği şeylere toptan inanmak yani tamamı haktır diye tasdik etmektir.

TAFSİLÎ İMAN: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin Allah tarafından getirip tebliğ ettiği şeyleri teker teker öğrenip tasdik etmektir. Kişi icmalî imanla küfürden kurtulur. Ancak dînî meseleleri, farz, vacib, helâl, haram gibi hususları, itikada taalluk eden konuları öğrenmesi gerekir. Aksi takdirde imanını kemâle erdirmek, kâmil bir müslüman olmak mümkün olmaz.

İmanın Sahih ve Makbul Olması İçin Üç Şart Vardır:

1- İman ye's halinde olmamalıdır. Bir kişi ölürken son nefesinde iman etse bu imanı makbul ve sahih değildir. Firavun Kızıldeniz'de boğulurken, "Musa'nın Rabb’ine inanıyorum" dedi, amma imanı makbul olmadı.

2- Dînî esaslardan bir hususu inkar veya tekzib etmemelidir. Çünkü dinden birşeyi inkar etmek, dinin tamamını inkar etmek demektir. Meselâ bir kişi kat'i bir farzı, namazı, orucu, haccı inkar etse veya kat'i bir haramı helâl ittihaz etse, zina, içki, kumar, faiz helâldir dese, yahut helâl olduğu kat'i olan bir şeye haram dese kâfir olur. Yahut da İslâm Şeriatı’nı reddetse, "Kur'an'daki ibadet, ahlak ile ilgili hükümleri benimsiyorum, fakat devlet idaresine taalluk eden ayetleri kabul etmiyorum, Şeriatın bu husustaki hükümleri çağdışıdır" dese, kâfir olur ve onun hiçbir ibadeti kabul olunmaz.

3- Dinin bütün hükümlerini beğenerek kabul etmeli ve bütün ahkamını küçümsemeden yerine getirmelidir. Aksi takdirde yani dinin bir kısım hükümlerini beğenmez veya küçümserse o kişinin imanı sahih ve makbul olmaz. Meselâ, bir kişi diğer bir kişiyi kasten öldürse, öldüren kişi kısasen öldürülür. Bir kişi kalksa da, "Böyle bir şey olmaz, ölüm cezası gayri medenîdir, çağdaş değildir, İslâm'ın bu hükmünü beğenmiyorum" dese kâfir olur. Herhangi bir kimse hac farizasını küçümseyerek hacca gidenleri, araplara para yediriyorlar, diye tahkir etse ve kendisi muktedir olduğu halde hac farizasını küçümsediği için yapmasa, küçümsediği için namaz kılmasa, oruç tutmasa o kişinin imanı sahih ve makbul olmaz.

İmanı ömrün sonuna, son nefese kadar muhafaza etmek gerekir. İmanını son nefesine kadar muhafaza edemeyen kişinin daha önceki imanı faide vermez. Çünkü itibar sonadır. İmanın sahih olması için onu delilleri ile bilmek şart değildir. Taklit yoluyla iman etmek de sahih ve makbuldür. Ancak imanı delilleri ile öğrenmek farzdır. Terk eden günahkâr olur.

İslâm: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin tebliğ ettiği şeyleri zâhiren ve bâtınen kabul edip Allah Teâlâ'ya itaat etmek ve teslimiyette bulunmaktır.

İman, bir kabul, bir tasdik, İslâm ise bu kabul ve tasdikle beraber imanın gereği, müslüman olmanın icabı olan dînî vecibeleri yerine getirmektir. İmana delalet eden alâmet ve şartları ifâ etmeden, kâmil bir mü'min, olgun bir müslüman olmak mümkün değildir. Namaz, oruç, zekat, hac, Allah yolunda cihad, İslâmî ilimleri tedris etmek, Rasûlullah'ın ahlakı ile ahlaklanmak, hülâsa olarak tam mânâsıyla Allah Teâlâ'ya itaat etmek, teslim olmak Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin sünnetine ittibâ etmek suretiyle kulluk vazifemizi ihlasla yerine getirmek imanımızın, müslümanlığımızın gereğidir.

Allah Teâlâ'ya itaat etmeyen, ibadet ve taatte bulunmayan bir kişinin kâlbini kötü düşüncelerden, kötü niyetlerden, dilini kötü lakırdılardan, nefsini kötülüklerden koruması mümkün değildir. İslâmî vazifelerimizi seve seve, ihlasla yapmak, İslâm'ın menettiği kötülüklerden inanarak ictinab etmek, bunları yalnız Allah Teâlâ'nın bir emri, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin bir sünneti olarak ifâ etmek lâzımdır.

"Hiç şüphe yok ki Allah indinde din İslâm'dır." (Al-i İmran/19)

"Sizin için din olarak İslâm'ı beğendim." (Maide/3)

Allah Teâlâ'nın bizim için seçip beğendiği, bizim dünya ve ukba saadetimiz için hükümler vaz’ettiği İslâm dinini hayatımızın bütün safhalarında, ferdî, ailevî, ticarî ve sosyal yaşantımızda, devlet hayatımızda uygulamalıyız. Hem müslüman olduğunu söyleyip hem de İslâm'la beraber, İslâm'a zıt ideolojileri, fikirleri benimsemek, İslâm'a muarız sistemleri uygulamaya koymak ve bunu beğenerek, inanarak yapmak kişiyi dinden çıkarır. Mekkeli müşriklerin Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selleme tekliflerinden biri de şu idi:

"Sen bizim putlarımızı, ilahlarımızı, kabul et. Biz de senin Rabb’ına inanalım. Peygamberliğini kabul edelim."

          Elbette böyle bir çelişki kabul edilemez. Bir kâlbde hem iman, hem küfür bulunamaz. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu çirkin teklifi şiddetle reddetti ve onları Allah’tan başka ilah, İslâm'dan başka din olmadığına inanmaya ve müslüman olmaya durmadan dinlenmeden davet etti. Tarihte pek çok zulümler olmuş, bazı irtidat hadiseleri yaşanmış, İslâm'ı ortadan kaldırmak ve müslümanları yok etmek için nice bedbahtlar, görülmemiş tezalüm ve tahakküm yapmış fakat hâlâ İslâm bütün güzelliği ile ortada, müslümanlar varlıklarını sürdürüyor ama o zâlimler, o tağutlar sahneden silinip gittiler. Onları taklit edenler, onları örnek alanlar da aynı akıbete uğrayacak ve yok olup gideceklerdir. İslâm, yücedir onu kimse alçaltamaz.

İHSAN: Allah Teâlâ'ya sanki onu görüyormuş gibi tam bir huşû içerisinde ibadet etmektir. Bir müslüman bu itikat ve teslimiyetle kullukta bulunsa, hata ve kusur işlemekten, günaha dalmaktan teberri eder ve her an murakebe halinde bulunur.

Allah Teâlâ bizleri sadıklarla beraber olmaya, onlarla ülfet etmeye; Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de âlimler, sâlihler meclisine devam etmeye, onlarla muaşeret edip, onlarla düşüp kalkmaya teşvik ve tergib ediyor. Çünkü böyle ortamlarda bulunmak kişiyi birçok kötülüklerden alıkoyduğu gibi birçok güzellikler edinmeyi, iyi bir insan, iyi bir müslüman olmayı da temin ediyor. Hâl böyle olunca yani ulemâ ve sulehâ ile beraber olmak kişiye birçok iyilikler kazandırınca, kötülüklerden korunmasına vesile olunca, müslüman bir kişinin tenhada, kalabalıkta, açıkta, gizlide, her zaman ve her mekanda Allah Teâlâ'nın kendisi ile beraber olduğuna ve yaptıklarını bilip gördüğüne göre ibadet etmesini düşünün ve müslümana kazandıracağı kemâlatı tefekkür ediniz.

Bir müslüman erkan ve şartlara riayet ederek ibadetini ifâ ederse İHSAN'ın birinci derecesine ulaşmış ve yaptığı ibadet sahih olmuş olur. Allah Teâlâ’nın gördüğünü murakabe ederek ibadet ederse İHSAN'ın ikinci derecesine ulaşır. Birinci ve ikinci derecedeki şartlarla beraber Allah Teâlâ'yı görüyormuş gibi ibadetini ifâ ederse İHSAN'ın en üstün derecesine yükselir.

Abdullah bin Ömer radıyallahu anhüma şöyle dedi: Bana babam Ömer bin Hattab rivayet etti. Dedi ki:

-Birgün Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin yanında bulunduğumuz bir sırada, aniden yanımıza elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah bir zat çıkageldi. Üzerinde yolculuk eseri görülmüyor, bizden de kendisini kimse tanımıyordu. Doğru Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin yanına oturdu ve dizlerini O'nun dizlerine dayadı. Ellerini de uylukları üzerine koydu ve,

-Ya Muhammed! Bana İslâm'ın ne olduğunu haber ver, dedi.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

 -İslâm, Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın Rasûlü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekatı vermen, Ramazan orucunu tutman ve yol cihetine gücün yeterse beyti hac etmendir, buyurdu.

 O zat:

-Doğru söyledin,  dedi.

Babam dedi ki:

Biz buna hayret ettik. Hem soruyor, hem de tasdik ediyordu.

-Bana imandan haber ver, dedi.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

-Allah'a, Allah'ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe inanman, bir de kadere, hayrına ve şerrine inanmandır, buyurdu.

O zat yine,

-Doğru söyledin, dedi.

(Bunun üzerine):

-Bana ihsandan haber ver, dedi.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

-Allah'a onu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da O seni muhakkak görür, buyurdu.

O zat:

-Bana kıyametten haber ver, dedi.

 Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

-Bu meselede sorulan sorandan daha âlim değildir, buyurdu.

-O halde bana onun alametlerinden haber ver, dedi.

 Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

-Cariyenin kendi sahibini doğurması ve yalınayak, çıplak, yoksul koyun çobanlarının bina yapmakta birbirleri ile yarış ettiklerini görmendir, buyurdu.

Babam dedi ki:

Bundan sonra o zat gitti. Ben hayli müddet bekledim durdum. Nihayet Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bana:

-Ya Ömer! O soru soran kişinin kim olduğunu biliyor musun?  dedi.

-Allah ve Rasûlü bilir, dedim.

-Gerçekten o Cibril idi size dininizi öğretmeye geldi." buyurdular. (Sahih-i Müslim, c. 1, Kitab'ül İman, Hadis no: 1)

Kadı İyaz bu hadis-i şerif hakkında şöyle demektedir;

"Bu hadis zâhirî ve bâtınî bütün ibadet vazifelerini, iman akîdelerini, âzânın amellerini, kâlblerin ihlasını ve amellerden doğacak âfetlerden korunma yollarını şerh ve izaha şâmildir. Hatta şeriat ilimlerinin  hepsi bu hadise râcî ve ondan mülhemdir."

Ulemâ bu hadisten birçok hükümler çıkarmıştır. Bu hadise, sünnetin esası denilebileceğini, iman, İslâm ve ihsanın hepsine din denilebileceğini söylemişlerdir.

İHSAN, manevî bir meyvedir ki, bu meyve kökü iman, gövde ve dalları İslâm olan din ağacının  meyvesidir. Kim ki iman ve İslâm’ını kemâlatın zirvesine, doruğuna çıkarırsa neticede bu nâdide meyveye ulaşır. Onun manevî hazzını tadar. Kâlb huzuruna kavuşur ve cennetî bir hayatı daha dünyada iken yaşar.

Hadis–i şerifte, cariyenin efendisini doğurmasını, ayağı yalın, çıplak koyun çobanlarının yüksek binalar yapmakta yarışmaları kıyametin alâmetlerinden olarak zikredilmektedir.

Allahuâlem bunlardan murat, nâehil, câhil kişilerin hem devlet idaresini hem de sermayeyi ele geçirecekleri, devleti kötü idare edecekleri, şahsî çıkarlarını önplana çıkaracakları, zulmedecekleri ve servetlerini helâl-haram gözetmeden toplayıp, faydasız ve zararlı yerlerde kullanacakları, böylece devlet düzeninin ve sosyal yapının bozulacağı ve toplumun ifsat olacağıdır.

Zamanımızda  sermayenin çok büyük bir kısmı, câhil ve kazançları şüpheli kişilerin elinde olduğu gibi, devletin içinde hayırlı hizmetlere köstek, şer ve kötülüklere destek olan ve bazen bu şer cephesini organize  eden güçlerin bulunduğu ve hâkim olduğu bir gerçektir.

Hadis–i şerif bu yönüyle de zamanımıza ışık tutmaktadır.

 

 

 

 

ŞERİAT TARİKAT AHENGİ

 

 

İnsan kâlbiyle, ruhuyla, akıl ve bedeni ile bütünlük arzeden mükerrem bir varlıktır. İslâm şeriatı, bu bütünlüğün insicamını sağlayacak ve her âzâyı, fonksiyonlarını en mükemmel bir şekilde yerine getirecek yaratılıştaki özelliklere uygun bir tarzda eğitecek sistemi vaz’etmiş ve hükümler koymuştur.

İman, kâlbin tasdiki, dünyevî muameleler yönünden lisanın ikrarı, imanın kemâli ve korunması yönünden azâların amelidir. Demek oluyor ki, dinin esası olan iman, bütün âzâlarımızı ilgilendirmektedir. Namaz, oruç, zekat, hac gibi fıkhî mevzular, zikir, şükür, takva, verâ gibi tasavvufî konular, bedenî, malî, hem malî hem bedenî ve kâlbî ameller gibi bir tasnife tâbi tutulsa da, namaz ve diğer ibadetler aynı zamanda kâlbimizle, şükür, zikir ve benzeri kâlbî ameller de diğer âzâlarımızla içiçedir. Bunları birbirinden ayırmak veya âzâmızla sınırlamak uygun değildir.

Amel-i sâlih, bu âhengin bir neticesi olarak zuhûr eder. Mekârim-i ahlâk da, imanın kâlbde itminana ermesi, âzâlarda, amel-i sâlih olarak tezahür etmesi sonucunda meydana gelen bir semeredir. Görüldüğü gibi kâlbî ve bedenî ameller içiçedir. İman olmadan, amel-i sâlih olamayacağı gibi, amel-i sâlih olmadan takva, verâ gibi güzellikler zuhûr edemez. Bu konuları ayrı ayrı izah edip fazilet ve üstünlüklerini anlatır, teşvik ve tergib ederiz. Ancak aralarındaki çok sıkı bağlantıyı ve birbirinden asla ayrı düşünülemeyeceğini ve bir bütünlük arzettiğini de en çarpıcı bir şekilde ortaya koymalıyız. Huşû ve huzur kâlbî bir haldir ve fakat bundan bütün âzâlar nasibini alır ve etkilenir. Kezâ hüzün ve keder de öyledir. Namaz kılmayan, yaratıcısına kulluk etmeyen bir kişinin huzur duyması, gönül rahatlığına kavuşması mümkün mü? Haram lokma, şeriatın menettiği bir husustur. Peki midesi haramla dolan bir kişi yaptığı ibadetten huzur duyabilir mi? Zekat, sadaka zâhirde bir maldır. Malî bir ibadettir. Zekat veren bir kişi, fakire tasadduk eden bir kimse, zekatı emreden Rabb’ını zikretmiş, zekatını edâ ederek kendisine bu nimeti ihsan eden Hak Teâlâ’ya şükretmiş olmuyor mu? Göz vardır hayran bakar, göz vardır hain bakar. Göz vardır batıla kayar, göz vardır Hakkı görür. Kâlb eğrilirse, göz hainleşir, harama bakar, harama dalar. Kâlb itminana ererse, kâinatın insicamı, Kur'an'ın icazı Peygamberin kemâlatı karşısında hayran kalır. Bütün bu misalleri, zâhir-batın, iç-dış diğer bir ifâde ile şeriat-tarikat bütünlüğünün, âhenginin doruğunu ifâde etmek için dile getirdik. İslâmî ilimlerin çeşitli adlarla ifâde edilmesi mevzû edindiği meselelerle ilgilidir. Fıkhın konusu, ibadet, muamelât ve ukûbat, tasavvufun konusu takva, verâ, zikir, şükür, havf ve recâ, tevekkül, kanaat gibi kâlbî meselelerdir.

Fıkhî meselelerdeki farklı ictihadlardan amelî  mezhepler zuhûr ettiği gibi, tasavvufî meselelerdeki farklı usûl ve yaklaşımlardan da tarikatlar zuhûr etmiştir.

Fıkıh ve tasavvuf şeriat ilimlerinden birer ilimdir. Mezhep ve tarikatlar ise fıkıh ve tasavvuf ilminin hayata geçirilmesi, yaşama tarzıdır.

Şeriata aykırı, Kur'an ve sünnetle tezat teşkil eden bir tarikat düşünülemez. Nasıl ki itikadî ve amelî mezheplerin şeriatdışı olanları varsa, tarikatlarda da şeriatdışı olanlar vardır. Aslında bu gibi bozuk yollara İslâmî bir tabir olan mezhep ve tarikat adının verilmesi bile uygun değildir. Bu bozuk yolların bir kısmı itikat ile ilgilidir ki bunların İslâm’la, şeriatle hiçbir alakası yoktur. Bir kısmı da amel ile ilgilidir ki bunlar bir çok hurafeler ve bid'atlerle safiyetini kaybetmişlerdir. Asla rağbet edilmemesi gerekir.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin ve asr-ı saadet müslümanlarının, ashab-ı kiramın hayatlarında fıkıh ve tasavvuf içiçe yaşanmıştır. Her ne kadar, tasavvuf adından bahsedilmemiş ise de..

Nefisle cihad etmek, nefsi tezkiye, kâlbi tasfiye etmek için cehd ve gayret etmek gerekir. Nefis ile cihadın bir fariza olduğu şuuruyla süreklilik arz eden bir çaba göstermek şarttır. Her farzı edâ etmenin usûl ve adâbı olduğu gibi, nefisle cihad farizasının da usûl ve adâbı vardır. Şurası herkesçe malumdur ki İslâm'ı, yaşantımızda tezahür ettirip, vasıl ilallah olmanın önünde zorlu engeller vardır. Bu engeller, nefis, şeytan, dünya ve insanlardır. Allah Teâlâ:

"Nefis aşırı şekilde kötülüğü emreder." (Yusuf/53),

"Sakın şeytanın peşinden gitmeyin. Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır." (Bakara/208),

"Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Müttakî olanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?" (En'am/32),

 "İnsanlar tek ümmet idi... Apaçık deliller geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıktan ötürü dinde anlaşmazlığa düştüler." (Bakara/213) buyurarak, bizleri bu tehlikelere karşı uyarmaktadır.

İnsan mükerrem olarak yaratıldığı halde, iyi bir şekilde eğitilmez, sağlam İslâmî ölçüler kazandırılmaz ise kendisi sapıtıp dâlâlete düştüğü gibi etrafındaki kişileri de sapıtır. Hem dâl hem mudıl olur. Bu engeller aşılmalı, bu tehlikeli geçitlerden telef olmadan geçilmelidir. Ama bu nasıl olacak? Nasıl başarılacaktır? İşte önümüzdeki bu zorlu engelleri aşmak, nefsimizi, emmâre, levvâme, mülhime geçitlerinden aşırarak mutmainne, râzıye ve merdiye derecelerine çıkarmak, İslâm'ı kâli ve hali ile yaşayarak Kur'anî ve Muhammedî ahlâkla ahlâklanıp vasıl ilallah olmak için tasavvufta müctehid derecesine yükselmiş mürşid-i kâmiller bizlere rehberlik etmişler, yol göstermişlerdir. Ve bu hususta bazı usûller ve âdablar koymuşlardır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selleme ittibayı düstur edinmişler, en büyük kerâmetin sünnet-i seniyyeyi yaşamak olduğunu söylemişlerdir.

"De ki: Allah'a ve Rasûlüne itaat edin." (Nur/54),

"Rasûlullah'ta sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnek vardır." (Ahzab/21) ayet-i kerimeleri ışığında Allah Teâlâ’ya ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selleme itaatı ve her hususta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi örnek almayı kendilerine şiar edinmişler, hurafe ve bid'atlerden şiddetle sakınmışlardır.

Nakşîbendî tarikatının usûl ve adâbından bahseden ÂDAB kitabının mukaddime bölümünde:

"Sâdâtı nakşîbendiye hazarâtının itikadı, ehli sünnet ve’l cemaat itikadıdır. Tarikatların esası, şeriat-ı mutahharanın ahkâmını muhafaza etmektir." dedikten sonra İmam-ı Rabbanî'den şu alıntıyı yapmıştır:

"Bilesin, adâbtan velev ki bir edebi muhafaza, mekruhlardan velev ki tenzîhî olsun bir mekruhu terketmek, zikirden, tefekkürden, murakabe ve teveccühten  çok daha efdaldir."

Mukaddime bölümünün başka bir yerinde de:

"Sakın ola ki Kur'an ve sünnetin ruhuna uymayan bir yola, sofiyyenin yoludur demeyesin. Çünkü Kur'an'ın ve sünnetin kabul etmediği yol küfür yoludur. Bizim yolumuz ise tamamen ahlâk-ı Muhammediyeyi yaşamak ve bütün hayatımızı Kur'an'ın emirlerine ve Rasûlullah'ın sünnetine göre tanzim etmektir." denilmektedir.

Kitabın beşinci bölümünde yine İmam-ı Rabbanî'den yapılan bir alıntıda:

"Ey ihvan-ı din! Cümlemiz üzerine vaciptir ki: Evvelâ itikadımızı kitap ve sünnete göre tashih etmemiz lâzımdır. İtikadımızın esaslarını belirten ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerin nasıl anlaşılacağını, ne şekilde anlaşılması lâzım geldiğini ehl-i hak ve hakikat olan âlimlerimiz  beyan etmişlerdir. Bizim onlara uymamız lâzımdır...

İkinci olarak ahkâm-ı şer'iyyeyi, ez-cümle helâl, haram, farz ve vacipleri bilmek vaciptir.

Üçüncü olarak: Bu öğrendiklerinin muktezasına göre amel etmektir.

Dördüncü olarak: Kâlbi tasfiye ve tezkiye yoluna girmektir, ehl-i sünnet itikadını sağlamca bilmedikten sonra, ahkam-ı şer'iyyeyi öğrenmenin bir faydası olmaz. Bu iki esası (akaid ve ahkâm) bilgisini de yerine getirmedikten sonra amelin bir faidesi olmaz." denilmiştir.

 Adı geçen kitabın onuncu bölüm, üçüncü faslında: "Müridlerin ekserisinin yolda kalmasının sebebi, kerametlerle meşgul olmaları ve o kapıda kalmalarıdır. En büyük keramet, şeriat-ı garra-yı Ahmediyyeyi yaşamak ve her biri bir nûr-u münîr olan sünnet-i seniyyeye ittibâ etmektir." denilmektedir.

Sehl bin Abdullah; kitap ve sünnetin kabul etmediği vecd ve keşfin batıl olduğunu söyler.

Görüldüğü gibi fıkhın da, tasavvufun da kaynağı Kur'an ve sünnettir. Dolayısıyla fıkıh  ve tasavvuftan neş'et eden gerçek mezhep ve tarikatlar da Kur'an ve sünnete göre şekillenmişlerdir. Şeriat ve tarikat ahengi bu hakikatten kaynaklanmaktadır.

İslâm tarihi boyunca olagelmiş bozuk ve sapık itikadî ve amelî mezhepler ve tarikatlara bakarak gerçek ile sahtesini birbirinden ayırmadan bu sahada yazmak ve konuşmak büyük bir vebal olur. Fitneye, kargaşaya ve müslümanlar arasında cedelleşmelere sebep olur. Şeriatın hâkim olmadığı, koyu bir cehâletin hüküm sürdüğü zamanımızda ise çok daha dikkatli olmak mecburiyetindeyiz. İlim itidal getirir, cehâlet ise taassup doğurur. Onun için her meselede olduğu gibi tarikat konusunda da Allah Teâlâ'nın "İlim ehlinden sorunuz." emrine uyarak, ehil kişilerden bilgi almalı ve istişâre etmelidir.

Zamanımızda Kur'an ve sünnete uygun tarikatler, hakiki mürşid-i kâmiller azın azıdır. O bakımdan kişilerin kılık ve kıyafetine bakarak, anlattıkları kıssa ve menkıbelere kapılarak zorlamalar ve teşvikler karşısında zaaf göstererek yanlış bir adım atılmamalıdır. Ehil kişilerle istişâre etmeden, iyice araştırıp incelemeden rastgele sülûk edilmemelidir. Çünkü ortalık sahte şeyhler, nâ ehil şeyh taslakları ile doludur ve bunlar birer yol kesicidirler. Müslümanın yolunu aydınlatan iki kandil vardır. O da Kur'an ve sünnettir. Bizler ona uyar, müctehid imamların, gerçek âlim ve mürşidlerin Kur'an ve sünnetten anlayıp anlattıklarına tâbi oluruz. Kur'an ve sünnetin ruhuna uygun kıssa ve menkıbelerden faydalanırız. İnsan eğitiminde faydalı bir yeri olduğuna inanırız. Ancak menkıbeleri nasların önüne geçiren yanlış zihniyetlere şiddetle karşı çıkarız. Hurafe ve bidatlerle dolu kıssa ve menkıbelerin ölçüleri ve manevî hayatı tahrip ettiğini ayrıca izah etmeye bilmem gerek var mı?

          "Şüphesiz bu Ben’im dosdoğru yolumdur. Buna uyun.  (Başka) yollara uymayın zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti." (En'am/153)

 

 

 

 

NEFS MUHASEBESİ

 

 

Çoğu kez kendi dışımızdaki hâdiselerle ilgilenir, tahliller tenkidler yapar, yoğun gündemlerin içinde boğulur kalır, kendimizi dinlemeye, sorgulamaya fırsat bulamayız. Dış âlemle olan sıkı temasımız, yığınlarca meseleye çözüm yolları arayıp bulmak çaba ve gayretimiz, kendi kendimizi anlamak, sorunlarımızı farkedip çözümlemek şansımızı azaltmaktadır. Kaldı ki insanın kendi kendini yorumlaması, eleştirmesi zorun zoru bir meseledir. Nefsi sanık sandalyesine oturtup ciddi bir sorgulamaya tâbi tutmak, ondan yana bir tavır koymadan muhakeme etmek, çok güçlü bir iradeyi gerektirir. İnsan fıtratında mevcut olan nefsânîlik, kendi düşünce, fikir ve icraatlarını beğenmek gibi zaafiyetleri de nazar-ı itibara aldığımız zaman, kişinin kendi kendini  değerlendirmesinin, sorguya çekip sıhhatli bir neticeye varmasının zorluğu daha da iyi anlaşılır. Nefis, tenkid edilmeyi, hırpalanmayı hiç sevmez, kolaycıdır, rahatı sever. Zora ve zor işlere hiç gelmez. Serkeştir, isyankârdır, itaatsızdır. En küçük fırsatı değerlendirip kendi lehine çevirmekte, en net meseleleri bulandırmakta, kendini haklı çıkarmak için teviller yapmakta, mâhirdir. Ciddi meselelerden, risk altına girmekten, devamlı ve kararlı çalışmalardan hiç mi hiç hoşlanmaz. İşte böyle bir nefisle, zorlu bir düşmanla karşı karşıyayız. Onun için nefisle cihada CİHAD-I EKBER denilmiştir. İçimizdeki bu düşmanı ıslah etmek, zararlarını giderip, faydalı hâle getirmek için, asgaride nefsi, NEFS-İ MUTMAİNNE'ye ulaştırana kadar sulhu olmayan bir savaş vermek konumundayız. Çünkü nefs, MUTMAİNNE mertebesine ulaşana kadar tehlikelidir, kötülüğe meyyaldir ve kötülüğü emredicidir. MUTMAİNNE'ye ulaştığı zaman da o, kontrolsuz bırakılmamalıdır.

Nitekim Yusuf aleyhisselam nefisten emin olunamıyacağını ifâdeyle:

"Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü o, olanca şiddetiyle kötülüğü emreder. Meğer ki Rabbım esirgemiş ola." (Yusuf/53) diyerek nefsin tehlikesine işaret etmiştir.

Nefs ile mücadelede en sıhhatli yol, Allah Teâlâ’nın emrettiklerini yapıp, nehyettiklerinden şiddetle sakınmak ve sünnet-i nebeviyeye uygun bir hayat yaşamaktır. Az yemek, az uyumak, az konuşmak, Allah Teâlâ’yı çok zikretmek, çok ibadet etmek, yalnız Allah rızası için İslâmî hizmetlerde bulunmak, sâlih, sadık, âlim kişilerle düşüp kalkmak, onların meclislerine devam etmek de nefs ile mücadelede etkin bir yoldur. Bununla beraber nefs ile cihadda sürekli olarak Rabb’ımıza dua etmek ondan yardım dilemek gerekir. Çünkü onun yardımı olmadan başarılı olmak mümkün değildir.

Şeytan ve kötü çevre insanı, sürekli olarak isyan ve tuğyana teşvik eder. Kötülüklere yönlendirir. Böylece insan, nefis, şeytan ve kötü çevre tarafından kuşatılarak hak ve hakikata karşı duyarsız hale getirilir. İmanı, ruhu ve aklı zayıf düşürerek, behîmî arzu ve istekler güçlendirilip, insana, yaratılış gâyesi unutturulmaya çalışılır.

Nefsi, şeytan ve kötü çevrenin tasallutundan kurtarmak terbiye ve tezkiye etmek için, onu devamlı hesaba çekmek sürekli nefs muhasebesi yapmak gerekir. Allah Teâlâ ve tekaddes hazretleri:

"Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere daldıran ziyan etmiştir." ( Şems/9-10) buyurmaktadır. 

Nefis ölümden çok korkar. Onun için sık sık tefekkürü mevt yapmak ve nefsi korktuğu şeyle gemlemeye çalışmak lazımdır. O'na dünyanın geçici ve az bir metâ, ahiret hayatının ise devamlı ve "Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiçbir beşerin kâlbinden geçmediği" cennet nimetleri ile dolu dolu olduğu ve her nefsin konuştuklarından ve yaptıklarından mutlaka hesaba çekileceği devamlı hatırlatılmalıdır.

Allah Teâlâ:

           "Hatırlat, çünkü hatırlatmak mü'mine fayda verir." (Zariyat:55) buyurmaktadır.

Böylece ölümden önce, ölüme hazırlanarak, hesaba çekilmeden önce nefsimizi hesaba çekerek ölüm ötesi hayata hazırlanmalıyız.

Bu konuda Hz. Ömer radıyallahu anh şöyle tavsiyede bulunur:

"Hesaba çekilmeden önce nefsinizi hesaba çekiniz. Tartılmadan önce amellerinizi tartınız."

Nefis ateşten korkar, bu sebeple onu cehennem ateşini hatırlatarak dizginlemeye çalışmalıyız.

Enes bin Malik radıyallahu anhten rivayet edilen bir hadis-i şerifte Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:

"Allah Tebareke ve Teâlâ, cehennemliklerin en hafif azab edilenine: Dünya ve ondaki bütün varlıklar senin olsa, onları fidye verir miydin? diye soracak. O kimse: Evet, cevabını verecektir. Bunun üzerine Ben senden, daha Âdemin sulbünde iken bundan daha ehvenini, şirk koşmamanı diledim de sen şirkten başkasını kabul etmedin buyuracaktır." (Kitab-ı Sıfat-ı Münafıkîn ve Ahkâmihi, 51/Müslim)

Nefis her ne kadar hesaba çekilmeyi ve sorgulanmayı sevmezse de onu buna alıştırmalı, o büyük hesap gününün dehşeti anlatılmalıdır. O büyük hesap gününde artık herşeyin bitmiş olacağı hiçbir pişmanlığın fayda vermeyeceği henüz imkân ve fırsat varken hesaba çekilerek dizginlemenin ve tevbe ederek arınmanın ebedî kurtuluşa vesile olabileceği izah edilmelidir.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem o büyük sorgulamadan bir sahneyi şöyle anlatıyor:

"Allah Teâlâ kuluna hitaben:

-Ey filan! Ben sana ikram etmedim mi? Seni reis yapmadım mı? Sana zevce vermedim mi? Sana at ve develer musahhar kılmadım mı? Reislik yapmana, ganimet malının dörtte birini almana müsaade etmedim mi? diyecek, O da:

-Hay hay (ettin) cevabını verecek. Allah Teâlâ:

-Ya bana kavuşacağını aklından geçirmedin mi? diye soracak. Kul:

-Hayır cevabını verecektir. Bunun üzerine Allah Teâlâ:

-İşte Ben de senin Ben’i unuttuğun gibi, seni unutuyorum, diyecek sonra ikinci bir kula:

-Ey Filan! Ben sana ikram etmedim mi? Seni  reis yapmadım mı? Sana zevce vermedim mi? Atları ve develeri sana musahhar kılmadım mı? Reislik yapmana ve ganimetin dörtte birini almana müsaade etmedim mi? diye soracak. O da:

-Hay hay (ettin) Ya Rabbî cevabını verecek. Allah Teâlâ:

-Bana kavuşacağını hiç aklına getirmedin mi? diyecek. Kul:

-Hayır cevabını verecektir. Bunun üzerine Allah Teâlâ hazretleri:

-İşte Ben de senin Ben’i unuttuğun gibi, seni unutuyorum diyecek. Sonra üçüncü kula da bunun mislini söylecek. Fakat o kul:

-Ya Rabbî ben sana, senin kitabına ve peygamberine inandım. Namaz kıldım, Oruç tuttum, sadaka verdim diyecek ve olanca gücüyle hayır senâsında bulunacak.

Allah Teâlâ:

-Öyleyse şuraya! buyuracaktır, sonra kendisine:

-Şimdi sana şahidimizi göndereceğiz denilecektir. Kul kendi kendine: Aceb bana şahitlik yapacak bu zat kimdir? diye düşünecek. Fakat ağzına mühür vurulacak. Uyluğuna, eline ve kemiğine:

-Konuş, denilecek. Artık uyluğu, eli ve kemiği onun amelini söyleyecektir. Bu ona kendi namına bir özür bırakmamak içindir. İşte bu münafıktır. Allah'ın hışmına uğrayacak da budur." (Kitab-üz Zühd Müslim/16)

Nefse "Bugün Allah için ne yaptın?" diye sorulmalı. Her gün en az sabah ve akşam sorguya çekilmelidir. Akşamleyin, gündüz yapılanlar, sabahleyin de gece yapılanlar hakkında hesaba çekilmelidir.

Allah Teâlâ, asrımız insanına, görülmemiş nimetler ikram etmiş, büyük imkânlar bahşetmiş ve zenginlikler lutfetmiştir. Bu büyük imkânları ne dereceye kadar hayra anahtar, şerre kilit yapıyoruz? Sıhhatimizi, gençliğimizi, malımızı, makamımızı, zamanımızı Allah yolunda, İslâmî hizmetlerde mi kullanıyoruz? Yoksa Allah Teâlâ’nın nehyettiği yollarda mı israf ediyoruz?

Dünyanın dört bir tarafında ve kendi yurdumuzda müslümanlar horlanırken, görülmemiş zulüm ve işkencelere tâbî tutulurken, İslâmca kutsal olan tüm değerlere saldırılırken, canlarına ve iffetlerine kastedilirken, bizler kendi hayatımızı yaşıyor, lüks ve israf içinde yüzüyor, mazlum ve mustazaf müslümanların durumlarıyla hiç ilgileniyor muyuz? İslâm’ın yeniden hayata hâkim olması için sancı çekiyor muyuz? Bu uğurda canımızdan malımızdan, evlad ü iyâlimizden vazgeçecek bir imana ve teslimiyete ulaşabildik mi? Zâlimlerin zulmünü bertaraf etmek, mazlumlara yardımcı olmak için ne düşündük? ne yaptık? Bir yetimin başını okşayıp bir yoksula yardım ettik mi? Bir hayır kuruluşunu ziyaret edip çalışmalarına katkıda bulunduk mu? Kötü bir huyumuzu terkedip, Muhammedî ahlâktan yeni güzel bir ahlâk edindik mi? Yaptığımız kötülüklerin ne kadarından vazgeçtik? Ticaretimizi, kazançlarımızı kontrol edip varsa haramlardan arındırdık mı? Aile fertlerimiz, akraba ve komşularımızla  ilgilenip onların İslâmî ve insanî güzellikler kazanmasına yardımcı olduk mu? Kaç müslümana ulaştık ve onlara emr-i bi’l ma’ruf nehy-i ani’l münker yaptık? kaç insana ulaşıp İslâm’ın hakikatlerini tebliğ ettik? Kaç kitap okuduk? Bir âlimin önüne oturarak İslâm’ı öğrenmek için çaba ve gayretimiz oldu mu? Günahlarımız için tevbe ve istiğfar ettik mi? İmanımıza ve İslâm’ımıza  zarar verecek söz söyledik mi? İş yaptık mı? "Allah yolunda cihad benim mesleğimdir." diyerek mallarımızla ve canlarımızla cihada koyulduk mu? Cihad heyacanını, Allah'a kulluk heyecanını kâlbimizin derinliklerinde ne dereceye kadar hissettik?

Bütün söz ve amellerimizi sıkı bir kontroldan geçirerek, riya ve sum'adan arındırarak yalnız Allah rızası için mi yaptık? Yoksa söz ve amellerimize riyâ karıştırarak yaptıklarımızı boşa mı çıkardık?

"O gün insanlar, amelleri kendilerine gösterilmek için bölük bölük ortaya çıkarlar. Kim zerre miktarı bir hayır yapmışsa onu görecek. Kimde zerre miktarı bir kötülük etmişse onu bulacaktır." (Zilzâl/6-7-8) ayet-i kerimesi Ashab-ı Kiramı dehşete düşürmüş ve ayakları şişene ve ayakta duramayacak hâle gelene kadar namaz kılmışlar ve dünyadan yüz çevirmişlerdi. Biz de ölüm sonrası hayatı devamlı tefekkür ederek, nefsimizi yukarıda işaret ettiğimiz hususlarda ve benzeri konularda hesaba çekmeliyiz. Hesaba çekip kötülüklerden arındırmalıyız ki, o büyük hesap gününde ziyana uğrayanlardan, pişman olanlardan olmayalım.

"Biliniz ki Allah gönlünüzden geçirdiklerinizi, neler düşündüğünüzü bilir. O halde Allah'tan sakınınız." (Bakara/235)

 

 

 

 

HÜSN-Ü ZAN SÛ-İ ZAN

 

 

Kişilik kazanımında, beşerî münasebetlerin yönlenmesinde, toplum vicdanının oluşmasında ve sosyal hayatın şekillenmesinde hüsn-ü zan ve sû-i zannın büyük bir yeri ve etkisi vardır. O bakımdan, bu iki kavramın çok iyi bir şekilde anlaşılıp anlatılması ve yerli yerine konulması gerekmektedir. Hüsn-ü zan, kişiyi diğer insanlar hakkında kötü düşünce, kötü niyet, kötü zan beslemekten, kinden, buğzetmekten, düşmanlık etmekten koruduğu için en güzel ibadetlerden  biridir.

Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:

"Hüsn-ü zan, hüsn-ü ibadettendir." (Ebu Dâvud)

 Sû-i zan ise insanlar arasında, özellikle müslümanlar arasında olmazsa olmayan muhabbet, muavenet, itimat ve emniyeti tahrip ettiğinden, toplum âhengini bozduğundan bir masiyet ve bir günahtır.

Bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler! Zandan çokca kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Sizden biriniz ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir." (Hucurat /12)

İslâm'da hüsn-ü zan esastır. Beraat-ı zimmet asıldır. Yani kişinin suçu kesinleşene kadar suçsuzluğu kabul edilir. Beşerî sistemlerde ise insanların potansiyel suçlu olduğu su-î zannında bulunulur ve kanunlar buna göre yapılır. İslâm ile beşerî sistemler arasındaki en bariz farklardan biri budur. İslâm'da kişinin suçu kesin delillerle isbat edilmedikçe suçsuz olduğu kabul edildiğinden, hâkimin sorgulama yaparken, muhakeme ederken ona göre davranması gerekir. Hatta muhakeme öncesi kâlbinde kişinin suçluluğuna dair bir meyil, bir kanaat olması bile hâkimin tarafsız ve âdil hüküm vermesini gölgeleyen bir sebep sayılır. Beşerî sistemlerde ise durum böyle değildir. Meselâ, herhangi bir kişi hakkında suç duyurusu yapılsa, onun bu suçu işleyebileceği noktasından hareket edilir, şikayet edilen kişi hakkında kesin deliller elde edilmeden çeşitli mülahazalarla gözaltına alınabilir, tutuklanabilir. Böylece insanın yaratılışından gelen en tabiî özgürlük hakkı gasbedilmiş, o kişinin toplum içindeki itibarı zedelenmiş, kişi maddî ve manevî zarara uğramış olur. Uğradığı bu zarar ve itibar kaybı da devlet tarafından tazmin edilmez. Şikayet eden hakkında herhangi bir uygulama yapılmaz. İslâm dininde ise şikayet edenin iddiasını isbat etmesi gerekir. Aksi takdirde iftira suçu işlemiş olur.

Şikayetçi iddiasını isbat edene kadar, şikayet olunan kişinin maddî ve manevî zarara uğramasına sebep olacak davranışlar yapılamaz. Hürriyeti kısıtlanamaz. Beşerî sistemler ise şikayet edene hiçbir sorumluluk yüklemeden ve hatta bazen isimsiz, imzasız meçhul kişilerin şikayetlerini esas alarak, suçlanan kişinin kendisini aklamasını, suçsuzluğunu isbat etmesini ister. Özgürlüğünü kısıtlayıp gasbedebilir. Bu durum çağdaş toplum, çağdaş hukuk, herkese eşitlik, insan hak ve hürriyeti, din ve vicdan hürriyeti aldatmacaları ile kamufle edilmiş tam bir ilkellik ve tam bir zulümdür.

Hüsn-ü zan imanın kemâlinden, kâlbin safiyetinden ve ahlâkın güzelliğindendir. Müslümanlar birbirlerine karşı hüsn-ü zan beslemek ve hüsn-ü zan çerçevesinde muamele etmekle mükelleftirler. Toplumun huzuru, müslümanlar arasında birlik ve beraberliğin tesisi için hüsn-ü zan şarttır. Bir müslüman, müslüman kardeşine karşı hüsn-ü zan beslerse, kâlbinde ona karşı sıcak duygular oluşmaya başlar. Bu duygular onu, ona yakın olmaya, onunla beraber bulunmaya zorlar. Kâlbinde muhabbet gülleri açar. Kişiler birbirlerini severler ise Allah Teâlâ da onları sever. Bundan daha büyük bir saadet olur mu?

Muaz bin Cebel radıyallahu anhten rivayeten, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

"Allah Teâlâ şöyle buyurdu: Ben’im rızam için birbirini sevenlere, Ben’im rızam için birbirini ziyaret edenlere ve Ben’im rızam için birbirlerine ikram edenlere MUHABBETİM VACİP OLMUŞTUR." (Mâlik)

Hz. Ömer radıyallahu anhten rivayet edilen başka bir hadis-i şerifte Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:

"Allah'ın kullarından bir takım insanlar vardır ki, ne peygamberdirler ve ne de şehittirler, lâkin Allah katındaki mevkilerinden dolayı  kıyamet gününde hem peygamberler hem de şehitler gıbta ederler."

Dediler ki:

"Ya Rasûlallah! Onlar kimdir? Bize bildirir misin?"

"(Onlar): Akraba olmadıkları ve mâlî yönden hiçbir çıkarı da bulunmadığı halde birbirlerini sırf Allah için seven kimselerdir. Vallahi onların yüzleri nurdur. Şüphesiz onlar nûr üzere olacaklardır. Onlar, insanlar korktukları zaman korkmayacak, üzüldükleri zaman da üzülmeyeceklerdir. Sonra şu ayeti okudu: Haberiniz olsun Allah velileri var ya, onlar için ne korku vardır ve ne de mahzun olacaklardır." (Ebu Davud)

Allah için birbirini seven insanlar arasında artık MUAVENET başlar. Maddî-manevî her hususta birbirlerine seve seve yardım ederler. Yardımlaşmak, din kardeşinin bir sıkıntısını gidermek, bir ihtiyacını gidermek ona büyük bir haz ve büyük bir sürûr verir. Böylece Allah Teâlâ da onun yardımcısı olur.

Ebu Hureyre radıyallahu anhten rivayeten, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

          "Kim bir müslümanın dünya sıkıntılarından bir sıkıntısını giderirse, Allah da onun kıyamet sıkıntılarından bir sıkıntısını giderir. Kim güç durumda olan bir müslümana kolaylık sağlarsa, Allah ona hem  dünyada hem de ahirette kolaylık ihsan eder. Kim bir müslümanın ayıbını örterse, Allah onun dünya ve ahiret ayıplarını örter. Kul, kardeşinin yardımında oldukça, Allah da onun yardımında olur." (Müslim)

Karşılıklı yardımlaşan fertlerden oluşan bir topluluk mutlu olmanın yolunu bulmuş ve kıskançlık, çekememezlik, güvensizlik, çekişip didişmek, birbirlerinin malına, makâmına göz dikmek, el koymak gibi kötü hasletlerin önünü kesmiş olur. Çünkü birbirini seven, yardımlaşan kişiler arasında İTİMAT husûle gelir. Toplumda itimat ortamının sağlanması birçok olumsuz hareketlerin bertaraf edilmesine, kâlbî ve zihnî bir huzurun vücud bulmasına, maddî ve manevî refahın gerçekleşmesine sebep olur. Çünkü birbirine itimat eden fertler daha sıhhatli güç birliği yapar. Maddî ve manevî imkânlarını birleştirerek güçlü oluşumlar meydana getirirler. Hâl-i hazırdaki toplumumuzun en büyük sıkıntılarından birisi ve belki de en önemlilerinden birisi, kişiler arasındaki itimadın selbolmasıdır. Babanın evlada, evladın babaya, kardeşin kardeşe, komşunun komşuya itimat etmediği bir ortamın tevlid edeceği sıkıntıları bir düşünün. Karz-ı hasen müessesesi tahrib olur. Emanet almak ve emanet vermek gibi tarihten ve inancımızdan gelen geleneklerimiz yok olur. Kişilerin süreklilik ve devamlılık isteyen çalışmalara karşı istek ve arzusu körelir ve insanlar birbirlerine şüpheyle bakar, şüphecilik ise köklü hizmetlere, gerektiğinde herşeyini ortaya koyarak yapılması gereken çalışmalara set çeker. Acabalar, tereddütler, sû-i zanlara dönüşerek toplumu için için kemirmeye ve filizlenen her güzel hizmeti ve belki de ümmetin kurtuluşuna vesile olacak çalışmaları, çatısını tamamlamadan yok eder.

Birbirine itimat etmeyen fertler aynı çatı altında toplansalar, aynı safta hizaya girseler de, kâlbleri mutmain olmadığı, kâlbleri dağınık olduğu ve birbirlerine karşı emin olmadıkları için hakikatte paramparçadırlar. Kâlblerde birlik sağlanmadığı müddetçe, bedenlerin bir arada durması hiçbir mânâ ifâde etmez. Fakat fertler arasında güçlü bir İTİMAT husule gelmişse, EMNİYET ortamı sağlanmış olur. Bir toplum ki herkes birbirinden emindir. Canından emin, malından emin, iffet ve namusundan emin, yöneticilerden emin, kolluk kuvvetlerinden emin, mahkemeden emin, eğitim ve öğretim müesseselerinden emin. Herşey hak ve hakkaniyet ölçüleri içerisindeki icra ediliyor, hiç kimse inancından dolayı ve inancının gereği olan şeyleri yapmaktan dolayı taciz edilmiyor, baskı ve zulme maruz kalmıyor. Artık böyle bir toplum fedâkârlıkta, hayırlı hizmetlerde, tüm güzelliklerde bir yarış halindedir.

Emir alan, emir verenden emindir. Emir veren, emir alandan emindir. İpe un serilmeyeceğinden, yanlış bir emir verilmeyeceğinden, haksız bir istekte bulunulmayacağından emin olan fertler arasında tam bir İTAAT olgusu yaşanmaya başlar. Kişiler yaratıcısına karşı itaatkâr olduğu gibi, emir sahiplerine itaati de bir vecibe ve bir kulluk vazifesi olarak bilir ve en üst seviyede gereğini yapmak azim ve gayreti gösterir. Nefisten ve benzeri şeylerden kaynaklanan yanlışlar, tembellikler de yine iç bir mekanizma ile, yani emr-i bi’l ma’ruf nehy-i ani’l münker yaparak giderilir, hatalar düzeltilir. Toplumda ölü hücre kalmaması için azamî derecede gayret edilir. Yapmış olduğumuz şu kısa izahlardan da anlaşılacağı üzere hüsn-ü zan deyip geçemeyiz. Hüsn-ü zan üzerine bina edilen çalışmalar, hizmetler ve toplumlar nasıl bir saadet ortamı meydana getiriyor, açık-seçik bir şekilde gözükmektedir. Bunun neticesinde şu ayet-i kerimenin tecellisi zuhûr edecek, kişiler heva-yı heveslerine göre değil, değişmeyen ilâhî esaslara göre hareket edecekler ve herşey yerli yerine oturmuş olacaktır.

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, -Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız -onu Allah'a ve Rasûlüne götürün (anlaşmazlığı Kur'an ve sünnetin esaslarına göre halledin). Bu hem hayırlı ve hem de netice bakımından daha iyidir." (Nisa /59)

Hz. Aişe radıyallahu anha'dan rivayetle, "Bir adam, Peygamber sallallahu aleyhi ve selleme gelerek şöyle dedi:

'Ey Allah'ın Rasûlü! Ben seni kendimden ve çocuğumdan daha çok seviyorum. Evde otururken seni hatırlıyorum, sabredemeyip gelip seni görüyorum. Sonra senin ölümünle benim ölümümü hatırlıyorum, ikimiz de cennete girdiğimiz halde, sen kaldırılıp peygamberlerin yanına gittiğin zaman ben yalnız ve sensiz cennette ne yaparım? Seni görememek âdetâ beni helâk eder.'

Allah Rasûlü ona cevap vermedi. Çok geçmeden :

‘Allah’a ve peygambere itaat edenler, işte onlar (ahirette) Peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlihlerden Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu kimselerle beraber olacaklardır. Ne güzel arkadaşlıktır bu.’ (Nisa /69) ayeti nazil oldu.”

Evet bu arkadaşlık ne güzel bir arkadaşlıktır. Hüsn-ü zandan filizlenip gönül bahçesinde açan muhabbet gülleri ne güzel güllerdir ve fertleri emniyet ortamına taşıyan itaatle zirveleşen huzur ve saadet toplumu ne güzel toplumdur. Hüsn-ü zan fert ve toplumları kademe kademe güzele, en güzele taşırken, sû-i zan da tam aksi istikamette yavaş yavaş kötülüklere, çirkinliklere, kargaşalara taşır. Bir kişi müslüman kardeşi için sû-i zan ederse bu ikisi arasında bir soğukluğa sebep olur, gönül kapıları birbirine kapanır.  Artık birbirini anlamazlar ve hatta her konuştukları söz ve her yaptıkları hareket birbirlerini rencide etmeye başlar, kendilerine göre çok değişik mânâlar çıkarır ve yorumlar yaparlar. Artık bu kişiler birbirini sevmek şöyle dursun işi nefrete kadar götürürler.

Yardımlaşma biter, itimat yok olur. Emniyet yerini emniyetsizliğe bırakır. İtaat bir hayâl olur. Serkeşlikler başlar, fertler iç âlemlerinde bir kargaşaya düçâr olurlar, sonra bu dışa vurur, topluma sirayet eder ve artık huzur serap olur. Toplum da bir bunalım ve kargaşa toplumu olup çıkar. Bu noktadan sonra hayırlı hizmetler, faydalı çalışmalar zorakî ve göstermelik yapılır ve bereket kalkar. Kişiler birbirlerinin kusurları ile meşgul olmaya, hatâ ve kusur araştırmaya en büyük hazine olan zamanı dedikodu, gıybet, lüzumsuz ve gereksiz çekişmelerle israf etmeye başlarlar. Bu hususta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şu mesajını dikkatle okuyup ibret almaya çalışalım.

Ebu Hureyre radıyallahu anh rivayet ediyor:

"Zandan uzak durun. Çünkü zan sözün en yalanıdır. Başkalarının gizli konuşmalarını yaymayın. Birbirinizin ayıplarını araştırmayın. Lüzûmsuz rekâbete girmeyin. Birbirlerinizi kıskanmayın. Birbirinize kin tutmayın. Birbirlerinize sırt çevirmeyin. Ey Allah'ın kulları, Allah'ın size emrettiği gibi kardeş olun. Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona ne zulmeder, ne de onu yüz üstü bırakır. Onu tahkir de etmez. -Göğsüne işaret ederek- (üç kere) şöyle dedi: Takvâ buradadır. Takvâ buradadır. Takvâ buradadır." (Buharî-Müslim)

Bütün mesele kâlbi muhafaza etmektir. Sû-i zandan, sû-i ahlâktan korumaktır. O zaman diğer âzâları kötülüklerden korumak kolaylaşır, çünkü kötülükler fiile dönüşmeden önce kâlbde, kötü düşünce ve kötü niyet olarak yer eder. Şayet kâlbde iyi düşünceler ve niyetler yerleşirse, âzâlardan kötü fillerin sadır olması mümkün değildir.

Hadis-i şerifte zikri geçen kötü huylar kardeşliği zedeler. Hüsn-ü zannı ve dolayısıyla topluma hayat veren değerleri, fertleri bir cemaat olarak pekiştiren güzellikleri tahrip eder. Muhabbet ve merhametten mahrum bir kâlb neye yarar. Birbirlerine karşı muavenet, itimat ve emniyet duygularını kaybetmiş, donuk, soğuk, et ve kemikten ibaret, yiyen, içen, ve şehevî arzularını tatminden öte bir değer tanımayan fertlerden meydana gelen bir toplum, bir sürüden ibaret değil de nedir? Haset ve kinle yoğrulmuş zihinler, haset ve kinle kararmış kâlbler, millet yararına sağlıklı bir düşünce ve sağlıklı bir fikir üretebilirler mi? Ne mümkün? Kâlbî hastalıklar tedavi edilmez de müzminleşirse o kâlbin sahibi tüm insanî değerleri kaybedebilir.

Zübeyr bin Avvam radıyallahu anhten rivayeten Rasûlullah sallallahu aleyhi ve  sellem şöyle buyurmaktadır:

"Size sizden önceki milletlerin hastalığı olan haset ve kin sirayet etmiş. Bunlar kazıyıcı (yok edici)dir. Ancak ben, saç kazımayı kastetmiyorum. Onlar din kazıyıcıdır. Canım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş sayılmazsınız. Birbirinizi sevmenizi sağlayacak bir şeyi size göstereyim mi? Aranızda selâmı yaygınlaştırın." (Tirmizî)

Müslümanlar olarak Allah Teâlâ hakkında hüsn-ü zanda bulunmamız imanımızın gereğidir. Allah Teâlâ: "Ben kulumun zannının yanındayım." (Buhari-Müslim) buyurmaktadır. Yani kul Allah Teâlâ’yı nasıl zannederse, Allah Teâlâ o kuluna zannettiği şekilde muamele eder. O bakımdan kul Allah'ın azabından, gadabından korkacak ve fakat O'nun günahları affedeceğine, mağfiret edeceğine, rahmetinin genişliğine inanarak, O’ndan af ve mağfiret dileyip, ümitvar olacaktır. İnsan hakkında sû-i zanda bulunmak masiyettir ve fakat AllahTeâlâ hakkında sû-i zanda bulunmak küfürdür.

 

 

 

 

TEFEKKÜR

 

 

Tefekkür, insan olmanın bir vecibesidir. Tefekkür, kâinatla kucaklaşıp zerrenin esrarında yoğunlaşarak yaratıcıya yol bulmaktır.

Tefekkür, Yaratıcı’nın yüce sıfatlarını ve o sıfatların tezâhürünü düşünerek hiçliğin, fâniliğin şuuruna ermektir.

Tefekkür, mârifetullah meş'alesini tutuşturan bir kibrit-i ahmer'dir.

Tefekkür, bütün makam ve mansıplardan geçerek kulluk safiyetine ermenin yoludur.

Kul, kendi yaratılışındaki mükemmelliğin, kainattaki insicamın farkına varmak durumundadır. Ancak o zaman yaratılış gâyesini anlayacak, o zaman insan-ı kâmil olmak yolunda, seyr ü sulûk edip seyr ilallah ile vasıl ilallah olacaktır. Bunun mukaddimesi TEFEKKÜR'dür. Onun için iyi bir tefekkür nâfile ibadetten daha üstündür. Onun için Allah Teâlâ ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem tefekkür etmemizi istemektedir. Ölümü ve ölüm ötesini tefekkür etmek kişinin birçok şehevanî, nefsanî, dünyevî lüzumsuz, zararlı istek ve arzulardan vazgeçmesini, fânîden yüz çevirip, bakiye yönelmesini, dolayısıyla hayırlı hizmetlere sa’y u gayret etmesini, erdemli bir insan olmak için çalışmasını sağlar.

Şu muazzam kâinatı tefekkür etmek Yüce Yaratıcının kudret ve azametinin sonsuzluğunu fark ettirir. Böylece kişi bu yüce kudret karşısında kendi konumunu, durumunu kavramış olur.

Abdullah ibni Ömer radıyallahu anhüma, Hz. Aişe radıyallahu anhadan şöyle rivayet eder:

 "Hz. Aişe'ye Rasûlullah'tan gördüğün şeylerin en acaibini bana haber ver dedim." Uzun bir müddet ağladı. Onun her işine taaccüb edilirdi. Bir gece bana geldi, yatağıma girdi. Hatta vücudunu vücuduma değdirdi. Sonra da buyurdu ki:

'Ya Aişe! Bu gece Rabb’ıma ibadet etmek için bana izin verir misin?' Ben de: 'Ya Rasûlallah ben senin yakınlığını severim. Muradını da severim, izin veriyorum' dedim.

Kalktı odadaki su kırbasından abdest aldı. Çok su kullanmadı. Sonra namaza durdu. Kur'an okudu ve ağlıyordu. Sonra iki elini kaldırdı (dua etti) yine ağlıyordu. Hatta göz yaşlarının yeri ıslattığını gördüm. Daha sonra Bilâl geldi. Rasûlullah’a namaz vaktinin geldiğini haber verdi. Baktı ki Rasûlullah ağlıyor.

"Ya Rasûlallah Allah Teâlâ senin geçmiş ve gelecek günahlarını mağfiret etmiş olduğu halde ağlıyor musun?" dedi.

Rasûlullah:

"Ya Bilal şükreden bir kul olmayayım mı?" buyurdu.

Sonra da,

"Nasıl ağlamayayım, Allah Teâlâ bu gece "Göklerin ve yerin yaratılışında gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde akl-ı selim sahipleri için gerçekten ibretler vardır." (Al-i İmran 190) ayetini indirdi" dedi ve "Yazıklar olsun bu ayeti okuyup da tefekkür etmeyene" buyurdu.

Göklerin, yerin, gece ve gündüzün, hülâsa zerreden kürreye varlık âleminde ne varsa hepsinin yaratılışında birçok hikmetler vardır. Bu hikmetler ancak gerçek akıl sahipleri, hâlis, temiz akıl sahipleri tarafından anlaşılabilir, farkedilebilir.

"O akl-ı selim sahipleri ayakta dururken, otururken, yanları üzere yatarken,  Allah'ı zikrederler, göklerin ve yerin yaratılışını da tefekkür ederler. Ey Rabb’ımız! Bunu sen boşuna yaratmadın, Seni her türlü noksan sıfatlardan tenzih ederiz, bizi ateşin azabından koru(diye dua ederler.)" (Al-i İmran /191)

          Demek oluyor ki imandan sonra her zaman ve şartta namaz kılmak, Kur'an okumak, semâvât ve arzın yaratılışını tefekkür etmek suretiyle yaradana vasıl olmak için gayret etmek gerekiyor. Bunu da ancak selim akıl sahipleri başarabilirler. Diğer bir ifâde ile selim akıl, temiz akıl, halis akıl böyle hareket etmeyi gerektirir.

          Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

 "Tefekkür gibi (nâfile) bir ibadet yoktur." (Kurtubi) buyurmaktadır.

Diğer bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır:

"Bir kişi başını semaya kaldırır, yıldızlara ve semaya bakar ve 'şehadet ederim ki senin bir Rabb’ın ve yaratıcın vardır. Allah'ım beni mağfiret et' derse, Allah ona nazar eder ve günahlarını bağışlar." (Kurtubi)

Ümmü Derda'dan, Ebu'd  Derda radıyallahu anhın en çok ne işle meşgul olduğu soruldu:

"Onun en çok meşguliyeti tefekkür etmekti" dedi.

Hasan-ı Basri rahmetullahi aleyh de:

"Bir saat tefekkür etmek, bir gece boyu kıyam etmekten daha hayırlıdır" buyurdu.

Tefekkür, kişinin kendi nefsinde, Allah Teâlâ’nın sıfatlarında ve bütün mahlukat üzerinde olmalı ve yapılan her tefekkürle yeni bir hayatiyet kazanılmalıdır. Hasan-ı Basri: "Tefekkür mü'minin aynasıdır. Onunla hasenat ve seyyiatına nazar eder" demektedir.

          Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

 "Allah'ın mahlûkâtında tefekkür ediniz. Zatını tefekkür etmeyiniz. Çünkü buna dayanamazsınız. O’nun azamet ve zatının ne olduğunu anlayamazsınız"  (Kurtubi)

Müslüman kendi yaratılışındaki, varlık âlemindeki hikmetleri, Allah Teâlâ’nın sıfatlarındaki yücelikleri tefekkür ede ede vasıl ilallah olur. Bu tefekkürle insan varabileceği en son noktaya varır. Kişi Halik Teâlâ’ya iman ve mahluku üzerinde tefekkürle en sağlam bir hidayete nail olmuş olur. Birçok felsefeciler, aklı karışmış insanlar, şüpheler ve tenakuzlar içerisinde bocalayıp durmuşlardır. Çünkü onlar hep boş şeylerle, hiçbir zaman mümkün olmayan hayâllerle zamanlarını ifsat etmişler, nefis ve şeytanın türlü türlü iğvaatına kapılıp gitmişlerdir. Onun  için Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

"Şeytan sizden herhangi birinize gelir ve gökleri kim yarattı?" diye sorar.

O kişi 'ALLAH' der.

Sonra şeytan 'Allah'ı kim yarattı?' diye sorar.

Şeytan bunu sorduğu zaman o kimse: 'Ben Allah'a ve Rasûlüne iman ettim' desin, buyurarak ümmeti vesveselerden, şeytanî teşvişlerden korumakta ve uyarmaktadır.

 Bu ve benzeri zihin karıştırıcı, aklı ve kâlbi bulandırıcı sorular ve durumlar bir tefekkür değil bilakis şüphe ve hayâl vadilerinde yok olmadır.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin gözleri uyurken kâlbi hep uyanık kalmıştı. Kainata her gün, her saat yeni bir nazarla bakardı. Onların hergün yeni bir yaratılışta olduğunu görerek tefekkür eder ve her tefekküründe tefekkür ettiği şeyi sanki ilk defa görüyormuş gibi bakar ve hayretle yüce yaradana yönelir ve imanını tazelerdi. O her tefekkürle yeni hayretlere düşer ve her hayretin sonunda Allah Teâlâ’nın şiddet-i zuhûruna gark olurdu.

Hz. Ali kerremallahu vechehuya:

 "Madem Allah var da niçin görünmüyor?" demişler,

O da: "Zuhûrunun şiddetindendir" demiş. 

İşte tefekkürün insanı ulaştırdığı  fenâfillah mertebesi. Allah'ın sıfatları ve onun yarattıkları hakkında yapılan böylesi bir tefekkür, kişinin his, fikir ve gönlünde her an yeni ufuklar açıyor, kişiye bitmeyen bir aksiyon sürekli bir uyanıklık kazandırıyor. Artık o alışkanlıkların ötesinde, hergün gözlediği kainatta sürekli bir yenileşmenin, değişmenin, değişmez gibi görünen dış çehrenin ne müthiş inkılaplar geçirdiğinin dehşetiyle sarsılıp hayretten hayrete düşerek  Yüce Yaratıcı’nın sürekli yaratma halinde olduğunu görüyor ve bu görüşle kendisi de sürekli yenilenerek Rabb’a yükseliyor.

Müslümanın konuşması zikir, yani hep Allah Teâlâ’yı hatırlatan hikmetli kelam, sükutu tefekkür ve bakışı ibret olmalıdır. Bakışlarımızı kendi derûnumuza çevirip, gökyüzüne bakalım, yeryüzünde dolaştıralım. Güneş, ay ve yıldızlar, ırmaklar, denizler, dağlar, ovalar, çiçekler, ağaçlar, birbirine hiç benzemeyen kuşlar, hayvanlar, böcekler, bunca çeşitlilik ve farklılık içindeki o müthiş insicam, zıtların oluşturduğu âhenk. Küçücük bir serçenin, küçücük kâlbine anne şefkatini kim koydu. Yavrusunu büyütmek için yeryüzünü dolaşıp ona yiyecek tedarik eder, onu korumak için canını tehlikelere atar. Şu çiçeğe bak baharla nasıl kırları beziyor, önce toprağı yarıp başını kaldırıyor ve ilk zikri ‘lâ ilahe illallah’ oluyor. Şu ağaca bakın nasıl yapraklanıyor, çiçek açıp sonra meyveye duruyor, insanlara kendini arzediyor. Şu ata bak ayağını kaldırıp yavrusunun rahatça süt emmesi için ona ne büyük bir merhametle yardımcı oluyor. Güneşin doğuşunu ve batışını seyret. Doğuşundaki sürûr ile, batışındaki hüznün ahengini yakalamaya çalış ve kendine dön. İşte senin hayatın da bu batış ve doğuş arasındaki zaman gibidir. O zamandan ne kadar faydalanırsan hayatını o nisbette değerlendirmiş olursun. Kâlbine bak onu çalıştıran, hayatın merkezi yapan kim? Beynine bak, yüzde onunu çalıştırabildiğin halde, ondan zuhûr eden harikaları sunan kim? Gözlerine bak kâinatı bütün ihtişamıyla seyrettiren kim? Velhasıl bütün âzâlarındaki âhenk, insicam ve mükemmelliyeti yaratan kim? Kim tüm varlık âlemini sana musahhar kılan? Kim sana senden daha yakın olan? Sana şah damarından yakın olan? Dirilten, öldüren kim? İman edene de, inkâr edene de rızık veren kim? Ağaçları rüzgârlarla tohumlaştıran kim? Kim bulutları rüzgârların önüne katıp istediği yere istediği kadar yağmur yağdıran? Ölümden sonraki hayatı, ebedî yurdu var eden, sıratı, cennet ve cehennemi yaratan kim?

Karanlık bir çukur olan mezarı, mahşeri, hesabı, sıratı, cennet ve cehennemi düşün. Cehennemin alevli ateşini, cennetin sonsuz nimetlerini, oradan Allah Teâlâ’nın cemâlinin müşahede edileceğini tefekkür et. Ey nefis fâniye aldanma, dünyaya dalma, ölümü ve ölüm ötesini unutma. Rabb’ından gafil olma.

 

 

 

HAYRA ANAHTAR OLMAK

 

 

Müslüman, çalışan ve çalışkan insandır. Tembellik onun lügatında yoktur. Her sahada en faideli ve en verimli çalışmayı o yapmalıdır. Yapmalıdır ki zillete düçar olmasın. İslâm'ın izzet ve şerefini kaybetmesin.

Hz. Ali kerremallahu vechehu şöyle der:

"Çalışan insanlar, kötülük düşünmeye vakit bulamazlar. Çalışmayanlar ise kendilerini kötülükten kurtaramazlar."

Müslümanlar olarak düşüncede, sözde ve işte sürekli hareketlilik, canlılık ve atılım içinde olmalıyız. Zihin ve düşünce sahasındaki tembellik, söz, iş ve hareket tembelliğini beraberinde getirir. Kötü şeyleri düşünmek, zihnî ve kâlbî kötü düşüncelerle meşgul etmek kişiyi ruhî bunalımlara ve streslere sürükler. İyiyi, güzeli, doğruyu ve hak olanı düşünmek, tefekkür etmek ise insanı aklî, kâlbî ve ruhî sağlık ve berraklığa kavuşturur.

İyilerin  tembelliği, kötülerin faaliyetidir. Müslümanlar çalışmaz, müslümanlığın gereği olan faaliyetleri yapmaz, kötülüklerin yayılmasını engelleyip, iyiliklerin şuyû’ bulması için gayret sarfetmez ise, kötüler çalışmasa, herhangi bir faaliyet göstermese de, tabiatında olan yayılmacılıktan dolayı kötülük ve kötüler cemiyete hâkim olur.

Netice olarak büyük gayret ve çabalarla uzun yıllar boyunca meydana getirilen medeniyetler, müesseseler ve hizmetler heba olup gidebilir. En yakın örnek Osmanlı devletidir. Altı yüz küsur yıl boyunca oluşan o muazzam medeniyet üç-beş Balkan serserisinin elinde yok olup gitti. Müslümanların nemelâzımcılığı, bir kısmının siyasî firasetten mahrum oluşu, Abdülhamid gibi dâhi bir padişah ve halifenin takip ettiği İslâm siyasetinin idrak edilemeyişi, ümmetin parçalanıp dağılmasına sebep oldu.

Onun için müslümanlar çalışmaya mahkûmdur. Çalışmak, çalışmak, hep çalışmak... Nereden başlayıp, hangi güzergâh takip edilerek, nereye varılacağını bilerek çalışmak. Zaman, iş ve insan israfı yapılmadan, ehem-mühim sırasına dikkat ederek, plânlı ve programlı bir şekilde yalnız Allah rızası için çalışmak. Düşüncemizi, sözümüzü ve bütün yaşantımızı İslâmlaştırarak çalışmak. İslâm'ın ölçülerine uyarak, çalışmalarımızı İslâm'ın ekranında kontrol ederek çalışmak. Şahıslar adına, gruplar adına olmadan, nasları tevil etmeden, İslam'ın özünü zedelemeden, nefsimizi ön plâna çıkarmadan, ileriye dönük çıkar ve menfaat hesapları yapmadan çalışmak. Allah Teâlâ çalışmamızı emrettiği için çalışmak. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bütün hayatı boyunca çalıştığı için çalışmak. Ümmetin hayırlıları, sâlihleri çalıştığı için çalışmak. Kötülüklere engel olmak, hakkı hâkim kılmak için çalışmak. Nefsimizin serkeşliğini gemlemek, onu hakka tâbi kılmak için çalışmak. Küfür ve şirk ateşinde yanan milyonların kurtulması, imana kavuşması için çalışmak. Cehâletin koyu karanlığı içinde yolunu şaşıranların aydınlığa çıkması için çalışmak. Tüm İslâm beldelerinde  yetim kalmış yavruların, namusuna  tecavüz edilmiş kadınların, ak saçlı ninelerin, ak sakallı dedelerin, bütünüyle bir ümmetin acılarını, feryat ve figanlarını dindirmek için çalışmak. Şarktan garba, cenubdan şimâle, tüm İslâm beldelerinde, ezansız kalmış minarelerin, cemaatsiz kalmış câmilerin, talebesiz kalmış medreselerin, dervişsiz kalmış tekkelerin, hilâle hasret memleketlerin yeniden misyonuna kavuşması için çalışmak mecburiyetindeyiz.

Ahir zaman nebisi Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin:

"Günü gününe müsavi olan ziyandadır." buyruğu, müslüman kişinin hiçbir zaman aklından çıkarmayacağı, çalışmalarına, hizmetlerine hız vereceği, heyecan uyandıracağı bir rehber olmalıdır.

Hayatını ziyan etmek, gününü gününe müsavi yapmak istemeyen, zamanı değerlendirmelidir. İçinde bulunduğu zamanı değerlendiren aynı zamanda maziyi de, istikbali de değerlendirmiş olur. Çünkü içinde bulunduğumuz zaman, düne göre istikbal, yarına göre mazidir. Bir ırmağı ikinci kere seyretmek mümkün değildir. Çünkü her saniye ve dakikada ırmağın suyu değişmektedir. Her ne kadar ırmak aynı gibi görünüyorsa da... Hayat da böyledir. Zaman ırmağı akıp gitmekte ve hayatımızdan bir ânı bile geri çevirmek mümkün olmamaktadır. Öyleyse müslümanlar olarak içinde bulunduğumuz her günü son günümüz olarak kabul etmeli ve ona göre kulluk yapıp, ona göre çalışmalıyız. İlim yolunda çalışmak, elde edilen ilimle amel etmek ve öğrenip amel ettiklerimizi başkalarına öğretmek, tebliğ etmek, İslâm'ın hâkimiyeti için cihad etmek ise çalışmaların en hayırlısıdır.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir muallimdi. O,

          "Muhakkak ben muallim olarak gönderildim. Allah beni zorlaştırıcı ve şaşırtıcı değil, muallim ve kolaylaştırıcı olarak gönderdi." buyurarak, aslî vazifesinin insanlığa Kur'an hakikatlerini öğretmek olduğunu açıklıyordu.

Bir insan için, hakkı tebliğ etmek ve batıldan sakındırmak, hayra öncü, şerre mânî olmak ne büyük bir lütûf, ne büyük bir nimettir.

Bu hususta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

          "Şüphesiz bu hayır, hazineler dolusudur. O hazinelerin de bir takım anahtarları vardır. Ne mutlu o kula ki, Allah onu hayra anahtar, şerre kilit yapmıştır. Vay o kulun haline ki, Allah onu şerre anahtar, hayra kilit yapmıştır."

Evet, hayır hazinelerinin kapılarını açan bir anahtar, şer anbarlarının kapısını kilitleyen bir kilit olabilmek için, ilmî nâfi  elde etmek, ilmi ile âmil bir âlim olmak veya sâlih kişilerin, âlimlerin meclisine devam edip tefeyyüz etmek, yahut da bu kişilerin öncülüğünde maddî ve manevî imkanlarını Allah yolunda yalnız O'nun rızası için sarfetmek gerekir.

İmam Gazalî:

"Şayet (gerçek) ilim adamları olmasaydı, insanlar hayvanlar gibi olurlardı. Çünkü âlimler, ilim vâsıtasıyla insanları barbarlıktan çıkarıp insanlık seviyesine yükseltirler." demektedir.

Böylece müslümanlar sırat-ı müstakim üzerinde sabr u sebat göstererek, kendi öz nefisleri bile zarar görse her zaman her yerde hak olanı konuşur, zâlimlere, lafazan ve şaklaban müfterilere, İslâm karşıtı güçlere karşı kesin tavır alır, İslâm için uğraş verirken kınayanın kınamasından çekinmez, duraksamaz. Hayra destek, şerre köstek olmanın bir müslümanlık borcu olduğu idrakiyle, fâsık, fâcir, müfteri, İslâm'a düşman kişi ve toplumlardan uzak durur ve daima sâlih ve sadık kişilerin oluşturduğu ortam içinde yerini alır ve kendisine tevdi edilen vazifeleri büyük bir şevk ve aşkla yerine getirmeye çalışır.

Hakiki bir müslüman kendi nefsini asla ön plâna çıkarmaz. Şahsında var olan bazı kâbiliyetleri, yaptığı hizmetleri, elde ettiği başarıları asla kendi nefsinden bilmez. Bu kâbiliyet ve başarıların Allah'ın bir lütfu olduğu idrakindedir. Allah Teâlâ kendisini hayırlı hizmetlere vesile ve vâsıta kıldığı için O'na hamd ve şükür etmeyi bir vazife bilir. Şahsına karşı yapılan hata ve kusurları affeder. Fakat İslâm'a, İslâmî değerlere ve hizmetlere karşı yapılan ihanet ve saldırılar karşısında taviz vermez. Kesin tavırlıdır. Bu hususta müsamahakâr davranmak hakkına sahip olmadığının şuurundadır. Makam ve mevkii, mal ve mülkü onu kendini beğenmeye, kibirlenmeye sürüklemez. Makam ve mevkiinin hizmetkârı, para ve pulunun kölesi haline getirmez. Bilâkis makam ve mevkiini, mal ve mülkünü İslâm'a hizmetkâr kılar. Makamı yükseldikçe tevazuu artar. Malı çoğaldıkça cömertleşir. Malın kendisine bir emanet olarak verildiğini ve bu malda diğer müslümanların da hakkı olduğunu kavrayarak malî imkanlarını Allah yolunda, İslâm'ın hâkimiyeti için sarfeder. Ve bundan büyük bir haz duyar. O bilir ki, kendi nefsi için aşırı derecede israfa ve lükse dalan, fakat Allah yolunda cimrilik yapan bir kişide hayır yoktur.

Hakiki müslüman hergün,

          "Bugün  Allah için ne yapabilirim? Ne yapmalıyım?" diye düşünür. Her sabah ve her akşam İslâm için yapabildiklerini ve yapamadıklarını tefekkür eder, nefsini sîgâya çeker ve başıboş bırakılmadığını, abes olarak yaratılmadığını asla hatırından çıkarmaz. Bir gün yaptıklarından hesaba çekileceği şuuruyla nefsini hesaba çeker.

Sonra nefsine döner ve şöyle der:

"Ey  müslüman! Çevrene bir bak, etrafa kulak ver, kendine dön, iç âlemini seyret, kendini dinle. Bir sessiz çığlık işiteceksin. Kendi içinden ve çevrenden imdat isteyen bir feryat  duyacaksın... Nicelerinin imanı çalınmış, kimilerinin ahlâkı alınmış, bir kısmının ihlası tahrip olmuş, bir boş kovan haline gelmiş. İffetini yitirmiş milyonlar, izzetini arayan toplumlar feryad ve figanda... Bunca mesuliyet, bunca vazifene rağmen, hâlâ tembellik, halâ vurdumduymazlık, nemelâzımcılık ve gaflet niye?"

Müslümanlar olarak fıtratımızı muhafaza etmek durumundayız. Allah'a  kulluk yapmak için yaratıldığımızı asla ve asla unutmamalıyız. Gayr-i müslimleri taklid etmek gibi bir aşağılığa düşmemeliyiz. Allah Teâlâ’ya isyan ederek, dînî esasları kendi arzularına göre yorumlayıp, tahrip ederek kendilerine göre bir din anlayışı ortaya koyan toplumların kötü akibetinden ibretler almalıyız.

"Kibirlerinden dolayı kendilerine yasak edilen şeylerden vazgeçmeyince onlara adi maymunlar olun dedik." (A'raf/166) ayet–i kerimesi, din tahrif ve tahripçilerinin kötü akıbetini haber vermektedir.

Yâhudilerden bir taife Cumartesi’ne saygı göstermiyor, Tevrat’ın hükümlerini kendi nefsî arzularına göre tevil ve tahrif ediyor, bu kötü davranışlarını ısrarla sürdürüyorlardı. Bunun üzerine Allah Teâlâ: "Âdi maymunlar olun!"  buyurarak onları maymun sûretine dönüştürdü.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de:

"Kıyamete yakın zamanda (bazı günahkâr insanlarda) hayvan sûretine çevrilme, yere batma ve taşlanma (azabı) olur."  buyurmaktadır. (İbni Mace)

Ulemâdan bir kısmı, "Mesh" olayının, yani insan sûretinden hayvan sûretine dönüşün hakiki mânâda vâki olacağını söylerken, diğer bir kısmı da, insanların sûreten değil, ahlâken hayvanlaşacağı kanaatindedirler.

İnsanlarda olduğu gibi, hayvanlarda da kendilerine özel vasıflar vardır. Meselâ domuz yaratıklar içerisinde dişisini kıskanmayan tek hayvandır.   Maymun taklitçi ve karakteri bozuktur. Tilki kurnaz ve hilebazdır.

İnsan yaratılış gâyesinden uzaklaşır, nefis, şeytan ve dünyanın zebunu olur, kötü insanlarla düşer kalkarsa, ahlâken bozulur, iffetini kaybedebilir. Böylece sûreten insan, sîreten hayvan durumuna düşer. Hatta hayvandan da daha aşağı derecelere iner. İyiyi taklit edip tahkike ulaşmak insanı kemâlâtın doruğuna yükseltirken, kötüyü taklit etmek kişiyi aşağıların aşağısına düşürür. Asırlar önce başlayan yahudi ve hristiyan taklitçiliği bugün zirveye ulaşmıştır. Hayatımızın her safhasında kokuşmuş batının izlerini görmekteyiz. Kendi ruh dünyamızı, medeniyet ve kültürümüzü âdetâ yok farzedip batının sömürüye, çıkara, barbarlığa ve inançsızlığa istinat eden sözüm ona kültürlerinin istilasına uğradık.

Ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şu haberi zuhûr etmiş oldu:

          "Muhakkak sizler, sizden öncekilerin yollarına karış karış, arşın arşın tâbi olacaksınız. Hatta onlar bir keler deliğine girseler onlara tâbi olacaksınız.

Biz:

"Ya Rasûlullah (onlar) yahudi ve hıristiyanlar mı?" dedik.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

 "Başka kim olacak." buyurdu." (Buharî)

Yeniden aslımıza dönmek, kendi inanç dünyamızla, medeniyet ve kültürümüzle tanışmak, bünyemize sirayet eden ve bir güve gibi özümüzü yiyen kötülüklerden, manevî  hastalıklardan kurtulmak, hayat bulmak için bütün varlığımızla bir yeniden diriliş  seferberliği başlatmalıyız. Cehâletle, taklitle, inançsızlıkla, ahlâksızlıkla ve bütün kötülüklerle mücadele seferberliği...

Hayra anahtar olmak, hayırlı hizmetler yapmak, ancak iyi bir insan, iyi bir müslüman olmak; ahireti dünyaya tercih etmek, her işi yalnız Allah için, Allah rızası için yapmakla mümkündür.

 

 

 

 

DOĞRU SEÇİM YAPMAK

 

 

Hayatımız yaptığımız seçimlerle şekillenir. Günlük işlerimizden tutun da, yaşantımıza yön veren fikrî ve amelî tercihlerimize kadar bütün seçimlerimiz, karakterimizi yansıtır, toplum içindeki yerimizi belirler. Yanlış tercihler, kusurlu seçimler kişiyi çoğu zaman telâfisi çok zor sıkıntılara soktuğu gibi, bazı yanlış tercihler de sadece tercihi yapanı değil, bir toplumu, bir ülkeyi felâketlere sürükleyebilir.

Eş seçerken, iş seçerken, arkadaş seçerken, meslek seçerken, hülâsa bütün seçimlerinizde, inancınızın, ahlâkî telâkkilerinizin, bedii zevkinizin, estetik anlayışınızın, sosyal ve kültürel yapınızın etkileri olmuştur. Eş seçerken birçok özellikler ararsınız. Güzellik, zenginlik, soylu bir aileden olmak veya bunların hiçbiri değil de sadece ahlâklı ve dindar olmak.

Arkadaş tercihinizde sizin karakterinizi yansıtan bir seçimdir. Kişi uyuşabildiği, ülfet edebildiği, birçok benzer yönlerinin bulunduğu insanlarla samimi, külfetsiz ve hesapsız bir arkadaşlık yapabilir. Bu tercihlerinizdeki hata, zâhire aldanış, kişiyi tanıyamayış  hayatınızı zehir edebilir. Beklemediğiniz davranışlar, eşlerin karakter, ahlâk ve inanç farklılıkları, uyumsuzluk aile hayatını cehenneme çevirebilir.

Arkadaşınız tarafından ihanete mâruz kaldığınız, bir zaman sonra dost yüzlü bir düşman olduğunu farkettiğiniz zaman kuvvetli bir iradeye sahip değilseniz, bunalımlara düşebilirsiniz. İlgi duymadığınız, sevmediğiniz, iradeniz dışında, zorlanarak bir meslek seçerseniz, bir iş sahasına atılırsanız, bu meslek ve işinizi değiştirmek imkanına da sahip değilseniz, ömürboyu bir çileye mahkum olduğunuz gibi, diğer insanlara da zarar verirsiniz.

Atalarımız: "Ev alma komşu al." demişler. Bir mahalleye, bir beldeye yerleşirken, kötü ahlâklı, kötü yaşayışlı kişilerin oturduğu yerden ev alır, onlara komşu olursanız, eviniz saray olsa, köşk olsa neye yarar. Sarayda hapsedilmekle zindanda hapsedilmenin çok büyük farkı yok. Netice hürriyetten mahrum olmak olduktan sonra...

Hastalandınız, pratisyen bir doktora mı, yoksa mesleğinde ehil hazık bir mütehassıs doktora mı gidersiniz? Şayet bu hususta ehil olanı tercih etmezseniz hayatınızdan olabilirsiniz.

Molla Câmi Baharistan adlı kitabında şöyle anlatır:

"Bir hekimin kabristandan her geçişinde kaftanını başına çektiğini görürlerdi. Ona bu hareketinin sebebini sordular. Dedi ki:  'Kabristandaki ölülerden utanç duymaktayım. Hangi mezarın başından geçsem, benim darbemi yemiş, hangi tarafına baksam benim ilacımdan ölmüştür. Sonra şu kıt'ayı okudu: 'Ey hastanın tedavisinde tedbiri hasta olan hekim! Senin gelmekliğin, ölümün gelmesine delildir. Bizim ülkemizde can almak zahmetini Azrail'in boynundan kaldırmışsın."

Ehliyetsiz bir doktorun, bir idarecinin, herhangi bir meslek erbabının hata ve kusuru yanında, ehliyetsiz ve liyâkatsizleri seçenlerin de vebali büyüktür.

Şeyh Sadi Şirazi Gülistan adlı kitabında şöyle bir hikaye anlatır:

"Bir adamın gözü ağrıdı. Baytara gitti. Gözüme ilaç yap dedi. Baytar hayvanların gözüne ne ilaç yapıyorsa, onun gözüne de onu yaptı. Adamın gözü kör oldu. Adamcağız kadıya gidip, şikayet etti. Kadı: Gözün diyeti lâzım gelmez. Eğer bu adam hayvan olmasaydı, baytara gitmezdi." dedi.

İnsanoğluna iman ve küfür yolu gösterilmiş, hak ve batılı tefrik edecek akıl ve irade verilmiştir. Küfrü ve batılı seçenler, bu azim yanlışı irtikab edenler, hem dünyalarını, hem ahiretlerini ziyan etmişlerdir. İmanı ve hakkı seçenler ise ebediyyen kurtulmuşlardır. Görülüyor ki insan hayatı seçimlerle, tercihlerle şekilleniyor. Ya huzur ve saadeti, ebedî hayatı kazanıyor, cennetin sonsuz nimetlerine gark oluyor, ya da ebediyyen hüsrana uğruyor, cehennemin alevli ve kızgın ateşinde azaba mahkum oluyor. Ferdî, ailevî, ticarî, sosyal ve siyasî hayatımızda da seçimler çok mühimdir. Seçtiklerimiz bizim dışa vuran görüntümüzdür. "Nasılsanız öyle idare olunursunuz." hadis-i şerifinin tecellisidir. Çünkü bu seçim bütün milletin hayatını etkileyen bir seçimdir. Namusunuzu ırz düşmanına, malınızı hırsıza, çoluk çocuğunuzu can düşmanınıza teslim edebilir misiniz? Elbette yüzlerce defa hayır..

Öyleyse sizi idare edecekleri imanlı, dürüst, ahlâklı, ehil, iffet ve namus sahibi, âdil kişilerden seçmek mecburiyetindesiniz. İyi bir idareci milletinin inancının gereğini yaşamasına yardımcı olan, o ortamı hazırlayan, kötülüklere köstek, iyiliklere destek olan ve etrafına ahlâklı, faziletli, dürüst, ehil şûra heyeti seçen kişidir.

 Molla Câmi Baharistan'ında şöyle der:

"Hükümdarın yakın dostları iyi düşünmeli. Ağır başlı olmalıdır. Şaklaban nedimlerden bir hayır gelmez. Çünkü iyi düşünen, ciddi dostlar hükümdarı kemâl derecesine yükseltirler. Soytarı meşrepler ise onun değerini alçaltırlar."

"Âlimlerin dudaklarından dökülen her nükte bir mücevherdir. Göğsünü bu mücevher hazineleri ile süslemek ne hoştur. Engin gönüllü kimse hikmet cevherleri ile dolu bir hazinedir. O hazineyi kendinden uzaklaştırma."

Hz. Ali kerremallahu vechehunun Mısır valisi Malik bin Haris el-Eşter’e gönderdiği emirnâmede yer alan şu nasihatler, tüm idarecilerin dikkatle okuması ve uygulaması gereken öğütlerdir:

          "Memleketin yararına olan tedbirleri tesbit etmek ve senden evvel, insanlara huzur, güven, doğruluk ve iyilik sağlayabilmiş şeyleri devam ettirmek hususunda, âlimler ve ârifler ile sürekli olarak görüş ve danış. Bu ümmetin ileri gelenleri tarafından işlenerek herkesin benimsediği ve halkın iyi bir şekilde tatbik ettiği güzel bir âdeti sakın kaldırayım deme. Bu güzel âdetlerin faydasını giderecek yeni bir şey oluşturmaya da asla tevessül etme... Tayin edeceğin memurlar konusunda dikkatli ol. Çünkü en çok menfaat düşkünü kişiler, şahsî çıkarları için bu göreve haristirler. Sakın, şahsî yakınlık veya tesir altında kalarak hiçbir kimseye vazife tevdii etme. Çünkü bencillik ve tarafgirlik, zulüm ve hıyanete götüren iki sebeptir. Bu işler için iyi halleri ile bilinen ailelerden gelen, iyi yetişmiş, tecrübeli, hayâ sahibi, İslâm'a hizmeti geçmiş kimseleri araştır. Zira ahlâkı en dürüst, namus ve şerefi  en sağlam olanlar tama’ın cazibesine en az kapılır ve işlerin varacağı neticeleri en isabetli şekilde görürler."

Görülüyor ki en mühim mesele, insan meselesidir. İyi insan, yetişmiş insan, öncü insan olmadan hayırlı işler yapmak, iyi bir yönetici olmak mümkün gözükmüyor. Gerek İslâm âleminde ve gerekse diğer ülkelerde devlet idaresini elinde bulunduran kişilerin ehliyetsiz, liyakatsiz ve milletinin değerlerinden kopuk oluşu, insanlık semâsını karartmakta, baskı, dayatma ve zulümlerle dünyamızı yaşanmaz hale getirmektedir.

Biz müslümanlar, milletleri kabilecilik, ırkçılık, bölgecilik gibi ilkel düşünce ve uygulamalardan ümmet şuuruna kavuşturan bir inancın mensubuyuz. Bu inançla aşiretten devlete yükseldik ve devletimizi hilafetle taçlandırarak büyük bir medeniyet kurduk. Bu medeniyetin tesisinde dinamiğimiz İslâm'ın yüce prensipleri oldu. Biz ülkeleri fethederken dünyaya talip olmadık. Kuru bir cihangirlik davasına kapılmadık. Hep ilâ-yı kelimetullah için cihad ettik. Onun için candan ve yârden vazgeçtik. Onun için şehadet bize bir sevdâ oldu. Ölümle ölümsüzlüğe kavuşmak için, cepheden cepheye koştuk. Bir ölüyor, binlerce diriliyorduk. Fethettiğimiz her ülkede zulüm sona eriyor, mahzun gönüller sürurla doluyor; herkes malından, canından ve namusundan emin oluyor, inancının gereğini yaşıyordu. Karanlık güçlerin tüm çaba, karşı koyma, iftira ve karalamalarına rağmen, İslâm güneşi insanlık semasını aydınlatıyor ve beşeriyyet bu aydınlık ufuklarda kendini tanıyor, gerçekleri görüyordu. Zamanla ümmet, kötü idareciler, emr-i bi’l ma’ruf nehy-i ani’l münker vazifesini yerine getirmeyen ilim adamları sebebiyle cihad aşkını, şehadet sevdasını, hizmet heyecanını kaybetti, durgunlaştı, pasifleşti. Madde, makam ve çıkar önplana çıkmaya başladı. Gâyesi Allah rızası olan ve İslâm'ın hâkimiyeti için uğraş veren öncü insanlar azaldıkça azaldı. Nefsimize, kötülüklere ve kötülere yenik düştük. Bu bozulma, dağılma ve yenik düşme savaş meydanlarındaki yenilgiyi; iç âlemimizdeki küçülme de hâkimiyet kurduğumuz topraklardaki küçülmeyi beraberinde getirdi. Her çekildiğimiz toprak parçası mazlumların kanıyla sulandı. Bu yenilgilerle kaybeden sadece İslâm ümmeti olmadı. Bütün insanlık kaybetti. Sonu gelmez zulümler, vahşetler milletlere görülmemiş acılar çektirdi. Medeniyet, teknik ilerlemeler ve refah asırlarca inkıtaya uğradı.

Bu acı gerçeği bir hıristiyan, Fransa'da yayınlanan bir dergide şöyle dile getiriyor:

"Barbar Şarl Martel'in ordusu Fransa'da müslümanlara galip gelmeseydi, ülkemiz ortaçağın karanlıklarına ve bataklıklarına düşmezdi. Din ve mezhep taassubunun dahili boğazlaşmalarıyla karşılaşmazdı. Evet, POİTİERS'de müslümanlara karşı bu vahşî galibiyet olmasaydı, İspanya İslâm'ın yüceliğinden istifâde etmeye devam eder, Engizisyon Mahkemeleri denen günahtan kurtulur ve sekiz asır medeniyetin seyri gecikmezdi.  Bizim bu galibiyet hakkındaki duygu ve düşüncelerimiz ne olursa olsun, ilim, fen ve teknikte övünülecek bütün ilerlemelerimizi müslümanlara borçluyuz. Biz barbarlığın örnekleri olduğumuz sıralarda, müslümanların beşerî kemâlâtın örnekleri olduğunu itirafa mecburuz."

Evet İslâm'ın dışında bir hakikat yoktur. Onun dışındaki tüm sistemler zulümdür, baskı rejimleridir. Zâlimlere ve zulüm sistemlerine değil yardımcı olmak, gönülden meyletmek bile zulümdür.

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Zâlimlere meyletmeyin. Aksi halde size ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka dostlarınız yoktur. (Zâlimlere meyledersiniz) size yardım edilmez." (Hud/113)

İslâm dininde zulmün her çeşidi yasaklandığı gibi, zâlime yardımcı olmak, zâlime kâlben meyletmek, zulme ve zâlime tavır almamak da yasaklanmıştır.

Süfyan-ı Sevrî’ye ölmek üzere olan bir zâlime su verilip verilmeyeceği hususunda sordular. O büyük imam:

"Su verilmez." diye cevap verdi.

"Ama ölmek üzeredir." dediler.

Süfyanı Sevrî:

"Bırak onu, su vermek de ona yardım hususuna girer." dedi.

En büyük zulüm küfürdür. Küfürle, inkârla kâlbini karartan öncelikle kendi nefsine zulmetmiş olur. İşi ehline vermemek de bir zulümdür. Burada iki çeşit zulüm vardır. Ehil olmayana, ehliyeti olmayana bir iş vermekle o kişiye zulmedilmiş olur. Ehil olmayan kişiye verilen iş, zayî olacağından lâyıkı vechile yapılamayacağından o iş ile ilgili diğer kişilere de zulmedilmiş olur.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

"İş, nâ ehline verildiği zaman kıyameti bekle." buyurmaktadır. Bir milleti idare edenler, ehliyetsiz, liyâkâtsiz ve zâlim iseler, o milletin kıyameti kopmuş demektir.

Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

"(Rasûlüm) alabildiğine yemin eden, aşağılık, daima kusur arayıp kınayan, durmadan laf getirip götüren, iyiliği hep engelleyen, mütecaviz, günaha dadanmış, kaba ve haşin bütün bunlardan sonra bir de soysuzlukla damgalanmış kimselerden hiçbirine mal ve oğulları vardır diye sakın ilgi duyma." (Kalem/10-14)

Ayet-i kerimelerde özellikleri bildirilen kişi, İslâm'ın azılı düşmanlarından Velid bin Muğire'dir.  Yukarıdaki ayetler onun hakkında nâzil olmuştur. Ancak bu vasıfları taşıyan kişiler her devirde varolmuş ve İslâm güneşini söndürmek için akılsızca mücadele etmişlerdir. Bir millet için de, bu vasıflarla muttasıf kişileri iş başına getirmek bir zulümdür. Çünkü bu gibi kişiler ellerine imkan ve fırsat geçer geçmez hemen o kötü huylarını ve soysuzluklarını izhâr ederler.

Molla Câmi Baharistan'ında şöyle bir hikaye anlatır:

 "İğnesinde mazarrat ağusu, okluğunda alçaklık oku gizlenmiş bir akrep yola çıkmıştı. Geniş bir suyun kıyısına geldi. Su kaplumbağalarından biri akrebin bu halini görerek ona acıdı. Sırtına bindirerek suya atıldı. Karşı kıyıya doğru yüzmeye başladı. O sırada kulağına bir ses geldi. Akrep, kaplumbağanın sırtına birşeyler vuruyordu. Kamlumbağa bu ses nedir? diye sordu. Akrep, bu ses  benim iğnemin sesidir. Sırtına vuruyorum. Her ne kadar sana bir tesiri olmayacağını biliyorsam da, huyumun icabını yerine getiriyorum, dedi. Kaplumbağa kendi kendine, bu tıynetsiz hayvanı kötü huyundan ve iyi huylu kimseleri de onun şerrinden kurtarmaktan daha büyük bir iyilik olamaz, diyerek suyun içine daldı. Akrebi dalgalara ısmarladı. Öyle bir yere gönderdi ki bir daha dönmesin." Yıllardır milletin sırtında, millete rağmen, akrep misali icraat yapanlar, İslâmî değerlerin yükseldiği, nesillerin büyük bir coşku ve şevkle yeniden İslâm'la barışıp,  yeni bir dirilişle ayağa kalktığı şu günlerde -inşaallah- İslâm'a teslim olup kurtulacaklardır.

"Kim Allah'a yalan sözlerle iftira edenden veya onun ayetlerini yalanlayandan daha zâlimdir? Şurası iyi bilinsin ki, zâlimler kurtuluşa ermezler." (En'am/21)

"Cennet ehli, cehennem ehline: ‘Biz Rabb’imizin bize vaadettiğini gerçek bulduk. Siz de Rabb’inizin size va'd ettiğini gerçek buldunuz mu?’ diye seslenir. Onlar da: Evet, derler ve aralarından bir münâdi: Allah'ın lâneti zâlimlerin üzerine olsun, diye bağırır. Onlar, halkı Allah yolundan meneden ve onu eğriltmek isteyen zâlimlerdir. Onlar ahireti de inkâr edenlerdir." (A'raf/44-45)

Doğru seçim yapmak, iman edip, teslim olup kurtulmak akl-ı selim sahibi kişilerin işidir. Yanlış seçim yapan küfre ve inkara sapan kişilerden daha ahmak ve daha zâlim kim olabilir?

"Allahım! Senden başka hiçbir şeyi olmayan ben, Senden başka herşeyi olanlara acırım." (Konfiçyus)

Allah Teâlâ ile barışık olmayan, ondan müstağni olduğunu zanneden elinde bulunanlara aldanan kişi gerçekten acınacak kişidir.

"De ki: Herkes beklemektedir. Öyle ise siz de bekleyin. Yakında anlayacaksınız. Doğru düzgün yolun yolcuları kimmiş ve hidayette olan kimmiş." (Taha/135)

 

 

 

İYİ KÖTÜ KAVRAMI

 

 

Allahu Teâlâ Âdem aleyhisselamı yarattı. Meleklere ve iblise O'na secde etmelerini emretti. Bütün melekler emre uyup secde ettiler. İblis ise kibirlendi de secde etmedi. Böylece insanlık tarihi ile beraber iyi kötü ayırımı da başlamış oldu ve insanlık serüveninde var olmaya devam etti. Melekler itaat ederek iyi bir iş yaptılar ve iyilerden oldular. İblis ise kötü bir iş yaptı da kötülerden oldu. Demek oluyor ki iyilik meleklerin amelidir ve iyiler meleklerle beraber Allah Teâlâ tarafındadırlar. Kötülük ise şeytanın amelidir ve kötüler şeytanın tarafındadırlar. İyiliğin zirvesi İMAN edip İHSAN derecesine yükselmektir. Kötülüğün en aşağısı ise inkâr edip küfür ve şirkin karanlığına gömülmektir.

"Allah inananların dostudur. Zira onları karanlıklardan kurtarıp aydınlığa çıkarır. İnkâr edip kâfir olanların dostları ise tâğuttur. Çünkü onları aydınlıktan alıp karanlığa götürür. Onlar ateş ehlidirler. Orada devamlı kalırlar." (Bakara /257)

Asıl olan iyiliktir. Kötülük ise ârızîdir. Mesele arîzi olanı devamlı hale getirmemek ve asıl olanı köreltip etkisiz duruma düşürmemektir. İyi ve kötünün ne olduğunu en iyi bilen Allah Teâlâ'dır. Öyleyse iyi ve kötünün en doğru tanımı da ilâhi kaynaklardan öğrenilebilir. Kişilerin Kur'an ve sünneti gözardı ederek kendi anlayışlarına göre yaptıkları tanımlar hiçbir zaman sağlıklı olmadığı gibi geniş halk toplulukları tarafından da kabule şâyan bulunmazlar. Çünkü kişilerin inançları, fikirleri, bilgi ve görenekleri, örf ve âdetleri bu tanımlar üzerinde mutlaka etkili olacak, böylece iyi kötü kavramları kişilere göre çok değişik boyutlar kazanacak ve bir kargaşa yaşanacaktır. Aslında bu, her sahada böyledir ve bugün yaşanılan kargaşalar buradan kaynaklanmaktadır. Halbuki yoktan var eden, herşeyi bilen ve herşeyden haberdar olan Allah Teâlâ'nın vaz’ettiği ilâhî esaslara müracaat edilip ona uyulsa her şey suhûletle, hiçbir çekişmeye, hiçbir didişmeye mahal kalmadan halledilmiş olacak ve insanlık huzura kavuşacaktır. Çünkü kötüler kötülük yapmaya fırsat ve zemin bulamayacaklardır.

"Kim iyi bir iş yaparsa bu kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa aleyhinedir. Rabb’ın kullarına zulmedici değildir." (Fussilet /46)

"Yoksa kötülükleri yapanlar bizden kaçabileceklerini mi sandılar? Ne kadar kötü (ve yanlış) hüküm veriyorlar." (Ankebut /4)

Allah Teâlâ bu ayet-i kerimelerde insanların yaptıkları iyilik ve kötülüğün kendi leh ve aleyhlerinde olacağını, kötülük yapanların Allah Teâlâ'dan asla kaçamayacağını, dolayısıyla gizli-açık hiçbir kötülüğe tevessül etmemeleri gerektiğini ikâz ediyor. İyilik yapmak ve iyilerden olmak Allah Teâlâ'nın inayetiyle olacağından bu hususta da ona tazarrûda bulunması şöyle tâlim ediliyor:

"Onlardan bir kısmı da, ey Rabb’ımız! Bize dünyada iyilik ver. Ahirette de iyilik ver. Bizi ateş azabından koru derler." (Bakara /201)

Allah Teâlâ Kur'an-ı mübinde muhtelif ayetlerde iyilik ve kötülüğü, iyi ve kötü amelleri açıklamış, iyiliği emredip kötülüğü yasaklamıştır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de bütün iyilikleri hayatına yansıtarak, tüm kötülüklerden ictinab ederek bu hususta ümmete çok canlı ve en güzel bir örnek sergilemiştir. İslâm'ın emir ve yasaklarına bakıldığı zaman çok açık bir şekilde görünen şudur: İnsan fıtratına uygun ve lehine olan şeyler emredilmiş, insan fıtratına aykırı ve aleyhinde olan şeyler de yasaklanmıştır. İman, sâlih amel, güzel ahlâk emredilmiştir. Çünkü bunlar hem insan fıtratına uygun hem de onun lehinedir. Küfür, şirk, içki, zina, kumar, faiz, yalan, hırsızlık her türlü ahlâksızlık v.b. yasaklanmıştır. Çünkü bu çirkinlikler insan fıtratına aykırı olduğu gibi hem dünyada, hem ahirette aleyhine olan şeylerdir. Buradan hareket ederek, iyi-kötü tanımını şöylece yapabiliriz.

İYİ: İnsan fıtratına uygun düşen ve lehine olan şeylerdir.

KÖTÜ: İnsan fıtratına uymayan ve aleyhine olan şeylerdir. Bir şeyin insan fıtratına uygunluk ve aykırılığını leh ve aleyhine olup olmadığını elbette en iyi bilen onu yaratan Hak Teâlâ'dır. İşte bu noktada inanan insan için problem yoktur ve o, İslâm'ın iyi dediğine iyi, kötü dediğine kötü der ve toplum bu şaşmaz ölçüler ışığında bütünleşerek kaos ve bunalımlardan, kavram kargaşalarından kurtulur, sıhhatli, sağlıklı, ölçülü, dengeli bir huzur toplumu, bir saadet toplumu olur. Gerçek medeniyetler de ancak ve ancak böyle toplumlarda vücut bulur.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin bu husustaki buyruklarının bir kısmını hep beraber görelim ve İslâm'ın nasıl bir hayat dini, huzur ve saadet kaynağı olduğunu bir daha müşahede edelim.

Huzeyfe radıyallahu anhten: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

 "Hiçbiriniz; 'Ben insanlarla beraberim. İnsanlar iyilik yaparsa ben de yaparım, kötü davranırsa ben de kötü davranırım' diyen şahsiyetsiz kimselerden olmasın. Aksine insanlar iyilik yaparsa iyilik yapmak, kötü davranırlarsa haksızlık etmemek için nefsinizi terbiye edin." (Tirmizi)

Ebu Hureyre radıyallahu anh, şöyle bir hadis rivayet etmektedir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

"Söyleyeceğim tavsiyeleri kim alıp onunla amel edecek veya amel edecek bir kimseye onları öğretecek" diye sordu.

Ben de: "Ben Ya Rasûlallah!" dedim.

Bunun üzerine elimden tuttu ve şu beş tavsiyeyi sıraladı:

          "Haramlardan kaç ki, insanların en çok ibadet edeni olasın. Allah'ın sana yaptığı taksimata razı ol ki, insanların en kanaatkârı olasın. Komşuna iyilik et ki, gerçek mü'min olasın. Kendin için sevdiğini insanlar için sev ki, gerçek müslüman olasın. Çok gülme, zira çok gülmek kâlbi öldürür." (Tirmizi)

Yine Ebu Hureyre radıyallahu anhten diğer bir rivayet: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Rabbım bana şu dokuz şeyi emretti: Gizli ve açıkta Allah'tan korkmak, hoşnutlukta da, gadab halinde de doğruyu söylemek. Fakirlikte de zenginlikte de, itidalli davranmak. Benden ilgisini keseni ziyaret etmem, bana vermeyene vermem, bana haksızlık edeni bağışlamam, suskunluğumun düşünce, konuşmamın zikir, bakışımın ibret olması ve iyiliği emretmek." (Rezin)

 Ebu Hureyre radıyallahu anhten başka bir rivayet de şöyledir:

 "İnsanlarda bulunan huyların en kötüsü, hırslı bir cimrilik ve şiddetli bir korkudur." (Ebu Davud)

İyad bin Himar radıyallahu anhten rivayeten Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

          "Allah bana: Mütevâzı olmanızı böylece kimsenin kimseye tecavüz etmemesini, kimseye karşı kibirlenip böbürlenmemenizi vahyetti." (Ebu Davut)

Esma binti Humeys radıyallahu anhadan rivayeten Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

          "Boş hayâllere kapılıp da böbürlenen ve kebir-i müteâl olan Allah'ı unutan kul ne kötü bir kuldur. Zorba ve mütecaviz olup da Yüce  Cebbarı unutan kul ne kötü kuldur. Gaflete dalarak gülüp oynayan, kabirleri ve (yer altında) çürümeyi unutan kul ne kötü kuldur. Taşkınlık eden, kibirlenen, başlangıç ve sonu unutan kul ne kötü kuldur. Şehvetlerle dinini ihlâl eden kul ne kötü kuldur. Hırs ve tamaın sürüklediği kul ne kötü kuldur. Hevâ ve hevesin saptırdığı kul da ne kötü kuldur. Kendisini zillete sürükleyen bir arzuya kaptıran kul da ne kötü kuldur." (Tirmizi)

Ummandan katreler misâli sunduğumuz hadis meâllerinden de anlaşılacağı üzere, fıtrat dini olan İslâm, toplum vicdanını rahatlacak, ona cennetî bir hayat bahşedecek ölçüler, asırların yıpratamayacağı değerler, insan fıtratına ve onuruna yakışır üstün hakikatler, toplumsal barışı sağlayacak kuşatıcı ve kucaklayıcı esaslar içermekte ve iyi-kötü kavramı hakkında  her akl-ı selim sahibi kişiye çok net mesajlar vermektedir.

Görüldüğü gibi kötülükler Allah Teâlâ'yı unutmaktan vücut bulmakta ve toplumu bir kanser mikrobu gibi ihata  etmektedir. Nitekim Haşr sûresi 19. ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır:

"Allah'ı unutup da Allah'ın da kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir."

Nerede olursak olalım Allah Teâlâ bizimle beraberdir ve bize bizden, bize şah damarımızdan daha yakındır. Gizli açık her şeyimizi, hatta kâlbimizden geçirdiklerimizi bile bilmekte, yaptığımız her şeyden haberdar olmaktadır. Şayet kişi bunları unutursa her türlü kötülüğe, isyan ve tuğyana tevessül eder, zulüm ve istibdata meyleder, şeytanın adımları ardından gider. Netice itibariyle fâni, aciz ve muhtaç bir varlık olduğunu da unutarak aşağının aşağısı derekelere düşüp kaybedenlerden olur. Nitekim Allah'ı unutanlardan öyleleri vardır ki her türlü kötülüğü irtikab ederek helâl-haram hudutlarını çiğnemiş ve görülmemiş azgınlık ve taşkınlık yapmışlardır.

Bir kısmı inkâr ve küfür bataklığına düşmüş, Allah Teâlâ'nın varlık ve birliğini kabul etmemiş, nefis ve şeytanın oyuncağı olmuşlardır. Diğer bir kısmı ise daha ileriye giderek ilâhlık iddiasında bulunmuş ve helâk olmuşlardır. İnsan inanmak mecburiyetindedir. Fıtratında mevcut olan bu mecburiyeti yok farzedemez, görmemezlikten gelemez. Kişi Allah'ı unutursa ya nefsini, ya kendi eli ile yontup diktiği putları, ya da başka bir şeyi ilâh ediniyor. Hiçbir şeye inanmayan kişi de aslında kendi aklını ilâhlaştırıyor. İnanmıyorum derken bile kendi aklına, kendi nefsine güvenip inandığını ilan etmiş oluyor, kendini ilâh yerine koyuyor. Halbuki toplum düzeni için hak ve adaletin ikamesi kaçınılmaz bir zorunluluktur. Bunun için de ilk şart herşeyi yerli yerine koymak ve herşeyi yerli yerine koyarken de hudutları çok net olarak belirlemektir. Aksi takdirde kargaşadan kurtulunamaz. Kargaşanın olduğu yerde de toplum düzeninden bahsedilemez. Herşeyi yerli yerine koymak hak ve adaleti ikame edip kargaşayı önlemek için de tartışmasız mutlak bir otoritenin olması gerekir. İşte bu mutlak otorite ancak ve ancak Allah Teâlâ'dır. Onun mutlak otoritesi ve koyduğu değişmez esaslar ile İYİ-KÖTÜ kavramları netleşir, belirsizlikler ortadan kalkar ve böylece toplum düzeni sağlanmış olur.

İçkiyi, kumarı, zinâyı, faizi, insanlık onuruna yakışmayan tüm kötülükleri meşrû gören bir sistem düşününüz. Kötülüğün ve kötülerin teşvik gördüğü, iyilik ve iyilerin baskı altında olduğu, faziletlerin yasaklandığı bir beşerî rejim düşününüz. Böylesi bir anlayışla toplum düzeni sağlanabilir mi? Hak, adalet ikame edilebilir mi?

Görünen kötülüklerin bertaraf edilmesi için görünmeyen kötülüklerin yok edilmesi, görünen iyiliklerin devam edip yaygınlaşması için de görünmeyen iyiliklerin kuvvetlendirilmesi lâzımdır. Bunun merkezi de kâlbtir. Öyleyse kâlbi kötü düşünce, kötü niyet, kötü ahlak, küfür, şirk ve nifaktan arındırıp, hakiki imanla kuvvetlendirmek gerekir. Kâlbe sahip olan ve kâlb âleminde cereyan eden hadiselere muttali olan ise Hak Teâlâ’dır. Demek oluyor ki kâlbi kötülüklerden korumanın tek yolu, kâlbin sahibine teslim olmak. O'nun çizdiği İYİ-KÖTÜ, helâl-haram hududuna riayet etmektir. Yukarıda da ifâde ettiğimiz gibi aslolan iyiliktir. Çünkü insan fıtratı İslâm üzere yaratılmıştır, kötülük ise arızîdir. Aslolan Allah Teâlâ'nın peygamberler vâsıtası ile gönderdiği ilâhi nizam, İslâmî esaslardır. O'na uyan, yaratılışına uygun olanı tercih etmiş, iyinin, iyi olanın yanında yer almış olur. Beşerî sistemler ise arızî olandır. Hiçbir zaman insan fıtratına uymaz. İcraat ve yönetimini baskı, dayatmalar ve zulümle devam ettirebilir. Nefsin, çıkarın, behimî arzuların hâkim olduğu bir düzende iyiliğe fırsat verilmez. Fakat tüm kötülüklerin önü açılır. Ferdî kötülüklerin, toplumsal felâketlerin önüne geçebilmek, toplumu sarsan bu kötülüklere mânii olabilmek için, kötülüklerin kaynağı kurutulmalıdır. Ama nasıl? İyi örnekleri çoğaltmak, iyi insan yetiştirmek, bu kişileri toplumda yetki sahibi yapmak, iyinin hâkim olduğu fert ve toplumlarda  nasıl bir cennetî hayat yaşandığını bütün berraklığı ile sergilemek, kötünün, kötülüğün hâkim olduğu fert ve toplumlarda yaşanılan cehennemî hayatı gözler önüne sermek, yani çöplükle gülistanı, lağım kanalı ile arı duru su kaynağını topluma farkettirmekle. İşte o zaman toplumsal körlük giderilecek, toplumsal kötülüğün önüne set çekilecek, iyinin ve iyiliğin önündeki kalın perdeler kaldırılıp, baharın temiz havası teneffüs edilmiş olacaktır. Tek tek fertlerden sadır olan kötülüklerle mücadele etmekle beraber, toplumsal kötülükle mücadele edilip bu kötülük önlenmeden, ferdî kötülüklerin önünün alınamayacağı bilinmelidir. Mikrop üreten bataklık kurutulmadan, çevreyi istilâ eden mikrop taşıyıcılarla baş edilemez. O bataklık, toplumu bir kanser gibi saran çıkarcı, inkârcı, baskıcı, dayatmacı bir avuç azınlığın hükümran olduğu ideolojiler ve sakim rejimlerdir. Görebilen, duyabilen, doğru anlayabilen, doğru teşhis yapabilen, kanaatlerine nefsini karıştırmadan doğru karar verebilen, dürüst, ahlâk ve fazilet örneği, inanan ve inandığını yaşamaya çalışan, hülâsa tüm iyilikleri kendinde toplayan fertlerden oluşan ÖRNEK BİR TOPLUM olmak için herkes kendine düşeni yapmak, iyiliğin simgesi olmak durumundadır.

 

 

 

 

 

 

AKL-I SELİM

 

 

Akıl, Allah Teâlâ'nın insanoğluna ikram ettiği büyük bir nimettir. Allah Teâlâ, aklı olanı mükellef kılmakta ve ona mes'uliyetler yüklemektedir. Çünkü gerçekler ancak ve ancak akl-ı selim ile anlaşılabilir. Akl-ı selim demek, ayıp ve noksanlıklardan berî olan akıl demektir. Aklın kelime mânâsı, menetmektir. İnsanı kötülüklerden meneden akıl, ayıp ve noksanlıklardan berî olan akıldır. O bakımdan kişinin akl-ı selim sahibi olmasının işareti ve alâmeti yaptıklarından anlaşılmaktadır. Hayır ile şerri, hak ile batılı birbirinden ayırt edemeyen bir akıl, akl-ı selim olamaz. Kaldı ki gerçek akl-ı selim sahipleri iki hayır cem olunca hangisinin daha hayırlı olduğunu anlar ve ona göre hareket ederler.

Cafer-i Sadık, Numan bin Sabit'e:

"Akıl nedir." diye sormuş.

O da: "Hayır ile şerri birbirinden ayırt eden melekedir." demiş.

Cafer-i Sadık,

"Onu atlar bile temyiz eder. Sahibi atın yanına gelirken kendisine ot mu getiriyor, yoksa kırbaç mı vuracak bilir."

Numan bu cevap karşısında şaşırır. Bunun üzerine Cafer-i Sadık:

"Akıl, iki mühim hayır zuhûr ettiği zaman, hangisinin daha hayırlı olduğunu temyiz eden melekedir." der.

Fâni olanı bâkî olana, dünyayı ahirete tercih edenler, Allah Teâlâ'dan değil insanlardan korkanlar, akl-ı selim sahibi olamazlar. Öleceği ve ölümden sonra zorlu bir hesaba çekileceğini bilip de, sürekli kahkahalarla gülenler, haram mal devşirenler, kâlbine Allah ve peygamber sevgisi yerine, dünya, mal ve makam sevgisini yerleştirenlere nasıl akıllı denilebilir.

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem, katıla katıla gülen ve gülerken bütün dişleri görünen bir topluluk gördü ve şöyle buyurdu:

"Eğer ölümü çok hatırlasaydınız, böyle gördüğüm gibi olmazdınız. Öyleyse ölümü çok hatırlayınız. Kabir, üzerinden bir gün geçmez ki şöyle seslenmesin:

-Ben kimsesizlik yuvasıyım, yalnızlık yurduyum, topraktan bir evim, kurtçukların yuvasıyım.

Bir mü'min kabre konunca kabir ona,

-Gelişin mübarek olsun, ne iyi ettin de geldin. Yeryüzündeki insanlar arasında en çok sevdiğim sendin. Bugün sen bana geldin, benim sana ne kadar iyi davranacağımı göreceksin.

Arkasından kabir mü'minin görüşünün ulaşabileceği kadar genişleyecek ve oradan cennete bir kapı açılacak o kapıdan mü'mine cennetin havası ve güzel kokuları ulaşacaktır.

Günahkâr bir kişi kabre konunca kabir ona:

-Gelişin senin için bir felâkettir. Yeryüzünde insanlar içinde en çok senden nefret ederdim. Bugün bana geldin. Sana ne kadar kötü davranacağımı göreceksin, diyecek ve onu öyle bir sıkacak ki kaburgaları birbirine girecektir.

Daha sonra Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle devam etti:

          "Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur." (Fezail-i Âmal S:44)

Bir gün Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem, Kur'an-ı Kerim okuyan genç bir sahabinin yanından geçiyordu o genç sahabe,

"Artık gök yarılıp da yağ gibi eriyip, kızaran bir gül rengine büründüğü zaman" ayetine gelince, bütün vücudundaki tüylerin ayağa kalktığını, hıçkırıklardan nefesinin tıkandığını gördü ve gencin:

 "Gökyüzü yarıldığı gün (kıyamet koptuğunda) hâlim ne olacak, vay benim perişan hâlime!" dediğini işittiğinde, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem ona:

 "Sen ağlarken melekler de ağlamaya başladı." buyurdular.

Akl-ı selim sahibi kişiler, sürekli tefekkür ederler. Allah Teâlâ'nın yüce kudreti karşısında acziyetlerini, fâniliklerini idrak ederek sonsuz bir teslimiyet ve inkıyatla Rabb Teâlâ’ya kulluk vazifelerini en doruk noktada, ihlas ve samimiyetle îfâ etmeye çalışır, takvaya, etkaya ulaşmaya gayret ederler.

          Ebu Hureyre radıyallahu anhın rivayetine göre Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem:

 "Bir saat tefekkür edip mahlûkatı düşünmek, yetmiş senelik nâfile ibadetten üstündür." buyurmuşlardır.

Ebu’d Derda'nın en büyük ve en üstün ibadeti neydi diye hanımından sordular, O da: "Tefekkürdü" diye cevap verdi. Çünkü tefekkürde, zikir vardır, mârifetullah vardır, muhabbet vardır.

Ehl-i hikmet, "Aklı olgunlaştırmak Allah'ın rızasına uymakla ve gazab ettiği şeyden sakınmakla olur" demişlerdir.

Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Kıyamet günü bir kimse yüksek sesle: "Akıl sahipleri nerede?" diye nida eder. Mahşer halkı 'Hangi akıl sahiplerini çağırıyorsun', diye sorduklarında o şöyle cevap verir: "Onlar ayakta iken, otururken, yanları üzerlerine yatarken Allah'ı zikrederler, göklerin ve yerin yaratılışındaki hikmeti düşünür, tefekkür ederler ve 'Ey Rabb'ımız! Sen bunu boş yere yaratmadın, seni tesbih ederiz, bizi cehennem azabından koru derler." Bu kişilere bir sancak verilir. Bir kısım insanlar da onların sancağının peşinden gider ve onlara: "Artık bu cennete sonsuza dek girin" denir."

Görülüyor ki Allah Teâlâ'nın yarattıkları üzerinde tefekkür etmek, kişiyi Allah Teâlâ'nın, yüce kudreti karşısında derin ve içten bir ubudiyete, muhabbete, acziyyetini idrake ulaştırıyor. Böyle yapılan bir tefekkür de nâfile ibadetden daha faziletli olmuş oluyor.

Akl-ı selim sahibi, böyle bir tefekkürle, maksûdu, matlûbu, ve mahbûbuna vasıl olur. Akl-ı selim sahibi bir kişinin, maksûdu da, matlûbu da, mahbûbu da Allah Teâlâ'dır. Artık o, nefsine, şeytana, tağutlara boyun eğemez, dünyası için, ahiretini berbat etmez, dinini ve dinin ahkâmını hevasına tâbi kılmaya çalışmaz. Korku ile ümid arasında imanen ve amelen sürekli yenilenir.

Hz. Ömer radıyallahu anh:

"Kıyamet günü, bir kişi dışında herkesi cehenneme atın diye nidâ eyleseydi, kendi amellerimden dolayı o kişinin ben olacağından korkardım. Eğer bir kişi hariç herkesi cennete koyun diye nidâ edilseydi, Allah'ın rahmetinden dolayı o kişinin ben olacağımı umardım." demektedir.

İşte akl-ı selimin insanı ulaştırdığı sağlıklı netice. Gerçek müslüman, kâmil mü'min (beyne'l havf ve'r reca) korku ile ümid arasında yaşayan, ne tamamen ümide kapılıp gevşeyen, ne de tamamen korkuya kapılıp bunalıma düşendir.

Ahmâk ise, Allah’tan korkmadan, hayâsızca isyan ve tuğyan eden, sürekli cehennemlik işler yaptığı halde cenneti ümit eden, kabir azabı, âhiret hesabı, cehennem ateşi endişesi taşımayan kişidir.

Kur'an ve sünnet ışığında, nefsini hesaba çeken, ahiret için hazırlanan, insanlara iyilikte bulunan, hayır ve hasenat yapan, haramlardan kaçan, şüphelilerden uzak duran, ahlâkını güzelleştirip kötü ahlâklardan arınan, sâlih ameller işleyen, İslâm'ın hâkimiyeti için fedakârlık yapan, hülâsa, iman edip imanın gereğini bütün hayatına yansıtan kişi akl-ı selim sahibidir. Ahmâkların ahmağı ise iman etmeyen ve yeryüzünde fitne çıkaran fâcir olanlardır. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem: "Ey Ademoğlu! Rabb’ına, itaat et! O takdirde akıllı diye isimlendirilirsin. Ona asi olma! Câhil diye isimlendirilirsin." (Ebu Nuyam)

Hz. Ebubekir radıyallahu anh: "Akıllıların akıllısı takva sahibi olandır. Ahmâkların ahmağı da fâcir olandır." demektedir.

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

"Aklın alâmeti, nefse hâkim olmak ve öldükten sonra lazım olacaklara hazırlanmaktır.

Ahmâklık alâmeti ise nefse uyup (günahlara dalıp) Allah’tan afv ve mağfiret beklemektir." (İbni Mâce)

Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

"Allah dilediğine hikmet verir, kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır ve üstünlük verilmiştir. Gerçekleri ancak akıl sahipleri anlar." (Bakara /269)

Ayette işaret edilen hikmet, faideli ilimler demektir. Elbetteki ilimlerin en faidelisi Kur'an ilmidir. Hikmet ehli ise ilmi ile amel eden ve amelinde ihlâs sahibi olandır. Bu gerçeği kavrayabilmek için selim bir akıl gerekmektedir.

Allah Teâlâ akl-ı selim sahiplerinin vasıflarını şöyle açıklıyor:

"(Düşünün) Rabb’ından sana indirilenin hak olduğunu bilen kimse, (inkâr eden) kör kimse gibi olur mu? Bunu ancak gerçek akıl sahipleri anlar. (O akıl sahipleri ki), onlar Allah'ın ahdini yerine getirirler, verdikleri sözü bozmazlar. Onlar Allah'ın gözetilmesini emrettiği şeyleri gözeten, akrabalık bağlarını koparmayan (onlara iyilik eden), Rab’larından sakınan ve kötü hesaptan korkan kimselerdir. Yine onlar Rab’larının rızasını isteyerek sabreden, namazı dosdoğru kılan, kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık olarak (Allah yolunda) harcayan ve kötülüğü iyilikle savan kimselerdir. İşte bunlar var ya, dünya yurdunun sonucu (cennet) sadece onlarındır." (Râd /19-22)

"Tağuta kulluk etmekten kaçınıp, Allah'a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah'ın hidayet edip, doğru yola ilettiği kimseler onlardır. İşte onlar akıl sahipleridir." (Zümer /17-18)

Sözün en güzeli, Allah Teâlâ'nın kelamı ve sonra Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemin sözleridir. Kim ki Kur'an ve sünnete uyarsa, onlar hidayete ermiştir. Bu ise akl-ı selimin icâbıdır. Çünkü akl-ı selim sahipleri tefekkür eder, öğüt dinler ve ibret alırlar. Allah celle celâluhu şöyle buyurmaktadır:

"(Ey Muhammed!) Sana bu mübarek kitabı ayetlerini düşünsünler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye indirdik." (Sâd /29)

Abdulkadir Geylani şöyle der: "Senin aklın yok. Eğer aklın olsaydı, dinin ortadan kalkmasına ağlardın. Elinde sermaye var, fakat sen onunla ticaret yapmıyorsun. Akıl ile hayâ malın sermayesidir. Fakat sen onlarla iyi bir ticaret yapmıyorsun. Kendisi ile amel edilmeyen ilim, kendisinden faydalanmayan akıl, fayda vermeyen ömür, içinde oturulmayan bir eve, bilinmeyen bir hazineye ve yenmeyen bir yemeğe benzerler."

 

 

 

 KÂLB-İ SELİM

 

 

Kâlb-i selîm, ucub, kibir, hased, mal ve makam sevgisi, riyâ ve benzeri ahlâkî zemimeden temizlenmiş ve ahlâk-ı Muhammedî ile ziynetlenmiş imanın tadını alıp itminana ermiş kâlb demektir. Allah'tan korkmayan, muhabbet ve merhametten mahrum olan halis niyet taşımayan bir kâlb, nasıl kâlb-i selim olur, şeytan ve nefsin tasallutundan nasıl selâmet bulur?

 Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

"Allah'ım, korkmayan kâlbden, işitilmeyen duadan, doymayan nefisten, menfaat vermeyen ilimden sana sığınırım. Bu dört şeyden sana sığınırım." (Tirmizî) diye dua etmiş ve Allah'tan korkmayan bir kâlbin tehlikesine işaret etmiştir.

Allah Teâlâ:

"O gün (mahşer günü) ne mal, ne evlat fayda verir. Ancak o günde, Allah'a kâlb-i selimle gelenler (kurtuluşa erer.)" (Şuara/ 88-89) buyurmaktadır.

Ehli hikmet 3 çeşit kâlb olduğundan bahseder.

1- Ölü kâlb,

2- Hasta kâlb,

3- Diri kâlb,

Ölü kâlb, kâfir ve münafıkların kâlbi, hasta kâlb, günah-ı kebâir işleyenlerin, azgınlık yapan, tuğyan edenlerin kâlbi; diri kâlb de, muttakîlerin, takvaya erenlerin, sâlih ve sadıkların kâlbidir.

Hükemâ, kâlbin kötülüğünün alâmetleri hakkında şöyle demektedir:

1- Allah Teâlâ’ya taatten zevk almamak.

2- Günaha düşmekten korkmamak,

3- Başkasının ölümünden ibret almayıp, aksine her gün dünyaya daha çok bağlanmak.

Kâlb nazargâh-ı ilâhîdir. Onu her türlü çirkinliklerden kötülüklerden temizlemedikçe, ilâhî nazara teşne olmaz, diğer âzâlarımız da selâmete eremez.

Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

"Allah Teâlâ sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz. Lâkin kâlblerinize ve amellerinize bakar." (Müslim) buyuruyor.

Vücudun bütün âzâları kâlbe göre hareket eder. Ona tabî olur. Kâlb bozulursa, gözün bakışları hainleşir. Hakka kapalıdır görmez. Bâtıla açıktır hep o tarafa kayar. Dil yalan, gıybet, dedikodu, iftira ve benzeri kötülüklerin mekânı olur. Hakkı konuşmaktan, zâlime karşı tavır almaktan nasibi yoktur. Konuşurken batıla dalıp gider, malâyâniyi sever. Kulak, çirkin lakırtılardan, lüzumsuz ve gereksiz konuşmaları, lehviyyâtı dinlemekten zevk alır. Doğru sözleri, hak kelâmı işitmekten, dinlemekten sıkılır. Eller hayırlı işler yapmaktan, ayaklar Allah yolunda tozlanmaktan hiç mi hiç hoşlanmaz. Amma kâlb, kâlb-i selim olur ve nazargâh-ı ilâhiye teşne yapılır, her türlü kötülüklerden arıtılırsa, işte o zaman vücudun bütün âzâları yaratılışlarına uygun şekilde iş görür, değil haramlardan, şüpheli şeylerden de sakınmaya başlar. Böyle bir kâlbe sahip olan kişi hayırlı kişidir. Allah Teâlâ'nın sevdiği kişidir.

Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: "Allah Teâlâ bir kuluna hayır murat ederse, onun kâlb kilidini açar, onu yakîn ve sıdk sahibi yapar. Kâlbini selim, lisanını sâdık, ahlâkını müstakim kılar. Kulağını hakkı işitici, gözünü hakkı görücü eyler." (Muhtar'ul Ehâdis/ 9)

Böyle bir hayra eren, Allah Teâlâ'nın hayır murat ettiği bir kul olan kişi artık Allah Teâlâ'nın vaad ettiği cennete selametle girer ve ebedî saadete nail olur.

Bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"İşte size vaad edilen bu cennet ki o, Allah'a yönelen, emirlerine riayet eden, görmediği halde Rahman'dan korkan ve ALLAH'A YÖNELMİŞ BİR KALB ile gelen kimselere mahsustur." (Kaf/ 32-33)

Abdulkadir Geylanî şöyle der:

"Kâlblerinizi ıslah etmeye çalışın. Çünkü onun salâh bulması, bütün varlığın salâha ermesi sayılır."

Bu mevzûda Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemin şu hadis-i şerifini hatırlamak yerinde olur:

"Vücutta bir et parçası vardır, o düzelirse vücut da düzelir. O bozulursa vücut da bozulur. Dikkat edin o, kâlbtir."

Kâlbin salâhı, tevhid, takva, tevekkül ve bütün işlerde ihlas sahibi olmakla mümkündür. Fesadı ise bunların yokluğu ile olur. Kâlb bu vücud kafesinde bir kuş gibidir. Ve bir şişe içinde saklı inciye benzer. Hazinede gizli, mûteber bir meta’ gibidir. Bakılacak şey kafes değil içindeki kuştur. İçindeki inciye bakılmalı şişeye değil, hazinedeki mûteber nesne dururken, duvarına, kerpicine bakmak neye yarar.

Başka bir defa da şöyle nasihat etti:

"Kâlbinizi yürümeye alıştırın, o bir adım giderse, ikinci adımı yürütmeye koyulun, o yürümeye başlarsa elinden çabuk tutarlar. Yeter ki şahın yolunu bile. Ona doğru yürüyen kâlb bir adım atsa, o şah beş adım atar. Belki daha da fazla. O, sevdiklerine kavuşmayı en çok sevendir."

 

 Kâlbi Selâmette Kılmanın Yolları:

 

1- Kur'an Tilâveti: Abdestli olarak kıbleye karşı oturup, acele etmeden tertil ile, Kur'an'ın Allah kelâmı olduğu şuuruyla, onun mânâsını tefekkür ederek gönlünü mâsivâdan temizleyip, sanki Kur'an yeni nazil oluyormuşçasına ve Allah Teâlâ’yı görürcesine büyük bir vecd ve istiğrak içerisinde okunursa, kâlbin kötü hasletlerden temizlenmesine, Rabb'ına yönelmesine vesile olur.

Allah Teâlâ:

"Kendisinde hiçbir şekilde şüphe olmayan bu kitap, muttakiler için bir hidayet kaynağı ve yol göstericidir." (Bakara/ 2)

"Kur'an'ı tertil üzere, tane tane oku."  (Müzzemmil/ 4) buyurmaktadır.

Abdullah ibni Ömer radıyallahu anhümadan rivayeten Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem :

"Şüphesiz bu kâlbler, su değince demir nasıl paslanırsa öyle paslanır.” buyurunca,

Sahabe-i Kiram: “Bunun cilası nedir? Ya Rasûlallah!” diye sordular.

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem, “Ölümü çok anmak ve Kur'an okumaktır." buyurdu.  (Beyhakî)

Diğer bir hadis-i şerifte:

"Biri konuşan, diğeri susan olmak üzere size iki vaız bırakıyorum. Konuşan Kur'an-ı Kerim, susan da ölümü hatırlamaktır."

Hasan-ı Basrî rahmetullahi aleyh: "İnsanlar önceleri Kur'an'ı Allah'ın bir emri, fermanı bilir, öyle davranırdı. Gece-gündüz onun üzerinde titizlik gösterir, onu gözetir, göz önünde bulundurur, ona göre amel ederdi. Şimdi siz onun harflerine, harekelerine çok dikkat ediyorsunuz, ama ilâhî emirler içinde neler bulunduğuna hiç dikkat etmiyorsunuz. Hatta onları anlamıyorsunuz." demektedir. (Fezâil-i Amâl)

"Kim bir gecede 10 ayet okursa, gafillerden yazılmayacaktır." (Hâkim)

"Kişi, Kur'an'ı ezbere okuduğunda BİN derece sevaba, yüzüne okuduğunda da İKİBİN'e kadar artan sevaba nail olur." (Beyhakî)

Selef-i sâlihîn Kur'an okurken büyük bir vecde gelir, kendilerinden geçerlerdi. Hz. Ömer radıyallahu anh azap ayetlerini okurken bayılır, düşerdi.  Halbuki kendisi daha dünyada iken cennetle müjdelenmişti.

İkrime radıyallahu anh Kur'an okurken öyle bir vecde gelirdi ki,

"Bu Rabb’ımın kelâmıdır. Rabb'ımın kelâmıdır." der ve bayılıp yere düşerdi. Zürare bin Evfa mescidde namaz kılıyordu. "Sûra üflenip kıyamet koptuğunda" ayetine gelince yere düşüp ölüverdi.

Kur'an böyle bir vecd ve haşyet içinde, O'nun yüce mânâlarını tefekkür ederek okunursa kişinin kâlbi inşirah eder, masiva ve gaflet kir ve pasından temizlenerek nurlanır, ilâhî nazara teşne olur.

Kur'an'ı okumaktan asıl maksat, O'nu anlayıp amel etmektir. Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır, İbni Mes'ud radıyallahu anhten rivayeten: "O bir insana şöyle dedi: Sen fâkihleri çok, okuyucuları az, Kur'an'ın hududu korunan, harfleri unutulan, isteyenleri az, verenleri çok, namazı uzatıp, hutbeyi kısa tutan, heva ve heveslerinden önce, iyi amellere koşan kişilerin bulunduğu bir zamandasın. İnsanlar fâkihleri az, (Kur'an) okuyucuları çok olan bir dönem yaşayacaklardır. O zamanda Kur'an'ın harf ve kelimeleri ezberlenecek, emir ve yasakları unutulacak. İsteyen çok, veren ise az olacak. Namazı kısa tutup, hutbeyi uzatacaklar. Amellerinden önce heva ve heveslerine uyacaklardır." (Cem'ül Fevaid, İmam Malik-Muvatta)

Diğer bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır:

"Kim Kur'an okuyup da onunla amel ederse, kıyamet gününde babasının başına ışığı dünya evlerindeki güneşin ziyâsından daha parlak bir taç giydirilir. Varın Kur'an'la bizzat amel edenin ışığı nasıl olacak bir düşünün."  (Ebu Dâvud)

İbni Abbas radıyallahu anhümadan rivayeten:

"Bir adam dedi ki:

Ey Allah'ın Rasûlü! Allah'a en sevimli amel hangisidir?"

 'Yolculuğu bitirince tekrar yola başlayan kimsenin durumudur.' buyurdu.

Adam:

'Yolculuğu bitirip tekrar yola başlama durumu nedir?'  diye sordu.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

"Kur'an'ı başından sonuna kadar okur, bitirdikçe yeniden başlar." buyurdu. (Tirmizi)

El- Hâris El-Aver radıyallahu anhten: Mescide uğradım, insanların boş konuşmalara daldıklarını gördüm. Hz. Ali'ye gelip haber verdim, şöyle dedi: Hakikaten bunu yaptılar mı? Evet dedim. Şöyle dedi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu duydum:

 "İlerde fitne olacaktır." dedi.

"Ondan kurtuluş nasıl olur Ey Allah'ın Rasûlü?" diye sordum. Şöyle buyurdu:

          "Allah'ın kitabına sarılmakla. Çünkü sizden öncekilerin haberleri ile sizden sonrakilerin haberleri ondadır. Aranızda vereceğiniz hükümler de onun içindedir. O önemli bilgileri ihtiva eder. İçinde lüzumsuz ve maksatsız hiçbir söz yoktur. Kim onu akılsızlığından dolayı terk ederse, Allah onun belini kırar. Kim hidayeti ondan başkasında ararsa, Allah onu sapıtır. O, Allah'ın sapasağlam bir ipidir. O, hikmetli olan zikirdir; o, dosdoğru yoldur. O, kendisiyle arzuların sapmadığı, dillerin yalan şeyler söylemediği, âlimlerin doymadığı, çok okumakla eskimeyen, hârikulâdeliği tükenmeyen bir kitaptır. O, cinlerin işitip de şöyle dediği bir kitaptır.

"Gerçekten biz, doğru yola ileten harikulâde güzel bir Kur'an dinledik de  O'na iman ettik." (Cin/ 1)

“Kim ondan bir haber getirirse doğru söylemiş olur, kim onunla amel ederse ecir alır. Kim onunla hükmederse âdil olur. Kim insanları O'na davet ederse doğru yola iletmiş olur. Ey Aver! Bunları  dinle, kulağına küpe olsun." (Tirmizî)

 

2- Zikir: Zikir, Allah Teâlâ’yı anmak, bizimle beraber olduğu, bize şah damarımızdan daha yakın olduğu, bizim her şeyimize vâkıf olduğu, bize bizden daha yakın olduğu şuuruyla, O'nun yüce katında edeple, kulluğa yakışır bir tarzda hareket etmek, onu büyük bir tâ’zimle lisânen, kâlben ve bütün âzâlarımızla anmaktır.

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"(Onlar Allah'a) iman edenler ve gönülleri Allah'ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki kâlbler, ancak Allah'ı zikirle sükûnet bulur." (Ra'd/ 28)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de,

 "Allah'ı zikreden ile zikretmeyenin farkı, ölü ile diri (arasındaki fark) gibidir." (Buharî, Müslim) buyurmaktadır.

Diğer bir hadis-i şerifte de şöyle buyurmaktadır:

"Cennete girenler hiçbir şeye üzülüp pişmanlık duymayacaklar. Ancak dünyada iken Allah'ı zikretmeden geçirdikleri saatlere üzüleceklerdir." (Beyhakî)

Ebu Hureyre radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

"Allah Teâlâ buyuruyor ki; Ben kuluma, Ben’im hakkımdaki zannına göre muamele yaparım. O Ben’i zikrettiği an, Ben onunla beraberim. O Ben’i kâlbinde (içinden) zikrederse, Ben de onu içimden zikrederim. O Ben’i bir topluluk içinde zikrederse, Ben de onu o topluluktan daha hayırlı bir topluluk (melekler) içinde zikrederim. O bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç yaklaşırım; o bana bir kulaç yaklaşırsa, Ben ona iki kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak gelirim." (Buharî-Müslim)

Enes bin Malik radıyallahu anh Peygamberimizin  şöyle buyurduğunu rivayet etti:

"Bir araya gelerek, Allah'ı zikreden, bununla da sadece Allah'ın rızasını dileyen her bir topluluğa gökten bir melek, 'Kalkın, siz bağışlandınız, günahlarınız da sevaplara döndürüldü.' diye nidâ eder." (Ahmed)

İmam-ı Gazalî zikri iki kısma ayırmaktadır:

1- Dil ve kâlb ile yapılan zikir.

2- Bir kötülüğe, günah işlemeye meyledince, yönelince Allah Teâlâ’yı hatırlayıp, hayâ ederek o kötülükten, o günahı irtikab etmekten ictinab etmek sûretiyle yapılan zikir. Zikrin efdalinin de bu olduğunu söylemektedir. Bir kişi Allah Teâlâ’yı lisan ve kâlb ile zikrediyor da, kötülüklere ve günaha dalıyorsa,  o zikir ona bir fayda vermiyor demektir.

Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

          "Mü'minler ancak o kimselerdir ki, Allah zikredildiği zaman kâlbleri ürperir. Allah'ın ayetleri okunduğu zaman imanlarını kat kat artırır ve sadece Rablerine güvenirler." (Enfal/ 2)

Demek ki hakiki zikir, kâlbi rikkate getirir ve imanı kuvvetlendirir. Allah Teâlâ'ya olan muhabbeti ziyâdeleştirir. Böyle olunca artık kâlb Rabb'ına isyana, günah işlemeye kendinde bir mecal bulamaz.

"Öyle insanlar vardır ki, ne ticaret, ne de alış veriş onları Allah'ı zikretmekten, namaz kılmaktan ve zekat vermekten alıkoyar. Onlar kâlblerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar." (Nur/ 37)

 

3-Tefekkür-ü Mevt:

 Ölümü çok anmak, ölüm sonrası kabir hayatını, yeniden dirilişi, mahşer gününü, hesap gününü, iğneden ipliğe hesaba çekileceğimizi, çocukları aksaçlı hale getiren, emzikli anaların yavrularını kucağından atacağını, güneşin insanlar üzerinde bir arşın yakınlaşacağını, sıratı ve onun altında kükreyen alevleriyle, kızgın ateşi ile cehennemi ve nihayet cenneti, onun sonsuz nimetlerini, ebedî bir hayat içinde ebedî bir saadeti, Allah Teâlâ'nın cemalinin oradan temâşâ edileceğini, peygamberler, sıddıklar, sâlihler, ehlullah, muttakîler ile beraber, onlarla hemmeclis olunacak bitmeyen tükenmeyen huzur, sükûn, sürûr dolu gerçek bir hayatı, bütün bunları tefekkür etmek, düşünmek ve bu davetsiz misafir, o kaçınılmaz son, ölüm gelmeden önce ona hazır olmak ve geldiğinde,  hoş geldin safâ geldin ey dost canibinden gelen sevgili, diye karşılayabilmek. İşte bütün  mesele bunu başarabilmektir.

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

 "Her canlı ölümü tadacaktır. Her halde kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa, o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı ise aldatma metaından başka bir şey değildir." (Âli İmran/ 185)

Hz. Ebubekir radıyallahu anh cennetle müjdelenmiş ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

 "Ümmetimden cennet'e ilk girecek olan Ebubekir'dir" buyurmuştur.

Buna rağmen O, hesaba çekilmekten ve o günün dehşetinden çok korkar ve zaman zaman:

          "Ah keşke ben de kesilen bir ağaç gibi olsaydım. Keşke hayvanların yiyeceği bir ot olsaydım." derdi.

Bir gün bir bahçeye girdiğinde orada bir hayvan gördü ve şöyle dedi:

"Sen ne kadar bahtiyarsın ki yiyip içip ağaçların gölgesinde dolaşıyorsun ve ahirette hesaba çekilmeyeceksin. Keşke Ebubekir de senin gibi olsaydı."

Tefekkür-ü mevt hakkında vârid olan hadis-i şeriflerden bir kısmı şöyle:

"Vaız olarak ölüm kâfidir." (Beyhaki)

"Zevk ve tatları yeneni (ölümü) çok anınız." (Tirmizi)

          "Ölümü çokça anınız, çünkü ölümü anmak günahları eritir, kişiyi dünyaya dalmaktan alıkor."  (İbni Ebiddünya)

          "İnsanların en akıllısı, ölümü en çok hatırlayanları ve ona hazırlık yapanlardır. İşte akıllılar onlardır. Çünkü dünyada şerefli olarak yaşadılar. Ahirette de değer kazandılar." (İbni Ebiddünya)

Abdulkadir Geylani şöyle demektedir: "Ölümü hatırlamak kâlbini temizler, seni dünyaya, insanlara bağlanma felâketinden kurtarır. Yalnız Allah sevgisine bağlar, kâlbinden perdeyi kaldırır. Neticede görürsün ki, insanlar da, diğer varlıklar da fânidir; yok olmaya mahkûmdur, acizdir."

Ulemâ tefekkür 5 vecihtir derler:

a Allah'ın ayetlerinde tefekkür, bundan tevhid ve yakîn doğar.

b- Allah'ın nimetlerinde tefekkür, bundan muhabbet doğar.

c- Allah’ın kötü akıbetle korkutmasında tefekkür, bundan heybet doğar.

d- Allah'ın ihsanlarına rağmen nefsinin itaat eksikliğini tefekkür, bundan hayâ doğar.

e- Ölümü tefekkür, bundan da kâlb temizliği doğar.

Abdülkadir Geylani bir sohbetinde şöyle uyarır: "Evlat, Hak’la yalnızlığın temiz olursa, için ürperir, kâlbin parlar. Bakışların ibretle dolar. Kâlbin yüce düşüncelere ka’b olur. Ruhun ve mânâ âlemin hakka vasıl olur. Dünyalık işleri düşünmek insanın iç âlemini kapkara eder. Ömür, âlemin güzelliğini anlamak hayat ve yaşamak ilmini verir. Tefekküre dal! Ondan daha büyük şey olmaz. Allah Teâlâ kulun tefekkürüne karşılık, dünya ve ahiret ilmi verir. Kâlbin yaşaması tefekkürle olur. Dünyanın kazancı tefekkürle elde edilir. Ahiret böyle ele girer."

Allah Teâlâ’nın cennette mü'minler için, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiçbir beşerin kâlbinden geçmeyen nimetler hazırladığını ve cennetten, Allah Teâlâ’nın cemalinin seyredileceği, orada ebedî kalınacağı, hiçbir hüznün, kederin, hastalığın, ihtiyarlığın olmayacağı hadis-i şeriflerde, ayet-i kerimelerde bildirilmiştir. Biz müslümanlara düşen, ölümü ve ölüm ötesi hayatı lâyıkı vechile tefekkür edip, kâlbimizi her türlü kötü düşüncelerden, kötü ahlâklardan arındırıp, ölüm ötesi hayata hazırlanmaktır. Şurası kat’î olarak bilinmelidir ki, kâlb kötülüklerden arındırılmadıkça, sâlih ameller işlemek Allah Teâlâ’nın rızasını kazanacak hizmetler yapmak mümkün değildir.

Abdulkadir Geylanî şöyle der:

"Ne oldu size, sanki hiç ölmeyeceksiniz. Halinizden öyle anlaşılıyor. Sanki kıyamet günü dirilip huzura çıkmayacaksınız ve hesap vermeyeceksiniz, sırat köprüsünü hiç görmeyeceksiniz. Bu nasıl düşünce? Bu nice inanç? Bu halinize bakmadan iman ve İslâm davası için iddialar yapıyorsunuz. Yazıklar olsun size! Halinizi düzeltiniz, yoksa batarsınız."

 

4-Ulemâ, Sulehâ Meclislerine Devam Etmek

İnsan hem etkileyen ve hem de etkilenen bir yaratılıştadır. İnsan eğitiminde kâlbî iletişimin büyük etkisi vardır. Kâlb sürekli değişkenlik arzeden bir özelliğe sahiptir. Onun bu değişkenliğini devamlı bir iyileşmeye, iyiye, güzele, hak cânibine sevketmek için, onu menfî etkilenmelerden, kaymalardan muhafaza etmek için çok iyi bir ortam hazırlamak lâzımdır. O ortamın en güzeli ulemâ ve sulehâ meclisleridir. Çünkü o meclisler ilim meclisleri, zikir meclisleridir. Bu gibi meclislerin peygamber lisanındaki adı, CENNET BAHÇELERİ'dir. Cennet bahçesinden daha güzel bir ortam daha güzel bir mekân bulunabilir mi ki, o bahçenin bülbülleri Allah kelâmını, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin mübarek sözlerini dillendiriyorlar, kâlb toprağına iman ağacı dikilmiş, ihlas suyu ile sulanıyor, rıza gülleri açıyor, takva meyveleri toplanıyor. Gönüller muhabbet kapılarını açmış, birbirlerine manevî ikramlarda bulunuyor, neticede bir aşk ve muhabbet sofrasında toplanılıyor, tek kâlb, tek sedâ olunuyor. Meleklerin gıbtayla seyredip, katılımlarıyla ilâhi tecellilerin, rahmet esintilerinin vecd ve istiğrakı ile gönüller Rahman'a yükseliyor. Gönül çeşmesinin muslukları açılıyor, göz pınarlarından sevdâ ve hasret yaşları dökülüyor. O göz yaşları ki cehennem ateşi onunla sönüyor, yakmak için kendinde mecal bulamıyor, böylece Rahman'ın kulları, Rahman'da fenâfillah oluyorlar. Böyle meclislere devam ede ede, kâlb mâsivâ kirlerinden, mal ve makam, riyaset hırsından, dünya sevgisinden arınıyor. Artık kâlb ikliminde sevda sevda çiçek açan, dallarında hasret, aşk ve muhabbet nağmeleri şakıyan bir bahar cümbüşü yaşanmaktadır.

Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

"Lokman oğluna dedi ki, âlimlerin meclisinde bulun, hikmet ehlinin sözlerini dinle! Çünkü Allah, ölü yeri yağmur suyu ile dirilttiği gibi, ölü kâlbi de hikmet nûruyla diriltir."

Ulemâ-yı âmilîn ve sulehâ-yı sâlihîn meclisleri, kâlbi diriltir, nurlandırır. Ona öyle bir inşirah verir ki, onda meydana gelen, merhamet, muhabbet dalgaları kainatı kuşatır. Allah Teâlâ: "Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun." (Tevbe/ 119) buyuruyor. Sadık olan, öncelikle peygamberler, sonra Ashab-ı kiram ve onların izlerini adım adım takip eden ulemâ-yı âmilîn, sulehâ-yı sâlihînlerdir. Sadık, niyeti, sözü ve ameli birleyen kişidir. Yani niyeti halis, sözü hak, ameli amel-i sâlihtir. Kur'an'ın ve sünnetin belirlediği şekildedir.

Hükemâ şöyle demiştir: Üç şey gussa ve kederi giderir, kâlbi açar:

1- Allah Teâlâ'yı zikretmek,

2- Allah dostlarıyla oturup kalkmak,

3- Hikmet sahibi kişilerin sözünü dinlemek.

Abdullah Antâkî beş şey kâlbi tedavi eder demektedir:

1- Sâlihlerle oturmak,

2- Kur'an okumak,

3- Mideyi boş tutmak,

4- Gece kalkıp ibadet etmek,

5- Sabahları tazarrû ve niyazda bulunmaktır.

Abdülkadir Geylanî hazretleri bir sohbetinde dinleyenlere şöyle nasihatta bulundu:

"Hikmet ehli ve ilim ehline kötü gözle bakmayınız. Ağızlarından çıkan her kelime bir vahiy meyvesidir. Aranızda artık peygamber yoktur. Uymak için boşuna peygamber aramayın. Peygambere gönülden bağlı bulunanlara uyarsanız, Peygamber sallallahu aleyhi ve selleme uymuş olursunuz. Onları görünce ellerine yapışın. MUTTAKİ VE KÖTÜLÜKLERDEN ÇEKİNEN İLİM SAHİPLERİ İLE SOHBETE DEVAM EDİNİZ. Onların hoş sohbeti olur. Ruhunuzu bereket kaplar. İlminin gereğini yapmayan dünyalık âlimlerle oturmayınız. Takva ve ilimde senden ileri olanlarla yaptığın sohbet hoştur, huzur bulursun. Takvası olmayan, ayrıca ilimden de mahrum kişilerle oturup kalkman sana felâket ve belâ getirir."

Müslümanlar olarak kâlbimize sahip olmalıyız. Kâlbi sağlam olan, kâlbi kötülüklerden, kötü ahlâktan arınmış olan büyük bir hayra nail olmuştur. Kâlbimizi kirletecek, karartacak işlerden, meclislerden uzak durmalıyız. Çünkü kâlb çok latiftir, çabuk etkilenir. Kötü arkadaştan, kötü çevreden uzak durmalıyız. Allah'a isyan edilen, günah işlenen yerlerde bulunmamalıyız. İslâm’ı tebliğ etmek, emr-i bi’l ma’ruf nehy-i ani’l münker yapmak için bulunmak müstesna.

Ali bin Sehl kuddise sırrıhu:

"Allah'ın veli kulları ile ünsiyet etmek ve onlara madden ve mânen yakın olmak, Cenab-ı Hak’la ünsiyet etmek demektir. Onlar sözü, sohbeti ve davranışları ile insana tesir ederek, onu Allah'a yaklaştırırlar." demiştir.

Bu hususta Ebu Bekr Tilmisani de şöyle der:

"Allah'la sohbet edin, buna gücünüz yetmiyorsa Allah'la sohbet eden kimselerle sohbet edin. Onların sohbetinin bereketi sizi Allah ile sohbet seviyesine ulaştırabilir."

Allah'la sohbet demek onun yüce katında edeple durup kâlbi Allah’tan başka bütün alâkalardan kesip, onu görüyormuşcasına kâlbi ona rabtetmektir. Kur'an'ı, ya Rab bu senin kelâmındır diyerek, yüce mânâlarını tefekkür ederek, onunla mukabele okuyormuş gibi okumaktır.

Kişinin bu yüce mânâya muttali olabilmesi, bu yüce dergâhta durabilmesi, nefsi tezkiye, kâlbi tasfiye edebilmesi kulluk şuuruna erip, Rahman'ın katına yücelebilmesi için ulemâ, sulehâ, esdıkâ ve evliyâ sohbetlerini asla fevt etmemeli, bu meclislerin ve bu sohbetlerin bir kibrit-i ahmer olduğu idraki içinde bulunmalıdır.

Abdulkadir Geylanî hazretlerinin şu nasihatlarına kulak verelim:

"Âlimlerin sohbetinde bulun. Sözlerini iyi dinle. Hak ve hakikat sözlerini kabul et ve gereğini yerine getirmeye gayret et."

"Evlat cahillerle sohbet ediyorsun, iyi etmiyorsun. Onların hali seni de sarar. Onlara uyarsan kurtulman kolay olmaz. Ahmakla oturan ahmak olur. Allah'ın varlığına, birliğine iyi inanan kimselerle ol. Bilen ve bildiği ile amel edenleri ara."

"İşte Kur'an... İlim sizde yok oldu. Onunla amel etmezseniz kıyamet günü aleyhinize şahitlik eder. Âlimlerin yanına gider, öğütlerini tutmaz, sözlerini dinlemez iseniz, öbür âlemde haliniz ne olacak? O gün bu da aleyhinizde bir delil olacak ve ateşte yanmanıza sebep olacak. İlim adamının yanına gider sözlerini dinlemezseniz Peygamber öğüdünü dinlememiş gibi hata etmiş olursunuz."

Ya Rabb! Bizleri bize bırakma, bizi nefsimize bırakma, sâlihlerle, sâdıklarla ülfet ettir. Ulemâ-yı âmilîn ve sûleha-yı sâlihîn meclislerinde hemdem et. Günahlarımızı affet, bizi razı olacağın amellerde muvaffak kıl. Akibetimizi hayreyle. AMİN.

 

6- Korku-Ümid Arasında Olmak 

Müslüman korku ile ümid arasında olan, Allah Teâlâ'nın rahmetinden asla ümidini kesmeyen, yaptığı kötü işlerden dolayı da, Allah'ın azabından korkan kişidir. O, sürekli olarak korku ile ümit arasında med-cezir, git-gel olayını yaşar. Böylece kâlbini canlı, diri tutmaya gayret eder. Allah'ın rahmetini ana ana, O'na karşı sonsuz bir muhabbet ve aşk husûle gelir. Yaptığı amellerin Rabb'ına layık olmadığını görerek aczini anlar, ucbunu, kibrini kırar, utanır, ona karşı küstahlık yapmaktan, nimetlerine nankörlük etmekten hayâ ederek arınmaya, temizlenmeye yol bulur.

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Bizim ayetlerimize ancak kendilerine hatırlatıldığı zaman secdeye kapananlar, büyüklük taslamadan Rab'larını tesbih edenler, çok ibadet etmekten vücutları yataktan uzak kalanlar, Rab'lerine KORKU ve ÜMİT ile dua edenler ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan (infak) edenler inanır." (Secde/ 15-16)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sekerat-ı mevt halinde olan genç bir sahabinin yanına gitti. O'na,

"Ne durumdasın?" diye sordu.

O genç Sahabî :

"Yâ Rasûlallah! Allah'ın rahmetinden ümitliyim, kendi günahlarımdan da korkuyorum." deyince Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

          "Bu ikisi yani ümit ve korku hangi kulun kâlbinde böyle bulunursa, Allah Teâlâ kendisinden beklenen ümidi lûtfeder, korktuğu şeyden de ona güven ve emniyet bahşeder." (Cem'ül Fevaid)

Allah Teâlâ iki korkuyu cem etmez. Kişi, kötü amellerine bakarak, gereği gibi kulluk yapamadığını farkederek Allah'ın azabından korkarsa, Allah Teâlâ da, kulunun rahmet ümidini boşa çıkarmaz, onu hesap gününde korkularından emin kılarak, rahmetiyle kuşatır. Cennet'in sonsuz nimetlerine garkeder.

Muaz bin Cebel radıyallahu anh, vebâ hastalığına yakalanmış, baygınlıklar geçiriyordu. Ölümü yaklaşmıştı. Baygınlıktan bir ara kendine geldiğinde şöyle diyordu:

          "Yâ Rabbî! Sana hürmet ve muhabbetimi biliyorsun senin yüce şanına and olsun ki sen bunu biliyorsun."

          Ölüm ânı gelince de:

"Ey ölüm! Hoş geldin, gelişin mübarektir! Ne güzel bir misafir geldi. Ama kıtlık anımızda misafir geldi. Yâ Rabbî! Senden her zaman korktuğumu bilirsin. Bugün ise senin rahmet ve bağışından ümitliyim. Ya Rabbî! Ben hayatı severdim. Ama bağ, bahçeler yapmak için değil, sıcak günlerde oruç tutup, şiddetli susuzluğa sabretmek  ve dinin uğrunda zorluklara katlanmak, zikir meclislerinde, ilim sahiplerinin yanına diz çöküp oturmak için severdim."  diye niyazda bulundu ve temiz canını Rabb'ına teslim etti. (Fezail'ül Âmâl)

Ka'bül Ahbar şöyle der:

"Canım kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki, Allah korkusundan dolayı akan gözyaşlarının yanaklarımı ıslatması, dağlarca altını sadaka olarak vermemden daha çok hoşuma gider." 

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

"Sizden biri ölürken mutlaka Allah Teâlâ'ya hüsn-ü zan beslemeli ve O’nun rahmetinden ümitli olmalıdır."  buyurur.

          İmam Ahmed bin Hanbel öleceği sırada oğlunu yanına çağırarak,

"Bana Allah Teâlâ'nın rahmetine ümidi çoğaltan hadisleri oku." dedi. 

Yahya bin Muaz şöyle diyor:

 "Aldanmanın en büyüğü, pişmanlık duymadan Allah'tan af umarak günaha devam etmek, taatsız olarak Allah'a yaklaşmaya çalışmak, cehennem tohumu ile cennet ekini beklemek, günahlarla itaat edenlerin barınaklarını istemek, amelsiz karşılık beklemek ve aşırı hareketlerle beraber Allah'tan kurtuluş temenni etmektir."(İhya)

Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

"Allah'ın kitabını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah için) gizli ve açık sarfedenler asla zarara uğramayacak bir kazanç ümid edebilirler. Çünkü Allah onların mükâfatlarını tam öder ve lütfûndan onlara fazlasını da verir. Çünkü O, çok bağışlayan, şükrün karşılığını bol bol verendir." (Fatır/ 29-30)

İman, korku ile ümid arasında sıhhat bulur, yenilenir ve kemâlleşir. Onun için sâlih bir kul Allah'ın rahmetini, affını kendi günahlarına vesile yapamaz, yani Allah'ın affına, rahmetine güvenerek günah işleme cür'etinde bulunamaz. O bilir ki Allah'ın azabı da haktır. O dilerse affeder, dilerse bağışlar, Muaz bin Cebel radıyallahu anh der ki: "Cehennem köprüsünü (sıratı) geride bırakıncaya kadar (yani selâmetle onu geçinceye kadar) mü'minin kâlbi sükûna kavuşamaz."

Allah Teâlâ da şöyle buyuruyor:

"Ey insanlar! Allah'ın (haşr ve ceza ile ilgili diriltme) va'di gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve o aldatıcı (şeytan) da Allah'ın affına güvendirmek sûretiyle sizi kandırmasın." (Fatır/ 5)

İmam-ı Gazâli, şöyle der:

"Ümit ile korku mukarreb kulların, övülmüş her makama uçtuğu iki kanat, ahiret yolundaki aşılmaz her mâniayı geçtikleri iki binektir. Kişiyi Rahman'ın yakınına ancak ümit sıkıntıları götürür. Cehennem ateşinden de ancak korku kırbaçları kurtarır. Kâlb erbabı anlamıştır ki, dünya ahiretin tarlasıdır. Kâlb tarla, iman onun içinde bir çekirdek gibidir. Taatler toprağı temizleyip sürmek, kanallar açıp orada sular akıtmak gibidir. Kendini maddeye kaptırıp dünyaya dalan kâlb, üzerinde tohum yetişmeyen çorak arazi gibidir. Kıyamet günü hasat günüdür, o gün herkes ancak ektiğini biçer.”

Abdulkadir Geylâni şöyle der:

"Dünyanın dönüşü ve herşeyin hareketi bir disiplin ve korkunun eseridir. Eğer bir şeyden korkmuyorsan onu bilmiyorsun demektir. Korku ilmin ta kendisidir. Korkmayan bilgi sahibi değildir. Korkan  korktuğu şeyin âlimidir. Allah korkusu olmayan için ne burada, ne de ötede selâmet vardır. İnsan Allah'ı bildikçe korkar. Bilmeyen neden korkar? Bunu bizlere anlatmak için Allah Teâlâ şöyle buyurdu: "Allah’tan ancak âlimler korkar." Allah’tan korkanlar ilim sahibidirler ve bildikleri ile amel edenlerdir. Bilirler, bildikleri ile amel ederler. Ayrıca bilmeyenlere de öğretirler. Bunlar yaptıklarına bir karşılık da istemezler. Yalnız Allah'ı ve onun yakınlığını talep ederler. O'nun sevgisini isterler."

Ya Rabb! Bizleri İslâm’a muhalif söz ve işlerden koru, kâlbimizi sûi ahlâktan arındır. Bizi bize bırakma, nasıl bir kul olmamızı istiyorsan bizi öyle bir kul eyle.

ÂMİN    

 

İÇİNDEKİLER

 

BASKI

ÖNSÖZ

HER ŞEY ÖLÇÜ İLEDİR

DÜŞÜNCEYE ÖLÇÜ

İSLÂM KENDİNE HAS BİR NİZAMDIR

DÜNYA-UKBA DENGESİ

MUHABBET VE HUSÛMETTE ÖLÇÜ

KÂLB, DİL, AMEL ÂHENGİ

TAVIRLARIMIZDA ÖLÇÜ

KORKU ÜMİT ARASINDA

EHEM OLANI TERCİH ETMEK

KULLUK HEYECANI

İSLÂM’I BİR BÜTÜN OLARAK ALGILAMAK

VÂSITALARI GÂYE EDİNMEMEK

MEZHEB, MEŞREB VE MESLEK TAASSUBUNDAN SAKINMAK

İTİDAL ÜZERE OLMAK

İŞLERİ İSTİÂRE İLE YAPMAK

İMAN, İSLÂM, İHSAN

ŞERİAT TARİKAT AHENGİ

NEFS MUHASEBESİ

TEFEKKÜR

HAYRA ANAHTAR OLMAK

DOĞRU SEÇİM YAPMAK

İYİ KÖTÜ KAVRAMI

AKL-I SELİM

KÂLB-İ SELİM

İÇİNDEKİLER