Ölçüler
Dengeler
ZEKİ SOYAK
ilkadım yayınları
4
İhya Yayıncılık
Sanayi Ticaret Ltd. Şti
Osmanlı Caddesi No:15
50100 NEVŞEHİR
Tel:(0384) 213 65 43 • Fax:(0384) 212 62 22
Kapak
AR AJANS
Dizgi - Mizanpaj
AR AJANS
BASKI:
Osmanlı Matbaası
Nevşehir
1420/2000
Ölçüler Dengeler
ZEKİ SOYAK
Âlemlerin Halıkı Allah Teâlâ'ya Hamd ve senâ,
Âhir zaman Nebisi Fahri Kâinat Efendimiz’e
salât ve selâm olsun.
Sağlıklı düşünmek, seviyeli fikirlere, sıhhatli
bilgilere sahip olmak çok güzel. Ancak bu düşünce, fikir ve bilgileri yazıya
dökmek, ifade etmek, yaşantımıza yansıtmak epeyce zor. Hele ölçüsüzlüklerin
ölçü, dengesizliklerin denge gibi sunulduğu hatta bu konuda dayatmaların
yapıldığı, kafa ve kâlblerin karıştığı, kavram kargaşalarının yaşandığı bir
ortamda, işin sahtesi ile gerçeğini ortaya koymak, zihinlerin durulmasını
sağlamak, alacakaranlıkta karanlık çehreleri aydınlık yüzlerden ayırmayı
başarmak bir başka zorluktur. Fakat bu zoru başarmaya çalışmak da bir
vazifedir.
Bu eserimizde gerçek ölçüleri, hakiki dengeleri,
varlık âleminde akıllara durgunluk veren âhengi anlatmaya, sağlıklı, dengeli ve
ölçülü bir hayatın kılavuz bilgilerini vermeye çalıştık.
Kitabın hazırlanması, tertip ve tashihinde büyük emeği
olan, Akif Dursun'a teşekkür eder, hizmetlerinin kabulünü Cenab-ı Mevlâ’dan
niyaz ederim.
Tevfik ve hidayet Allah Teâlâ'dandır.
Zeki SOYAK
22 Şubat 2000
Nevşehir
Tüm varlık âleminde bir âhenk gözlenmektedir. Yer,
gök, güneş, ay ve yıldızlar; gece, gündüz ve mevsimler, öyle bir âhenk
oluşturmaktadır ki, bu âhenk herşeyin bir ölçü ile yaratılmış olduğunu
göstermektedir.
"Allah her dişinin neye gebe kalacağını,
rahimlerin neyi eksik, neyi ziyâde edeceğini bilir. O'NUN KATINDA HER ŞEY ÖLÇÜ
İLEDİR." (Ra'd/8)
"O ki, birbiri ile âhenkli yedi göğü yaratmıştır.
Rahman olan Allah'ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir
bak, bir bozukluk görebiliyor musun? (Aksaklığı görebilmek için bir değil) iki
kere gözünü çevirip bak, göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) âciz ve bitkin halde
sana dönecektir." (Mülk/3-4)
"Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü
geçebilir. Bunlardan her biri belli bir yörüngede yüzmeye (akıp git-meye) devam
ederler." (Yâsin/40)
Görülüyor ki, bu kâinat rastgele değil, bir ölçü ve
bir hesapla yaratılmıştır. Zıtlar arasında gözleri kamaştıran bir âhenk tesis
edilmiş, varlıklar arasında en hassas dengeler kurulmuştur.
Anasır-ı erbaa denilen su, ateş, hava ve toprak, bu
dört unsur, birbirine zıt özelliklere sahip oldukları halde hayatın temelini
oluşturmakta ve hayat onlarsız mümkün olmamaktadır.
Cemâdât,
nebâtât, hayvânât ve insanlar zıt özellikler ve görünümler taşıdıkları halde,
aralarında güzelin güzeli bir uyum sağlanmış ve birbirine karşı çok büyük bir
ilgi ve alâka uyandırılmıştır. Bütün bunlar ilâhî tecellilerle mümkün
olmaktadır. Şayet tecelliyat-ı ilâhî ref' olsa nizam bozulur ve hayat söner:
"Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri nizam bozulmasın
diye tutuyor. Andolsun ki onların nizamı eğer bir bozulursa kendisinden sonra
hiç kimse onları tutamaz. Şüphesiz o halîmdir, çok bağışlayıcıdır."
(Fâtır/41)
Kâinattaki bu genel âhenk ve denge, ayrı ayrı bütün
varlıkların bünyelerinde de kurulmuştur. Yaratılmışların en mükerrem ve
mükemmeli olan ve yeryüzüne halife kılınan insanoğlu, zahiri ve batını ile çok
müstesna bir âhenkler mozayiği oluşturmaktadır. İşte bu dengeleri korumak,
insanın yaratılışındaki iman cevherini muhafaza etmek ve yaratılış
gâyesine uygun bir hayat yaşamak ve
yeryüzünde adaleti tesis etmek için Allah Teâlâ peygamberler göndermiş,
peygamberlerle beraber şeriatlar va’zetmiş ve ölçüler koymuştur. İnsanoğlu
şeriatın ölçülerine uyduğu, peygamberlere tâbi olduğu müddetçe yeryüzü adâlete
kanmış ve insanlık huzur ve sükûna kavuşmuştur.
" 'Dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin'
diye din olarak Nuh'a tavsiye ettiğini, Sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya
ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi Allah sizin için de Şeriat nizamı yaptı. Fakat
kendilerini çağırdığın bu nizam Allah'a
ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine
yöneleni de doğru yola iletir." (Şûra/13)
"(Ey Muhammed) Şüphesiz biz bu kitabı sana
insanlar için bir hak ve gerçek olarak indirdik. Artık kim doğru yolu seçerse
kendi lehinedir. Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmış olur. Sen onların
üzerine vekil değilsin." (Zümer/41)
İnsanoğlu bir hikmete mebni yaratılmıştır. O yaratılış
hikmeti Allah Teâlâ’ya kulluktur.
"Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk
etsinler diye yarattım." (Zariyat/56)
Her
şeyde bir usûl ve bir ölçü vardır. O usûl ve ölçüler dahilinde hareket edilmedikçe maksat
hasıl olmaz. (Vusûlsüzlük, usûlsüzlüktendir.) Allah'a kulluğun da bir
usûlü, bir ölçüsü ve bir yolu vardır. Günlük hayatımızdan tutun da, devlet hayatımıza
kadar bütün sahalarda uymamız gereken ölçüler, hükümler ve takip etmemiz
gereken usûller bildirilmiştir. Böylece insan hem kendi içinde hem de kendi
dışında çelişkili bir yaşantıdan, dengeleri alt-üst edecek, âhengi bozacak
aşırılıklar ve taşkınlıklardan korunmuştur.
Ruh, akıl ve cisim, ahiret ve dünya, madde ve mânâ,
korku ve ümit, sevgi ve nefret, fert ve cemiyet, yöneten ve yönetilen, hülâsa
olarak, bütün sahalarda ölçüler konulmuş ve dengeler kurulmuştur. Fert ve
toplumların huzuru, konulan ölçüleri ve kurulan dengeleri muhafaza etmekle
mümkündür. Çoğu kez farkedemediğimiz, anlayamadığımız, öyle bir âhenkler
cümbüşü yaşanmaktadır ki; bu, bazen
bütün benliğimizi saran bir feyizdir. Bazen
bir sabâ rüzgarı gibi kâlbimizi ılık esintilerle ürperten bir duygu, bir
heyecandır. Kâlbe gelen bir sürûrdur. Bütün bu haller yüzümüze, gözümüze ve
bütün azalarımıza nasıl da yansıyor. Parıldayan gözler, gül gibi, çiçek gibi
açan yüzler bu âhenkler cümbüşünün dışa vuran tezahürleridir. Ruh, akıl, kâlb
ve cismin kendi aralarında var olan bir insicâmıdır.
Cisim ülkesinin padişahı ruh, veziri akıldır. Aklı ön
plâna çıkarıp ruhun fonksiyonunu azaltırsanız, cisim ülkesinde anarşi ve terör
hakim olur. Akıl, kişiyi, Rabbini tanıyıp imana kılavuzlamakta bir vâsıtadır. İmandan
sonra aklın vazifesi şeriata teslim olmak ve şeriat ölçülerini anlamak, yaşamak
ve tebliğde kendine düşeni ifâ etmektir. Bu sınır aşılırsa akıl putlaşır.
O takdirde ruh da, cisim de zarar görür.
Cismi ön plana çıkarmak hayatı yemek, içmek ve şehvetten ibaret saymak da ruh
ve akla zulüm olur. İnsanî vasıflar, değerler yitirilip kişi behîmîleşir. Cisim
ruhun biniti, akıl da yardımcısıdır. Aklı ve cismi yok farzetmek ve onları
devre dışı bırakmak da dengeleri bozar. Demek oluyor ki insan öncelikle kendi
bünyesinde yani ruh, akıl ve cisim arasındaki dengeyi muhafaza etmeli, Şeriat
ahkamını, Şeriat’ın koyduğu ölçüleri öncelikle kendi özünde hayata
geçirmelidir. Çünkü, dengesiz fertler dengesiz toplumları, dengesiz toplumlar
dengesiz yönetimleri oluştururlar.
İnsan, çoğu kez muhâl, olmayacak düşüncelere ve
hayâllere kapılarak, ölçüleri kaybedip dengeleri bozarak, huzur ve saâdetini
kaybetmekte, bunalımlara sürüklenmektedir.
Bu
duruma realiteler karşısında yılgınlık gösteren, mücadele azmi kırılan,
direncini kaybeden ve bir nevî ümitsizliğe düşen insanlarda daha çok
rastlanmaktadır. Kötü düşünceler, karamsar hayâller kişinin bedenî sıhhatine
zarar verdiği gibi, ruh sağlığına da zarar vermektedir. Sinir sisteminin
bozulması ve buna bağlı olarak bir çok dengesiz davranışlar, ölçüsüz fikirler,
sağlıksız ve kötü düşüncelerin mahsulüdür.
İyi düşünceler, tefekkürler ise kişinin ruh sağlığını
temin etmekte, faideli fikirlerin, doğru hareketlerin zuhûruna sebep
olmaktadır.
Meselâ,
kâinattaki insicam ve âhengi, yaratılış
hikmetlerini, Allah Teâlâ'nın azameti karşısında kişinin acziyet ve hiçliğini
düşünmek, bütün isyan, tuğyan ve günahkârlığımıza rağmen O'nun affını,
merhametini, rahmetini, ihsan ettiği sayısız nimetleri tefekkür etmek, sağlıklı
fikirlerin, iyi davranışların oluşmasını sağlar.
Kur'an-ı Kerim'i incelediğimiz zaman, insanın düşünce
ve tefekkür eğitimini ilgilendiren birçok ayet-i kerime görmekteyiz. Şu ayet-i
kerimeler bunlardan sadece bir kaçıdır:
"Kesin olarak inananlar için yeryüzünde işaretler
vardır. Kendi nefislerinizde de ibretler vardır. Görmüyor musunuz?"
(Zâriyat/20-21)
"Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece
ile gündüzün birbiri ardından gelmesinde, insanların faydasına olan şeyleri
denizde taşıyacak yüzüp giden gemilerde, Allah'ın gökten indirdiği bir su ile,
ölmüş olan toprağı diriltmesinde, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında,
rüzgarları ve yer ile gök arasında emre âmâde bekleyen bulutları döndürmesinde
elbette düşünen bir topluluk (millet) için pek çok deliller vardır."
(Bakara/164)
İşte bu tefekkürler ve bu sağlıklı düşünceler kul ile
Rab arasında çok sıhhatli bir rabıtayı gerçekleştirmektedir. Herşeyin Allah'ın
iradesi ile olduğuna iman, kişinin Rabb’ına olan teslimiyetini
perçinlemektedir. Her canlının fıtratında bir sığınma psikolojisi vardır. Bu
psikoloji, kişiyi, üstün bir güç ve kuvvet
sahibine teslim olmaya ve ona sığınarak emniyete kavuşmaya sevkeder.
Şayet kişi sağlıklı düşünemez, doğru algılayamaz ve hayâl gücünde efsâneler
oluşturursa, bu durum bâtıl inançların zuhûruna zemin hazırlar.
Sığınma
psikolojisi ancak ve ancak kâinatın Hâlikı Allah Teâlâ'ya teslim olmak, O'na
sığınmakla tatmin olur. Aksi takdirde yukarıda da işaret edildiği gibi
bunalımlar, iç dünyamızı da, dış dünyamızı da, iş dünyamızı da alt-üst eder.
Düşünce, niyet, söz ve ameller arasında çok sağlıklı ölçüler kurulmadıkça,
dengeli fertler ve dengeli toplumlar oluşturmak mümkün değildir.
Allah Teâlâ'ya ve O'nun nizamına teslim olmayan kişi
ve toplumlar istikrar bulamaz. Her tutunduğu dal elinde kalır. Her sığındığı
barınak üzerine çöker, böylece tutunacak yeni bir dal, sığınacak yeni bir
barınak arar. Hayatı, git-geller ve zik-zaklarla geçer gider. Şayet tutunduğu
dalın kopup elinde kaldığını, sığındığı barınağın üzerine çöktüğünü farkedemeyecek
kadar duyguları körelmiş, mânen felç olmuş ise, o karanlık yolda, o izbe
yaşantıda çıkar ve menfaatleri olan güçlerin esaretinde sefil bir hayata mahkum
olur.
Düşüncemizde
ölçü, Kur'an ve sünnetin değişmez ölçüleri olursa, bu düşünce kâlbde hâlis bir
niyyet, dilde hak bir söz ve davranışlarda sâlih bir amel olarak tezâhür eder.
Bu tezâhürler kâlbî itminanı sağlar. Sığınma psikolojisinin tatmini ile
kendisini emniyette hisseden, kâlbi itminana eren, ruhî bir boşluktan kurtulup
istikrar bulan kişi ve toplumlar, artık huzur ve sükûna kavuşmuş olur.
Huzur ve sükûnu yakalayan fert ve toplumlar ise
herşeyin mükemmelini başarabilirler. Sun'î ve geçici etkenler, onların
mükemmeli başarmasına engel olamaz.
Râb
olarak Allah'dan, Peygamber olarak Rasûlullah'dan, nizam olarak İslâm'dan râzı
olan bir fert ve milletin önünü hiçbir fert kesemez, ilerlemesini hiçbir kuvvet
durduramaz. Görülüyor ki evveliyetle düşüncemizi İslâmlaştırmak,
düşüncelerimize İslâmî ölçüler ve İslâmî boyutlar kazandırmak durumundayız.
Bozuk düşüncelerden, ölçüsüz, karmakarışık teşvişlerle, çelişki-lerle dolu
düşüncelerden ve böyle düşüncelere istinat eden hareketlerden dengeli bir
hayat, dengeli bir netice beklemek mümkün olamaz.
Marks'ın her türlü ölçüden uzak, çelişkilerle dolu düşünceleri,
zulüm, vahşet ve insanlık dışı uygulamaların sergilendiği komünizm vahşetini
doğurmuş ve 70 yıl insanlığın başına belâ olmuştur. Fransa'da hortlayan
ırkçılık akımları, hâlâ insanlık semasını karartmakta, misli görülmemiş
cinayetlere temel teşkil etmektedir. Türkiye'deki gayri İslâmî düşünceler, Batı
hayranlığı, çarpık laiklik uygulamaları, İslâmî değerlerimizi, İslâmî
yaşantımızı ve medeniyetimizi, telâfisi güç kayıplara uğratmış, insanımızı
asırların birikimi olan değerlerinden soyutlamıştır.
Neticede, Allah inancı zayıflayan, İslâmî yaşantısı
engellenen toplumumuz, özellikle okuyan kesim, korkunç bir boşluğa
yuvarlanmıştır. Bu arada Allah'ın lütfû ile sistemin çarklarından kurtulan, tüm
değerlerine sahip çıkan, Allah'a sığınan, İslâm'ın çağlarüstü, cihanşumûl
nizamında tatmin olan bir Kur'an nesli yetişmektedir.
İşte
bizler, bu Kur'an neslinin sağlıklı düşünmesi, sağlıklı yaşaması, sağlıklı bir
hizmet vermesi için mücadele etmek konumundayız. Ölçülerini tam almış,
dengelerini tam kurmuş fertler ve toplumlar ancak arzuladığımız nizamı
kurabilir, arzuladığımız medeniyeti yeniden tesis edebilirler.
"Allah uğrunda, O'na yaraşacak şekilde cihad
edin. Sizi O seçti. Din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi. Babanız
İbrahim'in dininde (olduğu gibi) Peygamber'in size şahit olması, sizin de
insanlara şahit olmanız için O gerek bundan önce(ki kitaplarda), gerekse bu
Kur'an'da size müslümanlar adını verdi. Öyleyse namazı kılın, zekatı verin ve
Allah'a sarılın. Ne güzel mevlâdır O ve ne güzel yardımcıdır." (Hâc/78)
İslâm dini kendine has bir nizamdır. İlâhîdir.
Rabbanîdir. İngılapçıdır. Islahatçıdır. İslâm dini, insanlık tarihinin en büyük
ingılabıdır. O bakımdan İslâm demokrasisi, İslâm sosyalizmi gibi söylemlerle,
İslâm nizamını başka sistemlerle bağdaştırmaya veya onlarla izah etmeye
çalışmak çok yanlış ve sakim
yaklaşımlardır.
İslâm nizamı, tevhid akidesine dayanmaktadır. Bütün
peygamberler bu inancı yerleştirmek, ulûhiyet ve rubûbiyet iddiasında bulunan
tüm tağutları ve tağutî düzenleri, bu zulüm sistemlerini ortadan kaldırmak için
mücadele etmişlerdir.
Tevhid akidesinde Allah Teâlâ’dan başka hiçbir fert,
yönetici, zümre hükümranlık ve kanun
koyuculuk hakkına sahip değildir. Kanun koyucu sadece Allah Teâlâ’dır ve
hakimiyet Allah'ındır. Mülk O'nundur. Tağutlar ve tağutî düzenler istiyorlar
ki, hakimiyet ve kanun koyuculuk ellerinden alınmasın. Zulüm ve vahşet çarkları
durdurulmasın. İnsanları Allah Teâlâ’nın
vaz’ettiği ahkama göre değil, kendi saçma düzenlerine, göre idare etsinler.
Ülkülerini, ilkelerini halka zorla kabul ettirsinler. Bu ülkü ve ilke
sahiplerini Rab ittihaz etsinler, ilahlaştırsınlar. Allah Teâlâ’nın iradesi
değil, kendi iradeleri geçerli olsun. İslâm dünya işlerine, yönetimlerine
müdahele etmesin. Din kâlblerde, mescidlerde mahkum kalsın. Düşünceden hayata
geçirilmesin. Allah Teâlâ şirk kokan bütün bu arzu ve isteklere set çekiyor ve
şöyle buyuruyor:
"Allah ile birlikte başka bir ilaha tapıp
yalvarma. O’ndan başka ilah yoktur. O’nun zatından başka her şey helâk
olacaktır. HÜKÜM O’NUNDUR ve siz O'na döndürüleceksiniz." (Kasas /88)
Böylece ulûhiyet, rubûbiyet ve hakimiyetin Allah Teâlâ’ya ait olduğu kesin
olarak ilan ediliyor. Peygamberlerle, ilahlık ve rablık iddiasında olan
tağutlar arasındaki savaş bu noktada yoğunlaşıyor.
“De ki, ey kitap ehli! Bizimle sizin aranızda eşit bir
keli-meye gelin. Şöyle ki: Allah'dan başkasına tapmayalım. O'na hiçbir şeyi
ortak koşmayalım. Allah'ı bırakıp da birbirimizi rablar edinmeyelim. Eğer kitap
ehli bu kelimeden yüz çevirirlerse şöyle deyiniz: Şahid olun BİZ GERÇEK
MÜSLÜMANLARIZ.” (Al-i İmran /64)
İnsanlar
zamanla tevhid akidesini bozdular. Dînî esasları tahrif ettiler.
Kavramlar karıştı. Aslî manalardan uzaklaştırıldı. Hürriyet dediler, hürriyet
adına tüm temel hak ve hürriyetleri yok ettiler. Müsâvât dediler, ne kadar
soysuz, din düşmanı, hain varsa her türlü
imkana, servet ve sâmâna kavuşturuldular. Yönetime sahip oldular,
vatanın gerçek evlatları, gerçek müslümanlar, her şeyden mahrum edildi kanları
emildi. Halkın idaresi dediler, halkın adına, idare ettikleri halkı insan
yerine koymadılar. Millete yapmadıkları zulüm ve vahşet bırakmadılar. Yapılan
en büyük zulüm ise dînî tedrisatın yasaklanmasıdır. Milletin dînî yönden cahil
bırakılmasıdır. Bu özellik bütün tağutî düzenlerin ortak yönüdür. Milleti daha
iyi sömürmek, kendilerine tapınırcasına bağlamak, yaptıkları kötülükleri,
zulümleri, devam ettirmek için halkın cahil kalması gerekir. Dînî esasları,
bilmeyenler dine karşı işlenen cinayetleri nasıl farkedebilir? İslâm’ın cihad
fârizasını, iyiliği emir, kötülükten men etmek vazifesini, zâlimlere karşı
Hakk'ı haykırmanın bir müslümanlık gereği olduğunu, dinin, insan hayatının
tamamını kapsayan bir nizam olduğunu bilmeyen, bir toplum din dışı uygulamalara
ve tağutlara karşı nasıl mücadele edebilir? Dini bilmeden, vecibelerini
bilmeden, imanını nasıl muhafaza edebilir?
İmanın sahih ve
makbul olabilmesi için üç şart vardır:
1.
İman ye's halinde olmamalıdır.
2.
Zarureti dînîyeden olan bir şeyi inkâr veya tekzib etmemelidir.
3.
Dinin bütün ahkâmını beğenerek kabul etmeli ve hiçbir hükmünü küçümsememelidir.
İmanın fayda verebilmesi için, kişinin ömrünün sonuna
kadar iman üzere yaşaması ve iman üzere ölmesi gerekir. Zira itibar sonadır. Bu
güzel sonu elde etmek iman ile Rabbe ulaşmak için, evveliyetle düşüncemizi ve
yaşantımızı İslâmlaştırmak mecburiyetindeyiz. Bu sağlam iman ve tevhid akidesi
iyi bir niyet, sâlih bir amel, tam bir teslimiyet ile takviye edilmelidir. Ölçüle-rimiz,
eğitimlerimiz, tebliğimiz, yaşantımız, diğer insanlarla ilişkilerimiz hizmet
anlayışımız, gâyemiz, herşeyimiz Tevhid Akîdesi’nden, İslâm inancından
hayat bulmalıdır. Çünkü müslüman ancak ve ancak, Tevhid
Akîdesi ve İslâm dini ile hayat bulabilir. Onsuz yaşamak hayat değil, bir ölüm,
manevî bir yok oluştur. Müslüman, Tevhid Akîdesi’nin ve İslâm dininin
dışındaki, ona mugayir olan herşeyi reddetmek ile mükelleftir. Müslümanın
hayatı işte bu red ve kabulden ibarettir. Tüm tağutları ve tağutî düzenleri
reddetmek. Rab olarak Allah'ı, din olarak İslâm'ı kabul etmek. Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellemin önderliğinde, İslâm'ı hayata hakim kılmak... İşte
müslüman bunun için yaşar, bunun için ölür. İşte o zaman yaşamak da güzel,
ölmek de güzeldir.
"İman edenler Allah yolunda savaşırlar.
İnanmayanlar ise tağut yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı
savaşın. Şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır." (Nisa/76)
Öncelikle İslâm’ı öğrenmek ve yaşamakla mükellefiz.
Sonra bütün insanlara tüm imkanlarımızı kullanarak İslâm’ı tebliğ etmek,
İslâm'ın aydınlık iklimini bütün coğrafyalara taşımakla mükellefiz.
İnsanlık semasını aydınlatacak, insanlığa huzur,
sükûn, adalet, saadet bahşedecek bu gâyeyi gerçekleştirmek için, müslümanların
bütün düşünce, söz ve amellerinde, hizmetlerinde, teşkilatlanmalarında İslâmî
ölçülere tam olarak uymaları gerekir. İslâmî ölçülere uymayan her düşünce, söz
ve hareket sadece sahibine değil, savunduğu dâvâya da zarar tevlid eder.
Ölçüsüzlük, taşkınlıkları, aşırılıkları, çirkinlikleri ve yanlışları
beraberinde getirir. Müslüman ölçülü insandır.
Herşey mûtedil iklimlerde neşvünemâ bulur. Güller,
çiçekler, itidal ortamında açarlar. Ağaçlar böyle bir iklimde meyveye dururlar.
Allah Teâlâ bütün varlık âlemini bir ölçü ve bir nizam üzerine yarattı. Âlemdeki
bu ölçüyü ve dengeyi muhafaza etmek,
insanlar arasında adaleti hakim kılmak için peygamberler ve onlarla beraber
Rabbanî ahkamı içeren kitablar gönderdi. Son Peygamber ve son şeriatle nizam
tamamlandı. Ölçüler ve denge-ler bütün berraklığı ile ortaya konuldu.
"Andolsun biz, peygamberlerimizi açık delillerle
gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde kitabı
ve ölçüyü indirdik. Biz demiri de indirdik ki onda büyük bir kuvvet ve insanlar
için faydalar vardır. Bu, Allah'ın dinine ve peygamberine görmeden yardım
edenleri belirlemesi içindir. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, daima üstündür."
(Hadid/25)
İtidal üzere
olmak, orta yolda, dengeli hareket etmek
Ümme-t-i Muhammed’in vasfıdır. Müslümanlar bu özelliklerini korudukları
müddetçe huzur bulacak ve faideli hizmetler yapacaklardır.
"İşte böylece sizin insanlar üzerinde şahidler
olmanız, Rasûlün de sizin üzerinizde bir şahid olması için sizi orta (dengeli)
bir ümmet kıldı..." (Bakara/173)
Ölçülü,
dengeli ve itidalli bir hayat yaşamak, faideli ve bereketli hizmetler yapmak,
kulluğumuzun gereğini yerine getirmek ve bu kulluğun bir neticesi ve bir
meyvesi olan ahlâkî üstünlükleri elde
etmek İslâm'ın ikliminde, onun itidal vasatında yetişip, olgunlaşmakla
mümkündür.
Dünya vatan-ı
süknamız, âhiret ise vatan-ı aslîmizdir. Ölüm, yeni bir hayata, ölümsüzlük
âlemine doğuş, vatan-ı aslîmize dönüştür. Rıhletimiz; ruhlar âleminden dünyaya,
dünyadan âhirete, Rabb'ımızın yüce katınadır. Sürekli bir yolculuk, sürekli bir
hicret... Aslî vatandan ayrılışımızın hicran ve hasreti, iç âlemimizde
hıçkırıklar ve sessiz çığlıklar koparmaktadır. Bu hasret ve hicranımızı
dindirmek ve son menzilde maksud ve matlubumuza kavuşmak, dünya ile âhiret
arasında kuracağımız dengeye bağlıdır. Bu denge, aslı fer'e, ebedi fâniye
tercih etmekle sağla-nabilir. Bu ölçü yaşantımızın bütün safhalarına hâkim
olmalıdır. Aksi takdirde, dengeler bozulur. Hayatımızın âhengi kaybolur.
"Dünya hayatı, bir oyun ve eğlenceden başka bir
şey değildir. (Allah'dan) ittika edenler için elbette âhiret yurdu daha
hayırlıdır. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?" (En'am/32)
"İşte
âhiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan
kimselere veririz. (En güzel) âkıbet takva sahiplerinindir." (Kasas/83)
Düşünce, niyet, söz ve işlerimizde her zaman İslâm’ı
ön plana çıkarıp, âhiret amellerine öncelik tanımalıyız. Ebedi fâniye tercih
edebilmemiz ve bütün işlerimizde Allah'ın rızasını gâye edinebilmemiz için
takvaya ermeliyiz. Takvaya eren, Allah Teâlâ'dan hakkıyla ittika eden kişiler,
"Dünya için dünyada kalacakları kadar, ahiret için de ahirette kalacakları
kadar" çalışırlar. İşte o zaman dünya ile ukba arasındaki gerçek denge
kurulmuş olur. Âhiret amelleri ile dünya işleri çakıştığı, yani birini yaptığımız
zaman, öbürünü yapmak imkanı olmadığında, âhiret amellerini, dünya işlerine
tercih etmeliyiz. İslâmî hizmetleri, cemaat işlerini, şahsî işlerimizin,
ticaretimizin önüne geçirmeli-yiz.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır: "Dünyanızı ıslah ediniz. Yarın ölecekmiş gibi âhiretiniz
için çalışınız." (Deylemi)
Dünyamızı ıslah edeceğiz, ama nasıl? Bize bir kitap,
bir şeriat, bir nizam indirilmiştir. Ferdî yaşantımızdan, devlet hayatımıza
kadar bütün işlerimizi İslâm’a göre tanzim edecek, dünyamızı Kur'an ve
sünnetin şaşmaz ölçülerine göre ıslah
edecek, düzene sokacağız. Aksi takdirde yani nefsî arzularımıza, indî
görüşleri-mize, tağûtî ve şeytânî sistemlerin ortaya koyduğu sapık ve kof
prensiplere göre yapılacak bir ıslâhat, ıslâhat değil, büyük bir ifsat olur. Zamanımızda, beşerî
sistemlerin ıslahat diye yaptıkları, baştan sona bir fesat ve cürümdür.
İnsanları maddeye, materya-lizme köle etmek ve bu köleler üzerinde sulta ve
çıkarlarını devam ettirmektir.
Beşerî sistemlerde din ve ahlâk dışı bir yaşantıya,
lüks ve israfa mahkum olan, nefis ve
şeytanın oyuncağı haline gelen insanlık, her türlü bediî zevkten uzak, behimî arzuları tatminden
öteye hiçbir özellik taşımayan beton binalar, zevksiz ve sağlıksız
şehirleşmeler, dengesiz ve tabiatı tahrip eden sanayileşmeler, aile hayatını
felç eden ekonomi ve çalışma düzenleri ile tam bir cahiliyyet ve ilkellik
sergilemektedir. Dünyada var olan herşey insan için, ona hizmet için
yaratıldığı halde, insanların çoğu Allah Teâlâ’ya kulluğu unuttuğu, onu ve
nizamını inkâr ettiği, hevâ ve heveslerine göre yaşadıkları için, dünya, nefis
ve şeytana hizmet etmek gibi aşağılık bir işe mahkum olmuşlardır.
Dünyanın idaresi, biz müslümanlara tevdi edilmiştir.
Yeryüzünde adâletin tesisi, dengelerin kurulması için imanî esasların ve hak
ölçülerin hakim olduğu bir yönetim şarttır. Böyle bir yönetimde ne dünyaya
dalıp gidilir, ne de âhiret unutulur. Böylece madde ile manâ arasında âhenk
tesis edilmiş ve sağlıklı bir toplum
kurulmuş olur. Dünyayı ıslah çabası içinde
olan insan, yarın ölecekmiş gibi âhiret için çalışırken, ruhunda yeni
ufuklar açılır. Yarın ölebileceği inancı kişinin mal, makam, şöhret ve baş olma
gibi hırslarını yok eder. Yeryüzünde işlenen cinayetler ve yapılan zulümler,
hep bu mezmum hırslardan kaynaklanmıyor mu? Her an ölümle karşı karşıya olduğu,
yaptıklarından hesaba çekileceği, asla başıboş bırakılmadığı, yapması gereken
bir çok vazifesi bulunduğu idraki içinde olan insan, ancak ve ancak iyilik
düşünür, iyilik yapar, iyiliklere öncü
olur. Bırakın kötülük yapmayı, kötü
şeyleri düşünmeye bile vakti olmaz. Kötü düşünce ve kötülük onun yaşantısında
asla yer bulamaz. İçinde yaşadığı günü, dünyadaki son günü kabul edip, bütün
günlerini bu inançla cihad, hizmet, ibadet ve taatla geçiren bir müslüman, yarın ölecekmiş gibi âhiret
için çalışmanın sırrını yakalamış olur.
"Ebedî yaşayacakmış gibi dünyan için çalış. Yarın
ölecekmiş gibi âhiretin için çalış." (İbnî Asâkir) hadis-i şerifi,
bazılarınca yanlış yorumlanmaktadır. Zannedilmektedir ki, dünya ve âhiret
amelleri at kulağı gibi aynı hizada yürütülmelidir. Âhiret için çalışıldığı
kadar dünya için veya dünya için çalışıldığı kadar âhiret için çalışılmalıdır.
Halbuki hadis-i şerif, âhiret amellerine ağırlık verilmesini yeğlemektedir.
Farz-ı muhal dünyada ebedî yaşayacak olan bir insan, bugün yapacağı bir işi yarına bırakmakla birşey
kaybetmez. Çünkü o işi yarın veya bir ay veyahut daha sonraki gün ve aylarda
yapmak için zamanı vardır. Fakat yarın ölecek olan bir insan, bugün yapacağı
işini yarına bırakamaz. Çünkü, o işi yarına bırakmak demek, o işi asla
yapamayacak demektir. Çünkü yarın
hayatta yoktur.
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve herkes
yarın (âhiret için) ne hazırladığına baksın. Allah'tan korkun. Çünkü Allah,
yaptıklarınızdan haberdardır. Allah'ı unutup da Allah'ın da kendilerini
unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar, fâsıkların ta kendileridir."
(Haşr/18-19)
Allah indinde günler ikidir: Bugün ve yarın. Bugün
dünya, yarın âhirettir. Muttakî kişiler, dünya hayatının yarınlarını değil,
dünyaya göre yarın olan âhireti düşünürler. Orası için hazırlık yaparlar.
Gençliği, sıhhati, maddî ve manevî tüm imkânları, en kıymetli zamanları, Allah
Teâlâ'nın emrettiği şekilde, Allah yo-lunda harcarlar.
Allah'ı unutan ve Allah'ın da kendilerini unutturduğu
fâsıklar ise; fâni olduklarını, hiçliklerini, acziyetlerini unutarak,
kendilerinde bir güç ve kuvvet olduğu zehabına kapılırlar. Allah'tan başka
gerçek güç ve kuvvet sahibi olmadığı gerçeğinden gafil olurlar. Dünyaya dalıp
giderler. Sanki ölmeyecekler, sanki hesaba çekilmeyecekler gibi behîmî bir
hayat yaşarlar. Değil âhiret amellerine öncelik tanımak, birçoğu âhiret âlemine, ölüm ötesi hayata
inanmazlar. Heva-yı heveslerini, mal ve mülklerini, makam ve mevkilerini ilah
edinirler. Akıbet, dünyada zillet ve meskenet, rızık endişesi, ölüm korkusu,
âhirette ise horluk ve ateş...
Dünya
ile ukba arasında ahenk kuramayan, dünyasını da ukbasını da kaybeder.
Ölçüsüzlük dengesizliği, dengesizlik kargaşayı davet eder. Kargaşanın hüküm
sürdüğü bir yerde, huzur ve saadet hayâl olur.
Çoğu kez ölçüyü kaçırır, dengeleri bozar ve sınırları
taşarız. Neticede nedâmet ve pişmanlık duyarız. Hislerimizi, hevesleri-mizi,
heyecanlarımızı, vahyin ve sünnetin aydınlığında kontrol edemez ve yaşantımızdaki
âhengi kaybederiz. İfrat ve tefrit
arasında git-geller ile ruhî bunalımlara düşer, dost ve düşmanı ayırtedemez, muhabbet ve husûmet sınırlarını
birbirine karıştırırız. Düzeltelim derken bozar, yapalım derken yıkar, faideli
olalım derken zararlı oluruz. Kimi ve neyi seveceğimizi ve ne ölçüde
seveceğimizi, kime ve neye buğzedeceğimizi ve ne ölçüde buğzedeceğimizi Kur'an
ve sünnet süzgecinden geçirmediğimiz için, zaman zaman seveceklerimizden nefret
eder, buğzetmemiz gerekenlere sevgi besler, ya da sevgi ve buğzumuzda ifrata
kaçarız. Kaldı ki İslâm, her şeyde olduğu gibi, muhabbet ve husûmette de bir
ölçü koymuş ve itidali emretmiştir.
Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
"Sevdiğin kişiyi orta halli sev. Belki o, birgün
buğzettiğin birisi olabilir. Buğzettiğin kişiye de orta halli buğzet. Belki o,
birgün dostun olabilir." (Tâc)
İnsanlara
olan sevgimiz dünyevî bir maslahattan, geçici bir his ve heyecandan dolayı
olmamalıdır. Kezâ, şahsî meselelerimiz ve duygularımız kişilere buğzetmeye
sebep teşkil etmemelidir.
Muhabbetimiz de Allah için, buğzumuz da Allah için
olmalıdır.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
"Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek,
Allah için buğzetmektir." (Tâc) buyurmaktadır.
Allah Teâlâ'ya olan muhabbetimiz aşk derecesine
yükselmelidir. Bütün sevgilerimiz, Allah Teâlâ'ya olan muhabbetimizden
kaynaklanmalıdır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi sevmek, Allah
Teâlâ’yı sevmektir. Kim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi sever ve O'na
tâbi olursa, Allah Teâlâ da onu sever ve günahlarını bağışlar.
Bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"(Rasûlüm!)
De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana tâbî olunuz ki, Allah da sizi sevsin ve
günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir."
(Al-i İmran/31)
Bir
müslüman için Allah ve Rasûlullah sevgisi, bütün sevgilerin üzerindedir ve
hiçbir sevgi Allah ve Rasûlullah sevgisinin önüne geçemez. Allah ve Rasûlü’nü
kendi öz canımızdan daha çok sevmekle mükellefiz. Muhabbet, muvafakatı
gerektirir. Yani seven kişi, sevdiğinin emirlerini yerine getirir ve
nehyettiklerinden ictinâb eder. Hakikî mâşuk ve mahbûb evvelen Allah Teâlâ,
saniyen Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemdir. Öyleyse herşeyden önce Allah
Teâlâ ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin emirlerini yerine getirmek ve nehiylerinden
ictinab etmek mecburiyetindeyiz. Allah’a ve Rasûlullah'a muhabbetimiz bunu
gerektirir.
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
"Kimde üç şey bulunursa imanın halâvetini tatmış
olur.
1.
Allah ve Rasûlü kendisine başkalarından daha sevgili olmak.
2.
Bir kimseyi ancak Allah için sevmek.
3.
Allah onu küfürden kurtardıktan sonra yeniden küfre dönmekten ateşe atılmak
gibi hoşlanmamak." (Buharî-Müslim)
Müslümanlar olarak ashab-ı kiramı, Allah dostlarını,
âlimleri, sâlihleri, sadıkları sevecek ve onlara gereken saygıyı göstereceğiz.
Birbirimizi sevecek, hak ve hukukumuza riayet edeceğiz. İyileri ve iyilikleri
sevmeyen, kötülere ve kötülüklere buğzetmeyen bir toplum, felaketini kendi
elleriyle hazırlamış olur. Dünya sevgisi, mal-mülk ve riyaset hırsının zebûnu
olan kişiler, Allah ve Rasûlullah sevgisinden nasıl söz edebilirler? Şahsî
çıkarlarını, geçici menfaatlerini din kardeşine tercih edenler, hatta ye-rine
göre ona iftira eden, zulmedenler, İslâm kardeşliğinden, müslümanları sevmekten
nasıl bahsedebilirler? Yalancı duruma düşmezler mi?
Biz müslümanlar, şahıslara buğzetmeyiz. Biz,
şahıslardan sâdır olan küfür, şirk, nifak, günah-ı kebair gibi kötülüklere
buğzederiz ve bu kötülükler zâil olup sahibi tevbekâr olunca, onu muhabbetle
kucaklar, dostlarımız arasına katarız. Biz bir kişiyi de imanından, sâlih
amellerinden, ihlâsından, takvasından, güzel ahlâkından dolayı severiz. Allah
korusun o bu güzel hallerini terkeder, kötülüklere dönerse ona olan sevgimiz
zâil olur. İsterse özkardeşimiz olsun, yakın dostumuz bulunsun.
İkrime radıyallahu anh Mekke fethi gününe kadar
İslâm'ın, Rasûlullah sallallahu aleyhi
ve sellemin en azılı düşmanlarından biri idi. Kâbe örtüsüne tutunmuş olsa bile
öldürülmesi emredilmişti. Mekke fethi günü müslümanlara kılıç çekti, sonunda
kaçarak canını zor kurtardı. Cidde'den Yemen'e gitmek üzere bir gemiye bindi.
Gemi Kızıldeniz'de büyük bir fırtınaya yakalandı. Benliğini ölüm korkusu
sarmıştı. Gemidekilerin:
"Ey
insanlar! Allah'a olan inancınızda samimi olun, burada tanrılarınız size hiçbir
fayda vermez." diye seslenmeleri,
İkrime'nin kâlbinde yankı yaptı ve:
"Allah'ım
sana söz veriyorum. Eğer beni içinde bulunduğum şu durumdan kurtarırsan elimi
elinin içine koymak (biat etmek) için Muhammed'e gideceğim. Onun bağışlayıcı ve
kerim olduğuna inanıyorum." diye
dua etti.
Daha
önce müslüman olan hanımının delâletiyle
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin affına mazhar oldu. Müslüman
olmak üzere huzur-u Rasûlullah'a
geldiğinde, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ayağa kalkarak onu
kucakladı ve yanına oturttu. İkrime müslüman oldu. Çeşitli savaşlara katıldı.
Nihayet Bizanslılarla yapılan Yermük savaşında kendisiyle ölünceye kadar
savaşmak üzere biatlaşan 400 bahadır ile Bizans sürülerinin üze-rine atıldı.
Şehid olana kadar savaştı. İslâm'la şereflenen İkrime radıyallahu anh, şimdi de
imanını, şehadetle taçlandırmış oldu.
Bir zamanlar babası Ebu Cehil gibi, İslâm'ın en azılı
düşmanı olan İkrime, artık müslümanların sevgilisi idi. Gönüllerimizde taht
kuran bir mübarek şehid, bir mübarek sahabî oldu. O'nu sevmemize, O'nu hürmetle
anmamıza ne babasının İslâm düşmanlığı ve ne de kendisinin daha önceki İslâm
düşmanlığı mânidir. O'nun şefaatini umarız.
Öte
yandan Ebu Leheb, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sel-lem’in öz amcası idi. Ne
yazık ki kâfir olarak yaşadı, kâfir olarak öldü. İslâm düşmanlığı had safhada
idi. Karısı da Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selleme eziyet etmekten, âdetâ
zevk alırdı. Kur'an'da Ebu Leheb'in ve karısının kötü sonları şöyle anlatılır:
"Ebu Leheb'in iki eli kurusun. Kurudu da. Malı ve
kazandıkları onu kurtaramadı. O, alevli bir ateşe girecek. Odun taşıyıcı olarak
ve boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu halde karısı da ateşe
girecek.' (TebbetMüslümanlar küfür ve şirklerinden dolayı kâfirlere buğz ettiği
gibi, Ebu Leheb'e de buğzederler. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin
amcası olması ona bir ayrıcalık tanımaz.
Şu iki çarpıcı misal üzerinde uzun uzun tefekkür edelim.
Kişilere olan muhabbet ve buğzumuzu çok iyi bir şekilde kontrol edelim. Sevgi
ve nefretimize nefsimizi karıştırmayalım. Buğzumuzu sürekli kine
dönüştürmeyelim. Sevgimiz bizi kör ve dilsiz duruma sokmasın. Muhabbetin ne
demek olduğunu iyi anlayalım. Sevdiğimiz üzülür, bize olan sevgisi azalır
gibi endişelerle onun şeriata mugayir
sözlerine,işlerine göz
yummayalım. Onun günah ve hatalarına göz yummak, onun ateşe girmesine
göz yummaktır. Bu dostluk mudur? Bu
sevgi midir? Bu vefâ mıdır? Ve bu,
gerçekte ona yapılmış bir zulüm değil midir? Seven sevdiğini amâl-î sâlihaya
teşvik eder. İyilikleri emreder, kötülüklerden nehyeder. İyi bir kul olması
için yardımcı olur. İşte, Allah için sevmek budur, gerçek muhabbet ve dostluk
da budur. Birbirlerini Allah için sevenlerin ise Rab katında dereceleri çok
yüksektir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şu
müjdelerine kulak verelim:
"Allah Teâlâ kıyamet günü şöyle der: Ben’im
celâlim için birbirini sevenler nerede? Ben’im gölgemden başka hiçbir gölgenin
olmadığı bu günde onları, arşımın gölgesinde gölgelendireceğim." (Müslim)
"Allah'ın kullarından öyle insanlar vardır ki,
onlar ne peygamber ve ne de şehiddirler. Lâkin kıyamet günü Allah'ın katındaki
yerlerinden dolayı Peygamber ve şehidler onlara gıbta ederler.”
Ashab-ı Kiram: “Onlar kimlerdir? Bize haber ver yâ
Rasûlullah,” dediler.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Onlar öyle
bir topluluktur ki Aralarında hiçbir akrabalık ve dünyevî bir alış veriş ve
menfaat olmadığı halde birbirlerini sâlih
amellerinden, Kur'an'la amel ettiklerinden dolayı Allah için severler. Allah'a
yemin olsun ki, onların yüzleri nurdur. Ve onlar nurdan minberler üzerindedir.
İnsanlar korktuğu zaman, onlar korkmayacaklar. İnsanlar mahzun oldukları zaman,
onlar mahzun olmayacaklardır. Dikkat edin, Allah'ın dostları için korku yoktur.
Onlar, mahzun olmayacaklardır." (Ebu Davud)
"Bir adam, başka bir karyede bulunan arkadaşını
ziyarete gitti. Allah Teâlâ onun yolu üzerine bir melek gönderdi. Melek, o
adama nereye gittiğini sordu. O da, 'Şu
karyede bir arkadaşım var onu ziyarete gidiyorum.' dedi. Melek: 'Onda
faydalanacağın bir şey mi var?' diye sordu. Adam da: 'Hayır, ben onu Allah için
seviyorum' dedi. Melek: 'Ben Allah'ın sana gönderdiği bir elçiyim. Senin
arkadaşını sevdiğin gibi, Allah da seni seviyor', dedi." (Müslim)
Kâlbimizi muhabbetullah ve muhabbet-i Rasûlullah ile
ihya edelim. Birbirimizi yalnız ve yalnız Allah için sevelim. Ülfet edelim,
ülfet olunalım. Ülfet etmeyen ve ülfet olunmayanda hayır yoktur. Buğzumuz Allah
için olsun. Allah ve Rasûlünün buğzettiklerine buğzedelim. Haddi aşmayalım.
Sevgimize de buğzumuza da nefsimizi
karıştırmayalım. Bir muhabbet toplumu oluşturalım. Muhabbet olmayan bir kâlb,
çorak arazi gibidir. Orada hayır adına bir şey nemâlanmaz. Sevgiye yabancı bir
toplum, yangın yerine, deprem olmuş bir
beldeye benzer. Kâlb, muhabbetle mamur olur. Toplumlar, muhabbetle huzur bulur.
Kâlbde hâlis niyet, lisanda doğru söz ve âzâlarda
sâlih amelin mevcudiyeti kişiyi sıdk derecesine yükseltir. Kâlb makarrı tasdik,
lisan makarrı ikrar, âzâlar ise makarrı ameldir. İmanın kemâli, bu üç
merkezdeki tezahürlerin kemali ile orantılıdır.
Kâlbi,
lisanı ve âzâları bütün kötülüklerden temizleyip, bütün iyilikler, faziletlerle
donatmak her müslüman için yapılması gereken en mühim vazifedir.
"O günde ne mal faide verir ne oğullar. Ancak
kâlb-i selim ile gelenler müstesna." (Şuara/88-89)
Bu hususta rehberimiz, önderimiz Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem de şöyle
buyurmaktadır:
"Fitneler hasır gibi deste deste birbiri ardınca
kâlblere arzolunur. Yahut kâlblere konup döşenmek, örülmek, itiyad haline
gelmek ister. Artık herhangi bir kâlb onları su içer gibi içine çekip alırsa,
onda simsiyah bir nokta belirir. Hangi kâlbde onları red ve defederse onda da
bembeyaz bir nokta yerleşir. Nihayet bir kâlb iki kâlb (gibi) olur. (Biri
kötülükleri kabul etmediği için) mermer gibi beyazdır ki yerler ve gökler
durdukça ona hiçbir fitne (kötülük) zarar vermez. Diğeri de siyah, paslıdır ki,
tepesi aşağıya dönmüş bir testiye benzer. (İçinde hayır adına ne varsa dışarıya
çıkar, dökülür) İşte o kâlb ne mârufu tanır, ne münkeri (redd ve) inkâr eder.
Ancak heva ve hevesinden kendisine meşrep edilen şey ne ise o kalır."
(Buhari-Müslim)
"Dikkat edin vücutta bir et parçası vardır ki o
iyi olduğu zaman bütün vücut iyi olur, o bozulduğu zaman bütün vücut bozulur.
Dikkat edin, o kâlbtir."
(Buhari-Müslim)
Diğer
bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır:
"Allah Teâlâ bir kuluna hayır murat ettiği zaman,
kâlbinin kilidini açar ve içine yakin ve sıdk koyar, sülûk ettiği şeyde kâlbini
bilgilendirir. Kâlbini selim, lisanını sâdık, ahlâkını müstakim, kulağını
(hakkı) işiten, gözünü (hakkı) gören kılar." (Muhtar-ül Ehâdis)
Doğru konuşmak, hakkı konuşmak hususunda Allah
Teâlâ’nın buyruğu:
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğru söz
söyleyin. (Böyle yaparsanız) Allah işlerinizi düzeltir ve günahlarınızı
bağışlar. Kim Allah ve Rasûlüne itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş
olur." (Ahzab/70-71)
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin ümmete bu
konudaki mesajları:
"Doğruluk iyiliğe iletir. İyilik ise cennete
iletir. (Böylece) Kişi dosdoğru olur ve Allah'ın indinde sıddık olarak yazılır.
Yalan kötülüğe kılavuzlar. Kötülük ise ateşe (cehenneme) iletir ve (böylece) kişi
tam yalancı olur ve Allah indinde aşırı yalancı olarak yazılır."
(Buhari-Müslim)
"Kim Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsa ya hayır
söylesin veya sükût etsin." (Buhari-Müslim)
"Dilinin (sözünün) fazlasını tutan, malının
fazlasını infak eden kişiye müjdeler olsun." (Beyhaki)
"Kâlbi doğru oluncaya kadar kulun imanı müstakim
olmaz. Dili doğru oluncaya kadar da kâlbi istikamette olmaz." (İhya)
Sâlih
amel hususunda Allah celle celaluhu şöyle buyuruyor:
"Asra yemin olsun ki, insan gerçekten ziyandadır.
Ancak iman edenler ve sâlih amel işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler
ve sabrı tavsiye edenler müstesnâ." (Asr/1-3)
"İman eden ve sâlih ameller işleyenlere gelince
Allah onların mükâfatlarını eksiksiz verecektir. Allah zâlimleri sevmez."
(Al-i İmran/57)
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyuruyor:
"Şüphesiz ki, Allah sizin sûretlerinize ve
mallarınıza bakmaz. Lâkin kâlblerinize ve amellerinize bakar." (Müslim)
"Yaptığın iyilik seni sevindirir, işlediğin
kötülük de sana kötü görünürse (o zaman) sen (kâmil) mü'minsin."
(Muhtar-ül Ehâdis)
Yukarıda zikri geçen ayetler ve hadisler çok iyi bir
şekilde tefekkür edilirse kâlb, lisan ve diğer âzâlar arasında kurulan güzel
bir âhengin, sâlih amellerin zuhûruna sebep olduğunu görürsün. Çünkü amellerin
salâhı, güzelliği kâlb ve lisanın güzelliğine ve salâhına bağlıdır. Kâlb ve
lisan kendi aralarında muaraza eder, uyum sağlayamazsa, o takdirde diğer
âzâlardan sıhhatli, devamlı sâlih ameller tezahür edemez. Kâlbi ıslah etmek çok
mühim bir iştir. Çünkü kâlb diğer âzâların
tâbi olduğu bir hükümdardır. Nitekim yukarıda zikri geçen, "Dikkat
edin vücutta bir et parçası vardır ki o iyi olduğu zaman bütün vücut iyi olur,
o bozulduğu zaman bütün vücut bozulur. Dikkat edin o kâlbtir." hadis-i
şerifi bu hakikate işaret etmektedir.
Kâlbi her türlü küfür, şirk ve nifaktan temizlemek
gerekir. Riya, ucub, kibir, haset, öfke, tehevvür, cimrilik, israf, mal-makam
ve riyaset sevgisi, hiyanet, acelecilik, inat, kabalık, hayasızlık, ümitsizlik,
hafif meşreplik, anlayış kıtlığı, ibadetlere karşı gevşeklik, günahlarda ısrar,
kötülüklere karşı duyarsızlık,
zâlimlere, fâsıklara ve günahkârlara sevgi beslemek gibi kötü ahlâklar kâlbi
bozan âfetlerdendir. Kâlbi bu kötülüklerden ve âfetlerden korumak için, ihlas,
verâ, takva, tevazu, cömertlik, hilim, hayâ, iffet, muhabbet, afiv, kanaat,
vekar, tevekkül, ülfet, vefâ gibi güzel hasletlerle tezyin etmek gerekmektedir.
Dilimizi de yalandan, malayânîden, fazla konuşmaktan,
cidal ve münâkaşadan, müstehcen lakırtılardan, sövmek ve lânetlemekten,
eğlenceye almak ve alay etmekten, sırrı ifşâ etmekten, gıybet, koğuculuk ve
dedikodudan, iftirâdan, iki dillilikten, başkalarının beğenisini kazanmak için
yapmacık konuşmalardan, müslümanın mehâbetini gideren aşırı şakalardan ve
benzeri kötü huylardan korumalıyız. Doğru konuşmak, hakkı söylemek, hakkı
müdafaa etmek, yeri gelince sükût etmek ve yeri gelince konuşmak, ilim
öğretmek, tebliğ etmek, emr-i bi’l ma’ruf nehy-i ani’l münker yapmak, yumuşak
konuşmak gibi güzel hasletlerle
donatmalıyız.
Vücudumuzun diğer âzâları olan gözü harama bakmaktan,
kulağı batıl sözler dinlemekten, mideyi haram lokmadan, eli zulümden, ayağı
yasak olan yerlere gitmekten muhafaza etmeliyiz. Kâlb, dil ve diğer âzâlar
yukarıda sayılan kötü hasletlerden temizlenir ve zikri geçen iyi hasletlerle
donatılırsa kâlb, dil ve ameller arasında tam bir uyum sağlanmış ve en güzel
âhenk kurulmuş olur. Bu âhenk sağlandıktan sonra artık kişi şeriatın kötü
gördüğünü kötü görür, şeriatın güzel gördüğünü güzel görür. Konuşulan her söz Allah
için konuşulur, yazılan her yazı Allah için yazılır. Yapılan her amel Allah
için yapılır.
"Allah'a sanki onu görüyormuşçasına ibadet et.
Eğer sen onu göremezsen, muhakkak ki O seni görür." (Buhari-Müslim)
hadis-i şerifindeki sır tecelli eder.
Bu
vasıftaki fertlerden meydana gelen bir topluluk fazilet ve ahlâk toplumunu,
temiz toplumu oluştururlar. Aralarında ülfet ve muhabbet, muavenet ve isâr,
itimat ve emniyet doruk noktaya yükselir.
"Allah onların kâlblerini birleştirendir. Sen
yeryüzünde bulunan herşeyi verseydin yine onların gönüllerini birleştiremezdin.
Fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü o, mutlak galiptir.
Hikmet sahibidir." (Enfal/63) ayet-i kerimesi şirk, küfür, nifak, zulüm, düşmanlık ve her türlü
ahlaksızlıklarla çalkalanan Arabistan’da, behimî bir hayat yaşayan putperest
arapların, kâlblerinde iman yer edip İslâm'ın insanı olunca, nasıl bir ingılap
gerçekleştiğini haber vermektedir.
Dün kız çocuklarını kendi elleri ile canlı canlı
toprağa gömen insanlar, bir karıncayı bile incitmekten korkar oldular.
Düşmanlık kardeşliğe, korku ve dehşet emniyete, nefret muhabbete, hodgamlık
diğergamlığa, katılık yumuşaklığa hülâsa tüm kötülükler iyiliğe tebeddül etti.
İşte bu ingılap bir Kur'an mucizesidir ve toplumlar Kur'an’ın şaşmaz ölçülerine
tâbi olarak kâlb, dil ve tüm benliğini yaratanına teslim ederse bu mucize her
devirde tekrarlanacaktır. Yeter ki "Ey Peygamber! Sana ve sana tâbi olan
mü'minlere Allah yeter." (Enfal/64) ayet-i kerimesinde verilen mesajı iyi
anlayarak yalnız ve yalnız Allah'a dayanıp güvenelim.
Allah Teâlâ Kur'an'ı bütün insanlığa göndermiş ve
herkesin yapabileceği, gücü yetebileceği şeylerden mes'ul tutmuştur. Kur'an
nizamı sadece asr-ı saadet müslümanlarının, ashab-ı kiramın uygulayabileceği
bir nizam değildir. Şayet öyle olsaydı, o zaman Allah Teâlâ hâşâ zulmetmiş
olurdu. Allah Teâlâ ise her türlü zulümden münezzehtir. Rasûlullah’a yetişmek,
O’nun sohbet halkasına oturmak ve feyz almak elbette büyük bir bahtiyarlıktır.
Onlar Allah'ın seçkin kullarıdır. O’na yetişemeyen, O’nun huzurunda sohbet
mutluluğunu tadamayan sahabe olamaz. Ancak sahabenin yaptıklarını yapabilirler.
İşte Kur'an’ın bu mucizesi yani milletlerin imanlarını gözden geçirerek yeniden
iman etmeleri ve bu imanın gereği olan ingılabî hareketlerde bulunmaları her
zaman tekrarı mümkün olan Kur'anî bir mucizedir. Nitekim İslâm tarihinde zaman
zaman bu tecdid ve ingılab hareketleri olmuş, ümmet yer yer asr-ı saadet
neşesini tatmıştır.
"Allah'ın
boyası (ile boyanın) boya yönünden Allah'tan daha güzel kimdir? Biz ancak O'na
kulluk ederiz." (Bakara/138)
Evet Allah'ın boyasıyla boyanan, yani Kur'an ahkamını
yaşantılarına hakim kılan toplumlar, sadece Allah'a kulluk eden toplumlar,
gerçek kurtuluşa erer ve kulluğun ihtişamını yaşarlar.
Kâlb, dil ve amelin tek kaynaktan, vahiy kaynağından
sulanması neticesinde, kişide şu kudsî hadiste beyan edilen yüksek tecelliler
zuhûr eder:
"Kulum bana, en çok üzerine farz kıldığım şeyleri
yerine getirmekle yakınlaşır. Üzerine farz kıldıklarımdan daha sevimli bir şey yoktur
ki, onları işleyerek daha fazla yakınlaşsın. Kulum bana, nâfile ibadetlerle de yaklaşmaktan geri durmaz. Öyle
ki sonunda Ben onu severim. Ben kulumu sevdiğim zaman ise,
onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı mesabesinde olurum.
(Yani Ben’im emrimle işitir, Ben’im emrimle görür, Ben’im emrimle tutar, Ben’im
emrimle yürür bana asla isyan etmez.) İstekte bulunduğu zaman muhakkak veririm.
Bana sığınmak istediği zaman kendisini korurum." (Buhari)
Allah Teâlâ'nın bu yüksek lütûf ve ikramına nail olan
bir kişi, tevhidin sırrına ulaşır. Kâlbe dikilen tevhid ağacının dal ve
budakları, çiçek ve meyveleri dilde ve bütün vücut âzâlarında tezâhür eder.
Gâye Allah ve Allah'ın rızası olur. O'nun yolunda çekilen çileler huzur olur,
saadet olur, bahtiyarlık olur. Artık bu makamda kul, mâsivadan tecerrüd edip
Rabbıyla ünsiyyet peydah etmiş
fenafillah olmanın sürûrunu yakalamıştır.
Ahmed
er-Rufâî bir münacâtında şöyle der:
"Ya Rabbî! Keşke senden tatlılıklar gelseydi de
hayat zorlu olsaydı. Sen razı olsaydın da bütün insanlar bana kızıp
öfkelenseydi. Bundan ne çıkardı. Keşke seninle aram mâmur olsaydı da, bütün
âlemler harâb olsaydı. Ne gamdı. Senin sevgin olunca herşey kolaydır,
yolundadır. Zira toprağın üzerindeki her şey topraktır, toprak olacaktır."
Bu sözler kâlbî itminanın dile akseden reyhanları,
kâlb, dil ve amelin uyum ve âhenginden
yükselen sevda nâmeleri, aşk ve muhabbet terennümleridir.
Sağlam binalar, sağlam temeller üzerinde yükselir.
Hasta kâlblerden, bulanık düşüncelerden, sıhhatli fikirler, faideli görüşler
zuhûr etmez. Pepe bir dille fasîh ve
belîğ konuşmak ne mümkün... Bozuk bir zeminde düzgün oturup düzgün yürümek
büyük bir maharet ister. Kâlb gözü kör olanın zâhirî gözü açık olsa neye
yarar... Yeşili gören davar, iştahı kabarır ekine dalar. Neticede ekin
sahibinden veya bekçiden dayak yer. Kâlb gözü kapalı kişi de hep harama dalar.
Günaha dadanır. Netice; dünyada horluk, ahirette ateş ve azap... Koku alma
hassasını kaybeden bir kişi, iyi koku ile kötü kokuyu birbirinden nasıl
ayırdetsin? Onun için mezbelede oturmakla gül bahçesinde oturmak arasında ne
fark var? Tat alma duyusunu yitiren kimse, acı ile tatlı arasındaki farkı
bilemez. Ne acı ve ekşiyi yerken yüzü buruşur, ne de tatlıyı yerken zevk alır.
Sağır olana bağırsan da duyuramazsın. Ahmak olana bin hikmet anlatsan bir ders
almaz. Akıllı olan, bir hikmetten binlerce mânâ çıkarır, ibret alır. Terazisi
bozuk olanın tartısı âdil olmaz. Görülüyor ki, varolan âhenk kaybolur, dengeler
bozulur, ölçüsüzlük ölçülerin yerini alırsa kargaşa meydana geliyor. Hak ile
batıl, hayır ile şer birbirinden ayırt edilemiyor.
Birşeyi neye göre kabul ediyor, neye göre
reddediyoruz? Bu hususta indî
görüşlerimiz, şahsî mütalaalarımız ne dereceye kadar etkin oluyor, belirleyici
oluyor? Kabul veya reddetmeden, karar vermeden, hafızamızı yokluyor,
bilgilerimizi hatırlamaya çalışıyor, kitapları karıştırıyor veya bilen birine
soruyor, istişâre ediyor da kararımızı ona göre mi veriyoruz? Birşeyi tenkit
veya tasvib ederken İslâmî bir endişe duyuyor muyuz? Kur'an ve sünnet ölçüsüne
uygun olup olmadığı hususunda titizlik gösteriyor muyuz? Yoksa o andaki
hislerimiz, heyecanlarımız ve arzularımız mı etkin oluyor, belirleyici
oluyor? Çoğu kez his ve heyecan
ortamından, beklenti ve arzularımızdan kurtulduktan sonra, sâkin bir ortamda,
nasların, ölçülerin ve selim aklın ön plana çıktığı bir vasatta düşünmeye ve
mütalaa etmeye başlayınca daha önceki bir kısım tenkitlerimizde,
kabullerimizde, tasvib ve tekziblerimizde nasıl bir yanılgı içerisinde
olduğumuzu farkediyoruz.
Mekkeli
müşrikler, Allah Teâlâ'nın varlığını kabul ediyor, ancak Allah ile beraber
başka ilahlara, putlara da tapıyorlardı.
"Andolsun onlara (müşriklere) 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye sorsan, 'Elbette
onları aziz ve âlim olan Allah yarattı.' diyeceklerdir." (Zuhruf/9)
Onlar, tevhidin birinci kısmını yani Lâ ilâhe (hiçbir
ilâh yok) kısmını reddediyor, ikinci bölümünü yani Allah'ın varlığını kabul
ediyorlardı. Ölçüleri ise, ne akl-ı selim ve ne de doğru bir haberdi. Onlar,
babalarını, babalarının sapık inançlarını ölçü almışlardı. Bazen iç âlemlerinde
müslüman olmak için küçük bir meyil olsa,
hemen karşılarına menfaatleri, çevreleri, sahip oldukları dünyalıkları
çıkıyor ve bir türlü bu engelleri aşıp doğru seçim ve doğru karar
veremiyorlardı. Çünkü yanlış ölçü tutmuşlardı. Arzularını, nefislerini ön plâna
çıkarmışlardı. Hayatlarının bir parçası olan kötülükleri bir anda terketmek,
asırlardır oluşan şirk ve küfür kültüründen vahiy kültürüne geçmek hususunda
zorlanıyorlardı. Bir iç hesaplaşma, bir iç ingılâp gerekiyordu. Bu hesaplaşma
ve ingılâbı gerçekleştirenler, müslüman olmayı başardılar. Uğrunda hayatlarını
verdikleri İslâm öncesi ölçülerin ölçüsüzlüğünü, değerlerin değersizliğini
büyük bir dehşetle farkettiler. Dostlar ve düşmanlar, muhabbet ve nefretler yer
değiştirdi. İslâm'a ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selleme olan buğz, kin
ve nefret, misli görülmemiş bir muhabbete dönüştü. Ve O'nun huzurunda en içten
itiraflar:
"Ya Rasûlallah! Dün benim senden daha çok nefret
ettiğim, düşman olduğum bir kimse yoktu. Fakat bugün benim için senden daha
sevgili hiç kimse yoktur."
Leylâ
esmer, çelimsiz bir kızdı. Mecnun ona sevdalandı. Onun aşkında fânî oldu. Aşk
yer, aşk içer, aşk konuşur olmuşlardı. Hayat kervanları aşktan başka bir metâ
taşımıyordu. Dillere destan oldular. Kimi acıdı, kimi kızdı. Kimi konuşmalarına
malzeme etti, kimi aşk ateşinin yerinde köz aradı, kül aradı. Herkes niyetine
göre maksadına ulaştı, aradığını buldu.
Zamanın
ve o beldenin beylerinden biri onlara acıdı, Leylâ'yı huzuruna getirtti.
Mecnun'a gelmesi için haber yolladı. Leylâ'da, yolunda mihnetler çekilmeye,
çöllere düşmeye, bunca âh u figân etmeye değer bir güzellik göremeyen Bey,
Mecnun'a:
"Bunca
mihnete şu çelimsiz kız için mi katlanıyorsun?" diye sordu.
Mecnun:
"Leylâ'ya Mecnun'un gözü ile bakmalısın, aksi
takdirde ondaki güzelliği göremezsin." dedi.
Leylâ'daki sır olan güzellikleri Mecnun farkedebildi.
Mevlâ'nın, Leylâ'daki tecellîlerini Mecnun görebildi.
Göz vardır önünü göremez. Göz vardır ufukları temâşâ
eder. Göz vardır ufuklar ötesini farkeder. Şehvetle bakan göz, hayvanî hisleri
uyarır. Şefkatle, merhametle bakan göz, acıma duygusunu, yardım düşüncesini
harekete geçirir. Muhabbetle bakan göz, güzellikler seyreder. Nefretle bakan
göz ise, çirkinlikler arasında yorgun düşer. Zâhirî gözle bakan dışı görür.
Kâlb gözüyle bakan, gizli sırları keşfeder. Güzel bir sûretin örttüğü
çirkinlikler, sâde bir görüntünün perdelediği gerçek güzellikler, BAKAR gözüyle değil, ancak ADAM
gözüyle farkedilebilir.
Meselelere yaklaşım ve bakış açısı çok mühimdir.
Hâdiseleri, yaklaşımlarımız ve bakış açımıza göre yorumlarız. Her metâ
alıcısına göre değer kazanır. Yaklaşım ve bakış açımız Kur'anî ve nebevî olursa
değerlendirmemiz sıhhatli olur, bir mânâ ifâde eder. İndî ve nefsî yaklaşımlar
ve bakışlar afâkî olur, ne aklen ne de
naklen bir değer taşır.
Bir
fikri, bir haraketi tasvib, bir emir sahibine itaat veya tenkit, karşı koyuş ve
tavır alış nefsimiz, hevâ ve hevesimiz,
arzularımız istikametinde olursa, toplum kargaşa ve bunalımlara sürüklenir. Bu
durumdan menfaatçiler, fırsatçılar yararlanır. Halk, bu gibi kişilerin
tahriklerine kapılır ve onların kontrolüne girerse toplumsal felaketler
yaşanır.
İslâmî
cemaatler, İslâmî hareketler ve tüm İslâmî hizmetlerde sorumluluk yüklenen,
hizmet eden, çalışmalara katkıda bulunan
kişiler, bu hususta çok dikkatli olmak, düşüncelerini açıklarken,
tasvib, tenkid, kabul ve red konusunda tavır sergilerken meseleleri kılı kırk yararcasına
tahkik etmek, en doğru olana karar vermek ve yapmak mecburiyetindedirler.
Bugün gerek Türkiye'de ve gerekse diğer İslâm
ülkelerinde yapılan hatalardan birisi de, çalışmaların prensiplere değil
şahıslara endekslenmesidir. Çalışmalarda şahıslar önplâna çıkarılınca, hareketi
ve çalışmaları yönlendiren kişi veya kişilerin hata ve kusurları, İslâm'a ve
İslâmî çalışmalara yüklenmektedir. Şahıslar etrafında meydana gelen taassup ve
ölçüsüz itaat, İslâmî hareketlerin yozlaşmasına sebep olmaktadır. Allah Teâlâ
ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selleme itaat mutlaktır. Allah Teâlâ Va’zı-ı
Şeriat (Şeriat koyucu), Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem de Nâşir-i Şeriat'tır. O, konuştuğu zaman nefsinden
konuşmaz. O, Rabb’inin vahyettiği, ilham ettiği şeyleri konuşur. O'nun
emrettiği ile emreder, nehyettiği ile nehyeder. Diğer insanlara, emir
sahiplerine itaat ise şarta bağlıdır. Onlar, Allah Teâlâ’nın emrettikleri ile
emrederlerse itaat olunur. Aksi takdirde itaat edilmez.
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem:
"Hâlık'a
isyan olan yerde, mahlûka itaat yoktur."
(Müsned) buyurmaktadır.
Demek
oluyor ki, en çok sevdiğimiz kişiler, hocamız, üstadımız, şeyhimiz, babamız,
anamız ve kendi öz nefsimiz bile olsa, Şeriat'a muğayir olan işlerini,
sözlerini asla tasvib edemeyiz. Şeriat’a uymayan emirlerine itaat etmeyiz.
Onların Kur'an ve sünnete ters düşen sözlerini tasdik etmeyiz. Teviller yaparak
hikmetler aramayız.
Bir kısım insanlar, Kur'an'ın müteşabih ayetlerini
tevil ettiler. Zâhirî mânâlarını nefyettiler ve netice itibariyle helak olup
gittiler. Biz Kur'an ve sünnetin zâhirî hükmüne tabiyiz. Allah Teâlâ
"Namaz kılınız!" buyuruyor.
Biz, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden tevatüren bize kadar
ulaşan şekliyle namaz kılarız. "Namaz duadan ibarettir. Dua etmekle namaz
kılmış oluruz" diyen sapıklardan
Allah'a sığınırız. Müteşabih ayetleri tevil etmeyiz:
"Kâlblerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve
onun teviline yeltenmek için, müteşabih ayetlere yapışıp onlarla uğraşıp
dururlar." (Âl-i İmran/7) ayetinde yapılan ilâhî ikaza bütün benliğimizle
uyarız.
Müteşabih ayetleri tevil etmek ne derece tehlikeli
ise, Kur'an ve sünnete apaçık ters düşen sözleri, İslâmîleştirmek için tevil
etmek de o kadar tehlikelidir.
Kurda
koyun postu giydirmekle kurt koyun olmaz. Şarabı musluktan akıtmakla, şarab su
olmaz. Kediye gem vurmakla kedi at olmaz.
Gayr-i İslâmî düzenlerde müslümanlar lehine oluşan
ortamlar bizi rehavete, tembelliğe sürüklemesin. Gayr-i İslâmî kavramları,
oluşumları, İslâmî ıstılahlarla karıştırmayalım ve bu kavramlara İslâmî bir
kılıf giydirmeyelim. Bu hususta müteyakkız
olalım ve müslümanları uyaralım.
"Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış
en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah'a
inanırsınız..." (Âl-i İmran/110)
Korku ve ümit insan yaratılışında mevcut birbirine zıt
iki duygudur. Bu duyguların merkezi kâlbtir. İman duygusu ile ümit ve korku
duygusu aynı yerde yani kâlbde beraberce yaşarlar. Ümit ve korku duygusu,
imanın kontrolunda gelişir ve
şekillenirse kişi ne korkunun ürkekliğine ve ne de ümidin gevşekliğine
kapılmadan dengeli bir hayat sürer. Bu bakımdan İslâm dini korku ve ümit
duygularının eğitimine çok önem verir. Kişinin neden korkacağını, ne ölçüde
korkacağını, neden ümitleneceğini ve ne ölçüde ümitleneceğini açıklar. Her hususta olduğu gibi bu hususta
da yani korku ve ümit konusunda da önce bilgilendirir sonra yönlendirir ve
hayata geçirilmesinin yollarını gösterir.
"Andolsun ki sizi biraz korku, açlık, mallardan,
canlardan ve ürünlerden biraz azalma (fakirlik) ile imtihan ederiz. (Ey
Peygamber) sabırlı olanları müjdele. İşte o sabredenler kendilerine bir belâ
geldiği zaman 'Biz Allah için varız ve biz sonunda ona döneceğiz' derler."
(Bakara/155-156)
"... Sakın onlardan korkmayın. Yalnız Ben’den
korkun ki size olan nimetimi tamamlayayım. Umulur ki doğru yolu
bulursunuz." (Bakara/150)
İnsanlar
ölümden, fakirlikten, hemcinsleri olan diğer insanlardan, insanlar
nazarında kötülenmekten korkarlar ve benzeri birçok korkular onları ihata eder.
İnsanla
beraber gelişen ve büyüyen korku ve ümit duyguları arasında iyi bir âhenk,
güzel bir denge kurulmaz ise kişi bu yersiz korkuların cenderesinde bunalır,
hayat dengesini kaybeder ve hatta zararlı bir unsur haline gelebilir. Müslüman
ümit ile korku arasında yaşayan insandır. Bir taraftan Allah Teâlâ'nın
azabından korkarken diğer taraftan O'nun Rahman ve Rahim oluşundan ümitlenir.
"Ey insanlar Rabb’ınıza karşı gelmekten sakının,
ne babanın evladı, ne evladın babası için bir şey ödeyemeyeceği günden korkun.
Bilin ki Allah'ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve
şeytan Allah'ın affına güvendirerek sizi kandırmasın." (Lokman/33)
Ayet-i kerimede de görüldüğü gibi, Allah Teâlâ
insanları kendine karşı gelmekten ve kıyametteki kötü sonucundan korkuturken,
Allah'ın affına güvenerek isyan ve tuğyan etmekten de sakındırmakta, ümidi
yanlış yerlerde kullanmanın vahim bir hata olacağının eğitimi yapılmaktadır.
Diğer taraftan da,
"Ey iman edenler samimi bir tevbe ile Allah'a
dönün. Umulur ki Rabb’iniz sizin kötülüklerinizi örter, Peygamberi ve onunla
birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi içinden ırmaklar akan
cennetlere sokar. Çünkü onların nurları önlerinden ve yanlarından koşar da 'Ey
Rabb’imiz! Nûrumuzu tamamla. Bizi bağışla. Çünkü sen herşeye kâdirsin' derler."
(Tahrim/8) buyurularak ümit kapıları açılıyor ve ümit yolları gösteriliyor.
Günah işleyenlerin, hata edenlerin sürekli bir korku içerisinde bunalımlara
düşmesi önleniyor.
Bir
taraftan korkutularak kötülük yapılmasına mânii olunuyor, diğer taraftan bilerek
veya bilmeyerek yapılan hatalardan kurtulmanın yolu gösteriliyor. Öte yandan
kötülükten vazgeçilip tevbe edilince buna karşılık Allah Teâlâ'nın ihsanı,
lütfu ve müjdesi sunuluyor ve böylece korkular kâbuslara dönüşmeden, ümitler
başıboş, serkeş, isyankâr bir yaşantıya vâsıta kılınmadan, canlı, hareketli,
fakat aynı zamanda tedbirli, ölçülü, istikrarlı bir hayat tarzı öngürülüyor.
Korkuya kapılan, ümidini yitiren fert ve toplumlar hareket kâbiliyetini ve
inisiyatifi kaybeder, işi oluruna bırakır, etrafında cereyan eden hadiselere
bîgâne kalır. Bu gibi toplumları organize olmuş çok küçük gruplar sultası
altına alabilir, istediği şekilde yönlendirip yönetebilir. Fakat sadece
Allah'tan korkan, ümidini sadece ona bağlayan, en kötü şartlar içerisinde bile ümidini
kaybetmeyen, korkularını ümitleri ile besleyen fert ve toplumlar,
zorluklar karşısında yılgınlık ve
bıkkınlık göstermezler. Hiç olmayacakmış gibi görünen işlerde bile, birçok
sebeplerin zuhûr edip, o işlerin oluverdiğine iman ederek yapılması gerekeni
yapmaya devam ederler. Ancak ümidi hayâle dönüştürmezler. Ümit ile hayâl arasındaki farkı görürler. Ümitvar
olalım derken muhal olan şeylerin peşinde koşup abesle iştigal etmezler.
İman
kuvveti, kişinin korku ve ümidini güçlendirir ve onu sadece Allah Teâlâ'dan
korkan ve yalnız Allah Teâlâ'dan ümit eden bir dereceye yükseltir. İmanı zayıf
olan kişilerde ise korkunun bir hastalık haline geldiğini asıl korkulması
gerekenden korkacağı yerde, korkulmaması gerekenlerden korktuğunu, ümidini ya
tamamen yitirdiğini veya fânilere ümit bağladığını netice itibari ile de
bunalımlara sürüklendiğini görmekteyiz. Bugün toplumda sık sık görülen intihar
olayları iman zaafının bir neticesi olarak zuhûr etmektedir.
Korku ve ümidin ilim ile de alakalı yönü vardır. Allah
Teâlâ’yı tanıdığımız nisbette O'ndan korkar ve ümitvar oluruz. Allah Teâlâ'nın Rahman ve Rahim
oluşunu yakın derecede bilmemiz, tevbeleri kabul edici, affedici olduğuna
yakînen muttalî oluşumuz ümidimizi canlı tutar ve O'nun sonsuz merhameti
karşısında asla ümitsizliğe kapılmayız. Diğer taraftan Allah Teâlâ'nın intikam
alıcı, azabedici olduğunu, kabir azabının vâkî olacağını, mahşerde çok ince bir
hesaptan geçirileceğimizi, kâfirler ve mücrimler için cehennem azabının hak
olduğunu bilmek, bizi Allah Teâlâ'dan daha çok korkmaya, yalnız O'ndan
korkmaya, O'nun yüce kudreti karşısında boyun eğip aczimizi itiraf etmeye
sevkeder ve bu korku bizi diğer korkulardan, muhafaza eder. İslâmî kimliğimizi,
müslüman şahsiyetimizi kazandırır.
Zamanımız insanı, istisnalar dışında dînî cehâleti,
zahîren dînî bilgileri olsa bile marifetullahtan mahrum oluşu ve iman
zaafiyetinden dolayı, ümit ve korku duygusunu olmayacak yerlerde kullanmakta ve
bunalımlardan bunalımlara sürüklenmektedir.
Allah Teâlâ, "Ancak benden korkun" buyurduğu
halde bizler, başka şeylerden korkuyoruz. Fakirlikten korkuyoruz, ölümden
korkuyoruz, hastalıktan korkuyoruz. İnsanlardan, tağutlardan ve tağutî
düzenlerden korkuyoruz. Memur isek yerimizin değiştirilmesinden, işçi isek
işimizden çıkarılmaktan, esnaf isek maliyecilerden, kontrol memurlarından, az
kazanmaktan, âmir isek makamımızı kaybetmekten korkuyoruz. Bütün bu ve benzeri
korkularımız, Allah Teâlâ'dan layık-ı vechile korkmadığımızdan
kaynaklanmaktadır. Allah Teâlâ'dan gerçek mânâda korkan kişiler, başka hiçbir
şeyden korkmazlar. Kişide Allah korkusu, Allah Teâlâ'ya olan muhabbet ve
aşkından dolayı olunca artık O'ndan ahiret korkusu da zail olur. Çünkü böyle
bir kul, Allah Teâlâ'dan başka hiçbir şeye kâlbinde yer bırakmaz. Kişi en çok
sevdiğinden korkar. O'nu gücendirmekten, O'nun sevgisini kaybetmekten
aralarındaki muhabbet ve aşkın zarar görmesinden korkar. İşte en makbul korku
bu korkudur. Aşıkların maşuklarından korkusudur. Aşk ateşinin sönmesinden, muhabbet gülünün
solmasından korkmak, bunun için her an ve her nefes müteyakkız olmak, uyanık
olmak.
Allah Teâlâ'nın, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyiniz
buyruğuna rağmen zaman zaman gerek fert, gerek toplum olarak zaafa düşeriz,
ümitsizliğe kapılırız. Arzu etmediğimiz
bazı olayların zuhûru bizleri sarsar ve tökezletir. Çalışma ve hizmet şevkimiz,
azim ve gayretimiz kırılır. Allah Teâlâ'dan ümit kesilmeyeceği inancımıza
rağmen, bize nefis ve şeytan musallat olur da böyle olumsuz davranışlar
sergileriz.
Hz. Nuh aleyhisselamın dokuzyüz yıl tebliğatı karşısında sekiz veya seksen kişinin iman ettiğini, bazı
peygamberlere birkaç kişiden başka kimsenin tâbi olmadığını, Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem Ebu Cehil gibi muannit ve katı bir İslâm düşmanına
İslâm'ı tebliğ için kırk defa gittiğini okur ve heyecanla anlatırız da, her
nedense kendimiz için örnek almaz, bütün olumsuzluklara rağmen hizmet
heyecanımızı, ümidimizi kaybetmememiz gerektiği hususunda yeteri kadar kendi
kendimize telkinatta bulunmayız. Ümidimizi fânilerden kesip bâki olan Allah Teâlâ'ya
bağlamayız.
Şu hususu tekraren ifâde etmeliyim ki, ümidini yitiren
fert ve toplumlar, hayâtiyetini kaybeder, yaşayan ölüler haline gelir.
Bünyedeki ölü hücreler durumuna düşer.
Netice
olarak, bütün korkulardan kurtulmak için yalnız Allah'tan korkmalı, bütün
olumsuzluklara, en kötü şartlara rağmen asla ve asla ümidimizi yitirmemeli,
Allah'tan asla ümidimizi kesmemeli, Allah'ın azabını unutmamalı, rahmetini asla
kâlbimizden çıkarmamalıyız. Ümit ile korku arasında tam bir âhenk kurarak niyetimiz, düşüncelerimiz, fikirlerimiz,
konuşmalarımız ve amellerimizi ihlasla yoğurup bir rıza lokması yaparak, ifrat ve tefritten uzak
dengeli bir hayat yaşamalıyız.
Kendimizi ciddi bir şekilde yenilemeliyiz. Bilgilerimizi, amellerimizi, çalışmalarımızı
yeniden gözden geçirmeliyiz. Bilgilerimiz ve bildiğimizi zannettiklerimiz ne
derece sahihtir, ne derece doğrudur? Beşerî sistemlerin eğitim ve
öğretimlerinden edindiğimiz yanlış, hatalı ve hatta tehlikeli bilgileri, bilgi
dağarcığımızdan ayıklayıp atabildik mi? Amellerimiz ve çalışmalarımız istenilen
nitelikte mi? Yoksa gelişigüzel, günübirlik bir hayat mı yaşıyoruz? Amellerimiz
ve çalışmalarımızda ehemi mühime tercih edebiliyor muyuz? Yoksa bırakın ehemi
mühime tercih etmek, mühim olanlarla bile meşgul olmuyor, ömrümüzü hep lüzumsuz
ve hatta zararlı meşgalelerle heder mi ediyoruz?
Zıtların imtizacı mümkün olmadığına göre, bir müslüman
için hem beşerî sistem ve hem de ilâhî nizamla barışık olmak muhaldir.
İnancımıza terstir. Öyleyse kendimizi iyi kontrol edelim. Acaba hangi sistemle
barışık yaşıyoruz?
Hadiseleri değerlendirmemize, meselelere
yaklaşımlarımıza bakalım, ne derece İslâmîdir?
Yoksa nefsanî temayüllerimizin, şaşı bakışlarımızın, sığ
düşüncelerimizin, kıt bilgilerimizin ve peşin hükümlerimizin zebunu mu
olmaktayız?
Hakk'ın
makarrı olmayan kâlb, Hakk'ı görmeyen göz, Hakk'ı işitmeyen kulak, Hakk'ı
söylemeyen dil, Hakk için kalkmayan el ve Hakk
yolunda yürüyüp tozlanmayan ayak neye yarar? Kâlb, göz, kulak, dil ve
diğer âzâlarımıza sahip olabiliyor muyuz? Bütün âzâlarımızı yaratana mûtî
kılıyor, bu büyük nimetlerin şükrünü edâ edebiliyor muyuz?
Ümmet şuurumuz, cemaat şuurumuz hangi noktada?
Omuzladığımız yüce davayı ve yüklendiğimiz büyük mes'uliyeti ne derecede
hissediyoruz? İslâm'ı yaşamak, İslâmî hizmetlerde bulunmak için dahil olduğumuz
İslâmî çalışmalara ne derecede katkıda bulunuyoruz? Yapılan çalışmaların
ciddiyetine ve ehemmiyetine ne kadar muttalîyiz? Gözünde miyop hastalığı
olanlar yakını, etrafını açık-seçik göremezler. Bunun gibi kâlb gözünde
berraklık olmayanlar da yakınında ve hatta içinde bulunduğu İslâmî çalışmaları
çoğu kez farkedemez, değerini bilemez, ölçülerini kavrayamaz da şekle,
görüntüye ve vitrine takılırlar. Çok uzaklarda, ufuklarda aslına bile vâkıf
olmadıkları görüntüler ile oyalanırlar.
Müslümanlar olarak artık, kabuktan öze, şekilden içe,
fer’den asla dönmeli, ümmet için hayâtî ehemmiyet taşıyan öz meseleleri, temel
meseleleri çalışmalarımızın merkezine oturtmalıyız. Ehem olanı mühim olanlara
tercih etmeliyiz. Bir müslümanın hayatında mühim olmayan hiçbir meşgale yer
almamalıdır.
Bugün büyük bir üzüntü ile görmekteyiz ki, müslüman
okumuşların, yazarların ve düşünürlerin gündemini çoğu kez tâlî meseleler,
günübirlik hadiseler ve bazen dedikodu diyebileceğimiz basit şeyler işgal
etmektedir. Böylece ümmetin çok mühim meseleleri gündem dışı kalmakta ve
müslümanlar öncelikli meselelerine, özellikli işlerine ve öncelikli
vazifelerine muttalî olamamaktadırlar.
Müslümanlar olarak günlük yaşantımızdaki
tercihlerimiz, önemsemelerimiz de iç açıcı değildir. Meselâ herhangi bir müessesede çalışan bir
müslüman, kendisi için belirlenen mesai saatlerine azamî derecede dikkat
etmekte ve verilen vazifeleri azamî derecede yerine getirmeye çalışmakta iken,
aynı titizliği İslâmî hizmetlerde göstermemektedir. İslâmî çalışmalar için
yapılacak bir toplantıya, bir istişâreye, bir sohbete çok basit bahanelerle ya
geç gelmekte veya hiç gelmemektedir. Verilen vazifeleri ya hiç yapmamakta veya
zamanında yapmamaktadır. Yaptıklarını da istenilen şekilde yerine getirmemekte,
yapmış olmak için yapmaktadır.
Kendi işinde, dükkanında, atölyesinde, tarlasında
çalışan müslümanlar da farklı değildirler. Meselâ, sabahın çok erken
saatlerinde işyerine giden ve günün çok geç saatlerine kadar çalışan insanlarımız İslâmî çalışmalarda istenilen ataklığı,
gayreti göstermek şöyle dursun, haftalık sohbetleri, ayda, yılda bir verilen
vazifeleri bile aksatmakta veya yerine getirmemektedir.
Bir müslüman için en mühim iş, en mühim vazife, Allah
Teâlâ'ya kulluktur. İslâmî hakikatleri insanlara ulaştırmak için çalışmaktır.
Ne herhangi bir kurumda çalışıyor olmamız ve ne de
kendi işlerimizde çalışmamız, İslâmî çalışmaları öncelikli yapmaya mânî teşkil
edemez. Önümüzdeki bu engeli aşmalıyız. Nefse ve şeytana boyun eğmemeliyiz.
Bize dünyanın bütün imkanlarını sunsalar, en yüksek makam ve mevkiileri
verseler eğer bu imkanlar, bu makam ve mevkiiler İslâmî hizmetlerimize, İslâmî
çalışmalarımıza mânî teşkil edecek veya ikinci sıraya düşürecek ise bunların
bizler için bir mekir olduğunu bilmeli ve elimizin tersiyle itmeliyiz.
Eyyüb
el-Ensari radıyallahu anh bir kısım
arkadaşları ile oturup:
"Allah
Teâlâ, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi muzaffer kıldı. Muvaffak eyledi.
Artık bizler biraz da kendi işlerimizle meşgul olsak da, hep cihadla meşgul
olduğumuzdan, hep Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile seferlerde
bulunduğumuzdan dolayı kaybettiğimiz mallarımıza, mülklerimize yeniden sahip
olsak." diye konuştular.
Bunun
üzerine, Allah Teâlâ:
"Kendi ellerinizle nefislerinizi tehlikeye
atmayın." (Bakara, 195) buyurarak
onları ve onların şahsında kıyamet sabahına
kadar bütün müslümanları ikaz etti.
O
sahabiler ki, canlarını, mallarını, evlâd u iyallerini hep Allah yolunda, sebil ettiler.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin
yanından bir an olsun ayrılmadılar. Kendilerinde beşeriyet icabı vârid olan yanlış ve hatalar anında
düzeltiliyor ve onlar da bütün samimiyetleri ile hatalarından rücû ediyorlar ve
daha büyük bir şevk ve aşkla hizmete koyuluyorlardı. Onlar hep ehem olanı
tercih ediyorlardı. Allah'ı tercih ediyorlardı. O'na kulluğu tercih
ediyorlardı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi tercih ediyorlardı ve
dolayısıyla durmadan, dinlenmeden, bıkmadan, usanmadan, şevklerinden,
heyecanlarından hiçbir şey kaybetmeden çalışıyor, çalışıyorlardı. Cihad
ediyorlar, Kur'an nurunun girmediği hâne, İslâm'la tanışmayan belde kalmasın, bütün insanlık
kurtulsun diye cepheden cepheye koşuşuyor, dünyanın âlâyişine, geçici menfaatlerine
asla iltifat etmiyorlardı. Bizler de o asırla, o saadet asrıyla kâlbî
irtibatımızı kurabilir, onların örneğini yaşantımızda tezahür ettirebilirsek
benzer hizmetleri ve coşkuları canlandırabiliriz.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, ashab-ı kiram
ve onların izini takip eden sâlihler, yiyecek-içecek, giyim-kuşam hususunda da
her zaman sâdeliği ve kifâyet miktarını tercih etmişler, daha fazlasına iltifat
etmemişlerdir. Şayet şu veya bu sebeple fazla bir şeye mâlik olurlarsa onları
hemen muhtaçlara, İslâmî hizmetlere, hayırlı çalışmalara aktarmışlardır.
Bizler
maalesef bu hususta da sınıfta kalmaktayız. Bırakınız kifâyet miktarı ile
yetinmek, büyük bir israf ve lüks içindeyiz. Çoğu kez bütçemizi zorlayan
harcamalar yapmakta ve kendi kendimizi sıkıntıdan sıkıntıya sürüklemekte hem
kendi huzurumuzu, hem ailemizin huzurunu ve hem de yakınlarımızın huzurunu
bozmaktayız. Netice itibariyle de kendimizi senet ve çeklerin, hanımlarımızı da
ev eşyaları, mutfak ve gardrobun kulu,
kölesi haline getirmekteyiz.
Bütün bunları yaparken, Allah için ne yapıyoruz? Lüks
ve israf içinde yüzerken, fakir ve muhtaçlara ne kadar yardımcı oluyoruz?
Yıllık harcamalarımız içinde İslâmî çalışmalara, hizmetlere ayırdığımız pay ne
nisbette? Acaba oturup düşünüyor, bir
muhasebe yapıyor, kendimizi sorguluyor muyuz? Allah yolunda birşey
verirken niçin zorlanıyoruz? Nefsimiz
için, dünyamız için yaptığımız harcamaları, büyük bir istekle ve zevkle
yaparken İslâmî hizmetler için vermekte niçin
isteksiz davranıyoruz?
Bu olumsuzlukları sergileyen bir müslüman kendisine
dikkat etsin. Ticaretine, kazançlarına, dikkat etsin. Muhakkak bir sıkıntı
vardır. Ticaretinde bir sıkıntı, kazancında bir sıkıntı vardır. Kazancına haram
karışmaktadır. Çünkü helâl kazanç, helâl yollarda sarfedilir, İslâmî
hizmetlerde kullanılır. Bir servet ki Allah yolunda harcanmıyorsa, zekatı
verilmiyorsa o servette hayır yoktur, sahibi için bir mekirdir.
Bir çekirdeği toprağa atarsanız, o çekirdek kendisi
için lazım olan şeyleri topraktan alır, kabuğunu çatlatır, toprağı yarar ve uç
verir. Nihayet ağaç olur, meyve verir. Fakat hiçbir zaman kimliğini
değiştirmez, özelliğini bozmaz. Kayısı çekirdeğinden kayısı ağacı, ceviz
çekirdeğinden ceviz ağacı meydana gelir.
Bir kişide İslâmî kimlik tam teşekkül eder, bütün
İslâmî özellikleri kazanırsa şartlar ne olursa olsun, nerede bulunursa bulunsun
onu hiçbir şey değiştiremez, öncelikli meselelerini gündemden çıkarmaz, en olumsuz şartlarda bile o,
İslâm'ı ön plana çıkarır. Ehem olan hizmetlerle meşgul olur.
Bir çekirdeği isterseniz çorak bir toprağa atınız,
isterseniz münbit bir toprağa bırakınız, netice değişmez. Sadece kıvam farkı
olur, bünye farkı olur. Fakat o
çekirdeğin özünde ne varsa, ağacı da o özün tezahürü olur.
Asrımız kimlikli ve kimliğinin gereğini icrâ eden öncü
müslümanlara muhtaç.
Her işin, her mesleğin kendine has usûlleri ve
özellikleri vardır. O usûl ve özellikleri gözardı ederseniz beklediğinizi
bulamaz, istediğinizi elde edemezsiniz. Tedavi için baytara değil, doktora
gideceksiniz. Evinize pencereden değil, kapıdan gireceksiniz. Deniz yolculuğu
yapmak istiyorsanız gemiye, hava yolculuğu yapmak istiyorsanız uçağa
bineceksiniz. Araba kullanıyorsanız trafik işaretlerine ve kurallarına
uyacaksınız. Güneşin tulû'unu seyretmek istiyorsanız yönünüzü ona
çevireceksiniz. Tarlanızdan mahsül almak istiyorsanız, ekip-dikecek, bakımını
yapacaksınız. Siz elindeki lokmayı, kulağına götüreni gördünüz mü? Küçücük
yavrular bile elindeki yiyeceği ağzına götürüyorlar. Ateşe giren yanar, suya
giren ıslanır. Her şey tabiatında var olanı sergiler. Koyun meler, at kişner.
Bülbül öterse güzeldir. Ötmeyen bülbülün serçeden ne farkı vardır?
İslâm bir cemaat dinidir. O cemaat halinde
yaşanır. Kulluk şuuruna, cemaat şuuruna
sahip olabilmek için köklü ve sürekli bir eğitim gerekir. "Beşikten mezara
kadar" sürecek seviyeli bir eğitim... Cemaat mektebinde kulluk eğitimi
yapılmalıdır insanımıza, aşiret, ırk ve grup boyutu aşılarak ümmet boyutu
kazandırılmalıdır. Çok basit aşiret ve ırk kalıpları içinde, grupçuluk
zihniyeti ile cihanşümûl İslâm nizamının anlaşılamayacağı, yaşanılamayacağı ve
hâkim kılınamayacağı çok iyi bilinmelidir. Cemaat mektebinde MUHABBET eğitimi
yapılmalıdır. Allah sevgisi ve müslümanların birbirlerine karşı sevgisinin bir
vecibe olduğu tâlim edilmeli ve bu husus yaşantımızda tezahür ettirilmelidir.
"Sevmeyen ve sevilmeyende hayır yoktur."
Muhabbetin
merkezi, Allah sevgisidir. Oradan kaynaklanmayan sevgide hayır yoktur.
Müslümanlar birbirlerini yalnız Allah için seveceklerdir. Allah için sevmek,
Allah için buğz etmek, imanın kemâlâtındandır. Bir toplumda muhabbet hâkim olup
fertler birbirlerini sevince orada İTİMAD hâsıl olur. Birbirini seven kişiler,
birbirlerine itimad ederler. İtimadla beraber MUAVENET yani karşılıklı
yardımlaşma başlar.
"...İyilik ve takvada yardımlaşın. Günah ve
düşmanlık üzere yardımlaşmayın. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın cezâsı
çetindir." (Maide /2) ayet-i kerimesi, fert ve toplum vicdanında yer eder.
Görülüyor ki, muhabbet itimadı, itimat da
yardımlaşmayı celbediyor. Böylece bütün güzelliklerin, iyiliklerin önü açılmış,
kötülüklerin ve kötülerin yolu kesilmiş olur. Bu sayede kenetlenen bir toplum
artık İSAR noktasına yükselmiş olur. İsar din kardeşini kendi nefsine tercih
etmektir.
"Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve
gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri
severler ve onlara verilenler karşısında içlerinde bir kaygı duymazlar.
Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile, onları kendilerine tercih ederler.
Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir."
(Haşr /9)
Fertleri
birbirini seven, itimad eden, yardımlaşan ve din kardeşini kendi nefsine tercih
eden bir toplumda, İslâmî hareketler için olmazsa olmayan İTAAT zuhûr eder.
Emir makamında kim olursa olsun, onun yaşına, soy-sopuna, ırkına, mesleğine,
ekonomik durumuna bakılmadan, ma'rufla emrettiği müddetçe itaat edilir. Verilen
vazifeler nefsimize hoşgelse de, gelmese de seve seve, büyük bir heyecan ve
şevkle yapılır. Artık cemaat fertleri arasında, İslâmî hareketin muvaffakiyeti
için FEDAKÂRLIK yarışı başlar. Birbirini kıskanmadan, birbirine haset etmeden
büyük bir yarış başlar. Zamandan, maldan, makamdan, evlâd u iyâlden ve nihayet
candan fedâkârlıklar... Ashabcasına bir çoşku, bir şevk ve heyecanla yapılan
fedâkârlıklar...
"İşte
onlar (mü'minler) iyiliklere koşuşurlar ve iyilik için yarışırlar."
(Mü'minun /61)
Müslümanın
yarışı işte bu yarıştır. Kardeşinin yaptığı fedâkarlıklara gıpta ederek,
hayırda yarışmanın Allah Teâlâ'nın emri olduğu, kendisi için bir kulluk
vazifesi olduğu için yarışmak... Bu noktaya ulaşınca, ufkumuzda bütün ihtişamı,
bütün güzelliği ve bütün boyutları ile UHUVVET güneşi tulû eder.
"Mü'minler ancak kardeştirler. Öyleyse
kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun, esirgenesiniz."
(Hucurat /9) ayetinin sırrı tecellî eder, gönlümüzden ucub, kibir, haset, kin
ve düşmanlıklar silinip atılır.
Artık insanlar, İslâm sarayının uhuvvet bahçesinde
muhabbet gülleri dererler ve birbirlerine sevgi çiçekleri sunarlar. Cemaat
mektebinde gördüğü eğitimle, muhabbet, itimad, muavenet, isar, itaat ve
fedâkârlık merhaleleri için artık İslâmî hareketlerde ve hizmetlerde var olması
gereken şu hususları gerekleştirmek zor olmayacaktır.
1.
İslâmî hizmetleri, bütün işlerimizin önüne almak, önce İslâm diyebilmek.
2.
İslâm’ı, yaşantımızdan, bir parça değil, yaşantımızın kendisi yapmak.
3.
Kulluk ve İslâmî hizmet heyecanı ve şevkiyle yaşamak.
4-
Kulluk ve İslâmî hizmetlerimizi sürekli ve devamlı kılmak.
5.
Kulluk ve hizmetlerimizde ihlaslı ve samimi olmak.
Kişiler önemsedikleri işlere öncelik tanırlar. Bir
müslüman için kulluk vazifesinden, İslâmî hizmetlerden daha fazla önemseyeceği
bir şey olamaz. Bu duruma göre, önce İslâm demek, Allah Teâlâ'nın Rasûlullah
sallallahu aleyhi sellem vâsıtasıyla gönderdiği, İslâm şeriatına hizmeti her işimizin
önüne almak, İslâmî hizmetlere öncelik tanımak kadar tabii bir şey olamaz.
İslâm'ın hâkimiyeti için çalışan bir cemaatın, bir toplumun başka türlü hareket
etmesi düşünülemez.
"Herkesin yaptıklarına göre dereceleri vardır.
Allah onlara yaptıklarının karşılığını verir. Asla kendilerine haksızlık
yapılmaz." (Ahkâf /19)
Ne iş yaptığımıza, nasıl yaptığımıza bakmalıyız.
Yaptığımız iş Allah için mi ve Allah Teâlâ'nın istediği şekilde mi? Yaptığımız
iş, Kur'an ve sünnet ölçüsüne uyuyor mu? Yoksa nefsânî arzularımızın bir
yansıması mı? Yaptığımız iş, öncelikle yapmamız gereken bir iş mi? Yoksa
lüzumsuz, faydasız ve hatta zararlı bir iş mi? Evet yaptıklarımıza bakalım ve
Allah Teâlâ'nın indindeki derecemizi görelim.
İslâm,
yemek, içmek, uyumak ve seyahat etmek gibi, yaşantımızdan bir parça değildir. O
bütün hayatımızı kapsayan bir nizamdır. Müslümanın, düşüncesinde, konuşmasında,
amelinde, işinde, tavrında, hizmetinde, hülâsa olarak bütün yaşantısında
belirleyici ve hüküm verici yegâne etkendir. Müslümanın yaşantısında Allah
Teâlâ'nın iradesinin dışında hiçbir beşerî irade söz sahibi olamaz. Çünkü
müslüman, Allah'a teslim olan, kul olan ve onun şeriatına tâbi olandır. Allah'a
kulluk ve O'nun yolunda hizmet, heyecan ister, şevk ister, aşk ister.
Heyecansız, şevksiz topluluklar, zamanla ya rengini, ya kokusunu, ya tadını
veya bunlardan bir kısmını, yahut da tamamını kaybeden durgun sular misali,
ferdî ve toplumsal özelliklerini kaybederler, kokuşurlar. Heyecan, şevk ve aşk,
fert ve toplumlarda şok tesirler yapar, hareket ve dinamizm sağlar. Ancak bu
heyecan ve şevk imandan kaynaklanmalıdır. Nefsanî arzulardan, geçici
heveslerden neş'et eden heyecanlar, taşkınlıktan öte bir yere götürmez,
zarardan başka bir şey tevlid etmez. Nefisten kaynaklanan heyecanlar sabun köpüğüne
benzer, kısa bir müddet sonra söner.
İmandan kaynaklanan heyecanlar ise süreklidir. Ashab-ı
kiramı cepheden cepheye, seferden sefere koşturan, bitmeyen, tükenmeyen bir
gayretle İslâm yolunda çalıştıran o çok sağlam imanları, teslimiyetleri ve
imandan kaynaklanan hizmet heyecanları idi.
Kulluk, İslâmî hareket ve hizmet süreklilik ister.
Hayır ve bereket devamlı olan çalışmalardadır. Çalışmalardaki devamlılık,
kararlılığın neticesidir.
"İşlerinden boşaldığın vakit tekrar çalış ve
yorul, Rabb’ına rağbet et. (O'na yönel, boş durma)." (İnşirah/7-8)
Selef-i
sâlihîn, ulema-i âmilin ilmî çalışmalarda ve sâlih amellerde mevzuyu
değiştirerek dinlenirlerdi. Meselâ, tefsir okuyan, yorgunluk hissederse hadis
okumaya, hadis okurken yorgunluk hissedince fıkıh çalışmalarına başlardı.
Müslümanın dinlenmesi bir hizmetten başka bir hizmete, bir dersten başka bir
derse, bir amelden başka bir amele geçerek, sürekli Allah Teâlâ'ya yönelerek
olmalıdır.
İslâmî
hizmetler ihlas ister, samimiyet ister. Kulluk ve İslâmî hizmetlerimizi ihlas
mayasıyla yoğurmak gerek. İhlas ve samimiyet ile atılan bir adım, ihlassız
olarak yapılan bir koşudan daha hayırlıdır. İhlaslı çalışmaların yardımcısı
Allah Teâlâ’dır. Çünkü O kendi rızası için çalışanları sever ve
mükafatlandırır. İdrak ve feraset sahipleri bu farkı, farkederler.
Âhenk ve insicam, tam olanda, bütün olandadır. Bütünün
parçaları, olmaları gereken yerde bulunursa âhenk ve insicam kemâl noktada
tezahür eder. Çiçek dalında güzeldir. Kökü toprakta, gövdesiyle, dallarıyla bir
bütün olan ağaç hayat bulur, çiçeğe durur, meyve verir. Kâinattaki âhenk ve
güzellik, her şeyin yerli yerinde oluşunda ve bunca çeşitliliğin bir insicam
içerisinde seyredişindedir. Varlık âlemini bir bütün olarak düşündüğünüz,
gördüğünüz ve değerlendirdiğiniz zaman, ondaki güzellikleri, âhenk ve insicamı
fark edeceksiniz.
İslâm şeriatı da bir bütündür. O bütünlüğü içerisinde
cihanşümûl bir dindir. Çağlar içerisinden coşup gelerek, çağlar ötesine akan
bir hakikat ırmağıdır. Rab katından, âhir zaman nebisi vâsıtasıyla insana
sunulan ilâhi bir armağandır.
"Allah
indinde hak din İslâm'dır." (Al-i İmran /119)
"Bu (İslâm-Kur'an) Rabb’inin dosdoğru yoludur.
Biz, öğüt alacak bir kavim için ayetleri ayrıntılı bir şekilde açıkladık."
(En'am /126)
İslâm'ı bir bütün olarak görmek, anlamak ve yaşamak,
kul olmanın, müslüman olmanın en tabiî gereğidir. Onun dışında bir hakikat
yoktur. Onun dışındaki bütün sistemler
sapıklıktır, zulümdür.
"Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden
(böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden
olacaktır." (Al-i İmran /85)
İslâm
dini mükemmeldir. Kıyamet sabahına kadar, insanlığın bütün ihtiyacına cevap
verecek, onu huzur ve saadetle yaşatacak ahkâmı hâvîdir.
"Bugün size dininizi ikmal ettim. Üzerinize
nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim." (Maide 3)
Mesele, Allah Teâlâ'nın ikmal edip, bizim için
beğenerek seçtiği bu dini bir bütün olarak algılamak ve yaşamak. Bunun için tam
bir teslimiyet, geniş bir bakış açısı ve açık bir ufuk gerekir. Dar bir açıdan,
kapalı bir ufuktan, tereddütlü bakışlarla âlemleri seyretmek ve güzellikleri
müşahede etmek ne mümkün. İslâm'a bir bütün olarak bakamamak, onu bir bütün
olarak algılayamamak ve ondan bir kısmını yaşamayı ve bu hususta titizlik
göstermeyi kemâlât zannetmek, gerek fertler ve gerekse cemaatler olarak yapılan
İslâmî çalışmalarda büyük sıkıntılar doğurmakta, lüzûmsuz ve gereksiz
münakaşalara, çatışmalara sebep olmaktadır. Bütünü kavrayabilmek için, bütünü
kucaklayan bir açıdan bakmak gerekir. Onun bir parçasını görebilecek dar bir
açıdan bakılırsa, o bütünden sadece bir parça görülmüş olur. Görülen o parçaya
göre, bütün hakkında verilecek hüküm çoğu kez yanlış ve hatalı olur. O parça
bütünden bir parçadır. Ama o, bütünün kendisi değildir. Siz kameranızla bir
insan eli veya bir insan başı görüntülüyorsunuz ve işte bu insandır diyorsunuz.
Bu ne kadar yanlışsa, İslâm'dan bir şeyi almak ve yaşamak sonra da "İşte
İslâm, işte İslâmî yaşantı budur. Bu bir kemâlattır." demek de aynı
derecede yanlıştır, hatalıdır. Elbette yaşantımızda ehem, mühim, farz ve nâfile
sıralaması olacaktır. Fakat birinin öncelikli oluşu diğerinin gündemimizden,
yaşantımızdan çıkarılması şeklinde algılanmamalıdır. Bugün bir kısım müslümanlar:
"Farzlar var, yapmamız gereken çok mühim işler
var. İmanı kurtarma zamanıdır. Nâfilelerle uğraşacak vaktimiz yok." gibi
ifâdelerle İslâm'ın yaşantımızda tezahür etmesi gereken bütünlüğüne zarar
vermiş oluyorlar.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin yaşantısına
bakalım. Bir ömür boyu sürdürdüğü tevhid mücadelesinde karşılaştığı güçlükleri,
zorlukları düşünelim. O, bu zorlu mücadelenin, sıkıntıların içerisinde, Allah
Teâlâ'nın kendisine farz olarak emrettiklerinin dışında nâfilelerle de meşgul olmuş
ve bize bu hususta tavsiyelerde bulunmuştur. O bakımdan gücü yeten, imkânı olan
müslümanların farzlarla beraber, nâfilelerle meşgul olmaları ve bunu severek,
arzuyla, iştiyakla yapmaları, onların farz olan vazifelerini aksatmak şöyle
dursun, bilakis ona güç verir, şevk verir, diğer vazifelerini kolaylaştırıcı
bir kâlb sükûneti, bir ruh metaneti sağlar. Ve böylece Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellemin yaptıklarını yapmak, ona nâfilelerde de uymak, kişinin
İslâmî hizmetlerine yeni bir heyecan ve
yeni bir canlılık getirir.
Bir
kısım müslümanlar arasında da, küçük cihad, büyük cihad tartışması yapılmakta,
bütünde olan kemâlât ve fazilet, bütünden alınarak, parçalara verilmek
istenmektedir.
Bir kısım müslümanlar, kemâlat ve faziletin nefisle
cihad etmekte olduğunu ifâde ederken, diğer bir kısmı da, "Düşmanla cihad
zamanıdır. Fazilet ve kemâlat düşmanla cihad etmektir." demektedirler.
Elbette nefs ile de cihad edilecek, düşmanla da cihad edilecektir. Her iki
cihad da İslâm'ın emridir. Her iki cihadı yapmak da müslüman için farzdır. Her
iki cihad da faziletlidir.
Şu da bir gerçektir ki nefisle cihadı başaramayan,
düşmanla cihadda da başarılı olamaz. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin
"Küçük cihaddan büyük cihada döndük." buyruğundaki ifâdeye dikkat
etmek gerekir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, düşmanla cihad
etmiş, bir seferden dönmüş ve cihadın bitmediğini, sulhu olmayan cihada,
nefisle cihada devam edilmesini, düşmanla yapılan cihadın nefsimizi ucub ve
kibire kaptırmamasını, yeni cihadlara hazır olmak için nefsimizi terbiye ve
tezkiye etmeye devam etmemizi hatırlatmakta ve en beliğ, en fasih bir ifâde ile
uyarmaktadır.
Demek ki gerçek kemâlat ve fazilet, bu bütünlüğü
algılamak ve uygulamaktır. Yani hem nefisle cihad etmek ve hem de yeri ve zamanı
gelince düşmanla cihad etmektir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem böyle
yapmış, Ashab-ı Kiram böyle yapmış, sulehâ-yı sâlihin, ulema-ı âmilin hep böyle
yapmışlardır. Hele, sadece nefisle cihad ederim, deyip diğer cihaddan kendini
müstağnî addetmek veya ben düşmanla cihad ederim, deyip nefisle cihadı
küçümseyerek terketmek, İslâm'ı paramparça etmek demektir.
Müslüman, İslâm'ı bir bütün olarak gündeminde tutacak,
gücünün yettiklerini yapacak, güç yetiremediklerini gündeminden çıkarmayacak,
onu uygulamak ve hayata geçirmenin çarelerini arayacak ve imkân bulduğu zaman
yerine getirecektir. Bu kadar açık ve net olan, Kur'an ve sünnette arı duru
ifâdesini bulan ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin hayatında bütün
berraklığı ile tezahür eden böyle bir meselede münakaşa ve cedel etmek,
müslümanlar arasında ihtilaflara sebep olmak, anlaşılır bir tavır değildir.
Buna sebep, İslâm'ı bir bütün olarak algılamak, İslâm’a bir bütün olarak bakmak
ölçüsünü alamayışımız olsa gerekir.
Demek oluyor ki, İslâm'ı anlama, kavrama ve hayata
hâkim kılmada, İslâmî çalışmalarda, İslâmî hareketlerde alınması gereken ilk
ölçü, İslâm'ı bir bütün olarak algılamak ve İslâm'a bir bütün olarak bakmak
ölçüsüdür. Bundan sonradır ki İslâm bir bütün olarak yaşanacak ve kemâlatın ne olduğu,
faziletin ne olduğu gerçek mânâda kavranacaktır.
Hayatımızda yersiz, zamansız, çoğu kez zararlı kısır
çekişmeleri, cedel ve münakaşaları ciddi bir tahlile tâbi tuttuğumuz zaman
İslâm’ın ölçülerini gereği gibi alamayışımızdan kaynaklandığını görecek, bakış
açımızın darlığını, bütünü kucaklayan geniş ve berrak bir ufka sahip
olmadığımızı farkedeceğiz. Elbette bunu farketmek de bir farklılıktır. Körü
körüne yapılan, zarardan başka hiçbir netice vermeyen bir dövüşü tek taraflı da
olsa bırakmak bir zaferdir, bir fazilettir. Öyle durumlar olur ki, yüzlerce
sahife tutan bir müdafaadan, en beliğ ve en fasih hitabelerden, yerinde ve
zamanında yapılan bir sükût daha tesirlidir. Öyle durumlar da olur ki, en
şiddetli taarruzlara, en acımasız ithamlara karşı tek bir cümle ile cevap
vermek, karanlığa projektör tutmak gibi, belirsizliklerin gün ışığına
çıkmasına, silüetlerin belirlenmesine, nice şişirilmiş balonların sönmesine
vesile olur. Bunu tayin ve tesbit etmek, herşeyi yerinde ve zamanında yapmak
için, cereyan eden olayı bütünlüğü içinde değerlendirmek, özünü ve hadiseye
hayat veren unsuru yakalayıp ona göre davranmak gerekir. Aksi takdirde sükût
edilecek yerde konuşmak, konuşulacak yerde sükût etmek gibi bir yanlışı irtikab
etmiş oluruz. Hep sükûtun faziletini ön plana çıkarır, hakkın zâyî olduğu bir
yerde sükût etmenin (dilsiz şeytan) olunacağı gerçeğini gözardı edersek, sükût
etmenin faziletine ermek şöyle dursun, şeytanın vasfından bir vasfa bürünmüş
oluruz.
ükût etmek güzeldir, yerinde olursa. Konuşmak güzeldir,
yerinde konuşulursa. Öyleyse bu hususta kemâlat ve fazilet sükût edilmesi
gereken yerde sükût etmek, konuşulması gereken yerde uzatmadan, teferruata
dalmadan hakikati konuşmaktır. Bize Kur'an ve sünnetin tâlimatı budur.
İslâm'a uygun düşmeyen çeşitli mülahazalarla bu
bütünlüğü bozmak, yani sükût ile konuşma arasındaki İslâmî ahengi ve dengeyi
tahrip etmek ölçüleri almış, bütünlüğü kavramış bir müslümanın asla
yapamayacağı bir iştir. Bütünden ayrılmış parçalar bir mânâ ifâde ederse de,
bütündeki yerine konulmadıkça, gereken faideyi sağlayamazlar.
Kişiler bir işe başlamadan, bir seyahate çıkmadan önce
yapacağı işin ve çıkacağı seyahatin maksadını tesbit, sonra da takip edeceği
usûl ve güzergâhı tayin ederler. Aksi takdirde belirsizlikler, tereddütler ve
kararsızlıklar içerisinde bocalar dururlar. İslâmî hizmet ve hareketler de
böyledir. Şayet hareketin gâyesi bilinmez, usûl ve ölçüleri açık seçik ortaya
konulmaz ise hizmetlerde kargaşalara, tavsamalara, tökezlemelere ve hatta
sapmalara sebep olunur. Öncelikle gâye çok açık olarak ortaya konulmalıdır.
İslâmî çalışmalarda maksat ve gâye yalnız ve yalnız ALLAH RIZASI olmalıdır.
Sonra da İslâm’ı, fertden devlete kadar hayatın bütün safhalarında hâkim kılmak
hedeflenmelidir. Vâsıtalara takılıp kalmadan bu gâyeyi gerçekleştirmek, bu
hedefe ulaşmak için, İslâmî hizmet ve çalışmalara katılan kişileri, bencillik,
kendini beğenme, büyüklenme, yaptıkları ile övünme, kıskançlık, çekememezlik,
gösteriş, yalan, cimrilik, korkaklık, çıkarcılık, şöhret, makam ve mevkî, mal
ve mülk düşkünlüğü gibi kötü huylardan arındırıp; tevâzuu, hilmiyyet, doğruluk,
cesaret, cömertlik, fedakârlık, ihlas, takva, sabır, îsar gibi güzel ahlâklarla
donatacak, nefsi tezkiye edecek, kulluk şuuru verecek seviyeli bir eğitim
yapılmalıdır.
Böyle bir eğitim ile şekillenen, olgunlaşan, pişen ve
gâyesini birleyen fertler, engeller ne kadar zorlu olursa olsun, hiç aldırış
etmeden, emin ve kararlı adımlarla yola devam ederler. Yol güzergâhındaki
geçici konaklama yerlerinde oyalanıp durmazlar. Yılmazlar, bıkmazlar,
usanmazlar. Durmadan dinlenmeden çalışırlar. Her gün kendilerini yenilerler.
Yeni bir heyecan, yeni bir şevk ile hizmete koyulurlar. Hâdiseler, tahakküm ve
zulümler, istenmeyen gelişmeler onları eskitmez, zaafa düşürmez, tereddütlerin
kucağına atmaz, gâyesini unutturmaz, hedefini şaşırtmaz. Onlar bir işten başka
bir işe, bir hizmetten başka bir hizmete koşarlar. Allah Teâlâ'nın razı olacağı
amellerde birbirleri ile yarışırlar.
İslâmî hizmetlerde en önemli unsurlardan biri de
vâsıtaları gâye edinmemek, vâsıtalarla gâyeyi birbirine karıştırmamaktır.
Gâyeyi unutturacak veya gâyeye ulaşma hususunda tekâsül ve gevşeklik doğuracak
şekilde vâsıtaları ön plana çıkarmak çeşitli sıkıntılara, İslâmî cemaatler
arasında soğuma ve çekişmelere sebep olmaktadır. Kendi çalışma ve hizmetinden
başka hiçbir çalışmayı, kendi takip ettiği usûl ve yoldan başka hiçbir yöntemi
kabul etmeyen bir hizmet tarzı ve anlayışı İslâm'ın zenginliğinden, kucaklayıcı
bütünlüğünden habersiz olmaktır. Azim bir hatadır.
Bir kısım müslümanlar vakıf kurarak o vâsıta ile
çalışırlar; bir kısmı mektep, medrese açarak veya hayır cemiyetleri kurarak
hizmet ederler. Bazıları tarikatlar vâsıtasıyla, diğer bir kısmı siyasî
kuruluşlarda veya bunlardan bir kaçında İslâmî hizmetlerini sürdürürler. Bütün
bunlar İslâmî ölçüler, İslâmî usûl ve kaidelere uygunluk arzettiği müddetçe
güzeldir, faidelidir. Her müslüman bir yoldan hizmete koyulmuştur. Birbirinin
yolunu kesmeden, o cadde-i kübrâda, o sırat-ı müstakimde azim ve gayretle
yoluna devam etmelidir.
Ancak,
"benim vâsıtama binmezsen, benim çalışma tarzımı kabul etmezsen, benim
grubuma dahil olmazsan, sen bir işe yaramazsın, sen bir hiçsin, çalışmaların
bir hiçtir." gibi ifâdeler İslâm'ın cihanşümûl anlayışını, yaklaşımını
zedeler, ümmetin hedefe yürüyüşünü tökezletir.
Yaptıkları
eğitimde bu anlayışı veren, yerine göre bu anlayışı körükleyen fert ve
cemaatler indallah mes'ul olurlar. Hizmette takip edilen yollar, kullanılan
vâsıtalar, öncü durumunda olan kişiler asla gâye değildirler. Gâye Allah’tır,
Allah'ın rızasıdır. Fertden devlete kadar hayatın bütün safhalarında İslâm'ı
hâkim kılmaktır. İlim bir vâsıtadır, amel etmek için. İlim ve amel de bir
vâsıtadır, kötülüklerden korunmak, Allah Teâlâ'ya tekarrüb etmek, marifetullaha
ermek için... Namaz, oruç, hac, zekat, cihad kulluğumuz icabı yaptığımız bütün
ibadetler, ameller hayr-u hasenatlar hepsi birer vâsıtadır. Bu vâsıtalar bizi
Rabb Teâlâ'ya vasıl etmiyorsa, olmamız gereken noktaya getirmiyorsa, bunlara
takılıp kalıyorsak, kendimizi ciddi bir şekilde sorgulamaya tâbi tutmalıyız.
Amele dönüşmeyen bir ilim, kötülüklerden ve kötü ahlâktan arındırmayan bize
ucub veren, kibir veren başkalarını veya başka İslâmî çalışmaları kıskandıran,
küçümseten bir ilim ve amel makbul değildir. İslâmî hizmetler de, İslâmî
hareketler de, öncü olan kişiler de sadece bir vâsıtadır. Çalışma yaptığımız
vakıf, cemaat, tarikat veya siyaset nasıl birer vâsıta ise, bunların başındaki
insanlar da birer vâsıtadır. O bakımdan bu kişileri de, bu kuruluşları da
olmazsa olmaz noktasına getirip, gâye
ile karıştırmamak ve gâyeye giden yolda tıkanıklığa sebep olmamak gerekir.
"Her nefis ölümü tadacaktır." (Al-i
İmran/185) hükmünce âlemlere rahmet olan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
de vefât etti. Rabb’ına yürüdü. Bu durum sahabelere çok ağır geldi. Kimisi
ölmediğini, baygınlık geçirdiğini söylüyor; kimisi, O, İsa aleyhisselam gibi
semâya kaldırılmıştır diyor; kimi de "Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem, Mûsa aleyhisselam gibi Rabb’ına gitmiştir. Allah Teâlâ Musa
aleyhisselam'ı kırk gün kırk gece sonra geri gönderdiği gibi O'nu da geri
gönderecektir." diyorlardı. Hz. Ömer radıyallahu anh de, "Hiç
kimseden Muhammed aleyhisselam öldü dediğini işitmeyeyim, yoksa kılıcı onun
boynuna vururum." diyordu. Nihayet Hz. Ebubekir radıyallahu anh geldi,
hücre-yi saadete girdi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin üzerine
örtülen örtüyü kaldırdı. Alnından öptü ve "Sen sağ iken de güzeldin, ölü
iken de güzelsin." dedi. Yüzünün örtüsünü örttükten sonra dışarı çıktı ve
bazı ayetlerle beraber, şu ayet-i kerimeyi okudu:
"Muhammed ancak bir peygamberdir, ondan önce de
peygamberler gelmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse gerisin geriye (eski
dininize mi) döneceksiniz? Kim böyle geri dönerse, Allah'a hiçbir şekilde zarar
vermiş olmayacaktır. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır." (Al-i İmran
/144)
Sonra da:
"Ey insanlar! Dikkat ediniz, sizlerden kim
Muhammed'e tapıyor ise bilsin ki Muhammed ölmüştür. Sizlerden kim de Allah'a
ibadet ediyorsa hiç şüphesiz Allah hayydır, ölümsüzdür." buyurarak
sahabe-yi kiramı teskin ve Rasûlullah'ın da fâni olduğunu, asla gâye olmadığını
en beliğ bir tarzda ifâde etmiştir.
Hz. Ömer radıyallahu anh: "Vallahi o günümden
önce, o ayetleri hiç işitmemiş gibiyim. Onları Ebubekir'den dinler dinlemez,
dizlerimin bağı çözüldü, yere düştüm. İyice kanaat getirdim ki, Peygamber
sallallahu aleyhi ve sellem vefât etmiştir." demiş; Peygamberimizin
üzerine eğilip alnından öpmüş ve ağlamıştır. Bâki olan Allah’tır. Peygamber de
olsa yaratılan her varlık fânîdir.
"Allah ile birlikte başka bir ilaha tapıp
yalvarma. O'ndan başka ilah yoktur. O'nun zatından başka her şey helâk
olacaktır. Hüküm O'nundur ve siz ancak ona döndürüleceksiniz." (Kasas /88)
Peygamberler de ilâhî ahkâmı insanlara ulaştırmak,
tebliğ etmek ile görevlidirler. Bu hususta vâsıta kılınmışlardır.
Artık teemmül edelim. Derinlemesine düşünelim,
Peygamberler de vâsıta olursa, diğer fânîleri, nasıl gâye ediniriz ve böyle bir
yanlışı nasıl irtikab edebiliriz.
Tekraren
ifâde edelim ki, bir müslüman olarak gâyemiz Allah’tır, Allah'ın rızasını
kazanmaktır. İslâm’ı fertden devlete kadar hayatın bütün safhalarında hâkim
kılmaktır. Vâsıtalar bu gâyeye ulaşmak için hizmet ettiği müddetçe güzeldir.
Takdire şayandır, hürmete lâyıktır. Gâyenin yerine ikâme edilen vâsıtalar ne
olursa olsun asla tecviz edilemez. Müslümanlar bunu farketmek ve gereğini
yapmakla, lüzûmu halinde ilgilileri uyarmakla mükelleftirler. İslâmî
hizmetlerde, hareketlerde vâsıta kılacağımız şeyleri çok iyi bir şekilde
araştırıp, tetkik ettikden sonra bunlardan İslâm'a en uygun olanını tercih
etmeliyiz. vâsıtanın ve vâsıtada öncülük yapan kişinin, takip edilen yolun
İslâm'a uygun olup olmadığını araştırmalıyız. Öncü olan kişinin ehliyet ve
samimiyetini araştırmalıyız. vâsıtanın ve yolun menzil-i maksudumuza, gâye-i
aslimize ulaştırıp ulaştırmayacağına dikkat etmeliyiz. Tam kanaat hasıl
olduktan sonra da hiç tereddüt etmeden bu kervana katılıp, kervan başına bütün
içtenliğimizle teslim olarak verilen vazifeleri büyük bir şevkle, aşkla, heyecanla
yerine getirmeliyiz.
Vâsıtalar bozulur, öncü olan kişiler gâyeyi
değiştirir, yanlış yollara saparsa emr-i bi'l maruf, nehy-i ani'l münker
vazifemizi edeb ve erkan içerisinde, samimi bir tarzda ifâ etmeliyiz.
Çabalarımız faide vermezse, bozuk aracı, gâye ve yoldan sapan rehberi
terketmekten asla fütûr etmemeliyiz. Bizim için asıl olan gâyedir. Vâsıta ve
rehberler asıl değildir. Onlar, İslâm'a uygunluğu, Rasûlullah sallallahu aleyhi
ve selleme tâbiliği şartına bağlı olarak bir mânâ ifâde eder ve kendilerine
uyulur. Aksi takdirde asla... Ancak, nefsimizi ön plana çıkararak davayı ve
hareketi şahsî çıkar ve emellerimize alet etmek arzularımıza mâni olduğundan,
İslâmî hizmetlerdeki tembelliğimizden, cimriliğimizden, korkaklığımızdan rahata
düşkünlüğümüzden, idrak kıtlığımızdan dolayı vâsıtayı terketmek, çalışmalarda
rehberlik yapan şahsa karşı tavır almak, çalışmaları engellemek gibi
dengesizliklere, şahsiyetsiz, düşük davranışlara asla tevessül etmemeliyiz.
Bilakis nefsimizin arzularına, kötü düşüncelerimize set çekerek, kendi
kendimizi azarlayarak, yanlış davranışlardan Allah Teâlâ'ya sığınarak, daha
büyük bir azim, gayret ve şevkle çalışmalarımızı yoğunlaştırmalıyız.
Bağlılığımızı güçlendirmeliyiz. Yanlış düşünce ve davranışlarımızdan dolayı
Allah Teâlâ'dan af dilemeliyiz.
"Onlar (mü'minler) emanetlerine ve akitlerine
riayet ederler." (Mü'minun/8)
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyuruyor: "Dört şey kimde bulunursa o halis münafık olur. Kimde bunlardan
biri bulunursa onu bırakana kadar kendisinde münafıklıktan bir haslet kalmış
olur: Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hiyanet eder. Bir şey söylediği
zaman yalan söyler. Ahitleşince sözünde durmaz. (Bir kimse veya toplulukla)
hasımlaşınca haktan ayrılır.”(Müslim) Allahümmahfaznâ.
Kainat bir çeşitler manzumesi ve bunca çeşitliliğe rağmen bir âhenk ve insicam
âbidesidir. Akıl ve ilim kainatın ucundan, kenarından ulaşabildiği bir noktadan
görebildikleri, keşfedebildikleri karşısında hayrettedir.
"O ki, birbiri
âhenkdar yedi göğü yaratmıştır. Rahman olan Allah'ın yaratışında hiçbir
uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir bak. Bir bozukluk görüyor musun? Gözünü
çevir iki kere bak. Göz (bozukluğu
bulmaktan) âciz ve bitkin hâlde sana dönecektir." (Mülk, 3-4)
Allah
Teâlâ Kur'anın bir çok ayetlerinde bizleri düşünmeye, tefekkür etmeye,
akletmeye ve ibret almaya yönlendirmekte ve kişinin insanı ve İslâmî kimliğini kazanmasında sıhhatli, doğru ve
yerinde yapılan tefekkürün ehemmiyetine dikkat çekmektedir.
"Yeryüzünde
sizin için çeşitli renklerde yarattıklarında da öğüt alan bir toplum için
ibretler vardır." (Nahl, 13)
"Gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve
renklerinizin çeşitli olması da, onun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, bilenler
için ibret vardır." (Rum, 22)
"Ey Muhammed! Sana bu mübarek kitabı ayetlerini
düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik" (Sa'd, 29)
"Yeryüzünde birbirine komşu kıtalar, üzüm
bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır. Bunların hepsi bir su
ile sulandığı halde, meyvelerinde onların bir kısmını bir kısmına üstün kılarız. İşte bunlarda da akıllarını
kullanan bir toplum için ibretler
vardır." (Ra'd, 4)
Aynı su ile
sulanan ve aynı toprakta nemalanan
bitkiler, özlerinde mevcut olan özelliklerine göre renk, koku, tat, şekil ve
suretle farklılıklar, çeşitlilikler oluşturmaktadır. Keza hayvanlar ve kuşlarda
da bu tabii olan çeşitliliği
görmekteyiz.
İnsanlar da böyledir. Renk, şekil, akıl ve
kâbiliyetler bakımından çeşit çeşittir.
Bir topraktan bir nutfeden yaratıldıkları halde..
"Biz sizi topraktan, sonra pıhtılaşmış kandan
sonra hilkati belli-belirsiz bir lokma
et parçasından yarattık..." (Hac, 5)
Aynı ana ve babadan olan kardeşler arasında bile akıl,
duygu, şekil ve kâbiliyet farklılıkları, çeşitlilikleri mevcuttur. Onun da
ötesinde, sevgi, nefret, akıl, ruh, nefis gibi birbirine zıt özelliklerin aynı
kişide ictimâ etmesi ve bu zıtların arasında oluşan denge ve ulaşılan kemâlat,
üzerinde derinlemesine düşünmemiz gereken çok önemli bir husustur.
"Kendi nefislerinizde ibretler vardır. Görmüyor
musunuz?" (Zariyat, 21)
Kainattaki bu çeşitlilik Allah Teâla'nın yüce
hikmetlerindendir. Yeryüzünde tek bir renk olsun, tek bir şekil olsun, her şey
tek tip olsun diye düşünebilir misiniz? Bütün insanlar aynı özellikleri
taşısın, aynı kâbiliyette olsun, aynı şeylerden zevk alsın, diyebilir misiniz?
İnsanlar, hayvanlar, kuşlar, bitkiler ve tabiattaki bu kadar çeşitliliğe ne
gerek vardır gibi bir ifâdede bulunabilir misiniz? Bütün bu farklılık ve çeşitlilik
bir zenginliktir. İlâhi bir lütuftur. Bunun aksini söyleyebilecek bir kişi
bulabilir misiniz? Elbette hayır. Bütün bu ifâdelerle şu gerçeği vurgulamak istiyorum: Kainattaki bu çeşitler
cümbüşünü, bu çeşitler arası âhenk ve insicamı ve bu çeşitliliğin, hayatın
vazgeçilmez bir unsuru olduğunu tefekkür edelim, ibret alalım. Tefekkür edip
ibret alalım da, vahiy kaynağından sulanmak, aynı gâyeye, İslâm şeriatına
hizmet etmek, Kur'an ve sünnetin belirlediği istikamette ve koyduğu ölçülere
uygun bir tarzda hareket etmek şartıyla çeşitli mezhep, meşrep, meslekte
olmanın bir zenginlik olduğunu, insan yaratılışına uygun olanın da bu
çeşitlilik olduğu hakikatını kavrayalım. İnsanlara tabiat dışı, akıl dışı
zorlamalarda bulunmayalım. Herkes kendi yaratılışına, kendi kâbiliyetine ve
özelliklerine uygun düşen çalışmaların içinde bulunsun. Yeter ki bu çalışmalar
yukarıda ifâde ettiğimiz şartları hâvî olsun.
Esas olan İslâm kardeşliğidir. İslâm kardeşliğini
zedeleyecek, müslümanlar arasında soğukluk
ve adavete sebep olacak, İslâm'a uygun olmayan söz ve
davranışlardan yanlışlardan şiddetle
sakınmak, mezhep, meşreb ve mesleğimizi ön plana çıkararak taassub göstermemek
gerekir. Bu hususta taassub gösteren, İslâm kardeşliğini bozacak davranışlarda
bulunan fanatik kişilere, mezhep, meşrep, meslek adına, cemaat adına sözcülük yapma imkânı vermemek
lâzımdır.
"Mü'minler ancak kardeştirler öyleyse
kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki esirgenesiniz."
(Hucurat ,10)
Din
kardeşliği, neseb kardeşliğinden önce gelir. O bakımdan Allah Teâlâ gerçek
kardeşliği İslâm kardeşliğine hasretmiştir. Bu inceliğe dikkat etmek gerekir.
İslâm’a düşman olan, ana-baba bir kardeşimiz de olsa, asla onu din kardeşimize
tercih edemeyiz. Tabiatımız ona meyil
etse bile diyanetimiz, bu duygumuzun önüne geçmeli ve imanımızın gereği
olanı tercih etmeliyiz. Bütün müslümanları içine alan şemsiye bu din kardeşliği
şemsiyesidir. Mezhep, meşreb, meslek ve cemaat birliğinden doğan
yakınlıklarımız diğer kardeşlerimizle
olan münasebetlerimizi tahrib edici bir boyuta getirilmemelidir. Maalesef
zamanımızda bu hassas noktaya dikkat edilmiyor. Cemaatler ve meşrepler
arasında, İslâm düşmanlarına reva görülmeyen tavırlar sergileniyor ve
hatta işi tekfirleşmeye kadar
götürüyorlar.
Sebep, eğitimsizlik, ölçüsüzlük, gâye ile vâsıtayı
birbirine karıştırmak, firaset kıtlığı, cehâlet ve netice itibariyle de İslâmî
hizmetlerde nefsi, dünyayı, nefisten kaynaklanan, sevgi ve nefretleri,
diyanetten kaynaklanan sevgi ve nefretin önüne çıkarmaktır. Halbuki selef-i
sâlihin böyle değillerdi. Onlar birbirlerinin kıymetini bilir, birbirlerinin
hak ve hukuklarına azamî derecede riayet ederlerdi. Fitnecilere asla fırsat
vermezlerdi.
Rivayete
göre: Irak'lılardan bir grub Muhammed bin Ali bin Hüseyin radıyallahu anhüm hazretlerine
geldiler. Ebû Bekir, Ömer, Osman radıyallahu anhüme dil uzattılar.
Muhammed
bin Ali bin Hüseyin radıyallahu anhüm onlara:
-Siz
muhacirlerden misiniz? diye sordu.
Onlar da:
-Hayır, dediler.
-Peki onlardan önce Medine'yi onlara hazırlayan ensardan
mısınız? dedi.
Onlar,
-Hayır, dediler.
-Öyleyse bu iki sınıftan ayrısınız. Ben şehadet ederim
ki siz Cenab-ı Hak'kın haklarında:
"Bunların (muhacir ve ensarın) arkasından
gelenler ise şöyle derler: Ey Rabb’imiz bizlere ve iman ile daha önceden bizi
geçmiş olan din kardeşlerimize mağfiret eyle, iman eden (müslüman
kardeşlerimiz) için kâlblerimizde bir kin bırakma. Ey Rabb’imiz şüphesiz ki
sen, çok esirgeyicisin çok merhametlisin." (Haşr, 10) buyurduğu sınıftan
da hariçsiniz. Çünkü, Allah Teâlâ onlardan evvel geçmiş olanlara sövmelerini
değil istiğfar etmelerini emretmiştir.
Onlara sövenler nasıl onların tâbileri olabilirler? Huzurumdan çıkın,
Allah size yapacağını yapmış, diye azarlamıştır.
Zamanımızda ise bu anlayış, bu edep maalesef kayboldu.
Hırs ve kin mânâ âlemimizi tahrib etti.
İş dedikodu ve gıybet sınırını da aştı.
Yukarıda da ifâde ettiğimiz gibi durum, iftiralar,
tekfirleşmeler jurnallara kadar vardı. Kendi gibi düşünmeyen, kendi gibi
çalışmayan, kendi meşreb ve cemaatına dahil olmayan veya başka meşreb ve
cemaatlarda çalışan kişiler acımasızca ve hiçbir ölçüye sığmayan insafsızca
eleştirilere tâbi tutuldu. Önce İslâm demek ve her işimizi ona göre tanzim etmek gerekirken,
meşreb, cemaat ve gruplar ön plana çıkarıldı. Bu sebeple fertler ve İslâmî gruplar bir nevi manevî iflas
yaşamaktadırlar
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
"Ey ashabım! Müflis kimdir bilir misiniz?"
Dediler ki:
Bizce müflis, parası pulu, malı mülkü kalmayan
kimsedir.
Bunun
üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdular:
"Hakiki müflis, ümmetimden kıyamet gününde
namaz, oruç ve zekat ile gelip de,
dünyada şuna buna sövmüş, onu bunu döğmüş, şuna iftira etmiş, şunun bunun
malını yemiş, şunun kanını dökmüş, filanı incitmiş. İşte bunlara hasenatından
verilir. Eğer hasenatı hak sahiplerine
yetmezse, onların günahlarından alınır, buna yükletilir ve sonra cehenneme
atılır. İşte hakiki müflis budur"
(Müslim)
Allah için fert, meşreb, cemaat veya diğer çalışma
grupları olarak kendimizi ciddi bir sorgulamaya tâbi tutalım. Birbirimizin hak
ve hukukuna ne kadar riayet ediyoruz?
Kardeşlik haklarımıza itina gösteriyor muyuz? Çalışmalarımız İslâmî ölçülere ne
kadar uyuyor, Kur'an ve sünnetin esaslarıyla ne derece uygunluk arzediyor. Nefsî
ve indî görüşlerimizi, hırs, kin ve şahsî meselelerimizi, İslâmî çalışmalara
karıştırıyor ve safiyetini bozuyor muyuz? Çalışmalarımızda öncelikli meselemiz
İslâm mı? Yoksa meşreb, cemaat ve grubumuz mu? Şahsımız ve şahsımızla ilgili
meseleler mi?
İslâm'ın bütünlüğünün, cihanşümûllüğünün, çağları aşan
çağlarüstü prensiplerinin farkında mıyız? Yoksa İslâm'ı dar kalıplar içinde,
sığ görüşlerle kendimize göre mi yorumluyoruz? Şeriatı, tasavvufu kendi kıt
anlayışımızla sınırlıyor ve kendimize göre bir şeriat, kendimize göre bir
tarikat modeli mi ortaya koyuyoruz? Müslümanlar arası münasebetleri ve bu
münasebetlerde dikkat edilecek hususları karşılıklı hak ve vazifeleri Allah
Teâlâ vaz’etmiş. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ölçüler koymuş ve
yaşayarak bizim için örneklemiştir. Müslümanlar arası münasebetlerde bu
esaslara ne derecede uyuyoruz? Yoksa bu hususta var olan prensiplere değil de,
kendimize göre ortaya koyduğumuz prensiplere mi uyuyoruz?
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
"İyilik etmek ve fenalıklardan korunmak hususunda
yardımlaşın. Günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun. Çünkü
Allah'ın cezası çetindir. (Maide, 2)
"Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar birbirlerinin
velileridir. Bunlar iyiliği emreder. Kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar."
(Tevbe, 71)
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
"Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez.
Onu düşman eline vermez, himaye eder.
Her kim müslüman kardeşinin yardımında bulunur ve onun ihtiyacını temin
ederse, Allah da ona yardım eder. Her kim bir müslümanın sıkıntılarından bir
sıkıntısını giderirse, Cenab-ı Allah buna mukabil kıyamet sıkıntılarından
birini giderir. Her kim bir müslümanın ayıbını örterse Allahu Teâlâ da ahirette
onun ayıbını örter." (Buhari - Müslim)
"Mü'minler birbirini sevmekte, birbirlerine
acımakta ve birbirlerini korumakta bir ceset gibidirler. Cesedin her hangi bir
uzvu rahatsız olursa, sâir âzâları da bu yüzden ateşler içinde yanarlar ve
uykusuzluğa tutulurlar." (Buhari - Müslim)
"Sizden biriniz, kendisi için sevdiği bir şeyi
müslüman kardeşi için de sevmedikçe tam iman etmiş olmaz. (Buhari - Müslim)
"Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona hiyanet
etmez. Onu yalanlamaz. Onu yardımsız bırakmaz. Müslüman üzerine bütün
müslümanların ırzı, malı ve kanı haramdır. (Kâlbleri üzerine elini koyarak)
takva işte buradadır. Bir kimseye şer olarak, günah olarak müslüman kardeşini
hor görmesi kâfidir." (Tirmizi)
Müslümanlar birbirlerinin velisidir, dostudur,
kardeşidir. Yukarıya aldığımız bir kısım ayet ve hadisler müslümanların
birbirlerine karşı hak ve vazifelerini, münasebetlerini beyan etmektedir.
Müslümanlar olarak bu kardeşliği, bu münasebetleri bozacak mezheb, meşreb ve
cemaat taassubundan uzak durmalıyız. Taassubun her çeşidinden sakınmalıyız.
Mezheb, meşreb ve cemaat farklılıklarını burûdet, adâvet ve kavga vesilesi
yapmamalıyız.
İfrat ve tefrit, aşırılık ve hamiyetsizlik makbul
olmayan, şeriat nazarında hoş karşılanmayan davranış biçimleridir. Makbul ve
memduh olan, itidal üzere, orta yollu hareket etmektir. Yeryüzüne baktığımız
zaman, insanların faidesine olan her şey mutedil iklimlerde, itidal ortamında
neşvünemâ bulmaktadır. Kuzey ve güney kutbundaki aşırı soğuklar bu bölgelerde
elverişli bir hayat ortamı oluşmasına mânii olmaktadır. Söz ve davranışlardaki
aşırılıklar, taşkınlıklar da insanlar arası sevgiyi, muaveneti ve kaynaşmayı
menfi olarak etkilemekte, toplumu birbirine karşı yabancılaştırmakta ve hatta
düşmanlıklara, kargaşalara sürüklemektedir. Ahlâkın, amelin ve sözün en güzeli
itidal ortamında oluşur. Tehevvür ve korkaklığın vasatında cesaret dediğimiz
övgüye lâyık makbûl ahlâk zuhûr eder. Tehevvür ve korkaklık mezmum, cesaret ise
memdûh bir ahlâktır. İsraf ve cimrilik kınanmış; cömertlik ise övülmüştür. Çünkü israf tefrit,
cimrilik ifrat, cömertlik ise vasattır ve müslüman vasat olan yerde bulunur,
vasat olanı yapar. Aşırılıklara, taşkınlıklara iltifat etmez. İtidal bu ümmetin
vasfıdır. İtidal üzere olmak onun özelliğidir.
Bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"İşte böylece sizin insanlar üzerinde şahidler
olmanız, Rasûlün de sizin üzerinizde şahid olması için sizi orta (dengeli) bir
ümmet kıldık." (Bakara-143)
İtidal üzere olmak, orta yollu hareket etmek ancak, güçlü bir irade, ilim, sabır,
hilim ve tevazû gibi güzel hasletlerle başarılabilir. Bu hasletlerden mahrum
olan, nefsinin ve duygularının etkisiyle itidalini kaybeder ve görülmemiş
taşkınlıklar yapabilir. Tek örneğimiz ve rehberimiz Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellemin yemesi-içmesi, oturup-kalkması, konuşması, aile hayatı,
insanlarla muaşereti, ibadeti, tebliği ve cihadı gönüllerde çiçek çiçek açan,
rahatlatıcı bir vasat, bir itidal ortamı sergilemektedir. Onun izi üzere
yürüyen tüm muttakiler de her türlü aşırılıktan, taşkınlıktan uzak, dengeli bir
hayat yaşamışlar ve etrafındakilere nebevî bir örnek sunmuşlardır.
İslâm dini, değil söz ve davranışlardaki ifrat ve
taşkınlığa, ibadetlerde dahi aşırılığa, tabiatı zorlayıcı tarzlara müsaade
etmemiştir.
Allah Teâlâ:
"Biz Kur'an’ı sana zahmet çekesin diye değil,
ancak Allah’tan korkanlar için bir öğüt olsun diye indirdik." (Taha:2-3)
"Allah uğrunda, ona yaraşacak şekilde cihad edin.
Sizi O seçti. Din hususunda üzerinize
hiçbir zorluk yüklemedi." (Hac-78) buyuruyor.
Diğer bir ayet-i kerime'de de şöyle buyurulmaktadır.
"O halde seninle beraber tevbe edenlerle birlikte
emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Aşırı gitmeyin, O sizin yaptıklarınızı çok iyi
görendir." (Hûd/112)
Bu hususta Enes bin Mâlik'ten şöyle bir hadis rivayet
edilmektedir.
"Nebi
sallallahu aleyhi ve sellemin ibadetinden sormak için üç kişilik bir grup
(Hz.Ali, Abdullah bin Amr bin As, Osman bin Ma'zun radıyallahu anhüm)
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin zevcelerinden bazısının evlerine
geldiler. Kendilerine Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellemin ibadeti haber verilince (Rasulullah’ın
ibadetini azımsayarak):
"Rasûlullah
kim, biz kimiz? Onun gelmiş-geçmiş günahları mağfiret olunmuştur." dediler
ve onlardan biri; "Geceleri hep namaz kılacak ve hiç uyumayacağım,"
dedi.
Diğeri de şöyle
konuştu:
"Ben bütün seneyi oruçla geçireceğim, hiç iftar
etmeyeceğim."
Üçüncüsü de:
"Ben de kadınlardan (ayrı) bir yere çekilecek ve
hiç evlenmeyeceğim" dedi.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, onlara doğru
geldi ve şöyle buyurdu:
"Şöyle şöyle konuşanlar sizler misiniz? Haberiniz
olsun, Allah'a andolsun ki, ben sizin Allah’tan en fazla korkan ve en fazla muttakiniz olan bir kimseyim.
Fakat ben oruç tutar (arada) iftar da ederim. (Geceleri) namaz kılar ve yatar
uyurum. Kadınlarla da evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden
değildir." (Buhari, Müslim)
Görülüyor
ki din hususunda gevşeklik göstermek, gayretsiz ve şevksiz davranmak,
hamiyetsizlik müslümana yakışmayan davranışlar olduğu gibi, ibadet kastıyla
bile olsa, tabiatı zorlayıcı, aşırılıklar da tasvib edilmemektedir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
"Orta yollu gidin (tam olarak orta yollu
gidemiyorsanız hiç değilse ona) yaklaşık olanı yapın. Sabahleyin, öğle ile
akşam arası ve biraz da geceden (yararlanın). Orta (yollu hareket ediniz). Orta(dan
ayrılmayınız) ki maksada eresiniz." (Buhari) buyurmaktadır.
Diğer bir hadisi şerifte şöyle buyurulmaktadır:
"Taşkınlar helâk olmuştur. Rasûlullah bunu üç
defa söyledi." (Müslim)
Tarihî bir gezintiye çıktığımız zaman görülen o ki,
taşkınlık yapan, aşırı giden, itidalini kaybeden fert ve toplumlar hem
kendilerine, hem de mensubu
bulundukları, cemaat, millet ve devletlerine telâfisi mümkün olmayan zararlar
açmışlardır.
Fethi Yeken, Davet Yolunda Dökülenler, adlı kitabında
aşırılık yapanların, şahid olduğu, kötü akibetlerinden şöyle bahsediyor:
"Şöyle bir olay hatırlarım: Bir kardeş yaz
mevsiminde Kur'an-ı Kerim'i tamamen ve sağlam olarak ezberlemek üzere yemin
etti. Bunun için çok çalıştı. Ama başaramadı ve kendi kendine haddinden fazla
kızdı. Kendisinden korkunç bir intikam almaya karar verdi. Bunun için Allah'ın
helâl ve mûbah kıldığı her şeyi
kendisine haram kılmaktan başka yol bulamadı ve bunu yaptı. Ardarda oruç
tutmaya başladı. Artık nâdiren iftar ediyordu. Gece uyanık kalıp namaz kılıyor,
kendini unutma hali dışında pek
uyumuyordu. Sonunda çalışmalarından, öğreniminden oldu. Kitaplarını ve
ev eşyalarını sattı. Bu hali psikiyatri kliniğine tedavi olmak üzere
götürülmesiyle ve tamamen davâdan
yitirilmesiyle sonuçlandı.
Yine bir başkasını tanırım. Kardeşlerinden zengin
olanları sevmezdi. Kendisi ise sefil ve perişandı. Kendisine yardım etmelerine,
değer verip, sevip saymalarına rağmen onlara karşı bu tavrını değiştirmedi.
Fırsat buldukça onları eleştiriyordu.
Onlardan biri, barınmak için normal bir mesken satın aldığında hemen eleştiriyor ve o evde barınmayı uygun
bulmuyordu. Biri bir araba alınca israf ve lükse kaçmış sayıyordu. Ve şu ilâhi
kelamı delil olarak gösteriyordu.
"Saçıp savuranlar, şüphesiz şeytanlarla
kardeştirler. Şeytan ise Rabb’ına karşı nankördür."(İsra/27)
Bir süre sonra bu kardeş yoksul iken varlıklı oldu.
Bir imtihan ve deneme devresine girdi. Sonunda İslâm dâvasına tamamen sırt
çevirip dünyalığa dalmaktan başka bir şey yapamadı...
Yine
şöyle bir olayı aktarayım:
1950'li yıllarda İslâmî harekete, biri aşırı, hiçbir şeyde normal tavrı ve
yumuşaklığı affetmeyen, diğeri, bazı konularda gevşek ve yumuşak olan iki
kardeş katıldı. İkisi arasında yerli-yersiz konuşma ve sataşmaların
ardı arkası kesilmiyordu. Öyle ki bir gün birbirlerini lânetleyerek bana
geldiler. Aşırı olan:
-Şu kardeşim var ya, münafığın biridir, kendisine
haddin uygulanması gerekir, dedi.
Ona, "Niçin?" dedim.
O,
-Bugün sabah namazını güneş doğduktan sonra kılmış,
dedi.
Ben,
-Bu durum aranızda böyle bir anlaşmazlığın ve kavganın
çıkmasını gerektirir mi? Bu kardeşinin fiilinin, münafıkların fiili olduğunu
söyleyen herhangi bir âlim, fâkih var mı? Allah’tan kork be
adam, aşırı gidenlerden olma! Büyük Rasûl’ün hidayeti (yolu) üzere ol.
Sünnetine bak, araştır, yoksa helâk
olanlardan olursun" dedim.
Ama ne yazık ki bu adam kibirlenerek, inatla bu
nasihatı reddetti. Sonra kendini beğenip, haddi aştı ve yalnız kendisini
hidayet üzere, dışındakileri de dâlalette görüp durdu. Bu halin üzerinden henüz
uzun bir süre geçmemişken sakalını kesti, oyun ve hilesiyle onu imanından eden,
dininden ve İslâm'dan çıkaran bir komşu kızına âşık oldu. Bu olaydan sonra da
helâli helâl, haramı haram olarak tanımayan bir sosyalist oldu."
Allahümmahfazna.
Yukarıda zikredilen örneklere benzer birçok
olumsuzluklara her zaman ve her yerde rastlamak mümkündür. İki arkadaş tanırım
ki zenginleri düşmanlığa varan tenkidleri olurdu. Evlerinin ve ev eşyalarının
çok lüks olduğundan, çok lüks araba kullandıklarından şikayet eder dururlardı. Tabii bu tenkitlerinde haklı olduğu yönler de
vardı. Fakat çok aşırı giderler, bu gibi insanları, müslümanlıklarında samimi
saymazlardı. Zaman oldu bu iki arkadaş bazı imkanlara sahip oldular. Biri
evini, tenkid ettiğinin de fevkinde lüks eşyalarla donattı, öbürü de, imkan
bulduğu kadar lüks arabalara biner oldu.
Çocukluğumda hafızlığa çalışan iki kişi vardı. Biri
ibadetine aşırı düşkün, öbürü de biraz tembel idi. İbadetine düşkün olan
öbürünü ta evlerine kadar gider ve sabah namazına kaldırırdı. Namaza gelmediği
zaman kızar, bağırır çağırır bir tokatlamadığı kalırdı. Neticede gevşek olan
hafızlığı bitirdi. İmam oldu. Öbürü de hafızlığı tamamlamadan ortaokula
kaydoldu. Hukuk fakültesini bitirdi. Emekli olana kadar çeşitli yerlerde
hâkimlik yaptı. Namazını terk etti. İçki içti, bir sosyalist olup çıktı.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
"Orta yola sarılınız." (Kurtubi)
"İşlerin en hayırlısı orta yollu olandır."
(Kurtubi) buyurmaktadır.
Orta yol, sıratı müstakim olan dosdoğru yoldur. Orta
yol, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin yaşadığı ve bize tavsiye ettiği
yoldur.
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem bir gün ashabı ile berâber otururlarken; toprağın
üzerine dosdoğru bir çizgi çizdi, bu çizginin sağ ve sol taraflarına da bir çok
çizgiler çizdi ve ortadaki çizilen düz çizgiyi işaret ederek, "İşte benim
dosdoğru yolum(sırat-ı müstakim)” buyurdu ve bu düz çizginin sağ ve solundaki
çizgilere de işaret ederek bu yolların her birinin başına şeytanların
oturduğunu ve insanları dalâlete ve sapıklığa davet ettiğini, buyurdular.
Zamanımızda yaşanılan sıkıntıların temelinde cehâlet
yatmaktadır. İslâm'ın hayatbahş ölçülerinden habersiz, nefsin kör karanlığında
bir tarz oluşturmak vardır. İslâm toplumu bir fetret dönemi yaşamaktadır. Hayâ,
edeb, insanlık, muaşeret kaideleri karşılıklı sorumluluk duyguları neredeyse
unutulmuş, çıkarcılık, vurgunculuk, behimî arzular, ahlâk dışı, dindışı özentiler toplumumuza yön verir hâle gelmiştir.
İ tidali muhafaza etmek, akl-ı selimle
hareket etmek, aşırılık ve taşkınlıktan uzak durmak, nefsî ve şehevî arzuları
değil, nebevî ölçüleri ön plana çıkarmaya çalışmak bir nev'i horlanır hale
gelmiş ve bu meziyetler gevşeklik, atalet ve vurdumduymazlık sayılır olmuştur.
Meselenin idrakinde olan fert ve cemaatler kişileri ve
toplumu bu aşırılık, taşkınlık ve fanatiklik girdabından kurtarmak, itidal ve
akl-ı selim ortamına yani Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin
"dosdoğru yolumdur" buyurduğu “orta yola, sırat-ı müstakime” davet
etmek, bunun için çaba sarfetmek durumundadırlar. İtidalini kaybeden, akl-ı
selimden uzaklaşan fert ve toplumlar netice itibariyle nefse, şeytana ve kötü
çevreye mahkum olur, tüm değerlerini kaybedebilirler.
İslâm nizamında kişi veya kişilerin istibdat ve
sultası mevzu-u bahs olamaz. İdare makamında olanlar öncelikle Kur'an ve
sünnete, saniyen de istişâre kararlarına uymakla mükelleftirler. Ümmetin
işlerini istişâre ile yürütmek emir'ül mü'minin olan kişinin vazifesi olduğu
gibi ümmetin de emir'ül mü'minin üzerinde bir hakkıdır.
Allah Teâlâ Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve selleme:
"İş hususunda onlarla istişâre et." (Al-i
İmran/159) buyurmaktadır.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ki, her işi
vahiy ile tanzim edilmektedir ve O, mâsumdur. Buna rağmen istişâre ile
emrolunmaktadır. Bu emir, onun şahsında
kıyamet sabahına kadar, istişâre etmek konumunda olan bütün müslümanlara emirdir. Hiçbir kişi istişâre
etmekten müstağni değildir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, hakkında
kesin hüküm bulunmayan hususlarda ashabı ile istişâre ederdi. Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellemin istişâresi duruma göre bazan bir kaç sahabe ile,
bazen de sahabenin çoğunluğu ile olurdu.
Bedir esirleri hakkında Hz. Ebubekir radıyallahu anh
ve Hz. Ömer radıyallahu anh ile beraber bazı sahabelerle istişâre etti. Hz.
Ebubekir radıyallahu anh: "Ya Rasûlullah! Bunlar amcalarımızın
oğullarıdır. Kabilemiz ve kardeşlerimizdendir. Benim reyim, onlardan kurtarmalık akçesi (fidye) almandır. Onlardan
alacağımız fidye, kâfirlere karşı bize bir kuvvet olur. Allah'ın onlara doğru
yolu göstermesi ve kendilerinin bize yardımcı olmaları da umulur." dedi.
Hz. Ömer radıyallahu anh ise: "Vallahi ben
Ebubekir'in fikrini uygun görmüyorum. Benim kanaatime göre Ömer'in akrabası olan filanın boynunu vurmam
için, bana müsaade etmendir. Âkil için
Ali'ye müsaade et. Onun boynunu vursun. Hamza'ya da kardeşi filan için
(Abbas) müsaade et, onun boynunu vursun ki, müşriklere karşı kâlblerimizde bir
zaaf ve yumuşaklık bulunmadığı bilinsin. Bunlar müşriklerin eşrafı, ileri gelen
adamları ve idarecileridir." dedi. Sahabelerin bir kısmı Hz. Ebubekir
radıyallahu anhın, diğer bir kısmı da Hz. Ömer radıyallahu anhın
görüşlerini uygun buldular. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu
istişâreden sonra, esirlerden fidye alınmasına ve fidye karşılığında serbest
bırakılmalarına karar verdi. Okur yazar olup da fidye vermeye güç yetiremeyen
müşriklerden her biri ensar çocuklarından 10'una okuma yazma öğretmek şartıyla,
okur yazar olmayan yoksul esirler de, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem tarafından serbest bırakıldılar.
Bu hâdise üzerine:
"Eğer (levhi mahfuzda) Allah'ın geçmiş bir yazısı
olmasaydı aldığınız şeyden dolayı, size büyük bir azab dokunurdu"
(Enfal/68) ayet-i kerimesi nâzil oldu.
Rasûlulah
sallallahu aleyhi ve sellem ve Hz. Ebubekir radıyallahu anh ağlaştılar.
Aynı sûrenin 69. ayeti ile ganimet helâl kılındı:
"Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve temiz
olarak yeyin. Allah’tan korkun. Şüphesiz
ki Allah bağışlayan, merhamet edendir."
Böylece daha
önce hiçbir ümmete helâl kılınmayan ganimet, bir lütf-u ilahi olarak Ümmet-i
Muhammed'e helâl kılındı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu ayetlerin
nüzulundan sonra:
"Eğer Bedir günü, fidyeden dolayı Allah'ın azâbı
inseydi, o azaptan Ömer'den başkası kurtulmazdı" buyurdular.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Uhud savaşında,
müşriklerle Medine içinde mi, yoksa Medine dışında mı harbetmek hususunda
sahabenin çoğunluğu ile istişâre etmiş, ve kendi görüşü Medine içinde kalıp,
müdafaa savaşı yapmak olduğu halde, sahabenin çoğunluğunun görüşüne uyup
Medine'nin dışına çıkarak savaşmaya karar vermiştir. Şöyle ki:
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem:
"Kureyş müşriklerini Medine’de bekleyiniz.
Kadınlarla çocukları kalelerde, yüksek evlerde bulundurunuz. Kureyşliler
Medine'ye girip bize saldırırlarsa biz de dar yerlerde sıkıştırarak onlarla
çarpışırız. Çünkü dar yerlerde çarpışma usûlünü biz onlardan daha iyi biliriz.
Onları, kalelerin, yüksek köşklerin üzerinden de oka, taşa tutarsınız."
diye görüşünü bildirdi.
Bedir savaşında bulunmayan, düşmanla karşılaşmayı ve
şehid düşmeyi arzulayan bazı gençler ise Peygamberimizin Medine dışına çıkarak
savaşmasını istediler ve bu isteklerinde ısrar ettiler:
“Ya Rasûlallah! Vallahi onların cahiliye devrinde bile
Medine'ye, üzerimize yürümelerine meydan ve imkân verilmemiştir. İslâmiyet
devrinde Medine'ye, üzerimize yürümelerine nasıl müsaade edilir." dediler.
Hz. Hamza, Sa'd bin Ubâde, Numan bin Malik, İlyas bin
Revs gibi sahabeyi kiram da gençlerin görüşlerini desteklediler.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Cuma günü
ikindi namazından sonra evine girdi. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer radıyallahu
anhümanın yardımları ile zırhını giydi, kılıcını kuşandı ve dışarda saf saf
olmuş ashabın yanına çıktı.
Bu durumu gören ve Medine dışında savaşmakta ısrar
eden sahabeler:
"Ya Rasûlallah senin hoşlanmadığın şeyi bizim
istememiz yaraşmaz. Eğer Medine'de kalmak istiyorsan Medine'de kal. Sana aykırı hareket etmemiz
doğru değildir, Sen nasıl istersen öyle yap." dediler.
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem:
"Bir peygamberin, zırhını giydikten sonra,
düşmanla çarpışmadan ve Allah, onunla düşmanları arasındaki hükmünü vermeden,
zırhını sırtından çıkarması yaraşmaz." buyurdu.
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem; Allah Teâlâ’nın şu buyruğuna uyuyor ve istişâreden sonra verilen kararı uygulamada
azim ve kararlılık gösteriyordu:
"İş
hususunda onlarla istişâre et. Artık kararını
verdiğin zaman da Allah'a dayan ve güven çünkü Allah kendisine güvenip
dayananı sever." (Al-i İmran/159)
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Hendek
savaşında müslümanlarla savaşmaktan vazgeçmelerine karşılık Medine meyvelerinin
üçte birini vermek şartıyla Gatafan
kabilesi ile sulh yapmak hususunda, Sa'd bin Muaz ve Sa'd bin Ubâde radıyallahu
anhüma ile istişâre etmiştir. Çünkü bu iki sahabi Medineli müslümanların, yani
ensarın büyükleri idiler. İstişâre konusu Medineli müslümanları
ilgilendiriyordu. Bu iki sahabi :
"Ya Rasûlallah! Bu iş vahye dayanan bir mesele
ise bu sulhu imzala. Şayet vahye dayanmayıp kendi arzunuz ise onu da dinler ve
itaat ederiz. Yok bu sadece bir görüşten ibaret ise, onlara kılıçlarımız cevap
versin." dediler.
Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
onların görüşünü kabul etti.
Gatafan kabilesi ile sulh
yapmaktan vazgeçti. Bu misallerden de anlaşılacağı üzere şûra reisi olan kişi
konuların durumuna göre değişik kişilerle istişâre eder. Dînî konularda,
âlimlerle, fâkihlerle; savaş ve ordunun ihtiyaçları hususunda komutanlarla;
halkı ilgilendiren konularda, onların ileri gelenleri ile; hülâsa, meselenin
konumuna göre, o meselede ehil olan kişilerle istişâre eder.
İstişare
edilen kişilerin, ilim ve takva ehli, akl-ı selim sahibi, emin ve tecrübeli
olmaları gerekir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
"İstişare edilen kişi emin olmalıdır."
buyurmaktadır. (Ebû Davud)
Hasan-ı Basri:
"Kişi dînî yönden kemâle ermezse, onun aklı da
kemâle ermez." der.
Demek
oluyor ki şeytanî düşünce ve fikir üretenler asla akl-ı selim sahibi olamazlar.
Onlar aklını nefis ve şeytana tutsak etmiş kişilerdir. Ve onlarla yapılan
istişâreden hayırlı bir sonuç elde edilmez.
Allah
Teâlâ:
“Onların işleri aralarında istişâre iledir"
(Şûra/38) buyurarak işlerini istişâre ile yapan müslümanları meth u senâ
etmektedir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
"İstişare eden perişan olmaz."
(Kurtubî/4-161) buyurmaktadır.
Diğer bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulur:
"Emirleriniz hayırlılarınız, zenginleriniz
cömertleriniz ve işleriniz aranızda istişâre ile olduğu zaman sizin için yerin
üstü, yerin altından daha hayırlıdır. Emirleriniz şerirleriniz, zenginleriniz
cimrileriniz, olur ve işleriniz kadınlarınız eli ile yapılırsa, sizin için
yerin altı yerin üstünden daha hayırlıdır." (Tirmizi)
Zikri geçen ayet ve hadislerden de anlaşılacağı üzere
istişâre çok mühim bir iştir ve müslümanların işlerini aralarında istişâre ile
yapmaları gerekmektedir. İslâm devlet
reisinin ümmetin işlerini ehil olan kişilerle istişâre etmesi onun üzerine bir
vecibedir. Bu hususta İbni Atiyye şöyle demektedir:
"Şûra bir şeriat ve kesin bir hükümdür, ehl-i din
ve ehl-i ilimle istişâre etmeyen emirin
azli vaciptir." (Kurtubî/4-161)
İstişareden
maksat, Kur'an ve sünnete en uygun olan görüşü tesbit etmek ve karara
bağlamaktır. İstişare heyetini teşkil eden kişiler, ön yargılarla, nefsi arzu
ve temayüllerle hareket edemezler. “Benim görüşüm üstündür. Benim tekliflerim
kabul edilmelidir”, gibi bencil bir yaklaşım içinde bulunamazlar. Görüşlerini
açıklarken görüşünün Kur'an ve sünnete ne derecede uygun olduğunu, ümmetin ne
derecede yararına olacağını ve bunun ağır mesuliyetini müdrik olarak hareket
etmek ve karşı görüşleri de aynı mülahazalarla değerlendirmek
mecburiyetindedirler. Aksi takdirde istişâre, istişâre olmaktan çıkar, karşıt
görüşlerin, nefsî yaklaşımların münakaşa ve mücadelesinden öteye bir netice
vermez.
İmam-ı Azam, oğlu Hammad'a münakaşayı yasaklamıştı.
Oğlu:
"Babacığım görüyorum ki siz, diğer âlimlerle sık
sık münazara ve münakaşa ediyorsunuz. Bana ise münakaşayı
yasaklıyorsunuz." dedi.
İmam-ı Azam oğluna şu açıklamayı yaptı:
"Evladım! Bizler münazara ve münakaşa yaparken,
başımıza kuş konmuş gibi davranıyoruz.
Hakikatin bir an önce açığa çıkması için
gayret ediyoruz. Hakikat ille de benden zuhûr etsin ve benim görüşüm kabul
edilsin diye bir düşüncemiz ve çabamız yok. Sizler ise, bu hususa dikkat
etmiyorsunuz. Hakikatın ortaya çıkmasından ziyâde, kendi görüşünüzün kabul
edilmesi için ısrar ediyorsunuz. Bu durum kişinin imanına zarar verir."
İstişare müessesi çok mühim bir müessesedir. Bu müesseseyi
yıpratmadan, dejenere etmeden, asıl gâyesinden saptırmadan, Kur'an ve sünnet
çizgisinde devam ettirmek ümmet üzerine bir vecibedir. İstişarede karar
alınırken takip edilecek usûl ve kaideler mühim olduğu gibi, istişârede alınan
kararlara uymak da o derecede mühimdir. İstişare heyetindeki kişiler, kendi
görüşlerinin dışında bir karar alınsa bile, o kararı kendi görüşü gibi benimser
ve uyarlar. Tağûti sistemlerde ise böyle bir mecburiyet yoktur. Meclislerinde
alınan kararlar, karşı görüştekileri bağlamaz ve alınan kararların aleyhindeki
görüşlerini her zaman ve zeminde
açıklamaya devam ederler ve hatta kararların uygulanmaması hususunda her
türlü çabayı gösterirler.
İstişare heyetinde, hakikatın tezahürüne medar olacak,
Kur'an ve sünnetin ruhuna uygun düşecek kuvvetli ve sağlam görüşler
serdedilemez ve karar vermek hususunda tereddütler hasıl olursa o zaman şûra
reisi, duruma müdahele ederek dilerse çoğunluğun, dilerse azınlığın görüşünü
kabul eder, veya her iki görüşe de uymayarak kendi görüşü istikametinde karar
verir. İşlerin sürüncemede kalmaması, kargaşa ve belirsizliğin önlenmesi için
en uygun olan davranış biçimi budur. Ancak şûra reisi, Kur'an ve sünnete
uygunluğu, İslâmî duyarlılığı ve ümmetin yararını önplana çıkararak karar vermelidir. Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygambere
ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah'a ve ahiret gününe
gerçekten inanıyorsanız- onu Allah'a ve Rasülüne götürün. Bu hem hayırlı, hem
de netice bakımından daha iyidir." (Nisa/59)
Bu konuda en çarpıcı misal emir'ül mü'minin Hz.
Ebubekir radıyallahu anhın, Hz. Usame radıyallahu anh ordusu hakkındaki
davranış ve kararıdır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem vefâtından önce
bir ordu hazırlamış, Usame radıyallahu anhı ordu komutanı olarak
görevlendirmiştir. Ordu hareket etmeden önce Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem dar-ı bekaya irtihal ettiler. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin
vefâtını müteakiben bir kısım kabileler
irtidat ettiler. Bunun üzerine Hz. Ömer radıyallahu anh, Hz. Usame radıyallahu
anh ve sahabenin çoğunluğu, Usame ordusunun Medine'de kalmasını yeni halife
seçilen Hz. Ebubekir radıyallahu anha teklif ettiler.
Halife sahabenin çoğunluğunun görüşü olan bu teklifi
reddetti. Ve:
"Vallahi onları (Usame ordusunu) geri
çevirmediğim takdirde yırtıcı hayvanların beni ayaklarımdan sürükleyip
parçalıyacaklarını bilseydim yine geri çevirmez, Peygamberin bağladığı sancağı
çözmezdim."
Nitekim Usame ordusu hareket etti. Medine'ye hücum
etmek için hazırlanan kabileler, korkuya düştüler ve müslümanlar çok güçlü
olmasa böyle kritik bir zamanda Usame ordusunun Medine'den ayrılmasına müsaade
etmezlerdi, dediler ve Medine'ye saldırmaktan vazgeçtiler.
İslâmî hareketler, sıhhatli bir şûra müessesesi tesis
eder, Kur'an ve sünnetin değişmez esaslarına tâbi olur, şûra kararlarına uyarak kendi içinde uyumlu,
kararlı bir oluşum meydana getirebilirlerse zillet ve meskenet perdesi
yırtılacak ve ümmetin önü aydınlanacaktır. İşte o zaman aydınlık yarınlar ümmetin
olacaktır.
İMAN: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin dinden
olduğu kat'i olarak bilinen haberini kesin olarak tasdik etmek ve tamamen o
habere inkiyad etmek ve teslim olmaktır.
Diğer
bir tarife göre iman: Kâlbin tasdiki ve dilin ikrarıdır.
Birinci tarife göre dil ile ikrar imanın bir cüz'ü
değil, şartıdır. Buna göre dil ile ikrarı terkeden kâfir olmaz. Allah indinde
mü'mindir. Kâlbindeki imanı muhafaza edip o iman üzere öldüğü takdirde
cehennemde ebedî olarak kalmaz. Ancak aşırı derecede bir zorlama veya dilsiz
olmak gibi bir özür olmadan dil ile ikrarı terketmek caiz değildir.
İkinci
tarife göre ise dil ile ikrar imanın bir cüz’üdür. Zorlama ve dilsizlik gibi
bir özür olmadan dil ile ikrarı terkeden küfre girer.
İman, icmalî ve tafsilî olmak üzere iki kısımdır:
İCMALÎ İMAN: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin
Allah Teâlâ tarafından getirip tebliğ ettiği şeylere toptan inanmak yani tamamı
haktır diye tasdik etmektir.
TAFSİLÎ İMAN: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin
Allah tarafından getirip tebliğ ettiği şeyleri teker teker öğrenip tasdik
etmektir. Kişi icmalî imanla küfürden kurtulur. Ancak dînî meseleleri, farz,
vacib, helâl, haram gibi hususları, itikada taalluk eden konuları öğrenmesi
gerekir. Aksi takdirde imanını kemâle erdirmek, kâmil bir müslüman olmak mümkün
olmaz.
İmanın Sahih ve Makbul Olması İçin Üç Şart Vardır:
1- İman ye's halinde olmamalıdır. Bir kişi ölürken son
nefesinde iman etse bu imanı makbul ve sahih değildir. Firavun Kızıldeniz'de
boğulurken, "Musa'nın Rabb’ine inanıyorum" dedi, amma imanı makbul
olmadı.
2- Dînî esaslardan bir hususu inkar veya tekzib
etmemelidir. Çünkü dinden birşeyi inkar etmek, dinin tamamını inkar etmek
demektir. Meselâ bir kişi kat'i bir farzı, namazı, orucu, haccı inkar etse veya
kat'i bir haramı helâl ittihaz etse, zina, içki, kumar, faiz helâldir dese,
yahut helâl olduğu kat'i olan bir şeye haram dese kâfir olur. Yahut da İslâm
Şeriatı’nı reddetse, "Kur'an'daki ibadet, ahlak ile ilgili hükümleri
benimsiyorum, fakat devlet idaresine taalluk eden ayetleri kabul etmiyorum,
Şeriatın bu husustaki hükümleri çağdışıdır" dese, kâfir olur ve onun
hiçbir ibadeti kabul olunmaz.
3- Dinin bütün hükümlerini beğenerek kabul etmeli ve
bütün ahkamını küçümsemeden yerine getirmelidir. Aksi takdirde yani dinin bir
kısım hükümlerini beğenmez veya küçümserse o kişinin imanı sahih ve makbul
olmaz. Meselâ, bir kişi diğer bir kişiyi kasten öldürse, öldüren kişi kısasen
öldürülür. Bir kişi kalksa da, "Böyle bir şey olmaz, ölüm cezası gayri
medenîdir, çağdaş değildir, İslâm'ın bu hükmünü beğenmiyorum" dese kâfir
olur. Herhangi bir kimse hac farizasını küçümseyerek hacca gidenleri, araplara
para yediriyorlar, diye tahkir etse ve kendisi muktedir olduğu halde hac
farizasını küçümsediği için yapmasa, küçümsediği için namaz kılmasa, oruç
tutmasa o kişinin imanı sahih ve makbul olmaz.
İmanı ömrün sonuna, son nefese kadar muhafaza etmek
gerekir. İmanını son nefesine kadar muhafaza edemeyen kişinin daha önceki imanı
faide vermez. Çünkü itibar sonadır. İmanın sahih olması için onu delilleri ile
bilmek şart değildir. Taklit yoluyla iman etmek de sahih ve makbuldür. Ancak
imanı delilleri ile öğrenmek farzdır. Terk eden günahkâr olur.
İslâm:
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin tebliğ ettiği şeyleri zâhiren ve
bâtınen kabul edip Allah Teâlâ'ya itaat etmek ve teslimiyette bulunmaktır.
İman, bir kabul, bir tasdik, İslâm ise bu kabul ve
tasdikle beraber imanın gereği, müslüman olmanın icabı olan dînî vecibeleri
yerine getirmektir. İmana delalet eden alâmet ve şartları ifâ etmeden, kâmil
bir mü'min, olgun bir müslüman olmak mümkün değildir. Namaz, oruç, zekat, hac,
Allah yolunda cihad, İslâmî ilimleri tedris etmek, Rasûlullah'ın ahlakı ile
ahlaklanmak, hülâsa olarak tam mânâsıyla Allah Teâlâ'ya itaat etmek, teslim
olmak Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin sünnetine ittibâ etmek suretiyle
kulluk vazifemizi ihlasla yerine getirmek imanımızın, müslümanlığımızın
gereğidir.
Allah Teâlâ'ya itaat etmeyen, ibadet ve taatte
bulunmayan bir kişinin kâlbini kötü düşüncelerden, kötü niyetlerden, dilini
kötü lakırdılardan, nefsini kötülüklerden koruması mümkün değildir. İslâmî
vazifelerimizi seve seve, ihlasla yapmak, İslâm'ın menettiği kötülüklerden
inanarak ictinab etmek, bunları yalnız Allah Teâlâ'nın bir emri, Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellemin bir sünneti olarak ifâ etmek lâzımdır.
"Hiç şüphe yok ki Allah indinde din
İslâm'dır." (Al-i İmran/19)
"Sizin için din olarak İslâm'ı beğendim."
(Maide/3)
Allah Teâlâ'nın bizim için seçip beğendiği, bizim
dünya ve ukba saadetimiz için hükümler vaz’ettiği İslâm dinini hayatımızın
bütün safhalarında, ferdî, ailevî, ticarî ve sosyal yaşantımızda, devlet
hayatımızda uygulamalıyız. Hem müslüman olduğunu söyleyip hem de İslâm'la
beraber, İslâm'a zıt ideolojileri, fikirleri benimsemek, İslâm'a muarız
sistemleri uygulamaya koymak ve bunu beğenerek, inanarak yapmak kişiyi dinden
çıkarır. Mekkeli müşriklerin Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selleme
tekliflerinden biri de şu idi:
"Sen bizim putlarımızı, ilahlarımızı, kabul et.
Biz de senin Rabb’ına inanalım. Peygamberliğini kabul edelim."
Elbette
böyle bir çelişki kabul edilemez. Bir kâlbde hem iman, hem küfür bulunamaz.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu çirkin teklifi şiddetle reddetti ve
onları Allah’tan başka ilah, İslâm'dan başka din olmadığına inanmaya ve
müslüman olmaya durmadan dinlenmeden davet etti. Tarihte pek çok zulümler
olmuş, bazı irtidat hadiseleri yaşanmış, İslâm'ı ortadan kaldırmak ve
müslümanları yok etmek için nice bedbahtlar, görülmemiş tezalüm ve tahakküm
yapmış fakat hâlâ İslâm bütün güzelliği ile ortada, müslümanlar varlıklarını
sürdürüyor ama o zâlimler, o tağutlar sahneden silinip gittiler. Onları taklit
edenler, onları örnek alanlar da aynı akıbete uğrayacak ve yok olup
gideceklerdir. İslâm, yücedir onu kimse alçaltamaz.
İHSAN: Allah Teâlâ'ya sanki onu görüyormuş gibi tam
bir huşû içerisinde ibadet etmektir. Bir müslüman bu itikat ve teslimiyetle
kullukta bulunsa, hata ve kusur işlemekten, günaha dalmaktan teberri eder ve
her an murakebe halinde bulunur.
Allah Teâlâ bizleri sadıklarla beraber olmaya, onlarla
ülfet etmeye; Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de âlimler, sâlihler
meclisine devam etmeye, onlarla muaşeret edip, onlarla düşüp kalkmaya teşvik ve
tergib ediyor. Çünkü böyle ortamlarda bulunmak kişiyi birçok kötülüklerden
alıkoyduğu gibi birçok güzellikler edinmeyi, iyi bir insan, iyi bir müslüman
olmayı da temin ediyor. Hâl böyle olunca yani ulemâ ve sulehâ ile beraber olmak
kişiye birçok iyilikler kazandırınca, kötülüklerden korunmasına vesile olunca,
müslüman bir kişinin tenhada, kalabalıkta, açıkta, gizlide, her zaman ve her
mekanda Allah Teâlâ'nın kendisi ile beraber olduğuna ve yaptıklarını bilip
gördüğüne göre ibadet etmesini düşünün ve müslümana kazandıracağı kemâlatı
tefekkür ediniz.
Bir müslüman erkan ve şartlara riayet ederek ibadetini
ifâ ederse İHSAN'ın birinci derecesine ulaşmış ve yaptığı ibadet sahih olmuş
olur. Allah Teâlâ’nın gördüğünü murakabe ederek ibadet ederse İHSAN'ın ikinci
derecesine ulaşır. Birinci ve ikinci derecedeki şartlarla beraber Allah
Teâlâ'yı görüyormuş gibi ibadetini ifâ ederse İHSAN'ın en üstün derecesine
yükselir.
Abdullah bin Ömer radıyallahu anhüma şöyle dedi: Bana
babam Ömer bin Hattab rivayet etti. Dedi ki:
-Birgün Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin
yanında bulunduğumuz bir sırada, aniden yanımıza elbisesi bembeyaz, saçı
simsiyah bir zat çıkageldi. Üzerinde yolculuk eseri görülmüyor, bizden de
kendisini kimse tanımıyordu. Doğru Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin
yanına oturdu ve dizlerini O'nun dizlerine dayadı. Ellerini de uylukları
üzerine koydu ve,
-Ya Muhammed! Bana İslâm'ın ne olduğunu haber ver,
dedi.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
-İslâm,
Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın Rasûlü olduğuna
şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekatı vermen, Ramazan orucunu tutman ve
yol cihetine gücün yeterse beyti hac etmendir, buyurdu.
O zat:
-Doğru söyledin,
dedi.
Babam dedi ki:
Biz buna hayret ettik. Hem soruyor, hem de tasdik
ediyordu.
-Bana imandan haber ver, dedi.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
-Allah'a, Allah'ın meleklerine, kitaplarına,
peygamberlerine ve ahiret gününe inanman, bir de kadere, hayrına ve şerrine
inanmandır, buyurdu.
O zat yine,
-Doğru söyledin, dedi.
(Bunun
üzerine):
-Bana ihsandan haber ver, dedi.
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem:
-Allah'a onu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Her
ne kadar sen O'nu görmüyorsan da O seni muhakkak görür, buyurdu.
O zat:
-Bana kıyametten haber ver, dedi.
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem:
-Bu meselede sorulan sorandan daha âlim değildir,
buyurdu.
-O halde bana onun alametlerinden haber ver, dedi.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
-Cariyenin kendi sahibini doğurması ve yalınayak,
çıplak, yoksul koyun çobanlarının bina yapmakta birbirleri ile yarış
ettiklerini görmendir, buyurdu.
Babam
dedi ki:
Bundan sonra o zat gitti. Ben hayli müddet bekledim
durdum. Nihayet Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bana:
-Ya Ömer! O soru soran kişinin kim olduğunu biliyor
musun? dedi.
-Allah ve Rasûlü bilir, dedim.
-Gerçekten o Cibril idi size dininizi öğretmeye
geldi." buyurdular. (Sahih-i Müslim, c. 1, Kitab'ül İman, Hadis no: 1)
Kadı İyaz bu hadis-i şerif hakkında şöyle demektedir;
"Bu hadis zâhirî ve bâtınî bütün ibadet
vazifelerini, iman akîdelerini, âzânın amellerini, kâlblerin ihlasını ve
amellerden doğacak âfetlerden korunma yollarını şerh ve izaha şâmildir. Hatta
şeriat ilimlerinin hepsi bu hadise râcî
ve ondan mülhemdir."
Ulemâ
bu hadisten birçok hükümler çıkarmıştır. Bu hadise, sünnetin esası
denilebileceğini, iman, İslâm ve ihsanın hepsine din denilebileceğini
söylemişlerdir.
İHSAN, manevî bir meyvedir ki, bu meyve kökü iman,
gövde ve dalları İslâm olan din ağacının
meyvesidir. Kim ki iman ve İslâm’ını kemâlatın zirvesine, doruğuna
çıkarırsa neticede bu nâdide meyveye ulaşır. Onun manevî hazzını tadar. Kâlb
huzuruna kavuşur ve cennetî bir hayatı daha dünyada iken yaşar.
Hadis–i şerifte, cariyenin efendisini doğurmasını,
ayağı yalın, çıplak koyun çobanlarının yüksek binalar yapmakta yarışmaları
kıyametin alâmetlerinden olarak zikredilmektedir.
Allahuâlem bunlardan murat, nâehil, câhil kişilerin
hem devlet idaresini hem de sermayeyi ele geçirecekleri, devleti kötü idare
edecekleri, şahsî çıkarlarını önplana çıkaracakları, zulmedecekleri ve
servetlerini helâl-haram gözetmeden toplayıp, faydasız ve zararlı yerlerde
kullanacakları, böylece devlet düzeninin ve sosyal yapının bozulacağı ve
toplumun ifsat olacağıdır.
Zamanımızda
sermayenin çok büyük bir kısmı, câhil ve kazançları şüpheli kişilerin
elinde olduğu gibi, devletin içinde hayırlı hizmetlere köstek, şer ve
kötülüklere destek olan ve bazen bu şer cephesini organize eden güçlerin bulunduğu ve hâkim olduğu bir
gerçektir.
Hadis–i
şerif bu yönüyle de zamanımıza ışık tutmaktadır.
İnsan kâlbiyle, ruhuyla, akıl ve bedeni ile bütünlük
arzeden mükerrem bir varlıktır. İslâm şeriatı, bu bütünlüğün insicamını
sağlayacak ve her âzâyı, fonksiyonlarını en mükemmel bir şekilde yerine
getirecek yaratılıştaki özelliklere uygun bir tarzda eğitecek sistemi vaz’etmiş
ve hükümler koymuştur.
İman, kâlbin tasdiki, dünyevî muameleler yönünden
lisanın ikrarı, imanın kemâli ve korunması yönünden azâların amelidir. Demek
oluyor ki, dinin esası olan iman, bütün âzâlarımızı ilgilendirmektedir. Namaz,
oruç, zekat, hac gibi fıkhî mevzular, zikir, şükür, takva, verâ gibi tasavvufî
konular, bedenî, malî, hem malî hem bedenî ve kâlbî ameller gibi bir tasnife
tâbi tutulsa da, namaz ve diğer ibadetler aynı zamanda kâlbimizle, şükür, zikir
ve benzeri kâlbî ameller de diğer âzâlarımızla içiçedir. Bunları birbirinden
ayırmak veya âzâmızla sınırlamak uygun değildir.
Amel-i sâlih, bu âhengin bir neticesi olarak zuhûr
eder. Mekârim-i ahlâk da, imanın kâlbde itminana ermesi, âzâlarda, amel-i sâlih
olarak tezahür etmesi sonucunda meydana gelen bir semeredir. Görüldüğü gibi
kâlbî ve bedenî ameller içiçedir. İman olmadan, amel-i sâlih olamayacağı gibi,
amel-i sâlih olmadan takva, verâ gibi güzellikler zuhûr edemez. Bu konuları
ayrı ayrı izah edip fazilet ve üstünlüklerini anlatır, teşvik ve tergib ederiz.
Ancak aralarındaki çok sıkı bağlantıyı ve birbirinden asla ayrı
düşünülemeyeceğini ve bir bütünlük arzettiğini de en çarpıcı bir şekilde ortaya
koymalıyız. Huşû ve huzur kâlbî bir haldir ve fakat bundan bütün âzâlar
nasibini alır ve etkilenir. Kezâ hüzün ve keder de öyledir. Namaz kılmayan,
yaratıcısına kulluk etmeyen bir kişinin huzur duyması, gönül rahatlığına
kavuşması mümkün mü? Haram lokma, şeriatın menettiği bir husustur. Peki midesi
haramla dolan bir kişi yaptığı ibadetten huzur duyabilir mi? Zekat, sadaka
zâhirde bir maldır. Malî bir ibadettir. Zekat veren bir kişi, fakire tasadduk
eden bir kimse, zekatı emreden Rabb’ını zikretmiş, zekatını edâ ederek
kendisine bu nimeti ihsan eden Hak Teâlâ’ya şükretmiş olmuyor mu? Göz vardır
hayran bakar, göz vardır hain bakar. Göz vardır batıla kayar, göz vardır Hakkı
görür. Kâlb eğrilirse, göz hainleşir, harama bakar, harama dalar. Kâlb itminana
ererse, kâinatın insicamı, Kur'an'ın icazı Peygamberin kemâlatı karşısında
hayran kalır. Bütün bu misalleri, zâhir-batın, iç-dış diğer bir ifâde ile
şeriat-tarikat bütünlüğünün, âhenginin doruğunu ifâde etmek için dile getirdik.
İslâmî ilimlerin çeşitli adlarla ifâde edilmesi mevzû edindiği meselelerle
ilgilidir. Fıkhın konusu, ibadet, muamelât ve ukûbat, tasavvufun konusu takva,
verâ, zikir, şükür, havf ve recâ, tevekkül, kanaat gibi kâlbî meselelerdir.
Fıkhî meselelerdeki farklı ictihadlardan amelî mezhepler zuhûr ettiği gibi, tasavvufî
meselelerdeki farklı usûl ve yaklaşımlardan da tarikatlar zuhûr etmiştir.
Fıkıh ve tasavvuf şeriat ilimlerinden birer ilimdir.
Mezhep ve tarikatlar ise fıkıh ve tasavvuf ilminin hayata geçirilmesi, yaşama
tarzıdır.
Şeriata aykırı, Kur'an ve sünnetle tezat teşkil eden
bir tarikat düşünülemez. Nasıl ki itikadî ve amelî mezheplerin şeriatdışı
olanları varsa, tarikatlarda da şeriatdışı olanlar vardır. Aslında bu gibi
bozuk yollara İslâmî bir tabir olan mezhep ve tarikat adının verilmesi bile
uygun değildir. Bu bozuk yolların bir kısmı itikat ile ilgilidir ki bunların
İslâm’la, şeriatle hiçbir alakası yoktur. Bir kısmı da amel ile ilgilidir ki
bunlar bir çok hurafeler ve bid'atlerle safiyetini kaybetmişlerdir. Asla rağbet
edilmemesi gerekir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin ve asr-ı
saadet müslümanlarının, ashab-ı kiramın hayatlarında fıkıh ve tasavvuf içiçe
yaşanmıştır. Her ne kadar, tasavvuf adından bahsedilmemiş ise de..
Nefisle cihad etmek, nefsi tezkiye, kâlbi tasfiye
etmek için cehd ve gayret etmek gerekir. Nefis ile cihadın bir fariza olduğu
şuuruyla süreklilik arz eden bir çaba göstermek şarttır. Her farzı edâ etmenin
usûl ve adâbı olduğu gibi, nefisle cihad farizasının da usûl ve adâbı vardır.
Şurası herkesçe malumdur ki İslâm'ı, yaşantımızda tezahür ettirip, vasıl ilallah
olmanın önünde zorlu engeller vardır. Bu engeller, nefis, şeytan, dünya ve
insanlardır. Allah Teâlâ:
"Nefis aşırı şekilde kötülüğü emreder."
(Yusuf/53),
"Sakın şeytanın peşinden gitmeyin. Çünkü o sizin
apaçık düşmanınızdır." (Bakara/208),
"Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir
şey değildir. Müttakî olanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Hâlâ akıl
erdiremiyor musunuz?" (En'am/32),
"İnsanlar tek ümmet idi... Apaçık
deliller geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıktan ötürü dinde anlaşmazlığa
düştüler." (Bakara/213) buyurarak, bizleri bu tehlikelere karşı
uyarmaktadır.
İnsan mükerrem olarak yaratıldığı halde, iyi bir
şekilde eğitilmez, sağlam İslâmî ölçüler kazandırılmaz ise kendisi sapıtıp
dâlâlete düştüğü gibi etrafındaki kişileri de sapıtır. Hem dâl hem mudıl olur.
Bu engeller aşılmalı, bu tehlikeli geçitlerden telef olmadan geçilmelidir. Ama
bu nasıl olacak? Nasıl başarılacaktır? İşte önümüzdeki bu zorlu engelleri
aşmak, nefsimizi, emmâre, levvâme, mülhime geçitlerinden aşırarak mutmainne,
râzıye ve merdiye derecelerine çıkarmak, İslâm'ı kâli ve hali ile yaşayarak
Kur'anî ve Muhammedî ahlâkla ahlâklanıp vasıl ilallah olmak için tasavvufta
müctehid derecesine yükselmiş mürşid-i kâmiller bizlere rehberlik etmişler, yol
göstermişlerdir. Ve bu hususta bazı usûller ve âdablar koymuşlardır. Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve selleme ittibayı düstur edinmişler, en büyük kerâmetin
sünnet-i seniyyeyi yaşamak olduğunu söylemişlerdir.
"De ki: Allah'a ve Rasûlüne itaat edin."
(Nur/54),
"Rasûlullah'ta sizin için, Allah'a ve ahiret
gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnek
vardır." (Ahzab/21) ayet-i kerimeleri ışığında Allah Teâlâ’ya ve
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selleme itaatı ve her hususta Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellemi örnek almayı kendilerine şiar edinmişler, hurafe
ve bid'atlerden şiddetle sakınmışlardır.
Nakşîbendî tarikatının usûl ve adâbından bahseden ÂDAB
kitabının mukaddime bölümünde:
"Sâdâtı nakşîbendiye hazarâtının itikadı, ehli
sünnet ve’l cemaat itikadıdır. Tarikatların esası, şeriat-ı mutahharanın
ahkâmını muhafaza etmektir." dedikten sonra İmam-ı Rabbanî'den şu alıntıyı
yapmıştır:
"Bilesin, adâbtan velev ki bir edebi muhafaza,
mekruhlardan velev ki tenzîhî olsun bir mekruhu terketmek, zikirden, tefekkürden,
murakabe ve teveccühten çok daha
efdaldir."
Mukaddime bölümünün başka bir yerinde de:
"Sakın ola ki Kur'an ve sünnetin ruhuna uymayan
bir yola, sofiyyenin yoludur demeyesin. Çünkü Kur'an'ın ve sünnetin kabul
etmediği yol küfür yoludur. Bizim yolumuz ise tamamen ahlâk-ı Muhammediyeyi
yaşamak ve bütün hayatımızı Kur'an'ın emirlerine ve Rasûlullah'ın sünnetine
göre tanzim etmektir." denilmektedir.
Kitabın beşinci bölümünde yine İmam-ı Rabbanî'den
yapılan bir alıntıda:
"Ey ihvan-ı din! Cümlemiz üzerine vaciptir ki:
Evvelâ itikadımızı kitap ve sünnete göre tashih etmemiz lâzımdır. İtikadımızın
esaslarını belirten ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerin nasıl anlaşılacağını,
ne şekilde anlaşılması lâzım geldiğini ehl-i hak ve hakikat olan âlimlerimiz beyan etmişlerdir. Bizim onlara uymamız
lâzımdır...
İkinci
olarak ahkâm-ı şer'iyyeyi, ez-cümle helâl, haram, farz ve vacipleri bilmek
vaciptir.
Üçüncü olarak: Bu öğrendiklerinin muktezasına göre
amel etmektir.
Dördüncü olarak: Kâlbi tasfiye ve tezkiye yoluna
girmektir, ehl-i sünnet itikadını sağlamca bilmedikten sonra, ahkam-ı
şer'iyyeyi öğrenmenin bir faydası olmaz. Bu iki esası (akaid ve ahkâm)
bilgisini de yerine getirmedikten sonra amelin bir faidesi olmaz."
denilmiştir.
Adı geçen kitabın onuncu bölüm, üçüncü
faslında: "Müridlerin ekserisinin yolda kalmasının sebebi, kerametlerle
meşgul olmaları ve o kapıda kalmalarıdır. En büyük keramet, şeriat-ı garra-yı
Ahmediyyeyi yaşamak ve her biri bir nûr-u münîr olan sünnet-i seniyyeye ittibâ
etmektir." denilmektedir.
Sehl bin Abdullah; kitap ve sünnetin kabul etmediği
vecd ve keşfin batıl olduğunu söyler.
Görüldüğü
gibi fıkhın da, tasavvufun da kaynağı Kur'an ve sünnettir. Dolayısıyla
fıkıh ve tasavvuftan neş'et eden gerçek
mezhep ve tarikatlar da Kur'an ve sünnete göre şekillenmişlerdir. Şeriat ve
tarikat ahengi bu hakikatten kaynaklanmaktadır.
İslâm
tarihi boyunca olagelmiş bozuk ve sapık itikadî ve amelî mezhepler ve
tarikatlara bakarak gerçek ile sahtesini birbirinden ayırmadan bu sahada yazmak
ve konuşmak büyük bir vebal olur. Fitneye, kargaşaya ve müslümanlar arasında
cedelleşmelere sebep olur. Şeriatın hâkim olmadığı, koyu bir cehâletin hüküm
sürdüğü zamanımızda ise çok daha dikkatli olmak mecburiyetindeyiz. İlim itidal
getirir, cehâlet ise taassup doğurur. Onun için her meselede olduğu gibi
tarikat konusunda da Allah Teâlâ'nın "İlim ehlinden sorunuz." emrine
uyarak, ehil kişilerden bilgi almalı ve istişâre etmelidir.
Zamanımızda Kur'an ve sünnete uygun tarikatler, hakiki
mürşid-i kâmiller azın azıdır. O bakımdan kişilerin kılık ve kıyafetine
bakarak, anlattıkları kıssa ve menkıbelere kapılarak zorlamalar ve teşvikler
karşısında zaaf göstererek yanlış bir adım atılmamalıdır. Ehil kişilerle
istişâre etmeden, iyice araştırıp incelemeden rastgele sülûk edilmemelidir.
Çünkü ortalık sahte şeyhler, nâ ehil şeyh taslakları ile doludur ve bunlar
birer yol kesicidirler. Müslümanın yolunu aydınlatan iki kandil vardır. O da
Kur'an ve sünnettir. Bizler ona uyar, müctehid imamların, gerçek âlim ve
mürşidlerin Kur'an ve sünnetten anlayıp anlattıklarına tâbi oluruz. Kur'an ve
sünnetin ruhuna uygun kıssa ve menkıbelerden faydalanırız. İnsan eğitiminde
faydalı bir yeri olduğuna inanırız. Ancak menkıbeleri nasların önüne geçiren
yanlış zihniyetlere şiddetle karşı çıkarız. Hurafe ve bidatlerle dolu kıssa ve
menkıbelerin ölçüleri ve manevî hayatı tahrip ettiğini ayrıca izah etmeye
bilmem gerek var mı?
"Şüphesiz
bu Ben’im dosdoğru yolumdur. Buna uyun.
(Başka) yollara uymayın zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır.
İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti." (En'am/153)
Çoğu kez kendi dışımızdaki hâdiselerle ilgilenir,
tahliller tenkidler yapar, yoğun gündemlerin içinde boğulur kalır, kendimizi
dinlemeye, sorgulamaya fırsat bulamayız. Dış âlemle olan sıkı temasımız,
yığınlarca meseleye çözüm yolları arayıp bulmak çaba ve gayretimiz, kendi
kendimizi anlamak, sorunlarımızı farkedip çözümlemek şansımızı azaltmaktadır.
Kaldı ki insanın kendi kendini yorumlaması, eleştirmesi zorun zoru bir
meseledir. Nefsi sanık sandalyesine oturtup ciddi bir sorgulamaya tâbi tutmak,
ondan yana bir tavır koymadan muhakeme etmek, çok güçlü bir iradeyi gerektirir.
İnsan fıtratında mevcut olan nefsânîlik, kendi düşünce, fikir ve icraatlarını
beğenmek gibi zaafiyetleri de nazar-ı itibara aldığımız zaman, kişinin kendi
kendini değerlendirmesinin, sorguya
çekip sıhhatli bir neticeye varmasının zorluğu daha da iyi anlaşılır. Nefis,
tenkid edilmeyi, hırpalanmayı hiç sevmez, kolaycıdır, rahatı sever. Zora ve zor
işlere hiç gelmez. Serkeştir, isyankârdır, itaatsızdır. En küçük fırsatı
değerlendirip kendi lehine çevirmekte, en net meseleleri bulandırmakta, kendini
haklı çıkarmak için teviller yapmakta, mâhirdir. Ciddi meselelerden, risk
altına girmekten, devamlı ve kararlı çalışmalardan hiç mi hiç hoşlanmaz. İşte
böyle bir nefisle, zorlu bir düşmanla karşı karşıyayız. Onun için nefisle
cihada CİHAD-I EKBER denilmiştir. İçimizdeki bu düşmanı ıslah etmek,
zararlarını giderip, faydalı hâle getirmek için, asgaride nefsi, NEFS-İ MUTMAİNNE'ye
ulaştırana kadar sulhu olmayan bir savaş vermek konumundayız. Çünkü nefs,
MUTMAİNNE mertebesine ulaşana kadar tehlikelidir, kötülüğe meyyaldir ve
kötülüğü emredicidir. MUTMAİNNE'ye ulaştığı zaman da o, kontrolsuz
bırakılmamalıdır.
Nitekim Yusuf aleyhisselam nefisten emin
olunamıyacağını ifâdeyle:
"Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü o, olanca
şiddetiyle kötülüğü emreder. Meğer ki Rabbım esirgemiş ola." (Yusuf/53)
diyerek nefsin tehlikesine işaret etmiştir.
Nefs ile mücadelede en sıhhatli yol, Allah Teâlâ’nın
emrettiklerini yapıp, nehyettiklerinden şiddetle sakınmak ve sünnet-i
nebeviyeye uygun bir hayat yaşamaktır. Az yemek, az uyumak, az konuşmak, Allah
Teâlâ’yı çok zikretmek, çok ibadet etmek, yalnız Allah rızası için İslâmî
hizmetlerde bulunmak, sâlih, sadık, âlim kişilerle düşüp kalkmak, onların
meclislerine devam etmek de nefs ile mücadelede etkin bir yoldur. Bununla
beraber nefs ile cihadda sürekli olarak Rabb’ımıza dua etmek ondan yardım
dilemek gerekir. Çünkü onun yardımı olmadan başarılı olmak mümkün değildir.
Şeytan ve kötü çevre insanı, sürekli olarak isyan ve
tuğyana teşvik eder. Kötülüklere yönlendirir. Böylece insan, nefis, şeytan ve
kötü çevre tarafından kuşatılarak hak ve hakikata karşı duyarsız hale
getirilir. İmanı, ruhu ve aklı zayıf düşürerek, behîmî arzu ve istekler
güçlendirilip, insana, yaratılış gâyesi unutturulmaya çalışılır.
Nefsi, şeytan ve kötü çevrenin tasallutundan kurtarmak
terbiye ve tezkiye etmek için, onu devamlı hesaba çekmek sürekli nefs
muhasebesi yapmak gerekir. Allah Teâlâ ve tekaddes hazretleri:
"Nefsini
kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere daldıran ziyan
etmiştir." ( Şems/9-10) buyurmaktadır.
Nefis ölümden çok korkar. Onun için sık sık tefekkürü
mevt yapmak ve nefsi korktuğu şeyle gemlemeye çalışmak lazımdır. O'na dünyanın
geçici ve az bir metâ, ahiret hayatının ise devamlı ve "Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiçbir beşerin
kâlbinden geçmediği" cennet nimetleri ile dolu dolu olduğu ve her
nefsin konuştuklarından ve yaptıklarından mutlaka hesaba çekileceği devamlı
hatırlatılmalıdır.
Allah Teâlâ:
"Hatırlat,
çünkü hatırlatmak mü'mine fayda verir." (Zariyat:55) buyurmaktadır.
Böylece ölümden önce, ölüme hazırlanarak, hesaba
çekilmeden önce nefsimizi hesaba çekerek ölüm ötesi hayata hazırlanmalıyız.
Bu konuda Hz. Ömer radıyallahu anh şöyle tavsiyede
bulunur:
"Hesaba
çekilmeden önce nefsinizi hesaba çekiniz. Tartılmadan önce amellerinizi
tartınız."
Nefis ateşten korkar, bu sebeple onu cehennem ateşini
hatırlatarak dizginlemeye çalışmalıyız.
Enes
bin Malik radıyallahu anhten rivayet edilen bir hadis-i şerifte Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:
"Allah Tebareke ve Teâlâ, cehennemliklerin en
hafif azab edilenine: Dünya ve ondaki bütün varlıklar senin olsa, onları fidye
verir miydin? diye soracak. O kimse: Evet, cevabını verecektir. Bunun üzerine
Ben senden, daha Âdemin sulbünde iken bundan daha ehvenini, şirk koşmamanı
diledim de sen şirkten başkasını kabul etmedin buyuracaktır." (Kitab-ı
Sıfat-ı Münafıkîn ve Ahkâmihi, 51/Müslim)
Nefis her ne kadar hesaba çekilmeyi ve sorgulanmayı
sevmezse de onu buna alıştırmalı, o büyük hesap gününün dehşeti anlatılmalıdır.
O büyük hesap gününde artık herşeyin bitmiş olacağı hiçbir pişmanlığın fayda
vermeyeceği henüz imkân ve fırsat varken hesaba çekilerek dizginlemenin ve
tevbe ederek arınmanın ebedî kurtuluşa vesile olabileceği izah edilmelidir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem o büyük
sorgulamadan bir sahneyi şöyle anlatıyor:
"Allah Teâlâ kuluna hitaben:
-Ey filan! Ben sana ikram etmedim mi? Seni reis
yapmadım mı? Sana zevce vermedim mi? Sana at ve develer musahhar kılmadım mı?
Reislik yapmana, ganimet malının dörtte birini almana müsaade etmedim mi?
diyecek, O da:
-Hay hay (ettin) cevabını verecek. Allah Teâlâ:
-Ya bana kavuşacağını aklından geçirmedin mi? diye
soracak. Kul:
-Hayır cevabını verecektir. Bunun üzerine Allah Teâlâ:
-İşte Ben de senin Ben’i unuttuğun gibi, seni
unutuyorum, diyecek sonra ikinci bir kula:
-Ey Filan! Ben sana ikram etmedim mi? Seni reis yapmadım mı? Sana zevce vermedim mi?
Atları ve develeri sana musahhar kılmadım mı? Reislik yapmana ve ganimetin
dörtte birini almana müsaade etmedim mi? diye soracak. O da:
-Hay hay (ettin) Ya Rabbî cevabını verecek. Allah
Teâlâ:
-Bana kavuşacağını hiç aklına getirmedin mi? diyecek.
Kul:
-Hayır cevabını verecektir. Bunun üzerine Allah Teâlâ
hazretleri:
-İşte Ben de senin Ben’i unuttuğun gibi, seni
unutuyorum diyecek. Sonra üçüncü kula da bunun mislini söylecek. Fakat o kul:
-Ya Rabbî ben sana, senin kitabına ve peygamberine
inandım. Namaz kıldım, Oruç tuttum, sadaka verdim diyecek ve olanca gücüyle
hayır senâsında bulunacak.
Allah Teâlâ:
-Öyleyse şuraya! buyuracaktır, sonra kendisine:
-Şimdi sana şahidimizi göndereceğiz denilecektir. Kul
kendi kendine: Aceb bana şahitlik yapacak bu zat kimdir? diye düşünecek. Fakat
ağzına mühür vurulacak. Uyluğuna, eline ve kemiğine:
-Konuş, denilecek. Artık uyluğu, eli ve kemiği onun
amelini söyleyecektir. Bu ona kendi namına bir özür bırakmamak içindir. İşte bu
münafıktır. Allah'ın hışmına uğrayacak da budur." (Kitab-üz Zühd
Müslim/16)
Nefse "Bugün Allah için ne yaptın?" diye
sorulmalı. Her gün en az sabah ve akşam sorguya çekilmelidir. Akşamleyin,
gündüz yapılanlar, sabahleyin de gece yapılanlar hakkında hesaba çekilmelidir.
Allah Teâlâ, asrımız insanına, görülmemiş nimetler
ikram etmiş, büyük imkânlar bahşetmiş ve zenginlikler lutfetmiştir. Bu büyük
imkânları ne dereceye kadar hayra anahtar, şerre kilit yapıyoruz? Sıhhatimizi,
gençliğimizi, malımızı, makamımızı, zamanımızı Allah yolunda, İslâmî
hizmetlerde mi kullanıyoruz? Yoksa Allah Teâlâ’nın nehyettiği yollarda mı israf
ediyoruz?
Dünyanın dört bir tarafında ve kendi yurdumuzda
müslümanlar horlanırken, görülmemiş zulüm ve işkencelere tâbî tutulurken,
İslâmca kutsal olan tüm değerlere saldırılırken, canlarına ve iffetlerine
kastedilirken, bizler kendi hayatımızı yaşıyor, lüks ve israf içinde yüzüyor,
mazlum ve mustazaf müslümanların durumlarıyla hiç ilgileniyor muyuz? İslâm’ın
yeniden hayata hâkim olması için sancı çekiyor muyuz? Bu uğurda canımızdan
malımızdan, evlad ü iyâlimizden vazgeçecek bir imana ve teslimiyete ulaşabildik
mi? Zâlimlerin zulmünü bertaraf etmek, mazlumlara yardımcı olmak için ne
düşündük? ne yaptık? Bir yetimin başını okşayıp bir yoksula yardım ettik mi? Bir
hayır kuruluşunu ziyaret edip çalışmalarına katkıda bulunduk mu? Kötü bir
huyumuzu terkedip, Muhammedî ahlâktan yeni güzel bir ahlâk edindik mi?
Yaptığımız kötülüklerin ne kadarından vazgeçtik? Ticaretimizi, kazançlarımızı
kontrol edip varsa haramlardan arındırdık mı? Aile fertlerimiz, akraba ve
komşularımızla ilgilenip onların İslâmî
ve insanî güzellikler kazanmasına yardımcı olduk mu? Kaç müslümana ulaştık ve
onlara emr-i bi’l ma’ruf nehy-i ani’l münker yaptık? kaç insana ulaşıp İslâm’ın
hakikatlerini tebliğ ettik? Kaç kitap okuduk? Bir âlimin önüne oturarak İslâm’ı
öğrenmek için çaba ve gayretimiz oldu mu? Günahlarımız için tevbe ve istiğfar
ettik mi? İmanımıza ve İslâm’ımıza zarar
verecek söz söyledik mi? İş yaptık mı? "Allah yolunda cihad benim mesleğimdir."
diyerek mallarımızla ve canlarımızla cihada koyulduk mu? Cihad heyacanını,
Allah'a kulluk heyecanını kâlbimizin derinliklerinde ne dereceye kadar
hissettik?
Bütün
söz ve amellerimizi sıkı bir kontroldan geçirerek, riya ve sum'adan arındırarak
yalnız Allah rızası için mi yaptık? Yoksa söz ve amellerimize riyâ karıştırarak
yaptıklarımızı boşa mı çıkardık?
"O gün insanlar, amelleri kendilerine gösterilmek
için bölük bölük ortaya çıkarlar. Kim zerre miktarı bir hayır yapmışsa onu
görecek. Kimde zerre miktarı bir kötülük etmişse onu bulacaktır."
(Zilzâl/6-7-8) ayet-i kerimesi Ashab-ı Kiramı dehşete düşürmüş ve ayakları
şişene ve ayakta duramayacak hâle gelene kadar namaz kılmışlar ve dünyadan yüz
çevirmişlerdi. Biz de ölüm sonrası hayatı devamlı tefekkür ederek, nefsimizi
yukarıda işaret ettiğimiz hususlarda ve benzeri konularda hesaba çekmeliyiz.
Hesaba çekip kötülüklerden arındırmalıyız ki, o büyük hesap gününde ziyana
uğrayanlardan, pişman olanlardan olmayalım.
"Biliniz ki Allah gönlünüzden geçirdiklerinizi,
neler düşündüğünüzü bilir. O halde Allah'tan sakınınız." (Bakara/235)
HÜSN-Ü ZAN SÛ-İ ZAN
Kişilik kazanımında, beşerî münasebetlerin
yönlenmesinde, toplum vicdanının oluşmasında ve sosyal hayatın şekillenmesinde
hüsn-ü zan ve sû-i zannın büyük bir yeri ve etkisi vardır. O bakımdan, bu iki
kavramın çok iyi bir şekilde anlaşılıp anlatılması ve yerli yerine konulması
gerekmektedir. Hüsn-ü zan, kişiyi diğer insanlar hakkında kötü düşünce, kötü
niyet, kötü zan beslemekten, kinden, buğzetmekten, düşmanlık etmekten koruduğu
için en güzel ibadetlerden biridir.
Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurur:
"Hüsn-ü zan, hüsn-ü ibadettendir." (Ebu
Dâvud)
Sû-i zan ise
insanlar arasında, özellikle müslümanlar arasında olmazsa olmayan muhabbet,
muavenet, itimat ve emniyeti tahrip ettiğinden, toplum âhengini bozduğundan bir
masiyet ve bir günahtır.
Bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Zandan çokca kaçının. Çünkü
zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz
diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Sizden biriniz ölmüş kardeşinin etini
yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun.
Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir." (Hucurat /12)
İslâm'da hüsn-ü zan esastır. Beraat-ı zimmet asıldır.
Yani kişinin suçu kesinleşene kadar suçsuzluğu kabul edilir. Beşerî sistemlerde
ise insanların potansiyel suçlu olduğu su-î zannında bulunulur ve kanunlar buna
göre yapılır. İslâm ile beşerî sistemler arasındaki en bariz farklardan biri
budur. İslâm'da kişinin suçu kesin delillerle isbat edilmedikçe suçsuz olduğu
kabul edildiğinden, hâkimin sorgulama yaparken, muhakeme ederken ona göre
davranması gerekir. Hatta muhakeme öncesi kâlbinde kişinin suçluluğuna dair bir
meyil, bir kanaat olması bile hâkimin tarafsız ve âdil hüküm vermesini
gölgeleyen bir sebep sayılır. Beşerî sistemlerde ise durum böyle değildir.
Meselâ, herhangi bir kişi hakkında suç duyurusu yapılsa, onun bu suçu
işleyebileceği noktasından hareket edilir, şikayet edilen kişi hakkında kesin
deliller elde edilmeden çeşitli mülahazalarla gözaltına alınabilir,
tutuklanabilir. Böylece insanın yaratılışından gelen en tabiî özgürlük hakkı
gasbedilmiş, o kişinin toplum içindeki itibarı zedelenmiş, kişi maddî ve manevî
zarara uğramış olur. Uğradığı bu zarar ve itibar kaybı da devlet tarafından
tazmin edilmez. Şikayet eden hakkında herhangi bir uygulama yapılmaz. İslâm
dininde ise şikayet edenin iddiasını isbat etmesi gerekir. Aksi takdirde iftira
suçu işlemiş olur.
Şikayetçi iddiasını isbat edene kadar, şikayet olunan
kişinin maddî ve manevî zarara uğramasına sebep olacak davranışlar yapılamaz.
Hürriyeti kısıtlanamaz. Beşerî sistemler ise şikayet edene hiçbir sorumluluk
yüklemeden ve hatta bazen isimsiz, imzasız meçhul kişilerin şikayetlerini esas
alarak, suçlanan kişinin kendisini aklamasını, suçsuzluğunu isbat etmesini
ister. Özgürlüğünü kısıtlayıp gasbedebilir. Bu durum çağdaş toplum, çağdaş
hukuk, herkese eşitlik, insan hak ve hürriyeti, din ve vicdan hürriyeti aldatmacaları
ile kamufle edilmiş tam bir ilkellik ve tam bir zulümdür.
Hüsn-ü zan imanın kemâlinden, kâlbin safiyetinden ve
ahlâkın güzelliğindendir. Müslümanlar birbirlerine karşı hüsn-ü zan beslemek ve
hüsn-ü zan çerçevesinde muamele etmekle mükelleftirler. Toplumun huzuru,
müslümanlar arasında birlik ve beraberliğin tesisi için hüsn-ü zan şarttır. Bir
müslüman, müslüman kardeşine karşı hüsn-ü zan beslerse, kâlbinde ona karşı
sıcak duygular oluşmaya başlar. Bu duygular onu, ona yakın olmaya, onunla
beraber bulunmaya zorlar. Kâlbinde muhabbet gülleri açar. Kişiler birbirlerini
severler ise Allah Teâlâ da onları sever. Bundan daha büyük bir saadet olur mu?
Muaz
bin Cebel radıyallahu anhten rivayeten, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle buyurmaktadır:
"Allah Teâlâ şöyle buyurdu: Ben’im rızam için
birbirini sevenlere, Ben’im rızam için birbirini ziyaret edenlere ve Ben’im
rızam için birbirlerine ikram edenlere MUHABBETİM VACİP OLMUŞTUR." (Mâlik)
Hz. Ömer radıyallahu anhten rivayet edilen başka bir
hadis-i şerifte Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:
"Allah'ın kullarından bir takım insanlar vardır
ki, ne peygamberdirler ve ne de şehittirler, lâkin Allah katındaki
mevkilerinden dolayı kıyamet gününde hem
peygamberler hem de şehitler gıbta ederler."
Dediler ki:
"Ya Rasûlallah! Onlar kimdir? Bize bildirir
misin?"
"(Onlar): Akraba olmadıkları ve mâlî yönden
hiçbir çıkarı da bulunmadığı halde birbirlerini sırf Allah için seven
kimselerdir. Vallahi onların yüzleri nurdur. Şüphesiz onlar nûr üzere
olacaklardır. Onlar, insanlar korktukları zaman korkmayacak, üzüldükleri zaman
da üzülmeyeceklerdir. Sonra şu ayeti okudu: Haberiniz olsun Allah velileri var
ya, onlar için ne korku vardır ve ne de mahzun olacaklardır." (Ebu Davud)
Allah için birbirini seven insanlar arasında artık
MUAVENET başlar. Maddî-manevî her hususta birbirlerine seve seve yardım
ederler. Yardımlaşmak, din kardeşinin bir sıkıntısını gidermek, bir ihtiyacını
gidermek ona büyük bir haz ve büyük bir sürûr verir. Böylece Allah Teâlâ da
onun yardımcısı olur.
Ebu Hureyre radıyallahu anhten rivayeten, Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
"Kim
bir müslümanın dünya sıkıntılarından bir sıkıntısını giderirse, Allah da onun
kıyamet sıkıntılarından bir sıkıntısını giderir. Kim güç durumda olan bir
müslümana kolaylık sağlarsa, Allah ona hem
dünyada hem de ahirette kolaylık ihsan eder. Kim bir müslümanın ayıbını
örterse, Allah onun dünya ve ahiret ayıplarını örter. Kul, kardeşinin
yardımında oldukça, Allah da onun yardımında olur." (Müslim)
Karşılıklı yardımlaşan fertlerden oluşan bir topluluk
mutlu olmanın yolunu bulmuş ve kıskançlık, çekememezlik, güvensizlik, çekişip
didişmek, birbirlerinin malına, makâmına göz dikmek, el koymak gibi kötü
hasletlerin önünü kesmiş olur. Çünkü birbirini seven, yardımlaşan kişiler
arasında İTİMAT husûle gelir. Toplumda itimat ortamının sağlanması birçok
olumsuz hareketlerin bertaraf edilmesine, kâlbî ve zihnî bir huzurun vücud
bulmasına, maddî ve manevî refahın gerçekleşmesine sebep olur. Çünkü birbirine
itimat eden fertler daha sıhhatli güç birliği yapar. Maddî ve manevî
imkânlarını birleştirerek güçlü oluşumlar meydana getirirler. Hâl-i hazırdaki
toplumumuzun en büyük sıkıntılarından birisi ve belki de en önemlilerinden
birisi, kişiler arasındaki itimadın selbolmasıdır. Babanın evlada, evladın
babaya, kardeşin kardeşe, komşunun komşuya itimat etmediği bir ortamın tevlid
edeceği sıkıntıları bir düşünün. Karz-ı hasen müessesesi tahrib olur. Emanet
almak ve emanet vermek gibi tarihten ve inancımızdan gelen geleneklerimiz yok
olur. Kişilerin süreklilik ve devamlılık isteyen çalışmalara karşı istek ve
arzusu körelir ve insanlar birbirlerine şüpheyle bakar, şüphecilik ise köklü
hizmetlere, gerektiğinde herşeyini ortaya koyarak yapılması gereken çalışmalara
set çeker. Acabalar, tereddütler, sû-i zanlara dönüşerek toplumu için için
kemirmeye ve filizlenen her güzel hizmeti ve belki de ümmetin kurtuluşuna
vesile olacak çalışmaları, çatısını tamamlamadan yok eder.
Birbirine itimat etmeyen fertler aynı çatı altında
toplansalar, aynı safta hizaya girseler de, kâlbleri mutmain olmadığı, kâlbleri
dağınık olduğu ve birbirlerine karşı emin olmadıkları için hakikatte
paramparçadırlar. Kâlblerde birlik sağlanmadığı müddetçe, bedenlerin bir arada
durması hiçbir mânâ ifâde etmez. Fakat fertler arasında güçlü bir İTİMAT husule
gelmişse, EMNİYET ortamı sağlanmış olur. Bir toplum ki herkes birbirinden
emindir. Canından emin, malından emin, iffet ve namusundan emin, yöneticilerden
emin, kolluk kuvvetlerinden emin, mahkemeden emin, eğitim ve öğretim
müesseselerinden emin. Herşey hak ve hakkaniyet ölçüleri içerisindeki icra
ediliyor, hiç kimse inancından dolayı ve inancının gereği olan şeyleri
yapmaktan dolayı taciz edilmiyor, baskı ve zulme maruz kalmıyor. Artık böyle
bir toplum fedâkârlıkta, hayırlı hizmetlerde, tüm güzelliklerde bir yarış
halindedir.
Emir alan, emir verenden emindir. Emir veren, emir
alandan emindir. İpe un serilmeyeceğinden, yanlış bir emir verilmeyeceğinden,
haksız bir istekte bulunulmayacağından emin olan fertler arasında tam bir İTAAT
olgusu yaşanmaya başlar. Kişiler yaratıcısına karşı itaatkâr olduğu gibi, emir
sahiplerine itaati de bir vecibe ve bir kulluk vazifesi olarak bilir ve en üst
seviyede gereğini yapmak azim ve gayreti gösterir. Nefisten ve benzeri
şeylerden kaynaklanan yanlışlar, tembellikler de yine iç bir mekanizma ile,
yani emr-i bi’l ma’ruf nehy-i ani’l münker yaparak giderilir, hatalar
düzeltilir. Toplumda ölü hücre kalmaması için azamî derecede gayret edilir.
Yapmış olduğumuz şu kısa izahlardan da anlaşılacağı üzere hüsn-ü zan deyip
geçemeyiz. Hüsn-ü zan üzerine bina edilen çalışmalar, hizmetler ve toplumlar
nasıl bir saadet ortamı meydana getiriyor, açık-seçik bir şekilde
gözükmektedir. Bunun neticesinde şu ayet-i kerimenin tecellisi zuhûr edecek,
kişiler heva-yı heveslerine göre değil, değişmeyen ilâhî esaslara göre hareket
edecekler ve herşey yerli yerine oturmuş olacaktır.
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygambere
ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa
düşerseniz, -Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız -onu Allah'a ve
Rasûlüne götürün (anlaşmazlığı Kur'an ve sünnetin esaslarına göre halledin). Bu
hem hayırlı ve hem de netice bakımından daha iyidir." (Nisa /59)
Hz. Aişe radıyallahu anha'dan rivayetle, "Bir
adam, Peygamber sallallahu aleyhi ve selleme gelerek şöyle dedi:
'Ey Allah'ın Rasûlü! Ben seni kendimden ve çocuğumdan
daha çok seviyorum. Evde otururken seni hatırlıyorum, sabredemeyip gelip seni
görüyorum. Sonra senin ölümünle benim ölümümü hatırlıyorum, ikimiz de cennete
girdiğimiz halde, sen kaldırılıp peygamberlerin yanına gittiğin zaman ben
yalnız ve sensiz cennette ne yaparım? Seni görememek âdetâ beni helâk eder.'
Allah Rasûlü ona cevap vermedi. Çok geçmeden :
‘Allah’a ve peygambere itaat edenler, işte onlar
(ahirette) Peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlihlerden Allah'ın
kendilerine lütuflarda bulunduğu kimselerle beraber olacaklardır. Ne güzel
arkadaşlıktır bu.’ (Nisa /69) ayeti nazil oldu.”
Evet
bu arkadaşlık ne güzel bir arkadaşlıktır. Hüsn-ü zandan filizlenip gönül
bahçesinde açan muhabbet gülleri ne güzel güllerdir ve fertleri emniyet
ortamına taşıyan itaatle zirveleşen huzur ve saadet toplumu ne güzel toplumdur.
Hüsn-ü zan fert ve toplumları kademe kademe güzele, en güzele taşırken, sû-i
zan da tam aksi istikamette yavaş yavaş kötülüklere, çirkinliklere, kargaşalara
taşır. Bir kişi müslüman kardeşi için sû-i zan ederse bu ikisi arasında bir
soğukluğa sebep olur, gönül kapıları birbirine kapanır. Artık birbirini anlamazlar ve hatta her
konuştukları söz ve her yaptıkları hareket birbirlerini rencide etmeye başlar,
kendilerine göre çok değişik mânâlar çıkarır ve yorumlar yaparlar. Artık bu
kişiler birbirini sevmek şöyle dursun işi nefrete kadar götürürler.
Yardımlaşma biter, itimat yok olur. Emniyet yerini
emniyetsizliğe bırakır. İtaat bir hayâl olur. Serkeşlikler başlar, fertler iç
âlemlerinde bir kargaşaya düçâr olurlar, sonra bu dışa vurur, topluma sirayet
eder ve artık huzur serap olur. Toplum da bir bunalım ve kargaşa toplumu olup
çıkar. Bu noktadan sonra hayırlı hizmetler, faydalı çalışmalar zorakî ve
göstermelik yapılır ve bereket kalkar. Kişiler birbirlerinin kusurları ile
meşgul olmaya, hatâ ve kusur araştırmaya en büyük hazine olan zamanı dedikodu,
gıybet, lüzumsuz ve gereksiz çekişmelerle israf etmeye başlarlar. Bu hususta
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şu mesajını dikkatle okuyup ibret
almaya çalışalım.
Ebu Hureyre radıyallahu anh rivayet ediyor:
"Zandan uzak durun. Çünkü zan sözün en yalanıdır.
Başkalarının gizli konuşmalarını yaymayın. Birbirinizin ayıplarını
araştırmayın. Lüzûmsuz rekâbete girmeyin. Birbirlerinizi kıskanmayın.
Birbirinize kin tutmayın. Birbirlerinize sırt çevirmeyin. Ey Allah'ın kulları,
Allah'ın size emrettiği gibi kardeş olun. Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona
ne zulmeder, ne de onu yüz üstü bırakır. Onu tahkir de etmez. -Göğsüne işaret
ederek- (üç kere) şöyle dedi: Takvâ buradadır. Takvâ buradadır. Takvâ
buradadır." (Buharî-Müslim)
Bütün
mesele kâlbi muhafaza etmektir. Sû-i zandan, sû-i ahlâktan korumaktır. O zaman
diğer âzâları kötülüklerden korumak kolaylaşır, çünkü kötülükler fiile
dönüşmeden önce kâlbde, kötü düşünce ve kötü niyet olarak yer eder. Şayet
kâlbde iyi düşünceler ve niyetler yerleşirse, âzâlardan kötü fillerin sadır
olması mümkün değildir.
Hadis-i şerifte zikri geçen kötü huylar kardeşliği
zedeler. Hüsn-ü zannı ve dolayısıyla topluma hayat veren değerleri, fertleri
bir cemaat olarak pekiştiren güzellikleri tahrip eder. Muhabbet ve merhametten
mahrum bir kâlb neye yarar. Birbirlerine karşı muavenet, itimat ve emniyet
duygularını kaybetmiş, donuk, soğuk, et ve kemikten ibaret, yiyen, içen, ve
şehevî arzularını tatminden öte bir değer tanımayan fertlerden meydana gelen bir
toplum, bir sürüden ibaret değil de nedir? Haset ve kinle yoğrulmuş zihinler,
haset ve kinle kararmış kâlbler, millet yararına sağlıklı bir düşünce ve
sağlıklı bir fikir üretebilirler mi? Ne mümkün? Kâlbî hastalıklar tedavi
edilmez de müzminleşirse o kâlbin sahibi tüm insanî değerleri kaybedebilir.
Zübeyr
bin Avvam radıyallahu anhten rivayeten Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
"Size sizden önceki milletlerin hastalığı olan
haset ve kin sirayet etmiş. Bunlar kazıyıcı (yok edici)dir. Ancak ben, saç
kazımayı kastetmiyorum. Onlar din kazıyıcıdır. Canım elinde olan Allah'a yemin
ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman
etmiş sayılmazsınız. Birbirinizi sevmenizi sağlayacak bir şeyi size göstereyim
mi? Aranızda selâmı yaygınlaştırın." (Tirmizî)
Müslümanlar olarak Allah Teâlâ hakkında hüsn-ü zanda
bulunmamız imanımızın gereğidir. Allah Teâlâ: "Ben kulumun zannının
yanındayım." (Buhari-Müslim) buyurmaktadır. Yani kul Allah Teâlâ’yı nasıl
zannederse, Allah Teâlâ o kuluna zannettiği şekilde muamele eder. O bakımdan
kul Allah'ın azabından, gadabından korkacak ve fakat O'nun günahları
affedeceğine, mağfiret edeceğine, rahmetinin genişliğine inanarak, O’ndan af ve
mağfiret dileyip, ümitvar olacaktır. İnsan hakkında sû-i zanda bulunmak
masiyettir ve fakat AllahTeâlâ hakkında sû-i zanda bulunmak küfürdür.
Tefekkür, insan olmanın bir vecibesidir. Tefekkür,
kâinatla kucaklaşıp zerrenin esrarında yoğunlaşarak yaratıcıya yol bulmaktır.
Tefekkür,
Yaratıcı’nın yüce sıfatlarını ve o sıfatların tezâhürünü düşünerek hiçliğin,
fâniliğin şuuruna ermektir.
Tefekkür, mârifetullah meş'alesini tutuşturan bir
kibrit-i ahmer'dir.
Tefekkür, bütün makam ve mansıplardan geçerek kulluk
safiyetine ermenin yoludur.
Kul,
kendi yaratılışındaki mükemmelliğin, kainattaki insicamın farkına varmak
durumundadır. Ancak o zaman yaratılış gâyesini anlayacak, o zaman insan-ı kâmil
olmak yolunda, seyr ü sulûk edip seyr ilallah ile vasıl ilallah olacaktır.
Bunun mukaddimesi TEFEKKÜR'dür. Onun için iyi bir tefekkür nâfile ibadetten
daha üstündür. Onun için Allah Teâlâ ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
tefekkür etmemizi istemektedir. Ölümü ve ölüm ötesini tefekkür etmek kişinin
birçok şehevanî, nefsanî, dünyevî lüzumsuz, zararlı istek ve arzulardan
vazgeçmesini, fânîden yüz çevirip, bakiye yönelmesini, dolayısıyla hayırlı
hizmetlere sa’y u gayret etmesini, erdemli bir insan olmak için çalışmasını
sağlar.
Şu
muazzam kâinatı tefekkür etmek Yüce Yaratıcının kudret ve azametinin sonsuzluğunu
fark ettirir. Böylece kişi bu yüce kudret karşısında kendi konumunu, durumunu
kavramış olur.
Abdullah
ibni Ömer radıyallahu anhüma, Hz. Aişe radıyallahu anhadan şöyle rivayet eder:
"Hz.
Aişe'ye Rasûlullah'tan gördüğün şeylerin en acaibini bana haber ver
dedim." Uzun bir müddet ağladı. Onun her işine taaccüb edilirdi. Bir gece
bana geldi, yatağıma girdi. Hatta vücudunu vücuduma değdirdi. Sonra da buyurdu
ki:
'Ya Aişe! Bu gece Rabb’ıma ibadet etmek için bana izin
verir misin?' Ben de: 'Ya Rasûlallah ben senin yakınlığını severim. Muradını da
severim, izin veriyorum' dedim.
Kalktı
odadaki su kırbasından abdest aldı. Çok su kullanmadı. Sonra namaza durdu.
Kur'an okudu ve ağlıyordu. Sonra iki elini kaldırdı (dua etti) yine ağlıyordu.
Hatta göz yaşlarının yeri ıslattığını gördüm. Daha sonra Bilâl geldi.
Rasûlullah’a namaz vaktinin geldiğini haber verdi. Baktı ki Rasûlullah ağlıyor.
"Ya Rasûlallah Allah Teâlâ senin geçmiş ve
gelecek günahlarını mağfiret etmiş olduğu halde ağlıyor musun?" dedi.
Rasûlullah:
"Ya Bilal şükreden bir kul olmayayım mı?"
buyurdu.
Sonra
da,
"Nasıl ağlamayayım, Allah Teâlâ bu gece
"Göklerin ve yerin yaratılışında gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip
gidişinde akl-ı selim sahipleri için gerçekten ibretler vardır." (Al-i İmran
190) ayetini indirdi" dedi ve "Yazıklar olsun bu ayeti okuyup da
tefekkür etmeyene" buyurdu.
Göklerin,
yerin, gece ve gündüzün, hülâsa zerreden kürreye varlık âleminde ne varsa
hepsinin yaratılışında birçok hikmetler vardır. Bu hikmetler ancak gerçek akıl
sahipleri, hâlis, temiz akıl sahipleri tarafından anlaşılabilir,
farkedilebilir.
"O akl-ı selim sahipleri ayakta dururken,
otururken, yanları üzere yatarken,
Allah'ı zikrederler, göklerin ve yerin yaratılışını da tefekkür ederler.
Ey Rabb’ımız! Bunu sen boşuna yaratmadın, Seni her türlü noksan sıfatlardan
tenzih ederiz, bizi ateşin azabından koru(diye dua ederler.)" (Al-i İmran
/191)
Demek
oluyor ki imandan sonra her zaman ve şartta namaz kılmak, Kur'an okumak,
semâvât ve arzın yaratılışını tefekkür etmek suretiyle yaradana vasıl olmak
için gayret etmek gerekiyor. Bunu da ancak selim akıl sahipleri başarabilirler.
Diğer bir ifâde ile selim akıl, temiz akıl, halis akıl böyle hareket etmeyi
gerektirir.
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem:
"Tefekkür
gibi (nâfile) bir ibadet yoktur." (Kurtubi) buyurmaktadır.
Diğer bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır:
"Bir kişi başını semaya kaldırır, yıldızlara ve
semaya bakar ve 'şehadet ederim ki senin bir Rabb’ın ve yaratıcın vardır.
Allah'ım beni mağfiret et' derse, Allah ona nazar eder ve günahlarını
bağışlar." (Kurtubi)
Ümmü Derda'dan, Ebu'd
Derda radıyallahu anhın en çok ne işle meşgul olduğu soruldu:
"Onun en çok meşguliyeti tefekkür etmekti"
dedi.
Hasan-ı Basri rahmetullahi aleyh de:
"Bir saat tefekkür etmek, bir gece boyu kıyam
etmekten daha hayırlıdır" buyurdu.
Tefekkür,
kişinin kendi nefsinde, Allah Teâlâ’nın sıfatlarında ve bütün mahlukat üzerinde
olmalı ve yapılan her tefekkürle yeni bir hayatiyet kazanılmalıdır. Hasan-ı
Basri: "Tefekkür mü'minin aynasıdır. Onunla hasenat ve seyyiatına nazar
eder" demektedir.
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ın
mahlûkâtında tefekkür ediniz. Zatını tefekkür etmeyiniz. Çünkü buna
dayanamazsınız. O’nun azamet ve zatının ne olduğunu anlayamazsınız" (Kurtubi)
Müslüman kendi yaratılışındaki, varlık âlemindeki
hikmetleri, Allah Teâlâ’nın sıfatlarındaki yücelikleri tefekkür ede ede vasıl
ilallah olur. Bu tefekkürle insan varabileceği en son noktaya varır. Kişi Halik
Teâlâ’ya iman ve mahluku üzerinde tefekkürle en sağlam bir hidayete nail olmuş
olur. Birçok felsefeciler, aklı karışmış insanlar, şüpheler ve tenakuzlar
içerisinde bocalayıp durmuşlardır. Çünkü onlar hep boş şeylerle, hiçbir zaman
mümkün olmayan hayâllerle zamanlarını ifsat etmişler, nefis ve şeytanın türlü
türlü iğvaatına kapılıp gitmişlerdir. Onun
için Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
"Şeytan sizden herhangi birinize gelir ve gökleri
kim yarattı?" diye sorar.
O kişi 'ALLAH' der.
Sonra şeytan 'Allah'ı kim yarattı?' diye sorar.
Şeytan bunu sorduğu zaman o kimse: 'Ben Allah'a ve
Rasûlüne iman ettim' desin, buyurarak ümmeti vesveselerden, şeytanî
teşvişlerden korumakta ve uyarmaktadır.
Bu ve benzeri zihin karıştırıcı, aklı ve kâlbi
bulandırıcı sorular ve durumlar bir tefekkür değil bilakis şüphe ve hayâl
vadilerinde yok olmadır.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin gözleri
uyurken kâlbi hep uyanık kalmıştı. Kainata her gün, her saat yeni bir nazarla
bakardı. Onların hergün yeni bir yaratılışta olduğunu görerek tefekkür eder ve
her tefekküründe tefekkür ettiği şeyi sanki ilk defa görüyormuş gibi bakar ve
hayretle yüce yaradana yönelir ve imanını tazelerdi. O her tefekkürle yeni
hayretlere düşer ve her hayretin sonunda Allah Teâlâ’nın şiddet-i zuhûruna gark
olurdu.
Hz. Ali kerremallahu vechehuya:
"Madem
Allah var da niçin görünmüyor?" demişler,
O da: "Zuhûrunun şiddetindendir" demiş.
İşte
tefekkürün insanı ulaştırdığı fenâfillah
mertebesi. Allah'ın sıfatları ve onun yarattıkları hakkında yapılan böylesi bir
tefekkür, kişinin his, fikir ve gönlünde her an yeni ufuklar açıyor, kişiye
bitmeyen bir aksiyon sürekli bir uyanıklık kazandırıyor. Artık o
alışkanlıkların ötesinde, hergün gözlediği kainatta sürekli bir yenileşmenin,
değişmenin, değişmez gibi görünen dış çehrenin ne müthiş inkılaplar
geçirdiğinin dehşetiyle sarsılıp hayretten hayrete düşerek Yüce Yaratıcı’nın sürekli yaratma halinde
olduğunu görüyor ve bu görüşle kendisi de sürekli yenilenerek Rabb’a yükseliyor.
Müslümanın konuşması zikir, yani hep Allah Teâlâ’yı
hatırlatan hikmetli kelam, sükutu tefekkür ve bakışı ibret olmalıdır.
Bakışlarımızı kendi derûnumuza çevirip, gökyüzüne bakalım, yeryüzünde
dolaştıralım. Güneş, ay ve yıldızlar, ırmaklar, denizler, dağlar, ovalar,
çiçekler, ağaçlar, birbirine hiç benzemeyen kuşlar, hayvanlar, böcekler, bunca
çeşitlilik ve farklılık içindeki o müthiş insicam, zıtların oluşturduğu âhenk.
Küçücük bir serçenin, küçücük kâlbine anne şefkatini kim koydu. Yavrusunu
büyütmek için yeryüzünü dolaşıp ona yiyecek tedarik eder, onu korumak için
canını tehlikelere atar. Şu çiçeğe bak baharla nasıl kırları beziyor, önce
toprağı yarıp başını kaldırıyor ve ilk zikri ‘lâ ilahe illallah’ oluyor. Şu
ağaca bakın nasıl yapraklanıyor, çiçek açıp sonra meyveye duruyor, insanlara
kendini arzediyor. Şu ata bak ayağını kaldırıp yavrusunun rahatça süt emmesi
için ona ne büyük bir merhametle yardımcı oluyor. Güneşin doğuşunu ve batışını
seyret. Doğuşundaki sürûr ile, batışındaki hüznün ahengini yakalamaya çalış ve
kendine dön. İşte senin hayatın da bu batış ve doğuş arasındaki zaman gibidir.
O zamandan ne kadar faydalanırsan hayatını o nisbette değerlendirmiş olursun.
Kâlbine bak onu çalıştıran, hayatın merkezi yapan kim? Beynine bak, yüzde onunu
çalıştırabildiğin halde, ondan zuhûr eden harikaları sunan kim? Gözlerine bak
kâinatı bütün ihtişamıyla seyrettiren kim? Velhasıl bütün âzâlarındaki âhenk,
insicam ve mükemmelliyeti yaratan kim? Kim tüm varlık âlemini sana musahhar
kılan? Kim sana senden daha yakın olan? Sana şah damarından yakın olan?
Dirilten, öldüren kim? İman edene de, inkâr edene de rızık veren kim? Ağaçları
rüzgârlarla tohumlaştıran kim? Kim bulutları rüzgârların önüne katıp istediği
yere istediği kadar yağmur yağdıran? Ölümden sonraki hayatı, ebedî yurdu var
eden, sıratı, cennet ve cehennemi yaratan kim?
Karanlık bir çukur olan mezarı, mahşeri, hesabı,
sıratı, cennet ve cehennemi düşün. Cehennemin alevli ateşini, cennetin sonsuz
nimetlerini, oradan Allah Teâlâ’nın cemâlinin müşahede edileceğini tefekkür et.
Ey nefis fâniye aldanma, dünyaya dalma, ölümü ve ölüm ötesini unutma.
Rabb’ından gafil olma.
Müslüman, çalışan ve çalışkan insandır. Tembellik onun
lügatında yoktur. Her sahada en faideli ve en verimli çalışmayı o yapmalıdır.
Yapmalıdır ki zillete düçar olmasın. İslâm'ın izzet ve şerefini kaybetmesin.
Hz. Ali kerremallahu vechehu şöyle der:
"Çalışan insanlar, kötülük düşünmeye vakit
bulamazlar. Çalışmayanlar ise kendilerini kötülükten kurtaramazlar."
Müslümanlar olarak düşüncede, sözde ve işte sürekli
hareketlilik, canlılık ve atılım içinde olmalıyız. Zihin ve düşünce sahasındaki
tembellik, söz, iş ve hareket tembelliğini beraberinde getirir. Kötü şeyleri
düşünmek, zihnî ve kâlbî kötü düşüncelerle meşgul etmek kişiyi ruhî bunalımlara
ve streslere sürükler. İyiyi, güzeli, doğruyu ve hak olanı düşünmek, tefekkür
etmek ise insanı aklî, kâlbî ve ruhî sağlık ve berraklığa kavuşturur.
İyilerin tembelliği, kötülerin faaliyetidir.
Müslümanlar çalışmaz, müslümanlığın gereği olan faaliyetleri yapmaz, kötülüklerin
yayılmasını engelleyip, iyiliklerin şuyû’ bulması için gayret sarfetmez ise,
kötüler çalışmasa, herhangi bir faaliyet göstermese de, tabiatında olan
yayılmacılıktan dolayı kötülük ve kötüler cemiyete hâkim olur.
Netice
olarak büyük gayret ve çabalarla uzun yıllar boyunca meydana getirilen
medeniyetler, müesseseler ve hizmetler heba olup gidebilir. En yakın örnek
Osmanlı devletidir. Altı yüz küsur yıl boyunca oluşan o muazzam medeniyet
üç-beş Balkan serserisinin elinde yok olup gitti. Müslümanların nemelâzımcılığı,
bir kısmının siyasî firasetten mahrum oluşu, Abdülhamid gibi dâhi bir padişah
ve halifenin takip ettiği İslâm siyasetinin idrak edilemeyişi, ümmetin
parçalanıp dağılmasına sebep oldu.
Onun için müslümanlar çalışmaya mahkûmdur. Çalışmak,
çalışmak, hep çalışmak... Nereden başlayıp, hangi güzergâh takip edilerek,
nereye varılacağını bilerek çalışmak. Zaman, iş ve insan israfı yapılmadan,
ehem-mühim sırasına dikkat ederek, plânlı ve programlı bir şekilde yalnız Allah
rızası için çalışmak. Düşüncemizi, sözümüzü ve bütün yaşantımızı
İslâmlaştırarak çalışmak. İslâm'ın ölçülerine uyarak, çalışmalarımızı İslâm'ın
ekranında kontrol ederek çalışmak. Şahıslar adına, gruplar adına olmadan,
nasları tevil etmeden, İslam'ın özünü zedelemeden, nefsimizi ön plâna
çıkarmadan, ileriye dönük çıkar ve menfaat hesapları yapmadan çalışmak. Allah
Teâlâ çalışmamızı emrettiği için çalışmak. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem bütün hayatı boyunca çalıştığı için çalışmak. Ümmetin hayırlıları,
sâlihleri çalıştığı için çalışmak. Kötülüklere engel olmak, hakkı hâkim kılmak
için çalışmak. Nefsimizin serkeşliğini gemlemek, onu hakka tâbi kılmak için
çalışmak. Küfür ve şirk ateşinde yanan milyonların kurtulması, imana kavuşması
için çalışmak. Cehâletin koyu karanlığı içinde yolunu şaşıranların aydınlığa
çıkması için çalışmak. Tüm İslâm beldelerinde
yetim kalmış yavruların, namusuna
tecavüz edilmiş kadınların, ak saçlı ninelerin, ak sakallı dedelerin,
bütünüyle bir ümmetin acılarını, feryat ve figanlarını dindirmek için çalışmak.
Şarktan garba, cenubdan şimâle, tüm İslâm beldelerinde, ezansız kalmış
minarelerin, cemaatsiz kalmış câmilerin, talebesiz kalmış medreselerin,
dervişsiz kalmış tekkelerin, hilâle hasret memleketlerin yeniden misyonuna
kavuşması için çalışmak mecburiyetindeyiz.
Ahir
zaman nebisi Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin:
"Günü gününe müsavi olan ziyandadır."
buyruğu, müslüman kişinin hiçbir zaman aklından çıkarmayacağı, çalışmalarına,
hizmetlerine hız vereceği, heyecan uyandıracağı bir rehber olmalıdır.
Hayatını ziyan etmek, gününü gününe müsavi yapmak
istemeyen, zamanı değerlendirmelidir. İçinde bulunduğu zamanı değerlendiren
aynı zamanda maziyi de, istikbali de değerlendirmiş olur. Çünkü içinde
bulunduğumuz zaman, düne göre istikbal, yarına göre mazidir. Bir ırmağı ikinci
kere seyretmek mümkün değildir. Çünkü her saniye ve dakikada ırmağın suyu
değişmektedir. Her ne kadar ırmak aynı gibi görünüyorsa da... Hayat da
böyledir. Zaman ırmağı akıp gitmekte ve hayatımızdan bir ânı bile geri çevirmek
mümkün olmamaktadır. Öyleyse müslümanlar olarak içinde bulunduğumuz her günü
son günümüz olarak kabul etmeli ve ona göre kulluk yapıp, ona göre
çalışmalıyız. İlim yolunda çalışmak, elde edilen ilimle amel etmek ve öğrenip
amel ettiklerimizi başkalarına öğretmek, tebliğ etmek, İslâm'ın hâkimiyeti için
cihad etmek ise çalışmaların en hayırlısıdır.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir muallimdi.
O,
"Muhakkak
ben muallim olarak gönderildim. Allah beni zorlaştırıcı ve şaşırtıcı değil,
muallim ve kolaylaştırıcı olarak gönderdi." buyurarak, aslî vazifesinin
insanlığa Kur'an hakikatlerini öğretmek olduğunu açıklıyordu.
Bir
insan için, hakkı tebliğ etmek ve batıldan sakındırmak, hayra öncü, şerre mânî
olmak ne büyük bir lütûf, ne büyük bir nimettir.
Bu hususta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz
bu hayır, hazineler dolusudur. O hazinelerin de bir takım anahtarları vardır.
Ne mutlu o kula ki, Allah onu hayra anahtar, şerre kilit yapmıştır. Vay o kulun
haline ki, Allah onu şerre anahtar, hayra kilit yapmıştır."
Evet,
hayır hazinelerinin kapılarını açan bir anahtar, şer anbarlarının kapısını
kilitleyen bir kilit olabilmek için, ilmî nâfi
elde etmek, ilmi ile âmil bir âlim olmak veya sâlih kişilerin, âlimlerin
meclisine devam edip tefeyyüz etmek, yahut da bu kişilerin öncülüğünde maddî ve
manevî imkanlarını Allah yolunda yalnız O'nun rızası için sarfetmek gerekir.
İmam
Gazalî:
"Şayet (gerçek) ilim adamları olmasaydı, insanlar
hayvanlar gibi olurlardı. Çünkü âlimler, ilim vâsıtasıyla insanları
barbarlıktan çıkarıp insanlık seviyesine yükseltirler." demektedir.
Böylece
müslümanlar sırat-ı müstakim üzerinde sabr u sebat göstererek, kendi öz
nefisleri bile zarar görse her zaman her yerde hak olanı konuşur, zâlimlere,
lafazan ve şaklaban müfterilere, İslâm karşıtı güçlere karşı kesin tavır alır,
İslâm için uğraş verirken kınayanın kınamasından çekinmez, duraksamaz. Hayra
destek, şerre köstek olmanın bir müslümanlık borcu olduğu idrakiyle, fâsık,
fâcir, müfteri, İslâm'a düşman kişi ve toplumlardan uzak durur ve daima sâlih
ve sadık kişilerin oluşturduğu ortam içinde yerini alır ve kendisine tevdi
edilen vazifeleri büyük bir şevk ve aşkla yerine getirmeye çalışır.
Hakiki bir müslüman kendi nefsini asla ön plâna
çıkarmaz. Şahsında var olan bazı kâbiliyetleri, yaptığı hizmetleri, elde ettiği
başarıları asla kendi nefsinden bilmez. Bu kâbiliyet ve başarıların Allah'ın
bir lütfu olduğu idrakindedir. Allah Teâlâ kendisini hayırlı hizmetlere vesile
ve vâsıta kıldığı için O'na hamd ve şükür etmeyi bir vazife bilir. Şahsına
karşı yapılan hata ve kusurları affeder. Fakat İslâm'a, İslâmî değerlere ve
hizmetlere karşı yapılan ihanet ve saldırılar karşısında taviz vermez. Kesin
tavırlıdır. Bu hususta müsamahakâr davranmak hakkına sahip olmadığının şuurundadır.
Makam ve mevkii, mal ve mülkü onu kendini beğenmeye, kibirlenmeye sürüklemez.
Makam ve mevkiinin hizmetkârı, para ve pulunun kölesi haline getirmez. Bilâkis
makam ve mevkiini, mal ve mülkünü İslâm'a hizmetkâr kılar. Makamı yükseldikçe
tevazuu artar. Malı çoğaldıkça cömertleşir. Malın kendisine bir emanet olarak
verildiğini ve bu malda diğer müslümanların da hakkı olduğunu kavrayarak malî
imkanlarını Allah yolunda, İslâm'ın hâkimiyeti için sarfeder. Ve bundan büyük
bir haz duyar. O bilir ki, kendi nefsi için aşırı derecede israfa ve lükse
dalan, fakat Allah yolunda cimrilik yapan bir kişide hayır yoktur.
Hakiki müslüman hergün,
"Bugün Allah için ne yapabilirim? Ne
yapmalıyım?" diye düşünür. Her sabah ve her akşam İslâm için
yapabildiklerini ve yapamadıklarını tefekkür eder, nefsini sîgâya çeker ve
başıboş bırakılmadığını, abes olarak yaratılmadığını asla hatırından çıkarmaz.
Bir gün yaptıklarından hesaba çekileceği şuuruyla nefsini hesaba çeker.
Sonra nefsine döner ve şöyle der:
"Ey
müslüman! Çevrene bir bak, etrafa kulak ver, kendine dön, iç âlemini
seyret, kendini dinle. Bir sessiz çığlık işiteceksin. Kendi içinden ve
çevrenden imdat isteyen bir feryat
duyacaksın... Nicelerinin imanı çalınmış, kimilerinin ahlâkı alınmış,
bir kısmının ihlası tahrip olmuş, bir boş kovan haline gelmiş. İffetini
yitirmiş milyonlar, izzetini arayan toplumlar feryad ve figanda... Bunca
mesuliyet, bunca vazifene rağmen, hâlâ tembellik, halâ vurdumduymazlık,
nemelâzımcılık ve gaflet niye?"
Müslümanlar olarak fıtratımızı muhafaza etmek
durumundayız. Allah'a kulluk yapmak için
yaratıldığımızı asla ve asla unutmamalıyız. Gayr-i müslimleri taklid etmek gibi
bir aşağılığa düşmemeliyiz. Allah Teâlâ’ya isyan ederek, dînî esasları kendi arzularına
göre yorumlayıp, tahrip ederek kendilerine göre bir din anlayışı ortaya koyan
toplumların kötü akibetinden ibretler almalıyız.
"Kibirlerinden dolayı kendilerine yasak edilen
şeylerden vazgeçmeyince onlara adi maymunlar olun dedik." (A'raf/166)
ayet–i kerimesi, din tahrif ve tahripçilerinin kötü akıbetini haber
vermektedir.
Yâhudilerden bir taife Cumartesi’ne saygı göstermiyor,
Tevrat’ın hükümlerini kendi nefsî arzularına göre tevil ve tahrif ediyor, bu
kötü davranışlarını ısrarla sürdürüyorlardı. Bunun üzerine Allah Teâlâ:
"Âdi maymunlar olun!"
buyurarak onları maymun sûretine dönüştürdü.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de:
"Kıyamete yakın zamanda (bazı günahkâr
insanlarda) hayvan sûretine çevrilme, yere batma ve taşlanma (azabı)
olur." buyurmaktadır. (İbni Mace)
Ulemâdan bir kısmı, "Mesh" olayının, yani
insan sûretinden hayvan sûretine dönüşün hakiki mânâda vâki olacağını
söylerken, diğer bir kısmı da, insanların sûreten değil, ahlâken hayvanlaşacağı
kanaatindedirler.
İnsanlarda olduğu gibi, hayvanlarda da kendilerine
özel vasıflar vardır. Meselâ domuz yaratıklar içerisinde dişisini kıskanmayan
tek hayvandır. Maymun taklitçi ve
karakteri bozuktur. Tilki kurnaz ve hilebazdır.
İnsan yaratılış gâyesinden uzaklaşır, nefis, şeytan ve
dünyanın zebunu olur, kötü insanlarla düşer kalkarsa, ahlâken bozulur, iffetini
kaybedebilir. Böylece sûreten insan, sîreten hayvan durumuna düşer. Hatta
hayvandan da daha aşağı derecelere iner. İyiyi taklit edip tahkike ulaşmak
insanı kemâlâtın doruğuna yükseltirken, kötüyü taklit etmek kişiyi aşağıların
aşağısına düşürür. Asırlar önce başlayan yahudi ve hristiyan taklitçiliği bugün
zirveye ulaşmıştır. Hayatımızın her safhasında kokuşmuş batının izlerini
görmekteyiz. Kendi ruh dünyamızı, medeniyet ve kültürümüzü âdetâ yok farzedip
batının sömürüye, çıkara, barbarlığa ve inançsızlığa istinat eden sözüm ona
kültürlerinin istilasına uğradık.
Ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şu haberi
zuhûr etmiş oldu:
"Muhakkak
sizler, sizden öncekilerin yollarına karış karış, arşın arşın tâbi olacaksınız.
Hatta onlar bir keler deliğine girseler onlara tâbi olacaksınız.
Biz:
"Ya Rasûlullah (onlar) yahudi ve hıristiyanlar
mı?" dedik.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
"Başka kim
olacak." buyurdu." (Buharî)
Yeniden aslımıza dönmek, kendi inanç dünyamızla,
medeniyet ve kültürümüzle tanışmak, bünyemize sirayet eden ve bir güve gibi
özümüzü yiyen kötülüklerden, manevî
hastalıklardan kurtulmak, hayat bulmak için bütün varlığımızla bir
yeniden diriliş seferberliği
başlatmalıyız. Cehâletle, taklitle, inançsızlıkla, ahlâksızlıkla ve bütün
kötülüklerle mücadele seferberliği...
Hayra
anahtar olmak, hayırlı hizmetler yapmak, ancak iyi bir insan, iyi bir müslüman
olmak; ahireti dünyaya tercih etmek, her işi yalnız Allah için, Allah rızası
için yapmakla mümkündür.
Hayatımız yaptığımız seçimlerle şekillenir. Günlük
işlerimizden tutun da, yaşantımıza yön veren fikrî ve amelî tercihlerimize
kadar bütün seçimlerimiz, karakterimizi yansıtır, toplum içindeki yerimizi
belirler. Yanlış tercihler, kusurlu seçimler kişiyi çoğu zaman telâfisi çok zor
sıkıntılara soktuğu gibi, bazı yanlış tercihler de sadece tercihi yapanı değil,
bir toplumu, bir ülkeyi felâketlere sürükleyebilir.
Eş seçerken, iş seçerken, arkadaş seçerken, meslek
seçerken, hülâsa bütün seçimlerinizde, inancınızın, ahlâkî telâkkilerinizin,
bedii zevkinizin, estetik anlayışınızın, sosyal ve kültürel yapınızın etkileri
olmuştur. Eş seçerken birçok özellikler ararsınız. Güzellik, zenginlik, soylu
bir aileden olmak veya bunların hiçbiri değil de sadece ahlâklı ve dindar
olmak.
Arkadaş
tercihinizde sizin karakterinizi yansıtan bir seçimdir. Kişi uyuşabildiği,
ülfet edebildiği, birçok benzer yönlerinin bulunduğu insanlarla samimi,
külfetsiz ve hesapsız bir arkadaşlık yapabilir. Bu tercihlerinizdeki hata,
zâhire aldanış, kişiyi tanıyamayış
hayatınızı zehir edebilir. Beklemediğiniz davranışlar, eşlerin karakter,
ahlâk ve inanç farklılıkları, uyumsuzluk aile hayatını cehenneme çevirebilir.
Arkadaşınız tarafından ihanete mâruz kaldığınız, bir
zaman sonra dost yüzlü bir düşman olduğunu farkettiğiniz zaman kuvvetli bir
iradeye sahip değilseniz, bunalımlara düşebilirsiniz. İlgi duymadığınız,
sevmediğiniz, iradeniz dışında, zorlanarak bir meslek seçerseniz, bir iş
sahasına atılırsanız, bu meslek ve işinizi değiştirmek imkanına da sahip
değilseniz, ömürboyu bir çileye mahkum olduğunuz gibi, diğer insanlara da zarar
verirsiniz.
Atalarımız:
"Ev alma komşu al." demişler. Bir mahalleye, bir beldeye yerleşirken,
kötü ahlâklı, kötü yaşayışlı kişilerin oturduğu yerden ev alır, onlara komşu
olursanız, eviniz saray olsa, köşk olsa neye yarar. Sarayda hapsedilmekle
zindanda hapsedilmenin çok büyük farkı yok. Netice hürriyetten mahrum olmak
olduktan sonra...
Hastalandınız,
pratisyen bir doktora mı, yoksa mesleğinde ehil hazık bir mütehassıs doktora mı
gidersiniz? Şayet bu hususta ehil olanı tercih etmezseniz hayatınızdan
olabilirsiniz.
Molla Câmi Baharistan adlı kitabında şöyle anlatır:
"Bir hekimin kabristandan her geçişinde kaftanını
başına çektiğini görürlerdi. Ona bu hareketinin sebebini sordular. Dedi
ki: 'Kabristandaki ölülerden utanç
duymaktayım. Hangi mezarın başından geçsem, benim darbemi yemiş, hangi tarafına
baksam benim ilacımdan ölmüştür. Sonra şu kıt'ayı okudu: 'Ey hastanın
tedavisinde tedbiri hasta olan hekim! Senin gelmekliğin, ölümün gelmesine
delildir. Bizim ülkemizde can almak zahmetini Azrail'in boynundan
kaldırmışsın."
Ehliyetsiz bir doktorun, bir idarecinin, herhangi bir
meslek erbabının hata ve kusuru yanında, ehliyetsiz ve liyâkatsizleri seçenlerin
de vebali büyüktür.
Şeyh Sadi Şirazi Gülistan adlı kitabında şöyle bir
hikaye anlatır:
"Bir adamın gözü ağrıdı. Baytara gitti. Gözüme
ilaç yap dedi. Baytar hayvanların gözüne ne ilaç yapıyorsa, onun gözüne de onu
yaptı. Adamın gözü kör oldu. Adamcağız kadıya gidip, şikayet etti. Kadı: Gözün
diyeti lâzım gelmez. Eğer bu adam hayvan olmasaydı, baytara gitmezdi."
dedi.
İnsanoğluna iman ve küfür yolu gösterilmiş, hak ve
batılı tefrik edecek akıl ve irade verilmiştir. Küfrü ve batılı seçenler, bu
azim yanlışı irtikab edenler, hem dünyalarını, hem ahiretlerini ziyan
etmişlerdir. İmanı ve hakkı seçenler ise ebediyyen kurtulmuşlardır. Görülüyor
ki insan hayatı seçimlerle, tercihlerle şekilleniyor. Ya huzur ve saadeti,
ebedî hayatı kazanıyor, cennetin sonsuz nimetlerine gark oluyor, ya da
ebediyyen hüsrana uğruyor, cehennemin alevli ve kızgın ateşinde azaba mahkum
oluyor. Ferdî, ailevî, ticarî, sosyal ve siyasî hayatımızda da seçimler çok
mühimdir. Seçtiklerimiz bizim dışa vuran görüntümüzdür. "Nasılsanız öyle
idare olunursunuz." hadis-i şerifinin tecellisidir. Çünkü bu seçim bütün
milletin hayatını etkileyen bir seçimdir. Namusunuzu ırz düşmanına, malınızı
hırsıza, çoluk çocuğunuzu can düşmanınıza teslim edebilir misiniz? Elbette
yüzlerce defa hayır..
Öyleyse
sizi idare edecekleri imanlı, dürüst, ahlâklı, ehil, iffet ve namus sahibi,
âdil kişilerden seçmek mecburiyetindesiniz. İyi bir idareci milletinin
inancının gereğini yaşamasına yardımcı olan, o ortamı hazırlayan, kötülüklere
köstek, iyiliklere destek olan ve etrafına ahlâklı, faziletli, dürüst, ehil
şûra heyeti seçen kişidir.
Molla Câmi Baharistan'ında şöyle der:
"Hükümdarın yakın dostları iyi düşünmeli. Ağır
başlı olmalıdır. Şaklaban nedimlerden bir hayır gelmez. Çünkü iyi düşünen,
ciddi dostlar hükümdarı kemâl derecesine yükseltirler. Soytarı meşrepler ise
onun değerini alçaltırlar."
"Âlimlerin dudaklarından dökülen her nükte bir
mücevherdir. Göğsünü bu mücevher hazineleri ile süslemek ne hoştur. Engin
gönüllü kimse hikmet cevherleri ile dolu bir hazinedir. O hazineyi kendinden
uzaklaştırma."
Hz. Ali kerremallahu vechehunun Mısır valisi Malik bin
Haris el-Eşter’e gönderdiği emirnâmede yer alan şu nasihatler, tüm idarecilerin
dikkatle okuması ve uygulaması gereken öğütlerdir:
"Memleketin
yararına olan tedbirleri tesbit etmek ve senden evvel, insanlara huzur, güven,
doğruluk ve iyilik sağlayabilmiş şeyleri devam ettirmek hususunda, âlimler ve
ârifler ile sürekli olarak görüş ve danış. Bu ümmetin ileri gelenleri
tarafından işlenerek herkesin benimsediği ve halkın iyi bir şekilde tatbik
ettiği güzel bir âdeti sakın kaldırayım deme. Bu güzel âdetlerin faydasını
giderecek yeni bir şey oluşturmaya da asla tevessül etme... Tayin edeceğin
memurlar konusunda dikkatli ol. Çünkü en çok menfaat düşkünü kişiler, şahsî
çıkarları için bu göreve haristirler. Sakın, şahsî yakınlık veya tesir altında
kalarak hiçbir kimseye vazife tevdii etme. Çünkü bencillik ve tarafgirlik,
zulüm ve hıyanete götüren iki sebeptir. Bu işler için iyi halleri ile bilinen
ailelerden gelen, iyi yetişmiş, tecrübeli, hayâ sahibi, İslâm'a hizmeti geçmiş
kimseleri araştır. Zira ahlâkı en dürüst, namus ve şerefi en sağlam olanlar tama’ın cazibesine en az
kapılır ve işlerin varacağı neticeleri en isabetli şekilde görürler."
Görülüyor ki en mühim mesele, insan meselesidir. İyi
insan, yetişmiş insan, öncü insan olmadan hayırlı işler yapmak, iyi bir
yönetici olmak mümkün gözükmüyor. Gerek İslâm âleminde ve gerekse diğer
ülkelerde devlet idaresini elinde bulunduran kişilerin ehliyetsiz, liyakatsiz
ve milletinin değerlerinden kopuk oluşu, insanlık semâsını karartmakta, baskı,
dayatma ve zulümlerle dünyamızı yaşanmaz hale getirmektedir.
Biz müslümanlar, milletleri kabilecilik, ırkçılık,
bölgecilik gibi ilkel düşünce ve uygulamalardan ümmet şuuruna kavuşturan bir
inancın mensubuyuz. Bu inançla aşiretten devlete yükseldik ve devletimizi
hilafetle taçlandırarak büyük bir medeniyet kurduk. Bu medeniyetin tesisinde
dinamiğimiz İslâm'ın yüce prensipleri oldu. Biz ülkeleri fethederken dünyaya
talip olmadık. Kuru bir cihangirlik davasına kapılmadık. Hep ilâ-yı
kelimetullah için cihad ettik. Onun için candan ve yârden vazgeçtik. Onun için
şehadet bize bir sevdâ oldu. Ölümle ölümsüzlüğe kavuşmak için, cepheden cepheye
koştuk. Bir ölüyor, binlerce diriliyorduk. Fethettiğimiz her ülkede zulüm sona
eriyor, mahzun gönüller sürurla doluyor; herkes malından, canından ve
namusundan emin oluyor, inancının gereğini yaşıyordu. Karanlık güçlerin tüm
çaba, karşı koyma, iftira ve karalamalarına rağmen, İslâm güneşi insanlık
semasını aydınlatıyor ve beşeriyyet bu aydınlık ufuklarda kendini tanıyor,
gerçekleri görüyordu. Zamanla ümmet, kötü idareciler, emr-i bi’l ma’ruf nehy-i
ani’l münker vazifesini yerine getirmeyen ilim adamları sebebiyle cihad aşkını,
şehadet sevdasını, hizmet heyecanını kaybetti, durgunlaştı, pasifleşti. Madde,
makam ve çıkar önplana çıkmaya başladı. Gâyesi Allah rızası olan ve İslâm'ın
hâkimiyeti için uğraş veren öncü insanlar azaldıkça azaldı. Nefsimize,
kötülüklere ve kötülere yenik düştük. Bu bozulma, dağılma ve yenik düşme savaş
meydanlarındaki yenilgiyi; iç âlemimizdeki küçülme de hâkimiyet kurduğumuz
topraklardaki küçülmeyi beraberinde getirdi. Her çekildiğimiz toprak parçası
mazlumların kanıyla sulandı. Bu yenilgilerle kaybeden sadece İslâm ümmeti
olmadı. Bütün insanlık kaybetti. Sonu gelmez zulümler, vahşetler milletlere
görülmemiş acılar çektirdi. Medeniyet, teknik ilerlemeler ve refah asırlarca
inkıtaya uğradı.
Bu acı gerçeği bir hıristiyan, Fransa'da yayınlanan
bir dergide şöyle dile getiriyor:
"Barbar Şarl Martel'in ordusu Fransa'da
müslümanlara galip gelmeseydi, ülkemiz ortaçağın karanlıklarına ve
bataklıklarına düşmezdi. Din ve mezhep taassubunun dahili boğazlaşmalarıyla
karşılaşmazdı. Evet, POİTİERS'de müslümanlara karşı bu vahşî galibiyet
olmasaydı, İspanya İslâm'ın yüceliğinden istifâde etmeye devam eder, Engizisyon
Mahkemeleri denen günahtan kurtulur ve sekiz asır medeniyetin seyri
gecikmezdi. Bizim bu galibiyet
hakkındaki duygu ve düşüncelerimiz ne olursa olsun, ilim, fen ve teknikte
övünülecek bütün ilerlemelerimizi müslümanlara borçluyuz. Biz barbarlığın
örnekleri olduğumuz sıralarda, müslümanların beşerî kemâlâtın örnekleri
olduğunu itirafa mecburuz."
Evet
İslâm'ın dışında bir hakikat yoktur. Onun dışındaki tüm sistemler zulümdür,
baskı rejimleridir. Zâlimlere ve zulüm sistemlerine değil yardımcı olmak,
gönülden meyletmek bile zulümdür.
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Zâlimlere meyletmeyin. Aksi halde size ateş
dokunur. Sizin Allah'tan başka dostlarınız yoktur. (Zâlimlere meyledersiniz)
size yardım edilmez." (Hud/113)
İslâm
dininde zulmün her çeşidi yasaklandığı gibi, zâlime yardımcı olmak, zâlime
kâlben meyletmek, zulme ve zâlime tavır almamak da yasaklanmıştır.
Süfyan-ı Sevrî’ye ölmek üzere olan bir zâlime su
verilip verilmeyeceği hususunda sordular. O büyük imam:
"Su verilmez." diye cevap verdi.
"Ama ölmek üzeredir." dediler.
Süfyanı Sevrî:
"Bırak onu, su vermek de ona yardım hususuna
girer." dedi.
En
büyük zulüm küfürdür. Küfürle, inkârla kâlbini karartan öncelikle kendi nefsine
zulmetmiş olur. İşi ehline vermemek de bir zulümdür. Burada iki çeşit zulüm
vardır. Ehil olmayana, ehliyeti olmayana bir iş vermekle o kişiye zulmedilmiş
olur. Ehil olmayan kişiye verilen iş, zayî olacağından lâyıkı vechile
yapılamayacağından o iş ile ilgili diğer kişilere de zulmedilmiş olur.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
"İş, nâ ehline verildiği zaman kıyameti
bekle." buyurmaktadır. Bir milleti idare edenler, ehliyetsiz, liyâkâtsiz
ve zâlim iseler, o milletin kıyameti kopmuş demektir.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
"(Rasûlüm) alabildiğine yemin eden, aşağılık,
daima kusur arayıp kınayan, durmadan laf getirip götüren, iyiliği hep
engelleyen, mütecaviz, günaha dadanmış, kaba ve haşin bütün bunlardan sonra bir
de soysuzlukla damgalanmış kimselerden hiçbirine mal ve oğulları vardır diye
sakın ilgi duyma." (Kalem/10-14)
Ayet-i kerimelerde özellikleri bildirilen kişi,
İslâm'ın azılı düşmanlarından Velid bin Muğire'dir. Yukarıdaki ayetler onun hakkında nâzil
olmuştur. Ancak bu vasıfları taşıyan kişiler her devirde varolmuş ve İslâm
güneşini söndürmek için akılsızca mücadele etmişlerdir. Bir millet için de, bu
vasıflarla muttasıf kişileri iş başına getirmek bir zulümdür. Çünkü bu gibi
kişiler ellerine imkan ve fırsat geçer geçmez hemen o kötü huylarını ve soysuzluklarını
izhâr ederler.
Molla Câmi Baharistan'ında şöyle bir hikaye anlatır:
"İğnesinde
mazarrat ağusu, okluğunda alçaklık oku gizlenmiş bir akrep yola çıkmıştı. Geniş
bir suyun kıyısına geldi. Su kaplumbağalarından biri akrebin bu halini görerek
ona acıdı. Sırtına bindirerek suya atıldı. Karşı kıyıya doğru yüzmeye başladı.
O sırada kulağına bir ses geldi. Akrep, kaplumbağanın sırtına birşeyler
vuruyordu. Kamlumbağa bu ses nedir? diye sordu. Akrep, bu ses benim iğnemin sesidir. Sırtına vuruyorum. Her
ne kadar sana bir tesiri olmayacağını biliyorsam da, huyumun icabını yerine
getiriyorum, dedi. Kaplumbağa kendi kendine, bu tıynetsiz hayvanı kötü huyundan
ve iyi huylu kimseleri de onun şerrinden kurtarmaktan daha büyük bir iyilik
olamaz, diyerek suyun içine daldı. Akrebi dalgalara ısmarladı. Öyle bir yere
gönderdi ki bir daha dönmesin." Yıllardır milletin sırtında, millete
rağmen, akrep misali icraat yapanlar, İslâmî değerlerin yükseldiği, nesillerin
büyük bir coşku ve şevkle yeniden İslâm'la barışıp, yeni bir dirilişle ayağa kalktığı şu günlerde
-inşaallah- İslâm'a teslim olup kurtulacaklardır.
"Kim Allah'a yalan sözlerle iftira edenden veya
onun ayetlerini yalanlayandan daha zâlimdir? Şurası iyi bilinsin ki, zâlimler
kurtuluşa ermezler." (En'am/21)
"Cennet ehli, cehennem ehline: ‘Biz Rabb’imizin
bize vaadettiğini gerçek bulduk. Siz de Rabb’inizin size va'd ettiğini gerçek
buldunuz mu?’ diye seslenir. Onlar da: Evet, derler ve aralarından bir münâdi:
Allah'ın lâneti zâlimlerin üzerine olsun, diye bağırır. Onlar, halkı Allah
yolundan meneden ve onu eğriltmek isteyen zâlimlerdir. Onlar ahireti de inkâr
edenlerdir." (A'raf/44-45)
Doğru seçim yapmak, iman edip, teslim olup kurtulmak
akl-ı selim sahibi kişilerin işidir. Yanlış seçim yapan küfre ve inkara sapan
kişilerden daha ahmak ve daha zâlim kim olabilir?
"Allahım! Senden başka hiçbir şeyi olmayan ben,
Senden başka herşeyi olanlara acırım." (Konfiçyus)
Allah Teâlâ ile barışık olmayan, ondan müstağni
olduğunu zanneden elinde bulunanlara aldanan kişi gerçekten acınacak kişidir.
"De ki: Herkes beklemektedir. Öyle ise siz de
bekleyin. Yakında anlayacaksınız. Doğru düzgün yolun yolcuları kimmiş ve
hidayette olan kimmiş." (Taha/135)
Allahu Teâlâ Âdem aleyhisselamı yarattı. Meleklere ve
iblise O'na secde etmelerini emretti. Bütün melekler emre uyup secde ettiler.
İblis ise kibirlendi de secde etmedi. Böylece insanlık tarihi ile beraber iyi
kötü ayırımı da başlamış oldu ve insanlık serüveninde var olmaya devam etti.
Melekler itaat ederek iyi bir iş yaptılar ve iyilerden oldular. İblis ise kötü
bir iş yaptı da kötülerden oldu. Demek oluyor ki iyilik meleklerin amelidir ve
iyiler meleklerle beraber Allah Teâlâ tarafındadırlar. Kötülük ise şeytanın
amelidir ve kötüler şeytanın tarafındadırlar. İyiliğin zirvesi İMAN edip İHSAN
derecesine yükselmektir. Kötülüğün en aşağısı ise inkâr edip küfür ve şirkin
karanlığına gömülmektir.
"Allah
inananların dostudur. Zira onları karanlıklardan kurtarıp aydınlığa çıkarır.
İnkâr edip kâfir olanların dostları ise tâğuttur. Çünkü onları aydınlıktan alıp
karanlığa götürür. Onlar ateş ehlidirler. Orada devamlı kalırlar." (Bakara
/257)
Asıl olan iyiliktir. Kötülük ise ârızîdir. Mesele
arîzi olanı devamlı hale getirmemek ve asıl olanı köreltip etkisiz duruma
düşürmemektir. İyi ve kötünün ne olduğunu en iyi bilen Allah Teâlâ'dır. Öyleyse
iyi ve kötünün en doğru tanımı da ilâhi kaynaklardan öğrenilebilir. Kişilerin
Kur'an ve sünneti gözardı ederek kendi anlayışlarına göre yaptıkları tanımlar
hiçbir zaman sağlıklı olmadığı gibi geniş halk toplulukları tarafından da
kabule şâyan bulunmazlar. Çünkü kişilerin inançları, fikirleri, bilgi ve
görenekleri, örf ve âdetleri bu tanımlar üzerinde mutlaka etkili olacak,
böylece iyi kötü kavramları kişilere göre çok değişik boyutlar kazanacak ve bir
kargaşa yaşanacaktır. Aslında bu, her sahada böyledir ve bugün yaşanılan
kargaşalar buradan kaynaklanmaktadır. Halbuki yoktan var eden, herşeyi bilen ve
herşeyden haberdar olan Allah Teâlâ'nın vaz’ettiği ilâhî esaslara müracaat
edilip ona uyulsa her şey suhûletle, hiçbir çekişmeye, hiçbir didişmeye mahal
kalmadan halledilmiş olacak ve insanlık huzura kavuşacaktır. Çünkü kötüler
kötülük yapmaya fırsat ve zemin bulamayacaklardır.
"Kim
iyi bir iş yaparsa bu kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa aleyhinedir.
Rabb’ın kullarına zulmedici değildir." (Fussilet /46)
"Yoksa kötülükleri yapanlar bizden
kaçabileceklerini mi sandılar? Ne kadar kötü (ve yanlış) hüküm
veriyorlar." (Ankebut /4)
Allah Teâlâ bu ayet-i kerimelerde insanların
yaptıkları iyilik ve kötülüğün kendi leh ve aleyhlerinde olacağını, kötülük
yapanların Allah Teâlâ'dan asla kaçamayacağını, dolayısıyla gizli-açık hiçbir
kötülüğe tevessül etmemeleri gerektiğini ikâz ediyor. İyilik yapmak ve
iyilerden olmak Allah Teâlâ'nın inayetiyle olacağından bu hususta da ona
tazarrûda bulunması şöyle tâlim ediliyor:
"Onlardan bir kısmı da, ey Rabb’ımız! Bize
dünyada iyilik ver. Ahirette de iyilik ver. Bizi ateş azabından koru
derler." (Bakara /201)
Allah Teâlâ Kur'an-ı mübinde muhtelif ayetlerde iyilik
ve kötülüğü, iyi ve kötü amelleri açıklamış, iyiliği emredip kötülüğü
yasaklamıştır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de bütün iyilikleri
hayatına yansıtarak, tüm kötülüklerden ictinab ederek bu hususta ümmete çok
canlı ve en güzel bir örnek sergilemiştir. İslâm'ın emir ve yasaklarına
bakıldığı zaman çok açık bir şekilde görünen şudur: İnsan fıtratına uygun ve
lehine olan şeyler emredilmiş, insan fıtratına aykırı ve aleyhinde olan şeyler
de yasaklanmıştır. İman, sâlih amel, güzel ahlâk emredilmiştir. Çünkü bunlar
hem insan fıtratına uygun hem de onun lehinedir. Küfür, şirk, içki, zina,
kumar, faiz, yalan, hırsızlık her türlü ahlâksızlık v.b. yasaklanmıştır. Çünkü
bu çirkinlikler insan fıtratına aykırı olduğu gibi hem dünyada, hem ahirette
aleyhine olan şeylerdir. Buradan hareket ederek, iyi-kötü tanımını şöylece
yapabiliriz.
İYİ:
İnsan fıtratına uygun düşen ve lehine olan şeylerdir.
KÖTÜ: İnsan fıtratına uymayan ve aleyhine olan
şeylerdir. Bir şeyin insan fıtratına uygunluk ve aykırılığını leh ve aleyhine
olup olmadığını elbette en iyi bilen onu yaratan Hak Teâlâ'dır. İşte bu noktada
inanan insan için problem yoktur ve o, İslâm'ın iyi dediğine iyi, kötü dediğine
kötü der ve toplum bu şaşmaz ölçüler ışığında bütünleşerek kaos ve
bunalımlardan, kavram kargaşalarından kurtulur, sıhhatli, sağlıklı, ölçülü,
dengeli bir huzur toplumu, bir saadet toplumu olur. Gerçek medeniyetler de
ancak ve ancak böyle toplumlarda vücut bulur.
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellemin bu husustaki buyruklarının bir kısmını hep
beraber görelim ve İslâm'ın nasıl bir hayat dini, huzur ve saadet kaynağı
olduğunu bir daha müşahede edelim.
Huzeyfe radıyallahu anhten: Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Hiçbiriniz; 'Ben insanlarla beraberim.
İnsanlar iyilik yaparsa ben de yaparım, kötü davranırsa ben de kötü davranırım'
diyen şahsiyetsiz kimselerden olmasın. Aksine insanlar iyilik yaparsa iyilik
yapmak, kötü davranırlarsa haksızlık etmemek için nefsinizi terbiye edin."
(Tirmizi)
Ebu Hureyre radıyallahu anh, şöyle bir hadis rivayet
etmektedir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
"Söyleyeceğim tavsiyeleri kim alıp onunla amel
edecek veya amel edecek bir kimseye onları öğretecek" diye sordu.
Ben de: "Ben Ya Rasûlallah!" dedim.
Bunun üzerine elimden tuttu ve şu beş tavsiyeyi
sıraladı:
"Haramlardan
kaç ki, insanların en çok ibadet edeni olasın. Allah'ın sana yaptığı taksimata
razı ol ki, insanların en kanaatkârı olasın. Komşuna iyilik et ki, gerçek
mü'min olasın. Kendin için sevdiğini insanlar için sev ki, gerçek müslüman
olasın. Çok gülme, zira çok gülmek kâlbi öldürür." (Tirmizi)
Yine Ebu Hureyre radıyallahu anhten diğer bir rivayet:
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Rabbım bana şu dokuz şeyi emretti: Gizli ve
açıkta Allah'tan korkmak, hoşnutlukta da, gadab halinde de doğruyu söylemek.
Fakirlikte de zenginlikte de, itidalli davranmak. Benden ilgisini keseni
ziyaret etmem, bana vermeyene vermem, bana haksızlık edeni bağışlamam,
suskunluğumun düşünce, konuşmamın zikir, bakışımın ibret olması ve iyiliği
emretmek." (Rezin)
Ebu Hureyre
radıyallahu anhten başka bir rivayet de şöyledir:
"İnsanlarda bulunan huyların en kötüsü,
hırslı bir cimrilik ve şiddetli bir korkudur." (Ebu Davud)
İyad bin Himar radıyallahu anhten rivayeten Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Allah
bana: Mütevâzı olmanızı böylece kimsenin kimseye tecavüz etmemesini, kimseye
karşı kibirlenip böbürlenmemenizi vahyetti." (Ebu Davut)
Esma
binti Humeys radıyallahu anhadan rivayeten Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu:
"Boş
hayâllere kapılıp da böbürlenen ve kebir-i müteâl olan Allah'ı unutan kul ne
kötü bir kuldur. Zorba ve mütecaviz olup da Yüce Cebbarı unutan kul ne kötü kuldur. Gaflete
dalarak gülüp oynayan, kabirleri ve (yer altında) çürümeyi unutan kul ne kötü
kuldur. Taşkınlık eden, kibirlenen, başlangıç ve sonu unutan kul ne kötü
kuldur. Şehvetlerle dinini ihlâl eden kul ne kötü kuldur. Hırs ve tamaın
sürüklediği kul ne kötü kuldur. Hevâ ve hevesin saptırdığı kul da ne kötü
kuldur. Kendisini zillete sürükleyen bir arzuya kaptıran kul da ne kötü
kuldur." (Tirmizi)
Ummandan katreler misâli sunduğumuz hadis meâllerinden
de anlaşılacağı üzere, fıtrat dini olan İslâm, toplum vicdanını rahatlacak, ona
cennetî bir hayat bahşedecek ölçüler, asırların yıpratamayacağı değerler, insan
fıtratına ve onuruna yakışır üstün hakikatler, toplumsal barışı sağlayacak
kuşatıcı ve kucaklayıcı esaslar içermekte ve iyi-kötü kavramı hakkında her akl-ı selim sahibi kişiye çok net
mesajlar vermektedir.
Görüldüğü
gibi kötülükler Allah Teâlâ'yı unutmaktan vücut bulmakta ve toplumu bir kanser
mikrobu gibi ihata etmektedir. Nitekim
Haşr sûresi 19. ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır:
"Allah'ı unutup da Allah'ın da kendilerini
unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir."
Nerede olursak olalım Allah Teâlâ bizimle beraberdir
ve bize bizden, bize şah damarımızdan daha yakındır. Gizli açık her şeyimizi,
hatta kâlbimizden geçirdiklerimizi bile bilmekte, yaptığımız her şeyden
haberdar olmaktadır. Şayet kişi bunları unutursa her türlü kötülüğe, isyan ve
tuğyana tevessül eder, zulüm ve istibdata meyleder, şeytanın adımları ardından
gider. Netice itibariyle fâni, aciz ve muhtaç bir varlık olduğunu da unutarak
aşağının aşağısı derekelere düşüp kaybedenlerden olur. Nitekim Allah'ı
unutanlardan öyleleri vardır ki her türlü kötülüğü irtikab ederek helâl-haram
hudutlarını çiğnemiş ve görülmemiş azgınlık ve taşkınlık yapmışlardır.
Bir kısmı inkâr ve küfür bataklığına düşmüş, Allah
Teâlâ'nın varlık ve birliğini kabul etmemiş, nefis ve şeytanın oyuncağı
olmuşlardır. Diğer bir kısmı ise daha ileriye giderek ilâhlık iddiasında
bulunmuş ve helâk olmuşlardır. İnsan inanmak mecburiyetindedir. Fıtratında
mevcut olan bu mecburiyeti yok farzedemez, görmemezlikten gelemez. Kişi Allah'ı
unutursa ya nefsini, ya kendi eli ile yontup diktiği putları, ya da başka bir
şeyi ilâh ediniyor. Hiçbir şeye inanmayan kişi de aslında kendi aklını
ilâhlaştırıyor. İnanmıyorum derken bile kendi aklına, kendi nefsine güvenip
inandığını ilan etmiş oluyor, kendini ilâh yerine koyuyor. Halbuki toplum
düzeni için hak ve adaletin ikamesi kaçınılmaz bir zorunluluktur. Bunun için de
ilk şart herşeyi yerli yerine koymak ve herşeyi yerli yerine koyarken de
hudutları çok net olarak belirlemektir. Aksi takdirde kargaşadan kurtulunamaz.
Kargaşanın olduğu yerde de toplum düzeninden bahsedilemez. Herşeyi yerli yerine
koymak hak ve adaleti ikame edip kargaşayı önlemek için de tartışmasız mutlak
bir otoritenin olması gerekir. İşte bu mutlak otorite ancak ve ancak Allah
Teâlâ'dır. Onun mutlak otoritesi ve koyduğu değişmez esaslar ile İYİ-KÖTÜ
kavramları netleşir, belirsizlikler ortadan kalkar ve böylece toplum düzeni
sağlanmış olur.
İçkiyi, kumarı, zinâyı, faizi, insanlık onuruna
yakışmayan tüm kötülükleri meşrû gören bir sistem düşününüz. Kötülüğün ve
kötülerin teşvik gördüğü, iyilik ve iyilerin baskı altında olduğu, faziletlerin
yasaklandığı bir beşerî rejim düşününüz. Böylesi bir anlayışla toplum düzeni
sağlanabilir mi? Hak, adalet ikame edilebilir mi?
Görünen
kötülüklerin bertaraf edilmesi için görünmeyen kötülüklerin yok edilmesi,
görünen iyiliklerin devam edip yaygınlaşması için de görünmeyen iyiliklerin
kuvvetlendirilmesi lâzımdır. Bunun merkezi de kâlbtir. Öyleyse kâlbi kötü
düşünce, kötü niyet, kötü ahlak, küfür, şirk ve nifaktan arındırıp, hakiki
imanla kuvvetlendirmek gerekir. Kâlbe sahip olan ve kâlb âleminde cereyan eden
hadiselere muttali olan ise Hak Teâlâ’dır. Demek oluyor ki kâlbi kötülüklerden
korumanın tek yolu, kâlbin sahibine teslim olmak. O'nun çizdiği İYİ-KÖTÜ,
helâl-haram hududuna riayet etmektir. Yukarıda da ifâde ettiğimiz gibi aslolan
iyiliktir. Çünkü insan fıtratı İslâm üzere yaratılmıştır, kötülük ise arızîdir.
Aslolan Allah Teâlâ'nın peygamberler vâsıtası ile gönderdiği ilâhi nizam,
İslâmî esaslardır. O'na uyan, yaratılışına uygun olanı tercih etmiş, iyinin,
iyi olanın yanında yer almış olur. Beşerî sistemler ise arızî olandır. Hiçbir
zaman insan fıtratına uymaz. İcraat ve yönetimini baskı, dayatmalar ve zulümle
devam ettirebilir. Nefsin, çıkarın, behimî arzuların hâkim olduğu bir düzende
iyiliğe fırsat verilmez. Fakat tüm kötülüklerin önü açılır. Ferdî kötülüklerin,
toplumsal felâketlerin önüne geçebilmek, toplumu sarsan bu kötülüklere mânii
olabilmek için, kötülüklerin kaynağı kurutulmalıdır. Ama nasıl? İyi örnekleri
çoğaltmak, iyi insan yetiştirmek, bu kişileri toplumda yetki sahibi yapmak,
iyinin hâkim olduğu fert ve toplumlarda
nasıl bir cennetî hayat yaşandığını bütün berraklığı ile sergilemek,
kötünün, kötülüğün hâkim olduğu fert ve toplumlarda yaşanılan cehennemî hayatı
gözler önüne sermek, yani çöplükle gülistanı, lağım kanalı ile arı duru su
kaynağını topluma farkettirmekle. İşte o zaman toplumsal körlük giderilecek,
toplumsal kötülüğün önüne set çekilecek, iyinin ve iyiliğin önündeki kalın
perdeler kaldırılıp, baharın temiz havası teneffüs edilmiş olacaktır. Tek tek
fertlerden sadır olan kötülüklerle mücadele etmekle beraber, toplumsal
kötülükle mücadele edilip bu kötülük önlenmeden, ferdî kötülüklerin önünün
alınamayacağı bilinmelidir. Mikrop üreten bataklık kurutulmadan, çevreyi istilâ
eden mikrop taşıyıcılarla baş edilemez. O bataklık, toplumu bir kanser gibi
saran çıkarcı, inkârcı, baskıcı, dayatmacı bir avuç azınlığın hükümran olduğu
ideolojiler ve sakim rejimlerdir. Görebilen, duyabilen, doğru anlayabilen,
doğru teşhis yapabilen, kanaatlerine nefsini karıştırmadan doğru karar
verebilen, dürüst, ahlâk ve fazilet örneği, inanan ve inandığını yaşamaya
çalışan, hülâsa tüm iyilikleri kendinde toplayan fertlerden oluşan ÖRNEK BİR
TOPLUM olmak için herkes kendine düşeni yapmak, iyiliğin simgesi olmak
durumundadır.
Akıl, Allah Teâlâ'nın insanoğluna ikram ettiği büyük
bir nimettir. Allah Teâlâ, aklı olanı mükellef kılmakta ve ona mes'uliyetler
yüklemektedir. Çünkü gerçekler ancak ve ancak akl-ı selim ile anlaşılabilir.
Akl-ı selim demek, ayıp ve noksanlıklardan berî olan akıl demektir. Aklın
kelime mânâsı, menetmektir. İnsanı kötülüklerden meneden akıl, ayıp ve
noksanlıklardan berî olan akıldır. O bakımdan kişinin akl-ı selim sahibi
olmasının işareti ve alâmeti yaptıklarından anlaşılmaktadır. Hayır ile şerri,
hak ile batılı birbirinden ayırt edemeyen bir akıl, akl-ı selim olamaz. Kaldı
ki gerçek akl-ı selim sahipleri iki hayır cem olunca hangisinin daha hayırlı olduğunu
anlar ve ona göre hareket ederler.
Cafer-i Sadık, Numan bin Sabit'e:
"Akıl nedir." diye sormuş.
O da: "Hayır ile şerri birbirinden ayırt eden
melekedir." demiş.
Cafer-i Sadık,
"Onu atlar bile temyiz eder. Sahibi atın yanına
gelirken kendisine ot mu getiriyor, yoksa kırbaç mı vuracak bilir."
Numan bu cevap karşısında şaşırır. Bunun üzerine
Cafer-i Sadık:
"Akıl, iki mühim hayır zuhûr ettiği zaman,
hangisinin daha hayırlı olduğunu temyiz eden melekedir." der.
Fâni olanı bâkî olana, dünyayı ahirete tercih edenler,
Allah Teâlâ'dan değil insanlardan korkanlar, akl-ı selim sahibi olamazlar.
Öleceği ve ölümden sonra zorlu bir hesaba çekileceğini bilip de, sürekli
kahkahalarla gülenler, haram mal devşirenler, kâlbine Allah ve peygamber
sevgisi yerine, dünya, mal ve makam sevgisini yerleştirenlere nasıl akıllı
denilebilir.
Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem, katıla
katıla gülen ve gülerken bütün dişleri görünen bir topluluk gördü ve şöyle
buyurdu:
"Eğer
ölümü çok hatırlasaydınız, böyle gördüğüm gibi olmazdınız. Öyleyse ölümü çok
hatırlayınız. Kabir, üzerinden bir gün geçmez ki şöyle seslenmesin:
-Ben
kimsesizlik yuvasıyım, yalnızlık yurduyum, topraktan bir evim, kurtçukların
yuvasıyım.
Bir mü'min kabre konunca kabir ona,
-Gelişin
mübarek olsun, ne iyi ettin de geldin. Yeryüzündeki insanlar arasında en çok
sevdiğim sendin. Bugün sen bana geldin, benim sana ne kadar iyi davranacağımı
göreceksin.
Arkasından
kabir mü'minin görüşünün ulaşabileceği kadar genişleyecek ve oradan cennete bir
kapı açılacak o kapıdan mü'mine cennetin havası ve güzel kokuları ulaşacaktır.
Günahkâr bir kişi kabre konunca kabir ona:
-Gelişin
senin için bir felâkettir. Yeryüzünde insanlar içinde en çok senden nefret
ederdim. Bugün bana geldin. Sana ne kadar kötü davranacağımı göreceksin,
diyecek ve onu öyle bir sıkacak ki kaburgaları birbirine girecektir.
Daha sonra Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle devam etti:
"Kabir
ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir
çukurdur." (Fezail-i Âmal S:44)
Bir
gün Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem, Kur'an-ı Kerim okuyan genç bir
sahabinin yanından geçiyordu o genç sahabe,
"Artık gök yarılıp da yağ gibi eriyip, kızaran
bir gül rengine büründüğü zaman" ayetine gelince, bütün vücudundaki
tüylerin ayağa kalktığını, hıçkırıklardan nefesinin tıkandığını gördü ve
gencin:
"Gökyüzü
yarıldığı gün (kıyamet koptuğunda) hâlim ne olacak, vay benim perişan
hâlime!" dediğini işittiğinde, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem
ona:
"Sen ağlarken melekler de ağlamaya
başladı." buyurdular.
Akl-ı selim sahibi kişiler, sürekli tefekkür ederler.
Allah Teâlâ'nın yüce kudreti karşısında acziyetlerini, fâniliklerini idrak
ederek sonsuz bir teslimiyet ve inkıyatla Rabb Teâlâ’ya kulluk vazifelerini en
doruk noktada, ihlas ve samimiyetle îfâ etmeye çalışır, takvaya, etkaya
ulaşmaya gayret ederler.
Ebu
Hureyre radıyallahu anhın rivayetine göre Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve
sellem:
"Bir saat
tefekkür edip mahlûkatı düşünmek, yetmiş senelik nâfile ibadetten üstündür."
buyurmuşlardır.
Ebu’d Derda'nın en büyük ve en üstün ibadeti neydi
diye hanımından sordular, O da: "Tefekkürdü" diye cevap verdi. Çünkü
tefekkürde, zikir vardır, mârifetullah vardır, muhabbet vardır.
Ehl-i hikmet, "Aklı olgunlaştırmak Allah'ın
rızasına uymakla ve gazab ettiği şeyden sakınmakla olur" demişlerdir.
Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte,
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Kıyamet günü bir kimse yüksek sesle: "Akıl
sahipleri nerede?" diye nida eder. Mahşer halkı 'Hangi akıl sahiplerini
çağırıyorsun', diye sorduklarında o şöyle cevap verir: "Onlar ayakta iken,
otururken, yanları üzerlerine yatarken Allah'ı zikrederler, göklerin ve yerin
yaratılışındaki hikmeti düşünür, tefekkür ederler ve 'Ey Rabb'ımız! Sen bunu
boş yere yaratmadın, seni tesbih ederiz, bizi cehennem azabından koru
derler." Bu kişilere bir sancak verilir. Bir kısım insanlar da onların
sancağının peşinden gider ve onlara: "Artık bu cennete sonsuza dek
girin" denir."
Görülüyor ki Allah Teâlâ'nın yarattıkları üzerinde
tefekkür etmek, kişiyi Allah Teâlâ'nın, yüce kudreti karşısında derin ve içten
bir ubudiyete, muhabbete, acziyyetini idrake ulaştırıyor. Böyle yapılan bir
tefekkür de nâfile ibadetden daha faziletli olmuş oluyor.
Akl-ı
selim sahibi, böyle bir tefekkürle, maksûdu, matlûbu, ve mahbûbuna vasıl olur.
Akl-ı selim sahibi bir kişinin, maksûdu da, matlûbu da, mahbûbu da Allah
Teâlâ'dır. Artık o, nefsine, şeytana, tağutlara boyun eğemez, dünyası için,
ahiretini berbat etmez, dinini ve dinin ahkâmını hevasına tâbi kılmaya
çalışmaz. Korku ile ümid arasında imanen ve amelen sürekli yenilenir.
Hz. Ömer radıyallahu anh:
"Kıyamet günü, bir kişi dışında herkesi cehenneme
atın diye nidâ eyleseydi, kendi amellerimden dolayı o kişinin ben olacağından
korkardım. Eğer bir kişi hariç herkesi cennete koyun diye nidâ edilseydi,
Allah'ın rahmetinden dolayı o kişinin ben olacağımı umardım." demektedir.
İşte akl-ı selimin insanı ulaştırdığı sağlıklı netice.
Gerçek müslüman, kâmil mü'min (beyne'l havf ve'r reca) korku ile ümid arasında
yaşayan, ne tamamen ümide kapılıp gevşeyen, ne de tamamen korkuya kapılıp
bunalıma düşendir.
Ahmâk ise, Allah’tan korkmadan, hayâsızca isyan ve
tuğyan eden, sürekli cehennemlik işler yaptığı halde cenneti ümit eden, kabir
azabı, âhiret hesabı, cehennem ateşi endişesi taşımayan kişidir.
Kur'an ve sünnet ışığında, nefsini hesaba çeken,
ahiret için hazırlanan, insanlara iyilikte bulunan, hayır ve hasenat yapan,
haramlardan kaçan, şüphelilerden uzak duran, ahlâkını güzelleştirip kötü ahlâklardan
arınan, sâlih ameller işleyen, İslâm'ın hâkimiyeti için fedakârlık yapan,
hülâsa, iman edip imanın gereğini bütün hayatına yansıtan kişi akl-ı selim
sahibidir. Ahmâkların ahmağı ise iman etmeyen ve yeryüzünde fitne çıkaran fâcir
olanlardır. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem: "Ey Ademoğlu!
Rabb’ına, itaat et! O takdirde akıllı diye isimlendirilirsin. Ona asi olma!
Câhil diye isimlendirilirsin." (Ebu Nuyam)
Hz. Ebubekir radıyallahu anh: "Akıllıların
akıllısı takva sahibi olandır. Ahmâkların ahmağı da fâcir olandır."
demektedir.
Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
"Aklın alâmeti, nefse hâkim olmak ve öldükten
sonra lazım olacaklara hazırlanmaktır.
Ahmâklık
alâmeti ise nefse uyup (günahlara dalıp) Allah’tan afv ve mağfiret
beklemektir." (İbni Mâce)
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Allah dilediğine hikmet verir, kime hikmet
verilirse, ona pek çok hayır ve üstünlük verilmiştir. Gerçekleri ancak akıl
sahipleri anlar." (Bakara /269)
Ayette işaret edilen hikmet, faideli ilimler demektir.
Elbetteki ilimlerin en faidelisi Kur'an ilmidir. Hikmet ehli ise ilmi ile amel
eden ve amelinde ihlâs sahibi olandır. Bu gerçeği kavrayabilmek için selim bir
akıl gerekmektedir.
Allah Teâlâ akl-ı selim sahiplerinin vasıflarını şöyle
açıklıyor:
"(Düşünün) Rabb’ından sana indirilenin hak
olduğunu bilen kimse, (inkâr eden) kör kimse gibi olur mu? Bunu ancak gerçek
akıl sahipleri anlar. (O akıl sahipleri ki), onlar Allah'ın ahdini yerine
getirirler, verdikleri sözü bozmazlar. Onlar Allah'ın gözetilmesini emrettiği
şeyleri gözeten, akrabalık bağlarını koparmayan (onlara iyilik eden),
Rab’larından sakınan ve kötü hesaptan korkan kimselerdir. Yine onlar
Rab’larının rızasını isteyerek sabreden, namazı dosdoğru kılan, kendilerine
verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık olarak (Allah yolunda) harcayan ve
kötülüğü iyilikle savan kimselerdir. İşte bunlar var ya, dünya yurdunun sonucu
(cennet) sadece onlarındır." (Râd /19-22)
"Tağuta kulluk etmekten kaçınıp, Allah'a
yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan
kullarımı müjdele. İşte Allah'ın hidayet edip, doğru yola ilettiği kimseler
onlardır. İşte onlar akıl sahipleridir." (Zümer /17-18)
Sözün en güzeli, Allah Teâlâ'nın kelamı ve sonra
Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemin sözleridir. Kim ki Kur'an ve
sünnete uyarsa, onlar hidayete ermiştir. Bu ise akl-ı selimin icâbıdır. Çünkü
akl-ı selim sahipleri tefekkür eder, öğüt dinler ve ibret alırlar. Allah celle
celâluhu şöyle buyurmaktadır:
"(Ey Muhammed!) Sana bu mübarek kitabı ayetlerini
düşünsünler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye indirdik." (Sâd /29)
Abdulkadir Geylani şöyle der: "Senin aklın yok.
Eğer aklın olsaydı, dinin ortadan kalkmasına ağlardın. Elinde sermaye var,
fakat sen onunla ticaret yapmıyorsun. Akıl ile hayâ malın sermayesidir. Fakat
sen onlarla iyi bir ticaret yapmıyorsun. Kendisi ile amel edilmeyen ilim,
kendisinden faydalanmayan akıl, fayda vermeyen ömür, içinde oturulmayan bir
eve, bilinmeyen bir hazineye ve yenmeyen bir yemeğe benzerler."
Kâlb-i selîm, ucub, kibir, hased, mal ve makam
sevgisi, riyâ ve benzeri ahlâkî zemimeden temizlenmiş ve ahlâk-ı Muhammedî ile
ziynetlenmiş imanın tadını alıp itminana ermiş kâlb demektir. Allah'tan
korkmayan, muhabbet ve merhametten mahrum olan halis niyet taşımayan bir kâlb,
nasıl kâlb-i selim olur, şeytan ve nefsin tasallutundan nasıl selâmet bulur?
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem:
"Allah'ım, korkmayan kâlbden, işitilmeyen duadan,
doymayan nefisten, menfaat vermeyen ilimden sana sığınırım. Bu dört şeyden sana
sığınırım." (Tirmizî) diye dua etmiş ve Allah'tan korkmayan bir kâlbin
tehlikesine işaret etmiştir.
Allah Teâlâ:
"O gün (mahşer günü) ne mal, ne evlat fayda
verir. Ancak o günde, Allah'a kâlb-i selimle gelenler (kurtuluşa erer.)"
(Şuara/ 88-89) buyurmaktadır.
Ehli
hikmet 3 çeşit kâlb olduğundan bahseder.
1-
Ölü kâlb,
2-
Hasta kâlb,
3-
Diri kâlb,
Ölü
kâlb, kâfir ve münafıkların kâlbi, hasta kâlb, günah-ı kebâir işleyenlerin,
azgınlık yapan, tuğyan edenlerin kâlbi; diri kâlb de, muttakîlerin, takvaya
erenlerin, sâlih ve sadıkların kâlbidir.
Hükemâ,
kâlbin kötülüğünün alâmetleri hakkında şöyle demektedir:
1-
Allah Teâlâ’ya taatten zevk almamak.
2-
Günaha düşmekten korkmamak,
3-
Başkasının ölümünden ibret almayıp, aksine her gün dünyaya daha çok bağlanmak.
Kâlb nazargâh-ı ilâhîdir. Onu her türlü
çirkinliklerden kötülüklerden temizlemedikçe, ilâhî nazara teşne olmaz, diğer
âzâlarımız da selâmete eremez.
Nitekim
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
"Allah Teâlâ sizin suretlerinize ve mallarınıza
bakmaz. Lâkin kâlblerinize ve amellerinize bakar." (Müslim) buyuruyor.
Vücudun bütün âzâları kâlbe göre hareket eder. Ona
tabî olur. Kâlb bozulursa, gözün bakışları hainleşir. Hakka kapalıdır görmez.
Bâtıla açıktır hep o tarafa kayar. Dil yalan, gıybet, dedikodu, iftira ve
benzeri kötülüklerin mekânı olur. Hakkı konuşmaktan, zâlime karşı tavır
almaktan nasibi yoktur. Konuşurken batıla dalıp gider, malâyâniyi sever. Kulak,
çirkin lakırtılardan, lüzumsuz ve gereksiz konuşmaları, lehviyyâtı dinlemekten
zevk alır. Doğru sözleri, hak kelâmı işitmekten, dinlemekten sıkılır. Eller
hayırlı işler yapmaktan, ayaklar Allah yolunda tozlanmaktan hiç mi hiç
hoşlanmaz. Amma kâlb, kâlb-i selim olur ve nazargâh-ı ilâhiye teşne yapılır,
her türlü kötülüklerden arıtılırsa, işte o zaman vücudun bütün âzâları
yaratılışlarına uygun şekilde iş görür, değil haramlardan, şüpheli şeylerden de
sakınmaya başlar. Böyle bir kâlbe sahip olan kişi hayırlı kişidir. Allah
Teâlâ'nın sevdiği kişidir.
Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır: "Allah Teâlâ bir kuluna hayır murat ederse, onun kâlb
kilidini açar, onu yakîn ve sıdk sahibi yapar. Kâlbini selim, lisanını sâdık,
ahlâkını müstakim kılar. Kulağını hakkı işitici, gözünü hakkı görücü
eyler." (Muhtar'ul Ehâdis/ 9)
Böyle bir hayra eren, Allah Teâlâ'nın hayır murat
ettiği bir kul olan kişi artık Allah Teâlâ'nın vaad ettiği cennete selametle
girer ve ebedî saadete nail olur.
Bu
hususta Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"İşte size vaad edilen bu cennet ki o, Allah'a
yönelen, emirlerine riayet eden, görmediği halde Rahman'dan korkan ve ALLAH'A
YÖNELMİŞ BİR KALB ile gelen kimselere mahsustur." (Kaf/ 32-33)
Abdulkadir Geylanî şöyle der:
"Kâlblerinizi ıslah etmeye çalışın. Çünkü onun
salâh bulması, bütün varlığın salâha ermesi sayılır."
Bu
mevzûda Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemin şu hadis-i şerifini
hatırlamak yerinde olur:
"Vücutta bir et parçası vardır, o düzelirse vücut
da düzelir. O bozulursa vücut da bozulur. Dikkat edin o, kâlbtir."
Kâlbin
salâhı, tevhid, takva, tevekkül ve bütün işlerde ihlas sahibi olmakla
mümkündür. Fesadı ise bunların yokluğu ile olur. Kâlb bu vücud kafesinde bir
kuş gibidir. Ve bir şişe içinde saklı inciye benzer. Hazinede gizli, mûteber
bir meta’ gibidir. Bakılacak şey kafes değil içindeki kuştur. İçindeki inciye
bakılmalı şişeye değil, hazinedeki mûteber nesne dururken, duvarına, kerpicine
bakmak neye yarar.
Başka
bir defa da şöyle nasihat etti:
"Kâlbinizi yürümeye alıştırın, o bir adım
giderse, ikinci adımı yürütmeye koyulun, o yürümeye başlarsa elinden çabuk
tutarlar. Yeter ki şahın yolunu bile. Ona doğru yürüyen kâlb bir adım atsa, o
şah beş adım atar. Belki daha da fazla. O, sevdiklerine kavuşmayı en çok
sevendir."
Kâlbi Selâmette
Kılmanın Yolları:
1-
Kur'an Tilâveti: Abdestli olarak kıbleye karşı oturup, acele etmeden tertil
ile, Kur'an'ın Allah kelâmı olduğu şuuruyla, onun mânâsını tefekkür ederek
gönlünü mâsivâdan temizleyip, sanki Kur'an yeni nazil oluyormuşçasına ve Allah
Teâlâ’yı görürcesine büyük bir vecd ve istiğrak içerisinde okunursa, kâlbin
kötü hasletlerden temizlenmesine, Rabb'ına yönelmesine vesile olur.
Allah
Teâlâ:
"Kendisinde hiçbir şekilde şüphe olmayan bu
kitap, muttakiler için bir hidayet kaynağı ve yol göstericidir." (Bakara/
2)
"Kur'an'ı tertil üzere, tane tane oku." (Müzzemmil/ 4) buyurmaktadır.
Abdullah
ibni Ömer radıyallahu anhümadan rivayeten Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem :
"Şüphesiz
bu kâlbler, su değince demir nasıl paslanırsa öyle paslanır.” buyurunca,
Sahabe-i
Kiram: “Bunun cilası nedir? Ya Rasûlallah!” diye sordular.
Peygamberimiz
sallallahu aleyhi ve sellem, “Ölümü çok anmak ve Kur'an okumaktır."
buyurdu. (Beyhakî)
Diğer
bir hadis-i şerifte:
"Biri konuşan, diğeri susan olmak üzere size iki
vaız bırakıyorum. Konuşan Kur'an-ı Kerim, susan da ölümü hatırlamaktır."
Hasan-ı
Basrî rahmetullahi aleyh: "İnsanlar önceleri Kur'an'ı Allah'ın bir emri,
fermanı bilir, öyle davranırdı. Gece-gündüz onun üzerinde titizlik gösterir,
onu gözetir, göz önünde bulundurur, ona göre amel ederdi. Şimdi siz onun
harflerine, harekelerine çok dikkat ediyorsunuz, ama ilâhî emirler içinde neler
bulunduğuna hiç dikkat etmiyorsunuz. Hatta onları anlamıyorsunuz."
demektedir. (Fezâil-i Amâl)
"Kim bir gecede 10 ayet okursa, gafillerden
yazılmayacaktır." (Hâkim)
"Kişi, Kur'an'ı ezbere okuduğunda BİN derece
sevaba, yüzüne okuduğunda da İKİBİN'e kadar artan sevaba nail olur."
(Beyhakî)
Selef-i
sâlihîn Kur'an okurken büyük bir vecde gelir, kendilerinden geçerlerdi. Hz.
Ömer radıyallahu anh azap ayetlerini okurken bayılır, düşerdi. Halbuki kendisi daha dünyada iken cennetle
müjdelenmişti.
İkrime radıyallahu anh Kur'an okurken öyle bir vecde
gelirdi ki,
"Bu Rabb’ımın kelâmıdır. Rabb'ımın
kelâmıdır." der ve bayılıp yere düşerdi. Zürare bin Evfa mescidde namaz
kılıyordu. "Sûra üflenip kıyamet koptuğunda" ayetine gelince yere
düşüp ölüverdi.
Kur'an böyle bir vecd ve haşyet içinde, O'nun yüce
mânâlarını tefekkür ederek okunursa kişinin kâlbi inşirah eder, masiva ve
gaflet kir ve pasından temizlenerek nurlanır, ilâhî nazara teşne olur.
Kur'an'ı okumaktan asıl maksat, O'nu anlayıp amel
etmektir. Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır,
İbni Mes'ud radıyallahu anhten rivayeten: "O bir insana şöyle dedi: Sen
fâkihleri çok, okuyucuları az, Kur'an'ın hududu korunan, harfleri unutulan,
isteyenleri az, verenleri çok, namazı uzatıp, hutbeyi kısa tutan, heva ve
heveslerinden önce, iyi amellere koşan kişilerin bulunduğu bir zamandasın.
İnsanlar fâkihleri az, (Kur'an) okuyucuları çok olan bir dönem yaşayacaklardır.
O zamanda Kur'an'ın harf ve kelimeleri ezberlenecek, emir ve yasakları
unutulacak. İsteyen çok, veren ise az olacak. Namazı kısa tutup, hutbeyi
uzatacaklar. Amellerinden önce heva ve heveslerine uyacaklardır." (Cem'ül
Fevaid, İmam Malik-Muvatta)
Diğer bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır:
"Kim Kur'an okuyup da onunla amel ederse, kıyamet
gününde babasının başına ışığı dünya evlerindeki güneşin ziyâsından daha parlak
bir taç giydirilir. Varın Kur'an'la bizzat amel edenin ışığı nasıl olacak bir
düşünün." (Ebu Dâvud)
İbni
Abbas radıyallahu anhümadan rivayeten:
"Bir
adam dedi ki:
Ey
Allah'ın Rasûlü! Allah'a en sevimli amel hangisidir?"
'Yolculuğu bitirince tekrar yola başlayan
kimsenin durumudur.' buyurdu.
Adam:
'Yolculuğu
bitirip tekrar yola başlama durumu nedir?'
diye sordu.
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem:
"Kur'an'ı başından sonuna kadar okur, bitirdikçe
yeniden başlar." buyurdu. (Tirmizi)
El-
Hâris El-Aver radıyallahu anhten: Mescide uğradım, insanların boş konuşmalara
daldıklarını gördüm. Hz. Ali'ye gelip haber verdim, şöyle dedi: Hakikaten bunu
yaptılar mı? Evet dedim. Şöyle dedi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin
şöyle buyurduğunu duydum:
"İlerde
fitne olacaktır." dedi.
"Ondan kurtuluş nasıl olur Ey Allah'ın Rasûlü?"
diye sordum. Şöyle buyurdu:
"Allah'ın
kitabına sarılmakla. Çünkü sizden öncekilerin haberleri ile sizden sonrakilerin
haberleri ondadır. Aranızda vereceğiniz hükümler de onun içindedir. O önemli
bilgileri ihtiva eder. İçinde lüzumsuz ve maksatsız hiçbir söz yoktur. Kim onu
akılsızlığından dolayı terk ederse, Allah onun belini kırar. Kim hidayeti ondan
başkasında ararsa, Allah onu sapıtır. O, Allah'ın sapasağlam bir ipidir. O,
hikmetli olan zikirdir; o, dosdoğru yoldur. O, kendisiyle arzuların sapmadığı,
dillerin yalan şeyler söylemediği, âlimlerin doymadığı, çok okumakla eskimeyen,
hârikulâdeliği tükenmeyen bir kitaptır. O, cinlerin işitip de şöyle dediği bir
kitaptır.
"Gerçekten biz, doğru yola ileten harikulâde
güzel bir Kur'an dinledik de O'na iman
ettik." (Cin/ 1)
“Kim ondan bir haber getirirse doğru söylemiş olur,
kim onunla amel ederse ecir alır. Kim onunla hükmederse âdil olur. Kim
insanları O'na davet ederse doğru yola iletmiş olur. Ey Aver! Bunları dinle, kulağına küpe olsun." (Tirmizî)
2-
Zikir: Zikir, Allah Teâlâ’yı anmak, bizimle beraber olduğu, bize şah
damarımızdan daha yakın olduğu, bizim her şeyimize vâkıf olduğu, bize bizden
daha yakın olduğu şuuruyla, O'nun yüce katında edeple, kulluğa yakışır bir
tarzda hareket etmek, onu büyük bir tâ’zimle lisânen, kâlben ve bütün
âzâlarımızla anmaktır.
Allah
Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"(Onlar Allah'a) iman edenler ve gönülleri
Allah'ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki kâlbler, ancak Allah'ı
zikirle sükûnet bulur." (Ra'd/ 28)
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem de,
"Allah'ı
zikreden ile zikretmeyenin farkı, ölü ile diri (arasındaki fark) gibidir."
(Buharî, Müslim) buyurmaktadır.
Diğer
bir hadis-i şerifte de şöyle buyurmaktadır:
"Cennete girenler hiçbir şeye üzülüp pişmanlık
duymayacaklar. Ancak dünyada iken Allah'ı zikretmeden geçirdikleri saatlere
üzüleceklerdir." (Beyhakî)
Ebu
Hureyre radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Allah Teâlâ buyuruyor ki; Ben kuluma, Ben’im
hakkımdaki zannına göre muamele yaparım. O Ben’i zikrettiği an, Ben onunla
beraberim. O Ben’i kâlbinde (içinden) zikrederse, Ben de onu içimden
zikrederim. O Ben’i bir topluluk içinde zikrederse, Ben de onu o topluluktan
daha hayırlı bir topluluk (melekler) içinde zikrederim. O bana bir karış
yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç yaklaşırım; o bana bir kulaç yaklaşırsa, Ben ona
iki kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak gelirim."
(Buharî-Müslim)
Enes
bin Malik radıyallahu anh Peygamberimizin
şöyle buyurduğunu rivayet etti:
"Bir
araya gelerek, Allah'ı zikreden, bununla da sadece Allah'ın rızasını dileyen
her bir topluluğa gökten bir melek, 'Kalkın, siz bağışlandınız, günahlarınız da
sevaplara döndürüldü.' diye nidâ eder." (Ahmed)
İmam-ı Gazalî zikri iki kısma ayırmaktadır:
1-
Dil ve kâlb ile yapılan zikir.
2-
Bir kötülüğe, günah işlemeye meyledince, yönelince Allah Teâlâ’yı hatırlayıp,
hayâ ederek o kötülükten, o günahı irtikab etmekten ictinab etmek sûretiyle
yapılan zikir. Zikrin efdalinin de bu olduğunu söylemektedir. Bir kişi Allah
Teâlâ’yı lisan ve kâlb ile zikrediyor da, kötülüklere ve günaha dalıyorsa, o zikir ona bir fayda vermiyor demektir.
Allah
Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Mü'minler
ancak o kimselerdir ki, Allah zikredildiği zaman kâlbleri ürperir. Allah'ın
ayetleri okunduğu zaman imanlarını kat kat artırır ve sadece Rablerine
güvenirler." (Enfal/ 2)
Demek
ki hakiki zikir, kâlbi rikkate getirir ve imanı kuvvetlendirir. Allah Teâlâ'ya
olan muhabbeti ziyâdeleştirir. Böyle olunca artık kâlb Rabb'ına isyana, günah
işlemeye kendinde bir mecal bulamaz.
"Öyle insanlar vardır ki, ne ticaret, ne de alış
veriş onları Allah'ı zikretmekten, namaz kılmaktan ve zekat vermekten alıkoyar.
Onlar kâlblerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar." (Nur/
37)
3-Tefekkür-ü
Mevt:
Ölümü çok
anmak, ölüm sonrası kabir hayatını, yeniden dirilişi, mahşer gününü, hesap
gününü, iğneden ipliğe hesaba çekileceğimizi, çocukları aksaçlı hale getiren,
emzikli anaların yavrularını kucağından atacağını, güneşin insanlar üzerinde
bir arşın yakınlaşacağını, sıratı ve onun altında kükreyen alevleriyle, kızgın
ateşi ile cehennemi ve nihayet cenneti, onun sonsuz nimetlerini, ebedî bir
hayat içinde ebedî bir saadeti, Allah Teâlâ'nın cemalinin oradan temâşâ
edileceğini, peygamberler, sıddıklar, sâlihler, ehlullah, muttakîler ile
beraber, onlarla hemmeclis olunacak bitmeyen tükenmeyen huzur, sükûn, sürûr
dolu gerçek bir hayatı, bütün bunları tefekkür etmek, düşünmek ve bu davetsiz
misafir, o kaçınılmaz son, ölüm gelmeden önce ona hazır olmak ve
geldiğinde, hoş geldin safâ geldin ey
dost canibinden gelen sevgili, diye karşılayabilmek. İşte bütün mesele bunu başarabilmektir.
Allah
Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Her canlı
ölümü tadacaktır. Her halde kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size
tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa, o,
gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı ise aldatma metaından başka bir
şey değildir." (Âli İmran/ 185)
Hz.
Ebubekir radıyallahu anh cennetle müjdelenmiş ve Rasûlullah sallallahu aleyhi
ve sellem:
"Ümmetimden cennet'e ilk girecek olan
Ebubekir'dir" buyurmuştur.
Buna
rağmen O, hesaba çekilmekten ve o günün dehşetinden çok korkar ve zaman zaman:
"Ah
keşke ben de kesilen bir ağaç gibi olsaydım. Keşke hayvanların yiyeceği bir ot
olsaydım." derdi.
Bir
gün bir bahçeye girdiğinde orada bir hayvan gördü ve şöyle dedi:
"Sen ne kadar bahtiyarsın ki yiyip içip ağaçların
gölgesinde dolaşıyorsun ve ahirette hesaba çekilmeyeceksin. Keşke Ebubekir de
senin gibi olsaydı."
Tefekkür-ü mevt hakkında vârid olan hadis-i
şeriflerden bir kısmı şöyle:
"Vaız olarak ölüm kâfidir." (Beyhaki)
"Zevk ve tatları yeneni (ölümü) çok anınız."
(Tirmizi)
"Ölümü
çokça anınız, çünkü ölümü anmak günahları eritir, kişiyi dünyaya dalmaktan alıkor." (İbni Ebiddünya)
"İnsanların
en akıllısı, ölümü en çok hatırlayanları ve ona hazırlık yapanlardır. İşte
akıllılar onlardır. Çünkü dünyada şerefli olarak yaşadılar. Ahirette de değer
kazandılar." (İbni Ebiddünya)
Abdulkadir Geylani şöyle demektedir: "Ölümü
hatırlamak kâlbini temizler, seni dünyaya, insanlara bağlanma felâketinden
kurtarır. Yalnız Allah sevgisine bağlar, kâlbinden perdeyi kaldırır. Neticede
görürsün ki, insanlar da, diğer varlıklar da fânidir; yok olmaya mahkûmdur,
acizdir."
Ulemâ tefekkür 5 vecihtir derler:
a
Allah'ın ayetlerinde tefekkür, bundan tevhid ve yakîn doğar.
b-
Allah'ın nimetlerinde tefekkür, bundan muhabbet doğar.
c-
Allah’ın kötü akıbetle korkutmasında tefekkür, bundan heybet doğar.
d-
Allah'ın ihsanlarına rağmen nefsinin itaat eksikliğini tefekkür, bundan hayâ
doğar.
e-
Ölümü tefekkür, bundan da kâlb temizliği doğar.
Abdülkadir Geylani bir sohbetinde şöyle uyarır:
"Evlat, Hak’la yalnızlığın temiz olursa, için ürperir, kâlbin parlar.
Bakışların ibretle dolar. Kâlbin yüce düşüncelere ka’b olur. Ruhun ve mânâ
âlemin hakka vasıl olur. Dünyalık işleri düşünmek insanın iç âlemini kapkara
eder. Ömür, âlemin güzelliğini anlamak hayat ve yaşamak ilmini verir. Tefekküre
dal! Ondan daha büyük şey olmaz. Allah Teâlâ kulun tefekkürüne karşılık, dünya
ve ahiret ilmi verir. Kâlbin yaşaması tefekkürle olur. Dünyanın kazancı
tefekkürle elde edilir. Ahiret böyle ele girer."
Allah
Teâlâ’nın cennette mü'minler için, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve
hiçbir beşerin kâlbinden geçmeyen nimetler hazırladığını ve cennetten, Allah
Teâlâ’nın cemalinin seyredileceği, orada ebedî kalınacağı, hiçbir hüznün,
kederin, hastalığın, ihtiyarlığın olmayacağı hadis-i şeriflerde, ayet-i
kerimelerde bildirilmiştir. Biz müslümanlara düşen, ölümü ve ölüm ötesi hayatı
lâyıkı vechile tefekkür edip, kâlbimizi her türlü kötü düşüncelerden, kötü
ahlâklardan arındırıp, ölüm ötesi hayata hazırlanmaktır. Şurası kat’î olarak
bilinmelidir ki, kâlb kötülüklerden arındırılmadıkça, sâlih ameller işlemek
Allah Teâlâ’nın rızasını kazanacak hizmetler yapmak mümkün değildir.
Abdulkadir
Geylanî şöyle der:
"Ne oldu size, sanki hiç ölmeyeceksiniz.
Halinizden öyle anlaşılıyor. Sanki kıyamet günü dirilip huzura çıkmayacaksınız
ve hesap vermeyeceksiniz, sırat köprüsünü hiç görmeyeceksiniz. Bu nasıl
düşünce? Bu nice inanç? Bu halinize bakmadan iman ve İslâm davası için iddialar
yapıyorsunuz. Yazıklar olsun size! Halinizi düzeltiniz, yoksa batarsınız."
4-Ulemâ,
Sulehâ Meclislerine Devam Etmek
İnsan
hem etkileyen ve hem de etkilenen bir yaratılıştadır. İnsan eğitiminde kâlbî
iletişimin büyük etkisi vardır. Kâlb sürekli değişkenlik arzeden bir özelliğe
sahiptir. Onun bu değişkenliğini devamlı bir iyileşmeye, iyiye, güzele, hak
cânibine sevketmek için, onu menfî etkilenmelerden, kaymalardan muhafaza etmek
için çok iyi bir ortam hazırlamak lâzımdır. O ortamın en güzeli ulemâ ve sulehâ
meclisleridir. Çünkü o meclisler ilim meclisleri, zikir meclisleridir. Bu gibi
meclislerin peygamber lisanındaki adı, CENNET BAHÇELERİ'dir. Cennet bahçesinden
daha güzel bir ortam daha güzel bir mekân bulunabilir mi ki, o bahçenin
bülbülleri Allah kelâmını, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin mübarek
sözlerini dillendiriyorlar, kâlb toprağına iman ağacı dikilmiş, ihlas suyu ile
sulanıyor, rıza gülleri açıyor, takva meyveleri toplanıyor. Gönüller muhabbet
kapılarını açmış, birbirlerine manevî ikramlarda bulunuyor, neticede bir aşk ve
muhabbet sofrasında toplanılıyor, tek kâlb, tek sedâ olunuyor. Meleklerin
gıbtayla seyredip, katılımlarıyla ilâhi tecellilerin, rahmet esintilerinin vecd
ve istiğrakı ile gönüller Rahman'a yükseliyor. Gönül çeşmesinin muslukları
açılıyor, göz pınarlarından sevdâ ve hasret yaşları dökülüyor. O göz yaşları ki
cehennem ateşi onunla sönüyor, yakmak için kendinde mecal bulamıyor, böylece
Rahman'ın kulları, Rahman'da fenâfillah oluyorlar. Böyle meclislere devam ede
ede, kâlb mâsivâ kirlerinden, mal ve makam, riyaset hırsından, dünya
sevgisinden arınıyor. Artık kâlb ikliminde sevda sevda çiçek açan, dallarında
hasret, aşk ve muhabbet nağmeleri şakıyan bir bahar cümbüşü yaşanmaktadır.
Nitekim
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
"Lokman oğluna dedi ki, âlimlerin meclisinde
bulun, hikmet ehlinin sözlerini dinle! Çünkü Allah, ölü yeri yağmur suyu ile
dirilttiği gibi, ölü kâlbi de hikmet nûruyla diriltir."
Ulemâ-yı
âmilîn ve sulehâ-yı sâlihîn meclisleri, kâlbi diriltir, nurlandırır. Ona öyle
bir inşirah verir ki, onda meydana gelen, merhamet, muhabbet dalgaları kainatı
kuşatır. Allah Teâlâ: "Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla
beraber olun." (Tevbe/ 119) buyuruyor. Sadık olan, öncelikle peygamberler,
sonra Ashab-ı kiram ve onların izlerini adım adım takip eden ulemâ-yı âmilîn,
sulehâ-yı sâlihînlerdir. Sadık, niyeti, sözü ve ameli birleyen kişidir. Yani
niyeti halis, sözü hak, ameli amel-i sâlihtir. Kur'an'ın ve sünnetin
belirlediği şekildedir.
Hükemâ şöyle demiştir: Üç şey gussa ve kederi giderir,
kâlbi açar:
1-
Allah Teâlâ'yı zikretmek,
2-
Allah dostlarıyla oturup kalkmak,
3-
Hikmet sahibi kişilerin sözünü dinlemek.
Abdullah
Antâkî beş şey kâlbi tedavi eder demektedir:
1-
Sâlihlerle oturmak,
2-
Kur'an okumak,
3-
Mideyi boş tutmak,
4-
Gece kalkıp ibadet etmek,
5-
Sabahları tazarrû ve niyazda bulunmaktır.
Abdülkadir Geylanî hazretleri bir sohbetinde
dinleyenlere şöyle nasihatta bulundu:
"Hikmet ehli ve ilim ehline kötü gözle
bakmayınız. Ağızlarından çıkan her kelime bir vahiy meyvesidir. Aranızda artık
peygamber yoktur. Uymak için boşuna peygamber aramayın. Peygambere gönülden
bağlı bulunanlara uyarsanız, Peygamber sallallahu aleyhi ve selleme uymuş
olursunuz. Onları görünce ellerine yapışın. MUTTAKİ VE KÖTÜLÜKLERDEN ÇEKİNEN
İLİM SAHİPLERİ İLE SOHBETE DEVAM EDİNİZ. Onların hoş sohbeti olur. Ruhunuzu
bereket kaplar. İlminin gereğini yapmayan dünyalık âlimlerle oturmayınız. Takva
ve ilimde senden ileri olanlarla yaptığın sohbet hoştur, huzur bulursun.
Takvası olmayan, ayrıca ilimden de mahrum kişilerle oturup kalkman sana felâket
ve belâ getirir."
Müslümanlar olarak kâlbimize sahip olmalıyız. Kâlbi sağlam
olan, kâlbi kötülüklerden, kötü ahlâktan arınmış olan büyük bir hayra nail
olmuştur. Kâlbimizi kirletecek, karartacak işlerden, meclislerden uzak
durmalıyız. Çünkü kâlb çok latiftir, çabuk etkilenir. Kötü arkadaştan, kötü
çevreden uzak durmalıyız. Allah'a isyan edilen, günah işlenen yerlerde
bulunmamalıyız. İslâm’ı tebliğ etmek, emr-i bi’l ma’ruf nehy-i ani’l münker
yapmak için bulunmak müstesna.
Ali bin Sehl kuddise sırrıhu:
"Allah'ın veli kulları ile ünsiyet etmek ve
onlara madden ve mânen yakın olmak, Cenab-ı Hak’la ünsiyet etmek demektir.
Onlar sözü, sohbeti ve davranışları ile insana tesir ederek, onu Allah'a
yaklaştırırlar." demiştir.
Bu hususta Ebu Bekr Tilmisani de şöyle der:
"Allah'la sohbet edin, buna gücünüz yetmiyorsa
Allah'la sohbet eden kimselerle sohbet edin. Onların sohbetinin bereketi sizi
Allah ile sohbet seviyesine ulaştırabilir."
Allah'la
sohbet demek onun yüce katında edeple durup kâlbi Allah’tan başka bütün
alâkalardan kesip, onu görüyormuşcasına kâlbi ona rabtetmektir. Kur'an'ı, ya
Rab bu senin kelâmındır diyerek, yüce mânâlarını tefekkür ederek, onunla
mukabele okuyormuş gibi okumaktır.
Kişinin bu yüce mânâya muttali olabilmesi, bu yüce
dergâhta durabilmesi, nefsi tezkiye, kâlbi tasfiye edebilmesi kulluk şuuruna
erip, Rahman'ın katına yücelebilmesi için ulemâ, sulehâ, esdıkâ ve evliyâ
sohbetlerini asla fevt etmemeli, bu meclislerin ve bu sohbetlerin bir kibrit-i
ahmer olduğu idraki içinde bulunmalıdır.
Abdulkadir Geylanî hazretlerinin şu nasihatlarına
kulak verelim:
"Âlimlerin sohbetinde bulun. Sözlerini iyi dinle.
Hak ve hakikat sözlerini kabul et ve gereğini yerine getirmeye gayret et."
"Evlat
cahillerle sohbet ediyorsun, iyi etmiyorsun. Onların hali seni de sarar. Onlara
uyarsan kurtulman kolay olmaz. Ahmakla oturan ahmak olur. Allah'ın varlığına,
birliğine iyi inanan kimselerle ol. Bilen ve bildiği ile amel edenleri
ara."
"İşte Kur'an... İlim sizde yok oldu. Onunla amel
etmezseniz kıyamet günü aleyhinize şahitlik eder. Âlimlerin yanına gider,
öğütlerini tutmaz, sözlerini dinlemez iseniz, öbür âlemde haliniz ne olacak? O
gün bu da aleyhinizde bir delil olacak ve ateşte yanmanıza sebep olacak. İlim
adamının yanına gider sözlerini dinlemezseniz Peygamber öğüdünü dinlememiş gibi
hata etmiş olursunuz."
Ya Rabb! Bizleri bize bırakma, bizi nefsimize bırakma,
sâlihlerle, sâdıklarla ülfet ettir. Ulemâ-yı âmilîn ve sûleha-yı sâlihîn
meclislerinde hemdem et. Günahlarımızı affet, bizi razı olacağın amellerde
muvaffak kıl. Akibetimizi hayreyle. AMİN.
6-
Korku-Ümid Arasında Olmak
Müslüman korku ile ümid arasında olan, Allah Teâlâ'nın
rahmetinden asla ümidini kesmeyen, yaptığı kötü işlerden dolayı da, Allah'ın
azabından korkan kişidir. O, sürekli olarak korku ile ümit arasında med-cezir,
git-gel olayını yaşar. Böylece kâlbini canlı, diri tutmaya gayret eder.
Allah'ın rahmetini ana ana, O'na karşı sonsuz bir muhabbet ve aşk husûle gelir.
Yaptığı amellerin Rabb'ına layık olmadığını görerek aczini anlar, ucbunu,
kibrini kırar, utanır, ona karşı küstahlık yapmaktan, nimetlerine nankörlük
etmekten hayâ ederek arınmaya, temizlenmeye yol bulur.
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Bizim ayetlerimize ancak kendilerine
hatırlatıldığı zaman secdeye kapananlar, büyüklük taslamadan Rab'larını tesbih
edenler, çok ibadet etmekten vücutları yataktan uzak kalanlar, Rab'lerine KORKU
ve ÜMİT ile dua edenler ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan (infak) edenler
inanır." (Secde/ 15-16)
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sekerat-ı mevt
halinde olan genç bir sahabinin yanına gitti. O'na,
"Ne durumdasın?" diye sordu.
O genç Sahabî :
"Yâ Rasûlallah! Allah'ın rahmetinden ümitliyim,
kendi günahlarımdan da korkuyorum." deyince Rasûlullah sallallahu aleyhi
ve sellem şöyle buyurdu:
"Bu
ikisi yani ümit ve korku hangi kulun kâlbinde böyle bulunursa, Allah Teâlâ
kendisinden beklenen ümidi lûtfeder, korktuğu şeyden de ona güven ve emniyet
bahşeder." (Cem'ül Fevaid)
Allah Teâlâ iki korkuyu cem etmez. Kişi, kötü
amellerine bakarak, gereği gibi kulluk yapamadığını farkederek Allah'ın
azabından korkarsa, Allah Teâlâ da, kulunun rahmet ümidini boşa çıkarmaz, onu
hesap gününde korkularından emin kılarak, rahmetiyle kuşatır. Cennet'in sonsuz
nimetlerine garkeder.
Muaz bin Cebel radıyallahu anh, vebâ hastalığına
yakalanmış, baygınlıklar geçiriyordu. Ölümü yaklaşmıştı. Baygınlıktan bir ara
kendine geldiğinde şöyle diyordu:
"Yâ
Rabbî! Sana hürmet ve muhabbetimi biliyorsun senin yüce şanına and olsun ki sen
bunu biliyorsun."
Ölüm
ânı gelince de:
"Ey ölüm! Hoş geldin, gelişin mübarektir! Ne
güzel bir misafir geldi. Ama kıtlık anımızda misafir geldi. Yâ Rabbî! Senden
her zaman korktuğumu bilirsin. Bugün ise senin rahmet ve bağışından ümitliyim.
Ya Rabbî! Ben hayatı severdim. Ama bağ, bahçeler yapmak için değil, sıcak
günlerde oruç tutup, şiddetli susuzluğa sabretmek ve dinin uğrunda zorluklara katlanmak, zikir
meclislerinde, ilim sahiplerinin yanına diz çöküp oturmak için
severdim." diye niyazda bulundu ve
temiz canını Rabb'ına teslim etti. (Fezail'ül Âmâl)
Ka'bül
Ahbar şöyle der:
"Canım kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki,
Allah korkusundan dolayı akan gözyaşlarının yanaklarımı ıslatması, dağlarca
altını sadaka olarak vermemden daha çok hoşuma gider."
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem:
"Sizden biri ölürken mutlaka Allah Teâlâ'ya
hüsn-ü zan beslemeli ve O’nun rahmetinden ümitli olmalıdır." buyurur.
İmam
Ahmed bin Hanbel öleceği sırada oğlunu yanına çağırarak,
"Bana Allah Teâlâ'nın rahmetine ümidi çoğaltan
hadisleri oku." dedi.
Yahya bin Muaz şöyle diyor:
"Aldanmanın en büyüğü, pişmanlık duymadan
Allah'tan af umarak günaha devam etmek, taatsız olarak Allah'a yaklaşmaya
çalışmak, cehennem tohumu ile cennet ekini beklemek, günahlarla itaat edenlerin
barınaklarını istemek, amelsiz karşılık beklemek ve aşırı hareketlerle beraber
Allah'tan kurtuluş temenni etmektir."(İhya)
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Allah'ın kitabını okuyanlar, namazı kılanlar ve
kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah için) gizli ve açık sarfedenler asla
zarara uğramayacak bir kazanç ümid edebilirler. Çünkü Allah onların
mükâfatlarını tam öder ve lütfûndan onlara fazlasını da verir. Çünkü O, çok
bağışlayan, şükrün karşılığını bol bol verendir." (Fatır/ 29-30)
İman,
korku ile ümid arasında sıhhat bulur, yenilenir ve kemâlleşir. Onun için sâlih
bir kul Allah'ın rahmetini, affını kendi günahlarına vesile yapamaz, yani
Allah'ın affına, rahmetine güvenerek günah işleme cür'etinde bulunamaz. O bilir
ki Allah'ın azabı da haktır. O dilerse affeder, dilerse bağışlar, Muaz bin
Cebel radıyallahu anh der ki: "Cehennem köprüsünü (sıratı) geride
bırakıncaya kadar (yani selâmetle onu geçinceye kadar) mü'minin kâlbi sükûna
kavuşamaz."
Allah Teâlâ da şöyle buyuruyor:
"Ey insanlar! Allah'ın (haşr ve ceza ile ilgili
diriltme) va'di gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve o aldatıcı
(şeytan) da Allah'ın affına güvendirmek sûretiyle sizi kandırmasın."
(Fatır/ 5)
İmam-ı Gazâli, şöyle der:
"Ümit ile korku mukarreb kulların, övülmüş her
makama uçtuğu iki kanat, ahiret yolundaki aşılmaz her mâniayı geçtikleri iki
binektir. Kişiyi Rahman'ın yakınına ancak ümit sıkıntıları götürür. Cehennem
ateşinden de ancak korku kırbaçları kurtarır. Kâlb erbabı anlamıştır ki, dünya
ahiretin tarlasıdır. Kâlb tarla, iman onun içinde bir çekirdek gibidir. Taatler
toprağı temizleyip sürmek, kanallar açıp orada sular akıtmak gibidir. Kendini
maddeye kaptırıp dünyaya dalan kâlb, üzerinde tohum yetişmeyen çorak arazi
gibidir. Kıyamet günü hasat günüdür, o gün herkes ancak ektiğini biçer.”
Abdulkadir Geylâni şöyle der:
"Dünyanın dönüşü ve herşeyin hareketi bir
disiplin ve korkunun eseridir. Eğer bir şeyden korkmuyorsan onu bilmiyorsun
demektir. Korku ilmin ta kendisidir. Korkmayan bilgi sahibi değildir.
Korkan korktuğu şeyin âlimidir. Allah
korkusu olmayan için ne burada, ne de ötede selâmet vardır. İnsan Allah'ı
bildikçe korkar. Bilmeyen neden korkar? Bunu bizlere anlatmak için Allah Teâlâ
şöyle buyurdu: "Allah’tan ancak âlimler korkar." Allah’tan korkanlar
ilim sahibidirler ve bildikleri ile amel edenlerdir. Bilirler, bildikleri ile
amel ederler. Ayrıca bilmeyenlere de öğretirler. Bunlar yaptıklarına bir
karşılık da istemezler. Yalnız Allah'ı ve onun yakınlığını talep ederler. O'nun
sevgisini isterler."
Ya Rabb! Bizleri İslâm’a muhalif söz ve işlerden koru,
kâlbimizi sûi ahlâktan arındır. Bizi bize bırakma, nasıl bir kul olmamızı
istiyorsan bizi öyle bir kul eyle.
ÂMİN
İSLÂM KENDİNE HAS BİR NİZAMDIR
İSLÂM’I BİR BÜTÜN OLARAK ALGILAMAK
MEZHEB, MEŞREB VE MESLEK TAASSUBUNDAN SAKINMAK