RİBÂ (FAİZ)

 

«Faiz yiyenler, kendilerini şeytan çarpmış kimse nasıl kalkarsa öyle kalkarlar. Böyle olması da onların: «Alım-satım da ribâ gibidir, (arada ne fark vardır)» demeleri yüzündendir. Halbuki Allah, alışverişi helâl ribâyı (faizi) haram kıldı. Bun­dan böyle her kim Rabbinden kendisine bir öğüt gelir de (fa­izden) vazgeçerse, artık geçmişi ona ve hakkındaki hüküm de Allah'a aittir. Her kim de döner yeniden alırsa, işte onlar ate­şin yaranıdır ki orada ebedî kalıcılardır.» (Bakare sûresi, âyet: 275).

Cenâb~i Hakk bundan önceki âyetlerle Allah için karşılık­sız sadaka verip kazandığının en güzelinden harcayan iyi ki­şilerden, onların âcizleri, muhtaçları nasıl koruduğundan, sa­dakanın gizli ve aşikâr verileninin fezâilinden ve bu sebeple ce­miyetin ahlâkî nizamından bahsetti. Şimdi de bu ilâhî yolun tam aksine gidenlerin veya düşünenlerin hâlinden ve perişanlığından, dayanışma müessesesini nasıl yıktıklarından haber veriyor ve bu husustaki Rabbani hükmünü açıklıyor.

Faiz hakkındaki tarifler mânâ yönünden birbirine yakındır.

îbnü Kesîr ve tbnü Cerîr'e göre:

Faiz, lügatte «artmak» mânâsına gelir. Ticârette ise art­mayı arzulamak haram değildir. O halde haram olan faiz mâ­kul ticaret dışında olan fazlalanmaktır. Şeriat dilinde, karşı­lıklı olan bir akid zımmmda karşılıksız kalan herhangi bir faz­lalıktır.

Mevdudî'nin (Faiz) adlı eserinde bu kelimenin lügat ve şeriat anlamı şöyle belirtilmiştir:

«Kur'ân-ı Kerîm'de belirtilen faiz (ribâ)nm kelime yapı­sını teşkil eden maddeler (RBV) harfleridir. Bu harflerin bir­leşerek meydana getirdikleri anlam ise: Gelişme, Yükseklik, Fazlalık, Yükselti olarak itibara alınır. Arapçada, bir mal ço­ğalır veya gelişirse buna «mal faize uğradı» denilir. Bir kim­se yüksek yere çıkarsa, «faiz etti», yani tepeye çıktı; una veya haşlamaya su katarak şişirir, çoğaltırsa, onu fâizlettirdi diye tâbir olunur. Araplar bir kimsenin kucağında büyüyen çocu­ğa: «Filânın kucağında çocuk fâizledi», derler. Kişi bir şey'i ço­ğaltıp üretirse, «onu fâizleştirdi, yani çoğalttı denir».

Neylü'l-merâm fi-Ahkâmi'1-Kur'ân'da kısaca şöyle tarif edilmiştir:

«Ribâ, lügatte mutlaka «artmak» anlamına gelir. Şeriat lisanında ise, iki şey'e itlâk olunur: Ribâ-i fadl, ribâ-i nesîe..»

Müfessir Fahruddîn Râzî'ye (H: 544 - 606) göre:

Ribâ (Faiz) kelimesi, bir «artma» veya bir «ilâve» mânâ­sına gelir. Fakat bu mânâya göre her nev'i artma gıyri meşru' sayılacak değildir. Gayri meşru' olacak husus Arapların bil­hassa «Ribâ» olarak gösterdikleri akittir. Bu da tam ifâdeyle onların «Ribâ-i nesîe» dedikleri muameleyi anlatır.»

Prof. Dr. Enver İkbal Kureşî'ye göre:

«Ribâ'nın kelime mânâsı, «herhangi bir şey'de artma»dır. Öyle ki bu bir «ilâve-artma» veya «bir fazla»dir. Meselâ: Erbâ fülânün alâ fülânin» dersem, bunun mânâsı, «Bir kimse herhangi bir şey'i ilâve, fazla olarak verdi» demekdir. Istılahta ya­ni teknik mânâda Araplar bu kelimeyi «ilâve meblâğ» şeklinde anlamakta ve kullanmaktadırlar, ki bu meblâğı borçlu alacak­lıya, ödünç olarak aldığı parayı belli bir zaman kullanmasına mukabil Ödemektedir. Bu tarîf bugün umumiyetle faiz mefhu­mundan anlaşılan mânâya gelir.

Kur'ân-ı Kerîm vahyen nazil olduğu o devirde, aşağıdaki tariflere giren şey'ler Araplar arasında «faizli muameleler» ola­rak bilinirdi ki onlar buna «ribâ^> derlerdi:

a) Bir kimse, belli bir eşyayı bir diğer kimseye satar ve satılan mal karşılığı paranın tesbît edilen muayyen bir tarih­ten sonra ödemesinde rızâ gösterir. Bu halde şayet borçlu, bor­cunu bu tarihte ödeyemeyecek olursa ona: «ödemeyi kolaylaş­tırıcı ilâve bir müddet» verilir ki işte bu kolaylaştırmaya kar-şılık« arttırılmış bir meblâğı» alacaklıya Ödemeyi kabul eder.

b) Bir kimse, bir diğerine belli bir zaman içinde Öden­mek üzere ,borç para verirse ödünç alan, bu müddetin sonun­da esas borcu «ribâ» yani ek olarak evvelden tesbît edilmiş para ile beraber öder.

c) Alacaklı ve borçlu tesbît edilen muayyen nisbette bir ribâ'mn belli bir müddet içinde ödenmesinde mutabık kalır­lar. Şayet borçlu bu ilâve fazla ile birlikte esas borcu, müd­deti içinde ödemeyecek olursa bu halde kendisinden, verilen munzam «kolaylaştırıcı müddete mukabil» ayrıca bir ilâve  fazla para yani ribâ Ödenmesi istenir.»

Hak Dîni Kur'ân Dili adlı tefsirde de şöyle tarîf ediliyor:

rîbâ; aslı lügatte ziyâdelenmek, fazlalanmak mânâsına masdar olup faiz dediğimiz ziyade-i mahsusanm ismi olmuş­tur. Lisan-ı şer'ide, bir akdi muavaza (tırampa, değiş-tokuş) zımmmda ivaz (karşılık)sız kalan herhangi bir fazla demektir.»

Ebûbekir Râzî de bu mânâlara yakm bir tarifte bulun­muştur:              ,

«Ribâ»nın aslı lügatte, ziyâdelenmek artmak mânâsına ge­lir. Şeriatte ise birkaç mânâda kullanıldıktır ki isim lügatte onlara konulmuş değildir. Resûlüllah (S.A.V.) Efendimizin «ne-sîe» ribâ demesi buna delâlet etmektedir.»

Bütün bu tariflerden elde edilen sonuç: Yukarıda üç mad­de halinde belirtilen faizli muameleler ve bunların delâlet et­tiği diğer fazlalık ifâde eden muameleler ribâ kapsamına gir­mektedir.

Mânâ ve tarifler bu olduğuna göre, şimdi de bu husustaki rivayetleri getirmeden Önce «Ribâ»yı temize çıkaranların delil­lerini Mevdudî'nin Faiz adlı eserinden'Ö?etliyerek sırahyahm:

1- Başkalarına borç veren insan parasını tehlikeye mâ­ruz bırakmış sayılır; hem borç verdiği kimseyi de kendi nef­sine tercih etmiş, öncelikle onun ihtiyacım gidermiştir. O hal­de borç için bir fark (fâi?) istiyebilir. Borç alan da borç ve­renin bu mâkul (!) hakkını ödemekten niçin kaçınsın?

2- Faizin erteleme veya mühlet karşılığı olduğunu, borç alan adamın aldığı borç parayla birlikte bunu da aldığını id­dia etmektedirler. Çünki onlara göre:  «Erteleme»nin Özünde bir maddî  değer  vardır ve bu değer  mühletin   sürekliliğiyle artar..

3- «Menfaat celbetmek», kapitalin içinde bulunan  ay­rılmaz bir özelliğidir. Kişinin bir başkasına kapitalim ödünç olarak işletmesi faiz ödemesini gerektirir.

4- Yaradılışı itibariyle insanoğlu hemen şimdi olabile­cek faydayı ve zevki geleceğin muhtemel olan birçok faydası­na ve zevkine tercih eder.

Bunlara verilecek mantıkî cevaplara gelince:

1. Parayı tehlikeye mâruz bırakmak veya başkasını kendi nefsine tercih etmek gibi daha zivâde ahlâkî ve insanî olan un­surları borç verenin kendisine ticaret ve kazanç yolu yapmava ne hakkı olabilir? (Kaldı ki dîn bunun için geniş bir manevî karşılık getirmiştir).

Hem hangi esas ve prensiplere göre bu sözde kazancı vıl-da, yarım yılda, ayda % 5 veya % 10 olarak değerlendirebilir?

Borçludan borç verdiği paraya eşit değerde bir rehin vermeşini istemekten öte gitmez. Prensip olarak da parasını tehli­keye mâruz bırakmak istemiyen adam hiç borç vermez.

2. Erteleme hususuna gelince: Evet, ama bu hususta kar­şımıza daha çok zor sorular çıkacaktır. Borç veren adam, na­sıl ve hangi usûllerle kendisinden aldığı borç parayı ticarette işleten insanın muhakkak kazandığını ve hiç bir türlü zarara uğramadığını bilebilir? Bu kazancın yüzde kaç olduğunu veya olacağını nasıl kestirebilir? Ve bu meçhul kazanca göre de yüz­de faizini nasıl tâyin edebilir?

3. Esas olarak «kâr celp etmek kapitalin ayrılma/, özelli' ğidir> iddiası doğru değildir. Çünki bu özellik kapitalde yalnız ve ancak faydalı ve kârlı işlerde kullanıldığı zaman görülmek­tedir. Bir de «ödünç alan adam kazancından bir kısmını Ödünç veren adama ayırmalıdır. Çünki onun parasını gelir saglıyacak bir işte kullanmakta ve kâr elde etmektedir,»  diyebilirsiniz. Bu halde borç aldığı parayla hasta eşini tedavi ettiren veya ak­rabalarından birisinin cenazesini kefenleyip kaldıran  insanın aldığı kapitalden ne gibi ekonomik bir kâr elde ettiği iddia edi­lebilir?

4. (Bu görüş bence manevî değerlerden habeısiz, âhiret mefhumundan yoksun maddecilere hastır. Dindar bir kitlenin ulvî görüş ve düşünceleriyle asla bağdaşamaz).

Konumuza esas teşkil eden âyet-i kerimenin tahliline ve ilgili rivayetlere gelince:

a) Faizin, İnsanlığa fiilî zararları vardır. Her şev'den ev­vel ahlâk üzerinde geniş tahribat yapar. Para biriktirme iste­ğinden tutun da diğer bütün ekonomik havatın gelişiminde insanı bencillik (egoizm), cimrilik, dar kaiblüik, duygusuzluk, maddeye tapmak, merhametsiz olmak, âci/lere acımamak, şef­katsiz kesilmek gibi bir çok kötü sıfatlarla insanı te'sir altına alır. Cemiyet bünyesinde yardım ve dayanışma diye bir mevzu kalmaz, bu gibi mefhumlar zavallı insanların düşüncesi olarak kabul edilir. Bunun doğuracağı feci âkibeti materyalistler gü­ruhunda zaman zaman duymakta ve görmekteyiz..  

Bunun içindir ki Allah'ın Resulü (S.A.V.) Efendimiz faiz konusuna dokunarak lanet buyurdular.

«Cenâb-ı Resûlüilah (S.A.V.) ribâ yiyene de, yedirene de, kâtibine de, şahitlerine de lanet etmiştir ve bunlar günâhta müsavidirler,» buyurmuştur. [1]

b) Ribâ yiyenler şeytan çarpmış kimse gibi kalkarlar.. Çünki başkası çalışır onlar yerler, halk didinip ter döker,

onlar otururlar. Hazıra konmuş bu lokmacılar, yataklarından gerine gerine saatlerce oyalanıp ancak kalkarlar. Çünki onlan bekliyen bir iş yoktur. Tıpkı sar'alı veya mecnun gibi hareket­ler gösterip ancak kendilerine gelebilirler. Allah deyip kalkan,, bismillah deyip işine koşan bir müslüman gibi davranmazlar, îşte âyet-i kerîme onların bu acıklı halini, diğer bir tâbirle anormal hareketlerini veya ruhî düzensizliklerini tasvir ediyor.

c) Bunlara göre ahm-satım da ribâ ( = faiz) gibidir. Ha mal satıp para kazanmışsın, ha ödünç para verip gelir sağlar mışsın, ne farkı var.. Halbuki Allah ahş-verişi helâl, faizi ha­ram kıldı. Çünki bu ikisi arasında mahiyet, muhteva ve temel yönünden birtakım farklar mevcuttur ki tefeci, murabahacı bunları îmân ve irfan süzgecinden geçirecek ruha sahip de­ğildir.

Aynı eserde bu farklara temasla demliyor ki:

«Satış, satıcı tarafından bir malın alıcıya arz edildiğinde bu malın fiatı kestirilerek kesinleştikten sonra bu fiat karşı­lığında alıcının o malı almasına denir. Bu çeşit işlemlerde dâ­ima iki vaziyetten birisi muhakkak mevcuttur: Satıcı malı müş­teriye arzedebilrnek için onu ya kendi gücü ve parası ile ha­zırlamıştır, yahutta bir başkasından para ile satın almıştır. Her iki durumda da satıcı malı müşteriye hazırlamak için sarfettiği gayretinin ve emeğinin mukabilini ana parasına ilâve eâeı\ Bu fark onun kazancıdır.

Bunun yanında «Faiz» kişinin kapitalim başkasına borç verirken iadesinde belirli bir fark istemesidir. Bu çeşit işle­min, kapitale mukabil kapital olup, mühlete mukabil, alıcı ile verici arasında önceden anlaşması yapılan muayyen miktar­daki fazlalıktır. îşte bu mühlete mukabil olan fazlalık faizdir. Gördüğünüz gibi bu fazlalık ne bir mal, ne de bir iş karşılı­ğıdır. Sadece mühlet veya erteleme karşılığıdır.

Eğer alıcı ile satıcı, bir malın satışında, fîat üzerinde an­laşırlar da, alıcı bu parayı şu kadar bir mühlet ile şu kadar faz­la Ödemeyi satıcıya şart koşarsa, bu da bir faiz sayıldığından olumsuzdur.

«Faiz» borçlunun borç aldığı adamın ana parası üzerine önceden belirtilen ve kestirilen bir fazlalığı verilen mühlet mu­kabili olarak ödemesidir. Sanki faiz üç kısmın karışımından meydana gelmektedir:

1- Ana paraya ilâve olunan bir faz­lalık.

2- Mühlete göre bu fazlalığın miktarının tâyin edilme­si.

3- Bu fazlalığın işlemin bir şartı olması.

İşte bu üç şartı ihtiva eden bütün işlemler hiç şüphesiz ki faizli işlemlerdir.»

Ahlâkî, içtimaî ve iktisadî yönden de faiz ile alım-satımın aynı sey olmasına imkân vermiyen birtakım esas farklar vardır.

d) Her kim, Rabbinden kendisine bir öğüt gelir de (faiz­den) vazgeçerse, artık geçmişi ona ve hakkındaki hüküm de Allah'a aittir. Böyle hareket eden ne zulmeder ne de zulme uğ­ramış olur. Ana kapital kendisinindir, almış olduğu fazlalık Ödünç alanındır. Çünki insanın malı da kanı kadar muhte­remdir.

îslâmiyetten önceki devirlerde ve diğer dînlerde faize ge­lince: Diğer semavî dînlerdeki durumu bize kadar gelen nakil­lere ve semavî kitaplarda bu hususla alâkalı geçen hükümlere dayanarak az ileride izah edeceğiz. Cahiliyye devrine ait faiz şekillerini şöyle sıralıyabiliriz:

a) Tüccardan ödünç mal alan, bunu belirtilen müddette ödiyernezse, ta'cil ve te'hir edilen zaman için ayrıca fark (faz­lalık) öderdi.

b) Mevcut borcunu ertelemek için bir miktar peşin para verme usûlü.. Meselâ: Ay sonunda borcunu Ödemek zorunda olan borçlu alacaklıya müracaatla bir ay daha te'hir edilmesi için bir miktar para (açıktan fazla olarak) verirdi.

c) Her ay belli bir nisbette faiz alıp ana paranın bek­letilmesi usûlü.. (Az farkla bugünkü banka usûlü gibi)..

Kur'ân'da «ribâ» hakkında inen dokuz âyetle bütün bu saydıklarımız yasak edilmiştir.

Cenâb-ı Peygamber (S.A.V.) veda haccıtıda yüzbini aşkın eshabma karşı söylediği hutbesinde faiz konusuna da temas ederek buyurdular ki:

«Kimin yanında bir emânet varsa onu sahibine İade et­sin. Faizin her çeşidi kaldırılmıştır; hepsi de ayağımın altında­dır. Fakat borcunuzun aslını vermeniz lâzımdır. Bu takdirde ne zulmeder, ne de zulme uğrarsınız. Allah'ın emriyle faizcilik artık yasaktır. Cahiliyyetten kalma bu çirkin âdetin her tür­lüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım faiz, Abdulmuttalib'-İn oğlu  (amcam) Abbas'm faizidir.»  [2]

Ayrıca Hazret-i Câbir b. Abdullah'ın açıkladığına göre Mek­ke'de, Arafat.taki hutbelerinde:

«Câhiliyye devrinde olan her türlü faiz bâtıl ve yersizdir. İlk ibtâl edeceğim faiz de Abdulmuttalib'in oğlu Abbas (amcam)m faizidir.»   hadîsi de yukarıdaki rivayete  mânâ ciheliylc çok yakındır. İbnü Kesîr birinci cilt, sâhife 327'de bu cümle­lerin Mekke fethi gününde irâd edildiğini kaydeder.

Sevrî'nin Âsım'dan, onun da Şa'bî'den, onun da îbnü Ab-bas (R.A.)dan yaptığı rivayette: Resûlüllah'a (S.A.V.) en son inen âyet, faiz âyetidir. Buharı bunu Kubeyse'den rivayet et­miştir, tmam Ahmed'in Saîd b. Müseyyeb'den yaptığı rivayette ise: Hazret-i Ömer (R.A.) demiş ki:   son inen, ribâ (~fâiz) âyetidir.»

îbnü Mâce'nin îbnü Mes'ud (R.A.)den yaptığı rivayette, Peygamber (S.A.V.) buyurdular ki:

«Faiz yetmiş üç bölümdür. En basiti, kişinin kendi anasiyle nî-kâhlanması gibidir. Faizin en katmerlisi ise, Müslümanin ırze namusudur..»

Hâkim, bu hadîsi sahîhlemiştir. Bu mealde daha birkaç hadîs-i şerîf vardır.

Manevî bağların gevşediği, maddenin gönüllerde hâkim olduğu, merhamet hisleri dumura uğradığı ve herkes ancak kendi nefsini düşündüğü devirlerde artık faizin tahrîminden bahsetmek ne gibi bir te'sîr meydana getirebilir? O halde ün­ce gönül ve dimağlara sağlam bir îmân zerketmek gerektir.

İmam Ahmed b. Hanbel'in Ebû Hüreyre'den yaptığı riva­yette. Peygamber (S.A.V.) buna işaretle buyurdular ki:

«İnsanlar üzerine öyle bir zaman. gelecek ki, onlar faiz yiyecekler!.

Bunun üzerine soruldu:

—  İnsanların hepsi mi yiyecek?

—  Yemiyene de tozu ulaşacaktır!.[3]

 

Faiz Çeşitleri:

 

Aslında iki türlü faiz şekli vardır; geri kalan kısımlar bu ikisinden birine dâhildir:

1. Ribâ nesîe (faizi müddete bağlanan).

2. Ribâ fadl (müddet mevzuu bahs olmayıp cinsleri aynı iki şey'i biri artık olmak üzere değiştirmek).

Bu iki türlü faiz şekli İslâm öncesi Araplarda çok yaygın­dı. Prof. Enver İkbâl Kureşî buna temasla diyor ki: «İslâm ön­cesi Araplar arasında pek yaygın olan ribâ nesîe şöyle bir mu­ameledir: Ödünç veren her a\ aşl borca ilâveten muayyen bir faiz ödenmesi şartiyle ödünç verir. Asıl borç vâdesinde alacak­lı tarafından istenip de borçlu buna acizliği sebebiyle müsbet mukabelede bulunamazsa alacaklı, borçlunun «ilâve» bir meb­lâğ ödemeye rıza göstermesi halinde kolaylaştırıcı bir müddet yani yeni bir vâde verebilir. İşte bu, İslâm Öncesi Arapları arasmda pek yaygın «ribâ nesîe» denen şey'dir.

Ribâ fadl ise şöyledir: Borçlu «ilâve» meblâğı nev'an öder, yani buğday borçlu ise buğday ilâve eder, arpa ise arpa...

Suyûtî, ed-Dürrü'1-Mensûr adlı eserinin 1. cilt, 365. sahi-fesinde İslâm öncesi ribâdan şöyle bahseder:

«İslâm öncesi Araplannda faiz alacaklarının vâde gelince borçludan ödünç verdiği meblâğı istemesi halinde (borçlu bor­cunu derhal te'diye ederse borçtan beri olur). Şayet borçlu ödemede âcz gösterecek olursa, «kolaylaştırıcı müddet», ilâve bir meblâğın Ödenmesi şartiyle kendisine tanınırdı.»

Taberi, «Câmiü'l-Beyân» adlı eserinin IV, s. 63'de: «Allah tarafından men'edilmiş olan ribâ, kolaylaştırıcı müddetin ta­nınmasına    (munzam vâde verilmesine)    mukabil, borçlunun alacaklıya muayyen bîr ilâve meblâğı Ödemeye rıza göstermesi halinde mevzuu bahis olur,» demektedir.

Kahire Üniversitesinde îslâm Hukuku Profesörü Htıdarî, «Tarihü't-Teşrii fi'1-îslâm» adlı eserinde şöyle demektedir: «islâm öncesi Arapları, muayyen vadeli ödünçler vermek âde-tindeydiler. Vâdenin dolmasını müteakip alacaklı borçludan, asıl borcu veya bunun üzerinden faizi Ödemesini ister. Şayet borçlu âcz içinde olup da Ödeyemezse, borçlu bulunan meblâğ katlanır (yani iki misli miktara irca olunur). Meselâ: alacak bir yaşında dişi deve ise, bu halde borç iki yaşında bir dişi deve olacaktır. Şayet borç konusu bir ölçek buğday ise iki öl­çek, ilâ âhir... olacaktır».

İşte îslâm dîninde bu iki şekil de kesin olarak haram kı­lınmıştır. Az ileride de beyân edileceği gibi Bakare sûresi, âyet 278 ile aynı sûre â>et 279'da bu husus açık olarak ifâde edilmiştir. Dört mezhep sahipleri ve bu mezheplerde yetişmiş büyük fakîhler bunların tahrîmin-de görüş birliği üzeredirler.

Müslim'in, Ubâde b. 'Sâmıt (R.A.)den tahrîc ettiği hadîs­te, ribâ fadl'ın haram oluşu şöyle belirtiliyor :

«Altın altın ile, gümüş gümüş ile, buğday buğday ile, ar­pa arpa ile, hurma hurma ile, tuz tuz ile misli misline,(birbi- rfeıe eşit) ve elden ele (peşin olarak) alım-satım yapılır. Bunlar değişince (cinsler ayrı ayrı olunca) peşin olmak şartiyle na­sıl isterseniz öylece alım-satım yapınız.»

Görülüyor ki hadîs-i şerifte, Resûlüllah Efendimiz aynı cinsten iki şey'in birbiri karşılığında satışı için üç şart; cins­ler değişik olursa bir şart koymuştur. Aksi takdirde ise yapı­lacak satışa faiz girmiş olur:

1. Miktarları bir olacak..

2. Cinsleri (Kaliteleri) bir olacak..

3. Peşin olacak..

Cinsleri ayrı olursa (altın ile gümüş, buğday ile arpa gibi)

1- Peşin olacak. (Artık bunda miktar ve kalite mevzuu bfrhis değildir).

Ayrıca Buharî'nin Kitabü'l-Buyû'da Ebû Saîd el-Hudrî'den yaptığı rivayette, bunu te'yid eder mahiyette buyurnluyor ki:

«Altını altın karşılığında, ancak aynı miktarlarda olarak satın. Kalitesi düşük olanını yükseğiyle satmayın. Gümüşü de gümüş karşılığında, ancak aynı miktarlarda olmak şartiyle sa­tın.. Bunu da kalitesi düşük olanını yüksek olaniyle satmayın. Bunlardan elde mevcut olanını mevcut olmıyaniyle de satma­yın,»

Buharî ve Müslim'in ittifakla, Hazret-i Ömer'den tahrîc et­tikleri hadîste de:

«Resûlüllah (S.A.V.) altının gümüş karşılığında, arpanın arpa, hurmanın hurma karşılığında satılması faizdir; ancak teslim ve tesellümün elden ele hemen yapılmsaı müstesna...

buyurdular.» deniliyor.

Hazret-i Osman (R.A.)den yapılan rivayette, «Bir dinara karşılık iki dînar, bir dirheme karşılık iki dirhem satın alma­yın,» buyuruluyor.

Bu hadîsin izahında. Faiz Nazariyesi ve îslâm adlı kitabın 65. sahifesinde geçen bir paragrafı ehemmiyetine binâen bura­ya alıyorum:

«Zahiren herhangi bir kimsenin gümüşe mukabil gümüş satın alması imkanı yoktur. Fakat umumiyetle bir memleketin parası diğer bir memleketinki ile değiştirilir. Hattâ herhangi bir kimse çeşitli memleket paralan satın almak için bir mik­tar komisyon öder veyahut da satana bir kâr tanır. Meselâ Türk lirasına mukabil Alman markı satın almak (değiştirmek = exchange) isteyebilir. Hazret-i Peygamber milletlerarası bir gö­rüşe sahip olarak bu sözleriyle bütün dünya milletlerinin kabul edip kullanacakları bir para sistemini te'sis etmek istemiştir. Umumiyetle o devirde Bizans parasının İran parasına kıyasla daha fazla bir değeri vardı. Çünki parası piyasada tutunmayıp alıcı bulamadığından îran İmparatorluğu o sırada gün geçtik­çe daha da zayıflamaktaydı.»

Bu hususta imamların görüş farklarına gelince:

Cenâb-ı Peygamber (S.A.V.) faizin altı şey'de (altın, gü­müş, buğday, arpa, hurma, tuz) cereyan edeceğini kesin olarak beyân etmiştir ki ikisi nakid, dördü yiyecek maddesidir.

îslâm Hukukçuları faiz hükmünün bunlarda sübut bulma­sı, onlardaki mevcut vasıflardan dolayıdır, diyorlar ki, kendi­sinde bu vasıflardan bulunan şey'lerde de aynı hüküm câridir.

Bu vasıflar hakkında da görüş farkı vardır :

a) Bâzısına göre, vasıf kavramı hepsinde de birdir; o da menfaattir. O ha'de müşterek vasıf bu olduğuna göre faiz bü­tün mallarda cereyan eder.

b) Ekseri fukahâya göre, faiz altın ve gümüşte bir vasıf ile, yiyecek maddelerinde ise ayrı bir vasıfla sabit olur.

Bu iki ayrı vasıfta da görüş farkı vâki olmuştur:

îmam-ı Şafiî ile îmam Mâlik'e göre, altın ve gümüşte nak-diyet vasfı vardır, faiz bu vasıfla onlarda ve nakit kapsamına giren şey'lerde sabit olur. Re'y tarafdarlanna göre, tartı, tartı vasfiyle sabit olur. Bunlar, bu mânâyla tartı kapsamına giren her şey'de faiz sabit olabilir, demişlerdir.

Diğer dört türlü yiyecek maddesine gelince: Re'y taraf­darlanna göre, bunlarda da faiz, tartı ve ölçü illetiyle sabit olur. O halde ölçü ve tartıya giren her şey'de faiz cereyan ede bilir.

îslâm hukukçularından bir cemaate göre ise: Yiyecek maddelerinden Ölçü ve tartıya giren şey'lerde faiz cereyan ede­bilir, girmiyende etmez...

Bu, Saîd b. Müseyyeb'in ve mezheb-i Kadîminde Şafiî'nin kavlidir. Kavl-i Cedidinde ise, bütün yiyecek maddelerinde ola­cağını söylemiştir.

Allah faizin bereketini tedricen giderip mahveder. Sadaka olarak (ve­rilen mallan) ise artırır. Allah (helâl, haram tanımamakta ıs­rar eden) çok kâfir, çok günahkâr hiç bir kimseyi sevmez.»

(Bakare sûresi, âyet: 276).

Faizin bereketinin tedrici surette tamamen giderilmesi, maddî ve mânevi olmak üzere iki hususta mütalâa edilebilir. Maddî bereketinin giderilmesi de hususî ve umumî olmak üze­re keza ikiye ayrılır:

1. Elindeki kapitali iş yerinde değil de faizle çalıştıran bir kimsenin ömrü işsizlik ve issizliğe öncü olma içinde bere­ketini kaybeder. Bu yüzden biriken paradan hiç bir âciz ve muhtaç, işsiz ve işçi faydalanmadığı için onunla bir yığın taş arasında fark kalmaz. Artık o paranın bütün bereketi ve bere­ket kaabiliyeti, gücü kalmamış demektir; çoraklaşmış bir top­rak halini almıştır; ne sahibine, ne de başkasına hayır getirir.

2. Umumî olarak da, tasarruf bolluğu mevcut olduğu hal­de meblâğlar âtıl bir vaziyette yattığından, işsizlik hâd safha­ya ulaşır, bu yüzden halk iki sınıfa bölünür, aralarında servet düşmanlığı başlar. Zengin, fakir, kapitalist ve emekçi tâbirle­ri vıkıcı bir silâh gibi ortalığı kaplar. îşte bu bölünme manevî bağların kopması, merhamet hislerinin iflâs etmesi, karşılıklı -dayanışmanın yok olması demektir. Cemiyetin huzurunu alt­üst eder. Böylece faizin, tefeciliğin umumî mahiyette de bere­keti kalmaz.

Manevî bereketin giderilmesi hususunda İbnü Kesîr di­yor ki: «Allah-ü Teâlâ faizcinin elindeki malın bütün feyzini, manevî değerini alır; artık o mal ne ona, ne de başkasına fay­da vermiyeceği gibi âhirette de elîm bir azaba inkılâb ede­cektir »

Rûm sûresi, âyet 39'da buna işaretle buyuruluyor ki:

«İnsanların malları içinde artsın diye verdiğiniz herhangi bir faiz Allah katında artmaz, fakat Allah'ın rızâsını dileye­rek verdiğiniz herhangi bir sadaka böyle değildir. İşte onlar sevaplarını kat kat artıranlardır!»

îmam Ahmed'in İbnü Mes'ûd (R.A.)den yaptığı bir riva­yette, Allah'ın Resulü (aleyhi's-selâm) Efendimiz buyurdular ki: Faiz (görünüşte) ne kadar çoğalsa da  neticesi   azlığa   (tedricen  mahvolmağa) müncer olur.»

Bu gerçeği ifâde eden Prof. Enver İkbâl Kureşî diyor ki:

«Eski devirlerde sermaye noksanlığından dolayı istihsâl yapılıp genişlemiyordu. Fakat şimdi birçok memlekette tanı bir «tasarruf» bolluğu mevcuttur; bu yüzden büyük miktarla­ra varan meblâğlar, tenbel ve âtıl vaziyette yatmaktadırlar. Biz sermayenin bu şekilde tam bir bolluk İçinde oluşu yanında işsizlik içinde yaşıyan geniş halk kütleleri görmekteyiz. Halk işsizlik içine düşmektedir. Çünki sermaye sahibi kimseler, câri faiz nisbetlerini yapacağı yatırımda elde edeceği kârdan daha elverişli bularak, yatırıma \e teşebbüs yoluna gitmemektedir. Meselâ câri faiz haddi % 4 olsun ve sulama iş ve teşebbüsleri­ne yapılan yatırım % 3 kâr bıraksın; bu halde sermayedar nokta-i naazrından su işleri yatırımı vîımlilik arzetmemekte-dir. Cemiyet için istifadeli olduğu halde, bu yüzden su işlerine sermaye yatırımı yapılmıyacakür Neticede hem sermaye bir kimsenin elinde metruk bir âtıl kalacak ve hem de aynı anda iktisadî güç kaynakları da gelişmemiş olacaktır.

Cemiyet için menfaat sağlıyabilecek olan âmme iş ve te­şebbüsleri, faiz sistemine istinâd eden bir iktisadî muhitte şa­yet bu iş ve teşebbüsler, câri faiz hadlerinden daha az kâr ge-tiriyorlarsa, el değmemiş ve ihmâl edilmiş kalacaklardır. Ev­velden tâyin ve tesbît edilmiş sabit faiz hadleri mefhum ve alış­kanlığı olmasa, bu sahada birçok faydalı şey gerçekleştirilebilir.

Düşüncemize göre bu noktalardandır ki, zekât pek mühim bir rol oynamaktadır. İslâm, elindeki sermayeyi âtıl vaziyette tutan kimselere bir nev'i ceza vermektedir ki bu, âtıl ve met­ruk olarak elde kalan sermaye tasarruflarını % 2,5 nisbetinde bir vergiye tâbi tutmaktadır. Şayet günümüzün kapitalistle­ri, âtıl ve metruk sermayeleri üzerinden % 2,5 vergi ödemeye mecbur edilseler, kısa zamanda bu sermayelerini iş ve teşeb­büslere yatırmak suretiyle, işletmeye başlayacaklar ve bu ise piyasada yeni iş sahaları açacak, işsizliği önleyecek ve refah do­ğuracaktır. Bu gibi kimseler için zekât borcunu Ödemek, bir yük olmaktan çıkacak, çünki bu sermayedarlar giriştikleri ya­tırımlardan, zekât vergisi yükünü karşılayan bir gelir sağlamış bulunacaklardır.»

Kur'ân-ı Kerîm'de faizin maddî ve manevî zararlarından bahsedilirken bunda ısrar edenlerin Allah ve Peygamberine karşı savaş açmış olduklarına temas edilerek son ilâhî tenbîh şöyle yapılıyor:

«Ey îmân edenler! Allah'tan (O'nun emirlerine, yasakla­rına karşı gelmekten) sakının; inanmışsanız; faizden arta kal­mış hesabdan vazgeçin, (henüz alınmamış olanını) bırakın. BÖyle yapmazsanız, bunun Allah'a ve Peygamberine karşı açıl­mış bir savaş olduğunu bilin. Eğer tevbe ederseniz sermayeniz sizindir. Böylece haksızlık etmemiş ve haksızlığa uğramamış olursunuz..»   (El-Bakare  sûresi, âyet:  278-279).

Zeyd b. Eslem, İbnü Cüreyc, Mukatil ve Süddî, bu âyetin Sakif kabilesinden Benî Amr b. Umevr ile Benî Mahzûm kabi­lesinden Muğîre oğulları hakkında indiğini rivayet etmişler­dir. Cahiliyye devrinde bunlar arasında faizcilik pek yaygındı, îslâm gelince onlar bu dîne girdiler; fakat Sakifliler, Muğîre oğullarından faiz istediler. Muğîre oğulları birbiriyle istişare­den sonra «İslâmiyet'le şeref bulduk, artık faiz vermeyiz,» di­ye itirazda bulundular. Mekke valisi Itab b. Useyd, Resûlüllah Efendimize bu hususla ilgili bir mektup yazıp gönderdi. Bu­nun üzerine yukarıdaki âyet indi. SakifHîer bu âyeti duyunca, «Biz Allah'a tevbe ederiz.. Faiz hesabından geriye kalanını bı­rakıyoruz» dediler ve taleplerinden vazgeçtiler.

Görülüyor ki, faiz hakkında inen âyetlerJ arasında da pe­dagojik bir metod takip edilmiş ve nihayet faizin tamamen ter-kedilmesi emredilmiştir. Aksine hareket edenlerin Allah'a ve Peygamberine karşı savaş açmış oldukları ihtar ediliyor.

îbnü Ebî Hâtim'in Hasan el-Basrî ile Ibni Sîrîn'den yap­tığı rivayette, bu iki zat diyorlar ki: «Allah'a andolsun ki şu «sayrefiy» (= sarraf)Iar faiz yiyen kimseleridir; onlar böyle­ce Allah'a ve Peygamberine karşı savaş açmışlardır.. [4]

«Eğer tevbe ederseniz ana sermayeniz sizindir. Böylece ne-haksızlık etmiş, ne de haksıhğa uğramış olursunuz.»

Bu cümle ile artık faizin kuruşuna bile cevaz verilmiye-ceği apaçık ifâde ediliyor.

Yukarıda da belirtildiği gibi Cenâb-ı Allah bu hususta da en son emrini Peygamberine bildirmiş, o da en son hutbesin­de (veda' nutkunda) ümmetine bunu ulaştırmıştır:

«Haberiniz olsun ki, câhiliyye devrindeki her türlü faiz sizden kaldırılmıştır; hepsi de bâtıldır. Ana sermayeniz sizin­dir; artık ne zulmeder, ne de zulme uğrarsınız. îlk ibtâl etti­ğim (kaldırıp hükümsüz bıraktığım) faiz (amcam) Abdulmuttalib oğlu Abbas'ındır; hepsi de hükümsüzdür.»

Bunu, İbnü Ebî Hatim ile İbnü Merdveyh rivayet etmiş­lerdir; senedi sahihtir.

Veda' Haccmda son nazil olan âyetler arasında faiz hakkındaki âvet de bulunu­yordu ki Âl-i tmrân 130. âyeti: bundan önce i tir. Bu tertibi bilmiyen ve faiz hakkında inen âyetlerle alâkalı hadisler arasındaki münasebetten habersiz olanlar, Âl-i îmrân 130. âyeti delil göstererek yalnız mürekkep faizin ayasaklandı-ğım iddia ederler. Faiz Nazariyesi ve İslâm'da, îbnü Kesîr ile îbnü Cerîr tefsirlerinde bu âyetle ilgili olarak deniliyor ki:

«Onlardan biri muayyen bir vâdeye mukabil ilâve bir mik­tar alırdı. Bir müddet sonra borçlunun malını o az. bir borç yü­zünden eline geçirmek için başka ilâveler yapardı.» Râzi Tef-sîr-i Kebîrinde diyor ki:

«Muayyen bir vâde altında bir miktar meblâğı Ödünç ola­rak vejrmiş olan mukriz, ödeme zamanı gelip çattığı vakit ala- tahsili için borcluva İder  Sâvet horcîu ödeme imkânlarına sahip değilse, muayyen bir «ilâveye» mukabil kendisi­ne yeni bir vâde tanınmasını ister ve ödünç veren de buna mu­vafakat edecek olursa, işte bu, İslâm'da şiddetle yasak edil­miş olan mürekkeb faizdir.

İşte Al-i îmrân 130. âyetle Arapların bu kötü âdetine işa­ret edilerek, Müslümanlar Önce mürekkep faizden men'edili-yor. Sonra ana sermayesi kendisine ait olmak üzere faizin ta­mamından vazgeçilmesi emrediliyor.

Bu konuda merhum Hamdi Yazır'ın kendi tefsîrindeki mütalâasını sadeleştirerek nakletmeyi faydalı görüyorum:

«Faiz hakkındaki hükümler bi'set-i seniyyenin son yılla­rında Mekke'nin fethi sırasında inmiştir. O kadar ki umumî tatbikatı Veda' Haccı'na tesadüf etmiştir. Bu sıralarda ise, “Bugün sizin dininizi kemale erdirdim ve sizin için İslam’a razı oldum…” (Maide: 5/3) ayeti gereğince İslâm dîninin kemâl çievresi bulunuyordu. Önce Al-i İmrân süresindeki âvet, bundan sonra da faizle ilgili diğer âyetler indi. Bu bize gösterir ki: Faizin kalkması tekâmülün gayesinden biridir. Faizin câri ol­duğu cemiyetler henüz tekâmül etmemiş, demektir. Ve tekâ­mül etmiyen kavimler ve milletlerden de faiz kalkmryacaktır, kanaatindeyiz.

Dînî ahlâkı yükselmemiş, içtimaî yardımlaşma ağızlardan kalblere geçmemiş, sosyal yaşayışları tağallüp ve tahakküm­den kurtulup kardeşlik dairesine girmemiş olan cemiyetler fa­izden kurtulamazlar.. Kurtulmadıkça da Hakk'ın hoşnutluğu olan ahlâkî ve içtimaî kemâli bulamazlar. Halk tabakasiyle il­gili'menfaatlerle, kapitalistlere ait menfaatler arasındaki çar­pışmayı kaldıramazlar.

Hangi cemiyette faizsiz yaşanamiyacağı hissî (ve fikri) ço­ğalmaya ve faizin meşruiyetine çareler aranmağa başlanmışsa, orada sükût ve gerileme, câhiliyye devrine dönüş başlamış­tır..».[5]


 

[1] Müslim - Câbîr b. Abdullah   (R.A.)den-.

[2] Hadis kitaplarında sahih rivayetle tahrıc olunmuştur. Ancak İbn Ömer He Câbir b. Abdullah'ın m âyet ettikleri, bizim mealini verdiğimizin bir kısmını teşkil etmektedir.

Müslim'in münferiden, Cabir'den rivayet ettiği hadis de buna yakın bir mâ­nâ taşımaktadır.

[3] Celal Yıldırım, Kur’an Ahkamı ve Mezhep İmamlarının Görüş Farkları, Bahar Yayınları: 1/338-347.

[4] Tefsir-t hini Kesir, c: 1. s: 331

[5] Hak Dini Kur'âıı DÜİ, c:  2. s: 955.

Celal Yıldırım, Kur’an Ahkamı ve Mezhep İmamlarının Görüş Farkları, Bahar Yayınları: 1/347-356.