MÎRÂS. 1

MİRAS TAKSİMİNDE MİRASÇI OLMAYAN HISIMLARI, FAKİR VE YOKSULLARI DA GÖZETMEK   2

MÎRÂSIN TAKSİMİ 3

KADINLARA ZORLA VÂRİS OLMAK VE ONLARA İŞKENCE ETMEK HARAMDIR: 6

Çıkarılan Hükümler: 8

ZEVİ’L-ERHÂM'IN MİRAS ALMASI 8

 

MÎRÂS

 

«Ana ve baba ile yakın hısımların bıraktıklarından erkek­lere; ana ve baba ile yakın hısımların bıraktıklarından kadın­lara  azından da çoğundan da farz edilmiş (takdir edil­miş) birer nasîb olarak hisseler vardır.» (En-Nisâ sûresi, âyet:  7).

İslâm dîni her türlü haktan mahrum edilen kadının elin­den tutan, ona hayat hakkı tanıyan, onu aile ve cemnetin mü-rebbisi olarak tanıtan, annelik vasfını bütün kemalâtiyle par­lak bir taç olarak kadının başına giydiren tek dîndir. Gerçi Tevrât'da da kadın haklarından sathî olarak bahsedilir, fakat Kur'ân-ı Kerîm'de ona ayrılan yer, her türlü ifâde ve övgünün üstündedir

Ansar'dan Evs b. Sabit vefat etmiş, geri ve karısı Ümmü Kücce ile üç kızını bırakmıştı. Evs'in amcasının iki oğlu (Sü~ \e\d ile Arfece) onun bütün mirasına konup kansı ile üç kı­zını mahrum bırakmışlardı. Câhiliyye devrinde de âdet böyle idi. Yani kadınlar ile küçük çocuklar hakk-ı mîrâsa nail ola­mazlardı. Ancak ata binip savaşa çıkan, kılıç ve mızrak kulla­nan, ganimet elde edebilen kimseler vâris olabilirdi. Ümmü Kücce bu haksızlığa fazlasiyle üzüldü ve durumu gelip Haz-ret-i Peygamber'e (S.A.V.) arzetti. Cenâb-ı Peygamber, Süveyd ile Arfece'yi çağırttı ve bu haksızlığın sebebini sordu. Onlar da:

  Yâ Resûlüllah:  Bu kadının ne kendisi ne de kızları ata binemez, kılıç kullanamaz, ganimet de elde edemez. Bu ba­kımdan  âdetimiz veçhile bunlar vâris olamazlar, diye ce­vap verdiler.

Hazret-i Peygamber (S.A.V.) :

  Peki, siz gidin de bakalım Cenâb-ı Allah ne buyuracak!, buyurdu.

Bunun üzerine Nisa sûresinin 7. âyeti indi.

Büyük müfessir Kurtubî (Rahmetü'llahi aleyh) bu âyette şu üç mânânın bulunduğunu kaydeder:

1- Mîrâsa sebep, yakın hısımlıktır. Ölüm vuku' bul­duktan sonra artık mal ölenin milkinden çıkmış, vârislerin ol­muştur. Her vâris, Allah'ın kendisine takdir buyurduğu hisse­yi alır. Böylece ne zulmeder, ne de zulme uğrar.

2- Bu hısımlık umumî mânâda ifâde ediliyor. İlerideki âyetlerle bu umumîliğin kademe kademe olduğu açıklanacak ve kimlerin «Ashab-i farâiz», kimlerin de «Zevi'I-erhâm» kademe­sinde bulunduğu anlaşılacaktır.

3- Âyette sadece farz kılınan sehimlerin  icmali yönü bildirilmiştir. Bundan sonraki âyetler bu icmali tafsil eder mâ­hiyettedir.

Nitekim Eshab-i Kiram'dan Ebû Tâlha, kendi mülkiyetin­de bulunan en kıymetli bahçesini tasaddûk etmek istediğini Hazret-i Peygamber'e arzettiğinde Peygamber (S.A.V.) ona:«Onu hısımlarından fakir olanlara ver!.» buyurdular.

Sadakanın öncelikle hısımlara verilmesi, mirasın onlara evleviyetle kalmasını ifâde eder.

Âyet-î Kerîme'de «Azından da, çoğundan da» buyuruluyor. Taksimi mümkün olmayan ev, dükkân, hamam ve benzeri şey­lerin taksim şekli nasıl olacaktır? Fukâhânm bu hususta görüş ayrılıkları vardır:

a) İmam Mâlik'e göre, bu emre uyularak  istifâde edil­sin, edilmesin her şey, ev olsun, hamam olsun mirasçılar arasında takdir olunan hisseye göre taksim olunur. îmam-i Şafiî ile İbnü Kinâne de aynı görüştedirler.

b) İmam Ebû Hanîfe'ye göre, vârislerden biri, meselâ kü­çük bir evin taksimini ısrarla isterse, istifâde edilmese bi­le taksim olunur. Böyle bir ısrar olmadığı takdirde, fiati biçilerek ona göre bir taksimat yapılır.

c) Ebû Leylâ'ya göre, vârislerden birine düşen hisse isti­fâde edilemiyecek bir durumda ise, taksime doğru gidilmez. Fiat takdiri son çare olarak düşünülebilir. Ebû Sevr de aynı görüştedir. İbnü Munzir diyor ki: «Bu, iki görüşün en sahih olanıdır. Çünki İslâmiyet'te prensibi önde gelir. Sonuç:

Erkeklerin geriye bırakılan mirastan hissesi olduğu gibi kadınların da hissesi vardır. Kur'ân-ı Kerim'deki bu âyetle câ-hiliyye âdeti kaldırılmış ve mîrâs hususunda bir reform yapıl­mıştır.[1]

 

MİRAS TAKSİMİNDE MİRASÇI OLMAYAN HISIMLARI, FAKİR VE YOKSULLARI DA GÖZETMEK

 

«Mîrâs taksiminde (mirasçı olmayan) hısımlar, yetimler ve yoksullar hazır bulunurlarsa, onları da ondan (bir şey ver­mek suretiyle) rraklandınn. (Bu arada) onlara güzel söz söy­lemeyi de İhmâl etmeyin!» (En-Nisâ sûresi, âyet:8)

Merhamet dîni olan, aile, cemiyet ve milleti merhamet his­leriyle birbirine bağlıyan İslâm, her hususta olduğu gibi mîrâs taksiminde de fakîr ile zengin, komşu arasındaki mesafe\i kı­saltmak, mevcut uçurumu kapatmak ve bu suretle içtimaî ada­leti gerçekleştirmek için mirasçı olmayan hısımlardan ve bir de fakîr ve yoksullardan bu taksime hazır olanlar bulunursa onları da nzıklandırmayı emreder. Yalnız bu rızıklandirma gÖ-edâyla olmamalıdır. Çünki insan mükerrem yaratılmıştır. Bu-nül yıkıcı, kalb kırıcı, izzet-i nefsi rencide edici bir ifâde veya nun için Cenâb~i Allah, «onlara güzel söz söyleyin-» buyuruyor.

Hazret-i Peygamber böyle ânlarda verilen bir dirhemin se­vapta yüzbin dirhemin önünü alacağını tebşir etmişlerdir.

Gerçi bu âyetin, [2] âyetiyle neshedildiğini söyliyen olmuşsa da   ki îkrime bun­ların başında gelir  îbnü Abbas, Ebû Mûsâ el-Eş'arî ve Urve b. Zübeyr'e göre âyet muhkemdir. Ekser'e göre essah olan da budur. Buhari'nin rivayet ettiğine göre, İbnü Abbas (R.A.) de­miş ki: «Halk bu âyetin mensûh olduğunu iddia eder. Hayır, vallahi nesholmamıştır.»

Ancak âyette geçen, «nzıklandınn» emri, vücub değil, men-dubiyyet ifâde eder. Ekserin görüşü böyledir. Zira âyet vücub ifâde etmiş olsaydı, vâris olmayanlar da vâris hükmüne girmiş olurlardı.

Sonuç:

Allah'ın lütfettiği bir serveti ister ölmeden önce (hasta iken), ister öldükten sonra mirasçılar arasında taksim eder­ken, muris için manevî bir servet, mirasçılar için bir feyiz ve bereket vesilesi olması için orada hazır bulunan veya yakın komşular arasında bilinen hısımlara, fakır ve yoksullara bir şey'ler ayırmak, ilâhî tenbîh ve tavsiyedendir.

Bu tenbîhe uyan mü'minlere müjdeler olsun!.[3].

 

MÎRÂSIN TAKSİMİ

 

«Allah çocuklarınız hakkında, erkeğe, İki dişinin payı ka­dar hükmeder. Eğer onlar (mirasçılar) İkiden fazla kadın olur­sa, bırakılanın üçte İkisi onlarındır. Şayet bir tek kız olursa, yansı onundur.

Ana-babadan her birisi için, ölenin çocuğu varsa, bırakilan ı aMan altıda bir verilir. Ölenin çocuğu yoksa, ana babası ona mirasçı olursa, anasına üçte bir düşer. Ölenin (dişi veya erkek) kardeşleri olursa, anasına altıda bir düşer; ancak (bu-sayılan hükümler) ölenin yaptığı vasiyyetİn (yerine getirilme­sinden veya borcu (ödendikten) sonradır.

Siz babalarınız ve çocuklarınızdan hangisinin menfaatçe size daha yakın olduğunu bilmezsiniz. Bu, ancak Allah tara­fından takdir edilmiş bir farizadır. Şüphesiz ki Allah yegâne bilen ve hikmet sahibidir.

Karılarınızın çocukları yoksa, bıraktıklarının yansı size­dir. Çocukları olursa, bıraktıklarının dörtte biri sizindir. An­cak bu (hüküm ve taksimler) onların yaptıkları vasıyyetin (ye­rine getirilmesinden) veya borcunun (ödenmesinden) son­radır.

Sizin bıraktığınızın, çocuğunuz yoksa, dörtte biri kanları-nızındır. Çocuğunuz olursa, bıraktığınızın sekizde biri kanla-nnızındır. Bu (hüküm ve taksim de) ancak yaptğımz vasıyye­tin (yerine getirilmesinden) veya borcunuzun (ödenmesinden) sonradır.

Şayet mirası paylaşmak istenilen erkek veya kadın çocuğu ve babası olmayan kimse olursa ve onun da erkek veya kızkar-deşi bulunursa, bunlardan her birine altıda bir verilir. Eğer onlar ikiden çok olursa, üçte birine ortaktırlar. Bu (hüküm de) yapılan vasıyyetin (yerine getirilmesinden) veya borcun (ödenmesinden) sonradır. Bu da (gerek vasıyyette, gerekse borç ikrar ve beyânında mirasçılara) zarar vermeksizin olma­lıdır. Bu, Allah tarafından size bir vasıyyettlr. Allah hakkıyle bilendir, Halîm'dir.

İşte bunlar Allah'ın yasalandır. Allah'a ve peygamberine kim İtaat ederse, onu, altından ırmaklar akan cennetlere koya­caktır ki, onlar orada ebedî kalıcılardır; bu en büyük bir kur­tuluştur.?» (Nisa sûresi, âyet: 11-14).

Bu âyet-i kerîme, yukanda geçen Nisa sûresi, 7. âyeti açık­lar mahiyyettedir.

Mîrâs hakkındaki bu dört âyet ise dînin rükünlerinden biridir. İslâm hukukunun temel umdesidir, yani bu hukukun üçte birini ferâiz teşkil eder. Ferâizin, ilmin yansı olduğuna dair birtakım sahîh rivayetler de mevcuttur. Fakat halkın ilk unutacağı ilim de bu olacaktır.

Dâre Kutnî'nin Ebû Hüreyre (R.A.)den yaptığı rivayete göre, Peygamber (S.A.V.) buyurdular ki:

«Ferâiz öğrenin ve onu halka öğretin. Çünki ferâlz, ilmin yansıdır; ilk unutulan ilim de o olacaktır; ümmetimden ilk çekilip alınan ilim de yine ferâiz olacaktır.»

Kurtubî'nin Abdullah b. Mes'ud (R.A ) tarikiyle yaptığı rivayette, Resûlüllah (S.A.V.) gerek ferâiz, gerekse ilim hak­kında şu hadîsi söylemişlerdir:

«Kur'ân öğrenin ve onu halka öğretin; ferâiz öğrenin ve halka öğretin, ilim öğrenin ve onu da halka öğretin!. Çünki ben  er-geç   ruhu alınacak bir adamım. İlim de (bir zaman ge­lecek) alınacak, fitneler zahir olacak, o kadar ki, ferâiz konu­sunda ihtilâfa düşen iki kişi, aralarında hükmedip (onları bu konuda tatmin edecek) kimse bulamıyacaklar.» [4]

Gerçek bu olunca, şunu da ilâve edelim ki, ferâiz, eshab-ı kiramın en çok meşgul olduğu ve üzerinde fikir teatisi yaptık­ları bir ilimdir. Fakat nâs onu unutmak üzeredir. Nitekim Mu-tarnf m Mâlik'den yaptığı rivayette, Abdullah b. Mes'ud (R.A.) demiş ki: «Ferâiz, talâk ve Hac konularını okuyup Öğrenmiyen bir kimse, çölde  maarif siz   yaşayanlardan ne İle üstün ola­bilir?»

İbnü Mes'ud Hazretlerinin bu görüşü, yadırganacak bir öl­çüsüzlükte değildir. Çünki bu üç konudan ikisi insan hakları­na, cemiyet nizamına, aile düzenine, diğeri de ferdin ruhen ve ahlâkan yükselmesine, tevhîd akidesinin asıl hedefine ulaşma­sına, müslümanların anlaşıp siyasî, ticarî ve kültürel işbirliği yapmasına dayanır.

Ebû Dâvud ile Dâre Kutnî'nin Abdullah b. Amr (R.A.)dan yaptıkları rivayette, Allah'ın Resulü şöyle buyurmuşlardır:

«İlim üçtür: Muhkem olan âyet, Peygamber'den sabit olan sünnet ve bu ikisinden çıkarılan âdil fariza (ferâiz)..»

Konumuzu teşkil eden âyet-i kerimenin iniş sebebine ge­lince:

İmam Ahmed b. Hanbel'in Zekeriya b. Adiy tarikiyle yap­tığı rivayette, Hazret-i Câbir (RA.) diyor ki: «Sa'd b. Rebî'nin karısı Hazret-i Peygamber'e gelerek:

  Ey Allah'ın Resulü! dedi, şu ikisi, Uhud savaşmda şe-hîd düşen Sa'd'ın kızlarıdır. Amcaları, bunların babalarından kalan malın hepsim kendilerine alıkoydular, bunlara bir şey vermediler. Bilirsiniz ki, bunların malı olmadıktan sonra kim­seyle evlenemezler..

Hazret-i Peygamber (S.A.V.) :

  Allah bu husustaki hükmünü indirecektir, buyurdu.

Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi. Peygamber (S.A.V.) kızların amcasına şu haberi gönderdi:

 «Sa'd'm iki kızına üç­te İkisini, annelerine de sekizde birini verin!»

Resûlüllah'ın bu emri derhal tatbik edildi ve kimse i'ti-raz etmedi.

«Allah çocuklarınız hakkında, erkeğe, iki dişinin payı ka­dar hükmeder» mealindeki âyete gelince:

İslâm düşmanları veya İslâmiyeti iyi bilmeyenler, erkeğe, kadına verilen hissenin iki misli verilmesini dillerine dolaya­rak bu hükmün gayr-i âdil olduğunu söylerler. Fakat bunu et­raflıca tetkik eden insaf sahibi birtakım Hıristiyan müsteşrik­ler böyle bir yargıya varmaktan sakmrmşlardır.

Evet, kadının şahitlikteki durumu ne ise mirastaki duru­mu da odur. İslâm hukukunda şehâdete dayanan bir hakkın tesbiti ve bir hükme bağlanması için ya iki erkeğin, ya da bir erkek iki kadının şahitliğine ihtiyaç vardır. Nitekim Bakare sûresi 282. âyetin tefsirinde bu husustan bahsetmiştik. Meâlen: «Erkeklerinizden iki de şâhid yapın. Eğer iki erkek bulunmaz­sa o halde doğruluğuna güveneceğiniz şâhidlerden bir erkekle iki kadın yeter» buyurulan âyetin son kısmında bunun sebep ve illeti, az ileride izah edeceğimiz gibi, kadının, ev meşguli­yetinin çokluğu karşısında unutma ihtimali olarak gösteriliyor.

O halde erkekle kadın arasındaki bu farklılık, insan şah­siyetiyle, keramet ve ehliyetiyle ilgili değildir. Çünki kadın da, erkek gibi insandır, şahsiyet sahibidir; aynı keramet ve saygı değerlikte yaratılmıştır. Belki bâzı hususlarda erkekten daha çok saygı değerdir. O da ehliyet-i kâmileye mâliktir. Bilhassa malî konularda erkekle aralarında hiç bir fark yoktur.

Bu takdirde, şâhidlik ve mîrâsta iki kadının bir erkekle müsavi tutulması belirttiğimiz hususların dışında bir sebeple­dir. Bunıt iyice düşündüğümüz  aman, görürüz ki akıl ve man­tık çerçe;vesi içinde birtakım sebepler mevcuttur;  ez-cümle:

a) İslâm dîni kadına malî tasarrufu mubah kılmıştır.

b) Ailenin iç düzeni, sosyal mes'eleleri kadının basiret ve gayretine tevdi' edilmiştir. O, ailenin en mühim rüknü ve te­mel yapısı mesabesindedir.

c) Çocuğunun dînî ve millî terbiyesi, üstün ahlâk ile ye­tiştirilmesi önce kadına yükletilmiştir. îslâmî mânâda ana, ko­casına yar, evlâdına mürebbi-yi efkâr olandır.

Bu üç mühim vazife, kadını, çoğu zamanlarım evinde ge­çirmeye mecbur kılar. Ahş-veriş için nadiren, zaruret halinde çarşı ve pazara çıkar. O halde kadın dışarıda gördükleriyle da­ha fazla meşgul olamıyacağından şâhid olarak çağırıldığı za­man hafızasını yoklamakta zorluk çeker, ikinci bir kadın aynı olaya şâhid olmuş ve gördüklerini muhafaza etmek suretiyle ifâde edebilirse, ona hatırlatma bakımından yardımcı olmuş olur. Bu bakımdan iki kadına lüzum gösterilmiştir.

Mîrâsa gelince:

a) Evin masrafım ve her türlü malî sıkıntısını ekseri er­kek yüklenir. Karısını çoluk-çocuğunu beslemek, çocuklarının tahsilini sağlamak bilhassa erkeğin vazifesidir. O halde mîrâs-ta ona kadına, nisbetle iki hisse verilmesi normal bir taksim sayılır.

b) Kadın evlenirken kocasından mehir olarak bir mik­tar para alır. İslâm hukukunda mehir kadına tanınmış bir hak­tır;- erkek bunu emsaline göre vermek zorundadır. Bu bakım-'dan da erkeğin masrafı kadınınkine nisbetle bir hayli kaba-jıktır.

Kaldı ki bu nisbet (ikili birli) ve her yerde tatbik edilmez. Meselâ:

a)  Ana bir kızkardeş yalnız olursa, kardeşi gibi altıda bir pay alır.

b)  Ana ve baba, ölenin erkek veya erkek ve kız çocukla-riyle birleşirse, her biri altıda bir hisse alır.

O halde kadına bâzı mes'elelerde erkekten a.z hisse veril­mesi, onun kıymetini küçümsemek için değil, erkeğin malî külfetini ayarlamak veya hafifletmek ve bu suretle ikisi arasında âdilâne bir denge kurmak içindir.

Bu konuda geniş bilgi için, «el-Mer'etü Beyne'l-Fıkhi ve'l-Kanun» adlı esere müracaat edilmesi tavsiye olunur.

Mîrasla alâkalı diğer bir âyet de Nisa sûresinin sonunda-dir. Meâlen buyuruluyor ki:

«Habibim, senden fetva isterler. De ki: «Allah, babası ve çocuğu olmayanın mirası hakkındaki hükmü (şöylece) açık­lar: Eğer (erkek veya kız) evlâdı (ve babası) olmayan bir er­kek Ölür, onun (ana baba bir veya sâdece baba bir) bir tek kız-kardeşi kalırsa terîkesinin yarısı onundur.»

Diğer yansı asabesi varsa onun, yoksa redden yine hem-şiresinindir. Oğlu bulunursa hemşire sakıt olur. Km bulunur­sa hemşirenin muayyen bir farzı olmaz. O, asabedir. «Kelâle» de babanın bulunmaması şarttır. Zâten baba bulunurca alel'-umum kardeşler sakıt olur. Ana böyle değildir. O, kardeşleri ıskat etmez, altıda bir alır. Bu kısımda ana bir kardeş dâhil değildir. Çünki o, altıda bir alır.

«Eğer (mirasçı) erkek, kardeş ise çocuksuz (ve babasız) ölen kızkardeşinin (vefâtiyle) bıraktığının tamamını alır.»

Fakat oğlu veya babası bulunursa sakıt olur. Kızı bulu­nursa tamamını alamaz; geriye kalanı alır.

«Eğer (aynı şartlarla) kalan kızkardeş iki (veya daha zi­yâde) ise oğlan kardeşinin bıraktığının üçde ikisini alırlar.»

Geriye arta kalanı ise, asabe varsa ona verilir. Yoksa far-zan değil, redden yine onların olur.

«Eğer (yine aynı şartlarla mirasçılar) erkek ve dişi kar­deşler ise o zaman erkek için dişinin iki hissesi (vardır). Allah size şaşırırsınız diye  dininizin hükümlerini açıklıyor. Al­lah her şey'i hakkıvlc bilendir.»

Eshab-ı Kirâm'dan Câbir bin Abdullah (R.A.) hasta olduğu zaman "Resûlüllah (A.S.) onun ziyaretine gitmişti. Müşârün ileyh: «Yâ Resûlüllah, ben kelâle'yim. Mirasım nasıl olacak?» diye sordu. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Ahkâm­dan en son inzal buyurujan âyet-i celîle budur. [5]

 

KADINLARA ZORLA VÂRİS OLMAK VE ONLARA İŞKENCE ETMEK HARAMDIR:

 

«Ey îmân edenler! Kadınlara zorla vâris olmanız size he­lâl değildir. Onlara (mehir olarak) verdiğinizin bir kısmını alıp götürmen? " için onları sıkıştırmayın; meğer ki onlar ap­açık fuhuş (h^âsızhk) irtikâb etmiş olsunlar. Onlarla güzel­likle geçinin. I er onlardan iğrenirseniz (tahammül edin). iğ­renip hoşlanmadığınız bir şey'de Allah bir nice hayır takdir et­miş olabilir.» (En-Nisâ süresi, âyet: 19).

Görülüyor ki Kur'ân-ı Kerîm'de kadınların hakkını koru­mak, zulüm ve işkenceyi onlardan defetmek için ondan fazla âyet vardır. Câhiliyye devrinin kadınlar üzerindeki tahakküm ve zorbalıklarını kaldırmak için en âdil hükümler konulmuş­tur. Bu yolla yapılan inkılâbın beşer tarihinde bir örneğine rastlamak mümkün müdür? Kadını, itildiği bayağılık çukurur-dan hangi yasa bu derece rahatlıkla çıkarabilmiştir? Ne müm­kün, bunu ancak Kur'ânın lâhutî hükümleri yapabilmiştir.

Nitekim âyetin iniş sebepleri bunu daha açık olarak bize ifâde etmektedir:

1. Buhari'nin îbnü Abbas (R.A.^dan yaptığı rivayete gö­re, bu âyet inmeden önce bir erkek ölünce onun velîleri, yakı hısımları, dul kalan karısına sâhib çıkmakta adeta yarışırlar­dı. Kim daha Önce yetişir de onun üstüne veya çadırı üzerine bir örtü atarsa, artık o kadın onun emrine girmiş olurdu. Baş­ka bir kimse, hattâ kadının en yakınları bile ona sahip çıka­mazdı. Örtü sahibi ^u hususta herkesten daha çok hak sahibi sayılırdı. Bu bakımdan isterse o kadınla evlenir, isterse onu başkasiyle evlendirir, isterse hiç evlendirmez, kendi yanında ahkoyardı.

Tabiatiyle bu hal dul kalan gönlü yıkık ve perişan bir ka­dını büsbütün perişan eder, hayatı ona zehir ederdi. Bu kötü âdeti yıkar mahiyette yukarıdaki âyet indi. Bir ânda kadına geniş haklar tanındı. Ebû Dâvud da bu mânâya yakın bir ri­vayette bulunmuştur.

Zührî ve Ebû Miclez'den yapılan rivayete göre, Arapların kötü âdetlerinden biri de, bir erkek Öldüğünde, onun yakın hısımları bir örtü alıp ölenin karısının veya bulunduğu çadı­rın üzerine atar ve böylece onu kendi eli altında bulundurur­du. Artık kimse ona müdahale edemezdi, kadının en yakını bi­le ona sahip çıkamazdı, örtü atan kimse isterse onu başkasına evlendirip mehrini alır, kadına bir şey vermezdi ve isterse onu, malına mîrâsçı olmak için kendi yanında ahkoyardı. Kadının hakkını korumak ve bu gibi zulümlere son vermek için yuka­rıdaki âyet indi.

Bu iki rivayet birbirine çok yakındır. Bu bakımdan iki­sini yukarıya aldık. Bunlara yakın daha bir çok rivayetler var­dır. Geniş bilgi için îbnü Kesîr Tefsiri birinci cilt, 464. sâhifeye ve bir de Kurtubî Tefsiri beşinci cilt, sâhife 94'de müracaat edilmesi tavsiye olunur.[6]

Süddî diyor ki: «ölen kimsenin yakın hısımları kadının üzerine örtü atmadan kadın kendi akrabasına kaçma imkânı­nı bulduğunda artık onlar müdâhale hakkını kaybetmiş olur-lardi. Kadın da kendi hürriyetine kavuşmuş olur, kendi arzu­suna göre hayatına bir yön verirdi.»

2. Bâzıları da karısından hoşlanmaz, fakat kadının mal ve mülkü bulunduğundan mirasına konmak için onu zorla kendi yanında tutar, ölümünü beklerdi. Onunla evlenenler de olur, çoğu zaman güzel geçinmezlerdi. Çünki maksatları onun ma­lını ele geçirmekti. Bu sebeple yukarıdaki âyet indi.

Birinci sebebe göre, hiç kimse kadım zorla tutup, istedi­ği gibi tasarrufta bulunamaz. İkinci sebebe göre, kadını zorla tutup malına sahip çıkmak haramdır.

Âyet-i kerîmenin ikinci kısmına gelince:

«Kadınlara (mehir ola­rak) verdiğinizin bir kısmım almak İçin kendilerini tazyik et­meyin.»

Bu, karı koca arasındaki münasebetlerin birtakım maddî menfaatler için bozulmamasını emreder. Kadına verilen veya takdir edilen «mehir» onun hakkıdır; kocanın tazyik yollu onun bir kısmını geri alması helâl olmaz. Ancak kadın apaçık fuhuş irtikâb etmiş olsun, o takdirde mehir geri alınabilir.

Tefsîrcilerin âyette geçen «fahişe» kelimesinde görüş fark­ları vardır:

a) Hasan el-Basrî'ye göre, «zina» demektir. Evli kadın zi­na edecek olursa recmedilir. Bakire nikâhlı kız zina edecek olursa, kendisine yüz değnek vurulduktan sonra bir yıl sürgün edilir ve kendisine verilen mehir geri alınır.

b) İbnü Mes'ud, îbnü Abbas, Saîd b. Müseyyeb, Muham-med b. Şîrîn, Saîd b. Cübeyr, Mücâhid ve Ikrime'ye göre de «zina» demektir. Yani kadın zina ettiğinde, kocası ona vermiş olduğu mehri geri alabilir. Nitekim Bakare sûresi, 229. âyette buna işaret edilmişti. Meâlen: «Kadınlara verdiğiniz bir şey'i (mehri) geri almanız size helâl olmaz. Meğer ki erkekle kadın Allah'ın sınırlarını ayakta tutamıyacaklarmdan korkmuş olsun­lar.» buyurulmuştu.

c) İbnü Abbas, Ikrime ve Dahhâk'tan yapılan ikinci bir rivayette, «fahişemi mübeyyine»den murad, küs ve isyandır.

îbnü Cerîr'e göre, hem zinâye, hem de küs ve isyana şâmil­dir; yani bu mânâlarda umumîdir. O halde kocasına isyan edip, onunla küs duran kadından mehir geri alınabilir. îmam Mâ-lik'in de mezhebi budur.

«Onlarla güzellikle geçinin», konuş­manızı ona göre ayarlayın, davranışlarınızda kinci olmayın. Nezaket ve nezahet prensibiniz olsun. Çünki kadın daha has­sas olduğundan çabuk kırılabilir. Aile nizamı ise, güzel geçin­meye ve karşılıklı birtakım haklara saygı göstermeye bağh-dir. Bilhassa erkek, aile reisi olma vakan içinde hiç bir zaman kaba davranmamalıdır. Bakare sûresi, 228. âyette buna temas edilmişti. Meâlen: «Erkeklerin örfe uygun olarak kadınlar üze­rinde haklan bulunduğu gibi kadınlann da onlar üzerinde ör­fe uygun birtakım haklan vardır.» Hazret-i Peygamber (S.A.V.)

da:  «Sizîn en hayırlınız, ehline (çoluk çocuğuna) hayırlı olannuzdır. Ben ise ehlime en hayırlı olanımzım,» buyurmuşlardır. [7]

Peygamber (S.A.V.)m güzel huylarından biri de ailelerine nezîh davranmak, onların hatınnı hoş tutmaktı. Çoğu zaman onlarla oturup konuşur, güler ve eğlenirdi. O halde hüsnü muaşeret, aile yuvasının huzur kaynağıdır^Kan koca bu ko­nuda son derece hassas olmalıdırlar.[8]

 

Çıkarılan Hükümler:

 

1- Kadınlara  apaçık   fuhuş   irtikâp   etmedikçe   kötü muamele yapmak doğru değildir. Lüzumsuz tazyik ve iş­kence haramdır.

2- Kocası Ölen bir kadına, kocasının hısımları sahip çıkamaz ve onun hürriyetini kısıthyamazlar. Kadın bu durumda istediği kimseyle evlenebilir. (Ancak kocasının vefatından sonra 4 ay 10 gün beklemek zorundadır).

3- Kadına verilen mehri   fuhuş irtikâp etme gibi bir sebep zuhur etmedikçe geri almak helâl değildir.

4- îmam Mâlik'e göre,  kocasına isyan ve itaatsizlik edip küs tutan kadından da mehir geri alınabilir.

5- Kadınla güzel geçinmek, hüüsn-ü muaşerette bulun­mak vâcibdir.[9]

 

ZEVİ’L-ERHÂM'IN MİRAS ALMASI

 

«Zevi'l-erhâm, Allah'ın Kitabmca birbirine daha yakındır­lar. Allah her şey'i hakkiyle bilendir.» (El-Enfâl sûresi, âyet: 75)

îbni Abbas, Mücâhid, Ikrime, Hasan ve Katade'ye göre, bu âyet-i kerîme inmeden önce Ensâr ile Muhacirler arasında sı­kı bir dinî kardeşlik kurulmuştu; o kadar ki aralarında akra­balık bulunmadığı halde bunlar birbirlerine vâris olabiliyordu. İslâmiyetin getirmiş olduğu din kardeşliği mefhumu gönüller­de asıl mânâsını bulup kabileler arasına yayılınca artık akraba olmryanlarm birbirine vâris olma müessesesine lüzum kalma­dı. Zekât ve sadaka ile daha mükemmel içtimaî dayanışma mü­essesesi de kısmen gerçekleşmiş durumda idi. Bu sebeple Al­lah aknbanın birbirine vâris olmasının yabancı olanlardan da­ha yeğ bulunduğunu beyânla ilk hükmü kaldırmış oldu. Bu mânâyla âyet, din kardeşliği ve hılf (birbirine yardım etmek hususunda yeminli ahidde bulunmak) yoluyla vâris olmayı neshetti.

«Ülûl'-erhâm» tâbiri, ferâiz ilminde geçen «zevi'l-erhâm«a has bir isim olmuş oluyor. Ferâiz ilminde Ölünün aknbasın-dan, Kitab'da kendisine tâyin edilmiş herhangi bir sehmi olmayan, aynı zamanda asaba da sayılmıyanlara bu isim verilmiş­tir. Kızın evlâdı ile erkek ve kızkardeşlerin evlâdı, teyze, hala, babanın ana bir kardeşi, anne babası ve anne annesi gibi..

İbni Kesîr bu görüşe muhalefet ederek diyor ki: «Bu, fe-râiz âlimlerinin zannettiği gibi yalnız «zevi'l-erhâm»a has olan bir isim değildir; belki bütün akrıbaya şâmil bir ifâde tarzıdır.»

«Ancak «Zevi'l-erhâm»m vâris olup olmıyacağmda görüş farkı vardır:

a) Hazret-i Ebûbekir Sıddık, Zeyd bin Sabit, Ibni Ömer bir rivayette Hz. Ali ve Medine âlimlerine göre (Allah hepsin­den razı olsun!) : Zevi'l-erhâm eğer farz sahibi değilse vâris olamaz. Mekhûl ve Evzâî'den de bu görüşe uygun rivayet yapıl­mıştır. İmâm-ı Şafii de bu yolda hükmetmiştir.

b) Hazret-i Ömer, îbni Mes'ud, Muâz, Ebû Derdâ, Hz. Aişe ve bir rivayette Hz. Ali (Allah hepsinden razı olsun) ye göre zevi'l-erhâm, eshab-ı ferâiz ve asaba bulunmadığı zaman vâris olur. Küfe âlimleri, Ahmed bin Hanbel ve İshâk da bu görü­şe uygun hükmetmişlerdir.

İkinciler yukarıdaki âyetle ihticac edip «zevil-erhâm»ın vâris olması için. iki sebep göstermişlerdir: 1. Karabet (akrabalık), 2. İslâmiyet. Kendisinde bu iki sebep bulunan kimse yalnız İslâmiyet sebebi taşıyandan evlâdır.

Birinciler ise, ikincilere şöyle cevapta bulunmuşlardır: Âyet, «zevi'l-erhâm» hakkında has bir isim değildir; bilâkis mücmel ve câmi'dir. Zahirî mânâ olarak yakın ve uzak bütün akrıbaya şâmildir. Aynı zamanda miras hakkındaki âyetler mü-fesserdir, müfesser ise mücmel üzerine hâkim ve onu açıklar mahiyettedir.

Bu konuda iki taraf için de delil teşkil edecek birçok ri­vayet ve hadîsler vardır. Mezhep imamlarından bir kısmının görüşünü açıkladıktan sonra bunlara lüzum kalmadığı düşün­cesiyle kitabımıza almadık.

Ferâiz ilminde «zevi'l-erhâm» dört sınıf halinde mütalâa edilmiştir:

1. Cüz-i meyyit,

2. Asl-i meyyit,

3. Cüzi eb,

4. Cüz-i ced..

Ve zevi'l-erhâmda da tercih sebebi üçtür:

1. Kurb-i cihet,

2.  Kurb-ı derece,

3.  Kurb-i karabet..

Fazla bilgi için fıkıh kitaplarına ve ferâiz mevzuuyla ilgili kitaplara müracaat edilmesi..[10]

 



[1] Celal Yıldırım, Kur’an Ahkamı ve Mezhep İmamlarının Görüş Farkları, Bahar Yayınları: 1/364-366.

[2] Nisa sûresi, âyet: 11

[3] Celal Yıldırım, Kur’an Ahkamı ve Mezhep İmamlarının Görüş Farkları, Bahar Yayınları: 1/367-368.

[4] Tirmİii:  Ebû Hüreyre  (R.A.)den

[5] Kurân-ı Hakim ve Meâl-i Kerim

Celal Yıldırım, Kur’an Ahkamı ve Mezhep İmamlarının Görüş Farkları, Bahar Yayınları: 1/369-376.

[6] İbnu Kesîr, Kahire baskı Dam  ihyâi'l-kutubi'-Arabiyye. Kurtubî Tef­siri, Kahire  1967-1387 baskı Daru'l-kutubH-Arablyye.

[7] Tinnizi:  Hz. Alşç  (H.A.)den. tbni Mâce:  tbni Abbas  (R.A.)dan. Tabe-rânl: Hz. Muâviye'den, Hadîs sahihtir

[8] Celal Yıldırım, Kur’an Ahkamı ve Mezhep İmamlarının Görüş Farkları, Bahar Yayınları: 1/376-379.

[9] Celal Yıldırım, Kur’an Ahkamı ve Mezhep İmamlarının Görüş Farkları, Bahar Yayınları: 1/379-380.

[10] Celal Yıldırım, Kur’an Ahkamı ve Mezhep İmamlarının Görüş Farkları, Bahar Yayınları: 1/380-382.