KEŞFU’L-HAKAYIK an NÜKETİ’L-AYÂTI
ve’d-DEKAYIK’IN
I. CİLDİ.
Fatiha suresi Mekke’de nazil olmuştur. Yedi ayet, 28 kelime ve 140 harftir. Kur’an-ı Kerim okunmaya başlanırken her zaman E’uzûbillahimineşşeydanirracim-Kovulmuş olan şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım” denir.
1/1-Bismillahirrahmanirrahim.
Yani Allah Teala’nın mübarek ismi ile başlarım. O öyle Allah’tır ki O’nun rahmet ve nimeti dünya ve ahrette yaratıklara vasıl olur. (Dünyada mahlukatın hepsine ahrette sadece müminlere vasıl olur. Bu yüzden dua makamında “Ey dünya ve ahrette merhamet eden Rahman” denilir.)[1] Yine O, öyle Allah’tır ki O’nun rahmet ve nimeti fark gözetmeksizin dünyada herkese ulaşır. (Bu sebepten dua makamında “Ey dünyada merhamet eden!” denilir)[2]
Tefsir:
Gerçi “rahim” lafzının manası “rahman” lafzının içinde yer almıştır. Fakat, “rahim” lafzının tekrar zikredilmesi, Allah’ın nimeti dünyada hem kâfire hem de Müslüman’a ulaşmasının yanı sıra bazen kâfire daha çok verilebileceğini tekit içindir. Diğer taraftan “rahman” lafzının morfolojik yapısında “rahim” lafzından daha çok harf bulunduğundan dolayı mana yönüyle daha ziyade anlam taşımaktadır. Ayrıca “rahman” lafzı Allah Teâla’dan başka hiç kimse için isim olarak kullanılmaz. Ama “rahim” lafzı başkası için kullanılabilir. Her iki lafız bu makamda mecazen nimet manasında kullanılmıştır.[3] Çünkü bu lafızların hakiki anlamlarında meyil ve kalbî bir acıma çağrıştırdığı için Allah hakkında hakikî anlamları kullanılmaz. Bu iki lafzın hakikî manasındaki meyil ve kalbî acıma gibi manalara gelen sıfatlardan Allah beridir. Bu yüzden mecazî anlamlarına hamledilirler.
2/2- Bütün tarifler ve güzel sıfatlar Allah Teâla içindir. Allah’tan başka hiç kimse tarife layık değildir. Bütün yaratıklara ve varlıklara sahip olan ve onları terbiye eden Allah’tır. Buna göre her bir kimse kendi haline münasip bir şekilde dünyada O’nun için yaşar.
3/3-Bu ayetin manası az önce beyan edildi.
4/4-Allah Teâla kıyamet günün sahibidir. O günde her kes kendi amelinin karşılığını görür. (Dünyada iyi amel sahibine iyi bir karşılık mükâfat, kötü amel sahibine ise ceza verir.)
Geçen bu dört ayet Allah’ı tarif ve hamd içindir. Bundan sonra gelen ayetlerle arz ve niyaz edilerek her bir işte yardım ve hak yola hidayeti istemeği Allah (cc) bizzat kendisi kullarına öğretip istemektedir.
5/5- Nihayet derecede tezellül ve itaat ile ancak sana ibadet edip, seni ibadetimize mahsus eyleyip senden başkasını ibadetimizde sana eş koşmayız. ( Eğer gerçekten söylenilse bu ne güzel sözdür. Elbette hayatımız ve ölümümüz kendi kudret elinde olan Allah ibadet edilmeye layıktır. O’ndan başkası buna layık olamaz) Bütün işlerimizde ancak senden yardım isteriz. Senden başkasından yardım talep etmeyiz.
6/6- Bizleri düz olan yola hidayet eyle! O yolda bizleri sabit kadem eyle! Ta ki, o yoldan ayrılmayalım. (İslam dininde bizleri sabit kadem edip ve o yolda devam ettirsin.. Namaz kılanlar, beş vakit namazda bu duayı söyleyip İslâm dininde sabit kalmaları için Allah’tan dua isterler. Fakat onların çoğunda İslam sıfatlarından hiç bir sıfat bulunmayıp dualarında yalancı, batınen de İslam dinin dışında kalıyorlar.)
7/7- Bizleri, İslam’a girip sabit kalmakla kendilerine nimet verdiğin kimselerin yolunda daim eyle.. O yol, öyle kimselerin yolu olsun ki onlar gazabına uğrayanlardan olmasın. (Çünkü, gazaba uğrayan kimseler Allah Telâla’ya asi olup onun yolundan ayrılanlardır. Öyle ise İslam dininde imanlı kimselerin yolu bize lazımdır.) Asla hidayet bulmayıp sürekli dalalette kalarak yolundan çıkmışların yolu olmasın.
Bakara suresi Medine’de nazil olmuştur. 282 ayet[4], 6121 kelime 25500 harftir.
0/1-Bismillahirrahmanirrahim.
1/2-Elif. Lâm. Mîm. (bu surenin adıdır. Yani bu sure Elif. Lâm. Mîm. suresidir.) Bu Kur’an kâmil bir kitaptır. Hiç bir noksanlık onda yoktur. Onda asla şek ve şüphe yoktur. (Eğer denilse ki bu Kur’an’dan şüphe eden yoktur, öyle ise neden böyle deniliyor? Bu türlü ifade de gaye şudur ki, insan insaf nazarıyla baktığı zaman bilinir ki, bu Kur’an Allah kelamıdır, insan sözü değildir ki ondan şüphe edilsin. İşte bu yüzden böyle bir ifade tarzı seçilmiştir.) Allah’an korkanlar için doğru yolu gösterendir.
Tefsir:
Muttakî: Allah (cc)”nun haram kıldığı şeyleri terke dip amel etmesi vacip olan dini emirleri yerine getiren kimseye denir.
Allah (cc), bu surenin adını Elif.Lâm. Mîm. koymuştur. Fakat tefsir geleneğine göre bu surenin meşhur kelimelerinden bir kelimeyi bu sure için isim olarak kabul ederler. Bu yüzden surenin içinde zikrolunan “bakara” lafzını da bu sureye isim olarak koymuşlardır. Daha önce de mukaddimede söylediğimiz gibi başlarında “hurufu mukataa” bulunan surelere isim olarak bu “hurufu mukataa”lar kabul edilmiştir. Örfe göre bu sureye “Bakara Suresi” dendiği gibi başında “hurufu mukataa” bulunan surelerin de özel adları vardır.
3/3-Muttakilerin sıfatları odur ki; gayba iman ederler, namazlarını kılarlar, vermiş olduğumuz nimetlerden muhtaç olan kimselere infak ve ihsan ederler.
Tefsir:
Hz. Peygamber (sav) devrinden bu zamana kadar ne kadar Müslüman gelip geçmiş ise bundan sonra gelecek olan her kes bu ayete muhataptır. Fakat Allah Resulü (sav)’in huzurunda bulunup iman eden sahabenin -Peygamber ve Kur’an’ın emirleri aşikâr olduğu için- bu hale “gayba iman” demek doğru olmaz.
4/4-Muttekilerin sıfatlarından biri de ya Muhammed (sav) sana indirilen Kur’an’a iman etmeleri, senden önce indirilen (Tevrat ve İncil gibi) kitaplara iman etmeleri ve kıyametin elbette kopacağına yakînen iman etmeleridir.
5/5- Sıfatları söylenen o muttakiler onlardır ki, öz Rableri Allah Teâla’dan hidayet ve nuraniyette olup hak dinde sabit kalırlar. Ahret azabından kurtulup sürekli nimetler içinde kalanlar da elbette onlardır.
6/6- Kur’an’ı inkâr eden kâfirleri ilahî azaptan korkutsan da korkutmasan da değişmez. Onlar Kur’an’a inanacak değildirler.
7/7-(Ya Muhammed!) Bu müşrikler küfür ve inatlarında devamlı olduklarından ötürü Allah Teâla onların kalplerine mühür vurmuştur; ta ki hiç bir hayır işi dinlemesinler, kulaklarına mühür vurmuştur; ta ki gerçek sözleri işitmesinler, gözlerine mühür vurmuştur; ta ki baştan olan inat ve cehalet perdesi onların hakkı görmesine mani olup hiç bir vakit hakkı idrak etmesinler. İşte bu sebepten ahrette onlara büyük olan azap vardır.
Nüzul Sebebi:
Bundan sonra gelecek olan 13 ayet münafıklar hakkında inmiştir. Münafık: Dili ile kabul edip kalbi ile Allah’a iman etmeyen kimseye denir. Münafıkların reisi Medine’de bulunan Abdullah b. Ubeyy b. Selul’dur.
8/8-(Ya Muhammed!) İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları halde “Allah’a ve ahret gününe inandık” derler. (Bunlar, Medine ehlinden Abdullah b. Ubeyy b. Selul ve ona tabi olanlardır.)
9/9-Onlar, güya Allah’ı ve O’na inananlara mekr ve hile ederler (aldatırlar). (Mekr ve hileleri kalplerinden iman etmeyip zahiren iman etmek suretiyle olmaktadır) Halbuki onlar öz nefislerine olan zararı düşünmeyip kendilerine mekr ve hile yaparlar. (Çünkü bu mekr ve hilelerinin cezası onlara ulaşacaktır.)
10/10- O münafıkların kalplerinde nifak nahoşluğu vardır. Allah Teâla da Kur’an’ı indirmekle ayrıca bu hastalıklarına hastalık kattı. (Kur’an indikçe onların gazap ve düşmanlıkları da artıyordu) Kur’an ayetlerini yalanlamaları sebebiyle münafıklar için kıyamet gününde artık eziyet eden azap vardır.
11/11- (Müminler tarafından) münafıklara: Yeryüzünde fesat çıkarmayın, dendiği zaman, (Münafıkların fesadı, insanları Hz. Peygamber (sav)’e iman etmekten alı koymak sureti ile oluyordu) münafıklar: “Bizim şanımız ıslah etmektir. Hiç bir vakit bizden fesat çıkmaz”
12/12- Haberiniz olsun ey müminler! Münafıklar bu cevabı, yalan diyorlar. Onlar, elbette fesatçılardır. Fakat, bozgunculuk yapmanın ne kadar pişmanlık verici bir amel olduğunu ve Allah nezdinde ne kadar azap kazandırıcı olduğunu anlamıyorlar.
Tefsir:
Münafıkların başı Abdullah b. Ubeyy b. Selul ve onun arkadaşlarıdır. Münafıklar, inanmış görünerek Müslümanları aldatmağa çalışıyorlardı. Müslümanlarla karşılaşınca Müslüman görünüyorlar, ama İslam düşmanlarıyla karşılaştıkları zaman da “biz sizdeniz” diyorlardı. İşte bu gelecek olan 13-15 nci ayetler, onların yalanlarından müminleri haberdar etmektedirler.
13/13- (Müminler tarafından) münafıklara: Sizden başka kimselerin iman ettikleri gibi bu Kur’an’a iman edin, denildiği zaman, münafıklar “Sefih kimselerin iman ettikleri gibi iman eder miyiz?” derler. Haberdar olun ey müminler! Sefih kimseler elbette münafıklardır. Fakat kendi sefahatlerini bilmemektedirler.
14/14- Münafıklar müminlerle karşılaşınca “biz Allah’a ve Resulüne iman ettik” derler. Şeytan gibi münafık kimselerle karşılaştıkları vakit de “biz sizinle beraber sizin dininiz deyiz, biz o müminlerle alay ediyoruz” derler.
15/15- Allah Teâla istihza emlerinin cezasını onlara yetirir, küfür ve delalette kalmaları için onlara yardım eder. Böylece küfür ve dalaletlerinde şaşkın kalıp kendi kendilerine aciz duruma düşerler. (Allah’ın bu kelamı, doğru olup İslam gelişerek kuvvet bulduktan sonra münafıklar kendi içlerinde şaşkına dönmüş ve tekrar Müslümanlarla sığınmışlardır.)
16/16- O münafıklar hidayet ve düz yolda olmaya bedel dalaleti satın aldılar. (Yani küfrü imana tercih ettiler.) Alış-verişleri menfaat sağlamadı. Ticaret yolunu bulup, ticaret işinde basiretli kimseler de değillerdi.
Tefsir:
Ticaretin, başarılı olabilmesi için kâr kazanılmalıdır. Çünkü ticaret yolunu bilenler kötüyü iyiye tercih etmez. Fakat, münafıklar kötüyü iyiye, yani küfrü imana tercih ettiler.
17/17- Münafıkların durumu, (karanlık gecede) bir ateş yakan kimse misalidir. O ateş yanıp da etrafını aydınlattığı anda Allah, bir sebep icat edip ansızın onların aydınlığını giderir ve onları nice karanlıklar içinde bırakır. Artık hiç bir şeyi görmezler.
Tefsir:
Münafıkların durumu şudur ki, dünyada iman eder ve onun nurundan az da olsa istifade ederler. Ama ölünce hemen o nur kaybolur ve onlar da ilahî azaptan ibaret olan zulumat-ı ebedîyeye giriftar olurlar.
18/18-O münafıklar, hakkı işitmekten kârdırlar (sağırdırlar), hakkı danışmaktan laldırlar ve görmekten kördürler. Nifak ve dalaletten hak tarafına dönmezler.
19/19-Yahut bu münafıkların hali, yabanda kendilerini, içinde nice karanlıklar, yıldırım ve yıldırım sesleri bulunan yağış tutmuş kimselerin durumu gibidir. O münafıklar yıldırımlardan ölmüş olanları düşünerek ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Halbuki Allah Teâla her bir taraftan kâfirleri kuşatmıştır.
Tefsir:
19 ncu ayetteki misalin münafıklarla münasebeti şöyledir: Gök gürültüsü ve yıldırıma tutulan kimse son derece korku içinde bulunarak hiç bir tarafa kaçıp kurtulmaya muktedir olamaz. Kur’an’ın şimşek gibi ayetleri de, münafıkların gözlerini kör ediyor, hak davet olan İslam ise gök gürültüsü gibi kulaklarını sağır ediyor. Bu yüzden, parmaklarını kulaklarına tıkayıp Kur’an ayetlerini işitmekten sakınıp küfür ve dalalet yabanında şaşkın ve sersem kalarak doğru yola meyil ve istek duymazlar. İşte münafıkların durumu her zaman böyledir.
Geçen ayette şimşek zikredilmişti. Bu gelecek olan ayete de şimşeğin esas vasfı anlatılacak.
20/20-O esnada şimşek sanki gözlerini koparıp çıkaracakmış gibi çakar, onlar için etrafı ışıklatınca o ışıkta yol giderler, şimşek düşüp hava karanlık olunca da nereye gideceklerini bilemeyerek oldukları yerde kalırlar. Allah dileseydi yıldırımın sesini artırarak elbette onların kulaklarını sağır, yıldırımın sesini artırarak gözlerini alırdı. Allah şüphesiz her şeye kadirdir.
Tefsir:
Münafıklar, hak davetçisinin
şimşek gibi sesini duyunca, bu sesten, gözleri kör ve kulakları sağır olur.
Allah’a döndükleri zaman nur sarar, kendi küfür ve sapıklıklarına dönünce de
dalalet ve küfür çölünde avare ve sersem olarak dolanıp dururlar. Hiç bir
tarafa yol bulup gidemezler.
21/21-Ey insan tayfası! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz. Elbette Allah’a ibadet etmekle gerektir ki, muttakilerden sayılırsınız. (Elbette Allah’a ibadet edip vacip olan amelleri yapan kimseler muttakilerden sayılırlar.
22/22-Kendine ibadet etmekle emrolunduğunuz Allah, yeri sizin için bir döşek, göğü de bir kubbe bir tavan yaptı. (Her evin bir tavanı olduğu gibi yere nispetle gök de, yerin tavanıdır.) Asuman (gök) tarafından size su indirerek onunla, azık ve yiyecek olsun diye her bir meyvelerden çıkardı. Şimdi siz iyi biliyorsunuz ki bunları yaratan Allah’tır. Bile bile Allah’a şirk koşmayın. (Allah’a şirk koşmak nihayet derecede zulümdür.)
Bu gelecek olan 23 üncü ayet, Kur’an’ı Allah’tan bilmeyip, Hz. Peygamber (sav)’e nispet eden kâfirlere hitap ediyor.
23/23- Ey Kur’an’ı inkâr edenler! Bu Kur’an’ı kulumuz (Muhammed)’e indirdik. Bunda bir şüpheniz varsa onun benzeri bir sûre getirin. Böylece bu Kur’an’ın Allah tarafından gelip gelmediği ortaya çıkmış olur. Eğer iddianızda doğru iseniz Allah’tan başka kendilerine ibadet ettiğiniz hazır olan mabutlarınızı da çağırın. Bu işte onlarda size yardım etsinler.
Tefsir:
Resulü Ekrem (sav) bu ayeti kerimeyi müşriklere hitap ederek Kur’an’ inkâr etmekte olanlardan delil istedi. Bir sûre getirip güya Kur’an’ın batıl olduğunu ortaya koyacaklardı. Değil ki bir sûre, hatta bir ayet getire bilselerdi bununla Kur’anı batıl sayacaklardı. Ama bir ayet bile getiremediler. Onların aciz kalması Kur’an’ın hak olduğuna delildir. Kur’an mukabilinde bir sûre getirmekten aciz kalınca, Allah (cc) bundan sonra gelen ayette kâfirlere hitap ederek şöyle buyuruyor:
24/24- Eğer Kur’an mukabilinde bir sûre getirtemezseniz -ki ebedâ yapamayacaksınız- öyle ise yakıtı, insan ve taş olan cehennem ateşinden kendinizi koruyun. (Yani, ey müşrikler! Allah’tan başka bu cansız şeylere tapıyor ve onlara muhabbet besliyorsunuz. Ahrette o taş ve odundan putları sizle beraber bir yere toplarım. O cehennem, yanarken hiçbir şeye ihtiyacı toktur. Belki insanın kendisi o cehenneme ateş olur.)
[Bu 24 üncü ayette kâfirleri tehdit ederken gelecek olan 25 inci ayette ise müminleri müjdeliyor.]
25/25- Ya Muhammed (sav)! İman edip iyi amellerde bulunanlara, altlarından nehirler akan bağlar olduğunu müjdele! O bağlar ki bir meyveden cennet ehline rızk olarak yedirildikçe: Bundan önce dünyada verilenlerdendir bu, derler. (Yani ahret meyveleri ve rızkları, dünya meyveleri ve rızkları gibi olurlar. Cennet ehli onları gördüklerinde hayal ederler ki; bunlar dünyada Allah’ın bize verdiği rızklardandır. Fakat o meyveleri ellerine aldıkları zaman anlarlar ki, benzerlik sırf surette olup tatları arasında hiç bir münasebet yoktur.) Dünya ve ahret rızkları iman ehline birbirine okşayacak şekilde verilir. Cennet ehline her bir ayıp ve çirkinlikten uzak, pâk olan eşler de verilir. Ve onlar orada ebedî kalıcıdırlar.
Nüzûl Sebebi:
Allah Teâla Kur’an’ı Kerim’inde, örümcek ve karınca gibi, bazı küçük hayvanları misal olarak zikretmiştir. Müşrik ve Yahudiler bu misallerin hikmetini anlamaktan gafil bulunup bu tür misallerle alay ediyorlardı. Bundan sonra gelen 26 ıncı ayet onun için nazil oldu.[5]
26/26- Şüphesiz Allah, sivri sinek ve ondan da zayıf olan bir hayvanı misal olarak vermekten çekinmez. Kur’an’a iman etmiş olanlara gelince, onlar böyle misallerin Rablerinden hak ve gerçek olduğunu bilirler. Ama Kur’an’ı inkâr edenlere gelince: Allah bu zayıf hayvanları misal vermekle ne şey murad eder? derler. (Allah’n bu misallerine kusur bulmaları yüzünden, kâfirlerden) bir çoğunu saptırır; (bu misallere iman etmeleri) sebebiyle bir çok mümini de doğru yola iletir. Verdiği misallerle Allah ancak fasık olanları saptırır.
27/27- Zikrolunan fasıkların vasıfları şudur ki, kesin söz (ahd) verdikten sonra (Burada ki, “kesin söz” Allah’ın insanlara vermiş olduğu kâmil akıldır.[6]) sözlerinden dönerler. Allah’ın, ziyaret edilip hal ve hatırlarının sual edildiği akrabaları ziyaretten vaz geçerler ve yer yüzünde fitne ve fesat çıkarırlar. (Fesat çıkarmaları, Allah’a asi olmaları ve insanların inanmalarına mani olmak şeklindedir.) İşte onlar, dünya ve ahret kendi öz nefislerine zarar verenlerdir.
28/28- Ey kâfirler! Siz ölü iken (babanızın sulbünde bir nutfe iken) Allah Teâla sizi diriltip vücuda getirdi. (Babanızın sulbünden bir sperma olarak çıkıp anne rahmine gelerek burada gelişip belirli bir müddet sonra varlık alemine geldiniz.) Sonra sizi öldürecek, tekrar sizi (kıyamet) gününde diriltecek. O halden sonra Allah’ döndürüleceksiniz. (Bu ayet-i kerime, kıyametin hak olduğuna ve insanın öldükten sonra dirileceğine delildir.)
29/29- O, yer ve yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı. (Böyle Allah’a hiç inanılmaz mı?) Sonra semayı yaratmak için ona yöneldi. Semayı yaratıp nihayet istikamet ve istihkâm eyledi. Onları yedi olarak kararlaştırdı. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.
Tefsir:
“Sema” bizden yukarı olan yerlerdir. Hava, katmanlar halinde olup bazen yalın bazen de yoğun olmak suretiyle yedi kat olması mümkündür. Allah daha iyi bilir.
30/30- Ya Muhammed yadına getir ki Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir vekil (halife) yaratacağım, dedi. Melekler: Bizler sena hamd etmek, seni zikretmek, seni noksan sıfatlardan beri kılıp dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak orada kan dökecek insanı yaratmak ne lazımdır? Dediler. Allah da onlara: Sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim, dedi.
Tefsir:
Allah Teâla bu ayet-i kerimede Adem Baba’nın yaratılışını beyan buyuruyor.[7] Hz. Adem (as), Mekke ile Taif arasında bir yerde topraktan yaratıldı.[8] Meleklerin bazısı yeryüzünde bazısı ise semada bulunmaktadır. Aynı zamanda insanoğlu yaratılmadan önce yeryüzünde cinler yaratılmıştı. Burada Hz. Allah’a Hz. Adem hakkında soru soran melekler ise , yeryüzü melekleridir. Meleklerin bu tür konuşmaları ise mümkinattandır. Hz. Adem’in benliğine bir vediâ olarak konan ilim ve hüner ve onun tedricen vücuda gelmesi de sorulmaya değer hadiselerdendir ki, zaten melekler de onu merak edip soruyorlardı.
Allah (cc), Hz. Adem (as)’ı yaratıp faziletini meleklere beyan buyuruyor ki, gerek Hz. Adem olsun, gerekse onun evladı olsun mühim faziletlere gebedir. Aynı zamanda ne kadar insanı hayrete düşürecek olan harika işler onlardan çıkacaktır. Fakat, melekler insanoğlunun bu yönünü bilmedikleri için Hz.Adem (as)’in yaratılmasıyla meydana çıkacak olan O’nun nuru hakikatine mani olamaya çalışıyorlardı. Dolayısıyla onun bu nuru hakikatini beyan için Allah (cc)’u buyuruyor ki;
31/31- Allah (cc) Hz. Adem’e dünyada olmuş ve olacak bütün eşyanın isimlerini öğretti. Sonra onları önce meleklere arz edip: Eğer ey doğru diyenler! “insanoğlunun yaratılmasında şerden başka bir şey çıkmaz” düşüncesinde varsanız, şunların isimlerini bana bildirin, dedi.
Tefsir:
Bu ayet-i kerime, ilmin faziletine ve insana her şeyden önce ilmin gerekli olduğuna delalet etmektedir. Çünkü Allah (cc), Hz.Adem’i yarattığı zaman, ona çok yiyecek içecek vs. bir çok şeyler gerekli idi. Fakat, bu gibi ihtiyaçları temin edecek olan temel unsur ilim olduğundan; yani ilmi olan kimse bunların hepsine bil kuvve sahip bulunacağından dolayı Allah (cc) ona, her şeyden önce ilmi öğretti. Adem ile meleklerin hikâyesini bize anlatmaktan maksadı ise ilmi elde etmenin yolunu bizlere bildirmektir. Yani ilme mani olacak şeyler ancak delil ile aşılır. Zira melekler Adem’in yaratılışına mani iken kendilerine delil getirildikten sonra ikna oldular. İnsanın yaratılmasında asıl maksat ilimdir. Çünkü, Adem Baba’nın şerefi ilimle anlaşıldı. Onun evladına da gerektir ki, ilim tahsil etmekten bir an geri durmasınlar.
32/32- Melekler: Ya Rab! Seni her bir ayıp ve noksan sıfatlardan tenzih ederiz, meğer senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yokmuş. Der hakikat elbette sen her bir şeyi bilirsin, her bir şey senden hikmet üzere meydana gelir, sende boş ve faydasız işler yoktur.
33/33-Allah, Adem’e buyurdu ki, ey Adem! (Sana bildirdiğim eşyanın isimlerini) meleklere anlat. Adem eşyanın isimlerini onlara anlatınca (melekler aciz kaldılar) (Allah meleklere:) Ben size, muhakkak gökler ve yerde görünmeyenleri bilirim. Ve yine gizli ve açık yapmakta olduklarınızı da bilirim dememiş miydim? dedi.
34/34-Ya Muhammed (as)! Yadına getir o zamanı ki, biz (yer yüzünde bulunan) meleklere Adem’e secde edin, demiştik. Meleklerin tamamı secde etti. Meğer şeytan kibir ve gururundan secde etmedi. Secde etmekten uzak durdu ve kibirlendi. Böylece Allah’a itaatin dışına çıkıp kâfir olanlardan oldu.
Tesfir:
Her şeyden önce insana gerekli olan şey ilimdir. Bu yüzden Allah (cc), Hz. Adem’e her şeyden önce ilim öğretti. Bundan sonra insana gerekli olan ve hayatını devam ettirebilmesi için lazım bulunan gıda vb. şeyleri temin için Allah (cc), Hz. Adem ve Havva’ya yaşayacakları yeri gösterdi. Bu gelecek olan 35 inci ayet bunu ifade ediyor. İnsan doğduktan sonra ona en gerekli şeyin eğitim ve öğretim olduğu konusunda hiç bir şek ve şüphe yoktur. Doğduğu andan itibaren çocuk süt emer, sonra büyüdükçe din ve dünya işleri hakkında bilgiler öğretilir. Çünkü insanın beşikten mezara kadar ilim talim etmesi gereklidir. Onun için Resulüllah (sav) şöyle buyurmuşlardır: “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz”[9]
35/35- Dedik ki, ey Adem! Sen ve eşin (Havva) bu bahçede[10] beraber yerleşin; orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde bu bahçenin nimetlerinden yiyin; sadece şu ağaca yaklaşmayın. ( Bu ağaç üzüm ağacıdır[11]) Eğer bu ağaçtan yerseniz her ikiniz de kendine kötülük eden zalimlerden olursunuz. (Allah’tan ayrılmak Allah’a zulümdür. Allah’ zulüm etmek ise bütün zulümlerin üstündedir.)
Tefsir:
Allah (cc) Adem ve Havva’yı topraktan yaratmıştır. Hadis-i şerifte Hz. Havva’nın, Hz. Adem’in sol kaburga kemiğinden yaratıldığı ifade edilmiştir.[12] Hz. Adem’in “sol kaburgasından” Murat, sol tarafında olan topraktan ve sol tarafına bitişik topraktan Hz. Havva’nın yaratıldığıdır. Böylece ikisi de topraktan yaratılıp ayağa kalkmışlardır.[13]
36/36- Şeytan Adem ile Havva’nın
ayaklarını kaydırıp günaha saldı ve içinde bulundukları nimetten onları
çıkardı. Bunun üzerine: Evlatlarınızın bazısı bazısına düşman olarak bu
cennetten çıkıp yer yüzüne ininiz, sizin için yeryüzünde yaşayacağı bir zamana
kadar dünyadan menfeatlanmak vardır, dedik.
[Adem ile Havva, cennet’te ki zellelerinden dolayı oradan çıkarıldıktan sonra ağlayıp Allah’a tövbe ettiler. Allah (cc) da onların tövbelerini kabul etti. Gelecek olan ayet bunu anlatmaktadır.]
37/37- Adem, tövbe makamında Allah Teâla’dan tövbe için söyleyeceği bir nice kelimeleri öğrendi.[14] Adem (as) bu kelimeleri deyince Allah (cc), onun tövbesini kabul etti. Gerçekten Allah bendelerine acıyıp onların tövbesini kabul edendir. (Burada tağlib tariki ile Havva’nın tövbesi Hz. Adem’e tabi olarak zikredilmemiştir. Yani, o da, tövbe etti, demektir)
38/38- Adem, Havva ve çocuklarına dedik ki: Hepiniz cennetten çıkıp yeryüzüne inin. Eğer benden size bir hidayet eden (peygamber ve kitap) gelip de her kim o hidayet ve yol gösterene tabi olursa onlar için ahrette herhangi bir korku yoktur ve kıyamet gününde mahzun ve kederli de olmazlar.
39/39- Kâfir olup bizim tarafımızdan gelen peygamberleri ve mucizeleri yalanlayanlara gelince, onlardır cehennem yoldaşları ve onlardır orada sürekli kalanlar.
[Bundan sonra gelen ayetler, Resulüllah (sav) zamanındaki Yahudilere hitaptır.]
40/40- Ey Yakûb oğulları![15] Size verdiğim nimetlerimi yadınıza getirin. (Musa (as) gibi peygamberi size gönderip ana ve babalarınızı deryadan geçirip, Firavun’u boğdum. Size yeryüzünde yaşama imkânı verdim. Bu nimetleri hatırlayıp şükretmeniz gerekmez mi?) Bana vermiş olduğunuz söze vefa eyleyin ki, bende size vaad ettiklerimi vereyim. (Size iman mukabilinde güzel mükâfatlar vereyim) Elbette benim kahır gazabımdan korkup benden başka kimseden korkmayın.
Tefsir:
Allah (cc), insana akıl vermiştir ki, bu akılla kendisini tanıma fırsatı bulsun. Allah’ı tanımak için akıl kâfidir. Bu noktada peygambere ihtiyaç yoktur. Hiçbir peygamber halka: “Ey insanlar! Deyin ki Allah vardır” Belki gönderilen her peygamber, halka: “Allah Teâla birdir, ortağı yoktur” telkininde bulunmuşturlar. Peygamberler, insanları gafletten kurtarıp şirkin yollarını tıkamak ve şerî hükümleri koymak için gereklidirler. Fakat akıl, yalnız Allah’ın varlığını bulma ve ikrar etmede kifayet eder, peygambere lüzum yoktur. Bu sebepten peygamber gelmeyip böylece Allah’ın mesajı kendisine ulaşmayan ümmetler, Allah’ı kabul etmeyip ona şirk koşarlarsa ilahî azaba müstahak olurlar. Sair dinî mükellefiyetler yüklenmediğinden dolayı onları yerine getirmedikleri için azap olunmazlar.
41/41- Ey İsrail oğulları! Sizde bulunan (Tevrat’ı) tasdik edici olarak indirdiğim Kur’an’na iman getirin. Siz.. Yahudilere. bu Kur’an’ı ilkönce inkâr edenlerden olmayın! Tevrat’ta zikredilen benim ayetlerimi ve hükümlerimi azıcık kıymete, dünya karşılığına satmayın! Başka değil sadece benden korkun.
Tefsir:
Yahudi bilginleri insanlardan aldıkları bir meblağ karşılığında Tevrat’ın hükümlerini değiştirip Yahudilerin gönüllerini hoş tutuyorlardı. Onların istediği şekilde fetva veriyorlardı. Gerçi Allah (cc), bu ayet-i kerimede zahiren Yahudilerin çirkin amellerini ortaya koyuyor ise de, hakikatte bu vasıfta bulunan her kes bu ayete muhataptır. Bu ayetin bir tarafı bizlere racidir. Yani bu ayet, bizim İslam bilginlerini de uyarak diyor ki: Sizde Kur’an ayetlerini ve hükümlerini dünyalık karşılığında değiştirip tahrif etmeyin. Müellif der ki, (kendisini kastediyor) acaba bu çirkin işi İslam alimlerine isnat etmek doğru olur mu? Haşâ... sümme haşâ... ki böyle çirkin bir amel İslam alimlerinden meydana gelsin. Fakat bakıp görelim böyle değil mi? Nisa suresinde karının kocasından alacağı terike hususunda değişik fetva veriyorlar. Allah (cc) buyuruyor ki: “Eşlerinizin eğer çocukları varsa bütün bıraktıklarının dörtte biri sizindir” (Nisa 4/12) Ama İslam alimlerinden kimi diyor ki “bu hüküm böyle değildir. Karının terekesi menkul mallara ve yapılara münhasırdır. Araziden hisse almaktan alı konmuşlardır. Yine bir ve ya birden çok kızların hissesi konusundaki (Nisa 4/11) ayetine yanlış fetva veriyorlar. Allah Teâla buyuruyor ki: “Çocuklar ikiden fazla kadın iseler, ölünün bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer yalnız bir kadın ise yarısı onundur” (Nisa 4/11) Buna karşı İslam alimleri diyorlar ki: “Yok böyle değildir. Belki her iki surette de bütün mala varistirler” Yine Maide suresinin altıncı ayetinde abdest hususunda “ayağa mesh etme konusuna” yanlış fetva veriyorlar. Allah (cc) bize hitap ederek abdest alırken ayaklara mesh etmeyi emrediyor. Buna karşılık İslam alimleri başa mesh etmeyi kabul edip ayaklar konusunda ise “ercüle” kelimesini “veğsilû” kelimesine atfederek ayakların yıkanmasına da hükmetmişlerdir.[16] Yine Cuma namazının vacip olması konusunda te’kiden varid olan ayete yanlış fetva vermişlerdir. Allah (cc) Cuma namazını bize şartsız olarak vacip kılmıştır. Şiî uleması ise onun vacibiyetini “İmam” ın olması şartına bağlayıp imamın gaybette olduğu devrede Cuma namazının haram olup kılınmayacağına kail olmuşlardır. Yine Nur suresi üçüncü ayette geçen “zina eden kadınların mümin kimselere haram olduğu” hususunda yanlış fetva vermişlerdir. Allah Teâla buyoruyor ki: “Zina eden erkek, zina eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile evlenemez; zina eden kadınla da ancak zina eden veya müşrik olan erkek evlenir. Bu müminlere haram kılınmıştır.(Nur 24/3) Buna mukabil, İslam bilginleri “yok haram değil, belki zina eden kadınlarla evlenmek mekruhtur” diyorlar. Daha bunlar gibi nice ayetler var ki -hepsini söylemek konuyu uzatır- acaba bunların hangi birisini bir İslam alimi söyleyebilir. Bu isnadı onlara vermek hata ve iftiradır (!) Olabilir ki fıkıh kitaplarına, kâtipler, yanlışlıkla yazmış olsunlar ! Tabii ki, bu kadar hata olması mümkün değildir.
42/42-Tevrat’ın gerçek olan sözlerini, kendi yakıştırdığınız batıl sözlerle karıştırmayın. Halbuki, bildiğiniz halde hakka batıl elbisesi giydirip batılı hak suretinde gösteriyorsunuz.
43/43- Ey İsrail oğulları! İslam dininde vacip olan namazı kılın, zekâtı verin ve namaz kılan Müslümanlarla namaz kılıp rükû edin. (Yani namazı cemaat ile kılın)
44/44- (Ey Yahudi bilginleri!) Sizler Tevrat’ı okuyorsunuz. Onda iyi amel edenlere mükâfat, kötü iş tutanlara da ceza verileceğini bildiğiniz halde insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Acaba Allah’ın size vermiş olduğu akıl nimeti ile yürüyüp bu “İnsanlara iyiliği emredip kendinizi kötülüğe salma” gibi çirkin ameli yapmanın kötülüğünü idrak etmiyor musunuz?
45/45- Ey İsrail oğulları! Her bir musibet ve zorluklara sabredip namaz kılmakla Allah’tan yardım isteyin. Namaz kılmak, Allah’a itaat edip azabından saygı ile ürperenler dışında, herkese çok büyük ve ağır gelir.
Tefsir:
Namaz dinin direğidir. Çünkü kulluk nişanıdır. Allah ile kulu arasında bir bağdır. Bu İslam dininin reisi Hz. Muhammed (sav) sürekli namazı kılıp onu muhafaza etmiştir. Bu yüzden her Müslüman kimsenin bu büyük ibadeti terk etmemesi gerekir. Onu terk edenler artık müfsitlerdir.
46/46- O namaz kılan kimselerin vasıfları şudur ki, nazarlarında Allah’ın rahmetine kavuşacaklarını düşünüp namaz kılarlar. (Yani yakîn mertebesinde, ilahî rahmete ulaşacaklarına inanarak namaz kılarlar.) Yine elbette o namaz kılanlar, Allah’a döneceklerini düşünürler.
47/47- Ey İsrail oğulları! Size verdiğim nimetlerimi hatırlayın. Gerçekten sizin baba ve dedelerinizden alimlerinizi cümle aleme (bir zamanlar) üstün kıldım. (İsrail oğullarını üstün kılmanın manası şudur: Allah, İsrail oğulları’ndan peygamber göndermiş, onları Firavun’dan kurtarmış ve Firavun’u denizde boğmuştur. Bundan başka olan üstünlükleri yeri geldikçe anlatacağız.)
48/48- Ey İsrail oğulları! Öyle bir günün azabından korkup sakının ki, o günde hiç bir kimse başkası hakkında herhangi bir ödemede bulunamaz; hiç kimseden şefaat kabul olunmaz, kendi nefsine karşılık hiç bir şeyi fidye alınmaz; günahkâr olan kimselere kıyamet gününde yardım da yapılmaz.
49/49- Ey İsrail oğulları! Hatırlayın ki, sizi Firavun’un yakınlarından (tabileri ve serdarlarından) kurtardık. Öyle bir halde ki, size azabın en yamanını teklif ediyorlardı, çocuklarınızın başlarını kesiyorlardı, kadınlarınızı (kendilerine cariye olarak kalsın diye) sağ bırakıyorlardı. Böle yapılmanızda Allah’tan size büyük bir imtihan vardır. (Amelleriniz yüzünden Allah sizi böyle belalara musallat etti.)
Tefsir:
Firavun, Mısır krallarının lakabıdır. Araplar, İran şahına “kisra”, Rum sultanına “kayser” ve Mısır krallarına da “firavun” diyorlardı.
Mısır’da bulunan falcılar ve kâhinler Firavun’a dediler ki, İsrail oğulları’ından biri doğacak ve senin saltanatın onun yüzünden yıkılacak. Firavun, bu yüzden İsrail oğulları’ndan ne zaman erkek çocuk doğdu ise hepsini öldürüyordu. Fakat, Allah Teâla hükmünü elbette verecekti; işte bundan gafil idiler. Nihayet Hz. Musa (as) doğup Firavun’un saltanatına son verdi. İşte bu ayetler onu anlatmaktadır.
50/50- Ey İsrail oğulları! Bir zamanlar biz sizin için denizi birbirinden ayırdık, sizi kurtardık. Firavun’un kendisi ve ona yakın olanlar, siz seyir ederken boğulup helâk oldular. (Yani, Ey İsrail oğulları! Sizin ecdadınızı denizde boğulmaktan kurtarmasaydık bu günleri görebilir miydiniz? Öyle ise Allah’ın nimetine şükretmeniz gerekmez mi?)
Tefsir:
Allah (cc) Firavun’u Kızıl Denizde boğdu. Hz. Musa ile Firavun’un araların geçen haller ileride ayrıntılı olarak anlatılacaktır. Burada ise bu hallerden Firavun’un boğulması ve Hz. Musa (as) ile karşılaşmasından kısaca bahsedilecektir.
Hz. Yakub’un oğlu Yusuf (as) Mısır’da Firavun’un veziri olduğu zaman kardeşlerini ve babasını da Mısıra getirdi. Hz. Yakub’un on iki oğlu ve torunları ile beraber yetmiş iki kişi oldular.[17] Hz. Yakub (as) vefat edince, Hz. Yusuf onu mumyalatarak Kenan elinde dedesi Hz. İbrahim’in yanına defnetti. Hz. Yusuf ise vefat ettikten sonra Mısırlılar onu Kenan eline defnedilmesine mani oldular. Çok sevdikleri için mermer bir sandık içine koyup Nil nehrinin içine defnettiler.[18] Maksatları, nehrin suyuna bereket katmaktı.[19] Arkadan Musa (as) inci yıldız gibi, İsrail oğulları ufkunda doğdu. Bu durum Firavun’a ayan oldu. Gece rüyada gördü ki, bir ateş çıkıp bütün mısırlıları kuşattı. Bütün Kıptileri yakıp helâk etti. Fakat İsrail oğullarına hiç bir zarar vermedi. Firavun bu durumu yakınlarına sordu. Dediler ki, İsrail oğullarından bundan sonra bir kimse zuhur edecek senin saltanatın da onun eliyle sona erdirilecektir. Bunun üzerine Firavun bütün İsrail oğullarının erkek çocuklarının öldürülmesini emretti. Kıptiler, Firavuna dediler ki, İsrail oğullarını öldürüyorsun ama bizim işlerimizi gören işçileri nereden temin edeceğiz? Kıptilerin isteğine göre Firavun, erkek çocuklarının bir yıl öldürülüp diğer yıl öldürülmemelerini emretti. “Af yılında” Harun (as), “öldürme yılında” ise Hz. Musa (as) doğdu.
Hz. Musa (as) Allah tarafından Firavun’u hak dine davet etmekle emrolunduktan sonra Firavun’u hak dine davet etti. O iman etmedi. Bunun üzerine İsrail oğullarına zulmünü artırmaya devam etti. Allah (cc), Hz. Musa’ya kavmini bir gece vakti Mısır’dan alıp çıkmasını emretti. Bu emir üzerine Hz. Musa (as) gece vakti kavmi ile birlikte Mısır’dan çıktı. Kızıl denize yaklaştıkları sırada arkadan Firavun ordusu ile birlikte takip ediyordu. Orduyu görünce İsrail oğulları çok korktular. Firavun ordusu sanki yetişecek kadar bir mesafeye gelmişti. Tam yetişecekleri esnada Hz. Musa (as) Allah’ın emri ile asasını denize vurup mûcize olarak denizi ikiye ayırdı. İsrail oğulları denizde açılan bu yoldan karşıya geçtiler. Firavun da açılan bu yoldan onları takibe koyuldu. Tam denizin ortasına gelmişlerdi ki, denizde açılan bu yol kapanıp Firavun, ordusu ile birlikte boğuldular.[20]
51/51- Ey İsrail oğulları! Hatırlayın ki, Musa’ya kırk gece Tevrat’ı indirmek için söz vermiştik. Musa, Tur’a gittikten sonra buzağıyı tanrı edinip ona ibadet ettiniz. Bu durumda kendi öz nefsinize zulüm ettiniz.
52/52- Buzağıya ibadet edip tövbe ettikten sonra günahlarınızı affedip bağışladık. Allah Teâla tövbenizi kabul edip günahlarınızı bağışladıktan sonra elbette size gerektir ki, Allah Tâela’ya şükredesiniz. (Fakat Yahudiler sürekli nimetlere nankörlük edip hiç bir vakit Allah’a şükretmediler. Tarihteki durumları bunun delilidir.)
53/53- Ey İsrail oğulları! Hatırlayın o zamanı ki, Musa’ya hak ile batılı ayıran kitabı (Tevrat’ı) verdik. Elbette o Tevrat sebebi ile hak yola hidayet bulup doğru yolda sabit kalasınız.
İsrail oğulları, buzağıya tapmalarının kabahatini anlayıp tövbe etmeye geldikleri zaman, Allah (cc) tarafından Hz. Musa (as)’a emrolundu ki, buzağıya tapmayanlar, tapanları öldürsünler. Bu sebeple öldürülenlerin tövbeleri kabul olacaktı. Buzağıya tapanlar bu teklifi kabul ettiler. Bunlardan bir kısmı öldürülürken geriye kalanların da tövbesi kabul edildi.[21] Gelecek ayetler bu hadiseyi anlatmaktadırlar.
54/54-Ey İsrail oğulları! Hatırlayın o zamanı ki, Musa, kavmine (o zaman buzağıya tapanlara) demişti ki: Ey kavmim! Hakikaten siz, buzağıyı tanrı edinmekle kendinize zulmettiniz. Öyleyse, buzağıyı tanrı edindiğiniz için öz Yaradanınıza tövbe edin de sizin içiniz den buzağıyı tanrı edinmeyenler, buzağıyı tanrı edenleri öldürsün. (Çünkü, İsrail oğullarının hepsi, Yakup peygamberden gelmiştir. Bunlar birbiri ile hoşça geçinen kavim idiler. Daha sonra Hz. Musa zamanında bir kısmı buzağıya tapmış bazısı ise bu işten uzak durmuştur. Mesela, oğul buzağıya taparken babası uzak duruyor; babası buzağıya taparken oğlu uzak duruyordu. Onun için Allah Teâla bu iki tip kavmi ayrı ayrı mütalaa ederek hitap ediyordu.) Böyle öldürülmüş olmanız Yaradanınızın katında daha hayırlıdır. Hemen tövbe edip ölümünüze sabrettiğinizden dolayı Allah da tövbenizi kabul etti. Hakikat o ki, merhamet edip onların tövbesini kabul eden ancak O’dur.
Tefsir:
Hz. Musa (as) Tevrat’ı almak için Tûr’a gidip kırk gece orada kaldı. İsrail oğulları arasında Samirî adlı bir müfsit kimse vardı. Mahir bir sarraf olan ve hokkabazlıktan da anlayan bu kimse kadınlardan takıları toplayıp bir buzağı büstü yaptı. Öyle bir hali vardı ki, buzağı hareket ettiği zaman, buzağı sesi çıkarıyordu. Samiri, İsariloğulları’na dedi ki: Bu sizin tanrınızdır. Musa, bunu burada unutup Tûr’a gitti. Çünkü, Beni İsrail cahil bir toplum olduğundan hemen buna kanıp buzağıya secde ettiler.
İşte böyle bilgisizlik ve cehalet, insanı ters işlere ve hatalara sürükler. İsrail oğulları ise bu türlü işlerin insanoğlundan sadır olamayacağını anlayamadılar.
Hz. Musa (as) Tevrat’ı alıp Tur’dan dönünce kavmini bu halde buzağıya taparken gördü. Bu duruma son derece öfkelenen Hz. Musa (as) onların bu davranışlarını kınadı. Tövbelerinin kabul olması için daha önce de söylendiği gibi ölmeleri şart koşulmuştu. İsrail oğulları buzağıya tapmaları yüzünden tövbe ettikten sonra Hz. Musa İsrail oğullarından yetmiş kişi seçip Tur’a çıktı. Tur Dağı mukaddes bir belde olduğu için orada tövbe etmeleri kabul edilme açısından daha iyi olacaktı. Hz. Musa (as) Tur’a ulaşınca üstüne çıkıp Allah ile münacâtta bulundu. Oraya gelen yetmiş kişi ile Hz. Musa (as) arasında nurdan bir perde olduğundan Musa (as)’ı göremiyorlardı. Hz. Musa (as) münacatını bitirip kavminin yanına gelince, onlar dediler ki: Ya Musa (as)! Biz Allah’ı aşikâre görmedikçe sana iman etmeyeceğiz. Bu küfür sözlerinden dolayı semadan bir ateş gelip onları yakarak helâk etti. Daha sonra Hz. Musa’nın duasıyla Allah onlara yeniden hayat verdi. Nitekim bundan sonra gelecek olan 55 ve 56 ıncı ayetler bu durumu anlatmaktadırlar.
55/55-Ey İsrail oğulları! Bir zamanlar (babalarınız Tur’da) Musa’ya: Ey Musa! Biz Allah’ı gözümüzle görmedikçe ebedî sana inanmayacağız, demiştiniz de sizden sadır olan bu küfür sözü yüzünden semadan bir ateş, şiddetli sesi ile gelerek bakıp dururken sizi helâk etti.
56/56-Ölümünüzden sonra Musa’nın duası ile sizi dirilttik. Elbette size gerektir ki bu ( öldükten sonra dirilmek gibi) büyük nimete şükredesiniz.
İsrail oğulları denizde boğulmaktan kurtulduktan sonra çölde kaldılar. Günün altında ne kendilerini barındıracak bir yer ne de yiyecek vardı. Allah (cc) kendi nimetleri ile onları kucaklayıp bulutlarla gölgelendirdi ve nimet gönderdi. 57 inci ayet bunu haber vermektedir.
57/57-Ey İsrail oğulları! Bulutları size gölge olarak gönderdik ta ki, güneş sizi yakmasın, yemek için sizlere terencübîn (kudret helvası) bir de bıldırcın gönderdik ve “verdiğimiz temiz nimetlerden yiyiniz” dedik. Bu nimetlere nankörlük etmekle bize değil, sadece kendilerine zulmettiler. (Çükü, nimetlere nankörlüğün cezasını kişinin bizzat kendisi çeker.)
Tefsir:
“Terencübin” veya “terencebin” (kudret helvası) bitki gibi bir şeydir ki, gece vakti dikenli bitkiler üzerinde çiğ halinde oluşur.
İsrail oğulları, her sabah vakti kaktıkları zaman çadırların kenarında yetecek miktarda kudret helvası ve bıldırcın bulurlardı. Bıldırcınları tutup keserek, kudret helvasını da toplayıp beraber yerlerdi. Buna rağmen Allah’ın nimetlerine nankörlük edip ona itaat etmekten yüz çevirdiler.[22]
58/58-Ey İsrail oğulları! Hatırlayın o zamanı ki, bu kasabaya (Orşelim veya Beytu’l-Mukaddes’e) girin, orada bulunan meyvelerden istediğiniz vüsat ve rahatlıkta yiyin. Hz. Musa’nın kurduğu çadırın kapısından içeri girerken önce Allah’a secde edin sonra “bizim günahlarımızı affet” deyin ki, bizden mağfiret istemenizden ötürü günahkârların günahını bağışlayalım: Zira biz, güzel amel işleyenlerin ecir ve sevabını fazlasıyla vereceğiz.
Tefsir:
İsrail oğulları, Mısır’dan çıkıp denizde boğulmaktan kurtulduktan sonra “tih” çölünde kalırken Hz. Musa (as) onlara ibadet etmeleri için bir çadır[23] kurmuştu. O çadıra “Hayme Mucamma’ ” diyorlardı. Bu çadıra ait geniş bilgi Tevrat’da anlatılmıştır.[24] Allah (cc) bu çadırdan içeri nasıl gireceklerini bu ayette anlatmıştır.
59/59-Zalim olan Beni İsrail, “secde edip mağfiret dileyerek çadırın kapısından girin” sözünü boş ve manasız sözlerle değiştirdiler. Emredilen sözü yerine getirmeyip boş ve manasız sözlerle değiştirerek yaptıkları kötülük neticesinde zalim olan İsrail oğulları üzerine gökten acı bir azap indirdik. (Allah, veba hastalığını onlara musallat etti. Böylece onlardan yirmi dört bin kişi öldü.)
İsrail oğulları denizden kurtulduktan sonra “tih” de susuz kaldılar. Hz Musa (as) Allah’tan su istedi. Gelen 60 ıncı ayet bu konuyu anlatmaktadır.
60/60-Ey İsrail oğulları! Musa, çölde öz kavmi için (siz Yahudilerin baba ve dedeleri için) su istemişti de biz ona: Değneğin ile taşa vur, dedik. Musa değneği ile taşa vurunca derhal o taştan on iki çeşme açıldı. (Hz. Yakub’un on iki oğlundan on iki kabile olmuştu. Her kabileye bir çeşme açıldı) Her kabile içeceği kaynağı bildi. Onlara: Musa vasıtasıyla verilen Allah’ın rızklarından yiyin için, yeryüzünde bozgunculuk yapıp serkeşlik ederek Allah’a itaatin dışına çıkmayın, dedik.
Tefsir:
Hz. Musa (as) her bir taife için bir çeşme tayin etmişti. Yahudi kabileleri birbirine karışıp fesada sebep olmasınlar diye bunu yapmıştı. Bu hadise aynı zamanda Yahudilerin kendi içlerinde dehşetli ayrılıklara sebep olacak unsurların bulunduğuna ve karakterlerinin bozgunculuğa müsait olduğuna delalet eder.
Yahudilere verilen bıldırcın eti ve kudret helvası, yemeleri içindi. Mûcize olarak taştan çıkan su ise içmesi bütün sulardan lezzetli idi. Bu da susuzluklarını gidermeleri içindi. Bu türlü nimetler karşısında Allah’a şükür etmeleri gerekirken, yine de nankörlük ettiler. Diğer taraftan verilen nimetler karşısında fesadı bırakıp sulh içinde yaşamaları gerekirdi. Ama onlar bunu da yapmadılar. Sürekli fesada devam ettiler.
61/61-Ey İsrail oğulları! Hatırlayın ki, siz verilen nimetlere karşılık: Ey Musa! Allah’ın bize verdiği (bıldırcın ve kudret helvası gibi) bir kısım yiyecekle iktifa edemeyeceğiz; bizim için Rabbine dua et de yerin bitirdiği şeylerden; sebzesinden, hıyarından, sarımsağından, mercimeğinden, soğanından bize çıkarsın, dediniz. Musa ise onlara cevaben: Daha iyi olan (bıldırcın eti ve kudret helvasını) daha kötü olan ile değiştirmek mi istiyorsunuz? O halde bu çölden çıkıp, bir şehre inin. Zira istediğiniz hoşunuza gidecek şeyler orada vardır. İsrail oğulları bu asilikleri yüzünden sürekli devam edecek olan zillet ve hakirlik içinde kaldılar.
Tefsir:
İsrail oğulları, Allah’ın hadd ve hükümlerini uygulamayıp kulak ardı etmişlerdi. Bu ayet-i kerime Yahudilerin bu halini haber vermesi açısından Resulüllah’ın sıdk ve hakkaniyetine büyük bir delil teşkil etmektedir. Resulü Ekrem’in vefatından bu tarafa tam 1319 (h) yıl geçmiştir.[25] Bu sürede Yahudilerin zillet içinde kalmaları bu haberin doğruluğunu sabit kılmıştır. Hz. Peygamber (sav) nice gaibe dair haberler vermiştir ki bunlar daha sonra hep çıkmıştır.
62 inci ayet, insana fayda verecek imanın tahkikî iman olduğunu ve zahirî imanın kifayet etmediğini beyan etmektedir.
62/62- Hakikaten iman edenler: Yani Yahudilerden, Hıristiyanlardan, melek ve yıldızlara tapan sabiilerden; kalben ve doğru olarak Allah’a, O’nun peygamberlerine (ezcümle Hz. Muhammed aleyhisselem’a)[26] ve ahret gününe inanıp Salih amel işleyenlerin mükâfatları Rableri yanındadır. Kıyamet gününün azabından onlara korku yoktur. Kederli ve mahzun da olmazlar.
63/63- Ey İsrail oğulları! Hatırlayın ki, sizden Musa vasıtasıyla Tevrat ile amel edeceğiniz hususunda sağlam bir söz almış, korkup da amel edesiniz diye başınızın üstüne Tur’u kaldırmış ve size: verdiğimiz Tevrat’ın hükümlerini azim ile tutun, onda bulunan hükümleri müzakere edin, muhakkak kötü iş tutmayı terk edersiniz (demiştik de);
64/64- Tevrat ile amel etme sözünü verdikten sonra bundan vazgeçip Tevrat ile amel etmediniz. Eğer sizin üzeriniz de Allah’ın fazlı ve rahmeti olmasaydı (ki, sözünüzde durmamanıza rağmen Allah tevfik ve ihsan buyurup yeniden tövbe etme fırsatı buldunuz.) elbette dünya ve ahrette ziyankâr kimselerden olurdunuz.
Tefsir:
İsrail oğulları, Tevrat’ın hükümlerini kabul etmediler. Allah (cc) onları korkutmak için Tur Dağının suretini onların başlarının üzerinde peyda etti. Fakat bu dağ, eğer onların üzerine düşseydi gerçek dağın yapacağı işi yapacaktı. Onlar da helâk olacaktı. Şu kadar var ki Allah (cc)’a azap etmek gerekmez. Allah (cc) azap etmek için her türlü sebebi meydana getirmeye kadirdir. Bu sebeplerden hangisi olursa olsun fark etmez. Bu yüzden o dağın aslı olup olmaması da bir şey değiştirmez. Dolayısıyla şayet Yahudiler onlardan beklenen şeyi yerine getirmeselerdi suret halinde üzerlerine kaldırılan dağ, aslı gibi vazifesini yapacaktı.
Allah (cc), gelecek ayette Resulüllah devrindeki Yahudilere hitaben diyor ki: Ey İsrail oğulları! Sizden önce geçen atalarınız Cumartesi gününe yapılması gereken hürmeti tutmadılar. Bu yüzden onlara azap nazil oldu. Eğer siz de Hz. Muhammed (as)’a ve Kur’an’a inanmayıp tekzip ederseniz size de azap ederim)
65/65- İsrail oğulları, siz, atalarınızdan cumartesi günü azgınlık edip de, bu yüzden kendilerine: Allah’ın rahmetinden kovulmuş aşağılık maymunlar olun! Dediklerimizi elbette bilmektesiniz. (Allah’n demesi O’nun iradesinden ibarettir.)
Tefsir:
Bu kıssa, Hz. Davud (as) zamanında Şam’da deniz kenarında kurulmuş olan bir karyede meydana gelmiştir. Allah (cc) cumartesi gününü İsrail oğulları için bayram kılmıştı. Bunun için cumartesi günü bütün dünya işlerini yapmak haram edildi ve bu gün sadece Allah’a itaat etmekle geçmesi gerekiyordu. Bu karyede bulunan Yahudiler deniz kenarında yaşadıkları için balıkçılıkla geçiniyorlardı. Cumartesi günü balık avlamak yasaklandığı için, balıklar buraya diğer günlere nazaran daha çok geliyorlardı. Yahudiler hile yapıp deniz kenarında arklar açtılar. O arkla gelen balıklar, su azaldığı için tekrar denize dönemiyorlardı. Köylüler de Cumartesi geçince arktaki balıkları yakalıyorlardı.[27] Bu işe bir süre devam ettiler. Neticede cumartesi günü dahi ibadetlerini bırakıp balık avlamaya çıktılar ve bu günün ihtiramını bozdular. İşte Cumartesi yasağına uymadıkları için bu insanlar, Allah’ın gazabına uğrayıp batınen maymun kılığına sokuldular. Maymun gibi mekr ve hileden başka hiçbir hayır iş onlardan meydana gelmemiş hidayete kabiliyetlerini de kaybederek üç gün sonra hepsi helâk olmuşlardır.[28]
66/66-Biz o Yahudilerin mesh (suret değişikliği) olup maymun suretine dönüşlerini onların zamanında ve onlardan sonra gelenlere bir ibret dersi, muttakiler için de (Allah, kendi kudretiyle, kötü iş tutan insanı nasıl asil suretinden maymun suretine çevirerek bütün hidayet yollarını onlara tıkadığını göstermekle) bir öğüt vesilesi kıldık. (Hakikat-i insaniyeden çıkıp maymun fiilleri olan mekr ve hile yapmak maymunlaşmak demektir.)
67-74 üncü ayetlerde de Yahudilerin bir başka safhası anlatılmaktadır. Bir katil olayı ve olay üzerine vuku bulan bir mucize ihtisaren anlatılacaktır.
Tefsir:
İsrail oğulları arasında varlıklı birisi vardı. Kendisi de sadece bir erkek oğla sahip idi. Diğer taraftan bir çok kardeşi ve kardeşlerinin oğulları mevcuttu. Kardeşinin oğulları amcalarının malına miras olmak için onun bir tek bir oğlunu da öldürdüler. Bu çocuğun katilleri, İsrail oğullarını bunu öldürmekle itham edip İsrail oğullarından maktulün diyetini istediler. Tam birbirlerine girecekleri sırada akıllı kişilerin düşüncesine uyarak Hz. Musa’ya başvurdular. Hz. Musa (as)’da vahye dayanarak onlara bir inek kesmelerini ve ineğin bir parçası ile maktule vurmalarını emretti.
Hikâye olunduğuna göre; dindar ve salih bir ihtiyarın tam istenen vasıfları taşıyan bir buzağısı ve bir de oğlu varmış. İhtiyar bu buzağıyı ormana götürmüş ve Allah’a emanet ederek bırakmış. “Ey Rabbim bunu çocuğum büyüyene kadar sana bıraktım” demiş. Sonra ihtiyar vefat etmiş. İşte o buzağıda böyle ilâhi himayede büyümüş, bu sırada yetişmiş ve bu olay meydana gelmiş. Araya araya o sığırı bulmuş ve derisi dolunca para vererek onu satın almışlar. İşte Hz. Musa’nın tarif ettiği özellikte bu ineği bulup kestiler, maktule vurdular. Maktul dirildi ve kendisini, amcasının oğullarının öldürdüğünü haber verdi. Tekrar eski haline dönüp öldü.
67/67-Ey İsrail oğulları! Hatırlayın ki, Musa, kavminden o genci öldüren kimselere: Maktulun durumu açığa çıksın diye Allah bir sığır kesmenizi emrediyor, demişti de: Bizimle alay mı ediyorsun? (Biz senden maktulü öldüreni soruyoruz, sen bize bir sığır kesmemizi söylüyorsun.) demişlerdi. Musa da: Alay ve istihza etmek cahillerin işidir, bu iş yapmaktan Allah’a sığınırım, demişti.
Tefsir:
Sığırı kesmekle emrolunan kişiler, Hz. Musa (as)’ın bu işte ciddi olduğunu anlayınca da bu iş kendilerine çok ağır geldi. İneğin niteliklerini sorup durarak iş sürüncemede bıraktılar. Bir bir sual ettiler, Allah da onların normalde bulamayacakları vasıfta bir sığır kesmelerini istedi. Halbuki Allah’ın istediği anda hemen herhangi bir sığır kesseydiler kâfi gelecekti. Lakin onlar soru sormada ısrar ettiler; Allah da tek bir kişinin yanında bulunan bir sığırın vasfını ifade buyurup nihayet büyük bir meblağa ulaşan maliyet ile o sığırı alıp kestiler.
68/68- Sığırı kesmekle emrolunan kimseler: “Ya Musa! Bizim adımıza dua et, bize (bu nasıl sığırdır ki, herhangi bir organı ile ölmüş kimseye vurunca dirilir) onun ne olduğunu açıklasın” dediler. Musa: Allah diyor ki: “O ne yaşlı ne de körpe; İkisi arasında bir inek.” Size emredileni hemen yapın, dedi. (İsrail oğulları bununla da iktifa etmeyip ikinci soruyu sormaya başladılar.)
69/69-Ya Musa bizim için Rabbine dua et, bize onun rengini açıklasın, dediler. Musa: “Allah diyor ki: Rengi sapsarı, öyle sarı ki, ona bakanlar şad olur.”
Tefsir:
Tarihçilerden Vehb b. Münebbih (110-114-116/728-732-734) diyor ki; Bu sığır öyle bir tür sarı idi ki, ona bakan kimse sanıyordu ki, cildinden güneş ışınları süzülüyor.[29]
70/70- Sığırı kesmekle emolunanlar (üçüncü defa) “Ey Musa! Bizim için dua et de onun nasıl bir sığır olduğunu bize açıklasın, nasıl bir inek keseceğimizi anlayamadık. (O sığır bize şüpheli geldi. Ne sıfatta ne halde olduğunu kestiremedik.) Biz inşallah Allah murat ederse emrolunduğumuz şeyi yapmaya koyuluruz” dediler.
71/71- Musa dedi ki: Allah şöyle buyuruyor: O, işlemekle zelil düşmüş henüz boyunduruk altına alınmayan, ziraat sulamayan, serbest dolaşan, renginde hiç alacası bulunmayan bir inektir. “İşte şimdi tam vasıflarıyla anlattığın bu sığırı bulmakta hiç şüphe kalmayıp gerçek sözü anlattın.” dediler ve bunun üzerine onu bulup kestiler. Ama o sığırı kesmeye pek yaklaşmamalarına rağmen naçar kalıp kestiler.
Tefsir:
Sığırı kesmekten korkmalarının sebebi, ölünün dirilip gerçekleri söylemesiyle katil oldukları ortaya çıkması idi. Bu yüzden sığırı kesme işini sürüncemeye bırakıp işi uzattı da uzattılar. İşin sonunda bundan kurtulamayıp onu kesmek zorunda kaldılar.
72/72- Bir zaman bir adam öldürdünüz de onun katili hakkında ihtilafa düşüp katili meydana çıkarmamıştınız. Halbuki, bir nefsi öldürüp katili gizlerken, Allah onu ortaya çıkardı.
73/73- Sığırı kestikten sonra Musa vasıtasıyla onlara: “sığırın bir parçasıyla adama vurun” dedik. Niceki Allah Teâla o ölüye hayat verip diriltti, aynen öyle de bütün ölenleri kıyamet gününde diriltecektir. Allah, kıyamet günü dirileceğinizden şüphe etmeyesiniz diye bu meyyiti diriltmekle ayetlerini böylece size gösteriyor. Elbette lazımdır ki aklınızın gerektirdiği gibi yürüyüp bunu anlayasınız.
Tefsir:
Soru: Allah neden katillere sığırı kesmelerini emretti ve bir parçası ile meyyite vurmak suretiyle ölüyü diriltti?
Cevap: Allah Teala’nın bütün işleri bir hikmet üzeredir. Allah’tan hikmetsiz hiç bir iş sadır olmaz. Fakat çoğunun hikmeti bizlere açık değildir. Allah a’lem olabilir ki, bu hususta Allah’ın hikmeti, sığırı kestirmek suretiyle cereyan etmiştir. Yukarıda anlatıldığı üzere katillerin maksadı genci öldürüp malına miras olmaktı. Allah Teala da onların arzularının aksini onlara musallat etti. Zira bu müphem olayın aydınlanması için kesilecek olan sığırı almakta bütün servetlerini harcadılar. Böylece malları ellerinden çıktı. Çünkü bu malum sığırı esas kıymetinden çok fazla yüksek bir bedele aldılar. Aldıkları sığırın sahibi zengin oldu, sığırı alanlarda dünyada iflas ettiler. Halbuki hayallerinde zengin olmak vardı. Diğer taraftan kendileri de öldürüldüler ve ikinci bir zarara uğradılar.
Diğer bir hikmet: Sığırın kesilmesiyle öldürülen genç dirildi. Fakat tekrar öldü. Bu da orada bulunanlara, bütün sebepleri yaratan Allah olduğunu ve hakiki müessir bizzat O, olduğunu gösterdi. Sebeplerin ise gerçekte hiçbir tesiri yoktur. “Hiç bir sebep olmadan sebepleri yaratan Allah’tır.”
İsrail oğulları, “nefsi emmare sığırının” arzularına tabi olup, ona renk renk gıdalar yedirip kuvvet vermekle emsalsiz olan şerefli aklı, zillet ve hakirlik köşesinde katlettiler. Allah (cc) da Hz. Musa (as)’ı gönderdi ki, O’nun vasıtasıyla İsrail oğullarının “nefs-i emmare sığırını” kesip onun bazı “şehvet ve gadap” gibi organlarını şerefli aklın yardımcısı olarak kullansınlar. Ta ki, akıl, nefs-i emmarenin şerrinden kurtulup ikinci durumdan kurtulsunlar.
74/74- Siz.. İsrail oğulları! yukarda zikredilen mucizeleri gördükten sonra sizin kalbiniz kaskatı kesildi; size artık hiç bir öğüt tesir etmez. Sizin kalbiniz taş gibidir. Ya.. belki de ondan daha muhkemdir. (Taşa demir tesir eder, onu dağıtır. Ama sizin kalbinize, demirden daha tesirli sözler etki etmiyor.) Hele bazı taşlar vardır ki, onlardan nehirler açılıp çeşmeler fışkırır. Bazıları da vardır ki yarılıp içinden su çıkar. Bir kısmı da vardır ki, Allah korkusundan yüce dağların başından aşağılara düşerler. Allah yapmakta olduğunuzdan gafil değildir.
Tefsir:
Evet, insan hamakat ve cehalet makamında olursa taş.. belki dünyada hiçbir şey o sertlikte olamaz. Eğer dünyanın bütün nasihatçileri ve aklına müracaat edilen insanları ona nasihat ve vaaz etseler bile ona tesir eylemez. Onun cehalet ve ahmaklık seviyesine kimse ulaşamaz.
Bu anlatılanlar, Hz. Musa (as) zamanında meydana gelmiştir. Bu vakaları Allah (cc) zikretmekle Hz. Muhammaed (sav) zamanındaki Yahudileri uyarıyor. Yani onlara diyor ki: Ey Yahudiler! Sizin şanınız inat ve itaatsizlikte sürekli devam etmektir. Nasıl ki atalarınız Hz. Musa’ya itaat etmediler, siz de bu gün Hz. Muhammed (sav)’e aynı işi yapıyorsunuz. O muhterem zata itaat etmediğiniz gibi hiç bir ilahî ayet de size tesir etmez. Bütün fasih Arapça konuşan Araplar, bu Kur’an karşısında aciz kalmalarına rağmen siz bir nazarı ibretle bakmıyorsunuz ki hidayet bulasınız.
75/75- (Bu ayet, Resulüllah’ın ashabına hitap etmektedir) Siz bu Yahudilerin, davetinizi kabul edip Kur’an’a iman edeceklerini mi tamah ediyorsunuz? Bu isteğinizden vazgeçin. Onlar iman etmezler. Halbuki o Yahudilerden Tevrat’ta Allah’ın kelamını okuyan bilginler, Allah’ın kelamını işitip iyice kavradıktan sonra bile bile onu tahrif ederlerdi. (Böyle kimselerden imana girmeleri nasıl ümit edilir? Bu Yahudi tayfasının Allah tarafından gelen apaçık ayetlerini inkâr etmeleri, kadim adetleridir. Adetleri hep inkâr olduğu için Kur’an’a da inanmazlar.)
[Allah (cc) gelen ayette Yahudilerin münafık olduklarını beyan ediyor. Ta ki, münafıklardan hiçbir hayır iş sadır olmadığından dolayı müminler Yahudilerin iman etmelerinden ümitlerini kesip onlarla boşuna meşgul olmasın, alakalarını kessinler.]
76/76- (Ya Muhammed!) Bu münafık Yahudilerin vasıfları şudur: Müminlerle karşılaştıkları zaman “Biz de sizin gibi Kur’an’a iman edip Muhammed (as)’ı tasdik ettik. Bu Muhammed (as) Tevrat’ta anlatılan kimsedir” derler. Yahudilerden iman izhar edenler, iman izhar etmeyenlerle baş başa kaldıkları vakit ise, iman izhar edenler iman izhar etmeyenlere: Allah’ın size Tevrat’ta Muhammedi’in (sav) peygamberliğinin gerçek olduğuna dair açtığı bilgileri, Rabbinizin katında sizin aleyhinize hüccet getirmeleri için mi onlara anlatıyorsunuz? acaba aklınız yetmiyor mu ki bunu yaptığınız zaman size zarar dokunup mağlup olacaksınız? derler.
Tefsir:
Yahudilerin münafık olanları müminlere: Bizde sizin gibi Kur’an’a iman ettik. Hz. Muhammed (as), Allah’ın bize Tevrat’ta vasıflarını anlattığı peygamberdir. O zaman bu gerçeği gizleyip söylemeyen diğer Yahudiler, arkadaşlarını zemmederek böyle söylemelerinden rahatsız oldular. Dediler ki: Ne diye yakayı ele veriyorsunuz? Hz. Muhammed (sav)’in Tevrat’ta anlatıldığını söylemeniz sizin aleyhinize olur. Müminler sizinle tartışırken kendi kitabınızdaki bu sözleri delil getirip sizi sustururlar, dolayısıyla bu da sizin aleyhinize olur. Bundan böyle Hz. Muhammed (sav)’i inkâr etmenizi ne ile yorumlayabilirsiniz?
Allah (cc), gelen ayette bunlara cevap veriyor ve onların münafık olduklarını beyan ediyor;
77/77- (Yahudiler) bilmiyorlar mı ki, birbirleriyle buluştukları vakit, içlerinde gizlediklerini ve dışa döktüklerini elbette Allah biliyor?
Tefsir:
Allah (cc), Yahudilerin aralarında konuştukları sözleri, Hz. Muhammed (as)’a haber vermesi Peygamber-i Alişân Efendimizin bir mucizesidir. Bu ayetler Yahudi bilginleri hakkında nazil olmuştur.[30] 78 inci ayet ise Yahudilerin ümmî olanları hakkında nazil olmuştur. Allah Teâla bildiriyor ki, Yahudilerin gerek bilginleri gerekse avam tabakada olanlarının hepsi dalalet ve azapta kalacaklardır. Alim olan kimse ilmi ile amel etmesi gereklidir. Eğer ilmi ile amel etmese azaba duçar olur. Avam ise dinin asıl meselelerinde böyle bu tip bilginleri taklit etmeyip bizzat kendileri hakikati arayıp bulmaları gerekir. Resulüllah devrinde de Yahudilerin bu avam tabakası kendi bilginlerini taklit etmeyip Resulüllah’ın bir hak peygamber olduğunu bulmaları gerekirdi. İlmi terk edip taklit etmekle iktifa ederek dalaletlerinde baki kaldılar. Taklitleri yüzünden Kur’an’ı inkâr ettiler. Bu yüzden avam için öğrenmeleri mümkün olduğu zaman dinin asıl konularını taklit etmek caiz değildir. Din alimlerini taklit etmek ancak furûu dinde sabittir. Ama bu gün devrimizde avam tabaka şuursuz hayvanlar gibi alim kisvesine bürünmüş kimseleri taklit ederek İslam dinindeki zarurî olan meselelere muhalif olan işleri yapıyorlar. O alim kisvesine bürünmüş olan kimseler emrediyor onlar da yapıyorlar. Kur’an’ın zıddına hükümler beyan edenleri muhterem sayıp esas Kur’an’ın hükümlerine davet edenlerden yüz çeviriyorlar. Bundan artık cehalet ve ahmaklık olur mu?
78/78-Yahudilerin içinde okuma-yazma bilmeyenler de vardır. Tevrat’ı da bilmezler. Meğer arzularına muvafık (arzuları, bizi Allah bağışlar. Çünkü biz enbiya çocuğuyuz. Babalarımız bize şefaat eder, cehenneme girmeyiz.) şeylerden başka bildikleri yoktur. Onlar sadece yakinî bir bilgi olmadan güman ediyorlar.
Tefsir:
Yahudilerin kanaatına göre, kendileri peygamber çocukları olduklarından Allah onlara azap etmeyecek. Halbuki onların bu sözleri batıldır. Allah katında hiç bir ehemmiyeti haiz değildir. Allah katında iyi amel ve selim bir kalp fayda verir.
Bu ayet her ne kadar da Yahudiler hakkında inmiş ise de Kur’an bizim için inmiştir. Kur’an’da anlatılan kıssalar ise bizim için anlatılmaktadır. Bu kıssalar anlatılıyor ki, biz de İsrail oğullarının şahsında ibret alıp aynı yanlışlıkları yapmayalım. Zira onlar peygamber çocukları olduklarını iddia edip bu şemsiye altına sığınarak güya kendi kuruntularına göre yaptıkları kötülüklerden affedileceklerini sanıyorlar. Fakat devrimize gelince kendilerine ulviyet nispet edilmiş olan kimseler hem kendilerinin kurtulacağını hem de bir nice kimselere şefaat edip kurtaracaklarını zannediyorlar. Bu kimseler bir sineği bile kendi yüzlerinden kovalamaya kadir değillerdir. Ama kendi ağızlarının salyasını belki ellerinin kirli sularını hasta kimselere şifa deyip, ayak tozlarını tûtiyâ (kadınların gözlerine çektikleri sürme) gibi gözlere çektirerek bu yolla dünyalık mal temin ediyorlar. Halk şuursuz hayvanlar gibi... “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, ondan en çok korkanınızdır.” (Hucurât 49/13) ayet-i kerimesinden gafil olup Allah’tan yüz çevirmişler. Adlarını muvahhid koyarak putperestliği kendilerine şiar ediniyorlar. Bu sıfatları aydın geçinen alimlere diyorum.. belki fıkıh ve usûl ilimlerini bilenlere!... Kendilerini “Resuli Ekrem’in Naib-i Has’sı” sayıp o Hazret’in (sav) yapmadıklarını bu Hazretler(!) yapıp şahıslarını bir çok ümmetlere “Şefaatçı” kabul ediyorlar. Biz İslam ümmeti Kur’an’ın ayetlerinden hiç ibret almıyoruz. Halbuki Kur’an’daki kıssalarda ibret alınacak bir çok nükteler ve ince hikmetler mevcuttur.
79/79-Kendi elleriyle Tevrat’ta zikrolunan hükümlerin manasını
değiştirerek yazıp avam halkı
aldatarak değiştirdikleri hüküm
karşılığında az bir meblağ almak için “Bu hüküm Allah tarafından inen hükümdür”
diyenlere azap olsun! Tevrat’ın hükmünü değiştirip elleriyle yazdıkları hükümlerden dolayı azap olsun onlara! Yine yazdıkları hükümle kazandıkları mallardan ötürü azap olsun
onlara!
Tefsir:
Ayette geçen “veyl” kelimesi “azap” manasına gelmektedir.[31]
Yahudi bilginleri avam insanların arzularına göte İlahi hükümleri beyan ediyorlardı. Nitekim günümüzde de bir kısım İslam bilginleri Kur’an ayetlerini avam insanların arzularına göre yorumlayıp böylece Kur’an hükümlerini kenara bırakmışlardır. Allah’ın emirlerini hafifleterek insanların kendilerine meyil etmelerini sağlamışlardır. Hatta bu insanlar, zamanla bu alim geçinen kimseleri Allah Resulü’nün vekili olarak kabul etmişlerdir. Şayet bu insanlar Kur’an’ın hükümlerinin esasını öğrenmiş olsalar o zaman değil ki bu alim geçinen kimselere bağlanmak bilakis koyun kurttan, yahut zebranın vahşi aslandan kaçışı gibi bu alim geçinenlerden kaçacak ve nefret edeceklerdir. Bu Yahudi tipi hareketler günümüzde son derece meydandadır. Allah (cc) bizi doğru yoldan ayırmasın!...
Bu ayetten hasıl olan şudur: Yahudi bilginlerine üç türlü azap vardır. Birincisi: Allah’ın hükümlerini değiştirip onun yerine ayrı hükümler yazmaktan ötürü. İkincisi: Bu değiştirdikleri hükümleri Allah’a isnat etmelerinden ötürü. Üçüncüsü: Bu hükümlerle dünya malı kazanmalarından ötürü.
Kur’an, bu azapları anlatırken İslam alimlerini de aynı şeye düşmemeleri için uyarmaktadır. Yani, “Ey İslâm alimleri! Siz de Kur’an ayetlerini değiştirip avamın görüşlerine tabi olmayınız.”demektedir. Tabii ki, İslam bilginleri, Yahudi bilginleri gibi kitaplarını tahrif etmiyorlar. Allah’ın öğütlerini kabul ediyorlar. Fakat İslam bilginleri, esas kaynak olan Kur’an hükümlerine iltifat etmeyip uydurma haberleri, hükümlerine kaynak yapmaktadırlar. İslam ümmeti arasında çıkan ihtilaflar da işte bundan kaynaklanmaktadır.
80/80-Yahudiler: Bizim atalarımız
peygamber olduğuna göre bizden her ne çeşit çirkin amel sadır olsa bile Allah
bizi bağışlayıp sayılı birkaç gün (Kırk veya yedi gün olmak üzere farklı
rivayetler vardır.) müstesna bizlere
cehennem ateşi isabet etmez, dediler.
Bak göreceksin. Allah onlara cevaben ne buyuruyor? Ya Muhammed! Onlara de ki: Siz Allah katından bir söz mü
aldınız ki size azap etmesin. Eğer Allah katından bir söz aldıysanız Allah, sözünden asla dönmez. Yoksa Allah
hakkında bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?
81. inci ayet, Yahudilerin bu iddialarının batıl olduğunu anlatmak üzere buyuruyor ki;
81/81-Hayır!Yahudilerin bu iddiaları batıldır. Elbette onlara yaptıkları kötü amelleri mukabilinde azap olunacaktır. Peygamber evladı olmak onlara fayda vermez. Değil ki Yahudiler bel ki bütün günahkârlar azap görecektir. Kim bir günah işler de onun hata ve günahları kendisini çepeçevre kuşatarak aralamışsa İşte o kimseler cehennem ateşine arkadaştırlar. Onlar orada devamlı kalacaklardır. Oradan halas olup kurtulmak mümkün değildir.
Tefsir:
“Belâ” lafzı, Arap dilinde önce geçen sözün hükmünü yok eder.
Devrimizde Hz. Peygamber (sav)’e mensup olan “Şerifler” , bu ayetten gafil olup, kendileri için Allah katında bir makam bir kredi olduğunu düşünüyorlar. Yahudiler gibi hiçbir amel işlemeden kurtulacaklarını sanıyorlar. Tabii ki iş, onların zannettiği gibi değildir.
Bu ayette günahkârlara verilecek olan azap anlatıldı. Gelen 82 inci ayette de güzel amel işleyen müminlerin mükâfatı anlatılacak.
82/82-Kur’an’a ve (Hz. Muhammed as.)’a iman edip salih amel işleyenlere gelince onlar da cennete yoldaş olanlardır. Onlar orada ebedi kalıp hiçbir zaman oradan çıkmayacaklardır.
Tefsir:
Bu ayet-i kerimeden anlaşıldığına göre insana yalnız iman fayda vermez. Belki iman ile amel etmesi de gereklidir.
İsrail oğulları peygamber evladı olduklarından gururlanıp günah işleseler bile cehennemden kurtulacaklarını söylüyorlardı. Kur’an, onların bu iddialarının batıl olduğunu anlatıp hayır işleyenlin cennete, kötü iş tutanlara da asılları ne olursa olsun cehenneme dahil olacaklarını anlattı. Bu gelen ayette de İsrail oğullarının keyfiyetini anlatıyor.
83/83-Bir zaman İsrail oğullarından (Yani Rasulüllah devrindeki Yahudilerin ecdatlarına) biz: Musa vasıtası ile, yalnızca Allah’a kulluk edeceksiniz, ana-babaya, nispet cihetiyle size yakın olan akrabaya, yetimlere, fakirlere iyilik edeceksiniz diye muhkem söz almış ve “İnsanların hepsine güzel söz söyleyin, namazı sürekli kılın, malınızdan çıkarıp zekâtı verin” diye emretmiştik. İsrail oğulları, azınız müstesna, sizden bu söz alındıktan sonra zikredilen hükümlere dalınızı çevirdiniz. İsrail oğulları! Siz öyle bir tayfasınız ki, adetiniz sürekli verdiği sözü tutmayıp dal çevirmek olmuştur.
Tefsir:
Allah (cc), bu ayette bize, bütün insanlarla diyalog içinde olup iyilik yapmamızı emir buyurmaktadır. İnsanların birbiri ile hoş geçinmesi için ilk şart güzel ahlaklı olmaktır. Onun için Kur’an-ı mucizu’l-beyan da bunu tavsiye etmektedir. Kur’anın nasihatleri ne kadar üstündür. Keşke dinlenip öğüt alınsa....
84/84-Ey İsrail oğulları! Birbirinizin kanını dökmeyeceğinize, kendiniz gibi olan din kardeşlerinizi beraber yaşamış olduğunuz yurtlarınızdan (Yani güçlü olanlarınız, zayıflarınızı beraber yaşadığınız yurtlarınızdan) çıkarmayacağınıza dair sizden muhkem söz aldık. [ Allah (cc) bu ve bundan önce geçen muhkem sözleri (ahd-i misak) Hz. Musa vası tası ile Yahudilere gönderdi. Onlar da bu sözlerin gereği amel edeceklerini kabul etmişlerdi.] Her şeyi görerek sonunda bunları kabul etmiştiniz.
Allah (cc) bundan sonra gelen ayetlerde bir kısım Yahudi kıssalarını bizlere anlatarak aynı hatalara düşmememiz için ibret dersi vermektedir. O kıssalardan birisi, ihtisaren şöyledir:
Medine yakınındaki Yahudilerden Beni Kurayza, Arap’tan Evs kabilesinin antlaşmalısı; Beni Nadir de Hazreç kabilesinin antlaşmalısı idi. Medine’de bulunan iki Arap kabilesi Evs ve Hazreç arasında zaman zaman, savaşa dönüşen anlaşmazlıklar çıkardı. Bu savaşlarda her Yahudi kabilesi de kendi müttefiki ile birleşip savaşa katılırdı. Bu savaşlarda memleketi harap etme ve ahaliyi sürüp çıkarma gibi hususlarda kendi müttefiklerine yardım eder, fakat her iki tarafın Yahudilerinden bir kimse esir olursa birleşip fidye toplayarak onu kurtarırlardı. Araplar, bu nasıl şey? Hem onlarla savaşıyorsunuz hem de esirlerini kurtarmak için fidye veriyorsunuz, diye kendilerine serzenişte bulununca, onlar da “biz kitabımızın hükmü gereğince bunları fidye ile kurtarmaya mecburuz, esasen bunlarla savaşmamız da yasaktır, ama ne çare, söz verdiğimiz müttefiklerimizin aşağılamasından da utanıyoruz” derlermiş.[32]
Allah (cc), gelen ayette Yahudilerin küfür ve nifakını, Tevrat’a muhalif amel işlediklerini yukarıdaki kıssa ile münasebeti içinde zikrediyor.
85/85-Bu misakı kabul eden sizler (İsrail oğulları) kendi yerinizde olan kimseleri öldürüyor, [Kurayza, Evs’e; Beni Nadir, Hazrec’e yardım ediyordu.] birbirinizle kavga edip galip geldikten sonra kendi özünüzden olan bir cemaati (yani mağlup olan Yahudi cemaatini) kendi yerlerinden çıkarıyor, kötülük ve düşmanlıkta onlara karşı birleşiyorsunuz. Onları yurtlarından çıkarmak (Tevrat’ta) size haram olduğu halde (hem çıkarıyor hem de) size esir olarak geldiklerinde fidye verip onları kurtarıyorsunuz. Yoksa (esirleri alıp azat etmekle) Tevrat’ın bir kısmına inanıp (yerlerinden onları çıkarmakla) bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? (Halbuki bu hükümlerin her ikisi de Tevrat’ın hükümleridir. Bunlardan birini inkâr etmek hepsini inkâr gibidir.) [Kur’an için de durum aynıdır. Ondan bir ayeti inkâr etmek hepsini inkâr etmek gibidir.] Sizden (İsrail oğullarından) Tevrat’ın bazı hükümlerine inanıp bazısına inanmayanların cezası dünyada zelil ve hor olmak [Hz. Peygamber’in emri ile, Beni Nadir kabilesi Medine’den sürülmüş, Beni Kurayza da Sa’d b. Muazın hüküm vermesi ile kadın ve akil buluğ olmamış çocukları esir, diğerleri kılıçtan geçirilmek sureti ile dünyada cezalandırılmışlardır. İleride tafsilâtı gelecektir.]; kıyamet gününde de en şiddetli azaba giriftar olmaktır. Allah Teâla siz (Yahudilerin) ne yapmakta olduklarınızdan asla gafil değildir.
86/86-İşte o Beni Kurayza ve Beni Nadir Yahudileri, ahrete karşılık dünya dirliğini satın alan kimselerdir. Onların bu amellerine göre ne azapları hafifletilecek ne de bir kimse tarafından yardım göreceklerdir.
87/87- And olsun biz Musa’ya Kitab’ı (Tevrat’ı) verdik. Musa’dan sonra artarda çok peygamberler gönderdik. (İşmoil, Yûşa’, Şemûn, Davud, Süleyman, Şe’yâ, Ermiyâ, Üzeyir, Hazkiyel, İlyas, İlyesa’, Yunus, Zekeriyya vd. Aleyhimussselam)[33] Meryem oğlu İsa’ya da mucizeler verdik. Pâk ve mukaddes olan Rûh ile (Cebrail) onu kuvvetlendirdik. [Her şeyin ilmi ona ayan ve açık olsun diye onun ruhunu pâk ve temiz eyledik] Ne var ki (Ey İsrail oğulları), tarafımızdan bir elçi, gönlünüzün arzusuna uymayan bir kitap ve mucize getirdiğinde ona karşı gururlanıp itaat etmediniz. Derken size gelen peygamberlerden bir kısmını (Nûh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed aleyhimusselam gibi peygamberleri) yalanladınız, diğer bir kısmını da (Şe’yâ, Zekeriyya, Yahya aleyhimusselam gibi peygamberleri de) öldürdünüz. [Yahudilerin her zaman adetleri, peygamberleri yalanlamak ya da öldürmek olmuştur.]
88/88-Yahudiler, dediler ki, “Kalplerimiz perdelidir” Allah bizim kalplerimizi böyle yaratmış. Buna göre Muhammed (sav)’in din adına söylediği sözler bizim kalplerimize girmiyor. (Allah Teâla, Yahudilerin bu lakırdılarını reddederek buyuruyor ki;) Hayır, onların kalpleri kılıfsız ve perdesiz yaratılmıştır. (Onlar kendi ihtiyarlarıyla kâfir oldukları için, Allah onları rahmetinden uzaklaştırdı. Bundan dolayı hiçbir zaman iman etmeye yanaşmazlar) O yüzden Tevrat’ın hükümlerinden çok azına inanırlar ve çoğunu terk ederler. [Daha önce de anlatıldığı gibi (Bakara/85) Allah’ın indirdiği ayetlerden bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr etmek kimseye fayda vermez. Bazı hükümleri kabul etmemek bütün hükümleri kabul etmemek gibidir.]
89/89-Kur’an nazil olmadan önce kâfirlere karşı zafer isterlerken (Ya Rab! Ahir zamanda gelecek ve sıfatlarını Tevrat’ta gördüğümüz peygamberin varlığı hürmetine düşmanlarımıza karşı bizlere fetih müyesser eyle derken) kendilerine Allah katından ellerindeki Tevrat’ı doğrulayan bir kitap (Kur’an), çok iyi tanıdıkları (Muhammed aleyhisselam.) ile gelip Tevrat’tan bilip öğrendikleri gerçekler karşılarına dikilince onu (Kur’an ve Hz. Muhammed’i) inkâr ettiler. İşte Allah’ı laneti, Kur’an ve Hz. Muhammed’i bildikleri halde inkâr eden böyle Yahudilerin üzerine olsun.
90/90-Allah’ın kullarından dilediğine bir kitap (Kur’an) indirerek ihsan etmesini kıskandıkları için Allah’n indirdiği (Kur’an’ı) inkâr etme pahasına kendilerini satmaları ne yaman şeydir! Böylece Yahudiler, hasetlerinin yüzünden gazap üstüne gazaba uğradılar. [Allah’ın onlara olan gazabı süreklidir.] Kâfir olan Yahudiler için kıyamet gününde zelil ve hor gören azap da hazırdır.
91/91-(Müminler tarafından) Yahudilere: Allah’tan indirilen bu Kur’an’a iman edin, denince, Yahudiler: Biz sadece bize indirilen (Tevrat’a) inanırız, derler ve ondan başkasını (Kur’an’ı) inkâr ederler.[Vakıa bu sözlerinde bile samimi değildiler. Zira inkâr etmekte oldukları Kur’an’ı, inandıklarını söyledikleri Tevrat, zaten tasdik ediyordu. Tevrat’a inandığını söyleyen kimse haydi haydi Kur’an’a inanması gerekmez mi?] Halbuki o Kur’an, kendi ellerinde bulunan Tevrat’ı doğrulayıcı olarak gelmiş hak kitaptır. Ya Muhammed! Deki onlara: Şayet siz Tevrat’a gerçekten inanıyor idiyseniz öyle iken ne yüzle daha önce Allah’ın peygamberlerini öldürüyordunuz. [Yani, siz Yahudiler, babalarınızın peygamberleri öldürüşüne adeta razı olmuş gibisiniz. O işe razı olmak, onu yapmak gibidir. Dolayısıyla siz de onların yaptıklarına ortaksınız.]
Gelen 92 inci ayet, Yahudilerin hiçbir vakit Tevrat’a inanmadıklarını ifade etmektedir.
92/92-Yemin olsun Musa size aşikâr olan mucizeler getirmişti. Musa Tur’a gittikten sonra, onun ardından, buzağıyı mabut edindiniz. (Tevrat’a iman etseydiniz hiç buzağıya tapar mıydınız?! Halbuki Allah (cc) Tevrat’ta sizi şirkten men ediyordu) Siz işte böyle bir kavimsiniz. Adetiniz sürekli zulüm yapmaktır. [Şirkten artık büyük zulüm tasavvur edilemez. Hz. Lokman (as) oğluna nasihat ederken şöyle diyordu: “Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma! Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür.” Lokman 31/13]
93/93-Ey İsrail oğulları! Hatırlayın ki, Tur dağını üstünüze kaldırıp[34] altında sizden (ta ki korkup) Tevrat ile amel etmeniz için Musa vasıtası ile söz almış: Size verdiklerimizi (Tevrat’ta size indirilen hükümlerimizi) kuvvetlice (amel etme gayretiyle) tutun, (Tevrat’ta) söylenenleri anlayın, demiştik. Yahudiler: İşittik ve isyan ettik, dediler. (Onlar Tevrat’ın hükmü ile amel etmezler. Nasıl amel etsinler ki;) Zira inkârları yüzünden kalplerinde buzağıya (ibadet etme) sevgisi yurt tutmuştur. Ya Muhammed! Yahudilere de ki: Siz diyorsunuz ki, biz Tevrat’a iman ettik; Tevrat’ın hilafına iş görmenizi, Tevrat’a olan imanınız mı emrediyor? Eğer mümin iseniz, Tevrat’ın hilafına iş görmeyi emreden imanınız ne kötü şey emrediyor.
Tefsir:
Elbette Tevrat’a ters düşen şeylere iman etmek, ona iman sayılmaz. Bu türlü tavırları, Tevrat’a iman etmediklerine delildir. Bu ayet-i kerime biz müminleri uyarmaktadır. Şöyle ki, Kur’an’a inanıp onun emirlerine zıt işler yapmak gerçekten Kur’an’a iman etmediklerine delildir. Ama Ehl-i İslamdan hiç bir fırka bu konuyu özlerine sindirmiş değildir. Lakin insafla bakılacak olursa bu günkü İslimî grupların çoğu bu ayetin ifade ettiği manaya dahildirler.
Yahudiler: Cennet bizimdir. Oraya bizden başka kimse girmeyecek diyorlardı. Gelen ayette bu cevaplandırılacak.
94/94-Ey Muhammed! Yahudilere: Eğer dediğiniz gibi ahret yurdu (cennet) Allah’ın yanında diğer insanlara değil de sadece size ait ise ve bu sözünüzde doğru iseniz haydi ölümü isteyin (bakalım), de. (Ta ki, hemen gidip cennete ulaşasınız. Cennet ehli, elbette ölümü arzu eder. Belki de en büyük arzuları olur.)
95/95- Elbette Yahudiler, kendi elleri ile önceden yapıp yolladıkları işler sebebiyle ebedâ ölümü temenni etmeyeceklerdir. [İnsanlar, işlerini ekseri elleri ile yaptıklarından dolayı Allah Teâla Yahudilerden sadır olan işleri onların ellerine nispet ederek anlatmıştır.] Allah, zalim olan Yahudileri ve onlardan meydana gelen işleri bilir. İşlediklerinin cezasını onlara yetirecektir.
96/96- Elbette sen o Yahudileri yaşamaya karşı insanların en düşkünü olarak bulursun. (Ehli Kitap olduklarından Yahudilerin ahrete inanmaları daha tabiidir. Fakat Yahudiler dünyada yaşamaya putperestlerden daha haristirler. Durum böyle iken Yahudiler nasıl olur da ölümü isterler.) Putperestlerden her biri de ister ki, bin yıl yaşasın. Dünyada uzun ömür sürmek onları Allah’ın azabından kurtarmaz. Allah onların her bir amellerini eksiksiz görendir.
97/97-Ya Muhammed (Abdullah b. Suriyâ) ya de ki: Cebrail’e kim düşman ise iyi bilsin ki Allah’ın izni ile Kur’an’ı senin kalbine bir hidayet rehberi, önce gelen (Tevrat ve İncil gibi) kitapları doğrulayıcı ve müminler içinde müjdeci olarak o indirmiştir.(Cebrail onu kendi yanından getirmeyip Allah katından getirmiş hem de, getirmiş olduğu kitap kendinden önceki kitapları da tasdik ettiğine göre Cebrail’e neden düşman kesildiniz? Ona düşman olmak Allah’a düşman olmak demektir.)
Tefsir:
Rivayet edildiğine göre Fedek Yahudi bilginlerinden Abdullah b. Suriyâ Peygamberimiz (sav) ile münakaşa etmiş ve bu arada bir çok soru da sormuş. Resulüllah (as) bu sorulara cevap verince, Abdullah, Resulüllah’a vahyi kimin getirdiğini sormuş, “Cebrail, Her peygambere vahyi o getirmiştir” deyince “O, melekler içinde bizim düşmanımızdır. Şayet Mikâil getirseydi iman ederdik. Cebrail, hep bize azap, savaş ve zorluk getirmiştir. O bize çok düşmanlık yapmıştır” demiştir. Bunun üzerine bu ayet inmiştir.[35]
Allah (cc) gelecek ayette Cebrail’e düşman olan kimsenin Allah’a, meleklere ve peygamberlere de düşman olduğunu anlatmak üzere buyuruyor ki:
98/98-Kim Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail’e ve Mikâil’e düşman olursa der hakikat Allah Teâla da böyle kâfirlerin düşmanıdır.
99/99-Ya Muhammed! Yemin olsun ki sana delaleti hakikate açık olan ayetler indirdik. Onları ancak son derece inatkâr olan fasıklar (Yahudiler) inkâr ederler.
100/100-Ne zaman Yahudiler bir antlaşma yaptılarsa, o antlaşmayı onlardan bir grup hemen terk edip onunla amel emdiler mi? (Eğer ahitlerini yerine getirmiş olsalardı, Kur’an, Tevrat’ı tasdik ettiği için Kur’an’a da inanırlardı.) Zaten Yahudilerin çoğu Tevrat’a da iman etmezler. Eğer Tevrat’a iman etmiş olsalardı, Kur’an’ı inkâr etmezlerdi.
101/101-Allah tarafından Yahudilere yanlarında bulunan (Tevrat)’ı tasdik edici bir elçi (Muhammed as.) gelince ehl-i kitaptan (Tevrat ehlinden) bir grup Allah’ın kitabını güya bilmiyormuşçasına terk edip tulladılar.
Tefsir:
Hz. Muhammed (as) Tevrat’ı tasdik ettiği için Yahudilerin ona iman etmesi gerekirdi. Çükü Tevrat’ta Hz. Muhammed (as)’ın geleceğine ve Tevrat’ı tasdik edeceğine dair ayetler mevcuttu. Bu ayette “verâe zuhûrihim” arkalarına atmaları, dallarını dönmeleri, gibi manası bulunan bu ifade, Yahudilerin Tevrat ile hiç amel etmediklerinden kinâye edilmiştir.
Evet, Yahudiler, gerçekten Hz. Muhammed (as)’ı biliyorlardı. Fakat Tevrat’a yahut kendi dinlerine imanları olmadığından ona da iman etmediler.
102/102-Yahudiler Tevrat’ı bırakıp Süleyman’ın saltanatı zamanından sahirlerin
okudukları kitaplara tabi oldular. Halbuki Süleyman sihir kitaplarına tabi olup
kâfir de olmadı. Bilakis, sahirler
büyü yaparak kâfir oldular. Çünkü,
insanlara büyücülüğü, bir de Babil’de Hârut ile Mârut isimli iki padişaha indirilen
sihir ilmini talim ediyorlardı. (Fakat
bu iki padişah kâfir değillerdi)
Fakat o iki padişah, herkese: “Biz bir fitneyiz (Bizim öğreteceğimiz şeyler fitneye müsaittir), sakın yanlış inanıp da kâfir
olmayasınız,” demeden hiç kimseye
sihir ilmini öğretmezlerdi. Halk, o
iki padişahtan karı ile kocanın arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. (Sihrin hiçbir tesiri yoktur. Olsa da Allah’ın izni ile olur. Onun için:) Allah’ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler. Yahudiler
şuursuz olduklarından onlara fayda ve menfaati olmayan zararlı
sihir ilmini öğrenirler. [Büyücülüğü, insanlara zarar vermek için
öğrenenlere Allah nezdinde büyük azap vardır.] Büyücülüğü Allah’ın kitabına
bedel olarak kabul eden kimselerin ahret nimetlerinden hiçbir hisse ve
nasiplerinin olmadıklarını Yahudiler gerçekten
bilmektedirler. Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bunu
bilselerdi.
Tefsir:
Ayette geçen “şeytanlardan” maksat sahirlerdir. “Şeytan” itaat etmemek, teatin dışına çıkmak demektir. Onun için Araplar serkeş ata şeytan derler.
Bu ayette geçen “melekeyni” kelimesinde iki kıraat vardır. Birincisi, “melikeyni”; ikincisi, “melekeyni”dir. Meşhur kıraat “lam”ın kesresi ile okumaktır.[36] Fakat, bu kıraate göre mana verince önemli hatalar ortaya çıkmaktadır. Onun için “lam”ın fethası ile okuyup bu kıraate güre mana verdim. Meşhur olan kıraati de terk ettim. Nice meşhur olan şey vardır ki onun aslı yoktur.(!)
103/103- Eğer o Yahudiler, Kur’an’a iman etseler, Allah’tan korksalar Tevrat’ı atıp sihre tabi olmasalardı, elbette Allah tarafından verilecek sevap onu inkâr etmekten daha hayırlı olacaktı. Keşke Yahudiler, Allah tarafından verilen sevabın, küfür ve dalalette kalmalarından daha hayırlı olduğunu bilselerdi. O vakit inkâr ve sapıklığı terk edip Allah’ın sevabına tabi olurlardı. [Yahudiler bunu biliyorlardı. Fakat bildikleri ile amel etmedikleri için, bilmeleri fayda vermedi.]
104/104- Ey İman edenler! Rasulüllah ile konuşurken ona “rainâ” demeyiniz. Yahudiler bu kelimeyi kötü maksatlarına alet ediyorlar. Bu sebepten o kelimeye karşılık “ünzurnâ” (Yani, bizi gözet, bize fırsat tanı) deyiniz. Rasulüllah’ın sözlerini iyi dinleyin, ta ki öğrenmek için ikinci defa soru sormayasınız. Peygamber için yakışıksız kelime “rainâ” (bizim çoban) diyen Yahudi kâfirleri için elem verici azap vardır.
Tefsir:
Yahudiler arasında birbirlerine sövmek için kullandıkları meşhur bir kelime vardı, “rainâ” derlerdi. Bu tabir Arapça “bizim çoban” manasına geldiği gibi, İbranî ve Süryanî dillerinde “Kaba ve çirkin söz” anlamına geliyordu. Müslümanlar Hz. Peygamber (sav)’den İslamî hüküm ve kaideleri iyi kavraya bilmeleri için zaman tanımasını, mühlet vermelerini istiyorlardı. Bunu ifade ederken de “rainâ” tabirini kullanıyorlardı. Yahudiler fırsat bilerek ve kendi dillerindeki “rainâ” kelimesini andıracak şekilde sövme ve hakaret kastı ile “rainâ” demeye başlamışlardı. Sa’d b. Muaz hazretleri[37] -ki, kendisi İbranice’yi bilirdi- bunu işitmiş, “Ey Allah’ın düşmanları, lanet olsun size, vallahi hanginizin, Resulüllah’a karşı bunu söylediğini bir daha işitirsem boynunu vururum.” Demiş, onlar da buna karşı “Siz böyle söylemiyor musunuz?” diye kaçamak bir cevap vermişlerdi. Bunun üzerine işte bu ayetin inmiş olduğu rivayet edilmiştir.[38]
105/105-Ne Ehl-i Kitaptan kâfir olan Yahudiler ne de Putperestler, siz müminlere Rabbinizden bir hayır (bir vahiy inip bir kitap ve bir hüküm verilmesini) indirilmesini istemezler. Halbuki Allah rahmetini (peygamberliği) dilediğine verir. [Allah Peygamber göndereceği zaman Ehl-i Kitab’a, ya da putperestlere danışacak değil ya?] Allah, büyük ihsan ve rahmet sahibidir. Peygamberlik vereceği şahısta herhangi bir üstünlük de aramaz. Kendi fazlı ile onu dilediğine verir.
106/106-Biz, bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır [Bu durumda ayetin hükmü yürürlükten kaldırılır fakat kıraati baki kalır. Yani, bu ayet yine Kur’an’da yazılır ve dillerde okunur] veya onu unutturursak mutlaka (hikmetçe) daha iyisini veya benzerini getiririz. Ey neshi inkâr edenler bilmiyor musunuz ki şüphesiz Allah, her bir şeye kadirdir? (Bir hükmü götürüp onun yerine daha özel bir hüküm getirmek Allah’a kolay ve âsandır. O’nda hiçbir noksanlık yoktur.)
Tefsir:
“Nesih”, bir hükmü terk edip onun yerine başka bir kümü sabit kılma manasına gelmektedir. Bu manada nesih, İslam ümmetine göre Kur’an ve Hadis’te “icmâ” ile sabittir. Bu ayet, neshin olduğuna delildir. Yukarıda geçtiği şekli ile nesih, akıl ve hikmetçe de uygundur. Çünkü şerî hükümlerin yerleşik bir düzen alabilmesi için tedricilik esası, bir geçiş devresi lâzımdır ki uygulanabilsin. Mükellef olan kimseler de hikmet üzere bu teklif yükünün altına girebilsinler. Bu münasebetle nübüvvetin ilk yıllarında bu dinin kendilerine gönderildiği insanlar için, kolay ve âsan hükümlerin olması gerekirdi. İşte ilk hukuk denemeleri için bir istisna teşkil eden, tabir caiz ise bir maslahat kabul edilen bu hazırlık devresi geçtikten sonra, evvelki hükümden daha uygun birinin getirilmesi gerekli olmuştur. Mesela Hz. Peygamber (as) peygamberliğinin ilk yıllarında her ayda üç gün oruç tutardı. Daha sonra bu hükmü kaldırıp Allah tarafından Ramazan ayında ramazan orucu tutulması emredildi. İşte bu manada olan nesih de hiç bir ayıp ve noksan mevcut değildir. Fakat Allah tarafından Ramazan ayında ramazan orucu tutulması emredildi. İşte bu manada olan nesih de hiç bir ayıp ve noksan mevcut değildir. Fakat Yahudiler inat kâr ve anlayışsız bir kavim olduklarından Hz. Peygamber’in (sav) bu hükmüne kusur buldular. Allah (cc), bu ayette Yahudilere cevap vermiş oldu.
107/107-Ey neshi inkâr eden! Bilmez misin, göklerin ve yerin hükümranlığı (Onlarda her çeşit tasarrufta bulunup, her zaman iktiza edince insanlar arasında hükümler koyması) yalnızca Allah’ındır. Sizin için Allah’tan başka (işlerinizde evla bir tasarrufta bulunan) ne bir dost ne de bir yardımcı vardır. [Sizin bütün işlerinizin tedbiri Allah’a aittir. Sizin aranızda hikmet üzere karar verir. Maslahat için bazı hükümleri neshedip onun yerine başka bir hüküm getirdiğinde, siz o hükümlerin ve neshedilen ahkâmın hikmetini bilmeden hemen bunu bir kusur telakki ediyorsunuz.]
108/108-(Ey Yahudiler!)[39] Yoksa siz de, daha önce (Ecdadınız tarafından) Musa’ya sorulduğu gibi [Musa’dan kendilerine bir put yapmalarını, Allah’ı açıkça görmelerini aksi takdirde Allah’a inanmayacaklarını istemişlerdi] bu peygambere de aynı soruları sormak mı istiyorsunuz? Kim imanı küfre değişirse, hidayet yolundan sapmış olur.[Yahudiler bir kısım soruları, Resulüllah’a sormak için aralarında konuşuyorlardı. Resulüllah da aralarında konuştukları bu sırlarını mucize olarak deşifre etti]
109/109- Ehl-i Kitaptan çoğu, siz müminlerin gerçek yolda olduğunu apaçık bildikten sonra, sırf içlerindeki (sizin İslam dinine girip bununla yücelmenize) kıskançlıklarından dolayı, imanınızdan vazgeçirip küfre döndürmenizi arzu ettiler. Yahudilerin size kötülük yapmalarına rağmen yine de siz, Allah onlar hakkındaki emrini getirinceye kadar [Allah’ın onlar hakkındaki emri, Beni Kurayza’nın öldürülmesi ve Beni Nadir’in yurtlarından sürülmesidir.] onları bağışlayıp vazgeçin. Gerçekten Allah her şeye kadirdir.
Tefsir:
Bu ayetin nüzul sebebi hakkında rivayet oluyor ki, Yahudi hahamlarından Fenhas b. Azura ve Zeyd b. Kays ve daha birkaç kişi, Uhud savaşından sonra Huzeyfe b. Yaman ile Ammar b. Yasir’e, “Başınıza gelenleri gördünüz ya, eğer hak din üzerinde olsa idiniz, savaşta bozguna uğrayıp mağlup olmazdınız. Artık bizim dinimize dönünüz, bu sizin için daha iyi daha hayırlıdır. Bizim yolumuz sizinkinden daha doğrudur.” Demişler. Bunun üzerine Ammar onlara: “Sizce yemini bozmak nasıl karşılanır?” diye sormuş., onlar da: “korkunç şey” demişler. O da: “Öyle ise dinleyin, ben hayatta olduğum müddetçe Muhammed’e (sav) küfretmemeye yemin etmiş, söz vermişimdir,” diye cevap vermiş. Yahudiler “Ha! bu adam sapıtmış” demişler. Huzeyfe de “Bana gelince, Rabbim Allah, Peygamberim Muhammed (sav), dinim İslam, imamım Kur’an, kıblem Kâbe ve müminle de kardeşim. Ben de bundan memnunum.” Demiş. Daha sonra bunu gelip Resulüllah’a anlatmışlar. O da “İsabet etmiş ve bulmuşsunuz” buyurmuşlar. Daha sonra da bu ayet nazil olmuş.[40]
110/110-(Ey Müminler!) Namazı sürekli kılın, zekâtı verin, (büyük olan bu iki ibadeti yerine getirin) önceden kendiniz için yaptığınız her hayır işin karşılığını Allah katında bulacaksınız. Gerçekten Allah sizin yapmakta olduğunuz amellerinizi bilip görendir.
111/111-(Ehl-i Kitap:) Yahudî ve Nasârâ [Musa’nın ümmetine, Yahudî; İsâ’nın ümmetine Nasârâ denir.] Yahudî yahut Nasârâ dan başka kimse cennete giremeyecek, dediler. Bu sözler, Yahudî ve Nasârâ’nın kendi kuruntularıdır. Ya Muhammed! Ehl-i Kitab’a de ki: Eğer bu iddianızda doğru iseniz delilinizi getirin. Zira delili olmayan söz kabul olmaz. [Bu ayet-i kerime İtikad-i İslam Mezheplerinin her bir fırkasının Yahudî ve Nasârâ gibi “cennete bizden başka kimse giremez” demelerini de iptal ediyor.]
112/112-Bilakis,Yahudî ve Nasârâ’nın sözleri batıldır. Cennet onlara münhasır değildir, başkaları da cennete gireceklerdir. Kim özü güzel olarak öz nefsini sırf Allah’a çevirip ona eş koşmazsa o kimsenin ecir ve sevabı Allah’ın yanındadır. Öyleleri için ne kıyamet günü bir korku vardır ne de mahzun ve kederli olurlar.
113/113-Yahudiler: Hıristiyanlar ne dinleri ne de kendileri hiçbir şey üzerine dayanmamaktadır, dediler.
Hıristiyanlar da: Yahudiler ne kendileri ne de dinleri hiçbir
şey üzerine dayanmamaktadır, dediler. Gerek Yahudî gerek ise Hıristiyanlar
bunu nasıl diyebilirler? Halbuki her iki
grup da sözde ehl-i ilimdirler. Allah’ın kitabını tilavet ediyorlar. Onlara
düşen şey birbirlerini tasdik edip Allah’ın kitabını yalanlamamalarıdır. Yahudi
ve Hıristiyanlar böylece birbirinin dinini batıl sayarken, kitabı bilmeyen müşrik ve putperestler de birbirleri hakkında tıpkı onların söylediklerini
(Yani, bizim inancımızdan başka bütün
inançlar batıldır.) söylediler.
Bu halde müşriklerle Ehl-i Kitab arasında ne fark kaldı? Allah, ihtilafa düştükleri hususlarda kıyamet günü onlar hakkında
hükmünü verecektir.
Tefsir:
Rivayet edildiğine göre, Necran Hıristiyanlarından bir heyet, temsilci olarak Hz. Peygamber (sav)’in huzuruna “mubahele”[41] için geldikleri zaman, Medine’deki Yahudî bilginleri de huzura gelmişlerdi. Orada iki taraf birbiri ile tartışmaya başladılar, derken münakaşa ettiler. Yahudilerden Rafi’ b. Hureymile, onlara karşı “sizin dayandığınız hiç bir şey yoktur.” Dedi. Hz. İsa’ya ve İncil’e küfretti. Buna karşılık Necranlılardan biri de Yahudilere “asıl sizin dayandığınız bir şey yoktur” dedi, Hz. Musa’nın peygamberliğini inkâr edip Tevrat’a küfretti. İşte bu olay üzerine bu ayet nazil oldu.[42]
114/114-Allah’ın mescitlerinde O’nun adının zikredilmesine mâni olan ve o mescitlerin harap olmasına çalışanlardan daha zalim kim olabilir? [Müşriklerin Allah’ın anılmasına mani olmaları, mescidini harap etmeleri demektir. Mescitleri tamir etmek ancak Allah’a ibadet etmekle olur. İçinde Allah’a ibadet edilmeyen mescit harap gibidir.] Allah’ın adının mescitlerde zikredilmesine mani olanların oralara korka korka girmekten başka bir giriş hakları yoktur.
Tefsir:
Rasulüllah (sav) asabı ile birlikte Kâbe-i Muazzama’yı ziyaret etmek için Medine’den çıktı. Mekke yakınlarında bulunan “Hudeybiye” adlı yere gelince orada müşrikler Resulüllah’ın Mekke’ye girmesine mâni oldular. Resulüllah orada hacc için giymiş olduğu ihramdan çıkarak Medine’ye döndü. Gelen ayet-i kerimede bu konu anlatılmaktadır. Bu ayetin önce geçen ayet ile münasebeti ise şudur: Daha önce Yahudilerin Hz. Peygamber’e olan işkenceleri anlatılırken bu ayette de onlardan daha zalim olan müşriklerin, Hz. Peygamber’i (sav) Mescid-i Haram’a girmesine mâni olmaları anlatılmaktadır.[43] Ki bu tavırları ile Allah’ı anmaktan mâni oluyorlardı.
114/115-Allah Rasulü ve Müminlerin
Mescid-i Haram’a girip Allah’ı anmalarına mâni
olanlar için dünyada rezillik, [Müşrikler,
müslümanların eliyle savaşlarda öldürülmüş
ve esir alınmışlardır. İşte bu onların dünyadaki zilletidir.] ahrette de büyük azap vardır.[44]
115/116-Doğu’nun saltanatı da Allah’a aittir batının da. (müşriklerin, siz müminleri, Mescid-i Haram’a girmelerine mâni olmaları size hiçbir zarar veremeyecektir. Nerede ibadet ederseniz edin orası da Allah’ındır.) Nerede Allah’a ibadet ederseniz ibadet ettiğinizde yüzünüzü Mescid-i Haram tarafına çeviriniz. İbadet vaktinde yüzünüzü çevirdiğiniz taraf Allah’ın istediği yöndür. İbadet yeri olarak ister Mescid-i Haram olsun ister olmasın farkı yoktur. [Açık olan şu ki, yeryüzünün her tarafında, hatta zaruret halinde her yana, her cihete namaz kılınabilir ve Allah’ın rızasına erilebilir.] Gerçekten Allah’ın rahmeti çok geniştir. Rahmeti bütün mahlukatı kaplamıştır. Halkın dirlik ve düzenini bilir, her teklifi onlar için âsân eder.
116/117-Yahudî, Hıristiyan ve müşrikler “Allah kendi özünden çocuk edindi” dediler. Allah Teâla, kendine çocuk edinmekten pâk ve münezzehtir. Asumanların ve yerin saltanatı Allah’a mahsustur. [Üzeyir, İsâ ve melekler Allah’ın yaratıklarıdırlar. Allah’ın evladı nasıl olabilirler?] Bütün yaratıklar Allah’a itaat etmektedirler. İlâhî kudret ve meşietin dışında kalamazlar.
Tefsir:
Yahudiler “Üzeyir Allah’ın oğludur” derken Hıristiyanlar “İsâ Allah’ın oğludur” dediler. Müşrik Araplar ise “Melekler Allah’ın kızlarıdır” dediler. Onun için bu ayet nazil olup[45] Allah Teâla’nın bunlardan münezzeh olduğu hususu vurgulanmıştır.
117/118-Gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah’dır. Allah’ın kudreti öyle bir mertebededir ki, bir şeye irade ve hükmü ilişince ona sadece “ol” der, o da hemen oluverir.
118/119-Bilmeyen cahiller dediler ki: Allah bizimle neden konuşmuyor yahut (bizimle konuşmuyorsa) neden bir mucize göndermiyor? (Ki, Hz. Muhammed’in peygamberliğine delalet etsin) [Kur’an’ın mucize olduğunu inkâr edip ayrı bir mucize istiyorlar. Halbuki Kur’an en büyük mucizedir. Onu inkâr edenler diğer mucizeleri haliyle inkâr ederler. Yani bu istekleri ile işi sürüncemeye sokuyorlar.] Onlardan öncekiler (Yahudiler) de aynen müşriklerin dediklerini demişlerdi. Körlükte Yahudiler ile müşriklerin kalpleri ne de birbirine benziyor. Ehl-i insaf olup Kur’an’nın Allah tarafından geldiğini kabul edenler için ayet ve mucizeleri apaçık gösterdik.
119/120-Ya Muhammed! Biz seni, cennetle müjdeleyici ve cehennemden korkutucu olarak ciddi bir maksatla gönderdik. (Bundan sonra eğer iman etmezlerse onların yüzünden sana hiçbir şey gerekmez.) Cehennem ehlinin yaptıklarından sorumlu tutulmayacaksın. (Her kez, yaptıklarının cezasını kendisi görecek. İman etmiyorlar diye üzülüp gönlünü daraltma!)
Rasulüllah (sav) Yahudiler ve müşrikler inanmıyorlar diye üzülüyordu.[46] Allah (cc) böylece bu ayetle onu teselli etti.
120/121-Ya Muhammed! Milletlerine tabi olup dinlerine girmedikçe Yahudiler de Hıristiyanlar da ebedâ senden razı olmazlar. (Eğer “gel bizim dinimize tabi ol” derlerse) De ki: Allah’ın hidayeti (İslam dini) hak olan hidayettir. (“Gel bizim dinimize tabi ol” demeniz nefsinizin arzusudur.) İslam’ın gerçek olması ve Kur’an gibi hak bir kitabın sana inmesinden sonra Yahudî ve Hıristiyanların arzularına uyacak olursan, alimallah sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.
Tefsir:
Allah Resulü Peygamber-i Al-i Mıkdarımız, kalbinde hiçbir vakit Yahudi ve Hıristiyanlara tabi olma fikrini taşımamıştır. Nasıl olabilir ki, O büyük ve asillik timsalinin bütün arzusu içte ve dışta bütün milletleri kendine tabi etmekti. Kendi ümmetini bütün milletler reis yapmak apaçık düşüncesi idi. Bu fikirde bulunan O Ufuk İnsan, nasıl olurda Yahidî ve Hıristiyanlara tabi olurdu? Halbuki başka milletlere uymak zilletin sebebidir ve riyasete de mânidir. Allah (cc) bu ayette “Eğer Yahudî ve Hıristiyanlara tabi olursan Allah sana yardım etmeyecek” buyurması ile hem Rasulüllah’ın kendi dinlerine girme ümitlerini kesmek hem de onların İslam’a meyillerini artırmak içindi. Çünkü, bu seviyeden sonra Resulüllah Yahudî ve Hıristiyanlara diyecektir ki “siz, benim, sizin dininize girmemi istiyorsunuz ama Allah (cc) buna kesinlikle razı değildir. Böyle iken sizin dininize nasıl tabi olurum. Öyle en iyisi siz gelin benim dinime girin” Böylece onların arzularını tamamen kırmış olacaktı. Nitekim öyle de oldu.
121/122-Kendilerine Tevrat’ı gönderdiğimiz Yahudilerden Kur’an’a iman edenler, Tevrat’ta zikredilen Resulüllah’ın vasıflarını, değiştirmeden okurlar. Çünkü, ona gerçekten iman ederler. (Zira Tevrat’ın hükümleri ile amel ederler.)Tevrat’ı inkâr edenlere (Tevrat’ı tahrif edip hükümleriyle amel etmeyenlere) gelince işte hakikaten (dünya ve ahrette) zarara uğrayanlar onlardır.
Bundan sonra gelen 123 ve 124 üncü ayetler Yahudilere nasihat etmektedirler ki benzeri ayetler (Bakar 2/47-48) geçti.
122/123- Ey İsrail oğulları! Size verdiğim nimetlerimi hatırlayın. Gerçekten sizin baba ve dedelerinizden alimlerinizi cümle aleme (bir zamanlar) üstün kıldım. (İsrail oğullarını üstün kılmanın manası şudur: Allah, İsrail oğullarından peygamber göndermiş, onları Firavun’dan kurtarmış ve Firavun’u denizde boğmuştur. Bundan başka olan üstünlükleri yeri geldikçe anlatacağız.)
123/124- Ey İsrail oğulları! Öyle bir günün azabından korkup sakının ki, o günde hiç bir kimse başkası hakkında herhangi bir ödemede bulunamaz; kendi nefsine karşılık hiç bir şeyi fidye alınmaz hiç kimseden şefaat kabul olunmaz; günahkâr olan kimselere kıyamet gününde Allah’tan başka kimse tarafından yardım da yapılmaz.
124/125-Ya Muhammed! Hatırla ki, bir zamanlar Rabbi, İbrahim’i bazı emir ve nehiylerle sınamış, İbrahim (as) o emir ve nehiyleri güzelce yerine getirip Allah’a itaat konusunda O Asîl insandan hiçbir kusur ve noksan sadır olmayınca (Allah:) Ben seni bütün insanlara imam ve başbuğ yapacağım, demişti. [Hz. İbrahim’den sonra gelen peygamberlerin hepsi Hz. İbrahim’in evladı olup O’na tabî oldular.] (İbrahim:) Cümle aleme imam yaptığın gibi soyumdan da önderler yap ya Rab!, dedi. Allah: Benim sözüm (İmametim) senin evladından ancak adil olanlaradır, zalimlere değildir.
Tefsir:
Hz. İbrahim (as)’ın faziletini bütün mezhep ve milletler kabul etmişlerdir. O Üstün insanın asıl adı “Abram”dır. Doksan dokuz yaşında Allah ona bir erkek çocuğu vereceğini müjdelemiş ve şöyle demişti: Ya Abram! Senin neslini artırıp bütün insanların atası yaptım, bundan sonra senin adın “Abraham” olsun, çünkü seni bütün insanların atası yaptım, buyurmuştur. Araplar bu kelimeyi kendi fonetiklerine uydurarak “İbrahim” demişlerdir. İsrail oğullarının hepsi, Arapların çoğu ve Avrupa’nın bütünü Hz. İbrahim’in evladıdır. Kur’an-ı Kerim’de Hz. İbrahim’in fazileti bir çok yerde anlatılmıştır. Bu ayette de bütün insanlara imam ve başbuğ olduğu anlatılmaktadır.
Yahudileri anlatan bu ayetlerin bölümünde Hz. İbrahim’den bahsedilişinin hikmeti, yani konunun birbiri ile münasebeti şudur: Allah (cc) bu ayetleri burada anlatmakla Yahudilere diyor ki, “Ey Yahudiler! Hz. İbrahim sizin babanız olduğu gibi aynı zamanda Hz. Muhammed (as)’ın da babasıdır. Böylece Hz. Muhammed (as)’ın şeriatı, Hz. İbrahim (as)’ın şeriatidir. Evlada düşen şey ise ecdadının yaptığı iyi işlerde onlara tabi olmaktır. Öyle ise siz de Hz. Muhammed (as)’a tabi olun. Çünkü ona tabi olmak aynen Hz. İbrahim’e tabi olmak demektir.
Diğer yandan bu ayet, sultan ve reis olacak kimselerin adil olmaları gerektiğini vurgulamaktadır. Adaletsiz ve zalim olan reislere idareyi vermek uygun değildir. Onlar bu işe layık değildirler, Allah (cc) da böyle kimselere emir ve idarenin verilmesine razı değildir.
125/126-Ya Muhammed! Hatırla ki, biz Kâbe’yi Hz. İbrahim zamanında hacılar için bir toplanma yeri, bir ziyaretgâh ve emniyet evi yaptık. Oraya giren her kez emniyette olur. Kâbe ziyaretine gidenlere emrettik ki: İbrahim’in makamında kendiniz için namazgâh edinin. (Kâbe’yi tavaf ettikten sonra tavaf namazını Makam-ı İbrahim’de[47] kılın) İbrahim ve İsmail’e: Kâbe’yi tavaf edenler, orada mücavir (yurdunu ve diyarını terk ederek zamanını Haremeyn-i Şerifeyn de geçiren) olup sürekli ibadet edenler, rükû ve secde edenler için evimi (Kâbe’mi) her türlü pislikten temizlenmesini; müşriklerin oraya put sokmasından, (cünüp, hayız gibi) arızî pis olan kimselerin oraya girmesine kadar her türlüsünün orada bulunmasına mâni olun, diye emrettik.
126/127- İbrahim de münacat makamında dua ederek demişti ki: Ey Rabbim! Bu Mekke şehrini emin bir belde yap, buranın Allah’a ve ahret gününe iman eden halkını, her çeşit meyve ve rızklarla rızıklandır. Allah buyurdu ki: Kim inkâr ederse ona dünyada az bir süre rızkı veririm, dünyadan göçtükten sonra onu cebren ve kahren cehennem azabına çekerim. Onun dönecek yeri cehennemdir.. ne kötüdür.
Tefsir:
Bu ayette Hz. İbrahim (as), Allah’tan rızkı isterken bunu özellikle iman eden kimselere istemesinin sebebi, 126 ıncı ayette Allah’tan evladı için imamet istemişti, Allah (cc) da bu imametin, zalimlere ulaşmayacağını açıkça belirtmişlerdi, burada da Hz. İbrahim (as), imamet gibi rızkın da zalimlere verilmeyeceğini yani “zalimlere de rızk verilsin” diye dua edilmeyeceğini düşünerek, rızkı sadece iman edenlere istedi. Allah (cc) da: Rızkın imamet gibi olmadığını, dünyada inanan-inanmayan herkese Allah rızk vereceğini ve Hz. İbrahim’in düşündüğü gibi olmadığı beyan buyurdular.
127/128-Ya Muhammed! Bir zamanlar İbrahim (as), oğlu İsmail’in yardımı ile Kâbe’nin binasını yükseltiyor ve o vakit şu duayı ediyorlardı: Ey Rabbimiz! Bizden bu hizmeti kabul eyle! Şüphesiz sen, dualarımızı işitip, kimseden bir ücret ve temennâ beklemeden sırf senin için bu binayı tamamlamayı düşünen kalbimizi ve niyetimizi bilensin, işitensin.
Tefsir:
Kâbe’in temelini Hz. İbrahim (as) atmıştı. Hz. İsmail’in yardımı ile de binasını tamamladılar. Yeryüzündeki binalardan içinde ilkönce ibadet edilen yer Kâbe’dir. İbrahim (as), İsmail’in annesi Hacer’i, Mekke’de ikamet ettirmiştir. Hz. İsmail Araplardan Beni Cürhüm kabilesinden evlenmişti. Kendisi ve ondan sonra gelen nesli, bir süre Kâbe’de Allah Teâla’ya ibadet ettiler. Daha sonra aradan zamanın geçmesi ile Hz. İsmail’in neslinden gelen Kureyş kabilesi arasında putperestlik neşet etti. Yemen tarafına giden ticaret kervanları oradan put getirip Kâbe’yi puthane haline getirdiler. Daha sonra Kureyş arasından Hz. Muhammed (as)’a peygamberlik gelince Kâbe puthane olmaktan çıkarılıp ibadethane oldu. (Allah (cc) o mukaddes yeri bid’atlardan korusun!
128/129- Ey Rabbimiz! Baba-oğul bizi sana halis ibadet ve itaat edenlerden kıl, evladımızdan da sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize hacc ibadetini yerine getirebileceğimiz amelleri öğret ve tövbe makamına gelende tövbemizi kabul eyle! Çünkü şüphesiz tövbe kabul edip rahmeyleyen sensin.
129/130- Ey Rabbimiz! Mekke ehlinin arasından senin ayetlerini ve ahkâmını onlara ulaştıracak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek, bütün çirkin sıfatlardan ve şirkten onları pâk edecek bir peygamber gönder. Gerçekten bütün yaratıklara galip olan sensin ve senden sadır olan her iş hikmet üzeredir.
Tefsir:
Mekke ehlinin içinden gelmesi için Hz. İbrahim (as)’ın dua ettiği peygamber, bizim Peygamber-i Âl-i Miktarımız Hz. Muhammed (as)’dır. Allah (cc) Hz. İbrahim’in duasını kabul buyurmuş ve Asîl insanı Mekke ehlinin içinden peygamber olarak göndermiştir. Zira Resulüllah’ın bizzat kendisi şöyle buyurmuşlardır: “Atam İbrahim (as)’ın dua edip gelmesini arzu ettiği peygamber benim”[48] Mekke ehlinden hiç bir kimsenin o güne kadar peygamberlik iddia etmemesi de Hz. İbrahim’in yapmış olduğu duada istediği peygamberin Hz. Muhammed (as) olmasına ayrı bir delildir. Ayrıca Hz. İbrahim (as)’ın bu haberi, Hz. Muhammed (as) doğruluğuna bir delil teşkil etmektedir.
130/131- İbrahim’in milletinden kendi nefsini zelil ve hakir ederek akıllılardan ayrılan kimseden başka kim uzak durur? Yemin olsun ki biz onu dünyada insan oğlu içinden seçtik, kendimize “halil” eyledik. Hakikaten İbrahim (as) ahrette de salihlerdendir.
Tefsir:
Din ve İslâm milleti aynı zamanda İbrahim milleti demektir. Bu sebepten Allah Teâla bu ayette “Neden Yahudiler Hz. Muhammed (as)’a inanmıyorlar?” diye İslam dininden yüz çeviren Yahudileri zemmediyor. Halbuki Yahudiler, Hz. İbrahim (as)’ın evladı olduğunu söylüyorlardı. Böyle bir tavır sergilemek alçaklıktır. Dünya ve ahret mutluluğunun kendisinde toplandığı birinin “milletinden” ayrılmak büyük bir sefahattir.
130/132- İbrahim (as)’ı insanlar içinden seçtiği için Rabbi ona: Müslüman ol, demiş, o da: Bütün alemleri terbiye eden Allah’a itaat eyledim, demişti. [Allah’ın Hz. İbrahim’e “Müslüman ol” demesi sadece lafzen söylemesi şeklinde anlamamak lazımdır. Buradaki “Müslüman ol” demekten maksat Allah’ı, yarattığı kâinata bakarak İslâm bilgisine götüren tevhit delillerini kavrayıp tahkikî iman etmektir.]
132/133- Bu tevhit şuurunu, İbrahim de kendi oğullarına vasiyet etti, Yakup da. Her ikisi şöyle dediler: Oğullarım! Allah, bütün dinler içinden sizin için İslam dinini seçti. O halde ölüm sizi, sadece İslam’da sabit kaldığınız halde tutsun.
133/134-Ey Yahudiler! Siz geçen peygamberlerin hep Yahudi olduğunu ve Üzeyir’in (hâşâ) Allah’ın oğlu olduğu iddiasında bulunduğunuza göre acaba Yakub’a ölüm geldiği zaman siz orada mı idiniz? O zaman Yakup, oğullarına: Benden sonra kime kulluk edeceksiniz? demişti. Onlar: Senin ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın ilahı olan yegâne Allah’a kulluk edeceğiz; biz, bir olan Allah’a itaat edip, onu yegâne mabut bilerek O’na teslim olmuşuzdur, dediler.
Tefsir:
Bu ayette Allah (cc), Yahudilere: “Ey Yahudiler! Yakup (as) oğullarına vasiyet ederken onun yanında değildiniz. Fakat babalarınız o zaman onun yanında idiler. Yakup (as)’ın vasiyetini dinleyip sizlere söylediler. Dolayısıyla Yakup (as)’ın ne dediği ortadadır. Öyle sizin iddia ettiğiniz gibi (bütün peygamberler Yahudi, Üzeyir de Allah’ın oğlu) değildir. Bunlar boş sözlerdir.” buyuruyor.
134/135- İbrahim, Yakup ve evlatları, onlar bir ümmetti, hakikaten sizden önce gelip geçtiler. Onların kazandıkları her bir hayır amel kendilerinin, hayır adına kazandıklarınız da sizindir. (Ey Yahudiler! Peygamber evladı oldunuz diye niye övünüp duruyorsunuz. Peygamber evladı olmak size bir fayda vermez.) Sizden önce geçen milletlerin işlemiş oldukları kötü fiillerin size bir zararı yoktur. Siz kendi yaptıklarınızdan sorumlusunuz.
Tefsir:
Yahudiler övünerek diyorlardı ki biz peygamber evladıyız. Mertebemiz Allah katında insanların hepsinden üstündür. Günümüzde de Haşimoğulları (Hz. Peygamberin soyundan olanlar) gerek Allah Teâla’nın, gerekse Hz. Peygamber (as)’ın sözlerini unutup, hiç hayır amel işlemeden soylarına güveniyorlar. Halbuki Allah (cc): “Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız Allah’tan en çok korkanınızdır”[49] buyuruyor. Peygamber (as) da Kureyş’i toplayıp onlara şöyle buyurmuştu: “Ey Kureyş topluluğu! Nefsinizi ateşten kurtarın. Ey Beni Kâ’b topluluğu! Siz de nefsinizi ateşten kurtarın. Ey beni Abdi Menaf topluluğu! Siz de nefsinizi ateşten kurtarın. Ey Haşimoğulları topluluğu siz de nefsinizi ateşten kurtarın! Ey Abdulmuttalip oğulları siz de nefsinizi cehennemden kurtarın! Ey kızım Fatıma! Sen de nefsini ateşten kurtar! Eğer sizin gayretinin olmazsa Allah katında ben hiçbir şey yapamam (Ancak söylerim, siz de yerine getirirsiziniz, öylece cennete girersiniz)”[50]
135/136- Yahudiler ve Hıristiyanlar
Müslümanlara: Yahudî ya da Hıristiyan
olun ki, hak tarafına hidayete varasınız, dediler. Ya Muhammed! De ki: Belki hak olan din ve mezhep
İbrahim’in dinidir. O, bütün batıl
olan din ve mezheplerden geçip hak olan İslam dinine yüzünü dönmüştür. İbrahim, müşriklerden olamaz. Tevhide
inananların da en ilkidir. (Ama siz
Yahudî ve Hıristiyanlar müşriksiniz.) [Çünkü siz Yahudiler, Üzeyir’in, (hâşâ) Allah’ın oğlu olduğunu; ve siz Hıristiyanlar da Mesih
İsa’nın (as) -hâşâ- Allah’ın oğlu
olduğunu iddia ediyorsunuz. Bu itikatta olan dini düşünce Hz. İbrahim’e ait
olamaz. O, müşriklerden değildi.]
136/137- Ey Müminler! Yahudî ve Hıristiyanlara karşılık: “Biz Allah’a ve bize indirilen hükümlere; İbrahim, İshak, Yakup ve esbata indirilen hükümlere, Musa ve İsa’ya indirilen Tevrat ve İncil’e ve Rableri tarafından diger peygamberlere indirilen hükümlere -onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeksizin- inandık. O’nu bir bilen bizleriz. (Siz Yahudî ve Hıristiyanlar değilsiniz)” deyin.
137/138- Eğer Yahudiler de sizin inandığınız gibi iman etselerdi doğru yolu bulmuş olurlardı. Şayet İslam dininden yüz çevirirlerse zaten Yahudilerin adetleri sürekli inat ve düşmanlık içinde kalmak olmuştur. Zira, yakın bir zamanda Yahudilere karşı Allah, sana yetip onlardan intikam alacaktır. Yahudilerin sözlerini işitip onların kalplerinde bulunan kin, haset ve düşmanlığı iyi bilen Allah’tır.
Tefsir:
Allah (cc), Hz. Muhammed (as)’ı bu ayet ile teselli edip hüznünü delmiştir. Aradan fazla zaman geçmeden Allah’ın vadi tamam olmuş Peygamberimiz (sav) de Yahudilere galip gelmiştir. Beni Kurayza ile Beni Nadir gibi Yahudilerin iki büyük kolu Resulüllah’ın elinde zelil ve hakir kalmışlardır.
138/139- Belki Allah’a iman etmek sebebiyle O’na yaklaştırıcı en iyi rengi Allah verir. Allah’tan daha güzel rengi kim verebilir? (Allah’ın rengi asıl iman ile olur. Hem de devamlıdır. Ama siz Hıristiyanların rengi arazîdir. Hiç bir vakit bir kimse onunla Allah’a yakınlaşamaz.) Allah’a layıkı ile kulluk eden ancak bizleriz, siz Hıristiyanlar, değilsiniz.
140/141- Yoksa, siz Yahudiler, İbrahim, İsmail, İshak ve esbatın Yahudî, ya siz, Hıristiyanlar, bu peygamberlerin Hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? (Ya Muhammed!) onlara de ki: (Siz bu peygamberlerin Yahudi ya da Hıristiyan olduklarını söylüyorsunuz ama Allah, onların Müslüman olduğuna şahadet ediyor) Siz mi daha iyi biliyorsunuz yoksa Allah mı? (Siz Tevrat’tan biliyorsunuz ki, bu Muhammed aleyhisselam Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir. Ama bu haberi gizleyip şahitliğinizi yerine getirmiyorsunuz) Allah tarafından kendisine bildirilmiş bir şahitliği gizleyenden daha zalim kim olabilir? Hz. Muhammed’in Tevrat’ta bulunan sıfatlarını gizleyip değiştirmek yaptıklarınızdan Allah gafil değildir.
141/142- İbrahim, Yakup ve evlatları, onlar bir ümmetti, hakikaten sizden önce gelip geçtiler. Onların kazandıkları her bir hayır amel kendilerinin, hayır adına kazandıklarınız da sizindir. (Ey Yahudiler! Peygamber evladı oldunuz diye niye övünüp duruyorsunuz. Peygamber evladı olmak size bir fayda vermez.) Sizden önce geçen milletlerin işlemiş oldukları kötü fiillerin size bir zararı yoktur. Siz kendi yaptıklarınızdan sorumlusunuz.
Bu ayet, 135 inci ayetin aynısıdır. Tekit için gelmiştir. Bunun izahı daha önce geçti.
142/143- Ya Muhammed! Namazı Kâbe’ye doğru kılman emrolunduktan sonra Yahudiler’den bir kısım beyinsizler: Yönelmekte oldukları kıblelerinden onları çeviren nedir? diyecekler. O vakit onlara de ki: Doğu da batı da Allah’ın mülküdür. (Öz mülkünde dilediği gibi tasarruf edebilir. Gâh Kâbe’yi kıble yapar, gâh Beyti’l-Makdisi. Bunun hikmetini siz bilemezsiniz. Ne Kâbe’nin ne de Beyti’l-Makdis’in taş ve topraklarında bizzat özel bir hususiyet yoktur. Onlar, Allah’a nispet edildikleri için üstünlük kazanmışlardır.) O dilediğini doğru yola hidayet eder. O’na kimse karışamaz.
Tefsir:
Allah Resulü (sav) Mekke’de iken Kâbe’ye doğru yönelip namaz kılardı. Medine’ye gelince Yahudilerin kıblesi olan Beyti’l-Makdis’e doğru yönelerek namaz kılmaya başladı. On altı-an yedi ay kadar böyle namaz kıldı. Fakat gönlü, Kâbe’nin kıble olmasını istiyordu.[52] Çükü burası Hz. İbrahim’in kıblesi ve Arapların metafı (tavaf yeri) idi. Yahudiler, “Muhammed ve adamları kıblenin neresi olduğunu bilmiyorlardı, biz onlara yol gösterdik” demeğe başladılar. İşte bu ayette Allah Resulü (sav), kıblenin tahvili ile alakalı Yahudilerden gelen istihzalara karşı cevap veriyor.
143/144- Böylece siz müminleri hidayete erdirip hikmet üzere size Kâbe’yi kıble ettim, siz Muhammed ümmetini bütün ümmetler arasından seçtim ki kıyamet gününde diğer ümmetlerin zararına şahitler olasınız ve Müminler, geçen ümmetlere şahitlik yaparken Peygamber-i Ekrem de sizin doğru söylediğinize şahitlik eder. Senin bundan önce arzuladığın kıbleyi (Kâbe’yi), kıblenin tahvilinden sonra sana tabi olup imanında sabit kalan kimseyi, İslam dininden dönüp mürtet olandan temyiz etmek için kıble yaptık. Hakikaten kıbleyi Beytu’l-Makdis’ten Kâbe’ye çevirmek Allah’ın hidayet ederek kendi dinlerinde sabit tuttuğu kimselerden başkasına ağır gelir. Allah sizin imanınızı asla zayi edecek değildir. Büyük olan sevabı size verecektir. Zira Allah, insanlara karşı mihriban ve çok merhamet eyleyendir. Hiç bir vakit onların ecirlerini zayi etmez.
Tefsir:
Ahrette ümmetlerin hepsi, kendi peygamberlerinin tebliğlerini inkâr edecekler. Allah (cc), muhakeme icabı, o peygamberlerden tebliğ ettiklerine dair belge isteyecek, nihayet Muhammed ümmeti huzura getirilecek ve onlar şahitlik edecekler. Diğer ümmetler, siz bunları nereden biliyorsunuz? Diyecekler. Muhammed ümmeti de: “Bunu bize Allah, kitabı ile ve gönderdiği hak peygamberin dili ile bildirdi.” Diye cevap verecekler. Bunun üzerine Hz. Muhammed (as) getirilecek, kendisinden ümmeti sorulacak, tezkiye edilmeleri istenecek, O da ümmetin adaletine ve doğru söylediğine şahadet edecek ve onları açıkça tezkiye edecektir.[53]
Müslümanlar bu ayet-i kerimeye bakıp sakın övünmesinler. Bu ayette anlatılan ümmetler, günümüzde bulunan yalancı, fitnebaz, cahil, yalan sözlere revaç veren, Kur’an’ın hilafına amel eden, İslam’ın arasına nifak ve ihtilaf salan ümmetler değillerdir. Bilakis İslâm’ın ilk devirlerinde gayûr, sadık, din ve milletinden yana olup ittifak ve birliğe taraftar olan, Kur’an’a sımsıkı sarılan Ashab-ı kibar ve Resulüllah kastedilmiştir. Onlardan birinin imanı daha sonra gelen Müslümanlardan hepsinin imanına denk gelirdi, belki de onun imanı artık gelirdi. Resulüllah’ın (sav) cennetle müjdelediği kimselerden[54] murat onlar gibi olan diğer sahabeyi de içine almaktadır.[55]
Bu ayette, Allah’ın, kıbleyi değiştirerek insanları imtihan etmesi, neticeyi bilme anlamında değildir. Allah (cc) zaten neticeyi muhit ilmi ile biliyordu. Onun için burada imtihan edilen insanlar olduğundan neticenin bilinmesi, böyle bir imtihan ile emre uyanların ve uymayanların ortaya çıkması bizi ilgilendirmektedir. İnsanların örfünde de bu türlü denemeler olur. Mesela bir kimse bir mecliste bir işin sonunu bildiği halde “Biz falan işi yapacağız bakalım netice ne olacak” der. Bunun neticesini bilmesine rağmen ister ki orada bulunanlar da onun neticesini bilsinler. Teşbih caiz ise burada da aynı şey yapılmıştır.
144/145-Ya Muhammed! Yüzünü gök yüzünde dolandırarak bir emrin
intizarını çektiğini çok görüyoruz. Kâbe’nin kıble olmasını bu kadar dostane
istediğine göre şimdi elbette seni razı
olduğun kıbleye (Kâbe’ye) döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey
Müslümanlar!) Siz de nerede
olursanız olun, namazda yüzünüzü Mescid-i Haram’a döndürün. Kendilerine kitap (Tevrat) verilen kimseler,
elbette kıblenin değişmesinin (Muhammed
aleyhisselamın arzusu ile olmayıp)
Allah tarafından bir hak olduğunu çok iyi bilirler. (Bunu bile inat ederek inkâr ediyorlar) Allah, Yahudilerin bunun gibi yapmakta
olduklarından habersiz değildir.
Tefsir:
Mescid-i Haram, Kâbe’in etrafını çeviren yerin adıdır. Yani Kâbe’in bulunduğu sahadaki caminin adıdır. Beytullah bu sahanın ortasındadır. Çünkü Kâbe Mescid-i Haram’ın ortasındadır. Bunun için Allah, Hz. Peygamber’e “yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir” dedi. Mekke şehrinde bulunanlar da Kâbe’ye teveccühen namaz kılarlar. Mekke’nin dışında bulunanlar ise yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevirmesi yeterlidir. Çünkü dışarıda bulunan insanları tıpatıp Kâbe’ye dönmeleri müşkül olur. Fakat yine de dışarıda bulunan kimselerin kıbleyi tayin etme hususunda çok dikkatli olmaları lazımdır. Bu yüzden Astronomik bilgiler ve Coğrafik bilgiler gerekmektedir. Zaten bir kısım ilimler gibi bu türlü ilimlerin de öğrenilmesi Müslümanlara elzemdir.....
Hz. Peygamber, yukarıdan beri devam edip gelen bu işaretler üzerine artık kıblenin değişmesi ile ilgili vahiy emrinin gelmesini bekliyordu. Adeta semadan Cibril’in yolunu gözlüyor ve atası İbrahim (as)’ın kıblesi olan Kâbe’ye yönelmek için Allah’a dua ediyordu. Nihayet bu ayet nazil oldu. Allah (cc) bu ayette Resulüllah (sav) ve ümmetinin Kâbe’ye dönerek namaz kılmalarını bildiriyor. Daha önce de geçtiği gibi Resulüllah (as) Medine’ye teşrif buyurduktan sonra on altı ay Beyti’l-Makdis’e doğru namaz kıldı. Bu süre geçtikten sonra Recep ayının on beşinci günü ikindi vakti ayet nazil olup Kâbe tarafına namaz kılması emrolundu.
145/146-Ya Muhammed! Yemin olsun ki, eğer sen Ehl-i Kitab’a Kâbe’in kıble olması konusunda her çeşit delil ve burhanı getirsen yine de senin kıblene (Kâbe’ye) tabi olmazlar. Zaten sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Ehl-i Kitap’tan bazıları da birbirlerinin kıblesine dönmezler. (Ya Muhammed! Yahudî ve Hıristiyanlar senin kıblene uymama hususunda seninle mücadele ediyorlar ama, onlar kendi aralarında da ittifak halinde değillerdir. Ne Yahudî Hıristiyan kıblesine ne de Hıristiyan Yahudî kıblesine döner.) Eğer sana Kur’an geldikten sonra Yahudi ve Hıristiyanların arzularına uyar, onların kıblesine teveccüh eder isen işte o zaman hakkı çiğneyenlerden olursun.
Tefsir:
Bu ayet-i kerimede, Hz. Peygamber (as)’a hitap ediyor olsa bile hükmün hususî olması, umuma teşmil edilemeyeceği manasına gelmez. Ayetin hükmü Müslümanların hepsini kapsar. Dolayısıyla bu ayet, delil ve burhanı terk edip nefsinin arzularına tabi olan herkesi uyarmaktadır. Nitekim bu gün biz, nefsin arzularına uyarak Kur’an’ın esas çizgisinden çıkıp onda bulunan ilahî hükümleri arzumuza göre yorumlayarak her türlü tasarrufatta bulunuyoruz...
146/147- Kendilerine kitap (Tevrat) verdiklerimiz kimseler “Hz. Muhammed”i, öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen Ehl-i Kitaptan bir grup, gerçeği gizlemenin bir masiyet olduğunu bile bile Hz. Muhammed’in hak peygamber olduğunu gizlediler. [Hz. Ömer (ra), Yahudilerin en büyük alimlerinden Abdullah b. Selam hazretlerine: Resulüllah ve onun peygamberliği hakkında ne dersin? diye sorduğun da, Abdullah b. Selam (ra): “Ben onu oğlumu bildiğimden daha iyi bilirim. Çünkü onda hiç şüphe ve tereddüte yer yoktur. Fakat çocuklarıma gelince, ne bileyim, belki anneleri hıyanet etmiş olabilir.” demişti. Bunun üzerine Hz. Ömer (ra) de yukarıda adı geçen şahsın başını öpmüştü.][56]
147/148-(Ya Muhammed!) Senin peygamberliğin Allah tarafından gelen bir gerçektir. Elbette sen, kendi (peygamberlik) işinden şüphe edenlerden olamazsın!
Tefsir:
Yahudiler, kendi hayallerine göre Hz. Peygamber’in (sav) kıbleye ait düşüncelerini değiştirmesini bekliyorlardı. Bu ayet onların bu isteklerini geri çevirdi. Yani, Hz. Peygamber dediği sözden asla vazgeçmeyecek ve kendi işinde kadem-i rasih olarak kalacaktır.
148/149- Her bir din ve mezhep ehlinin çevrildiği bir yönü vardır. Ki onlar ibadet vaktinde o yöne yüzlerini dönerler. [Yani her bir din ve mezhep ehlinin bir kıblesi vardır. O tarafa dönüp namaz kılarlar. Fakat kıblelerin en hayırlısı, Kâbe’ye dönmektir.] Siz Ey Müminler! Her hayır işinde başta gittiğiniz gibi, hayır işlerinin hepsinde üstün gelin, Kâbe’ye dönün. Nerede olursanız olun, Allah sizi kıyamet gününde toplayacak amellerinizin karşılığını verecektir. Hakikaten Allah her şeye kadirdir.
149/150- (Ya Muhammed) Nereden yolculuğa çıkarsan, (Namazda) yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Bu, yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevirmen Rabbin tarafından bir gerçektir. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.
Gelen ayette kıble konusundaki emir tekit olarak anlatılıyor.
150151- (Ya Muhammed!) Nereden yolculuğa çıkarsan (Namazda) yüzünü Mescid-i Harama çevir. (Ey Müminler) Nerede olursanız olunuz, ibadet vaktinde yüzünüzü onun (Mescid-i Haram) tarafına çevirin ki, Yahudilerin sizin aleyhinize kullanabilecekleri bir delilleri bulunmasın. Şu kadar var ki Yahudilerin en insafsız olanları, ( bizim kıblemizi terk edip Kâbe’ye dönmesi, kendi müşrik kavminin dinini dost tuttuğundan dolayıdır, türünden) diyeceklerini yine derler. Kıblenizi ta’n eden insafsızlardan sakın korkmayın! Yalnız benden korkun, taatımdan çıkmayın! Böylece size olan nimetimi tamamlayayım da Mescid-i Haram tarafına dönüp ibadet ederek İslam dininde payidar kalın. Elbette siz Mescid-i Haram tarafına dönmekle doğru yolu bulursunuz. (Allah’ın emrine tabi olan kimse elbette doğru yolu bulur.)
Tefsir:
Yahudiler, kıblenin değiştirilmesine bayağı tepki gösterdiler. Müslümanlar daha önce Kudüs’e doğru namaz kılarken tenkil ediyorlardı. Bunu da bir alay konusu yapmışlardı. Kıble değiştirilince Hz. Peygamber (as)’a ta’n ederek diyorlardı ki, senin kavmin müşrik oldukları için kavminin tarafını tutarak kıbleni, onların kıblesine doğru değiştirdin. Allah (cc) bu sebepten Hz. Muhammed (as)’ı teselli ederek, onların sözlerine aldırmamasını telkin etmektedir. Çünkü bu Yahudiler hem zalim hem de inat kâr kimseler olduklarından, sözleri kale alınacak kimseler değildir. Üzülmeye de değmez. Nasıl olabilir ki Resulüllah müşriklerin dinini tutsun. Eğer dost olsalardı, onu Mekke’den çıkarırlar mıydı? Fakat yine de Yahudiler, Hz. Peygamber için “Eğer bu peygamber olsaydı atası İbrahim’in kıblesi olan Kudüs’ten dönmezdi. Çünkü Tevrat’ta Hz. İbrahim’n kıblesinin Kudüs olduğu yazılmaktadır.” Dediler.
Ayette geçen “Allah’ın nimetinin tamam olması” meselesi ise Hz. Ali (as)’dan gelen bir rivayete göre şöyle yorumlanmıştır: “Nimetin tamamlanması, İslam üzerine ölmektir.”[57]
151/152-Nitekim sizin Arap toplumu arasında hemcinsinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi putperest ve müşrik olma gibi kötülüklerden pak ve temiz eden, size Kur’an-ı Kerim’in hüküm ve hikmetlerini (marifet-i ilahiyi) öğretip ve daha (geçen peygamberlerin durumunu, gelecekte olan haberleri ve insanları gerçek insan yapan güzel vasıflar gibi) bilmediğiniz şeyleri size öğreten bir Rasül (Hz. Muhammed aleyhisselam’ı) gönderdi.
Tefsir:
Gerçekten Hz. Muhammed (as) güzel huy ve üstün ahlakta eşsiz idi. Diğer taraftan Hz. Peygamber (as) bu güzel vasıfları ümmetine emretmiş ve onların da bu vasıflarla muttasıf olmalarını istemişti. Bu güzel vasıfların dışında kalan insanlık dışı tavırlardan da bizleri sakındırmıştı. Hz. Muhammed (as), ilme, hoşgörüye, tevazua, zalim kimseden uzak durmaya, akraba ve yakınlara ilgi ve alaka göstermeye, cömertliğe, fakirlere ihsanda bulunmaya, mümin kardeşlerin kalplerine sevinç ve süruru akıtmaya, ittifak ve icmaya, birbiri ile kardaşâne geçinmeye, birbirine yardımda bulunmaya ve anlatmakla bitiremeyeceğimiz Kur’an’ın emrettiği daha nice güzel vasıflara davet etmiştir. Öyle ki, insan bunların hepsine bakınca müşahede eder ki bu güzel ahlakî prensipler, ümmî bir zattan sadır olamaz. Olsa olsa onlar, gaybı iyi bilen bir Allah tarafından ona öğretilebilir. Fakat ne yazık ki, İslam Ümmeti, Allah Resulü’nün getirmiş olduğu bu prensiplerin kıymetini bilemeden zayi etmişlerdir. Üstelik Hz. Peygamberin söylemediği şeyleri din olarak telakki etmiş, revaç buldurmuşlar. İnsafla bakılacak olursa bu gün İslam dini sanki bu uydurma şeylerle mensuh olmuş gibidir. Gerçek İslam ise bu arada unutulup gitmiştir. Bundan öte uydurma görüşler ileri atılıp gerçek İslâm’a dallarını çevirmişlerdir. İslam da gerisingeri geldiği yere avdet etmiştir.
152/153- Niceki ben sizi hatırlayıp size peygamber gönderdim, siz de beni anın ibadet edin ki, o vakit sizi yadıma getireyim mükâfatlandırayım. Bana (nimetlerime) şükredin; sakın nankörlük etmeyin!
154/154- Ey iman edenler! Allah’tan dünya ve ahret işlerinde sabır ve namazla yardın isteyin. Der hakikat Allah Teâla, sabır edenlerle beraber olur onları dost tutarak yardım eder.
Tefsir:
Sabır insan için çok elzemdir. Eğer bir kimse dünya ve ahretin şiddet ve zorluklarına katlanmazsa dünya ve ahret nimetlerini elde demez. Namaza gelince, o, Allah Teâla’ya itaat ve kulluk etmede sair ibadetlerin hepsinden daha çok kapsamlıdır. Namazda en büyük rükün secde olduğu için bu ibadete hiç bir ibadet yetişemez. Secdede en şerefli âza olan yüzü, her şeyden alçak olan toprağa koymakta Kadir-i Mutlak Allah’a karşı en büyük tevazû ve mahviyet yer almaktadır. Dolayısıyla secde eden kimse Allah’a yaklaşmada en yakın noktayı tutmuş olduğundan her istek ve arzularına cevap zemini bulmuş olur.
154/155-Allah yolunda şahadete erenlere dünya lezzetinden nasipleri kesildi demeyin. Bilakis onlar diridirler. Onlara Allah nezdinde lezzetli nimetler vardır. Lakin sizde onların hal ve hayatlarını bilecek idrâk ve şuur yoktur.
Tefsir:
Bu ayet, Bedir gazvesinde şehit olanlar hakkında nazil olmuştur.[58] Bedir, Mekke ile Medine arasında bir yerin adıdır. Müslümanlarla Mekke’li müşrikler arasındaki savaş burada meydana gelmiştir. Savaş sonunda Müslümanlar galip olmuşlar ve bu savaş Müslümanların ilk savaşı aynı zamanda da ilk galip oldukları savaştır. Bunun ayrıntılı şekilde anlatımı inşallah “Enfal suresinde” gelecektir.
Muharebede Müslümanlardan on dört kişi şehit olmuştur. Yüce İslam dini bu on dört kişinin kanları üzerine kurulmuştur. Müslümanlar geçen günleri unutmasın ve şahadet gibi büyük mertebeye ulaşmaya imrensinler diye onların isimlerini burada teberruken zikredeceğiz. Şehitlerin altısı “muhacir[59]den, sekizi ise “ensar”[60]dan idi. Şehitlerin isimleri şunlardır:
Muhacirler:
1) Resulüllah’ın amcası oğlu Ubeydetu’bnu’l-Haris b. Abdilmuttalib.
2) Sa’d b. Ebi Vakkas’ın kardeşi Umeyir b. Ebi Vakkas.
3) Umeyir b. Abdi Amr b. el-As, lakabı, züşşimaleyn’dir.
4) Akıl b. el-Bekir.
5) Hz. Ömer’in kölesi, Mihca’
6) Safvan b. Beydâ, “Beydâ” Abdulmuttalib’in kızıdır. Bu sahabinin adı, annesi üstün ve ünlü birisi olduğundan annesine nispetle söylenmiştir. Hepsinden Allah razı olsun.
Ensar:
1) Sa’d b. Hayseme,
2) Mubeşşir b. Abdilmünzir,
3) Yezid b. el-Haris,
4) Umeyru’bnu’l-Hammam,
5) Rafî b. el-Mualla,
6) Harisetu’bnu Sürâke
7) Haris b. Rifaa’nın iki oğlu Avf ve Muavviz. Hepsinden Allah razı olsun.
Bu Müslümanlar şehit olunca bir kısım yeni Müslüman olmuş kimseler, dediler ki “Ne yazık! Dünyadan lezzet almadan gittiler” işte bunun üzerine bu ayet nazil oldu.[61]
155/156-Ey müminler! Yemin olsun ki sizi biraz korku ve açlık; mal ve canlarınızdan biraz noksanlık ve eksiklik ile imtihan ederiz. (Tâ ki Allah’ın kaza ve kaderine iman edip etmediğiniz sizce belli olsun) Ya Muhammed! Bu musibete sabredenlerin ahrette necat bulacağını müjdele!
Tefsir:
Bakü’de Miladî 1901 yılına denk gelen Hicrî 1319 yılı Zilkâde ayında soğuk bir kış günü bir zelzele oldu. Allah (cc) bu zelzele ile bizleri imtihan etti. Gerçi bu zelzeleden bizim ev sarsılmadı ise de diğer evler fazla hasar gördü. Adı geçen ayın 8. İnci günü millet şaşkın bir şekilde zelzelenin dehşetini yaşıyorlardı. Şimahî kenti ise bu depremle yerle bir olmuştu. Halk çoluk çocuğu ile hep dışarıda kalıyordu. Bir taraftan soğuğun şiddeti diğer taraftan kar yağışı, yıkılan binaların altında kalan insanların iniltileri fevkalâde ürperti verici bir manzara meydana getirmişti. “Allah’n gazap ve azabından kendisine sığınırım” İşte ben de tam bu sıralarda bu ayetin tefsirini yapıyordum. Demek ki bu ayet, bizi manen sabırlı olmaya davet ediyor
156/157- Bahsi geçen musibetler
anında sabredenler, kendilerine bir bela
geldiğinde: Hakikaten biz Allah’ın
taht-i kudretindeyiz, O, bizim özümüze ve ihtiyarımızda olan şeylerin
sahibidir. Bize ölüm geldikten sonra
Allah’a döneceğiz, derler.
157/158- Musibete sabrederek başta geçen bu sözü söyleyen kimselere Allah tarafından mağfiret ve rahmet vardır. Onlar hak yoluna hidayet bulan sabit kadem kimselerdir.
Geçen ayetlerde kıblenin hükmünü açıkladıktan sonra bu arada bir kısım hükümler içeren ayetler zikredilmişti. Şimdi de Mescid-i Haram ve Kâbe’den başka şerefli olan bazı makamlar anlatılacak.
158/159- Şüphe yok ki, Safa ile Merve Allah’a ibadet edilen mekânların alâmetlerindendir. Her kim hac ya da umre yapmak için Kâbe’yi kastederek Mekke’ye girerse onların arasında (Safa ile Merve arasında) tavaf etmesinde kendisine bir günah yoktur. (Belki onda büyük sevap vardır.) Her kim vacibinden artık gönüllü olarak bir iyilik yaparsa kesin olarak Allah o iyiliği artırıp daha fazla mükâfat verendir, ihlaslı ya da riya ile amel edeni iyi fark edip bilendir.
Tefsir:
Safâ ile Merve, Kâbe’nin yakınında bulunan birbirine yakın mesafeli iki tepeciktir. Hac ve umre yapan kinse bunları da ziyaret eder. Her ikisinin arası, tavaf etmek ve Allah’ı zikretmek için alamettirler.
İki türlü hac vardır. Birincisi, esas yapılan hac diğeri de umre haccı. Umre yapılırken ihrama Mekke’nin kenarında bulunan “mikatlar” da girilir. Esas hac için Mekke üzerinde ihrama girilerek “Arafat” ve “Mina”ya çıkılır. Bununla ilgili geniş açıklama bu surenin 196. Ayetinin tefsirinde verilecek.
Safa ile Merve arasında sa’y etmek ulema-i kirama göre vaciptir.[62] Fakat, bu ayet-i kerime, bunun vacibiyetine zahiren delalet etmeyip ihbarî olarak delalet etmektedir.
Bundan sonra gelen ayetler Yahudiler hakkında nazil olmuştur.
159/160- Yahudi alimlerinden (Muhammed) hakkında Tevrat’ta indirdiğimiz aşikâr olan delillerimizi ve hakka götüren kelamlarımızı kitapta beyan ettikten sonra açıklamayıp gizliyorlar. Gizleyenlere Allah da lanet eder müminler de lanet eder. (Yani Allah Tealâ’nın ve müminlerin laneti onların üzerine olsun)
160/161- Ancak tövbe
edip fasit olan amellerini düzelterek Allah’ın Tevrat’ta haber verdiği
gizlemeyenler başkadır. Zira o tövbe edenlerin tövbesini kabul ederim. Tövbeyi
kabul edip insanlara merhamet eden benim. (
benden başkası değildir.)
161/162- (Hz. Peygamber’in risaletini) inkâr edip gizli tutan ve kâfir olarak ölen Yahudilere gelince, işte Allah’ın, meleklerin ve tüm insanların laneti o inkâr eden Yahudiler üzerine olsun.
162/163- O kâfirler sürekli lanet içinde kalırlar. Artık onlara ne Allah’ın azabı hafifletilir ne de o azaptan onlara mühlet verilir.
163/164- Siz nev-i’ beşerin mabudu, bir olan Allah’tır. Allah’tan başka hiç bir hak mabut yoktur. Hem dünyada hem de ahrette rahmeyleyen Allah’tır. (Niçin Allah’ın kitabı Kur’an’a iman etmeyip inkâr ediyorsunuz?)
164/165- Gerçekten göklerin ve yerin yaratılmasında göklerin ve yerin birbiri dalınca gelip gitmesinde, deniz yüzünde halka menfaat vermek için akıp gezen gemilerde, semadan Allah’ın indirip de onunla canlı bitirme kudretini kaybetmiş yeri dirilten hazmı kolay, içimi güzel suda, (o su sebebiyle) yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgarları ve Allah’ın kudretiyle emre amâde yer ilâ gök arasında duran bulutların yönlendirilmesinde aklı olup aklı ile yürüyen kimseler için Allah’ın birlik ve kudretine aşikâr olan delil ve burhanlar vardır.
Tefsir:
Yeryüzü kuruduktan sonra Allah Tealâ yağmur göndererek kral eski güzel haline çevirir. Hakikaten bahar ayı gelince Allah’ın izni ile bu ölü olan topraktan bitki ve çeşit çeşit motiflerde çiçekler arz-ı endam etmekte ve bakanları kendine hayran bırakmaktadır. Allah (cc) yerin kuvve-i imbatiyesini harekete geçirerek rengarenk güller öz Halık-ı Zülcelallerinin kudret-i kemaliyesiyle toprağı yararak baş gösterip bütün kâinatın yaratıcısını lisan-ı halleri ile alkışlamaktadırlar. Ne yazık ki bu sırdan hiç kimse haberdar değildirler. Hakim Kaânî ne güzel der:
Resulüllah (sav) buyururlar ki: “Allah’ın azabı bu ayeti okuyup da hiç ibret almayanların üzerine olsun”[63]
165/166- İnsanlardan bazıları Allah’tan başkasını Allah’a denk mabutlar edinir de onları Allah’ı dost tutar gibi severler. (Allah ile putları muhabbet ve tazimde müsavi tutarlar.) Ama Allah’a ve Resulüllah’a iman edenlerin Allah’a olan muhabbet ve tazimleri müşriklerin putlara olan muhabbetlerinden daha fazladır. [Müminler hiç bir vakit Allah’tan yüz çevirip putlara tapmamışlardır. Fakat müşriklerin musibet anında başları sıkışınca Allah’a yalvardıkları az değildir.] Keşke zalimler kıyamet gününde Allah’ın azabını gördüklerinde (akılları başlarına gelecekleri gibi) bütün kuvvet e kudretin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azabının çok şiddetli olduğunu bilselerdi. (O zaman dünyada Allah’a isyan ettiklerinden ötürü pişman olacaklar. Ne yazık ki pişmanlıkları bir fayda vermeyecek.)
166/167- İşte o zaman dünyada başa geçip halkı dalalete salanlar kendilerine uyanlardan uzaklaşırlar. Kıyamet azabını görünce tabi ve matbu her iki taraf arasındaki bütün bağlar kopar. (İttifaklar tefrikaya dönüşür. Birbirinden uzaklaşıp dağılırlar.)
167/168- (Kötülere) uyanlar uydukları kimselerin kendilerinden uzaklaştıklarını görünce şöyle derler: Ah keşke bir daha dünyaya geri dönmemiz mümkün olsaydı da, şimdi o reislerin bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık! Böylece Allah onlara, kıyamet gününde amellerini hasret ve nedamet kaynağı olarak gösterir. Onlar cehennem ateşinden (amelleri yüzünden) artık çıkamazlar da.
168/169- Ey İnsanlar! [Bu hitaba bütün insanlar dahildir.] Yeryüzünde bulunan nimetlerin (her türlü şüpheden uzak) helal ve temiz olanlarından yiyin, şeytanın gittiği yola ve yaptığı kötü işlere tabi olmayın (haram şeyler yemeyin. Kötü işlerin başında hep şeytan vardır.) Hakikat şu ki, şeytan (nefs-i emmare) sizin için apaçık bir düşmandır. (Hiç akıllı bir kimse öz düşmanının ameline tabi olur mu?)
169/170- Şeytan size ancak kötü ve nihayet derecede çirkin olan şeyleri ve Allah’a iftira etmenizi emreder. [Allah hakkında bilmeden konuşmak ona karşı bir iftiradır. İnsanlar kendi aralarında buna şuna helal-haram damgası vurup sonra da bu hükümlerini Allah’a isnat ederlerse bu da Allah’a karşı bir iftira olmuş olur. Çünkü bir şeyin helal ya da haram olması Allah’ın emrine bağlıdır.]
170/171- Onlara (insanlara) gelin Allah’ın indirdiğine (Kur’an’a) tabi olun dendiği zaman onlar, “Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız” dediler. Ya ataları emr-i dinden ve hak yoldan bir şey anlamamış doğru yolu bulamamışsalar?
Tefsir:
Eskiden beri sürekli böyle olmuştur. İnsan aciz kalınca taklide yapışır. Mevlevî ne hoş demiş:
Taklit eden kimseler berbat olur.
Ey dost! Lanet Taklit edene olsun.
Taklit eden kimselerin ne kadar
ahmak olduğu da ortadadır. Taklit edilen kimse bilgili birisi olsa bunun bir
dayanağı belki bulunabilir. Fakat cahil kimsenin Taklit edilecek hiç bir tarafı
yoktur. Müşriklerin ataları ise cahil
kimselerdi. Din ve diyanet adına hiç
bir şey bilmiyorlardı. Böyle olduğu halde onlara nasıl tabi olunur. Bu ahmaklık
olmaz mı?
171/172- (Hidayete çağrıldığı halde kabul etmeyen) kâfirlerin durumu, o hayvanın haline benzer ki, bağırıp çağırmadan birey işitmeyerek haykırır. (Kendisine ses verenin sesinden ya da konuşmasından hiç bir şey anlamaz.) Çünkü onların, hakkı duyup, hakkı konuşup ve hakkı görmekten kulakları kâr, dilleri lal ve gözleri kördürler. Onlar (Muhammed aleyhisselam’ın kelamından akıllı kimseler gibi) hiç birey anlamazlar. (Fakat kendilerini akıllı zannederler)
Tefsir:
Kâfirler, kendilerini imana davet edenin sözüne dürüstçe kulak verip anlamaya gayret göstermedikleri için anlatılmak isteneni anlamamışlar ve bu durumları ile hayvana benzetilmişlerdir. Rasûlullah’ın davetini, İslam’a çağrısını kabul etmeyen müşrikler kendilerine yapılan bu davet karşısında hayvanî bir durum sergilemişlerdir ki, Kur’an onların bu tavırlarını yukarıdaki teşbih ile anlatmaktadır.
172/173- Ey İman edenler! Size verdiğimiz rızıkların leziz ve hazmı kolay olanlarından yiyin, eğer siz hususen Allah’a kulluk edip ondan başkasına ibadet etmeyi terk ediyorsanız Allah (’ın nimetlerine) şükredin.
Allah (cc), bu ayette tabiatın hoş görüp aklın da hoş karşıladığı yiyeceklerin yenmesini emretmektedir. Gelecek ayette ise tabiatın alıştığı fakat iyi ya da kötü olmasını aklın tek başına fark edemediği hususlarda şeriatin onun pis ya da temiz olduğunu tayin etmesi gerektiğine işaret edilmektedir.
173/174- Allah size ancak ölü hayvan etini, kesilirken dökülen kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Her kim açlık durumunda naçar kalırsa, elverir ki, başkasının hakkına saldırmadan, ölmeyecek kadar yiyip gerekli sınırı aşmadan (o haramlardan) bir miktar yemesinde günah yoktur. Allah, teybe ettikleri zaman günahkârların günahını affedip bütün yaratıklara acıyandır.
Tefsir:
Bir kısım şeylerin yenmesi kesinlikle haram kılınmıştır. Birincisi: Koyun, keçi, sığır, deve ve bunlardan başka temiz ve helal hayvanlardan her biri kendi eceliyle veya boğazlanmadan ölürse ona “meyte” denir ve bu yenmez. İkincisi: Boğazlanırken dökülen kan. Üçüncüsü: Allah Tealâ’dan başkasının ismi söylenerek kesilen hayvandır.
Müşrikler, hayvanlarını keserken, “Lât”, “Uzzâ” ve sair putların adlarını söylerlerdi. Onun için ayette bu davranışlar yasaklanmıştır. Diğer yandan, zaruret halinde bu yasaklanan şeylerden yenmesine izin verilmiştir. Bunun iki şartı vardır. Birincisi: Başka aç olan bir şahsa saldırıp onun elinden almamak. İkincisi: Sınırı aşmamak. Bu da, lazım olan miktardan başka yememek, biriktirmek üzere fazla bir miktar da almamak suretinde olabilir. Eğer bu anlatılanların dışında bir yol tutulursa zaruret ortadan kalkacağından dolayı bunlar tekrar haram olurlar.
174/175- Allah’ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip onu az bir paha (rüşvet) ile değişenler yok mu, [Bu hüküm, “ehl-i Tevrat”, “ehl-i İncil” ve “ehl-i Kur’an” alimlerinin hepsine şamildir.] işte bu alimlerin yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. (Yedikleri şeyler, kıyamet gününde ateş olarak karınlarına doldurulacaktır.) Kıyamet günü Allah ne kendileri ile konuşur (halbuki müminlerle konuşur) ne de onları (her bir noksanlık ve ayıptan) temize çıkarır. Onlar için kıyamet günü eziyet veren azap vardır.
175-176/176- Onlar, Allah’ın hükümlerini gizleyerek, dalâleti hidayete, azabı mağfirete bedel olarak satın almış kimselerdir. Ne kadar cehennem azabına sabır eyleyendirler! (Cehennem azabına bais olan fiilleri işleyip özlerini azaba salıyorlar. Onların bu işleri hayret vericidir.) Allah’ın hükümlerini değiştirenlere bu azabın sebebi, Allah, insanlara hakkıyla kitap indirmiş ve o kitapta hükmünü beyan etmiştir. Alimler ise bu hükümleri gizleyip insanlara beyan etmemişlerdir. Allah’ın kitabında ihtilafa düşüp onu değiştirenler elbette her haktan uzak derin bir anlaşmazlığın içine düşmüşlerdir.[64]
177/177- Hayırlı iş, ibadet vaktinde yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmenizde değildir. (Ne doğunun ne de batının kendine mahsus bir özellikleri yoktur.) Asıl hayırlı iş, o kimsenin yaptığıdır ki, Allah’a, ahret gününe, meleklerin varlığına, Allah’ın kitabına ve peygamberlere inanır. (İnsanların ihtiyacını karşılamak için Allah’ın razı olduğu yerlerde harcamak üzere ) beğendiği malından, nesepçe bir olan akrabalara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, naçar kalıp dilenenlere ve hürriyetine kavuşması için köle ve cariyelere harcar. [Kölelik, İslam dininde hoş karşılanmadığı için, her fırsatta köle ve cariyelerin hürriyete kavuşturulması emrolunmuştur.] Namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Nihayet, şiddetli fakirlik ve nahoş durumlarda, savaş zamanında sabır kadem olup sabrederler. Din yolunda doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Muttakiler de ancak onlardır.
Tefsir:
Bu ayetin inmesine Kitap ehlinin, kıblenin değiştirilmesi meselesinde dedikoduyu ileri götürmeleri, Yahudi ve Hıristiyanlardan her birinin, kendi kıblelerine yönelmenin daha hayırlı olduğunu iddiada ısrar etmeleri sebep olmuştur.[65]
178/178- Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre hür, köleye köle ve kadına kadın (öldürülür.) Yalnız, her kimin kısas cezası öz din kardeşi (kan sahiplerinden bazı vereselerin) tarafından bir miktar bağışlanırsa (kan sahiplerinin diğerleri, katilden diyet alma hususunda) hakkaniyetle davransınlar. (Diyetten başka bir şey istemesinler) Katil ise diyetini güzelce ödesin.(geciktirme veya eksik ödemesin) Bu zikrolunan hüküm (kısastan geçip diyet almak), Rabbiniz’in sizi kuşatan bir rahmeti ve öldürme hükmünün hafifletilmesidir. Her kim Allah’ın bu kararından sonra, (kan sahipleri)başkasını öldürmeye tecavüz ederse veya (katil) diyeti eksik öderse onun için kıyamet gününde şiddetli olan azap vardır.
Tefsir:
Allah (cc), bu kısas konusunun devlet idaresinde mühim bir yeri olduğunu beyan etmektedir. Müslümanlar eğer bu ayet ile amel ederler ise aralarında bu kadar çok insan öldürme olayı meydana gelmez. Bilakis, bu hüküm uygulanmadığı için bu kadar insan öldürme vakaları cereyan etmektedir. İslam ümmetinin yükselme kaynağı olan Kur’an’ın hükümlerini terk edip, yaratıkların vaz ettikleri kanunlara uymak ne kadar hayret vericidir... ah.... ah.... ah...
Allah (cc), bu ayette kısas hükümlerini beyan etmektedir. Bu ve bundan başka daha bir çok ayette verilen hükümlerin “KETEBE” fiili ile ifade edilmesi bu hükümlerin sabit ve kararlılığına delalet etmektedir. İşte bu ayetin hükmü de sabit olan hükümlerden biridir.
Bazı alimlere göre, öldürülen eğer köle ise onu öldüren hür bir kimse, köleye bedel öldürülmez. Eğer bir erkek bir kadını öldürürse, ölünün velisi isterse erkeğe nispetle yarı diyetini alır, isterse diyet almaz, katile kısas yapar.
Öldürme çeşitleri:
Öldürme üç çeşittir; 1)Amden (kasten) öldürme. Bu da katilin bir insanı haksız yere öldürmesine denir. 2) Hata yoluyla öldürme. Bir insanı kasıt bulunmaksızın yanlışlıkla öldürmek demektir. Belirli bir hedefe veya ava atarken silahın bir insana denk gelmesi, belirli bir şahsa atarken başka birini vurmak gibi. 3) Şiph-i amd (kaste benzeyen): Mesela, bir kimse öz evladını veya bir öğretmen, tembih için dövdüğü zaman o darbeden ölürse şiph-i amd gerçekleşmiş olur.
Öldürmenin birinci çeşidinde kısas vardır. Ölünün velisi diyete razı olursa kısastan vazgeçilir. Bu iki şey arasında muhayyerdir. Ama son iki şıkta kısas yoktur. Sadece diyet lazımdır. Diyetin geniş açıklaması Nisa suresinde anlatılacaktır.
Tevrat’ta ehl-i Tevrat için diyet karşılığında katil serbest bırakılmaz. Kati surette kısas uygulanır.
179/179- Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için dirlik vardır. Kısasın
faydasını size bildirdim. Elbette
gerektir ki ehl-i takvadan olasınız. (Kısasın
hükmünü muhafaza edip onunla amel ederek zayi etmeyesiniz.)
Tefsir:
Araplar, bir kişi öldürüldü mü ona bedel bir çok kişiyi öldürürlerdi. Bunun için bir kişiye bedel ancak onu öldüren kimsenin öldürülebileceği hükmü kondu. Böylece diğer insanlar öldürülmekten kurtulup selamet kalmış olurlar. İşte bu bir hayattır insanlara.. Bir kimse katiyen bilse ki, ben birini öldürürsem beni de öldürürler, işte bunu hatırlayınca öldürmek istediği kimseyi öldürmekten vazgeçer. İşte bu dahi bir hayattır ki, hem ölen öldürülmekten hem de öldüren öldürmekten kurtulur. Her ikisi de hayat bulurlar. Bu önemli konu öyleyse neden Müslümanlara kapalı kalıyor? Kendileri İslam hükümlerinin uygulanmamasına gayret sarf ediyorlar?
Biz Müslümanlar, Allah’ın bu ferman-ı hümayununu ve en muhkem hükmünü terlettikten sonra artık daha hangi yüzle geri kalmışlığımıza başka çareler arıyoruz? Müslümanların günbegün geri gitmesinin ve onulmaz derde müptela olmalarının sebebi Kur’an-ı Kerim’in hükümlerini terk etmelerinden ileri gelmektedir.
180/180- Birinize ölüm geldiği vakit, bir mal bırakıp gidecekse, babası, anası, nesepçe yakın olan akrabası için adaletli bir surette (fakirleri bırakıp zengin için vasiyet eylemeyin, vasiyet edilen mal da, terekenin üçte birinden fazla olmasın) vasiyet etmek, Allah’tan korkan kimseler üzerine yerine getirilmesi vacip bir hak olarak size farz kılındı.[Bu ayet, vasiyetin vacip olduğuna zahiren delalet etmektedir. Fakat İslam alimleri bu vasiyetin müstehap olduğunu ifade etmektedirler.][66]
Tefsir:
Emr-i siyaset (hükümet işlerini düzenleme ve yürütme) bütün şerî hükümlerin zımnında mevcuttur. Araştırmacının üzerine gerektir ki bu ayetler üzerinde kafa yorup mevcut hükümleri onlardan çıkarsın. Mesela, bu geçen ayette ölürken anne ve babadan başka kimselere mal vasiyetinde bulunulması emredildiği gibi, Bakara suresi 176. Ayette de akrabalara, yetimlere, yolda kalmışlara ihsanda bulunulması emredilmiştir. Bu meseleler gerek toplum gerekse dinî kardeşlik açısından ne kadar büyük önemi haizdir. İnsan ihsana perestiş eder. Ne zaman bu hayırlı işler, toplumsal yardımlaşmalar, insanlar arasında yaygınlaştırılırsa başka dinlerde bulunan insanlar İslâm’a karşı sempati ile bakarlar. Ama hayıfa ki (yazık ki) bizim bu güzel adetimizi sair dinlerden olan insanlar almış uyguluyorlar. Vefat ederken kendi din ve milletlerinin yararına hayır vasiyetlerde bulunuyorlar. Fakat bizim Müslümanlara gelince hak sahibine haklarını vermedikleri gibi, ömür boyu topladıkları malları da bir çok fasık kimselere verip ebedi lanette kendilerini onlara refik ediyorlar.
181/181- Vereselerden her kim vasiyet eden kimsenin vasiyetini işitip tahkik edip şeriate uygun olduğunu bildikten sonra değiştirirse (elbette onda büyük günah vardır), şüphesiz günahı o vasiyeti değiştirenlerin üzerinedir. Gerçekten, Allah, bütün insanların sözlerini işitip onların ne yaptıklarını bilendir.(Allah, hükmünün dışına çıkan kimseleri iyi bilir ve onları kıyamet günü can yakıcı azapla azaplandıracaktır.)
182/182- Her kim, vasiyet edenin vasiyetinde hata yapıp haktan batıla meyil ederek kasten günah işlediğini bilir ve o vasiyeti batıldan hakka çevirerek vasiyet edilen kimselerin aralarını bulursa kendisine günah yoktur. Şüphesiz Allah, vasiyetlerde hata ederek günah işleyenlere merhamet edip günahlarını bağışlayandır.
Bundan sonra gelen ayetlerde orucun hükümleri anlatılacaktır.
183/183- Ey iman edenler! Sizden önce geçen ümmetlere yazılıp farz kılındığı gibi, size de oruç tutmak yazılıp farz kılındı. (Sanmayın ki bu sadece size farz kılındı) Elbette siz oruç tutmakla takvaya erip günah ve masiyetten uzak durmanız gerekir. (Böylece onun adap ve erkânını gözetip nihayet tazim ve hürmetle onu yerine getirmiş olursunuz.)
Tefsir:
Oruç kadim bir ibadettir. Ta Hz. Adem (as)’dan bu güne dek her ümmete farz kılınmıştır. Hem ağır bir ibadet olduğundan bunun farz kılınmasında önemli hikmetler mevcuttur. Bu hikmetlerden en önemlisi ise insana takvayı kazandırmasıdır. Günahlardan korunmanın en müessir yolu oruç tutmaktan geçer.
184/184- (Sakın korkup demeyin bizim oruç tutmağa gücümüz yetmez.) Size farz olan oruç, sayılı günlerdir. (Çünkü hesaba gelen günler az olur. Biraz oruç tutmak size ne eziyet olacaktır.) Sizden herkim hasta yahut yolcu olursa (tutamadığı günler kadar) diğer günlerde kaza eder. (İhtiyar erkek ya da ihtiyar kadınlar) güçleri yetmez ise oruç tutma ile iftar etme arasında muhayyerdirler. Bunlar tutamadıkları oruca bedel bir fakir doyumu kadar fidye verirler. Bununla beraber, her kimin gücü olur da fakire daha fazla hayırda bulunursa, bu onun için daha hayırlıdır. Ey ihtiyarlar, oruç tutma ya da iftar etme arasında muhayyer kalmanıza rağmen eğer bilirseniz oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.
185/185- Size orucun farz kılındığı ay Ramazan ayıdır. Öyle ki, insanlara yol hidayet edici, hak ile batılın arasına fark koyan Kur’an ilk önce o ayda inmeye başlamıştır.[Ramazanın 24. günü] Öyle ise sizden ramazan ayını idrak edenler orada oruç tutsun. Kim o anda hasta veya yolcu olursa (tutamadığı günler sayısında) başka günlerde kaza etsin. Her amelde Allah size kolaylık murad eder müşküllük ve çetinlik istemez. Bütün bunlar orucu tutamayıp kaçırdığınız günlerde onların sayısını tamamlamanız (kazasını yapmanız) ve size oruç tutma fırsatını verip doğru yolu göstermesine karşılık Allah’ı büyük bilip tazim etmeniz içindir. Size sehl ve asân hükümler koymasına göre elbette gerektir ki Allah’a şükredesiniz.
186/186- (Ya Muhammed!) Kullarım (dua ettiklerinde benim onlara yakın olup olmadığımı ) sorduklarında onlara de ki, hakikaten ben onlara yakınım. Bana dua edip beni çağıranın duasını kabul ederim. Madem ki ben onların duasını kabul ettim, öyle ise onlar da benim davetime uysunlar (orucu tutarak onun kurallarını muhafaza etsinler) ve bana inansınlar ki, din ve dünya işlerinde doğru yolu bulalar.
187/187- Oruç gecesinde ( her vakit arzu ettiğiniz) kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı. Onlar sizin için elbise yerinde, siz de onlar için birer elbise yerinde siniz. Allah sizin kendinize hıyanet ettiğinizi bildi ve ettiğiniz tövbenizi kabul edip günahınızı bağışlayarak sizden geçti. Artık ramazan gecelerinde hanımlara yaklaşın ve onlara Allah’ın sizin için takdir ettiği mahalden yaklaşmayı tercih edin. Ak iplik (sabah aydınlığı), kara iplikten (geceden) ayırt edilinceye kadar yiyin için, sonra geceye kadar orucu tamamlayın. Mescitlerde itikâfa çekildiğiniz zaman kadınlarla birleşmeyin. Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır. (Onları tecavüz etmek olmaz) Sakın Allah’ın koyduğu sınırlara(korulara) yaklaşmayın. Burada orucun hükümlerini açıkladığı gibi böylece Allah, din ve şeriatın hükümlerini insanlara açıklar. Elbette insanlar, haram olan şeylerden yüz çevirmeleri gerekir ki, ilahî azaptan korunsunlar.
Tefsir:
Rivayet ediliyor ki başlangıçta Müslümanlar oruç tutacakları zaman ancak akşamdan yatsı namazını kılıncaya ve uyuyuncaya kadar yiyip içebilirler ve karı koca ilişkisinde bulunabilirlerdi. Yani imsak. Yatsı namazından veya uykudan itibaren başlardı. Bir gün Hz. Ömer yatsıdan sonra hanımıyla ilişkide bulundu be hemen pişmanlık duyup Peygamber (sav)’in huzuruna geldi, özür beyan etti. Derken orada hazır bulunanlardan bir takım kimseler de yatsıdan sonra aynı şeyi yaptıklarını aynı biçimde itiraf ettiler. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.[67]
Ayette, cima yapma üstü kapalı olarak “onlar sizin elbiseniz siz de onların elbiselerisiniz” kaydı ile ifade edilmiştir. Ayrıca bu ifadeden şu da anlaşılır: Bir taraftan elbise gibi birbirinize sarılır, sarmalaşırsınız, bir taraftan da elbise gibi birbirinizin ayıplarınızı örtersiniz.
Ayette ak iplik siyah iplik meselesine gelince, Adiy b. Hatim (ra) biri siyah, biri beyaz iki köstek bağı aldı. Bir gece bunlara baktı fakat biri diğerinden ayrılmıyordu. Sabah olunca durumu Resulüllah (sav)’e şöyle bildirdi: “Yastığımın altına biri siyah biri beyaz iki iplik koydum.” Resulüllah (sav) ona takıldı: “Beyaz iplikle siyah iplik senin yastığın altında iseler yastığın çok geniş olmalı.”[68] Başka bir rivayette, Resulüllah (sav) bu iki ipliği, “biri gecenin karanlığı, diğeri de gündüzün beyazlığıdır” diye izah etmişlerdir.[69]
“İtikâf”, bir yerde kendini hapsederek durup beklemektir. Dinî açıdan, “bir husûsi ibadettir” Yapılış şekli: Bir kimse ramazan ayında veya sair zamanlarda nezrederek üç veya üç günden fazla olmak kaydı ile, her hangi bir mescitte ibadetle meşgul olur. İtikâfa giren kimsenin oruç tutması ve bu itikâfın üç günden az olmaması lazımdır.[70] İtikâf eğer ramazan ayında olursa, gündüz hariç gecelerde hanımlara yaklaşılabilir. Fakat sair zamanlarda hem gece hem de gündüz mukarenet haramdır.
188/188- Öz mallarınızı aralarınızda, (Allah’ın mubah kılmadığı ve şeriatte
bulunmayan) nâ hak yere ve batıl yollarla yemeyin. Halkın malını yemenin masiyet ve haram olduğunu bildiğiniz halde, günahla yemek için, o malları hakimlere
rüşvet olarak vermeyin.
189/189- (Ya Muhammed!) Sana, hilal şeklinde yeni doğan ayları sorarlar. (Neden bu ay ilkönce iplik gibi hilal şeklinde doğuyor sonra dolunay halini alıyor?) De ki: O aylar, insanlar, hususiyle hac vaktini tayin etmek için vakit ölçüleridir. Hayırlı iş, evlere arkasından girmenizde değildir. Belki hayırlı iş, Allah’ın haram kıldığı şeylerden sakınan kimsenin davranışıdır. Allah’tan korkun ve ümit var olun ki kıyamet günü kurtuluşa erenlerden olasınız.
Tefsir:
Ensar’dan Muaz b. Cebel ile Sa’lebe b. Gunm: “Ey Allah’ın Resulü! Bu ne haldir? Hilal, iplik gibi incecik beliriyor, sonra artıyor, tamamlanıyor, sonra da eksile eksile önceki halini alıyor.” Diye sormuşlardı. İşte bu ayetin onlar hakkında nazil olduğu söylenir.[71]
Allah (cc) bu ayette ifade ediyor ki, benim her yaptığım işin bir hikmet ve maslahatı vardır. Fakat bazen bu hikmet ve maslahatları biz insanoğlu pek anlayamayız. Bize düşen emredilen şeyleri hakkıyla yerine getirmektir.
Bu ayette anlatılan diğer bir husus da, evlere arkadan girmedir. Berâ (ra) anlatıyor: “Ensar hac yapıp da döndükleri zaman evlerine kapılarından girmelerdi. Onlardan biri hac dönüşü kapıdan evine girdi. Fakat hemşehrileri onu bu davranışı sebebi ile kınadılar. Bunun üzerine bu ayetin şu kısmı nazil oldu: “İyilik, evlere arkasından girmeniz değildir....”[72]
190/190- Ey Müminler! Size karşı savaş açan (Mekke’ye girmenize mani olan) lara karşı siz de Allah
yolunda cihat edin. Sizinle savaşmayanlara karşı sakın
aşırı gitmeyin (Onlara karşı
savaşı ilk önce siz başlatmayın). Hakikat
şu ki, Allah, haddini aşıp zulüm eden kimseleri dost tutmaz.
191/191- Mekkelilerden size karşı savaşı başlatanları nerede bulursanız öldürün. Sizi (kendi yurdunuz olan Mekke’den) çıkardıkları gibi sizde onları çıkarın. Vatandan çıkarma belası, onlara öldürmekten daha zor gelir. Mescid-i Haram’da onlar sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın. (Çünkü Mescid-i Haram ve onun etrafında savaşmak haramdır.) Eğer onlar size karşı savaş açarlarsa siz de onları öldürün. İşte kâfir olan Mekke ehlinin cezası böyledir. (Onları öldürmenizdir.)
Tefsir:
Yukarıdaki ayetin bu “Vatandan
çıkarma belası, onlara öldürmekten daha
zor gelir” kısmı, Vatanın ne kadar aziz ve her şeyden sevimli olduğuna
işaret etmektedir. Çünkü insanların gözünde en korkunç olan şey, öldürülme
olayıdır. Fakat bundan da korkunç bir şey varsa işte o da vatandan ayrılmaktır.
Bunu ancak vatanından sürülenler bilir. Bu yüzden Resulüllah (sav) şöyle
buyurmuşlardır: “Vatanı sevmek imandan bir parçadır.”[73]
192/192- Eğer (Mekke ehli, şirkten ve sizinle savaşmaktan) vazgeçer günahlarına tövbe ederlerse, hakikaten Allah, onların tövbelerini kabul edip, onlara merhamet ederek günahlarını bağışlayıcıdır.
193/193- Allah’a ortak koşmanın sonu gelinceye, din de halisen Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet tövbe edip şirkten vazgeçerlerse (dinde adavet ve düşmanlık olamadığından) o vakit, zalim ve müşriklerden başka hiç bir kimseye düşmanlık etmek
caiz değildir.
194/194- Mekke ehli (zilkade ayının) dokunulmazlığına uymayıp sizin Mekke’ye girmenize engel oldukları gibi siz de bu zilkade ayının dokunulmazlığına uymayarak sizinle savaş edenlere karşı savaş edin. (Bu dokunulmazlığı olan ay geçen yıl ki dokunulmazlığı olan aya karşılık olsun) Her dokunulmazlığı olan şeyde kısas vardır. (Artık geçen yıl ki zilkadenin kısasını bu sene yapabilirsiniz.) Kim size saldırırsa siz de ona misilleme olacak kadar saldırın. Allah’tan korkun ki, size olan zulümden artık zulüm etmeyesiniz. Bunu dahi bilin ki, Allah, muttaki olanlarla beraberdir ( sürekli onlara yardım eder.)
Tefsir:
Cahiliye döneminde Zilkâde, Zilhicce, Muharrem ve Recep gibi aylarda savaşmak haram idi. Mekke ehli bu dört ayda savaşmazlardı. Fakat, söz konusu Müslümanlar olunca, o zaman haram ayların hürmetine uymayıp, bu yasağı bile bile çiğnediler.
Katâde’den rivayet edildiğine göre Kureyş, Hudeybiye senesi Resulüllah’ı ihramlı olarak haram ay sayılan Zilkâde ayında, haram belde olan Mekke’den geri çevirmişlerdi. Allah (cc) da, ertesi yıl yine Zilkâde’de Resulünü Mekke’ye soktu ve umresini kaza ettirdi. Bunu , geçen Hudeybiye senesi meydana gelen men be engellemeye takas etti.[74]
Herhalde bu ayetler, “kaza umresi” diye söylenen hicretin yedinci yılında Kâbe ziyareti esnasında inmiştir.[75]
Yukarıdaki ayetin “Kim size saldırırsa siz de ona misilleme
olacak kadar saldırın” kısmının manası ne kadar manidardır. Ey Kur’an’a
insaf gözü ile bakmayanlar!? Bir göz açıp bu ayet-i kerimeye nazar edin.
Mekke’nin ehli ki, tamamen müşrik idiler. Allah (cc) onlara zulmü reva
görmüyor. Müslümanlara buyuruyor ki, “Kim
size saldırırsa siz de ona misilleme olacak kadar saldırın” sakın haddi
aşmayın. Bir dikkat gözü ile bakıp görün; İslam ne güzel kanunlar üzerine bina
edilmiştir. Rahmet-i ilahiden uzak
olsun o Müslümanlar ki bu ayetten ibret almayıp, kendi öz kardeşlerine zulüm
ediyorlar. Halbuki; Allah, kâfirlere bile zulmü reva görmüyor.
195/195- Malınızı Allah yolunda infak ve ihsan eyleyin. (İnfak ve ihsanın en büyüğü ise Allah yolunda cihat etmek için sarf edilenleridir.) İnfak ve ihsanı terk ederek öz ellerinizle kendinizi tehlikeye salmayın. (İnfak ve ihsanı terk etmek insanın helak olup Allah’ın rahmetinden uzak kalmasına sebeptir.) İhsan etmenin gerekli olduğu yerlerde ihsan eyleyin. Hakikat şu ki, Allah ihsan eden kimseleri dost tutar.
Tefsir:
Cihat iki kısımdır. Birincisi cihad-ı ekberdir. İkincisi ise cihad-ı asgardır. İ’la-yı kelimetullah için savaşmak ve candan geçmek cihad-ı asgar olarak değerlendirilir. Cihad-ı ekber ise nefsin arzularının zıddına çalışmak, her şeyden önce nefsin isteklerinin rağmına iş görmek, milleti için mal ve menalı sarf etmektir. Nitekim, Allah (cc), “infak edin” buyuruyor. Birbirinize yardımda bulunun; mescit inşa edin, daru’l-aceze kurun, fakir çocuklar için okul ve üniversiteler yaptırın. İlim öğrenmekten daha üstün bir şey nedir? Peygamber (sav) “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz”[76] buyurmamışlardır.
196/196- İhrama girdikten sonra haccı ve umreyi Allah için bütün şartlarıyla tam yapın. (İhrama giren kimsenin, hac ya da umrenin amelini tamamlamadan ihramdan çıkması caiz değildir.)[77] Eğer ihrama girdikten sonra hac veya umreyi tamam etmekten alı konursanız (Mesela: yolda kötü bir duruma düşüp Mekke’ye giremediniz, düşman önünüzü kesip Mekke’ye girmekten alı kondunuz..) o zaman hemen ihramdan çıkabilirsiniz. Fakat bu sebepten kolayınıza gelen (kurban cinsinden deve, sığır yahut koyun) bir kurban kesmek lazımdır. (Bu kurban kesilmeden ihramdan çıkmak caiz değildir.) Kurban, yerine (Kâbe’ye) varıncaya kadar başlarınızı tıraş edip ihramdan çıkmayın. Hacc zamanında ihramda iken, sizden her kim hasta olursa yahut başından bir rahatsızlığı varsa, (üç gün) oruç, veya (altı fakiri doyuracak) sadaka veya (bir koyun) kurban olmak üzere fidye gerekir.[78] (Bu üç çeşidin birinden bir fidye vacip olur.) Mekke’ye eman içinde girdiğiniz vakit kim hac gülerine kadar umre ile faydalanmak isterse (umre yaparak bununla Allah’a kurbiyeti arzu ederse umreyi yapıp bitirdikten sonra) mümkün olan bir kurbanı kesmek gerekir. Kesecek kurban bulamayan kimse (ona bedel) hac günlerinde (Zilkade’nin 7. 8. ve 9. Günlerinde) üç, memleketine döndüğü zaman yedi olmak üzere oruç tutar ki, hepsi tam on gündür. Bu umre-i temettü, ailesi Mescid-i Haram civarında oturmayanlar içindir. [Mekke’den on iki mil uzakta oturan kimseler için hacc-ı temettü yapmak vaciptir. 1 mil=1848m] Allah’tan korkun, haccın hükümlerini koruyun. Bilin ki, Allah, itaatinden çıkanlara şüphesiz şiddetli azap eder.
197/197- Hac, bilinen aylardır ki, onlarda şüphe yoktur. (O aylardan başka aylarda hac olmaz.) Her kim o aylarda hacca niyet eder (ihrama girerse), hac esnasında ne öz helalıyla cima etmek, ne cinsel ilişki ile ilgili sözler konuşmak ne de niza etmek yoktur. (Bunlar haramdır.) Ne hayır işlerseniz Allah onu bilir. (Elbette size hayır mükâfat verecektir.) Ahret için lazım olan şeyleri tedarik edin. Şüphesiz azığın en hayırlı olanı takva ve perhizkârlıktır. Ey akıl sahipleri! Gerek hacda gerekse başka zamanlarda olsun benim azabımdan korkun, çirkin işleri terk edin.
Tefsir:
Ayette geçen “hac”dan maksat hem “hac” hem de “umre”dir. Fakat umre, hac’dan önce yapılır. Hac ve umrenin keyfiyeti muhtasaran şöyledir:
Haccın vakti, Şevval, Zilkade ve Zilhiccenin ilk on günüdür. Hacca giden kimse mikâta[79] varınca ihrama girer. Umre için ihram bağlar. Mekke’ye girdikten sonra ilkönce Kâbe’yi yedi defa tavaf eder. Sonra Makam-ı İbrahim’de iki rekât tavaf namazı kılar. Sonra Safa ile Merve arasında yedi defa sa’y eder. Akebinden ister sakalından isterse başından biraz tüy keserek neticede ihramdan çıkar, kendi elbiselerini giyer. Bundan sonra ihramda iken yapılması yasaklanan şeyler artık kendisine helal olur. Bu arada bekler. Zilhiccenin sekizinci günü zemzem suyu ile gusül edip “hacc-ı temettü” için ihrama girerek Mekke’den çıkar. Zilhiccenin dokuzuncu günü güneşin doğmasından batmasına kadar “Arafat”ta vakfeye durur. Sonra “Meşar-i haram”a[80] gelip kurban bayramı günü burada vakfe yapar. Sonra “Mina”ya gelerek şeytanı taşlayarak kurban keser, tıraş olur. Akebinden Mekke’ye gelip “hac tavafı” yapar, iki rekât tavaf namazı kılarak Safa ile Merve arasında sa’y eder. Sonra Mina’ya gidip geceyi orada geçirerek oradan geldiği yere gider. Hac ve umreyi icmalen anlatmış olduk. Bu anlatılanların hepsi vaciptir.[81] Bunlardan başka “tavaf-ı nisa” ve buna ait olan iki rekât namazı da Şia mezhebi vacip kılmışlardır.[82]
198/198- Hac zamanında ticaret yaparak Rabbinizin fazıl ve rahmetinden rızık taleb etmenizde size herhangi bir günah yoktur. [Şimdi Allah (cc) hacılara hitap ediyor:] Arafat’tan ayrılıp akın ettiğinizde Meşar-i Haram’da Allah’ı zikredin ve sizi İslam’a hidayet ettiği gibi siz de O’nu zikredin. Şüphesiz, Allah sizi hidayete erdirmeden önce siz, cahil kimselerden idiniz.
Tefsir:
Ticaret yapmak ve rızk talep etmek, hacca münafi değildir. Allah (cc) bizim ticareti terk etmemizi emretmemektedir. Eğer ticaret yapmazsak hacca gidecek parayı nereden buluruz? Haccın özünde hem dünya hem de ahret vardır. Bu gün İslam Milleti, din ve millete olan menfaatini unutup onun zahiren yapılışına ve keyfiyetine bakıyorlar. Acaba Arafat’ta, Meş’ar’da, Mina’da ve muayyen yerlerde vakfe yapmadan Şeriat Sahibinin maksadı nedir? Ne ola ki?... Allah’ı zikretmede, onu takdis etmede kişinin kendi evi, Arafat, Mescid-i Haram veya dünyanın her bir yanı birdir. (!) Öyle ise belirli mekânlarda ve muayyen vakitlerde bir araya gelirken buralarda Allah’ı zikretmenin yanında Sahib-i Şeriatin ayrı özel bir maksadı vardır. O maksat genellikle ehl-i İslam’a gizli kalsa bile İslam Milleti arasında bulunan nazarı keskin insanlara gizli kalmamaktadır. Fakat bu nazarı keskin insanlar bu gizli olan noktaları açmak için yeterli değildirler. Bu problemi çözecek kuvvete henüz erişmemişlerdir. Böylece esas maksatlar gizlilik perdesi altında kalıp kaybolmaktadırlar. Bu zamanlar İslam dini baş yerine gözlerinden kanlı yaşlar akıtması lazımdır. Bu gün İslam Milleti umumen bir cehalet-i fevkalâdeye duçar olmaktadır. Bundan dolayı her işin hakikatini açıklama imkânı bulunmuyor. Bunları açıklayanlarda ciddi tehlikelerle karşı karşıya kalıyorlar. Ne hoş demiş Mevlana Celaleddin Rûmî:
199/199-(Meşar-i Haram’da vakfe yaptıktan sonra Kurban Bayramı günü) insanların (Mina’ya) sel gibi aktığı yerden ve o yoldan sizde akın. (Aralanmayın ittifak ve icma ile Mina’ya varın) Birbirinizden aralanmanızdan ötürü Allah’tan mağfiret dileyin. (Cemaatten ayrılmak, büyük günahtır. İstiğfar etmeyi gerektirir.) Hakikaten Allah, tövbekârları bağışlayıp merhamet edendir.
Tefsir:
Görüldüğü gibi Allah (cc) bu ayette, Müslümanların ittifak etmelerini emir buyuruyor ki, böylece hac yapmaktan asıl maksadın ne olduğunu anlasınlar. İslam dinin terakkisine vesile olan esaslı şey cemaattir; ittifaktır. Hac yapmanın içinde yatan bu noktayı iyi düşünmek gerekir. Beyt:
Herkes Arafat’ta vakfe yaparken
Kureyş ve
onların dindaşları olanlar, yani dinî kahramanlık iddiası ile “humuss” adıyla
anılanlar, Arafat’a çıkmazlar da cemaatleriyle Müzdelife’de dururlar ve: “Biz Allah’ın
dostlarıyız, Haremin bekçileriyiz” diye diğer insanlardan öne geçmek ve üstün
olmak isterler, onlarla vakfe yerinde eşitliğe razı olmazlardı. Onun için bu
ayet Kureyş cemaati hakkında nazil oldu.[83]
200-201-202/200- Haccın amellerini eda edip bitirince, babalarınızı andığınız gibi, hatta ondan daha artık Allah’ı zikredin. İnsanlardan bazıları var ki: Ey Rabbiniz! Bize vereceksen dünyada ver, derler. Böyle şahısların ahretten hiç bir nasip ve hisseleri yoktur. Onlardan bir kısmı da (dua makamında): Ey Rabbimiz! Bize dünyada yiyişte sana karşı asi olmayacağımız nimetlerden ver. Ahrette de güzel nimetlerden ver. Bizleri cehennem azabından sakla! derler. Bu duayı eden kimseler için dünyada kazandıkları amellerinden bir nasip ve hisseleri vardır. (Yani ahret sevabı dünyada yapılan hayırlı işlerden ötürü verilir.) Allah, artık tezlik ve ivedilikle hesap edendir. (Amellerinizi zapt edip ahret gününde hesap yerine getirecektir.)[84]
Tefsir:
Bu ayetin baş tarafı ile ilgili olarak şunlar anlatılır. İslâm’dan önce Araplar, adetleri üzerine hac ibadetini bitirdikten sonra Mina’da mescit ile dağ arasındaki yerde dururlar, atalarının övgülerini ve güzel günlerini anıp hatırlatırlardı. Bunun yerine şimdi Mina’da Allah’ın zikri ile meşgul olmak emrediliyor.[85]
Ey aklı selim sahibi! Bu ayete tefekkür ile bak. İlkönce sırf dünyayı isteyen kimseyi Allah(cc) bak nasıl da zemmediyor. Bu kimsenin ahret nimetlerinden nasipsiz kalacağını nasıl ifade ediyor. İkinci olarak, hem dünyayı hem de ahreti beraber isteyenlere de nice ecir ve sevaplar vaat ediyor. Bu kimseler Allah’ın yanında ne kadar sevimli bulunuyorlar. Bunun yanında Allah, dürüst kimselerden olmamızı emrediyor. Aynı zamanda bu ifadelerden anlaşılıyor ki, din ve dünya birbirinden ayrılmazlar. Zahiren Müslüman fakat içten kâfir olan kimselerde dünya malına fazla meyil müşahede edilse bile din, payidar olur dünya ile; dünya da payidar olur din ile. Biz burada “dünya” derken maksadımız yalnız dünya malı değildir. Belki bütün insanların terakkisi ve başka milletlere üstün gelmesini kastediyoruz. Bu tür dünyayı kurmak ancak dine çok iyi muhkem bir şekilde sarılmakla mümkündür. Nitekim İslâm’ın ilk devirlerinde böyle olmuştur.
203/201- Ey hacca gidenler! Sayılı günlerde Allah’ı yada getirip zikredin. [Bu günler, Zilhiccenin 11, 12 ve 13. günleridir.] (bu üç günde bütün hacılar Mina’da toplanıp Allah’ı hatırlayarak bu toplantı ve ittifaklarından faydalansınlar) Fakat isteyen burada üç gün isterse iki gün kalır bunda muhayyerdir. Her kim acele edip iki gün içinde (Mina’dan Mekke’ye) dönerse o kimseye hiçbir günah yoktur. Her kim de Mina’da üç gün tehir edip Kurban Bayramından sonra ayrılırsa ona da günah yoktur. Fakat bu muhayyerlik mutlak değil, takva sahibi olanlar içindir. (Ta ki, , acele etmek ya da geri kalmaktan kaynaklanan bir korku bu kimselerin kalplerine gelmesin) Allah’tan korkun. (Onun hükümlerinin tersine bir iş görmeyin) Muhakkak bilin ki, sizler Allah’a dönüp haşrolacaksınız. (Allah da, hükümlerinin hilafına iş görenlerden intikam alacaktır.)
204/202- (Ya Muhammed!) İnsanlardan (Mekke’li Ahnes b. Şurayk gibi) öyleleri vardır ki, onun sözünün şirinliği seni neşelendiriyor. Onun sözünün şirinliği bu dünyadadır. (Ahrette onun sözlerinin hiçbir şirinliği ve faydası yoktur.) O, İslâm’a ve Müslümanlara nihayet derecede düşman olduğu halde yemin ederek diyor ki: Allah benim kalbime şahittir ki, ben seni ve İslam’ı dost tutmuşum.
Tefsir:
Mekke ahalisinden Kureşli Ahnes b. Şurayk, son derece şirin konuşan ve hoş sözlü biri idi. Resulüllah (sav) ile karşılaştığında tatlı bir şekilde ona yaklaşıp konuşurdu. Resulüllah da onu dost tutup imanından dolayı onu severdi. Allah (cc) da onun bir münafık olduğunu Resulüllah’a haber verdi. Onun için bu ayet ve bundan sonraki iki ayet nazil oldu.[86]
205/203- (Ya Muhammed! Ahnes b. Şurayk,
) Seninle hoş sözler konuştuktan sonra dalını
çevirip gitti mi, yeryüzünde (Mekke’de
) bozgunculuk yapmaya, (sıla-i rahmi kesemeye, Müslümanların kanının
dökülmesine sebep olmaya) insanların
ekinlerinin ve hayvanlarının helâk olmasına çalışır. Halbuki, Allah fesatlık yapmayı sevmez.
Ahnes b. Şurayk, gece vakti yardımcılarıyla beraber Taif’lilerin üzerine yürüyüp ekinlerini yakıp hayvanlarını öldürdü. O, bu kadar adi bir insandı. Onun için Allah (cc) Resulüllah’ı uyardı: Sen Ya Muhammed (as) böyle bozguncu birini nasıl dost tutarsın. Elbette bozgunculardan yüz çevirmen lazımdır...
Her din ve mezhebin içinde bulunan bozguncular, sertliğe ve insanlar arasında bozuşma ve ayrılıklara vesile olurlar. Müfsit kimselerin çoğu, başa geçen kimselerden oluşur. Gerek maddi gerekse manevi reislerin bizzat kendileri başta olmalarının avantajını kullanarak o dinin harap olmasına çalışırlar. Görünürde de o dinin avukatı oldukları süsünü verirler. Nitekim günümüzde bu tür kimselere çok rastlanır. Böyle ahmakların takibi iyi yapılmalı ki o din sağlam kalsın.
206/204- Böylesine (Ahnes b. Şurayk gibisine) “Allah’tan kork!” (için dışın birine uysun, bozgunculuğu ve zulmü terk et) denilince onu, riyaset gururu ve cehalet kıskançlığı Allah’a karşı ası olup günahkâr olmaya götürür. (Gurur, zaten insanı günaha salıp helâk eder) Cehennem, menzil ve mekân yönüyle ona yeter. Ne yaman döşenme yeridir cehennem.
207/205- (Ya Muhammed!) İnsanlardan (Suheyb b. Sinan gibi) öyleleri vardır ki, Allah’ın rızasını kazanmak için dünya malından geçip kendini ve malını feda ederler. Allah, hicret eden kullarına mihribandır. (Onlara kurtuluş ihsan edip müşriklere galip eder.)
Tefsir:
İbn Abbas’tan gelen rivayete göre bu ayet Suheyb b. Sinan (ra) hakkında inmiştir. Mekke müşrikleri bu zatı tutmuşlar, dininden döndürmek için işkence etmişlerdi. Suheyb (ra) Mekke’lilere karşı: “Ben ihtiyar bir adamım, malım ve servetim de var. Benim sizden veya düşmanlarınızdan olmam hiç bir şeyi değiştirmez. Ben bir söz dedim mi ondan caymayı iyi görmem. Malımı ve servetimi size veririm, dinimi sizden satın alırım.” demişti. Onlar da buna razı olup onu serbest bırakmışlardı. Oradan kalkıp Medine’ye gelirken bu ayet indi. Medine’ye girerken Hz. Ebu Bekir (ra) rast gelmiş: “Alış-verişin kârlı olsun ey Suheyb” demişti. O da: “Senin alış-verişin de zarar etmesin” demiş. “O ne?” diye sorduğunda: “Allah Tealâ senin hakkında bir ayet indirdi” deyip bu ayeti okumuştu.[87] İşte ilk Müslümanlar böyle idi. Biz Müslümanlara ar olsun... adımız var hakikatımız yoktur. Malını din uğruna harcamayan kimseye Müslüman denmez. Ona Müslüman demek hatadır. Dinin ilerlemesinde ve gerçek bir davada, insan evladının medeniyet ve ihtiyacında kullanılmazsa o mal, sahibine vizr u vebaldir. Sahibini de insanlıktan çıkarır.
208/206- Ey iman edenler! Hep bir den Allah’ın itaatine girin. (İslam’a girdikten sonra hiçbir kimse o itaatin dışına çıkmasın.) Sakın şeytanın adımlarına (nefs-i emmarenin arzularına) tabi olamayın. Çünkü o şeytan (nefs-i emaare) sizlere aşikâr bir düşmandır.
209/207- İslam’ın hak olduğu konusunda size aşikâr ve açık deliller geldikten sonra İslamdan ayrılırsanız o takdirde bilin ki, gerçekten Allah, yarattıklarına galip gelip hikmet üzere haklı olarak onlardan intikam alandır.[88]
210/208- İslam dinine gidikten sonra onu terkedenler ille de latif, nazik buluttan gölgeler içinde Allah’ın emir ve azabının gelmesini mi beklerler? Azap eden melekler de hazır bulunurlar. Onlar sürekli azap çekerken Allah’ın hükmü tamam olur. İnsan oğlunun bütün işleri kıyamet gününde Allah’a dönecektir. (Her kes kendi yaptığının cezasını çekecektir.)
Tefsir:
Allah (cc) Din-i mübin-i İslâm’ın sabit kalıp cümle aleme yayılması için hakimâne bir tedbir ile kâh olur, bir öğüt ve nasihat buyurur, kâh olur dinin yücelmesine bais olan ibadetleri tayin buyurur, kâh olur muhtevasında hesaba gelmeyen nüktelerle dolu kıssalar anlatır, kâh olur korkutma makamında ahret azabını Peygamber-i ali miktarımızın şerefli lisanı ile beyan buyurur. Hakikaten İslam dininin varlığı hususunda artık başka delil istemek delil bilmezliktir.
211/209- (Ya Muhammed!) İsrail oğullarına sor ki kendilerine nice apaçık mucizeler verdik. (Bununla birlikte o mucizelerle hidayet bulmayıp, onları inkâr ederek dalalete düştüler.) Kim (İsrail oğullarının yaptığı gibi) mucizeler kendisine gelip (onların mucize olduğuna kanaatleri hasıl olduktan sonra) Allah’ın nimetlerini (mucizelerini) değiştirirse (bilsin ki) gerçekten Allah, o kimselere şiddetli azap edendir.
212/210- Kâfir olanlar için dünyanın dirliği süslü kılındı. Ahreti hemen unutuverdiler. (Şeytandan beter olan nefisleri onlara dünyayı süslü gösterip ahreti unutturuverdi) Kur’an’ı inkâr edenler, iman eden fakir müslümanlarla alay ederler. Halbuki fakir oldukları için dünyada alay edilen müttaki müminler, kıyamet günü, zengin oldukları için alay eden kâfirlerden daha üstündürler. (Üstünlük ahret üstünlüğüdür, dünyadaki neye yarar) Allah dilediğine hesapsız rızk verir.
213/211- Nev-i beşer,
Adem’den buyana tamamen tek bir ümmet ve bir millet idiler. (İttifak ve icma ile hepsi İslam dininden idiler.[89]
İdris peygamberden sonra ihtilafa düşüp putperestlik ortaya çıktı) Bu ihtilaftan sonra Allah, rahmetini müjdeleyici,
azabından korkutucu olarak bilinen (Nuh
gibi) peygamberler gönderdi. İnsanlar arasında, ihtilafa düştükleri
konularda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu da gösteren kitaplar
gönderdi. Ancak kendilerine kitap
verilenler ihtilafa düştüler. ( Halbuki
kendilerine kitap verilen Ehl-i Kitabın, hiç ihtilafa düşmemesi gerekirdi.)
Onlar yine de İslâm’ın hak olduğunu anlatan apaçık deliller kendilerine gelmesine rağmen aralarındaki
insafsızlıkları yüzünden dinde anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah iman edenlere, üzerinde ihtilafa düştükleri
gerçeği kendi izni ile gösterdi. Meşiet-i ilahi dilediğini doğru yola hidayet eder.
(Ki bu yol ile hakka ulaşsınlar)
214/212- (Ey Kur’an’a iman edenler!) Sizden önce gelip geçenlerin başına gelen zahmet ve meşakkatleri çekmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Dünyada onlara son derece şiddetli fakirlik, hastalık ve her çeşit korku yetişmiş ve bu belalardan ötürü (depremden tedirgin olup hiç bir istikrar ve rahatlık yüzü görmeyen insanlar gibi) öyle sarsılmışlardı ki, nihayet Peygamber ve onun beraberindeki müminler Allah’tan yardım isteyip dediler: “Allah’ın yardımı ne zaman!” (Ta ki, bu belalardan kurtulalım) Allah, buyurdu ki, “Bilesiniz ki Allah’ın yardımı yakındır” (yetişip sizi belalardan kurtaracaktır.)
Tefsir:
Allah (cc), kendinden yardım isteyen bu ümmetlerin hepsinin yardımına koşmuştur. Bu Kur’an’da geçen Nuh, İbrahim, Musa ve sair peygamberlerin kıssalarında anlatılmıştır. Bunun gibi siz de ey Müminler! Din uğruna her çeşit bela ve musibetlere sabredin. İslam dinin bayrağını yükseltin. Her din ve millet ancak belirli zorluklara ve güçlüklere katlanarak yükselmişlerdir. Rahatlıkla dinin direği hiçbir zaman kaim olmaz. Bir millet rahatına düşkün ve nefislerinin arzularını düşünmekle hiçbir zaman ilerleme kaydetmez.
Acaba, ey Müslümanlar! Bu ayetten hiç ibret almayıp tenperverliği kendilerine adet edinen kimseler ne yüzle Müslüman olduklarını söyleyebilirler? Onun için her kes; yöneten veya yönetilen her kez bulunduğu yerde insanları uyarmalıdırlar. Çalışmaktan başka din ve millete faydası olan hiç bir şey yoktur. Bundan başka hiçbir şey de tasavvur olunamaz. Ancak cahil ve nadan olanlar ilim sahiplerine zıt olabilirler. Günümüzde İslam milleti arasında cehalet yaygın olduğu için az kalsın İslam milleti Yahudiler gibi başka milletler arasında rezil ve rüsvay olacaklar. Yalnızca aklı ile hareket edenler ortaya çıkıp Kur’an terk edildikten buyana cehalet İslam arasında yaygın hale gelmiştir.
215/213- (Ya Muhammed!) Sana Allah yolunda neyi infak ve ihsan edeceklerini soruyorlar. De ki: Maldan hayır olarak verdiğiniz nafaka, önce baba ve anneye sonra nesepçe size yakın olan kimselere, yetimlere, fakirlere, (zengin olmasını rağmen parası bitip ) yolda kalmışlar için olmalıdır. Şüphesiz Allah, sizden sadır olan her hayır işi bilir. (Onun mükâfatını size verecektir.)
Tefsir:
Bu ayette Müminler Resulüllah’a (sav) neyi infak edeceklerini soruyorlar. Allah (cc) da: infak her şeyden olur, ama asıl olan nerelere infak edilmesidir, buyurarak sorulması gerekli olan soruyu, cevabını vererek izah buyurmuşlardır.
Allah’ın (cc) yetimi ve fakirleri ebeveyn ile bir tutulması yanı aynı çizgide anlatmasının hikmeti, ebeveynin masraflarını çocuklarının karşılaması vaciptir. Aynen öyle de, yetim ve fakir kimselere infak etmek, yetimin masraflarına kefil olmak vaciptir. Onları eğitmek özellikle yetimlerin bizim yanımızda bir emaneti ilahi olmaları dolayısıyla onlara daha çok özen göstermek bizim üzerimize bir vazifedir. Bu sebepten, onların eğitim ve öğretimlerinin sağlanması için okullar ve üniversiteler kurmak lazımdır. Hiç Allah razı olur mu ki, zenginler her türlü rahatlık ve zevkin içinde yaşarken Müslümanların fakir çocukları telef olup gitsinler. Büyük hakanların şerefli hayatlarına bir göz atın, orada insanlık alemine ne kadar şerefli ve ehemmiyetli hizmetler yaptıklarını müşahede edeceksiniz.
Mesela “Muzaffaruddin Gökbûrî” (Bu bir Türk adıdır. Yani gök kurt demektir) asıl adı, Gökbûrî b.Ebi’l-Hasan Ali b. Sebuktekin’dir. “İrbil”de (600/1203) yılında sultan olmuştur. Çok kadri yüce bir hükümdardır. Az zamanda bir çok hayır müesseseler ve hayır kurumları yapmıştır. Mektepler, Üniversiteler, Kütüphaneler, Hanlar, Darülâcezeler, Kimsesiz kadılar için yurtlar ve yetim yuvaları kurmuş ve bunların bütün masraflarını karşılamıştır. Bu kimsenin hakkında daha geniş bilgi edinmek istersen İbn Hallikan’ın tarihine müracaat et.[90]
216/213- Nefsinize cihat etmek ağır ve zor gelip hoşlanmamanıza rağmen müşriklerle savaşmak size farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz kabildir. (Cihat emrini hoş karşılamazsınız ama onun neticesinin şahsi değil toplum olarak ne kadar faydaları bulunduğunu bilemezsiniz.) Şahsi olarak sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmemeniz de kabildir. (Cihat etmeyi sevmiyorsunuz; cihat etmeyi terk ettiğiniz zaman düşmanın elinde zelil olursunuz. Bu daha şerli bir iştir.) Sizin için neyin daha hayırlı ve neyin daha şerli olduğunu Allah bilir. Halbuki siz bunu bilmiyorsunuz ki Allah’ın buyurduğu hükme itaat edesiniz.
217/215- (Ya Muhammed!) Sana haram ayları yani onlarda cihat etmeyi soruyorlar. [İçinde savaşılması haram aylar, Zilkade, Zilhicce, Muherrem ve Recep olmak üzere dört tanedir.] De ki: O aylarda savaşmak büyük bir günahtır. (O aylarda savaşmak) insanların hacca gidip gelmelerine mani olmak, Allah’ı inkâr etmek, Mescid-i Haram’a girmelerine engel olmak ve halkını oradan çıkarmak ise Allah katında (o aylarda savaşmaktan) daha büyük günahtır. (Ya Muhammed!) fitne salıp (daha önce yaptıkları gibi) sizi Mekke’den çıkarmak ve Mekke ehlinin şirk içinde kalmaları, fesat ve haramlıkta haram aylada adam öldürmekten daha öndedir. Onların eğer güçleri yetse, dininizden döndürünceye kadar sürekli sizinle savaş ederler. Sizden kim dininden döner ve kâfir olarak ölürse, onların amelleri dünyada da ahrette de boşa gider. Onlardır cehennemlikler ve elbette onlar orada (cehennemde) sürekli kalandırlar.
218/216- İman edenler ve hicret edip Allah yolunda cihat edenler, işte bunlar, Allah’ın rahmetini umabilirler. (Hiç bir hayır işi bulunmayanların Allah’ın rahmetini ümit etmeleri hatadır.) Allah (merhamete kabil olanları) bağışlayıp merhamet edendir.
219/217- (Ya Muhammed!) Sana, şarap ve kumar hakkında soru sorarlar. De ki: Her ikisinde de büyük bir günah vardır. Bununla birlikte onlarda insanlar için bir takım dünyevî faydalar vardır. (İçkide, lezzet almak, zevke gelip güzel seslerle işret etme, kumarda ise galip gelenin başkasının malını alıp sevinip övünmesi gibi -eğer fayda sayılırsa- faydalar vardır! Bularda fena olan şeylerdir.) Ama onların günahları Allah yanında menfaatlerinden daha büyüktür.
(Ya Muhammed!) Sana Allah yolunda neyi infak ve ihsan edeceklerini soruyorlar. De ki: Malınızın gerekli ihtiyaçlarından fazlasını infak ediniz. (Bütün malınızı verip kendinizi muhtaç duruma düşürmeyiniz. Ne de hiç bir şey vermeyip cimrilik ediniz.) Allah size ayetlerini böyle açıklar ki, dünya ve ahret işlerinde bir fikir edinip dinesiniz. (dünyanız için hangisi daha hayırlıdır onu seçesiniz.) (Ya Muhammed!) Sana yetimlerin işleri ile meşgul olma hakkında soruyorlar. De ki: Yetimlerin ıslahıyla meşgul olmak onların mallarını muhafaza etmek iyi bir iştir. Eğer yetimlere karışıp onların işleri ile meşgul olursanız, o yetimler sizin din kardeşlerinizdir. (Kardeşlik de onların işleri ile meşgul olup onlara yadım etmekle olur. ) Allah yetimlerin işine fesat karıştırmak için onlarla meşgul olanla ıslah etmek için meşgul olanı iyi bilir.(Aralarını fark eder) Eğer Allah dileseydi, sizi meşakkate salardı. (yetimlerin işlerine karışmanıza razı olmazdı.) Şüphesiz Allah, yarattıklarına galip olup onları meşakkate salmaya da kadirdir, ama hikmet sahibidir. (Onlara güçlerinin üstünde yük yüklemez)[91]
Tefsir:
İslam dininde şarabın ve sarhoşluk verici nesnelerin yasak edilmesi tedricen olmuştur. İslam’ın geldiği ilk zamanlar, henüz şarap haram değildi. Bu konuda derece derece dört ayet inmiştir. Önce Mekke’de “Hurma bahçelerinin ve üzüm bağlarının meyvelerinden de, hem bir sarhoşluk verici şey çıkarırsınız, hem de bir güzel rızk.” (Nahl, 16/67) ayetti Mekke’de inmişti. İkinci ayet “(Ya Muhammed!) Sana, şarap ve kumar hakkında soru sorarlar. De ki: Her ikisinde de büyük bir günah vardır. Bununla birlikte onlarda insanlar için bir takım dünyevî faydalar vardır. (İçkide, lezzet almak, zevke gelip güzel seslerle işret etme, kumarda ise galip gelenin başkasının malını alıp sevinip övünmesi gibi -eğer fayda sayılırsa- faydalar vardır! Bularda fena olan şeylerdir.) Ama onların günahları Allah yanında menfaatlerinden daha büyüktür.” ve üçüncü ayet, “Ey İman edenler! Sarhoş iken namaza yaklaşmayın” (Nisa 4/43) ve dördüncü ayet “Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları hep şeytanın işinden olan murdar bir şeydirler. O halde onlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. İçki ile kumarda şeytanın sırf aranız düşmanlık ve kin düşürmeyi ve sizi Allah’ı anmaktan ve namaz kılmaktan alı koymayı ister. Artık vazgeçiyorsunuz değil mi?” (Maide 5/90, 91) ayetleri Medine’de nazil olmuşlardır. Bu ayetlerden her birinin yeri geldikçe izahı yapılacaktır.
Hz. Peygamber’in (sav) ashabından Muaz b. Cebel ile Ömer el-Faruk (ra) Reslullah’a gelerek, “hüküm ver bu içki ile kumar haram olsun. Çünkü, şarap aklı gideriyor, kumar ise malı mahvediyor” dediler. İşte o vakit bu ayet nazil oldu.[92] Ve ilk haram kılma bununla başladı. Hz. Ali (as)’ın: “Bir kuyuya bir damla şarap düşse, sonra oraya bir minare yapılsa, o minarede ezan okumazdım ve bir damla şarap denize düşse sonra o deniz kuruyup da yerinde otlar bitse orada hayvan gütmezdim.” [93] Dediği rivayetler arsında vardır.
Bu ayet (Bakara 2/219) nazil olduktan sonra bir kısım insanlar artık içki içmemiş değer bir kısmı ise içmeye devam etmişlerdir. Çünkü bu ayet açık bir şekilde içkiyi yasaklamıyordu. Maide suresindeki 90,91. Ayetler nazil olunca artık içki tamamen yasaklanmış oldu.
Birisi Resulüllah’a gelip ne infak edeceğini sordu onun için bu ayet nazil oldu. “(Ya Muhammed!) Sana Allah yolunda neyi infak ve ihsan edeceklerini soruyorlar. De ki: Malınızın gerekli ihtiyaçlarından fazlasını infak ediniz. (Bütün malınızı verip kendinizi muhtaç duruma düşürmeyiniz. Ne de hiç bir şey vermeyip cimrilik ediniz.) Allah size ayetlerini böyle açıklar ki, dünya ve ahret işlerinde bir fikir edinip dinesiniz. (dünyanız için hangisi daha hayırlıdır onu seçesiniz.)” Daha önceki ayette de nereye infak edileceği anlatılmıştı. Bu ayette de ne infak edecekleri anlatıldı.
“Birisi Resulüllah’ın (sav) huzuruna gelerek savaşta kendi payına düşen altından bir miğferi ona arz edip sadaka olarak verdiğini söyledi. Resulüllah ona bakmayıp yüz çevirdi. Adam ikinci defa gelip aynı şeyi Rasulüllah’a arz etti ve dedi ki: Ya Resulallah bu sadakayı benden kabul et ve Müslüman fakirlere ver. Resulüllah’ın bu işe canı sıkıldı -hatta ona fırlattı. Nerede ise kafası yarılacaktı.- ve miğferin adama geri verilmesini istedi. Akebinden şöyle buyurdu: ‘Ne oluyor size.. Birisi bütün malını infak ediyor sonra da kendisi muhtaç kalıp halktan dilencilik ediyor. İnfak etmek, hali vakti yerinde olan insanlara gerekir.”[94] Bu hadisten de anlaşıldığı gibi Hz. Peygamber ümmetinin zengin ve mal sahibi olmasını, kimseye muhtaç kalmamasını arzu ediyor. Dünya malını halkın nazarında kabih gösteren kimselerin arzusu, milleti kendi ellerine düşürmek istemeleridir. Dünyayı zemmetme konusunda rivayet edilen hadislerin maksadı zengin ve mal sahibi olmaktan men etme değildir. Hadislerin men ettiği dünya veya mal, insanların Allah’tan uzaklaşmasına vesile olanlarıdır. Yoksa malın bizzat kendisi değildir.
“Yetimlerin mallarını haksızlıkla yiyenler, karınlarına sadece ateş yiyip doldururlar ve yarın çılgın ateşe girerler.” (Nisa 4/10) ayeti inince insanlar yetimlerle bir arada olmaktan ve onların mallarına bakmayı üstlenmekten sakınır oldular. Bu iş onlara zor göründü ve Resulüllah’a durumu arz ettiler, bunun üzerine bu ayet indi.[95] “(Ya Muhammed!) Sana yetimlerin işleri ile meşgul olma hakkında soruyorlar. De ki: Yetimlerin ıslahıyla meşgul olmak onların mallarını muhafaza etmek iyi bir iştir. Eğer yetimlere karışıp onların işleri ile meşgul olursanız, o yetimler sizin din kardeşlerinizdir. (Kardeşlik de onların işleri ile meşgul olup onlara yadım etmekle olur. ) Allah yetimlerin işine fesat karıştırmak için onlarla meşgul olanla ıslah etmek için meşgul olanı iyi bilir.(Aralarını far keder) Eğer Allah dileseydi, sizi meşakkate salardı. (yetimlerin işlerine karışmanıza razı olmazdı.) Şüphesiz Allah, yarattıklarına galip olup onları meşakkate salmaya da kadirdir, ama hikmet sahibidir. (Onlara güçlerinin üstünde yük yüklemez)”
221/218-(Kuran’a ve Hz. Muhammed’e) iman etmedikçe putperest kadınlarla evlenmeyin. Hüsn-ü cemali size şirin gelse bile, putperest kadından, imanlı bir cariye kesinlikle daha hayırlıdır. (Ey müminler!) İman etmedikçe putperest erkeklere de mümin kızlarınızı vermeyin. Hüsn-ü cemali size şirin gelse bile putperest kişiden inanmış bir köle kesinlikle daha hayırlıdır. Putperest erkek ya da kadınlar cehennem azabına sebep olan küfre çağırırlar. (Olabilir ki, mümin kadın putperest erkeğine, yahut mümin erkek putperest hanımına tabi olup dinden çıkarlar) Fakat Allah kendi izni ve tevfiki ile cennete ve mağfirete çağırır. (Akıllı kimse cenneti ve mağfireti bırakıp, azabı ve cehennemi tercih eder mi?) Allah, düşünüp öğüt alsınlar diye ayetlerini insanlara beyan eder.
Tefsir:
Resulüllah (sav) Mekke’den Medine’ye hicret ettikten sonra, bir çok Müslüman Mekke’de kalıp hicret edememişlerdi. Müşriklerin işkencesine maruz kalan bu Müslümanları Medine’ye getirmek amacı ile çok cesur ve şecaatli biri olan Mersed b. Ebi Mersed adlı sahabiyi Resulüllah Mekke’ye gönderdi.
Mersed der ki: “Mekke’ye geldim, Mekke’nin duvarlarından birinin gölgesinde mehtaplı bir gecede idim. Derken ‘Anak geldi, duvarın dibindeki karaltımı gördü. Yanıma gelince beni tanıdı ve: “Mersed’sin değil mi?” dedi. Ben: “Evet Mersed’im” dedim. “Merhaba, hoş geldin, gel yanımızda geceyi geçir!” dedi. Ben: “Hayır, ey ‘Anak, Allah zinayı haram etti” dedim. Kadın: “Ey çadır ahalisi, bu adam esirlerinizi götürüyor” diye bağırdı. Kaçtım. Beni sekiz kişi takip etti. Handeme Dağının yolunu tuttum, bir mağaraya girdim. Takipçiler arkamdan gelip dağın yolunu tuttular. Tepemden üzerime bevlettiler. Sidikleri başıma isabet etti. Ancak Allah, onların beni görmelerine mani oldu. ..... Derken Mekke’ye gelip Resulüllah’ın huzuruna çıktım: “Ey Allah’ın Resulü, Anak ile evleneyim mi?” dedim. Resulüllah (sav) cevap vermedi. Sonra şu ayet nazil oldu. “Zina eden erkek, ancak zina eden veya putperest bir kadın ile evlenebilir. Zina eden kadınla da, ancak zina eden veya putperest bir erkek evlenebilir.” (Nur,3) Bu vahyi üzerine Resulüllah (sav) bana: “O kadınla enlenme!” dedi.[96]
218. ayetin doğrudan Mersed b. Ebi Mersed’in Resulüllah’a Anak’la evlenme teklifi üzerine nazil olduğu ve dolayısıyla, putperestlerle evlenmek veya onlara kız vermenin yasaklandığını anlatan bu ayetin nazil olduğunu anlatan rivayetler de mevcuttur.[97]
222/219- (Ya Muhammed!) Sana kadınların ay halini sorarlar. De ki: O, bir kirliliktir. (Ondan uzak durmak lazımdır) Bu sebeple ay hali olan kadınlara (cinsel ilişki kurmaktan) uzak durun. Temizleninceye kadar onlarla (cinsel ilişki kurmaya) yaklaşmayın. (Cinsi münasebetin dışındaki şeylerde uzak durmanız gerekmez.) Temizlendikleri vakit, Allah’ın size emrettiği yerden onlara yaklaşın (önden, arkadan değil). Şüphesiz Allah, anlamayıp hanımı ile emredilen yoldan ilişki kuran ondan sonra tövbe edenleri de sever ve kirli iş tutmaktan uzak durup pâk olan kimseleri de sever.
Tefsir:
Cahiliye Arapları hayızlı kadınlarla birlikte durmazlar, beraber yemek yemezlerdi. Yahudilerin ve Mecusilerin de durumu böyle idi. Müminler bu konuda Resulüllah (sav)’e soru sordular bu ayet nazil oldu.[98]
Bu ayetin, “Temizlendikleri vakit, Allah’ın size emrettiği yerden onlara yaklaşın (önden, arkadan değil).” kısmı, bir kimsenin kendi ailesi bile olsa makatından cinsi ilişkide bulunmasının haram olduğunu bildirmektedir. Cins-i münasebette asıl maksat insan oğlunun neslini devam ettirmesidir. Neslin devamı ise ancak istenilen yerden münasebetin kurulması ile mümkün olur. Bu yüzden livata yapmak da aynen haramdır.
Diğer yandan, bir kimsenin, hayızlı iken kendi hanımıyla cinsel ilişkide bulunması bütün Müslümanlarca haramdır. Fakat hayızlı kadından, Yahudilerin vs. milletlerin yaptıklar gibi tamamen uzak durmak, hatta onları evlere almamak, İslamî düsturlara uymayan şeylerdir. Bu konunun geniş açıklaması fıkıh kitaplarında mevcuttur.
223/220- Kadınlarınız sizin için bir ziraat yeridir. Ziraat yerinize nasıl isterseniz öyle varın (cinsi ilişkide bulunurken istediğiniz şekilde yapın. Fakat, sadece önden olsun) Ölmeden önce kendiniz için amel-i salih gönderin. (Allah’ın yasakladığı şeyleri yapmayın) Allah’tan korkun ve yasakladığı şeyleri yapmaya cüret etmeyin. Biliniz ki, ona kavuşacaksınız ve kıyamet günü amellerinizin karşılığını göreceksiniz. (Ya Muhammed!) hayırlı işler yaptıklarından dolayı Allah’ın yanında aziz ve muhterem tutulacaklarını müminlere müjdele!
224/221- Allah’ı yemin ettiğiniz şeyler için engel kılmayın (yani, yemin itmişim falan iyiliği dahi yapmayacağım) ki, sözünüzde durasınız, kötülükten korunasınız, halkın arasını düzeltesiniz. (Yeminleriniz bahanesiyle iyilik etmenize, fenalıktan korunmanıza dargınlıkları barıştırmanıza Allah’ı ortada bir engel tutmayın.) Allah, sizin ant içmenizi işitip niyetlerinizi bilendir.
Tefsir:
Rivayet olunduğuna göre Abdullah b. Revaha bir kırgınlık yüzünden eniştesi Bişr b. Numan’ın yanına gitmeyeceğine ve onunla konuşmayacağına ve kız kardeşi ile aralarını düzeltmeye çalışmayacağına yemin etmiş, bunun üzerine bu ayet nazil olmuştur.[99]
Bu ve bundan başka ayetlerin nüzul sebepleri hususî olsa bile hükümleri geneldir. Zaten ayette nüzulüne sebep teşkil eden kimsenin isimlerinin söylenmemesi de, hükmün umumi olduğuna ayrıca delalet etmektedir.
Bu ayette yemin etmenin ve bunu hayırlı işler yapmaya engel kılmanın İslamî anlayışa uymadığı da anlatılmış olmaktadır. Çünkü insanların ıslahına, küskünlerin barışmasına çalışmak İslâmcın ahlaki kurallarından olduğu gibi bunların tam tersini yapmak ise tamamen ahlak dışıdır.
225/222- Allah, sizi gafilen yapmış olduğunuz yeminlerle muaheze etmez. Lakin kalbinizle ant içmeye kast ve niyet ederek yaptığınız yeminlerinizden dolayı sizi muaheze eder. Allah kasıtsız ve niyetsiz ant içmeyi bağışlayıp günahkârların azabını da te’cil eyleyendir.
226/223- Kadınlarına “îlâ” (cinsel birleşme yapmamak üzere yemin) edenler dört ay beklerler. Eğer bu müddet içinde (yemine bedel kefaret verip) kadınlarına dönerlerse (cima ederlerse), şüphesiz Allah, îlâ yapmakla kadınlara yaptıkları zararın günahını kefaret vermekle merhamet edip bağışlayıcıdır.
227/224- Eğer
dönmeyip (kadınları ile cinsi
ilişkide bulunmayıp) boşamaya karar
verirlerse, Allah onların sözlerini işitip
niyetlerini bilendir. (Eğer maksatları kadınlara zarar
vermekse Allah onlardan intikamını
alacaktır.)
Tefsir:
Bu ayetler “îlâ” hakkında inmiştir.
Tarifi:“Îlâ”: Istılahta, Allah’ın isimleri ile veya sıfatları ile nezrederek en az dört ay[100] (beş, altı ay) bir müddet için hanımı ile münasebette bulunmamaya yemin etmeğe denir. Çünkü bir kimse en az dört gecede bir gece hanımı ile yatması, dört ayda bir kere de münasebette bulunması gerekir. Eğer terk ederse hanımından helâllik alması icabeder. Ama bu dört aydan başka kadının kocasından bir şey istemeye hakkı yoktur. Bunda dolayı, îlâ hadisesi en az dört ay olmalıdır. Ondan eksik vaki olmaz.
Hükmü: Koca yeninden dönerse ya kefaret veya yeminini bağladığı şey lazım gelir. Mesela, dört ay içinde hanımına yaklaşırsa, yapmamak üzere yemin ettiği şeyi yaptığı için yemininden dönmüş olur. Mesela, Allah’ın ismi ile veya sıfatlarından biri ile yemin etmiş ise yeminlerde olduğu gibi üzerine yemin kefareti vacip olur. Yemin kefareti, ya bir gün on fakiri doyurmak veya onları giydirmek ya da bir köle azat etmektir.
Yaklaşmamaya yemin ettiği hanımına yaklaşmamak sureti ile yeminine sadık kalmasının hükmü ise, dönüş yapmadan müddet biter bitmez meseleyi hakime götürür ya onu tekrar evlendirir ya da boşamasını emreder.[101] O da boşar.[102]
228/225- Boşanmış kadınlar, (hemen evlenme isteklerini frenleyerek) üç defa hayızdan temizlenme zamanını beklerler. (Üç defa hayız görüp temizlendikten sonra ere gidebilirler) [bu hüküm, adet gören kadınlar içindir] Eğer onlar (kadınlar) Allah’a ve ahret gününe inanıyorlarsa, (boşanma vaktinde) rahimlerinde Allah’ın yarattığını gizlemeleri kendilerine helal olamaz. O boşanmış kadınların kocaları, (yani onları boşayan ve fakat ric’î boşama ile boşayıp henüz efendiliğini koruyan kocaları) onları bir süre zarfında (ricat ile yine nikâhlarına almaya) herkesten daha çok hak sahibidirler. Eğer o erkekler, aile arasında bir düzeltme, anlaşmazlığı ortadan kaldırma isterlerse bunu yapabilirler. (Ama, maksatları kadına zarar vermek ise bir daha onunla evlenmek caiz değildir.) Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde belli hakları vardır. Ama erk eklerin hakları kadınlardan bir derece daha artıktır. (Çünkü onlar zahmet çekip kadınların nafakasını temin ederek onları istirahatlarını temin ediyorlar.) Allah, yaratıkların hepsine galiptir, (Bir kimse diğerine veya erkek hanımına zulüm ederse Allah ondan) hikmet üzere intikamını alandır.
Tefsir:
Bu ve bundan sonra gelen ayetler dalak (boşanma)’nın hükümlerini beyan etmektedir. Talak’ın çeşitleri vardır.
1.Ric’î talak: Kocanın boşadığı hanımı, iddeti içinde, yeni bir nikâh akti yapmaksızın tekrar aile hayatına kabul etme hakkında sahip olduğu talaktır. Burada kadının rızası aranmaz. Bu dönüş ancak birinci ve ikinci talaktan sonra henüz iddet bitip bain olmadan yapıldığı takdirde caiz olur. Bu takdirde yeni akte ihtiyaç yoktur. Evvelki akitler devam eder.
2.Hul’î talak:[103] Boşanma isteği kadın tarafından gelmek sureti ile meydana gelen boşanmadır.
3.Mubarat talak:[104] Boşanma isteği eşlerin her ikisi tarafından gelen boşanma şeklidir. Bu son iki boşanma şeklinde, istek kadın tarafından geldiği için, boşandığı erkeğe bir bedel ödemesi gerekir. Bu meblağ, kadının aldığı mehirden fazla olabilir. Mubarat talakta mehri kadar vermesi yeter. Bu son iki şıkta kişi, iddet esnasında artık hanımına rücü’ edemez. Bu talaklar sonunda araları ayrılır. Fakat kadın, eğer boşanmak için eşine verdiği parayı almak için geri dönerse bu, pişman olduğuna ve tekrar evlenmek istediğine delildir. Onun için tekrar rücu’ eder. Bu durumda erkeğinde rucu’ etme hakkı vardır.
Ayrıca bu ayette kadın ve erkeğin karşılıklı hakları anlatılmaktadır. Erkeğin kadın üzerindeki hakları, eşine itaat etmesi ve onun gerek kendisine ve gerekse malına ihanet etmemesidir. Kadının erkek üzerinde hakkı ise hanımına eziyet etmemesi, onun giyim ve nafakasını gücü ölçüsünde yerine getirmesi ve aynı zamanda ona karşı güzel huylu olmasından ibarettir. Resulüllah (sav) buyururlar ki: “Ben dünyada üç şeyi severim: birincisi güzel koku, ikincisi kadın ve diğeri de gözümün nuru namazdır.[105] Ey insanlar Allah’tan korkun da kadınlara güzel davranın. Onlar, Allah’ın emanetidirler.”[106]
229/226- Boşanma (iddeti esnasında rucû’) iki defadır. Bu ikinci talaktan sonrası, ya
iyilikle tutmak ya da güzellikle salı vermektir. Kadınlara verdiğiniz
mehirlerden (boşama esnasında) bir şey geri almanız size helal değildir.
Ancak karı-koca, Allah’ın belirlemiş
olduğu sınırlarda duramayacaklarında endişe
ederlerse, (kadın kocasına
itaatsizlik etmeye, koca da kadına eziyet etmeye yeltenir veya her ikisi
bunları işleme potansiyelini taşıyorlarsa) kadın kendi arzusu ile belirli
bir meblağı kocasına verir o da onu alır ve boşatır. [Bu kısım şeriat
hakimlerine hitap eder.] Ey şeriat hakimler! Siz de karı ile kocanın, Allah’ın koyduğu kanunları, hakkıyla muhafaza
etmelerinden korkarsanız, ne kadının
boşanmak için erkeğe bir karışıklık vermesinde ne de erkeğin bu meblağı
almasında her iki taraf için de bir sakınca yoktur. (O takdir de, siz hakimler, bu yolla, karı ile koca arsında boşama
hükmünü verebilirsiniz) Bu
zikrolunanlar, Allah’ın karar koyduğu
hükümlerdir. Sakın onları tecavüz etmeyin. Kim Allah’ın koyduğu hükümleri tecavüz
ederse, onlardır elbette zalimler.
Tefsir:
Karısını boşamak isteyen kimse, kadın adetinden kesildikten sonra onu ric’î bir talak ile boşayıp bekler. Bu arada barışıp birbirlerine dönerlerse zaten dönerler. Eğer barışmazlarsa, kadın bir adet daha görüp temizlendikten sonra bir daha ric’î talak ile boşar. Yine bekler. Bu arada eğer barışırlarsa tekrar evliliğe dönerler. Barışmazlarsa, kadın bir adet daha görüp temizlenir. Bu üçüncü kez erkek tekrar kadını boşarsa artık bundan sonra hülle yapılmadan kesikle birbiri ile evlenemezler.
230/227- Eğer erkek kadınını üç kez boşarsa, ondan sonra kadın bir başka erkekle evlenmedikçe onu alması kendisine helal olmaz. Eğer bu ikinci eri de onu boşarsa, Allah’ın koyduğu sınırları muhafaza edeceklerine kanaat edindikleri takdirde, yeniden evlenmelerinde her hangi bir günah yoktur. Bu zikredilenler, evlilik konusunda Allah’ın koyduğu sınırlardır. Allah bunları, anlayıp bilecek olan ilim adamları zümresi için açıklar.
231/ 228- Kadınları (ric’î talak ile) boşadığınız ve onlar da (talaktan sonra) bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit ya onları güzel veçhile tutun yahut iyilikle bırakın kalsınlar. (İddetleri çıkıncaya dek onlara rücû etmeyin, düşüncelerinde muhayyer kalsınlar) Haksızlık ederek veya zarar vermek maksadı ile onları nikâh altında tutmayın. Her kim bu şekilde yaparsa hakikaten kendisine kötülük yapmış olur. Allah’ın ayetlerini ve hükümlerini alay için almayın bilakis, amel etmek için alın. Allah’ın size verdiği nimetleri, size öğüt vermek için indirdiği kitabı ve (Peygamberinin muciz numa beyanındaki) hikmetleri hatırlayın. Kadınlara zulmetmekte ittika edip Allah’tan korkun. Bilin ki, hakikaten Allah her şeye alimdir.
232/229- Kadınları boşadığınız zaman, bekleme sürelerini tamamlandılar mı, kendi aralarında (şeriata uygun) güzel bir şekilde anlaştıkları takdir de, (ey kadının akraba ve velileri!), kocaları ile evlenmelerine mani olmayın. Bu sözler ile, içinizden Allah’a ve ahret gününe iman eden kimselere öğüt verilmektedir. Bu hükümlerle amel etmeniz sizin için daha da temizce ve daha da hoşçadır. Yararınız için ne türlü hükümlere karar verileceğini Allah bilir, siz bilemezsiniz. (bilmediğiniz için Allah’ın hükümlerine tabi olun.)
233/130- Anneler, çocuklarını -süt vermeyi tam iki yıla tamamlamak isterlerse- iki yıl emzirirler. (Ama iki yıldan eksik süt vermede serbesttirler.) Onların örfe uygun olarak beslenmesi ve giyimi babasın aittir. (Bu, kadınlarını boşamış olsalar bile böyledir.) Süt emziren annelere masraflarını vermede hiçbir kimseye (babaya) gücünün üstünde yük yüklenmez. (Her şahsa, gücüne nispetle masrafları karşılaması teklif edilir) Ne anne, çocuğuna ( süt vermeyi kocasına kızdığı için terk ederek) zarar versin.[107] (Çünkü anneden çocuğuna daha mihriban olan kimse yoktur.) ne de baba süt zamanında anasından almakla çocuğa zarar versin. Eğer baba ölürse, çoğun nafakası varisler üzerinedir. (Sakın çocuğun masraflarını annesinden almayın. Çünkü çocuğun nafakasının temini babaya aittir. Dolayısıyla babanın terekesinden alınmalıdır.) Eğer ana ve baba birbiri ile görüşerek ve karşılıklı anlaşarak çocuğu memeden kesmek isterlerse, bunda kendilerine hiçbir günah yoktur. (Çünkü çocuğun yararına olan şeyleri onlar daha iyi bilirler) Çocuklarınızı (süt anne tutup)[108] emzirmek istediğiniz takdirde, süt anneye vermekte olduğunuz ücreti (süt anneye haksızlık etmeden) güzel bir şekilde teslim etmeniz şartıyla üzerinize (çocuktan ötürü) hiçbir günah yoktur. Allah’tan korkun da süt annelerin ücretlerini kesmeyin. Bilin ki, Allah her eylediğiniz işe âlimdir.
234/231- Sizden ölenlerin, geride bıraktıkları eşleri, kendi nefislerini gözleyip (evlenmeden) dört ay on gün beklerler. (Ey müminler ve şerî hakimler!) İddetlerini bitirdikleri vakit, kendileri hakkında yaptıkları şeriata uygun işlerde size hiçbir günah yoktur. Allah yapmakta olduğunuz işlerden haberdar ve alimdir.
Tefsir:
Yukarıda geçen ayetin hükmü, eri ölen her kadın için geçerlidir. Kadının, adet görmesi, adetten kesilmiş olması, çocuk olması veya büyük olması bir şeyi değiştirmez, bu hüküm hepsi için aynıdır.
235/232- İddet içinde olan kadınlara evlenme konusundaki düşüncelerinizi çıtlatmanızda veya onu (evlenme hayalinizi) içinizde tutmanızda sizin için hiçbir günah yoktur. Allah bilir ki, siz, o kadınları mutlaka anacaksınız ( evlenme konusunda sözler konuşacaksınız) Ama, meşru sözler söylemenin dışında, gizlice buluşma sözü vermeyin. (Erkek, kadına “zamanı gelsin ben seni alacağım”; kadın, erkeğe “ben de sana elbette varacağım” demesin.) Farz olan iddet süresi dolmadan, nikâh yapmaya karar vermeyin (İddetleri dolsun, o zaman nikâh yapın) Bilin ki, iddet esnasında o kadınlarla içinizden geçirdiğiniz evlenme arzusunu, Allah bilir. Böyle işten hazer edip uzak durun. Bunu da bilin ki, böyle uygunsuz iş tutup sonra tövbe edenleri Allah bağışlar, onlara azap etmede aceleci değildir.
Tefsir:
Kocası yeni ölmüş veya bain bir talak ile yeni boşanmış bir
kadınla evlenmeyi arzu eden bir kişinin
dört ay on gün zarfında: “Ben nikâhlanmak istiyorum, kadına ihtiyacım
var, saliha bir kadına kavuşmak istiyorum”[109]
şeklinde evliliği çıtlatması Kur’an’ın ruhuna uygun bulunmuştur. Fakat bu
durumda olan kimselerin, “zamanı gelsin ben seni alacağım”;
kadın, erkeğe “ben de sana elbette varacağım” şeklindeki ifadeleri ise,
Kur’an’a aykırıdır ve haramdır. Abdullah b. Mubarek, Abdurrahman b.
Süleyman’dan, o da, Teyzesinden rivayet ettiğine göre der ki: Teyzem şöyle
anlattı: “Ben iddet esnasında iken İman Ebu Cafer (Muhammed Bakır), yanıma
gelerek ‘benim İslam dinindeki mevkiimi, Resulüllah’a (sav) ne kadar
yakın olduğumu biliyorsun!!’ dedi. Ben: ‘Allah seni affetsin! Sen
bana evlilik mi teklif ediyorsun? Halbuki, henüz benim iddetim de dolmadı. Bu
yüzden Allah seni hesaba çekmesin?’ dedim. Dedi ki: ‘Ben sana evlilik teklif etmedim ki. Ben sadece
Resulüllah’ın akrabası olduğumu söyledim’”[110]
Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere iddeti dolmadan bir kadına açıkça evlenme teklifi yapılamaz.
236/233- Nikâhtan sonra henüz münasebette bulunmadan veya onlar için belli bir mehir tayin etmeden kadınları boşarsanız bunda size bir günah yoktur. (mehir vermekte gerekmez. Çünkü, nikâh akti yapılırken mehri de belirlemek lazım değildir. Mehir konuşulmadan nikâh akti yapmak caizdir.) O surette menfaatlenecekleri bahşiş (elbise ve bir miktar para) verin. Bu bahşiş, zengine öz haline göre, fakire de öz haline göredir ve hem şeriatçe hem de, insaf ve mürüvvetçe güzeldir. İyiler için bir borçtur.
237/234- Eğer onları kendilerine dokunmadan önce boşar ve mehri de kesmiş bulursanız,o vakit kararlaştırdığınız mehrin yarısını onlara vermeniz gerekir. Ancak, boşanan kadının veya nikâh bağı elinde bulunan (veli veya vekil durumunda olan boşanan kadının baba ve dedesinin) vazgeçmesi hali müstesna. (Ey erkekler!) sizin affetmeniz takvaya daha yakındır. (Kadının kendisi, mehrini affetmesindense sizin o mehri tam vermeniz takvaya daha uygundur.) Aralarınızda ihsan ve iyilikte bulunmayı yadınızdan asla çıkarmayın. Allah, yapmakta olduğunuz şeyleri hakkıyla görür. (Birbirinize ihsanda bulunduğunuz gibi, Allah size iyilik ve ihsanda bulunur.)
Tefsir:
236 ncı ayette, mehir belirtilmeden nikâhı kesilmiş, fakat henüz kendisine dokunulmadan boşanmış olan kadına “mehir” yerine “müt‘a”[111] verileceği anlatılmaktadır. Boşanmış kadınlara verilecek mut ‘a, bir atiyye değil, kadının erkek üzerinde bulunan bir hakkıdır. Nikâhta mehir belirtilmiş ve dokunulmadan boşanmış kadına da, 237 nci ayetin hükmünce, belirtilmiş olan mehrin yarısı verilir. Birleşmeden sonra boşanmış kadınlara gelince: şayet nikâh kıyılırken mehir belirtilmiş ise mehrin tamamını öder. Nikâhta mehir belirtilmemiş ise bunlarda “mehr-i misil”[112] ödenir.
238/235- Namazların hepsini, özellikle ikindi namazını (Çünkü, onun fazileti hepsinden artıktır) güzel bir şekilde devam edin. Namaz vakti boyun eğerek ayak üstü durup Allah için ibadet edin.
239/236- Eğer namaz kılarken düşmandan korkarsanız (sizin için namazı eda şekillerinde bir serbesti vardır:) yaya yahut binekli, nasıl durursanız (Ayak üstünde veya binek üstünde durum neyi gösteriyorsa) öyle kılın. Güvene kavuştuğunuz zaman, Allah’ın size öğrettiği şekilde onu anın (namaz kılın). Allah, size namaz kılmayı öğretti (siz daha önce bunu bilmiyordunuz)
Tefsir:
Acaba boşanma, iddet gibi konular anlatılırken bu arada namazın hükümlerinden bahsetmenin konuya uygunluğu nedir? Bunda ne münasebet vardır? Cevap: Çünkü geçen 237 ınci ayette “Aralarınızda ihsan ve iyilikte bulunmayı asla yadınızdan çıkarmayın” Birbirine ihsan etmenin arksından hemen namazla ilgili ayetlerin gelmesinde şu hikmet vardır. İyilik ve bağışta bulunmak güzel bir ameldir. Fakat amellerin hepsinden en güzel olanı namazdır. Çünkü namazda Allah’a kulluk ve tezellül vardır. Bunlarda mütevazı olmayı netice verir. Öyle ise her hayırlı iş görürken ibadetlerin başı olan namazı hatırlayın ve güzel bir şekilde kılın. Korku zamanlarında namazı kılmak mümkün olmazsa o zaman mümkün olduğu şekilde kılın. Yani durum neyi gösteriyorsa ona göre nasıl ve ne tarafa durmak mümkünse öylece, isterse hayvan üzerinde îmâ[113] ile olsun tek başınıza kılınız ve her halde mümkün olduğu kadar kılınız, terk etmeyiniz.
Hz. Ali (as), Sıffîn savaşında, harbin kızıştığın andan bir çok kez namazını ima ile kılmıştır.[114] Taifliler, Resulüllah (sav)’e gelerek dediler ki: “Ya Resulallah! Namaz kılmamak şartı ile sana iman edebiliriz.”[115] Resulüllah: “Bir cemaat ki, onlar namaz kılmıyorlar, onlar bana lazım değildir.”[116] Ey Müslümanlar! Bu hadise bakıp ibret alın ki, Resulüllah (sav) namaz kılmayan insanları kendinden saymıyor. Onları hakkı ile mümin görmüyor.
Namazda, büyük hikmetler vardır. Ahret sevabının yanında bir milletin dünyada ilerlemesine en büyük sebeptir. Çünkü namazın asıl binası cemaat ile tesis edilmiştir. Cemaatte dahi büyük fayda ve nimetler vardır. Namazı terk eden Müslümanlara rahat yüzü yoktur. Dünyada zelil ve ahrette nasipsiz olacaklardır. Hıristiyanların büyük bilginleri ve şairleri, namaz için nice güzel beyanlarda bulunup ne şiirler döktürmüşlerdir. Onları bilmek istersen eğer Şeyh Abdullah Küveyliyam’ın[117] “el-Akidetu’l-İslamiye Zikru Şehadeti’l-Ulema ve Avrupa”[118] adlı eserine bak. Bu kitapta İslam dininin gerçek olduğu ve namaz konunda Hıristiyan bilginlerinden nakledilen hutbe ve şiirlere muttali olup belki ibret alırsın. Allah ona merhamet etsin.
240/237- Sizden ölüp de eşleri geride kalan kimseler; zevcelerinin, evlerinden çıkarılmadan, bir yıl süreye kadar bıraktıkları maldan faydalanmaları konusunda vasiyette bulunsunlar. Onlar kendi arzuları ile çıkıp giderlerse o vakit kendilerine ait hususlarda şeriata uygun iş görmelerinde size hiçbir günah yoktur. (Yani, bu şekilde çıkıp gitmeleri bile uygun değildir.) Allah yarattıklarına yegâne galiptir. Onlara hikmet üzere davranır.[119]
241/238- Boşanmış kadınlar için şeriata uygun bir şekilde intifa hakkı verilmesi vaciptir. Muttaki olanlara gerektir ki, bu hakkı versinler.
242/239- Allah size böylece öz hikmetlerini beyan eder, belki, onları güzellikle anlayıp amel eden kimselerden olursunuz.
243/240- (Ya Muhammed!) Bakıp ilim elde etmedin mi ki, kendileri binlerce kişi iken, ölüm korkusu ile yurtlarından çıktılar. Allah da onlara “ölün” dedi, hepsi öldüler. Bir zaman sonra onlara hayat verip diriltti. (Ta ki, Allah’ın hükmünden kaçılmayacağını bilsinler.) Allah insanlara fazıl ve ihsan sahibidir. Ama insanların çoğu Allah’a şükür etmezler.
Tefsir:
Bu ayette Allah’ın mucizelerinden bir mucize anlatılmaktadır. Rivayet edilir ki, vakti ile Irak’ta Vasıt tarafında “Daverdan” denilen bir kasaba varmış. Orada veba hastalığı ortaya çıkmış, halk bundan kaçmak için memleketlerinden çıkmışlar fakat hep telef olmuşlar, sonra Allah yine hayat vermiş.[120]
Resûlü Ekrem (sav) buyurdular ki: “Bir yerde veba çıktığını duyarsanız oraya girmeyiniz, bulunduğunuz yerde veba çıkmışsa oradan ayrılmayınız”[121] Resulüllah (sav) ne kadar doğru buyurmuşlardır. Mikrobun varlığını ta o zamanlar tespit etmesi ne kadar manidardır. Aradan bunca sene geçtikten sonra bu gün modern tıbbın ancak keşfedebilmiş olduğu bu meseleyi asırlar önce beyan eden o Kadri Yüce Peygamberin ümmeti olduğumuza artık iftihar etmemiz gerekir.
Ömer el-Faruk (ra)’in hilafet günleri idi. Fethedilen yerleri dolaşıyor ve gelişmeleri yakından takip ediyordu. Amvas’a da gidecekti. Ancak orada veba olduğunu duyunca geri dönmeye karar verdi. Ebu Ubeyde, önüne dikildi: “Ya Ömer! Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” dedi. Ömer: “Evet Allah’ın kaderinden Allah’ın kaderine kaçıyorum.” dedi.[122] Doğru mu yapmıştı? Geri dönmesi isabetli mi idi? Ömer bu endişeye kapılınca, Abdurrahman b. Avf az önceki hadisi rivayet etti.
244/241- Şimdi, ölüm insana her an yetişebilir. Allah yolunda putperestlere karşı cihat edin. Bilin ki, Allah, cihadı terk edenlerin sözlerini işitip kalplerindeki sırları bilendir.
245/242- Verdiğinin kat kat fazlasını kendisine ödemesi için Allah’a (yani zengin, fakire yardım edip onun ihtiyaçlarını karşılamak için faiz almadan) güzel bir borç verecek kim çıkar? [Zenginler için ne büyük mertebedir ki, fakire karşılıksız borç vermekle Allah Tealâ’yı kendilerine borçlu kılıyorlar!] Allah kullarından kimi isterse fakir tutar, kimi de isterse genişlik verir. (O halde fakirliğe tutulmuş kimselere hali vakti yerinde olanların yardım etmesi gerekir.)
246/243- (Ya Muhammed!) Musa’dan sonra, İsrail oğullarından kelen kimselere bakmıyor ve ilim elde etmiyor musun? (Yani elbette bakıp ilim elde ediyorsun) Kendilerine gönderilmiş bir peygambere ( İşmoil aleyhisselama): “Bize bir hükümdar tayin et ki, onun riyasetiyle Allah yolunda cihat edelim.” demişlerdi. İşmoil peygamber onlara: “Ümit ediyorsunuz ama, ya, cihat etmek size farz kılınır da savaşmazsanız?”dedi. “Diyarlarımızdan çıkarılmış, çocuklarımızdan uzaklaşmış iken (yani düşman gelip çocuklarımızı esir edip bizi diyarımızda ediyor )Allah yolunda neden cihat etmeyelim?” dediler. Kendilerine cihat etmek yazılınca, davadan kaçtılar. Ancak pek azı sabit kadem olup dayandılar. Allah cihadı terk eden zalimleri bilir. (Zalimlere cezasını verecektir.) Bu savaşın keyfiyet gelece olan ayette anlatılacaktır.
247/244- Peygamberleri (İşmoil) onlara (İsrail oğullarına): Gerçekten Allah, Talut’u size hükümdar olarak tayin etti, dedi. Bunun üzerine (İsrail oğulları): Padişahlık mal ve devlet sahibi olma cihetinden biz daha layık olduğumuz halde, kendisine(Talut’)a geniş imkânlar verilmemişken o bize nasıl hükümdar olur, dediler. (Eşmoil): “Allah, size onu hükümdar olarak tayin etti” (Onun hükmüne karşı gelmek olmaz.) Bunlardan başka, ona hem ilimde hem de bedeninde üstünlük verdi. (Yani hem savaşta erkânı harptir, hem de beden bakımından kavidir) Allah mülkünü dilediğine verir. Allah hediye bahşiş bakımından imkân sahibidir, hükümdarlık için kimi seçeceğini bilir.
248/245- Peygamberleri (Eşmoil) onlara: “Bu Talut’un size hükümdar olmasının alâmeti, Tabut’un size gelmesidir. (Eğer bu alâmet meydana gelirse bilin ki, Talut sizin hükümdarınızdır.) Meleklerin taşıdığı[123] o Tabut’ta, Rabbiniz Allah tarafından sizin için vakar, temkin ve kalbinizin rahatlaması, Musa ve Harun’dan sonra (Yakub’un evladından gelen peygamberlerin ) o Tabut’a koydukları bir şeyler vardır. (Onlar, Musa’nın asası ve elbisesi, Tevrat’tan tamam olmayan bir bölüm) Eğer Allah’a inanmış kimselerseniz hakikaten bunda (Tabut’un size gelmesinde Talut’un size hükümdar olması için) bir alâmet vardır.” dedi.
Tefsir:
“Tabut” ta maksat zayi olmuş Tevrat’ın sandığıdır. Tabut geldikten sonra İsrail oğulları, Talut’un padişahlığına razı olmuşlar.
Talut, ordularını toplayıp onlara şöyle dedi: Bina
yaparak meşgul olan, ticarete gönül sarıp onun peşinden koşan, evlenen ve çoluk
çocuk sahibi olan kimseler benimle gelmesin. Bu davada kuvvetli ola ve çoluk çocuğu
bulunmayan civanlar benimle gelsinler. Bu tür civanlardan seksen bin kişi
toplayıp ordunun ihtiyaçlarını ve hazırlıklarını yaparak yola çıktı. Gelen ayet bunu anlatmaktadır.
249/246- Talut, ordusu ile beraber kendi yurdundan düşmana doğru ayrılınca: (Ordusuna: Bana itaat edin, emrimden çıkmayın, siz bir imtihan geçireceksiniz; sizi göreyim nasıl itaat edesiniz.) Biliniz ki, Allah sizi bir ırmakla imtihan edecek, o nehre duçar olacaksınız. Her kim ondan içerse benden değildir. (Benden uzak dursun orduma girmesin) Eliyle bir avuç tadan müstesna kim ondan içemezse bendendir, dedi. İçlerinden pek azı (bir avuç suya kanaat edip) diğerleri o sudan (bir avuçtan fazla) içtiler. Talut ve iman edenler beraberince ırmağı geçince: Bugün bizim Calut’a ve askerlerine karşı koyacak hiç gücümüz yoktur, dediler. Kıyamet günü Allah’ın rahmetine kavuşacaklarını yakinen bilenler: Çok olmuştur ki, az sayıda bir birik, Allah’ın izni ile çok sayıdaki cemaata galip gelmişlerdir (cihat etmekte sabredin). Allah sabredenlerledir (onlara yardım eder), dediler.
250/247- Ne zaman ki, (İsrail oğulları ) Calut ve askerleriyle savaşa tutuşunca: Ey Rabbimiz! Kalbimizi sabırla doldur. Ayaklarımızı bu davada sabit ve muhkem eyle. Bize yardım edip bu kâfir kavme karşı bizi galip eyle, dediler.
251/248- Neticede Allah’ın izni ile Calut’un ordusunu dağıttılar. Davud da Calut’u öldürdü. Allah Davud’a hem peygamberlik hem de hükümdarlık verdi ve dilediği her türlü işten ona öğretti (öz meşieti ile ona taalluk etti). Eğer, Allah insanlardan şerir olanların fesadını şerir olmayanlarla def etmesi olmayaydı, yerin ahvali bozulur, menfaatleri de yok olurdu. Lakin Allah bütün alemlere fazıl ve ihsan sahibi olması hasebiyle, insanlar menfaatleşsinler diye yerden fesadı defeder.
252/249- (Ya Muhammed!) Bu zikrolunanlar Allah’ın ayetleridir. Biz onları sana ciddi bir maksatla okuyoruz. Hakikaten sen Allah tarafından gönderilmiş peygamberlerdensin. (Bu haberleri açık bir dil ile halka ulaştırman senin hak olduğuna kuvvetli bir delil değil mi?)
253/250- (Ya Muhammed!) Bu kıssaları sana okunan peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Onardan bazıları vardır ki, Allah onlarla vasıtasız konuşmuştur (Musa gibi), 253/250- (Ya Muhammed!) Bu, kıssaları sana okunan peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Onardan bazıları vardır ki, Allah onlarla vasıtasız konuşmuştur (Musa gibi), bazılarının derecelerini de (diğer peygamberlerden) daha üstün mertebeye çıkardı. [Hz. İbrahim (as) bir de onun torunu Kameti Yüce Hz. Peygamber’in (sav) mertebesini yüceltip Kur’an gibi bir kitabı ona göndermiştir.] Meryem oğlu İsa’ya da âşikâr mucizeler verdik ve pek mukaddes olan Ruh ile teyit edip muzaffer eyledik. Eğer Allah’n meşieti taalluk etseydi peygamberlerden sonra gelen milletler, kendilerine açık deliller geldikten sonra birbiri ile savaşmazlardı (Allah savaşmalarına cebren ve kahren mani olurdu). Lakin bu aşikâr delillerle bile ihtilafa düştüler de içlerinden bazısı iman etti, kimi de inkâr edip nizaa devam etti. Eğer Allah’ın meşieti taalluk etseydi insanlar birbiri ile savaşmazlardı. [İnsanların, kendi amellerinde irade sahibi olduklarına bu ayet delalet eder.] Fakat Allah dilediğini yapar. (İnsanların birbiri ile nizâ etmeleri Allah’ın iradesini değiştirmez.)
254/251- Ey iman edenler!
Size verdiğimiz rızktan din ve millete infak
ve ihsan eyleyin. Bunu, (kıyamet) gününden önce yapın.
O
günde alış-veriş olmaz ki, infak etmeye kadir olasınız; dostluk olmaz ki, birbirinize müsamaha
edesiniz; hiç kimse şefaat etmez ki,
azaptan kurtulasınız. Allah’ın hükümlerine itaat etmeyip, din ve millet
uğruna infak ve ihsan etmeyenler, kâfir
olmaktan başka zalimdirler de.
Tefsir:
Bir kimse Allah’a inanmamış olabilir. Bunun bir çıkış yolu vardır. Fakat zulüm hiç bir zaman bağışlanamaz. Normal görülemez. Diğer taraftan şekavetin en son sınırı zulüm sıfatını netice verir. Bu ayet şuna hükmediyor ki, din ve millet yolunda infak ve ihsanı terk eden zengin bir kimse zulüm sıfatı ile nitelendirilip kâfir hükmünde sayılıyorlar. Özellikle, farz olan zekâtı terk edenler bu kategoridedirler.
255/252- Hak olan mabut Allah’tır. O’ndan başka hak tanrı yoktur. (Ondan başka bütün Tanrılar batıldır.) Daima hayy ve bakidir (Onun pâk zatına fanilik yol bulamaz). İnsanların işlerini evirip çeviren ve onları her zaman koruyan o mukaddes ve pâk zatıyla her an kaimdir. Yaratıkların umurunu çevir meye kaim olan Allah’ı ne uyku ne de uyuklama tutmaz. Asumanlarda ve yerdekilerin hepsi Allah’ın mülküdür (O’nun hükümranlığı altındadır bir zerre bile O’nun mülkünden hiçbir şey hariç olamaz). İzni olmadan O’nun katında kim şefaat edebilir?(izni olursa şefaat edebilir). O, -ister önce ister sonra olsun- asumanlarda ve yerdeki yaratıklarını bilir. O’nun bildirdiklerinin dışında insanlar O’nun ilminden hiçbir şeyi bilemezler. Allah’ın kürsüsü (ilim ve kudreti) asumanları ve yeri içine alır, (hiçbir şey O’nun ilim ve kudretinden hariç olamaz) onları koruyup gözetmek kendisine zor gelmez. Şanı yüce, kudret ve saltanatı büyük olan Allah’tır.
Tefsir:
“Kürsî” lafzını, “azâmet”, “ceberut” gibi, alemlerin Rabbı olan Allah’ı tasavvur etmede ve onu hayale getirmede kullanmak caizdir. Çünkü, “azâmet” ve “ceberût” alemlerin Rabbini teşbihte kullanılır. Biz bir memlekette bir kürsi, bir taht düşündüğümüz zaman, önce bir memleket, ikinci olarak onun içinde bir başkent, üçüncü olarak o başkent içinde bir arş, bir saray, dördüncü olarak o saray içinde bir taht, beşinci olarak o taht üzerinde hükmü elinde bulunduran bir hükümdar, altıncı olarak bu hükümdardan bütün memleketi kapsayan gir nüfuz tasavvur ederiz ki, bunda hükümdar, zarf zarf içinde memleketle tamamen kuşatılmış ve aynı zamanda nüfuzuyla o memleketi kuşatmıştır.
Görüldüğü üzere bu ayet, ilahi, saltanatın ve hükümdarlığın son derece açık ve özet anlatımını ve Allah Taalâ’nın zatını ve sıfatını hem tarif ve gökler ile yeryüzünün be çevrelerinin yaratılması, ayakta durması ve düzeni, miktar ve genişliğini muhafazası, hayat sırrı, ilim sırrı, hakimiyet sırrı vb. Gibi maddi ve manevi kuvvetlerinin son derece açık şahitliği ile ispat ederek bütün ilahiyat meselelerinin ana noktasını, Allah’ın kürsüsü gibi şümullü bulunduğundan bütün Kur’an ayetleri arasında konusu ile uygun olmak üzere en yüksek bir şeref ve kıymete sahiptir.
Bu ayetin ( İzni olmadan O’nun katında kim şefaat edebilir?(izni olursa şefaat edebilir) kısmı, “aynı zaman da Peygamber, İmamlar ve belki diğer evliyaları müstakil bir şefaatçi bilerek onları cennete girdirecek ve nardan kurtaracak gibi hülyalara kapılanların gözlerine ve kalplerine delip geçen bir yıldızvarî, kıyamet günü inecektir. Allah’ın izni olmadan hiçbir kimse onun katında ne konuşmaya ne de şefaate kadir olamaz. O güç tamamen Allah’ın elindedir. (O gün Allah’ın hususi merhameti bizlere şamil olsun.. Amin...)
256/253- İslam dinine girmede hiç bir cebir ve zulüm yoktur (Bilakis, İslam’a girmede kişi muhayyerdir). Hakikaten İslam dini, Kur’an sebebiyle küfür ve şirkten temizlenip ayrılmıştır (İslam dinine sokmak için cebir ve zulme ihtiyaç yoktur.). O halde kim putları reddedip Allah’a inanırsa, sağlam bir kulpa yapışmıştır. Onun için kopmak ve kırılmak yoktur. Allah insanların sözlerini işitip yaptığı şeyleri bilendir.
Tefsir:
İslam dinine düşman olan kimseler, Hz. Muhammed (sav)’in insanları cebren, kılıç zoru ile İslam’ı kabul ettirdiklerini söylemektedirler. Bu ayet-i kerime onların bu iddialarını reddeder mahiyettedir. O Asil ve Şerefli insana bu iftirayı atmak büyük hatadır. Onun davasını bu, sudan bahanelerle karalamak akıl kârı değildir.
Resulüllah (sav) bütün savaşlarında hep savunma savaşı vermiştir. İlk önce düşmanlar saldırmış o da kendini savunmuştur. Eğer İslam dini insanları kılıç zoru ile İslâm’a katsaydı İslam dininde “cizye” denilen müessese kurulmazdı. Halbuki bu, zimmîler için İslam’ın en büyük müsamaha içerikli hükümlerinden biridir. Müslümanlar, savaşlarda galip gelirlerse Yahudî ve Hıristiyanlara; ya kendi istekleriyle Müslüman olmalarını ya da “cizye” yahut “haraç” vermek sureti ile kendi dinlerinde serbest kalmalarını teklif ederlerdi, onlar da iki yoldan birini tercih ederlerdi. Eğer cizyeye razı olurlarsa kendi dinlerinde son derece hürmetle devam ederlerdi.
Zimmiye yardımda bulunmak için Allah Resulü nice emir ve tavsiyelerde bulunmuştur. İslam, bunlar için ayrıca can güvenliği açısından bir dizi hükümler getirmiştir. Eğer bir Müslüman cizye veren bir zimmiyi öldürürse kendisine kısas yapılır. Şimdi İslam dinine yalan iftiralarda bulunmak ne kadar insafsızlıktır. Cizye almaya gelince onu zaten hiç kimse bunu ayıplayamaz. Bunu zaten cümle alemde uygulanmaktadır. Yeryüzünde bu güne kadar her hükümdar ama az ama çok bunu uygulamıştır. Resulüllah (sav) ve onun halifeleri adalet üzere bu cizye uygulamasını yapmışlardır.
Diğer yandan Resulüllah (sav) on üç sene Mekke’de insanları İslam’a davet etti. Bu süre zarfında müslümanların da hiç bir maddi gücü yoktu. Ama insanlar gelip İslam’a girdiler. Peki o zaman Allah Rasulü hangi zorlamayı ne ile onlara yaptı. Hayır onların bizzat kendisi gelip İslam’a girdiler. Daha İslam tarihinde bunun bir çok örnekleri vardır.
257/254- Allah iman edenlerin her umurunu ütüne alır (yani müninler her işini Allah’a havale ederler), onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır (dünya ve ahrette büyük nimetlere ulaştırır). İnkâr edenlere gelince, onların dostları da putlardır, aydınlıktan alıp karanlıklara götürürler. Onlardır, cehennem ehli ve od yoldaşı. Onlar orada sürekli kalırlar.
258/255- Allah kendisine hükümranlık verdiği için inat ederek Rabbi hakkında atışmaya girene (Nemrut’a) bakmadın mı! (bakıp bir düşün!). O vakit İbrahim (atışma ve cedel durumunda): Rabbim o Allah’tır ki mahluka hayat veren ve öldürendir (senin de buna gücün var mıdır?), demişti. (Nemrut, yanına iki adam getirerek birini öldürüp diğerini serbest bıraktı ve): Ben de diriltip öldürürüm, demişti. İbrahim: Allah güneşi doğudan getirmektedir; eğer kudretin varsa haydi sen de onu batıdan getir (o zaman senin de Allah olduğun ortaya çıksın) dedi. Bunun üzerine kâfir apışıp kaldı. Allah zalim kavmi ve cemaati hak tarafına hidayet etmez (belki küfürlerinde kalıp helâk olurlar).
259/256- (Ya Muhammed!) Görmedin mi o kimse gibisini (Üzeyir’i) ki, yolculuğu esnasında, evlerin çatıları ve tavanı üzerine yıkılıp dağılmış olan bir köye uğradı; (hayret makamında) “Ölümünden sonra Allah bunları nasıl diriltir(yapabilir ama, galiba yapmayacak)” dedi. Allah onu hemen orada öldürdü, öylece yüz elli yıl kaldı; sonra tekrar diriltti. (Allah ona) ölü halinde ne kadar kaldın? dedi. (Üzeyir) “Bir gün yahut bir günden eksik” dedi. [Üzeyir’in ruhu alındığı an öğleden önce idi. Tekrar ruh verilip dirilince de akşama az kalmıştı. Onun için önce bir gün dedi, sonra da bir günden daha az dedi] Allah ona: Hayır ölüyken yüz yıl kaldın. Yiyeyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamıştır. Eşeğine de bak (kemikleri çürüyüp parça parça olmuş). (Tekrar Üzeyir’e hitap edildi:) Seni insanlara (öldükten sonra nasıl diriltileceklerini göstermemize) delil olsun diye (yüz sene ölü tuttuk, eşeyi gördün nice kemikleri parçalanıp dağılmış) şimdi sen kemiklere bak, onları nasıl biriktiriyor, sonra ona nasıl et giydiriyoruz, dedi. Durum kendisine anlaşılınca: Şimdi iyice bildim ki, Allah her şeye kadirdir, dedi.
Tefsir:
Bu ayette geçen kişi ve olayın geçtiği yer hakkında ihtilaflar vardır. Bunalın içinde en meşhur olanı Hz. Üzeyir b. Şerhiya, “karye”nin de İsrail oğullarının devletinin yerleşip kurulduğu yer olan Kudüs şehri olmasıdır ki, Buhtunnasır’ın savaşı ile işgal edilmiş ve tamamen yıkılmış ve bütün İsrail oğulları üç bölüme ayrılıp, bir kısmı baştan başa öldürülmüş, bir kısmı Şam’da yerleştirilmiş, bir kısmı da esir edilip götürülmüştü. Üzeyir bu esirlerin arasında olup, ve bir gün eşeği ile Kudüs’e uğrayıp Kudüs’ü bu halde görmüştü. Bu köy hakkında sorusunu da işte burada sordu.
260/257- (Ya Muhammed!) Hatırla ki, İbrahim Rabbine münacatta bulunarak: Ey Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini vana göster, demişti. (Allah da) ona: Yoksa inanmadın mı ki? dedi. İbrahim: Elbette inandım, lakin kalbim ârâm edip basiret ve yakînim artsın diye görmek istedim, dedi. Bunun üzerine Allah: Öyleyse dört adet kuş yakala, (bir müddet onları yanında sakla, iyi tanıyasın. Ta ki, ölüp de dirilmelerini beklerken, onlar dirilince; acaba bu kuşlar onlar mıdır, diye şüpheye düşmeyesin. Sonra) onları öldür ve birbirine karıştır. Her dağ başına onlardan bir parça koy. Ondan sonra onları (Allah’ın izni ile bana gelin diyerek) kendine çağır; koşarak sana gelirler. (Ya İbrahim!) Bil ki Allah bütün yarattıklarına galiptir, hakimdir, hikmet üzere onları öldürüp diriltecektir.
Tefsir:
Kesilen bu kuşların hangi tür kuşlardan oldukları tefsirlerde belirtilmişse de maksat bunların ne tür kuşlar olmalarından çok Allah’ın yaratması olduğundan o kadar önemli değildir. Mesela, bu kuşların, tavus, horoz, karga ve ördek olduklarını söyleyenler olmuştur. Bu dört kuş, insanda bulunan mezmum sıfatlardan dört sıfata delalet etmektedir. İnsan bu sıfatlarını iyiye çevirmesi gerekir ki kâmil bir insan olsun. Tavus, kibir ve gurura; horoz, nefsânî şehvetlere; karga, sonu gelmeyen arzulara (tul-i amel); ördek ise hırsa ve tamaha işaret etmektedir. Kim bu kötü huyları kendisinden defederse kâmil bir insan olmaya hazır hale gelir. İşti bu kötü huyları kendinden silip ayıklayan ilk kimse Hz. İbrahim (as)’dır. Mevlânâ Celaleddin (rhm) ne güzel der:
Ördek hırstır, horoz şehvet/Tavus, makam, karga ümniye (kuruntu.
261/258- Allah yolunda mallarını harcayanların misali, yedi başak bitiren bir dane gibidir ki, her sümbülde yüz dane vardır. (Yani bir daneden yedi yüz buğday verir. Bunun gibi ihsan eden kimseler bire yedi yüz alırlar.) Allah isterse bunu da kat kat artırır. Allah’ın rahmeti çok geniştir (kullarının iyiliklerine karşılık ne kadar isterlerse verir), ihsanda bulunanların niyetlerini de bilir.
Tefsir:
Bu ayetin muhtevasına bakıp işaret ettiği manalara zengin ve vakti yerinde olan kimseler çok iyi dikkat etmelidirler. Kalplerinde bu ayete yer vermelidirler. Yer vermelidirler ki, vatan evladına ve millet için mallarını sarf edip ihtiyaç içinde kıvrananları kurtarsınlar. Özellikle eğitim ve öğretimlerini tamamlamaları için himmet ve gayret gösterip öz vatan evladını cehalet ve sapıklık cenderesinden kurtararak gerçek insanlığa yükseltsinler. Hem Allah (cc), bu hususta harcanacak olan masraflara kefil olacağını, verilen ihsanların karşılığını istedikleri miktarda artıracağını vaad etmektedir. Bu takdirde dünyada yaptıkları hayırlardan ötürü kendileri mutlu olacaklar, onları insanlar hayırla yâd edecek, hem de ahrette memnun kalacaklardır. Hz. Ali (as) buyururlar ki: “En iyi mal odur ki sahibine hem ahretini kazandırsın hem de dünyadan gittikten sonra kendisini hayırla yad ettirsin.”
262/259- Mallarını Allah yolunda ihsan ve infak edip de arkadan bir minnet ve eziyet göndermeyen (yani infak ettik diye, ne minnet eden ne de dilleriyle eziyet eden), kimseler var ya, onların Allah katında mükâfatları vardır. Onlar için kıyamet gününde korku yoktur, mahzun ve gamlı da olmazlar.
263/260- Güzel söz konuşmak, (kapıya gelen) muhtacı güzel bir usul ile uğurlamak ve (eğer nahoş bir durum ortaya çıkarırsa) bağışlamak, arkasından minnet ve eziyet getiren sadakadan daha hayırlıdır. Allah’ın başa kalkılarak minnet ve eziyetle verilen sadakaya ihtiyacı yoktur. Günahkârlara azap etmede de aceleci değildir.
264/261- Ey iman edenler! Allah’a ve ahret gününe inanmadığı halde malını riyakârlık için infak eden kimse gibi, minnet koyup eziyet etmek suretiyle, yaptığınız sadaka ve ihsanları batıl etmeyin. Riyakâr kimselerin misali, üzerinde biraz toprak bulunan salt bir taşa benzer ki, ona büyük damlalı yağış yetişip (o taşın üzerindeki topağı sıyırarak) çıplak topraksız salt taş haline getirivermiştir. (Zaten az toprağı olan taşlarda pek bitki bitmediği gibi, kuvvetli yağmurla onu da kaybedince artık hiç bir şey bitiremez. Malını riyakârlık veya eziyet minnet ederek infak eden kişiler aynen bunun misali) dünyada ettikleri amellerden hiç bir sevap alamazlar. Allah, kâfir olan, riyakârlık ve minnet ederek sadaka veren kimseleri hakka hidayet etmez. [Ayetin fezlekesi işaret ediyor ki, minnet ve eziyetle sadaka verenler, riyakârlar inanmayanlar hükmündedirler.]
265/262- Allah’ın rızasını istemek ve nefislerini ihsan ve infak etmede sabit tutup Allah yolunda maldan geçmek için mallarını infak edenlerin durumu, bir tepede kurulu bahçeye benzer ki, üzerine iri taneli yağmur yetişmiş de (elverişli toprak olduğundan ötürü) iki kat meyve vermiştir. Kuvvetli yağmur yağmasa bile bir çisenti düşer de yine meyvesini verir (Allah yolunda verenler de, az bir şey verseler bile Allah onu artırır). Yapmakta olduğunuz her ameli Allah görmektedir.
Tefsir:
Mal canın yongasıdır. Dünya malı insanın ruhu ile iç içe girmiştir. Bazen mal, insana nefsinden artık gelebilir. Allah yolunda maldan geçip onu hayra vermekle, cihat ederken candan olma nemde ise insan için birdir. Belki mal daha artıktır. Din adına da durum böyledir. Zira bir milletin ilerlemesi ve dinin gelişmesi, finans kaynaklarının gücüne göre mesafe kaydeder., İnsan canını harcamakla bunların yerini hiç bir zaman tutamaz. Allah yolunda insanlara ilim öğretmek, eğitim imkânları sağlamak, savaşarak cihat etmekten daha üstündür. Allah Resulü Peygamber-i Al-i Miktarımız buyuruyorlar ki: “Alimlerin mürekkebi, şehitlerin kanları ile tartılır da yine de alimlerin mürekkepleri ağır gelir”[126] Bu ayette olduğu gibi, Kur’an’ın bir çok ayetinde mal ile can hep bir arada anlatılır.
266/263- Acaba, sizden birisi arzu eder mi ki, hurma ve üzüm ağaçlarıyla örülmüş, arasından sular akan ve kendisi için orada (hurma ve üzümden başka) bir de her çeşit meyveden bulunan bir bahçesi olsun da, bakıma muhtaç çoluk çocuğu varken kendisine ihtiyarlık gelip çatsın, bahçeye de içinde ateş bulunan bir kasırga isabet ederek yakıp kül etsin! (Hiç böyle şeyi arzu eder misiniz? Elbette istemezsiniz. Şayet böyle bir şey başınıza gelse size ne kadar zarar ve hicran olur). [İşte aynen bunun gibi; riyakârlar dünyada riya için ihsanda bulunsalar ve bunu-minnet ederek eziyet etseler, kıyamet günü hayal ederler ki, bizim ne kadar güzel amellerimiz vardır, şimdi onların sebebiyle cennete gireceğiz. Ansızın onlara bildirilir ki, sizin amelleriniz o bahçe misüllu riya, minnet ve eziyet oduyla yanıp kül oldu. Bu gün amele muhtaçsınız ama artık o bahçede bir şey kalmadığı gibi sizin de hiç bir ameliniz kalmadı.] İşte böylece Allah sizin için ayet ve ahkâmını beyan ediyor ki, elbette fikir edesiniz, dünya fanidir, ahret bakidir (Hayır için vermenin dışında dünya malını toplamanın hiç bir faydası yoktur).
267/264- Ey iman edenler! Kazandıklarınızın temiz ve güzel olanlarından, size rızk olarak yerden çıkardıklarımızdan (yiyecek ve madenlerden) ihsan edin. Size verilse, (naçar kalmadan) gözünüzü yummadan alamayacağınız habis ayıplı malı, hayır diye vermeye yeltenmeyin. Bunu da bilin ki Allah’ın size ihtiyacı yoktur, övgüye lâyıktır.
268/265- Şeytan (nefs-i emmare) sizi fakirlikle korkutur (der ki sakın malınızı dağıtmayın sonra fakir kalırsınız) ve size cimriliği emreder. Ama Allah, infak etmenize karşılık günahlarınızı affedeceğini ve ahrette de sevap vereceğini vadeder. Allah’ın rahmet ve mağfireti geniştir, infak ve ihsan ettiğiniz her şeyi bilendir.
269/266- Allah hikmeti (ilmi) arzu ettiği kimseye verir. Kime hikmet verilirse, ona artık çok hayır verilmiştir (Elbette, çünkü hikmet ve ilimden üstün hiç bir şey yoktur). Allah’ın öğütlerinden ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar. (cahiller Allah’ın kelamından hiç bir şey anlayamazlar).
Tefsir:
Bu ayet-i kerime, insanları infak etmekle ilgili ayetlerle amel etmeye teşvik etmektedir. Kim bu ayetlerin ifade ettiği hükümleri uygularsa dini ve milleti için candan ve maldan geçer, her şeyini bu uğurda feda eder. İşte bu insanlara Allah büyük bir nimet ve hayır vermiş demektir. Çünkü onlara Allah yolunda infak etme gibi bir “infak etme duygusu” vermiştir. Kim bu duygu ile yüklü ise işte o Allah’ın buyruğunu yerine getirdiği için o ilmi ile amil olmuştur. Zaten hikmet, ilmi ile amil olma demektir.
Bütün ilim ve hikmetlerin başı ise akıldır. Resulü Ekrem (sav) buyurdular ki: “Ya Ali! İnsan oğlundan her birisi Allah’a (cc) bir iyilikle yakınlaşıyor. Sen akılla yaklaş”[127] Kralların kelamı, kelamların kralıdır. İlim madeninden böyle güzel kelam çıkar.
270/267- (Ama Allah için ama şeytan için) yaptığınız her infak ve ihsanı, (ama Allah’a itaat için ama isyan için) adadığınız her adağı muhakkak Allah bilir (her kese niyetine göre karşılık verecektir). İnfak, ihsan etmeyen ve sadakayı terk eden zalimler için Allah’ın azabından kurtaracak ve ona engel olacak hiç bir yardımcı yoktur.
271/268- Eğer fakirlere sadakaları, açıktan verirseniz ne âlâ! (Diğer kimseler de size bakıp sadaka verirler). Şayet onu fakirlere gizliden gizliye verirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır (çünkü gizli şekilde verilen sadakalarda riya olmaz). Allah da bu sebeple sizin bazı günahlarınızı örter (affeder). Allah yapmakta olduklarınızı bilir (verdiğiniz sadakalar, ister aşikâr olsun ister gizli).
271/269- (Ya Muhammed!) İnsanları hidayet edip İslam’a girdirmek senin uhdene verilmemiştir. (Sen Beşir ve Nezirsin sana sadece Allah’ın hükümlerini tebliğ etmek düşer. Bu senin üzerine vaciptir). Lakin Allah dilediğini doğru yola iletir. (Sen sadece Allah’ın hükümlerini onlara ulaştır). (Ey müminler!) Hayır olarak harcadıklarınız kendi iyiliğiniz içindir. Yapacağınız hayırları yalnız Allah rızasını kazanmak için yapmalısınız. (Müslüman olmayanlara hayır yapmayı neden terk ediyorsunuz? Halbuki infak etmede Müslüman ve Müslüman olmayan müsavidir.)[128] Hayır olarak verdiğiniz ne varsa; karşılığı size tam olarak (belki sizin verdiğinizden artık olarak) verilir ve amellerinizin sevabı eksil olmaksızın size tam olarak verilip zulme uğratılmazsınız.
Tefsir:
Resulüllah (sav) devrinde bir kısım insanlar kendi akraba ve yakınlarına infakta bulunuyorlardı. Kendileri Müslüman olunca onlara yardım etmemeye karar verdiler ki zor durumda kalıp Müslüman olsunlar. İşte zayıf rivayete göre bu ayet Müslümanlara, muhtaç olan akrabalarına yardımlarını kesmemelerini bildirmek için inmiştir.[129]
273/270- Yapacağınız sadaka ve ihsanlar, kendilerini sürekli Allah yolunda cihat etmeye adamış ve cihat yüzünden bazı organlarını kaybetmiş, organlarını kaybettiklerinden dolayı geçimlerini kazanamayıp nihayet derecede perişan olan kimseler için olsun. Öyle ki cahil ve nadanlar, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. (Ya Muhammad) ama sen onlara iyice baksan fakir olduklarını açkıca gösteren simalarına arif olursun. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek istemezler. Cihatta organlarını kaybeden kimselere yaptığınız her hayrı Allah bilir. Onun mükâfatını size verecektir.
Tefsir:
Bu ayet, cihatta organlarını kaybeden gaziler hakkında inmiştir.[130]
274/271- Mallarını gece ve gündüz, gizli ve aşikâr Allah yolunda sarf edenler var ya, onların mükâfatları öz Rablerinin yanlarındadır. Kıyamet günü onlar ne korku ne de gamgin ve mahzun ulurlar.
Tefsir:
Allâme Zemahşerî (538/1143), Keşşaf tefsirinde şöyle anlatıyor: Bu ayet Hz. Ebu Bekir (ra) hakkında nazil olmuştur. Sahip olduğu kırk bin dinarın on binini gece, on binini gündüz, on binini gizli, on binini de açıkça olmak üzere birden tasadduk etmiş idi.[131] Ondan sonra diyor ki, Hz. Ali (ra) dahi, dört dirhem gümüşten başka bir şeye sahip değilken bunun birini gece, birini gündüz, birini gizli birini de aşikâr olmak üzere hepsini tasadduk etmiş idi.[132] Bu son rivayet daha doğrudur. Konu infak etmek olduktan sonra ister Hz. Ebu Bekir olsun ister Hz. Ali, neticeyi değiştirmez. Hüküm umumidir.
275/272- Faiz yiyenler (kıyamet günü kabirlerinden), şeytan çarpan kimse nasıl kalkarsa ancak öyle kalkarlar. (Faiz yiyen kimse, saralı veya delirmiş kimse gibi ayakta duramaz. Kıyamet günü yüzüstü mahşere getirilir. Faiz yemekten ötürü karnı o kadar şişer ki büyüklüğünden ayakta durmaya kadir olamaz) Faiz yiyenlerin yüzüstü mahşere getirilmelerinin sebebi, “alış-veriş tıpkı faiz gibidir” demeleri yüzündendir. (Yani alış-veriş helal olduğu gibi faiz de helaldir.) Halbuki Allah alış-verişi helal ama faizi haram etmiştir. (Nasıl olur da faiz alış-veriş gibi olur!) Bundan sonra kime Rabbinden bir öğüt ve nasihat gelir de faizden vazgeçerse, geçmiş zamanlarda yediği faizler kendisine bağışlanır. Faiz konusunda onun durumu Allah’a kalmıştır. (Allah onun günahını bağışlar. Artık siz o kimseye “sen riba hor” veya “günahkârsın” diyemezsiniz.) Kim tekrar faize dönerse işte onlardır cehennem yoldaşları ve onlar orada sürekli kalırlar. (Azaptan kurtulamazlar).
Tefsir:
Arapların inançlarına göre şeytan veya cinler bir insana çarparlarsa o kimse “deli” ya da “saralı” olurdu. Nitekim günümüzde bu inançlar yaygındır. Bunların hepsi yalan ve hurafedir. Allah (cc) faiz yiyenlerin bu tavırlarını aralarında hurafe de olsa meşhur olan bu itikatlarından örnek vererek anlatmıştır. Yoksa Kur’an hurafe anlatıyor anlamında bir düşünceye varılmamalıdır. Araplara göre cinlere ait acayip hikâye ve masallar vardır. Onları inkâr eden kimse kendi itikatlarına göre apaçık bir hükmü inkâr etmiş sayılırdı. Günümüzde de nice hurafeler vardır ki, asılmış gibi mütalaa edilmektedir. Yeryüzünde diğer milletler arasında ilim nuru intişar ettikçe bunun tersine bizde de cehalet kırla gidiyor. Bu sebepten cinler hakkında bir çok yanlış ve hurafe kitaplar yazılmıştır. Bundan başka bir kısım hastalıklara ait dualar icat etmişlerdir. Hastalığı olan kimseler mollalara baş vurup dertlerine “muska” yazdırıyorlar. Mollalar da büyük miktarda paralar alarak onlara uydurma şeyleri veriyorlar. Nice kimseler bu kabil uygulamalarla telef olmuştur. Halbuki insanları telef eden o cinler, kendilerinden başkaları değildir.
Ayrıca her türlü habis ve pis işler “şeytan” ya da “cinler” e isnat edildiğinden ayette de bu türlü kötülükler şeytana isnat edilmiştir.
Müslüman kimse niçin bu ayeti düşünüp de ibret almaz, beş günlük dünya lezzeti karşılığında ebedi bir azaba faiz yiyerek düçar olur? Hem de kendisine “ribahor” dedirttirir. “Karz-ı hasen/karşılıksız borç” vermeyerek muhtaç kimseleri sıkıntıya sokman insanlığa ve mürüvvete sığar mı?
Bu riba hükmü fakir kimselere hastır. Zengin kimseler kendi aralarında borç alıp verirken onların bu konuda ki hükümleri buna girmez.[133]
276-273- Allah içine faiz karışan malın bereketini götürür, sadakaları ise bereketlendirir. Allah kâfir ve günahkâr kimseleri dost tutmaz.
Tefsir:
Bu ayet işaret ediyor ki, riba yemek ve sadakayı terk etmek kâfirlerin işidir. Faiz yemek büyük günahtır. Büyük günah sahibi tövbe etmeden dünyadan giderse kâfir hükmündedir. Cehennemde sürekli kalacaktır.
277/274- İman edip iyi işler yapan, namaz kılan ve zekât verenler var ya, onların mükâfatları öz Rableri Allah’ın yanındadır. Ahret azabından onlara hiç bir korku yoktur. Mahzun ve gamgin de olmazlar.
278/275- Ey iman edenler! Allah’dan
korkun. Eğer Allah’a iman ediyorsanız mevcut faiz alacaklarınızı
terk edip almayın.
Tefsir:
Taif’teki Sakif kabilesinden Amroğulları denilen oymaktan Mesut, Abdi Yaleyl, Habib ve Rabia adlarındaki dört kardeş hakkında nazil olmuştur ki, bunlar Mekke’de Beni Mahzum’dan Beni Muğire’ye faiz ile borç verirlerdi. Hz. Peygamber (sav) Taif’i fethettiği zaman bu kardeşler müslüman olmuşlar, sonra Beni Muciredeki alacaklarının faizlerini istemişlerdi. Beni Mucire’de Müslüman olmuş İslam’a rağmen faiz vermek istemişlerdi. Fetihten sonra Mekke valisi olan Attab b. Esid’e müracaat olundu. O da Hz. Peygamber (sav)’e bu durumu yazdı. O zaman işte bu ayet nazil oldu.[134]
279/276- (Ey Taif ehli!) Eğer Allah’a itaat etmeyip mevcut faiz alacaklarınızdan vazgeçmezseniz, Allah ve Resulü tarafından (faizcilere karşı) açılan savaştan haberiniz olsun. (Yani Allah yasakladıktan sonra faiz almak, Allah ve onun Peygamberi ile savaşmak demektir.) Eğer tövbe edip vazgeçerseniz, sizin için borçludan sermayenizden başka bir şey almak caiz değildir; borçlu kimselere sermayenizden başka bir şey alarak zulmetmeyin, onlar da asıl sermayeden eksik vermekle size zulmetmesinler.
280/277- Eğer size borçlu olan kimse yoksul ise, mal sahibi oluncaya kadar ona mühlet vermek gerekir. Eğer tasadduk eder o meblağdan vazgeçer bağışlarsanız sizi için çok iyidir. Şayet bağışlamanın faziletini biliyorsanız bunu bağışlarsınız.
281/278- Allah’a döndürüleceğiniz, sonra da her nefse dünyada kazandığı her amelin cezasının eksiksiz verileceği ve hiç kimseye haksızlık yapılmayacağı bir günden (kıyamet gününden) sakının.
Tefsir:
İbn Abbas (ra)’tan gelen bir rivayete göre, bu ayet Kur’an-ı Kerim’in en son nazil olan ayetidir. Bu ayet indikten sonra Allah Rasulü (sav) yirmi bir gün daha yaşayıp ahrete irtihal etmiştir.[135]
282/279- Ey İman edenler! Belirlenmiş bir süre için birbirinize borç alıp verdiğiniz zaman onu yazın. (Yazmadan sakın borç vermeyin) Bir kâtip onu adalet üzere yazsın. Hiç bir kâtip Allah’ın kendisine öğrettiği gibi (fazla ve eksik yazmamak, denen sözleri değiştirmemek, senet ve belgelerdeki usul ve geleneklere uygun olarak yazmak Allah’ın talim ettiği şeylerdir.) yazmaktan geri durmasın; Allah’ın karar kıldığı gibi yazsın. Üzerinde hak ve borç olan kimse de yazdırsın, Rabbinden korksun ve borcunu asla eksik yazdırmasın. Şayet borçlu sefih veya aklı zayıf (küçük veya ihtiyar) veya kendisi söyleyip yazdıramayacak durumda (lal veya güzel bir beyana sahip değilse) ise, onlara bedel velisi adalet üzere imla ve ikrar etsin. Yazma vaktinde erkeklerden iki de şahit bulundurun. Eğer iki erkek bulunmazsa rıza göstereceğiniz şahitlerden bir erkek ile -biri yanılırsa diğerinin hatırlatması için- iki kadın olsun. Davet olundukları vakit şahitler gelmezlik etmesin. Büyük ya da küçük, vadesine kadar hiç bir şeyi yazmakta sizi tembellik tutmasın. Böyle yapmanız Allah nezdinde daha adaletli, şahadet için daha salam, şüpheye düşmemeniz için daha uygundur. Ancak aranızda yapıp bitirdiğiniz (fil meclis) peşin bir ticaret olursa bu durum farklıdır. Bu durumda onu yazmamanızda sizin için bir sakınca yoktur. Ne kadar olursa olsun alış-veriş yaptığınızda şahit tutun. Kâtibe ve şahide zarar verilmesin. (Kâtibe ücreti tamam verin. Şahidin masrafları varsa onları karşılayın.) Eğer kâtibe ve şahide zarar verirseniz bu hakikaten, sizin için bir masiyet ve günahtır. Allah’tan korkun da nehyettiklerini yapmayın. Allah dünya işlerini size öğretiyor. Allah her şeyi bilmektedir. (Ona hiçbir şey gizli kalmaz)
Tefsir:
Kur’an-Kerim’in, bu en uzun ayeti ile noterlik müessesesinin esaslarını koymuş, Müslümanlar da bu tavsiyeyi genellikle uygulamışlardır. Müslümanlar bu ayetin ihtiva ettiği manalara iyice bakarlarsa bu ayetin ne kadar manidar olduğunu görürler. Neticede kendi kanunlarına sahip çıkıp başka milletlerden kanun ithal etmezler. Ne yazık ki İslam kanunları cahil insanların elinde kala kala terk edilmiştir. Allah’ım sen İslam milletinin reislerine bir basiret ihsan eyle!
Ayrıca bu ayetten anlaşıldığına göre çoğunlukla kadın tabiatı unutmaya daha meyilli olduğundan iki kadının şahitliği bir erkeğin şahitliğine denk tutulmuştur. Kadın ilim ve kemalat sahibi olsa bile bu böyledir. Yine de erkek cinsine nispetle noksan sayılmıştır.
Diğer taraftan, alış veriş az miktarda olsa bile yazılması tavsiye edilmiştir. Fakat yazılmasa bir günahı yoktur. Ama bir kimse eğer bir muhasebeci tutarak işlerini takip ederse elbette zarar etmez bilakis kâr eder. Önemli olan odur ki, bundan seneler önce Hz. Peygamber Ali Miktarımız (sav) bize kitap ve defter tutmayı emir buyurmaktadırlar. Müslümanlar bu gibi kıymetlerinden şeref duymalıdırlar.
Müslümanlar bu ayetin manasından gafil olmayıp can-ı dilden onun emrettiği şeyi yerine getirmelidirler.
283/280- Eğer seferde olur da, yazacak kimse bulamazsanız borca karşılık alınmış bir rehin belge yerine geçer. Birbirinize (rehin almadan) bir emanet bırakırsanız, emanet bırakılan kimse emaneti yerine versin, borçlu kimse Allah’tan korkup hak sahibine hakkını inkâr etmeden eksiksiz versin. Ve siz şahitler, şahitliği, gizlemeyin. Kim onu gizlerse onun kalbi günahkârdır. Allah, yapmakta olduklarınızı bilmektedir.
284/281- Asumanlarda ve yerdeki şeylerin hepsinin saltanatı Allah’a mahsustur. Masiyet işlemeye kararlı olduğunuz nefsinizde ve kalbinizdeki şeyleri dışa dökseniz de gizleseniz de Allah ondan dolayı sizi hesaba çekecektir. Sonra bağışlamak istediğini Allah bağışlar (Tövbe eden şahsı Allah bağışlar, etmeyen şahsı bağışlamak istemez.), azap etmek istediğine (tövbe etmeyenlere) de azap eder. Allah her şeye (bağışlayıp azap etmeye) kadirdir.
285/282- Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de bütünüyle Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. (Müminler:) “Allah’ın peygamberlerinden hiç biri arasında ayırım yapmayız. İlâhi, Kur’an’da indirdiğin emirlerin hepsini işittik itaat ettik. Ey Rabbimiz! Bağışlanmak istiyoruz senden. Ahir emirde kıyamet günü dönüşümüz sanadır” dediler.
286/283- Allah hiç kimseye gücünün üstünde yük yüklemez. Her kesin kazandığı hayır işin menfaati kendisine ait olur. Kötü işin zararı da özüne aittir. [Bundan sonra müminlerin nasıl dua etmeleri gerekir, onu Allah öğretiyor:] (Ey benim bendelerim! Dua makamında dua edip şöyle deyin:) Ey bizim Rabbimiz! Eğer bazı ahkâmın yadımızdan çıkarıp ya da hata edip sana isyan eylediysek bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme. Ey Rabbimiz! O azabın ki, bizim ona takatımız yoktur, onu bize gönderip yükleme. Bizden geçip bizim günahlarımızı bağışla. Bizlere rahmeyleyip azabından bize necat ver. Sensin bizim ağamız, biz de senin kölelerin. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.
Hamd olsun tevfik ve refik oldu. Bu mübarek surenin tefsiri tamam oldu. m
Surenin fazileti:
Efendimiz (sav) buyurmuşlardır ki: “Bakara suresini öğreniniz. Onu öğrenmekte bereket terkinde de hasaret (zarar) vardır.”[136]
Medine’de nazil olmuştur. 200 ayet, 3480 kelime, 14520 harftir.
0/1- Bismillahirrahmanirrahim.
1/2- Elif Lâm Mîm, (yani bu mübarek surenin adı Elif Lâm Mîm’dir. Sure “Elif Lâm Mîm” suresidir.)
2/3-Hak olan mabut Allah’tır. O’dan başka hak olan mabut yoktur. Hiç bir zaman onun mukaddes zatına fenanın yol bulamayıp, insanların bütün işlerini evirip çeviren mukaddes zatı ile kaimdir.
3-4/4- (Ya Muhammed! Allah, ) bu Kur’an’ı ciddi bir gaye ile ve önceki kitapları tasdik edici olarak peyderpey sana indirmiş; daha önce de, insanlara doğru yolu göstermek üzere Tevrat ve İncil’i bir defada indirmiştir. Allah kitapları hak ile batılın arasını ayırmak üzere indirmiştir. Gerçekten Allah’ın kitaplarındaki ayet ve hükümlerini inkâr edenler için (ahrette) şiddetli azap vardır. Allah, yaratıklara galip olup onlardan intikam alacaktır.
Tefsir:
Ayette geçen “nezzele” fiili tedricen peyderpey indirme, “enzele” ise bir defada indirme anlamına gelmektedir. Onun için bu kelime Kur’an hakkında kullanılırken “nezzele” kelimesi, diğer kitaplar içinde “enzele” kelimesi seçilmiştir. Çünkü Kur’an 23 senede az az, ayet ayet tedricen indirilmiş diğerleri ise bir defada indirilmiştir.
5-6/5- Allah bir alim ve mukaddes zattır ki, ne yerde ne de asumanda hiç bir şey ona gizli kalmaz. Rahimlerde sizi dilediği surete sokan odur. Ondan başka hak olan mabut yoktur. Yaratıklarına galip olup hikmet üzere onları farklı farklı yaratan odur.
7/6- (Ya Muhammed!) Kadir ve Kahir olan Allah’tır ki, sana bu Kur’an’ı indirdi. Kur’an’ın bazı ayetleri muhkemdir (kendi manasına delaleti açıktır; başka manaya hiç ihtimali yoktur. Bunlar, ahkâm ayetleridir) ki, bunlar Kitab’ın aslıdır. Diğerleri de müteşabihtir (başka bir özel manaya da ihtimali vardır). Kalplerinde haktan batıla doğru meyli bulunan (İslam dininde bidat çıkarmak isteyenler) fitne salıp halkı dinden çıkarmak için müteşabih ayetlerin peşine düşüp kendi arzularına uygun bir şekilde tevile çalışırlar. Halbuki onun tevilini sadece Allah bir de ilimde derinleşmiş ve nihayet derecede yetişmiş alimler bilir. (İlimde derinleşen ve müteşabih ayetlerin tevilini bilenler:) Müteşabih ayetlere iman ettik, muhkem olsun müteşabih olsun hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. Müteşabih ayetlerin manasını ancak akli kâmil olup ilimde derinleşmiş kimseler düşünüp anlarlar.
Tefsir:
“Muhkem” ve “müteşabih” birer terim olup, “muhkem ayet”, kendi manasına delaleti açık olan ve hiç bir tevile ihtimali bulunmayan ayete denir. “müteşabih ayet” ise, manası tam olarak anlaşılamayan kendi manasının dışında başka bir manaya ihtimali olan ayeti ifade eder. Şu ayetler, meâlen misal olarak verilebilir. “Rahman, Arş’a istiva etmiştir.”(Tâhâ 20/5); “Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır. Rablerine bakacaklardır (Onu göreceklerdir).” (Kıyamet 75/22-23); “Rabbin geldiği ve melekler saf saf dizildiği zaman” (Fecr 89/22). Bu ayetlerden başka daha müteşabih ayetler vardır ki onların yeri geldiğinde işaret edilecektir. Bu ayetlerin zahiri manasına bakıldığı zaman şahıs Allah’ı bir cisim olarak telakki eder. Fakat ilim sahibi birisi bu ayetlerin hakiki manalarına bakarak istifade eder. Allah’ın hâşâ bir cisim olduğu kanaatına hiç bir zaman varmaz. İlimden nasibi olmayan kimseler nefsinin arzularına uyarak ayeti, nasıl hoşuna gidiyorsa öyle tevile eder. Dolayısıyla “Kim Kur’an’ı şahsi görüşüne göre tefsir ederse kâfir olur”[137] hadisine masadak olur. Bu hadisin ihtiva ettiği manaya dahil olur.
Ayrıca, Kur’an okuyan kimse bu ayette “illallah” kelimesinden sonra değil de, “fi’l-ilm” kelimesinden sonra durması gerekir.[138]
8/7- (İlimde derinleşenler dua makamında:) Ey bizim Rabbimiz! Hidayet edip din ve iman tarafına irşat ettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize öz yanından rahmet bahşiş eyle (o rahmetin sebebiyle muvaffak olup din ve imanda sabit kalalım.) hakikaten karşılıksız ve garazsız bahşiş veren sensin (derler).
9/8- (Yine:) Ey bizim Rabbimiz! Vukuunda şüphe edilmeyen bir günde (kıyamet gününde), hesap ve caza için toplayacak sensin (derler). (Allah, kendisi buyurur: Benim bendelerim:) Allah asla sözünden dönmez (Kıyamet günü mutlaka vuku bulacaktır.)
10/9-(10/9-(Ya Muhammad!) Bilmeli ki, o kâfirlerin ne malları ne de evlatları Allah huzurunda kendilerine bir fayda sağlayacaktır (Onların Allah’a ihtiyaçları vardır). Elbette onlar cehennem oduna yanacaklardır.
11/10- (Ya Muhammed!) Seni inkâr edenlerin adetleri Firavun hanedanının ve onlardan öncekilerin adetleri gibidir (Onlar Musa’yı inkâr ettikleri gibi bu kâfirler de seni inkâr ediyorlar). Onlar bizim ayetlerimizi tekzip ettiler. Allah da, onun ayet ve hükümlerini yalanlayanlara şiddetli ikap ve azap eder.
12/13- (Ya Muhammed! Kâfir olan Yahudilere) de ki: (Ey Yahudiler!) eğer bizimle savaşırsanız elbette mağlup olursunuz. [Nitekim Yahudiler, Müslümanların elinde mağlup oldular. Bu da Peygamberimiz (sav)’in doğruluğuna delildir.] Kıyamet gününde de sizi cehennem tarafına toplarlar. Kâfirler için cehennem ne yaman dayanıp döşenmiştir.
13/14- (Ey Yahudiler!) gerçekten sizde İslam’ın hak olduğuna dair bir alamet vardı. O alamet İslam’ın hak olduğuna dair büyük bir delil idi. Niçin o delile bakıp iman etmediniz? O alamet, (Bedir’de) karşı karşıya gelen su iki grubun halinde idi. Biri (Resulüllah ve onun asabı) Allah yolunda çarpışan bir grup, diğeri ise kâfir idiler (Mekke müşrikleri). (İki ordu karşı beri gelince) müşrikler, Müslümanları apaçık kendilerinin iki misli kadar görüyorlardı (Halbuki müşrikler onların üç misli kadar vardılar). Allah istediğine kuvvet verip galip eder. Akıl ve basiret sahibi olan kimseler için bunda büyük ibretler vardır.
Tefsir:
Müslümanlar Bedir savaşında 313, kâfirle ise 950 askere sahip idiler. Allah (cc) gaip ilmi ile kâfirlerin bu savaşta mağlup olacaklarını bildiği için savaş başlamadan önce Müslümanları müşriklerin gözüne az gösteriyordu. Ta ki, kâfirler savaşa girsinler. Savaş başlayınca bu kez Müslümanları müşriklerin gözüne iki misli gösterdi ki, müşrikler korkup kaçsınlar. Neticede az bir kuvvet kocaman orduyu Allah’ın izni ile yendiler. Şimdi ey Yahudiler! Bu savaşta müşriklerin nasıl mağlup olduğunu apaçık gördünüz. Bu size İslam’ın hak olduğunu göstermiyor mu? Bedir savaşının tafsilen anlatımı inşallah Enfal suresinde gelecek.
14/13- (Nefs-i emmarenin tahriki ile) insanlara şehvâni şeyler süslü gösterildiler. (İnsanların nefislerinin arzu edip istediği şeyler:) Güzel kadınlar, oğullar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşler, nişanlı olan necip atlar, sağmal hayvanlar (deve, koyun, keçi ve sığır) ve ekinlerden ibarettir. Bunlar, dünya hayatının geçici nimetleridir (Eğer onlar olmasa dünya hayatını devam ettirmek mümkün değildir. Allah bu nimetleri dünyada vermiştir. Bunlardan daha güzellerini de ahrette verecektir). Dünyadan daha güzel menzil ve mekân, ahrette Allah’ın yanındadır (Öyle ise niçin Allah’tan uzak duruyorsunuz? Dünyada nimet verdiği gibi ahrette de ondan daha üstününü verecektir.)
15/14- (Ya Muhammed! İnsanlara) de ki: Size bunlardan daha iyisini bildireyim mi? (Onlar:) Takva sahipleri için Rablerinin öz yanında, ağaçların ve köşklerin altından nehirler akan bir nice bağlar, her bir ayıp ve çirkinlikten pâk dünya avratlarından eşler, (dahası) Allah tarafından hoşnut ve rızalık ilan olunacaktır (ki, Allah’ın rızası bütün nimetlerden üstündür). Öz bendelerinin hallerine Allah alimdir.
16/15- Ehl-i takva o kimselerdir ki, (duada:) Ey bizim Rabbimiz! Hakikaten sana iman etmişiz, günahlarımızı bağışlayıp bizi cehennem azabından muhafaza eyle.
17/16- Ehl-i takva: farzları eda edip, haramları terk ederek bela ve musibet anında sabrederler, İslam’a imanlarına sadıktırlar, Allah’ın emirlerine uyup nehiylerinden kaçarak ona ibadet ederler, Allah yolunda infak ve ihsan ederler, gece namazını kılıp seher vakti Allah’tan mağfiret isterler.
18/17- Allah adaleti ayakta tutarak (adalet üzere Mukaddes zatı ile insanların işlerini evirip çevirerek) şahadet ediyor ki: Allah’tan başka hiç bir hak mabut yoktur. Melekler ve ehl-i ilim de buna şahittirler. (Evet) Mutlak güç ve hikmet sahibi Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur.
Tefsir:
Büyük günahları terk edip farzları eda eden takva dairesine girmiş olur. Ayette geçen “seher” kelimesi sabah vaktinden biraz önceki vakte denir.
“Adalet” sıfatı büyük olan sıfatlardandır. Allah (cc) Hz. Adem (as)’ın aslını (toprağını) kendi hakiki suretinde yarattığı veçhile, gerektir ki, Allah Teala’nın sıfatları ile muttasıf olsun. Hususiyle adalet sıfatı ve bu sıfatla muttasıf olan milletlerin arasında adaletin zıddı olan “zulüm” sıfatı kaybolur. Çünkü aklın hükmü ile “iki zıddın bir arada olması muhaldir.” Adalet sıfatını kaybeden insanlar arasında zulüm sıfatı şayi olur. Böyle olunca da adil sıfatını bulmak mümkün olmaz. Günümüzde Kur’an terk edildiği için adalet sıfatı da onunla beraber yok olmuş ve bidatler ortaya çıkmıştır.
19/18- Allah yanında hak olan din İslam dinidir (O da, Allah’ın birliğine, adil olduğuna[139] ve Hz. Muhammed’in (sav) onun elçisi olduğuna inanmaktan ibarettir.) Kitap verilenler, (Yahudi ve Hıristiyanlar) kendilerine Allah tarafından İslam dininin hak olduğuna dair ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ihtilafa düştüler (onlar ilim sahibi oldukları için İslam dininde ihtilaf etmemeleri gerekirdi.) Allah’ın ayetlerini inkâr edenler İslam dinine dahil değildirler; gerçekten Allah (kıyamet gününde) acele hesaplarını görüp hesaptan sonra mühlet vermeden cezalarına yetirecektir.
Tefsir:
Yahudi ve Hıristiyanlar, sırf hasetlerinden dolayı İslam dininde ihtilafa düşmüşlerdir. Çünkü diyorlardı ki, “Ne güne Arap’dan peygamber gelsin. Peygamberlik bizim hakkımız.” Bu çok önemli bir konudur ki, daha çok alimleri ilgilendirmektedir. Evet! İlk fesat alimlerden çıkar. Hz. Peygamber (sav) buyurdular ki: “Alimler bozulunca alemde bozulur”[140] Resulüllah (sav) ne kadar doğru söylemiştir. İslam milletlerinin bir çok fırkalara ayrılmalarının, birbirlerini tekfir etmelerinin kaynağında, hep sureten alim fakat hakikatte cahil ve nadan olan kimselerin başa geçme, insanları yalnız kendileri yönetme arzusu yatmaktadır. Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şerifleri kendi isteklerine göre yorumlayarak insanların kalplerini kendilerine bağlamaya çalışıyorlar. Onların nazarında “İmam-ı adil” suretinde tecelli ediyorlar. Kur’an, onların çirkin niyetlerinin hilafına beyan irat ettiği için onun ahkâm ve inanması vacip olan düsturlarını örterek öz maksatlarına nail oluyorlar. Bunu da bir yığın uydurma haberlere teşebbüs ederek gerçekleştirip Kur’an’ın nurlu beyanını dallarına atıyorlar. O da unutulup gidiyor.
20/19- (Ya Muhammed!) Eğer seninle İslam dini konusunda nizâya girerlerse de ki: “Bana tabi olanlarla birlikte ben Allah için nefsimi halis tutmuşum.” (Hiç bir vakit ona karşı şirke karar vermem).
20/20- Ehl-i kitaba ve ümmilere (müşriklere) de: “Bu apaçık delilerden sonra teslim oldunuz mu?” de. (Ya Muhammed!) Eğer İslam’dan yüz çevirirlerse (sana bir zararı yoktur.). Sana düşen, onlara risaleti yetiştirmektir (ondan başka sana bir külfet yoktur). Bendelerin ahvaline Allah’ın kendisi alimdir.
21/21- Gerçekten Allah’ın kitabı (Tevrat’ta) zikrolunan ayetleri inkâr edenler, haksız yere peygamberleri ölüme yetirenler ve adaleti emreden kimseler öldürenleri (ya Muhammet kıyamet günü ) artık eziyet veren azapla müjdele.
Tefsir:
İsrail oğulları nice peygamberi katletmişlerdir. Buna rağmen durup iman eden kimseler nasihatte bulunuyorlar. Bu ne kadar aptalca bir şeydir.
Soru: Yukarıdaki kötü fiilleri Hz. Peygamber (sav) zamanındaki Yahudilerin dedeleri yapmasına rağmen burada, Hz. Peygamber (sav) devrindeki Yahudilere bu kötü/çirkin fiillerin anlatılmasındaki maksat nedir?
Cevap: Bunun iki yönü vardır. 1-Onlara serzenişte bulunmaktır. Yani, siz bu kimselerin evladısınız. Peygamber öldürmek sizin baba mesleğinizdir. Korkulur ki, Hz. Muhammed (as)’a da böyle bir teşebbüste bulunursunuz. Zira bu türlü su-i kast düzenlemeden geri durmamışlardır. 2-Yahudiler, baba ve dedelerinin yaptıkları ile övünüp duruyorlardı. Onların yaptıklarına çok fazla hoşnut ve razı oluyorlardı. Kur’an da onların dedelerinin nasıl çirkin işlerde bulunduklarını onlara hatırlatmış oluyor.
22/22- (O yahudiler) öyle kimselerdir ki onların amelleri dünyada da ahrette de boşa çıkmıştır (Onları Allah’ın azabından kimse yardım edip saklayamaz).
23/23- (Ya Muhammed!) Kendilerine Tevrat’tan büyük bir nasip ve pay verilenlere (Yahudilere) bakmıyor musun ki, aralarında hükmetmesi için Allah’ın kitabına (Tevrat’a) çağrılıyorlar da, (sen onları Tevrat’a davet ettikten) sonra Ehl-i kitaptan bir cemaat (onların alimleri) Tevrat’ın hükmünden yüz çevirip kabul etmiyorlar. Yahudiler öyle millettir ki, adetleri sürekli haktan yüz çevirmektir.
Tefsir:
Resulüllah (sav) Yahudilerin ilim meclislerine girip onları İslam’a davet ediyordu. Yahudilerden Nuaym b. Amr ve Haris b. Zeyd dediler ki: “Ya Muhammed! Senin özün hangi dindendir?” Resulüllah (sav): “İbrahim dinînden” dedi. Yahudiler dediler ki “İbrahim Yahudi dininden idi” Hazret buyurdu ki: “Aramızda Tevrat’ı hakim kılalım. Tevrat’ı getirin okuyun” Yahudiler bu teklifi kabul etmeyip Tevrat’ı getirmediler. O zaman bu ayet nazil oldu.[141]
24/24- Yahudilerin bu Tevrat’ın hükmünden yüz çevirmeleri: Bize cehennem azabı, yalnız sayılı günlerde yetişecektir, (biz peygamber çocuğuyuz bize bir şey lazım değildir. Peygamber olan ecdadımız bize şefaat eder biz de kurtuluruz) demeleri yüzündendir. Onları, öz dinlerine yalan söyleyip arka bağladıkları sözler aldatmış (neticede bu sözler onlardan çıkmıştır.)
Tefsir:
Şimdi, bizim durumumuz, bu yönü ile Yahudilerin durumuna benziyor. Biz de diyoruz ki: “Allah Resulü (sav), onun asabı ve Ehl-i Beyt’in imamları büyük günah işleyen kimselere şefaat edecek” Halbuki burada gördüğümüz gibi Allah, büyük günah işleyenlerin -tövbe etmeden ölürse- ilahi azaba duçar olacağını beyan ediyor. Biz böyle derken, cahil avam tabakası büyük günah işlemeye hatta adam öldürmeye cüret ediyorlar. Ki adam öldürmek bütün günahların üstünde bir günahtır. Bunların günahı, kendilerine reis deyip bu tip insanları günaha salan kimselerin üzerinedir.
Başka dinlere mensup kimseler, bu gibi yorumların neticesi günaha giren insanların yüzünden diyorlar ki, “İslam dininin temeli (haşa) fesat üzerine kurulmuştur”. Kur’an’a iyi bakıldığı zaman görülecektir ki, Kur’an, onların anladığı manada bir düşünceyi reddetmektedir. Bu günah Kur’an’ı yanlış yorumlamaktan kaynaklanmaktadır.
Soru: Resulüllah (sav)’in günahkârlara şefaati edeceği hususunda İslam alimleri “icma” etmişlerdir.
Cevap: Allah’ın izni ile şefaat, biri küçük günahlarda biri de büyük günahlardandır. Büyük günah işleyenlerin bu dünyadan tövbe etmeden gitmeleri halinde onlara şefaat yoktur.
25/25- Onları (Yahudileri) gelmesinde şüphe edilmeyen bir gün için (hesap vermek üzere) topladığımız ve hiçbir haksızlığa uğramaksızın herkese dünyada kazandığı şeyler tastamam verildiği zaman halleri nice olur? [Bu ayet, bundan önce geçen ayette Yahudilerin “Bize sayılı günler dışında azap dokunmaz” demelerine karşılık onların düşüncelerini reddetmiştir.]
26/26- ( Ya Muhammed!) de ki: Ey benim Allah’ım! Mülklerin sahibi ve padişahısın. Özge istediğin kimseye saltanat ve padişahlık verirsin ve her kimi de istersen cebren ve kahren saltanat ve padişahlığı ondan alırsın (Padişahlığı Acemden alıp Araba vermeye kadirsin). Özge istediğin birini aziz edersin, zelil edersin birisini ki özge isteyesin. Hayra yetirmek senin elindedir. Gerçekten sen, her şeye kadirsin (hiç bir şer senin kudretinden hariç olamaz).
Tefsir:
Rivayet olunuyor ki, Mekke’nin fethinden sonra Resulüllah Efendimiz (sav), ümmetine, Fars ve Rum mülklerini vaad etmişti. Münafıklar ve Yahudiler, “Heyhat, Muhammed nerede, Fars ve Rum nerede! Onların güç ve kuvvetleri bundan fazla, Muhammed’e Mekke ve Medine yetmedi mi ki, bir de Fars ve Rum devletlerini istiyor?” dediler. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.[142] Raslullah’ın (sav) buyurduğu doğru çıkıp Rum ve Fars mülkü onun ümmetinin tasarrufuna geçti. Bu da Resulüllahın hak bir peygamber olduğuna şahadet eder.
27/27- (Senin kudretin alameti budur ki:) Geceyi gündüze katar, (gecenin vaktini gündüzden az edersin), gündüzü de geceye katarsın (gündüzü kısa, geceyi uzun edersin)[143]. Ölüden diriyi çıkarır (Canlıyı nutfe/sipermadan çıkarır), diriden ölüyü (nutfe/spermadan canlıyı) çıkarısın. Hangi şahsı istersen onun yüzüne dünyayı açıp hesapsız rızık verirsin (kimse sana itiraz edemez).
28/28- Müminler, kâfirleri özlerine müminlerden başka dost karar vermesinler (müminler, müminleri dost tutsunlar, müşrikleri hiçbir zaman dost tutunmak caiz değildir). Kim müşrikleri dost tutarsa, artık o kimse hiç bir şeyde Allah’ın dostluğunda değildir. Müşrikleri hiçbir vakit dost tutamazsınız, ancak, kâfirlerden gelebilecek bir tehlike karşısında tehlikeye göre onlara zahiren dostluk edebilirsiniz. Allah sizleri özünün azabından korkutuyor; (Size düşen şey, sebepsiz olarak müşrikleri dost tutmamaktır). Bütün yaratıkların döneceği yer Allah tarafınadır (Gerekti ki o zaman Allah’ın azabından korkarsınız)
29/29- (Ya Muhammed!) de ki: (Ey müminler! Müşriklere olan sevgiden) içinizdekileri gizleseniz de, dışa dökseniz de Allah onu bilir. Belki, asumanlarda ve yerde olan her şeyi Allah bilir. Her bir şeye kadirdir (Ezcümle, siz müşrikleri dost tutma cihetine giderseniz buna azap etmeye de kadirdir.).
30/30-Kıyamet günü öyle bir gündür ki, her kes hayır adına ne yapmışsa yanında hazır bulacaktır (üzüldükten sonra nihayet derecede mutluluk onu kaplar). Yine günah ve masiyet işleyen kimse de bunları yanında görecektir (bu da üzüntüsünün üstüne üzüntü eklenip nihayet derecede mahzun ve gamlı olur;) o vakit, ister ki kötülükleri ile kendisi arasında uzun bir mesafe olaydı (tâ ki, o yaman ameli görmeyeydi). Allah sizleri öz azabından korkutuyor (tâ ki, çirkin amelleri terk edesiniz). Allah bendelerine mihribandır (öz ilim ve kudretini onlara bildiriyor, tâ ki, Allah’ı bilip, rızasını tahsile çalışsınlar).
31/31-(Ya Muhammed!) Müşriklere de ki: Eğer Allah’ı dost tutuyorsanız bana tabi olun. (Çünkü Allah’ı dost tutan onun peygamberine tabi olur.) O vakit Allah da sizi dost tutup günahlarınızı bağışlar. Allah bendelerinin günahlarını bağışlayıp onlara rahm eyleyendir.
Tefsir:
Müşrikler: “Bizim Allah (cc)’a muhabbetimiz vardır. Şöyle ki, biz putlara ibadet ediyoruz tâ ki, bizi Allah’a yaklaştırsınlar” O zaman bu ayet nazil oldu.[144]
32/32- (Yine) de ki: Gelip Allah’a ve onun Resulüne itaat edin. Eğer itaat etmeyip yüz çevirirlerse gerçek şu ki, Allah kâfirleri dost tutmaz (Allah, dost tutmadığı kimselere elbette azap edecektir.).
33/33- Allah, Adem’i, Nuh’u, Al-i İbrahim’i ve Al-i İmran’ı seçip öz âleminde olan mahlukata üstün kıldı.
Tefsir:
“Al” büyük zatların çocuklarına ve ona yakın kimselere denir. “Al-i İbrahim”: İsmail, İshak ve onların evlatlarıdır. “Al-i İmran”, Hz. Meryem ve onun oğlu Hz. İsa’dır. Buradaki “İmran” Hz. Meryem’in babası olan “İmran b. Mâsan” dır. Bu ayetlerden sonra gelen 35 inci ayet de buna delalet etmektedir Hz. Musa’nın babasının adı da İmran b. Yeshur’dur.[145]. İki İmran arasında 1300 yıl vardır.[146]
Bu eyet-i kerime ve bundan sonra gelen ayetler, Hz. Meryem ve Hz. İsa’yı koknku edinmektedir. Bu ayet onların mukaddimesi durumundadır.
34/34- Bu zikrolunanların hepsi birbirinin evladıdır. (Birbirinden gelme bir nesildirler.) Allah, insanların sözlerini işitip risalet konusunda kime peygamberlik vereceğini de iyi bilendir.
35/35- İmran’ın hanımı, Meryem’in annesi, öz
Rabbine yalvarıp şöyle demişti: “Ey benim Rabbim! Gerçekten ben bu karnımda
olan çocuğu her bir amelden azad olup Beytu’l-Makdis’e hizmetkâr olarak sırf senin için verdim. Bu adağı benim için kabul eyle”. Hakikaten benim bu dua ve serzenişimi işitip niyetime alim olan sensin.
Tefsir:
Rivayet olunuyor ki, Hz. İsa’nın ninesi, İmran’ın karsının ismi Hanne binti Fakuza[147], Hanne’nin kızkardeşi veya bir rivayette Meryem’in kız kardeşi İyşâ da Hz. Zekeriya’nın karısı ve Hz. Yahya’nın annesiymiş. Bir gün Hanne bir ağacın gölgesinde eylenirken bir de baktı ki ağacın üstünde bir kuş var; öz balasına yiyecek veriyor. Kalbinden hüzünlenip Allah’tan bir çocuk istedi. Allah Tealâ da onun duasını kabul edip ona çocuk verdi. Hemen hamile kaldı. Hamile iken şöyle diyordu: “Karnımdakini azatlı bir kul olarak Beytu’l-Makdis’e verdim” Bunu yaparken arzusu oğlan çocuğunun olması idi. Çünkü Beytu’l-Makdis’e ancak erkek çocuklar alınıyordu. Ama onun arzusunun hilafına olarak Allah ona kız çocuğu verdi. Nitekim bu ayette Allah (cc) onu anlatmaktadır.
36/36- Onu doğurunca, dedi ki: “Ey benim Rabbim! Ben onu kız doğurdum.” (Çünkü onun gönlünde yatan oğlan çocuğu doğurmaktı. Zira kız çocuğunu kabul etmiyorlardı. Bunu görünce çok üzüldü.). (Ya Muhammed!) Allah, İmran’ın ne doğurduğunu (Meryem’de ne kadar üstünlük ve ahlakında pakizelik olduğunu) iyi biliyordu. (İmran bunu bilmediği için hasret izhar edip oğlan olmasını arzu etti. Ya Muhammed!) İmran’ın istediği erkek çocuk üstünlük bakımından kız çocuk gibi olamazdı. (Meryem’in annesi:) Ya Rabb! Ona Meryem adını verdim, kovulmuş şeytanın şerrinden onu ve soyunu senin korumanı istiyorum, dedi.
Tefsir:
“Meryem” veya “Mariya” İbranice “abide/kadın abit” manasındadır. Arapça “Meryem” denir. Yukarıdaki ayette Meryem’in annesi dua ederken Hz. Meryem’in neslinin çokça olmasını istiyor ve dua ediyor. Fakat İslam alimlerinin dediğine göre Hz Meryem’in sadece tek çocuğu vardır. O da Hz. İsa’dır. Ama, İncil’de yazıldığına göre, Meryem’in Hz. İsa’dan sonra bir çok evladı vardır. Bu konuda bu fikrin kabul edilmesi gereklidir.[148]
Hz. Meryem, henüz annesinin karnında iken babasını kaybetmiş, yetim doğmuştu. Annesi onu hahamlara götürdü, Hadis-i şerife göre Meryem’in eniştesi, bir rivayete göre de teyzesinin kocası olan Zekeriyya, Meryem’in bakımını üzerine almak istedi. Fakat hahamlar topluluğu buna itiraz ettiler. Meryem’i yanına almak isteyen yirmi dokuz kişi arasında kur’a çekildi: Herkes okunu nehre attı. Okların hepsi suyun dibine battı, yalnız, Zekeriyya’nın oku batmadı. Böylece Meryem’in bakımı, Zekeriyya’ya kaldı. Meryem biraz büyüyünce Hz. Zekeriyya onun için yüksekten bir oda yapıp Hz. Meryem’i onun içine koydu. O da burada ibadetle meşgul oldu.
37/37- Rabbi Meryem’e (erkek çocuk nezrine bedel) hüsnü kabul gösterdi; onu (Zekeriyya vasıtası ile) güzel bir şekilde terbiye verdi. Zekeriyya’yı da ona kefil kıldı. Zekeriyya, ibadetgâhında Meryem’in yanına her ne zaman girse turfanda sebzeler bulurdu ve “Ey Meryem! Bu turfanda sebzeler sana nereden geliyor?” der; o da: Bu, Allah yanından gelmiş bir rızıktır, Allah -özü isterse- herkese hesapsız rızık verir, derdi.
38/38- (Zekeriyya’nın çocuğu yoktu. Hz. Meryem’den bu kerameti görünce) Orada Rabbine hemen dua edip (evlat istedi ve:) Rabbim! Bana öz yanından pâk bir evlat bahşiş eyle! Duaları işitip icabet eden sensin, dedi.
39/39- Zekeriyya mabedde durmuş namaz kılarken (Allah tarafından) melekler ona nida ettiler: Allah sana, kendisi tarafından gelen bir kelimeyi (İsa’yı) tasdik edici, kavmi arasında büyük bir şahsiyet ve efendi, kadına arzusu olduğu halde nefsini son derece koruyan, namuslu ve salihlerden bir peygamber olarak Yahya’ı müjdeler.
40/40- [Hem Zekeriyya hem de hanımı ihtiyarlamışlardı. Adet üzere onlardan evlat olması mümkün değildi. Hz. Zekeriyya, Allah’ın onlara ne gibi bir evlat vereceğini merak ederek bu durumu sormaya koyuldu:] Dedi ki: Ey benim Rabbim! Bana ihtiyarlık gelip çattığına, hanımım da çocuk yapma vaktini geçirdiğine göre benim nasıl oğlum olabilir? [O vakit, Zekeriyya 99, hanımı ise 98 yaşında idi.][149] Allah şöyle buyurdu: Böyledir; dediğin gibi adet üzere sizden çocuk olmaz; (lakin) Allah, ihtiyar kişi ve kadından evlat getirmeye kadirdir; her bir şey ki, özü isteye, o yapılır.
41/41- Zekeriyya: (oğlumun olacağına dair) bana bir alâmet göster ki, (o büyük nimete şükür edeyim.), dedi. Allah buyurdu ki: Senin için alâmet, insanlara üç gün, işaretten başka söz söylemeye kadir olamazsın. [Doğum vakti gelince Zekeriyya’nın dili tutuldu. O zaman anladı ki doğum anıdır. Fakat, dili Allah’ı zikretmeye revan idi; Allah buyurdu ki:] Ey Zekeriyya! Allah’ı sabah akşam çok zikret, her bir ayıp ve noksandan münezzeh olduğunu ikrar et.
42/42- Hani melekler (Allah tarafından) demişlerdi: Hakikaten Allah seni seçti, (Beytu’l-Makdis’e hizmetçi etti), her bir ayıptan pâk ve münezzeh kılıp alemin kadınlarına seni üstün tutup ihtiyâr eyledi.
43/43- Ey Meryem! İtaat et öz Rabbine, secde edip rükû edenlerle rükû, namaz kılanlarla namaz kıl.
44/44- (Ya Muhammed! ) Bu geçen haberler, bizim sana vahiy yoluyla bildirmekte olduğumuz gaip haberlerindendir. [Vahiy olmasa, Allah Resulü bunları nereden bilecekti? Çünkü bu haberleri ne birisinden işitmiş ne de okumuştu. Allah onları vahiyle bildirdi. Nitekim buyuruyor:] (Ya Muhammed!) İçlerinden hangisi Meryem’i himayesine alacak diye kur’a çekmek üzere kalemlerini atarlarken sen onların yanında değildin; birbiri ile nizâ ederken de yanlarında değildin.
45/45- Melekler
demişlerdi ki: Ey Meryem! Allah sana kendi tarafından bir kelimeyi (Allah’ın bir kelimesi ve emri ile babasız doğan bir çocuğu) müjdeliyor. Onun adı Mesih (mübarek)’tir, Meryem oğlu İsa’dır. Dünya ve ahrette
şer afet ve yüce mertebe sahibidir (dünyada
nübüvvet ve ahrette Cennet-i âlâ’dadır,), mukarrebin’dendir.
Tefsir:
Soru: Allah (c), neden Ha. İsa (as)’a dünyaya gelmeden “Meryem oğlu İsa” diyerek onu annesinin ismi ile çağırdı?
Cevap: Evvela, Ha. İsa, Allah’ın emri ile babasız doğacağı vurgulanmak istenmiştir. Çünkü o “Alem-i emir”den gelmiştir. Genel teamüle göre, çocuk babaya isnat edilirdi. Burada bu teamülün dışında böyle bir ifadenin kullanılması Ha. İsa’nın babasız doğması karşısında meydana gelecek infiallere, bir cevap olarak ifade edilmiştir. Zaten Ha. Meryem (as) da, bu ıstırabını dile getirerek: “Bana bir insan eli değmedi, iffetsiz de olmadığım halde benim nasıl çocuğum olabilir?” dedi. (Meryem 19/20)
46/46- (Ey Meryem! Bu İsa;) hem beşikte hem de yetişkinlik halinde insanlarla konuşur (onun konuşma açısından büyüklük hali ile çocukluk durumu arasında hiçbir fark yoktur;) kendisi de salihlerden biridir.
47/47- (Meryem) dedi: Rabbim! Bana hiç bir insan uzvu sürtünmemişken benim nasıl çocuğum olur? [Bu sözler, Hz. Meryem’in hayret ve ıstırabından dolayıdır. Çünkü o güne kadar ersiz kadından çocuk olması hiç görülmemiş hadisedir.] Allah şöyle buyurdu: (Ya Meryem!) “Ersiz kadından çocuk nasıl olur?” diyorsun ama, işte böyledir: Allah dilediğini yaratır. Bir şeyin var olmasına hükmedince ona sadece “ol” der; o da hemen vücuda gelir.
Tefsir:
Bu ayette geçen “deme” kelimesinin yani Allah’ın söylemesinin mecazî anlamda kullanıldığı kabul edilmelidir. Allah’ın (cc) işlerinde “deme” yoktur. Allah’ın iradesi bir şeyin vücuda gelmesine taalluk ederse o şey hemen vücuda gelir.
48-49/48- (Ya Meryem!) Allah, İsa’ya yazmayı, bütün eşyanın hakikatini, Tevrat ve İncili de talim edecek. Onu İsrail oğullarına peygamber gönderecek. (Allah, İsa’ya peygamberlik verince İsrail oğullarına şöyle dedi:) Size Rabbiniz tarafından bir nice mucizelerle peygamber gelmişim. (O mucizeler şunlardır:) Size çamurdan kuş suretinin mislini yapar, ona nefes veririm ve Allah’ın izni ile kuş olur. Yine Allah’ın izni ile anadan doğma körü ve alacalıyı iyileştirir, ölüleri diriltirim. Haber veririm size evlerde yediğiniz ve zahire olarak sakladığınız şeyleri. Eğer iman edip Allah’ın bu mucizelerini tasdik ediyorsanız bu zikrolunan mucizelerde benim gerçekten peygamber olduğuma sizin için deliller vardır.
50/49- (İsa, der:) Benden önce nazil olan Tevrat’ı tasdik edici ve size (Tevrat’ta) haram olan bazı şeyleri de helal etmem için gönderildim. Size Rabbiniz tarafından risaletimin doğruluğuna delalet eden bir mucize getirdim. Allah’tan korkun, bana itaat edin.
51/50- Hakikaten, Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Ona ibadet edin. (Allah’ı bir bilip muvahhid olmak, işte) budur doğru olan yol.
52/51- İsa, onlardaki inkârcılığı sezince: Özlerini Allah’a dayayıp bana yardımcı olacaklar kimlerdir? dedi. İsa’nın has arkadaşları: Biziz, Allah’ın dinin yardımcıları; iman ettik Allah’a, (ey İsa!) şahit ol ki, biz Allah’a itaat edenlerdeniz.
53/52- (Yine Havariler:) Ey bizim Rabbimiz! İndirdiğin hükme iman ettik ve (bu İsa) peygambere tabi olduk. Bizim adlarımızı kıyamet günü insanların amellerine şahit olacak olan peygamberler katarıyla bile yaz.
54/53- (İsa’yı öldürmek için) tuzak kurduklar. Onların tuzakları mukabilinde Allah da onların cezasını verdi (İsa’yı düşmanlarına ispiyonlayan kimseyi, Allah, İsa’nın yerine öldürttü. Allah, İsa’yı ayrıca vefat ettirip asumana aldı.) Meğer Allah, hilekârlık mukabilinde ceza verenlerin en hayırlısıdır.
55/54- (Allah, hilekârların tuzağı mukabilinde cezalarını verdikten sonra İsa’ya) buyurdu ki: Ey İsa! Gerçekten seni (kâfirlerin öldürmesinden koruyacağım, sonra;) öldürüp ruhun kabzederek yüceltip (meleklerin olduğu yere) alacağım, seni inkâr edenlerle beraber bulunmaktan pâk ve münezzeh edip ayıracağım, sana tabi olan kimseleri, kıyamete kadar sana inanmayan kimselere musallat edip üstün tutacağım. (Ey İsa’ya tabi olmayıp kâfir olanlar!) Öldükten sonra sizin dönüşünüz benim tarafımadır. İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda (kıyamet günü) hükmü ben vereceğim.
Tefsir:
“Ey İsa! Gerçekten seni (kâfirlerin öldürmesinden koruyacağım, sonra;) öldürüp ruhun kabzederek yüceltip (meleklerin olduğu yere) alacağım” Yukarıda geçen ayetin bu kısmı, kâfirlerin Hz. İsa’yı öldürmediğine, Allah’ın (cc), bizzat kendisi onu vefat ettirip ondan sonra mukaddes ruhunu alem-i ervaha naklettiğine bir delil mahiyetindedir. Fakat Hz. İsa’nın (as) bedeni ile göklerde bulunması meselesine gelince -ki, bu konuda pek çok hadis naklolunmuştur-[150] bu ayet ve bundan başka ayetlerin Hz. İsa’nın göklerde olduğuna delaleti söz konusu değildir. Biz de bu konuda Kur’an’ın dediğine uymamız gerekir. Onun muhtevasına uymayan her şeyden de uzak durmalıyız.
Ayetin “Sana tabi
olan kimseleri, kıyamete kadar sana
inanmayan kimselere musallat edip üstün
tutacağım” kısmı ise, Hz.
Muhammed (as)’ın sıdkına büyük bir
delildir. Resulüllah (as) bu haberi bundan asırlar önce vermesine rağmen halen
bu gün bu ayetin doğruluğu meydandadır. Zira İsa (as)’a tabi olmayanlar,
Yahudilerdir. Onlar da tarih boyunca hep lanetli olmuşlardır.
56/55- (İsa’yı) inkâr edenler (Yahudiler) var ya, onlara hem dünyada hem de ahrette şiddetli ve muhkem bir azap edeceğim. Onlar için bir yardımcı da yoktur. (Ki, onları azaptan kurtarsın).
57/56- Ama iman edip
iyi davranışlarda bulunanlara gelince, Allah onların mükâfatlarını tamam
kâmilen verecektir. Allah, zalim kimseleri dost tutmaz.
58/57- (Ya Muhammed!) Sana okuyup dediğimiz (İsa’nın) bu haberleri, mucize ve
hikmetâmiz sözlerdendir.
59/58- (Ey İsa’nın babasız yaratıldığını inkâr edenler!) Allah nezdinde İsa’nın durumu, (anasız yaratılmakta) Adem’in durumu gibidir. Allah onu (babasız ve annesiz olarak) topraktan yarattı. (Onun mayesini topraktan tuttuktan) sonra ona “ol” dedi ve oluverdi.
60/59- (Ya Muhammed!) İsa’nın bu haberleri, senin Rabbinden hak olan haberlerdir. Öyle ise bu haberlerde şüphe edenlerden olma. [ Allah Resulünün bu haberlerde şüphe etmekten şanı yücedir. Allah’ın nehiy etmesinin anlamı onun kalbinin mutmain olması içindir. Bir de başka şahıslar için Resulüllah nazarında onları uyarmaktan kinayedir.]
61/60- (Ya Muhammed!
İsa hakkında Kur’an’da) sana ilim
geldikten sonra seninle bu konuda nizâya girenlere (Necran hıristiyanlarına) de
ki: Geliniz, sizler ve bizler de dahil olmak üzere, siz kendi çocuklarınızı biz
de kendi çocuklarımızı, siz kendi
hanımlarınızı biz de kendi hanımlarımızı çağıralım, sora da ilenç bed-duada
bulunalım da yalancılar üzerine lanet dileyelim, (kim yalancı ise Allah’ın laneti onu tutsun.)
Tefsir:
“Mubahele” ilenç, bed-duada bulunma, lanetleşme anlamına gelir.
“Necran” Yemen’in kuzeyinde bir bölge ve bir şehrin adıdır. Yeri, kesin olarak belli değildir. Necrandan gelen Hristiyan heyeti içinden kimi “İsa, Allah’tır., kimi “İsa, Allah’ın oğludur”, kimi “İsa, üçten biridir” diyordu. Allah’ın Resulü, onları gerçeği kabule, İslâm olmaya davet etti. Onlar, “peki babası kimdir? Ya Muhammed!” dediler. Resulüllah sustu, yüce Allah Al-i İmran suresinin başından 80 ayet indirdi.
Yukarıda geçen ayeti Necran Hıristiyanlarına okudu. Onlar da “mubahale” olmayı kabul ettiler. O gece gelen heyet gidip aralarında meşveret ettiler. Bunların içinden ikisi vardı ki, en büyükleri idiler. Birinin adı “Akıb” diğerinin adı ise “Seyyid” idi. Akıb dedikleri “emirleri” idi. “Seyyid” ise vezirleriydi. Bu ikisi dedi ki: Ey Hıristiyanlar! Sabahleyin bunları takip edin, eğer Hz. Muhammed (sav) mubaheleye çok insan getirirse artık ondan korkmayın. O peygamber değildir, zira peygamber olan kimse çokluğa ve yardıma bakmaz. Fakat, eğer mubaheleye az insan getirirse o zaman mubaheleyi terk edin.” Hıristiyanlar Medine’nin dışında konaklamışlardı. Resulüllah hiç kimsenin Medine dışına çıkmasına o sabah izin vermedi. Sabah olunca Peygamberimiz (sav), Hüseyin oğlunu kucağına alıp Hasan oğlunun elinden tutup, kızı Fatma Zehra’yı ardına, damadı Ali’yi de Fatıma’nın dalınca şehirden dışarı çıktılar. Resulüllah’ın bu durumunu Hıristiyanlar görünce içlenirinden Seyyid ve Akıb dediler ki: “Bu yüzler ki, bize doğru geliyorlar, eğer Allah’tan bu dağların yerinden yürütülmesini isteseler, onları yerlerinden yürütürler. Onun için mubahele yaparsak yeryüzünde bir tane Hıristiyan kalmaz. Biliyorsunuz; Hz. Muhammed (sav) peygamberdir. Eğer öz dininizde kalmak isterseniz onunla sulh edin ve memleketinize dönün.” Hıristiyanlar Seyyid ve Akıb’ın sözünü dinleyip Resulüllah (sav)’in huzuruna geldiler. Dediler ki: “Ey Ebe’l-Kasım! Biz seninle mubahele etmiyoruz.” Allah Resulü (sav) “Öyle ise Müslüman olun” dedi. Dediler: Müslüman da olmuyoruz, arzumuz: Kendi dinimizde kalıp sana cizye ve haraç verelim. Rasululah (sav) bunu kabul edip sulh oldular. Sulha göre Necranlılar: Her yıl iki bin hülle (elbise); bunların bin tanesi Safer ayında bin tanesi de Recep ayında verilecek. Otuz üç zırh, otuz üç deve, otuz dört necip at vereceklerdi.[151]
Ayrıca bu ayette geçen “mubahele” konusunun içinde ele alınan “: Geliniz, sizler ve bizler de dahil olmak üzere, siz kendi çocuklarınızı biz de kendi çocuklarımızı, siz kendi hanımlarınızı biz de kendi hanımlarımızı çağıralım,” kısmında “çocuklardan” maksat Hasan ve Hüseyin, “kadınlardan” maksat, “Hz Fatıma”, “kendinizden” maksat da Peygamberimiz (sav) ve Hz. Ali’dir, diye bazı zayıf rivayetlerde anlatılmıştır.[152] Allah Resulü (sav), bu emrin gereği yukarıdaki hadise göre sadece Ehl-i Beyt’i alıp mubaheleye gitmiştir. Bu da delalet eder ki, Allah Resulüne göre en faziletli ashabı, Ali, Fatma, Hasan ve Hüseyin’dir (as). Çükü Peygamberimiz (sav) bunlardan başkasını önemli sayılacak olan mubahele’ye götürmedi.
Hz. Aişe (r. ah) anlatıyor: “Resulüllah (sav), üzerinde siyah yünden nakışlı bir kumaş olduğu halde sabahleyin evden çıktı. O sırada Hasan geldi, onu örtünün altına soktu. Sonra Hüseyin geldi onu da soktu, sonra Fatma geldi, onu da, sonra Ali geldi onu da örtünün altına soktu. Sonra da: “Ey Ehl-i Beyt Allah günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak istiyor’ (Ahzab 33/33) buyurdu”[153] Ehl-i Beyt hakkında ileri de geniş açıklama yapılacak. Bkz. Ahzab 33/33
62/61- (Ya Muhammed! İsa’nın ) bu haberleri elbette ciddi bir maksatla anlatılan kıssalardandır. Allah’tan başka hak mabut yoktur (İsa ancak Allah’ın bendesidir. Hâşâ İsa Allah, ya da Allah’ın oğlu nasıl denir.) Elbette Allah mahlukata galip olup her işi bir hikmet üzere tedbir edendir.
63/62- (Ya Muhammed! Ehl-i Kitab) eğer sana dal çevirip (iman etmezlerse) hakikat o ki, Allah, şirke karar verip fesat çıkaranları iyi bilir. (Onların cezalarını verecektir)
64/63- (Resulüm!) de ki: Ey Ehl-i Kitab! Gelin bir kelime tarafına, siz de benimle o kelimede birleşelim. (O kelime) Bizimle siz Ehl-i Kitab arasında müsavidir. (O kelime arasında ne Kur’an’da ne Tevrat’ta ne de İncil’de bir fark yoktur. O kelimeyi siz de benimle bile deyin tamamen kardaş olalım. Kelime budur:) Muvahhid olup ancak bir olan Allah’a kulluk edelim, ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimini ilahlaştırmasın (Yani siz Yahudiler “Üzeyir Allah’ın oğludur”, siz Hıristiyanlar “İsa, Allah ya da Allah’ın oğludur” demeyin). (Ya Muhammed!) Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, (işte o zaman siz Müslümanlar Ehl-i Kitab’a) deyin: “Bu kelimeyi ikrar etmediğinize göre şahit olun ki: Hakikaten Allah’a itaat eden bizleriz (sizler değilsiniz)”
65/64- Ey Ehl-i Kitab! Niçin İbrahim hakkında nizâ ediyorzunuz. Halbuki Tevrat ve İncil ondan sonra nazil oldu (İbrahim Yahudi yahut Hıristiyan nasıl olur?) Aklınızla neden yürümüyorsunuz ki, (sözünüzün batıl olduğunu anlayasınız?)
Tefsir:
Necran Hıristiyanları ile Yahudi bilginleri Resulüllah’ın yanına gelip, Hıristiyanlar “İbrahim bizdendir”, Yahudiler de “İbrahim bizdendir” dediler. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.[154]
66/65- (Ey Ehl-i Kitap!) İşte siz böyle kimselersiniz! Hadi hakkında bilgi sahibi olduğunuz (Tevrat ve İncil) konusunda tartışınız; ama bilgi sahibi olmadığınız konuda neden tartışıyorsunuz! Allah (İbrahim’in durumunu) bilir, siz bilmezsiniz. (Allah bildiğine göre buyuruyor ki:)
67/66- İbrahim ne Yahudi, ne de Hıristiyan idi; belki İbrahim batıldan hakka meyil edip her bir işinde Allah’a itaat eden kişi idi; müşriklerden değildi. (İslam dini tevhitten ibarettir. İbrahim (as) bir muvahhid olduğuna göre Allah’ a eş koşan Yahudi ve Hıristiyanlardan nasıl olur?)
68/67-(Ey Ehl-i Kitab! O halinizle İbrahim’e en yavuk olduğuzu ispata çalışıyorsunuz) İnsanların İbrahim’e en yavuk olanı, onun zamanında ona tabi olanlar, bir de bu peygamber (Muhammed sallalahu aleyhivesellem) ve ona iman edenlerdir (sizler değilsiniz) Müminlerin umurunu üzerine alıp onlara yardım eden Allah’tır.
69/68- Ehl-i Kitaptan bir grup istediler ki, sizleri dalalete salıp İslam dininden çıkarsınlar. Oysa onlar ancak kendilerini dalalete salabilirler. Ama onlar anlamıyorlar. (O dalalet yüzünden Allah onlara azap edecek.)
70/69- Ey Ehl-i Kitap! Niçin Kur’an’a inanmıyor ve bu Peygamber’i tasdik etmiyorsunuz? Halbuki özünüz şahadet ediyorsunuz ki, bu Peygamberin sıfatları sizin kitabınızda yazılıdır.
71/70- Ey Ehl-i Kitap! Ne gûna/ne güne hakkı batıl suretinde gösteriyor ve gerçeği ( Muhammed’in peygamber olduğunu) bile bile gizliyorsunuz?
72/71- Ey Ehl-i Kitap’tan bir fırka (Yahudi bilginleri) dediler: “Müminlere indirilmiş olan (Kur’an’a) sabahleyin (zahiren) inanıp akşama doğru inkâr edin. Belki onlar bu yüzden İslâm’dan çıkıp (Yahudiliğe) dönerler.
Tefsir:
Hayber ve Ureyne yahudi hahamlarından on iki kişi anlaşmışlar, birbirlerine: “Haydi bir gün sabahleyin laftan ve yalnız dil ile Muahammed’in dinine giriniz, akşam üzeri de; kitaplarımıza baktık ve bilginlerimize de danıştık, şimdi Muhammed’in Tevrat’ta anlatılan o peygamber olmadığını anladık, bu yalan ve dini de batılmış, deyiniz ve inkâr edip çıkınız. Böyle yaparsanız ashabı da şek ve şüpheye düşerler.” Demişlerdi. İşte bu ayet onları haber vermektedir.[155]
73/72- (Yine Yahudiler birbirine derler:) “Sizin dininize tabi olanlardan başka hiçbir kimseye inanmayın.” (Resulüm sen de ) de ki: Hidayet ve din Allah’ın hidayet ve dinidir (Kimi isterse özü onu hidayete erdirir. Nitekim beni hidayete erdirdi). (Siz Yahudiler haset etmeniz yüzünden bu tedbir ve hileyi oynadınız ve şimdi yine diyorsunuz ki:) “Size verilenin benzerinin başka herhangi bir kimseye verildiğine, yahut (kıyamet günü) Rabbiniz huzurunda bulunanların (Kur’an ehlinin) size karşı deliller getireceğine de (inanmayın).” (Ya Muhammed!) de ki: İmana hidayet ve tevfik bulmak Allah’ın fazlıyladır. O fazıl Allah’ın elindedir. Allah kimi istese fazlı ile ona tevfik ve hidayet verir. Allah’ın rahmeti her şeyi kaplar, iman ve hidayete kabiliyeti olanları iyi bilir.
74/73- Rahmetini dilediğine mahsus kılar. Allah büyük lütuf ve merhamet sahibidir.
75/74- Ehl-i Kitaptan öylesi vardır ki, (altın ve gümüşten) yüklerle mal emanet versen, yine o malı sahibine verir (asla hıyanet etmez). Fakat onlardan öylesi vardır ki, eğer onları emin bilip bir dinar emanet versen başlarına dikilip kahren ve zorba ile almadıkça onu sana iade etmezler. (Bunlar Yahudilerdir. Hıyanet onların adetidir. Onların emanete Hıyanet etmelerinin sebebi: ) “Ümmilere (Ehl-i Kitaptan olmayanlara) karşı yaptıklarımızdan dolayı bize vebal yoktur” demeleridir. Allah’a karşı bile bile yalan isnat ediyorlar (diyorlar ki “Allah Tevrat’ta Ehl-i Kitap’tan başkasının malını helal kıldı.)
76/75-Hayır! (Yahudilerin dediği gibi değildir. Allah onlara haksız kazanç yemelerine karşılık azap edecektir.) Her kim ahdine vefa eder, Allah’tan korkup hıyaneti terk ederse, elbette Allah muttaki ve ondan korkan kimseleri dost tutar.
77/76- (Yahudilerden)
Allah’a karşı verdikleri sözü ve
yeminlerini az bir dünya metaı karşısında değiştirenlere gelince (bu zikredilen Yahudilerin) ahretten hiçbir nasip ve hisseleri yoktur.
Kıyamet günü Allah onlarla ne lütfü
ile konuşur ne rahmet nazarı ile bakar
ne de günahlardan pâk ve beri eder. Onlar için artık ahrette eziyet verici azap
vardır.
78/77- Onlardan (Yahudilerden) bir grup, okuduklarını (Batıl sözlerini) kitaptan (Tevrat’tan) sanasınız diye kitabı okurken dillerini haktan batıla doğru eğerler. Halbuki o batıl sözler Kitap’tan (Tevrat’tan) değildir (Tevrat okumayı bilmediğiniz için sizi haberdar ediyoruz!). Söyledikleri Allah katından olmadığı halde: Bu Allah tarafından gelmiştir, derler. Onlar bile bile Allah’a yalan isnat ediyorlar.
‘Tefsir:
İbn Abbas’tan gelen rivayete göre Yahudilerden bir grup, bir kitap yazdılar, orada Hz. Muhammed (sav)’in vasfını bildiren ayetleri değiştirdiler ve kendi yazdıklarını, Hz. Muhammed (sav)’in tavsif edildiği ilahi kitaba karıştırdılar, “Bu Allah katındandır” dediler.[156] Bu ayete nüzul sebebi bu hadise gösterilmiştir.
79/78- Hiçbir beşerin (İsa’nın), Allah’ın kendisine Kitap, hikmet verip onu insanlara peygamber etmesinden sonra gelip halka: Allah’ı bırakıp bana kul olun! Demesi caiz değildir. (Siz bu sözleri İsa’ya iftira ediyorsunuz. İsa, böyle şeyler demez.). Belki (İsa şöyle der:) Tevrat ve İncil’in hükümlerini aranızda talim ettiğiniz ve ilahi kanunları okuyup bilmeyenlere öğrettiğiniz şekilde Allah’ın dinine muhkem yapışarak ona itaat eden kullar olun.
80/79- (İsa) size: Melekleri ve peygamberleri özünüze mürebbi yapın, diye emretmez. (Bütün mahlukatın Rabbi Allah’tır. İsa bunun hilafına nasıl beyanda bulunabilsin.). Siz Allah’a iman edip itaat ettikten sonra (İsa) hiç size kâfirliği emreder mi? (İsa’dan hiçbir vakit böyle bir şey sadır olur mu?)
81/80- (Ey Ehl-i Kitap!) bir zaman Allah, Musa ve ondan sonra gelen peygamberlerden: “Ben size Kitap ve hikmet verdikten sonra size inen (Tevrat ve İncil’i) tasdik eden peygamber (Muhammed) geldiğinde elbette ona iman getirip yardım edeceksiniz” diye muhkem söz almış, (Allah) “Kabul ettiniz ve bu ağır ahdimi yüklendiniz mi?” dediğinde, (peygamberler) “İlâhî, kabul ettik” cevabını vermişler, (bunun üzerine Allah:) Ey peygamberler! O halde şahit olun; ben de sizinle birlikte şahitliğe varım, buyurmuştu.
82/81- Her kim artık bundan sonra dal çevirir söylenen ahdi yerine getirmezse onlardır elbette fasık olanlar.
83/82- (Ey Ehl-i Kitap!) Nasıl olur da Allah’ın dininden başka bir din istersiniz? (Allah’ın kitabı ile amel etmeyenler onun dininden hariçtedirler)
83/83-( Nasıl olur da Allah’ın dininden başka bir din istersiniz?) Halbuki asumanda ve yeryüzünde olan mahluk ister istemez ona itaat ediyorlar. (Allah’ın ezeli hükmünden çıkamazlar ki ölümden kurtulsunlar) Bütün mahlukat ona dönecektir.
84/84-(Resulüm sana
tabi olan müminlere) De ki: (böyle söylesinler:) Biz, Allah’a ve bize indirilen Kur’an’a, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve bir de Yakub evladına
indirilenlere; Musa ve İsa’ya verilen kitaplara ve bütün peygamberlere indirilen hükümlere iman ettik. Biz
Müslümanlar o peygamberlerden hiçbir neferin arasına fark koymayız (hepsine iman etmişiz, siz Ehl-i Kitap peygamberler arasına fark
koyup bazısına inanıyor bazısını da inkâr ediyorsunuz). Allah’a halisen itaat edip
ona şirke karar vermeyen bizleriz.
85/85-Her kim, İslam’dan başka din seçip aktarırsa, bilsin ki, kendisinden böyle bir din ebdâ kabul edilmeyecektir. O şahıs, ahrette öz nefsine ziyan edenlerden olur; asla necat bulamaz.
86/86-(Söylendiği gibi) İman edip İslam’a girdikten, Resulün (Muhammed’in) hak olduğuna şahadet vermelerinden sonra kâfir olan bir kavmi nice hidayet eder? Halbuki, İslam dinin hak olduğu konusunda onlara Kur’an’da aşikâr deliller geldi (böyle haldeyken yine kâfir olup mürtet oldular). Allah, zalim olan bir kavmi iman tarafına hidayet etmez ki, zalimlerden geri kalıp hidayete mazhar olamasınlar.
Tefsir:
Denildiğine göre, Medine’ye bir grup insan geldi ve Müslüman oldular. Sonra İslam’dan dönüp Mekke’ye iltihak ettiler. Bunlardan bazıları: Tam’a b. Ubeyrık, Havh İbnu’l-Eslet ve Haris b. Suveyd b. es-Samit gibi kimselerdi. İşte ayet bunun için nazil oldu.[157]
87/87- (Mürtet olan kimselerin cezası:) Allah’ın, meleklerin ve bilcümle insanların laneti onlara olur.
88/88- Mürtetler sürekli Allah’ın lanetinde kalırlar. Cehennem azabı onlardan hafifletilmez. Rahmet nazarı ile de bakılmazlar.
89/89-(Hiçbir vakit Mürtet olanlar azaptan kurtaramaz.) Meğer, (kâfir olup mürtet olduktan) sonra tövbe edip geçen yaptıklarını ıslah edeler. (Böyle halde) gerçekten, Allah, tövbeyi kabul edip bendelerine merhamet ederek, onların günahlarını bağışlayandır.
Tefsir:
Allah kullarına merhamet edip onların tövbelerini kabul eder. Nitekim, yukarıda adı geçen, Haris b. Suveyd b. es-Samit, mürtet olduktan sonra tövbe edip imana girmiştir. Tabsire adlı kitap, bu ayetin ihtiva ettiği manadan ayrılıp uydurma rivayetlere ittiba eden alimlerin dediklerini reddediyor. Bu alimler, “fıtrî mürtet”in öldürülmesine hüküm verip tövbesini kabul etmiyorlar. Halbuki, bu ayetin delaleti umumidir. Hususi değildir. İster “Millî mürtet” olsun ister “fıtrî mürtet”[158] olsun tövbesinin kabul olması mümkündür, Mihriban olan Perverdigârımızın öz bendelerine rahmet ve mağfiret kapısı sürekli asî kullarının üzerine açıktır.
90/90- İman ettikten sonra kâfir olanlar sonra ölünceye dek küfürde sabit kadem olanların tövbeleri (ölüm anındaki tövbeleri) ebedâ kabul olmayacaktır. İşte onlardır, sapıp hak yoldan kenara düşenler.
91/91- Hakikaten, inkâr edip bu halde iken ölüm onlara yetişenler var ya, onların hiçbirinden (azaptan halâs olmak için) -fidye olarak dünya dolusu altın verecek olsalar dahi- hiçbirinden kabul olunmaz. Onlardan ötürü eziyet eden azap vardır. Onlara hiçbir yardım eden de olmaz ki, (ilâhi azaptan kurtulsunlar).
92/92-Sevdiğiniz şeylerden geçip Allah yolunda infak ve ihsan etmedikçe ihsana ve onun sevab-ı ecrine yetişemezsiniz. Allah yolunda infak ve ihsanda bulunduğunuz şeylere Allah alimdir. (Onun mükâfatını size yetirecektir).
Tefsir:
Bu ayet-i kerime zengin ve varlıklı kimselere hitap ediyor. Ey zenginler! Sevdiğiniz mallarınızdan dinin ilerlemesi, millet evladının ihtiyaçlarını karşılaması için sarf ediniz. Nasıl ki Medineliler mallarından ve canlarından geçtiler. Ta ki, İslam dini her yerde revaç bulusun. Zengin insan malını her zaman durumuna göre millet evladı ve dinin ilerlemesinde harcaması gerekir. Nizamî Gencevî ne güzel der:
Hakikaten zenginlerin durumu ne güzeldir ki, Allah onları Kur’an’ında muciz beyanı ile muhatap tutuyor. Ferman-ı hümayununu onlar hakkında veriyor. Zenginler bunun kıymetini bilip ona göre davranmalıdır. Değil ki mallar, bu konuda candan bile geçilir. Ama yazıklar olsun o zenginlere ki bu hitaba mazhar olamayıp mallarını Allah yolunda vermeyerek onu fuhuş ve münkeratta sarf edecek mirasçılarına bırakıyorlar. Onlar da kazandıkları günahları onların nâ-merhum ruhlarına hediye edip gönderiyorlar. Ar olsun bu türlü zenginlere!...
93/93-Tevrat’ın indirilmesinden önce, Yakub’un öz nefsine haram kıldıkları dışında, bütün yiyecekler İsrail oğullarına helal idi. (Resulüm) de ki: Eğer doğru iseniz getirin okuyun Tevrat’ı (görelim ne türlü haberler var? Doğru diyenlerin elinde delil ve burhanları olması gerekir.).
Tefsir:
Tevrat’ta Yahudilere pek çok şey haram kılınmıştı ki bunlar İslam’da haram değildi. Bu cümleden olarak öküzün, koyunun damarları vs. Onlara haram edildi. Bunların haram olmasına onların kendi zulümleri sebep olmuştur. Müslümanlar, Yahudileri kınayarak diyorlardı ki: “Bunların haram olmasına bizzat siz sebep oldunuz. Bundan önce bunlar haram değildi.” Onlar bunu inkâr edip dediler ki “Bunlar Yakup devrinden buyana haramdır.” Allah da bu ayette onların bu tezlerini yalana çıkarıyor.[159]
94/94- Artık bundan sonra kim Allah’a iftira edip yalan bağlarsa elbette zalimler onlardır. (Çünkü Tevrat’ta olmadığı halde Allah’a yalan isnadında bulunuyorlar)..
95/95-(Resulüm! Yahudilere) de ki: Allah sadıktır (ki, daha önce haram olmayan şeyleri zulümleriniz yüzünden Tevrat’ta bir kısım şeyleri size haram kıldı. Siz yalan söylüyorsunuz). Gelin İslam dinine girin (İslam’da o şeyler helaldir. O zaman meşakkatten kurtulursunuz) İbrahim batıldan hakka dönmüştür. Müşriklerden de olmamıştır. (Ama sizler Allah’a şirke karar verip Üzeyir Allah’ın oğludur diyorsunuz).
96/96-[ Bu ayet, Yahudileri İslam’a teşvik ediyor] Şüphesiz, Allah tarafından yapılmasına emir verilen, aleme bereket ve hidayet olan, insanlar için tavafgâh edilen ilk ev, Mekke’deki (Kâbe)’dir. [Mekke şehrine Bekke de denir.]
97/97- Orada Allah’ın birliğine vazıh ve aşikâr deliller, (bir de) İbrahim’in ibadet ettiği makamı vardır.[160] Oraya giren her şahıs her cihetten âmânda olur. Yoluna gücü yetenlerin Allah için hacca gidip Kâbe’yi ziyaret etmesi farzdır. Her kim mümkün olduğu halde hacca gitmeyip inkâr ederse bilmelidir ki, Allah’ın böyle şahıslara ihtiyacı yoktur, cümle alemden müstağnidir.
Tefsir:
Bu ayetin “Oraya giren her şahıs her cihetten âmânda olur” kısmında anlatılan “emânda olmak” şu yönleriyle izah edilmiştir. Günahkâr kimse oraya girse günahlarına tövbe edip ilahi azaptan emânda olur, dünyada bir suç işlese oraya girse oradan çıkmadığı müddetçe emânda olur, ona şeri bir ceza dahi olsa orada uygulanamaz.
Ayetin “Her kim mümkün olduğu halde hacca gitmeyip inkâr ederse” kısmında anlatılan “küfürden” maksadın, görüldüğü üzere haccı inkâr etme manasına ihtimali bulunmakla beraber, tefsir bilginlerinin çoğunluğunun açıklamasına göre, “kudreti varken terk etmek” anlamına gelmektedir ki, bu takdir de namazı terk etmek, zekâtı terk etmek gibi, haccı terk etmek de kâfire yakışır bir isyan olduğu ağır bir tarzda gösterilmiştir
98/98- (Ya Muhammed!) De ki: Ey Ehl-i Kitap! Benim hak olduğuma delalet eden mucizeleri (Kur’an ayetlerini) niçin inkâr ediyorsunuz? Halbuki Allah sizin yaptığınız amellerinize şahittir. (Ona göre size ceza verecektir)
99/99- (Yine) De ki: Ey Ehl-i Kitap! Görüp bildiğiniz halde niçin Allah’ın yolunu eğri göstermeye alışıp Allah’a inananların (veya iman etmeye yaklaşanların) Allah’ın yoluna girmelerine (İslam dinine girme arzularına) mani oluyorsunuz? (Çünkü siz Ehl-i Kitapsınız, İslam dininin hak olduğu sizin malumunuzdur, niye bunu saklıyorsunuz?) Allah yapmakta olduklarınızdan gafil değildir.
100/100- Ey iman edenler! (Ensar topluluğu!) Eğer kendilerine kitap (Tevrat) verilenlerden bir cemaate (Yahudilere) itaat ederseniz, imanınızdan sonra (İslam dinine girdikten sonra) sizi yeniden inkâra götürürler.
101/101-(Ey Ensar topluluğu!) Size Allah’ın ayetleri okunurken, Allah Resulü aranızdayken, nasıl olur da ikâra saparsınız? Her kim Allah’ın dinine sıkı bağlanırsa şüphesiz düz olan yola hidayet olunmuştur.
102/102- Ey iman
edenler! (Ensar topluluğu!) Allah’tan
takva ile hareket edin (Farzları
yerine getirin, haramlardan sakının). Hakk, doğruluk ve takva ile hareket
ederek; ölüm yetişende ancak Müslüman
olarak bu dünyadan çıkın.
103/103- Hepiniz Allah’ın ipine (İslam dinine) takılıp muhkem yapışın (İslam’a girdikten sonra) tefrikaya düşüp ayrılmayın. (Ey Ensar topluluğu) Allah’ın nimetlerini hatırlayın ( yadınıza getirin o günleri ki:) Hani siz birbirinize düşman kesilmiştiniz de O, gönüllerinizi birleştirmiş (nifakı aralarınızdan kaldırmıştı) ve O’nun nimeti (İslam) sayesinde dolanıp birbirinizle kardeş olmuştunuz. (Ve siz Medine ehli) Küfür yüzünden sanki cehennem ateşinin kenarındaydınız (yakındı, neredeyse ateşe düşecektiniz) Allah sizi İslam sayesinde cehennem ateşine düşmekten kurtardı. Böylece (söylendiği gibi), Allah sizin için İslam’ın hak olduğuna öz delil ve burhanlarını açıklar. Elbette gerektir ki, hakka hidayet bulasınız.
Tefsir:
Rivayet olunuyor ki, Şemmas b. Kays isminde bir yaşlı yahudi varmış. Küfrü ve Müslümanlara karşı olan hiddeti, kini ve çekemezliği pek şiddetliymiş. Bir gün Evs ve Hazreç kabilelerinden birtakım ashab-ı kiram bir mecliste oturmuş konuşurlarken bu Yahudi yanlarından geçmiş, cahiliyye zamanında aralarında şiddetli düşmanlık ve hasımlık bulunan bu kimselerin İslam’dan sonra aralarındaki bu ülfeti, toplanmayı, düzelmeyi be sevgiyi görünce : “Allah’a yemin ederim ki bunlar böle toplandıkça, bizim buralarda rahatımız kalmaz.” Demiş ve yanındaki bir Yahudi delikanlısına: “Haydi şunların yanlarına otur, “Buas günü” nü ve daha öncekilerini hatırlarına getir ve o zaman söyledikleri şiirlerden bazı parçaları da okuyuver.” Diye tenbih etmişti. “Buas günü” ise İslam’dan önce yüz yirmi sene kadar birbirleriyle düşmanlık ve hasımlık üzere yaşamış olan Evs ve Hazreç kabilelerinin savaş yaptıkları ve Evs’in Hazrec’e galip geldiği son bir gün idi. Delikanlı dediğini yapmış ve derken bir münakaşa kapısı açılmış, iki taraf övünmeye başlamışlar, nihayet bir çekişme, ağız kavgası açılmış, iki taraf öfkeye gelmiş: “Haydi yaptık, silah, silah, haydi Zahire’ye, Harre meydanı’na!”” demişler, sözün kısası Evs kabilesi birbiri ile, Hazreç de birbiriyle birleşmişler, o sırada durum Peygamberimiz’e ulaşmış. O da huzurlarında bulunan Muhacir ashab-ı kiramla birlikte onların yanlarına gelmiş: “Ey Müslümanlar topluluğu!!.. Allah Allah! Ben aranızda bulunurken de cahiliye davası mu yapıyorsunuz? Allah sizi İslam’a hidayet ettikten küfürden kurtarıp kerem ve yardımı ile cahiliyenin kökünü kestikten ve aranızı bulduktan sonra, yine eski küfre mi dönüyorsunuz?” diye nasihat edince hepsi düştükleri tehlikenin bir düşman tuzağı olduğunu anlayarak derhal ellerindeki silahlarını bırakmışlar, gözlerinden yaşlar dökerek birbirlerine sarılmışlar, kucaklaşmışlar ve Resulüllah’a (sav) itaat ederek beraberce gitmişlerdi. Allah bu şekilde Şemmas’ın fitne ateşini söndürmüş, bu sebeple hem Ehl-i Kitab’a öğüt, hem de müminleri onlardan herhangi birine uymaktan yasaklama maksadı ile hükmü genel olan bu ayetleri indirmiştir.[161]
104/104- Siz Müslümanlardan, insanları hayra çağıran, İslâm şeriatinde güzel işleri yapmayı emreden, yaman işlerden nehyeden, ilim sahibi bir cemaatın bulunsun (bulunması gereklidir.) İşte onlar necat bulanlardır.
Tefsir:
Emr-i bi’l-maruf ve neh-yi ani’l-münker, İslam’ın en büyük rüknüdür. Hz. Peygamber (sav) bir gün minberde iken, “insanların en hayırlısı kimdir?” diye biri soru sordu. Resulüllah (sav): “İyiliği emir, kötülüğe de engel olan, Allah’tan çok korkan kimsedir”[162] buyurdular ve ardından şunu ifade ettiler: “Kim iyiliği emreder ve kötülüğe de engel olursa o kimse yeryüzünde Allah’ın halifesi, Resulünün halifesi ve Kitab’ının halifesidir”[163] Din ilimlerini bilen bir kimsenin bunu yapması, İslami hakikatleri gizlemeden söylemesi gerekmektedir. Öyleleri var ki, adını İslam alimi koyup Kur’an’ın aşikâr ve güzel beyanlarını ve Hz Peygamber’in (sav) hak olan sözlerini gizleyip insanlara anlatmıyorlar. Bilakis bu gerçeklerin tam tersini insanlara dikte ediyorlar. İşte bu tür kimseler Müslümanların aralarına sızmış uğursuzlardır. Müslümanlar içlerine sızan bu tipleri aralarından ayırmalıdırlar.
Ama ne yazık ki, İslam toplumu arasında cehalet o kadar yaygın hale gelmiştir ki, artık iyiyi kötüden fark edecek bir melekeden bile mahrum kalmışlardır. İşte bu durumda olan Müslümanlar, minberde kendilerine anlatılan her şeyi dinden kabul edip onu Allah’ın hükmü olarak zannediyorlar. Hem de bu yalanları can u gönülden dinliyorlar. Bu din hırsızlarının yalan yanlış sözlerini ayıklayabilmek için İslam’ı iyi bilmek gerekmektedir. Bu takdirde o yalan söyleyenlerin behaimliğini ve hokkabazlıklarını çok iyi anlayacaklardır. Nitekim, bazısı, Allah’ın kitabı Kur’an’ın tahrif edildiğini ileri sürmüş, kimi, Resulüllah’a iftira ederek yalan yanlış hadisler uydurmuşlardır. Bununla da kalmamış, Resulüllah’ın (sav) Ehl-i Beytine yapılan ciğersûz işkenceleri, onlara yapılan musibetleri özlerine sermaye-i ticaret sayıp cahil kimseleri kendilerine mutî (itaatkâr) kılmışlardır. Akıllı kendini iyi bilen biri diyor ki: “görseniz ki bir alimin etrafına insanlar yığılmışlar ve hiç kimse onun hakkında hiçbir değerlendirmede bulunmuyor, işte o bir hilekârdır ve riyakâr kimse olup halkın gönül dünyalarına göre ve onların düşüncelerine uygun söz konuştuğundan ona itiraz etmiyorlar. Ama Allah için hak söz konuşan kimse çoğu kimsenin yanında kabul görmez ve onu düşman tutarlar.” İşte bu yüzden Müslümanlara ilim lazımdır ki hakkı batıldan kolaylıkla ayıklayabilsin ve bu din, mezhep hırsızlarının hilelerine ve dolambaçlı yollarına kapılmasınlar.
105/105- (Siz Ehl-i İslam!) kendilerine (ittihat ve ittifak konusunda) aşikâr deliller geldikten sonra ihtilafa düşerek parçalanan (Yahudi ve Hıristiyanlar) gibi olmayın. İhtilafa düşen Ehl-i Kitap için Allah katında büyük azap vardır.
Tefsir:
Ey Müslümanlar! Bir insaf üzere bu ayete bakın ki, Allah (cc) bizi nasıl açık bir şekilde ihtilafa düşmekten men ediyor. Ey İslâm milleti acaba bu ayet-i kerime ile şimdi amel ediyor muyuz? Bu ayetin ihtiva ettiği manalarla eğer amel etseydik bu kadar ihtilaf ve inkılâp ortaya çıkar mıydı? Bu nedenle nerede ihtilaf varsa, bu ihtilafı oradaki İslamî anlayışın zayıf olduğuna, İslam’ın yaşanmadığına bağlamak lazımdır. Başka milletlere baktığımızda aralarında az da olsa ihtilaf bulunmasına rağmen Müslümanlara nazaran bir birlik içindedirler. Fakat Müslümanların arasında bulunan hasetlik ve düşmanlıklar o kadar artmıştır ki gün be gün bu ihtilaf, onların zayıf düşüp sair milletler nazarında hor ve hakir görülmelerine sebep olmuştur. Yazıklar olsun!... İslam’ın güzel düsturlarını başkaları alıp uygulayarak dirlik ve düzene girerken, biz ondan yüz çevirip onların gözü önünde gülünç duruma düşüyoruz. Bu gün öyle bir Ruhan-i reise ihtiyacımız var ki, Müslümanların bu onulmaz dertlerine çare bulsun ve onları bu hastalıktan kurtarsın. Zira bugünkü terbiyecilerimizin, insanlar vaziyet edenlerin her şeyden daha çok kendilerinin düzelmeye, doğru yola gelmeye ihtiyaçları vardır....
106/106-Bir günü (kıyamet gününü hatırlayın ki o gün) bazı yüzler ağarır (müminlerin), bazı yüzler de kararır (Kâfir ve münafıkların). Yüzleri ağaranlara denir ki: “Acaba neden (Tevrat, İncil ve Kur’an’a) iman ettikten sonra tekrar inkâr ettiniz? (Onlar cevap veremeyince, Allah buyurur: Öyleyse Allah’ın kitap ve peygamberlerini) inkâr etmiş olmanız yüzünden cehennem azabını tadınız.
107/107-Kıyamet günü yüzleri ağaranlara gelince, onlar Allah’ın rahmetine girip orada sürekli kalırlar. (Bir daha çıkmazlar)
108/108-) Bu zikrolunanlar, azap ve sevap konusunda Allah’ın ayetleridir. (Ya Muhammed!) Onları ciddi bir gaye için sana okuyup talim ediyoruz. Allah, cümle aleme hiçbir şey hususunda zulüm murad etmez. (Herkes kendi nefsine zulüm eder.)
109/109- Asumanlarda ve yerde bulunan her şeyin tasarrufu Allah’ın elindedir. Bütün işlerin dönüşü Allah tarafınadır.
110/110-(Ey Resulüm!) Senin has ashabın bu ümmetin en güzelidir. Allah sizi insanlığın hidayeti için meydana çıkarıp vücuda getirdi. (Sizin güzelliğinizin sebebi şudur ki:) Siz insanlara, İslam dinini ve güzel amelleri öğretiyor; şirkten ve İslam’ın yasakladığı kötü işlerden nehyediyor, Allah’a iman ediyorsunuz. Ehl-i Kitap da (sizin gibi) inansaydı bu iman etmeleri elbette onlara kendi dinlerinde kalmalarından daha iyi olacaktı. Gerçi içlerinden (Abdullah b. Selam gibi) iman edenler var: Ama Yahudilerin çoğu küfür ve inatlarında kalıp ısrar edenlerdir.
111/111- Eğer (bu Yahudiler, İslam’a girmeseler bile) sözleriyle eziyet etmekten başka bir zarar veremezler. Sizinle savaşa girecek olsalar, size dallarını çevirip kaçarlar. Bundan sonra onlara hiç kimse yardım da bulunmaz.[164]
112/112- Onlar (Yahudiler) nerede olursalar olsunlar, Allah’ın ve Müslümanların ahdine girip cizye vermeyi kabul etmedikçe zilletten kurtulamazlar; zillet onları her yönü ile kaplamıştır. Allah’ın azabına da layık görüldüler, halkın nazarında sürekli zelildirler. Bunun sebebi Allah’ın ayet ve mucizelerini inkâr etmeleri, nahak yere peygamberleri öldürmeleridir. Bu da, Allah’a asi olup onun karar kıldığı hudutları aşmaları yüzündendir.
Tefsir:
Doğru, bu ayet Yahudiler hakkındadır. Fakat her millet, öz kanunlarını uygulamayıp atıl bırakırsa o millet zelil ve zebun olacaktır. Biz İslam milletinin durumu, Yahudilerin durumuna pek yakındır. İslam kanunlarını elden çıkarıp başkalarının kanunlarına göz dikmektense, Kur’an’ı iyi incelemek ve ondan alınan kanunlara itaat edip uygulamak lazımdır. Kur’an gibi, şer-î ve siyasî kanunları bir arada toplayan başka kitabın varlığından söz etmek hiç mümkün müdür?
113/113- (Ehl-i Kitab’ın) küfür v e inat konusunda hepsi bir değildir; Ehl-i Kitap içinde bir cemaat vardır ki gece kalkıp ibadet ederler, Allah’ın ayetlerini gece saatlerinde okurlar, özleri de secde halindedirler; (ki Allah’a ibadetlerden en üstün olanı ona secde etmektir.);
114/114- (Allah’a iman eden Ehl-i Kitap şunlardır ki;) onlar, Allah’a ve ahret gününe inanırlar, iyiliği emreder kötülükten men ederler; hayır tarafına acele davranırlar; işte onlar salih kimselerdir.
115/115- (Bu tür Yahudilerin) yaptıkları her güzel amel kabule şâyan görülüp, mükâfatı da onlara ulaşacaktır. Allah ehl-i takva olan kimselerin ahvalini iyi bilir. (Onlara amellerinin getireceği mükâfattan daha fazlası verilecektir.)
116/116-Kâfir olanlara ne malları ne de evlatları Allah’a karşı bir fayda sağlamaz. İşte onlar cehennem ashabıdırlar; onar orada ebedî kalacaklardır.
117/117- Onların (mallarını bu dünyada övünmek için veya insanlar onları medih ve sena etsinler diye harcayanların) misali, asi olmaları yüzünden öz nefislerine zulüm etmiş bir kavmin ekinlerini vurup da kurutan kavurucu bir rüzgârın durumu gibidir. (Bu tür bir ekinden fayda sağlanamadığı gibi, Allah için verilmeyen bir hayırdan da fayda gelmez). Allah onların ziraatini helâk etmede onlara zulmetmedi. Belki onlar Allah’a asi olmakla öz nefislerine zulüm yaptılar.
118/118- Ey iman edenler! Kendi dininizden olmayan kimseleri dost ve sırdaş edinmeyin. Yahudiler size fesatlık çıkarmadan dûr olmazlar, onlar sizin aranızda sürekli fesat çıkarma fikrindedirler. Sizin zarar ve meşakkate düşmenizi can u gönülden isterler. (Siz Müslümanlar, Yahudilerin kin ve düşmanlığını bilmiyorsunuz. Ama hakikaten) onların kin ve düşmanlığı ağızlarından taşan sözlerden bellidir (fakat siz bunu düşünemiyorsunuz). Kalplerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Gerçekten sizin için, kendi dininize muhabbet ederek ihlaslı olup Allah’ın düşmanlarını dost tutmamanızı anlatan ayetleri beyan ediyoruz. Eğer söz anlayıp iş görenlerdenseniz elbette bu sözlerle amel etmeniz gerekir.
Tefsir:
Resulüllah (sav) devrinde Müslümanlardan bazıları Yahudilerle yakınlaşıp onlara bazı sırlarını söylüyorlardı. Yahudiler de bu sırları açığa vurmuşlardı. Onun için Müslümanlarla araları açıldı. Allah (cc), onun için Müslümanları, sırlarını kendi dindaşlarının dışındaki kimselere açmamalarını bu ayette emir buyurmaktadır. Ayet de bu maksatla inmiştir.[165]
119/119- İşte siz öyle kimselersiniz ki (Bu münafık Yahudileri dost tutuyorsunuz.) Siz onarı seviyorsunuz ama onlar sizi sevmiyorlar, siz Tevrat’ın ahkâmına tamamen iman ediyorsunuz ama onlar sizin kitabınıza asla iman getirmezler. Onlar, sizinle karşılaştıklarında “biz de sizin gibi sizin kitabınıza inandık” derler; kendi başlarına kaldıklarında da, size olan kinlerinden dolayı parmaklarının başlarını dişlerler. (Resulüm!) de ki: Allah İslam dinine kuvvet verip sizi zayıf düşürecektir, hemen durmayın kininizden ölün! Hakikat şu ki, Allah münafıkların sinelerinde olan sırları iyi bilir.
120/120- Size bir hayır ve menfaat yetişse, (Yahudi ve münafıkları) kederli ve mahzun eder; eğer dünyada size bir zarar yetişse, buna da şâd olurlar. Eğer, bunların eziyetine karşılık sabırla yürür, haramlardan sakınırsanız, onların tuzak ve hileleri size hiç bir şekilde zarar veremez. Şüphesiz onların (Yahudilerin) yapmakta oldukları şeyler Allah’ın ilmi dahilindedir.
Tefsir:
Bu ayet, düşmana karşı nasıl üstün geleceğimizin işaretini vermektedir. Her hangi bir millet başka milletlere karşı, eğer üstün gelmek, galip olmak ve onların üzerine hakim bir güç haline gelmek istiyorsa kendi şanını, şevketini, fazilet ve celalini her zaman usulüne uygun bir şekilde göz önünde bulundurması ve bu meziyetleri artırması gerekmektedir. Ne zaman bu meziyetler kendinde bulunur belli bir düzeye ulaşırsa o takdirde başka milletler onların hakimiyet ve güçleri altına girmeğe mecbur olurlar. Bu fikir, Allah’ın “Size bir hayır ve menfaat yetişse, (Yahudi ve münafıkları) kederli ve mahzun eder; eğer dünyada size bir zarar yetişse, buna da şâd olurlar” buyruğun dan hasıl olmaktadır. Evet, daima düşmanı mahzun edecek, sıkıntıya sokacak ceht ve gayret içinde olmamız gerekir. Onun için sürekli düşmanı gamlatacak tasaya boğacak şeylerin tahsiline çalışmalıyız. Yazıklar olsun Müslümanlara ki, Kur’an’ın siyasi konuları içeren hükümlerinden gafil olmaları sebebi ile neredeyse Yahudiler gibi, sürgünden sürgüne mahkûm edilecekler...!
121/121- (Habibim!) Hani sen sabah vakti müminlere savaş menzillerini tayin etmek için öz ayalinin yanından çıkmıştın... Allah müminlerle danışıp konuştuğun şeyleri işitip, onların niyetlerini iyi bilendir.
122/122- O zaman
içinizden iki bölük (Ensardan) içlerine ölüm korkusu düşüp bozulmaya yüz
tutmuşlardı. Ama Allah, onların
yardımcısıdır (Onların kalbine kuvvet verip, onlar da sabit
kadem oldular.) Müminler öz
emirlerinde gerektir ki Allah’a dayansınlar.
Tefsir:
Bu iki ayette Uhud harbi hatırlatılmıştır. Rivayete göre, bir çarşamba günü müşrikler Ebu Süfyan komutasında olarak Medine civarında Uhud dağına inmişlerdi. Resulüllah (sav), ashabıyla istişare etti. Abdullah b. Ubey’i de çağırmıştı. Bundan başka hiçbir şûraya davet etmemişti. İstişare esnasında Abdullah ve Ensar’ın çoğunluğu: “Ey Allah’ın elçisi Medine’de dur, çıkma, biz şimdiye kadar herhangi bir düşmana çıktıksa musibete uğradık ve fakat hangi düşman da üzerimize geldiyse biz de onları musibete düşürdük. Sen içimizde iken daha neler olur? Şu halde bırak onları, şayet kalırlarsa kötü bir yerde kalmış olurlar ve eğer üzerimize gelirlerse erkekler yüz yüze savaşır; kadınlar, çocuklar da taşa tutarlar, geri dönerlerse fena halde ümitsiz ve şaşkın olarak dönüp giderler.” Demişlerdi. Diğer bazıları da: “Herhalde bizi düşmanlarımıza çıkar.” dediler ve bunda ısrar ettiler. Peygambimizin (sav) arzusu Medine’de kalıp savunma harbi vermekti. Neticede çoğunlukla Medine dışında savaşa karar verildi. Buna göre Efendimiz (sav) zırhını giyindi. Zırhını giyince de ısrar edenler: “Biz ne kötü şey yaptık, Resulüllah’a vahiy gelirken ona karşı fikrimizde ısrara kalktık.” diye pişman oldular. Bunun üzerine: “Ey Allah’ı Resulü ne fikirdeysen öyle yap.” Dediler. Resulüllah da: “Bir peygamber zırhını giyince, artık savaşmadan onu çıkarması yaraşmaz.” Buyurdu ve cuma günü namazından sonra bin kişi ile çıkıp hareket etti. Cumartesi günü sabahleyin Uhud’da Şib adlı yere vardılar. Resulüllah yaya yürüyorlardı. Ashabını harp için mevzilere yerleştiriyordu ve safları o kadar tanzim ediyordu ki, biraz çıkmış bir göğüs görse, “geri çekil” diyordu. Vadinin bir yanına kondu. Gerek kendisi ve gerekse askerinin ardını dağa doğru verdi. Abdullah b. Cübeyr’i okçulara komutan yaptı. “Oklarla bizi müdafaa ediniz arkamızdan gelmesinler.” diye onlara emretti. Ve ashabına da: “Bu yerde iyi durunuz düşman sizi görünce dönecektir. Sakın dönenleri takip etmeyiniz ve bu mevziden çıkmayınız.” buyurdu. İşte “(Habibim!) Hani sen sabah vakti müminlere savaş menzillerini tayin etmek için öz ayalinin yanından çıkmıştın...” ayeti onu hatırlatmaktadır. O gün Resulüllah (sav) Müminlerin annesi Hz. Aişe’nin yanından çıkıp harbe gitmişti. Sonra Abdullah b. Übey, emrindeki üç yüz kadar münafıkla beraber bozuluverdiler. Düşman üç bin kadardı. Bunlara karşı yedi yüz Müslüman kaldı. Allah’ın yardımı ile müşrikleri yenilgiye uğrattılar. Resulüllah’ın buyurduğu ortaya çıkmıştı. Fakat bu suretle onların bozulduklarını görünce, Bedir olayı gibi olmasını arzu ederek sabredemediler, geriye kaçanları takibe koyuldular, Resulüllah’ın emrine uymayıp,göstediği yeri terk ediverdiler. Müşrikler, Halit b. Velid[166] komutasında nâgehan arkadan hücum ettiler. Asker Resulüllah’ın etrafından dağıldı. Beraberinde sadece Ali b. Ebi Talib, Ebu Dücane, Sa’d b. Ebi Vakkas, Talha b. Ubeydullah ve Zübeyir b. Avvam olmak üzere dört kişi kalmıştı. Allah’ın Resulüne isabet eden bir taş azının dişinin önündeki dişi kırdı. Atılan ok ve taşlarla Resullüllah (sav), dudağından, alnından ve yanağından yaralandı.
Abdullah b. Ubey üç yüz kişi ile geri döndüğünde az daha Ensar’dan Harise oğulları ile Seleme Oğulları da bunların tesirinde kalıp geri çekileceklerdi. Fakat Allah (cc) samimi olan bu insanların kalbini sağlam tuttu da bunlar ona kapılmadılar, geri dönmediler. İşte 122 nci ayette korkmaya yüz tuttukları belirtilen iki cemaat bunlar idi.[167]
123/123-(Siz Müslümanlar, bu Uhud savaşında Resulüllah’ın sözünü pek dilemediniz Allah da size yardım etmeyip darmadağın oldunuz.) Fakat, and olsun, sizler zayıf (düşmanınız kavî ) iken Allah Bedir’de de size yardım etmişti. Öyleyse Allah’tan korkup onu Resulüne itaat etmekten çıkmayın ki, O’na şükretmiş olasınız.
124/124-(Resulüm!) O zaman sen, müminlere şöyle diyordun: Allah katından yardım için indirilen üç bin melekle Rabbinizin size yardım etmesi, sizin için kifayet etmez mi?
125/125- Evet, (Elbette kifayet eder.) siz sabır gösterir ve Allah’tan sakınırsanız, onlar, (müşrikler) elan gecikmeden üzerinize gelseler, Rabbiniz, savaş için nişanlanmış olan beş bin melekle size yardım eder.
Tefsir:
Ayetin “Rabbiniz, savaş için nişanlanmış olan beş bin melekle” kısmında geçen “nişanlanmış melek” tabirinden anlaşılan o ki, Araplarda şecaatli bir kimse savaşa girdi mi başına kırmızı bir yasarî şeyden nişan bağlar veya karga kanadından (telek) başına işaret kordu. Tâ bilinsin ki bu kimse yaman savaşır, hiç bir zaman firar etmez. Ayette herhalde bu anlatılmak istenmiştir.
126/126- Allah (bu
yardımı), size sırf bir müjde olup
kalpleriniz bu sayede rahatlasın diye yaptı. (Çünkü kalbi tedirgin olan biri nasıl savaşsın?) Yardım, yalnız, mahlukata galip olan her
işin kendisinden bir hikmet üzere vücuda geldiği Allah katındandır. (Ama bu ya melekle olur ya da başka bir şeyle
fark etmez)
Tefsir:
Bu ayette mühim bir nokta vardır ki, Allah (cc) yardım etmek için melek veya başka bir şey ile yardım etmeye ihtiyacı yoktur. Fakat insanlar arasında her güzel işin meleklere isnat edilmesi vesilesiyle Allah da onların ıstılahıyla yani insanlar arasında cari olan üslupla konuşuyor. Onun için yardım makamında meleklerin adını zikrediyor ki, Müslümanların kalpleri rahat edip cihattan geri durmasınlar.[168]
127/127-Allah, kâfirlerden bir kısmını helâk etsin veya onları dağıtıp kaçmaları yüzünden zelil olsun, neticede savaşmaktan ümitlerini kessinler diye (size yardım etti.) [Nitekim savaştan kaçan müşrikler, Mekke’ye zelil bir şekilde dönmüşlerdir.]
128/128- (Ya Muhammed!) senin için benim kullarımın işlerinde bir ihtiyarın yoktur. (Eğer onların helâk olmalarını istesen bile ihtiyar senin elinde değildir. Onların ihtiyarı Allah’ın elindedir. Şu kadar var ki, sen bir müjdeleyici ve cehennem azabından uyarıcısın.) Allah, onlara inayet edip ya tövbe ederler, ya da tövbe etmez azaba duçar olurlar. Hakikat şu ki onlar zalimdirler (Zalimlere de azap müstahaktır.)
129/129- Asumanlarda ve yerde ne varsa Allah’ın mülküdür ve onların tasarrufu O’nun elindedir. Dilediğini bağışlar (eğer tövbe ederse), dilediğine de azap eder (eğer tövbe etmezse) Allah merhamet edip tövbe edenleri bağışlayandır.
130/130- Ey iman edenler! Faizi çok çok artırarak yemeyin. Allah’tan korkun, (faiz yemeyi terk edin). Elbette siz, faizi terk etmeniz sebebiyle Allah’ın azabından kurtulabilirsiniz.
Tefsir:
Bakara suresinin 272 ınci ayetinde Allah, faizin haram olduğunu beyan etmişti. Bu ayette de faizin azı, bir dinar da olsa haram olduğu gibi, kat kat olanı da haram olduğunu beyan etmektedir. Bu ayet gösteriyor ki, faiz alan kimseler imkânları ne kadar iyi olursa olsun yine faiz almaya devam edeceklerdir. Diğer taraftan faiz alan kimse de nâçar kaldığı zaman faiz oranı ne kadar yüksek olursa olsun yine onlar, faiz verip işlerini yürütme yoluna gideceklerdir. Bu kimselerin İslam dinine karşı hiç hürmetleri de yoktur.
131/131- (Ey faiz yiyenler!) Kâfirler için hazırlanmış olan ateşten sakının. (Riba yiyenler nerede ise kâfir hükmünde sayılıp, kâfirler için hazırlanan cehennemde yanacaklardır.)
132-132-Allah’a ve Resulü’ne itaat edin. Bu itaat sebebiyle ümidiniz olsun, ki rahmete erdirilesiniz. (Allah’tan başkasına ümit beslemek şeytan ve mağrur kimselerin işidir.)
133/133- Rabbinizin, sizin için bağışlama sebebi saydığı amellerin tarafına ve bir de takva sahipleri için âmâde kılınmış olup genişliği asmanlar ve yer kadar olan cennet tarafına acele edip yüzünüzü döndürün.
134/134- Muttakilerin özellikleri: Bollukta da darlıkta da Allah yolunda mevcut şeylerden infaz ve ihsanda bulunurlar, öfke anlarında sabredip kinlerini saklarlar ve insanlar olara zulüm yapmış olsalar bağışlayıp geçerler. Allah güzel amel sahiplerinin dostudur.
135/135-Yine onlar ki, çirkin bir günah (büyük günah) yaptıklarında, yahut kendilerine zulüm yapıp her çeşit günahı (büyük veya küçük günahı) işlediklerinde Allah’ı hatırlayıp günahlarına tövbe-istiğfar ederler. Allah’tan başka günahları kim bağışlayabilir? Ayrıca onlar, tövbe ettikten sonra getirdikleri günaha tekrar dönüp ısrar da etmezler. Öyle ki günah işlemenin kabahatini bilerek günah işlemezler. (Bu halde iken günah işlemezler)
136/136-(Yukarıda anlatılan tövbekârların) mükâfatı Allah tarafından bağışlanmak bir de içinde sürekli kalacakları saray ve ağaçlarının altından nehirler akan bir nice bağlar vardır. Güzel amel edenlerin mükâfat ve ücretleri ne güzeldir.
137/137- Sizden önceki ümmetlerin hakkında Allah’ın verdiği helâk kararlarını yer yüzünde bir gezin de ibretle bakın. (Görün ki, Allah’ın peygamberini) tekzip edenlerin ahir emirleri nice oluyor? (MedineError! Bookmark not defined. ile Şam arasındaki Semud kavmine azap düşmüş ve tamamen helâk olmuşlardır.)
138/138- Daha önce anlatılan bu kelam (Kur’an), umûmen insanlığa, tekzip eden insanların ahvalini anlatmak içindir. (Ama bu) takva sahipleri için bir hidayet ve öğüttür.
139/139- [Bu ve bundan sonra gelen ayetlerde Allah (cc) Uhud harbinde biraz ümitleri kırılan Müslümanları teselli ediyor.] (Allah buyuruyor:) Din yolunda cihat ederken gevşekliğe, savaşta yenilgide tasaya düşmeyin. Siz müşriklere galip olacaksınız. Eğer müminliğe varsanız cihat ederken sakın gevşekliğe düşmeyin.
140/140- Eğer size Uhud savaşında yara yetişti ise işin aslı: Sizinle savaşan Kureyş’e de o yara gibisi yetişti. (Uhud günü düşman size galip oldu ya) Onlar öyle gündür ki, biz o günleri insanlar arasında dolandırırız, (Her savaşta bir taraf mağlup olur. Nitekim Bedir’de siz galip oldunuz, Uhud’da biraz mağlup oldunuz. Bunlar hep Allah’ın hükmündedir.) Allah sizi, bu savaşta biraz mağlup etti ki, gerçek müminleri bilsin onların aralarına giren münafıklar birbirinden ayrılsınlar, böylece imanda sabit olanla olmayan fark edilsin ve sizden şehitler alsın, şahitler tutsun diyedir ki, böyle yapar. İmanlarında sabit durmayıp cihadı terk ederek nefislerine zalim olanları Allah dost tutmaz.
141/141-Allah müminleri biraz mağlup etti, her günahtan pâk etsin diye; kafirleri de mağlup etti, köklerini kurutup iz ve esamilerini kessin diye.
142/142- [Bu ayet, Uhud harbinde yenilgi sırasında geri çekilenlere ikaz mahiyetini taşımaktadır.] (Ey savaştan kaçanlar!) Acaba, Allah, cihat etmekte sabredip sabit kadem olanları birbirinden ayırarak belli etmeden, ve cihat edenler O’nun nezdinde ortaya çıkmadan cennete gireceğinizi mi güman ediyorsunuz? [Bir ara Müslümanlar, Uhud savaşında Resulüllah’ı yalnız bırakıp can havli ile bir yerlere çekilmişlerdi. Hz. Peygamber’in (sav) yanında sadece 14 kişi kalmıştı, İşte bu ayette ona işaret var.]
143/143-(Ey Müminler!
Resulüllah’ı savaş meydanında koyup neden geri çekildiniz?) And olsun, halbuki siz, ölümle yüz yüze
gelmezden önce cihat edip şehit
olmayı arzu ediyordunuz. İmdi siz
savaşta ölümü gördünüz; (öyle ki,
görüyorsunuz din kardeşleriniz savaşıp şahadete erişirken, onları koyup
kaçtınız. Ne gûna cennet arzu ediyorsunuz?)
144/144- (Resulüm! De ki:) Muhammed, ancak Allah tarafından size gelen bir peygamberdir. Ondan önce bir çok peygamber ölüme kavuşup gelip geçmiştir. (Bu Muhammed de onlar cümlesindendir.) Şimdi O, mutat ölümle ölür veya öldürülürse, siz dalınızı çevirip (dininizden) geriye mi döneceksiniz? (Din Allah’ın dinidir. O da Ölmez, Bakidir.) Kim dine dalını dönüp çıkarsa, Allah’a hiç zarar eriştiremez (Zararı kendisine olur.). Ama Allah, İslam dininde sabit durup, İslam nimetine şükredenlere elbette hayırlı bir mükâfat verecektir.
Tefsir:
Uhud savaşında müşrik Abdullah b. Kamie, bir taş atıp Resulüllah’ın mübarek yanağını yaralayıp dişini şehit etmişti. Sonra da Resulüllah’ı şehit etmek için üzerine doğru yürüdü. Mus’ab b. Umeyir (ra) hemen karşısına çıkıp Resulüllah’ı siper etti. Zaten kendisi Resulüllah’ın alemdarı idi. O arada Abdullah b. Kamie, Musab’ı (ra) şehit etti. Mus’ab (ra) Resulüllah’a (sav) çok benziyordu. Araplar savaşırken yüzlerini sarıp gözlerinden başka bir yerlerini açık bırakmazlardı. Bundan dolayı Mus’ab’ı öldürürken Resulüllah’ın öldürdüğünü sandı. Sonra insanlara: “Muhammedi öldürdüm” diye haykırmaya başladı. Bu haber insanlar arasında yayılınca Resulüllah’ın (sav) ordusu neredeyse dağılayazacaktı. Resulüllah (sav): “Benim tarafıma gelin” diye nida edince müslümanlar onun tarafına koştu toplandılar. Ensardan Enes b. Nadır (ra): Nereye gidiyorsunuz? Allah Resulü’nün öldüğü yerde siz niye ölmüyorsunuz?[169] Eğer Allah Resulü öldü ise Allah ezeli ve bakidir. Onun ölümünden sonra size hayat ne lazımdır?” Sonra da: “Allah’ım, bunların -yani Müslümanların- yaptığından dolayı özür dilerim. Ben onların -yani müşriklerin- yaptığından da sana sığınıyorum!” dedi ve kılıcını çekip ilerledi. Sonra özünü müşriklerin önüne atıp budam budam onları doğradı. Neticede kendisi de şehit düştü. (Ridvanulllahi aleyhim ecmain.) Bu vakada bu ayet nazil oldu.[170]
145/145- Hiçbir kimse yoktur ki, kendisi öz ihtiyarıyla ölsün. Ancak, Allah isterse ölür. (Allah’ın izni olmadan kimseye ölüm yetişemez) zira herkes için belirli bir vakit tayin edilip karar kılınmıştır (Ölüm Allah’ın iznine bağlı ise şu halde neden cihattan kaçıyorsunuz?). Her kim cihatta dünya mükâfatını istiyorsa, ona dünyada ecrini veririz. [Uhud savaşında ganimetle meşgul olan Müslümanlardan kinayedir.][171] Her kim de cihatta ahret sevabını isterse, ona da bundan veririz. Nimetlerime şükredip cihatta ahret sevabını isteyenlere elbette hayırlı bir mükâfat vereceğiz.
146/146-Nice peygamberler var ki, o peygamberlerin önderliğinde bir çok alim ve dindar kimseler cihat etmişlerdir. (Siz benim peygamberimi koyup kaçtınız. Halbuki siz de onlar gibi olmalıydınız.). Onlar, Allah yolunda cihat etmekte kendilerine ilişen bela ve mihnetten korkmazlar, zafiyete düşüp düşmanlara karşı kendilerini zelil de etmezler (Bilakis, sabredip düşmanlarının karşısında sağlam dururlar. Ama siz sabredemeyip peygamberinizi savaş meydanında bırakarak sıvıştınız.). Allah, her bir bela ve musibete sabredenleri dost tutar.
147/147- (Geçen peygamberlerin önderliğinde cihat edenlerin) sözleri sadece şöyle demekten ibarettir: Ey bizim Rabbimiz! Bizim günahlarımızı, işlerimizde haddimizi aşmamızı bağışla. Ayaklarımızı cihatta sabit kıl, bize yardım eyle, bizi kâfirlere galip eyle.
148/148- (Onların sabit kadem olmaları karşısında) Allah da onlara hem dünya mükâfatını (düşmana galip gelip ganimet almalarını) hem de ahret sevabının güzelini ihsan etti. Allah güzel amel sahiplerini dost tutar.
149/149- [Uhud savaşında İslam ordusunun sindirildiği vakitte münafıklar Müslümanlara dediler ki: Gelin müşriklere karışıp asıl din olan putperestliğe girelim. Allah (cc) bu ayette, bu duruma düşmekten Müslümanları uyarıyor.] Ey iman edenler! Eğer kâfirlere itaat ederseniz onlar, sizi dininizden geriye çevirirler. O zaman hem dünya hem ahret ziyan ederek İslâm’dan çıkmış olursunuz.
150/150- (Görelim sizi Müslümanlar! Münafık ve kâfirlerden uzak durasınız, onlara hiçbir ihtiyaç izhar etmeyesiniz. Onlardan size yardım gelmez.) Bilâkis sizin yardımcınız Allah’tır. O, yardımcıların en hayırlısıdır.
151/151-(Ey müminler! Müşriklerin geri dönmesinden sakın korkmayın. Elbette) onların kalplerine korku salarız böylece sizin tarafınıza dönemezler. Onların kalplerine korku salmamızın sebebi; ellerinde hiçbir hüccet ve delilleri yokken Allah’a şirke karar vermeleridir. Onların menzilleri cehennemdir. Zalimlerin menzil ve barınakları ne yamandır.
Tefsir:
Allah Resulü, Uhud’daki o korkunç sarsıntıdan sonra bir bakıma yeni bir zaferle Medine’ye doğru yol alırken, Ebu Süfyan ordusu da Mekke’ye doğru döndü. Ne var ki, Hz. Peygamber (sav) Medine’nin içine henüz girmiş ve yaralı olanlar yaralarına sargı sarma fırsatı bulamamışlardı ki, Ebu Süfyan ordusu ile dönüp geriye gelme haberini aldılar. Bu durum Müslümanlarda biraz paniğe yol açmıştı ki, Allah (cc) bu ayette müminlere, korkmamalarını, onların kalplerine korku salacağını buyurmuşlar. Neticede Resulüllah’ın geri dönüp Kureyş ordusuna vuracağı haberini Ebu Süfyan alır almaz kurtuluşu kaçmakta buldu.[172]
152/152- Hakikaten siz Allah’ın izni ile müşrikleri yaman bir şekilde öldürürken, Allah size yardım edip vadini doğruladı, evvelemirde sizi düşmana galip etti. (İlk önce böyleydi. Düşmanınızı Allah’ın yardımı ile bozmuş, önünüze katmış devamlı kesiyordunuz, kesecektiniz. Fakat siz bu yardımın tamam olması için sabır, korunma ve emre uymak gibi gerekli şartlara uymadınız. Onun için vadin tahakkuku o zamana kadar devam edebildi. Tâ ki, -dağın eteğinde duranlar!-) Allah, arzuladığınızı size gösterdikten sonra, görüş zaafına düştünüz, emir ve kumandada münakaşa ettiniz ve isyan ettiniz. (Bazınız diyordu ki, “Müşrikler dağıldı. Artık bizim burada durmamıza gerek yok”, bazınız: “Peygamberin sözünden çıkmayalım” diyordunuz.) Cihat etmekle maksadı dünya olan da vardı (okçu tepesinden inip ganimete koştu); ahret olan da vardı, (Yerinde kalıp şehit oldu). (Allah galibiyeti size gösterdikten sonra itaat etmemeniz yüzünden) sizi o musibetlerle denemek için müşrikleri mağlup etmekten alıkoydu. Bununla beraber şurası muhakkak ki, tövbe edip pişmanlığınız nedeniyle sizi affedip günahlarınızdan geçti. Allah müminlere fazıl ve merhamet sahibidir, (hemen tövbe makamına gelip tövbe ettiler ya, onların günahlarını bağışlar.)
153/153-O zaman Resulüllah dalınızdan size seslenip çağırırken siz, kaçıp uzaklaşıyor, korkunun şiddetinden hiç kimseye meyil edip bakmıyordunuz. (Resulüllah’ı dinlemeyip ona gamm ve gusse vermeniz yüzünden Allah da sizi şiddetli bir şekilde sarsıp) büyük gamm ve gusse ile ceza verdi ki, gerek elinizden gidene, gerekse başınıza gelenlere üzülmeyesiniz. Allah, yapmakta olduklarınızdan haberdardır.
154/154- Kaçıp dağıldıktan sonra o gam ve gussanın ardından Allah size bir uyku gönderdi ki, emanda olup kendinize gelesiniz. (Bu uyku,) sizinle savaşta olan (müminlerden) bir kısmını tuttu. Ama savaşta olan diğer bir kısmını (münafıkları) ise uyku tutmadı. Onlar, korku içinde kalıp, himmet ve fikirleri, özlerini kurtarmaktı. (Onlarda din ve peygamberi koruma fikri ne arıyordu!); Allah’a karşı nahak yere cahiliye dönemindeki düşüncelerine dalıyorlardı, (Güman ediyorlardı ki, Müslümanlara yardım etmeyelim, tâ İslam dini payımal olup gitsin.) “Hani Allah bize yardım edip düşmana galip olacaktık, nerede?” diyorlardı. (Ya Muhammed! O münafıklara) de ki: Bilin ki, zafer elde etmek, düşmana galip gelmek, kaza ve kader, Allah’ın tasarrufundadır, (ne zaman isterse onu kullanır. Resulüm!) Onlar (münafıklar), sana açıklamadıklarını içlerinde gizliyorlar. “Eğer Allah bize yardım ve galibiyet verseydi burada (Uhud savaşında) öldürülmezdik.” diyorlar. Sen de, de ki: Eğer oturup evlerinizde kalsaydınız bile, öldürülmesi takdir edilmiş olanlar, öldürülecekleri zaman ve mekânda ölürlerdi. (Evde saklanmak onları ölümden kurtarmaz). Allah, sinelerinizdeki olan sırları imtihan etmek ve (siz müminlerin) kalplerini şeytanın vesvesesinden pâk ve temiz kılmak için (sizi cihat meydanında böyle yaptı). (Ama münafıkların şek ve şüpheleri, hiçbir zaman onlara iman rızkını nasip etmez.) Allah, sinelerde olan sırları iyi bilir.
Tefsir:
Uhud savaşında Resulüllah’ın ordusu sarsıntı geçirdi. Ordunun dağılıp kaçacağı zaman Allah müminlere hafif bir uyku verdi. Böylece kaçmak isteyenler de uykuya tutulup yerlerinde kaldılar. Ama münafıkları uyku tutmadı. Müminlerin uyuklamalarında şu gibi faydalar düşünülebilir:
1-Savaş meydanından kaçmak isteyenler vardı. Uyku tutunca kaçmadılar.
2-Kaçma hususunda birbirleriyle konuşarak, uykuya tutulup toplu kaçışı sağlama imkânını bulamadılar.
3-Bildiler ki, her şeyin dizgini Allah’ın kudret elindedir. Hatta, kaçmak imkânı bile yoktur.
4-Onlarda bulunan korkuyu giderdi. Böylece kendilerini güvende hissettiler. Münafıkları uyku tutmadığından kaçıp tâ Medine’ye indiler.
155/155- (Uhud’da) iki ordu (Müslümanlar ve Müşrikler) karşılaştığı gün, sizi bırakıp kaçanları, sırf işledikleri bazı günahları (Peygamber’e itaat etmemeleri) yüzünden şeytan (nefs-i emmare) aldatıp, hataya saldı (yoksa kendileri kasten savaştan kaçmadılar). Hakikaten Allah affedip savaştan kaçanların günahından geçti. Şüphe yok ki, Allah tövbe edenleri bağışlayıp onlara azap etmede aceleci değildir.
Tefsir:
Bu ayetin “(Uhud’da) iki ordu (Müslümanlar ve Müşrikler) karşılaştığı gün, sizi bırakıp kaçanları, sırf işledikleri bazı günahları (Peygamber’e itaat etmemeleri) yüzünden şeytan (nefs-i emmare) aldatıp, hataya saldı (yoksa kendileri kasten savaştan kaçmadılar).” kısmı eğitim adına önemli bir noktaya işaret etmektedir. Evet ayette geçen ifadede, Allah (cc), insanların örfüne göre nazik bir anlatımla hata işleyene karşı nasıl davranılacağını beyan etmiştir. Nitekim örfte, uygunsuz bir iş gören kimseye “falan bu işi kasten yapmamıştır, yanılarak yapmıştır. Şeytan onu aldatmıştır.” gibi ifadeler kullanılır ki, kişi kendi günahını kabul edip kendiliğinden terk etsin. Buna benzer olarak, Allah (cc) savaştan kaçmayı, Allah Resulü dinlemeyip okçular tepesini terk etmeyi, şeytanın vesvesesine isnat etmiştir ki, onlar kendiliğinden kusurlarını kabul edip desinler: “Yok vallahi! Bu şeytandan oldu. Yoksa biz savaştan kaçan insanlar değiliz.” Böyle nazik bir kullanımla onları Allah Resulü’ne itaat etmekten çıkarmamış oldu. Fakat onların, savaştan kasten veya bilmeyerek kaçmaları onları irşat etme konusunda pek değişmez. Belki de kasten kaçanlar da olmuştur. Bu onların başına kakılmamalıydı. İşte Kur’an da bunu yapmıştır. İnsanları irşat etmede bu gibi kullanım tarzında İslam büyüklerine büyük bir ibret vardır. Evet burada İslam’a muhalif kimselere ne gibi davranılacağına/konuşulacağına önmeli bir ifade tarzı seçilmiştir.
156/156- Ey iman edenler! Kâfirler (Abdullah b. Ubey ve arkadaşları) gibi olamayın ki, onlar, sefere çıkıp ölüm kendilerine yetişen, ya da cihada gidip öldürülen, özleri gibi kâfir ve münafık kardeşleri hakkında: “Onlar bizim yanımızda olup sefere gitmeselerdi ölmezlerdi, cihada gitmeselerdi öldürülmezlerdi” dediler. Allah bu kanaatı onların kalplerine (kaybettikleri yakınları için onulmaz) bir hasret yarası olarak koydu (ki, sürekli gam ve gussada kalsınlar). Dirilten ve öldüren Allah’tır ve Allah yaptığınız şeyleri hakkıyla görmektedir.
157/157- Eğer Allah yolunda cihat ederken öldürülseniz ya da, cihada giderken seferde size ölüm yetişse şunu bilin ki, evlerinizde eyleşip dünya malı toplamaktan Allah’ın rahmet ve mağfireti daha güzeldir.
158/158- Andolsun, cihada giderken ölüm size yetişse de, cihatta öldürülseniz de, elbette Allah tarafına haşrolunacaksınız, (O vakit amellerinizin karşılığını size ulaştıracaktır.)
159/159- (Ya Muhammed!) Allah’ın rahmet ve inayeti seni kuşatması sebebiyle, (Uhud savaşında kaçanlar için) güzel ahlakla yumuşak davrandın sana asi olup dağılmalarından ötürü bir büyüklük gösterip onlara hiç kirlenip öfkelenmedin. Şayet sen kötü huylu ve katı kalpli olsaydın senin arkadaşların hemen etrafından dağılıp, seninle hiç kimse kalmazdı, (onları senin yanında tutan, güzel ahlakındı.) [Allah, Resulünün güzel ahlakını öve öve yine tekid makamında:] (Resulüm! Uhud savaşında kaçanları bağışla. Hatalarını affet.) onlar için Allah’tan mağfiret iste, gerek savaş ve gerekse başka işlerde yine onlarla istişare et. (Resulüm! Şura edip, çoğunluğun kararını kabul edip ) bir kere de artık o fiili yapmaya karar verdikten sonra Allah’a tevekkül edip o işi yapmaya başla. (İşin iç yüzünü ancak Allah bilir.). Allah, tevekkül eden kimseleri dost tutar.
160/160- Eğer (Bedir savaşındaki gibi) size yardım ederse, size galip olacak hiçbir kimse yoktur. Eğer size (Uhud savaşındaki gibi) tam ihtiyacınız anında sizi yardımsız bırakırsa, ondan sonra size kim yardım eder? Müminler ancak Allah’a tevekkül etmelidirler.
161/161-Hiçbir peygamberin, ganimeti gizletip cihat edenlere taksim etmemesi düşünülemez. Kim ganimetten gizletirse, o kimse kıyamet günü gizlettiği şeyi boynuna dolayarak mahşere getirir. Ondan sonra herkese -haksızlığa uğratılmaksızın- kazandığı tastamam verilir.
Tefsir:
Okçular, merkezi terk edip ganimete koşmalarına sebep olarak, “Resulüllah herkesin aldığı kendisinin olsun der de, ganimetleri taksim etmez diye korktuk, nitekim Bedir’de taksim etmemişti.” demişler, Resulü Ekrem de: “Demek ki ganimetleri size taksim etmeyeceğiz de hainlik yapacağız zannettiniz” buyurmuştu. Bu sebeple Peygamber’in şanını tenzih ve hainliğin Allah’ın gazabını çeken büyük bir günah olduğunu ve cezasız kalmayacağını açıklamak için bu ayet nazil olmuştur.[173]
162/162- Allah’ın rızasına uyup devamlı onun rızasını isteyenlerle Allah’ın gazabına uğrayanlar bir olur mu? Böyle kimselerin yeri cehennemdir ve ne yaman dönülecek yerdir cehennem.
163/163- (Allah’ın rızasına uyanlarla uymayanlar arasında elbette fark vardır.) Onlar, Allah katında derece derecedirler, (Herkes öz ameline göre reftâre yürüyecektir.) Allah onların yapmakta oldukları şeyleri görendir.
164/164- Andolsun ki onların arasından, öz cinslerinden onlar gibi birini (Muhammed sallallahu aleyhi vesellemi) kendilerine Allah’tan gelen Kur’an ayetlerini okuyan (bunu öğretmekle onları cehaletten kurtaran), onları küfür ve pis işleri yapmaktan temiz ve pâk eden, Kur’an’ı ve bizzat kendisi tarafından vaz ettiği kanun ve hikmetleri (sünneti) halka talim eden bir peygamber göndermekle Allah, müminlerle büyük bir lütufta bulunmuştur. İnsanlar bu peygamberden (Muhammed’en) önce aşikâr bir dalalette idiler, (Ama şimdi bu peygambere uymakla dalaletten kurtulup hidayet bulabilirler.)
Tefsir:
Yüce Peygamberimiz (sav), nübüvvetinin ispatında hep Kur’an-ı Kerim’i göstermiştir. Kim ondan mucize isterse “Benim en büyük mucizem bu Kur’an’dır ki Allah tarafından gönderilmiştir. Eğer gücünüz varsa bunun surelerinden birine denk bir sure getirin. diyordu. Araplar belâgata ve fesahate alışkın olmalarına ve bu işi iyi yapmalarına rağmen yapamadılar. Eğer kudretleri olsaydı, Kur’an’a bir nazire getirip nübüvvetin yalan olduğunu ispat ederlerdi ama yapamadılar. Resulüllah’tan ne zaman mucize istemişlerse O: “Benden bunların hiçbirisi sadır olamaz.” demiştir. Kitaplarında Resulüllah’a dair mucizelerin olduğunu, yani mucize gösterdiğini yazanlar Kur’an’ın manasını iyi anlamıyorlar. Çünkü Kur’an’da bir çok yerde Allah buyuruyor ki: “Ya Muhammed! Senden mucize istiyorlar. De ki: Onların hiçbiri benden sadır olmaz. Ben bir beşerim. Allah tarafından elçi olarak gönderilmişim ki, O’nun kelamını sizlere haber vereyim” Resulüllah’ın mucize gösterdiğini kabul etmekle güyâ ona bir kıymet atfediyorlar. Halbuki bunu düşünmüyorlar ki, Kur’an’dan başka daha nasıl mucize olabilir?[174] Bu konuda İsra suresinde geniş açıklama yapılacaktır.
165/165- Siz Müslümanlara (Uhud savaşında) müşriklerden bir musibet yetiştiği, (yetmiş kadar Müslümanın şehit olduğu) ve halbuki, gerçekten (Bedir savaşında) onlara bunun iki mislini yapmış olduğunuz (Bedir’de Müslümanların, yetmiş kişiyi öldürüp, yetmişini de esir almış olduğu.) için mi, “Bu musibet başımıza nereden geldi.” dediniz? (Resulüm! Onlara) de ki: O musibet size öz nefsinizden yetişti. Allah her şeye (sizi gâh galip gâh mağlup etmeye) kadirdir.
166/166- İki birliğin (Uhud’da Müslüman ve müşriklerin) karşılaştığı gün size yetişen musibetler Allah’ın izni dairesinde olmuştur. (Bu daha önce geçen nedenlerden dolayıdır. Böylece imanlarında sabit kadem olanlarla olmayanlar birbirinden temyiz edilmiştir.)
167/167- Bu musibetin başınıza gelmesi (bir de) münafıkları ortaya çıkarması içindi. (Nitekim, Abdullah b. Ubeyy ve arkadaşlarının nifakı ortaya çıktı). (Müminler, münafıklara:) “Gelin Allah yolunda cihad edin, ya da (savaşmak istemeseniz bile bize katılın; orduyu çok göstermekle) düşmanı savun.” dediklerinde, “Allah yolunda cihat etmeyi bilseydik size katılırdık” dediler. (Ey müminler! Onlara bu sözleri demek yaraşmaz. Ama ne yazık ki,) onlar o gün, imandan daha çok, küfre yakındılar. Ağızlarının dediğinden kalpleri haberdar değildi. Allah onların kalplerinde gizledikleri iki yüzlülüklerini en iyi şekilde bilmektedir.
168/168- (Resulüm!) Savaştan geri durup da (Uhud savaşında) şehit olan (nesepçe) kardeşleri hakkında: “Bize uyup savaşa girmeselerdi her halde öldürülmezlerdi” diyen (o münafıklara), “Eğer bu sözünüzde sadıksanız öz nefsinizden ölümü savın bakalım. (Ta ki, ölüm size erişmesin.)” de. (Halbuki ölüm size mutlaka erişecek, fakat cihat meydanında ölmek başka bir ayrıcalığa sahiptir.)
169/169- (Ey savaştan kaçanlar!) Allah yolunda şehit olanları ölü güman etmeyin. Bilakis onlar diridir. Öz Rableri yanında onlara her çeşit rızık onlara yetişir.[175]
170/170-Onlar, şahadete erişip onun mukabilinde Allah’ın öz fazıl ve rahmetinden kendilerine verdiği nimetlerle şâd olurlar. Cihatla meşgul olup henüz şahadete erişemeyen dünyada kalmış din kardeşlerine de kıyamet gününde Allah’ın azabından onlara ne korku ne de tasa erişmeyeceği müjdesini vermektedirler.
171/171-Şehit olanlar (bir de), Allah’ın öz fazıl ve rahmetinden onların dünyadaki cihat eden kardeşlerine öldükten sonra verileceğinin müjdesiyle şad oluyorlar. Hakikaten Allah müminlerin ecirlerini zayi eden değildir.
172/172- (Uhud savaşında) kendileri yara aldıktan sonra Allah’ın ve Resulü’nün sözünü dinleyip (müşrikleri ardından takibe koyulanlar; özellikle) iyi amel işleyip takva sahibi olanlar için Allah’ın yanında büyük ecir ve sevap vardır.
Tefsir:
Bu ayet de Uhud’un arkası sıra Hamrau’l-Esed vakası hakkında inmiştir. Rivayet olunuyor ki, Ebu Süfyan ve arkadaşları Uhud’dan çekilip Revha denilen yere vardıklarında pişman olmuşlar: “Çoğunu öldürdük, azı kalmıştı, neye bıraktık geldik, herhalde dönmeli ve köklerini kesmeliyiz.” diyerek, dönüp Müslümanlara tekrar hücum etmek istemişlerdi. Hz. Peygamber (sav) de bunu derhal haber almış ve onları yıldırmak, kendinin ve ashabının kuvvetini göstermek içim, Ebu Süfyan’ı takip etmek üzere ashabını teşvik etmiş ve: “Bugün bizimle beraber, yalnız dünkü günümüzde hazır bulunanlar çıksın.” buyurmuştu. Şu halde Peygamber’le beraber bir cemaat hareket ettiler ki, yetmiş kişi oldukları söylenmiştir. Medine’den yaklaşık on beş km. mesafede bulunan Hamrau’l-Esed isimli yere kadar vardılar. Ashab yaralı idiler, çok zahmet çekiyorlardı, sevaplarını kaçırmamak için katlanıyorlardı. İçlerinde öyle yaralılar vardı ki sıra ile birbirlerini sırtlarında taşıyorlardı. Biraz birisi yükleniyor, biraz sonra binen inip altındakini yükleniyordu. Yine içlerinde saatlerce birbirlerine dayanarak gidenler bulunuyordu ki, hep bunlar yaraların ıstırabından idi. Fakat Allah müşriklerin kalplerine korku koydu da kaçtılar. İşte bu ayet, bu hal içinde Resulüllah’ın (sav) davetine katılan bu müminler hakkındadır.[176]
173/173- (Nuaym b. Mesut gibi) bir kısım insanlar, müminlere: “Mekkeliler sizin için toplanıyorlar. Korkun da sakın savaşa gitmeyin.” dediklerinde, onlara hiçbir korku gelmeyip bilakis kendilerini daha güçlü hissederek imanlarını artırmış, tekrar savaşa karar vermişlerdi; ve “Allah bize kifayet eder. O ne güzel vekildir!” derler.
Tefsir:
Rivayet olunuyor ki, Ebu Süfyan Uhud’dan Mekke’ye karar verdiği zaman: “Ey Muhammed, sözleşme zamanımız Bedir mevsimi olsun, istiyorsan orada savaşırız.” Diye seslenmişti. Hz. Peygamber de “İnşallah! dedi. Belirlenen vakit yetişince Ebu Süfyan Mekkelileri alıp çıktı. “Merru’z-Zehran” isimli menzile kondu. Fakat Allah (cc) onların kalbine korku saldığından istediler ki kaçsınlar. O sırada Nuaym b. Mesud’a rast geldi ki, bu Nuaym, umre yapmış geliyordu. Ebu Süfyan buna: “Ey Nuaym, ben Muhammed’le anlaştım ki, Bedir’e gidip savaşayım. Bu sene ise kurak bir yıl, kıtlık yılıdır. Ben savaşmak istemiyorum. Bunun için dönmek istiyorum. Fakat eğer Muhammed (sav) Bedir’e gelir de, ben gelmezsem bu ona iyice cüret verir. Onun için Medine’ye git onları oyala, oradan çıkmaya koyma. Buna karşılık sana on deve vereyim.” dedi. Nuaym Medine’ye geldi gördü ki Müslümanlar hazırlanıyorlar. “Bu ne hayaldir! Onlar geçen yıl memleketinize geldiler, sizi öldürdüler. Şimdi onlara yakın gidiyorsunuz, onlar öyle çoklar ki hiçbiriniz onların elinden kurtulamazsınız bu kez.” dedi. Fakat bunun sözlerine hiçbir Müslüman kulak vermedi. “Allah Tealâ bizim vekilimizdir.” dediler. Resulüllah (sa) beraberindekilerle Bedir’e geldiler. Burası aynı zamanda bir pazar yeridir. Burada müşriklerden kimseye rastlamadılar. Burada alış veriş yapıp Medine’ye döndüler. O zaman bu ayet nazil oldu.[177]
174/174-Bunun üzerine kendilerine hiçbir eziyet dokunmadan, Allah’ın ihsan ve lütfü ile alış-veriş yapıp sağ ve selamet (Medine’ye) döndüler. (Cesaret gösterip Mekkelilere karşı savaşa çıkarak) Allah’ın rızasına uydular. Allah, büyük lütuf ve bahşiş sahibidir.
175/175-Hakikat şu ki, sizi bu davadan saklayıp korkutmak isteyen (Nuaym b. Mesud) şeytanıdır. (Sizi, dostu Ebu Süfyan ve onun ordusundan korkutmaya çalışıyordu). Eğer müminseniz onlardan korkmayın, benden korkun da (Peygamber’e itaat ederek onunla birlikte savaşa gidin).
176/176- (Resulüm!) İmandan vazgeçip küfür tarafına koşuşturanlar (Uhud savaşından kaçan münafıklar) seni mahzun edip tasalandırmasın. Onlar elbette Allah’a hiçbir şeyde zarar yetiştiremezler. Bilakis zararları öz nefislerine aittir. (O kadar nifak ve küfürde azmışlar ki, erhemerrahimin olan) Allah bile istiyor ki, onların küfründen dolayı kendilerine ahrette sevap ve ecir adına hiçbir şey vermesin. Onlara sevap yerine büyük azap vardır.
177/177- Gerçekten (o münafıklar) iman yerine küfür alıyorlar. Allah’a hiçbir zarar eriştiremezler. Onlar için ahrette ziyade azap veren eziyet vardır. [Uhud savaşı ile ilgili ayetler burada sona erdi.]
178/178-(Resulüm!) Bu kâfirler güman etmesinler ki, kendilerine mühlet verip dünya nimetlerine kavuşmaları özleri için hayırlı bir şeydir. (Onlar böyle güman etseler bile,) onlara ancak (uzun ömürlü olmalarıyla) günahlarını artırmaları için fırsat veriyoruz. (Günahları yüzünden ahrette) onlar için son derece hor ve zelil edici azap vardır.
179/179-Allah, müminleri şu bulunduğunuz halde bırakacak değildir, (ki mümin, münafık hep karışık olup birbirinden fark edilmesin). Encamında habis (münafık) olan, pâk (mümin) onlardan ayrılacaktır. (Nitekim Uhud savaşında münafıklar, müminlerden ayrıldılar.) Allah siz insan oğlunu “gayb ilmine” muttali kılıp haberdar etmemiştir de. Fakat, Allah elçilerinden dilediğini (gayb ilmini öğretmek için) seçer. (Her hal ü kârda “gayb ilmi” Allah’a mahsustur. Sizden kim “gayb ilmini” bildiğini iddia ederse onun iddiası batıldır.) Öyleyse Allah’a ve O’nun peygamberlerine iman getirin. (İman edin Allah’a ki, O eşsiz bir şekilde gaypları bilendir. İman getirin O’nun peygamberlerine ki, güzide bendeleridir. Hiç bir ilim onlarda yoktur, meğer Allah’tan gele. Hiçbir haber vermezler, meğer Allah’tan ola. Hiçbir “gayp ilmi” onlarda yoktur, meğer Allah’tan verile). Eğer (siz münafıklar!) iman getirir takva sahibi olursanız, sizin için de Allah katında büyük mükâfat olacaktır.
180/180- O kimseler ki, Allah onlara öz fazıl ve rahmetinden dünya malı vermişken onları cimrilik tutup Allah yolunda infak ve ihsan etmiyorlar. Böyle kimseler güman etmesinler ki bu cimrilik onlar için hayırlı bir iştir. Bilâkis onlar için bu şerdir. Elbette o cimrilik ettikleri mal kıyamet günü onların boynuna bir halka olarak dolanacaktır. (Ki, onun ağırlığından yüzüstü haşrolacaklardır.) Asumanlarda ve yerde bulunan şeylere sahip olmak Allah’a mahsustur. Şu an yapmakta olduğunuz her amelden Allah haberdardır.
181/181- Andolsun ki, “Gerçekten Allah fakir, biz zenginiz” diyenlerin sözlerini Allah işitmiştir. Elbette onların bu sözlerini ve haksız yere peygamberleri öldürmelerini birlikte tespit edip yazacağız. Kıyamet günü de onlara diyeceğiz ki: Bu yandıran odun azabını tadın.
Tefsir:
Rivayet oluyor ki Resulüllah (sav) ashabından Hz. Ebu Bekir (ra)’ı Beni Kaynuka’ Yahudilerine göndermişti. Gayesi onlara İslam’ı; namaz kılıp zekât vermeyi öğretsin. Hz. Ebu Bekir (ra) gidip onlara Resulüllah’ın fermanını onlara iletti. Onları İslam’a davet etti. Onların alim ve din adamları Fenhas şöyle dedi: “Ey Ebu Bekir! Allah bizden karz-ı hasen istiyor. Belli ki, Allah fakir biz zenginiz.” Bunun üzerine Ebu Bekir (ra) çok öfkelendi Fenhas’ın yüzüne bir sille vurdu. Ve dedi ki: “Eğer aramızda bizimle senin arandaki anlaşma olmasaydı boynunu vururdum ey Allah’ın düşmanı!”. Bunun üzerine Fenhas Resulüllah’a (sav) gelip Ebu Bekir (ra)’ı şikâyet etti ve dediği sözleri inkâr etti. O vakit bu ayet nazil oldu.[178]
182/182-Bu azap, dünyada iken ellerinizle ettiğinizin karşılığıdır. (Dünyada peygamberleri öldürüyor, Allah’a fakirlik isnat ediyor ve benzeri çirkin işler yapıyordunuz. İşte onların karşılığıdır.) Allah elbette bendelerine zulüm eden değildir.
183/183- (Resulüm! Yahudiler sana) dediler ki: “Hakikaten Allah bize, gökten gelen ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe hiçbir peygambere inanmayacağımıza dair ahitte bulundu.” (Ya Muhammed! Eğer sen böyle bir kurban getirirsen sana inanırız). (Resulüm!) De ki: Size benden önce aşikâr mucizelerle peygamberler geldiler; hem bir de, gelen mucizelere “bu nereden geldi” diyordunuz. Doğru insanlarsanız (yani sizin babalarınız), öyleyse ya neden gelen o peygamberleri öldürüyordunuz? (Sizin babalarınız öldürüyordu.)
Tefsir:
Yahudilerin ele başlarından bir çok kimse Resulüllah’a gelip dediler ki: “Allah biz Tevrat’ta söz verdir ki, gökten gelen ateşin kendisini yakıp yok edeceği bir kurban getirmeden hiçbir peygambere inanmayın. Eğer sen bize böyle bir mucize getirirsen sana inanırız. Onun için bu ayet nazil oldu.[179]
Burada Resulüllah (sav) Yahudilere böyle bir mucize getiremeyeceğini, mucizenin gelmesi yalnız Allah’a onun emrine bağlı olduğunu ifade etmişlerdir. Çok yerde anlattığım gibi burada da aynı konu işlenmiştir. Yahudiler, Resulüllah (sav)’den mucize istiyor o da, buyuruyor ki, sizin istediğiniz mucizenin gelmesi olası değildir. Mucize, Allah’ın bizzat kendisinin istemesiyle peygamberine verdiği harikulade hallerdir. Hakir (kendisini kastediyor) düşünüyorum da, İslamî kaynaklarda ne kadar Resulüllah’a isnat edilen şeyler vardır ki, iyi düşünüldüğünde bunların hepsi Hz. Peygamber (sav)’in şanını düşürücü şeylerdir. Bunalın hurafe olanlarına inanmak Kur’an’ı tekzip etmek gibidir.
184/184- (Resulüm!) Eğer seni tekzip edip nübüvvetini kabul etmiyorlarsa garipseme; gerçekten senden önce Allah tarafında halkâ aşikâr olan mucizeler, muhtasar kitaplar (yani sahifeler) ve (Tevrat, İncil ve Zebur gibi) nuranî büyük kitaplar getiren peygamberleri de tekzip ettiler. (Yalanlanan yalnız sen değilsin).
185/185-(Resulüm! Eğer seni tekzip ediyorlarsa ondan sana herhangi bir şey gelmez;) her nefis ölümü tadıcıdır, (o vakit peygamberi tekzip etmenin cezası onlara ait olacaktır.) Her kim cehennemden kenar olur, cennete girerse artık o kimse necat bulmuştur, (ondan başkası kurtulamaz.) Bu dünyanın dirliği meğer, dışı süs, içi pis olan şeyi alarak aldanan kimse gibi imiş.
186/186- (Ey müminler! Bundan sonra,) mallarınız telef olup canınız da cihat ederken çıkmakla imtihan olacaksınız; sizden önce kendilerine kitap verilen (Yahudi ve Hıristiyan)lardan ve müşriklerden çok eziyet veren sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder onların eziyetine mukabil eziyet etmekten sakınırsanız böyle makamda sabretmek vacip olan emirlerdendir.
Tefsir:
Bu ayette görüldüğü gibi eziyete karşı eziyet etmekten sakınmamızı istiyor. İslam dinine saldıran insanlar diyorlar ki: İslam’ın binası cebren zorba ile kılıçlar üzerine kurulmuştur. Bu ayete bakıp ibret alsınlar. Resulüllah (sav)’in girdiği her savaşın makul bir sebebi vardır. Onun savaşları ya Kureyş’le olmuş ya da Yahudilerle. Kureyş’in bizzat kendileri gelip Resulüllah’a hücum etmişlerdir. Allah Resulü ise onlara karşı savunma savaşı vermiştir. Yahudilere gelince, onlar, Allah Resulü (sav) ile aralarında olan ahdi bozmuş içten düşmanlık etmişlerdir. Eğer İslam’ın binası onların dediği gibi kurulmuş olsaydı Yahudi ve Hıristiyanlar kendi dinlerinde serbest olmaları, buna karşılık aralarında anlaşmanın yapılması, yani bir arada yaşamaları mümkün olur muydu?
187/187-Allah, kendilerine kitap verilenlerden, (Tevrat, İncil ve Kur’an ehlinden), “Siz alimler! O kitapların hükümlerini gizlemeyeceksiniz, onu insanlara açıklayacaksınız” diyerek ahit almıştı. Ama alimler o muhkem olan ahdi dallarına atıp, o kitapların hükümlerini insanlar için dürüst bir şekilde beyan etmediler. Belki, az bir dünya metaı alıp o hükmü değiştirdiler. Dünya metaını Allah’ın hükümlerine mukabil satın almaları ne yaman şeydir.
Tefsir:
Bu ayet, şuna delildir ki, Alimler, hak sözü insanlar için beyan etmeleri gerekir. Küçük bir dünyalık için kişinin hoş ümidine göre anlatıp, insanlardan korkmak gibi durumlarda gerçeği gizlememelidirler. Ama bu, ölüm pahasına dahi olsa böyle olmalıdır. Buna göre şimdi bizim alimlerimiz acaba ne kadar bu ayetin gereğine uyabiliyorlar? Bu konu bu gün insanlığın derdini anlayıp onların ıstırabını hissedenler için çok açıktır. Onlar bunu anlarlar.
188/188- (Resulüm!) Güman etme ki, yapıp eylediği amelleriyle şâd olup, onu çok güzel bir iş sayanlar ve yapmadıklarıyla övünenler, evet, onlar için güman etme ki, ahret azabından kurtulacaklar. Onlar için kıyamet gününde ziyade eziyet verici azap vardır.
189/189- Göklerin ve
yerin saltanatı Allah’a aittir ve Allah her bir şeye kadirdir.
190/190- Hakikaten akıl sahipleri için asumanların ve yerin yaratılmasında, gece ve gündüzün gidip gelmesinde Allah’ın tevhit ve kudretine aşikâr olan deliller vardır.
191/191- Onlar, ayak üstü dururken, otururken, yan üstü yatarken Allah’ı zikredip, göklerin ve yerin yaratılmasının keyfiyeti hususunda tefekkür ederler. (Allah’ın birliği ve kudreti, bu alemi yekünen yarattığı onlara ayan olunca hemen tutuşur, duaya başlarlar ve şöyle derler:) Ey bizimi Rabbimiz! Her bir ayıp ve noksandan münezzehsin. Bu asumanları ve yeri batıl ve abes yere yaratmamışsın. Bizi cehennem ateşinin azabından sakla.
192/192-Ey bizim Rabbimiz! Gerçekten sen, kimi cehenneme koyarsan, nihayet derecede onu zelil edersin. Meğer zalim olan kimseler için, hiç bir yardımı dokunan olmaz.
193/193- Ey bizim Rabbimiz! Cidden, bizi iman tarafına çağıran şahsı (peygamberi) işittik; insanları imana çağırıp diyor: “Gelin Rabbimiz Allah’a iman getirin” Biz ona tabi olup iman getirdik. Bizim büyük günahlarımızı bağışlayıp, küçük günahlarımızı amel-i hayır sebebine ört. Bizi (ruhlarımızı) öldükten sonra, güzel amel sahipleriyle bir yerde karar kıl.
194/194- Ey bizim
Rabbimiz! O sevap ki vadetmişsin, peygamberlerini tasdik etmeye karşılık
veriyorsun, onu bize ver, kıyamet günü bizi zelil etme. Şüphesiz sen hilaf-ı
vade etmeyip her verdiğin sözde vefa edersin.
195/195- (Bunun gibi dua edenlerin dualarını) Allah kabul edip (onların hakkında buyuruyor:) Gerçekten ben her amel eden kimsenin amelini zayi etmem. Ama bu ister erkekten olsun ister kadından, (fark etmez). Sizler, kadın olun erkek olun hep birbirinizdensiniz. Onlar ki, hicret ettiler (Allah Resulü ve ashabı), öz vatanlarından (Mekke’den) cebren çıkarıldılar, benim yolumda eziyet çektiler, cihat edip şehit oldular; elbette onların günahlarını örteceğim ve onları köşklerinin ve ağaçlarının altından nehirler akan bir nice cennetlere koyacağım. Bu cennetler Allah tarafından sevap ve mükâfattır, müminlere yetişir. Güzel mükâfat ve sevap Allah’ın yanındadır.
196-197/196- (Ey Mekkelilere bakıp imrenen müminler!) O kâfirlerin vilayetlerde gezerek ticaret edip zengin olmaları seni aldatmasın. O, azıcık bir dünya metaıdır. Tez elden yok olur. Bu servetten sonra onların yeri cehennemdir. Ne yamandır o cehennem ki, onlar için hazır olmuştur.
Tefsir:
Müminlerden bazısı müşriklerin veya Yahudilerin ticaret ve refah içinde oluşlarını, ferah, fahur seyahatler ederek refah içinde yaşadıklarını görerek, “Allah’ın düşmanları böyle refah içinde dolaşıyor, biz ise açlıktan, sıkıntıdan helâk oluyoruz” demişlerdi. Bunun üzerine bu ayetler inmiştir.[180]
198/197- Fakat, öz Rableri Allah’tan korkup her çirkin olan işi terk edenler için Allah’tan bir ikram olarak, ağaç ve köşklerinin altından nehirler akan cennetler vardır. O cennetlerde ebedi olarak kalırlar. Allah’ın yanında o cennetlerden başka mevcut olan şeyler, salih amel sahipleri için verilen cennetlerden daha güzeldir. [Allah’ın, kullarından razı olması ve nazar-ı merhametle kullarına teveccüh buyurmaları her şeyden daha üstündür.]
199/198-[Bu ayet Abdullah b. Selam ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur.][181] Ehl-i Kitap’tan (Yahudilerden) öyleleri var ki, Allah’a ve size indirilen Kur’an’a ve özlerine indirilen kitaba tam bir samimiyetle ve Allah korkusunu içlerinde taşıyarak iman ederler. Allah’ın ayetlerini az bir dünyalığa bedel değiştirmezler. (Nitekim diğerleri Allah’ın ayetlerini az bir para karşılığında değiştirmişlerdi.) O iman eden kimselerin mükâfatları öz Rableri Allah’ın yanındadır. Allah kıyamet gününde sürat ve tezlikle hesap ederek herkesin amelinin karşılığını ona eriştirecektir.
200/199-Ey iman edenler! Ahkâm-ı dinin tekliflerini yerine getirmekte sabredin, cihat ederken düşman yanında nefsinizi sabır ve tahammüle mecbur edin (ki, düşmana galip olasınız.), İslam milletinin hudut boylarında cihat etmek için atlarınızı bağlayıp hazır olun (Ki, düşman belirince hemen hücum edesiniz) ve Allah’tan korkun, Kur’an’ın hükümlerini uygulayın ki, bunun yüzünden elbette kurtuluşa erenlerden olursunuz.
Allah’a hamd olsun. Al-i İmran suresinin tefsiri tamam oldu. Resulüllah (sav) buyurdular ki: Kim Al-i İmran suresini cuma günü okursa, Allah (cc) ve melekler gün batana kadar o kimseye rahmet ve duada bulunurlar.[182]
Nisâ suresi, Medine’de nazil olmuştur. 175 ayet, 3045 kelime ve 16030 harftir.
0/1-Bismillahirrahmanirrahim.
1/2-Ey insanlar! Rabbiniz Allah’tan korkun, (birbirinize zulmetmeyin, sıla-i rahmi terk etmeyin.) Öyle Allah ki, sizi bir asıldan yaratıp, bir asıldan sizi şahlara ayırmıştır, (Adem, bütün insanların aslıdır.), Adem’in tabiatından da eşini yaratmış, ikisinden de bir çok erkek ve kadınlar üretip yaymıştır. Birbirinizden bir şey rica ederken Allah aşkına, Allah için senden şunu rica ederim, diye adına yemin verdiğiniz Allah’a isyan etmekten ve akrabaların haklarını ve itibarlarını gözetmekten korkunuz. Şüphesiz Allah, sizin amelleriniz vikaye eder, hiçbir amelinizden gafil değildir.
Tefsir:
Araplar, akrabalıktan dolayı önemli bir yalvarmada bulunacakları zaman “Allah ve akrabalık hakkı için rica ederim” dermişler. Allah (cc) burada, Araplara bu tür uygulamalarını anlatırken, manen onlar diyor ki, siz benim adımla akrabalarınızın adını birlikte anıyorsunuz da öyle ise neden akrabalık haklarına riayet etmeyerek onların haklarını korumuyorsunuz. Böylece bir hatırlatmada bulunuyor.
2/3-Yetimlere bulûğ çağına ve olgunluk derecesine geldikten sonra mallarını onlara verin. Habis ve yaman olanı, pâk ve münezzeh olana değiştirmeyin. (Yetim malı yemenin çirkinliğini, alış verişe ya da fakirlikle değiştirmeyin. Olmasın ki, yetim malını yemeye çalışasınız.) Aynı zaman da yetim mallarını öz malınıza karıştırıp yemeyin, (yetim malına karışması yüzünden kendi malınızı da harap edersiniz.) Yetim malını yemek son derece büyük sayılan bir günahtır.
3-4/4-Yetim kızlarla evlendiğiniz zaman eğer adalet üzere yürümeyip onların mallarından tasarruf ederek mehirlerini noksan vereceğinizden korkarsanız o vakit yetim kızlarla evlenmeyin. O yetim kızlardan başka helal, pâkize ve kendisine bakıp beğendiğiniz kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın. Eğer kadınlar arasında adalet üzere yürüyemeyeceğinizden korkarsanız bir tane alın (bu takdirde birden fazla almak caiz değildir, evet bir tane alın!); yahut da cariye alın, (Çünkü, birden fazla cariye alabilirsiniz. Aralarında adalet söz konusu olmaz). Bir tane pâkize bir kadınla evlenmek adaletten ayrılmamanız için en uygun bir yoldur. Kadınlara mehirlerini kalpten ve gönül hoşluğu ile verin, (sakın onların mehirlerinin biraz keseyim fikrinde olmayın.) Eğer size kendi arzuları ile mehirlerinden biraz bağışlarsalar, onu da afiyet ve lezzetle yeyin.
Tefsir:
Hür ve azat olmuş kadınlar hakkında bulunması gerekli adalet şartları cariyede yoktur. Hür kadınlarda aranan adalet şartına gelince: Her dört gecede bir gece birinin yanında -temas şartı bulunmadan- yatmalıdır, her dört ayda bir defa cinsi yakınlaşmada bulunmalıdır. Bir kimsenin dört hanımı bulunduğunda dört günde bir defa sıra ile birinin yanında bulunmalıdır. Art arda iki gece birinin yanında bulunması caiz değildir. Bundan başka özel şartlar da vardır ki, bunlar yeme, giyim ve mesken gibi şeyler olarak özetlenebilir.
İslam’da çok kadınla evliliği reddeden kimseler bu ayetin
ihtiva ettiği manayı çok iyi tahkik etmiyorlar. Eğer tahkik etseler
yanıldıklarını anlayacaklardır. Çünkü İslam, dört kadınla evliliğe müsaade
ederken bunu şarta bağlamıştır. O da aralarında adaleti sağlama şartıdır ki,
hiçbir zaman kadınlar arasında adaleti sağlamak mümkün değildir. Bu da, daha
çok tek kadınla evlenin manasına gelmektedir. Araplar arasında öncelerden
beri çok kadınla evlenmek adet idi.
Kur’anın bir defa da böyle bir emri uygulaması onlara zor gelebilirdi. Hem de
bu müşkül idi. Allah (cc) hikmet üzere adalet şartını koydu. Bu durumda hiç bir
kimse adaleti sağlayacağına cesaret edemeyeceğinden
dört kadınla evlenmeyi de zaten kendiliğinden terk edecekti. Şimdi, Kur’an’ın
bu hikmetli emrini reddetmek inatkârlıktan başka bir şey değil midir?
Bir kimse kadın boşadığı zaman bu ayete bakmalıdır da kadını boşarken onlara zulüm ve eziyet etmemelidir. Bu haksızlık neticesinde mehirlerinden el çekip boşanmaya razı olur bir duruma girerler ki, bu da ayette görüldüğü üzere haramdır.
5/5- Allah’ın sizin için tasarruf hakkını idarenize bıraktığı mallarınızı sefih (bunak) kimselerin yanında bırakmayın. Sefihlere kendi mallarından lazım gelen elbise ve yeme ihtiyaçlarını karşılayacak miktarı verin. (Yani onların mallarını çalıştırarak ondan kazanılan gelirle onların ihtiyaçlarına harcayın.) (Eğer bunlar size: Bizim mallarımızı bize verin, derlerse) onları, güzel veçhile cevap vererek sakinleştirin. (Mesela: Deyin ki, eğer israf etmez isen, güzelce kullanıp malını artırırsan o vakit sana malını teslim ederim.)
Tefsir:
Bu ayet akla aykırı harekette bulunan, malını nasıl kullanacağın veya ticaret kaidelerini bilmeyen, haram yolda mallarını sarf eden ahmak, bunak kimseler hakkına inmiştir. Bu kimselere İslam Hukukunda “sefih” denir. Kendi mallarını tasarruf etmekte hak sahibi değildirler. Onların mallarına birisi tayin edilmesi gerekir. Nitekim ayette de, başlarına kaim tayın edilen kimseye hitap ediliyor.
6/6- Yetimlerin akıllarını imtihan edip bakın ki, mallarını tasarruf etmekte akılları ne seviyededir. İhtilam ve bulûğ çağına erişince, eğer onlarda akılca bir olgunlaşma görürseniz (güzel şekilde mallarını tasarruf edeceklerini, ticaret metotlarını bileceklerini aşikâr bir şekilde anladığınız zaman) hemen mallarını kendilerine teslim edin. Büyüyüp de sizden mallarını geri alacakları korkusu ile onların mallarını haksız yere yemeye kalkışmayın. Zengin olan (veli), kendini yetimin malını yemekten, durumunu göz önünde bulundurarak geri çeksin, yoksul olan da (ihtiyaç ve emeğine) uygun olarak yesin. Mallarını kendilerine verdiğiniz zaman şahit tutup şahit huzurunda verin (ki, ikinci defa sizden mallarını istemesinler). Hesaba çekmede yalnız Allah kifayet eder. (Hesaba çeken Allah olursa, artık yetim malına el mi uzatılır!) [Bundan sonra gelen ayetler miras hukukuna dairdir]
7/7- Ana-babaların ve yakınların bıraktıklarından erkeklere bir pay vardır; ana-babaların ve yakınların bıraktıklarından kadınlara da bir pay vardır. (Kadınlar neden mirastan mahrum olsunlar ki!) Az olsun çok olsun, mirastan her iki taraf da hisse alırlar. Bu payın onlara verilmesi vaciptir, (elbette onlara ulaştırılması gerekir.).
8/8- Mirastan hissesi olmayan yakınlar, yetimler ve yoksullar miras taksim edilirken orada bulunurlarsa bir miktar da onları rızıklandırın ve onlara güzel söz söyleyin onlardan özür beyan edin.
Tefsir:
Miras’tan pay alamayan yakın akraba ve yoksullar için de bir miktar bir şeyler vermek gerektiğini Kur’an ifade ediyor. Hem de bir nezaket kuralını bizlere öğütlemiş bulunuyor. “Onlara mirastan par vermediğiniz takdir de bari onlar da bir şeyler verin. Bun verirken: Azımızı çoğa tutun, bizi bağışlayın, gibi ifadeler kullanın” buyuruyor. Ayrıca bu ayetten anlaşıldığına göre bu kısım insanlara mirastan biraz verilmesi müstehaptır. Yani verilse çok iyi olur.
9/9- Şayet kendileri, geriye eli ermez gücü yetmez çocuklar bıraktıkları takdirde ne kadar korku içinde olurlar; (halleri nice olur, zulüm mü ederler, haklarını mı yerler, diye endişeye kapılırlar.) Bunun gibi, yetimlerin başında bulunan veliler, yetimlere zulüm yapmak ve onların malını yemek konusunda Allah’tan korksun ve titresinler; Allah’tan korksun da yetimlere öz evlatları gibi adaletle davranıp doğru söz söylesinler.
10/10- Zulüm yollu yetimlerin mallarını yiyenler şüphesiz kendi karınlarına ateş yiyorlar, (yedikleri, içlerinde ateş olacaktır). Elbette onlar kıyamet gününde azap için çılgın ateşe ulaşacaklardır. [Bu ayetlerde miras hukuku icmalen anlatılırken bundan sonra gelen ayetlerde ayrıntılı olarak anlatılacaktır.]
11/11- Allah size, evladınız hakkında, eğer bir kimsenin erkek ve kadın iki çocuğu beraber mirasa sahip olsalar, erkeğe kadının payının iki misli miras verilmesini emrediyor. [Erkek ve kadının birlikte mirasa sahip olmaları halinde böyle olurken, ama ölen kişinin bir erkek çocuğu varsa, erkek çocuk mirasa tek başına sahip olur.] Ölen kişin çocukları, ikiden fazla kadınsalar, ölünün bıraktığının üçte ikisi onların olur. Eğer ölen kişinin yalnız bir kadın evladı varsa, terekenin yarısını alır. (Ölen kişinin anne ve babası hayatta iseler o takdirde:) Ölenin hayatta mirastan pay alan çocuğu varsa, ana-babasından her birinin mirastan altıda bir hissesi vardır, (tereke, altı hisseye ayrılır, bir hisse anneye bir hisse de babaya verilir.) Eğer çocuğu yok da ana- babası ona varis olmuşsa (bu iki şıkka ayrılır: Birincisi:) anasına terekeden üçte bir düşer, (üçte ikisi babasına kalır. İkincisi:) Eğer ölenin kardeşleri varsa, ansına altıda bir düşer, (geriye kalan mal babasına kalır.). Bütün bu hisseler, ölenin yapacağı vasiyet ve borçtan sonradır, (önce kişinin vasiyet ettiği miktar ve yapmış olduğu borçlar ödenin. Sonra ne kalırsa o, miraslar arasında taksim edilir.).Babalarınız ve oğullarınız, bunların hangisi fayda açısından size yakındır, bunu bilemezsiniz. Allah insanların maslahatına alimdir. Mirası onların arasında bir hikmet üzere taksim eder.
Tefsir:
Ayetteki “Babalarınız ve oğullarınız, bunların hangisi fayda açısından size yakındır, bunu bilemezsiniz. Allah insanların maslahatına alimdir. Mirası onların arasında bir hikmet üzere taksim eder.” bölümü, bir taraftan yapılan vasiyetin yerine getirilmesinin gerekli olduğunu, bir taraftan da varislerin bir kısmını üstün tutma ve tercih etme ve bir kısmını, kısmen veya tamamen mahrum edecek bir vasiyet yapılmamasını hatırlatır ve aynı zamanda çocuklara göre ana ve babaya az pay verilmesinin şanlarının noksanlığından kaynaklanmadığını ve bundan dolayı onlara saygı göstermede kusur edilmemesini vasiyet etmekle anne ve babayı taltif etmektedir. İkincisi vasiyetin yerine getirilmesini hatırlatır. Yani vefat eden anne ve babanız olsun, evladınız olsun, vasiyet etmeyip size fazla mal bırakanı mı, yoksa vasiyet yapıp malı azaltmakla beraber sevaba vesile olanı mı? Hangisi hakkınızda size daha faydalıdır?
Nice kimseler Allah yolunda milletin evladı için, din ve İslamî düşüncenin gelişmesi için mallarını vasiyet etmişlerdir. Eğer bir kimse, kendi milletinin cehaletten kurtulması için, sapık düşüncelerden ayrılıp hidayete ermesi için malını verir vasiyet ederse bu ne kadar büyük bir iştir. Aynı zamanda insanlar nazarında ne kadar sevgi ve saygıya vesile olur. Onu için zengin kimseler ölende, mallarını Allah yolunda harcamak için vasiyet etmelidirler.
12/12-Yapacakları vasiyet ve borçtan sonra eşlerinizin, şayet çocukları yoksa, (hayatta -ister bu eşinden olsun ister başka erinden olsun- çocuğu da yoksa), terekenin yarısı sizindir. Çocukları varsa, bıraktıklarının dörtte biri sizindir. Çocuğunuz yoksa (ister bu kadından ister başka kadından), sizin de, yapacağınız vasiyet ve borçtan sonra, bıraktığınızın dörtte bir hissesi onlarıdır, (hanımlarınızındır). Eğer siz erkeklerin çocukları varsa, bıraktığınız terekenin sekizde biri onlarındır. Eğer bir erkek veya kadının , ana-babası ve çocukları bulunmadığı halde malı mirasçılara kalır; onların anabir kardeş veya bacısı da hayatta ise, her birine altıda bir düşer. Bundan fazla iseler hepsi o malın üçte birinde ortaktırlar, (ister erkek olsun ister kadın müsavi bir şekilde taksim ederler.). Bu taksim yapılacak vasiyet ve borçtan sonradır. Fakat diğer kısma vasiyet etmemesi gerekir ki varislere zarar dokunmasın, (yani üçte birden fazla vasiyette bulunmasın). Bu hükümler Allah’tan vasiyettir. Allah vasiyet ederken adaletle hareket edeni ya da zulüm yollu davrananı iyi bilir ve azap etmekte de aceleci değildir.
13/13-Bu anlatılan hükümler, Allah’ın koyduğu kanun ve hudutlardır. Kim Allah’a ve Resulü’ne itaat eder bu hükümleri uygularsa Allah onu, içinde sürekli kalacakları köşk ve ağaçlarının altından nehirler akan bir nice cennetlere koyacaktır. İşte büyük kurtuluş buna denir.
14/14-Kim Allah’a ve Resulü’ne karşı gelip ve Allah’ın koyduğu hudut ve hükümleri geçer onları uygulamazsa, Allah onu, sürekli içinde kalacakları cehennem ateşine sokar ve onun için hor ve zelil eden azap vardır.
15/15- Kadınlarınızdan zina edenlere karşı aranızdan dört erkek şahit getirin. [Şahitlerin dört tane erkekten olması gerekmektedir. Eğer zina eden “Muhsan/başından evlilik geçmiş, Müslüman, akıllı, bulûğa ermiş ve hür olan kadın ve erkekler” ise üç erkek ve iki kadın gerekir. Eğer zina eden, “muhsan değilse” iki erkek dört kadın yeterlidir. Fakihlerin fetvası böyle olmasına rağmen ayetin zahirinden anlaşılan o ki, bu konuda dört tane erkek şahit gerekmektedir.] Eğer dört erkek kişi kadının zina ettiğine şahitlik ederlerse, o kadınları ölüm gelip ömürleri tamam oluncaya yahut Allah onlara bir yol gösterinceye (tövbe edip şerî bir nikâhla evleninceye) kadar evlerde tutun.
Tefsir:
Bu ayetle zina eden kadının cezası, Allah’ın diğer bir hükmü ininceye kadar bir müddet için “ölünceye kadar ebedî hapis cezası” olmak üzere belirlenmiştir. Bundan dolayı Nur süresindeki: “Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüzer değnek vurun” (Nûr 24/2) ayetleri indirilince bu ebedi hapis cezası hükümsüz olmuştur. “Allah onlara bir yol gösterinceye” kaydının gereği de budur. Şahitlik hakkındaki hüküm ise, zinanın tespit edilmesi konusunda bir esas olarak kabul edilmiştir.
16/16- [Bu ayet livata yapanların hakkında inmiştir.][183] (erkeklerden zina yapanlara gelince:) Sizden onu (livatayı) yapanların ikisine de (bu fiili yaptıkları kesinleştikten sonra) eziyet ve azap edin. Eğer bu fiili yaptıkları kesinleşmeden önce tövbe eder salih amel yaparlarsa onlara eziyet etmekten vazgeçin, (fakat suçları sabit olduktan sonra tövbe ederlerse o zaman onlardan eziyet kalkmaz, belki öldürülürler.) Şüphesiz Allah tövbeyi kabul edip yaratıklarına çok merhamet edendir.
Tefsir:
Lutîlik yapan kimsenin üzerine had uygulanması için dört erkek şahit lazımdır. Allah (cc) bu son derece çirkin iş tutanların cezalandırılması için muayyen bir had tayin etmemiştir. Onun sınırını Allah Resulü’ne bırakmıştır. Fakat zinanın cezasını tayin etmiştir. İbn Abbas’tan gelen bir rivayete göre: “Resulüllah (sav) buyurdu ki: ‘Kimin Lût kavminin sapık işini yaptığını görürseniz faili de mefûlü de öldürünüz’.”[184] Bu hadisin hükmüne göre öldürülürler. Fakat Bu hükmün verilebilmesi için suçlunun “muhsan” olması gerekmektedir. “Muhsan” değilse ölüm hükmü verilmez. Hakim onların suçuna göre belli bir uyarıda bulunur.
17/17- Allah’ın kabul edeceği tövbe, bilmeden kötülük edip de, günah işledikten hemen sonra tezlikle pişman olup tövbe edenlerin tövbesidir, (onlar bu işi te’hire salmazlar.) Bu tür tövbe edenlerin tövbesini Allah kabul eder. (Hangi kişinin, işlediği suçu bilerek yada bilmeyerek işlediğini iyi bilir ona göre tövbesini kabul eder.) Allah kullarının ahvalini iyi bilendir.
18/18- Günah işleyip sonra tövbesini tehire salanların içlerinden birine apaçık ölüm gelince “Şimdi ben öz günahlarımdan tövbe ettim” diyenler ile, bir de kâfir olarak ölenlerin (yani kâfir olarak öldükten sonra, ahrette tövbe edenlerin) tövbeleri kabul edilmez. [Çünkü ahret teklif alemi değildir. Ne istenirse bu dünyada istenir. Teklifler burada yerine getirilir, mükâfat ve cezalar orada verilir.] Bu tövbeyi tehire salanlar ve kâfir olarak ölenler için ziyade eziyet verici azap hazırlamışız.
19/19- Ey iman edenler! Size, erleri ölen kadınları cebren alıp malına varis olanlar gibi onlara varis olmak helal değildir. (Bu konudaki seçimleri kendi ellerindedir.) Hem (mehir olarak) verdiğinizin bir kısmını ele geçirmeniz sebebiyle zulüm yapıp (evlenmemeleri için) onları hapsetmeyin. Ancak pek açık bir şekilde, karı-koca arasını bozacak aşırı bir edepsizlik veya bir zina yapmış olurlarsa başka, (Ancak ayrılmaya onlar sebep olacaklarından boşamaya karşılık bir mal isteğinde mazeretli olabilirsiniz, yoksa yapmayınız.) Onlarla güzel bir şekilde geçinin, (yok yere eziyet etmeyin.) Şayet onlardan hoşlanmazsanız (hoşlanmıyorsunuz diye sakın onları boşamaya kalkışmayın.); Şurasını iyi bilin ki, Allah’ın hakkınızda çok hayır ve menfaatli kılacağı bir şeyden de hoşlanmamış olabilirsiniz, (fakat bunu bilemezsiniz).
Tefsir:
İki hükme göre bu ayeti Allah indirmiştir:
Birincisi: Cahiliye de bir gelenek vardı: Bir adam yakınlarından bir vefat ettiği zaman, kalan karısının veya çadırının üstüne elbisesini atıp, “kendisine varis olduğum gibi karısına da varis olacağım” dermiş ve böyle dedi mi, o kadına herkesten daha hak sahibi olurmuş; dilerse onunla eski mehirden başka mehir olmaksızın evlenir, dilerse başkası ile evlendirir, mehrini alır ve kadına ondan bir şey vermezmiş. İsterse ölen kocasından alacağı mehirden vazgeçirmek için “adıl/kendisi onunla evlenmez, başkası ile de evlenmesine engel olur.” yaparmış. İşte yukarıdaki ayetin bu “Ey iman edenler! Size, erleri ölen kadınları cebren alıp malına varis olanlar gibi onlara varis olmak helal değildir. (Bu konudaki seçimleri kendi ellerindedir.)” kısmı bu konuyu anlatmaktadır.
İkincisi: Bazıları da kadına ihtiyacı bulunmadığı halde onunla evlenir, iyi geçinemez, bırakmak da ister. Fakat mehrini, nafakasını vermemek için belirli bir miktar karşısında kadını boşamaya mecbur etmek için kadını sıkıştırırdı. Bunlara karşı da ayetin bu “Hem (mehir olarak) verdiğinizin bir kısmını ele geçirmeniz sebebiyle zulüm yapıp (evlenmemeleri için) onları hapsetmeyin. Ancak pek açık bir şekilde, karı-koca arasını bozacak aşırı bir edepsizlik veya bir zina yapmış olurlarsa başka, (Ancak ayrılmaya onlar sebep olacaklarında boşamaya karşılık bir mal isteğinde mazeretli olabilirsiniz, yoksa yapmayınız.)” kısmı ,yasak getirmiştir.[185]
20/20-21-22-Eğer bir eşi bırakıp da yerine başka bir eş almak isterseniz, boşadığınız kadına mehir için çok mal vermiş olsanız dahi ondan hiçbir şey geri almayın. Nasıl alabilirsiniz? Halbuki o mehirden bir şey kesip vermemek zulüm ve apaçık bir günahtır.
Tefsir:
Bu ayet delalet ediyor ki, kadınlara verilen mehrin İslam hukukunda herhangi bir sınırı yoktur. Mehir hem çok hem de az olabilir. Ayette geçen “Kıntar” kelimesi “çok mal” anlamındadır. Zemahşerî’nin anlattığına göre: Hz. Ömer (ra), hilafeti zamanında minberde hutbe okurken dedi ki: “Ey insanlar! Kadınlara çok fazla mehir veriyorsunuz. Çok fazla mehir vermek iyi bir şey olsaydı Resulüllah (sav) verirdi. Resulüllah (sav) mehir olarak (on iki okiye/1,428kg.)’den başka fazla mehir vermemiştir.” Camide bulunan bir kadın ayağa kalkıp şöyle dedi: “Ey Müminlerin Emiri! Allah’ın verdiği haktan bizleri ne diye mahrum ediyorsun? Allah Kur’an’da: ‘boşadığınız kadına mehir için çok mal vermiş olsanız dahi ondan hiçbir şey geri almayın.’ buyuruyor. Yani kadınlara ne kadar verseniz caizdir, diyor. Ama sen diyorsun ki, kadınlara fazla mehir vermeyin.” Hz. Ömer (ra) bu sözü işitince buyurdular ki: “bütün insanlar Ömer’den alimdir(!)” Bundan sonra yüzünü ashaba döndü ve dedi ki: “Neden benim yanlışımı siz değil de bir kadın düzeltiyor ki, kendisi de kadınlar arasında pek alim biri değil?” Yanıldığını kabul etmeyen insafsızlar, Hz. Ömer’in insaf ve mürüvvetine baksın da iyi ibret alsınlar!..[186]
21/23- Verdiğiniz mehri kadınlardan nasıl geri alırsınız? Halbuki, vaktiyle birbirinizle halvette bulundunuz veya cinsi yakınlıkta oldunuz ve onlar sizden muhkem bir söz de almıştı, (fakat erkek, evlenmişken kadınla cinsi yakınlaşma olmadan boşatırsa o takdirde verdiği mehrin yarısını geri alma hakkı vardır.).
22/24- [Cahiliye döneminde yaşayanlar, ölümünden sonra babalarının hanımlarıyla (üvey anneleriyle) evlenirlermiş. Bu ayet ile bu kötü gelenek kayıtsız şartsız yasaklanmıştır.] Cahiliyede olanlar bir yana, (onlar bağışlanıp) babalarınızın nikâh ettiği kadınları, siz nikâh etmeyin; çünkü bu iş, nihayet derece çirkin ve Allah’ın size düşman olmasına bir sebep; aynı zaman da çirkin bir yola gitmektir.
23/25-Bundan sonra anlatılanlar, İslam hukukunda size haram kılındı: Analarınız, kızlarınız, bacılarınız, bibileriniz, teyzeleriniz, kardeş kızları, bacı kızları, (bu yedi kısım, nesep cihetinden haram, emzirme yönüyle ise:) sizi emziren analarınız, bir de size süt bacılarınız, (hısımlık yönü ile haram olanlar da şunlardır:) eşlerinizin anaları, kendileriyle birleştiğiniz eşlerinizden olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız. Eğer onlarla evlenip fakat henüz birleşmemişseniz kızlarını almanızda size hiçbir günah yoktur. Bir de, kendi sulbünüzden gelen oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeşi almakta haramdır. Bu iki bacıyı alıp sonra yaptığına pişman olarak tövbe edenlere Allah merhamet edip onları bağışlayıcıdır.
Tefsir:
Burada nikâhları haram kılınmış hanımlar anlatılmaktadır. Bu haramlık ya nesep cihetinden, ya sebep cihetindendir. Sebep cihetinden olan da iki kısımdır. Birincisi, süt emzirme, ikincisi ise musaheret/hısımlık cihetindendir.
Ayetin “Analarınız, kızlarınız, bacılarınız, bibileriniz, teyzeleriniz, kardeş kızları, bacı kızları,” kısmı nesep cihetinden haramlığı anlatmaktadır; “sizi emziren analarınız, bir de size süt bacılarınız,” kısmı ile “eşlerinizin anaları, kendileriyle birleştiğiniz eşlerinizden olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız. Eğer onlarla evlenip fakat henüz birleşmemişseniz kızlarını almanızda size hiçbir günah yoktur. Bir de, kendi sulbünüzden gelen oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeşi birden almakta haramdır.” bu son bölümü sebep cihetiyle haramlığı anlatır.
Burada süt emzirenlere anne, emenlere kardeş denilmiş olması, bunlarda nesep vasıfları ve hükümlerinin geçerliliğini gerektirir. Süt anneler, sür kız kardeşleri bulununca süt babalar, süt kızlar, süt halalar, süt teyzeler, süt kardeş ve kızları hep var demektir. Bundan dolayı süt emmek cihetiyle haram olanların da kıyas üzere ayette geçtiği şekli ile yedi olacağı ve bu ikisinin ayette söylenmesiyle yetinilmiş olup geri kalanların zikredilmediği anlaşılmaktadır. Bu kapalılığı Hz. Peygamber (sav) açmak için şöyle buyurmuşlardır: “Nesepten haram olanların hepsi, süt emmeden de haram olur.”[187]
Süt emme yolu ile haram olmanın şartları ise şunlardır:
1.Annenin sütü doğum sütü olmalıdır. Yani, bir kadın doğum yaptıktan sonra kendisinden gelen sütten emdirmelidir. Doğum yapmadan emzirirse ondan emen çocukla sütten haramlık cereyan etmez.[188]
2.Emziren kadının nikâhı, şerî bir nikâhla olması gereklidir. Eğer zinadan doğum yaparsa, ondan emzirdiği sütle “sütten kardeşlik” cereyan etmez.[189]
3.Bir gün bir gece veya en az on beş defa emmelidir. Bundan eksikse onunla “sütten kardeşlik” cereyan etmez.
4.Bu on beş defa emmesinde araya annesinin veya başka birinin sütünü emmekle bir başka “süt emme” olmaması gerekir. Aksi takdirde “süt kardeşlik” cereyan etmez.[190]
5.Emen çocuk iki yaşına varmamış olmalıdır. İki yaşını geçerse “süt kardeşlik” cereyan etmez.
Muhtasar olarak anlattığımız bu konunun tafsili için ayrıntılı fıkıh kitaplarına bakılmalıdır.[191]
24/26- (Müşriklerle cihat ederken harp esiri olarak) sahip olduğunuz cariyeler müstesna, evli kadınlar da size haram kılındı. Anlatılan bu haram kadınların haram olması Allan’ın hükmüdür, (sizin için yazılmıştır, bu hükümleri değiştirmen ebedî olarak size haramdır.) (Allah’ın iradesi budur ki:) Bunlardan başkasını, iffetli olmak ve zina etmemek kaydı ile mallarınızla (onlara belirli bir mehir vererek) evlenmeniz size helal kılındı. Evlenmekle onlardan lezzet almanıza karşılık üzerinize vacip olan mehirlerini verin. Mehrin kararlaştırılmasından sonra er ve erkek belirli bir meblağda anlaşırsanız (yani mehrin kesiminden sonra kadın, alacağı mehrin bir kısmını almamasında veya erkek kesilen mehirden fazla vermesinde rızalaşırsalar) bunda sizin için bir günah yoktur. Şüphesiz Allah bendelerinin hallerine alimdir. Onlara hikmet üzere davranır.
25/27- İçinizden, imanlı ve saliha olan hür kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimseler, ellerinizle haklı olarak kazandığınız imanlı cariyelerinizden alsın. Allah, sizin mi aldığınız cariyelerinizin mi, daha imanlı olduğunu en iyi bilir, (onun için aldığınız cariyenin görünürdeki imanıyla yetinin). (Hür bir kadınla evlenme imkânı olmasa bile) siz mümin ve imanlı cariyeler hep bir köktensiniz, (çünkü iman noktasında birleşiyorsunuz). O takdirde, iffetli ve saliha kadın olmaları, zinakâr olmamaları ve özleri için gizli dost tutmamaları şartı ve ağalarının izni ile cariyeleri nikâhlayıp alın, mehirlerini de güzel bir veçhile (eziyet etmeden) verin. Evlendikten sonra eğer zinakârlık ederlerse onlara, hür kadınların cezasının yarısı verilir. [Hürlere yüz, kölelere ise elli değnek vurulur.] Bu cariye ile evlenme izni, içinizden zinakârlığın zarar ve zorluğuna düşmekten korkanlar içindir, (yani, şayet hür kadınla evlenemezse zinaya düşecek olanlar cariye ile evlenebilirler.) Fakat, hür kadınla evlenme imânı doğana kadar sabredip beklemeniz sizin için daha hayırlıdır. Allah sizin günahlarınızı bağışlayarak merhamet edendir, ( onun için cariyelerle evlenmeyi sizin için caiz görüyor.).
Tefsir:
Bu ayette cariye ile evlenmenin şartları anlatılıyor. Bunun için Allah (cc) üç şart koymuştur:
1.Cariye ile evlenmek isteyen kimsenin hür kadınla evlenme imkânına sahip olmaması gerekir. Eğer böle bir imkâna sahipse cariye ile evlenemez.
2.Cariyenin efendisinden (ağasından) izin alınması gerekir. Efendisinin izni olmadan evlenemez.
3.Evlenen kimsenin, hür kadınla evlenmeye gücü yetmediğinden şayet cariye ile evlenemezse zinaya düşeceği tehlikesi bulunmalıdır. Aksi takdirde cariye ile evlenmesi caiz olmaz.
26/28- Allah’ın muradı odur ki, gizli kalan maslahatları (faydaları) size açıklasın, sizden önceki peygamberlerin şeriatlerine sizi hidayet etsin, (ki,helal-haram sadece size değil sizden öncekilere de koyulmuştur.) ve her bir masiyet ve günahtan sizi bağışlasın. Allah, bendelerinin yararına olan şeyleri iyi bilir, onlar için hikmet üzere kanunlar koymuştur.
27/29- (Yine) Allah’ın muradı odur ki, sizden hayır şeyler vücuda gelsin de tövbenizi kabul etsin, nefsine uymuş fasık kimseler de isterler ki sizi günaha salsınlar da, haktan öyle bir yüz çeviresiniz ki, (İslam dininden çıkasınız) böylece ilahi azap size kavuşsun.
28/30- (Ayrıca) Allah ister ki, dinin hükümlerini kolay ve âsân etsin de böylece harama düşmeyesiniz. Çünkü insan zayıf yaratılmıştır, (fazla sabredemeyip nefsinin arzularından kendisini saklayamaz.) [İlâhi! İnsanı zayıf yaratan sensin. Bu zafımızla bizlere merhamet eyle. Muaheze etme. Nizamî ne güzel der:.......................]
29/31- Ey iman edenler! Karşılıklı rıza yoluyla ticaret yapmanız hali müstesna, mallarınızı kendi aranızda (hırsızlık, hıyanet, kumar, faiz ve gasb gibi) batıl yollarlar yemeyin. Öz nefsiniz yerinde olan kimseleri öldürmeyin, (hepiniz bir nefer hükmündesiniz, hiçbir kimseyi yok yere öldürmek caiz değildir.). Allah sizlere fevkalade merhametli olduğundan (size zararlı olacak şeylerden sizleri nehyediyor.)
30/32-Kim, zulüm ve düşmanlıkla bunu (batıl yolla halkın malını yemeyi ve birini öldürmeyi) yaparsa ivedilikle onu yanan cahennemin azabına sokarız, (Böyle azap yapmak Allah’a çok kolaydır. Hiç bir günahkâr onun kudretinden hariç kalamaz.).
31/33- (Ey müminler!) Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, küçük günahlarınızdan geçip bağışlar, güzel ve ikramla ağırlanacağınız hoş bir yere koyarız.
32/34-Allah’ın sizi, birbirinizden üstün kılıp rızk ve ihsanda bulunduğu şeylere haset edip arzu etmeyin, (Allah, kullarının durumunu bilir, herkese kendisine uygun bir rızk vermiştir. Allah’ın işlerine itiraz etmek caiz değildir.). Erkeklerin de kazandıklarından bir nasipleri var, kadınlarında kazandıklarından bir nasipleri vardır, (Allah, herkese çalışmasına göre öz nimetinden ihsan eder. Kazanmada gayret gösterenle göstermeyen bir olmaz.). Çalışıp çabalayarak Allah’ın fazlından isteyin, (sizlere versin). Allah her şeyi iyi bilir, (herkese çalışmasına göre rızk ihsan eder.).
Tefsir:
“Erkeklerin de kazandıklarından bir nasipleri var, kadınlarında kazandıklarından bir nasipleri vardır” ayetinden anlaşıldığına göre kadınlarında ticaret yapmalarında herhangi bir mahzur yoktur. Onların ticaret yapmaları caizdir. Diğer bir nokta da, Allah, herkese çalıştığına göre rızk verir. Devlet ve nimet sahiplerine, çalıştıkları için Allah büyük nimetler ihsan etmiştir. Her insan çalışıp gayret etse Allah onlara da verir. Şeyh Nizamî ne güzel der:................
33/35-(Bir de erkek ve kadından) her biri için anne, baba ve akrabaların ve yeminlerinizle akit yaptığınız kimselerin terekelerinden miras alır mirasçılar yaptık. Bütün o mirasçılara paylarını verin. Şüphesiz Allah her şeye şahit ve alimdir.
Tefsir:
Bu tür miras alma cahiliye döneminde mevcuttu. İslamiyet geldikten sonra ilk dönemlerde bu uygulamayı reddetmeyip bir süre daha tatbik etti. Bazı tefsirciler diyorlar ki: “Bu türlü uygulama İslam’ın geldiği ilk dönemlerde vardı. Fakat daha sonra nesholdu.” Hazin (725/1324)’in açıklamasına göre bu hükmün uygulaması şöyle oluyordu: Anlaşma yapacak kimseler el ele tutuştuktan sonra verdikleri sözü tutacaklarına, akde bağlı kalacaklarına yeminleşirlerdi. Akit yaparken her biri: “Benim kanım senin kanın olsun. Felaketim felaketin olsun, intikamım intikamın olsun, harbim harbin olsun, sulhum sulhun olsun, sen bana varis ol, ben sana varis olayım, sen benim intikamımı ara, ben senin intikamını atayayım, sen benim diyetimi ver ben senin diyetini ödeyeyim.” derlerdi. Bu sözleşme ile her iki taraf birbirine karşı vazifelerini yerine getirirlerdi Taraflardan her biri diğerinin malından altıda birine sahip olurdu. Bu hüküm İslâm’ın başında da tatbikatta idi. Fakat bu ayetin hükmü, Enfal suresi (8/75) ile kaldırıldı. [192]
34/36-37- Allah’ın insanlardan (bazı yanlarıyla) bir kısmını diğerlerine (kadınlara) üstün kılması sebebiyle ve mallarından (kadınların giderlerine kefil olup) harcama yaptıkları için erkekler kadınların bütün işlerine ve onlara edep vermeye (valiler halkı idare ettikleri gibi erkeklerde kadınları idare etmeye) amirdirler, (kadınların da erkeklere itaat etmeleri gerekmektedir.) [Bundan sonra gelen kelam-ı şerif kadınlara nasihat etmektedir] Elbette kadınların saliha olmaları, erlerine itaat edip kadınlık hakkını yerine getirmeleri, kocaları yokken -Allah’ın kendilerini korumalarına karşılık- onlara ihanet etmemeleri gerekmektedir. Asi olma alameti beliren kadınlardan itaatten çıkmaları endişesini hissederseniz (ilk önce) onlara öğüt ve nasihat verin, (öğütle yola gelmezlerse ikinci olarak) onlarla yatakta yatmayı ve birleşmeyi terk edin, (bununla da yola gelmezlerse son olarak) onları (kan çıkmayacak, kararmayacak ve çok eziyet vermeyecek şekilde) dövün. Eğer size itaat ederlerse (ne güzel iş görürler) o zaman sakın bir bahane bulup onlara eziyet etmeyin. (Allah’tan korkun da yok yere onlara eziyet etmeyin.) Şüphesiz Allah her şeyden yüce ve büyüktür, (O’nun kudreti sizden üstündür, sizin de gücünüz kadınlardan üstün ama Allah kadınların öcünü sizden alır.).
35/38- Eğer karı-koca arasının açılmasından endişeye düşerseniz (o vakit ıslah binasını kurun;) erkeğin ailesinden alim, uyanık ve ikna gücü olan biri ve kadının ailesinden de bu özellikte birini gönderin, (bu iki kimse onların işlerine baksınlar, eğer çareyi ayrılıkta bulursalar boşanmalarına; evliliklerinin devamına ümitleri varsa artık ikisinin arasını düzeltmeye baksınlar. ) Barışmak isterlerse Allah, gayret ve niyetlerine göre aralarına muhabbet salıp onları kaynaştırır, böylece araları düzelir. İhtilaf edenlerin aralarını kaynaştırma keyfiyetini Allah iyi bilir ve haberdardır. [İslam alimlerini sahih görüşüne göre eşlerin aralarını bulmak için görevlendirilen bu iki hakem, onların aralarını bulmaya hakları vardır ama, kadının izni olmadan aralarını ayırmaya hakları yoktur.]
36/39- Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi eş koşmaya karar vermeyin. Ana-babanıza, akrabalarınıza, yetimlere, fakirlere, (özellikle o fakir komşuya ki ) duvar be duvar yakın olana, sizden biraz uzak komşuya, bir makamda sizinle sürekli beraber olan arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara (köle, cariye, hizmetçi ve benzerlerine) ihsanda bulunun ve onlara karşı tevazu gösterin. Allah kibirlenen ve daima övünen kimseleri dost tutmaz. (Özellikle bu sayılan kimselere karşı bu tavrı gösterenleri..)
Tefsir:
Ayet-i kerimede daha sonra anlatılan “(özellikle o fakir komşuya ki ) duvar be duvar yakın olana, sizden biraz uzak komşuya, bir makamda sizinle sürekli beraber olan arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara (köle, cariye, hizmetçi ve benzerlerine)” kimseler fakir kategorisinde değerlendirilebilirler. Ama bunların ayrıca anlatılmalarında başka bir nükte yatmaktadır. O da, bu kimseler hakkında yardım etmeyi teşvik maksadına bağlıdır. Bunun sebebi, millet evladının fakir düşüp bayağı insan sınıfına düşmemeleri içindir. Allah Resulü (sav), ki, binlerce ona selam olsun. Hiçbir zaman kendi ümmetinden birinin dilenci konumuna düşmesini istememişlerdir. Ar olsun İslam milletine....
Allah (cc) bu ayette “Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi eş koşmaya karar vermeyin” emrini buyurduktan sonra, bu sayılan kimselere yardım edilmesini istiyor. Kedisine şirk koşulmamasını ve ibadet edilmesini isterken, bu türlü insanlara yardımı hemen bu iki önemli meselenin arkasından getirmesi, zikredilen kimselere yardım edilmesinin ne kadar ehemmiyet arz ettiğini gözler önüne seriyor. Çünkü vatan evladının düşkünlükten kurtulup huzura ermesi çok önemli bir olaydır. Onun için bunlara Allah son derece ehemmiyet atfetmiştir.
37/40- Bunlar cimrilik edip, Allah için, din ve milletin ilerlemesi, fakirlerin gedalıktan kurtulması, milletin balalarının zamanın icabına göre eğitim ve öğretimlerinin tamamlamaları uğrunda mallarını sarf etmeyenler, özleri cimrilik yapmaktan gayrı, başkalarına da cimriliği tavsiye eden, (buna ilaveten) Allah’ın öz fazıl ve kereminden ihsan ettiği nimetini gizleyen kimselerdir. Kâfirler için son derece hor ve zelil eden azap hazırlamışız. [Bu ayet işaret ediyor ki, cimriler, nerede ise kâfir ve müşrik hükmündedirler ve onlarla cehennem azabına ortaktırlar.]
38/41-(“Falan kes ne güzel etti” desinler diye) mallarını, insanlara gösteriş için infak edenler (aslında) ne Allah’a ne de kıyamet gününe inanmış kimselerdir, (Allah’a inanan kimse malını gösteriş için sarf etmez. Diğer taraftan böyle kimselerin yoldaşı şeytandır;) şeytan kiminle yoldaş olursa (ona kötü işler yaptırır.). O ne yaman yoldaştır.[193]
39/42- Eğer onlar, Allah’a ve ahret gününe iman etseler ve Allah’ın verdiği nimetlerden O’nun rızası için infak ve ihsanda bulunsalardı onlara ne noksan olurdu! (Elbette bir zararı olmazdı. Nihayet verdikleri sevap olarak kendilerine dönerdi.) Allah onların yaptıklarını iyi bilir, (herkese amelinin karşılığını yetiştirecektir.).
40/43- Şüphe yok ki Allah hiçbir kimseye zerrece zulüm etmez. (Üstelik) bir kimsenin de zerre ağırlığı bir sevabı varsa onu kat kat artırır ve ameline bedel verilenden başka öz yanından büyük ecir ve sevap ihsan eder.
41/44- (Resulüm!) Her ümmetin peygamberini onların amellerine şahitlik için getirdiğimiz ve seni de bu şahitlerin doğru söylediklerini tasdik için şahit gösterdiğimiz zaman kâfir ve müşriklerin halleri nice olacak! (Böyle günde hiç günahlar gizlenebilir mi? Bilakis kıyamet günü günahlar aşikâr olacak ve herkese karşılığı erişecektir.)
42/45-Peygamberlerinin,
amellerine şahitlik yaptığı ümmetlerden) Allah’a inanmayıp peygambere karşı gelenler, o gün (kıyamet günü) yerle bir olmayı isterler. Allah’tan hiçbir sözü gizlemeye kadir
olamazlar, (çünkü bir taraftan peygamberler,
bir taraftan da kendi organları şahitlik ederler.)
43/46- Ey iman edenler! Ne deyip ne okuduğunuzu bilinceye kadar sarhoş iken namaza yaklaşmayın. Bir de, yolunuzun zorunlu olarak mescitten geçmesi müstesna, cünüp iken hem mescide girmeyin hem de namaz kılmayın. Eğer seferde iseniz, yahut helâdan geldiyseniz, ya da kadınlara cinsi yakınlıkta bulunup da su bulamamışsanız o vakit temiz ve pâk olan bir toprakla teyemmüm edin: Yüzlerinizi ve ellerinizi (dirseklere kadar) mest ediniz. Şayet teyemmümde veya namazda bir noksanınız olursa (tövbe ettiğiniz takdirde) şüphesiz Allah tövbe edenleri affedip bağışlayandır.
Tefsir:
Hz. Ali (ra)’ın anlatıyor: “Abdurrahman b. Avf (ra) bizim için yemek hazırlayarak bizi davet etti, gittik, yemeği yedik. Arkadan şarap ikram etti, içtik. (Bu ziyafet şarabın ikram edilmesinden önce idi.) Şarap beni sarhoş etmişti. Namaz vakti gelince imam olmamı istediler. Namazda Kâfirin suresini okudum. Ancak “sizin taptığınıza ben tapmam” diyecek yerde “biz, sizin taptığınıza taparız” şeklinde yanlış okudum. Bunun üzerine “Ey iman edenler! Ne deyip ne okuduğunuzu bilinceye kadar sarhoş iken namaza yaklaşmayın. Bir de, yolunuzun zorunlu olarak mescitten geçmesi müstesna, cünüp iken hem mescide girmeyin hem de namaz kılmayın.” Ayeti nazil oldu.[194] Bu ayette yasaklık açık olmakla birlikte caiz olma ihtimali de yok değildi. Bunun üzerine hemen terk edenler bulunduğu gibi, henüz terk etmeyenler de vardı. Hz. Ömer’in (ra) : “Allah’ım şarap hakkında bizlere yeterli bayanda bulun”[195] diye dua etmesi üzerine (Maide 5/90-91) ayetleri nazil oldu ve içki tamamen yasak edildi. Bu konu adı geçen ayetler gelince ayrıntılı olarak anlatılacaktır.
44-45/47- (Resulüm!) Kendilerine (Tevrat’tan) bir parça ilim verilenlere (şu Yahudilere) baksana! Sapıklığı (hidayete bedel) satın alıyor ve istiyorlar ki, İslam’dan kenara çıkıp dalalete düşesiniz. Allah, sizin düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir, (onun için Yahudilerin düşman olmalarını size haber veriyor.) Allah dost olarak da yeter bir yardımcı olarak da yeter.
46/48-Yahudilerden bir kısmı (Tevrat’ta bulunan Allah’ın kelamını) yerlerinden değiştirir onun yerine başka söz koyarlar. (Resulüm! Sen onları İslam’a davet ederken onlar:) “Senin sözünü dinledik ama iman etmiyoruz. İsyan ettik.” (Kendi aralarında nefretle:) “Bunu bizden dinle:Kulağın sağır olsun, hiçbir şey işitmesin, biz de senden kurtulalım.” Meydanda ise dillerini burarak hem de dini kötülemek için: “bizi uygun karşılayıp, vakit tanı ki sözlerinizi derince düşünelim” derler. Eğer “Ya Resulallah! Senin sözlerini duyduk itaat ettik, bizi duy ve bize mühlet ver” deselerdi her hâl u kârda bu onlar için daha hayırlı ve daha doğru olurdu. Lakin, küfürleri yüzünden Allah onları lanetlemiştir. Artık pek azı inanırlar.
47/49- Ey kitap (Tevrat) verilenler! Kıyamet günü bir kısım yüzleri (günahkârların yüzlerini) değiştirip de arkalarına çevirmeden, yahut cumartesinin hürmetini kaldıran Yahudileri sürekli lanetlediğimiz gibi lanet edip öz rahmetimizden kenara salarak devamlı bir azaba giriftar etmeden acele edin de size gelenleri doğrulamak üzere indirdiğimiz Kur’an’a iman edin. Allah’ın emri mutlaka vaki olacaktır.
48/50- Allah kendisine şirk koşmaya karar verenleri asla bağışlamaz. Bundan başka günahları, murad ederse bağışlar (Allah da sadece tövbe edenleri murad eder.). Kim Allah’a şirk koşmaya karar verirse cidden büyük günaha girmiştir (o günah bağışlanacak günah değildir.)
49/51-(Resulüm!) Yahudilere baksana nefislerini temize çıkarıyorlar. (Bir kimsenin kendini temize çıkarması fayda etmez) Bilakis Allah istediğini temize çıkarır, (işte bu temize çıkarılmaya layık olur. Allah hak etmediği halde kendisini pâka çıkaranlara azap eder. Azap ederken: ) Hurma tohumunun arasında bulunan iplik kadar kimseye haksızlık yapmaz.
Tefsir:
Yahudiler “biz Allah’ın dostlarıyız” deyip kendilerini tezkiye ediyorlardı. Bunun üzerine mezkur ayetin indiği söylenir.[196]
50/52- (Resulüm!) Baksana bu Yahudilere! Nasıl da Allah’a iftira ediyorlar. (Diyorlar ki: “Biz Allah’ın dostlarıyız. Bize azap etmeyecek”) Bu söz apaçık bir günah olarak onlara yeter.
51/53- (Ya Muhammed!)
Kendilerinin Kitap’tan (Tevrat’tan) bir parça nasibi bulunanlara bakmıyor musun? (Doğrusu biz onların dediklerine çok hayret ediyoruz, kendileri ehl-
kitap oldukları halde,) putlara ve
şeytanlara iman edip secde ediyorlar ve kâfirlere (Mekkelilere:) “Bunlar, Allah’a iman edenlerden daha doğru
yoldadır” diyorlar!
Tefsir:
İkrime’den gelen bir rivayete göre, Huyey b. Ahdab ve Ka’b b. el-Eşref Mekke’ye geldiklerinde Mekkeliler onlara: “Siz Ehl-i Kitapsınız, hem de ehl-i ilim. Bizim ile Muhammed (sav)’in durumunu hele bir anlatın. Aramızda ne fark var?” ve yine “siz Ehl-i Kitap olarak ne konumdasınız Muhammed ne konumdadır?” dediler. Arkasından kendi meziyetlerini anlatmaya başladılar: Biz develer kurban ederiz, su yerine millete süt içiririz, darda kalmışa yardım ederiz, akrabalarımızın hakkını gözetir onlara yardım ederiz, hacılara su içiririz. Aynı zamanda bizim dinimiz kadim bir dindir; Muhammed’in (sav) dini ise yenidir. Huyey ile Ka’b dediler ki: “Siz onlardan daha hayırlı ve daha doğru yoldasınız”. Bunun üzerine Allah mezkûr ayeti indirdi.[197]
52/54-(Resulüm!) Allah onları öz rahmetinden kenara atmıştır; Allah’ın, öz rahmetinden uzaklaştırılan kimseler için gerçek bir yardımcı bulamazsın (onu azaptan kurtarsın).
53/55- (Habibim!) Belki onların (Yahudilerin) dünyada bundan sonra saltanat, yahut peygamberlik veya padişahlık gibi bir nasipleri olur sanarlar, (Elbette bundan sonra onların bir saltanatı olmayacaktır.) Eğer onların saltanatları olacak olsa (dünya malından) hurma tohumunda bulunan nokta kadar bir şeyi kimseye vermezler.
54/56-Belki ne bilirsin onlar (Yahudiler), Allah’ın öz lütfundan (sana peygamberlik, müminlere zafer) vermesini kıskanıyorlar. Halbuki, (bu Muhammed’den başka) İbrahim ve evladı İsrail oğullarına da kitap, hikmet ve büyük saltanat ihsan etmiştik. (Yusuf, Davud ve Süleyman gibi peygamberlere saltanat ve nübüvvet verdiğimiz gibi bu Muhammed’de verdik. Bu haset edilecek şey değil ki neden haset ediyorsunuz?) [Bu ayet Yahudilerin çok haset kimseler olduğunu anlatmaktadır. Hasetlik ise: Başkalarında bulunan bir malı çekemezlik, “onlarda olmasın sadece bende olsun” duyguları içine girmeye denir. ]
55/57- Onlardan (Yahudilerden) bir kısmı Resulüllah’a inandı, diğerleri yüz döndürdüler. İman etmeyenlere cehennem alevi kifayet eder.
56/58- (Resulüm!) Mucize ve ahkâmımızı inkâr edenleri elbette cehennem oduna sokacağız; onların derileri yanıp pişip tükenince derilerini başkalarıyla değiştiririz ki azabı sürekli tatsınlar (onlara hiç ölüm yoktur. Sürekli azap çekeceklerdir.) Allah mahlukata galiptir, hiçbir günahkâr onun azabından kurtulamaz; hakimdir, adalet ancak adalet üzere azap eder.
57/59- İman getirip ameli salih edenleri elbette içinde ebedi kalacakları ağaç ve köşklerinin altından nehirler akan bir nice cennetlere koruz. Onlara orada her bir ayıptan uzak ve pâk olan eşler vardır ve onları ne soğuğu ile üşüten ne de sıcağı ile yakan tatlı bir gölgeye sokarız.
Tefsir:
Allah (cc) insanların her zaman görüp de ülfet ettiği nimetlerden misal vermektedir. Bununla hem onları ülfetin karanlığından kurtarıyor, hem de insanlara nimetlere karşı şükür etmelerini hatırlatmış bulunuyor. İnsanlara takdim ettiği nimetlerin bir numunelerinin de ahrette bulunduğunu ve bu nimetleri hakiki kullarına vereceği müjdesini de vererek onları güzel ahlaka, tevhide ve üstün hakikatlere davet ediyor. Onun için bu ayetlerin ihtiva ettiği manalar gözden kaçırılmamalıdır.
58/60- Allah size, mutlaka emanetlere hıyanet etmeden öz ehline vermenizi (ki bu, insanlık aleminin ilk şartıdır.), idari mevkilere gelip insanlar arasında hükmettiğiniz zaman (ki üzerinize lazım ve vacip olan taraftarlık etmeden, rüşvet almadan herkese eşit davranıp) adalet üzere hükmetmenizi emrediyor. (Ardı sıra kendisini senâ ederek:) Allah sizlere ne kadar güzel öğütler veriyor! Doğrusu Allah, insanların bütün yaptıklarını görüp, işitir ve hiç bir şey O’na gizli kalmaz.
Tefsir:
Bu ayet ve bunu takip eden diğer ayetlerde önemli hukuk kuralları vardır. Aynı zamandan “Siyaset bilimin ve medeniyetin üstün kurallarının” temeli de bu ayetlerde mevcuttur. Onu için bu ayetler en iyi bir şekilde dikkatlice düşünülmelidir.
“Allah size, mutlaka emanetlere hıyanet etmeden öz ehline vermek” insanlık dünyasının önemli meselelerinden birini teşkil etmektedir. Onun için insanlık aleminin ilk şartlarından birini teşkil etmektedir.
Bu ayeti okuyup da onunla amel etmeyen idarecilere yazıklar olsun! Günümüzde Kur’an ayetleri o kadar unutulmuştur ki, rüşvet almak ve adam kayırmak Müslümanlar arasında İslam Şeriatinden bir parça imiş gibi değerlendirilmeye başlamış, sanki devran ters dönmüştür. Bu konuda gelen ayetle ise sanki neshedilip yürürlükten kaldırılmıştır. Bu hükümlerle amel etmemek zaafın ve İslam’ın zelil olmasının tek sebebidir.
Hiç ibret almıyorlar mı ki, bir defasında Hz. Ali (as), savaştan gelirken devenin arkasından zırhı düşüp kaybolmuştu. Bir Yahudi onu buldu ve Hz. Ali de o zırhı Kûfe pazarında yahudinin elinde gördü. Dedi ki: Bu zırh benimdir, sen bunu falan yerde bulup buraya getirdin. Yahudi, inkâr etti. Hz. Ali “öyle ise mahkemeye gidelim” dedi. Mahkeme için Kadı Şüreyh’in (87/705) huzuruna çıktılar. (Bu mahkeme Hz. Ali’nin hilafeti zamanında olmuştur ki Kadı Şüreyh’i, kendisi kadı olarak tayin etmiştir.[198] Kadı baktı ki, Hz. Ali oturmak için özel bir yer arıyor. Hemen önüne durup onun da Yahudinin oturduğu mevkie oturtmasını istedi.(Çünkü murafaada her iki davalının da bir yerde oturmaları gerekmektedir. Hakimin bir davalıya hürmet edip diğerine düşük muamelede bulunması caiz değildir.) Mahkeme başlayınca kadı, Hz. Ali’den şahit istedi. O da kölesi Kamber ile iki oğlu Hasan ve Hüseyin’i (radıyallahu anhum) şahit gösterdi. Kadı, onların şahitliğini kabul etmedi. Hazret: Sen nasıl onların şahitliğini kabul etmezsin? Onlar için Allah Resulü (sav) buyurdular ki: Hasan ve Hüseyin cennet civanlarının ağalarıdır, onun için onların şahitliğini reddetmek olmaz. Yahudi davanın bu halini görünce “zırh senindir” dedi ve zırhı Hz. Ali’ye verdi. Sonra da Müslüman olup İslâm’la müşerref oldu. Hz. Ali tekrar zırhı ona hediye etti.[199] Allah böyle insanların şefaatinden bizleri mahrum etmesin..
59/61- Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin. Bir de sizlerden hak ve adalet üzere yürüyen emir sahiplerine itaat edin. Eğer herhangi bir hususta nizaa düşerseniz -Allah’a ve ahret gününe getiriyorsanız- onu Kur’an’ ve Peygamber’in hadisine götürün. (Kur’an ve hadisteki hükümlerle amel edin). Bu hükmü Allah ve Resulü’ne götürmeniz sizin için güzel ve akıbeti hayırlı bir iştir, (Kur’an ve hadise danışırsanız o zaman hatadan uzak olursunuz.)
Tefsir:
Bir önceki ayette amirlere adaleti emir buyururken bu ayette de halkın amirlerine itaat etmesi anlatılmaktadır.
Allah’a, Resulüllah’a ve emir sahiplerine itaat vaciptir. Fakat “ululemr”in adil olması gibi bir kısım şartları haiz olması gerekmektedir. Çünkü zalimlere itaat vacip değildir. Zalim kimseler azledilirler.
Diğer taraftan “ululemr”e itaat olunmadığı takdirde bir kaos olur ki karmaşa her tarafı kaplar ve devlet yıkılır. Devletsiz kalan bir milletse Yahudiler gibi sair milletler nazarında sürekli hor ve hakir görülürler. Bundan olacak ki, Allah Resulü (sav): “Kim benim emrîme itaat ederse bana itaat etmiş olur, bana itaat eden de Allah’a itaat etmiş olur.”[200] buyurmuşlardır. Yukarıda da anlatıldığı gibi “ululemr” adil olduğu müddetçe ona itaat etmek lazımdır.[201] Adaletten ayrılınca artık ona itaat edilmez. Bu takdirde adil bir “ululemr” tayin etmek gerekir. İkinci halife Hz. Ömer (ra) şöyle buyurmuştur: Ey insanlar! Ben adalet üzere olduğum sürece bana itaat edin. Adaletten ayrılırsam artık bana itaat etmekle yükümlü değilsiniz”.
60/62- (Resulüm!) Baksana, (o münafıklar) güyâ sana indirilen (Kur’an’a) ve senden önce peygamberlere indirilenlere inandıklarını iddia ediyorlar, (onlardan biri de Bişr’dir.). Duruşmak için şeytana (Kâb b. Eşref’e) gitmeyi istiyorlar. [ Tağut, şeytanın adıdır. Kâb, şeytana uyduğu için ona da tağut denilir.] Halbuki insanlara, şeytanı kabul etmemeleri ve ona tabi olmamaları emredilmiştir. Şeytanın muradı o dur ki, onları haktan son derece uzak bir dalalete salsın.
Tefsir:
Medineli Bişr adında bir münafık, bir Yahudi ile anlaşmazlığa girdiler. Yahudi onu duruşma için Resulüllah’ın huzuruna davet etti. Münafık, Yahudilerin reisi Kâ’b b. Eşref’in yanına gitmelerini istedi. Yahudi buna razı olmadı. Encamında Resulüllah (sav)’in huzuruna gelmeye karar verdiler. Resulüllah (sav), Yahudi lehine mahkemeyi karara bağladı. Bişr razı olmadı ve Hz. Ömer’e gitmelerini istedi. Ömer’in huzuruna geldiler, Yahudi “Resulüllah bizim aramızda hükmetti fakat bu hükme razı olmadı” dedi. Ömer, münafığa “bu hadisenin böyle olup olmadığını” sordu; o da “evet” deyince, “öyle ise bekleyin, ben geliyorum” dedi ve gidip kılıcını getirerek münafığın boynunu vurdu. Sonra da dedi ki: “Allah Resulü’nün sözünü dinlemeyene ben böyle hükmederim.” O zaman bu ayet nazil oldu. Resulüllah (sav) Hz. Ömer için “sen fâruk’sun” hak ile batılın arasını birbirinden ayıransın. Hz. Ömer (ra)’a “Fâruk” lakabını buradan aldı.[202]
61/63- (Resulüm!) Onlara: Sana indirilen (Kur’an’a ve senden önce) peygamberlere (indirilenlere) gelin başvuralım denildiği zaman, münafıkların daha kötü bir şekilde sana yüz döndürdüklerini görürsün. (Evet onlar zebranın aslandan kaçışı gibi senden kaçarlar.)
62/64- Öz amelleri yüzünden (Resulüllah’ın hükmünü reddetmeleriyle) onlara musibet yetişince (münafıkların hali) nice oldu! (Resulüm!) Ondan sonra senin yanına gelerek Allah’a yemin edip (biz senden başkasını duruşmada hakem kabul etmeyiz) biz yaptıklarımızla sadece hasımların arasını bulmak ve iyilik etmek istedik, deler.
Tefsir:
Daha önce de geçtiği gibi Hz. Ömer (ra), Bişr’i öldürünce, akrabaları Resulüllah’ın huzuruna gelip onun kanını Ömer’den istediler. “Ey Allah’ın Resulü! Duruşmada hiçbir zaman senin hükmünü reddetmeyiz. Fakat bu hadisede seni bırakıp da başkasına müracaatta bulunmamız yalnız ıslah maksadını taşımaktadır.” dediler. Resulüllah (sav) münafıkların iddialarını kabul etmeyip Bişr’in kanını heder etti. Yani kısasa uygun bulmadı. Bu ayet işte o vakayı anlatmaktadır.
63/65-Onlar öyle kimselerdir ki, Allah onların kalplerinde olan sırları bilir. (Dedikleri sözler kalplerindekine uygun değildir.). Resulüm! Onlara aldırma, sözlerine de ehemmiyet verme. (Ama onlara nasihat et, ihtimal nifaktan vazgeçerler. Onlara öğüt verirken) kalplerine tesir edecek ve onlara korku salacak sözler de.
64/66- Biz her peygamberi Allah’ın izni ve hükmü ile kendisine itaat edilmesi için gönderdik. (Münafıkların, Peygamber’in hükmüne razı olmamaları onların kendilerini ele vermiştir.) Resulüm! Eğer onlar nefislerine zulüm edip senin hükmüne razı olmadıkları zaman pişman bir şekilde huzuruna gelerek Allah’a tövbe edip mağfiret dileselerdi; sen de onlar için mağfiret dilerdin. Mutlaka Allah’ı da, tövbeleri kabul eden ve onlara merhamet eden olarak bulurlardı.
65/67-(Resulüm! O münafıklar senin huzuruna gelip tövbe etmediler.) Senin Rabbine yemin olsun ki (münafıklar) aralarında .çatallanmış çekişmeli işlerde seni hakem kılıp verdiğin hükme razı olmadıkça kalpten iman etmiş sayılmazlar. Daha sonra da verdiğin hükümden dolayı kalplerinde hiçbir şek bulunmaz, zahiren ve içten kabul edip itaat etseler, (o zaman bilinir ki onlarda iman var imiş.)
66/68- Eğer onlara (münafıklara), (İsrail oğullarına) kendinizi öldürün, yahut (Buzağıya tapanlara) yurt ve yuvanızı terk edin (diye emrettiğimiz gibi) emretseydik (İsrail oğulları gibi mi yaparlardı! İhtimal) içlerinden pak azı hariç, bu hükme itaat eden bulunmazdı. Eğer kendilerine yapılan nasihati (Peygambere tabi olup, hükmüne boyun eğmeyi) yapsalardı her hâl ü kârda onlar için güzel hem de imanları için daha sabit ve muhkem olurdu.
.67-68/69- Eğer onlar imanlarında sabır kalıp Peygamber’e itaat etmiş olsalardı, o vakit onlara öz yanımızdan (karşılıksız, bir lütuf olarak) büyük mükâfat verir; ve onları düz bir yola hidayet ederdik.
69/70- Kim Allah’a ve
Resulü’ne itaat ederse işte onlar, Allah’ın ahret nimetini tamamladığı nebiler,
peygamberleri tasdik edenler, cihat edip şehit olanlar, bir de takva
sahibi olan kimselerle bir yerde olacaklardır. Bunlar ne güzel yoldaştırlar.
70/71- Bu sayılan
kimselere yoldaş olmak Allah’ın lütuf ve
bahşişidir. Allah, bendelerini bilmeye kifayet eder.
71/72- Ey iman edenler! Sürekli uyanık durup savaş hazırlığını tedarik edin, (ki ansızın düşman gelip size galip olmasın). Savaşa giderken deste deste gidin; gerektiğinde sakın ola bir nefer geride kalmasın, hep birden savaşa gidin. [Savaşa bölükler halinde gitmenin faydası, düşmanın gözünde çok görünmesi açısından önemli; toplu halde gitmenin ise bireylere içtimai ruhu aşılaması açısından önemlidir.]
72/73- Sizden (Abdullah b. Ubey ve arkadaşları gibi) bazıları vardır ki, cihada giderken ağır alıp geride kalırlar. (Ey müminler!) düşmanın size galip gelmesiyle başınıza bir musibet gelirse şâd olur “Allah bana lütfedip nimet verdi de onlarla beraber savaşta bulunmadım” der. (Yoksa onların başına gelen benim de başıma gelirdi, derler.);
73/74-Fakat cihat ederken Allah’tan size bir lütuf gelir (düşmana galip gelerek elinize ganimet geçerse) sanki sizinle onların arasında hiçbir dostluk yokmuş gibi “keşke ben de onlarla beraber olsaydım da büyük bir ganimet alırdım” derler.
74/75- Dünya hayatını ahrete tercih edip cihadı terk edenlerin (bu itikatlarını değiştirerek; ahret hayatını dünyaya tercih edip nifakı terk ederek halis bir iman ile) Allah yolunda cihat etmeleri gerekir. Kim Allah yolunda cihat eder de öldürülür veya galip gelirse (her iki durumda da) elbette ona büyük sevap ve ihsanda bulunacağız.
75/76- (Ey müminler!) Size engel olan ne idi ki Allah yolunda ve “Ey bizim Rabbimiz! Bizi, ehli zalim olan bu Mekke şehrinden çıkar da kurtulalım, öz yanından birini gönder umurumuzu üzerine alsın, yine öz yanından bir kimse ver bize yardım edip buradan kurtarsın!” diyen bîçare erkekler, kadınlar ve çocuklar için cihat etmiyorsunuz?
Tefsir:
Resulü Ekrem (sav) Mekke’den Medine’ye hicret ettikten sonra arkada bulunan bîçare Müslümanlar, hicret etmeye güçleri yetmediği için Mekke’den çıkamamışlardı. Bu durumda müşrikler onlara çok eziyet ve cefa ettiler. Bunların artık Allah’a dua etmekten başka yapacakları hiçbir iş kalmamıştı. Duaları ise şöyle idi: “Ey bizim Rabbimiz! Bizi, ehli zalim olan bu Mekke şehrinden çıkar da kurtulalım, öz yanından birini gönder umurumuzu üzerine alsın, yine öz yanından bir kimse ver bize yardım edip buradan kurtarsın!” İşte bu ayet onlar hakkında inmiştir. Allah (cc) Müslümanlara, bîçare insanların müşriklerin elinden kurtulmasını emir buyuruyordu. Onun için Allah (cc) Hz. Hatm-i Mertebet Resulü Huda (sav)’e kuvvet verip, İslam dini de şehbal açıp, her yerde kabul vazedilip Mekke’in fethi müyesser oldu. Bu bîçare Müslümanlar da müşriklerin elinden kurtuldu.
76/77- İman edenler Allah yolunda cihat ederler, kâfirler ise şeytanın yolunda savaşırlar. (Ey müminler!) Siz şeytanın dostları müşriklerle cihat edin; (sizin yardımcınız Allah, onların yardımcıları ise şeytandır;) şeytanın hilekârlığı Allah’ın size yardımı yanında zayıf kalır, (siz onları yenersiniz).
77/78- (Resulüm!) Kendilerine, ellerinizi cihat etmekten saklayın (henüz cihat vakti gelmemiştir.), namaz kılıp zekât verin, (bu ikisini yapın bundan sonra cihat emri gelecektir.), denilen kimselere bakmıyor musun? (Medine’ye hicret ettikten sonra) onlara cihat yazılıp vacip olunca, içlerinden bir fırka hemen Allah’tan ürperir gibi, hatta daha fazla bir korku ile müşriklerden korkarlar. (Buna ilaveten) “Ey bizim Rabbimiz! Niçin alelacele cihadı bize vacip eyledin? Ne olurdu bunu bizim için belirli bir müddet tehire salsaydın olmaz mıydı?” dediler. Onlara de ki: “Sizin muradınız dünyadır. Dünya metaı az ve fani olan şeydir. Cihat eden takva sahipleri için ahret daha iyi ve bakidir, (böyle sözleri bırakın da şimdi cihada gidin.) ve size hurma çekirdeğinin ortasında bulunan yarığın içindeki iplik kadar haksızlık yapılmaz”
Tefsir:
Hz. Peygamber (sav), Mekke’de iken bir kısım müşriklerin baskılarına karşılık onlarla savaşmak için izin istediler. O da izin vermedi. Onlara namaz kılıp zekât vermeyi emretti. Medine’ye hicret ettikten sonra cihada izin verilince bunun biraz daha geciktirilmesini istediler. O vakit bu ayet nazil oldu.[203]
Cihat Müslümanların şah damarıdır. Müslümanlar cihat ederken ölürseler din ve milletin ilerlemesi için ölürler. Dinine bağlı bir kimse milleti için malından geçip Allah yolunda harcarken bunda büyük saadetler olduğunu bilmelidir. Eğer İlk müslümanlar, Allah yolunda can ve mallarını vermeselerdi, İslam dini yer yüzüne bu seviye de yayılır mıydı? Cihat etmek sadece savaşa gidip candan geçmeye münhasır değildir. O aynı zamanda dil ve mal ile de olur. Bazen olur ki, cihat sadece mal ve dil ile olur. Diğer kısmı ise mümkün olmayabilir. Özellikle günümüzde Allah yolunda cihat etmek, maldan geçmeye ve Allah yolunda vermeye bağlıdır. Zengin kimse malından geçip Vatan evlâdını cehalet ve dalaletten kurtarmak için sarf etmelidir. O zaman bu Allah yolunda cihat eden en büyük mücahit sayılır. Günümüz artık, vurup kesmek, zor ve kuvvet kullanmak zamanı değildir. Belki bu gün en çok mücevher kazanan kılıç “ilim” dir. Bu gün dinin düşmanlardan kurtulması, her yönden ilerleme ilme bağlıdır. Hangi millet içinden cehaleti söküp atmış, ilimle kendini teçhiz etmişse onlar ilerlemişlerdir. Şimdi, Müslümanları felaket ve rezalete salan şey cehalettir. Cehaletin sebebi iki fırkadır: a) Ruhanilerimizin şahsi garazları, b) Zenginlerimizin cimrilik ve hasislikleri. Bunlar Allah yolunda mallarını sarf etmiyorlar, onlar milleti medeniyete götüren yollara mani oluyorlar. İlmi, yalnız ahrete ait ilimlere hasrediyor, medeniyetin yollarını kapatıyorlar. Allah her iki fırkaya da hidayet nasip etsin.
78/79- Hangi mekânda olursanız olun ölüm size ulaşacaktır; yüksek ve muhkem kalelerde olsanız bile! (Cihatta olsun olmasın, insan ölecektir. Cihattan kaçmak insanı ölümden kurtarmaz, belki insan için ar getirir. Ölümün en güzeli de din ve millet yolunda ölmektir.) Resulüm! Onlara (münafıklara) bir nimet verilse onu Allah’tan bilir, onlara kıtlık ve yokluk belası erişse sendendir (senin şomundandır) derler. “Nimet ve bela hepsi Allah’tandır” de. (Allah bazen nimet, bazen de bela verir. Ama her birinin bir sebebi vardır.) [Bundan sonra gelen ayette, nimet ve belanın veriliş sebebi anlatılacaktır.] Bu insanlara ne oluyor ki, nimet ve belanın Allah’tan geldiğini bir türlü anlamıyorlar!
79/80- (Ey insan!) Sana gelen her nimet ve ihsan Allah’tandır, (O nimetin sana gelmesinde hiçbir hak sahibi değilsin); fakat sana gelen her bela ve musibetin sebebi senin öz nefsindir. (Ya Muhammed!) Biz seni bütün insanlara elçi olarak gönderdik.
Tefsir:
Peygamberler içinde yalnız ikisi bütün insanlığa gönderilmiştir. Birincisi İbrahim (as), ikincisi ise Bizim Peygamberimiz (sav)’dir. Nitekim Bakara suresinde İbrahim (as) için “Ben seni bütün insanlara imam yapacağım.” (Bakara 2/125) diye buyrulmuştur. Bu iki peygamberden başka diğer peygamberler belirli bir yere veya belli milletlere gönderilmişlerdir. O halde Hz Peygamber (sav) bütün insanlığın peygamberidir. O yalnız Arabın ve acemin değil belki, yeryüzünde bulunanların peygamberidir.
Onun için Allah (cc) burada Resulüllah (sav)’i teselli ederek bu mealde buyuruyor ki “Sen o münafıkların dediğine bakma. Allah’ın hükümlerini halka anlat, Allah şahittir ki sen cümle alemin peygamberisin.”
80/81- Kim Peygamber’e itaat ederse hakikaten o kimse Allah’a itaat eder. (Resulüm!) Kim itaat etmez, sana dalını dönerse sen o kimseyi bize havale et. Biz seni onların başına hesabına bakan ve azap eden bir muhafız tayin etmedik.
81/82- (Resulüm!) Münafıklara bir şey emretsen “Baş üstüne derler”, Senin huzurundan ayrılınca onlardan bir grup gece bir yere toplanıp senin dediğinin tersini kurarlar. Fakat Allah, onların gece çevirdikleri dolapları kaydediyor, cezalarını da verecektir, (işte bundan gafildirler.) Sen de onlardan uzak dur, aman sakın olmasın ki onlardan intikam alasın, Allah’a tevekkül et. Kefil olarak Allah sana yeter.
Tefsir:
Bu ayetin “Sen de onlardan uzak dur, aman sakın olmasın ki onlardan intikam alasın, Allah’a tevekkül et. Kefil olarak Allah sana yeter.” kısmı fevkalâde ibret doludur. İslam dininin kılıç zoru ile yayıldığını söyleyenler, buna ne diyecekler. Bu kimseler baksınlar ki Allah (cc) Elçisine düşmanlarıyla muamelesinin ne türlü olduğunu anlatıyor. Allah, Resulü’ne düşmanlarıyla müdarat etmesini ona yaraşır bir şekilde davranmasını istiyor. Kendi emri olmadan onlara savaş açmamasını, onların yaptıklarını kendisine havale etmesini emrediyor. Evet İslâm dininde yapılan cihatları inkâr etmek olmaz, fakat onların hepsinin makul bir sebebi vardır. Allah Resulü hiçbir zaman yok yere sebepsiz olarak kimseye savaş açmamıştır. Kimseyi sebepsiz yere öldürtmemiştir. Bu savaşların hepsinin sebebi düşman tarafıdır. Tarihe bakılsın.
82/83- Kur’anı inkâr edip kabul etmeyenler, Kur’an’ı etraflıca düşünmüyorlar mı? Eğer Kur’an Allah’tan başkasının yanından gelse idi onda çok ihtilaf bulurlardı.
Tefsir:
Kur’an’ın kelimelerinin hepsi mucizedir. Hiçbir kimse onun bir kelimesinin bir mislini getiremez. İnsan Arapça’yı, “maân ilmini” ve “beyan ilmini” en yüksek seviyede bilemezse Kur’an hakikatlerini pek anlayamaz. Alim diye geçinen insanlar onun hakikatlerini nasıl anlasınlar? Bununla birlikte Arapça’nın kelime ve kaidelerini iyi bilip bir kısım bidâtlarla kafası karışmayan insanlar için hükümleri tebliğ etmede ve müstakil bir şekilde hidayet yolunu göstermede Kur’an’nın delaleti açık ve vazıhtır. Günümüzde bir kısım ilim adamalarının zihinleri bazı engel ve uydurma şeylerle karışık olduğu için İslam arasında ihtilaflar çıkmıştır.
83/84- Müslümanlardan ileri görüşlü ve tedbirli olmayanlara Allah Resulü’nün ordusunun galip veya mağlup olduğu haberi yetişince onu tutmayıp münafıklara yayarlar; halbuki onu, Resul’e veya onlardan ileri görüş sahibi basiretli kimselere götürselerdi, onların arasından fetanet ve zekâ sahipleri o işin manasını anlar çaresini bulurlardı. Eğer Allah’ın lütfu olmasaydı her hâl ü kârda, pek azınız müstesna, şeytana tabi olup dalalete düşerdiniz.
Tefsir:
Hz. Peygamber (sav), çevreye küçük çapta birlikler gönderiyordu. Müslümanlardan bazı yetkili olmayan kimseler, bu haberi duyup hemen herkese söylüyorlardı. Bu haberi duyanlar arasında münafıklar da vardı. Onlar bu mağlubiyeti Müslümanlar arasında yayıp morallerini bozuyor ve onları ümitsiz bırakıyorlardı. Bu ayet, Müslümanlara bildiriyor ki bir daha münafıklara bu türlü haberleri vermesinler.
84/85- Sana hiçbir kimse yardım etmeyip yalnız bıraksa bile bizzat cihada çıkıp Allah yolunda cihat et. Sadece sen kendi nefsinden sorumlusun. Fakat müminleri de güzel sözlerle savaşa teşvik et, (zorla onları cihada çıkarma). Ümit olur ki Allah, size karşı kâfirlerin şiddetli hücum ve cesaretini kırar, (size hiçbir zarar veremezler.) Allah’ın savlet ve şecaati daha çetin ve azabı daha şiddetlidir.
Tefsir:
Hz. Peygamber (sav) Uhud savaşından sonra Ebu Süfyan’a karşı bir sene sonra “Küçük Bedir” pazarına katılacağına dair sözleşmiş ve söz vermişti. Zamanı gelince insanları davet etti, fakat onlardan bir takımı çekindi. Bunun üzerine bu ayet indi[204] ve Hz. Peygamber (sav): “Ben yalnız kalsam yine giderim” buyurdu ve yetiş atlı ile savaşa çıktı. Allah (cc) kâfirlerin kalplerine bir korku koydu. Onlar Bedir’e gelmeden geri döndüler. Böylece Allah’ın vadi gerçekleşti. Bu hadisenin ayrıntıları (Al-i İmran 3/180) geçmişti.
85/86- Kim bir mümin kardeşine başkasından gelebilecek hayır ve menfaat hususunda aracılık ederse onun da Allah yanında o işten bir nasibi vardır. Kim de mümin kardeşine kötülük yapılması hususuna birine aracılık ederse ona da o aracılığın azabından Allah yanında bir pay vardır. Allah her şeyden haberdardır ve muhafaza eder.
86/87- Sizi bir kimse selamladığı zaman, siz de ondan daha güzeli ile selamlayın veya aynen karşılık verin. Şüphesiz Allah (az-çok) her şeyin hesabını arayandır.
Tefsir:
Selam veren kimsenin selamını en güzel şekilde almak şöyle olur: Biri “Esselamüaleyküm” dediğinde ona karşı “Aleykümselam ve rahmetullah” denir ve ona karşı “ve rahmetullah” kelimesi artırılır. Eğer o “Esselamualeyküm ve rahmetullah” derse, ona karşı “Aleykümselâm ve rahmetullahi ve berekâtuh” denir ve “ve berekâtuh” kelimesi artırılır. İşte muhatabın selamına karşılık söylenen “ve rahmetullah”, “ve berekâtuh” kelimeleri “daha güzeliyle selam verin” ayetinin kastettiği manadır.
Selam veren kimsenin selamını almak vaciptir. Ayet buna da delalet etmektedir.
87/88- Hak olan mabut Allah’tır. Allah’tan başka ibadete layık olan mabut yoktur. (Ondan başka bütün mabutlar batıldır.) Allah sizi elbette kıyamet günü hesap için bir araya toplayacaktır. Bunun olmasında hiç şüphe yoktur. (Bu haberi kabul etmiyorsunuz ama;) Allah’tan daha doğru sözlü kim vardır? (Yalan bir çirkin iştir. Allah ise bundan münezzehtir.)
88/89- (Müslümanlar) Size ne oluyor ki, Mekke’ye kaçıp giden münafıklar hakkında iki fırka oluyorsunuz? (Allah onlara münafık deyip kâfir olduklarını söyledi.) Allah, onların yaptıkları yüzünden (mürtet olup Mekke’de müşriklere katıldıklarına göre) müşrikler hükmünde değerlendirdi. (Siz Müslümanlar!) Muradınız, öz amelleri yüzünden Allah’ın kendilerini dalalete saldığı kimselerin (Mekke’ye kaçanların) hidayet bularak Müslüman olduklarını söylemek mi? (Resulüm) Kim kendini dalalete salarsa sen onu oradan kurtarmaya bir yol bulamazsın (müşriklere iltihak edenler hiçbir zaman müşriklikten kurtulamayacaklardır.)
Tefsir:
Münafıklardan bir grup Hz. Peygamber’e gelerek, Medine’nin havasını beğenmediklerini ve Badiye’ye çıkmak için izin istediklerini belirtmişler, Medine’den çıktıktan sonra da Mekke’de müşriklere katılmışlardı. Bu münafık insanlar hakkında Müslümanlar ihtilafa düşüp, iki gruba bölünmüşler. Bir kısmı, bunların Müslüman olduğunu, diğerleri ise, kâfir olduklarını söylemişlerdi. İşte ayet, adı geçen olay üzerine inmiştir.[205]
89/90- (Mekke’ye giden münafıklar) istiyorlar ki siz de onlar gibi inkâr edesiniz de onlarla bir olasınız; (siz de onların Müslüman olduğunu iddia ediyorsunuz.) O halde Allah için hicret edip Allah yolunda cihat edinceye kadar o kâfirlerden hiçbirini dost edinmeyin.(Mekke’ye kaçanlar) size yüz çevirir, tekrar hicret etmezlerse, oları ne zaman nerede bulursanız hemen yakalayıp öldürün. Onları kendinize ne bir dost ne de bir yardımcı olarak karar vermeyin. (İslam’a tefrika salanlardan uzak durun.)
90/91- (Bu mürtetlerin katli vaciptir.) Ancak kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir cemaate (Ehl-i Kitab’a) sığınanlar, bir de ne sizinle ne de (size karşı olan) kendi toplumlarıyla savaşmayıp savaşa karşı göğüsleri sıkışanlar; (nerede ise gelip İslam’a katılabilecek olanlar) bunun dışındadır. (Onların sizinle savaşmamaları sizden korktukları için değildir. Bilakis Allah onların kalplerine korku salmıştır.) Allah, isteseydi onları size musallat edip sizinle savaşırlardı. (Ama şimdi sizinle savaşmıyorlar, öyle ise siz de onlarla savaşmayın.) Eğer mürtet olanlar, sizi bırakır bir tarafa çekilir de sizinle savaşmayıp size itaat etmeyi açıklarlarsa bu halde Allah sizin için onların aleyhine bir yola başvurma hakkı vermemiştir. (Onları öldürme ya da eziyet etmekten yasaklanmışsınızdır.)
Tefsir:
Bu ayette “Ancak kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir cemaate (Ehl-i Kitab’a) sığınanları öldürmeyin” bölümü ile Ehl-i Kitab’a ne kadar büyük ehemmiyet verildiği görülmektedir. Verilen bu ihtiramdan dolayı insanlar İslam’a insaf nazarı ile bakmalıdırlar. İslam dini mürüvvet insaf üzerine bina edilmiştir. Ne yazık ki Kur’an’a inananlar onun ihtiva ettiği manaları kavrayıp buna göre amel etmiyorlar. Kendileri zulüm ettikleri gibi İslam’ın adını da kirletiyorlar.
Aynı ayetin şu kısmı ise ne kadar önemli bir hususu ele almaktadır. “Bir de ne sizinle ne de (size karşı olan) kendi toplumlarıyla savaşmayıp savaşa karşı göğüsleri sıkışanlar; (nerede ise gelip İslam’a katılabilecek olanlar) bunun dışındadır. Onları da öldürmeyin.” İslam dinini tenkit edenler bu ayete baksın da ibret alsınlar. Allah (cc), müşrik ve putperestlerle güzel geçinmeyi onlara zulmetmemeyi emrediyor. Müslümanlar dahi bundan ibret almalıdırlar. Onlarda birbirlerine karşı merhametli ve şefkatli olmalıdırlar. Çünkü Resulüllah (sav) buyurmuşlardır ki: “Müslüman, elinden ya dilinden emin olunan kimsedir.”[206]
91/92- Hem sizden hem
de kendi kavimlerinden emin olmak isteyen (Beni Esed ve Gatafan gibi
) diğer kimseleri de bulacaksınız.
(Size gelerek iman ettik deyip hatırınızı
hoş tutuyorlar, kavimlerine de bunun yalan olduğunu söyleyerek onların hatırını
hoş ediyorlar, böylece iki taraftan da emin oluyorlar). Ne zaman sizinle savaş etmeye davet edilince hemen katılırlar, (hem de diğer düşmanların hepsinden daha
beterdirler). Eğer sizi bırakıp bir
tarafa çekilmez, sulh teklif etmez ve ellerini çekmezlerse onları bulduğunuz
yerde yakalayın ve öldürün. İşte öldürmek için onlar üzerine musallat olmada
size açıkça serbesti verdik.
Tefsir:
Rivayet edildiğine göre Beni Esed ve Gatafan kabilelerinden bir takım insanlar Medine’ye gelirler, müslümanların güven ve itimadını celbetmek, bir savaşın meydana gelmesi konusunda canlarını, mallarını güven altına almak için müslüman görünürler, söz verirler, yurtlarına gidince de kâfir olurlardı. Fırsat bulunca da müslümanlar üzerine akın ederlerdi, baskın yaparlardı. Bu ayet-i kerime onların hakkında inmiştir. [207]
92/90 (93) - Hata ile olması dışında hiçbir müminin kasti olarak başka bir mümin kardeşini öldürmesi olacak şey değildir. Hata ile bir mümini öldüren kimsenin, (hükmü budur:) Mümin bir köle azat eder bir de ölenin varislerine diyet öder. Meğer ki varisleri o diyeti bağışlayalar. (O takdirde katil, sadece köle azat eder). Eğer hata ile ölen kimse mümin olup (fakat) sizinle onların arasında antlaşma bulunmayan size düşman bir kavimdense mümin bir köle azat etmek lâzımdır. Şayet hata ile ölen kimse sizinle onların arasında antlaşma bulunan bir kavimdense ailesine teslim edilecek bir diyet vermek bir de mümin bir köle azat etmek lazımdır. (Mümin köle) bulamazsa ona karşılık iki ay (peşi peşine) oruç tutar. Bu iki ay oruç köle azat etmeye mukabil Allah tarafından kabul olunur. Allah yarattıklarının durumunu iyi bilir ve hikmet üzere olar için hükümler karar verir.
Tefsir:
“Şayet hata ile ölen kimse sizinle onların arasında antlaşma bulunan bir kavimdense ailesine teslim edilecek bir diyet vermek bir de mümin bir köle azat etmek lazımdır.” Yukarıdaki ayetin bu kısmı çok önemlidir. İslam dini, kendi ile anlaşmalı bulunan bir milletin bir ferdinin öldürülmesi karşısında onu da kendi ferdi gibi değerlendirmektedir. Bu fazilet örneği İslam’dan başka hangi millette vardır? İşte bu sebepten dolayı insanlar, kendi dinlerini bırakıp İslam’a giriyorlar.
Öldürme, üç kısımdır.
1. Kasten öldürme: Bir kimsenin diğer bir kimseyi sebepsiz, yok yere öldürmesine denir.
2. Hataen öldürme: Bir kimsenin ava atarken yanlışlıkla birini öldürmesi gibi.
3. Kasta benzeyen öldürme: Hocanın terbiye için öğrenciyi döverken bu dayaktan dolayı ölmesi gibi. Bu son ikisinin kefareti bir fakat diyetleri ayrıdır.
Şimdi hataen ölen kimsenin hakkında katile verilecek hükümler şunlardır:
Ayetlerde azat edilmesi gereken kölenin öldüren kimsenin malından verilmesi gerekir. Diyete gelince onu akrabası yani varisleri arasında paylaşırlar ki buna “kaseme” denir. Akrabasına ise “akile” denir.[208]
Kasten öldürmede, katil ya öldürülür ya da ölenin varisleri affederlerse onlara diyet öder. Diyetin miktarı ise yüz devedir. Bu diyet başka şeylerden de verilir. İki yüz tane öküz veya üç bin koyun, yahut 1000 miskal altın (bir miskal altın 4,24gr’dır. O da1000×4,24 = 4,24kg eder) veya 10000 miskal gümüş (bir dirhem gümüş 2,976 gr’dır. O da 10000×2,97 = 29,7 kg eder.) diyet için verilebilir.
Kasta benzeyen öldürmede, diyetin miktarı, farklı yaşlarda 100 devedir.
Hataen öldürmeninde diyeti 100 devedir, fakat bunlarında yaşları farklıdır. Kaste benzeyen öldürme ile, kasten öldürmede katilin kendisi diyeti öder. Hataen öldürmede katilin kendisi değil akilesi (akrabası) verir. Buraya kadar anlatılanların hepsi hür olan erkek kimselerin öldürülmesi ile terettüp eden miktarlardır. Hür kadınların diyeti bütün kısımlarda hür olan erkeğin diyetinin yarısıdır. Köle ve cariyelerin diyeti ise onların kıymetleri kadardır. Hataen öldüren kimse diyeti 3 yılda, kasta benzeyen hatada 2 yıl, kasten olanda 1 yıl da verilmesi icap eder. Kasten öldürmenin dışında varislerin kısas istemeye hakları yoktur. Diğerlerinde ise sadece diyet alırlar. Gelen ayette anlatılacağı gibi kasten birini öldürenin tövbesi kabul değildir.
93/91 (94) - Kim bir mümini kasten öldürürse onun cezası cehennemdir. Ebediyen orada kalacaktır. Allah da ona gazap edip lanet eder, (öz rahmetinden uzak kılar.). Onun için cehennemde büyük bir azap hazırlar.
Tefsir:
Bu ayet, kasten adam öldüren kimseye ahrette verilecek azabı anlatmaktadır. Yazıklar olsun o insana ki bu ayeti okuduktan sonra tutup yine adam öldürüyor! İnsan öldürme konusunda bu ayette yapılan korkutma ve azap gibi hiçbir ayette bu denli korkutma yapılmamıştır. İbn Abbas (ra)’ten gelen bir rivayete göre, kasten adam öldürenin tövbesi kabul değildir.[209] Resulüllah (sav) buyurdular ki: “Dünyanın yok olması, Allah katında bir kişinin öldürülmesinden daha ehvendir.”[210] Yine başka bir hadiste buyuruyorlar ki: “Kim bir kişinin öldürülmesine bir kelime ile dahi olsa yardım ederse kıyamet günü iki gözünün arasına “bu adam Allah’ın rahmetinden mahrum edilmiştir” diye yazılarak gelir.”[211] Başka bir hadiste: “Bir kimse tâ doğuda öldürülse bir Müslüman da tâ batıda onun öldürülmesine seyirci kalsa onun kanına (öldürülmesindeki günaha) ortaktır.” Bu hadislere rağmen bir kısım hadisleri örnek göstererek bu konu hafifletilmiş ve İslam alemi arasında insan öldürme basit hale gelmiştir. Hakiki mümin Kur’an’ın emrine uyar ve ona karşıt fikirler ileri sürmez. Kur’an insan öldürmenin affedilemeyecek bir günah olduğunu beyan ediyor.
94/92 (95)- [Bu ayet, savaşırken düşman içinde belki bir Müslüman bulunur da fark edemeden onu öldürürler endişesiyle Müslümanların savaşta çok dikkatli olmalarını emrediyor.] Ey iman edenler! Allah yolunda cihada çıktığınız vakit yetiştiğiniz herkesi öldürmeyin. İyi araştırın belki onların arasında inanan kimse vardır. İnandığını ibraz edip “ben müslümanım” diyen kimseye (onu hemen öldürüp malına konmak için) “sen mümin değilsin” demeyin. Onu hemen öldürmekle istediğiniz, bir dünyalıktır; lakin Allah’ın yanında bulunan ganimetler daha çoktur. Siz onların imanlarını ibraz etmelerini kabul etmiyorsunuz ama, Allah’ın size olan lütfü ile bundan önce de sizin aynı durumdaki imanınızı kabul etmişlerdi. (Allah, sizi İslam ile meşhur etti, siz de onların İslam’a yeni girenlerine güzel davranın.) Şunu da iyi araştırıp düşünün ki Allah, yapmakta olduğunuz şeylerden pek âlâ haberdardır.
95/93 (96)- Müminlerden (hasta, kör ve kötürüm) olan özürlülerin dışında cihada gitmeyenlerle, Allah yolunda mal ve canları ile cihat edenler bir değildir. Allah, mal ve canları ile cihada gidenleri derece bakımından cihada gitmeyenlerden üstün kıldı. Eh.. Cihada giden gitmeyen müminlerin hepsine Allah sevap vaat etti. Fakat cihada gidenleri, gitmeyenlerden daha büyük bir mükâfatla üstün kılmıştır.
96/94 (97)- Cihada gidenler için Allah tarafından nice dereceler; mağfiret, rahmet ve bağışlama vardır. Allah öz yarattıklarına merhamet edip bağışlayandır.
97/95 (98)- (Bedir savaşında müşriklerin içinde bulunup onlara yardım etmekle) Öz nefislerine zulüm eden kimselere melekler, canlarını alırken: “Dünyada din adına hangi fiili yapmaktaydınız?” (Medine’ye hicret edebilirken neden bunu yapmadınız?) Onlar: “Biz Mekke’de iken çaresizdik, hicret etmeğe gücümüz yoktu.” diye cevap verdiler. Melekler de: “(Yalan söylüyorsunuz. Siz hicret edebilirdiniz.) Allah’ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!” dediler. (Nitekim Habeşistan’a gidenler gibi istediğiniz yere gidebilirdiniz.) O Müslüman olduğu iddiasında bulunup da (sonra hicret etmeyerek Bedir’de ölenlerin) yeri cehennemdir. Ne kötü varılacak yerdir.
Tefsir:
Mekke’de bulunan bir çok kimse Resulüllah’ın (sav) hicretinden sonra iman ettiklerini açıkladılar. Fakat Medine’ye hicret etmemişlerdi. Bedir savaşında müşriklerin ordusuna karışıp geldiler, fakat orada öldüler. Geçen ayet bunların hakkında nazil olmuştur.[212]
98/96 (99)- Bîçare erkek, kadın ve zavallı ve yolları aşıp gelmeye de güleri yetmeyenler müstesnadır. (Bunlar hicret etmedikleri için gelecek azaptan ayrı tutulmuşlardır.)
99/97 (100)- Bu anlatılan bîçare kimseleri, ümit var ki Allah bağışlar; Allah günahlardan geçip bağışlayandır.
100/98 (101)- Her kim bir çaresini bulup da Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde birçok gidecek, sığınacak ve düşmanların zıddına hareket edip onları zelil edecek geniş yer bulur. (Nitekim Cündüb öyle yaptı.) Kim evinden çıkar hicret eder, Allah ve Resulü’ne doğru yol alır sonra da kendisine ölüm yetişirse artık onun mükâfatı Allah’a kalmıştır. (Ne kadar mükâfat ve ihsanda bulunur, artık o bilir.) Allah hicret edenleri bağışlayıp onlara merhamet edendir.
Tefsir:
Rivayete göre, “Bîçare erkek, kadın ve zavallı ve yolları aşıp gelmeye de güçleri yetmeyenler müstesnadır. (Bunlar hicret etmedikleri için gelecek azaptan ayrı tutulmuşlardır.)” ayeti inince Resulüllah (sav) bunu Mekke müslümanlarına göndermiş, Cündüb b. Damre (ra) de oğullarına: “Beni bir şeye yükleyiniz. Çünkü ben ne güçsüzlerden, ne de yolu bilmeyenlerdenim. Allah’a yemin olsun, bu gece Mekke’de yatmam.” demişti. Oğulları bunu bir sedyeye koyup Medine’ye gitmek üzere taşıdılar. Çok yaşlı bir zat idi. Yolda vefat etti. Geçen ayette bu olaya deyinilmiştir.[213]
101/99 (102)- Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman müşriklerin sizinle savaşıp zarar vermelerinden korkarsanız, namazı kısaltıp eksik kılmanızda (yani dört rekâtlı namazları iki rekât olarak kılmanızda) bir günah yoktur. Kesinlikle, kâfirler sizin için apaçık düşmandırlar, (bu yüzden kâfirlerden sakınınız, hususiyle namaz vaktinde).
Tefsir:
Bu ayet seferde namazı kasır ile kılma hakkında inmiştir. Fakat namazları cem etme Allah Resulü’nün fermanı ile olmuştur. Korku durumlarında namazın nasıl kılınacağı meselesi bundan sonra gelen ayette anlatılacaktır.
102/100 (103)- (Resulüm!) Yolculukta, korku halinde, onlarla cemaat iken namaz kılacağın zaman (şöyle kıl:) İki bölük olsunlar. Onlardan bir bölük seninle namaza dursunlar, silahlarını da yanlarına alsınlar (silahsız namaza durmasınlar), bu namaz kılan bölük seninle namazda secdeye varınca (namaz kılmayan) diğer bölük arkanızda dursunlar (sizi düşmana karşı korusunlar). [Bu halde imam cemaat şeklinde birinci rekâtı ilk bölükle kılar, ikinci rekât için imam ayağa kalkınca, birinci bölük imamdan ayrı olarak hızlı bir şekilde ikinci rekâtı kılıp hemen arkada onları kollayan ikinci bölüğün yanında yerlerini alırlar. İmam bu sıra ikinci rekâtta kıyamda onları bekler. İkinci bölük gelir, onlar da imamla bir rekât kılarlar. İmam teşehhütte onları bekler, sonra onlar hızlıca ikinci rekâtı tamamlayıp teşehhütte imama yetişip beraberce selam verirler.] Hiç namaza başlamayan diğer bölük gelsin seninle namaz kılsın. Bunlarda öncekiler gibi, tedbirlerini alsın da silahlarını yanlarında bulundursunlar. O kâfirler arzu ederler ki siz namazda iken silahlarınızdan ve eşyanızdan gafil olasınız da hemen üzerinize bir akın edip öldürerek mallarınıza konsunlar. Eğer size yağmurdan bir eziyet olur yahut hasta olursanız (sizin için çetin olacağından) silahlarınızı bırakmanızda sizin için bir günah yoktur. (Fakat bir korku ve endişeniz varsa silahınızı çok fazla uzağa koymayın..) Yine de tedbirinizi alın. Allah, kâfirler için onları zelil edecek azap hazırlamıştır.
Tefsir:
Ayette de anlatıldığı gibi korku ve savaş anlarında bile namazın terk edilmediğini gördük. Müslümanlar gaflet uykusundan uyanıp baksınlar ki Allah (cc) namaz konusunda ne kadar muhkem hükümler koymuştur. Hatta savaş anında bile onu terk etmek mümkün değildir. Yazıklar olsun o Müslümanlara ki onlar Kur’an’ın hükümleriyle amel etmiyorlar.! Günümüzde namaz kılmak tamamen terk edilmiştir. Namaz böyle bir külliye terk edilince insanda ne din kalır ne de iman. Avrupa insanı namazı metih ve sena ediyor, fakat Müslümanlar namaz ehli olduğu halde onu zayi ediyorlar. Bu güzel ibadetin sevaptan başka bir çok şeyde insan sağlığına faydaları vardır. İngiliz Şeyh Abdullah Küveyliyam kendi kitabı “Akidetu’l-İslam” da iki şiir nakletmiştir ki, bunlar namazı övüyor. Şiirlerden birisi “Doknur Marx Dots” dan, biri de “James Montcomery” dendir. Bu kitap aslen İngilizce yazılmıştır. Fakat her dilde mevcuttur. Bu kitapta önemli gerçekler anlatılmıştır.[214]
103/101(104)- Namazı (korku içinde) eda ettikten sonra kıyamda ayak üstü eğlenmişken, otururken, yan üstü yatarken Allah’ı zikredin. Sakinleşip huzura erince o zaman namazı esas kaideleriyle güzel bir şekilde kılın. (Sakın hiçbir vakit namazı terk etmeyin.) Çünkü namaz ehl-i İslam’a vakitleri belli edilmiş bir farzdır.
104/102 (105)- (Ey Müslümanlar!) Sakın müşriklerin arkasını bırakmada gevşeklik etmeyin. Eğer siz yaralarınızın acısını çekiyorsanız onlar da çekiyorlar. (Buna rağmen onlar savaşmaktan vazgeçmiyorlar, öyle ise sizse vazgeçmeyin.) Şu kadar var ki, üstelik siz Allah’ın mükâfat ve sevabını ümit ediyorsunuz fakat onların böyle bir ümitleri yok. Allah sizin her amelinizi iyi bilir ve hikmet üzere muamele edecektir.
105/103 (106)- (Resulüm!) Allah’ın sana vahyedip bildirdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye bu Kur’an’ı sana ciddi bir maksatla indirdik. (Resulüm!) Hainlerin yüzünden günahı olmayanlarla nizâ etme.
Tefsir:
Ensar’ın yanında Zaferoğulları’ndan Tu’me b. Ubeyrık adında birisi, komşusu Katade b. Numan’dan bir gece bir un dağarcığı içinde bir zırh çalmış. Dağarcığının yırtığından un dökülerek götürmüş. Zeyd b. Semin adında bir yahudinin yanına bırakmış. Tu’me aranmış, zırh bulunmamış; almadığına ve bilmediğine yemin etmiş, bırakmışlar. Yahudi bunu kendisine Tu’me’nin getirip bıraktığını söylemiş ve Yahudilerden şahitlik eden de olmuş. Zaferoğulları Hz. Peygamber’e gelmişler. Tu’me’nin temiz olduğuna ve yahudinin hırsız olduğuna şahitlik etmişler ve Tu’me’yi müdafaa edip Müslümanlık adına Yahudilerle mücadele etmesini rica etmişler, Resulüllah (sav) de görünüşte Müslüman olan Tu’me’nin yeminine ve bunların şahitliklerine dayanarak elini kesmek istemiş, bunun üzerine Allah tarafından bu ayetler inmiş ve hain ile temizi doğrudan doğruya bildirerek Resulüllah’ı (sav) irşat etmiş ve hata etmekten korumuştur. Bu ayetin iniş sebebinde olay olan kişilerde biraz farklı rivayetler vardır. Ama hemen hemen hepsi aynı noktada birleşmişlerdir ki, o da bir hainlik olayıdır. Hainden maksat Tu’me ve buna yardım edenlerdir.[215] Bu ayet gerçi belli kimseler için nazil olmuştur ama hükmü geneldir.
106/104 (107)- (Resulüm! Günahsız birine ceza vermeye niyetlenmiştin;) Allah’tan mağfiret iste, zira Allah tövbe eden kimseleri bağışlar ve çok merhamet eder.
Tefsir:
Yeryüzünde hangi ideolojinin kanunları İslam düşüncesinin kanunları gibidir? İslam adaleti asla araştırılmıyor, iyiden iyiye düşünülmüyor. Başka dine mensup bir kimse için -ona adaletsizlik yapılmamış- henüz yapılmak için hazırlık yapılırken, Allah (cc) ayet indiriyor, bu hatanın işlenmesini önlüyor. Aynı zamanda bu işi yapmaya niyetli olan Resulü’nü de uyarıyor. “Allah’tan mağfiret dile” diyor.
107/105 (108)- (Resulüm! Tu’me ve onun kavmi gibi) kendilerine hıyanet edenlerle uğraşma, Allah, hain ve günahkâr olan kimselerin dost tutmaz.
Tefsir:
Tu’me ve onun gibileri, bir defa değil bir kaç defa günah işledikleri için Allah (cc) ayet indirerek onları millet nazarında rezil ve rüsva etmiştir. Eğer onlar bir defa günah işlese de neticede tövbe etselerdi Allah onları affederdi. Bir defa nihayet iki defa.. Allah insanın kötü fiillerinin üzerine perde çeker, fakat bu sınırı aşarsa o zaman Allah da onu böyle Tu’me gibi rüsva eder. İnsan günah işledi mi ne olursan olsun hemen tövbe etmeli, böylece ilahî kudret olur ki ansızın onu yakalar, daha da tövbe etmeye vakit bulamaz.
108/106 (109) - (Tu’me ve onun arkadaşları, hainliklerini) insanlardan gizlerler, fakat Allah’tan gizleyemezler. (Tu’me’yi kurtarıp Yahudiyi suçlamak için) gece toplanarak Allah’ın razı olmadığı çarelere baş vurduğunuzda Allah sizin yanınızda idi, (yaptıklarınızı görüyordu.). Allah yaptıklarınızı ihata etmiştir, onlardan haberdardır. (Hiçbir şey O’nun gözünden kaçmaz).
109/107 (110)- (Ey müminler!) Haydi siz dünya hayatında olara (Tu’me ve onun kavmine) taraf çıkıp savundunuz, ya kıyamet günü Allah’a karşı onları kim savunacak? Yahut kim vekil olup onları Allah’ın azabından kurtaracak.
Tefsir:
Bu kınamalar sadece Tu’me’ye yardım eden kimselere mahsus değildir. Kim zalime ve haksız kimseye yardım ederse aynı yermeye muhataptır. Zulüm, ister müslümana yapılsın ister başkasına, İslam’da kabul edilecek bir şey değildir.
110/108 (111)- Kim (zararı başkasına erişen) bir kötülük yapar, yahut (günahı özüne ait olup) nefsine zulmeder de sonra günahlarına tövbe istiğfar edip Allah’tan mağfiret isterse Allah’ı bağışlayan ve merhamet eden olarak bulacaktır.. (Hiçbir zaman tövbe eden, Allah’ın merhametinden ümitsiz olmaz.)
111/108 (112)- Kim de dünyada bir günah işlerse onu ancak kendi nefsinin zararına yapmış olur. (Onun cezası kendisine ulaştırılacaktır.) Allah herkesin amelimi iyi bilir ve verdiği her hüküm hikmet üzeredir.
112/108 (113)- Kim büyük ya da küçük bir günah işler sonra da onu suçsuz birine nispet ederse (böyle birisi insanı) hakikaten hayrette bırakan aşikâr bir günahı özüne yüklemiştir. (Asla o yükün altından kalkamaz).
113/109 (114)- (Resulüm!) Allah’ın sana lütuf ve merhameti olmasaydı (Tu’me hırsızlığının gerçek yüzünü sana göstermeseydi, Zaferoğulları’ndan) bir güruh seni adaletten kenara salmışlardı. (Resulüm!) Onlar (Tu’me^ye yardım edip kazandıkları vebal ile) ancak kendilerini saptırırlar, onlar hiçbir şeyle sana zarar veremezler. (Allah seni korur.) Allah sana Kur’an’ı ve esaslı hüküm verme keyfiyetini indirmiş aynı zaman da bilmediğini öğretmiştir. Allah’ın lütuf ve merhameti sana pek büyük derecede olmuştur.(Tu’me vakasının iç yüzünü gösterip seni hatadan kurtarmıştır.)
114/110 (115)- (Tu’me ve arkadaşları gibi kimselerin) Fısıldanmalarının hiç bir hayrı yoktur. Ancak sadaka vermek yahut Allah’a itaati emretmek ya da insanların arasını düzeltmeye yarayan fısıldanmanın hayrı vardır. Kim Allah’ın rızasını kazanmak için bunu yaparsa elbette o şahsa ahrette büyük ecir ve sevap veririz.
Tefsir:
Darılıp küsmüş iki kimsenin arasını bulmak İslam’ın en güzel hususiyetlerinden biridir. Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuşlardır: “Size namazdan, oruçtan ve sadakadan daha üstün olan bir şeyi haber vereyim mi? Ashab: “evet” dediler. Allah Resulü (sav) şöyle devam etti: “O birbirine düşman olan iki kişinin arasını düzeltmektir.”[216] Ayette de iki kişinin arasını bulmak için yapılan fısıldanmada hayır olduğu ifade edilmiştir.
115/112 (116)- Hidayete erip İslam’ı bulduktan sonra, kim Peygamber’e muhalif olur, tevhit ve imandan vazgeçerek müminlerden başkasını yoluna tabi olursa o zaman onu, dost tuttuğuna teslim eder ve ona cehennemde sürekli bir yer veririz. Ne yaman menzil ve gidilecek yerdir cehennem.
Tefsir:
Daha önce geçtiği gibi, Tu’me’nin hırsızlık yaptığı kesinleşince Medine’den kaçıp Mekke’ye gitti ve orada mürtet oldu ve putperestliğe başladı. Hırsızlık mesleğine devam etti. “Adeti terk etmek mühlikâttandır” derler ya (!) işte o da adetini terk etmedi. Bir gece hırsızlık yaptığı yerde duvardan duvara atlarken duvar yıkılıp altında kaldı ve öldü. Tu’me konusunda nazil olan ayetlere iyi dikkat edilmeli ve onlardan gerekli dersler alınmalıdır. Bu ayetlerde başrolü alan konular “hırsızlık”, “yalan söyleme” , “kuru iftira” ve “zulüm” dür. Bu türlü habis huyların ne kadar kötü olduğu anlatılmaktadır. Ayetlerde baş rolü alan “Tu’me” dir; fakat o bir model olarak seçilmiştir. Ayetlerin hükmü geneldir. Bu vasıfta bulunan ve bu çirkin huyları taşıyan herkes bu ayetlerin muhatabıdır. Allah bu hükümleri İslam ümmeti için vaz etmiştir. Esas maksat bunların ilelebet payidar kalmasıdır.
116/112 (117)- Allah kendisine şirk koşmaya karar verenleri kesinlikle bağışlamaz; ondan başka günahları özü istediği kimse için bağışlar, (büyük günah işleyenlerden tövbe edenleri bağışlar.) Kim Allah’a şirk koşmaya karar verirse gerçekten de hidayet yolundan son derece uzaklaşmıştır.
117/113 (118)- Müşrikler, Allah’ı bırakıp ancak müennes isimi koydukları (lât, uzzâ, menât) gibi putlara taparlar. Bilâkis Allah’a itaaten çıkan şeytana, itaat ederler. (Puta tapmak şeytana tapmak demektir.)
118/114 (119)- [Şeytan’ın iki vasfı vardır: Birincisi, Allah’ın lanetine uğramış, lanetli; ikincisi, insanları dalalete götürmek] Allah onu lanetlemiş; o da; “Senin kullarından kendime belli bir hisse alacağım; bana itaat edecekler;
119/115 (120)- onları, dalalete salıp hak yoldan kenara çıkaracağım, asla yetişemeyecekleri boş arzulara mecbur edeceğim, kullarına emredeceğim develerin kulaklarını kesip (ibadet ediyoruz; böylece Allah’a yaklaşıyoruz kuruntularıyla) salıverecekler.. (Yine) Kullarına emredeceğim; Allah’ın yarattığını değiştirecekler. Kim Allah’ı bırakır da şeytanı özüne dost kılarsa katiyetle kendisine aşikâr bir şekilde ziyan etmiş olur.
Tefsir:
İslam öncesi Araplarında bir adet vardı. Birisinin devesi beş defa doğurur ve beşinci yavrusu da erkek olursa, onun kulağını delerler ve o hayvana binmekten, etini ve sütünü yemekten vazgeçerlerdi., o hayvandan yararlanmanın, kendilerine haram olduğunu kabul ederlerdi. Sularını içse engel olmazlarda, otlağa çıksa alıkoymazlardı. Bu tür deveye “bahira” derlerdi. Sâibe ise: Serbest, başıboş bırakılmış deve demektir, bu hayvan dilediği yere giderdi. O dönemin insanları: “ben şifa bulursam devem ‘saibe’dir” derlerdi. Buna da yukarıda sözü geçen “bahira” devesi gibi muamele ederlerdi. Yine kuvvetli bir develeri olup da belli bir zaman işledi mi ondan sonra onun bir gözünü çıkarıp ona binmeyi haram ederlerdi. İşte yukarıda “kullarına emredeceğim develerin kulaklarını kesip (ibadet ediyoruz; böylece Allah’a yaklaşıyoruz kuruntularıyla) salıverecekler.. (Yine) Kullarına emredeceğim; Allah’ın yarattığını değiştirecekler.” gibi ayetlerde bunlara işaret vardır. Ayrıca bu ayete göre insanı iğdiş etmek de haramdır ve şeytanın pis amellerindendir.
120/116 (121)- Şeytan onlara batıl şeyleri vaat ediyor, onları boş arzulara mecbur ediyor. Şeytan onları yalnız Allah’tan kenara salmak için vaatlerde bulunuyor.
121/117 (122)- İşte onların (şeytana uyanların) menzil ve barınağı cehennemdir. Oradan kurulup bir tarafa kaçmaya yol bulamazlar.
122/118 (123)- İman getirip ve salih amel yapanları içinde ebedi kalacakları; köşk ve ağaçlarının altından nehirler akan bir nice cennetlere koyacağız. Cennete girme vadi, müninlere Allah tarafında verilmiş gerçek bir vaattir. Allah’ın sözünden daha doğru diyen kim vardır.
123/119 (124)-Cennete girmek ne siz müslümanların arzularıyla ne de Eh-i Kitab’ın arzularıyladır. Her kim kötü iş tutar günâhkâr olursa yaptığının cezası ona verilecektir. Günahkâr kimse, Allah’tan başka ne bir sahip çıkan ne de bir yardımcı bulamaz.
124/120 (125)- İster erkek olsun ister kadın, mümin olarak kim salih amel işlerse, işte böyle salih amel sahipleri cennete girecek ve onlara hurma çekirdeğinde bulunan küçük oyuk kadar haksızlık yapılmaz.
125/121 (126)- Güzel amel yaparak, özünü/yüzünü Allah’a tutmuş ve hanif (diğer dinlerden yüz çevirmiş) muvahhid/Allah’ı birleyen olarak İbrahim milletine/dinine tabi olan kimseden dince daha güzel kim olabilir? Allah, İbrahim’i kendisine dost etmiştir. (Allah’ın kendisine dost ettiği kimse, dinine tabi olmada en layık kimsedir.)
126/122 (127)- (Resulüm!) Senden kadınlar hakkında fetva istiyorlar. De ki, onlara ait hükmü Allah size açıklamıştı: Kur’an’da kendileri için farz kılınmışı (mehir, miras vd.) vermeyip (mallarından tasarruf etmek arzusu ile) evlenmek istediğiniz yetim kadınlar bir de bîçare küçük çocuklar ve yetimlere karşı adil davranmanız hakkında size (Nisa 4/3,6,11 gibi) ayetler okunmuştu. Hayır adına ne yaparsanız şüphesiz Allah onu fazlası ile bilir, (onun bedelini seze eriştirecektir.).
127/123 (128)- Eğer bir kadın, kocasının kedisine isteksizlik, geçimsizlik ve nafaka vermemesinden yahut yüz çevirip eziyet etmesinden korkarsa (bir şey bağışlayarak) aralarını bir sulh ile düzeltmelerinde onlara hiç bir günah yoktur. Sulh etmek (boşanmaktan) hayırlıdır. Ama nefisler cimriliğe kilitlenmişlerdir, (Er ve avrat her ikisi de geçemiyorlar, fakat kadın mehrinden biraz düşse, erkek de ona merhamet etse boşamasa sulh ne güzel olur.) Eğer siz erler, kadınlara güzel davranır, Allah’tan korkar onlara haksızlık etmezseniz, Allah size hayırlı bir mükâfat verir. Zira Allah yapmakta olduğunuz her şeyden ziyadesiyle haberdardır.
Tefsir:
İmran b. Hatan el-Haricî, çok çirkin yüzlü birisiydi. Fakat hanımı çok güzel, ahlaklı bir kadındı. Bir gün beyine dikkatle baktı. İmran, hanımının niye böyle dikkatle baktığını sorunca, kadın “Allah’a hamt ederim” dedi. İmran: “Hamd etmenin sebebi nedir?” dedi. Kadın “Hamd ediyorum o Allah’a ki benimle seni, tam birbirine denk getirmiş.” İmran, bunun manası nedir? dedi. Kadın: “Allah’a hamt olsun ki benim gibi güzel bir kadını, senin gibi çirkin suratlı biri ile evlendirmiş, sana güzel bir kadın vermekle lütufta bulunmuş, beni de, senin gibi bir adama sabır ve şükretmekle mükâfatlandırmıştır. Böylece her ikimize de cennet vaat ediyor.” dedi. İmran: “Doğru” dedi.[217]
128/124 (129)-
[Bu ayet ikiden fazla evlenen kimselerin hanımlarına nasıl davranacağını
anlatmaktadır.]
Çok istekli olsanız dahi kadınlar
arasında adalet üzere yürümeye herhalde gücünüz yetmez; (muhabbet -bir gönül işi olduğundan- aynı
seviyede sevmek mümkün değildir.)
Oldu ki kadınlar arasında bu şart sağlanmadı bütün meylinizi birine verip de
bilkülliye diğerlerini muallakta bırakmayın, (askıya alınmış gibi, ne kocalı ne de kocasız bırakmayın). Bütün
meylinizi birine gösterip haksızlık ederseniz hemen tövbe edip Allah’tan korkun, haksızlığınızı düzeltin.
Allah affedici ve merhamet edicidir.
129/125 (130)- Eğer her ikisi istekleriyle birbirlerinden ayrılırlarsa, Allah, kendi zenginliği ve kudretiyle her birini diğerine muhtaç etmez. Allah her şeyi kaplayıcı ve hikmet sahibidir.
130/126 (131)- Asumanlarda ve yerde bulunan yaratıkların hepsinin saltanat ve padişahlığı Allah’a aittir. (Ey Müslümanlar!) Hem sizden önce kendilerine kitap verilmiş olanlara ve hem size Allah’a gereğince saygılı olmanız ve azabından korkunuz diye vasiyet ettik. Eğer inkâr edecek olursanız bilin ki, asumanlarda ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Allah her şeyden zengindir, (sizin ibadetinize ihtiyacı yoktur).Kendi zatında (övgüye) layıktır.
131/127 (132)- (Ey Müslümanlar!) Hem size, hem de sizden önce kendilerine kitap verilmiş olanlara Allah’a karşı saygılı olun, diye tavsiye ettik. (Eğer inkâr ederseniz O’na hiçbir zarar veremezsiniz.) İyi bilin ki, asumanlarda ve yerde bulunan yaratıklar Allah’ın mülkündedir. Allah her şeyden zengindir, (sizin ibadetinize ihtiyacı yoktur.) kendi zaten hamt/övgüye layıktır.
132/128 (133)- Asumanlarda ne varsa, yerde ne varsa hepsi Allah’ındır, hükümranlığı Allah’ın elindedir. (Hepsinin işlerini ve işlerin hepsini idare etmede ve kendi hesabına her birini görüp gözetmede,) vekil olarak da Allah yeterlidir.
133/129 (134)- (Ey insanlar!) Bilmiş olun ki, Allah dilerse sizi ortadan kaldırır, ve yerinize diğerlerini getirir. Allah buna da kadirdir.
134/130 (135)- Her kim dünya sevabını isterse, dünyanın da ahretin de sevabı Allah’ın katındadır. (Dünya sevabını da verecek olan yine Allah’tır; başkası değildir.) Zira Allah söylenenleri işitir, yapılanları görür. (Herkesin niyet ve maksadını bilir ona göre muamele eder.)
135/133 (136)- Ey iman edenler! (Yalnız kadınlar üzerinde adaleti yerine getiren kimseler olmakla yetinmeyiniz, her konu da,) kendinizin, ana-babanızın ve akrabalarınızın aleyhine de olsa adaletle hüküm verici olun, (kuvveti hakta bilin), Allah için örnek olabilecek şahitler olun. Aleyhine ve lehine şahitlik ettiğiniz kimseler zengin olsunlar, fakir olsunlar (değişmez) Allah, onlara sizden daha yakındır. Nefisinizin arzularına tabi olup haktan geçip adaleti terk etmeyin. Şahitlik ettiğinizde dilinize hakkı bırakıp da batılı konuşturursanız yahut (doğrusunu bile bile şahitlikten) yüz çevirirseniz Allah her birinizin amellerinden haberdardır, şahitliği gizlemenizin cezasını çektirecektir.
136/134 (134)- Ey iman edenler! Allah’a, onun peygamberine (Hz. Muhammed’e) ve Peygamber’ine indirdiği Kitab’a (Kur’an’a) ve daha önce indirdiği Kitab’a iman getirmede ayağınıza sağlam olup sözünüzde sağlam durun. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahret gününü inkâr ederse elbette hak yoldan uzak düşüp ziyadesiyle sapmıştır.
137/135- Yine iman
edip sonra inkâr edenleri, sonra
yine iman edip tekrar inkâr edenleri, sonra
da inkârlarında ayak diretenleri Allah ne bağışlayacak ne de hak yola hidayet
edecektir.
138/136- (Resulüm!) Münafıklara müjde ver; onlara ahrette eziyet eden azap hazırlanmıştır.
139/137- (Münafıklar) öyle kimselerdir ki, müminleri bırakır, özleri için kâfirleri dost tutarlar. Böyle yapmakla onların maksadı kâfirlerin yanında izzet ve ikram görmek midir acaba? (Eğer böyle ise, onlara hiçbir izzet ve ikram yoktur.) İzzet ve galibiyet bütünüyle Allah’ındır, kimi isterse aziz eder.
140/138- Bu Kur’an’da (siz Müslümanlara Mekke’de) Allah şöyle indirmiştir ki: Allah’ın ayetlerini (müşriklerin) inkâr ettiğini yahut alay konusu yaptıklarını işittiğiniz zaman onlar bundan başka kokuya geçinceye kadar beraber oturup konuşmayın, yoksa sizi de onların küfrü tutar. Allah, hem kâfirleri hem de münafıkları cehennemde bir araya toplayacak, onlara azap edecektir.
Tefsir:
Mekke’de müşriklerin durumlarına karşı Hz. Peygamber’e (sav) hitap edilerek, “Ayetlerimizin üzerinde lüzumsuz münakaşaya dalanları gördüğün zaman onlardan uzaklaş ki, ondan başka bir söze dalsınlar” (En’am 6/68) ayeti inmişti. Medine’de Yahudi hahamları bulundukları meclislerde Kur’an’dan küfür ve alay ile bahsederler ve münafıklar da onlarla beraber bulunur, dinlerlerdi. Bundan dolayı Mekke’de olan hadise tekrar hatırlatılmış, o olaya telmihte bulunulmuştur. Ki Müslümanlar böyle durumlarda nasıl hareket edeceklerini öğrensinler.
141/139- (Resulüm!) Sizin galip mi mağlup mu olacağınızı gözleyip duran münafıklar, eğer size Allah tarafından bir zafer gelirse, “sizinle beraber değil miydik, (müşriklerle olmadığımıza göre bize de ganimetten verin)” derler. Eğer savaşın galibi kâfirler olursa o zaman kâfirlere, “Sizi yenip tam galip olduğumuz zaman fırsat eldeyken müminlerin sizi öldüreceği sırada biz de beraber olup sizinle harp etseydik haliniz nice olurdu? Ama onlara katılmamakla sizi müminlerden kurtarmadık mı? (Öyle ise şimdi galip oldunuz; bize de ganimet verin)” derler. Allah kıyamet günü aranızda (müminlerle münafıklar arasında) hükmedecektir. Artık kıyamet gününde hiçbir zaman Allah, müminlere kâfirleri musallat etmeyecektir. (dünyada kâfirler, müminlere musallat olsa da, artık sıra müminlerindir. )
142/140- Münafıklar (iman ettiklerini söyleyip küfürlerini gizlemekle) şüphesiz Allah’ı aldatmaya çalışıyorlar, Allah da onlara hilekârların yaptığı gibi muamele edecektir; (müminlere, dünyada münafıkların mallarını, canlarını korumalarını emretmesine rağmen, ahrette cehennemin en alt tabakasına atacaktır.) (Onların sıfatları:) namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar, (maksatları namaz kılmak değildir;) insanlara gösteriş için yaparlar. (Yalnız iken hiçbir vakit) Allah’ı anıp namaz kılmazlar, ancak az kere (insanların arasında) kılarlar;
143/141- küfürle iman arasında şaşkın kalmışlardır: Ne iman ediyorlar ki, mümin olsunlar, ne de açıkça inkâr ediyorlar ki, kâfir sayılsınlar. (Resulüm!) Allah’ın, yaptıkları yüzünden dalalete saldığı kimse için bir hidayet yolu bulamazsın ki onu dalaletten kurtarasın.
144/142- Ey iman edenler! (Sakın münafıkların yaptığı gibi) müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin; bunu yapmakla münafık olduğunuza dair Allah için açık ve savunulması mümkün olmayan bir delil ve burhan vermek ister misiniz? (Elbette istemezsiniz. Müşrikleri dost tutmak nifak alameti olduğuna göre siz de münafık olursunuz..)
145/143- Şüphe yok ki, münafıklar cehennemin en sonuncu katındadırlar. (Cehennemin en çok eziyet eden tabakasında) Artık onlara asla bir yardımcı bulamazsın. (Onlar sürekli azapta kalacaklardır.) [Münafığa verilen azap, kâfir ve müşriklere verilen azaptan daha fazladır. Bunun sebebi ise münafık, küfrüne ek olarak, iki yüzlülük yaptığı için İslam’la alay etmektedir. Fakat kâfir, sadece inkâr etmiştir.]
146/144- Ancak, iki yüzlülükten tövbe edenler; sonra da geçmişteki hallerini düzeltenler; halini düzeltip Allah’a tutunanlar; Allah’a tutunup, Allah için dinlerinde ihlaslı olanlar başkadırlar. Çünkü bunlar ahrette müminlerle beraberdirler. Elbette Allah, müminlere dünya ve ahrette büyük ecir ve mükâfatlar verecektir, (iki yüzlülüğü bırakıp işte böyle mümin olanlar da bu mükâfata erecektirler.)
147/145-Siz münafıklara azap etmekte Allah’ın iradesi nedir! (Maksat bir menfaat sağlamak veya bir zararı gidermek midir? Yahut öç alıp öfkesini sındırmak mıdır? Bunların hiçbirisi değildir. Belki, Allah’ın hikmeti ve sizi idare eden kanunudur ki, asi olanlara azap edecektir.) Eğer siz, Allah’a şükreder, iman getirirseniz o zaman azaba müstahak olmaktan kurtulursunuz. Allah şükredenlere hayırlı mükâfatlar verip, sizden şükredenleri de iyice bilendir.
Tefsir:
İslam’da münafık iki kısma ayrılır. Birincisi, zahirde iman edip içinden kâfir olan kimseye denir ki, bu haliyle kâfirle eş anlamlıdır. İkincisi ise, İslam’a inanıp her hükmünü bilip fakat onlarla amel etmeyen kimsedir. Nitekim günümüzde bu türlü insanlar çoktur. Fakat bunlar, kâfir sayılmazlar günahkâr sayılırlar. Mecazen halkın dilinde dolaşan münafık kelimesi de bu kabildendir. Hz. Ali (as)’ın beyanına göre Kur’an’ı dil ile ikrar ermek kâfi değildir. Bizzat onunla amel etmek de lazımdır. Kur’an’ın hükümlerinin hepsi ile amel etmek lazımdır. Bir kısmı ile amel edip başka bir kısmı ile amel etmemek kabul edilesi değildir. Bu zaaf gün be gün İslam dininde ilerlemektedir. Bu gün İslam’dan uzak duruşun altında hep Kur’an’la amel etmemek yatmaktadır. Hangi millet kendi itikatları ile amel etmezse yeryüzünden silinip giderler. Tutunamazlar. İnsafı olanlar buna dikkat emelidirler.
148/146- Allah, siz insanoğlundan (yalan, gıybet gibi) kötü sözlerin açıklanmasını sevmez. Ancak haksızlığa uğrayan başka. (Hakkına tecavüz edilmiş olan kimse feryat edebilir, sesini duyurabilir, onun zulme uğradığı ancak böyle bilinir.) Allah zulme uğrayanın feryadını dinler, halini bilir. (Mazluma düşen de hakkı konuşmaktır, yalan söz katmamaktır.)
149/147- Bir hayırlı işi açıkça yapar, yahut gizlide yapar açığa vurmazsanız yahut da size zulüm yapan birini bağışlarsanız (bunlar, hususiyle bağışlamak Allah’ın sevdiği amellerdir.) Şüphesiz Allah günahlardan geçip bağışlayandır, hem de onlardan intikam almaya kadirdir. (Eğer size zulüm edeni affederseniz bu, Allah yanında daha güzeldir.)
150/148- Allah’ı ve peygamberlerini inkâr edenler ve “bir kısmına inanırız ama bir kısmına inanmayız” diyerek Allah’a inanıp da peygamberlerine inanmak istemeyenler istiyorlar ki küfürle iman arasında bir mezhep tutup gitsinler. (Bunları diyenler, yanlış yapıyorlar, zira küfürle iman arasında vasıta olmaz. İman etmede bütün peygamberlere inanmak esastır. Bazısına inanıp bazısına inanmak aynı küfürdür. Nitekim Allah buyuruyor:)
151/149- Peygamberlerin bazısına inanıp bazısına inanmayanlar küfürde son noktayı tutmuş kâfirlerdir. Kâfirler için kıyamet günü kendilerini hor ve zelil eden azabı hazırlamışızdır..
Tefsir:
Bu ayetten anlaşılan o ki küfrün kısımları vardır: Bir kısmı ne Allah’a ne de peygambere inanmayan, hiç birine iman etmeyenler; bir kısmı imanda Allah ile peygamberi birbirinden ayıranlar, Allah’a iman ettiklerini söyleyip de Allah’ın gönderdiği peygambere inanmayanlar ; diğer bir kısmı ise peygamberlerin bazısını tanıyıp bazısını tanımayanlar. Peygamberleri birbirinden ayıranlar daha çok Yahudiler ve Hıristiyanlardır. Yahudiler, Hz. İsa’ya ve Hz. Muhammed (as)’a; Hıristiyanlar da, Hz. Peygamber’e (sav) inanmamakla kâfir olmuşlardır.
152/150-Allah’a ve peygamberlerine iman eden ve onlardan hiçbirinin arasına fark koymayanlara elbette Allah, güzel veçhile mükâfatlarını verecektir. Allah tövbe edenleri bağışlayıp merhamet edendir.
153/151- (Resulüm!) Ehl-i Kitap (Yahudiler) senden, kendilerine semadan bir kitap indirmeni istiyor, (onların bu anlamsız sorularından dilgir olma.) Onlar (baba ve dedeleri) bundan daha büyük şeyi Musa’dan istemişler de: “Bize Allah’ı aşikâr bir şekilde göster ki, bilelim sen hak peygamber misin?” demişlerdi. Zulümleri (bu sözleri) sebebiyle hemen semadan gelen bir ateş onları yaktı. [Allah’ın görünmesi (bu dünyada) muhal bir iş olduğundan Allah onlara “zalim” demektedir.] Encamında (Musa’nın peygamber olduğuna delalet eden) mucizeler geldikten sonra yine de buzağıya taptılar. (Bu günahlardan tövbe ettiler;) biz de onların günahlarını bağışladık ve Musa’ya (onların hakkından gelmesi için) apaçık bir güç/yetki verdik.
Tefsir:
Yahudilerden Ka’b b. Eşref ile Fenhas b. Âzurâ’ gibi din adamları sırf zorbalık ve inat için Peygamberimizin (sav) huzuruna gelmişler, “Eğer sen peygambersen bize Hz. Musa gibi gökten ve bir defada bir kitap indir” demişler, bu ayet vd. onun için inmiştir.[218]
154/152- Sağlam söz versinler diye Tur’u başlarının üstüne kaldırdık[219], Hayme Mucamma’/Toplanma Çadırı (İbadet çadırı) kapısından “secde ederek girin” dedik, (yine) İsrail oğullarına “Cumartesi gününün hürmetine saygı duyun, sınırı aşmayın” dedik. Böylece onlardan sağlam söz aldık.
155/153- İsrail oğullarının verdikleri sözde durmayıp (Tevrat’la amel etmemeleri), Musa’ya indirilen mucizeleri inkâr etmeleri, “Kalplerimiz perdelenmiş, sizin sözlerinizi anlamaz” deyip haksız yere peygamberleri öldürmeleri yüzünden onlara azap indi. (Onların kalpleri perdeli değildir;) bilakis küfürleri sebebiyle Allah o kalpler üzerine mühür vurmuştur. Pek azı müstesna onlar iman etmezler.
156/154- Bir de kâfir olmalarından ve Meryem’e büyük iftirada (zina iftirasında) bulunmalarından dolayı Allah onlara azap edecek;
157/155- Yine “Allah’ın peygamberi Meryem oğlu İsa’yı öldürdük” demeleri yüzünden Allah onlara azap edecek. Yahudilerin “biz İsa’yı öldürdük” demeleri yalandır; İsa’yı öldürmedirler, darağacına da çekmediler, lakin ona okşayan birini öldürdüler. Zira, O’nun hakkında tutarsızlığa düşen Yahudiler öldürülüp-öldürülmediği konusunda tam bir şüphe içindedirler; (bazıları öldürülenin İsa olduğunu, bazıları ise başkası olduğunu söylemektedirler.) Yahudilerin, İsa’yı öldürdükleri iddiasında hiçbir sağlam bilgileri yok, sadece zanna uyuyorlar ve kesinlikle onu öldürmediler;
Tefsir:
Yine “Allah’ın peygamberi Meryem oğlu İsa’yı öldürdük” ayetinde altı çizili bölümü Yahudiler söylememektedirler. Bu bölümü Allah (cc) Hz. İsa’ya tazim maksadı ile bizzat kendisi antrparantez cümlesi halinde buyurmuşlardır.
Hz. İsa’nın (as) çarmıha gerilmesi meselesi İncillerin hepsinde yanlış olarak anlatılmıştır. İncillere göre: “Hz. İsa’yı çarmıha gerdiler, orada vefat etti. Sonra alıp defnettiler. Üç gün sonra Allah (cc) onu alıp göklere kaldırdı.” diye anlatılmaktadır.[220] Bu yanlışlar, esas indirilen İncil’de değil, sonradan tahrif edilmiş İncillerdedir. Hz. İsa’nın vefatından sonra İncilleri cem etmişlerdir. İlk İncil yaklaşık (m.65) yılında yazılmıştır. Arada bu kadar yıl vardır. Zaten İncillerdeki tutarsızlıklar da bunu ispat etmektedirler.[221] İslâm kaynaklarına göre muteber olan Kur’an’da ana hatlarıyla anlatılmıştır. Allah Hz. İsa’yı bizzat kendisi vefat ettirip nezdine yükseltmiştir. Bu olayın özeti şöyledir:
Yahudiler Hz. İsa’dan (as) mucize istediler, mucize gelince kabul etmediler. Kedisine zina evladı olarak bakıyorlardı. Bir yere toplanıp orada istişare ettiler. Bu toplantıda İsa’nın katline fetva verdiler. Gerekçeleri de onlara göre Hz. İsa küfre götürecek sözler söylüyordu. İsa (as) on iki havarisi ile birlikte oturuyordu. Onlardan birini ima ederek dedi ki: “İçinizden biri hıyanet edip beni ele verecek” Hiç kimse böyle bir ihaneti yapmayacaklarına inanmıyordu. İçlerinden Yahudi Esharyuti, ihanet edip Yahudilerden para alarak Hz. İsa’nın gizlendiği yeri ihbar etti. Onlardan otuz parça gümüş alarak baskıncıları arkasına takıp, Hz. İsa’nın gizlenerek ibadet ettiği yere getirdi. İhanet eden, arkasına takıp oraya getirdiği kimselere dedi ki: “Siz burada durun, ben içeri gireyim, kimin anlından öptüysem anlayın ki o İsa’dır.” İçeri girdiğinde onu “Yahuda” isimli havari karşıladı. Yahudiler hemen onu tutup Hz. İsa yerine çarmıha gerdiler. Nitekim Kur’an da bunu anlatmaktır. Daha sonra Yahudiler Hz. İsa’yı öldürüp öldüremediklerinde ihtilafa düştüler. Diyorlardı ki, “Öldürdüğümüz İsa ise ya Yahuda nerede? Eğer ölen Yahuda ise ya İsa nerede? Onu da Allah bu gelen ayette haber veriyor:
158/156- Bilakis Allah, İsa’yı (vefat ettirip) yücelterek kendi nezdine aldı. Allah bütün yaratıklara galip olup hikmet üzere iş yapar, (İsa’yı Yahudilerden kurtarmıştır.)
Tefsir:
Allah’ın Hz. İsa’yı “nezdine almasından” anlaşılan şey “onun ruhunu alması” demektir. Çünkü bedeni Melekût alemine almak muhal emirlerdendir. Al-i İmran 3/55 inci ayette de bu konu geçtiği gibi, bu ayetten maksat Yahudilerin Hz. İsa’yı öldürmedikleri meselesidir.[222]
159/157- (İhtilaf edip, Hıristiyanlar: “İsa Allah’ın oğludur”, Yahudiler “Üzeyir Allah’ın oğludur” diyerek Allah’a ortak koştuktan sonra) Ehl-i Kitaptan her biri ölümünden önce Allah’a iman edip, birliğini kabul etmedikçe iman etmiş sayılmazlar. Kıyamet gününde de onlar şahit olacaktır.
160-161/158- Yahudilerin zulmü, bir de bir çok insanı Allah’ın yolundan çevirmeleri, men edildikleri halde faiz almaları, halkın mallarını nahak yere (rüşvet yoluyla) yemeleri yüzünden kendilerine daha önce helal kılınmış bulunan (deve, deve kuşu, ördek, kaz vb. gibi parmakları kapları hayvanlar, sığır ve davarın iç/don yağları gibi) temiz ve iyi şeyleri haram kıldık. Yahudilerin kâfir olanlarına kıyamet günü eziyet veren azabı hazırladık. [Ribahorlar ve rüşvetçiler bu ayete baksın da ibret alsınlar.]
162/159- (Yahudiler küfür ve inatlarında bakidirler.) Lakin ilimde sabit ve muhkem olup basiretli olan kimseler ve müminler; sana indirilen Kur’an’a ve senden önce indirilen kitaplara iman edenler, (hele özellikle) namaz kılanlar, zekât verenler ve Allah’a, ahret gününe iman edenler imanların da sabit ve muhkem olurlar. Elbette böyle kimselere ahrette büyük ecir ve sevap vereceğiz.
163/160-(Resulüm!) Nice ki, biz, Nuh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Yine İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, esbad’a (torunlarına), İsa’ya, Eyyub’e, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a vahyettik. Davud’a da Zebur’u verdik. (Bu Yahudiler, bunların hepsini bilirler; nice ki bu peygamberlere kitap verdik, aynen öyle de hükümler yollayıp kitap vermişiz. Öyle ise daha ne gûna senden başka kitap istiyorlar. Sen onların istediği kitabı getirsen bile yine iman etmezler.)
164/161- (Resulüm!) Bir kısım peygamberlerin hallerini sana daha önce anlattık, ama bazısını ise sana anlatmamışız. Allah (Peygamberler arasında) Musa ile bir nevi (mukaddes zatına uygun, vasıtasız olarak) gerçekten konuştu.
165/162- Peygamberleri (öz rahmetinden) müjdeleyici ve azabından korkutucu olarak gönderdik ki, (delil ve burhan olup) insanların peygamberlerden sonra Allah’a karşı (niye bize azap ediyorsun diye) bir bahaneleri olmasın. Allah asilere karşı azap ermekte galiptir, peygamber gönderip insanlar arasında hükümler koymasında da hikmet sahibidir.
Tefsir:
Allah’ı bilmede akıl kifayet eder. Allah’ın peygamber göndermesinin iki sebebi vardır: Birincisi, marifet-i ilahiyi insanlara anlatmak, onları gaflet uykusundan uyandırmak, ikincisi, insanlar arasında şeri hükümler koymak. Nitekim daha önceki peygamberler siyasi ve içtimai hükümler getirmiştir. Bizim Peygamber-i Vâla Miktarımız Hz. Muhammed (sav) de bu hükümleri vaz etmekten ötürü lazımdır.
166/163- (Resulüm! Ne kâfirler ne de Yahudiler Allah’ın sana kitap indirdiğine şahitlik etmezler.) Lakin Allah şahadet eder ki bu Kur’an Allah tarafından sana indirilmiş hak ve doğru kitaptır. Onu has ilminden sana indirmiştir, (Ta ki, senin için bir mucize olsun hiç kimse onun bir mislini getiremesin.) Melekler de şahadet eder. (Melekler şahitlik etse bile) Allah’ın şahitliği kifayet eder. (Başka şahide ihtiyaç yoktur.)
167/164- İnkâr eden ve (Yahudiler gibi kendilerinden başkalarını da) İslam’a girmelerine engel olanlar hidayet yolundan son mertebe uzaklaşmış da uzaklaşmışlardır.
168/165- İnkâr edip zulmedenleri Allah asla bağışlayacak değildir. Ve onları içinde sürekli kalacakları cehennemin yolundan başka hiçbir hayırlı yola da iletmez. Onları cehennem azabında sürekli tutmak Allah’a kolay bir iştir.
169/166- [Bu ayet, bütün insanlara hitap ediyor.] Ey insanlar! Bu Muhammed, Rabbinizden size İslam’ı getirdi, ona inanmanız şimdiki durumunuzdan daha hayırlıdır. Eğer, inkâr ederseniz, (Allah’ın size ihtiyacı yoktur.) Yer ve gökte olan yaratıkların mülk ve hükümranlığı Allah’a aittir. Allah sizde meydana gelen amelleri iyi bilir ve hikmet üzere size emreder.
170/167- Ey Ehl-i Kitab! (Ey Yahudi ve Hıristiyanlar!) Dininize haddinizi aşan sözler konuşmayın ve Allah hakkında gerçekten başka sözü isnat etmeyin. Meryem oğlu İsa Mesih, ancak Allah’ın resulüdür, Allah’ın bir kelimesi ile vücuda gelmiştir. O kelimeyi Meryem’e yönlendirmiş, o da İsa’ya hamile kalmıştır. O, Allah’tan bir ruh’tur. (Allah’tandır; babasız olmuştur.) Şu halde Allah’ ve peygamberlerine (hususiyle İsa’ya) iman getirin. Demeyin, “Tanrı üçtür” (Allah, İsa ve Rûhu’l-Kudüs). Bunları terk edin. “Allah birdir” güzel sözünü söyleyin, sizin için daha hayırlıdır. Hak olan mabut, zatı mukaddes ve pâk olan bir Allah’tır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir. Asumanlarda ve yerde ne varsa Allah’a aittir, (O’nun çocuğa ihtiyacı yoktur.) Allah bütün yaratıkların umurunu çevirmeye yeter.
Tefsir:
Yahudiler, Hz. İsa (as)’ın babasız doğamayacağını iddia ediyor, Hıristiyanlar ise bir kısmı “İsa Allah’tır”, diğerleri “İsa Allah’ın oğludur” demişlerdi. Kur’an bunların hepsini reddediyor ve onlara tevhit dersi veriyor: Allah birdir. Ondan başka ilah yoktur.
171/168- Ne Mesih İsa, ne de mukarrebun/Allah’a yakın melekler hiçbir zaman Allah’a kul ve köle olmaktan kenara durmaz, bunu ar saymazlar. O’na kulluktan geri durur ve kibirlenirse Allah hepsini kıyamet günü kendisine toplayacak, azap edecektir.
172/169- İman edip salih amel işleyenlere Allah mükâfatlarını tam olarak verecek ve onlara öz fazıl ve kereminden başka daha da sevap artıracaktır. Allah’a ibadetten kenara durup kibirlenenlere gelince Allah onlara acı veren azap edecektir.
173/170- (Bu azap çekenler) Allah’tan başka ne bir dost ne de yardımcı bulamayacaklar, (ki, azaptan kurtarsınlar).
174/171- Ey insanlar! Bu Muhammed size, Allah’tan İslam dininin hak olduğuna bir delil ve burhan gelmiştir. (Onun varlığı sizin için bir delildir. Bundan başka bir delile ihtiyaç yok iken O’nunla beraber) bir de size vazıh ve açık olan nur (Kur’an) gönderdik.(yer yüzünde insanlar nurla yollarına gittikleri gibi, bu Kur’an nuruyla da hak yola ulaşırlar.)
Tefsir:
İnsaf üzere bakılınca Hz. Muhammed (sav)’in büyüklüğü ortaya çıkar. Arapların adet ve ahlakı, onların vahşiyane hareketleri düşünülünce bu kadar vahşi insanları yola getiren insanın normal biri olamayacağı anlaşılır. Evet, kesilen hayvanın akan kanını yiyen, deve yününden mil çeken insanların içinden doğup insanlık alemine bir büyük şaşalı nur saçan kimsenin mübarek vücudu, gerçek olduğuna kesin bir delil değil midir?
175/172- Allah’a iman edip ona sağlam yapışanlara gelince elbette Allah onları rahmet ve lütuf (deryası) Allah onları öz tarafına düz olan yola hidayet eder.
176/173- ( Resulüm! Bacı-kardeşlerin birbirlerinden miras alması konusunda) senden fetva istiyorlar. De ki: “Allah babası ve çocuğu olmayan kimsenin mirası hakkındaki hükmünü şöyle açıklıyor: Eğer kendisinden sonra çocuğu olmayan biri ölür de onun (Ya ana-baba bir, yada yalnız baba bir) kız kardeşi bulunursa, o bacı, kardeşinin bıraktığı malın yarısını alır. Kız kardeş ölür çocuğu olmazsa (ana-baba bir, ya da baba bir) erkek kardeş de ona varis olur ve bütün malını alır. Kız kardeşi iki (ya da ikiden fazla) olursa kardeşlerinin malının üçte ikisini alırlar. Eğer erkek ve kadın olmak üzere bir çok kardeş ve bacı varis olurlarsa erkeklere kadına verilenin iki misli olmak üzere paylaşırlar. Allah sizin için her bir hükmü açılıyor ki, dalalete düşmeyesiniz. Allah her şeyi iyi bilmektedir.
Tefsir:
Cabir b. Abdillah (ra)’ten rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: “Resulüllah (sav) ziyaretime gelmişti. Hasta idim. ‘Ey Allah’ın Resulü! Ben babası ve çocuğu olmayan biriyim, malımı ne yapayım?’ Diğer bir rivayette: ‘Miras kimindir? Bana ancak “kelale” varis olacak’ dedim. Bu ayet indi.”[223] Kardeş, bacıdan ne kadar alır; bacı, kardeşten ne kadar miras alır bunların hepsi ayrıntılarıyla anlatılmıştır. Bu ayet, başka zaman indiğinden bu surenin evvelinde bulunan miras ayetlerinden ayrı düşmüştür. Resulüllah (sav)’e en son inen ayetlerdendir. Resulüllah (sav) ayetlerin tertibini (hangisinin nereye konulacağını) vahiy kâtiplerine bildiriyordu, onlar da denilen yere koyuyorlardı. Bu ayeti de buraya koydular.
Bu ayette , yalnız ana-bababir olan ya da yalnız baba-bir olan bacı kardeşlerin hükmünü anlatmaktadır. Fakat, ana-bir bacı kardeşlerin hükümleri (Nisa 4/11-12) geçmişti.
Allah’a hamt olsun bu surenin tefsiri bitti. Allah Resulü (sav) buyurdular ki:” Kim Nisa suresini okursa o kimse şirkten uzak olur ve Allah’ın bağışladığı kimselerden sayılır.”[224] Okumadan maksat, okuyup amel etmektir.
Mâide suresi, 123 ayet, 2854 kelime ve11733 harftir.
0/1-Bismillahirrahmanirrahim.
1/2-Ey iman edenler! Size (Resulüm) vasıtasıyla yaptığım ahitleri yerine getirin. (Kur’an’ın hükümleriyle amel edin, helalini helal, haramını haram bilin. Olmasın ki Allah’a itaatin dışına çıkasınız.) [Allah ilk önce, sözde durmayı emrediyor, şimdi de helal ve haram olan şeyleri açıklayacak.] Mekke’de ihramlı iken avlanmayı helal saymamak üzere, şimdi size okunacakların dışında kalan (deve, sığır, koyun ve keçi vb gibi) hayvanlar, size helal kılındı. (Helal olsun, haram olsun asıl hükmün sebebi Allah’ın iradesi olmak üzere, tekliflerinin dayanağı, kullarının iyiliği için olmakla) Allah dilediğine hükmeder.
2/3- Ey iman edenler! Mekke’de Allah’a ibadet edilen yerlerin hürmetini, (o ibadet yerlerinde lazım gelen amelleri), (hac ayları ,şevval, zilkade ve zilhicce) aylarının hürmetini, (Kâbe’ye götürülüp Allah’a hediye edilen) kurbanların hürmetini, (hususiyle onlardaki) gerdanlıkların hürmetini ve Rablerinin sevap ve rızasını almak için Beyt-i Haram’ı ziyarete gelenlerin hürmetini ihlal etmeyin. İhramdan çıkınca avlanabilirsiniz. (Mekkelilerin sizi Hudeybiye’de) Mescid-i Harama’a girmekten alıkoymaları yüzünden bir topluma karşı beslediğiniz kin sizi tecavüze itmesin. Güzel amel, bağışlamak ve takva da birbirinize yardımcı olun. Günaha düşmede ve intikam almada birbirinize yardımcı olmayın. Allah’a karşı saygılı olun, (söylenen hükümleri yerine getirin.), zira Allah bihakkın şiddetli azap edendir.
Tefsir:
Mekke’de bulunan ibadet yerleri, Kâbe, Mescid-i Haram, Makam-ı İbrahim ve Safa ile Merve arasıdır. Mekke civarında ise Mina, Arafat, Meşari’l-Haram’dır. Bu yerlerde yapılan ibadetlere gelince, Meke’de tavaf etmek, tavaf namazı kılmak, Safa ile Merve arasında sa’y etmek, taksir ve ihram giymekten ibarettir. Mekke’nin civarında ise, Arafat’ta vakfe yapmak, Meşari’l-Haram’da durmak, Mina’da şeytan taşlamak, kurban kesmek, başın saçlarından kesmektir ki, bu konuların ayrıntıları fıkıh kitaplarında mevcuttur. Biraz ayrıntılarıyla (Bakara 2/197’de) anlatıldı.
Ayette geçen “hedy” kelimesi, Kâbe’ye hediye edilen deve, sığır ve koyu gibi kurbanlara denir. “Kalâid” ise kurbanlık olduğu belli olsun diye kurban olacak hayvanların boyunlarına takılan gerdanlıklar, süslerdir.
3/4- (Haram olan şeyler bunlardır ki, şimdi anlatılacak:) Leş, (hayvanın başı kesildikten sonra akan) kan, domuz eti, (müşriklerin hayvanları keserken, “Lât, Uzzâ” gibi) Allah’tan başkası adına boğazlanan, (ayrıca) yetişip canlı iken kesmeniz müstesna boğulan, (taş ve ağaç vb. şeylerle) vurularak öldürülmüş, yüksek yerlerden yuvarlanıp ölmüş, boynuzlanıp ölmüş hayvanlar ile bir de, canavarın parçaladığı (artığı ya da yırttığı) hayvanlar; (put olarak ibadet için) dikili taşlar üzerine boğazlanmış hayvanlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı. Bu anlatılan haramları işlemek fasıklıktır. Onlardan uzak durun. Bu gün kâfirler sizin dininizden ümit kesmişlerdir. Müşriklerden korkmayın benden korkun (ki, emrime ters bir iş görmeyesiniz. Müşrikler benim kudret elimden hariç olamazlar.) Bu gün size dininizi ikmal ettim, (onda hiçbir noksanlık bırakmadım.); ve dinler arasında İslam’dan razı olup sizin için onu seçtim, (size onu beyan ettim.). günaha meyil etmemek için sınırı aşmamak şartı ile kim açlık ve kıtlık anlarında nâçar kalırsa (bu yasaklananlardan yiyebilir.) Allah, böyle durumlarda bağışlayıp merhamet edendir.
Tefsir:
Mekke’de Kâbe’nin etrafında dikilmiş bir çok taşlar vardı. Putlardan başka bu taşlara da ibadet ediyorlardı. Öyle ki kurbanları getirip onların başlarında kesiyor, etlerini doğrayıp onların yanlarına seriyorlardı ki, insanlar bunlardan alıp yesinler. Bu türlü kurbanları Allah’a bir yakınlaşma olarak telakki ediyorlardı. Bunun için Allah (cc): “Dikili taşlar üzerine boğazlanmış hayvanlar” size haram edildi buyurmakla bu konuyu anlatmaktadır.
Günümüzde ise bu türlü şeylere rastlamak mümkündür. Falan taş, filan ocak, falan ağanın kapısı, filan makamda kesilen hayvanların etinin bu ayette yasaklanan etten hiç bir farkı yoktur. “Hayvan kesmekten” maksat onun etidir. Allah’ın adı anılmadan birilerinin şerefine kesilen etlerin hepsi haramdır. Mekke’deki dikili taşlara kesilen kurbanlar gibidirler. Arap şeyhleri birbirine karşı övünüp et keserek millete yediriyorlardı. Bunlardan Suhaym Riyahî ile Şair Ferazdak’ın babası Galib birbirine karşı övünerek on deveden başlayıp ta iki yüz deveye kadar övünme yarışı sürmüştü. Sonunda Suhaym üç yüz deve kesti. Galib’in buna gücü yetmedi ve yarışı kaybetti.
Hz. Ali (as) Kûfe’ye geldiği zaman yine böyle sırf övünmek için kurbanlar kesilmişti. Ona da bu etlerden götürülünce etleri yemediği gibi yiyenleri de yasakladı ve “bu etler, övülmek için kesilmiştir. Onun için haramdır.” dedi.
Bu cehalet hastalığı millet arasında o kadar yayılmıştır ki, nefislerinin arzularına uyan reislerimiz menfaatleri için halkı cehalete sevk ediyorlar. Bunun için adak edilen hayvanlar kesiliyor. Temiz etler haram ediliyor. Allah bizzat onlardan intikam alacaktır.
Cahiliye Arapları bir yolculuğa, bir harbe, bir ticarete çıktıkları zaman üç ok ile kısmet çekerlermiş. Okun birinde “Rabbim emretti”, diğerine “Rabbim yasakladı” diye yazılır; biri de boş bırakılırdı. Torbaya elini sokar, birini çeker, emir çıkarsa yaparlar, yasak çıkarsa yapmazlar, boş çıkarsa bir daha denerlermiş. İşte “fal oklarıyla kısmet aramanız haram kılındı” ayeti bunu bildirmektedir.
İslam aleminde bunun gibi nice yasak işler vardır ki, ayetleri duyuyoruz ama hiç ibret almıyoruz. Ne de Peygamber-i Vâlâşanımız (sav)’den ders alıyoruz. Ne insaniyetimizi düşünüp ders alıyoruz. Lanet olsun o kimselere ki, insanları kandırıp hilekâr sözleriyle “Bu fal nâme filan imamdandır” “Bu fal, kitab-ı cifr Ali (as)’dan nakledilmiştir.” deyip; filan hastalığa iyi gelir diyerek rakamlarla üçgenler dörtgenler yaparak halkın güyâ hastalıklarına çare buluyorlar, onların mallarını ellerinden alıyorlar. İnsanlar da bu yalanları gökten inmiş gibi sanıp onlara inanıyorlar.. Allah (cc) buyuruyor “İçimizden bir takım beyinsizler yüzünden bizi helâk eder misin Allahım!” (A’raf 7/155) Çok yazıklar olsun...
4/5- (Resulüm! Haram olanlar anlatıldıktan sonra şimdi) kendileri için nelerin helal kılındığını sana soruyorlar; de ki: “Bütün pâk ve pakize olan şeyler size helal kılındı. Bir de Allah’ın size öğrettiğinden (av avlama bilgisinden bu işin uzmanları tarafından) alıştırıp avcı hale getirdiğiniz hayvanların, sizin için av olarak yakaladıklarından da yiyin. (Avcı hayvanlarını yakalamak için avının peşine takarken) üzerine Allah’ın adını zikredin; (bismillah deyin). Allah’tan çekinin, helal ve haramı birbirine karıştırmayın. Allah, kıyamet gününde süratlice hesaba çekendir.
Tefsir:
Ayet ve hadislerin helal ya da haram olduğu hakkında bir beyanı bulunmayan konularda helal ya da haramın ölçüsü “selim tabiat”tır. Temiz olan şeyler ancak selim tabiatlı kişilerin tiksinmeyip hoşlandığı şeylerdir. Şu halde ayet ve hadislerin, hakkında bir açıklaması bulunmayan şeylerde bu selim fıtratlı kimseler, helal ve haram konusunda bir ölçü sayılırlar.
Ayette avcı hayvanların, yakaladığı avların da yenildiği ifade edilmektedir. Yalnız avcı hayvanların av talimi yapmaları gerekir. Avcılık talimi yapılmadan onların yakaladıkları yenmez. Onlar haramdır. Avcı hayvanlar iki kısımdır: Bir kısmı, kuşlardır. Doğan, atmaca vb. bunlardandır. İkincisi, köpek, pelenk (kaplan) gibi hayvanlardır. Ayette gerçi “mükellibin” denmekle köpekler kastedilmiş gibi görülse de bu tağlip metoduyla anlatılmıştır. Avcı hayvanların av avlamayı bildiklerini öğrenmemizde ölçü ise şöyledir: Bir köpek, sahibi tarafından kışkırtıldığı yere gider, çağırılınca gelir, avı tutunca hapseder yemez, sahibi almak isteyince kaçmaz, zorlayınca dinler ve en az üç kere böyle yapmayı adet edinirse o artık “öğretilmiş bir avcı hayvan” sayılır.
5/6- Bugün (İslam dini arık tüm güzelliği ile meydana çıktı) size temiz ve iyi şeyler helal kılındı. Bir de Ehl-i Kitab’ın yiyeceği size helaldir, sizin yiyeceğiniz de onlara helaldir, (Mesela onları çağırıp misafir etmek, davet edip ağırlamak helaldir. Binaenaleyh siz de onları davet edin.) Mümin kadınlardan iffetli ve saliha olanlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerden iffetini muhafaza eden kadınları da, namuslu olmaları, zina etmemeleri ve gizli dost tutmamaları halinde mehirlerini vermeniz şartı ile almanız helaldir. (Bu anlatılanların dışına çıkmak küfre alamettir. Nitekim şunu iyi dinleyin:) Kim İslam’ın hükümlerine inanmayı kabul etmezse (zinakâr kadınlara gider Allah’ın helal ve haramını tanımazsa ölmesi halinde bütün hayır) amelleri boşa gider. O ahret gününde ziyan eden kimselerden olur.
Tefsir:
Ayette geçen Ehl-i Kitaptan maksat, Yahudi, Hıristiyan ve Mecusilerdir[225]. Ayette Ehl-i Kitap ile evliliğin serbest olması açıktır. Fakat Şii alimler, Ehl-i Kitab’ı daimi nikâhla almanın caiz olmadığın söylemektedirler. Onlara göre bu tür kadınlar ancak mut’a nikâhı ile alınabilirler. Bu ayeti de mut’a nikâhına yorumlamışlardır.[226] Ehl-i Kitab’ın temiz olmadığını kabul etmekle nasıl mut’a nikâhını caiz gördüklerini bir türlü anlamıyorum. Eğer mut’a nikâhını normal bir şekilde kabul ediyorlarsa bunu neden kabul etmiyorlar? Bu mesele “yekbâm dû hevâ” meşhur misalinde olduğu gibidir.
7/6- [Bu ayet abdest alma konusunu anlatmaktadır.] Ey iman edenler! Namaza duracağınız zaman yüzlerinizi, dirseklerinize kadar ellerinizi yıkayın; başlarınızı ve ayaklarınızı da topuğuna kadar mest edin. Eğer cünüp olursanız, boy abdesti alın. Hasta, yahut yolculuk halinde bulunursanız, yahut biriniz ayak yolundan gelirse, yahut da kadınlarla cinsi münasebette bulunursanız ve bu nice hallerde abdest veya gusülden ötürü su bulamamışsanız necasetten temiz olan yere teyemmüm edin: Yüzünüzü ve ellerinizi onunla meshedin. Allah sizin için dini emirlerde çetin ve müşkül duruma düşmenizi istemez. Fakat Allah ister ki su bulamayıp toprakla teyemmüm ettiğiniz de onu temiz topraktan yapmanızı ve teyemmüme verdiği ruhsatla her zaman namaz kılıp sizlere vermiş olduğu nimetini tamamlamasını ister; elbette gerektir ki Allah’ın nimetlerine şükredesiniz ( de böylece size hayırlı mükâfat versin.)
Tefsir:
“İlâ” kelimesi harf-i cer olup manası gaye içindir. Bu ayette gaye mugayyaya dahildir. Yani dirsekler, yıkanması gereken sınır içindedir.
“başlarınızı ve ayaklarınızı da topuğuna kadar mest edin” ayetinde “ercüle” kelimesi kendinden önceki “ruûs” kelimesine atfedilmiştir. Bir kısım tefsirciler, “ercüle” kelimesini “eydiyeküm” lafzına atfetmişlerdir. Birinci ihtimalde, ayaklar da başın meshedilmesi gibi meshedilir. İkinci ihtimalde ise ayaklar yüz ve eller gibi yıkanması icap eder. Allâme Zemahşerî, Keşşaf isimli tefsirinde bu atıf konusundaki ihtimali gidermek için bir açıklamada bulunmuştur.[227] Doğrusu bu gibi açıklamanın öyle bir zattan yapılmasını hayretle karşıladım.
İslam’ın ilk günlerinde Hz. Muhammed (as) abdest alırken ayaklarını yıkıyordu. Hicretin yedinci yılında bu ayet inmiş ve müminlere kolaylık olsun diye ayaklara mesh etmek sabit olmuştur. Nitekim ayakların abdest alırken yıkanmasını tercih eden alimlerden bir kısmı yolculukta zorluk olmasın diye ayakkabı üzerine meshetmeye fetva vermişlerdir. İbn Abbas (ra) diyor ki, “Abdest iki yıkıma ve iki mesihtir”[228] Birincisi yüz ve elleri yıkamak, ikincisi baş ve ayakları meshetmek. Tefsircilerden Katade diyor ki: “Enes b. Malik: Kur’an meshi indirdi, sünnet yıkamayı getirdi.” demiştir.[229] İkrime diyor ki: “Abdest alırken ayakları yıkamak yoktur.[230] Ayakların meshedilmesi hakkında ayet nazil oldu.” Şa’bî de, ayakların meshedilmesini söylemiştir.[231]
Ayetteki, “kâbeyn” kelimesinin manasında ihtilaf edilmiştir. Bir kısmı, bunun baldır ile ayağı birbirinden ayıran iki kemik (topuk/ökçe) olduğunu söylemişlerdir. Bir kısmı ise “kâb” iki ayak üstünde olan kubbeler’dir ki her ayakta bir tane bulunur. Allame Hillî ve ondan başka bir çok insan “kâb”ın ayak ile baldırı birbirinden ayıran kemikler olduğunu söylemişlerdir. Alimlerin kâb’ın manasında böyle ihtilafa düşmeleri şaşılacak şeydir. Kâb’a, Türkçe de “aşık/topuk kemiği” denir. Nitekim koyunun aşığı herkesçe bilinir. Aynen öyle de insanda mevcuttur. Eğer Arap çocuklarına “kâb’ı” gösterip deseniz ki “bu nedir?” hemen “kâb/aşık” dır derler. Fakat insanın kâbı ayağı ile baldırı arasındadır. Netice olarak ayaklara meshetmek gerekmektedir. Bu da ayakların baldırından ayrılan yerine kadar mesh etmekle tamam olur.[232]
7/8- (Ey müminler!) Allah’ın size verdiği nimetini, bir de sizinle yaptığı ahdi yadınıza getirin ki, vaktiyle (Allah, Muhammed aleyhisselam vasıtası ile) sizden ahit aldı, siz de “İşittik itaat ettik” demiştiniz. [Allah’ı ahdi, Hz. Peygamber’in aldığı sözden ibarettir.] Allah’tan sakının, (da ahdinizi yerine getirin. İtaaten ayrılmayın.). Allah, sinelerinizde olan sırlara alimdir, (samimiyane itaat edip etmediğinizi iyi bilir.)
8/9- Ey iman edenler! Her zaman Allah’ı düşünüp, haktan ayrılmayıp (akrabanızın zararına, düşmanınızın lehine bile olsa) adalet üzere şahitçilik yapın. Bir kavme karşı duyduğunuz kin, sizi onlara karşı adaletsizliğe itmesin. (Elbette bu türlü davranışlar sizin gibi Müslümanlara yakışmaz). Adaletle yürüyün, (müminlerin sıfatı olan) adalet, takvaya daha yavuktur. Allah’tan sakının, (adaleti terk etmeyin ve hiçbir topluluğa zulüm yapmayın.) Allah yapmakta olduğunuz şeylerden bihakkın haberdardır.
9/10- Allah, iman eden ve salih amel işleyenlere vaat etmiştir; yanında onlara bağışlama ve büyük mükâfat ve sevap vardır.
10/11- İnkar edip bizim mucizelerimizi tekzip edenler, işte onlar, cehennem sahipleridir. (Sürekli orada kalacaklardır.).
11/12- Ey iman edenler! Allah’ın size ihsan ettiği nimetini yadınıza getirin; hani (müşriklerden) bir cemaat (Gazve-i Beni Enmar’da) namaz üstünde öldürmek için ellerini tarafınıza açmağa yeltenmişlerdi de Allah, onların ellerini size zarar vermeden çektirmişti. (Allah’ın nimetlerini yadınıza salın da) Allah’a karşı saygılı olun. Gerektir ki, müminler her bir işinde Allah’a tevekkül etsinler.
Tefsir:
Resulüllah’ın (sav) gazvelerinden biri de Beni Enmar[233] gazvesidir. Allah Resulü (sav) asabı ile birlikte öğle namazını kılmak için hazırlık yapıp namaza durdular. Müşrikler istediler ki, namaz üstünde onlara baskın yapıp öldürsünler. Fakat namaz bu baskını yapacakları sırada namaz sona ermişti. Sonra dediler ki, bunların öyle bir namazları vardır ki onu asla terk etmezler, o namaz ikindi namazıdır. İkindi namazı, onlara babalarından ve evladından daha sevimlidir. İşte bu namazı kılarken onlara saldıralım. O zaman “korku namazı”nın hükmü inmişti ki, bunu (Nisa 4/101-102) de anlatmıştık. Allah Resulü ashabına “korku namazı” şeklinde namaz kıldırdı. Müşriklerin kalbine Allah korku saldı, böylece baskın yapamadılar. İşte bu ayette Allah, müminlere olan nimetini anlatmaktadır.[234]
12/13- (Resulüm!) Gerçekten Allah, (Musa vasıtasıyla) İsrail oğullarından sağlam bir söz almıştı, (ki, itaatten dışarı çıkmasınlar). (Sonra) Onların içinden on iki nakip (kavmin durumlarını bilen, işlerine ve güçlerine kefil olan, amir ve emin kimse) göndermişdik. Allah onlara şöyle demişti: “Sürekli sizinle beraber olmaya varım. Sizden hiç bir zaman gafil değilim. (İş yaparken, sizi daima görüyorum düşüncesiyle iş yapın. Sakın kötü amel işlemeyin.). Eğer namaz kılar, zekât verir, peygamberlerime iman getirir, (dinimi neşretmekte) peygamberlere yardım ederseniz ve Allah yolunda (millet evladı için malınızı harcayıp, sonra da Allah tarafından karşılığı verilecek olan) güzel bir borç verirseniz, elbette sizi köşk ve ağaçlarının altından nehirler akan bir nice cennetlere koyacağım. Bu şartlardan sonra sizden kim inkâr ederse artık kesinlikle sapıtıp doğru yoldan kenara düşmüştür.
Tefsir:
Firavun’un suda boğulmasından sonra, Allah (cc) İsrail oğulları’na Şam topraklarında Kenanlıların zalimlerinin oturdukları Eriha’ya gitmelerini emretmiş ve “Ben, burayı size vatan ve karargâh olmak üzere karar kıldım. Gidiniz içindeki putperestlerle savaş ediniz, yardımcınız benim.” demiş. Hz. Musa’ya da verilen emirlerin yerine getirilmesi için, her sıbtan kavmine kefil olacak bir nakip ve emin seçmesini istemişti. Hz. Musa nakipleri seçti ve İsrail oğulları’ndan söz aldı, nakipler bunlara kefil oldu. Kenan topraklarına vardıklarında nakipleri söylendiği gibi teftiş etmek için oraya gönderdi. Giden nakipler, bir takım büyük cisimler gördüler ve korktular, oradan döndüler; gelir gelmez de kavimlerine söylediler, durumun vahim olduğunu bildirdiler. Halbuki Musa (as) onlara bu vahim durumu söylemelerini yasaklamıştı. Fakat sözlerinde durmadılar, caydılar. Yalnız içlerinden Yehuda sıptından/torunlarından Kaleb b. Yufenna ile Efraim b. Yusuf sıptından/torunlarından Yuşa b. Nûn sözlerinde durdular. Bu iki kimseden ileride (Maide 5/23)’de bahsedilecek. Burada seçilen 12 nakip İsrail oğulları’ndan seçilmiştir. İsrail oğulları, Hz. Yakub’un 12 iki oğlundan 12 iki bölük olarak çoğalmışlardır. İşte geçen ayette sözü edilen nakipler bunlardır.
Kur’an’ın bu hikâyeleri anlatmasındaki maksat hikâye anlatmak değildir. Maksadı, canlı misallerle insanlara öğüt ve nasihat etmektir. Kur’an ehli bu misallere bakarak onlardaki öğütleri iyi anlamalıdır. Geçen ayette “sisinle beraberim” “bana güzel bir borç verin” gibi beyanlarıyla insanları kendisine muhatap seçmiştir. İnsana düşen de gerektir ki bu muhatap olmanın kadrini iyi bilsin. Böylece rezil sıfatlardan kurtulup güzel sıfatlarla süslensin.
13/14- (Resulüm!) İsrail oğulları, sözlerini bozmaları sebebiyle onlara lanet edip rahmetimizden kenar ettik. Onlara lütuf ve merhametimizi kesince kalplerine kasavet/katılık getirdik, böylece Tevrat’ın kelimelerini değiştiriyorlar, (yerine, başka kelimeler koyarak Allah’a demediği şeyleri iftira ettiler.). (Tevrat’ta kendilerine verilmesi) söylenen nimetlerdeki paylarını da unuttular. (Sözlerinde durmamak, itaatsizlik etmek Yahudilerin ayrılmaz lazımıdır. Resulüm! Onlara iyi dikkat edesin.) İçlerinden pek azı hariç onlardan sürekli hainlik görürsün. Bu Yahudiler, sana hıyanet etseler bile sen onlardan geç, bağışla, sakın intikam çekme! Hakikat, Allah, ihsanda bulunan kimseleri dost tutar.
14/15- “Biziz İsa’ya yardım edenler” diyenlerden de (Yahudiler gibi) kesin ahitlerini aldık (ki, Allah’a itaat edip Tevrat ve İncil ile amel etsinler.). (Onlar da Yahudiler gibi, itaat etmeyip kendilerine İncil’de vadedilerek) söylenen sevap hisselerini yadlarından çıkardılar. İşte bu yüzden biz de kıyamete kadar aralarına kin ve düşmanlık saldık. (Nitekim, nice nice fırkalara ayrılıp birbirini tekfir ettiler.) Elbette Allah itaatten ayrılanların yaptıklarını kendilerine haber verecek, (ve yaptıklarının cezasını kendilerine çektirecektir.)
Tefsir:
Allah (cc) bu hadiseleri anlatmakla bizlere mühim nasihatler etmektedir. Yani siz de eğer Hıristiyanlar gibi, Allah’a itaat etmeyi terk ederseniz, onların aralarına soktuğum kin ve düşmanlığı sizin aranıza da sokarım. Başınızı kaldıramazsınız. Nitekim, bu sözler semeresini vermiştir. İslam ümmeti arasına mühim ayrılıklar düşmüş, ihtilaflar o kadar artmıştır ki, şu andaki gerginlik hiçbir millet arasında yoktur. Herkes kendisi bir mezhep çıkarıyor ve diğerlerini tekfir ediyor. Halbuki bu güzel İslam dini içinden içinden gün geçtikçe parçalanıyor ama kimsenin bundan haberi olmadan niza ve iftiraka devam ediyorlar. Allah!... Allah!... Ey İslam ümmeti! Ey Muhammedîler! Bir gözünüzü açın, zayi olan İslam dünyasına iyi bakın da kavgayı bırakın. Hepiniz kardeşsiniz. Allah’ın “Müminler ancak kardeştirler” (Hucûrat 49/10) beyanına kulak verin. Kardeş gibi birbirinize muamele edin. Öyle ise bugünkü rezaletin ve sapıklığın, düşmanlık ve kinin altında İslam’dan ayrı yaşamak yok mu? Bütün suç buradadır.
15/16- Ey Ehl-i Kitap! Hakikaten Peygamberimiz Muhammmed aleyhisselam size Kitap’tan (Tevrat’tan) gizlemekte olduğunuz birçok şeyi açıklamak üzere geldi; gizlediğinizin çoğundan da geçip aşikâre vurmuyor. (Siz sanıyorsunuz ki, o, gizlediğiniz şeyleri bilmiyor. Halbuki o, gizlediğiniz şeylerin tamamını bilmektedir.) Size Allah tarafından bir nur ve aşikâr olan bu Kitap (Kur’an) geldi. (Öyle ise onur ile hidayet bulun onu terk etmeyin.)
Tefsir:
Yahudiler, Tevrat’ta bulunan “recim/taşla öldürme” cezasını inkâr etmişlerdi. Resulüllah (sav) onların yalan söylediğini ifade etti ve buyurdular ki: Yahudilerin büyük alimlerinden Abdullah b. Suriyâ benimle sizin aranızda hakem olsun. Yahudiler de bunu kabul ettiler. Abdullah b. Suriyâ Tevrat’ta recimin olduğunu ikrar etti. Ki, bu konu ileride anlatılacaktır. (Maide 5/42) İşte bu ayet, Yahudilerin müslümanlardan gizlemeye çalıştıkları fakat Resulüllah’ın (sav) Tevrat’ta ki malumatı bildiğini ifade etmektedir.
16/17- Rızasına uyanı, Allah bununla (Kur’an’la) selamet olan yola/İslam yoluna hidayet eder, öz izin ve ihsanı ile onları küfrün karanlıklarından iman nuruna çıkarır ve onları ahret azabından kurtaran doğru yola hidayet eder.
17/18- “Allah Meryem
oğlu Mesih’tir” diyenler mutlaka
kâfir oldular. (Resulüm!) De ki: Eğer Allah, Meryem oğlu Mesih’i,
anasını ve yeryüzündeki insanların hepsini helâk etmek istese hangi şahıs
Allah’ın meşiet ve
kudretine mani olup onları korur. [Ey Kadir-i Zülcelal, hiç kimse onları
korumaya gücü yetmez] Asumanlarda, yerde
ve her ikisi arasında ne varsa hepsinin saltanatı Allah’a aittir. O dilediğini
yaratır, (ana ve babası olmadan
Adem’i, babası olmadan İsa’yı yaratır. O mutlak kudret sahibidir. O’nun
kudretinden hiç kimse hariç olamaz.) Allah
her çeşit mahluk yaratmaya kadirdir. [Acaba yeryüzündeki muhtelif
yaratıklar O’nun kudretine delil olmaz mı? İnkârcıların gözleri kör olsun!]
Tefsir:
Bu ayetten anladığımıza göre, Hıristiyanların kâfir sayılmalarının bir diğer sebebi de Allah’ın yaptığı işleri Hz. İsa’ya isnat etmeleridir. Bundan dolayıdır ki, Allah’a mahsus şeyleri başkalarına isnat etmek küfürdür. Allah’ı inkâr etmek demektir. Bu yüzden Allah (cc) onların kâfir olduklarına hüküm vermiştir. Biz de Allah’ın işlerini değil ki Peygamber bunu daha da ileri götürüp İmamlara, belki onların da çocuklarına isnat ediyoruz. Ve onlardan hacet istiyoruz. Dünya ve ahret işlerinde onlardan yardım istiyoruz. Onları Allah’ın bütün işlerinde ortak tutuyoruz. Belki, onları müstakil bir merci tanıyoruz. Onlara ağlamayı kurtuluşumuzun sigortası sayıyoruz. Bu tür insanlara Müslüman demek mümkün müdür? Bundan daha artık küfür olur mu? Allah’ım kaymaktan ve sürçmekten sana sığınırım...
18/19- Yahudiler ve Hıristiyanlar “Allah’ın oğulları ve dostları biziz” dediler. [Yahudiler Uzeyir’i, Hıristiyanlar ise İsa’yı (hâşâ) Allah’ın oğlu olarak karar vermişlerdir. İşte bu yüzden kendilerini de Allah’ın (haşâ) oğlu saymışlardır.] (Resulüm!) De ki: Öyle ise günahlarınızdan dolayı size niye azap ediyor? (Baba oğula, dost dosta hiç azap eder mi?) Belki siz de Allah’ın yarattığı insanlardansınız. (insanlar da diğer canlılar gibi hayatlarını sürdürmek için gıda almaya ihtiyacı vardır. Yeme ve içme ihtiyacı olan insan Allah’a oğul olmaz). Allah (itaatinde olanlardan) istediğini bağışlar, (asilerden) istediğine de azap eder. Asumanların ve yerin saltanatı ve onların arasında bulunan mahlukatın hepsi Allah’a aittir. Bütün yaratıkların döneceği varacağı yer Allah tarafınadır. (Kendi amellerinin karşılığını onlara verecektir.).
19/20- Ey Ehl-i Kitap! Peygamberler gelmeyip vahiy kesildiği zaman Resulümüz (Muhammed sallallahu aleyhi vesellem) size geldi. [Hz. Peygamber (sav) ile Hz. İsa (as) arasına yaklaşık 600 yıl[235] vardır](Kıyamet günü iddia edip) “bize ne bir müjde veren ne de uyaran gelmedi” demeyesiniz diye (size hakkın anlatıyor.) İşte size (Muhammed sallallahu aleyhi vesellem) müjdeci ve uyarıcı gelmiştir. (Bahane etmeyin kıyamet günü size azap edilmemesi için bahaneniz kalmadı.) Allah her bir şeye kadirdir. (Hacet vaktinde lazım oldukça peygamber gönderir.)
20/21- [Bu ve bundan sonra gelen ayetlerde Hz. Musa (as)’ın ahvali anlatılıyor. Bundaki maksat Hz. Muhammed (as)’a “Resulüm, bak, sadece seni değil senden önceki peygamberleri de dinlememiş onlara da hakaretâmiz şeyler yapmışlardı, ama geri durmadırlar, onlara da eziyet ettiler. Sen bu işte yalnız değilsin.] Bir zamanlar Musa Kavmine şöyle demişti: “Ey kavmim! Allah’ın size ihsan ettiği nimetini yada getirin. (O nimetler şunlardır:) Allah, sizin içinizden peygamberler getirdi. (Öyle ki, Beni İsrail kadar hiç bir kavim içinden o kadar peygamber gelmemiştir.). (Kıptilerin elinde zelil olmuşken) sizi hükümdar yaptı ve alemlerde hiç kimseye vermediği nimetlerden size verdi.
21/22- (Musa dedi ki:) Ey kavmim! Allah’ın size vatan olarak yazdığı mukaddes ve pâk olan toprağa (Şam’a) girin. (Orada yaşayan kimselerden korkmayın). Sakın gerisin geriye dönüp kaçmayın. Eğer böyle kaçarsanız dünya ve ahret ziyankârlardan olursunuz.
22/23-24- (İsrail oğulları) şu cevabı verdiler: Ya Musa! Orada zorba ve dayatmacı bir topluluk var; (bu yüzden biz onlardan korkuyoruz. Onlarla mukabele de edemeyiz.) Onlar oradan çıkmadıkları sürece biz oraya asla girmeyeceğiz. Eğer çıkarlarsa elbette o zaman gireriz. [Bu sözleri söylediklerine göre anlaşılıyor ki, gayeleri, oraya girmemek. Çünkü o zorba ve zalim insanların oradan kendiliğinden çıkıp gitmeleri muhaldir. Yapılacak bir işin şartlarını muhal olan şeylere bağlamak onun hiç yapılamayacağını gösterir. Onun için (Maide 5/11) de anlatıldığı gibi bunların içinden 12 nakip seçilmiş ve onlardan 10 tanesi korkarak geri gelmiş sadece iki kişi Musa’ya sadık kalmışlardır ki:]
23/25-26 Korkanların içinden Allah’ın kendilerine nimet verip dinde sebat gösterdikleri iki kişi (Kâlib ve Yuşâ) şöyle dedi: (Ey İsrail oğulları! Onlardan korkmayın. Onların boyları uzun olsa bile içleri boş kalıpsız adamlardır. Şehirlerinin) kapısından onların üzerine girin (böylece size karşı duramazlar.). Bir kere de kapıdan girince elbette galip olursunuz artık. Eğer inananlardansanız sadece Allah’a tevekkül edin.
24/27-(Beni İsrail) “Ey Musa! Onlar orada bulundukları müddetçe biz ebediyen oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin (birbirinize yardım ederek) gidin orada savaşın; biz burada eğleşip oturuyoruz, (buradan hiç ayrılmayacağız, bakalım ermişliğiniz ne seviyededir.) [Beni İsrail, çok inatkâr bir toplum idi. Hz. Musa’ya karşı inat ettiler ve küfür sözler konuşmaya başlayınca Musa ve kardeşi Harun secdeye kapanıp şöyle dua ettiler:]
25/28- Musa: “Ey benim Rabbim! Ben, kendim ve kardeşimden başka senin dinine yardım etmeğe malik değilim; (hiç kimseye sözüm geçmiyor:) Bizimle bu yoldan çıkmış kavmin arasını vereceğin hükümde ayır. (Onların müstahak olduğunu ayrı, bizim hakkettiğimizi de ayrı ver.)
26/29- Allah, “Onların hükmü, mukaddes topraklara kırk yıl girmek haramdır. Kırk yıl şaşkın ve sergerdan dolaşacaklar. (Ya Musa!) Bu fasık kavim için mahzun ve kederli olma.” Dedi.
Tefsir:
İsrailoğulları’nın Allah’ın hükümlerini dinlememeleri ve ona karşı gelmeleri yüzünden Hz. Musa (as) çok üzülmüştü. Bunun için Allah (cc) onu teselli etmektedir. Musa ve Harun (as) çölde kırk yıl tamam olmadan öldükleri için, ayette “siz de onlarla kalırsınız” demedi. Çünkü onlar o zaman bulunmayacaklardı. İsrail oğulları bu beyabanda/çölde kırk yıl kaldılar. Bu süre içinde hiçbir tarafa gidemediler. Hz Musa ve Harun’un vefatından sonra Hz. Musa Yuşâ b. Nun’u onların başına getirdi. Kırk yıl sonra, Yuşâ b. Nun çölde Beni İsrail’den geri kalanları “Mukaddes topraklara/Şam’a” getirdi.[236] [Gelen ayetler, Hz Adem ve oğullarından bahsetmektedir.]
27/30- (Resulüm!) Onlara, Ademin iki oğlunun haberini ciddî bir maksat için anlat: Hani Allah için birer kurban etmişlerdi de birinki kabul edilip diğerininki kabul edilmemişti. (Habil’inki kabul edilip Kabil’inki kabul edilmemişti. Habil’inki kabul edilip Kabil’inki kabul edilmemişti. Bunun yüzünden haset etti ve:) “Seni elbette öldüreceğim” dedi. (Habil, cevaben: Niçin beni öldüreceksin? Kurbanının kabul olmaması senin nefsinin çirkinliğindendir; öz nefsini kötüle. Kendine takva yolunu seç;) “Allah sadece takva sahiplerinden kabul eder.”.
Tefsir:
Hz. Adem (as)’ın iki oğlunun hikayesi şöyledir: Hz. Havva bir batında iki çocuk dünyaya getirirdi. Bir batından olan kızı diğer batında olan oğlanla evlendirirdi. Bir batında Kabil ve bir kız, diğer batında da Habil ve bir kız oldu. Ezcümle oğullarından Habil’i, Kabil ile doğan kızla; Kabil’i de Habil ile beraber doğan kızla evlendirdi. Kabil bunu kabul etmedi. Çünkü kendisi ile doğan kız daha güzeldi. Bu taksimi kabul etmeyip, dedi ki: Allah’a kurban adayalım; hangimizin kurbanı kabul olursa o güzel olan kızı alacak. Kurbanın kabul olma alameti de şöyle idi: Bir yere kurban adına bir şeyler koyarlardı, sonra semadan bir ateş gelip kabul olacak olan kurbanı alıp yakardı. Anlaşılırdı ki, bu kurban kabul oldu. Habil hayvancılıkla uğraşıyordu; güzel bir koyun getirip Allah için adadı. Kabil ise, ziraatla uğraşırdı; o da bir deste ekin getirip adadı. Bu adanan kurbanları getirip bir dağın üstüne koydular. Gökten ateş gelip Habil’in kurbanını yaktı. Kabil buna razı olmadı. Bir ara fırsatını bulup Habil’i öldürdü. Tarihçiler “kurban” olayını bu türlü anlatıyorlar. Fakat başka türlü anlatanlar da vardır. Yeryüzünde dökülen ilk kan Habil’in kanıdır. İşte bu ve bundan sonraki ayetlerde bu hadise anlatılmaktadır.[237]
28/31- (Habil dedi ki:) Eğer öldürmek için elini bana aç san bile ben seni öldürmek için elimi açmam. Ben alemlere terbiye veren Allah’tan korkarım, bir canı öldürmeye cüret etmem;
29/32- Benim muradım odur ki, sen, hem benim günahımı hem de kendi günahını yüklenip de cehennemde yananlardan olasın. (Ben de kurtulanlardan olayım). Cehennem ateşi ile azaplanmak işte zalimlerin cezasıdır.
30/33- Kabil, Habil’in sözlerine kulak vermeyip, nefsi ona kardeşini öldürmeyi kolaylaştırdı. Neticede onu öldürdü ve dünya-ahret canına ziyan edenlerden oldu.
31/34- Neticede Allah, kardeşinin ölü bedenini
nasıl gömeceğini ona (Kabil’e) nasıl gömeceğini göstermek için yeri
eşeleyen bir karga gönderdi. (Kabil:) “
Vay bana!Yazıklar olsun! Şu karga kadar
bile olmaktan aciz mi kaldım ki kardeşimin naşını gömüp gizleyeyim.!?” dedi
ve dolandı pişman olanlardan oldu.
Tefsir:
Habil yatarken, Kabil bunu fırsat bilerek hemen bir taş alıp başına vurarak öldürdü. Sonra ne yapacağını bilemedi. Na’şı ne yapacağını bilemedi. Allah (cc) iki karga gönderip birbiri ile vuruşurlar. Biri diğerini öldürüp sonra gagası ile yeri eşerek onu yere gömdü. Kâbil de buna bakarak ayni işi yaptı. Mevlâna Celaleddin-i Rûmî bu hadiseyi anlatırken şöyle der:
Bu kardeş öldürmek gibi iğrenç cinayetin sebebi hasetlik’tir. “Haset” o kadar iğrenç bir haslettir. Haset edip kardeşini öldüren insana da hiç insan denir mi?
32/35- (Adem evladından çıkan) bu ölüm yüzündendir ki İsrail oğulları’na şöyle yazdık ve hükmettik: Kim, (insan öldürmüş, mürtet olmuş,) bir cana veya (yol kesmekle yeryüzünde) bozgunculuk yapmış bir kimseye karşılık olmaksızın (haksız yere) bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi sayılır. [Mürtet, katil ve yol kesen kimsenin katli vaciptir.] Kim de birini helâk olmaktan kurtarırsa bütün insanlığa taze hayat vermiş gibi olur. Şüphesiz bizim peygamberlerimiz İsrail oğulları’na cana kıymanın haram olduğunu anlatan açık delillerle geldiler. Bundan sonra da onların çoğu yeryüzünde bozgunculuk yapıp adam öldürmekle Allah’a asi oldular.
Tefsir:
Bir insan ancak, kasten birini öldürürse, İslam’dan çıkıp mürtet olursa ve yol keserse vb. hususlardan dolayı devletin yaptığı mahkeme sonucu yine devletin eli ile öldürülebilir. Kasten birini öldüren kimseye Allah o kadar azap eder ki onun bütün insanlara yaptığı azap kadar onu azaplandırır. Bu kimseye ahrette de kurtuluş yoktur. Onun tövbesi kabul edilmeyecektir.
33/36-Allah ve Resulü’ne karşı savaşıp onlara itaat etmeyenlerin ve yeryüzünde bozgunculuk edenlerin (yol keserek gelip-gidenin malını alanların hükmü şudur:) Yol kesenler (insan öldürüp fakat mal gasp etmemişlerse) öldürülürler, (eğer adam öldürüp mallarını da almışlarsa) asılarak öldürülürler, (şayet malları gasp edip insan öldürmemişlerse) el ve ayakları çaprazlama kesilir, (eğer ne insan öldürmüşler ne de mal almışlar fakat insanları korkutmuşlarsa) o zaman sürgüne gönderilirler. Bunlar (anlatılan azaplar) onların dünyadaki rüsvalıklarıdır. Onlar için ahrette de büyük olan azap vardır.
34/37- Bu anlatılan hükümler, yol kesenler için sabit olmuştur. Ancak, siz kendilerini yenip ele geçirmeden önce tövbe ederlerse başka. (O zaman sizin onlara eziyet etmeye hiçbir hakkınız yoktur. Fakat bu durum da bile insan öldürmüşlerse, öldürülen kimsenin velisini bırakılırlar; o dilerse bağışlar dilerse kısas yapar.) Bilin ki Allah size çok merhamet edip bağışlayandır, (öyle ise sizde tövbe edenlerden geçip bağışlayın.)
35/38- Ey iman edenler! Allah’tan sakının da haram olan şeyleri terk edin. İtaat ve ibadet etmekle O’na yakın olmayı isteyin. Allah yolunda cihat edin. Anlatılan amelleri yaptınız mı elbette ahret azabından kurtulursunuz.
Tefsir:
Cihat etmek sadece müşriklerle savaşmaktan ibaret değildir. İslam için her bir zahmet ve meşakkatlere katlanmak büyük cihattır. Resulüllah (sav) bir savaştan dönerken buyurdular ki: “Küçük cihattan büyük cihada döndük.”[238] Milleti İslâm’a davet etmek onların ahlak bakımından yükselmesini sağlamak, Müslümanların ilerlemesi için çalışmak, dinin ilerlemesi için mal harcamak, yine cihad-ı ekberden sayılır. Zenginler buna iyi dikkat etsinler.
36/39- Şüphe yok ki (Kur’an’ı) inkâr edenler, yer yüzündeki her şey ve bununla beraber bir o kadarı da kendilerinin olsa kıyamet günün azabından halas olmak için onu karşılık olarak verseler onlardan kabul olunmaz. Onlar için eziyet veren azap vardır.
37/40- Onlar istiyor ki, cehennem ateşinden (azabından) çıkıp kurtulalar. Halbuki cehennem ateşinin azabından kurtulası değillerdir. Onlar için sürekli azap vardır. (Ebedâ azaptan kurtulamazlar.)
38/41- Hırsızlık eden erkek ve kadının yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allah’tan bir ibret olmak üzere ellerini kesin. Allah yaratıklarına galiptir ve hikmet üzere onlara hükümler koymuştur.
Tefsir:
Hırsızlık yapan kimsenin ilk defa parmakları, elin ayasına yakın mafsallarından kesilir.[239] Müminlerin Emiri Hz. Ali (as) böyle kesmiştir ve şöyle buyurmuştur: “Parmaklarının köklerinden sonrasını bırakın ta ki işlerini yapabilsin.”[240] Eğer ikinci defa hırsızlık yaparsa sol ayağı topuğundan kesilir. Üçüncü defa hırsızlık yaparsa eli ve ayağı kesilmesine ilave olarak müebbet hapse konur. Eğer hapisten kaçıp yine hırsızlık yaparsa bu kez öldürülür. Bu tür kimsenin öldürülmesi vacip olur. Hırsızlanan şeyin miktarı ¼ miskal (1/6 gr ) altın olması gerekir ki kesilmesine hükmedilsin. Yoksa bu ve buna denk gelen mallarda az olursa hırsızın eli kesilmez. İmamiyenin görüşü budur.[241] Aynı zamanda İmam Malik ve İmam Şafii de böyle fetva vermişlerdir.[242] Ebu Hanife 10 dirhem[243] (29,76gr gümüş veya 4,25 gr altın eder) ve Hasan Basri bir dirhem demiştir. Diğer bir şart, çalınan malın gizli yerde olması gerekir. Mesela sandık içinde veya cepte bulunması gerekir. Fakat saklı olmayan bir malın çalınmasından dolayı el kesilmez.
39/42- Kim bu haksız davranış olan hırsızlıktan sonra tövbe eder ve güzel ameller işlerse Allah onun tövbesini kabul eder. Allah tövbe edenleri bağışlayıp merhamet edendir. [Tövbe, ahret azabından korur fakat el kesme cezasından kurtarmaz. O mutlaka kesilmelidir.]
40/43- (Ey insan!) Bilmiyor musun as umanların ve yerin saltanatı Allah’a mahsustur?! Dilediğine (asilere) azap eder, dilediğini (itaat edenleri) bağışlar. Allah her şeye kadirdir.
41/44- Ey Resul! Kalpleri ile inanmadıkları halde ağızları ile “iman ettik” diyenlerin kâfir ve müşriklerle karşılaşınca hemen tez elden küfürlerini ortaya koymaları seni üzmesin. Yahudilerden bazıları, yalan söze kulak verip çok dinlerler. (Yine Beni Kurayza Yahudileri gibi bazıları vardır ki henüz) senin yanına gelmemiş olan (Hayber Yahudilerine) kulak verip onları dinlerler, (onların alimleri Tevrat’ta bulunan) kelimeleri yerlerinden değiştirirler, (onlara başka manalar verirler). (Hayber Yahudileri, Beni Kurayza’ya) “Eğer size şu verilirse (şunu derse) hemen alın (kabul edin), o verilmezse sakının (kabul etmeyin) !” derler. (Resulüm!) Allah, (kendi çirkin amelleri yüzünden) kime lütuf ve ihsanlarını keserek dalalette kalmasını isterse onu, girdiği o sapıklıktan kurtaramazsın. Bunlar (bu Yahudiler, kendi çirkin amelleri yüzünden) Allah’ın kalplerini pâk ve münezzeh edip de hidayet bularak İslam’a girmelerini murat etmediği kimselerdir. Onlara dünyada rüsvalık vardır. Ahrette de büyük azap vardır.
Tefsir:
Bu ayette Allah (cc) Hz. Peygamber (sav)’in adını vermeyip onun sıfatı ile kendisine hitap etmektedir. “Ey Resul!” diye buyurmakla Allah Resulünü tazim etmektedir. Kur’an’da birçok yerde “Ey Nebi” (yaklaşık 12 yerde) dediği gibi sadece iki yerde “Ey Resul” buyurmaktadır. Bunların biri de “Ey Resul! Sana indirileni tebliğ et!” (Maide 5/67).
Yahudi alimleri kendi insanlarına Tevrat’ta bulunan bilgilerin aksine hükümler ve aslı olmayan beyanlarda bulunup yalan sözler söylüyorlardı. Daha çok onların hoşuna giden şeyleri konuşmakla onları kendilerine bağlıyor ve böylece onlardan maddi kazanç elde ediyorlardı.
Bu ayet aynı zamanda günümüzde bazı Müslümanların durumlarını da anlatmaktadır. Evet günümüzde Müslümanları cehalet hastalığı sardığından, din adına ne kadar uydurulmuş şeyler varsa onları dinlemeye çok özen gösteriyorlar. O yalanları dinleyip kabul ediyorlar. Bu tavırları ile sanki Yahudilerin yaptıkları gibi yapıyorlar. Bu hastalık o kadar ileri götürülmüş ki, söylenen hurafeler kabul görmesi için gâh Hz. Peygamber’e (sav) gâh İmamlara isnat edilerek takviye edilmiştir. Böylece boş sözlerle halkın gönlünü hoş edip Kur’an’ı terk ediyorlar. Hakir müellif (kendisini kastediyor) bu tefsiri Türkçe yazdım ki insanlar Kur’an’ı okuyup Allah’ın kelamını tam öğrensinler.
42/45- Onlar (Yahudi alimleri), yalana çok kulak veriyor ve haram yiyorlar. (Resulüm! Bir hükümden ötürü) sana gelirlerse, ister aralarında hüküm ver istersen onlardan yüz çevir. Eğer onlardan (hükmetmeyip) yüz çevirirsen sana hiçbir zarar veremezler. Ama onar arasında (daha önce de hükmettiğin gibi) hükmedersen adalet üzere hükmet. Allah adalet üzere hükmedenleri dost tutar.
Tefsir:
Anlatıldığına göre bir kadın Hayber’in ileri gelenlerinden bir Yahudi ile zina etmiş, tutmuşlar Kurayza oğullarından bir takımlarını Resulülah’a (sav) göndermişler, “sorunuz bakalım zina hakkında ona indirilen hüküm nedir? Korkarız ki bizi rüsva eder; şayet değnekle vurma cezası derse tutunuz, taşlamayla öldürme cezası derse tutmayınız” demişler. Gelip sormuşlar, Allah Resulü (sav) de, taşla öldürülmesini emretmiş. Buna itiraz etmişler. Hz. Peygamber (sav) kendilerine inen Tevrat’ta da böyle olduğunu söyleyince, inkâr etmişler. Bunun üzerine Peygamberimiz (sav) kalkmış huzurlarına gitmiş, “Ey Yahudi toplumu bana en bilgili olanlarınızı çıkarınız” buyurmuş, onlar da Abdullah b. Suriyâ’yı çıkarmışlar, Resulüllah bununla tenha kalmış ve meseleyi açmış, “Ey İbn Suriyâ! Allah’a ve Allah’ın İsrail oğulları’na olan nimetlerine yemin ederek söylüyorum; namuslu hayatından sonra zina eden kimse hakkında Allah’ın Tevrat’ta recim/taşlama ile öldürmeye hükmettiğini bilmiyor musun?” buyurmuş. O da “Allah için evet” demiş. Sonra Allah Resulü (sav) emretmiş, zina eden erkek ve zina eden kadının ikisini de recmetmişler.
43/46- (Resulüm!
Sana ve senin getirdiğin kitaba
inanmıyorlar) onların yanlarında
Allah’ın hükmü anlatılan kitap (Tevrat ki
“zina edenin hakkı recimdir” yazlı) olduğu
halde nasıl seni hakem kılıyorlar? (Eğer
Allah’ın kitabı ile amel edecek olsalar kendi kitapları ile amel ederler, ama onların
maksadı Allah’ın hükmünü değiştirmektir; senin yanına gelip, sen de Tevrat’a
uygun olarak onlara hükmediyorsun) Sonra
da yüz çevirip gidiyorlar. Onlar (Tevrat’a da) inanmış kimseler değillerdir, (çünkü
senin verdiğin hüküm, Tevrat’takinin aynı idi.
44/47- Biz, hak ve adalet tarafına hidayet ve iman nuru ile nurlandırmak üzere Tevrat’ı indirdik. Allah’ın kitabını korumaları ve (Tevrat’ın hükümlerinin değiştirilip gizlenmesi halinde) buna şahitlik etmeleri kendilerinden istendiği için; Allah’a itaat eden peygamberler bir de zahitler ve alimler onunla Yahudiler’e hükmederlerdi. Ey benim kitabımla hükmedenler! Benden korkun, insanlardan korkmayın. Ayetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın. Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse onlar kâfirlerin ta kendileridir.[244]
Tefsir:
Ayet-i kerimede “Allah’a itaat eden peygamberler” tabiri, ilk bakışta peygamber için biraz anlaşılır gibi görünmüyor zannedilir. Çünkü peygamberlerin hepsi Allah’a itaat eden kimselerdir. Hiç bir peygamber yoktur ki Allah’a itaat etmesin. Fakat buradaki ifade bizlere şunları anlatmaktadır: Allah’a itaat etmek peygamberlerin ayrılmaz lazımıdır. Peygamber denince Allah’a itaat akla gelir. O halde bu ifade ile “Peygamberler her yönü ile örnek insanlar olduğu gibi itaat konusunda da örnek kimselerdir. Onları örnek alın” gibi bir işarette bulunmaktır Kur’an. Diğer yönü de şudur, Yahudiler, isyan etmekte abide şahsiyetlerdir. Onların bu hallerine bir ibret dersi olsun diye “peygamberler Allah’a itaat ediyor. Öyle ise size düşen de Allah’a itaat etmektir.” imasında bulunulmuştur.
“Ayetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın” ayetinde Müslümanlara bir gönderme vardır. Yani bu Yahudiler Allah’ın ayetlerini az bir bahaya satıyorlar. Rüşvet karşılığında Allah’ın hükümlerini değiştiriyorlar. Sizler bu çirkin adeti görmeyin.
Allah’ım senin özün biliyor; günümüzde hiç bir Kur’an ayeti yoktur ki, hükmü değiştirilmiş olmasın! Bu, İslam aleminin paymal olmasından kaynaklanmaktadır. İlâhi! Kur’an’ın hükümlerini uyguladığını sananlar, bizzat kötülüğü onlar yapmaktadır. Onlar bu zamanda insanlar arasında mülhit ve zındıktan beterdirler. Ey darda kalmışlara, canı dudağına gelmişlere, susamışlara yardım eden Allah’ım! Bize de yardım elini uzat.
45/48- Tevrat’ta onlara (İsrail oğulları’na) şöyle yazıp hükmettik: Can cana, göz göze, burun buruna, kulak kulağa, diş dişe mukabil cezalandırılır. Yaralar (karşılığı da) kısastır. (Bu hükümler Tevrat’ta olduğu gibi İslam’da dahi aynen geçerlidir. Yalnız cana can öldürülürken, ölünün mirasçıları miras almakla diyet almak arasında muhayyerdirler. Tevrat’ta ise bu muhayyerlik yoktu.) Kim tasadduk edip kısas hakkını bağışlarsa günahlarından türü o kefarettir. (Buna bedel, Allah o şahsın günahlarını bağışlar.) Kim Allah’ın gönderdiği hükümlerle hükmetmezse işte onlar zalimlerdir.
46-47/49-Ondan önce gelen Tevrat’tı tasdik edici olarak geçen peyamberlerin dalınca Meryem oğlu İsa’yı gönderdik. O’na hakka hidayet eden ve iman nuru ile nurlandıran ve kendinden önce geçen Tevrat’ı tasdik eden İncil’i verdik. İncil, takva sahipleri için hidayet ve öğüt kaynağıdır. İncil’e inananlar, Allah’ın onda indirdiği hükümler ile hükmetsinler. Kim Allah’ın indirdiği hükümler ile hükmetmez ise işte onlar fasıkdırlar.
Tefsir:
Geçen bu üç ayet-i kerimede Allah (cc) Allah’ın hümü ile hükmetmeyenleri kötü olan üç sıfatla tarif ediyor. Kâfir, zalim ve fasık. Üçünde de kâfirlik kastedilmiştir. Hangi insan vardır ki bu üç sıfattan biri ile anılmayı arzu etsin. Fakat bugün yeryüzünde bulunan ne Ehl-i Tevrat ne Ehl-i İncil ne de Ehl-i Kur’an kendilerine indirilen kitaplarla amel etmektedirler. Bizler adımızı Ehl-i kitap koymuşuz ama, bir türlü bize gelen kitaplarla amel etmemişizdir.
48/50- (Resulüm! İsa’dan sonra) Sana da, daha önceki kitabı (Tevrat ve İncil’i) doğrulayan ve onlar üzerine emin bir nezaretçi şahit olan Kitab’ı (Kur’an’ı) ciddî bir maksatla indirdik. Artık aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet; insanların arzularına uyup Allah’tan gelen hak sözlerden geçme. Biz (Ehl-i Tevrat, Ehl-i İncil ve Ehl-i Kur’an’dan) her bir ümmete bir şeriat ve bir yol tayin etmişiz; öyle gidilsin, (kanun ve hükümleri muhtelif olmakla birlikte fakat dinlerin aslı birdir.) Allah dileseydi (sadece bir şeriat gönderip) hepinizi tek bir ümmet yapardı. Lakin Allah muhtelif şeriatler göndermekle sizi imtihan ediyor, (bakalım hepsine uyacak mısınız). Öyle ise Allah’ın hükümleriyle hükmetmekte birbirinizden önde gitmeye çalışın. İtaat eden de etmeyen de hepiniz Allah’a döneceksiniz. O size, dünyada ihtilafa düştüğünüz şeyleri kıyamet günü haber verecek (ve herkesin yaptığının karşılığını kendisine eriştirecektir.)
49/51- (Resulüm!) Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet. İnsanların nefislerinin arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bazısından seni kenara salıp onun hilafına hüküm verdirmelerinden sakın. (Sen Allah’ın indirdiği ile hükmet,) şayet yüz çevirirlerse o zaman bil ki, ancak Allah’ın muradı, bazı günahlarının yüzünden onlara azap etmektir. İnsanların çoğu serkeşlik edip Allah’a itaat eden değillerdir.
Tefsir:
Rivayet olduğuna göre Yahudilerden bir kalabalık toplanmışlar, “haydi bakalım Muhammed’e (sav) gidelim, belki bir fitneye düşürür dininden şaşırtırız.” demişler ve yanına varmışlar: “Ey Muhammed (sav)! Bilirsin ki biz Yahudilerin önde gelenleri ve alimleriyiz, biz sana tabi olursak, bütün Yahudiler de tabi olurlar. Şimdi bizimle hasımlarımızın arasında bir dava var, senin huzurunda mahkeme olalım, sen de bizim lehimize hüküm ver de, biz de iman edelim” Resulüllah (sav) bundan yüz çevirmiş ve bu ayet nazil olmuştur.[245]
50/52- (Resulüm!) Yoksa onlar cahiliye idaresini mi
istiyorlar? (Cahiliye idaresi geçti.
Şimdi diyanet-i İslam’dır. Hak dinde haksızlık olmaz.) Sağlam bilgi sahibi topluluklar için hüküm ve hakimiyeti Allah’tan daha
güzel olan kim vardır?
51/53- Ey iman edenler! Yahudi ve Hıristiyanlardan dost edinmeyin, (böyle durumlarda onlar, müşrikleri bırakıp da size dost olmazlar.) Onlar birbirlerinin dostudurlar (sizin de düşmanınız). Sizden kim (Peygamber’i bırakır da) onları kendisine dost seçerse (Müslümanların kafilesinden ayrılmış ve) onlardan sayılmış olur. Allah zalim (Müslümanları bırakıp da Yahudi ve Hıristiyanlara karışan) bir topluluğu hidayet etmez.
Tefsir:
Uhut savaşı kızışınca bir grup insan, “biz Yahudilere sığınıp onlardan eman isteyeceğiz”, diğer bir grup da “biz Hıristiyanlar’a gidip onlardan eman isteyeceğiz” dediler. İşte bunun üzerine bu ayet nazil oldu.[246]
Ayette “Ey iman edenler! Yahudi ve Hıristiyanlardan dost edinmeyin” kaydı, her zaman geçerlidir. Yalnız Kur’an-ı Kerim Ehl-i Kitab’ı müminlere tavsiye etmektedir. Bu surenin (Maide 4/82) ayetinde “insanlar içinde ... iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak ‘Biz Hıristiyanlarız’ diyenleri bulacaksın” Bunlardan sonra da müşrikler için düşmanlık bakımında en az “Yahudilerin” olduğu ifade edilmiştir ki, bu da Yahudi ve Hıristiyanların diğer kâfirler arasında bir ayrıcalığının olduğunu ifade etmektedir. Zaten ayetin ifadesine bakılırsa, “onlara dost olmayınız” demiyor. Belki “onları dost edinmeyiniz” diyor. Yani itimat edip de yâr tanımayınız, onlara gerçek bir dost gibi tam bir samimiyetle itimat edip de kendinizi kaptırmayınız. Çünkü Kur’an’da “Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan men etmez.” (Mümtehine 60/8) buyurmuştur. Şu halde müminler Yahudi ve Hıristiyanlara iyilik etmekten, onlara amir olmaktan yasaklanmış değildir. Onları dost edinmekten, yardaklık etmekten yasaklanmıştır. Onlara karşı iyilik adına Resulüllah (sav) dinlerini imza etmiş yani kendi dinlerinde kalıp cizye ve haraç vermekle hayatlarını bir teba’ olarak devam ettirmelerine izin vermiştir. Aynı zaman da onlardan haksız yere öldürülen birinin kanını heder saymamış ve onun için de kısas olduğunu beyan etmiştir. Nitekim bu (Nisa 4/91) anlatılmıştı.
52/54-(Resulüm!) Kalplerinde nifak hastalığı bulunanlar (a “niçin Yahudileri dost tutuyorsunuz?” dediğin zaman onlar:) “Başımıza bir felaketin gelmesinden korkuyoruz” diyerek onların (Yahudi ve Hıristiyanların) içinde dostluk ve yardımları konusunda hızla koşuştuklarını görürsün. (Ey müminler!) Ümit var olunuz. Allah, ya size bir zafer ve galibiyet ihsan edip İslam dinini aşikâr eder, ya da özünden bir tedbir edip Yahudileri zelil eder, ferahlık ihsan eder de onlar (münafıklar) içlerinde gizledikleri sözlerden dolayı pişman olurlar. [Münafıklar içlerinden “Muhammed’in işi tamam olmayabilir, ne olur ne olmaz biz işimizi sağlama alalım da Yahudilerle dostluk kuralım, bir gün bize lazım olur” diyorlardı. İşten onların içlerinde gizledikleri bunlardı.]
53/55- (Münafıkların nifakı ortaya çıkınca) Müminler: “Bunlar mı sizinle beraber olup yardım edeceklerini Allah’a ağır yeminler ederek söyleyenler? Şimdi nifakları ortaya çıktı”diyecekler. Onların her bir ameli boşa çıkmıştır da dolanıp öz nefislerine ziyan edenlerden olmuşlardır.
54/56-57- Ey iman getirenler! Kim mürtet olup öz dininden dönerse (Allah’a hiçbir zarar veremez.) Allah, dost ettiği (yani, onlara hayırlı mükâfatlar verip razı olduğu) ve kendisini dost tutan (yani Allah’a itaat eden, gazabını gerektiren amellerden uzak duran); müminlere karşı mütevazı, kâfirlere karşı son derece çetin ve zorlu bir cemaat getirecektir, (ki, böyle vasıfta az bir cemaat, bir nice cemaate galip olurlar.) Onlar Allah yolunda cihat eder, hiçbir kınayanın kınamasından da korkmazlar. Bu (sıfatlar, onları taşıyanlara) Allah’ın lütuf ve merhametidir. Kimi murat etse ona verir. Allah’ın lütuf ve merhameti geniştir. Bu güzel sıfatlara kimin layık olduğunu da iyi bilir, (onları bulur, verir.)
Tefsir:
On bir grup insan irtidat ettiler. Bunlardan 3 tanesi Resulüllah (sav) döneminde, diğerleri ondan sonra idi. Resulüllah’ın (sav) devrinde irtidat edenler:
1.Peygamberlik iddia eden el-Esved el-’Ansî’nin kavmi Müdlic oğulları, Allah Resulü (sav) onların üzerine Muaz b. Cebel’i gönderdi. Feyruz ed-Deylemi onu öldürdü ve bu irtidat sona erdi.
2.Yalancı peygamber Müseyleme’nin kavmi Hanife oğulları, Resulüllah (sav)’in vefatından sonra Hz. Ebu Bekir (ra) Yemame’ye bir ordu gönderdi. Vahşi, Müseyleme’yi öldürdü. Bu irtidat da bitti.
3.Tuleyha b. Huveylid’in kavmi Beni Esed oğulları. Bunu üzerine de Allah Resulü (sav) Hz. Halid’i gönderdi. Hz. Halid onun ordusunu dağıttı. Kendisi kaçık Şam’a sığındı, daha sonra da Müslüman oldu.[247]
Geriye kalan yedi grup ise Hz. Ebu Bekir (ra) döneminde irtidat ettiler. 1) Firaze, 2)Gatafan, 3) Süleym Oğulları, 4) Yerbu Oğulları, 5)Münzir kızı Secah’ın kavmi olan Temim kabilesinin bir kolu, 6)Kinde kabilesi, 7)Bekr b.Vail Oğulları. Fakat bunlar Hz. Ebu Bekir (ra)’ın orduları tarafından yola getirilmiştir. Hz. Ömer (ra)’ın devrinde de Cebele b. el-Eyhem’in kavmi olan Gassan irtidat etmiştir. Cebele, Hz. Ömer devrinde Müslüman olmuştu. Bir gün tavaf ederken birisi, Cebele’nin yerde sürünen eteğine basmış, Cebele kızarak adama bir tokat vurmuştu. Tokat yiyenin şikâyeti üzerine Hz. Ömer (ra), adam affetmediği takdirde kısasa hüküm verdi. Cebele, kısas yerine adama on bin dirhem vermeği istedi. Adam kabul etmedi. Cebele süre istedi. Verilen süreden yararlanarak Rum diyarına kaçarak irtidat etti.[248]
“ Müminlere karşı mütevazı, kâfirlere karşı son derece çetin ve zorlu bir cemaat getirecektir, (ki, böyle vasıfta az bir cemaat, bir nice cemaate galip olurlar.) Onlar Allah yolunda cihat eder, hiçbir kınayanın kınamasından da korkmazlar.” Vasıfları anlatılan bu cemaat Allah Resulü (sav)’den sonra hakkı neşredip İslam’ı cihanın her tarafına yayan Müslümanların hepsidir. Bunun gibi insanlardır ki, kendileri mum gibi yanıp etraflarını aydınlatmışlardır. Onlar ölmüş fakat İslam’ı her tarafa yaymışlardır. İslam eğer yayılmışsa böyle insanlarla yayılmıştır. Eğer onlar olmasaydı İslam’ın sesi hiç duyulur mu idi? İslam ta Kuzey Afrika’dan Çin’e kadar gider miydi? Onlar ittihat ederek, aralarında bir can bir ruh gibi olarak, birbirlerine mütevazı davranarak yeryüzünü İslam’ın nuru ile münevver ettiler. Efsus/eyvah, yazık geçen günlerimize!.. Geçen sadakat ve alemdeki birliğimize.. Hani şimdi o şahıslar! O şahıslar da olan güzel sıfatlar.! Dindarlıklar! Milletini canı gibi sevenler! Şimdi onların yerini, kibir, gurur, yüz çevirme, nifak, düşmanlık almış; birbirini öldürüyor, birbirinin kahrına çalışıyor Müslümanlar. Vay olsun böyle Müslümanlara! Bunlara Müslüman denir mi? Belki münafık demek daha sezadır.
55/58- [Allah (cc) geçen (Maide 5/51) de kâfirleri dost tutmayı yasaklamıştı. Bu ayette de müminleri dost tutmayı emrediyor.] Sizin dost tutmanız gereken kimseler, Allah, O’nun Resulü ve iman edenlerdir; (müminlerin sıfatları) odur ki, namazı kılarlar ve rükûda oldukları halde (fakirlere) sadaka verirler.
Tefsir:
Bu ayet Emiru’l-Müminin Ali (as) hakkında inmiştir. O yüce insan mescitte namaz kılarken rükûa gitmişti ki o anda bir dilenci sadaka istedi. Hemen parmağındaki yüzüğü çıkarıp dilencinin tarafına attı. Müfessirlerden Allâme Zemahşerî[249] (685/1286), Fâzıl Nesefî[250] (701/1301), Fâzıl Alauddin Hazin[251] (725/1324) tefsirlerinde bu ayetin Hz. Ali hakkında olduğunu söylemişlerdir. Ayrıca Şeyh Süleyman Belhî, “Yenabîu’l-Mevedde” adlı kitabında bu konuda bir çok hadis rivayet etmiştir.
56/59-Kim Allah’ı, O’nun Peygamberini ve iman edenleri dost tutarsa (Allah şüphesiz onların yardımcısıdır. Onları galip eder.) Allah’ın cemaatı, elbette onlara (kâfir ve müşriklere) galip olandır.
57/60- Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve kâfirlerden dininizi alay ve eğlence konusu yapanları özünüze dost karar vermeyin. Eğer ehl-i iman iseniz Allah’tan çekinin (de din düşmanlarından kenara çekilin).
58/61- Namaza çağırıldığınız yani ezan okuduğunuz zaman (az önce sözü edilen kimseler) o namaz veya ezanı oyun ve eğlence konusu yaparlar. Onlar akılları ile yürüyen bir toplum olmadıkları için bunu yapmaktadırlar. (Çünkü bunu ancak akılsız insanlar yaparlar.)
59/62- (Resulüm!) De ki: Ey Ehl-i Kitab! (Bir yanlış iş mi tuttuk ki, bizi oyun ve eğlenceye alıyorsunuz?) Sadece Allah’a, bize nazil olana ve daha önce indirilene inandığımız için mi bizi ayıplıyorsunuz.? Gerçek şu ki sizin çoğunuz fasıksınız. (Küfürde doruğa ulaşmışsınız.)
Tefsir:
Yahudilerden bir grup, Resulüllah (sav)’in huzuruna gelip “Sen peygamberlerden hangisini tasdik ediyorsun” diye sordular. Resulüllah (sav) de: “Ta baştan sıralayarak Hz. İsa (as)’a geldi”. Yahudiler: “Sizin dininizden yaman bir din yoktur. Çünkü siz İsa’yı da peygamber sayıyorsunuz” dediler. Bunun üzerine geçen ayet nazil oldu.[252]
60/63- (Resulüm! Yahudiler’e) de ki: Allah katında amellerinin karşılığına göre yeri bundan daha kötü olanı haber vereyim mi? Allah’ın öz rahmetinden kenar edip gazaba tuttuğu, (yaptıklarının yüzünden) aralarından meshederek (onların batın suretlerini) maymun ve domuz suretine soktuğu, bir de şeytana tapanlar çıkardığı kimseler; işte bu anlatılanlar yeri daha kötü olan ve hak yoldan kenara ve uzağa düşmüş bulunanlardır.
61/64- (Resulüm! Yahudiler) senin huzuruna geldikleri zaman “inandık” derler, inanmış görünürler, halbuki kâfir girer, kâfir çıkarlar. (“İnandık” demeleri yalandır.) Allah gizlediklerini daha iyi bilmektedir.
62/65- Onların çoğunun yalan konuşup, zulüm edip, haram ve rüşvet alıp yemede süratle koşuşturup durduklarını görürsün. Yahudiler ne kötü işler tutuyorlar!
63/66- Yahudilerin din alimleri ve zahitleri onları, yalan konuşmaktan ve haram yemekten men etselerdi ya! (Alimler ve zahitler, halkı içinde bulundukları kötü fiilleri işlemekten men etmekle yükümlüdürler.) Onların yaptıkları ne çirkin bir iştir!
Tefsir:
Bu ayet bir ok bir mismar gibi İslam alimlerinin beynine giriyor. Kulaklarını deliyor. Belki kulakları açılır da insanlara Allah’ın hükümlerini anlatırlar. Tarafgirlik yapmadan hakkı onlara ulaştırırlar. İnsanların bozulması alimlerden başlar. Onlar bozulunca insanlar kitleler halinde bozulmaya yüz tutarlar. Onun için Allah Resulü (sav) buyuruyorlar ki: “Allah (cc) ilmi, kullardan soymak sureti ile çekip almaz. Ancak ilmi, alimleri almak sureti ile ortadan kaldırır. Allah hiçbir alim bırakmayınca da , insanlar bir takım cahil başlar edinirler ve onlara sorular sorulur, onlar da fetva verirler. Bu yüzden de hem kendileri saparlar hem de başkalarını saptırırlar.”[253]
64/67- Allah’ın eli bağlıdır, (cimridir. Bize rızk vermez) dediler. [Yahudiler, Allah’a asi oldular, Allah da onların rızklarını kesti. Onun için böyle diyorlar.] Yahudilerin öz elleri bağlansın! Onlardan hiçbir hayır çıkmasın. Dedikleri sözlere göre Allah’ın rahmetinden uzak olsunlar! Bilâkis Allah’ın elleri açıktır. (O rızk madenidir.) İster az verir, ister çok verir; O dilediği gibi sarf eder. (Resulüm!) Sana Rabbinden indirilen (Kur’an), onlardan çoğunun küfür ve inadını artırır. (Kur’an, onların küfür ve inadını artırmaları sebebiyle) biz de onlarla Ehl-i Kur’an arasına kıyamete kadar adavet ve düşmanlık saldık, (öyle ki ne Müslüman, yahudiyi ne de Yahudi Müslümancı sevmezler.) Ne zaman savaş için bir ateş tutuşturmuşlarsa Allah onu söndürmüştür. Şimdi de yeryüzünde bir fesat çıkarmak için koşuşturup duruyorlar. Allah fesatçıları dost tutmaz.
65/68- Eğer Ehl-i Kitap (Kur’an’a) iman edip (böyle imanları ile birlikte) takva sahibi olsalardı, onlardan günahlarını görmezlikten gelip bağışlardık ve elbette onları içinde her bir nimetin bulunduğu bir cennete korduk.
66/69- Eğer onlar (Ehl-i Kitap) Tevrat’la ve İncil’le bir de Rablerinden gelen Kur’an’la bihakkın amel etselerdi, elbette onların rızkları feveran olur; asumandan yağış gelir, yerden çıkan rızklardan yerler. Onlardan adalet sahibi (geçen kitaplara ve Kur’an’a inanan) bir cemaat vardır. Ama Yahudilerin çoğu ne yaman iş tutmuşlar küfür ve dalalette baki kalmışlardır.
Tefsir:
Bu ayet, kıtlık ve fakirliğin sebebinin Allah’a karşı vazifelerimizi yerine getirmediğimizden kaynaklandığına bir delildir. Kim Allah’a itaat etmezse Allah onun rızkını keser ki belki gafletten uyanıp itaate gelirler. Su ki, hayatım mayasıdır. Eğer Allah, rahmetinden gelen yağmuru kesse dünyada hiçbir hayat sahibi kalmaz. Dehriyyun/Materyalistler her şeyi “hava”ya bağlıyorlar. Bu ayet onların düşüncelerini çürütüyor. Kendilerini alim ve şuur sahibi sayıp Yaratıcılarını şuursuz ve iradesiz “hava” olarak düşünmeleri cehalet ve nadanlığın ta kendisidir. Ama başları dara düşünce o zaman onlarda şuur altından Allah’a dönüyorlar ve “Ey susamışlara, canı dudağına gelmişlere yardım eden! Bize de yardım” diyorlar.
67/70-Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et, (sakın kimseden korkma!) Eğer Allah’ın sana emrettiği hükümleri insanlara ulaştırmazsan hiçbir konuda O’nun elçiliğini yapmış olmazsın. (Şayet insanlardan korkun varsa) Allah seni insanlardan koruyacaktır, (hiç kimse sana bir zarar veremeyecektir.). Gerçek şu ki, Allah, kâfirlere kudret vermez ki seni öldürebilsinler; seni öldürmeye hiçbir yol buldurmaz.
Tefsir:
Şia’ya göre bu ayet Hz. Ali (as)’ın velayeti hakkında nazil olmuştur. Rivayet edildiğine göre Resulü Ekrem (sav) Veda Haccı dönüşünde “Gadirhum” adılı yere geldi. Orada bu ayet indi.[254] Şia’nın dediğine göre yani: “Ey Peygamber! Şayet Ali’nin hilafetini insanlara tebliğ etmezsen sanki Allah’ın hiçbir hükmünü tebliğ etmemiş gibi olursun” Bundan sonra Hz. Peygamber (sav) minbere çıkıp buyurdu ki: “Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır. Allah’ım onun dostu olanı dost, düşmanı olanın da düşmanı ol.”[255] Salebî ve Ayyaşî, öz tefsirlerinde[256] ve İbnu Ebi Umeyir, “Şevahidu’t-Tenzil” adlı kitabında bu hadisi rivayet etmişlerdir.[257] Aynı zamanda bu hadisi Cabir b. Abdullah ve İbn Abbas’tan da böyle rivayet edilmiştir. Şeyh Abudullah Belhî, “Yenabiu’l-Mevedde” adlı eserinde bir çok tarikle bu hadisi rivayet etmişlerdir. Ehl-i sünnet bu ayetin “Gadirhum” de Hz. Ali’nin hilafeti konusunda nazil olduğunu kabul etmemektedirler. Fakat az önce söylenen hadisi rivayet edip,[258] bu hadisin Hz. Ali’in hilafeti ile alakası olmadığını söylemişlerdir.[259] Her ne kadar Allah Resulü (sav) Allah’ın hükümlerini gizlemeyip tebliğ etse bile, fakat bu ayet Resulüllah’ı sağlama almak, onu düşmanlardan gelebilecek tehlikeden korumak üzere nazil olmuştur.[260]
68/71- (Resulüm!) “Ey Ehl-i Kitap! Siz, Tevrat’ı, İncil’i ve bu size indirilen Kuran’ı hakkıyla uygulamadıkça hiçbir dinden değilsiniz.” de. Sana indirilen Kur’an, Yahudilerden çoğunun inat ve küfrünü artırır, (bu yüzden küfürlerinde ısrar ederler.). Kâfir kavim üzerine (küfür ve inatlarının artmasından) üzülüp mahzun olma. (Onların küfür ve inatları sadece kendilerine zarar verir, sana hiçbir zararları olmaz.)
69/72- İman edenler bir de Yahudiler, sabiîler (meleklere ve yıldızlara tapanlar) ve Hıristiyanlardan Allah’a ve ahret gününe inanıp doğru bir şekilde İslam’a girerek salih amel işleyenler üzerine (ahret azabından) hiç bir korku yoktur. Mahzun ve kederli de değillerdir.
70/73- (Ya Muhammed!) Biz İsrail oğulları’dan sağlam bir ahit/söz aldık ta ki muvahhid olup (Allah’ı bir bilip) O’na hiçbir şeyi ortak koşmasınlar. Onlara nice peygamberler gönderdik (ki, helal ve haramı onlara anlatsın, gaflet uykusundan onları uyarsınlar). Ne zaman bir peygamber onlara nefislerinin arzusuna uygun olmayanı (bir hükmü) getirdi ise bir fırkasını yalanlayıp bir fırkasını da öldürdüler.
Tefsir:
Ayette geçen ahit/söz den kastedilen şerefli/üsütün akıldır. Allah (cc) onu bir vedia’/emanet olarak insana vermiştir. Allah’ı tanımada akıl kifayet eder. Bu hususta başka hiçbir şeye ihtiyaç yoktur.
71/74- (Yahudiler, ne dünyada, ne de ahrette peygamberleri yalanlayıp öldürmekten) bir bela olmayacağını güman ettiler, (hakkı görüp duymaktan) gözleri kör kulakları kâr/sağır oldu (böylece kötü işler yapmada devam ettiler.) Sonra bir zaman Allah tövbelerini kabul etti. Sonra yine onlardan çoğu kör, kâr oldular (itaat etmediler.). Allah (Yahudilerin) yapmakta olduklarını görmektedir.
72/75- “Allah Meryem oğlu Mesih/İsa’dır” diyenler kesinlikle kâfir oldular. (Bu ne kadar şaşılacak bir sözdür) Halbuki Mesih “Ey Beni İsrail! İbadet edin bir olan Allah’a ki, benim de, sizin de Rabbinizdir. Biliniz ki kim Allah’a ortak koşarsa Allah ona cenneti haram eder; artık onun yeri cehennemdir, (oradan hiç kurtaramaz.). (İsa, Allah’tır diyen) zalimlerden ötürü hiçbir yardımcı bulunmaz (ki, onları cehennemden kurtarsın.)
73/76- “Allah, üç ilahtan (Allah, Ruhu’l-Kudüs ve İsa’dan) biridir.” diyenler de kesinlikle kâfir oldular. Halbuki Allah’tan başka ibadete layık hiçbir mabut yoktur. Eğer Hıristiyanlar bu sözlerinden vazgeçmezlerse içlerinden böyle kâfir olanlara acı bir azap yetişecektir.
74/77- Bunlar bundan böyle bu inkârlardan vazgeçip Allah’a tövbe istiğfar etmezler mi? (Eğer tövbe ederlerse Allah tövbelerini kabul eder) Allah günahları bağışlayıp çok merhamet edendir.
75/78- Meryem oğlu Mesih, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de bir çok peygamberler gelip geçmiştir. (Nasıl onlara mucizeler verildiği gibi buna da verilmiştir.) Anası da (peygambere iman edip onları tasdik eden) biridir. (Nice ki onun gibi kadınlar olmuş onlar da peygamberlere inanmışlardır. Ana-oğul her ikisi de insan cinsindendir;) her ikisi de yemek yerlerdi. (Yiyeceğe ihtiyacı olan kimseler, et, kemik, damar ve sinirden bir araya gelmişlerdir. Böyle olanlar nasıl ilah olurlar?). (Resulüm!) Bak, onlara (İsa’nın, ilah olmadığına) delilleri nasıl açıklıyoruz, (bu delilleri açıkladıktan sonra) bak ki dolanıp haktan nasıl da yüz çeviriyorlar.
76/79- (Resulüm!) De ki: Allah’ı bırakıp da size ne bir zarar ne de bir kâr vermeye gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz? (Hiç Allah’a ortak koşulur mu?) Halbuki O, sizin dünya sözlerinizi işitip, itikadınızı da iyi bilir,
77/80-De ki: Ey Ehl-i Kitap! Haddinizi aşıp dininiz için doğru olmayan sözleri konuşmayın. Daha önceden (nefislerinin arzusuna uyarak) sapan, bir çoklarını dalalete salan ve (Muhammed aleyhisselamın gelmesinden sonra da onu yalanlayıp) düz olan yoldan uzak düşen (alimlerinize) uymayın.
78/81- İsrail oğulları’dan kâfir olanlar, Davut ve Meryem oğlu İsa dinlince lanet olundular. (Yani Allah, Zebur ve İncil’de İsrai oğulları’nın kâfir olanlarına lanet etmiştir.) Bunun sebebi, Allah’a asi olmaları ve hâdlerini aşıp zalim olmalarıdır.
79/82- İsrail oğulları çirkin işler tutup birbirlerini de vazgeçirmeye çalışmazlardı. Birbirlerini çirkin işler yapmaktan vazgeçirmemeleri ne kötüdür!
Tefsir:
Bu ayet bizim içinde bir uyarıda bulunmaktadır. Vay olsun Müslümanların haline! Onlar da kötü işler tutup birbirlerini vazgeçirmeye çalışmıyorlar. Bu hastalık öyle ilerlemiş ki sanki bugün Müslümanların işledikleri aynı İslam kanunudur! Birbirlerini vazgeçirmeleri şöyle dursun bilâkis çirkin işler yapmaya insanları teşvik ediyorlar. Adlarını Kur’an ehli koyup ellerinde Kur’an olduğu halde hilekârlıklar yapıyorlar. Günümüzde sanki Kur’an’nın hükümleri nesholmuş/kaldırılmış. Güyâ ölüler üzerine okumak için inmiştir. Halbuki Kur’an’ın menfaati daha çok diriler içindir. Yarın divan-ı ekberde/Allah’ın huzurunda sorsalar ki, Kur’an ile nasıl amel ettiniz? O zaman cevabımız ne olur? Sahib-i Şeriat Mukaddese-i İslamiye (Hz. Muhammed aleyhisselam) dünyadan ayrılırken şöyle buyurmuşlardır: “Ben sizin aranıza iki kıymetli şey koyup gidiyorum. Nice ki onlarla yürüyesiniz. Biri öbüründen büyüktür; büyük olan bu Allah’ın kitabı, diğeri ise benim itretim/ehl-i beytim’dir.”[261] Acaba Allah Resulünün (sav) bu sözüne ne kadar uyabiliyoruz. Müslümanlar bu fermana hiç kulak asmıyorlar mı? Şunu açıkça söyleyelim ki, günümüzde O’nun nurlu beyanları artık rafa kaldırılmıştır!
80/83- Oların (Ehl-i Kitab’ın münafıklarının) çoğunun, müşriklerle dostluk ettiklerini görürsün. Nefisleri onlar için ne yaman şeyler gönderiyorlar. (Müşrikleri dost tuttukları için) Allah onlara gazap etmiştir. Allah’ın azabında sürekli kalacaklar, (oradan kurtulamayacaklar.).
81/84-Eğer (münafıklar), Allah’a, Peygamber’e ve O’na inen (Kur’an’a) iman etmiş olsalardı böyle durumda müşrikleri kendilerine dost karar vermezlerdi. Lakin (münafıkların) çoğu nifaklarında serkeş ve inatkârdırlar, (hiçbir zaman onlardan hayır gelmez.)
82/85- (Resulüm!) İnsanlar içerisinde iman edenlere düşmanlık bakımından en şiddetli olarak Yahudilerle müşrikleri bulursun. (Bu iki grup, Müslümanların en yaman düşmanlarıdır.) Onlar içinde iman edenlere muhabbet ve dostluk bakımından en yavuk olan da “Biz Hıristiyanlarız” diyenleri bulursun. Bunun (Hıristiyanların Müslümanlara muhabbet ve dostluklarının) sebebi, onların iyi alimlere/keşişlere ve abitlere/rahiplere sahip olmalarıdır. (Onlar belki, biraz ilmin kadr u kıymetini ve Kur’an’ın güzelliğini anlamalarından ötürü bunu yaparlar) ve onlar büyüklük taslamazlar, (mütevazıdırlar).
Tefsir:
Bu ayetin ihtiva ettiği büyük siyaset ve düşünceye dikkatle bakılmalı ve ibret alınmalıdır.
Resulüllah (sav)’e risaletinin verildiği beşinci yılı, müşrikler Müslümanların güçsüz olanlarına eziyet ve işkence etmeye karar verdiler. Allah Resulü (sav) de onlara “Habeşistan’a gidin. Orada bir hükümdar var. Yanında hiçbir kimseye zulüm yapılmaz” deyip onların Habaşistan’a hicret etmelerini istedi. Habeşistan Necaşisi o zaman Hıristiyan idi. Bunun üzerine ilk defa 11 kişi ve 4 kadın Mekke’den gizlice çıktılar. Bunlar: 1) Hz. Osman (ra) ve hanımı Rükiye, 2) Zübeyir b. Avvam, 3) Abdullah b. Mesud, 4) Abdurrahman b. Avf, 5) Ebu Huzeyfe ve hanımı, 6) Musab b. Umeyir, 7) Ebu Seleme b. Abduleşed ve hanımı, 8) Osman b. Maz’un, 9) Amire b. Rabia ve hanımı, 10) Hatıb b. Amr, 11) Sehl b. Beydâ.[262] Bunlar Kızıl Deniz’in kenarına gelip bir vapur kiralayarak Habeşistan’a vardılar. Arkadan birer ikişer Müslümanlar buraya hicret ettiler. Bunların arasında Cafer b. Ebi Talip de vardı. Böylece tam 82 kişi oldular. Kureyş bu hal karşısında telaşa düştüler. Mültecileri geri almak için teşebbüse geçtiler. Birtakım hediyelerle Habeş Kralı Necaşi’ye iki elçi gönderdiler.[263] Müslümanları oradan geri çevirmesini Necaşi’den ve adamlarından rica ettiler. Amr b. As ve Abdullah b. Ebi Rabia’dan müteşekkil Kureyş elçileri Habeşistan’a gittiler. Vardıklarında Habeş Kralına, saray adamlarına, ruhani şahıslara, keşişlere bir çok kıymetli hediyeler takdim ettiler ve Müslüman muhacirlerinin geri çevrilmesini dilediler:
“Bizden bir takım kısa görüşlü kimseler, akılsız çocuklar dinlerini bırakarak buraya geldiler. Onlar sizin dininize de girmiş değildirler. Ne bizim ne de sizin tanımadığınız yepyeni bir din ortaya çıkardılar.”[264]
Elçiler böyle diyerek maksatlarını açıkladılar ve hediyeleri takdim ettiler. Keşişler hediyeleri alınca Müslümanları geri çevirme hususunda elçilere yardımda bulunacaklarını vaat ettiler ve elçilerin taleplerini haklı buldular. Fakat Necaşî Müslümanların görüşlerini almadan kendisine iltica edenleri bir defa olsun dinlemeden böyle bir mühim işe karar verecek adamlardan değildiler. O hakikaten haksızlık yapmayan bir hükümdardı. Bu elçiler gelinceye kadar kendisine iltica eden bu adamların dini hakkında fazla malumat alma durumunu hissetmemişti. Fakat şimdi vaziyet dinlerini sormayı icap ettiriyordu.
Müslümanlara sordu: Sizin bu dininiz nedir? Anlatın dedi. Müslümanlar namıma Hz. Ali’nin abisi Cafer b. Ebi Talib cevap verdi: “Ey hükümdar! Biz cahiliyet üzere olan bir kavim idik. Putlara tapardık, leş yerdik, fuhuş işlerdik, akraba ve komşuluk hakkına riayet etmezdik. Zayıf, güçlünün esiri idi. Biz bu hal üzere iken Allah içimizden birin peygamber gönderdi; nesebi ve asaleti, sadakat ve emaneti, şeref ve namuskârlığı hepimizce bilinmektedir. O, bizi bir Allah’a ibadete davet ediyor, atalarımızın tapına geldikleri putları terk etmemizi söylüyor. Bize doğru söylemeyi, emanete ve akrabalık bağına riayet etmeyi, komşularla güzel güzel geçinmeyi, haramdan, kan dökmekten sakınmayı bildiriyor. Fuhuştan, yalandan, yetim malı yemekten, namuslu kadınlara iftira etmekten ve dil tecavüzünden nehyediyor. Allah’a ibadet edip ona hiçbir surette eş koşmamayı emrediyor. Namaza, sadaka ve ihsana, oruca davet ediyor...”[265] Cafer’in bu sözlerini dinledikten sonra Necaşî: “Allah İsa’ya da böyle emretmiştir”[266] dedi. Sonra Hz. Peygamber’e vahyolunan ayetlerden okumasını istedi, bunun üzerine Cafer, Meryem suresinden Hz. İsa ile ilgili ayetleri okudu. Sure okununca orada bulunan keşişler ve rahipler hep ağlardılar.[267] Necaşî: “İşte budur hak kitap” dedi. Amr ne kadar diretti ise Necaşî Müslümanları onlara vermedi.[268] Tam burada 8 yıl kaldılar. Hayber’in fethinde Cafer b. Ebi Talip beraberindekilerle Medine’ye geldi.[269]
Allah (cc) bu ayette böyle insaflı Hıristiyanları anlattı.
83/86-(Hikâyeleri anlatılan bu Hıristiyanlar o kadar ince kalplidirler ki;) Resule (Yani Resulüm sana) indirilen ayetleri duydukları zaman, tanış çıktıkları gerçekten dolayı (Kur’an’ın hak olduğunu ve onun kelimelerinin şirinliğini görüp bildikten sonra) yaş dolup gözlerinden döküldüğünü görürsün. “Ey bizim Rabbimiz! Bu Kur’an’a iman ettik. Bizi hakka şahitlik yapanlarla bile yaz.” derler.
84/87- Yine onlar: “Ne oluyor, ne mani var bize ki bir olan Allah’a ve Hak’tan bize gelene (Kur’an’a) iman etmiyoruz.” Derler.
85/88- Söyledikleri sözden dolayı (ki ihlas ile dediler) Allah onlara (yukarda anlatılan Hıristiyanlara), ağaçlarının ve köşklerinin altından nehirler akan bir nice bağları mükâfat olarak verdi. Güzel amel işleyenlerin mükâfatı bu cennetlerdir.
86/89- (Ehl-i Kitap’tan) kâfir olup bizim mucizelerimizi tekzip edenlere gelince işte onlardır cehennem azabında olanlar.
87/90- Ey iman edenler! Allah’ın helal kıldığı leziz ve pakize olan şeyleri kendinize haram etmeyin. Ve Allah’ın helal kıldığı şeylerden sınırı aşıp haram şeylerin tarafına geçmeyin. Gerçekten Allah, sınırı aşanları dost tutmaz. (Ne helalı kendinize haram edin ne de haramı helal edin.)
Tefsir:
Rivayet oluyor ki, bir gün Resulüllah (sav) ashabına kıyameti anlatmış ve son derecede korkutmada bulunmuştu. Ashab-i Kiram bundan etkilenip duyguları incelerek 10 kişi Osman b. Maz’u’un evinde toplanmışlar, daima oruçlu olmaya, döşek üzerinde uyumamaya, et ve yağlı yememeye, eski çul paçavra giyip yeryüzünde seyahat etmeye ve erkekliklerini kesmeye ittifakla karar vermişler. Düşüncüleri böylece Allah’ın azabından kurtarmak imiş. O sahabiler şunlardır: 1) Osman b. Maz’un, 2) Ali b. Ebi Talip, 3) Abdullah b. Mesud, 4) Ebu Bekir, 5) Abdullah b. Ömer, 6)Ebu Zerr, 7) Ebu Huzeyfe’nin kölesi Salim, 8) Miktad b. Esved, 9) Selman el-Farisî, 10) Ma’kil b. Mukarrin. Derhal bu haber Resulüllah’a ulaşmış, bundan dolayı onlara: “Ben böyle emrolunmadım, muhakkak ki nefsinizin üzerinizde bir hakkı vardır. Şu halde oruç tutunuz, iftar da ediniz, namaz kılınız, uyku da uyuyunuz; ben namaz kılarım, uyku da uyurum, oruç tutarım, iftar da ederim, et de yerim, yağ de yerim, hanımlarımla da yatarım, İslam dininde rahiplik yoktur. ‘kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.’ buyurmuş”[270]. işte o vakit bu ayet nazil olmuştur.[271]
Ayrıca burada ders alacağımız bir mesele daha vardır. Müslümanlar Resulüllah’ın (sav) burada ki uygulamasını iyi düşünmelidirler. Burada dünya ve ahreti bir arada götürme gibi güzel bir hüner gizlidir. Dünyayı terk edip insanlara yük olmayı istemediği gibi aynı zamanda böyle davranışlarda bulunmadan insanları men ediyor. Dünyada hiçbir işle meşgul olmamak batıl kimselerin işidir. Allah Resulü kendi milletinden hiç kimsenin gedâlık yapıp el uzatmasını da arzu etmemiştir. Biz şimdi kendimizi insanlar arasında rezil etmişiz. Hele o kimseler ki kendilerini Evlad-ı Resul sayıp ama dilenciliği kendilerine şiar edinmişlerdir. İnsanlara gidip ganimet denilen “Humusu” (beşte bir hisse) istiyorlar. İslam dininde en büyük ayıbı işliyorlar. Acaba Sahib-i Şeriat buna razı olur mu? Böyle kimseler hiç kendilerini Evlad-ı Resul sayar mı? Ar olsun Müslümanlara...
89/92- Allah kasıt ve niyetiniz olmadan yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutmaz, ama kalben ve kasten yapmış olduğunuz yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar. (Eğer bu tür yemin ederseniz) onun kefareti, ehil ve ayalinize yedirdiğiniz yemeğin miyanesi/orta hallisinden, on fakire yedirmek, yahut onları (on tanesine) uygun elbise vermek, yahut da köle azat etmektir. Bu üç şeyden birini bulamayan üç gün oruç tutsun. Yemin ettiğiniz (fakat yemininizi bozduğunuz zaman) takdirde yeminlerinizin kefareti işte budur. Yeminlerinizi koruyun. İşte böyle Allah, öz hükümlerini sizlere anlatıyor, Elbette sizin için hikmet üzere uygulaması kolay hükümler koyduğu için Allah’a şükretmeniz gerekir.
90/93- Ey iman edenler! Şarap (insanı sarhoş edip aklını başından alan her türü) her çeşit) kumar, (tapınmak için konulan) dikili taşlar, (her çeşit) fal açmak bunların hepsi haramdır, şeytanın amelinden pis şeylerdir. Kenar olup bunları terk edin. (Bunları terk etmekte ahret azabından) sizin için elbette kurtuluş vardır.
Tefsir:
İçkinin yasak olması konusunda inen ayetlerin en sonuncusu bu ayettir. Bakara 2/219’da bunun geniş bir şekilde açıklaması geçmişti. Bu son ayette içki ve kumarın kesin ve açık bir şekilde yasaklandığı anlatılmıştır. Böylece artık hiçbir kimse için içki içmede herhangi bir mazereti kalmamış oldu. Günümüzde bazı aydın (!) çevre İslâm dini hakkında makaleler yazıyorlar, insanları Avrupa ilimlerini tahsil için oralara gönderiyorlar. Kendilerini İslam’ın bir numaralı bekçisi sayıyorlar, fakat partilerde, merasimlerde, içki içerken, kadehi kaldırırken hiç bu ayetin sedasını duymuyorlar. Bu ayeti yadlarına getirip kadehleri ellerinden bırakmıyorlar. Yine kumarhanelere gidip kumarbazların aralarına girerken bu ayet kulaklarında hiç çınlamıyor. Belki bu ayete bakıp o kumarı terk etmeleri lazımdır. Heyhat! Nerede.. Eğer kendilerini İslam’ın koruyucusu olarak kabul ediyorlarsa Avrupa’nın pis adetlerini değil de, bilgisini, fen ve tekniğini getirip insanlara takdim etsinler. İslam dinin korunmasını ilk şartı “emri bil maruf ve nehy-i ani’l-münker” yapmaktır. Müslüman olan kimse, hem Allah’ın emirlerini yerine getirir hem de onu insanlara anlatır. Bizden önce, hakkı neşreden insanların alınları secde edip çokça namaz kılmaktan yara bağlamış, nasır tutmuştu. İslam’mı anlatıyorum deyerek, içki içmenin kumar oynamanın İslam ile bağdaşacak bir tarafı yoktur. (Ey İslam’ın ölüm haberini veren nâî/maruf öldü, münker baş gösterdi.) Hz. Ali (as) öz divanında ne güzel der:
İslam’ı bina edene müjdeler olsun Sen onun erkânını ve direklerini yıktın,
İslâm gitti sadece bakiyesi kaldı İnsanların artık azı ona gerek duyuyor.
91/94- (Zira bu zikrolunan şeyler şeytanın pis işlerindendir;) Şeytan’ın muradı o dur ki, içki ve kumar vesilesiyle sizin aranıza düşmanlık ve kin salsın ve (sizi içkiyle kumarla meşgul edip) Allah’ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoysun. Böyle güne onları artık terk etmez misiniz? (İnsan olan, çirkin ve kötülüğü açıklanmış şeylerden vazgeçer, kumar ve içkiden daha çirkin ve kötü şey mi vardır?.)
92/95- Allah’a itaat edin ve O’nun peygamberi (Muhammed aleyhisselam’a) itaat edin. Allah’ın azabından korkun, (haram olan şeylerden, özellikle içki ve kumardan sakının.). Eğer yüz çevirir (Allah’ın emrini dinlemezseniz) o vakit bilin ki, (Peygamber’e hiçbir zarar yoktur, ne zarar olursa size olur.), Resulümüze düşen şey; her hükmü apaçık size ulaştırmaktır.
93/96- İman eden ve salih amel işleyenlere; Allah’tan çekinerek haram yemekten sakındıktan, imanlarında sabit kalıp salih amel işledikten, sonra takva ile davranıp imanlarında sabit ve muhkem durduktan, ondan sonra takvalarında sabit kalıp ihsan şuuru içinde oldukça helal şeylerden bir kısım lezzetli yiyecekler yemekte hiçbir günah yoktur.
94/97- Ey iman edenler! Allah sizi ellerinizin ve mızraklarınızın (hemen atsanız) yetişeceği bir avlanma ile dener ki (henüz görünmeyen cehennem azabından) gaibte kim korkuyor, ortaya çıksın. Kim bundan sonra sınırı aşıp ihramlı iken avlanırsa bundan ötürü kendisine eziyet veren azap vardır.
Tefsir:
Bu ayet Hudeybiye senesinde inmiştir ve bu imtihan o sene vuku bulmuştur.[272] (Hudeybiye: Mekke yakınlarında bir yerin adıdır.) O yıl Resulüllah (sav) Umre yapmak için Mekke’ye gidiyordu. Tenî’im denilen yere vardıklarında av hayvanları müminlerin etrafına fazlasıyla dolmuş, yüklerinin aralarına varıncaya kadar sokulmuş, mızraklarını dürtseler yetişecek ve elleriyle tutsalar tutabilecek derecede yaklaşmışlardı. Ashab istedi ki avlansın işte o zaman ihramlı iken avlanmak yasaklandı. Bundan sonra ihramlı iken avlanmak yasaklandı. Bu hüküm artık umumen Müslümanlara şamildir. Oları kapsar. Her zaman onunla amel edilmesi gerekir.
95/98- Ey iman edenler! (Mekke’ye gittiğiniz zaman) ihramlı iken avı öldürmeyin. Sizden kim onu kasten öldürürse öldürüldüğü hayvanın (deveden, sığırdan, koyundan ve keçiden) denk geleni (onun) cezasıdır. (“Avlanan hayvanın dengi hangi hayvanlardan olduğunu nasıl tayin edeceksiniz ve nereye adayacaksınız” derseniz, onu da bu ayet açıklıyor:) Kâbe’ye adanacak bir kurban olmak üzere, içinizden adalet sahibi iki kişi buna hüküm verir. Yahut bedel olarak kesilen hayvanın, kıymetini fakirlere verir veya (her iki müd/1,630kg yiyecek) karşılığında (bir gün) oruç tutar. Allah daha önce (böyle durumlarda) yaptığınız avların günahını bağışladı. Fakat kim de bu suçu tekrarlarsa, Allah ondan intikamını alır. Allah yarattıklarına galiptir. İntikam almaya kadirdir.
96/99- Size ve yolculara yiyecek olmak üzere, deniz avı ve onu yemek helal kılındı. Ama ne kadar zaman ihramda iseniz kara avı size haram kılınmıştır. (İhramdan çıkınca hemen helal olur.) Hepiniz, tarafına toplanacağınız Allah’a karşı çok saygılı olun (da haram dediği şeyleri helal etmeyin.)
97/100- Allah, Kâbe’yi, o hürmetli evi, insanlar (dünya ve ahret işlerini düzeltmeleri) için bir nizam kıldı. (Her taraftan insanlar orada toplanıp dünya ve ahret işlerini ıslah ederler.) Bir de hürmetli ayı (hacc ayı zilhicce’yi ve o ayda) kurbanı, ve (o kurbanlardaki) gerdanlıkları (insanlar için nizam kıldı.) Bu, Allah’ın asumanlarda ve yerde olan her şeyi (ve sizin de maslahatınızı/ihtiyaçlarınızı) bildiğini size bildirmesi içindir. Hakikat Allah her bir şeye alimdir, (koyulan hüküm ve kanunların hepsi ilim üzere olmuştur.)
98/101- [Bu hitap bütün insanlaradır.] Biliniz ki, Allah’ın (asi olan kimselere) cezası çok şiddetlidir. Allah, tövbe edip kendine gelenlere de bağışlayıp merhamet edendir.
99/102- Bizim Resul’e (Muhammed aleyhisselama) düşen, ancak (hükümlerimizi) size ulaştırmaktır. (Belki size düşen, Allah’ın emirlerini yerine getirmenizdir. Şayet yerine getirmezseniz, bundan ona bir mesuliyet yoktur.) Allah dışa döktüğünüz ve içinizde gizlediğiniz her şeyi bilir.
100/103- (Resulüm!) De ki: Hiçbir zaman Allah yanında pis ve murdar olan şey ile temiz ve pâk olan şey bir olmaz. (Helal haram ile, yahşi yaman ile, mümin fasık ile ve alim cahil ile bir olmazlar.). (Ey insan!) Pis ve murdarın çokluğu hoşuna gitse bile böyledir. (Çünkü onların Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur.) Ey akıl sahipleri Allah’a karşı saygılı olun da cahillerden kenar olun. Elbette (cehaletten uzak durmakla) kurtulanlardan olursunuz.
Tefsir:
Bu zamanda bu ayetin ihtiva ettiği manaya çok dikkatle bakmamız lazımdır. Başka milletlerde medeniyet ve ilim ilerledikçe İslam’ı da gün be gün cehalet kaplıyor. Bize ne bela geliyorsa hep bizim yüzümüzden geliyor. Bunu çok iyi anlamalıyız.
101/104- Ey iman edenler! (Resulüllah’tan) açıklandığı zaman hoşunuza gitmeyecek (bîpara) şeylerden sormayın. Eğer onları Kur’an indirilirken (yani vahiy geldiği sırada) sorarsanız size açıklanır, (da o zaman üzülürsünüz. Bunun için böyle şeyleri Peygamber’e sormayın. Açıklanmadığına göre) Allah bunlardan sizi affetmiş sizi sorumlu tutmamıştır. Allah bağışlayandır, yaptıklarınıza size azap etmede aceleci değildir.
Tefsir:
Şeyh Tabresî, “Camiu’l-Beyan” adlı tefsirinde anlattığına göre, Kureyş’ten Beni Sehm’den Abdullah b. Huzafe adında bir sahabe ki, erkeklerle bir münakaşa ettiği zaman babasından başkasına nispet edilirdi. Kalktı: “Ey Allah’ın Nebisi, benim babam kim?” dedi. Peygamberimiz (sav) de: “Baban, Huzafe b. Kays ez-Zührî’dir” buyurdu. Diğer biri de kalktı: “Benim babam nerede?” dedi, “ateştedir” buyurdu. Halk baktı ki, onların tamamen ayıplarını diyecek; Hz. Ömer b. Hattab (ra) durup Resulüllah’ın mübarek ayağından öptü ve: “Biz, Rab olarak Allah’a, din olarak İslam’a, Resul ve Nebi olarak Muhammed (as)’a razı olduk, biz fitnelerden Allah’a sığınırız, henüz bir cahillikten ve şirkten yeni kurtulduk. Şu halde bizi affet ey Allah’ın Resulü!” dedi. Resulüllah’ın gazabı da yatıştı. Ki bu ayetin nüzul sebebi (bu ve bunun gibi vakalar) olduğu rivayet edilmiştir.[273]
102/105- Sizden önce de bir kavim (İsrail oğulları) o meşakkatli sorulardan sordular, (yükümlülükleri onlara açıklanınca da) dolanıp kâfir oldular. (Halbuki itaat etmeleri gerekirdi. Size de Muhammed aleyhisselam, sorduklarınızı açıklasa belki de inanmayıp sizde onlar gibi yaparsınız).
103/106- Allah ne bahira, ne sâibe, ne vâsile ve ne de hâm hiçbirini meşrû kılmamıştır. Ama kâfirler Allah’a yalan bağlayıp iftira ediyorlar. Müşriklerin çoğu akılları ile yürümüyorlar, (büyüklerine tabi olup böyle şeyleri Allah’a iftira ediyorlar.)
Tefsir:
Cahiliye devrinde Araplar arasında bir çok şey adet olarak yaşanıyordu: 1) Bir dişi deve beş adet bala doğurur ve beşincisi erkek olursa kulağını yarıp salı verirlerdi. Artık onu ne sağarlar ne binerler, ne de kullanırlardı. Onun adına “bahire” derlerdi. 2) Bir adam, başına bir dert geldiği veya hastalandığı zaman, “eğer hastalıktan şifa bulursam devem azat olsun” derdi, ve ona da “sâibe” denirdi. 3) Koyunla dişi doğurursa, kendilerinin, ilahlarının olurdu. Eğer iki bala biri dişi biri erkek doğursa bu dişiden dolayı erkeğini de kurban etmezlerdi. Buna da “vâsile” derlerdi. 4) Eğer bir erkek devenin 10 nefer evladı on batından doğsaydı, onun sırtını haram sayarlar, hiçbir su ve otlaktan men etmezlerdi. Onun adına da “hâm” derlerdi.[274] Müşrikler bunları kendilerinden yakıştırmışlardı. Allah da bunların reddi için bu ayeti indirdi.
İslam dininde biz Müslümanların arasında bunlardan daha beter bidatler vardır. Öyle ki, bu yapılan bidatleri özümüzden ötürü Allah’a bir yaklaşma sebebi saymışız. Filan imam-zâdeye, ya falan pîr’e, yahut falan taşa, yahut filanın yapma-kademgâhına kurban kesip temiz olan hayvanın etini haram ediyoruz. Bunlar cahiliye devrinden daha beter şeylerdir. Ar olsun ehl-i İslam’a.. Adlarını Müslüman koyup özlerini putperestlere karıştırıyorlar. Alimler bile böyle şeyler yaparken ya avam ne yapsın....
104/107- (Müminler) müşriklere: “Allah’ın indirdiği (Kur’an) ve onun Resulünün tarafına gelin” dedikleri zaman, “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz din bize yeter, başka din ve mezhep bize lazım değildir.” derler, (İnsan, atalarının bir delil ve burhan üzere oldukları şeylerde onları dinler) Ataları hiçbir şey bilmiyor ve hidayete de ermemişseler de mi (yine onların yolunda gidecekler.)
105/108- Ey iman edenler! Siz öz nefislerinizi Allah’a asî olmaktan saklayın, (başka kimselere rahatsız olmayın). Siz hidayette olduktan sonra onların sapık yolda olmaları size zarar vermez. (İster hidayette olsun, ister dalalette,) herkesin dönüşü Allah’adır. Artık O, size yaptıklarınızı haber verecektir. (Herkese yaptığının cezası erişecektir.)
Tefsir:
“Ey iman edenler! Siz öz nefislerinizi Allah’a asî olmaktan saklayın, (başka kimselere rahatsız olmayın). Siz hidayette olduktan sonra onların sapık yolda olmaları size zarar vermez.” Bundan, “hiç kimse kimseye karışmasın, herkes kendi nefsinde bir yalnız hayatı yaşasın” gibi bir mana anlaşılmamalıdır. Bilinmelidir ki doğru yolda olmanın, doğru yolu tutmanın esaslarından biri de, gücü yettiği kadar iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamaktır. Onun için herkes iyiliği emretmesi lazımdır, ondan sonra karşıdaki insan bunu yapıp yapmamada günahı kendisinindir. İyiliği emrettikten sonra, hakkı duyurduğumuz kimse bunu yapmazsa o zaman günah ona aittir. Bundan bize hiçbir şey yoktur.
106/109- Ey iman edenler! Birinize ölüm gelince vasiyet esnasında içinizden iki adalet sahibi kişi aranızda şahitlik yapsın. (Bu şahit tutma her bir vakit size lazımdır. Hususan) seferde iken başınıza ölüm musibeti gelmişse sizden olmayan başka iki kişi şahit olsun. [Şimdi varislere hitap ediyor:] Eğer (doğru söyleyip söylemediklerinden) şüpheye düşerseniz o iki şahide (şu yolla yemin verdirirsiniz;) namazdan sonra alıkor, “Bu vasiyet karşılığında -akraba menfaatine de olsa- hiçbir şeyi bedel almayız (yani yeminimizi bedele satarak, şuna buna tamah ederek, yalan yere yemin etmeyeceğiz); Allah için yaptığımız şahitliği gizlemeyeceğiz, (eğer şahitliğimizi gizletip yalan yere şahitlik yaparsak) bu takdirde biz elbette günahkârlardan oluruz” diye doğru söylediklerine Allah üzerine yemin ettirirsiniz. [Buradaki şahitlerin sözleri, sadece bu konu için değil bütün şahitliklerde aynen söylenmelidir.]
107/110- Bundan sonra (yani hükümden sonra) bu iki şahidin günaha müstahak oldukları (yani gerçeği saptırma gibi bir günah işledikleri) ortaya çıkarsa o zaman (vasiyeti yerine getirmekle görevlendirilen) o iki şahidin yerlerine, en uygun ve öncelikli olan bu iki şahidin aleyhlerinde günaha müstakar oldukları (yani haklarına tecavüz ettikleri) kimselerden diğer iki şahit getirilir ve “And olsun ki bizim şahitliğimiz onların şahitliğinden kabul olmaya daha layıktır ve biz şahitliğimizde sınırı aşıp yalan şahitlik yapmadık, katiyetle, biz böyle durumda zalimlerden oluruz” diye Allah’a yemin ederler.
Tefsir:
Bu ayetin nüzul sebebi: Temim-i Dârî ve kardeşi Adî ve beraberlerinde Amr b. el-As’ın azatlısı Büdeyl üçü ticaret için Şam’a çıkmışlardı. Büdeyl, Müslüman muhacir; diğer iki kardeş de henüz Hıristiyan imişler. Şam’a vardıklarında Büdeyl hastalanmış ve yanında nesi varsa hepsini güzelce bir defter yapıp bir sayfaya yazmış, arkadaşlarına haber vermeksizin kumaşların arasına yerleştirmiş sonra onlara döndükleri zaman bu mallarını ailesine teslim etmelerini vasiyet etmiş ve ölmüş. Onlar da o malların içinden üç yüz miskal miktarında altın ile işlenmiş bir gümüş kabı almışlar, geri kalan eşyayı döndüklerinde Büdeyl’in ailesine teslim etmişler. Bunlar da eşyayı araştırdıklarında defteri bulmuşlar, o gümüş kabın da yazılı olduğunu görmüşler, Temim ile Adî’ye, “Bu kap nerede?” demişler, “Bilmiyoruz, bize teslim ettiğini size getirdik” demişler. Bunun üzerine Resulüllah’ın huzurunda muhakeme olmuşlar. Bu “Ey iman edenler!” ayeti inmiş.[275]
108/111- Bu (varislerin, şahitlerin hıyanetine karşı şahitlik ederek ant içmesi), şahitliği gerektiği şekilde yapmaya, yahut yalan şahitlik yapmaları halinde onlardan sonra başka şahitler yemin edip onların şahitlikteki yalanlarının ortaya çıkmasından korkmalarına daha uygundur. (Daha da caydırıcıdır.). (Ey şahitler!) Allah’a karşı saygılı olun da hükümlerini duyun. (Şahitliği gizlemek ya da yalan şahitlik yapmak fasıkların işidir.) Allah, fasık bir toplumu hidayet tarafına eriştirmez.
109/112- (Korkun) o günden ki Allah, peygamberleri bir makama toplar: “(dünyada insanları davet ettiniz, benim tebliğimi onlara anlattınız,) onlar size ne cevap verdiler?” der. Onlar: “bizim ilmimiz senin ilmin yanında yok sayılır. Gaipleri bilen şüphesiz sensin. (Bize ne cevap verdiklerini sen daha iyi bilirsin)” diyeceklerdir.
110/113- Allah şöyle diyecektir: “Ey Meryem oğlu İsa! Sana ve annene olan nimetimi hatırla! Hani seni Ruhu’l-Kudüs (Cebrail/temiz bir ruh ile) desteklemiştim; (o destek sebebi ile) hem beşikte iken hem de kişi/eryiğit iken insanlarla (küçük iken konuşman ile yiğit olduğun zamanki konuşman arasında bir fark olmadan) konuşuyordun. Sana okuyup-yazmayı, her şeyin hakikatini, Tevrat ve İncil’i öğretmiştim. Yine benim iznimle balçıktan bir kuş sureti yapıyor sonra o surete nefes veriyordun; benim iznimle o kuş oluyordu. Yine benim iznimle anadan doğma körü iyileştiriyordun. Ölüleri benim iznimle (kabirden) diri olarak çıkarıyordun. Hani sen İsrail oğullarına aşikâr olan delillerle peygamber olarak geldin de (kabul etmeyip onlar seni öldürmeye kalkıştılar) ben de seni onlardan kurtardım: içlerinden kâfir olanlar (getirdiğin mucizeler karşısında) : “Bu apaçık sihirden başka bir şey değildir” demişlerdi.
Tefsir:
Geçen ayetin “hem beşikte iken” kaydı ile anlatılan konuşma, peygamberler içinde sadece Hz. İsa (as)’a aittir. Bu bir mucizedir. Kendisine 30 yaşında peygamberlik verilmiştir. Peygamberliği 30 ay sürdükten sonra Allah onu vefat ettirip ruhlar alemine yüceltmiştir. “Hani sen İsrail oğulları’na aşikâr olan delillerle peygamber olarak geldin de (kabul etmeyip, onlar seni öldürmeye kalkıştılar) ben de seni onlardan kurtardım” ayetinde anlatıldığı gibi, Hz. İsa’yı Yahudiler öldürmemiştir. Bu ayet onun kesin delilidir.
Bu ayetin bir benzeri de (Al-i İmran 3/49) geçmişti. Orada Hz. Meryem’e verilen nimetler ve oğluna verilen mucizeler anlatılmıştı. Burada ise aynı mucizeler anlatılırken sadece Hz. İsa (as) nazara verilmiştir.
111/114- (Resulüm!) Hani o zaman İsa vasıtasıyla vahiy gönderip Havailere[276]: “Bana ve Peygamberime iman edin” diye emretmiştim.[277] Onlar da: “İman ettik, şahit ol ya Rab! Biz, sana ve senin Peygamberine halisen itaat edenlerdeniz.” Dediler.
112/115- Hani İsa’nın şakirtleri, onu adı ile çağırarak: “Ey Meryem oğlu İsa, acaba senin Rabbin, semadan (içinde yiyecek bulunan yiyebileceğimiz) bir sofra indirebilir mi?” demişlerdi. O da, “müminseniz Allah’a karşı saygılı olun. (O’na hiç böyle sözler konuşlanır mı?)” dedi.
Tefsir:
İsa’nın (as) şakirtleri, imanları kâmil olmadan önce bu sözleri demişlerdir. Çünkü bu seviyede bir peygambere “Ey Meryem oğlu İsa” diye adı ile hitap etmeleri onların hamlığını gösterir. Zira “Ey Allah’ın Resulü” demeleri lazımdı. Diğer bir hamlıkları da onun doğruluğunu denemek için semadan sofra istemeleri idi. Bir önceki ayette “iman ettik” demeleri ise kâmil bir imanı göstermiyordu. Fakat sofra indikten sonra kâmil bir imana eriştiler.
113/116- Şakirtler: “Onu istemek de muradımız; ondan yiyelim, kalplerimiz iyice yatışsın, senin bize doğru söylediğini iyice bilelim (ki sen doğru diyorsun, Allah’tan gelen bir peygambersin) ve bunu bizzat gördüğümüze şahitler olup (İsrail oğulları’na da anlatalım; onlar da iman etsinler.)” demişlerdi.
114/117- Meryem oğlu İsa (dua ederek) şöyle dedi: “Ey bizim Rabbimiz! Semadan bize bir yiyecek sofrası indir ki, onun geldiği gün, hem bu zamanda olanlara hem de bundan sonra gelecek olanlara bayram ve senin tarafından (gelen bir peygamber olduğumu ispat eden) bir mucize olsun. Bu sefer de bizi rızıklandır, zaten sen rızık verenlerin hayırlısısın.
115/118- Allah da şöyle buyurdu: (Ya İsa!) Ben o sofrayı gönderirim; sizden kim o sofrayı gönderdikten sonra kâfir olursa, alemlerde hiçbir kimseye yapmadığım azabı ona yaparım.
Tefsir:
Hz. İsa (as) dua etti; semadan kırmızı mendil üzerinde bir sofra indi. Bunun üzerine İsa (as) ağladı. İsa (as) mendili açtı; ne baksınlar, kızarmış, pulsuz ve kılçıksız, yağ akıyor bir balık. Baş tarafında tuz, kuyruk tarafında sirke ve etrafında pırasadan başka her türlü sebze ve beş yufka ki, birinde zeytin, ikincisinde bal, üçüncüsünde tere yağı, dördüncüsünde peynir, beşincisinde pastırma. Şemu’n: “Ey Ruhullah, bu dünya yiyeceklerinden mi, ahret yiyeceklerinden mi?” dedi. O da: “İkisinden de değil, ve fakat Allah Teala’nın kudreti ile yarattığı bir şey, dua ettiğiniz şeyi yiyiniz ve şükrediniz ki Allah size devam ettirir ve lütuf ve kereminden daha da arttırır” dedi. “Ey Ruhullah, bu mucizeden bize bir mucize daha göstersen” dediler. Bundan dolayı: “Ey balık, Allah’ın izni ile, diril” dedi. Balık da deprendi, sonra: “Dön önceki haline” dedi, döndü yine kebap oldu. Bundan sonra sofra uçtu, sonra da isyan edenler oldu, maymun veya domuza çevrildiler...[278] Bu konuda bir çok hadisler vardır.[279]
Bunun bir de tasavvufi yorumu vardır: “Pulsuz ve kılçıksız balık” işaret eder ki, insanın zahir ve batını takva ile süslensin ve balığın dışı gibi pulsuz beyaz nurlu olsun, “kılçıksız balık” gibi zararlı olmasın. “Balığın azasından dökülen yağ” gibi mahkukata ciddi haberler ulaştırsın, yemeği lezzetli eden “tuz” gibi lezzetli ve müşfik bir nasihatçi olsun, “sirke” gibi bazen da keskin ve tesirli konuşan olsun, hiçbir kınayanın kınamasına aldırmasın, “sebze” gibi her zaman taze ve canlı olsun. “Beş yufka”, işarettir ki, “dünyanın ömrü beş gündür/ beş günlük dünya” darp-ı meselini hatırlatsın. Dünya hayatı “zeytin” gibi mergup/fazla istenen, “bal” gibi şirin, “yağ” yiyeceği kıvamına soktuğu gibi kişi zahir halini ıslah etsin; lakin ömrün sonunda “peynir” mideyi bozduğu gibi dünyanın sonu gelir, “pişmiş et” gibi haşarata sonunda yiyecek olur. Bu gibi haberlerde ve hikâyeler de hoş teviller vardı. Faydadan hali değildir.
116/119- Allah demişti ki: “Ey Meryem oğlu İsa, o insanlara, ‘beni, ve anamı, Allah’tan başka iki ilah ediniz’ diye sen mi söyledin?” [Allah da biliyordu ki, İsa (as) böyle demez. Fakat bunu sormasının gayesi, İsa’nın (as) böyle demediğini insanlara duyurup ve kıyamet gününde hiç bir mazeret bırakmamaktır.] İsa dedi: “Hâşâ Allah’ım! Seni tenzih ederim; bana hak ve layık olmayan sözü konuşmam yakışmaz. Eğer ben böyle sözü demiş olsam senin özün onu bilir. Benim kalbimde olana sen alimsin. Ama ben senin mukaddes zatında olanı bilmem. Elbette gaipleri bilen sensin.
117/120- (İsa der:) İlâhî! Ben onlara hiçbir söz demedim meğer ki senin özün o sözü dememi emir buyurmuştur. İnsanlara dediğim söz “hem benim hem de sizin Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin”. İçlerinde bulunduğum müddetçe dediklerine şahit idim. (O zaman ne dedilerse biliyorum) Fakat ne zaman ki sen beni vefat ettirdin (içlerinden aldın) üzerlerine kontrolcü/gözcü sen oldun (onların ne dediklerin sen daha iyi bilirsin) ve elbette sen her yerde/her şeye şahitsin (her şeyi bilirsin, ben böyle şey demedim, onlar bana iftira ediyorlar.)
118/121- Eğer sen asî bendelerine azap edersen zaten onlar senin öz bendelerindirler. Eğer bağışlarsan bendelerini şüphesiz sen hem sevap vermeğe hem de azap etmeğe kadirsin, hakimsin sefan da cefan da hikmet üzeredir.
119122- Allah buyurdu ki, bu kıyamet günü öyle bir gündür ki, doğru söyleyene doğru söylediği fayda verir. (Nitekim İsa doğru söyledi, doğru söylemesi onu kurtaracaktır.) Onlar için köşk ve ağaçlarının altından nehirler akan içinde ebedi kalacakları bir nice bağlar vardır. (Hiçbir vakit oradan çıkarılmazlar). Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan razıdırlar. Büyük olan hayra yetişip kurtulmak, Allah’ın rızasına nail olmaktır. Asumanların ve yerin, asumanlarda ve yer de olan her bir şeyin saltanat ve padişahlığı Allah’a aittir. Allah her şeye kadirdir. (Hiçbir şey onun kudretinden hariç olamaz.)
Hamdolsun Maide suresinin tefsiri tamam oldu.
Allah Resulü (sav) buyurmuşlardır ki: “Maide suresini okuyan kimseye Allah on iğilik yazar; on kötülüğün cezasını siler; ahrette onu, on derece yükseltir.”[280]
En’âm suresi Mekke’de nazil olmuştur. 165 ayet, 3552 kelime, 12422 harftir.
0/1- Bismillahirrahmanirrahim.
1/2- Hamt ve sena asumanları ve yeri yaratan, karanlıkları ve ışığı yoktan vücuda getiren Allah içindir. Allah’ın bu mükemmel kudretini düşündükten sonra kâfirlerin öz Rablerine putları müsavi tutmalarına hiç bir kudretleri olamaz.
2/3- Sizi balçıktan yaratan, [Sizin babanız Adem (as) balçıktan yaratıldı. Sizin de aslınız balçıktan dır.] sonra sizin için belirli bir vakit tayin edip o vakitte ölümü ulaştıran O’dur. Bir de sadece kendinin bildiği (kıyamet gününün tayin edildiği) vakti vardır.
3/4- Asumanlarda ve yerde hak olan mabut Allah’tır. Sizin gizli ve âşikâr amellerinizi bilir. Hayır ve şer adına kazandığınızı da bilir. (Hayırlı olanlarına sevap, şerli olanlarına a ceza verir.)
4/5- (Resulüm!) Allah tarafından onlara gelen vazıh ve aşikâr delillere (Kur’an’a yaptıkları gibi) ille de yüz çevirip bakmazlar. (Halbuki o delillere dikkatle bakmaları gerekiyordu.)
5/6- Gerçekten onlar, kendilerine hak olan/Kur’an geldiğinde onu tekzip etmişlerdi. Tekzip edip alaya almakta oldukları, (kendisi ile İslam’ın yücelip şirke galip geldiği) Kur’an’ın haberleri elbette tez elden onlara ulaşacaktır.
Tefsir:
Hz. Peygamber (sav) Medine’ye hicret ettikten sonra İslam burada gelişmiş ve her kez tarafından kabul olmuştu. Az bir zaman sonra bunun haberi Mekke’ye de ulaştı. Allah (cc) İslam’a kuvvet verip Müslümanlar Mekke’yi de fethedip teslim aldılar. Böylece Allah Resulünün bir mucizesi daha gerçekleşmiş oldu. Çünkü az önce geçen ayet hicretten önce Mekke’de inmişti. Mekke’nin fethedilmesinden önce hatta Müslümanların güçsüzler olarak tanımlandığı bir devirde bunun haberinin verilmesi yani İslam’ın güçlü çıkacağının haberinin verilmesi büyük bir mucizedir.
6/7- (Mekkeliler) bakıp görmüyorlar mı ki, onlardan önce yer yüzünde size/Mekkelilere vermediğimiz kudret/imkânları kendilerine verdiğimiz, üzerlerine ardı sıra yağışlar gönderip (onun sebebiyle her türlü nimetler ihsan ettiğimiz), köşklerinin altlarından nehirler akıttığımız (Nuh, Ad, Semud ve Lut kavimleri gibi) nice kavimleri helâk ettik. Onları asi oldukları için kendi günahları yüzünden helâk ettik ve onların ardından başka kavimler vücuda getirdik. (Onların yerlerinde ikamet ettiler.)
7/8- (Resulüm!) Eğer sana (semadan) kâğıda yazılmış bir kitap indirseydik de (bu Mekke ehli müşrikler) o kitaba el vurup bilselerdi ki kâğıttan bir kitaptır, yine de kâfirler: Bu, apaçık bir sihirden başka bir şey değildir, diyeceklerdi. (Bu Kur’an’a inanmadıkları gibi, semadan gelen ellerinin dokunabileceği kitaba da inanmazlardı.)
Tefsir:
Mekkelilerden bir kısım müşrikler, Resulüllah’a (sav): “Semadan bir kitap getirmedikçe biz sana inanmayız” bazıları da “semandan apaçık sana bir melek gelmedikçe biz sana inanmayız” gibi sözler demişlerdi. İşte bu ayetin iniş sebebi bu olmuştur.[281]
8/9- Hatta (Mekkeliler) O’na (Muhammed aleyhisselama) aşikâr gözümüzle görebileceğimiz bir melek indirilseydi ya! dediler. (Resulüm) dedikleri gibi bir melek indirseydik, her iş bitirilirdi, (onların hepsi helâk olur bir kişi selamet kalmazdı) sonra da kendilerine göz bile açtırılmazdı.
9/10- Biz onu (gönderdiğimiz peygamberi beşer değil de) melek yapsaydık, (yine onu da) mutlaka adam yapar (bir erkek şekline koyar da gönderirdik.) ve şimdi onların yaptıkları hileyi o zaman da biz kendilerine yapardık.
Tefsir:
Peygamber beşer olduğundan dolayı kendilerine benzer göstererek “bu da sizin gibi insandan başka bir şey değildir” (Müminun 23/24) diye hile ve inkâra kalkışan kâfirler, o zaman da meleği insan şeklinde görecekler ve ona: “Biz senin melek olduğunu ne bilelim, sen de bizim gibi bir beşersin” diyeceklerdi. Melek olduğuna inanmayacaklar, getirdiği delilleri kabul etmeyecekler, peygamberliğini kabul etmeyeceklerdi. Bu sıra inanma işi iyice karışacaktı. O halde kâfirler bu istekleri ile işi iyice sarpa sardılar.
10/11- (Resulüm! Seninle alay ettikleri gibi) Senden önceki peygamberler de alay etmiş (fakat onlar sabredip buna dayanmış, üzülmemişlerdi, sen de sabret üzülme), alay edenler, istihzaları yüzünden hepsi helâk olmuşlardı.
11/12- (Resulüm!) De ki: Yeryüzünde bir seyir edip gidin, o kimselerin diyarına (Ad ve Semud kavminin diyarına) sonra (hakkı, peygamberleri) tekzip edenlerin son durumları nice olurmuş, görün. (Eserleri kalmış, özleri azaba ulaşmış).
Tefsir:
Ad ve Semud kavmi Medine ile Şam arasında yaşamışlardır. Allah’ın o bilinen azabı burada onları vurmuştur. Mekkelilerin ticaret için Şam’a giderken yolları buradan geçiyordu. Allah (cc), Mekkelilere buyuruyor ki, oradan geçerken sizin gibi peygamberleri yalanlayanların ne hale geldiğini görün de ibret alın. Ayetin hükmü umumidir. Mekke’ye giden hacıların da yolu buradan geçmektedir. Onlar da bakıp ibret alabilirler.
12/13-(Resulüm! Müşriklere, hakkı tekzip edenlere) “ Asumanlarda ve yerde olan yaratıkların saltanatı kime aittir?” diye sor. (Onlar, bu soruya cevap veremeyeceklerinden dolayı senin özün) de ki: “Onların saltanatı Allah’ındır.” (Siz de bunu inkâr edemezsiniz. Hem neden ki, putlar size ne fayda ne de zarar sağlayamaz, Ama O zatı mukaddes ve pâk olan Allah;) kullarına merhamet edip tövbelerini kabul etmeyi mukaddes zatına vacip kılmıştır. (Gelin Allah’a dönün, tövbe edin O da sizi bağışlasın.) Elbette Allah sizi, varlığında hiç şüphe olmayan kıyamet gününde toplayacak (amellerinizin karşılığını size verecektir.) Öz nefislerine zarar verip şirkte ayağına sağlam olanlar var ya, iman getirmezler. (Artık iman edeceklerini sanma!)
13/14- Gecede ve gündüzde barınan her şey onun mülküdür. (O’nun kudretinin dışına çıkamazlar.) Allah, halkın sözlerini işitip işlerindekini çok iyi bilendir.
14/15- (Resulüm!) De ki: Asumanları ve yeri yoktan vücuda getiren, Allah’tan başkasını mı özüme dost ve muin seçeceğim? (Böyle bir mabudu bırakıp da sizin kendinize putları mabut seçtiğiniz gibi mi yapacağım?) O’dur insanlara rızkı veren, O’nun rızka ihtiyacı yok. De ki: Ben Allah tarafından emrolunmuşum; Allah’a ilk itaat eden ben olurum. (Ve bana denildi ki:) Sen müşriklerden olamazsın! (Belki Allah’a tapan bir muvahhid olursun.);
15/16- De ki: Ben, Rabbime asi olursam gerçekten büyük bir günün azabından korkarım (ki, o gün bana azap olur.)
16/17- Kıyamet günü kim azaptan kurtarılırsa, hakikaten Allah ona merhamet edip azabından kurtarmıştır. Bu aşikâr bir şekilde Allah’ın azabından kurtuluş (Allah’ın merhametidir.)
17/18- (Resulüm!) Eğer Allah sana (hastalık ve fakirlik gibi) bir zarar iliştirirse onu senden Allah’tan başkası götüremez. Eğer sana (zenginlik ve beden sıhhati gibi) bir hayır iliştirmişse Allah her şeye kadirdir, (o hayrı sürekli devam ettirmeye ya da kesmeye kadirdir.)
18/19-O, kullarının üstüne tam hakimdir.(onlar zelil ve mağlupturlar. Allah’ı kudret ve saltanatından dışarı çıkmazlar.) Kısacası O, kullarının işlerini hikmet üzere yürütür, onların iç ve dış yüzlerinden haberdardır.
19/20- [Mekke ehli, Resulüllah’ın doğruluğuna şahit ve mucize istediler, bu ayet onun için nazil oldu.] (Resulüm!) Bu Mekkeli müşriklere de ki: (Benim peygamber olmama şahit ve mucize istiyorsunuz, kabul olma açısından) şahitliği en büyük olan hangi şeydir, (ki ben onu size şahit getireyim?). De ki: “(Benim hak bir peygamber olduğuma sizin ise batıl yolda olduğunuza) benimler sizin aranızda Allah şahittir. Bu Kur’an bana, kendisi ile sizi (Kureyş’i) ve ondan sonra ulaştığı herkesi Allah’a davet edip azabından korkutmak için bana vahyolundu. Allah’la beraber başka mabutlar olduğuna siz (müşrikler) gerçekten şahitlik eder misiniz?” (Resulüm! De ki: “Siz buna şahitlik yapsanız bile) ben şahitlik etmem.” “O ancak yegâne olan pâk ve mukaddes bir zattır ve gerçekten ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden bîzarım”.
Tefsir:
İleri görüşlü insanlar bu ayete dikkat ettiklerinde görürler ki Allah Resulü (sav), peygamberliğinin ispatı için her zaman Kur’an’ı delil göstermiştir. Hokkabazlar gibi tuhaf şeyleri insanlara anlatmamıştır. Bu konu Resulüllah’ın (sav) akl-ı küll ve insan-ı kâmil olduğunu da ortaya kor. Yine bu ayet, Allah Resulü’nün bütün yaratıkların peygamberi olduğuna delildir. Kur’an kıyamete kadar gelen insanlar için nazil olmuştur. Onun mesajı kime ulaşmışsa o, Allah’a davet edilmiş sayılır. Allah Resulü, Allah’ın mesajın insanlara duyurdu ama sonunda kendisi Allah’a kavuştu. Fakat bu Hakiki Mesaj/Kur’an kıyamete kadar dalalette olanlara ve yolunu şaşırmışlara gece-gündüz çağrı yapıp hakka davet ediyor. Bu yüzden hiçbir kimse “bana peygamber gelmedi” diyip inanmamak için bahane uyduramaz. Çünkü Hakiki Mesaj/Kuran-ı Kerim bizim aramızda mevcuttur. Kur’a kıyamete kadar her insana yeter. O, öyle üstün bir kitaptır.
20/21- Kendilerine kitap verdiklerimiz (Yahudi ve Hıristiyanlar) onu (Resulüllah’ı) kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Ehl-i Kitab’ın bilginleri (onu inkâr etmekle) öz nefislerine zarar verirler. Onlar ebedâ iman getirmezler.
Tefsir:
Mekkeliler dediler ki, “Ehl-i Kitab’a sorun bakalım kendi kitaplarında böyle bir peygamberden söz ediliyor mu?” Onlara da kendi kitaplarından Hz. Peygamber’in (sav) adı geçtiği halde bilerek inkâr ettiler. Onun için bu ayet nazil oldu. [282]
21/22- Allah’a iftira bağlayıp, apaçık ayetlerini inkâr edenlerden daha zilim kim vardır! Şüphesiz, Allah’a iftira bağlayan ve onun ayetlerini inkâr eden zalimler ahret azabından kurtuluş yüzü görmezler.
22/23- (Müşrikler yadlarına getirsinler o günü ki) onların kendilerini (ve taptıklarını kıyamet günü) hep bir yere toplayacağız; sonra müşriklere diyeceğiz: “Allah’a ortak koşup ‘bunlar bize Allah yanında şefaat edecekler’ diyerek davasını güttüğünüz ortaklarınız hani nerede?” (Bugün size şefaat etsinler bakalım.)
23/24- (Bu sorudan sonra, onların inkâr ve şirklerinin neticesi:) Sevdikleri putlardan ayrılmak olur.[283] (Dediklerini inkâr ederler) ve: “Rabbimiz Allah hakkı için biz ortak koşanlar olmadık!” derler.
24/25- Gör ki (bu müşrikler kıyamet günü) kendilerini nasıl da tekzip ettiler. (Güya bunun, onlara bir faydası olacağını hayal ediyorlar.) (Şefaatini ümit edip onları Allah’a ortak koşarak) iftira ettikleri (putlar da) onlardan sıvışıp kaçarlar; (onlara yardım etmezler.)
25/26- (Resulüm!) Müşriklerden bazıları vardır ki (Kur’an okurken) seni dinlerler (fakat iman getirmezler. Küfür ve inatlarından dolayı) onu anlamalarına engel olmak için kalplerine perdeler, kulaklarına da ağırlık koyduk. Onlar her türlü mucizeyi görseler bile yine iman etmezler. Hatta sana geldiklerinde seninle tartışmaya başladılar; (Kur’an’ı dinleyip seninle tartıştıktan sonra) o kâfirler: “Bu Kur’an eskilerin asılsız sözlerinden başka bir şey değildir (biz o sözlere inanmıyoruz)” dediler.
26/27. - O müşrikler, insanların Kur’an’a inanmalarına mani olurlar, kendileri de iman getirmekten kenar olup uzak dururlar. Onlar ancak kendi öz canlarına zarar verip helâk ederler. (Başka hiçbir kimseye zarar veremezler. Ama;) şuurları o kadar yufkadır ki (kendilerine olan zararı bile) anlamazlar.
27/28- Müşriklerin, (cehenneme salmak için) ateşin kenarında durduruldukları zaman: “Ne olurdu dünyaya döndürülseydik, Rabbimizin (birliğine ve kudretine delalet eden) ayetlerini yalanlamasaydık da Allah’a iman edenlerden olsaydık.” dediklerini bir görsen.
28/29- Hayır, (böyle, müşriklerin dediği gibi olmaz ki, tekrar dünyaya dönüp de iman etsinler.) Daha önce (dünyada) yapıp gizledikleri çirkin amelleri (kıyamet günü) ortaya çıkınca ondan (dünyaya geri dönmeyi istiyorlar.), yoksa geri çevrilselerdi yine yasaklandıkları şeyi yapmaya döneceklerdi. Kesinlikler müşrikler (ahrette de) yalancıdırlar, (hiçbir vakit inanmazlar.).
29/30- (Bu iddiaları söyleyen müşrikler daha önce dünyada, kıyameti inkâr edip) dediler ki: Dirlik ve hayatımız işte ancak bu dünyadır, elbette biz bir daha dirilecek değiliz. (Böyle diyenler, tekrar dönseler hiç inanırları mı ki!).
30/31- Rablerinin huzurunda durdurulmaya mecbur edildikleri zaman bir görsen! Rableri onlara şöyle der: “(Bu günün gerçek olmadığını inkâr ederdiniz) yine inkâr ediyor musunuz.
31/32- Allah’a yürümeyi, (tekrar dirilmeyi inkâr edenler) hiç şüphesiz öz nefislerine ziyan ettiler. Onlara kıyamet günü[284] gelip nâgehan/ansızın bastırınca (pişman olur da:) öz masiyet ve günahlarının yükünü öz dallarına yüklenip şöyle derler: “Dünyada iyi amelleri terk etmemizden dolayı vah bize!” Haberiniz olsun! Kıyamet günü ne yaman ağır yük çekerler. (Onları o yükten hiç kimse kurtaramaz.).
32/33-Dünya hayatı oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Elbette takva sahibi için ahret evi daha güzel ve faziletlidir. (Dünya tez fani olur, ahret baki kalır.) Hâlâ (nefsin arzularını bırakıp) aklın hükmü ile yürümez misiniz? (Akıl şahittir ki, ahrete inanan için dünyanın fani olması hiç bir zarar vermez.)
33/34- (Ya Muhammed!) Onların seni üzüp tasalandırdığını elbette biliyoruz. Onlar aslında seni tekzip etmiyorlar, lakin bu zalimler Allah’ın ayetlerini bile bile inkâr ediyorlar. (Zira senin Allah’tan geldiğini söylediğin sözleri inkâr etmek Allah’ın ayetlerini inkâr etmek demektir.)
Tefsir:
Bilindiği gibi Allah Resulü (sav)’e Kureyşliler “Emin” diyorlardı. Ebu Cehil: “Ya Muhammed! Biz biliyoruz sen yalan konuşmazsın. Ama biz bu ayetleri inkâr ediyoruz.” dedi. Ahnes b. Şurayk Ebu Cehile: “Ey Ebe’l-Hakem! Şu anda yanımızda kimse yoktur. Söyle bana. Bu Muhammed, söylediklerinde doğru mudur yoksa değil mi?” Ebu Cehil, “Allah’a ant olsun, Muhammed hiçbir zaman yalan konuşmamıştır. Ama Haşim Oğullarında hem Kâbe’ye bakım önceliği olsun hem peygamberlik; peki ya Kureyş’in diğer kollarına ne kaldı! Bu olacak şey değildir.” dedi.
34/35- [Bu ayet-i kerimede Allah (cc), Hz. Peygamber (sav)’i teselli ediyor.] (Resulüm! Bu müşriklerin seni tekzip etmelerine sabret. ) Bunlar seni tekzip ettikleri gibi senden önce gelen peygamberleri de öz kavimleri tekzip ettiler. Kendilerine yardımımız gelip helâk oluncaya kadar yalanlamaya ve eziyet olunmaya sabrettiler. . (Yalanlanan sadece sen değilsin. Sen de sabret. Allah sana yardım edip, müşrikleri zelil edecektir. Sen de onlara galip olacaksın.) Allah’ın vaat ve hükümlerini değiştirecek kimse yoktur. Şüphesiz ki sana, peygamberlerin haberlerinden (bu Kur’an’da) bir kısmı gelmiştir. (Onlar nice eziyetlere sabredip, Allah’ın yardımı da gelince düşmanları mağlup oldular. Sen de o peygamberlere tabi ol, sabret, senin düşmanlarının akıbeti de aynı olacaktır.)
35/36- Eğer o müşriklerin senden yüz çevirmeleri ağır geliyor (Kur’an’dan başka mucizeler istiyor ve sen de başka mucizelerin gelmesini arzu ediyorsan bu olmayacaktır.) Eğer gücün yetiyorsa bir yol bulup yerin içine, ya da bir merdiven bulup göklere çık ara ki onlara bir mucize getiresin! Allah dileseydi, elbette onları hidayet üzerinde toplayıp İslam’a sokardı. (Ama bu alemde herkesin ihtiyarı kendi elindedir. Allah insanların seçme hakkını bu alemde kendilerine bırakmıştır. Bu sebeple yaptıklarının cezasını da buna göre verecektir.) O halde Sen cahillerden olamazsın. (Allah’ın dilerse herkesi hidayete erdirmesinden kuşkun olamaz.)
Tefsir:
Bu ayet ve bundan başka bir kısım ayetler mucize konusunu anlatıyorlar. Bunları iyi inceledikten sonra, diyebiliriz ki, “Resulüllah (sav)’den müşrikler şu şu mucizeleri istediler, o da getirdi demek” Kur’an’ın ruhuna aykırı gözükmektedir. Bir kısım mucizelerin içinde yazıldığı kitaplar buna göre Kur’an’a muhaliftir. Kur’an’a muhalif olan sözler ise batıldır. Müslüman birsinin, inancını Kur’an’a göre ayarlaması gerekir. Kur’an’a muhalif olanları ise kabul etmemesi lazımdır. Şimdi karşımızda iki yol var; ya Kur’an’a muhalif, Hz. Peygamber’e yakıştırılmış bir kısım mucizelerin yazıldığı kitapları kabul edeceğiz ya da Kur’an’ı kabul edeceğiz. Müslüman insan elbette Kur’an’ı tutacaktır. Fakat günümüzde, bihayli insanların nazarında haklı olmayarak itibardan düşmüştür. Falan mollanın yazdığı mucize kitabı yüz defa daha Kur’an’dan muteber sayılmıştır. O kitaptan uydurma bir hadis söylenince onu can u dille dinler ve kabul ederler. Fakat Kur’an’dan bir ayet okunsa “üzerine ölüm baygınlığı çökmüş gibi gözleri dönerek sana baktıklarını görürsün” (Ahzap 33/19) hemen şaşkına dönerler. Bugün Kur’an sadece ölülerin üzerine okunmak için vardır. Müslümanlar zannediyorlar ki, kendi yakıştırdıkları mucizeleri Allah Resulü (sav)’e isnat ederlerse onun için bir büyüklük olur. İyi düşünseler, onların yaptıkları hokkabazlıktan ileri geçmemektedir. Bizim Peygamberimizin en büyük mucizesi Kur’an’dır. Allah bu Kur’an’ı O’na mucize olarak vermiştir. Müşrikler Peygamberimizden (sav) mucize isterlerken bu yüzden Allah (cc), müşriklere: “Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüphe ediyorsanız, haydi onun benzeri bir sure getirin” (Bakara 2/23) demiştir. İkinci kısım mucize ise “mûcize-i mukterih” (İnsanların Hz. Peygamber’den doğruluğuna delil olsun diye istedikleri mucizelere denir.) Bu kısım mucize Hz. Peygamber’den sadır olmaz. İşte mucize kitaplarında anlatılan mucizelerin hepsi bu kabildendir. Nitekim Mekke’de Hz. Peygamber (sav)’den türlü türlü mucizeler istediler de onlara cevap olarak Allah (cc) buyurdu ki Resulüm! De ki: “Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim. Şu var ki, bana ilahınızın, sadece bir ilan olduğu vahyolunuyor.” (Kehf 18/110) Mucizeleri sadece Allah verir sizin istemenizle mucize gelmez. Bu konu inşallah İsra suresinde genişçe anlatılacaktır. (Bkz., İsra 59) Biz şimdi Kur’an’a mı tabi olacağız yoksa insanların kendi arzularına göre yazdıkları mucize kitaplarına mı? Bu türlü kitapların ne seviyede olduğu akl-ı selim kimselerce bilinmektedir! Ben şimdi bir şey demiyorum. Fakat akl-ı selim insanlar o mucize kitaplarını okusunlar sonra da bana hak versinler. O zaman iddiamın doğru olduğuna bana hak vereceklerdir. Eğer deseniz ki, bu mucizeler bize hadiz olarak anlatmaktadır? Hadisin de Kur’an’a muvafakati gerekir. Eğer Kur’an’a muvafık ise onunla amel edilir. Değilse onunla amel edilmez. Bu konuda gelen hadislerin hepsi Kur’an’a muhaliftir. Hiçbirisi itikaden caiz görülecek seviyede değildir. İslam dini nefsin arzularına uyulmakla zayi oldu. Allah bizi hak yoldan ayırıp avare ve kenar eylemesin. Hidayet nasip etsin.
36/37- (Resulüm! Hakkı kabul edip iman edenler) ancak sana kulak verip hikmetamiz sözlerini dinlerler. (İman etmeyen müşrikler ise) onlar ölü sayılırlar. (Ölü kimse işitip görmediği gibi onlar da işitip görmezler.) Allah onları diriltip sonra da O’na döndürülecekler. (Allah da cezalarını verir.)
37/38-Müşrikler (Resulüllah’ı kastederek) “Ona Rabbinden bir mucize inse ya” dediler. De ki: Şüphesiz Allah mucize göndermeye kadirdir. (Fakat Allah bir maslahat gözeterek mucize verir. Öyle sizin istemenizle mucize vermez.) Ama insanların çoğu (Allah’ın maslahat anında mucize göndereceğini) bilmezler. (Bu yüzden senden mucize istiyorlar. Onların istediği yerine gelmeyecektir.)
38/39- Yeryüzünde yürüyen hayvanlar, havada kanat çırpıp iki kanadı ile uçan kuşlardan ne varsa hepsi ancak sizin gibi bir ümmet/cemaattirler. (Sizin olduğu gibi onların da rızkı, belli bir vakitte tayin edilmiş ömrü vardır.) Bütün varlıkların halleri levh-i mahfuzda/ilm-i ilahide tespit olunmuş hiçbir şey geride bırakmadık. (Bütün varlıklar karar verilen vakitleri geldikten) sonra ölüp öz Rablerinin huzurunda toplanacaklardır.
39/40- Mucizelerimizi (Kur’an ayetlerini) tekzip edenlerin hak sözleri işitmekten kulakları kâr/sağır ve hak söz konuşmaktan dilleri lâl olarak (küfür ve şirk) karanlığında kalırlar, (oradan hiç çıkmak istemezler!) Allah kimi isterse (küfrü yüzünden) onu dalalete kor, kimi de isterse (onu da imanından ötürü) doğru yola kor.
40/41- (Resulüm!) De ki: Haber verin bana! Dünyada Allah’ın azabı gelip sizi tutsa veya kıyamet günü gelip size yetişse (azabın korkusundan ve kıyamet gününün dehşetinden size yardım edip kurtarmak için) Allah’tan başkasını mı çağırırsınız? Eğer doğru diyorsanız (bunu açıklayın bakalım).
41/42- Hayır, ancak Allah’ı çağırırsınız. O da dilerse kurtulmak için dua ettiğiniz sıkıntıyı açar (başınızdan defeder.) o zaman siz Allah’a ortak tuttuğunuz şeyleri unutur, (evvelce taptığınız diğer ilahlarınızı terk eder, aklınıza bile getirmezsiniz.)
42/43- (Resulüm!) Gerçekten (seni bu ümmete peygamber gönderdiğimiz gibi). senden önce geçen ümmetlere de peygamberler gönderdik Belki tövbe edip Allah’a yalvarırlar diye onlara açlık, kıtlık ve yaman hastalıkları musallat ettik.
43/44- Bari hiç olamazsa, onlara azabımız geldiği zaman yalvarmalı değiller miydi? Lakin onların kalplerini kasavet/katılık bağladı ve şeytan da onlara yaptıklarını cazip gösterdi. (Böylece peygamberlere tabi olmayıp küfür ve dalaletlerinde devam ettiler.)
44/45- Geçen peygamberleri tekzip edenler, kendilerine yapılan uyarıları unuttuklarında (indirmiş olduğumuz açlık, kıtlık ve yaman hastalıkları kaldırıp) her bir hayır ve menfaat kapısını onlara açtık (onlardan hiç bir tövbe ve dönüş alameti görülmedi) sonunda kendilerine verilenler yüzünden şımardıkları zaman (nimet içinde rahat ve mutlu iken) onlara ansızın azap gönderdik azap içinde şaşkına dönüp ümitlerini yitirdiler.
45/46- Böylece zulmeden cemaatler helâk olup arkaları kesildi, (onlardan bir nefer bile kalmadı.) Cümle aleme terbiye veren Allah’a hamd olsun (ki zalimleri helâk edip yeryüzünü onlardan temizledi.).
Tefsir:
Allah (cc) bu ayette kendisine hamt edilmesini bizzat kendisi öğretiyor. Diğer bir husus, Allah’a hamd etmek nimetlerine şükür anlamını taşımaktadır ki, bu nimetlerden en büyüğü de zalimlerin hakkından gelip onları yeryüzünden temizlemesidir. Bu yüzden Allah’a hamd etmek artık vaciptir. Bu ayette helâk olan kavimler, Ad ve Semud kavimleridir. Ayet onlara işaret etmiştir.
46/47- (Resulüm!) De ki: Haber verin bana! Eğer Allah kulaklarınız ve gözlerinizi alıp sizi kâr/sağır ve kör eder, hiçbir şey anlamasın diye kalplerinizi de mühürlerse böyle iken yegâne Allah’tan başka hangi ilah (bu anlatılan duyuları size geri) getirebilir? Bak, (müşrikler için tevhide/Allah’ın birliğine delalet eden) delilleri nice beyanda bulunuyoruz. (Deliller açık olmasına rağmen yine de) sonradan yüz çeviriyorlar.
47/48- De ki: Haber verin bana! Size Allah’ın azabı habersiz veya gördüğünüz halde inerse, (o vakit bu azabı sizden kim defeder? Müşriklerden, bu azabı, kimse defedemez.) O azaptan hiç zalimlerden başkası mı helâk olur? (Ey müşrikler, öyle ise azaptan korkun da gelin itaat edin.)
48/49- (Resulüm!) Biz, peygamberleri ancak Allah’ın rahmet ve mağfiretini müjdeleyici ve uyarıcılar olarak gönderdik. Kim Allah’a iman eder ve Rabbi ile kendi arasını düzeltirse onlara (kıyamet gününün azabından) korku yoktur, hüzünlü ve tasalı da olmazlar.
49/50- Küfürlerinde ısrar edip itaattan çıkmaları yüzünden ayetlerimizi (Kur’an’ın ayetlerini) yalanlayanlara Allah’ın azabı yetişecektir.
50/51- (Resulüm!) De ki: Ben size, Allah’ın hazinelerinin (insanların tamamıyla rızkının) benim yanımda olduğunu iddia etmiyorum. Gayp ilmini de bilmem. Size (insan oğlunun yapamayacağı işleri yapan) bir meleğim de demiyorum. (Böyle akıldan uzak sözler söylemiyorum. Ta ki benden bir şey kabul edersiniz. Fakat ben sadece Allah’ın peygamberi olduğumu sizse söylüyorum;) ben sadece Allah’ın bana vahyettiği hükümlere tabi oluyorum. De ki: (Ey akılsız topluluklar!) Kör olanla gözlere sahip basireti olan bir midir? (Muvahhid ile müşrik bir midir?) Acaba (kurtuluşunuz için olsun) bir düşünmez misiniz?
Tefsir:
“Ben size, Allah’ın hazinelerinin (insanların tamamıyla rızkının) benim yanımda olduğunu iddia etmiyorum.” Allah Resulü (sav) bu sözden başka hiç bir kelam etmeseydi yine de onun bir peygamber olduğuna bu söz, delil olarak yeterdi. Zira bu ifade doğruluğun esas delilidir. İleri görüşlü olan insanlar bunu ibretle dinlesinler. Bir kısım alimler, bu ayete dayanarak Allah Resulünün olmuş ve olacak her şeyi bildiğini ve gaybın hazinelerinin onun yanında olduğunu iddia edip söylemişlerdir. Yalnız Resulüllah’a değil ondan başka “İmamlar”a ve Sahabe’nin büyüklerine de bu kabil halleri isnat ediyorlar. Bundan da ileri, kendilerinde keşif ve keramet bulunduğunu söyleyerek nice hurafeler yakıştırmışlardır. Dünya ve ahret emirlerinde kendilerine ayrıcalık tanımış ve kendilerinin şefaat edeceklerini söylemişlerdir. Allah’ım bu ne cehalettir... Acaba bu cehaletin sebebi İslam’da bulunan tefrikalardan mı kaynaklanmaktadır? Bunlar apaçık bir dalalet ve İslam’dan çıkıp müşriklere iltihaktır.
51/52- (Kıyamet günü) Rablerinin huzuruna toplanacaklarından korkanları Kur’an ile uyar. (Ama kıyamete inançları olmayanlara Kur’an’ın hiçbir tesiri yoktur ki iman etsinler.) [Anlatıldığına göre Mekkeli müşlikler iki kısma ayrılıyordu: Birinci kısmı ahret hayatının olduğuna inanıyor, diğer kısmı ise inanmıyordu. Bu ayette inananlara hitap ediliyor.] Onlar için (kıymet günün) Rablerinden başka ne bir dost ne de bir şefaatçi olmaz; (sen onları korkut) belki Allah’tan çekinirler (de tevhide sarılırlar.)
52/53-Öz Rablerinin rızasını isteyip maksatları sabah akşam ona ibadet olanları (müşriklerin gönlünü hoş tutmak için) kendinden uzak eyleme! (Gerçi müşrikler onlar hakkında sana “bunlar fakir oldukları için dünyevî maksatlarla senin yanında duruyorlar” demeleri onların iç hesaplarıdır.) Onların hesabından sana bir sorumluluk; senin hesabından da onlara herhangi bir sorumluluk yoktur. (Allah onların ihlasına şahitlik ettikten sonra hiç kimsenin sözlerine itibar etmez.) Müşriklerin isteklerine göre eğer onları yanından uzaklaştırırsan o takdir de haksızlık yapanlardan olursun.
Tefsir:
Rivayet olduğuna göre Kureyş’in ileri gelenlerinden bir takımları Hz. Peygamber’e (sav) uğramışlar, yanında Suheyb, Cenab, Bilal, Ammar, Selman vd. Fakir Müslümanlar bulunuyormuş. “Ey Muammed! Sen kavminden vazgeçtin de bunlara mı razı oldun? Biz bunların arkasından mı gideceğiz? Bunları yanından kovsan biz senin meclisine gelir konuşuruz, belki de sana tabi oluruz.” demişler. Resulüllah “Ben müminleri kovmam” (Şuara 46/114) buyurmuştur. “O halde biz geldiğimiz zaman bunları kaldır, gittiğimiz zaman senin yanında bulunsunlar.” demişler. Resulüllah (sav), onlar belki iman edenler diye iman edeceklerini umarak buna razı olur gibi olmuştu ki, ayet nazil oldu.
Ayetten anlaşılan o ki, Allah Resulü (sav) yanındaki fakir Müslümanları hiçbir şekilde yanından ayırmamıştır. Bir insanın kalbine iman girip yerleştikten sonra İslam dininde o, din ve millet için faydalı sayılır ve ondan fakir olduğu için İslam’a hiçbir zarar gelmez. Fakir olsun zengin olsun İslam, önünde eşittir. Her yönüyle muteber sayılır.
53/54- Müşriklerin, “Aramızda onlara Allah’ın iyilik edip İslam dini için seçtiği kimseler de bunlar mı!” demeleri için onların bir kısmını (müşrikleri) diğerleri ile (fakirlerle) işte böyle imtihan ettik.
54/55- (Ya Muhammed! Kur’an’daki) ayetlerimize inananlar sana geldiğinde onlara (nihayet tevazu ve hürmet edip) de ki: Allah’ın (dünyada) selameti (ahrette merhameti) sizlere olsun. Rabbiniz (sizlere) merhamet etmeyi özüne farz kıldı. (Onun merhameti şudur ki) sizden kim bir cahillik yapıp bir günah ve masiyet işler sonra ardından tövbe edip güzel amel yaparak halini düzeltirse (Allah onu bağışlayıp tövbesini kabul eder.) Şüphesiz Allah, tövbe edenleri bağışlayıp merhamet edendir.
54/56- Böylece (senin için müşriklerin ve günahkârların durumlarını) beyan ediyoruz ki, onların durumunu bilip gittiği yollarından haberdar olasın. (O vakit her suçlunun yoluna göre kendisine muamele edesin.)[285].
56/57- (Resulüm!) De ki: (Beni putlara tapmaktan koruyan vardır) Allah’ın dışında taptığınız şeylere tapmak bana yasak edildi. (Ama siz aklınızla hareket etmeyip putlara tapıyorsunuz.). De ki: Ben sizin nefsinizin arzularına uymam (ki, bir olan Allah’tan geçip sizin gibi putlara tapayım. Nefsin arzularına uymak akılsızların işidir. Şayet sizin gibi nefsin arzularına uyarsam,) bu durumda sizin gibi dalalete düşer ve hak yola ulaşanlardan olmamış olurum.
57/58- De ki: “Ben Rabbimden gelen apaçık bir delil ve burhana dayanmaktayım. (Ama siz delil ve burhanı bir kenara koyup) Allah’ı yalanladınız, (O’na ortak koştunuz. Acele azabın gelmesini istediniz) Acele gelmesini istediğiniz azap benim yanımda değildir, (Allah’ın yanındadır. Ne zaman isterse gönderir.). [Resulüllah’a müşrikler dediler ki, eğer sen doğru isen Allah gökten bize taş yağdırsın] Azap gönderme hükmü ancak Allah’ın elindedir. Hak söz diyen ve hükmedenlerin en hayırlısı Allah’tır.”
58/59- De ki: Sizin tez elden gelmesini istediğiniz azap benim kudret ve seçimimde olsaydı benimle sizi aranızdaki iş tamam olmuştu! (Hükmederdim hepiniz helâk olurdunuz. Doğrusu benim, sizin bu sözlerinize hiç tahammülüm yoktur. Fakat, bütün güç ve kudret Allah’ın elindedir. O da hiç acele etmez, çok halimdir.) Allah sizin gibi zalimleri bizden iyi bilir, (zalimlerin cezasını kendi verecektir.)
59/60- Gayb ilimleri hazinesinin kilidi Allah’ın elindedir. (O ilimleri bilmeye insan için hiçbir yol yoktur.) Ondan başka o ilimleri hiç kimse bilmez. Diyarlarda ve sahralarda olan şeylerin hepsini Allah bilir; onun ilmi dışında (ağaçlardan) bir yaprak bile düşmez. O yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi kitab-ı mübin’de/ilm-i ilahi’de tespit edilmiştir.
Tefsir:
Kitab-ı mübin, Allah (cc)’nun ilminden ibarettir. Allah (cc) kendi ilmini “kitab”a teşbih etmiştir. Nasıl ki kitapta bulunan yazılar kalıcı olup okuyan için hazır mahiyettedir, öyle de bütün her şey Allah’ın ilminde tespit edilmiştir ve onun için aşikârdır. Bu kitap teşbihini/benzetmesini bizim seviyemizde anlatmak için beyan buyurmuştur. Yoksa Allah (cc) kitap veya bunun gibi şeylerden beridir. Onlara ihtiyacı yoktur. Allah (cc) kendi zatında böyle teşbih yatmasın onun zatına aittir. O’nun tespit etmediği ve bizzat anlatmadığı şeyler konusunda bizim ona ait teşbihlerde bulunmamız caiz değildir. O’nun ilmi bütün varlıkları kuşatmıştır. İnsanların bu konudaki indî tevilleri basit kaçar. ..........
Bu ve bundan sonra gelen Allah (cc) kendi mükemmel kudretini anlatmaktadır. Nitekim;
60/61- (Ey insanoğlu! Allah öyle kudret sahibidir ki) Geceleyin sizi öldüren (öldürür gibi uyutan; eğer dilese, günahlarınızdan ötürü sizi olduğunuz gibi bırakıp bir daha uykudan ayıltmayan ve) gündüzün işlediğiniz (günahları da) bilen; sonra da hesabınızı vermek için kararlaştırılan vakit tamam olsun diye gündüzün sizi dirilten (uyandıran) O’dur. Dirildikten sonra hesabınızı vermek üzere O’na döneceksiniz, sonra da (gece gündüz) yapmakta olduğunuz şeylerin haberini size verecektir. (Yaptıklarınızın cezasını size ulaştıracaktır.)
61/62- Bütün kullarının üstünde yegâne kudret ve tasarruf sahibi olan Allah’tır. Size koruyucu (melekler) gönderir.[286] Sonunda sizden birinize ölüm geldiği vakit tarafımızdan gelen melekler hiç vakit geciktirmeden, onun canını alırlar.
62/63-(Melekler onları vefat ettirdikten) sonra da işlerinde hak ve adalet üzere tasarruf eden Allah’a döndürülürler. Haberiniz olsun, (kıyamet günü yaratıklar arasında) hükmetmek Allah’a mahsustur. Hesaba çekenlerin hepsinden daha süratli hesaba çeken O’dur. (Birini hesaba çekmesi, aynı anda diğerini hesaba çekmesine mani değildir.)
63/64- (Resulüm!) De ki: Deryaların ve sahraların karanlıklarından sizi kim kurtarır? (Böyle durumlarda hakirlik içinde) Allah’a aşikâr ve gizlice yalvararak “İlâhî eğer sen bizi bu beladan kurtarırsan elbette sana şükreden bendelerden oluruz” diye dua ediyordunuz;
64/65- De ki: O beladan ve bütün şiddetli ve sıkıntılı musibetlerden sizi Allah kurtarır, (O’ndan başka sizi kurtaracak yoktur.) Yine de Allah’a ortak koşmaya karar veriyorsunuz;
65/66- De ki: “(Lut kavmine gönderdiği gibi) Allah size semadan yahut (Nuh kavmini tufana saldığı gibi) ayaklarınızın altından (yerden) bir azap göndermeğe yahut da (çirkin işler yapa yapa bu günkü Müslümanların düştüğü gibi) aranıza ihtilaf salıp kiminizin zulmünü kiminize tattırmak için musallat etmeye gücü yeter.” (Resulüm!) Bak, anlayıp belki (kötü amellerini terk ederler diye insanlar için) ayetlerimizi inceden inceye açıklıyoruz.
Tefsir:
Allah (cc), “aranıza ihtilaf salıp kiminizin zulmünü kiminize tattırmak için musallat etmeye gücü yeter.” Ayetinin manası zamanımızda daha da anlaşılır olmaktadır. Bu ayetin ne kadar doğru olduğunu günümüz tasdik etmektedir. Görüldüğü gibi Müslümanlar bu gün sayılamayacak kadar çok sayıda fırkalara ayrılmışlardır. Aynı zamanda aralarında bulunan kin ve düşmanlık doruk noktaya ulaşmıştır. Herkes kendi mezhebini doğru karşısındakini batıl saymaktadır. Bu yüzden vahşi canavarlar gibi birbirlerine saldırıyorlar. Katillik o kadar yaygın hale gelmiştir ki, sanki bu konuda Kur’an’da hiçbir yasak yokmuş gibi hareket edilmektedir. Evet İslam dini, ortadan kalkmış ve yerini cehalet karanlığı almıştır. Bir zamanlar dünyanın doğusuna da batısına da hükmeden insanlar şimdi cehalet içinde yüzerek birbirine düşmüşler, kendilerini tanınmaz hale sokmuşlardır. Bundan kurtuluşun çaresi, tekrar Kur’an-ı Kerim’in iyi düşünülüp onunla amel edilmesi, nefsin arzuları kenara itilip doğruların hakim olması gibi hususlardır. Bu ayet, Resulüllah’ın Kur’an’ı Allah’tan getirdiğine en büyük delildir. Hiç bir şey olmasa bu ayet onun doğruluğuna kifayet eder.
66-67/67- (Resulüm!) Senin kavmin (Kureyş, müşriklere inecek olan azabı) yalanladılar. Halbuki (Bedir’de belalarını buldukları gibi) hiç şek ve şüphe olmayarak o gerçek oldu. De ki: Ben sizin vekiliniz değilim, (ki sizi cebren ve kahren onu yalanlamaktan engel olayım. Kur’an’da size anlatılan her haberin) gerçekleşeceği bir zaman vardır. (Vaki gelince hiç şaşmadan vaki olacaktır. O haberlerden biri de azap haberidir. Vakt-i merhunu gelince vuku buldu. Bedir savaşında belalarını buldular.) Siz de onu yakında bileceksiniz, (bakalım oluyor mu olmuyor mu?).
68/68- (Kureyşli müşriklerden) Ayetlerimiz hakkında münasebetsizliğe girenleri gördüğün zaman yüz çevirip onların meclisinden dışarı çık (ta ki Kur’an’dan başka konuya girsinler.). Eğer şeytan bunu sana unutturursa hatırladıktan sonra hemen kalk. [Nefs-i Emmare’den gelen her kötü teklifler, şeytan’a isnat edilir.] O zalimler topluluğu ile eyleşip meclislerinde oturma.
69/69- Takva sahibi olanlara (müşriklerin kazandığı günahlardan ve hesaba çekilmesinden) hiçbir şey terettüp etmez. (Günahlarının cezasını öz nefisleri çekecektir.) Lakin takva sahiplerine düşen şey, belki iman edip muttakiler kervanına katılırlar diye onlara öğüt ve nasihat etmektir.
70/70- (Resulüm! Müşriklerden, inansalar) kendi dinleri olacak olan (İslam’ı dinini) bir oyun ve bir eğlence edinen ve (nefislerinin arzularına uymak suretiyle) dünya hayatının aldattığı kimseleri terk et, (ehemmiyet verme!). Günahkâr nefsin kazandığı amelleri yüzünden ilahî azaba giriftar olup helâk olmaması için Kur’an ile öğüt ve nasihat et. Hiç bir nefis için Allah’tan başka ne işinde tasarruf eden, ne de bir şefaatçi olan yoktur. Faraza (kıyamet günü azaptan kurtulmak için) bütün varını fidye olarak verse, ondan kabul edilmez. (İslam’ı oyun ve eğlenceye alan) işte o kimseler kazandıkları günahlar yüzünden azaba giriftar olurlar. (Kur’an’ı) inkâr ettiklerinden dolayı onlara içecek yerine son derece hararetli bir su ve eziyet veren azap vardır.
71/71- (Müşriklere) De ki: Seza mıdır, Allah’ı bırakıp da bize ne bir fayda ne de bir zarar verebilecek olan şeylere kulluk edelim? Acaba bu da layık mıdır ki, Allah bizi (İslam dinine) hidayet ettikten sonra şeytanların düz yoldan kenara salıp beyabanda/sahrada şaşkına çevirmek istedikleri, arkadaşlarının ise: “Bize gel (biz yolu biliyoruz, yoksa helâk olursun)” diye doğru yola çağırdıkları şaşkın kimse gibi gerisin geri yine şirke döndürülelim? (Resulüm!) De ki: Hak olan hidayet Allah’ın hidayetidir; (İslam’a götürüyor. Ondan kenara düşen dalalete düşer.) Biz, cümle aleme terbiye veren yegâne Allah’a itaat etmekle emrolunmuşuz;
Tefsir:
Bu, “şeytanların düz yoldan kenara salıp beyabanda/sahrada şaşkına çevirmek istedikleri, arkadaşlarının ise: ‘Bize gel (biz yolu biliyoruz, yoksa helâk olursun)’ diye doğru yola çağırdıkları şaşkın kimse gibi” misali Arapların itikadına göredir. Burada inkârcı insanın durumu, şöyle bir temsil ile anlatılmaktadır: Adam arkadaşları ile beraber yola çıkar ama yolu şaşırır, çıkmaza girer. Gulyabaniler onu şaşırtıp yoldan çıkarmıştır. Doğru yolda bulunan arkadaşları ona: “Yol burada, buraya gel!” diye bağırırlar. Ama onları dinlemez, başka yol da bulamadığı için vahşi çölün içinde sersem ve şaşkına döner. Araplar diyorlar ki cin, şeytan ve gulyabaniler insanlara sahrada musallat olurlar. Onu düz yoldan kenara salıp helâk ederler. Bundan dolayı bir kısım masallar anlatıla gelmiştir. Allah (cc) Kur’an’ında insanın adet edindiği misalleri onlara vererek, onlara göre bir hakikati anlatmak ister. Yoksa çöldeki gulyabaninin varlığını kabul etmiş sayılmaz. Bu yüzden Arapların anlata geldikleri bu misalleri onlara vererek aslında hurafe olan fakat faslında/konugereği bir hakikati dile getiren bu misali vermeğe hiç bir mani yoktur. Örf ve adet, meşhur ve şayii olan emirlerdendir.
Diğer bir konu da, belki Allah (cc) müşriklerin özlerini şeytan sayıp onların aldatmasıyla sahrada arkadaşlarını saptırarak şaşkına çevirmeleri de bu ayette teşbih yapılıp gerçek bir konu olarak anlatılmış olabilir.
72/72- (Yine) “Namazı kılın ve Allah’a karşı saygılı olun” (diye emredildik). Hesap vermek için tamamen Allah’ın huzuruna toplanacaksınız.
73/73-74- O, asumanları ve yeri hikmet üzere ciddî bir makasatla yaratan Allah’tır. Allah neyi murad ederse o şeye “ol” dediği gün her şey oluverir. [ “kün” lafzı Allah’ın iradesinden ibarettir. Allah’ın iradesi bir şeye taalluk ederse/ilişki tutarsa, o şey hemen olur. Yete ki O, “kün” diye bir murat buyursun.] Allah’ın sözü, fermanı tamamen haktır. Hikmet üzeredir. (Her yaratık hikmet üzere vücuda gelir.) Bedenlere can üflendiği gün de hükümranlık Allah’ındır. Olanı, olmayanı bilendir ve O, hikmet sahibidir, hayır ve şer adına ne işlenmişse hepsinden haberdardır.
Tefsir:
“Sûr” kelimesi “suret” kelimesinin çoğuludur. Sur’dan murat bedenlerin suretleridir ki, ölünce dağılırlar; nefh-i sur (bedenlere canın girmesi) ile yeniden dirilirler. Nahivcilerden Ebu Ubeyde (210/825) ve tefsircilerden Hasan el-Basrî (110/728) ile Mukatil b. Süleyman (150/767) bu görüştedirler.[287] Sur hakkında vermiş olduğumuz bu bilgilerden başka bu konuda manasız ve akıl dışı bir çok sözler vardır ki, onları anlatmayı uygun bulmadık.[288]
74/75- (Resulüm! İnsanlara İbrahim’in hallerini anlat.) İbrahim, atası Âzer’e: Putları kendinden ötürü mabut mu ediyorsun? (Ey ata! Yegâne olan Allah’ı bırakıp putlara tapıyorsun) doğrusu ben seni de kavmini de aşikâr bir dalalet içinde görüyorum, demişti.
75/76- Allah’ın birliğine yakîni olan kimselerden olması için (nasıl ki İbrahim’i basiret sahibi edip kavminin ve atasının dalalette olduğunu bildirdik. ) Böylece ona Allah’ın mükemmel saltanat ve kudretini semalarda ve yerde gösterdik, dalalet perdesini onun temiz kalbinden açtık, (bununla Allah’ın birliğini delilleri ile ispata etti).
Tefsir:
Hz. İbrahim’in babası, put sanatı ile uğraşır ve yaptığı putları, satması için Hz. İbrahim (as)’a verirdi. O da çarşıya götürürdü. Pazarda satarken, “bir kimseye ne faydası ne de zararı olan bunları kim alır?” diye bağırırdı. Sonra onları alıp su kenarına götürür ve onların kafasını suya sokarak “niçin içmiyorsunuz?” derdi. İnsanlar bunu görüp ta çocukluğunda ona kızarlardı. On altı yaşında iken peygamberlik geldi. Davasını açıkladığı zaman ona yardım edecek hiç kimsesi yoktu. Hatta babası bile onun karşısında oldu. Buna rağmen Hz. İbrahim (as) yılmadan müşriklerin karşısında davasını anlattı.
İbrahim (as)’ın kavmi bazen puta tapar bazen de yıldızlara taparlardı. Hz. İbrahim istedi ki, kavmine istidlal/deduction/tümdengelim metodu ile Allah’ın varlığın birliğini anlatsın. Yani bu taptığınız şeylerin hiçbirisi ibadete layık değildir, diyordu. Çünkü tapılan putların hepsi hadis’tir/sonradanolma’dır. Sonradan olanlar mabut olamazlar. Sonradan olanları mutlaka birisi yaratmıştır. İşte mutlak kudret sahibi ve yegâne mabut olan her şeyi yaratandır. Bütün zerrelerin/atomların ve kâinatların/evrenlerin hükmü ve idaresi o pâk ve mukaddes olan zata bağlıdır. İşte gelecek ayette de anlatılacağı üzere delilleri ile onların dinlerinin batıl olduğunu eşsiz bir ispat örneği ile anlatacak. Şimdi o ayetlerin manasına başlıyoruz:
76/77- Gece kararınca bir yıldız (Zühre/Çobanyıldızı) gördü, (kavminin dinlerini batıl saymak gayesi ile onların ifadesini kullanarak) Rabbim budur, dedi. (Bekledi; biraz sonra) yıldız batınca, (onların dinlerini batıl saymak için) batanları sevmem, dedi. (Bir halden bir hale; bir yerden diğer yere durmadan değişen; gâh meydanda gâh perde altında bulunan bir mabudu dost tutamam, bana böyle mabut lazım değildir.)
77/78- (Sonra dayanıp bekledi; ay doğunca ona tapanlar secdeye vardılar. İbrahim) Ayı görünce, (Zühre değil) Rabbim budur, dedi. O da (yıldız gibi) batınca, (Akıllı kimse yıldıza tapar mı, bu Ay da yıldız gibi battı, bunlara tapılır mı?) Rabbim bana hidayet etmese (sizin gibi) haktan sapan kimselerden olurum, dedi.
78/79- Güneşi doğarken görünce de, (Hz. İbrahim onlara karşı, onların dili ile) budur Rabbim, bunun özü onlardan hem büyük hem de daha nuranidir, dedi. O da batınca, dedi ki: Ey kavmim! (Bu da onlar gibi battı. Bunların hiçbiri ibadete layık değildir. Bunların hareketinden anlaşılan o ki hepsi yaratılmışlar cümlesindendir. Yaratılmışlar mabut olamazlar.) gerçek o ki, Ben sizin Allah’a ortak koştuğunuz şeylerden beri ve bîzarım.
79/80- [İbrahim (as) onların dinlerinin batıl olduğunu delilleriyle ispat edince, Allah’a tapılmasının gereğini beyan etmek için buyurdu ki:] Ben bütün batıl şeylerden geçip hakka yönelerek yüzümü semaları ve yeri (yoktan ) yaratan Allah’a döndürdüm. Elbette ben (sizin gibi) Allah’a şirke karar verenlerden değilim.
80/81- (Hz. İbrahim onların dinlerini batıl sayınca) Kavmi onunla münakaşaya giriştiler (ve Allah’ın birliğini kabul etmediler.) O da dedi ki: (Siz ne kadar anlayışsız insanlarsınız!) Beni tevhide hidayet etmişken, (hâlâ) Allah hakkına benimler tartışıyor musunuz? [Müşrikler İbrahim (as)’ı korkutup dediler ki, o putlar hakkında uygun olmayan şeyler konuşma, yoksa sana bir zarar verirler. İbrahim (as) buyurdu ki:] Ben sizin O’na ortak koştuğunuz şeylerden (putlardan) korkmam. (Zira sizin putlarınızın hiçbir zarar vermeğe kudretleri yoktur.) Ancak, Rabbimin birey dilemesi hariç. (Çünkü benim Rabbim, isterse zarar vermeğe kadirdir. Zarar vermeğe gücü yetmesi hayret verecek bir şey değildir, zira) Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır, (her şeyi bilen, her şey hakkında tasarrufa sahip olur.) Hâlâ düşünmez misiniz? (Ki kudreti olanla olmayanın arasını fark edesiniz.).
81/82- Siz, Allah’ın size haklarında hiçbir delil indirmediği şeyleri O’na ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden niye korkayım? (Halbuki Allah, kendisinden korkmanız hakkında delil göndermişken, sizin putlarınızın böyle bir garantisi de yoktur. O halde ben sizin putlarınızdan korkacağıma siz Allah’tan korkun da şirkten vazgeçin.) Eğer ilim sahibi iseniz, (söyleyin), iki gruptan (muvahhid ve müşrik) hangisi güvende olup rahat olmaya daha yaraşır?
82/83-İnanıp da imanlarına herhangi bir şirk bulaştırmayanlar, işte onlar (Allah’ın azabından) güvende olup rahat edenler ve hak yolu bulanlardır.
Tefsir:
En büyük zulüm Allah’a şirk koşmaktır. Hangi zulümdür ki şirkten büyük olmasın! Nitekim Lokman (as) nasihatinde oğluna diyor: “Oğul! Allah’a şirke karar verme! Allah’a şirke karar vermek büyük zulümdür.” (Lokman 31/13) Bu konu inşallah lokman suresinde anlatılacaktır. Bkz., (Lokman 31/13)
83/84- İşte bu, kavmine karşı İbrahim’e ihsan ettiğimiz delillerimizdir. (O kavmini delillere dayanarak Allah’a davet ediyordu. Böylece o, kavmine galip geldi. Biz de onun derecesini yükselttik.) Biz dilediğimiz kimselerin derecelerini (hikmet ve ilim bakımından) yükseltiriz, (Nitekim İbrahim’in derecesini de yükseltmiştik.) Hakikat şu ki senin Rabbin her bir ilimde hakimdir ve insanların amellerini de iyi bilir.
84/85- Biz İbrahim’e İshak’ı ve (onun oğlu) Yakub’u da bahşiş verdik [Allah, İbrahim’e kendisi hayatta iken İshak’ı ve İshak’ın oğlu Yakub’u yani torununu vermişti]; hepsine de hidayet edip (peygamberlik verdik). Nuh’a da İbrahim’den önce hidayet edip (peygamberlik vermiştik). İbrahim’in evladından Davud’u, Süleyman’ı, Eyyub’u, Yusuf’u, Musa’yı ve Harun’u hak tarafına hidayet etmiştik; işte böyle güzel amel edenlere hayırlı mükâfat veririz (ve doğru yola hidayet ederiz.).
85/86- (Yine İbrahim’in evladından) Zekeriyya, Yahya, İsa ve İlyas’ı da (doğru yola hidayet ettik) Hepsi de salih kimselerdendir.
86/87- (İbrahim evladından) İsmail, Elyesa’, Yunus, ve Lût’u da (hidayete erdirip) her birini öz alemlerine üstün kıldık.
87/88- Bu zikrolunan peygamberlerin, bazısının babalarından, çocuklarından ve kardeşlerinden hidayet edip kendi alemlerinde olan insanlara üstün kıldık. (Adları anılan peygamberleri de bulundukları insanlar içinde) seçkin kılıp doğru yola hidayet ettik.
Tefsir:
Burada Nuh’dan sonra anlatılan, peygamberlerin hepsi Hz. İbrahim (as)’ın evladından değildir. Mesela Lut (as) Hz. İbrahim’in kardeşi Haran’ın oğludur. Hz. İsa (as) ise kız tarafından oğlu sayılır. Yunus (as) ise onun soyundan değildir. Fakat hepsi peygamberler kervanından olduğu için aynı evlat zümresinden değerlendirildiler.
88/89- Allah’ı bir bilip O’na şirk koşmamak Allah’ın bir hidayetidir. Allah, bendelerinden istediğine tevhit yolunu gösterir. Eğer onlar da (Allah’ın birliğine inandıktan sonra farz muhal) Allah’a ortak koşsalardı yapmakta oldukları amelleri hiç sayılırdı. (Çünkü şirk, bütün amelleri yakar götürür.)
Tefsir:
“Eğer onlar da (Allah’ın birliğine inandıktan sonra farz muhal) Allah’a ortak koşsalardı yapmakta oldukları amelleri hiç sayılırdı.” Ayetinde “onlar” dan maksat peygamberlerdir. Fakat peygamberler masumdur. Günah işlemezler. Böyle bir ihtimalin söylenmesi ise temsil içindir. Yani: “Olmaz ya, farz muhal, şirk koşan peygamber dahi olsa ameli boşa gider.” demektir.
89/90-İşte onlar, kendilerine kitap, hikmet ve peygamberlik ihsan ettiğimiz kimselerdir. (Resulüm! Eğer Mekke ehli) bunları inkâr ediyorlarsa yerlerine gerçekten peygamberlere ve kitaplara inanıp inkâr etmeyen bir toplum getirdik, (ki onlara inanır da asla inkâr etmezler.)
Tefsir:
Mekke kâfirlerine karşı Ensar ve Medinelileri; Arap kâfirlerine karşı diğer kavimlerin müminleri; bütün kâfirlere karşı, Adem oğullarından peygamber, sahabe ve her münin ve hatta melekler bu kavimdendir. Acaba bizim bu zamanımızda olan Müslümanlar da bu gelen kavimden midir? Allah bilir. Onların amelleri buna şahittir!
90/91- (Resulüm!) İşte o peygamberler Allah’ın hidayet edip nübüvvet makamı ile ikramda bulunduğu kimselerdir. Sen de (Usul-i dinde aynı olmak ciheti ile) onların yoluna tabi ol. (Mekkelilere) de ki: Ben buna (Allah’ın hükümlerini size tebliğ etmeme) karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Bu Kur’an cümle alem için ancak bir öğüt ve nasihattir.
Tefsir:
Allah Resulü (sav) ta işin başında onlara güven vermek için “tebliğime bedel sizden hiçbir şey istemiyorum” diyor. Çünkü nice zamanlar olmuştur ki, iki arkadaş belki iki kardeş ihtiyaç anında menfaatler öne çıkarak aralarına tefrika girmiştir. İslam şeriatinde ücret istemeye dair açıklama (Yunus 10/72) gelecektir.
91/92- Allah’ı gereği gibi tanımadılar. (Halbuki Allah’ın lütuf ve ihsanı bütün insanlığı kuşatmış ve bunun bir meyvesi olarak kendilerine peygamber gelmiştir. Ama bu nimeti de inkâr ettiler. Ve Yahudiler:) “Allah insana hiçbir şey indirmedi (insandan peygamber göndermedi.” Bu sözün Yahudilerden çıkması çok hayret vericidir, zira onlara da, Musa gelmişti). De ki: (Allah hiçbir insana hiçbir şey göndermedi peki) Musa’nın insanlara bir nur ve hidayet olarak getirdiği Kitab’ı/Tevrat’ı kim indirdi? (Ey Yahudi alimleri!) siz onu parça parça kâğıtlara çevirdiniz, bir kısmını belli ettiniz, bir çoğunu da gizlediniz (böylece insanlar arasına ihtilaf saldınız.). (Ey Yahudiler!) Sizin de atalarınızın da bilemediği şeyleri öğreten (Muhammed aleyhisselam ve Kur’an’a inanın). (Resulüm! Onlar Kur’an’ın sana indirildiğine inanmıyorlarsa sen ) de ki: (O’nu bana) Allah indirdi. Sonra onları bırak batıl sözleriyle batıp oynaya dursunlar, (Allah onlardan intikamını alacaktır.).
92/93- Bu Kur’an, Ümmü’l-Kurâ/Mekke ve onun etrafındaki insanları uyarmak için sana indirdiğimiz ve kendinden önce inen kitapları tasdik eden mübarek ( menfaatli) bir kitaptır. (Onun menfaati daimidir. Zamanın icaplarına göre dinî ve dünyevî her müşkülü çözmede faydalanacağınız bir vaziyettedir. Bu yüzden daha ondan başka bir kitap gönderilmeyecektir. İhtiyaç da yoktur.) Ahrete inananlar Kur’an’a da inanırlar ve (ahrete, Kur’an’a inananlar) namazlarına da muhkem sarılıp her vakit onu eda ederler.
Tefsir:
Bu ayet Resulüllah (sav)’in bütün insanlığa gönderildiğine delildir. Onun risaleti ebedî ve everenseldir. Doğudan batıya, kuzeyden güneye kadar hep bütün topraklar, Mekke’nin etrafı sayılır. Allah Resulü ise bu yerlerin hepsine peygamber olarak memur edilmiştir. Bu ayetten başka Resulüllah’ın bütün bir beşere gönderildiğine dair nice ayetler vardır. Fakat bu ayette daha bu mesele daha açık bir şekilde anlatılmıştır.
“Ahrete inananlar Kur’an’a da inanırlar ve (ahrete, Kur’an’a inananlar) namazlarına da muhkem sarılıp her vakit onu eda ederler.” Ey Allah’ın Resulü (sav)! Bir bu zamanda Yesrib/Medine toprağından başını kaldır da ümmetini temâşâ et. Allah’ın sana ısmarladığı gözlerin nuru namaz insanların arasında nasıl terk edildiğini bir gör. Belki öyle yerler vardır ki oralarda namaz kılanları alay konusu yapmışlardır. Ya Resulallah! Sen namaza o kadar ehemmiyet veriyordun ki, namazda durmaktan ayakların şişerdi. Efsûs/eyvah, ümmetin böyle mübarek bir ibadeti terk etti. Sonra da türlü türlü teviller uydurdular ki akla hayale gelmezdi.
93/94- Allah’a yalan bağlayan yahut ona hiçbir şey vahyedilmemişken “Bana da vahiy geliyor (ben de peygamberim)” diyen ve “Allah’ın indirdiği gibi bir Kur’an ben de getireceğim” diyenden daha zalim olan kim vardır? (Halbuki ne Kur’an’ın bir mislini getirebildiler ne de getirebilirler.). (Resulüm!) O zalimleri ölümün şiddetli sarhoşluğunda can verirken hele bir görsen, (nasıl zorlu bir şekilde can veriyorlar. Can verirken) Melekler pençelerini onlara uzatarak: “Ruhlarınızı bedenlerinizden çıkarın, (size şimdi bir dakika bile mühlet yok)” derler. (Can verirken o zalimlere:) “Hak olmayan sözleri Allah’a isnat etmenizden ve O’nun mucizelerine karşı kibirlilik etmenizden ötürü bu gün siz, son derece zelil ve hor eden azap ile cezalandırılacaksınız, (denilir.)
Tefsir:
“Bana da vahiy geliyor (ben de peygamberim)” diyen yalancı peygamber Müseyleme ve Esved el-Ansî’dir. Resulüllah (sav) devrinde, Esved öldürülmüştür. Müseyleme ise Ebu Bekir (ra)’ın hilafeti zamanında öldürülmüştür.
Melekler pençelerini onlara uzatarak: “Ruhlarınızı bedenlerinizden çıkarın, (size şimdi bir dakika bile mühlet yok)” derler. Bu ayette şöyle bir teşbih yapılmıştır. Nasıl ki, borçlu kimseye alacaklısı “bu saatte benim borcumu ödeyinceye kadar buradan ayrılmayacağım” der. Melekler de zalimlerin canlarını alırken “tez canını çıkar, ver. Canını verinceye kadar buradan ayrılmayacağız” derler. Alacaklı cebren ve zorba ile malını aldığı gibi, meleklerde onun canını acıta acıta zorla alırlar.
94/95- (Kıyamet günü Allah, asilere ve müşriklere şöyle buyurur: Dünyada ömrünüzü mal, makam, şöhret elde etmek için tükettiniz. Belki de Allah’ı bırakıp özünüz gibi olan kimselerden yardım istediniz ve onlara güvendiniz. Bugün artık onların hiçbiri size fayda vermeyecektir. Şimdi bize) ilk defa yarattığımız gibi tak başına (maldan, makamdan ve şandan) soyutlanarak geldiniz. Ve dünyada verdiğimiz şeyleri arkanızda bıraktınız. (İhsan ettiğimiz bunca nimetten hiç faydalanmadınız, hak yoluna bir dinar bile vermediniz. Kazandıklarınızı şimdi varislerinize bıraktınız, fakat bize bom boş döndünüz.) Hani, bugün yaratılışınızda ortaklarımız sandığınız (Allah’ın ortakları sandığınız) şefaatçilerinizi de sizinle beraber göremiyoruz? (Onlar nerede kaldılar? Bu gün gelip size yardım etseler ya! Hayır! Size bugün kimse yardım edemez.) Allah’a şirk koştuğunuz putlarınızla aranız şimdi açıldı ve (size aracılık yapacaklarını) sandığınız (putlarınız da) şimdi sizden sıvışıp kaçtılar.
95/96- (Resulüm! De ki:) Şüphesiz ki taneleri ve çekirdekleri yaran Allah’tır, (Allah’a ortak koştuğunuz putlarınız değil). O, diriyi ölüden (İnsan ve hayvanı, nutfeden/zigottan; bitki ve ağaçları da tohumdan), ölüyü de diriden (nutfeyi/zigotu, insan ve hayvandan; tohumu da bitki ve ağaçlardan) çıkarır. (Ölüyü diriden, diriyi ölüden çıkaran Allah’tır,) sizin Allah’ınız. Böyle Allah’tan nasıl da yüz çeviriyorsunuz? (Başka putlara tapıyorsunuz.).
96/97- Sabahı yarıp geceyi karanlıktan ayıran Allah’tır. O, (gündüzün meşgul olup yorulduktan sonra dinlenmek için) size geceyi istirahat zamanı yaptı, Güneş ve Ay’ın (hareketlerini, vakitlerin tayini için) birer hesap ölçüsü kılmıştır. (Güneşin ve Ay’ın belli hareketleri) Aziz ve Alim olan Allah’ın bir takdiri ve hükmüdür. (Onlar onun takdir ölçüsü ile boyun eğerek hareket ederler.)
Tefsir:
Bu ayette sözü edilen Güneş ve Ay’ın faydalarının sadece takvimcilik olduğu akla gelmemelidir. Onların faydaları buna münhasır değildir. Onların bunlardan başka faydaları da vardır fakat onlardan her insan istifade edemeye bilir. Bu ayette sadece onların faydalarından sadece bir kısmına işaret edilmiştir.
97/98- O, (size bir kıymet verip) sahrada ve deryada gecenin karanlıklarında kendileri ile yolunuzu bulup şaşırmayasınız diye sizin için nuranî yıldızları yaratandır. (Resulüm! Bizim birlik ve kudretimize delalet eden) bu işaretleri ilim sahibi bir cemaat için iyice beyan ettik (ki ilim sahibi insanlar bu anlatılanlara bakıp bizim kudretimizi anlasınlar).
98/99- Allah’tır ki, siz insan oğlunu tek bir Adem’den vücuda getirdi. [İnsan oğlu gerçi Adem ile Havva’dan meydana gelmişse de Allah’ın bunu yalnız Adem’e isnat etmesi, soyun tespitinde babaya isnadın muteber sayılmasının bir işaretidir.] (Sizin için) anaların rahmini ve babaların sulbünü bir emanet yeri kıldı. Hakikat, (bizim mükemmel kudretimize delalet eden) alâmetleri iyice düşünüp anlayan bir cemaat için ayrıntılarıyla beyan ettik.
99/100- Semadan suyu indiren O’dur. [Bundan sonra Allah, gaip kipinden birinci şahıs kipine geçiyor.] Onunla her çeşit bitkiden bitirdik, o göğeren şeylerden (her biri bir çok sürgünlere ayrılan) taze bitkiler çıkardık, ondan da birbiri üzerine binmiş taneler; hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımlar; üzüm bağları, zeytin ve nar bahçeleri kurduk; bu meyvelerden bazısı (tat ve renk bakımından) birbirine benzer, bazısı ise benzemez. Meyve verirken ve olgunlaştığı zaman hele bir bakın ki (nasıl da çıkıp olgunlaşıyorlar.) Hiç şüphesiz bütün bunlarda inanan bir toplum için (Allah’ın mükemmel kudretine delalet eden) ibretler vardır.
100/101- Müşrikler, cinleri Allah’a ortak koştular. Halbuki onları da Allah yaratmıştır. (Allah’ın yarattığı şeyler, onlara nasıl ortak koşulabilir?). (İnsan oğlu) bilgisizce O’na oğullar ve kızlar yakıştırdılar. (Yahudiler, “Üzeyir Allah’ın oğludur”; Hıristiyanlar, “Mesih Allah’ın oğludur”; Kureyş, “Melekler, Allah’ın kızlarıdır” dediler). Allah, onların iler sürdüğü vasıflardan münezzeh ve yücedir.
101/102- O, semaları ve yerin eşsiz harika yaratıcısıdır. O’nun çocuğu nasıl olur, eşi yok ki! (Nazıri ve benzeri olmayanın eşi de olmaz, öyle ise Allah’ın eşi olamaz.) Her şeyi Allah yaratmıştır. Her şeyin aynı ve kendisi Allah’ın ilmindedir.
Tefsir:
Bu ayette olduğu gibi, yaratılan yaratana nazır/emsal olamaz. O halde Allah’ın emsali yoktur. Emsali olmayanın eşi de yoktur. O halde Allah’ın eşi yoktur. Eşi olmayanın çocuğu da olamaz.[289] Öyle ise Allah’ın çocuğu da yoktur. Allah her şeyi bildiği gibi bunu da biliyor ve diyor ki benim çocuğum yoktur. O halde niçin ona iftira ediyorsunuz?
102/103- Bu anlatılan sıfatların sahibi Allah işte O’dur. Sizin Rabbiniz. İbadete layık Allah’tan başka hiçbir mabut yoktur. Her şeyin yaratıcısı Allah’tır, ona ibadet edin. Her şeyin vekili ve onlardan tasarruf eden Allah’tır.
103/104- Gözlerde olan görebilme kuvveti Allah’ı görecek kudrette değildir. (Bu gözler ancak cisimleri görürler. Allah cisim olmaktan münezzehtir.) Allah gözlerin hakikatini anlar. (Allah, gözün içinde olan damar ve sinirlere yerleştirilen maddi ve manevi kuvveti bilir. Ama o kuvvet Allah’ı fizikî olarak göremez.) Allah (bu maddi gözlerin göremeyeceği kadar) latiftir, (fakat kendisi ince ve latif olan şeylerin hepsinden) haberdardır.
104/105- (Resulüm! İnsanlara de ki:) “Rabbiniz Allah’tan size deliller geldi. (Kur’an ayetleri geldi ki kalbiniz nurani olup hakka ulaşasınız.). Kim (O delillerle) basiretini açar kalbini nurlandırırsa (hakka nail olursa kendi lehine yapmış olur.) kim de hakka vasıl olmaktan kör olursa o da kendi aleyhine yapmış olur. Ben sizin amellerinizi koruyup saklayan değilim (ki, onlar ceza vereyim. Sizin amellerinizi koruyan ve ceza veren Allah’tır.)
105/106- (Resulüm!) İşte biz böyle ayetleri türlü türlü çevirip açıklıyoruz, (müşrikler sana) desinler ki, “sen ders almışsın” (okuma yazma bilmeyen bunları bilemez ve bunlar vahiyle de olmaz. Demek ki sen kimsenin haberi olmadan ders almışsın. Böylece inatlarında ısrar etsinler. Biz de ayetlerimizi onlara değil) ilim sahiplerine beyan ederiz ki hak olduğunu anlasınlar;
106/107- Rabbinden sana vahyedilene tabi ol. Allah’tan başka ibadete layık mabut yoktur. (Ki o sana Kur’an’ı gönderdi.). Müşriklerden yüz çevir (onlara cevap verme. Çükü onlar akla uygun hareket etmiyorlar.)
107/108- Allah isteseydi, onlar ortak koşamazlardı. (İnsanların hepsi cebren Müslüman olurdu. Bunların hepsi Allah’ın kudret elindedir. Kimse o kudretin dışına çıkamaz. Herkes seçme özgürlüğüne sahiptir, fakat cezasını Allah’a verecektir.) Biz seni onların üzerine bir bekçi kılmadık. Onların vekili de sen değilsin (ki, işlerini sen çeviresin, rızklarının taksimini de sen yapasın. Bunların hepsinin tasarrufu Allah’ın elindedir.).
Tefsir:
Allah Resulü (sav)’e Mekke’de çok yardımcı olan amcası Ebu Talip hasta yatakta yatarken, kendisini seven müşrikler dediler ki, “gelin yanına gidelim. Kardeşinin oğlu Muhammed’e nasihat etsin de bizim putlarımıza ilişmesin.” Kureyş’in büyüklerinden, Ebu Süfyan, Ebu Cehil, Nadir b. Haris, Umeyye b. Halef, Ubey b. Halef, Ukbe b. Ebi Muayt, Amr b. el-As ve Esved b. Ebi’l-Buhteri Ebu Talib’e geldiler. Dediler ki: “Ey Ebu Talib, sen bizim büyüğümüz ve ağamızsın, Hz. Muhammed (sav) bize eziyet ediyor, putlarımızı hiçe sayıyor. Senden arzumuz, ona diyesin ki bizim mabutlarımızdan el çeksin, biz de onun mabudundan el çekelim.” Ebu Talip, Allah Resulünü yanına çağırdı onların dediklerini nakletti ve: “Kardeş oğlu onların teklifleri pek de kötü değil kabul eyle.” dedi. Allah Resulü (sav), “ben onlardan bir kelime istiyorum” dedi. Ebu Cehil “o kelimeyi bırak, biz onun on mislini kabul edelim.” dedi. Allah Resulü (sav) “lâ ilahe ill’allah Muhammedu’r-Resulüllah” dedi. Orada bulunanlar nefretle kalkıp gittiler. Ebu Talip “Kardaş oğlu daha başka diyeceğin bir şey var mı” dedi. Allah Resulü (sav): “Ey amca! Bir elime güneşi, diğer elime Ay’ı koysalar, risaletimden zerre kadar ayrılmam. Ya Allah bana bu risalet vazifesini ifa etmeye kudret verir ya da bu uğurda feda olurum.” dedi.[290]
108/109- [Müslümanlar Mekke’de müşriklerin putlarına uygunsuz hareketlerde bulunuyorlardı, bunu yasaklamak için bu ayet imiştir.] (Ey Müslümanlar!) Allah’tan başkasına tapanların (putlarına) sövmeyin; (sizin sövmeniz şuna sebep olur;) sonra onlar da kalkar bilmeyerek Allah’a söverler. Biz her ümmete yaptıklarını güzel gösterdik. Sonunda hepsi Allah’a dönecektir. Dünyada ettikleri amelleri onlara haber verilecektir. (yaptıklarının cezasını çekeceklerdir.).
109/110- Onlara bir mucize gelirse mutlaka inanıp (İslam’a gireceklerine dair) en ağır yeminleri ile Allah’a ant içtiler. (Müşriklere) De ki: Mucizeler Allah’ın yanındadır, (eğer maslahat görürse gönderir). (Resulüm! Sen arzu ediyorsun ki bir mucize gelsin de onlar inansınlar;) ama bilmiyorsun ki, mucize gelse de inanmayacaklar.
110/111- (Yaptıklarının yüzünden) onların kalplerini ve gözlerini ters çeviririz. Evvelce inanmadıkları gibi (şimdide inanmazlar.) Onları sersem bir şekilde küfürleri içerisinde bırakırız.
111/112- (Resulüm! Kendilerinin istediği gibi bu müşriklere) melekleri indirseydik, ölüler de dirilip onlarla konuşsalardı ve (Kur’an’ın hak olduğuna şahadet etmek üzere) her şeyi toplayıp karşılarına dikseydik; Allah’ın özü istemedikçe yine de inanacak değillerdi. (Eğer Allah isterse onları cebren ve zorba ile imana getirir fakat Allah’ın iradesi bu yönde değildir.) Lakin onların çoğu cahildirler, (cehaletlerinden dolayı senin karşına çıkıyorlar, ilim sahibi olsalardı bunu yapmazlardı.)
112/113- (Senin düşmanların olduğu gibi) böylece biz, (geçen) peygamberlerden her birine cin ve ins şeytanlarını (Allah’a itaatin dışına çıkanları) düşman kıldık. İnsan ve cin şeytanları birbirlerine aldatmak için süslü (dışı süs içi pis) sözler fısıldarlar. Allah isterse (peygamberlere de düşmanlık) edemezlerdi.
Tefsir:
Şeytan, insan ve cinden herhangi bir isyancı inatçıdır. Gerek insan ve gerekse cinden olsun serkeş, kibirli, fitneci, inatçı, kaypak, yola gelmez herkese şeytan denilir. En’âm 6/128 ayetinden de anlaşılacağı gibi cin türü de insan türü gibi yeryüzünde bulunan bir türdür. Onların da kendi cinslerinden kendilerine peygamber gönderilmiştir. Bu göre ayetin manası şöyle olur: “insanlardan olan peygamberlerine insan şeytanlarını, cin peygamberlerine de cin şeytanlarını düşman ettik”. Bu durumda ayetin manasında bulunan müşkül ortadan kalkar. Bununla birlikte cinden kasıt, ehl-i badiye/çöl halkı; insandan kasıt da ehl-i belde/şehirli olduğu da gözden kaçmamalıdır. İyi düşünün...
113/114- (Peygamberlere düşmanlığa ve şeytanın vesvesesine) ahrete inancı olmayan kimseler kanıp itaat ederler. (Resulüm!) Bırak (bu müşrikler, batıl sözlere ve şeytanın vesvesesine razı olup peygamberlere düşmanlık etmeye) razı olsunlar, günahtan kazana bildikçe kazansınlar, (yaptıklarından dolayı onlardan intikam alcağız, onların cezasını vereceğiz.)
114/115- (Resulüm! Müşriklere de ki: Benimle sizin aranızda hükmetmesi için) Allah’tan başka bir hakem mi arayacağım? (İyi bilin ki Allah’tan başka bir hakem banan lazım değildir. Nasıl olur da ben Allah’tan başka bir hakem tayin ederim?) Halbuki hak ile batılın arasını ayıran Kitab’ı (Kur’an’ı size ) Allah göndermiştir. (Resulüm! De ki: Sizden önce) kendilerine kitap verdiğimiz kimseler (Yahudi ve Hıristiyanlar) Kur’an’ın gerçekten Allah tarafından indirildiğini bilirler. (İsterseniz onlara sorun, meğer ki inkâr etmesinler.). (Resulüm!) elbette sen kendi işinde şüphe edenlerden olamazsın. [Bu son ihtar, Müslümanlar içindir. Bir Müslüman insanları hakka davet ederken Kur’an’dan (onun hükümlerini insanlığa yeteceğinden) kesinlikle şüphesi olmamalıdır.]
115/116- Senin Rabbin Allah’ın sözleri adalet ve doğruluk bakımından tamam olmuştur, (onlarda hiçbir noksanlık yoktur.). Hiçbir kimse Allah’ın sözlerini değiştiremez, (onlardan daha doğru ve daha adil söz demeye kadir olamaz.) İnsanların yaptıklarını işiten ve bilen Allah’tır.
116/117- Eğer sen yeryüzündeki insanların çoğuna kulak verip itaat edersen o vakit seni Allah’ın yolundan kenara salar dalalete düşürürler. Çünkü insanların çoğu (nefislerinin arzusundan dolayı) zandan başka bir şeye tabi olmazlar, (yine çoğu) zan ve tahminde bulunurlar, (bu zan ve tahminleri ile her kes bir mezhep ve din uydurup Allah’ı bırakarak bu yakıştırdıklarına tabi olurlar.)
Tefsir:
Bu ayet, sanki yeni inmiş gibi halen tazeliğini korumaktadır. Bu gün Müslümanların hemen hemen hepsi kendisine bir mezhep tutmuş gidiyor. Bu durumda Kur’an’dan yüz çevirmişlerdir. Eğer onlara Kur’an’dan bir kelime okusan, bu kelime reislerinin dediğine uygun ise kabul ederler, uygun değilse kabul etmezler. Bu kusurların hepsi Müslümanların başında bulunan kimselerindir. Ki onların hepsi kendine bir mezhep tutmuş ve cahil insanları buraya toplayıp sersem yapıyorlar. Onların fetvalarına göre bir evde iki kardeş mesela kendilerine bir yemek pişirseler, biri bu pişirilen yemeği temiz bilse diğeri de temiz olmadığını varsaysa o kardeşinin her şeyini pis hesap edip hem o kardeşinden hem de bütün kap kaçaklarından yüz çevirmesi gerektiğini söylüyorlar.[291] Aman Allah’ım bu ne anlayış, bu ne mezhep, bu ne cehalet! İslam gibi yeryüzünde parça parça olmuş daha başka din var mı? Allah’ım sen bunları İslam’a cem eyle!
117/118-Şüphesiz senin Rabbin, Allah’ın yolundan kenara düşüp sapıtanı iyi bilendir. O, dalaletten uzak durup hakka ulaşanları da iyi bilendir.
118/119- Allah’ın ayet ve hükümlerine inanıyorsanız (Eti yenen hayvanları keserken) Allah’ın yüce ismi anılarak kesilenlerden yiyin. (Ondan başka hiçbir hayvanın etinden yemeyin.)
Tefsir:
Bu ayete göre, eti yenen hayvanlar kesilirken üzerlerine Allah’ın isminin zikredilmesinin vacip olduğu beyan edilmektedir. Müşrikler, Müslümanlara dediler ki “siz Allah’a ibadet ediyorsunuz, o halde Allah’ın öldürdüklerinden yemeniz gerekir. Yoksa kendinizin öldürdüğü hayvanlardan yememelisiniz” O zaman bu ayetle onlara cevap verilmiş oldu.[292]
119/120- Üzerine Allah’ın adı zikredilerek kesilenden yememenizdeki garazınız ne? (Bilakis sadece ondan yemeniz gerekir. Ondan başkası size haramdır.) Halbuki naçar kalarak yemenizin dışında, haram kıldığı şeyleri size (bu Kur’an’da) açıklamıştır. (Naçar kalırsanız o zaman bu yasaklanan haramlardan yiyebilirsiniz.) çoğu nefislerinin arzularıyla dalalete düşüp bilgisizce (helali haram, haramı da helal ediyorlar.) Her halde sınırı aşanları çok iyi bilen sadece Rabbindir. (Yaptıklarının cezalarını onlara ulaştıracaktır.)
120/121- Günahın açığını da gizlisini de terk edin, (Allah, açığını, gizlisini bilir.). Günah işleyen kimseler, kesinlikle kazandıkları günahların cezasını çekeceklerdir.
121/122- Üzerine Allah’ın adı anılmadan kesilen hayvanları yemeyin. Bunu yapmak kötü bir iştir. (Sadece bu yüzden günahkâr olup fasıklar kervanına katılırsınız). Şeytanlar mutlaka öz dostları (müşriklere) vesvese verirler ki sizinle (bu konuda) mücadele etsinler. Eğer müşriklere itaat eder (üzerine Allah’n adı anılmayan hayvanlardan yerseniz) şüphesiz siz de müşriklerden sayılırsınız.
Tefsir:
“Eğer müşriklere itaat eder (üzerine Allah’n adı anılmayan hayvanlardan yerseniz) şüphesiz siz de müşriklerden sayılırsınız” ayetine göre, Allah’ın hükümlerinden başkasına tabi olan kimseler müşriklikle tehdit ediliyor. Bu gün bir çok Müslüman bu ayetin altına girip müşrik sayılacaklar. Bize yazıklar olsun ki, Kur’an’ı sadece ölüler üzerine okumakla sınırlandırmışız. Kendimizden bir yeni din kurmuşuz. İyi dikkat ettiğimizde bizim çoğumuzun Kur’an çerçevesi dışında kaldığımız ortaya çıkar. Ey Allah’n Resulü, gel de bir bak ki, senin mübarek ve mukaddes dinin ne hale gelmiş...
122/123- (Küfürle) ölmüş iken (imanla) dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir iman ışığı verdiğimiz kimse, (cehalet ve küfür) karanlıklarında kalıp ondan ebedâ çıkamayacak olan kimse gibi hiç olur mu? Nitekim anlatıldığı üzere kâfirlere (şeytan tarafından) yaptıkları güzel gösterilmiştir, (bu yüzden küfür karanlığından dışarı hiç çıkmak istemezler.).
123/124- (Resulüm! Nasıl ki, Mekke’de kodaman kimseler olup insanların iman etmelerine mani oluyorlar aynen böyle de sizden önce) her kasabada, orada insanların zorla inançsız kalmalarını sağlasınlar diye kodaman günahkâr kimselerine fırsatlar verdik. Onlar yalnız kendilerini aldatırlar. (Yaptıklarının günahı kendi boyunlarınadır.) Ama bilmiyorlar (ki bu günah bizim başımıza dolanacaktır. Olar bu yaptıklarından kurtaracaklarını sanıyorlar.)
124/125- Ne zaman (Mekke ehli Kureyş’e) bir mucize geldi ise dediler ki: “(Ya Muhammed!) Allah’ın elçilerine verilenin (mucizelerin ve ayetlerin) benzeri bize de verilmedikçe kesinlikle inanmayız”. (De ki:) Allah hangi şahsı peygamber tayın edeceğini çok iyi bilir. (Peygamberlik sizin isteğinize bağlı değildir.). (İnsanları hile ve yalancılıkla inanmalarına engel olmakla) suç işleyen kimselere, yapmakta oldukları hilelere karşılık Allah tarafından aşağılama ve şiddetli azap isabet edecektir.
125-126/126- Kimin hidayete kabiliyeti varsa Allah onu iman tarafına hidayet etmeyi murat eder, onun kalbini İslam’a açar (İslam’ın nuru onun kalbine girerek İslam’da sabit ve payidar kalır.); kim de kabil-i hidayet olmazsa Allah bu kimseyi kendi seçimine bırakarak küfürde kalmasını murat eder; göğe çıkıyormuşçasına kalbini iyice daraltır. Allah inanmayanlara işte böyle (hem dünyada hem de ahrette) azap etmeye karar verir. (Resulüm!) Allah’ın hidayete kabiliyeti olanları yardım edip hidayet etmesi, kabiliyet olmayanları da yardımsız bırakıp dalalete atması senin Rabbin dosdoğru yoludur. (Hikmet üzere bu yolu seçmiştir.) Biz hüşyar/uyanık, öğüt alan bir kavim için (Kur’an) ayetlerini ayrıntılı olarak beyan ettik.
127/127- Öğüt dinleyen kimseler için (ahrette) öz Rablerinden selâm-yurdu vardır (ki o yurtta, her türlü bela ve kederden güven içinde olurlar.). Yaptıkları (güzel) amelleri sebebiyle onların dostu ve yardımcısı Allah’tır.
128/128- Allah, onların hepsini bir araya topladığı gün, “Ey cin topluluğu! Siz insanlarla çok uğraşıp dalalete saldınız.” der. Onların insanlardan olan dostları ise: “Ey bizim Rabbimiz! Biz birbirimizden faydalandık, (biz onlara tabi olup dünya lezzetlerinden helal haram demeden yiyerek faydalandık, onlar da bize reislik yapma lezzetinden faydalandılar.) derken, bize tayin ettiğin vaktimize (kıyamet gününe) ulaştık.” derler. (Allah) buyurur ki: Yeriniz cehennem ateşidir, orada ebedi kalacaksınız. Ancak Allah’ın istediği başka, (onu da azaptan azaba[293] yani, sizi sıcak-cehennmeden alır, soğuk-cehennem/zemherir’e atar.). Senin Rabbin, her işi hikmet üzeredir, herkesin durumunu da iyi bilir.
129/129- (Ahrette) Böylece zalimleri (dünyada) işledikleri günahlardan ötürü şeytanları ile birbirine dost ederiz (ki azapta da beraber olup birbirinden ayrılmasınlar(!).
130/130-[Kıyamet günü Allah Tealâ cin ve insan topluluğuna hitap edip buyurur ki:] Ey cin ve insan topluluğu! Öz cinsinizden (cinlere, cinlerden; insanlara insanlardan)[294] size ayetlerimi ve hükümlerimi haber veren ve bu günle (kıyamet günü ile ve onun azabı ile) karşılaşacağınıza dair sizi uyaran peygamberler gelmedi mi? [Allah buyuruyor ki, biz bunu derken onlar da cevaben:] Derler ki: “Kendi aleyhimize de olsa şahitlik ederiz (ki, bize peygamberler geldi, bizi hak yola davet ettiler fakat biz onlara iman etmedik)” (Resulüm!) Dünya hayatı onları aldattı (sandılar ki orada ebedi kalacaklar) ve kendi aleyhlerine şahitlik ettiler ki biz (dünyada) kâfirler idik.
131/131- (Cin ve inse peygamber gönderdiğimizdendir ki) Halkı, habersizken, Rabbin onlardan çıkan zulümler yüzünden ülkeleri ile helâk eden değildir.. (Bir kavmi helâk edeceğimiz zaman önce o kavme peygamber göndeririz; eğer itaat etmezlerse o zaman helâk ederiz).
132/132- Her şahıs için ahrette yaptıkları işlere göre dereceleri vardır. Senin Rabbin onların yaptıklarından habersiz değildir.(Yapılan işlerin Allah için mi yoksa başkası için mi olduğunu Allah iyi bilir.).
133/133- (Resulüm!) Senin Rabbin, (kendi kullarının ibadetine) ihtiyacı yoktur. (Kullarına) merhamet sahibidir. (Kullarını bir kısım ibadetlerle mükellef kılması onların amel edip sevaplara nail olması içindir.). (Ey müşrikler!) Allah isterse (sizin gibi asi bir topluluğu) helâk edip giderir ve sizden sonra yerinize dilediği bir kavmi getirir. Nasıl ki, sizi başka bir kavmin zürriyetinden getirmişti. (Ki onlar sizin yaptıklarınızı yapmamışlardı. Sizi Nuh’un kavminden getirmişti. Onla hep Allah’ı bir biliyorlardı. Olabilir ki, sizden de mümin bir cemaat getire bilir. Nitekim Mekkeli müşriklerden nice mümin insanlar meydana geldi.)
134/134- Size vadedilen (kıyametin kopması, yeniden dirilmek, hesap, cennet ve cehennem) hepsi olacaktır. Siz onun önüne geçemezsiniz.
135/135- (Resulüm!) De ki: Ey kavmim! Elinizden ne geliyorsa yapın. Ben de (Rabbimin emrettiğini) yapacağım. Akıbet yurdun/cennetin kimin olacağını yakında bileceksiniz. Gerçek şu ki, zalimler iflah olmaz, (Allah’ı inkâr eden yahut ona ortak koşanlar mutluluk yüzü görmezler.)
136/136- (Arap müşrikleri) Allah’ın yarattığı ekinlerle hayvanlardan Allah’a bir hisse ayırıp düşüncelerine göre, bu Allah’a bu da ortaklarımıza (putlarımıza) dediler. Ortakları için ayrılan Allah’a (yani yoksullara ve fakirlere) ulaşmıyor, fakat Allah için ayrılan ortaklarına ulaşıyor! (Allah’a ayırdıklarını putların yolunda sarf ediyorlar.) Ne yaman hükmediyorlar, ( Allah’tan önce, putları tutuyorlar.).
137/137- (Önceki işleri müşriklere süslü gösterildiği gibi) böylece onların putları, müşriklerin çoğuna kendi öz çocuklarını öldürmeyi hoş gösterdi ki (Putları onlara bu işi yaptırmakla) kendilerini helâk etsinler, (yine bu yaptıkları ile Hz. İbrahim’den kalan) dinlerini karıştırıp bozsunlar! Eğer Allah isteseydi (onların şirk koşmalarına mani olurdu da) bunu yapamazlardı. (Allah, insanı kendi seçiminde serbest bıraktığı için buna mani olmadı. Resulüm!) müşrikleri iftiraları ile baş başa bırak, (Allah onardan intikamını alacaktır.)
Tefsir:
Putperestlik kalbin katılaşmasına en büyük sebeptir. Bu yüzden müşrikler kendi öz çocuklarını öldürüyorlardı. Özellikle kız çocuklarını diri diri toprağa gömüyorlardı. Bazısını da kurban olarak adıyorlardı. Nitekim Resulüllah (sav)’in dedesi Abdulmuttalib, böyle bir adak yapmıştı. Diyordu ki, “eğer oğullarım olursa onlardan birini kurban edeceğim.” 12 oğlundan kura’ Hz. Peygamber’in babası Abdullah’a çıktı, fakat Abdulmuttalib onun kurban edilmesini istemiyordu. Ne kadar kura’ çekti ise hep ona çıktı. En sonunda Abdullah’ın yerine 110 kadar deveyi kurban etti. Abdullah da kurtuldu.
138/138- Müşrikler, dediler ki: “Bu (Allah için ayrılan) hayvanlar ile ekinleri (sıradan insanların yemesi) haramdır. Bunları bizim istediğimizden başkası yiyemez (onlardan, erkekler, putlara hizmet edenler yerler, kadınlar ve çocuklar yiyemezler.) Bu hayvanlar da binilmesi (ve işletilmesi) yasaklanmış hayvanlardır.” [Binilmesi yasaklanan hayvanlar (Maide 5/103) geçmişti] Bir kısım hayvanlar da vardır ki; Allah’ın adını onlara söylemiyorlar (böylece onları da haram sayıyorlardı.). (Bunlar, Allah’ın hükümleridir diye) bunu Allah’a iftira ediyorlardı. Yapmakta oldukları iftiraları sebebiyle Allah onları cezalandırılacak (onlara azabını verecektir.).
139/139- (Yine) dediler ki: “Şu hayvanların (bahira, saibe, vasile ve hâm’ın) karnında olan balaları, (eğer diri doğarlarsa) yalnız erkeklerimize aittir, kadınlarımıza ise haram kılınmıştır. Balalar hayvanlardan ölü doğarlarsa o zaman (kadın-erkek) hepsi ondan yemekte ortaktırlar.” (Bunların hepsini Allah’a iftira ediyorlar, Allah) bu nitelemelerin cezasını verip azap edecektir. Şüphesiz Allah hakimdir, yalan ve doğru sözlerini de iyi bilir.
140/140- Bilgisizce beyinsizlikleri yüzünden çocuklarını öldürenler öz nefislerine ziyan verdiler ve Allah’ın özlerine verdiği rızkı, Allah’a iftira ederek haram kılanlar, kesinlikle dalalete düştüler. (Kur’an’dan istifade edip) hidayete de erecek değillerdir.
Tefsir:
Arap müşriklerin ağaları, kızlarını diri diri öldürüyorlardı. Allah (cc) bu ayette onları zemmediyor. Allah’ım cehalet ne yaman sıfattır. Cahil insan evladını, ciğer paresini nasıl öldürebilir. İnsan cehalet yüzünden hayvanlardan daha beter hale gelmiştir. Ama ilimle en yüksek makamlara çıkmıştır. İnsanlık aleminin en üstün mertebesi sayılan peygamberlik hep ilim değil midir? Bundan dolayı Allah Resulü (sav): “Beşikten mezara dek ilim tahsil edin” buyurmuşlardır. Cahiliye devrinde, Arapların önde gelenleri kızlarını kendilerine ar sayıp veya açlık tehlikesi ile öldürüyorlardı. Kays b. Asım kavminin efendisi, kavmi içinde saygın bir kişiliğe sahipti.[295] O da kızlarına bu türlü muamele yapardı. Kavmi de ona bakıp aynı şeyleri yapardı. İslam geldikten sonra bu adi işi kaldırdı. Kays da Resulüllah’ın huzuruna gelip Müslüman olmuştu. Bir gün Resulüllah (sav) ona dedi ki, bunca kız çocuklarını öldürdün, onları öldürürken, hiç kalbin sızlamadı mı? Kays, bu hadiselerden birini anlatmaya başladı ve dedi ki: “Ya Resulallah! Ben sefere gidiyordum, hanımım da hamile idi. Seferden dönünce hanım doğum yapmıştı. Ona dedim ki, ‘çocuk ne oldu’ o da telef olduğunu söyledi. Aradan bir süre zaman geçtikten sonra bir gün ansızın eve geldim, bir de baktım ki, hanımın yanında güzel biz kız çocuğu var. ‘Bu çocuk kimin?’ dedim. O da benim kızım olduğunu söyledi. ‘Peki şimdiye kadar nerede idi?’ dedim. O da kızı doğduğu gün dayılarının yanına gönderdiğini, onların buna baktığını ve bu seviyeye getirdiğini söyledi. Ben sevgim izhar edip o gün için bir şey demedim. Bir gün hanım evde yokken bunu fırsat bilip onu sahraya götürdüm. Kızla beraber bir kuyunun başına vardık. Kız kuyuyu görünce, kendisini kuyuya atmak istediğimi anladı. Bana sarılıp ağlamaya başladı ve: ‘Babacığım bana ne yapmak istiyorsun?’ dedi. Ona acıdım. Ancak kuyuya bakınca taassup damarım tekrar kabardı. Kızcağız, yine bana yalvarıp: ‘Babacığım ne olur, anneme verdiğin sözü bozma.’ dedi. Ben bir kuyuya bakıyor, bir de kızıma bakıp ona acıyordum. Sonunda şeytana yenildim ve baş aşağı kuyuya attım. Zavallı kız cağız ‘babacığım beni öldürme diye bağırıyordu. Çığlıkları kesilip ölünceye kadar orada bekledim. Sonra geri döndüm.” Resulüllah (sav)’in gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Sonra buyurdular ki. “Merhameti olmayana Allah merhamet etmez.”[296]
Bu çirkin hadise Araplar arasında yaygın idi. Ünlü Emevî hiciv şairi Ferezdak’ın (114/732) dedesi sahabi Sa’saa’ b. Naciye, Arap kabilelerini dolaşıp onların toprağa gömüp öldürmek istedikleri kız çocuklarını satın alır ölmekten kurtarırdı. Müsamaha dini olan İslam gelinceye kadar bu şekilde tam 400 kız çocuğunu ölümden kurtarmıştı. Ferezdak dedesinin bu örnek hareketini övünerek şiirlerine konu edinmişti. Bir kasidesinde:
Dedem, kız çocuklarını öldürmekten kurtardı.
Ölecek kızı diriltti de ölecekken ölümden kurtardı.[297]
Sa’saa’ bir gün bir güzel hayra vesile olmuştu; bir kabileden geçiyordu. Baktı ki bir erkek bir çukur kazıyor, yanında bir kadın da ağlıyor. Sa’saa’, kadına dedi ki: “niçin ağlıyorsun?”. Kadın: “Bir kızım var, bu adam da onun babasıdır, istiyor ki onu bu açılan kuyuya göme.” dedi. Sa’saa’ o adama dedi ki, “niçin bu çocuğu öldürmek istiyorsun?”, adam da “açlıktan” dedi. Sa’saa’: “Ben bu kızı, yanında iki tane de yavrusu olduğu halde iki deve karşılığında almak istiyorum” dedi. Adam, bu teklifi kabul etti. Sonra dediğini yaptı ve o çocuğu da ölümden kurtardı. Bu kadar merhametli olan kimse Allah Resulünün mesajını duyunca hemen gelip Müslüman oldu. Zaten kendisi de İslam’a girmeye o kadar layıktı.
141/141- (Bazısı) çardaklı, (bazısı) çardaksız, üzüm bağları, lezzet ve tatları çeşit çeşit, hurmaları, ekinleri, zeytinleri ve narları birbirine benzer ve benzemez biçimde yaratan Allah’tır. Her biri meyve verince meyvesinden yiyin; devşirilip toplandıkları ve biçildikleri gün de zekâtını verin. (Zekât verirken de) israf da etmeyin. Hakikaten Allah israf edenleri sevmez.
Tefsir:
Hurma, üzüm, arpa, buğday, nohut, mercimek, fasulye ve bunlardan başka meyve hububattan hasat günü yani hububatın biçildiği, meyvelerin devşirtildiği gün gelince zekâtın vermek gerekir. Bunların zekâtı normal şartlarda onda birdir. Bizim mezhebimize göre sadece hurma, üzüm, arpa ve buğday olmak üzere dört şeyden[298] verilse de fakat bu ayetin ihtiva ettiği manaya göre bütün meyve ve hububattan/tahıllardan zekât vermek gerekir.
Zekât vermede israf meselesi ise iktisadi sefalete imkân vermemek için her kes ayette de, “büsbütün eli açık da olma; sonra kınanır, pişmanlık içinde kalırsın” (İsra, 17/29) anlatıldığı gibi insan, sadaka ve zekât verirken de israf ermemesi ve kendini daha sonra sefalete düşürmemesi için temkinli olması gerekir.
142/142- Hayvanların yük taşıyanını ve kesilip etinden yenilenlerini de yaratan Allah’tır. Allah’ın size verdiği rızıktan yiyin, (yiyin de fakat) şeytanın vesvesesine tabi olmayın, (Allah’ın hükmüne itaat edin). Şeytan kesinlikle sizin aşikâr düşmanınızdır.
143/143- (Allah sizin için hayvanlardan) sekiz eş yarattı: Bir çift koyundan bir çift keçiden... (yaratmıştır.) De ki: Allah, bunların erkeklerini mi yoksa dişilerini mi? Yahut bunlardan dişisinin rahminde bulunanı mı haram etti? (Allah hiçbirini haram etmemiştir. Bunu siz uyduruyorsunuz.) Eğer (bu helal ve haram dediğiniz şeyleri Allah’a isnadınızda) doğru iseniz bir delil ile bana haber verin. (Bana da ayan olsun ki siz nefsinizin arzularına tabi olamadan bunları yapıyorsunuz.)
Tefsir:
Her cinsin “müzekkerine” de “çift”, “müennesine” de “çift” denir. Mesela erkeğe, “zevc” yani “çift”, kadına da “zevce” yani “çift” denilir. Yani müzekker, müennese göre; müennes de müzekkere göre “çift”ir. Buna göre koyun iki çifttir.[299]
144/144- (Allah), bir çift deveden, (biri müzekker, biri de müennes), bir çift sığırdan, (biri
müzekker biri müennes sizin için yaratmıştır.). (Resulüm!) De ki: Allah,
bunların erkeklerini mi yoksa dişilerini mi? Yahut bunlardan dişisinin rahminde
bulunanı mı haram etti? (Allah
hiçbirini haram etmemiştir. Bunu siz uyduruyorsunuz.). Allah (bu hayvanların haram
olduğunu) size vasiyet ederken siz
şahit mi idiniz? (O zaman Allah’ın
yanında mıydınız.? Bu yanları Allah’a isnat etmeyin.) İlimsiz, cahillikle insanları dalalete salmak için Allah’a iftira
edenden daha zalim kim vardır? Şüphesiz
Allah zalim bir kavmi hak tarafına hidayet etmez.
Tefsir:
Bu ayetlerde anlatılan hayvanların bir kısmını helal, bir kısmını da haram kılan ilk şahıs Ömer b. el-Hayy’dir.
Müslümanlar, Allah’tan korkup bu ayetin verdiği mesaja iyi dikkat etmelidirler. Buna göre, faiz helal mıdır ki Müslümanlar arasında helal mertebesine geçmiş, zalime yardım etmek helal mıdır ki insanları öldüren katillere Müslümanlar arasında yardım eden çıkıyor, içki satan kimselere yer vermek helal mıdır ki onlara yer veriliyor, mescitte yalan konuşmak, iftira etmek helal mıdır ki Müslümanlar minberde Allah’a ve Hz. Peygamber’e (sav), onun ashabına ve İmamlar’a her çeşit yalanları isnat ediyorlar? Hayret bunu anlatanlara değil belki bu yalanları dinleyen cemaate aittir. Ki bu yalanları dinliyorlar. Allah’ım zulüm gün be gün artıyor, cehalet Müslümanlar arasında kırla gidiyor, İlâhî yetiş feryadımıza...
145/145- (Resulüm! Müşriklere) de ki: Bana vahyolunan (hükümler arasın)da, kendi başına ölen hayvan veya kesilirken hayvandan dökülen kan yahut domuz -ki kedisi pis ve habistir- yahut da kesilirken Allah’tan başkasının adı anılan -ki bu tür hayvanı yemek fasıklıktır- bir hayvandan başka, yiyecek kimseye haram kılınmış bir şey bilmiyorum. (Haram edilen şeyler bu saydıklarımızdır. Bundan başkasını Allah’a iftira ederek siz müşrikler, kendiniz yakıştırdınız.). Kendisi gibi nâçar kalmış birine haksızlık etmemek ve sınırı aşarak gereğinden fazla almamak üzere her kim nâçar kalırsa bu haramlardan yiyebilir. (Resulüm! Böyle durumlarda) Rabbin Allah bağışlayıp merhamet edendir. (Sizi hesaba çekmez.).
146/146- Yahudilere (yerde gezen, havada uçan) bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sırtlarında yahut bağırsaklarında bulundurdukları ya da kemiğe karışan yağlar dışında sığır ve koyunun iç yağlarını da onlara haram kıldık. Bu zikrolunan şeyleri onlara haram kılarak ceza vermemizin sebebi itaat etmeyip, zulüm yapmalarıdır. Biz kesinlikle (asilere azap, müminlere de sevap verme de) doğru sözlülerdeniz.
Tefsir:
Bu ayete göre, zî-zufur/tırnaklı hayvanlar, yani, yerde gezen, havada uçan; serçe, tavuk, armaca, şahin, deve, deve-kuşu, ördek, kaz vb. Hayvanlar hep Yahudilere haram kılınmıştır. Ama onlar Tevrat’ı yalanlayıp bu hayvanları kendilerine helal saymışlardır.
147/147- (Resulüm! Zalimler “Allah’ın rahmeti geniştir, bize azap etmez” diyerek senin “zalimlere azap edilecektir” sözünü) tekzip ederlerse de ki: “(Doğrudur, sizin) Rabbiniz geniş bir rahmet sahibidir. (Ama, Allah’ın merhameti O’na itaat eden ve zalim olmayanlaradır. Allah’ın o engin rahmeti size pek ulaşmaz)” Bundan dolayı hiç kimse Allah’ın azabını suçlular topluluğundan geri çeviremez.
148/148- (Resulüm!) Müşrikler (doğruluğuna ait bir delil bulamayıp itikatlarının batıl olduğunu anlayınca) diyecekler ki: “Allah isteseydi ne biz şirke girerdik ne de babalarımız, (cebren bizi de Allah’ın birliğine inandırırdı ve biz de mümin olurduk. Yine) hiçbir şeyi de kendimize haram kılmazdık. (Allah, bu yaptıklarımıza mani olmadığına göre demek ki yaptıklarımıza razı oluyor.) ”. (Allah’ın kitabını ve peygamberini bu müşrikler tekzip ettikleri gibi) onlardan öncekiler de aynı şekilde tekzip ettiler ta ki bizim azabımızı tattılar, (tamamen helâk oldular.). De ki: (Allah’a iftira edip yalan söylediğinize göre) yanınızda açık ve vazıh bir deliliniz var mı? Eğer böyle bir deliliniz varsa bize açıklayın. Siz müşrikler zan ve tahmine tabi oluyorsunuz, (hiçbir ilimle yürümüyorsunuz.) ve siz başka bir şey yapmıyor sadece saçmalıyorsunuz.
149/149- De ki: (İtikadınızın doğruluğuna kesin bir delil bulamadınız, fakat sizin sapık olduğunuza dair) Allah’ın yanında kesin ve mükemmel bir delil vardır ve (O’nun) delili galiptir. (Buna göre) Allah isteseydi hepinizi (İslam’a) hidayet ederdi, (lakin her şahısı, kendi amelinin cezasını çeksin diye iradesinde serbest bıraktı.).
150/150- De ki: Allah’ın (sizin iddianıza göre haram ettiği şeylerden) şunu haram etti, diye şahadet edecek şahitleriniz getirin. (Böyle şeye şahitlik yapacak kimse pek çıkmaz. Şayet çıkarsa) Eğer şahitlik eden olursa, sen onlarla beraber şahitlik etme. Sen ayetlerimizi yalanlayanların ve ahret gününe inanmayanların arzularına uyamazsın. Zira onlar öz Rableri Allah’a ortak koşuyorlar. (Elbette böyle kimselere uyulmaz.).
151/151- De ki: Gelin Rabbinizin size neleri haram ettiğini anlatayım: İlk önce O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, (ikinci olarak) ana-babaya (asi olmayıp) iyilik edin, (üçüncü olarak) açlık korkusundan evladınızı öldürmeyin; sizin de evladınızın da rızkını biz veririz, (dördüncü olarak) günahın gizlisine de açığına da yaklaşmayı (onları yapmayın), (beşinci olarak kısas gibi) haklı olmanın dışında Allah’ın öldürmesini yasakladığı bir cana kıymayın. Belki düşünüp bu emirlerdeki faydaları anlarsınız diye bunlar Allah’ı size emrettikleridir. (Yasak olduğu vacip olan emirlerdendir.)
152/152- (Altıncı haram) malını koruyup telef olmaktan kurtarabileceği rüşt çağına gelinceye kadar, (ticaret yapıp artırmak ve telef olmaktan kurtarmak gibi) güzel bir şekilde tasarruf etmenizin dışında yetimin malına yaklaşmayın (tasarruf etmeyin). (Yedinci haram), ölçü ve tartıyı adaletle yapın, (hıyanet etmek haramdır; biliyoruz, ölçüyü ve tartıyı artık ve eksik tartmada dengeyi bulmak zor iştir, fakat siz elinizden geleni yapın) biz herkese ancak gücünün yettiği kadarını yükleriz, (dikkat ettikten sonra, öyle çok küçük şeyleri de affederiz.). (Sekizinci haram:) Söz konuşurken, (şahitlik yaparken) yakınlarınız dahi olsa (tarafgirlik, dost aşinalık yapmayın,) adaletli olun, (adaletsizlik yapmak haramdır.). (Dokuzuncu haram:) Allah’a verdiğiniz sözü (size vacip kıldığı ibadetleri terk etmeyin, sözünüzü) tutun, (aksi halde bu da haramdır.), bu zikrolunan hükümleri belki uyanık olup öğüt dinlersiniz diye Allah size tavsiye ediyor, (vacip kılıyor.)
153/153- Bu vasiyet ettiğim sözler, benim dosdoğru yolumdur. Gerektir ki bu yolda gidesiniz. (Başka) yollara tabi olmayın; o vakit (Allah) sizin yolunuzu dağıtıp, (hiç bir zaman kurtuluşa eremezsiniz.). İşte sakınıp (dalaletten uzak durarak hidayeti bulasınız diye) Allah (kendi yoluna tabi olmayı, başka yollardan uzak durmayı) size vasiyet (emir) ediyor.
154/154- (Geçen emirleri, daha önceki kavimlere bildirdiğimiz gibi) sonra da (Musa’nın ümmetinden) iyi amel sahiplerine ihsanımızı tamamlamak, (hükümlerden ) her şeyi açıklamak, hidayet erdirmek ve rahmet etmek maksadı ile Musa’ya (içinde bu emirlerin bulunduğu) Kitab’ı (Tevrat’ı) verdik. Elbette (Musa ümmeti, kıyamet günü) Allah’ın (sevap ve cezasına) kavuşacaklarına iman etmeleri gerekir.
155/155- (Ey insan!) Bu Kur’an bizim indirdiğimiz hayır ve fayda dolu bir Kitap’tır. O Kitab’a tabi olun. Allah’dan sakının (da, Kur’an’nın hükümlerine muhalif olmayın ki,). merhamet edilesiniz, (Allah’ın merhameti geniştir sizi de kuşatır.).
156/156- (Kur’an’ı size indirdik ta ki,) demeyesiniz, “Kitap sadece bizden önce iki topluluğa (Yahudi ve Hıristiyanlar’a) indirildi; biz ise onların okumasından habersizdik (öyle ise biz inanmıyoruz)”.
157/157-(Yine Kur’an’ı indirdik ki,) demeyesiniz, “Eğer bize kitap indirilseydi, biz, (Yahudi ve Hıristiyanlardan) daha çok hidayete sarılırdık. (Çünkü bizim anlayış ve firasetimiz, hafıza kuvvetimiz onlardan daha fazladır.)”. (Şayet Allah’tan kitap gelmeseydi, bunları diyecektiniz) öyleyse şimdi size Rabbinizden açık delil, hidayet ve rahmet (kaynağı Kur’an) geldi. (Peki bu takdirde niçin Kur’an’dan yüz çeviriyorsunuz de O’na iman etmeye yaklaşmıyorsunuz.). Allah’ın ayetlerini yalanlayıp, onlardan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir? (İnsanları) ayetlerimize iman etmekten mani olanları, bu mani olmalarından dolayı yakında yaman bir azap ile cezalandıracağız.
158/158- (Resulüm! Bu müşrikler iman etmeyi beklemiyorlar,) ancak kendilerine (pençelerini uzatmış “canlarınızı çıkarın, verin” diyen ölüm meleklerinin) gelmesini yahut, Allah’ın (açık emerini/kıyamet gününün) gelmesini, yahut da (Allah’ın vereceği) bazı kıyamet günü alametlerinin gelmesini bekliyorlar. Rabbinin bazı alametleri (kıyamet alametleri) geldiği gün, hiç kimseye -o gönden önce iman etmemişse veya imanında hayırlı bir amel etmemişse (iman etmiş fakat iman için fiilen hayır kazanmamışsa)- artık imanı fayda vermez.
159/159- Dinlerini parça parça edip, nice fırkalara ayrılanlar (ve, her fırka kendisi için bir pîşuva/imam tayin edenler) var ya, (Resulüm) sen onlardan hiçbir şeyle ilişkili değilsin, (sen onların ihtilafa düşmelerinden sorumlu değilsin.). Onların işi Allah’a kalmıştır, (ne yapacak o bilir.). Sonra zamanı gelince (kıyamet gününde) Allah onlara ne yaptıklarını haber verecektir.
Tefsir:
Bu ayetin dediği şeylerin aynısı günümüzde cereyan etmektedir. İslam dünyası itikat bakımından fırka fırka olmuş her biri kendisi için bir önder karar vermiş onun peşinden gidiyor. Kur’an’ın dışında kalmış, her biri kendisi için bir kanun tutmuş gidiyor. Kıyamet günü Allah Resulüne hitap olunur ki, “Sen onlardan ayrıl! Bunlar senin koyduğun kanun ve hükümlerinden ayrı yaşadılar, bunları işi Allah’a kalmıştır.”
Müslümanların kendileri insafla baksınlar. Bizim durumumuz şimdi böyle değil mi? Hepimiz adımızı İslam koyup, birbirimizi tekfir edip lanetlemiyor muyuz? Hiç böyle insanlar için kurtuluş yolu bulunur mu? Biz Müslümanlara düşen şey bu bozulmuş halimizi tez elden düzeltmektir. Şimdilik bundan başka hiçbir şey lazım değildir. Bu ıslah ise tamamen ilme ve bilime bağlıdır. Bilgisizlik Müslümanlar arasında kol gezdikten sonra onların kurtuluşu artık imkânsızdır.
Perişanlıkta bu millet perişan olduğunu bilmez
İşin herkes yaman yahşi ne saman olduğunu bilmez
Dutuptur gözlerini perde-i cehl-ile nâdanlık
Bu cehl-ile yine bak gör ki nâdan olduğunu bilmez
Din, Kur’an hilafına eger bir hüküm nâ meşrû
Sanup doğru Kur’an olduğunu bilmez.
160/160- Kim (Allah’a) bir hayırlı iş, (sevap) ile gelene (Allah yanında onun) on misli vardır. [Allah bire on, bazı zamanlarda bire yediyiz bazen de hesaba gelmez mükâfatlar verir.] (dünyada yaptığı) kötülük ile gelmiş olana da günahının misli ile ceza verilir. (Sevabı artırmak Allah’ın fazlıdır, günahın milini vermekse Allah’ın adaletidir.). Onlar hiç haksızlığa uğramazlar, (sevap işleyene sevabından az, günah işleyene de günahından fazla verilmez.)
161/161- (Resulüm!) De ki: Şüphesiz Allah beni (hakka ulaştıran) doğru yola; muhkem olan dine; batıldan geçip hakka dönen (İbrahim’in) milletine (dinine) hidayet etti. İbrahim müşriklerden değildi, (böyle bir kimsenin din ve milletine tabi olmuşum öyle ise benden niçin yüz çeviriyorsunuz.?).
162/162-De ki: Benim namazım, cümle ibadetlerim, dirliğim (de her bir amelim, iman ve salih amel ile) ölümüm hepsi alemleri terbiye eden Allah içindir.
163/163- Allah’ın hiçbir ortağı yoktur. Ben sadece bununla emrolunmuşum. Ben İslam’ı kabul edenlerin ilkiyim.
164/164- De ki: Allah her şeyin Rabbi iken ben ondan başka bir terbiye eden mi bulmaya çalışacağım? Halbuki her şeyin Rabbi Allah’tır, (ben de onlardan bir şeyim). Herkes kazandığı şeyin sorumluluğunu kendisi yüklenir. Hiçbir suçlu başkasının suçunu yüklenemez. (Ölüm size ulaştıktan) sonra dönüşünüz Rabbinizedir. (Herkes kendisinden ötürü bir mezhep tutup) ihtilafa düştüğünüz şeyleri Allah size haber verecektir. (Herkesin yaptığı şeyin cezası kendisine ulaşacaktır.).
165/165- (Ey Kur’an’a ve Hz. Muhammed’e iman edenler!) O Allah’tır ki, sizi özünden yeryüzünün halifeleri kıldı, (ta ki yeryüzüne sahip olup her çeşit tasarrufta bulunasınız.) ve verdiği nimetler karşısından (şükür mü edeceksiniz, nankörlük mü edeceksiniz diye) sizi imtihan etmek için kiminizi kiminizden (sultanlık, şeref ve zenginlik gibi) derecelerle üstün kıldı. Senin Rabbin (nimetlerine nankörlük edip gerektiği gibi kullanmayanlara) şüphe yok ki cezası ağırdır. (Allah’ın nimetlerine şükredip onları gerektiği gibi kullananları da) yine şüphe yok ki merhamet edip bağışlayandır.
Tefsir:
Allah’ım sen nimetlere şükür edeni de, nankörlük edeni de; kuvvetlinin acize, zenginin fakire, yöneticilerin halkına ne türlü davrandığını da çok iyi bilensin. İnsanlar arasında güzel ahlaka rağmen, cimrilik, nifak, kıskançlık, zulüm, adaletsizlik revaç bulmuş, Kur’an’ın güzel kanunları ve hükümleri, Resulüllah’ın birliğimiz hakkındaki güzel fermanları artık gizlide kalmış ve yok olup gitmiştir.
Hamd olsun Enâ’m suresinin tefsiri bitti.
Allah Resulü (sav) buyurdular ki: “Her kim Enâ’m suresini okur ve onunla amel ederse Allah ona rahmet gönderir ve 70.000 melek onun için Allah’tan mağfiret ister.”[300]
A’raf suresi Mekke’de nazil olmuştur. 205 ayet, 3325 kelime, 14010 harftir.
0/1-Bismillahirrahmanirrahim.
1-2/2- Elif, lâm, mîm, sâd. (Bu mubrek surenin adıdır.). (Bu, Allah tarafından) sana indirilen bir Kitap’tır. Bu Kur’an ile (insanları Allah’a davet edip) onları uyarmada sinende sakın bir darlık olmasın, (Allah insanlardan gelebilecek kötülüklerden seni koruyacaktır.). Bu Kur’an müminlerden ötürü de bir öğüttür.
Tefsir:
Kur’an ayetlerin müminlere okunduğu zaman hemen anında kabul edip imana gelirler. Sanki daha önce biliyormuşlar da duyunca o unuttuklarını hatırlamış gibi olurlar. Bu vasıf, ilk Müslüman olan sahabenin en belirgin vasıfları idi.
3/3- (Ey insanlar!) Rabbinizden, size nazil olana (Kur’an’a) tabi olun (iman getirin). Ondan başka kendinize (tuttuğunuz) dostlara uymayın. Siz pek az öğüt dinler ve hatırlarsınız, (ki, Allah’ın dinine tabi olasınız.)
4/4- Nice beldeler var ki (oralarda yaşayanlara peygamberler gönderdik, onlara itaat etmediler) biz de onları helâk ettik. Azabımız onlara geceleyin (uykuda iken) yahut, gündüzün (öğleden sora) istirahat ederlerken geldi. (Ve helâk oldular.)
Tefsir:
Ayette anlatılan bu iki vakit, istirahat ve gaflet vaktidir. O vakitlerde azaplar çok şiddetli ve korkunç olmuştur. Allah (cc) asilere o vakitlerde azap etmiştir. Lut Kavmini, gece vakti sabahtan az önce, Şuayb (as)’ın kavmini ise öğleden sonra helâk etmiştir.
5/5- Azabımız onlara (o belde sakinlerine) geldiğinde iddiaları, “Biz gerçekten (öz nefsine) zulmeden kimselermişiz” demelerinden başka bir şey olmadı.
6/6- Elbette (kıymet günü) kendilerine peygamber gönderdiğimiz kimseleri sorguya çekeceğiz (ki, peygamberler sizi Allah’a davet ettiği zaman onlara ne cevap verdiniz?) Yine elbette peygamberleri de sorguya çekeceğiz (ki, tebliğinizi yaptığınızda o insanlar size ne cevap verdiler. Bundan sonra herkese yaptıklarının karşılığını veririz.)
7/7- peygamberlerin ve ümmetlerin sordukları soruları ve verdikleri cevaplarını, söyleşilerini ve bunlara yaklaşımlarını) bildiğimiz halde onlara anlatacağız. (Bilsinler ki biz onların her şeyini takip ediyoruz.) Biz onlardan uzak değiliz, (kendilerini ve yaptıklarını bilmekteyiz.).
8/8- Kıyamet gününde her bir ameli mizana vurmak hak olan hükümlerdendir. Kimin (sevap) tartıları (kötü amellerine) ağır gelirse elbette kıyamet gününde kurtuluş bulanlar onlardır.
9/9- Kimin de (sevap) tartıları (kötü amellerine karşı) hafif gelirse işte onlar, ayetlerimizi yalanlamak sureti ile haksızlık ettiklerinden dolayı öz nefislerine zarar edip (azaba müstahak oldular.).
10/10-Hakikaten biz sizi ehliyet ve seçme özgürlüğüne sahip bir halde yeryüzüne yerleştirdik ve orada size (ihtiyacınız olan her şeyi bulacağınız) geçim vasıtaları verdik. (Siz insan oğlu) az vakit olur (bu nimetler mukabilinde) şükredersiniz.
11/11- Hakikaten, sizi (babanız Adem’i topraktan) yarattık, sonra sizi (babanız Adem’i insan suretinde) şekle soktuk, sonra da meleklere, Adem’e secde edin! diye emrettik. İblis (şeytan) hariç hepsi secde ettiler. O secde edenlerden olmadı.
12/12- Allah buyurdu: (Ey iblis!) Seni (Adem’e secde etmeye) emrettiğimde secde etmekten alıkoyan ne idi. (İblis): Ben Adem’den daha hayırlıyım, (daha şerefliyim.) Zira beni ateşten yarattın, onu balçıktan yarattın. (Ateş balçıktan üstündür, nasıl olur da ben ona secde ederim!).
13/13- Allah buyurdu: “Öyle ise oradan (o mukaddes mekândan) in. (Orası itaatkârların yeridir, sen asilerin yerine in.) Senin büyüklük taslayarak orada durman yakışmaz. (O makam, haddini bilen taat ve tevazu sahibi kimselere mahsustur.) Çık! Kesinlikle artık sen (Allah yanında) zelil ve kıymetsiz olanlardansın. ( o makamı bir daha bulamayacaksın.)
Tefsir:
İblis’in hikâyesi Kur’an’da bir çok yerde zikredilmektedir. Bundan maksat, kibir sıfatının ne kadar çirkin bir şey olduğunu anlatmaktır. Çünkü hak etmediği halde kibirlenmenin en büyük örneğini iblis taşımaktadır. Bir kimsenin üstün bir mevkideyken aşağıların da aşağısı bir yere inmesi ne yaman bir iştir. Allah (cc) insanların kibir ve gururlanmalarına hiç razı değildir. Bu yüzden kibirlenmeyi ve kibirlenenleri Kur’an’ın bir çok yerinde anlatıp zemmetmiştir. Bazen iblisin anlatıldığı yerlerde bazen de direk olarak yasaklamak sureti ile bu sıfat kötülenmiştir. Bunun sebebi ise, kibirli insanı kimse sevmez, sevmediği içinde onu toplumun dışına itmek ister, toplumun dışına itmesi ile adavet ve düşmanlık iyice artar. Millet birbirine düşer. Bu sıfatın aksi olan tevazu ise ittifaka, merhamete ve dostluğa götürdüğü için her kes tarafından makbul sayılmıştır. Kur’an insaniyet için gerekli vasıfların hepsini anlatmış ve bunları taşıyan kimseleri de övmüş ve sena etmiştir. Kur’an okuyan kimse çok iyi bir tefekkür ile onu düşünse bunları bulacaktır. Fakat bunlar düşünülmediği için Kur’an’ın o güzel emir ve tavsiyeleri gizlilik perdesinde kalmış ve insanlar da istifade edememişlerdir. Bu haki katları izhar eden insanlar da yüzlerce töhmet ve işkencelere maruz bırakılıyor. Allah’ım senin özün bizlere yardım eyle!..
14/14- İblis, dedi ki: (İlâhî!) ta kıyamet gününe kadar bana mühlet ver.
Tefsir:
İblis bu arzuyu yaparken, cehaletinden dolayı yaptı. Çünkü Allah’tan ömrünün uzamasını istedi. Ölmek istemediğinden bu talepte bulunmuştu. Halbuki ne kadar yaşasa sonunda ölecekti. Allah’tan bağışlamasını istemeyi bırakıp ömrünün uzamasını istemesi ile bir kez daha şeytanlık yaptı.
15/15- Allah: “(Ey İblis!) Senin arzuna göre sana mühlet verildi, sen mühlet verilenlerdensin. (Kıyamete kadar sana ölüm yok)” dedi.
16/16- İblis dedi ki: Öyle ise beni dalalete salmana mukabil ben de insanları sana taraf gelen doğru yolun üstünde eyleşeceğim, onların sana gelmesine mani olacağım.
Tefsir:
“Öyle ise beni dalalete salmana mukabil” derken kendi suçunu, yaptığı fiili Allah’a verme cabasındadır. Yani sen bana “Ademe’e secde et” demeseydin ben de böyle olmazdım. Halbuki kendisi kendi ihtiyarı ile secde etmedi. Hür iradesini secde etmemek şeklinde uyguladı ve neticede o hale geldi. İşte bunun gibi kendi yaptığını Allah’a isnat eden mesela, “Allah beni yaratmasaydı ben de günah işlemezdim” diyenler, hep şeytani bir tercih yapmakta ve onun yolundan gitmektedirler.
17/17- “Sonra elbette
onlara önlerinden, dallarından, sağ ve sol taraflarından gelip vesvese
vererek sana iman getirip itaat etmelerine engel olacağım. (İlâhî) Sen de çoğunu şükreden, itaatkâr kimseler olarak bulamayacaksın.”
18/18-Allah buyurdu: Haydi, yerilmiş ve (rahmetten) kovulmuş olarak (o mübarek makamdan) çık. Onlardan kim sana tabi olursa elbette (onları da) sizi de hepinizi cehenneme dolduracağım.
19/19- [Allah (cc) şimdi Hz. Adem ve Havva’ya hitap edip buyuruyor:] Ey Adem! Sen ve eşin cennette yerleşip dilediğiniz yerden yiyin. Ama bu ağaca yavuk olmayın. (Onun meyvesinden yemeyin). Eğer o ağacın meyvesine meyil ederdeniz zalimlerden olursunuz.
20/20- (Bu tebliğ üzerine) şeytan, (henüz o ana kadar) birbirine kapalı (henüz farkında olamadıkları) ayıp yerlerini (memnû meyveden yemek sureti ile) meydana çıkarmak için Adem ve Havva’ya (memnû meyveden yeme hususunda) vesvese verdi ve dedi ki: “Rabbiniz sizi bu ağacı/memnû-meyveyi başka bir sebeple değil sırf (ondan yemeniz halinde) melek olursunuz veya (hiç ölmeyip) ebedi kalanlardan olursunuz diye yasakladı”.
Tefsir:
Allah (cc), Adem ile Havva’yı Mekke ile Taif arasında bir yerde topraktan yarattı ve onları bir bahçede iskân ettirdi.[301] Henüz sahraya çıkmamışlardı. Belirli bir müddet burada kalmaları Allah tarafından murat edildi. Adem ile Havva bu bahçede elbisesiz geziyorlardı. Avret mahallerinin açılmasının çirkin bir şey olduğu henüz onlara bildirilmemişti. Şeytanın maksadı ise, onlara memnû-meyveden yedirip Allah’a asi etmek ve bu memnû-meyvenin yenmesinden dolayı avret yerlerinin açılmasını sağlayıp onlara zorlu bir hayat yaşatmaktı. Hz. Adem ve Havva bu işte İblis’in onları aldattığının farkına vardılar. Fakat İblis bu kez onlara yemin ederek sözlerini pekiştirmeye çalıştı. Nitekim;
21/21-İblis onlara: İnanınız ben sizin öğütçülerinizdenim, (iyiliğinizi isteyenlerdenim) diye yemin etti. (Adem ile Havva bu yemine inanıp memnû-meyveden yemeye meyil ettiler.)
22/22- (Adem ve Havva, hiçbir kimse yalan yere yemin etmez, kanaatinde oldukları için bu yemin sebebiyle inandılar.) İblis böylece onları aldatarak, (meyveden yemeye) indirdi. Memnû-meyveden tadınca ayıp yerleri kendilerine göründü. Derhal üzerlerine cennet yapraklarından yamamaya başladılar. Rabb’leri de kendilerine şöyle seslendi: Ben sizin bu memnû-meyveden yemenizi yasaklamamış mıydım? Ve şeytan sizin aşikâr bir düşmanınızdır, dememiş miydim? (Niçin itaatten ayrılıp bu işi yaptınız.?)
23/23- [Adem ile Havva, yaptıklarının bir hata olduğunu kabul edip, hatalarından özür dileyerek tövbe etmeye başladılar ve ] Dediler ki: Ey bizim Rabbimiz! Öz nefsimize zulmedip (gazaplanmana sebep olduk), eğer merhamet edip bağışlayarak bizim günahımızdan geçmezsen elbette öz nefsine zarar eden kimselerden oluruz.
Tefsir:
Adem ile Havva’nın kusurları küçük ve affedilebilir olmasına rağmen onlar bu kusurlarını, Allah’ın azametine göre çok büyük hesap edip adını “zulüm” koydular. Enbiya ve evliyaların adeti şudur ki, bir günah küçük ve zayıf da olsa onu yine de çok büyük olarak kabul ederler. Buna rağmen işledikleri çok büyük sevapları da çok küçük olarak değerlendirirler. İnsan oğlu da Hz. Adem (as) gibi onun bu güzel ahlakını adet edinmelidirler. Atalarının bu güzel yoluna iktida etmelidirler. Günah işledikleri zaman hemen ivedilikle Hz. Adem gibi ikrar edip o günahtan tövbe etmelidirler. Yoksa Baba düşmanı şeytan gibi yaptığına pişman olmak şöyle dursun bir de kibirlenip serserice dalalete saplanmasınlar. Bu türlü insanlara nâ-halif ferzend denir ki, babasını bırakıp babasının düşmanına uyan kimselerdir. Mevlânâ Celâleddin er-Rûmî ne güzel der:
Ehl-i Kur’an’ın, Kur’an yolundan ve Hz. Adem’in yolundan gitmeleri gerekmektedir. Fakat ne yazık ki, Kur’an’nın hükümleri cehalet karanlığı altında kalmıştır. Günümüz ilim ve maarif zamanı olmasına rağmen biz bunun tam tersi bir hareket sergilemekteyiz. Müslümanlar arasında gün be gün cehalet artmakta ve Kur’an’ın hükümleri de sanki mensuh olmuş gibi hareket edilmektedir. Bizim gibi insanlara Müslüman demek biraz zor olsa gerektir. Zira biz Kur’an’ın adını ve güzel yolunu harap etmişiz, kaybetmişiz.
24/24- Allah (Adem, Havva ve Şeytan’a)[302]: Birbirinize (şeytan size, siz şeytana) düşman olarak inin. (Artık seviye bakımından cennetten düşük olan yer yüzünde kalacaksınız.). Sizin için yeryüzünde ömrünüzün sonuna kadar yerleşme ve yararlanma vardır.
25/25- [Burada Adem evladına/insan oğluna hitaben:] Allah buyurdu ki: (Ey insan oğlu!) “Orada (yeryüzünde) yaşarsınız, orada (ölüm sizi tutup) ölürsünüz ve yine oradan (Allah sizi ikinci defa diriltip kıyamet gününe) çıkarsınız.”.
26/26- Ey Adem oğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise gönderdik. Bir de takva elbisesi (verdik. Normal elbiseler insanın soğuk ve sıcaktan korudukları gibi Allah’a itaat ve ibadet gibi güzel sıfatlar da insanı ahrette azaptan korur ve ahretin süsü olur.) Bu takva elbisesi, (dünya elbiselerinden) hayırlıdır. (Dünya elbisesi fani sıcaklıktan korurken, takva elbisesi ebedi olan ahret azabından korur.) Bunlar (Adem oğlu için yarattığı giysiler), Allah’ın kudretinin alametlerindendir.(Allah kendi lütfu olarak insan oğlunu hayvanlar gibi çıplak bırakmamıştır.) Umulur ki bunu (verilen bu giysi nimetini) düşünür (de Allah’a şükrederler.)
27/27- Ey Adem oğulları! Şeytan (Nefs-i Emmare/kötülük emreden nefis) ana-babanızı, çirkin yerlerini kendilerine göstermek için (cennet) elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi fitne ve fesada salıp Allah’ın itaatinden dışarı çıkarmasın. Şeytan ve (nefis, gazap, şehvet, kibir, gurur, kin, düşmanlık ve bunlardan başka habis vasıflar gibi ) o kabilden olanlar, sizin onları göremediğiniz yerden sizi görürler. Gerçekten biz şeytanları, (kendi yaptıkları kötülükler yüzünden) inanmayanların dostları kıldık. (Ama müminler, şeytanın vesveselerinden uzak dururlar o da, onlara ilişemez.)
28/28- (Şeytana tabi olanlar) son derece çirkin bir iş tuttukları zaman (eğer onlara desen ki, bunu neden yaptınız?): “Babalarımızı bu yolda bulduk (onların böyle yaptığını gördük, şimdi biz de aynısını yapıyoruz.). (ikinci olarak) Allah da bize bunu emretti.” derler. (Resulüm!) De ki: “(Bunu Allah’a iftira ediyorsunuz) Hiçbir zaman Allah kötülüğü emretmez. (Bu sıfatı, Allah’a isnat etmek büyük zulümdür.) Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?”
29/29-30- De ki: Benim Rabbim, adalet üzere yürümeyi emretti. (Namazda) her bir secdenizde yüzlerinizi Allah’a doğrultun ve yalnız Allah’ı çağırıp ihlas ile O’na ibadet edin. Taat ve ibadet yalnız Allah’a mahsustur. (O’ndan başkasına ibadet olmaz.). İlkin sizi yarattığı gibi (yine) evvelki gibi kıyamette vücuda gelirsiniz.
30/31- (Kendi iradeleri ile iman eden) bir fırkayı Allah hidayet etti. (İradeleri ile hidayeti dalalete tercih eden) bir fırkaya da dalalette kalmak müstahak oldu. Dalalette kalanlar, Allah’ı bırakıp şeytanlara itaat edip onları özlerine dost karar verdiler. Ama hidayette olduklarını güman ettiler. (Halbuki, hidayetten kenara çıkmışlardır.)
31/32- Ey Adem oğulları! Her mescide gidişinizde güzel giysilerinizi giyin. Allah’ın güzel nimetlerinden yiyin, tatlı sularından için. Ama israf etmeyin, (iştahınızdan fazla yemeyin ki ondan insan vücuduna hastalık gelir.). Zira Allah israf eden kimseleri dost tutmaz.
Tefsir:
Harun Reşid’in Hıristiyan ihtisas sahibi uzman bir doktoru vardı. Bu doktor bir gün, önemli bir alim olan Ali b. el-Hüseyin b. Vakid’e sordu ki “Kur’an’da Tıbb ilmine dair bir şey var mı? Biliyorsunuz ilim iki kısımdır: Birincisi, ilm-i beden; ikincisi, ilm-i din’dir. Kur’an’da ikincisi vardır aman ilm-i beden yoktur.” Faziletli ve ilim sahibi olan Ali b. el-Hüseyin şöyle dedi: Allah bütün tıp ilmini Kur’an’da bir ayetin yarısında topladı.” Tabip, “o hangi ayet” dedi. Alim de “Yiyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz.” Bu kez o tabip “Kur’an’da tıp ilmi olduğunu öğrendik ama Hz. Peygamber (sav)’in sözlerinde böyle bir şey yoktur.” derken, Ali b. el-Hüseyin: “Bizim Peygamberimiz, tıp ilmini muhtasar bir kaç kelime ile ifade etmişlerdir: “Mide hastalık veriyor, hastalığın yuvasıdır.”[303] Bunun üzerine Hıristiyan doktor “sizin Kur’an ve Peygamberiniz calinos/keylus[304] adına tıpta hiçbir şeyi boş bırakmamış anlatmışlar” dedi.[305]
32/33- Allah’ın kulları için (çeşitli madde, hayvan ve bitkilerden) çıkardığı ziynetleri ve temiz rızkları kim haram kıldı? (Allah bu nimetlerin hiçbirini haram kılmamıştır.). (Resulüm!) De ki: Bu nimetler, dünya hayatında (müminlerindir fakat kâfirler de bunda ortaktırlar;) ama kıyamet gününde bu nimetler sadece müminlerindir, (kâfirlere ondan hiçbir pay yoktur.). İşte (içinde helal ve haramı konu edinen) ayetleri ilim sahibi bir topluluğa anlatıyoruz (ki Allah’a ortak koşmadan O’nun helalini helal, haramını da haram olarak tanısınlar.)
33/34- De ki: Benim Rabbim, (zina, katillik, hırsızlık ve yalan yere yemin etmek gibi) büyük günahların açığını da gizlisini de haram etmiştir. Küçük günahları, haksız yere isyanı, Allah’a (hakkında) hiçbir delil indirmediği herhangi bir şeyi ortak koşmanızı, Allah’a karşı bilginiz olmadığı herhangi bir şeyi iftira edip söylemenizi (haram etmiştir.).
Tefsir:
Ayette, günahların bir yerde anlatılması ve sonunda zulüm ile Allah’a ortak koşulmasının söylenmesi bu ikisinin son derece çirkin bir davranış olduğunu ortaya koymaktadır. Başka hiçbir çirkin iş bunların kötülüğüne ulaşamaz. Zulmün başta geleni Allah’a şirk koşmaktır. Ondan sonra da hayvan dahi olsa yaratıklara yapılan zulüm gelir. İnsana insanlığından dolayı zulüm yakışmaz. Adını insan koyup sonra zulüm yapan insanlığından çıkmış olur.
34/35- (Kendilerine peygamber gönderilen) her ümmetin muayyen bir eceli vardır. (O muayyen vakte kadar, Allah onlara mühlet verir, o ana kadar azap etmez, tayin edilen vakit gelince hemen azap iner) ne bir an geri kalırlar ne de bir an ileri gidebilirler. [Mekke ehline Allah mühlet verdi. Mühletleri bitti fakat iman etmediler, Allah (cc) sonunda onları Müslümanların eli ile zelil etti.]
35/36- Ey Adem evladı! Size öz cinsinizden peygamberler gelip ayet ve hükümlerimizi anlattıklarında,kim takva sahibi olur kendini düzeltirse, böyle kimselere kıyamet gününün azabından ne korku vardır ne de mahzun olurlar.
36/37- Ama, kim de peygamberlere iman etmeyip ayetlerimizi tekzip eder ve onlara karşı büyüklük taslarsa, işte onlardır cehennem yolunun yoldaşları. Onlar orada ebedi kalacaklardır. (Ateşten hiçbir zaman çıkmayacaklardır.).
37/38- Allah’a iftira edip yalan bağlayan ya da O’nun ayetlerini yalanlayanlardan daha zalim kim olabilir! Bu zikredilen kimselere dünyada kendilerine tayin edilen rızkları ömürleri süresince verilir. Canlarını alacak elçilerimiz (ölüm melekleri) onlara: “Allah’ı bırakıp ta tapmakta olduğunuz putlar nerede?” derler. (Onlar da cevaben derler ki:) O taptıklarımız bizden sıvışıp kaçtılar” derler. (Resulüm! Bak nasıl da) kâfir olduklarına dair kendi aleyhlerinde şahitlik yapıyorlar!
38/39- [Allah (cc) müşrik ve kâfirlere] buyuracak ki: “Sizden önce geçmiş cin ve insan toplulukları ile beraber cehennem ateşine girin!” Cehenneme giren her ümmet (arkasından gidip de sapıklığa düştüğü) kendi itikat-birliği olan kardeşine lanet eder. Birbiri dalınca cehenneme toplanınca, tabi olanlar, reis durumunda olanlara derler ki: “Ey bizim Rabbimiz! Bu büyük başlar/reisler bizi dalalete itip hak yoldan kenara saldılar. Onlara cehennem azabından kat kat ver.” Allah da: Hem size hem de onlara kat kat azap edeceğim. (Reislere, sizi saptırdıkları için kat kat azap vereceğim; size de şuursuzca, aklınızı kullanmayıp onlara tabi olduğunuz için) Şu kadar var ki, siz bilmiyorsunuz ki sizin için Allah ne azaplar hazırlamıştır.
39/40- O vakit reisleri, tabi olanlara derler ki: “Sizin bize göre bir faziletiniz olmadı ki sizin azabınız bizden az olsun. Şimdi (bizimle beraber) kazanmış olduğunuz günahların azabını dadın.” (Herkes kendi yaptığının azabın çekmeli. Biz sizi zorla arkamıza takmadık ki, sizin kendiniz özgür iradenizle arkamıza takıldınız.).
40/41- Bizim ayetlerimizi ve Kur’an’ımızı tekzip eden ve onlara inanmaya tenezzül etmeyenler var ya (müminlerin amellerine kapıları açılıp melekler onları karşıladığı gibi) semaların kapıları onların amellerinden ötürü açılmaz ve onların cennete girmeleri muhaldir, meğer ki deve iğnenin gözünden geçe. (Deve iğnenin gözünden geçerse onlar da cennete girerler. Devenin iğnenin gözünden geçmesi muhalse onların cennete girmesi muhaldir.) İşte böyle günahkâr kimselere ceza veririz (cenneti de onlara haram ederiz.).
41/42- (Cehennem ateşi zalimleri çepeçevre kuşatır;) Onlara cehennemde (altlarında) ateşten yatak, üstlerinde oddan yorganlar vardır. Zalimlere işte böyle ceza veririz.
42/43- İman edip güzel ameller işleyenler -ki amel etmede hiç bir nefse gücünün üstünde yük yüklemeyiz- işte onlardır, cennet yoldaşları, orada ebedî kalacaklar.
43/44- Cennete giren müminlerin, dünyada kin ve düşmanlığa sebep olan sıfatlarını (gazap ve şehveti) kalplerinden çıkarırız. Cennette onların köşklerinin altından nehirler akar. (Cennette Allah’ı hamd ve sena etmekle meşgul olup şöyle) derler: “Bizi bu (nimetlere) erdiren Allah’a hamd u senalar olsun. Eğer Allah bizi doğru yola sevk etmeseydi biz bu hidayeti bulamazdık. Hakikaten bizim Rabbimizin elçilerinin ciddi bir maksatla gelmeleri bizim için Allah’tan bir lütuf ve rahmet oldu. Hidayet bulduk.” [Nasıl ki insan dünyada bir nimete nail olunca sevincinden Allah’a hamd ve sena eder, aynen öyle de cennete girenler sevinçlerinden dolayı bu güzel kelimeler dudaklarından dökülüyor. Böylece Allah tarafından] nida edilir: İşte size cennet! Yaptığınız güzel amellerinize karşılık buna sahip oldunuz.
44/45- Cennet ehli, cehennem ehline: “Rabbimizin, bize vadettiği (iyi amel işleyenleri cennetime koyacağım) sözünü gerçek bulduk. (Allah, vaadinde vefa eyledi.). Siz de Rabbinizin size vaad ettiği (kötü amel işleyenleri cehenneme koyacağım) sözünü gerçek buldunuz mu?” diye seslenirler. Onlar da “evet” derler. (Bu soru ve cevaptan sonra cennet ile cehennem arasından) bir münadi/çağırıcı şöyle seslenir: “Allah’ın laneti zalim kimselerin üzerine olsun” (O zaman cehennem ehli kurtulamadıkları için bihayli üzülürler.).
45/46- (Zalimler, insanların) Allah’ın dinine girmelerine engel olurlar ve onlar (Allah’ın dinini, hükümlerini değiştirme arzusunda olup) o dini eğip bükerler. (Böylece avam tabakayı kendilerine bağlamayı başarırlar. Bu tipler, zahirde ahrete iman ediyor gibi görünseler de) hakikatte ahreti inkâr edenlerdir. (Çünkü ahrete inancı olanlar, böyle şeyler yapmazlar.)
46/47- (Soru ve cevaptan sonra) cennet ile cehennem arasında birbirini görmelerine mani (birbirini görmelerine mani) bir perde vardır. A’râfta[306] da cennet ile cehennemlikleri bir kısım işaretlerinden tanıyan bazı kişiler vardır. Bunlar cennetliklere: “Allah’ın selamı sizlere olsun, (azaptan kurtulup ebedi nimetlere ulaştınız.)” diye seslenirler. A’râftakiler henüz cennete girmemiş fakat cennete girmeyi uman (belki de biraz sona cennete girecek) kimselerdir.
47/48- (A’râftakilerin) gözleri cehennemlikler tarafına çevrilince (onların azabını görürler) de: “Ey bizim Rabbimiz, bizi bu zalim toplulukla bir yerde tutma (oradansa bu A’râfda durmamız daha iyidir)” derler.
48/49- A’râftakiler, (cehennemdeki) yüzlerinden tanıdıkları kişilere seslenerek şöyle der: “Hani bugün (dünyada) topladığınız mallarınız ve (yenemediğiniz) kibriniz size hiçbir yarar sağlamadı”
49/50- (Yine derler ki: Ey cehennemlik reisler!) “Allah onları hiç bir rahmete erdirmeyecek, diye yemin ettiğiniz kimseler bunlar mıydı?” (şimdi anladınız ki, cennete girmek kibir ve kuruntu ile değil, bunlar gibi iman etmekler olur.). (Allah tarafından A’râftakilere denir ki:) “Girin cennete; artık size ne korku vardır ne de hüzün ve tasalanırsınız. [Allah’ım ahret nimetlerinden bizi mahrum eyleme!.. Amin!]
50/51- (A’râf ehli de cennete girince bu defa, cehennemliklerinde arzuları yükselir:) Cehennem ehli, cennet ehline: “(Ey cennet ehli!) Suyunuzdan veya Allah’ın size verdiği rızıktan (merhamet edin) biraz da bize verin” diye seslenirler. Onlar da: “Allah bunları kâfirlere haram kılmıştır, (cehennem ehli de kâfirdirler. Onlara Allah’ın nimetlerini vermek doğru olmaz)” derler.
51/52- O kimseler ki, dinlerini bir eğlence ve oyun edindiler de dünya hayatı onları aldattı ve Allah’ı unuttular. Onlar, bu günleri ile karşılaşacaklarını unuttukları ve ayet ve hükümlerimizi bile bile inkâr ettikleri gibi biz de bu gün onları unutanlar gibi yapar da ateşe atarız.
52/53- (Ahreti inkâr edenlere) gerçekten (biz peygamberimizi) muteber olan bir kitap ile (Kur’an ile) gönderdik. O Kitab’ın ayet ve hükümlerini mukaddes zatımızda bulunan ilim üzere, inanan bir toplum için yol gösterici ve rahmet olarak beyan eyledik.
53/54- Acaba onlar (Kur’an’ı inkâr edenler) ille de onun (Kur’an’ın) akıbetinin ne olacağını mı bekliyorlar? (Böylece doğru mu söylüyor, yanlış mı söylüyor ortaya çıksın!). Onun doğruluğu (Kıyamet gününü inkâr edenler için ortaya çıkınca) önceden onu unutmuş olanlar derler ki: “Hakikat şu ki, Rabbimizin elçileri (bize) gerçeği getirmişler. (Fakat ne yazık ki onları dinlemeyip bu azaba dûçar olduk) şimdi bize şefaat eden olur mu ki bize şefaat etsinler (de, cehennem azabından kurtulalım.) yahut da (dünyaya) geri çevrilmemiz mümkün mü ki, yapmış olduğumuz (kötü ameller yerine) başka (iyi ameller) yapalım?” Onlar şüphesiz öz nefislerine zarar verdiler. (Şimdi de yine yalan söylüyorlar; tekrar dünyaya gitseler aynı işi yaparlar.) Allah’a iftira edip yalan bağladıkları (putları da) şimdi onlardan sıvışıp gittiler. (Onlara hiç yardım edemezler.).
Tefsir:
Müşriklerin, dünyada kendilerinden yardım ve ihtiyaçlarını istedikleri putları kıyamet günü onlara hiçbir fayda veremezler. Faydalı olan, Allah’tır. Ondan başka isterse, peygamber, evliya olsun hiçbir kimseden yardım ve ihtiyaç dilemek itikaden yasaktır. Allah’tan başkasına yüz çevirmek şirktir. Yazıklar olsun bizi gibi Müslümanlara ki, taştan ağaçtan yapılmış büyük insanların, fakihlerin türbelerinden kendimize rehberler tutmuşuz, Allah’ı unutmuşuz, onun helal kıldığı hayvanları da bu zikrolunan türbelere kesip kurban ederek o temiz hayvanın etini de haram ediyoruz.
54/55- Şüphesiz ki, sizin Rabbiniz, semaları ve yeri (itibari olarak) altı günde yaratan; sonra arş üzerine galip olup hükümran olan; geceyi, sürat ve ısrar ile aralıksız bir şekilde gündüze bürüyüp örten; güneşi, ayı ve yıldızları emri altıdan boyun eymiş durumda yaratan Allah’tır. (Ey insan oğlu!) Haberiniz olsun, her şeyin yaratmak ve her işte tamamen tasarrufta bulunmak Allah’a mahsustur. Bütün alemlere terbiye veren Allah, çok hayırlı ve bereketli olan Allah’tır.
Tefsir:
“Arş”, hükümdarların oturduğu “taht” manasınadır. Bu ayette ise “arş”, Allah’ın semalarda ve yerde olan bütün mahlukatı hükümranlığı altına almasından kinayedir. Mesela insanların örfünde “filan padişah tahta geçti, saltanata çıktı”, bundan kastedilen, o padişahın, memleketinde bulunan insanların hükümranlığını eline geçirdi demektir. Kur’an da bu örf ve ıstılahtan yola çıkarak bu hakikati anlatmıştır. Bu da uygun düşmüştür.
Gece ve gündüzün son derece süratli bir şekilde gelip gitmesi, ömür ağacının, insan gaflette iken kesilmesi demektir. Bu öyle olur ki, ömür ağacı birden kesilir az bir zaman içinde devrilip yere uzanır.
Hoca kemerinin bendini nakşederken |
Hanesi yıkılıp ayak altında virane oldu. |
Akıllı o kimsedir ki bu günün işini yarına bırakmasın, dünyada kendisini hatırlatacak bir hatıra bıraksın. Özellikle zengin kimseler, mallarını mezara götüremeyeceğine göre onları dünyada hayırlı bir yerde kullansınlar. Ne güzeldir o kimseler ki, mallarını vatan evladını yetiştirmek için din ve millet yolunda sarf ederek dünya hayatını verip ebedi hayatı kazanırlar.
55/56- Rabbinize inleye inleye ve gizlice yalvararak (her bir ihtiyacınızı) ondan isteyin. (Dua ederken edepli davranın; bağırıp çağırmayın.). Allah (dua ederken) haddini aşarak (bî-edebâne dua edenleri) sevmez.
Tefsir:
Ne yazık ki, Kur’an, sert kayalara tesir ediyor da bizim kalbimize hiç tesir etmiyor. Belki kalbimiz taşlardan da katı kesilmiştir. Sadece mübarek günlerde insanları camiye toplayıp nâra attırıyoruz. İnsanlara diyoruz; yüksek ses ile haydi bir salavat getirelim, avam insanlarda bu kasidelere iltifat edip onlara birlikte bağırıyorlar. Belki şeytanın yardımcılarını sanki Allah Resulünün yardımcıları olarak kabul edip onların emirlerini de inen Kur’an vahyi gibi sayıyoruz. Pes! Ya biz ne zaman insanlar zincirine katılacağız. Ey vah! Cahiliye devrinden daha beter zamana kaldık.
56/57- (Ey insan oğlu! Allah, yeryüzüne peygamber gönderip) ıslah ettikten sonra (tekrar) yeryüzünde (Allah’a isyan ederek) bozgunculuk yapmayın. Allah’ın (gazabından korkarak), rahmetini de (ümit ederek) dua edin. (Allah, tövbe edenlere merhamet edip onları bağışlayandır.) Muhakkak ki iyilik edenlere Allah’ın rahmeti pek yakındır. (Hiçbir zaman onlardan uzak durmaz.).
57/58- Yelleri rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen, Allah’tır. O yeller yağış için hareket edip ağır bulutları yüklenince o vakit onu ölü bir beldeye sev kederiz. Orada suyu indirir ve onunlar her bir kısım meyvelerden çıkarırız. Bu ölü yeri diriltip ondan her çeşit meyve çıkardığımız gibi, (kıyamet günü) bütün ölüleri de böyle çıkaracağız. Her halde bundan ibret alırsınız.
Tefsir:
Allah (cc) nasıl ki ölü yerden türlü türlü meyveler çıkarmaya kadirdir, öyle de insanlar öldükten sonra onları tekrar diriltmeye kadirdir.
Allah’ın (cc) mükemmel kudreti bahar ayında ortaya çıkar. Ne yazık ki, Dehriye/Materyalistler, Allah’ın bu kudretini havaya va bahar ayına isnat ediyorlar. Havayı müessir-i hakiki kabul ediyorlar ve zanları ile hareket ederek Allah’ın fiilini mahluka isnat ediyorlar. Halbuki, bir yerde hep bir topraktan çıkan muhtelif gül ve çiçekleri görmezlikten geliyorlar. Bu akılları hayrette bırakan hadiseyi ne ile izah edebilirler. Hakim Kaânî (1271/1854), ne güzel der:
Şeyh Sadî de bu konu da çok güzel şeyler söylemiştir:
58/59- Rabbinizin izni ile güzel beldenin bitkisi (yağış sebebi ile verimli olarak) çıkar; kötü beldenden (çorak, verimsiz araziden) de faydasız bitkiden başka bir şey çıkmaz. İşte biz, (öz vahdaniyetimize ve eşsiz oluşumuza delalet eden açık ve vazıh) delilleri (Allah’ın nimetlerine) şükreden bir kavim için böyle açıklarız.
Tefsir:
Peygamberler, ilahi rahmetin müjdecisi ve naşiridirler. Yüklenmiş oldukları teklifler ve şeriatler ise hayat yüklü yağmur dolu bulutlar gibidirler. Kur’an, kalplerin hayat suyu; din ve marifet, ebedi bir hayat olan ilahi bir rahmettir. Sorumlu ve muhatap olan insanlar da yağmurun indiği arazi gibi iki kısımdır: İyi ve kötü, mümin ve kâfir. İyiler iyi düşünür, Allah’ın peygamberinden istifade eder, ilahi ayetleri düşünmek ve anlamakla ibret alır, iman eder hayat bulur ve neticede Allah’ın nimetlerine şükrederler. Ahret için güzel ameller ile güzel meyveler verirler. Çorak yer gibi fena olan insanlar ise Allah’ın nimetlerini ve rahmetini inkâr ve küfürle karşılaşırlar. Müminler gibi faydalanmadan mahrum kalırlar. İşte ayetteki misal bunu anlatmaktadır.
59/60- (Resulüm!) Nuh’u elçi olarak öz kavmine gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim, yalnız Allah’a ibadet edin, sizin için ondan başka ibadete layık bir mabut yoktur. Eğer Allah’a ibadet etmezseniz, doğrusu ben, üstünüze gelecek büyük bir günün azabından korkuyorum. (Bu azap sizi tutup helâk edeceğiz.).
60/61- Kavminden ileri gelen büyükler dediler ki: (Ey Nuh!) Biz seni gerçekten aşikâr olarak bihayli hak yoldan kenarda görüyoruz.
61/62- Dedi ki: “Ey kavmim! Bende haktan hiçbir uzaklaşma yoktur; (ama siz iftira ediyorsunuz.) lakin ben, alemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim. (Allah’tan gelmiş bir peygamber hiç haktan uzaklaşır dalalette olur mu?)”
62/63- Öz Rabbimin bana emir buyurduğu hükümlerini size tebliğ ediyorum, (Allah’a dönesiniz diye) size nasihat ediyorum ve ben (Allah’ın sıfatlarından ve mükemmel kudretinden) sizin bilmediklerinizi Allah’tan (gelen vahiy ile) . (Öyle ise bana tabi olun da Allah’a itaat edin).
63/64- (Allah’ın azabından) sakınıp da (kıyamet günü) rahmete nail olmanız için, içinizden sizi uyaracak bir adam vasıtası ile (Nuh vasıtası ile) size bir nasihat ve öğüt gelmesi acayıbınıza mı gitti?
64/65- Nuh’un sözlerini kabul etmeyip yalanladılar, (sonra onları tufan tuttu) biz de onu ve (iman edip) onunla beraber gemide bulunanları kurtardık, mucize ve hükümlerimizi inkâr edenleri ise su da boğduk. Çünkü onlar (kalpleri ve gözleri hakkı anlayıp görmekten) kör bir kavim idiler. (Bu yüzden onları azap yakalayıp helâk oldular.)
65/66- Ad kavmine de kardeşleri Hud’u peygamber olarak gönderdik. O dedi ki: “Ey kavmim yalnız Allah’a kulluk edin. (O’na ortak koşmayın). Sizin için Allah’tan başka hak mabut yoktur. Hâlâ Allah’tan korkmayarak başkasına kulluk mu ediyorsunuz.
66/67- Kavminden kâfir ileri gelen büyükler dediler ki: “Biz seni sefahat içinde (aklı ermeyen biri olarak) görüyoruz ve (bu peygamberlik iddianda da) yalancılardan olduğunu sanıyoruz.”
67/68- Hud: “Ey benim kavmim! Bende sefahat ve akılsızlık yoktur. Lakin ben (size) alemlerin Rabbi Allah tarafından bir peygamber olarak gelmişim. (Hiç peygamber de sefahat olur mu?);
68/69- Öz Rabbim Allah’ın, bana emir buyurduğu hükümlerini size ulaştırıyorum ve ben size nasihat eden emin bir kişiyim, (size hiçbir vakit hıyanet eylemem.);
69/70- Sizi (Allah’ın azabından) uyarması için, içinizden bir adam vasıtası ile (Lut vasıtası ile) Rabbinizden size bir öğüt ve nasihat gelmesi acayıbınıza mı gitti? Şunu iyi düşünün ki (ey Lut kavmi,) Allah sizi, Nuh kavminden sonra onların yerine hükümdarlar olarak getirdi ve sizi (bedeninizi hem yaratılış bakımından hem yükseklikte) onlara üstün kıldı, (ki sizin gibi hiç bir kavim yaratmamıştı.) O halde Allah’ın size ihsan ettiği nimetlerini hatırlayın (da O’na şükredin). O vakit elbette (ahret azabından) kurtulursunuz.
70/71- Dediler ki:
“(Ey Hud!) Yalnız bir Allah’a ibadet etmemiz ve atalarımızın tapmakta olduklarını
terk etmemiz için mi geldin? Eğer doğru sözlü kimselerden isen bizi tehdit
ettiğin azabı getir.”
71/72- Hud dedi ki: “Artık size Rabbinizde bir azap ve bir hışım inmesi sezâdır. (Ey kavmim!) haklarında Allah’ın hiç bir delil ve burhan indirmeği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimler konusunda benimle nizâ mı ediyorsunuz? (Gelecek azabı) bekleyin öyle ise, ben de sizinle bile onu intizar ediyorum. (Bekliyorum; gelince o azap acaba nasıl olur haliniz!).
72/73- (O kavme bekledikleri azabı gönderdik,) onu (Hud’u) ve onunla beraber olanları (engin) rahmetimizle kurtardık ve (Hud kavminden) mucizelerimizi tekzip edenlerin de kökünü kestik (tamamen hepsini helâk ettik; onlardan bir nefer bile kalmadı.). Onlar (küfür ve inatlarında son derece sağlam ayak olup) hiç de Allah’a inanacak gibi değillerdi.
Tefsir:
Ad kavminin kıssası, özet bir şekilde şöyledir: Ad kavmi, Yemen’de Amman ile Hadramut arasında bir yerde iskân etmişlerdi. Nuh tufanından sonra kalan insanların neslinden gelmişlerdir. Allah’a (cc) asi olup putperest oldular. Üç putları vardı: Sudâ, Samûd ve Hebâ. Allah (cc) Hud (as)’ı onlara peygamber olarak gönderdi. (Hud’un nesebi: Hud b. Abdullah b. Rebah b. El-Carud b. Âd b. Âvs b. İrem b. Sâm b. Nuh aleyhisselam’dır.)[307] Ad kavmi Hud (as)’ı tekzip ettiler. Allah (cc) üç yıl belki kendilerine gelirler diye onlara kuraklık verip yağmur yağdırmadı. Yinede iman etmediler. Üç yıldan sonra havada bir kara bulut belirdi. Onlar zannettiler ki, bu gelen yağmur bulutudur. Onu bir zaman seyir ettiler. Hemen bir tufan ve şiddetli rüzgâr ortaya çıktı. Sekiz gün yedi gece bu şiddetli rüzgar devam etti. Hepsi helâk oldular, bir nefer bile kalmadı. Sadece Hud’a inanan bir kaç insan kaldı. Hud (as) daha sonra Mekke’e gitti ve orada vefat etti.[308]
73/74- Semud kavmine de onların kardeşi Salih’i gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim, yalnız Allah’a kulluk edin. (O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın.) Sizin için Allah’tan başka ibadete layık hak mabut yoktur. Size Rabbinizden (benim peygamber olduğuma dair) aşikâr bir delil gelmiştir. O da, size bir mucize olarak Allah’ın şu devesidir. Bırakın onu, Allah’ın arzında (alaflardan) yesin; sakın ona eziyet etmeyin. (Eğer ona eziyet ederseniz) o vakit sizi eziyet veren bir azap tutar.
74/75- (Ey kavmim!) Şunu iyi düşünün ki, Allah sizi, Âd kavminden sonra onların yerine hükümdarlar olarak getirdi ve yeryüzünde (Şam ile Hicaz arasına) size yer verdi: Yerin kolaylıklarından (topraktan yapılan tuğla vb. malzemelerinden) saraylar yapıyorsunuz, dağlarından yontup evler kuruyorsunuz. Allah’ın size ihsan ettiği nimetleri hatırlayın da yeryüzünde azmanlaşıp müfsitlik/bozgunculuk etmeyin.
75/76- Kavminin ileri gelenlerinden büyüklük taslayanlar, içlerinden zayıf görünen müminlere (alay ederek) dediler ki: Siz yakinen Salih’in Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu biliyor musunuz? Onlar da: “Şüphe yoktur ki (Salih, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir.) biz onunla ne gönderilmiş ise ona inananlarız,” dediler.
76/77- Kendilerini kibir ve gurur bağlamış kimseler de dediler ki: “Biz de sizin inandığınızı inkâr edenlerdeniz (hiçbir vakit Salih’e inanmayacağız.)”
77/78- Derken o dişi deveyi ayaklarındaki damarı keserek öldürdüler ve Rablerinin emrine karşı serkeşlik ettiler de: Ey Salih! Eğer sen hakikaten (Allah’tan gönderilmiş) peygamberlerden isen bizi onunla tehdit ettiğin azabı bize getir, dediler.
78/79- Bunun üzerine (onlara azap inip) gürültülü bir zelzele onları yakaladı da (daha önce selamet iken) öz yurtlarında diz üstü çöke kaldılar. (Hepsi helâk oldular.)
79/80- Salih, (kavmine azap indiğini görünce) onlardan dalını çevirdi ve (üzülerek hazin hazin) şöyle dedi: Ey kavmim! Hakikaten ben size Rabbimin risaletini ve hükümlerini getirdim, size (gelin Allah’a iman edin diye) nasihat ettim. Lakin siz öğüt veren kimseleri dost tutmazdınız. (Sonunda yaptıklarınızın cezası size yetişti.)
Tefsir:
Semud kavminim kıssası özet olarak şöyledir: Semud kavmi, Araplardan bir kavim olup Şam ile Hicaz arasında yerleşmişlerdi. Azgınlık edip Allah’a itaat etmediler. Putperest oldular. Allah (cc) onların kendilerinden Salih (as)’ı peygamber olarak gönderdi. (Salih peygamberin nesebi: Salih b. Abd b. Masih b. Ubeyd b. Hacir b. Semud b. Abir b. Erem b. Sam b. Nuh’tur.)[309] Salih (as) onları Allah’a davet etti, kabul etmediler. Sonra Salih (as)’dan mucize istediler: Büyük bir taşın içinden bize bir deve ve bu şartla taştan çıktıktan sonra kendisinin büyüklüğünde bir balası olsun, dediler. Onların dediği şartlarda Salih (as)’ın bir mucizesi olarak taştan çıkarak deve geldi. Yine de iman etmeyip sonunda o deveyi öldürdüler. Salih (as) onlara dedi ki: “Üç gün bekleyin, ondan sonra azap inecek; ilk gün yüzleriniz sararır, ikinci gün kızarır, üçüncü gün kararır. Bundan sonra size azap iner. Üçüncü gün olunca yüzleri karardı. Salih (as) onlardan ayrılıp Mekke’ye gittiği ve ölünceye kadar orada kaldığı söylenir.[310] Onları şiddetli bir zelzele tuttu ve hepsi helâk oldular.
80/81-Lut’u da (Şam toprağında bulunan Sodom’a peygamber gönderdik.) Kavmine dedi ki: “Sizden önceki milletlerden hiç bir kimsenin yapmadığı çirkin işi mi yapıyorsunuz?
81/82- O çirkin iş şudur ki, siz, kadınları bırakıp da şehvetle erkeklere gidiyorsunuz. Doğrusu siz, (her türlü) sınırı aşmış bir milletsiniz.”
82/83- Lut’un kavmi, Lut’a verebilecekleri hiçbir cevap bulamadılar da sadece (alay ederek) cevapları: “Onları (Lut’u ve taraftarlarını) öz yurdunuzdan çıkarın. Onlar özlerini temiz hesap eden kimselerdir, (o halde bizden ayrı dursunlar.)” oldu.
83/84- Biz de (Lut’un kavmine azap gönderdik.) onu ve karısından başka ailesini kurtardık. (Karısı, kavmi arasında kalıp) helâk olanlardan oldu.
84/85- Evvela onlara yağış gibi taş yağdırdık, (sonra onları şiddetli bir sarsıntı tutup helâk oldular.). (Resulüm!) Bak gör ki, günahkârların akıbeti nice oldu. (Allah’ın azabı onları tuttu ve helâk oldular.).
Tefsir:
Lut (as), Hz. İbrahim’in kardeşi Haran’ın oğludur.[311] İbrahim (as) Babil’den hicret edip Şam’a geldiğinde Lut (as) da, Sodom ve çevresi (Ürdün) halkına peygamber olarak gönderildi.[312] Sodom, yedi kentten meydana geliyordu. Burada yaşayanların tuttukları çirkin iş, “livata” yapmak idi. Bu kötü işe öyle alışmışlardı ki, yoldan geçenleri tutup aynı şeyi yapıyorlardı. Kadınlar da, terk edildikleri için kendi aralarında “lezbiyenlik” icat ettiler. Lut (as) onlara bu kötü işi yapmamaları için nasihatte bulunmuştu, fakat kabul etmediler. Böylece Allah (cc) onlara azap gönderip helâk etti. İlk önce semadan taş geldi, gökten taş gelirken, yer de şiddetli sarsıldı. Hepsi yerin dibine geçti.
85/86- Medyen (kavmine de) kardeşleri Şuayb’ı peygamber olarak gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Yalnız Allah’a ibadet edin. Sizin için Allah’tan başka hak olan mabut yoktur. Hakikaten size Rabbinizden (benim hak peygamber olduğuma dair) açık bir delil gelmiştir; artık (alış-verişte) ölçü ve tartıyı tam yapın, insanların eşyalarını eksik vermeyin. (Allah Tealâ, peygamber gönderip) ıslah ettikten sonra (tekrar) yeryüzünde fesatlık yapmayın. Eğer (benim sözlerimi tasdik edip) Allah’a inanıyorsanız; bu anlatılan hükümler, (insanlık aleminde, birbirinizle adilane yürümekte ve alış-verişte) sizin için çok hayırlıdırlar.
86/87- Tehdit ederek, Allah’a inananları Allah’ın yolundan alıkoyarak ve o yolu insanlara yanlış tarif edip onda bir eğrilik arayıp (insanları ondan soğutarak); Allah’a giden hak olan yollarının ve hükümlerinin karşısında öyle kurulup durmayın. Düşünün ki, siz azıcık bir topluluk idiniz de Allah size nimet verip neslinizi artırdı. Görün ki, (sizden önce geçen) fesatçıların akıbeti nasıl oldu!
87/88- (Siz benim hakkımda ihtilafa düşseniz bile) şayet içinizden bir grup benimle gönderilen (hükümlere) inanır, ama diğer bir grup inanmazsa; Allah aranızda hükmedinceye kadar bekleyin. (Ta ki O, hak ile batılın arasını ayırsın.) Hükmedenlerin en hayırlısı Allah’tır.
88/89- Şuayb’ın kavminden kendilerini kibir ve gurur bağlamış elebaşılar dediler ki: “(Ey Şuayb) Seni ve seninle beraber inananları öz kentimizden elbette çıkarırız (çünkü sen yeni bir şey çıkardın, aramızı katıyorsun), ya da dinimize dönersiniz, (o zaman kardeş oluruz, bizden ne bir eziyet ne de azar işitirsiniz.).” Şuayb dedi ki: “İstemesek de mi? (Bizi yurdumuzdan çıkaracak veya dinimizden döndüreceksiniz. Bu olacak şey değildir.).
89/90- Allah bizi ondan (sizin dininizden) kurtardıktan sonra tekrar sizin dininize dönersek, o vakit Allah’a iftira bağlamış oluruz. Rabbimiz Allah dilemiş başka, yoksa ona (sizin dininize) geri dönmemiz bizim için olacak şey değildir. (Allah, kesinlikle küfre dönmemize razı olmayacağına göre, bizim, kalkıp sizin dininize dönmemiz muhaldir.). Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. (Allah, imandan sonra küfre dönmenin de çirkin olduğunu iyi bilir. O halde hiç bir zaman böyle çirkin bir işin ondan meydana gelmesi imkânsızdır.). Bizi imanımızda sabit tutmasında sadece Allah’a tevekkül etmişiz. [Bundan sonra Şuayb (as) kavminin sözlerin usanıp Allah’a onların aleyhine dua etmeye başladı;] Ey bizim Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında adaletle hükmet, (zira onlar inanacak gibi değillerdir.) hükmedenlerin en hayırlısı sensin.
90/91- Şuayb’ın kavminin ileri gelenlerinden elebaşılı kâfirler (Şuayb’ı bırakıp, ona inananlara) dediler ki: “Eğer Şuayb’a tabi olursanız (ona inancınızda diretirseniz) elbette o vakit siz ziyana uğrarsınız.”
91/92- (Şuayb’ın kavmi küfürlerinde ısrar edince onlara azap indi;) o müthiş sarsıntı onları tuttu; (selamette iken) dolanıp öz yurtlarında diz üstü çöke kaldılar, (helâk oldular.).
92/93- Şuayb’ı yalanlayanlar, sanki yurtlarında hiç şenlik tutmamış (safa sürememiş) gibi oldular. (Hepsi helâk oldular); Şuayb’ı yalanlayanlar, işte öz nefislerine zarar verenler onlar oldular. (Yalanlamalarına karşılık ancak azap gördüler.).
93/94- (Azap indikten sonra) Şuayb, onlara dalını döndü ve (üzülerek) dedi ki: “Ey kavmim! Allah bilir ya, ben size öz Rabbimin hükümlerini duyurdum ve size (gelin Allah’a itaat edin ve sözlerime kulak asın diye) nasihat ettim.” [ Üzülerek bunları dedikten sonra, Allah’a itaat etmeyip azaba dûçar olan bir kavme üzülmenin kayda değer olmadığını da düşünerek kendi kendine:] “Artık kâfir bir kavme nasıl acırım!” dedi.
Tefsir:
Şuayb’ın adı, Tevrat’ta “Yesrû[313]/Benzun[314]” olarak geçer. Nesebi ise: Şuayb b. Mîkîl b. Yeşhub[315]/Yeşcun[316]/Yeşhur[317] b. Medyen b. İbrahim aleyhisselamdır. Medyen, Filistin’de bir yerin adıdır. Hz. İbrahim’in oğullarından birine nispet edilmiştir. Medyen hem yerin adı hem de orada yaşayan kabilenin adıdır. Allah (cc) Şuayb (as) bu insanlara peygamber olarak göndermiştir. Bu kıssada Medyen halkının belirgin özellikleri üzerinde durulmuştur. Medyenlilerin en kötü alışkanlıkları, ölçü ve tartıdan çalmak idi. Şuayb (as) onlara nasihat edip bu kötü alışkanlıklarından vazgeçmelerini ve Allah’a inanmalarını istedi. Onlar da itaat etmediler. İşin sonunda Allah (cc) onları müthiş sarsıntı ile sarstı. Şuayb (as) kıssasının bir kısmı da (Şuarâ 26/176-191’de) geçmektedir.
94/95- Biz hangi ülkeye bir peygamber gönderdiysek, onun halkını belki tevazu gösterir kibirden uzak dururlar diye mutlaka yoksulluk ve hastalık ile derdest etmişizdir.
95/96- (Yoksulluk ve hastalıkla uslanıp imana gelmeyince) Sonra kötülüğü değiştirip yerine bol nimet verdik, (özleri ve malları) son derece arttılar ve: “Atalarımıza da böyle yoksulluk ve sevinç dokunmuştu” dediler ve (kibirleri, gururları son haddine ulaştı da, istirahat vaktinde iken) hemen onları, hiç beklemedikleri bir sırada ansızın yakaladık, (azap gönderip hepsini helâk ettik).
96/97- (Kendilerine peygamber gönderdiğimiz) ülkelerin halkı inanıp (Allah’ın azabından) sakınsalardı, kuşkusuz üzerlerine semaların ve yerin bereketlerini (semaların yağışını, yerin türlü türlü rızıklarını) açardık; fakat (peygamberleri) yalanladılar, biz de onların kazandıkları ile yakaladık, (azap ettik).
97/98- Acaba, o ülkelerin insanları, geceleyin uyurlarken kendilerine azabımızın gelemeyeceğine emin mi oldular?[318]
98/99- Yahut o
ülkelerin insanları, kuşluk vakti eğlenirlerken onlara azabımızın
gelemeyeceğinden emin mi oldular?
99/100- Allah’ın onları ansızın tutup azap etmesinden emin mi oldular? Öz nefislerini ziyana sokanlardan başkası Allah’ın ansızın azap edebileceğinden emin olmazlar.
100/101- Önceki sahiplerinden sonra yeryüzüne varis olanlara (önceden helâk olmuş bulunanların, bugün yerlerini işkal edip onların ardından gelenlere) Allah şu gerçeği bildirip hidayet etmedi mi ki: “Şayet istesek biz onları da geçenleri (helâk ettiğimiz) gibi musibete uğratırdık, ve onların kalplerini (öz amelleri yüzünden) mühürlerdik; bir daha ebadâ (kulakları hiçbir nasihat ve öğüt) işitemezdi.
101/102- (Resulüm!) İşte sana onların haberlerinden bir kısmını anlattığımız bu ülkeler.. (ve bundan başka ükelerin haberleri de vardır ki onları size anlatmadık, anlatacağız.) Hakikaten, peygamberleri onlara aşikâr mucizelerle geldiler. Fakat önceden yalanladıkları hakikatlere (mucizelerden) sonra da iman etme ihtimali olmadı. (Peygamber gelmezden önce nasıl ki, haram yiyor, puta tapıyor günah işliyorlarsa, peygamber gelip onlara mucize getirmesinden sora da aynı şeylere devam ettiler. Hiçbir değişiklik olmadı). Allah, kâfirlerin kalplerini işte böyle mühürler, (küfürle bütünleşirle de küfür onların ikince tabiatları olur.).
102/103- Onların çoğunda (Allah için), sözde durma (diye bir şey) bulamadık. Belki, hakikat şu ki, onların çoğunu fasık (sözünde durmayan, imanında sabit ayak olmayan) bulduk. [Allahım! Biz görünürde Ehl-i Kur’an olsak bile sanki bize hitap ediyorsun!!!]
103/104- Geçen peygamberlerden sonra Musa’yı mucizelerimizle Firavun ve onun etrafındaki elebaşlılarına gönderdik. (İnsanlara) eziyet edip o mucizeleri inkâr ettiler.(Resulüm!) Bak gör ki bozgunculuk eden (Firavun ve onun tabilerinin) akıbeti nasıl oldu. (Nasıl azap gönderip hepsini helâk ettim.).
104/105- Musa dedi ki: “Ey Firavun! Ben şüphesiz alemleri terbiye eden Allah tarafından (gönderilmiş) bir peygamberim.
105-106/106- Bana layık olan, Allah’a karşı, hakikatten başkasını söylememektir. (Başka söz demek bana düşmez). Size Rabbiniz tarafından açık bir delil ve burhan getirdim. (İsrail oğullarından el çek.) Artık İsrail oğullarını benimle bırak! (Onları ataları İbrahim’in yurdu öz mekânları Mukaddes yerlere götüreyim.).” Firavun dedi ki: Eğer bir delil getirdiysen; (davanda) sadık kimselerdensen onu getir bakalım.
107/107- Bunun üzerine Musa, asâsını yere attı, ansızın bir de gördüler ki asâ, aşikâr bir ejderha kesiliverdi. (Ejderha olduğunda hiçbir şüphe yoktu.).
Tefsir:
Hz. Musa (as) asâsını atınca ejderha kesildi. Onu seyir eden Fıravun ve orada bulunan halk korktular. Firavun tahtından düştü. Halk da dağılıp kaçtılar. Fıravun, feryad edip bağırdı ki ya Musa ejderhayı tut; sana iman edip İsrail oğullarından el çekerim. Musa (as) ejderhayı tuttu ve o da hemen asâ oldu ve dedi ki bir mucizem daha var:
108/108- Musa (koynuna salıp) elini çıkarınca, eli bembeyaz olmuş, bakanların gözünü kamaştırıyordu. [Günümüzde bilimin ilerlemesi ile gelen elektrik, taa o zaman meydana geldi. Hz. Musa için yed-i beyza bir mucize oldu.]
109/109- Firavun’un kavminden ileri gelenler dediler ki: “Bu Musa iyi bilen bir sihirbazdır. (Sihir ilminde son derece mahareti vardır.);
110/110- İstiyor ki sizi öz yurdunuzdan (Mısır’dan) çıkarsın da kendisi saltanat kursun.” Firavun: “O halde neyi gerekli görüyorsunuz, görüşünüz nedir.?” Dedi.
111/111- (Vezirleri şûra yapıp) dediler ki: Musa’yı ve kardeşini biraz tehire sal; (bu arada) şehirlere toplayıcılar gönder;
112/112- Huzuruna bütün bilgili sihirbazları getirsinler. (Eğer Musa onlara galip olursa hak olduğu, mağlup olursa batıl olduğu ortaya çıkar. O vakit onu bizzat sen cezalandırırsın.)”.
113/113- Sihirbazlar Firavun’a geldi ve: “Eğer üstün gelen biz olursak, bize ziyadesi ile mükâfat olmalı.” dediler.
114/114- Firavun: Evet, (size ziyadesi ile mükâfat olduğu gibi) hem de siz mutlaka (huzuruma ilk önce giren, çıkarken en son çıkan) yakınlarımdan olacaksınız, dedi. [ Hazırlıkları tamam olunca Hz. Musa’ya haber gönderdiler. Derken sahirler ve Hz. Musa, müsabaka için vadedilen zamanda bir yerde toplandılar.]
115/115- Sihirbazlar (edep mülâhaza ederek),“Ya Musa, ya sen (önce) at, ya da (önce) atanlar biz olalım. (İhtiyar sen dedir.)” dediler.
116/116- (Musa aleyhisselam onların edebine göre öncelik verip) “Siz atın” dedi. Onlar, (ipten, ağaçtan bazı aletleri meydanın ortasına) atınca; (yılan, aslan, kaplan vs. oldular.); herkesin gözünü büyülediler ve insanları son derece korkuya saldılar. Doğrusu büyük bir sihir gösterdiler.
117/117- Biz de Musa’ya “sen de asanı bırakıver” diye vahyettik. (Musa, Allah’ın emri ile elindeki asâyı bıraktı.) Birden bire asâ (nihayet derecede büyük bir ejderha olup), onların yakıştırdıkları şeyleri yakalayıp yutuverdi.
118/118- Böylece gerçek ortaya çıktı ve sahirlerin yapmakta oldukları boşa çıktı.
119/119- Orada (başta Firavun olmak üzere tabileri ve
sihirbazlar) mağlup olmuş ve nihayet derecede zelil ve hor olarak Musa’nın karşısından çekilmişlerdi.
120-121/120- Sihirbazlar (mağlup olunca, Musa’nın hak olduğunu anlayıp hemen orada Allah için) yüz üstü secdeye düştüler. Dediler ki: “Alemlerin Rabbine iman getirdik.
122/121- Musa ve
Harun’un itaat edip inandığı Rabbe.”
123/122- Firavun dedi ki: “Ben size izin vermeden ona (Musa’ya) iman mı getirdiniz? (Eğer siz iyi niyetle hareket etmiş olsaydınız, benim tarafımdan davet edilmiş olmanız bakımından kanaatınızın sonucunu önce bana arz etmiş olmanız ve bunun ilanı için benden izin almanız gerekmez miydi? Halbuki siz benim iznim ve iradem olmaksızın birdenbire ona iman ettiniz.) Şüphesiz bu bir hiledir, öyle bir oyundur ki siz bunu şehirde kurdunuz. (Musa ile çöle müsabaka için gitmeden önce aranızda anlaştınız. Birbirinize yardım ettiniz.). Asıl halkını (Kıptîleri) Mısır’dan çıkarasınız (siz kendiniz oturasınız) diye bunu yaptınız. Siz yakında bileceksiniz (bu hilenize karşı bakın size neler yapacağım.);
124/123- Elbette ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ondan sonra hepinizi asacağım. [Dünyada ilk kez el ve ayakları çaprazlama keserek sonra da asarak eziyet eden Firavun olmuştur.]
125/124- Sahirler dediler ki: “(Bizim ölmekten korkumuz yok) Biz nihayet Rabbimize şüphesiz döneceğiz. (Allah da bize ecir ve sevap verecektir.);
126/125- Sen sadece
öz Rabbimizin mucizeleri bize geldiğinde onlara inandığımız için bizden intikam
alıyorsun.(Görelim Allah aramızda
nice hükmeder!). [Bundan sonra sahirler dua etmeye başladılar:] Ey bizim Rabbimiz! Bize sabır yağdır, (kalplerimizi sabırla doldur.), bizleri itaat eden kulların olduğumuz halde vafat ettir.” [ Bu konuşmaların sonunda Firavun
emretti, sahirlerin hepsini öldürttü. Sonra Firavun tekrar vezirleri ile şûraya
oturdu:]
127/126- Firavun’un kavminin ileri gelenleri (Firavun’a) dediler ki: “Musa’yı ve kavmini, seni ve tanrılarını[319] bırakıp (hiç ehemmiyet vermeden) yeryüzünde (Mısır’da) bozgunculuk çıkarsınlar diye mi bırakacaksınız? (selamet kalsınlar. Bu halde onları bırakmak olmaz.).” Firavun: “Biz onların oğullarını öldürüp, kadınlarını sağ bırakacağız. Elbette biz onların üstünde kahir hükümranlarız, (onların hakkından her kısım tasarrufta bulunabiliriz; bize kimse karışamaz.)” dedi. [Bu sözlerden sonra İsrail oğulları çok kokturlar. Çünkü Hz. Musa’dan önce de aynı şeyler başlarına gelmişti. Bu işkencelerin ne demek olduğunu çok iyi biliyorlardı. Hz. Musa da onları bu korkularından teselli etti ve:]
128/127- Musa kavmine dedi ki: “(Korkup sızlamayın) Allah’tan yardım isteyin ve sabredin. Yerin tasarrufu Allah’ın kudret elindedir. Kullarından istediğine onu varis eder. (Firavun’u helâk eder, İsrail oğullarını kurtarır.) İşin sonunda (zafer) takva sahiplerinindir.”
129/128- İsrail oğulları: “(Ey Musa!) Sen bize (doğup peygamber olarak) gelmeden önce de geldikten sonra da (Firavun’dan çok) eziyetler edildi; (şimdi sen bizi Firavun’dan kurtaracağını söylemiştin. Öyle ise eziyetten ne zaman kurtaracağız!)” dediler. Musa, “(Telaşa düşmeyin, ümit var olun! Allah ivedilikle) sizin düşmanınızı helâk eder ve onların yerine sizi Mısır’da halife kılar. Sonra da (Allah) bakar ki, bunlar nasıl hareket edecekler. (Nimetlere şükreden kullar olarak mı yoksa nankörlük edenler gibi mi olacaklar.!). [ Allah (cc) bu kelamı ile İsrail oğullarını şükür etmeye yölendirdi. Bundan sonra Firavun ve onun kavmi küfürlerinde ısrar ettiler. Allah da onlara belki uyanırlar, imana gelirler diye türlü türlü bela ve azaplar indirdi. Fakat onlar iman etmediler. Nitekim buyuruyor:]
130/129- Firavun’a tabi olup (iman etmeyenleri) belki kendilerine gelir iman ederler diye yıllarca kuraklık ve mahsul kıtlığı ile tutup kıvrandırdık.
131/130- Fakat kendilerine (Mısır ehline) kesretli nimetler geldiği zaman, işte bu bizim hakkımızdır, (bizim iyi insanlar olmamızdan dolayı bize verildi), derler, ama başlarına bir kıtlık ve açlık yetişince de işte bu Musa ile yanındakilerin uğursuzluğundandır (şom ağızlığından ve bed gözlülüğündendir) dediler. (Resulüm!) Onlara gelen uğursuzluk Allah katındandır, ama onların çoğu bilmiyorlar (ki başlarına gelen kıtlık ve belalar, kendi şom ağız ve bed göz oluşlarındandır.).
132/131- Dediler ki:
“Bizi o mucize sebebiyle sihirlemek için ne mucize getirirsen getir, biz sana
inanacak değiliz. (Senin sözlerin
kabul edecek değiliz.”.
133/132- Biz de kudretimize ayrı ayrı delalet eden mucizeler olmak üzere başlarına yağış ve sel, çekirge, haşere (kene), kurbağalar ve kan gönderdik, yine (Kıptîler) büyüklük taslayıp iman etmediler. Onlar günahkâr bir kavim idiler.
Tefsir:
Bu yağış ve sellerin, bir hafta boyunca aralıksız yağması ile Nil nehrinin olağan üstü taşmasından meydana geldiği söylenir. Bu seller Mısır halkını evleri içinde basıp ve tahrip etmiş, bununla beraber içlerinde bulunan İsrail oğulları’na zararı dokunmamıştır. Bu tufandan, evleri su dolan ve çoğu harap olup insanları boğulan Kıptîler, Hz. Musa’ya yalvardı ve dediler ki: “Allah’a dua et, bu belayı kaldırsın sana iman edeceğiz”. Hz. Musa Allah’a dua etti, bu seller bitti, sular çekildi, Kıptîler kurtuldu, o sene güzel mahsul alındı fakat yine iman etmediler. Bu defa ziraat ve bağlarını çekirgeler bastırdı. Onları bitirdikten sonra evlerine doldu, elbiselerini parça parça ettiler. Kıptiler, Hz. Musa’ya gelerek ağlayıp sızladılar, bu azabın kalkmasını istediler: “Ya Musa dua et kurtulalım, sana iman edeceğiz” dediler. Dua edildi. Bundan da kurtuldular. Fakat bir ay geçti yine iman etmediler. Bu kez bedenlerine haşere musallat oldu. Tamamen evlerinin içleri ve yemek kapları bunlarla doldu. Bedenlerine yapışıp kanlarını emdi. Sanki bedenleri çiçek çıkarmıştı. Hz. Musa’ya gelip feryat ettiler: “Rabbine dua et. Bu beladan kurtulalım, sana iman edeceğiz” dediler. Dua edildi. Bu beladan da kurtardılar. Yine iman etmediler: “Ya Musa, Firavun’un izzetine yemin olsun ki sen sihirbazlardansın” dediler. Bir de kafa tuttular. Arkasından Allah onlara kurbağaları musallat etti. Evlerinin için tamamen kurbağa doldu. Yine gelip Hz. Musa’ya yalvardılar: “Bunlardan bizi kurtar, iman edeceğiz” dediler. Dua edildi. Bela kalktı. Yine sözlerinde durmadılar. Nihayet, kan belası verdi. Beyinlerinden gelip burunlarından akıyordu. Bir çok insan bundan helâk oldu. Yine Hz. Musa’ya gelip, “Nice defa sana söz verdik; bu belaları kaldır, sana iman edelim dedik. Fakat iman etmedik. Bu kez dua et, iman edeceğiz.” dediler. Dua edildi. Bu hastalık da kalktı. Bir zaman geçti. Yine iman etmediler. Sözlerini unutup inatlarında direterek iman etmediler. Bu belalar sadece Kıptîleri tutmuştu. Ve yine musibetler devam etti. Arkasından veba hastalığı oldu Hz. Musa’ya Firavun da dahil olmak üzere hep söz verdiler. Belalar kalkınca iman edeceklerdi. Yine de iman etmediler. Nitekim gelen ayette anlatılıyor:
134-135/133- Ne zaman ki, tâûn/veba üzerlerine çöktü, (Kıptîler) dediler ki: “Ya Musa! Sende bulunan peygamberlik hakkı için, bizden dolayı Rabbine dua et (bu azabı kaldırsın). Eğer bu azabı kaldırır uzaklaştırırsa, elbette sana iman edeceğiz, İsrail oğulları’ndan el çekip seninle birlikte göndereceğiz”. Biz, erişecekleri bir vakte kadar azabı kaldırıp onlara mühlet verince hemen sözlerinden döndüler. [İman etmeyip, kendilerine verilen mühlet de bitince hepsini denizde boğduk nitekim anlatılıyor:]
136/134- Biz de ayetlerimizi tekzip ettikleri ve onlardan gafil olup hiç düşünmedikleri için kendilerinden intikam aldık; hepsini (Kızıl) denizde boğduk.
137/135- (Firavun ve kavmini helâk ettikten sonra) hırpalanıp ezilen kavmi (İsrail oğulları’nı) da yeryüzünün, hayır ve bereketle donattığımız (Şam ve Mısır’ın) doğusuna ve batısına mirasçı kıldık. (Resulüm!) Rabb’inin İsrail oğullarına olan (Firavun’u helâk edip sizi kurtaracağım) güzel vaadi, sabırları neticesinde gerçekleşti. Biz de Firavun ile kavminin yaptıkları (yüksek saray ve ümranları) ve yetiştirdikleri bahçelerini harap ettik.
138/136- İsrail
oğullarını denizden geçirip, (Firavun’u
da boğunca) hemen orada kendilerine
mahsus bir takım putlara tapan bir kavme rastladılar; dediler ki; Ey Musa! Onların putları gibi, sen de bize
bir put yap! Musa da (öfkelenip):
Gerçekten siz cahil bir toplumsunuz,
(hak ile batılı fark edemiyorsunuz.) dedi.
139/137- Çünkü o gördüğünüz (putperestlerin) içinde bulundukları din, sınıp dağılmaya mahkûmdur ve yapmakta oldukları da batıl olur. (Müşrik oldukları için amellerin fayda vermeyecek.).
140/138- (Musa, İsrail oğullarına: Ne akıldan kenar bir kamivsiniz;) sizi alemlere üstün kılıp (denizden kurtaran) Allah olduğu halde, ben size O’ndan başka ilah mı arayayım! dedi.
141/139- (Musa dedi ki: Ey İsrail oğulları! Allah, buyurdu ki:) Hani sizi, Firavun’un adamlarından kurtardığımız zaman, hatırlasanıza, size en şiddetli azabı yapıyorlardı; oğullarınız öldürüyor, kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı. (Bu belalardan sizi kurtarmakta) Rabbiniz tarafından büyük bir nimet vardır. (Gerektir ki bu nimetlere şükredesiniz. Şükretmeyince, bu nimetler başınız büyük bela olur.).
142/140- (Ya Muhammed!) Musa ile, otuz gece (ibadet edip, gündüz oruç tutarak bunun sonunda Tur’a Tevrat’ı almak için gelmesi hususunda) sözleştik. (Otuz gün orucunun sonunda, orucunu bozduğu için) süreye bir on gece daha ekledik; böylece Rabbinin tayin ettiği vakit kırk geceyi buldu. (Tur’a gitmeye hazırlanırken) Musa, kardeşi Harun’a şöyle dedi: Kavminin içinden benim yerime geç, ıslaha çalış ve bozguncuların yolundan gitme.!
Tefsir:
Rivayete göre Musa (as) Mısır’da iken İsrail oğullarına, Allah, düşmanlarını helâk ederse, kendilerine neyi yapacaklarını, neyi terk edeceklerini açıklayan bir kitap getireceğini vaat etmiş, Firavun helâk olunca, Musa Rabbinden o kitabı istemiş, Allah da kendisi ile konuşmak, ona vahyetmek ve peygamberlik işini tamamlayarak ona olan nimetini tamamlamak için bütün Zilkade ayı boyunca, otuz gün oruç tutmasını emretmiştir. Musa (as) bu orucu tutmaya başladı. Tam otuz gün olunca ağzının kokusundan hoşlanmadı. Yani ağzının kokusu, oruçlunun ağız kokusu gibi olduğu için, Rabbi ile konuşmak istemedi. Ağzının kokusu gitsin diye iftar etti. Allah (cc): Niçin iftar ettin ya Musa? “Bilmez misin, oruçlunun ağız kokusu, benim katımda misk kokusundan daha hoştur” dedi. Böylece Allah (cc), orucuna Zilhicce’den on gün daha ilave etmesini emretti. Bundan sonra hacet makamına gelip önce, Allah’tan kavminin O’nu görmesini istedi. Fakat bu reddolundu. Ondan sonra levhalarda yazılı olan Tevrat Hz Musa’ya nazil oldu. Nitekim bu ayet onu haber vermektedir.
143/141- Musa, tayin ettiğimiz vakitte, (Tur’a) gelip Rabbi onunla konuşunca, “Ey benim Rabbim! Bana göster ta ki sana nazar edeyim” dedi. Allah buyurdu ki: Beni katiyen göremezsin. (Senin gözünde, şimdilik beni görecek kuvvet yaratmadım). Fakat (başka bir şekilde görebilirsin o da) dağa bak, eğer o yerinde durabilirse, sonra sen de beni göreceksin.!” (Resulüm!) Allah’ın iktidarı ceberût ve iradesi o dağda tecelli edince onu pâre pâre ediverdi; Musa da (ölüme yakın şekilde) baygın düştü. Ayılıp kendine gelince (bu isteğinden dolayı tövbe etti ve:) “İlahî, sen (göz ile görünmekten) münezzehsin, (dediğim söze pişman olup sana döndüm, tövbe ettim) Ben inananların ilkiyim” dedi.
Tefsir:
Müslümanlardan büyük bir grup, Allah’ın dünyada değil de ahrette görüleceğine kail olmuşlardır. Ahrette Müslümanlar, Allah’ı göreceklerdir, diye söylüyorlar. Bu konuda Resulüllah’tan (sav) bir çok hadis rivayet etmişlerdir. Onlar diyorlar ki: Hz. Musa bir peygamber olduğuna göre, Allah’tan istenmeyecek şeyi istemez. O halde Allah’ın ahrette görüneceğini bildiği için, dünyada da görünebileceğini düşünerek bunu istedi. Bu ve bunun gibi daha bir kısım delilleri “rüyet” hakkında ifade etmişlerdir. Fakat bu ayet onların delillerini çürütmektedir. Bu ayete göre Allah hiçbir zaman görünmeyecektir. Görünmesi muhaldir. Bu ayetten başka delile ihtiyaç da yoktur.[320]
144/142- Allah Ey Musa! dedi, sana verdiğim peygamberlik ve seninle konuşmamla seni insanlar üzerine seçkin kıldım. Sana verdiğimi (peygamberlik, Tevrat ve hikmeti) al ve şükredenlerden ol.
145/143- Nasihat ve (İsrail oğullarının din ve dünyalarında muhtaç oldukları) her şeyin açıklamasına dair ne varsa hepsini Musa için levhalarda yazdık, (hükümlerini beyan ettik.) Ondan sonra dedik ki: (Ey Musa!) bunlara sıkı sarıl, (halka ulaştırmak için gayretli ol) ve kavmine de onun en güzelini almalarını emret. (Onunla amel etsinler.) Elbette size (Firavun ve ona uyanlar gibi) fasıkların (harap olmuş, helâk olmuş) yurtlarını göstereceğim.
Tefsir:
“Kavmine de onun en güzelini almalarını emret” , yani o levhalarda yazılanın hepsi güzeldir. Bununla beraber bir kısmı bir kısmından daha güzel olanlar vardır. Mesela affetmek ve bağışlamak kısastan, farz ve vacipler mubahlardan daha güzeldir. Yine bunun gibi çeşitli manalara ihtimali olanların bazı ihtimaller gözetilerek yapılan yorum ve tefsirleri diğerlerinden daha güzel olabilir. Şu halde senin kavmin daima daha iyi ve daha güzel olanı ve efdal olanı tercih etsin.
Uhut savaşında Şehitlerin seyyidi Hz. Hamza şehit olunca müşrikler onu müsle yaptılar (burun kulak kestiler). Müsle, Araplar arasında son derece çirkin olan bir iştir. Resulüllah (sav), amcasını bu halde görünce: “Allah’a yemin olsun ki, eğer Allah bana zafer verirse senin yetmiş kişiyi böyle yapacağım!” deye yemin etti. Bunu üzerine ayet indi: “Eğer ceza verecekseniz, size yapılan işkencenin misli ile ceza verin. Ama sabretseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır.” (Nahl 16/126) Resulüllah (sav) yeminine kefaret verdi ve onu uygulamadı.[321] Allah da (cc) bu ayette olduğu gibi Tevrat’ta yapılacak uygulamaların en güzelinin uygulanmasını tavsiye etmektedir. Hakimler de bunu yapmalıdırlar.
146/144- Haksız yere yeryüzünde büyüklük taslayanların, (bu huylarından dolayı kalplerine mühür vuracağım) ayet ve mucizelerimize (inanmaktan) geri çevireceğim. Onlar ne mucize görseler onlara inanmazlar. Hak ve hidayet yolu görseler onu yol tutmazlar. Ama dalalet yolu görseler hemen ona sap olurlar. Bunu sebebi, onların mucizelerimizi inkâr etmeyi adet edinmiş olmaları ve onlardan hep gafil olagelmeleridir.
147/145- Ayetlerimizi ve ahretteki buluşmayı inkâr edenlerin (yaptıkları güzel) amelleri hepten boşa gitmiştir. (Onlara hiçbir fayda vermez.). (dünyada güzel amelleri boşa gittiğine göre) onlar yalnız yaptıkları ile cezalanmıyorlar mı?
148/146- (Tur’a gittikten sonra) Musa’nın arkasından kavmi, altın takılardan, böğüren bir buzağı heykelini (tapmak için) imal ettiler. (İsrail oğulları) acaba görmediler mi ki o, onlarla ne konuşuyor ne de onlara bir yol gösteriyor. Buna rağmen kendi kendilerine mabut tuttular. İsrail oğulları öyle zalim bir kavimdiler (ki hiçbir şeyi yerinde kullanmadılar.). [Buzağıya tapmaları onların ilk icadı değildi. Onlar bundan başka nice şeyler icat ettiler.]
149/147- Pişman oldular, parmaklarını dişlediler de, baktılar ki dalalete düşmüşler. O zaman dediler ki: “Rabbimiz! Bize merhamet edip bizi bağışlamazsa elbette öz nefislerimize ziyan verenlerden olacağız.”
150/148- Musa, öfkeli ve üzüntülü bir halde (Tur’dan) kavmine dönünce (Harun’a ve müminlere hitaben): “Bana arkamdan ne kötü bir halef oldunuz! Rabbinizin emriyle, (Tur’dan) dönünceye kadar sabredemediniz mi?” dedi. (Bu sözleri derken son derece öfkeli idi hemen) Tevrat levhalarını yere attı [Hz. Musa Allah’ın emirlerini yerine getirmekte çok kıskançtı. Ona ters bir işe hiç dayanamazdı.] ve (niçin İsrail oğulları’nın buzağıya tapmalarına mani olmadın diye) kardeşinin (Harun’un) başından (saçlarından) tutup kendine doğru çekmeye başladı. Harun, (Musa’nın kalbi merhametle dolup onu vurmasın diye) “Anam oğlu!” diyerek şöyle devam etti: “Bu kavim beni cidden zayıf hesap edip nerede ise beni öldüreceklerdi (ben onlara mani olmaya çalıştım ama onlar kulak asmadılar.) sen de bana böyle yaparak düşmanları sevindirme ve beni bu zalim kavimle bile hesap eyleme!” [Musa’nın öfkesi dindi. Hem kendinin kardeşine yaptığı bu tavırdan ötürü hem de kardeşinin kendisine ve Allah’a karşı yaptığında ötürü mağfiret diledi. Nitekim:]
151/149- Musa: “Ey benim Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla, öz rahmetine bizi dahil eyle! Sen merhametlilerin en merhametlisisin! dedi.
152/150- (Resulüm!) Şüphesiz o buzağıyı tanrı edinenlere (kıyamet gününde) Rablerinden bir gazap, dünya hayatında da bir zillet erişecektir. Biz iftira edenleri işte böyle cezalandırırız.
153/151- Günah işleyip sonra ardından tövbe ederek halisen iman edenlere gelince, şüphesiz ki o tövbe ve imandan sonra, Rabbin bağışlayıp merhamet edendir.
154/152- Musa’nın öfkesi dinince (yere attığı Tevrat) levhaları aldı. Onlardaki yazıda, ancak öz Rablerinden korkan kimseler için hakka hidayet bulma ve rahmete ulaşma vardır.
155/153- Musa, tayin ettiğimiz vakitte kavminden yetmiş nefer seçti. (Tur’a gelince inanmak için Allah’ı görme isteminde bulundular. Bundan dolayı) onları müthiş sarsıntı yakaladı. (Hepsi helâk oldular). O zaman, Musa: “Ey benim Rabbim eğer sen murat etseydin beni de bunları da daha önce helâk ederdin. (Ben de bu yaman günü görmezdim.) İçimizdeki sefihler yüzünden bizi helâk eder misin Allah’ım! İlâhî! Bu ancak senin bir imtihanındır, (Onlar senin sesin duyunca, hayal ettiler ki seni de görebilirler. Bu fasit hayalleri ile seni görmeyi arzu ediyorlardı.) sen bu imtihanla dilediğini (cahillerden) dalalete salarsın, dilediğini (ariflerden) hidayet edersin. Bizim emirlerimize kaim olan sensin. Bizi bağışla, merhamet eyle, bağışlayanların en yahşisi sensin.
Tefsir:
Allah (cc), Hz. Musa’ya, İsrail oğulları’ndan seçilecek bir takım kimselerin gelip, buzağıya tapmalarından dolayı özür dilemelerini ve geriye kalanların da tövbelerinin kabul edilmesi için niyazda bulunmalarını emretmiş ve bunun için bir vakit tayin etmişti. Hz. Musa’da yetmiş kişiyi seçmişti. Bunlarla Tur’a doğru yola çıktı. Hz. Musa münacatta bulundu. Allah’ın kelamını hep duydular. Ama yine de inanmadılar, ona inanmayı Allah’ı aşikâr bir şekilde görme şartına bağladılar. Allah’ı görmeyi, kelamını işitmeye benzetiyorlardı. Yine de görmek istediler. Daha önce de geçtiği gibi Musa (as) Allah’ı görmek talebinde bulundu. Bu istemenin mehabetinden dağ pâre pâre oldu. O yetmiş kişi orada helâk oldu. İşte bu ayette bu olay haber veriliyor.
156/154-İlâhî! Bize bu dünya da iyilik yaz, (her işimizin güzel veçhile olmasını nasip et.) ahrette de, (azabından kurtulup, sevabına nail eyle.). Biz hidayet bulup yoluna döndük. (Allah) buyurdu ki: “Kimi dilersem (ameline göre) onu azabıma uğratırım; ama rahmetim her şeyi kuşatmıştır. (Gel gör ki, azap ediyorsam, o kimsenin bu rahmetten demek hiç nasibi yokmuş.) O rahmetimi, takva sahiplerine, zekât verenlere ve tarafımızdan gelen mucizelerimize, ayetlerimize inananlara yazdım, (vacip kıldım.).
157/155- (Ey Musa!) Onlar ki, o ümmî peygambere (Muhammed aleyhisselama) uyarlar, (onların vasıfları, hem sana inen) Tevrat’ta (hem de senden sonra gelecek ) İncil’de (iki kitapta) onları yazılmış bulacakları o elçiye uyarlar ki, işte o Peygamber onlara iyi ameller yapmayı emreder, kötü amellerden nehyeder; onlara (selim fıtratın kabul edebileceği) temiz şeyleri helâl, (selim fıtratın kabul etmediği) murdar şeyleri de haram kılar; ağırlıkları ve üzerlerindeki zincirleri indirir (zincir gibi ağır teklifleri kaldırır.). O Peygamber’e iman edip onun düşmanını ondan men eden, ona yardım eden, onunla birlikte indirilen nura (Kur’an’a) tabi olanlar var ya elbette (kıyamet gününün azabından) kurtulanlar onlardır.
Tefsir:
“Ağırlıkları ve üzerlerindeki zincirleri indirir (zincir gibi ağır teklifleri kaldırır.)” Bu ayeti Allah Resulü (sav) şu hadisi ile de izah etmişlerdir ki: “Lakin bir kolay ve âsan olan İslam dinine Peygamber olarak giderilmişim.”[322] Fakat, Müslümanlar, kendi arzularına uyarak onu ağır tekliflerle iyice ağırlaştırıyorlar. Evet, İslam, müsamaha dinidir. Evvelki ümmetlerin yüklendikleri ağır teklifler onda mevcut değildir.
158/156- (Resulüm!) De ki: Ey insanlar! Ben sizin hepinize (gönderilmiş) Allah’ın Resulüyüm. Öyle bir Allah’ın peygamberiyim ki, semaların ve yerin saltanatı ve sahibi O’dur. Allah’tan başka hak mabut yoktur. Öldürür ve diriltir, (hiç kimse O’na karşı gelemez.). Bundan dolayı gelin, Allah’a ve resulüne (Muhammed as.) iman edin. Allah’a ve Allah’ın bütün kitaplarına iman etmiş bulunan o ümmî Peygamber’e, evet ona uyun. (Allah’ın iradesi o dur ki, ona tabi olan) doğru yolu bulur.
Tefsir:
Bu ayet, Hz. Peygamber’in alemşümul/evrensel bir peygamber olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber’in bir kısım sıfatlarını, Allah (cc) daha o, dünyaya gelmeden önce Hz. Musa (as)’a bildirmişti. Bu yüzden Allah (cc), Resulüllah’ın ve ashabının bir kısım vasıflarını, Hz. Musa (as)’ın konusu geçen bu ayetlerde onu da anlattı. Yani Allah (cc), Resulüllah’ı, Musa’ya anlattığını da böylece ifade etmiş oldu. Şimdi tekrar, Hz. Musa anlatılacak.
159/157- (Ya Muhammed! Musa’ın kavmi hep isyancı millet değildi;) Musa’nın kavminden de doğru yolu gösteren ve hakkı gözeterek adaletle hükmeden kimseler vardır.
160/158- Biz İsrail oğullarını oymaklar halinde on iki kabileye ayırdık. (Sahrada su bulamadılar, Musa’dan su istediler.) Kavmi kendisinden su isteyince Musa’ya, elindeki asâ ile taşa vur, diye vahyettik, vurunca hemen o taştan (İsrail oğullarının oymak sayısınca) on iki pınar akmaya başladı. Her insan su içeceği yeri kesinkes bildi. (İsrail oğulları sahrada havanın sıcaklığından şikâyet edince;) üzerelerine bulutla gölge yaptık, (Mısır’dan getirdikleri erzak bitince) onlara kudret helvası ve bıldırcın eti indirdik.[323] (Onlara dedik ki:) “Size verdiğimiz rızıkların temizlerinden yiyin (Allah’a şükredin, sakın nankörlük yapmayın.)”. (Fakat onlar, nimetlere nankörlük ettiler. Resulüm!) onlar (nankörlük etmekle) bize değil kendilerine zulmettiler.
Tefsir:
Firavun denizde boğulunca, İsrail oğulların onun şerrinden kurtuldu. Sonra da çöle doğru yol aldılar. Allah (cc), Musa’ya (as) emretti ki, İsrail oğullarından 12 fırkaya göre işlerini taksim et. Hiç bir fırka diğerinin işine karışmasın. Sonra yine ona emretti ki, İsrail oğullarından 20 ilâ 50 yaş arasındakileri savaş etmek için seç. Böylece bu özellikte tam 600.000 asker seçti. Bu vaziyette Şam tarafına çıktı.
Nimetlere nankörlük eden ancak kendine zulüm yapar. Bu yüzden Allah (cc), “onlar (nankörlük etmekle) bize değil kendilerine zulmettiler” diye bunu beyan etmişlerdir. Zalim kimse için Allah’tan bir kurtuluş yolu yoktur. Bu zulüm, ister kendine olsun ister başkasına olsun değişmez. “Nimetlere nankörlük etmenin” manası, Allah’ın verdiği nimetleri gerektiği yerde kullanmamaktır. İnsan ne zaman kendine verilen nimetleri, emredildiği gibi kullanırsa o zaman verilen nimetlere nankörlük etmemiş olur. Allah’ın kendilerine nimet verdiği kimseler, bu nimetleri saklar, onların zekâtını ve sadakasını vermezse, onları Allah’ın emrettiği gibi kullanmamış ve nimetlere nankörlük etmiş olur. Allah (cc) bu nimetleri sadece kendi yesin diye vermemiştir. O halde Allah’ın verdiği nimetleri, Allah’ın verilmesini emrettiği yerde harcaması gerekir. Kim bunun aksini yaparsa işte o nimetlere nankörlük yapmış olur, nimetlere nankörlük eden ise zalim olur. Zalimlere de hiçbir zaman kurtuluş yolu yoktur. Zengin Müslümancın insafı nerededir ki, Müslümanların bin türlü derdi varken, ihtiyaç içinde kıvranırken, onların derdine hiç kulak asmamak, Müslümanlıkla nasıl bağdaşır. Böyle insanlara hiç Müslüman denir mi? Bu insanlar, kendilerinden önceki gayretli Müslümanların eserlerine hiç bakmıyorlar mı? Onlar, üniversiteler, darülacezeler, yetim yuvaları, hastaneler, selatin camiler yapmışlar ve bunların giderleri için özel vakfiyeler bırakmışlardır. Bu vakfiyeler hiçbir zaman devredilemez, kıyamete kadar verildiği gayede kullanılırlar. Fakat ne yazık ki bir kısım alimler o vakfiye arazilerini kendi mülklerine geçirmeye çalışmışlar ve çoğunu da geçirmişlerdir. Vakfiyeleri gidince, bu vakfiye arazilerin ve imaretlerin sebebiyle tamir ve ihtiyaçları sağlanan muhteşem cami vs. imaretler harap olmaya mahkum olmuşlardır. Çoğu insanlar bunlardan habersizdir. Günümüzde Karun gibi öyle zengin insanlar vardır ki, hazineler edinmişlerdir, yığınlarca malları vardır fakat bunlardan hiçbir zaman, din ve milletin ilerlemesi uğrunda tırnak kadar olsun vermezler. Ey Allah’ım! Büyük bir belaya giriftar olmuşuz. İlâhî, İslam büyüklerine bir basiret ver! Allah Kur’an’ında din uğrunda zekât vermeyi emretmiyor mu? Zekât vermeyi terk edip, Kur’an’ın bu emrini dinlemeyen insanlara nasıl Müslüman diyebilirsiniz!
161/159- Onlara: Şu şehirde (Beytu’l-Makdis’in bulunduğu şehirde) yerleşin, orada (bulunan meyve ve rızıklardan) her yede dilediğiniz gibi yiyin; (ibadet çadırından/hayme mucamma’dan[324] girerken) “İlâhi, bizim günahlarımızı bağışla” deyin; bu ibadet çadırından içeri girerken kapıdan secde ederek/eğilerek girin (siz bu amelleri yapın) biz de hatalarınızı bağışlarız, ihsan sahiplerinin ecrini ise (ahrette) daha da artıracağız;
162/160- Fakat onlardan zalim olanlar, (ibadet çadırına girerken söylemeleri gereken) sözü, arzu edilenden başkası ile değiştirdiler. Bu zulümleri yüzünden semadan yaman bir bela (veba) gönderdik. (Binlercesi helâk oldular.) [İbadet hanenin hürmetine uymayanları veba hastalığı tuttu ve 24 bin insan öldü.]
163/161- (Resulüm!) Onlara (bu Yahudilere) deniz kıyısında bulunan şehir halkının durumunu sor. (Onlar bu şehir halkının durumunu bilirler.) Hani onlar cumartesi gününe hürmetsizlik edip (o günde yasaklandıkları balık avlamayı yaparak) haddi aşıyorlardı. Çünkü cumartesi tatili yaptıkları gün, balıklar akın edip onlara gelirdi, cumartesi tatili yapmadıkları gün de gelmezlerdi. (Onlar da, cumartesi günü gelen balıkları hapsedip, ertesi gün avlarlardı.) İşte böylece onları, (haddi aşıp) fasıklık ettikleri için onları imtihan ediyorduk.
164/162- (İsrail oğulları arasında) bir topluluk (bu haddini aşanlara karşı nasihatte bulunuyordu, nasihatlerini saymayınca bir kısmı nasihat etmekten vazgeçti. Nasihate devam eden ötekilerine de:) “Allah’ın helâk edeceği veya şiddetli bir şekilde azap edeceği bir kavme ne diye nasihat veriyorsunuz?” dediler. (Nasihate devam etme fikrinde olanlar ise:) dediler ki: “sizin Rabbinize mazeret beyan edelim bir de Allah’tan sakınsınlar (da bu kötü işleri yapmasınlar ümidi ile) nasihat ediyoruz.”
165/163- (Asi olan Yahudiler) kendilerine yapılan öğüt ve nasihatleri unutunca, biz de kötülükten men edenleri (nasihatçileri) kurtardık, zulmedenleri de fena hareketlerinden dolayı şiddetli bir azaba giriftar ettik.
166/164- (Beni İsrail) yasaklanan şeylerden serkeşlik edip itaate gelmeyince onlara: (Allah’ın rahmetinden) uzak olmuş bir şekilde maymun suretine girin, dedik. [Allah’ın emri ile tamamen maymun oldular ve üç gün sonra da helâk oldular. Bununla ilgili bir açıklama (Bakara 2/65,66) geçmişti.]
167/165- (Resulüm! Musa’nın zamanında) Senin Rabbin, elbette kıyamet gününe kadar onlara en kötü muameleyi yapacak olan kimseleri başlarına musallat edeceğini ilan etti. (Resulüm!) Muhakkak ki, senin Rabbin (asilere) cezası çok süratlidir, tövbe edenleri de ne kadar bağışlayıp merhamet edendir.
168/166- (Resulüm!) Onları (Yahudileri) yeryüzünde param parça fırkalara ayırdık. (ki, her bir fırka ya bir şehirde ya bir köyde yerleşip hiç bir zaman bir yere gelip ittifak edemesinler.) Onlardan salih kimseler de vardır, olmayanlar da. Onları biz, (belki tövbe edip Allah’a) dönerler diye bazen nimetlerle, bazen da musibetlerle imtihan ettik.
169/167- (Resulüm!) Sonra onlara araklarından (bu senin devrinde) daha dejenere olmuş bir takım kimseler (Yahudiler) Kitab’a (Tevrat’a) halef oldular. (Onların alimleri Tevrat’ın ayetlerini ve hükümlerini tahrif karşılığında) şu kıymetsiz ve eksik dünya malını alıyorlardı. (Dini emirleri hafifleterek bununla insanların teveccühünü kazanıyorlardı. Ve bu arada) diyorlardı ki: “Nasıl olsa Allah bizi bağışlar” Halbuki (daha önceki Yahudilerin ) aldıklarının bir benzeri menfaat (rüşvet) daha gelse, (senin devrindeki bu Yahudiler de) onu alırlar, (yine Tevrat’ın hükümlerini değiştirirler. Buna rağmen nasıl bağışlanacaklarını söyleyebiliyorlar!). Vakti ile Kitap’ta (Tevrat’ta) kendilerinden Allah’a karşı haktan başka bir şey söylemeyeceklerine dair ağır bir söz alınmamış mıydı ve onlar o Kitap’ta ki bilgileri incelememişler miydi? (O kitapta yazılıyor ki günah işleyene Allah azap eder. Bağışlanmanın şartı günahlardan tövbe etmektir.) Ey rüşvetçiler! Artık akıl etmez misiniz ki, ahret yurdu takva sahipleri için daha hayırlıdır! Hâlâ aklınızla yürümüyor musunuz (ki düşünüp de bilesiniz; ahreti dünyaya satmak olmaz.)
Tefsir:
Allah (cc) “(Onların alimleri Tevrat’ın ayetlerini ve hükümlerini tahrif karşılığında) şu kıymetsiz ve eksik dünya malını alıyorlardı.” İfadesi ile zahirde Yahudileri anlatsa bile bu hükümler, herkese şamildir. Yani hakikatte, bu mesajı ehl-i Kur’an’a bildiriyor. Türkçe’mizde önemli bir ata sözü vardır: “Kızım sana diyorum gelinim sen işit!” Bu ayetler de bu kabildendir. Nice Kuran hükümleri vardır ki, alınan paralar karşısında ört bas edilmiştir. Bir çok uydurma haberlere bakılarak Kur’an’ın bir kısım hakikatleri yanlış yorumlamalara gidilmiştir. Kim, güneşi balçıkla sıvatırsa bu hakikati de örtebilir. Allah’ın (cc) sözleri hak ve doğrudur. Kimse onları değiştirmekle doğruyu bulamaz. Evet Kur’an’ın gerçekleri bu gün gizlide kalmıştır. O gerçekleri ileri sürenlere de hemen “zındıklık” damgası vurulmaktadır. Fakat ne olursa olsun “onların burnu yerde sürülsün” ben bu hakikatleri bu kitapta anlatmaya çalıştım. Bu kitaba iyi dikkat nazarı ile bakanlar, doğru ya da yanlış olduğumuzu anlarlar. O zaman bize hak verirler. Allah’ım sen zalimlerin şerrinden bizi muhafaza eyle!..
170/168- Kitab’a muhkem yapışıp, namazı dosdoğru kılarak (onu terk etmezlerse) hakikat şu ki, biz salih amel işleyenlerin mükâfatlarını zayi etmeyiz. [Allah (cc) bütün hükümleri anlatıp bu araya da namazı sıkıştırması, namazın ne kadar ehemmiyetli ve faziletli bir ibadet olduğunu gösterir. Evet, namaz, dinin sütunudur. Küfürle imanın arasını namaz ayırır.]
171/169- (İsrail oğulları Tevrat’ın hükümlerini kabul etmeyip Musa’ya da itaat etmeyince) Biz dağı (Tur dağını) onların üzerine gölgelik gibi çekmiştik de üstlerine düşecek sandılar. (Onları böylece korkutarak) “ size verdiğimiz kitabın (Tevrat’ın hükümlerini) alın ve içinde olanı hatırlayın ki takva sahibi olup (ona Allah’a karşı gelmekten) sakındasınız.” dedik. [Bu konu (Bakara 2/63) geçmişti.]
172/170- (Ey Resulüm!) Kıyamet gününde, (işin sonu bütün boyutları ile ortaya çıkınca) biz bundan (Allah’ın varlığından) habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Adem oğullarından (geçen Yahudilerin sulbünden) onların belinden zürriyetlerini çıkardı, onları (senin zamanında bulunan Yahudileri) kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: “(Ey Yahudiler!) Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Onlar da, “evet (sen bizim Rabbimiz olduğuna) şahit olduk” dediler. (Fakat buna rağmen inanmadılar.);
Tefsir:
Ayette, “Ademoğulları”ndan maksat, Yahudilerdir. “Onların zürriyetinde” murat ise Resulüllah (sa) devrindeki Yahudilerdir. Tefsirciler, ayeti, “Hz. Adem’in sulbünden aldık” manasında yorumlamaktadırlar. Daha sonra da bu nesil be nesil devam etmiştir demektedirler. Bunun adını da “zerre ahvalatı” yani (genetik) demişlerdir. İşte bu konuda denilenleri muhtasaran anlattım. Kanaatımca bunlar pek doğru olmasa gerektir. Önce; Allah (cc) ayette “Ben Adem’den aldım” demiyor, belki “Adem oğullarının zürriyetinden aldım” diyor. Yani “onun neslinden evlat getirdim” demek istiyor. Bunun Adem’le ilgisi yoktur. İkinci olarak, burada “Ademoğulları”ndan maksat “Yahudilerin” olduğunu, ayetin başında bulunan “vav” atıf harfi anlatmaktadır. Çünkü bundan önce ayetin sibakı Yahudilerden bahsetmekte idi. Biraz düşünülünce benim yorumumun haklı olduğu ortaya çıkar. Bu ayette tefsircilerin yaptığı yoruma götürecek bir ip ucu bile bulunmamaktadır. Allah (cc) insan oğluna “akıl” vermekle ondan söz almıştır. Yani konusu geçen konuşma “akla” hitaben yapılan bir konuşmadır. Allah aklı muhatap tutuyor ki, Allah’a inanmakta “akıl” önemli bir araçtır. Allah’ı bulmak için araştırıcının, “akıl” olması gerekir. Böylece akıl, Allah’ın birliğine bir yol bulur.[325]
“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Onlar da, “evet (sen bizim Rabbimiz olduğuna) şahit olduk” Allah’ın (cc) bu kelamı “misal” kabilindendir. Allah (cc) insanlara vermiş olduğu akıl nimeti ile bu aklı ön plana çıkararak ondan kendisine delil çıkarmıştır. Bundan dolayı, Allah’ı bulmak için yapılacak iş, akla müracaat etmektir. Sanki Allah (cc), “akıl” sebebiyle insanlardan şahitlik isteyip, onlar da, Allah’ın verdiği bu akıl ile Allah’ın varlığı hakkında deliller getirerek onun ispatını yapıyorlar. Ayrıca insanın kendisi bizzat muhteşem yaratılışı ve mükemmelliği ile Allah’ın varlığına bir delil olmaktadır. Yani insanın bizzat kendisi Allah’ın var olduğunun şahididir.
173/171- Yahut “Bundan önce babalarımız Allah’a şirk koştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesildik (onları, bu kötü adetlerinde taklit emişiz; suç bizim değil, onlarındır.) Bu takdirde ‘batıl işleyen (babalarımızın) yüzünden bizi de helâk eder misin Allah’ım!” demeyesiniz diye, (kendinizi yaptıklarınıza şahit tuttuk.). [Onlara kıyamet gününde böyle itirazlarda bulunmasınlar diye “akıl” nimetini delil olarak verdik. Böyle bir şey iddia ederlerse bu iddiaları kabul olmaz. Çünkü hüccet ve delil olan bir yerde itiraz kabul olmaz.]
174/172- Belki (şirkten) gerçeğe dönerler diye (hak ve mevcut olduğumuza delalet eden) ayetlerimizi böyle ayrıntılı bir şekilde beyan ediyoruz.
175/173- (Resulüm!) Yahudilere, kendisine öz ilim ve hikmetlerimizden verdiğimiz, buna rağmen (o ilimlerden inkâr ederek) sıyrılıp çıkan, o yüzden şeytanın, peşine taktığı ve sonunda hak yoldan sapan şu alçağın (Bel’am b. Baurâ’nın) haberini de oku.
Tefsir:
Ken’anîler’den Bel’am b. Baurâ namında nihayet marifet ve ilim sahibi, Allah’ı birliğini kabul etmede kâmil biri vardı. Bu ayetin onun hakkında indiği rivayet edilir.[326] Hz. Musa (as), bu kabileye hak dini neşretmek için gittiğinde, onlar inanmadılar ve Bel’am’a dediler ki; sen arif ve alim birisin, beddua et de Musa ve kavmi helâk olsun. Bel’am: “Musa hak bir peygamberdir. Ben ona nasıl beddua ederim!” dedi. Onlar ısrar edince, nihayet kötü fikirlere kandı. Sonunda Hz. Musa ve kavmine nefret edip kâfir oldu. Nefret etmeye başlayınca dili ağzından, kelp gibi sarkmaya başladı. Nitekim bu ayetler onu anlatmaktadırlar.
176/174- Eğer dileseydik, onu (Bal’am b. Baurâ’yı) o ilim ve hikmet sebebi ile yükseltirdik (ve salih kimselerden ederdik.) lakin o, dünyaya takıldı (öz amelinin yüzünden dünyaya meyil edip, dünyayı ahrete tercih etti) ve nefsinin arzularına tabi oldu. Onun misali, köpek misalidir: Üzerine varsan da telesir, varmasan da telesir. (Resulüm!) İşte bu, ayetlerimizi inkâr eden kavmin misalidir, (Bel’am, Musa’yı tekzip edip inkâr ettiği gibi, bu Yahudiler de seni tekzip ettiler.) Bu kıssayı iyice anlat, belki düşünürler (de, işin sonundan korkar iman ederler.).
177/175- Bizim ayetlerimizi/mucizelerimizi inkâr edenlerin misali ne kötüdür. (İnsan en şerefli yaratık iken, hayvanların en alçağı köpeğe benzetilmesi ne kötüdür.) Ve ayetlerimizi inkâr edenler öz nefislerine zulmediyorlardı.
178/176- Allah kime hidayet ederse, o hidayet bulur, kimi de (yaptıkları yüzünden) dalalete salarsa, işte onlar elbette ziyankâr olup öz nefislerine zarar verenlerdir.
179/177- Cinlerden ve insanlardan bir çoğunu cehennem için yarattık. (İman nuru onların kalplerine hiç girmez ki iman etsinler.) Onların kalpleri vardı ama onunla gerçeği anlamazlar, (sanki kalpleri yok gibidir.); gözleri vardır ama, haktan hiçbir şeyi görmezler (sanki anadan doğma kördürler.); kulakları vardır, ama hiçbir şey işitmezler. Onlar (bu sıfatları ile) hayvanlar gibidirler. Belki de dalalette onlardan daha artıktırlar. (Çünkü onlara akıl nimeti verilmediği için, hadiseleri düşünüp üzülmezler. Keyiflerine bakarlar. Ama insanın aklı onu her şeye karşı duyarlı kılacağından yerinde kullanmazsa rahatsız eder.) gaflette son noktaya ulaşmış olanlar, işte onlardır.
180/178- Güzel adlar, Allah’a mahsustur. (Allah’a dua ederken) onlardan biri ile dua edin. Allah’ın güzel adlarını bırakıp da kendi yakıştırdıkları isimlerle Allah’a dua edenleri bırakın. Elbette onlara yaptıklarının cezası verilir.
Tefsir:
Müslümanlar, Allah’a dua ederken: Ya Allah! Ya Rahman! Ya Rahim! diye dua ediyorlardı. Müşrikler ise Müslümanları Allah’ın bu isimlerinden dolayı tenkit ettiler. O zaman bu ayet nazil oldu.[327]
181/179- Yine bizim yarattığımız insanlardan öyle bir ümmet vardır ki, onlar (kendileri doğru yolda olduğu gibi başkalarını da) doğru yola götürmeye çalışırlar ve adaleti ciddiyetle yerine getirirler.
182/180- Mucizelerimizi (ve hükümlerimizi) tekzip edenlere gelince onları yavaş yavaş bilmedikleri bir yönden azaba yaklaştırırız. (Onlara bol nimetler veririz, onlar, bu nimetlere nankörlük ederler; bu bolluklar içinde başlarına ne geleceğini pek fark edemezler, bunu hayırlarına yorarlar, işte bu halde iken, onları yavaş yavaş azaba yaklaştırırız.).
183/181- (Resulüm!) Müşriklere mühlet veririm, (dünyada ömürlerini uzatır, rızıklarını bollaştırırım, ama bu uzun ömür ve bu bolca rızkın kendileri için bir azap sebebi olduğunu bilmezler.) Fakat benim oyuna getirip helâk edişim pek çetindir.
184/182- Muhammed’e iman etmeyenler, düşünmüyorlar mı ki, onda delilik yoktur. Öyle ise niçin mecnun diyorlar? O, ancak aşikâr bir uyarıcıdır.
185/183- Allah’ın semalardaki ve yerlerdeki mülkiyet ve tasarrufuna, Allah’ın yarattığı her şeye; (belki daha düşünmeye vakit kalmadan küfür halinde dünyadan gidebilirler diye) ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bakmadılar mı? (Ölüm gelmeden Kur’an’ın bir gerçek olduğunu neden düşünmüyorlar.) Artık bu Kur’an’ın sözüne iman etmedikten sonra, daha hangi söze inanacaklar!
186/184- Herkim ki, (yaptıkları yüzünden) Allah onu dalalete salmamış ola, o kimse için hidayet eden bulunmaz. Allah, onları kendi azgınlıkları içinde sersem olarak bırakır.
187/185- (Resulüm!) Sana, ne zaman kopacak diye kıyamet vaktini soruyorlar. De ki: Onun ne zaman kopacağı bilgisi Rabbim Allah’ın yanındadır. (Ne zaman kopacağını, ne Allah’a yakın bir melek ne de gelen peygamber onu bilemezler.) Onu tam vaktinde koparacak olan Allah’tan başkası değildir. (Hiç kimse onu vakti gelmeden önce bilemez.) Kıyamet gününün gizli kalması sema ve yer ehline çok ağır gelmiştir. (Herkes onun ne zaman kopacağını bilmeyi arzu eder, fakat Allah bir hikmet üzere onu gizli tutmuştur. İnsanlar, işinin başında işleri ile meşgul olurken) o size ansızın gelecektir. (Resulüm!) Sanki sen onu iyi biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. (Daha önce de dediğim gibi) de ki: “(bunda fazla ısrar etmeyin) onun bilgisi Allah’ın yanındadır. (Ben o hususta bir şey bilmiyorum.) Lakin insanların çoğu (sadece Allah’ın, kıyametin kopacağını bildiğini) bilmezler. (Bu yüzden durmadan sana soruyorlar.).
Tefsir:
Müslümanların, bu ayete çok iyi dikkat etmeleri gerekir.
Allah (cc), Hz. Peygamber’in gaybı bilmediğini kesinlikle beyan ediyor.
Nitekim: “(Resulüm!) Sana, ne zaman
kopacak diye kıyamet vaktini soruyorlar. De ki: Onun ne zaman kopacağı bilgisi
Rabbim Allah’ın yanındadır. (Ne zaman
kopacağını, ne Allah’a yakın bir melek ne de gelen peygamber onu bilemezler.)”
diye buyuruyor. Fakat bugün Müslümanları o kadar cahillik kaplamış ki, Kur’an’ı
bırakıp bir kısım şeylere kulak veriyoruz ki bunlar ne Kur’an’da vardır ne de
Resulüllah’ın beyanlarında vardır. Bu ayete göre değil ki, Resulüllah’ın gaybı
bilemesi, biz onu, bir kısım evliyaların ve İmamlarında bildiğini savunmaya
başladık. Halbuki Allah (cc), Hz. Peygamber’in gaibi, hiçbir surette kendi
başına bilemeyeceğini ifade etmişlerdir. O bilmediğine göre, diğerleri hiç
bilemezler.
188/186- (Resulüm!) Ben öz nefsimden ötürü ne bir menfaat sağlamaya ne de zarar vermeye malik değilim. Ancak Allah dilerse o başka, (O’nun dilediğinden başkasını yapamam.). Eğer ben gaybı bileseydim elbette (kendimden) ötürü daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı, (mesela; savaşlarda başıma gelenler hiç gelmezdi. Uhut’ta dişim kırılmaz, yanağım kesilmezdi. Her zaman düşmana galip gelirdim.) Ben (o açıdan) inanan bir kavim için (Allah’ın azabından) uyarıcı ve (rahmetini) müjdeleyiciyim.
189/187- Sizi bir tek candan (Adem’den) yaratan, ondan da rahatlık bulsun diye eşini (Havva’yı) yaratan O’dur. Eşi ile birleşince hiç eziyet çekmeyeceği bir şekilde hamile kaldı. Bununla bir müddet gitti. Hamileliği ağırlaşınca (doğum zamanı yaklaşınca Adem ile Havva) her ikisi Allah’a: “Ey bizim Rabbimiz! Bize salih (eli ayağı düzgün, yaşamaya ve kendi cinsimizden nesiller vermeye elverişli bir nesil) verirsen kuşkusuz sana şükredenlerden oluruz.” diye dua ettiler.
190/188- Fakat Allah onlara salih (bir evlat ) verince, kendilerine verdikleri bu çocuk hakkında Allah’a ortak koştular. Allah (nev-i beşerin kedisine) ortak koştukları her şeyden yücedir.
Tefsir:
“Kendilerine verdikleri bu çocuk hakkında Allah’a ortak koştular” ayeti ile anlatılan şirk, putları Allah’a ortak koşan şirk türünden değildir. Adem ile Havva bu türlü şirkten münezzehtir. Onlar çocuğun meydana gelişini “meni” ile “Havva’ın anne rahmine” isnat ettiler. Fakat çocuğun olmasını her şeye rağmen Allah’ı verdiğine O’nun mükemmel kudretine isnat etmeleri gerekirdi. İşte şirkte murat, Havva ile Adem’in, çocuğun yaratılmasını bu iki şeye isnat etmeleri yüzünden Allah (cc) onları uyarmış ve yegâne kudretin kendisi olduğunu beyan etmek istemiştir. Çünkü ayetin özü de bu önemli noktayı işaret eder mahiyettedir. Zira Allah (cc), buyurdu ki: “Onlar çocuk hakkında Allah’a şirk koştular. Allah buna razı değildir. O bütün kendisine ortak koşulan şeylerden beridir.” [328]
191/189- Onlar mı ortak koşuyorlar ki, onlar hiçbir şeyi yaratmaya kadir değillerdir. Halbuki onların kendileri (Allah tarafından) yaratılmışlardır.
192/190- Üstelik (o putlar) ne onlara (tapınanlara) bir yardımda bulunabilirler, ne de kendi kendilerini kurtarmaya güçleri yeter. (Böyle şeyleri Allah’a ortak koşmak hiç akıl kârı mıdır?).
193/191- Eğer sizi doğru yola iletmeleri için onları (o putları, yardımınıza) çağırsanız size cevap vermezler. (Ama Allah, cevap verir, “Allah’ım” dediğiniz yerde, “kulum” der, yardımınıza koşar.) Onlara karşı ha dua etmişsiniz, ha susmuşsunuz birdir. (Çünkü onlar hiç bir fayda veremezler.)
194/192- Sizin Allah’tan başka yalvarıp durduğunuz o putlarınız (tanrı yerine koyduğunuz kimseler, hiç değilse bari) sizin gibi (aklı bulunan) kullar olsalardı; (halbuki, sizin gibi bile değiller.) Bu dediklerinizde doğru iseniz, o vakit onlara dua edin icabet etsinler, (her ihtiyacınızı karşılasınlar!!).
195/193- Onların yürüyecekleri ayakları mı var, yoksa (kendilerini savunup) tutunacakları elleri mi var veya görmek için gözleri mi var yahut da işitecek kulakları mı var? (Resulüm!) De ki: “Allah’a ortak koştuğunuz putlarınızı çağırın, sonra da hem putlarınız hem de siz elinizden geleni komayın, bana da mühlet vermeyin. Ne yapacaksanız yapın (Sizden hiç korkacağım yoktur.)”
196/194- Şüphesiz benim yardımcım Allah’tır ki, bana Kitap gönderdi. Salih kimselere yardım edip onların işlerine vaziyet eden de O’dur.
197/195- Allah’ı bırakıp da başkalarına taptıklarınız ne size yardım edebilirler, ne de kendi kendilerine bir faydaları dokunur. (Böyle şeylere hiç boyun bükülür mü?).
198/196- Eğer sizi doğru yola iletmeleri için onları (o putları, yardımınıza) çağırsanız sizi hiç duymazlar. (Ama Allah, duyar, “Allah’ım” dediğiniz yerde, “kulum” der, yardımınıza koşar.) (Resulüm!) onları sana bakar görürsün, oysa onlar görmezler. (Putperestler, güyâ putlarına kaşlar, gözler, kulaklar yapmışlardır. Bakar gibi görünüyorlar, ama ne yazık böyle şeyleri görmezler.) [Bu putların defalarca anlatılması ile, onları yapmanın ne derece çirkin bir iş olduğu anlatılmak istenmiştir.]
199/197- (Resulüm! Bu müşriklerin sana eziyet etmelerine karşılık sen) af yolunu tut, (insanlara) güzel olanı emret, cahillerden yüz çevir, (kötülüklerine kötülükle karşılık verme.)
200/198- Eğer
şeytanın vesvesesi sana yetişirse, Allah ‘a sığın, (“Eû’zübillahimineşşeydanirracim” de.) Çünkü Allah, (kendine
sığınanların feryadını) işitir,
bilir.
201/199- Sineleri her zaman Allah’a karşı saygı ile çarpan muttakiler, şeytandan bir tayf, bir vesvese dokunduğu zaman hemen Allah’ı anarlar ve derken gözleri açılıverir. (Hakkı görür, Şeytan’ın vesvesesini def ederler.).
202/200- Ama şeytanın
kardaşı olanlar, (kendilerine itaat edenleri)
azgınlığa sürüklerler. (Bir kere de dalalete düşürünce) artık ondan el çekmezler.
203/201- (Resulüm! Müşriklere) Bir mucize getirmediğin zaman, (ötekiler gibi) onu da dizdirip getirseydin ya! derler. De ki: Ben ancak Rabbimden bana vahyolunana tabiyim, (kendimden bir şey getirmiyorum). Bu Kur’an Rabbinizden aşikâr olan bir delildir. İnanan bir kavim için hidayet ve rahmettir.
204/202- (Ey müminler!) Kur’an okunduğu zaman kulak verin ve susun, (edep mülahazası ile hiç konuşmayın). (Kur’an’a hürmetinizden dolayı, Allah tarafından) merhamet edilir (ve bağışlanırsınız.).
205/203- (Resulüm!) Nefsinde Rabbini, inleye inleye ve ürpererek, sesli olmayan bir söz ile sabahları ve akşamları an. Sen Allah’tan gafil olanlardan olamazsın.
206/204- Rabbin katında büyük mertebesi olanlar, Allah’a kulluk etmekten kibir ve gurur etmezler, onlar sürekli Allah’ı tespih eder ve ona secde ederler.(öyle ise putperestler neden Allah’a kibir ve gurur edip, ortak koşuyorlar.).
Allah’a hamt olsun A’raf suresi tamam oldu.
Allah Resulü (sav) buyurdular ki: “Kim A’raf suresini okursa Allah onunla şeytan arasına bir perde gerer ve kıyamet günü Adem (as) ona şefaat eder.”[329]
Enfâl suresi, Mekke’de nazil olmuştur.[330] Bu sure 76 ayet, 1075 kelime ve 5080 harftir.
0/1- Bismillahirrahmanirrahim.
1/2- (Resulüm!) Sana, cihatta elde edilen ganimetlerin bölüştürülmesini soruyorlar. De ki: Ganimetler Allah ve Peygamber’e aittir. (Peygamber nasıl isterse öyle taksim eder.) Eğer gerçekten inananlardansanız Allah’tan sakının da, birbirinize (ganimet konusunda düşmanlık etmeyin) aranızı düzeltin. Allah ve Resulüne itaat edin (ganimetten dolayı ihtilâf etmeyin.).
2/3- Müminler o kimselerdir ki, yanlarında Allah zaman kalpleri (Allah’a karşı saygıdan dolayı) ürperir, Allah’ın ayetleri okunulduğu zaman da imanları artar. (Müminlerin diğer bir sıfatları da şudur ki) her işlerinde öz Rableri Allah’a tevekkül ederler.
3/4- Onlar namazlarını kılarlar (hiçbir zaman geçirmezler) ve kendilerine vermiş olduğumuz rızıklardan (Allah yolunda) infak ederler.
4/5- Bu anlatılanlar, gerçek iman sahibi müminlerdir. Onlar için öz Rableri Allah yanında nice dereceler, bağışlanma ve güzel rızıklar vardır.
5/6- (Resulüm!) Onların (Büyük Bedir gazvesinde senin, ganimetleri taksim ettiğin zaman hoşlanmadıkları) halleri, Rabbin (Bedir’de) hak uğruna cihat etmek için seni evinden çıkarırken, bir kısım Müslümanların (Medine’den ayrılmayı) hoşlanmadıkları duruma benzer.
Tefsir:
Bedir, Mekke ile Medine arasında bir yerin adıdır. Orada yılda bir defa panayır kurulur, insanlar alış veriş yaparlardı. Mekkeliler yılda bir defa Şam’a ticarete giderlerdi. Bir keresinde de Mekkeliler, 40 deve yükü ile Şam’dan geliyorlardı. Hz. Peygamber (sav) Ebu Süfyan kumandasında bu Kureyş kervanının, Şam’dan Mekke’ye doğru gitmekte olduğunu ve kervanı koruyacak büyük bir kuvvetin bulunmadığını haber almıştı. Medine’den 310 sahabe ile kervanı vurmaya çıktı. Hz. Peygamber’in (sav) kervanı vuracağı haberi Mekke’de yayıldı. Bunun üzerine onlar da 950 kişi ile Bedir’e doğru koyuldular. Epey yol almışlarken, Ebu Süfyan kervanı vurdurmadan yol değiştirerek deniz kenarından Mekke’ye vardı. Arkasından da haber gönderdi ki, harp etmeyi bırakın, daha savaşa gerek yok, kervan kurtuldu, Mekke’ye gelin. Ebu Cehil, gelen habere kulak asmayıp yine de Bedir’e savaşmak için gitmeye karar verdi ve: “Orada içki içer, şarkı dinler, kadınlarla eğleniriz” diyerek Müslümanlarla savaşmayı da hiçten saydı. Yine dedi ki: Biz oraya kadar gider, eğer onlara göz dağı verirsek bizim kudretimizi de anlarlar. Müslümanlar, Bedir’e varmadan kervan Mekke’ye varmıştı. Bunun için, kervanı yakalamaya giden Müslümanlar birden karşılarında kendileri ile savaşmak için gelen orduyu buldular. Hz. Peygamber (sav) de, ashabını savaşmak için getirmediğinden, meydana gelen bu durum değişikliğinden dolayı savaşma konusunda ashap ile istişare etti. Bunun için herkese hitaben:
— Bana düşüncenizi söyleyiniz, diyordu. Medine’ye mi dönelim, yoksa savaşalım mı? Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer (ra), savaşmak fikrinde idiler.
Gerçi sözü ortaya söylüyordu ama maksadı, Ensar idi. Miktat b. Amr, ayağa kalktı:
— Ey Allah’ın Resulü! Allah’ın sana emrettiği gibi yap. Nasıl yapmamızı dilersen biz seninleyiz. Allah Resulü:
— Bu görüş de benim görüşüm, dedi. Ensardan Sa’d b. Ubade kalktı ve:
— Ey Allah’ın Resulü! Kendi emrine bak ve icra et, vallahi sen Aden körfezine gitsen Ensardan bir kişi bile geri kalmaz. Sonra Sa’d b. Muaz kalktı ve:
— Ey Allah’ın Resulü galiba bizi kastediyorsun, deyince Allah Resulü:
— Evet, dedi. Bunun üzerine Sa’d:
— Biz sana iman ettik, seni tasdik eyledik ve bize getirdiğinin hak olduğuna şahitlik ettik. Bu konuda sana itaat etmek üzere söz verdik. Şu halde sen ne dilersen onu yap. Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin olsun ki, sen bizim yüzümüzü şu denize döndürüp denize dalsan, biz de Ensar ile denize dalarız. İçimizden tek kişi bile geri dönmez... Sa’d’ın bu sözlerinden Allah Resulü şâd oldu ve:
— Haydi yürüyün Allah’ı bereketine! Size müjde veriyorum ki, Allah bana iki taifenin birini vaat buyurdu. Allah biliyor ki, ben sanki şu anda onların devrilip serilecek yerleri görür gibi oluyorum.
Neticede savaş başladı, müşrikler mağlup oldular. Onların Utbe, Şeybe, Velid ve Ebu Cehil gibi büyükleri öldüler. Mekke ehli kaçıp dağıldılar. Hz. Peygamberin amcası, Abbas ve Hz. Ali’in kardeşi Akîl alınan esirler arasındaydılar. Belli bir meblağ veya her biri on kişiye okuma yazma öğretme karşılığında serbest bırakılmaları ön görüldü. Nitekim ilerideki ayetlerde de bu anlatılacaktır.
6/7-(Resulüm!) Hakikat iyice ortaya çıktıktan sonra, (savaşın kaçınılmaz olduğu iyice anlaşıldıktan sonra) hâlâ o konuda sana karşı mücadele ediyorlardı. Güyâ göz göre göre ölüme gidiyorlarmış gibi (davranıyorlardı).
7/8- O zaman, Allah size, iki taifeden (ya kervan ya da Kureyş ordusundan) biri sizin olacaktır, diye vaat ediyordu. Siz de kuvvetsiz olanın (kervanın) sizin olmasını istiyordunuz. Allah ise, istiyordu ki, ayetlerini (nazil etmekle) ihkak-ı hak etmek için (onlarla savaşasınız) ve kâfirlerin kökünü keserek (helâk edesiniz.);
8/9- Müşrikler istemese de (Allah istiyordu ki savaş sonunda, İslam) hakikatini ortaya çıkarsın, (küfür ve şirki) iptal etsin.
9/10- Hani siz, (müşriklerle Bedir’de karşılaşınca) yanıklı yanıklı feryat ederek (Allah’ım bize yardım et, diye) Allah’a dua ediyordunuz. Allah da duanıza icabet edip: “sizin dalınızca gelen bin melek ile yardım edeceğim” demişti.
10/11- Fakat Allah, bu yardımı sırf bir müjde olsun, bir de bununla kalpleriniz aram edip huzura ersin diye yaptı. (Ama sakın güman etmeyin ki, bu yardımı melekler yaptı;) belki, yardım Allah tarafındandır. Çünkü Allah her şeye galip ve yaptığı işlerine de hakimdir.
11-12-13/12-Hatırlayın ki, (korkudan gözünüze uyku girmiyordu) Allah, güven vermek için sizi hafif bir uykuya daldırıyordu; sizi temizlemek, şeytanın vesvesesini gidermek, Allah’a ve birbirinize bağlılığınız artırmak ve savaşta ayaklarınızı onunla sebat ettirmek için üzerinize (hiç umulmadık bir zamanda) gökten su indiriyordu. (Resulüm!) Rabbin meleklere: “Ben sizinle beraberim; iman edenlere (bu savaşta) destek olun; (siz bunu yaparken) ben müşriklerin kalplerine korku salacağım.” (Ey müminler!) O zaman siz de hemen (kâfirlerin) boyunlarının üstünden, bütün mafsallarından vurun! (Müşriklerin çektiği) bu (ölüm ve azap), onların Allah’a ve Resulüne karşı düşman olmalarından ötürüdür. Kim Allah ve Peygamber’ini düşman tutarsa Allah’ın azabı onlara gerçekten şiddetli olacaktır.
Tefsir:
Sahabe-i kiram, düşman korkusundan hiç dinlenemiyordu. Gözlerini uyku tutmuyordu. Allah (cc) onlara, zafer müjdesini vermekle, hemen korkuları dindi. Kalpleri yatıştı. Kumluk bir yerde bata çıka zorluk içinde yürüyorlardı, yağmurun yağması ile bataklık kumlar, üzerinde kolaylıkla yürüyecekleri bir hal aldı. Gerekli su ihtiyaçlarını, yağan yağmurun suyu ile giderdiler. Çünkü müşrikler onlardan önce gelip su kuyularının başlarını tutmuşlardı. Susuzluk endişesi onları bayağı tedirgin ediyordu. İçlerinden nefs-i emmareleri, onlara kötü şeyler fısıldıyordu; eğer hak din üzerinde iseniz haydi Allah size yardım etsin, bakalım diyordu. Allah (cc), yağmur göndermek ve zafer müjdesi vermekle bütün kuşkularını giderdi.
14/13- İşte böyle (Siz kâfirlerin dünyadaki azabı, müminlerin eliyle zelil olmaktır.) şimdi tadın onu. Kâfirlere bundan başka bir de cehennem ateşin azabı vardır.
15/14- Ey iman edenler! (Sizin sayınız az, onların) çok oldukları halde, onlarla karşılaşınca, (kaçmak için) dalınızı çevirmeyin, (savaşta sağlam ayak olun).
16/15- Düşmana dubâra çevirmek için bir tarafa çekilmek veya diğer bölüğe geçip mevzi tutma durumu dışında her kim (cihat ederken) dalını çevirir de kaçarsa muhakkak Allah tarafından bir gazaba uğramış olur. Onun yeri ahrette cehennemdir. Ne yaman varılacak yerdir orası!
17/16- (Müslümanlar!) Müşrikleri siz öldürmediniz. (Zahirde siz öldürseniz bile aslında) Allah onları öldürdü. (Çünkü zafer ve nusret Allah’tandır.). (Resulüm! Toprağı müşriklerin gözüne) sen atmadın. (Zahirde sen attın ama, aslında onu) Allah attı. (Çünkü bir avuç toprağı bin kişinin gözüne atmak, bir kulun yapacağı bir iş değildir. O Allah’ın işidir.) Allah öz tarafından müminlere güzel bir ihsan etmek için (müşrikleri mağlup etti). Allah, müminlerin dualarını bihakkın işitendir ve her hallerine alimdir.[331]
Tefsir:
Bedir savaşı bittikten sonra, kâfirler sındırılmış, bir kısmı öldürülmüş bir kısmı ise esir alınmıştı. Müslümanlar bir ara bununla övünmeye başlamıştı; kimi Ebu Cehil’i ben öldürdüm, kimi Ukbe’yi ben öldürdüm, diyorlardı. Savaş başlamadan önce Kureyş ordusu Ankal’dan çıkınca, Allah Resulü (sav) buyurmuştu ki: “İşte Kureyş, gurur ve kibirle geldi, Allah’ım bunlar senin Resulünü inkâr ediyorlar. Bana verdiğin vaadi senden istiyorum ya Rabbi!” diye dua etti. İşte bu sırada Cebrail (as) geldi, “Bir avuç kum alıp düşmanın yüzüne saç” dedi. Bedr’in tam kızıştığı anda Allah Resulü (sav) Hz. Ali’den bir bir avuç kum isteyip o kumu alarak düşmanın yüzüne saçtı ve “Yüzleri kararsın” dedi.[332] Bunun üzerine düşman saflarında gözleri ile meşgul olmayan müşrik kalmadı. Bundan sonra dağıldılar, müminler de enselerine bindi. Allah (cc) bu ayette, müşriklerin hezimete uğramasının ve bir avuç toprağın saçılması ile düşmanın gözlerine girmesinin esas müessiri hakiki kendisi olduğunu, bu işte vazife yapanların ise sadece bir sebep olduğunu ifade etti.
18/17- İşte bu (müşriklerin mağlup olması, Allah’ın müninlere olan merhamet ve ihsanından dolayıdır.) Gerçek şu ki, Allah, kâfirlerin hile ve oyunlarını boşa çıkarır.
19/18- (Ey Mekkeliler!) Fetih isterseniz işte size fetih gelmiştir. (Bundan daha güzle fetih mi olur?) [ Bu sözlerle Allah müşrikleri istihza etmiş oldu. Çünkü onlar fetih isterken, mağlup oldular.] Eğer siz bu (Peygamber’e) düşmanlık sevdasından vazgeçerseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Ama dubâra savaşa dönerseniz, biz de (Peygamber’e yardıma) döneriz, (sizi yine zelil ederiz). (Ey kâfirler!) Velev ki askeriniz çok da olsa size hiçbir şekilde fayda vermez. Allah kesinlikle müminlerle beraber olup onlara yardım edendir.
Tefsir:
Mekkeliler, savaşa çıkarken Bedir savaşında galip olmaları için Kâbe’nin örtüsüne sarılıp Allah’a dua etmişlerdi. Diyorlardı ki, “bu Muhammed (sav) sıla-i rahmi kesti, kim sıla-i rahmi kesmiyor, insanlara yardım ediyor ve hak yolda bulunuyorsa ona yardım et Allah’ım! Biz hak yoldayız, Muhammet (sav) (hâşâ) batıl yoldadır! Bize yardım et.” Bu ayet işte onlara verilen fethi (!) anlatıyor.
20/19- Ey iman edenler! Allah’a ve Resulüne itaat edin, sözlerini işitip tasdik etmişken Peygamber’e dalınızı çevirip gitmeyin. (Durum bu seviyeye gelmişken neden ona dalınızı dönüyorsunuz.).
21/20- (Ey müminler! Allah’ın sözlerini hakkıyla) dinleyip (tasdik) etmedikleri halde, “işittik tasdik ettik” diyenler gibi olmayın. (İnandıklarını uygulamayan kimseye, inandığı pek fayda vermez.).
22/21- Allah katında, (yeryüzünde) dolaşan ruh sahibi canlıların en şerlisi, hakkı işitmekten kulakları kâr, hakkı söylemekten dilleri lâl ve kendileri de akıl üzere reftâr olamyan/yürümeyen kimselerdir.
23/22- (Resulüm!) Allah bilir şayet onlarda bir hayır (hidayeti bulacak bir kabiliyet) olsaydı, elbette onlara bunu duyururdu. Faraza (onlar bu tıynette iken) hakkı duyursaydı yine de aldırmaz dallarını çevirirlerdi. (İtaat etmezlerdi.).
24/23- Ey iman edenler! Ne zaman Allah ve Resulü sizi, din ve dünyanıza hayat veren bir emirden (cihattan) ötürü çağırırsalar ona uyun. (Ey insanlar!) Bilin ki, Allah insanın özü ile kalbi arasına girer (ölüm yetişir de Allah’a itaat edecek vakit bulamazsınız.) Hepiniz Allah’ın huzuruna toplanacaksınız.
25/24- Öyle bir günahtan (milletin arasına fitne salmaktan) sakının ki, (onun azabı gelince) içinizden sadece zulüm yapanlara dokunmakla kalmaz. (hepinizi sarar.).
Tefsir:
Hakikaten, insanlar arasına fitne salmak ve onları ihtilafa düşürmekten daha büyük günah yoktur. Günümüzde insanların arasına fitne tohumlarını salıp insanları ihtilafa düşürenlere Allah ne türlü azap edecek; kendi çok iyi bilir! İslam alimlerinin bu gün, himmet ve hamiyetperverlik yapıp insanlar arasında bulunan ihtilafları gereğince gidermeye çalışmaları öncelikle yapmaları gereken bir iştir. Ne zaman gelecek, Müslümanlar, el ele verip “müminler ancak kardeştir” (Hucûrat 49/10) kutsî beyanını hatırlayarak ilk devirlerdeki kadim kardeşlik anlayışlarını tazeleyecekler! Acaba o zaman olur mu ki Müslümanlar; “ben Şii’yim sen Sünnî’sin veya sen Sünnî’sin ben Şii’yim davasını kenara koyarak; tek bir dil, tek bir söz kullansın; tek bir Kitap, bir din, bir Peygamber ve bir mezhepte ittifak etsinler; bu nifak lafızları terk edip, birliğimizi anlatan lafızları seçsinler ve tek bir vücut haline gelsinler!
Kur’an bize başından sonuna kadar birliği, ittifakı emrediyor. Bu bela, bize Kur’an’ın emirlerini bir kenara bırakıp kendi yakıştırdığımız hayallerimize uymaktan geliyor. Yazıklar olsun Müslümanlara ki, Kur’an’ın nüktelerinden gafil olup, başka milletlerin ittifakına bakıp hasret çekiyorlar. Halbuki dertlerinin dermanı kendilerindedir. Başka derman aramaya ihtiyaç yoktur. Kur’an’ın her bir kelimesinin altında karanlıkları aydınlatan gece çerağı yatmaktadır. Ama gözler onu görmekten uzaktırlar. Bu kulakları, bu gözleri, bu şuuru değiştirip ona karşın işiten kulak, uzağı gören göz, derin bir şuur edinmek lazımdır ki, Kur’an’dan istifade edilebilsin.
26/24- (Ey müminler!) Düşünün ki, bir zaman siz yeryüzünde (Mekke’de) güçsüz ve azınlık bir topluluk idiniz; insanların (Mekkeli müşriklerin) sizi hırpalamasından korkuyordunuz, öyle iken Allah size yurt verdi (Medine’ye götürüp rahatınızı sağladı.) ve (Bedir’de) size yardım etti, (o savaştan gelen ganimetten) size tertemiz rızıklar verdi. Elbette gerektir ki bu nimetlere şükredesiniz.
27/25- Ey iman edenler! Allah’a (vacip kıldığı emirleri yerine getirmemekle) ve Resulüne (onunun çizdiği yoldan çıkmakla savaşta aldığınız ganimetlere) hıyanet etmeyin ve (Allah katında vizr u vebalini) bile bile, kardeşlerinizin mallarına da hıyanet etmeyin.
28/26- Bilin ve haberdar olun ki, mallarınız ve evlatlarınız sizin için beladır. (İnsanın günaha girmesine sebep olurlar. Sakın ola, mallarınız ve evlatlarınız cihada gitmekten engel olsun!). Allah yanında büyük mükâfat vardır (ki, evlat ve dünya malından daha iyidir. Allah yolunda harcanan mal ve evlat ise bu da hayırlıdır.).
29/27- Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız (O’na itaat eder de cihada giderseniz) O,size bir furkan verir (sizi gecenin karanlığından bir tanyeri gibi parlak ve aydınlık bir toplum yapar, farklı ve imtiyazlı bir duruma getirir, basiretinizi açar.) ve (cihat sebebiyle) günahlarınıza perde salıp sizi bağışlar. Allah pek büyük ihsan ve kerem sahibidir.
30/28- Hani bir vakit, o kâfirler, (Ebu’l-Buhterî’in fikri ile) seni tutup bağlamak veya (Ebu Cehil’in fikri ile) öldürmek yahut (Hişam’ın fikri ile) sürüp çıkarmak için sana tuzak kurarken Allah da onların hilelerini tersyüz etmiş ve bir azap hazırlamıştır. (Bedir’de ölmüşlerdir.) Allah hilekârların tuzağını tersyüz etmede en hayırlıdır.
Tefsir:
Hz. Peygamber (sav) Mekke’de iken Medineli bir grup Mekke’ye gidip Allah Resulüne iman ederek biat ettiler. Mekkeli müşrikler, İslam’ın geleceğinden endişeye kapıldılar. “Daru’n-nedve’de” şûra meclisinde toplandılar. Allah Resulü hakkında istişareye başladılar. Necitli bir ihtiyar kimse arkadan bu istişareye katıldı. (Tefsirciler bu kimsenin ihtiyar kılığına girmiş bir şeytan olduğunu söylüyorlar. Hayrettir! Necitli birine şeytan demeye ne hacet var!) Bu ihtiyar da onlara düşünce bakımından istişare ettikleri konuda bilgi vermek istedi. Onlar da hemen onu istişare heyetine kabul ettiler. Ebu’l-Buhterî: “Benim görüşüm O’nu bağlar, bir odaya hapsedersiniz ve bütün giriş çıkışları kaparsınız, sadece bir delik bırakır, ona oradan yiyecek içecek uzatırsınız. Ta ölünceye kadar böyle devam edersiniz” dedi. O ihtiyar “Ne fena fikir! Onun kavminden size silah çekip gelenler olur, onu elinizden kurtarırlar” dedi. Hişam b. Amir de “Benim görüşüm, onu bir deveye bindirip aranızdan uzaklaştırmak, Mekke dışına çıkarmaktır. Artık orada ne yaparsa yapsın, size zararı dokunmaz.” dedi. Yine o ihtiyar, “Ne fena fikir! Gider başka kavimleri baştan çıkarır, sonra da onları toplayıp gelir, sizinle harp eder.” dedi. Nihayet Ebu Cehil “Ben o fikirdeyim ki, her kabileden bir delikanlı alırsınız ve onlara birer kılıç verirsiniz, hepsi bir anda vurur, onu öldürürler, kanı bütün kabilelere dağılmış olur. Haşimoğulları da bütün Kureyş ile savaşmayı göze alamaz ya! Şayet diyet isterlerse onu da öderiz.” dedi. Bunu üzerine o ihtiyar “bu yiğidin teklifi doğru” dedi. Buna karar verip kalktılar. Derhal Cebrail gelip, durumu Hz. Peygamber’e haber verdi ve hicret emrini iletti. Peygambere Efendimiz de Hz. Ali’yi (as) öz yatağına yatırdı ve Hz. Ebu Bekir (ra) ile gidip mağaraya sığındılar. Düşmanlar hazırlıklarını tamamlamış, etrafı kuşatmıştı ve her yanı gözetliyorlardı. Sabah olunca yatağa doğru hücum ettiler, fakat karşılarında Ali (as)’ı buldular. Hiç beklemedikleri bir şeydi, hayretler içinde donakaldılar.[333] Allah (cc) bu ve bundan sonra gelen ayetlerde adı geçen konuyu anlatmaktadır.
31/29- Onlara (müşriklere) ayetlerimiz okunduğu zaman dediler ki: “(Böyle şeyler çok) İşitmişiz. İstesek biz de böyle ayetler elbette söyleyebiliriz. Bu öncekilerin yazdıkları sözlerden başka bir şey değildir.”
Tefsir:
“Bu öncekilerin yazdıkları sözlerden başka bir şey değildir.” Sözünü Mekke müşriklerinin akıl hocalarından Nadr b. el-Haris söylemiştir.[334] İran’a gidip Rüstemi İsfendiyar’ı öğrenip Mekke’de insanlara anlatıyordu. Bu sözü sırf inadından dolayı söylüyordu. Kureyşlilere sürekli Kur’an’ın bir masal olduğu düşüncesini vurguluyordu. Neticede bu fikir onların kafalarında yerleşti. Öyle dediler, lakin yıllar boyu uğraştıkları halde bir türlü Kur’an’ın aynını veya benzerini söyleyemediler. Söyleyemedikleri içinde tuzaklara, komplolara başvurdular.
32/30- Yine bir vakit, (Kureyşli müşrikler) dediler ki: “Ey Allah’ım! Eğer bu Kur’an ‘ın senin tarafından geldiği doğru ise semandan üzerimize taş yağdır, (bizi helâk et.) ya da bize can yakıcı bir azap gönder.”
33/31- (Kureyşli müşrikler böyle dediler ama) sen, onların arasında iken Allah, onlara azap edecek değildir (Sen onların içinden ayrılınca, Allah onları Bedir’de kılıçla azaplandırdı). Yine onlar (küfür ve şirklerinden Tövbe edip) mağfiret dilerken de Allah onlara azap edecek değildir. (Tövbe etmezlerse Allah azap eder.).
34/32-33- Yoksa (sen onların arasından ayrıldıktan sonra) azap edilmemeleri için ne engel var? Üstelik onlar (sizi Hudyebiye’de, Mekke’ye gidip) Mescid-i Haram’a girmekten men ediyorlardı. Hem onların (hizmetini yürütmek için Mescid-i Haram’da) velayet hakları da yoktu. Oranın mütevellileri, pür-hüner takva sahipleridir. Ama onların çoğu cahil olduklarını bilmezler.
35/34- Onların Beytullah karşısındaki duaları da, ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir. (Ey müşrikler!) İnkâr etmekte olduğunuz şeylerden ötürü (Bedir günü çektiğiniz) azabı tadın!
Tefsir:
Cahiliye devrinde, müşrikler, erkek-kadın, açık saçık el ele tutuşur, Kâbe’nin etrafından dolaşırlar ve ıslık çalıp eğlenirlerdi. Böylece ibadet ediyoruz diye çalıp oynarlardı. Cenab-ı Peygamber’e (sav) nübüvvet geldikten sonra Beyt-i Şerif’e gelip ibadet etmek, namaz kılmak ve Kur’an okumak istediği zaman, onlar genellikle böyle ayin yapmakta aşırı giderlerdi. Böylece Hz. Peygamber’in (sav) huzurunu kaçırırlardı. Bu amelleri ta hicretin sekizinci yılına kadar devam etti. Mekke fethedilince Allah Resulü (sav) onların bu amellerine son verdi. Geçen ayet bu konuda indi.[335]
36/35-36- (Resulüm!) Şurası bir gerçek ki, inkâr edenler, mallarını insanları Allah’ın yolundan çevirmek için sarf ederler. Evet, bundan böyle de sarf edecekler, ama sonunda bu, onlara iç sıkıntısı olacaktır ve (verdikleri hiç bir fayda sağlamayacak. Müslümanların elinde) mağlup olacaklar; ahrette de tamamen cehenneme toplanacaklardır. (Onlara ebedâ kurtuluş yoktur.).
37/37- (Kâfir ve müşrikleri cehennemde toplaması) Allah’ın pis olan (kimseleri), pâk olan (kimselerden) ayıklaması ve bütün pisleri bir araya koyup üst üste yığarak topunu birden cehenneme atması içindir. Onlar elbette öz nefislerine ziyankâr olanlardır.
38/38- (Resulüm!) İnkâr edenlere, (sana düşmanlık sevdasından) vazgeçerlerse, bu takdirde günahlarının bağışlanacaklarını söyle. Şayet döner de (seninle savaş etmeye) kalkışırlarsa, öncekilerin (her peygambere karşı gelen cezasını bulur) sürüp giden geleneği (gözlerinin önündedir. Zaten gözleri ile gördüler, Bedir’de Peygamber’e karşı gelenler ne hallere uğradılar.).
39/39- (Ey müminler! Eğer müşrikler sizinle savaşmaya devam etmek isterse siz de) şirkten, tamamen eser kalmayıncaya, din de yalnız Allah’ın dini oluncaya kadar, onlarla savaşın. Eğer (inkâr sevdasından) vazgeçer, ( Tövbe ederek İslam’a girerlerse) şurası muhakkak ki, Allah yaptıklarını görmektedir. (Niyetlerine göre Allah onlara mükâfat verecektir.)
40/40- Eğer müşrikler (İslam’a girmez) dallarını dönerlerse, (Ey müminler!) Bilin ki, Allah sizin Mevlânızdır/yardımcınızdır. Allah ne yahşi dost, ne yahşi yardımcıdır.
41/41- (Ey müminler!) Şunu bilin ki, (cihatta) ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyden beşte biri mutlaka Allah içindir. (Alınan ganimet, beşe bölünüp, 4/5 i, mücahitlere, 1/5 i ise:) Peygamber’e (peygamberden sonra Müslümanlar için lüzum eden yerlere) ve peygamberin akrabalarına (Haşimoğullarına ve Muttaliboğullarına), (Müslümanların) yetimlerine, (Müslümanların) miskinlerine ve yolda kalmışlara aittir. Eğer siz Allah’a iman etmiş, hak ile batılın ayrıldığı gün, iki ordunun birbiri ile karşılaştığı gün (Bedir savaşında) kulumuz (Muhammed aleyhisselam)’a indirdiğimiz ayetlere iman getirmiş iseniz bunu böyle (vacip) bilesiniz. Allah her şeye kadirdir, (zelil gördüğünüzü, aziz gördüğünüze, azı çoğa galip eder.).
Tefsir:
Bu ayetin Bedir gününde veya Bedir’den sonra meydana gelen Beni Kaynuka gazvesi sırasında nazil olduğu hakkında iki rivayet vardır.[336] Böylece “humus” hakkındaki hüküm verilmiş oldu. Hz. Peygamber’in bu “humus”tan gelen hissesi onun vefatından sonra Müslümanların gerekli ihtiyaçlarında sarf olunur.
42/42-43-44- [Bu ayette de Bedir savaşının anlatımına devam ediliyor.] (Ey Müminler!) O vakit siz (Bedir çölünün Medine’ye) yakın kenarında, (Kureyş ise Mekke’ye) yakın kenarda idiler. (Şam’dan gelen) kervan da sizden aşağı (deniz kenarından gidiyorlar) idi. Eğer (bu savaş için) sözleşseydiniz, buluşma yeri için ihtilafa düşerdiniz. (Lakin, Allah tedariksiz Müslüman ordusunu, tedarikli inkâr ordusuna galip ederek öz kudretini gösterdi. Böylece sizi karşı karşıya getirdi.) Olması gereken zaferin olması için Allah böyle takdir etti. (Müminlerin kâfirlere galip olması emri, bilfiil meydana geldi. Böylece Bedir vakası ile apaçık bir delil ortaya koydu ki savaştan sonra) helâk olan apaçık bir delil gördükten sonra helâk olsun, sağ (kalıp İslam’da sağlam ayak) olanlar da yine apaçık bir delilden sonra yaşasın. Hakikat, Allah sizin sözlerinizi bihakkın işitip niyetlerinizi de iyi bilendir.
43/45- (Resulüm!) O vakitler Allah sana rüyanda onları (Kureyş ordusunu) az gösteriyordu, (halbuki onlar aslında gördüğünüzden çoktu). Eğer Allah sana onları kalabalık gösterseydi korkacaktınız ve (düşmanla savaş etmekle ya da geri dönmek) konusunda anlaşmazlığa düşecektiniz. Fakat Allah, (Resulüne rüyada düşmanı az göstermekle sizi nizâdan ve düşmanı görüp geri dönmekten) selamete çıkardı. Allah sinelerde olan sırlara alimdir. (Savaş konusunda ne düşündüğünüzü çok iyi bilir.).
Tefsir:
Hz. Peygamber (sav), Bedir savaşı olmadan önce rüyasında Kureyş ordusunun az olduğu gösterildi.[337] Bunu ashabına bildirdi. Bunun üzerine ashab: “Peygamberin rüyası doğrudur ve o topluluk azdır” dediler. Allah (cc), Hz. Peygamber’e, o kâfirlerin dış görünüşü ile kalabalıklarını değil, hakikatteki zayıflıklarını, değersizliklerini gösterdi. Böylece Müslümanları yılgınlığa düşürmedi ve aralarında çıkacak muhtemel bir anlaşmazlığa da meydan vermedi.
44/46-47- Yine onlarla karşılaştığınız sırada da (Allah) onları sizin gözünüzde az gösteriyordu. (Siz az olduğunuz halde) sizi de onların gözünde (iyice) azaltıyordu. Çünkü Allah o mukadder olan (kâfirlerin mağlup olması) işini bir fiil yerine getirecekti. Bütün işler (eninde sonunda) Allah’a döner. (Bedir’de galip olmanız sizin seçiminizle değildi. Allah yardım etmeseydi mağlup olurdunuz.).
Tefsir:
Hz. Peygamber (sav)’in rüyasını tasdik etmekten ötürü, Allah, Bedir’e giden Müslüman askerlerin gözüne Kureyş ordusunu az gösteriyordu. Hatta Abdullah b. Mesud, yanındaki arkadaşlarına: “Nasıl, onları yetmiş kişi kadar görüyor musun?” demiş, o da “yüz kişi kadar görüyorum” demişti. Nitekim, Ebu Cehil o sırada “Muhammed ve asabı ‘bir deve yiyimi’ yani bir lokmacık” demişti. Abdullah b. Mesud, daha sonra müşriklerden aldıkları esirlere “kaç kişi idiniz” demiş, o da “bin kişi” olduklarını söylemişti.[338] Fakat savaş başladıktan sonra Müslümanlar, onların gözünde ordularının iki katı kadar göründüler. (Al-i İmran 3/13)
45/48- Ey iman edenler! Size savaş açmış bir cemaate çattığınız zaman sabit ayak olun ve (savaş anında dua edip) Allah’ı çok zikredin elbette o vakit kurtuluşa erersiniz, (düşmana galip olursunuz.).
Tefsir:
Bu ayet, Allah’ı hiçbir makamda, hiç bir zaman yadımızdan çıkarmamamız gerektiğinin delilidir. Bu, nihayet derecede keder, gam ve korku anında olsa bile değişmez. Her şeyden gafil olunur ama, Allah’tan gafil olmamak lazımdır. Hz. Ali (as), hem Sıffîn savaşında hem, Haricilerle yaptığı savaşlarda Allah’ı zikretmek, onu sena etmek ve onu hamd etmeyi hiçbir zaman dilinden bırakmamıştır. Bu zamanlarda O yüce insanın ağzından, ne kadar beliğ kelamlar, ne kadar mana dolu lafızlar çıkmış ve Allah’ı bu fesahatli ve belagatlı kelimeleri ile yad etmiştir. Mümin kimse, hiçbir zaman Allah’ı hatırından çıkarmaz.
46/49- Allah ve Rasulüne itaat edin, birbirinizle nizâ eylemeyin, yoksa nüsret yeliniz kesilir. Sabırlı olun, şüphesiz Allah sabırlılarla beraberdir. (Onlara yardım eder.). [Denizde rüzgâr kesilince yelkenler durur. Rüzgâr başlayınca kurtuluşa varılır. Bu yüzden savaşa giden insanlar, denizin korkunç dalgaları arasında olan gemideki insanlara benzetilmiştir. İnsanlarda kendi aralarında nizâ ve kavga yaptığında birlikten doğan bereket ve Allah’ın cemaate göndereceği yardım eli kesilir.]
47/50- (Ey müminler!) Diyarlarından çalım satarak, halka gösteriş yaparak çıkan ve (halkı) Allah yolundan men eden (Mekke müşrikleri) gibi olmayın. Allah (müşriklerin yapmakta olduklarını) etraflıca bilmektedir. (Onlara, dünyada cezalarını verdi ahrette de verecektir.).
Tefsir:
Nitekim müşrikler Mekke’den böyle çıkmışlardı. Cuhfe’ye vardıkları zaman Ebu Süfyan’ın gönderdiği ulak geldi, “Geri dönünüz, kervan tehlikede değil, selamette” dedi. Bu haber üzerine Ebu Cehil, “Hayır. Vallahi ta Bedir’e kadar varıp şaraplar içmeyince, çengilerle cariyelerle saz çalıp eğlenmeyince ve oradaki Araplara ziyafetler çekip yemekler yedirmeyince, kesinlikle dönmeyeceğiz.” dedi.[339] Ta Araplar bizim şan ve şevketimizi görsünler. Allah (cc) da onlara şarap karşılığında ölüm şarabı içirdi. Şarkıcı kadınların nağmeleri yerine, ağıt yakan kadınların ağıtlarını dinlediler. İşte kibir ve çalım satmanın bedeli, mateme döndü.
48/51- Şeytan (Nefs-i emmare), onlara amellerini (Allah Resulü ile savaşmayı ve ona düşman olmayı) güzel gösterdiği zaman: “Bugün insanlardan size galip gelecek kimse yoktur, ben de size yardımcıyım” demişti. Fakat iki ordu birbirine görününce arkasını dönüp kaçtı ve : “Ben sizden bîzarım. Ben sizin göremediğiniz şeyleri (Melekleri ve ruhanî kuvvetleri) görüyorum. (Allah’ın dergâhından kovulsam bile) Allah’tan korkuyorum; Allah’ın azabı şiddetli azabı vardır.
49/52- (Resulüm! Medine’den Bedir’e doğru çıktığınız zaman,) o sırada münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar, (sizin hakkınızda), “Bu Müslümanları dinleri mağrur etti. (Bunlar, Kureyş’e karşı çıkıyorlar ama herhalde ölümlerine susamışlar, onların pençesinden kimse kurtulamaz.). (Münafıklar bunu derken, şu hususu unutuyorlar;) Oysa her kim Allah’a tevekkül ederse bilsin, ki, Allah, yarattıklarına galiptir, (kâfir ve müşriklerden) hikmet üzere intikam alır. (Dostuna da yardım eder.).
50/53-(Resulüm!) Melekler o kâfirlerin (Mekke müşriklerinin) yüzlerine ve dallarına vurarak ve “(dünya azabını tattınız) şimdi de tadın cehennem azabını!” diye diye canlarını alırken hallerini bir görmeliydin.
51/54- (Çektiğiniz) bu azap, ellerinizle kazanıp daha önceden gönderdiklerinizin yüzündendir. (Yani kendi ettiğinizi buluyorsunuz.). Allah, kesinlikle hiçbir şeyde bendelerine zulüm eden değildir.
52/55- (Bu Kureyş’in tutumu) tıpkı Firavun’un izinden gidenlerle, onlardan önceki kâfirlerin gidişatı gibidir. Onlar da Allah’ın mucizelerine/hükümlerine inanmadılar, Allah da kendilerini öz günahları yüzünden yakalayıp (azap etti.). Çünkü Allah her bir amelinde çok kuvvetli ve azabı çok çetin olandır.
53/56- (Kureyş’in Bedir’de yenilmesi gibi) bu şundandır; bir millet kendi öz nefislerinde bulunan güzel hallerini değiştirmedikçe (Allah’a itaatin dışına çıkmadıkça), Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez. Allah, (tekzip edenlerin) sözlerini işitir, yaptıklarını da iyi bilir. [Allah, Kureyş’e peygamber göndermekle bir nimet verdi. Onlar bu nimetin kadrini bilmediler. Bedir’de ölmekle bu nimetten mahrum kaldılar.]
54/57- (Bu Kureyş cemaatinin adeti) tıpkı, Firavun’un izinden gidenlerle, onlardan önceki kâfirlerin gidişatı gibidir. Onlar öz Rablerinin ayetlerini yalanlamışlardı, (bunlar da aynısını yaptılar.); biz de onların hepsini öz günahlarının yüzünden helâk etmiştik ve (onların arasında) Firavun ailesini (denizde) boğmuştuk. (Gerek öncekiler gerekse) bunların hepsi, zalim idiler.
55/58- Allah katında yer yüzünde debelenen canlıların en şerlisi inkâr edenlerdir. Artık onların iman etmeleri beklenmez.
56/59- Onlar (Beni Kurayza Yahudileri), kendileri ile (savaş etmemek için) antlaşma yaptığın halde her defasında atlaşmalarını, hem de hiç çekinmeden bozan (ve gidip müşriklere yardım eden) kimselerdir.
Tefsir:
Yukarıda anlatılan kimseler, Beni Kurayza Yahudileridir.[340] Bunlar, Hz. Peygamber’le bir antlaşma yapmışlardı: Müslümanların aleyhine bir davranıştan bulunmayacaklardı, Müslümanların aleyhinde hiç kimseye yardım etmeyeceklerdi. Böyle iken Bedir savaşında müşriklere silah yardımında bulundular; sonunda da unuttuk hata ettik dediler. Sonra yeniden bir sözleşme daha yaptılar, onu da Hendek savaşında bozdular. İşte bu ayet onların bu tavırlarını anlatıyor.
57/60- Eğer savaşta bu sözlerinde durmayanları ele geçirirsen öyle perişan et ki, bu yaptığın, arkadan gelenlerin (kalplerine korku salsın da bir daha ahdini bozup seninle savaşmasınlar). Belki düşünür de ibret alırlar. (Seninle savaşmaktan uzak dururlar.).
58/61- Bir de şu var ki, bir kavmin hıyanet edeceğinden korkarsan, o vakit, sen de açıkça, onlarla olan ilişkilerini kestiğini ilan et. (Sözleşme geçerliliğini sürdürüyor var sayılırken, böyle bir ilan yapmaksızın kesinlikle savaşa girişme! Aksi halde bu bir hıyanet sayılır; sana da hıyanet etmek yaraşmaz.) Zira, Allah hainleri dost tutmaz.
59/62- (Resulüm!) İnkâr edenler (sakın, savaştan kaçmakla) kurtulduklarını sanmasınlar. (Elbette oları da ele geçirip zelil edeceksiniz). Kesinlikle onlar, (kendilerini yakalamanızda) sizi aciz bırakamazlar.
60/63- (Ey müslümanlar! Düşmanlarınızı def etmek için) savaşta kuvvetli olmanıza sebep olabilecek; bağlanıp beslenen atlar (gibi) neye gücünüz yetiyorsa hazırlayın; onunla Allah’ın düşmanını, aynı zamanda öz düşmanınızı ve onlardan başka daha nice sizin bilemeyip de Allah’ın bildiği düşmanlarınızı korkutursunuz. Allah yolunda (cihat ederken) ne harcarsanız size eksiksiz ödenir ve siz hiçbir şekilde haksızlığa uğramazsınız.
Tefsir:
Bu ayetin ihtiva ettiği manaları saymaya ne kalpte dayanma gücü, ne dilde takrir, ne de elde tavâne/güç ve ne de vakitte müsaade vardır. Ancak bir kaç kelime ile yetinelim. İlk önce bu ayet, ta sultanlardan tutun da, tebaaya kadar her çağın gerektirdiği ihtiyaçlara göre düşmana karşı her türlü silahlarla hazırlanmayı emretmektedir. Fakat bizi büyük gaflet ve cehalet basmıştır. Cehalet de öyle bir hastalıktır ki, bu güne kadar hiçbir doktor henüz çaresini bulamamıştır (!) Hz. İsa (as) bir dağa doğru kaçıyordu; arkadan bir adam ona ses verip dedi ki: “Ey Ruhullah! Biraz bekle, sana bir şey diyeceğim.” Hz. İsa (as) durdu. O kimse “Ya İsa! Görüyorum ki, arakanda seni kovduran herhangi bir şey yoktur, öyle ise neden kaçıyorsun?” İsa (as): “Nâdan ve cahil kimseden kaçıyorum” dedi. O adam: “Sen öyle birisisin ki her derde deva her hastalığa şifa verirsin; cahilleri de tedavi etsen yahşi olur?” İsa (as): “Ben, cahiller için her ilacı denedim; fakat kaçmaktan başka bir şifa bulamadım. Onun için kaçıyorum.” Allah’ım sen bizi cehaletten kurtar. Ta ki, Allah Resulünün güzel şeriatini ve Allah’ın güzel kanunlarını paymal etmeyelim. Ayeti bundan başka şerh etmeye mazurum...
61/64- (Resulüm!) Eğer müşrikler (savaşı bırakır da) sulha yaklaşırlarsa sen de ona yanaş, (sulh ederken) Allah’a tevekkül et. (Şayet sulh bahanesi altında sana bir tuzak kurmalarından endişe edersen, endişe etme, Allah onların hilelerini ters yüz eder ve seni kurtarır.) Allah (müşriklerin) sözlerini işitip, (yapacakları hileleri) çok iyi bilir.
62-63/65- Eğer sana hile yapmak isterlerse, (onlar yapacaklarını yapsınlar, sen hiç korkma) şunu bil ki, Allah sana yeter. O Allah’tır ki, seni, kendi nüsretiyle ve (başta Ensar olmak üzere) bürün müminlerle destekledi ve (birbirlerine düşman kesilmişken sonra) kalplerini birbirine ısındırıp kaynaştırdı; (Resulüm!) yeryüzündeki servetin hepsini sarf etmiş olsaydın, onların kalplerini böylesine birleştirip kaynaştıramazdın. (Senin buna gücün yetmeyeceğine göre;) Allah onların aralarına böylesine dostluk saldı. Allah yarattıklarına galiptir, hikmet üzere onları birbirine dost karar verir.
Tefsir:
Resulüllah (sav) Medine’ye gelmeden önce, özellikle Ensar’ın iki ayrı kolu olan Evs ve Hazreç kabileleri arasında pek çok düşmanlık konusu cereyan etmiş ve öyle olaylar olmuştu ki, tarafların büyüklerini kırmış geçirmiş, boyunlarını iğne ipliğe geçirmişti. Ne zaman ki, Allah (cc) onlara bütün o eski düşmanlıkları unutturdu, o kin ve öfkeyi sildi ve yerine bir kardeşlik sevgisi ve karşılıklı dostluk koydu işte o zaman tam anlamıyla kardeş oldular. Allah Resulünün sevgisi ile bir araya geldiler, kenetlendiler, tek bilek haline geldiler, huzura erdiler ve nihayet “Ensar” oldular. Allah Resulüne de yardım ettiler. İşte bunların böyle kaynaşmaları İslam dininin hak olduğuna en büyük delildir. Bu ayette anlatılan hüküm, genel olmasına rağmen ilk örneği Evs ile Hazreç’tir.
64/66- Ey Peygamber! Sana ve sana tabi olan müminlere Allah kifayet eder. (Bedir’de olduğu gibi, Allah seni düşmana galip edecektir.)
Tefsir:
Allah (cc), Kur’an-ı Kerim’inde Hz. Peygamber’e hitap ederken bizzat ismi ile hitap etmemiştir. Bazen “Ey Nebi!/Ey Peygamber” bazen de “Ey Resul!” diye hitap etmiştir. Hiç bir zaman “Ey Muhammed!” diye hitap etmemiştir. Bununla Müslümanlara şunu öğretiyordu: Peygamber’e adıyla hitap etmeyin. Ya Resulallah diyin. Bu yüzden sahabe, Hz Peygamber (sav)’in direk adını söylemezlerdi. “Ya Resulallah” derlerdi. Bu tefsirde bizim, bazen “Ya Muhammed” kullanmamızın sebebi, o ayette bulunan bir kısım mana ile bu ismin, direk alakalı olmasıdır. Yoksa, manada bir kapalılık olurdu. Muhataba bunu açıklamak istemişizdir.
65/67- Ey Peygamber! Müminleri (yahşi ve güzel sözlerle) cihat etmeye teşvik et (ki Allah yolunda cihat etsinler.) Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüz (kâfire) galip gelirler; (Şu halde bu nispete kadar düşman karşısında sabır ve sebat gösteriniz, daha fazlasından mükellef değilsiniz.) Eğer sizsen yüz kişi olursa, kâfirlerden bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur. (Onların savaşı, ırkçılık ve şeytanca maksatlar uğrunadır; sizin ise Allah rızası, ilâ-yı kelimetullah niyeti iledir. Bu yüzden sizin gayretiniz daha fazla olur.). [Bu ayet nazil olunca bunun getireceği teklif çok ağır geldi. Düşündüler; bir mücahide, on kâfir düşüyordu. Ondan sonra bu gelen ayet nazil oldu.][341]
66/68- (Ey müminler!) Şimdi (bu teklif size ağır geldi) Allah, yükünüzü hafifletti; sizde zayıflık olduğunu bildi. (Allah bunu daha önce biliyordu, fakat sizi bu teklif karşısında imtihan etti.). O halde, sizden sabırlı yüz kişi bulunursa, (onlardan) iki yüz kişiye galip gelir. Şayet sizden bin kişi olursa, Allah’ın izni ile (onlardan) iki bin kişiye galip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir. (Onlara yardım eder.) [ Böylece yüz kişinin, iki yüz kişinin önünde kaçmaması farz kılındı.][342]
67/69- Hiçbir peygamber için yeryüzünde düşmanları iyice kırıp kuvvetlerini yok edinceye kadar, esirleri bulunması (yani esir tutmakla meşgul olması) yaraşmaz. [.Ey Nebi! Bu daha ilk savaşınızdır. Fidye verenlerin İslam’a girmede hiç gözleri yoktur. Ömer’in vd. diğerlerinin dediği gibi, fidye almayı terk edip onları öldürerek İslam’ı güç ve kudreti artıncaya kadar beklesen daha iyi ederdin.] Siz (içinizden bazıları) dünya malını murad ediyorsunuz, Allah ise ahreti murad ediyor. Allah bütün yaratıklara galiptir, (dostunu düşmanına galip eder.) her fiili hikmet üzeredir.
Tefsir:
Bedir savaşında Müslümanlar, müşriklerden yetmiş kişiyi öldürmüş, yetmiş kişiyi de esir almışlardı. Esir alınanlar arasında Hz. Abbas ve Akil b. Ebi Talib de vardı. Allah Resulü (sav) alınan esirler konusunda ashab ile istişare etti: Hz. Ebu Bekir: “Onlar senin toplumun ve yakınlarındır. Onları bırak, belki Allah onlara hidayet verir, İslam’a girerler. Onlardan fidye alıp azat eyle. Hem onlar azat olsunlar hem de Müslümanlar dünya malı alsınlar. Muhacirlerden Abdullah b. Revâha: “Ya Resulallah! Bak şu çöle bak; hangisi daha ağaçlık ise bunları oraya götürüp odunlarla yakalım.” Abbas orada idi. Dedi ki, “çok yaman söz söyledin. Akrabalık hakları nerede kaldı!” Sonra Hz. Ömer (ra)öz aldı: “Onlar seni yalanladılar, yurdundan çıkardılar ve sana savaş açtılar. Onların boynunu vur. Bu esirle onların kâfir reisleridir. Hüküm ver; Ali, kardeşi Akil’i öldürsün, Hamza, kardeşi Abbas’ı öldürsün ve ben de falan falanı..[343] Bu Hz. Peygamber’in (sav) hoşuna gitmedi ve Hz. Ebu Bekir’in görüşünü seçti. Böylece her esirden 40 ûkiyye/okka altın (yaklaşık 1,190 kg) alınarak serbest bırakıldı. Allah (cc) böyle yapılmasını hoşlanmadı nitekim gelen ayette anlatılıyor:
68/70- Şayet, Allah’ın (içtihat ettikten sonra hata eden kimseye azap etmeyeceği hükmü) daha önce verilmiş olmasaydı aldığınız fidyeden ötürü size mutlaka büyük bir azap erişirdi. [Bu ayet indikten sonra, ganimet ve bu fidyeden alan Müslümanların hepsi el çekti. Tasarruf etmekten korktular, hemen ardından bu gelen ayet indi.]
69/71- (Ey müminler! İş o ki, fidye almayaydınız. Şimdi aldınız;) Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve temiz olarak yiyin. Allah’tan sakının (ve bir daha izinsiz hiç bir işe teşebbüs etmeyin. Şimdi bu yaptığınızı bağışladı.) Şüphesiz ki, Allah Tövbe edenleri bağışlayan ve çok merhamet edendir.
70/72- Ey Peygamber! (Henüz daha serbest bırakılmamış olan) elinizdeki esirlere de ki: “Eğer Allah sizin kalplerinizde pâk bir niyet ve halis bir iman bulursa, sizden alınandan daha hayırlısını (hem dünyada hem de ahrette) size verir ve (geçen) günahlarınızı da bağışlar, Allah, (şirki bırakıp imana giren kimseleri) bağışlayan ve çok merhamet edendir.
Tefsir:
Hz. Peygamber’in (sav) amcası fidyeden ötürü Resulüllah’ın huzuruna getirdiler. Dedi ki, Ya Resulallah! “Ben Müslüman idim ama bunlar beni zorla getirdiler.” Allah Resulü de “Eğer doğru isen, Allah sana hayırlı mükâfat verir, ama biz şu anda zahire bakarız.”.
Şam’dan gelmekten olan kervanı korumak için Bedir savaşına çıkan müşriklere yardımda bulunup, onları doyuracak on kişiden biri de Abbas’dı. Kâfirlere yedirmek için, yirmi ûkiyye/okka (yaklaşık 595 gr) altın ayırmıştı. Savaş başladı ve yedirmeye fırsat bulamadan esir düştü. Yirmi okka altını kendine kaldı ve savaş esnasında kendisinden alındı. Hz. Peygamber’e gelerek, kendisinden alınan altınlar karşısında azat olmasını istedi. Hz. Peygamber (sav) buna razı olmadı ve kendisinin, yeğenleri, Akîl b. Ebi Talib ve Nevfel b. Haris’ten her birinin fidyesini de ondan istedi. “Çünkü onların bir şeyi yoktur” dedi. Bunu üzerine Abbas: “Ey Muhammed! Beni yaşadığım sürece Kureyş’e el açacak şekilde bıraktın! Dünya malı adına bende hiçbir şey yoktur.” dedi. Allah Resulü (sav) buyurdu: “Mekke’den çıktığın ve avratın Ümmü’l-Fadıl’a bıraktığın ve ona: ‘bilmiyorum belki dönmeyebilirim, ölürsem bunlar senin ve oğullarınındır’ dediğin altınlar nerede?” Abbas:
— Sen nereden bildin?
Resulüllah:
— Bana Allah (cc) bildirdi.
Abbas:
— Şahadet ederim sen doğrusun. Allah birdir. Şeriki yoktur. Sen de onun peygamberisin. İlâhî, o altınları eşime teslim ettiğimi Allah’tan başka, bir eşim bir de ben biliyordum.
Hz. Abbas, daha sonra Hz. Peygamber’in dediği iki kişinin de fidyesini ödedi. Ve Müslüman oldu.[344] O böyle yaptı ama, Allah da onu devlet sahibi kıldı.
71/73- Eğer (Müslümanların demelerine göre esir alınan bu müşrikler) sana hainlik etmek isterlerse bundan önce de (müşrik olmakla) Allah’a hıyanet etmişlerdi de Allah onlara musallat oldu, (hepsini zelil etti. Onlardan korkma; yine Allah sana fırsat verir, onları zelil edersin.) Allah onların içlerini iyi bilir, hikmet üzere onları zelil eder.
72/74- İman edip de (Mekke’den Medine’ye hicret ederek mallarından geçenler), Allah yolunda malları ve canları ile cihat edenler, (Medineli Ensar gibi) bu hicret edenlere menzil verip yardım edenler var ya, işte bunlar (Muhacir ve Ensar) elbette birbirinin dost ve yardımcılarıdırlar. (Bu Müslümanlar, kâfirleri - velev ki yakınları olsun- terk etsinler). Ama iman edip de hicret etmeyenlere gelince, onlar hicret edinceye dek onları dost tutup muhabbet beslemek adına hiçbir şey yoktur. [İmanın büyük şartı, küfür diyarından, İslam diyarına hicret etmektir. İman edip küfür diyarında kalanların imanı nakıstır.] Bununla beraber dinde sizden yardım isterlerse, sizinle arasında antlaşma bulunanlar (Ehl-i Kitap) aleyhine bir durum olmadıkça, onlara (o Müslümanlara) yardım etmeniz de üzerinize borçtur. Allah bütün yaptıklarınızı görmektedir. (Olmasın ki hicret eylemeyen müminlerden ötürü aralarında sözleşme bulunan Ehl-i Kitab’a bir eziyet edesiniz.).
Tefsir:
“Bununla beraber dinde sizden yardım isterlerse, sizinle arasında antlaşma bulunanlar (Ehl-i Kitap) aleyhine bir durum olmadıkça, onlara (o Müslümanlara) yardım etmeniz de üzerinize borçtur. Allah bütün yaptıklarınızı görmektedir. (Olmasın ki hicret eylemeyen müminlerden ötürü aralarında sözleşme bulunan Ehl-i Kitab’a bir eziyet edesiniz.)” Yukarıdaki ayetin bu kısmı şayan-ı dikkattir. İslam’ın ilk defa kuruluşu zorba ve dayatmaya istinat eder diyenler, bu ayete iyi baksınlar. Allah (cc) bu konuda, yani Ehl-i Kitab’a eziyet edilmemesi konusunda çok ağır emirler getirmiştir. Müslümanlar, insanları zorla İslam’a sokuyor diyenler insafla bu ayeti ve bunun gibi nice ayetleri hele bir düşünsünler. Ki, insaflı olmak insanlığın ilk şartıdır. Hz. Peygamber (sav) de, kutsî beyanlarında hep ehl-i kitabı korumuştur. Hz. Peygamber, hiçbir zaman kimseye hele Ehl-i Kitab’a hiç eziyet etmemiştir. Sadece aralarında yaptığı sözleşmeyi bozan (Beni Kurayza ve Beni Nadr Yahudileri gibi) kimseleri yaptıkları yüzünden cezalandırmıştır.
73-74/75- Kâfirler de aslında birbirlerinin dostları ve yardımcılarıdırlar. (Onlar, sizlere dost olmazlar.) Şayet siz müminler, emrettiğim hükümleri uygulamayıp bana itaatin dışına çıkarsanız kuşkusuz yeryüzünde fitne ve büyük fesat çıkar. (Müşrikler size dost gibi görünüp sizi tuzağa düşürürler, ansızın bu dostluğu bozup sizi belaya sararlar, onu için siz Müslümanlar birleşin tek bir yumruk olur, birbirinizin yardımına koşarsanız, onla size hiçbir şey yapamazlar.). İman edip de Allah yolunda hicret ve cihat edenler, (Muhacirlere) menzil verip yardım edenler; (bu Muhacir ve bu Ensar var ya) işte hak müminler bunlardır. Onlardan ötürü mağfiret ve yahşi rızıklar vardır.
75/76-(Siz hicret ettikten) sonra, iman edip de hicret edenler ve sizinle beraber (Allah yolunda) cihada katılanlar da sizdendir. (Onların hayrı, sizin hayrınıza; onların zararı, sizin zararınızadır.). (Ey müminler! Gerçi siz bir can hükmündesiniz ama, sakın ölümünüzden sonra birbirinizin malına varis olabileceğinizi hayal etmeyin.) bununla beraber, bundan böyle nesep birliği olan akrabalar, birbirlerine (varis olmağa) daha uygundurlar. Şüphesiz Allah her şeye alimdir.
Hamt olsun, Enfâl suresinin tefsiri de tamam oldu.
Bu surede “ittifak” ve “icma” hakkında nazil olan ayetlere ehl-i nazar iyi dikkat etmelidir.
Allah Resulü (sav) buyurdular ki: “Kim Enfâl suresini okur ve ibretle düşünürse ben onun için kıyamet gününde şefaat ederim.”[345]
Tövbe sûresi, Medine’de nazil olmuştur. 129 ayet, 4078 kelime ve14088 harftir.
Bu sûre, İslam dininde yarıklar açıp Müslümanlara eziyet eden müşriklerin öldürülmesine hüküm verdiği için sırf bir “rahmet ayeti” olan “Bismillahirrahmanirrahim” ile başlamak terk edildi.
Hicretin sekizinci senesinde Mekke fethedilmiştir. Bu mübarek sûre ise hicretin dokuzuncu yılında inmiştir. Bu sûre nazil olduğu sırada hâlâ müşrikler Kâbe’yi kendi kaidelerine göre tavaf ediyorlardı. Müslümanlar bir daha savaşmamak için müşriklerle antlaşma yapmıştılar. Fakat müşrikler bu antlaşmayı terk taraflı olarak bozdular. Bunun üzerine bu sûre nazil oldu. Allah Resulü (sav) kırk kadar ayeti Hz. Ebu Bekir (ra)’e vererek kendisini “Hac Emiri” olarak Mekke’ye gönderdi.[346] Vazifesi bu ayetlerin hükümlerini Mekkelilere bildirmekti. Bu sûreyi, o sene hacca gelenlere okumak üzere arkasından da Hz. Ali (as)’ı “Adbâ” adındaki kendi devesine bindirip hacca gönderdi. “Bunu başka biri ile Ebu Bekir’e gönderseydiniz.”[347] denilince, Allah Resulü (sav): “Allah tarafından memurum; bu ayetlerin ya ben, ya da ehl-i beytimden başka biri yerine getiremez.”[348] buyurdular. Hz. Ali (as), ne zaman ki, Ebu Bekir’e yaklaştı, Hz. Ebu Bekir, devesinin sesini işitti ve “Bu ses Hz. Peygamber’in devesinin sesidir” deyip durdu. Sonra Hz. Ali geldi, Hz. Peygamber’in emrini söyledi. Hz. Ebu Bekir, dinleyip ayetleri Hz. Ali’ye verdi. Kendi de Medine’ye döndü. “Ya Resulallah! Hakkımda ayet mi indi ki, böyle yaptın” dedi. :Allah Resulü de: “Hiçbir şey inmedi; yalnız, sen gidip ‘hacc emirliği’ yapacaksın, o da ayetleri de Ali tebliğ edecek” dedi.[349] Hz. Ebu Bekir Mekke’ye döndü onlara yetişti. Arafat ve Mina’da Hz. Ali’nin ayetleri tebliğ etmesine yerdımcı oldu. Sonra da Hz. Ali: “Ey insanlar! Ben size Allah Resulünün elçisiyim. Şu dört emri size bildireceğim:
1.Bu seneden sonra Beytullah’a hiçbir müşrik yaklaşmayacak,
2.Hiç kimse Beytullah’ı çıplak olarak tavaf etmeyecek, (Araplar cahiliye adeti olarak, tavaf ederken kadın, erkek, elbiselerini çıkarırdılar, çıplak olarak tavaf eder ve çıkardığı elbiselerini de sadaka olarak verirlerdi.).
3.Her müşrik, Rasulullah’la yaptığı sözleşmeye biteceği güne kadar sadık kalacak.
4.Allah Teâlâ’ya ve Kur’an’a iman edenden başkası cennete girmeyecek.[350]
Şimdi, Sûrenin tefsirine başlıyoruz.
1-2/1-.Allah ve Resulünden kendileriyle, (siz Müslümanların) antlaşma yapmış olduğunuz müşriklere bir ihtardır! (Artık müşriklerle, aranızda hiçbir antlaşma kalmamıştır. Allah ve Resulü, müşriklerden bîzardır.). (Resulüm! Müşriklere de ki: ) Bundan böyle yeryüzünde dört ay daha istediğiniz gibi gezip dolaşın. (Dört aydan sonra, artık Mekke’de kalamazsınız. Çükü siz antlaşmaya hıyanet ettiniz. Ey müşrikler!) Şunu da bilin ki, Allah’ı aciz bırakacak değilsiniz, (O, istediği zaman, size musallat olup, sizden intikam alır. Sakın ola, ona itaatsizlik etmeyesiniz.); Allah ise kâfirleri (dünyada öldürmek ve ahrette de azap etmek suretiyle) mutlaka perişan edecektir.
3/2- Ayrıca Hacc-ı ekber (Arafat) günü Allah ve Resulü tarafından insanlara bir ilandır ki: Allah da Rasulü de müşriklerden bîzardır, (yapılan antlaşmalara artık bağlı değillerdir.). (Ey müşrikler!) Eğer hemen Tövbe ederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır, (O vakit dünya ve ahrette selamet kalırsınız.). Eğer Tövbe etmekten dalınızı çevirirseniz bilin ki, Allah’ı yıldıracak değilsiniz (O, yine size musallat olup, sizden intikam alacaktır.). (Resulüm!) Kâfirleri can yakıcı bir azap ile müjdele! [Müjde, daima sevindirici bir haber için kullanılır. Fakat burada, kâfirlerle istihza edilmiştir.]
4/3- Ancak kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz müşriklerden, size olan ahitlerinde hiçbir eksiklik yapmamış ve size karşı olan hiç bir kimseye de arka çıkmamış olanlar bunun dışındadır. (Böyle durumdaki müşriklerle) olan antlaşmanızın hükümlerine sözleşme süresinin sonuna kadar uyunuz. [Bu ayetlerin indiği zamana kadar, sözlerinde duran ve ayetin inmesi ile henüz antlaşma süresinin bitmesine dokuz ay daha kalan, Beni Damre ve Beni Kinane kabileleri vardı. Bu ayette sözleşmelerinin sonuna kadar beklenmesi istenen kimseler, işte bunlardı.] Hakikat şu ki, (korkup da hıyanet etmeyen müşriklerin ahdini göz önünde bulundurun) çünkü Allah takva sahiplerini sever.
5/4- (Müşriklere mühlet verilen, “Şevval, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem” gibi) haram aylar sıyrılınca artık (Tövbe etmezlerse) o müşrikleri nerede bulursanız katlediniz, onları tutunuz, (şayet hapsedilmelerinde maslahat varsa) hapsediniz ve onları göz altında bulundurunuz (kaçırmak ve geçirmemek için, evini, işini ve kaçabileceği her çıkış yerini tutunuz.) Artık (şirkten vazgeçip) Tövbe eder, namaz kılıp zekât verirlerse hemen yollarını açınız, (yukarıda söz konusu edilenlerin hiçbirini yapmayınız. Nedeni, onlar da sizin gibi Müslüman oldular.). Çünkü, (İslam’a girmekle) Allah onların günahlarını bağışlayan ve çok merhamet edendir.
6/5- (Resulüm!) Eğer müşriklerden herhangi biri (kendilerine tanınan eman süresi bittikten sonra) senden (tebliğini duymak ve anlamak için) aman dilerse, Allah’ın kelamını işitip dinleyinceye kadar ona eman ver, sonra (iman ederse ne güzel, etmezse) onu güven içinde olacağı bir yere itina ile ulaştır. (Ta ki, yoldaki Müslümanlar ona eziyet etmesin.). İşte böyle yapman, şundan dolayıdır ki, bunlar gerçekten bir şey bilmez bir kavimdirler.
Tefsir:
Bu ayet İslam’ın bir emniyet ve eman dini, güven dini olduğunu en bariz bir şekilde ifade eder. Müşriklerin, Müslümanlara yapmadıkları eza ve cefa kalmadı. Hz. Peygamber’e (sav) büyük işkenceler yaptılar. Akla hayâle gelmedik hıyanet ve düşmanlıklar da bulundular. Buna rağmen, Kur’an onlara, kendilerine yapılan bu kadar feci muamelelere karşı güzel davranmayı emrediyor. Müşriklere, Müslüman olmaları için düşünme ve anlama fırsatı tanıyor.
7/6- (Peygamber’e hıyanet eden) müşriklerin Allah katında ve Resulü katında bir ahdi nasıl bulunabilir ki? (Hiç hain kimsenin ahdi mi kalır?). Mescid-i Haram’ın yanında (Beni Damre ve Beni Kinane gibi) kendileriyle antlaşma yapmış olduklarınız müstesnadır. Onlar size dürüst davrandıkları müddetçe siz de onlara karşı dürüst davranın. Allah ehl-i takva ve dürüst kimseleri dost tutar.
8/7- (O müşrikler şu halleri ile) nasıl olabilir ki, (ahitleri olsun?). Onların kuvveti size yetse, sizin hakkınızda ne ant ne de antlaşma düşünürler. (Hiç bunları düşünmeden acımasızca sizi öldürürler. Şimdi onlar ahitlerinde payidar kalmadıkları gibi sizse payidar kalmayın). (Onların dışları içlerine uymuyor.) ağızlarıyla sizi hoşnut ediyorlar, halbuki kalpleri (buna) çekimser kalıyor. Müşriklerin çoğu fasıktırlar, (ne sözleşmelerinde payidar olular ne de sözlerinde itibar vardır.)
Tefsir:
Ayette geçen “fasık” tabiri, hem inanan hem de inanmayan için söz konusudur. Bir kimse hangi din ve mezhepten olursa olsun, şayet emanete ve verdiği söze ihanet ediyorsa, denilenin dışına çıkıyorsa o kimse fasıktır. Buna göre bir kimse kâfir olur ama fasık olmayabilir, mümin olur ama fasıklık edebilir.
Kur’an-ı Kerim’de, bu sûreden başka hiç bir yerde bir taife hakkında ölüm hükmü verilmemiştir. Öldürülme hükmü sadece müşrikler hakkında verilmiştir. Bu da onların sözleşmeleri dinlememelerinden kaynaklanmaktadır. Bu konu, üzerinde düşünmeye değecek bir konudur. Devlet siyasetinde de böyledir. Hainlik yapan kimse veya milletler, yaptıkları yanlarında kalmasın ve başkalarına da kötü örnek olmasınlar diye bir ibret dersi olması şeklinde cezalandırılırlar. Eğer İslam’da kayırmacılık veya zulüm olsaydı, Hz. Peygamber, kendi akrabalarından müşrik olanlara karşı hiç bir müeyyide uygulamaz, sadece Ehl-i Kitab’a karşı sert davranırdı. Kaldı ki, vefat ederken, Ehl-i Kitab’ı Müslümanlara vasiyet ederek, onların haklarını korumalarını ve onlara eziyet etmemelerini bile söylemiştir. Fakat diğer, yandan kendi, akrabaları olan Kureyş müşriklerine öldürme hükmü vermiştir. İşte bu konu, devlet siyasetinde adilane bir işleyişin ilk ve son örneğidir.
9/8- (Müşrikler) az bir değeri (olan nefsin arzularını ) Allah’ın ayetlerine (Kur’an ve İslam’a) tercih ettiler de inatları yüzünden iman etmediler. (Kendileri imansız olmaktan başka) insanları da Allah’ın yolundan çevirdiler. Onların (Allah’ın dinini, nefsin arzularına tercih) etmeleri ne yaman iştir.
10/9- (Müşrikler) hiçbir mümin hakkında ne bir ant ne de bir antlaşma tanımazlar. Zulüm ve şerde hadden tecavüz edenler işte bu onlardır.
11/10- Eğer (müşrikler) Tövbe eder (İslam’a girer), namaz kılar ve zekât verirlerse o vakit dinde sizin kardeşleriniz olurlar, (bu takdirde onlara hiçbir zarar veremezsiniz). Biz (müşriklere ait) hükümleri anlayan ve bilen bir kavim için ayrıntılı olarak anlatıyoruz (ki bu kimselere karşı nasıl davranacağınız bilesiniz.).
12/11- Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar ve dininizi açıkça inkâr edip alay etmeye başlarlarsa o vakit sizde o kâfirlerin elebaşılarını öldürünüz. (Her yerde başta olanlar, önde gelirler.). Çünkü onların gözünde yemin denilen şey yoktur. (Onlara karşı savaşın belki küfürlerinden) vazgeçerler.
13/12- (Ey müminler!) Sizinle bağladıkları ahdi yerine getirmeyen, Peygamber’i (Mekke’den) çıkarmak isteyen ve üstelik ilk önce size saldırıyı başlatan böyle bir kavimle acaba savaş yapmaz mısınız? [İlk kez saldırı yapan, zalimdir, zalimin zulmüne karşı durmak da tabiidir. Allah Resulünün bütün savaşları böyle olmuştur. O, hep savunma savaşı vermiştir.] yoksa müşriklerden korkuyor musunuz? Eğer müminseniz Allah kendisinden korkulmaya daha layıktır.
14/13- Onlarla cihat edin ki, Allah, sizin elinizle onların cezasını versin; onları rezil etsin, Müslümanları mansur ve muzaffer kılsın, böylece (kâfirlerin belasından) bir takım müminler de şifa bulusun.
Tefsir:
Huzaa kabilesi gibi, kâfirlerin eziyet ve cefalarına katlanmış, fakat onlara gerekli karşılığı verememiş, halleri yürekler acısı olan bir takım müminlerin gönüllerinde elem ve keder bırakmasın diye Mekke fethine emir verilmiştir. Kureyş müşrikleri Mekke’de bulunan Huzaa kabilesine eziyet etmişlerdi. Bu kabilenin gerek müminleri ve gerekse kâfirleri, Allah Resulü ile yapılan antlaşmaya uymuşlardı. Beni Bekir ise, Kureyş ile antlaşmalı idi. Beni Bekir, Huzaa ile savaş yapınca, Kureyş müşrikleri savaşta Beni Bekir’e yardım ettiler ve Müslümanlarla olan antlaşmayı bozmuş oldular. Huzaa kabilesinden bir kişi, bu durumu Medine’ye varıp Resulüllah’a bildirdi. Bunun üzerine Resulüllah (sav), Mekke’nin fethine karar verdi ve gidip Mekke’yi kuşattı.
15/14- (Müşriklerin zelil olması ile Huzaa kabilesinin) kalbinden öfkeyi gidersin. Allah, dilediği (kabili Tövbe olan), kimsenin Tövbesini kabul eder. Allah (kimin iman edeceğini, kimin de inkâra devam edeceğini) pek iyi bilir ve her işini hikmet üzere yapar.
16/15- (Ey müminler! Nasıl olur da Allah sizi cihat için görevlendirmez?) Allah’ın, içinizden cihat edenleri ve Allah, peygamber ve müminlerden başkasını özlerine dost karar vermeyenleri (cihat ederek) ortaya çıkarmadan, yoksa siz kendi halinize bırakılacağınızı mı sanıyorsunuz? (Cihat olamazsa Allah yolunda kimin bihakkın cihat ettiği bilinmez; kimin halis bir mümin olduğu, kimin de halis olmadığı ortaya çıkmaz.) Allah yaptıklarınızdan haberdardır. (Amellerinizi, Allah için yapıp yapmadığınızı iyi bilir.).
17/16- Müşriklerin bizzat özleri kendilerinin kâfir olduğuna şahit olup dururken Allah’ın mescitlerini tamir etmeleri hiç düşünülemez. (Şayet bu tür kâfirler, bir hayır işlese bile, hayır adına kabul edilmeyip amelleri batıl olur. Kendilerine hiçbir faydası olmaz.) Özleri de cehennemde sürekli kalacaklardır.
Tefsir:
Bedir savaşında galip gelerek müşrikleri esir alan Müslümanlar, onları çok zemmettiler. Ali b. Ebi Talip, amcası Abbas’ı zemmetti ve dedi ki: “Sıla-ı rahmi koparıp attın; kardeşin oğlu Muhammed (sav) ile yapılan savaşa geldin, ‘bu ne acı iştir’ ki sen bunu işledin”. Abbas: “Doğrudur, İslam’a girmedik; ama bizim de hayırlı işlerimiz vardır: Mescid-i Haram’ı biz tamir ediyor, hacılara yardım ediyor, açlarına taam yediriyor ve ‘Zemzem’ içiriyoruz. Bunlar hayırlı işlerdir. İşte biz de bunları yapıyoruz” dedi. Bunun üzerine geçen ayet indi.[351]
“Özleri kendilerinin kâfir olduğuna şahit” ayetinde de olduğu gibi, “biz Allah’a inanmıyoruz” demiyorlardı. Fakat onların yaptıkları işleri kâfir olduklarını gösteriyorlardı. Bir yanda putları Kâbe’nin etrafına dikiyorlar, bir yanda da Kâbe’yi tavaf ediyorlardı. Her tavaftan sonra gedip putların başında onlara secde ediyorlar ve: “lebbeyk! Lâ şerike leke lebbeyk! İllâ şerikun huve lek, temlikuhu ve vema lehu lek” diyorlardı. Bunun manası: “İlâhî, senin emrine amadeyiz, senin şerikin yoktur, ancak bu putlar da senin ihtiyarındadırlar, sen, o putların sahip olduğu her şeye sahipsin.” Buna rağmen Allah, onlara “müşrik” diyordu. Müşrik bu ise biz yandık, çünkü biz en baş müşrik oluruz bu ölçüye göre. Biz Allah’tan başkasına secde etmiyoruz, hacet istemiyoruz, bu müşriklerin dediği sözlerden demiyoruz. Fakat bizler, millet ve mezheplerin reisleri hakkında öyle haddi aşan sözler konuşuyoruz ki, eğer düşünülürse bunlar bir şirktir. Fakat biz Allah’ın Kur’an’ında Resulünü anlattığı sınırın dışına ve Hz. Peygamber’in tevile muhtaç sözlerini yanlış yorumlayarak esas maksadın dışına çıktık. Ben bundan ne kastettiğimi bu işleri az bilen insanlar anlarlar.
Allah Resulü (sav) bir gün mescitte bulunurlarken bazı sahabe ile sohbet ediyordu. O anda içeri başka biri geldi. Resulüllah (sav) buyurdu ki: “Hammirû aniyeteküm”[352] bu hadisin manası odur ki Hafız Şirazî veciz kelâmında anlatmıştır:........................................
Bu hadisin manasını bu şekilde hiç kimse izah etmemiştir. Allah ona, geniş rahmeti ile rahmet etsin. Ümit ediyoruz ki, zamanla cahil alimler ölür ve yerine bu türlü yanlışları ortaya çıkarıp doğrusunu izah eden insanlar gelir. Biz bu tefsir de böyle gizli kalan önemli konuları izaha çalıştık. Gerçi bizim bu çıkışımız bir kısım çevreleri rahatsız ettiyse de eğer can u gönülden bakılacak olursa bu tefsirde pek kabul edilmeyecek fikirlerin olmadığına şahit olacaktır.
18/17- (Onlar değil,) Allah’ın mescitlerini ancak, Allah’a ve ahret gününe iman eden, namazı kılıp zekât veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. Ümit var olsunlar, hidayeti bulmuş, murada ermiş kimseler onlardır.
19/18- Acaba siz, hacılara (zemzem) suyu vermeyi ve Mescid-i Haramın imarını, Allah’a ve ahret gününe iman edip Allah yolunda cihat eden kimsenin işiyle bir mi tutuyorsunuz? Bunlar hiçbir vakit Allah nezdinde eşit olamazlar. Allah zalim bir kavmi (müşrikleri, bu zalim sıfatlarını taşıdıkları müddetçe) hidayete erdirmez.
20/19- İman getirip hicret edenler ve Allah yolunda canları ile malları ile cihat edenler Allah nezdinde derece bakımından en büyüktürler. (Mescid-i Haram’ı tamir eden ve hacılara zemzem suyu içiren müşriklerin Allah katında hiçbir değerleri yoktur.) Gerçekten kurtuluşa erenler bu müminlerdir.
21/20- (Zikrolunan müminlere) Rableri tarafından bir rahmet ve rahatlık ve onlar için, tükenmek bilmeyen nimetleri ile bir nice cennetler vardır.
22/21- O cennette sürekli kalırlar, (hiçbir zaman oradan çıkarılmazlar.). Şüphesiz ki Allah’ın yanında büyük ecir ve sevap vardır. (Bu sevaba da ancak salih amel yapmakla ulaşılır.).
23/22- Ey iman getirenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa (bunda da daimi iseler), babalarınız ve kardeşlerinizi özünüze dost karar vermeyin. Sizden kim, kâfir olan akrabasını dost tutarsa, işte onlar elbette zalim olan kimselerdir.
24/23- (Resulüm! Bu müminlere) de ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, ve sair akrabalarınız, kazandığınız mallarınız, kesata uğramasından korktuğunu alış-verişleriniz ve hoşlandığınız evler/villalar size Allah ve onun Peygamberi ve onun yolunda cihat etmekten daha sevimli ise o takdirde Allah’ın emri/azabı gelinceye kadar bekleyin görürsünüz, (Allah’ın emrini yerine getirmekle, bu sevimli gördüğünüz şeylerin arasındaki farkı anlarsınız.) Allah, fasıkları doğru yola hidayet etmez. [Bir kimse için din, her şeyden önce gelmelidir. O uğurda her şeyden geçmelidir.]
25/24- Gerçekten Allah (savaşlarda) bir çok yerde size yardım etmiştir. (Allah Resulünün 60 adet gazvesi vardır, hepsinde de Allah yardım etmiştir.)[353] Özellikle Huneyn Günü. [Bu savaşta Allah (cc) müminleri sınamıştır.] (Bizi artık kimse yenemez diyerek) sayı üstünlüğünüz sizi hayrete düşürdüğü zaman (gördünüz ki) kalabalık olmanız sizin için hiçbir şeye yaramadı. (Çünkü mansur ve muzaffer olmak Allah’ın yardımıyladır.). O yer, büsbütün genişliğine rağmen size dar gelmişti, (bilmiyordunuz ki nere kaçasınız. Baktınız ki durum kötü hemen) dalınızı dönüp kaçtınız;
26/25- Sonunda Allah, Resulünün ve müminlerin kalplerine senkîne (temkin ve vakar veren rahmetini) indirdi ve görmediğiniz (ruhanilerden) askerler indirdi, (böylece size yadım etti de tekrar savaşa başladınız;) kâfirleri de azaba uğrattı. Kâfirlerin (dünyada) cezası budur, (ahrette daha artık olacaktır.).
Tefsir:
“Huneyn” Mekke ile Taif arasında bir vadinin adıdır. Hicretin sekizinci yılı Mekke fethinden sonra, Müslümanlarla, Havazin ve Sakif kabileleri arasındaki savaş burada olmuştur. Allah Resulünün on iki bin askeri vardı. Müşrikler ise dört bin kişi idiler. Bundan başka binleri aşkın insanlar da sair kabilelerden müşriklere yardıma gelmişti. Müslümanlar, kendilerinin biraz çok olmasına hayret ettiler. Ebu Bekir (ra), “Bu gün biz çoğuz, bugün de yenilmeyiz”[354] dedi. Hemen savaş başlayınca, Müslümanlar ilk etapta öyle bir bozguna uğradılar ki, hatta Mekke’ye bile kaçanlar oldu. Resulüllah (sav), amcası Abbas, bir de amca oğlu Süfyan b. Haris’den başka düşman karşısında merkezde duracak kimse kalmadı.[355] Süfyan b. Haris, Resulüllah’ın (sav) katırının yularına yapışmış düşman saflarına girmesini engelliyordu. Resulüllah (sav) ise düşmana hiç aldırmadan beyaz katırına binip ilerliyordu. Buyurdular ki; “Ya Abbas, çağır şu insanları geri gelsin”. Abbas, sesi çok gür bir insandı. Kaçanlara: “Ey Ensar ve Muhacirler! Resulüllah burada iken nereye kaçıyorsunuz!” Abbas’ın sesini duyanlar hemen geri dönüp düşmana saldırarak onları hezimete uğrattılar.[356] Resulüllah’ın (sav) şecaatine bu savaş delildir ki, herkes yerini bırakıp kaçarken o yerinde durup düşmana karşı ilerliyordu. Hz. Ali (as), buyurdular ki: “Düşman karşısında ne zaman başımız sıkışırsa Resulüllah’a sığınırdık”[357]
27/26- (Kâfirlere azap ettikten) sonra Allah, bunun ardından yine de dilediğinin Tövbesini kabul eder. Allah Tövbe eden kimseleri bağışlayıp çok merhamet edendir.
28/27- Ey iman edenler! Müşrikler pislikten başka bir şey değiller. (Hangi mezhepte olursa olsun onlardan başkası pislik değildir.) Bu seneden sonra (Hicretin dokuzuncu yılından sonra) Mescid-i Haram’a girmesinler. Eğer siz (Mekke’de bulunan Müslümanlar, Müşriklerin Mekke’ye girmemesi ile alış-veriş yapma seviyesi düşer de ekonomik bir) sıkıntı çekmekten korkarsanız, yakındır ki, Allah lütuf ve kereminden (başka kapılar açmakla) inşallah, sizi zengin edecektir. [Gerçekten o seneden itibaren, hayır ve bereket artmaya başladı. Tebale ve Cüreş ahalisi gibi birçok bölge insanları Müslüman olmuş, Mekke’ye eskisinden daha çok fazla yiyecek sevk etmişlerdi. Piyasa açıldı, müşriklere daha hiç ihtiyaç kalmadı.] Şüphesiz Allah sizin her hâlinizi iyi bilir, rızk vermesi de, kesmesi de bir hikmet üzeredir.
29/28- Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve ahret gününe inanmayan, Allah ve Resulünün haram kıldığını haram saymayıp hak din İslam dini’ni kendine din edinmeyen kimselerle (şayet hıyanet ederlerse) küçülmüş oldukları halde bizzat kendi elleri ile getirip cizye/haraç verinceye kadar savaşın.
Tefsir:
Ehl-i Kitap her ne kadar, hıyanet etseler bile, onlarla savaş etmek konusunda, müşriklerle ayrı statüde değerlendirilirler. Müşrikler hainlik yaptıkları zaman onlarla savaş edilir. İtaat etmeleri halinde onlardan cizye alınıp şirk halinde yaşamalarına müsaade edilmez. Ehl-i Kitab’a gelince, savaştıktan sonra itaat ederlerse cizye vermeleri halinde kendi dinlerinde kalır Müslüman vatandaşı olabilirler. Ayrıca Müslümanlarla yaptıkları antlaşmaları bozmadıkları müddetçe İslam devletinde onlarla Müslüman vatandaş arasında, vatandaşlık bakımından hiçbir fark yoktur. Müslümanlar hangi hak ve görevlere sahipseler, onlarda aynı hak ve görevlere sahip olurlar.
30/29- Yahudiler, Uzeyir Allah’ın oğludur, dediler. Hıristiyanlar da Mesih, Allah’ın oğludur dediler. Bunlar, ağızları ile söyledikler bir manasız sözden öteye geçmez.(sözlerinin delil ve burhanları yoktur.). (Onların bu sözlerinin) daha önceki ikâr eden kimselerin sözleriyle bir benzerliği vardır. (Daha öncekiler de, Allah’a türlü türlü şeyleri şirk koşuyorlardı.). Allah onların belasını versin, nasıl da haktan yüz çeviriyorlar.
31/30- Ehl-i Kitap, Allah’ı bırakıp; (Yahudiler) bilginlerini, (Hıristiyanlar ise) zahitlerini (reis ve söz sahibi seçtiler) ve Meryem oğlu İsa’yı da mabut edindiler. Oysa onlar, hakikatte bir tek ilaha tapmak ve ancak ona kulluk etmekle emrolunmuştular. Allah onların şirk koştuğu şeylerden pâk ve münezzehtir.
32/31-Müşriklerin iradesi odur ki, Allah’ın azametli olan (Muhammed Aleyhisselam’ın nübüvvet) nurunu ağızları ile söndürsünler. Kâfirler hoşlanmasalar da, Allah öz nurunu (Resulüllah’ın nübüvvetini) tamamlayacaktır. Allah razı olmaz (ki onlar nübüvvet nurunu söndürsünler).
33/32- Ey iman
edenler! Şurası bir gerçektir ki, (Yahudi
ve Hıristiyan) alim ve zahitlerden
bir çoğu var ki; halkın mallarını rüşvet gibi batıl yollarla alıp yerler, halkı
dürüstlükle Allah’ın hükümleri ile amel etmekten mani olurlar. (Resulüm) Altın ve gümüşleri hazine
ve ambarlarda saklayıp Allah yolunda sarf etmeyenler yok mu, işte onları elem
verici bir azap ile müjdele!
Tefsir:
“Halkın mallarını rüşvet gibi batıl yollarla alıp yerler” ifadesi, bizim İslam alimlerine de hitap etmektedir. Yani bu ayet diyor ki, “Ey İslam alimleri! Siz de Yahudi ve Hıristiyan alimleri gibi olmayın. Halktan rüşvet alarak, İslam hükümlerini değiştirmeyin.” Heyhat! Heyhat! İslam alimleri arasında hiç böyle şeyler olur mu! Onlar tamamen zahir ve batınları ile güzel sıfatları taşımaktadırlar. Nasıl olur da bu çirkin işleri yaparlar! İslam alimlerinin bu konudaki samimi kanaatları budur. Fakat, biraz düşününce bu kanaatın saklı kalması şartı ile bu samimi duyguların dışına çakanlar da olmuştur. Nitekim Hz. Peygamber (sav): “Ümmetime öyle bir zaman gelir ki, Kur’an’dan hiçbir şey kalmaz, sadece Kur’an’ın resmi kalır”[358] Bu hadis sahihtir. O Cenab’ın mübarek ağzından çıkmıştır. Ve bir mucizedir. Allah’ım bizim bu zamanımız da aynen Resulüllah’ın (sav) tarif ettiği bir zamandır. Kur’an’a uyanları ve onu tatbik edenleri şimdi zındıklıkla suçluyorlar. Bunlar, kendilerini de Ehl-i Kur’an sayıyorlar.
“(Resulüm) Altın ve gümüşleri hazine ve ambarlarda saklayıp Allah yolunda sarf etmeyenler yok mu, işte onları elem verici bir azap ile müjdele!” ayetinde, zekât vermenin ehemmiyeti ve vermeyenlerin ise acı bir azaba dûçar olacakları anlatılmaktadır. Zenginler, mallarının zekâtını verdikleri takdirde İslam dininde hiçbir noksanlık kalmaz. Ne yazık ki, Müslümanlar bu ayetin ihtiva ettiği manalardan gafildirler. Fakat başka din ve mezhep sahipleri bu düsturu çok iyi uygulamış ve kendi dinlerinin yükselmesi için büyük meblağlar sarf etmişlerdir. Bunlar böyle yaparlarken acaba Müslümanların zenginleri bu ayete neden hiç dikkat etmiyorlar? Eğer Kur’an’a inanmıyorlarsa neden kendilerine Müslüman adını takmışlar? Onlar kendilerine başka bir dinin adını taksalar iyi olur (!) Yazıklar olsun onlara! Yarın Cebbar olan Allah’ın huzurunda ne cevap verecekler?
Zengin insanın vicdanı, hiç sızlamıyor mu ki, bir yanda millet ihtiyaç içinde kıvranırken onlar mallarının zekâtını vermiyorlar. Zekât vermeyip kendini Müslüman sayan kimse, nasıl olur da Allah’ın huzurunda kurtuluş bulur? Kur’an okuyup namaz kılanlar, sonunda onu öpüp alınlarını sürenler, onunla amel etmedikçe Kur’an’a hiçbir zaman hürmet etmiş olmazlar. İbn Abbas (ra) anlatıyor: Resulüllah’ın huzuruna bir cemaat gelip dediler ki, “bizim içimizde bir adam var; zahit ve tarik-i dünyadır. Geceleri namaz kılıp, geceleri namaz kılar...” Resulüllah (sav): “Siz kazandığınız ve elde ettiğiniz rızklarla, böyle kimsenin masraflarını karşılama gücüne sahip misiniz?”, Onlar, “evet” deyince, Resulüllah (sav): “Öyle ise siz ondan daha iyisiniz.”[359] Bu hadis işaret ediyor ki, mal kazanıp, insanların ihtiyaçları için sarf etmek, onlara yardım etmek, dünyayı terk edip, böylece insanlara yük olan miskin adamdan daha hayırlıdır. Bu türlü kimsenin insanlar arasında hiç bir hürmeti de kalmamıştır.
33/34- Biriktirdikleri altın ve gümüşler, cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınları, kaburga tarafları ve dallarına dağ vurulacağı gün (Kıyamet günü) onlara denilir ki: “Bunlar, öz nefsiniz için biriktirip de (Allah’ın emrettiği yerde vermediğiniz mallarınızdır.) Şimdi, yığmakta olduğunuz şeylerin azabını tadın.”
34/35-Semaları ve yeri yarattığı gün, Allah’ın hükmüne göre Allah’ın katında ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü (Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep) haram aylardır, (bu dört ayda savaşmak haramdır.). (Daha önce yaptığınız değil) İşte sapasağlam din budur. (İşin aslı ve kadim usul budur. Bu aylarda savaşmakla) sakın öz nefsinize zulüm etmeyin, (eğer o müşrikler ilk önce bu aylarda) sizinle top yekûn savaşırlarsa siz de onlarla top yekûn savaşın ve bilin ki, Allah takva sahipleri ile beraberdir, (onlara yardım eder.).
Tefsir:
Müşrikler bazen senenin aylarını 14, sayıyor, bazen onlarda savaşması haram olan aylarda savaşmak için onların yerlerini değiştiriyorlardı. Böylece haram ayların hürmetini ihlal ediyorlardı. Bu ayetin konusu bunu anlatmaktadır.
Hz. İbrahim ve İsmail’den kalan, bu ayların hürmeti meselesini Araplar uygulaya gelmişlerdir. Öyle ki, eğer bir adam, babasının ya da oğlunun katiline bu aylarda rast gelse öldürmezdi, geçip giderdi. Fakat bir zaman sonra bu kanuna uymamaya başladılar. Ve zikrolunan ayetlerin hürmetini kaldırdılar.
35/36- (Haram ayları) ertelemek sadece küfrü artırmaktır. (Bunu yapmak sureti ile) kâfir olan reisler, (kendilerine tabi olanları) dalalete salıyorlar. Allah’ın haram kıldığı (ayların) sayısını bozmak ve Allah’ın haram kıldığını helal kılmak için (haram ay’ı) bir yıl helal sayarlar, bir yıl da haram sayarlar. Yaptıkları işin kötü yanı kendilerine güzel gösterilmiştir. Allah, kâfir olan cemaati hak tarafına hidayet etmez.
Tefsir:
Araplar sürekli birbiri ile savaş içindeydiler. Savaş arasında ne zaman bir haram ay dahil olursa hemen savaşı terk ederlerdi. Fakat zamanla bu türlü yapmak kendilerine çok ağır gelmeye başladı. Bu sıra hemen o haram ayını helal sayar ve savaşı devam ettirirlerdi, diğer savaşmadıkları sene bu ayın yerine başka bir ay eklerlerdi. Gelen yıl, ekledikleri ayı haram sayarlardı. Bu ayet, müşriklerin yaptıkları bu işin yanlış olduğunu bildirmektedir. Yani, haram ay, haram olarak kalmalı, helal olan aylar da helal olarak kalmalıdır. Hiçbirinde bir değişiklik yapılmamalıdır.
38/37- Ey iman edenler! Size ne oldu ki, “Allah yolunda seferber olunuz dendiği zaman, yeryüzünün çekiciliğine dalarak işi ağırdan aldınız. Acaba(ahrete bedel) dünya dirliğine razı oluyorsunuz? (Cihada gitmekte ahret sevabı vardır. Dünyayı ahrete tercih etmek olmaz.). Dünya dirliği ahrete mukabile değildir, meğer az bir şeydir.
39/38- Yok eğer (Peygamber sizi cihada davet eder de ağırdan alarak) gitmezseniz kuşkusuz Allah size (dünya ve ahrette) can yakıcı azap eder ve yerinize başka bir kavim getirir, (Yerinizi, yurdunuzu elinizden alır, başka bir kavme verir). Siz (böyle yapmakla) Allah’a hiçbir zarar veremezsiniz. (Olan size olur). Allah her şeye kadirdir. [Çünkü bundan sonra Resulüllah’ın hicreti anlatılacak. Hicret kıssası burada ihtisaren anlatılmaktadır. Çünkü geçen konuya yani Allah’ın kudretine bir delil olsun, bu hadiseden haberdar olsunlar diye kısa da olsa maksat hasıl olmaktadır.]
40/39- Eğer siz ona yardım etmeseniz, (bile) Allah ona yardım etmiştir; kâfirler onu (Mekke’den) çıkardıkları vakit, (biri kendisi, biri de Ebu Bekir olmak üzere) o, iki kimseden biri idi. Her ikisi de mağarada iken; (arkadaşı Ebu Bekir korkmuştu da, Resulüllah) ona: “Tasalanma, şüphesiz Allah bizimle beraberdir” diyordu. (Nice defa, Allah Resulünün hiç yardımcısı yokken, Allah ona yardım etmiştir.). Bunun üzerine Allah, Peygamberine vakar ve temkin verdi, onu sizin görmediğiniz bir ordu ile (ruhanilerle) destekledi ve müşriklerin küfre davetini güçsüzleştirip küçülttü. Allah’ın sözü, (İslam’a çağrısı bütün sözlerden) yücedir, (şirke galip gelecektir.). Allah, yaratıklarına galiptir ve her yaptığı işte hikmet üzeredir.
Tefsir:
Bu konunun başı, (Enfâl 8/30) geçmişti. Resulüllah’ın kendisi, Hz. Ebu Bekir’in evine gitti. Ebu Bekir:
— Ne haber var? Ya Resulallah!
Allah Resulü:
— Hicret etmeye emrolundum,
Ebu Bekir:
— Ya Resulallah! Hizmetinize varım; iki güzel devem vardır, birini sen binersin.
Resulüllah:
— Kıymetiyle kabul ederim.[360] Derken ikisi Mekke’den çıktı ve Sevr dağında bir mağarada gizlendiler. Kureyş ise hemen onların arkasında düştüler. İzlerini bulup mağaranın önüne geldiler. Allah (cc) onların gözlerini tutup, her tarafı aramalarına rağmen onların tarafını göremediler. Ebu Bekir (ra) korkup:
— Ya Resulallah! Eğer müşrikler, ayaklarını tarafına baksalar, bizi görecekler.
Resulüllah:
— Hiç tasalanma, Allah bizimle beraberdir. Müşrikler, bulamadıklarına üzülüp geri dönerek gittiler. Resulüllah (sav) üç gece orada kaldı. Ebu Bekir (ra)’ın oğlu Abdullah geceleri gelip onların yanlarında kalırlı. Sabah olmadan Mekke’ye varıp gündüzün Mekke’de olduğu imajını verirdi. Onlar hakkındaki her haberi toplayıp Resulüllah’a naklederdi. Hz. Ebu Bekir’in kölesi Amir b. Füheyre[361] gece yarısından sonra Ebu Bekir’in koyunlarını getirip mağarada gizler ve sütlerini sağarak Resulüllah’a içirirdi. Üç gün[362] sonra Resulüllah (sav) ed-Düelî kabilesinden Medine yolunu çöl iyi bilen Abdullah b. Erîkad ed-Düelî’yi[363] para ile tuttu. O kimse müşrik idi. Develeri ona bıraktılar ki, üçüncü günü sabah vakti oraya gelsin, orada hazır bulunsun. Tayin ettikleri vakit gelince izci orada hazır bulundu, develeri binip Medine’ye doğru koyuldular. Ebu Bekir’in kölesi Amir b. Füheyre bir taraftan gidip izlerini kayıp ederken, diğer taraftan onlar, yanlarındaki mahir izci ile yol aldılar. Kureyş ise Hz. Peygamber’i bulamayınca bütün kabilelere haber gönderip belli bir meblağ karşılığında onların yakalanmasını istediler. Beni Müdlic kabilesinden Surâka b. Malik ki kendi kabilesinin reisi idi, kavmi ile oturuyordu. Bir kişi gelip:
— Ya Surâka bir kaç kimse gördüm, deniz kenarından gidiyorlardı. Öyle sanıyorum ki, onlar, sizin aradığınız, Muhammed ve onun arkadaşlarıdır. Ama açığa çıkmalarını istemedim. Belki onlar da olmayabilirlerdi.
Sürâka:
— Ben biraz bekledim. Sonra evime gidip, cariyeme, yola çıkmak için bana bir at hazırlamasını istedim. O da bunu hazırladı. Onları sadece ben yakalayıp, üzerlerine konan parayı sadece ben almak istiyordum. Bunun için başka kimsenin buna ortak olmasın diye onları yakalama işini çok gizli tutuyordum. Sonra gelip atıma binerek dolu dizgin onlara kavuştum. Hemen atım sürçtü, bende yüzüstü yere düştüm. Hemen ayağa kalktım. İstedim ki, bir fal çekeyim; acaba yaptığım bu iş doğru mudur? Derken okları attım, şansım iyi düşmedi. Bu falın dediğine kanaat etmedim. Yine onların dalınca gittim. Resulüllah’a yaklaştığım zaman onun sesini işittim; Kur’an okuyordu, hiçbir tarafa dönmüyordu. Ama Ebu Bekir (ra) bu tarafa, o tarafa çok bakıyordu. Tam bu sırada atım tekrar sürçtü, burnu üstüne yıkıldı, ben de yüz üstü yere geldim. Yine kötü bir halde falıma baktım; kötü çıktı. Ses verdim:
— Ya Resulallah! Emanda olun. Benden size hiçbir kötülük gelmez. Resulüllah (sav) durakladı. Gelip yetiştim. O arada içime doğdu ki, Resulüllah doğrudur. Kureyş’e üstün gelecektir. Hemen yetişip:
— Ya Resulallah! Kureyş herkese haber verdi ki, ya sizi tutup öldürsünler ya da diri olarak kendilerine götürsünler. Karşılığında da diyet ödesinler. Ama ben bu düşünceden vazgeçtim. Şimdi senden istiyorum ki, bana bir eman kâğıdı veresin ve ne zaman Kureyş’e üstün gelirsen onlara yapacağın kötülükten beni ayrı tutasın. Resulüllah (sav) Amir b. Füheyre’eye:
— Bunun için bir eman kâğıdı yaz.[364] O da yazıp teslim etti.
Sonra yollarına devam ettiler. Önlerine Zübeyir b. Avvam’ın amcası oğlu ve kendisi rast geldiler. Kendisi Şam’dan geliyordu. Zübeyir bu ticaret kervanındaki mallardan, iki kat beyaz elbiseyi onlara hediye etti. Birini Resulüllah’a birini de Ebu Bekir’e giydirdi.
Diğer tarafta Medine’de Resulüllah’ın (sav) gelmesini bekliyorlardı. Öyle vaktine yakın bir zamanda gün sıcağı bastırmıştı ki Medine’ye vardılar. Millet kalenin üzerinden, yüksek yerlerden onların gelmesini bekliyorlardı. Birden uzaktan beyaz elbiseleri içinde çıktıklarını gördüler. Medine ehli deste deste olmuş yolunu bekliyorlardı. Resulüllah (sav) halkın selamını almak için ayağa kalktılar. Resulüllah (sav) Medine’ye gelince ilk işi hemen bir mescit inşa etmek oldu. İşte bu ayet bu koyu anlatmaktadır.
41/40- (Ey Müslümanlar!) Cihad’a gitmek ister size hafif gelsin isterse ağır gelsin her halde cihat etmeye gidin. Allah yolunda malınızla canınızla cihat edin. Eğer (cihatta bulunan maddi ve manevi bereketleri) bilseniz, cihat etmek sizin için daha hayırlıdır.
Tefsir:
Başka ayetlerde olduğu gibi, burada da Allah (cc), müminleri cihat etmeye teşvik ediyor. Cihat etmek, savaş edip insan öldürmekle münhasır kalmaz. Cihadın bir kısmı da mal ile olur. Allah yolunda maddeten yardım etmek bir cihattır. Zaten mal ve can ile cihat ediniz buyurmakla bunu teyit ediyor. Din yolunda malını veren ilk kimse, Haticetu’l Kübra (rha) oldu. Sonra da sahabe-i kiram iradeleri ve gönülleri nispetinde yardımda bulunmuşlardır. Tebük gazvesi, İslam’da yapılan çetin harplerden biridir. Bu savaşın giderlerini hemen hemen tamamıyla Hz. Osman (ra) temin etmiştir. Tarihe bakıldığında bu türlü sıkıntıların giderilmesi için hep zengin insanların kapıları çalınmıştır. Günümüze baktığımız zaman İslam’ın sadece adı kaldığı görülür. Şimdiki Müslüman zenginler sadece mal yığmaktan başka hiçbir şey yapmıyorlar. Yine tarihe bakıldığında zengin insanların ne kadar İslâm dinine yardım ettikleri ibretle müşahede edilir. Fatımîler zamanında el-Mustansırbillah döneminde Mısır’da bulunan kütüphanelerde 200 bin cilt kitap bulunuyordu. Halbuki şimdi günümüzde ulaşılan fen ve teknik o zaman yoktu. Buna rağmen bu kadar kitabı bir araya toplamıştılar. Kitap için bu kadar finanse sağlanırken, talebe ve onların giderleri için ne kadar masraf olduğu meydandadır. Bunların hepsinin o devrin insanları tarafından karşılandığı rahatlıkla ortaya çıkar. Ahmet b. Tolun devrinde, onun emri ile yapılan hastanede insanlar meccanen bakılıyordu. Üniversiteler, uzay araştırmaları yapılması için kurulan rasathaneler ve daha nice ilerlemeye bağlı gelişmeler hep o devirlerde oldu. Şimdi Müslümanlar himmetlerini kestiler, eski cazibelerini kaybettiler. Bunun sebebi iki şeydir: Birincisi, zenginlerin cimriliği; ikicisi ise, mezhepler arasında çıkan ihtilaflar. O halde zenginler himmetlerini âli tutup bu açığı kapatmaları gerekir. Hangi millet ki, onların fertleri şahsi menfaatlerini milletin menfaatinden üstün tutmuşsa hep batmışlardır. Hiçbir zaman ilerleyememişlerdir. Bunu değiştirip aslımıza dönmemiz için gerektir ki, çok ağlayalım...
Bundan sonra gelen ayetlerde, Tebûk gazvesine işaret ediliyor. Tebûk, Şam’da bir yerin adıdır. Burada bulunan Müslümanlara zulüm yapıldığı haberi Medine’ye ulaşmıştı. Bunu için Allah Resulü savaş etmeye karar verdi. Mevsim yazdı. Hava çok sıcaktı. İnsanların el ve avucunda da bir şey yoktu. Bu yüzden çoğu geri durdu. Bu savaşta İslam’ın fedakâr zenginlerinden bazısı, mallarının hepsini bazısı malının yarısını Allah yolunda sarf ettiler. Fakat bir kısım insanlar, savaşa gitmemek için sudan bahaneler ediyorlardı. Bu savaşta, Resulüllah (sav) de bizzat bulunmuştu. Ordusu ile gidip Tebûk’te yerleşti. Fakat Şam’dan gelecek olan düşman ordusu hiç orta yerlerde yoktu. Müslümanlar savaşmadan sağ-salim Medine’ye döndüler. Resulüllah (sav) bu davadan geri kalanların bir çoğunu zemmedip onları münafık olarak adlandırdı. Nitekim anlatılıyor:
42/41-(Ağır davranıyorlar aman) Eğer o (davet oldukları sefer/gazve) yakın bir ganimet/kelepir ve kolay bir sefer olsaydı (da meşakkatli olmasaydı) mutlaka senin peşine düşer gelirlerdi. Fakat meşakkatli yolculuk (Tebûk Gazvesine gitmek) kendilerine çok uzak geldi. [Tebûk Gazvesinden geri kalanlar, yalan yeminler ederek gelip Allah Resulünden özür dilediler. Allah da onların özürlerinin yalan olduğu beyan etmekle, onları reddediyor:] Bununla beraber, “eğer gücümüz yetseydi mutlaka sizinle beraber sefere çıkardık” diyerek Allah’a yemin edecekler, (yalan yemiler etmekle) kendilerini helâk edecekler. Allah biliyor ki, onlar yalan diyorlar, (kudretleri varken, savaşa katılmadılar.).
43/42- Allah seni bağışlasın. (Savaşa gelmemek için senden izin isteyenlere) neden izin verdin? (İş o ki,) doğru söyleyenler, ortaya çıkıncaya, yalan diyenleri de bilinceye kadar (onlara izin vermeyeydin.).
Tefsir:
Resulüllah (sav), Tebûk gazvesine giderken, bazıları savaşa katılmamak için gelip Resulüllah’tan izin istediler. O da izin verdi. Bu ayette, Resulüllah’ın (sav) onlara izin vermesinden dolayı onu itap etmektedir.
44/43- (Resulüm!) Allah’a ve ahret gününe inananlar, (zaten) mallarıyla ve canlarıyla cihat etmeyi görev bildiklerinden (savaşmaktan geri) kalmak için senden izin istemezler. (Onlar, cihadı tercih eder, mal ve canlarını o uğurda feda ederler.). Allah (Medine’de kalmak için izin istemeyen) takva sahibi kimseleri iyi bilir.
45/44- (Resulüm! Savaştan geri kalmaları için) Senden izin isteyenler, olsa olsa Allah’a ve ahret gününe inanmayanlar olabilir. [Resulüllah (sav)’den bu savaşa gitmemek için izin isteyenlerin 39 kişi olduğu söylenir.] Onların kalpleri iman etmekte şüphelidir. Şüphelerinde de hayret ve sersemlik içindedirler, (ne imanları malumdur, ne de küfürleri, onlara münafık denir.).
46/45- Eğer bu münafıkların, savaşa gitmede gözleri olsaydı kuşkusuz onun için bir hazırlıkta bulunabilirlerdi. (Tedarikimiz yok demeleri, yalandır. Savaşa çıkacak güçleri vardı.). (Onlar savaşa gitmemek için özür dilerken) Allah da (içlerinde nifakları olduğu halde) savaşa gitmeye kalkmalarını (zaten) istememişti. (Bu yüzden) kendilerini yerlerinde alıkoydu. (Savaşa gitselerdi, Müslümanlara zarar verirlerdi). Oturanlarla (kadın ve çocuklarla) beraber oturun denildi.
47/46- (Ey müminler!) Eğer bu münafıklar, sizinle savaşa çıksalardı sizin için şer ve fesattan başka bir katkıları olmazdı ve aranıza fitne salmaya uğraşacaklardı, (ta ki, cihadınız, boşa çıksın.) İçinizde onların lakırdılarını dinleyenler de vardı. (Allah, müminlere, münafıkların isimlerini bildirmedi ki, sırlarını herkesin yanında açmasınlar, temkinli olsunlar.). Allah zalimleri (münafıkları) pek iyi bilir.
48/47- Şurası kesindir ki, (fitne ve fesat aktarmak münafıkların adetidir.) Bundan önce de fitne ve fesat aktardılar. [Uhut savaşı sırasında Abdullah b. Ubey böyle yapmıştı.] (Resulüm!) Bu münafıklar, (senin işini fiyaskoya çıkarmak için) sana hile ve tuzaklar kurdular. Nihayet hak yerini buldu ve Allah’ın emri (dini) onların zoruna gitmesine rağmen açığa çıktı.
49/48- (Resulüm!) İçlerinden “Aman bana izin ver (savaşa gitmeyeyim. Tebûk’e gitmekle) başımı derde sokma.” diyen de vardır. (Allah, böyle kimselere cevaben demiştir ki:) Haberiniz olsun, onlar zaten fitneye düşmüşlerdir, (savaşa gitmek bir fitne değildir, asıl fitnelik, Peygamber savaşa giderken arkada Medine’de kalmaktır.). Hiç şüphesiz cehennem, kâfirleri (bu münafıkları) çepeçevre kuşatacaktır.
Tefsir:
“Aman bana izin ver (savaşa gitmeyeyim. Tebûk’e gitmekle) başımı derde sokma.” diyen kimse, Cedd b. Kays idi. Diyordu ki, Ya Resulallah! Ben kadınlara fazla tehammul edemeyen biriyim. Tebûk’te Rum kızlarını görünce sabredemem. Onun için bana izin ver, ben gelmeyeyim.[365]
50/49- (Ya Muhammed! Savaşlarda) sana bir zafer nasip olsa (kıskançlıklarından) fenalaşırlar, (düşman sana galip olup) bir musibet uğrarsa, “İyi ki biz daha önce tedbirimizi almışız (yoksa biz de bu zarara uğrardık)” derler. Sonra da (senin mağlup olmana) şâd olur, dallarını çekip giderler.
51/50- De ki: Allah’ın bizim için yazdığından başka bize bela ve musibet erişmez. (Bize ne gelirse Allah’ın takdiri iledir.). O bizim işimizde tasarruf eden Allah’tır. (Onu biz dost karar vermişiz, O’ndan başkasını dost tutmayız.). Müminlere gerektir ki, (her işlerinde) Allah’a tevekkül etsinler.
52/51- (Bu münafıklara) de ki: (Biz cihada giderken) siz bizim için ancak (ya düşmanı yere sererek ganimet alıp dönmek ya da şehit olmak gibi) iki güzel şeyden birini beklemektesiniz. (Bizden size ancak bu iki güzel şeyden biri ulaşır. Siz sanıyorsunuz ki, öldüğümüz zaman bizim hoşumuza gitmiyor. Bizim için yaşamak ile Allah’ın yolunda ölmek aynıdır.). Ama biz de, (sizin için iki kötü şeyden birini muntazırız:) Allah’ın ya kendi katından veya bizim elimizle size bir azap vermesini bekliyoruz. (Ey münafıklar!) Şimdi siz bizim işimizin sonunu bekleyin, biz de sizinle beraber beklemekteyiz. (Görün Allah sizi nice zelil edip, kendi dinini yüceltecektir.).
53/52- De ki: (Ey münafıklar!) İster gönüllü verin ister gönülsüz, sizden (sadaka) asla kabul olunmayacak. Siz kesinlikle fasık bir topluluksunuz, (Allah sizin gibi fasıklardan hiçbir şey kabul etmez.).
54/53- Münafıkların yaptıkları gûya ihsanlarını kabul edilmesini engelleyen, Allah ve Rasulünü inkâr etmeleri, namazı üşenerek kılmaları (namaz kıldıkları zaman sevap, terk ettiklerinde ceza verileceğine inanmamaları), bir de hoşlanmaya hoşlanmaya vermelerinden başka bir şey değildir. (Eğer bunlar olmasa, Allah, onların ihsanlarını kabul eder.).
55/54- (Resulüm!) İşte bundan dolayıdır ki, onların ne malları ne de evlatların seni imrendirsin. Allah istiyor ki, bunların sebebiyle, (mallarının telef olması, evlatlarının savaşlarda öldürülmesi ile) dünya hayatında azaba uğratsın ve (münafıklar mallarıyla ve evlatlarıyla övünüp dururken imana yaklaşmasınlar, neticede) canları da kâfir olarak bedenlerinden ayrılsın.
56/55- Hiç şüphesiz onlar, sizden olduklarına (Müslüman olduklarına) dair yemin de ederler. (Yalan söylüyorlar,) onlar sizden değillerdir. Fakat onlar öyle bir kavimdirler ki, korkudan ödleri patlıyor, (onun için takiyye yaparak inandık demeye mecbur oluyorlar.).
57/56- Eğer (bir siper, ya bir muhkem kale ya da bir cezire gibi) sığınacak bir yer veya (dağlarda) bir mağara yahut (hayvanların gireceği yer gibi) bir delik bulsalardı kuşkusuz başlarını diker süratle oraya doğru koşarlardı. (Onlar size o kadar düşmandırlar ki, fırsatları olsa yüzünüzü bile görmek istemezler.).
58/57- (Resulüm!) Münafıkların bazıları vardır ki, sadakaların taksimi konusunda sana dil uzatırlar, (imalı imalı söz dokundururlar.). Sadakalardan onlara da bir pay verilirse razı olurlar, şayet onlara sadaklardan verilmezse bir de bakarsın ki kızmışlar.
Tefsir:
Rasulüllah’a dil uzatan şahsın Hurkus b. Züheyrî et-Temîmî olduğu rivayet edilmiştir. Kendine, “Zü’l-Huveysıra veya Zu’s-Sedy” de denir. Buhari ve Müslim’in rivayet ettiğine göre: Zü’l-Huveysıra adında birisi Hz. Peygamber’e geldi. Allah Resulü (sav) o esnada mal taksiminde bulunuyordu. Hz. Peygamber (sav)’e küstahça şöyle demişti: “Ya Muhammed, adaletli ol!.” O sırada orada bulunan Hz. Ömer: “Ya Resulallah, bırak beni şu münafığın başını alıvereyim.” Allah Resulü (sav), Hz. Ömer ve onun gibi düşünenleri teskin ettikten sonra bu adama döner ve şöyle der: “Yazık sana! Eğer ben de adil olamazsam, başka kim adil olabilir ki?”[366] der. Ve orada gayba dair şu mübarek sözleri der: “İleride bunun benzeri arkadaşları olur, sizin namaz ve orucunuzu kendi namaz ve oruçları yanına hiçe sayarlar. Okun yaydan fırladığı gibi, dinden çıkarlar”[367] Seneler hızla geçer, sanki Allah Resulünü tasdik için günler birbiri ile yarışmaktadır.: Nehrevan’da Hz. Ali bütün haricileri kılıçtan geçirir. Tam Allah Resulü’nün tarif ettiği şekilde bir insan getirilir ve Hz. Ali’ye müjde verilir. Demek ki dinden çıkarak, dine karşı kavga verecek insanlar bunlardır.[368] Zayıf bir hadiste Efendimiz, Hz. Ali’ye hitaben: “Ben Kur’an’ın tenzili için savaştım, sen de te’vili içi savaşacaksın”[369] Hz. Ali Hariciler’e karşı kavga etmiş; okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkan bu insanlarla mücadelede bulunmuştur. Nehrevan’da bu kimseleri öldürmüştür.
59/58- Keşke bunlar Allah’ın ve Resulü’nün ganimetten kendilerine verdiğine razı olsaydılar ve “Allah bize yeter, ileride yine fazla fazla verir, lütfeder, Resulü de ihsanda bulunur, (biz dünyadan yüz çevirip) yalnız Allah’a rağbet edenleriz” deseydiler, (ne yahşi olurdu.).
60/59- Sadakalar (zekâtlar) Allah’ın bir vacip/farz emri olarak şunlar içindir: Fakirler, miskinler (hiçbir şeyi olmayanlar), bu işte çalışan görevliler, müellefe-i kulüb (kalpleri İslam’a ısındırılacak olanlar, serhadlarda ikamet eden Müslümanlar), köleler, (borcunu ödemeye gücü yetmeyen) borçlular, Allah yolunda (din ve milletin hayrına olan işler ve onların maslahatları olan yerler,) ve yolda kalmışlar. Allah her şeyi bilir, sizin için hikmet üzere hükümlere karar verir.
Tefsir:
Bu ayette zekâtın verileceği yerler anlatılmıştır. Allah Resulü’ün taksimini ayıplayan münafıklara bununla cevap verilmiştir. Yani siz bu zekâttan hisse istiyorsunuz ama, bakın bakalım, bu zekât verilen yerler içinde siz var mısınız? Eğer yoksanız, o halde niçin Allah Resulünü ayıplıyorsunuz. Zaten ayetlerin münasebeti yönünden bu ayetin burada anlatılmasının da hikmeti bu olsa gerektir. Onun için Allah (cc) münafıkları anlatırken hemen araya bu konuyu sokmuştur.
61/60- Yine onların içinde öyleleri vardır ki, bizim Peygamberimizi incitiyorlar ve diyorlar ki: “Bu Peygamber baştan ayağa (her söyleneni dinleyen) bir kulaktır. (Huzuruna duran herkesin sözünü dinliyor.)” De ki: “Sizin için baştan ayağa kulak kesilmesi, (gazaba gelip sizi hiç dinlememesinden) daha hayırlıdır.” O, Allah’a inanır ve müminlerin (sözlerini dinleyip) tasdik eder ve o sizden iman edenler için de bir rahmet (peygamberidir.). Allah’ın Resulü’ne eziyet edenler için can yakıcı azap vardır.
Tefsir:
Bu ayeti okuyan insanlar sanmasınlar ki, Allar Resulü’ne sadece münafıklar eziyet ediyorlardı. Onun tebliğ ettiği bu dinde bidat ihdas eden herkes, Allah Resulü’ne eziyet etmiş sayılır. Bu türlü İslam alimleri de onun ruhuna eziyet eden kimselerden sayılırlar.
62/61- Münafıklar, rızanızı almak için size (gelip) Allah’a yemin ederler. (Fakat kendi dairelerinde İslam’a ve Müslümanlara kinle doludurlar. Onlar Müslümanlara ant içerek hoşnut ededursunlar,) Oysa Allah ve Resulü, rızası kazanılmaya daha çok layıktır. Eğer inanıyorlarsa bunun böyle olduğunu bilmeliler.
63/62- Acaba bilmiyorlar mı, kim Allah’a ve Resulün’ne muhalif olup itaatlerinden çıkarsa ona muhakkak ki, cehennem ateşi vardır, ebedâ orada kalacaktır, cehennem ateşinde kalmak büyük bir zillettir.
64/63- (Münafıklar, İslam ve ehl-i İslam ile alay ediyorlar, ama) kalplerinde olanı haber verecek bir sûrenin müminlere indirilmesinden de çok korkuyorlar. (Resulüm!) De ki: Siz alay edin! Korktuğunuz şeyi Allah aşikâre çıkaracaktır. (Allah, bir sûre indirip sizin bütün gizlediklerinizi ortaya çıkaracaktır.).
Tefsir:
Tebûk seferine giderken münafıklardan bir grup Resulüllah hakkında: “Bunun iradesi odur ki, Şam’ın kalelerini ve saraylarını fethetsin. Çok uzak bir hayâl!” diyor ve alay ediyorlardı. Fakat korkuyorlardı ki, bu dediklerimiz Resulüllah’a vahiy yoluyla bildirilir. Korktukları başlarına geldi. Allah bunların durumunu Hz. Peygamber’e bildirdi. Münafıklar çağırılıp kendilerine niçin böyle yaptıkları sorulunca inkâr ettiler ve yemin içtiler: “Biz senin ve ashabın hakkında hiç bir şey demedik, sadece kendi aramızda sohbet ediyorduk ki, yolun yorgunluğunu üzerimizden atalım” dediler. İşte bu ayetlerde Allah (cc) bu konuyu anlatıyor.[370]
65/64- Eğer onlara (bu nasıl sözler, sizden çıkıyor?) diye sorsan, “Biz sırf lafa dalmış, şakalaşıyorduk.” derler. De ki: “(Sizin bu özrünüz kabul edilecek cinsten değil) Allah ile, O’nun hükümleriyle ve O’nun peygamberiyle mi alay ediyorsunuz? (Bu istihzanızın cezasını çekeceksiniz.)”
66/65- (Alay ettikten
sonra boşuna) özür dilemeyin; (böyle dedikten sonra güya) imanınızdan sonra küfrünüz ortaya çıktı.
(Nifaklarına Tövbe eden) bir grubu affetsek bile, diğer bir gruba,
(nifaklarında sabit kalıp Tövbe
etmediklerinden) suçlu oldukları
gerekçesiyle azap edeceğiz.
67/66- Münafık erkekler ve münafık kadınlar, birbirindendirler, (birbirini dost tutarlar. Sıfatları ise Allah’ın emrettiğinin tam tersine:) kötülüğü emreder, güzel ameli (Allah’a itaat edip imana girmeyi) de nehyederler, elleri de sıkıdır (hiç ihsan etmeye gitmezler). Onlar hatırlarından Allah’ı çıkarmışlardır, (hiç O’nu anmazlar,) Allah da onları hatırından çıkarmıştır, (lütuf ve ihsanını onlardan kesmiştir. Bu sıfatlar, münafıklarda varken, onlar sizin dostunuz nasıl olabilirler?). Münafıklar, nifaklarında serkeş ve inatkâr olmakta son noktayı tutmuşlardır.
Tefsir:
“Elleri de sıkıdır” ayetinde
olduğu gibi, bundan çıkarılan hükme göre, Allah ve Resulü’ne inanan kimseler
ancak, güzel şeyleri emreder, kötü şeylerden nehyederler ve elinde
bulunanlardan ihsan ederler. Allah yolunda buna muhtaç vatan evladının yükselmesi
uğrunda sarf ederler. Kim bu sıfatları taşımazsa, o Müslümanlar grubundan
sayılmaz belki, münafıklardan sayılır. Biz Müslümanlar, kendimizi ehl-i iman
sayıyoruz ama bu sıfatlardan hiç biri bizde mevcut değildir. Kur’an’ın bu hükümleriyle
amel etmeyen kimse adını nasıl Müslüman koyabilir! Zenginler, Kur’an’ın bu
beyanlarına iyi baksınlar ve iyi düşünsünler ki, Kur’an hangi ayetinde, kâfir
ve münafıkları zemmetmişse, hemen arkasından cimri olanları da zemmetmiştir.
Ayetlerin siyak ve sibakı (konteks) bakımından düşünülecek olursa, kâfir ve
münâfık sıfatı, aynen cimrilik sıfatı ile zemmedilmiş nerede ise bir
tutulmuşlardır. Dünya malını yığıp da onlardan hiç ihsanda bulunmayan kimselere
ar olsun! İnsan dünya malını, kendini ebedileştirecek şeylerde kullanmalıdır.
Yani sadaka-i cariye (Öldükten sonra da hayrına işleyen müesseseler)
kurmalıdır.
68/67- Allah, erkek münafıklara, kadın münafıklara ve bütün kâfirlere cehennem ateşini ebedî olarak vaadetti. Cehennem onlara yeter, (Cehennem azabından başkasına lüzum yoktur, ondan daha büyük azap da olmaz.). Allah onlara lanet etmiştir, (rahmetinden uzaklaştırmıştır, hiçbir zaman olmaz ki, onları tutup azaptan çıkarsın.) onlara bitmez tükenmez bir azap vardır.
69/68- (Sizin gibi münafıkların yaptığı) sizden öncekilerin yaptıklarına benziyor. Oysa onların sizden daha fazla güçleri, daha fazla mal ve evladı vardı. Dünya nimetlerinden ancak paylarına düşen kadarıyla zevk sürdüler, (verilen bu nimetlere şükretmedikleri gibi, dünya ile uğraşıp Allah’ı unuttular.). İşte sizden öncekiler nasıl paylarına düşenden faydalandıysalar, siz de payınıza düşenden faydalandınız, siz de sizden önce batağa dalanlar gibi batağa battınız, (onlar gibi nefsinize uyup, Allah’a şükretmediniz, fiilleriniz benziyor; bakın görün, onlara ne yaptıysak size de aynısını yapacağız.). İşte onların amelleri dünyada da ahrette de batıl olmuştur, (sizin de aynen öyle olacaktır.) İşte bunlar öz nefislerine ziyankâr oldular, (cehenneme girecekler. Böylece siz de kendi yaptıklarınızla cehennem azabına gireceksiniz.).
70/69- Acaba bu münafıklara kendilerinden evvelkilerin, Nuh, Ad ve Semud cemaatinin; İbrahim’in cemaatinin, Medyen halkının ve mü’tefikâtın[371] haberleri ulaşmadı mı? Bu zikrolunan cemaatlere, peygamberleri aşikâr olan mucizelerle geldiler. (Fakat mucizeleri inkâr ettikleri gibi, peygamberlere de inanmadılar. Allah da onlara azap gönderip hepsini helâk etti. Acaba siz münafıklar, şimdi bu azapla azap edilmeyeceğinizden güvende misiniz?). Demek ki Allah, onlara zulmetmiş değildi, lâkin onlar öz nefislerine zulmedip (itaatten çıkarak azaba müstahak olmuşlardır.).
71/70- (Münafıklar birbirlerinin dostu olduğu gibi) Mümin erkekler ve mümin kadınlar da birbirlerinin velileridirler. (Müminlerin sıfatları:) İyiliği emreder, kötü olanları da nehyeder, namazı kılar (sürekli eda ederler), mallarının zekâtını verirler, Allah ve Resulü’nün (bütün hükümlerine) itaat ederler. (Böyle müminlere) Allah rahmet edecektir. (Cennet-i âlâ-yı onlara verecektir.). Allah bütün yaratıklara galiptir, hikmet üzere herkesin amelinin karşılığını verecektir.
72/71- Allah, mümin erkek ve mümin kadınlara, içinde sürekli kalacakları köşk ve ağaçlarının altından nehirler akan bir nice cennetleri, Adn[372] cennetlerinde güzel ve hoş meskenleri vadetmiştir. (Allah, bunları müminlere vadetmiştir ama,) Allah’ın rızasından çok cüzî bir şey bunların hepsinden büyüktür. Allah’ın cüzî bir rızası büyük nimetlere ulaşmaktan daha büyüktür. (Ki ondan daha büyük nimet olmaz.).
73/72- Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihat et. (Kâfirlerle, silah ve teçhizatla, münafıklarla ise delil ortaya koymak ve belgeleri açıklamakla cihat et.) Onlara karşı sert davran. (Eğer iman etmezlerse, ahrette) yerleri cehennemdir. Ne yaman varış yeridir.
74/73- (Cülas gibi) münafıklar
Allah’a ant içiyorlar ki (o sözü)
dememişler. (Söylemekle kâfir oldukları) o
küfür sözünü, gerçekten dediler ve Müslüman olduktan sonra kâfir oldular. (Kâfir oldukları ortaya çıktı.). (Tebûk’en sonra Peygamber’e karşı) başaramadıkları (su-i kastı yapmaya da) yeltenmişlerdi.
Ve sırf Allah ve Resulü kendi lütuflarından onları zenginleştirdiği için öç
almaya kalkıştılar. (Peygamberin
Medine’ye gelmesi ile zengin olmuştular. Buna teşekkür edecek yerde,
nimetlerine vesile olan kimseyi öldürmeye kalktılar. Bütün bunlardan sonra yine
de) Tövbe ederlerse onlardan ötürü hayırlı olur. Eğer Tövbe etmeye dallarını çevirip giderlerse Allah onları dünyada da,
ahrette de can yakıcı bir azaba uğratır. Onlardan ötürü yeryüzünde ne bir dost
ne de bir yardımcı olur.
Tefsir:
Allah Resulü (sav), Tebûk gazvesinde epey uzun bir süre geçirdi. Bu sırada Kur’an ayetleri iniyor ve sefere katılmayan münafıkları ayıplıyordu. Bunlardan biri olan Cülas b. Süveyd,[373] “Eğer Muhammed’in Medine’de bıraktığımız kardeşlerimiz, ağlarımız ve ileri gelenlerimiz hakkında söyledikleri bu sözleri doğru ise biz eşeklerden de beteriz.” diye söz kaçırmıştı. (Bu sözlerle alay ediyordu.). O mecliste bulunan, Ensar’dan Amir b. Kays el-Ensarî “Evet, vallahi Muhammed doğrudur, sen de eşekten betersin” demişti ve tartışma hemen Peygamberimiz (sav)’e ulaştı. Bunun üzerine Cülas’ı huzuruna getirtti, Cülas da “Vallahi söylemedim” diyerek yemin etti. Amir de iftiracı durumuna düşmüştü. Amir ellerini yukarı kaldırıp: “İlâhî, kulun ve Peygamber’in olan Muhemmed’e doğruyu tasdik edecek, yalancıyı belli edecek ayet indir!”diye dua etti. İşte bu ayet nazil oldu. Ayetin devamı ise, Tebûk’ten Medine’ye dönüşte, münafıklardan 12 kişi, geceleyin karanlıkta bir yamacın kıvrıldığı bir tepede Hz. Peygamber’i bineği üzerinde vurup uçuruma itmeye ittifakla karar vermişlerdi. Ammar b. Yasir, Resulüllah’ın bineğinin yularından çekiyordu, Huzeyfe b. el-Yaman da arkasından sürüyordu. Tam o sırada Huzeyfe develerin ayak seslerini bir silah şakırtısı işitti, döndü baktı ki, yüzleri örtülü bir grup üzerlerine doğru geliyor. Resulü Ekrem (sav) o münafıkları Huzeyfe’ye haber verdi. Bu konuda bu ayet nazil oldu.[374]
75/74- Onlardan bazısı da, eğer Allah lütuf ve rahmetinden bize (dünya malı) verirse mutlaka o malın zekâtını vereceğiz ve elbette bir salihlerden olacağız, (hiçbir zaman Allah’a itaatten çıkmayacağız. Nitekim Salebe de aynısını söyledi.).
Tefsir:
Sa’lebe b. Hatıb Hz. Peygamber’in huzuruna gelmiş, “Ya Resulallah! Dua et Allah bana çok mal versin” Resulüllah (sav):
— Ey Sa’lebe, şükrünü eda ettiğin az mal, seni şükürsüz edecek çok maldan hayırlıdır.
Sa’lebe:
— Seni hak Peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, bana mal verirse, kesinlikle her hak sahibine hakkını vereceğim. Bunun üzerine Resulüllah (sav) dua etti, o da bir nice koyun keçi sahibi oldu. Allah onlara çok bereket verdi, sonunda arttıkça arttı. Artık Medine otlakları yetmeyince yaylaya gitmişti. Hiçbir namaza ve cemaate gelemedi. Resulüllah (sav), Sa’lebe’nin ahvalini sordu. Malının çok olduğunu artık Medine’nin otlakları ona yetmediğini söylediler. Resulüllah (sav) malının zekâtını vermesi için iki adam gönderdi. Her yerden zekât aldılar, fakat Sa’lebe’den alamadılar. “Böyle zekât olur mu, bu sanki cizye’dir. Müslümandan cizye alınmaz. Şimdi gidin, ben biraz düşüneyim” dedi. Zekât amilleri Medine’ye dönünce, Resulüllah (sav) onları gördü ve: “Eyvah yazıklar oldu, Sa’lebe’ye” dedi. O kimseler Sa’lebe’nin durumu nakletmişlerdi. Bu ayet işte bunun için nazil oldu. Sa’leb’e malının zekâtını toplayıp getirdi. Fakat, Allah Resulü kabul etmedi. “Allah, senin zekâtını almamı men ediyor” dedi. Hz. Peygamber’in vefatından sonra, Hz. Ebu Bekir’e getirdi, o da kabul etmedi, onun vefatından sonra, Hz. Ömer’e (ra) getirdi, o da kabul etmedi. Ömer’in vefatından sonra Hz. Osman’a getirdi, o da kabul etmedi. Osman zamanında helâk olup gitti.[375] Hz. Peygamber (sav)’in, Sa’lebe’nin zekâtını kabul etmemesi, şuna delalet eder ki, bir kimse üzerinde bulunan her bir hakkı, gönül rızası ile vermeli. Ferah ve sevinçle edâ etmelidir. Yoksa bir korku neticesinde, iş işten geçtikten sonra verirse ondan kabul olunmaz.
76/75- Ne zaman ki, Allah öz fazlından onlara (dünya malı) verince cimrilik ettiler (de Allah’ın vacip/farz kıldığı zekâtı vermediler.) Allah’a verdikleri sözden dönüp vazgeçtiler. (Sözlerinde payidar kalmadılar.).
77/76- Allah’a verdikleri sözü tutmadıkları, bir de yalan söyledikleri için, Allah da kalplerine kendisi ile karşılılaşacakları güne kadar süren bir nifaka yer verdi. (Kalplerinde nifak dolu olarak haşrolurlar.).
Tefsir:
Bu ayette münafıklara ait iki sıfat anlatıldı. Birincisi, sözde durmamak; ikincisi ise, yalan söylemek. Allah Resulü (sav) bir hadislerinde buyurmuşlardır ki: “Münafığın alameti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler, verdiği sözde durmaz ve emanete hıyanet eder.”[376] Ayetlerde ise iki tanesi anlatılmış diğeri ise başka ayetlerde anlatmıştır. Bu üç sıfat kimde olursa artık o insan münafık sıfatını taşıyor demektir. Bizler Kur’an’a inanmış müminler olarak bu ayetlerden ibret almalıyız.
78/77- Allah’ın onların içlerinde olan nifakı da ve fısıldaşarak (İslâm’la alay etmelerini) de bilip duyduğunu ve Allah’ın bütün bilinmeyenleri bildiğini hâlâ öğrenmediler mi? (Allah her şeyi bilir, hiçbir şey onun ilminden hariç olamaz.).
79/78- Müminlerden zekâttan fazla olarak kendi gönülleri ile bağışta bulunanlara, bir de güçlerinden fazlasını bulamayanlara bakıp onlarla alay eden münafıkları Allah rüsva etmiştir. (Allah tarafından, onlara, alay etmelerine karşılık) can yakıcı bir azap vardır.
Tefsir:
Tebûk gazvesi, havanın çok şiddetli sıcak olduğu bir yaz mevsiminde oldu. Medine’de de insanın elinde ve avucunda pek bir şey yoktu. Müslümanlar bu gazveye giden orduyu teçhiz ediyor hazırlıklarına yardımda bulunuyorlardı. Abdurrahman b. Avf Allah yolunda sarf olması için, 4000 dirhem getirdi. Bunun kadarını evindekiler için saklamıştı. Allah Resulü (sav), “Allah bereket versin” dedi. (Abdurrahman, çok zengin bir insandı. Dört tane hanımı vardı. Temâzer adlı hanımından ayrılırken 80 bin mıskal altın vermiştir. Yaklaşık, 32,3 kg altın eder. Allah Resulü (sav) hiç kimseye mal kazanmak kötüdür, fakir kalmak daha güzeldir, dememiştir. Bazı açık gözler veya İslam düşmanları halkın elinden malını almak için bu gibi şeyleri yakıştırmışlar, fakirliği övmüşler, mal kazanmayı ise yermişlerdir. İnsanı Allah’tan uzaklaştıran şeyler kötüdür. Ama bu zenginlik olur veya fakirlik olur hiç değişmez. Kişinin kendi iradesine bağlıdır. O halde zengin insan malını Allah yolunda sarf ederse neden zenginlik iyi olmasın?. Biz dünyayı kalben terk etmeliyiz, yoksa kesben terk etmemeliyiz.) Asım yüz vesak hurma (bir vesak, yaklaşık: 130 kg) getirdi. Ebu Bekir (ra) malının hepsini getirdi. “Ya Resulallah! Allah bana mal verirse yine onun uğrunda harcarım” dedi. Hz. Ömer (ra) malının yarısını getirdi, “Allah bunun karşılığını bana verir” dedi. Allah Resulün (sav) de, “Her biriniz birbirinizden üstünsünüz, aranızdaki fark, kelamınızdaki fark kadardır.” Buyurdular. Ebu Akîl, bir sa’ hurma (bir sa’: 2,172 kg) getirdi ve, “Ya Resulallah, bu kadar da evdekilere bıraktım” dedi. Hz. Osman (ra), ordunun bütün teçhizatını tedarik etti. Orduyu baştan ayağa donattı.[377] Münafıklar, Müslümanlarla alay edip dediler ki: “Bu malları vermekten maksatları riyakârlık ve kendilerini tanıtmaktır.” Bunun üzerine ayet indi.[378] Bu sözlerinden dolayı münafıklara verilecek azap anlatılıyordu.
80/79-(Resulüm!) Münafıklar hakkında ister af dile, ister dileme; birdir. Onlar için yetmiş defa af dilesen bile Allah onları ebedâ affetmeyecektir. [Yetmiş defa, ifadesi çok istiğfar etmekten kinayedir. Yani ne kadar fazla af dilesen yine değişmez.] Onların bağışlanmamasının sebebi, Allah’ı ve Peygamber’ini inkâr etmelerinden dolayıdır. Allah fasık olan münafıkları hayırlı bir iş tarafına hidayet etmez, (kaldı ki, ilahî rahmete layık olsunlar.)
Tefsir:
Abdullah b. Ubey’in oğlu Abdullah çok ihlaslı bir Müslümandı. Babasının hastalığında onun hakkında Resulüllah’ın dua ve istiğfar etmesini istemişti. Resulüllah (sav) onun arzusu üzerine Abdullah b. Ubey için istiğfar istemişti. O vakit bu ayet nazil oldu.[379]
81/80-Resulüllah savaşa giderken, onun hilafına savaştan geri kalan münafıklar, sefere çıkmayıp oturmalarına sevindiler; Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla, cihat etmeyi hoşlanmadılar; cihada gitmeye de mani olup; “Bu sıcakta (Tebûk gazvesine) gitmeyin” dediler. De ki: “(O sıcaktan kendilerini korudular ama) cehennem ateşi daha sıcaktır. (Halbuki cihadı terk ettiklerinden dolayı cehennemde yanacaklar.)” Keşke, (cehennem ateşinin dünya sıcağından daha şiddetli olduğunu) anlasalardı.
82/81- (Münafıklar, şad olup dünyada) az bir zaman gülsünler, (cehennemde de tasalanıp) çok ağlasınlar. (Ahrette ağlamaları, dünyada) yapmakta olduklarının karşılığıdır.
83/82- (Resulüm!) Eğer Allah seni (sağ ve selamet Medine’ye) onlardan bir grubun yanına döndürür de (yine başka bir cihada gitme gibi bir durum olursa) bu kez seninle cihada gitmek için izin istediklerinde, de ki: “Artık siz hiçbir zaman benimle savaşa çıkmayacaksınız. Daha önce oturup (savaştan geri) kalmaktan hoşlanıyordunuz. Bundan böyle artık (Medine’deki çocuk ve kadınlar gibi) geri kalanlarla beraber oturup kalın”
84/83- Onlardan ölmüş olan hiçbirine asla (cenaze) namazı kılma; kabrinin başına gidip durma. [Bu hüküm bütün Müslümanlar için geçerlidir.] Çünkü münafıklar Allah’ı ve Resulü’nü tanımadılar. Nifakta doruğa ulaştıkları halde can verdiler, (Böyle kimseler için cenaze namazı kılıp, kabirleri başında durmak caiz değildir.).
85/84- Onların ne malları, ne de evlatları seni imrendirmesin. Allah istiyor ki, o mal ve çocukları sebebiyle onlara dünyada azap etsin, (çocukları ölmek, malları da telef olmak sureti ile dünyada azap çeksinler) ve (bu mal ile evlat ile mağrur dururken) ruhları da bedenlerinden kâfir olarak çıksın.
86/85- “Allah’a iman getirin (dinde sağlam ayak olun) ve Resulü ile beraber cihada gidin” diye (Allah’tan) bir sûre indiği vakit, (böyle zamanlarda) mal ve devlet sahibi olanlar izin istediler ve “Bırak bizi (Medine’de, kadın ve çocuklar gibi) oturanlarla beraber oturalım.” Dediler.
87/86- (Ne kadar densiz ve alçak kimselerdir ki) kadınlar, çocuklar ve elinden bir şey gelmez kimseler (gibi savaştan geri kalarak oturanlarla) beraber kalmaya razı oldular. Onların kalplerine (cehaletleri yüzünden) mühür vuruldu, onlar, (cihatta ne kadar mutluluk ve sevap, onu terk etmekte ne kadar huzursuzluk ve azap olduğunu) bilmezler.
88/87- (Münafıklar cihada gitmeyip arkada kaldılar ) ama, Peygamber ve onunlar beraber olan müminler mallarıyla, canlarıyla cihat ettiler. İşte (dünya ve ahret) bütün hayırlar bunlarındır. (Kıyamet günü) kurtuluşa erenler de bunlardır.
89/88- Allah onlara, ağaçlarının ve köşklerinin altından nehirler akan içinde sürekli kalacakları bir nice bağlar hazırladı. Büyük ecir ve sevaba erişmek işte buna denir. (Ki cihada gidenler buna erişecektir.).
90/89- (Resulüm!) Bedevilerden mazeretleri olduğunu iddia edenler, gelip (savaşa gitmemek için) senden izin istediler. Ama Allah’ı ve Resulü’nü yalanlayan (bedevilerin diğerleri) ise oturup kaldılar. Bunlardan kâfir olanlara can yakıcı bir azap yetişecektir.
91/90- Allah ve Resulüne (iman etmeleri ve itaat etmeleri için insanlara) iman hizmetinde bulundukları takdirde, bedenen güçsüzlere, hastalara ve darlıktan savaş masraflarını temin edemeyenlere (cihada gidemediklerinden dolayı) hiçbir günah yoktur. Özrü olan güzel amel sahiplerine (cihada gitmedikleri için) hiçbir yerme ve kınamaya yol olamaz. Allah güzel amel işleyenleri bağışlayan ve çok merhamet edendir.
92/91- Yine, (Tebûk gazvesine giderken) kendilerini bindirip savaşa gönderesin diye gönüllü olarak sana geldikleri zaman, “sizi bindirecek bir şey bulamıyorum.” dediğinde, savaş tedariki görecekleri bir dünya malı bulamadıkları için üzülerek gam ve gusse ile gözlerinden yaşlar döke döke geri dönüp gidenlere de hiçbir günah yoktur.
93/92- Ancak, zengin oldukları halde senden izin isteyenler için yerme ve kınamanın bir yolu vardır. (Densiz ve alçak oldukları için, cihada gitmeyip, Medine’de) geri kalan çoluk çocukla beraber kalmaya razı oldular. Allah da (nifaklarına göre) kalplerini mühürledi, onlar (hiçbir zaman cihat etmenin faziletini, onu terk etmenin de günah olduğunu) bilemezler.
94/93- (Resulüm! Tebûk seferinden) döndüğünüz zaman (cihada gitmeye güçleri yettiği halde gitmeyenler gelip) senden özür dileyecekler. De ki: “Boşuna özür dilemeyin. Size kesinlikle inanmayız. (Münafık olup, içinizde taşıdığınız şer ve fesat) haberlerinizi Allah bize bildirdi. (Bundan sonra ki) amelinizi Allah da görecektir, Resulü de. (Bakalım Tövbe mi edersiniz yoksa kötü fiillere devam.) Öldükten sonra da, gaibi ve hazırı bilen (Allah’a) döndürüleceksiniz de (dünyada) yapmakta olduklarınızı size haber verecektir. (Bu yaptıklarınızın cezasını verecektir.).
95/94- (Resulüm! Yine) dönüp de yanlarına geldiğiniz zaman (savaşa gitmedikleri için) kendilerinden yüz çevirip kınamayasınız diye (özür beyan edip) Allah’a ant içerler. Siz de (onları kınamaktan) yüz çevirin, (onları kınamayın. Kınamak o kimseye fayda verir ki, kalbinde imanı olur da kusurlarını görerek kendini düzeltir. Ama) bunlar murdardırlar, (öyle kınamakla temizlenip yola gelecek şeyler değildirler.). Yerleri cehennemdir.(Dünyada) yaptıkları kötülüklere karşılık onlara ceza (verilir.).
96/95- Kendilerinden razı olasınız diye size yemin ederler. Siz o münafıklardan razı olsanız bile Allah fasık bir cemaatten (münafıklardan) asla razı olmaz.
97/96- Küfür ve nifak bakımından çölde olan/bedevî kâfirler, şehirde olanlardan daha muhkemdirler. (Çünkü bedevîler, ilim ve marifetten uzaktırlar. Dolayısıyla bedevîlerde) Allah’ın Resulü’ne gönderdiği hükümlerin sınırlarını bilmeme oranı daha yüksektir. Allah (çöl ve şehirdekilerin ahvalini) iyi bilir, hikmet üzeredir. (onların iyilerini sevap, kötülerine de ceza verir.)
98/97- Bedevîlerden bazıları vardır ki, Allah ve din uğruna sarf ettiği malı özü için bir zarar olarak hesap eder ve beklerler ki, devran dönsün başınıza belalar getirsin (üstünlüğünüz sona ersin de, sadaka verme zahmetinden kurtulsunlar.) Bela çemberi onların başına geçsin. (Zamanın getirdiği musibetlere onlar uğrasın.). Allah, münafıkların sözlerini işitip, kalplerinde olanları pek iyi bilir.
99/98- Ama bedevîlerden öylesi de vardır ki, Allah’a ve ahret gününe inanır. Allah yolunda sarf ettiğini de Allah katından yakınlığa vesile ve Peygamber’in de duasına bir sebep sayar. Elbette sadaka, sahipleri için Allah’a yakınlık sebebidir. Onları (kıyamet günü) öz rahmetine dahil edecektir. Allah mutlaka (O’nun yolunda ihsanda bulunanların günahlarını) bağışlayan ve çok merhamet edendir.
100/99- (İslam’ın zuhurunda) öne geçen ilklerden muhacirler ve ensar ile ilk iman edenlere güzel veçhile tabi olup iman edenler (Tabiin ve Ebau’t-Tabiin) var ya (yaptıkları güzel amallerden dolayı) Allah onlardan razı oldu/olsun, (onlar da Allah’ın kendilerine verdiği din ve dünyadan) razı oldular. Allah onlara, köşk ve ağaçlarının altında nehirle akan içinde ebedi kalacakları bir nice bağlar hazırladı. Büyük ecir ve sevaba ulaşmak işte budur.
Tefsir:
Mekke’de ilk Müslümanlar, Haticetu’l-Kübrâ, sonra Ali b. Ebi Talib, sonra Zeyd b. Harise, sonra Ebu Bekir, sonra Ebu Bekir’in daveti ile Osman, Zübeyir b. Avvam, Abdurrahman b. Avf, Sa’d b. Ebi Vakkas ve Talha b. Ubeydullah’tır.[380] Bir kısım insanlar Mendine’den, Mekke’ye gelip Mekke’nin kenarında bir yerde Müslüman oldular. Sonra Medine’ye dönüp orada İslam’ı anlatarak Müslüman olanlar, ayrı ayı zamanlarda gelerek Hz. Peygamber’e biat ettiler. Bunlar üç gruptu. Birinci grup yedi, ikinci grup on iki ve üçüncü grup yetmiş kişidir. Ensardan ilk Müslüman olanlar bunlardır.[381] Bunların hepsini anlatmak uzun sürecektir onun için kısa anlattık. Allah hepsinden razı olsun.
101/100- (Resulüm!) sizin çevrenizde (Medine çevresinde, Cüheyne, Eşca’ ve Gıfar kabilelerinden) münafıklar olduğu gibi, bu Medine’nin içinde de münafıklar vardır. Bunlar nifakta mahir olup doruğa ulaşmışlardır. Sen bile onları bilemezsin. Onları bir biliriz. Onlara (dünyada) iki kez azap edeceğiz; (birincisi mallarına noksanlık vermekle, ikincisi ise canlarına bela vermekle olacaktır.). Sonra da azametli bir azaba uğratılacaklardır.
102/101- (Tebûk’ten geri kalan) diğerleri ise (kendilerini direğe bağladılar) günahlarını itiraf ettiler. Amel-i salih ile günahlarını birbirine katmışlardı. Tövbe ettikten sonra elbette Allah onların Tövbesini kabul eder. Şüphesiz Allah, Tövbe edenlerin günahlarını bağışlayan ve çok merhamet edendir.
103/102- (Mallarının hepsini getirip tasadduk eden bu kimselerin) mallarından sadaka al; bununla onları (günahlardan) temizlersin. (Resulüm! Zekâtlarını alırken) onlara dua et, zira senin duan onların (kalplerinin) rahatlamasına vesile olur. [Bu ayet delildir ki, zekât veren kimseye dua edip Allah razı olsun demek lazımdır.] Allah onların Tövbelerini işitendir, kalplerini pek iyi bilendir.
Tefsir:
Tebûk gazvesine gitmeyip geri kalanlardan, Ebu Lübabe, Evs b. Sa’lebe ve Vedia .b Hizam gibi kimseler savaşa gitmedikleri için pişman oldular.[382] Resulüllah’ın (sav) geri döndüğü haberini alınca kendilerini mescidin direklerine bağladılar. Resulü Ekrem (sav) mescide girip iki rekât namaz kıldı. (Allah Resulü’nün (sav) adeti bu idi ki, seferden dönünce evvela mescide girer iki rekât namaz kılardı) Sonra bu üç kişinin haberini aldı. Bu üç kişi Resulüllah (sav) gelip onların ipini açıncaya kadar, kendilerini açmayacaklarına dair yemin etmişlerdi. Resulüllah (sav) de: “Onların hakkında ayet nazil oluncaya kadar iplerini açmayacağım” dedi. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu. Resulüllah (sav) onları direkten açtı. Sonra o üç kişi dediler ki: “Ya Resulallah! İşte mallarımız, bunları sadaka olarak verdik. Al. Nerede sarf edersen et de, bizi günahlardan temizle” Resulüllah (sav) böyle bir şeyle memur olmadığını beyan etti, bunun üzerine bundan bir sonraki ayet nazil oldu.[383]
104/103- Acaba (Tövbe edenler) bilmiyorlar mı ki, (hulûs-i kalb ile tövbe ettikten sonra) Allak kullarının Tövbesini kabul edeceğini ve zekâtlarını kabul edip (geri çevirmeyeceğini) bilmiyorlar mı? Allah Tövbeyi çok kabul eden ve bendelerine çok merhamet edendir.
105/104-105-(Tövbe edenlere) de ki: “Çalışın! Amelenizi Allah da Resulü de müminler de görecektir. Sonra (ölüm sizi alıp) görüleni ve görülmeyeni bilen Allah tarafına döndürüleceksiniz. (Dünyada) tuttuğunuz işleri size haber verecek, (onların karşılığını orada göreceksiniz.).
106/106- (Tebûk gazvesine katılmayan)
diğer bir grubun işi de Allah’a kalmıştır. (Tövbe etmeyip günahlarında devam ederlerse)Ya o ki, azap eder, ya da (Tövbe
ederler) Allah Tövbelerini kabul
eder, (günahlarından geçer). Allah yarattıklarının durumlarını iyi bilir, her işi hikmet üzeredir. (Tövbe
edenlere sevap, etmeyenlere de azap eder.).
107/107- (Resulüm! Şunlar da var ki, Müslümanlara) zarar vermek, kâfirlik etmek (içlerindeki küfrü güçlendirmek), müminlerin arasına tefrika salmak, [Resulüllah Kûba mescidinde namaz kıldığı için bu yöre Müslümanları her zaman, “bu mescidin fazileti vardır, çünkü burada Resulüllah namaz kıldı” diyorlardı, Yahudiler, Müslümanların bu düşüncelerini yıkmak için Resulüllah’ı bu yaptıkları mescitte namaz kıldırtıp onlara diyeceklerdi ki, “sizin mescidinizin hiçbir fazileti yoktur, zira sizin dininizden olmamamıza rağmen, bakın sizin peygamberiniz, bizim mescidimizde de namaz kıldı” diyerek Müslümanları böleceklerdi.] Allah’a ve Resulüne savaş açmış bir kimseye (Ebu Amir’e) yataklık yapmak için bir mescit bina ettiler. “İyilikten başka bir maksadımız yoktu” diyecekler. Allah şahittir ki, onlar bu sözlerinde elbette yalancıdırlar. (O mescidin kuruluş gayesi, zarar vermek ve ihtilaf salmak içindir.)
Tefsir:
Beni Amir b. Avf “Kûba” mescidini kurduklarında Resulüllah’a bir temsilci gönderip oraya bir mescit yaptıklarını arz etmişler ve gelip kendilerine namaz kıldırmasını rica etmişler ve arzularını yerine getirmişlerdi. Onları hepsi iman etmişlerdi. Bunların amca çocukları sayılan Beni Ğunm b. Avf, Yahudi dinindeydiler. Onları reisi Rahip Ebu Amir, Allah Resulü’ne (sav) son derece düşman idi. Mekkelilerin, Resulüllah ile savaştığı her savaşa iştirak etmişti. Resulüllah, Mekkelileri mağlup edince Ebu Amir kaçıp Şam’a gitti ve orada yerleşti. Rum Kayserinden Resulüllah’la savaşmak için yardım istedi. Beni Ğunm b. Avf kabilesi bir mescit yaptılar. Nifaklarını içlerinde gizleyerek, İslam olduklarını açıkladılar. Maksatları şu idi ki, Resulüllah, gelip o mescitte namaz kılsın, sonra Ebu Amir’i Şam’dan getirsinler, eski din ve mezheplerini açıklayıp Ebu Amir ile o mescitte Yahudiler gibi namaz kılsınlar, böylece Mescid-i Kûba’nın faziletini iptal etsinler; Müslümanlar’a desinler ki, “sizin mescidinizin bir fazileti yoktur, bizim kendimiz Yahudiyiz, sizin Peygamberiniz bile bizim mescitte namaz kıldı!” bu sözlerle Müslümanların arasına ihtilaf salsınlar... Gelip Resulüllah’a dediler ki, “Ya Resulallah! Bizim mescide gelip namaz kılmaz mısınız?” Resulüllah (sav) de: “Ben sefere gideceğim. Şimdi onun hazırlıkları ile meşgulüm. Seferden dönünce gelip sizin mescitte namaz kılacağım.” dedi. Resulüllah (sav) Tebûk gazvesinden dönünce, o mescitte namaz kılmak istedi. Bu ve bundan sonra gelen ayetler, Resulüllah’ın gidip o mescitte namaz kılmaması hakkında nazil oldu.[384]
Bu ayet delildir ki, riya ve övünmek için kurulan yahut Allah’a ibadet etmekten başka bir maksat için kurulan her mescit, Mescid-i Dırar hükmündedir. Ömer b. Hatab (ra) hilafeti zamanında fethedilen her şehirde mescit yapılmamasını emretmişti. Ama kurulan bir mescidin diğer yerde yapılan mescide zarar vermemek şartını koşmuştu. Günümüzde kurulan nice mescitler vardır ki oralarda Allah anılmayıp, maksadın dışına çıkılmıştır. Bunların hepsi yalancıların yalanlarına kulak vermek için kurulmuş. Aşüre günlerinde hamse-i âl-i âbâ ruhuna günah siliyoruz bahanesi ile o mescitlerde konuşulan yalan sözler ve cahillerden sadır olan çirkin ameller, vahşi hayvanlar gibi anırıp böğürmeler, o Cenab’ın Ruh’u pâkine eziyet verilen mescitler de bu kabilden düşünülebilir.
108/108- Hiçbir vakit orada namaza durma. Ta ilk gününde temeli takva üzere kurulan mescit (Kûba mescidi) içinde namaz kılmana daha layıktır. Onun içinde (Namaz kılan Mescid-i Kûba cemaati, namaz vakti) her bir pislikten pâk olmaya oldukça özen gösteren kimselerdir. Allah da pâk ve nezih olan kimseleri dost tutar.
109/109- O halde binasını Allah’a karşı saygı ve onun rızasını kazanmak için kurulan mı daha hayırlıdır, yoksa sel sularının altını karıp yıkabileceği bir yarın kenarına kurup da onunla birlikte cehenneme yıkılan mı daha hayırlı? Allah zalim cemaati hak tarafına hidayet etmez.
Tefsir:
Münafık kimse, altını sellerin karıp yıkmasına yakın bir yarın kenarına imaret kuran kimseye benzetiliyor, nasıl ki, onun binası yıkılır, Münafığın iman binası da böyle bir aldatmacanın üzerine kurulmuştur. Dolayısıyla yıkılmaya mahkûmdur. Bu ayette, Mescid-i Kûba ile Mescid-i Dırar birbiri ile karşılaştırılmıştır. Yani Mescid-i Kûba’nın binası takva üzerine kurulmuştur ve Allah’ın rızası ondadır. Bu yüzden onun sahipleri de Allah’ın azabından kurtulmuş, rahmetine ermiş kimselerdir. Ama Mescid-i Dırar ise küfür ve nifak üzerine kurulduğu için onu yapan kimselerin cehenneme girmesine vesile olacaktır.
110/110- Onların kurdukları binaları (kurdukları mescit), her hal ü kârda kalplerinde bir şüphe ve telâşa olarak kalacaktır. (Ölüp de) kalpleri pâre pâre olunca endişeleri biter. Allah bütün yarattıklarının durumlarını bilendir, (münafıklar konusunda) hikmet üzere hükmeder.
111/111- Allah, müminlerden, canlarını ve mallarını, kendilerine cennet vermek üzere satın almıştır: Allah yolunda cihat ederler, (böylece) ya hasımlarını öldürürler yada kendileri ölürler. (Her iki surette de Allah onlara cennet verir. Bu), Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da Allah’ın üzerine hak bir vaadidir. (Ey müminler!) müjdeler olsun bu alış-verişinize ki Allah ile yapıyorsunuz. Bu alış-veriş, işte büyük sevaba ulaşmaktır.
112/112- [Bu ayette müminleri vasıfları anlatılıyor.] Günahlarından Tövbe edenler, Allah’a halis ibadet edenler, her makamda Allah’ı sena edenler, (zahmet çekip ilim arkasında gidip) seyahat edenler, namaz kılıp rükû ve secde edenler, iyi sıfatları emredenler, yaman amellerden nehy edenler ve Allah’ın farz/vacip hükümlerini koruyanlar müminlerdir. (Resulüm! Bu sıfatta olan) müminleri müjdele.
113/113- Vazıh bir şekilde cehennem ehli oldukları onlara belli olduktan sonra, en yakın akrabaları dahi olsalar, müşriklere (günahlarının bağışlanması için) Allah’tan af istemek, ne peygambere yaraşır ne de müminlere.
Tefsir:
Allah Resulü (sav)’e haber verdiler ki, müminlerden falan kimse, müşrik olan ebeveyni için Allah’tan af diliyor. Resulüllah (sav) buyurdu ki, biz de onlar için Allah’tan af olmalarını istiyoruz. O vakit bu ayet nazil oldu.[385] Allame Zemahşerî, Keşşaf’ta, nakleder ki: Allah Resulü (sav) Mekke’yi fethetti. Mekke ile Medine arsında “Ebva” denilen yerde metfun annesi Amine’nin kabrini ziyaret etti. Ağladı. Buyurdular ki: “Anamın kabrini ziyaret etmek için Allah’tan izin istedim, izin verdi. Ondan sonra, onun hakkında istiğfar etmemi istedim. İzin vermedi, bu ayeti gönderdi.[386]
114/114- İbrahim’in babası için af dilemesi, sadece (İbrahim’in) ona verdiği bir sözden dolayı idi. Ne var ki, atasının bir Allah düşmanı olduğu kendisine belli olunca, o da af dilemekten vazgeçti. Şüphesiz ki, İbrahim yüreği yufka ve helim bir kişi idi.
Tefsir:
Bu ayet, mukadder bir suale cevaptır ki, bir önceki ayetten kaynaklandı. Geçen ayette, “ne peygamberin ne de müminlerin müşrikler konusunda af dileyemeyecekleri” ihtar edilmişti. Kur’an’a bütün bir şekilde bakılınca, Hz. İbrahim’in, babası için istiğfar ettiği meydandadır. (Mümtehine 60/4; Şuarâ 26/86; Meryem 19/47) Bir kimse bu ayetlere bakınca Hz. İbrahim, babası için istiğfar eder de biz niye etmeyelim, diyebilir. Onun için Allah (cc): “İbrahim’in babası için af dilemesi, sadece (İbrahim’in) ona verdiği bir sözden dolayı idi.” buyurmakla bu mukadder suale cevap vermiştir.
“Şüphesiz ki, İbrahim yüreği yufka ve halim bir kişi idi.” Ayetinde hilm ve merhametin en doruk noktası gösterilmiştir. Hz. İbrahim’in babası ona:
— Seni taş ile vurup öldürürüm, ne diye bizim dinimizden çıktın.
Bu halde bile İbrahim (as):
— Senin için Allah’tan af dileyeceğim, dedi. Bu, merhamet ve şefkatin, sabrın, son derecesi demektir.
115/115- Allah, hiçbir kavmi hidayete erdirdikten sonra, bir daha dalalete salacak değildir. Ta ki onlara (haram ve sair terk etmeleri gereken) şeylerden sakınmalarını iyice açılayıncaya kadar. (Eğer kendilerine her şey açıklanır da bu yasak şeyleri yaparsalar, o zaman onları dalalete salar.). Allah her bir şeye alimdir. (Kalbinizde af dileme adına gizlediğiniz korkuya da alimdir.).
116/116- Şüphesiz semaların ve yerin saltanatı Allah’a mahsustur. Dirilten, öldüren Allah’tır. Siz O’dan başka ne bir dost vardır, ne de yardımcı.
117/117- Allah, Müslümanlardan bir grubun kalpleri kayayazacakken, Peygambere ve en çetin gününde ona tabi olan Muhacirlerle Ensar’ı affetti. Sonra da onların Tövbelerini kabul etti. Allah, bendelerine mihriban ve merhamet edendir.
118/118- (Nefs-i emmarenin telkini ile savaştan) geri bırakılan üç kişin de [Ebu Lübabe, Mürare b. Rebî’ ve Hilal b. Umeyye.] (Allah’ın ihsanı ile Tövbeleri kabul edildi.) Yer bütün genişliğine rağmen onlar için daraldı ha daraldı.. ve vicdanları da bu daralma altında kaldı ve yakînen bildiler ki (Allah’ın gazabından) Allah’a sığınmaktan başka hiçbir çare yoktur. Ondan sonra, Tövbe etsinler diye Allah onlara Tövbe ihsan etti. Şüphesiz Allah bendelerinin Tövbelerini kabul edip, pek çok merhamet edendir.
Tefsir:
Tebûk gazvesine gitmeyip arkada kalanlardan bir çok kimse, Allah Resulü (as), Medine’den ayrıldıktan sonra gidip ona yolda kavuştular. Bir çoğu da Medine’de kaldılar. Resulüllah (sav), gazveden dönünce, onların çoğu gelip bir özür beyan etti. Yalan yere yemin edenler oldu. Medine’de kalan üç kişi vardı ki, bunların durumu başka idi: Kâ’b b. Malik, Mürare b. Rebi’ ve Hilal b. Umeyye. Her üçü de Ensar’dan idi. Resulüllah’a gelip öz kusurlarını söylediler: Ya Resulüllah! Böyle yapmamızda hiçbir özrümüz yoktur. Kendi isteğimizle burada kaldık. Senin huzurunda yalan konuşmak bize yakışmaz. Durumumuzu Allah’a havale eyledik. Ona inabe eyledik, Allah bizim Tövbemizi kabul eder mi etmez mi.? Allah Resulü (sav): “Siz gidin intizar edin, görün, Allah sizin hakkınızda ne hüküm indirir.” Sonra Allah Resulü (sav) tarafından emredildi ki, bu üç kimse ile hiçbiri konuşmasın. Kâ’b diyor ki, Medine’nin çarşı ve pazarında gezerdim, hiçbir kimse benimle konuşmazdı.” Aradan kırk gün geçince bu üç kimse için hanımları ile yaklaşmamaları emri verildi. (Çünkü Peygamber’in emrinden çıktılar. Eğer Tövbeleri kabul olmazsa mürtet sayılacaklardı. Bu yüzden hanımları onlara haram olma ihtimali vardı.) Hilal b. Umeyye’nin hanımı Resulüllah’a (sav) gidip: “Ya Resulallah! Hilal ihtiyar biridir. Hizmete ihtiyacı vardır. İzin verirseniz ben ona hizmet edeyim.” dedi. Allah Resulü (sav): Hizmete mani yoktur, ama sakın yakınlaşma olmasın!
Kâ’b da, hanımına dedi ki, git, bu arada baban evinde kal. Hanımı da: “Sen de git Resulüllah’tan izin al” dedi. Kâ’b, “Hayır ben izin isteyemem. Resulüllah’ın her hükmüne itaat ederim. Benim hizmetçiye ihtiyacım yoktur.” dedi. Elli gün geçtikten sonra üç kişinin Tövbesinin kabul olduğuna dair bu geçen ayet, nazil oldu. Kâ’b için müjdeyi veren kimseye, Kâ’b elbisesini hediye etti. Kâ’b Ensar’ın reislerinden bir civan idi.[387]
119/119- Ey iman edenler! Allah’a karşı saygılı olun. (İmanınızda sabit kalın). Din ve amelde doğru olanlarla beraber olun, (her işinizde doğru olun.).
Tefsir:
“Din ve amelde doğru olanlarla beraber olun” Yani, Hz. Peygamber’in büyük ashabına tabi olun. Her amelinde doğru olanlar onlardır. Bir kimse gerek dünya gerekse ahret her iş ve amelinde doğruluktan ayrılmamalıdır. Doğru olmayan kimsenin itibarı da yoktur. Doğruluktan ayrılmak bir nifak alametidir. Allah Resulü (sav): “Felaket, yalanda olduğu gibi, necat da doğruluktadır.”
120/120- Medine ahalisi ile civarındaki bedevîlerin Resulüllah bir yere cihada giderken onların arkada kalmaları ve zor işleri ona reva görüp kendilerini kenara çekmeleri caiz değildir. [Bu ayetin hükmü Müslümanların hepsi için geçerlidir. Hem hayatında hem de vefatından sonra Allah Resulü’nün emirlerine uymakla herkes mükelleftir.] Onların farz/vacip onlar Peygamber’in emirlerine uymalarının bir gereği olarak; Allah yolunda bir susuzluğa, bir zahmete, bir açlığa maruz kalmaları, kâfirleri öfke ve tasaya boğacak bir yere ayak vuruşları, düşmana karşı kazındıkları (esir ve ganimet gibi) başarıları karşılığında kendilerine salih bir amel yazılır. Allah güzel amel sahiplerinin ecir ve sevaplarını zayi etmez.
121/121- Onların Allah yolunda yaptıkları az veya çok her ihsan ve infak, cihada giderken kat ettikleri sahra veya beyaban karşılığında yaptıkları işin daha güzeli (en büyük mükâfatlısı) ile kendilerine sevap yazılmaması mümkün değildir.
122/122- (Resulüllah, ordu gönderip kendisi Medine’de kaldığı zaman) Müminlerin hepsinin toptan sefere çıkıp (O’nu Medine’de yalnız bırakmaları) doğru olmaz. (Hepsinin cihada gitmesine maslahat yoktur.) Onların her kesiminden/branşından bir grup (Medine’de kalmalı, Resulüllah’tan) dini (ve dinin hükümlerini) geniş bir şekilde öğrenmeli ve kavimleri savaştan dönünce onları (yapacakları yanlışlarda) uyarmalı (ve irşat etmeli)dirler. (Onlar, artık dinlerini ve hükümlerini öğrendikten sonra) elbette sakınmalıdırlar.
Tefsir:
İlmin ve ilim öğrenmenin ne kadar şerefli bir şey olduğuna bu ayet yeterli bir delildir. Dinin hükümlerini öğrenmekten maksat, kibir ve gurur ile insanlara riyaset etmek değildir. Ve böyle de olmamalıdır. Kimse zahirde kendilerini İbrahim b. Edhem sayıp batinen dinin hükümlerini yanlış anlatmasın, onları kullanarak dünya malı temin etmesinler. Günümüzdeki ulemanın büyük bir kısmı hep böyledir. Dini öğrenme gibi hiçbir dertleri yoktur. Sadece maksatları dünya malı toplamaktır.
123/123- Ey iman edenler! Evvela yakınınızdaki kâfirler (sonra da uzaktakiler) ile cihat edin. (diğer hususlarda imanın ve İslam’ın zarafetini korumakla birlikte; müşrikler, sizinle savaşıp cidal ederken) sizde güçlü ve sarsılmaz (bir zihniyet) olduğunu bulsunlar.
124/124- (Resulüm! Sana) herhangi bir sûre indirildiği zaman münafıklardan bir kısmı der ki: "Bu sûre hangi birinizin imanını artırdı?” (Elbette Kur’an sûreleri münafıkların imanını artırmaz.) ama, müminlerin imanını artırır. Ve (Kur’an inerken) onlar sevinir neşe dolarlar.
125/125- Kalplerinde hastalık (nifak) olanlara gelince, (Kur’an’ın nazil olması) onların da inkârlarını büsbütün artırır ve kâfir oldukları halde ölüm onlara yetişir.
126/126- Acaba münafıklar bakıp görmüyorlar mı ki, (Allah tarafından, Resulü ile cihada gitmeleri istenmek sureti ile) senede bir veya bir kaç defa imtihana çekiliyorlar? (Resulüllah’ın gün gibi etrafı aydınlatan emirlerini görmelerine ve bilmelerine rağmen) sonra da Tövbe edip Allah’a dönmüyorlar, (Allah’ın vereceği azabı hiç hesaba katmayıp, iman nurunu hâlâ kalplerine koymayı) düşünmüyorlar!
127/127- (Resulüm!) sana bir sûre indirildiği zaman, birbirlerine gözleriyle işaret etmek suretiyle alay ederler. (Birbirlerine derler:) “(Bu alay edişimizi Müslümanlardan) biri görüyor mu? (Etrafı kolaçan edin, sonra yakalanır rüsva oluruz)” [Allah, münafıkların bu tavırlarından dolayı onlardan nefret ettiğini beyan eder;] “Allah, münafıkların kalplerini (iman etmekten) döndürsün. (Hiçbir zaman iman nuru kalplerine girmesin.). Zira onlar, kesinkes hiçbir şeyden anlamaz bir topluluktur.”
128/128- Hakikaten sizin içinizden (enfesinizden) öyle bir peygamber (Muhammed aleyhisselam) gelmiştir ki, sizin (iman getirmeyip ahrette azaba giriftar olarak) sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. Sizin (imana girmenize ve böylece mutluluğa erişmenize) ne kadar haristir. Müminlere de mihriban ve merhametlidir. [Allah da (cc), bulunan raûf/mihriban ve rahim gibi sıfatlar beşer ölçüsünde Hz. Muhammed (as)’da da vardır.].
129/129- (Resulüm! Şayet münafıklar sana) yüz çevirirlerse de ki: “Allah bana yeter. O’ndan başka hak olan mabut yoktur. (Bütün işlerimde) Allah’a tevekkül eylemişim. O yüce Arş’ın sahibidir.”
Allah’ın bana olan yardım ve ihsanına hamt olsun. Tefsirimiz, Keşfu’l-Hakayık’ın birinci cildi, (1321/1903 Şevval/Aralık) ayının dokuzunda tamam oldu. İkinci cüz Yunus sûresinden başlamaktadır.
“Allah’ım onu da tamamlamak için bana yardım et.”
[1] -A.g.e., I, 41
[2] -A.g.e., aynı yer.
[3] -A.g.e., I, 45
[4] -Not: Kur’an ayetlerin sayısının 6200 ve bir kaç küsur olduğu hakkında ittifak vardır. Bu gün Türkiye’de bulunan Kur’an’ların ayet sayısı 6236’dır. Bu surenin ayet sayısının 280 olduğu hakkında ittifak var ise de müfessirlere göre 280’ den sonra küsuratı hakkında ihtilaf vardır. Alışık olan 286 ayet olduğudur. Müellif ise 282 ayet olduğunu ifade etmiştir. Bu ayet sayısındaki değişiklikler kesinlikle bizi Kur’an ayetlerinin yok olduğu veya artırıldığı anlayışına götürmemelidir. Makul izahı mufassal Tefsir Usûlü kitaplarında kâfi derecede mevcuttur. bkz. Mecmuatun Mine’t-Tefasir, I,24; Suat Yıldırım, Kur’an’ı Kerim ve Kur’an İlimlerine Giriş
[5] -Mecmuatun mine’t-Tefasir, I, 89; İbn Kesir, Tefsiru’l-Kurâni’l-Azim, I, 92; Vahidî, Esbabu’n-Nüzul, s.20
[6] -Mecmuatun mine’t-Tefasir, I, 93 (“Ahd” , yukarıda verilen manalardan başka, Allah’ın yaratırken insanın içine koyduğu Allah’ı tanıma kabiliyetidir. Buna “fıtrat ahdi” denir ki: “Rabbin adem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine şahit tutarak: ‘ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demişti. ‘Evet, buna şahidiz!’ Dediler.” (A’raf 7/172) ayetinde bu fıtrat ahdine işaret edilmiştir. Bkz. İbn Kesir, Tefsir, I,96) Yahut, Allah’ın daha sonra gelecek peygamberlere inanacakları hakkında gerek peygamberlerden, gerek onlara inananlardan almış olduğu sözdür. “Allah, peygamberlerden şöyle söz almıştı: ‘Bakın size kitap ve hikmet verdim sonra yanınızda bulunan Kitabı doğrulatıcı bir Pergamber gediğinde, ona mutlaka inanacak ve ona mutlaka yardım edeceksiniz! Bunu kabul ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?’ demişti. ‘Kabul ettik’ dediler.” (Âli İmran 3/81) ayetinde bu ahde işaret edilmiştir. Bkz. Keşşaf, I, 268 (Sadeleştiren)
[7] -Mecmuatun mine’t-Tefasir, I, 97; İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim, I, 100
[8] -Not: Hz. Adem (as)’ın Cennet’en Mekke ile Taif arasında “Dehna” denilen yere indiği hakkında rivayetler mevcuttur. Fakat bu mevkide yaratıldığına dair bir rivayete raslanılmamaktadır. Bkz. İbn Kesir, I, 115 (Sadeleştiren)
[9] -?
[10] -Not:Müellife göre, Hz. Adem ve eşi Havva, dünyada yaratılmış ve Arabistan’ın Taif bölgesinde bir bahçede iskân etmişlerdir. Müellif’in görüşünü destekleyen bilginler az değildir. (Bkz. Mecmuatun mine’t-Tefasir, I, 106) Acaba Hz. Adem’in yaratıldığı cennet, yeryüzü cenneti midir, ebedi cennet midir, sorusu alimlerin arasında ihtilaf konusudur. Gerçi Hz. Adem’in dünya da yaratıldığı hakkında ittifak vardır. (Elmalılı, a.g.e., I, 275) Adem’in yaratıldığı cennetin Filistin, yahut Faris ile Kirman arasında bir yer olduğu ileri sürülmüştür. Adem’in cennetten inişi de, buradan Hindistan’a nakledilişidir, denilmiştir. (Mecmuatun mine’t-Tefasir, I, 106) Adem’in yeryüzünde yaratıldığı ayetlerin kesin ifadesidir. Demek ki Hz.Adem yeryüzündeki bahçelerden birinde yaratılmıştır. Fakat. Hz. Adem’in Cennet’te iskân ettirildiği görüşü daha yaygındır. Bunu destekleyen rivayetler çoktur. Ünlü müfessir Nesefî (642/1244) bu görüşü destekler ve Hz. Adem’in iskân ettirildiği cennetin dünya cenneti olduğu iddia edenlerin Mutezile mezhebine bağlı kimseler olduğunu ifade etmişlerdir. Bkz. Macmuatun mine’t-Tefasir, I, 106 (sadeleştiren)
[11] -İbn Kesir, Tefsir, I, 112
[12] -Buhari, Nikâh 79-80; Feyzu’l-Kadir, I, 503
[13]-Not: Yukarıda geçen ayette “bir kişiden” maksat, Hz. Adem, eşinden maksat da Hz. Havva olduğunda fikir ve görüş birliği vardır. Hz. Adem “Şüphesiz Allah Adem’i seçerek üstün kıldı” (Âl-i İmran 3/33) ve “Allah Âdemi topraktan yarattı. Sonra ona ‘ol’ dedi. O da oluverdi” (Al-i İmran 3/59) ayetlerinden anlaşıldığı üzere, topraktan seçilerek yaratılmıştır. Hz. Havva da, Âdem’in kendisinden ayrılarak yaratılmıştır. Bu mana da hadisler de “Havva Adem’in bir kaburga kemiğinden yaratıldı” (İbn Mace, Taharet 77) diye nakledilmiştir ki, bir yarılma manasına gelir. Bu mana eşlik ilkesinin temeli demektir. Yani her ikisi bir bütünün yarısıdır. Bir sahih hadiste, “Kadın bir kaburga kemiği gibidir. Kadın bir kaburga kemiğinden, bir eğri kaburga kemiğinden yaratıldı. Onu doğrultmaya kalkarsan kırarsın, kırılması da boşanmasıdır.” (Buharî, Nikâh 79; Müslim, Reda’ 65) buyurulmuştur. (Bkz. Elmalılı, a.g.e., II, 499) Müellifin yukarıda bahsettiği “Havva’nın topraktan yaratılması” meselesi ise kendine mahsus bir yorumudur, sahih kaynaklara aykırıdır. (Sadeleştiren)
[14] -Not: Bu kelimeler, Âraf suresinde geçen “Adem ile Havva kendi hatalarını ikrar edip dediler ki: Ey Rabbimiz! Biz kendi nefsimize zulüm ettik. Eğer bizi bağışlayıp merhamet etmezsen her zaman dünya ve ahirette ziyankârlardan oluruz” (Âraf 7/23) mealindeki ayetten ibarettir.
[15] -Not:Yakub Peygamber’in İbranice’deki adı İsrail’dir. İbraniler ona Yakub derler.
[16] -Not: Bu konu ile ilgili geniş açıklama (Maide 4/6) ayeti tefsir edilirken yapılacaktır. Oraya müracaat ediniz.
[17] -Tarih-i Taberî Tercemesi, I, 270
[18] -A.g.e., aynı yer.
[19] -Tabresî, Tefsir, V,403
[20]-A.g.e., I, 373-78
[21]-bkz. İbn Kesir, Tefsir, I, 131
[22]-Not:Allah’ın İsrailoğullarına gökten indirdiği “menn” (kudret helvası) tek çeşit yani sadece ağaçların üzerine inen maruf tatlı madde değildir. Bunun bir çok çeşidi vardır. Bir çeşidi ağaca inmiş ise, bir başka çeşidi de yerden çıkmıştır, mantar yerden çıkandır. Muhtemeldir ki, İsrailoğullarına inen bu “menn”in arasında mantar da vardır. Şu halde Allah (cc) Tih çölünde onlara ekmeğin yerini tutmak üzere de mantarı lutfetmiştir. Bu durumda ayette zikri geçen “selva” (bıldırcın) da katıklarını teşkil etmiş olmalıdır. Onların helvalarını da ağaç üzerine inen “tall” denen çisenti teşkil etmiş böylece maişetleri mantar-bıldırcın-çisenti üçlüsü ile temin edilmiştir. (Canan, İbrahim, Kütüb-i Sitte, XI, 20, Akçağ-Zaman)
[23] -bkz. Mecmuatun mine’t-Tefasir, I, 129; Zemahşerî, I, 283
[24] -Kitab-ı Mukaddes, Çıkış, bap:33, Kitab-ı Mukaddes Şirketi, İstanbul 1995
[25]-Bu tefsirin yazıldığı miladî 1901 yılı hesabedilerek bu tarih ona göre verilmiştir.
[26] -Not: Hz. Muhammed (as)’a iman hususu ayette geçmemiştir. Bu husus Allah’a iman etmenin muhtevasında içindedir. Zira Rasulullah’a iman etmeyi anlatan Kur’an’da diğer yerlerde bir çok ayet vardır. Onlar buna delildirler.
[27] -İbn Kesir, Tefsir, I, 151-52
[28] -Mecmuatun mine’t-Tefasir, I, 137- 38
[29]- İbn Kesir, Tefsir, I,159
[30] -Vahidî, a.g.e., s.23
[31] -Mecmuatun mine’t-Tefasir, I, 149
[32] -A.g.e., I, 154
[33] -A.g.e., I, 155
[34] -Not. Tur dağının Yahudilerin üzerine kaldırılması ile ilgili bilgiler, Bakara 2/63 ayette geçmişti. O raya muracaat ediniz.
[35] -Vahidî, a.g.e., s.26
[36] -Razî, Tefsir, III, 218; Nisabûrî, Garâibu’l-Kur’an, I, 383
[37] -Not: Vahidî’nin naklettiğine göre bu, Sa”d b. Muaz değil de Sa’d b. Übade’dir. (Bkz. Vahidî, a.g.e., s.29
[38] -Mecmuatun mine’t-Tefasir, I, 173; ayrıca bkz., Vahidi, a.g.e., s.29
[39] -Not: Burada hitap, Yahudilere olduğu gibi meşhur olan görüşe göre de müminleredir. (Bkz. Vahidî, a.g.e., s.30, Mecmuatun mine’t-Tefasir, I,177) Fakat, musannif burada meşhur olmayan görüşü almıştır.
[40] -Mecmuatun mine’t-Tefasir, I, 178
[41] -Not: “Mubahele” ilgili açıklama ileride (Al-i İmran 3/57) gelecek.
[42] -Mecmuatun mine’t-Tefasir (Hazin), I, 180-81; Vahidî, a.g.e., s.31
[43]-Mecmuatun mine’t-Tefasir (Hazin), I, 182-83¸Vahidî, a.g.e., s.31
[44] -Not: Bu ayet Hafız Osman hattı Kur’an-ı Kerime göre ondördüncü ayetin devamı sayılmaktadır. Fakat müellife göre ayrı bir ayet olarak yazılmıştır.
[45] -Vahidî, a.g.e., s.33
[46] -bkz. A.g.e., s.35
[47] -Not: Makam-ı İbrahim: İbrahim, (as) Kâbe’yi bina ederken veyahut insanları hacca davet ederken üzerine çıktığı taşın bulunduğu yerdir. Burası bu gün de aynı adla anılmaktadır. Tavaf namazı burada kılınır. (Bkz. Mecmuatun mine’t-Tefasir (Beydavî), I, 193)
[48]-Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 127, 128, V, 262
[49] -Hucurat 49/13
[50] -Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 360
[51] -Mecmuatun mine’t-Tefasir (Kadı Beydâvî, Hazin, Nesefî), I, 208
[52] -Buharî, İman 30, Tefsir, Bakara, 12,18, Salat 31; Müslim, Mesacit 525; Tirmizî, Salat, 252, 339; Neseî, Kıble 1, salat 22; Vahidî, a.g.e., s.36
[53] -bkz. Buharî, Tefsir, 2/13, Enbiya 3, İ’tisam 19; Tirmizî, Tefsir, 2/...; İbn Mace, Züht 34
[54] -Tirmizî, Menakıb 99
[55] -Mubarekfûrî, Tuhfetu’l-Ahfezî, X, 171
[56] -Vahidî, a.g.e., s.37
[57] -Tirmizî, Sünen, Dua 93; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 231, 235; Feyzu’l-Kadir, III, 268
[58] -Vahidî, a.g.e., s. 37
[59] -Not: Rasulullah ile beraber Mekke’den Medine’ye hicret eden Mekke’li müslümanlara Muhacir denir.
[60] -Not: Medine’de Allah Rasulü’ne iman edip yardım eden ve İslam dinin ilerlemesine vesile olan Medineli Müslümanlara Ensar denir.
[61] -Mecmuatun mine’t-Tefasir (Hazin), I, 227
[62] -Tabresî, I, 441, Not: Safa ile Merve arasında sa’y, Hanefî mezhebine göre vacip, Malikî mezheplerine göre de rükündür. (İslam Fıkhı Ansiklopedisi, I, 496)
[63] -Zemahşerî, I, 326
[64] -Not: Müellifin, Hafız Osman hattı Kur’an-ı Kerim’in ayet sayısına uymadığını daha önce belirtmiştik. Burada da görüldüğü üzere, normalde iki ayet olan bir ayet olarak yazılmıştır.
[65] -Tabresî, I, 475
[66] -Not: Bu vacipliğin sebep ve hikmeti ise doğum ve yakınlık, daha doğrusu akrabalık hakkı ve akrabalık topluluğunun kuvvet ve derecesine göre bozulmaktan korunması olduğu da “lam”ın manasından anlaşılmaktadır. Ancak bu hakkın meşru şekilde tayini, miktarı, vefat edecek kimsenin görüşüne ve tavsiyesine bırakılmıştı. Sonra Nisa suresinde gelecek olan miras ayetleri ile Allah(cc) bu hakkın miktarlarını bizzat tayin etmiş ve kullarını son nefeste buna ait görüş ve vasiyet mecburiyetinden ve sorumluluğundan, akrabalar arasında bu yüzden açılması düşünülen kırgınlık tehlikesinden kurtarmıştır. Böylece burada vacipliği tekitli bir şekilde gösterilen akrabalık ve ana baba hakkı, daha fazla takviye edilmiş, fakat varis olacak akraba hakkında vasiyet nesh edilmiştir. Bunun içim Peygamber (sav) efendimiz Veda Haccı senesindeki hutbesinde “Muhakkak biliniz ki, Allah Tealâ, her hak sahibine hakkını verdi. Bundan sonra varise vasiyet yoktur.” (Tirmizî, Sünen, Vesayâ 5; Darimî, Sünen, Vesayâ 28) buyurmuştur. Bu hadis-i şerif, alimlerce meşhur ve müstefiz olduğundan dolayı mütevatir hükmündedir. Bu ittifakla kabul edilip kendisi ile amel edilmiştir. Bazı müfessir ve fakihlere göre ise vasiyetin vacip oluşu, varis olan akraba hakkında neshedilmiş, varis olmayan akraba hakkında yürürlüktedir. Nesih tamamen değil kısmîdir. (Elmalılı, age., I, 505-506) Sadeleştirenin notu. [66] -Müslim, İman 66
[67] -Vahidî, age., s.42
[68] -Buharî, Tefsir, Bakara 2/28, Savm 16; Müslim, Sıyam 33; Ebu Davud, Savm 17; Tirmizî, Tefsir 2
[69]- Buharî, Tefsir, Bakara 2/28
[70] -Not: Burada müellifin kendi mezhebine muhalif amel ettiği görülmektedir. Çünkü, Tabresî’nin beyanına göre, kendi mezhebinde “itikâf” ancak “Mescid-i Haram” , “Mescid-i Nebevî”, “Mescid-i Basra” ve “Mescid-i Kûfe” olmak üzere dört mescitte yapılır. Bkz. Tabresî, age., II, 505.
[71] -bkz. Mecmuatun mine’t-Tefasir (Hazin) , I, 273; Vahidî, age., s. 44
[72] -bkz. Buharî, Tefsir 2/29, Umre 18
[73] -
[74] -Vahidî, age., s. 46
[75] -Mecmuatun mine’t-Tefasir (Nesefî), I, 278
[76] -
[77] -Not: Hacc ve Umrenin geniş açıklaması 196. Ayette izah edilecek.
[78] -Bkz. Tabresî, a.g.e., II, 519; Mecmuatun mine’t-Tefasir (Nesefî, Hazin), I, 285
[79] -Not: Mikât: Hac ya da umre için bu sınırın dışından gelen kimselerin İhramsız geçemiyecekleri yerlere denir. (Muhammed, Rawwas vd., Mu’cemu Lugati’l-Fukaha, Mikat md.) Afâkiler için mikat yerleri, Medimeliler için Zülhüleyfe, Şamlılar için Cuhfe , Necidliler için Karnulmenazil, Yemenliler için Yelemlem ve Iraklılar için Zat-ı Irak olmak üzere beş tanedir. (sadeleştiren)
[80] -Not: Meşar-i haram, Müzdelife’deki Kuzah dağının adıdır. Burası haram sınırları içindedir. (Muhammed, Rawwas vd., Mu’cemu Lugati’l-Fukaha, Meşar-i haram md.)
[81] -bkz. Vehbe Zuhayli, a.g.e., IV, 60 ve devamı
[82] -bkz. Tûsî, Tehzib, V, 128; İstibsar, II, 228
[83] -Vahidî, a.g.e., s. 52; Buharî, Tefsir, Bakara 2/35
[84] -Not: Hafız Osman Hattı Kur’an’da, 200, 201 ve 202 ayetleri ayrı ayrı yazılırken miellif, bunların hepsini 200. Ayette toplamıştır. (Baküvî, I, 128)
[85] -Vahidî, a.g.e., s. 52
[86] -bkz.Vahidi, a.g.e., s. 52-53
[87] -Vahidî, a.g.e., s. 53-54
[88] -Not: Bir kârî, bu ayeti okurken “gafûrun rahîm” diye okudu. Bir bedevî de orada dinliyordu. Dedi ki: “Eğer bu hakîm birinin sözü ise böyle olmaz” Çünkü hata ve günahtan sonra aff ve mağfiretten söz etmek halkı günah işlemeye teşvik etmektir. Kârî, “ben hata ettim. Ayet, azîzun hakîmdir” dedi. Arap dedi ki, “işte hakîm kimsenin kelamı böyle olur” (Mecmuatun mine’t-Tefasir *Nesefî*, I, 307)Bu tür nükteleri ancak iyi dil bilen Araplar anlarlar. Batılının veya İngilizin ve sair insanların ben de Kur’an’ı iyi anlarım irad ederim demesi yanlış olur.
[89] -Mecmuatun mine’t-Tefasir (Hazin, Nesefî), I, 311
[90] -İbn Hallikan, Vefeyat, IV, 113-121
[91] Not: Bu ayet Hafız Osman hattında, iki ayet olarak yazılmıştır. (Bakara 2/219-220)
[92] -Vahidî, a.g.e., s. 57
[93] -Zemahşerî, Tefsir, I, 359
[94] - Zemahşerî, Tefsir, I, 360
[95] -Vahidî, a.g.e., s. 59
[96] - Tirmizî, Sünen, Tefsir, Nur (3176); Ebu Davud, Sünen, Nikâh 5; Neseî, Sünen, Nikâh 12
[97] -Vahidî, a.g.e., s. 59-60
[98] -bkz.Vahidî, a.g.e., s. 61; Müslim; Hayz 302.
[99] -Vahidî, a.g.e., s. 65
[100] -Tûsî, Tehzib, VIII, 2; İstibsar, III, 252; Kâfî (fürû), II, 120
[101] - Tûsî, Tehzib, VIII, 2; İstibsar, III, 252; Kâfî (fürû), II, 120
[102] -Not: Hanefî mezhebine göre, dürt ay bittikten sonra kadın otomatikmen talak-ı baın ile boşanmış olur. Artık o erkek , boşadığı kadın birisi ile evlenip boşanmadan bir daha onunla evlenemez. Bkz. Vehbe, Zuhaylî, a.g.e., IX, 426
[103] -Tûsî, Tehzib , VIII, 95
[104] -a.g.e., aynı yer.
[105] -Neseî, Sünen, İşretu’n-Nisa 1; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 128, 199, 285.
[106] -bkz.Mecmuatun mine’t-Tefasir (Hazin), I, 344
[107] -Not: Bu ayette müellif, “lâ tudarre” fiilini, kıraat teecihi yaparak “malum” mana vermiştir. Bkz. Mecmuatun mine’t-Tefasir, (Beydavî, Nesefî) I, 355.
[108] -Not: çocuğa sütte anne tutulduğu zaman süt annede bir kısım üstünlükler aranmalıdır. Onun için süt annenin, kemallı, güzel, iffetli ve edepli olması gerekir. Çünkü süt anne o çocuğa sütünden içirdiğinden onun sütü ile neş ü nema bulacaktır. Binaenaleyh, çocuk sütünü içtiği annenin hususiyetlerini taşıyacaktır. Diğer taraftan çocuğun eğitiminde ana direk anne olduğundan anaların kâmile, edibe olmaları kadar elzem bir şey yoktur. Müslüman bir kadını süt anne olarak tutmak caiz olduğu gibi yukarıdaki özellikleri haiz bulunan Yahudi ve Hıristiyan bir kadını süt anne olarak tutmak da caizdir. (Müellif)
[109] -Buharî, Nikâh 34.
[110] _Bunun kaynağı bulunamadı.
[111] -Not: Mut a’, kadına yarar sağlayacak bir miktar eşya, para vs.dir. (Muhammed, Rawwas vd., Mu’cemu Lugati’l-Fukaha, Mut a’ md.)
[112] -Not: Mehr-i misil, akit sırasında kadına baba tarafından benzeri olan bir kadının mehridir. (Muhammed, Rawwas vd., Mu’cemu Lugati’l-Fukaha, Mehr-i Misil md.)
[113] -Not: İma ile namazın hükmünü Ebu Cafer et-Tahavî (321/933) de müdellel bir şekilde anlatmış ve buna fetva vermiştir. Bkz. Tahâvî, Şerh-u Maani’l-Asar, I, 321.
[114] -bkz. Tûsî, Tehzîb, III, 173.
[115] -İbn Kesir, el-Bidaye, III, 27
[116] - İbn Kesir, el-Bidaye, III, 27; bkz.Ahmed b. Hanbel, IV, 218.
[117] -Not: Şeyh Abdullah Köylüyam’ın kendisi İngiliz olup Biritanyanın da şeyhu’l-İslamıdır. 1887’de Hristiyanlıktan İslamdinine geçmiştir. 1888’de de bu kitabını yazmıştır.
[118] -Not: Bu eser, Mısır’da basılmış (1315/1897) olup şu anda, Diyanet İşleri Başkanlığı Ktp. No:0001037’de bulunmaktadır.
[119] -Not: Miras ayetlerinin inişinden sonra varise vasiyet neshedilmiş olduğundan, bu vasiyette neshedilmiştir. Bundan dolayı kocası vefat eden eşlere kendi miraas paylarından başka bir de nafaka vacip değildir. Bu ayet, İslam’ın başlangıcında karıya miras yokken inmiş ve daha sonra miras ile hükmü kaldırılmıştır. Bkz. Mecmuatun mine’t-Tefasir, I, 370. Her nedense, müellif neshi kabul etmesine rağmen bu ayetin nesholduğunu bayan etmemiştir. (sadeleştiren)
[120] -Mecmuatun mine’t-Tefasir (Hazin), I, 372.
[121] -Buharî, Tıp 30, Enbiya 50, Hiyel 13; Müslim, Selam 92; Muvatta, Câmi 23; Tirmizî, Sünen, Cenaiz 66.
[122]- Buharî, Tıp 30.
[123] -Not: Bu tabutu taşıma işinin meleklere isnad edilmesinin hikmeti şudur. Her şer şey şeytana isnad edildiği gibi hayırlı işlerde hep meleklere isnat edilmiştir. (Müellif)
[124] -Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 142, 178
[125] -Ramuzu’l-Ehadis, 302.
[126] -Kenz, X, 173 (hadis no:28902)
[127] -Kenz, III, 384 (hadis no:7061); Ebu Nuaym, Hilye ???
[128] -Not: İslam alimleri zekâtın sadece müslümanlara vericeği hususunda icma etmişlerdir Bunun delili de Tevbe 9/60 ayetidir. Fakat nafile olarak verilen sadakaların her iki sınıf için caiz olduğunu söyleyen alimler de vardır. Ebu Hanife, fıtır sadakasının zimmilere verilebileceği söylemektedir. (Mec. (Hazin), I, 428) Müellif burada kısmî bir hükmü genel olarak ifade ermiştir ki, kanaatimize göre bu yanlıştır. Hükmün genel olmadığını beyan etmesi gerekirdi.
[129] -Mec. (Hazin), I, 427.
[130] -Mec. (Hazin), I, 427.
[130] -bkz. Mec. (Hazin), I, 428. Sadakaların kimlere verileceğini bildiren bu ayet “Ashab-ı suffe” adı verilen fakir muhacirler hakkında nazil olmuştur. Bkz. Mec. (Hazin), I, 428. Bu son rivayet daha doğrudur.
[131] -Zemahşerî, Tefsir, I, 398.
[132] - Zemahşerî, Tefsir, I, 398; Vahidî, a.g.e., s. 76
[133] -Not: Müellifin bu ibarelerden neyi kasdettiği pek anlaşılamamıştır. Acaba faiz, fakirlerden alınmaz, zenginler aralarında ticaret maksadı ile faiz alıp verebilirler, fikrini mi taşıyor yoksa başka bir şey midir? Pek açık değil (!????)
[134] -Vahidî, a.g.e., s. 77.
[135] -Mec. (Hazin), I, 439.
[136] -Kenz, I, 562 (Hadis no: 2532)
[137]-Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 269; Tirmizî, Sünen, Tefsiru’l-Kur’an 1.
[138]- Not: Esas görüşe göre, “illallah” kelimesinde dururlur. Hatta burada “mim” vakıf alameti bulunur. Müellif, “verrasihune” kelimesinin başındaki “vav” harfini bağlaç kabul etmiştir ki, bu takdirde mana yukarıda verildiği gibi olmuştur. Bu anlayışa göre Kur’an’da müteşabih ayetlerin bazısının anlamları zaman içinde ilmin gelişmesi ile çözülecektir.
[139] -Zemahşerî, Tefsir, I, 418-419. Not: Müellif, burada İslam dinini tarif ederken görüldüğü gibi, “Allah’ın adil olduğuna” iman etmeyi de tarifi içine almıştır. Araştırdığımızda bu ilaveyi ancak Zemahşerî’de gördük. Fakat, “adalet” kavramından Mutezile’nin tevhid esaslarından biri olan “el-adl” midir? Yoksa ayrı manada mıdır? Bunu buradaki açıklamasından çıkarmak çok güç olduğundan sadece kaynağını vermekle yetindik.
[140] bkz. Buharî, İlim 34; Müslim, İlim 13; Tirmizî, Sünen, İlim 5
[141] -Vahidî, a.g.e., s.82-83
[142]-A.g.e., s.83
[143] -Not: Eski, astronomicilere göre gecenin gündüzden veya gündüzün geceden noksan olması meselesi -Yer’in sabit ve Güneş’in yerin etrafında dönmesine kail olmaları sebebiyle - güneşin dünyaya 23 derece tam meyilli olmasına dayandırılıyordu. Fakat günümüz astronomicilerine göre, dünya da diğer yıldızlar gibi, hareketli olup günün uzama ve kısalmasını Yer’in özel hareketi (güneşe 23 derece eğikliği vs.) Güneş’e olan uzunluk ve kısalığına göre olduğunu ifade ermişlerdir. (Müellif)
[144] -Mec. (Hazin), I, 483.
[145] -Mec. (Hazin), I, 484.
[146] Mec. (K.Beydavî), I, 484.
[147] -İbn Kesir, Tefsir, I,359.
[148] -Not: İslam alimlerinin bu konudaki verilerine itimet etmek kanaatimizce daha uygundur. Fakat bu konunun kabul edilmesi Kur’an ve sair islamî kaynaklar bazında ne derece doğrudur; araştırılmalıdır.
[149] -Zemahşerî, Tefsir, I, 428.
[150] -Not: Ayette Hz. İsa ile alakalı olarak geçen “mutevffîke” kelimesine alimler muhtelif manalar vermişlerdir. Normalde, lügat açısından, kelimenin kökü teveffi “kabzedip almak” demektir. Vanlılar hakkına kullanınca vefat ettirmek yani eceline yetiştirip ruhunu kabzetmek manasına gelir. Açık bir delil olmadıkça başka manaya tevili de caiz değildir. Ancak, Hz. İsa hakkında bir başka ayette: “...Onu öldürmediler ve asmadılar fakat onlara öyle göründü...” (Nisa 4/157) denmektedir. Bu sebeple, kelimeyi lügat manasında anlamak güçleşiyor. Ayetin devamı: “... Onu yakinen katletmediler, doğrusu Allah onu kendisine doğru ref’ eyledi” buyurulurmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de de ifade edildiği üzere Hz. İsa’nın ref edilmesi keyfiyeti Ehl-i Kitap arasında çok münakaşalı olduğu gibi, İslâm alimleri arasında da farklı yorumlara sebep olmuştur. Hz. Peygamber (sav)’in: “İsa ölmedi kıyametten önce size dönecektir” (Suyûtî, Dür. II, 225; Alûsî, Tef., II, 179; İbn Kesir, Tef., II,38) sözü ile bunu teyit eden başka beyanlarını nazar-ı dikkate alan İslam alimleri Hz. Hakkında şu inançtadırlar: “Hz. İsa ölmemiş ve öldürülmemiştir. Kendisine tertiplenen suikast sırasında, bir lütuf-i ilahi olarak semaha çekilmiş, suikastçiler öldürdü zannetmişlerdir. Hz İsa kıyamet’ten önce yeryüzüne inecektir. Onun yeryüzünde göreceği işler vardır. Bu işleri gördükten sonra eceli gelecek ve ruhu kabzedilecektir. Nitekim hadisler onun yer yüzünde adaleti tesis edeceğini, deccalı öldüreceğini, bir müddet icraate kaldıktan sonra öleceğini, namazını Müslümanlar kılıp defnedeceklerini vb. haber verir. Hz. İsa hakkında sahih inancımız budur.
[151] -Mec. (Hazin) , I,511; Tabresi, I, 762; ayrıca bkz. Taberî, Tef., III, 161;Razî, Tef., II, 584-585; İbn Hişam, Sire, I, 657.
[152] -Mec. (Hazin), I, 510.
[153] -Müslim, Fedalilu’s-Sahabe 61.
[154] -Mec. (Hazin), I, 415.
[155] -Mec. (Hazin), I,419.
[156] Razî, Tef., VIII, 107.
[157] -Zemahşerî, Tef. I, 442.
[158] -Not: Baba ve dedeleri kâfir olup kendisi sonradan Müslüman olan kimsenin tekrar İslam’dan çıkmasına Millî mürtet; baba ve dedeleri Müslüman olup sonrada kendisi İslam’dan dönen kimseye de “Fıtrî mürtet denilir. (Müellif)
[159] -Not: Ayetin bu şekilde bir sebeb-i nüzulüne rastlanmadı.
[160] -Not: Makam-ı İbrahim’in geniş açıklaması için bkz. Bakara 2/126
[161] -Vahidî, a.g.e., s. 98-100.
[162] -Kenz, III, 75 (Hadis no: 5564); İbn Ebi Şeybe,
[163] -Kenz, III, 689 (Hadis no: 8474); Deylemî, el-Firdevs, III, 586.
[164] Not: Bu ayet Resulullah (sav)’in hak olduğuna parlak bir delildir. Zira, Yahudiler, Peygamberimizle ne zaman savaşmışarsa hep mağlup olmuşlardır. (Yazarın eki)
[165] -Vahidî, a.g.e., s. 102.
[166] -Not: Halit b. Velit, o zaman henüz müslüma olmamıştı, lakin Mekke’nin fethinde müslüman oldu. Ondan sonra savaşlarda müslümanlara büyük yardımları oldu. (Yazarın eki)
[167] -bkz. Taberî, Tarih-i Taberî Tercemesi, II,408 vd.; İbn Hişam, Sire; II, 63;Buharî, Megazî 18; Müslim,Fedailu’s-Sahabe 171.
[168] -Not: Doğrusu, yazarın burada neyi ispata çalıştığını pek anlayamadık. Eğer bu türlü zorlamalı bir izahı, Resulullah’ın kevni mucizelerini kabul etmemek için yapıyorsa bunu açıkça anlatmalıydı. Ki buna da bizi götürecek herhangi bir ip ucuna rastlamış değiliz. Gayesi şayet bu değilse, zaten rivayetlerde var ki, Bedir’re yardıma gelen melekleri bizzat sahabe efendilerimiz müşahede etmişlerdir. Bkz.Buharî, Magâzî 11.
[169] İbn Hişam, a.g.e., III,88.
[170] -Buharî, Megazî 17; Müsim, İmâret 148; Vahidî, a.g.e., s. 106.
[171] -Mec., I, 601.
[172] -bkz. İbn Kesir, el-Bidaye, IV, 57.
[173] -Vahidî, a.g.e., s. 108.
[174] -Not: Burada anladığımız kadarıyla Yazar, Resulullah’ın Kur’an’dan başka mucizesi bulunmadığını izaha çalışıyor. Biz, aynı görüşte olmadığmızı baştan sölerken, bunun delilleriyle izahı yapılacaktır. Bkz. (İsra 17/96)
[175] -Not: Bu ayet göstermektedir ki, İnsan öldükten sonra ruhu baki kalır. Ruh hiç bir zaman yok olmaz. O, ya nimet içinde ya da azap içindedir. Kur’an’a inanmış bir kimse itikadını Kur’an’dan almalıdır. Dehriye mezhebi (ateist-materyalisler) gibilerin itikatlarına kulak asmamaları gerekir. Bütün peygamberler, ruhun baki kalacağını söylemektedirler. Peygamberleri dinleryin. (Yazarın eki)
[176] -Vahidî, a.g.e., s. 111.
[177] -Mec. (Hazin), I, 630.
[178] -Vahidi, a.g.e., s, 113.
[179] -a.g.e., s. 114.
[180]-A.g.e., s. 119.
[181] -Mec., I, 656.
[182] -Mec. (Kadı Beydavî), I, 658; Heysemî, Mecmau’z-Zevaid, II, 168.
[183] -Not: Yazar, burada zayıf bir görüşü kaydetmiştir. Zemahşerî bunu rivayet ederken “temriz” sığası ile anlatır. Bkz. Zemahşerî, Tef., I, 511-512. İbn Kesir ise, sahih görüşleri sıraladıktan sonra Mücahit’ten gelen zayıf bir rivayette bu ayetin zina hakkında değil, erkekler arasındaki cinsel sapıklık hakkında olduğunu anlatır. Bkz. İbn Kesir, Tef., II, 205. Müfessirlerin çoğu bundan kastedilenin, zina eden erkek ile zina eden kadın olduğunu söylemişlerdir.
[184] -Tirmizî, Sünen, Hudud 24; Ebu Davud, Sünen, Hudud 29; Tûsî, Tehzibu’l-Ahkâm, X, 54.
[185] -Buharî, Tefsir, Nisa 6, İkrah 5; Ebu Davud Nikâh 23; Vahidî, a.g.e., s. 124-125.
[186] -Zemahşerî, Tef., I, 514.
[187] -Buharî, Şehadât 7; Müslim, Reda’ 1, 2, 9, 12; Ebu Davud, Sünen, Nikâh 6; İbn Mace, Sünen, Nikâh 34; Darimî, Sünen, Nikâh 48; Muvattâ, Reda’ 1, 2, 16; Tûsî, Tehzibu’l-Ahkâm, VII,313; İstibsar, III, 194; Küleynî, el-Kâfî (Furû), II,39.
[188] -Not: Yazar bu maddede Haneî Mezhebi ile ittifak etmiştir. Bkz. Vehbe Zuhayli, a.g.e., VII, 705.
[189] -Not: Bu madde bilinen dört mezhepten hiç birine uymamaktadır. Bkz. Vehbe Zuhayli, a.g.e., VII, 706.
[190] -Not: Bu madde de yine bilinen mezheplerin görüşüne aykırıdır.
[191] - Not: Yazarın bu konuda, önemli kabul edeblileceğimiz şu meseleyi anlatmaması pek kabul edilir türden olamıyacağından onu burada anlatmak istiyoruz. O mesele şudur: “iki kız kardeşi birden almakta haramdır.” ayetine Allah Resulü (sav) “Bir kadının ne halasının, ne teyzesinin, ne kardeşin kızının ve ne de kızkardeşinin kızını üzerine nikâhı olmaz.” açıklamasını yapmıştır ki, bir kızla bibisinin veya teyzesinin birlikte nikâh edilmesi de iki kız kardeşin bir arada nikâh edilmesi gibi haramdır. Bkz. Buharî, Nikâh 27; Müslim, Nikâh 37, 39; Ebu Davud, Sünen, Nikâh 12; İbn Mace, Sünen, Nikâh 31; Darimî, Sünen, Nikâh 8.
[192] -Mec. (Hazin), II, 63.
[193] -Not:Resulullah (sav) buyurdular ki, herkesin bir şeytanı vardır. Sahabe: “Ya Resulallah senin de mi?” diye sorunca “Evet” dediler. Sonra devamla şöyle dedi: “Fakat Allah’ın yardımı ile benimki bana teslim oldu” dediler. Bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 115.
[194] -Ebu Davud, Sünen, Eşribe 1; Tirmizî, Sünen, Tefsiru Sure, IV, 12; Mec. (Hazin), II, 78/79. Not: Bu hadiste Hz. Ali’nin içki içtiği söyleniyorsa da rivayette belki iltibas olmuş olabilir. Çünkü Hz. Ali hiç içki içmemiştir. Fakat biz bu rivayeti anlatırken Tirmizî ve diğer kitapların kaydettiğine göre yazdık. Mubarekfûrî’nin Tirmizî şerhinde kaydettiğine göre burada namaz kıldıranın ve aynı zamanda bu hadisi rivayet eden kimsenin kim olduğunda ihtilaf vardır. Zaten hadisin hem metninde hem de isnadında ihtilaf mevcuttur. Namazı kıldıran kimsenin ya Abdurrahman b. Avf es-Sülemi ya da hiç bilinmediği gelen rivayetler arasındadır. (Bkz. Mubarekfûrî, a.g.e., VIII, 302) Ki bu bizim yukarıda tespit ettiğimiz “Ali hiç içki içmediği” tezini doğrular mahiyettedir. Yazar ise bu hususta çok tedbirli olarak aynı rivayeti anlatırken Hz. Ali’nin bu rivayete alınmaması gibi bir hüner göstermekle iyi bir iş yapmıştır. Onu tebrik ederiz.
[195] -Ebu Davud, Sunen, Eşribe 1; Tirmizî, Sünen, Tefsiru Sure,V, 8, 9.
[196] -Mec. (Hazin), II, 95.
[197] - Vahidî, a.g.e., s.132.
[198]- Not: Kadı Şüreyh’i ilk önce Hz. Ömer (ra) kadı olarak tayin etmiştir. (Bkz. İbn. Hallikan, Vefeyat, II, 460.
Hilye, IV,
[199] -Ebu Nuaym el-İsabahanî, Hilye, IV, 137-140.
[200] -Buharî, Cihad 109; Müslim, İmare 32-33; Neseî, Sünen, Bey’at 34; İbn Mace, Sünen, Mukaddime 1.
[201] - Buharî, Ahkâm 4; Müslim, İmare 39; Ebu Davud, Sünen, Cihad 87; Neseî, Sünen, Bey’at 27; İbn Mace, Sünen, Cihat 40.
[202] -Vahidî, a.g.e., s. 137.
[203] -Neseî, Sünen, Cihad 1.
[204] -Mec. (Hazin), II, 125.
[205] - Buharî, Cihad 152; Müslim, İman 174; Ebu Davud, Sünen, Hudud 3; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 192.
[206] --Buharî, İman 4, 5; Müslim, İman 64, 65; Neseî, Sünen, İman 8, 9.
[207] -Mec. (Hazin), II, 134.
[208] Not: Diyet , Ebu Hanife, Malik ve Şafiiye göre ancak deve, altın ve gümüş gib şeylerden olur. (Bkz.Vehbe Zuhayli, VI, 301) Ebu Yusuf, Muhammed ve Ahmed’e göre bunlara ek olarak koyun ve sığır gibi şeylerden de olur. (Bkz. Vehbe Zuhayli, VI, 302.) .
[209] - Buharî, Meankıbu’l-Ensar 29, Tefsiru sure 4/16; Müslim, Tefsiru Sure 4/16; Ebu Davud, Sünen,
Fiten 6 ; Neseî, Sünen, Tahrimu’d-Dem 2.
[210] -Tirmizî, Sünen, Diyât 7; İbn Mace, Sünen, Diyât 1.
[211] -İbn Mace, Sünen, Diyât 1.
[212] - bkz. Buhari, Tefsiru Sure 4/19, Fiten 12.
[213] -Not: Burada ismi geçen “Cündüb b. Damra” nin isminde karışıklık vardır. Vahidî, “Habib b. Damra” derken, Hazin, “Cünda’ b. Damra” , İbn Kesir, “Ebu Damra b. el-’Ays” demektedirler. (Bkz. Vahidî, a.g.e., s.150; Mec. “Hazin”, II, 149; İbn Kesir, Tef. , II, 346; İbn Esir, Üsdü’l-Gâbe, III61-62.)
[214] -Not: Bu kitapla ilgili malumat, (Bakara 2/238) da geçti.
[215] -Vahidî, a.g.e., s. 152-153.
[216] - Buharî, Sulh 1, 11; Ebu Davud, Sünen, Edeb 50; Muvatta, Husnu’l-Hulk 7.
[217] -bkz. Ebu’l-Ferec el-İsfahanî, Ağânî, XVIII,114.
[218] -Mec. (Hazin), II, 197.
[219] -Not: Tur Dağı’nın üstlerine kaldırılması konusunda bkz. (Bakara 2/63)
[220] -Matta, Bap: 27, cümle: 44-46; Luka, Bap:23, cümle:39-42
[221] -Süleyman Ateş Bey, bu konuda İncilleri değerlendirerek: “Görülüyor ki İsa’nın çarmıha gerilmesi ve kabirden kalkması, İncillerde başka başka ve birbirine ters biçimlerde alatılmaktadır. Kimine göre gerildiği haçı başkası taşımış, kimine göre kendisi taşımış. Kimine göre Hz. İsa, çarmıha gerildiğinin ertesi günü kalkmış, kimine göre günün üçüncü saatinde, kimine göre altıncı saatinde çarmıha gerilmiş. Vd.” Allah’ın kelamı olsa hiç bu kadar tutarsızlık olur mu? Bkz. Süleyman Ateş, Tef. II,400-401.
[222] - Not: Ayette Hz. İsa ile alakalı olarak geçen “mutevffîke” kelimesine alimler muhtelif manalar vermişlerdir. Normalde, lügat açısından, kelimenin kökü teveffi “kabzedip almak” demektir. Vanlılar hakkına kullanınca vefat ettirmek yani eceline yetiştirip ruhunu kabzetmek manasına gelir. Açık bir delil olmadıkça başka manaya tevili de caiz değildir. Ancak, Hz. İsa hakkında bir başka ayette: “...Onu öldürmediler ve asmadılar fakat onlara öyle göründü...” (Nisa 4/157) denmektedir. Bu sebeple, kelimeyi lügat manasında anlamak güçleşiyor. Ayetin devamı: “... Onu yakinen katletmediler, doğrusu Allah onu kendisine doğru ref’ eyledi” buyurulurmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de de ifade edildiği üzere Hz. İsa’nın ref edilmesi keyfiyeti Ehl-i Kitap arasında çok münakaşalı olduğu gibi, İslâm alimleri arasında da farklı yorumlara sebep olmuştur. Hz. Peygamber (sav)’in: “İsa ölmedi kıyametten önce size dönecektir” (Suyûtî, Dür. II, 225; Alûsî, Tef., II, 179; İbn Kesir, Tef., II,38) sözü ile bunu teyit eden başka beyanlarını nazar-ı dikkate alan İslam alimleri Hz. Hakkında şu inançtadırlar: “Hz. İsa ölmemiş ve öldürülmemiştir. Kendisine tertiplenen suikast sırasında, bir lütuf-i ilahi olarak semaha çekilmiş, suikastçiler öldürdü zannetmişlerdir. Hz İsa kıyamet’ten önce yeryüzüne inecektir. Onun yeryüzünde göreceği işler vardır. Bu işleri gördükten sonra eceli gelecek ve ruhu kabzedilecektir. Nitekim hadisler onun yer yüzünde adaleti tesis edeceğini, deccalı öldüreceğini, bir müddet icraate kaldıktan sonra öleceğini, namazını Müslümanlar kılıp defnedeceklerini vb. haber verir. Hz. İsa hakkında sahih inancımız budur.
[223] -Vahidî, a.g.e., s. 158.
[225] Not: Müellif, Mecusileri de Ehl-i Kitap’tan saymıştır. Fakat, çoğu fakihlere göre Mecusiler, Ehl-i Kitap’tan sayılmazlar. Allah (cc) Kur’an’daki beyanlarına göre Ehl-i Kitab’ın yalnız iki taife olduğunu beyan etmişlerdir. (En’am 7/156) Mecusileri Ehl-i Kitaptan kabul etmemiz halinde daha nice batıl dinler vardır ki bunları da aynı kategoride kabul etmemiz gerekmektedir. Sonra Mecusiler Allah’ın indirdiği kitaplardan hiçbirine inanmamaktadırlar. Sadece Zerdüşt’ün kitabını okumaktadırlar. Zerdüşt ise yalancı bir peygamberdi. O yüzden Mecusiler, ehl-i kitap sayılmazlar. Hz. Ömer’in, Mecusiler’den cizye alınıp alınmaması hususunda: “Bilmiyorum onların durumu hakkında ne yapacağım?” demesi üzerine Abdurrahman b. Avf şöyle demiştir: Resulullah’ın “Onlara ehl-i kitab’a uygulananı uygulayın” buyurduğuna şahitlik ederim. Bu da onların Ehl-i Kitap olmadıklarına delildir. (Bkz. Zuhayli Vehbe, VII, 155-156) Burada Resulullah (sav) Mecusilere “Ehl-i Kitap” demiyor. Onları cizye vermede Ehl-i Kitap statüsünde değerlendirin, demek istiyor. O halde, Mecusiler, Ehl-i Kitap değildirler. Fakat, evlenme, kestiklerini yeme gibi konuların dışında cizye almada bir ayrıcalık tanınmış olmaktadır. (Zemahşrî, Tef., I, 595) Zaten Hz. Ömer de onları cizye alma konusunda Eh-i Kitap muamelesine tabi tutmuştur. İzzet Derveze’nin anlattığına göre, Hz. Ömer (ra), Mecusilerin kitap ehli olup olmadıkları konusunda tereddüt etmiş, Hz. Ali (ra) de oların kitap ehli olduğunu söylemiştir. (Süleyman Ateş, Tef., II, 469) İzzet Derveze, Tef., XII,45. Fakat anlaşılan o ki, az önce anlatıldığı gibi, Mecusiler hakkında söylenen kısmî, ehl-i kitaplık sonunda tamamlanmış (!)
[226] bkz. Tabresî, Tef., III, 251; Tûsî, Tehzibu’l-Ahkâm, VII, 449; Küleynî, el-Furû mine’l-Kâfî, II, 14.
[227] Zemahşerî, Tef., I, 597. Not: Yazar, Zemahşerî’yi pek severdi ama burada görüşlerini şaşkınlıklar karşılıyor. Herhalde kendi görüşünü benimsememesine şaşıyor. İstediğimiz gibi olursa iyi, değise şaşılacak şey oluyor.
[228] İbn Kesir, Tef., III, 48.
[229] İbn Kesir, Tef., III, 48.
[230] İbn Kesir, Tef., III, 49.
[231] İbn Kesir, Tef., III, 49. Not: İbn Kesir, bu hadisleri garip buluyor ve bunların ancak mestler üzrine mesh edilebilmesine hamlinin mümkün olduğunu söylüyor. Bkz. A.g.e., aynı yer.
8 -Not:Ehl-i Sünnet’in görüşü “abdest alırken ayakları yıkamanın FARZ” olduğu noktasındadır. Bu konu da icma varid olmuştur.(İbn Kesir, Tef., III, 47-49; Keşşaf, Tef., I, 596; Bahru’l-Muhid, III, 438; Alusî, Tef., VI, 74-76; Razî, Tef., XI, 162; Kurtûbî, Tef. VI, 62.) Ulemanın bu mevzudaki delilleri:
1. “iki ayağınıza kadar yıkayınız sınırlaması” ;
2. Hz. Peygamber (sav)’in abdest alırken, ayağını daima yıkadığına dair mütevatir hadis-i şerifler. (Buharî, Vudû 27; Müslüm, Taharet 240-241; Tirmizî, Sünen, Taharet 31; Dârakutnî, Sünen, I, 195; İbn Mace, Sünen, Taharet, 55-65.)
3. Otuzu aşkın Sahabe, manevî mitevatirle Allah Resulü’nün (sav) abdest alırken ayaklarını yıkadığını bildirmesi. (Aynî, Umdetu’l-Kârî, II, 21; Kettanî, Nazmu’l-Mütenasir, s. 77)
Allah Resulü (sav) Abdullah b. Amr’in rivayetinde yer alan, bir seferden dönerken ikindi namazı için acele acele ile abdest alıp, ayak topuklarını gereği gibi yıkamayan bazılarına Hz. Peygamber (sav) en yüksek sesiyle iki üç defa: “Vay girecekleri ateş sebebiyle o ökçelerin ateşten haline” diye seslenerek, onları ikaz ettiği manevi tevatürle en muteber hadis kitaplarında kaydedilmiştir. (Buharî, Vudû 27; Müslim, Taharet 240-241; Tirmizî, Sünen, Taharet 31; Dârakutnî, Sünen, I, 195; İbn Mace, Sünen, Taharet, 55-65) Abdest alırken topuğunu kuru bırakan bir başka kişiye de Allah Resulü’nün yine aynı tehditte bulunduğunu kaynaklarda görüyoruz. (Müslim, Taharet 242) Yazarın Hz. Enes’ten nakilde bulunduğu hadis, yine aynı kimsenin bu konuda rivayet ettiği hadislerle çelişmektedir. Enes (ra) bir rivayetinde yanında abdest alan bir adamın ayağındaki tırnak kadar kuru yer kaldığı için Efendimiz (sav)’in kendisine: “Dön ve abdestini güzelce al.” Buyurduğunu bildirmektedir. (Darakutnî, Sünen, Taharet I, 108; Beyhakî, Sunenu’l-Kübra, I, 70) Buna göre anlaşılıyor ki Enes mezkur rivayetinden dönmüştür. Yahut da bu ifade ona akıştırılmıştır. İkirme ve Şa’bî, gibi tabiinlerin görüşlerine gelince, aynı kişiler ayakların yıkanacağına dair hadisleri de rivayet etmektedirler. O halde ayakları yıkama, ya da yıkamama konusundaki birbirine ters gibi görülen hadislerin arasını bulmak gerekir. Bunun için de Hz Ali’nin (ra) şu ifadesi bu meseleyi çözmektedir: Meshe dair Ebu Hayve’den gelen rivayette Hz. Ali (ra) ayaklarını meshederken, bu durumu kendisine soran insana: “Bu abdesti olanın abdestidir” demiştir. (Beyhakî, Sunenu’l-Kübra, I, 75) Bu rivayetten anlaşıldığı gibi, gerek Resulullah (sav) gerekse sahabeden gelen “ayakları meshetme konusundaki mesele” böylece çözümlenmüş olur. Zira onlar, abdest üzerine abdest alırken ancak ayaklarını meshetmişlerdir. Yoksa abdestsizken abdest almaları sırasında ayaklarını yıkamışlardır. Demek ki, abdest üzerine abdest alan Resulullah’ı birisi görmüş ve bu tavrını “ayaklarını meshediyor” olarak anlamış ve öyle rivayet etmiştir. Hasan Basri ve Muhammed b. Cerir et-Taberî, kişinin meshetme ile yıkama arasında serbest olduğunu söylemişlerse de burada ancak şu kadar söyleyelim ki, çıplak ayaklara meshetmeyi caiz görmek ayetin sonunda “Allah sizi temizlemek istiyor” diye açıklanan temizlik hikmetine kesin olarak aykırı bulunduğu ve hele yıkanmamış kirli ayaklarla camilere girmenin, temizlik şöyle dursun, normal temizlikle bile bağdaşmasının mümkün olmadığı ortadadır. Yazar, burada kendi mezhebinin görüşünü savunurken delillendirmek istediği hadisler yukarıda da ifade ettiğimiz gibi garip hadislerdir. Fakat nedense, bu konudaki mütevatir hadisleri hiç ele almamıştır. Onu bu konuda mazur görmek lazımdır. Çünkü yazmış olduğu tefsirinde mümkün mertebe orta yol tutup aralarında mühim kelami ayrılığı bulunan Ehl-i Sünnet ile Şia arasında objektif olmaya çalışmıştır. Zaten Şia’nın önemli akidelerinden hemen hemen hiçbirine yer vermemesi takdire şayandır. Bir iki meseleyi de onun için olumlu karşılıyoruz.
[233] Not: Bu gazvenin adı, bir kaç isim taşımaktadır. “Gazvetu Zati’r-Rika’, Gazvetu Müharib, Gazvetu Beni Salebe, Gazvetu Salâti’l-Havf, Gazvetu’l-Âacib” gibi. (Bkz. İbn. Hişam, Sire, III, 162)
[234] İbn Hişam, a.g.e., III, 163.
[235] Mec. (Hazin), II, 257.
[236] Mec. (Hazin), II, 273-274.
[237] bkz.Taberî, Tarih-i Taberî Tercemesi, I, 87-90.
[238] bkz. Aclunî, Keşfu’l-Hafa, I, 511; Gazali; İhya, III, 10.
[239] Not: Cumhura göre elin kesileceği yer bilek kemiğidir. (Zuhayli Vehbe, a.g.e., VI, 99) Fakat, imamiyenin söylediği ile aynı fikirde olan alimler de vardır. (bkz. Zuhayli Vehbe, a.g.e., VI, 99)
[240] Tûsî, Tehzîbu’l-Ahkam, X, 103,102; Küleynî, el-Kâfî mine’l-Furû, II, 300, 301.
[241] Tûsî, Tehzîbu’l-Ahkam, X, 99; Küleynî, el-Kâfî mine’l-Furû, II, 312; el-İstibsar, IV, 312.
[242] Zuhayli Vehbe, a.g.e., VI, 103.
[243] Zuhayli Vehbe, a.g.e., VI, 102.
[244] Not: Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen kâfir sayılmaz. Allah’ın indirdiği hükümlere inanmayan, onları hor görenler kâfir sayılırlar. Beydâvî bu ayette “ve men lem yahküm” kelimesini açıklarken “mükrihen lehu/onu inkâr eden; müsthinen bihi/ onu hor gören,” gibi kayıtlarla izah etmiştir. (Mec. “Hazin”, II, 292) İman, amelden bir cüz olmadığı için bu izah tarzı dinin ruhuna daha uygundur.
[245] bkz. Vahidî, a.g.e., s. 166-167.
[246] Mec. (Hazin), II, 300.
[247] İbn Kesir, el-Bidaye, VI, 315.
[248] İbn Kesir, el-Bidaye, VIII, 65-69.
[249] Zemahşerî, Tef., I, 624. Not: Zemahşerî, bu meseleyi naklettikten sonra, “Bu ayette anlatılan sıga cemi sıgasıdır, onun için tek kişi hakkında nasıl iner, bu ayet bir çok kişi hakkında inmiştir?” su aline de şöyle cevap vermiştir: “Burada ayetin iniş sebebi bir kişi olmakla birlikte diğer insanları da teşvik için cemi sıgası kullanılmıştır. Dolayısıyla o insanlar da bu fiili yapar anynı ücreti alırlar” demiştir.
[250] Mec., (Nesefî), II, 306-307. Not: Fakat Nesefi, bu rivayeti “Kîle” yani temriz sıgası ile nekletmiştir ki bu da mezkûr rivayetin muayyen şahıs için değil de bunun gibi daha bir çok kimse hakkında nazil olduğunu gösterir. (Bkz., a.g.e., aynı yer.)
[251] Mec., (Hazin), II, 307. Not: Hazin de yine temriz sıgası ile meseleyi nakletmiştir. (Bkz. A.g.e., aynı yer.) Ayrıca İbn Kesir, bu ayetin tefisirinde Taberiden “eser” olarak aynı rivayet bir çok varyantı ile nakletmiştir. (Bkz. İbn Kesir, Tef., III, 129-130)
[252] bkz. Mec. (Hazin), II, 309.
[253] Buharî, İlim 34; Müslüm, İlim 13; Tirmizî, İlim 5; İbn Mace, Mukaddime 8.
[254] Tabatabaî, el-Mizan, VI, 50; Tabresî, Tef., II, 25-26; Küleynî, el-Usûl mine’l-Kâfî, II, 47-48.
[255] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 119.
[256] Tabresi, Tef., III, 344.
[257] Tabresi, Tef., III, 344.
[258] Not:Bu hadisin farklı vecihleri içim bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 367, 380; VI, 240; I, 84, 118, 119, 152; İbn Kesir, el-Bidaye, III, 182-189.
[259] Not: Beyhakî, Fudayl b. Merzuktan nakleder ki; Hz. Ali’nin, torunu Hasan el-Müsenna’ya, Resulullah (sav), “Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır.” dedi mi? diye sorulmuş, o da “ ‘evet’ fakat bununla emirliği ve sultanlığı kastetmedi. Öyle demek istemiş olsaydı bunu daha açık bir şekilde belirtirdi. Çünkü Resulullah (sav) insanların en fasihi olanıdır, eğer mesele böyle denildiği gibi olsaydı ‘Ey insanlar! Bu, dinî ve dünyevî işlerinizin velisi ve benden sonra da size hükmedecek olandır, onu dinleyin ve itaat edin’ derdi, vallahi Allah ve Resulü, bu iş için Hz. Ali’yi seçip müslümanlara idareci yapsalardı ve Ali de bunu yerine getirmeseydi Allah ve Resulünün emirlerini ilk terk eden o olurdu.” demiştir. (İbn Arabî, el-Avasım mine’l-Kavasım, s.185-186) Yine : “Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır. Allah’ım onun dostu olanı dost, düşmanı olanın da düşmanı ol.” Hadisini bir Şii delil diye öne sürünce, Hz. Ali’nin torunu Hasan b. Hüseyin (ra) şu cevabı vermiş: “Katiyyen böyle değildir, şayet bu sözle emirlik ve saltanatlık kastedilmiş olsaydı, namaz, zekât, oruç ve haccı açıkça beyan ettiği gibi, bunu da açıkça söyler, ve: ‘Ey insanlar, bu zat benden sonra sizin velinizdir’ derdi. Peygamberlerin emrini tutmamak müslümanların ne haddine!” (İbn Sa’d, Tabakat, V, 324-325)
[260] bkz.Vahidî, a.g.e., s. 170. Not: Ayetin nuzül sebebi en doğru olan da budur her halde. Yazar, Şia’nın görüşlerini anlattıktan sonra, bunu en son söylemesi takdire şayandır. Çünkü bunu hiçbir Şii müellef söylememiştir.
[261] Tirmizî, Sünen, Menakıb 31; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 41, 17, 26, 59, V, 182.
[262] İbn Hişam, a.g.e., I, 257.
[263] İbn Hişam, a.g.e., I, 263
[264] İbn Hişam, a.g.e., I, 265.
[265] İbn Hişam, a.g.e., I, 265.
[266] İbn Hişam, a.g.e., I, 266.
[267] İbn Hişam, a.g.e., I, 266.
[268] İbn Hişam, a.g.e., I, 267.
[269] İbn Hişam, a.g.e., IV, 3.
[270] Buharî, Nikâh 1; Müslüm, Nikâh 5; Neseî, Nikâh 4; ayrıca bkz. Mec. (İbn Abbas), II, 336.
[271] Vahidî, a.g.e., s.172.
[272] Mec. (Hazin), II, 347.
[273] Tabresî, Tef., III, 386; bkz. Buharî, Tefsiru Sure, 5/12; Müslim, Fedail 134-138.
[274] Buharî, Menakıb 9, Müslim, Cennet 51.
[275] bkz. Vahidî, a.g.e., s. 179.
[276] Not: Havarî: Hz. İsa’nın en yakın aşina olduğu halis arkadaşlarına denir. Ki bunlar 12 kişidir. Bunlardan başka, onun bu seviyede hiç arkadaşı yoktu. (Yazarın eki)
[277] Not: Yazar, buradaki “vahiy” kelimesini Beydavî’nin tercihini kullanarak (Mec. ‘Beydavî’, II, 370) “emir” manasında yorumlamıştır.
[278] Tirmizî, Tefsiru Sure 5/21.
[279] bkz. Mubarakfûrî, a.g.e., VIII, 344-345; İbn Kesir, Tef., III, 221-226.
[280] Mec. (Kadı Beydavî), II, 379.
[281] -bkz.Vahidî, a.g.e., s. 180.
[282] -bkz., Mec. (Hazin), II, 393.
[283] -Not: Zeccac’a göre “lem tekün fitnetühüm” bir deyim olarak kullanılır. İnce ve latif bir manayı ifade eder: Bir kişi bir sevgiliye meftun olur. Sonra da ondan beklediğini bulamayınca ondan ayrılır ve “lem tekün fitnetuhu illa bizalik” yani:tutulduğu şeyin karşılığı ayrılık oldu. Der. Kâfirler de işte böyle putları sevdiler, onlara tutuldular neticede umduklarını bulamayınca ahirette böyle dediler. (Mec., Hazin, II, 394)
[284] -Not: Bu kıyametin, kıyamet-i suğra/küçük kıyamet olması da muhtemeldir. Zira Hz. Peygamber (sav) buyurdular ki: “Kim ölürse kıyameti kopmuş demektir.” (Keşfu’l-Hafa, II, 368; Kenz, XV, 686)
[285] -Not: Burada “sebil” kelimesi, “sebîlü” kıraatına göre değil de “sebîle” kıraatine göre değerlendirilip cümleye öylece mana verilmiştir.
[286] -Not: Yazar bu ayette bulunan “hafaza” kelimesini “peygamberler” olarak meallendirmiştir ki, kaynak olarak seçtiği kitaplarda bu yorumu bulamadığımız için biz de “melekler” olarak meal verdik.
[287] - Mec. (Hazin), II, 429; Razî, Tef., XIII, 33.
[288] -Not: “Sur” kelimesinin “boru” anlamında olduğu hakkında icma vardır. (Mec. “Hazin”, II, 429). “Sur” yukarıda da anlatıldığı gibi bazıları bunu “vav” harfinin fethi ile “suver” gibi “suret” kelimesinin çoğulu, “nefh”i de suretlere ruh üflemek diye kabul etmişlerdir. Eğer böyle olsaydı buna ait zamirin de denilmesi gerekirdi. Halbuki diğer bir ayette “Sonra, ona bir daha üflenince” (Zümer 39/68) diye müfret müzekker zamiri gönderildiğinden bu mana doğru olamaz. Bazıları da bunu temsili kabul etmişler, ölülerin kabirlerinden mahşere çağırılışları halini bir orduyu harekete geçirmek için boru çalınması haline benzetmek suret ile temsili istiare yapıldığını söylemişlerdir. Tefsircilerin çoğuna göre ise bazı hadislerde rivayet edildiği üzere “sur”, büyük bir boru gibi bir şeydir ki, üç defa üfürülecektir: Birincisi “Nefha-i Feza” yani dayanamama, korku üfürmesi; ikincisi: “Nefha-i Saık” yani yok olma üfürmesi; üçüncüsü ise “Nefha-i Kıyam”, yani kalkma üfürmesidir ve buna memur olan melek İsrafil’dir. Bu ayette açıklandığı üzere birincisi olan Nefha-i Feza’da göklerde ve yerlerde kim varsa yüce Allah’ın dilediklerinden başkası, hep dehşetten sarsılacak. Zümer suresindeki “sura üflenince Allah’ın diledikleri müstesna olmak üzere göklerde ve yerde, kim varsa düşüp ölmüş olacaktır” (Zümer 39/68) ve “Birde ne göresin? Onlar kabirlerinden kalkıp koşarak Rablerine giderler” (Yasin 36/51) ayetleri gereğince üçüncüsü olan Nefha-i Kıyam’da kabirlerinden kalkıp mahşere koşuşacaklardır. Bir hadiste, Hz. Peygamber (sav): “Nasıl zevk ve neşe içinde olurum, sur sahibi boruyu ağzına almış, ne zaman üfürmesi emredilecek diye izin bekliyor” buyurmuştu. Bu, ashaba çok ağır gelmişti. O zaman Peygamber Efendimiz (sav): “Allah bize yeter, o ne güzel vekildir’ (Al-i İmran 3/173) değiniz” (Tirmizî, Sunen, Tefsiru Sure 39/6-7)
[289] -Not: Bu konuda Elmalılı Muhammet Hamdi merhumun güzel bir açıklamasını aynen buraya almayı uyugun bulduk. “Halbuki çocuk için anne lazımdır. Gerçi baba olmadığı halde yalnız bir anne ile çocuk tasavvur olunabilir. Nitekim bir anadan türeyen ‘monomer/ yapısı, aynı molekülün tekrarlanması ile oluşmuş bileşik’ bir takım canlılar vardır. Hz. İsa’nın da babasız doğmasına inkâra aklen dahi hak verilmez. Fakat anasız çocuk düşünülemez, böyle bir düşünce çelişki olur. Zira çocuk kavramında ana zorunludur. Bunun için Allah’ın bir çocuğa baba, olmasını tasavvur ederken o çocuktan önce ona anne ve Allah’a hanım olabilecek bir eş tasavvur etmek gerekir. Halbuki her türlü kusurlardan beri bulunan, göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah’ın bir eşi, bir karısı olması imkânsızdır. Yani ne ana olması mümkündür, ne de baba. Bu imkânsızlık onun noksanından değil, icadın mucidi olduğundandır.” (Elmalılı, Tef. , III, 485)
[290] -Mec. (Hazin), II, 462; İbn Hişam, a.g.e., I, 211-213.
[291] -Not: Bu itikatta olan kimselerin şimdi nerede ve nasıl olduğunu tespit edemedik.
[292] -Not: Mec. (Hazin), II, 473.
[293] -Not: Bu farklı tevil için bkz., (Mec. “Hazin”, II, 484)
[294] -Not: Müellif, cinlerden de peygamber geldiğine kail olan tefsircilerin tevilini kabul etmiştir. Bkz., (Mec., II, 485)
[295] -İbn Kesir, el-Bidaye, VIII, 33.
[296] -Buharî, Edeb 18.
[297] -Mec. (Hazin), III, 612.
[298] -Tûsî, Tehzîbu’l-Ahkâm, IV, 13.
[299] - Not: “çift” kelimesine Türkçe anlam vermede bir karışıklık olduğu Kur’an meali çalışmaları yapanlarca ortaya çıkarılmıştır. Gerek “semaniyete ezvac”, gerekse diğer surelerde geçen “zevceyn” kelimelerini “çift/iki çift” olarak tercüme etmek okuyucuyu asıl mandan uzaklaştıracaktır. Bu itibarla zevc kelimesini “eş” diye; “zevceyn” kelimesini de “iki eş” ya da, “çift” olarak tercüme etmek daha isabetli olmaktadır. (Musa Kâzım Yılmaz, Türkçe Kur’an-ı Kerim Mealleri ve Bir Ayet, Yeni Ümit, cilt:2, sayı:9 (Temmuz-Eylül 1990) s.40) Biz de bu son değerlendirmeye göre mana verdik.
[300] -Mec. II, 520. Not: Bu hadis, hadis kitaplarında bulunamadı.
[301] -Not: Meşhur olan görüş, bilinen cennette yaratıldıkları görüşüdür. Bkz., Mec. (Hazin, Nesefî), I,106.
[302] -Razî, Tef.,
[303] -Kenz, X, 38.
[304] -Not: Kelimenin aslı Lâtince’dir: Chylus. Bu tabir midede vuku bulan bir kısım hazım hadisesini ifade eder. Şöyle ki: Muhtelif gıdaların, hazmolmak üzere midede kalma müddetleri farklı ise de ortalama iki saatte keylos’un tamamlandığı kabul edilmektedir. Ebced hesabı ile, kelimenin Arapça imlasında mevcut beş harfin sayı değeri 126’dır. Yani iki saat altı dakikadır. Tam tamına eski tıpta midedeki hazım müddeti kabul edilen iki saatlik zaman dilimine tekabül eden değer...(bkz., İbrahim Canan, Hadis Ansiklopedisi Kütüb-i Sitte, X, 531.)
[305] -Mec. (Nesefî), II, 543.
[306] -A’râf, cennet ile cehennem arasında bir makamdır. Oranın ehl-i cehennemden kurtulup, cennete girecekleri ümidi ile beklerler. (Yazarın eki)
[307] - İbn Kesir, el- Bidaye, I, 112.
[308] - bkz., İbn Kesir, el- Bidaye, I, 120.
[309] - İbn Kesir, el-Bidaye, I, 123.
[310] - İbn Kesir, el-Bidaye, I, 130.
[311] - İbn Kesir, el-Bidaye, I, 141.
[312] - İbn Kesir, el-Bidaye, I, 142.
[313] - Kıtab-ı Mukaddes, Çıkış, Bap: 3, cümle: 1; Not: Tevrat’ta bu isim “Yetron” olarak geçmektedir. Adı geçen bu şahıs, Hz. Musa’nın kayın atası Medyen kâhini olarak anlatılır. Müfessir ve tarihçi İbn Kesir, konu ile ilgili haberlerin doğruluğunu kabul etmemiş ve bunun Şuayb olmadığını savunmuştur. Ona göre bu kişi muhtemelen Tevrat’ta adı geçen Şuayb’ın kardeşi Yesrun/Yetron veya başka biridir. (Bkz., İbn Kesir, el-Bidaye, I, 177)
[314] - İbn Kesir, el-Bidaye, I, 173.
[315] - Tabresî, Tef., IV, 688.
[316] - İbn Kesir, el-Bidaye, I, 173.
[317] - İbn Kesir, el-Bidaye, I, 173.
[318] -Not: Allah’ım! İnsanlar senin azabından nasıl emanda olabilirler! Hakir bu kitabın müellifi Erdebil şehrinde idim. Tarih (1296/1878) idi. Acem bayramı (Nevruz) gecesi saat iki ilâ üç sırasında gecenin karanlığı, öyle şiddetli bir deprem oldu ki evler bütün harap oldu insanlar mahvoldu. Her şey birbirine geçti. Hiç kimsede hayat ümidi kalmadı. Bu zelzelenin sarsıntısı tam 25 gün devam etti.
[319] -Not: Firavun’un kendisi putlara tapıyor, halkı da kendisine taptırıyordu. (Yazarın eki)
[320] -Not: Ehl-i Sünnet, ahiret yurdunda müminlerin Allah (cc)’ı görmelerinin aklen caiz, naklen de vacip olduğunu kabul etmişlerdir. Mutezile ve sair fırkalardan bir kısmı ise bunu kabul etmemişlerdir. (Bkz., es-Sabûnî, Matüridiye Akaidi, s. 92) Bu konuda Resulullah (sav) şöyle buyurmuşlardır: “Rabbinizi kameri, on dördüncü gecesi birbirinize sıkışmayarak gördüğünüz gibi göreceksiniz” (Buharî, Mevakit 16, 26) Mutezile bu konuda en meşhur delil olan, “Nice yüzler o gün ışıl ışıl parlar. Rabbine bakar.” (Kıyamet 75/22-23) ayetinde “bakar” kelimesini “bekler” anlamına yorumlarken, Elmalılı buna güzel bir cevap verir ve der ki: “gayesine ulaşmayan beklemenin neticesi neşe değil, hayal kırıklığı ile üzüntü olacağından burada bekleme manası hiç uygun düşmemiştir”. (Bkz., Elmalılı, Tef., XIII, 444) Rüyet hakkında Ashab-ı kiramdan -hepsi de alim olan- epeyce kalabalık bir grup rüyet hadisi üzerinde ittifak etmiştir. İbn Mesut da bunlardandır. Hasılı, dünyada kesin olarak bilinen Allah, ahirette de kesin olarak görülecektir. Fakat keyfiyeti meçhuldür. Müellifin, bu konuda Mutezile’den etkilendiği görülmektedir.
[321] -Vahidî, a.g.e., s. 239.
[322] - Ahmed b. Hanbel, Musned, V, 236; ayrıca bkz., Buharî, İman 29; Tirmizî, Sünen, Meknakıb 32, 24.
[323] -Not: Bıdırcın eti ve kudret helvası için bkz., (Barara 2/59)
[324] -Not: “Hayme mucamma’” hususunda bkz., (Bakara 2/60)
[325] -Not: Bu konuda en sahih yorumu Elmalılı yapmıştır: Ona göre “Ademoğulları”ndan kastedilen, “şimdikilerden tutunuz da nesilden nesle ta Hz. Adem’e varıncaya kadar Ademoğullarının zürriyet sahibi olanlarından zincirleme olarak her birinin bellerinden zürriyetlerini aldı.” Manasındadır. Fazla bilgi için bkz., (Elmalılı, Tef., IV, 167)
[326] -Vahidî, a.g.e., s. 191.
[327] -Mec. (Hazin), II, 673.
[328] - Bkz., Kirmanî, Garaibu’l-Kur’an, I, 430.
[329] -Mec, (Kadı Beydavî), II, 694.
[330] - Not: Hemen hemen bütün müfessirler, bu surenin Medine’de indiğini naklederler. Yalnız 20-36 arasındaki ayetler Mekke’de inmiştir. (Bkz., Kurtûbî, Tef., VII, 229; İbn Kesir, Tef., III, 96; Zemahşerî, Tef., II, 140; Mec., III, 2; Tabresî, Tef., IV, 794) Eğer, bu bir hata değilse doğrusu, müellifin bunu neye istinaden söylediğini bulamadık. Şu kadar var ki, önce de anlatıldığı gibi içinde bulunan yedi ayetten dolayı Mekkî olduğunu söylemiş olabilir.
[331] - Not: Bu hadiste “Hz. Ali’nin toprak vermesi” sadece Şiî kaynaklarda mevcuttur. Bkz., (Tabresî, Tef., IV, 814.)
[332] - Müslim, Cihad 81; Darimî, Sünen, Sîre 15
[333] - İbn Hişam, Sire, II, 94 vd.
[334] - Mec., III, 35.
[335] - Vahidî, a.g.e., s. 199.
[336] - Mec. (Kadı Beydavî), III, 47.
[337] - İbn Kesir, Tef., IV, 13.
[338] - İbn Kesir, Tef., IV, 13.
[339] - İbn Hişam, Sire, II, 239.
[340] - Mec., III, 59.
[341]- Ebu Davud, Sunen, Cihad 106. Not: Aslında bu ayet, bundan hemen sonra gelen ayetle nesholmuşur. (Tabresî, Tef., IV, 856; Mec., “Hazin” III, 67.) Fakat nedense müellif bunu açıklamamıştır. Kur’an’da bir kısım ayetlerin neshedilişi hususundaki görüşü de pek açık değildir.
[342] - Buharî, Tefsiru sure 8/6; Ebu Davud, Sunen, Cihad 106.
[343] - Mec. (Hazin), III, 69; İbn Kesir, Tef., IV, 32.
[344] - İbn Kesir, Tef., IV, 36.
[345] - Mec. (Kadı Beydavî), III, 76.
[346] - İbn Kesir, Tef., IV, 50.
[347] - İbn Kesir, Tef., IV, 49.
[348] - Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 283; İbn Kesir, Tef., IV, 49.
[349] - Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 151.
[350] - Buharî, Salat 10, Hacc 67, Megazî 66.
[351] - Mec., III, 92; Bkz., Müslim, İmare 111.
[352] - Buharî, Bedu’l-Halk 16, Eşribe, 22; Müslim, Eşribe 97; Tirmizî, Sunen, Adîme 15.
[353] - Not: İbn Sa’d, Tabakat’ında Resulüllah’ın bizzat katıldığı gazvelerin 27 olduğunu, gönderdiği seriyelerin ise 47 yedi olduğunu, Hz. Peygamber’in savaştıklarının icma ile gazve olduğunu (gazve adı verildiğini); Bedir, Uhud, Müreysi, Hendek, Kurayza, Hayber, Mekke Fethi, Taif, ayrıca Beni Kurayza, Hayber dönüşü Vadi’l-Kura’da “el-Gabe”de de savaştığının nakledildiğini söyler. (İbn Sa’d, Tabakat, II, 5-6)
[354] - Not: Ebu Bekir’in böyle dediğine dair hiçbir rivayete rastlanılmadı.
[355]- İbn Kesir; Tef., IV, 68; Not: Yalnız bunlar değil, bunlardan başka kimselerin de olduğu rivayet edilmektedir. Yaklaşık 80 veya yüz kişi kadar vardılar.
[356]- Buharî, Cihat 52, 61, 97, 167; Müslim, Cihat 79.
[357] ......
[358]- Kenz, XI, 181.
[359]- Not: Bu hadisin kaynağı bulunamadı.
[360]- İbn İshak, Sire, II, 99.
[361]- İbn İshak, Sire, II, 100.
[362]- İbn Kesir, el-Bidaye III, 186.
[363]- İbn Kesir, III, 187.
[364]- İbn İshak, II, 101.
[365]- Mec. (Hazin), III, 136.
[366]- Müslim, Zekât 142; Buharî, Edep 95.
[367]- Müslim, Zekât 142.
[368]- İbn Kesir, el-Bidaye, VII, 320-321.
[369]- Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 32.
[370]- Mec. (Hazin), III, 152.
[371]- Not: Mü’tefikât, Filistin’de bir yerin adıdır. Orada yedi kent vardı. Lut Peygamber onlara Peygamber olarak gönderildi. Aynı zamanda bu yerlere Sodom da denir. Bunların hepsini Allah (cc) dünyada helâk etmiştir. Ahirette de azap edecektir. (Yazarın eki.)
[372]- Not: Adn, cennetin kısımlarından birinin adıdır. (Yazarın eki)
[373]- İbn Hişam, Sire, IV, 150.
[374]- Mec. (Hazin), III, 160.
[375]- Vahidî, a.g.e., s. 213-214
[376]- Buharî, İman 24.
[377]- Tirmizî, Sünen, Menakıb18.
[378]- Mec., III, 165-166.
[379]- Buharî, Cenaiz 85; Müslim, Sıfatu’l-Münafikîn 3.
[380] - İbn Hişam, I, 201-202.
[381]- İbn Hişam, Sire, II, 53-61.
[382]- Mec. (Hazin), III, 187.
[383]- Vahidî, a.g.e., s. 218-219.
[384]- Vahidî, a.g.e., s. 219-220.
[385]- Bkz. Neseî, Sünen, Cenaiz 102.
[386]- Zemahşerî, Tef., II, 216.
[387] - Buharî, Cihat 103, Menakıbu’l-Ensar 23; Müslim, Tevbe 53