KEŞFU’L-HAKAYIK’IN an
NÜKETİ’L-ÂYÂTİ
ve’d-DEKAYIK
II. CİLDİ
Yûnus sûresi Mekke’de inmiştir. 109 ayet, 1882 kelime, 9099 harftir.
0/1- Bismillahirramanirrahim.
1/2- Elif. Lâm. Râ. (Hurûfu Mukataa bu sûrenin adıdır.). İşte bunlar, her hikmete şamil olan Kitab’ın (Kur’an’ın) ayetleridir. (Dikkat nazarı ile bakabilenler, onun ayetlerini düşünüp hükümler çıkarsınlar.).
2/3- Onların özlerinden bir kişiye: (Gönderdiğimiz vahiy ile) insanları uyar ve iman edenleri, Rableri nezdinde kadem-i sıdk (ve hüsn-ü istikbal)le müjdele, diye vahyetmemiz, insanlar için tuhaf bir şey midir ki, o kâfirler: “Bu Kur’an[1] aşikâr bir sihirdir, dediler.
Tefsir:
Resulü Ekrem Peygamber-i Vâlâ Makamımız Muhammed (as), Mekke’de insanlara peygamber gönderildiği sırada Mekkeliler, çok hayrete düştüler ve dediler ki, acaba Allah, bizim devletlü, zengin şahısları bıraktı da peygamber olarak Ebu Talib’in yetimini mi gönderdi? Bu infialleri devam etti. Gelen ayetler karşısında da ellerinden bir şey gelmeyip sadece “bunlar bir sihirdir” dediler. Zaten insanlar arasında da bu böyledir: Bir kimse muhatap karşısında cevap verememekten sıkışınca, bu hurafe sözleri saçmalamaya başlar. Hurafe diyerek onun arkasına sığınır. Bunun için müşriklerin Kur’an hakkında hemen tez elden, “bu bir sihirdir” demeleri, Kur’an’ın hak bir kitap olduğunun delilidir. Çünkü Allah Resulü’ne harika bir şeyin geldiğini, ta işin başında itiraf etmişlerdir. Yalnız, gelen şeyin adını belirlemede güçlük çekiyorlar! Bu yüzden, müşriklerin Kur’an hakkındaki bu ifadelerine çok iyi dikkat edilmelidir.
3/4- Rabbiniz o Allah’tır ki, semaları ve yeri altı günde yarattı, [Altı gün kinayedir. Her şeyin tedricen vücuda gediğine işaret eder.] sonra arşı hükmü altına aldı. Her şeyi hikmet üzere yönetiyor. Hiçbir kimseye (günahından ötürü) şefaat eden bulunmaz. Ancak Allah buna izin verirse o zaman başka. Bu (azamet ve yücelikle tanıtılan) Rabbiniz Allah’tır. Yalnız bu Allah’a ibadet edin (hiçbir şeyi ona eş koşmayın). Hâlâ (gafletten ayılıp) bir düşünmez misiniz? (Ki, Allah’ın şeriki ve nazırı yoktur.).
Tefsir:
“Sonra arşı hükmü altına aldı” ayetinde, bir teşbih yapılmıştır. Nasıl ki, padişah tahtına kurulup bütün memleketin işlerini yönetip yönlendirdiği gibi, Allah (cc) kâinatta bütün olup bitenleri yönetir, yönlendirir. Her şey O’nun kudret elindedir.
Mekkeli müşrikler, putlarımız bizlere şefaat eder, demişlerdi. Allah (cc) da bunlara cevaben “Hiçbir kimseye (günahından ötürü) şefaat eden bulunmaz. Ancak Allah buna izin verirse o zaman başka” buyurmuş, onların bu fasit hayallerini bozmuştur.
“Hâlâ (gafletten ayılıp) bir düşünmez misiniz?” ayetini biraz düşünürsek, hatalarımızdan haberdar oluruz. Bu yüzden Allah Resulü (sav) buyurmuşlardır ki: “Bir saat tefekkür altmış yıl ibadetten daha hayırlıdır.”[2] Çünkü ilim, düşünmekten doğar. İlimsiz ibadet, behaim gibi taklit etmekten ibarettir. Kendisine ne öğretilirse sadece onları yapar. Kur’an ehli, eğer, onun dediği gibi, tefekkürü elden bırakmazlarsa, hiçbir zaman dalalete düşmez, sersem kalmazlar. Cansız şeylerden, ölmüş insanlardan medet ummazlar. Kötü işlerin temelinde cehalet yatar. Ki, cehaletin melun ağacının kökleri insanların damarlarına girmiştir, nefislerine hoş gelen sözleri söyleyenler onlar için birer şefkatli öğütçüdür. Bu tür insanları dinlerler ama, Kur’an’ın ayetleri onlarda hiçbir tesir meydana getirmemektedir. Kur’an, sanki bir yere hapsedilmiş gibidir. Ramazan ve sair vakitlerin dışında hiçbir zaman o hikmetamiz Kur’an’dan istifade edilmemektedir.
Bugün bizim durumumuz şudur: Elimize Kur’an’ı alıp okuyoruz ama, o bize lanet ediyor; Kur’an’da zalimlere, ribahorlara, haksız yere insan öldürenlere ve zalimlere yardım edenlere ve daha nicelerine, nicelerine lanet ediliyor, bir kişide bu sıfatlar varken o, nasıl olurda bu haldeyken Kur’an okuyup, Allah’tan af dileyebilir? Acaba Kur’an ona lanet etmez mi?
4/5- İşin sonunda dönüşünüz Allah’adır, (herkese yaptığı amelinin karşılığını verecektir.). (Bu) Allah’ın hak bir vadidir, (Hiçbir zaman Allah, vadinden geri dönmez). Çünkü O, mahlukâtı önce vücuda getirir, sonra da iman edip salih amel işleyenlere adalatle mükâfat vermek için onları tekrar iade edip (haşre getirir.). [Mükelleflere yaptıklarının karşılığını vermek, hikmet üzere iş yapmanın bir gereğidir. Allah da hem Hakim hem Adil’dir. İnsanları tekrar diriltecek ve yaptıklarının karşılığını iyi kötü verecektir.] Kâfir olanlara gelince (Allah tarafından) onlar için (kıyamet günü) inkâr ettikleri şeylerden ötürü son derece sıcak bir içki ve can yakıcı azap vardır.
5/6- Allah (mükemmel kudretiyle, nimetini sizlere tamamlamak için) güneşi ışıklı, ayı da daha az ışıklı kılan, yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için Ay’a bir takım menziller takdir edendir. Allah’ın bunu yaratması (yani, güneş ve ayın yörüngelerini takdir etmesi) ancak ciddi bir gaye içindir. (O gaye de, mükemmel kudretini insanlara göstermektir. Onlar boşuna değildir. Allah Hakimdir, abes iş yapmaz.). Allah, ilim ehli (bilen ve anlayan) bir kavme ayetlerini bir bir açıklamaktadır.
Tefsir:
Allah (cc), anlama ve kavrama gücü olanların, hem tekvinî hem de teşriî ayetlerini daha iyi anlayabileceklerini beyan etmektedir. Ki, bu açık delilleriyle O’nun birliğini ve eşsiz kudretini anlasınlar da, şirk ve dalalet vadilerinde kalan insanları, tevhidin çeşme-i zülaline (tatlı su çeşmesine) ulaştırsınlar, kana kana içsinler, içirsinler. Böyle alimlerin varlığı ne büyük fazilettir. Onların bu insanlar içinde bulunması, bir iksir ve bir Anka[3] hükmündedir. Fakat alim derken, esas alimleri kastediyorum. Yoksa insanların dinini hırsızlayan alimcikler bunun dışındadır. Allahım, ne yaman zamana kalmışız! Cahil ve şeytan sıfatlı bir kısım adını alim koyan insanlar, dalalette kalmış, sersem olmuş biçare bir kısım Müslümanların yakasını bırakmıyorlar ki, kurtulsunlar. Allah’ım sen gaipten her kesi bir araya toplayacak bir iksirli İslâm kelimesi gönder ki, İslam’da ihtilaf sebebi olmuş bozuk kelimeleri kaldırıp ittifak kuralım!..
Eski Astronomiciler Ay’ın gökyüzündeki hareketi için yirmi sekiz menzil/durak tespit etmişlerdir. Ayın menzillerinin adları şunlardır. 1- Şeretan (koçun boynuzları), 2- Butayn (koçun karnı), 3- Süreyyâ, 4- Deberan (eldeberan), 5- Hak’a (Orionis), 6- Hen’a (zir ve manyas yıldızları), 7- Zira’ (Arslan pençesi), 8- Nesre (Arslanın burun yarığı), 9- Tarf (Arslanın gözü), 10- Cebhe (Arslanı alnı), 11- Zübre (Arslanın yelesi), 12- Sarfe (Hava değişikliği), 13- ‘Avvâ’ (Havlayanlar), 14- Simâk (Simâk/Silahsız simâk), 15- Gafr (Örtü), 16- Zübânâ (Akrebin kıskacı), 17- İklîl (Taç), 18- Kalp (Akrebin kalbi), 19- Şevle (Akrebin kuyruğu), 20- Neâ’im (Deve kuşları), 21- Belde (Şehir), 22- Sa’du’z-Zabih (Kurban kesenin saadeti), 23- Sa’dubula’ (Yuranın saadeti), 24- Sa’du’s-suûd (En yüksek saadet), 25- Sa’dü’l-ahbiye (Çadırlar saadeti), 26- Fer’u’l-evvel (Kovanın ön deliği), 27- Fer’u’s-sani (Kovanın art deliği), 28- Batnü’l-hût (Balığın karnı). Ay, bunların her birinde bir gece kalır. Yirmi sekizinci gece geçince ay, bir veya iki gece saklı kalır. Ayın bu haline “muhâk” denir. Ama yeni astronomiciler bunları hepsini bir kenara koymuşlar ve ayın hareketlerinde menzil vs. şeylere itibar etmemişlerdir. İster yeni ister eski bütün astronomicilerin sözleri de tahmine dayanmaktadır. Kur’a ise insanların yaptığı bu tahmini anlatmaktadır. Yani onların bildiği şeylerle onlara bunların hikmetini anlatmaktadır. İslam’da dini bayramlar ve bir çok ibadet Kamerî aylara bağlı olduğundan Kamerin hesaplarını bilmek vaciptir.
6/7- [Yine bu ayette Allah (cc) mükemmel kudretini anlatmaya devam ediyor:] Gece ve gündüzün birinin gidip birinin gelmesinde (gündüzün güneşin doğması, gecenin ayın doğmasında), Allah’ın semalarda ve yerde yarattığı şeylerde, (inceliklerini bilip zararlarından korunan) takva sahipleri için (Allah’ın kudret ve birliğine delalet eden) deliller vardır.
7/8- Bize kavuşmayı (bizim sevap ve cezamızla karşılaşacaklarını) ummayanlar, (ahrete bedel) dünya hayatına razı olup (az süren fani dünya hayatını, ebedî ahret hayatına tercih ederek) onunla tatmin olanlar ve (bizim kudret ve birliğimize delalet eden) ayetlerimizden gafil bulunanlar da vardır.
8/9- İşte bunların, (dünyada) işlemekte oldukları günahlardan ötürü, ahrette ki yerleri cehennemdir.
9/10- Onlar ki iman edip sonra amel-i salih işlemeye koyuldular, imanlarından dolayı Rableri, onları (ebedi sevaba ulaşacak yollara) hidayet eder. Böyle kimseler, köşklerinin ayağından nehirler akan Naim cennetlerindedirler.
10/11- Onların cennetteki duaları: “Allah’ım, seni her bir ayıp ve noksandan tenzih ederiz.”; sağlık dilekleri, (Müslümanlar dünyada birbirleriyle karşılaştıklarında nasıl ki selam veriyorlar, cennette de aynen böyle) “Selam (vermek)”; dualarının sonu ise, “Hamt alemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.” diye şükretmek olacaktır.
11/12- Şayet Allah insanlara, hayrı tez elden istedikleri gibi şerri de (onların amellerine göre) aceleden verseydi, kuşkusuz onların vakitlerinin bittiğine hükmolunurdu, (hepsi helâk olur, yurt tutan hiçbir insan kalmazdı). Belki, bize kavuşmayı ummayanları, (değersiz dünyada az bir süre kalmaları için mühlet verip) bırakıyoruz ta ki, dalaletleri içine dalarak bocalayıp dursunlar.
Tefsir:
Allah’ın (cc), isyankâr insanlara mühlet verip bekletmesi onlara (hâşâ) gücünün yetmediğinden dolayı değildir. Bilâkis onlara bu beş günlük dünyada nimet veriyor ama, ahrette dünyada aldıkları lezzetin karşılığında bin türlü azap çektirecektir. Sakın kimse, layık olmadığı halde, “işlerim düzgün gidiyor deyip” Allah’a itaatin dışına çıkmasın. Elinde bulunan dünya metaı ile din ve millete yardım etsin. Sakın cimrilik etmesin. Her zaman Allah’ın rızası dairesinde hareket etsin. Kadem-i sıdk, o kimseye denir ki, milletin menfaati için şahsi menfaatlerini bir kenara bırakır, belki mal ve canının zararına bu uğurda her şeyini feda eder. Allah Resulü’nün ve Müslümanların arzu ettiği de zaten böyle kimselerdir. Fakat ne yazık ki, bu türlü insanlar yeryüzünde az bulunur. Bu vasıfta bir iki insan çıksa bile ittifak etmediklerinden onlar da istenilen seviyede faydalı olamıyorlar. Allah Resulü (sav) buyurmuşlardır ki, “Allah’ın rahmet eli cemaat üzerindedir.”[4] Bizler birer Müslüman olarak, gizlilik perdesi altında kalmış bu hakikatleri insanlara anlatmalıyız.
12/13- Ne zaman insanın malına ya bedenine bir zarar yetişince, her halde; yan üstü yarak, oturduğu yerde veya ayak üstü bize dua eder; fakat biz ondan sıkıntısını (malına bereket, canına sıhhat vererek) kaldırınca, sanki, kendine dokunan bir sıkıntıdan dolayı bize hiç dua etmemiş gibi (evvelki yoluna) geçip gider. İşte böylece isayankârlara (habis nefisleri tarafından) yapmakta oldukları şeyler güzel gösterildi. (Bu yüzden sıkıntıya düşmüşken kurtarıldıktan sonra yine eski isyankâr hallerine döndüler.).
13/14- Sizden önce, peygamberleri kendilerine aşikâr ve vazıh deliller getirdiği halde, (yalanlamak suretiyle) zulmettiklerinden dolayı nice milletleri helâk ettik. (Eğer siz de zulmü kendilerinize şiar edinirseniz, sizi helâk etmeye de kadirdir.); zaten onlar (kendilerine gelen apaçık delillere inanmadıklarına göre) artık inanacak değillerdi. (Bu anlatılan kavimlere ceza verdiğimiz gibi, aynen onların yolundan giden) Böyle isyankâr bir kavmi (yine) cezalandırırız.
14/15- Sonra da (hayır ve şer adına nasıl davranacağınızı) görmemiz için onların ardından sizi yeryüzünde halifeler tayin ettik.
15/16- (Peygamber tarafından, kendi tevhit ve kudretimize delalet eden) ayetlerimiz kesin bir belge olarak okunduğu zaman, bizimle karşı karşıya geleceklerine (itikat ve ümitleri) olmayan (müşrikler): Ya bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir! dediler. De ki: “Öz yanımdan (ilahi bir emir olmaksızın) ben onu değiştiremem. Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Rabbime isyan edersem, kuşkusuz büyü bir günün (kıyamet gününün) azabından korkarım.
Tefsir:
Müşrikler ya Kur’an’ın değiştirilmesini ya da başka bir Kur’an getirilmesini istediler. Maksatları, Kur’an’da putlarını zemmeden ayetleri değiştirmekti. Hz. Peygamber (sav) de bunun olmayacağını ifade ederken, : “Öz yanımdan (ilahi bir emir olmaksızın) ben onu değiştiremem.” diyor, “Başka bir Kur’an getirmem” demeyip az önce geçtiği gibi söylemesi, insanın belki, var olan Kur’an ayetlerinin yerlerini değiştirmesinin mümkün olduğunu fakat yeniden bir Kur’an getirmenin mümkün olamayacağını göstermektedir.
“Denize düşen yılana sarılır” darb-ı meseli çok kullanılır. Müşrikler Kur’an’ın karşısında aciz kaldıklarından ona karşı hiçbir çare bulamamışlardır. Sadece, hurafe ve saçmalamadan başka ellerinden bir şey gelmemiştir. Halbuki o devirde çok yüksek seviyede edipler, şairler vardı ki, Kur’an’ın fesahat ve belagatı karşısında aciz kalmışlardır. Şimdi bu kadar edip ve şair olan insanların Kur’an karşısında aciz kalmaları, Kur’an’ın muciz bir kelam olduğuna ve beşer üstü oluşuna, dolayısıyla Allah’tan geldiğine delalet etmez mi?.
16/17- (Resulüm! müşriklere) de ki: “Eğer Allah murat etmeseydi ben onu size okumazdım, Allah da onu size bildirmezdi. Gerçek şu ki, ben sizin aranızda (Kur’an nazil olamazdan) önce bir ömür (kırk bu kadar yıl) kaldım; (hiç benden şimdi söylediğim sözlerden işittiniz mi?) Hâlâ akıl üzere yürüyüp (Bu Kur’an’ı benim getiremeyeceğime, böyle bir şey yakıştıramayacağıma inanmayacak mısınız?).
Tefsir:
Ömrü boyunca hiçbir alim kimsenin yanında oturmayan ve ondan hiçbir söz öğrenmeyen kimselerin bulunduğu şehirde doğup büyüyen bir kimsenin, hem de bu şehirde daha önce kendilerine kitap verilmiş Hıristiyan ve Yahudi bilginleri gibi birinin de bulunmadığı bir şehirde, böyle bir şahıs gelip size beşerin takatının üstünde bir şeyler okusun hiç görülmüş müdür? O halde hem fesahati hem belagatı, hem bütün insanlığa yetecek olan ahkâmı ve geçmişte tarihin karanlıklarında kalmış insanların hallerinden bahseden tarihiyle Kur’an bir mucizedir. Hz. Peygamber (sav) o insanların içinde o güne kadar, Kur’an’dan hiçbir şey söylememiş, sadece o insanlar arasında doğrulukla tanınmış, iyiliğiyle tanınmış ve her yönüyle tanıdıkları bir kimse iken Allah tarafından kendilerine bir vahiyle peygamber gelmiştir. Ehl-i insafın eğer insafı varsa, bütün bunlardan sonra Kur’an hak bir kitap ya da baş bir kitap olduğuna kendisi hükmetsin. Eğer insafı varsa Kur’an’ın hak bir kitap olduğuna inanacaktır.
Müşrikler, Hz. Peyamber (sav) için, “Kur’an’ı sen kendinden yakıştırıp söylüyorsun” demişlerdir. Şayet Peygamber’in kendisi, Kur’an’ı uydursaydı, kuşkusuz, o devirde Allah Resulü’nden daha beliğ ve daha fasih kimseler vardı ki, bunlar da bu Kur’an gibi bir şeyler yakıştırırlardı, onlar içinde bu, mümkün olurdu. Çünkü Mekke’de öyle fasih insanlar vardı ki, bunlar Kur’an’dan bir sure bile getirmeye kadir olamamışlardır. Eğer güçleri yetseydi, bir sure getirirlerdi de Hz. Peygamber’e karşı savaş açmazlardı.
17/18- Öyleyse, Allah’a karşı iftira bağlayan ve onun ayetlerini yalanlayandan daha zalim kim vardır? Hiç şüphesiz (Kur’an’ı tekzip eden) zalim ve günahkâr kimseler felah bulamayacaklar.
18/19- (Görün ki bu müşrikler ne kadar akılsız bir topluluktur,) Allah’ı bırakıyorlar da, kendilerine ne fayda, ne de zararı olabilecek olan şeylere tapıyorlar ve “Bunlar bizden ötürü Allah yanında şefaat edenlerdir.” diyorlar. (Resulüm!) De ki: “Siz Allah’a semalarda ve yerde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? (Allah’ın bilmediği hiç bir şey yoktur, öyle ise bunları nereden çıkarıyorsunuz!)” Hâşâ! Allah, onların ortak koştukları şeylerin hepsinden münezzehtir.
19/20- İnsanlar, (Adem zamanından ta, İdris zamanına kadar) sadece tek bir ümmetti, (sadece bir dine, İslam dinine inanıyorlardı. İdris Peygamber’den sonra) ihtilafa düştüler, (bir kısmı putperestliğe başladılar.). Eğer Rabbinden (dünya teklif ve ihtiyar yeridir, ahret sevap ve ceza yerdir diye) bir söz geçmemiş olsaydı, ihtilaf edip durdukları şeyler hakkında şimdiye kadar aralarında çoktan (ölümlerine) hüküm verilmiş olurdu.
Tefsir:
İdris peygamberin bir şakirdi vardı. İdris (as)’ı son derece seviyordu. İdris (as) vefat edince onun suretini, kendisini teselli etmek için bir parça şeye nakşedip ona bakıp kendisini teselli ederdi. Bu kimse de, vefat ettikten sonra, ibadet ettiği yerde bu sureti buldular. Dediler ki, bu kimse bu surete tapıyormuş... Ondan sonra putperestlik baş gösterdi. Resimcilikten dolayı putperestlik ortaya çıkınca Kurretu’l-ayni İslamiyan Nebiyyi Muhterem (sav), resimciliği haram ve bu türlü resimlerin evde ve benzeri yerlerde kalmasını da yasaklamıştır. Fakat Müslümanlar, o Cenab’ın sözlerinin hilafına evlerde ve sair yerlerde resimlerin girmesine müsaade etmişlerdir. Hatta onun kendi suretini kendi hayallerine göre tasvir edip başını insan kuyruğunu tavus, ayaklarını katıra benzeyen hayvan üstünde, yüzünde perde türlü türlü renklerlerle nakışlayıp mescitlere asmışlardır. Bunu Allah’a bir yaklaşma sayıyorlar (!) Böyle insanlara Müslüman demek olur mu? Mutlak bir sureti saklamak haram olduğu gibi cisimli bir heykeli de saklamak daha şiddetli haramdır. Fahr-i kâinat Mekke fethinde kendi mübarek eliyle, günümüzde Müslümanların evlerinde hürmet ettiği bu cisimlerin benzerlerini yere sermiştir.[5] (...)
20/21- (Müşrikler): “Ona (Muhammed’e) Rabbinden bir mucize inseydi ya!” diyorlar. (Resulüm!) De ki: Gaybı bilmek ancak Allah’a mahsustur. (Bu yüzden istediğiniz mucizeleri vermiyor. Mucizeleri Allah’tan) bekleyin. Bende sizinle beraber bekliyorum; (görün, Allah bu inadınıza karşılık ne bela gönderir.). [Allah (cc) Mekkelilere yedi yıl kıtlık musallat etti. Yedi yıldan sonra onları acıyıp yağmur yağdırarak bu kıtlığı kaldırdı. Yine de kendilerine gelmediler; Kur’an’ı inkâr ettiler, Allah Resulü’ne düşmanlık ettiler. Nitekim anlatılacak:]
21/22- (Onlara verdiğimiz kıtlık gibi) bir sıkıntıdan sonra insanlara (Mekkelilere) öz rahmetimizden bir rahmet tattırdığımız zaman (yedi yıl kıtlıktan sonra yağış gönderdiğimiz zaman), (Resulüm!) bir de bakarsın ki ayetlerimiz hakkında (yine) onların bir tuzağı vardır. De ki: “Allah, (hile ve tuzağınız karşılığında sizden) süratle intikam alacaktır. (Tarafımızdan gönderdiğimiz) meleklerimiz, kurduğunuz tuzak ve oyunları kaydediyorlar.”
22/23- Sizi karada ve denizde seyir ettirip dolaştıran O’dur. Hatta gemilerde bulunduğunuz, o gemiler de içindekilerini tatlı bir rüzgar ile alıp götürdükleri ve gemide olanların da, bu yüzden şad oldukları bir anda, (tatlı rüzgarın yerine) gemiye şiddetli bir fırtına gelip çatar, her yönden denizin dalgaları onlara hücum eder ve hepsinin tamanen helâk olacaklarını sandıkları bir zamanda din ve imanlarını yalnız Allah’a halis kılarak: “Ey bizim Rabbimiz! Eğer bizi beladan kurtarırsan elbette sana şükreden bendelerinden oluruz. (Bizi böyle büyük beladan kurtar, hayat nimetini bizden kesme)” diye Allah’a yalvarırlar;
23/24- Allah onları kurtarır kurtarmaz, ansızın bir de görürsün ki yine haksız yere taşkınlık ediyorlar, (bir fesat çıkarıp Allah’ın indirdiği hükümlerin hilâfına hareket ederek günaha devam ediyorlar.). Ey insanlar! Taşkınlığınız olsa olsa kendi aleyhinize olur; (siz onu kendi menfaatinize sayıyorsunuz). Şu geçici dünya çıkarını elde edersiniz, (ama onun cezası ahrette size ulaşacaktır.). sonra da dönüşünüz bize olacaktır. O zaman yapmakta olduklarınızı size haber vereceğiz. (Onların cezasını size ulaştıracağız.).
24/25- Dünya hayatının misali, semadan gönderdiğimiz bir su misali gibidir ki, insanların ve hayvanların yediği türden yeryüzü bitkileri o su sebebiyle güzel yüzünü ter ü tazeliğini alıp göğerdi ve türlü türlü güller, tomurcuklar ve rengarenk çiçeklerin vücuda gelmesi ile süslenip güzel bir suret aldı. Sahipleri de onun üzerine kudret sahibi olduklarını sandıkları bir sırada, (günahları yüzünden) bir gece yahut gündüz (semadan) bir emrimiz (afetimiz) gelir de onu sanki dünkü günde hiç yokmuş gibi kesilmiş biçilmiş bir hale getiririz. İşte akıl sahibi olup düşünebilecek bir kavim için (dünya konusunda) ayetlerimizi böylece açıklıyoruz.
Tefsir:
Allah (cc) bu ayette, dünya hayatının nimetlerinin gelip geçici olduğunu, hem de bu işin son derece süratli olduğunu, baharda yeşeren yeşilliklere ve açan çiçeklere benzeterek insanlara misal vermektedir. Bu çiçekler, öyle süratli açar ve hemen elden öyle kaçarlar ki insan bunu fark bile edemez. Böyle şeylere kanmak, akıllı kimselerin işi değildir. Zira dünya fanidir, beşer ise dünya fani olmakla işi bitmez. Dolayısıyla o bakidir. Dünyada iktidarı bulunan zengin insanlar, iktidar sahipleri belki bütün insanlar kendilerine verilen fani nimetleri iyi değerlendirip, gücüne göre kendi cinsi olan insanlara yardım edip veya dinine yardım edip o fani nimeti baki bir hayata tebdil edebilir. Fakir insanlara yardım etmekle, onları zilletten izzete, cahil insanlara yardım etmekle onları cehaletten ilme yükseltecek ve böylece kendine verilen dünya hayatının nimetlerini çok iyi değerlendirmiş olacaktır. İşte böyle yapmak akla ve insafa mutabık emirlerdendir. Ne yazık ki, insanlık kaybolmuş, şeytanlık ve cehalet ise revaç bulmuştur.
25/26- Allah (güzel amel sahiplerini) selamet yurduna (cennete) çağırıyor ve O, istediğini doğru yola hidayet edip, (tevfik ihsan eder).
26/27- İhsan ruhu ile yatıp-kalkanlara, ihsan üstü ihsan ve bir de (Allah’ın öz fazlından ve kereminden onun için ecir ve sevaptan) ziyade vardır. (Kötü amel sahiplerine olduğu gibi) onların yüzlerine ne bir toz (kara leke) bulaşır, ne de (yüz kızartıcı) bir zillet. Onlardır cennet sahipleri, onlardır orada ebedi kalanlar.
27/28- Günahlar kazanıp (Allah’a asi olanlara) gelince, günahları kadar ceza verilir. [Allah, günahkârlara adalet üzere davranır; bir günaha bir ceza verir. Ama sevapkârlara öz rahmetinden bir sevaba birden fazla.. artık hesaba gelmeyen ecir ve mükâfat verir.] (Kıyamet gününde de) onların yüzünü zillet kaplar. Onların Allah’a karşı koruyacak hiç kimsesi de yoktur. Yüzlerini karanlık geceden zalam zalam üstüne parçalar kaplamış gibidir. Cehennemin sahipleri de onlardır ve burada ebedi kalacaklardır.
28/29- (Kıyamet) günü onların hepsini bir yere toplarız, sonra da müşriklere: “Yerinizde durun! Siz ve ortaklarınız. (Bakın, görün sonunuz ne olacak)” deriz. Onların aralarına ayrılık salarız, (hepsi birbirinden ayrılırlar.). Ve onların putları, (kendilerine tapan putperestlere) derler ki: “Siz, bize ibadet etmiyordunuz. (Belki şeytana ibadet ediyordunuz.);
29/30- (sizin, bize ibadet ettiğinizi bilmediğimize dair) bizimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. Biz kesinkes sizin bize tapmanızdan tamamen habersizdik.”
30/31- (Bu sual ve cevaptan sonra) orada her bir nefis daha önce gönderdiği amelini bilir. Artık onlar gerçek sahipleri Allah’a döndürülmüşlerdir. (Orada onlara azap edilecektir.). İftira edip (onları Allah’a ortak koştukları) şeyler de kendilerinde sıvışıp gitmişlerdir.
31/32- (Resulüm!) De ki: Size semadan (yağış vermekle) ve yerden (her bir meyve ve hububat çıkarmakla) kim rızık veriyor? Acaba, kulağa ve gözlere malik olan kimdir? (Kimin gücü yeter onları yaratmaya?). Ölüden diriyi kim çıkarıyor, diriden ölüyü kim çıkarıyor? Bütün alemi tedbir eden kimdir? (Sen bu sualleri onlara sorunca müşrikler: Bunların hepsini vücuda getiren) “Allah’tır” diyecekler. Öyleyse (onlara) de ki: (Madem bunları yaratanın Allah olduğunu biliyorsunuz, neden) hâlâ (Allah’tan) çekinmiyorsunuz, (da dalaleti terk edip hidayete gelmiyorsunuz.).
32/33- İşte o Allah sizin gerçek Rabbinizdir. Haktan sonra dalaletten başka ne vardır? (Haktan vazgeçen, doğru dalalete düşer. Çünkü hak ile batıl arasında bir vasıta yoktur.) Öyleyse (haktan dalalete, tevhitten şirke, mutluluktan bahtsızlığa) nasıl çevriliyorsunuz?.
33/34- İşte böyle (Allah’ın Rab olduğu hak ve gerçek olduğu gibi) Rabbinin yolundan çıkanlar hakkındaki “onlar (kendi seçimleriyle küfrü terk edip Allah’a) inanmazlar” gerçekleşmiş oldu.
34/35- (Resulüm!) De ki: (Allah’a) ortak koştuklarınız arasında, halkı evvelde vücuda getirecek (sonra ikinci defa kıyamet günü) yine onu diriltecek biri var mı? (Onlarda ki inattan dolayı bu hakikate cevap verecek kimse yoktur, yine sen) de ki: Evvelde vücuda getirip (ölümünden sonra) yeniden onu (hayata) iade eden Allah’tır. Öyleyse nasıl da haktan yüz çeviriyorsunuz.
35/36- (Yine müşriklere) de ki: (Allah’a) şirk koştuğunuz putlarınız arasında (insanlara) doğru yolu gösterecek biri var mıdır? (Onlar senin bu sözüne cevap veremezler, Yine sen) de ki: (insanları) hidayete erdiren
yalnız Allah’tır. Öyleyse hakka hidayet eden mi arkasından gidilmeye daha
layıktır; yoksa kendisi dahi hidayet edilmedikçe kendi kendine doğu yolu
bulamayan mı? (Ey akılsız topluluk!) Ne
oluyor size? Nasıl da (batıl olan
mabutları Allah’a ortak koşmaya) hükmediyorsunuz?
36/37- Müşriklerin çoğu (reisleri, Allah’ı kabul etmekte) zanlarına takılıyorlar. (Böyle düşünmeleri ilim üzere değil, böyle olsaydı Allah’a ortak koşmazlardı). Allah’ı bilme de zan, gerçekten, ilim olmadan hiçbir şey ifade etmez. (Allah’ı bilmek için ilim lazımdır. Ataları taklit edip zanna tabi olmak, bir putperestliktir.). Allah müşriklerin amellerini pek iyi bilir. (Onlara yaptıklarının cezasını verecektir.).
37/38- Kur’an Allah’tan başkası tarafındandır demek dürüst bir şey değildir. Belki, “Bu Kur’an kendinden önceki kitapları tasdik eder ve kendisinde bulunan (şerî hükümleri) açıklar (demek doğru olur. ). Bu Kur’an’ın alemlerin Rabbi Allah tarafından (geldiğinden) hiç şüphe yoktur.
38/39- (Resulüm!) Yoksa (bu müşrikler) Kur’an’ı kendinden dizdirip sonra Allah’a isnat ettiğini mi iddia ediyorlar. De ki: “Eğer bu iddianızda doğru iseniz, (siz de benim gibi Arap topluluğundansınız, fesahat ve belagatı da biliyorsunuz, öyleyse) Allah’tan başka gücünüzün yettiklerini çağırın da birlikte onun benzeri bir sûre getirin (bakalım)”.
Tefsir:
Biraz düşüncesi olan insanlar, bu ayetten Kur’an’ın hak olduğunu hemen anlarlar. Bu durumlar, Mekke’de olmuştur. Mekke ahalisi tamamen Allah Resulü’ne düşman idiler. Hatta Hz. Hamza’dan başka ilk günlerde onun amcaları bile ona düşmandı. Hepsi bu fikirdeydiler ki, bir bahane bulup Resulüllah’ı bu fikirlerinden döndürsünler. Durum böyle iken Resulüllah (sav) onların karşısında durup Kur’an’ı savunuyordu: Eğer kuvvetiniz varsa Kur’an sûrelerinden bir sûre getirin, o zaman benim yanlış olduğumu iddia edebilirsiniz, diyordu. Buna rağmen onların içinden Kur’an’a nazire yapacak hiçbir kimse çıkmamıştır.
39/40- Bilakis onlar, işitip manasını anlamadıkları ve yorumu kendilerine asla gelmemiş olan Kur’an’ı yalanladılar. (Resulüm! Bu müşrikler hiç düşünmeden seni böyle yanladılar,) Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Bak, gör ki, zalimlerin akıbeti nice oldu. (Nuh kavmi, Ad kavmi, vb. nasıl helâk oldular. Sabret Mekkeliler de böyle olacaklardır.).
Tefsir:
“Bilakis onlar, işitip manasını anlamadıkları ve yorumu kendilerine asla gelmemiş olan Kur’an’ı yalanladılar.” Bu gibi yalanlamak, akıllı kimselerin yapacağı iş değildir. Müşrikler, geçmişlerinin düşüncesine aykırı olan her şeyi yalanlamaya kalkmışlardı. Günümüzdeki Müslümanların çoğunun durumu, Kur’an’ın nurlu beyanlarını dinlememek olmuştur. Kur’an hakikatleri, günümüz insanlarına anlatıldığı zaman onlar da bunları dinlemeyip hep geçmişteki atalarının yaptığını söylemektedirler. Hatta bu gerçekleri dinleyenler, zebranın arslandan kaçtığı gibi kaçmaktadırlar. Senelerce zahmet çekip adını müçtehit koyan kimselerin yanında saadetten uzak hizmetlerinde ilim tahsil eden kimselere bir Kur’an ayeti okununca, hemen ülfet ettiği asılsız kaidelere muhalif olduğu için sanki garip bir söz duymuş gibi olurlar. Halbuki bu ayetin, düşmanların dahi istifade ettiği manalarından hiç malumatı olmaması yüzünden kaçamak yolu bulup özürlerini tıraş ediyorlar. Ez cümle babacan, Kur’an’ın manasını İmamlardan başkasının bilemeyeceğini söyleyip usul kanunlarından inhiraf ediyorlar. Gâh asıl beraeti öne alıp haramlık şüphesinde vakıf ve yetim mallarını hazmı kolay lokma gibi yutarlar, gâh, “istishab” istilahına sığınarak münakaşalı bir malda, kendisine veya kendine mahsus olan beş vakit namazda falan imamın arkasında hazır olanların mülkiyetine hüküm buyururlar, gâh, “ümmetim hata üzerinde birleşmez”[6] hadisini delil getirip icma ile Kur’an da açıkça evlenmesi caiz olan muhsan kadınlarla evlenmenin caiz olmadığına hüküm verirler. Gâh, geçen alimlerin fetvalarına takılarak Kur’an’da açıkça anlatılan kadınlardan miras alma konusunda var olan hükmü: Eğer bir kimsenin çocuğu varsa hanımının malından 1/8 hisse alır, fakat kişinin çocuğu yoksa ölen hanımının malından ¼ alır. Bu hükmü değiştirip o kişiden evladı olmayan hanımı maldan mahrum edip onun malını başka yerlere sarf ediyorlar. İslam’ın bu hale getirilişine ağlamak lazımdır...
40/41- (Resulüm! Müşriklerin) içerisinden öylesi var ki Kur’an’ı tasdik eder (fakat küfürdeki inadından dolayı inanmaz), öyleleri de vardır ki hiç inanmaz. Senin Rabbin inatkâr ve ısrarcı olanları en iyi bilendir.
41/42- Eğer seni inkâr etmelerinde ısrar ederlerse (onlardan el çek ve), de ki: “Benim amelim bana sizin ameliniz de size aittir. Siz benim yaptıklarımdan beri, ben de sizin yaptıklarınızdan beri ve kenarım.”
42/43- Müşriklerden bazıları da vardır ki, (Kur’an okuyup insanları Allah’a davet ederken) seni dinlerler, (lakin senin anlattığın bu hakikatler, sağırlar gibi onların kulaklarına girmemektedir.). Sen, sağırlara, üstelik akıl üzere hareket etmeyenlere (Kur’an hakikatlerini) dinlete bilir misin.
43/44- (Resulüm! Müşriklerin) içlerinden sana bakıp (doğruluk ve peygamberlik alametlerini apaçık
görürler ama tasdik etmezler); acaba
sen, üstelik basiret sahibi değillerse (gözleri
hakkı görmekten) kör birini hidayet
etmeye gücün yeter mi?
44/45- Şüphesiz ki, Allah hiçbir şekilde zulmetmez, (her devrin maslahatına uygun bir şekilde peygamber gönderir,) lakin, insanlar (kendilerine gönderilen, peygamberleri tekzip edip Allah’ı inkâr etmekle) kendi öz nefislerine zulüm ederler.
45/46- (Resulüm!) Hatırla o günü ki (Kıyamet gününü) müşriklerin hepsini hesap için bir araya toplarız. Onlara, (ahrete mukabil dünyada) kalmaları sanki bir saat gibi gelir, (az bir süre ayrılmışlar gibi) halk hemen birbirini tanırlar. Allah’ın huzuruna çıkmayı yalanlayanlar ve doğru yolu tutmamış olanlar, elbette zarara uğramışlardır.
Tefsir:
Kur’an’a inananlar, bu ve bu konudaki ayetleri düşünüp kıyamet gününü inkâr etmesinler. Ayetleri tevil edip zahir manasından çıkarmak, muhavere kanunundan[7] dışarı çıkmaktır. Kur’an luğaz/bulmaca ve bir muamma değildir. Kur’an’ın yüce bir kitap olmasının delili şudur ki, onun hitabı beşer seviyesinde ve onda anlatılan hakikatler insanların anlayabileceği seviyededir. Konuşulan her söz, eğer zahiri manası açıksa daima zahirine hamledilir. Eğer zahirine hamli güçse o zaman başka mecazi anlamlar taşıyabileceğine ihtimal edilir. Bu da mutlaka bir karine/ipucu ile anlaşılır. Kur’an, insanın aklının yetişemeyeceği bir şey değildir. Şayet böyle bir kısım hakikatler varsa, yani beşerin kavrayamadığı bir kısım şeylerden bahsediyorsa, onları da anlayamıyorum diye inkâr etmeye hakkı yoktur.
46/47- (Resulüm!) Onlara (dünyada) vadettiğimiz azabın bir kısmını ya (sen hayatta iken Bedir’de ve diğer yerlerde olduğu gibi) gösteririz ya da, göstermeden seni vefat ettiririz de, sonunda onların dönüşü bize olur, (o vakit onların azabını ahrette sana gösteririz.); encamında Allah onların (dünyada) yapmakta olduklarına Allah şahittir.
47/48- (Onları tevhide davet etsin diye) her ümmet için bir (kendilerine gönderilmiş) bir peygamberi vardır. Peygamberleri geldiği zaman, (onları tekzip edenler) arasında adaletle hükmedilir. (Onlar sadece yaptıklarının cezasını çekerler;) yoksa onlara başka zulüm edilmez.
48/49- (Resulüm! Müşrikler, sana ve müminlere:) “(Bizi tehdit ediyorsunuz ama) Doğru iseniz bu tehdit ettiğini azap ne zaman olacak? (Onu da bize açıklayın)” derler.
49/50- De ki: “Ben, Allah’ın dilediğinin dışında kendi kendime ne bir zarar ne bir fayda verebilirim.. Her ümmete (azabının gelmesi için) tayin edilmiş bir vakti vardır. Ecelleri geldiği vakit artık ne bir saat geri kalırlar ne de ileri giderler.
50/51- De ki: Haber verin bana! (Allah’ın) azabı size geceleyin uykuda veya güpe gündüz (işinizle meşgul olurken) gelecek olursa (siz, pişman olursunuz.); suçlular, ondan hangisini istemekle sabırsızlanıyorlar?
51/52- Acaba azabı gördükten sonra mı iman edeceksiniz yoksa şimdi mi? (Azabı gördükten sonra iman etmenizin hiçbir faydası yoktur.) Halbuki onun çarçabuk gelmesinde sabırsızlanıyorsunuz, (Böyle yapmanız, o azabı inkâr etmeniz demektir. Azabı gördükten sonra iman etmenizin size ne faydası olur?).
52/53- (Allah’ın azabını inkâr edip sonra da) zalim olanlara denir ki: “Şimdi bu ebedi azabı tadın (hiçbir vakit ondan kurtuluşunuz olmayacaktır.)” vaktiyle kazanmakta olduklarınızdan başkasıyla mı cezalandırılacaksınız, (öyle mi sanı yordunuz.).
53/54- (Müşrikler) senden haber alıp (derler:) “O azap gerçek mi?” De ki: “Rabbime yemin olsun! O azap haktır ve olacaktır. (Ve siz Allah’tan) yakayı kurtaramazsınız”
54/55- (Kıyamet gününde) zülüm yapmış herkes, yeryüzündeki her şeye sahip olsa, (öyle bir duruma düşer ki) o azaptan kurtulmak için hepsini feda etmek ister. (Hayallerine gelmeyen, hatırlarından geçmeyen) azabı görünce içten içe pişmanlık duyarlar; (fakat, bu pişmanlıklarını gizletirler, ağlamaya ve konuşmaya dermanları kalmaz.). (Zalimle ile mazlumlar) arasında adaletle hükmedilir. Hiç birine (ne hakkını almada ne de haksızlığının cezasını ödemede) zulmedilmez.
55/56- (Ey Ademoğulları!) Haberiniz olsun! Semalarda ve yerde olan her şey Allah’ın mülküdür, (ve tasarrufu da onun elindedir.). Yine haberiniz olsun! Allah’ın (sevap ve azap adına her) vadettiği haktır. Lakin onların çoğu bunu bilmez (inkâr ederler.).
56/57- Dirilten ve öldüren Allah’tır. (Hepiniz hesap vermek için) Allah’a döndürüleceksiniz.
57/58- Ey insanlar! Size Rabbinizden bir nasihat ve öğüt içeren (bir Kur’an) ve (Kur’an’dan) gönüller derdine şifa, müminlere de bir hidayet ve rahmet geldi.
Tefsir:
Kur’an-ı Kerim, kalplerde bulunan her türlü bozuk fikir, bozuk ahlak ve batıl şeylere şifadır. Elhak böyledir. İnsan gözüyle bakan insanlar Kur’an’da bulunan güzel ahlak düsturlarını hiçbir yerde bulamazlar. Dünyada bütün alim ve filozofların kitaplarında insan oğlunun dünya ve ahret mutluluğuna müteallik yazdıkları kanunların esası ve temeli Kur’an’ın nurlu beyanında mevcuttur. Ne yazık ki, Müslümanların ahret hayatında kurtuluşa erebilmeleri için Kur’an’dan istifade ediş tarzları, onlar öldükten sonra ruhlarına okumak suretinde olmuştur. Öldükten sonra onlara Kur’an okumanın pek de faydası yoktur. Zahirde kendilerini Kur’an ehli sayıp Kur’an’ın dediği ile amel etmeyen sözde alimler, “Kur’an ölü nefisleri diriltir” deyip ölülere okurken kedilerini ondan istifade etmekten alıkoymakla, behaim gibi dalalet vadilerinde dolaşıyorlar demektir.
58/59- (Resulüm!) De ki: (Eğer sevinip şad olacaksanız) Allah’ın lütuf ve rahmetine göre sevinip şad olun. (Bundan başka şad olup sevinmeye layık olacak, bir şey yoktur.). Allah’ın lütuf ve rahmeti, onların biriktirip durduklarından daha hayırlıdır.
59/60- De ki: Haber verin bana! Allah’ın size verdiği rızıktan bir kısmını helal, bir kısmını da haram kılmanızı (size kim öğütledi). De ki: Size Allah mı izin verdi, yoksa Allah’a iftira mı ediyorsunuz?
60/61- Acaba Allah’a karşı yalan uyduranların kıyamet günü akıbetleri hakkındaki kanaatları nedir? (O gün herkese yaptığının cezası verilecektir. Yoksa kurtulacaklarını mı sanıyorlar.). Allah, şüphesiz insanlara ihsan ve lütuf sahibidir, (onlara akıl verir, peygamber gönderir, helal ve haram olan şeyleri onlara beyan eder.). Lakin insanların çoğu (Allah’ın verdiği nimetlere) şükretmezler.
61/62- (Resulüm! Hususiyle,) sen ne halde bulunsan ve Kur’an’dan ne tilavet etsen, sizler de amelden ne işlerseniz; ona dalıp gittiğiniz esnada mutlaka Biz üzerinizde nigehban bulunuruz, (gözümüzden hiçbir şey kaçmaz her şeyden haberdarız.); ne yerde ne semada zerre kadar bir şey Rabbin ilminden gaip olmaz. Bundan daha küçük ve daha büyüğü yoktur ki Levh-i Mahfuz’da (Allah’ın ilminde) sabit olmasın.
62/63- Haberiniz olsun bundan ki, Allah’ın dostu olanlara (kıyamet gününde) ne bir korku ne de tasa vardır. (Allah’ın düşmanlarını ise korku salıp mahzun olacaklardır.)
63/64- Allah’ın dostları o kimselerdir ki, iman edip Allah’a karşı çok saygılı olurlar. (Bu yüzden Allah’a itaat ederler, O’na hiçbir zaman saygısızlık etmezler.).
64/65- Dünya hayatında da ahrette de onlara müjde vardır. [Bu müjdenin, müminin salih rüyası olduğu rivayet edilmiştir.[8]] (Allah, hayır ve şer ne vaat etmişse verecektir;) Allah’ın sözlerinde hiçbir değişiklik yoktur. (Dünya ve ahret necat bulmak) işte bu en büyük kurtuluştur.
65/66- (Resulüm!) Müşriklerin sözleri (seni tekzip etmeleri, senin için tuzak kurma tedbirleri) seni sakın üzmesin. İzzet ve galibiyet tümü ile Allah’a aittir. (Onlar galip olamazlar, Allah sana yardım edecek onları mağlup edecektir.) Allah (müşriklerin konuştukları sözleri) işitip (senin için aldıkları tedbirleri de) pek âlâ bilmektedir. [Mekke müşrikler bir araya gelip, Allah Resulü’nü öldürmek için bir plan kurmuşlardı. Allah (cc), bunu Hz. Peygamber’e haber verdi.]
66/67- Haberiniz olsun ki, semalarda ve yerde bulunan akıl sahipleri Allah’ın (kulu ve onun iradesinde)dirler. Allah’tan başkasına tapanlar dahi, yakînen ve hakikaten Allah’a ortak koştukları (putlara) tabi olmuyorlar. Bunlar başka değil olsa olsa zanna uymuş olurlar ve bunlar sadece kendi düzdükleri putlarını Allah’a ortak koşuyorlar.
67/67- Allah, (mükemmel kudretiyle) geceyi içinde dinlenip asûde olansınız diye sizin için yaratan, (maişetinizi elde etmek için meşgul olasınız diye) gündüzü aydınlık kıldı. Şüphesiz bunda, (yekta, yegâne yaratıcı Allah’n varlığına) dinleyen bir toplum için ibretler vardır.
68/68- (Hıristiyanların dediği gibi) müşrikler de: “Allah (melekleri, kız) evlat edindi” dediler. (Ne ahmakâne söz diyorlar;) Hâşâ! O bundan pâk ve münezzehtir. O’nun hiç bir şeye ihtiyacı yoktur, (çocuğu ne yapsın.). Semalarda ve yerde ne varsa O’nundur. (Bir daha niçin evlat alsın.). (“Allah, çocuk edindi” diyorsunuz ya,) bunun için, yanınızda bir deliliniz de yoktur. Allah’a karşı kesin bilmediğiniz bir şeyi neden söylüyorsunuz.? [Her bir söz ki, sahibinden delilsiz naşi ola -- Onun sahibine cahil demek seza ola.]
69/69- De ki: Allah hakkında iftira edip yalan
uyduranlar (Allah, çocuk edindi
diyenler, ahret azabından) asla
kurtulamazlar.
70/70- (Onların Allah’a iftira etmeleri,) dünya menfaati içindir; (böylece insanları bölüp kolayca idare ediyorlar. Öldükten) sonra dönüşleri bize olacaktır. Daha sonra da inkâr ettiklerinden dolayı o çetin azabı biz onlara tattıracağız.
71/71- (Resulüm!) Bir de onlara (belki ibret alır şirkten vazgeçerler diye) Nuh kıssasını oku: Hani o öz kavmine demişti ki: “Ey benim kavmim! Eğer benim aranızda olmam, Allah’ın ayet ve ahkâmını size anlatmam ağır geliyorsa, (katlime karar vermişsiniz hiç umurumda değil;) ben Allah’a tevekkül etmişem, (sağlam itimadım onadır, o bana yeter,) siz de ortaklarınızla beraber toplanıp yapacağınızı yapın; (başvurmadık bir çare kalmasın ki) sonra (beni öldürme) işiniz başınıza gam açmasın. Sonra bana ne yapacaksanız yapın, bana mühlet de vermeyin, (sizden hiç korkum yoktur.)”
72/72- Eğer (benim öğüt ve nasihatimden dalınızı çeviriyorsanız, size soruyorum: Bu yüz çevirmenizin sebebi nedir? Benden nefret edecek bir şey yoktur,) sizden bir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım Allah nezdindedir. Allah’tan emrolunmuşum o Müslümanlardan olum (ki, Allah’ın dinini öğretmede, maksatları dünya olmayıp, bu öğretmeleri karşısında da hiç bir şey almazlar.).
Tefsir:
Bu ayetten ibret almamız gerekir. Biz İslam alimlerini halk nazarında ve Allah nezdinde itibardan düşüren şey, yaptığımız İslamî tebliğ ve nasihatleri para ile yapmamızdır. Allah (cc) bu hastalığı bizlerden kaldırsın. İbadet haneler, zahirde mescit, esasta bir alış-veriş merkezidir, ne alış-veriş merkezi belki de cepgirlik ve adam soyma yeri olmuştur. Ne zaman Allah’ın mübarek ve büyük ayı Ramazan girince insanların ibadet etmek için mescide gelmelerine bin türlü teşviklerde bulunuyorlar, fakat içlerinden diyorlar ki acaba bu insanları nasıl kandıralım da bu sene hasılat fazla olsun. Ey benimle aynı ilim kervanında yürüyen kardeşlerim! Bu sözlerden rencide olmayın. Bende sizin meslektenim. Allah’tan (cc) bundan sonra bu türlü işlerin yapılmaması için yardım istiyorum. Siz de benimle hem âvâz olun; bu çirkin işi terk edelim, ekmek-peynire kanaat edelim. Şayet biz bu işi terk edersek, avam insanlar da gidip, Allah’ı yalanlayan ve O’nun Resulü’ne iftira atan şahısları -ki, adını “mersiye hân” koyup onun başına üşüşerek getirip minbere çıkarmazlar- onlar da insanları bin dil ve hokkabazlıkla kendilerine iftira edip Resulüllah’ın gözünün nuru Hz. Hüseyin (as)’ın katlini ve onun ailesine karşı yapılan hürmetsizliği kendilerine geçim sermayesi yapmazlardı. Şayet biz az bir dünya metaından geçsek, bu sapık taife, kuşkusuz yalan sözlerle insanların malını elinden almazlardı. Bu taifenin sözleri Müslüman bir kimsenin ciğerini pâre pâre eder. Ki Hüseyin’e zulüm olmuştur. O Cenab’a ağlayan bu taife, o mübarek insanın kendisine ve ona bağlı olan ehl-i beytine ve temiz evladına ve seçkin arkadaşlarına gerektir ki ağlayalım.. Ta ne zamana kadar, biz gaflet uykusunda kalacağız? Adımız alim, özümüz sanki behaim, insanlar arasında dolanacağız. Mescit ve minberleri gizli pisliklerle pisletip inanların namaz ve orucunu batıl olmasına sebep olacağız! Ta ne zamana kadar, cahillik edip bu çirkin işlere göz yumacağız. (...) Ey Müslümanlar! Başkasından işitebilen bir kulak, görebilen bir göz ödünç olarak alın, bakın görün ki, bizim ibadet hanelerimizde olan böyle edepsiz hareketler, hangi mezhep ve milletin ibadet hanelerinde oluyor? Şu mersiye-hanlar, insanları ne kadar, dalalete salıyorlar, onlar minberde ne yapıyorsa halk da o şeyleri, aynı hak zannediyorlar, hatta böyle hareketlere karşı çıkan kimseyi tekfir bile ediyorlar. Hakir, (kendini kastediyor), ilk gençlik günlerimde gece vakti Muharrem ayının sekizinci gecesinde mescitlerden birinde bulunmuştum. Bir kısım dervişler bizim Bakü şehrine gelip kendisinin seyyit olduğunu da iddia ederek mersiye-hanların kervanına katıldılar. Onlardan yalancı biri gelip hemen minbere çıktı. Ağlayıp, nevhedarlık yaparak insanları kışkırtmaya başladı. Başını açıp, yakalarını yırtarak, araba çarkı büyüklüğündeki güya seyyitlik sarığını da yere saldı. Böylelikle nice insanları meclisten uzaklaştırıp başlarına topladılar. Ama bu adam milleti ağlatırken kendinin gözlerinde bir katre yaş çıkmadı. Aradan on beş dakika geçtikten sonra insanlar sakinleşti. Bizim hazret başladı; “Her yıl İmam Hüseyin’den bir beraatimiz vardır. Bu gece de beraat gecesidir. Haydi bakalım Ağamız, Hz. Hüseyin’i nasıl razı edeceksiniz. (Bu ifadeyle para istiyor.) Ey kurban! Siz halis Şiisiniz. Haydi görelim gayretinizi!” O esnada bir garip hadise daha oldu. Herkes elinden ne geldiyse vermeye başlayınca, minber üstünde duran “cahil tebliğci” toplanan paraların bihayli çok olduğunu düşününce heyecanlanıp: “Ben hasta oldum. Benim için bir defa daha galeyana gelin” dedi. Hemen onun emrini, belki Allah’ın emrinden de önce bilip, herkes galeyana geldi; minberin üstünde bir taraftan insanların ölülerini cennete yolluyor, diğer taraftan da galeyana körük çekip horultu çıkararak, insanların galeyanını, bağırtısını artırıyordu. Şimdi bu mudur, İslamiyet? İslam’ın ibadet yerlerinde böyle şeyler yapılır mı? Öyle ise bizler İslâm tebliğcileri olarak, Hz. Nuh (as) gibi olmalıyız. O, “Mükâfatım yalnız Allah nezdindedir” demişti. Biz de onun yolunda olmalıyız. Bu güne kadar bu işleri yaptınız, gelin bundan sonra bu işten vazgeçiniz. Ey benim alim kardeşlerim! Gelin bu işlerinizden Allah’a tövbe edin, tazarru ve niyazda bulunun. Ben diyorum: “Allah’ım, cahillik döneminde geçmiş günahlarımı bağışla. Bundan sonra bana tevfik ve ihsan eyle, senin yolunda sadıkâne hizmet edeyim. Amin.” Bu konuyu Şuara suresinde aynı ayetin meallerinde yine izaha çalışacağız.
73/73-Nuh’u öz kavmi tekzip edip, sözüne kulak vermediler. [Bozuk sistemlerde durum hep böyle cereyan eder. Rüşvet almayanı dinlemezler, rüşvet alan insanın dediklerini ise vahiy gibi kabul ederler.] Biz de (Nuh’un kavmini, tufan ile boğduk;) onu ve onunla beraber gemide bulunanları kurtardık, (bu kurtulanları) yeryüzünde halifeler kıldık. Ayetlerimizi yalanlayanları da denizde boğduk. (Resulüm!) Gör ki, uyarılıp da (sonunda itaat etmeyenlerin) akıbeti nice oldu. (Seni tekzip edenler de sonlarının böyle olacaklarından korksunlar.).
74/74- Nuh’tan sonra, (Hûd, Salih, İbrahim, Lud ve daha adını bildirmediğimiz) nice peygamberleri öz kavimlerine gönderdik. Onlara aşikâr deliller getirdiler. Fakat onlar bir defa yalan dediklerine sonuna kadar bir türlü inanmadılar.(Kalpleri hakikate kapalı olanlar gibi) haddini tecavüz eden asilerin de kalplerini mühürleriz, (Böylece ihtiyarlarını bir türlü iyiye kullanıp da iman etmezler.).
75/75- O peygamberlerden sonra, Musa ile Harun’u aşikâr mucizelerimizle Firavun ve cemaatine gönderdik. İman etmeyi kibirlerine yediremediler, zaten azgın bir kavim idiler.
76/76- Kendilerine tarafımızdan hak mucize gelince, “Bu (mucize değil) aşikâr bir sihirdir” dediler.
77/77- Musa dedi ki: “(Ey kavim!) Size hak (olan kelam ve mucize) gelince, (onu tan edip ayıplayarak,) bu (hak olan mucizeye) sihir mi diyorsunuz?” (Sihir aslı olamayan hayallerden ibarettir.) Sahirlerin ise hiçbir zaman katı açılmaz. (Bu mucizeler, Allah’tan bir gerçektir. Hiç onlara sihir denir mi?).
78/78- Dediler ki: “Atalarımızı o dini yaşarken
gördüğümüz dinden bizi döndüresin ve yeryüzünde (Mısır’da) büyüklük ve
saltanat sizin ikinizin olsun diye mi bize geldin? Boşuna uğraşmayın biz size
inanacak değiliz.
79/79- Firavun dedi ki: “(Bunlar sahirdirler;) bütün bilgili sahirleri bana getirin, (ki, bunların yalanlarını ortaya çıkarsınlar.)”
80/80-(Firavun’un hükmü ile) sahirler gelip hazır olunca, Musa dedi ki: “(Ey sahirler!) meydana ne atacaksanız atın.
81/81- Sahirler (sihir aletlerini atınca), Musa dedi ki: “Sizin getirdiğiniz sihirdir, (Allah’ın bana verdiği ise mucizedir.), elbette Allah sihri batıl edecektir, (mucizeyi de ona galip edecektir.). Şüphe yok ki, Allah (yeryüzünde) fesatlık yapanların işini düze çıkarmaz.
82/82- Günahkâr asiler, hoşlanmasalar da Allah (Musa’ya verdiği) hak vadini izhar edip açığa çıkaracaktır. [Allah, Musa’ya vadetmişti. Onu düşmanına galip edecekti. Ve galip etti.]
83/83- Firavun ve adamlarının kendilerini belaya uğratacağı endişesi ile, kavminden bir grup gençten başka kimse Musa’ya iman etmeye yanaşmadı. Çünkü orada Firavun çok üstün idi ve kesinkes, zulüm ve fesat çıkarmada son derece ileri gidenlerdendi.
84/84- Musa dedi ki: “Ey kavmim! Eğer Allah’a imanınız varsa ve ona teslim olduysanız, (Firavun’dan hiç korkmayın), sadece Allah’a güvenin.
85/85- Onlar da: “Tevekkül ettik Allah’a. Ey bizim Rabbimiz! Bize (Firavun ve adamları gibi) zalim bir kavmi musallat etme.
86/86- Bizi rahmetinle bu kafir kavmin elinden kurtar.”
87/87- Biz Musa ve kardeşine: “Kavminizden ötürü Mısır’da nice evler hazırlayın, evlerinizi de bir (küçük bir) mescit haline getirin. Namazı kılın (sakın terk etmeyin). (Ya Musa! Sen de, “Firavun size hiçbir zarar vermez” diye) müminlere beşaret ver.” diye vahyettik.
88/88- Musa dedi ki: “Ey bizim Rabbimiz! Sen Firavun ve adamlarına, dünya dirliğinde ziynet ve bir nice mallar verdin. Ey bizim Rabbimiz! (Sen onlara mal veriyorsun) onlar, (kendileri yoldan çıktığı gibi, insanları da) senin yolundan dalalete salıyorlar. Ey bizim Rabbimiz! Bu kâfirlerin mallarını sil süpür, (ta ki, mallarından bir eser kalmasın.), kalplerine de sıkıntı düşür. İman getirmesinler, ta ki can yakıcı azabı görsünler.
89/89- Allah buyurdu ki: “(Ey Musa ve Harun!) Duanız kabul olundu. Ama (Firavun ve onun cemaatini İslâm’a davet etmeye) muhkem ve müdavim olun. Allah’ın yolunu bilmeyen (cahillerin) ardına sakın düşmeyin. (Sakın acele etmeyin, her hâl ü kâr da Allah onlara azap gönderir.). [Peygamber-i namdarımız buyuruyor ki, acele şeytandan, teenni ise Allah’tan’dır.[9]]
90/90- Biz Beni İsrail’i (Kızıl) denizden geçirdik. Firavun ve askerleri zulmetmek ve saldırmak üzere onların dalınca gittiler. (Firavun ve ordusu karşıya geçmek için denize girmişlerdi. Firavun) boğulmaya yüz tutmuştu ki, (boğulma esnasından): “İnandım, gerçekten İsrail oğulları’nın iman ettiğinden başka ibadete layık hiç bir hak mabut yoktur. Ben de (Allah’a) itaat edenlerden olup (bütün işimi ona havale ettim)” dedi.
91/91- (Kâfirlerin, ölüm anında tövbeleri kabul olmadığı için, hemen öleceğini anlayan Firavun’nun, iman etmesi kabul olmayıp, Allah tarafından,) “Şimdi mi (boğulacağını anlayınca iman ettin, bu halde iman etmenin hiçbir faydası yoktur.) Halbuki bundan önce asi olup (tövbeni tehire salmıştın) ve (dünyayı) fesada verenlerdendin. (Kendin dalalette olman, yetmemiş gibi, bir de insanları dalalete salıyordun. Bu yüzden senin tövben kabul değildir.)”
Tefsir:
Bu ayet şuna delildir ki, günahkârlar, kudret ve ihtiyarları kendi ellerinde iken tövbe ederlerse kabul olur. Bazı mevzu hadislere dayandırılarak denilmiştir ki, “Allah, günahkârların tövbesini son nefesine kadar kabul eder.”[10] Halk arasında bu anlayış çok meşhurdur. Bu ayete göre, halkın bu anlayışı yanlıştır. Bu yüzden Kur’an’a muhalif olan hadislere itikat etmek Kur’an’dan yüz çevirmek demektir.
92/92- (Ey Firavun!) Biz de bugün senin bedenini, senden sonra gelenlere (Allah’a karşı gelenlerin, kendine tanrı diyenlerin akıbeti nasıl olurmuş) bir ibret olsun diye (ruhsuz olarak, sudan çıkarıp kenara atmakla) kurtaracağız. Bununla beraber, insanların bir çoğu ayetlerimizden yine de gafildirler.
93/93- (Firavun boğulup, Beni İsrail de kurtulduktan sonra) Gerçekten biz İsrail oğulları’nı beyenilmiş ve razı olunmuş (Şam gibi) güzel bir yurda yerleştirdik ve onları pâkize/leziz nimetlerle rızıklandırdık. (Aralarında mezhepçe) anlaşmazlığa düşmeleri de kendilerine (Tevrat’ın gelmesiyle kazandıkları) ilim geldikten sonra oldu. (Halbuki, Tevrat geldikten sonra ittafak etmeleri gerekirken tam tersi oldu). (Resulüm!) Şüphe yok ki, senin Rabbin, (mezheplere ayrılmak gibi) o anlaşmazlığa düştükleri konularda kıyamet günü aralarında hüküm verecektir.
94/94- (Farz muhal, bu Kur’an konusunda) Sana indirdiklerimizde (Bizim tarafımızdan geldiğine dair) bir şüpheye düşersen, senden önce (Yahudiler gibi) kitap okuyanlara sor. Kesinkes, Rabbinden sana hak/Kur’an gelmiştir. Sen elbette şüphecilerden olamazsın.
95/95- Ve sen, kesinlikle Allah’ın ayetlerini yalanlayanlardan olamazsın. O vakit, sen, zarar edenlerden olursun.
Tefsir:
Resulü Ekrem (sav), kendisine inen ayetlerin Allah’tan (cc) geldiğine hiçbir zaman şüphe etmemiştir. Zira, bu ifadeler de, Allah (cc), “Sen şüphe ediyorsun” demiyor. Belki, şart ve cevap suretinde ifade ediyor. Meselâ, “Sen şüphe edersen sana böyle azap edilir” gibi. Bunda Resulüllah’ın (sav), Kur’an konusunda şüphe ettiği anlamı çıkarılamaz. Bu ifadenin maksadı, Yahudi bilginlerinin vasıflarını anlatılıp, onlara, Allah Resulü’nün hiçbir zaman kendine inen ayetlerde şüphe etmediği konusu vurgulanmak istenmiştir.
96/96- Şurası bir gerçektir ki, aleyhlerinde Rabbin hükmü kesinleşmiş olanlar imana gelmezler, (kâfirliklerini sürdürürken, onlara ölüm gelip çatacaktır.).
97/97- Onlara can yakıcı azap gelinceye kadar, ne çeşit mucize gelirse gelsin iman etmezler.
98/98- (Kendilerine azap indirdiğimiz ülkelerden) keşke (azabımız onlara inmeye başlarken) iman etmeleri kendilerine fayda vermiş olsaydı. Ancak, Yunus’un kavmi bundan hariçtir; (Yunus’un kavminden başka yeis halindeki imanın fayda sağladığı hiçbir memleket halkı yoktur.). Yunus’un kavmi iman edince kendilerinden dünya dirliğindeki zelil eden azabı kaldırıp götürdük ve onları (dünya nimetlerinden) ecelleri gelene kadar faydalandırdık.
Tefsir:
Allah (cc), Yunus (as)’ı Musul topraklarında bulunan Ninova ahalisine peygamber olarak göndermişti. Yunus (as), gidip onları Allah’a davet etti. Allah’ın azabından korkmalarını istedi. Onlar Yunus’u tekzip edip ona iman etmediler. Yunus (as) onlara, üç gün sonra Allah’ın azabının inebileceğini söyledi. Cemaat birbiri ile istişare edip dediler ki: “Biz bu insanın hiçbir yalanına rastlamadık. Eğer bu kimse bizim aramızdan bu gece ayrılır da giderse, herhangi bir azabın inmesinden korkun, tövbe edin.” Yunus (as) onların arasından çıkınca Yunus’u aradılar fakat bulamadılar. Azabın ineceğini iyice anlamışlardı. Bunun üzerine Allah’a tövbe edip, mağfiret istediler. Çöle çıktılar. Çocukları annelerinden ayırdılar, hatta hayvanların balalarını bile ananlarından ayırdılar. Nâlan edip ağladılar. Allah (cc) da, bu hallerine karşılık onların tövbesini kabul etti. Üzerlerine bela inmeye hazır iken, onları kurtardı. Allah (cc), cemaatini koyup ayrıldığı için Yunus (as)’ı denizde balığın karnında hapsetti.[11] Bu konu (Saffat 37/139) bahsedilecektir.
99/99- (Resulüm!) Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde olan (insan)ların hepsi iman edip (İslam’a girerlerdi. Fakat, Allah, herkesin ihtiyarını kendi eline vermiştir. Hiçbir kimseyi cebren imana sokmaz. İmanı da küfrü de herkesin seçimine bırakmıştır.). Durum böyle iken, mümin olsunlar diye insanları zorlayacak mısın?
Tefsir:
Allah (cc), Resulü’ne buyuruyor ki, insanları cebren imana sokmak mümkün değildir. Mahluka galip olan ve cebir yapabilecek olan Allah’tır. İstese O, bunu yapar. Onun için onların imanları konusunda fazla üzülme. Onları kendi ihtiyarlarına/seçimlerine bırak. İmana girip girmemeleri kendi seçimleriyle olsun. Böylece her kez kendi yaptığının karşılığını bulsun. Sana sadece tebliğ etmek düşer.
100/100- Allah’ın izni olmadıkça hiçbir kişinin iman etmesi mümkün değildir. (Kişi imana doğru meyil edince Allah onun için bütün iman yollarını kolaylaştırır.). Akıl üzere hareket etmeyenlerin üstüne de bir uğrusuzluk yükler, (böylece Allah’ın emir ve nehiylerini anlamaya bir türlü muvaffak olamazlar.).
Tefsir:
Şerefli akıl, insan oğlu için Allah’ın bir emanetidir. Bir latife-i Rabbanidir. Allah (cc) insana akıl vermekle onu hayvanlardan ayırmıştır. Onun için akıl vasıtası ile, Allah’ı bilmeye varılmalı, O’nun mükemmel sıfatlarını anlamaya çalışılmalıdır. Bu yüzden genel olarak, Allah’ın mukaddes varlığını bulmada akıl kifayet eder. Bu yanıyla peygambere ihtiyaç kalmaz. Allah (cc), peygamberleri, şirki kaldırmak, bir de İslamî hükümleri vaz etmek için gönderir. Bundan dolayı, gelen hiçbir peygamber, “Ey insanlar, Allah vardır.”dememiştir, belki, her bir peygamber kendi ümmetini davet ederken: “Allah’ı bir bilin, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın.” demişlerdir. Bunlar, “Akıl, Allah’ın varlığına müstakil bir delildir. Peygambere ihtiyaç yoktur.” şeklinde anlaşılmamalıdır. Akıl tek başına, bedîhî emirlerde bir şey ifade eder. Mesela: Zulüm kabihtir, af edip bağışlamak ise güzeldir. Bu gibi şeylerin bilinmesinde akıl müstakildir.[12] Peygamber’e ihtiyaç yoktur. Allah Resulü (sav), bu gibi şeylerde bile insanları uyarması, onları gafletten uyarmak içindir. Yine bu yüzdendir ki, Allah (cc) akıl üzere yürümeyenleri Kur’an’ın her yerinde zemmetmiştir.
101/101- (Resulüm! Senden mucize isteyenlere de ki:) De ki: “Hele semalarda ve yerde olup bitenlere bir ince düşünün de bakın,! (Allah’ın varlığına ve birliğine mükemmel delil onlardadır. Benden niye mucize istiyorsunuz?). Fakat inanmayan bir topluma (Allah’ın birliğine delalet eden) deliller ve (azabından korkutan) uyarılar hiçbir fayda sağlamaz.
102/102- Acaba onlar, kendilerinden önce (Ad, Semud ve diğer kavimler gibi) gelip geçmiş olanların uğradıkları belalı günlerden başkasını mı bekliyorlar. (Resulüm!) de ki (onlara:) “Bekleyin, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim; (O zaman göreceksiniz, o belalı günler sizi de kıskıvrak yakalayacaktır.) [Nitekim, müşrikler, Bedir, savaşında beklediklerini bulmuşlardır (!)]
103/103- (Geçen peygamberleri tekzip eden kavimleri helâk ettiğimiz ve inanları kurtardığımız gibi,) Biz, sonra peygamberlerimizi ve (aynı şekilde) iman edenleri kurtarırız, (Resulüm! Bu müşrikleri de helâk edip seni kurtaracağız.) Müminleri kurtarmak üzerimize düşen bir haktır.
104/104- (Resulüm!) de ki: Ey insanlar! Eğer benim dinimin (sahih ve dürüst olmasından) şüpheniz varsa şunu iyi bilin ki, (aramızdaki fark); ben Allah’ı bırakıp da sizin taptıklarınıza tapmam, fakat ancak sizi öldürecek olan Allah’a kulluk ederim. Bana müminlerden olmam emrolundu.
Tefsir:
Eğer Resulü Ekrem (sav) günümüzde olsaydı, bu ayetle müşriklere hitap ettiği gibi, kuşkusuz aynı hitabı bize de yönlendirirdi. Biz adımızı Müslüman koyup her şehirde belki her köyde, sahrada, kendimize bir türbe ihdas ederek orayı ziyaretgâh edinmişiz. Bu türbelerden bazıları vardır ki, içinde kabir dahi yoktur. Buralarda bulunan taşlara veya kendimizin uydurduğu ayak ya da ellere, yüzlerimizi sürerek, arz ve niyaz ediyoruz. Her türlü hacetimizi onlardan istiyoruz. Acaba budan daha büyük putperestlik mi olur? Bunlardan dolayı, şu içinde bulunduğumuz döneme, cahiliye devri dense doğru olur. Bundan daha beter olan ise, kendilerini İslam’ın reisi sayıp, bir şey bilmeyen avam insanların önlerine düşerek onları koyun sürüsü gibi bu putperestlik yerlerine çekiyor, oralarda bizzat kendileri cebgirlik sanatını son derece maharet ve ustalıkla işliyorlar. İnsanları Allah’ın rahmetinden ümitlendirerek, cennetin kilidini de onların ellerine vererek zavallı halkı sevinç ve sürur içinde evlerine döndürüyorlar (!) Hiç bunlardan İslam lideri olur mu?
105/105- (Allah, bana buyuruyor ki), Allah’ın birliğini tanıyıcı olarak yüzünü İslam’a çevir; elbette sen müşriklerden olamazsın.
106/106- (Yine Allah bana emrediyor ki) Allah’ı bırakıp da sana ne fayda ne de zarar veremeyecek olan şeylere yalvarma! Eğer yalvarırsan, o takdirde kesinkes, haksızlık edenlerden olursun. (Çünkü Allah’a şirk koşmak en büyük haksızlıktır.).
107/107- (Resulüm!) Eğer Allah sana bir musibet eriştirecek olursa, onu yine O’ndan başka defedecek yoktur. Eğer sana bir hayır murat ederse, onun lütuf ve ihsanını geri çevirecek de yoktur. O, bendelerinden dilediğine maslahat görürse lütfu nasip eder. Allah, (kullarından sadır olan günahları, tövbe ederlerse) bağışlayandır, pek çok merhamet sahibidir.
108/108- De ki: Ey insanlar! Size Rabbiniz tarafından Hak (Kur’an ve İslam) geldi. Artık kim hidayet bulup (Kur’an’a ve İslam dinine tabi) olursa öz canı için hidayet bulmuş olur. Kim de dalalete düşüp (Kur’an ve dinden kenara çekilirse) öz nefsi aleyhine dalalete düşmüş olur. Ben sizin işlerinize vekil değilim (ki, ameliniz muhafaza edeyim. Ben ancak Allah’ın rahmetini müjdeler, azabından da uyarırım. Hesabınızı Allah görecektir.).
109/109- (Resulüm! Allah tarafından) sana vahyolunan (hükm)e tabi ol, (sakın halkın sözlerine kulak asma.) Allah hükmünü verinceye kadar (halkın, eziyetine, dine girmeyip yüz çevirmelerine) sabret, (işini Allah’a havale eyle), Allah hüküm verenlerin en hayırlısıdır.
Tefsir:
Bu ayet nazil olunca, Resulüllah (sav) Ensar’ı toplayıp dedi ki:[13] “Benden sonra bela ve mihnete/eziyete dûçar olacaksınız, benimle (ahrette Kevser Havzunun başında) buluşuncaya kadar sabredin.”[14] Yani bu, ayette Allah, bana sabrı tavsiye ediyor, öyle ise siz de sabredin. Enes b. Malik (ra) der ki: Biz Resulüllah’ın (sav) sözünü dinleyip sabretmedik (...) Muaviye b. Ebi Süfyan, Medine’ye geldiği zaman Medinelilerin hepsi onu karşılamaya çıktılar. Fakat Ebu Katade el-Ensarî çıkmadı. Muaviye konakladıktan sonra Ebu Katade onun yanına gitti. Muaviye:
— Niçin beni karşılamadın?
Ebu Katade:
— Binecek hayvanım yoktu ki, seni karşılayayım.
Muaviye:
— Hani sizin su çeken develeriniz neredeydi? (Bu sözü ile biraz dokunduruyordu.)
Ebu Katade:
— O devler, Bedir savaşında senin baban arkasında gide gide helâk oldular (!) Resulüllah (sav) buyurdular ki, benden sonra belaya düşersiniz..[15]
— Muaviye:
Peki, Resulüllah (sav) ondan sonra, ne dedi?
Ebu Katade:
— Buyurdu ki, “sabredin!”
Muaviye:
— Öyle ise niçin sabretmiyorsunuz?
Ebu Katade:
— Elbette sabrediyoruz...
Yunus sûresinin tefsiri tamam oldu.
Allah Resulü (sav) buyurdular ki: “Kim Yûnus sûresini okursa Allah o kimseye on hasene/sevap yazar.”[16]
Hud sûresi Mekke’de nazil olmuştur. 123 ayet, 1600 kelime ve 9567 harftir.
0/1- Bismillahirrahmanirrahim.
1/2- Elif. Lâm. Râ. (Bu sûrenin adı’dır.). Bu (Kur’an) öyle bir kitaptır ki, (hiçbir noksanlığın ona yol bulamadığı şekilde) ayetleri muhkem kılınmış, sonra da her şeyden haberdar olan hikmet sahibi Allah tarafından ayetleri bir bir açıklanmıştır.
Tefsir:
Nasıl ki, bir binanın yapılışı son derece muhkem olur, hiç bir bozukluk onda bulunmaz, aynen öyle de Kur’an-Kerim’in apaçık ayetleri yüce bir yerden inmiş ve eşsiz insan Hz. Muhammed (as)’a verilmiştir. Kur’an’ın getirdiği dinin üssü’l-esası, Hanif dini olan İslam’dır. Düşman ve bedhahların hıyaneti ona yetişemez. Kur’an’ı her noksanlıktan koruyan Allah’tır.
2/4- (Resulüm! İnsanlara de ki: “Böyle bir kitabı gönderen) Allah’tan başkasına ibadet etmeyiniz. (Artık bundan böyle işiniz bu olsun.) Hakikat şu ki, ben size O’nun tarafından (başınıza gelebilecek azaptan) uyaran, (vereceği sevabı da) müjdeleyen, bir peygamberim.”
3/5- Rabbinizin mağfiretini dileyin, sonra da tövbenizde sabit kalıp (Allah’a itaat ve ibadet edin) ki, (sizin için tayin ettiği) vefat vaktine kadar, sizi (dünyada) güzel rızıklar ihsan edip yaşatsın; (ahrette de) her fazilet sahibine layık olduğu ihsanı (tamamıyla) versin. Eğer (benim öğütlerime kulak asmayıp) dalınızı çevirirseniz kesinkes korkum o ki, size büyük bir günün azabı yetişecek, (helak olacaksınız.).
4/6- (Kıyamet günü) hepinizin dönüşü Allah’adır. Allah her şeye (asilere azap etmeye) kadirdir. (O’nu azap etmekten kimse alıkoyamaz.).
5/7-8- (Resulüm!) Haberiniz olsun. Bilesiniz ki, müşrik, (sinelerinde olanı) gizlemek için (seni görünce) göğüslerini bükerler. Yine bilesiniz ki, müşrikler elbiselerini başlarına sararlar ki, Allah’ın kelamını işitmesinler. Allah, neyi gizleyip neyi açığa vurduklarını çok iyi bilir. Şüphesiz Allah, sinelerde olan her türlü sıralara alimdir.
6/9- Yeryüzünde hareket eden her hayat sahibinin rızkını Allah verir ve her birinin müstakarrını da bilir müstevdaını da. (Karar ettiğ yeri de bilir, emaneten bulunduğu yeri de; durduğu, oturduğu yeri de bilir, gezip dolaştığı yeri de; babasının sulbünü de bilir, anne rahmindeki halini de; yattığı yeri de bilir, öleceği vakti de bilir.) Bunların, olmazdan önce ve olduktan sonra her halleri Allah’ın ilmindedir.[17]
7/10- Allah, apaçık kudretiyle, hanginizin daha güzel amel sahibi olabileceğinizi sınamak için semaları ve yeri (takdirî olarak) altı günde yarattı. (Semalar ve yer yaratılmadan önce) O’nun Arş’ı su üzerindeydi. [ Yani semalar ve yer yaratılmadan önce, Arş, bir de su yaratılmış idi] Onlara “öldükten sonra tekrar dirileceksiniz” dediğinde, o kâfirler de kesinkes sana: “Bu apaçık sihirden başka bir şey değildir.” Diyecekler.
Tefsir:
Semaların ve yerin altı günde yaratılması, altı gün kadar bir zaman takdirinde yaratıldı demektir. Çünkü, “bir gün” olabilmesi için güneş ve yerin daha önceden yaratılması gerekir ki, ona kıyasla “bir gün” denilebilsin. Onun için “altı gün”den kasıt, altı gün süresi kadar bir zaman demektir. Ayrıca, bu yaratılma işinin Allah’ın kudretine göre birden değil de, bir zaman süresi zarfında olması, biz insan oğluna teenni ile, acele etmeden iş görmemiz için bir misal teşkil etmektedir. Yoksa Allah (cc), varlığa “ol” der, o da “olur”du. Onun için her işi acele etmeden teenni ile yapmak benimsenen ve kabul gören bir haslettir. Diğer yandan her hangi bir şey teenni ile meydana gelirse o iş, hatasız olur. O halde, Allah (cc) kullarına, yerin ve semanın teenni ile yaratıldığını söylemekle, onların hatasız olarak yaratıldığını da beyan etmiş olmaktadır. Allah’ın Arş’ının su üzerinde olması meselesi ise, Semaların ve yerin yaratılmasından önce, Arş ve bir de sunun yaratıldığını ifade etmektedir. Arş: Taht demektir. Allah’ın arşı demek, O’nun hükümranlığı ve saltanatı, hakimiyet ve iktidarı demektir. Yeryüzünde bulunan ruh sahibi canlıların hayatının büyük bir kısmı suya bağlı olduğu ve bizzat kendi vücutlarının da büyük bir kısmı su olduğundan, suyun bizzat kendisi, hayat olarak adlandırılır, yani “su, hayattır”. Kur’an’da, “Her canlı şeyi sudan yarattık” (Enbiya 21/30) demekle bu tercihimizi doğrulamaktadır. O halde bu ayetin manası Allahu alem, “Allah’ın kudret ve saltanatı bütün mevcudatın hayatına ve onları henüz vücuda gelmemiş ezeldeki varlıklarına şamildir.” demektir.
8/11- Eğer müşriklerden bir kısmının göreceği azabı belli bir süreye kadar tehire salacak olursak, o zaman da, “onu engelleyen nedir? (Niçin gelmiyor?)” diyecekler. (Resulüm!) Haberin olsun, (Bedir günü ölüm) azabı onlara gelince onlardan geri çevrilecek değildir. (Elbette onları azap tutacaktır.). Ve alay edip (onu sabırsızlıkla bekledikleri) azap kendilerini kuşatmış olacaktır.
9/12- Şayet insana nezdimizden bir nimet (beden sıhhati, dünya malı), tattırır, sonra da onu kendisinden geri alırsak, kesinlikle (böyle durumda) ümitsiz olur, (daha önce verilen nimete) nankör olur, (hiç Allah’a şükretmez.).
10/13- Şayet kendisine dokunan bir zarardan sonra bir nimet tattırırsak, “Tasaya boğan kötülükler benden silinip gitti.” der. (Kendine yapılan bu iyiliği Allah’a isnat etmediği için, Allah, bu türlü kimse için buyuruyor ki: Zarar gidip, nimet gelince) insan mutlaka böbürlenir ve şımarır. (Bu haller insanı Allah’a şükretmekten alıkor.).
11/14- (Bazı insanlar, dünya nimeti elinden çıkınca, üzülür, nimet kendine yüz verince böbürlenip şımarır,) ancak (her iki halde de) sabır gösterip güzel ameller işleyenler müstesnadır. İşte onlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.
12/15- (Resulüm!) Beki de sen,: “Ona bir hazine indirilseydi veya onunla beraber bir melek gelseydi ya!” demeleri yüzünden, (müşriklere ulaştırmak üzere) sana vahyedilen (hükümlerin) bazısını (duyurmayı) terk edeceksin ve bundan ötürü sinene darlık düşecektir. (Senden istedikleri bu şeylerin hiçbirinin vücuda gelmesi mümkün değildir;) Sen, sadece (insanları Allah’ın azabından uyaran) bir uyarıcısısın, (insanlara mucize izhar etmen senin elinde değildir.) Allah ise her şeye vekildir, (sen, sana vahyedilen şeylerin hepsini geniş kalbin ve açık sinenle halka ulaştır. Onların kibir ve gururlarına, seni alaya almalarına aldırma. Allah, müşriklerin yaptıklarını kaydedip, cezalarını verecektir.).
Tefsir:
Daha önce vasıfları anlatılan o nankör ve şımarık kâfirlerin bir kısmı, “O, Allah’ın Resulü ise neye uğraşıyor, üzerine gökten bir hazine indiriliverse ya!”diyorlar. Diğer bir kısmı da, “Beraberinde bir melek gelip onun peygamberliğine şahitlik etse de görsek ya” deyip, Allah Resulü’nü (sav) alaya alıyorlardı. Resulüllah (sav) ise bunlara canı sıkılıyor, kendine vahyedilen Kur’an’ı, onlara anlatma fırsatı bulamıyordu. Onun için Allah (cc), Hz. Peygamber’in bunlara aldırmamasını ve kendine tebliğ edilen vahyi bildirmesini emir buyurdular.[18]
Hz. Peygamber’den (sav) sonra, her asırda kendini Peygamber’in naibi ve İslam’ın yardımcısı görüp, İslam’ın reisi olduğunu iddia edenlere bu ayeti iyi okumalarını tavsiye ederim. Allah Resulü (sav) nasıl ki, Allah’tan getirdiği emirleri insanlardan çekinmeden, asıl hüviyetleri ile tebliğ etti ise, İslam’ı tebliğ eden herkes aynı şekilde tebliğ etmelidir. Bu uğurda hizmete çıkmış insanlar, hiçbir zaman kimsenin kınamasına ve alay edilmesine aldırmamalıdır. İnsanlara yaranmak için, ilahî hükümlerin asılları değiştirmemelidirler. Din adamlarının İslam’ı kendi kafalarına göre anlatmaları sonucu, İslam’da ihtilaflar ve çeşitli mezhepler baş gösterdi. Müslümanlar arasındaki ittifak bozulup onun yerini tefrika alarak her tarafı kapladı. Allah’ın ittifak ve ittihat münadisi Kur’an’ın nurlu beyanı terk edilip, herkes kendisine göre bir düşünce ortaya koydu. Fırkalar ortaya çıktı. Her fırka kendisini “Fırka-i Naciye” sayıyor, başka mezhepleri ise küfür veya zındıklık ile suçluyor. Bunun neticesinde Müslümanlar çobansız sürü gibi yeryüzünde şaşkın dolanıyor. Zahirde koyun, batınen yırtıcı hayvan suretine girmiş bölükler (...) Öyle hale gelmişlerdir ki, bir daha birleşme ümitler artık kalmamıştır. Ancak Kur’an’a sarılıp, sair ihtilafları bir kenara atarlarsa o zaman ittifak etmeleri mümkün olur. Allah’ım! Camî bir kelime olan “İslam”ı yeniden gönüllerimizde duyur. Böylece bir ittihat ve ittihat hissi ver. İslam’a ittifak ihsan eyle!
13/16- Yoksa (bu müşrikler, Muhammed’in,) “Kur’an’ı, kendisi uydurdu” mu diyorlar? (Resulüm!) de ki: “Eğer (Kur’an’ı ben özümden düzdüğüm, iddianızda) doğru iseniz, Allah’tan başka çağırabildiklerinizi de yardıma çağırın da siz de onun gibi uydurulmuş on sûre getirin” (o vakit bilinir ki, ben de sizin gibi bu Kur’an’ı özümden yakıştırmışım! Siz Kur’an’a bir nazire getiremeyeceğinize göre, o halde bu Kur’an haktır.).
Tefsir:
Resulü Ekrem (sav), müşrikleri, Kur’an’a inanmamaları karşısında ona nazire getirmelerini istedi. Bu hususta da onlara, her türlü imkânı kullanabileceklerini de ekledi. Müşrikler, kendileri bizzat olmasa bile dilediği kimselere bunu yaptırmakta serbestiler. Kur’an’ın sûrelerine benzer en azından on sûre kadar bir şey ortaya koyacaklardı. Hepsine eşdeğer büyük bir kitap değil, üçer dörder ayetli kısa surelerden on sure bile ortaya koymaları yeterliydi. İşe bu halde onlara meydan okudu. Fakat müşrikler, bunun karşısında aciz kaldılar. Hiçbir şey yazamadılar. Eğer getirmiş olsalardı kuşkusuz bu gün elimize geçerdi. Şair, Züheyir b. Ebi Sülma’nın, Haram b. Sinan ve Haris b. Avf hakkında dediği kaside bu güne kadar geldiğine göre o da gelirdi. İmriu’l-Kays’ın, sahrada amcasının kızı Anize için kestiği devenin etine dediği şiirleri; Külsûm b. Amr’in, Hîre sultanı Amir b. Hind’i öldürmesi konusunda övünmek için yazdığı kasidesi ve bunlar gibi cahiliye devrindeki şairlerin şiirleri, bu zamana kadar ulaştığına göre o da ulaşırdı. Buna göre müşrikler, Kur’an’a hiçbir nazire getirememişlerdir. Bundan anlaşılıyor ki, Kur’an karşısında aciz kalmışlardır. Böylece Kur’an’ın hak olduğu vazıh bir şekilde ortaya çıkmıştır.
14/17- [Bu ayet hem Resulüllah’a hem de müminler hitap ediyor.] Eğer müşrikler, size cevap veremiyor (Kur’an mukabilinde sure getiremiyorlarsa ki, getiremediler) , bilin ki, o ancak Allah’ın ilmi ile indirilmiştir ve Allah’tan başka hak mabut yoktur. (Ey Müslümanlar! Kur’an’ın icazını gördükten sonra) atık Müslüman olmanızda yakîniniz arttı mı?
15/18- Her kimin muradı, (sadece) dünya hayatı ve onun ziyneti ise, dünyada ki amellerinin karşılığını (dünyada) onlara tastamam veririz. Hem de dünyada olan ecirlerinden hiçbir şey eksik olmaz. (Dünyada beden sıhhati ve mal varlığı gibi ne lazımsa onlara veririz.).
16/19- İşte bunlar, (yani dünya hayatının nimetini ve lüksünü gaye edinmiş bulunanlar), ahrette kendileri için ateşten başka hiçbir şeyleri olmayan kimselerdir; (dünyada) yaptıkları hayırlı amelleri de boşa gitmiştir. (Çünkü onların amelde muratları ahret olmadığından, Allah katında hiçbir sevap ve ecir alamazlar. Bu yüzden) yaptıkları her şey batıldır.
17/20- (İslam, dininin hak olduğuna akıl gibi elinde) aşikâr bir delili bulunan ve bu delili Rabbinden (Kur’an gibi) bir şahidin takip ettiği, (Kur’an’dan ) daha önce bir rehber ve rahmet olarak indirilmiş olan Musa’nın Kitab’ı da onun şahidi olan kimse, (sırf dünya hayatını tercih eden inkârcılar gibi) midir? Çünkü bunlar Kur’an’a inanırlar. Kim Kur’an’ı inkâr ederse, randevu yeri cehennemdir. (Resulüm!) İşte bundan dolayı senin bu Kitap’ta hiçbir şüphen olamaz; çünkü bu, senin Rabbin tarafından gelmiş bir gerçektir. Lakin, insanların çoğu (Kur’an’a) iman getirmezler.
18/21- Kim Allah’a karşı yalan iftira edenden daha zalim olabilir? Allah’a yalan bağlayanlar, (kıyamet gününde hesaplarını vermek üzere) Allah’ın huzuruna getirilirler. (Yaptıklarını inkâr edince, o vakit onlara şahit getirilir ve) şahitler de: İşte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir, diyecekler. [Her peygamber ve müminler, kendi kavimlerinin Allah’a yalan attıklarına şahitlik ederler] (Yalancıların yalanı, açığa çıkınca denilir ki, ey mahşer ehli:) Bilin ki, Allah’ın laneti (yalancı) zalimlerin üzerinedir!
19/22- Bu zalimler (aynı zamanda) insanları Allah’ın yolundan alıkoyurlar, (İslam’a girmelerine mani olanlar) ve o Allah’ın yolunu eğri göstermeye çalışırlar. Ahreti kesinkes inkâr edenler de onlardır.
20/23- (Ahreti inkâr eden) kâfirler, Allah’ı dünyada onlara azap etmekten aciz bırakacak değillerdir. (Eğer Allah isteseydi onlara azap ederdi.); Onların Allah’tan başka yardım isteyecekleri dostları da yoktur. (Allah tarafından, dünyada azap edilmeyip, ahrete bırakılarak, orada) onlara kat kat azap olacaktır. Üstelik onlar, hakkı işitmeye tahammül edemiyorlardı ve de hakkı göremiyorlardı. (Bu yüzden azaba dûçar oldular.)
21/24- İşte onlar, (Allah’a asi olup) öz nefislerine ziyan vererek (ahret azabını beğendiler.). Tanrı diye uydurdukları putlar da onları görmezlikten gelerek sıvışıp kaçtılar. (Halbuki kendilerine şefaat edeceklerine inanmışlardı.)
22/25- Şüphesiz onlar, ahrette öz nefislerine son derece ziyan verenlerdir. (Hiçbir vakit kurtuluş bulamayacaklardır.).
23/26- İman edip, güzel işler yapan ve Rableri karşısında iki büklüm olanlara gelince, işten onlardır cennet sahipleri ve onlar orada ebedî kalacaklardır.
24/27- (Biri Kur’an’a iman eden, diğeri ise inkâr eden) iki fırkanın durumu, (hiçbir şey anlamayan) kör ve kâr/sağır ile basiret sahibi, kulağını açan kimse gibidir. Acaba bunların hali hiç eşit olur mu? Hâlâ düşünmeyecek misiniz? (Düşünseydiniz, imanı terk edip küfürde kalmazdınız.).
25/28- Hakikaten biz Nuh’u öz kavmine (peygamber olarak) gönderdik. (Kavmini davet edip dedi ki:) “Ben sizin için aşikâr bir uyarıcı (peygamber olarak gelmişim).
26/29- Yegâne olan Allah’tan başkasına tapmayın. (Şayet, Allah’a tapmazsanız,) gerçek şu ki, ben size (gelecek olan) can yakıcı bir günün azabından korkarım. (Sadece Allah’a ibadet edin ki, bu azaptan kurtulasınız.).
27/30- Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: “Biz seni ancak bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. (İnsanlardan peygamber olsa biz ona daha lâyığız. İnsandan peygamber olmaz, olsa olsa melekten olur.). Bizden, basit görüşle hareket eden ayak takımımızdan başkasının sana uyduğunu görmüyoruz. (Onlar, hiç düşünmeden tez beri, sena iman etmişler, yoksa düşünüp de karar vermiş olsalardı, bunu yapmazlardı.) [İlk etapta, Nuh’a inananlar, fakir ve maddeten güçsüz kimselerdi. Bunun için kâfirler olara ayak takımı diyorlardı. Fakat bilmiyorlardı ki, Allah’ın yanında madde değil, iman fayda verir.] (Ey Nuh! Sen ve sana tabi olan) sizlerin bizden fazla bir meziyetini de görmüyoruz, (ki, sizden peygamber olsun da bizden olmasın.). Gümanımız o ki, (peygamberlik konusunda) yalan söyleyenlerdensin.
28/31- Nuh dedi ki: Ey benim kavmim! Peki şu söyleyeceğime ne diyeceksiniz? Ben Rabbimden bir delil ve burhan üzere isem ve Allah, bana öz tarafından bir rahmet (mucize) bahşetmişse, size de (bana verilen bu mucizenin hak olduğu) gizli kalmışsa, siz onu istemediğiniz halde biz sizi o (mucizeyi) kabul etmeye zorlayacak mıyız?
Tefsir:
Nuh (as)’ın kavmi, kendisinden mucize istediler. Allah (cc), bu ayette onu beyan ediyor. Gerçi ayette böyle bir mucizenin istendiği açıkça anlatılmıyor. Fakat ayetten anlaşılan o ki, böyle bir mucize istemişlerdir.
29/32- Ey benim kavmim! (“Gelin, Allah’tan başkasına ibadet etmeyin”, dememden ötürü) sizden her hangi bir mal istemiyorum. Benim mükâfatım ancak Allah nezdindedir. [Nuh’un kavmi dediler ki, “Ey Nuh, sana inananlar bayağı kimselerdir. Onları yanından uzaklaştır sana iman edelim. Buna cevaben Nuh:] İman edenleri ben (öz yanımdan) kovup kenar edemem; çünkü onlar (kıyamet günü) öz Rablerinin (rahmetine) kavuşacaklardır, (onların kovulmasını isteyenlere de Allah, azap edecektir. Ben onları yanımdan nasıl kovarım.) Lakin, görüyorum ki siz, cahiller gibi konuşuyorsunuz.
30/33- Ey benim kavmim! Ben onları yanımdan kovacak olursam (yarın) Allah’ın (azap ve intikamından) beni kim saklayabilir? (Acaba sizde o kuvvet ve kudret var mı?) Siz hiç düşünmez misiniz?
31/34- Ben size demiyorum ki, “Allah’ın hazineleri benim yanımdadır.” Gaibi de bilmem (ki, beni yalan ve iftiraya nispet edesiniz). Size, “Ben (Allah’tan gelmiş) bir meleğim” de demiyorum, (ki, diyesiniz: Bizim gibi bir insandın, sen nereden melek oldun?). O sizin kendi kafanıza göre, hor gördükleriniz hakkında “Allah onlara (ne dünyada ne de ahrette) hiçbir hayır vermez” de demiyorum. (Siz müminleri eksik görüyorsunuz ama) onların içlerindeki niyeti, en iyi Allah bilir. (Bu söylediklerimin aksini iddia etseydim) asıl o zaman zalimlerden olurdum.
32/35- Dediler ki: Ey Nuh, bizimle nizaya başlayıp çok niza ettin. Eğer doğru diyorsan bizi, tehdit ettiğin şu azabı tez elden getir de görelim.
33/36- Nuh dedi ki: Allah isterse, hikmeti iktiza ederse, o azabı ivedilikle getirir. Siz, (Allah’ı, azap getirmekten) aciz bırakacak da değilsiniz.
34/37- Şayet Allah sizi (bunca yaptığınız kötülüklerden dolayı) azdırmak istiyorsa, ben size nasihat vermek istesem bile, nasihatim
size fayda sağlamayacaktır. Rabbiniz
Allah’tır; (O’nun hükmünden dışarı çıkmaya kadir değilsiniz ki, sizi
dalalete saldıktan sonra, isteseniz tekrar doğru yolu bulasınız.). Son olarak dönüşünüz Allah’adır. (Orada yaptıklarınızın cezasını size
verecektir.).
35/38- (Ey Nuh!) belki senin Allah’a iftira ettiğini söylerler! De ki: “Eğer (bana vahyedilenleri) Allah’a iftira ediyorsam, günahım bana aittir. Fakat ben, sizin (bana karşı) attığınız iftiraların günahından uzağım. (Onlardan gelecek azap size aittir.).
36/39- (Allah tarafından) Nuh’a vahyolundu ki: “(Ey Nuh!) Bilesin ki kavminden şimdiye kadar iman etmiş olanlardan başka artık kimse iman etmeyecektir. Onların (sana karşı) yaptıkları şeylerden artık mahzun olma.
37/40- (Ey Nuh!) Bizim gözetimimiz altında ve vahyimize göre, gemiyi yap. (Olabilir ki, kavmine azap inerken, kalbin onlara yanar da, onları kurtarmam için bana duada bulunursun; sana diyorum:) Sakın zalim olanlar konusunda beni çağırma, (onlardan ötürü benden şefaat dileme! Hükmedildi ki,) onlar mutlaka boğulacaklardır.
Tefsir:
Nuh (as), Allah’ın kendine verdiği selim aklı ile, gemiyi yaptı. Nuh (as)’ın dünyada gemiyi ilk defa icat ettiğine dair ayetler de bir açıklık yoktur. Nuh (as) dünyada ilk defa gemiyi icat eden de olabilir, kendi şehrinde gemiyi ilk defa yapan da olabilir.
38/41- Nuh gemiyi yapıyor, kavminin ileri gelenleri ise, yanına her uğradıkça (gemiye bakıp) onunla alay ediyorlardı. [Nuh, gemiyi, su kenarından iyice uzak bir yerde yapıyordu. Yanına gelenler: Ey Nuh! Sana peygamberlik geldikten sonra böyle ne hale girdin, bu nedir? Nuh: Su üstünde gezen bir ev yapıyorum, dedi. Onlar da buna güldüler.] Nuh dedi ki: “Bizimle alay ediyorsanız, iyi bilin ki, siz nasıl alay ediyorsanız bir vakit olur, biz de sizinle alay ederiz.
39/42- Yakındır ki, kendisini rezil edecek azabın kime geleceğini ve (ahretteki) sürekli azabın kimin başına ineceğini bileceksiniz.”
Tefsir:
Nuh’un gemisi iki yıl içinde tamamlandı. Uzunluğu 300, eni 50, yüksekliği 30 arşın idi. Geminin üç katı vardı. İki katında hayvanlar, üst katında da kendileri bulunuyordu. İbn Abbas’tan gelen rivayete göre, Nuh’un gemisinde kendisi ile beraber 80 kişi vardı.[19]
40/43-44- Nihayet (onların boğulmaları konusunda) emrimiz gelince fırın kızıştı. (Nuh’un kavminin işi müşkül duruma düştü). Nuh’a dedik ki: “(Canlı türlerinin) her birinden (erkek ve dişi olmak üzere) ikişer tane, bir de aleyhlerinde (Nuh’un bir oğlu, ve hanımı gibi) hüküm verilmiş olanların dışında, aileni ve iman etmiş olanları geminin içine yükle. [Bundan sonra hitap Resulüllah’adır:] (Resulüm!) Zaten beraberinde iman edenler çok az idi.
Tefsir:
Ayette bulunan “farettennur/kaynayıp coşmak” ifadesinin en uygun tefsiri, Allah’ın onları boğma emri geldikten sonra, suyun yerden yükselmesi ve semadan yağmasıyla, Nuh kavminin durumlarının zorlaştığını anlatmak için “iş kızıştı” şeklinde yorumlanması daha uygun olur. Yani “işleri çaresiz kaldı” anlamında bir kinaye olarak kullanılmıştır.[20] Zira hadiste de “fırın kızıştı”[21] tabiri, harbin en çok kızıştığı dönemler için kullanılmıştır. Örfte de kullanılır. Kur’an da, örfte kullanılan insanların bildiği bir tabir ile bunu anlatmıştır. O halde “tennur”da murat, bizim bildiğimiz “çörek tandırı” değildir. Yoksa tefsircilerin, “bu tennur normal bir tandırdır; bu tandır, Kûfe’de idi, yok Şam’da idi, yok Hint’de idi..”, gibi ihtilaflı sözleri pek makbul sözler değildir. Kur’an’ı böyle zayıf manalara hamletmek doğru olmaz.
41/45- Nuh, (ayaline ve müminlere) dedi ki: “Bismillah (diyerek) binin gemiye! Onu yüzdüren de durduran da (Allah’tır). Şüphesiz benim Rabbim, (günah işleyip sonra da) tövbe edenleri bağışlayan ve çok merhamet edendir.
Tefsir:
Bu ayette bulunan iki kelimede bir çok “kıraat/okunuş şekli” vardır. Bunlar, “mecrâhâ ve mursâhâ” kelimeleridir ki, mastar olarak okunurlar. Fakat ben bunlardan ism-i fail kipini uygun buldum. Bu durumda, “Mucrîhâ ve Mursîhâ”[22] diye okunurlar.
42/46- Gemi içindekilerle birlikte, dağlar gibi dalgalar arasında akıp gidiyordu. Nuh, gemiye binmeyip uzakta duran oğluna (yüreği dağlanarak): “Yavrucuğum! Sen de bizimle beraber bin, kâfirlerle bile olma, (yoksa sen de onlarla beraber helâk olursun)” diye yalvardı.
43/47- (Nuh’un oğlu Kenan: Lüzumu yok) gidip, beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım, dedi. Nuh: “(Ey yavrum!) Bu gün Allah’ın merhamet ettiğinden başkasını, Allah’ın bu emrinden koruyacak kimse yoktur.” dedi. (Bu muhavereden sonra) aralarına dalga girdi, böylece o da boğulanlardan oldu.
44/48- (Allah tarafından) denildi ki: “Ey yer! Suyunu yut! Ey sema! Sen de suyunu tut. [Bu emirden sonra semadan yağış kesildi. Yerin suyu yavaş yavaş çekilmeye başladı. Nitekim buyuruluyor:] su çekildi. (Allah’ın Nuh’a vadettiği helâk) emri tamam oldu, (Nuh’un kavmi tamamen helâk oldu.), gemi gelip Cûdi (adlı dağın başına) aram eyledi. (Yine Allah tarafından) zalim kavme “Allah’ın rahmetinden uzak olun” denildi.
Tefsir:
Bu ayet son derece, fesahat ve belagatlı bir ayettir. Kur’an’ın fesahat ve belagatça en önde gelen ayeti dense sezadır. Fesahat ve belagatın nükte ve işaretlerini içinde toplamıştır. Bu nükte ve işaretleri anlatmaya Türk dili kâfi gelmediğinden, bunu anlatamayacağım.
45/49- (Kenan, boğulunca, Nuh’un, oğluna çok yüreği yandı) ve öz Rabbine niyaz edip dedi ki: “Ey benim Rabbim! Şüphesiz oğlum da ehlimdendir. Senin vâdin ise elbette haktır.. ve Sen hakimlerin en adaletlisisin. (Halbuki, sen vadetmiştin: Ehlimi kurutacaktın. Öyle ise hikmeti nedir ki, oğlum helâk oldu?)”;
46/50- Allah buyurdu ki: Ey Nuh! (Doğrudur; ben, senin ehlini koruyacağımı vadetmiştim. Fakat senin bu oğlun) olacak, asla senin ehlinden değildi. (Senin ehlin, salih olan kimselerdir ki, Allah’a iman etmişlerdir.) O, salih olmayan bir yaman amelin sahibidir. Hakkında bilgin olmadığı şeyi gerek ki, sormayaydın. Sana nasihatim o ki, sen cahillerden olamazsın!
Tefsir:
Bu ayet, işaret ediyor ki, karabeti diniye, nesep yakınlığından önce gelir. Gerçekten öyledir. Resulü Ekrem’in (sav) yanında, Bilal-i Habeşî’in yeri, ona inanmayan akrabalarına nazaran daha yakındır. Aynı dine inanan milletler birbirlerine daha yakındırlar. Onun için Allah Resulü (sav), bütün Müslümanları birbirlerine kardeş yapmıştır. Mekke’den Medine’ye hicret eden Muhacirin ile Ensar hicretin hemen ardından Resulüllah tarafından, birebir kardeş yapılmışlardır ki, bu vaka, bundan sonra gelen Müslümanlar için büyük bir örnek teşkil etmelidir. Ama yazıklar olsun.. yüz kere yazıklar olsun ki, Müslümanlar ne Kur’an’ın ayetlerine ne de Resulüllah’ın (sav) hadislerine bakıp, ittifakın ve ittihadın temelini teşkil eden bu büyük emri yerine getirmemişlerdir. Belki tam bunun aksi olmuş, Müslümanlar aralarına kin ve düşmanlık tohumları saçmışlardır. İslam’da nice fırkalar vardır ki birbirine zarar veren akılsız mahluklar gibi bakıp, kin ve adavetten bir lahza bile ayrılmamaktadırlar. Hem de bu tipler, ömürlerini hep bu işin peşinde sarf etmektedirler. Öyle ki zamanla bu tavır öyle bir hale gelmiştir ki, kendi mezhebinde olmayan insanları, zındıklıkla suçlamak, Allah katında büyük bir ecir ve sevaba eriştirir düşüncesi yerleşmeye başlamıştır (!) Halbuki İslam’ın temeli; bir Müslüman kimse bir zulme maruz kalsa dünyanın garbında olan diğer bir müminin ondan müteessir olması gerekir, esasına dayandırılmıştır. İslam’ın önderleri, Müslümanları birliğe ve dayanışmaya davet etmeli, kin ve nefretten uzak durmalarını sağlamalıdırlar. Böylece Müslümanlar dünyanın neresinde olursalar olsunlar, manevî bir birliktelik ile birbirine bağlanmış olur ve tek el haline gelirler. Şeyhu’l-Enbiya Nun (as)’ın durumundan hiç ibret alan yoktur. Çünkü Allah (cc), onun oğlunu, ehlinden olmasına rağmen iman etmediği için ehlinden saymamıştır. Suda boğmuştur.
Allah katından en efdal ve en hayırlı iş din kardeşine yardım etmektir, onları cehalet ve dalalet çukurundan kurtarmaktır. Allah Resulü (sav), dünyadan göçerken ahir nefesinde mescide gelip nihayet halsiz olmasına rağmen Müslümanlara nice vasiyetlerde bulunmuşlardır. Bunların en başta geleni de, Müslümanların birlik olmalarını istemiş, Muhacirleri Ensar’a, Ensar’ı Muhacirler’e tavsiye etmiştir. Onları, birbiri ile güzel muamele etmeye çağırmış, sonra gelen Müslümanlara da bunu tavsiye etmelerini istemiştir. Biz, yüzü karalar da, o Yüce Makam Sahibi’nin vasiyetine bir Müslüman olarak güya muhatap olmuşuz. Ne yazık ki, bu halimizle bir gün onun huzuruna çıkacağız...
47/51- Nuh dedi ki: Ey benim Rabbim! Ben bilmediğim bir şeyi istemiş olmaktan dolayı Sana sığınırım. (Allah’ım beni bağışla, kusurlarımdan geç, sana tövbe edip sana döndüm.) İlâhî! Eğer sen beni, bağışlamayıp bana acımazsan, (yaptıkları yüzünden) öz nefsine zarar verenlerden olurum.
48/52- (Resulüm! Nuh’un gemisi aram eyleyince, tarafımızdan) denildi ki: Ey Nuh! Bizden bir selamet ve huzurla, bir de seni kuşatan bereketle (gemiden) in. Ayrıca bu hayır ve bereket, seninle beraber olanlara da olsun. (Ey Nuh! Seninle beraber gemide bulunan kimselerden) kendilerini (dünyada) faydalandırdığımız (güzel nimetlerle rızıklandırdığımız) ümmetler de olacaktır. (Dünyada Allah’ın nimetlerine nankörlük ettikten) sonra onlara tarafımızdan can yakıcı azap dokunacaktır.
49/53- (Resulüm!) İşte bunlar sana vahyettiğimiz gaip haberlerindendir, (ki sanla bildiriyoruz.). Bundan önce bunları ne sen bilirdin, ne de senin kavmin (Kureyş). [Hususiyle Ehl-i Kitap olmayan, Mekke ehli, tahrif edilmiş kadarıyla dahi olsun, geçen peygamberlerin ve kavimlerin durumundan hiç haberleri yoktu. Onun için bu haberler onlar için sırf bir mucize oldu.] (Resulüm! Kavminden gelen eziyetlere) sabret, (Allah, onlara Nuh kavmine verdiği gibi bir hüküm verecektir. Nitekim, Nuh da kavmimin eziyetlerine sabretmişti.) Hakikat, akıbet, işin sonunda takva sahiplerinin olacaktır.
50/54- Ad kavmine de kardeşleri Hud’u (gönderdik.). [Kardeş demek, bir kavmin kendisinden demektir.] Hud dedi ki: Allah’a ibadet edin. (O’ndan başkasına tapmayın). Sizin için Allah’tan başka hak mabut yoktur. (Bu putlar ne ki, onlara ibadet ediyorsunuz). Siz, bu halinizle (gayeniz, onlara tapmak değil) ancak Allah’a iftira edip durmaktır.
51/55- Ey benim kavmim! (Allah’ın emirlerini size tebliğ etmem karşılığında) sizden hiçbir ücret mükâfat istemiyorum. Benim mükâfatım, Yaratanımın nezdindedir. (Ey kavmim!) Hâlâ aklınızla hareket etmeyecek misiniz? (Ki sizden, ücret istemeyen sadece nasihat edin birini dinleyesiniz.).
Tefsir:
Allah’ın gönderdiği her peygamber, yaptığı tebliğ karşısında o milletten hiçbir ücret istememiştir. Zaten milletin malında gözü olan kimsenin vereceği mesajı, kimse dinlemez. Ücret istemeden öğüt ve nasihat yapan kimsenin hiçbir alt niyeti olamaz. Fakat gayesi, ücret almak, mal kazanmak olan tebliğcilerin sözleri hiçbir zaman kabul görmez. Fakat günümüzde İslam tebliğcileri bu yüce ahlakı devam ettirememişlerdir.
52/56- Ey kavmim! Rabbinizden bağış dileyin; (sizi yaratan Allah’a iman edin.) sonra da (şirk koşmanızdan dolayı) Allah’a tövbe edin. (Eğer Allah’a istiğfar edip tövbe ederseniz, ihtiyacınız olduğu her zaman) Allah size semadan peyder per yağmur gönderip bereket verir ve kuvvetinize kuvvet katar. [Hud, Ad kavminin, bağ, bahçe sahibi olmalarını ve çok fazla güç ve kudrette bulunmalarını göz önünde bulundurarak, onlara en fazla ihtiyacı oldukları yağmur ve daha fazlasını istedikleri güç ve kuvvet verilebileceğini vadediyor, iman etmelerini istiyor.] Öyle ise gelin günahkârlar olarak dönüp gitmeyin.
53/57- (Hud’un kavmi) dediler ki: “Ey Hud, sen bize aşikâr bir mucize getirmedin. Biz de (sadece) senin sözünle tanrılarımızı terk edemeyiz ve sana inanacak ta değiliz.
54-55/58 (Ey Hud!) “Bizim sana diyecek bir sözümüz yok (!) Ancak şu kadar var ki, (Bizim putlarımıza uygunsuz sözler sayıp, onlara düşmanlık beslediğinden, intikam almak için) Tanrılarınızdan biri seni fena çarpmış!” Hud dedi ki: Be tahkik ben Allah’ı şahit tutuyorum siz de şahit olun buna ki, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden beri ve bîzarım.. Allah’tan başa (hepsinden). Haydi, (siz ve sizin putlarınızın) ne türlü çare ve hileniz varsa yapın, bana göz açtırmayın, (ne sizden ne de putlarınızdan korkacağım vardır.).
Tefsir:
Bu ayette az önce geçtiği üzere müşrikler, kendi putlarının Hud (as)’dan intikam alacağını söylüyorlar. Bakın ki, cehalet ne kadar ilerlemiş; cansız putlar güya intikam alacaklarmış. Böyle bir itikat besliyorlar. Bu düşünce, onların bilgisizliklerinin doruğa ulaştığını göstermektedir. Zaten Hud kavmi, küfür ve şirklerinde ayak diretmiş insanlardı. Bunun hayretle karşılanacak bir yanı da yoktu. Belki şaşılacak şey, İslam dininde mütedeyyin olan kimselerin, zahirde Müslüman görünüp içten şirk taşımalarıdır. Bunlardır ki, cansız mezar ve kabirlerden medet umarak kendilerine gelen belaları def edip bir kısım menfaat vereceklerine inanırlar. Sanki, Allah (cc), onlara hiç bir zaman, şunu söylememiştir: Zarar vermek ve menfaat vermek bana mahsustur. Günümüzde insanlar gidip, türbelere, taşlara yüzleriniz sürerek onlardan medet ummaktadırlar. Hatta onlar için kurban bile kesip hacet istemektedirler. Bu halleriyle putperestlerden ne farkları vardır? Hakikat gözüyle bakanda bunlar işledikleri bu fiilleri yüzünden belki de onlardan daha beterdirler. Ey Müslümanlar! Müslüman gerektir ki, her hal ve tavırlarını Kur’an’a göre ayarlasın. Allah bizleri doğru yola hidayet etsin..
56/59- “Ben muhakkak ki, hem benim Rabbim, hem de sizin Rabbiniz olan Allah’a tevekkül etmişim. Yeryüzünden hiçbir canlı yoktur ki, Allah onun alnından yapışmasın, (hepsinin iradesi ve yönetimi onun elinde olmasın). Şüphe yok ki, Rabbim doğru yol üzerindedir; (doğruluğun himayecisidir, herkese yaptığının karşılığını verir.)”.
57/60- “Eğer benden dal çevirirseniz, (Allah beni hiç kınamaz), ben, size tebliğ için gönderilen şeyi tebliğ ettim. (Bu konuda benden günah gitti, esas günah sizindir ki, Allah’a inanmadınız.). Rabbim (sizi helâk eder) yerinize başka bir kavim getirir. (Haktan yüz çevirip iman etmemenizle) Allah’a hiçbir zarar eriştiremezsiniz. Şüphesiz, Allah, her şeyi bilir, ve hıfz eder. (Sizin yaptıklarınız O’na gizli kalmaz, onların cezasını mutlaka çekeceksiniz).”
58/61- Azap emrimiz gelince, Hud’a ve onunla beraber iman edenlere lütufta bulunup onları (dünyada ki, helâktan) kurtardık. Hud ve onun tabilerini şiddetli ve ağır bir azaptan (cehennemin azabından da)[23] kurtardık. [Allah onlara zehirli rüzgâr “sam yeli” denilen bir rüzgâr gönderdi; ağızlarına ve burunlarına girdi, iç ve dış bütün organlarını yaktı. Kendilerini yara bere içinde bıraktı.]
59/62- (Resulüm!) İşte onlar, (bugün gider oralarda dolaşırsanız görürsünüz ki, o kabirler, o harabeler) Ad kavmidir; öz Rablerinin birliğine delalet eden ayetleri inkâr ettiler, Allah’ın peygamberine itaat etmediler ve her bir inatçı zorbanın arkasına düştüler..
60/63- Kendileri de hem bu dünyada hem de ahrette lanetle izlendiler. Bilesiniz ki, Ad kavmi Rablerini inkâr ettiler, yine haberiniz olsun ki, Ad.. (şu bizim) Hud’un Bu kıssada ibret alanlar için büyük ibretler vardır. Allah’ın maksadı sadece kıssa anlatmak kavmi, Allah’ın rahmetinden uzak kılındı. [Hud kavminin kıssası, tamam oldu. değildir. Bunu ibret almamız için anlatmıştır.]
61/64- (Resulüm!) Semud’a da kardeşleri Salih’i (peygamber olarak gönderdik). De ki: Ey benim kavmim! Yegâne olan Allah’a ibadet edin, (O’na şirk koşmayın), sizin için Allah’tan başka ibadete layık hak mabut yoktur, sizi (babanız Adem’i) topraktan (sizi de onun sulbünde) yaratan odur; sizi orada ömür sürmeye O memur etti. Öyle ise, Allah’tan mağfiret dileyin (imana gelin) sonra, (her türlü şüpheden) tövbe edin, (Allah’a dönün, ki sizi bağışlasın). Rabbimin merhameti (bendelerine) pek yakındır, (onların) dualarını da kabul edendir.
Tefsir:
“Sizi orada ömür sürmeye O memur etti” İnsan oğlunun yaratılmasının cilvelerinden birdi de yeryüzünde ümranlar kurmak, orayı imar etmek olduğundan Salih (as), kavmine yaptığı nasihatte sözlerini bu husus üzerinde bitirmeye çalışmıştır. Yeryüzünün imar edilmesi, Allah’ın yarattığı mahlukların hayatiyetini burada sürdürmelerine bir zemin hazırladığından pek çok önemi vardır. Özellikle bu imarların hayır kurumları olarak yapılması ve cümle insanlığın bundan istifadesi en büyük hayırların başında gelir. Onun için bu konuyu, varlıklı kimselerin yanında, oların nazarına serip hayır yuvalarını kurmalarına teşvik etmek lazımdır. Allah Resulün’ün her bir ameline uymak Müslümanların üzerine şarttır. Resulüllah (sav) Medine’ye varmadan, oraya iki mil uzaklıkta bulunan Kubâ adlı yere iner inmez hemen bir mescit yapmışlardır. Aynı zamanda Medine’de Mescid-i Nebevî’nin inşasında kendisinin bizzat taş ve harç taşıması hayır kurumlarını yapmaya teşvik ve örnek olmak için yeterli derecede bir misal teşkil etmez mi? Öyle ise, zengin Müslümanların böyle hayır kurumları yapmaları, onların üzerine, bu dinin vacip kıldığı emirlerdendir. Vatan evladını cehalet zilletinden çıkaran ve ilmin nurlu ufuklarına taşıyan okul ve üniversiteler açmak, o çocuklara şefkatli bir baba gibi muamele etmek, onların dünya ve ahret kurtuluşlarına vesile olmak insan olmanın ilk şartıdır. İslam coğrafyasına baktığımız zaman, geçmiş ecdadımızın bu işe ne kadar önem verdikleri gün ışığı gibi belli olur. Şimdi günümüzde başka milletlerin ilerlemesi, ileri ülkeler haline gelmesi, Müslümanların üçüncü dünya ülkelerinden görünmesi, Müslüman zenginlerinin cimri ve eli sıkı olmalarından kaynaklanmaktadır.
62/65- Dediler: Ey Salih, budan önce (peygamberliğini söylemeden önce) sen bizim aramızda ümit beslenir bir kimse idin. [Bu sözler sadece, o zaman söylenmiyor, günümüzde de çok senedir arkadaş olduğun kimseye, bir İslamî hakikati söyleyince, “sen de onlardan mısın? Doğrusu bunu senden beklemiyorduk”, diyenlere çok rastlanır.] şimdi bizi babalarımızın taptıklarına tapmaktan mı engelliyorsun? Hakikat şu ki biz, bizi kendisine ibadet etmeye çağırdığın şeyden bir şüphe içindeyiz, pek tatmin olmadık içimiz rahat etmedi.
63/66- Salih dedi ki: Ey benim kavmim! Peki şu söyleyeceğime ne diyeceksiniz? Ben Rabbimden bir delil ve burhan üzere isem ve Allah, bana öz tarafından bir rahmet (peygamberlik) bahşetmişse, (böyle bir halde iken ben size uyar da) Allah’a asi olursam o takdirde bana (yardım edip) Allah (ın azabın)dan kim kurtarır? (Acaba sizin buna gücünüz yeter mi? Şayet size tabi olsam) bana ziyan vermekten başka hiçbir kârınız olmaz. (Ama siz bana tabi olursanız, benden size sadece hayır ve menfaat gelir.). [Bundan sonra, Salih’ten mucize istediler nitekim:]
64/67- Ey benim kavmim! İşte istediğiniz, Allah’ın size mucize olarak gönderdiği devesi. Bırakın onu Allah’ın otlaklarından yayılsın, (size bir masrafı yoktur.), sakın ola zarar vermek kastı ile ona el uzatasınız! Sonra sizi ivedi bir azap hemen yakalar, (hiç tehir edilmez.).
65/68- (Derken Allah’ın emrini dinlemediler de) deveyi ayağının arkasından sinirlerini keserek (öldürdüler. Salih bunu görünce). “Öz yurdunuzda üç gün daha yaşayın, (ondan sonra size azap inecektir.). Bu söz asla yalan olmayan bir tehdittir.
66/69- (Üç günden sonra) emrimiz gelince, Salih’i ve onunlar beraber iman edenleri öz rahmetimizle kurtardık. Hem de o günkü günde rüsva olmaktan. (Resulüm!) senin Rabbin (zalimleri helâk edip, müminleri kurtarmaya) kuvvet ve kudret sahibidir, yaratıkların hepsine yegâne galiptir.
67/70- O zalimleri (Salih’in kavmini) şiddet bir gürültü yakaladı ve bu sebepten hepsi öz yurtlarında diz üstü çöke kaldılar. (Helâk oldular.).
68/71- Sanki o diyarda hiç sefa sürmemişlerdi. Agâh olun, Semud kavmi öz Rablerini inkâr ettiler, (bu yüzden onları azap yakaladı.), yine haberdar olun onlar (bu yüzden Allah’ın rahmetinden) uzaklaştırıldılar. [Semud kavminin kıssası da bitti]
69/72- (Resulüm!) Elçilerimiz (melekler) İbrahim’e (Sarre’den olacak bir oğlan çocuğunun) müjdesini getirince, selam verdiler; o da, selamı aldı. [Melekler, insan suretinde gelmişlerdi, İbrahim’de misafirlerine yemek hazırlatmaya başladı] çok geçmedi, hemen gidip onlara bir buzağı püryanı getirdi;
70/73- İbrahim baktı ki, misafirlerin elleri yemeye deymiyor. Onların (melek olduklarını) bilemedi ve içinden olara karşı (yemeği neden yemediler diye) bir korku hissetmeye başladı. (Misafirler bunu anlayınca) dediler ki: “Korkma biz Lut’un kavmine (onları helâk etmek için) gönderildik.
71-72/74- İbrahim’in hanımı (Sarre/Sâre) de onların hizmetine durmuştu. Bunun üzerine (doksan yaşında iken çocuğu olabileceğine alâmet, hayız olduğunu anlayınca) yüzü güldü. O’na İshak’ı müjdeledik, onun ardından (İshak’tan olacak olan) Yakub’u. (Ki Yakub, ninesi Sarre hayatta iken doğmuştur.). (Sarre) dedi ki: “Vay başıma gelene! Ben (doksan yaşında) bir koca karıyım, üstelik bu kocam da yaşlı bir adam. Bu gerçekten hayret bir şey!” [Sarre, Allah’ın bu işi yapmasındaki kudretini inkâr için değil, bu iş, tuhafına gittiği için böyle dedi.]
73/75- Melekler dediler ki: “(Ey Sarre!) Allah’ın emrine şaşıyor musun? [Melekler, Sarre’nin, nübüvvet hanesinde daima vahye hazır bir yerde bulunmasından dolayı böyle bir şey söylemesi, onların da tuhafına gitti.] Allah’ın rahmeti ve bereketi sizin üzerinizdedir. Allah, hamd u senaya layık ve bendelerine çok lütufkâr, ihsan sahibidir.
74-75/76- İbrahim’den korku iyice geçip gidince, bir de evladının olacağı müjdesi de gelmişti ki, Bizim(meleklerimiz)le, Lut kavminin helâk olması konusunda niza etmeye başladı. (Melekler, Lut’un kendinin kurtulacağını söyleyince İbrahim’in Lut için taşıdığı endişeden dolayı kalbi yatıştı.) Çünkü İbrahim çok yufka yürekli, (günahlarına âh edip inleyen) ve çok halim biri idi. (Zaten bu yüzden Lut konusunda niza etmeye girişmişti.).
Tefsir:
Hz. Lut, Hz. İbrahim’in yakın akrabasıdır, kardeşi Haran’nın oğludur ve onun şeriati üzere gönderilmiş bir peygamberdir. Bundan dolayı Hz. İbrahim’i de ilgilendireceğinden niza söz konusu olmuştur. Bu niza bilinen normal bir çekişme değildi. Sadece Lut kavminin başına gelecek olan şeyleri öğrenmek için yapılan bir konuşma idi: Melekler:
— Biz Lut’un şehir halkını helâk edeceğiz.
Hz. İbrahim (as):
— Lut’un kavmi arasında elli mümin bulunsa yine helâk eder misiniz?
Melekler:
— Hayır.
Hz. İbrahim (as):
— Peki kırk mümin olsa helâk eder misiniz?
Melekler:
— Hayır.
Hz. İbrahim (as):
— On mümin olsa helâk eder misiniz?
Melekler:
— Hayır.
Hz. İbrahim (as):
— Peki bir mümin olsa..
Melekler:
— Hayır.
Hz. İbrahim (as):
— Öyle ise Lut (as) onların arasındadır.
Melekler:
— Biz orada kimlerin olduğunu çok iyi biliyoruz. Lut’u ve ailesini elbette kurtaracağız. Yalnız karısı müstesna; o helâk olacakların arasındadır. (Ankebut 29/32) Bunun üzerine İbrahim (as)’ın kalbi rahatladı.[24]
76/77- (Resulüm! İbrahim’e hitap edip dedik ki:) “Ya İbrahim! (Bağışlamak ve yufka yüreklilik senin vasıflarındandır ama) bu konuda bizimle tartışmaktan vazgeç. (Bunlar bağışlanmaya layık değildirler; olsalar, Allah onlara azap etmez.). Zira Rabbi’nin emri kesinkes geldi, (onları, çirkin amelleri yüzünden helâk edecektir.) ve onlara geri çevrilemesi mümkün olamayan bir azap olacaktır. [Bunun üzerine İbrahim (as) sustu.]
77/78- Elçilerimiz Lut’a gelince, bunların gelmeleri yüzünden Lut fenalaştı, eli ayağı birbirine dolaştı, çaresiz kaldı ve “Bugün çetin bir gündür” dedi. (Çünkü, melekler, deli kanlı suretinde gelmişlerdi, kavmi de bunlara sarkıntılık yapmak için evine üşüşeceklerdi. Lut da melek olduğunu bilemediği misafirlerine karşı “şimdi ben ne yaparım, rüsva olurum” endişesini taşıyordu.).
78/79- Daha önceleri de çirkin işler yapmış olan (Lut’un) kavmi, koşup evine döküldüler. (Çünkü burada delikanlıları hissetmişlerdi.). Lut onlara: Ey kavmim! İşte kızlarım (onları nikâh edip alabilirsiniz), onlar sizin için daha pâkizedirler, (misafirlerimden el çekin), Allah’tan sakının da (bu pis ameli yapmayın.). beni misafirlerime karşı rüsva etmeyin. Acaba ne olur, sizden aklı başında bir adam yok mu? (Ki insanları bu çirkin işten men etmek için bana yardımcı olsun.).
79/80- Dediler ki: Senin kızlarından bizim bir hakkımızın olmadığını biliyorsun. (Bizler kadınları pek arzulamıyoruz.) ve sen bizim ne istediğimizi elbette biliyorsun.
80/81- Lut dedi ki: Sizi başımdan defetmeğe karşı ah bir kuvvetim olsaydı, ya da güçlü bir sığınağa çekilseydim. (Ama ne çare ki, özüm yalnız, size de kuvvetim yetişmiyor). [Lut evinin kapısını kitleyip, kapı ardından onlarla konuşuyordu. Kapıyı açmayacaklarını anlayınca, bacadan girdiler. Melekler, Lut’un çaresiz kaldığını anlayınca, kendilerinin melek olduklarını hemen çıtlattılar ve:]
81/82- “Ey Lut! Biz Rabbin’in elçileriyiz. (Aç kapıyı gelsinler,) onlar sana ilişemezler. [Lut kapıyı açınca içeri girdiler. Cebrail onların suratlarına vurunca gözleri kör oldu. Şaştılar; sillenin nereden geldiğini anlayamadılar.] Sen gecenin bir kısmı olunca ailenle birlikte hemen buradan çık git. (Şehirden çıkıp giderken) sakın sizden kimse dalını çevirip geri kalmasın; hanımın müstesna. (Lut, gelecek bela’yı ehlinden sadece eşine söylemedi.) Çünkü bu kavme gelecek azap onun başına da gelecekti. (Lut, onların ne zaman helâk olacağını sordu. Onlar:) Bilesin ki, helâk zamanları sabahtır. (Lut: Daha yakın olamaz mı? Onlar:) Sabah yakın değil mi? (Dediler.).
82-83/83- Emrimiz gelince, ülkenin altını üstüne getirdik.. ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş taşları yağış gibi yağdırdık. (Resulüm! O taşlar) Rabbin Allah katından (Lut kavmini helâk etmek için) işaretlenerek (yağdırılmıştır.) Bunlar, zalimlere (düşmekten) uzak değillerdir. (Her yoldan çıkmış kavme işte böyle taş yağar.) [Lut kavminin kıssası, burada sona erdi. Bir çirkin iş “livata” yüzünden yedi kent mahvoldu. Kur’an ehli bu çirkin işi yapmaya artık nasıl cüret edebilir?!]
84/84- Medyen cemaatine de kardeşleri Şuayb’ı (peygamber olarak gönderdik). Dedi ki: Ey benim kavmim! (Yegâne olan) Allah’a ibadet edin. (Sakın O’na şirk koşmayın). Sizin için Allah’tan başka hak mabut tanımıyorum. (Alış-veriş edende, terazi çekende) sakın eksik tartmayın, noksan ölçmeyin. (Artık alıp, eksik satmayın). Bakıyorum ki siz zengin insanlarsınız (ölçüde, tartıda hıyanet etmek size yaraşmaz. Aksi takdirde). Korkarım ki, hepinizi içine alacak bir günün azabı sizi (saracaktır.).
85/85- [Şuayb (as) önceki ayette, ölçü ve tartının eksik tartılmamasını, bu ayette de adaletle tastamam yapılmasını tavsiye ediyor.] Ey kavmim, ölçerken ve tartarken adalet üzere tastamam yapın. (Alış-veriş yapanların çoğunda görüldüğü gibi) İnsanların malını alırken fazla, satarken eksik satmayın. (Böyle yapmak fesada meydan verir) sakın fesatçılık yaparak azgınlık etmeyin.
86/86-87- Eğer inanıyorsanız, (haramdan kaçındıktan sonra) Allah’ın, helalinden sizin için ihsan ettiği kâr daha yahşi ve güzeldir. (Siz gelin benim sözüme bakın da, alış-verişte dürüst olun.) yoksa ben sizin üzerinize gözcü değilim. (İyi olanı tavsiye ederim, kötüsünden yasaklarım, başka da karışmam.).
87/88- Dediler ki: Ey Şuyab! Atalarımızın yaptıklarını terk etmemizi veya istediğimiz gibi mallarımızda tasarruf etmemizi bırakıp, senin dediğin gibi yapmamızı sana, namazın mı emrediyor? (Ne hakkın var, mallarımızda istediğimiz gibi tasarruf etmemize mani olamaya?) [Şuayb (as) çok namaz kıldığı için, Şuayb’ın yaptığı bu teklifin kaynağını kıldığı namaza bağlıyorlardı.] Halbuki, sen aklı başında halim selim bir adamsın (!) [Bu sözü istihza ederek söylemişlerdi.]
88/89- Şuayb dedi ki: Ey benim kavmim! Peki şu söyleyeceğime ne diyeceksiniz? Ben Rabbimden bir delil ve burhan üzere isem ve Allah, öz tarafından bana helal rızıklar vermişse (böyle durumda ben sizi, Allah’a kulluk etmeye, günahları terk etmeye davet etmeliyim, zira O’nun tarafından peygamber olarak gönderilmişim. O’nun tarafından peygamber olarak gönderilmişim.) Yoksa maksadım, size yasak ettiğim şeylerin aksini yaparak size aykırı davranmak değildir. (Size yasakladığım şeyleri ilk önce ben terk etmişim, yapılmasını istediğim şeyleri de ilk önce ben yapıyorum, böyle iken sözüme kulak asıp beni dinlemiyorsunuz!). Muradım sadece gücüm yettiği kadar sizi ıslaha çalışmaktır. Muvaffakiyetimi de yalnız Allah’tan bekliyorum. Bükü işlerimde O’na tevekkül etmişim. (Her bela ve musibette de) O’na müracaat ederim.
Tefsir:
“Yoksa maksadım, size yasak ettiğim şeylerin aksini yaparak size aykırı davranmak değildir” Bu ayet, Şuayb (as)’ın insanlara en büyük örnek olacak vasfını anlatılmaktadır. Her tebliğci ve hizmet adamı, anlattığı şeyleri ilk önce kendinin yaşaması gerekir. Sonra da insanlara anlatmalıdır. Allah (cc), İsa (as)’a buyurmuşlardır ki: “ Ey İsa! İlk önce sen öğüt dinle, sonra insanlara anlat.”[25] Vaizlerin çoğu tam bunun aksini yapmaktadırlar. İşte bundandır ki, söyledikleri gerçekler, insanların gönlünde mâkes bulmuyor. İnsanlar, gün be gün, tamamen, İslam’ın dediği şeylerin zıddını yapmaya çalışıyorlar..
89/90- Ey benim kavmim! Korktuğum şu ki, bana karşı gelmenizden dolayı, sakın siz, Nuh kavminin veya Hud kavminin yahut Salih kavminin başlarına gelen musibetler gibi bir musibete uğramayasınız! Lut kavmi (nin helâki ise) sizden uzak değildir. (Onların helâk olması hadisesi, daha dün oldu. Neden onlara bakıp da, çirkin işlerinizden vazgeçmiyorsunuz?). [Pompei, daha dün lavlar içinde kaldı. Ey günahkârlar, ibret alın!][26]
90/91- (Ey kavmim!) Rabbinizden mağfiret dileyin (O’na iman edin), sonra da (şirk koştuğunuzdan dolayı) tövbe edip O’na yönelin. Benim Rabbim (bendelerine) çok merhametlidir, çok şefkatlidir.
91/92- Dediler ki: Ey Şuayb! Biz senin dediklerinin çoğunu anlamıyoruz! (Sen ne diyorsun böyle!) hem de seni aramızda kesinlikle zayıf biri olarak görüyoruz. (Eziyet vermek istesek mukabele edecek gücün bile yok.) Eğer hısım ve akrabandan saygı duyduğumuz bir kaç kişi olamasaydı, muhakkak ki, seni taşa tutarak öldürürdük. Yanımızda aziz, (ihtiramlı) biri de değilsin, (bizim gözümüzde şahsen bir değerin yoktur.)
92/93- Şuayb dedi ki: Ey benim kavmim! Benim hısım ve akrabam, size Allah’tan daha mı değerli ki, Allah’ın gönderdiği her şeyi arkaya attınız? (O’nu hiç hesaba katmadımız? Güya, bana eziyet etmeyişinizin nedeni de, Allah’a olan hürmetiniz değil de, hısım ve akrabama olan hürmetinizmiş!) şunu iyi bilin ki, benim Rabbbim, bu yapmakta olduklarınızın hepsini ihata etmiştir. (Sizin yaptıklarınızdan hiçbir şey O’na gizli kalmaz.).
93/94- Ey kavim! Haydi bütün gücünüzle bildiğinizi yapınız. Şurası muhakkak ki, ben de (Allah’ın verdiği güç ve kudretle bildiğimi) yapacağım. Yakında bileceksiniz, o rezil ve perişan edecek olan azabın azabın kime geleceğini ve kimin yalancı olduğunu. Şimdi o azabı bekleyin ben de sizinle beraber bekleyeceğim!
94/95- (Resulüm! Şuayb’in kavminin helâk olması konusunda) emrimiz gelince biz de Şuayb’ı ve beraberinde ki, iman ehlini öz rahmetimizle kurtardık; zulmedenleri ise korkunç bir ses yakaladı. (Bu sesin yüzünden) hepsi öz yurtlarında dolanıp dizüstü çöke kaldılar. (Helâk oldular.).
95/96- Sanki öz yurtlarında hiç sefa sürmemişlerdi. haberdar olun ki, Semud kavmi (helâk olup Allah’ın rahmetinden uzak olduğu gibi) Medyen cemaati de uzak oldu.
96-97/97- Gerçekten Musa’yı da öz mucizelerimizle ve kuvvetli delillerimizle Firavun ve onun devletinde bulunan büyüklere gönderdik. (Devletin ileri gelenleri Musa’yı dinlemeyip) Firavun’a tabi oldular. Halbuki Firavun’un işi hiç de akıllı bir iş değildi, (belki aşikâr bir sapıklıktı.).
98/98- (Firavun) kıyamet günü kavminin önüne düşüp pîşuva/önder olur. Bir de bakarlar ki, (su diye) kendilerini ateşe götürmüş. Tuh, ne kötü sudur, o varılan ateş (suyu)!.. (Umarken suyu ondan, yandı canları oddan.)
99/99- Hem dünyada hem de ahrette onlara lanet olur. Ne kötü armağandır, (lanetle) ağırlanma.
100/100- (Resulüm!) İşte bu, (ahalisi helâk olmuş) şehirlerin haberlerinden bazılarıdır. (Değil mi, ne yaman haberlerdir!) onlardan bazılarının (harabeleri halen) ayaktadır, bazısı ise biçilmiş ekin gibi (izleri silinip gitmiş)tir.
101/101- Onları (o şehirlerin ahalisini helâk etmekle) biz zulmetmedik. Lakin kendileri (Allah’a asi olmaları yüzünden) özlerine zulmettiler. (Resulüm! Bu helâk olan kavimlerin) Allah’ı bırakıp da taptıkları tanrılar, Rablerinin emri gelince hiçbir fayda vermediler. (Fayda vermedikleri gibi, bununla da kalmayıp) iyice hasarlarını artırdılar. (Çünkü onlara tapmalarının cezasını da ahrette ebediyen çekeceklerdir.).
102/102- (Resulüm!) Senin Rabbin, memleketleri zulme dalmış, gitmiş bir halde yakaladığı zaman, O’nun yakalayışı işte böyle şiddetli olur. Şüphesiz Allah’ın azaba çekişi çok çetin ve can yakıcıdır.
Tefsir:
Zulmün çirkin olduğuna akıldan başka delil, bu ayetlerdir. Bu apaçık ayetler, zulmün kötü ve fena bir iş olduğuna son derece yeterli bir delildirler. Zulüm, iki kısma ayrılır: Birincisi, bir kimse Allah’ın farz kıldığı şeyleri terk eder, yasakladığını da yaparsa böylece Allah’a karşı asi olmakla kendine zulüm etmiş olur. Bizzat kendinin zalimdir. İkincisi; hakkı olmadığı halde başkasının malını alıp yer veya başka yönleriyle onlara haksızlık eder. İşte bu, zulmün en büyüğüdür. Bunu yapan insanlar, insanlıktan çıkar, hayvanlar kervanına karışır. Bu tipler, insan suretindeki canavarlardır. Birinci kısımdaki zulmün cezasını, insanın bizzat kendisi çektiği için, tövbe ederse Allah affeder. Ama ikinci kısmı hiçbir zaman affetmez. Gözünün tuttuğu şefaatçilerden de hiçbiri ona şefaat etmekle kurtaramaz. Bunlar Allah’ın rahmetinden ebediyen mahrum kalırlar.
103/103- Bu anlatılan kavimlerin helâk olmasında, ahret azabından korkanlar için (Allah’ın tevhit ve kudretine) elbette bir ibret vardır. (Ahret)günü öyle bir gündür ki, insanların hepsi orada toplanır, (Allah, mazlumun intikamını, zalimden alır.). (kıyamet)günü öyle bir gündür ki, bütün halayık orada toplanır, (hiç kimse içtimadan kaçamaz.).
104/104- Biz onu (kıyamet gününü) ancak belli bir süreye kadar tehire salarız. (Bu günün ne zaman olacağını Allah’tan başka kimse bilmez.).
105/105- O gün gelince Allah’ın izini olmadan kimse konuşamaz. (Bütün insanların nutku tutulur, özür dilemek için kimseye izin verilmez.) Bunlardan bazıları, şakî/bedbaht (cehennem vacip olanlar), bazıları da saîd/hoş-talihli (cennet vacip olanlar)dır.
106/106- Bedbaht olanlar ateştedirler, orada onlar, (azabın şiddetinden) feci bir şekilde hıçkıra hıçkıra derin nefes alıp verirler.
107/107- Hepsi orada, (ahrette kurulacak olan) gökler ve yer durdukça ebedi kalacaklardır. Ancak Rabbin dilerse (onları sıcak cehennemden alıp başka bir azaba mesela, zemherir/soğuk azabına çarptıra bilir. O zaman, azaptan azaba aktarılırlar.). (Resulüm!) Muhakkak ki senin Rabbin dilediğini yapmada çok faaldir.
108/108- Saîdlere gelince (ahrette kurulacak olan) gökler ve yer durdukça ebedi cennette kalacaklardır. Ancak Rabbin dilerse (onlardan cennetten nimetinden daha büyük olan makam-ı rızaya çıkarabilir). Öyle bir ihsan ve lütuf ki hiç kesilmez.
Tefsir:
Bu ayetlerde “gökler ve yer durdukça” tabirinden yola çıkarak bir kısım kimseler, cennet ve cehennemin de ebedi olamayacağını ileri sürmüşlerdir. Yani, cennet ve cehennemde kalmanın süresi şayet “gökler ve yer”in baki kalmasına bağlanıyorsa, o halde bunda çıkacak mana şudur: Kıyamet kopunca “gökler ve yerin” durumu malumdur. Onlar olmayacağına göre, cennet ve cehennem de ebedi olmayacak, gibi bir anlayış ortaya çıkmaktadır. Halbuki, ayetin kastettiği mana bu değildir. İnsanlar bir deyim olarak bazen “dünya durdukça” tabir kullanmışlardır. Yani “dünya durdukça” bu iş de böyle devam edecektir gibi. Allah (cc) da, bu örfte kullanılan tabirlerden, insanların daha iyi anlaması için (tenezzülat-i ilahiyye) olarak, bu tabiri kullanılmıştır. O halde, bu ayetten, “cennetin” veya “cehennemin” ebedi olamayacağı gibi bir manayı çıkarmak hiçbir zaman mümkün değildir.[27]
109/109- (Resulüm!) Artık şunların, (yukarından beri anlatılan müşriklerin) tanrı diye taptıkları şeylerden (azaba çekildiği gibi, bu Mekke müşriklerinin de aynı akibete uğrayacağından) hiç şüphen olmasın. Çünkü onlar ancak daha önce atalarının taptıklarına tapıyorlar. Biz onlara öz nasiplerini tastamam noksansız vereceğiz, (azaptaki hisselerinden hiçbir şeyi eksik etmeyeceğiz.).
110/110- (Resulüm! Peygamberler arasında itaat edilmeyen yalnız sen değilsin. Senden önceki peygamberlere bir bak ki;) Musa’ya Kitab’ı verdik; fakat onda ihtilafa düşüldü, (bir kısmı inandı, bir kısmı inanmadı. Nitekim Kur’an için de aynısını yaptılar.). Eğer Rabbinden (onların azabı ahrete kaldı diye) daha önce verilmiş bir karar olamasaydı, elbette haklarında hüküm verilmiş bitmişti. (Onlara dünyada da azap edilirdi.) Şurası bir gerçek ki, onlar Kur’an hakkında bir şek içindedirler, (başkalarına da) şüphe salarlar.
111/111- (Resulüm! Senin) Rabbin, (Kur’an’a inanan veya inanmayanlardan) her birinin amellerinin karşılığını onlara tamamıyla verecektir. Allah öz bendelerinin amellerinden haberdardır, (ona hiçbir şey gizli kalmaz.).
112/112- Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Beraberindeki tövbe edenler de (dosdoğru olsunlar). (Doğruluktan ayrılıp) ifrat ve tefrite sapmayın. Muhakkak ki, Allah, yaptıklarınızı görüp durmaktadır.
Tefsir:
İbn Abbas’tan rivayet ediliyor ki: Bütün Kur’an içinde Resulüllah’a bu ayetten daha ağır ve daha çetin bir ayet nazil olmamıştır; bunun içindir ki, Resulüllah (sav): “Hud suresi ve benzerleri beni kocalttı.”[28]
113/113- Zalim olan kimselere azıcık da olsa meyil etmeyin. Sonra size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka dostlarınız da yoktur. (İş işten geçerse) sonra (Allah tarafından) yardım da göremezsiniz.
Tefsir:
Bu ayet, zalimlere destek verenlerin hakkındadır. Onun için, zalimlerle eğleşip duranlar, onları dost etsinler, yaptıklarına razı olsunlar, hatta kendilerini de onlara benzetsinler, onların elbiselerini giysinler, onları övsünler ve onlara destek çıksınlar ne yaparsa yapsınlar, onlara da Allah azap edecektir ve onların azabı çok fazla olacaktır. Lakin Allah, zalime ne kadar azap verir, orasını sadece Allah bilir. Abbasi halifelerinden Elmuvaffık Lidînillah, imamın arkasında namaz kılıyordu. İmam Fatiha suresinden sonra, bu geçen ayeti okudu. Halife bu ayeti duyar duymaz yere yıkıldı ve bayıldı. Bir zaman sonra ayılınca, neden bayıldığını sordular: “Bu ayette Allah zalimlere meyil edene azap edecektir. Bu yüzen benim halim nice olacaktır?” dedi. Yazıkları olsun o kimseye ki, insanlara zulmediyorlar. onlar Allah’ın azabına dûçar olacaklardır. Kim, elinin altındaki insanlara iyi davranmaz ve onların hakkına riayet etmezse işte o zalimlerden sayılır. Zalim kimse, zulmünün cezasını daha dünyada çekmeye başlar...küfür devam eder ama zulüm devam etmez.
114/114- [Bu ayet beş vakit namaz hakkındadır.] Gündüzün her iki tarafında (sabah, öyle ve ikindi namazlarını) [29] ve gecenin evvelinde (akşam ve yatsı namazlarını) [30] kılın Çünkü hasenat (beş vakit namaz, aralarında işlenen) küçük günahları giderir. (Fakat büyük günahlar için tövbe edilmelidir.). Bu sözler, öğüt kabul edenler için bir nasihattir.
115/115- (Bu öğütlerden en önemlisi ve zarurî olanı sabırdır, Resulüm, emrolduğun şeyleri yapmada, yasaklandığın şeyleri de terk etme de) sabret. Şüphesiz Allah, iyi amel sahiplerinin ecirlerini zayi etmez.
116/116- (Ey Muhammed ümmeti!) Ne yüzden sizden önceki devirlerde halkı fesatlık etmekten engelleyecek akıllı/kemalli/faziletli insanlar bulunmadı? (Bulunsaydı ne iyi oludu.) Lakin onlardan, az bir kimseyi kurtardık ki, müstesnadır. (Bunlar kavimleri arasında nasihat edip, onları kötülükten men ediyorlardı.) o zulmedenler ise, şımardıkları refahın peşine düştüler, (son derece Allah’a isyan edip) günahkâr olanlardan oldular.
117/117- (Resulüm!) Senin Rabbin Allah’ın (hükmünde) olamaz ki, halkı ıslah edici olduğu halde (sebepsiz olarak) haksızlıkla o memleketi helâk etsin.
118-119/118- Şayet Rabbin dileseydi, elbette bütün insanları tek bir ümmet yapardı, (hepsini İslam’a dahil ederdi. Fakat Allah insanların ihtiyarını elinden almaz, akla kapı açar, inanmayı ise kendilerine bırakır.). Fakat onlar ihtilafa düşmeye devam edecekler. Ancak Rabbin’in merhamet ettikleri müstesnadır. (Bunları hak tarafına hidayet eder.) Bunun için (Allah, insanı, inanıp-inanmamak hususunda her iki tarafa meyilli olarak) yaratmıştır. Ve muhakkak ki, Rabbinin, “cehennemi tümüyle inanlarıyla, cinleriyle (asileriyle, kâfirliyle) dolduracağı” sözü böylece tamam oldu.
120/119- (Geçen) peygamberlere ait haberlerden, kalbinde yakîni artırıp (ümmetin hidayet bulmaları için eziyetlerine sabredesin diye) sana anlatıyoruz. Bu(sure)de sana (geçmiş peygamberleri ve onların başına geçenleri anlatan) bir hak söz, müminlere de öğüt ve bir ibret gelmiştir.
121/120-121- (Resulüm! Kur’an’a) iman etmeyenler de ki: “(Küfürde kaldıktan sonra artık), elinizden geleni geri koymayın! Yapın. Biz de (bize düşeni) yapacağız.”
122/122- Siz (Allah’ın azabını) bekleyin görün, biz de sizinle bile bekleyeniz, (bakın ki Allah size ne yapacak!).
123/123- Semaların ve yerin gaybını bilmek (onları yaratan) Allah’a mahsustur, (Hiçbir şey O’ndan gizli kalmaz. Mahlukatın dünya ve ahret) bütün işleri O’na döndürülür. (Bir mabut ki, bu sıfatlarla muttasıf olsun, O’na ibadet, en layık bir iştir. Öyleyse) O’na ibadet et. (Her işinde) O’na dayan. Rabbin, yaptıklarınızdan gafil değildir.
Hamd olsun, Hud sûresinin tefsiri tamam oldu. Ehlüllah ve ibret sahipleri için ne büyük dersler alınacak bir suredir. İbret için anlatılan kıssalar ve onların içindeki nükteler, rumuzlar, belagatı içeren, söz ve kelimeler hep bu surede mevcuttur. Allah (cc), fesahat ve belagatın en yüksek mertebede olanlarını bu Kur’an’da toplamıştır ki, hiçbir kimse tarafından taklidi ve nazirini yapmak mümkün değildir. Faka Kur’an’ın kendi ayetleri içinde belagatça farklılık arz edenleri vardır. Arapça’yı iyi bilen birine bunları anlaması hiç de zor olmaz.
Resulü Ekrem (sav) buyurdular ki: “Kim Hud sûresini okursa o şahsa, on sevap yazılır.”[31]
Yûsuf sûresi Mekke’de nazil olmuştur. 111 ayet, 1600 kelime, 7166 harftir.
0/1- Bismillahirrahmanirrahim.
1/2-3- Elif. Lâm. Râ. (Bu surenin adıdır.) Bunlar (bu sûrenin ayetleri, mucizeliği) aşikâr olan Kitab’ın ayetleridir.
Tefsir:
Yahudi bilginleri, müşriklere dediler ki, Hz. Muhammed (as)’dan sorun ki, Yakub’un çocuklarının Ken’an elinden Mısır’a gitmelerinin sebebi ve Yusuf’un kıssası nasıl olmuştur? Bunun üzerine Allah bu sûreyi indirdi.[32] Bu sûreyi derice düşünen insan onun apaçık bir mucize olduğunu hemen anlar.
2/4- (Muhammed(as)ın ana dili Arapça olduğundan) muhakkak ki, biz onu anlayasınız (gerçek niyetinin ne olduğunu bilesiniz) diye Arapça bir kitap olarak indirdik.
3/5- (Resulüm!) Sana bu Kur’an’ı vahyettiğimize göre, kıssalarında en güzel olanını (Yusuf kıssasını) sana anlatıyoruz. Hakikaten daha önce senin bundan hiç haberin yoktu. [Şimdi kıssa başlıyor:]
4/6- Hani bir zamanlar Yusuf, babasına demişti ki: Babacığım, ben rüyamda on bir yıldızla güneşi ve ayı gördüm; (Babası Yakub: “Oğlum onları ne şekilde gördün?” deyince, Yusuf:) Onları bana secde ederlerken gördüm, dedi.
Tefsir:
Yusuf (as) bu rüyayı iki yaşında görmüştü. Rüyada gördüğü on bir yıldız, ay ve güneş ise, on bir kardeşi, babası ve annesinin rüyadaki sembolleriydi. Rüyanın tabiri, yani gerçekleşmesi ise on iki yıldan sonra gerçekleşmiştir. Yusuf’un (as), ebeveyni ve kardeşleri on iki sene sonra Mısır’a gitmiş Yusuf’un huzurunda Allah’a şükür secdesine kapanmışlardır.[33] Böylece Yusuf (as)’ın gördüğü rüya da tabir edilmiş oldu.
5/7- (Babası, peygamberlik firasetiyle bu rüyadan oğluna da peygamberlik verileceğini anlayıp dedi ki:) Yavrucuğum! Bu rüyayı kardeşlerine haber verme. (Bu rüya bir peygamberlik rüyasıdır. Haber verdiğin takdirde kıskanır da) sona sana bir tuzak kurarlar, (öldürürler.). Şüphesiz şeytan insan için apaçık bir düşmandır, (kardeşlerini de aldatıp sana zarar verirler.).
6/8- (Babası, dedi ki: Yavrum, Allah nasıl ki, rüya göstermekle seni üstün kıldı ise böylece) Rabbin seni seçecek, sana (nice te’vile muhtaç) sözlerin yorumunu da öğretecek, sana ve Yakub’un evladına nimetini tamamlayacaktır. [Hz. Yakub’un bu sözü, doğru çıkmış, Hz. Yusuf dünyada ve ahrette büyük nimetlere nail olmuştur.] Nitekim bundan önce de iki atan olan İbrahim ve İshak’da nimetini tamam etmişti, (onları peygamber yapmıştır.). Senin Rabbin şüphesiz (insanlar arasında peygamberliğe layık olanı) iyi bilir, hikmet üzere nimetini ona tamamlar. [Yakub (as)’ın Yusuf (as)’a sözleri burada sona erdi.]
Tefsir:
Yakub, İshak’ın oğlu, o da, İbrahim (as)’ın oğludur. Yakub’ın iki hanımı bir de iki cariyesi vardı. Hanımlarından birinin adı, “Liyah” diğerinin adı da “Rahil” idi. Her ikisi de Yakub’un dayısı “Laban”ın kızlarıydı. O zaman İbrarhim (as)’ı şeriatine göre iki bacıyı aynı anda bir nikâhda bulundurmak yasak değildi. Daha sonra bu, İslam şeriatinde mensuh oldu. Yakub’un Liyah adlı hanımından, dört oğlu olmuştu. Adları: Rûbin, Şemûn, Leyun ve Yahuda idi. Rahile’nin ise hiç çocuğu olmadı. Belhah adlı cariyesini Yakub’a verdi ve “Bundan çocuk olursa benim çocuğum olarak sayın” dedi. Belhah’tan iki çocuk oldu. Adları: Dâ’ ve Neftali. Yakub’un Liyah adlı baktı ki, benim de evladım olmayacak o da “Zelpah” adlı bir cariyesini Yakuba verdi. Yakub’un bundan iki oğlu oldu. Adları: Kâd ve Eşir. Bunda sonra Liyah’ın bizzat iki çocuğu oldu. Adları: Yaskâr ve Zebûlûn. Sonra bir kızı oldu, adı, Diynah idi. Yakub’un diğer hanımı Rahil ise çocuğu olmadığı için Allah’a yalvardı. Sonunda onun dahi, iki oğlu oldu: Yusuf ve Bünyamin. Yakub’un (as) on iki oğlunun adları işte budur.
7/9- Muhakkak (anlamak) isteyenler için Yusuf ve kardeşlerinin (ahvalinde Allah’ın kudret ve hikmetine delalet eden) deliller vardır. [Bundan sonra kıssa başlıyor:]
8/10- Yusuf’un kardeşleri (birbirlerine) dediler ki: Yusuf ile kardeşi (Bünyamin) babamıza bizden daha sevgilidir; (onlar, babamıza hiç bir işte yardımcı olmuyorlar,) biz ise güçlü bir grubuz, (babamızın başına gelebilecek her belayı def ederiz. Buna göre nasıl olur da onları bizden fazla sever?) belli ki babamız bir yanılgı içindedir. [Sonra kurduklarını yapmaya başladılar:]
9/11- (Birbirlerine) dediler ki: Yusûf’u öldürün ya da (şehirden) uzak bir yere atın ki, babanızın yüzü/sevgisi size kalsın, (sizden başkasını sevmesin). (Babanızın sevgisi size kaldıktan) sonra (artık dünyada) muhterem insanlardan sayılırsınız.
10/12- Yusuf’un kardeşlerinden (Yahuda adlı) biri dedi ki: “(İnsan öldürmek büyük günahtır;) onu öldürmeyin, belki bir kuyuya salın ki, (oradan) gelip geçen kervanlardan biri onu çıkarıp alsın. Eğer mutlaka yapacaksanız (Yusuf’u atanızdan uzak tutmak istiyorsanız) böle yapın, (Hem Yusuf’tan hem de onu öldürmekten kurtulursunuz.).
11/13- Dediler ki: “Ey bizim atamız! Niçin Yûsuf’u bize güvenmiyorsun? Halbuki biz onun iyiliğini istiyoruz.”
Tefsir:
Yusuf’un kardeşleri gelip, babalarından Yusuf’da yanlarında götürmek için izin istediler. Yakub (as) izin vermedi. Sonra Yusuf’u kendileriyle beraber geziye çıkmaya ikna ettiler. Yusuf’un bizzat kendisi gidip izin istedi ve bunda ısrar etti. Arkasından kardeşleri gidip ikinci kez izin istediler. Nitekim bu ayette anlatılıyor.
12/14- “Yarın onu bizimle beraber gönder de oynayıp eğlensin (gölü gözü açılsın). Muhakkak biz, onu (eziyet ve cefadan) korur, (yine sağ-selamet sana teslim ederiz).”
13/15- Yakup dedi ki: “(Ey oğullarım!) Onu götürmeniz beni mahzun eder, (onun ayrılığına dayanamam.) hem de korkarım ki, (siz kendi işinizle meşgul olurken) gafil olursunuz da onu kurt yer. [Bu yörede kurt çok olduğu için, Yakub (as) böyle demiştir. Nitekim daha sonra oğulları da özür olarak babalarına “onu kurt yedi” diyeceklerdir.]
14/16- Dediler ki: Gerçekten biz kuvvetli bir topluluk olduğumuz halde, eğer onu kurt yerse kendine zarar vermiş kimselerden oluruz (ki, aramızda bir insanı koruyamayıp kurda yedirdik.).
Tefsir:
Yakub, oğullarının çok ısrar etmeleri sonunda onlarla birlikte Yusuf’un gitmesine izin verdi. Oğulları son derece bu işe memnun oldu ve sevindiler. Yusuf ise onlardan daha çok sevindi. Geziye gidecekleri geceyi sevincinden hiç uyumadı. Babası ise korkusundan gözlerini hiç uyku tutmadı. Sabah olunca babası Yusuf’un başını taradı, güzel kokular sürdü. Dedesi İbrahim’in gömleğini de ona giydirdi. Azık olarak da, iki çörek, biraz zeytin, biraz süt ve biraz da su, bir çantaya koyup Şemûn’a verdi ve dedi ki, giderken yol esnasında Yusuf acıkırsa ona verirsin. Yusuf, babasına veda etmeye gitti.. Yakub ise elini sinesine basıp ağladı. Oğullarına da dedi ki: Beni kınamayın, bu oğlumda dedem İbrahim ve babam İshak’ın izlerini görüyorum, bunun ayrılığına hiç dayanamam. (Yakub, bir günün ayrılığına dayanamıyordu ama, bilmiyordu ki, ondan sonra nice yıllar, ayrı kalacaktı.) Nihayet ayrıldılar. Şehrin kenarına çıktılar. Orada düşmanlıklarını Yusuf’a açıkladılar ve onu yere yıktılar. Ona eziyet etmeye başladılar. Yusuf baktı ki, kendini öldürecekler.. ağlayıp babasını çağırmaya başladı: “Babacığım gör ki, oğulların bana ne yapıyor” dedi. Kardeşlerinden hiçbiri ona acımadı. Rü’bil, onu görüp yere yıktı ve öldürmek istedi. Yusuf: “Kardeş, beni öldürme ne olur?” dedi. Rü’bil: “Gecesinde rüya gören, Rahil’in oğlu sen değil misin?, şimdi gelsin de gördüğün rüya seni kurtarsın bakalım” dedi. Yusuf, Yahuda adlı kardeşinden imdat istedi. O da merhamete gelip: “Kardeşlerim biz böyle sözleşmemiştik, sadece Yusuf’u kuyuya atacaktık; kervanlar gelip onu alacaklardı.” dedi. Sonunda buna razı oldular ve Rü’bil’in Yusuf’u öldürmesine mani oldular. İp getirip Yusuf’u kuyuya salladılar. Kuyunun içinde su vardı fakat boğacak seviyede değildi. Suyun kenarında bir taşın üstüne oturdu. Nitekim gelen ayet bunu anlatmaktadır:
15/17- Nihayet kardeşleri Yusuf’u alıp götürdüler ve topluca kuyunun en dibine atmaya karar verdiler. (Onlar Yusuf’u kuyuya atınca) biz de ona şöyle vahyettik: “(Sen bu beladan kurtaracaksın. Sonra kardeşlerin senin huzuruna gelecek ve) mutlaka sen de onlara hiç beklemedikleri bir sırada bu yaptıklarının haberini vereceksin.”
Tefsir:
Allah’ın vahyettiği gibi oldu. Kardeşleri, Mısır’da onun yanına geldiler. Yusuf’u devletin en yüksek tabakasında hizmet ederken gördüler ve hiç tanıyamadılar. Nitekim kıssanın bu bölümü ileride gelecektir.
Yusuf’u kuyuya atarlarken, kardeşlerinin on tanesi de orada idiler. Sadece öz kardeşi Bünyamin babasının yanındaydı. Akşam olunca Yahuda gelip kuyunun üstünden Yusuf’a seslendi. Böylece ölüp ölmediğini araştırıyordu. Yusuf:
— Sen kimsin?
Yahuda:
— Yahuda’yım. Durumun nasıl.
Yusuf:
— Babasından ayrı kalan, kardeşleri kendine zulüm ederek onu vatanında ayırdıkları, aç biilaç bıraktıkları kimse nasıl olabilir ki? Bundan sonra Yusuf, şiddetle ağladı, kardeşi Yahuda’yı da ağlattı. Sonra:
Yusuf:
— Ey Yahuda! Her ölen kimsenin bir vasiyet olur. Benim sana vasiyetim budur ki: Ne zaman bir civan delikanlıya bakarken beni yadına getir, nerede çığlık kopararak ağlayan bir yetim yahut bir garip gördün benim de bir yetim ve garip olduğunu yadına getir. Kardeşlerimin bana yaptıkları zulüm sakın babama haber verme.
Yahuda:
— Son derece şiddetli ağladı. Kardeşleri bu sese dökülüp geldiler. Onu kınayıp kuyunun üstüne de bir taş koydular. Yusuf o vakit on iki yaşındaydı. Üç gün kuyuda kaldı. Bu üç gün zarfında Yahuda, kardeşlerinden gizli olarak Yusuf’a yemek-ekmek getiriyordu. Sonra bir keçi yavrusunu kesip Yusuf’un gömleğini kana buladılar. Gömleği de bir kaç yerinden parçaladılar. Bununla “kurt yedi” imajını veriyorlardı. Gece vakti ağlaya ağlaya babalarının yanına geldiler. Nitekim gelen ayette anlatılıyor:
16/18- (Gittikleri geziden dönüp) geceleyin ağlayarak babalarına geldiler. (Yakub: Yusuf’un başına ne geldi? Dedi.)
17/19- Dediler ki: “Ey bizim atamız! Biz gittik aramızda (at yarışı) yapıyorduk.. (çocuk olduğu için) Yusuf’u da eşyamızın yanında bırakmıştık. (Biz Yusuf’tan uzakta iken) onu kurt yemiş. Fakat biz doğru söyleyenler olsak da sen bize inanmazsın.
18/20- (Sözlerinin doğru olduğuna) Yusuf’un yalan kanlı gömleğini de (şahit olarak) getirdiler. Babaları dedi ki: “Hayır nefisleriniz aldatmış da size (Yusuf’u katletme gibi) bir iş yaptırmıştır!.. artık benim halim güzelce sabretmektir. (Hiçbi surette insanlara şikâyet etmem.). Dediğiniz sözlere karşılık (Yusuf konusunda) Allah da yardımcı(ım olsun). [Yusuf üç gün kuyuda kaldıktan sonra Allah (cc) onu kurtardı. Medyen’den gelip Mısır’a giden bir kervan kuyudan Yusuf’u kurtarıp Mısır’a götürdüler:]
19/21- Daha sonra bir kervan gelip (kuyunun başına kondular, Malik b. Zu’ar[34] adlı) sucularını da (su almak için kuyuya gönderdiler. Malik) kuyuya kovasını saldı. (Yusuf, kovaya yapıştı. Malik kovanın ağır olduğunu görünce içine baktı güzel bir delikanlı görünce arkadaşlarını da çağırıp birlikte kuyudan çıkardılar, Malik:) dedi ki: “Müjde hey, müjde! İşte bir çocuk” (Yusuf’un kardeşleri hemen ona sahip çıkıp bir köle olarak satmak istediler.) Onu satılık bir mal alarak gizleyip korudular. Allah ise onların ne yapacaklarını biliyordu. (Kardeşlerinin onu öldürmemeleri için tedbir aldı.).
Tefsir:
Yusuf’u kuyudan çıkardıktan sonra güneş gibi parıldayan cemalini görünce şaşıp kaldılar. Yusuf’un kardeşleri ise, onu takip ediyorlardı. Hemen bu durumdan haberdar olup onların yanına gelerek:
— Bu güzel çocuğu nereden aldınız?
Oradakiler:
— Kuyudan çıkardık.
Yusuf’un kardeşleri:
— Bu çocuk bizimdir. Bizden kaçmıştı, ne zamandan beri onu arıyoruz.
Bir çok şeyler konuştuktan sonra Yusuf’u az bir paraya onlara sattılar.[35] Nitekim anlatılıyor:
20/22- Yusuf’u (kardeşleri) düşük bir değerle bir kaç dirheme[36] sattılar. Ona fazla önem vermemişlerdi. (Çünkü onların maksadı para değildi, onu, babasından uzaklaştırmaktı, onun için paraya fazla önem vermediler.).
Tefsir:
Malik dirhemleri verip Mısır’a gittiler. Mübarek Nil nehrinin kenarında konakladılar. Malik Yusuf’un Nil nehrinde yıkanmasını istedi. Yusuf (as) Nil nehrinde yıkandı. Malik, ona en güzel elbiseler giydirdi ve güzel bir ata bindirdi. O vakit Mısır melikinin pay-ı tahtı Menfis’te idi.[37] Mısırlılar, Yusuf’un cemalini görünce çok hayran oldular. Bölük bölük onun etrafına yığıldılar. Malik, Yusuf’u satmak için bir gün tayin etti. Tayin edilen gün gelince millet çok izdiham oldu. Mısır Azizi’nin (Firavun’un vezirlerine Arap dilinde Aziz denir.) hanımı Rail/Züleyha Yusuf’u görünce çok sevdi. Mısır Azizi Butayfır (Arapça’da Kıtfîr denilir) Yusuf’u büyük bir paraya satın aldı. Tarhiçi Veh b. Münebbih (116/734) diyor ki, Yusuf’u köle olarak satmaya başladıkları zaman kıymetini o kadar yükselttiler ki, kendi ağırlığında altın istediler. Onu kıymetini Kıtfir verip aldı[38] ve kendi evine götürüp serbest bıraktı; dilediği gibi hareket ediyordu. Kıtfîr’in evladı olmadığı için onu sanki evlatlık olarak almış ve Züleyha’ya verdi:
21/23- Onu satın alan Mısırlı (Kıtfîr), eşi (Züleyha’ya) dedi ki: “Onun hatırını hoş tut, (yemesine içmesine iyi bak), ümitvar ki, bu bize faydalı olabilir, ya da (evladımız olmadığı için) onu evlat ediniriz.” (Resulüm!) Yusuf’u (kurtarıp Mısır Azizinin kalbini ona meyil ettirdiğimiz gibi,) böylece onu Mısır’da söz sahibi kıldık, ona rüyaların tabirini de öğrettik. Allah öz emirlerine galiptir, (murat ettiği şeyi yapmasına hiç kimse mâni olamaz.) Lakin insanların çoğu bunu bilmezler. (Bu yüzden ondan başkasına el açıp yardım iterler.).
22/24- Ne zaman rüştüne (on sekiz yaşına)[39] erince, kendisine ilim ve hikmet verdik. Güzel amel sahiplerini işte böyle mükâfatlandırırız.
23/25- Evinde bulunduğu kadın onu kendine çağırdı, kapıları sıkı sıkı kapadı ve “gelsene” dedi. Yûsuf: “Maazallah! Doğrusu senin kocan benim efendimdir, bana iyi baktı. Şurası bir gerçektir ki, (iyiliğe karşılık kötülük yapan) zalimler asla iflah olamazlar.”
Tefsir:
Züleyha’ın Yusuf hakkındaki tek taraflı aşkı doruğa ulaştı. Öyle bir seviyeye geldi ki, artık bunu gizleyemedi. Kaç kere, nefsini Yusuf’a arz etti ve o da buna hiç cevap vermedi. Ne zaman ki Züleyha’nın takati kesildi ise bu sıra hile yolunu denemeye başladı. Güzel elbiselerini giyip, ziynetlerini takarak böyle halde iken, Yusuf’u evde yalnız olarak huzuruna getirtti. Yusuf da: “Allah’ım sen bana yardım et, bu fitneden kurtar” deyip şaştı kaldı. Züleyha ise maksadını ona anlattı. Sonunda kapıları kapadı, nitekim ayet de buna işaret etmektedir.
24/26- Zeliha kendi düşünce ve tasavvuruna göre harekete geçti, Yusuf da onu bu işten vazgeçirmek için üzülüp harekete geçti.[40] İşte ondan kötülüğü ve fenalığı böylece engelledik. Çünkü o, bizim ihlas kesilmiş kullarımızdandır. [41]
Tefsir:
Züleyha, Yusuf’dan (as), beklediğini bulamayınca, onu elde etmek için başka cilveli yollara baş vurdu.. Züleyha Yusuf (as)’a:
— Yusuf, ne güzel yüzün var,
— Allah, bu yüzü, anne rahmi gibi, murdar bir yerde yaratmış ve sonrada kabre sokup toprak edecek..
— Ey Yusuf! Ne güzel saçların var..
— Kabirde hepsi dökülecek.
— Ne güzel kokular sürümüşsün. Ne güzel kokuyorsun.
— Şayet, öldükten üç gün sonra kabrimde benim bu cesedimin nasıl koktuğunu görseydin böyle demezdin.
— Ey Yusuf! Ne güzel gözlerin var.
— Şimdi bunlarla kâinatta Rabbimin birliğine delalet eden delillere bakıyorum, fakat ölünce onlar da toprağa akacaklar..
— Ey Yusuf! Ne olur, o gözlerin yukarı kaldır da bana bir nazar eyle.
— Korkarım, dünyada ömrümün sonlarında bu yüzden gözlerim kör olur.
— Ey Yusuf! Neden benden uzak duruyorsun?
— Allah’a (cc) daha yakın olmak için senden uzak duruyorum.
— Ey Yusuf! Elbiseni çıkar, gel benimle rahat bir uyku uyu.
— Ne rahat uyku ne başka şey, beni Allah’tan saklayamaz.
— İpekten döşek serilmiş seni bekler.. gel benim gönlümü hoş eyle..
— O vakit benim cennette olan hakkım elimden gider.
— Ey Yusuf! Beni kızdırmak mı istiyorsun?
— Senin kızmana karşılık Rabbimin rızasını kazanıyorum.
— Ey Yusuf! Sen benim kölemsin. Ben seni paramla satın aldım..
— Bana günah kazandırmak için mi satın aldın?
— Ey Yusuf! Keşke ben seni görüp tanımasaydım.
— Bu, benim kardeşlerimin suçudur; beni sattılar, ben de bu diyara düştüm.
— Ey Yusuf! Bir elin getir de şu sineme koy bari rahat etsin.
— Benim, cehennemde yanmaya hiç de niyetim yoktur.
— Ey Yusuf! Ben seni aldım ki, kendime eş edineyim.
— Ben başka kimsenin arazisinde nasıl ziraat edine bilirim?
— Sana azap etmeleri için cellatların eline veririm; bana yar olmamakla benim bedenimi erittiğin gibi, onlar da senin bedenini eritirler.
— Rabbim benden razı olduktan sonra, sizin vereceğiniz azaptan bana hiç bir ayıp yoktur.
— Ey Yusuf! Hâlâ benden uzak durmanın sebebi nedir?
— İki haktan dolayı: Birincisi, Rabbimin hakkı; çünkü bana böyle emretmiştir. İkincisi ise, efendim Kıtfîr’in hakkı, ona hıyanet edemem.
— Ağanın hakkına gelince altın kâseye zehir katar ona içiririm, böylece ölür; Rabbin hakkına gelince; benim çok malım vardır, senin günahına karşılık fakirlere sadaka veririm, o vakit Allah seni bağışlar.
— Benim Rabbim rüşvet kabul etmez![42]
Bu konuşmalardan sonra Züleyha çok kızdı. Elini attı ki Yusuf’u tutsun. Yusuf kapıya doğru kaçtı. Züleyha, Yusuf’un gömleğini arkadan yakalayıp parçaladı. Tam bu durumda iken kapıda Kıtfîr ile karşı karşıya geldiler. O, bu hali görünce çok şaştı. Nitekim anlatılıyor:
25/27- İkisi de (Yusuf, kurtulmak için, Züleyha da yakalamak için) kapıya koştular. Kadın, onun gömleğini arkadan yırttı. (Bu haldeyken) kapının yanında onun kocasına rastladılar. (Züleyha, kendinin haklı, Yusuf’un da haksız olduğunu anlatmak için hileye başladı:) Dedi ki: Senin ayaline zina etmeye kalkışanın cezası ya zindana salmak ya da can yakıcı bir azap vermekten başka olamaz!
26/28- (Yusuf, kendini töhmette bırakan bu olay karşısında) dedi ki: “(kadının) kendisi benden yararlanmak istedi.” (Kıtfîr, bu duruma şaşınca olayı temize çıkarmak için) kadının yakınlarından biri de şahitlik etti: “Eğer (Yusuf’un) gömleği önden yırtılmış ise kadın doğru söylemiştir, o zaman (Yusuf) yalancılardan olabilir.
27/29- Yok eğer (Yusuf’un) gömleği arkadan yırtılmış o kadın yalan söylemiştir, (Yusuf) doğrudur.”
28/30- (Bu şahidin sözlerinden sonra Kıtfîr) gömleğin arkadan yırtılmış olduğunu görünce (kadının suçlu olduğunu anladı ve) dedi ki: “Bu iş, kesinkes siz kadınların tuzağıdır. Gerçekten sizin hileniz, yüksek derecede (kalplere müessir olur)”. [Kıtfîr, yüzünü Yusuf (as)’ın tarafına çevirip bu olayın burada kapanmasını istedi nitekim:]
29/31- “Yusuf, sakın sen bundan bahsetme! (Züleyha’ya dönüp:) Sen de günahında dolayı tövbe et. Çünkü sen günahkârlardan oldun. (Hıyanet edip Yusuf’a iftira attın.).” [Hayret! Kıtfîr’in gayretine....]
30/32- Şehirde nice kadınlar (bu olayı yayıp) dediler ki: “Aziz’in karısı, delikanlısının nefsinden murat almak istemiş; Yusuf’a olan aşkı onun kalbini delmiş! Biz onu apaçı bir dalalet içinde görüyoruz. (Beyini bırakmış da, kölesiyle aşkbazlığa girişmiş..)
Tefsir:
Bu hadiseyi şehirde yayan şu beş kadının olduğu söylenir: Padişahın sucusu, perdedârı, yemekçisi, imrahorun hanımı ve hapishane reisinin hanımı. Züleyha, bu kadınların kendisin ayıpladığını duyunca, Yusuf’un (as)’ın, dayanılmaz güzelliğini onlara da gösterip, bundan dolayı kendisini kınamalarının yersiz olduğunu onlara anlatmak istedi. Onun için bu kadınları evine davet etti:
31/33- Kadın onların dedikodusunu duyunca, onlara (Mısır’ın ileri gelenlerinin hanımlarına) davetçi gönderdi ve onlara mükellef bir sofra hazırladı. Her birine bir bıçak verdi. (Onlar meyvelerini yerken, Züleyha da, Yusuf’u güzel elbiseler giydirerek onlara hizmet için) “çık karşılarına” dedi. Kadınlar, görür görmez, kendilerinden geçtiler, şaşırıp bıçakları ellerine sapladılar. Dediler ki: Hâşâ (Allah, böyle bir insan yaratmaktan aciz değil) ama bu da bir beşer değil! Olsa olsa (Allah katında) ikrama mazhar bir melektir. (İnsan oğlundan böyle biri olası değildir.).
32/34- (Züleyha, kadınların kınamasından dolayı diyeceği sözün tam vaktini bulmuştu:) Dedi ki: “İşte, bu gördüğünüz, aşkımdan dolayı beni kınadığınız (delikanlı)dır. Gerçekten ben bunun nefsinden yararlanmak istedim. Fakat o, (benden kedi nefsini) son derece korudu. (Sizin huzurunuzda ona diyorum, siz de şahit olun) eğer ona emrettiğim şeyi yerine getirmezse elbette zindana salınacaktır ve (orada ona) azap edilecek hakarete maruz kalanlardan olacaktır. [Sonra Züleyha orada bulunan kadınlara dedi ki, buna bir nasihat edin. O toplantıda bulunan kadınların hepsi Yusuf (as)’a dediler ki: Yazık sana, neden efendinin sözünü dinlemiyorsun. Nerede ise seni hapse atacaklar. Hatta bu kadınlar bile Yusuf (as)’ı kenara çekip ondan yararlanmak istediler. Yusuf (as)’ın takati kesilip Allah’a teveccüh etti:]
33/35- Dedi ki: “Ey benim Rabbim! Zindan bana, bunların beni davet ettiği şeyden daha hayırlıdır. Eğer sen, bu kadınların şerrini benden uzak tutmazsan, ben onların tuzağına düşerim ve cahillik edenlerden olurum.
34/36- Yusuf’un Rabbi Allah, onun duasını kabul etti de, ondan kadınların tuzaklarını/şerlerini bertaraf etti. (Böylece kadınların şerrinden selamete çıktı.). Hakikat Allah, (kendine sığınanların dualarını) işitip, (işlerini de ıslah etmeyi) iyi bilendir.
Tefsir:
Züleyha, Hz. Yusuf (as)’dan ümidi kesince, onu zindana atmaya karar verdi ki, belki kendisine tabi olur. Kıtfîr’in emri hep Züleyha’ya bağlı idi. O ne derse onu yerine getirirdi. Bu yüzden Hz. Yusuf’un (as), hiçbir kusuru olamadığını bilerek yine de onu hapse atmaya karar verdi. Daha önce geçen ayetlerde anlatıldığı gibi, kadının yakınlarından olan bir şahidin, Yusuf’un haklı olduğuna yaptığı şahitliği de göz ardı etti. Hemen hapsetti:
35/37- Bu kadar delili görmelerine rağmen, (Kıtfîr ve onun ehlinin) Yusuf’u belirli bir süreye kadar zindana atacakları ortaya çıktı. (Bununla Züleyha’nın haklı güya haklı olduğu imajını vermeye çalışıyorlardı.).
36/38- Zindana, onunla birlikte (azizin sarayında çalışan) iki delikanlı daha girdi. (Bunlar, kendileri hakkında bir rüya görmüşlerdi:) Onlardan biri dedi ki: Ben (rüyamda bir bağda) şarap(için üzüm)sıktığımı gördüm. Diğeri de: Ben, başımın üstünde kuşların yemekte olduğu bir çörek taşıdığımı gördüm. Bize bu rüyayı tabir et. Zira biz senin iyi (alim)lerden olduğunu görüyoruz.
Tefsir:
Hz Yusuf (as), onların rüyalarını hemen tabir etmedi. Onlara Allah’ın birliğine dair nasihat ve öğütlerde bulundu. Bu anlattıkları şeylerle bir peygamber olduğu imajını onlara vermek ve dolayısıyla bunun akabinde yapacağı rüya tabirinin de rasgele bir tabir olmadığını anlatmak istemişti. Nitekim anlatmaya başladı:
37/39- Yusuf dedi ki: “Size yiyecek olarak verilecek bir yemek, gelmeden önce onun tabirini size bildiririm. Bu
Rabbimin bana talim ettiği ilimlerdendir. (Bu ilme ulaşmama sebep olan şey) Allah’a inanmayan ve ahreti inkâr eden bir kavmin dinini terk etmemdir.
38/40- Atalarım İbrahim, İshak ve Yakub’un dinine tabi olmuşum. Bizim, Allah’a hiç bir şeyi ortak koşmamız olası değildir. (Ne ben, ne de atalarım Allah’a hiç şirk koşmamışızdır.). Bu (tevhit nimeti), bize ve sair insanlara Allah’ın bir lütfudur, (ki, herkim muvahhid ise, Allah’ın rahmeti onu kuşatmış ve kurtulmuş demektir.). Lakin insanların çoğu (Allah’ın bu lütfuna) şükretmezler. [Gelen ayette de onları putperestlikten nehyedip arkasından da rüyalarını tabir edecek:]
39-40/41- Ey benim iki zindan yoldaşım! (Sâki ve Habbaz). Ayrı ayrı (demirden, şişeden ve taştan) bir çok tanrılar mı daha iyi, yoksa her şeye hakim ve galip olan (her şey onun güç ve kudreti altında ezim ezim ezilen) bir tek Allah mı? Sizin, Allah’ı bırakıp da o taptıklarınız, sizin ve atalarınızın düzdüğü bir takım isimlerden başka bir şey değildir. (Yani onların hiçbir hakikati yoktur, öyle ise neden onlara tapıyorsunuz?) onların mabut olduklarına dair, Allah hiç bir delil ve hüccet indirmemiştir. (İbadet ve din hususunda) emretmek yalnız Allah’a mahsustur. (Allah’ın izni olmadan bir şeye ibadet olunmaz. Onların bırakın, şimdi ben size Allah’ın emrini anlatayım:) Allah size kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretti. İşte bu, dosdoğru dindir. Lakin insanların çoğu ona alim değildir. [Hz. Yusuf (as), onlara Allah’ın birliğini anlattıktan sonra şimdi, rüyalarını tabire başlıyor:]
41-42/42- Ey benim iki zindan yoldaşlarım! (Rüyanızın tabiri şöyledir:) Biriniz (sâkî/içki sunan), efendisine yine şarap sunacak. Diğeri (habbaz/ekmekçi) de (üç gün sonra zindandan çıkarılıp) asılacak, kuşlar başından yiyecekler. [Yusuf’un tabirini duyunca, rüyalarını inkâr etmeye başladılar: Biz hiçbir şey görmedik, dediler. Yusuf da onlara cevap verdi:] Tabirini sorduğunuz rüya, bu şekilde kesinleşmiştir. (Yalanlasanız bile size dediklerim aynen çıkacaktır.). Yusuf, hapisten kurtulacağına inandığı o ikiden (sâkî ve habbazdan) birine (sâkîye) dedi ki: “Beni efendinin (padişahın) yanında an, (benden söz et ki, beni kurtarsın)” [Üç gün sonra, zindandan çıktılar, sâkî aynı işine döndü, diğeri asıldı.] Fakat şeytan ona (sâkîye, Yusuf’u) efendisinin (padişahın) yanında anmayı unutturdu. Bu yüzden Yusuf, daha yıllarca (üç-dokuz yıl arası)[43] zindanda kaldı.
Tefsir:
Bu kadar yıl, Yusuf’un zindanda kalmasına sebep olan Züleyha idi. Bu süre zarfında bile, Züleyha Yusuf (as)’ın yakasını bırakmadı. Arada bir sorardı: “Yusuf, benim isteğime razı oldu mu? Yoksa aynı fikrinde devam mı ediyor?” Aksi bir cevap alırsa, zindanda kalmasının devamına karar verirdi. Şayet padişahın rüyası olmasaydı, Yusuf (as) nice zaman zindanda kalabilirdi. Mısır padişahı/firavun, bir gece uykusunda bir rüya gördü: Yedi tane arık ineğin yedi tane semiz ineği yiyor ve yedi yeşil başak ve yedi kuru başak. Kuru başaklar, yeşillere sarılıp onları da kurutuyor. Istıraplı bir şekilde uykudan uyanıp hemen rüyasını tabir edecek birini aramaya başladı:
43/43- (Padişah/Firavun, alimleri ve rüya tabircilerini taplayıp) dedi ki: “Ben rüyamda yedi arık ineğin yedi semiz ineği yediğini ve yedi yeşil başakla yedi kuru başak gördüm, (yeşil başaklar, kurulara sarıldı; onları da kuruttu.) Ey ileri gelenler, siz rüya tabir edebiliyorsanız benim bu rüyamı tabir edin.
44/44- Dediler ki: “(Senin rüyan) karmakarışık hayallerdir. Biz ise böyle karışık hayallerin tevilini bilemeyiz.” [Tam bu sırada, zindandan yeni çıkan sâkînin aklın Yusuf (as) geldi:]
45/45- O (zindandaki) iki (tutukludan) kurtulmuş olanı (sâkî) nice zamandan sonra (Yusuf’u) hatırladı da dedi ki: “Ben size o rüyanın tabirini haber veririm, beni (bu rüyayı tabir edecek olan Yusuf’un yanına) gönderin.”
46/46- (Sâkî zindana gidip dedi ki:) “Ey Yusuf, ey doğru sözlü! Bize şunu haber ver: Yedi semiz ineği yedi arık inek yiyor, yedi yeşil başakla diğer yedi kuru başak, (kurular, yeşillere sarılmış onları da kurutuyor. Bu rüya padişahındır, bunu tabir et.) umarım ki, o insanlara (doğru bir cevapla) dönerim, onlar da (senin kadrini) bilirler.”
47-48/47- Yusuf dedi ki: “(Bundan böyle yedi yıl bolluk olacak, yedi yıl da kıtlık olacak, yedi semiz inek ile, yeşil başaklar bu bolluk yılına; yedi arık sığır ile yedi kuru sümbül ise kıtlık yılına işarettir. Bunun için şöyle hareket edersiniz:) Yedi sene eskisi gibi ekersiniz, biçtiklerinizi başağında bırakırsınız, biraz yiyeceğinizden başkasını ( ihtiyacınız kadar çıkarıp yiyebilirsiniz). Sonra bunun ardından, saklayacaklarınızdan az bir miktar (tohumluk) hariç, o yıllar için biriktirdiklerinizi yiyip bitirecek olan yedi kıtlık yılı gelecek. [Sonra Yusuf (as) onlara müjde verdi:]
49/48- Sonra bunun ardından da bir yıl gelecek ki, o yılda insanlara (Allah’ın rahmeti yağacak) yardım olunacak ve o yılda (meyvelerden su, zeytin gibi şeylerden yağ, hayvanlardan süt) sıkıp sağacaklar. [Saki gidip, rüyanın tabirini padişaha bildirdi. Hz. Yusuf’u (as) ona anlattı. Padişah:]
50/49- Dedi ki: Onu (Yusuf’u) bana getirin. (Padişahın) elçisi Yusuf’un yanına gelince (Yusuf, gitmekten çekindi. İstiyordu ki, kendisinin kusursuz olduğunu padişah ilan etsin. Onun için gelen elçiye) dedi ki: “Haydi efendine geri dön de, ona sor bakalım, o ellerini kesen kadınların maksatları ne imiş? Hiç şüphe yok ki, Rabbim, onların oyunlarını çok iyi bilir.” [Elçi gelip, hükümdara bunu haber verdi. Fakat hükümdar, Yusuf’un neden hapse girdiğini bilmiyordu. Öğrenince Züleyha ile birlikte kadınları huzuruna çağırıp onları istintak etti:]
51/50- Hükümdar (o kadınlara) dedi ki: “Derdiniz ne idi ki, o vakit
Yusuf’un nefsinden murat almaya
kalktınız?” Onlar (Yusuf’un iffet ve
ismetini ikrar edip) dediler ki:
“Hâşâ! Allah için, biz onun aleyhinde hiç bir fenalık bilmiyoruz”. Azizin,
karısı da: “Şimdi hak öz merkezinde karar tutup sabit olmuştur. Aslında onun
nefsinden ben murat almak istedim (bana
davet ettim). Yusuf, hakikaten, (her bir amelinde; sözünde özünde) doğrulardandır.” Dedi.
Tefsir:
Resulüllah
(sav), buyurmuşlardı ki: “Ben Yusuf (as)’ın keramet ve sabrına çok hayret etmişimdir; ona gelip
rüyalarının tabirini sordular, o, demedi ki: ‘Beni bu zindandan çıkarın, ondan
sonra rüyanızı tabir edeyim’ Eğer ben olsaydım, rüyayı tabir etmem için
hapisten çıkmayı şart koşardım. Yine hayret ederim onun sabrına ki, hükümdar
tarafından ona elçi geldi, onu yanına istiyordu. Zindandan çıkmadı da dedi ki:
‘Gidin hükümdara sorun, bakalım, benim ne günahım vardı ki, beni zindana attı?’
Eğer ben onun yerinde olsaydım hemen tez beri zindandan çıkardım.”[44]
Allah Resulü (sav) kendisine “Sen kerimsin” diyenlere: “Kerimoğlu, kerimoğlu
kerimoğlu kerim, İbrahim Halilullahoğlu, İshakoğlu Yakuboğlu Yusuf’dur.”[45]
52/51- (Züleyha dedi ki, gerçi ben ona hıyanet etmek istedim ama) bilsin ki, (o zindana gittikten sonra) ben onun arkasından hainlik etmedim, (doğruyu, yani benim haksız olduğumu her zaman söyledim). Gerçekten Allah hıyanet edenleri maksuduna ulaştırmaz.
53/52- (Züleyha dedi ki:)[46] “Ben yine de (Yusuf’a iftira edip) nefsimi temize çıkarmıyorum. Zira nefis şiddetle serkeşliği emreder. Ancak Rabbimim merhamet edip (koruduğu) müstesna.]
54/53- Hükümdar dedi ki: “Onu bana getirin, kendimden ötürü (saltanatın işlerine mübaşir olmaya) hususi olarak tayin edeyim.” Sonra onunla konuşup (üstün aklını ve yüksek seviyedeki firasetini anlayınca): “Sen bugün yanımızda büyük makam ve mertebe sahibisin, emin birisin” dedi.
55/54- O da, ona dedi ki: “Beni ülkenin hazinelerine tayin et! Zira ben onları çok iyi korurum ve her bir kısım tasarrufunu çok iyi bilirim.
Tefsir:
Hükümdar, Hz. Yusuf (as)’ı zindandan getirmek için emir verdi ki, güzel elbiseler, necip bir at götürün. Vezirler, emirler hep onu karşılamaya gitsinler, bu surette onu zindandan alıp gelsinler. Zindana gidip de Hz. Yusuf (as)’ı oradan çıkarttıkları sırada zindan arkadaşları onun ayrılığına çok ağladılar. Yusuf (as) onların sabretmelerine emir buyurdular. Sonra Yusuf (as)’ı alıp büyük bir törenle hükümdarın huzuruna getirdiler. Hükümdar onunla konuşunca her yönüyle mükemmel biri olduğuna şahit oldu. Yusuf (as) onunla İbranî’ce olarak konuştu.[47] Hükümdar onun dilinden anlamadı. Sordu ki, ey Yusuf, bu hangi dildir? Dedi ki, atalarımın delilidir.. soyunu ve neslini ona anlatıp, hükümdarın nazarında iyice büyüdü. Sonra hükümdar, gördüğü rüyanın tabirini Yusuf (as)’ın bizzat ağzından dinlemek istedi. Rüyayı tabir edince, hükümdar onu hazine amirliğine (maliye bakanlığına) tayin etti.
Hükümdar
emretti, Hz. Yusuf (as) için bir taht bir taç yapıldı. Kendisi de yüzüğünü Yusuf
(as)’a verdi. Kıtfîr’i ise işinden azletti. Yusuf (as), kendisine verilen tahta
razı oldu ama, tacı giymedi. Yusuf (as) makamına oturdu. Bir nice zaman sonra
Kıtfîr öldü.
Hükümdarın emriyle Yusuf (as) Züleyha ile evlendi. (...) Yusuf’un Züleyha’dan iki çocuğu oldu:
Efrayim/İfrâsim[48]
ve Minşa/Mîşa.[49]
56/55- (Beladan kurtardıktan sonra) böylece Yusuf’u orada (Mısır’da) kudret ve ihtiyar sahibi yaptık. Nerede isterse orada dilediği gibi hareket ediyordu. Biz rahmetimizi dilediğimize nasip ederiz, (onu dünyada mal ve celal sahibi yaparız). Biz güzel amel sahiplerinin mükâfatını asla zayi etmeyiz.
57/56- Ama iman edip takva yolunu tutanlar için elbette ahret mükâfatı daha hayırlıdır.
Tefsir:
Yusuf (as) yedi yıl ziraat ile bizzat ilgilendi, buğday ve arpa gibi hububattan hesaba gelmez bir şekilde mahsul elde edildi. Bunları hep stok etti. Rüyada görülen ilk yedi yıl böylece sona erdi. Sonra semadan yağış kesildi. Sular azaldı. Ekinler kurudu. Kıtlık başladı. Komşu ülkelerdeki insanların yiyecekleri bitti, hep Mısır’a doğru akın ettiler. Mısır’da kıtlık olduğu gibi, Şam, Irak ve civarı ülkelerde de aynı kıtlık baş göstermişti. Yusuf’un ataları Filistin civarında bulunan Ken’an elinde oturuyorlardı. Onlar da kıtlığa maruz kaldılar. Mısır’da hububatın olduğunu duyunca onlar da koşup geldiler. Yakub (as) da sadece Bünyamin’i yanında bıraktı, diğer on oğlunu bu iş için Mısır’a gönderdi. Buğday getirmek için gidip Yusuf (as)’ın huzuruna çıktılar:
58/57- Yusuf’un kardeşleri (Mısır’a) gelip onun huzuruna çıktılar. Yusuf onları tanıdı, ama onlar Yusuf’u kesinkes tanıyamadılar.
Tefsir:
Yusuf’un (as) kardeşleri, normal insanları durduğu yerde durdular. Yusuf’la karşılaşınca onu tanıma hususunda belki biraz tahmin etmişlerdi. Fakat yine de onun kayıplara karıştığı fikrindeydiler. Yusuf (as) onları huzuruna istedi. Onlar İbranîce konuşurken Yusuf ise Arapça cevap verdi. Yusuf (as) onlara:
— Söyleyin bakalım siz kim siniz? Ne iş yaparsınız, ne iş görürsünüz? Niçin buraya geldiniz.
— Bizler Şamlıyız. Hayvancılıkla meşgul oluruz. Bize de kıtlık isabet etti. Buğday almak için geldik.
— Belki casus olarak gelmiş olabilirsiniz; memleketimin gizli işlerini öğrenmek istiyorsunuz!
— Biz bu ithamdan Allah’a sığınırız, hepimiz bir babanın çocuklarıyız. Babamız, ihtiyar ve peygamberdir. Adı Yakub’tur.
— Kaç kardeşiniz var?
— On iki tane. Birisi helâk oldu.
— Burada kaç kardeşiniz var?
— On tane.
— On birinci kardeşiniz nerede?
— O atamızın yanındadır. Onunla teselli buluyor.
— Doğru söylediğinize kim şahadet eder?
— Ey hükümdar! Biz burada garip kimseleriz. Kimse bizi tanımıyor.
— Yanımda bir kişi bırakın, sonra siz gidip diğer kardeşinizi de getirin. O zaman anlarım ki doğru söylüyorsunuz. Çünkü o kardeşiniz, babanızın durumunu bana anlatır. Bunun üzerine kardeşleri çaresiz kalıp bu teklifi kabul ettiler. Geride kalması gereken kardeşleri için kura çektiler, kura Şemûn’a düştü. Böylece onu Yusuf’un yanına bırakıp gittiler. Allah (cc) gelen ayetlerde haber veriyor.
59/58- Onların bütün hazırlıklarını tamamlayınca, dedi ki: “Babanızdan olan öbür kardeşinizi de bana getirin. Görüyorsunuz ya, ben ölçeği tastamam veriyorum (bir de size bir yük fazla yiyecek veriyorum; bu da oradaki kardeşinize) ve ben (size hürmet etmekle) konuk severlerin en hayırlısıyım.
60/59- “Siz eğer onu (kardeşinizi) bana getirmezseniz, sizin için artık benden yana bir taam yoktur, sakın (benim mülküme de) yaklaşmayın.”
61/60- Dediler ki: “Onu babasından alıp getirmek için bütün yolları deneyeceğiz ve her hal ü kâr da bunu yapacağız.”
62/61- Yusuf, bir taraftan da (ölçüm işleri ile meşgul olan) gençlere tenbih etti: “(Yiyecek almak için getirdikleri) erzak bedellerini (onlardan habersiz olarak) yüklerinin içine koyun belki, öz ailelerinin yanına varınca umduğum o ki, (verdikleri eşyalarının kendilerine iade edildiğini) iyi bilirler de, bir daha geri gelirler.” dedi.
63/62- Atalarına döndükleri vakit, dediler ki: “Ey bizim atamız! (Eğer Bünyamin’i bizimle göndermezsen Mısır hükümdarı tarafından) bize zahire (alabilmemiz artık) yasaklandı (demektir.). Bu yüzden bu kere kardeşimizi de bizimle gönder ki, ölçek/zahire alabilelim. Biz onu kesinkes koruyup (sana teslim edeceğiz).
64/63- Yakub dedi ki: Onu size güvenir miyim? Ancak daha önce kardeşi hakkında size güvendiğim kadar (güvenirim!? Yani güvenemem. Daha önce de kardeşini böyle diyip götürdünüz, fakat hıyanet edip telef ettiniz.) [Sonra Yakub (as) Allah’a tevekkül edip dedi ki:] En iyi hıfz eden Allah’tır ve O, bütün merhamet edenlerin en merhametlisidir. (Ümidim var ki, O, benim yavrumu korur da beni iki musibete maruz bırakmaz.).
65/64- (Mısır’dan getirdikleri) yüklerini açtıkları zaman, erzak bedellerini geri verilmiş olarak buldular. Dediler ki: Ey bizim atamız! Bundan artık daha ne istiyoruz; (hükümdar tarafından) bize sermayemiz geri iade edilmiş. (Bundan fazla artık ihsan olur mu? Bu sermaye ile) tekrar ayalimize taam alırız, kardeşimizi de koruruz, üstelik bir yük daha fazla zahire alırız. Zaten bu aldığımız pek az bir zahiredir. (Bize yetmez, Bünyamin’i de götürürsek ondan ötürü de bir büyük taam daha alırız. O vakit bize yeter.).
66/65- Yakub dedi ki: “(Düşmanın) sizi kuşatması (ya da helâk olmanız) hariç, onu bana mutlaka getireceğinize dair Allah adına bana sağlam bir söz vermediğiniz takdirde onu (Bünyamin’i) sizinle beraber göndermem.!” Onlar da Allah’a ant içerek babalarına söz verince, babaları dedi ki: “Allah bu dediklerimize vekildir. (Kim yeminini bozarsa Allah ona azap eder.)” [Yakub (as)’ın oğulları çok güzel olduklarından, insanlar arasında bilinen “göz/nazar değmesinden” korkarak Mısır’a girecekleri zaman değişik yerlerden girmelerini istedi. Göz/nazar değmesin diye bir kapıdan girmelerini men etti.[50]]
67/66- Dedi ki: Ey Yavrularım! (Mısır’a) hepiniz bir kapıdan girmeyin de ayrı ayrı kapılardan girin. (Ta ki, size göz değmesin. Gerçi bu vasiyetimle) Allah’ın takdirini sizden engelleyemem. (Sizi Allah’tan müstağni kılmıyorum. Allah ne dilerse başınıza o gelir. Fakat size olan sevgimden dolayı bununla teselli oluyorum.) Hüküm yalnız Allah’a mahsustur. (Allah’ın, bendeleri hakkında yürüttüğü iradesine kimse mani olamaz.) Ben de (her bir işimde, ez cümle bu işimde) O’na dayanmışım. Onun için tevekkül edenler Allah’a tevekkül etsin.
68/67- Babalarının kendilerine emrettiği karar ile (muhtelif kapılardan Mısır’a) girdiklerinde (babalarının emrinin yerine getirdiler ama, bu şekilde girmeleri) onlar hakkında Allah’ın takdir ettiği hiçbir şeyi önleyemezdi, bu yalnız Yakub’un içinden geçirdiği bir isteğinin (yavrularına olan tutkusunun) yerine getirilmesi oldu. Şüphesiz ki, o, kendi nezdimizden öğrettiğimiz bir ilmin sahibi idi. (Bu yüzden her bir hükmü Allah’a havale etti.) Lakin insanların çoğu bunu bilmezler, (Yakub gibi yapıp her hükmü Allah’a havale etmezler.).
Tefsir:
Yakub (as)’ın oğulları Mısır’a girince Bünyamin’i getirip Yusuf (as)’ın huzuruna çıkardılar. İş getirmemizi istediğin kardeşimiz budur, dediler. Yusuf (as) da “hayırlı bir iş yaptınız” dedi. Sonra onlara ayrı ayrı odalar tayin etti ve onlar da istirahata çekildiler. Daha sonra da onları bizzat kendi konağına davet etti. Sonra hepsine bir ziyafet verdi ve onları ikişer ikişer sofraya oturttu. Bünyamin tek kaldı, kendi kendine “Nolaydı şimdi kardeşim Yusuf sağ olsaydı, o da benimle birlikte otururdu” dedi ve gözlerinden yaş damladı. Yusuf da “Kardeşiniz tek kaldı” dedi ve onu yanına aldı. Sonra her iki kişiye birer yatak odası hazırlattı ve “Bunun ikincisi yok, bu da benim yanımda olsun” diyerek kendi odasına götürdü. Herkes buna razı oldu ama bu işe Ru’bil endişlendi ve “Bu hükümdarın böyle yapması biraz dikkatimi çekiyor” dedi. Sonra Yusuf ile kardeşi bir odada başbaşa kaldılar. Yusuf (as), Bünyamin’e:
— Senin adın nedir?
— Bünyamin.
— Annen adı nedir?
— Rahil.
— Senin anabir kardeşin var mıydı?
— Bir kardeşim vardı. Fakat helâk oldu.
— Helâk olan kardeşine karşılık ben senin kardeşin olsam ister misin?
— Senin gibi kardeş hiç bulunur mu ki? Sadece farkı Yakub ve Rahil’den olmamışsın o kadar. Yusuf (as) artık kendisini saklayamadı, ağlayarak Bünyamin’e sarıldı. Koklaşa koklaşa sabaha kadar sohbet ettiler..[51] nitekim gelen ayette haber veriliyor:
69/68- Yusuf’un yanına girdikleri vakit, (Yusuf, öz kardeşini) öz yanına çekip dedi ki: “Bilesin ben senin kardeşinim! Bu kardeşlerimizin hakkımızda yaptıkları kötü işlere mahzun olma! (Allah bizi güzel vechile bir yere topladı)”
Tefsir:
Bünyamin, kardeşi Yusuf (as)’ı tanıyınca ona sıkıca sarıldı ve “seni daha bırakmam” dedi. Yusuf dedi ki, “eğer burada kalırsan babamız daha da tasalanır, ben sana bir oyun yapıp kardeşlerinden alıkoyarım” Bünyamin:
— Ne maslahat görürsen eyle, artık ben senden ayrılmam.
Bu yüzden, Yusuf (as), hükümdarın su tasını onların yüklerine koydu.. nitekim gelen ayette anlatılıyor:
70/69- Sonra onların bütün tedariklerini görüp (çuvallarını buğday doldurunca, hüküm darın) su kabını kardeşinin yükünün içine koydu. (Onlar yola düştükten sonra arkadan) bir tellal şöyle bağırdı: “Ey kervan ehli (durun) siz hırsızlarsınız!
71/70- (Yusuf’un kardeşleri, kendilerine yapılan bu uğursuzluk isnadından rahatsız oldular da) dönüp dediler ki: “Ne (yitirdiniz ki) arıyorsunuz?”
72/71- (Yusuf’un hizmetçileri) dediler ki: “Hükümdarın su kabını arıyoruz. Onu bulup getirene bir yük zahire var. Ben (bir tellal olarak bu bahşiş olarak zahireyi vermeye) kefilim.
73/72- Yakub’un oğulları (hayret edip) dediler ki: “Allah’a ant içeriz, siz de bilirsiniz ki biz (Mısır) yerine fesat çıkarmak için gelmedik. Hiçbir vakitte hırsızlık sıfatı ile tanımlanmadık. ( şimdi nasıl olur da böyle şey yaparız?).
74/73- (Yusuf’un hizmetçileri) dediler ki: Eğer yalancı olup (hırsız olduğunuz açığa çıkarsa) o hırsız kimsenin cezası nedir?
Tefsir:
Yusuf’un hizmetçilerinin bu soruyu sormalarındaki maksatları, Yakub (as)’ın şeriati ile hüküm verilmesini istemeleridir. Fakat hizmetçiler, Yusuf (as)’ın talimi ile hareket ediyorlardı. Yakub’un şeriatine göre (yani İbrahim (as)’ın şeriatine göre) hırsızlık yapan kimsenin suçu, çaldığı şeye karşılık bizzat kendisinin bir yıl kadar istihdam edilmesiydi. İşte Yusuf (as), Bünyamin’i yanında tutmak için bu tedbire baş vurmuştu.
75/74- (Yakub’un oğulları kendilerinden emin oldukları için) dediler ki: “(Çalınan su kabı) kimin yükünde çıkarsa, işte o şahsa el koymak onun cezasıdır. Biz zalimlere işte böyle ceza veririz.”
Tefsir:
Hırsızın cezasını açıkladıktan sonra, Yusuf’un kardeşlerini alıp Yusuf’un huzuruna getirdiler. Bünyanin’in yükünden başka hepsinin yükünü baktılar, fakat hiçbir şey bulamadılar. Yusuf (as): “Bünyamin’in yükünü açmaya arık gerek yok” dedi. Fakat kardeşleri, tatmin olsunlar diye onun yükünün de açılmasını istediler. Bünyamin’in yükünü baktıkları sırada su kabı ortaya çıktı. Yakub (as)’ın oğulları çok utandılar. Nitekim anlatılıyor:
76/75- Yusuf, kardeşinin eşyasından önce onların eşyalarını aramaya başladı. Sonra su kabını kardeşinin (Bünyamin’in) yükünün içinden çıkardı. (Resulüm!) İşte Yusuf’a böyle bir taktik öğrettik: Hükümdarın kanunlarına göre, kardeşini alıkoymasına imkân yoktu. Ancak Allah’ın dilemesi müstesna. (Allah bir şeyi murad edince, sebeplerini de hazırlar; onun için Yusuf’u kardeşlerinin hakemliğine müracaat ettirerek, İbrahim’in şeriatine göre hüküm verdirip kardeşini alıkoymayı öğretti. Yusuf’un ilmi derecesini yükselttiği gibi) biz kimi dilersek onu derecelere yükseltiriz. Lakin (ilmi dereceler farklı farklıdır:), her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen birisi vardır.
Tefsir:
Su kabı, Bünyanmin’in yükünün içinden çıkınca, kardeşleri çok utandılar, utançlarından başlarını aşağı saldılar, Bünyamin’e:
— Ey Rahil’in oğulları! Bu nasıl işti; bizi rüsva ettiniz, yüzümüzü kara ettiniz, sizen bize hep belâ geldi?
— Esas sizden bize belâ gelmiştir. Kardeşimi götürüp helâk ettiniz. Benim bu su kabından hiç haberim yoktur. Mısır’a geldiğiniz zaman sizin çuvalınıza erzak bedellini geri kim koyduysa bunu da o yapmıştır (!)
Yusuf’un kardeşleri, (Yusuf ve Bünyamin’i kastederek) demek ki hırsızlık bunların sanatıdır. Bir rivayete göre, Yusuf’un anasının babası, bir puta tutkunmuş, Yusuf da çocukken anasının emri ile dedesinin o putunu gizlice alıp götürmüş ve kırmış.[52] İşte onlar da kızgınlıkla bu hadiseye atıfta bulunuyorlar. Gelen ayetler bunu anlatıyorlar:
77/76- (Yusuf’un kardeşleri) birbirlerine dediler ki: “Eğer (Bünyamin) hırsızlık ettiyse (bu ona hiç de ayıp değildir) çünkü bundan önce onun kardeşi de hırsızlık yapmıştı.” Yusuf da (bu sözden burkulmadı, acı duymadı denemez fakat) içinde sakladı ve açığa vurmadı. (Kabinden) dedi ki: “Sizin şu durumunuz (hırsızlıktan) daha beterdir. (Hani beni hırsızlayıp sattınız ya) Allah sizin tanımladığınız (sözlerinizi) çok iyi bilir.
Tefsir:
Hırsızlık yaptıkları ortaya çıkınca (!) Yusuf (as) onlara dedi ki: “Ben size ta işin başında demedim mi ki, siz hırsız ve casus insanlarsınız. Fakat siz bunu kabul etmediniz, şimdi gördünüz ya benim dediğim gibi çıktı. Firasetimi anladınız mı?”
Bundan sonra bakıcılarını çağırıp dedi ki “su kabına sorun, bunların yaptığını bize haber versin (!)” Bakıcı, elinin ucu ile su kabına dokundu[53], kulağını verip dinler gibi yaptı ve:
— Su kabı diyor ki, bu yaptıkları onların ilk hırsızlıkları değilmiş; belki bundan önce hür bir delikanlıyı hırsızlayıp satmışlar.
Yusuf (as):
— Eee.. sor bakalım daha neleri varmış!..
Bakıcı, yine su kabına kulağını eğip dinler gibi yaparak:
— Ey aziz! Su kabı diyor ki, hani bunlar sana “bir kardeşimiz daha vardı, fakat kurt yedi” demişlerdi ya, onu da yalan söylüyorlar. Belki de kardeşleri uzak bir yerde halen yaşıyor. Çok zaman geçmez ki, gelip onların yaptıklarını haber versin.
Yusuf (as):
—Yine sor bakalım su kabına daha neleri var..
Bakıcı kulağını su kabına doğru eğip dinler gibi yaparak:
— Ey aziz! Su kabı diyor ki, bunlar gibi yalancı kimse yoktur cihanda. Babalarına karşı yalan söylediler ve bunun için tövbe de etmediler. Yalan söyledikleri için de ataları bunlardan hiç razı değildir..
Yusuf’un kardeşleri baktılar ki, su kabı bunları rüsva edecek (!) gelip Yusuf (as)’ın başından ayaklarından öpüp dediler ki: “Arık ne olur, su kabına bir şey sorma”. Sonra Yusuf (as) kardeşlerine:
— Siz gidin. Kardeşiniz Bünyamin burada kalsın.
— Ey aziz! Geçekten onun çok yaşlı bir babası var. Onun yerine bizim birimizi alıkoy. Biz babasına söz verdik, onu babasına götürmemiz gerekiyor.
Bu tekliflerini Yusuf (as) kabul etmedi. Arada bir çok sual ve cevap geçti.. Rü’bil çok kızdı ve kardeşlerine:
— Mısır’ın ne kadar pazarı vardır?
— On yedi tane.
— Ya siz dokuz kişi bu pazarları koruyun, ben yalnız hükümdarın ordusuna karşı çıkacağım, ya da ben pazarları koruyayım siz hükümdarın ordusuna karşı çıkın. Sonra Yusuf (as)’a dönerek:
— Ey aziz! Ya kardeşimizi bize ver ya da burada öyle bir avaz ile bağırırız ki Mısır’da bulunan hamile kadınların çocukları tamamen düşerler.
Bu sözleri derken tüyleri diken diken olmuştu. Yusuf (as)’ın oğlu Mîşa kendi önünde duruyordu. (Yakub (as)’ın oğullarından kimin eli birine değerse onun öfkesi dinerdi.)[54] Yusuf (as) işaret etti ki, “Rü’bil’in yanına git de, elini arkasına koy ki öfkesi dinsin.” Mîşa, babasının emrini yerine getirdi. Rü’bil’in öfkesi dindi ve dedi ki: “Belli ki burada Yakub’un bir nesli vardır” Bundan sonra yine de Yusuf (as) kardeşini alıkoydu. Nitekim anlatılıyor:
78/77- Dediler ki: Ey aziz! Gerçekten onun çok yaşlı (kadri yüce) bir babası var. Onun yerine bizim birimizi alıkoy. Çünkü biz seni iyi amel sahiplerinden görüyoruz.
79/78- Yusuf dedi ki: “Maazallah! Eşyamızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını tutuklayamayız. O takdir de biz zalimleden oluruz.”
80/79- Onlar (Yusuf’un kardeşleri), onu kurtarmaktan ümitlerini kesince o zaman halktan yalnız kalıp fısıldaştılar..[Gizli bir şekilde istişareye başladılar: Bu ne beladır ki, bizim başımıza geldi. Bu hükümdar bizim kadar başkaları ile uğraşmadı. Yoksa Yusuf’un durumunu biliyor mu? Bunun tavırları bizim hayretimize gitti.. Yahuda dedi ki: “Bana kalırsa bu Yusuf’dur”. Dediler ki, “Yusuf nereden bu makama ulaştı? Şimdi biz ne çare bulalım, Bünyamin hakkında? Bu aziz onu pek vereceğe benzemiyor.”] Onların büyükleri (Rü’bil) dedi ki: “Babanızın sizden Allah adına söz aldığını, daha önce de Yusuf hakkında eldiğiniz kusuru bilmiyor musunuz? (Bu halde babamızın huzuruna nasıl çıkarız?) Babam bana izin verinceye veya benim için Allah (kardeşimi bana vermek gibi) bir hüküm edinceye kadar bu (Mısır) yerinden asla çımayacağım. Allah hükmedenlerin en hayırlısıdır, (çünkü O, adalet üzere hükmeder.);
81/80- Şimdi siz gidin babanıza diyin ki: ‘Ey bizim babamız! İnan ki, oğlun hırsızlık yaptı. Biz ancak bildiğimize şahitlik ediyoruz, (Gözlerimizle gördük, su kabı onun yükünün içinden çıktı. Gerçi görünürde böyle idi ama ) işin iş yüzünü bilemiyoruz.’;
82/81- (Ey ata!) İstersen bulunduğumuz (Mısır) ehline ve aralarında geldiğimiz kervana sor. İnan olsun (bu sözümüzde) doğruyuz.” [Rü’bil bu sözleri kardeşlerine dedikten sonra kendi Mısır’da kaldı ve onları Ken’an eline saldı. Kardeşleri gelip durumu babalarına anlattılar fakat o bunlara inanmadı:]
83/82- Babaları dedi ki: “(Bünyamin öyle sizin dediğiniz gibi hırsızlık yapacak biri değildir.) Belki de nefsiniz size böyle bir işi yapmayı güzel gösterdi (de kardeşinize Mısır’da hırsızlık isnat edip dünya malı aldınız. Siz fetva vermeseydiniz Mısır hükümdarı bizim şeriatimizi nereden bilirdi ki, bu hükmü ona verdi? Bunların hepsi sizin tuzağınızdır. Bundan önce Yusuf’a da aynı işi yaptınız..). Artık bana düşen güzelce sabretmektir, (bundan hiç kimseye şikâyetim yoktur.). Umarım Allah hepsini birden bana geri getirir, hakikat şu ki, (hüzün ve tasama) alim olan Allah’tır, (bu musibetleri bana) hikmet üzere verendir.
84/83- Yakub, onlardan yüz çevirdi de: “Ah Yusuf’a olan hüznüm!” diye sızlandı ve (oğullarına) öfke dolu, hüznünü içinde saklaya saklaya gözlerine ak düştü.
85/84- Oğulları dediler ki: “Ata!, hâlâ durmadan Yusuf’u söylüyorsun. Allah’a yemin olsun ki, sonunda eriyip gideceksin, tükenip helâk olanlardan olacaksın.”
86/85- Dedi ki: Ben bu dağınıklık ve tasamı sadece Allah’a açıyorum. Ben, sizin bilemeyeceğiniz, Allah’ın (lütuf ve merhametini) sizden daha iyi bilirim (ki, Allah elbette bana bu hüznümü delecek bir çıkış kapısı bulacaktır.).
87/86- (Yakub, Yusuf’un hayatta olduğundan ümidini kesmeyip oğullarında dedi ki:) Ey benim yavrularım! Gidin Yusuf’u ve kardeşini araştırın. Allah’ın (gam ve gusseyi açan) rahmetinden ümit kesmeyin. Zira Allah’ın bu rahmetinden yalnız kâfirler ümit keser.
88/87- (Yakub’un oğulları tekrar Mısır’a dönüp Yusuf’un) huzuruna çıkınca dediler ki: “Ey aziz! Biz ve ayalimiz sıkıntı içindeyiz. Az bir erzak karşılığı ile geldik, sen yine de bize kileyi tastamam eyle, ayrıca sadaka da ihsan eyle. Allah mutlaka, ihsan ve lütufta bulunanlara mükâfat verir.” [Bu ifadeler, onların kalplerinin yumuşadığını gösteriyordu. Bundan dolayı Yusuf’un kendini tanıtma zamanı gelmişti. Yusuf (as): dedi ki: “Ey Yakup oğulları! Lütuf ve ihsanda bulunup hataları affetmek güzel bir şey midir? Öyle ise neden Yusuf’a lütuf ve ihsanda bulunmadınız? Halbuki onun hiçbir günahı da yoktu..]
89/88- Yusuf dedi ki: “Cahilken Yusuf ve kardeşine edip eylediğiniz işlerin kabahatini anladınız mı? (Onlara tövbe ettiniz mi?).
Tefsir:
Yusuf (as)’ın yüceliğine şu şahittir ki kendine zulmeden insanlar huzuruna geldikleri zaman kendi de iktidar sahibi olmasına rağmen onlardan intikam almadı: “Yusuf’a yaptığınız zulümlerden tövbe edin, çünkü ben her kabih işten dolayı Allah’a tövbe ediyorum.” Dedi. Bundan daha âlicenaplık olur mu? Yusuf’un kardeşleri bu ifadeleri duyduktan sonra onu tanıdılar ve:
90/89- Dediler ki: “Yoksa sen, sahiden Yusuf musun?” O da “Ben Yusuf’um bu da kardeşim (Bünyamin, benim ayrılığıma dayanamayıp bir türlü rahat edememişti.)” dedi. Hakikat şu ki, Allah bize lütufta bulunup (nimetleni tamam eyledi.). Kim gerçekten Allah’a karşı saygılı olur ve sabrederse (ki, ben sabrettim) şüphesiz Allah ihsan sahiplerinin ecirlerini zayi etmez.
91/90- Yine dediler ki: “Allah’a ant olsun ki, Allah seni bize (takvada, sabırda ve güzel amelde) üstün kıldı. Biz gerçekten de hata işlemiştik (Onun için Allah, sana izzet u ikram etti. Bizi de zelil u hakir eyledi.).
92/91- Yusuf dedi ki: “Bu gün artık size (benim tarafımdan) hiçbir serzeniş ve kınama yoktur. Allah sizi bağışlar.. Cemi merhamet edenlerden artık merhamet eden Allah’tır.
Tefsir:
Bu sözleri diyen Yusuf (as)’dan daha kadri celil kim olabilir? Kendini katletmek isteyen kardeşlerine karşılık bir dil bile açmayıp onlar hakkında Allah’tan mağfiret diliyor.
Rivayete göre, Hz. Peygamber (sav) Mekke fethi günü, Kâbe kapısının iki kolunu tutup Kureyş’e şöyle seslendi: “Siz ne yapacağımı sanıyorsunuz?” Dediler ki: “Hayır umuyoruz. Sen kerim bir kardeş ve kerim bir kardeşin oğlusun” Hz. Peygamber (sav) de: “Bu gün kardeşim Yusuf’un dediği gibi diyorum. Bu gün size kınama ve serzeniş yoktur gidiniz, hepiniz serbestsiniz.”[55]
Kardeşleri Yusuf (as)’ı tanıyınca onları mükellef bir yemeğe davet etti. Onlar, Yusuf (as)’a:
— Bizi yemeğe çağırma, biz senden artık çok haya ediyoruz.
— Gerçi ben şimdi hükümdar olmuşum fakat, ahali sizi benim yanımda görünce, derler ki, “Allah bu insana ne kadar büyük nimet vermiş. Normal bir fert iken şimdi hükümdar olmuş” onun için siz benim yanımda durduğunuz zaman benim şanım daha da artar. Hem de sizi insanlar görünce derler ki, “bu Yusuf’un hem de böyle kıymetli kardeşleri varmış” sizin sebebinize benim de insanların gözünde üstünlüğüm artar.
93/92- (Sonra Yusuf, kardeşlerine dedi ki:) Gelin benim bu gömleğimi götürün de babamın yüzüne salın ki görmesi yerine gelip tekrar görsün. Sonra da bütün ayalinizi bana getirin. [Yahuda dedi ki: Babama ilk önce kanlı gömleği ben götürmüş, onu mahzun etmiştim, şimdi bu gömleği de ben götüreyim, onu şâd edeyim.]
94-95/93- (Mısır’dan Yusuf’un gömleğini taşıyan) kervan ayrılınca (ta Ken’an’dan) babaları dedi ki: “Eğer bana bunak demezseniz, (yani bunu desem, hemen bunak dersiniz, bundan korkmasam) gerçekten ben Yusuf’un kokusunu alıyorum.”[56] (Diğer oğulları, Yusuf’u öldü bildikleri için) dediler ki: “Vallahi sen hâlâ kadim hatanı sürdürüp gidiyorsun”
96/94- Fakat, gerçekten müjdeci (Yahuda) gelince, gömleği Yakub’un yüzüne koydu, hemen gözü açıldı. Yakub dedi ki: “Ya, ben size demedim mi ki, ben Allah’tan sizin bilmediklerinizi bilirim, (biliyordum ki, Yusuf hayatta olup bir gün Allah bizi bir yere toplayacaktır.).
Tefsir:
Yakup (as) seher vakitleri namaza durup namazım akabinde dua eder ve derdi ki: “Allah’ım Yusuf’umu bana bağışla, beni onu kavuştur.” İşin sonunda Allah (cc), onun duasını kabul edip Yusuf’u onu kavuşturdu.[57] Ne güzel der şair:
Seher de gel kimî baş aç tazarru eyle mabuda
Dua-i subh baistir kilid-i bab-i maksuda[58]
97/95- [Arkadan diğer kardeşleri de babalarının yanına geldiler ve:] dediler ki: “(Bize, Yusuf konusunda yapmış olduğumuz) günahlarımızdan dolayı bizim için Allah’a istiğfat eyle. Biz kasten günah işleyenlerden olduk.
98/96- Dedi ki: “Yakındır ki, (Yusuf ile kavuştuktan sonra) sizin için öz Rabbimden mağfiret isteyeceğim. Gerçekten benim Rabbim tövbe edenleri bağışlayıp merhamet edendir.”
Tefsir:
Yahuda, Yusuf’un gömleğini salıp gözleri açılınca babasına:
— Ey ata! Oğlun Yusuf, Mısır’a hükümdar olmuş. Onları şimdi o idare ediyor.
— Bana saltanat lazım değildir. Yusuf şu an hangi din üzeredir?
— Atası İbrahim (as)’ın dini üzeredir.
— Şimdi Allah’ın nimeti tamam oldu.[59]
— Oğlun Yusuf, yolculuk tedariki olarak bizi nakletmek için iki yüz hayvan göndermiş ki, sen ve ayalin Mısır’a gidesiniz. Yakub (as) hazırlanmaları için emir verdi. Ken’an’dan çıkıp Mısır’a doğru yola düştüler. Yakub (as) Mısır’a yaklaştıkça Yusuf’a olan şevki de iyice artıyordu. Mısır’a yaklaştıkları zaman Yusuf’a haber verdiler. Yusuf (as) atasını istikbal etmek için dört bin kişi ile sahraya çıktı. Yakub (as) bir tepe üzerine çıktığında gördü ki sahra süslenmiş atlılar ile dolmuş. Yahuda’ya dedi ki: “Bunlar her halde Mısır Firavun’un ordusudur” Yahuda ise, “Hayır baba, onlar oğlun Yusuf’undur.” Dedi. Tam birbirlerine yaklaşınca Yakub (as): “Gam ve kederleri dağıtan Yusuf’a selam olsun!” dedi.[60] Sonra sarıldılar. Sevinç ve sürurdan ağlaştılar.. Bu arada Yusuf (as) dinlenmeleri için sahrada çadırların kurulmasını emretti. İstirahat için bu çadırlara girdiler. Yakup (as) Mısır’a girdiği zaman kadınlı erkekli olarak hane halkının sayısı 72 kadardı.[61] Musa (as), Yakub (as)’ın Lîva/Lâvâ[62] adlı oğlundan gelir. Yakub’ın Mısır’a girmesi ile Musa’nın Mısır’dan çıkmasının arasından 216 yıl geçmişti.
99/97- Yusuf’un yanına varınca, Yusuf (şehrin dışındaki karşılama yerinde) anasını ve atasını kucakladı, yanına aldı ve “Buyurun Allah’ın muradı ile eman içinde Mısır’a girin” dedi.
100-101/98- Ebeveynini ileri alıp yüksek bir taht üzerin oturttu ve (kardeşleri, ebeveyni) ona hürmet için[63] hepsi secdeye vardılar. Yusuf dedi ki: “İşte bu, daha önce görmüş olduğum rüyanın tevilidir. Hakikaten benim Rabbim, o rüyayı (rüya iken) gerçek eyledi. İnan olsun Rabbim beni zindandan çıkarmakla lütuf ve ihsanda bulundu ve şeytan, kardeşlerimle benim arama fesat saldıktan sonra sizi tekrar badiyeden/çölden (Mısır’a) getirdi, (bizi bir araya topladı). Muhakkak ki, benim Rabbim dilediğine lütfunu bol bol ihsan eder. Ve gerçekten (her şeyin tedbir ve maslahatına) O’dur alim, O’dur hikmet üzere iş gören. [Sonra Yusuf (as), Allah’ın nimetlerini sayıp dua etmeye başladı:] Allah’ım sen bana (Mısır) saltanatını verdin, bazı müşkül olan sözlerin tevilini bana öğrettin. Semaları ve yeri yoktan var eden sensin. Sana itaat edip hadisen tevhit içinde olduğun halde beni vefat ettir ve beni (ahrette) salih bendelerin yanına ilhak eyle.
Tefsir:
Yakub (as), Mısır’da oğlunun yanında 24 yıl kaldıktan sonra vefat etti. Kendisi 147 yıl yaşadı. Yusuf (as) kırk gün zarfında bozulmasın diye babasını belsem yağı ile mumyalattı.[64] O zaman Mısır’da Tıp ilmi çok ilerlemişti. Mumya yapmayı biliyorlardı. Sonra Yakub (as)’ın vasiyeti gereği[65] kendisi Ken’an’a götürülüp ataları İbrahim ve İshak’ın yanına defnedildi. Yusuf (as), babasından sonra 23 yıl daha yaşadı. Onun bedenini de belsem yağı ile mumyaladılar. Yusuf (as)’ı nereye defnedecekleri hususunda ihtilaf etmişlerdi. Sonunda mermerden bir tabuta koyup mübarek Nil nehrinin bir mecrasına defnettiler ki, Nil nehrinin suları, onun üzerinden geçerek Mısır’a vardığında hepsi onun bereketinden eşit seviyede yararlansınlar. Musa (as), Mısır’dan çıkacakları sıra Yusuf’un mermerden tabut içindeki naşını nehirden çıkarıp Ken’an’a götürüp atalarının kabirlerinin yanına defnetti.[66].
102/100- (Resulüm!) Bu (Yusuf ve kardeşlerinin haberleri), sana vahiyle bildirdiğimiz gayp haberlerindendir. Onlar (Yusuf’un kardeşleri, onu kuyuya atmaları) konusunda dolap çevirerek işlerine karar verdikleri zaman sen onların yanında değildin.
Tefsir:
Hz. Peygamber (sav), kendisine vahiy gelinceye kadar bu gibi haberleri hiç bilmiyordu. Hiç bir kitapta da okumamıştı. Hiç bir kimseden de dinlememişti. Bu güzel kıssayı böyle güzel fesahat ve belagatı ile anlattığına göre bunları Allah (cc) ona vahyediyordu. Buna rağmen Mekke müşrikleri bu Kur’an’ı dinleyip hâlâ iman etmiyorlardı. İnatlarında diretiyorlardı. Onun için Allah (cc), bu kıssa ile Resulullah (sav)’i teselli etmiş ve müşriklere karşı onu teyit emiştir.
103/101- (Resulüm!) İnsanların çoğu (küfür ve inatlarını sürdürmekte ısrarlıdırlar), ne kadar (iman etmelerini) arzulasan da iman edecek türden değillerdir.
104/102- (Resulüm!) Sen buna (elçiliğine) karşılık onlardan her hangi bir ücret de istemiyorsun, (öyle ise neden senden kaçıp uzaklaşıyorlar.?)[67]. O Kur’an cümle aleme ancak bir öğüttür. (Onda nefret edilecek bir taraf yok ki kaçıyorsunuz.).
105/103- Asumanlarda ve yerde nice alametler vardır ki (Allah’ın varlığına ve birliğine delalet etmektedir.) onlar bu delillere ibret nazarı ile bakmadan yüz çevirip giderler. (Resulüm! Onlar bu delillere hiç itibar etmediğine göre, seni dinlememeleri de fazla şaşılacak bir şey değildir.)
106/104- Onların çoğu, ancak şirk koşarak Allah’a iman ederler. [ Yani, biz Allah’a iman etmişiz, bürün mahlukatı yaratan Allah’tır, deler. Fakat Allah’tan başka kimselere başkaların yüz çevirip onlardan hacet isterler. Onlardan şefaat umarlar. Kendileri mümin iken, tavırları bir kâfiri andırır.]
Tefsir:
Bu ayet-i kerimenin mısdakı/ölçütü, aynı bizim zamanımızdır. Müslümanlar adlarını mümin koyup, kendilerini ehl-i Kur’an sayıyorlar ama, kendilerine her bir makamda taştan, ağaçtan hacet yerleri ve ziyaretgâhlar edinmişlerdir. Kedilerine tapınaklar yapıp onlara kurbanlar kesiyorlar ki, onları Allah’a yakınlaştırsın da hacetleri kabul olsun. Halbuki Kur’an’ın hükmü ile Allah’tan başkasının adıyla kesilen (eti yenen) hayvanların eti haramdır. Günümüzde bu tip Müslümanların yaptıkları bu nevi kurbanlar tıpkı cahiliye devrini andırıyor. “Falan yerde yahut filan taşa veya falan (...) ya filan İmam-zâdeye kurban adadım ki falan isteğim yerine gelsin” gibi ifadeler kullanarak bütün ihtiyaçlara cevap veren Allah’ı unutup, taştan yapılmış türbelere, veya İmam-zâdelere gidip onlardan hacet dilemek, onlara kurban kesmek geçen ayetin ihtiva ettiği manaya göre bir şirktir. Bunlar şirk alametidir. Bunları yapan da müşriktir..
107/105- Acaba müşrikler, Allah tarafından kendilerini çepeçevre saracak olan bir felaket gelmesi veya farkında olmadan kıyametin ansızın kopması karşısında kedilerini emanda mı sayıyorlar?
108/106- (Resulüm! Müşriklere) de ki: Bu (tevhit ve iman tarafına davet etmek), benim yolumdur, (bundan başka benim yolum yoktur.). Ben Allah’a -körü körüne değil- basiret üzere davet ediyorum.. bana tabi olanları da öyle.. Allah her türlü şirk ve noksandan pâk ve münezzehtir. Ben de müşriklerden değilim.
109/107- (Resulüm! Müşrikler sana derler ki: Eğer Allah peygamber göndermek isteseydi bir meleği gönderirdi. Fakat onlar bilmiyorlar ki) senden önce de, gönderdiğimiz peygamberler o memleketlerin halkındandı, onlar da kendilerine vahiy verdiğimiz bir takım erkeklerden başkası değillerdi. Acaba (bu kâfirler) yeryüzünde hiç dolaşmadılar mı ki, kendilerinden öncekilerin akıbetinin nasıl olduğunu görsünler? Takva sahibi olup (şirki terk edenler için) ahret evi daha yahşidir. Hâlâ aklınızı kullanmaz mısınız (ki, şirki terk edesiniz de tevhide itikadınız ola.).
110-111/108- (Resulüm! Senden önceki) peygamberler, (ümmetlerinin iman etmeyecekleri) bilince, kendilerinin de tekzip edileceklerini iyice anlayınca (tam o sırada) onlara yardımımız gelirdi ve (o peygamberlerin ümmetlerinden) dilediğimizi (iman eden müminleri) kurtarırdık. Suçlu kavimlerden bizim azabımız kesinkes geri çevrilemez. Hakikaten onların kıssalarında akıllı kemalli insanlar için bir ibret vardır. Bu Kur’an uydurulabilecek her hangi bir söz değildir. Belki bu Kur’an kedinden önce geçen kitapları tasdik eden, (din ve dünyada lazım olacak) her şeyi açıklayan ve iman edecek bir kavim için bir hidayet ve rahmettir.
Hamt olsun Yusuf suresinin tefsiri tamam oldu. İbret alabilecekler için ne kadar ibret dolu ve tarih ilminin ne seviyede kıymetli bir ilim olduğuna da ne güzel bir delildir. Müslümanların çoğu tarih ilminden nasipsizdir ve bu büyük ilmi zayi etmişlerdir. Tarih ilmi, din, medeniyet, siyaset, adalet, ahlak, imaret, idare vs. şeylere yol gösteren bir ilimdir. Allah’ın (cc), Kur’an’da bu kıssaları anlatmasının maksadı, Müslümanların o kıssalarda anlatılan önemli noktaları iyi anlayıp din ve dünyalarına ışık tutmaları içindir. Bunun için Allah Resulü (sav) buyurmuşlardır ki: “Kim Yûsuf suresini okur ve onu ayaline öğretirse Allah onun ölüm anını çok kolay geçirir ve ona kuvvet ihsan eder. Hiç bir Müslüman da haset etmez.”[68]
Ra’d sûresi Mekke’de nazil olmuştur. 45 ayet, 755 kelime ve 3506 harftir.
0/1-Bismillahirrahmanirrahim.
1/2-3- Elif. Lâm. Mîm. Râ. (Bu sûrenin adıdır.). Bu (surede söylenen ayetler), Kitab’ın (Kur’an’ın) ayetlerdir, (hiç bir kelam ona mukabil olamaz. Resulüm!). sana indirilen (bu Kur’an) Rabbinden indirilen bir gerçektir. Lakin insanların çoğu (böyle hak olan Kitab’a) iman etmezler.
2/4- O Allah’tır ki, (mükemmel kudretiyle) görüyorsunuz semaları (nasıl) yükseltti, sonra arş üzerine istiva etti (bütün mahlûkatı kudret ve idaresi altına aldı.) Güneşi ve kameri (Mükemmel kudretiyle) emrine boyun eğdirdi. Her biri belli bir vakte kadar akar gider.[69] Bütün işleri O yönetir. (Vahdaniyetine delalet eden) ayet ve alametleri açıklıyor ki, Rabbinizin huzuruna çıkacağınızı yakinen bilesiniz.
3/5- [Allah (cc) geçen ayette, Allah’ın birliğine delalet eden semadaki delilleri zikretti. Bu ayette ise yer ve yerde bulunan delilleri anlatacaktır.] Yeryüzünü (mükemmel kudretiyle) enine boyuna çekip yayan, orada sabit duran dağlar ve (o dağlardan) ırmaklar var eden., orada her meyvadan iki çift (erkek-dişi) yaratan; gecenin karanlığı ile gündüzü saran, (aynen öyle de gündüzün ışığını ile gecenin karanlığını açan) O’dur. Bu söylenen şeylerde Allah’ın (kudret ve birliğine) düşünen bir kavim için deliller vardır. (İyi düşününce, masnûdan saniî, mahluktan halıkı çıkarabilirler.).
Tefsir:
Geçen ayetin “Her meyveden iki çift (erkek-dişi) yaratan” kısmını bazı tefsirciler demişlerdir ki, Allah (cc) yeryüzünü yatırken her bir meyveden iki çift yaratmıştır. Yani her bir meyveden iki ağaç yaratmıştır, demişler. Ondan sonra artarak çoğalmıştır. Bazıları da demişlerdir ki, bu iki çiftten maksat, tatlı-ekşi, ak-kara, sarı-kırmızı gibi tat ve renk bakımından iki kısımdır. Fakat ayetin manasını böyle hasta yorumlarla tefsir etmek doğru değildir. Kur’an’ın fesahat ve belagatına da aykırıdır. Bilakis Allah (cc) bu ayet-i kerimede önemli bir noktaya işaret etmektedir. O hikmete günümüz ilmi zamanla vakıf olmuştur:
Her meyvenin çiçeğinde hayvanların erkek ve dişisi durumunda bir çift eş vardır ki, o meyve işte bunların çiftleşmesinden ve döllenmesinden meydana gelir. Sonra bu zevceyn de iki kısımdır: Bir kısmı erkeği başka kaynakta, dişisi başka kaynakta olmak üzere ayrı ayrı iki ağaçta bulunur. Mesela incirin erkeği başka ağaçta, dişisi başka ağaçta olur. Bir kısmı da hem erkeği, hem dişisi aynı çiçekte bulunur. Çiçek erkekli ve dişili bir hünsa şeklinde açar ve döllenmeyi kendi bünyesi içinde yapar, çoğunlukla çiçekler böyledir. İşte “zevceyn” tabiri ile her meyvede çiftleşen genel olarak erkekli ve dişili çiçekler kastedilmiş, “isneyn” tabiri ile de bunların iki çeşit olduğu ifade edilmiştir.
4/6- Yeryüzünde birbirine mücavir kıtalar vardır, (bazısı taş, bazısı toprak; bazısı düz, bazısı dağ; bazısı ziraata, bazısı bağlar kurmaya layıktır; bazısında madenler, cevherler çıkar, bazısından acı su da çıkmaya bilir.) Bazısında üzüm bağları, ekinler, bir kökten ve çeşitli köklerden dallanmış hurma ağaçları vardır. Bunların hepsi bir su ile sulanır. (Fakat meyveleri başka başkadır.) Yemişlerini de birini diğerinden kaliteli yaratırız. İşte bu anlatılan şeylerde akıl üzere hareket eden bir kavim için (Allah’ın kudret ve birliğine delalet eden) deliller vardır.
5/6-7- (Resulüm!) Eğer sen, (onların hâlâ kıyamet gününü inkâr etmelerine) hayret ediyorsan (hayret et. Hele bu yerindedir.). Ama asıl şaşılacak şey, onların: “Biz toprak olduktan sonra yeniden mi yaratılacağız?” demeleridir; (az önce anlatılan şeyleri yaratan Allah, sizi öldükten sonra niçin diriltmekten aciz olsun?). Bu kıyamet gününü inkâr edenler işte o kâfirlerdir. Onlardır (kıyamet günü azap için) boyunlarında tasmalar bulunanlar, onlardır cehennem ateşinin yoldaşları. Elbette orada ebedî kalacaklardır.
6/8- (Resulüm! Müşrikler) senden, afiyet ve selametten önce tez beri azabın gelmesini istiyorlar. (Onlar neden azap istiyorlar?) Halbuki onlardan önce (peygamberleri yalanlayanların) misalleri çok geçti. (İbret alsın da, sakın azap istemesinler.). Rabbin ise öz canlarına zulmedip (Allah’a asi olsalar bile) insanlar için büyük mağfiret sahibidir. Fakat yine senin Rabbin, (şirk ve masiyette kalıp tövbe etmeyenlere ise) azabı pek şiddetlidir.
7/9- (Resulüm!) Kâfirler (seni kastederek) diyorlar ki: “Niçin ona Allah katından bir mucize inmiyor?” (Onların istediği gibi bu mucizeler sana gelmez) sen ancak bir uyarıcısın. (Onlara zorla Allah’ı kabul ettiremezsin. Allah isterse onları cebren imana sokabilir.) Her kavim için (mahsus bir mucize ile) bir hidayetçi/peygamber vardır. (Allah, peygamberlere verdiği mucizeleri bir maslahata göre verir.)
Tefsir:
Müşrikler, Allah Resulünün güzel ahlakıyla ve üstün meziyetleriyle yetinmiyorlar da ondan daha başka şeyler istiyorlar. Bir mucize getirmesini istiyorlar. Mucize, başkalarının benzerini getirmekten aciz kaldığı harikulade şeyin adıdır. Bunun için Kur’an mucize olarak yetmez mi? Onun da en kısa bir suresinin nazirini getirememişlerdi.
8/10- Her dişinin neye gebe kalacağını, rahimlerin neyi eksik, neyi artık edeceğini Allah bilir. (Yani rahimlerde gebelik süresinin uzamasını ya da kısalmasını, çocukların bir ya da daha çok olup olmamasını ve sair hallerindeki ziyade ya da noksanlığı ta başından bilir.). O’nun katından her şeyin bir hadd ve ölçüsü vardır. (Bunu kimse tecavüz edemez.).
9/11- Gaip olanı da hazır olanı da bilen Allah’tır. Şanı büyük ve her şeyden yüce olan da O’dur.
10/12- Sizden, (konuştuğu) sözü gizleyenle onu açığa vuran, gecenin karanlığında (yaptıklarıyla) gizlenenle gündüzün açıkça gezip dolaşan arasında (Allah ilmine göre) bir fark yoktur. (Bu yapılanlardan hiç biri Allah’a gizli kalmaz).
11/13- Her insan için önünden ve arkasından takip eden(ruhani)ler vardır. (Bular Allah’ın emri ile insana bir vedia/emanet olarak verilmiştir. Onun gözetliyorlar.). Bir toplum kendilerinde bulunan (ihlas ve adalet gibi) vasıfları değiştirmedikçe, Allah onlarda bulunan (nimet ve afiyeti) değiştirmez. Allah bir topluma (özlerinin zulmü yüzünden) azap ve helâk murad etti mi artık onu geri çevirecek bir kuvvet yoktur ve onların Allah’tan başka umurlarını üzerine alacak bir dostları da bulunmaz.
12-13-14-15/14- Size, (çarpma ihtimalinden) korku, (yağışın müjdesi olmasından) ümit (olarak) şimşeği gösteren ve yağmur yüklü bulutları inşâ eden Allah’tır. Gök gürlemesi O’nu hamd ile tespih eder, melekler de O’nu mehabet ve celalinden tespih ederler. Allah yıldırımlar gönderir, onunla dilediğini çarpar. Böyle olduğu halde kâfirler (haddini bilmez de hâlâ) Allah ile mücadele ederler. Oysa Allah’ın havl ve kuvveti (ya da her türlü hileye karşı tedbir ve takdiri) pek şiddetlidir, (onlara ummadıkları yerde bela gönderir ve helâk eder.). Hak olan dua(lar) Allah’a mahsustur. (Karşılık görecek olan dua ve yakarış, ancak Allah’a yapılan dua ve yakarıştır.). Allah’tan başka dua edip durdukları (putlar, uğur saydıkları, adak adadıkları, yardım diledikleri kişiler) hiçbir dilediklerini yerine getiremezler. Ancak ağzına erişsin diye iki avucunu birden suya doğru uzatan susuz gibi, boşuna avuç açmış olurlar. Öyle ki uzaktan avuç açmakla su gelip de insanın ağzına girmez. (Çünkü suyun aklı yoktur ki, avuç açıldığında gelip onun ağzına yanaşsın). Kâfirlerin duası hedefinden şaşmıştır. (Onların duaları zayi olup, hiçbir fayda sağlamaz.). Semalarda ve yerde bulunanlar ister istemez sadece Allah’a secde ederler.. (hiçbiri onun iradesinden kurtulamazlar.) hatta bunların sabah akşam meydana gelen gölgeleri de öyle..
Tefsir:
Kâfirler Allah Resulünü tekzip ederek Allah hakkında onunla tartışmaya giriyorlardı. Arapların büyüklerinden Erbed b. Rabia ile Amr b. Tufeyl, Allah Resulünü katletmek için Medine’ye geldiler ve Resulüllah’a:
— Ya Muhammed! Senin Rabbin altından mı, gümüşten mi ya da demirden mi, neden yapılmıştır?
— Benim Rabbim cisim olmaktan münezzehtir, uzaktır.
Bu konuşmalardan sonra Hz. Peygamber’i (sav) öldürmek istediler. Fakat öldürmeye fırsat bulamadan memleketlerine döndüler. Allah (cc) bir açık yaz günü Erbed’in tepesine bir yıldırımı indirdi ve onu yaktı. Amr’ın da boynunda bir büyük yara çıktı ve o da helâk oldu.[70]
“Hak olan dua(lar) Allah’a mahsustur. (Karşılık görecek olan dua ve yakarış, ancak Allah’a yapılan dua ve yakarıştır.). Allah’tan başka dua edip durdukları (putlar, uğur saydıkları, adak adadıkları, yardım diledikleri kişiler) hiçbir dilediklerini yerine getiremezler.” İslam’a inanıp mümin olduğunu söyleyen kimseler, kendilerini ehl-i Kur’an sayanlar, Allah’ı unutup ondan başka kimselerden hacet kapıları aramaya başlayanlar bu ayeti iyi düşünsünler de Allah’ın birliğini hatırlarına getirsinler. Dolayısıyla Allah’tan başksasından hacet dilerken nasıl bir gizli şirkin içine girdiklerini anlasınlar. Bu yüzden İslam’ın hakikatleri gizlilik perdesinde kalıp Müslümanları tamamıyla şirk bürümüştür. Bu tür insanlara yaptıkları şeyin yanlış olduğu hatırlatıldığı zaman Mekke müşrikleri gibi, “Biz kalktık babamızdan böyle gördük” derler. Hiçbir zaman kendilerinin hata yaptıklarına inanmazlar. Allah insanlara bir basiret ihsan eylesin.
Allah’tan başkasından bir şey isteyenlerin dilekleri boşa çıkacaktır. Ancak gören işiten Allah’a döner de bütün isteklerini O’dan isterlerse o zaman dilekleri kabul olacaktır.
16/15- (Resulüm! Müşriklere) de ki: “(Siz Allah’ı bırakıp, putlara tapıyorsunuz ama) semaların ve yerin Rabbi kimdir?” (Onlar, hakkı saptıracaklarından dolayı yine sen) de ki: “Allah’tır.” Yine de ki: “(Semaların ve yerin Rabbi, Allah olduğuna göre) O’nu bırakıp da (bırakın başkalarını,) kendilerine bile fayda ya da zarar verme gücüne sahip olamayan dostlar mı edindidiz?” Yine de ki: “Kör ile gören bir olur mu hiç? (Allah’a iman edenle etmeyen bir olur mu?), yahut karanlıklarla (şirkle), nur (iman) bir olur mu hiç?” Yoksa Allah’a ortaklar mı buldular ki, (bu buldukları,) Allah’ın (semaları ve yeri) yaratması gibi bir takım mahluklar yarattılar da bu yüzden yaratılış (yani Allah’ın yarattıkları ile onların yarattıkları (!) ayırt edilemeyecek derecede birbirine benzedi de bu yüzden) kafaları mı karıştı? De ki: “(Putlar, hiçbir şey yaratmaya kadir değildirler) her şeyin yaratıcısı Allah’tır.. Bütün yaratılmışları hükmü altına alan, (eşsiz) ve yalnız olan O’dur.
17/16- [Allah (cc) bu ayette, hak ile batılın misallerini anlatıyor:] Allah sizin için asumandan bir su indirdi de sular akıp vadiler öz kaderlerince sel olup aktı. Bu sel (akarken oluşturduğu) üste çıkan bir köpüğü yüklenip götürdü. Bir de ziynet eşyası veya bir kap kacak yapmak maksadıyla ocak üzerine koyup ateş yaktıkları şeylerden de onun gibi bir köpük meydana gelir. Allah, hak ile batıla böyle misaller getirir; (batıl, hem su da hem de madenlerde köpüğün/kef’in misalidir, madenlerin kendisi ve su ise hakkın misalidir.) Ama, köpük/kef (Batıl her ne kadar bazen üste çıkmış görünse de) atılır gider. Fakat insanlara faydası olan (maden ve sular) yerinde kalır (öyle gitmez.). İşte Allah, insanlar için (hak ile batıl arasında) böyle misaller verir.
Tefsir:
Gerçi batıl yani küfür, günümüzde olduğu gibi bazı vakitlerde hakka yani İslam’a galip olsa bile Müslümanlar bu içine düştükleri böyle anlarda inandıkları davaya şek ve şüphe içinde olmasınlar. Allah hakkı galip edip batılı zelil edecektir. Aynen köpüğün kaybolduğu gibi.
18/17-18- (Allah’ın İslam ve tevhide davetini) kabul eden(mümin)ler için en güzel mükâfat vardır. O’nun davetini kabul etmeyenlere gelince yeryüzündekilerin hepsi ve bir o kadarı daha kendilerinin olsa, elbette hepsini feda edip (Allah’ın azabından) kurtulmak isterlerdi. İşte bunlar yok mu; (kıyamet günü günahlarından asla hiçbir şey affedilmeyerek).) dikkat üzere hesaba çekilecek olanlar bunlardır, Onların ârâm edecekleri yer cehennemdir. (Cehennem, onlar için) ne yaman döşenmiş hazırlanmıştır yerdir.
19/19- (Resulüm!) Rabbinden sana indirilenin hak olduğunu bilen kimse, (kalp) gözü kör olup (Kur’an’a iman etmeyen) kimse gibi olur mu? Fakat akıl üzere yürüyen basiret sahibi kimseler, (Allah’ın nasihat ve öğütlerini) anlayıp (Kur’an’a iman ederler.).
20/20- Onlardır ki, Allah’ın ahdini ifa ederler ve antlaşmayı bozmazlar, (Allah’a iman ederler.).
21/21- Onlar ki, Allah’ın riayet edilmesini emrettiği (yakınlara ve Müslümanlara iyilik yapmaya) riayet ederler ve öz Rableri Allah’ın (azabından) ürperir, (kıyamet günü günahlarından asla hiçbir şey affedilmeyerek).) dikkat üzere hesaba çekileceklerinden korkarlar.
22/22- Onlar ki, Rablerinin rızasını kazanmak (teklifleri karşısında muhkem durmak ve teveccühüne nail olmak için) belâ ve musibetlere sabrederler, (dinin direği olan) namazı kılarlar, kendilerine ihsan ettiğimiz rızıklardan gizlice ve açıkça infak ve ihsan ederler, (işledikleri) günahı, (yine arkasından hemen yaptıkları) sevap ile defederler. İşte bunlar (dünyadan göçtükten sonra Allah’ın kullarına vadettiği) dünyanın (güzel) bir devamı olan (cennet) vardır. [Allah ister ki, iyi kulları dünyadan sonra cennete girsinler, onun için buyuruyor:]
23-24/23- Adn cennetlerine girecekler, atalarından, eşlerinden ve zürriyetlerinden salih olanlar da böyle.. Melekler de müminlere (cennet köşklerinin) her bir kapısından girip: “(Dünyada) sabrettiğiniz (her türlü bela ve mihnete karşılık, bu nimetlere ulaştınız) selam sizlere! (Sizin için) dünyanın sonu ne güzel bir şekilde noktalandı” derler. [Şimdi bundan sonra, bu sıfatların zıddını taşıyanlar anlatılıyor:]
25/24- (Kendilerinden) muhkem bir söz aldıktan sonra Allah’ın ahdini bozanlar (akıl üzere hareket etmeyip iman etmeyenler), Allah’ın riayet edilmesini emrettiği (yakınlara ve Müslümanlara iyilik yapmayı) kesenler ve yeryüzünü bozguna verenler; işte lanet onlara.. ve dünyanın kötü şekilde noktalanışı (cehennem de) onlara..
26/25- Allah dilediğine rızkını genişletir de kısar da. (Allah’ın vermiş olduğu bu nimetlerin çokluğuna azgınlaşıp) dünyada şımarırlar (ve böylece ahreti unuturlar). Halbuki dünya, (hayatıyla, nimetiyle) ahret (nimetlerine) mukabil ancak azıcık bir fani şeydir. (Ebedi nimetleri unutup, fani nimetlere takılıp kalmak tam bir nadanlıktır.).
Tefsir:
Allah’ın (cc) bir kimseye fazla bir kimseye de az rızık vermesi hikmetinin gereğidir. Hiç kimse bu hususta Allah’a itiraz hakkı yoktur ki, bana neden az verdin de ona fazla verdin, desin. Nasıl ki, ressamın karşısında duran bir resmin ressama itirazı olamaz, bu da öyledir. Fakat dünyada bazı varlıklı zengin insanlara yazıklar olsun ki, kazandıkları mallarını kendi akıllarının bir ürünü olarak saymaktadırlar. Kur’an bu ayeti ile ikaz ediyor ve diyor ki, bu malı kazanan aklını sana kim verdi? Eğer “Allah’tandır” derse, biz de deriz ki, öyle ise: Sebep ve müsebbip hepsi Allah’tandır. Akıl vasıtası ile elde edilen bu mallar da Allah’ındır.
27/26- Yine kâfirler (Resulüllah’a) diyorlar ki: “Ona Rabbinden bir mucize indirilmeli değil mi idi?” De ki: “(Kur’an gibi bir mucizeye inanmadığıza göre) Allah dilediğini dalalete düşürür, (hiç bir mucize size fayda vermez.). Ama (sizin sıfatlarınızın hilafına olan ve) kedisine yöneleni de öz tarafına hidayet eder.”
28/27- Allah’a iman edenler, Allah’ı zikretmekle kalpleri ârâm eyler. Biliniz ki, kalpler ancak, Allah’ın zikri ile huzura erer.
29/28- İman edip salih amel yapanlara.. müjdeler olsun onlara.. güzel yurt (cennet) de onlarındır.
30/29- (Resulüm!) Böylece seni, kendilerinden önce nice ümmetlerin gelip geçtiği bir
ümmete (peygamber olarak) gönderdik ki, sana vahyettiğimiz (Kur’an’ı) onlara okuyasın. Halbuki onlar rahmeti çok olan (dünya ve ahret nimetlerinin sahibi) Allah’ı inkâr ediyorlar. (Senin gibi bir Peygamberi ve Kur’an gibi bir
kitabı inkâr ediyorlar). [Müşrikler dediler ki: Ya Muahmmed! Sen Rahman’a
itaat etmeye davet ediyorsun, biz bilmiyoruz Rahman nedir?] (Resulüm!) De ki: “O (Rahman,) benim Rabbimdir. Ondan başka ibadete layık
hak bir mabut yoktur. Sadece O’na tevekkül ettim ve ahir emrimde dönüşüm de
O’nadır. (Sizin bana yaptıklarınıza
sabredersem, Allah bana mükâfat verecektir.”
31/30- [Allah bu ayeti “misal olarak” anlatmaktadır.] Eğer (misal olarak, başka bir) Kur’an (, sözlerinin muhteşemliğinden) dağların yürütüldüğü veya onunla bu yerin parça parça olduğu, yahut ölülerin onunla dirilttiği (bir kitap olsaydı, yine başka değil bu Kur’an olurdu. Yine de o kâfirler iman etmezler başka bir mucize isterlerdi.). Fakat bütün işler Allah’ın seçimindedir, (İstediğiniz mucizeleri de getirmeye kadirdir, fakat Allah’ın hikmeti, bunu getirmeyecektir.). İman edenler bilmediler mi ki, Allah dileseydi bütün insanları hidayete erdirip (İslâmiyet’e dahil ederdi. Fakat Allah, insanın ihtiyarını/seçimini kendi eline vermiştir. Her kes kendi seçimi ile iman eder.) Allah’ın vadi gelinceye kadar inkâr edenlere, yaptıkları (habis işlerden) dolayı ya ansızın (mallarına, canlarına, evladına) büyük bir bela gelmeye devam edecek ya da o bela (Mekke’nin) etrafına inecek (onun şerri Mekke’ye de erişecek, onlara korku salacaktır.) [Mekke’yi fethetmeye giden ordu, Mekke’ye yakın bir yerde konaklayınca, müşriklerin korkudan yürekleri ağızlarına gelmişti.] Allah (Peygamber’ine haber verdiği Mekke’nin fethi) vadesinde asla hilaf eylemez.
Tefsir:
Kur’an’da bulunan, güzel ahlak, öğüt ve mevizelere uymak, insanlık sıfatlarını tahsil edip cehalet sıfatlarını terk etmek gerekir. Kur’an dağlara ve camit şeylere okunsa onları harekete geçirecek muhteşemliktedir. Fakat Kur’an’ın o tatlı öğütleri sadece insanlara tesir etmemektedir. Bu tür insanların kalpleri o kadar katılaşmıştır ki, taştan da katı hale gelmiştir. Hz. İsa (as)’ı gördüler ki, dağa kaçıyor. Ona dediler:
— Ya Ruhullah! Neden böyle kaçıyorsun? Senin arkanda ne bir insan ne de yırtıcı bir hayvan vardır.
— Cahil ve nadan insanlardan kaçıyorum.
— Sen kelamınla ölüleri diriltiyorsun. Ölüler seni dinliyorlar. Cahil insanları da böyle ıslah etseniz..
— Ben cahil insanların kalbine ilaç yaptım kabul etmedi. Baktım ki, cahilin kalbini ıslah etmek müşkül bir iştir, başa çıkamadım bundan. Onun için kaçıyorum.
Allah Resulü (sav) buyurmuştur ki: “Allah (cc), cahiller arasında kalan alime acısın” Cehalet, devası bulunmayan bir hastalıktır. Hususen cehl-i mürekkep ile cahil olursa.. bilmediğini de bilmeyen kimseye yani bilmiyor ama, bildiğini sanıyor, işte buna “cehl-i mürekkeb” denir. (...) Günümüz, cahiliye devrine döndü. Nitekim bu Kur’an o devrin cahillerine öldürücü bir zehir gibi geliyordu. Ondan firar edip kaçıyorlardı. Onun ölüleri dirilten nurlu beyanını hiç dinlemiyorlardı. Günümüzde ise kendini alim sanan bir kısım cahiller vardır ki, “Kur’an’ın ilmi sadece İmamlar’ın yanındadır” demeleri bahanesi ile Kur’an’ı anlaşılmaz bir kitap kabul edip, Kur’an’a muhalif olan “mevzu hadisler”e tabi oluyorlar. Bu hadisleri, hükümlerin temeli sayıyorlar. Her kes kendisine göre bir fikir ortaya atıyor ve buna da bu tür hadislerden delil getiriyorlar. Onları tenkit ettiğiniz zaman da özürleri için: “Kur’an’ın zahiri, geçen peygamberlerin mucizelerinin Hz. Peygamber’den gelmediğini anlatıyorsa da bunun için hadisler delildir ki Hz. Peygamber’in de önceki peygamberler gibi mucizeleri olmuştur. Onun için Hz. Peygamber’inde mucizelerinin olduğuna kail olmamız gerekir” Halbuki, Kur’an bu hususta çok açıktır.
32/31- (Resulüm! Bu Mekke ehli seni alaya aldıkları gibi) senden önceki peygamberlerle de alay edildi de ben onlara mühlet verdim, sonra da ( bu afiyet ve esenliğin devam edeceğini sandıkları sırada) onları derdest ettim. O vakit azabım nasılmış (olur muymuş, olmaz mıymış gördüler.). [Bu Mekkeliler de korksunlar ki, mühlet veriyorum ama sonunda tutup azap ederim.]
33/32- Herkesin kazandığını gözetleyip koruyan, (aciz olup hiçbir şeye kadir olamayan putlar gibi olur mu?) Halbuki onlar (tuttular yegâne ibadete müstahak olan) Allah’a ortaklar yakıştırdılar. (Resulüm!) De ki: Onların isimlerini söyleyin. (Belki Allah onları tanımıyor (!) acep öyle mi?) Yoksa siz Allah’a yeryüzünde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz, (Allah’ın yeryüzünde şeriki olsaydı onu bilirdi, her şeyi bilen Allah, onu neden bilmeyeydi?) Yoksa sırf zahirî (yani lafzı var) anlamı yok boş bir laf mı (söylüyorsunuz.). Fakat kâfirlere (öz nefisleri tarafından) kendi düzenledikleri oyunları (Allah’a şirk koşmaları) hoş gösterildi. (Bu yüzden hak) yola tabi olmaktan engellendiler.. Allah her kimi (amellerine göre tevfik ve hidayetini kesip) dalalete düşürürse artık onu yola getirecek kimse yoktur.
34/33- Müşriklere dünya hayatında azap vardır. Fakat ahret azabı (dünya azabından) daha çetindir. (Kıyamet günü) onları Allah(ın azabın)dan koruyacak kimse yoktur.
35/34- Takva sahiplerine vadedilen cennetin vasfı şudur ki (şimdi anlatılacak:) “Köşk ve kasırlarının altından nehirler akar, meyveleri süreklidir.. gölgeleri de öyle.. Bu anlatılan (cennet) takva dairesi içinde olanlar için mutlu bir sondur. Kâfirlerin akıbeti ise ateştir. (Orada ebedi olarak kalacaklardır.).
36/35- Bir de (Yahudi ve Hıristiyanlar gibi) kendilerine kitap verdiklerimiz (den bir kısmı ) sana inan indirilen (Kur’an’la) şad olurlar. Ehl-i kitaptan (bazıları da vardır ki, Kur’an’ın hepsini inkâr etmemekle birlikte, hoşlanmadıkları ayetleri) inkâr ederler. (Sen müşriklere) de ki: “Ben ancak (bir olan) Allah’a ibadet etmeye ve O’na şirk koşmamaya memurum. (Sizin gibi müşrikleri de) O’na davet ediyorum ve dönüş yerim de ancak O’nadır. (Siz de gelin bunu kabul edin, inkâr etmenizin hiçbir manası yoktur.)”.
Tefsir:
Bu sure Mekke’de inmiştir. Yahudi ve Hıristiyanlardan bir kısmı ise Medine’de Müslüman olmuşlardır. Olabilir ki, Allah (cc) onların Müslüman olacaklarını daha önceden haber versin. Yahudiler’den ilk defa Müslüman olan Abdullah b. Selam ve Kâ’bu’l-Ahbar (32/652-653)[71] ile arkadaşlarıdır. Hıristiyanlardan ise 40 kişi Necran’dan, 32 kişi Habeş’ten ve sekiz kişi de Yemen’den olmak üzere seksen kişi Müslüman olmuşlardır. Allah (cc), bunları haberini ta Mekke’de haber vermiştir.[72]
37/36- (Resulüm!) İşte biz o Kur’an’ı Arapça ve (bütün anlaşmazlıklar üzerine) hakim bir kitap olarak indirdik. Sana gelen bu bilgiden (Kur’an’dan) sonra onların keyiflerine uyacak olursan o vakit Allah(ın azabın)dan seni koruyacak ne bir dost ne de bir koruyucu bulamazsın.
Tefsir:
Resulüllah (sav)’den müşrikler istiyorlardı ki, bir kısım işlerde onların bazı davranışlarına uysun. Allah (cc) bu ayette Resulüllah’ı uyarmıştı. Aslında Resulüllah (sav) onların hiçbir arzularına uyacak değildi. Fakat Allah (cc) bu uyarılarla bizlere hitap ediyor ki, inancımızda sabit kalıp hiçbir veçhile müşriklere tabi olmayalım.[73]
38-39/37- (Resulüm!) Biz gerçekten senden önce de peygamberler gönderdik ve onlara da eşler ve çocuklar verdik. Hiçbir peygamber için Allah’ın izni olmadan bir mucize getirmesi söz konusu değildir. (Resulüm! Onlar senden mucize istiyorlar ama, benim iznim olmadan bir mucize getirmen mümkün değildir.). Her vakit ve zamanın bir hükmü vardır. (O vakitte yazılan hükmün yapılması kullar üzerine vacip olur. Hükümleri değiştirmek Allah’ın ihtiyarına bağlıdır. Bir vakit için bir hüküm verir, maslahat gerekirse onun nesheder başka bir hüküm verir.) [Neshi inkâr edenler için gelen ayet buyuruyor ki:] Allah (hikmet üzere) dilediği (hükmü yürürlükten) kaldırır. (Onun yerine başka bir hükmü, maslahata göre) karar verir. (Fakat buna sebep olan maslahatı, Allah’tan başka kimse bilmez.) Her bir kitabın (yazının) aslı Allah nezdindedir. (Allah’ın ilminde, Levh-i mahfuzda her şey yazılmıştır. Hiç bir şey onun ilminden hariç olamaz.).
40/38- (Resulüm! Müşriklere) vadettiğimiz ( azaplardan) bir kısmını (sen vefat etmekten önce) göstereceğiz ya da (o azapları sana göstermeden) vefat ettiririz, (onların azabını görmen ya da görmemen sana pek lazım değildir.). [Resulülllah (as) müşriklerin Bedir’deki azaplarını bizzat gördü. ] Sana düşen, (risaletini) tebliğ etmektir, Bize düşen de (onların) hesabını görmektir.
41/39- (Mekke ehli) görmediler mi ki, nasıl o yeri alıyor[74] ve (Muhammed ve ashabı için, müşriklere ait) onu (kâfirlerin vatanlarını, Müslümanların oraları fethetmesiyle peyderpey) çevresinden eksiltmiyor muyuz? (Allah, İslam’ın galip olmasına) hükmetmiştir ki, O’nun hükmünü bozacak kimse de yoktur. Allah, (onların) hesabını ivedilikle görendir.
42/40- (Resulüm! Müşrikler sana zarar verdikleri gibi) hakikaten bunlardan (bu müşriklerden) öncekiler de, (kendi öz peygamberlerine karşı) bir takım hilelere baş vurdular. Fakat sonuç itibariyle bütün tuzakları, (yapanlarının başına geçirmek) Allah’a aittir. Çünkü O, herkesin ne yapacağını bilir. Bu dünyanın (mutlu sonu cennetin) kime ait olduğunu kâfirler yakına bileceklerdir.
43/41- (Resulüm!) Kâfirler dediler ki, “Sen (Allah tarafından) gönderilen peygamber değilsin.” De ki: “(Benim risaletimi inkâr ediyorsunuz.. bir şey demiyorum;) benimle sizin aranızda şahit olarak bir Allah bir de O’nun yanında bulunan (her şeyin bilgisini ihtiva eden) Kur’an şahit olarak yeter. (Ki, Kur’an’ın değerinde hiçbir kitap mevcut değildir.).
Hamd olsun, Ra’d sûresinin tefsiri de tamam oldu. Bu mübarek surede müşriklere karşılık ileri sürülen delilleri Arapça’ya vakıf insanlar iyi inceleseler, anlayacaklardır ki, bu Kur’an beşer sözü olamaz. Çünkü bu kadar hayret verici deliller ile sürüp sonra da onları ispat etmek ancak Allah’a mahsustur. Bunu yapmak beşer takatının üstündedir. “İlm-i beyan”a son derece vakıf olan bilginler ve “istidlal/tümevarım” gibi hususları iyi bilenler bunu daha iyi anlarlar.
Allah Resulü (sav) buyurmuşlardır ki: “Kim Ra’d sûresini okur ve onun ihtiva ettiği manaları tefekkür ederse Allah o kimseye on hasene/sevap verir ve kıyamet gününde de “sözünde duranlar” zümresinden sayılır.”[75]
İbrâhim sûresi Mekke’de nazil olmuştur. 51 ayet, 861 kelime, 3434 harftir.
0/1-Bismillahirrahmanirrahim.
1/2-3- Elif. Lâm. Râ. (Bu, sûrenin adıdır.). (Bu Kur’an öyle mükemmel) bir kitaptır ki, insanları öz Rablerinin izni ile (küfrün) karanlıklarından çıkarıp yaratılmışlara galip olan ve her övgüye layık (Allah’ın) açık ve nurlu (yoluna ulaştırman) için sana indirdik.
2/4- (Yaratılmışlara galip olan) Allah’tır ki, semalarda ve yerde ne varsa hepsi onun mülküdür. (Kıyamet günü) şiddetli azaptan dolayı kâfirlerin vay haline! (Yani onlar azabın şiddetinden dolayı vaveyla edeceklerdir.).
3/5- O kimseler ki, dünya hayatını, (ebedi olan) ahret hayatına tercih ederler, (halkı) Allah’ın yolu(İslam)a girmekten men ederler ve dini eğri göstermeye çalışırlar, işte böyle kimseler uzak bir dalalet içindedirler.
4/6- (Resulüm!) Biz her peygamberi, ancak içinde bulunduğu kavmin dili ile gönderdik ki, onlara (Allah’ın hükümlerini öz dilleri ile) açıklasınlar. Şu kadar var ki, Allah dilediğini dalalete salar, dilediğine de hidayet eder. [Allah hiç kimsenin dalalete gitmesini istemez, fakat kişi, kendi seçimi ile bunu seçerse Allah da onu dalalete salar. Hidayeti de kişini kendi ihtiyarı sebep olur, Allah da onu yaratır.] Allah, yaratılmışlara galiptir, hikmet üzere (kâfiri dalalete, mümini de hidayet sevk eder).
Tefsir:
Allah Tealâ buyuruyor ki, “Biz her peygamberi, ancak içinde bulunduğu kavmin dili ile gönderdik” Kur’an-ı Kerim’in bunun gibi bir çok ayetinden anlaşılıyor ki, Resulüllah (sav)’in peygamberliği evrenseldir. Fakat akla şöyle bir soru geliyor: “Peygamberimiz bütün insanlığa gelmiştir ama, kendi dili Arapça olduğu için bu dili konuşmayan sair insanlara kendi dillerinde de birer kitap getirmeli değil miydi? Yoksa onun peygamberliğinin evrensen olduğunu nasıl izah edebiliriz?”
Cevap: Resulüllah (sav)’in bütün insanlığa gönderildiğinde hiç şüphe yoktur. Şu kadar var ki, ayrı ayrı dilleri konuşan insanların her birine kendi dillerinde bir kitabın gelmesine hiç lüzum yoktur. Eğer böyle olsaydı, Peygamber (as) kendine gelen mesajı, dünyanın şarkında ya da garbında bulunan insanların her birine varıp, teker teker iletmesi gerekirdi, buna da hiçbir beşerin ömrü vefa etmez ki, mümkün olsun. Ya da gezdiği her yerde, her şehirde, her köyde, üçer-beşer gün ikamet edip tebliğini suna bilsin. Veya Allah’tan getirdiği kitapları, kervanlara yükleyip tebliğ sunulacak insanlara ulaştırsın! Bu durumda Hz. Nuh (as) gibi yüz kat ömrü olacaktı ki, nihayet bu mesajı herkese duyurabilsin.
Diğer yandan, dünya üzerinde öyle diller vardır ki, Arapça’nın ihtiva ettiği manaları kaldıracak kapasitede değildir. O durumda, gelmiş olan mesaj, gayesinden çıkar ve anlaşılmaz bir muamma haline gelirdi. Durum böyle olunca peygamber göndermek de muhal olan işlerden oludu. Peygamberî mesaja layık olan odur ki, kendi ana-dili, ona inen mesajları anlatma konusunda nihayet fesahat ve belagatta olup onun her bir lafzında, nükteler ihtiva edilsin de muhtasar lafızlarla bir çok manalar sunulabilsin. Neticede bu dildeki kitabın üstünlüğü fark edilebilsin. Oysa bazı diller, başka dillerin bir araya getirilmesi ve eksik, kırık-dökük lafızlardan olması nedeniyle bedevî toplulukların körpe dillerini andırmaktadır. İşte bu dillerde peygamber gönderip, kitap indirmek akıl kârı olmasa gerektir. Bu da Allah’ın sonsuz kudreti ile bağdaştırılamaz. Öyle ise bütün bu türlü alternatiflerin en doğrusu, gönderilecek peygamber, kendi ana-dilinden bir kitapla masajını sunmalıdır. Daha sonra bu dili bilenler, bu tebliği başka milletlere ya tercüme ederek ya da bizzat öğreterek ulaştırırlar. Fakat ne yazık ki, bazı alimler kendi dillerini bilmenin yanında risalet dilini de bilerek; kitap telif ederken yazdıkları kitapları kendi ana-dillerinde yazmıyorlar ki, kendi milletleri peygamberin mesajı ile buluşup istifade etsinler. Bunun için tamamıyla, üstün sıfatları camî, fesahat ve belagatın en yüksek derecesinde ve beşer takatının üstünde bulunan Kur’an-ı Kerim’i, bütün yeryüzünde bulunan milletlere -Allah’tan indirilmiş bir mesaj olması hasebiyle- bilinen dillere tercüme ve tefsir etsinler.. ta ki, o dilleri konuşan insanlar Kur’an’ın hikmet, öğüt ve sair faydalarından mahzun kalmayıp faydalansınlar.
5/7- Hakikaten Musa’yı ayet ve mucizelerimizle gönderdik ve (ona dedik ki:) “kavmini karanlıklardan nura çıkar, onlara Allah’ın günlerini (geçen ümmetlerin başlarına geçen belalı günleri) hatırlat (ki korksun da iman etsinler)” Şüphe yok ki, bunda belalara sabredip, nimetlere şükredenler için (Allah’ın birlik ve kudretine delil ve burhanlar vardır.). [Şimdi Hz. Musa’nın kavmine geçen ümmetlerin haberleri kavmine nasıl anlattığı anlatılacak:]
6/8- Musa kavmine demişti ki: “(Ey İsrail oğulları!) Allah’ın size verdiği nimeti yadınıza getirin. (O nimetler budur ki:) bir vakit O, sizi işkencenin en kötüsünü peyleyen ve oğullarınızı kesip, kadınlarınızı (cariye yapmak için) diri bırakmakta olan Firavun ailesinden kurtardı. Bunda (Firavun ailesinin size musallat olmasında) Allah’tan sizin için büyük bir imtihan vardır. (Çünkü, işlemiş olduğunuz çirkin işlere göre Allah size, Firavun ve ailesini musallat etti.).
7/9- Hani hatırlayın ki, Rabbiniz size şöyle ilan etmişti: Hiç şüpheniz olmasın; eğer (verdiğim nimetlere) şükrederseniz daha da artırırım, ama nankörlük ederseniz o vakit bilesiniz ki benim azabım (verdiğim nimetlere nankörlük edenlere) pek çetin olacaktır.
8/10- Musa dedi ki: “(Ey İsrail oğulları!) Eğer siz ve yeryüzünde bulunan (insanların) hepsi (Allah’ı) inkâr etseniz (O’na hiçbir zarar veremezsiniz.). Hakikat şu ki, Allah elbette müstağnidir (sizin inanmanıza ihtiyacı yoktur) hamt ve senaya da çok layıktır.
9/11- (Ey Beni İsrail!) Acaba sizden öncekilerin, Nuh, Ad, ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonra gelen ümmetlerin haberi gelip size ulaşmadı mı? (Onların sayısını ve ne türlü azaplara maruz kaldıklarını) Allah’tan başkası bilemez. (İşte bu halleri bilinmeyen kavimlere) peygamberler açık ve vazıh delil ve mucizelerle geldiler. (Onları hakka davet ettiler de) onlar ellerini ağızlarına götürüp[76] dediler ki: “ Biz, size gönderilenleri inkâr ettik ve bizi çağırdığınız (Allah’a inanmak gibi) şeyden de şüphe ve endişe içindeyiz., (buna bir türlü içimiz rahat etmiş değildir. Nasıl olur da sizi tasdik ederiz!).
10/12- Peygamberleri dediler ki: “Acaba Allah’tan şüpheniz mi vardır?.. hani semaları ve yeri yoktan yaratan Allah’tan.. sizi Allah öz tarafına davet ediyor ki, (eğer O’na inanırsanız) günahlarınızı bağışlasın ve belirli bir zamana kadar sizi tehire salsın (da dünyada azap etmesin.). Onlar dediler ki: “Siz sadece bizim gibi bir insansınız, (bir farklılık yok ki.. sebep nedir, size iman edelim. Eğer peygamber gelse melek olarak gelirdi.) siz istiyorsunuz ki, bizi babalarımızın taptıklarından alıkoyasınız, (yoksa başka bir garazınız yoktur. İddia ettiğiniz şeyin doğru olduğuna) kesin ve açık bir delil getirin (ki, peygamberliğiniz sabit olsun. Peygamberler, öyle delilsiz olarak gelmezler.)”
11/13- Peygamberleri onlara dediler ki: “(Doğru diyorsunuz) biz de sizin gibi bir beşeriz, (insan olarak aynıyız ama, ayrı ayrı vasıfları taşıyoruz.) Allah, kullarından dilediğine (ihsan edip peygamberlik gibi) nimetler lütfeder. (Bizden, bir mucize ve delil istiyorsunuz ama bu bizim seçimimizde değildir.) Allah’ın izni olmadıkça bizim size kesin bir delil getirmemize imkân yoktur. Gerektir ki, müminler (her bir işlerinde) yalnız Allah’a tevekkül etsinler. (Bize düşen de odur ki, bize inat edip eziyet edenlere karşı sabredip Allah’a tevekkül edelim de O, bize hükmünü indirsin.)”
12/14- Ne oluyor bizlere ki Allah’a tevekkül etmeyelim!.. halbuki bize yollarımızı da gösteriyor. (Böyle iken Allah’a tevekkül etmek vaciptir.). Elbette bize yaptığınız eziyetlere katlanacağız, (filen ya da lisanen hiç bir müdahalede bulunmayacağız.). Tevekkül edecekler başkasına değil, sadece ve sadece Allah’a güvenip dayansınlar.
13-14/15- Kâfirler, peygamberlerine dediler ki: “Ya mutlaka sizi yurdumuzdan çıkaracağız, ya da mutlaka bizim dinimize gireceksiniz.” [Kâfirlerin sözleri burada kesildi.] Rableri de onlara: “(Peygamberlerine itaat etmeyen) zalimleri mutlaka helak edeceğiz ve onlardan sonra sizi (müminleri) mutlaka o yerde yerleştireceğiz” diye vahyetti. Bu (zalimi helâk edip, mümini onun yerine iskân ettirmek, kıyamet günü) hesap vermek için Benim huzurumda durmaktan ve Benim azabımdan korkanlar içindir.
Tefsir:
Zulüm, son derece çirkin sıfatlardan biridir. Zalimin nesli payidar kalmaz. Az zaman sonra kaybolur gider. Resulüllah (sav) buyurdular ki: “Kim öz komşusuna eziyet ederse (ceza olarak) Allah o eziyet edenin yurdunu ona kısmet eder.”[77] Allame Zemahşerî (538/1143) diyor ki, böyle bir hadise bu yakın zamanda olmuştu: Bizim köyün ileri gelenlerinden birisi dayıma çok eziyet etmişti. Dayıma olan kini ile bana da eziyet ediyordu. Bu kimse öldü. Allah (cc) onun mülkünü bana kısmet etti. Bir gün baktım ki dayımın oğulları o bize zulmeden kimsenin evine girip-çıkıyorlar. Onlara dedim ki, Allah Resulü (sav)’in böyle bir hadisi vardır. Onlar bu hadisi duyunca hepimiz birden Allah’a şükür secdesi ettik. Allah (cc), dünyada zalimlerin başlarına bundan daha ibretli şeyler getirmiştir. İş o ki, ibret alsınlar.
15/16- Peygamberler, Allah’tan yardım istediler; (Allah da, yardım gönderip, zalimleri helâk ederek, peygamberleri kurtardı.) her bir zorba ve (hakka karşı) inatkâr olanlar (kendilerine zarar edip) helâk oldular.
Tefsir:
Meşhur fasık diye adlandırılan Benu Umeyye halifelerinden Velid b. Yezid b. Abdilmelik (125/743), bir gün Kur’an-ı Kerim’le istihare yaptı. Karşısına bu “Her bir zorba ve (hakka karşı) inatkâr olanlar (kendilerine zarar edip) helâk oldular” ayeti rast geldi. Kur’an’a karşı: “Sen bana ‘inatkâr ve zorba’ mı diyorsun” deyerek Kur’an’ı bir tarafa bırakıp eline yayını alarak Kur’an’ı parça parça eyledi (!) aradan az bir zaman geçmedi ki, insanlar onun fasıklığına[78] icma edip buna göre onu parça parça eylediler.[79] (Allah’ın laneti zalimlerin üzerine olsun) [Burada adları bilinmeyen peygamberlerin kıssaları sona erdi.]
16/17- (Zalimin dünyadaki durumu böyle iken) bunun ardında (ahrette) de, cehennem vardır. Orada kendisine irinli su içirilir;
17/18- Onu yutmaya çalışacak, fakat boğazından geçmeyecek, (nice olabilir ki geçsin); sanki her taraftan ona ölüm geliyor, ama bir türlü ölmüyor ki (bu azaptan) kurtulsun. (Zalimlere cehennemde hiç bir surette ölüm yoktur.). Arkasından da çetin bir azap gelecektir. [Ehl-i Kur’an, zalime yapılacak olan bu azabı düşünüp ibret alsın.]
18/19- Öz Rablerini inkâr edenlerin durumu (şöyledir:), (kâfir oldukları halde yaptıkları hayırlı) amelleri, fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle savurduğu küle benzer. (Nasıl ki, rüzgârın önünde külü yakalamak mümkün değildir, öyle de hayır adına) kazandıklarından hiçbir şeyi elde edemezler. Haktan bihayli uzak sapıklık işte budur.
19/20- (Ey insan!) Semalara ve yere bakıp da (bir düşünmüyor musun ki) Allah bunları bir hikmet ve maksatla yaratmıştır. (Bunları boş yere yaratmamıştır.). O dilerse sizi götürür ve yepyeni taze bir halk getirir.
20/21- Bu, (yani, sizi götürüp, sizin yerinize başka bir insan getirmek) Allah için çetin ve müşkül bir iş değildir. (Bunun örneğine tarihte çok rastlanmıştır.).
21/22- (Kıyamet günü) insanlar(ın ameli) tamamıyla Allah’ın huzuruna çıkarlar, (O’ndan hiçbir şey gizli kalmaz.) ve zayıflar o büyüklük taslayanlara diyecekler ki: “Biz size uymuştuk (siz, buyuruyordunuz, biz de yapıyorduk), Şimdi siz (bize yardım etmeye çalışsanız) Allah’ın azabından herhangi bir şeyi bizden savabilir misiniz?” Onlar da diyecekler ki: “Allah bize (dünyada) hidayet edip (hakka ulaştırsaydı) biz de sizi selamete çıkarırdık. (Lakin Allah bizi dalalete saldı.. biz de sizi..) Artık şimdi bizler sızlansak da sabretsek de birdir. Bizim için (bu azaptan) kurtuluş yolu yoktur. (Sürekli bu azapta kalacağız.).”
22/23- [Habis ve yaman amellerini şeytana isnat edip kendilerini pâka çıkaranlar şimdi şeytanı iyi dinlesinler:] Ne zaman ki (kıyamet günü) her iş bitip (hesap defteri kapanıp, cennet ve cehennem ehli birbirinden ayrılınca) şeytan, (cehennem ehline hitap edip) diyecek ki: “Şüphesiz ki Allah size gerçek olanı vadetti, (herkes kıyamet günü yaptığının cezasını çekecek demişti, aynen çıktı.) Ben de size (Allah’ın vadettiği şeyin tam tersini söylemiştim, ama) ben şimdi ondan caydım. Size hiçbir tasallutum da yoktu. Ancak ben sizi (küfür ve isyana) çağırdım, siz de bunu tercih ettiniz. O helde beni kınamayın, (çünkü Allah size delil ve burhan gönderdi, ama siz ona inanmadınız; ben, delilsiz olarak size vesvese verdim, hemen bana itaat ettiniz.). Ne ben sizi kurtarabilirim ne de siz beni kurtara bilirsiniz. Sizin, bundan önce beni (dünyada) ‘Allah’a ortak kaşmanızı’ da kesinkes yalanlıyorum.” Doğrusu zalimler için can yakıcı bir azap vardır.
Tefsir:
Allah’ın (cc), bu ayet-i kerimede şeytandan bu sözleri nakletmekte ki maksadı şudur: İnsanlar, bu sözleri duysun da ahretteki durumlarını gözden geçirsinler. Kıyamet günü Allah’ın huzurunda durup, şeytanın dediği sözleri düşünerek dünyada işledikleri çirkin işleri kendilerinden uzak tutsunlar da şeytana isnat etmesinler. İyi bilsinler ki, kendilerinin işlediği kötü işleri başkasına isnat etmekle azaptan kurtulamazlar. Yaptıkları kötü amellerinin azabını bir gün mutlaka çekeceklerini, kendilerini yoldan çıkaran şeytanın ağzından dinleyerek, günah işlemekten vazgeçsinler.
23/24- İman edip salih amel işleyenler ise, Rablerinin izni ile içinde sürekli kalacakları ve altından ırmaklar akan bir nice cennetlere konulurlar. Cennet ehlinin hoş dilekleri ve bahşişleri, (Allah tarafından meleklerin onlara) selam vermeleridir. [Allah tarafından, melekler gelip cennet ehlini selamlarlar. Allah’ı cennet ehline selam göndermesi, cennet ve cennette bulunan her şeyden daha güzeldir.]
24-25/25- Görmüyor musun (ey Resulüm!), Allah, (sizin için) nasıl misal zikrediyor! [Allah (cc), tevhit kelimesi “La ilâhe illallah”ı, meyve veren bir ağaca benzetiyor:] Güzel bir kelime (La ilâhe illallah), kökü yerde sabit, dalları asumana ser çekmiş güzel bir ağaca benzer. Rabbinin izni ile (o ağaç) her zaman meyve verir. (Böyle meyvedar ağaç nasıl menfaatli ise temiz kelime olan “La ilâhe illallah” da manevi bir cennet meyvesinin tohumunu taşır.). Öğüt alıp (Allah’a giden tevhit yolunu bulsunlar) diye Allah insanlara misaller getirir.
26/26- (İnkâr ve şirk gibi) kötü sözün durumu da, gövdesi yerden koparılmış, o yüzden ayakta durmaya mecali olamayan kötü bir ağaca benzer. (Bu ağacın nasıl ki meyve verme imkânı yoksa, küfür ve şirke kail olan kimse de bunların hiç bir faydasını göremez. Bunlar ancak kendisine bâr olur.).
27/27- Allah, iman edenleri dünya hayatında da ahret hayatında da (delil ve burhan ile) sağlam bir söz üzerinde tutar. Zalimleri ise saptırır (sürekli dalalette bırakır. Hiç bir zaman kurtulmazlar.). Allah (hikmet ve maslahata uygun olan) şeyleri yapar, (ve buna hiç kimse mani olamaz.).
28/28- (Resulüm!) Görmüyor musun (bu Mekke ehlinin reisleri,) Allah’ın onlara verdiği nimete (şükretmeyip) buna karşılık olarak nankörlük ettiler. [Allah Mekkelileri, kendi evi olan Kâbe’nin bulunduğu yerde ikamet ettirdi, bu vesile ile nice nimetler elde ettiler, bir de onlara peygamber gönderdi. Fakat bunlara şükretmediler, kâfir oldular.] (Reisleri kendilerini azaba salmakla yetinmeyip) kendi kavimlerini de helâk evine düşürdüler.
29/29- O azap evi cehennemdir ki, (oraya azap olmaları için) girecekler. Ne yaman karar kılıp konulacak yerdir (cehennem!).
30/30- Bu müşrikler Allah’a ortaklar koştular. Maksatları (insanları) Allah’ın yolundan dalalete salmaktı. (Resulüm!) de ki: “(Allah’a ortak koşup, putperestlikle) lezzet alarak istediğiniz gibi (bir nice zaman dünyada) yaşayın. Çünkü varacağınız yer ateştir.
31/31- (Resulüm!) Benim iman eden bendelerime de ki: “Namazı (vaktinde) kılıp (sakın terk etmesinler.), alış-veriş ve dostluğun olamayacağı bir günün gelmesinden önce, kendilerine verdiğimiz rızıktan aşikâr ve gizli olarak (Allah yolunda) infak ve ihsan etsinler.”
32-33-34/32- Allah ki, semaları ve yeri yarattı. Sonra gökten su indirdi. O su sebebiyle sizin için rızık olarak her türlü meyvelerden çıkardı. (Allah’ın size verdiği aklın sebebiyle) izni dairesinde denizde yüzüp gitmeleri için gemileri emrinize verdi; nehirleri de sizin menfaatinize akıttı. Sürekli olarak yörüngelerinde dönüp duran ay ve güneşi, geceyi gündüzü sizin hizmetinize sundu. (Gece rahat ediyor, gündüz mayış temin ediyorsunuz.). Eğer siz (insanoğlu) Allah’ın nimetlerini (icmalen de olsa) saymaya kalksanız da saymakla bitiremezsiniz. Doğrusu insan (Allah’ın nimetlerine şükretmemek konusunda) çok zalim, çok nankördür.
35-36/33- İbrahim (İsmail ve anası Hacer’i Mekke’de bırakıp ayrıldığı sırada Allah’a dua edip) dedi ki: “Ey benim Rabbim! Sen bu (Mekke) beldesini (ki, bundan sonra şehir olacak), güvenli kıl. [İbrahim’in duasından dolayı, Allah (cc) bu beldeyi “haram beldesi” ilan etti. Kurt kuş herkes orada eman içindedir.] Beni ve oğullarımı putperestlikten kenar eyle. Ey benim Rabbim! O putlar insanlardan çoğunu dalalete saldılar. Her kim bana tabi olup (benim milletimden olursa) o benden..(belki benim bedenimden bir parçadır.). kim de bana asi olursa.. hakikat şu ki, sen isyankârları affedip merhamet edensin. [İbrahim (as) edep mülahazasıyla ne güzel konuşuyor. Gerektir ki insanlar, konuşmalarında İbrahim (as)’ı örnek alsınlar.]
Tefsir:
Hz. İbrahim (as), Allah (cc) tarafından Kâbe’yi bina etmekle memur oldu. İbrahim, Filistin civarında ki Ken’an şehrinde ikamet ediyordu. Buradan İsmail (as)’ı alıp Mekke’ye götürerek Kâbe’yi bina ettiler. Ondan sonra oğlu İsmail ile annesi Hacer orada kaldılar. Kendisi de Şam’a döndü. İsmail (as), Zemzem kuyusunu karıp[80] oradan su çıkarttı. Cürhum kabilesi uzaktan kuşların havada dönerek uçtuklarını görüp, bu mahalde suyun olacağına kanaat getirdiler ve zemzem suyunun tarafına doğru geldiler. İsmail ve Hacer ile birbirlerine ısındılar ve orada ikamet etmeye başladılar. İsmail (as) o kabileden evlendi ve ayal sahibi oldu. İsmail (as)’ın bir çok evladı oldu ve orada Kâbe’de söz sahibi oldular. Kevkeb-i Kelime-i Ferîde Muhammed[81] (sav) ise İsmail (as)’ın evladından Abdullah b. Abdulmuttalib’ten gelmiştir. Onun gelişinden sonra, Küre-i arz “hanif” dini ile doldu. Fahr olsun İslam’a! (...) İbrahim (as) bundan sonra gelen ayetlerde yine duaya devam ediyor.[82]
37/33- Ey bizim Rabbimiz! Ben çocuklarımdan bir kısmını, Sen’in Beyt-i Haram’nın yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim.. Ey bizim Rabbimiz! (İsmail ve evladı, burada) namaz kılsınlar..(diye Beytullah’ı yapsınlar.). Atık sende inanlardan bir kısmının kalbini onlara ısındır (ki, şevkle bu beldeye gelsinler.). Meyvelerden bunlara rızık ver! Ta ki, bunun sebebine nimete şükretsinler. [Hz. İbrahim (as)’ın bu nimeti her yönü ile kabul edilmiştir.]
38-39/35- Ey bizim Rabbimiz! Sen bizim gizlediğimizi de açığa vurduğumuzu da şüphesiz (bizden daha iyi) bilirsin. [İkinci tekil şahıstan birinci tekil şahısa dönülüyor.] (İbrahim dedi ki:) Çünkü yerde ve gökte ne varsa hiçbiri Allah’a gizli kalmaz. Allah’a hamd olsun ki yaşım geçmişken bana İsmail ve İshak’ı ihsan etti. Şüphesiz ki, benim Rabbim duayı işitip (kabul edendir. Nitekim benim duamı da kabul etti.).
40/36- Ey benim Rabbim! Beni ve evladımdan gelecekleri namazı (vaktinde) kılanlardan eyle. Ey bizim Rabbimiz! Dualarımızı kabul buyur.
41/37- Ey bizim Rabbimiz! Hesabın tutuştuğu günde beni, ebeveynimi ve müminleri bağışla.. [İbrahim (as)’ın ebeveyni hakkında yaptığı dua, ileride de geleceği üzere müşrik oldukları için kabul edilmemiştir. Burada dua faslı bitti.]
42/38- (Resulüm!) sanma ki Allah, zalimlerin yaptıklarından gafildir. Belki zalimlerin (azabını) korkudan gözlerin dışa fırlayacağı bir güne kadar tehire salar.
43/39- O gün başlarını yukarı dikerek süratle koşacaklar. (Korkunun şiddetinden) gözleri açık kalıp kendileri de bir tarafa dönmezler. Kalpleri de her şeyden bomboş kalacaktır. (Hiçbir şey düşünmeye mecalleri kalmaz).
44/40-41-42-43- (Resulüm!) İnsanları bir günden uyar ki, o günün azabı geldiği zaman (hiç kimse o azaptan kurtaramaz, kıyamet günü azabı gördükleri zaman) zalimler derler ki: “Ey bizim Rabbimiz! Azabımızı bir süre daha ertele.. (bizi tekrar dünyaya gönder de ahret için tedarik görelim.).. senin davetini kabul edelim, peygamberlere tabi olalım.” (Allah da onlara cevap veriyor:) “Daha önce ‘bu dünya yok olup ahrete gitmek yoktur’ diye yemin etmemiş miydimiz?” (Tekrar dünyaya dönseniz, aynı şeylere devam edeceksiniz. Değişen bir şey olmayacaktır.).
45/44- Siz zalimler, kendi öz nefislerine zulmedenlerin yurtlarında oturdunuz. Onlara nasıl azap ettiğimiz size apaçık belli oldu. (Biz, zalimlerden nasıl intikam aldığımızı gözlerinizle gördünüz.) ve (bu konuda) sizlere de misaller vermiştik.. (ta ki onlardan ibret alasınız. Fakat siz, onlardan ibret alacak yerde, siz de onlar gibi zulmettiniz, şimdi kalktınız, tekrar dünyaya geri dönmeyi istiyorsunuz; bu muhaldir.).
46/45- (Bu zalimler) hakikaten (kendilerine gönderilen peygamberlere) büyük dolaplar çevirdiler, (ama Allah, sonunda peygamberlerine yardım edip onları mağlup etti.) Allah katında da onların dolaplarına karşı azap var; isterse onların hileleri dağları yerinden oynatacak olsun..
47/46- (Resulüm!) Sanma ki, Allah peygamberlerine olan vadinden cayar. (Sana verdiği vadini de yerine getirecektir. Sana yardım edip, düşmanlarını mağlup edecektir.). Şüphesiz Allah., yaratılmışlara galiptir, (zalimlerden) intikam alandır.
48/47- (Kıyamet) günü öyle bir gündür ki, bu yeryüzü bir başka yere çevrilir, bu semaların da öyle.. ve (yaratılmışlar kabirlerinden kalkıp) bütün mahlukata galip tek bir Allah’ın huzuruna (hayatın hesabını vermek için) çıkarlar.
49/48- (Resulüm!) Hele bir görsen, o gün, asi ve müşriklerin zincire vurulmuş olduğunu.. (ve cehenneme sallandığını.).
50/49- Onların gömlekleri katırandan olur. Yüzlerini de ateş bürür. (Ondan kurtarmaya da kadir olamazlar.)
51/50- Her nefse yaptığının cezasını çektirmek için, Allah bu azaplarla cezalandırıyor. Şüphesiz Allah (kıyamet günü) hesabı ivedilikle yapandır.
52/51- Bu (yukarıdan beri anlatılan zalimlerin azabı), insanlara gönderilmiş bir öğüt ve nasihattir. Bir de bununla (nasihat kabul edip Allah’ın azabından) korkutulmaları için ve (burada anlatılan delilleri düşünüp) bilsinler ki yegâne mabut bir olan Allah’tır, (ondan başka ibadete layık, mabut yoktur.) ve akıl sahibi olanlar düşünsünler (de öğüt ve nasihat kabul etsinler).
Hamd olsun, İbrâhim sûresinin tefsiri tamam oldu. Bu mübarek sure, günah ve masiyette bulunan insanlar için öğüt ve nasihat olarak yeter. Allah Resulü (sav) buyurdular ki: “Kim İbrahim suresini okursa Allah o kimseye on hasene/sevap verir”[83]
Hicr sûresi Mekke’de nazil olmuştur. 99 ayet, 654 kelime ve 2760 harftir.
0/1-Bismillahirrahmanirrahim.
1/2-3- Elif. Lâm. Râ. (Suresidir.). Bu (zikredilenler) mükemmel bir surenin ve aşikar olan Kur’an’ın ayetleridir.
2/4- Bir gün olur, kâfirler isterler ki, keşke Müslüman (muvahhid) olsalardı.
3/5- (Resulüm! Bu kâfirleri ne kadar imana davet edersen et, iman etmezler.) Bırak bu kâfirleri (dünyada belli bir süre) yesinler, zevk alsınlar ve (dünyadaki) uzun süren arzuları onları (Allah’a iman etmekten) alıkoysun. İleride (öldükten sonra, yaptıklarının ne kadar yaman bir iş olduğunu) bilecekler.
4/6- Biz hiçbir memleketi (Allah nezdinde) bilinen muayyen vakti olmaksızın helâk etmemişiz.
5/7- Hiç bir millet ecelinin önüne geçemez, onu tehire de salamaz, (vakti gelince hepsi helâk olur. Resulüm! Sana eziyet eden ve seninle alay eden bu Mekkeli müşriklerin de helâk olmaları için tayin edilmiş bir vakitleri vardır. Gelince helâk olacaklar.) [Bunlar için tayin edilen vakit, Büyük Bedir gazvesi olmuştur.]
6/8- (Resulüm! Bu müşrikler, alay ederek) sana dediler ki: “En kendisine Kur’an indirilen! Sen mecnunsun”
Tefsir:
İnsan cehalet ve inat deveranında ne kadar yaman bir hal alır. İlim ve hikmetle dolu, hakkı öğrenmeye, iffet ve namusu öğretmeye çalışan birine “mecnun” adı takılıyor. Putperestliği akıllı bir iş sanan ve tek ve bir olan Allah’a ibadet etmeyi cahillik sayan kimseler nasıl olur da doğru yola gelebilirler? Bu tülü insanlar hem de o kadar tehlikelidirler ki, yanlarında oturup kalkanları cehennem ateşine sürüklerler. (Ey Dedeciğim![84] Ey Allah’ın Resulü! Bu cahillerin sözlerinden ve yaptıkları işlerden dolayı ne belalara dûçar olmuşsun.. ne mihnetlere düşmüşsün. Ta ki beşer üstü bir sabırla bunlara tahammül ederek bu İslam dinini yaymış ve kemale ulaştırmışsın.) Fakat günümüzde senin koyduğun bu esasasat yıkılıp tekrar cahiliyeye dönülmüştür. İslam’ım sadece resmi kalmıştır. Cehalet ateşi onu yakmış, zalimlerin çengeli de ona takılmış alıp bir uzak yere götürmüşler. Allah’ım bir “Cami kelime-i İslam” (yan Müslümanları bir araya toplayacak, diyalog kuracak bir birlik sözü) gönder. Ta ki, cehaletin pis tohumu Müslümanların arasından kalksın, yerini ilmin nuru ve marifet alsın.. Amin!
7/9- (Müşrikler dediler ki: “Ya Muhammed! Eğer Peygamberlik davanda) doğru diyenlerden isen, bize melekleri getirmeliydin, (ta ki, senin doğru söylediğine şahitlik etsinler.).
8/10- (Resulüm! Senden melekleri istiyorlar ama) melekler ancak (vahiy vb.) hikmet ve maslahatlar için inerler. (Eğer bu müşriklere melek gönderecek olsaydık, onlara azap göndermek için indirirdik) o vakit de onlara hiç mühlet verilmezdi. (Gelen azap onları hemen helâk ederdi.).
9/11- (Resulüm! Bu müşrikler, “Kur’an Allah tarafından inmedi” diyorlar. Sen de de ki:) “Elbette Kur’an’ı biz indirdik, biz. Yine muhakkak onu (her türlü değişiklikten, eksik veya fazla olmaktan) biz koruyacağız. (Bu yüzden Kur’an’ı hiçbir surette kimse değiştiremez.).
Tefsir:
Bu gün Müslümanların elinde bulunan Kur’an, Resulüllah (sav)’in bizlere emanet olarak bırakıp gittiği şekil ve hüviyettedir. Onda ne bir harf ve ne de bir kelime değiştirilmemiştir. Bunu yapmaya da kimsenin gücü yetmez. Kur’an’ın asıl şekline göre eksik ya da fazla olduğunu iddia edenlerin görüşleri batıldır.
10/12- (Resulüm! Bu müşriklerin sana, “mecnun” deyip alay etmelerine sakın dilgir olma/ gücenme!) Muhakkak senden önceki fırka ve taifeler arasında da peygamber gönderdik.
11/13- (Mekkeli müşrikler seninle alay ettikleri gibi) onlara bir peygamber gelmeyegörsün, hemen onunla da alay ederlerdi. (Öyleyse senden önceki peygamberler sabrettiği gibi sen de sabret.).
12/14- (Resulüm! Bu müşrikler Kur’an’ı kabul etmeyip seninle alay ediyorlar,) biz de böylece (Kur’an’ı[85]) onların kalplerine sokarız (ta ki manasını anlasınlar da, inkâr etmek için hiçbir bahaneleri kalmasın.)
13/15- (Fakat yine de) Kur’an’a iman etmezler, halbuki önceki (ümmetlerin inanmadıkları için) başına gelenlerden ders almaları gerekirdi.
14/16- (Resulüm!) Eğer müşriklerden ötürü semadan bir kapı açsak ve gündüz vakti o kapdan yukarı çıksalar;
15/17- Elbette yine diyeceklerdi ki: “Gözlerimiz (sarhoş olan kimse gibi) mest/sarhoş oldu, (galiba bu gerçek değil bir hayaldir,) belki daha doğrusu bize büyü yapılmıştır, (ki bizim nazarımıza öyle görünüyor.)”. [Hulâsa, Ey peygamber! Bu kâfirler inanacak gibi değildirler. Sen sabret. Onları bize havale eyle.]
16/18- Hakikaten biz, semada bir takım burçlar yarattık ve semayı ibret nazarı ile bakanlar için dırahşan yıldızlarla süsledik, (iyi düşünenle için Allah’ın birliğine bundan başka delile lüzum kalmaz.).
Tefsir:
Güneşin gök yüzündeki hareketi sırasında belli tarihlerde isim ve sıraları Arapça ve Türkçe karşılıkları ile şöyledir:
Hamel (Koç, 21 Mart); Sevr (Boğa, 20 Nisan); Cevzâ (İkizler, 21 Mayıs); Seretan (Yengeç, 22 Haziran); Esed (Aslan, 23 Temmuz); Sünbüle (Başak, 23 Ağustos); Mizan (Terazi, 23 Eylül); Akreb (Akrep, 22 Ekim); Kavs (Yay, 22 Kasım); Cedî (Oğlak, 22 Aralık); Delv (Kova, 20 Ocak); Hût (Balık, 19 Şubat). Bu on iki burç, Şemsî/Güneş yılı, aylardır. Güneş yılımız bu on iki aydan ibarettir.
17/19- Semayı, (Allah’ın dergâhından) kovulan şeytandan koruduk.
18/20- (Hiçbir şeytan semaya yol bulup çıkamaz) Ancak, kulak hırsızlığı eden hariçtir. Bu takdirde onun da peşine açıp bir ateş düşer (ve onu defeder.).
Tefsir:
Allah (cc), Semanın Hidayet Güneşi Muhammed b. Abdillah (as)’ı her bir şerli va haset kimselerin şerrinden korudu. Zahiren kimse ona musallat olamadı. Ancak, hicret gecesi, gizli bir şekilde ona hile kurmaya çalıştılar. Allah (cc), O, nurlu güneşin yatağına yatıp canını ona feda eden, ateş kıvılcımı gibi yakan Ali b. Ebi Talip ile onların şerrini defetti.
19/21- Yeri (siz, insanoğlu için) açıp genişlettik, (ta ki, kolay bir şekilde ondan mayışınızı çıkarasınız) ve orada sabit dağlar yerleştirdik, (ta ki, bu dağların sebebiyle faydalanasınız.) Bir hikmet ve mizan ile (yaratılmışların maslahatına göre) takdir olunan her şeyden yeryüzünde göğerttik, (vücuda getirdik.);
20/22- Hem sizin için hem de rızkını veremediğiniz (ehl ve ayalden ötürü ve hayvanat için) dünyada dirliğe lazım olan şeyleri de yarattık.
21/23- Her şeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır. (Yaratılmışlara) indirdiğimiz her şeyi ancak (onların maslahatına uygun) kifayet edecek kadarıyla (ihsan ederiz.). [Allah her şeyi verdiği için bu verme işinin “hazine” ifadesi ile kullanmıştır.]
22/24- [Allah (cc) bu ayetlerde öz kudretini beyan buyuruyor:] Biz rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik. Asumandan su gönderip sizi onunla suladık. O suyu hazinelerde tutan da siz değilsiniz, (yağışların hazinesi bizim elimizdedir.).
23/25- Elbette biz (yaratılmışları yoktan vücuda getirip) diriltir, (dirilttikten sonra yine biz) öldürürüz. (Yaratılmışların hepsi helâk olduktan sonra) baki kalıp varlığımıza fenanın yol bulamadığı, (insan oğlunun bıraktıklarına) varis olan biziz.
24/26- (Ey Kur’an’a inananlar!) Hakikaten biz, imana önce girenleri de, onu tehire salıp sonradan iman edenleri de biliriz, (ikisi aynı derecede olmazlar.).
25/27- (Resulüm!) Şüphesiz Rabbin onları (kıyamet günü) toplayacaktır. (Herkese yaptığının karşılığını verecektir.). Şüphesiz (Allah’ın, her şeyi) hikmet üzeredir, alimdir.
26/28- (Resulüm! Şu kibirlenen ve ibadet etmekten uzak duran, bize ortak koşan insana bak ki biz onu neden yaratmışız..) Biz insanın (aslını, dokununca ses çıkaran) kuru bir çamurdan.. şekillenmiş kara bir çamurdan yarattık.
27/29- Cinleri de (Adem’den) önce şiddetli zehirli ateşten yarattık.
Tefsir:
Kur’an-ı Kerim’deki, bu ve bundan başka ayetlere göre cin taifesi yeryüzünde bulunan yaratılmışlardan bir sınıftır. Fakat bu taife hangi taifedir, yaratılış mahiyetleri nasıldır, (...) gözümüze neden görünmüyor, gibi sorulara kendi insanî kıstaslarımız içinde cevap vermek mümkün değildir. (...) Belki de bu cemaat, Hz. Adem’den önce yeryüzünün bir tarafında yaratılmış da olabilirler. Biz de bunları bilmemiş olabiliriz. Her hal u kârda bunlar Allah’ın yarattığı, mahiyetini bilemediğimiz yaratıklardandır. [Şimdi Hz. Adem (as)’ın yaratılışı anlatılıyor:]
28/30- (Resulüm!) Hatırla ki, bir gün Rabbin meleklere şöyle dedi: “Ben, (dokununca) seslenen kuru balçıktan.. müteaffin kara çamurdan bir insan yaratacağım..
29/31- Ben, onun yaratılışını tamamladığım (bedenini düzelttiğim) ve ona öz ruhumdan üflediğim (yani hayat verdiğim) zaman, (ey melekler!) onun için secde edin, (Allah’ın emrine itaat ederek yere düşün).” [Allah (cc), “Adem’in cesedine ruhundan üflemesi, temisili bir anlatım içermektedir.[86] Yoksa ne ruhu üfleyen ne de ruhun üflendiği kimse vardır. Bu ifade “Allah’ın Adem’e hayat vermesinde ibarettir.]
30/32- (Emrimize göre) Meleklerin hepsi de derhal secde ettiler.
31/33- Ancak iblis, secde eden(melek)lerle baraber secde etmeye diretti. (Adem’e secde etmedi.).
32/34- (Allah) dedi ki: “Ey İblis! Ne oldu ki, secde edenlerle beraber olmadın?”
33/35- İblis dedi ki: “(Dokununca) seslenen kuru
balçıktan. müteaffin kara çamurdan yaratılmış bir insana secde edemezdim.
34/36- Allah şöyle buyurdu: “(Şimdi, Adem secde etmedin..) Öyleyse (merhameti ilahiden) çık. Şüphesiz sen artık (Allah’ın rahmetinden) kovulmuş birisin.”
35/37- Muhakkak ki, kıyamet gününe kadar (Allah’ın) laneti senin üzerindedir.
36/38- İblis dedi ki: “Ey benim Rabbim! Bana kıymet gününe kadar mühlet ver. (Beni helâk etme.) [İblis bir latife ile, güya kıyamet gününe kadar, hayatta kalırsa ondan sonra da kalabileceği ümidini taşıyordu. Fakat bu hevesi kursağında kaldı. Allah, buyurdu ki:]
37-38/39- “Nezdimizde malum olan vakte kadar, sana mühlet verildi. (Kıymet günü, insanlar helâk olunca sen de helâk olacaksın. Fakat ebedi olarak kalman mümkün değildir.)
39/40- İblis dedi ki: “Ey benim Rabbim! (Bana secde etmemi emrettin, ben de secde etmedim, böylece) Beni dalalete saldığın için, mutlaka ben de yeryüzünde Adem evladına günahları süslü göstereceğim ve onların hepsini dalalete salacağım (ta ki, kâfir olup benim gibi azaba giriftar olacaklar.)”
40/41- Ancak onlardan ihlas kesilmiş kulların müstesna. (Onları yoldan çıkarıp dalalete salmaya benim gücüm yetmez.).
41/42- Allah buyurdu ki: “(Ey iblis!) İşte bu (sahiplerini istisna ederek sapıtmayacağını itiraf ettiğin o ihlas kesilmişlik) bir yoldu ki, bana aittir. (Bu yolda olanları korurum. Sen de bunlara musallat olamazsın.).
42/43- Şüphesiz (halis) kullarım üzerinde senin bir hakimiyetin yoktur. (Onları haktan uzaklaştıramazsın.). Ancak, aslında sapık olanlardan sana tabi olanlar müstesna. (Onları dalalete düşürebilirsin.).
43/44- (Ey iblis!) Cehennem kesinkes, senin ve sana tabi olanların randevu yeridir. Hepiniz orada buluşacaksınız.
44/45- Cehennemin yedi kapısı vardır. Onlardan her kapı için birer grup ayrılmıştır.
Tefsir:
Allah (cc), Adem (as)’ı yaratırken, onun içine bir de melekiyet (ruhanî latifeler) yönünü koydu. Onlar şerefli akla boyun eydiler. Hepsi ona itaat için secde ettiler. Sadece nefs-i emmare ona boyun eğmedi. Kendi çirkinliğini yaşayıp inat ve kibrinden dolayı boyun eğmekten imtina etti. Böylece Allah’ın dergahından kovuldu. Nefs-i emmare insanda bulunan beş duyu ve bir de öfke ile şehveti kontrolü altında tutar. İnsan oğlu bunları nefs-i emmarenin elinden kurtarmazsa, cehennemin yedi kapısı onun yüzüne açılır.[87]
45/46- [Şimdi takva sahiplerinin dereceleri anlatılıyor:] Şüphesiz takva sahipleri, cennetlerde ve çeşme başlarında yerleşeceklerdir.
46/47- (Allah tarafından takva sahiplerine denilecek ki:) “Bu cennetlere selamet ve emniyet içinde giriniz.”
47/48- (Eğer dünyada) onların kalplerinde kin ve düşmanlık olursa da biz onları (ahrette) kalplerinden çıkarırız. Birbirleri ile kardeş oldukları halde.. (çemenlikte reftâre yürürler), mukabil duran tahtlar üzerine.. (konarlar).
48/49- Orada onlara hiçbir yorgunluk gelmez. Hem onlar, oradan çıkarılmayacaklardır, (ebedi olarak orada kalacaklardır.).
49/50- (Resulüm!) Benim bendelime haber ver, de ki: “Günahlarından tövbe edenleri
bağışlayıp merhamet eden Allah benim.”
50/51- Bununla beraber azabım da çok can yakıcı bir azaptır.
51/52- (Resulüm!) Benim bendelerime İbrahim’in konuklarından da haber ver.
52/53- Konuklar İbrahim’in yanına girip selam verince, İbrahim dedi ki: “Şüphesiz biz sizden korkuyoruz.” (İbrahim onlara yemek getirmişti, onlar yemeyince bundan dolayı su-i niyetli olmalarından korktu.)
53/54- Melekler dediler ki: “(Biz Allah tarafından gelen elçileriz), bizden korkma! Biz seni (şeri hükümleri ve hikmet-i ilahiyeyi) iyi bilen bir oğul ile müjdeliyoruz. [İshak’ı müjdelemişlerdi.]
54/55- İbrahim dedi ki: “(Bir hayret iştir,) beni ihtiyarlık tutmuşken mi (bir çocukla) müjdeliyorsunuz.. neye dayanarak beni müjdeliyorsunuz?”
55/56- Melekler dediler ki: “ Seni gerçekle müjdeliyoruz. (Ya İbrahim!) Sen Allah’ın rahmetinden ümit kesenlerden olamazsın.”
56/57- İbrahim dedi ki: “Kim Allah’ın rahmetinden ümit kesiyor ki?.. Ancak sapık olanlar (Allah’ın rahmetinden ümit keserler.)” [Yani İbrahim (as) diyor ki: Ben Allah’ın rahmetinden ümit kesmiyorum. Çocuğum olacağını da inkâr etmiyorum. Lakin adet üzere ihtiyar erkek ve kadından çocuk olmaz da onun için soruyorum.]
57/58- İbrahim dedi ki: “Ey melekler! (Bana evlat müjdelemekten başka) ne işiniz var?”
58/59- Dediler ki: “(Biz Allah tarafından) Biz suçlu bir kavmi (helâk etmek için) gönderildik.”
59/60- (Lut kavmi bütünüyle helâk olacaktır.) Ancak Lut ailesi müstesnadır. Biz onların hepsini kurtaracaktır.
60/61- Meğer Lut’un hanımı.. Allah takdir etti ki, o azapta kalacaklardan olup (helâk olacaktır.).
61/62- Elçiler (melekler), Lut kavmine (delikanlı suretinde) gelince:
62/63- Lut (onlara) dedi ki: “Siz (bu beldede) pek tanınmayan bir kavimsiniz”(galiba).
63/64- Melekler dediler ki: “(Bizden üşenme) Bilakis biz sana onların (gelmesinden) şüphe ettiği azabı getirdik.”
64/65- (Ey Lud!) Biz sana kesinkes şüphe olamayan bir gerçek (haberi, onları helâk edeceğimiz haberi) getirdik. Biz doğru söyleyenleriz.
65/66- Bu yüzden, gecenin ahirinde öz ayalini alıp yola çıkar. (Onları önceden yola salıp) sen de onların dalınca yola düş. Sizden hiç kimse sakın arkasına dönüp de bakmasın. İstenen yere (Şam’a) gidin.
Tefsir:
Soru: Allah (cc), neden Lut’a diyor ki, “Ayalini önceden yola sal, sen de arkalarından git? Hiç kimse de sakın arkasına bakmasın.”
Cevap: Eğer Lut’un kendisi önceden gidip ayali de arkadan gitseydi, kalbi onlarla meşgul olurdu. Rahat olamazdı. Nitekim böyle korkulu zamanlarda herkes ayalini önceden gönderir, kendisi de tez beri gider. İşte Lut’un kalbi rahat olsun diye kendisi ayalinden geride kaldı. Ve böyle yapması istendi. “Geriye dönüp hiç bakmamalarının istenmesi” ise, şunun içindir: Eğer geri baksalardı, helâk olmakta olan bir kavmi görüp içleri yanardı. Kâfir ve müşrikten ötürü bu derece acınmak caiz olmadığı için, Allah (cc) onların bu manzarayı görmesini hiç istemedi.
66/67- (Resulüm!) Biz, Lut’a (kavminin helâk
olması konusundaki) bu emrin kesin
olduğunu vahyettik (ve dedik ki:)
“Sabaha doğru muhakkak kökleri kesilmiş
olacaktır.”
67/68- Lut’un kavmi (gelen civan delikanlıların haberini alınca) birbirlerini de müjdeleyerek (Lut’un evine) geldiler.
68/69- Lut dedi ki: “Bunlar benim konuklarım.. beni (konuklarımın yanında) rusva etmeyin.”
69/70- “Allah’tan korkun da beni mahzun etmeyin”
70/71- Dediler ki: “Biz seni elâlemin işine karışmaktan yasaklamamış mıydık?” (Yine girdin aramıza işimize mani olmaya çalışıyorsun.).
71/72- Lut dedi ki: “(Bari sözümü dinlemiyorsunuz, hiç değilse) işte kızlarım, (onları nikâhlayıp alın) eğer yapacaksanız bunu yapın.” (da beni rüsva etmeyin).
72/73- (Resulüm!) Ömrüne yemin olsun ki, onlar (Lut kavmi) sarhoşlukları içinde şaşkına dönmüşlerdi. (Lut’un hiçbir nasihatini dinlemiyorlardı.).
73/74- Güneş doğarken o korkunç ses onları yakaladı. (O sesin şiddetinden ciğerleri parçalandı).
74/75- Onların şehirlerinin altını üstüne çevirdik. Onlara (yağış yerine) çamurdan pişirilmiş taşlar yağdırdık.
75/76- Elbette bunda basiret ve firaseti olanlar için ibretler vardır.
76/77- Helâk olan bu şehir, (öyle uzakta değil) yolcuların uğrağı bir yolun üzerindedir. (Acaba bu Mekkeliler, oradan geçerken neden ibret alıp inanmıyorlar?)
77/78- Şüphesiz bunda müminler için (Allah’ın birlik ve kudretine) bir delil vardır. (Müminlerden başka kimse bunlardan ibret alacak gibi değildirler.)
78-79/79- Hakikat şu ki, Eyke cemaati de (Şuayb peygamberin kavmi) zalimlerdendi. Derhal onların da yaptıklarını yanlarına bırakmadık. Gerçekten, (hem Lut kavminin enkazı hem de Eyke cemaatinin enkazı) ikisi de aşikâr bir yolun üzerindedirler. (Gelip giden de onları görürsün.).
Tefsir:
Allah (cc), Eyke kavmi üzerine yedi gün yedi gece korkunç kavurucu bir sıcağı helâk olmaları için onlara musallat etti. Allah (cc) bir bulut gönderdi. Sıcaklıktan kurtulmak için o bulutun altına sığındılar. Sığındıkları buluttan bir ateş gelip onları yakarak helâk etti.[88]
80/80- Şüphesiz ki, Hicr/Semud[89] cemaati de peygamberleri yalanladılar. (O peygamberlerden biri de Salih idi.).
81/81- Biz onlara mucizelerimizi verdik. Ama onlar bu mucizelerden yüz çevirdiler. (İman etmeyip mucizeleri de inkâr ettiler.).
82/82- Semu cemaati (kendi meslekleri icabı) emniyetli emniyetli köşkler yontup yapıyorlardı. (Her tarafta kendilerini asude ve emniyette hissediyorlardı. Allah’ın gönderdiği peygamberleri inkâr ettiler.)
83/83- (Peygamberlerini yalanladıkları için) sabaha karşı onları da korkunç ses/çığlık yakaladı. (Hepsi helâk oldular.)
84/84- Semud cemaatinin (taştan yonttukları müstahkem binaları ) kazandıkları malları kendilerinden hiçbir zararı savamadı.
85/85- (Resulüm!) Biz semaları, yeri ve her ikisi arasında bulunanları ancak bir maslahat ve hikmet için yarattık (ki, düşünüp de ibret alsınlar.) Kesinkes kıyamet günü gelip çatacaktır. (Sana eziyet edenlerden Allah intikamını alacaktır. Ancak) şimdi sen onlara (sana yaptıkları eziyet ve cefalardan geç) güzel veçhile muamele eyle.
Tefsir:
Müslümanlar bu ayet-i kerimeyi iyi düşünmelidirler. Allah Resulü (sav) kötülüğe karşılık iyilikle muamele etmiştir. Biz de ona tabi olmalıyız. Allah’ın emrettiği “affetmek” sıfatını bizler kendimize şiar edinmeliyiz. İslam dinini tenkit edenler, insaf gözü ile bakıp bu ayetleri hele bir düşünsünler. Hz. Peygamber’e emredilen ayetlere bakarak onun güzel sıfatlarını düşünüp buna göre yeryüzünde bulunan insan oğlunun İslamî yaşamalarının ne kadar lüzumlu olduğunu ve ondan başka hiçbir din ve ideolojinin İslam’ın yerini dolduramayacağını anlasınlar.
86/86- (Resulüm!) Geçekten senin Rabbin, kemalıyla yaratan ve (yaratılmışların ahvalini) iyi bilen Allah’tır.
87/87- (Resulüm!) Sana, sürekli (namazda okunan) yedi ayetli (Fatiha suresini) ve bir de büyük celilu’l-kadr olan Kur’an’ı verdik. (Hiçbir peygambere onun gibisini vermedik.). [Fatiha suresi, Kur’an’dan bir sure olsa bile, Allah’ı hamd ve sena, kullarını niyaz ve kulluğunu ihtiva ettiği için ehemmiyetine binaen burada hususiyle zikrolundu.][90]
88/88- Artık sen o kâfirlerden birtakımlarına verip de kendilerini faydalandırdığımız (mal ve servet gibi) şeylere rağbet yollu bakamazsın. (Sana ilim ve hikmet verdik, dünya malının yanında onların hiçbir kıymeti yoktur. Kâfirler neden sana iman etmiyorlar diye de) onlara sakın üzülme. Müminlere merhamet kanatlarını indir. (Onlara güzel ahlakınla davran. Müminler sana yeterler.)
89/89- De ki: Hakikat ben, (Allah’ın azabından delil ve burhan üzere uyaran) bir uyarıcıyım. (Gelin, Allah’a iman edin de azaptan kurtulun.).
90/90- (Ey Kureyş! Bizim azabımızdan korkun.) Nasıl ki (Kur’an’ın) bir kısmına inanıp bir kısmına inanmayarak onu kısım kısım bölen (Yahudilere azap gönderdiğimiz) gibi (size de göndermeye kadiriz.)
91/91- (Yahudiler) o kimselerdir ki, Kur’an’ı kısımlara ayırdılar. (Tevrat’a uygun olanlarını alıyor, uymayanlarını ise inkâr ediyorlardı.)[91].
Tefsir:
Bu ayet Mekke’de nazil olmasın rağmen Medine’de bulunan Beni Kurayza ve Beni Nadir, Yahudilerinin tavırlarını haber veriyor. Ki, bundan sonra Medine’de Kur’an’ın bazı hükümlerini kabul edip bazısını kabul etmeyenlere azap inecektir. Allah (cc) Müslümanları onlara musallat edip bir kısmı öldü, bir kısmı esir oldu ve bir kısmı da sürgün edildi.[92]
92/92- (Resulüm!) And olsun, senin Rabbin (Kur’an’ı bölük pörçük) edenlerin hepsini sorguya çekecek..
93/93- (Kur’an’a) yaptıklarından dolayı..
94/94- (Resulüm!) Senden istenen şeyi açıkça anlat. (Bundan gelebilecek zahmetlere de katlan,) ve (müşriklerin alay edip kınamalarından) yüz çevir (kulak verme!).
95/95- (Seninle alay edenleri sen Bize bırak) O alay edenlere karşı biz sana yeteriz.
96/96- (Seninle alay edeler) o kimselerdir ki, Allah ile beraber başka tanrılar da edinirler. İleride (yaptıklarına ceza olarak azap inince, kimin doğru olduğunu) bilecekler.
Tefsir:
Hz. Peygamber ile alay edenler, Mekke’de, Kureyş’in büyüklerinden beş kişi idiler: Velid b. Mugire, As b. Vail, Esved b. Abdi Yağus, Esved b. Muttalib, Haris b. Kays b. Tılatlab, Haris b. Kays b. Tılatıla/îdlâ[93] Bunların hepsi Bedir gazvesinden önce ölmüşlerdir. Velid, ok atanların önünden geçerken ayağına bir ok isabet etti. Kibrinden oku, eğilerek çıkarıp atmadı ve öldü. As b. Vail’in, ayağına bir diken battı. Yılan ısırdı sanıyordu. O da bu vesile ile öldü. Esved b. Muttalib’in, gözleri kör oldu. Gözlerinin şiddetli ağrımasında dolayı başını duvara çarpıp öldü. Esved b. Abdi Yağus, bir ağacın altında otururken aniden delirdi. Başını oradaki dikenlere sürterek öldü. Haris ise, beyin kanamasından gitti.[94] Böylece onların Resulüllah’ı alay etmelerine karşılık Allah (cc) onların hakkından geldi.
97/97- (Resulüm!) Gerçekten biz biliyoruz ki, onların dediklerine için sıkılıyor. (Sen onları eziyetlerine sabret. Dilhûn olma.)
98/98- (Onların böyle yapmalarına karşılık) Sen Rabbini hamd ile tesbih et. (Çok) secde edenlerden ol. (Böylece gam ve tasan kalmaz, dağılır gider.).
99/99- Yakîn (itminan, huzur veya ölüm[95]) sana gelinceye dek, sürekli Rabbine ibadet et. (Müşriklerin seni alay etmelerine aldırma. Allah hakkı galip, batlı mağlup edecektir.)
Hamd olsun, Hicr suresinin tefsiri burada tamam oldu. Allah Resulü (sav) buyurdular ki: “Kim Hicr suresini okursa Allah o kimseye on hasene/sevap verir.”[96]
Nahl suresi Mekke’de nazil olmuştur. 128 ayet, 2840 kelime ve 7707 harftir.
0/1- Bismillahirrahmanirrahim.
1/2- (Resulüm!) Allah’ın emri (İslam dinini izhar etme[97] konusunda artık) yakınlaştı. (Allah’ın size verdiği vadi artık gerçekleşecektir.). Şimdi onun acele gelmesini istemeyiniz. (Allah’ın hükmü taalluk edince olacaktır.) Yüce Allah onların şirk koşmalarından pâk ve münezzehtir.
2/3-Allah, öz emrinden (kalpleri dirilten) ruh ile (vahiy ile) melekleri, kullarından dilediği peygamberlere gönderir (ve der ki:) “Benden başka mabut olmadığına dair (halkı) uyarın ve (o halka) bana karşı saygılı olmalarını (söyleyin.).
3/4- Allah, semaları ve yeri ciddî bir maksat için yaratmıştır. O, kâfirlerin ortak koştuğu şeylerden çok yücedir.
4/5- Allah, insanı bir damla sudan (döllenmiş/ovum) yarattı. (Böyle kendisinden tiksinilen bir su iken, olgunlaşıp mükemmel bir insan oldu) bir de bakarsın ki o, (kendini bu seviyeye eriştiren) Rabbine karşı apaçık bir düşman kesilmiş.
5/6- Allah (deve, sığır, koyun ve keçi gibi) hayvanları da yarattı. Onlarda sizi (soğuktan) saklayacak (giysi malzemeleri) ve bir çok faydalar vardır. Onlardan (hepsini değil) bir kısmını da yersiniz.
6/7- Sizin için onlardan ayrıca akşamleyin (meradan) getirirken, sabahleyin (meraya) salarken bir güzellik (ferahlı sevinç) vardır.
7/8- O hayvanlardan sizin ağırlıklı yüklerinizi, (eğer siz taşısanız), canlarınızın yarı pahasına ancak ulaşabileceğiniz bir memlekete (sizin yerinize) taşırlar. Şüphesiz sizin Rabbiniz (size karşı) mihriban ve çok merhametlidir. [Kur’an’ın ilkönce kendilerine indiği Arap toplumu, yüklerini daha çok yük taşıyan hayvanlarla yaptıkları için, bu yönüyle onlara bu nimetler hatırlatılıyor.]
8/9- Atları, katırları ve eşekleri.. binmeniz ve (sizden ötürü) dünya ziyneti olsun diye yattı.. ve daha bilemediğiniz daha ne acip şeyler yaratacaktır.
Tefsir:
Gerçekten bu hayvanlarda, insanlar için bir çok güzellikler vardır. Hele erbabı için at, ne kadar güzeldir. O bir tutkudur. Resulü Ekrem (sav): “Her hayır, atın alnına bağlıdır.”[98] Atların muhtelif cinsleri bulunduğu için, atın Arapça’da çok çeşit adı vardır.
Burada zikredilen hayvanlarda nice faydalar vardır. Fakat bir kısmı sadece binmek ve yük taşımak için yaratılmıştır. At, katır ve eşeğin eti yenmez. Bunlardan faydalanmanın sadece, yük taşıma ve ziynete münhasır kalması, etlerini yemenin haram olduğuna delil sayılır. Zaten bu türlü hayvanları zor durumlarda bile kesip yemek, şerî kanunun yasaklamasından başka, insanın tıynetine de uygun düşmüyor. Bu aşikârdır. Fakat bu konuda farklı hadisler vardır. Bunun için mezhep imamlarının görüşleri farklı farklı olmuştur. İmam Malik ve İmam Ebu Hanife bu üç hayvanın etinin yenmesini haram saymışlardır.[99] Kur’an’a göre bu daha açıktır. Ama İmam Şafii ve İmam Ahmed b. Hanbel at etinin helal olduğuna, eşek ve katırın da haram olduğuna kaildirler.[100] İmamiye alimleri ise icma ile bu üç nevi hayvanın etinin haram olduğunu beyan etmişlerdir.[101] Ebu Hanife mezhebinden olan Tataristan Müslümanlarının arasında at eti yemek yaygındır. Hatta düğünlerde ve kıymetli misafirlerini ağırlamada onlara at eti keserler. Bunu yapmak onlar için bir gurur vesilesidir. Tataristan Müslümanları diğer Müslümanlara göre biraz cahil millettirler. Aralarında fazla ilim ehli bulunmadığından bu insanlar, dini ilimlerden mahrum kalmışlardır. Bu yüzden İmam Ebu Hanife’nin fetvasını bilememiş olabilirler. İmam Şafi’nin fetvasına gelince, Şafii mezhebine mensup Müslümanlar arasında at eti yemek pek yaygın değildir. Burada görüşlerini zikrettiğimiz mezheplerden, İmam Malik ve İmam Ebu Hanife’nin fetvaları Kur’an’a daha uygundur.
9/10- Hidayete götürecek olan doğru yol Allah’a aittir. (Allah, peygamber ve kitap götürüp hidayet etmiştir.) Bununla beraber bu yoldan sapan da vardır. Eğer Allah isteseydi, (cebren de) olsa hepinizi gerçekten hidayete erdirirdi. (Fakat sizi faili muhtar kabul edip, inanıp-inanmamayı kendi seçiminize bıraktığı için, artık size düşen şey Allah’a inanmak olsun.).
10/11- Allah (size kıymet verip) sizin için gökten su indirdi. O sudan bir kısmı vardır ki, (yerin bulaşıklığından kendini korumuş dupduru bir halde) içecek su.. (bir kısmı da vardır ki) hayvanlarınızı otlattığınız bitkiler de bu sudan (olurlar).
11/12- Allah, gökten gelen su ile (her çeşit) hububatı göğertir.. zeytin, hurmalıklar, üzüm bağları.. ve her çeşit meyve.. bunda ibret nazarı ile bakıp düşünenler için (Allah’ın hikmet ve kudretine) delil ve burhanlar vardır.
12/13- Allah, gece ve gündüzü, güneş ve kameri.. sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar ise onun emrine boyun eğmişlerdir. (Duruşları ve hareketleri Allah’ın iradesine bağlıdır.). [Bu ayet, yıldızların insan hayatına kendi istekleri ile tesir ettiğine inanan felsefecilerin düşüncesini reddediyor.][102] Bu (anlatılan şeylerde Allah’ın birlik ve kudretine, hikmetine) aklı gereği gibi kullanan (nefsine uymayan) kimseler için deliller ve burhanlar vardır.
13/14- Allah, sizin için yeryüzünde (hayvanattan, meyvelerden ve ağaçlardan.. yaratanı bir, hilkatleri başka) rengarenk şeyler yarattı. Bu anlatılanlarda ibretle düşünenler için (Allah’ın kudret ve hikmetine) delil ve burhan vardır.
14/15- O Allah’tır ki, (mükemmel kudretiyle) denizden (acı ve zehirli suyun içinden) taze et yiyesiniz ve oradan takı olarak kullandığız (inci ve mercan gibi şeyleri) çıkarasınız diye, denizi hizmetinize verdi. (Resulüm!) Gemileri görürsün, (Allah’ın kudretiyle) denizde akıp giderler.. Bütün bunlar, Allah’ın lütfundan (rızık aramanız) bir de (bu nimetler vesilesi ile Allah’a) şükredesiniz diye..
Tefsir:
Bu ayet, denizden çıkan her çeşit balığın helal olduğuna delalet etmektedir. İslam mezheplerinden çoğu bu ayete dayanarak denizden çıkan her çeşit balığın helal olduğuna fetva vermişlerdir. Diğer bir taife ise pullu balıkları helal ve pulsuz olanları ise haram saymışlardır. Bu taife, sözü edilen konuda Tevrat’taki bir kısım hükümlerle ve bazı hadislere[103] tabi olmuşlardır. Zira Kur’an’ın neshetmediği Tevrat’ın hükümlerine uymada bir sakınca yoktur.
15/16- Sizi sarsmaması için yeryüzünde ağır dağları, (ziraat yapasınız diye) nehirleri ve (nehirlerin arasından) yolları yarattı.
Tefsir:
Allah (cc) dünyayı ilk önce yaratırken, insanların yaşmasına müsait halde değildi. Allah (cc) insanı yaratmadan önce dünyayı hayata müsait hale getirdi, ondan sonra insanı yarattı. Dağlar yaratılmadan önce dünya kararlı bir halde değildi. Allah (cc) yerin sarsılmaması için dağları yarattı. (Zelzele gibi şeylerle sarsılması, bu konunun dışındadır.).
16/17- (İnsanların yollarını bulabilmeleri için dağlardan ve sair şeylerden) alametleri.. ve (gece yolların gösteren alametler görünmediği zaman bu vazifeyi görecek) yıldızları.. onlar bu (alametlerle) yollarını doğrultular.
Tefsir:
Astronomi ilmi, kıymetli bir ilimdir. Uzay cisimlerini ve onların hareketlerini bu ilim vasıtası ile öğreniyoruz. Böylece bunları bizim hizmetimize sunan Allah’a (cc) hamt ve sena ediyor, O’nun büyüklüğüne şahit oluyoruz. Evet, astronomi ilmi şirin bir ilimdir. Ayrıca, havanın açık olduğu bir bahar faslında gece vakti gök cisimlerine bakmak, saman yolunu izlemek, o bizden yıllarca uzak cisimleri seyir etmek insanın içine öyle bir rahatlık ve genişlik verir ki, tarifi mümkün değildir. İnsan bu azamet, bu büyüklük karşısında, içinden gele gele “La ilahe illallah” diyor. Yeri ve semaları yaratan mukaddes zatı tespih ediyor. Ona layık olan vasıflarla onu anlatmak ne büyük seadettir..
17/18- (Ey müşrikler!) Hiç (bunları) yaratan ile hiçbir şey yaratamayan bir olur mu? Hâlâ bir fikir edip düşünmez misiniz? (Ki putları terk edip de, her şeyi yaratan Allah’a ibadet edesiniz.).
18/19- Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız da saymakla bitiremezsiniz. Şüphesiz Allah (nimete karşı şükreden, kusurlarını görüp, tövbe edenleri) bağışlayan ve merhamet edendir. (Şükrettikten sonra, Allah sizi acır, verdiği nimeti kesmez.).
19/20- (Ne yaparsanız yapın) Allah, gizlediğinizi de, açığa vurduğunuzu da bilir. (Hepsinin karşılığını size verecektir.).
20/21- (Resulüm!) O, Allah’tan başka yalvardıkları (putlar) ise, hiçbir şey yaratamazlar. Kendileri Allah’ın yarattığı mahluklardır. (Yaratılan, yaratamaz.).
21/22- (Eğer o putlar, gerçek ilah olsaydılar, hep diri kalırlardı. Halbuki onlar) ölüdürler.. diri değildirler ve insanların (öldükten sonra) ne zaman (nerede) dirileceğini de bilmezler. (Öyle ise nasıl olur da, kendilerini Allah’a ortak mabut ilan ederler?).
22/23- (Bu delillerden sonra gördünüz ki Allah’tan başka bütün mabutlar batıldır.) O halde sizin İlahınız bir tek Tanrı’dır. Ahrete inanmayanlara gelince, kalpleri inkârcı, kendilerini de kibir kaplamıştır.
23/24- Şüphesiz Allah, gizli ve aşikâr olarak (o inanmayanların) yaptıkları her şeyi bilir. (Yaptıklarının cezasını onlara verecektir.). Allah kesinkes, kibir ve gurur sahiplerini dost tutmaz.
Tefsir:
Resulüllah (sav) buyurdular ki: “Allah, büyüklük taslayanları kıyamet gününde yerde ezilen haşarat şeklinde haşredecektir. Böylece onlar mahşer ehlinin ayakları altında ezilirler.”[104] Bir kimse dünyada sair insanları küçük görürse Allah, onu maksadının aksi ile cezalandırır. Yine Allah Resulü (sav) buyurdular ki: “Kim tevazu ederse Allah onu yükseltir[105], kim de kibirlenirse Allah, onu alçaltır.”[106]
24/25- [Mekke kenarında bulunan insanlar, Kureyşlilerden Resulüllah’a gelen vahyi sorarlardı:] Onlara: Rabbiniz ne indirdi? Denildiği zaman, “(Bir şey değil) Önceki (milletlerin) masalları” derler.
25/26- (Bu sözleri diyip halkı dalalete salan ve onları Resulüllah’a iman etmekten mene edenler) Kıyamet gününde kendi günahlarını tam olarak taşımaları, bir de cahilce dalalete saldıkları kimselerin günahlarından bir kısmını sırtlanmaları için (böyle derler). Haberiniz olsun, yüklendikleri günah ne kötüdür! [İnsanın kendi günahından hariç, bir de başkasının günah yükünü taşıması ne kötüdür! İşte Mekke müşrikleri bunu yapmışlardı.]
26/27- (Resulüm! Sen Kureyş müşriklerinin yaptıklarına üzülme.) Gerçekten bunlardan öncekiler de (kendilerine gelen peygamberlere ne) dolaplar çevirmişlerdi. [Hz. İbrahim (as) Babil hükümdarı Nemrut’a ve kavmine gönderilmişti. Kendisi çok yüksek müstahkem bir kule yaptı. İman etmeyince Allah şiddetli rüzgâr ve zelzele ile onların evlerini ümranlarını yıktı. Hepsi helâk oldular.][107] Allah onların binalarını temelden sarstı, üstlerinde ki tavan da tepelerine döküldü. (Köşk ve evlerine güvenirken) bu azap hiç bilmedikleri yerden gelmişti.
Tefsir:
Nemrut, müstahkem kalesine sığınırken, Allah, ona hiç bilmediği yerden azap gönderip helâk etti Mekke müşrikleri de kendilerine güvenirlerken, Allah (cc), Hz. Peygamber’i bu misallerle teselli ediyordu. Yani: “Ey Resulüm! Bunların sana yaptıklarına sakın üzülme. Sabret. Allah’a tevekkül et. Allah’ın vadi bir gün tamam olacaktır.” Nihayet Allah vadine vefa eyledi. Müşrikleri Bedir’de mahveyledi. Hicretin sekizindi yılında (Nübüvvetin yirmi birinci yılında) Müslümanların eliyle fetholdu. Müşriklerin bakiyesi de zelil oldu. Tarihten silindi.
27/28- (Onlara bu azabı dünyada vermekle yetinmez) sonra kıyamet günü Alla, o kâfirleri rüsva edecek ve diyecek ki: “Hani (onların) uğrunda (müminlere karşı) düşman kesildiğiniz ortaklar/putlar nerede? [Onların bu soruya cevap verecek mecalleri kalmaz. Bu yüzden onların yerine] İlim sahipleri (peygamberler ya da mümin alimler)[108] derler ki: “(Allah’ım bunlar sana ne cevap versinler!) Şüphesiz bugününün rezilliği ve kötülüğü bu kâfirleri kaplamıştır”.
28/29- Öz canlarına zulmetmişken, canlarını meleklerin aldıkları bu kimseler: “(Kötülük adına yaptıkları her şeyi bir kenara bırakarak) teslim olup derler ki: “Biz (dünyada) hiçbir kötü iş yamamıştık” (böylece bütün yaptıklarını inkâr ederler. Allah tarafından onlara denilir ki) “Hayır, Allah sizin yaptıklarınızı pekâlâ iyi bilendir.” (Sizin inkâr etmenizden bir fayda çıkmaz).
29/30- “O halde, cehennemin kapıları (sizin yüzünüze açıktır, hangisinden arzu ediyorsanız) girin.. orada ebedisiniz. Kibir gurur eden (iman etmeyen) kimselerin menzilleri ne yamandır!
30/31- [Mekke’nin etrafından gelen kimseler bir de Resulullah’ın durumunu müminlere sorarlar:] Takva sahiplerine denir ki: “Rabiniz ne indirdi?” takva sahipleri derler ki: “(Bizim Rabbimiz, Peygamberimize) güzel hükümler indirdi” (O güzel sözler şunlardır:) Bu dünyada güzel amel işleyenlere güzel mükâfat vardır. Ama ahret evinin (mükâfatı ise dünyada olan mükâfattan) daha hayırlıdır. Ne güzeldir muttakilerin (ahretteki) evi! (Orada ebedi kalıp, hiç çıkmayacaklar.).
31/32- Adn cennetleri.. oraya girerler.. altlarından nehirler akar. Orada ne dilerlerse bulunur. Allah takva sahiplerini işte böyle mükâfatlandırır.
32/33- Pâk ve pâkize oldukları halde müminlerin ruhlarını melekler alırlar. Melekler onlara: “(Allah tarafından) sizlere selam! (Dünyada) yaptığınız (güzel) ameller sebebiyle şimdi girin cennete.
33/34- [Önceki ayetlerde mümin ve müşriklerin halleri anlatılmıştı. Şimdi tekrar müşriklerin halleri anlatılıyor:] (Resulüm! Bu müşrikler) ancak kendilerine, ya ruhlarını alacak meleklerin gelmesini ya da (çok arzuladıkları) Allah’ın (kendilerini helâk eden) azabının gelmesini bekliyorlar. Bu müşriklerden önce geçenler de aynı şeyi yapmışlardı. Allah (onları helâk etmek için azap gönderdiği zaman) onlara zulmetmedi, fakat onlar öz canlarına zulmettiler, (müşrik oldukları için Allah onları helâk etti).
34/35- Onlara habis olan amellerinin cezası yetişti ve alay edip durdukları o azap, kendilerini kuşattı.
35/36- Müşrikler dediler ki: “Allah bizim iman etmemizi isteseydi kuşkusuz ne biz ne de atalarımız ondan başkasına kulluk etmez ve hiçbir şeyi ondan izinsiz haram etmezdik.” (Resulüm!) Kendilerin öncekiler de böyle yapmışlardı. (Onların küfür ve şirklerinin cezasını Allah verir.) Buna karşı peygamberlerin vazifesi, risaletlerini açık-seçik açıklamaktır.
Tefsir:
“Allah bizim iman etmemizi isteseydi kuşkusuz ne biz ne de atalarımız ondan başkasına kulluk etmez ve hiçbir şeyi ondan izinsiz haram etmezdik.” İfadelerinden maksatları şudur: Yani Allah bizim kâfir kalmamızı istedi. Biz de onun için kâfir olduk. Eğer isteseydi, biz de iman ederdik. Müşriklerin bu sözlerini daha sonra “Cebriye mezhebi” bir doktrin haline getirmiştir. Onlar da müşrikler gibi demişlerdir.[109]
36/37- (Resulüm! Seni bu Kureyşlilerin içinden seçip peygamber gönderdiğimiz gibi senden önce) hakikaten biz her ümmete: “Allah’a ibadet edin ve putlara tapmaktan sakının” diye (emretmeleri için) peygamber gönderdik. (Senin peygamber olman acayip bir iş değil ki!). Allah, bunlardan bir kısmını (imana meyil etmeleri sebebiyle) hidayet etti. Bir kısmı da (küfür ve inatkârlığa meyil etmeleri sebebiyle) dalalette kalmaları doğru oldu. Yeryüzünde gezin de görün, (peygamberleri) inkâr edenlerin akıbeti nasıl oldu? (Hepsine azap gönderip helâk ettik.). [Semud ve Ad cemaatinin kalıntıları, Mekkeli müşriklerin güzergâhında idi. Bunun için onların diyarından geçip ibret almaları öneriliyordu.]
37/38- (Resulüm!) Senin onların hidayete ermelerini ciddi hırs ve iştiyakla istesen de (onlar inanacak gibi değillerdir. Küfür ve dalalette kalmaları sezadır.) Hakikat şu ki, Allah saptırdığı şahısları hidayete erdirmez. Onlardan ötürü yardım eden de bulunmaz (ki onları Allah’ın azabından kurtarsın).
38/39- Kâfirler: “Allah ölen kimseyi bir kimseyi diriltmez” diye şiddetli bir şekilde Allah’a ant içtiler. Aksine, Allah kendine düşeni gerçek bir şekilde vadetmiştir: “(Onları öldükten sonra diriltip haşre getirecektir. Bu hak sözde hiçbir hilaf yoktur.)” Lakin insanların çoğu (Allah’ın ikinci defa onları dirilteceğini) bilmezler.
39/40- Elbette Allah onları, (dünyada) ihtilaf edip durdukları şeyi beyan etmek için bir de, kâfirler (haşri inkâr etmelerinde) yalancı olduklarını bilmeler için (ikinci defa diriltir.).
40/41- (Sizi ikinci defa diriltmek Bizim için ne kadar müşkül ve çetin bir iştir!) Halbuki Biz bir şeyi murad ettiğimiz zaman (hiçbir yardırıcıya gerek kalmadan) ancak o şeye (emredip deriz:) “Ol” (O şey,) hemen oluverir. (Sizi tekrar diriltmek de böyledir. Bizim kudretimize hiçbir şey mani olamaz.).
Tefsir:
Bu ayet, Allah’ın (cc) halkı yaratmasının O’nun için çok kolay bir iş olduğunu anlatmak için bir misal teşkil etmektedir. Yoksa Allah (cc) mahlukatı yaratmak için böyle yaratan ile yaratılan arasında böyle “ol” lafzı cereyan etmez. Allah’ın (cc) ezeli iradesi bir şeye taalluk edince (ilişki kurunca) artık ne bir söze ne de başka bir şeye ihtiyaç yoktur. (Seni tespih ve takdis ederiz Allah’ım, senin şanın ne yücedir.).
41/42- O müminler ki (Mekke’de) onlara zulüm yapıldıktan sonra Allah’ın rızasını kazanmak için (öz vatanlarını terk edip Habeşistan’a)[110] hicret ettiler, Biz onları dünyada mutlaka bir yere (ve şerefli makamlara) yerleştireceğiz. (Dünyada müminlere büyük mertebeler veririz, fakat) ahret mükâfatı daha büyüktür. Keşke (kâfir ve müşrikler bunu) bilselerdi.
Tefsir:
Müminlerden bir grup, Mekke’den Habeşistan’a hicret etmişlerdi. Resulüllah (sav) Medine’ye hicret edince onlar da daha sonra oradan Medine’ye geldiler. Allah (cc) onlara bu hicretlerinin karşılığını verdi, onlara olan vadinde vefa etti. Muhacirleri müşriklere galip edip, dünyada nice nimet ve makamları onlara verdi. Bunun böyle olacağını keşke bu Müslümanları küçük gören müşrikler anlasalardı!
42/43- Muhacirler o kimselerdir ki, (müşriklerin her türlü işkencelerine ve Allah’ın hürmetli beldesi öz vatanlarını bırakıp çıkmaya) sabrettiler ve (her işlerinde de) Allah’a tevekkül ederler.
43-44/44- [Kureyşli müşriklerin, insan oğlundan peygamber gönderilmesini inkâr etmeleri karşısında Allah (cc) onlara cevap veriyor.][111] (Resulüm! Bu müşrikler senin peygamber olduğunu, beşer olduğun için inkâr ediyorlar.) Halbuki senden önce de, kendilerine (insan oğlundan) vahyettiğimiz kişilerden başkasını peygamber olarak göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, (gidin Ehl-i Kitab[112] gibi) bilenlere sorun. (O peygamberler) nice mucizelerle.. ve kitaplarla.. geldiler. (Resulüm!) Sana da bu Kur’an’ı indirdik ki, kendilerine indirilenleri insanlara açıklayasın, ta ki, (Allah’ı sözlerine bakıp) düşünüp öğüt alsınlar, (da küfrü bırakıp imana gelsinler.).
45/45- Acaba (Resulüllah hakkında) sinsice tuzaklar kuran (bu Kureyşli)[113] müşrikler, Allah’ın kendilerini yerin dibine geçiremeyeceğinden, yahut hiç güman etmedikleri bir yerden azabın gelmeyeceğinden emin midirler?
46/46- Yahut (işlerinde güçlerinde) dolaşıp dururken (Allah’ın azabının) kendilerini yakalayıvermesinden emin mi oldular? Onlar (Allah’ı) aciz bırakacak da değillerdir.
47/48- Yahut da (önceki ümmetlerin başlarına geçen belaları düşüne düşüne) korkuya daldıkları sırada (Allah’ın azabının) onları yakalamasından emin mi oldular? (Bu sayılan zaman dilimleri içinde Allah’ın sizi yakalayıp azap etmesinden emin değilsiniz.) Fakat sizin Rabbiniz (size karşı) mihriban ve çok merhametlidir; (müstahak olduğunuz halde sizi acıyıp, tez elden azap göndermiyor.).
48/49- Allah’ın yarattığı herhangi (gölgeli) bir şeye bakıp düşünmüyorlar mı?.. gölgeleri zelil ve hakir oldukları halde (hiç kibir yapmadan) Allah’a secde ederek sağa sola düşüyorlar.
Tefsir:
Herhangi bir cismin güney tarafını yüz yüze ve karşısı kabul ettiğimiz zaman, bu cismin batısı, onun sağı; doğusu ise onun solu sayılır. Gün doğduğu zaman cismin batı tarafına yani sağ tarafına gölge düşer yavaş yavaş eğilir. Sonra gün yükseldikçe, gölgeler de kuzeye doğru kısalarak hareket ederler. (Tabii ki, bu ölçü, bizim üzerinde bulunduğumuz Kuzey yarım kürede ve bu enleme göre bir anlatımdır.) gün tam ortaya gelince gündüzün yarısı böylece tamamen kısalır. Bu kez gün batıya meyil ederken gölgeler de cisimlerin sol tarafında artmaya ve uzamaya başlarlar. Gün batarken gölgeler de en uzun halini alır ve gün battıktan sonra tamamen kaybolurlar.
Bu ayette gölgelerin secde etmesinden maksat, isteğe bağlı hareket sınırı olmayan kayıtsız boyun eğmektir. Gölgeli cisimlerin, gölgeleri bile sahiplerinin hükmüne ve iradesine değil, Allah’ın emrine mahkûm olmuşlardır. Sahibi ne kadar uğraşırsa uğraşsın gölge, yüce Allah’ın emir ve takdiri ile ışığın geliş noktasının istikametinde düşer ve onun dönüşlerini takip eder. Gölgesine sahip olamayan akıl sahipleri, dünya ve ahret işlerinde de hiçbir şeyde tasarruf sahibi olamazlar.
49/49- Semalarda ve yerde bulunan her hareket eden mahluk (isteyerek ya da istemeyerek) Allah’a itaat ve inkiyad ederler. (Allah’ın güç ve hakimiyetinden kurtulamazlar). Melekler de.. hem de hiç kibirlenmeden.
50/50- Her an üzerlerinde nigehban bulunan Rablerinden korkar, (insan oğlu gibi isyan etmezler.) ve (Allah tarafından) kendilerinden istenen şeyi (hiç tehire salmadan) titizlikle yerine getirirler, (hiçbir vakit Allah’ın emrini terk etmezler).
51/51- [Allah (cc) geçen ayetlerde canlı ve cansız yaratıkların isteyerek ya da istemeyerek kendine boyun eğdiklerini anlattıktan sonra, şimdi de akıl sahibi insanlara beyan ediyor ki, Allah’a şirk koşmayın, onu tek ve eşsiz olarak bilin.] Allah, buyurmuştur ki: “İki mabuda karar vermeyin. O, ancak yegâne olan Allah’tır. (Ondan başka hak mabut yoktur.). Ey benim bendelerim! Sadece ve sadece Benden korkun (da bana şirk koşmayın)”
52/52- (Allah’ın eşi ve nazırı olmadığı sabitesine göre) Artık semalarda ve yerde ne varsa O’nun mülküdür. (Bütün yaratılmışların rızkını Allah verdiğine göre) itaatin de yalnız O’na olması gerekir. (Allah’ın eşi ve ortağı olmadığına, herkesin ihtiyacını da o verdiğine göre) siz, Allah’tan başkasından mı sakınırsınız?
53/53- Size ulaşan her nimet Allah’tandır. (Bu nimetlerden sonra) size bir maraz ya bir bela.. ulaşırsa O da Allah’tandır. Bu yüzden (başkasına değil) sadece ve sadece (tazarru ve inlemekle) O’na sığının. [Nitekim Materyalistler bile Allah’a inanmadıkları halde sıkıştıkları ve çarelerinin kalmadığı şiddetli hastalık, denizde boğulma, sahrada korkulu anlarda iradesiz olarak “Allah” derler. Habis lisanları ile O’na sığınırlar.]
54/54- (Allah’a yalvarıp yakardıktan) sonra Allah sizden bu bela ve musibeti kaldırdığı zaman, bir de bakarsınız ki, içinizden bir topluluk, hemen öz Rabblerine karşı şirk koşarlar.
Tefsir:
İnsanlar hastalıktan iyileştikten sonra bu iyiliği Allah’tan başkasına isnat ederlerse onlar da şirke girmiş olurlar. Mesela bir hastalığın gitmesini gerçekten bir doktora isnat etmek, -doktor o iyiliğin zahiri sebebi olsa bile- şirk sayılır. Doktora akıl kuvvetini, ilaçlara şifa keyfiyetini veren Allah’tır. Onun için sebepleri bir vasıta olarak kabul edip, bu sebeplerin arksındaki müessir-i hakikiyi görmek lazımdır. Allah (cc) bir işin meydana gelmesi için sebepler yaratmıştır. Fakat bu sebepler o işi bizzat yapıcı değildir. Sebepleri de, o işi de hep Allah yaratır. Eğer Allah, bu sebepleri yaratmazsa hiçbir şey vücuda gelmez.
55/55- Bunu, (başka değil, sırf) kendilerine verdiğimiz nimete nankörlük etmek için yaparlar. (Ey Allah’a ortak koşup, verdiği nimetlere nankörlük edenler! Böyle yapmakla Allah’a bir zarar vermezsiniz) Şimdi eğlenin baklalım! Tezdir ki, (yaptıklarınızı sonucunu ölende) bileceksiniz.
56/56- Müşrikler, mabut olduklarını kesinkes bilemedikleri (zan ve tahminen böyle saydıkları) bu putlar için kendilerine rızık olarak verdiğimiz (tahıl ve hayvan gibi) şeylerden de bir pay ayırıyorlar. [İnsanlar arasında kesin bir sözü anlatmak için daima yemin edildiğinden Allah (cc) da yemin ediyor:] Allah’a and olsun ki, siz bu yaptığınız iftiralardan mutlaka sorguya çekileceksiniz.
Tefsir:
Müşrikler, tahıl ve hayvanlardan putlarına adak adarlardı: Falan tarladaki mahsulümüz iyi olsun veya filan meradaki hayvanlarımızın başına bir şey gelmesin diye putlarımız adına şunu adadık, derlerdi. İşleri iyi giderse adadıkları şeyleri getirip bu putların karşısında fukaraya ve sair hizmetçilere dağıtırlardı. Ne yazık ki günümüzde dahi bir kısım insanlar türbe ve ziyaretlere kurban adıyorlar ve götürüp oralarda kesiyorlar...
57/57- [Araplardan Benu Huzaâ ve Benu Kinâne kabileleri “melekler Allah’ın kızlarıdır” diyorlardı:][114] Müşrikler, Allah’a kızlar isnat ediyorlar, kedilerine de arzuladıklarını.. oğulları. (Allah, kendisinden ötürü evlat edinmekten) pak ve münezzehtir. (Allah’a ne oğul ne de kız lazım değildir, Bütün mahlûk onun mahdumu ve kerimesidir.) [Müşrikler, böyle hasta ve çarpık düşünceye sahip oldukları için:]
58/58- (Kızlardan nefret ettikleri için) kendilerine “bir kız(ın oldu” haberi) müjdelendiği zaman içi öfke ile dolar benzi besi solar kapkara kesilirdi, (ki, “benim neden kızım oldu”).
59/59- Kendisine verilen müjdenin sevimsizliğinden dolayı kavminden köşe bucak kaçar, (ta ki, ona serzenişte bulunup, “senin kızın olmuş” demesinler. Kendi kendine düşünüp durur:) Onu, hakarete katlanarak yanında tutacak mı, yoksa toprağa mı gömecek? Bak ne yaman hüküm veriyorlar!.. (Kendilerine sevdiklerini, bize de sevimsiz saydıklarını taksim ediyorlar. Ardından da onları öldürmek istiyorlar.. Bu taksim ne yaman taksim..).
60/60- (Kız istemeyip, onları öldürmek gibi) çirkin sıfatlar ahrete inanmayan müşriklere hastır. Yüce sıfatlar ise (her şeyden müstağni olan) Allah’a mahsustur. Allah bütün yaratılmışlara galip ve her işini hikmet üzere yapandır.
61/61- Eğer Allah, insan oğlunu kendilerinden sadır olan zulümler yüzünden azaba tutsaydı, kuşkusuz hepsini helâk ederdi de yeryüzünde hareket eden hiçbir beşer kalmazdı. Fakat Allah onları, belli bir vakte kadar erteler. Müddetleri gelince, onu ne bir saat eyleye bilirler ne de kalabilirler.
62/62-63- Kendilerinin hoşlanmadığı şeyleri (kızları) Allah’a veriyorlar.. Yalancı dilleri ise en güzel şeylerin kendilerine ait olduğunu söylerler. Hiç şüphesiz onlar için, sadece ateş vardır. Orada artık hatıralardan silinip bir daha anılmayacaklar.
63/64- (Resulüm!) Allah’a and olsun ki, biz senden önce bir çok ümmetlere (peygamberler) gönderdik. Ne var ki, (peygamberlere tabi olmadılar) şeytan onlara yaptıkları (çirkin) işleri bezeyip süsledi, (ona tabi oldular.). Bu gün de şeytan onların dostudur. Onlar için (ahrette) can yakıcı azap vardır.
64/65- (Resulüm!) Biz, sana bu Kur’an’ı sırf hakkında ihtilaf ettikleri (kıyamet gününü)[115] insanlara açıklaman için bir de iman edecek topluma hidayet ve rahmet olsun diye indirdik. (Sana bu Kur’an’nı anlatmak düşer. Müminler hidayet bulur, kâfirler dalalette kalırsa, onların dalalette kalmalarından sana bir zarar yoktur.) [Resulüllah’a peygamberlik gelmeden önce, müşriklerin bir kısmı kıyameti inkâr ediyorlardı bir kısmı ise kabul ediyordu. Abdulmuttalib ise kabul edenlerdendi][116]
65/66- Allah gökten bir su indirdi ve onunlar yeryüzüne öldükten sonra hayat verip (rengârenk içecekler ve bitkilerle doldurup taşırdı.). Şüphesiz ki bunda söz dinleyen bir millet için (Allah’ın tevhit ve kudretine, sizi öldükten sonra dirilteceğine) delil ve burhan vardır.
66/67- Hakikaten süt veren (deve, sığır, koyun gibi) hayvanlarda da sizin için ibret vardır;
size işkembedeki yem artıkları ile kan arasından çıkan halis bir süt içiriyoruz..
içenlere içimi de çok kolay..
67/68- Yine hurma (ağaçlarının), üzüm (bağlarının) meyvelerinden bir sarhoş edici içki, bir de güzel rızık alırsınız. Akıl üzere yürüyen bir cemaat için (bu nimetlerde Allah’ın tevhit ve kudretine) delil ve burhan vardır.
Tefsir:
Bu ayet Mekke’de inmiştir ve içki konusunda ilk inen ayettir. Kinaye yolu ile içkinin haram olduğuna delalet eder. Çünkü “meyvelerinden bir sarhoş edici içki, bir de güzel rızık alırsınız” ifadesiyle içkinin çirkin olduğuna yani içilmemesine delalet etmektedir. Medine’de nazil olan (Maide 5/90-91) ayeti ise içkinin sarahaten yasaklandığını göstermektedir.
68-69/69-70- (Resulüm!) Senin Rabbin bal arısına: Dağlardan, ağaçlardan ve (insanların) kurdukları çardaklardan kendine evler (kovanlar) tut; sonra her bir ağacın meyvelerinden (çiçeklerinden) ye. Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollara git, diye vahyetti/ilham etti. (Resulüm! Biz bu talimleri, bal arısına verdikten sonra meyvelerden, çiçeklerde yiyip Allah’ın izni ile) onların karınlarından muhtelif renklerde bir bal çıkarıyorlar ki, onda insanlar için şifa vardır. Şüphesiz (bal arısının yaratılışında ve çalışma keyfiyetinde) derince tefekkür eden bir topluluk için (Allah’ın tevhit ve kudretine) delil ve burhan vardır.
Tefsir:
Allah (cc) bu ayette, hayvanlara talim ettiği ilimlerden beyan buyuruyor. O hayvanların içinde de, bedeni zayıf fakat şuuru mükemmel bal arısını burada misal veriyor. Bu zayıf hayvanın bu mükemmel işi anlatılırken Resulullah’a (sav) hitap etmesi de ilmin ne kadar şerefli bir şey olduğunu Resulüllah’ın nazarında biz insanlara anlatmak ve bu tür ilimleri araştırmak istemektedir. Evet bu bal arısı örneği ile Allah (cc) ifade ediyor ki, bal arısı bu mükemmel hüneri ile insanlar arsında ne kadar kıymet kazanmıştır. Eğer siz de ilimle meşgul olursanız, bu şerefe nail olursunuz. Cehalet çukurundan kurtulursunuz. Diğer yandan Allah (cc), bu hayvana verilen şuur ve firaseti vahiy tabiri ile ifade etti. Bu da bal arısının insana ne kadar faydalı olabileceğini ilham yörüngeli oluşu ile anlatılmak istendi.
Ayrıca, bal arısının çalışmasında, böyle zarif bir hayvandan böyle firaset ve şuurlu bir şekilde hareketlerin çıkmasında insanı hayrete düşürecek mükemmel bir kudretin izleri yatmaktadır. Arıya verilen bu ilhamla, arı, bal dalağını eşit kenarlı altıgen gözenekler şeklinde yapar. Birbirine eşit bu gözcükler o kadar mükemmeldir ki bir mühendisin bunu cetvelsiz ve pergelsiz yapması mümkün değildir. Şayet bunlar altıgen değil de kare ve beşgen şeklinde olsaydı, gözlükler arasında işe yaramaz boşluklar kalacaktı. Altıgen olunca gözenekler arasında hiç boşluk kalmaz. Arılar arasında bir ağa/ana-arı vardır. Vücutça diğerlerinden büyük olan bu ağa/ana-arı diğerlerine hükmeder. Uçup konarken herkes buna tabi olurlar.[117] Bu emirlerinin hükmü ile kovanlarını çiçek ve polenlerle doldururlar. Mum yaptıktan sonra o başkan bu gözeneklerin her birine bir tohum kor. O tohumlar bir nice zamandan sonra ağa-kurt olurlar. Bu tohumlar dirilince bulunmuş oldukları gözeneklerin ağzı mum ile kapatılır. Aradan bir süre zaman geçtikten sonra bu gözeneklerde bulunan kurtlar arı olup kendileri bulunmuş oldukları gözeneklerin ağzını yırtarak çıkarlar. Bunların çokça olması ile hepsi birden kovandan dışarı çıkarlar. Buna “kovan oğul verdi” denir. Arıcılar çıkan bu arıları toplar başka bir kovana korlar. Ana arının hükmü ile bal yapan arılar hep onun emrine tabidirler. Yanlış bir iş yapan mesela dışarıdan içeriye hoşlanmadıkları bir şey getiren arı, ölümle cezalandırılır, öldürdükten sonra iki arı kanatlarından tutar onu dışarıya atarlar. Hasılı bu hayvan çok acayip bir hayvandır.
70/71- Allah sizi (yoktan) yarattı, (eceliniz tamam olduktan) sonra sizi vefat ettirecektir. (Allah’ın kudretinin bir cilvesi;) daha önce bilgili iken hiçbir şeyi bilmez hale gelsin diye sizde bazı kimseler ömrünün en istenmez çağına kadar yaşatılır. Şüphesiz Allah (kiminin uzun hayat yaşamasını kiminin de kısa hayat yaşamasını) iyi bilir ve (her şeye) kadirdir.
71/72- Allah, rızık yönünden bir kısmınızı diğerlerinden üstün olmasına karar verdi. Bol rızık verilenler, rızıklarını ellerinin altındakilere (kölelerine) verip de bu hususta köleleri kendilerine eşit yapmazlar!.. (İnsan oğlu, kölesinin kendisi ile aynı seviyede olmasına razı olmuyor da, öyleyse neden Allah’ın kullarını ve yarattıklarını O’na karşı ortak koşmaya razı oluyorlar?) Durum böyle iken Allah’ın nimetlerini inkâr edip (ondan başkasına ibadet ederler mi? Bu akıl kârı mıdır?).
72/73-74- Allah sizin için öz cinsinizden eşler yarattı, eşlerinizden de sizin için oğullar ve torunlar yarattı, sizi pak ve pakize gıdalarla rızıklandırdı. (Fakat siz, bu nimetlere nankörlük ettiniz.). (Resulüm! Bu müşrikler, Allah’ı bırakıp da) hâlâ batıla mı inanıyorlar.. ve Allah’ın nimetini inkâr ediyorlar?
73/75- (Resulüm! Bu müşrikler) Allah’ı bırakıp da kendileri, ne semalarda ne de yerde bulundan hiçbir rızka sahip olamayan putlara ibadet ediyorlar. O putların (semadan rızık indirmeye yerden rızık bitirmeye) kudretleri de yoktur. (Acaba aklı olan kimse böyle şeylere ibadet ve itaat ederler mi?).
74/76- Allah’a (ortak koşma veya O’nu bir şeye kıyas etme gibi anlam taşıyacak) şeyleri misal vermeyin. (Kadiri acize, yaratanı yaratılmışa benzetmek hiç olası mıdır?) Şüphesiz Allah (sizin özünüze ve amelinizin hakikatine) alimdir, ama siz (O’nun özüne ve amelinin hakikatine) alim değilsiniz.
75/77-78-[Siz Allah’tan ötürü misal vermezsiniz ama Allah size misaller verir:] Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının malı olmuş bir köle ile bir de (kedisi hür olmuş) ve kendisine katımızdan bir güzel rızık verdiğimiz (tasarrufu elinde) bu yüzden (verdiğimiz) rızıktan gizli ve açık olarak (istediği gibi Allah yolunda) infak ve ihsan eden kimseyi misal verdi. Hiç (o köle ile bu hür adam) bir olur mu? Hamt Allah’a mahsustur; (mahlukatı yoktan yaratan, onlara nimet ve ihsanda bulunan Allah’a hamd sezadır. Camit putların bunda hiçbir nasibi yoktur. Öyle ise bu cehaleti terk edin.) Fakat insanların çoğu (Allah’a, sadece hamt edileceğini) bilmezler.
76/79- [Allah (cc) şimdi de müşrikler için bir misal veriyor:] Allah (müşriklere) şu iki kişiyi de misal verir: Onlardan biri (anadan doğma) dilsizdir; hiçbir şey (konuşmaya) gücü yetmez. Bu kimse bu halde efendisine bir yüktür; (efendisi) onu nereye gönderse bir hayır ve menfaat getiremez. Şimdi bu adam ile doğru yolda yürüyerek adaleti emreden kimse eşit olur mu? (Elbette bir olmazlar. Nasıl olur da ne hayrı ne de zararı olan putlar, lütuf ve merhameti herkese şamil olan ve hesaba gelmez nimetleriyle yaratılmışların imdadına koşan Allah bir olur? Ki bu putları Allah’a karşı mukabil sayıyorsunuz?!!)
Tefsir:
Bu ayetlerin hükmü o zamana mahsus değildir. Belki her zamana aittir. Eğer günümüzde insafla Müslümanların yaptıklarına bakılacak olursa kuşkusuz görülecektir ki, Müslümanların çoğu cahiliye adetlerine dönmüştür. Bunlar da aynen o günün insanları gibi, camit ya da ölmüş insanların türbeleri başında onlardan hacet istiyor, onların önünde secde ediyorlar. Onlardan medet umuyorlar. Acaba bu yaptıkları putperestlik değil midir? Zahiren Müslüman görünen fakat hakikatte İslam’dan habersiz olan bu insanlar, İslam beldelerinden her yere; köye, kasabaya, şehre birer tane türbe yapıp, bu kimse falan velidir, bunun türbesinde falan şifa vardır, ne dilersen olacaktır, bütün hastalıklar burada şifa bulur, gibi sözlerle avam insanları koyun sürüsü gibi kandırıyorlar. Müslümanlar arasında ne kadar büyük bidatler yaygın hale gelmiştir. Budan daha büyük putperestlik olur mu? Eğer bu tür insanlara Kur’an ayetlerinden okuyup yanlış bir yolda gittiklerini söylersen, hemen seni zındıklıkla suçlarlar. Biz Kur’an ehliyiz, bizden daha iyi Kur’an ehli mi olur, derler. İslamî hakikatleri iyi bilen insanlar bu tür kimselerin İslam’dan uzak yaşadıklarını hemen fark edebilir. Kur’an’a muhalif hareket etmek cahilliğe delil olmaz mı?
77/80- Semaların ve yerin gaybını bilmek Allah’a mahsustur. (Allah’tan başkası bunları bilmez. Bu gayb ilimlerinin en büyüğü de kıyamet gününün ne zaman olacağıdır. Kıyamet gününü siz çok uzak sayarsınız) ama kıyametin kopuşu (o kadar süratli olur ki) sadece bir göz kırpması veya daha az bir zaman içinde vaki olur. Şüphesiz Allah her şeye (kıyamet gününde halkı tekrar diriltip onlara hesap çekmeye) kadirdir.
78/81- Siz hiçbir şey bilmiyor (bilgiden boş) iken Allah, analarınızın karnından çıkardı; sizin için kulaklar, gözler, ve kalpler verdi, (bunlar sebebiyle cahillikten marifet ve ilim tarafına geçtiniz) Elbette gerektir ki, (Allah’ın bu nimetlerine karşı) şükredip, (onları gerektiği yerde kullanasınız..).
Tefsir:
Allah’ın (cc), kalp, göz ve kulak gibi duyu organları insana vermesindeki maksadı ilimdir. Nitekim ayette buyurulduğu gibi, bu organları gerektiği yerde kullanmayan kimse bu nimetlere nankörlük etmiş olur. Müslümanlar bugün ilimden o kadar uzak kalmışlardır ki, artık cahilliği kendilerine şiar eder olmuşlardır. Zira ilmin nuru ile nurlaşmayan insanlar arasında fesatlık, fitne ve insan öldürmek şayi hale gelir. Öyleleri var ki, Kur’an’nın edebiyle edepleşmeyip açıkça Kur’an’a muhalif hareketler yaparak kendilerini alim ve edepli sayıyorlar. Kendi yakıştırdıkları bir kısım şeylere itikat ederek reislik iddiasında bulunuyorlar. Bu kimseler bununla da kalmayıp avam insanları kendi köleleri gibi istihdam ediyorlar. Bu sebeptendir ki, avam cemaatin daima cahil kalmalarını istiyorlar. Hakikat-i Muhammediyeyi onlara anlatmıyorlar. Çünkü onların cahilliği işlerine yarıyor. Zaten kendileri de cahildirler. Cahil, cahile nasıl yardım etsin ki? Onu marifete nasıl ulaştırsın ki? Kur’an, bugün insanlar arasında ölülerin üzerine okumaktan başka bir şeyle lazım olmaz hale getirilmiştir. Bu yüzden Müslümanlar öyle bir duruma düşmüş ki, artık başka milletlere el açmaktadırlar. Onlardan yardım istemektedirler.
79/82- (Resulüm!) Acaba (bu insan oğlu) semanın boşluğunda (Allah’ın kudretine) boyun eğmiş olarak (her bir tarafa) uçuşan kuşları görmediler mi? Onları Allah’tan başka (havada) tutan olmaz. Bu (kuşların havada uçuşlarında) iman eden bir cemaat için (Allah’ın tevhit ve kudretine) delil ve burhanlar vardır.
80/83- Allah, (şehir ve köylerde ikametinizde) evlerinizi sizin için sakin olup rahat kalma yeri yaptı ve (sahrada ikametinizde) sizin için hayvan derilerinden gerek göç gününüzde, gerekse konaklama gününüzde kolayca taşıyacağınız geçici evler; yünlerinden, tiftiklerinden ve kıllarından (ta ölüm gelip hayatınızın sona ereceği) bir vakte kadar (faydalanacağınız) hem ev eşyası hem de ticaret malı meydana getirdi.
Tefsir:
Taş, toprak vs. inşaat malzemelerini ve bunları bir araya getirip terkip yaparak binalar, büyük kentler kuracak aklı Allah (cc) yarattığı için evlerin yapılmasını bizzat kendisine nispet etmiştir. Allah (cc) bu malzemeleri ve onları bir araya getirecek aklı, bize ihsan etmeseydi, bizler kendimize nasıl mesken kurabilirdik. Soğuktan korunacak elbiseleri nasıl yapabilirdik. İşte bunların hepsini düşünüp, verdiği nimetlere karşılık Allah’a şükretmeliyiz.
81/84- Allah, yarattıklarından sizin için (güneşin hararetinden koruyacak) gölgeler yarattı ve sizin için dağlarda (ihtiyacınız anında kullanabileceğiniz) barınaklar yarattı. Sizi sıcaktan saklayacak elbiseler ve savaşta sizi koruyacak (zırhlı) elbiseler yarattı. [Elbise yapılan maddeleri ve bunları yapacak aklı Allah yarattığı için, bunların yapımını Allah bizzat kendisine isnat etmiştir.] İşte böylece Allah, nimetini size tamamlar. Elbette sizin üstünüze düşen de (bu nimetleri düşünüp O’na iman ederek) itaat edersiniz.
82/85- (Resulüm!) Eğer onlar senden yüz çevirir (sözlerine kulak vermezlerse bundan sana hiçbir zarar yoktur) Şüphesiz sana düşen şey açık bir şekilde risaletini tebliğ etmektir.
83/86- (Resulüm!) Müşrikler Allah’ın nimetin tanıyıp kabul ediyorlar (ama, onlara “gelin Allah’a ortak koşmayın” dediğiniz zaman) Allah’ın bu nimetleri verdiğini inkâr ederler (ve: “bu nimetleri Allah veriyor ama, putlarımız bu işe aracı oluyor. Onlar olmazsa, bu nimetler de olmaz. Onun için biz putlarımıza ibadet etmekten uzak durmayız” derler.) Oların çoğu kâfirdir.
84/87- Kıyamet günü her ümmet için (öz peygamberlerini)[118] şahit olarak hazır bulundururuz (ta ki, peygamberler, o insanlara verdiğim nimetleri inkâr ettiklerine şahit olsunlar. Peygamberler şahitlik yaptıktan) sonra artık kâfirlerin (azaptan kurtulmaları için özür beyan etmelerine) izin verilmez, özür dilemeleri de istenmez; (yani, denilmez ki, “Allah ile konuşun.. belki, O’nu razı edersiniz”)
85/88- (Küfür ve şirkte bulunarak) öz nefislerine zulüm yapanlar azabı gördüklerinde (o vakit galeyana gelirler). Artık onlardan ne azap hafifletilir, ne de onlara mühlet verilir.
86/89- Müşrikler, (Allah’a) ortak koştukları (putları) gördükleri zaman [Allah (cc), müşriklere yanlış yolda olduklarını bir kez daha delillendirmek için putlarını kıyamette hazır bulundurur.] derler ki: “Ey bizim Rabbimiz! İşte bunlardır, seni bırakıp da tapmış olduğumuz ortaklarımız, (bunlar bizi, kendilerine ibadet etmek için çağırdılar)” Putlar da müşriklere: “Siz mutlaka yalancılarsınız, (biz sizi, kendimize ibadete çağırmadık)” diye laf atarlar.
87/90- (Müşriklerin iddiaları boşa çıkınca, kıyamet günü) artık Allah’a boyun eğerler, uydurmakta oldukları (put gibi) şeyler de onlara (yardım etmeyip) sıvışıp kaçarlar.
88/91- O kimseler ki, kâfir oldular, (kendileri kâfir olmakla kalmayıp insanları da) Allah’ın yolundan alıkoydular, işte onlara yapmakta oldukları (insanları Allah’ın yolundan alıkoyma) fesatlığından dolayı müstahak oldukları azabın üstüne bir başka azap daha ekleyeceğiz.
89/92- O gün her ümmetin öz cinsinden (peygamberlerini) kendilerine birer şahit olarak göndereceğiz. (Resulüm) seni de (öz ümmetinin)[119] başına şahit olarak getireceğiz. Bu kitabı da, (halkın din ve dünya işlerinden) her şeyi açıklayan ve (dalalete düşmüşler için)[120] bir hidayet, (ona inanan ve tasdik eden)[121] Müslümanlar için de bir rahmet ve (azaptan kurtuluş) müjdesi olarak sana indirdik.
Tefsir:
İslam ümmetinin din ve dünya işleri iki şey ile tamam olur: Biri Kur’an, diğeri de Resul-i Huda Peygamber-i Bozorgvârî (Yüce Peygamber)’in cevher misullu olan hadisleridir. Allah (cc) buyuruyor ki: “Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının” (Haşir 59/7) Bu ayetten anlaşılır ki, Kur’an’da din ve dünya işlerine ait her şeyin esası mevcuttur. Çünkü Allah (cc), Resulüllah’ı insanlar arasında hüküm koymaya memur etmiştir. Onun verdiği hükümler aynı Allah’ın hükmüdür. Mesela bir hükümdar, bütün tasarrufu vezirinin eline bıraksa, kanun yapmak ve hüküm vermek bütünüyle onun elinde olsa, o zaman vezirin hükümleri aynı hükümdarın hükmü olmaz mı? Ona tabi olmak gerekmez mi? İşte bu yüzden Allah Resulü’nün vacibiyet ifade eden emirlerine uymak vaciptir. Gerek Kur’an ve gerekse Resulüllah’ın emir ve hükümleri bize kadar elden ele nakledilip gelmiştir. Bu arada nasıl ki Resulüllah’ın emirlerine uyulması gereken bir farz olarak biliyoruz aynen öyle de büyük sahabenin naklettiği sözleri de Resulüllah’ın fermanı ile Allah’tan bizlere gelen emirler olarak kabul etmeliyiz. Zira Allah Resulü (sav) buyurdular ki: “Benim ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Binaenaleyh onlardan hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz.”[122]
90/93- Muhakkak ki Allah, (İslam’a girip, mütedeyyin olanlara), adalet ve ihsan duygusu ile (hareket etmekle), yakınlara bir şey vermekle emreder; çirkin işlerden, (akılca, kabul görmeyen[123] mürüvvet ve insafa gelmez) fena şeylerden ve (büyüklük, üstünlük fikrine takılıp) her türlü taşkınlık yapmaktan nehyeder. Allah bu öğütleri veriyor, ta ki düşünesiniz taşınasınız (hak olan yolu bulasınız.).
Tefsir:
Müslümanlar, bu ayetin içerdiği manaları, yapılması gerekli bir amel olarak kabul etmelidirler. Bu emirleri daima kalplerinde taşımalı ve gereğini yerine getirmelidirler.
Ne yazık ki Müslümanlar bu ayetin emrettiği manaları unutup kendilerini başka milletler arasında zalim ve insafsız göstermenin yanında İslam’ın temelinin de zulüm üzere kurulduğu imajını vermişlerdir. Müslümanların yaptıkları, başka insanların gözünden kaçmıyor ki? İnsan ne olursa olsun, Müslümanlara bakarak İslam’ı değerlendirmemedir. Bir milletin yaptığına bakıp inançları da böyledir, kanaatı taşınmamalıdır. İslam’ın temeli Kur’an ve Sünnet ile kurulmuştur. Şimdi bunların hangi birinde zulüm ve çirkin işleri yapmanın çok güzel bir iş sayıldığı yazılmaktadır?! Değil ki Peygamber, normal insan bile bu çirkin işlerin yapılmasını istemez. Bizim Peygamberimiz (sav) Kur’an’dan aldığı mübarek emirlerle eşsiz bir örnek sergilemiştir. Hiçbir zaman güneş balçıkla sıvanmaz. Kur’an’ın, salim ve her türlü şaibeden, ön yargıdan uzak bir şekilde düşünüldüğü zaman, bütün insanlığa yetecek emir ve hikmetlerle dolu olduğu, meydana çıkar. Kur’an herkese yetecek bir kitaptır. Değil ki Kur’an, açıklamasını yaptığımız bu ayet, bütün insan oğluna yetmez mi? Kur’an bunun gibi bir çok ayetinde bazen açık bir şekilde bazen de mücmel olarak üstün ahlak öğretileriyle doludur. Bu ayet ise hepsinden camî bir ayettir.
Emevî Halifesi olan Muaviye b. Ebi Süfyan (60/679) zamanında minberlerde hutbe esnasında Müminlerin emiri Ali (as) için lanet etme gibi çirkin bida’ti nice yıllar insanlar arasında işlendi. Yine Emevî halifesi Ömer b. Abdilaziz (101/719) gelince o zahit insan bu çirkin işin yapılmasını kaldırdı. Onun yerine hutbeden inerken bu ayetin okunmasını emretti. Artık bundan sonra bütün İslam diyarında Müminlerin emiri Ali (as)’a yapılan lanet, yerini bu ayetin okunmasına terk etti.[124]
91/94- Antlaşma yapıp (bir şeye yemin ettiğiniz) zaman, Allah’ın ahdini yerine getirin. Allah’ı üzerinize şahit tutup, pekiştirdikten sonra yeminleriniz bozmayın. Şüphesiz ki Allah yapmakta olduklarınız bilir.
92/95- Ahdinizi bozmada sağlam bir şekilde dokuduğu şeyi tekrar açıp dağıtan kadın gibi olmayın. [Allah (cc) bu kadını, İslam’a girip Resulüllah’a biat ettikten sonra ant içip sözlerinde durmayan insanlara misal olarak veriyor.] (Antlaşma yaptığınız) bir toplumdan (malca ve kuvvetçe) daha çok oldu diye (başka) bir topluma geçmek için (daha önce) aralarınızda yaptığınız yeminlere hıyanet sokmayın. Allah bu (mal ve sayıca kuvvetli olan toplumla) sizi dener. Hakkında ihtilafa düşmekte olduğunuz şeyi (İslam’ın gerçek bir din olduğunu) kıyamet gününde mutlaka size açıklayacaktır. (Lakin siz sağlam durun, İslam’a olan biatınızı bozmayın).
93/96- Allah dileseydi hepinizi (cebren) bir tek ümmet yapar (birden İslam’a sokardı. Fakat, inanıp-inanmamada ihtiyarı size bıraktı. Bunun için zor kullanmaz.). Lakin (Allah’ın arzu etti ki,) kimi dilerse (kim ihtiyarı ile küfrü seçerse) onu dalalette bırakır. Kimi de dilerse (kim ihtiyarı ile iman etmeye meyil ederse) onu da hidayet eder. Yaptıklarınızdan (kıyamet gününde) elbette sorumlu tutulacaksınız.
94/97- Yeminlerinizi aranızda hıyanete vasıta yapmayın. Aksi halde (İslam dininde) sağlam basmışken bir ayak kayar da (apaçık İslam yolundan kenara kalırsınız) ve yemininizden sapmanız (hem de başkalarını saptırmanız) sebebiyle Allah’ın azabını tadarsınız. (Dünya azabından baka bir de ahrette) size büyük azap vardır.
95/98- (Ey müminler! İman ettikten sonra) Allah’ın ahdini az bir (dünya metaı) karşılığında değiştirmeyin! Şüphesiz Allah nezdinde bulunan (ecir ve sevap) sizin için daha hayırlıdır. Eğer siz (dünya ile ahretin arasını fark edebiliyorsanız ve ahret mükâfatının dünyadan daha fazla olduğunu) biliyorsanız, (artık ahdinizi az bir paraya değiştirmezsiniz.).
Tefsir:
Kureyş müşrikleri yeni Müslüman olmuş fakir Müslümanlara para teklif ediyorlardı ki, dinlerinden dönsünler.[125] Allah (cc) bunların tekliflerine karşı Müslümanları uyarıyor, ve dünya hayatının ahret hayatına nispetle tercih edilemez bir değersiz şey olduğunu anlatıyor. Ahret hayatının dünya hayatından iyi olduğuna delil olarak ahretin ebedî olması yeter.
96/99- Sizin yanınızdaki (dünya malı) tükenir ama Allah katında olan (rahmet hazinelerinde bulunan nimetler) ise bâkidir. Elbette o sabredenlere mükâfatlarını, yaptıkları işlerin en güzeline göre vereceğiz.
97/100- Erkek veya kadın, mümin olarak kim salih amel işlerse o kimseye dünyada pâk ve pakize bir hayat veririz (güzel veçhile hayatını tamam ederiz) [Mümin kimse zengin ise çok güzel, fakir ise ona da elinde olanlara kanaat ve şükretme ruhu veririz böylece ikisi de temiz bir hayat yaşarlar.] Elbette o müminlere mükâfatlarını, yaptıkları işin en güzeline göre veririz. (Ahrette de ebedî nimetlerle onları rahat ettiririz.).
98-99/101- (Resulüm!) Kur’an okumak istediğin zaman (okumaya başlamadan önce Allah’ın dergâhından) kovulmuş şeytanın (nefs-i emmarenin şerrinden) Allah’a sığın. O şeytanın, iman edip ve öz Rablerine tevekkül eden kimseler üzerinde hiçbir gücü yoktur. (Onlar hiçbir zaman şeytanın vesveselerine tabi olup da Allah’a asî olmazlar.).
Tefsir:
Hz. Peygamber (sav) buyurdular ki: “Kur’an okumaya başladığınız zaman ‘Eûzübillahimineşşeydanirracm’ deyin”[126] Abdullah b. Mesut (ra) Kur’an okurken “Kovulmuş olan şeytanın şerrinden her şeyi duyan ve bilen Allah’a sığınırım “ dedi. Allah Resulü (sav), az önce geçtiği gibi söylemesini istedi.[127]
100/102- O şeytanın hakimiyeti, ancak onu dost tutup ve onu Allah’a şirk koşan kimselerin üzerindedir.
101/103- Biz bir (mensuh) ayetin yerine başka (nesheden) bir ayeti (maslahat icabı) getirdiğimiz zaman, (Resulüm, kâfirler kınayıp derler ki:) “(sabah bir hüküm, akşam bir hüküm..) sen ancak bir iftiracısın; (Allah’a iftira ediyorsun)” Onların dediği gibi değildir. Onların çoğu (neshin ne fayda taşıdığını ve hikmetinin ne olduğunu) bilmiyorlar. (Onun için “sen iftira ediyorsun” diyorlar.).
Tefsir:
Allah (cc), insanların yararına olabilecek bir kısım hükümleri getirdikten sonra, yine maslahat icabı onu değiştirip başka bir hüküm getirir. Onun için ilk hükme “mensun hüküm” sonrakine de “nasih/nesheden” hüküm denir. İşte kâfirler Allah Resulü ile bunun için alay ediyorlardı: “Bu nasıl iş, akşam bir hüküm sabah bir hüküm..” dediler.
102/104- (Resulüm!) De ki: “O Kur’an’ı Ruhu’l-kurdüs/Cebrail, her vaktin maslahatına göre (müminleri imtihan etmek maksadıyla ki, ne zaman bu imtihanı kazanırlarsa, nesih hakkında ileri geri konuşmazlarsa)[128] iman edenlere sebat vermek, itaat edenleri doğru yola iletmek ve onlara müjde vermek için Rabbin tarafından peyder pey indirilmiştir.
103/105- (Resulüm!) Biz onların (Kureyşlilerin): “Kur’an’ı ona ancak (Yaîş adındaki)[129] bir insan indiriyor” dediklerini biliyoruz. (Peygamber’e) öğretiyor zannında bulundukları kimsenin ana-dili yabancıdır, (Arapça değildir.) Halbuki bu Kur’an, aşikâr bir Arapça’dır. (Yaîş, Arap değildir. Öyle ise böyle fasih bir dili kendisi bilmiyor. Kendi bilemediğini başkasına nasıl öğretsin.).
Tefsir:
Mekke’de Huveytıb b. Abdi’l-Uzza’nın Yaîş adında bir kölesi vardı. Kendisi Rum asıllı idi. (Arap olmayan herkes “acem” diye adlandırılırdı) onun için bu kimse aynı zamanda “acem” idi. Kendisi Hıristiyan’dı. Onun için Tevrat ve İncil’i iyi biliyordu. Kureyşli müşrikler Resulüllah karşısında inançları adına bir şey yapmaktan aciz kalınca Resulüllah için “O bu Kur’an’ı bu köleden öğreniyor” iftirasını atmaya başladılar. Onun için Allah (cc) bu ayette müşriklere cevap veriyor.[130]
104/106- Allah’ın ayetlerine inanmayanlara gelince, Allah onları hak tarafına hidayet etmez. Onlar için can yakıcı azap vardır.
105/107- Allah’ın ayetlerine inanmayanlar sadece ve sadece (Peygamber’ e) iftira atarlar. (Resulüm! Kureyş müşrikleri sana “yalancı, iftira ediyor” diyorlar, böyle değil,) esas yalancı onların ta kedileridir. (Allah’a inanmıyorlar, kendi yakıştırdıkları şeylere tapıyorlar.) [Bu ayet, müşriklerin az önce 103. Ayette dediklerine cevaptır.]
106/108- Kalbi iman ile dopdolu olduğu halde inkâra zorlanıp da inkâr eden kimse hariç, kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr eder de kalbini küfre açarsa (mürted olursa), işte bunlara Allah tarafından gazap yetişir. Onlardan ötürü (ahrette de) büyük azap vardır.
Tefsir:
Mekke’de Ali b. Ebi Talib ve Hz. Hatice’den sonra ilk önce Müslüman olanlar şunlardır: Zeyd b. Harise, Ebu Bekir, Habbab, Süheyb, Bilal, Ammar, babası Yasir, annesi Sümeyye. Hz. Ebu Bekir (ra) Müslüman olmazdan önce zaten insanlar arasında muhterem bir zat idi. Kabilesinin gücünden dolayı kendisine ona eziyet edemediler. Fakat diğer ilk Müslüman olanlara çok eziyet yapıldı. Her birine ayrı ayrı eziyetler edelerdi. Bilal’in eziyeti çölde kızgın kumlara yatırılıp günün karşısında karnına ağır taşlar konup bekletilmekti. Ona diyorlardı ki: Muhammedi inkâr et. O ise kızgın kumlar üzerinde “Ahâd.. Ahâd -Allah birdir.. Allah birdir..” diyordu. Hz. Ebu Bekir (ra) onu alıp kölelikten azad etti.[131] Ammar’ı ve babasını yakalayıp dediler ki “Muhammed’i inkâr et.” O da takiyye yapıp kurtuldu. Ağlaya ağlaya Resulüllah’ın (sav) yanına geldi. Resulüllah (sav) onun gözlerinin yaşını silip buyurdu ki: “Eğer yine sana bu teklifi yaparlarsa takiyye yap kurtul.”[132] Ammar’dan başka nice insanlar takiyye yapıp canlarını kurtardılar. Fakat Ammar’ın annesi ve babası takiyye yapmayıp şehit oldular. Annesi iki devenin arasına bağlanarak gerdirildi ve kalbinden hançer vurularak öldürüldü. İslam’da ilk şehit bu iki kimsedir. Allah onlardan razı olsun. Soru: Burada anlatılanlara göre Amma’ın yaptığı mı daha güzeldir, yoksa ebeveyninin yaptığı mı daha güzeldir? Cevap: Ebeveyninin yaptığı daha güzeldir. Çünkü takiyyeyi terk edip şehit olmak, tahammül etmek, İslam’ın ilk devirlerinde izzet ve şevketine kuvvet katmıştır. Daha sonra gelen Müslümanların dinde sabit kalmalarına da vesile olmuştur. Takiyye yapan kimseler imanlarında şüphe olup olmadıkları hususunda bu ayet nazil oldu.[133]
Ayrıca bu konuya açıklık getirmesi bakımından şu tarihi hadise de çok önemlidir:
Müseylemetu’l-Kezzab’ın adamları Resulullah’ın ashabından iki kişiyi yakalayıp Müseyleme’ye götürmüşlerdi. Müseyleme onlardan birine şöyle dedi:
— Muhammed hakkında ne dersin?
— Allah’ın Resulü’dür.
— Ya benim hakkımda ne dersin?
— Sen de öyle,
Bunun üzerine Müseyleme onu serbest bıraktı. Sonra ikinciye dönüp sordu:
— Muhammed hakkında ne desin?
—Allah’ın Resulü’dür.
— Ya benim hakkımda ne dersin?
— Ben sağırım duymuyorum.
Müseyleme aynı soruyu, sahabi de aynı cevabı üç defa tekrar etti. Sonunda Müseyleme onu öldürdü. Olay Hz. Peygamber’e intikal ettirildiğinde o şöyle buyurdu:
—Birincisi Allah’ın tanıdığı ruhsatı kullanmış. İkincisi ise hakikati haykırmış; ne mutu onlara![134]
Bu hadis delalet eder ki, takiyyeyi terk edenin makamı, takiyye edenin makamından daha üstündür.
107/109- (Allah’ın gazabının mürtet insanlara olmasının sebebi) şudur ki, onlar dünya hayatını ahret hayatına tercih ettiler (ve kâfir oldular). Allah da hiç şüphesiz küfürlerinde ısrar edip (sabit duran) bir cemaati, (yardım edip) iman tarafına hidayet etmez.
108/110- Bu kâfirler öyle kimselerdir ki, Allah (küfürleri sebebiyle) onların kalplerine, kulaklarına ve gözlerine mühür vurup (hakkı görmekten, işitmekten ve anlamaktan mahrum etti.) Elbette (işlerinin sonundan habersiz alarak) gafletin doruğunda olanlar işte bunlardır.
109/111- Kâfirlerin (amellerinin yüzünden) ahrette (iman sermayeleri tükenmiş bir şekilde azaba müstahak olup) öz nefislerine zarar verecekleri kesindir.
110/112- (Resulüm! Bu kâfirlerin durumunu öğrendikten sonra)[135] bil ki, Rabbin, (dinlerinden döndürülmek için) eziyete maruz kalıp (bu eziyetten kurtulmak için zor altında küfrü istemeyerek kabul ettikten) sonra hicret edip, ardından da sabrederek cihat edenlerin yardımcısıdır; Bütün bunlardan (fitneye maruz kalıp zor altında istemeyerek inkâr etmek zorunda kaldıktan) sonra, şüphesiz senin Rabbin (bu kullarına) merhamet edip ve günahları bağışlayandır.
111/113- (Kıyamet) günü, herkes gelip kendi canını kurtarmak için uğraşır (işlediği günahları başkasının sırtına yüklemeye çalışır..) Herkes ettiğini bulur, (bu hususta) kimseye zulmedilmez.
112/114- Allah (müşriklerden ötürü) bir şehri misal verdi: Bir ülke ki emniyetli ve huzurlu olsun.. o şehrin (halkına) rızıkları her bir taraftan gelsin.. de (onlar, bu nimetlere şükredecek yerde) nankörlük etsinler.. İşte Allah, bu kimselere yaptıklarından ötürü açlık ve korku elbisesi giydirdi, (açlık ve korkudan gelen azapları çektirdi.).
Tefsir:
Bu şehir, Mekke’dir.[136] Allah (cc) müşriklere büyük nimetler verdi. Bu nimetlerden en büyüğü de Allah Resulü (sav) idi. Fakat onlar bu nimetlerin kadrini bilmediler. Nimetlere nankörlük ettiler, Hz. Peygamber’i de yalanladılar. Mekke’den çıkardılar. Allah da onlara açlık yıllarını musallat etti. Müslümanlar da Mekke’yi fethedip onları mağlup ettiler.
113/115- Hakikaten onlara (Mekkelilere) özlerinden bir peygamber (Muhammed sallalahu aleyhi ve sellem) geldi de (bu nimete şükretmeyip) onu yalanladılar. Bu sebepten, zulüm yapmaya devam ederken (düşman baskını ve ölüm gibi) azap onları yakalayıverdi.
114/116- (Ey müşrikler! Kendinizin tayin ettiği helal ve haramı bir kenara bırakın da)[137] Allah’ın size verdiği rızıktan helal ve temiz olarak yiyin, eğer (gerçekten) yalnız Allah’a ibadet ediyorsanız, O’nun nimetine şükredin.
115/117- Allah size, ancak ölüyü, (hayvan kesilirken dökülen) kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilenleri, haram etti. Her kim (nâçar kalır da) bu haram şeyleri yemeye mecbur olursa (şu şartlar altında: Açlıktan ölüm tehlikesini savacak kadar yiyip) haddi aşmayarak, bir de haksızlık edip (böyle vakitte başkasının elindekini de almayarak bu haram olan şeylerden yiyebilirsiniz.). Şüphesiz Allah, (açlık anında nâçar kalıp bu haram şeylerden yiyenleri) bağışlayıp pekâlâ merhamet edendir. [Bu ayetin geniş açıklaması (Bakara 2/173) geçmişti.]
116-117/118- Dillerinizin söyleye söyleye (bir disiplin haline getirdiği) yalana dayanarak “Bu helaldir, şu haramdır” demeyin, (helal, haram odur ki, Allah karar vermiş olsun. Eğer hiç bir delile dayanmadan “Bu helaldir, şu haramdır” derseniz direkmen) Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Şüphesiz Allah’a karşı yalan uydurmuş olanlar iflah olmazlar. (Allah’a yalan isnat edip bundan bir şey kazanmaya çalışanların elde ettiği şey) pek az bir menfaattir. (Hiçbir fayda sağlamaz. Fakat ahrette bundan ötürü) onlar için can yakıcı bir azap vardır. (Dünyanın pek az bir menfaatine karşılık ahretin ebedî azabını tercih etmek akıl kârı değildir.).
118/119- (Resulüm!) Daha önce sana [En’am 6/146][138] anlattıklarımızı Yahudilere haram kıldık. Biz (En’am suresinde anlattıklarımızı Yahudilere haram etmekle) onlara zulmetmedik, fakat onlar (Allah’a asî olduğu için, bunlar haram kılındı, bu yüzden) öz canlarına zulmetmiş oluyorlardı.
119/120- [Bu ayette Allah (cc), kullarına olan geniş rahmetini bildirip, yapmış oldukları günahlardan dolayı onları affedeceğine dair ümit veriyor.] (Resulüm! Müşriklerin durumunu anlattıktan) sonra şüphesiz senin Rabbin, cahillik sebebiyle kötülük yapan, sonra da bunun ardından tövbe edip durumunu ıslah edenleri (kötü ameller yerine, salih amel işleyenleri) bağışlayıcıdır. Hakikat şu ki, senin Rabbin tövbe ettikten sonra günahkârları bağışlayan ve (onlara) merhamet edendir.
120-121/121- (Resulüm!) Gerçekten İbrahim tek başına bir ümmettir. (O bir kişidir, ama bir ümmete bedelidir.) Çünkü o itaatkârdı, bütün batılları terk edip Hakk’a yöneldi. (Bu müşrikler biz de İbrahim’in milletindeniz diyorlar ama) İbrahim müşriklerden değildi. Allah’ın nimetlerine karşı şükürle gerilmişti. Allah onu (kendine “Halil”) seçti ve dosdoğru yola iletti.
122/122- Dünyada ona peygamberlik verip (her milletin gönlüne onu sevgili yaptık, dünyada her din sahibi: Yahudi, Hıristiyan, müşrik onu sever.)[139] Ahrette de o, kesinkes salihlerdendir.
123/123- (Resulüm! Seni peygamber olarak karar verdikten) sonra da sana: “Doğru yola yönelerek İbrahim’in dinine tabi ol!” diye vahyettik. (Bu müşrikler, “İbrahim bizim dinimizdendi” diyorlar ama) O müşriklerden değildi. (Belki halis bir muvahhit idi. Belki muvahhitlerin başı idi.).
Tefsir:
İbrahim (as) doksan yaşında iken taştan bir bıçak ile kendi kendini sünnet etti. O zaman her alet taştan idi.[140] Bugün Müslümanlar arasında da iyi bilindiği gibi hacc amellerini yerine getirdi ve kurban kesti.
124/124- Cumartesi (gününe hürmet edilmesi İbrahim’in dininden değil), ancak onda ihtilafa düşen (Yahudilere) farz kılındı. (Resulüm!) Kıyamet günü Rabbin, muhakkak onların (Yahudilerin) ihtilafa düştükleri (cumartesi hürmeti) konusunda hüküm verecektir. [Cumartesi günü hürmetini çiğneyen Yahudilere yapılan azap konusunda bilgi (Bakara 2/65) daha önce anlatıldı.]
125/125- (Ey Resulüm! İnsanları) Rabbin yoluna (İslam dinine) muhkem ve sahih olan delil ve burhanla ve güzel öğütle davet et. (Öyle bir anlat ki, senin maksadın sadece onları doğru yola iletmek olduğunu anlasınlar.) Ve onlarla en güzel şekilde mücadele et, (dostlara mürüvvet, düşmanlarla da müdara ile nasihat et. İslam’ın güzelliğini onlara anlat). Rabbin kendi yolundan sapanları (hiçbir sözün kendilerine te’sir etmeyeceği insanları) iyi bilendir ve (öğüt ve nasihatin tesir edeceği ve dolayısıyla) hidayete gelebilecekleri de iyi bilendir.
126/126- Eğer cezalandıracaksanız, size yapılan işkencenin misli ile cezalandırın. Şayet sabredecek olursanız bu, sabredenler için işin en hayırlısıdır..
Tefsir:
Bu sure Mekke’de nazil olmuştu. Fakat bu ayet Medine’de Uhud savaşından sonra nazil oldu. Uhud savaşında Müslümanlardan yetmiş kişi şehit olmuştu. Bunlardan 64 tanesi Ensar’dan, altı kişi ise Mühacirler’den idi. Hz Hamza da bu savaşta şehit düşmüştü. Müşrikler, şehit olan herkesi müsle yaptılar. (Yani, kulaklarını, burunlarını kesti, karınlarını parça parça ettiler.) Ebu Süfyan’ın hanımı Hint, Hamza’nın ciğerinden bir parça alıp çiğnedi. Resulüllah (sav) gelip Hz. Hamza’yı bu halde görünce son derece öfkelendi ve buyurdular ki: “Senden sonra kalanların mahzun ve kederli olmayacaklarını bilmeseydim, bırakırdım; kurt kuş seni yesin de kıyamet günü mahşerde kuşların karnında haşrolurdun! ‘Allah’a and olsun ki, eğer Allah bana zafer verirse senin yerine yetmiş kişiyi böyle yapacağım.’ diye yemin etti.” Bunun üzerine yukarıdaki ayet nazil oldu.[141]
127/127- (Resulüm!) Sen sabret! (Fakat) senin sabrın bile Allah’n (tevfik ve yardımı)yladır. Onlardan dolayı üzülme! Çevirdikleri dolaplardan da bir sıkıntı duyma sakın.
128/128- Şüphesiz Allah, takvaya sarılanlar ve ihsan şuuruyla iyiliği ve güzelliği tâkip edenlerle beraberdir.
Hamd olsun, Nahl suresinin tefsiri de tamam oldu. Peygamberimiz (sav)’in büyük sahabilerinden Haram b. Hayyan’a, öleceği zaman dediler ki:
— Vasiyet et.
— Vasiyet mal ile olur. Benim malım yoktur. Fakat Nahl suresinin sonundaki ayetleri size vasiyet ediyorum!![142]
Buna göre bu mübarek insanın vasiyeti, insanları affetmek, sabretmek, ihsan şuuru ile hareket etmekten ibaret olduğu anlaşılıyor.
Resulü Ekrem (sav) buyurdular ki: “Kim Nahl suresini okursa Allah (cc) onu dünyada verdiği nimetlerden hesaba çekmez.”[143]
İsra sûresi Mekke’de nazil olmuştur. 110 ayet, 533 kelime 3360 harftir.
0/1- Bismillahirrahmanirrahim.
1/2- Bütün noksan sıfatlardan uzak olan Allah, kulu (Muhammed’i), garip ayet ve alametlerimizi göstermek için, geceleyin Mescid-i Haram’dan alıp, (çevresini din ve dünya nimetleriyle) mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götürdü. Allah, (Muhamed aleyhisselam’ı) sözlerini işitip (her fiilini) görendir. (O’nun güzel ahlakını, ihlas kesilmiş itikadını iyi bilip, onu aziz ve şerefli yarattı.).
Tefsir:
Tefsir ve
kelam alimlerinin hepsi icma ederek ayetteki “abd” lafzından kastedilen kişinin
Hz. Muhammed (sav) olduğunu beyan etmişlerdir. Ve yine icma edip demişlerdir
ki, bu ayet “Mirac” hakkında nazil olmuştur. Gerçi bu ayetin, Hz.
Peygamber’in semalara çıktığına delaleti yoktur ama, bu ayeti “Necm
suresi”deki ayetlerle beraber
düşündüğümüz zaman maksat hasıl olur. Yani Hz. Peygamber (sav) semalara çıktığı
da böylece anlaşılmış olur. Müslümanlar arasında Resulüllah’ın (sav) Mirac’a
çıktığını inkâr eden yoktur. Fakat iki konuda ihtilaf olmuştur:
Birinci ihtilaf, Mirac’ın ne zaman olduğu. Enes b. Malik ve Hasan Basri[144] (110/728) diyorlar ki, Mirac hadisesi, Resulüllah’a (sav) peygamberlik gelmeden önce olmuştur.[145] Fakat bu görüş kabul görmemiştir.[146] Bu iki kişiden başka sahabe, tabiin demişlerdi ki, miraç hadisesi hicretten bir yıl önce meydana gelmiştir.
İkinci ihtilaf, Miracın keyfiyeti (niteliği) hususundadır. Hz. Aişe (rha) diyor ki: “Allah’a yemin olsun ki, Resulüllah (sav)’in bedeni bizim aramızdan hiç ayrılmadı. Ancak onun mukaddes ruhu semaya çıktılar.”[147] Muaviye’den de aynı şekilde bir rivayet vardır.[148] Hasan Basri diyor ki, Mirac’ının uykuda olması rivayetlere daha uygundur. Buna göre Miraç’ta olan hadiselerin hepsi uykuda olmuştur. Felsefeciler, bir de burada sözünü ettiğimiz kimselerin dışında herkes Miraç hadisesinin cismanî olarak meydana geldiği kanaatını taşımaktadırlar.[149] Onun için demişlerdir ki, Resulüllah (sav) mübarek cisimleriyle Mirac’a çıkmışlardır. İslam felsefecileri Mirac’ın ruhanî oluğu kanaatını taşımaktadırlar. Hasılı Miraç hadisesinin olması hakkında ihtilaf olmamakla birlikte, Mirac’ın hakikati konusunda ihtilaf olmuştur. Miraç hadisesi özetle şöyledir:
Mirac’ın olduğu gece, Resulüllah (sav) hadiseyi Ebu Talib’in kızı Ümmü Hani’ye anlattı. Dedi ki: Bu gece beni buradan Beytu’l-Makdis’se götürdüler. Oradan da sema’ya çıkardılar. Bundan sonra Resulüllah (sav) durdu. Bir şey anlatmadı. Evden dışarı çıkmak istedi. Ümmü Hani Resulüllah’ın eteğinden yakaladı ve dedi ki:
—Evden çıkma.
— Niçin?
— Korkuyorum ki, eğer bunu müşriklere haber verirsen, seni tekzip ederler.
— Tekzip etsinler. Pek aldırmıyorum. Bundan sonra Resulüllah (sav) evden çıktı ve gidip Mescid-i Haram’da oturdu. Ebu Cehil yanına geldi ve:
— Ya Muhammed! Yeni bir şey mi var yine?
—Evet. Bu gece ben bir yolculuk yaptım.
— Nereye gittiniz?
— Beytu’l-Makdis’e.
— Gidip, tekrar aynı gecenin sabahı burada oldunuz!?
— Evet.
Ebu Cehil bir şey demeden yanından ayrıldı. Korktu ki, bir şey dersem gider bu meseleyi arkadaşlarına anlatır. Onlar buna inanırlar.. Bu endişesinden sonra yine:
— Bunları bana dediğin gibi başkasına da söyleyecek misin?
— Elbette söyleyeceğim.
Ebu Cehil hemen etraftaki insanlara seslendi:
—Ey Kureyş buraya gelin! Kureyş toplandı. Ebu Cehil:
—Ya Muhammed, bana anlattıkların bunlara da anlat. Bu gece nere gittiniz? Resulüllah:
— Beytu’l-Makdis’e. Kureyşliler:
— Gidip aynı sabah döndünüz mü?
—Evet.
Kureyşlilerden bir kısmı alay etti. Bir kısmı el çırptı.. bu arada kimsi de Müslüman oldu. Daha önce Müslüman olmuş bir kısım insanlar da irtidat etti.[150] Bunları dinleyen bir müşrik de bu haberi gidip Hz. Ebu Bekir’e söyledi. Resulullah’ı kastederek, dedi ki:
— Arkadaşın diyor ki, bu gece Beytu’l-Makdis’e gittim.
—Bu sözü Resulüllah mı söyledi?
— Evet.
—Bu sözü Resulüllah (sav) dediyse, doğrudur.
—Şimdi buna inanıyor musun? Bir gecede Beytu’l-Makdis’e gidip, aynı gecenin sabahı buraya geldiğini tasdik mi ediyorsun?
—Evet. Eğer dese ki “ben bir gecede semalara gittim geldim.” Ona da inanırım. Bu sözü dedikten sonra Resulüllah (sav), Ebu Bekir (ra)’a “Sıddîk” unvanını verdi. Kureyşliler arasında Beytu’l-Makdis’i tanıyanlar vardı. Resulüllah’a dediler ki:
— Beytu’l-Makdis’i bize tanımlar mısın?
Resulüllah (sav), anlatmaya başladı. Kureyş bunu diledikten sonra yine inanmadılar. Bu defa:
— Haydi bakalım bize kervandan haber ver, o bizce daha önemlidir, onlardan bir şeyle karşılaştın mı?
— Evet. Falancının kervanıyla karşılaştım, Revha adlı yerde idi. Bir deve kaybetmişler arıyorlardı. Yüklerinde bir su kadehi vardı. Susadım onu alıp içtim. Ve eskiden olduğu gibi yerine alıp koydum. Geldiklerinde sorun bakalım, suyu yerlerinde bulmuşlar mı?
— Bu da doğru olduğuna bir delildir. Sonra sayılarını, yüklerini ve görünüşlerini sordular. Resulüllah (sav):
—İçlerinde falan ve falan önde, boz renkten bir deve üzerinde dikilmiş iki harar (büyük çuval) olduğu halde falan gün güneşin doğması ile beraber gelirler.
— Bu da doğru olduğuna bir delildir. Kureyşliler sonra Akabe’ye çıkıp gelecek kervanı gözlediler. Güneş ne zaman doğacak da onu yalancı çıkaracağız diye bekliyorlardı. Derken içlerinde biri: “Güneş doğdu” diye haykırdı. Diğeri de: “İşte kervan göründü, önünde boz deve ve içlerinde falan ve falan da var, tıpkı (Hz. Muhammed’in) dediği gibi” dedi. Fakat bu kadar alâmeti gördükten sonra inanmadılar da dediler ki: Bu bir sihirdir. Ondan sonra Resulüllah (sav) semalara çıktığını beyan etti. Müşriklerin küfür ve inatları arttı. Bundan sonra düşmanlıkları iyice arttı.[151]
2/3- Musa’ya da Tevrat’ı verdik ve onu Beni İsrail için bir hidayet kaynağı yaptık. (Beni İsrail’e dedik ki:)[152] “Benden başka umurunuzu ona dayandıracağınız bir Rab edinmeyin”
3/4- Ey Nuh ile beraber gemide taşıdığımız nesil! [Tufandan sonra Nuh’un gemisindeki seksen kişiden bir kısmı Musul’a yerleşti. Burada nesilleri arttı. İsrail oğulları da onların neslindendir. Bu yüzde İsrail oğullarına Nuh’un nesli diye hitap edilmiştir.][153] Şüphesiz, o (Nuh) şükürle oturup kalkan sadık bir bende idi.
4/5- Biz, Kitap’ta İsrail oğullarına: Sizler yeryüzünde iki defa fesat çıkaracaksınız ve mutlaka (Allah’ta itaat etmeyip) kibir yapacak ve gurura kapılıp büyüklük iddiasında bulunacaksınız, diye yakînen bildirdik.
Tefsir:
İsrail oğullarının birinci fesadı Zekeriyya (as)’ı şehit edip Ermiya/İrmiyâ[154] (as)’ise hapse salmalarıdır. İkinci fesatları ise Yahya (as)’ı şehit edip İsa (as)’ı da öldürmeye kastetmeleridir.[155]
5/6- Birinci fesatlarının zamanı gelince (Beni İsrailden intikam alması için), üzerinize (savaşçı) atılgan ve kuvvetli kullarımızı gönderdik ki, bunlar, bütün vilayetli her yandan dolaşıp (sizi öldürsünler. Zekeriyya ve onun gibi mazlumların ahını alsınlar). Bu, labüd olacaktır.
Tefsir:
Allah’ın (cc) bu vadi yerine geldi. Onlara Babil hükümdarı Nabukad-Nasar’ı (Araplar, Buhtun-Nasr/Buhtenassar derler) musallat etti. İsrail oğullarının saltanatını ve memleketini dağıttı. Hükümdarları Sıddıka’yı yakaladılar, hem gözlerinin önünde çocuklarını öldürdüler hem de daha sonra bizzat kendisinin gözlerini çıkardılar. Daha sonra da zincire vurdular. Arşelim/Yeruşalim’deki zenginlerin hepsini öldürdüler. Kalelerini yıktılar. Beytu’l-Makdis’te pirinç ve gümüş aletler vardı bunları da Babil’e naklettiler.[156] (..)
6/7- (Nice zaman) sonra (İsrail oğulları tövbe ettiniz. Bu sebepten) onlara karşı size tekrar (galibiyet, devlet ve saltanat) verdik; mal, devlet ve oğullarla gücünüzü artırdık, sayınızı (öncekinden) daha fazla ettik.
7/8- (Ey İsrail oğulları!) Eğer siz ihsan şuuru ile hareket ederseniz kendinize etmiş olursunuz, kötü ameller işlerseniz yine kendinize etmiş olursunuz. (Kimsenin zararı kimseden sorulmaz.). İsrail oğullar! Diğer (ikinci) cezalandırma zamanı gelince, (Farsların[157] size musallat olmasıyla gam ve tasadan) yüzünüzü karartsınlar, daha önce (Babillilerin) girdikleri gibi yine Beytu’l-Makdis’e girsinler (harap etsinler) ve her şeyi tar u mar etsinler.. (diye yine o intikam alanları gönderdik.).
Tefsir:
İsrail oğulları tekrar, devlet sahibi olunca, önce geçen felaket günlerini unuttular. Eğer o zaman tarih ilmi sabit olsaydı başlarından neler geçtiğini onlara söylerdi de akılları başlarına gelirdi. Bunlardan ibret alırlar da bir daha azgınlık yapmazlardı. Evet tekrar İsrail oğulları eski azgınlıklarına döndüler. Yahya gibi zahid, abid ve kadri celil bir peygamberi öldürdüler. Hz. İsa (as)’ı öldürmeye yeltendiler. İşte İsrail oğullarının bu adetlerinden dolayı Allah (cc) İran şahı Büyük Dârâ’yı (m.ö. 571/485) (Darius)[158] onların başına musallat etti. Arşelim’i/Yeruşalim’i ve İsrail oğullarının memleketlerinin hepsini darıma dağın etti. Nabukadnasar’dan olan hükümdar sülalesinden, hükümdarları da esir edip İran’a getirdi. Esirlerin sureti ve fethin yapılış keyfiyeti Kirmanşah beldesinden 25 mil mesafede Behistun dağındaki kitabelerde mevcuttur. Bunlar zamanın aşındırmasına mukavemet edip halen duruyorlar.[159]
8/9- (Dedik ki: Ey İsrail oğulları! Eğer bu defa da tövbe edip Allah’a dönerseniz) belki Rabbiniz size merhamet eder; eğer (tövbe ettikten sonra yine) fesatçılığa dönerseniz, biz de (yine zalimleri başınıza musallat eder) sizi cezalandırırız. (Sizin gibi) kafirlerden ötürü cehennemi zindan yaptık (oradan hiçbir zaman çıkamazsınız).
9/10- [Hep muhalif olan İsrail oğullarından kısa bir kesit anlattıktan sonra Kur’an ehli ibret alsınlar diye bu ayette, Kur’an’a muhalif olanlara azap verileceğini ve ona tabi olanlara da sevap vereceğini anlatmak üzere Allah (cc) buyuruyor ki:] Şüphesiz, bu Kur’an, insanları en doğru ve en muhkem yola iletir ve salih amel işleyen müminlere büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler.
10/11- Ahrete inanmayanlara gelince onlar için can yakıncı bir azap hazırladık.
11/12- İnsan öfke anında öz nefsine hayır için dua ettiği gibi, şer için de dua eder. İnsan her işinde çok acelecidir. [Kureyş’ten, Nadr b. Haris dua edip derdi ki: “Allah’ım bu Kur’an hak ise bana bir azap gönder.” Bedir savaşında duası kabul oldu (!) öldü.][160]
12/13- (Resulüm!) Gece ve gündüzü (tevhit ve kudretimize) iki delil ve burhan yarattık. Rabbinizden bir lütuf aramanız, (gece gündüzün muhtelif olmasıyla) senelerin sayısını ve hesabını bilmeniz için gecenin alameti(karanlığ)ı silip, eşyayı aydınlatan gündüzün alameti(aydınlığ)ı getirdik. İşte biz (din ve dünyaya ait her ihtiyacınızı sizin için) ayrıntılı bir şekilde anlattık.
13/14- (Kıyamet günü) her insanın amelini (tasma
gibi) boynuna takarız, (ondan hiçbir zaman ayrılmaz.). İnsan için kıyamet gününde, açılmış olarak
bütün amelleri içinde yazılı bir kitabı
karşısına çıkarırız.
14/15- (Kıyamet günü her bir şahsa denilir ki:) Kitabını oku! (Belki dünyada yaptıklarını unutmuş olabilirsin. Fakat Allah, onların hepsini muhafaza etmiştir. Hayal ediyordun ki, yaptıklarım unutulup gitti; bak şimdi öyle değilmiş, yaptıklarının hesabını ver. Amelinin) hesabını vermede öz nefsin kifayet eder, (akıbetinin ne olacağını artık sen kestirebilirsin.).
Tefsir:
Dünyada okumak bilmeyen kimseler kıyamet günü gelince Allah onların hepsini okutturur. Hasan Basrî (110/728), bu ayeti okuduğu zaman derdi ki: “Ey Adem evladı! Allah’a yemin olsun, Allah bizzat kendinizi, hesabınızı vermeye tayin edecektir. Böyle yapmakla size insaf üzere muamele etmektedir.”[161]
15/16- Kim hidayete gelirse sırf kendi iyiliği için gelir, (bunun sevabı kendisine ait olur), kim de dalalete düşerse kendi zararına sapmış olur, (bundan gelecek günah kendisine ait olur. Kimsenin zararı kimseden sorulmaz;) hiçbir günahkâr kimse başka birinin günahını üzerine kabul edip onun yerine azap çekmez. Bizim hikmetimize yakışmaz ki, peygamber göndermediğimiz bir (bir kavmi) tutup da azap edelim. (Azap edeceğimiz zaman, o kavme peygamber göndeririz; onları hakka davet ederler. Peygambere kulak vermedikleri takdirde onlara azap ederiz.).
16/17- Biz bir şehri (orada bulunanların işledikleri günahlar yüzünden) helâk etmek istediğimizde, (helâk olma zamanları yaklaşınca) onlara nimetleri bollaştırırız, (nimetlere nankörlük edip) de onlar orada azdılar, (sanki verdiğimiz nimetlerle azgınlaşıp fasık
olmalarını emretmiştik.. işte fasık olmaları sebebiyle o şehir halkı) helâk olmaya müstahak oldu. Biz de o şehri
yerle bir ettik..
17/18- (Resulüm!) Nuh’tan sonraki nesillerden (peygamberlerini tekzip eden) nicelerini helâk ettik. (Seni tekzip edenler de azaba hazır olsunlar). Bendelerinin günahlarını bilen ve gören olarak senin Rabbin kâfidir.
18/19- Kim (ahreti terk edip) peşin olanı isterse, onlardan istediğimiz kimseye istediğimizi dünyada veririz. [Burada, Allah’ın, isteyene her istediğini verir anlamı çıkarılmamalıdır. Allah, maslahata uygun olanı verir.] Sonra ona cehennemi hazırlarız; kınanıp, (Allah’ın rahmetinden) kovulmuş olarak oraya girer.
19/20- Kim de ahreti murad eder ve gerçek bir mümin olarak ona yaraşır bir gayretle çalışırsa, işte böyle kimselerin amelleri kabul olup (karşılığında hayırlı bir mükâfat görürler.).
20/21- (Resulüm!) Dünyayı isteyene de ahreti isteyene de.. hepsine Rabbin ihsanından (istedikleri kadar) veririz. Rabbin ihsanı, (dünyada ne kâfire ne de mümine) kısıtlamış değildir. (Dünyada kâfirlere, rızıklarını, günahlarından dolayı kesmez. Dünyada mümin, fasık herkese, ahrette ise sadece müminlere verir.).
21/22- (Resulüm!) Nazar edip itibar gözüyle bak. (Dünya ehlini) birbirine nasıl farklı farklı karar vermişiz. Elbette ahret, hem dereceler bakımından, hem de üstünlük bakımından daha büyük olacaktır.
Tefsir:
Sahabiler, Hz. Ömer (ra) halife olduğu zaman, hilafetini tebrik etmek için gelmişlerdi. Kapıcı herkesi sıra ile içeri alıyordu. Bilal ile Süheyb gelince kapıda hiç beklemediler. Her kes sıraya geçerken onlardan bu sorulmadı. Aslında sahabiler arasında bunlardan fakiri yoktu. Başkalarına izin verilmezken bunlara verildi. Bu konu Ebu Süfyan ve Süheyl b. Amr gibi Kureyş’in büyüklerine çok ağır geldi. Süheyl, Ebu Süfyan’a dedi ki, onlara gelen din bize de gelmişti. Ama biz ağırdan aldık. Onlar önce Müslüman oldu. İşkencelere katlandılar. Onlar şimdi Ömer’in kapısında büyük makam elde ettiler; ahretteki ecirleri ise bundan daha büyük olacaktır. Şimdi biz ahreti düşünelim..[162]
22/23- [Kur’an’ın bütün ayetleri Resulüllah’a hitap olduğu gibi, bu ayet de Resulüllah’a hitap ediyor. Bundan maksat, insanları tevhide çağırmasıdır. Yoksa zaten kendisi Allah’a ilk inanan bir muvahhittir.] Allah ile birlikte bir ilah daha tanıma! (Eğer böyle yaparsan, kıyamet günü Allah tarafından) kınanır ve (yardıma tam ihtiyacın olduğu sırada) yalnız başına bırakılmış olarak oturur kalırsın.
23/24- Senin Rabbin, kesin bir emir ile buyurdu ki: “Sadece ve sadece Allah’a kulluk edin. Ebeveyne iyilik ihsanda bulunun. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırlarsa, (o vakit, onların ihtiyaçları adına ne gerekiyorsa hepsini temin etmek sana düşer.) sakın kendilerine “of” bile deme; (hoşuna gitmeyen şeyleri yaptıklarında) onları azarlama, ikisine de güzel söz söyle, (hoş muamele ile davan!).
Tefsir:
Allah (cc) bu ayette ana-babaya itaat etmeyi ve onlara güzel davranmayı emrediyor. Anne ve babaya hürmet etme emrinin ne kadar büyük emir olduğunu, anlamak için Allah’a itaat etmenin hemen yanı başında zikredilmesi yeter. Ana-babanın Müslüman ya da kâfir olması halinde konunun böyle anlaşılmasında her hangi bir farklı görüş bulunmamaktadır. Nitekim İbrahim (as), inanmayan babasına hürmet ve saygı ile muamele etmiştir. Resulüllah (sav)’in ashabından[163] Süfyan b. Uyeyne’ye (98/716) sordular ki:
— Bir kimse öldükten sonra onun hayrına verilen sadaka, ona ulaşır mı?
— Ölüye sadakların sevabı, ulaşır. Ama ölen bir kimse için yapılan istiğfar daha faydalıdır. Eğer sadaka vermek, istiğfar etmekten daha menfaatli olsaydı, Allah Resulü (sav) bunu emrederdi. Halbuki istiğfardan başka bir şey emretmemiştir.[164]
Resulü Ekrem (sav) bu konuda bir çok hadis buyurmuşlardır. Bir kaçını teberruken ifade edelim:
Resulüllah (sav)’e bir kişi gelip dedi ki: “Ya Resulallah! Annem ve babam, beni küçüklüğümde baktılar, ben de şimdi onlara bakıyorum, onlara hürmet ediyorum, acaba haklarını ödeye bildim mi?” Resulüllah (sav): “Hayır. Zira onlar, seni büyütüp daima hayatta kalmanı istiyorlardı, sen ise, onlara hizmet ederken, ne zaman öleceklerini bekliyorsun.”[165] Diğer bir şahıs geldi ve babasını, Resulüllah’a şikâyet ederek dedi ki: “Ya Resulallah! Babam benim malımı götürüp harcıyor..” Resulüllah (sav), o kimsenin babasını oraya çağırdı. Baktılar ki bir bastona basarak geliyor. Resulüllah (sav) ona sordular, o da cevap verdi: “Ya Resulallah! Bir zaman vardı ki benim oğlum zayıf idi, ben ise kuvvetliydim. O fakirdi, ben zengin idim. Hiçbir malımı ondan esirgemedim. Şimdi ben düşkün olmuşum, o ise kuvvetlidir. Ben fakir düşmüşüm, o ise zengindir. Fakat o, malını benden esirgiyor.” Resulüllah, bu sözler karşısında dayanamayıp ağladı.. ve kendisi de buyurdular ki: “Hiçbir taş ve ağaç yoktur ki, bu hadiseye ağlamasın.” Sonra şöyle devam etti ve o kimsenin oğluna dedi ki: “Sen de, malın da, babana aitsiniz. Sen de, malın da babana aitsiniz!!!”[166] Başka bir kimse gelip, anasının kötü huylu biri olduğunu söyledi: Resulüllah (sav) buyurdular ki
— Annen seni dokuz ay karnında taşıdığı zaman kötü huylu değildi(!)
— Ya Resulallah, evet, annem kötü huyludur..
— Senin için gündüzleri, zahmet çeken, geceleri uykusuz kalan annen, kötü huylu değildi..
— Ya Resulallah, bana yaptığı iyiliklerin karşılığını ona ödedim.
— Ne ile ödedin.
— Annemi sırtımda ta hacca götürdüm.
— Annen seni karnında taşıdığı sırada, senin ona içten vurduğun bir tekmenin acısını bile ödememişsin. Kaldı ki, verdiğin diğer zahmetleri de henüz duruyor..[167]
Bu konuda bir çok hadis vardır. İslam’da anne ve babaya karşı saygılı olma en başta gelir. Bedir savaşına Huzeyfe, düşman safında bulunan müşrik babasını, öldürmek için Resulüllah’tan izin istedi. Allah Resulü buna izin vermedi ve dedi ki: “Eğer öldürülecekse bırak, başkası öldürsün. Sen baba katili olma”[168] İnsaf sahipleri, Resulüllah’ın (sav) bu hareketine baksın da İslam’ı öyle değerlendirsinler. Şimdi bu düşüncede olan bir Peygamber’e merhamet konusunda artık bir şey söylenir mi? Nitekim Avrupa taassupçuları bunu söylüyorlar..
24/25- (Daha önce sana mihriban olup korudukları gibi) sen de onlara mihriban olarak alçak gönüllülükle üzerlerine kanat ger ve (onlara güzel davranıp alçak gönüllü olmakla kalmayıp ayrıca dua et ve) deki: “Ey benim Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen, onlara merhamet eyle!”
25/26- Sizin Rabbiniz, içinizde (ana-babaya, merhamet adına beslediğiniz) şeyleri iyi bilir. Eğer (maksadınız) salih kimseler olmaksa (Allah size hayırlı mükâfatlar verir. Ama sizden anne ve babanıza karşı istenmedik bir şey meydana gelirse o vakit size düşen, yapmış olduğunuz bu götü davranışa karşı Allah’a tövbe etmektir. Allah sizin tövbenizi kabul eder;) çünkü Allah tövbe edenlere (merhamet edip) son derece bağışlayandır.
26/27- (Varlıklı kimseler, akrabalarınız fakir olduğu zaman) akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını verin, (onların sizin malınızda hakları vardır. Onlara yardım edin. Ey zengin kimse!) malını hiç bir zaman (Allah’a) isyan yolunda (hem de kibir ve gururla) sarf etme!
27/28- Hiç şüphesiz (masiyet yolunda) mallarını sarf edenler şeytanların dostlarıdırlar. (Şunu da bilesiniz ki,) şeytan, öz Rabbi Allah’a karşı çok nankördür. (Böyle kimseye uyup onun yaptığı şeyleri yapmak, akıl kârı değildir.).
28/29- Eğer (akraba, yoksul ve yolda kalmış.. gelip senden bir şey isterlerse, sende de, onların istediği şey bulunmazsa) Rabbinden gelmesini ümit ettiğin rızıktan dolayı onları geri çevirirsen (yani, “şimdi elimde yoktur. İnşallah elime geçerse, size veririm” diyerek geri çevirirsen) onlara, yumuşak ve tatlı bir veçhile cevap ver.
29/30- (Ey varlıklı kimse! Allah yolunda ve Müslümanların ihtiyacı olan işlerde infak ve iyilik yapmada cimrilik edip) elini boynuna bağlama. (İnfak ve ihsanda bulunurken de kendini muhtaç edecek şekilde) öyle büsbütün eli açık olma! Sonra kınanmış olursun ve eli boş açıkta kalırsın.
Tefsir:
Allah (cc), ne büsbütün elde olanı verip fakir düşmekten ne de cimri olmaktan hoşlanmaz. İnfak ve ihsanda bulunurken orta bir yol takip etmek lazımdır. Allah (cc) zengin olmaya karşı değildir. Bilakis Allah (cc), malını hak yolunda harcayan zenginleri dost tutar. Bir kimse, zengin olur ve malını insanların ihtiyacı olan şeylerde harcarsa, o kimse kendine gıpta edilir. Hakim-i Bozor Cemher’den sordular ki:
—Mal mı daha iyidir, yoksa ilim mi?
— İlim.
— Öyle ise neden alimleri, zenginlerin kapısında görüyoruz?
— Onlar ilim tahsil ediyorlar. Fakat bakıyorlar ki, ilim elde etmek için mala ihtiyaç vardır. Yani ilim, malsız olmuyor. Onun için gelip mal talep ediyorlar.
Gerçekten, ilim, maldan güzeldir. Nitekim Ali (as) mala karşı ilmi tercih edici nice beyanlarda bulunmuştur. Fakat Hakim’in yukarıda dediği gibi mal olmadan ilim olmaz. Onun için varlıklı kimseler, milletin yücelmesi, dinin yayılması konusunda mallarını sarf etmeleri gerekir. Bu yüzden mal kazanmak için insanlar gayret göstermelidirler. İslam’ın ilk yayıldığı günlerde Hz. Hatice, elindeki bütün malını sarf etmişti. Bir gün geldi ki Mekke’nin en zengin bu güzide hanımı, yiyecek bir şey bulamaz duruma düştü. Öyle ise neden mal kazanmak kötü olsun? Bir kısım adını vaiz koyup fakat bu işle alakası olmayan kimselerin kürsüye çıkıp zenginliği kınayıcı sözleri, hakikat dışıdır. Zengin insanlar bu gibi kimselerin ifadelerini dinlerken uyanık olmalıdırlar. Bunların sözlerine kulak asmamalıdırlar. Hidayet edici İmamlar’a (a.l.s) uydurma hadisleri isnat etmekten maksatları da zaten mal elde etmektir. Nitekim Cenab-ı Emiru’l-Müminin Ali (as)’a isnat ettikleri bir hadiste diyorlar ki: “Ali (as) bir dilenciye yüz deve yükü mücevherat verdi. Kölesi Kamber, bu durumu görünce yanından uzaklaştı. Ali (as) ona dedi ki: ‘Neden kaçıyorsun?’ Kamber, ‘Korktum ki, sonra beni de onlara bağışlarsın’ dedi.” Bu hadisi nakledenlere eğer deseniz ki, “o Hazret bu kadar malı nereden buldu da sadaka verdi?” cevapları hemen hazırdır: “Ali’den böyle şeyler uzak değildir ki!” Yine İmam Zeynelabidin’e (93?/711?) isnat ettikleri başka bir hadiste diyorlar ki: “Zeynelabidin ellerine yıkarken, dökülen su elmas, yakut ve zümrüt olurdu. Bunları hemen getirip dilencinin eteğine dökerdi.”[169] Böyle sözleri minberlerden söylemek halkın ne kadar cahil ve nadan olduğuna delalet eder. Hulasa din ve dünya mal ile abat olur. Allah Resulü (sav) fakirlikten Allah’a sığınmıştır.[170] (...) Emr-i bi’l-maruf ve nehyi ani’l-munker yapmak için para lazımdır. Bunu yapan insanların mal ve servete çok ihtiyaçları vardır. Onun için zenginler, mallarını hak yolunda vermek için durmadan kazanmalıdırlar.. mal mezmum değildir.
30/31- Senin Rabbin rızkı dilediğine bol verir, dilediğine de daraltır. (Rızıkın hazinleri onun yanındadır. Hikmet ve maslahata göre birine artık birine eksik verir.) Muhakkak ki, O, kullarından haberdardır, her şeyi görendir.
31/32- [Cahiliye devrinde bazı Araplar, kız çocuklarını fakirlik korkusu ile ya da onlardan ar ettikleri için öldürürlerdi. Allah (cc) bunu yasaklıyor:] Evladınızı fakirlik ve açlık korkusundan öldürmeyin. (Niçin onları öldürüyorsunuz.) Biz, onların da sizin de rızkınızı veririz. Onları öldürmeniz kesinkes bir günahtır, (onlardan hesaba çekileceksiniz).
32/33- (Şeriatin koyduğu sınırın dışına çıkarak) zinaya yaklaşmayın. (Zina etmeyin. Zina büyük fesatların demelidir. Bundan daha ziyade bir neslin yok olmasıdır.) Çünkü zina kesinkes son derece çirkin bir ameldir ve ne yaman bir yoldur!
33/34- Haklı bir sebep olmadıkça, Allah’ın öldürülmesini haram kıldığı bir canı öldürmeyin. Biz haksız yere öldürülen kimsenin velisi için yetki tanıdık. (Maktulün velisi, isterse diyet alır, katili bağışlar, isterse onu öldürürler.) Fakat (kendisine hak tanıdığımız veli de, eline fırsat geçti diye) öldürmede aşırı gitmesin, (katilden başkasını veya katil ile birlikte bir kaç kişiyi de öldürmesin.) çünkü veli, (Allah tarafından böyle bir hak tanınmakla) yardım olunmuştur. (Öyle ise kendisine bu yetkiyi veren Allah’ın emrine itaat edip, haddi aşmamalıdır.).
Tefsir:
Ayette geçen “haklı sebepler” şunlardır: 1) Kısas; 2) Mürted-i fıtrî[171] olup İslâm’dan çıkan, 3) Livata, 4) Zina-yı muhsan (başından evlilik geçmiş kadın veya erkek). Fakat bunların dışında hiç bir sebeple kimse öldürülemez. [172]
Araplar arasında, öldürülen kimse eğer tanınmış büyük kişilerden olursa onun karşılığında bir kişi ile iktifa etmeyip bir çok insan öldürürlerdi. Eğer ölen kimse zayıf sınıftan ise, ona kısas uygulamazlardı.[173] Arapların büyüklerinden Küleyb ile Mühelhel ikisi kardeştiler. Beni Mürre kabilesinden birisi, Küleybi öldürdü. Mühelhel kardeşinin kanını almak için katili bırakıp, o kabilenin büyüklerinden Büceyir b. Haris’i öldürdü ve dedi ki, “Bu sadece Küleyb’in ayak bağının kopması karşılığı idi, şimdi Beni Mürre’nin hepsini öldürürsem belki, o zaman kardeşimin kanının karşılığını almış olurum.” İşte Allah (cc) bu çirkin adeti kaldırmak için bu ayeti indirdi. Hz. Ali (as), katili İbn. Mülcem’i Hz. Hasan’a vasiyet etti: “İbn Mülcem’i tutun. Eğer ölmez sağ kalırsam zaten affederim. Fakat ölürsem sen onu bir darbede öldür. Sakın müsle (burun kulak kesmek) yapmayın. Velev ki bir kuduz tutmuş köpek olsa bile.” Ondan sonra buyurdu ki: “Ey Abdulmuttalib evladı! Benden sonra ‘müminlerin emiri öldü’ diye sakın bana düşman olan herkesi öldürmeyin. Benim karşılığım katilimden başkası değildir. Sakın ola bir kimseyi öldüresiniz.!” [174]
Müslümanların, imamlarına tabi olup onun dediği şeyleri yapmaları güzel bir şey olmaz mı?.
34/35- Yetimin malına da yaklaşmayın (hiçbir tasarrufta bulunmayın). Ancak rüştüne (malını zayi etmeyecek seviyeye) erince, (ticaret edip malını artırmak gibi) güzel bir niyetle yaklaşabilirsiniz. (Allah ile yaptığınız)[175] ahdi yerine getirin. (Allah, size akıl verdi ki onun gerektirdiği şekilde Allah’ı bilip muvahhit olasınız.) çünkü verilen sözde mesuliyet vardır. (Kıyamet günü, Allah’ın ahdine uyup uymadığınız mutlaka sorulur.).
35/36- Ölçü ile satılan şeyleri ölçerken tam ölçün, tartı ile satılan şeyleri tartarken dürüst tartın. Ölçüde ve tartıda dürüst hareket etmek (sizin için) daha iyi (Allah yanında) akıbeti daha güzeldir.
36/37- Hakkıda iyi bilmediğin (kulağınla duymadığın, gözünle görmediğin ve kalbinle derk etmediğin) şeyin arkasına düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp bunların hepsi (kıyamet günü) ondan mesuldür.
Tefsir:
Bu ayet-i kerimeden, içtihat yapmanın batıl olduğu görüşünü istidlal etmişler. Çünkü içtihatta zandan başka bir şey hasıl olmaz. Fakat böyle bir yorum yanlıştır. Şeriatte içtihat makamında zan, ilim yerinde sayılır. Allah Resulünün ashabı bir çok içtihatlar yapmışlardır.[176] Hz. Ali (as)’dan istediler ki, ikinci halifeden sonra ona biat etsinler. O buyurdu ki: “Ben Peygamber’in sözleriyle, bir de kendi içtihadım ile amel ederim”[177]
37/38- (Ey insan!) Yeryüzünde kibir ve gururla yürüme. (Ne kadar kibir ve gurur etsen de) ne yeri yarabilir ne de büyüklenme yarışında dağlara ulaşa bilirsin. (Kibirle ayağın bastığın bu yer, seni, sinesine alıp çürütecektir.)
38/39- (Resulüm! Bu zikredilen ayetlerde yasaklanan şeylerin) hepsinin günahı, Rabbine hoş gelen şey değildir.
39/40- (Resulüm!) Bu (zikredilen hükümlerin hepsi), Rabbinin sana vahyettiği hikmetlerdir. [Geçen hükümlerin bütünü semavî dinlerin hepsinde uyulması gereken farzlardır. Bunlar hiçbir zaman neshedilmemişlerdir. Onun için muhkemdiler ve hikmet doludurlar.] Allah ile birlikte başka mabut edinme; sonra kınanmış ve (her bir merhametten) uzaklaştırılmış olarak cehenneme atılırsın.
40/41- [Bu ayet, “Oğullar bizlerin, kızlar ise Allah’ın” diyenlere hitap ediyor:] Rabbiniz size oğulları tahsis etti de, meleklerden kızlar mı edindi? Siz kesinkes çok büyük laf ediyorsunuz!!! (Allah’ın ne kızı vardır, ne de oğlu; hepiniz onu kullarısınız.).
41/42- Biz bu Kur’an’da akıllarını başlarına almaları için defalarca açıkladık ki, (Allah’ın ne oğlu vardır ne de kızı.). Fakat bu açıklamalar sadece onların nefretini artırdı.
42/43- (Resulüm! Müşriklere) de ki: Öyle dedikleri gibi Allah ile birlikte başka ilahlar daha olsaydı, o zaman bu ilahlar Arş’ı elinde tutana (galip olmak için) bir yol bulmaya çalışırlardı. (Nitekim, dünyadaki sultanlar bile galip olmak için birbiri ile çarpışıyorlar. Aynen onun gibi (hâşâ) bir çok ilah olsalar, birbiri ile çarpışırlardı).
43/44- Allah’ı tespih ve takdis ederiz. Allah onların dedikleri şeylerden pak ve münezzehtir. Her şeyden yücedir ve her şeyden büyüktür.
44/45- Yedi sema, yer ve bunlarda bulunan cümle mahluk onu tespih ederler. Varlık aleminde (hayvanlar, bitkiler, cansızlar, akıllılar ve) ne varsa hepsi (ya lisanı-ı halleriyle ya da asıl dilleriyle) O’nu hamd ile tespih edeler. Lakin siz onların tespihlerini anlayamazsınız. Şurası da bir gerçek ki (durmadan ona karşı günah işlemenize ve şirk koşmanıza rağmen) Allah, hemen azap etmeyip te’cil edendir, tövbe edenleri bağışlayıcıdır.
45/46- [Resulüllah (sav) müşrikleri İslam’a davet ettiği zaman, diyorlardı ki bizimle senin aranda bir perde vardır. Onun için senin dediklerini anlayamıyoruz.][178] (Resulüm!) Sen Kur’an okuduğun zaman biz, seninle ahrete inanmayanların arasına (onlarında dediği gibi) görünmeyen bir perde çekeriz.
46/47- (Müşrikler bizzat diyorlardı ki, bizim kalplerimiz sizin çağırdığınız şeylere karşı kılıflıdır,) biz de (gerçekten) Kur’an’ı anlamamaları için kalplerine perdeler gereriz ve kulaklarına bir ağırlık veririz. Sen Kur’an’da Allah’ın tek olduğunu zikrettiğin zaman onlar canları sıkılmış bir vaziyette, dallarını dönüp kaçarlar.
47/48- [Resulüllah (sav) Mekke’de Kur’an okuduğu zaman, Abduddar oğullarından iki kişi sağ tarafına iki kişi de sol tarafına geçerler ve el çırpıp şiir okurlardı ki, Kur’an’ı kimse dinlemesin.][179] Biz, müşriklerin seni dinlerken ne gaye ile dinlediklerini, kendileri aralarında fısıldanırken de o (Velid b. Muğire ve arkadaşları gibi)[180] zalimlerin: “Siz büyülenmiş bir adamdan başkasına tabi olmuyorsunuz” dediklerini iyi biliyoruz.
48/49- (Resulüm!) Bak ki, senin için nasıl misaller verdiler, (gâh sana mecnun ve sahir, gâh şair ve kâhin dediler); bu yüzden dalalete saplandılar. Artık hak yolu bulmaya güçleri yetmez. (Buna göre dalalet vadilerinde muttasıl serkeş kalırlar.).
49/50- Müşrikler dediler ki: “Biz, bir kemik ve ufalanmış döküntü hâline geldiğimiz vakit mi.. sahi biz mi.. yeni bir yaratılışla diriltileceğiz?” [Müşrikler, ikinci dirilişi akıllarına uzak gördükleri için bu gelen ayet şimdi onlara cevap veriyor.]
50-51/51- De ki: “İster taş olun ister demir, (ne kadar dayanıklı olursanız olun), yahut, kalbinizde (bu işin zor olmasını düşündüğünüz ne kadar) büyük bir yaratık (hayal ederseniz edin) sizi tekrar dirilteceğiz. (Resulüm! Sana) derler ki: “Bizi tekrar diriltecek kimdir?” De ki: “Sizi evvela yoktan vücuda getiren diriltecek”. (Sen bu sözleri derken) onlar, (bu nasıl sözdür?) diye, sana alaylı bir şekilde başlarını sallayacak ve “Kıyamet ne zaman kopacak (ki biz tazeden dirilelim?)”derler. De ki: Ümidimiz var ki yakında olur.
52/52 Allah’ın sizi çağırdığı (kıyamet) günü, tam bir hürmetle O’nun çağrısına uyarsınız. (Hiç kimse Allah’a itaat etmenin dışına çıkamaz. Azabı görünce,) dünyanın ancak çok kısa bir süre olduğunu anlarsınız da (dünya gözünüzde küçülürde küçülür. Niye iman etmediğinize çok pişman olursunuz.).
53/53- (Resulüm!) Benim bendelerime de ki: “(Müşrikleri İslam’da davet ederken, onlara) sözün en güzelini söylesinler.” Zira (aksi halde) şeytan, aralarındaki düşmanlığı tırmandırır. Şeytan kesinkes insanın apaçık düşmanıdır. (Şeytana itaat etmeyip insanlara güzel davransınlar. Belki müşrikle bu hali görür de Müslüman olurlar.).
54/54- (Müminler, müşriklere şöyle desinler:) “Rabbiniz, sizin (durumunuzu, sizden) daha iyi
bilendir. İsterse sizi acıyıp (bağışlar),
yahut dilerse azap eder.” (Sakın şöyle demesinler: “Siz
cehennemliksiniz. Azapta kalacaksınız.” Böyle derseniz, böyle sözlerden
tiksinir, bir daha İslam’a girmezler. Resulüm! Onların işi Allah’a aittir.
Onların durumu sana ait değildir.) Seni,
halkın işlerine vekil göndermedik, (ta
ki, iradelerini alıp, zorla İslam’a sokasın.).
55/55- Rabbin, semalarda ve yerde olan herkesi en iyi bilendir. (Her şeyi bilen Allah, kimi nerede nasıl istihdam edeceğini de iyi bilir. Bu yüzden) gerçekten biz, peygamberlerin kiminin kiminden üstün kıldık.; Davud’a da Zebur (gibi bir kitabı) verdik. (O kitap da Allah’ı hamd ve sena eden ayetler vardır.).
56/56- [Mekke’de açlık ve kıtlık baş gösterdi. Mekkeliler, Resulüllah’a gelip yalvardılar ki, Allah’a dua etsin de bu kıtlık kalksın. Allah (cc) onlara cevap vererek buyuruyor:][181] (Ey Resulüm! Müşriklere) de ki: “Allah’ı bırakıp da (ilah olduğunu) sandığınız (putlara) yalvarın ki (sizi bu beladan kurtarsınlar!).” Onlar sizin sıkıntınızı ne (tamamen) uzaklaştırabilir ne de (bu sıkıntılı halinizi, bolluğa) çevirebilirler.
57/57- (Müşriklerin, Allah’ı bırakıp da kendilerine) yalvardıkları bu varlıklar, Rablerine hangisi daha yakın olabilir diye vesile ararlar; (o mabutlar) Allah’ın rahmetini ümid ederler ve azabından da korkarlar. (Müşriklerin ibadet ettikleri bu putların hali böyle olursa, nasıl olur da Allah’ı bırakıp bu kendini kurtaramayan putlara taparlar?) Şurası bir gerçektir ki, senin Rabbinin azabı (herkesin) korkulmasın gerekli bir azaptır.
58/58-59- Ne kadar ülke varsa biz onların ehlini kıyamet gününden önce ya (müminleri kendi ecelleriyle) ya da (kâfirleri)[182] şiddetli azap ile helâk ederiz. Bu zikredilen hükümler, levh-i mahfuzda (ilm-i ilahide) yazılmıştır.
59/60-Bizi, mucizeler göndermekten alıkoyan tek şey, öncekilerin bu mucizeleri inkâr etmeleridir. (Mucize göndermemize rağmen, onu yalanlayanlardan biri de Semud kavmidir;) Semud kavmine, basiret kazandıran bir mucize olmak üzere bir dişi deve vermiştik. Neticede (mucizeye inanmadılar. Bununla da kalmayıp) ona zulmettiler. (Biz de onları helâk ettik.) Oysa biz mucizeleri ancak korkutmak için göndeririz. (Korkup da iman etmezlerse biz onları helâk ederiz.).
Tefsir:
Kureyşliler, Resulüllah (sav)’den Kur’an’dan başka mucize istediler. Resulüllah (sav) buyurdular ki: (...) Ben istediğiniz mucizeleri getiremem. Mucizeyi yaratacak Allah’tır, o isterse getirir.[183] Bu ayette, onların istediği mucizeleri gerçekleştirmediğinin sebebini beyan ediyor. Adetullah hep şöyle cereyan etmiştir: Bir kavim kendilerine gönderilen peygamberden mucize isteler, o da istenilen mucizeyi Allah’ın izni ile getirirse, kavim de yine inanmayıp küfürlerinde devam ederlerse Allah o kavmi helâk eder. Geçmiş kavimlerin helâk edilişi bunun en bariz örneklerindendir.
60/61- [Allah (cc), Resulü Ekrem’e (sav) rüyada Kureyş müşriklerinin Bedir savaşında öldürülüp zelil edileceklerini ve hatta öldürülürken düşecekleri yerleri bile göstermişti. Allah Resulü (sav) bu rüyayı onlara anlatırken, onlar alay etmişlerdi. Her mecliste bu konuyu açıp gülerlerdi. Nitekim Allah haber veriyor:][184] (Resulüm!) Vaktiyle sana şöyle vahyettiğimizi hatırla: “Şüphesiz Rabbin, cümle insanları kuşatmıştır. Sana gösterdiğimiz o rüyayı, ve Kur’an’da lanetlenen (zakkum) ağacını, ancak insanları imtihan etmek için meydana getirdik. (Resulüm!) Biz onları (belki iman ederler diye azapla) korkutuyoruz. Fakat (bizim onları korkutmamız) iyice azgınlıklarını artırmaktan başka bir şeye yaramaz.
Tefsir:
Resulüllah (sav), cehennemde günahkârların yiyeceğinin “zakkum meyvesi” olduğunu müşriklere haber vermişlerdi. Onlar da “cehennemde ateşin içinde nasıl ağaç olur” diye bunu alay ederek karşılamışlardı. Her mecliste bu konuyu açar gülerlerdi.[185] Onun için bu ağaç da onlara bir imtihan vesilesi oldu. Bütün tavırları hep alay ve eğlence olan bir milletin kendilerine gelen mucizelerden ibret alarak iman edecekleri düşünülemezdi. Nitekim netice de hep böyle olmuştur.
61/62- (Resulüm!) Meleklere: “Ademe secde edin!” demiştik. İblis’in dışında herkes secde etti. (Allah, ona niçin secde etmediğini sordu.) İblis dedi ki: “Ben, çamurdan yarattığın kimseye secde mi ederim?”
Tefsir:
Adem (as)’a şeytanın secde etmeyişini anlatan kıssasının, burada anlatılmasının şöyle bir hikmeti vardır: Şeytan, Allah’ın ayetlerini bildiği halde onları inkâr etti. Allah’ın emrine karşı geldi. Dolayısıyla secde edenlerden ayrıldı ve asiler sınıfına geçti. İşte aynen bunun gibi Kureyş müşrikleri de, her yönü ile mükemmel, ufuk bir insan olan Hz. Muhammed (as)’ın onlara okumuş ve anlatmış olduğu ayetlere inanmayıp şeytan gibi inatkârlık ettiklerinden dolayı, şeytanla inanmayan Mekke müşriklerinin tavırları arasındaki benzerlikten dolayı, bu kıssanın burada anlatılması münasebet açısından mühimdir.
62/63- İblis dedi ki: “(Allah’ım!) Benden üstün kıldığın şu Adem’i (üstün kılmanın sebebini) bana haber ver! (Neden onu benden üstün kıldın?). Eğer beni kıyamete kadar yaşatırsan, pek azı dışında elbette onun neslini dalalete salıp (hepsini azaba giriftar edeceğim.).
63/64- Allah buyurdu ki: “(Ey İblis!) Git. (Sen bunu yapmada
serbestsin.) Onlardan kim sana tabi olursa, iyi bil ki, sen ve sana tabi olan
hepinizin cezası cehennemdir.. hem de mükemmel bir ceza..
64/65- “Onlardan gücün yettiğini (Allah’a karşı) isyana çağır. Atlı ve yaya (ordularınla) onların üzerine akın et (saldır.), onların mallarına ve evladına ortak ol. Onlara (yalan) vaatlerde bulun (ve aldat).” Fakat şeytan onlara aldatmadan başka bir vaatte bulunamaz. (Batılı hak suretinde süsleyip onları kandırır.).
Tefsir:
Allah (cc) “Atlı ve yaya (ordularınla) onların üzerine
akın et” ayetiyle, şeytanın insan oğluna nasıl musallat oluğunu anlatmak
istemiştir. Şeytan insan oğluna musallat olunca onu istediği gibi emrinde
kullanır. Araplar arasında kabile reisleri, atlı ve piyade olarak askerlerini
sabah vakti insanların gafil olduğu bir sırada başka bir kabile üzerine akın
ederlerdi. Onlardan yakaladıklarını da esir eder, her işlerinde kullanırlardı.
Onun için şeytanın musallat olması, bu
kabile reislerine benzetilmiştir.
“Onların mallarına ve evladına ortak ol.” Ayetinde ise, şu anlatılmak istenmiştir: Mal ve evlat konusunda işlenen her günahta şeytan ortaktır. Meselâ mal konusunda, haram şeylerin alınıp satılmasında, günah işlemek için harcanılan mal ve parada hep şeytanın parmağı vardır. Zina ile kazanılan çocuklarda, (...) Allah’ın razı olmadığı isimleri çocuklara isim olarak takmakta hep şeytanın ilişkisi vardır. Mesela, Abdulmuttalib, Abdulhaşim, Abdulali, Abdulhüseyin koymak günahtır. Çünkü insan, sadece Allah’ın kuludur. Bu isimlerin manası ise itikat açısından sakıncalıdır. Çünkü manaları: Sıra ile “Muttalibinkulu”, “Haşiminkulu”, “Alininkulu”, Hüseyininkulu”. Allah’a ait bir isim konduğu zaman, onun yanına “abd” kelimesini de koymak lazımdır. Mesela: “Rahim” yerine “Abdurrahim”; “Rahman” yerine, “Abdurrahman”; “Halim” yerine “Abdulhalim”; “Kerim” yerine, “Abdulkerim” gibi.
“Onlara (yalan) vaatlerde bulun (ve aldat).” Ayetinde, putların şefaat edeceğine, onların Allah’a yaklaştırıcı olduklarına inanmak şeytanın bir aldatmasıdır. Yine Peygamber ve İmam evladı olduğu için gururlanmak, büyük günahlar yapmada Peygamber’in şefaati var diye aldanıp günah işlemek, fasık ve günahkâr kimselerin İmamlar’a ait mezarların yanına gömülerek günahlarından kurtulacaklarına inanmak, İmamlar’ın başlarına geçen musibetlere durmadan ağlamakla büyük günahların affolacağına inanmak, uzak yerlerde bulunan çürümüş kemikleri İmamlar’ın mezarlarının yanında defnetmekle tövbesiz bağışlanacaklarına inanmak, ibadet ve itaatten her şeyi terk edip Allah’ın lütfunu gözlemek.. bunların hepsi şeytanın aldatmasından ibarettir. Onun için bu kuruntulara kanarak Allah’ın bize verdiği vaat ve vaidi unutulmamalıdır.
65/66- (Ey İblis!) Hakikat şu ki, benim has kullarım üzerinde senin hiçbir hakimiyetin yoktur. (Onlar asla sana tabi olmazlar.). Senin Rabbin, has bendelerine vekil olar kifayet eder. (Onlar her işlerinde Allah’a tevekkül ederler, ona sığınırlar. Bu yüzden sen onları aldatamazsın.). [Bundan sonra gelen ayetler, Allah’ın öz kudretini ve bendelerine olan nimet ve kerametini anlatıyor:]
66/67- (Ey İnsan oğlu!) Rabbiniz, lütuf ve ihsanına nail olmanız için (mükemmel kudretiyle) denizde gemileri sizden ötürü yüzdürendir. (Ta ki, deryadan hasıl olacak rızkınızı elde edesiniz) Çükü O, size çok merhametlidir. (Bu yüzden her bir menfaat ve hayır yolunu size asân etmiştir.) [Gemiyi yapacak olan aklı ve bunun için lazım olan malzemeyi Allah yarattığı için, gemilerin yüzdürülmesini kendisine isnat etmiştir.]
67/68- Denizde (dağlar gibi dalgalardan ve şiddetli fırtınadan) başınıza bir sıkıntı geldiği zaman, Allah’tan başka yalvardığız bütün putlar (o anda hatırınızdan) silinip giderler! (Hep Allah’a yalvarıp yakarırsınız. Allah, duanızı kabul edip).sizi tehlikeden kurtarıp karaya çıkarınca (o vakit nimet-i ilahiyi inkâr edip) hemen yüz çevirirsiniz. Zaten insan (Allah’ın nimetlerine karşı) çok nankördür.
68/69- Acaba (Allah sizi denizden kurtarıp karaya çıkarınca) O’nun sizi karada yerin dibine geçirmeyeceğinden, yahut üzerinize taş yağdıran bir kasırga göndermeyeceğinden emin misiniz? (Siz, bunların hiçbirinden emin değilsiniz. Allah, bu azapları size gönderdikten) sonra, sizi (kurtaracak) bir vekil de bulmazsınız.
69/70- Yahut, Allah sizi tekrar denize döndürüp, üzerinize kasırgalar gönderip (daha önceki denizden kurtarmanıza karşılık) nankörlük etmeniz sebebiyle sizi boğmayacağından emin misiniz? (Hiçbir vakit bu anlatılan belalardan emin olamazsınız.) Sonra bu yaptığımıza karşı, aleyhimize mütalebede bulunacak (“niye bu işi böyle yaptın” diyecek) birini de bulamazsın. (Bütün varlıklar O’nun kudret elinde aciz kalmışken, O’na karşı kim intikam almaya cüret edebilir?).
70/71- Biz, gerçekten Ademoğlunu (sair yaratılmışlar arasında) aziz ve şerefli yarattık. (Ademoğlunun kerametinden biri); onları, (çeşitli nakil vasıtalarıyla) karada ve denizde taşıdık, onları leziz ve pak olan gıdalarla rızıklandıdık ve onları yarattıklarımızın bir çoğundan üstün kıldık.
Tefsir:
Ayette de anlatıldığı üzere Adem ile Havva’dan, nihayet insanoğlundan daha üstün bir hayat sahibi yaratılmamıştır. Allah’ın melekler gibi bazı yaratıkları Kur’an’ın nassı ile insandan üstündürler. Fakat Eş’ari mezhebi, insanın meleklerden üstün olduğunu savunmuşlardır. Bu konuda bazı makbul olmayan hadislere isnat etmişlerdir ki, biz o hadisleri buraya almadık.[186]
Allah (cc) İnsan oğlunu, akıl, şuur, dil, iyi ve kötüyü temyiz kabiliyeti, okumak, yazmak ve güzel suret gibi özelliklerle sair yaratıklar arasında üstün kılmıştır. İnsan oğlu kendisine verilen bu üstünlüklerle yeryüzünün halifesi seçilmiştir. Bize verdiği nimetlerden dolayı Allah’a hamd ve sena olsun... (...)
Abbasî halifesi Harun Reşid’in (193/809) meclisinde Kadı Ebu Yusuf (182/798) otururken, halife emretti; yemek getirdiler. Ondan sonra kaşık istedi; getirdiler. Ebu Yusuf, halifeye dedi ki: “Senin deden[187] İbn Abbas’tan rivayet oluyor ki, ‘Biz insan oğlunu şerefli yarattık’ ayetinin tefsirinde şöyle demiştir: ‘Allah’ın insan oğlunu sair mahlûka üstün kılmasından dolayı, insanlar elleriyle yerler, hayvanlar da ağızlarıyla yerler.’[188] Öyle ise sen neden elinle yemeyip kaşık istiyorsun?”[189] Bunun üzerine halife kaşığı kenara bırakıp eliyle yemeye başladı. Bu hadis doğrudur. Fakat Ebu Yusuf’un hadisin manasını bu şekilde anlamasında bir yanılgı vardır. İnsan eliyle yedikten sonra, ister kaşıkla yesin isterse bizzat eliyle yesin değişen bir şey olmaz. Çünkü kaşıkla yese bile, eliyle yemiş sayılır. Hadisten kastedilen şey ise, bizzat el ile yemek değildir. Eğer böyle olsaydı, çorba gibi sulu ve sıcak şeyleri el ile yemek mümkün olamazdı.
71/72- Kıyamet günü bütün insanları pîşuva/önderleriyle çağıracağız. (Onları bu şekilde hesaba çekeceğiz.). O gün, kimin (amelleri zabıt tutulduğu) kitabı, sağ eline verilirse (artık bilinir ki, o kimse cennetliktir.), işte onlar kitaplarını okuyacaklar (şad ve sevinçle dolacaklar) ve en küçük bir haksızlığa uğratılmayacaklar. [Buradaki kitap misali, insanlara temsil için verilmiştir. Yoksa ahrette ne kâğıt var ne de yazı.]
Tefsir:
“Kıyamet günü bütün insanları pîşuva/önderleriyle çağıracağız” ayetinden anlaşılan manaya göre, Müslümanlar, rehbere ve liderlerini seçmede iyi düşünmelidirler. Bugün Müslümanlar, Kur’an ve Resulüllah gibi önder ve rehberleri bırakıp her grup kendine bir rehber tayin etmiş onların arkasından gidiyorlar. Bu arada Kur’an’ın hüküm ve öğretileri ise gizlilik perdesi altında kalmıştır. İnsanların taştan vs. şeylerden kendilerine ziyaretgâhlar yapıp oraları ziyaret etmeleri ve her türlü hacetlerini oralardan istemeleri, bunun en çarpıcı delilidir. İşte bunlar da kendilerine rehber tayin ettikleri bu kimselerle haşrolacaklardır. (..)
72/73- Her kim bu dünyada (hakikati anlamaktan basiret gözü) kör ise ahrette de kör olur, (kör olarak haşrolur. Hakkı görmek gibi bir istidadı kayıp ettiği için) doğru yolu bulma nota-i nazarından daha şanssızdır.
73/74- (Ey Resulüm!) Az kalsın (bu Sakif cemaati)[190] seni bile, sana vahyettiğimiz (emir ve hükümlerden) başkasını bize karşı iftira edesin diye, fitneye düşüreceklerdi. O vakit elbette (Sakif ceaati) seni dost ederlerdi. (Fakat benim dostluğumu kayıp ederdin..)
Tefsir:
Taiflilerden bir cemaat (Sakif Kabilesi), Resulüllah’ın huzuruna gelip dediler ki: “Ya Resulallah! Biz senin itaatin altına gireceğiz, fakat bize öyle bir ayrıcalık tanı ki, onunla bu Araplara karşı bir üstünlüğümüz olsun:
1. Bizden zekât almayacaksın.
2. Savaşa giderken bizden asker istemeyeceksin.
3. Namaz kılarız, fakat rükû ve secde etmeyeceğiz.
4. Bizden başka biri, borç para aldığı zaman, onlardan faiz almamıza müsaade edeceksin.
5. Bize mühlet vereceksin; daha önce taptığımız “Lat” adlı puta bir sene daha tapıp sonunda kendi ellerimizle onu biz kıracağız.
6. Bizim topraklarımızda hayvanlarını güden ve ağaçlarımızı kırıp götüren bu Araplara mani olacaksın.
7. Araplar eğer senden, bize karşı bu ayrıcalığı neden yaptığını sorarlarsa diyeceksin ki, “Allah böyle emretti”.
Resulüllah (sav) emretti; kâğıt getirdiler.[191] Kâtip bu antlaşmayı maddeler halinde yazıyordu. “Sakif kabilesinden zekât alınmayacak, onlardan asker alınmayacak” maddesine gelince kâtip durdu. (Resulüllah, acaba bunu kabul eder mi diye bekliyordu.) Resulüllah (sav) kâtibe “devam” et dedi. “Namazda rükû ve secde etmesinler” maddesine gelince kâtip yine durdu. (Hayretle bu hükümlerin değişebileceğini düşünüyordu.) fakat Resulüllah (sav) onların Müslüman olmalarını çok istediği için bu antlaşmaya evet demişti. Bu arada Ömer b. Hattap (ra) ayağa kalktı ve kılıcını çekerek dedi ki: “Ey Sakif cemaati! Peygamberimizin kalbini yandırdınız.. Allah da sizin kalbinizi yandırsın.” Sakif cemaati dediler ki, “bizim seninle bir alıp vereceğimiz yok. Biz Muhammed (sav) ile konuşuyoruz.” İşte tam bu sırada bu ayet indi.[192]
74/75- Eğer biz seni koruyup (hakta ayağını sağlam bastırmasaydık), neredeyse sen onlara azıcık meyledecektin.
75/76- (Hiçbir zaman meyletmezsin, biz bunu biliyoruz, ama farz muhal meyletseydin) O takdirde, muhakkak hayatın da, ölümün de azabını kat kat tattırırdık. Sonra özünden ötürü bize karşı hiçbir yardımcı bulamazdın.
76/77- Yine onlar, seni yurdundan (Mekke’den) çıkarmak için muhakkak seni (çevirdikleri dolaplarla) seni aciz bırakmaya çalışacaklar. Fakat (seni Mekke’den çıkardıkları) takdirde, (sanmasınlar ki, orada selamet kalırlar) onlar da senin ardından sadece az bir zaman kalırlar. (Sonra sana teslim olurlar.).
77/78- (Resulüm!) Senden önce gönderdiğimiz
peygamberler arasında bir kanun olarak (karar verdik ki, gönderdiğimiz peygamber onların arasında olduğu
müddetçe onlara azap etmeyiz. Fakat, peygamber onların arasından çıkınca o
kavmi hemen helâk ederiz. Bu bizim kanunumuzdur.) Bizim kanunumuzda hiçbir değişiklik bulamazsın. [Allah’ın
kanununda hiçbir değişiklik yoktur. Onun kanunun kendinden başka kimse
değiştiremez. Eğer O’nun kanununu kendisinden başka biri değiştirmiş olsa o,
zaman (hâşâ) kendisi de değişken olur. Bu muhal olduğuna göre Allah, kanununu
icra edecektir. Kimse bunu değiştiremez.][193]
78/79- [Bu ayette, sabah namazının farz olması tafsilen, diğer namazların farz oluşu ise icmalen anlatılıyor.] (Resulüm!) Güneşin batıya kaymasından, gecenin karanlığına kadar (belli vakitlerde öyle, ikindi, akşam ve yatsı) namazını kıl, bir de sabah namazını.. sabah namazının (hakkı şudur ki, onu kalabalık bir) topluluk halinde kılasınız.[194]
79/80- (Resulüm!) Gecenin bir kısmında sadece sana mahsus bir farz olmak üzere uykudan kalk, Kur’an ile teheccüd namazı kıl, bir de sabah namazını (her Müslümana farz olarak) kıl. [Bir kısım ameller vardır ki, onlar sadece Resulüllah’a farz kılınmıştır. Onun için Hz. Peygamber (sav)’e teheccüd namazını kılmak farz, biz ümmetine ise sünnettir.] Ümit var ol ki, (kıymet gününde) senin Rabbin seni (kabirden kaldırıp) makam-ı mahmuda yükseltmesi kesindir. (Mahşer ehli, seni bu makamda görünce Allah’ın sana olan nimetinden dolayı sana bakıp hamd ve sena ederler.)
Tefsir:
Tefsirciler, “Makam-ı mahmud”un manasını ahrette livau’l-hamd altında büyük şefaat makamına hamletmişlerdir. Resulüllah (sav) burada insanlara şefaat edecektir. Fakat hakir (yani, yazar kendisini kastediyor.), bana göre, “Makam-ı mahmud”un manası bundan başkadır: Allah (cc), Resulüllah’a buyurdu ki: “Ey Resulüm! Bu Mekkeliler sana eziyet verip incitiyorlar. Ümit var ol ki, Allah seni bunlardan kurtarıp büyük bir makam ve mertebeye ulaştıracaktır. O zaman senin düşmanların senin izzet ve celaline bakıp naçâr kalacaklar.” Nitekim Mekke fethinde Abbas (ra), Ebu Süfyan’ı bir yere götürüp oradan İslam ordusunun Mekke’ye girişini seyir ettirmişti. Ebu Süfyan Resulüllah’ın haşmetini görüp bir şey yapmaktan aciz kaldı ve Mekke’ye gelip dedi ki: “Ebu Kebşe, (Hz. Peygamber’i kastediyor) ordusu artık çok büyümüştür.” Böylece Allah (cc) onu çok büyük bir makama ulaştırmış oldu. Allah (cc), bu haberi Mekke’de vermişti. Resulüllah (sav) Medine’ye hicret ettikten sonra Allah’ın vadi tamam oldu. İşte ayetlerin siyak ve sıbakına bakıldığı zaman bizim vermiş olduğumuz mananın daha isabetli olduğu ortaya çıkar. Nitekim Allah (cc) buyuruyor:
80/81- (Resulüm!) De ki: Rabbim! (Mekke’den hicret ederken) gireceğim yere (Medine’ye) doğrulukla girmeye, çıkacağım yerden (Medine’den Mekke’ye) doğrulukla çıkmaya beni muvaffak eyle!.. Bana öz tarafından hükümranlı ve kuvvet ver (ki İslam’a muhalif olanları mağlûp edeyim). [Allah (cc), Resulüllah’ın isteğini ona verdi.]
81/82- (Resulüm!) De ki: Hak(din İslam) geldi, batıl (şirk) helâk oldu. Batıl zaten izmihlal olacaktır.
82/83- Biz Kur’an’dan, iman edenler için (bir nice dertlere deva) şifa ve rahmet kaynağı olan ayetler indiriyoruz. (Müminler, Kur’an sayesinde imanları artar yakîn makamına ulaşırlar. Cehaletten kurtulurlar. Buna rağmen o, Kur’an) zalimlerin de ancak zararını artırır.
83/84- Biz insana nimet (beden sıhhati ve rızık bolluğu) verdiğimiz zaman, (o nimetleri görüp şükredeceği yerde) Allah’ı anmaktan dallarını dönüp uzaklaşırlar. Ne zaman ki insana (hastalık, fakirlik gibi) bir şerr dokundurunca (Allah’ın rahmetinden) ümit keserler. (Halbuki, Allah’ın rahmetinden ancak kâfirler ümit keser.).
84/85- (Resulüm! müşriklere) De ki: Herkes kendi karakterini sergiler; (sizin gibi müşriklerden, daima şer, müminlerden ise hayır doğar. Siz işinize bakın.. Allah sizin gibi müşriklerden intikamını alacaktır.) Bu durumda kimin en doğru yolda olduğunu Rabbiniz daha iyi bilir.
85/86- (Resulüm!) Sana ruh hakkında soruyorlar. De ki: “Ruh Rabbimin emrinden bir şeydir. (Ancak onun emri ile vücuda gelir. Biz onun hakikatini bilemeyiz.) Size (bu hususta) ancak az bir bilgi verilmiştir.”
Tefsir:
Mekkeli müşrikler, kendileri semavî bir kitaba sahip olmadıkları için, gidip Yahudilerden dini malumat öğrenir ve gelir Resulüllah’a soru sorarlardı. Yine bir defasında Yahudiler, müşriklere Resulüllah’tan ruh’un mahiyetini sormalarını istediler ve dediler ki, “Eğer ruh’un ne olduğunu açıklarsa bilin ki, o, peygamber değildir. Ama açıklamaz müphem bırakırsa, anlayın ki o, peygamberdir.” Mekkeliler gelip Resulüllah’a ruh’u sordular ve bu ayet nazil oldu. [195]
“Size (bu hususta) ancak az bir bilgi verilmiştir” İnsan oğlu ne kadar ilim öğrenirse öğrensin Allah’ın ilminin yanında kıyası bile kabil değildir. Allah Resulün’nün asabı sordular ki:
—Ya Resulallah! Sen de bu konuya dahil misin?
— Evet. Bana da az bir ilim verilmiştir.[196]
Resulüllah’ın (sav) sıdkına ve faziletine bu ifadesi kâfidir. Çünkü başka kendini bilmezler gibi her şeyi bildiğini iddia etmiyor. Bir kimseye, kendinde bulunmayan ilimden bahsetmesi yalancı olmasına yeterlidir.
86/87- (Resulüm! Ruhun hakikatini sana ve diğer
insanlara bildirmediğimiz gibi, yine) dilersek
sana vahyettiğimizi (Kur’an’ı senin
sinenden) siler kaldırırız; sonra
bize karşı (tekrar Kur’an’ı sinene
koyacak) bir yardımcı da bulamazsın.
87/88- Ancak senin Rabbin (sana olan) merhameti.. (bunu senin sinene tekrar geri çevirebilir.) Gerçekten Allah’ın senin üzerindeki lütfu çok büyüktür. (Sana ilim ve Kur’an verip, bu cahil insanların arasından seni seçti, yükseltti.).
Tefsir:
Eğer ilimden
daha güzel bir şey olsaydı Allah (cc), Peygamberine onu verirdi. Allah (cc)
ilimden daha güzel bir şey olmadığı için buna sahip olan peygamberlerini ve ilim
sahiplerini övmüştür. Yine bundan dolayıdır ki, Kur’an’da ilim ve ilmi öğrenmek
bir çok yerde methedilmiştir. Fakat Müslümanlar Kur’an’ın bu emirlerine uymamış
ve gün geçtikçe cehaletin timsali haline gelmişlerdir. Yine bu cümleden olarak
Kur’an, halinden dilinden anlaşılmayan bir kitap haline gelmiştir. Allah (cc)
milletin ilerlemesi için Kur’an’da zekât vermeyi farz kılmıştır. Tövbe
suresinde bir çok ayette zekâtını vermeyen inanlar için ağır ifadeler
kullanmıştır. Ne yazık ki, Müslümanlar bunlara hiç aldırmamaktadırlar. (...)
88/89- (Resulüm!) De ki: “Eğer insanlar ve cinler bu Kur’an’ın benzerini getirmek üzere toplansalar ve birbirlerine yardımcı olsalar bile, bunun bir mislini elbette getiremeyeceklerdir. (Çünkü mahluk, Yaratana mukabil duramaz.).
89/90- (Resulüm!) Hakikaten biz bu Kur’an’da (insanlar kendilerine gelip iman etsinler diye) her bir misalden tekrar be tekrar vermişizdir. Yine de insanların çoğu inkârlarında ısrar ettiler.
90/91- [Kureyş müşrikleri, Kur’an karşısında aciz kalınca inanmaları için başka mucize istemeye başladılar.] Dediler ki: “Sen bizim için (Mekke)yerinden suyu muttasıl akan bir çeşme fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız.”
91/92- Yahut (bu olmazsa, Mekke’de hiç bağ ve bahçe yoktur,) hurmalıklardan ve üzümlüklerden senin bir bahçen olsun.. birde aralarından şakır şakır nehirler akıtsan..”
92/93- “Veya (bu da olmazsa) senin iddia ettiğin gibi (daha önce “dilersek gökten parçalar düşürürüz”[197] ayetiyle korkuttuğun gibi) üzerimize gökten parçalar salsan.. yahut, Allah’ı ve melekleri sözün (doğru ve sahih) olduğuna şahit getirsen..”
93/94- “Yahut altından bir evin olsa.. ya da göğe çıksan.. Bize,
okuyacağımız bir kitap indirmediğin takdirde (oraya) çıktığına asla
inanmayacağız.” De ki: “Rabbimi
tesbih ve takdis ederim. (Bu söyledikleriniz
ne acayip sözlerdir. Ben, size, böyle şeyler getirteceğimi ne zaman söyledim.) Ben, sadece bir elçiyim.” (Allah isterse mucizeyi peygamberine verir,
mucizeyi vermek Allah’a mahsustur. Ben, istediğim zaman size mucize getiremem.
Şimdi siz Kur’an karşısında aciz kaldığınız için bunları benden istiyorsunuz.).
Tefsir:
Ey Allah’ın Resulü! Sen, bu Kur’an’da ümmetine diyorsun ki, “Benden mucize gelmez. Öyle ise bu ümmetin, neden senin bir sürü mucize getirdiğini söylüyorlar. Ve o mucizeleri İmamlar’a isnat ediyorlar. Kureyşli müşrikler senden mucize istedikleri zaman sen, Kur’an’ı göstererek diyordun ki, “İşte benim mucizem budur. Şayet bu Kur’an’ın mucize olmadığını kabul etmiyorsanız öyle ise siz de onun gibi bir Kur’an getirin” Ey Allah’ın Resulü! Fakat senin ümmetin güya senin mertebeni artırmak için diyorlar ki, Resulüllah (sav)’den ne mucize istenmişse hepsini getirmiştir. Kureyş müşrikleri bu mucizeleri senden istemişlerdi. Sen de Allah’ın sana vahyettiği ayetlerle diyordun ki, “Ben bir insanım. Sizin dediğiniz şeyleri ben getiremem.” Fakat senin bir şey bilmeyen ümmetin sana bundan artık mucizeler isnat ediyorlar. Fakat bu ümmet semadan küreleri parçalayıp senin kucağına veriyorlar ve diyorlar ki: “Hz. Peygamber, kamer’e parmağıyla işaret etti. O da ikiye ayrıldı. Sonra bir parçası bir koltuğuna, diğer parçası da diğer koltuğuna girdi. Sonra bir araya gelip dolunay oldular. Daha sora da tekrar semaya çıktı.” Ya Resulallah! Kabrinden kafanı kaldır da hele bir bu ümmetin halini temâşâ eyle. Onlar istiyorlar ki, bu mucizelerle senin şanını artırsınlar. Halbuki bu uydurma şeyler senin şanını belki de küçük düşürüyor. Yine Musa ve İsa (as)’ın mucizelerini de sana isnat ediyorlar. Güya senin de onların getirdiği mucizeler gibi mucizelerin var imiş.. değil ki sana, senden başka Eimmeye ve evliyalara bile mucize isnat ediyorlar. Ya Resulallah! Ümmetin yaman halde düşmüştür. Asıl maksadı unutup manasız ve aslısız şeylere uyuyorlar.. Allahım! Sen bize yardım et..
94/95- Kendilerine doğru yolu gösteren peygamber gelince, insanların iman etmelerine mani olan şey sadece: “Allah bir insan mı Peygamber gönderdi?” demeleri olmuşur.
95/96- (Resulüm! Müşriklere) de ki: “Eğer yeryüzünde (insanlar değil de) huzur içinde yürüyüp duran melekler olsaydı, elbette o takdirde onlara, peygamber olarak semadan bir melek indirirdik.”
96/97- (Yine müşriklere) de ki: “Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah kâfidir. (Ben size Allah’ın hükümlerini anlattım, doğru yolu gösterdim. Fakat siz, beni tekzip edip, inanamamak için inat ettiniz.) Allah, bendelerinin ahvalini görüp haberdar olandır. (Herkese yaptığının cezasını verecektir.).
97/98- Allah kime hidayet ederse, o doğru yoldadır. (Küfre meyil etmesi sebebiyle) kimi de hidayetten uzak tutarsa, (Resulüm,) artık onları, (azaptan kurtaracak) Allah’tan başka dostlar bulamazsın. Kıyamet gününde onları kör, kâr ve dilsiz olarak yüzükoyun haşredeceğiz. Onların menzilleri cehennemdir.. (cehennem ateşi bedenlerini) bitirdikçe, (bedenlerini tekrar iade eder) ateşini artırırız. (Ta ki, azapları artsın.).
98/99- Bu cehennem onların cezasıdır.. sebebi ise, ayetlerimizi yalanlamaları ve “Gerçekten öyle mi? Bizler, bir kemik yığını ve kokuşmuş toprak olduktan sonra yeni bir yaratılışla diriltilecek miyiz?” demeleridir.
99/100- Acaba (kıyamet gününü inkâr edenler) bakıp görmediler mi ki, (bu büyüklükte ki) semaları ve gökleri yaratan Allah, onlar gibi (belki de daha zayıf olanları) yaratmaya kadirdir. Allah onlar için bir ecel tayin etti. Bunda şüphe yoktur. Zalimler küfürden başka hiçbir şeyi kabul etmiyorlar.
100/101- (Resulüm! Kureyş’e) de ki: Eğer siz Rabbimin rahmet hazinelerine sahip olsaydınız, o
takdirde harcanır korkusu ile sizi cimrilik kaplardı. (Hiçbir kimseye metelik vermezdiniz. Fakat Allah, küfür ve inadınıza
rağmen size rızık veriyor, siz ise O’na
hâlâ inanmıyorsunuz.) İnsan cidden
çok cimridir.
101/102- (Resulüm! Müşrikler sana diyorlar ki, bize mucize getirirsen sana inanırız.) Hakikaten biz Musa’ya dokuz tane aşikâr mucize verdik. (Buna rağmen yine de inanmadılar.) [Bu mucizelerin, tafsili (A’raf 7/133) geçti.] Musa, İsrail oğullarına (peygamber olarak) gelince, ona dedik ki: “İsrail oğullarını (Firavun’dan) iste! (Firavun’a gidip, de ki: İsrail oğullarını bana bırak, onları Mısır’dan çıkarıp götüreyim.)” Firavun, ona dedi ki: “Ey Musa! Senin büyülenmiş olduğunu sanıyorum!” (sana sihir etmişler, aklın gitmiş ki, peygamberlik iddia ediyorsun.).
102/103- Musa (Firavun’a:) “(Ey Firavun!) Sen iyi bilirsin ki, bu mucizeleri basiretiniz açılsın da (iman edesiniz diye) başkası değil ancak semaları ve yeri yaratan Allah indirdi. Ey Firavun! Ben de senin kesinkes helâk olacağını iyi biliyorum. (Çünkü, benim hak bir peygamber olduğumu bilerek inkâr ediyorsun.).
103/104- Firavun istedi ki onları (Mısır)yerinden hiç adam yerine koymadan sürüp çırasın, bu yüzden biz de onu ve beraberindekilerin hepsini (Kızıl denizde) boğduk.
104/105- Arkasından da İsrail oğullarına dedik ki: “Şimdi asûde bir şekilde yeryüzünde oturun! Sonra kıyamet geldiği zaman (Firavun’u, ordusunu ve sizi hulâsâ) hepinizi bir araya getireceğiz” (aralarınızda hükmedeceğiz. Herkese yaptığının karşılığını vereceğiz.).
105/106- (Resulüm!) Biz bu Kur’an’ı bir hikmet ve ciddi maslahat olduğu halde, indirdik o da işte böyle (her hikmeti şamil bir) gerçek olarak indi. Biz seni ancak beşir ve nezir olarak gönderdik. (Müminleri cennetle müjdeleyip, kâfirleri cehennemden uyaracaksın.).
106/107- Biz Kur’an’ı ayrı ayrı zamanlarda (her vaktin gereğine uygun bir hüküm olarak) gönderdik ki, dura dura (itina ile) insanlara okuyup (hükümlerini beyan edesin.) ve onu (hadiselere göre) peyderpey indirdik.
107-108/108- (Resulüm! Müşriklere) de ki: Bu Kur’an’a ister iman edin iste etmeyin. (O’na bir zarar ya da kârınız olmaz. Kâr zarar size aittir.); şurası bir gerçek ki, bundan önce kendilerine ilim verilen (Yahudi ve Hıristiyan gibi)[198] kimselere Kur’an okununca, derhal çenelerin üzerine secdeye yıkılırlar ve derler ki: Rabbimiz Allah, her şeyden pak ve münezzehtir. Şüphesiz Rabbimizin vâdi (ahretin ve kıyamet gününün olması) mutlaka hiçbir ihtimal kalmadan olacaktır.
109-110/109- (Allah’a olan saygılarında dolayı Kur’an okunurken) ağlayarak yüzüstü yere kapanırlar. (Kur’an okumak) onların saygısını artırır. [Resulüllah (sav) secde ederken, Allah’a münacat edip, muhtelif isimleriyle ona dua ederdi: Allah, Rahman, Rahim, Razık ve Hâlık gibi. Müşrikler Resulüllah’ı kınayıp diyorlardı ki: Muhammed bizi, bir çok tanrıya tapmaktan menediyor ama özünü görün; nice ilahları çağırıyor. Bunun üzerine ayet indi.] [199] De ki: “Allah lafzı ile çağırın, Rahman lafzı ile çağırın farkı yoktur. (Hepsi mukaddes olan bir zatın adıdır.) nasıl çağırırsanız çağırın. En güzel isimler O’nundur. [Resulüllah, Mescid-i Haram’da namaz kılarken sesini yükseltiyordu. Müşrikler Kur’an’a küfrediyorlardı. Allah (cc) sesini kısmasını istedi:][200] Namazında yüksek sesle okuma; onda sesini fazla da kısma; bu ikisi arasında bir yol tut.
Tefsir:
“Namazında yüksek sesle okuma; onda sesini fazla da kısma; bu ikisi arasında bir yol tut.” Bu hüküm, beş vakit namazın hepsi için geçerlidir. Beş vakit namazın hepsi bu ölçüye göre kılınmalıdır. Ayetin açık ve zahir hükmü bunu ifade ediyor. İslam’da hiçbir mezhep, bu ölçüye uymamıştır. Her mezhep, bir kısım hadislere göre bu ayeti yorumlamışlardır. Bir kısım mezhepler öğle ve ikindi namazlarını sessiz, akşam’ın ilk iki rekâtını sesli, diğerini sessiz, yatsı namazının ilk iki rekâtını sesli diğerlerini ise sessiz kılıyorlar.[201] İnsaf ile bakanda bunlardan hiçbirisi Kur’an’a uygun değildir. Belki (...) hadislere uygundur. Kur’an’a uymamaktadır. Abdullah b. Arm b. As, Ebu’l-Buhterî, Vehb b. Münebbih, Kâ’b el-Ahbar gibi kimselerin hadislerine uygundur. Yukarıda anlattığımız şekilde konuya temel teşkil edecek bir zayıf hadis bile bilmiyorum. Bu ayrıntıları nereden çıkarıyorlar onu da anlamıyorum.
111/110- De ki: “Evlat edinmeyen, saltanatına şeriki
olmayan, aciz olmayıp bir yardımcıya da ihtiyacı yoktur. Allah’ı nihayet
derecede büyük bil de.. bil..”
Allah’a hamd olsun. İsrâ sûresinin tefsiri de tamam oldu. Resulüllah (sav) Abdulmuttalib oğullarından konuşmaya başlayan her çocuğa ilk defa bu son ayeti öğretirdi.[202] Resulüllah (sav) buyurdular ki: “Kim İsrâ suresini okur da “ebeveynin” zikredildiği yerde kalbi merhamete gelirse Allah (cc) onun için cennette bir çok mükâfat verir.”[203]
Kehf sûresi Mekke’de nazil olmuştur. 111 ayet, 1577 kelime ve 6360 harftir.
0/1- Bismillahirrahmanirrahim.
1-2-3/2- Hamd ve sena o Allah’a mahsustur ki, kulu (Muhammed’e) Kur’an’ı indirip (insanlara onda bulunan helal ve haramı beyan etti) ve onun (manasına) hiçbir eğrilik (ve birbirine zıt düşen bir şey) koymadı. (Bilakis, Kur’an’ı muhkem ve her cihetten) dosdoğru (bir kitap olarak indirdi ki) nezdinden gelecek olan azaptan kâfileri uyarsın ve salih amel işleyen müminlere de Allah yanında kendileri için hazırlanan güzel mükâfatı müjdelesin. Hem (o nimetler, içinde) ebedî olarak kalacaklardır (o nimetler, hiç kesilmeyecektir.).
4-5/3- Bir de “Allah evlat edindi” diyen (müşrikler, Yahudiler ve Hıristiyanları) uyarman için. (Bu Kur’an’ı sana indirdik.). [Müşrikler, “melekler Allah’ın kızları”, Yahudiler, “Üzeyir Allah’ın oğlu”, Hıristiyanlar da, “İsa Allah’ın oğlu”demişlerdi. Onun için Kur’an onların bu yanlış ve küfür olan itikatlarını düzeltmek için gelmiştir.] (Onlar, bu küfürleri, Allah’a isnat ederken) ne kendilerinin ne de atalarının bu konuda bir bilgileri vardır. (Bu sözleri, kendi zanlarına göre diyorlar. Eğer ilimleri olsaydı hiç böyle demezlerdi.) Allah’a evlat isnat etmek, ne kadar şaşkınlık veren bir sözdür ki onların ağızlarında çıkıyor, (bunu söylemeye nasıl da cüret ediyorlar?! Çok zaman olur ki, şeytan insanın kalbine bu türlü şeyleri atar, fakat bunları açıktan söylemek ne kadar hayasızlıktır! Ne yazık ki, haya’nın sınırını tamamen aşmışlardır.), onlar, kesinkes sırf yalan söylüyorlar. [Yalan: Vakide olanın tam zıddını konuşmaktır.]
6/4- (Resulüm!) Onlar bu Kur’an’a inanmıyorlar diye neredeyse aşırı derecede gam ve tasadan canını helâk edeceksin!..
7/5- Biz insanların hangisinin daha güzel amel işleyeceğini imtihan edelim diye yeryüzünde bulunan her şeyi, kendine (ve üzerinde yaşayanlara) ziynet olsun diye yarattık.
8/6- (Yeryüzünü böyle bir şehrayin ve şenlik haline getirdikten sona, kıyamet gününde) biz mutlaka oradaki her şeyi kupkuru bir toprak yapacağız.
9/7- (Resulüm!) Yoksa sen, Ashab- Kehf ve Rakîm’i[204]
şaşılacak ayetlerimizden olduğunu mu sanmıştın? (Bundan daha hayret verici olanı, şu bizim yukarıda anlattığımız, “dünya
bütün güzelliğini aldıktan sonra, onu, kıyamet günü üzerine bakılamaz hale getirişimizdir”).
Tefsir:
Ashab-ı Kehf’in ahvali, tefsir ve tarih kitaplarında muhtelif vecihlerde anlatılmıştır. Onların kıssası özetle şöyledir: İsa (as)’dan nice zaman sonra (İtal’ya adıyla meşhur olan) Rum memleketinde İsevîlik dini yayıldı. Bu sebepler insanlar Allah’a ibadet etmeye meyil ettiler. İnsanlar, içlerinden fasık ve günahkâr hükümdarlar çıkıncaya kadar böylece bir süre Allah’a ibadet etmeye devam ettiler. Ezcümle İmparator Decius (Dakyanus) Rum memleketinde tahta çıktı. Raiyetini masiyet ve putperestliğe teşvik etti. İmanlarında sağlam ve muhkem duran nice insanlar ona karşı dayandı ve imanlarını korudular. En sonunda bunlardan bir kaçı Dakyanus’un şerrinden korkarak yanlarına biraz rızık alıp şehirden hicret ettiler. Yollarının üzerinde koyun güden bir çobana rast geldiler. Çoban da onlara katıldı. Çobanın köpeği kendisinden bir türlü ayrılmayıp o da onlarla birlikte gitti. Onlar, çobandan bu köpeği kendilerinden uzaklaştırmasını istediler. Aksi takdirde bu köpek yüzünden yakalanma ihtimalleri vardı. Çoban kaç defa köpeği kendinden uzaklaştırmak için dövdü ise de baş edemedi. En sonunda nâçar kalıp yanlarında götürdüler. Sonra gidip bir dağa vardılar. Dağda çok geniş bir mağara vardı. Bu mağaraya sığındılar. Allah (cc) mükemmel kudretiyle onları yatırıp nice yıllar uyku halinde kaldılar ve bedenleri de hiç çürümedi. Bu arada Dakyanus öldü ve ondan sonra nice hükümdarlar gelip geçtiler. Bunca zaman sonra Rum ülkesinde adil bir hükümdar tahta çıktı. Bu hükümdar zamanında “kıyametin kopması ve tekrar insanların dirilmesi konusunda” ihtilaf oldu. Bu adil hükümdar, Allah’a dua edip aradan bu ihtilafı kaldırmasını niyaz etti.
Allah (cc), bunları uykudan uyandırdı. Kelpleri de kapının ağzında uyuyordu. O da uyandı. Selam kelamdan sonra kendilerinin üzerinde bulunan değişikliklere şaşıp kalmışlardı. Elbiseleri zayi olmuş, benizleri solmuş, tüy ve tırnakları uzamıştı. Dediler ki, acaba biz ne kadar uyumuşuz? Biri dedi ki, “Bir gün”, diğeri dedi, “Yarım gün”, diğer biri dedi ki: “Allah bilir, ne kadar uyumuşuz”. Derken içlerinden birini kendilerine yiyecek getirmek için şehre yolladılar ve dediler ki: “Getirirken kontrol et ve temiz, pak yiyeceklerden al” Dakayanus’un zamanında hiç kimse yiyeceklerin temizliğine dikkat etmezdiler. Her şeyi yerdiler. Sadece iman edenler, yiyecekleri şeylere dikkat ederlerdi. O kimse şehre indi, baktı ki her taraf değişmiş, bu işe çok şaştı. Sonra şehirde pazara gitti, oradaki insanların hep değiştiğini gördü. Onlara tuhaf tuhaf bakıyordu, şehir halkı da aynı şekilde ona bakıyordu. Bunların bakışından işkillendi, Dakyanus onu yakalar diye elini tez tutup hemen yiyecek almak için bir bakkala girdi ve elindeki parayı bakkala verdi. Bakkal bu eski parayı görünce şaşkın şaşkın ona bakmaya başladı, oda ona öyle baktı. Bakkal, bu kimsenin bir hazine bulduğunu sandı. Bu kimseye “Hazine mi budun? Bu para ta, Dakyanus zamanından kalmadır.” dedi. Bakkal bunları derken o mümin iyice hayrete düştü. Sonra dükkancı ona:
— Doğru söyle! Eğer bir define bulduysan gel beraber ortak olalım.
—Vallahi hazine bulmadım.
Bakkalcı bu müminin durumunda bir sır olduğunu anladı. Hemen devlete haber verdi. Devletin adamları gelip onu götürdüler. Çok korkmuştu. O, halen Dakyanus’un hayatta olduğunu sanıyordu. Fakat gidince devlet adamlarının da değiştiğini gördü. Hükümdarın huzuruna çıkardılar. Hükümdarın Dakyanus olmadığını görüce kalbi rahatlardı. Hükümdar ondan bütün haberleri öğrendi ve kendilerinden ona bir zarar gelmeyeceğine dair rahatlatıcı sözler konuştu. Hükümdar ona:
— Senin bu şehirde evin var mıydı?
—Evet.
Hükümdar, onu alıp evine gittiler. Evin yeri değişmişti. O mümin:
— Evim buradaydı. Ama şimdi bu ev değil..
O evde bir ihtiyar kimse vardı, ondan durumu sordular dedi ki:
—Evet, benim dedelerimden Yemliha adlı biri Dakyanus zamanında falan tarihte bir kaç kimse ile bu şehirden hicret edip gitmişler.. sonra da kendilerinden hiç bir haber alınamamış. O mümine sordular ki:
—Senin adın nedir?
—Yemliha. Arkadaşlarını sordular, Yemliha onlara:
—Arkadaşlarım falan dağdaki mağaradadırlar. Şimdi beni bekliyorlar.
Bunun üzerine hükümdar yanlarındaki kimseleri de alarak ziyaret etmek için onların yanına gittiler. Mağaraya yaklaşacakları sırada, Yemliha onlara:
—Siz burada bekleyin. Ben durumu gidip onlara haber vereyim. Yoksa sizi birden görürlerse Dakyanus’un askerleri zanneder de korkarlar. Yemliha’ya izin verildi. Önceden onların yanına gitti ve durumu haber verdi. Ashab-ı Kehf, anladılar ki, bu başlarından geçen hadise Allah’ın onlara verdiği bir mucizesidir. Hükümdar ve diğer ileri gelenler onları gidip ziyaret edip çok hayrette kaldılar. Ashab-ı Kehf, hükümdara dediler ki:
—Arzu ediyoruz ki bizi biraz baş başa bırakasınız.
Hükümdar ve yanındakiler, onlardan ayrıldılar. Bu arada Ashab-ı Kehf, Allah’a münacatta bulundular. Önceki durumlarına dönmelerini istediler. Allah da onların ruhunu aldı. Biraz sonra hükümdar onların bu hallerine muttali oldu ve oraya bir mescit yaptı. [205] Nitekim Allah (cc) gelen ayetlerde buyuruyor:
10/8- O civanlar (Dakyanus’un şerrinden hicret edip) mağaraya sığındı ve şöyle dediler: “Ey bizim Rabbimiz! Bize öz yanından bir rahmet verip (bizi düşmanlarımızın şerrinden sakla.) bizim için bu emr-i dinimizde bir kurtuluş yolu hazırla. [Sonra gidip mağaraya girdiler:]
11/9- (Resulüm! O civanlar mağaraya girdikten sonra) biz de o mağrada onların kulaklarını (duymaktan) nice yıllar perdeledik, (uykuyu onlara musallat ettik.). [Uyurken rahat etmek için en önemli olay, kulakların durmamasını sağlamaktır. Bazen insan uyur, fakat kulakları ses duyduğu için rahatsız olur. Onun için Allah (cc) onların kulaklarını perdelemiştir.]
12/10- Sonra da iki gruptan hangisinin, onların mağarada geçirdikleri süreyi daha iyi hesapladığını anlamak için, onları tekrar uyandırdık.
Tefsir:
Bu ayette “bilelim” ifadesi ile, Allah (hâşâ) bilmek için bu insanları bu hallere sokmuş değildir. Şehir halkı, onların yattıkları yılların sayısında ihtilafa düştüklerinden dolayı bu meseleyi ortaya çıkarmak için Ashab-ı Kehf’i tekrar uyandırmıştır. Yani bir meseleyi, insanlar için ortaya koymuştur. Yoksa Allah (cc) her şeyi bilir. O’nun öğrenmek için bir şeyi denemesine intiyaç yoktur.
13-14/11-12- (Resulüm!) Biz sana onların kıssalarını ciddi bir maksat için anlatıyoruz. Gerçekten onlar Rablerine inanmış yiğitlerdir; biz de onların hidayetlerini artırdık ve kalplerini irtibatlandırarak metanetlendirdik.. metanetleştirdik de o zaman baş kaldırıp: “Bizim Rabbimiz bürün semavat ve arzın da Rabbidir, dediler. Biz asla O’ndan başkasına ilah diyemeyiz. Desek, o zaman hadden çıkmış bir yalan söylemiş oluruz”
15/13- (Civanlar dediler ki), Bu şehir halkı bizim ehlimizdir.. özleri için Allah’tan başka ilahlar edindiler. Onların ilah olduğuna açık delil getirseler ya!.. [Putperestliğin gerçek olduğuna delil getirmek, muhal emirlerden olduğundan dolayı müşriklerden delil istediler ki, belki aciz kalır da putperestliği terk ederler.] Allah’a düpedüz yalan atanlardan daha zalim kim vardır?
16/14- (O civanlar, şehirden ayrılıp kurtulunca birbirlerinde dediler ki:) “Şimdi onlardan ayrıldınız.. ve Allah’tan başkasına taptıkları putlardan..[206] (öyle ise şimdi) sadece Allah’a (ibadet ediniz). Gelin mağaraya sığının ki, Rabbiniz size rahmetini açsın ve bu hicretinizden ötürü işinizi rast getirip kolaylaştırsın.” [Ashab-ı Kehf’in kıssası burada bitti. Bundan sonra olan hitaplar Resulüllah’adır.]
17/15- (Resulüm! Eğer onların yanında olsaydın) güneşi görürdün: Doğduğu zaman mağaralarının sağına meyleder, batarken de sol taraftan onlara hiç dokunmadan geçerdi. O civanlar, o mağarada (her zarardan ve günün sıcağından korurdu.) Ashab-ı Kehf’in bu halleri Allah’ın (tevhit ve kudretine delalet eden) ayetlerindendir. Allah kimi hidayet ederse gerçekten o, hidayet bulmuştur. (Ashab-ı Kehf gibi.). Kimi de (kötü amelleri sebebiyle) dalalete salarsa artık onun için (hak tarafına) irşat edecek bir kurtarıcı dost bulamazsın.
18/16- (Resulüm!) Bir de onları mağarada görseydin uyanık sanırdın. Halbuki onlar uykudadırlar. (Yerin rutubeti, bedenlerini bozmasın diye) onları sağa sola çevirirdik. İtleri de mağaranın ağzında ellerini yere döşeyip (uyuyordu). Eğer onları (bu halde) görseydin korkuyla dolar ve (mehabetlerinden) arkana dönmeden kaçardın.
19/17- (Resulüm! Ashab-ı Kehf’i mükemmel kudretimizle uykuya daldırıp bedenlerini muhafaza ettimiz) gibi, böylece, (kudretimize delalet etsin diye) tekrar onları dirilttik ki, (bu hallerini birbirlerine) sorsunlar (da Allah’ın onlara yaptığı bu hiç kimseye yapılmamış şeyi görsün de imanları artsın.): İçlerinden bir sözcü şöyle dedi: “Ne kadar kaldınız?” (Kimi) “Bir gün ya da günün bir kısmını kaldık” dediler; (kimi de kendi durumlarına bakıp değiştiğini görünce) şöyle dediler: “Ne kadar kaldığımızı Allah daha iyi bilir. (Şimdi bizi açlık bastı.) İçinizden birini şu gümüş paranızla şehre gönderin de, dikkatle baksın; şehirde (satılan) yiyeceklerden en temizini (alsın,) ondan size rızık getirsin; (sonra, şehirde) son derece dikkatli olsun, (öyle gizli hareket etsin ki) sakın kimseye bizi sezdirmesin.”
20/18- “Çünkü onlar eğer size muttali olurlar sa, kuşkusuz ya sizi taşlayarak öldürürler veya keni dinlerine döndürürler ki, o takdir de elbette ebdâ kurtulamazsınız.” [Yiyecek almak için Yemliha’yı göndermişlerdi.]
21/19-20- Aralarında öldükten sonra dirilme konusunu tartışıp ihtilafa düştükleri zaman, böylece onları (Ashab-ı Kehf’i, öldükten sonra dirilmeye bir örnek teşkil etsin diye uyandırıp) insanları, onların hallerine muttali ettik. (Sebebi:) Bilsinler ki, Allah’ın vâdi haktır; kıyamet günü vaki olacaktır.. bunda hiçbir kuşku yoktur. (İnsanlar Ashab-ı Kehf’i ruhları alınmış halde gördükleri zaman) dediler ki: Üzerlerine bir bina yapın. (ta ki, mağarada ilelebet korunsunlar). Ashab-ı Kehf’in Rableri onların ahvalini daha iyi bilir. (Bu konuda herkes bir söz diyor ama, hiç biri doğru değildir.). Sözleri ağır basan müminler dediler ki: “Biz kesinlikle onların yanı başların bir mescit yapacağız.” [Sonra hükümdarın emriyle oraya mescit yaptılar. Ashab-ı Kehf’i sayıları konusunda o zamanki insanlar ihtilafa düştüler, nitekim Allah buyuruyor:]
22/21- (Resulüm! Ashab-ı Kehf’in sayıları hakkında ihtilafa düşenlerden bazısı) diyecekler ki: Onlar üç kişidir, dördüncüleri köpektir”. Bir kısmı da: “Onlar beş kişidir, altıncılar ise köpektir.” Her iki grup da karanlığa taş atıyorlar. (Kimiler de): “Onlar yedi kişidir, sekizincisi köpektir.” derler. De ki: Onların sayılarını Rabbim daha iyi bilir. Onların hakkında bilgisi olan pek azdır. [Burada Allah (cc) “üç” ve “yedi” diyenlerin sözlerini naklettikten sonra “bunlar karanlığa taş atıyorlar” buyurdu, fakat “yedi” diyenlerden sonra “bunların sayısını bilen azdır” buyurdular. Buna göre anlaşılıyor ki, Ashab-ı Kehf’in sayısı “yedi” idi.][207] (Resulüm!) Onların (sayısı) hakkında delillerin açık olması dışında (sana soru soran müşriklere karşı) tartışmaya sakın girme! Ve onlar hakkında (oldum olası konuşan) kimserlerden de sakın bir bilgi isteme!
Tefsir:
“Onların (sayısı) hakkında delillerin açık olması dışında (sana soru soran müşriklere karşı) tartışmaya sakın girme!” ayetini Müslüman veya Müslüman olmayanlar iyi düşünmelidirler. Allah (cc), Resulü’ne hangi mezhepten olursa olsun insanlara karşı müspet davranmayı emir buyurmuştur. Resulüllah (sav) de bunu yerine bilfiil getirmiştir. Diğer bir husus da şudur: Allah, müşriklere karşı böyle hareket edilmesini isterken, ya Ehl-i Kitab’a karşı nasıl davranmamızı ister? Fakat ne yazık ki, bu gün Müslümanlar bu ayetleri hiç düşünmüyorlar. Buna göre Müslümanlar, kendilerine zarar olan şeyleri Ehl-i kitab için de zarar saymalı, kendilerine faydalı kabul ettikleri şeyleri onlar için de faydalı olabileceğini kabul etmeliler. İslam’a göre Ehl-i Kitap ile Müslümanlar arasında hiç bir düşmanlık yapılması emredilmemiştir. Bilakis birlik çağrısı vardır; onlarla oturup kalkmak, yemeklerini yemek, kadınlarıyla evlenmek hep caiz görülmüştür. Bunlardan başka daha büyük ittihat bağı olur mu? Bu güne kadar Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında dünya malı bir de hükümranlık konusunda anlaşmazlıklar çıkmış, savaşlar olmuştur. Bunlar zaten her milletin kendi cinsleri arasında dahi meydana gelmiş hadiselerdir. Hıristiyanların birbiri ile; Müslümanların da yine kendi içlerinde savaşlar olmuştur. O halde Müslümanlara düşen şey, Hz. Peygamber (sav)’in sünnetine tabi olmaktır. O nasıl ki, diğer dinlerden olan insanlarla medenî bir şekilde anlaşmış, görüşmüş ve konuşmuşsa bizim de öyle yapmamız lazımdır. Onlardan uzak durmanın hiç kimseye faydası yoktur. Fakat günümüzdeki insanlar, düşüncelerini ve milliyetlerini fesat ateşleri üzerine kurmuşlar. Zulüm, fesat, işkence hiçbir zaman hakiki Müslümanlar da olmamış ve hiçbir zamanda olmaz. Bu sıfatlar başka insanlara yaraşır. Müslümanlarda hilm, bağışlamak ve namusu korumak gibi sıfatları daima kendilerine şiar edinmelidirler...
23-24/22- (Resulüm! Her ne yapmak istersen, yapmaya başlamadan önce) hiçbir şey için, “Ben yarın bunu yapacağım” deme. “Ancak Allah dilerse.. yapacağım de.” (Bu istisnayı, insanlık icabı, şayet) unuttuğun zaman (hangi durumda hatırlarsan) hemen Rabbini an. Ve de ki: “Ümit varım.. benim Rabbim beni doğruya bundan (Ashab-ı Kehfin haberinden) daha yakın (açık ve vazıh delillere) götürür.”
Tefsir:
Müşrikler, Resulüllah’a (sav), zor sorular sorup onu mat etme gayreti içine girmişlerdi. Kendileri herhangi bir dine mensup olmadıkları için pek ilimden nasipleri yoktu. Bunun için Mekke’ye gider, oradaki Yahudi ve Hıristiyan bilginlerden bir kısım soruları alıp Resulüllah’a (sav) sorarlardı. Bir keresinde yine Ruh’un hakikatini, Ashab-ı Kehf kıssasını ve Zülkarneyn’i sordular. Fakat Yahudiler, müşriklere demişlerdi ki, bu sorulardan “ruh” hariç diğerlerine cevap verirse anlayın ki o doğrudur. Aksi olursa yanlış yolda olduğunu bilin. Resulüllah (sav) buyurdular ki: Sabahleyin gelin size bunların cevabını vereyim. Böyle derken sözü, Allah’ın meşietine bırakmadı. Yani “inşallah bunu böyle yaparım” demeyi unutmuştu. Buna göre vahiy tehir oldu. Kureyşliler, Resulüllah’ı tekzip etmeye kalkıştıkları an bu ayet nazil oldu:[208]
25/23- Ashab-ı Kehf, mağaralarında üçyüz yıl ve buna ilaveten dokuz yıl kalmışlardır.
26/24- (Resulüm! insanlara) De ki: “(Onların mağarada) ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Semavatın ve yerin gaybı O’na ona aittir. Allah (bütün yaratılmışların halini ve amelini) ne güzel görendir.. ne mükemmel işitendir.. Onların Allah’tan başka hiçbir yardımcısı yoktur. O, hiçbir neferi hükümranlığına ortak etmez.
27/25- (Resulüm!) Rabbinin Kitabından sana vahyedileni dürüst veçhile oku, (insanlara ulaştır. Müşriklerin “bizim için Kur’an’ın bazı ayetlerini değiştir” demelerine kulak asma!). O’nun kelimelerini değiştirecek yoktur. (Olmaz da, farz muhal, eğer Kur’an’a tabi olmazsan) O’ndan başka bir sığınacak da bulamazsın.
28/26- (Resulüm!) Sana kalırsa, sabah akşam O’nun rızasını dileyerek dua edenlerle beraber durmana candan sabret. Sen dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan (zengin kimselerin tarafına) çeviremezsin. (Tuttukları çirkin işlerden ötürü) kalplerini bizi yad etmekten gafil kıldığımız, nefsinin arzularına uymuş ve işi hep ifratta dolaşan kimselere de boyun eğemezsin..
Tefsir:
Müşriklerin büyüklerinden bazısı dediler ki: Fakir şahısları, mesela, Süheyb, Ammar, Bilal, Habbab ve bundan başka kimseleri yanından uzaklaştırırsan senin yanına gelip seninle konuşur, sözlerini dinleriz. Resulüllah (sav) ise onların iman etmelerini çok istiyordu. Onların bu tekliflerine biraz meyil eder gibi oldu. Bunun üzerine ayet indi.[209]
29/27- (Ey Resulüm! Müşriklere) de ki: “Rabbiniz Allah tarafından hak,
(aşikâr bir şekilde gelmiş, batıl ise
defolmuştur. Şimdi ihtiyar sizindir. Kurtuluş yolunu mu seçiyorsunuz,
bedbahtlık yolunu mu?) dileyen iman
etsin, dileyen inkâr etsin. (Bize hiçbir zararınız yoktur.). Çünkü biz zalimler için öyle bir azap
hazırlamışız ki, duvarları çepeçevre onları içine alacaktır. (Kati surette oradan kurtulamazlar.) Eğer canı dudaklarında feryat edip yalvarsalar, yüzlerini yalama
yalayan maden eriği gibi bir su ile (azap
etmek için) yardımlarına (!)
koşulur. Ne yaman içilen şeydir bu maden eriği.. ve ne yaman yaslanacak yerdir
cehennem..
30/28- İman edip salih amel işleyenler var ya, şüphesiz biz öyle güzel işler yapanların mükâfatını zayi etmeyiz. (Belki beklediklerinin en güzeli ile onlara mükâfat veririz).
31/29- İşte onlar.. Adn cennetleri onlara.. köşklerinin ve ağaçlarının altından nehirler akan bir nice bağlar.. cennette altından kolbağılar takınırlar.. kalın ve nazik yeşil elbiseler giyerler.. cennetin koltuklarına kurulurlar.. o ne hoş mükâfat ve ne güzel yaslanma yeri..
32/30- (Resulüm! Hem müminlere hem de kâfirlere) şu iki kişiyi misal olarak anlat: Bunlardan birine (kâfir olana) iki üzüm bağı vermiş, her ikisinin de etrafını hurmalarla çevirmiş, aralarını da hiç boş bırakmamış (her türlü) ekinden ekmiştik.
33/31- Bu bağların ikisi de ürünlerini kâmilen vermiş, hiç birini eksik bırakmamıştı. Aralarından da nehirler akıtmıştık.
34/32- Bağ sahibinin (bu bahçelerinden başka) serveti de vardı. Bir ara (mümin arkadaşı ile) konuşurken ona şöyle dedi: “(Senin dünya malından hiç bir şeyin yoktur.) Ben senden mal cihetiyle daha artık, hizmetkâr cihetiyle de daha iktidar sahibiyim.
35/33- (Benliğine gururlu, nimetlere de nankör,) öz canına zulmetmiş bir şekilde (mümin arkadaşının elinden tutarak) bahçesine girdi ve (bahçede olan nimetlere bakarak) şöyle dedi: “Bunun hiçbir zaman yok olacağını sanmıyorum.”
36/34- Bir de “Sanmıyorum (o dediğiniz) kıymet kopsun. Faraza (sizin dediğiniz gibi kıyamet kopsa bile) Rabbimin huzuruna götürülsem bile, katiyetle bundan daha hayırlı bir akıbeti bulurum” dedi.
37/35- O kâfire, onun mümin yoldaşı, konuşurken dedi ki: “Senin (aslın olan Adem’i) topraktan yaratan sonra, seni de bir damla sudan (döllenmiş/ovum) yaratan, daha sonra seni bir insan kılığına sokan Allah’ı inkâr mı edersin?
38/36- (Şayet sen, inkâr etsen bile) fakat ben, (senin dediğin gibi diyemem) “O Allah benim Rabbimdir. Kati surette hiçbir neferi ona orak koşmam.”
39/37- “Nolaydı, keşke bağına girdiğin esnada: ‘Bu Allah’tandır, benim kuvvetimle değil, Allah’ın kuvvetiyle olmuştur’ deseydin! (Allah’ın nimetlerine şükretseydin. Fakat sen nankörlük ettin.) Eğer beni malca ve evlatça küçük görme (havalarına girmişsen, şunu hiç unutma;)
40/38- Ümidim var ki: Benim Rabbim, (ahrette) senin bu bağından daha hayırlısını (cennetini) bana verecektir. Senin (bu nimetlere nankörlüğüne karşılık da) bağına gökten yıldırımlar gönderir de bağın kupkuru toprak haline gelir. (Üzerinde ne ağaç kalır nede alaf.);
41/39- “Yahut senin bağın suyu (Allah’ın iradesiyle) dolanıp batar da, bir daha çıkarıp bağını sulayamazsın!..”
42/40- (Resulüm! O mümin kimsenin dediği gibi oldu; nimetlere nankörlük eden o kimsenin bağının suyu kurudu) Derken serveti yok oldu.. (Bağ sahibi bu durumu görünce:) Bağına yapmış olduğu emeklere karşı dolanıp ellerini ovuşturmaya başladı. Bağın çardakları yere yıkılmış kalmıştı. “Diyordu, keşke, Rabbime şeyi ortak koşmasaydım. (Şimdi onlardan bana hiçbir fayda olmadı.)”
43/41- Öyle adamları da yoktu ki, Allah’tan başka ona yardım etsinler, kendi başına (Allah’ın azabını) savacak güçte de zaten değildi.
44/42- Böyle makamda (yani kâfirlerin helâk oldukları durumlarda) kesinkes yardım Allah’a mahsustur. O’nu verdiği mükâfat da en hayırlı, netice de en hayırlıdır.
45/43- (Resulüm!) onlara dünya hayatının dirliğini misal ver: (O dünya hayatı, o yeşillik gibidir ki;) Sema’dan bir su indirdik (onun sebebiyle) yeryüzünün bitkileri (büyüyüp) sarmaş dolaş birbirine girdi, (ter u taze, rengarenk çiçeklerle bir hal aldı. Böyle iken) nihayet (kuruyup) rüzgârın öteberi savurduğu kırıntı halini aldı. (İşte üç günlük dünya dirliği de böyledir. İnsan ter u taze bir genç olur, safa sürer, sonunda ölür. Elde ettiği servetler gider. Kendisine günah ve vebal kalır.) Allah (diriltir, öldürür) her şeye muktedirdir.
46/44- Dünya malı ve oğullar, dünya hayatını ziynetleridirler. (Resulüm) baki kalan salih ameller ise Rabbin nezdinde sevap yönüyle daha hayırlı ve arzu (edilecek şeyler arasında) daha güzelidir.
47/45- Kıyamet gününde dağları (yerinden) yürütür (toz duman haline getiririz), o gün yeryüzünü, saf sade (üzerinde hiçbir şey olmaz bir şekilde) görürsün. Hiç bir nefer bırakmamak şartıyla insanları (hesaba çekmek için) mahşerde toplamış olacağız.
48/46- (Resulüm! O gün,) nev-i beşer bütünüyle Rabbin huzurunda (intizamlı bir ordu gibi) saf çekmiş haldedirler. (O gün onlara deriz ki:) Sizi ilk defasında yarattığımız şekilde bize geldiniz. Sanıyordunuz ki hesab için verilen günü tayin etmeyeceğiz. (Şimdi anladınız o gün geldi çattı.).
49/47- (Resulüm! Yine o gün, herkesin ne yaptığının içinde yazılı bulunduğu) kitap ellerine konur. Görürsün ki, günahkârlar, amellerinden korkarak: “Eyvah bize! Bu nasıl kitapmış ki, büyük küçük hiçbir şey bırakmaksızın hepsini sayıp dökmüş.” derler. Onlar bütün yaptıklarını (yanı başlarında) hazır bulurlar. Senin Rabbin hiçbir kimseye haksızlık etmez. (Cezasından başka, ceza vermez.). [Dünyada zarûrî olan şeyler önemli kitapta kaydedildiği için, Allah (cc), insanların yaptıkları şeyleri böyle bir kitaba benzetiyor. Yoksa bu “amel defteri” dünyadakilere hiç benzemez.]
50/48- Hani biz meleklere: “Adem’e secde edin, demiştik; İblis (nefs-i emmare) hariç, onların hepsi secde ettiler. İblis, cin taifesindendi. Bu yüzden fasık olup Allah’ın itaatinden çıktı. (Ey Adem oğlu!) şimdi siz beni bırakıp da İblis’i ve onun soyunu dostlar mı edindiniz? Onlar (şeytan ve zürriyeti) sizin için yaman bir düşmandırlar. Bu zalimler için ne kötü bir değişmedir!
Tefsir:
Şeytan’ın evladından maksat, ondan meydana gelen habis sıfatlardır. Eşa’rî mezhebinin bilginleri şeytanın evlatlarının nasıl türediği konusunda bir kısım fikirler ileri sürmüşlerdir. Bunların sözlerinden bir kısmını burada kaydettik ki, bu konuda nasıl bir yanlış yolda olduklarını anlasınlar.
Bazısı demiştir ki, şeytan da insan gibi doğurur. Fakat onun hanımı yoktur. Kimi de diyor ki, şeytan kuyruğunu makatına (...) oradan yumurta eder. (Şimdiye kadar acaba bu yumurtayı gören olmuş mu acaba!!!) Bu yumurtalar açılır ve şeytanlar onlardan çıkarlar. Yine bunlar şeytanın melek olduğunu söylüyorlar. Halbuki Kur’an apaçık onun cinlerden olduğunu beyan ediyor. Bazısı demiştir ki, şeytanın oğulları vardır. Hatta onlara ad bile koymuşlardır: Müvesvis, Lâkis, A’ver, Sebr, Elhan, Zelenbur, İlhifaf, Velhan, Dasim ve Müsavvid. Bunların her biri insanı değişik yanlardan günaha götürmekle meşguldürler.[210]
Bunların maksatları, güya insan oğlunun evladı çok olduğu için, şeytanın da evladı çok olmalı ki, onları vesveseye sokmaya vakit bulabilsinler (!) Fakat onlar bilmiyorlar ki yeryüzünde şu kadar insan vardır. Şeytanın ise on çocuğu vardır. Bu kadarıyla bile yeterli değildir (!) Bu tür tefsirciler hem de bu yalan rivayetleri Resulüllah’a isnat ediyorlar. Halbuki Resulüllah (sav) buyurmuşlardır ki: “Herkesin bir şeytanı vardır.” Dediler ki: Ya Resulülallah! Senin de mi? Buyurdular ki: “Evet. Fakat benim şeytanım bana teslim oldu.”[211] O halde herkesin şeytanı kendi içindedir. Eğer onun emirlerini dinlerse o da bir şeytan kesilir. Böyle doğru hadisleri bırakıp asılsız rivayetlere inanmak ve onları kitaplarda nakletmek akıl kârı değildir.
51/49- Ben onları (İblis ve soyunu) ne semavatın ve yerin yaratılışında, ne de kendilerinin yaratılışında şahit bulundurmadım. Ben (insanları) dalalete salan kimseleri kendime yardımcı da edinmiş değilim.
52/50- O gün Allah, müşriklere der ki: “(Ey müşrikler!) Benim ortaklarım olduklarını iddia ettiğiniz şeyleri çağırın! (Şimdi size yardım etsinler). Çağırmışlardır onları; fakat kendilerine yardım etmemişlerdir. (Bu konuşmalardan sonra) biz kâfirlerle ilahları arasına amansız bir düşmanlık koymuşuzdur artık.
53/51- (Kâfirler) cehennem ateşini görünce (öz amellerine bakıp) artık kesinkes oraya gireceklerini anlarlar. (Belki bir kurtuluş ümidi ararlar ama) kurtuluş yolu da bulamazlar.
54/52- Hakikaten, biz bu Kur’an’da insanlardan ötürü her bir misalden dolandırıp dolandırıp anlattık, (ki düşünüp, hakkı anlayarak batıldan uzaklaşsınlar.) İnsan her bir mahluktan çok cidalcidir (haktan kaçandır.).
55/53- Kendilerine doğru yolu gösteren peygamber geldiğinde insanları, iman etmekten ve Rablerine istiğfar etmekten alıkoyan şey sadece geçmiş milletlerin başlarına gelen felaketlerin kendilerine de gelmesini ve ahret azabının ansızın apaçık gelip çatmasını beklemeleri olmuştur.
56/54- (Resulüm!) Biz peygamberleri ancak (iman edenlere cenneti) müjdeleyici, (günahkârları da cehennemden) uyarıcı olarak gönderdik. Lakin kâfirler batıl sözleriyle (tarafımızdan gönderilen peygamberlerin karşısına çıkıp) hakkı zayi etmeye çapalıyorlar. (Gâh “Beşerden peygamber olmaz” gâh, “beşerden peygamber olsaydı bizim büyüklerimiz olurdu” diyorlar.) Onlar ayetlerimizi ve uyarıldıkları şeyleri alaya almışlardır.
57/55- Rabbinin ayetleri zikredilirken ondan yüz çevirenden ve kendi elleriyle yapıp (daha evvel gönderdikleri amelleri) unutan kimseden daha zalim biri var mıdır? (Resulüm!) Biz böyle kâfirleri (küfürleri sebebiyle) kalplerine (Kur’an’ı) anlamalarına engel olan bir ağırlık, kulaklarına da sağırlık verdik. Bunları hidayete davet etsen bile ebedâ hidayeti kabul edeceğe benzemiyorlar.
58/56- (Resulüm!) Senin Rabbin çok bağışlayıcı ve merhamet sahibidir. (Mekke ehli o kadar sana eziyet ettiler,) Eğer bu yaptıklarına karşılık Allah onları muaheze etmiş olsaydı, tez beri onlara azap gönderirdi. (Ama Allah’ın fazlındandır ki, onların azaplarını tehire saldı.) Fakat onlara vadedilen bir zaman vardır ki, o geldiği zaman Allah’ın azabından bir kurtuluş sığınağı bulamazlar.
59/57- (Ey Mekke ehli! Bakıp görün,) zulmedince helâk ettiğimiz şu kentleri.. (Ad, Semud, Lud, Şuayb kavimlerinin yaşadıkları kentleri..) Biz onların helâkleri için de muayyen bir vakit tayin etmiştik. (Siz Mekke ehline de istersek azap göndeririz).
60/58- (Resulüm!) Bir vakit, Musa, Feta’sına (genç yiğit) demişti ki: “Durup dinlenme bilmeden ta iki iki denizin birleştiği yere kadar varacağım, yahut senelerce (seksen yıl)[212] yürüyeceğim.
Tefsir:
Musa (as), Allah’tan (cc) dünyada en çok kimi sevdiğini sormuş ve Allah (cc) da, bundan sonra gelen ayetlerde o kimseyi anlatmıştır. Musa (as)’ın, bu kimseyi bulma isteği ondan ilim öğrenme arzusundan kaynaklanıyordu. İşte ilim öğrenmek için tam 80 yıl yol yürüdü. Ta ki Hızır’a ulaşsın ve onun bildiği ilimden öğrensin.
Musa (as) Allah’a (cc) münacat edip dedi ki: Allah’ım! Senin kullarından sana tabi olup senin hükümlerinle amel eden kimdir? Allah (cc) buyurdu ki: Gerçeği konuşup, hak ve adaletle hükmeden bir de nefsinin arzularına uymayan kimse işte benim gerçek kulumdur. Musa (as) Allah’a:
— Kulların içinde en çok bilgili kimdir?
— Hiç sıkıntı ve meşakkat demeden, sürekli ilmin ardınca gidip bir kelime dahi olsa öğrenen kimsedir.
— Allah’ım! Kullarından bana öyle birini öğret ki, gidip onan ilim öğreneyim.
— Senden alim olan bir kulumuz vardır. Adı: Hızır’dır.
— Allah’ım onu nerede bulabilirim?
— İki denizin birbirine karıştığı yerde. (Akdeniz ve Atlas Okyanusu arasındaki Cebelu Tarık boğazında.)[213] bir taşın yanında onu bulursunuz. Balığı unuttuğunuz yerde onu bulacaksınız. [214]
Musa (as) sefer tedariki görüp Feta’sı ile yola çıktı. Nitekim ayetlerde anlatılacak. Bu kıssanın Kur’an’da anlatılmasının hikmetlerinden biri de ilmin ne kadar şerefli bir şey olduğu göstermek içindir. Musa (as) beyabanları/sahraları gezdi ki bir kelime öğrensin. Kur’an’ın içinde bulunan kıssalardaki nükteleri çok iyi düşünmek lazımdır.
Tefsirciler bir kısmı, Musa (as)’ın ululazm peygamberlerden olması dolayısıyla bu kıssanın Musa (as)’a atfedilmesini kabul etmemişlerdir. Bu kıssayı,Yusuf (as)’ın neslinden Musa b. Mîşa’ya atfetmektedirler.[215] Fakat tefsircilerin bu yorumlarına katılmıyorum. Allah (cc) “Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen birisi vardır” (Yusuf 12/76) buyurmuyor mu?
61/59- Musa, Feta’sı ile iki denizin birleştiği yere varınca (yanlarında getirdikleri) balıklarını terk ettiler.[216] Balık, denizde bir yol tutup gitmişti.
Tefsir:
Tefsirciler, burada terk edilen veya unutulan balık hakkında bir çok görüşler ileri sürmüşlerdir. Bir kısmına göre, bu balık “cansız” balık idi. Kimine göre de “canlı” idi. Olabilir ki, Musa (as) ve Fetas’ı, bu balığı o bulundukları yere yakın bir balıkçıdan almışlardır. Dolayısıyla balık henüz canlı olabilir. İşte bu yüzden, balığı terk ettikleri yerde kendiliğinden sıyrılıp tekrar denize girdi. Yahut da Musa (as)’ın bir mucizesi olarak cansız balık cana gelip denize akmıştır. Her ne ise taze veya bayat balık hareket edip suya düşmüştü. Balık için bir kanal meydana gelmişti.[217] Musa (as)’ın Feta’sı bu işe çok hayret etti. Musa (as) hadise cereyan ettiği vakitte uyuyordu. Uykudan uyanınca Feta’sı bu olayı ona söylemekten unuttu. Ve yola düştüler..
62/60- (Buluşma yerlerinden) geçip gittiklerinde Musa, Feta’sına: “Kuşluk yermeğimizi getir bize! Hakikakten biz bu yolculuğumuzda zahmet ve meşakkate uğradık. [Musa, balığı isteyince, geçen olay Feta’sının aklına gedi.]
63/61- Feta dedi ki: Bana bu (olayın iç yüzünü) haber ver. (Ben bilmiyorum bu olay nasıl oldu!); kayaya sığındığımız sırada balığı unuttum. (bu vakayı sana söylemeyi unuttum.). Her hal de bu olayı hatırlamamı bana ancak şeytan unutturdu. (Olay şöyle oldu:) Balık, yolunu tutup denize gitti, ama gidişi çok hayret verici idi. [Her kötü iş şeytana isnat edildiği için, “şeytan unutturdu”, denilmiştir.]
64/62- Musa dedi: “İşte aradığımız bu idi.” Hemen izlerinin üstüne geri döndüler.
65/63- (Geriye döndükleri sırada, bir büyük taşın yanında) bizim kullarımızdan birini (Hızır’ı) buldular. O bendemize öz yanımızdan bir rahmet (peygamberlik)[218] vermiştik ve ona öz ledün’nümüzden verdik (ki, o ilme vahiy yolundan başka bir yolla ulaşılamaz.).
66/64- (Musa, Hızır ile arkadaş olup, konuşunca onun fazilet ve ilmine de muttali oldu ve) Ona dedi ki: “Allah’ın sana öğrettiği ilim ve hikmetten bana da öğretmen için sana tabi olabilir miyim?”
67/65- (Hızır) dedi ki: “Sen benimle beraberliğe ebedâ sabredemezsin.
68/66- (Benden sadır olup) senin, iç yüzünü bilemediğin şeylere nasıl sabredebilirsin?”
69/67- Musa: İnşallah, dedi, her bir emirde sen beni sabreder bulacaksın. Senin işine de karşı gelmem.
70/68- (Hızır) dedi ki: Bana tabi olmak istersen, (onun şartı şudur:) Sana onun hakikatini beyan edinceye kadar hiçbir şey hakkında bana sual sorma!
71/69- (Musa şartı kabul etti. Hızır durup, Musa’ya dedi ki: Gel gidelim, yola.) Yola düştüler, (gelip) vapura binince, Hızır (milletin görmez tarafından) gemiden (bir tahta çıkarıp) deldi. Musa, (bunu görünce sabredemedi:) “Bu ne iştir, gemi ehlini boğmak için mi onu deldin? Sen (hoş olmayan) ciddi bir iş işledin” dedi. [Musa (as), elbiselerini toplayıp geminin açılan yerine bastı.]
72/70- (Hızır) dedi ki: “Ben sana demedim mi asla benim (yaptığım şeylere) sabredemezsin?
73/71- Musa (Hızır ile yapmış olduğu antlaşma aklına geldi ve) dedi ki: “Unuttuğum (o antlaşmamızdan dolayı) beni muaheze etme; işimde bana bir çetinlik çıkarma.” [Hızır, Musa’nın özrünü kabul etti:]
74/72- (Gemiden inip) yola düştüler ta ki (henüz bulûğa ermemiş) bir erkek çocuğa rastladıklarında (Hızır) hemen onu öldürdü. Musa (bu işi görünce takat getiremedi ve) dedi ki: “(Bu ne iştir!) Tertemiz bir canı, (kimseyi öldürmediği halde) bir cana bedel olmadan öldürdün! Gerçekten sen çirkin bir iş tuttun.”
75/73- (Hızır) dedi ki: “Ben sana kesinkes demedim mi, sende o kudret olmaz ki benimle sabredip durasın (da, yaptıklarıma itiraz etmeyesin).
76/74- Musa dedi ki: “(Beni bağışla..) bundan sonra artık bir daha senden bir şey sorarsam benimle asla arkadaş olma. Hakikaten benim açımdan mazeret bulacak bir şeyim kalmadı.” [Hızır, Musa (as)’ı bu kez de bağışladı:]
77/75- Oradan yola düştüler ta ki bir köye varınca oranın insanlarından yiyecek istediler. Ancak köy halkı onları misafir etmekten kaçındılar. (Onlar da köyün kenarında bir yere çekildiler.) derken orada yıkılmak üzere bulunan bir duvar gördüler. Hızır yeniden o duvarı yapıp tamamladı. (Musa, bir taraftan aç kalıp, bir taraftan da kendilerine ekmek vermeyen bu insanların duvarının yapılmasına dayanamadı. Hızır’a dedi ki: Bu duvarı meccanen yapacak yerde) eğer isteseydin bir ücret karşılığı bunu yapardın (da yiyecek alır yerdik. Açlığımızı giderirdik.).
78/76- (Hızır) dedi ki: “(Senin öz kavline göre) İşte bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır. [Musa (as) baktı ki, Hızır ayrılacak, ona dedi ki: Bari bu garip şeylerin manasını bana anlat. Resulüllah (sav) buyurdular ki: “Allah bize ve kardeşim Musa’ya rahmet etsin, eğer tahammül edip bekleseydi, Hızır’dan daha çok hayret verici şeyler öğrenecekti.”[219]] (Hızır, Musa’ya:) “Şimdi sana, sabredemediğin şeylerin te’vilini (iç yüzünü) anlatacağım”:
79/77- “Gemiye gelince.. o, denizde çalışan yoksul (on kardeşin) idi. Onu (bir tarafından) noksanlaştırmak istedim; çünkü onların arkasında (gözünün tuttuğu) her gemiyi gasp etmekte olan bir kıral vardı. (O gemiyi bir tarafından noksanlaştırdım ki, bu fakir çocukların gemisini beğenip almasın)”,
80/78- “Erkek çocuğa gelince, onun ebeveyni, mümin kimselerdi. Bunun için (eğer dünyada ölmez sağ kalırsa) korktuk ki kâfir ve taşkın[220] (olmasından dolayı) ebeveynine bela ve zarar verir, (. Bu yüzden Allah’ın emri ile[221] onu öldürdüm.)”
81/79- “İstedik ki, Rableri onun yerine kendilerine (günah ve kötü ahlaktan uzak durması ile) ondan daha temiz ve (ebeveynine) daha merhametlisini versin.”
82/80- “Ama duvara gelince, şehirde iki yetim çocuğa aitti; altında o yetimlerin hazineleri vardı: babaları ise salih bir kimseydi. (Ya Musa!) Rabbin istedi ki, o iki çocuk rüştlerine erinceye kadar (o hazineyi korusun) ta ki Allah’tan bir lütuf olarak hazinlerini (kimse almadan) çıkarsınlar. (Ey Musa!) Bu gördüğün garip şeyleri ben indî olarak yapmadım, (Allah’ın emri ile yaptım.). İşten senin, hakkında sabredemediğin şeylerin iç yüzü budur. (Şimdi sen bir yana git ben de bir yana..) [Sabır çok güzel bir haslettir. Musa (as) Allah’ın din ve hükümlerini muhafaza etmede çok titiz olduğu için gayretinden dolayı bunlara sabredemedi. Bu yüzden Hızır’ı verceği bilgileri alamadı.]
83/81-(Resulüm! Müşrikler) senden Zülkarneyn’in (durumunu) soruyorlar. De ki: Size ondan bir hatıra okuyacağım.
Tefsir:
Zülkarneyn, Makedonyalı İskender b. Filkos[222] dan ibarettir.[223] Büyük hükümdarlardandır. Çok şecaatli olduğu için Araplar arasında “Zu’l-Karneyn” yani “iki boynuzlu” şeklinde bir teşbih yapılmıştır. Bu yüzden “Zülkarneyn” lakabı ile anılır. Tarihten pek haberi olmayan kimseler Zülkarneyn kelimesi üzerinde bir çok türrehat (saçma sapan sözler) konuşmuşlardır ki, burada zikredilmesi uygunsuzdur. Araplar arasında bunlardan başka Zülkarneyn lakabı ile zikredilenler vardır. Bu cümleden olarak Beni Hemdan kabilesinin büyük reislerinden Vecîhu’d-Devle adlı kimse de Zülkarneyn lakabı ile anılır. Hicrî 414 (m. 1023) tarihinde Fatimî halifesi Zahirbiemrillah tarafından İskenderiye’ye vali tayin edilmiştir ve Hicrî 428 (m.1036) tarihinde vefat etmiştir.
Buna göre Büyük İskender’i Allah (cc) Kur’an’ı Kerim’inde haber vermiştir. İskender dünyanın hem doğusuna hem de batısına malik olup, Mısır’ı da Farslar’dan alarak hükümdarları Darius’u (Büyük Dârâ) da öldürdü. Mısır’daki İskenderiye şehrini de o kurdu. Daha bunun gibi bir çok şehirler bina etmiştir. Bu cümleden olarak bizim Kafkaslarda ki başkent Tiflis’i de o kurmuştur. Daha bunun gibi bir çok şehirler tesis ettiği söylenir. On yıl hükümdarlık yapıp dünyada bir çok ümranlar kurmuştur. Çok az bir süre yaşamasına rağmen büyük fetihler yaptığı ve fevkalâde halinden dolayıdır ki, Kur’an’da anlatılmaya layık görülmüştür. Milattan önce 332 yılında ölmüş ve İskenderiye’ye de defnedilmiştir.[224]
84/82- Hakikaten biz Zülkarneyn’e kuvvet ve kudret verip (yeryüzünde her şeyi ona kolaylaştırdık). Ve ona (maksat ve gayesine uygun) bir sebep (vasıta ve metot) verdik.
85-86/83-84- O da (insanı maksuduna erdiren) sebebe tabi oldu. (Yani, bütün işlerinde ve cihatta ona lazım olan her şeyi hazırladı). [Cihatla meşgul olup fetihler yaptı.] Nihayet güneşin battığı yere (Atlas Okyanusu’nun kıyısına)[225] varınca güneşi çamurlu bir çeşmede batarken buldu. Onun yanında (Okyanus’un kıyısında, müşrik)[226] bir kavme rastladı. (Resulüm! Hitap edip) Dedik ki: Ey Zülkarneyn (bu kavim putperest olması cihetiyle sana onlar konusunda tercih/içtihat hakkı verdik:) Onları ya cezalandırırsın veya onların hakkında iyi davranırsın. [Bu ifade Zülkarneyn’in peygamber olduğuna delalet ediyor.[227] Ya da Allah, onun akl-ı selimini kullanarak böyle uygun hareket etmesini vahiy yerinde saymıştır.]
Tefsir:
Zülkarneyn batıya “Varınca güneşi çamurlu bir çeşmede batarken buldu” Bu ayette Kur’an’ı kerimim en büyük tasvir örneklerinden biri yatmaktadır. Yani insanlar arasında “gün akşam oldu” deyimini “akşam vakti” anlamında kullandıkları gibi, Zülkarneyn de oraya vardığı sırada akşam olmak üzereydi. Güneşin “çamurlu çeşme”de batması ise, Atlas Okyanusun’da güneş, buharlı bir havada batarken sanki battığı noktadan kıyıya varan uzantıda “çamurlu çeşme” gibi bir görünüm arz eder. Bu durumda “Atlas Okyanusu”, “çeşme”; “çamur” ise “güneşin battığı noktadan kıyıya doğru uzanan ve çamur görünümü veren buharlı, kırmızılı saha”dır. İkisi birleşince “çamurlu çeşme” olmuştur. İşte Zülkarneyn, güneş, Atlas Okyanus’unda bu çamurlu çeşmede batarken oraya vardı. İşte bu müthiş tasvir Kur’an’ın belagatındandır.]
87/85- Zülkarneyn dedi ki: “Kim haksızlık ederse muhakkak ona azap edeceğiz (öldüreceğiz; biz onları öldürdükten) sonra öz Rabblerine götürülecek ve O da o kimsyi görülmedik bir azapla cezalandıracaktır;
88/86- Ama her kim de iman edip salih amel yaparsa, ondan ötürü de güzel ecir ve sevap vardır. Biz de (iman eden) o kimseye emrettiğimiz şeylerde kolaylık gösteririz.
89/87- (Zülkarneyn) ondan sonra (batıyı bırakıp, insanın maksadına ulaştıran) sebeplere (metotlara) tabi olarak (doğuya yöneldi.);
90/88- Nihayet güneşin doğduğu yere varınca, onu öyle bir kavim üzerine doğar buldu ki, onlar için güneşe karşı bir örtü yapmamıştık, (yani, üzerlerinde elbiseleri yoktu.) [Bu yerin Sudan ve civarı olabileceği de gelen haberler arasındadır.[228] Çünkü buradaki insanların çoğu halen pek elbise giymiyorlar.]
Tefsir:
Güneş, yeryüzünde yaşayan varlıklar için kürelerin en büyüğü, en nurlusu ve en menfaatlisidir. Güneşten daha büyük ve daha nurlu yıldızlar da vardır. Faka bu yıldızlar bizden daha uzak mesafede bulundukları için, insan tarafından yerleşik anlayışa göre onların güneşten daha büyük ve daha faydalı olmaları fazla önem taşımamaktadır. Yeryüzünde bulunan canlıların yaşaması, bitkilerin yetişmesi hep güneş sıcağının ve ışığının varlığına bağlıdır. Güneş sıcağının ve ışığının olmadığı yerlerde hayat müşküldür. Nitekim kuzey ve güney yarım kürlerde hayat mümkün değildir. Eski ve yeni Astronomicilere göre güneşin etrafındaki kürelerin dahi güneşten istifade ediyorlar. Yalnız eski Astronomiciler, güneşin yerin etrafında döndüğü kanaatındaydılar. İşte eski Astronomiciler ile yenilerin arasında bu konudaki farklılık bu kadardır. (...)
91/89- (Resulüm!) İşte (Zülkarneyn’in haberi) böyledir. Biz onun yanında olan her şeyi bilgimizle kuşatmıştık.
92-93/90- (Zülkarneyn)
sonra (maksada ulaştıran) sebebe/metoda
tabi oldu ve nihayet (kuzeyde
babu’l-ebvab geçidinden geçip aralarında sed bulunan) iki
dağın ortasına ulaştığında onların önünde, nerede ise hiç söz anlamayan bir
kavim buldu. (Kendi dillerinden başka
kimsenin dilini bilmiyorlardı.)[229]
94/91- (Bu yüzden tercümanları vasıtasıyla) dediler ki: Ey Zülkarneyn! Ye’cuc ve Me’cuc bu yeryüzünde fesat çıkarıyorlar (bize zarar veriyorlar.). Acaba sana bir ücret versek de, bunun üzerine onlarla bizim aramıza bir set çekseniz, olmaz mı?(Belki bunların şerrinden kurtarır ve asûde oluruz.).
95/92- Zülkarneyn dedi ki: “Rabbimin bana vermiş olduğu servet ve saltanat, sizin vereceğiniz şeyden daha hayırlıdır. (Sizin vereceğiniz şeylere ihtiyacım yoktur.). Bari bana fiilî olarak yardım edin de sizinle onların arasına en sağlam seddi yapayım. (Öyle ki hiçbir zaman o seddi tecavüz edip sizin tarafınıza geçemezler.).”;
96/93-94- “Bana demir filizleri getirin.” [Demir getirip hazırladılar. Demir ve taşlarlarla duvarları yükselttiler.] Nihayet seddin iki yanını aynı seviyeye getirdiği vakit (“demiri eritmek için odun getirin” dedi. Sonra emredip,): “(Odunlara) üfleyin (körükleyin)!” dedi. Demiri akkor hale getirince: “Bana erimiş bakır getirin üzerine dökeyim” dedi. [Demir ile bakırı karıştırıp duvarın içine döktü. Bu karar ile seddin yapımı muhkem bir şekilde tamam oldu.]
Tefsir:
Tefsirciler, Sed ve Yecüc ile Me’cüc hakkında akıldan uzak bir kısım görüşler ileri sürmüşlerdir. Onların görüşlerini buraya almaktan sakındık.
Ye’cüc ve Me’cüc Hazar taifesinden ibarettir.[230] Hazardenizi onların adına izafeten söylenir. Babulebvab/Derbent geçidinden hayli mesafe uzak kuzeyde yerleşmişlerdir. Müfsit ve şerli bir taife idiler. Arapça olarak onlara Ye’cüc ve Me’cüc denir. İki lafız mu’reptir. (Yani, başka bir dilden alınıp Arapçalaştırılmıştır.) İşte bu kimseler son derece şerli bir millet olduğu için, o yöreye yakın olan diğer bir millet, Zülkaneyn’den böyle bir yardım talebinde bulunmuşlardır. Zülkarneyn onların dediği bu seddi yaptı. Duvarı aşamadıklarına göre bihayli yüksek ve onları çepeçevre kuşattığı anlaşılıyor. Seddin başlangıcı belli olmasına rağmen sonunun nere kadar gittiği belli değildir. Bu seddin çekilmesiyle orada bîzar olan halk nice seneler asûde yaşadılar. İskender’den sonra İran hükümdarları o seddi yıkılmaktan korumuşlardır. İran hükümdarı Behrâm Gûr (ö. 421) onu tamir etti. Aradan bir süre geçti yine Resulüllah (sav) devrinde yaşayan İran hükümdarı Hüsrev Perviz, onu tamir ettirdi. Ondan sonra bu seddi koruyan olmadı dolayısıyla harap olup gitti. Nihayet Hazar milleti seddi aşarak sel gibi dağılarak dünyaya malik oldular.[231]
97/95- (Sedd, muhkem ve yüksek olduğuna göre Ye’cüc
ve Me’cüc)
onu ne (beri tarafa) aşmaya muktedir
olabildiler ne de onu delebildiler.
98/96- (Zülkarneyn) dedi ki: “Bu (ne sizin işinizdir, ne de benim.) Rabbimden bir rahmettir. (Bununla beraber bu seddin de bir sonu vardır.) Rabbimin vadi gelince (yani, Ye’cüc ve Me’cüc’ün çıkış vakti veya kıyamet vakti)[232] gelince onu yerle bir eder. Ve Rabbimin vadi haktır. [Zülkarneyn’in kıssası da burada sonra erdi.]
99/97- (Resulüm!) Biz o gün (kıyamet günü) onları bırakıvermişizdir. Muttasıl dalgalar halinde birbirine girerler. (Veya Ye’cüc ve Me’cüc’ün seddi yıkarak önünü açarız. Çok oldukları için deniz dalgaları gibi birbirine girer bütün bir dünyaya malik olurlar.). Kıyamet günü sur’a da üfürülmüştür. (Ye’cüc ve Me’cüc ve bütün insanlar’ı kudretimizle) bir araya toplamışızdır.
100/98- Yine o gün cehennemi kâfirlere sunarız.. amma ne sunuş!..
101/99- Kâfirler o kimselerdir ki gözleri (Benim tevhit ve kudretime delalet eden) ayetlerimden perde tutmuştur. Dünyada (hakkı) işitmeye de tahammülleri yoktur.
102/100- (Resulüm!)Acaba kâfirler beni bırakıp da bendelerimi dostlar edeceklerini mi güman ettiler? (O dostlar onlara kifayet etmez. Onları cehennemden kurtarmaz.). Şu da bir gerçek ki, biz cehennemi o kâfirlere bir konak (!) olarak hazırladık.
103-104/101-102- (Resulüm) De ki: Amellerin bütün bütün boşa gidenini haber vereyim mi? Onları ameli ki, dünya hayatında bütün çalışmaları boşa gittiği halde kendilerini güzel iş yapıyor sanmaktadırlar.
Tefsir:
Abitler, zahitler, ibadet etmek için dünyayı terk edenler, amellerinde riya/gösteriş bulunanlar, bu tür güzel iş yapıyorlar diye halktan rağbet bekleyenler, halka öğüt verip kendileri yapmayanlar, Allah’ın ayetlerini az bir dünya karşılığı satanlar vb. İnsanların hepsi bu ayette anlatılan manaya dahildirler.
105/103- (Bu amelleri boşa gidenler..) işte onlar, Rablerinin (tevhit ve kudretine delalet eden) ayetlerini ve O’nun huzuruna çıkacaklarını inkâr etmişlerdir. Bu yüzden (iyilik yapmalarına rağmen,) bütün amelleri boşa gitmiştir. Yine bu yüzden onlar(ın yaptıklarını) tartılmaya bile değer görmeyeceğiz.
106/104- İşte böyle.. onların cezaları cehennemdir. Çünkü inkâr etmişler ve benim ayetlerimi, peygamberlerimi alaya almışlardı.
107/105- İman edip güzel ameller işleyenle gelince, onlar için konak olarak Firdevs cennetlerin verdik. [Firdevs, cennetler içinde a’lasıdır.]
108/106- Firdevs bağlarında ebedîdirler.. (kendilerine her bir nimet verildiği için) dolanıp oradan hiç ayrılmak istemezler.
109/107- (Resulüm!) de ki: “(Allah’ın ilmi ve malumatı sonsuzdur.) Eğer deniz mürekkep olsa, onunla benim Rabbimin ilmi ve hikmeti yazılsa Rabbimin kelimeleri bitmeden deniz biterdi.. velev ki o denizin üstüne bir misli daha eklesek.
110/108-109 (Resulüm!) de ki: “Ben de anacak sizin gibi bir insanım. (Fakat sizden şu mühim farkla ayrılıyorum:) Bana ilahınızın ancak bir ilah olduğu vahyolunuyor. Onun için her kim
(kıyamet gününde) Allah(ın rahmetiyle) buluşmayı
(ve azabından kurtulmayı) ümit ediyorsa varsın ameli salih eylesin..
(Amelinde ihlaslı olup) Rabbine yaptığı ibadete hiç kimseyi ortak
etmesin..
Tefsir:
Kim amelinde riyakârlık ederse bu, bir nevi Allah’a ortak koşmaktır. Onun için bütün ameller ihlasla yapılmalıdır.
Cündüb b. Züheyr (ra) dedi ki: Ya Resulallah! Ben Allah için hayırlı bir amel işliyorum. Fakat insanlar bu amele muttali olduğu zaman çok hoşuma gidiyor. Resulüllah (sav) ona:
— Allah (cc) içinde ortakların da bulunduğu hiçbir ameli kabul etmez.[233]
Yine Resulüllah (sav) buyurdular ki: “Küçük şirkten perhiz eyleyin. Sahabe, Resulüllah’a (sav):
— Küçük şirk hangisidir?
— Riya!..[234]
Allah’a hamd olsun. Kehf suresinin tefsiri tamam oldu. Bu surede zikredilen kıssalarda basiret sahipleri için büyük ibretler vardır. Kur’an’ın bütün kıssaları dikkatle tetkik edildiği takdirde ibret alınacak çok hakikatler mevcuttur.
Resulüllah (sav) buyurdular ki: “Kim Kehf suresini okursa o, kıyamet günü onun için yerden ta semaya kadar nûr olur.”[235] Bu sûreyi yatmadan önce okumak müstehaptır.
Meryem sûresi Mekke’de nazil olmuştur. 99 ayet, 78 kelime ve 3700 harftir.
0/1- Bismillahirrahmanirrahim.
1/2- Kâf. Hâ. Yâ. Ayn. Sâd. (Bu surenin adıdır.)
2/3- (Resulüm! Sana okunan bu sure,) Rabbinin, Zekeriyya kuluna verdiği nimetin yâd edilmesidir. (Böylece ona verdiğimiz nimeti görmüş olursun.)
3/4- (Resulüm!) Bir vakit Zekeriyya, Rabbine gizlice (içinden) dua etmişti.
Tefsir:
Zekeriyya (as), Allah’ın her seviyede sesi duyup ve her şeyi işittiğini biliyordu. Bu yüzden gizlice dua ediyordu. Resulüllah (sav) bir gece sefere çıkmışlardı. Yolda yürürken ashab yüksek sesle tekbir getiriyordu. O Cenap, buyurdular ki: “Sessiz olun! Siz kimi çağırıyorsunuz.. her şeyi işiten ve gören Allah’ı çağırıyorsunuz. Gizli de deseniz, açık da deseniz Allah işitir.”[236] İşte bundan ötürü her makamda edepli olup Allah’a (cc) karşı nihayet huşû ile dua edip O’na ibadet etmek lazımdır. Özellikle esas ibadet yeri olan camilerde yüksek sesle konuşmak, hatta Kur’an okurken dahi yüksek sesle okumamak gerekir.
Fakat Müslümanlar Kur’an’ı edepli bir şekilde okumayı terk ediyorlar da ibadetlerin esas yeri olan mescitlerde her türlü gereksiz şeyleri yapıyor, Allah (cc)’a, huzurlarına çıktıkları bir devlet büyüğü seviyesinde bile hürmet etmiyorlar. Mescitlerde ve bütün oturup kalkışlarında hay-huy yapmak, dinleyenlerin hoşlanacaklarını düşünerek yüksek sesle salavat getirmek, cami adabına aykırı, akıl ve hikmete de münafidir.
Özellikle bir taife arasında mescitlerde
“Taziyedarlık”[237]
bina edip Hz. Hüseyin b. Ali (as)’a ağlamak bahanesiyle bir dübb-i kebir ve
büzine-i ebteri minbere çıkartıp fasık nağmeleri ile Allah’ın evinde açıkça şiir
ve gazeller okuyup o mübarek zat Hüseyin (as)’a ittihamlar yağdırıp Ehl-i Beyt’in pak
ve nezih haline hürmeti kaldıracak isnatlarda bulunuyorlar. Ta ki, şevke
gelip feryat ve vaveyla çıkararak o camide bulunan insanları güya Firdevs
cennetlerine ulaştırıyorlar. Orada bulunan Müslümanlar da, böyle yapmakla iyi
bir amel yaptık zehabına kapılarak kendilerini bütün günahlardan arındırılmış
hissediyorlar.. Halbuki, mescitten kocaman bir günah ve masiyetle çıkıyorlar.
Bu derde hiçbir ilaç bulmak mümkün değildir ki, onların bu mescitlerde
işledikleri günahların çirkinliğini onlara anlatabilsin. Halkın avam ve
anlayışlarının kıt olması, onları bu kötü duruma sürüklüyor. Şu kadarını dahi
anlamıyorlar ki, Hz. Hüseyin b. Ali’nin katlini kendilerine sermaye
bilenlerden uzak dursunlar ve böylece onların bu yaldızlı ifadelerine itimat ve
itibar etmesinler. Allah (cc) bizlerle bir basiret ihsan buyursun...
4/5-6- Zekeriyya (dua edip) dedi ki: “Ey benim Rabbim! Bedenim kemiklerim zayıfladı (bedenim kıvamını yitirdi. İhtiyarlık gelip çattı.), baş da (saçlarım da) alev şûlesi gibi tutuştu, (saç baş ağardı.) Ey benim Rabbim! Duamı kabul eyle! Sana dua etmekte hiçbir zaman bahtsız olmadım Senin adetin, hep duamı kabul etmek olmuştur.”
5-6/7-8- “Ey benim Rabbim! Hakikat şu ki, geride bırakacak olduğum (kardeşlerim ve amcam oğullarının, senin din ve hükümlerini kale almayacaklarından)[238] korkum var. Hanımım da (artık, adeten) çocuk yapacak yaşta değildir. (Ey benim Rabbim! Hiç sebepsiz,) fazıl ve ihsanından bana bir çocuk ver.. ver ki, bana da, Al-i Yakub’a da (peygamberlik cihetiyle) varis olsun, (Ey benim Rabbim! Vereceğin) onu (o oğlumu, muttaki ve perhizkâr kıl; ta ki ondan) razı olasın.
7/9- (Zekeriyya, dua edince hemen Allah, ona buyurdu ki) Ey Zekeriyya! Hakikaten biz sana Yahya isminde bir oğlan çocuğunu sana müjdeliyoruz. Bundan önce (geçen ümmetlerden) ona hiçbir adaş yapmadık.”
8/10- [Zekeriyya (as) hem kendi, hem hanımı adet üzere çocuk yapacak yaşta olmadıkları için insanlara Allah’ın mükemmel kudretini göstermek maksadıyla bu soruları sormaya başladı:] Dedi ki: Ey benim Rabbim! dedi, karım çocuk yapacak yaşta değil, bende artık kocamışken nasıl oğlum olabilir? (Allah’ım bana bildir. Benim çocuğun nasıl olacak?).
9/11- Allah buyurdu ki: “Dediğin gibidir, ( sizin yaşta insanlardan çocuk olamaz). Ama senin Rabbin buyuruyor ki, ‘o bana kalırsa çok kolaydır.’ Nitekim bundan önce de (hiç yoktan) seni yarattım, (o halde onu da yaratmak bize kolaydır).”
10/12- Zekeriyya: “Ey benim Rabbim! dedi, bana bir alamet ver (ki, o alametle hanımımın hamile kaldığını bileyim).” Buyurdu ki: “Senin alametin, sağ selamet olduğun halde, üç gün üç gece insanlarla konuşamaz hale gelmendir”. [Hanımı hamile kalınca Zekeriyya (as) bu vakitler arasında konuşamaz hale geldi. Fakat Allah’ı zikretmek için dili açıktı.]
11/13- (Cemaati, onu ibadet hanesinde seyir ediyordu.) Bunun üzerine Zerkeriyya, mabetten çıkarak onlara: “(Dili konuşamadığı için) işaret ile, ‘Sabah ve akşam namazını’[239] kılın” dedi.
12/14- [Yahya (as) mucizeli bir şekilde doğdu. Allah ona hikmet verdi ve bunun bir sonucu olarak;] (Allah buyurdu ki:) Ey Yahya! Tevrat’a kuvvetle sarıl, (onun hükümleriyle harfiyen amel et.).” Ona, daha çocuk iken Tevrat’ı anlama kabiliyeti[240] vermiştik.. [Böylece Allah onun hakkında bir açıklama yaptı ve bu açıklamaya devam ediyor:]
13/15- ... hem de öz tarafımızdan (her kese karşı) mihriban olma.. (günahların küçüğünden büyüğünden) uzak durma duygusu.. zaten o son derece takva sahibi idi..
14/16- ... ebeveynine iyi davranan biri.. zorba ve günakâr da değildi..
15/17- ... doğduğu güne de, öleceği göne de, dirileceği güne de (Allah’tan) selam olsun.. [Bu üç durum insanın, her zamankinden daha fazla merhamet muhtaç anlarıdır.]
16/18- (Resulüm!) Kur’an’da Meryem kıssasını da yadına getir. Hani o, öz kavminden kenara durup (Beytu’l-Makdis’in)[241] şark tarafında ibadete çekilmişti.
17/19- (İbadet vakti ona muttali olmasınalar diye) Kavmi ile kendi arasına[242] bir perde çekti. (Tam ibadetine çekilmişken) onun yanına öz Ruh’umuz (Cibril’i) gönderdik, o da tam bir insan şeklinde ona göründü.
18/20- (Cibril, onun yanına bir insan şeklinde girince korkup, iffetinden dolayı Allah’a sığındı ve) de ki: “Ben senden Rahman olan Allah’a sığınırım.. eğer takva sahibi biri isen (ne olur) benden kenar ol!”
19/21- (Cibril, onun korktuğunu görünce:) dedi ki: “Şüphesiz ben (şimdi senin kendisine sığındığın) Rabbin elçisiyim. Geldim ki, sana her bir ayıp ve günahtan azâde bir oğlan çocuğu bağışlayayım.”
20/22- (Meryem bu sözü işitince tuhafına gitti:) Dedi ki: “Benim oğlum nereden olur? Bana bir insan eli değmedi, iffetsiz de değilim”
21/23- Cibril: “Söylediğin gibidir, dedi. (Bu hallerde çocuk olmaz), fakat, Rabbin buyurdu ki, ‘O, bana kalırsa kolaydır. (Sebebi:) Onu (atasız) yaratıyoruz ki, âleme (bizim tevhit ve kudretimize delalet eden) bir delil ve öz yanımızdan (onunla hidayete geleceklere) bir rahmet olsun. Bu, (Allah’ın ilminde) hüküm ve kara bağlanmış sabit olan bir emirdir.’”
22/24- Nihayet Allah’ın emri gerçekleşti, Meryem, İsa’ya hamile kaldı. (Doğumu yaklaşınca insanlardan korkup) uzak bir mekâna çekildi.
Tefsir:
İsrail oğullarından, Yusuf adlı korkak tabiatlı biri, Hz. Meryem’in çocuğa hamile olduğu haberini alınca, kendisi adil bir kişi olduğundan Hz. Meryem’in rüsvay olmasını istemedi. Aklına şöyle bir fikir geldi: Ben Hz. Meryem ile evlenmiş gibi belli bir meblağ mehir verdiğimi herkesin duyacağı bir şekilde ilan edeyim. Böylece Meryem’e kimse zina isnadında bulunmaz. Daha sonra Yusuf rüyasında gördü ki, Allah (cc) ona şöyle diyor: “Ey Yusuf! Hanımını almaktan korkma! Çünkü onun karnında olan çocuk Ruhu’l-Kudüs’tendir. O oğlan çocuğu olarak doğacaktır. Adını da İsa koyacaksın.” Yusuf uykudan uyandıktan sonra Hz. Meryem’i doğum yapana kadar yanında tuttu ve çocuğun adını da İsa koydu.[243] İsa (as), Beyt-lahm hükümdarı Hirodesi (m.ö. 73) zamanında dünyaya gelmiştir. Yusuf, Hirodesi’nin, İsa’nın doğumundan haberdar olup onu ele geçirerek öldürmesinden korktu. Onun için Meryem ile İsa’yı alıp Mısır’a götürdü. Onlar Mısır’da iken Hirodesi öldü. Yusuf bu haberi duyunca geri döndü. Şam’a geldiğinde, Hirodesi’nin yerine başka bir gaddar hükümdarın geçtiğini öğrendi. Onun için Beytu’l-Makdis’e gitmedi. Orada “Nasıra” adlı yerde ikamet ettiler. Onun için Hıristiyanlara Nasranî denmesi de buradan kaynaklanmaktadır.
23/25- Sonra doğum sancısı onu bir hurma ağacının dibine gitmeye mecbur etti. (Burada doğum yapıp çocuğu saklama fırsatı bulacaktı.) De di ki: Keşke bundan önce ölüp insanların yanında unutulsaydım da böyle günü görmeseydim. [Hz. Meryem (as) kendinin iffetli olduğuna ve Allah yanında merhamet ve lütuflara mazhar olduğunu unutmamıştı. Bu sözleri, çok iffetli olmasından dolayı halkın kendine isnat edecekleri şeylerden korkuyordu.]
24/26- (Meryem, İsa’yı vaz edince bulundukları yerden) aşağı tarafta (Cibril)[244], Meryem, şöyle seslendi: “Tasalanma! Rabbin (yeni doğmuş) bu altındaki (çocuğu) üstün bir şahıs yapacaktır.”
25/27- [Taze hurma yeni doğum yapmış kimseye çok faydalı olduğu için burada da tavsiye ediliyor:] “Hurma dalını kendine doğru silkele, üzerine devşirilmiş hurma dökülsün”
26/28-29- “Ye, iç. Gözün aydın olsun. (kalbin de aram olsun)”. İnsanlardan birini görürsen (sana, “bu çocuk nereden?” dedikleri zaman) De ki: “Ben Allah’a (İsrail oğulları ile konuşmamak için) oruç adadım; artık bugün hiçbir insanla konuşmayacağım”
27/30- Meryem, (kendine öğüt verilen bu sözleri Cibril vasıtası ile öğrendikten sonra) onu (İsa’yı) yüklenerek kavmine getirdi. (Meyrem’in akrabası, bu durumu görünce namuslarına bir şey geldi korkusu ile ağlamaya başladılar.) Dediler ki: “Ey Meryem! Sen çok tuhaf bir iş yaptın. (Bu çocuk sana nereden?)”;
28/31- “Ey Harun’un bacısı! Senin ata’n (İmran, günahkâr) kötü bir insan değildi. Ve annen de iffetsiz bir kadın değildi. (Bu ne iştir, bu çocuk sana nereden?)” [Hz. Meryem’in baba-bir erkek kardeşi vardı. Adı, Hârun idi ve çok salih bir kimseydi. Onun için serzenişte bulunarak, “Sen, Hârun gibi bir insanın bacısı olduğun halde nasıl böyle iş yaparsın” demişlerdi.]
29/32- (Meryem, konuşmama orucu tuttuğu için, kendisi konuşmayıp,) çocuğuna işaret etti. (Kendisinden sorun size cevap versin, dedi.). Onlar dediler ki: “(Ey Meryem! Bizimle alay mı ediyorsun?) Biz henüz beşikteki sabî ile nasıl konuşuruz?”
30/33- (İsa, beşikten hemen onların sorularını işitti ve) “Ben Allah’ın kuluyum, dedi. Bana kitabı (İncil’i) verdi ve beni peygamber yaptı. (Yani, Allah, bundan sonra bana kitap verip, peygamber yapacaktır.)”;
31/34- “Nerede olursam olayım, Allah beni mübarek kıldı. (Yani, her hayrı öğretip, bana faydalı olma yollarını öğretti.). Hayatta bulunduğum sürece bana, namaz kılmamı ve zekât vermemi emretti.”;
32/35- “Valideme iyilik ve ihsandan bulunmayı.. (emretti) ve beni (Rabbime karşı) isyankâr, (insanlara karşı) mütekebbir yapmadı.”
33/36- “O gün ki anneden doğmuşum, o gün ki ölüm bana yetişmiş, o gün ki mahşere varmışım, (işte bu günlerde) bana ‘selâm’ olsun” [Hz. İsan’nın konuşması burada sona erdi. Ondan sonra adet üzere konuşmayıp normal çocukluk suresini atlattıktan sonra dili açılıp diğer çocuklar gibi konuşmaya başladı.][245]
34/37- (Resulüm!) İşte bu İsa b. Meryemdir.. Allah’ın kelimesi.. [İsa (as), atasız olduğu için “Allah’ın kelimesi” denilir. Yani o, ancak Allah’ın iradesi ile yaratılmıştır.] Hakkında (herkes bir söz konuşup, ona layık olmayan sözleri isnat ederek) şekke düştükleri İsa (budur işte.). [Bir kısmı, “İsa (hâşâ) Allah’ın oğludur”dediler. Bir kısmı ise zaten hiç peygamberliğini kabul etmediler.]
35/38- (Hıristiyanların “İsa, Allah’ın oğludur” dedikleri gibi) Çocuk edinmek asla Allah’ın şanına yakışmaz. O, bundan münezzehtir. (Oğul edinmek ancak biz insanlara mahsus bir şeydir. Allah’ın şanına düşen şudur:) Bir emrin olmasını isteyince sadece ona “ol” der. O da hemen ol vakit vücuda gelir. (İşte İsa da, Allah’ın bu türlü emirlerinden biridir.) [Allah’ın, mahlukatı icat ederken hiç bir lâfza mesela: “ol” lafzına da ihtiyacı yoktur. Ayette ifade edilen mana, meseleyi bize anlatmak için istiare yapılmıştır. Yoksa Allah’ın iradesi bir şeye ilişki kurdu mu, o hemen olur. İşte böyle, “ol” demeye de ihtiyacı yoktur.][246]
36/39- (İsa’nın bizzat kendisi halka diyordu ki:) “Benim de Rabbim sizin de Rabbiniz kesinkes Allah’tır. O’na ibadet edin. Doğruca hidayet bulmak işte bu Allah’a ibadet etmektir. [İsa (as)’ın bizzat kendisi bunu dedikten sonra, artık “İsa Allah” veya “Allah’ın oğludur” demek nasıl olabilir?]
37/40- Ne var ki gruplar (Hıristiyanlar)[247] aralarında ihtilafa düştüler. (İsa’yı)[248] inkâr edenlerin, bir büyük gün olan kıyamet günün dehşetinden, vay hallerine! [Hıristiyanların bir kısmı İsa’ya “Allah’ın oğlu”, bir kısmı “Allah’ın kendisi”, bir kısmı da “Allah, üç uknûmdan[249] biri” diyerek inkâr etmeleriyle ihtilafa düşmüşlerdi.]
38/41- Onlar (dünyada İsa hakkında ihtilafa düşenler), bizim huzurumuza çıkacakları (kıyamet günü, başlarına gelecek olanları) amma ne iyi duyar ve ne iyi görürler! Lakin o zalimler bugün (bu dünyada) apaçık bir dalalet içindedirler.
39/42- (Resulüm!) Hesapları görüldükten sonra (Cennet ehlinin cennete, cehennem ehlinin de cehenneme ayrıldıkları) “hasret/pişmanlık günü”ünden o kâfirleri uyar. Şimdi onlar (bu dünyada) inanmazlarken gaflet içindeydiler, (ama bir gün olur, bunun hasretini mutlaka çekerler.).
40/43- (Resulüm!) Kesinkes bir bütün yeryüzüne ve üzerindekilere varis olacağız. Ve onlar
da mutlaka bize döndürülecektir. (Biz
de yaptıklarının karşılığını onlara vereceğiz.).
41/44- (Resulüm!) O yüce kitapta olanlar arasında İbrahim’i hatırla ki O sıddîk bir nebiydi.
42/45- [İbrahim (as)’a peygamberlik verilince, aziz olan daveti, ilk önce babasına sundu. Ve onu Allah’ın dini ile aziz etmek istiyordu. Onun için ilk önce babasından başladı.] O, bir zaman babasına dedi ki: “Babacığım! Ne işiten, ne gören, ne de sana bir faydası olan putlara niçin ibadet ediyorsun?” [İbrahim’in babası o zaman, putperest idi.]
43/46- Babacığım! Allah’tan bana gelen ilimden sana gelmemiştir. [İlmin şerefine bu delalet eder ki, İbrahim (as), ilimle mücehhez olduğu için kendisine uyulması gerektiğini layık görüyor.] İlmin bende bulunması sebebiyle bana tabi ol (dinime gir) ki seni doğru yola.. hak tarafına hidayet edeyim.
44/47-Babacığım! Gel, şeytana tabi olma! (Allah’a ortak koşma!) zira Şeytan, Rahman (olan Allah’a) karşı gelmiştir.
45/48- Babacığım! Ben korkuyorum ki, (eğer küfürde kalırsan) Allah’tan sana bir azap dokunmasın!.. o takdirde (cehennemde) şeytanın arkadaşı olursun.
46/47- (İbrahim’in babası, oğlunun “Babacığım, babacığım, babacığım” yalvarışlarına karşılık, babası, soğuk bir ifade, ismiyle hitap edip) dedi ki: Ey İbrahim! Sen benim ilahlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer onları (kötülemekten) vazgeçmezsen seni taş ile vurup helâk ederim. Ne kadar ömrün varsa bu müddet içinde benden uzak dur. (Bu sözleri bana deme!).
Tefsir:
İbrahim (as)’ın babasına karşı kullanmış olduğu edep ifadeleri ve ona karşı hareket tarzı çok iyi değerlendirilmelidir. Sanki Allah (cc) ona şu mesajı vermiştir: Ey Halilim! Muhatapların kâfir bile olsalar, onlara karşı nezaketi elden bırakma!
İbrahim (as) atasını güzel veçhile imana davet etti. Fakat daveti, başından sonuna kadar nezaket kokuyordu. Birincisin de “Babacığım! Ne işiten, ne gören, ne de sana bir faydası olan putlara niçin ibadet ediyorsun?” İkincisinde “Babacığım! Allah’tan bana gelen ilimden sana gelmemiştir. İlmin bende bulunması sebebiyle bana tabi ol (dinime gir) ki seni doğru yola.. hak tarafına hidayet edeyim. Üçüncüsünde “Babacığım! Gel, şeytana tabi olma! (Allah’a ortak koşma!) zira Şeytan, Rahman (olan Allah’a) karşı gelmiştir. Ve son defa “Babacığım! Ben korkuyorum ki, (eğer küfürde kalırsan) Allah’tan sana bir azap dokunmasın!.. o takdirde (cehennemde) şeytanın arkadaşı olursun.” Dedi. Burada, “Allah sana azap eder” demedi de, “Allah’ın azabının sana erişmesinden korkarım” diye nezaketli bir ifade kullandı.
İbrahim (as)’ın babasına yaptığı nasihatlerin Kur’an’da zikredilmesinin bir hikmeti şudur ki, Kur’an ehli, emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker yaparken Hz. İbrahim’in kullandığı metodu kullansınlar. Bir de ilmin şeref ve kadri anlaşılsın. Çünkü İbrahim (as), babasını hakka davet ederken, “Babacığım, sana gelmeyen ilim bana gelmiştir.” diyor. Yani, babasını, bildiği, öğrendiği şeye davet ediyor. Çünkü her çirkin şeyin, arkasında cehalet yatmaktadır. Allah (cc), insanların yanlışlıklarını anlatırken, hemen hemen bir çok ayetin fezlekelerinde “Allah alimdir”, “Allah her şeyi iyi bilir” diyerek kendisini ilme isnat ediyor. Resulüllah (sav) de, yeryüzünde en cahil insanlara gönderilip onları hakka davet etmesi istenmedi mi? İnsanlığın bozulmasını istemeyenler, onların doğruluğa sahip çıkmasını isteyenler, ilim ile yola çıkmalıdırlar. İlimle hareket etmelidirler..
47/50- [İbrahim (as), babasının haşin ifadesine karşı, lütuf ve mihribanlıkla cevap verdi:] (Babacığım!) dedi, “selâm” sana! (Öfkelenme! Gel hakka tabi ol!). Senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim. Çünkü o, bana çok lütufkârdır. [İbrahim (as) atası için dua etmeyi vadetmişti. Fakat Allah (cc) onun, babası hakkında yapacağı duayı kabul etmedi. Çünkü müşriklerden ötürü dua etmek, caiz değildir. Nitekim (Tevbe 9/114) geçti.]
48/51- (İbrahim, kavmine ve atasına hitap edip diyor ki:) “(Şimdi iman etmediniz) Ben, sizden ve Allah’tan başka taptığınız şeylerden çekilip ayrılırım da öz Rabbime dua ederim. Ümidim var ki, Rabbime dua eder de bahtsızlardan olmam. (Nitekim siz, putlara tapmakla bedbaht kesilmişsinizdir.)”. [İbrahim (as), atasının ve kavminin iman etmeyeceğini anlayınca, Babil’den hicret edip mukaddes topraklara.. Şam’a yerleşti.][250]
49/52- İbrahim onlardan ve Allah’tan başka taptıkları şeylerden ayrılıp (Şam’a gelince, hanımı Sâre/Sarre’den) İshak’ı ve (İshak’tan) da Yakub’u verdik ve her ikisini de peygamber yaptık. [İbrahim (as) vefat etmeden hem oğlu İshak’ı hem de torunu Yakub’u görmüştür.]
50/53- Onlara rahmetimizden (din ve dünya) her bir menfaati bağışladık. Ve onlara (her millet arasında) dillerde yad-ı cemil olacak haklı bir şöhret verdik. [Gerçekten semavî dinlere mensup bulunan herkes İbrahim ve onun evladını övüp durmuştur.]
51/54- (Resulüm!) O kitapta (gönderilenler arasında) Musa’yı da an ki, şüphesiz O ıhlasa erdirilmiş ve hem resûl hem de nebî idi.
52/55- (Musa Tur dağında gördüğü ateşe doğru ilerlerken) Biz ona Tur dağının sağ yanından seslendik ve onu hususi bir konuşmada bulunmak üzere kendimize yaklaştırdık. (Onu Kendimize Mukarreb kıldık.).
53/56- Öz lütuf ve rahmetimizden kardeşi Harûn’u, Musa’ya bir nebi olarak armağan ettik.
54/57- (Resulüm!) O kitapta, (gönderilenler arasında) İsmail’i de an ki, o vadinde sadık idi. [Gerçi bütün peygamberler, vadinde sadıktırlar, fakat İsmail (as)’ın şerafetinden dolayı bu vasıfla anılmıştır. İsmail bir kimseye vadetmişti ki, seni burada bekleyeceğim. O şahsı orada tam bir gün bir gece bekledi.][251] O Allah tarafından haber verilen bir peygamberdi.
55/58- Ailesine ve ümmetine[252] namaz kılmayı ve zekât vermeyi emrederdi ve öz Rabbi onun her bir amelinden razı olmuştu, (o da itaatte en yüksek seviyeye ulaşmıştı).
56/59- (Resulüm!) O kitapta (gönderilenler arasında) İdris’i de an ki, o sıddîk bir nebi idi
57/60- Onu büyük makam ve mertebeye yükselttik. [Peygamberliğe yükselttik.][253]
58/61- İşte bunlar, Allah’ın kendilerine (dünyada peygamberlik, ahrette de en yüce makamlar) ihsan ettiği peygamberlerden; Adem’in soyundan ve gemide Nuh ile beraber taşıdıklarımızın neslinden, İbrahim ve İsrail’in (Yakub’un) soyundan, hidayet ettiğimiz ve (halk içinden) seçtiğimiz peygamberlerdir. Ne zaman Allah’ın ayet ve ahkâmı bu peygamberlere okunursa yüzüstü yıkılıp ağlayarak secde ederlerdi.
Tefsir:
İdris (as) Hz. Nuh ile beraber gemide olan kimselerden birinin oğlu idi. İbrahim (as) Sâm’ın neslinden Sâm ise Nuh (as)’ın oğlu idi. İshak, İsmail ve Yakub, İbrahim’in oğul ve torunudur. Musa, Harun, Zekriyya, Yahya ve İsa ise Yakub’un neslindendir. Dolayısıyla bu ayette ta Adem’den bu yana bütün peygamberler nesil be nesil zikredilmiştir.
59/62- Sonra bu zikredilen peygamberlerin ardından öyle bir nesil geldi ki namazlarını zayı ettiler ve nefislerinin arzularına uydular (her bir fisk u fücuru işlediler.). Elbette (kıyamet günü) bu taşkınlıklarını cezasını görecekler.
60/63- Fakat tevbe edip iman eden ve ameli salih işleyenler bunun dışındadır. Böyle kimseler cennete girecekler ve onlara hiç bir haksızlık yapılmayacaktır. (Amellerinin mükâfatı hiç eksilmeyecektir.).
61/64- Adn cennetlerine.. Rahman olan (Allah’ın) kullarına gaybâne vedettiği cennetlere.. Allah’ın vadi kesinkes haktır. Hemen cennete gireceklerdir.
62/65-66- Orada hiç mi hiç boş söz konuşmazlar. Sadece (Allah’ın rahemtini birbirlerine gönderir) “selam” der (güzel ahlak ile reftâre yürürler.). Orada sabaha akşam rızıkları da hazırlanır. [Gerçi sabah akşam olabilmesi için güneşin de olması gerekir. Ahrette güneş olmadığına göre, sabah akşam olabilmesi bir kapalılık arz ediyor. Fakat burada bir kapalı gibi görünen husus, aslında öyle değildir. Çünkü Allah (cc) bu ölçüyü dünyadaki duruma göre veriyor. Yani diyor ki, “orada hiç bir endişeniz olmasın, sabah akşam rızkınız verilecektir.”][254]
63/67- [Bir insana dünyada miras yoluyla bir mal intikal edince artık o malı onun elinden hiç kimse alamaz. Allah (cc) da, buna telmihte bulunarak cennet ehline:] İşte takva sahibi bendelerimize miras kılacağımız cennet budur. (Buyuruyor. Yani bu cennette ebedi kalacaksınız.).
64/68- [Cibrilin vahiy getirmesi biraz gecikince, Resulüllah (sav) neden geciktiğini sordu. Cibril de:][255] (Ya Muhammed! Her bir vakit bizim) inip (vahiy getirmemiz) mümkün olmaz. Ancak Rabbin emri ile (iner vahiy getiririz). Önümüzdeki ve ardımızdaki (bütün geçmiş ve gelecekteki şeyler) ve bunların arasındakilerin (emri) Allah’ın iznine bağlıdır. (Hiçbir emri Allah’tan izinsiz yapamayız.). Rabbin de seni yadından çıkarmış değildir. (Maslahat icap ederse yine sana vahiy indirir.).
65/69- (Ya Muhammed! Senin Rabbin) semavatın, yerin ve bunlar arasında bulunanların Rabbidir. (Vahyin gecikmesine mahzun olma.) O’na ibadet et ve O’na ibadet etmekte sabit kadem ol. Hiç sen Allah’ın ismini taşıyan başka birini bilir misin (ki, ibadet edilmekte O’na ortak olsun?).
66/70- (Ya Muhammed!) Halbuki insan (kıyameti inkâr edip) şöyle der: “Ben öldüğüm zaman, ileride gerçekten tekrar diriltilecek miyim? (Hiç böyle şey olur mu?!)
67/71- İnsan düşünmez mi ki, daha önce kendisi hiçbir şeyken biz onu yaratmıştık.
68/72- (Resulüm!) Rabbine and olsun ki, (kıyamet gününü inkâr edenleri) ve (onları yoldan çıkaran) şeytanlarını.. hepsini mahşer de toplayacağız. Sonra oları muhakkak cehennemin etrafında diz üstü çökmüş olarak hazır bulunduracağız;
69/73- Sonra her zümreden Rahman (olan Allah’a) karşı hangisi daha fazla isyanın doruğuna çıkmış ise onları muhakkak ayıracağız. (Önce bunları cehenneme salacağız. Sonra da inkârdaki farklılıklarına göre değişik cehennemler koyacağız.).[256];
70/74- Sonra o cehenneme dahil olmaya layık olanların kimler olduğunu muhakkak biz daha iyi biliriz.
71/75- İçinizden cehenneme uğramayacak hiç kimse yoktur. (Resulüm!) Bu Rabbin için kesinkes karara bağlanmış bir hükümdür.
Tefsir:
Bu ayette bulunan “cehenneme uğrama” tabiri hakkında muhtelif fikirler vardır. Her insan, (mümin ya da kâfir ) cehennemin dehşetini görecektir. Onun korkusunu çekecektir. Mesela bir kafile bir şehre varıp onun kenarında bir yere konduğu zaman bu kafiledeki insanlar oraya bakıp muttali olurlar.[257] Dolayısıyla bu şehre girip çıkanları dikkat ederlerse hemen görebilirler. Böylece cehenneme uğrayan insanlar da onun kenarına konar ve oraya girip çıkanları, cehennemin dehşetini görürler. İşte ayeti bu manada anlamak lazımdır.
72/76- Sonra takva sahiplerini kurtaracağız ve zalimleri de diz üstü cehenneme bırakacağız.
73/77- (Resulüm!) O kâfirlere, (tertipleri güzel, manaları halis ve maksatları) aşikâr olan ayetlerimiz okunduğu zaman (maddeten zayıf olan) müminlere dediler ki: “Bu iki zümreden (mümin ve kâfirlerden) hangisinin dünyası daha mamur, meclis ve toplulukları itibariyle daha güzeldir? (Elbette bu iki, fırkadan dünyası mamur olanlar, Allah’a daha yakındır.)”.
74/78- (Resulüm! Müşriklere de ki: “Dünya metaına, giydikleri elbiselere ve güzel endamlarına sakın güvenmesinler.) Onlardan önce de, eşya ve görünüş bakımdan daha güzel olan nice nesilleri helâk ettik.”
75/79-80- De ki: “Kim dalalette ise, Rahman (olan Allah) ona bir süre mühlet verir (ki, iyice azdırsın.) Nihayet kendilerine vadolunan azabı gördükleri vakit, ya (dünyadan Müslümanlar tarafından öldürülmekle başlarına gelecek) azabı ya da kıyamet günü (cehennemi artık) bileceklerdir ki, kim menzil ve mekân cihetiyle daha kötü ve yardım bakımından daha zayıftır.”
76/81- Allah, hidayet bulup iman edenlerin imanlarını arttırır. (Onları sabit kadem yapar.). (Resulüm!) Baki kalan salih ameller ise (müşriklerin, makam ve görünüşlerinden) Rabbin nezdinde sevap cihetiyle daha hayırlı, netice itibariyle daha iyidir.
77/82- (Resulüm!) Şimdi ayetlerimizi inkâr edip (kıyamet gününe de inanmayan) ve (şayet öldükten sonra dirilirsem orada) elbette bana mal ve evlat verilecek diyen adamı gördün mü?
Tefsir:
Habbab b. Eret (ra), anlatıyor ki, Mekke müşriklerinden As b. Vail es-Sehmî’nin, bana borcu vardı. Ondan borcumu istedim. Bana:
— Muhammed’i (sav) inkâr etmek şartı ile borcunu sana öderim.
— Vallahi, ben Muhammed’e asla küfretmem; ne hayatımda, ne ölümümde ve ne de tekrar dirildiğim zaman.
— Ben öldükten sonra tekrar dirilecek miyim?
— Evet.
— Öyle ise bekle öldükten sonra tekrar dirildiğimde bana gelirsin. O vakit benim malım ve evladım olacak, borcumu da orada öderim. İşte ayet bu vakit nazil oldu.[258]
78/83- Acaba (As b. Vail) gaybı bilmiş de (bundan dolayımı özünü cennet ehli sayıyor ve huzur içinde kalabiliyor.) yoksa Rahman (olan Allah’tan) kesin bir söz mü almış ki (“o bana mal ve evlat verecek” diyor? Şimdi bunların hangi biri onun için gerçekleşebilir?).
79/84- Hayır, (bu kimsenin sandığı gibi olamayacaktır.) biz onun dediklerini yazacağız ve azabını çoğalttıkça çoğaltacağız.
80/85- (Hani, As b. Vail, “bana mal ve evlat verilecek” diyor ya, değil ki, ahrette ona mal ve evlât vermek bel ki) o söylediği (mal ve evlat gibi) şeyleri de hep elinden alacağız ve o, tek başına bize gelecektir.
81/86- Onlar, (kıyamet günü) kendilerine şefaat ve yardım etsin diye, Allah’tan başka ilah edindiler. [Müşrikler kısım kısım idi. Bir kısmı ahrete inanıyordu. Bir kısmı ise As b. Vail gibi ahrete inanmıyorlardı. Bu ayette sözü edilen müşrikle ahrete inanan türdendiler.][259]
82/87- (Öyle müşriklerin zannettiği gibi değildir. Putlar, Allah’ın yanında hiçbir zaman onlara şefaat etmeyeceklerdir.) Bilakis, tapındıkları ilahlar, onların (kendilerine yaptıkları) ibadetlerini inkâr edeceklerdir. (Yardım etmeleri bir yana dursun) onlara zıt olup (lanet okuyacaklar).
83/88- Görmez misin? Biz, şeytanları, (yaptıkları çirkin işler sebebiyle) kârilere nasıl da saldırtıyoruz! Onları masiyete sürükledikçe sürüklüyorlar..
84/89- (Resulüm!) Müşriklerden ötürü (Müslümanlar bunların elinden kurtarsınlar diye, sakın azap istemekte) tez beri olma! Biz onların günlerini ve yıllarını sayıyoruz.(Vadeleri başa gelince hepsini helâk edeceğiz. Siz de onlardan kurtulacaksınız.).
85/90- (Resulüm! Müminlere anlat..) Biz o gün takva sahiplerini nihayet derecede ikrâm ile Rahman (olan Allah’ın) huzuruna toplarız. (Dünyada padişahlar, ağır konuklarını nasıl ağırlarlar, bunun gibi biz de ahrette, müminleri öylece ağırlarız.).
86/91- Biz, kâfirleri de (son derece zillet içinde) cehenneme susuz bir şekilde süreriz.
87/92- Rahman (olan Allah’ın) nezdinde bir ahd almış olan kimseden başkaları şefaat etme hakkına sahip olmayacaklardır. [O “ahd” ise, kim mümin, muvahhid olursa ona verilir.]
88-89/93- “Rahman, çocuk edindi” dediler. (Bu sözü diyen) sizler, çok çirkin bir şey ortaya attınız.
90-91-92-93/94- Bu söz öyle büyük bir sözdür ki, (bu sözün çirkinliğinden dolayı) semavat nerede ise pâre pâre olayazacak. Yeryüzü de parçalanıp (üzerindekiler içine geçecek), dağlar yıkılıp her biri param parça olacak !.. Rahman’a çocuk isnat ettiler diye.. [Allah’a çocuk isnat etmek, büyük bir günahtır. Çünkü çocuğu olmak cismi olanlara mahsustur. Allah, cisimden münezzehtir.] çocuk edinmek Allah’ın şanına yakışmaz ki.. Semavatta ve yerde hiç kimse yoktur ki (kıyamet gününde) Rahman (olan Allah’ın) huzuruna bir kul olarak çıkmasın.
94/94- Hakikaten Allah onların (kendilerini, günlerini, bütün amellerini) sayıp mufahafaza ediyor. (Onun kudretinin dışına hiç kimse çıkamaz.).
95/95- Kıyamet günü hepsi (dünyadaki şeylerinden arındırılmış bir şekilde) tek olarak (Allah’ın huzuruna gelirler.).
96/96- Şüphesiz iman edip salih ameller eyleyenlerden ötürü Rahman (olan Allah) kalplerde sevgi yaratacaktır. (O kimseleri Allah ve Allah’ın kulları çok severler.).
97/97- (Resulüm!) Bu Kur’an’ı senin lisanında âsân eyleyip (sana öğrettik) ki, onunla takva sahiplerini müjdeleye, şiddetli düşman olan hasımlar da korkutasın.
98/98- (Resulüm!) Müşriklerden önce nice (ümmetleri) kırıp geçmişizdir. Onlardan yeryüzünde kalan hiç bir kimseyi görüyor musun? Yahut onların gizli seslerini işitip hallerine muttali oluyor musun? (İşte Kur’an’a inanmayan Kureyş müşriklerinin durumu da böyle olacaktır.).
.Allah’a hamd olsun. Meryme suresinin tefsiri de tamam oldu. Bu mübarek surede, “Rahman” lafzı, tam 16 defa geçti. Bunun maksadı, Kureyş’i reddetmektir. Çünkü onlar, “Rahman” lafzının Allah’a isnat edilmesini kabul etmiyorlardı. Diyorlardı ki, “Biz bunu bilmiyoruz. Rahman ne şeydir?” Bunun için bu surede “Rahman” lafzı defalarca zikredildi.
Resulüllah (sav) Mekke’de iken, onun ashabından Habeşistan’a hicret eden Câfer-i Tayyar (ra) bu surenin baş tarafını Habeşistan Necaşisine okudu. Orada Uskuflar da vardı. Necaşî ve orada olanların hepsi ağlayıp bu surenin ihtiva ettiği manaları tasdik ettiler.
Resulüllah (sav) buyurdular ki: “Kim bu sureyi okursa, Allah o kimseye on hasene verir.”[260]
Tâ Hâ suresi Mekke’de nazil olmuştur. 134 ayet, 1641 kelime ve 5242 harftir.
0/1- Bismillahirrahmanirrahim.
1/2- Tâ Hâ. (Bu mübarek surenin adıdır.)
2/3- (Resulüm!) Biz Kur’an’ı sana indirmedik ki, (kâfir ve müşrikler imana gelmiyorlar diye) zahmet ve meşakkat çekesin. (Sen sadece, risaletini tebliğ et, gerisini bize havale eyle!).
3/4- (Bu Kur’an) ancak Allah’tan korkan kimse için bir öğüt olarak..(inmiştir. yoksa bedbahtların ondan nasibi yoktur.)
4/5- (Resulüm! Bu Kur’an sana,) Yeri ve yüce semavatı yaratan (Allah tarafından, yüce bir makamdan) inmiştir.
5/6- (Semavatı ve yeri yaratan) Rahman (olan Allah), cümle aleme hükümrandır. (Hiçbir şey onun kudret ve hakimiyetinin dışında değildir.).
6/7- Semavatta, yerde ve ikisi arasında ve toprak altında ne varsa hep onun mülküdür, (onun tasarrufu altındadır.).
7/8- (Resulüm! Eğer sen, yüksek sesle dua edersen, Allah’ın buna hiç ihtiyacı yoktur.) Zira O, içten geçirilenleri ve olacak fakat henüz olmamış sırları da bilendir.
8/9- Hak mabut, yegâne olan Allah’tır. Ondan başka hak mabut yoktur. En güzel isimler onundur.
[Allah (cc), bundan sonra Musa (as)’ın kıssasını Resulüllah (sav)’e anlatıyor. Ta ki, nübüvvet ve risalet emrinde eziyetlere sabretmede Musa (as) gibi yapsın, sabırlı ve sabit kadem olsun. Zira Resulüllah (sav) kavminden çok eziyet çekmişti. Yine bundan dolayı buyurdular ki: “Allah Teâlâ kardeşim Musa’ya rahmet eylesin. Benden fazla ona eziyet ettiler; sabretti.”[261] Musa (as)’ın kıssası, Kur’an’da bu suredeki gibi hiç bir surede tafsilen anlatılmamıştır.]
9/10- (Resulüm!) Musa’nın haberi sana ulaştı mı? (Belki ulaşamamıştır, şimdi sana onu beyan edeceğiz.)
10/11-12-13- Hani (Musa, Medyen’den Şuayb’ın yanından ayrılıp ayaliyle birlikte Mısır’a gelirken onlara ateş lazım oldu. Uzaktan) bir ateş gördü. Musa, ayaline dedi ki: “Ben bir ateş gördüm. (Bize de ateş lazımdır.) eğer mümkün olursa siz ondan bir parça getireyim. Yahut (ben getiremezsem) ateşin yanında (bir kısım kimse bulup onlar vasıtası ile ateşi getirebileceğim) bir yol bulurum.” [O gece karanlık ve yağışlı bir gece idi.]
11/14- Musa, ateşe gelince (yeşil bir ağacı tepeden aşağıya nur içinde gördü. Maksadı ateş getirmekti, bu durumu görünce hayrette kadı. Tam o sırada Allah tarafından)[262] Ey Musa! Diye seslenildi:
12/15- Şüphesiz Ben senin Rabbin Allah’ım. (Ey Musa!) Hemen nalinlerini çıkar! Çünkü sen kursal vâdi Duvâ’dasın.
Tefsir:
Musa (as) bu sözleri işitince biraz hayrette kaldı. Kendine gelen bu sesin Allah’tan olup olmadığını düşündü. O nurlu ağaca dikkatle baktı. Sesin Allah’tan olduğuna yakînen inandı. Peygamberlerin, kendilerine peygamberlik gelmeden önce gördükleri harikulade hallere “İrhasat” denir. Bunlar bir bakıma peygamberliğin mukaddimesidirler. Böylece kendine nübüvvet verilecek peygamber, anlar ki, bundan böyle bana gelecek olan bu fevkalâde haller, Allah’tan geliyor... Hallac Mansur (310/922) “Ene’l-hak- Ben Allah’ım” dediği zaman Bağdat alimleri başına yığılıp, böyle demesinden dolayı onun öldürülmesine fetva verdiler. Şeyh Mahmud Şebisterî (720/1320) (rhm) bu konuda “Gülşen-i Râz” adlı eserinde şöyle diyor:
Revâ bâşed ene’l-hak ez direhtî Çirâ ne-bûd ez nîk-bahtî[263]
Hz. Musa (as)’ın nalinlerini çıkarması ise, aynen hacıların, Mekke’de ihramda iken ayakkabılarını çıkarmasına benzer. Çünkü bu, böyle makamlara hürmet olarak yapılır.
13/16- (Ey Musa!) Ben, seni (insanlar arasında peygamber olarak) seçtim. (İşte bu büyük emirden dolayı sana) vayolunanları iyi dinle!
14/17- (Ey Musa!) Ben (Hak mabud olan) Allah’ım. Benden başka hak mabut yoktur. Öyleyse bana ibadet et, benden gafil olmaman için (vaktinde) namaz kıl..
Tefsir:
Allah (cc) her peygambere namaz kılmayı emretmiştir. Allah (cc) Kur’an’da Resulüllah vasıtasıyla bizlere her emirden daha ziyade namazı emretmektedir. Namazda her yönüyle mükemmel bir şekilde Allah’ı hamd ve senâ etmek ve onu tefekkür etmek olduğu için bütün ibadetlerin en faziletlisi ve en mükemmelidir. Yazıklar olsun bizlere ki, hem cemaata gitmeyi hem de namazı nerede ise tamamen terk etme durumuna girdik. Cemaat olmak dinin birinci nişanıdır. Bu yüzden Allah Resulü (sav) buyurdular ki: “Namazı cemaatle kılmayı terk edenler için, istiyorum ki, onların evlerini ateşe verip harap edeyim”[264] Nedense Müslümanlar, namaz kılarken cemaat olmanın ne kadar büyük fayda sağlayacağını kavramış değildirler. Bu yüzden cemaatle namaz kılmayı terk ediyorlar. Bunu çok küçük bir şey gibi görmektedirler. Namazı cemaatle kılmayanlardan Allah (cc) hisap soracaktır. Diğer yandan Allah (cc), namazını camide kılanları “mescitleri tamir edenler” zümresinden kabul edip mükâfatlarını verecektir.
15/18- (Ey Musa!) Kıyamet muhakkak gelecektir. Onun vaktini gizli tutuyorum ki, herkes (iyi ve kötü) karşılığını görsün, (eğer onu gizlemekte fayda görmeseydim, ne zaman kopacağını açıklardım.).
16/19- (Ey Musa!) Nefislerine uyup kıymat gününe iman etmeyenlerin (çokluğu) seni kıyameti tasdik etmekten sakın men etmesin. (Sen onların çoğunun kıyameti inkâr etmesine değil, delil ve burhanlara bak.) Yoksa (onlara uyarsan) helâk olusun.
Tefsir:
Bir emre inanırken, ona inanan insanların çokluğuna veya azlığına göre itikat belirlenmez. Muteber olan bu değildir. Bazen olur ki, halkın çoğunun itikat ettiği şey batıl olur. Nitekim çoğu zaman böyle olmuştur. İşte bu ayet-i kerime, insanlara delil ile anlatılana itikat etmelerini, delilsiz -tabileri çok da olsa- öyle bir düşünceye inanılamayacağı beyan etmektedir.
17/20- [Allah (cc) yukarıda geçen hükümleri Musa (as)’a öğrettikten sonra, her peygambere verilen mucizeleri ona da vermek üzere buyuruyor ki:] Şu sağ elindeki nedir? Ey Musa!
18/21- Musa dedi ki: “(Ey Rabbim!) O, benim asamdır. (Yola giderken, yorulup dururken) ona yaslanırım. Ve onunla davarlarıma yaprak silerim; ve onda başkaca faydalanacağım şeyler vardır.
Tefsir:
Musa’nın (as), Allah (cc) ile kelam ederken sözü fazla uzatması, Allah ile kelam etmenin ona verdiği lezzetten kaynaklandığı ifade edilmiştir. Teşbihte hata olmaz düşüncesiyle, nasıl ki, aşık-maşuk görüşmesinde arada geçen sözler o kadar uzar ki, bazen lüzum olmayacak seviyeye ulaşır; böylece sohbet kapısı açılır, söz uzar da uzar.. aşık bu sohbetten lezzet alır. İşte Musa (as) da, böyle bir Allah aşığı idi. Onunla konuşurken lezzet alıyordu.
19/22- Allah: Yere at onu, ya Musa! dedi.
20/23- Musa, (Allah’ın emri ile) asasını yere attı. Bir de ne görsün.. o bir yılan olmuş koşuyor.
Tefsir:
Allah (cc), ilkönce Musa’ya (as) elinde bulunan şeyin odundan bir asa olduğunu ispatladı ki, daha sonra bunun bir ejderha olmasını Allah’ın mükemmel kudretinden başka hiç bir şeye vermesin. Bunu da üç makamda üç lafız ile beyan etti: Birincisi, “Hayye” yani, büyük bir yılan; ikincisi, “Cânn”[265] yani, nazik ve süratli hareket eden bir yılan; üçüncüsü ise, “Sû’ban”[266] yani, en büyük yılan. Kur’an’da bu üç isimle adlandırılmasındaki sebep şudur: Musa (as)’ın asası, yılan olduğu vakit onda üç türlü vasıf bulunuyordu: Birincisi, yılan; ikincisi, yılanın büyüğü ejderha; üçüncüsü, bu kadar büyük olmasına rağmen çok nazik ve süratli hareket eden. İşte bundan dolayı Kur’an’da aynı mucize bu üç isimle adlandırılmıştır.
21/24- [Musa, elindeki asanın yılan olduğunu görünce arkasına dönüp kaçmayı düşündü. Allah’tan ona hitap geldi:][267] Allah buyurdu ki: “(Ey Musa!) Tut onu, korkma; biz onu yine eski durumuna iade edeceğiz.” [Musa (as) bu emirden sonra onu çenesinden tuttu. Baktı ki, eski haline dönmüş.]
22/25- “Bir de (senin hak bir peygamber olduğuna) diğer bir mucize olmak üzere elini koynuna koy ki, kusursuz olarak bembeyaz çıksın.”
Tefsir:
Musa (as) elini koynuna koyup çıkardığı sırada mucize olarak şimşek gibi etrafı aydınlatan bir ışıklı el olarak çıktı. Çöl, onun ışığı ile aydınlanmıştı. Ayette geçen “Kusursuz olarak” tabiri, bu beyaz elin, baras hastalığı[268] ile ilişkisi olmadığını anlatmak içindir.[269] Bu yüzden sözü edilen mucizenin “baras hastalığı” ile ilişkisi olmadığından kinaye yapılmıştır. Baras hastalığından doğan beyazlık kendisinden nefret edilen bir beyazlıktı. Fakat Musa (as)’ın elinde bulunan beyazlık böyle değildi. O sevimli ve güzeldi. Araplar böyle baras hastalığından nefret ettikleri için onun adını duyduklarında kaçınıyorlardı. (Cüzeyme-Hîre) hükümdarı baras hastalığına tutulduğu zaman Araplar bu “baras” lafzını hoşlanmadıkları için bu lafzı değiştirip “abraş” olarak telaffuz etmeye başladılar. Onun için bu baras hastalığına tutulan hükümdara da “Cüzeymetü’l-abraş” diyorlardı. Yine Araplar, bu Cüzeyme’ye “Zibâ” diyorlardı. Zibâ, Şam memleketinde bir kadının adıdır. Kendisi orada kraliçe idi. Bunların aralarında geçen kanlı savaşları tarih kitaplarında mevcuttur.
Resulüllah (sav) bir kadınla evlenmişti. Kadının baras hastalığına tutulduğunu görünce daha hiç ilişki kurmadan boşadı.[270]
23/26- (Asa ile bu “beyaz el”) mucizelerini sana en büyük mucizelerimizden (bir kısmını) gösterelim diye yaptık.
24/27- (Ey Musa! Şimdi bu mucizelerle) Firavun’a git, çünkü o (Allah’a asi olmakta artık) çığırından çıkmış durumdadır.
Tefsir:
Musa (as), Firavun gibi azmış bir kimsenin huzuruna gidip ona Allah’ı anlatmanın ne kadar zor bir iş olduğunu biliyordu. Bunu yapabilmek için, geniş bir sinenin açık bir delin ve sabırlı bir kimsenin olmasının da çok gerekli olduğunu çok iyi anlamıştı. Onun için Allah’tan (cc), dilinin açılması, geniş bir sineye sahip olması ve sabırlı olması için dua etti. Nitekim duasını yapmaya başladı:
25/28- Musa, ey benim Rabbim! dedi. Sinemi aç ruhuma genişlik ver, (ta ki, senin vahiy ve risaletine, Firavun’dan gelecek zahmet ve meşakkatlere tahammül edeyim);
26/29- (Firavun’a ulaştıracağım tebliğ) emrimi, bana kolay eyle..
27-28/30- Lisanımda (Firavun’dan sıkılmamdan kaynaklanan) düğümü aç, ta ki, sözlerimi iyi anlasınlar. [Musa (as)’ın dilinde biraz pelteklik vardı. Bunun için Allah’tan (cc) bu tutukluğun açılmasını istedi. Hz. Hüseyin (as)’ın dilinde de pelteklik vardı. Resulüllah (sav) buyurdu ki, “Bu pelteklik benim oğluma, amcası Musa’dan irsî olarak gelmektedir.”[271]
29-30/31- Ehlimden kardeşim Harun’u bana vezir (yardımcı) ver.
31-32/32-33- Onun sebebiyle kuvvetim muhkem olsun, elçilik işimde onu bana ortak et.
33-34/34- Ta ki (birbirimize yardım edip) seni çok tespih edelim ve çok namaz kılıp sana ibadet edelim[272].
35/35- (Ey benim Rabbim! Bize her ne yardım etti isen onları ve bizim birbirimize yardım etmemizi, işimizde salah istediğimizi ve her halimizi) şüphesiz sen görüyorsun.
36/36- Allah buyurdu ki: “(Ey Musa!) dilediğin şeylerin hepsi sana verildi.”
37/37- Muhakkak biz sana bir keresinde daha ihsanda bulunmuştuk.
38/38- Bir zaman annene lazım olan şeyi vahyetmiştik: [Musa’nın annesine olan vahiy, daha önce arıya yapılan vahiy[273] türündendir. Yani ilham edilmiştir.][274]
39/39- (Ey Musa! Annene şöyle vahyetmiştik:) Musa’yı sandığa koy; sonra onu (Nil) nehrine bırak; kesinkes nehir onu kıyıya çıkarır; hem benim hem de (Musa’nın) düşmanım (Firavun), onu tutup alır. (Ey Musa!) Özüm, sana bir muhabbet saldım, (onun için Firavun ve onun ehli seni tutup muhafaza ettiler.) ta ki, gözümün önünde (Ben sana bakarken) sen, (korunup) yetiştirildin. (Yani, gözüm üstünde olup, benim himayemde yetiştin.).
Tefsir:
Hz. Musa (as) dünyaya gelince, Allah’ın ona verdiği ilham ile annesi bir sandık getirip Musa (as)’ı onun içine koydu. Sandığın üzerini su girmeyecek şekilde kapattı. Allah’a tevekkül edip sandığı Nil nehrine attı. Sandık Nil nehrinden ayrılıp Firavun’un bahçesine geldi. Firavun’nun hanımı Asiye, sandığı gördü. Kölelerine emredip sandığı yanına getirtti. Sandığı açtıklarında karşılarında güzel bir çocuk buldular. Firavun, çocuğu sandığın içinde görünce çok sevindi. Hemen onu himayesine aldı.
Annesi, Musa (as)’ı Nil nehrine attıktan sonra son derece üzüldü. Musa’nın bacısını arkadan gönderdi ki, sandığın son durumundan haberdar olsun. Bacısı suyun kenarı ile baka baka gidiyordu. Bir de baktı ki, sandık Firavun’nun bahçesine girdi. Bir bahane ile Firavun’nun bahçesine girdi. Baktı ki, Musa (as) için onu emzirecek dadı arıyorlar. Öyle ki, çocuk, kendine gelen hiç bir kadının memesini tutmuyordu. Buna çok hayret etmişlerdi. Tam bu sırada Musa’nın bacısı içeri girdi. Dedi ki, “isterseniz ben size bir dadı getireyim” nitekim Allah (cc) bu gelen ayette buyuruyor:
40-/40-41-(Ey Musa!) Hani bir vakit, senin bacın (Nil’in kenarında seni gözetleye gözetleye) yürüyordu. (Gördü ki, sandık su içinde bahçeye girdi. Arkadan içeri girdiklerinde senin için dadı arıyorlardı. Onlara) dedi ki: “Ona bakacak birini bulayım mı?” [Musa’nın bacısı bu sözü dedikten sonra, Firavun’nun hanımı Asiye, hemen kendilerine söylenen bu kadını (Musa’nın esas annesini) getirmeyi emretti. Musa’nın dudakları annesinin göğüslerine değince hemen emmeye başladı. Annesinin kucağında rahat etti] (Ey Musa!) Böylece seni tekrar annene kavuşturduk ki, gözü aydın olsun da kederlenmesin. (Ey Musa!) yine bir keresinde sen, bir adam (bir Kıptî) öldürdün de (bunun sana verdiği) gam ve tasadan kurtardık ve daha nice belaları senin başına saldık.. (ve netice de seni kurtardık.). Ey Musa! (Kıptî’yi öldürüp Medyen’e Şuayb’ın yanına gittiğin zaman) bu yüzden Medyen halkı arasında yıllarca (28 yıl)[275] kaldın. (Bu günlerde hep seni koruduk.) sonra (peygamberlik görevini yüklene bilecek) belli bir çağa geldin, (biz de sana peygamberlik verdik.).
Tefsir:
Allah (cc) Musa (as)’ı bir nice belalardan kurtarmıştır. 1) Firavun İsrail oğullarının doğan erken çocuklarını öldürüyordu. Allah, Musa (as)’ı kurtardı. 2) Musa (as), nehre atılmıştı, nehirde boğulmaktan kurtardı. 3) Kıptî’yi hata ile öldürdü, Allah (cc) onu Firavun’un yakalamasından kurtardı. Musa (as), Kıptî’yi kasten öldürmemişti. Öldürülen Kıptî bir İsrailliyi dövüyordu, kavminden olan kimseye yardım etmek istiyordu. Bu maksatla ona bir yumruk vurdu. Adam hemen oraya yıkıldı ve öldü. Bu konu ileri ki surelerde gelecektir. (Kasas 28/15).
41/42- (Ey Musa!) Seni öz nefsim için seçtim, (ki, tarafımdan verdiğim risaletimi benim bendelerime ulaştırasın.).
42/43- Sen kardeşinle birlikte (sana verdiğim) mucizelerimle git. Sakın (beni) zikretmede (ve emrimi halka ulaştırmada) gevşeklik etmeyin.
43/44- (Ey Musa ve Harun!) Firavun’a gidin, çünkü o gerçekten azdı.
44/45- (Firavun’u davet etmek için,) ona vardığınızda (ümidiniz bu olsu ki:) yumuşak söz söyleyin (mudara edin, ona kin ve öfkeyle yaklaşmayın.) olur ki, öğüt dinler yahut ürperir.
45/46- Dediler ki: “Ey bizim Rabbimiz! Onun bize kötülük yapıp (öldürmesinden) veya azgınlığını artırmasından korkarız!”
46/47- Allah buyurdu ki: “Korkmayın, çünkü ben sizinle beraberim; (aranızda geçecek her bir ameli ve konuşmayı) işitir ve görürüm, (size yardım ederim, sizi koruyacağıma itimat edin).”
47/48- Şimdi hemen gidin de Firavun’a deyin ki: “Biz Rabbinin (sana gönderdiği) elçileriz. (Tek olan Allah’a iman et.) Artık İsrail oğullarını bizimle gönder, onlara azap etme. Senin Rabbin (tarafından) delil ve burhanlar gerdirdik. [Her peygamber, Allah’ın elçisi olduğunu ispat etmek için bir delil ve burhan getirdiğinden dolayı, bunlar da Firavun’a karşı ‘biz delillerle geldik’ diyorlardı.] Selam, (hidayet bulup) doğru yolda gidenlere.. olsun.”
48/49- (Firavun’a deyin:) “Bize kesinkes vahyolundu ki, (Allah’ın) azabı (bizi) yalanlayıp, yüz çevirenlere (hazırdır.). [Musa ve Hârun, Allah’ın fermanı ile bir çok ıstırap ve korku içinde Firavun’nun kapısına varıp nice günlerden sonra izin alarak karşısına çıktılar:]
49/50- Firavun dedi ki: “Sizin Rabbiniz kimdir? Ya Musa! (Ki, beni ona davet ediyorsun.)”
50/51- Musa dedi ki: “Bizim Rabbimiz her şeye özüne layık olan hilkatini vermiş (her azasını mükemmel yaratmış, sonra da bu azaların nasıl kullanacağını) ona göstermiştir.
51/52- Firavun dedi ki: “Ya öyle ise (peygamber gönderilmemiş) önceki ümmetlerin hali nice olacak? (Kimi, mutlu yaşayıp, kimi de talihsiz yaşayıp gitmişlerdi!..”
52/53- Musa dedi ki: “(Bu bir gaip ilmidir. Ben gaip ilmini bilmem.) Onların bilgisi Rabbimin katında bir kitapta (yazılı)dır. Benim Rabbim onları ne yitirir nede unutur.”
53/54-55-56-57- “Benim Rabbim, o Allah’tır ki, yeryüzünü sizin için amâde kıldı (ki çocuk beşiğinde nasıl rahat ettiği gibi, siz de yerinizde öyle rahat edesiniz), sizin için orada (dağlar arasından) yollar vurdu, (ta ki, o yollarla maksudunuza eresiniz.) sizin için semadan su indirdi, (ta ki, âsan veçhile dirliğinizi kurasınız).” (Yine sizin Rabbiniz Allah, buyuruyor ki:) “İşte biz o su ile türlü türlü bitkilerden çiftler çıkardık.”
54/58- “(Verdiğimiz bu bitkilerden) hem siz yiyin hem de hayvanlarınızı otarın. Şüphesiz bunda akıl sahipleri için (Allah’ın birlik ve kudretine) delil ve burhanlar vardır.”
55/59- “Sizi oradan yaratmışız, ve sizin (ölümünüzden sonra, dağılmış vücudunuzun azalarını oradan) bize döndüreceğiz, yine (parça parça olmuş vücudunuzu bir araya getirip ruh vererek) oradan çıkaracağız.” [Musa (as)’ın Firavun’a karşı konuşması burada bitti.]
56/60- Hakikaten biz, (Musa’ya) vermiş olduğumuz mucizelerin hepsini Firavun’a gösterdik. Böyle iken o yine onları yalanlayıp, hiç birini kabule yanaşmadı. [Allah (cc) şimdi o mucizeleri anlatıyor.]
57/61- (Musa, asasının ejderha olmasını ve nur saçan elini gösterdikten sonra) Firavun dedi ki: “Bizi, yaptığın büyü ile bu yerimiz(Mısır)dan çıkarsasın diye mi geldin, ya Musa!”
Tefsir:
Bu sözünden sonra anlaşılıyor ki, Firavun, Musa (as)’ın hak olduğunu anlar gibidir. Onun için son derece korku ve ıstırap içinde olup bu sözleri söylüyor. Yoksa bir devletin hükümdarı, kendi gözünde sihirbaz saydığı birinin, gelip mülkünü elinden alacağından neden korksun? Sahir bir kimsenin bir devleti yıkıp iktidarı eline aldığı nerede görülmüştür? Bu yüzden Firavun, Musa (as)’ın hak olduğunu yakînen veya en azından tahminen anlamıştı.
58/62-63-(Ey Musa!) Öyle ise biz de senin sihrinin karşılığında benzeri bir sihir getirebiliriz; şimdi mabeynimizde belli bir vakit ve buluşma yeri tayin et ki; ne senin ne de bizim caymayacağımız (size de, bize de müsait) bir yer olsun. (Böylece senin yalan söylediğini ortaya çıkaralım.).
59/64- Musa: Randevu zamanınız, bayram günü olsun, dedi. O gün bütün insanlar kuşluk vakti orada toplanır. (Böylece hak ile batıl birbirinden ayrılmış olur.).
Tefsir:
Bayram günü, bütün Mısır halkı belli bir yerde toplanıp eğlence ile meşgul oldukları için, böyle bir mucizenin gerçekleşmesinde insanların topluca bir arada olmaları, hakikati anlatma bakımından çok elverişli olacağından Musa (as) bu günü tercih etmiştir. Bu bayram Mısırlılar arasında “Dahiyyetu Nil” (Nil Gelininin kurban edilmesi günü) [276] diye bilinir. Eski Mısırlılarda bu bayram resmi idi. Yılda bir defa olurdu. Bu gün bir güzel kızı kurbanlık olarak getirip süslü bir şekilde Nil nehrinin mübarek suyuna atarlardı. Böylece Nil nehrinin suyunun artacağı hurafe anlayışını taşıyorlardı. Necip İslam Milleti, Mısır fatihi Amr b. el-As zamanında (18/639) Mısır’ı fethettikten sonra, Amr, bu çirkin adeti kaldırdı.
60/65- Bunun üzerin Firavun dalını dönüp gitti. Hilesini (ve sahirleri) toplayıp sonra (belirlenen vakitte) geldi. [Musa (as) da karşısına çıktı.]
61/66- Musa sahirlere dedi ki: Yazıklar olsun sizlere! Allah’a yalan uydurmayın. O takdirde bir azap (gönderip) kökünüzü kazıtır. Hakikat şu ki, kim (Allah’a) iftira ederse öz nefsine zarar vermiştir.
62/67- Derken sihir bazlar kendi işleri konusunda nizâya başladılar ve konuşmalarını gizli tuttular. (Kimi, “Musa, sahirdir”, kimi “sahir böyle olmaz” [277]., kimi “galip gelirse ona tabi oluruz”[278] diyorlardı)
63/68- (Sahirler, aralarında konuştuktan sonra Musa ve Harun hakkında şuna vardılar:) Dediler ki: “Bu ikisi muhakkak sihirbazdır; onların budur ki, sizi sihirleriyle, (Mısır)yerinizden çıkarmak ve de dosdoğru dininizi (!) yok etmek istiyorlar.
64/69-70- Onun için bütün tuzaklarınızı bir araya getirin, sonra (sihirlerinizi getirip hazır bir şekilde) saf çekin. (Belki bu durumunuzu görür de Musa karşınıza çıkmaktan vazgeçer.). Bugün üstün gelen muhakkak zafer kazanmıştır.
65/71- (Sahirler edep mülahaza ederek) Dediler ki: “Ey Musa! Ya evvel sen at, ya
da biz, önce atan olalım.”
66/72- (Edep mülahazasıyla) Musa, “siz atın” dedi. [Musa (as) istiyordu ki, onlar atacaklarını atsın, yapacakları sihri yapsınlar, halk onları görsün. Daha sonra da kendisi mucizesini göstererek insanlara hakikati öğretmiş olsun.] Bir de ne görsün! Onların ipleri ve sopaları, yaptıkları sihirden dolayı kendisine sanki yürüyorlarmış gibi geldi. (Ama hakikatte bunların hiçbir aslı yoktu.).
67/73- (Böyle durumlarda beşer olmanın getirdiği bir şeydi;) Musa içinden bir korku hissetti.
68/74- (Allah Teâlâ buyuruyor:) Biz (vahiy gönderip) dedik ki: “Kesinkes, sen onlara galip olacaksın;
69/75- (Ey Musa! Onların sihirbazlarının çokluğundan sakın korkma!) Sağ elindekini atıver, o, (Allah’ın kudretiyle) onların yaptıklarını yutar. Onların yaptıkları sihirbazın hilesidir. (Onların gerçekliği yoktur.) büyücü ise nerede olursa olsun muvaffak olamaz.” [Musa (as) asasını yere atınca korkunç bir ejderha oldu. Sihirbazların bütün sihirlerini yuttu.]
70/76- Neticede bütün sahirler,( büyülerinin bozulduğunu, Musa’nın hak olduğunu görünce) secdeye kapandılar, “Hârun ile Musa’nın Rabbine iman ettik” dediler.
71/77- (Firavun, bu durumu görünce öfkelenip sihirbazları yanına çağırdı ve:) dedi ki: “Ben size izin vermeden önce ona inandınız öyle mi? Şüphesiz bildim ki, o size sihir öğreten büyüğünüzdür. (Bu sihri de, belki de o size öğretmiştir.) Elbette, şimdi ellerinizi ve ayaklarınızı tereddüt etmeden çaprazlama keseceğim. Ve ondan sonra kesinkes sizi hurma dallarına asacağım. Ve siz tamamen bileceksiniz, hangimizin azabının daha şiddetli ve sürekli olduğunu.. [Musa (as) hiç kimseye azap etmemiştir. Firavun’un bu şekilde kıyaslama yapması onunla alay etmek kabilindendir.]
72-73/78- Sahirler (Firavun’a cevap olarak) dediler ki: “Bize gelen bu aşikâr mucizelere ve bizi (hiç yoktan) yaratan Allah’a karşı, asla seni tercih etmeyiz. Ne yapacaksan yap. Sen ancak bu dünya hayatına hükmedebilirsin. (O da tez beri biter gider. Esas hüküm ahret hükmüdür. O da Allah’ın ihtiyarındadır.) Biz, hem (Musa’ya karşı) yapmak istemediğimiz halde zorla yaptırdığın sihri, hem de günahlarımızı, bağışlasın diye Rabbimize iman ettik. Allah (itaat edenlere karşı sevap ve mükâfat verme bakımından senden) daha hayırlı ve (günahkârlara karşı vereceği azabı da) daha süreklidir.
Tefsir:
Sihirbazlar işin başında Musa (as)’ın hak olduğunu anlamışlardı. Bu yüzden onun karşısına çıkmak istemiyorlardı. Fakat Firavun onları bu işe karşı zorladı. Onun için sihirbazlar, zorbalıkla kendilerine yaptırılan bu işin günahından dolayı Allah’tan günahlarının bağışlanmasını istiyorlar. Bu günahtan kurtulacakları ümidiyle iman ettiler. Diğer taraftan, sahirler, Firavun’un dünyada vereceği azabı da hafife alıyorlar. Çünkü Allah’ın vereceği azabın daha sürekli olduğuna inandılar. Aynı zamanda Allah’ın vereceği mükâfatı da Firavun’un vereceği dünyalıklara tercih ettiler.
74/79- “Şu bir gerçek ki; her kim (kıyamet gününde) öz Rabbi Allah’ın huzuruna günahkâr olarak gelirse ondan ötürü cehennem azabı vardır. O ise orada ne ölür (ki rahatlasın) ne de (afiyetli bir hayat) yaşar.”
75/80- “Her kim de (kıyamet günü Allah’ın huzuruna) salih amel işlemiş bir mümin olarak gelirse, işte sırf bunlar içindir üstün dereceler..”
76/81-”Adn cennetleri.. köşk ve ağaçlarının altından nehirler akan içinde ebedi kalacakları cennetler.. bu cennetler, günah, masiyet ve her türlü çirkinlikten pâk ve pâkize olanların mükâfatıdır.” [Burada iman eden sihirbazların sözleri sona erdi. Bundan sonra, Firavun, iman eden sahirleri dediği gibi yaptı. Onları öldürdü. Musa (as) kavmini alıp gece yola çıktı. Nitekim anlatılıyor.]
77/82- Gerçekten biz Musa’ya vahyettik ve (dedik ki:) “ (Ey Musa!) Benim bendelerimi (İsrail oğullarını) alıp geceleyin yola çık, (Mısır’an) ayrıl. (Eğer Firavun arkanızdan gelirse benim iznim ile asanı) vurarak onlara denizde kuru bir yol aç; (açılan bu yola girdiğiniz zaman) artık (Firavun’nun size) yetişmesinden korkma! (Senin şanına düşmez ki, Allah’ın düşmanından) korkasın.
78-79/83- (Musa’nın Mısır’dan ayrıldığını duyan Firavun,) ordusu ile birlikte onların ardına düştü. (Musa, kavmi ile denizi karşıya geçmiştiler ki, arkadan Firavun ordusu ile denizde açılan yola girdi.) Deniz onları gömüp boğuverdi. Firavun öz kavmi (Kıptîleri) dalalete saldı ve onların hidayete girmelerine mani oldu. [Beni İsrail Firavun’dan kurtulup çöle çıktıkları zaman Allah (cc) buyurdu ki:]
80/84- Ey İsrailoğulları! Sizleri düşmanınızdan kurtardık ve Tur dağının yanında sizinle sözleştik (size Tevrat’ı verecektim), üzerinize de kudret helvası ve bıldırcın eti indirdik. (Ta ki, çölde aç kalmayasınız.).
81/85- (Ey İsrail oğulları!) Size verdiğimiz rızıkların pâk ve pâkize olanlarından yiyin ve bunda taşkınlık etmeyin ki, sonra size gazabım erişir. Kime de gazabım erişirse artık o, helâk olmuş demektir. (Hiçbir vakit azabımdan kurtaramaz.).
82/86- Bununla beraber, hakikaten ben, (şirkten) dönüp iman eden ve salih amel işleyen sonrada dosdoğru yolunu bulan kimse için çok çok bağışlayan Allah’ım.
83/87- [Musa (as), Tur’a gitmek için yetmiş kişi seçti. Fakat acele edip kavminden önce Tur’a gitti. Allah (cc) ona hitap ediyor:] Seni kavminden (ayırıp) daha çabuk (gelmeye) sevk eden nedir? Ya Musa!
84/88- Musa, dedi ki: “(Ey Rabbim!) onlar hemen benim ardımca geliyorlar. (-Ey benim Rabbim! sen razı olasın diye acele edip (onlardan) önce geldim sana.”
85-86-87-88-89/89-90-91-
[Musa (as) Allah ile münacat etti. Allah ona Tevrat’ı verdi ve buyurdu ki:] “(Ey Musa!) Doğrusu biz senden sonra kavmini imtihan ettik. Samirî onları dalalete saldı. [Tevrat’ta, buzağı yapıp insanları ona
taptıran kimsenin Samirî değil de, Hârun peygamberin olduğu anlatılmaktadır. Ve bu, Kur’an’a aykırıdır.][279]
Hemen Musa öfkeli ve üzgün olarak
kavmine döndü. Dedi ki: “Ey benim kavmim! (Bu ne iştir ki, bunu yaptınız?) Rabbiniz size güzel bir vaat ile söz vermemiş miydi? (size Tevrat gibi bir kitabı verecekti..);
şu halde sizden ayrıldığım zaman mı uzun
geldi ki, (sözünüzde durmadınız),
yoksa üstünüze Rabbinizin gazabının
inmesini mi istediniz ki, bana olan vadinizden döndünüz? [Musa (as) Tur’a
gitmeden önce ona itaat edeceklerine dair onlardan söz almıştı. Onun için
vermiş oldukları bu sözü, onlara hatırlatıyor.] Dediler ki: “Biz sana olan
vâdimizden, kendi ihtiyarımızla dönmedik. Fakat biz (Mısır’dan ayrılırken Kıptîlerden) ziynet eşyasından bir takım ağır şeyler yüklenmiştik, sonra da (Samirî’nin teşvikiyle) onları (bir potaya) attık, (bizim gibi) Samirî de (altınları) oraya attı..”
(Sonra) Samirî (o potadaki altınlardan) onlar için, böğürebilen bir buzağı heykeli icat etti. Bunun üzerine, (Samirî ve ona uyanlar, İsrail oğullarına) dediler ki: “Bu, sizin ve Musa’nın ilâhıdır. Musa, bunu burada unuttu. (Resulüm!) Onlar görmüyorlar mıydı ki, o buzağı, kendilerine hiçbir sözle karşılık vermez; onlara ne zarar ne de fayda vermeye sahip değildir. [Samirî, o buzağıyı öyle bir ustalıkla yapmıştı ki, ne tarafa döndürse açık yerlerinden hava girip bir böğürtü koparıyordu. İsrail oğulları bu yüzden o buzağıya çok muhabbet saldılar.]
90/92- (Musa, Tur’dan dönmeden) önce, Hârun onlara (İsrail oğullarına) dedi ki: “Ey benim kavmim! Siz bununla (buzağı ile) imtihana çekildiniz. Şüphesiz sizin Rabbiniz Rahman (olan Allah’tır.) bana uyun. Sözümü dinleyin.” [Hârun (as)’ın buradaki beyanı, yukarıda Tevrat’taki, Hârun ile alakalı konuya cevap vermektedir.]
91/93- İsrail oğulları dediler ki: “Musa bize dönüp gelinceye kadar, biz ona tapmakta devam edeceğiz. (Musa gelir, bu konuda ne hüküm verirse artık ona tabi oluruz.)”
92-93/94- Musa, (Tur dağından dönünce) dedi ki: “Ey Hârun! Bunların sapıklığa düştüklerini gördüğün vakit, (vazgeçirmeye çalışmaktan) seni ne engelledi? Neden benim yolumu takip etmedin (onlara kızmadın) Emrime asi mi oldun?” [12 bin kişiden başka bütün Yahudiler, buzağıya tapmışlardı.][280]
94/95-96- Hârun dedi ki: “Ey anam-oğlu! Sakalımdan başımdan tutup beni (insanlar karşısında) rüsva etme! Ben, senin: “İsrail oğullarının arasına tefrika soktun; sözümü gözlemedin” diyebileceğinden korktum. (Halbuki, sen, beni bunların başına tayin edip yanımızdan ayrılırken, dedin ki, “onlara güzel davran”. Ben de senin bu emrine göre onlara karşı yapmam gerekeni, sen gelinceye kadar erteledim. Bu fitnenin başı Samirî’dir..).
95-96/97- Musa (Samirî’ye dönüp) dedi ki: “Senin bu yaptığın nedir? (Neden bunu yapıp insanları dalalete saldın?)” Samirî dedi ki: “Ben (Firavun boğulurken) İsrail oğullarını görmediği (bir at ayağının yerini) gördüm. (Fakat ata binen kimseyi görmedim. Anladım ki o, kimse Allah tarafından sana gönderilen Cibril’dir.) O elçinin (atının) izinden bir avuç (toprak) aldım ve onu (potadaki altın eriğinin içine) attım. (Derken bir buzağı oluverdi). Bunu böyle nefsim bana sevimli gösterdi”
Tefsir:
Tefsircilerin anlattığına göre buradaki “Resul”den maksat Cibril (as)’dır. Samirî, ise atın kendisini görmeyip, sadece atın ayağının yerini görmüştü. Samirî bu atın ayağının bastığı yerden bir avuç toprak alıp, potada erittiği altın eriğinin içine attı ve oradan bir böğürtü sesi çıkaran buzağı oldu.
Ayet-i kerimeye dikkatle bakan görür ki, Kur’an, bu sözü, Samirî’nin Musa’ya karşı söylediği bir özür olarak anlatmaktadır. Yoksa hakikatte böyle bir şey olmamıştır. Çünkü bu konunun böyle olduğuna dair, başka bir ayette, ne Musa (as)’ın bir tasdiki ne de Allah’ın (cc) böyle bir beyanı vardır. Eğer gerçekten böyle bir şey olsaydı, Musa (as), onun özrünü kabul eder ve onu affederdi. Bu yüzden Samirî’nin dediği şekilde bu buzağının yapılmasına inanmak hem aklın hem de şeriatin zıddına olan bir itikat olur. Samirî, “Ben Cibril’i atına binmiş giderken, atının ayağını altından bir avuç toprak aldım demesi, daha uygun ve açık olmaz mıydı?!!” Bundan da anlaşılıyor ki, Samirî bu işi kendisi özür dilemek için yakıştırmıştır.[281]
97/98- (Musa, Samirî’nin özrünü kabul etmedi ve ona) dedi ki: “(İsrail oğulları arasından çık) git! Artık hayatın boyunca sen ‘Bana dokunmayın’[282] diyeceksin. (Bir vahşi gibi yapayalnız kalacaksın), Ayrıca senin için (ahrette) hiç kurtulamayacağın bir ceza günü var. (Allah, bu vadine göre seni cezalandıracaktır. Ey Samirî,) bak ki, senin bir türlü kendinden ayrılmadığın bu ilâhını, biz, elbette yakacağız; sonra da onu lime lime edip denize atacağız. (Artık ondan hiçbir eser bulamayacaksın).
98/99- (Ey Beni İsrail!) Sizin ilâhınız, ancak kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayan Allah’dır. Allah’ın ilmi her şeyi kuşatmıştır. [Bundan böyle, Allah (cc), Resüllah’a hitap ediyor:]
99/100- (Resulüm! Musa’nın haberi) gibi geçmişin haberlerinden bir kısmını böylece sana anlatıyoruz, (ta ki senin delil ve burhanları ziyade olsun. Böylece basiret sahibi kimseler, bunları görüp İslam’a girsinler.). Şüphesiz ki tarafımızdan sana büyük olan Kur’an’ı[283] verdik.
100/101- Her kim Kur’an’a dalını çevirirse, kıyamet günü, günah ve masiyetten ağı bir yük götürür. (Bunun sebebiyle, azaba giriftar olur.).
101/102- (Günah yükünü götürenler,) azap içinde ebedi kalacaklar.. onlar için
kıyamet günün günah yükünü taşımak ne yamandır!..
102/103- O gün sûra üflenir.. (suretlere ruh dahil olur.). Biz o vakit günahkârları, gözleri (o günün dehşetinden) göğermiş bir şekilde mahşerde toplarız.
103/104- (Yine o günün dehşetinden) aralarında gizli gizli konuşur ve şöyle derler: “
104/105- (Resulüm! Kıyamet) günü onların ne konuşacaklarını biz çok iyi biliriz. Görüşçe en mutedil olanı: “Ancak bir gün kaldınız” diyecektir. [Yani dünyada sürdüğünüz ömür ahrete mukabil bir gün bile değildir. Dünyada geçirdikleri ömrü, o kadar azımsayorlar ki, kimi, on gün; kimi bir gün diyorlar.]
105-106-107/106- (Resulüm!) Sana soruyorlar, (kıyamet gününde) bu dağlar nice olur? De ki: Benim Rabbim onları (yerinden söker) kum gibi ufalar (yel önünde savurur) fena der. Böylece yerlerini dümdüz , bomboş bir satıh haline getirir. (Ya Muhammed!) O yerde ne bir eğrilik ve çukurluk ne de bir pürüz bulursun. (Yani kıyamet günü dere-tepe dümdüz olur.).
108/107- O gün (Allah tarafından tayin edilen) dâvetçiye (İsrafil’e herkes ister istemez tabi olur.) ona karşı hiç bir tarafa kaçamak yolu bulunmaz. (Resulüm!) Öyle ki, Rahman (olan Allah’ın) heybetinden sesler iner cılızlaşır, artık bir fısıltıdan başka bir şey işitmezsin.
109/108- O gün Rahman (olan Allah’ın) kendisine izin verdiği ve (şefaat etmesi konusunda) söz etmesinden razı olduğu kimselerden başkasının şefaati fayda vermez. (Yani Allah’ın kendisine izin verdiği kimseden başkası şefaat edemez.).
110/109- Allah, insanların geçmişlerini de geleceklerini de bilir, ama insanlar Allah’ın pâk zâtını ihâta edip bilemezler.
111/110- Kıyamet günü asilerin yüzleri, ebedî hayat sahibi ve halkın umurunu üzerine alan Allah yanında zelil olurlar. Ve mutlaka her hangi bir zulüm yüklenen öz nefsine zarar vermiştir. (O zarardan ebedâ kurtulamaz.).
112/111- Her kim de mümin olduğu halde salih ameller işlerse ne (amelinin) tamamen gitmesinden ne de (ondan gelecek sevabın) noksan olmasından korkmaz. (Çünkü yaptıklarının karşılığı, ona dürüst bir şekilde verilir.).
113/112- (Resulüm! Nasıl ki, halkı uyarman için sana bu sûre ve ayetleri verdik) yine böylece biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik. Ümidin olsun ki, onlar (bu Kur’an vesilesiyle) masiyetten çekinirler yahut Kur’an onlardan ötürü, itaat duygusu hasıl eder de (ona tabi olur ve böylece kurtulurlar.).
114/113- Hükmü her yerde geçerli gerçek hükümdar, ne zatında ne sıfatında eşi olmayan Allah yücedir. (Hiç bir şeyine erişilemediği gibi onun kelamına da erişilemez.). (Resulüm!) Kur’an sana vahyedilirken, vahiy bitmeden önce (unuturum korkusu ile) sakın Kur’an’ı okumada acele etme! Sabret, biz onu sana anlatmayı üzerimize almışızdır. (Veya sana mücmel olarak inen Kur’an, tafsilen açıklanmadan sakın kimseye tebliğde bulunma![284] Her şeyin kaidesini sana anlatan Allah’a ) De ki: “Ey benim Rabbim! Benim ilmimi artır”
Tefsir:
Hz. Peygamber’e (sav), vahiy gelirken, vahiy tamam olmadan, unuturum endişesiyle acele edip onu almaya çalışırdı. Allah (cc) bu ayette Resulüllah’ın (sav)’in acele etmemesini emir buyurdular. Zira Resulüllah (sav) de buyurmuşlardır ki: “Acele şeytandandır, teenni/acele etmemek ise Allah’tan”[285]
Yine bu ayette
Allah (cc), Hz. Peygamber (sav)’den ”
Benim ilmimi artır” diye dua etmesini istiyor. Bu ayet ilmin ne kadar
şerefli olduğuna yeterli bir delildir. Allah (cc), Peygamber’inden başka bir
şey değil, ilminin artırılmasını istiyor. Çünkü ahiret ve dünya mutluluğunun
mayası ilim olduğu için Allah (cc), onan ilmini artırmasını istiyor. Acaba bu
ayetin ihtiva ettiği mana ile bugün İslam alemi amel ediyor mu? Resulüllah
(sav)’in bir şey bilmeyen Araplar arasından peygamber olarak gönderilmesinin
hikmeti, onları cehalet vadilerinden çıkarıp, ilmin nurlu ufuklarına
ulaştırması idi. Kur’an ayetlerinin her biri binlerce hikmetle doludur. Ne yazık
ki bizler onlardan yeteri kadar istifade etmiyoruz. Bu yüzden Müslümanlar
arasında ihtilaf baş göstermiştir. Zira bizler, Kur’an’ı bırakıp uydurma ve
kulaktan dolma haberlere uyduk. Yahudiler, Allah’ın kendilerine gönderdiği
Tevrat’ı bir kenara bırakarak, Melakî adlı kimsenin tahrif ettiği Tevrat’a uymuşlardır. Bizim halimiz şimdi sanki onlara
benzemektedir. Yalan ve uydurma haberler Müslümanlar arasında o kadar
yayılmıştır ki, bunlar zamanla büyük hacimli kitaplar halinde basılmıştır.
Hatta bu kitaplar, insanlar arasında (Hâşâ) Kur’an’dan daha fazla hürmet
görmeye başlamıştır. Bu yüzden Müslümanlar arasında cehalet gün be gün
artmıştır. Hatta ulemanın giydiği elbiseleri giyip kendilerini alim sayanlar çoğunlukla
hurafelerin yayılmasında önemli rolleri olmuştur. Mesela Mehdi-i Kaim Âl-i
Muhammed (sav) konusunda kitaplar yazıp onları tahkik ederek bu kitaplarda
yazılan sözlere son derece itikat ediyorlar. Bu cümleden olarak o kitaplarda
şunları yazmışlardır: İki şehir vardır.
Biri doğuda biri de batıda. Birinin adı, “Cabilka” diğerinin adı “Cabirsâ”. O şehirlerde Mehdî’nin tabîleri vardır. Bu tabiler, o şehirlere
gidip, Mehdi’den ders alıyorlar. Ondan nasihat dinliyorlar... Bunları
söyleyen kimselere deseniz ki, “bu
şehirler nerededir ? ki biz onlara muttali olamıyoruz.” Onlar, sizlere:
— Subhan-Allah, Allah’ın kudretine inanmıyor musunuz? Allah, Mehdi’yi gözlerden kaybettiği gibi, onun kaldığı şehirleri de gözden kaybetmiştir. Yoksa sen şunu da mı inkâr ediyorsun: Mehdi’den önce Deccal gelecek. Onun eşeği olacak. Kendisi ona binecek, eşeğinin boyu otuz fersah ( 1 fersah= 5544m) olacaktır. Bu eşek şu an, Mazendaran çengelinde Deccal’ın çıkmasını bekliyor. (...)
Bu cahillerin yazdıklarını hele bir düşünün.. Müslümanların ellerinde böyle kitaplar varken onların kurtuluşları adına söz söylemek ne kadar sıhhatli olabilir? Onun için Müslümanların arasından bu kitaplar olduğu müddetçe onların böyle karma karışık bir dünyalarının olmaları o kadar şaşılacak bir şey değildir.
Bu kimselerin, ne tarih bilgisinden ne de coğrafya bilgisinden haberleri vardır. Sadece oturup hayallerini yazıyorlar. Hayâlî şehirler kuruyor, deccala da hayâlî merkep buluyorlar. İşte bu gibi kimselere inanmak pek doğru olmaz. İnsanların çoğu küçük yaşlarda böyle hurafeleri dinliyor ve sonunda bu gibi şeylere can u gönülden inanmıyorlar.
115/114- Andolsun ki, daha önce Adem’e ahd vermiştik, fakat unuttu, onu (hatasında) azimli bulmadık.
116-117/115-Hani bir vakit meleklere: “Adem(e hürmet) için secde edin” demiştik; İblisten başka hepsi secde etmiş, o ise diretmişti. Biz de dedik ki: “Ey Adem! Bu şeytan senin ve eşin (Havva’nın) düşmanıdır. Olmasın ki, (vesvese verip) sizi cennetten çıkarmaya.. o takdirde sıkıntı çeker, perişan olursunuz.
118/116- (Ey Adem!) Senin için cennette (her bir asûdelik/mutluluk vardır.) Orada ne aç kalırsın ne de çıplak..
119/117- Yine sen orada ne susarsın ne de güneşin sıcağına kalırsın..
120/118- Şeytan, ona vesvese verdi ve dedi ki: “Ey Adem! Sana sonsuzluk ağacını ve eskimeyen bir saltanatı göstereyim mi? (Ki böylece ebediyen cennette kalırsın ve fani olmayan bir mülke sahip olursun.)
121/119- Derken (Adem ve Havva) o memnû/yasak meyveden yediler. Hemen ayıp yerleri kendilerine açılıp görünü verdi ve üzerlerine cennet yapraklarından örtüp yamamaya başladılar. Adem Rabbine baş kaldırdı ve yolunu şaşırdı.
Tefsir:
Adem ile eşinin ilkönce elbiseleri yoktu. Cennette kendilerinden başka kimse olmadığı için, Allah onlardan avret yerlerini açmadan doğacak olan çirkinliği ve bundan doğacak olan mesuliyeti kaldırmıştı. Şeytanın vesvesesinden dolayı dünyaya yerleştikten sonra Allah onlara keşfu’l-avratın kabahatini bildirdi. Böylece onlardan meydana gelecek insan oğlu için de avret yerlerini kapamak vacip oldu.
“Adem Rabbine baş kaldırdı” ayetinde ise, Cenab-ı Hakk, Hz. Adem (as)’ı böyle bir duruma düşürmekten kurtardığını başka ayetlerde bildirmektedir. Memnû’ meyve, Hz. Adem için karşısında dayanılması mümkün olmayan, onun beşerî duygularıdır. Fakat Hz. Adem sürçtükten sonra toparlanmasını bilmiş ve tevbe etmiştir. Allah da onu bağışlamıştır. İtaati, Hz. Adem (as)’dan öğrenmek lazımdır. O daha sürçer sürçmez kendisini düşmekten koruyan Rabbine teveccüh etmiştir. Fakat biz nev-i beşer, işlediğimiz günahlara çok kolay bir şey gibi hiç tevbe etme yolunu aramıyoruz.
122/120- Sonra da Rabbi onu seçip tevbesini kabul etti, ona doğru yolu gösterdi.
123/121- [Hz. Adem ve Havva beşerin aslı ve kökü oldukları için bu ayette çoğul siygası ile hitap ediyor:] Allah (onlara) şöyle dedi: “Birbirinize düşman olmak üzere hepiniz oradan inin. Eğer bundan sonra benim tarafımdan bir peygamber ve kitap gediği zaman, kim benim kitabıma ve (gönderdiğim) peygambere uyarsa (dünyada) dalalete düşmez ve (ahrette de) bahtsızlardan olmaz, (azaba giriftar olmaz.).
124/122-123 Kim benim kitabım Kur’an’dan[286] yüz çevirip (iman etmezse) şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz. (Ta ki, mahşer ehli arasında hiçbir yere yol bulamazlar.)[Zalimlerin görünürde dünya hayatları iyi olsa bile ama gerçek hayatlarında hiçbir zaman mutlu değillerdir.]
125/124- (O kör olarak haşredilen kimse) der ki: Ey benim Rabbim! Ne cihete göre beni kör haşrediyorsun. Halbuki benim gören gözlerim vardı?
126/125- Allah buyurur ki: “Böyledir, sana ayetlerimiz gelmişti de onları sen unutmuştun. (Onlara bakıp itibar etmedin. Gözünü kör ettin) İşte böyle bu gün de sen unutuldun. (Gözün ışığı alındı, kör olarak baki kaldın.).
127/126- İşte şirk[287] koşup ayetlerimize inanmayanları böyle cezalandırırız. Elbette ahiret azapları daha şiddetli ve sürekli olacaktır.
128/127- (Resulüm!) kendilerinden önce nice nesilleri helâk etmiş olmamız onları (bu Kureyşlileri) yola getirmedi mi? Halbuki onların diyarlarından gidip geliyorlar. [Ad ve Semud kavminin harabeleri, Şam ile Mekke arasındaydı. Kureyş ise ticaret için buradan gelip geçerlerdi.] Şüphesiz geçen kavimlerin helâk olmalarında akıl sahipleri için (Allah’ın birlik ve kudretine) delil ve burhanlar vardır.
129/128- (Resulüm!) Eğer Rabbin (senin ümmetin azaplarının ertelenmesi hakkında)[288] verdiği bir hüküm ve tayin ettiği bir süre olmasaydı, hemen azaba uğrarlardı.
130/129- (Resulüm!) Sen, onların (eziyet olarak) dediklerine sabret. Güneşin doğmasından önce (ki, sabah namazı vaktidir), ve batmasından önce (ki, ikindi namazı vaktidir, dua kabul olan vakittir,) Rabbini hamd ile tespih et. Yine gecenin bir kısım saatleri ile gündüzün iki ucunda tespih et ki, (Rabbin katından alacağın şeylerle hoşnut ve) razı olursun.
131/130- Kâfirlerden bir kısmına, onları (azaba salmak ve küfürlerini artırmak için) dünya hayratının ziyneti olarak ve onunla kendilerini bir parça lezzetlendirdiğimiz şeye (mal ve saltanata) sakın imrenici bir gözle bakma! (Resulüm!) Rabbinin sana verdiği nimet ve rızkı (nübüvvet ve İslam)[289] daha güzel ve daha bakidir. (Senin dinin ilelebet baki kalacaktır.).
132/131- (Senin dinine dahil olan) akrabalarına namazı kılmalarını emret. Kendin de namaza devam et. Biz senden bir rızık istemiyoruz. Senin rızkın biz veririz. En güzel sonuç takva sahiplerinindir.
Tefsir:
Resulü Ekrem (sav) bu ayet nazil olduktan sonra özellikle gece vakitlerinde o kadar namaz kılardı ki, mübarek ayakları şişerdi.[290] Nitekim ediplerin imamı ve belagatçıların lisanı, İmam Ebu Abdillah b. Said el-Mısrî el-Busîrî (695/1296?) meşhur Kaside-i Bürde’sinde
Zalemtü sünnete men ahya’z-zalâme ilâ
En’işteket kademâhu’d-durre min veremi
Manası: “Ben, ayakları şişinceye kadar namaz kılarak, gecelerini ibadetle ihya eden Resulüllah’ın (sav) sünnetine uymadım.”[291]
Benim ruhum senin verem olmuş (nasır tutmuş) ayaklarına feda olsun, ya Resulallah! Bu edip şairin dediği gibi bundan artık daha ne zulüm olur. Senin koyduğun şeriat kanununa göre senin ayakların nasır tutmuştu. Fakat senin ümmetin o namazı şimdi terk ettiler. Namazın sadece adı kaldı. Ey Allah’ın Resulü! Sen o namazın kılınması için ne kadar tembihte bulundun! Şimdi bir İslam taifesi onu terk etti. Diğer bir İslam taifesi ise, onu kılmayı haram saydılar. Diğer bir İslam taifesi ise onu zahiren kılıp hemen bırakıyorlar. Ya Resulallah! Senin getirdiğin dinin hakikatinden hiçbir eser kalmadı. Ya Resulallah! Biz öyle bir zaman kaldık ki, yalan sözler revaç bulup, izzet sahibi ve muhterem sayılıyorlar. Fakat doğru konuşanlar, senin Kur’an’nına tabi olanlar hor ve hakir görülüyorlar, belki zındıklıkla suçlanıyorlar..
133/132- Müşrikler dediler ki: (Bu Muhammed) bize Rabbinden bir mucize getirmeli değil miydi? (Ta ki, onun hak olduğu ortaya çıksın). [Allah, onlara cevap veriyor:] Acaba önce gelen kitaplardakinin aşikâr bir delili bu (Kur’an) onlara gelmedi mi? (Buna rağmen yine de mucize mi istiyorlar?).
134/133- (Resulüm!) Eğer biz bu müşrikleri, (Kur’an göndermeden) önce helâk etmiş olsaydık, o zaman da elbette derlerdi ki: “Bize bir elçi gönderseydin de, şu aşağılığa ve rüsvalığa düşmenden önce ayetlerine tabi olsaydık” [İşte Allah (cc) kitap ve peygamber gönderdi ki, müşrik ve kâfirlerin hiç bir mazereti kalmasın.]
135/134- [Mekke’deki müşrikler diyorlardı ki, Muhammed (sav)’e ne zaman belâ inecek ki, biz de kurtulalım. Allah (cc) onların bu sözlerine cevap olarak buyuruyor ki:] (Resulüm! Müşriklere) de ki: Hepimiz beklemekteyiz, siz de bekleyin. Kesinkes düz yolun sahiplerinin kimler olduğunu ve kimlerin doğru yolda bulunduğunu yakında bileceksininiz.
Allah’a hamd ve şükran olsun. Tâ Hâ suresinin tefsiri tamam oldu. Ne güzel ibret alınacak bir suredir. Resulüllah (sav) buyurdular ki: “Kim Tâ Hâ suresini okursa (onun ihtiva ettiği manaları anlayıp onlarla amel ederse) Allah o kimseye Muhacir ve Ensarın sevabı kadar sevap verir.”[292] Muhacir ve Ensarın sevabı değil belki, bu sürenin ihtiva ettiği manaları kavrayıp özellikle ilmin derecesini anlayıp onunla ilim ehli olur da bu yüzden o sevaba erişir. Resulüllah (sav) buyurdular ki: “Ulemanın mürekkebi Allah yolunda şehit düşen kimselerin kanları ile tartılır.”[293]
Enbiya sûresi Mekke’de nazil olmuştur. 112 ayet, 1168 kelime ve 2890 harftir.
0/1- Bismillahirrahmanirrahim.
1/2- İnsanların hesap vereceği (kıyamet günü) yakınlaştı. Halbuki onlar hâlâ (Allah’tan) gafil olup (zirkrinden) yüzçeviriyolar. [Bizim nazarımızda, kıyamet günü uzak görünse bile, Allah için her şey yakın olur. Bu yüzden ayet-i kerime kıyametin yakın olduğu haberini vermiş oldu.]
2/3- (Bu) müşriklere öz Rableri tarafından yeni bir ihtar gelmeye görsün ille de onu alay ederek dinlerler.
Tefsir:
Kur’an’ı dinleyip ondan ibret almak, öğüt ve nasihatleri ile amel etmek, onun verdiği ahlâkî ölçüler içinde hareket etmek lazımdır. Kur’an okurken onun manalarını hiç düşünmemek, okuyucunun sesini can kulağı ile dinlerken tilavet edilen Kur’an’ı hiç anlamaya yanaşmamak, kendisi tilavet ederken okuduğunu bir an önce bitirip sonuna erdirmek fakat hiç mi hiç dikkat nazari ile okuduklarına bakmamak Kur’an’a gereken hürmeti göstermemek demektir. Nitekim günümüzde ölüler üzerine tilavet edilen Kur’an’ların hepsi bu türdendir. Kur’an’ı tilavet eden hafızın maksadı, onun manalarını anlamaktan çok bir an önce sonuna varmaktır. Kur’an’ın böyle okunması Allah’ın merhametini değil, belki gazabını muciptir. Bu Kur’an’ı tilavet ettiren kimseler de zannederler ki, kendilerine Kur’an tilavet edildi diye ölülerimiz şâd oldular. Onun sevabı ile necat buldular. O kendilerine Kur’an tilaveti hiç de yakışmayan insanların en rezilleri sözümüz ona bu insanlar, sevap değil belki Allah’a karşı isyan ediyorlar. Kur’an, insanlar kendilerine hayat düsturu edinsinler diye inmiştir. Allah Resulü (sav), ölüler üzerine böyle hürmetsiz bir şekilde hiç okumamıştı. Resulüllah (sav), cahillik hastalığına tutulan kimseleri bu Kur’an’ın irşadı ile tedavi ediyordu. Nev-i beşeri dünya hayatında onun elmas düsturlarıyla idare ediyordu. İki cihanın saadetini kazanma için Kur’an’ın adâp ve ahkâmına sarılmalarını insanlara teşvik ediyordu. İşte Kur’an’a hürmet etmenin manası, budur. (...)
3/4- (Kur’an’ın güzel hükümlerinden) müşriklerin kalpleri gafil olduğu halde ondan yüz çevirirler. O zalim (olan müşrikler) şöyle fısıldanırlar: “Bu (Muhammed, ‘peygamberim’ diyor ama) ancak sizin gibi bir insan. (O, peygamber değildir, sahirdir;) artık göz göre göre gidip sihre mi inanırsınız?”
4/5- (Resulüllah, müşriklere) dedi ki: “Benim Rabbim semâda ve yerde (söylenmiş) her sözü bilir. (sizin gizli bir şekilde konuştuğunuz, “o melun sözü” de biliyor.) Allah (müşriklerin sözlerini) pekâlâ işitip her türlü amellerini çok iyi bilendir.
5/6- [Müşrikler, Kur’an karşısında çaresiz kalınca durmadan fikir değiştiriyorlardı. Bu yüzden Hz. Peygamber’e atfettikleri “sahir” sözünden vazgeçtiler ve] “Hayır, dediler, (Muhammed’in anlattıkları) karışık aslı olmayan rüyalardı; (Onların hiç bir değeri yoktur.); yok (rüya değil) belki de onları Allah’a iftira ediyor; yok (bu da değil) bilâkis O, bir şairdir, (Kur’an da bir şiirdir.).. böyle değilse önceki peygamberler gibi, o da biz bir mucize getirsin”
6/7- (Resulüm! Bu Mekkeliler senden mucize istiyorlar.. onlardan önce geçen ümmetlere de peygamberler geldi ve mucize getirdiler. Buna rağmen) bu müşriklerden önce helâk ettiğimiz hiçbir belde iman etmemişti; şimdi (mucize gelse) bunlar mı iman edecekler? (Onun için bu müşriklere mucize gönderip abesle iştigal etmeyiz.).
7/8- [Bu ayet, müşriklerin “insandan peygamber olmaz” iddialarına cevap veriyor:] (Resulüm!) Biz, senden önce de, kendilerine vahiy verdiğimiz insanlardan başkasını peygamber olarak göndermedik. (Biz hiçbir melekten peygamber göndermedik. Ey Kureyş!) Eğer bilmiyorsanız Ehl-i Kitab’a[294] sorun. [Mekke müşrikleri, dini konuları Medine’deki Ehl-i Kitab’a sorarlardı. Onun için Allah (cc), müşriklere, Müslümanlara karşı daha güvende hissettikleri Ehl-i Kitab’a, bu konuyu sormalarını istiyordu.]
8/9- Biz onları (o peygamberleri) yemek yemez birer ceset kılmadık ve onlar ölümsüz de değillerdir. [Müşrikler, meleklerin ölümsüz olduklarına inanıyorlardı. Onun için peygamberlerin de böyle olmalarını istiyorlardı. Allah (cc), bunun için “geçen peygamberlerden hiçbiri ölümsüz değildi ki, Muhammed (as) da ölümsüz olsun” buyurmaktadır.]
9/10- Sonra biz onlara verdiğimiz sözü yerine getirdik; (onlara verdiğimiz söz, “eğer gönderdiğimiz peygamberlere iman etmezseniz, azap gönderip helâk ederiz, iman ederseniz kurtarırız” olmuştu.) nitekim, hem onları (iman edenleri), hem de dilediklerimizi (ileride iman etmesini umduğumuz) kimseleri kurtardık, müşrikleri[295] ise helâk ettik. (Mekke müşrikleri! Siz de iman etmediğiniz takdirde başınıza gelecek azabı düşünün!..).
10/11- (Ey Kureyş!) Size öyle bir kitap (Kur’an) indirdik ki, bütün şan ve şerefiniz (sesiniz, soluğunuz) ondadır. Hâlâ buna akıl etmiyor musunuz? (Ki, Muhammed, sizden birdir, size kitap getirmekle sizi şereflendirmiştir.).
11/12- (Resulüm!) Biz halkı zalim olan nice memleketleri kırıp geçirdik. Ve onlardan sonra başka milletler inşâ ettik.
12/13- O ümmetler (başlarına gelecek) azabımızın ön belirtilerini hissedince hemen derhal (atlarını binip mahmuzlar); kaçmaya koyulurlardı.
13/14- (O vakit, tarafımdan onlara denir ki:) “Kaçmayın! Size nimet verilen yere.. yurtlarınıza dönün. Belki size sorulur; (sizden ve yurdunuz başına gelenlerden..) [Burada onların, yurtlarına çağırılmaları, onlarla alay etmek içindir.]
14/15- (Kâfirler, azaptan kurtulamayacaklarını anlayınca:) dediler ki: “Oy başımıza gelenlere! Biz kesinkes zalim insanlarmışız, (Allah’a şirk koşmuştuk)”.
15/16- Zalimler bu feryatları muttasıl sürüp gitti.. ta ki, onların hepsini biçilmiş ekin ve bir yığın kül haline getirdik.
16/17- (Resulüm!) Biz sema ile yeri ve aralarındaki şeyleri, boş bir eğlence için yaratmadık. (Belki onları, dinî bir faide ve rabbanî bir hikmet üzere yarattık).
17/18- (Resulüm!) Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, onu şanımıza uygun (manâ aleminin ulviliklerinden) edinirdik. (O da yine eğlence olmaz, hikmetli bir şey olurdu.) Fakat (bu, rubûbiyetimize yaraşmaz.) bunu yapanlardan değiliz. (Onun için, yarattığımız her şeyin ciddi bir gayesi ve hikmeti vardır.).
18/19- (Resulüm! Muhkem bir şeyin yumuşak bir şeye vurmasıyla dağıldığı gibi) bilâkis biz, hakkı batılın başına çarparız da onun beynini parçalar. O vakit batıl gidip pâymal olur. (Ey müşrikler!) Allah’a yakıştırdığınız şeylerden dolayı sizlere yazıkları olsun!..
19/20- Asumanlarda ve yerde bulunan bütün varlıklar ve Allah’ın katında bulunan (mukarreb melekler)’in hepsi (Allah’ın kuludurlar.). O’na ibadet hususunda kibirlenmezler ve (bu ibadeti yaparken de hiç) yorulmazlar.
20/21- Melekler, gece gündüz (Allah’ı) tespih ve takdis ederler. Hiç ara vermezler.
21/22- Yoksa müşrikler (Allah’a abes şeyler isnat etmekten başka bir de) yerden bir takım ilahlar edindiler de (ölüleri) onlar mı diriltecekler?
Tefsir:
Bu ayette, Allah (cc) buyuruyor ki, müşrikler madem bir kısım tanrılara tapıyorlar, öyleyse mahşer günü de bu taptıkları tanrılar onları diriltsin görelim. Halbuki, onlarda bunu yapacak kuvvet ve kudret yoktur. Böyle iken insanları nasıl diriltsinler?
Resulüllah (sav), bir cariyeye sordu ki:
— Senin Rabbin nerededir? O da, sema tarafını işaret etti. Resulüllah (sav):
— Bu cariye Müslümandır.[296]
Resulüllah (sav)’in o cariyeyi Müslüman olarak sayması şundan dolayıdır: Cariye Allah’ın semada olduğu işaret etmekle, Allah’ın orada bir yerde olduğunu söylemiş olmuyor; belki yeryüzündeki putları kabul etmeyip yüce bir yaratıcının varlığını kabul etmiş oluyordu. Ve onu yüce bir makamda yegâne olduğunu vurgulamak istiyordu.
22/23- Yerde semada (bütün varlık dünyasında) şayet (söz sahibi olacak ve kendisine itaat edilecek) yegâne Allah’tan başka ilâhlar olsaydı muhakkak ikisi de fesada uğrar yok olurdu. O halde Arş’ın sahibi olan Allah onların tarif ettikleri şeylerden (bütün noksanlıklardan) beridir.
Tefsir:
Bir memleketin idaresinde müstakil iki hükümdar olmuş olsa memleket dağılır ve saltanat pâymal olurdu.
Abdulmelik b. Mervan’ın çok sevdiği arkadaşlarından Amir b. Said (el-Eşdak), Abdulmelik’e karşı ayaklandı. Halifelik sevdasına düşmüştü. Aralarında mücadele oldu ve Abdulmelik onu yenip öldürdü. Fakat onu öldürmesinden dolayı çok üzüldü ve dedi ki: “Vallahi bu kimse bana gözümün yağından daha yakın idi. Lakin iki erkek devenin bir dişi deve üzerinde olması hiç mümkün değildir” dedi. Bir memlekette iki sultan ve bir müessese de aynı salahiyette iki müdür olduğu zaman oranın dirliği bozulur. Öyle ise bu alemde iki ilah düşünmek mümkün değildir.
23/24- (Allah’ın her bir fiili bir hikmet ve maslahat üzere olmasından dolayı) O’ndan sadır olan fiil ve amellerden sorumlu tutulmaz; onlar (biz insanlar) ise sorguya çekilecektir.
24/25- Bil ki onlar, Allah’tan başka ilahlar
edindiler. (Resulüm!) De ki: “(Allah’tan başka ilahlar olduğuna dair bir deliliniz varsa) kesin delilinizi getirin. (Çünkü delilsiz söz batıldır.). İşte (şirki iptal eden, tevhidi ispat eden) benimle beraber olanların kitabı (Kur’an). ve benden
öncekilerin Kitabı. Hayır, onların çoğu hakkı bilmezler; bu sebepten de yüz
çevirirler.
25/26- (Resulüm!) Biz senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki, ona: “Benden başka hak mabut yoktur; şu halde bana kulluk edin” diye vahyetmiş olmayalım.
26/27- [Huzâa’ kabilesi “melekler, Allah’ın kızlarıdır” demişlerdi. Allah (cc) onlar cevap veriyor:][297] Onlar dediler ki: “Rahman çocuk edindi.” Allah bundan uzaktır. Melekler kesinlikle (Allah’ın çocukları değil) ikram olunmuş (diğer kullara üstün kılınmış) kullardır.
27/28- [Meleklerin özelliği şöyledir:] Onlar, sürekli Allah’ın emrine tabi olup hiçbir vakit sözünün önüne geçmezler;
28/29- Allah, onların (meleklerin) önlerindekini de, arkalarındakini de (yaptıklarını da yapacaklarını da) bilir. (Onların amellerine göre mükâfat verecektir.). Melekler ancak (Allah’ın razı olduğu kimseye) şefaat edebilirler. Bununla birlikte (güven içinde olmayıp) hepsi de O’nun korkusundan titrerler.
29/30- [Meleklerden Allah’a şirk koşan hiç bir kimse yoktur. Fakat şu gelecek ifadeleri “farz- muhal” olarak söylenmiştir.] İçlerinden biri (bir melek): “(Şayet) Ben, O’ndan başka bir ilâhım” derse, biz ceza olarak cehennemi ona veririz. İşte zalimleri biz böyle cezalandırırız.
30/31- İnkâr edenler, göklerle yer bitişik bir halde iken bizim, onları birbirinden ayırdığımızı ve hayatı olan her şeyi sudan yarattığımızı bakıp görmüyorlar mı? Hâlâ iman etmeyip (birliğimizi tasdik etmezler mi?).
31/32- Yeryüzünde insanlar mustarip olmasınlar diye sabit yüce dağlar yarattık, kolayca yol vurup (maksutlarına ersinler) diye o dağların arasında geniş yollar karar verdik.
Tefsir:
Allah (cc), yerküre hareketiyle çalkalayıp insanları sıkıntıya sokmasın diye, kökleri ta dünyanın derinliklerine kadar sokulan dağları yaratmıştır. Hem yerkürenin çoğu sularla kaplı olduğu için denizler karaları basmasın diye dağlar sığınak olarak yaratılmıştır. Gerçi hiçbir zaman yer, salıntı yapmaz. Fakat zelzele anında bunların hepsi görülür. Diğer taraftan, zelzele olduğu sırada en az hasar gören yerler dağlık alanlardır. Allah (cc) işte dağlar vasıtası ile insanları korumuştur. Çünkü oralarda yerkürenin kabuğu kalındır.
“Dağların arasında geniş yollar” ayeti ise çok manidardır. Mekke’ye gidenler, özellikle, Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere arasında bulunan o dağları ve o yolları müşahede ediyorlar. Eğer Allah (cc), dağlar arasında o yollar olamasaydı insanlar dağları nasıl aşarlardı? Gerçi oralar gitmek nasip olmadı ama, coğrafya bilgilerimizden öğreniyoruz ki, hakikaten öyledir.
32/33- Semayı da korunmuş bir tavan yaptık. (Burada, bizim tevhit ve kudretimize delalet eden delil ve burhanlar vardır.) Gel gör ki, bu müşrikler gök yüzünün ayetlerinden yüz çeviriyorlar.
33/34- O Allah’tır ki, (sizin menfaatiniz için) geceyi, gündüzü, güneşi ve kameri.. yarattı. Her biri bir yörüngede yüzer durur.
Tefsir:
Güneş, ay ve sair gök cisimleri kendilerine mahsus yörüngelerinde dönerler. Bu yörüngelerinden çıkmazlar. Kur’an’da bulunan bu ayet, yeni astronomicilerin verilerini ispat ediyor. Onlarla çelişmiyor. Bazı tefsirciler, bu konuda kendilerine ait bir kısım yorumlarda bulunuşlardır. Fakat bunlar yanlıştırlar..
34/35- [Müşrikler, Allah Resulünün ölmesini ve ondan kurtulmalarını istiyorlardı, Allah (c) bu ayette hem onlara bir cevap hem de Resulü’nü teselli ederek buyuruyorlar ki:][298] (Ey Resulüm!) Senden önce hiçbir insanı (dünyada) ebedi kılmadık. Sen ölürsün de (o müşrikler) ebedî mi kalacaklar. (Senin için düşündükleri ölüm, onları da yakalayacaktır.).
35/36- Her hayat sahibi kimse ölümün şerbetini tadıcıdır. Bir imtihan olarak sizi, kötülük ve iyilikle deneyeceğiz. (Hesap vermek ve mükâfat almak için de) sadece bize döndürüleceksiniz.
36/37- (Resulüm!) Kâfirler seni gördükleri zaman, seni alaya alıyorlar (layık olmayan sözler konuşuyorlar) ve “İlahlarınızı diline dolayan bu mudur?” diyorlar. Halbuki kendileri (Allah’ın) Rahman adıyla zikredilmesini inkâr ediyorlar. (Biz “Rahman” nedir bilmeyiz derler. “Rahman ne ola ki” diye alay ederler. Fakat kendi tanrılarına laf kondurmazlar.).
37/38- [Hz. Peygamber, (sav), müşriklere, inanmazlarsa bir azabın geleceğini açıklıyordu. Onlar ise, bu azabın tez beri gelmesini istiyorlardı. Bu ayet o konuyu anlatıyor.][299] İnsan aceleci olarak yaratılmıştır. (Mayasında acelecilik vardır.). Sakın acele etmeyin. Elbette size öz ayetlerimi göstereceğim. (Günü gelince size azap edeceğim.).
38/39- (Müşrikler, Hz. Peygamber’e ve müminlere) diyorlardı ki: “Eğer doğru iseniz, ne zaman (gerçekleşecek) bu tehdit.”
39/40- (Resulüm!) Bu müşrikler o vakit cehennem ateşini yüzlerinden ve dallarından men edemeyeceklerini ve yardımda görmeyeceklerini bilselerdi, (seninle alay etmeyip, o azabın da acele gelmesini istemezlerdi. Ahret azabını yakînen bilemedikleri için bu tavırlara giriyorlar.).
40/41- (Müşrikler, zannediyorlar ki ahrette onlara azap edilmeyecek.) Gerçek şu ki, bu azap onlara ansızın gelecek de kendilerini şaşkına döndürecek. (Onlara musallat olan) azabın artık ne geri çevrilmesine güçleri yeter, ne de kendilerine göz açtırılır.
41/42- [Allah (cc), bu ayette, müşriklerin verdiği eziyet karşısında Hz. Peygamber’i (sav) teselli ediyor:][300] (Resulüm!) Hakikaten senden önce bir çok peygamberle edildi de (onlar sabrettiler.) Peygamberleri alaya alanları, alay konusu ettikleri (azap) çepeçevre kuşattı. (İşte bu müşriklere de alaylarının cezası inecektir.).
42/43- (Ey Resul! müşriklere) De ki: “(Allah tarafından bir azap inse) geceleyin ve gündüzün sizi Rahman (olan Allah’tan) kim korur? (Yine sizi koruyacaksa Allah korur.)” Ama onlar öz Rablerini hiç hatırlarına getirmezler, kaldı ki azabından korksunlar.[301]
43/44- (He. Ne dersiniz?) Belki de (şundan dolayı korkmuyorlar.) kendilerini bize kaşı savunacak bir takım ilahları vardır!.. (nasıl olur da o putlar onlara yardım edebilirler!) Halbuki (o ilah dedikleri şeyler) kendilerine bile yardım edebilecek güçte değildirler. Bizim tarafımızdan onlara bir yardım da olunmaz.
44/45- Hakikat şu ki, biz onları (o müşrikleri) ve atalarını (bir nice nimetler içinde) yaşattık, ta ki, (dünyada) ömürleri uzun oldu.. (işte bu rahatlık ve nimet sebebine, nankörlük edip, bize karşı geldiler.). Fakat şimdi (Müslümanları onlara musallat edip, topraklarını ellerinden alarak) memleketlerini her yandan eksilttiğimizi görmüyorlar mı? (Ya Muhammed! Bu müşriker, hayallerinde sizi yeneceklerini sanıyorlar. Bu onların işi değildir.) şu halde üstün gelen onlar mıdır? [Nitekim, Müslümanlar, müşrikleri galip etmiş, büyüklerini öldürmüş, diğerleri de dine girmişlerdir.]
45/46- (Ya Muhammed!) De ki: “Ben sizin ancak vahiy ile uyarıyorum” (Lakin Resulüm! Hak sözleri işitmede) sağır olanlar, ikaz edildikleri zaman bunu duymalar.
46/47- Şayet Rabbinin azabından az bir şey onlara deyse, “Vay halimize! Biz gerçekten (Allah’a şirk koşmada) zalim insanlarmışız” derler.
47/48- Biz kıyamet gününde (mahşer ehli için) adalet mizanları kurarız; (herkesin amelini teraziye vururuz.) hiçbir can hiçbir haksızlığa uğratılmaz. (Her kese yaptığının karşılığı eksiksiz verilir.) yapılan amel, bir hardal tanesi ağırlığında olsa, onu getirir (hesaba katarız.). Hesap görenler olarak ta bir kâfiyiz. (Bizden başka kıyamet gününde hesaba çeken olmaz.).
48/49- Biz gerçekten Musa ve Hârun’a hak ile batılı birbirinden ayıran (Tevrat’ı), takva sahipleri için bir ışık ve öğüt olarak verdik. (Muttakiler onun nuru ile nurlaşır, öğütleri ile necat bulurlar.).
49/50- Muttakiler o kimselerdir ki, görmedikleri halde öz Rablerinden korkarlar. Kıyamet gününden de titrerler. (Hazer eder, kendilerini onun azabından emniyette hissetmezler.).
50/51- Bu Kur’an, bereketi ve hayrı bol olan bir nasihattir ki, onu biz indirdik. (Ey müşrikler!) Siz bu Kur’an’ın (hayır ve bereketini şimdi) inkâr mı ediyorsunuz?
51/52- (Resulüm!) Biz bundan önce de İbrahim’e her bir salah ve hayrın yolunu (metodunu) ihsan etmiştik. Biz zaten onun bunlara layık olduğun biliyorduk[302].
52/53- (Resulüm!) O zaman İbrahim, babasına ve kavmine: “Bu tapınıp durduğunuz heykeller nedir? Demişti.
Tefsir:
İbrahim (as), putları onların nazarında küçük düşürmek için bu sözleri demişti. On altı yaşındayken peygamberlik verildi.[303] Kavminden hiç kimse ona inanmadı. Hatta atası bile ona karşı gelmişti. İlk daveti bu ayet ile başladı.
53/54- Onlar dediler ki: Biz kalktık babalarımız olara tapıyor. (Biz de onları taklit edip bu putlara tapıyoruz.).
54/55- İbrahim dedi: “Kesinkes, siz de, atalarınız da aşikâr bir sapıklık içindesiniz.”
Tefsir:
İnsan, din ve sair şeyleri tercihinde aklını kullanmayıp başkalarını taklit etmesi ne kadar yaman bir hadisedir. Allah (cc) bu aklı insanlara vediâ/emanet olarak vermiştir ki, hakkı batıldan ayırsın. Hakkı batıldan, iyiyi kötüden ayıramayıp putperestliğe düşmek sefahatin en alçağıdır. Aklı bir kenara bırakmak insanı dalalete salar.
Böyle kimseler, alçaklığın en sonuna gelmişken, kendilerine uzanan hidayet elini de geri iterler. Hatta bu rehberlere cahil bile derler. Belki de mecnun adını verirler.
55/56- (Müşrikler kendilerini hak yolda sanıp İbrahim’e) dediler ki: “Sen bize gerçeği mi getirdin? (Sen ciddi mi söylüyorsun), yoksa şakacılardan birisi misin?
56/57- Hayır, (elbette doğru söylüyorum.), Rabbiniz, semavatın ve yerin Rabbidir ki, onları (mükemmel kudretiyle, yoktan) O, yaratmıştır. Sizin Rabbinizin yegâne Allah olduğuna ben de şahitlerdenim.
Tefsir:
Hz. İbrahim (as), delil getirip Allah’ı ispat edeceğini müşriklere söyledi. Fakat müşriklerin, puta tapmalarını gerekçe gösterecek hiçbir delilleri yoktu. Sadece biz kalktık babamızdan öyle gördük diyorlardı.
İşte günümüzdeki bir kısım Müslümanların durumu da böyledir. Onlara yaptıkları şeyin Kur’an’a muhalif olduğunu söylediğiniz zaman, derler ki: “Biz kalktık babamızdan böyle görmüştük. Kur’an konusunda alimlere bir şey sorduğumuzda, bize diyorlar ki, ‘siz, bizim dediklerimizi yapın, size yeter’”
Yine bu türlü bir kısım alimler diyorlar ki: “Kur’an’ın manasını İmamlar’dan başka kimse bilmez. Kim ben Kur’an’ın tefsirini biliyorum derse onun sözü batıldır.”
Ey Müslümanlar! İnsafla bakın. Gözünüzü açın, dikkat edin, taklidi kenara bırakın. Öz vicdanınıza müracaat edin. Dikkatle baktığınız zaman böyle bir şeyin yanlış olduğunu göreceksiniz. Resulüllah (sav), Kur’an’da insanlara ne lazımsa her şeyin hükmünü oradan izah etmiştir. Böyle mükemmel bir Kitab’ı bir kenara bırakıp, onu muamma ve bilmece kitabı gibi görmek akıl kârı değildir.
İslam’ı diğer dinlere üstün kılan tek sebep Kur’an’dır. Kur’an bir kenara itilirse İslam’ın hiçbir hakkaniyeti kalmaz. Kur’an, Yahudilerin telin ediliş sebebini, onların Tevrat’ı tahrif etmelerinde görür. Bugün, Müslümanların durumunun bu hale gelmesinden korkulur.
Bir kısım İslam bilginleri, Ahat haberleri, Kur’an’a mukabil sayıyorlar. Yahut ahat haberlerle Kur’an’ı tahsis ediyorlar. Yahut da Kur’an’da olan bir hükmü tamamen terk edip ahat haberlerle amel ediyorlar. Mesela Allah (cc), Nur suresinde[304] zinakâr bir kadının nikâhını, mümin kimseye haram kılıyor. Fakat fakihler, bu ayeti bir kenara koyup ahat bir haberle amel ederek, böyle bir kadınla evlenmeyi sadece mekruh sayıyorlar. Bundan artık, Kur’an’a muhalif iş olur mu?
57/58- (İbrahim, onların imana girmeleri için delil ve burhan bile tanımadıklarını görünce dedi ki:) “Allah’a yemin ederim ki, siz arkanızı dönüp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım”. [İbrahim (as), bu sözleri gizlide kendi kendine söyledi. Onlar bayramlarına giderken, İbrahim gitmeyip geride kaldı:]
58/59- Derken İbrahim, o putları parça parça etti. Ancak (başlarına neler geldiğini öğrenmeleri için) ona müracaat etsinler diye büyüğüne ilişmedi.
Tefsir:
İnsanlar şehirden ayrılınca İbrahim (as), gidip eline muhkem bir taştan balta[305] alıp put haneye girdi. Bekçinin gafletinden istifade ederek putları kırdı. Put hanede yetmiş put vardı. Bunlardan sadece en büyüğünü sağlam bıraktı. Bunu bırakmasının sebebi, onlarla alay etmekti. Nitekim bundan sonra onların ne kadar cahil olduklarını bu putu örnek göstererek anlatacaktı.
59/60- (Halk gittikleri sahradan dönüp putları bu halde görünce şaşkına dönüp,) dediler ki: “Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Her kim olursa olsun, gerçek şu ki, o, zalimlerden (biridir. )”
60/61- (Müşriklerin bazıları cevap vererek) dediler ki: “Putları diline dolayan İbrahim dedikleri bir yiğit işittik, ( olabilir ki bu işi o yapmıştır.).”
61/62- (Müşriklerin büyükleri) dediler ki: “O halde onu insanların gözleri önüne getirin ki, onlar belki (İbrahim’in bu işi yaptığına) şahitlik ederler.”
62/63- (İbrahim’i huzurlarına getirip) dediler ki: “Acaba ilâlarımıza bu işi sen mi yaptın ya İbrahim!”
63/64- De ki: “Belki o yapmıştır, işte büyükleri,
konuşabiliyorsa sorun (bakalım)
onlara..”
Tefsir:
Hz. İbrahim (as)’a soruluyor: “Ey İbrahim! Bunu ilahlarımıza sen mi yaptın?” Cevap veriyor: “Belki o yaptı.” Ve sözün burasında duruyor. Zaten sözün burasında durulacaktır diye işaret vardır. Hz. İbrahim’in (as) bu sözü görünürde yalan gibi zannedilebilir. Fakat o, burada bir târiz yapmıştır. Söz söyleme ustalığı ile onların dikkatlerini büyük puta çekmiştir. Esasen burada iki ayrı cümle söylenmiştir; ancak telaffuzda bu iki cümle, tek cümle haline getirilmiştir ki, zaten muhataplar da bundan dolayı, onu düşüncelerinde yakalayamamışlardır. Birinci cümle “Belki o yaptı”, ikinci cümle ise “İşte büyükleri.” Şimdi bu iki cümle birleştirilince: “İşte büyükleri, o yaptı” şeklinde anlaşılıyor.. ve bu bir târiz oluyor. Ayrıca burada küfürle putçulukla bir istihza vardır. Hz. İbrahim (as), “Büyükleri şu” derken onların bu basit anlayışlarıyla istihza etmiştir. Fakat onlar kafalarını öyle putçuluğa takmışlardır ki, bunu dahi anlayacak durumda değildirler. O, onların putlarına “Büyük” dedi ya, ne kastettiği umurlarına bile değil...
Allame Zemahşerî’nin (538/1143) bu konuda orijinal bir yorumu vardır.[306] Özetle şöyledir: İbrahim (as), “İşte büyükleri, o yaptı” demekle maksadı, kendinin yaptığı işi puta isnat etmek değildi. Onun maksadı, tariz yollu cevap verip, bizzat kendi maksadına erişmekti. Bu “maksat” ise, putperestlerin atıl bir iş yaptıklarını gözleri önüne sermek ve tek olan Allah’a ibadet ettirmekti. : “Ey İbrahim! Bunu ilahlarımıza sen mi yaptın?” Cevap veriyor: “Belki o yaptı.” Nitekim bizim Türkler arasında çok söylenir: Eğer bir kimse güzel bir iş yaparsa bir başka şahıs ona der ki: “Bu işi sen mi yaptın?” o güzel işi yapan kimse de ona, târiz ile der ki “yok sen yaptın!”. İşte İbrahim (as)’ın cevabı da bu kabildendir.
64/65- (İbrahim, onların ağızlarına bir taş vurup delil ve hüccetler gösterdikten sonra) kendi vicdanlarına baş vurup (birbirlerine: “ Bu kimse güzel konuşuyor, elinden hiçbir şey gelmeyen putlara nasıl tapılır?”) Siz gerekten zalim kimseler siniz” dediler.
65/66- (İlkönce İbrahim’e hak verir gibi oldular, ama) sonra yine eski kafalarına döndüler, (gözleriyle İbrahim’i süzüp, başlarını eğerek utançlarından yüzleri kızarmış bir şekilde): “(Ey İbrahim!) Sen de iyi bilirsin ki bunlar konuşmazlar,” dediler.
66-67/67- [Onlar -biraz da olsa- yanlış bir yolda olduklarını bizzat kendileri hissetmişlerdi. İbrahim (as) bunu anlayınca, bu kez iyice üzerlerine yüklendi.] Dedi ki: “Peki ya, Allah’ı bırakıp da size hiçbir ve zarar veremeyecek olan putlara mı tapıyorsunuz? Size de Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere de yuh olsun! Hâlâ aklınızla hareket etmeyecek misiniz? (Aman, bu ne iştir? Allah’tan başkasına ibadet ediyorsunuz!!”
68/68- (Müşrikler, İbrahim’e cevap vermekten aciz kalınca) dediler ki: “Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınızın (mahvolmamasına) yardım edin.”
Tefsir:
Bu kararı aldıktan sonra, ateş yakıp İbrahim (as)’ı içine saldılar. Tam bu sırada Allah tarafından Ruhu’l-Kudüs Cebrail (as) yetişip bir ihtiyacı olup-olmadığını sordu. İbrahim (as), “Rabbimin beni bilmesi bana yeter.” dedi. İşte buna “tevekkül makamı” denir. Allah’a (cc) güvenmede İbrahim (as) en yüksek seviyededir. Bu yüzden Allah’tan başka kimseden yardım istemedi. Yine onu ateşe salarlarken, Nemrüd’ün yüzüne bile bakmadı. O bütün işini alemleri yaratan Allah’a havale etmişti. Allah (cc) da, onun tevekkülüne karşılık ateşi berd u selam’a çevirdi:
69/69- (Ya Muhammed! İbrahim’i ateşe salarlarken) “Ey ateş! İbrahim’e serin ve esenlik ol!” dedik. [Bu hitap, kavlî bir hitap değildir. Hal dili ile söylenmiş bir hitaptır. Allah’ın İbrahim (as)’ın bedenini ateşten koruması, ateşin tesirini gidererek veya onun vücudunda bu tesiri kıracak bir şey hasıl ederek yakmaması şeklinde düşünülebilir. Fakat doğrusunu Allah bilir.]
70/70- Müşrikler İbrahim’i (mağlup etmek için) ona bir tuzak kurmak istediler; fakat biz kendilerini daha fazla hüsrana uğrattık.
71/71- Onu da (kardeşinin oğlu) Lut’u da, alemler için mübarek kıldığımız ülkeye (Şam’a)[307] ulaştırdık.
72/72- İbrahim’e İshak’ı ve üstelik (İshak’tan) Yakub’u bahşiş ettik. Ve her birini salih kimselerden eyledik.
73/73- Onların (her üçünü) de emrimizle (insanları hak tarafına) hidayet eden, önderler yaptık. Kendilerine ahkâm-ı şeriye ile amel etmeyi, namaz kılmayı ve zekât vermeyi vahyettik. Zaten bize muttasıl ibadet ederlerdi
74/74- Biz Lut’a da peygamberlik ve (enbiyaya layık)[308] bir ilim verdik. Onu çirkin işler yapan şehirden (Sodom’dan) kurtardık. Kesinkes onlar kötü ve fasık bir kavimdiler.
75/75- Lut’u da rahmetimize dahil ettik. Çünkü o, salihler kervanından idi.
76/76-Daha önce Nuh da, dua etmiş, biz onun duasını kabul etmiştik. Böylece hem onu hem de ehlinden (iman edenleri) büyük sıkıntıdan (tûfandan) kurtardık.
77/77- Ona yardım edip, ayetlerimizi tekzip eden kavimden intikam almıştık. Çünkü onlar bir yaman (müşrik) kavimdiler. Bu yüzden onlara (tufanı musallat edip) hepsini boğduk.
78/78- Davud ve Süleyman’ı da (an). Hani onlar ekin hakkında hüküm veriyorlardı: Bir kavmin koyun sürüsü, geceleyin (ekin tarlasını) otlamıştı. Biz onların (ne çeşit) hüküm verdiklerine şahit idik.
Tefsir:
Bir kimse Davud (as)’ın huzuruna çıkıp şikâyette bulundu: Filan kimsenin koyunları gece vakti benim ekinime girdi ve hepsini yiyip zayi etti. Koyun sahipleri de orada bulundu. Davud (as), koyunların, zarar verdikleri kimseye verilmesi ile hükmü karara bağladı. Süleyman (as) ise daha on bir yaşında idi[309] ve o da o mecliste bulundu. Babasına:
— Bu hükmü değiştirip, her iki tarafı yeniden mülahaza buyursanız..
— Öyle ise bu konuda siz hüküm verin.
— Görüşüme göre; ekin, koyun sahibinde kalsın, onların sütünden ve yavrularından istifade etsin. Zarar gören ekin ise koyunların sahibine verilsin, o da zayi olan kısımlarını ıslah etsin önceki haline ulaştırsın. Sonunda, tekrar herkese kendi malları, yani ekin, ekin sahibine; koyunlar da kendi sahiplerine verilsin.[310]
Davud (as) bu hükmü tasdik etti. Gelen ayette bu konu haber veriliyor:
79/79- Biz onu(n hükmünü) hemen Süleyman’a ilham[311] etmiştik; (sakın yanlış anlaşılmasın; her ikisinin hükmü de doğru idi, fakat, Süleyman’ın hükmü ise daha tercih edilir şekildeydi.) Biz onların her birine de hüküm ve ilim vermiştik. [Davud (as)’a verilen ilim ve hikmet şunlardır:] Kuşları ve tespih eden dağları da Davud’un hizmetine verdik. (Bunların yapılması size hayret verici gelebilir, ama) biz (bunları) yaparız.
80/80- Davud’a, savaş sıkıntılarınızdan sizi koruması için zırh yapma sanatını öğrettik. [Zırh’ı ilk defa icat eden, Davud (as)’dır.] (Bu nimeti Davud’da sizin için verdik.) Artık şükreder misiniz?
Tefsir:
Her nimet karşısında, o nimeti veren Munîm-i Hakikîye Allah’a şükretmek vaciptir. Nimetlere şükredilirse Allah onları artırır.
Lokman Hekim, Davud’un huzuruna vardı. Baktı ki, elinde demirden bir şey yapıyor. Bu gördüğü şeyin mahiyetini sormak istedi. Hikmet sahibi insanların şu sözü aklına geldi: “Söz gümüş ise, sukût altındır. Sükût eden rahat bulur.” Hakikaten sukût olmakta büyük hayırlar vardır. Şeyh Muslihuddin Şirazî der ki:
Dû çîz Tîre-i aklest dem forû besten Be-vakt goften ve goften be-vakt hâmûşî[312]
Yine ehl-i hikmet demişlerdir ki, insanın konuştukları dinlediklerinden az olmalı. Çünkü Allah (cc) insana iki kulak vermiş ve sadece bir dil vermiştir. Eğer konuşmak güzel olsaydı, iki dil bir kulak verirdi. Zira şair diyor ki:
Do-gûş be dânend ve yekî tîğ Yani ki do bişnevâ ve yekî bîş mego.[313]
Hz. Peygamber (sav) ise buyurmuşlardır ki: “Kişiye her duyduğunu söylemesi günah olarak yeter.”[314] Hasılı, Lokman Hekim, bunları düşünerek, Davud (as)’a bir şey sormadı. Zırhı yapma işini bitirince, onun önünde zırhı giyidi ve “Ne güzel savaş elbisesidir” dedi. Böylece, Lokman Hekim ona hiç soru sormadan işin mahiyetini öğrenmiş oldu. Hem ilim öğrendi, hem de soru sorma zilletinden kurtuldu. Sukût durmanın ne kadar güzel bir şey olduğunu saymakla bitmez.
81/81- Süleyman’ın emrine de (istediğinde süratli istediğinde tatlı tatlı estiren)[315] güçlü rüzgârı verdik; içinde bereketler yarattığımız yere (Şam’a)[316] doğru esti. Her bir şeye biz alimiz. (Hiçbir şey bizim ilmimizin dışında değildir.).
Tefsir:
Rüzgâr’ın Hz. Süleyman’ın emri ile hareket etmesi meselesi tefsirciler arasında muhtelif yorumlara vesile olmuştur. Fakat bunların çoğu akıldan uzak sözlerdir. Bu yüzden hiçbirine itimat etmek mümkün değildir. Kur’an’ın ifade ettiğinden anlaşılan şu dur ki: Süleyman (as) bir şeyin üstünde havada oraya buraya hareket ediyordu. Fakat bu hareketin keyfiyeti ve ne tür olduğu açık değildir. Fakat günümüzde nev-i beşerin, kendi aklı ile icat etmiş olduğu uzay gemileri bu konunun beşer seviyesinde dahi olabileceğini gösterdiğine göre Allah (cc), peygamberini mucize olarak havada hareket ettirmesi neden olmasın? Allah (cc), bu mucizeyi peygamberine ihsan etmiştir...
82/82- Serkeş insanlardan[317], onun için dalgıçlık eden, (ve denizden inci mercan çıkaran) ve bundan başka işler görenleri de (Süleyman’a musahhar kılmıştık.). Biz onları gözetim altında tutuyorduk.
83/83- (Bizim peygamberimiz) Eyyub’u da (an). Hani o (bir zaman hastalıktan yara-bere içinde kalmıştı.. Halk, artık ondan uzaklaşmaya başlamıştı..): “Ey benim Rabbim! Gerçekten bana zarar dokundu; Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin.” diye niyaz etmişti.
Tefsir:
Hz. Eyyub (as), son derece nazik, latif ve dakik bir şekilde Allah’a dua edip, kendine zararın dokunduğunu bildirmiş fakat şikâyette bulunmamıştı. Allah (cc), da onun maksadını anladı ve şifa verdi. Fakat, şifa verdiğini aşikâr bir şekilde onun nezaketine uygun olarak açılamadı. Arapça’da böyle çok fazla nükteler bulunur. Lakin Türk dili bu nükteleri ihtiva edecek genişlikte değildir.
Bir kadın Emevi halifelerinden Süleyman b. Abdilmelik’in (100/718) huzuruna geldi ve ona:
—Ey müminlerin emiri! Benim evimin fareleri, evin ağaçlarını kemirip, öylece yol gidiyorlar (yaşıyorlar).
—Çok güzel ve latif bir şekilde ihtiyacını istedin. Ben de, senin evin farelerini öyle yaparım ki, kaplan gibi sıçrayıp hareket etsinler.
Budan sonra yardımcılarına emretti. O kadının evini buğday ile doldurdular. (Kadın, burada açlıktan şikâyet etmesini latif ve nazik bir şekilde ifade etti. Yani dedi ki: Ey müminlerin emiri! Benim evimde farelerin bile bulup yiyebileceği bir tahıl tanesi dahi yoktur. Halife de firasetiyle hemen onun maksadını anladın ve istediğini verdi.).
84/84- Bunun üzerine, Biz de onun duasını kabul edip başına gelenleri kaldırdık. (Hasta olmaktan başka, evladını ve bütün malını kaybetmişti.) Yine biz, hem katımızdan bir rahmet ve hem de kulluk edenler için bir öğüt ve nasihat olmak üzere evladını, ayrıca bununla birlikte bir mislini daha verdik.
85/85- İsmail’i, İdris’i ve Zülkifl’i de (yadına getir.). Hepsi de (belalara) sabredenler katarındandı. [Bazı rivayetler de Zülkifl, İlyas peygamberdir.][318]
86/86- Onları da rahmetimize dahil ettik. Zira onlar da salihler kervanındandı.
87/87- (Resulüm! Peygamberlerimizden) Zünnûn’u da (Yunûs’u da an.). O, (kavmine) öfkeli bir şekilde başını alıp çekip gitmişti; biz onu asla belaya giriftar edemeyeceğimizi sanmıştı. (Balığın karnında, hem gecenin, hem denizin, hem balığın) karanlığında yalvarıp şöyle demişti: “Senden başka ibadete layık hiçbir mabut yoktur. Seni tespih ve takdis ederim. (Kavmimin arasından, senden izinsiz ayrıldığım için) şüphesiz ben öz nefsine zulmedenlerden oldum.”
Tefsir:
Yûnus (as)’ın bir ismi de Zunnûn’dur. Kendisi Ninova’ya peygamber olarak gönderilmişti. Kavminin iman etmeyeceğini iyi anlayınca, Allah’tan izin almaksızın onlara öfkelenerek, çıkıp gitmişti. Bu çeşit ciddi kararlar aldığı zaman Allah’ın iznine başvurması gerekiyordu.
Böyle izinsiz bir şekilde terk edip deniz kenarına geldi. Hareket etmek üzere olan bir gemiye bindi. Gemi bir müddet yol alınca arızalandı, ne ileri ne geri gidiyordu. Bir fırtına çıktı. Batma tehlikesi ile karşılaşan gemide panik oldu. Yolcular bu durumu uğursuzluğa yorup: “İçimizde büyük günah işlemiş bir var!” diyerek onu ortaya çıkarmak istediler. Bunu kur’a ile bulmaya çalıştılar. Kur’a çekince Yunus (as)’a çıktı. Hz. Yunus (as) fırtınalı, dalgalı ve karanlık bir gecede denize atladı. Bir müddet sona büyük bir balık onu yuttu.[319] İşte balığın karnında böyle dua ediyordu.
88/88- Biz de onun duasını kabul ettik ve onu (balığın karnındaki) tasadan kurtardık. (Eğer meşietimiz alaka tutarsa sair) müminleri de biz böyle kurtarırız.
89/89- (Resulüm!) Zekriyya’yı da (yadına getir.). O vakit öz Rabbine şöyle dua etmişti: “Ey benim Rabbim! Beni yalnız (evlatsız) bırakma. (Bana varis olacak bir evlat ver. Varis olacak bir evlat vermesen bile, hiç de üzülmem.) zira sen varislerin en hayırlısısın.”
90/90- Zekeriyya’nın duasını kabul ettik ve ona Yahya’yı ihsan ettik. Eşini (doğum yapma vakti geçmesine rağmen, doğum yapma durumuna) elverişli hale getirdik. Bu peygamberlerin dualarını kabul etmemizin sebebi, onların hayırda yarışmaları ve bize, rahmetimizi ümit ederek, (azabımızdan da) korkarak dua etmeleri idi. (Ey Resulüm! Bu kimseler, peygamber olmalarına rağmen, hiçbir zaman azabımızdan emanda olmamış, daima ürperti içinde olmuşlardır.).
91/91- (Bir de saliha kadınlardan Meryem’i an,) ki, o ırzını korumuş ve öz ruhumuzdan ona üflemiştik, (İsa’yı, ondan bir mucize olarak yaratmıştık.). Onu da oğlunu da alemlere mucize kılmıştık.
92/92- (Ey Müslümanlar!) Şüphesiz sizin bu (İslam) milletiniz, ümmetler arasında beğenilmiş bir tek millettir. (Sakın onda ihtilâfa düşüp bir tarafa ayrılmayasınız.!) Ben de sizin Rabbinizim. Sadece bana kulluk edin.
93/93- [Bu ayet, günümüzdeki İslamî coğrafyanın durumunu haber veriyor:][320] Ama insanlar din konusunda aralarında bölük bölük ayrıldılar. Fakat hepsi bize dönecektir. (Biz de yaptıklarının karşılığını onlara vereceğiz.).
Tefsir:
Müslümanların, İslam’a muhkem bir şekilde sarılıp icma ve ittifak etmeleri yerine paramparça olmuşlardır. Her fırka, her grup, kendisi için bir yol tutmuş gidiyor. Böyle yapmaları bir yana, her grup yek diğerini lanet ediyor ve İslam’dan kovuyor; kendisini hak, başkalarını da batıl sayıyor. Halbuki hepsi Allah’a dönecek ve bunun hesabını yalnız Allah’a vereceklerdir.
Allahım! Müslümanlar arasında bulunan bu ihtilaftan sana sığınırız! Bu ihtilafların hepsinin sebebi senin kitabın Kur’an’dan uzak durmamızdan kaynaklanmaktadır. Neden birleşmeyelim ki? Hepimizin Allah’ı bir, kitabı bir, peygamberi bir.. bu kadar birlikler içinde neden ittifak edilmesin.? Nitekim İslam’ın ilk günlerinde birlik içinde değil miydik? O gün Müslümanlar tek bir kelime “La ilâhe ill’allah”ta birleşmiştiler. Öyle bir derde düşmüşüz ki, bu derdin ilacı yoktur. Bu dert cehalet ve nifak derdi.. ikisi birbirine bağlıdır. Cehaletin olduğu yerde nifak bulunmazlık etmez.. nifak cehaletten doğar. Öteden beri hep bilinir ki, hangi toplumlar ilmin nuru ile aydınlanmışsa o toplumlar arasında nifak kalmamıştır, her kes ittifak etmiştir. Anlaşılan o ki, cehalet ve nifakın düşmanı ilimdir. Bunun tecrübesi bugün Müslümanlar arasında yaşanmıştır.. Ön Asya; Batıya yakın İslam devletleri ilmen gelişmiş olan devletlere komşu oldukları için Müslümanlara arasında kısmen de olsa ilmin nuru, cehalet perdesini aralamıştır. Bu yüzden bu milletler arasında nifak ve cehalet yıkılmaya yüz tutmuştur. Ve bu cehaletin yıkımı devam etmektedir.. zamanla cehaletin kalkmasından ümitlenebiliriz. Fakat Orta Doğu ve onların arasında bulunan insanlarda hiçbir şekilde ilmin nuruna herhangi bir kapı açılmamıştır. Sedd-i Zülkarneyn’in açılması, Ye’cüc ve Me’cüc’ün çıkması; bir kulakları düşük bir kulakları kalkık oluşları.. gibi fesadın remzi bu insanları, başka manada yorumlamamak lazımdır. Bu insanlar bugün patlamaya hazır bir haldedirler.. Bazı irfan sahibi müminler “Deccal”ın çıkışını, alnında tek bir gözü, otuz ağaç boyunda bir eşeğe binmiş, etrafında def-dönbelek çalanlar olduğu halde ortaya çıkıp aleme sahip olacak şeklinde yorumlamışlardır. Meseleyi bu şekilde aynen yorumlayan insanların kurtulma ümitleri nasıl olur? İslam’ın gelişinden bugüne kadar, bir çok yıl geçmesine rağmen, orta doğuda, İslam’ın hiçbir kanunu henüz yerleşmiş değildir. Bunları tek tek saymaya gerek yoktur. Bilenler, çok iyi anlarlar..
94/94- Her kim mümin olduğu halde salih ameller işlerse, yaptıkları batıl olmayıp, onların mükâfatından mahrum olmaz. Biz o ameli yazar, koruruz; (ona mükâfatını güzel bir şekilde ulaştırırız.).
95/95- (İşlemiş oldukları küfür sebebiyle) helâk olmalarını murad ettiğimiz bir şehir halkının (tekrar imana)[321] dönmeleri muhaldir, (imkânsızdır.).
96/96- (Kâfirler, hiçbir zaman küfürlerinden vazgeçmezler) ta ki, Ye’cüc Me’cüc (sedleri) açıldığı ve her bir tepeden süratle yayıldıkları zaman; [Zülkarneyn Seddi, Babu’l-ebvab’da açılıp Ye’cüc ve Me’cüc’den kastedilen taife dünyaya malik olurlar, -Dünyada ne kadar zaman kalacaklarını Allah bilir- dünyaya sahip olduktan sonra:];
97/97- Gerçek vaad (kıyamet günü) yaklaşınca, (o günün dehşetinden) birden, inkâr edenlerin gözleri beleri verir (kirpikleri bir türlü kapanmaz.)! ve orada şöyle derler: “Eyvah bizlere! Bu güne gaflet içinde ulaşmışız. Belki (bugün inkâr etmemizin yüzünden) zalim insanlar olmuşuz.”
98/98- (Ey müşrikler!) Siz ve Allah’ın dışında taptığınız şeyler cehennem odunu (olursunuz). Siz oraya gireceksiniz.
99/99- Eğer sizin ilâhlarınız (gerçek mabut) olsalardı cehenneme girmezlerdi. Siz ve Allah’tan başka taptıklarınız orada ebedî olarak (yanacaksınız.).
100/100- (Resulüm!) Bu müşriklerden ötürü cehennemde ağlayıp nâlan etmek vardır. Ve (Allah) orada, (onların kulaklarını sağır eder; birbirlerinin ah u efganını) işitmezler.
101/101- Şüphesiz katımızdan kendileri için güzel şeyler müjdelenmiş[322] olanlar, işte bunlar.. o cehennemden uzak tutulurlar.
102/102- (Cennet ehli), cehennem ateşinin sesini dahi işitmezler.. ve onlar orada canlarının istediği şeyler içinde (lezzet alıp) sürekli kalırlar.
103/103-Kıyamet gününün “büyük korkusu”, cennet ehlini hüzün ve tasaya boğmaz. Kendilerini, melekler: “Size vadedilen (sevap ve mükâfat) günü işte bu gündür” diyerek karşılarlar.
Tefsir:
“Fezau’l-ekber” yani “büyük korku”, mahşer günü insanlar hesaba çekildikten sonra cennetlik ya da cehennemlik oldukları henüz belli olmaz. İnsanlar korku içinde sonucu beklerler. İşte “büyük korku” bu sonucu beklerken doğar.
104/104- O gün (melekler, cennet ehlini istikbal ederken) biz de, semayı kitap dürer gibi tomarlarız. Tıpkı ilk yaratmaya başladığımız gibi onu yine o hale getiririz. Hem de üzerimize bir vaat olarak.. Biz kesinkes (bunu) yaparız.
105/105- (Resulüm!) Biz mutlaka, Tevrat’tan sonra Zebur’da da yeryüzüne (mukaddes topraklara- Şam’a)[323] ancak salih kullarımızın (Muhammed ümmetinin) mirasçı olacağını yazdık.
Tefsir:
Allah (cc), bu ayette, Muhammed ümmetinin (sav), Şam[324] topraklarını fethedeceğini gaybı bir haber olarak ima ile anlatmaktadır. Allah’ın vadi gerçekleşip, Müslümanlar tarafından Şam ve yeryüzünün büyük bir kısmı fethedildi. Resulüllah (sav) de, bu ayete dayanak buyurmuşlardır ki: “Benden sonra Şam’ı fethedersiniz.”[325] Ve dediği gibi çıktı. İşte bu ve bunun gibi vakalar Resulüllah’ın (sav) hak bir peygamber olduğuna delalet eder.
106/106- İşte bunda (surede zikredilen haber ve öğütlerde), Allah’a kulluk eden bir cemaat için yeterli bir mesaj vardır.
107/107- (Ey Resulüm!) Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik. (Ki sana tabi olup hoş-baht olsunlar. Artık kim sana tabi olmaz ise o bir bedbahttır. Bu talihsizliğinin sebebi bizzat kendisidir.).
108/108- (Resulüm! Müşriklere) de ki: “Bana (Allah tarafından) vahyolunan şudur ki: sizin ilahınız tek olan Allah’tır. Öyleyse (sözüme) itaat edip tevhidi kabul edecek misiniz?”
109/109- (Resulüm!) Eğer dallarını dönüp (sözüne kulak vermezlerse) o takdir de, de ki: “Ben (Allah’ın birliğini ve hükümlerini) hepinize eşit (şartlar altında)[326] ilan ettim. (Allah vadetti; İslam size galip gelecektir.) ama ben, size vâdolunan şey yakın mı uzak mı bilmiyorum. (Onu Allah bilir.)”
110/110- Muhakkak Allah meydana vurduğunuz sözü de bilir, gizledikleriniz de bilir. (Hiçbir şey onun ilminin dışında değildir.).
111/111- [Allah’ın beyanı ile Resulüllah buyuruyor ki:] Bilmem, belki (size gelecek bu azabın gecikmesi, doğruyu bulmak için düşünme imkânı sağlamış bir) imtihan ve bir süreye kadar geçindirmek içindir.
112/112- [Resulüllah (sav) müşriklere yaptığı bu hitabesinden sonra dua ediyor:] Resulüllah dedi ki: “Ey benim Rabbim! (Bu müşrikler arasında) hak ve adaletle hükmet. (Artık onlar, öz cezalarına dûçar olmayı hakkettiler.)” [Müşrikler, Resulüllah’a galip olacaklarını söylüyorlardı. Resulüllah yine onlara cevap veriyor:] “Bizim Rabbimiz Rahman (ismiyle tanınan) Allah’tır. Sizin anlattıklarınıza karşı yardımının umulandır. (Ondan yardım istiyoruz. O bize yardım edecek; size galip olacağız.)”
Hamd olsun Enbiya suresinin tefsiri de tamam oldu. İbret alabilecek bir kalp lazımdır ki, bu surede anlatılan öğüt ve nasihatlerden ibret alsın da insanlık semasına ulaşsın. Kur’an’ın nüktelerini anlamak ve onun ahlakı ile ahlâklaşmak büyük bir saadettir. Resulüllah (sav) buyurdular ki: “Kim Enbiya suresini okurda (onun ayetlerini tefekkür ederse) Allah kıymet günü o kimsenin hesabını kolay veçhile yapar.”[327]
Hac sûresi Mekke’de nazil olmuştur. 78 ayet, 1292 kelime ve 5075 ayettir.
0/1- Bismillahirrahmanirrahim.
1/2- Ey insanlar! Rabbinizden sakının. (O’na itaat ve ibadet etmekten bir an ayrılmayın). Çünkü kıyamet günün zelzelesi müthiş bir şeydir.
Tefsir:
Dünyada olan hadiselerin insan için en korkuncu zelzele olduğu için Allah (cc), kıyamet günün korkunçluğunu “zelzele” tabiri ile anlatıyor. Ta ki, insan onun korkunç halini anlasın ve öz nefsine acıyarak Allah’ın emirlerini yerine getirip, yasaklarından da uzak dursun. Böylece hayvaniyet sıfatlarını terk edip insanlık sıfatlarını kazansın. Allah’ın, biri müjde vermek diğeri de uyarmak gibi iki kırbacı vardır. Bu iki kırbaç ile, Allah insan oğlunu peygamberler vasıtasıyla insanlığın semasına ulaştırıyor. Bazen müjde verip, onu mükemmel şeylere imrendiriyor, bazen de uyarıp muhtemel belalardan onu sakındırıyor. Nasıl ki, bir baba, çocuğunu okula gönderirken, onu bazen azarlar, bazen sever ve neticede onu okutmaya alıştırır. Sana şunu şunu.. alacağım diye müjde verir:
Ki be-rû kitab merağt horrem Ya mevîz u cevz fostok âvarem.
Gâh korkutur; seni şöyle vurur döverim veya senin için elbise alırım der. Böylece çocuğu mükemmel bir şekilde yetiştirir. Allah’ın kulunu terbiye etmesi ile; ebeveynin çocuğunu terbiye vermesi arasındaki fark, Allah’ın verdiği vaatler, tamamıyla yerine gelir, ebeveynin verdikleri ise çoğu defa yerine gelmez. Evet Allah (cc) bizim gibi kırk ve altmış.. yaşındaki çocukları (!) beşaret ve uyarı kırbacıyla “nefsi olgunlaştırma” mektebine cebren ve kahren götürüyor. Fakat ilmin nuru ile münevver olanlar, bu iki kırbaç onlara hiç değmeden kendilerinden beklenen şeyleri yerine getiriyorlar. Nitekim muvahhidlerin reisi Emiru’l-Müminin Ali (as) münacat makamında şöyle buyuruyor: “Allahım! Ne cehennemin korkusundan ne de cennet arzusundan dolayı sana ibadet etmiyorum. Ben, sadece ibadete layık olduğun için Sana ibadet ediyorum.”
Allah’ın (cc) peygamber göndermekten maksadı insanları vahşet ve cehaletten kurtarıp kâmil bir insan yapmaktır. Şeriat-i garrânın, vazettiği ibadetlerin her birinde bir ilim ve kemâl vardır. Fakat Müslümanlar bundan gafil olup, dalalet vadilerinden serkeş olarak dolaşıyorlar. Mesela bir kısım Müslümanlar, sevap olur düşüncesiyle bütün namazlarını camide kılarlar, fakat namazın her türlü çirkin ve kötü işlerden yasakladığını ve hakiki namaz kılan kimsenin bunlardan uzak durduğunu hiçbir zaman akıllarına getirmezler. Yasaklanan şeyleri yapmaya devam ederler. Allah (cc) buyuruyor ki: “Muhakkak ki, namaz, hayasızlıktan ve kötülükten alıkor” (Ankebût 29/45) O halde namaz kılan insan, haksız yere adam öldürmez, herhangi birini adam öldürmeye teşvik etmez, içki içmez, kumar oynamaz.. Müslümanlar bu ayetin ihtiva ettiği manaları dikkatle düşünmelidirler. Resulüllah (sav), hakiki bir Müslümanı şöyle tanımlamıştır: “Sakın zanna yer vermeyin. Zira zann sözlerin en yalanıdır. İnsanların gizli yanlarını araştırmayın, haber koklamayın, rekabet etmeyin, hasetleşmeyin, birbirinize buğzetmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, ey Allah’ın kulları, Allah’ın emrettiği şekilde kardeş olun. Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona (ihanet etmez), zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu küçük görmez. Kişiye şer olarak, Müslüman kardeşini küçük görmesi yeterlidir. Her Müslümanın malı, kanı ve ırzı diğer Müslümana haramdır.”[328]
2/3- Onu göreceğiniz gün, her emzikli kadın emzirdiği (çocuktan) geçer. Ve her hamile kadın (o günün dehşetinden) çocuğunu düşürür. (Resulüm! O gün) insanları hep sarhoş görürsün, halbuki sarhoş değillerdir; Allah’ın azabı çok şiddetlidir, (ondan dolayı kendilerinde geçmişlerdir.).
3/4- (Resulüm!) İnsanlardan kimi vardır ki, Allah hakkında delilsiz, burhansız nizâya girer ve sırf fesat çıkarmaya soyunmuş olan şeytanın ardından koşar.
4/5- Şeytan hakkında şöyle hüküm verilmiştir: Kim onu dost tutarsa, o kesinkes onu sapıtır ve alev alev yanan cehenneme götürür.
5/6-7- Ey İnsanlar! Eğer öldükten sonra dirilmekten şüpheniz varsa (şimdi şu delili dinleyin, ta ki bunu anlayasınız:) Biz (ilk defa) sizi(n atanız Adem’i), topraktan yarattık, sonra (sizi) nutfeden, sonra a’lakadan (döllenmiş-ovum), sonra muhallaka (bütün yaratılışı, şekli tamamlanmış olan cenin haline) ve ğayr-ı muhallaka ( henüz yaratılış tam belirlenmemiş olan cenîn haline) getirdik ki, size (bir halden diğer hale çeviren yaratma kudretimizi) açıklayalım. Ve dilediğimizi istediğimiz bir süreye kadar rahimlerde tutarız; sonra sizi bir bebek olarak dışarı çıkarırız, sonra sizi aklen ve cismen olgunluğa erişmeniz için koruyup kollarız. (Allah’ın bir maslahat ve hikmeti,) sizden bir kısmınız (ihtiyarlık anına ulaşmadan) ölür, yine bir kısımız da ömrün en beğenilmez dönemi (ihtiyarlık çağına kadar) götürülür; ta ki bilirken bir şey bilmez hale gelsin. [Haşrin ikinci delili ise:] (Ey haşri ve kıyameti inkâr eden!) Yeri kurumuş ve ölmüş görürsün. Fakat biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir kabarır (güya bir can verilip hayat bulmuş gibi olur.) sonra (bir de bakarsın ki herkesi sevindiren) her çiften iç açıcı bitkiler verir.
6/8- İşte bu (insanın yaratılışı ve ölü yerin tekrar yeşermesi delildir ki) Allah, hak olan mabuttur; O, ölüleri diriltir ve O, her şeye kadirdir. (O halde sizi öldükten sonra diriltmeye de kadirdir.).
7/9- Kesinlikle kıyamet günü gelip yetiştir, bunda hiç bir şüphe yoktur. Allah da kabirdeki ölüleri diriltir, (onları haşre hazır eder.).
8/10- (Resulüm!) İnsanlardan kimi var ki, yanlarında ne ilimleri ne delilleri ne de nurâni bir kitapları olamadan Allah ile nizâ ederler. (Ona şirk koşup tevhidi inkâr ederler.). [Bu ve bundan sonra gelen ayet Ebu Cehil ve onun gibi olan müşrikler hakkında nazil olmuştur.][329]
9/11- (Ebu Cehil,) hak yoldan saptırmak için büyüklük taslar. (Bu Ebu Cehil’e) dünyada zelil olmak (nitekim Bedir savaşında yere serildi.), kıyamet gününde ise ona cehennem azabını tattıracağız..
10/11- (Kıyamet gününde böyle müşrike denir ki:) “Bunlar senin kendi ellerinle kazanıp gönderdiğin günâhların sebebiyledir. Zira Allah (günah işlemeyen) bendelerine hiçbir vakit haksızlık yapan değildir. (Kim günah işlerse işte ona azap eder.).
11/12- İnsanlardan kimi (zahirde dine girmeyip) dinin bir kenarında durarak tedirgin bir şekilde Allah’a kulluk eder. Eğer kendisine bir iyilik gelirse İslam’dan razı olur ve başına (malına ve evladına) bir bela gelirse İslam’dan çıkar (“ne yaman dindir” bu derdi.). Dünya da ahrette de öz nesine zarar verdi. İşte bu, tam manası ile aşikâr bir zarardır.
Tefsir:
Burada anlatılan kimseler münafıklardır. İslam ordusu bir savaşa giderken, aralarında bazı kimseler olurdu. Savaş anında bir kenarda durup bakarlardı; ordu zafere yaklaşırsa onlar hemen saflara karışır onlarla birlikte ganimeti paylaşırlardı; fakat ordu, mağlup olursa oradan uzaklaşırlardı. Bu ayet işte bu tipteki insanların hakkında nazil oldu: Resulüllah’ın huzuruna gidip güya iman ettiler. Sonra bakarlardı; hayvanları yavrular, hanımları erkek çocuğu doğurur, bedenleri de sıhhat ve afiyet içinde olursa “bu İslam dini güzel bir dindir” derlerdi; fakat eğer, hayvanları kısır kalır yavrulamaz, hanımları, erkek çocuğu doğurmaz ve bedenleri de sıhhatli olmazsa o takdirde “bu din ne yaman bir din imiş” derlerdi. Müslüman olduktan sonra, Allah (cc) onların bu halini haber veriyor.[330]
12/13- (Böyle kimse) Allah’ı bırakıp, kendisine ne faydası, ne de zararı dokunacak olan şeylere yalvarır. Dalaletin doruğu işte budur; ki onun sahibi dalalet sebebine haktan uzak duruyor.
13/14- (Böyle kimse), zararı fayda vermekten daha yakın olan (puta) yalvarır. (O put) ne yaman yoldaş, ne yaman yardımcı (ki, yalvarana hiçbir faydası dokunmuyor.).
14/15- Muhakkak ki Allah, iman edip salih amel işleyenleri köşk ve ağaçlarının altından nehirler akan bir nice bağlara dahil eder. Şüphesiz Allah, murad ettiğini yapar.
15/16- (Müşriklerden) her kes, güman eder ki, Allah, dünyada ve ahrette asla (Resulüne) yardım etmeyecek. (Onların bu gümanları batıldır. Allah, Resulüne, hem dünyada hem de ahrette yardım edecektir.). (Müşriklerden, Allah’ın Resulüne, yardım etmesinden öfkelenen kimse, elinden gelen her kötülüğü yapsın, aman, geri bırakmasın. Mesela:) Evinin çatısından bir ip salıp (ucunu boğazına taksın) sonra (kendini) boğsun (da, Allah’ın Resulüne gönderdiği yardıma engel olsun, görelim.) şimdi baksın ki, öfke duyduğu şeyi (Allah’ın Resulüne vereceği yardımı) gerçekten engelleyebilecek mi? (Elbette, engelleyemez. Sadece canına kıymış olur.).
16/17- İşte böylece biz o Kur’an’ı aşikâr ayetler halinde indirdik. Allah, istediği şahısları (iman etmeye istidadı olanları bu Kur’an ile) hidayet eder.
17/18- İman edenler, Yahudi onlanlar, Sâbiîler (meleklere tapanlar)[331], Mecusîler ve müşrik olanlara gelince, muhakkak ki Allah, kıyamet günü bu taifelerin aralarını ayırır; (herkese yaptığının karşılığına göre hükmeder.). Geçekten Allah her şeye (alim olup) hazır ve nazırdır.
18/19- Acaba görmez misin ki, semavatta onlar ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar Allah’a secde etmektedirler. [Bu sayılanların hepsi Allah’ın kudret eline boyun eğmişlerdir. Allah’ın her bir tedbiri onlar hakkında caridir. Onların üzerinde dilediği gibi tasarruf eder. Bunlarda bizzat müdafaa kuvveti olmadığından mükellefler kadrosuna dahildirler. Onun için inkiyad/boyun eğme konusunda en büyük amel olan “secde” onlar için de teklif edildi.] İnsanların çoğu.. evet insanların çoğu (ibadeti terk etmeleri yüzünden Allah’ın) azabını hakkettiler. [Dünyada insanların çoğu Allah’tan uzak durdukları için bu ayette, “Kesîr” kelimesi tekrar edilmiştir.] Allah, kimi hor ve hakir ederse, ona bu durumda hürmet ve ikram eden kimse bulunmaz.. (bulunmaz ki, onu azaptan kurtarsın da aziz ve saygın yapsın.). Hakikat şu ki, Allah, dilediğini yapar; (İzzeti ile müminleri saygın yapar; kahrıyla kâfirleri zelil eder.).
19-20-21/20-21-22- (Resulüm!) Bu iki taife (müminler ve kâfiler) birbiri ile düşman olup Rableri hakkında kıyasıya tartışırlar. (Kâfirler, Allah’a şirk koşarlar, müminler ise bunu nefyederler.). Kâfirler için ateşten elbiseler biçilmiştir. (Şuanda hazırdır.); onların başlarının üstünden kaynar sular dökülecektir. Bununla karınlarının içindekiler ve derileri eritilecektir! Bir de onlar için demirden kırbaçlar vardır!
22/23- Cehennem ehli (başlarına gelen şiddetli) ıstıraptan dolayı, oradan her çıkmak istediklerinde, oraya geri döndürülürler ve (onlara:) “Bu yakıcı ateşin azabını tadın. (Hani, onu inkâr ediyordunuz.).” denir.
23/24- Muhakkak ki Allah, iman edip salih ameller yapanları, köşk ve ağaçlarının altından nehirler akan bir nice bağlara dahil eder.. orada altından kolbağılar ve incilerle süslenir bezenirler.. orada giysileri ise ipektir. [Allah Resulü (sav), dünyada erkeklere ipek elbisesini haram etmiştir.[332] Müminlerden herkes bunu cennette giyeceklerdir.]
24/25- Müminler (Allah tarafından) hidayet olunup, pâkize olan sözü demeleri (kendilerine) ilham edilir. [Bu pâkize söz, “el-hamdu lillahi’l-lezi sadekana va’dehu- Vadini yerine getiren Allah’a sonsuz şükürler olsun” sözüdür.][333] Sonra Allah’ın beğenilmiş olan yoluna.. (cennetin yoluna) iletilmişlerdir.
25/26-27- Şüphesiz inkâr edenlerin, Allah’ın yolundan (İslam dininden), yerli ve yolcu bütün insanlar için her kesin (ziyaret etme) eşitliği olan Mescid-i Haram’dan alıkoyanların, ( bunu yapmaya hiçbir hakları yoktur.). Kim adaletten sapıp zulüm yaparak (insanların Mescid-i Haram’a girmesine mani olur, onlara eziyet ederse bilsin ki,) ona can yakıcı azabı tattırırız. [Mekke müşrikleri, halkı İslam’a girmekten ve Mescid-i Haram’ı ziyaret etmekten men ediyorlardı. Bu ayet nazil oldu.][334]
26/28- (Resulüm!) Bir zamanlar İbrahim’e Beyt’in (Kâbe’nin) yerini hazırlamış ve (ona şöyle demiştik:) “(Ey İbrahim! Bu Kâbe’de sadece bana ibadet et;) Bana hiçbir şeyi ortak koşma. (Ey İbrahim!) Evimi tavaf edenler, ayakta ibadet edenler, rükû ve secdeye varanlar için (putlardan ve her pislikten) pâk ve temiz tut.”
Tefsir:
Gerek bu ayette, gerekse bunun gibi ayetlerde İbrahim (as)’ın Kâbe’yi bina edip insanları hac yapmak için oraya davet etmesi istenmiştir. Bunun gayesi, insanlar bilsinler ki, Kâbe bir şahsa mahsus bir yer değildir; cümle alem onu ziyaret etmekte müsavidirler. (Kâfirler hariç.). Kâbe’nin, nasıl yapıldığı hakkında bilgi (Bakara 2/127) geçti.
İbrahim (as), daha altı yaşındayken, insanları şirkten men ediyordu. Öyleyse bu kadar şirkten yüz çevirmiş bir insan için Allah’ın (cc), yukarıda geçen “Bana hiçbir şeyi ortak koşma!” hitabının manası nedir? Bu ayetin muhatabı, İbrahim (as) değildir. Muhatap, bütün insanlardır. Allah (cc), İbrahim (as)’ı, insanları şirkten men etmesi için göndermiştir. İşte ayetin maksadı budur.
27/29- (Ya İbrahim!) İnsanları hacca çağır; piyade veya zayıf develer üzerinde (uzak yollardan) her bir derin vadiyi aşarak sana gelsinler, (Kâbe’yi ziyaret etsinler.).
28/30- Ta ki, (Kâbe’yi ziyaret edip) orada bulunan (maddi ve manevi)[335] nimetlere müşahit olsunlar. (Mekke’ye varınca “Sa’y tavafını” yaptıktan sonra Minâ’ya gidip kurban keserek)[336] Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanları bilenen günlerde (Zilhicce’nin 10-11 inci günleri) kurban ederken Allah’ın adını ansınlar. (Ey Mina’da kurban kesenler!) Siz de yiyin, yoksullara da yedirin. [Cahiliye devri insanları kurban etinden yemezlerdi. Allah (cc) Kur’an’da bu etten yemenin bir sakıncası olmadığını beyan ediyor.][337]
Tefsir:
“Ta ki, (Kâbe’yi ziyaret edip) orada bulunan (maddi ve manevi) nimetlere müşahit olsunlar.” Ayetinden de anlaşılacağı gibi, hac’da bulunan nimetleri sadece manevi nimetlere münhasır kılmamak lazımdır. Halbuki, hacda maddi ve manevi bir çok nimetler vardır. Müslümanlar bu güne kadar bu nimeti ihmal etmeselerdi, bütün yeryüzüne hakim olduktan sonra gerileyip böyle fakir duruma düşmezlerdi. Eskiden İslam devlet başkanları veya naipleri, hac zamanı daha gelmeden hacda bulunurlardı. Hem de bunu bizzat yapılması gereken önemli işlerden sayarlardı. Çünkü burada hac yapmanın yanında uluslararası bir kongre dahi düzenlenirdi.
29/31- Sonra (baş saçlarını ve tırnakları kesmek, bıyıkları kısaltmak, edep yerleri tıraş etmek, türünden) kirlerini gidersinler, adaklarını yerine getirsinler ve o kadim evi (Kâbe’yi) tavaf etsinler. [Kurban kestikten sonra yapılan bu tavaf, haccın tavafıdır.][338]
30-31/32- Önce zikredilen hükümler böyledir. Her kim de Allah’ın aziz tutup hürmet ettiği şeyleri büyük sayar onlara hürmeti gözetirse bu Rabbinin öz yanında kendisi için daha hayırlıdır. (Haram olduğu) size okunanların[339] dışında kalan hayvanlar size helal edildi. Pislikten bir şey sayılan putlara (ibadet etmekten) ve yalan sözden (yalan şahitlik yapmaktan) sakının. Allah’ın hanifleri (O’nun ihlas kesilmiş kulları) olarak, O’na şirk koşmadan (nehyettiği şeylerden uzak durun). Her kim Allah’a eş koşarsa, sanki o, semandan düşüp kuşlar onun (bedenini) pâre pâre edip kapışmışlar ya da (gökten düşmüş de) rürzgâr onu uzak bir mekâna salmış (helâk etmiş) bir şey gibidir.
Tefsir:
Resulü Ekrem
(sav) bir gün namazı kıldıktan sonra geri dönüp şöyle dedi: “Yalan şehadet,
Allah’a şirk koşmakla bir tuttulmuştur.”[340]
dedi ve yukarıda geçen ayeti okudu. Müslümanlar arasında cehalet yaygın hale
geldiği için yalan şahitlik yapmayı artık bir adet haline getirmişlerdir. Bu
türlü çirkin işleri yapanlar, ne Allah tanır ne de peygamber. Üstelik Müslüman
kimliği taşıdıkları için başka dinlere mensup insanlar nazarında, mensubu
bulundukları dini de lekelerler. İslâm’ı tam hazmedememiş bu insanlar, böyle
yaparken, sair dinlerin mensupları, bunlara bakıp İslam’ı bu kabilden sanıyorlar.
İnsaf ehli bir kimse bu ayete bakıp, İslam’ın ne kadar manidar bir din olduğunu
anlar.
Allah (cc), kendisine şirk koşan insanı, semadan düşüp kuşların parça parça ettikleri bir kimseye ya da rüzgârın önüne katıp sürükleyerek dağlara çarpıp param parça ettiği kimseye benzetiyor. Şimdi böyle durumda bulunan insanda hayat ve canlılık izi kalmadığı gibi, müşrik kimse de Allah’ın rahmetinde uzak durduğu için farkında olmasa da bir üzüntü ve tedirginlik içindedir.
32/33- İşte böyle. Kim Allah’ın hacda karar verdiği ibadetleri ve hükümleri tazim ederse bu, takva sahibi olan kimselerin kalplerinin amellerindendir. (Elbette takva sahibi olan kalpler, Allah’ın hürmet ettiklerine hürmet ederler.).
33/34- Sizin için onlarda (Mekke’de o ibadet makamlarında) belli bir süreye kadar bir takım faydalar vardır. (Mina, Arafat ve Meşâri’l-Haram) sonra yeriniz Kadim Ev’e.. (Kâbe’ye gidip “Vedâ tavafı” yaparak, İhram’dan çıkarsınız.).
Tefsir:
Biz ehl-i İslam, hacda bulunan faydalarına tamamından istifade etmiyoruz. Resulüllah (sav), dinin en büyük hükümlerini hac zamanı Mekke’de ilan etmiştir. Bu işi de ya bizzat kendisi yapar ya da bir kimseyi görevlendirirdi. İlk devirlerde, İslam devlet başkanları, hac mevsiminde Mekke-i Mükerreme’ye gidip fikir teatisinde bulundukları için saltanatları da muhkem duruyordu. Müslüman devlet başkanlarının veya vekillerinin orada bulunması İslam birliğini gerçekleştirmek içindi. Ne zaman devlet başkanları bunu terk edince İslam birliği de tehlikeye düştü.
İslam devlet başkanları kendileri gitmediği zaman bir tane “Hac emiri” tayin ederlerdi. Hatta üçüncü halife Osman b. Affan, eşkıya tarafından mahsur kaldığı zaman İbn Abbas’ı bu işe tayin etmişti. Daha sonraları bu usul terk edildi. İslam da gün be gün yıkıldı ve bugünlere geldi.
34/35- Her ümmet için Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine O’nun adını ansınlar diye (Allah’a yakınlaştırmak maksadıyla) kurban kesmeyi vermiştir. Hepinizin ilahı tek bir ilahtır. Bu yüzden yalnız Allah’a itaat edin (halisen onu zikredin.) (Resulüm! Sen de) Allah’tan korkuları olan mütevazı kimselere (tarafımızdan bir kurtuluş olduğu) müjdesini ver.
Tefsir:
Allah’ın (cc), her “kurban” kesmek zikredildiği yerde, “kurbanlık hayvanlar”dan bahsetmesinden maksat, kurban için sadece bu hayvanların caiz olduğunu göstermektir. Onlar da “En’am” diye adlandırılan deve, sığır, koyun ve keçi gibi hayvanlardır. Bunlardan başka -eti yensin ya da yenmesin- hiçbir hayvandan kurbanlık olmaz.[341]
35/36- Allah’a karşı mütevazı olanlar, öyle kimselerdir ki, Allah anıldığı vakit onların kalpleri titrer. Onlar (mallarının, canlarının ve evladının) başına gelenlere sabreden ve namazı devamlı kılan kimselerdir. Ve onlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ve ihsan ederler.
36/37-38- Biz, kurbanlık develeri Allah’ın (dininin) size olan nişanelerinden kıldık. Onlarda sizin için hayır vardır. [Devenin eti çok olduğu için onu insanlara bol bol dağıtır hem onları memnun edersiniz hem de ihtiram görürsünüz.] Ön ayaklarının bir bağlı halde keserken üzerlerine Allah’ın adını anın. [Kurban keserken, “Bismillahi v’Allahi Ekber, Lâ ilâhe ill’allahu ve’l-Allahu Ekber, Allahumme minke ve ileyke- Allah’ın adıyla.. Allah büyüktür. Allah’tan başka ilah yoktur. Allah büyüktür. Allahım! Bunu senden, yine sana veriyoruz.”[342] demek güzel olur.] Yan üstü yere düştüklerinde ise artık (canları çıktığında) onlardan hem kendiniz yiyin, hem de kanaat edip isteyene de istemeyene de verin. İşte bu hayvanları biz, şükredesiniz diye sizin emrinize amâde kıldık. (Eğer develer, sizi dinlemeseydi, onları nasıl buyurabilirdiniz!).
37/39- Onların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşır, belki (Allah’ın rızası, amelînizin ihlası) takvanız Allah’a ulaşır. Onları bu şekilde sizin buyruğunuza verdi ki, size doğru yolu gösteren Allah’ı büyük tanıyasınız. (O’na bol bol tekbir getire “Allahu ekber, Allahu ekber” diyesiniz.). (Ey Resulüm!) İhsan şuurunda olup iyilik yapanları (rahmetimizle) müjdele!
38/40- Muhakkak ki, Allah müminlere (yardım edip) müşriklerden gelen gaileyi/sıkıntıyı defeder.
39/41- Kendilerine savaş açılan müminlere (kâfirlere karşı koymak için) izin verildi. Şüphesiz Allah onları zafere ulaştırmaya kadirdir. [Bu ayet Allah’ın, müminlere cihad işinde yadım edeceğinin kesin bir sözüdür.]
Tefsir:
Bu ayet-i kerime, cihada izin verilmesi konusunda nazil olan ilk ayettir.[343] Resulüllah (sav) Mekke’de iken, müşrikler hem ona hem de ashabına akla hayale gelmedik işkenceler yapmışlardı. Sahabi, kendilerine yapılan bu eziyetleri gidip Resulüllah’a şikâyet ederlerdi. Allah Resulü de onlara sabretmelerini tavsiye eder, hiçbir fiili müdahalede bulunmalarını istemezdi. Mekke’de oldukları sırada onlar için hiç cihat etme imkânı olmadı. Zaten durum da müsait değildi. Medine’ye hicret ettikten sonra Allah tarafından cihada izin verildi.
40/42- O müminler ki, sadece “Rabbimiz Allah’dır” dedikleri için (hürmet görmeleri gerekirken, hiçbir özürleri olmadan) haksız yere öz yurtlarından çıkarılmışlardı. (Hulasa bu müşrikler habis bir toplumdur, bu yüzden biz de onların hakkından gelsinler diye müminleri onların başlarına musallat ettik. Hepsi hor ve zelil oldular.) Şayet Allah, bir kısım insanları (müşrikleri) diğer bir kısmı ile (müminlerle) ile defedip önlemeseydi, mutlak surette (şimdiye kadar gönderilen peygamberlerin yeryüzünde yapmış oldukları) içlerinde Allah’ın ismi çokça anılan manastılar, kiliseler, havralar ve mescitler yıkılır giderdi. Allah’ın dine yardım eden her şahsa elbette Allah yardım eder. Muhakkak ki, Allah (dostlarına yardım etmede) çok kuvvetli, (düşmanlarından intikam almada) yegâne galiptir.
41/43- [Bu ayet, Mühacirlerin hicret etmeden önceki takındıkları tavırların üstünlüğünü beyan etmketedir.][344] O muhacirler ki, eğer kendilerini yeryüzünde iktidar mevkiine getirirsek namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederler ve kötülüğü yasaklarlar. Bütün işlerin akıbeti Allah’adır. (Allah vadinde, sadıktır. Müminleri mutlakla galip edecektir.).
42-43-44/44- [Bu ayet, Resulüllah’ı (sav) müşriklerin eziyet etmelerine karşı teselli ediyor.] (Resulüm!) Eğer seni müşrikler yalanlıyorlarsa (sakın üzülme!) Daha önce (geçen peygamberlerin kavimleri de onları tekzip etmişlerdi. Mesela onlardan) Nuh’un kavmi, Âd, Semud, İbrahim’in kavmi ve Medyen halkı da (peygamberlerini) yalanlamışlardı; Musa da (Firavun tarafından) yalanlanmıştı; (sadece tekzip edilen sen değilsin ki!). (Resulüm!) Peygamberleri tekzip eden kâfirlere bir zaman mühlet verdim, (azaplarını tehire saldım; onlar buna aldanıp tam kendilerini güvende hissettikleri zaman ansızın) yakalayıp (helâk ettim.). Bak ki, benim onları tanımamam.. (nimetlerini azaba, hayatlarını ölüme çevirmem) nasılmış? (Nasıl oldu; kendilerine gelen azabı defedebildiler mi? İşte Kureyş’in durumu da böyle olacaktır.).
45/45- (Resulüm!) Bir çok memleket vardı ki, o memleket halkı zulmetmekte iken, biz onları helâk ettik. Şimdi o memleketlerin, damları çökmüş, duvarları üstüne yıkılmıştır. Nice kuyular vardı ki (onlar oralardan su içerlerdi şimdi muattal), nice ulu saraylar vardı ki (onlar oralarda şenlenirlerdi) şimdi ıssız.
46/46- Acaba bu müşrikler hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? (Ki, kendilerinden önceki milletlerin yerlerine baksınlar neticede) tevhidi anlayacak kalplere ve (vahyin dediği şeyleri iyi) duyacak kulaklara sahip olsunlar. Hakikat şu ki, (insana) göz körlüğü (zarar vermez; esas zarar veren) sinelerdeki kalplerin körlüğüdür. [Bu müşriklerin kafa gözleri sapasağlamdır ama, kalp gözleri hakikati anlamaz gözlerdir.]
47/47- (Resulüm!) Müşrikler senden tez beri azap istiyorlar. (Onlar sanıyorlar ki Allah vadinden döner de onlara azap etmez.) Elbette Allah vadinden dönmeyecektir; (Bedir gününde onlara azap gönderecektir.)[345] Geçekten Rabbin nezdinde bir gün sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir. (Yani sizin bin yılınızı toplasanız Allah’ın bir gününe denk gelir. Onun için müşriklere azap göndermekte acele etmez.).
48/48- (Siz Kureyş cemaati gibi) nice memleketlerde (yaşayan insanlar vardı ki) zulmedip dururlarken kendilerine mühlet verdim, fakat sonunda (ansızın) onları yakalayıverdim, (hepsini helâk ettim. Eninde sonunda) dönüş banadır.
49/49- (Resulüm!) Ey insanlar! Ben (Allah tarafından) size gönderilmiş apaçık bir uyarıcıyım. (Allah’ın azabından korkun, O’na eş koşmayın.).
50/50- İman edip salih amel işleyenlere gelince onlar için (Rableri nezdinde) bağışlanmak ve güzel rızık vardır.
51/51- Kur’an’ımızı (red ve iptal etmek için) aralarında yarışırcasına bir gayret içine girenlere gelince işte onlar için cehennemliktirler.
52/52- (Resulüm!) Biz, senden önce bir resûl ve nebî göndermeye görelim ille de (o kendilerine peygamber gelen insanlar, peygamberlerinin arzularının hilâfına olan şeyleri temenni etmiş ve) ne zaman o peygamber Kur’an okumak istemişse (onların) şeytanı gelen ayetlerin içine kendi arzusunu katamaya uğraşmıştı..(nitekim sen Kur’an okurken o şeytan kılıklı adam, putları konusundaki sözü, senin ayetlerin içine katıp zikretmişti. O söz bizim sözümüz değildir; şeytanın sözüdür. Müşrikler o sözü sana iftira ediyorlar.) Allah, şeytanın Kur’an’a katmaya çalıştığı sözü iptal eder sonra öz ayetlerini (lafız ve mana bakımından) yerleştirir. Allah (halkın ahvalini) iyi bilir ve hikmet üzere onlara karar verir.
Tefsir:
Müşrikler, Mekke’de Resulüllah’ı takip etmekten bir an olsun durmazlardı. Resulüllah istedi ki, bunlar bu işten vazgeçsinler. Daha sonra da anlatılacağı gibi, bir gün Necm suresi nazil oldu. Resulüllah (sav) okumaya başladı. “Gördünüz mü o Lât ve Uzzâ’yı? Ve üçüncüleri olan ötekini.. Menat’ı.” ayetlerine ulaşınca -ki, bu ayetlerde Allah (cc) bu putları zemmediyordu. Resulüllah bu ayetleri okurken Kureyşin şeytan kılıklı adamlarından biri orada bulunuyordu. O arada hemen Resulüllah’ın okuduğu bu ayetlerin arkasına şu mısraları yerleştirdi: “Bunlar yüce kuğu kuşlarıdır/ ve onların şefaati de umulur.” Kureyşli müşrikler bunu duyunca çok sevindi ve çığlıklar kopardılar, meseleyi her tarafa yaymaya başladılar. Ve dediler ki, Muhammed (sav), bizim putlarımızı da Kur’an’ın içinde zikretti. Surenin sonunda Resulüllah (sav) secde etti. Onlarda secdeye vardılar. Müşriklerin içerisinden Velid b. Muğire ve Said . el-As gibileri ihtiyar olduklarından secdeye varamadılar. Biraz toprak getirip secde yerine alınlarına sürdüler. Sonra dağılınca “ne güzel oldu” dediler. Resulüllah (sav) bunların meseleyi böyle çarpıtmalarına çok üzüldü. Ve onların sözlerinin batıl olduğunu anlatan bu ayet nazil oldu.[346]
53/53- (Allah, şeytanın böyle sataşmasına müsaade eder ki) kalplerinde hastalık bulunanlar ve kalpleri kaskatı olanlar için, şeytanın katmaya çalıştığı şeyi bir imtihan vesilesi yapsın, (böylece kalplerindeki nifakları ya, daha da artar, ya da iman ederler.). Zalimler kesinkes (haktan) uzak bir ayrılık içindedirler.
54/54- Mutlaka ilim sahipleri iyi bilsinler ki, bu Kur’an bir gerçektir. (Allah’tan gelmiştir. Onun içinde müşriklerin şeytanlarının sözü bulunamaz.). Bundan dolayı, ehl-ilim, Kur’an’ın (ayetlerinin içinde Kur’an’dan başka bir şey olmadığına) iman etsinler, böylece kalpleri ona saygı duysun. Muhakkak ki Allah, iman edenleri, kesinkes dosdoğru bir yola hidayet eder.
55/55- Ama kâfirler, kendilerine ansızın kıyamet gelinceye veya (hayır adına) kısır bir günün azabı gelinceye kadar muttasıl bir şüphe içindedirler.
56/56- (Kıyamet) gününde saltanat Allah’ındır. (Müminlerle kâfirler)[347] arasında hükmeder: İman edip salih ameller işleyenler Naim cennetlerindedirler. (Onlar ölümsüz nimetlere ve bir nice bağlara ulaşmışlardır.);
57/57-Kâfirler ve ayetlerimizi tekzip edenlere gelince, işte bunlar için hor ve zelil eden bir azap vardır. (Orada ebedidirler, hiçbir zaman kurtulmayacaklardır.).
58/58- Allah yolunda (öz vatanlarından) hicret edip sonra öldürülmüş veya (kendi ecelleri ile) ölmüş olanları hiç şüphesiz Allah arkası kesilmeyen[348] güzel bir rızıkla rızıklandıracaktır. [Allah (cc), hicret edip şehit olanlar ile, hicret edip kendi eceliyle ölenleri sevapta aynı derecede tutuyor.][349] Muhakkak Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır. (Şayet insanlardan rızık veren olsa bile, gerçek nimetin sahibi değildir. Rızkı veren Allah’tır, o ise arada bir vasıtadır.).
59/59- Ebette Allah muhacirleri (aziz tutup) hoşnut olduğu bir makama dahil edecektir. Allah (her bir amel edenin derecelerine ve hakkettiklerine) alimdir. Halimdir; (masiyette ifrat edenin azabını tehire salar, acele etmez).
60/60- İşte hicret edenlerin durumu böyledir. Kim kendisine yapılan cezaya aynı ile karşılık verir de, sonra yine kendisine zulüm yapılırsa, muhakkak ki, Allah ona yardım eder, (o da yine intikamını alır.) Muhakkak Allah çok bağışlayıcı ve çok affedicidir.
61/61- İşte bu (Allah’ın mazluma yardım etmesi, her zalim kimseden intikam almak istemesinden dolayı olmuştur.). Allah’ın (mükemmel kudretindendir ki, dünyayı etrafında döndürmesiyle) gündüzü geceye dahil eder, geceyi gündüze dahil eder. Şüphesiz Allah, (halkın konuştuğu) sözleri duyar, (yaptıklarını) pekâla iştir. (İşte O, yektâ bir yaratıcıdır.).
62/62- Bu şundandır: Şüphesiz Allah, hak olan mabuttur, (yegâne ve hak olan mabudun her şeye kudreti yeter.) Müşriklerin O’nu bırakıp da taptıkları putlar ise hep batıldır. Muhakkak ki Allah (kudretinde ve saltanatına) büyüktür. (Her şeyden) yücedir.
63/63- [Allah (cc) bundan böyle, gelen ayetlerde kendi mükemmel kudretini anlatıyor.] Acaba bakıp görmez misin ki, Allah semadan bir su indirdi de bu sebeple yeryüzü dolanıp yemyeşil oldu. Geçekten Allah latifdir, (her dikkatli olan tedbirler O’na mahsustur.) ve her şeyden haberdardır.
64/64- Semavat ve yerde ne varsa Allah’ın mülküdür. Gerçekten Allah, (her şeyden) müstağnidir, ve (her işi) beğenilmiştir.
65/65- Bakıp görmez misin ki; Allah yerde bulunan (hayvanat ve sair ihtiyaç olan) şeyleri.. Allah’ın emri ile denizde akıp giden gemileri.. sizin buyruğunuza verdi, (onlarda türlü türlü tasarruflarda bulunuyorsunuz.). Semayı da kendi izni olamadan düşmekten korur. [Baştan yukarı tarafa sema denir. İşte semadan gelen meteor gibi şeylerden ve güneşin zararlı ışınlarından koruması hep bu kabildendir. Batıda büyük müzelerde, bu meteorlar sergilenmektedir.] Muhakkak Allah, insanlara mihriban ve merhamet edendir.
66/66- Allah (mükemmel kudretiyle ilkönce) sizi yoktan vücuda getirdi, sonra öldürüp sonra da diriltecek, (ve mahşerde toplayacaktır.). İnsan gerçekten (Allah’ın nimetlerine -ki bunların en üstünü hayat nimtidir- karşı) nankördür.
67/67- (Resulüm! Size bir din ve bir şeriat verdiğimiz gibi, sizden önce) her bir ümmet için onunla amel ettikleri bir din ve şeriat karar verdik. (Resulüm! Müşriklere iltifat ve itina etme ki) din işinde seninle nizâya girmesinler. (Sen öz davetinle hareket et, insanları) Rabbine davet et. Şüphesiz sen, muhkem ve düz olan bir hidayet yolu üzerindesin.
68/68- (Resulüm!) Eğer müşrikler ( senden el çekmeyip) seninle cidal ederlerse de ki: “(Benim size söyleyecek hiçbir sözüm yoktur.) Allah, yapmakta olduklarınızı en iyi bilendir. (Yaptıklarınızın karşılığını size verecektir.).”
69/69- Allah, kıyamet gününde ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında siz müminler ile (kâfirler) arasında hüküm verecektir.
70/70- Bilmez misin ki, Allah semada ve yerde olan her şeyi bilir. Şüphesiz bunların bilgisi Levh-i Mahfuz’da (Allah’ın ilmindedir.). Şüphesiz bu ilimleri bilmek Allah’a çok kolaydır.
71/71-
Müşrikler, Allah’ı bırakıp ondan başka putlara tapmaktadırlar ki, Allah
onlara ibadet etmek konusunda hiç bir delil indirmemiştir. Kendilerinin de o
putlara ibadet edileceği konusunda hiçbir bilgileri yoktur. (Müşrikler, Allah’ı bırakıp da putlara
tapmalarıyla zalim olmuşlardır.) Zalimlerin
hiç yardımcısı yoktur.
72/72- (Resulüm! Tevhide delalet eden) ayetlerimiz kendilerine apaçık okunduğu zaman, kâfirlerin suratlarındaki hoşnutsuzluğu hemen anlarsın; nerede ise (kinlerinden) o Kur’an’ı okuyanların üzerine saldıracak hale gelirler. De ki: “Size budan (bu Kur’an’a olan kin ve hoşnutsuzluğundan) daha şerlisini haber vereyim mi?.. ateş.. Allah bunu kâfirlere (ceza olarak) vadetti. O ne kötü varılacak yerdir! (Ki oradan hiç kurtuluş yoktur.).”
73/73- [Buradaki hitap müşrikleredir.] Ey insanlar! (Sizin için) bir misal verilmektedir. Şimdi onu dürüst bir şekilde dinleyin: Sizin Allah’ı bırakıp da taptığınız şeyler bir araya gelseler, kesinkes bir sinek bile yaratamayacaklardır; sinekler onlardan bir şey kapıp kaçsalar bunu onlardan alamazlar. İsteyen (putlar da) aciz, (istenilen) sinek de aciz; (belki sinek onlardan daha kuvvetlidir.). [İbn Abbas’ın anlattığına göre, müşrikler, putların başına za’feran ve bal gibi şeyler sürer ve yanlarına girmesinler diye her deliği kapatırlardı. Fakat yine de sinekler bir yolunu bulup içeri girer ve putların başlarına konar o sürülen şeyleri yerlerdi.][350]
74/74- Müşrikler (bu aciz ve cansız putları Allah’a ortak koşmak suretiyle) Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Mutlaka Allah’a kuvveti ve mahluka galiptir. (Cansız ve mağlup olan putlar onun alternatifi nasıl olabilirler!)
75/75- (Siz müşrikler, insandan peygamber gönderilmesini inkâr ediyorsunuz ama) Allah (kendisine) meleklerden de elçiler seçer, insanlardan da. (Melek vasıtasıyla, insanlardan olan peygamber’e vahiy gönderir.) Allah (halkın sözlerini) işitir ve (onların amellerini) çok iyi görür.
76/76- İnsanların geçen şeylerini ve (bundan sonra) gelecek şeylerini bilir. Bütün işler Allah’a döndürülür. (Allah, bütün varlıklar üzerinde tasarruf sahibidir. Hiç kimsenin Allah’ın kudret ve tedbirini çevirmeye gücü yetmez.).
77/77- Ey iman edenler! (Allah için namaz kılıp) rükû ve secde edin, (bunları yapmaktan maksadınız, başka bir şey olmasın, sırf) Rabbinize ibadet edin. Hayırlı iş yapın (sıla-i rahim edin, güzel ahlaklı olun)[351] kurtuluşa eresiniz.
78/78- (Ey müminler!) Allah‘ın (dinine yardım etmekte) lazım olan cihadı hakkıyla yapın. (İslam dini yücelsin diye, gerek mal ve gerekse can ile cihat edin.) Allah sizi (öz dinine yardım edesiniz diye) seçti; din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi. (Bu din, işte öyle kolay bir dindir.). (Ey Resullüm! Sizin dininizdeki bu kolaylık) atanız İbrahim’in dininde olan (kolaylık gibidir.). [İbahim (as), çoğu halkı Kureyş olan Mekkelilerin ceddi olduğu için, ayette “atanız” tabiri kullanmıştır.] Peygamber (Muhemmed sallallahu aleyhi vesellem’in Kur’an ve ondaki hükümleri) size (ulaştırdığına) şahit olması, sizin de (ashabın da, kendilerinden sonra gelenlere bu dini anlattıklarına) şahit olmanız için İbrahim,[352] gerek daha önce (gelmiş kitaplarda), gerekse bunda (Kur’an’da) size “Müslümanlar” adını verdi. Öyle ise, namazı kılıp zekâtı verin ve Allah’a sımsıkı sarılın. O, sizin umurunuzu üzerine alan Allah’tır. Allah ne yahşi koruyan ne yahşi yardım edendir.
Tefsir:
“Allah sizi (öz dinine yardım edesiniz diye) seçti; din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi. (Bu din, işte öyle kolay bir dindir.)” Resulüllah (sav) buyurdular ki: “Ben bir kolay din olan (İslam dini) ile gönderildim”[353] Sözlerin en doğrusu Allah’ın sözüdür. Gerçekten öyledir. İslam’ın kanun ve hükümlerin de hiçbir müşkül emir yoktur. Fakat Müslümanların İslam adına bir kısım ileri sürdüğü şeylerde müşkül emirler olabilir. Adını müçtehit koyan fakat bu ada hiç yakışmayan bir kısım kimselerin din adın söylediği şeyler İslam’ın malı değildir. Bu kimselerin yorumlardır. Allah Resulünden sadır olan hadislerde ve koyduğu hükümlerde de bir zorluk yoktur. Öyle ise şu anda insanlar arasında bulunan bir kısım çetin dini hükümler nerede çıktı? Bunun bir kısım sebepleri vardır. O da her mezhep Kur’an ve hadisi bir kenara bırakıp kendi reislerinin görüşlerine uymasından meydana gelmiştir. Her mezhep yek diğerini batıl saymaya başlamıştır. Evet bu ihtilaflar, Kur’an ve hadisi bir kenara bırakıp, “Asıl beraat, ıstıshab, icma, menkul kıyas, isâle ve adem-i isale, sıhhat vb.” İslam’ın ilk günlerinde olmayan, sahabe döneminde ve imamların açıklamalarında onların dahi hiç akıllarına gelmediği şeyler vaz edilerek ihtilaflar meydana gelmiştir. Çıkarılan bu hükümlerin pek kuvvetli bir delili de yoktur. Bundan başka daha bir çok şey vardır ki onları burada saymaya gerek yoktur.[354] Allah’a güvendim.. Allah’a döndüm..
Hamd olsun Hac suresinin tefsiri tamam oldu. Müslümanlar bu surede anlatılan haccın faydalarına dikkat nazarı ile bakıp iyi düşünmeleri gerekir.
Mü’minûn suresi Mekke’de nazil olmuştur. 119 ayet, 1840 kelime ve 4802 harftir.
0/1- Bismillahirrahmanirrahim.
1/2- (Resulüm!) Müminler (bekledikleri muratlarına) muhakkak ulaşacaklardır. (Müşriklerin şerrinden kurtulup olara galip olacaklardır.);
2/3- [Bundan sonra müminlerin sıfatları anlatılmaktadır:] Müminler o kimselerdi ki, namaz kılarken, huşû içindedirler; (kalplerine Allah korkusu olması sebebiyle, uzuvları hareketsiz, gözleri secdeye bakıp hiçbir uzuvları boş şeylerle meşgul olmaz.);
Tefsir:
Namaz kılan kimsenin namaz kılarken maddeten ve manen uyması gerekli vasıflar bu ayette özetlenmiştir. Öyle ise düzgün namaz kılmayan insanlar bu ayete baksın da eksik kıldıkları namazlardan dolayı biraz utansınlar. Resüllüllah (sav) bir gün baktı ki, birisi namaz kılarken sakalıyla meşgul oluyor. Buyurdular ki: “Eğer bu kimsenin Allah’tan bir korkusu olsaydı, her azası yerinde dururdu.”[355] Hasan Basri (110/728) gördü ki, birisi elinde taşlarla meşgul oluyor, hem de dua okuyor ve duasında: “Allahım, bana güzel gözlü hurilerden ver!” Hasan Bari (rhm):
— Ne güzel elçilik ediyorsun (!) bir kimse birinin yanına gidip elçilik ettiği zaman eli ayağı yerinde durur. Elin taşlarla oynarken sen güzel gözlü huriler istiyorsun!..
İşte bizim zamanımızda bulunan Müslümanların hali böyledir. Sadece adet yerini bulsun diye namaz kılarlar, ve adet yerine gelsin diye dua ederler. Mesela öyleleri var ki namaza gelip öğle ve ikindi namazını üst üste kılarak çekip gidiyorlar. Bir başkaları da kahve hanelerde tavla oynarken ezan okununca, hemen tık nefes gelip cemaati beklemeden namaz kılıp tekrar işinin (!) başına dönüyor.
Bizim devrimizden milletimizin bir yüz akı olan Bahçesaray’da oturan fazilet sahibi İsmail Bey vardı. Tercüman adlı bir gazetede “İmam-cemaat” konusunda bir güzel yazı yazmıştı. Gerçekten övgüye layık bir makale idi. Bu cümleden olarak, o makalede güzel bir konuya değinmişti: “Bizim imamlar, öyle süratli namaz kıldırıyor ki, cami toz duman oluyor!..” ifadesi ile milletin namazı nasıl geçiştirdiğini veciz bir şekilde ifade etmişlerdi. Allahım, sen alimlerimize ve cemaatimiz bir gayeret-i diniye ihsan et..
3/4- Onlar ki, boş ve yararsız sözlerden (ve amellerden) yüz çevirirler.
4/5- Yine onlar ki, öz mallarının zekâtını (ayırıp) lazım gelen yere ulaştırırlar. (...)
5/6- Ve onlar ki, öz aletlerini zina yapmaktan muhafaza ederler.
6/7- Ancak eşleri ve ellerinin sahip olduğu
(câriyeleri) hariç, (bunlarla olan cinsi
yakınlıklarından dolayı) kınanmazlar.
7/8- Her kim bu iki kısım hanımdan başka[356] (kadınlarla cinsi yakınlıkta bulunursa) İşte bunlar haddini aşan kimselerdir. (Allah’ın adavetinde son noktayı tutmuşlardır.).
8/9- Onlar ki, (kendilerine verilen) emanetlerine ve (her bir) ahitlerine riayet ederler, (hıyanet etmezler.).
9/10- Bir de, onlar, namazlarını (beş vakitte kılmayı ve her bir rüknünü yerine getirmeyi, bunları yapmada daima zinde kalmayı) muhafaza eden kimselerdir.
10/11- İşte bu sıfatlarla anlatılan müminler, (gelecek ayette anlatılan yere) varis olmayı (hak kazanmışlarıdır.);
11/12- Onlar, (Allah’ın en yüce cenneti) Firdevs’e varis olan kimselerdir.
Tefsir:
Yukarıda anlatılan sıfatlardaki müminler Firdevs cennetine dahil olacaklardır. Kendilerine kalan miras malı gibi Allah onlara bunu miras verecek, bizzat onların olacaktır.
Bundan sonra gelen ayet, Allah’ın, insanı nasıl yarattığını; nasıl öldüreceğini sonra nasıl dirilteceğini anlatmaktadır. Allah (cc), insanın yaratılışını, Kur’an’da bir çok yerde zikretmiştir. Görünürde bu anlatım aynı şeyin bir tekrarı gibi zannedilir. Fakat aslında aynı konunun ayrı ayrı yerlerde farklı safhaların anlatılmasından ibarettir. Diğer yandan siyak ve sibak açısından insanın ayrı ayrı özellikleri anlatılmış beyan edilmiştir.
12/13- Biz insanı çamurdan, bir hulasadan yalattık.
Tefsir:
Yüce Allah, çamuru süze süze insanın tohumu yaratmıştır. Hz. Adem’in yaratılışı Kur’an’da bir yerde “müteaffin çamur”, bir yerde “çamur”, bu ayette “çamurun halisi, süzülmüşü”, bir başka yerde “salsal- kuru çamur” böylece farklı farklı anlatımlar vardır. Bildirilen meselenin çeşitli safhaları bulunmaktadır: Adem (as)’ın yaratılışı işte böyledir: 1) Topraktan,[357] 2) Çamurdan,[358] 3) Salsal- kuru çamur,[359] 4) Nutfeden,[360] yaratıldığının bildirilmesi bir tenâkuz olmayıp, insanın yaratılışının muhtelif safhalarını bildirmek içindir.
13/14- Sonra onu (sizin cevherinizi) emin ve sağlam bir yerde (anne rahminde) nutfe haline getirdik.
14/15- Sonra nutfeyi dolanıp alaka (döllenmiş-ovum) yaptık. Onun dalınca, alakayı, bir parça çiğnenmiş (lokma gibi) et hâline getirdik; onun dalınca bu bir parçacık eti kemiklere (iskelete) çevirdik; onun dalınca kemiklere et elbisesi giydirdik. [İnsan bu safhalarda annesinin rahminde henüz ruh verilmemiş bir haldedir.] Budan sonra (bu cansız varlığı, daha önceki safhalara hiç benzemeyecek) başka bir yaratılışla insan haline getirdik. (Yani cansız, olan bu fetüsü, canlı, şuurlu, kulağı gözü yerinde -başka canlıların da yaratılış evrelerine hiç benzemeyecek- bir can sahibi insan yaptık.) Nakış çekip takdir edenlerin en güzel Allah, ne yücedir.. (ki, insanı böyle güzel suretinde ezelî ilmî ile nakış çekip yarattı.).
15/16- (Sonra her bir hilkatiniz tamam olup dünyaya geleceksiniz, orada karar verilen ömrünüz tamam olduktan sonra) bunun ardından kesinkes öleceksiniz.
16/17- Sonra da muhakkak, sizler kıyamet gününde diriltileceksiniz, (ve mahşerde toplanacaksınız.).
17/18- Biz hakikaten, başınızın yukarısında yedi sema yarattık, (ki onların menfaati size aittir.). (Resulüm!) Biz halkın ahvalinden gafil değiliz. (Biz onların faydasını düşünerek, yedi semayı yarattık, rızık kapılarını onlara açtık, nimetimizi onlara tastamam verdik.).
Tefsir:
Sema, başımızın yukarı tarafına denir. İnsanlar, dünyamızı saran havadan ve sair gök cisimlerinden istifade etmektedirler. Mesela hava olmazsa hiç bir canlı yaşayamaz.. onun için hayatın ilk şartı havanın varlığına bağlıdır. İşte yerküremizi saran hava her katmanıyla her bir tabakasında ayrı ayrı atmosfer vakaları olması hasebiyle ayette yedi kat semadan haber verilmiştir.
18/19- Semadan bir ölçü ile yağmur indirip onu yerde durdurduk, (ki o su sebebiyle her bir ihtiyacınızı gideresiniz. Semadan yağdıramaya kadir olduğumuz gibi) o yağmuru giderip (sizi susuz koymaya da) kadiriz.
Tefsir:
İnsan oğlu her zaman suya muhtaçtır. Bütün hayat sahiplerinin hayatı suya bağlıdır. Şayet dünyanın bütün hazineleri bir adamın olsa, o kimse de bir yudum suya muhtaç olsa, ona dense ki, “bütün hazinelerin verirsen bu suyu sana veririz”; hiç tereddüt etmeden -cihan bir yana, bir yudum su bir yana- bir yudum su için bütün malını verir. İşte bu konu iyi düşünülürse suyun ne kadar kıymetli olduğu kendiliğinden ortaya çıkar.
19/20- O su sebebiyle sizin için hurma bahçeleri ve (birbirine sarmaş dolaş olmuş) üzüm (bağları) yarattık. Bunlarda sizin için bir çok meyveler vardır.. hem de siz onlardan yiyorsunuz. [Allahım, sen bize nice bağlar ve nice tatlı sular ihsan etmişsin. Fakat bizim dilimiz onların şükrünü yerine getirmekten acizdir.]
20/21- (Yine sizden ötürü, o su sebebiyle) zeytin ağacını yarattık; o Tur’i Sina’da olur. [Dünyada zeytin ağacı ilk defa Tur-i Sina’da çıktığı için Allah (cc) bir şükran-ı nimet olarak anlatıyor.] Bu ağaç hem yağ hem de yiyenlerin (ekmeklerini) bandırıp katık edecekleri (zeytin) verir. [Zeytin ağacının diğer ağaçlara nazaran daha faydalı olduğu için Allah (cc) özellikle onu anlatmıştır.]
21/22- (Deve, sığır, koyun ve keçi.. gibi) hayvanlarda sizin için gerçekten (Allah’ın mükemmel kudretine) delil vardır. Onların karınlarındaki (sütten) size içiririz. Onlarda sizin için bir çok faydalar daha vardır.. etlerinden de yersiniz..
22/23- Onların üzerinde ve gemilerde.. taşınırsınız.
23/24- [Allah (cc), geçen ayetlerde ihsan ettiği nimetleri nazara verdi. Bu nimetlerin en büyüğü de gönderilen peygamberlerin, insan oğlunun arasında ve onlarla beraber bulunmasıdır. İşte bu nimetlere şükretmek ilk vaciplerdendir. Fakat insan oğlu bu nimetlerin şükrünü bilmedi. Allah (cc), böyle peygamberlerine nankörlük yapmış insanları tekrar misal veriyor:] Muhakkak ki biz Nuh’u kavmine göndermiştik, (ki kavmini putperestlikten kurtarsın.) de ki: “Ey benim kavmim! Allah’a kulluk edin. O’ndan başka hiçbir hak mabut yoktur. Hâlâ (Allah’tan başkasına kulluk etmekten) sakınmaz mısınız?”
24/25- Kavimin ileri gelen kâfirleri (Nuh’un kendisini hiç muhatap kabul etmeyip ona karşı sessiz kaldı ve kendi kavimlerine döndü) dediler ki: “(Ey cemaat!) Bu, tıpkı sizin gibi bir beşer olmaktan başka bir şey değildir. Onun muradı sizin üstünüze reis olmaktır. Allah isteseydi (peygamber olarak) melekleri gönderirdi (de size hükümlerini bildirirdi). Geçmiş atalarımızdan hiç duymadık ki, bunun gibi bir insandan peygamber gelsin.. (İnsandan peygamber gelmesine razı olmadılar ama, cansız donuk putlardan ilah olmasına razı oldular. Sapıklığın işte son noktası budur.). `[Bu ifadelerden anlaşılıyor ki, Nuh kavmi kendilerinden önce hiçbir peygamber tanımamışlardır.]
25/26- Bu, yalnızca kendisinde delilik bulun bir kimsedir. (Mecnun kimsenin sözlerine kulak verilmez.). Öyle ise bir süreye kadar (onun söylediklerine katlanarak) bekleyin bakalım, (belki, delilik gider de, du dediklerinden vazgeçer. Şayet geçmezse onu öldürürsünüz.).”
26/27- [Nuh (as) tam 950 yıl kavmini Allah’a davet etti. Fakat iman etmediler. Sonunda onlardan nefret etti.] Dedi ki: “Ey benim Rabbim! Beni yalanlamalarına karşı bana yadım et. (Buları helâk eyle.)”
27/28-29- Bunun üzerine ona şöyle vahyettik: “(Ey Nuh!) Bizim gözetimimiz altında ve (onun nasıl yapılacağını sana) öğretmemizle[361] gemiyi yap. (Kavminin helâk olması konusunda) emrimiz (sana) gelince su feveran edip (yerden fışkırınca,)[362] her cinsten eşler halinde iki tane bir de içlerinden, daha önce kendisi aleyhinde (kendi küfürleri sebebiyle Nuh’un oğlu Ken’an ve Nuh’un hanımı gibi helâk olmalarına) hüküm verilmiş olanların dışındaki aileni gemiye al. (Ben onları helâk ederken, onlara acıyıp) sakın zulmetmiş olanlar konusunda bana hiç yalvarma! Zira (artık hüküm verilmiştir.) onlar boğulacaklardır.
28/30- (Ey Nuh!) Sen yanındakilerle birlikte gemiye yerleşip (rahat edince): “Hamd ederim yegâne olan Allah’a ki, bu zalim cemaatta bizi kurtardı” de.
29/31- Ve (Ey Nuh!): “Rabbim beni bereketli (ve hayırlı menfaatli) yere indir, Sen menzil verenlerin en hayırlısısın” de.
30/32- Muhakkak ki, Nuh kavminin (başına gelenlerde Allah’ın tevhit ve kudretine delalet eden) delil ve burhanlar vardır. Biz (Nuh kavmimi büyük bir bela ile) imtihan ettik (ki, ondan sonra gelen ümmetler ibret alsınlar; Allah’ın zalimleri nasıl helâk ettiğini görsünler.).
31/33- (Resulüm! Nuh kavmini helâk ettikten) sonra onların ardından bir başka nesil inşâ ettik.
32/34- Onların arasında öz cinslerinden peygamber gönderdik. [Allah (cc) bu kavimlerin ve bunlara gönderilen peygamberlerin adlarını bildirmemiştir.] (O peygamberler kavimlerine dediler ki:) “Yegâne olan Allah’a ibadet edin. Sizin için O’ndan başka bir mabut yoktur. Hâlâ Allah’tan sakınmıyor musunuz (ki, camit ve cansız şeylere tapıyorsunuz?)”
33/35- O’nun kavminden, kâfir olup ahrete kavuşmayı inkâr eden ve dünya hayatında kendilerine nimet verdiğimiz varlıklı kişiler, (bu nimetlere şükredecek yerde, kendilerine gönderilen peygamberi de hiç muhatap almayıp, kavimlerine döndü ve) dediler ki: “Bu sadece sizin gibi bir insandır; sizin yediğinizden yer ve sizin içtiğinizden içer; (böyle şahıs peygamber olamaz, peygamberin meleklerden olması lazımdır.);
34/36- Eğer siz, özünüz gibi insana itaat edip (onu peygamber bilirseniz) o takdirde kendine zarar verenlerden olursunuz;
35/37- Siz, öldüğünüz, toprak olup kemik yığını haline geldiğinizde, kesinkes sizin (kabirden) çıkarılacağınızı mı vâdediyor?;
36/38- Size vâdedilen şey (kıyamet) uzak ki, amma ne uzak bir emirdir. (Yani tekrar dirilmek mümkün değildir.);
37/39- Bizim bu dünyadır, dirliğimiz; başka dirlik yoktur. Bizden (bir kısmı) ölür, (bir kısmı yeninden doğar) hayata gelir; bir daha diriltilecek de değiliz.);
38/40- Bu şahıs ancak Allah’a yalan iftira eden biridir; biz ona iman edecek değiliz.”
39/41- (O peygamber kavminin iman etmeyeceğini anlayınca) ey Rabbim! dedi, beni yalanlamalarına karşı bana yardım et, (onlardan intikam al.).
40/42- Allah buyurdu ki: “Az sonra (azap vakti seni tekzip edip, kâfir olmalarına) pişman olacaklar. (Fakat pişman olmaları kendilerine fayda vermeyecektir.).
41/43- (O kavmin helâk olma zamanı gelince, onlara hiç zulmedilmeyip) adalet üzere başa gelişi kaçınılmaz olan korkunç bir ses (öz amelleri yüzünden) onları yakalayıverdi. Kendilerini (sahralardan, meşelerden gidip bir kenara atılan) sel süprüntüsü haline getirdik. Zalim cemaat, (Allah’ın rahmetinden) uzak olup helâk olsunlar! (Nitekim oldular da.).
42/44- (Onları helâk ettikten) sonra arkalarından başka nesiller inşâ ettik.
43/45- (Allah’a karşı baş kaldırmış her ümmetin helâk olacakları belli bir vakitleri vardır.) Hiç bir ümmet (bu) vakti, ne öne alabilir, ne de erteleyebilir.
44/46- (O ümmetleri helâk ettikten) sonra, biz (mevcut olan ümmetlere) elçilerimizi birbiri dalınca gönderdik. Herhangi bir ümmete peygamberlerinin geldiği her defasında onu yalanladılar. Biz de (gelen peygamberleri tekzip etmelerine karşı) birbiri ardınca helâk ettik ve onların helâk olmalarını ibret alınacak kıssalara çevirdik. (Ta ki, onlardan sonra gelenler, oları anlatıp ibret alarak kendilerine gelsinler.). Allah’a inanmayan kavim (Allah’ın rahmetinden) uzak olup helâk olsun!
45-46/47-48- Sonra mucizelerimizle ve açık, vazıh delillerimizle Musa ve kardeşi Harun’u Firavun’a ve (etrafındaki) büyüklerine (peygamber olarak) gönderdik. Onlar (zalim ve) kendini beğenmiş kavim oldukları için (Musa ve Harun’a) büyüklük taslayıp (itaat etmediler.);
47/49- Bu sebepten dediler ki: Kavimleri bize kölelik ederken, bizim gibi (insan) olan bu iki adama inanır mıyız?
48/50- (Resulüm) Musa ve Harun’u tekzip ettiler (bu yüzden boğulup) helâk olanlardan oldular.
49/51- (Firavun’u helâk ettikten sonra) biz Musa’ya belki onlar yola gelirler diye, o kitabı da verdik.
50/52- Meryem oğlunu ve annesini de (tevhit ve kudretimize delalet eden) alamet yaptık; onları (yerler içinde) yerleşmeye en verişli, tatlı suyu bulunan bir tepeye yerleştirdik. [Bu anlatılan yer Mısır’dır.[363] Yusuf adlı birisi Meryem ve İsa (as)’ı alıp Mısır’a götürmüştü. Böylece onlar Hirodesi’nin şerrinden kurtardı.]
51/53- (Resulüm! Bu gönderilen peygamberlere hitap edip demiştik ki:) “Ey peygamberler! (Selim aklın tiksinip iğrenmediği) pâk rızıklardan yiyin ve salih ameller yapın. Muhakkak ben yapmakta olduğunuz amelleri iyi bilirim.
52/54- Bu şeriat ve milletiniz hepsi bir şeriat ve bir millettir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyle ise benden sakınınız.
53/55- Derken insanlar kendi aralarındaki (din) işlerini parça parça ettiler. (İhtilâf edenlerin) her biri özlerindeki din (ve mezhebe) böbürlendiler (ve diğerlerini batıl saydılar.).
Tefsir:
Bu mevzu önce geçmiş nice kavimlerden sonra Müslümanlar arasında da aynen vuku bulmuştur. İslam’da söz sahibi bir kısım insanlar da İslam’ı mezheplere ayırmış ve her fırka yek diğerini batıl saymışlardır. Gaybı bilmeyiz ama, olabilir ki, Allah (cc) bu insanların birbirleri aleyhine dedikleri sözleri kabul eder, hiçbiri necat bulamaz... Türkçe bir darb-ı mesel vardır: Kızım sana diyorum gelinim sen işit. Allah (cc) eski ümmetleri anlatıyor ki onlardan ibret alıp kendi kötülüklerimizi terk edelim.
54/56- (Resulüm! Sen de) bu müşrik ve kâfirleri bırak kendi küfür ve dalaletleri içinde bir zamana kadar baki kalsınlar. (Zamanları gelince ya öldürülürler ya da ecelleri ile öldürüldüler.).
55-56/57- Onlara verdiğimiz servet ve oğulları ile kendilerine faydalar sağlamak için koşuşturduğumuzu (onlarda bulunan hayır ve kerametten dolayı) mı sanıyorlar. Belki onlar hiç farkına varmıyorlar (ki, onlara verilen bu nimetler, kendilerinin azabını artırıyor. Çünkü verilen her nimet karşısında şükür ister. Onlar nimetlere şükredecek yerde nankörlük ettiler.). [Budan sonra hayır amel sahipleri zikrediliyor.]
57/58- O kimseler ki, Rablerine olan saygıdan dolayı
tir tir titrerler;
58/59- Yine o kimseler ki, öz Rablerinin ayet (ve hükümlerine) iman ederler;
59/60- Ve o kimseler ki, öz Rableri Allah’ın ibadetine[364] hiçbir şeyi ortak etmezler;
60/61- O kimseler ki, yakînen Allah’a döneceklerini bildikleri için verecekleri şeyi (zekât ve sadakaları,) verirken (“acaba Allah kabul etti mi” diye) kalpleri titreye titreye verirler.
61/62- İşte bunlar, iyiliklere koşuşurlar, ve bunlar, bu yüzden en öndedirler.[365]
62/63- (Bu anlatılan sıfatlar, müminlerin yapamayacağı şeyler değildir.) Biz hiç kimseyi gücünün yettiğinden başkası ile yükümlü kılmayız. (Resulüm! Bizim yanımızda müminlerin hiçbir ameli zayi olmaz.) bizim yanımızda sırf hakkı konuşan kitap (levh-i mahfuz) vardır. (Onda yazlan hiçbir vakit kaybolmaz.) ve onlar haksızlığa uğratılmazlar. (Ne işlemişlerse karşılarında eksiksiz bulurlar.). [Müminlerin amellerini anlatan ayetler bu bölümde sona erdi.]
63/64- Ama kâfirlerin kalpleri bu amelli yapmaktan büyük ve derin bir gaflet içindedirler. Ayrıca onların (bu şirk ve inkârcılıktan) öte bir takım habis amelleri de vardır. Onları muttasıl bu işleri yaparlar.
64/65- (Resulüm! Kâfir ve müşrikler, bu kötü işleri terk etmezler) ta ki, refah ve bolluk içinde olanlarını (büyüklerini) sıkıntıya uğratınca bakarsın ki, nasıl feryat edip sızlanır yardım isterler. [Bu ayet, Bedir savaşında kâfirlerin uğrayacakları hazin manzarayı haber veriyor.][366]
65/66- (O vakit bizim tarafımızdan onlar denir, yani ey Resulüm! sen dersin): “Bu gün (boşuna) sızlanıp yardım istemeyin, katiyetle bizden yardım göremeyeceksiniz.”
66/67- Hakikaten bizim ayetlerimiz size okunurdu da, siz (bunu duyar duymaz) arkanızı dönerdiniz;
67/68- Kur’an’a karşı büyüklük taslar; geceleri (Kâbe’nin etrafında, gâh sihir, gâh şiir deyip) hezeyanlar savururdunuz.
68/69- (Resulüm!) Acaba bu müşrikler, bu sözü (Kur’an’ı) hiç düşünmediler mi? (Ki, onun hak olduğunu anlayıp iman etsinler.). Yoksa kendilerine, daha önce geçmişteki atalarına gelmeyen bir şey mi geldi ? (ki inkâr ediyorlar. Eğer bunu diyorlarsa yanlış söylüyorlar. Çünkü onların atalarına İbrahim ve İsmail gibi peygamberler geldi, onlara hakkı anlattılar. O halde bu gümanları da batla çıktı.)
69/70- (Resulüm!) Yahut, peygamberlerini (yani seni) tanımadılar da bu yüzden mi onu inkâr ediyorlar? (Halbuki, senin nesebini, sıdk ve emanetini, akıl ve firasetini, ilim ve kemalini çok iyi biliyorlar, ama inkâr ediyorlar.) [Resulüllah (sav), Hz. Hatice ile evlenirken, Ebu Talip Resulüllah hakkında onun fazilet ve kemalatını içeren bir hutbe okumuştu. Bu hutbe onlara yeter.][367]
70/71- Yoksa onda bir cinnet olduğunu mu söylüyorlar. (Acaba o güne kadar, onda bu cinneti gördüler mi ki, bunu söylüyorlar.) Tam aksine (Muhammed aleyhisselam) onlara hakkı getirmiştir. Onların çoğu hakkı kerih tutup hoşlanmıyorlar (da ona göre bu lafı söylüyorlar.).
Tefsir:
Allâme Zemahşerî (538/1143) Keşşaf’ta bu konuda soru sorup cevaplarını veriyor:
Soru: Bu ayette, “Onların çoğu hakkı kerih tutup hoşlanmıyorlar” ifadesinden anlaşılıyor ki, onların azı, hakkı kerih görmüyordular. Ona karşı hınçları yoktu. Acaba böyle midir?
Cevap: Evet böyledir. Kureyş cemaatinin bazıları Kur’an- Kerim’den hiçbir hoşnutsuzlukları yoktu. Fakat halkın onları kınamasından korkuyorlardı. “Bu insanlara bakın. Atalarının dinini bırakıp, yeni bir dine geçmişler” demelerinden korkuyorlardı. Nitekim Ebu Talip hakkında da aynı şeyi söylüyorlardı.
Soru: Eğer deseniz ki, İslam taifesinden bazıları diyor ki, Ebu Talip iman etti. Onun iman ettiği doğru mudur?
Cevap: Suphanallah! Sanki Ebu Talip, Hz. Peygamber’in diğer amcaları arasında bilinmeyen bir kimse idi. Diğer amcalarının iman ettiği her kesçe bilindi de, Ebu Talib’in iman etmesi gizlide kaldı. Bunun olması mümkün değildir. Ebu Talib mevki itibari ile büyük yeri olan bir kimsedir. Şayet iman etseydi herkes bunu etrafa yayardı. Öyle gizli kalmazdı.[368]
71/72- (Resulüm!) Eğer hak onların arzularına tabi olsaydı, (onların istediği gibi meydana gelseydi) kuşkusuz o takdirde semavat ile yer ve bunlarda bulunan kimseler, (bütün nizam-ı alem) bozulurdu. Bilâkis biz onlara şereflerini (Kur’an’ı) getirdik. (Bütün öğüt ve nasihatleri, şeref ve gururları ondadır.). Fakat onlar (hakkı inkâr edip) bu şereflerinden de muttasıl yüz çevirdiler.
72/73- (Resulüm!) Sen onlardan bir harç mı istedin (ki, senden yüz çeviriyorlar? Halbuki sen onlardan hiçbir şey istemiyorsun,) Rabbin bahşişleri (onların vereceklerinden) daha hayırldır. Rızk verenlerin en elbette en hayırlısı Allah’tır.
73/74- Hakikat şu ki, sen onları düz olan doğru yola davet ediyorsun, (öyleyse daha niye senden kaçıyorlar!).
74/75- Geçekten, ahrete inanmayanlar hak yoldan kenara düşmüşlerdir. (Ve bu dalalette baki kalırlar.).
75/76- Eğer onlara (Bu Kureyşli müşriklere) acıyıp onlardan kıtlık belasını kaldırsa bile (Resulüllah’ın arkasından gidip, sızlanıp, yalvarıp “bizden bu kıtlığın kalkması için Rabbine dua et” demelerini unutur) yine kuşkusuz (peygambere ve müminlere olan) düşmanlıklarında hakkı görmekten gör bir şekilde diretir dururlardı.
Tefsir:
Kureyşli müşrikler, Resulüllah’a (sav), eziyet ettikten sonra Allah (cc) onların başına kıtlık belasını verdi. Ebu Süfyan Resulüllah’ın huzuruna gidip ona:
— Allah aşkına, Allah’a ve sıla-i rahme yemin ederim. Ey Muhammed! Sen diyorsun ki, ben alemlere rahmet olarak gönderildim. Öyle değil mi?
— Evet, ben alemlere Rahmet olarak gönderildim.
—İnsanları açlık helâk etti. Her kes bir deri bir kemik kaldı. Develerin tüyünü kanı ile karıştırıyor, öylece pişirip yiyorlar. Allah’a dua et; bu açlığı bizden kaldırsın.
Resulüllah (sav) dua etti. Allah (cc) kıtlığı kaldırdı. Her taraftan rızkı kapıları açıldı. O vakit bu ayet nazil oldu.[369]
76/77-Hakikaten, biz onları sıkıntıya soktuk (açlık belası verdik), fakat, yine de Rablerine boyun eğmediler, tazarru ve niyazda da bulunmadılar; (küfür ve dalaletlerinde baki kaldılar.).
77/78- (Onlar hiç bir surette tazarru ve niyazda bulunmazlar.) Nihayet üzerlerine, (kıyamet gününde) şiddetli azaptan bir kapı onların yüzüne açınca bir de bakarsın onlar orada (her türlü hayırdan) ümitsiz kalmışlardır.
78/79- O Allah ki, sizden ötürü (mükemmel kudretiyle) hiç yoktan kulaklar, gözler ve kalpler vücuda getirmiştir. (Ki Allah’ın ayetlerini kulaklarınızla işitesiniz, gözlerinizle hakikati göresiniz ve kalplerinizle Allah’ın birliğini anlatan delilleri bulasınız. Fakat siz insan oğlu, ancak) azınız (bu nimetleri yerli yerince kullandınız ve Allah’a) şükrettiniz.
79/80- Yine O Allah ki, (öz kudretiyle) sizi yeryüzünde yaratıp (her tarafa) yaydı. (Öldükten sonra sizi tekrar diriltecek ve) sadece onun huzuruna toplanacaksınız.
80/81- Sizi diriltip öldürecek olan da O’dur. (Her ikisi O’nun kudretindedir.). Gece ve gündüzün birbiri dalınca gelip gitmeleri de O’nun eseridir. (O’nun tasarrufundadır. Allah’tan başka onları evirip çevirecek kimse yoktur.) Hâlâ aklınız anlamıyor mu?
81/82- (Resulüm!) Belki, onlar öncekilerin söylediklerinin aynısını dediler: [Ne dediklerine şimdi kulak verin:]
82/83- Dediler ki: “Sahi biz, ölüp (çürüyerek) toprak ve kemik yığını haline gelmişken, mutlaka yeniden diriltileceğiz öyle mi?
83/84- Geçekten, hem bize, hem de daha önce atalarımıza böyle bir vaatte bulunulmuştu (ama onlardan bir şey çıkmadı.); bu söz geçmişlerin masallarından başka bir şey değildir, (onun bir gerçekliği yoktur.)”
84/85- (Resulüm! Müşriklere) de ki: “Eğer biliyorsanız (söyleyin), bu yer ve onda bulunan mahluk kimindir?
85/86- Elbette diyeceklerdir ki, “Allah’ındır”. (Onların ihtiyarı Allah’ın elindedir. Bunu böyle biliyorsunuz,). Hiç düşünüp taşınmaz mısınız? de. (Allah, yeri ve onda olanları ilkönce yaratır da, sonradan neden yaratamasın?).
86/87- De ki: Yedi sema ve büyük Arş’ın sahibi kimdir? [“Yedi sema”nın açıklaması bu surenin on yedinci ayetinde geçti. Oraya bakınız. Arş, taht demektir. “Allah’ın arş’ı” ise, O’nun bütün varlıkları güç ve kudretinin altına alması demektir.]
87/88- Elbette “Allah’ındır” diyecekler. Şu halde siz Allah’tan hiç sakınmaz mısınız? De.
88/89- De ki: Eğer biliyorsanız (cevap verin.) Her şeyin hükümranlığı kimin elindedir? O, isterse herkesi korur, ama hiçbir kimse O’nun azabından diğer kimseyi koruyamaz.
89/90- Elbette “Allah’ın (elindedir)” diyeceklerdir. De ki: “Öyle ise neden (şeytanın hile aldatmasına kanıp da) Allah’ı ikrar etmekten kaçınıyorsunuz.[370]
90/91- Belki biz onlara doğru hak olan (sözleri) dedik; (Allah’ın ortağı yoktur. Evladı da yoktur.). müşrikler (Allah’a ortak koşmakta) kesinkes yalancıdırlar:
91/92- Allah evlât edinmemiştir; O’nunla beraber bir (veya iki..) tanrı da yoktur. Öyle olsaydı her tanrı kendi yarattığını alıp giderdi, (müstakil bir saltanat kurar ve her bir tanrının arası da açılırdı. Dünyanın hükümdarları gibi mücadele edip) birbirine üstün gelmeye çalışırlardı. (Şimdi bunların hiçbirisi yoktur. Alemlerin nizamı bir kaide ve düzen içinde devam etmektedir. Her şeyi çeviren yegâne tek bir Allah vardır.) Allah o (müşriklerin) yakıştırdıkları şeylerden pâk ve münezzehtir.
92/93-. Hazıra ve gaibe alim olan Allah’tır. Müşriklerin koştukları şirkten Allah yücedir.
93/94- (Resulüm!) De ki: “Ey benim Rabbim! (Müşriklere) vadedilen azabı (ya dünyada da ya da ahrette er geç ) bana göstereceksin.”
94/95- “Ey benim Rabbim! (Onlara azap edeceğin zaman) beni o zalimlerin arasında bırakma.”
95/96- (Resulüm!) Biz müşriklere vadettiğimiz azabı sana göstermeye elbette kadiriz, (öyleyse sebep nedir ki, inkâr ediyorlar.).
96/97- (Resulüm! Onların sana yaptıkları) kötülüğü en güzel veçhile defet. Biz onların yakıştırmakta oldukları şeyi (sana gâh sahir, gâh şair, gâh kâhin demelerini) elbette biliyoruz. (Biz onların hakkından geliriz. Sen onlara karşılık verme.).
Tefsir:
Müslümanlar bu ayeti dinleyip bağışlamayı kendilerine şiar edinmelidirler. Kötü davranışlarda bulunmak nefsin çirkinliklerindendir. Fakat kötülükten vazgeçmek nefsin kemal mertebeye ulaşmasından kaynaklanır. Arapların büyüklerinden Kays b. Asım’ın oğlunu, öz kardeşinin oğlu öldürmüştü. Katili Kays’ın huzuruna getirdiler. Kays onlara:
— Ne yaman iş tutmuşsunuz. Bu delikanlının ellerini bağlayarak onu korkutuyorsunuz. Açın onun elini kolunu. Sonra kardeşinin oğluna döndü ve:
— Ne kötü iş yaptın. Kabilen sayısını düşürdün, sana yardım edecek birini öldürüp arkanı zayıflattın.
Bu kimse cahiliye devrini ve ömrünün sonunda da İslam’ı gördü ve Müslüman oldu. Bağışlamak sıfatı bazı Araplarda pek meşhurdu. İslam geldikten sonra Resulüllah (sav) bu güzel hasleti en yüksek seviyeye ulaştırdı. Fakat ne yazık ki, şimdi biz bu güzel davranışı terk ettik. Bu yüzden büyük fesatlar ortaya çıktı.
97/98- (Resulüm!) De ki: “Ey benim Rabbim! Şeytanların (senin itaatinden çıkanların) kışkırtarak (günaha çekmelerinden) sana sığınırım.”
Tefsir:
Allah (cc), bu duayı Resulüllah’a (sav) öğretmekle aynı zamanda biz Müslümanlara da öğretmiş bulunuyor. Onun için şeytan ve şeytandan ders alan kimselerle beraber bulunmaktan sakınılmalıdır. Öyleleri var ki, bu türlü şeytandan ders alan kimselerle oturup kalkıyorlar belki de onlarla bulunmayı bir övünç kaynağı hesap ediyorlar. Bu durumda ne Kur’an’ı ne Resulüllah’ı ne de hidayeti gösteren İmamlar’ı dinliyorlar. Kendilerini bir himar-i vahşi suretine sokuyorlar. Cehalet ne yaman devasız bir derttir! Hangi toplumlarda cehalet varsa onların iflah olmaları mümkün değildir. Resulllah (sav) buyuruyorlar ki: “Evlâdınıza her bir yararlı bilgiyi öğretin” böylece çalışsalar, onlar için dünya ve ahret kurtuluşu mümkün değil midir? Çünkü insanı yüksek mertebeye ulaştıran ilimdir. Cahil ise haşere gibi belki de ondan daha alçak bir şeydir.
98/99- “Ey benim Rabbim! (O şeytanın ve ondan ders alan kimselerin) benim yanımda durmasından da sana sığınırım.”
99/100- Nihayet onlardan (müşriklerden) birine ölüm gelip çattığında, (iman etmediği için pişman olur ve iman etmeye hasret çeker:) “Rabbim, der, beni dünyaya geri döndür;
100/101- belki bu defa terk ettiğim (imana dahil olur) salih amel işlerim.” (Resulüm! ) hayır, onun söylediği bu söz (boş) laftan ibarettir. Onların verasında yeniden dirilecekleri güne kadar (dünyaya dönmelerine) engel bir berzah vardır.
101/102- Ne zaman (ölmüş) suretlere (ruh) üflenince (yeniden hepsi dirilir.) O günkü günde artık aralarında akrabalık bağları kalmaz, (baba-evlat birbirini tanımayıp) birbiri ile sual-cevap etmezler. [Bu konu belki de dirilmenin başlangıcında böyledir. Bu an geçtikten sonra birbirini tanıyıp sual-cevap ederler. Kur’an’ın bu konudaki diğer ayetleri buna şahittir.][371]
102/103- Her kimin (Allah katında) ağırlığı ve kıymeti olan ameli varsa işte onlar (kıyamet günü) kurtuluşa erenlerdir.
103/104- Her kimin de (değeri olan amelleri Allah katında) hafif gelirse, artık bunlar da öz nefislerine ziyan etmişlerdir. Sürekli cehennemde kalacaklardır.
104/105- Ateş yüzlerine vurur; (yüzlerini cehennem ateşi yakar) dudakları açılır çirkin bir halde dişleri sırıtır.
105/106- (Resulüm! O vakit cehennemde onlara tarafımızdan denilir:) “Size ayetlerim okunuyordu da, siz onları yalanlıyordunuz değil mi? (Şimdi bu azap, o yalanlamanızın karşılığıdır.).”
106/107- Onlar derler ki: “Ey bizim Rabbimiz! (Kötü amellerimize göre) bahtımızın karalığı bizi yendi ve biz (haktan uzaklaşan) sapık insanlarmışız.”
107/108- “Ey bizim Rabbimiz! Bizi cehennemden çıkar; (tekrar dünyaya gönder..) eğer tekrar inanmaz da kâfir olursak, artık belli ki biz zalim insanlarız, (sen de, bize ne azap dilersen yap.)”
108/109- [Her dile mahsus köpeğin kovulmasını anlatan bir kelime vardır. Arapça’da bu özel kekime “İhsâ” lafzıdır. Allah (cc) cehennem ehlini kovmak için köpek için kullanılan lafzı kullanıyor.][372] Allah buyurur ki: “Alçaldıkça alçalın orada! Konuşmayın, (burada ebedi kalacaksınız. Kurtuluş yoktur artık.);
109/110- Hakikat şu ki, benim bendelimden bir fırka vardı. Ey bizim Rabbimiz! derdiler, biz iman ettik (senin peygamberine, Kur’an’ına); bizi bağışla, bize merhamet et, sen merhamet edenlerin en hayırlısısın;
110/111- (Ey cehennem ehli!) Siz o bendelerimle bizzat kendiniz alay ettiniz; (onlarla istihza etmekten eliniz olmadı ki beni yadınıza getiresiniz,) ta bu davranışınız, size beni yad etmeyi unutturdu; siz onlara gülüyordunuz;
111/112- Bugün ben onlara, (dünyada sizin eziyetlerinize) sabretmelerinin karşılığını verdim; onlar gerçekten kurtuluşa erenlerdir.”
112/113- Allah (kıyamet günü mahşer ehline hitap edip) buyurur: “Nice yıl yeryüzünde kalıp (ömür sürdürdünüz.)?
113/114- (Mahşer ehli) derler: “(Kıyamet günün korkusundan hatırımızda hiçbir hesap kalmadı.) bir gün ya da bir günden biraz kalmışız... (Ey Rabbimiz! Bizim hesaplamaya gücümüz kalmadı,) onu, (kudreti olup) sayanlara sorun.”
114/115- Allah buyurur: “Sadece az bir süre kaldınız; keşke siz (bunu) bilmiş olsaydınız (da kötü işlerle meşgul olmasaydınız.).”
115/116- Âyâ siz güman mı ettiniz ki sizi boşuna yaratmışız; bir daha dirilip bize dönmeyeceksiniz? (Böyle değildir. Biz insan oğlunu bir hikmete uygun olarak yarattık. Her kese yaptığın karşılığı verilecektir.).
116/117- Mutlak hakim ve hak olan Allah, çok yücedir, (esas hükümdar olmak ona sezâdır.). Hiçbir hak mabut yoktur, meğer Allah Teâla.. bereketli arş’ın sahibidir. [Taht ve saltanat ile bütün mevcudata hakim olması veçhile Allah, arş’ı “bereket vasfı ile vasıflandırdı.][373]
117/118- Her kim Allah ile birlikte diğer bir tanrıya taparsa, hem de bu konuda hiçbir delili yokken, o kimsenin hesabı ancak Allah’ın nezdindedir. [Hesabı da şudur: Allah onu tutup cehenneme atacaktır.] Şurası da bir gerçek ki, kâfirler iflah olmazlar.
118/119- (Resulüm! Dua edip) de ki: “Ey benim Rabbim! (Bizi) bağışla, merhamet et. Sen merhamet edenlerin en hayırlısısın.”
Hamd olsun, Mü’münûn suresinin tefsiri tamam oldu. Allah (cc) bu surenin evvelinde ve ahirinde müminlerin kurtuluşunu, kâfirlerin de kurtulamayacaklarını beyan ediyor. Bu mübarek surede nazil olan uyarı ve tehdit, öğüt ve nasihat gibi konuları anlayan kavim için kifayet eder. Müslümanlar özellikle bu surenin evvelinde ve sonunda anlatılan şeylerde sabit kadem olsunlar. O zaman dünya ve ahretin mutluluğunu elde ederler. Resulüllah (sav) buyurdular ki: “Her kim bu sureyi okursa, melekler o kimseye ahret nimetlerine ulaşıp rahat olacağını müjde verirler.”[374] Başka bir hadiste, “Bu surenin evvelinde on ayet bana nazil olmuştur ki, kim onlara sıkı sarılır amel ederse cennete dahil olur.”[375] Geçekten bu surenin evvelindeki ayetler ile amel eden her türlü saadeti elde eder. Kur’an-ı Kerim’in ayetleri şeref ve saadete delalet etmez mi? Fakat bundan gafil olan bir kısım Müslümanlar, Kur’an’ı bırakıp başka dinlerin alimlerinin, ilmin şerefini anlatan Kur’an’dan aldıkları sözleri tekrar gidip onlardan alıyorlar. Direk Kur’an’a müracaat etmiyorlar.
Nûr suresi, Medine’de nazil olmuştur. 64 ayet, 1366 kelime ve 5685 harftir.
0/1- Bismillahirrahmanirrahim.
1/2- (Resulüm!) Bu bir suredir ki, onu (sana) indirdik ve onda (zikredilen hükümleri) kesin bir şekilde farz kıldık. Belki düşünüp öğüt alırsınız diye bu surede (o hükümlere) delalet eden ayetler indirdik.
2/3- [O hükümler bunlardır:] Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüz sopa vurun; (Ey İslam dininde reis olanlar!) Allah’a ve ahret gününe inanıyorsanız, Allah’ın dininde (hükümlerini uygularken) onları acıyacağınız tutmasın. [Bu ayet İslam devleti büyüklerinin anasını ağlatan bir ayettir.] (Zinakârlara had cezası vurulurken) Müminlerden bir grup da onlara uygulanan cezaya şahit olsunlar. (Cezanın verildiği zaman orada bulunsunlar ki, bundan ibret alıp kimse böyle şeyi bir daya yapmaya cesaret edemesin.).
Tefsir:
Yüz sopa vurulması, zina-yı gayrı muhsanın, (erkek ya da kadın evli olmadıkları durumda, bunlara zina-yı gayr-i muhsan denir.) cezasıdır. Fakat, zina eden kadın ya da erkek evli oldukları halde bir başka şahısla zina ederlerse buna zina-yı muhsan denir. Bunun hükmü başkadır. Zina-yı gayr-ı muhsan’nın haddinde İmam Şafii (204/820) ve İmam Malik (179/795), demişlerdir ki, yüz sopa bir de bir yıl vatanından sürülür.[376] Başka yere göndermek mecburidir. İmamiye alimleri şöyle demişlerdir: İmam (devlet reisi) geçen hükümlere ek olarak zina eden kimsenin saçını sakalını tıraş eder, şehirde dolaştırır. Ebu Hanife (150/767), bir yıl sürgüne göndermeyi gerekli görmez.[377]
Zina-yı muhsanın cezası ise recm (taşlanarak öldürmek)dir. Bunun şartları vardır: Recmedilerek öldürülen kişinin; akıllı, akil-baliğ, hür, evli olması şarttır.[378] Ebu Hanife, recmedilme şartları içinde “müslüman” olmayı da şart koşar.[379] İmamiye alimleri ve Şafii ise “müslüman” olmayı şart koşmaz. Zina-yı muhsan Ehl-i Kitap arasından olsa o da recmedilir.[380] Bu hükümler, hür kimsenin recmedilmesine dairdir. Fakat eğer köle ya da cariye zina ederlerse onların cezası, zina-yı muhsana verilen cezanın yarsı kadardır. Yani elli sopa vurulur. Onlar hiçbir surette recmedilmezler.
Ayette, recim cezası anlatılmamıştır. Fakat Resulüllah’ın zina-yı muhsanı recmettiğine dair haberi, icma ile kabul edilmiştir.[381] Çünkü Allah (cc) Kur’an- Kerim’inde bizlere Resulüllah’ın emir ve fermanına uymayı emir buyurmaktadır. Onun için ayette, anlatılan hüküm, zina-yı gayr-i muhsan’ın cezasıdır, zina-yı muhsanın ceza ise hadislerle belirlenmiştir. Zina-yı muhsanın had cezası recim olduğuna dair bir başka delil de Tevrat’tır. Çünkü, , Tevrat’ta bulunan hükümlerden Kur’an’ın neshetmedikleri aynen geçerlidir. O hüküm Müslümanlardan dolayı ittiba edilmesi vacip olan bir hükümdür.
Zina büyük günahlardan sayılır. Onun için Allah (cc), Furkan suresinde zinayı, adam öldürme ve Allah’a şirk koşma ile bir arada zikretmiştir. (Furkan 25/68) Resulüllah (sav) buyurdular ki: “Zinadan uzak olun. Zinadan altı sıfat meydana gelir: Bunların üçü dünyada üçü de ahrettedir. Dünyada olanlar:
1) Zinakâr kimsenin yüzünde nur kalmaz, insanlar arasında hürmeti yıkılır,
2) Zinakârlıklar meşgul olduğu için elinden malı gider,
3) Dünyada ömrü az olur.”
Zinakâr kimsenin ahrette duçar olduğu üç bela ise:
1) Allah’ın gazabına maruz kalır,
2) Hesap günü çok eziyet çeker,
3)Cehennem ateşinde yanmak.”
Allah Resulü (sav) ne kadar da doğru söylemiştir. Bu önceki üç sıfatın üçü de zinakâr kimsede görülmüştür. Yani Allah Resulü (sav), ümmetini muhtemel tehlikelerden sakındırmış ve daima ümmetinin şerefli bir hayat yaşamasını ihtirasla istemiştir. Şimdi böyle bir peygambere itaat etmemek, sırf bir insafsızlıktır.
Zinakârın zina ettiği iki şey ile sabit olur:
1)Zinakârın bizzat kendisinin dört defa ikrar etmesiyle. Eğer üç defa ikrar eder de dördüncü de bundan cayarsa, zinakârlık suçu düşer. Artık o kimseye had vurulmaz.
2) Dört kimsenin şahadetiyle. Onların şahitlik yapmaları ise şu şekildedir: “Onları milin sürmedana dahil olup çıktığı gibi yaparlarken gördüm.” Eğer bir yerde yatarlarsa, ya da birbirinin boyunlarına sarılmış şekilde görülürlerse ve kendilerini gören kimselere “biz birbirimizle sadece muanaka yapıyorduk, boyunlarımıza sarılıyorduk” derlerse o takdir de haddi gerektirecek zina sabit olmaz. Şayet üç ya da iki kişi zinaya şahit bulunur da dördüncüsü bulunmazsa yine zina sabit olmaz. Bu takdirde zinaya şahitlik yapan diğer o üç kişiye hadd-i kazif (iftira cezası) seksen sopa vurulur. Hadd-i kazif bundan sonra gelen ayette anlatılacaktır.
İkinci halife Hz. Ömer (ra), hilafeti zamanında minbere çıkıp Resulüllah’ın ashabına:
— Eğer halife veya vali bir kimsenin zina ettiğine tek başına şahitlik etse başka şahit bulunmadan sırf halifenin şahitliği ile o kimseye had vurulur mu? Vurulmaz mı? Hepsi birden:
— Evet caizdir. Had cezası vurulur. Ömer yüzünü Ali. b. Ebe Talib’e çevirip:
—Sen konuş ey Ebe’l-Hasen. O da:
—Caiz değildir. İster halife olsun ister başkası, dört şahit bulunmadan, zina etmiş hiç kimseye had vurulmaz.
Halife bunu kabul etti. Diğerleri ise sustular.
Had cezası uygulanırken en az üç kişinin orada bulunması lazımdır. Eğer bu tür had cezası insanların görmediği yerde uygulanırsa o kabul olunmaz. Tekrar insanların huzurunda yapılması gerekir. Erkek, kimsenin setr-i avret hariç bütün elbisesi çıkarılır ve öylece had vurulur. Zina cezası üzerinde uygulanan kadının ise elbiseleri çıkarılmaz.
3/4- Zina eden erkek (saliha bir kadınla evlenemez, o da kendisi gibi) zina eden veya müşrik olan bir kadın ile evlenir; zina eden kadınla da (salih bir mümin ) evlenemez (onunla kendi gibi) zina eden veya müşrik olan bir erkek evlenir. Zina eden kadınları almak müminlere haram kılındı.
Tefsir:
Evlenirken saliha kadınlarla meyil ve rağbet etmek gerekir. Böylece onları temiz rahimlerinden pâk nesiller meydana gelir. Ayetten ortaya çıkan mana budur ki, zina eden kimselerle evlenenler Müslüman ve mümin olmaktan çıkarlar. Böyle bir hüküm açıkken, İmamiye’nin çoğu alimleri ayetin zahiri manasından çıkmış ve bu tür bir evliliği sadece kerahete hamletmişlerdir. Zina eden kadınlarla evlenmek mekruhtur, diyorlar. Acaba bunun sebebi nedir ki, ayette açıkça “bu evlilik haramdır” denmesine rağmen onlar bu lafzı “kerahet” anlamına yorumluyorlar? Olabilir ki, bu konuda varit olan “haber-i vahid”i alıp Kur’an’ın aşikâr hükmünü çıkarıp atıyorlar. Yahudilerin Tevrat’ı tahrif ettiğini söylüyorlar ama, kendilerinin Kur’an’a aynısını yaptıklarından hiç haberleri yoktur!
4/5- [Bu ayette, iffetli ve saliha bir kadına zina isnadında bulunan kimseye verilecek olan hadd-i kazif cezası anlatılıyor: Mesela bu özellikte bir kadına, “Ey zinakâr”, “sen zina ediyorsun”, “filan zina ediyor” demek bir zina isnadında bulunmaktır.] Namuslu kadınlara zina isnadında bulunup, sonra (bunu ispat için) dört şahit getiremeyenlere seksener sopa vurun. Atık ne kadar ömürleri varsa (böyle yapmalarından dolayı) şahitliklerini kabul etmeyin. (Namuslu kadınlara zina isnat etmeleri yüzünden) onlar elbette fasıktırlar.
5/6- (Onlar fasıklıklarında sürüp gittikçe tövbeleri kabul olmaz.) Ancak, bundan sonra (had cezaları vurulduktan sonra) hallerini düzeltirlerse o başka. Allah bağışlayıcıdır, çok merhamet edendir. (Belki, onların tövbelerini kabul eder.).
Tefsir:
Bu ayette anlatılan had cezasına hadd-i kazif denir. Yani, evlenmiş iffetli kadına, bir de evlenmiş olsun olmasın mutlaka iffetli ve ırzı sağlam olan bir kadına, çirkin zina isnadında bulunmaktır. Mesela: zina, livata, lezbiyenlik, istimnâ, muanaka, flört gibi şeyleri yaptığını söylemek. Bunların her birini isnat etmeğe “kazf” denir. Fakat bu ayetten murat, zinayı bizzat yaptığını söylemektir. Zina hükmünün sonunda bu hükmün gelmesi de buna şahittir.
İslam alimleri, kazif haddi ile cezalı olanlar tövbe ettikten sonra şahitliklerinin kabul olup olmayacağı konusunda ihtilaf etmişlerdir. İmam Şafii ve İmamiye alimleri Kur’an’a uygun fetva vermişlerdir. Onlar tövbe ettikten sonra, böyle kimsenin şahitliğinin kabul edileceği kanaatını taşımaktadırlar.[382] İmam Ebu Cafer Muhammed Bakır, Ebu Abdillah Cafer Sadık’tan bu kimselerin şahadetlerinin kabul olduğuna dair hadis nakletmişlerdir.[383]
Hz. Ömer (ra) zamanında Muğire b. Şu’be, Basra’da vali iken Haccac b. Atik’in hanımı Ümmü Cemil ile zina etmişti. Onun odasının karşısında bulunan, Sümeyye’nin oğulları Ebu Bekir, Ziyad, Nafî ve Şibl, dört kardeş bunların zina ettiklerini gördüler. Bu vakayı halifeye bildirdiler. Halife, Muğire’nin şahitlerini Medine’ye çağırdı. Bunlardan üç kardeş, Ebu Bekir, Nafî ve Şibl, şahitlik ettiler. Fakat diğer kardeşleri Ziyad şahitliğini gizledi. Şahitlik etmemesinin sebebi şu idi: Ziyad o vakit henüz şahitlik yapmak için gelmemişti. Onu halife çağırdı. Ziyad Medine’ye gelince Muğire onu yakaladı ve ona:
— Kıyamet gününden kork, beni rüsvay etme! Beni, Ümmü Cemil’in üstünde görmen seni bu hususta şahitlik yapmaya sevk etmesin. Vallahi, eğer sen, benim karnım ile Ümmü Cemil’in karnı arasında olsaydın yine de benim (...) ona dahil olduğunu göremezdin. O halde bu işi yaptığıma nasıl şahitlik edersin?
Ziyad, sonra halifenin huzuruna geldi. Halife, Ziyad’ı görünce ona:
— Zannediyorum ki, hiç kimse Muhacirden olan bir kişiyi (Muğire’yi) dili ile rüsvay etmez.
Ondan sonra Ziyad gidip, şahitliğini gizledi. Yani açıkça cezayı gerektirecek şekilde şahitlik etmedi ve şöyle dedi:
— İkisini bir arada gördüm; Muğire’nin belden aşağı oturak kısmı yukarı kalkmıştı. Ümmü Cemil’in iki ayağı eşek kulağı gibi yukarı dikilmişti. Muğire’nin (...) Ümmü Cemil’in iki budunun arasından hareket ediyordu.
Hz. Ömer Ziyad’a:
— Mil’in[384] sürmedana girip çıktığı şekilde gördün mü?
—Hayır, o şekilde görmedim.
—Allahu ekber..
Hz. Ömer, bundan sonra o diğer üç kişiye hadd vurulmasını emretti. O üç kişiye hadd vuruldu. Sümeyye’nin oğlu Ebu Bekir, ashab olduğu için halife Hz. Ömer onun tövbe etmesini istedi. Ebu Bekir ona:
— Benim tövbe etmemi istemendeki gayen herhalde, bundan sonra yapacağım şahitliklerde şahadetim kabul olması içindir.
— Evet.
—Ben yemin ediyorum; bundan sonra hiçbir şahitlik yapmayacağım. Ben ancak şimdi şahitlik yapıyorum ki, Muğire zina etti..
Hz. Ömer, onun bu sözü üzerine ikinci defa hadd vurulmasını istedi. O mecliste Hz. Ali de vardı. Hz. Ömer’e:
—Eğer sen ona tekrar had cezası vurursan, ben de Muğire’ye zina haddini cari ederim. Hz. Ömer (ra) bu söz üzerine artık bir daha Sümeyye’nin oğlu Ebu Bekir’e ceza verilmedi.
Aradan bir süre zaman geçmişti. Hz. Ömer (ra), Muğire b. Şube ile hacca gitmişlerdi. Ümmü Cemil’i orada görünce Hz. Ömer onu tanıdı. Yüzünü Muğire’ye dönüp:
— Bu kadını tanıyor musun?
—Evet; o, Hz. Ali’nin kızı, Ümmü Gülsüm’dür.
—Kendini bilmiyor gibi gösteriyorsun. Vallahi benim zannıma göre Ebu Bekir, senin hakkında yalan söylememiştir. Seni her gördüğümde o hadiseyi hatırlar ve ürperirim.. Bu hadise, İbn Hallikan’ın Vefeyat adlı kitabından muhatasar bir şekilde alınmıtşır.[385]
Bu kıssadan anlaşıldığına göre, bir kişiye hadd cezası verildikten sonra, tevbe ederse, artık onun şahitliği kabul edilir. Ebu Hanife ise, hadd cezası ilen cezalanmış bir kimse, verilen bu cezadan sonra tevbe etse bile şahitliği ebediyen kabul edilmez. Fakat eğer, kâfir biri henüz iman etmemişken, hadd cezası ile cezalanır da ondan sonra, Müslüman olursa bunun durumu ayrıdır. Ebu Hanife ve sair fakihler, o kimsenin şahitliğini kabul etmişlerdir. Atlas okyanusu genişliğinde bir fıkıh alimi Ebu Hanife’den böyle fetvanın çıkması çok hayreti muciptir. Fakat bazen olur ki, cevat/necip bir at da sürçebilir.
İbn Hallikan, Vefeyat’ında, Gazneli Sultan Mahmud’un anlatıldığı konu başlığında Ebu Hanife’nin namaz konusunda bir fetvasını nakleder. İbn Hallikan, mevsuk bir tarihçi olduğuna göre bu tür fetvayı Ebu Hanife’ye isnat etmesinde şaşıp kalmışımdır. Ne ise, hata varsa o da İbn Hallikan’a aittir. İsteyen oraya bakabilir.[386] Böyle bir fetvayı Ebu Hanife’ye noksanlık gelir diye nakletmekten vazgeçtim...
Ebu Hanife’nin bu mesele ile ilgili mükemmel bir fıkıh alimi olduğunu anlatan bir kıssası vardır. Onu burada anlatmak faydadan hali değildir:
Ebu Hanife, Kûfe mektebinin kurucularındandır. Burada bir fetva dairesi açmıştı ve kendine sorulan fetvalara burada cevap veriyordu. Kûfe kadısı o zaman Muhammed b. Ebi Leyla idi. İbn Ebi Leyla Kûfe mescidinde fetva veriyordu. Bir gün fetva meclisi toplantıdan dağıldı. İbn Ebi Leyla’da evine giderken, bir kadının bir erkeğe “Ey zinakârın oğlu” diye hitap ettiğini gördü. Kadı, emretti, o kadını tutup mescide getirdiler, mescitte muhakeme oldu. Kadı İbn Ebi Leyla, mezkûr kadına ayakta 160 kırbaç vurdurttu. Yani iki hadd-i kazif cezası verdi. Bu haber Ebu Hanife’ye ulaşınca dedi ki, İbn Ebi Leyla bu vakada altı yerde hata etmiştir:
1.Muhakeme meclisi henüz daha yeni dağılmıştı. Kafalar yorgun iken tekrar mahkemeye oturuldu.
2.Resulüllah, mescitte hadd vurulmasına kaşı çıkıp nehyetmiştir.
3.Kadına ayak üstü hadd vurulmaz, belki elbisesi üzerinde oturarak hadd vurulur.
4.Bir kimse, beş kişiye tek bir söz ile zinakârlık isnadında bulunursa o kimseye sadece bir hadd cezası verilir. Bu kadın ona ve anasına olmak üzere iki kişiye zinakârlık isnat etmiştir ama, tek bir söz ile bunu söylemiştir. Onun için iki hadd değil bir hadd cezası verilir.
5.Eğer bir kişiye iki hadd vurulacaksa onun birisi uygulanıp diğeri biraz dinlendikten sonra vurulur. Peş peşe vurulmaz.
6.Hiçbir kimse kendisine isnat edilen zinakârlıktan dolayı, dâva etmedikten sonra, Kadı’ın bizzat kendisi başkasının hakkını isteyip uygulayamaz. İbn Ebi Leyla, kendisinden bu istek talep olmadan uygulamaya geçmiştir.
Ebu Hanife’nin bu söyledikleri, İbn Ebi Leyla’ya ulaşınca Ebu Hanife’yi gidip valiye şikâyet etti ve:
— Kûfe’de biri var, benim verdiğim hükümlere karşı gelip bunların aksine fetva veriyor, onun adı da Ebu Hanife’dir. Onu fetva vermekten men etmenizi istiyorum.
Vali bu şikâyet üzerine Ebu Hanife’yi fetva vermekten men etti. Bir gün Eb Hanife, hanımı, kızı ve oğlu Hammad ile birlikte evde oturuyorlardı. Kızı, Ebu Hanife’ye bir soru sordu ve babasına:
—Ben oruç tutuyorum; dişlerimin arasından kan çıktı, o kadar ağzımın suyunu yere döktüm ki, şimdi ağzımda hiç kan kalmadı. Acaba bu halde iken ağzımın suyunu yutsam orucum kaçar mı?
— Kızım, vali bana fetva vermeyi yasak etti. Bu soruyu kardeşine sor...
Gerçekten bu ne fazilettir.. İman Ebu Hanife Kur’an-ı Kerim’in emrine itaat edip zahiren ve batınen ululemre itaat etti. Ululemre itaat etmek Müslümanların birliği ve selameti açısından önemlidir. Fakat aradan zamanın geçmesi ile İslam arasında nifak ortaya çıktı. Ululemr ile ilgili ayette tasarruflar yapılmaya başlandı. Ne zaman ululemr dinlenmemiş ise İslam devletleri büyük sarsıntılar geçirmişlerdir.
Bu konuyu çok uzattık, fakat şunu da anlatmak lüzumsuz sayılmayacaktır. Diğer yandan bu ayet, kadınlara zina isnadında bulunanlar için verilecek hükmü anlatıyor. Fakat bir kimseye livata isnadında bulunmak da aynen, yukarıdaki hüküm gibidir. Ona da -bu işi ispat etmediği takdirde- seksen sopa vurulur.
6/7- Eşlerine zina isnadında bulunup da özlerinden başka şahitleri olmayanlara gelince, onların (gerek kadın ve gerekse erkekten) her birinin şahitliği, kendisinin doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ederek şahitlik etmesidir. [Bu şahitliğin şekli şöyledir: Erkek “Allah içi şahadet ederim ki, eşime yapmış olduğum zina isnadında doğru söyleyenlerdenim.” der. Kadın ise “Allah için şahadet ederim ki, eşim, bana zina isnat etmekte yalancıdır.” der.]
7/8- Beşinci defa da, eğer yalan söyleyenlerden ise Allah’ın lanetinin kendi üzerine olmasını dilemesidir.
8/9- [Hanımın zina ettiğini söyleyen erkek karşısında, hanımı susar da mukabelede bulunmaz ise, o vakit, kadına hadd cezası verilir. Fakat, erkeğinin böyle demsi karşısında susmaz o da mukabelede bulunur ve onun yalancı olduğunu söylerse ki, ayette buyuruluyor:] Kadının, kocanın (kendine zina isnadında bulunmasında) yalan söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ve şahitlik etmesi;
9/10- Beşinci defa da, eğer (kocası kendisine zina isnadında bulunmasında) doğru söyleyenlerden ise, Allah’ın
gazabının kendi üzerine olmasını dilemesi kedisinden cezayı kaldırır.
Tefsir:
Yukarıda geçen dördüncü ayeti Resulüllah (sav) minberde okuyunca Asım b. Adî el-Ensarî (ra) ayağa kalktı ve:
— Canım sana feda olsun. Ya Resulallah! Bir kimse öz hanımı ile zina eden birini tam bu esnada görse ve bunu gelip haber verse, başka şahit bulamadığı için yine seksen sopa vurulacak mı? Veya onu öldürse, kısas yapılacak mı? Öyle ki, orada beklese öfkesinden kendini bitirecek, gidip dört şahit getirmekle meşgul olsa onlar işi bitirecektir..
Ondan sonra Asım dua etti ve “Allahım! Sen bu işi bize aşikâr eyle!” deyip kapıdan çıktı. Yolda Hilal b. Ümeyye’ye rast geldi. Asım ona:
—Ne haber var?
—Çok kötü bir haberim var; eşim Havle’nin karnının üstünde Şerik b. Sehmâ’yı zina ederken gördüm. (Asım, Hilal’in kayın pederi idi.) Asım bundu duyunca kendi kendine:
— Vallahi ben bu işten korkuyordum. O da ilk önce benim başıma geldi. Yani korktuğum başıma geldi.[387]
Meseleyi hemen gidip Resulüllah’a aktardılar. Resulüllah (sav) emretti, Havle’yi huzurlarına getirdiler. Havle, durumu inkâr etti ve:
—Beni bizzat beyim Hilal, Şerik’in evine misafir olarak götürdü. Şimdi kanaatıma göre, beyim beni çok kıskanıyor, ya da beni geçindiremediği için böyle söylüyor.
Hilal:
—Bunların hepsi yalandır. Ben Şerik’i, Havle’nin karnının üstünde gördüm. Resulüllah (sav) istedi ki, Hilal’e hadd vursun. İşte bu sırada gelen ayet-i kerime “lian” konusunda nazil oldu:[388]
Lian, karı veya kocanın mukabil tarafı zina ile ithamı sonunda baş vurulan bir lanetleşmedir. Mülâane, karısına zina ettiğini iddia etmesi halinde kadınla erkeğin dörder kere iddialarını tekrar edip sonuncuda yalancı olana Allah’ın lanetini talep etmeleri hadisesidir. Lian da denen bu hadiseye, Kur’an-ı Kerim bu ayetlerde yer vermiştir. Bu lanetleşmeden sonra ayrılan çiftler artık bir daha evlenemezler. Bu durumda olan çocuğu, erkek çift kabul etmezse çocuk annesine verilir. Artık o çocuk, annesinin oğlu olur.
10/11- Eğer Allah’ın size bol lütfu ve merhameti olmasaydı (kuşkusuz Allah size, azabını gönderirdi. Lakin kabih amellerinize perde çekip, lian sebebiyle hadd cezasını sizden kaldırdı.) Şüphesiz Allah tevbe edenlerin tövbesini kabul edendir, hikmet üzere hareket edendir. [Bu ayetler nazil olduktan sonra, Resulüllah (sav), Hilal ile Havle arasında lian yapılmasına hükmetti. Lian yapıldı. Doğacak çocuk ise Hilal’e verildi.]
İfk Hadisesi:
Resulüllah (sav) bir sefere çıkacağı zaman kadınları kadınları arasında kur’a çeker, kur’a kime çıkarsa onu beraberinde sefere götürürdü.
Beni Mustalik seferinde sırasında kur’ada Hz. Aişe’nin oku çıktı ve yolculuğuna onu götürdü. Hz. Aişe yol sırasında deve sırtında giden bir mahmil içinde taşınıyordu. Konak yerlerinde de bunun içinde iken iniyordum. Resulüllah (sav)’ın gazvesi sona erinceye kadar hep böyle yol aldılar. Nihayet geri döndüler ve Medine’ye yakın bir yerde konakladılar. Geceleyin bir müddet kaldıktan sonra dönüş emri verildi. Dönüş emri çıktığı sırda Hz. Aişe kalkıp kaza-i hacet için tek başına ordundan ayrılıp gitti. İhtiyacını gördükten sonra bineğine geri geldi. O sırada göğsünü yokladı. Yemeni, göz boncuğundan yapılmış gerdanlığı kopmuştu. Aramak üzere gerdi döndü. Onu aramak epeyce onu oyaladı. Aişe’nin bineği ile meşgul olan askerler gelip mahmili deveye yüklediler. Zannettiler ki, Aişe mahmilin içindedir. O zamanlar kadınlar çok hafifti. Az yedikleri için şişman değillerdi. Askerler mahmili kaldırırken hafifliğine şaşırmayıp yüklemişler. Zaten Aişe küçük yaşta bir kadındı: Hulasa, deveyi sürüp gitmişler. Odu gittikten sonra gerdanlığı buldu. Karargâha geri döndüğü sırada kimseyi bulamadı. Her kes gitmişti. Önce bulduğu yere geldi. Aişe’i bir müddet sonra kaybettiklerini fark ederek aramaya geleceklerini düşündü. Bu halde iken onu uyku bastırmış ve uyuyup kalmıştı. Safvan b. Muattal -ki bilahare (Zekvan’da ikâmet ederek) Zekvanî unvanını almıştır- (Geri gözcülüğü vazifesiyle) karargahın gerilerinde geceyi geçirmişti. Sabah olunca Aişe’nin yerinden geçerken uyuyan bir insan karartısı görerek yanına geldi. Görür görmez onu tanıdı. Zira örtünme emri gelmezden önce Aişe’yi tanıyordu. Aişe, onun istirca’ sesi ile, uyandı. Derhal baş örtüsü ile yüzünü örttü. Aişe dedi ki: “Allah’a yemin olsun bana tek bir kelime bile konuşmadı. İstirca’ından başka tek bir sözünü dahi işitmedim. İndi ve devesini ıhtırdı. Binmem için devenin ön ayaklarına ayağı ile bastı. Ben de bindim. Devemi önden çekti.” Onlar böylece yol aldılar. Ordu bir yerde konakladığı sırada onlara yetiştiler. (Gecikme hadisesini iftira vesilesi yaparak) Aişe’nin yüzünden helâk olanlar oldu. Bu işte en büyük vebal de Abdullah b. Ubey’e düşmüştü. Aişe Medine’ye geldiği sırada bir ay hasta yattı. Bu esnada iftira edenlerin dedikoduları herkesi meşgul etmeye başladı. Aişe’nin ise hiçbir şeyden haberi yoktu. Ancak bir husus onda bir kuşku uyarmıştı. Resulüllah (sav)’dan başka zaman gördüğü iltifat ve alakayı göremiyordu. Yanına girip selam veriyor sonra da: Şu sizin ki nasıl? Deyip çıkıyordu. Aişe, Resulüllah’ın bu davranışından biraz işkilleniyordu. Ama yine de (ortalığı saran) fitneden bîhaberdi. Bu halde nekahet (hastalıktan sonraki zayıflık dönemi) devresine girdi. Bir gece Aişe ve Ümmü Mistah o zaman için hela olarak kullandıkları “menası” (denen çukurların bulunduğu semte) doğru gitmişlerdi. Oraya geceden geceye çıkarlardı. (Hicap ayetinden sonra) evlerde helalar inşa edilince artık çıkmaz oldular. Aişe ve Ümmü Mistah böylece yürüdüler. İşleri bittikten sonra yolda yürüyorlardı. Ümmü Mistah, ayağı örtüsüne takılarak düştü. Kadın (böyle can yakıcı durumlarda söylenmesi adet olan “düşmanın helak olsun” demedi): “Mistah helâk olsun!” diye (oğluna) beddua etti.) Aişe de kadına:
—Amma da yaptın! Bedir gazvesine katılan bir kimseye beddua ediyorsun ha!
—Anacığım! Onun ne dediğini işitmedin mi?
—Ne söylemiş?
Bunun üzerine Ümmü Mistah, iftiracıların dediklerini bir bir anlattı. Aişe’nin hastalığına bir hastalık daha kattı. Eve dönünce, Resulüllah (sav) onun yanına geldi ve Aişe’nin ismini vermeden ona:
—Adamınız nasıl? Aişe de ondan babasının evine gitmek için izin istedi ve izin aldı. Aişe (rha) Ebeveynin yanına geldi. Haberin aslını annesi ile babasından duymak istiyordu. Annesine:
—Ey anneciğim, halk arasında söylenen bu sözler nedir?
—Ey kızım! Sen bu meseleyi büyütme. Allah kasem olsun güzel ve kocasının yanında sevgili olan, bir çok kumaları bulunan bir kadın hakkında her zaman çok dedikodu ederler.
—Süphanallah, demek böyle diyorlar ha!
Hz. Aişe (rha) o gece sabaha kadar hiç durmadan ağladı. Ne gözünün yaşı dindi, ne de gözüne uyku girdi.
Sabah oldu, Aişe hâlâ ağlıyordu. Resulüllah (sav) o gün Ali b. Ebi Talib ile Üsame b. Zeyd’i (ra) çağırmıştı. Aişe hakkında vahiy gecikince bunun üzerine ailesiyle ayrılma konusunda onlarla istişare etti. Üsame (ra) Aişe’nin suçsuzluğu konusunda onlara karşı içinde beslediği sevgiye dayanarak, bildiği hususu şöyle dile getirmişti:
—Ey Allah’ın Resulü! Onlar zevcelerinizdir. Allah’a kasem olsun, onlar hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyoruz.
Ali b. Ebu Tali ise şöyle demişti:
—Ey Allah’ın Resulü, Allah sana darlık vermez. Ondan başka kadın çoktur. Sen cariyene sor, (onun halini o daha iyi bilir), sana gerçeği haber verir. Resulüllah (as) bu tavsiye üzerin onun cariyesi Berire’yi çağırdı ve:
—Hayır! Seni hak üzerine peygamber olarak gönderen Zat-i Zü’l-celâle yemin olsun, ben onda fena bulduğum bir şey görmedim. Ayıplanabilecek tek gördüğüm şey şudur: “Yaşı genç olduğu için, ailesi için yoğurduğu hamurun üzerine uyur, bu sırada gelen keçi hamurdan yerdi.” (Bu soruşturma sonunda) Resulüllah (sav) kalkıp mescitte bir hutbe okur. Bu iftirayı ilk defa çıkaran Abdullah b. Ubeyy hakkında söz etmekten özür dileyerek, minberde şunları söyler:
—Ehlim hakkında bana sıkıntı veren adamı cezalandırmada, intikamımı almada bana kim yardım edecek? Allah’a yemin olsun, ehlim hakkımda hayırdan başka bir şey bilmiyorum. Adı iftiraya karıştırılan bir adamdan söz ettiler. Onun hakkında da hayırdan başka bir şey bilmiyorum. O ailemin ben almayınca hiç girmemiştir. Resulüllah (as)’ın bu sözleri üzerine (Evs kabilesinin reisi) Sa’d b. Muaz (ra) kalktı ve:
— Ey Allah’ın Resulü! Allah’a yemin olsun biz ondan senin intikamını alırız! Eğer, Evs kabilesinden ise boynunu vururuz. Hazreçli kardeşlerimizden ise, bize sen emredersin, biz emrini aynen yerine getiririz , dedi.
Hazreç kabilesinin reisi olan Sa’d b. Ubade ayağa kalktı. Sa’d aslında salih bir kimse idi: Ancak (Sa’d b. Muaz’ın konuşmasından alınarak) kabile hamiyet ve gayretine kapılmıştı. Sa’d b. Muaz’a dönerek şu sert cevabı verdi:
—Vallahi sen yalan söylüyorsun! Sen onu (Abdullah b. Ubeyy) öldüremezsin. Öldürtmeye gücün de yetmez. (Ensar’ın ileri gelenlerinden) Useyd b. Hudayr (ra) -ki, bu zatta Sa’d b. Muaz’ın amca oğludur- kalkıp Sa’d b. Ubeyde’ye çıkıştı:
— Allah’a yemin olsun ki, yalan söyleyen sensin. Onu mutlaka öldürürüz.
Böylece Resulüllah (sav) aradaki sert havayı dindirdi.
Aişe, o gün de ağladı. Ne gözünün yaşı dindi. Ne de bir parça olsun uykusu geldi. Sabahleyin annesi ve babası yanına geldiler. Böylece Aişe, iki gece bir gündüz aralıksız ağlamıştı. Öyle ki, artık ağlamaktan ciğerleri parçalanacak hale gelmişti. Onlar yanında oturuyorlardı. Aişe de ağlamaya devam ediyordu. Derken Ensar’dan bir kadın izin istedi. Ona “gir” dedi. Aişe’nin yanına oturup o da ağlamaya başladı. Onlar bu halde iken Resulüllah (sav) içeri girdi. Sonra oturdu. Aişe’nin hakkında söylenen şeyler, söylenilenden beri yanında hiç oturmamıştı. Bu arada bir ay geçmiş ve Aişe ile ilgili hiçbir vahiy gelmemişti. Resulüllah (sav) otururken şahadet kelimesini de getirmişti. Sonra Aişe’ye şunları söyledi:
—Ey Aişe! Senin hakkında bana şöyle şöyle sözler ulaştı. Eğer bu dedikodulardan beri isen Allah seni, vahiy ile tebrie edecektir. Şayet bir günah işledi isen Allah’ a (cc) tövbe et. Zira kur bir günah işler, sonra da günahını itirafla tövbe ederse Allah onun tövbesini kabul eder, Allah da affeder.
Resulüllah (sav) sözlerini tamamlayınca (Aişe ıstırabının şiddetinden) gözlerinin yaşı kurdu. Artık tek bir damla bile yaş hissetmiyordu. Babasına:
—Resulüllah (sav)’in sözlerine sen cevap ver.
Babası:
—Vallahi Resulüllah’ a bir şey diyeceğimi bilemiyorum.
Annesin yönelerek:
—Resulüllah’ın (sav) sözlerine sen bari cevap ver.
Annesi de:
—Vallahi Resulüllah (as)’a ne diyeceğimi ben de bilemiyorum.
Hz. Aişe devamla der ki: “Ben yaşı henüz küçük bir kadındım. Kur’an’dan da fazla okumuyordum. Dedim ki:
—Vallahi ben bilmiyorum ki, halkın söylediği sözleri işittiniz. Onlar içinize yer etti ve hep inandınız. Size ‘günahsızım’ dedim, inanmıyorsunuz. Yapmadığım bir şeyi size itiraf etsem, Allah biliyor ki, ben ondan beriyim. Beni tasdik edeceksiniz. Allah’a kasem olsun sizin ile benim durumumu anlatacak en iyi örnek Hz. Yusuf’un babası ve onun sözdür: ‘Bana güzelce sabır gerekir. Anlattıklarınıza ancak Allah’tan yardım istenir.’ (Yusuf 12/18) Sonra yüzümü çevirip yatağıma sokuldum. Kasem olsun ben o zaman suçsuz olduğumu biliyordum ve Allah’ın benim suçsuzluğumu teyit edeceğine inanıyordum. Ancak, kesinlikle Allah’ın benim hakkımda bir vahiy indireceğini onun kıyamete kadar okunacağın hiç aklımdan geçirmedim. Ben kendimi Allah’ın herhangi bir şekilde tekellüm buyurarak okunacak bir vahiy konusu edilmeğe değer bulmuyordum. Ancak Resulüllah (sav)’in göreceği bir rüya yolu ile Allah’ın beni tebrie edeceğini ümit ediyordum. Allah’a kasem olsun, Resulüllah (as) daha oturmuş, olduğu yerden kalkmamış ve ev halkından kimse dışarı çıkmamıştı ki, Allah, Resulüne vahiy indirdi. Resulüllah (as)’ı vahiy sırsında her zaman gelen halet istila etti. Sonra da o hal gitti. Resulüllah (as) tebessüm ediyorlardı. Ondan sonra bu 18 ayet peş peşe nazil oldu.”[389]
11/12- (Ya Muhammed!) O kimseler ki, (Aişe hakkında) bu ağır ifki
(iftirayı) uydurdular (onlar) sizin içinizden bir gruptur. Bunu kendiniz
için bir kötülük hesap etmeyin. Belki o özünüz için hayırdır. (Allah ondan ötürü size büyük sevap verecektir.
Münafıklardan ötürü de büyük rüsvaylık.) onlardan her bir kişiye, günah olarak
ne işlemişse (Aişe’ye
bağladıkları bühtan ve iftira kadar) ceza
vardır. Bu günahın büyük yanını yüklenen kimse (elebaşıları Abdullah b. Ubeyy)
için de çok büyük bir azap vardır.
12/13- Siz Müslümanlar bu iftirayı işittiğinizde erkek ve kadın müminlerin, canı gibi din kardeşleri (Safvan ve Aişe) hakkında hüsnüzanda bulunup: “Bu, aşikâr bir iftiradır” demeleri gerekmez miydi?
Tefsir:
Mümin kimse başka bir mümin kardeşi hakkında bir kötü söz duyduğu zaman hüsnüzan edip o sözü örtmesi gerekir. Nitekim Ebu Eyyub el-Ensarî (ra)’ın hanımı bu iftirayı duyunca kabul etmedi. Ebu Eyyub hanımına:
—Hanım duydun mu, Aişe hakkında neler diyorlar?
—Eğer Saffa’nın yerinde sen olsaydın acaba Resulüllah’ın (sav) namusuna hıyanet etme fikrinde olur muydun?
—Elbette olmazdım.
—Eğer ben de Aişe’nin yerinde olsaydım hiçbir vakit Resulüllah’a hıyanet etmezdim. Öyle ise Aişe, benden; Safvan da senden daha hayırlıdır. Onlardan hiçbir zaman böyle şey sadır olmaz.[390]
13/14- Onlar (onlara yaptıkları zina isnadından dolayı,) dört tane şahit getirselerdi ya? Eğer (dört) şahit getiremediyseler işte onlar yalancıların ta kendileridir.
14/15- Eğer dünyada ve ahrette Allah’ın lütuf ve merhameti üzerinizde olmasaydı, (yani, dünyada her çeşit nimet vermesi ve bu cümleden olarak tövbe etmeniz için mühlet tanıması, yine ahrette de bağışlaması olmasaydı) kuşkusuz içine daldığınız iftiradan dolayı size (aniden) büyük bir azap dokunurdu.
15/16- (Allah size bir azap verdi;) O iftiraya dilinizi saldınız (öyle peşine düştünüz ki, bu şahıs o şahsa, o şahıs bu şahsa dolandırıp durdunuz) ve (hiç aklınıza danışmadan) hakkında bilgi sahibi olamadığınız şeyi ağızlarınızda geveleyip duruyorsunuz. (Aişe hakkında) yaptığınız iftirayı kolay bir şey sanıyorsunuz. Halbuki o söz Allah katında çok büyüktür (ve çok günahtır.).
16/17- O (hadiseyi) duyduğunuzda “Bunu konuşup yaymamız bize yakışmaz. Hâşâ! Bu söz, (Aişe hakkında) büyük bir bühtandır..” demeli değil miydiniz?
17/18-Eğer müminseniz, ne kadar ömrünüz varsa Allah size, bir daha buna benzer bir şeyi tekrarlamaktan yasaklıyor[391].
18/19-Allah, ayetlerini (şeriat hükümlerini, güzel öğütleri ve güzel ahlakı) size beyan ediyor. Allah (her şeyi) iyi bilendir. (O’ndan sadır olup vücuda gelen amellerin hepsini bir) hikmet üzere yapandır.
19/20-İman edenler arasında (zina isnadı ve benzeri) kötü sözlerin yayılmasını isteyen kimseler için hem dünyada hem de ahrette can yakıcı bir azap vardır. (Kalplerde olan sırları ve çirkin işin yayılmasını isteyen kimseleri) Allah bilir, siz bilemezsiniz.
Tefsir:
Allah (cc), iftira eden kimseleri hem dünyada hem de ahrette cezalandırır. Dünyadaki cezaları seksen sopadır. Nitekim Allah Resulü (sav), Hz. Aişe’ye iftira eden kimselere seksener sopa vurmuştur. Safvan, Abdullah b. Ubeyy’in yüzüne bir kılıç vurdu Abdullah b. Ubeyy’in gözü kör oldu.[392]
20/21- Eğer size (Medine ehline) Allah’ın lütuf ve ihsanı olmasaydı (Aişe’ye yapılan bu tutumdan dolayı kuşkusuz Allah size azap ederdi.) Hakikat şu ki Allah (sizlere) mihriban ve çok merhamet edendir.
21/22- Ey iman getirenler! Şeytanın izlerine[393] (ve gittiği yoluna) tabi olmayın. (Yani Abdullah b. Ubeyy gibi münafığın sözüne uyup Müslümanlara iftira etmeyin.). Kim şeytanın izlerini takip ederse, şunu bilsin ki o, edepsizlikleri ve kötülüğü emreder. Şayet (yaptığınız kötü işten dolayı tövbe etmeniz sebebiyle) Allah’ın size lütuf ve ihsanı olmasaydı kuşkusuz sizden hiç kimse temize çıkmazdı. Fakat Allah (Hassan b. Sabit, Misdah b. Usase gibi) dilediği kimseleri arındırır. (Abdullah b. Ubeyy gibiler de nifaklarında baki kalır.). Allah (sizin sözlerinizi) işitir ve (kalplerinizde olan hayır ve şerre) alimdir.
22/23- İçinizden faziletli ve maldar kimseler akrabaya, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere (mallarından) vermeyeceklerine yemin etmesinler; (özellikle tevbe etmiş kimseleri) gerek bağışlasınlar, (kusurlarından) geçsinler. Acaba istemez misiniz ki (siz o kimseleri bağışlamanız sebebiyle) Allah da sizi bağışlasın? Allah bağışlayıp (bendelerine) merhamet edendir.
Tefsir:
Misdah b. Üsase, Ebu Bekir’in dayısı torunu idi. Kendi de muhacirlerin fakirlerden biri idi. Bunun için Hz. Ebu Bekir (ra) onun masraflarını karşılıyordu. Hz. Aişe’ye iftira edenler arasında o da bulununca, Ebu Bekir (ra), bir daha Misdah’a bir şey vermeyeceğine dair yemin etti. Allah (cc) bu ayette, Ebu Bekir’i yemin etmekten neheydiyor. Ve Misdah’a olan yardımını devam ettirmesini istiyor. Allah Resulü (sav) bu ayeti Ebu Bekir (ra)’a okudu, tam şuraya gelince “Acaba istemez misiniz ki (siz o kimseleri bağışlamanız sebebiyle) Allah da sizi bağışlasın?” Ebu Bekir (ra), “Evet isterim, Allah beni bağışlasın, vallahi ne kadar ömrüm varsa hep ona infak etmede devam ederim” dedi.[394]
23/24- İffetli ve (her bir kötülükten) habersiz mümin kadınlara zina isnadında bulunanlar, hem dünyada hem de ahrette lanetlenmiştir. Onlar için (ahrette) çok büyük azap vardır.
24/25-O gün dilleri, elleri ve ayakları, yapmış olduklarından dolayı kendi zararlarına şahitlik edecektir.
25/26- O gün Allah, müstahak oldukları cezalarını onlara tastamam verecek ve onlar iyi bilecekler ki, Allah, hak ve aşikâr olan bir mabuttur. (Her şeyin varlığı yokluğu O’nun kudretine bağlıdır.).
26/27- Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler ise kötü kadınlara; pâkize kadınlar pâk erkeklere pâk erkekler de pâkize kadınlara layıktır. İşte bu temiz olanlar (iftiracıların attıkları kötü sözlerden) beridirler. (Hiçbir zaman ne Aişe’den ne de Safvan’dan onların dedikleri şey sadır olmaz.). Onlar için (Allah yanında) bağışlanma ve güzel olan rızıklar vardır.
Tefsir:
Hz. Aişe (rha) hakkında nazil olan ayetler burada sona erdi. Kur’an ayetlerine baktığımızda, asiler hakkında inen ayetlerin belki de hepsini toplasanız, hiçbirisi Aişe’ye iftira edenlerinki kadar böyle uzun sürmemiştir. Sadece Hz. Aişe için değil, bunlar aynı zamanda Allah Resulü’nün şan ve şerefini de ilgilendirmektedir. Adem evladının ağası Resul-i Ekrem (sav)’in yüceliğinden dolayı bunlar zikredilmiştir. Her kim Resulüllah’ın şanına, celaline ve ululuğuna muttali olmak isterse bu Hz. Aişe hakkında nazil olan on sekiz ayeti iyi düşünsün. Ki, baksın Allah’ın haramı muhteremesine dil uzatanların akıbeti nasıl oluyormuş.
Bundan sonra gelen ayetler, güzel ahlak ve edep hakkındadır.
27/28- Ey iman getirenler! Kendi evinizden başka evlere, izin alıp ev halkına selam vermedikçe girmeyin. (Bakıp yoklayın, eğer ev sahibi evde ise, izin alın öyle girin ve girdiğiniz zaman da selam verin.) Bu sizin için daha hayırlıdır. Her halde (bunu) düşünüp anlarsınız.
28/29- Orada kimse bulamazsanız, (dayanıp sabredin), size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. (İzin verilince o zaman girin.). Eğer size, “Geri dönün!” denilirse, hemen dönün. Çünkü bu, sizin için daha nezih bir davranıştır, (kâmil bir insan olduğunuza delalet eder.). Allah (o emredildiğiniz) şeylerin (hangisini) yapmakta olduklarınıza alimdir.
29/30- İçinde kendinize ait bir şeylerin bulunduğu oturulmayan bir eve (veya mesken olarak kullanılmayan yerlere) girmenizde herhangi bir günah yoktur. [Mesela kervan saraylar, (oteller), hamamlar, dükkânlar gibi umum halka açık yerlere yahut alış -veriş için açılmış yerlere girerken izin almaya ihtiyaç yoktur.] Allah sizin açığa vurduklarınız da dışarı döktüklerinizi de iyi bilir.
30/31- (Resulüm!) Mümin erkeklere, gözlerini harama dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle. (Gözlerini ve aletlerini haramdan sakındırmaları) onlar için (günah işleyip kirlenmekten) daha temizdir. Allah müminlerin yapmakta oldukları her bir amellerinden bihakkın haberdardır. (Allah’a hiçbir amel gizli kalmaz.).
Tefsir:
Zemahşerî, mahrem[395] olan kadınların, yüzlerinden başka saçlarına, göğüslerine, pazılarına ve ayaklarına bakmanın caiz olduğunu söylüyor. İki rivayetten birine göre de sadece yüzlerine, ayaklarına ve ellerine bakmak caizdir.[396]
31/32- (Resulüm!) Mümin kadınlara da söyle ki: Kendilerine bakması haram olan şeylere bakmasınlar; namus ve iffetlerini muhafaza etsinler. (Yüz, el ve ayak gibi) kendiliğinden görünen yer müstesna, diğer ziynet (yerlerini) göstermesinler. (Sineleri ve boğazları da) görünmeyecek şekilde başlarını yakalarının üzerine kadar örtsünler. Ziynet yeri olan (sinelerini, kulaklarını, bileklerini ve baldırlarını yabancılara) göstermesinler. Ancak (bundan sonra zikredilen kimselerin bu yerleri görmelerinde bir beis yoktur:) Kocalarına, öz atalarına, erlerinin atalarına, öz oğullarına, erlerinin başka hanımlardan olan oğullarına, öz kardeşlerine, öz kardeşlerinin oğullarına, bacılarının oğullarına, (Müslüman olsun olmasın) kendileri gibi hanımlara, [Fahişe ve fasık kadınlara -Müslüman da olsalar- ziynet yerlerini göstermeleri caiz değildir.] sahip oldukları kölelere, [Bir kısım tefsirciler, bu köleden maksat, o kadının cariyesidir. Kölesi değildir. Köle de diğer erkekler gibidir.][397] erkeklerden, ailenin kadınına şehvet duymayan (bunak, iktidarsız veya ihtiyarlıktan dolayı iktidarsız) hizmetçi vs. kimselere, henüz kadınların gizli kadınlık hususiyetlerine muttali olmamış seviyede çocuklara. Kadınlar, yolda giderken ayaklarını yere muhkem vurmasınlar, ta ki (ayaklarındaki halhal gibi) ziynetleri aşikâr olmasın. Ey müminler! (Ne zaman sizlerden Allah’ın emir ve hükümlerini yerine getirmede, bir noksanlık olursa hemen) topluca Allah’a tevbe edin ki, kurtuluşa eresiniz.
Tefsir:
Tefsirciler, kadınlarda ziynet yerinin iki kısım olduğunu söylemişlerdir: Birincisi, yüz, el ve ayak. Ayete göre, bunları yabancının (namahremin) görmesinde bir sakınca yoktur. İkincisi, sine/göğüs, bileziklerin yeri olan bilek, ayaklardaki halhal gibi yerlerdir. Bunları namahreme göstermek caiz değildir.[398] Yine tefsircilerin nakline göre cahiliye kadınları hiç baş örtüsü kullanmaz değillerdi. Fakat yalnız enselerine bağlar veya arkalarına bırakırlar, yakaları dekolte, gerdanları ve gerdanlıkları açığa çıkardı, ziynetleri görünürdü.[399] İşte Allah (cc) böyle açıklığı yasaklayıp baş örtülerinin yakalar üzerine örtülmesini emir ile tesettürü farz kılmıştır. “(Sineleri ve boğazları da) görünmeyecek şekilde başlarını yakalarının üzerine kadar örtsünler.” ayetinden anlaşılan mana şudur ki, kadınların, yüzlerini, ellerini ve ayaklarını namahremden saklamaları gerekmez. Onlardan başka sair yerlerini örtmeleri ise farzdır. Fakat İslam’ın bir kısım mezheplerine göre kadının yüzünü örtmek dinin farzlarından sayılmıştır.[400]
“Sahip oldukları kölelere..” ayetinde, bir kısım tefsirciler, kölenin, kadın efendisine de namahrem olduğunu söylemişlerdir.[401] Hazin tefsirinde geçen, Enes b. Malik’in rivayet ettiği şu hadiste Allah Resülü (sav) bir köle getirip kızı Fatıma’ya bağışlamış ve Fatıma köleyi görünce başına bir örtü salmış, başını örtmek istemişti. Fakat bu örtü kısa idi. Başını örterken ayakları açılıyor, ayaklarını örterken başı açılıyordu. Resulüllah (sav) buyurdu ki: “Kızım bunda hiçbir ayıp yoktur, bir atandan bir de kölenden gizlenmen gerekmez. (Yani ziynet yerini örtmeyebilirsin).[402] Keşşaf ‘ın, tefsirine aldığı bir rivayette, Hz. Aişe’nin kendi kölelerinden ziynet yerlerini saklamadığını söylemektedir.[403]
32/33- Ersiz kadını ve evlenmemiş erkeği bir de hayır ve salahını gördüğünüz köle ve cariyeleri evlendirin (ta ki, ersiz avratsız kalmasınlar). (Siz onları evlendirin) eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lütfu ile onları zenginleştirir. Allah, (lütfu) geniş olan ve (her şeyi) bilendir. (Ona zor değildir ki, fakirleri ve yoksulları nimetlendirmesin.)
Tefsir:
Allah Resulü (sav)’den, evlenmek konusunda bir çok hadis rivayet edilmiştir. Bir kısım sevap ve mükâfatlar vardır ki, bunlar evlendikten sonra insana verilir. Bir kısım kimseler “Kim evlenir ve cimadan sonra guslederse dökülen sular adedince sevap yazılır”[404] rivayetine dayanarak, bununla daha çok cima edip kendilerini helâk olmaya götürüyorlar. Bilmiyorlar ki, sırf bu iş için evlenip çokça münasebette bulunmanın ne sevabı olur! Fakat Allah Resulü (sav) “Nikâh benim sünnetimdendir. Kim benim sünnetimle amel etmezse benden değildir. Evleniniz! Zira ben, diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim. Kimin maddi imkânı varsa hemen evlensin. Kim maddi imkân bulamazsa (nafile) oruç tutsun. Çünkü oruç onun için şehveti kırıcıdır.”[405] Buyurmakla İslam milletinin çok olmasını istemiştir. Bundan başka bir şey çıkarmak mümkün değildir.
33/34- Evlenme imkânı olmayanlar ise, Allah lütfu ile kendilerini varlıklı kılıncaya kadar özlerini zina etmekten korusunlar. Ellerinizin altında bulunanlardan (sahip olduğunuz köle ve cariyelerden) mükâtebe yapmak isteyenlere, eğer (hürriyete kavuşmalarında) kendileri için bir iyilik (tek başına yaşayabilecek bir kabiliyet ) görüyorsanız, hemen mükâtebe yapın. (Ey Müslümanlar!) Allah’ın size vermiş olduğu malından siz de onlara verin (ki, kendilerini hürriyete kavuştursunlar). Dünya hayatının geçici menfaatlerini kazanacaksınız diye namuslu kalmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın. Kim onları baskı altında bırakır (onları zina yapmaya sürüklerse), bilinmelidir ki, bu onlara zorla yaptırdıkları işlerden sonra Allah (onlar için) çok bağışlayan ve merhamet edendir.
Tefsir:
Köleler ve cariyeler de toplumun bir parçası ve nev-i beşerin bir bölümünü teşkil etmektedir. Onların içlerinde bulundukları durumdan dolayı hayvan gibi muameleye maruz bırakılmaları caiz değildir. Bu mürüvvete sığmaz. Kadim zamandan buyana kölelik insanlar arasında adet haline gelmiştir. O kimselerin çoğu tabiatlarında bulunun üstün geleme arzusu ile daima köleler edinmişlerdir. Böylece tabiatlarına işlemiş bir adeti insanlar arasından kaldırmak müşkül emirlerden olduğu için Allah (cc) Kur’an-ı Kerim’de bazı yerlerde köle ve cariyelerin hürriyetlerine kavuşturulmasını emretmiş ve bu problemi peyderpey çözme usulünü uygulamıştır. Resulüllah (sav) kölelerin azad edilmesi için teşvik edici nice tavsiyelerde bulunmuştur. Ta ki, insanların bizzat kendileri köle edinmenin çirkin olduğun anlasınlar ve yavaş yavaş bu işi terk etsinler. Resulüllah (sav), büyük sahabe ve hidayet İmamlar’ı önce kendileri örnek olmak üzere ellerinde bulunan kölelerin çoğunu azad etmişlerdir. Bu konuda Resulüllah (sav)’den anlatılan rivayetler hesaba gelmeyecek şekilde çoktur.
İslam’dan önce Araplar arasında, köleyi alıp satmak serbest fakat kölenin -kendi parsını karşılamak suretiyle- kendisini azat etmesi yasak idi. İslam geldikten sonra, bir kölenin kendini -parasını karşılamak suretiyle- azat etmesine yani mukâtebeye izin verildi.
Abdullah b. Übeyy b. Selûl altı cariyesini zorla zinaya sevk ediyordu. İkisi gelip Resulüllah’a (sav) şikâyet ettiler, işte bu hadise üzerine“Dünya hayatının geçici menfaatlerini kazanacaksınız diye namuslu kalmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın” ayeti inmiştir.[406]
34/35-Hakikaten biz size (bu Kur’an’da hükümlerimizi beyan eden) apaçık ayetler, sizden önce yaşamış olan (ümmetlerden) misaller ve takva sahibi kimseler için öğüt ve mevizeler indirdik. (Ki, onlardan ibret alıp, insaniyet alemine yükselesiniz.).
35/36- Asumanların ve yerin nuru (ışığı) Allah’tır. O’nun nurunun bir temsili, içinde bir büyük ışıklı lamba bulunan kandillik gibidir. O lamba bir kristal fanus içindedir; o fanus da (berraklıkta) sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da batıya da nispet edilemeyen mübarek bir ağaçtan.. zeytinden (çıkan yağdan) tutuşturulur. Onun yağı, neredeyse, kendisine ateş deymese bile ışık verir.. nur içre nurdur. Allah dilediği kimseyi nuruna eriştirir. Allah bu misalleri halkın (fehmine) anlatıyor (ki, o ağır manaları kolay bir şekilde anlasınlar.). Allah her şeye alim olandır.
Tefsir:
Allah (cc), güneşten rahatsız olan yarasalar gibi olup da Allah’ın (cc) imkân aleminde tecelli eden nurunu göremeyen kimselere anlatmak için bu misali veriyor. Ta ki, bu inkârcılar hidayet bulup doğru yola gelsinler. O nur ile şirkin karanlıklarını yararak iman etsinler.
“Asumanların ve yerin nuru (ışığı) Allah’tır.” Ayetinde “nur” kelimesinin izahına dair şunlar söylenebilir. Her şeyin nuraniyeti o şeyin vücudundan ibarettir. Mesela “Zeyd” bir şahıstır. Onun ışığı, öz varlığından ibarettir. Eğer “Zeyd” olmasa, dünyanın ışığından ona bir fayda olmaz. Asumanların ve yerin “ışığı” ise onların var olmasından ibarettir. Öyle ise “Allah, asumanların ve yerin nurudur” demek, asumanların ve yerin belki bütün mevcudatın varlığı Allah’ın mutlak varlığından bir zerre bir eser demektir. Bütün mevcudat Allah’ın nurunun aksinin aksidir. Bunlar tabii ki, hep mecazdır. Yoksa varlıklar hiçbir zaman Allah’ın parçası değildirler. Nasıl ki, güneş doğarken her tarafta görünen ışık onun aksidir, aynen öyle de bütün mevcudat Allah’ın nurunun bir aksidir. Hafız Şirazî ne güzel der:
În heme aks-i mey ve nakş-i muhalif ki
nümûd
Yek
forû’ reh sakî est ki der câmi
üftâd
Manası:
“Bütün bu görünen şarabın aksi ve muhalif nakış ki; kadehi sunan kişinin ışığıdır.. kadehe düştü.”
Öyle ise, semaların ve bütün mevcudatın nuru ve vücudu hakikaten Allah’ın nurunun bir tecellisidir.
36-37/37- Bu (kandil) bir takım evlerdedir ki, Allah (o evlerin) tazim edilmesine ve içlerinde Allah’ın zikredilmesine emir[407] vermiştir. Orada sabah akşam O’nu tespih ederler.. (Allah’ı tespih eden bu arif kimseler) Öyle yiğit oğlu yiğitlerdir ki, ne ticaret ne de alış veriş onları Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoymaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak bir günden (kıyamet gününden) korkarlar.
38/38- (Allah’ı zikredip, ondan bir korku içinde olurlar ta ki,) Allah, kendilerine işledikleri amellerin en güzeli ile mükâfatlandırır, lütfundan fazlasını da bahşedecektir ve Allah (öz fazıl ve kereminden hiç sebepsiz) dilediğine hesapsız rızık verir.
39/39- İnkâr edenlere gelince, onların amelleri, (sıcak günde) düz ıssız çöllerdeki serap[408] gibidir. O serabı (uzaktan bakıp gören) susuz kimse su zanneder; (tık nefes) nihayet onun yanına vardığında orada hiçbir şey bulamamıştır. (İşe kâfir insan, dünyada yaptığı iyi işler de, kendinden ötürü mükâfat verileceğini umarak mahşere gelir. Amellerinin karşılığını beklerken; artık yaptığı iyi ameller bir serap gibi boşa gitmiştir; mükâfat beklerken) yanında (biraz sonra kendine azap verecek olan) Allah’ı bulmuştur. Allah ise, onun hesabını tastamam görmüştür. Allah hesabı çok seri olandır. (Amellerinin cezasını tez beri onlara ulaştırır.).
40/40- Yahut, (o kâfirlerin amelleri) engin bir denizdeki yoğun karanlıklar gibidir ki, onun üstüne bir dalga yükseliyor.. onun üstüne bir dalga daha.. dalganın üste bir bulut.. üst üste karanlıklar.. İnsan, elini çıkartıp baksa, neredeyse onu dahi göremez. (İşte kâfir ve müşriklerin kıyamet günündeki hali de böyledir. Günahlarının karanlığı onları sarar, hiçbir veçhile ışık bulamazlar ki, nura doğru bir yol bulsunlar. Kıyamet günü her bir kimseye, ameline göre nur verilir;) kime de Allah nûr vermemişse, elbette o ondan ötürü bir aydınlık olamaz. (Daimi olarak karanlıkta kalır. Azaba giriftar olur.).
41/41- (Resulüm!) Acaba semalarda ve yerde bulunanların, saff saff kanat gerip uçan kuşların Allah’ı tespih ettiklerini bakıp görmez misin ? (Semalarda, yerde ve havada bulunan mahlukatın, hepsi ya lisan-ı halleri ile ya da lisan-ı kalleri ile Allah’ı zikrederler. Belki onların varlığı aynen, yegâne Allah’tan ötürü bir hamd ve senadır.) [Şuursuz canlı ve cansız varlıkların Allah’ı tespih etmeleri akıldan uzak değildir. Allah onlara kendine hamt ve sena etmeyi talim etmiştir. Nitekim bazı dakik ve latif ilimlerden olara öğrettiği herkesin malûmudur.] Allah onların yaptıkları her şeyi bilir. (Onun ilminden hiçbir şey gizli kalmaz.).
42/42- Asumanların ve yerin saltanatı Allah’a aittir; dönüş de ancak ona olacaktır.
43/43- Bakıp görmez misin ki, Allah bulutları (mükemmel kudretiyle) her bir tarafa sürüyor; sonra (ayrı ayrı duran) bulutları bir araya getiriyor, sonra da üst üste yığıyor. Böylece görüyorsun ki, (yine Allah’ın mükemmel kudretiyle o cem ettiği) bulutun arasından yağmur çıkıyor. Allah asumandan dağlar gibi (büyüklükteki bulutlardan) dolu indirir. Kimi isterse ona (o kimsenin ziraatına) isabet ettirir (de onun ziraatını yok eder.). kimi de dilerse ondan uzak tutar. Bu bulutlardan çıkan şimşeğin parıltısı nerede ise gözleri alır.
44/44- (Yine) Allah (o mükemmel kudretiyle) gece gündüzü çevirir; (geceyi alır gündüzü getirir; gündüzü alır geceyi getirir) bu zikredilen şeylerin hepsinde akıl sahipleri için (Allah’ın tevhit ve kudretine) bir ibret vardır. [Yani insanlar, şerefi akıllarını bu şeyleri düşünmekte ve Allah’a giden yolu bulmakta çalıştırsınlar.]
45/45- Allah cümle canlıyı, (özlerine mahsus) bir sudan (nutfeden) yarattı. Onlardan bazıları vardır karnı üstüne yol gider, kimi vardır ki iki ayağı üzerine yol gider, kimi vardır ki, üzerine yol gider. Allah isterse her bir mahluk yaratır, (kimse ona mani olamaz). Gerçekten Allah her şeyi (yaratmaya) kadirdir.
46/46- (Resulüm!) Hakikaten biz (bu Kur’an’da helal ve haramı) beyan eden ayetler nazil ettik (ki, insanlar onlarla amel edip hakka ulaşsınlar.). Allah her kimi isterse (hayırlı ameline göre) onu dümdüz yol olan (İslam’a) hidayet eder.
47/47- Münafıklar (zahirde) “Allah’a ve Resulüne iman ettik ve her ikisine de itaat ettik” diyorlar da, sonra ondan bir grubu bunun arksından yan çiziyor, (zahir de ettikleri imandan vazgeçiyorlar.). (Resulüm! Bu sözleri diyen) o kimseler (zaten evvelinde de) mümin değillerdi.
48/48- Onlar, aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Peygamber’ine (Allah’ın ve Peygamber’inin hükümlerine) çağırıldıklarında, bir de bakarsın ansızın
içlerinden bir kısmı yüz çevirip
dönerler. (Allah’ın ve O’nun
peygamber’inin hükmüne razı olmazlar)..
Tefsir:
Medine’de bulunan bir kısım münafıklar zahirde iman etmişlerdi. Fakat, şeri bir hükmün uygulanması söz konusu olduğu zaman, şayet bu hüküm onların aleyhine ise hemen İslam’dan yüz çevirirlerdi. Nitekim Bişr adındaki bir münafık, bir Yahudi ile bir arazi hakkında anlaşmazlığa düşmüşlerdi. Münafık haksızdı; onun için Yahudi onu Resulüllah’a muhakemeye gidelim diye Allah’ın hükmüne davet etti, çünkü onun haksızlığa meydan vermeyeceğini biliyorlardı. Münafık ise Yahudilerin haham başı Kâ’b b. Eşref’e gidelim dedi, çünkü hakka razı olmuyordu, dalavere ile haksız bir hüküm alacağını ümit ediyordu. İşte ayetin bu konuda indiği rivayet edilmiştir.[409]
49/49- Ama eğer hak (Allah’ın ve Resulünün yanındaki murafaada verilen hüküm) kendi lehlerine ise, ona meyil ve rağbetle razı olurlar.
50/50- (Resulüm! Bu münafıklar, kendi zarlarına olunca senin hükmüne gelmeyi kabul etmiyorlar.) Acaba kalplerinde (küfür) hastalığı mı var? Yoksa şüphe ve tereddüt içinde midirler? Yoksa Allah ve Resulünün kendilerine zulüm ve haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? (Eğer böyle sanıyorlar ise bunları zanları batıldır. Hiçbir vakit onlara zülüm edilmez.) belki onların özleri zalimdir.
51/51- Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Resulüne (Allah’ın ve Resulünün hükümlerine) davet edildikleri zaman müminlerin sözü bu olsun: “(Allah’ın ve Resulünün hükümlerini) duyduk ve itaat ettik.” İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir.
52/52- Her kim Allah’a ve Resulüne itaat eder (onların hükümlerine razı olur), Allah’tan ürperir ve O’ndan sakınırsa (O’nun haram ettiklerini terk ederse) işte bunlar sonsuzluk nimetlerine ulaşmışlardır.
53/53- (Resulüm!) Onlar bir de Allah’a galiz yeminler ettiler ki, (güya) sen onları (cihada çıkmaya) emrettiğinde elbette (cihada) çıkacaklarmış!.. De ki: Yemin etmeyin. İtaatiniz malumdur! (Özü sözü bir olan müminler gibi olun. Şek ve şüphe içinde olan itaatiniz bize lazım değildir.) Allah yapmakta olduğunuz (her bir amelinize ve kalbinizde bulunan nifakınıza) alimdir. (O’na hiçbir şey gizli kalmaz, yaptıklarınızın karşılığını size verecektir.).
54/54- (Resulüm! Münafıklara) de ki: “(Sadık bir niyet ve hulûs-i kalp ile) Allah’a itaat edin, Resulüne itaat edin. Eğer (itaat etmekten) dal
çevirirseniz (bana hiçbir zararı
olmaz. Ne zarar olursa kendinize aittir.) Peygamber’e düşen kendisine yüklenen (tebliğ vazifesini yapmak), sizin
sorumluluğunuz da size yüklenen (görevleri
yerine getirmeniz)dir.
Eğer ona itaat ederseniz, doğru yolu
bulmuş olursunuz. Peygambere düşen (Allah’ın
hükmünü) aşikâr bir şekilde (delil ve burhan ile) tebliğ etmektir.
55/55- Allah, sizlerden iman edip salih amellerde bulunanlara kendinden öncekileri sahip ve halife kıldığı gibi onları da (kâfir ve müşriklerin) yerlerinde sahip ve halife kılacağını, onlar için ihtiyar ettiği dini (İslam’ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve (geçirdikleri) korku devrinden sonra, bunun yerine onlara emniyet ve güven sağlayacağını vadetti. Zira onlar, bana kulluk ederler; hiçbir şeyi de bana eş koşmazlar. Artık her kim (kendine verilen) bu nimetlerden sonra nankörlük ederse işte onlar fasıkların ta kendileridir.
Tefsir:
Bu ayet-i kerimede Allah (cc), Resulün’ün kehribar dili ile müminlere vadediyor ki, büyük hükümdarlara galip olup, onların memleketlerini fethedeceksiniz. Allah’ın bu vâdi aynen çıkmış ve Hz. Peygamber (sav)’den sonra Raşit halifeler döneminde Müslümanlar dünyanın şarkına ve garbına sahip olmuşlardır. İran kisrası ve Rum kayseri yenilmiş ve yerlerini müslümanlara teslim etmişlerdir. Aynı zamanda hazineleri Müslümanlara kalmış ve Müslümanlar büyük devlet sahibi olmuşlardır. İşte bu ayetin verdiği haber Peygamber-i Namdar’ımızın (Şanlı Peygamber’imizin) bir mucizesi olarak gerçekleşmiştir. İslam devletinin başına Hülefa-i Raşidinden sonra, layık olmayan insanlar geçti ve İslam gün be gün geri kalmaya başladı. İhtilaflar baş gösterdi. Allame Zemahşerî (538/1143) tefsirine aldığı bir hadiste, Resulüllah (sav) şöyle buyurmuştur: “Hilafet ümmetimin arasında otuz yıl sürecektir. Bundan sonra saltanat gelecektir. Odan sonra da kıtal ve zulüm baş gösterir.”[410] Artık bundan sonra zulümler başlamıştır. Emevîler başa geçmiş ve hiç zulüm durmamıştır. O günden bugüne kadar, aynı şeyler halen devam etmektedir. Bunların hepsi Emevilerin ve onlardan sonra gelen Abbasilerin semereleridir. Öyle ki, bu konu her tarihçi tarafında bilinmektedir. Mesela Emevî halifesi Velid b. Yezid b. Abdilmelik hilafete geçtiği zaman her çeşit fisk u fücuru işlemiştir.[411] Ve bundan başka da hiçbir iş yapmamıştır. Şarap içmekten başını hiç alamazdı. Hatta bir havuzu şarap doldurup orada içip sarhoş olurdu. Böyle sarhoş iken, müezzin gelip onu namaza çağırır o da gidip sarhoş sarhoş halka namaz kıldırırdı. Emevilerden Ömer b. Abdilaziz ve Abbasi halifelerinin de azı müstesna diğer hepsi günah işlerlerdi. İslam devletleri içinde adil hükümdarların olması ne güzeldi. Ama ne yazık ki, çoğu zaman mümkün olmamıştır. İslam’ın ilk günlerine dönmek bilmem ki mümkün olur mu? Heyhat..
56/56- Hem namazı kılın, zekâtı verin ve peygambere itaat edin ve (ondan sonra ) ümit var olun ki, rahmete eresiniz.
57/57- (Resulüm!) Sanma ki, inkâr edenler yeryüzünde (Allah’ı) aciz bırakırlar. (Belki onlar bizim tasallutumuzda olurlar.) onların yeri cehennemdir. (Cehennemde onlara yer hazırlamışızdır.). orası ne kötü varış yeridir.
58/58- [Allah
(cc) bu ayette, köle ve cariyelerin ve sair hizmetçilerin bir de mükellef
olmamış çocukların büyükleri ile nasıl hareket edeceklerini bildiriyor.] Ey iman edenler! Ellerinizin altında
bulunanlar (köle ve cariyeler) ve içinizde henüz erginlik çağına girmemiş
olanlar, sabah namazından önce, öğleyin
soyunduğunuz vakit ve yatsı namazından sonra (yanınıza girecekleri sıra) sizden
üç defa izin istesinler. (Bu
vakitlerde insanlar biraz dağınık olduğundan görünmemesi gerekli yerleri
görünebilir ve başkalarının farkına varmasından hoşlanmadıkları şeyleri ortaya
çıkabilir. Bu yüzden izinsiz girmesinler.) Bu vakitlerin dışında ne sizin için, ne de onlar için (izinsiz huzurunuza gelmelerinde) bir mahsur yoktur. Birbirinizin yanına
girip çıkabilirsiniz. İşte Allah, ayetlerini size böyle beyan ediyor. Allah
(bendelerinin her bir maslahatına) alimdir. (Bu hükümleri de) bir hikmet
üzere koyan hakimdir.
59/59-Çocukarınız ergenlik çağına (teklif çağına) girdikleri zaman kendilerinden öncekiler (büyükler) izin istedikleri gibi onlar da izin istesinler. İşte böyle, Allah, sizden ötürü öz ayet ve ahkâmını beyan eder. Allah (bendelerinin maslahatını) iyi bilir. Hükümlere karar verirken de hakimdir.
Tefsir:
Akıl buluğ çağının yaş sınırında ihtilaf vardır. Akıl buluğ çağı/teklif çağı İslam hukukçularının çoğunluğuna göre on beş yaşında başlar.[412] Ebu Hanife ise 18 yaşında erkek, 17 yaşında da kızın buluğ çağına erdiğini söyler. İmamiye ise, 15 yaş erkek, 9 yaş ise kızın buluğ çağıdır, der. Bu surette kızın işi biraz müşkül olur.
60/60- Bir nikâh ümidi kalmayan, çocuktan kesilmiş yaşlı kadınların ise, ziynet yerlerini (yabancıya-namahreme) göstermeksizin dış elbiselerini çıkarmalarında kendilerine hiçbir günah yoktur. Ama (bu zikredilen hanımların,) iffet ve ismet mülahazası ile (örtünmeleri) kendileri için daha hayırlıdır. Allah (sizin her bir sözlerinizi) işitir ve (amellerinizi) iyi bilir.
61/61- [Müslümanlar cihada giderken kör, çolak ve hasta kimseleri kendi evlerinde bırakır giderlerdi. Ve bunlara evlerinde diledikleri gibi tasarrufta bulunmalarını da söylerlerdi. Fakat onlar, sahipleri yanlarından yok diye hiçbir şey yemezlerdi. Onun için bu ayet indi. Ve onların bu yiyeceklerden yemelerine izin verildi.][413] Âmâya güçlük yoktur; topala güçlük yoktur; hastaya da güçlük yoktur. (Bunları o evlerde bir şey yemelerinde hiçbir günah yoktur.). (ve müminler;) Sizin için de, gerek kendi evlerinizden, gerekse babalarınızın evlerinden, annelerinizin evlerinden, erkek kardeşlerinizin evlerinden, halalarınızın evlerinden, dayılarınızın evlerinden, teyzelerinizin evlerinden, veya anahtarlarını tasarrufunuzda bulundurduğunuz yerlerden, yahut dostlarınızın evlerinde yemenizde hiçbir günah yoktur. (Bir yerde misafir olduğunuz ya da davet edildiğiniz zaman) toplu halde ya da ayrı ayrı yerde yemenizde de bir günah yoktur. Evlere girdiğiniz zaman , Allah tarafından mübarek ve güzel bir iyilik dileği olarak canınız gibi olan kardeşlerinize selam verin. (Şöyle deyin: Esselamu ayleyküm ve rametullah.) İşte böyle Allah sizden ötürü ayet ve hükümlerini beyan eder. Belki aklınızla hareket eder (de bu hükümlerin sırrını ve iç yüzünü anlamaya çalışırsınız.).
Tefsir:
İmam Cafer Sadık (148/765) buyurdular ki: Dostlar o kadar yüksek seviyede tutulmuşlardır ki, Allah (cc) onları bu ayette “yahut dostlarınızın evlerinde yemenizde ” olduğu gibi diğer aile fertleri ile bir arada zikretmiştir.[414] Hasan Basri (110/728) kendi evine girdiği zaman baktı ki onun dostlarından biri oturmuş yemek yiyor. Bu duruma o kadar sevindi ve ardından da şunları söylerdi: Allah’ın Resulünün ashabını da böyle bulduk; onlar birbirinin evlerine gider, kendileri evlerinde bulunmazlarsa, cariyelerden sual ederdiler:
—Kardeşimin dünya malı dirhemleri nerededir?
Cariyesi de ne kadar lazım ise getirir ona verirdi.[415]
Müslümanlar işte bu ittifak ve birlik sebebiyle ilerlediler. İki kardeş arasında “Îsar” olmazsa hiç değilse “Muvâsat” olsun. Îsar, ihtiyacı olduğu halde elindeki şeyleri başkasına vermenin adıdır. Tercih... Muvâsat, elinde varken, ihtiyaçlı bir dostuna ondan dağıtmanın, bahşiş etmenin adıdır. Bu hasletler İslam’ın ilk günlerinde vacip olan emirlerdendi. Muvâsat değil, belki îsar yapılıyordu. Aralarında ittifak ve birlik vardı. Böylece hakkı neşrediyorlardı. Fakat günümüzde değil ki, îsar, muvâsat bile yoktur. Onun vücudu Anka kuşu gibi kafdağının ardına çekilmiştir. Şayet bir gün bir dostunuza bir ihtiyacınız olsa ondan para isteseniz, sizinle bütün alakasını keser. Sanki daha önceden onu hiç tanımıyormuşsunuz gibi olur..
62/62- Müminler, başka değil ancak, Allah’a ve Resulüne gönülden inanmış kimselerdir. (Onların başkaca sıfatları budur ki:) O Peygamber ictimaî bir işle meşgul oldukları zaman, ondan izin istemedikçe çıkıp gitmezler. (Resulüm!) İşte o senden izin isteyenler yok mu onlar Allah’a ve Resulüne bihakkın iman etmiş kimselerdir. Bundan dolayı bazı işlerinde senden izin istediklerinde sen de onlardan dilediğin kimseye izin ver. (İzin istemeyene izin verme.). (İzin alıp meclisten ayrılan müminler için) Allah’tan mağfiret iste; çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. (Yani, onları izin alıp meclisten ayrılmaları, izin almadan meclisten ayrılmalarından daha hayırlıdır, belki, bazen günahtır.).
63/63- (Ey Müslümanlar!) Peygamber’i, kendi aranızda birbiriniz çağırır gibi çağırmayın. (Başkaları çağıranda gitmeseniz de olur. Fakat Peygamber çağırınca ona uymak vaciptir.).[416] İçinizden, birini siper edip yavaş yavaş sıyrılıp gidenleri kesinkes Allah bilmektedir. [Bazı münafıklar, izin almadan gizlice sıvışıp kaçarlardı.] Bu yüzden onun emrine muhalif olanlar başlarına bir bela gelmesinden veya kendilerine (kıyamet günü) can yakıcı bir azap isabet etmesinden sakınsınlar.
64/64- Haberiniz olsun ki, semavatın ve yerin saltanatı ve tedbiri Allah’a mahsustur. (Hiçbir şey O’na gizli kalmaz. Nasıl olabilir ki, Peygamber’in meclisini gizlice terk eden münafıkları bilmesin!) Allah, (mümin ya da münafık) ne halde iseniz kesinkes onu bilir. İnsanlar O’nun huzuruna döndürüldükleri gün yapmış olduklarını hemen onlara haber verir. Allah her şeye alimdir. (Hiçbir şey onun ilminden kenar olamaz.).
Hamd olsun, Nûr suresinin tefsiri tamam oldu. Nûr suresi Allah’ın hükümlerini, hudutlarını, iffet ve ismeti içeren konuları müştemil bir suredir. Ne mutlu o kimselere ki, burada anlatılan yüksek ve hikmetli kanunlara iltifat edip Kur’an’ın ahlakı ile ahlâklaşırlar. Nur suresini okuyan kimseye Allah on hasene/sevap verir.
Furkân sûresi Mekke’de nazil olmuştur. 77 ayet, 892 kelime ve 3783 harftir.
0/1- Bismillahirrahmanirrahim.
1/2- Hayır ve bereketi aşkın, sıfat ve fiillerinde her şeyden yüce olan Allah, hak ile batılı fark eden Kur’an’ı, öz kulu (Muhammed’e) peyderpey indirdi. Ta ki, cümle alemde (bulunan halkı, Allah’ın azabından) uyarsın (ve hak tarafına hidayet etsin.).
Tefsir:
Kur’an-ı Kerim kıyamete kadar halkın arasında Allah’a davet etmeye kaim olup bütün mahlukatı yüce sesiyle hakkın tarafına davet eden bir mesajdır. Kur’an-ı Kerim’i insan oğlunun arasında Allah tarafından getirip karar veren Peygember-i Erkrem Muhammed (as)’ın kendisi, dünyadan veda edip Allah Tealâ civarına.. ruh ve reyhan tarafına intikal etti. Kur’an şuana kadar aynen durup kıyamete kadar da onun daveti baki kalacaktır. Zeval ve fanilik hiçbir zaman ona ulaşmaya yol bulamayacaktır. O baki kalan bir mucize, o herkese yetecek seviyede şifa veren bir kitap olarak kalacaktır. Kur’an-ı Kerim’in nükte ve remizlerine iltifat edip onları istinbat ederek onları koruyan namdâr ve faziletli kimselerden ötürü büyük saadettir. Kur’an-ı Kerim şeriat ve devlet idaresi hükümlerini de şamil olması cihetinden semavi kitapların içinde bu yönüyle de temayüz etmiştir ve hepsinin reisi hükmündedir. Arapça’nın inceliklerine vakıf olanlar, Kur’an-ı Kerim esas din olmasında kıyamete kadar nev-i beşerden ötürü din işlerinde her yönü ile kifayet eden bir kitap olduğunu ikrar edip kabul etmişlerdir. Fakat Ehl-i İslam’ın çoğu Kur’an-ı Kerim’in hükümlerine dal çevirip başka görüşler ileri süren kimselerin (sahib-i rey şahısların) uydurma ve saçmalıklarına tabi olup özlerinden ötürü Kur’an’ı sadece resm-i ayin (düğün ve merasimlerde, mevlitlerde okunan kitap) olarak kabul ediyorlar. Allah’ım! Sen Müslümanlara bir basiret ihsan eyle!..
2/3- O Allah’tır ki, semavatın ve yerin hükümranlığı onun elindedir. Kedisi için evlat da edinmemiştir. O’ndan ötürü saltanatında da şeriki yoktur. Her şeyi yaratıp bir ölçüye göre düzenleyerek takdir etmiştir.
3/4- (Fakat nev-i beşer böyle bir Allah’a haksızlık edip) kendilerinden ötürü O’ndan başka mabutlar edinmişlerdir. Halbuki (onların Allah’a ortak koştukları putlar vs.) hiçbir şeyi yaratmaya kadir değillerdir. Onlar (Allah tarafından) yaratılmışlardır. Kendilerine (onlara tapan kimselere) ne zarar ne de fayda verirler; öldürmeye, diriltmeye ve ölümden sonra tekrar canlandırmaya da güçleri yetmez. (Akıllı insan hiç böyle şeylere kulluk eder mi?).
4/5- [Mekke’de Kureyşli müşriklerden Nadr b. Haris ve onun arkadaşları, Kur’an’ın tekrarlanan (hâşâ) yalan sözlerden ibaret olduğunu söylemişlerdi. Bu ayet onların bu sözlerine cevap veriyor.][417] Ve o kâfirler: “Bu (Kur’an) olsa olsa, onun (Muhammed aleyhisselamın) yakıştırdığı bir yalandır. Başka bir cemaat da bu söz de ona yadım etmişlerdir.” Dediler. (Resulüm!) bu kimseler böylece zulüm ve tezvire.. (batılı süslü göstermeye)[418] büyük haksızlığa gittiler.
5/6- Bir de dediler ki: “(Bu Kur’an) onun, (kendisi okuma yazma bilmediği için) başkasına yazdırıp da kendisine sabah-akşam (iyice bellemesi için) okunmakta olan, öncekilere ait masallardır. [Mekke’de Rum ehlinden iki kimse vardı. Müşrikler, Hz. Peygamber’in bu iki kişiden Kur’an’ı ders aldığını iddia ediyorlardı.][419]
6/7- (Resulüm! Onlara) de ki: “(Öyle sizin dediğiniz gibi değildir.) Bilakis bu Kur’an’ı semavatta ve yerde her bir gizli şeye alim olan Allah indirdi. (Bırakın iftira etmeyi de, gelin Kur’an’ı kabul edin.) Şüphesiz Allah, (bendelerinin günahlarını) bağışlayıp çok merhamet edendir.
7/8- Müşrikler, (Resulüllah’a) dediler ki: “Bu be biçim peygamberdir ki, (her bir davranışında ve konuşmasında hatta) yemesinden çarşı-pazar dolaşmasında (bizim gibi yapıyor!). (Madem kendisi bir melek değildir, bari hiç olmazsa) onunla beraber bir melek inmeli ve (halkı davet ederken) o da (yardımcı olarak) uyarıcı olmalı değil miydi?”
8/9- (Madem kendisi melek olmadı, bir melek ile beraber de gelmedi,) yahut (semadan) ona bir hazine verilmeli veya (geçimini sağlayabileceği) bir bahçesi olmalıydı. (Bunlar onda bulunmuyorsa, o takdirde peygamber de olamaz.). [Müşrikler, ne kadar, anlayışsız ve insafsız imiş ki, Resulüllah’ın geçim meselesini ileri sürüyorlar. Bu arada şu iyi bilinmeli ki, insana lazım olan ilk şey, geçimini sağlayıp kimseye muhtaç olmamaktır.] Zalim olan (müşrikler, dönüp Müslümanlara) dediler ki, “Siz ancak sihirleşip (aklı zail olmuş) bir kişiye uymaktasınız!
9/10- (Resulüm!) Hele bak ki, senin hakkında ne biçim temsiller getirdiler! (Gâh, diyorlar melek olmalı, gâh peygamberliği melek ile insan arasında müşterek olmalı, gâh diyorlar onun bir hazinesi olmalı, bir bahçesi olmalı; gâh diyorlar sahirdir, gâh kâhindir, gâh mecnun.. ) böylece onlar sapıttılar. (Sana ulaşmaya) hiçbir yol da bulamazlar.
10/11- Allah mukaddestir ki, dilerse sana bunlardan daha iyisini.. altlarından ırmaklar akan cennetleri verecek ve sana saraylar ihsan edecektir. (Lakin, mükemmel hikmeti ile Allah, dünyada bunları kazanmayı, , her şahsın kendi gayretine bırakmıştır ki, her kes kendi maaşını kendi temin etsin. Ama bu kimse peygamber olsun ya da başkası; değişmez.).
11/12- Hayır, onlar (kıyamet) saatini yalanladılar. Biz ise, kıyamet (gününde) inkâr edenler için çılgın alevli bir ateş hazırladık.
12/13- Cehennem ateşi, (bir kavrayış sahibi insan gibi) uzak bir mesafeden onları gördüğünde, (inkâr edenler) onun (öfkeli şahıslar gibi) öfkelenişini ve (öfkesinden) için için kaynayışını duyarlar.
13/14- Elleri boyunlarına zincirli olarak (cehennemin) bir dar yerine salınırlar. (O yerde kendilerinden ötürü) nice ölümü çağırır isterler...
14/15- (Allah tarafından onlara denilir ki, cehennemde türlü türlü işkenceler olacağı için) bu gün bir defa helâk olmayı istemek değil.. bir çok defalar helâk isteyin.. (hiçbir zaman yok olup kurtulamayacaksınız.).
15/16- (Resulüm!) de ki (müşriklere): “Bu (azap)mı daya iyi, yoksa takva sahiplerine vâdedilen sonsuzluk cenneti mi? O cennet onlar için (amellerinin) karşılığı ve varış yerleridir.
16/17- Onlar için orada ebedî kalmak üzere dedikleri her şey mevcuttur. İşte bu, Allah’a vacip olan bir vaattir. (Müminlerin makbul bir istekleridir ki, dünyada istedikleri şeyi ahrette de isterler. Allah da zaten vadinde vefa edendir. Onlara vadettiğini verir.).
17-18/18- Hele o gün Rabbin onları Allah’tan başka taptıkları (put gibi) şeylerle bir araya toplar, der ki: “Acaba sizler mi, benim bendelerimi dalalete saldınız, yoksa kendiler mi yolu kaybettiler?” (Müşriklerin taptıkları da) derler ki: “Seni tenzih ederiz. Seni bırakıp da başka dostlar (putlar) edinmek bize yaraşmaz. Lakin onlara ve atalarına o kadar nimet verdin ki, (onlara aldandılar) sonunda seni anıp, (sana inanmayı) unuttular (ve şirke girdiler.). (Şirk koşmaları yüzünden senin azabın onları yakaladı ve) helâk olan cemaat oldular.
19/19-20- [Ondan sonra Allah (cc) müşriklere hitap edip buyuruyor:] İşte (mabut deyip taptıklarınız! Bunlar bizim mabudumuz) diyordunuz ya onlar da, sizi yalancı çıkardılar. (Mabut olduklarını bizzat inkâr ettiler). İmdi bugünkü günde ne (azabınızı) geri çevirebilirler ne de (onlardan) bir yardım talep edebilirsiniz. (Bu zalim müşrikler konusundaki azapları duydunuz.) Şimdi siz nev-i beşerden her kim zulmederse (şirk koşarsa) ona da büyük bir azap tattıracağız, (ki o azaptan hiç kurtuluş yoktur.).
20/21- (Resulüm!) Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de hiç şüphesiz yemek yerler, çarşı-pazar dolaşırlardı. Sizin bir kısmınızı diğer bir kısmınıza imtihan (vesilesi) kıldık; (Resulüm! Bu müşrikleri, sana ve müminlere bela ve mihnet vesilesi yaptık.) bakalım tahammül eder misiniz? Zira Rabbin her şeyi hakkıyla bilendir.
21/22- Bize kavuşmayı ummayanlar “Bize ya melekler indirilmeliydi, ya da Rabbimizi görmeliydik” dediler. (Resulüm! Müşrikler bu sözleri demekte haktan uzak olup) mutlaka öz nefislerinde kibir ve inada kapılmışlar ve zalim olmakta hadden tecavüz edip doruk noktaya ulaşmıştılar.
22/23- Müşriklerin (azap) meleklerini görecekleri gün, (günahlarından dolayı Allah tarafından) o günkü günde (hiçbir hayırla) müjdelenmezler. (O vakit müşrikler korkularından) derler: “(Ey bizim Rabbimiz! Bu azabı bizden) uzaklaştıra bildiğin kadar uzaklaştır.”[420]
23/24- (Resulüm!) Biz onların (sıla-i rahim yapmak, mazluma yardım etmek ve misafire ikram etmek gibi) amel denecek her amellerinin üzerine varmışızdır. (Onlar, bu yaptıkları iyiliklere ümit tutup dururken,) biz de (o hayrını bekledikleri iyi amellerini) havada uçuşan savrulmuş toz zerreleri haline getirmişizdir.
24/25- Ahret gününde cennetliklerin kalacakları yer çok güzel, ama istirahat edecekleri menzilleri ondan güzeldir..
25/26- Kıyamet günü bir gündür ki, beyaz bulutlar sebebine sema yarım yarım yarılır, içinden bölük bölük melekler inerler.
26/27- (Kıyamet günü) hak ve değişmez hükümdarlık Rahman (olan Allah’ındır. Cümle saltanatlar yıkılır, yalnız Allah’ın hükümranlığı kalır.) Kâfirler için ise o pek çetin bir gündür.
27/28- O gün zalim (öfkeye gelir ve pişmanlığından) iki elini dişler [Nitekim dünyada bir şeye pişman olan kimse ellerini dişler.] ve şöyle der: “Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım, (ona tabi olup, dalaletten uzak dursaydım.);
28/29- Yazık bana! keşke (beni dalalete salan) filâncayı dost tutmasaydım!”
29/30- Kur’an bana gelmişken (Dost tuttuğum o şahıs) beni ondan saptırdı. Şeytan olan (dost, bela ve musibet vaktinde tam yardıma muhtaç iken insanı) yardımsız bırakandır.
30/31-(Bizim) Peygamber(imiz, bizi şikâyet edip) dedi: “Ey benim Rabbim! (Kavmim.. bu Kureyşliler,) senin Kur’an’ını büsbütün terk edip yüz çevirdiler.”
31/32- (Resulüm! Bu müşrikler sana düşman oldukları gibi) aynen böylece her peygamber için günahkârlardan bir düşman yapmışızdır. (Onlar sabrettikleri gibi sen de sabret. Müşrikleri zelil etme yoluna) hidayet verici ve yardımcı olarak Rabbin yeter. [Bu ayet, işaret ediyor ki, müşrikler Resulüllah’ın elinde zelil olacaktır. Nitekim zelil oldular da.]
32/33- Kâfirler dediler ki: (Eğer, bu peygamber, haktan gelmiş bir peygamber ise) Kur’an onlara bir defada topluca indirilmeli değil miydi? [Denize düşen yılana sarılır. Müşrikle, Kur’an karşısında aciz kalınca her türlü saçmalığı savurmaya başladılar. Artık akıllarına ne gelirse söylüyorlardı.] (Allah, o kâfirlere cevap veriyor:) Biz onu senin kalbine muhkem bir şekilde yerleştirmek için böyle yaptık. (Ta ki kolay bir veçhile onu ezberleyesin diye az az, ayet ayet, indiriyoruz.).
33/34- (Resulüm! Müşrikler Kur’an’ı batıl saymak için senden ötürü) bir misal getirmeye görsünler, biz (onun karşılığında) sana daha doğrusunu ve daha açığını getirmişizdir.
34/35- Müşrikler o kimselerdir ki, (kıyamet gününde) yüzüstü cehenneme (sürülüp) toplanacaklardır. İşe onlar, yerleri en kötü, yolları en sapık olanlardır.
35/36- (Resulüm! Senden önceki ümmetler, kendilerine gelen peygamberlere itaat etmişlerdi. Biz de onlara azap gönderdik..) Hakikaten biz Musa’ya Kitab’ı verdik, kardeşi Harun’u da ona yardımcı yaptık;
36/37- “Haydi ayetlerimizi yalan sayan o kavme (Mısır eline) gidin” dedik. (Mısır ehli onları tekzip ettiler.) Biz de bunun üzerine onları yerle bir ettik. (Denizde boğduk.).
37/38- Nuh kavmine gelince, (Nuh ve ondan önce geçen peygamberlerin hepsini)[421] yalanladılar. Biz de onları suda boğduk ve onları (Allah’ın birlik ve kudret-i kâmilesine delalet eden) delil ve burhan yaptık. (Peygamberleri tekzip eden) zalimler için (kıyamet gününde de) can yakıcı azap hazırlamışızdır.
38/39- Ad’ı Semud’u, Ress halkını ve bunlar arasında daha bir çok nesilleri de (peygamberlerini yalanlamaları yüzünden helâk ettik.).
Tefsir:
Ress, meşhur Aras nehridir ki, Doğu Anadolu bölgesinden doğup Türkiye sınırları dışında Tiflis’te Kura (Kür) nehri ile karışıp Hazardenizi havzasına ulaşır. Allah (cc) buradaki kavme, Hz. İsa ile Hz. Muhammed (as) arasında Hanzala b. Safvan adında bir peygamber göndermiştir. Onlar çam ağacına tapıyorlardı. Hanzala onları Allah’a davet etti, onlardan peygamberlerini tekzip ettiler. Sonra da Aras nehrinin içinde dar ve derin bir yere kuyu kazdılar, Hanzala’yı tutup o kuyuya koydular, üstünden de nehir akıttılar. Allah da onlara bir saika/şiddetli rüzgâr gönderip helâk etti.[422]
39/40- Bu helâk olan ümmetlerin hepsinden ötürü (onlardan önce helâk olan ümmetlerin acayip) kıssalarını beyan ettik (ki, belki ibret alır da bizi inkâr etmezler. Fakat onlar kıssalardan ibret almayıp peygamberlerimizi de inkâr ettiler. Biz de) hepsini dağıtıp sındırdık (bir nevi helâk etmekle helâk ettik.).
40/41- Hakikaten (Kureyşliler Şam tarafına ticarete giderken) bela ve fenalık yağmuruna tutulmuş olan beldelere (Lut’un helak olmuş karyesine) uğramışlardır. Acaba bakıp (Allah’ın azabının onları nasıl helâk ettiğini) görmüyorlar mıydı? Bilakis (görüyorlardı ama,) öldükten sonra dirilmeyi hiç ummadıkları için (orada gördükleri ibret dolu harabelerden de ibret almıyorlardı.).
41/42- (Resulüm! Bu müşrikler) ne zaman seni görseler hep alay edeler ve (derler ki:) “Bu mu Allah’ın peygamber olarak gönderdiği?” [Ebu Cehil, Peygamberimizi (sav) ne görse hep böyle derdi.]
42/43- (Ebu Cehil derdi ki:)[423] Şayet tanrılarımıza inanmakta sebat göstermeseydik, gerçekten (Muhammed) bizi neredeyse dalalete salıp (tanrılarımızdan bizi uzaklaştıracaktı)” [Bu ifadeler gösteriyor ki, Allah Resulü (sav), müşrikleri son derece bir ceht ve gayret içinde imana davet etmiştir. Fakat onlar, inatlarından dolayı iman etmeye yanaşmamışlardır.] Tezdir ki, azabı görünce bilecekler, kimin yolunun sapık olduğunu!
43/44- Nefsinin arzularını, özüne tanrı karar vermiş kimseyi gördün mü? Şimdi sen böyle bir kimseye vekil olup (nefsinin arzularına tabi olmaktan kurtararak tevhit dini İslam’a sokabilir misin?) [Müşriklerden Haris b. Kays es-Sehmi vardı. Bir taşa tapardı, sonra ondan daha güzelini bulunca gidip öbürüne tapardı ve öncekini terk ederdi..][424]
44/45- (Resulüm!) Yoksa sen, onların çoğunun (hakkı) duyan (kulakları, gerçeği), gören (gözleri) olduğunu mu sanıyorsun (da ona göre İslam’a girmelerine ısrar ediyorsun?). Onlar (haktan gafil olmakta) hayvanlar gibi, belki de gidişte onlardan da artık gafildirler.
45/46- Rabbin (mükemmel kudretiyle) gölgeyi nasıl uzatmakta olduğunu görmedin mi? Dileseydi onu (gölgeyi) elbette hareketsiz kılardı. (Yani eğer Allah, güneşi yaratmasaydı ve sürekli karanlık olsaydı, o takdirde hiçbir canlı yaşayamaz, hayat olmazdı.). Sonra biz güneşi, ona delil kılmışsızdır. (Gün doğup yeryüzü nura gark olunca, karanlık o zaman fark edilir ve nurun/ışığın değeri de o zaman bilinir.).
46/47- Sonra da onu yavaş yavaş kendimize (başka) yöne çekmekteyiz.
47/48- O Allah’tır ki, (kudret-i kâmilesiyle) sizin için geceyi (rahat edesiniz diye bir elbise gibi) örtü, (ölümün küçük kardeşi) uykuyu istirahat, (haşre delalet eden ) gündüzü (o vakitte) her tarafa yayılıp çalışma (zamanı) yaptı. (Ta ki, öldükten sonra dirileceğinize itikat getiresiniz.).
48/49- O Allah’tır ki, (yine mükemmel kudretiyle) öz rahmeti yağışın öncesinde yelleri bir müjdeci olarak gönderdi. (Yelleri müjdeci olarak gönderdikten sonra) semadan temiz olmanın en son noktasında olan bir su indirdik.
49/50- O yağış sebebiyle, ölü bir yeri dirilttik. (Orada rengarenk çiçekler güller bitirdik.). Yine o yağış sebebiyle yarattığımız nice hayvanlara ve insanlara su verdik. [Hemen hemen bütün suların kaynağı yağmurdur.]
50/51- Hakikaten biz bu yağmur göndermeyi insanlar arasında dolaştırdık; (bir yıl bu beldeye çok, diğer yıl başka beldeye çok yağmur verdik.) ta ki, düşünüp (Allah’ın kudretini anlamaya yol bulsunlar.) Ama insanların çoğu ille nankörlük edip diretmiş (verilen nimetlere şükretmemişlerdir.).
Tefsir:
Her yıl semadan kar ve yağmurlar Allah’tan bir karar ile yağarlar. Bir yıl bir kesime çok yağar, diğer yıl başka kesime çok yağar. Ama senenin yağmuru senede illa ki yağar. İbn Abbas: “Hiçbir senenin yağmuru diğer senenin yağmurundan fazla değildir. Lakin Allah öz kudreti ile bir yıl bir yere çok yağdırır, diğer yıl da başka yere. Ta ki insanlar ibret alıp Allah’a şükretsinler.” Demiştir.[425]
51/52- (Resulüm!) Şayet dileseydik elbette her köye bir uyarıcı (peygamber) gönderirdik. (Fakat senin şan ve celaline, azamet ve ululuğuna göre peygamberlik emrini ahir zamanda sırf sana mahsus kıldık; senin zamanında senden başka bir peygamber daha göndermedik. Sen sabret, sebat et. Emr-i nübüvveti tebliğ et.).
52/53- (Resulüm!) Sen kâfirlere tabi olamazsın! (Sen cümle aleme peygamber geldiğin için) Kur’an ile onlara karşı büyük cihat (cihadın her kısmını) yap; (İslam’a onları davet et.).
53/54- O Allah’tır ki, (sonsuz nizamı ile) iki denizi birbirine mücavir yaptı; biri şirin ve susuzluk giderici (sudur ki, denizlere akarlar,) biri de tuzlu ve acı (sudur, ki denizlerde olur); ve aralarına da karışmaması için bir engel koydu.
54/55- (Öz kudreti ile) sudan (nutfeden) bir insan yaratıp ona bir nesep veren ve sıhriyet bağı ile akraba yapan O’dur. [İki kısım insandan, müzekker olan, nesebin devamı için, müennes ise neslin devamı içindir.] (Resulüm! ) Senin Rabbin her şeye kadirdir. (Nutfeden, biri müennes biri de müzekker olmam üzere iki tür insan yaratır.).
55/56- (Resulüm!) Böyle iken inkârcılar Allah’ı bırakıp kendilerine ne fayda ne de zarar veremeyen şeylere kulluk ederler. Kâfirler, (putlara tapmakta) Allah’a karşı (birbirlerine) yardımcı olurlar..
56/57- (Resulüm!) Biz seni ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.
57/58- (İnsanlara) de ki: “Risaletime karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum. (Ben size demiyorum ki, malınızdan bana bir şey verin. Sizin malınız bana lazım değildir.) Ancak (ben), Rabbine doğru bir yol tutmayı dileyen kimseler olmanızı istiyorum.” (Allah’ın dinini neşretmek için O’nun yolunda infak etmek, O’na yaklaşma yollarından biridir, bunu yapın.).
58/59- (Resulüm!) Hayy olan (Allah) ki, O’na ölüm ilişmez, O’nu hamd ve sena ile tesbih et. Bendelinin günahlarından haberdar olarak O yeter.
59/60- Semaları, yeri ve ikisinin arasındakileri altı gün (kadar) zamanda yaratan, Arş’a hükmeden Rahman (olan Allah)dır. (Resulüm!) onu, (Semaların ve yerin yaratılışını ve bunlar gibi cümle mevcudattın varlığını) her şeyi pekâla bilen Allah’tan sor. (Ta ki, onları sana beyan etsin.).
60/61- Müşriklere: “Rahman (olan Allah’a) secde edin! denildiği zaman (yani, Resulüm, sen bunu dediğin zaman:) ‘Rahman da ne şeydir? Senin bize emrettiğine secde eder miyiz hiç?’” derler. (Allah’a secde emri,) onların nefretini artırdı, (da Kur’an’a iman etmekten iyice yüz çevirdiler.).
61/62- Semada burçları (on iki burcu)[426] var eden, semada alemi nur eden çerağı (güneşi) ve ışıklı bir ay yaratan Allah, (her bir sıfatında ve fiilinde) ne yücedir!
62/63- (Allah’ın birliğine bir yol bulmak) ibret almak veya şükretmek muradı olanlar için gece ile gündüzü birbiri dalınca getiren Allah’tır. (İbret alabilecek kabiliyetteki insanlar, gündüzün kâinata bakıp Allah’ın birliğine deliller bulur ve Allah’a şükrederler.).
63/64- [Bundan sonra gelen ayetler, müminlerin güzel sıfatlarını beyan ediyorlar.] Rahman’ın has kulları, yeryüzünde alçak gönüllü olmanın örneğidirler ve ağırbaşlı, yüzleri yerde hareket ederler.. cahiller kendilerine sataşınca (onların sevilerine düşmeden, onlara cevap verirken:) “Selam!” derler, (selametle neticelenecek sözler söylerler. Onlarla çatışmaya tenezzül etmezler, tahammül ederler.).
64/65- Yine o müminlerdir ki, geceleri(nin hepsini ya da bir kısmını) Rablerine secde ederek ve kıyamda oldukları halde başa götürürler.
65/66- Yine onlar ki, (dua edip) derler: “Ey bizim Rabbimiz! Cehennem azabını üzerimizden sav. Kesinkes onun azabı (isyankârlardan) hiç aralanmaz.
66/67- Cehennem, menzil ve makam yönüyle ne yamandır?
67/68- Onlar ki, infak ederken, ne israf edip (kendilerini muhtaç bırakıp muattal kalarak başkalarına el açarlar) ne de cimrilik ederler. Bu ikisi arası bir yol tutarlar.
68/69- Bir de onların sıfatları budur ki, Allah ile başka bir mabut daha çağırıp ona ibadet etmezle, (kısas ve hadd-i carî gibi konuların dışında) ölümü hakketmeyen Allah’ın haram kıldığı bir kimseyi öldürmezler ve zina etmezler. Kim bunları yaparsa (kıyamet günü) günahı(nın cezasını) bulur.
69-70/70- Kıyamet günü azabı kat kat olur ve orada zelil olarak temelli kalır. Ancak tövbe ve iman edip, salih amel işlerse o başka. Allah böyle kimselerin günahının (karşılığı vermekten) dönüp sevaba karar verir. Allah (tövbe eden şahısları) bağışlayıp merhamet eyleyendir.
71/71- Kim (kabih) amelinden tövbe eder de salih amel işlerse artık o, tövbesi kabul edilmiş olarak Allah’a döner.
72/72- Bir de o kullar, yalan yere şahitlik etmezler, (ne yalan konuşurlar ne de yalan yere şahitlik ederler.). Boş şey (yapılan ve konuşulan bir meclise) uğradıklarında (öyle bir mecliste bulunmaktan yüz çevirip) nefislerini aziz tutarak geçip giderler.
Tefsir:
Müslümanlar bu ayete bakıp ibret alarak, boş şeyler yapmaktan beri durmazlar mı? İslam dinini, yalan şeylere şahitlik yapmakla suçlayıp eleştirenler, bu ayeti iyi düşünmelidirler. İslam, değil ki, yalan yere şahitlik yapmak, müminleri yalan sözlerin konuşulduğu bir mecliste bulunmaktan bile men etmektedir. Öyle ise İslam’ın temelinin yalan yere şahitlik yaparak bina edildiğini söylemek nasıl mümkün olur. Böyle bir hezeyana kim inanır. Böyle şeyi hakiki bir mümin yapamaz. Onu ancak mümin görünümlü ve dinini az bir meblağ karşısında satanlar yapabilir. İşte bu çirkin işi tutanlar sadece kendilerinde değil, aynı zamanda inandıkları dine de zarar vermektedirler. İslam’ın böyle güzel hükümlerini uygulamayıp, onu tan edenlere yazıklar olsun... (...)
73/73- Onlar ki, öz Rableri Allah’ın ayetleri kendilerine okununca onlara karşı kör ve kâr/sağır olmazlar. (Gören gözleri ve işiten kulakları ile Kur’an’ın ayetlerine bakıp onun hükümlerini, nurani kalpleri ile derk ederek kedilerine rehber edinirler.).
74/74- Bir de müminlerin sıfatları odur ki, (dua edip şöyle) derler: “Ey bizim Rabbimiz! Bize öyle hanımlar, (ve onlardan) öyle evlât bağışlayıp kısmet et (ki, senin emrine itaat edip, sana ibadet etmekle) bizim gözümüzün sevinci (aydınlığı) olsunlar. Ve bizi takva sahiplerinden ötürü pîşuva/rehber eyle (ta ki, onlar da bize tabi olup hayırlı işler yapsınlar.).
75/75- (Resulüm!) Bu zikredilen müminler (dünyada masiyeti terk edip, itaat ve ibadete, nihayet kâfirlerin eziyetine) sabretmelerine karşılık (cennetin tepelerinde kurulan) en yüksek yerler verilecek, orada (melekler tarafından melekler tarafından) hürmet ve selamla karşılanacaklardır.
76/76- Orada ebedi kalacaklar, orası ne güzel bir konak ve ne güzel bir makamdır. [Allah’ım! Bizlere iyi kul olmayı nasip eyle. Sana itaat eden kulların zümresinden eyle. İnsaniyet sıfatı ile bizleri muttasıf eyle. Amin!]
77/77- (Resulüm! Mekke ehli bu müşriklere) de ki: “(İtaat, kulluk ve) yalvarmanız yoksa, Rabim ne diye size değer versin. (Ne diye sizi adam yerine koysun.! Yaratılışınızın asıl maksadı, Allah’a itaat ve ibadet etmektir. Allah’ın bu konudaki beyanını duyduktan sonra size düşen ona kulluk etmenizdir.)” Fakat siz, (Allah’ın hükümlerine muhalif olup) kesinkes yalanladınız. (Bunları yalanlamanızdan ötürü) yakındır ki, (cehennem)azabı yakanızı bırakmayacaktır.
Hamd olsun Furkân suresinin tefsiri tamam oldu. Bu sure, müminlerin sıfatlarını cami bulunan bir suredir. O kimse ne talihlidir ki, kendini bu suredeki mümin sıfatları ile muttasıf edip insanlığın en yüksek seviyesine ulaşır! Resulüllah (sav) buyurdular ki: “Kim Furkân suresini okursa kıyamet günü imanlı olarak Allah’a kavuşur”[427] (Yani, bu sureyi okuyan kimse onun en yüksek maksadı olan şeylere itikat eder, onlardan biri de kıyamet günüdür.).
Şuarâ sûresi, Mekke’de nazil olmuştur. 217 ayet, 1295 kelime ve 5540 harftir.
0/1- Bismillahirrahmanirrahim.
1/2- Tâ. Sîn. Mîm. (Bu sûrenin adıdır.).
2/3- Bu sûrede (zikredilen ayetler, en yüksek i’cazada ve Allah’ın birliğine delalet eden) apaçık Kur’an’ın ayetleridir.
3/4- (Resulüm!) Onlar inanmıyorlar diye neredeyse kendini helâkâ vereceksin. (Sen hasret çekip özünü helâkâ verme. Onlar iman edecek değillerdir.).
4/5- (Resulüm! Bu müşriklerin iman etmelerini ne kadar arzu ediyorsun!) Fakat eğer biz isteseydik asumandan bir ayet indirirdik (onun sebebiyle cebren ve kahren iman ederlerdi ve) dolanıp ona karşı bütün topluluklarıyla boyunları huşû ve hûzur içinde eğilekalırdı. (Allah’a itaatin dışına hiçbir zaman çıkamazlardı.).
Tefsir:
Allah (cc), nev-i beşeri fail-i muhtar olarak yaratmıştır. Yapacağı işlerde seçim hakkını kendine yani insan oğluna vermiştir. Ki kıyamet günü her kese yaptıklarının cezası verilsin. Onun için herkesi inanıp inanmamada serbest bırakmıştır. Yine bu yüzden Allah Resulü (sav) de hiç kimseyi iman etmeye zorlamamıştır.
5/6- (Resulüm!) Onlara, (makama ve vakte göre) her ne taze bir hüküm (ve mevize) gelmişse ille de bu müşrikler ondan yüz çevirmişlerdir. (Şimdi böyle bir cemaatin imana gireceğini ümitlenmek mümkün müdür?).
6/7- (Resulüm!) Onlar kesinkes (Kur’an’ı) tekzip ettiler. (Kıyamet günü olunca, tekzip edip) alaya aldıkları şeyin haberleri onlara malum olur. (Ki, bu Kur’an doğu imiş. Fakat o zaman, bunu bilmeleri onlara hiçbir fayda sağlamaz.).
7/8- Acaba yeryüzüne bakmıyorlar ki, her güzel çiften (sınıftan) nice bitkiler göğertmişizdir. (Ta ki, kudretimize alim olsunlar.).
8/9- Bunda (Yaradanın kudretine) delil ve burhan vardır. Fakat insanların çoğu (delil ve burhana bakıp) iman etmezler.
9/10- (Resulüm!) Senin Rabbin (müşriklere) galip olup (onlardan intikam çekendir. Tevbe edenlere ise) çok merhamet edendir. [Bundan böyle kıssaları anlatılan peygamberlerin sonunda bu ayet tekrar ediliyor. Bu sure bu yönüyle belâgat güzelliği açısından sair surelerden farklılık arz etmektedir.]
10/11- (Resulüm!) Bir vakit de Rabbin, Musa’yı çağırıp (dedi ki:) “Ey Musa! Gidip zalim bir cemaati (bizim tarafımıza davet eyle.)”.
11/12- Firavun cemaatine.. (ki onlar putperestlikten,) hâlâ el çekmeyecekler mi? (Yani ey Musa! O cemaat Allah’tan korkmayan zalim bir cemaattir, elbette git onları bizim tarafımıza davet et.).
12/13- Musa, ey Rabbim dedi, korkuyorum ki (sözümü kabul etmeyip) beni tekzip ederler.
13/14- Bir de (korkuyorum ki) sinem daralır, dilim dönmez, onun için Harun’a da elçilik ver, (onu da benimler birlikte gönder. Ki, bana bu peygamberlik işinde yardımcı olsunlar.)
14/15- Hem onların (Kıptî’lerin) bana isnat ettikleri bir suç[428] var. Ondan dolayı korkarım ki hemen beni öldürürler.
15/16- [Allah (cc), Hz. Musa’nın istediklerini ona verdiğini muhtasaran anlatmıştır.] Allah buyurdu ki: “Hayır! Hayır! (Kıptîlerden neden korkuyorsun. İyi ya, seni onlara musallat ettim. Hiç bir vakit korkma. Kardeşin Harun’a da peygamberlik verdik. O da bu işte sana yardımcı olacaktır.) Öyleyse haydi ikiniz mucizelerimizle gidin. Der hakikat ben sizinle beraberiz, (konuştuklarınızı) işitiyoruz.”
16/17- Her ikiniz gidin Firavun’un (yanına) ve diyin ki: “Biz alemlerin Rabbi Allah’ın elçileriyiz.
17/18- İsrail oğullarını (serbest bırak) bizimle gönder, (ta ki, onları kadim yerleri olan Filistin’e götürelim.)”.
Tefsir:
Firavun İsrail oğullarına son derece zulüm yaptığı için, Allah (cc), Hz. Musa’dan Firavun’un yanına gittikleri zaman ilkönce, İsrail oğullarını serbest bırakılmasını söylemelerini istemişti. Musa ve Harun (as) beraber Firavun’nu kapısında nice günler beklediler. Nihayet kapıcı onlara Firavun’dan izin alarak içeri girmelerini sağladı.
18/19- Dedi ki: “Biz seni çocukken himayemize alıp büyüttüğümüz (o Musa değil misin?) Hem hayatının bir çok yıllarını da aramızda geçirmedin mi?
19/20- yaptın.. yapacağını yaptın.. (Kıptîyi öldürdün.). ve (iyilik) bilmeyenlerden oldun. (Şimdi gelip diyorsun ki, ben Allah’tan gönderilmiş bir peygamberim.)”.
20/21- Musa dedi: “(Dediğin doğrudur.) O zaman ansızın bu işi yaptım. Ben (onun bir yumrukla ölebileceğini) bilmeyenlerdendim[429].”
21/22- (Kıptî’yi öldürdükten sonra) sizden korktuğum için aranızdan kaçtım. (Sizden kaçtıktan sonra da) Rabbim bana hikmet bahşetti ve (insanları hakka davet etmem için) peygamberlerden kıldı.
22/23- (Ey Firavun! Bana yaptığın iyilikleri başıma kalkıyorsun ama, beni senin yanında kalmaya mecbur eden şey) o başıma kalktığın nimet, İsrail oğullarını kendine kul köle etmendir. (Eğer sen, İsrail oğullarının doğan erkek çocuklarını öldürmeseydin ben de senin yanında hiç bulunmazdım.).”
23/24- Firavun (Musa’ya hiçbir cevap veremedi. Konuyu değiştirdi, Musa’nın ilk başta dediği “Alemlerin Rabbi” kelimesi aklında kalmıştı ve) dedi ki: “Rabbu’l-alemin” nedir?
24/25- Musa dedi: “Eğer (delil ve burhan üzere) yakini olan kimselerden iseniz (kabul edersiniz ki), O, semavatın, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin Rabbidir.”
25/26- Firavun etrafından olan (vezirlerine) dedi ki: “Duyuyor musunuz? (“Semaların, yerin ve onlar arasında olanları yaratan Allah’ın tarafına davet ediyorum” diyor. Halbuki semavat kadim şeylerdir. Onların yaratanı yoktur.)[430]
26/27- Musa dedi ki: “(Her hal de benim sözümü anlamadınız. Diyorum ki) O, sizin de Rabbimiz, dada önceki atalarınızın da Rabbidir.”
27/28- Firavun (cevap vermekten aciz kaldı. Etrafındakilere döndü ve alay ederek) dedi ki: “Size gelen bu peygamberiniz (!) mutlaka delidir.”
28/29- Musa (onun bu tavrına karşı iyice çetinleşip Allah’ın varlığını daha da ispata davet etti ve) dedi ki: “Eğer aklınız olsa (düşünüp anlarsınız ki) O, doğunun, batının ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir.”
29/30- Firavun, (Musa’nın onu akılsızlığa isnat edişini görünce hiddetlendi ve) dedi ki: “Benden başkasını ilah edinirsen, elbette seni zindana salarım, zindanlıklardan olursun.”
30/31- Musa dedi ki: “Eğer sana apaçık bir şey (mucize) getirsem (yine beni zindana salar mısın?).
31/32- Firavun: Doğru diyenlerden isen, haydi getir onu! diye karşılık verdi.
32/33- Musa âsasını yere saldı; bir de ne görsünler, aşikâr ve gerçek bir ejderha oluvedi. [Musa’nın âsası ejderha olunca önce kafasını semaya kaldırdı, sonra Firavun’un tarafına meyil etti. Firavun, Musa’ya onu tekrar eski haline çevirmesi için yalvardı].
33/34- [Musa (as), Firavun’a bundan başak mucizesinin de oluğunu söyledi. Elini yukarı kaldırdı ve “Bu elin, benim oluğunu gördünüz mü?” dedi. Firavun, “senin elindir” dedi. Sonra Musa (as) tekrar elini koynuna soktu nitekim anlatılıyor:] Elini (koynundan) çıkardı; o da bakıp görenlerden ötürü (gözleri hayran eden) bembeyaz nur-efşan bir el oluverdi.
34/35- Firavun (aciz kalınca, tanrılarından yardım istemeyi unutup, Musa’dan delil ve hüccet istedi. Yüzünü) etrafında bulunan ileri gelenlerine çevirip dedi ki: “Bu herhalde bilgili bir sahirdir.” [Sonra etrafındakilerle istişare etmeye başladı.]
35/36- [Firavun, bu mucizelerden kendinin mağlup olduğunu anladı ve etrafındakilere dedi ki:] Sizi sihri ile (bu Mısır)yerinizden çıkarmak istiyor. Şimdi (bu konuda ) ne diyorsunuz?
36/37- (Firavun’un etrafındakiler) dediler ki: “Onu ve kardeşini tehire sal,
şehirlere de toplayıcılar gönder..
37/38- Senin yanına her bilgili sahiri getirsinler. (Böylece onunla münazara edersin.).
38/39- Böylece sihirbazlar, belli bir günün tayin edilen vaktinde (kuşluk vakti) bir araya geldiler. (Mısırlıların bayram günü idi.).
39/40- (Firavun tarafından) insanlara (Mısır halkına) denildi ki, siz de oraya toplanıyor musunuz? (Elbette geleceksiniz. Acele edin siz de oraya gidin.).
40/41- “Galip olurlarsa herhalde sihirbazlara tabi oluruz, (artık Musa’ya tabi olmayız)” dediler.
41/42- Sahirler (toparlanıp Firavun’un huzuruna) gelince Firavun’a dediler ki: “Musa’ya galip olursak mutlaka bize bir mükâfat var mı?”
42/43- Firavun: “Elbette size mükâfat vardır. Ondan başka (ona galip olduğunuz takdirde) benim en yakınlarımdan olacaksınız” dedi.
43/44- Musa (sahirlere) dedi: “Atın, ne atacaksanız!”
44/45- Sahirler iplerini ve sopalarını (meydana) attılar. “Firavun’un izzeti hakkı için, biz mutlaka galip olanlardan olacağız.” dediler.
Tefsir:
Bu ayette de görüldüğü gibi, sihirbazlar, cahiliye yemini ile yemin ettiler. İslam da Allah’tan başka hiç kimseye yemin edilmez. Nitekim bizim bu zamanımızda da değersiz bir şeyi satabilmek için rasgele yeminler ediliyor. Böyle yeminler etmek nerede ise dinin vaciplerinden olmuş durumdadır.
Hatta bundan başka öyle bir duruma gelinmiştir ki, bir kimse, İmamlar üzerine, yahut, evliyalara veya şehitlere yahut da, annesinin kabrine yemin ettiği zaman o yeminin gereğini yapıyor da, Allah üzerine yapılan yeminlerin gereğini yerine getirmiyor. İslam akaidinde Allah’tan başkasının üzerine yemin etmek bir küfürdür[431] ve bu yemin batıldır. Resulüllah (sav) buyurdular ki: “Allah, sizleri babanızı zikrederek yemin etmekten nehyetti. Öyleyse kim yemin edecekse Allah’a yemin etsin veya sussun.”[432] Hadisin başka vecihlerinde, “Babalarınız, analarınız veya putlara yemin etmeyin, sadece Allah’ın adıyla yemin edin ki, yerine getiresiniz”[433]
45/46- Ardından Musa âsasını attı; bir de ne görsünler, onların yakıştırdıkları şeyleri yutup (bitirdi.).
46/47- (Musa’nın peygamber olduğu gerçeği sihirbazlar tarafından anlaşılınca) Sihirbazlar yüzüstü yıkılıp (Allah’a) secdeye vardılar ve:
47/48- “Alemleri yaratan Allah’a iman ettik” dediler;
48/49- Musan’nın ve Harun’un Rabbine..
49/50-51- Firavun (hiddetlenip sahirlere) dedi ki:“Size izin vermemişken Musa’ya iman mı ettiniz? Anlaşıldı ki, o size sihri öğreten büyüğünüzmüş! Elbette yakındır (ki bu amelinizin cezasını) bileceksiniz. (Bakın size ne azap edeceğim.); Elbette sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama (birini sağından birini solundan) keseceğim. Sonra hepinizi boğazından asıp (helâk edeceğim).
50/52- Sahirler dediler ki: “(Öldürsen bile) zararı yok, (sen bizi öldürdükten sonra) öz Rabbimize döneceğiz, (o da, günahlarımızı bağışlayıp bize büyük ihsanlarda bulunacaktır.);
51/53- Biz (Musa’ya inanan) müminlerin evveli olmamızdan dolayı Rabbimizin bizim günahlarımızı bağışlayacağını ümit ederiz. [Bundan sonra, Firavun, emretti, Musa’ya iman eden sihirbazların hepsi öldürüldü.]
52/54- (Firavun ve ona tabi olanlar, iman etmeyince) Biz de Musa’ya vahyettik ki: “Kullarımı (İsrail oğullarını) geceleyin yola çıkar, mutlaka (Firavun ordusu sizin) dalınızca geleceklerdir.” [Musa (as), Allah’ın emri ile, İsrail oğullarını geceleyin alıp yola çıktı.]
53/55- Firavun, (İsrail oğullarının Mısır’dan çıkacağı haberini aldı.) şehirlere (asker) toplamak için (adamlarını) gönderdi.
54/56- (Firavun, asker toplamak için gönderdiği adamlara dedi ki, gittiğiniz yerdeki insanlara:) “(Deyin ki:) İsrail oğulları, azıcık bir cemaattir.
55/57- Fakat onların (amelleri ve buradan çıkıp kaçmaları) kesinkes bizi öfkelendirmiştir.
56/58- Biz de öyle bir cemaatız (ki, adetimiz) ihtiyad edip (düşman karşısından) ayık olmaktır; (tez beri onların fesatlarının arkasını yeryüzünden keseceğiz.). [Firavun’un, iki defa İsrail oğullarını “az bir cemaat” olarak değerlendirmesindeki gaye, kendi ordusuna moral vermek ve karşı tarafa saldırtmaktı. Allah (cc), onların Mısır’dan çıkışını bizzat kendisine isnat etmesi, onların sonunun gelmesinin daha önceden habercisi idi. Nitekim buyuruyor:]
57/59- (Firavun ve onun kavmi Kıptî’leri Mısır’ın) güzel bağ ve çeşmelerinden çıkardık..
58/60- hazinelerinden.. ve şerefli makamlarından.. (bir daha oraya geri dönemezler.).
59/61- (Kıptî’leri Mısır’dan çıkarıp denizde boğduktan sonra) böylece bunlara İsrail oğullarını mirasçı yaptık.
60/62- Gün doğarken (Firavun ordusu ile birlikte) İsrail oğullarının ardına düştürler.
61/63- İki cemaat birbirini görünce, Musa’nın arkadaşları: “Ey vah! Yakalandık! (Bizim, Firavun ordusunun önünde durmaya takatimiz de yoktur.).” dediler.
62/64- Musa: “Hayır, hayır! (Onlar bize yetişemezler.) Şüphesiz benimle beraberdir Rabbim ve bana yol gösterecektir.”
63/65- (Firavun ordusu onlar tam yetişecekleri sırada) Musa’ya vahyettik ki: “Âsanı denize vur.” (Musa Allah’ın emri ile âsasını denize vurdu.) Deniz aralandı, (İsrail oğulları on iki kabile, dolayıcı ile on iki yol açıldı. Sular üst üste yığıldı.) her bölük koca bir dağ gibi oldu.
64/66- (İsrail oğulları kendilerine açılan yoldan denize girince) Firavun ordusunu da oraya (İsrail oğullarının girdiği yere) yaklaştırdık. [Firavun kibir ve gururundan dolayı geri dönmeyi düşünmedi. Hatta denizde İsrail oğulları için açılan yolun kendi mehabetinden açıldığını söyledi. Denize girdi ve ona uyanlarla beraber boğuldu.]
65/67- Musa ve onunla beraber olanların hepsini denizde (boğulmaktan) kurtardık.
66/68- Onları kurtardıktan sonra diğerlerini (Firavun’nun kendisini ve ona uyanları) boğduk.
67/69- Denizin aralanıp Musa ve ona uyanların kurtarılmasında, Firavun’un ve ona uyanların helâk olmasında (Allah’ın tevhit ve kudretine delalet eden) delil ve burhan vardır. Fakat insanların çoğu (bu delillere bakıp) iman getirmiyorlar.
68/70- (Resulüm!) Şüphesiz senin Rabbin (müşriklere) galip olup (intikam alandır. Tevbe edip amel-i salih işleyenleri de) merhamet edip (bağışlayandır.).
69-70/71- (Resulüm!) Onlara İbrahim’in kıssasını da naklet. Hani o atasına ve kavmine: Neye tapıyorsunuz? demişti (sormuştu).
71/72- (İbrahim’e cevap verip) dediler: Putlara ibadet edip gündüz akşama kadar onlara ibadete durmuşuz.
72/73- İbrahim: “Peki dedi, yalvardığınızda onlar sizi işitiyorlar mı?”
73/74- Yahut size fayda ya da zarar verebiliyorlar mı?
74/75- [İbrahim’e cevap vermekten aciz kalınca o herkesçe malum olan taklitçi cevaplarını vermeye başladılar:] (Evet onlar bize ne fayda ne da zarar verebiliyorlar ama:) belki, dediler, biz babalarımızı böyle yaparak bulduk. [Bu ayet, delalet eder ki, dini emirlerde taklit caiz değildir. Kınanmıştır. Bir dine inanılırken, delil ve burhan ile inanılır.]
75-76/76- İbrahim dedi ki: “İyi ama, ister sizin, ister önceki atalarınızın olsun, neye taptığınızı (biraz olsun) düşündünüz mü?” (Onların daha önceleri bu işi yapmaları doğru ve sahih olduklarına delalet eder mi?).
77/77- Alemlerin Rabbi Allah’tan başka (bütün) ibadet edilenler benim düşmanımdır. (Artık ben onlara nasıl ibadet ederim. Onlar benim düşmanımdır, siz de onları düşman bilip, ibadet etmeyin.).
78/78- O Allah ki beni yarattı, (annemin rahminde ruh vererek, dünyaya getirip, akıl ve şuur verdi, kâmil insan haline getirdi, her bir ihtiyacımı verdi) ve bana doğru yolu gösterdi.
79/79- Beni yediren ve içiren O’dur.
80/80- Ne zaman nâhoş oldum Allah bana şifa verir. [Hz. İbrahim (as), her şeyi Allah’a isnat etmişti. Fakat insanın bedeninde meydana gelen hastalıklar, bizzat kendisinin çok yemesinde ve çok içmesinde ifrat etmesinden kaynaklandığı için İbrahim (as), hastalığı kendine isnat etti.]
81/81- Benim ruhumu alacak, sonra beni öldürecek (mahşere hazır edecek) O’dur.
82/82- Hesap günü, hatalarım bağışlamasını tamah ettiğim O’dur. (Şimdi bu yukarıdan beri anlatılanların hepsi Allah’a mahsustur. Acaba sizin Allah’tan başka taptıklarınızın, bunları yapmaya kudreti var mıdır?) [İbrahim (as), müşriklere yaptığı bu hitabını bitirdikten sonra, kendisi için dua edip Allah’tan güzel şeyler istemeye başladı.]
83/83- (İbrahim, dua edip dedi:) “Ey benim Rabbbim! Bana hikmet (her şeyin gerçek yüzünü görme gücünü öz fazıl ve kereminden) bahşet ve beni salih kimseler (zümresine) kat.”;
84/84- “Ey benim Rabbim! Bana sonrakiler içinde bir lisan-ı sıdk/doğru-dil (ve bir yad-ı cemil) lütfeyle!” [Hz. İbrahim (as)’ın bu duası kabul olmuş ve her dine mensup insanlar dillerinde onu bir yad-ı cemil olarak sürekli konuşmuşlardır.]
85/85- Ve beni nimetleri daimi olan cennetin varislerinden eyle!
86/86- Babamı da bağışla. Şüphesiz o, sapıklardandır.
Tefsir:
Hz. İbrahim (as)’ın babası hakkında yaptığı bu duası bu hususta vermiş olduğu bir vaatten dolayı idi. İman etmeyeceğini iyice anlayınca bundan vazgeçti. Nitekim ayette bu anlatılıyor: “İbrahim’in, babası için mağfiret dilemesi, sadece ona verdiği bir sözden ötürü idi. Allah’ın düşmanı olduğunu anlayınca da ondan uzaklaştı. Doğrusu İbrahim çok içli ve yumuşak huylu idi” (Tevbe 9/114).
87/87- Ey benim Rabbim! İnsanların diriltileceği o günkü günde (babamı sapık insanlar arasına katmakla)[434] beni rüsva etme. [Allah (cc), İbrahim (as) gibi bir insanın sapık olan babası hakkındaki duasına hiç itibar etmeyip kabul etmedi. Bizim milletimizin hayalleri ise kendilerine göre şefaatçılar edinip, onların kendilerini kurtaracağını ümit etmeleri yönündedir. Kendileri her bir çirkin işi yapıyorlar ve böylece şefaatçilerin kendilerini kurtaracağını sanıyorlar!..]
88/88-
[İbrahim (as)
tekrar müşriklere dönüp, diyor ki:] Kıyamet
günü bir gündür ki insana (dünyada kendileriyle övündüğünüz) ne mal ne de oğullar fayda verir.
89/89- Ancak Allah’a salim/temiz bir kalple gelenler o günde (kurtuluşa ererler.).
90/90- (Kıyamet günü) cennet, takva sahibi (müminlere) yaklaştırılır. (Onlar, cenneti görür çok sevinirler.).
91/91- Cehennem de eşkıyalardan ötürü hortlatılır. (Bunu görünce her bir gam ve kederleri artar.).
92-93/92- (Kıyamet günü müşriklere) denilir: “Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, hani nerede? Size yardım edebiliyorlar mı? Yahut kendilerini kurtarabiliyorlar mı?”
94/93- O batıl putlar ve onlara tabi olanlar, birbiri dalınca başüstü cehenneme atılırlar.
95/94- Şeytan’ın (nefs-i ammarenin) orduları toptan (oraya atılacaklardır.).
96/95- Bütün şeytan orduları onun içinde birbiri ile niza ederler: (abitler, mabutlara derler:)
97/96- “Vallahi biz, hakikaten aşikâr bir sapıklık içendeymişiz.”;
98/97- “O zaman (ibadet etmede) sizi alemlerin Rabbi olan Allah ile müsavi tutmuşuz.”;
99/98- “Bizi hep o günahkâr olan (o büyükler) saptırdı.”;
100/99- [Kâfirler, Peygamberler ve meleklerin[435] Allah’ın izni ile şefaat ettiklerini görünce:] “(Bu günkü günde) bak bizim için ne şefaatçiler var.”;
101/100- “Ne de bir yakın mihriban dostumuz yoktur (ki, yardım edip bizi azaptan kurtarsın.)”;
102/101- “Ah keşke (dünyaya) bir kere daha dönebilsek de müminlerden olabilseydik.”. [Burada İbrahim (as)’ın kelamı sona erdi. Burada, İbrahim (as), müşriklere hitap etmenin en güzel bir örneğini vermiştir. Dikkatle bakılıp ibret alınsın.].
103/102- Şüphesiz, bu anlatılan haberlerde (Allah’ın tevhit ve kudretine) delil ve burhan vardır. Fakat halkın çoğu (bu delillere bakıp) Allah’a iman etmezler.
104/103- (Resulüm!) Şüphesiz senin Rabbin (müşriklere) galip olup (intikam alandır. Tevbe edip amel-i salih işleyenleri de) merhamet edip (bağışlayandır.).
105/104- Nuh kavmi de (Nuh’u ve ondan önceki)[436] peygamberleri yalanladılar.
106/105- Hani kardeşleri[437] Nuh onlara şöyle demişti: “Siz (Allah’a şikr koşmaktan) korkmaz mısınız?”;
107/106- “Ben sizin için (Allah tarafından gönderilmiş) emin bir peygamberim.”; [Hz. Peygamber (sav), kendi kavmi arasında “emin” sıfatı ile bilindiği gibi Nuh (as) da kendi kavmi arasında öyle “emin” biliniyordu.][438]
108/107- “Allah’tan sakının ve bana itaat edin”;
109/108- “Ben (Risaletime karşılık) sizden bir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım ancak Alemlerin Rabbi Allah nezdindedir.”;
110/109- “Allah’tan sakının ve bana itaat edin”; [Şirkin çok çirkin bir şey olduğunu anlatmak için bu ayet tekrar ediliyor.]
111/110- (Nuh kavmi) dediler ki: “Senin ardına hep düşük kimseler takılmışken, biz sana hiç inanır mıyız?” (bu fakir insanları yanından kovala, o takdirde gelip sana iman edelim!.. hem onlar, fakir oldukları için bir kurtuluş kapısı kabul edip sana zahirde/yüzeysel olarak iman etmişlerdir. Yoksa iman etmezlerdi.).
112/111- Nuh dedi: “Onların yaptıkları (zahir de mi, yoksa içten mi bana iman ettikleri hakkında)[439] bir bilgim yoktur. (Ben sadece onların zahirdeki imanlarına bakarım.).”;
113/112- “Bilsenize! Onların hesabı ancak Rabbime aittir. (Ben sadece onların zahirdeki imanlarına kefilim.”;
114/113- “Ben iman edenleri öz yanımdan kovmak için memur değilim.”;
115/114- “Ben ancak aşikâr bir uyarıcıyım.”.
116/115- Dediler ey Nuh! Eğer bu dediklerinden vazgeçmezsen taş ile öldürülenlerden olacaksın. (Seni taş ile öldüreceğiz.).
117/116- Nuh (Allah’a münacat edip) dedi: “Ey benim Rabbim! Kavmim beni yalanladılar, (bana itaat etmediler.)”
118/117- “Benimle onları arasında sen hükmünü ver. Beni ve beraberimdeki müminleri (bu zalimlerden) kurtar”.
119/118- Bunun üzerine biz de onu ve
beraberindekileri, o (insan ve hayvanlarla) dolu gemide taşıdık.
120/119- (Onları kurtardıktan) sonra geride kalanları (suda) boğduk.
121/120- Şüphesiz, bu anlatılan haberlerde (Allah’ın tevhit ve kudretine) delil ve burhan vardır. Fakat halkın çoğu (bu delillere bakıp) Allah’a iman etmezler.
122/121- (Resulüm!) Şüphesiz senin Rabbin (müşriklere) galip olup (intikam alandır. Tevbe edip amel-i salih işleyenleri de) merhamet edip (bağışlayandır.).
123/122- Âd (kavmi Hûd’u ve ondan önceki) peygamberleri yalanladılar.
124/123- Hani Kardeşleri Hûd onlara demişti : “Siz Allah’tan sakınmaz mısınız ( ki O’na şirk koşuyorsunuz?)”;
125/124- “Ben size (Allah tarafından) gönderilmiş emin bir peygamberim.”
126/125- “Allah’tan sakının ve bana itaat edin.”;
127/126- “Ben (Risaletime karşılık) sizden bir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım ancak Alemlerin Rabbi Allah nezdindedir.”;
128/127- “ Siz hep yüksek yere bir alamet yapar, (gelip geçenleri oyun ve eğlenceye alarak) boşuna eğlenir misiniz?”[440];
129/128- “Belki dünyada temelli kalırsınız diye sağlam yapılar mı edinirsiniz?”;
130/129- “(Bir mazlum kimseye) tuttuğunuz zaman kin ve gayz ile mi hücum edersiniz? (Bu davranış insanlığa sığmaz.).”;
131/130- “Allah’tan sakının ve bana ibadet edin”;
132/131- “O Allah’a karşı saygılı olun ki, bildiğiniz şeylerle size yardım etti..
133/132- size davarlar, oğullar.. ile yardım eden ve..
134/133- bağlar.. pınarlar.. (fakar siz bu nimetlerin hepsine nankörlük ettiniz.)”;
135/134- “Gerçek şu ki, ben sizin hakkınızda büyük bir günün (kıyamet gününün) azabından korkarım.”
136/135- (Hûd kavmi,) dediler ki: “(Ey Hûd!) Sen ha vaaz etmişsin, ha vaaz edenlerden olmamışsın, (fark etmez.) bize göre birdir; (Sana iman etmeyeceğiz);
137/136- İçinde bulunduğumuz bu din, daha öncekilerin adetlerinden başka bir şey değildir. (Dünyaya gelip şenlik yapıp yaşadılar, sonra ölüp gittiler. Ne kıyamet vardır, ne de hesap kurulacaktır. Biz de onlara uyduk gidiyoruz işte.)[441]
138/137- Biz azaba uğratılacak da değiliz, (ceza günü yoktur ki, azap da olsun.)”
139/138-139- Hûd kami yalanladılar, biz de onları helâk ettik. Şüphesiz, bu anlatılan haberlerde (Allah’ın tevhit ve kudretine) delil ve burhan vardır. Fakat halkın çoğu (bu delillere bakıp) Allah’a iman etmezler.
140/140- (Resulüm!) Şüphesiz senin Rabbin (müşriklere) galip olup (intikam alandır. Tevbe edip amel-i salih işleyenleri de) merhamet edip (bağışlayandır.).
141/141- Semud (kavmi, Salih’i ve ondan önceki) peygamberleri yalanladılar.
142/142- Hani kardeşleri Salih onlara demişti ki: “Allah’tan sakınmaz mısınız? (ki orak koşmaktan ve onu inkâr etmekten vazgeçesiniz.).”
143/143- “Ben size (Allah tarafından) gönderilmiş emin bir peygamberim.”
144/144- “Allah’tan sakının ve bana itaat edin.”;
145/145- “Ben (Risaletime karşılık) sizden bir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım ancak Alemlerin Rabbi Allah nezdindedir.”;
146/146- “Acaba siz burada (size verilen bu nimetlerle) güven içinde bırakılacak mısınız? (Böyle değil; bilakis, Allah’ın nimetlerine şükretmediğiniz takdirde, azap gönderip sizi helâk edecektir.);
147/147- (güzel) bağlar ve pınarlar içinde..
148/148- ekinler.. salkımları sarıkmış hurmalar arasında..
149/149- ve birde dağlardan maharet ve
ustalıkla evler yontup, (bunları yapıp çattığınıza da) şâd oluyorsunuz..”
150/150- “Allah’a karşı saygılı olun ve bana itaat edin.”
151/151- “(Allah’a itaatten ayrılıp, günah ve masiyette) israfa girmişlerin (müşriklerin) emrine itaat etmeyin..
152/152- İsraf edenler o kimselerdir ki, yeryüzünde muttasıl bozgunculuk yaparlar (tahribe memurdurlar.) onlardan hiçbir hayırlı iş de meydana gelmez.”
153/153- Sen dediler, olsa olsa iyice büyülenmiş birisisin; (bundan dolayı aklın başında değil herhalde.)
154/154- Sen de ancak bizim gibi bir insansın, (nasıl olur da insandan peygamber olur?) Eğer doğu diyenlerden isen bize bir mucize getir (ta ki senin doğru söylediğini anlayalım.)”
155/155- Salih dedi: “(Allah sizden ötürü, taşın içinden mucize olarak) bu bir dişi deve (getirecektir. Fakat şu şartlarla:) su içme hakkı (bir gün) onundur, belli bir günün içme hakkı da sizin; (hem suları deve içtiği gün, buna karşılık size süt verecektir.)”;
156/156- “(Fakat suyunuzu içiyor diye) sakın ona bir kötülükle ilişmeyin. Aksi takdirde sizi büyük bir günün azabı yakalayıverir, (hepiniz helâk olursunuz.). [Onlar bunu dinlemediler. Deveyi öldürdüler ve hemen azap geldi:]
157/157- (Salih’in sözüne bakmayıp) deveyi kestiler, hemen (helâk olurlar diye) dolanıp pişman oldular. (Şayet, tevbe edip pişman olsaydılar belki de Allah onların tövbesini kabul edip bağışlardı.).
Tefsir:
Deveyi Kudâre b. Salif adında biri kesmişti. Kavmine dedi ki, hepiniz razı olursanız o zaman ben bu deveyi keserim. Böylece hepsinin rızasını aldı. Hatta temyiz çağına ulaşmamış çocuklardan bile. Sonra gidip deveyi öldürdü.
158/158-159- (Allah semadan bir ateş gönderip) onları yakaladı (ve hepsi helâk oldu.). Şüphesiz, bu anlatılan haberlerde (Allah’ın tevhit ve kudretine) delil ve burhan vardır. Fakat halkın çoğu (bu delillere bakıp) Allah’a iman etmezler.
159/160- (Resulüm!) Şüphesiz senin Rabbin (müşriklere) galip olup (intikam alandır. Tevbe edip amel-i salih işleyenleri de) merhamet edip (bağışlayandır.).
160/161- Lut kavmi (Lut’u ve ondan önceki peygamberleri) yalanladılar.
161/162- Hani kardeşleri onlara demişti ki: Siz (Allah’tan) hiç sakınmaz mısınız? (Ki küfrü terk edesiniz).
162/163- “Ben size (Allah tarafından gelen) emin bir peygamberim.”
163/164- “Allah’tan sakının ve bana itaat edin.”;
164/165- “Ben (Risaletime karşılık) sizden bir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım ancak Alemlerin Rabbi Allah nezdindedir.”;
165-166/166-167- “Rabbinizin sizler için yarattığı eşleri bırakıp da, insanlar arasında erkeklere mi geliyorsunuz? Bilakis siz, (Allah’ın sınırlarını) tecavüz eden (ve zulmün sonuna ulaşmış) bir kavimsiniz.”
167/168- (Lut kavmi) dediler, ey Lut, eğer (bu dediğin sözlerden) kenara durmazsan aramızdan çıkanlardan olacaksın! (Yani sizi cebren aramızdan süreriz.).
168/169- Lut dedi, doğrusu bu amellerinize öfke ile bakanlardanım. (Hiçbir vakit bu yaptıklarınızdan hoşlanmıyorum.). [Lut, bundan sonra dua etmeye başladı.]
169/170- Ey benim Rabbim, beni ve ayalimi bu kimselerin yaptığı şeylerin (getireceği azaptan) kurtar!
170/171- (Resulüm!) Biz de onu ve bütün ayalini kurtardık.
171/172- Ancak onun eşi azapta kalanlardan oldu. (Onu azaba tuttuk.).
172/173- (Onları kurtardıktan) sonra diğerlerini helâk ettik.
173/174- Lut kavmine yağış gönderdik, (ama, azap yağışı). (Uyarılanların) yağışı ne yama yağış oldu. (Yağış, nev-i beşer için rahmettir. Fakat Lut kavmi için bir azap oldu.).
174/175- Şüphesiz, bu anlatılan haberlerde (Allah’ın tevhit ve kudretine) delil ve burhan vardır. Fakat halkın çoğu (bu delillere bakıp) Allah’a iman etmezler.
175/176- (Resulüm!) Şüphesiz senin Rabbin (müşriklere) galip olup (intikam alandır. Tövbe edip amel-i salih işleyenleri de) merhamet edip (bağışlayandır.).
176/177- Eyke halkı da (Şuayb’ı ve ondan önce geçen) peygamberleri yalanladılar. [Allah (cc), Eyke halkından olmadığı için Şauyb’a diğer peygamberlere dediği “onların kardeşleri” ifadesini kullanmadı.][442]
177/178- Şuayb onlara dedi: “ (Allah’tan) sakınmaz mısınız (ki, Allah’ı inkâr etmeyi terk edesiniz.).”;
178/179- “Ben size (Allah tarafından) gönderilmiş emin bir peygamberim.”
179/180- “Allah’tan sakının ve bana itaat edin.”;
180/181- “Ben (Risaletime karşılık) sizden bir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım ancak Alemlerin Rabbi Allah nezdindedir.”;
181/182- [Eyke halkı, ölçü ve tartıda hıyanet ettikleri için, Şuayb (as) da onlardan bu kötü fiilleri terk etmelerini istemektedir.] “Ölçüyü tam yapın da (halkın hakkını) eksik verenlerden olmayın.”;
182/183- “Terazi ile (tartılan şeyleri) dürüst tartın.”;
183/184-”(Artık alıp eksik tartmakla) halkın malını eksiltmeyin. Yeryüzünde (gasp, adam öldürme gibi ters işler tutup) bozgunculuk yapmayın.”;
184/185- “O sizi ve sizden önceki nesilleri yaratan Allah’a karşı saygılı olun.”.
185/186- “Dediler (ey Şuayb) sen, olsa olsa iyice büyülenmiş birisin.”;
186/187- “Sen de bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsin. (Hiç insandan peygamber gelir mi?) Biz senin yalancılardan olduğunu güman ediyoruz.”.
187/188- “Eğer (peygamberlik iddiasında) doğru diyenlerden isen semadan üzerimize bir parça sal. (O vakit senin doğru olduğun ortaya çıksın.)”
188/189- “Şuayb dedi, Rabbim sizin yapmakta olduklarınızı en iyi bilir, (bunların cezasını size verecektir.)”.
189/190- Eyke cemaati, Şuaybı yalanladılar. Derken gölgegününün azabı onları tuttu. O günkü azap (öyle şiddetli bir) büyük günün azabı idi ki, (ondan kurtaran hiç kimse olmadı.).
Tefsir:
Eyke halkına yedi gün rüzgâr esmedi ve kızgın güneşin altında kavruldular. Öyle ki, yerin altındaki mağaralara sığındılar. Fakat girdikleri yerlerin sıcaklığı dışarıdan farklı değildi. Sahraya çıktıklarında kendilerine doğru bir bulutun geldiğini gördüler ve ona doğru gidip bulutun altına girdiler. O buluttan yağmur yerine iyice ateş yağdı ve hepsi yanıp helâk oldular.[443]
190/191- Şüphesiz, bu anlatılan haberlerde (Allah’ın tevhit ve kudretine) delil ve burhan vardır. Fakat halkın çoğu (bu delillere bakıp) Allah’a iman etmezler.
191/192- (Resulüm!) Şüphesiz senin Rabbin (müşriklere) galip olup (intikam alandır. Tövbe edip amel-i salih işleyenleri de) merhamet edip (bağışlayandır.). [Bu sûrede zikredilen yedi peygamberin kıssası sona erdi. İlk önce Musa (as) ile başlamıştı. En son ise Şuayb (as) anlatıldı.].
192/193- (Resulüm!) Bu Kur’an(da zikredilen, ahkâm, öğüt ve kıssaların hepsi) alemleri terbiye eden Allah tarafından indirilmiştir.
193-194/194- Bu Kur’an’ı Ruhu-l-Emin (Cibril) senin kalbine indirdi ki, (Allah’ın azabından) uyaran (peygamberlerden biri de) sen olasın.
195/195- Açık bir Arapça lisan ile..
196/196- Bu Kur’an, (adetten uzak bir kitap değil ki, ondan yüz çevirip kaçsınlar. Onun yüce mana ve mefhumları) geçen peygamberlerin kitaplarında da mevcuttur.
Tefsir:
Kur’an, geçen kitapların ihtiva ettiği mana ve mefhumları da içine alır. Bir bakıma o kitapların aynısıdır. Sadece dili farklıdır. O peygamberlerin kitapları ya Süryanice ya da Farsça olarak nazil olmuştur. Fakat hepsinin içindeki ayetler Allah’ın birliğine delalet edip şirk koşmaktan nehyeder.
197-198-199/197- İsrail oğulları bilginlerinin onu bilmesi bile onu inkâr edenlere (Kureyş cemaatine) bir delil ve burhan değil midir? (Kur’an’ın hak olduğu onlar tarafından anlaşılmıştır. Fakat küfür ve inatlarından dolayı kabul etmiyorlar.) Eğer biz onu Arapça bilmeyenlerden birine indirseydik de, (o kimse) bu Kur’an’ı onara okusaydı (“Bu fasih bir Arapça değildir” diye) yine ona inanmazlardı. (, şimdi biz bu Kur’an’ı Arapça olarak indirdik. Öyle ise neden inanmıyorlar.).
Tefsir:
Mekkeli müşrikler Medine’de bulunan Ehl-i Kitab’ın alimlerinin yanlarına gidip Resulüllah’ın (sav) durumunu onlara sorarlardı. Onların bilginlerinden, Abdullah b. Selam, Bünyamin, Sa’lebe, Esed ve Üseyd[444] gibileri Resulüllah’ın hak bir peygamber olduğuna şahitlik ettiler. Mekkeliler ise onarın bu şahadetini kabul etmediler. Allah (cc), bu ayette onların bu tavırlarını anlatıyor.
200-201/198-199- Biz onu günahkârların kalplerine böylece sokmuşuzdur; (manasının anlarlar, fesahat ve belâgatini kavrarlar, fakat küfür ve inatlarından dolayı) can yakıcı azabı görünceye kadar bir türlü ona inanmazlar.
202/200- Vaktini bilmezlerken ansızın azap onları yakalar.
203/201- (Azabı görünce) derler ki: Bize (tekrar dünyaya dönüp iman etmemiz için) mühlet verirler mi acep?
204/202- Onlar (bu müşrikler, dünyada iken,) bizim azabımızı mı aceleden istiyorlardı? (Öyleyse şimdi, azabımızı görünce neden kendilerine mühlet verilmesini istiyorlar?).
205/203- (Resulüm!) Ne dersin he. Biz onları (bu müşrikleri) nimet verip senelerce yaşatsak..
206/204- sonra (ölüp) vadedilen azap onlara gelince (dünyada kendilerine verilen nimetler, onları azaptan men eder mi?).
207/205- Yok, o (dünyada kendilerine verdiğimiz) nimetlerin kendilerine hiçbir faydası olmayacaktır.
208/206- Bununlar birlikte, biz hangi memleketi helâk etmişsek muhakkak ki, onun uyarıcıları olmuştur.
209/207- Bu bir hatırlatmadır. (Peygamberler, insanlara nasihat edip Allah’ın birliğini onların hatırına getirdikten sonra, yine onlar nefislerinin arzularına uyup küfür ve inatlarının yüzünden şirklerinde devam ederlerse, onlara azap gönderip helâk ederiz.) Biz zalim de değiliz. (Onlar kendi yaptıklarının cezasını çekmektedirler.).
Tefsir:
Allah (cc) nev-i beşere kendi lütuf ve ihsanından akıl nimetini bahşetmiştir. Akıl Allah’ın birliğini öğrenmede başka bir delile muhtaç bırakmayacak kadar müstakildir. Fakat insanların çoğu nefislerinin arzularına tabi olup gaflet perdesini şerefli aklın üzerine çekerek Allah’ın birliğini kâmilen anlamaktan uzak kalmışlardır. İşte bunun için Allah (cc) peygamberler gönderir ki, onların, akılları üzerine çekmiş oldukları gaflet perdesini kaldırsınlar ve Allah’ı hatırlayıp Allah’ın birliğini bulmaya yönelsinler.
210/108- [Müşriklerin, Kur’an’ı Muhammed (as)’ın kalbine şeytan nazil ediyor demelerine karşısında, Allah (cc), onlara cevap veriyor:][445] Bunu (Kur’an’ı) şeytanlar indirmedi.
211/209- (Kur’an’ı) nazil etmek onlara düşmediği gibi (zaten bunu) yapacak güçleri de yoktur. (Kur’an’ın bizzat, nazmı, fesahat ve belâgat yönüyle de mucize olduğu için onların bunu yapmaya kudretleri yoktur.).
212/210- Onlar (Allah’ın vahyini ve hikmetâmiz emirlerini) işitmekten kesinkes uzaktırlar. (Öyleyse onların böyle bir kelâmı doldurup Muhammed aleyhisselam’a getirmeleri nereden mümkün olsun?). [İnsanlardan (kâhinler gibi) bir kısmı, bazı sözler uydurdukları için, Allah (cc) onların kültürlerine göre cevap veriyor. Yani buradaki şeytanlardan maksat insî şeytanlardır.]
213/211- (Resulüm!) Sen Allah ile beraber başka tanrıya kulluk edemezsin. O takdirde, (kıyamet gününde) azap görenlerden olursun.
Tefsir:
Buradaki hitap Hz. Peygamber (sav)’e yapılmıştır. Fakat, esas maksat, Muhammed ümmetini şirkten nehyetmektir. Kim dine taalluk eden ( dini ilgilendiren) meselelerde, Allah’tan başka bir kimseden veya bir şeyden yardım isterse o kimse müşriklerden sayılır. Kıyamet gününde de müşrikler kervanına katılır. Biz İslam ümmeti Kur’an-ı Kerim’in apaçık ayet ve mevizelerini bir kenara bırakmışızdır. Ve her bir fert kendinden ötürü bir rehber tutmuş her bir hacetini ondan istiyorlar. Hem de hacet istemekte bu kimseyi müstakil olarak kabul etmişlerdir. Tabii ki, bu arada Kur’an’ı unutmuşlardır. Bizler birer mümin olarak bu ayetleri iyi düşünüp derin bir tefekkür yaparak bütün davranışlarımızı Kur’an’a göre ayarlamamız lazımdır ki, dalalet ve şirk vadisinden kurtulmuş olalım.
214/212- (Resulüm!) Hem (özellikle) en yakın hısımlarını (bir araya topla ve cehennem azabından) uyar. (Belki imana dahil olup küfür ve şirkten vazgeçerler.).
Tefsir:
Âlauddin Ali b. Muhammed (725/1324) Lübabu’t-Te’vil, adlı tefsir kitabında bu ayetin tefsirinde Muhammed b. İshak’tan aldığı bir rivayette Hz. Ali (ra)’ın şöyle dediğini nakleder: Bu ayet, Resulüllah (sav)’e nazil olunca beni çağırıp buyurdu ki: “Ey Ali! Allah bana emrediyor ki, özellikle akrabalarımı, amcalarımı Allah’a davet edeyim. Onun için bir ziyafet çek. Sonra gidip Abdulmuttalib oğullarını davet et.” Ali (ra) diyor ki: Bir yemek yaptım, gidip amcalarımı ve sair Abdulmuttalib oğullarını davet ettim. Onların arasında Ebu Talib, Hamza, Abbas ve Ebu Leheb de bulunuyorlardı. Yemeği yedikten sonra, Resulüllah (sav) onlara hitaben buyurdular:
— Ey Muttalib oğulları! Sizin için dünya ve ahret hayrını getirdim. Sizi Allah’a davet etmekle memur edilmişim. Sizden kim bana yardımcı ve kardeş olup benim vasim ve benim halifem olacak?
Orada Abdulmuttalib oğullarından kırk kadar kişi bulunuyordu. Hepsi sustular. Hiç kimse cevap veren olmadı. Ben o cemaatin hepsinden küçüktüm. Ya Resulallah dedim, ben sana yardımcı ve kardeş olayım. Resulüllah (sav) benim boynumdan yapışıp:
—Bu benim kardeşim, vasim ve halifemdir. Siz aranızda gerek ki, ona itaat edesiniz.
Oraya gelenler ayağa kalkıp güle güle dağıldılar. Ve Ebu Talib’e dediler ki:
—Sana emrediyor. Artık bundan sonra Ali’ye itaat etmen gerekiyor (!)[446]
(Bu rivayet uzundur. Onun için kısaca özetlendi.)
215/213- (Resulüm!) Sana tabi olan müminlere kanadını indir; (mütevazı ol.) [Bu ayet, Resulüllah (sav)’den daha çok, yönetici durumdaki kimselerin yönettiklerine karşı tevazu göstermelerini emretmektedir.]
216-217/214- Yok, (tabi olmaz) sana karşı gelirlerse (kulak verme.) de ki: Ben sizin yaptıklarınızdan beri ve bîzarım.
218/215- Düşmanına galip ve dostuna çok merhamet eden Allah’a tevekkül et.
219/216-O Allah’a tevekkül et ki, (teheccüde) kalktığın zaman seni ve secde edenler (teheccüd kılan sahabiler) arasında dönüp dolaştığını görür. (Senin her bir avaline alimdir.).
220/217-Şüphesiz Allah (sizin konuştuğunuz sözleri) iştir (ve her bir amelinize) alimdir.
221/218- (Siz müşrikler, O Kur’an’ı Muhammede
aleyhisselama şeytanın indirdiğini söylüyordunuz. Onlar böyle hayırlı işler
görmezler.) Şeytanlar kimin üzerine
iner söyleyeyim mi?..
222/219- Her bir yalancı, günahkâr (ve sahtekâr..) üzerine inerler.
Tefsir:
Cahiliye döneminde Araplar, kâhin ve falcıların yaptıkları işleri şeytanlara isnat ediyorlardı. Her kâhinin bir şeytanı vardı. Kâhin dersini şeytandan alıyordu. Satıh, Şıkk, Müseylime ve Tuleyme bunlardandı. Bu itikatta olan Araplar Resulüllah’a gelen vahyi de böyle değerlendirdiler. Allah (cc) da onların kültürlerine göre cevap vermiştir.
223/220- (Yalancı olan kâhinler o şeytanların telkinlerine) kulak verirler. (Onların güya meleklerden aldıkları gaybi haberleri dinlemeye hazırlanırlar) fakat onların çoğu yalancıdırlar.
Tefsir:
Günümüzde bu tipleri yani gaipten haber verenleri görmek mümkündür. Bir kısım boş ve yalan sözleri yakıştırıp cin ve şeytanlardan kendilerine musallat olanların varlığından bahsederek, söyledikleri bu tür hayalleri arkalarına alıp onu gayptan haber verme işlerinde kullanıyorlar. Böylece avam insanları bu boş şeylerle kandırıyorlar. Onlardan nice büyük meblağda paralar alıyorlar. Müzmin hastalıklara müptelâ olmuş zavallı kimseler, mesela, verem, akciğer iltihabı, göğüs hastalıkları, prostat ve böbrek hastalığı gibi tıbbı ilgilendiren hastalıklarını ve delirmiş insanları doktorları bırakıp bu gibi kimselere getiriyorlar. Onlar da, bu hastalıklar için kitaplar tertiplemişler, bu kitapların içinde, kare, üçgen, beşken vs. şekiller çizip insanları bu muskalarla kandırıyorlar. Bu şekillere de özel bir ad takmışlardır: Tılsım. Bunların hepsi cehaletten doğmaktadır. İlmin nurundan mahrum olan bu insanlar, böyle yerlere müracaat etmektedirler. Müslümanlar arasında cehaletin habis ağacı çıkarılıp atılmadıkça kurtuluş mümkün değildir.
224/221- (Resulüllah’ı hicveden)[447] şairler de (falcılar gibi yalancıdırlar. Onların sözlerine ancak) sapıklar tabi olurlar.
225-226/222-223- (Resulüm!) Onların her vâdide (kelam vadilerinde) başıboş dolaştıklarını ve hakikatte yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmedin mi?
Tefsir:
Cimri kimse için Hatim’in cömertliğini; veya bir fasıktan ötürü, İbrahim b. Edhem’in takvasını; ya bir korkak kimseden ötürü Halid b. Velid’in şecaatini anlatan şiirler söylenmiştir. Kureyş ve Taif’ten bir çok şair vardı ki, hep Resulüllah’ı (sav) hicvetmişlerdir. Kureyş’ten Abdullah b. Zibe’râ, Hübeyre b. Ebi Vehb, Müsafi’ b. Abdi Menaf ve Ebu Amir b. Abdillah el-Cümahî; Taif’ten, Ümeyye b. Ebi Salt ve onun gibi bir çok insanlar Resulüllah’ı (sav) hicvetmişlerdi.
Fakat Medine’de Resulüllah (sav)’in şairleri Hassan b. Sabit, Abdullah b. Ravaha, Kâb b. Malik ve Kâb b. Züheyir gibi kimseler hicretten sonra Resulüllah’ı hicvedenlere karşı hicvettiler.[448]
227/224- Ancak iman edip salih ameller işleyenler ve Allah’ı çok ananlar ve kendilerine zulmedildikten sonra öçlerini alanlar başkadır. (Yani başka kimseler, kendilerini ve müminleri hiciv yaparlarsa, müminlere yapılan zulmün öcünü almak için, söylenen hicvi reddetmek maksadıyla yapılanlar hariç). O zulmedenler, hangi akıbete döndürüleceklerini yakında bilecekler.
Hamd olsun, Şuarâ sûresinin tefsiri tamam oldu. Allah (cc), bu mübarek sureyi bu ayetle bitirerek zalimlerin her yönden ümitlerini kesmiştir. Maksadı, akla ve hayale gelmedik azabı onlara anlatmaktır. Bu surede kıssaları anlatılan kavimlerde, beşer tabiatının daima oyun ve eğlenceye, sefahate meyilli, haktan uzak olduğunu; hakkı konuşup, hakkı anlatan zayıf kimselerin, çok kuvvetli kimselere galip olduğunu görmek mümkündür.
Resulüllah (sav) buyurdular ki: “Her kim Şuarâ sûresini okursa Allah o kimseye on hasene/sevap verir.”[449]
Neml sûresi Mekke’de nazil olmuştur. 93 ayet, 1317 kelime ve 4799 harftir.
0/1- Bismillahirrahmanirrahim.
1/2-3- Tâ. Sîn. (Bu sûrenin adıdır.). Bu (sûrede anlatılan ayetler;) Kur’an’ın (ilim, hikmet, helal ve haramı beyan eden ) apaçık Kitab’ın ayetleridirler.
2/4- (Bu surede zikredilen ayetler) müminler için hak yoluna hidayet ve (cennetin de) müjdesidir.
3/5- O müminler ki, namazı kılıp zekâtı verirler ve ahrete kesinkes iman ederler.
4/6- Gerçek şu ki, ahrete inanmayanların (kötü) işlerini kendilerine süslü gösterdik; o yüzden dalalet yerlerinde bocalar dururlar.
5/7- İşte bunlar azabı en şiddetli ve yaman olanlardır. Ahrette (herkesten çok nefislerine) zarar verenler bunlar olacaklardır.
6/8- (Resulüm!) Hakikaten bu Kur’an sana hakim ve her bir şeye alim olan Allah tarafından sana verilmiştir. (Bu Kur’an’da hiçbir şek ve şüphe yoktur. Müşrikler ise sadece küfür ve inatlarından dolayı şek ve şüphe ediyorlar.). [Bu ayet, bundan böyle zikredilecek olan peygamberlerin başında bir mukaddimedir. Yani bundan sonra zikredilecek olan her hikmeti şamil kıssalar gelecek ümmetlerin ibret alması için anlatılıyor.]
7/9- Hani Musa, ayaline şöyle demişti: “Gerçekten ben (uzaktan) bir ateş gördüm; (siz burada durun,) ben oradan ateşin (sebebiyle ) sizin için (yolun durumu hakkında) bir haber getireyim, yahut (yolu bulamazsam) sizin için bir parça kor ateş getireyim; belki ısınırsınız. [Musa (as) gece yağmurlu bir havada yollarını da şaşırmışlardı.]
8/10- (Resulüm!) Musa gelip ateşe yetişince (baktı ki, ter u tâze bir ağacı ateş tutuşturmuş yanıyor. Fakat ağaca hiç tesir etmiyor. Bunu görünce çok hayret etti. Ve tarafımızdan ona) şöyle seslenilmişti: “Ateşin bulunduğu yerdeki ve çevresindekiler mübarek kılınmıştır! Alemleri terbiye eden Allah, her bir ayıp ve noksanlıktan pâk ve uzaktır. [Yani bu taze ağaçtan çıkan ateş, boş değil bir hikmet üzere meydana gelmiştir.]
9/11- “Ey Musa! Şüphesiz (düşmana) galip olan (ve onlardan intikam alan, her şeyi bir) hikmet üzere icat eden Allah benim.”
10/12- (Ey Musa! Elindeki) âsa’nı at. (Allah’ın emri ile âsa ejderha oldu.) Onu yılan gibi deprenir görünce dönüp arkasına bakmadan kaçtı. (Dedik ki:) Ey Musa! Korkup (kaçma! Ben) peygamberlere (eman verdikten sonra) benim huzurumda hiç korkmazlar. (Bu korku makamı değildir. Belki makam-i i’cazdır.).
11/13- Ancak (bu peygamberlerden kim küçük bir zelle şeklinde) haksızlık eder, sonra, işlediği (kendilerine göre) bir kötülük yerine iyilik yaparsa, bilsin ki, ben (ona karşı da) çok bağışlayıcıyım, çok merhamet sahibiyim.
12/14- (Ey Musa!) Elini koynuna sok da kusursuz (baras gibi hastalıktan uzak)[450] bembeyaz (ışıklı el) çıksın. (Ey Musa! Bu iki mucizeden başka) Dokuz mucize ile Firavun ve kavmine (git.). Şüphe yok ki, Firavun ve onun kavmi baştan çıkmış bir cemaat idi; (bu yüzden, kendilerine bu kadar mucize gelmesine rağmen iman etmediler.).
Tefsir:
Allah (cc), Hz. Musa’ya “âsa” ve “yed-i beydâ/beyazel” den başka dokuz mucize daha vermiştir: 1) Kıptîler’e çekirgenin musallat edilmesi, 2) Bedenlerine kenenin musallat olması, 3) Evlerini kurbağaların sarması, 4) Yiyip içtikleri şeylerin kan olması, 5) Hayvanlarının helâk olması, 6) Çöllerinde yeşillik bitmemesi, 7)Denizin İsrail oğullarına açılması, 8) Firavun ve kavminin denizde boğulması, 9) Ziraatlarının noksan olması.[451]
13/15- Bizim zahir ve aşikâr mucizelerimiz onlara gelince, dediler ki: Bu apaçık bir sihirdir. (Biz buna uymayız.).
14/16- Vicdanları (Musa’nın getirdiği) bu mucizelere tam bir kanaat getirdiği halde, zulüm ve kibirlerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler. (Doğru olduğuna tam bir kanaat getirdikten sonra sırf küfür ve inatlarından dolayı inkâr etmelerinden daha büyük zulüm olur mu?). (Resulüm!) Bak gör, (Musa’yı inkâr eden) o bozguncuların akıbet halleri nice oldu! (Hepsi denizde helâk oldular.).
15/17- Geçekten biz, Davud’a ve Süleyman’a (idare, siyaset ve her şeyin)[452] ilmini verdik. Onlar, (kendilerine verilen nimetlere karşı): Bizi, mümin bendelerinin çoğundan üstün kılan Allah’a hamd olsun, dediler.
Tefsir:
Bu ayet-i kerime, ilmin şerefine ve ehl-i ilmin yüce mertebede bulunmasına ve ilmin bütün nimetlerden üstün olup ilim ehlinin nev-i beşer arasında ilim sıfatıyla temayüz ettiğine, onlara reis ve ağa olmasına delalet eder. Allah, kendisine ilim verdiği her şahsı, hem cinsleri üzerine üstün kılmış ve onlardan üstün mertebede olduklarına karar vermiştir. Resulüllah (sav), kendi muciz kelamlarında alimlerin, peygamberlerin varisleri olduğunu beyan etmelerinin[453] gayesi şudur ki, alimler, ilmin şerefli olmasından dolayı diğer insanlara nazaran peygamberlere daha yakındırlar. Bu yüzden, bu büyük nimet kimde bulunursa artık onun çok şükretmesi lazımdır. Bu arada hem cinslerine de kibir ve gurur yapmamaları, tevazu göstermeleri gerekmektedir. Nitekim Ömer b. Hattab (ra) buyurdular ki, “Bütün insanlar Ömer’den daha fakihtirler (fıkıh ilimlerini daha iyi bilirler)”[454] Yine Hz. Ali b. Ebi Talib buyurdular ki: Eğer bir kimsenin kendi faziletini anlatması ayıp bir şey olmasaydı, bir fazilet zikredilirdi.. O Cenap kendinden ötürü bir kısım faziletleri anlatırdı.
Fakat günümüzde kendini alim sanan bir kısım insanlar, biraz gramer bilgisi; illet, tazi’f, lefif-i makrun, lefif-i mafruk meselelerini ve nahivden; isim tamlaması, sıfat tamlaması, isim cümlesi, hal cümleleri, vs. şeyleri biliyorlar diye kendilerini alim zannediyorlar. Böylece diğer insanları da kendilerinin kölesi sayıyorlar, hatta kendilerini ruhanî reis kabul ediyorlar...
16/18- Süleyman Davud’a varis oldu. (Allah’ın verdiği nimetleri görüp ikrar ettiği için halka) dedi ki: Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize (başta peygamberlik olmak üzere hükümranlık vb.) her şey verildi. Gerçekten bu (nimetlerin bize ihsan edilmesi) apaçık bir lütuftur.
Tefsir:
Davud’un (as), on dokuz oğlu vardı. Onlardan sadece Süleyman (as)’a peygamberlik verildi. Böylece babasının peygamberliğine varis oldu.
İnsan ya da hayvanların ağzından çıkan sesler ya müfret olur, ya mürekkep müfit olur, ya da gayr-i müfit olur ki, buna “nutk” veya “mantık” denir. Vahşi hayvanlar ya da kuşların her bir sınıfı kendilerine mahsus sesleri ile birbirinin maksadını anlarlar. Kuşların kendi aralarında konuşup anlaştıkları şeyin Hz. Süleyman (as)’a öğretilmesi tuhaf karşılanacak bir şey değildir. Allan (cc) insan oğluna o kadar keramet vermiştir ki, ilmin fevkalâde gücü ile bazı hayvanların seslerini ezberleyip, onların seslerine benzer bir şekilde konuşup onların maksatlarını anlayamaya muvaffak olmuş zoologlar mevcuttur.
17/19- (Resulüm! Süleyman emrederdi,) cinlerden, insanlardan ve kuşlardan müteşekkil orduları Süleyman’ın hizmetinde toplanırdı, hepsi bir arada (onun tarafından) düzenli olarak sevk ediliyordu.
18/20- (Bu karma ordu,) nihayet, Karınca vadisine geldikleri zaman, (karıncalar Süleyman’ın ordusunu görünce) bir karınca: “Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin; Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesinler!” diye bildirdi.
Tefsir:
Allah (cc), bu ayette büyük bir nükte ve faydaları bir araya getirmiştir. Hikmet üzere, hayvanların en zayıfı olan karıncayı, insanlar içinde en güçlü olan Süleyman b. Davud (as)’a mukabil tutup zayıf ve güçsüz olan bir yaratığı kavi ve olan bir yaratığın tekebbür ve zulmünden kaçarak kendilerini korumalarını, karıncanın dili ile ifade edip ehl-i Kur’an için ilelebet devam edecek bir nasihat olarak saymıştır. Ki, güçlü kimseler o sıfatta olmasınlar ki, zayıf mahluk onların gözünde onlardan nefret edip korkularından bir sığınağa gizleniyorlar. Gerçi ayetten karıncaların zanlarına göre Süleyman b. Davud (as)’ın onlara düşmanlık yapabileceği düşünülmüyor. Çünkü karıca diyor ki, “Süleyman ve onun ordusu olur ki, bilmeden sizi ezerler.” Yani, Süleyman ve ordusu sizin burada olduğunuzu bilmiyorlar, şayet bilseler gelip sizi ezmezler. Yine bu konuda başka bir nükte daha vardır: Reis ve hükümdarlar, yönettikleri insanların zayıf ve güçsüzlerinden daima haberdar olup, onları korumaları gerekir. Ta ki, onun gafletinden istifade edip, yine yönettikleri kimselerden zalim ve haksız olanlar onların haklarını tecavüz etmesinler.
19/21-Süleyman onun (kendi idaresindekilerin faydalarına olan bu) sözüne gülümseyerek (kendi adaletini anlayıp dua etmeye başladı) dedi ki: “Ey Rabbim! Bana ve ebeveynime verdiğin nimete şükretmemi ve hoşnut olacağın (her türlü ayıp ve riyadan uzak) iyi iş yapmamı gönlüme doldur. Öz fazıl ve kereminden beni salih bendelerin kervanına dahil eyle. (Ehl-i cennet eyle.)”
20/22- Süleyman, kuşları gözden geçirdi (Hüdhüd’ü göremedi) ve şöyle dedi: “Ne oluyor bana? Hüdhüd’ü göremiyorum? Yoksa kayıplara mı karıştı?
21/23- “Ya bana (mazeretini gösteren) aşikâr bir delil getirecek, ya da onu şiddetli azaba uğratacağım (onu hemcinslerinden olmayanlarla bir araya koyacağım)[455], yahut boğazlayacağım.”
22/24- Çok uzun süre geçmeden (Hüdhüd geldi. Süleyman, onun nerede olduğunu ve ne iş gördüğünü sordu. O da:) “Ben, dedi, senin erişemediğin bir yere ulaştım; Sebe’den sana mühim ve doğru bir haber getirdim;
23/25- Gerçekten, onlara (Sebelilere) hükümdarlık eden, (hükümdarların ihtiyacı olan) her türlü imkân verilmiş ve büyük bir tahtı olan bir kadınla tanıştım;
24/26- O kadının kendini ve kavmini Allah’ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan kendilerine (Allah’ı bırakıp, şeytana tapmalarını) süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bu yüzden hak tarafına hidayet bulamıyorlar;
25/27- (Şeytanlar mani oluyorlar da:) Semalarda (yağışları)[456] ve yerde (o yağışların yağması ile) gizli şeyleri (bitkileri)[457] ortaya çıkaran, gizlediğinizi ve açığa vurduğunuzu da bilen Allah’a secde etmiyorlar;
26/28- Hak mabut Allah’tır. Ondan başka hak olan mabut yoktur. O büyük Arş’ın sahibidir.” [Burada Hüdhüd’ün sözleri sona erdi.]
27/29- Süleyman dedi ki: “Bakalım doğru mu söylüyorsun yoksa yalancılardan mısın değerlendireceğiz.
28/30- Gel şu mektubumu götür, onu kendilerine ver, sonra onlardan az geri dur da bak ki dönüp neye müracaat edecekler.”[458] [Hüdhüd mektubu alıp, Sebe’ kraliçesinin yattığı odasına götürüp attı. Belkıs mektubun muhtevasını iyi anlamıştı. Devletinin ileri gelenlerini bir araya topladı ve bu konuyu görüştüler. Nitekim anlatılıyor:]
29-30-31/31- (Belkıs, kavminin eşrafına:) dedi ki: “Beyler! Ulular! Bana bir kerametli mektup bırakıldı; Mektup Süleyman’dandır, Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla (başlıyor.); (onun muhtevası şudur:) Bana baş kaldırmayın, gelip bana itaat edin.”
32/32- (Mektubu okuduktan sonra) dedi ki: “Beyler! Ulular! Bu işimde bana bir fikir verin. (Bilirsiniz) siz yanımda olmadan hiçbir işi kestirip atmam.”
33/33- Onlar şu cevabı verdiler: Biz (sayıca ve hazırlıkça) kuvvet sahibi, kahraman ve savaş erbabı kimseleriz, fakat her bir emirde ihtiyar senin elindedir, bak gör ne emir tutarsan (itaat ederiz.).
34/34- (Kraliçe, baktı ki, yakınları savaş etmekten yana; fakat kendisi sulh etmeyi düşünüyordu. Bunun için) Dedi ki: “(Şayet savaş olsa, galip olan) hükümdarlar bir memlekete gidiler mi, orayı harap eder öyle bırakırlar ve halkının azizlerini zelil ederler; (kimini öldürür kimini de esir ederler.) Hükümdarların adeti böyle cereyan eder; (bu adet hiçbir zaman değişmemiştir. Nitekim bunlar da dediklerini yapacaklar.)”.
35/35- (Kraliçe dedi ki:) “Ben şimdi, onlara bir hediye göndereyim de, (sonra) bakıp göreyim elçiler ne (haber ile) geri dönecekler. (Bu habere göre hareket edeyim.)”
Tefsir:
Bütün devlet erkânı Belkisin bu sözlerini kabul ettiler. Sonra bazı hediyeler ve bir çok elçi ile Süleyman (as)’a gönderdiler. Elçilere, Süleyman’ın hükümdarlık keyfiyetini, kuvvet ve kudretinin ne seviyede olduğunu iyi keşfetmelerini tavsiye ettiler. Elçiler Süleyman (as)’ın huzuruna vardılar ve hediyeleri ona takdim ettiler...
Tefsirciler, Belkıs’ın gönderdiği hediyeleri daha Süleyman (as)’a varmadan Cebrail (as)’ın ona haber verdiği ve Süleyman (as)’ın onlar gelmeden önce misafirlerini ağırlamak için tedarikler yaptığı konusunda muhtelif ve sınırı aşan, akıldan kenar sözleri nakletmişlerdir. Biz burada onları yazmaktan kaçındık..
36/36- (Elçiler, hediyelerle) Süleyman’a gelince (hediyelere bakıp şöyle) dedi: “Siz bana (dünya) malı ile yardım mı ediyorsunuz? Allah’ın bana verdiği (hem din hem de dünya malı) size verdiğinden daha iyidir. Belki siz (dünya hayatından başka bir şey bilmediğiniz için birbirinize vermiş olduğunuz) hediyelerinizle siz sevinirsiniz. (Fakat ben, bu hediyelerle değil, Allah’a inanıp tevhide kail olursanız o zaman sevinirim.).
37/37- (Süleyman, gelen elçilerin büyüğüne dedi ki:) “Onlara (kraliçe ve yakınlarına) dön (söyle:) iyi bilsinler ki, kendilerine hayatta asla karşı koyamayacakları ordular getirir, kesinkes onları hor ve hakir bir halde (kimini esir, kimini köle..) oradan (öz yurtlarından) çıkarırız!”
38/38- [Süleyman (as), kraliçenin elçisini geri gönderdi. O da gidip durumu kraliçeye anlattı. Kraliçenin kendisi Süleyman’ın yanına gelmeye karar verdi.] (Sonra Süleyman müşavirlerine) dedi ki: Ey devlet erkânı! Onlar teslimiyet gösterip bana gelmeden önce, hanginiz o kraliçenin tahtını bana getirecektir?
39/39- Cinlerden kuvvet sahibi biri: Sen bu meclisten kalkmadan ben onu sana getirim. [Süleyman (as), öğleye kadar meclisten ayrılmaz ve bu ana kadar hükümlere bakardı.][459] Gerçekten ben (tahtı getirecek kadar) kuvvetli (ve onu değiştirmeden aynı haliyle getirmeye de) güvencem vardır.
40/40- Levhl-i mahfuzdan[460] (Allah’a mahsus olan ilimden) yanında bir miktar bulunan biri de: “Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm.” dedi. (Süleyman) onu (kraliçenin tahtını) yanı başında kurulmuş olduğunu görünce: Bu, dedi, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni imtihan etmek için Rabbimin (verdiği) lütuftandır. Kim (Allah’a) şükrederse öz nefsi (yararına) şükretmiş, kim de (Allah’ın nimetlerine) nankörlük ederse (öz nefsi zararına nankörlük etmiş olur.) Benim Rabbimin, (kendine şükredilmesine de) ihtiyacı yoktur. (Bu dünyada, nimetine nankörlük edenlere bile öz rahmetinden) ikram edendir.
Tefsir:
Tefsirciler bu tahtı, mucizevî bir şekilde getiren kimsenin adı ve getiriş şekli hakkında ihtilaf etmişlerdir.[461] Bazısı Süleyman (as)’ın kâtibi Asıf b. Berhiya[462] olduğunu söylemişlerdir. Bir kısmı da Süleyman (as)’ın kâtibi olduğunu söylemişlerse de isminin Ostom olduğunu ifade etmişlerdir. Bir kısmı ise tahtı getiren kimsenin Cebrail (as) olduğunu; bazısı Süleyman (as) olduğunu;[463] bazısı, Hızır olduğunu söylemişlerdir.
Tahtın getiriliş şeklinde ise, bazısı, Yemen ülkesinde yere batan taht, arzın altında seyrederek geldi ve Süleyman’ın tahtının yanından çıktı; bazısı, Allah’ın (cc) orada tahtı yok edip Süleyman (as)’ın yanında yarattığını[464]; bazısı da bundan başka sözler söylemişlerdir ki, hiçbirisi kabul edilecek türden şeyler değillerdir. Çünkü bir cismin bir mekândan diğer bir mekâna nakledilmesinde her şeyden önce bir zamana ihtiyaç vardır. Bir cismin uzak bir yerden bir anda nakledilip başka bir yerde hazır olması muhaldir. (Olması imkân dahilinde değildir.) Muhal olan işlere Allah’ın kudreti (imkân dairesinde) taalluk etmez ki, o iş meydana gelsin. Fakat ayette açıkça bu işin olduğu anlatılmaktadır. Onun için böyle şeyleri Allah’ın kudretine havale edip taabbudî olarak kabul etmek lazımdır ve bu konuda hiçbir şey konuşmamamız gerekir. Yahut te’vil edip doğru bir yere hamletmek lazımdır. Te’vil edilecek olursa, “taht”tan maksat Sebe’ kraliçesinin, kendi mülkünü idare etmesi demektir. Süleyman (as) ise kraliçenin teslim olmasını istemiştir. O da bütün memleket ve idaresi ile gelip Süleyman (as)’a teslim olmuştur.
İşte Süleyman (as) bu te’vil doğrultusunda müşavirleri ile konuşmuş ve Belkıs’ın idare ve hükümetini kim bana getirecek demiştir. Süleyman (as) İfrit’in teklifini benimsemeyip, Asıf Berhiya’ın teklifini kabul etmiştir. Asif ise aynı zamanda bir vezir olduğu için, Belkis’in memleketine musallat olup oraya hakim olmanın metotlarını Süleyman (as)’a bildirdi. Süleyman (as), Asıf’ın ileri sürüdüğü bu Belkıs’ın memleketine hakim olma projesini çok beğenip Allah’a şükretti. Ondan sonra Belkıs’ın hükümeti idare ettiği kanunların değiştirilmesini emredip, Belkıs’ın hiç aklına gelmeyecek kaide ve kurallar koyulmasını istedi. Ta ki, Belkıs bunları görünce kendi saltanatını unutsun. Belkıs gelip Süleyman (as)’ın huzuruna çıktı. Süleyman (as)’ın saltanatını ve bu saltanatın kural ve kaidelerini görüp hayrette kaldı. Ona dediler ki, senin saltanatın da böyle mi idi? O da şöyle cevap verdi: Tıp kı o! Böylece Belkıs düşünüp kendi saltanatının onun saltanatı yanında aciz kaldığını anladı ve Süleyman (as)’a iman edip, tâbi oldu.[465]
41/41- (Süleyman emretti ve) dedi ki: Tahtını (saltanattaki kaidelerini ve emirlerini) bilemeyeceği bir şekle
sokun. Bakalım doğruyu bulabilecek mi? Yoksa tanımayıp (şirkinde devam ederek) yola gelmezlerden mi olacak?
42/42- Bunun üzerine (kraliçe) gelince; “senin tahtın (saltanatın) da böyle mi?” denildi. Sanki, tıpı o, dedi. Zaten bize daha önce bilgi gelmişti; (Bu mucizeden evvel Hüdhüd’ün mektup getirmesi gibi tespit ve duyduğumuz şeylerle Allah’ın kudretine senin peygamber olduğuna bilgi sahibi olmuştuk.)[466] ve biz (Allah’a) itaat edenlerden oduk..
43/43- (Resulüm! Belkıs bundan önce), Allah’tan başka taptığı şeyler (güneşe tapması) kendisini alıkoymuştu. Çünkü kendisi inkârcı bir kavimdendi. (Süleyman’ın yanına gelince hiç vakit geçirmeden iman etti.). [Süleyman (as), Belkıs’a yüce bir saray yaptırdı ve avlusuna da billur döşedi. Oraya havuz görünümü veriyordu.]
44/44- (Süleyman tarafından) ona denildi ki: Gir köşke! Kraliçe onu görünce derin bir su sandı ve eteğini yukarı çekti. (Süleyman tarafından onu gezdirmekle görevlendirilmiş olan teşrifatçı) dedi ki: Bu, billurdan yapılmış, şeffaf bir zemindir. (Korkma gir.). Kraliçe dedi ki: “Ey benim Rabbim! Ben gerçekten (daha önce Süleyman hakkında yapmış olduğum kötü zannımda)[467] kendime yazık etmişim. Şimdi Süleyman’ın maiyetinde alemleri yaratan Allah’a itaat edip (iman ettim.).”
45/45- (Resulüm!) Muhakkak biz, “Gelin Allah’a kulluk edin, (O’na ortak koşmayın)” (demesi için) Semud kavmine de kardeşleri Salih’i gönderdik. Onlar hemen birbiriyle çekişen (biri iman eden biri de inkâr eden) iki zümre oluverdiler.
46/46- Salih dedi ki: “Ey benim kavmim! Bu ne iştir. Tevbeden önce azabın gelmesini istiyorsunuz.[468] (Eğer azap gelirse ondan sonra tevbe ederiz, diyorsunuz. Fakat o azap geldiğinde artık tevbe etmenize fırsat verilmez.) Ne olur, (azap nazil olmaktan önce tövbe edip) Allah’tan mağfiret isteseniz belki rahmetine ulaşırdınız (da, acıyıp sizi bağışlardı.)”.
47/47- (Semud kavminin yaşadıkları yerde o zaman çoktan beri yağmur yağmıyordu. Onun için) dediler ki: “(Ey Salih!) Senin ve beraberindekilerin yüzünden uğursuzluğa uğradık; (siz bu taze dini getirdikten sonra bizden bereket gitti, yağmur yağmıyor.)” Salih, dedi, size çöken uğursuzluk (sebebi) Allah katında (yazılı)dır. (Allah isterse, yağış gönderir rızık verir; isterse göndermez kıtlık verir. Benim sizin içinizde bulunmamın hiçbir zararı yoktur.). Belki siz fitneye tutulmuş bir kavimsiniz. (Şeytan size vesvese salıp Allah’ın dinine girmenize mani oluyor.).
Tefsir:
Arap toplumu, bir yolculuğa çıkarlarken, başlarından geçen kuşlarla fal açarlardı. Sağdan sola uçan kuşa, “Sanih” deyip işlerini hayra yorumlarlardı. Soldan sağa uçak kuşa ise “Barih” derler ve bunu kötüye yorumlarlardı.[469] Araplar her kuşa “tayr” dedikleri için onlar arasında bunun kullanılışı yerleşik bir hal aldı. Ne zaman böyle kötü fal açarlarsa, “tıyere”, “tâir”, “tatayyur” kelimelerini kullanırlardı. Hayra yorumladıklarını da, “Fal”, “Tefâul” kelimeleri ile ifade ederlerdi. Nitekim Allah (cc), onların şerre yorumladıkları “falı” da “tatayyur” kelimesi ile beyan etti. Resulüllah (sav) buyurdular ki: “İslam’da uğursuzluk yoktur. Kim uğursuz bir tefeülde bulunursa onu terk etsin ve işine devam etsin.”[470]
48/48- O şehir de (Hicr’de) dokuz çete vardı. Bunlar yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar ve iyilik tarafına hiç mi hiç yanaşmıyorlardı. [Salih’in devesini de bunlar icma edip Kudare b. Salif’e öldürtmüşlerdi.]
49/49- Allah’a ant içerek birbirlerine şöyle dediler: “Gece vakti gidip Salih’i ve ayalini öldürelim.[471] sonra da velisine: ‘Biz o ailenin öldürülüşü sırasında orada değildik, inan olsun ki doğru söylüyoruz.’ diyelim.”
Tefsir:
Dokuz kabileden oluşan bu çete, gece vakti Salih (as)’a baskın yapmayı tasarlamışlardı. Çünkü gece vakti düşmanı alt etmek gündüzden daha âsan olur. Bu fıtratı bozulmuş habis insanların işidir. Fakat salih ve hoş kimseler, düşmanıyla savaşmak istediği zaman haberdar eder de düşmanının üstüne öyle yürür. İskender Zülkarneyn’den nakledilir ki, bir düşmanın üzerine giderken istişare kurulu habersiz olarak onlara saldırmayı kararlaştırmışlardı. İskender:
— Hırsızlar gibi gece vakti gidip düşmana galip olmak hükümdarların şanına sığmaz.
İskenderin bu sözü, kalbin kanı ile gözün bebeğine yazılsa sezadır. Böyle yüce bir şahsı, methetmek için hiç kelam yeter mi? İşte bundandır ki, Allah (cc) Zülkarney’ne dünyanın doğusunu da batısını da fethetmeyi nasip etmiş ve onun adını, yüce sayfalarda, zaman durdukça anılması için Kur’an-ı Kerim’de “Zülkarneyn” lakabı ile yazıp muhtasaran onu anlatmıştır.
Salih’in kavmi, onu öldürmeye karar verdiler. Fakat yalan konuşmanın çirkinliğini anlayıp yalandan uzak durmak içi öldürme operasyonu için başka bir çare düşündüler. Aralarında birbirlerine dediler ki, “Salih ve ayalinin öldürülmesini bize sorarlarsa, diyelim ki biz öldürmedik, biz orada değildik.” Fakat bu planlarından vazgeçtiler. Çünkü bunda bir yalan vardı.
Yalandan kurtarılmış planlarında ise şöyle dediler:
—Gelin biz hem Salih ve ehlini hem de kabilesini öldürelim. Şayet bize “bunları kim öldürdü” derlerse o zaman deriz ki, biz Salih ve ehlîni öldürmeye gitmemişiz. Yani biz onlardan başka kimseleri de öldürmeye gittik. Dolaysı ile böylece yalan söylemekten kurtulmuş oluruz.
Putperest kimseler, insan öldürmeye cüret ediyorlar ama, yalan söylemeye hiçbir zaman cüret etmemişlerdir. Onlar yalan söylemeyi adam öldürmekten daha günah sayıyorlardı. Onun için kendi kanaatlerine göre yalan söylemekten uzak durmaya çalışıyorlardı.
Fakat günümüzde güya Müslümanlar hem adam öldürmeyi hem de yalan söylemeyi kendilerine din ve mezhep edinmişlerdir. Adlarını Müslüman koyuyor ve ahrette de kendilerini necat bulacak kimselerden sayıyorlar. Gerçekten iyi düşünülürse “yalan söylemek” adam öldürmekten daha günahtır. Çünkü yalan söylemek, yalan yere şahitlik yapmak eğer ortadan kalksa, insan öldürmek de kendiliğinden kalkar. Ne zaman birini öldüren kimseye şahitlik yapanlar yalan söylemez de hakikati konuşurlarsa, o cezasını çeker, millet de ona bakar ibret alırlar. Salih kavmi bir müşrik cemaat olmasına rağmen yine de yalan söylemeye cesaret edemiyorlar. Bize ne oluyor ki Müslüman olmamıza rağmen yalan söylüyoruz! Hem o kavmi Allah helâk etti. Yalan söyleyen bir kavmi neden helâk etmesin? Allah, şimdi adını Müslüman koyan yalancıları, Müslümanlığa kabul edecek mi? Belki bundan uzaktırlar...
50/50- Onlar böyle bir tuzak kurdular, biz de kendileri farkında olmadan onların planlarını altüst ettik. (Onları helâk ettik.).
51/51- (Resulüm!) Bak ki, onların tuzaklarının sonucu ne oldu; onları da (dokuz kişiyi de) kavimlerini de (dokuz kabileyi de) toptan helâk ettik. [Dokuz kabilenin helâk edilmesi, bu dokuz kişinin sözünü dinlemelerinden dolayı idi.]
52/52- İşte haksızlıkları yüzünden harap olmuş evleri! [Şam yolunda bulunan bu harabeleri hacca gidip gelenler görüp ibret almıyorlar mı?] Bilen bir kavim için elbette bunda (tevhit ve kudretimize delalet) eden delil vardır.
53/53- (Salih kavminden) iman edip Allah’a karşı gelmekten sakınanları da kurtardık.
54/54- Lut’u da (peygamber olarak öz kavmine gönderdik.) kavmine şöyle demişti: “Göz göre göre hâlâ o hayasızlığı yapacak mısınız?
55/55- Siz ille de kadınları bırakıp şehvet hissi ile erkeklere yaklaşacak mısınız? Gerçek şu ki, yaptığınız şeyin (sonuçta neler getireceğini)[472] pek bilmiyorsunuz?”
56/56- (Lut kavmi, Lut’a cevap vermediler, sadece birbirlerine dönüp konuştular.) Buna cevapları: “Lut ailesini memleketinizden çıkarın; zira onlar (öyle kimseler ki, kendilerini bizim yaptıklarımızdan) temiz hesap ediyorlar.” demek oldu. [Aslında bu sözleri onunlar alay etmek içi söylüyorlardı.]
57/57- Bunun üzerine onu ve ayalini kurtardık. Yalnız karısı hariç; onun geride (helâk olacaklar arasında) kalmasını takdir ettik.
58/58- Onların üzerine öyle bir yağış yağdırdık ki, ne kötü olmuştu uyarılıp da (itaat etmeyenlerin) yağışı! (Yağışın kendisi rahmet iken onlara azap oldu.). [Allah (cc) bundan böyle gelen ayet-i kerimelerde öz peygamberi Muhammed (sav)’in kendi zatını hamd ve sena etmesini ve seçkin kullarına selam etmesini istiyor. Sonunda da tevhit ve kudretine delalet eden kevnî ayetleri zikrediyor.]
59/59- (Resulüm!) De ki: Hamd olsun Allah’a. Bir de selam olsun (halkın arasından) seçtiği o bendelerine. (Resulüm! Müşriklere de ki: “Kudret ve ceberut sahibi) Allah mı daha iyidir, yoksa (Allah’a) ortak koştuklarınız mı?”
60/60- (Sizin putlarınız mı hayırlı) yoksa , semaları ve yeri yaratan, semadan size su indiren mi? Biz o su sebebiyle, bir ağacını dahi bitirmeye gücünüzün yetmediği hüsn-i vecahette (nefis manzaralı) bağlar göğertmişizdir. Acaba (bir böyle kudret sahibi olan) Allah ile beraber başka bir ilah mı var! (Resulüm!) Belki onlar (küfür ve inatları ile) haktan sapmış bir kavimdirler.
61/61- (Sizin putlarınız mı hayırlı) yoksa, yeryüzünü oturmaya elverişli kılan, içinden nehirler akıtan, onun için yüce, sabit, muhkem dağlar yaratan, iki denizin arasına (tuzlu ve tatlı suyun birbirine karışmaması) için engel koyan mı? [Ayette, tatlı suyun acı ve tuzlu suya karışmaması demek, bu suların ilelebet karışmaması demektir. Yoksa normalde sular birbirine karışır. Fakat aynı zamanda birbirinden ayıklanır da.] (Resulüm!) Acaba (böyle kudret sahibi bir) Allah ile beraber başka bir ilâh mı var! (Ki O’na ortak koşuyorlar.) Bilakis onların çoğu (Allah’ın kudret ve birliğini) bilmezler, (onun için şirke karar veriyorlar.).
62/62- (Sizin putlarınız mı hayırlı) yoksa, kendine yalvardığı zaman musibete dûçar olup nâçar kalmışa karşılık veren ve başındaki sıkıntıyı gideren, sizi yeryüzünün halifesi yapıp (orada her çeşit tasarrufu seçiminize veren) mi? (Resulüm!) Acaba (böyle kudret sahibi bir) Allah ile beraber başka bir ilâh mı var! (Ki O’na ortak koşuyorlar.). sizden az kimse olur ki, düşünürler (de Allah’ın birliğine kail olurlar.).
63/63- (Sizin putlarınız mı hayırlı) yoksa, yeryüzünün ve denizin karanlıkları içinde siz yolu bulduran, rahmetinin (yağışın) önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderen mi? (Resulüm!) Acaba (böyle kudret sahibi bir) Allah ile beraber başka bir ilâh mı var! (Ki O’na ortak koşuyorlar.). Allah onların koştukları ortaklardan çok yücedir, münezzehtir.
64/64- (Sizin putlarınız mı hayırlı) yoksa, (mahlukatı) ilk baştan vücuda getiren, (öldükten) sonra tekrar vücuda getiren ve sizi hem semadan hem yerden rızıklandıran mı? (Resulüm!) Acaba (böyle kudret sahibi bir) Allah ile beraber başka bir ilâh mı var! (Ki O’na ortak koşuyorlar.). De ki: Eğer (Allah’tan başka bir ilâh olduğunun iddia ettiğiniz sözünüzde) doğru söylüyorsanız kesinkes deliliniz getiriniz. (Çünkü delilsiz sözlerin hiçbir değeri yoktur. O söz kabul edilmez.).
65/65- (Resulüm! Müşriklere) de ki: Semalarda ve yerde Allah’tan başka kimse gaybı bilmez. (Gayp emirlerden biri de kıyametin gelmesidir. Kıyamet gününün ne zaman olacağını da Allah bilir. Allah’tan başka kimse) ne zaman dirileceklerini de bilmezler.
66/66- Fakat ahret hakkında bilgiler olara (o müşriklere) peş peşe gelmektedir. Ama onlar bundan bir şüphe içindedirler. Belki (şüpheden de öte, onlar) ahret gününü (anlamaktan) yana kördürler.
67/67- İnkârcılar dediler ki: “Sahi biz ve atalarımız toprak olduktan sonra gerçekten (hesap vermek için dirilip Allah’ın huzuruna) çıkarılacak mıyız?”
68/68- Hakikaten (kıyamet günü dirilip mahşere gelme) tehdidi, bize yapıldığı gibi, daha önce atalarımıza da yapılmıştı. Bu ancak daha öncekilerin yalan sözlerinden başka bir şey değildir. (Ki şimdi, aynı sözler bize deniyor.).
69/69- (Resulüm! Müşriklere) de ki: Yeryüzünde gezip dolanın (sizin gibi, kıyameti tekzip eden Âd, Semud gibi kavimlerin akıbetlerine) bakın ki, müşriklerin[473] akıbeti nice oldu!
70/70- (Habibim!) Onlara (Mekkeli bu Kureşlilerin sana tabi olmayıp inanmamalarına) sakın üzülüp gamgin olma! (Onlar imana gelmezler.) Kurmakta oldukları tuzaktan ötürü de sıkıntı duyma! (Biz özümüz onların mekr ve hilesinden seni koruruz.).
71/71- (İnkârcılar Peygambere ve müminlere) diyorlar ki: “Eğer doğru diyorsanız (söyleyin bakalım) bu tehdit ne zaman gerçekleşecek”
72/72- (Resulüm! Müşriklere) de ki: Tez eden gelmezini istediğiniz şeyin (azabın) bir kısmı herhalde yakında terki’nize binecektir. [Allah’ın bu vadi, daha dünyada vaki olup, müşrikler Bedir gazvesinde yere serilmişlerdir.]
Tefsir:
“‘asâ”, “Le’ella” ve “Sevfe” kelimeleri hükümdarlar kelamında kullanıldığı zaman, o emrin kesinkes yerine geleceğine ve bunda hiçbir şüphe bulunmadığına delalet eder. Hükümdarlar bu kelimeyi kullandıkları zaman mutlaka intikam alacaklar demektir. Fakat intikam almada hiç acele etmeyip temkin ve vakar ile bu işi yaparlar. Bu demektir ki, onlar düşmanlarını hiçbir zaman intikamsız bırakmazlar, fakat acele etmeden, her an intikam alabileceklerini anlatmak isterler. Allah (cc) ise, insanların arasında cari olan bu uygulamalara benzer olarak aynı kelimeleri Kur’an’ında kullanmış ve müşrikleri tehdit etmiştir.
73/73- (Resulüm!) Şüphesiz senin Rabbin, insanlara karşı lütuf sahibidir; (lütfedip, Kureyş’in azabını tehire saldı.) Lakin insanların çoğu (Allah’a) şükretmezler; (bilakis, kendilerine gelecek olan azabın tez beri gelmesini isterler.).
74/74- (Resulüm!) Yine senin Rabbin ebette onların (o müşriklerin) sinelerinde (sana karşı besledikleri kinden)[474] gizlediklerini de, açığa vurduklarını da bilir.
75/75- Semada ve yerde göze görünmeyen hiçbir şey yoktur ki, Kitab-ı Mübin’de (Allah’ın ilminde) bulunmasın. (Olanların hepsi Allah’ın ilmindedir. Hiçbiri kayıp olmaz.).
76/76- Hakikat şu ki, bu Kur’an, İsrail oğullarına hakkında ihtilaf ede geldikleri şeylerin pek çoğunu beyan etmektedir. (Gelsin Kur’an’a iman etsinler ki, aralarındaki ihtilaflar sona ersin.).
77/77- Şüphesiz bu Kur’an ona inananlar için hak yolu gösteren bir rahmettir.
78/78- (Resulüm!) Şüphesiz Rabbin onların (inanlar ile inanmayanların)[475] arasında kendi hükmünü koyacaktır. O, mutlak galiptir, (onların arasında nasıl hükmedeceğini) iyi bilir.
79/79- (Habibim!) O halde sen, Allah’a güven (risaletini tebliğ etmede muhkem dur.) Çünkü sen aşikâr bir hakikat üzerindesin. (O müşrikler dalalettedir.).
80/80- (Resulüm!) Sen (Allah’a tevekkül edip işine devam et.) bil ki, sen (kalpleri) ölü olanlara (hak sözleri) işittiremezsin, dallarını çevirip giderlerken sağırlara da dâveti duyuramazsın. (O halde onları, kendi hallerine bırak. Sakın üzülme.).
81/81- Sen körleri sapıklıklarından çevirip doğru yola götürecek değilsin. Ancak (gönülden kendi istekleri ile) teslim olarak ayetlerimize iman edenlere duyurabilirsin.
82/82- (Resulüm!) Söylenen (kıyametin) başlarına geleceği vakit yaklaştığında, bunlar için yerden bir “dabbe” çıkarırız ki bu, onlara insanların ayetlerimize kesin bir iman getirmemiş olduklarını bildirir.
Tefsir:
Bu ayette geçen “Dabbe” lafzının manasında tefsirciler ihtilaf edip kabul edilemeyecek şekilde aklî kaidelerden uzak beyanlarda bulunmuşlardır. Onları burada anlatmak, insanları hayrete düşürmekten başka bir şeye yaramayacaktır. Bu yüzden tefsircilerin bu konuda söylediklerini bir tarafa bırakarak onlardan -bir kelime olsun- nakletmeyi düşünmedik. Sadece acizane kendi yorumumuzu kaydettik.
“Dabbe” Arapça bir kelim olup, yeryüzünde hareket eden canlıya denir. Allah (cc) kıyamet günü dünyada insanlara gönderdiği peygamberlerden başka, insan oğlunu yerden çıkarıp hayat verene kadar bir delil bir, konuşan meydana çıkarıp insanların arasında hazır eder. Ta ki Allah tarafından gelen ayetlerin manalarını onlara intikal ettirir. Yine Allah’ın rahmetinden inkâr edenlerin arzularını keser. Ayette bu yerden çıkan hüccetin “insan” ya da insandan başka bir şey olduğu belirtilmemiş olsa bile bunun bir insan olduğunu düşünmek daha doğru olacaktır. Kaideye göre uygun olan bu hüccetin bir insan olmasıdır. Yerden çıkan canlının, “melek” (Ruhani bir kuvvet) olması mümkün değildir. Bir hayvanın insana nasihat etmesi ve hüccet olması makul olamaz. Her zaman insanın kendi cinsinden kendisine hüccet olabileceği gibi kıyamet gününde yerden çıkan bu canlının da insan olması gerekir. Fakat şurası farklıdır ki, bu hüccet dünyaya gönderilen hüccetlerden başka olup kıyamet gününe mahsustur. İşte bu hüccet, zikredilen kelamı, mahşer ehline bildirip kıyamet gününde inkâr edenleri, hayret ve fevkalâde pişmanlığa salmaktan başka bir şey konuşmayacaktır.
“Dabbe” konusunda başka bilgi öğrenmek için tefsir kitaplarına bakabilir. Fakat oralarda canını sıkacak bir sürür bilgi ile karşılaşır.[476]
83/83- Kıyamet günü bir gündür ki, her ümmet içinden ayetlerimizi yalan sayanlardan bir cemaat toplarız da onlar toplu olarak (mahşere) sevk edilirler.
84/84- (Kıyamet gününü tekzip edenler) gelip hazır olunca, (Allah, onlara hitap edip) der ki: Siz benim ayetlerimi dürüst bir şekilde iyice inceleyip etraflıca kavramdan tekzip ettiniz öyle mi? Değilse yaptığınız ne idi? (Ne ile meşgul oluyordunuz? Siz boşuna yaratılmamıştınız.).
85/85- (İnkârcılar) yaptıkları haksızlıktan dolayı, (Allah’ın vadettiği azap) sözü gerçekleşmiştir; artık onlar (azaplarından dolayı özür dilemek için) konuşamazlar (konuşmaya takatları yetmez ki konuşsunlar.).
86/86- Bakıp görmediler mi ki, dinlensinler diye geceyi yarattık, ve (maaşlarını tedarik etmek, her şeyin iyi ya da kötü olduğunu fark etmek için) gündüzü apaydınlık yaptık. Şüphesiz bunda (gece ve gündüzün varlığında) iman edecek bir kavim için (Allah’ın tevhit ve kudretine delalet eden) delil ve burhanlar vardır.
87/87- (İnsan) suretlerine ruh üfleneceği gün, -Allah’ın diledikleri müstesna-, semalarda ve yerde bulunanlar hep korkuya düşüp vahşete kapılırlar. Bütün mahluk nihayet boyunları bükük oldukları halde arsa-i mahşere (Allah’ın huzuruna) gelirler.
88/88- (Resulüm!) Sen bu dağları görürsün bu dağlara bakarsın da, onları yerinde sabit durur sanırsın. Oysa onlar bulutların seyri gibi seyretmektedirler. Allah’ın bu harika sanatını (düşün ki) her şeyi sapasağlam yaratmıştır. Şüphesiz ki, O yaptıklarınızdan bihakkın haberdardır.
Tefsir:
Tefsirciler, yer kürenin sabit ve hareketsiz olduğuna diğer gök cisimlerinin ise hareketli olduğuna inanıyorlardı. Onun için bu ayetin tefsirinde yeryüzünün hareket etmesini, kıyametin kopmasına yorumlamışlardı. Fakat günümüzde anlaşıldı ki, ayetin dediği gibi yer sabit değil, ekseni etrafında ve güneşin etrafında dönüp duruyor. Allah’ın bu harika sanatını (düşün ki) her şeyi sapasağlam yaratmıştır.
89/89- Kim (kıyamet gününde Allah’ın huzuruna) bir hayırlı amel getirirse, ona (Allah katından) daha iyisi verilir. (Zikredilen amelin sahipleri) kıyamet gününün korkusundan emin olurlar.
90/90- Kim de (kıyamet gününde Allah’ın huzuruna) bir günah getirirse onların yüzleri cehenneme atılır (yüzleri girince arkadan geride kalan bedenleri de girer.). Sizler ancak ettiklerinizin cezasını çekmektesiniz, (denilir.).
91/91- (Resulüm! De ki:) “Bu (Mekke)şehrinin Rabbi Allah’a ibadet etmekle emrolundum ki, (Allah) o şehri (öz evinin orada olması dolaysıyla) hürmetli kılmıştır. [O beldeye hürmet etmek vaciptir] Her şey de zaten O’na aittir. Yine Allah’a halis bir şekilde itaat edenlerin ilki olmamla emrolundum.” [Zaten mükemmel bir akıl da bunu emretmektedir.]
Tefsir:
Her belde her şehir Allah’ındır. Fakat Mekke’nin bizzat kendisinin Allah’ın olduğunu söylemek Mekke’nin şeref ve hürmetini anlatmak içindir. Resulüllah (sav), Mekke’den Medine’ye hicret ederken Mekke’den uzak bir yerde yüzünü Mekke’ye çevirdi ve dedi ki: “Ey Mekke! Ben biliyorum ki, sen Allah’ın şehirlerinin arasında hepsinden O’na daha sevgili sensin. Eğer senin ehlin beni senden çıkarmasalardı hiç kuşkusuz senden ayrılmazdım.” Yine “Vatanı sevmek imandandır”[477] hadisinin hükmünü buna dayanarak istinbat etmek mümkündür. Acaba buradaki “vatan”dan kastedilen, ahret vatanı mıdır, yoksa dünya vatanını; orada yaşayan inanlara yardım etmek, dini korumak maksadı ile onu da korumak mıdır? Hangisi kastedilmiştir? Ahreti korumak kişinin kendine mahsus bir şeydir. Elbette anlaşılan o ki, maksat dünya vatanıdır. Çünkü Resulüllah (sav)’in, böyle büyük faydaları bırakıp şahsını düşündüğünü söylemek, hadisi buna hamletmek akıldan uzaktır.
92/92- “Ve Kur’an okumam emredildi.” (Resulüm!) Artık kim doğru yola gelirse, yalnız öz nefsi yararına gelmiş olur; kim de (Kur’an’a tabi olmayıp) hak yoldan kenara düşerse de ki: “(Dalalete düşmenizin bana bir zararı yoktur.) Ben sadece (benden önceki peygamberler gibi) uyarıcılardanım. (Her işinizde tasarruf sahibi Allah’tır.).”
93/93- (Resulüm!) De ki: “Bütün hamd Allah’a mahsustur. (Her hamdin mercii Allah’tır.). Tezdir ki Allah (mükemmel kudretine delalet eden) burhanlarını size gösterecektir. O zaman bu burhan ve delilleri (görüp) anlarsınız (ki Allah her şeye kadirmiş.). [Resulüllah (sav) Medine’ye hicret ettikten sonra, Müslümanlar gelip müşriklere galip oldular. Kureyş’in müşriklerini yendiler.] (Resulüm!) Senin Rabbin yaptıklarınızdan habersiz değildir.
Hamd olsun Neml sûresinin tefsiri tamam oldu. Bu sûrede anlatılan Süleyman (as)’ın hükümranlığı ve saltanatında Allah’ın mükemmel kudretine büyük deliller ve burhanlar vardır. Bu sûrede anlatılan kıssalardaki nükteleri anlamak insan için büyük bir saadettir. Fakat ne yazık ki insanlar, özellikle günümüzde Kur’an’ın nüktelerini anlamaktan çok uzak kalmışlardır. Ama yinede imkânlar ölçüsünde bu nüktelerden istifade edip ilcaat-ı zamana göre onlardan hükümler çıkartmakta fayda vardır.
Resulüllah (sav) buyurdular ki: Neml sûresini okuyan kimseye Allah (cc) on hasene verir ve kıyamet günü “Lâ ilâhe ill’allah” diyerek kabirden başını kaldırmayı nasip eder.[478]
Kasas sûresi Mekke’de nazil olmuştur. 88 ayet, 144 kelime ve 5455 harftir.
0/1- Bismillahirrahmanirrahim.
1/2-Tâ. Sîn. Mîm. (Bu surenin adıdır.).
2/3- Bu (sûrede zikredilen ayetler) apaçık Kitab’ın ayetleridir.
3/4- (Resulüm!) İman edecek bir kavim için Musa ile Firavun’un haberlerinden bir kısmını sana ciddi bir maksatla anlatıyoruz. (Bunlar öğüt dinleyenler için fayda verir. Çünkü inatkârlar bunlardan istifade edemezler.).
4/5- Çünkü Firavun (Mısır)yerinde gerçekten (zulmederek) azmış ve (Mısırlıları) nice fırkalara ayırıp (her birini bir şenî işte istihdam eylemişti.). [Firavun dönenimde mimarî çok ilerlemişti. Bunun için insanların çoğunu böyle imaretlerde ve ağır işlerde kullanıyordu. Şu an Mısır’da bulunan Mısır Piramitleri zamanın aşındırması karşısında üzerinden binlerce yıl geçmesine rağmen halen ayakta durmaları o zamanda imarın ne derece yüksek seviyede olduğunu göstermektedir.] Onlardan bir zümreyi (İsrail oğullarını) güçsüz buluyor, bunların oğullarını boğazlıyor, kızlarını ise sağ bırakıyordu. Belli ki o bozgunculardandı. [Mısır kâhinlerinden biri, İsrail oğullarından bir oğlan çocuğunun doğacağını, Firavun’un saltanatının onun elinde yılacağını söylemiştir. Onun için Firavun, İsrail oğullarından doğacak olan her erkek çocuğun öldürülmesini istemişti. Nitekim anlatılıyor.][479]
5/6- (Resulüm! Firavun İsrail oğullarını güçsüz görüp eziyor ama) Biz ise, (Mısır)yerinde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunmak, onları (insanlar için, din ve dünya işlerinde peygamberler ve hükümdarlar) yapmayı ve bir de onları (Firavun ve Kıptîler’in yerine) varis kılmayı istiyorduk.
6/7- Yine irademiz odur ki, Beni İsrail’den ötürü, (Mısır)yerinde onları (her bir tasarrufta bulunmaları için) hakim kılalım; Firavun ile Hâmân’a ve ordularına, onlardan (İsrail oğullarından gelmesini) korktukları şeyi gösterelim. [Firavun ve yanındaki büyükler, İsrail oğullarından çıkacak bir oğlan çocuğunun saltanatlarına son vereceğinden korkuyorlardı. Allah (cc) onlara Musa (as)’ı musallat edip özlerini helâk etti, saltanatlarını da paymal etti.][480]
7/8- (Resulüm! Musa doğunca) o esnada Musa’nın annesine “Onu emzir, kendisine zarar geleceğinden endişeye kapılırsan onu denize (Nil nehrine)[481] bırakıver, hiç korkup tasalanma. Çünkü biz onu tekrar sana vereceğiz ve onu peygamberlerden biri yapacağız” diye ilham ettik.
8/9- (Musa’nın anası onu bir sandık içinde Nil nehrine attı.) Nihayet Firavun ailesi onu yitik olarak aldı. Çünkü o, akıbet kendileri için bir düşman ve bir hüzün haline gelecekti. Şüphesiz Firavun ile (onun veziri) Hâmân ve askerleri yanılıyorlardı. [Musa’yı sandık içinde görünce, bu bizim tahtımızı yıkacak çocuktur diye öldürmek istediler. Firavun’nun hanımı Asiye ise buna engel oldu. Nitekim anlatılıyor:]
Tefsir:
Musa’nın anası, onu bir sandık içinde Nil nehrine atmıştı. Sandık gidip Firavun’un bahçesinde bir yere vardı. Firavun’un hizmetçileri sandığı bulup içinden çocuğu çıkardılar. Artık bu çocuk onların sonu olacaktı.
İnsan kıymetli bir şeyi bulunca onun sevinmesi gerekir. Yoksa niçin üzülsün! Firavun’un ayali onu kendilerine oğul olarak kabul ettiler. Ta ki, onlar için sevinç kaynağı olsun. Fakat Allah (cc) Musa (as)’ı onların saltanatını yıkmak için göndermişti. Onun için bu ayette, “kendilerine düşman ve hüzün olsun diye aldılar” ifadesi kullanılmıştır.
9/10- Firavun’un karısı (sandığın içinde erkek çocuk çıkınca kocasına:) “(Bu çocuk) benim ve senin için gözümüzün ışığı olur! Bunu öldürmeyin; (bu çocuğun simasında soylu bir iz var) olabilir ki, bize fayda sağlar ya da onu özümüze evlat ediniriz. (Bu çocuk öyle anlaşılıyor ki, hükümdar evladı olmaya layıktır.).” Halbuki bilmiyorlar(dı ki, Musa’dan onlara hiçbir fayda ve evlatlık olamayacaktır. Hata içinde olduklarını hiç anlamadılar. Musa’nın onların başına bir felaket getireceğin fark etmediler.).
10/11- Musa’nın anası (onu suya salar salmaz) dolanıp yüreği (ayrılığa dayanamayıp oğlunun hüznünden başka her şeyden)[482] boş bir hale geldi. (Akılsız cünun haline girdi.) (Resulüm!) Biz onun kalbini muhkem etmeseydik Musa’nın anası olduğunu açığa vuracaktı. (Onun için ağlayıp sızlayacaktı ve iş ortaya çıkacaktı. Biz onun kalbini muhkem ettik ki ona vermiş olduğumuz vadi tasdik edip)[483] müminlerden olsun. [Allah ona vadetmişti ki, Musa’yı sana geri getireceğim.].
11/12- (Musa’nın anası onu suya attıktan sonra, kalbi ondan emin olmadı,) kızına (yani Musa’ın bacısına) dedi ki: Musa’ın dalınca git (bak ki, Musa’ya ne olacak). O da, onlar farkına varmadan uzaktan kardeşini gözetiyordu.
Tefsir:
Musa’nın bacısı, köle ve cariyeler arasında Firavun’un bahçesine girdi. Hiç çaktırmadan Musa’ın başına gelecekleri takip ediyordu. Baktı ki, Musa’yı sandık içinden çıkardılar. Oradan gidip anasına haber verdi. Annesi onun Firavun’nun eline düştüğü haberini alınca aklı başından gitti nerede ise delirecekti. Nitekim yukarıdaki ayette de anlatılmıştı. Tekrar bacısı Firavun’un sarayına geldi. Yine baktı ki, çocuk için süt annesi arıyorlar. Fakat Musa kendisine gelen dadılardan hiçbirinin göğsünü tutmuyor. Nitekim gelen ayette anlatılacak:
12/13- Biz (annesine geri vermezden) önce onun süt anlarının sütünü kabulüne müsaade etmedik. Bunun üzerine bacısı, “Size, onun bakımını sizin adınıza yüklenecek, hem de ona iyi davranacak bir aile göstereyim mi? dedi.
Tefsir:
Musa’nın bacısından bu sözleri duyuca, dediler ki, gidip hemen o kadını buraya getir. Anında gidip annesini getirdi. Musa (as) annesinin kokusunu alınca hemen annesine doğru aktı ve sütünü emmeye başladı. Musa’nın anasına:
—Sebep nedir ki, bu çocuk senden başka kimsenin göğsünü tutmadı. Hiç bir kadının sütünü almadı?
— Ben temizliğine dikkat eden ve bundan dolayı kötü kokmayan bir kadınım. Bu yüzden her çocuk benim göğsümü tutar.[484]
Ondan sonra Musa’nın anasına belli bir ücret tayin ettiler.[485] O da, çocuğunu alıp evine gitti ve kalbi yatıştı. Allah (cc) vadetmişti ki, senin çocuğunu tekrar sana iade edeceğim. Allah vâdini yerine getirdi. Nitekim buyuruyor:
13/14- Musa’yı (annesine vadettiğimiz gibi) gözü aydın olsun, tasalanmasın ve Allah’ın vâdinin gerçek olduğunu bilsin, diye anasına iade ettik. Lakin insanların çoğu (Allah’ın vâdinin doğu olduğunu, verdiği söze vefa edeceğini) bilmezler, (onun için Allah’ın vâdinden şüphe ediyorlar.).
Tefsir:
Musa (as) iki yaşını doldurunca sütten kesildi. Artık Firavun’un evinde eğitilmeye başlandı. Firavun’un oğullarından biri gibi kabul edildi. Kırk yaşına[486] girip şehirden çıktı ve Mısır’a doğur giderken, Tur-i Sina’da peygamberlik verildi. Onun ayrıntıları bundan sonra gelen ayetlerde anlatılacaktır.
14/15- Musa, rüştüne erince (kuvvetini bulup, akl-ı kâmil olunca), biz ona (peygamberlikten önce)[487] dinde derin bir anlayış ve ilim verdik. (Musa’ya ihsan ve lütufta bulunduğumuz gibi) böylece ihsan sahiplerini de mükâfatlandırırız. [Bu ayette Musa (as)’ın akıbeti mücmel bir şekilde anlatılıp şimdi ise ayrıntılarıyla anlatılacaktır.]
15/16- Musa, halkının (öz evlerinde rahat olup şehirde olup-bitenlerden) habersiz olduğu bir sırada şehre girdi. [O zaman Mısır’ın başkenti, şu an başkent olan Kahire’den bir nice mil uzaklıkta bulunan Menf/Menfis[488] şehri idi. Şimdi harabeleri mevcuttur.] Orada, biri kendi tarafından (Beni İsrail’den), diğeri düşman tarafından (Kıptîler’den) olan iki adama birbiri ile dövüşürken rast geldi. [O devirde Kıptîler devlet sahibi oldukları için Beni İsrail’i çok küçümsüyorlardı.] Kendi tarafından olanı, düşmana karşı ondan yardıma çağırdı. (Musa, baktı ki, Kıptî, İsraillîye zulmediyor. Onun zulmünü defetmek için) Ötekine bir yumruk indirip ölümüne sebep oldu. (Kıpti hemen oraya yıkıldı. Musa’nın maksadı onu öldürmek değildi. Kıptî’nin öldüğünü görünce) “Bu şeytanın işidir. Şeytan kesinkes insanı dalalete salan aşikâr bir düşmandır,” dedi.
16/17- Musa: Ey benim Rabbim! Hakikat ben (onun ölümüne sebep olmakla) öz nefsime zulmettim. Beni bağışla. (Kıptînin bir zalim olması sebebiyle)[489] Allah, Musa’yı bağışladı. Şüphesiz Allah (tevbe edenleri) bağışlayan ve merhamet edendir.
Tefsir:
Kıptî müşrik idi. Müşrik kimsenin Allah yanında hiçbir hürmeti yoktur. Bunun için Allah (cc) Musa (as)’ı bağışladı. Fakat ayette “bağışlamak” ifadesinden anlaşılan o ki, müşrik olsa bile sebepsiz yere haksız bir şekilde insan öldürmekte günah ve taksir vardır.[490] Onun için bu konu dikkatle düşünülmelidir.
17/18- Musa: Ey benim Rabbim! Bana lütfettiğin nimetlere ant olsun ki, artık suçlulara asla arka çıkmayacağım, dedi.
18/19- Şehirde korku içinde, dolanıp etrafı gözetti. Bir de ne görsün, dün kendisinden yardım isteyen kimse feryat ederek yine ondan yardım istiyor. Musa ona dedi ki: “Gerçekten belli ki sen apaçık bir azgınsın” (her gün biri ile kavga ediyorsun.).
19/20- Musa, (İsrailliye kızdıktan sonra yine de ona acıyıp), ikisinin de düşmanı olan kişiyi (Kıptî’yi) yakalamak isteyince, (Musa, İsailli’ye daha önce “sen azgın bir adamsın” dediği için zannetti ki beni dövecek. Bu yüzden kendini savunmak için yine kendine yardım için gelen Musa’yı yanlış anlayıp)[491] dedi ki: “Ey Musa! Dün bir cana kıydığın gibi, bana da kıymak mı istiyorsun? Demek arabuluculardan olmak istemiyor da, bu (Mısır)yerinde ille de haksızlık edip hiçbir işin akıbetini düşünmeyenlerden[492] olmayı arzuluyorsun sen!”
20/21- [İsraîlî, Musa (as)’a bu sözleri diyince Kıptî’nin katilinin Musa olduğu her tarafta duyuldu. Firavun devlet erkânını toplayıp onun öldürülmesin karar verdiler.][493] Şehrin öte başından bir adam koşa koşa geldi: “Ey Musa ileri gelenler seni öldürmek için hakkında plân kuruyorlar. Derhal bu şehirden çık! (Bir tarafa git.) İnan ki, ben seni acıyanlardanım.[494]
21/22- Musa koku için, (etrafı) gözetleyerek oradan çıktı. “Ey benim Rabbim! Bu zalim olan kavimden (Kıptîler’den) beni kurtar.” Dedi.
22/23- (Musa, Mısır’dan çıkıp) Medyen’e doğru yöneldiğinde: “Ümidim var ki, Rabbim beni doğru yola iletir.” diye yardım istedi. [Allah (cc), onun duasını kabul buyurdu. Medyen yolunu tutup gitti. Nitekim anlatılıyor.]
23/24-Musa, Medyen suyuna varınca, (hayvanlarını sulayan) bir çok insana rast geldi. Onların gerisinde de (hayvanlarını suyun olduğu yerden) geri toparlayan iki kadın gördü. [Musa çok gayretli bir peygamberdi. Orada bir zulüm olduğunu hemen fark etti.] Gelip onlara: “Derdiniz nedir? (Niçin bu hayvanları su içmeye bırakmıyorsunuz?).” dedi. Şöyle cevap verdiler: “(Biz kadın olduğumuz için erkeklerin arasına girmeyiz.) Çobanlar sulayıp çekilmeden biz (hayvanlarımızı) sulamayız; atamız da çok yaşlıdır. (Hayvanları sulamaya gücü yetmediği için bu işi biz yapıyoruz.)”
24/25- Musa (onlara acıyıp) onların yerine (hayvanlarını) suvardı. Sonra (yorgun aç bîilaç)[495] gölgeye çekildi ve: Dedi, Ey benim Rabbim bana indireceğin her hayra (az ya da çok)[496] muhtacım.
Tefsir:
Musa (as), Şuayb (as)’ın kızlarına yardım etmişti. Kendisi hem yolun yorgunluğu hem de açlıktan düşecek haldeydi. Fakat mazlum birine yardım söz konusu olunca her hal u kâr da onlara yardım etti. Aç olmasına rağmen onlardan bir şey de istemdi.
Şuyab (as)’ın kızları tez beri hayvanlarını sulayıp babalarının yanına dönmüşlerdi. Hem de çok sevinmişlerdi. Şuayb onlara, bugün neden tez geldiklerini sordu. Onlar babalarına:
— Orada bir salih kimse bize rast geldi. Bize acıyıp hayvanlarımızı suvardı. Onun için tezden işimizi bitirip geldik.
Şuayb kızlarından birine:
—Gidip o kimseyi bana çağırın. Nitekim ayette anlatılıyor:
25/26- (Babalarının isteği üzerine, Şuayb’ın) o iki kızından biri utana utana yürüyerek ona geldi: Babam, dedi, bizim yerimize (hayvanları) suvarmanın karşılığını ödemek için seni çağırıyor. Bunun üzerine Musa, ona (Şuayb’a) gelip başından geçeni anlatınca o: Hiç korkma, o zalim kavimden kurtuldun, dedi.
Tefsir:
Bu istek üzerine Musa (as) arkada, Şuayb’ın (as) kızı ise öne düşerek yola koyuldular. Biraz yürüdükten sonra, Musa (as) baktı ki, önünde giden o bayanın elbisesi, rüzgarın da tesiri ile bedenine yapışıyor ve bedenini belli ediyor. Bu durumdan hoşlanmadı ve Şuayb’ın kızında dedi ki: Sen benim dalımca gel. Sonra arkadan yolu bana işaret edersin. Bu hal üzere Şuayb’ın huzuruna vardılar. Sonra Musa (as) başından geçenleri ona anlattı. Ve Şuayb (as), ona, kurtulduğunu söyledi.
26/27- (Şuayb’ın) iki kızından biri: “Babacığım onu ücretle (çoban) tut. Ücretle tutacağın en iyi kimse, bu en kuvvetli ve emin bir kişidir.”
Tefsir:
Şuayb kızına:
—Onun kuvvetli ve emin biri olduğunu nereden biliyorsun?
—Kuvvetini, hayvanlarımızı suvarırken gördüm. Çünkü on kişinin çekemediği bir su kabını o tek başına çekmişti. Emin olmasını ise, yolda gelirken yolu göstermek için ilkönce önde ben yürüyordum. O, bana, arkada yürümemi söyledi. Bunun üzerine ben onun dalınca yürüdüm ve ona yolu gösterdim.[497]
27/28- (Şuayb yüzünü Musa’ya döndü ve) dedi ki: Bana sekiz yıl çalışmana karşılık şu iki kızımdan birini sana nikâhlamak istiyorum. (Yani o kızımın mehri, bana sekiz yıl hizmet etmendir.) Eğer on yıla tamamlarsan o da senin tarafından (hayır ve ihsanındandır.); yoksa benim iradem seni zahmete salıp (on yıl hizmet etmeyi sana kesin bir emir vermek değildir.). İnşallah beni (sözü sohbeti dinlenir, ahdine vefa eder) kimselerden bulacaksın.
28/29- Musa şöyle cevap verdi: “(Yaptığın) bu şart, benimle senin aranda (sabit ve muhkem kalsın. Hiçbirimiz bu şartlardan vazgeçmeyelim.) Bu iki süreden hangisini doldurursam doldurayım (seçim bendedir. Şayet sekiz yılı doldurursam sakın bana on yılı da tamamla diye) fazlasını (o iki yılı da istemekle) haksızlık olmasın!
Tefsir:
Aralarındaki sözleşmeden sonra Şuayb (as) Saburâ/Safurâ adlı kızını Musa ile nikâhladı. Musa (as), Şuayb’ın hayvanlarını gütmekle meşgul oldu. Şuayb Musa’ya başı eğri bir ağaç verdi. O ağaç Musa (as)’ın peygamberliğinin verildiği ağaç olmakla aynı mucize oldu. Şuayb (as), Musa’yı bir yıl daha yanında tuttu. Buna karşılık o yıl ki güttüğü koyunların balalarını ona bağışladı. Bir yıl geçince Şuayb (as) sözünde durup o koyunların yavrusunu ona bağışladı.[498]
29/30- Artık Musa (sözleşme) süresini doldurup ailesi ile yola koyulunca, yol esnasında (gece vakti soğuk bir havada onlara ateş lazım oldu. O arada) bakıp Tûr tarafında bir ateş gördü. Ailesine: “Siz (burada) durun; ben bir ateş gördüm (onun tarafına gideyim), belki oradan size ya bir haber, ya da ısınmanız için o ateşten bir parça getiririm.” dedi.
30/31- Musa gidip ateşe yetişince, o mübarek yerdeki, vâdinin sağ kıyısında (baktı ki, oradaki taze bir ağacı ateş sarmış, fakat ateş ağaca hiç tesir etmiyor. Buna çok hayret edip yine baktı ki, ateş yukarı doğru çekiliyor, hayreti iyice arttı. Tam o sırada) ağaç tarafından kendisine şöyle seslenildi (çağıran Allah idi): “Ey Musa! Bil ki, ben alemleri terbiye eden Allah’ım”
31/32- (Ey Musa!) “Âsa’nı at!” (Denildi). Musa (attığı) âsayı yılan gibi deprenir görünce, dönüp (korkusundan) arkasına bakmadan kaçtı. (Allah ona) Ya Musa! Dön bize gel, korkma. Sen bizim yanımızda emanda olan kimselerdensin. [Musa, Allah’ın emri ile dönüp ejderhayı eline alınca tekrar âsa oldu.]
32/33- (Ey Musa!) Elini koynuna sok, kusursuz (baras gibi hastalıklardan uzak)[499] bembeyaz (güneş gibi ışıklı bir el)[500] çıkacaktır. (Ey Musa! Âsa’nın ejderha olmasından, elin böyle ışık saçan nurani el olmasında çıkan) korkudan dolayı elini kalbine koy ki (korkusu yatışsın. Korkun izale olsun.)[501] İşte bu ikisi (ışıklı el ve ejderha olan âsa) Firavun ve onun adamlarına karşı Rabbin tarafından (O’nun hak olduğuna dair) kesin iki delildir. (Gidip onları Allah’a davet et.). Çünkü onlar fasık bir cemaat olmuşlardır.
33-34/34- Musa dedi: “Ey benim Rabbim! Ben onlardan birini öldürmüştüm, (eğer onların arasına gidip dâvet edersem) beni öldürmelerinden korkuyorum. Kardeşim Harun’u ki, onun dili benden fasihtir. Onu da beni doğrulayan bir yardımcı olarak benimle gönder. Zira korkum o ki beni tekzip ederler.”
35/35- Allah buyurdu ki: “(İsteğini kabul ettik) Senin pazularını kardeşinle destekleyeceğiz ve size öyle bir kudret vereceğiz ki, onlar (ne Firavun ne de kavmi) size ilişemeyecekler. (Şimdi size verdiğimiz) mucizelerimizle (onlara gidin.)[502] siz ve size tabi olanlar galip olacaksınız.”
36/36- Musa onlara (doğruluğu zahir ve) aşikâr olan mucizelerimizle gelince: “(Ey Musa!) dediler, bu olsa olsa uydurulmuş bir sihirdir. (Kendin yakıştırıp Allah’a da isnat ediyorsun.). Biz önceki atalarımızdan böylesini işitmemiştik.”
Tefsir:
Kıptîlerin bu sözleri, onların mağlup olduklarına delildir. Çünkü sihre isnat etmeleri onların aciz kaldığını gösteriyor. Mekkeliler de Resulüllah’ın (sav), karşısında duramayıp Kur’an-ı Kerim’e sihir demişlerdi. Halbuki, Musa’nın âsası karşısında onlarda bir şey getirip onu mağlup etmeliydiler. Fakat bunu yapamayacaklarını iyi biliyorlardı. Mekke müşriklerdi de Kur’an’a karşı çıktıklarına göre onun bir mislini getirmeliydiler. Fakat onlar da bunu yapamayınca acizliklerinden bütün bu açık mucizeleri sihre isnat ettiler.
37/37- Musa şöyle dedi: “Rabbim, kendi katından kimin hidayet getirdiğini ve hayırlı akıbetin kime nasip olacağını en iyi bilir. (Siz Allah’a iftira ettiğimi söylüyorsunuz. Allah, benim doğru mu yoksa yalan mı konuştuğumu çok iyi biliyor. Siz böyle yapmakla zulmediyorsunuz.) Kesinkes zalimler iflah olmazlar.”
38/38- [Musa (as), Firavun ve onun kavmini Allah’a davet etti ve Allah’ın verdiği mucizeleri onlara gösterdi. Firavun buna karşı aciz kaldı, Musa’ya cevap verecek yerde kavmine dönüp konuşmaya başladı.] Dedi ki: Ey ileri gelenler! Ben sizden ötürü özümden başka bir ilâh bilmiyorum. Ey Hâmân! Benim için çamura ateş yak (ve tuğla kiremit yap ve bunlarla) bir kule inşa et ki, (yukarılara çıkıp) Musa’nın ilâhına muttali olayım. Ama sanı yorum ki, o (“semaları yaratan yegâne Allah’tır” iddiasında. ) mutlaka yalancılardandır.
Tefsir:
Firavun, Musa (as)’ın sözlerine kesinkes inanmamıştı. Allah’ın da göklerde olacağını tahmin ediyordu. Musa (as)’ın “Benim Rabbim semaları ve yeri yaratandır” sözünden, o, Allah’ın göklerde olabileceği hayalini kuruyordu. Çünkü Hz. Musa, ona hiçbir zaman Allah’ın göklerde olduğunu söylememişti. Zaten bu da bir peygamberin söyleyeceği bir şey değildi. Bu mülâhazasından dolayı Firavun, veziri Hâmân’a bir kule yaptırmasını istemişti. Böylece onun ucuna çıkıp semalarda Allah’ı araştıracaktı (!)
.Firavun’un cehalette en yüksek tabakada olduğuna bundan daha başka delil aramaya gerek var mıdır? Ki kendilerinin yapmış oldukları bir kuleye çıkıp kâinatı yaratan Allah’ı bularak O’nun ahvalin anlamaya çalışıyorlar. Herhalde Firavun, halkına böyle bir şeyi teklif etmekle onlarla alay ediyordu. Onların ahmaklıklarını bir kez daha ortaya koymak istiyordu.. yanı bununla Musa (as)’a bir gönderme de bulunuyordu; Ey Musa! Bak ki, şu insanlara, ben onlara bu teklifi yaparken içlerinden biri kalkıp demiyor ki, “sen bir kule yapmakla alemlerin Rabbi Allah’ın nasıl bulacaksın?” Ey Musa! Sen bu ahmak toplumdan ne bekliyorsun!
Bu konuyla alakalı bir hikâyeyi anlatmak istiyorum:
Ariflerden biri Şam’a gider. Çarşıda pazarda gezerken elinde bir şeyler atıştırır. Onu tanıyan kimselerden biri ona:
— Çarşıda gezerek bir şeyler yemek insanlık vasfına yakışmaz.
—Sen bunların insan olduklarını hayal ediyorsun. Bunlar sığırdırlar. Hem de bunu sana ispat ederim.
Bu arif kimse bir meydanda dayandı. Kafadan bir hadis rivayet edecekti. İnsanlara hadis rivayet edeceğini ilan etti. Onlar etrafına yığıldılar. İyice sayıları çoğalınca onlara, yakıştırdığı hadisi rivayet etmeye başladı:
—Ey cemaat! Filan kes, filan kesten, o da filan kesten (her bir rivayete bir isim taktı) o da Resulüllah’tan rivayet edip diyor ki: “Her kimin dilinin ucu burnunun ucuna değerse o kimse cennetliktir.”
Arif insan oradakilerin bir sığır olduğunu ispat etmeye çalıştığı kimseye dönüp dedi ki:
—Hele etrafına bir bak.
Bakınca bir de ne görsün orada bulunan yüzlerce mahlukun (!) hepsi dillerini çıkarıp burunlarının ucuna ulaştırmaya çalışıyorlar. Hem de birbiri ile tartışıyorlar: Biri, diyor benim dilim yetişti. Diğeri diyor, seninki yetişmedi belki benimki yetişti. Böylece bir sürü dedikodu meydana geldi. O kimse onları o halde bırakıp yoluna devam etti. Oradaki halkın bir sığır olduğunu ispata çalışan arif kimse diğerine:
—Gördüm mü bu insanların nasıl bir sığır olduğunu! Bu insanlar hakikatte insan olsalardı, benim bu sözüme karşı çıkarlardı. En azından içlerinden biri derdi ki: “İn oradan aşağı, Allah’ın düşmanı! Sen Resulüllah’a nasıl iftira edersin.
Bu hikâyeyi yazan müellif diyor ki, günümüzde o kadar insan vardır ki, onlardan daha beterdir. Resulüllah’ın esas sahih hadislerini bir kenara bırakıp kendi dedikleri sözlere tabi oluyorlar. Hakkı söyleyen, hakkı soran kimseleri de yalancı sayarlar. Bu insanlar yalan yanlış sözleri ile halkı dalalete salıyorlar. Aynı zamanda bu türlü insanlar, dinin esas emirlerini bir kenara bırakıp halkın hoşuna giden sözleri söyleyerek onlara cennetler dağıtıyorlar. Aynen dilini burnunun ucuna ulaştırmakla cennete gideceğini sanan insanlar gibi. (Allah’ım ne yaman bir zaman kaldık.)
Aslında anlatmış olduğumuz bu hikâye bir antre parantez cümlesi idi. Firavun halkı ile alay etmek için böyle bir kulenin yapılmasını istemiştir. Aslında kendisi de onlardan bir cahil idi. Eğer Firavun akıllı olsaydı, şerefli aklı kullanır da böyle gülünç bir duruma düşmezdi. İnsan cahilliğin doruğuna ulaşınca artık ahmakça işler tutmaya başlar...
39/39- Firavun ve askerleri, yeryüzünde (Mısır’da) hakları olmadığı halde büyüklük tasladılar ve kesinlikle bize döndürülüp (hesaba çelmeyeceklerini) sandılar.
40/40- Biz de onu ve askerlerini yakalayıp (bir kimsenin lüzumsuz taşları fırlattığı gibi) onları denize fırlatıverdik. (Resulüm!) Bak ki, zalimlerin akıbet emirleri nice oldu!
41/41- Onları, (insanları) ateşe çağıran öncüler kıldık. (Yani onların adlarını ateş-davetçileri diye adlandırdık. Bir fark var ki, cennete davet eden öncülere Allah yardım edecektir. Fakat) kıyamet günü cehennem davetçilerine yardım edilmez.
42/42- (Resulüm!) Bu dünyada onların arlarına lanet taktık (herkes onları lanet edecek). Onlar kıyamet gününde de suratları çirkinleştirilmişlerden olacaklardır.
43/43- Muhakkak ki biz, (Nuh, Ad ve Semud kavimleri gibi) ilk nesilleri yok ettikten sonra, düşünür de belki öğüt alırlar (hak dine girer muvahhid olular) diye, insanlar için aşikâr deliller, hidayet rehberi ve rahmet olarak o Kitab’ı (Tevrat’ı) vermişizdir.
44/44- (Resulüm!) Musa’ya emrimizi vahyettiğimiz sırada, sen Tur’un yanında değildin.
[Musa’ya vahiy Tur’un batı yakasında nazil oldu. Tevrat’ı orada aldı.] (Resulüm! Musa, Tevrat’ı almak için öz kavminden yetmiş
kişiyi seçip Tur-i Sina’ya vardığında) sen
onları gören de değildin. (Ki,
Musa’ya Tevrat’ın inişini görüp ona gelen vahyi bilesin. Sen bunları Kur’an’da
anlattığına göre, bu Kur’an sana Allah tarafından vahiy ile gelmiştir. Senin
kendinden değildir.).
45/45- (Resulüm! Musa’ya vahiy verdiğimiz zaman ile sana vahiy gönderdiğimiz zaman arasında) belki, biz nice nesiller inşa ettik de, onların üzerinden uzun zamanlar geçti. (İlim yok olup cehalet yaygınlaşınca seni gönderdik. Her bir ilim ve hikmeti.. ezcümle geçmiş peygamberlerin kıssalarını sana öğrettik. Yoksa sen nereden bilecektin. Öyle ise neden bu müşrikler seni kabul etmiyorlar! ) Sen ayetlerimizi kendilerinden okuyarak öğrenmek üzere Medyen halkı arasında oturmuş da değilsin; aksine onları (o kıssaları sana) gönderip (öğreten biziz.).
46/46- (Resulüm! Musa’ya) seslendiğimiz zaman da, Tur’un yanında değildin. Bilakis senden önce (İsa’dan buyana)[503] uyarıcı (peygamber) gelmeyen bir kavmi (Kureyş cemaatini) uyarman için Rabbinden bir rahmet olarak (orada geçenleri sana bildirdik.). (İrademiz o ki, müşrikler bu kıssaları) belki düşünür öğüt alırlar (da şirki terk ederek muvahhid olurlar.).
47/47- Kendi yaptıkları yüzünden başlarına bir musibet geldiğinde (inkârcıların kıyamet gününde): “Rabbimiz! Ne olurdu bize bir peygamber gönderseydin de, ayetlerine tabi olup müminlerden olsaydık” (türünden sözleri) söylemeleri olmasaydı, (Resulüm, biz hiçbir peygamber göndermezdik. Onlar bu sözleri kıyamet günü bize diyecekler. Onun için bizde işin başında bu dünyada onlara peygamber gönderdik ki, cehennemden kurtulmaları için dayanacakları hiçbir delilleri kalmasın.).
48/48- Fakat onlara (Mekke ehline) tarafımızdan o hak (peygamber) gelince (nutukları tutuldu, onun karşısında hiçbir şey yapamadılar, onun için), “Musa’ya verilen (mucizeler) gibi ona da verilmeli değil miydi? (Ta ki, ona iman edelim)” dediler. [Allah (cc), onlara cevap veriyor.] Peki daha önce (Musa zamanında yaşayanlar) Musa’ya verileni de inkâr etmemişler miydi? (Onlar mucizelere inanmayıp kâfir oldular.[504] Musa zamanında olan inkârcılar, Musa ve Harun için[505]:) “Birbirini destekleyen iki sihir” demişler ve şunu söylemişlerdi: “Doğrusu biz hiçbirine inanmıyoruz.”
49/49- (Resulüm! O müşriklere) de ki: “Eğer (bu kitaplar Allah’tan gelmemiştir, iddianızda) doğrulardansanız, Allah nezdinden bu ikisinden (Kur’an ve Tevrat’tan) daha doğru bir kitap getirin de ben ona inanayım”
50/50- (Resulüm!) Eğer sana cevap veremezlerse (ki elbette vermezler, senin dediğin kitabı getiremezler.), bil ki, onlar (küfür ve dalalete tabi olmakta hiç bir delil ve burhanları yoktur.) sadece heveslerine uymaktadırlar. Allah’tan hiçbir hidayeti olmadan kendi hevesine tabi olandan daha sapık kim olabilir! Allah zalim cemaati hidayet etmez. (Bir cemaat ki, dinî emirlerde kendi arzularına uymuşlar, o cemaattan ötürü Allah’tan nasıl hidayet olabilir?)
51/51-Hakikaten biz, ayetlerde (sevap-ceza, nasihat, öğüt ve geçen peygamberlerin kıssaları.. gibi konuları) müşriklerden ötürü birbiri dalınca (Kur’an’da) açıklamışızdır. İrademiz bu oldu ki, (her kes kendi ihtiyarları ile) söz dinleyip (tevhide inansınlar.).
52/52- [Bu ayet, Resulüllah (sav) Medine’ye hicret ettikten sonra Ehl-i Kitap’tan Müslüman olanların hakkında daha Mekke’de iken nazil oldu.][506] Ondan (Kur’an’dan) önce kendilerine (Tevrat ve İncil gibi) kitap verdiklerimiz, Kur’an’a da iman ederler. (Siz ey Mekke ehli! İman eden Ehl-i Kitap, hem kendi kitaplarına hem de size ve onlara inen Kur’an’a inanırken siz neden inanmıyorsunuz?).
53/53-
Onlara (İman eden Ehl-i Kitab’a Kur’an) okunduğu zaman: “Ona iman ettik. Çünkü o Rabbimizden gelmiş bir
gerçektir. Esasen biz (bu Kur’an
nazil olmadan) önce de (Allah’a) itaat edip muvahhid olanlardan idik. (Bu Kur’an tevhidi emrettiğine göre ona da iman edip tasdik ettik.).”
derler.
54/54- (Resulüm!) İşte onlara (iman eden Ehl-i Kitab’a, sair Ehl-i Kitab’ın ve müşriklerin eziyetlerine)[507] sabretmelerinden dolayı, mükâfatları iki defa verilecektir. Bunlar kötülüğü hoşgörü[508] ile savarlar, kendilerine vermiş olduğumuz rızktan da (Allah yolunda) infak ve ihsan ederler.
55/55- Onlar (Ehl-i Kitap’tan iman edenler), boş söz işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler (hiç ağızlarını bozmazlar) ve “Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz de size olsun. Tarafımızdan selamet kalın (biz size karşılık vermeyeceğiz.). Biz, sizin gibi cahillerle ( arkadaş olup sohbet için) eğleşip durmayız. [Burada Medine’de iman eden Ehl-i Kitab’ın vasıfları tamam oldu. Resulüllah (sav) bu ayetleri Mekke’de okumuştu. Medine’ye geldiği zaman bir mucize olarak aynen bu vasıfta nice Ehl-i Kitap iman etmişlerdir.]
56/56- (Resulüm!) Sen sevdiğini hidayete eriştiremezsin; bilakis, Allah dilediğine (öz amelinin sebebiyle) hidayet verir ve hidayet girecekleri de en iyi O, bilir. (Sen kendine eziyet verip hidayete layık olmayanları hidayete getirmek için abes yere meşgul olma.).
Tefsir:
Tefsircilerden Zeccac (311/923), diyor ki: Bu ayetin Ebu Talib hakkında indiğine dair icma vardır.[509] Ebu Talib vefat ederken şunları söylemiştir:
Ebu Talib vefat edeceği sırada Beni Haşim yanına toplandılar. Ebu Talib onlara:
—Ey Beni Haşim! Muhammed’e itaat edip onu tasdik edin. Kurtuluşa erersiniz.
Resulüllah (sav), bu arada amcasına:
—Amcacığım! İnsanlara nasihat ediyorsun ama, kendini terk ediyorsun.
—Kardaş oğlu benden ne istiyorsun.
—Lâ ilâhe ill’allah de, ben onunla, kıyamet günü denin için şahadet edeyim.
—Kardaş oğlu! Hakikaten ben, biliyorum ki, senin sözlerin doğrudur. Lakin korkuyorum arkamdan şunu derler: Ebu Talib ölürken zayıf düşüp dininde sabit kadem olmadı. Eğer sana ve senin atan Muttalib oğullarının benden sonra benim hakkımda gam ve kederleri ve Kureyş’in lanet etmesi olmasaydı elbette senin istediğin kelimeyi diyip senden ayrılırken senin gözünü aydınlık ederdim. Çünkü görüyorum ki, senin bana bu konudaki ısrarlı nasihatin ve o kelimeyi demem için çırpınman, benim o kelimeyi dememle büyük bir sevince dönüşecektir.[510]
Bundan sonra Ebu Talib şu şiirleri okudu:
“Geçekten bildim ki, Muhammed’in dini, din
olarak yeryüzünün en hayırlı dini.
Şayet kınama ve sövme korkusu olmasa
elbette beni bunda aşikâr bir müsamahakâr bulacaktın.”
Lakin ben büyüklerimin dini.. Abdulmuttalib’in.. Abdumenaf’ın dini üzere ölüyorum... Ebu Talib hemen orada vefat etti. Ayet bundan sonra nazil oldu.[511] Müellif diyor ki, Zeccac gibi bir kısım insanlar Müslümanların icmaından çıkıp Ebu Talib’in Hz. Peygamber (sav) hakkında nakledilen şiirlerine bakarak onun iman ettiğini söylüyorlar...
57/57- (Resulüllah’a) “Biz seninle beraber tevhide[512] (Allah’ın birliğine) uyarsak, yurdumuzdan oluruz.” dediler. [Allah (cc) onlara cevap veriyor.] Biz onlara kendi katımızdan bir rızkı olarak her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği, hürmetli ve emin bir yere (Mekke-i Mükerreme’ye) yerleştirmedik mi? Lakin insanların çoğu (cehalette kalmaları sebebiyle o rızkların bizim tarafımızdan geldiğini) bilmezler. (Başka sebeplere verirler. Bilselerdi kuşkusuz şunu anlarlardı ki, korku da güven de Allah’tandır. O vakit gelir iman ederlerdi.).
Tefsir:
Bu ayet, Haris b. Osman b. Nevfel b. Abdimenaf ve onun tabileri hakkında nazil olmuştur. Ayette de haber verileceği üzere bunlar gelip, Resulüllah’a (sav) dediler ki: Biz biliyoruz sen hak peygambersin. Her sözün haktır. Fakat senin dinine girdiğimiz takdirde, kabilemizin küçük olmasından dolayı diğer Araplar gelip bizi yerimizden Mekke’den ederler. Onun için bu korkudan dolayı sana iman etmiyoruz.[513]
İşte bu kabile, yurtlarından atılırlar diye Resulüllah’a (sav) iman etmekten çekiniyorlardı. Halbuki, müşrik olmalarına rağmen Allah (cc) onları senelerce öz evinin yanında besledi. Onlara güven verdi ve her çeşit nimeti oraya akıttı.
Fakat onlar İslam’a girecek değillerdi. Onun için böyle bir bahane bulmuşlardı.
58/58- (Resulüm!) Biz, konforlu hayatları kendilerini şımartmış nice memleketi helâk etmişizdir. İşte boş kalmış harabeleri! (Sizler oralardan geçip görüyorsunuz.). onlardan sonra oralarda oturan olmamıştır. Ancak (gelip geçen) az miktarda (misafirler, yine yollarına devam etmek için konaklarlar.)[514] (Resulüm! Onları helâk ettikten sonra) Biz özümüz (onların meskenlerine, yerlerine) varis olduk.
59/59- (Resulüm!) Rabbin, kendilerine ayetlerimizi okuyan (ve hükümlerimiz açıklayan) bir peygamberi memleketlerin ana merkezine göndermedikçe, o memleketleri helâk etmez. Yine (kendilerine peygamber gelip, onları dâvet ettikten sonra, itaat etmeseler bile) o memleketleri helâk etmeyiz. Ancak (hem gelen davete uymazlar, hem de )[515] zulüm yaparlarsa (o zaman helâk ederiz.).
Tefsir:
Allah (cc), bir millet zulüm işlemedikçe onları helâk etmez. Bu ayette de olduğu gibi bir milletin helâk olmasında en etkin rolü onların iman etmemeleri değil de zalim olmaları oynamaktadır. Adlarını Müslüman koyup zalimlik yapmayı kendilerine karakter ve şiar edinenler bu ayete bakıp biraz haya etsinler. Ki Allah (cc), müşriklere zalim olmadıkça azap göndermiyor. Bu yüzden insanlar hangi dine ve hangi mezhebe mensup olursa olsunlar şayet helâk edilirlerse kendi zulümleri yüzünden helâk olmuşlardır. Bu günkü günde Müslümanlar küre-i arzda nerede azap görüyorlarsa sadece kendilerinin zulmetmeleri yüzündendir. Müslümanlar, bunu çok iyi düşünmelidirler..
60/60- Size verilen şeyler, dünya hayatının geçim vasıtası ve debdebesidir. (Onlara aldanmayın. Onlar fanidir.). Allah katında olanlar ise, daha hayırlı ve daha kalıcıdır. (Hem de Allah için sarf ettiğiniz dünya malları da kalıcıdır.) Hâlâ akıllıca hareket etmeyecek misiniz?
61/61- Şu halde, bir kimse ki, kendisine güzel bir vaadde bulunmuş olalım, ve bu kimse de (yaptığı bu güzel işe ahrette kavuşacağını bilsin. Şimdi bu,) dünya hayatının geçici menfaat ve zevkini yaşattığımız, sonra kıyamet gününde (azap vermek için) huzurumuza getirilenler arasında bulunan kimseye hiç benzer mi? (Elbette bu iki şahıs birbirine benzemez.)
62/62- O gün Allah onları çağıracak, “Benim ortaklarım olduklarını iddia ettikleriniz, hani nerede?” diyecektir.
63/63- (Allah’ın azap) sözü, kendileri hakkında gerçekleşmiş olan kimseler dediler ki: “Ey bizim Rabbimiz! Şunlar azdırıp (dalalete düşürdüğümüz) kimselerdir. Biz nasıl (kendi tercihimizle) azıp (dalalete düştü isek), onları da azgınlığa davet ettik (onlar da, kendi tercihleriyle azıp dalalete düştüler.). (Ey bizim Rabbimiz!) bizim, (onlardan) beri olduğumuzu sana bildirmek isteriz; (onları cebren, zor kullanarak azdırmadık. Onlar kendi ihtiyarlarıyla azdılar.). Hem onlar bize ibadet etmiyorlardı ki.. (kendi heva ve heveslerine tapıyorlardı.).
64/64- (Kıyamet günü müşriklere) denilir ki: “(Allah’a koştuğunuz) ortaklarınızı çağırın!” Onlar da çağırırlar; fakat kendilerine cevap vermezler ve (karşılarında) azabı bulurlar; (iyi anlarlar ki, azaba düşecekler. O vakit, azaptan kurtulmak için) arzu ederler, keşke (bir çare bulup) hidayet bulalar.
65/65- (Kıyamet) günü Allah müşrikleri çağırıp “(Tarafımızdan gelip sizi davet eden) peygamberlere ne cevap verdiniz?)”
66/66- (Kör kimseye görünen şeyler gizli kaldığı gibi) onlara da o gün (kıyamet gününde) her bir özür, bahane ve delil gizli kalır, (hiç bir cevap bulamazlar.). Kendi aralarında birbirine (bu müşkül durumdan kurtulmak için meşveret edip) sual de soramazlar. (Nitekim insanlar, zor durumlarda hemcinsleri ile istişare edip kurtuluş yolu ararlar. İşte bu imkân da onlara verilmeyecektir.).
67/67- Ama (müşriklerden) tövbe eden, iman edip salih amel işleyen kimse, ümitvar olsun ki, (kıyamet gününde) azaptan kurtulanlardan olacaktır.
68/68- (Resulüm!) Senin Rabbin, dilediğini yaratır ve seçer, insanlar için (Allah’a ait emirlerde hiç bir) seçme hakları yoktur. Allah, onların ortak koştukları (her bir ayıp ve noksandan) münezzehtir ve şanı yücedir.
Tefsir:
İnsanlar, Allah (cc) hakkında, “filan şeyi yaratsaydı”, “filan işi şöyle yapsaydı” gibi sözler söyleme hakkına sahip değildirler. Mekke ehli dediler ki: “Allah (cc), başka kimseyi bulamadı da Ebu Talib’in yetimini mi (Resulüllah’ı kastediyorlardı.) buldu? Mesela Mekke’de Velid b. Muğire’yi ve Taif’te Urve b. Mesud’u gönderemez miydi?” Allah (cc) bu ayet ile onlara cevap vermiş oldu.
69/69- Rabbin, onların, sinelerinde gizlediklerini de dışa döktüklerini de bilir. (O müşriklerin, gizli ve aşikâr olarak söylediklerinin cezasını onlara verecektir.).
70/70- İşte O, Allah’tır. Ondan başka hak mabut yoktur. Hamd, dünyada da ahrette de[516] O’na mahsustur. (Kullarının arasında) hükmedip (yaptığının karşılığını vermek de) Allah’a mahsustur. (Bu emirlerde hiç kimse O’na ortak olamaz.). Siz nev-i beşer, (öldükten sonra tekrar dirilip, hesap vermek için) O’na döndürüleceksiniz.
71/71- (Resulüm! Müşriklere) de ki: Düşündünüz mü hiç, eğer Allah geceyi size kıyamete kadar muttasıl devam ettirse, Allah’tan başka size gündüzü getirecek tanrı kimdir? Hâlâ (Allah’ın sözlerini) işitmez misiniz? (Ki anlayıp, onları kabul edesiniz.)
72/72- (Resulüm! Müşriklere) de ki: Bakıp düşündünüz mü, eğer Allah gündüzü size kıyamete dek muttasıl devam ettirse, size istirahat edeceğiniz geceyi Allah’tan başka getirecek tanrı kimdir? Hâlâ (gece ve gündüzün değişerek sizin istirahat ve faydanıza sunulduğunu) görmeyecek misiniz? (Ki Allah’ın nimetlerine şükredesiniz, nankörlüğü bırakasınız.).
73/73- Fazıl ve rahmetinden dolayı, Allah, geceyi ve gündüzü yarattı ki, geceleyin dinlenesiniz, (gündüzün) ise O’nun lütuf ve kereminden (rızkınızı) arayasınız. (Allah’ın) isteği odur ki, (kendi ihtiyarınızla O’nun gece ve gündüz nimetine) şükredesiniz.
74/74- O gün Allah onları çağıracak, “Benim ortaklarım olduklarını iddia ettikleriniz, hani nerede?” diyecektir.
75/75- (Kıyamet günü) Biz, her ümmetin (peygamberlerini, yapmış oldukları amellerine) şahit çıkarır, (sonra, o ümmete) deriz ki: “(Peygamberinize muhalif olmanız konusunda) kesin delilinizi getirin!” (o vakit, peygamberler, gönderildikleri ümmetlerin müşrik olduklarına dair şahitlik ederler, müşrikler de davalarının haklı olduğuna delil getirmekten aciz kalırlar.) iyi anlarlar ki, hakikat tek olan Allah imiş. (O arada) yakıştıra geldikleri şeyler (putlar) da kendilerinden sıvışıp kaybolurlar.
76/76- Karun, Musa’nın kavminden (İsarîlî) idi, (fakat, Firavun’nun hizmetinde olduğu için, onun sözünü dinliyordu. O da, Karun’u Beni İsrail’in başına tayın etti,) İsrail oğullarına zulmetmişti. Biz ona öyle hazineler[517] vermiştik ki, anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluk (on on beş kişi)[518] ancak taşırdı. Kavmi ona demişti ki: “(Dünya malı ve hükümranlığa öyle fazla) şımarma! Böyle şeylere şad olanları Allah dost tutmaz.”
77/77- (Ey Karun!) Allah’ın sana verdiği her şeyde ahret yurdunu ara; eh! Bu arda dünyadan da nasibini unutma! Allah sana nasıl ki, ihsanda bulundu ise, sen de Allah’ın (bendelerine) ihsan et. Yeryüzünde fesat çıkarıp (halka zulmetmeye) talip olma! Allah kesinkes fesat eyleyenleri dost tutmaz.
78/78- (Karun) dedi ki: “O servet bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi. (Yani zenginliğim, zekâmın ürünüdür.)” [Allah (cc) ona cevap veriyor:] (Karun’un madem ilmi var, öyle ise) bilmiyor muydu ki, Allah, kendinden önceki nesillerden, ondan daha güçlü, ondan daha çok arkası bulunan kimseleri helâk etmişti. (Madem ilmi var, o halde lazım gelirdi ki, Allah’ın kendine vermiş olduğu nimetlere şükretsin. Fakat o kibirlendi, üstelik, kendi halkına da zulmetti.). Günahkârların günahından (“bunları sen işledin mi işlemedin mi” diye) sorulmaz da. (Çükü Allah, onların ne yaptığını bilmektedir.).
79/79- Derken, Karun, ihtişam içinde (iyice süslenmiş bir şekilde) kavminin karşısına çıktı. (Beni İsrail’den) dünya hayatına rağbeti olanlar, “Ne olurdu Karun’a verilenin benzeri bizim de olsaydı. Anlaşılan o ki, Karun (dünyada) büyük nasip ve devlet sahibidir.” dediler.
80/80- Kendilerine ilim verilmişler (marifet-i ilahiyeye ulaşmış muvahhidler) ise, şöyle derler: “Yazıklar olsun size! (Böyle sözleri konuşmaktan uzak durmalısınız.) İman edip salih ameller yapanlara (Karun’a verilen maldan ise) Allah’ın mükâfatı daha hayırlıdır. Salih amellerin sevabına ise, ancak sabredenler kavuşabilirler.
81/81- (Karun’un azgınlığı doruğa ulaşınca) biz, onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik. [Nitekim bazı zelzelelerde yer yarılıp bazı şehir ve kasabalar yerin dibine geçmiştir. İşte Karun’nun keyfiyeti de bu türlü olabilir.] Artık Allah’a karşı kendisine yardım edecek taraftarları olmadığı gibi, kendi de (kuvvet ve kudret sahibi olup) kendini savunarak kurtarabilecek kimselerden de değildi.
82/82- Dünkü gün, Karun’un makamını ve servetini arzu edenler, (Karun helâk olduktan sonra) dolanıp dediler: “Demek ki, Allah rızkı, kullarından dilediğine bol veriyor, dilediğine de az. Şayet Allah bize iyilik edip acımasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Vay be! Biz bilememişiz. Şimdi anlaşıldı ki kâfirler (Allah’ın azabından) kurtulamazmışlar.” [Bu ayet, zelzele olup, Karun ve servetinin yerin dibine geçtiğine, sair Beni İsrail’in de kurtulduğuna delalet etmektedir.]
83/83- [Beni İsrail’in “Kafirler necat bulamazlar” sözünü tasdik mahiyetini taşımaktadır.] İşte ahret yurdu! Biz onu yeryüzünde fesat çıkarmayı ve kibirlenmeyi arzulamayan kimselere veririz. (İmrenilen en güzel) akıbet, takva sahiplerinindir.
Tefsir:
Hz. Ali (as), buyurmuşlardır ki, “Kim, kendisinin ayakkabısının bağı, arkadaşınınkinden daha iyi olmasını arzu ederse o da bu ayetin ihtiva ettiği manaya dahildir.”[519]. Yani böbürlenenler sınıfına girer. Böylece o da, cennete girmeye layık değildir. İmam’n bu sözüne dikkat etmek lazımdır.
84/84- (Kıyamet gününde) her kim bir iyilik getirirse ona (Allah nezdinde) daha hayırlı karşılık vardır. Her kim de bir şerr/kötülük getirirse, o şer ve günahları işleyenler, ancak yaptıkları kadar ceza görürler. [Allah’ın lütuf ve keremine bak ki, sevaba on katı mükâfat veriyor, günaha ise sadece onun misli kadar veriyor.]
85/85- (Resulüm!) Kur’an’ı (okumayı, tebliğ etmeyi ve ona tabi olmayı) vacip kılan Allah, elbette seni (yine tekrar) dönülecek yere (Mekke’ye) döndürecektir. (Resulüm! Müşriklere) De ki: “Benim Rabbim Allah, kimin hidayeti getirdiğini ve kimin aşikâr bir sapıklığa kendini saldığını en iyi bilendir.” (Yani siz müşrikleri, çok iyi anlamıştır.).
Tefsir:
Bu ayet, Resulüllah’ın (sav), Mekke’den çıktığı esnada nazil olmuştur. Müşriklerin, onu Mekke’den çıkardıktan sonra tekrar Mekke’ye döneceğini (yani Mekke’yi fethedeceğini) bildirmektedir. Allah’ın bu vadi, gerçekleşti. Hicretin sekizince yılında Resulüllah (sav) Mekke’yi fethetti. Böylece asıl vatanına tekrar geri döndü. Bu ayet, Resulüllah’ın (sav) hak bir peygamber olduğu bir kez daha ifade etmiş olmaktadır.
86/86- (Resulüm!) Hem sen, (daha önceden) bu kitabın sana indirileceğini ummuyordun. Ancak Rabbinin, öz fazıl ve rahmetinden (bunu sana indirmiştir.) Öyle ise sen inkârcılara (herhangi bir surette) yardımcı olamazsın.
87/87- Allah’ın ayetleri sana indirildikten sonra, artık sakın onlar seni bu ayetlerin (hükümleri ile amel etmekten) alıkoymasınlar. (Resulüm!) Sen Rabbine davet et. Elbette sen, müşriklerden olamazsın.
88/88- Allah’ın yanında başka bir tanrıya da yalvaramazsın. O’ndan başka hak bir mabut yoktur. Her şey helâk olup (fani olandır.). Meğer zat-i pâk-i mukaddes her şeyi yaratan O pâk zata zeval yol bulamaz. (O ezelîdir.). (kıyamet gününde insanlar arasında hak ve adalet üzere) hüküm (vermek) O’na aittir. Ve siz O’na döndürüleceksiniz.
Tefsir:
Bu ayetlerde hitap, Resulüllah’a (sav) yapılmıştır. Fakat, maksat insanlardır. Zaten, hakka davet eden bir peygamberin şirke girmesi de düşünülemez.
Hamd olsun Kasas sûresinin tefsiri tamam oldu. Resulüllah (sav) buyurmuşlardır ki: “Kim Kasas sûresini okursa kıyamet günü şahadet edilir ki, bu kimse bu surenin sonundaki ayetleri tasdik edenlerdendi.”[520]
Bu sûre ne kadar ali manalara, hikmetâmiz kelamlara haizdir. Fakat zeki bir insan lazım ki, bu surenin ayetlerini düşünsün, iyice incelesin ve neticede onun hikmet ve öğütlerinden faydalanabilsin. Yazıklar olsun o insanlara ki, bu sureyi yemek yer gibi çenesinde çiğner durur da, fakat onun manalarını hiç düşünmez. “Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir.” ayetine masadak oluyorlar. Kur’an’ın hükümleri terk edildiği günden beri İslam dünyası gün be gün gerilemiş, felaketler felaketleri takip etmiştir. Ne zaman Müslümanlar bu kusurlarını anlayıp, Kur’an’ın hükümlerini terk etmenin nelere badi olduğunu bilip tekrar Kur’an’a dönecekler! Düşün! Tefekkür et! Ey kardeş! Dediklerimden sakın gafil olma! Allah gafil olanları hiç sevmez!..
Ankebût sûresi Mekke’de nazil olmuştur. 69 ayet, 985 kelime ve 4165 harftir.
0/1- Bismillahirrahmanirrahim.
1/2- Elif. Lâm. Mîm. (Bu mübarek sûrenin adıdır.)
2/3- İnsanlardan (o İslam’a dahil olanlar) imtihandan geçirilmeden, sadece “İman ettik” demeleriyle bırakılıvereceklerini mi güman ettiler? (Bilakis Allah onları envaî türlü bela ve musibetlere dûçar edecektir. Ta ki imanlarında sadık-kâzip, halis-müraî olup olmadıkları ortaya çıksın.) [Bu ayet, Mekke’de Müslüman olduktan sonra müşriklerin eziyetlerine maruz kalan nice Müslüman hakkında nazil olmuştur. Bu cümleden olarak Ammar b. Yasir de onlardandı.][521]
3/4- Hakikaten, Biz onlardan öncekileri de (İslam’a girenler gibi) imtihan etmişizdir. Elbette Allah(ın ilmi, imtihan etmekle, sözlerinde ve itikatlarında) doğru olanlara taalluk edecek[522], (yine, sözlerinde ve itikatlarında) yalan söyleyenlere de taalluk edecektir.
4/5- Yoksa şer ve günahları işleyenler Bizden öne geçeceklerini (azabımızın onlara ulaşmayacağını ) mı güman ediyorlar. (Günahkârlar böyle güman ediyorlarsa) ne yaman hükmediyorlar.
5/6- Her kim (kıyamet günü) Allah(ın keremine ve lütfuna) kavuşmayı umarsa, şüphe yok ki Allah’ın tayin ettiği o vakit elbet gelecektir. ( bunun için o kimse acele edip ölüm onu tutmadan önce salih amel işlesin.) Allah, (bendelerinin her bir sözünü) işitir ve (amellerini) bilir. [Allah’ın ilminden hiçbir şey gizli kalmaz. Böyle bir Rabbe salih amel işlemek sezâ değil midir?]
6/7- Her kim de (nefs-i emmaresinin isteklerine karşı) cihat eder (onun isteklerine mani olursa)[523] şüphe yok ki o şahıs öz nefsinin lehine cihat etmiş olur. (Çünkü nefsin arzularını yerine getirmeyip, bunun zıddı olan Allah’ın emirlerini yerine getirmenin faydası o kimseye aittir.) Şüphesiz Allah cümle alemden müstağnidir; (Allah’ın emir ve nehiyleri bendelerini acımasından ve onlara faydası olmasından dolayıdır.).
7/8- İman edip salih amel yapanların günahlarını örteriz (iptal ederiz.) ve yapmakta oldukları amellerinin en güzeli ile onları mükâfatlandırırız.
8/9- Biz, insan oğluna ebeveynine iyi davranmasını tavsiye/emir etmişizdir. (Siz bir insan olarak elbette ebeveyninize itaat etmeniz gerekir. Ancak Allah’a şirk koşma söz konusu olursa, o takdirde onlara itaat edilmez.) Eğer onlar, seni, hakkında bilgin olmayan bir işi (körü körüne) Bana ortak koşmak için bir gayrette bulunurlarsa, onlara (bu hususta) itaat etme. Hepinizin dönüşü başka değil sadece Banadır. O vakit eylediğiniz amelleri size haber vereceğim. (Yaptıklarınızın karşılığını göreceksiniz.).
9/10- İman edip salih işler tutanlara gelince, elbette onları salihler katarına katarız.
10/11- İnsanlardan kimi vardır ki: “Allah’a inandık” der; fakat Allah yolunda eziyete maruz kalınca, insanların işkencesini Allah’ın azabı gibi tutar. (Yani mümin olan kimse Allah’ın azabından korkar; dininden dönüp küfre girmez. Bilakis Allah’ın azabından korkarak iyice iman eder. Fakat bazı sostrey/ kıt akıllı kimseler, Allah yolunda eziyet görünce o azaptan korkarak imanlarını terk ederler.) Halbuki Rabbinden bir zafer (bir devlet Müslümanlara yüz verince o vakit dinlerinden dönen o münafıklar)[524] mutlaka, “Doğrusu biz de sizinle beraberdik (hiçbir zaman dinimizden dönmedik, ganimetten bize de hisse verin)” derler. Allah cümle alemdeki (yaratılmışların) sinelerinde olan (sözlere ve sırlara, halktan) daha alim değil midir? [Bu sûre Mekke’de nazil olmuştur. Allah (cc) bu ayette, daha hicret edilmezden önce Medine’deki münafıkların durumunu haber veriyor. Hicretten sonra gerçekten münafıklar böyle yapmışlardır. Bu haberin doğru olması Resulüllah’ın hak bir peygamber olmasına delalet etmez mi?][525]
11/12- Allah (doğrulukla) iman edenleri elbet bilir. Allah münafıkları(ın ne yalan sözler dediklerini de) elbet iyi bilir.
12/13- Kâfirler, iman edenlere: Gelin bizim yolumuza uyun, sizin günahlarınızı biz yüklenelim, derler. [Allah (cc) onlara cevap veriyor:] Halbuki onların hiçbir günahını yüklenecek değillerdir. Zira onlar bu sözlerinde kesinkes yalancıdırlar.
Tefsir:
Müşriklerin başları, müminlere: “Gelin bizim dinimize dönün, şayet onda bir günah varsa biz ona kefiliz” dedikleri gibi günümüzde de bir kısım kendini bilmez insanlar, yine böyle kimselere diyorlar ki, “Gel falan işi yap, eğer ondan bir günah varsa benim boynuma olsun.” Yani, işlediğin bu günah yüzünden ahrette mesul olursan, ben seni bu mesuliyetten kurtarırım, demek istiyor. Yine bazı avam insanlar bir hocanın veya bir şerif’in/seyydin yanına gidip üç-beş kelam ettikten sonda, “Kıyamet günü sizin şefaatinizi ümit ediyoruz” diyor. O bîçarelerde kendilerine mağrur olup böyle sözlerden son derece haz duyuyorlar. Bu avam insanlar, hiç akıllarına sormuyorlar mı, “bunlar neci?”, “neyin nesi?”, “ne konumdadırlar?” ki, onlardan şefaat bekliyorlar! Haşeviye grubundan biri ihtiyaçlarını Abbasî halifesi Mansur’a arz edip ihtiyaçları görüldükten sonra dedi ki: Ey müminlerin emiri! Bir ihtiyacım daha kaldı. Mansur ona:
¾ İhtiyacın nedir?
¾ Kıyamet günü bizim için şefaat etmeni istiyorum.
Kendisi bir zahit kişi olan Amir b. Abdillah o mecliste bulunuyordu. Yüzünü Mansur’a döndü ve:
¾ Onların sözlerine kanma! Onlar hırsız.. çölde yol kesiyorlar.[526]
Allah’ım bu insanlar da, milletin emanda oldukları yerlerde İslam’ın yol kesicileridir. Bizi onlardan koru!!
13/14- (Müminlere bu lafları söyleyen müşrikler) elbette kendi yüklerini (veballerini ve) kendi yükleriyle birlikte nice yükleri çekecekler. Ve elbette (Allah’a) iftira etmekte oldukları (sözlerden) kıyamet günü sorguya çekileceklerdir.
14/15- [Bundan sonra Allah (cc), Resulüllah (sav)’i teselli etmek için bazı peygamberlerin kıssalarını misal veriyor.] Hakikaten Biz Nuh’u öz kavmine peygamber olarak gönderdik. Öz kavminin arasında bin yıldan elli yıl eksik bir süre kalıp (onları hakka dâvet etti. O kadar zamanda az bir cemaat ona iman ettiler. [Gemiye binerken Nuh’un oğulları ve diğer iman edenlerin sayısı seksen kişi kadardı.][527] (Nuh’un kavmi iman etmeyip şirkten vazgeçmediler) böylece zalim oldukları halde tufan kendilerini derdest etti.
Tefsir:
Bu ayet, Nuh’un (as) sırf kendi kavmine gönderildiğine delildir. İbrahim ve Muhammed (as) ise bütün insanlığa gönderilmişlerdir. Bu konuya Kur’an ayetlerinin bir çok yerinde işaret edilmiştir. Bundan dolayı Nuh tufanı sadece dünyanın bir kısmında gerçekleşmiştir. Bir kısım tefsircilerin dedikleri gibi dünyanın her yerinde tufan olmamıştır. Nuh tufanının bütün Yerküre’de olduğunu söylemek Kur’an ayetlerine aykırıdır.
15/16- Fakat Biz onu ve gemidekileri kurtardık ve bunu âlemlere (tevhit ve kudretimize delalet eden) bir delil ve burhan yaptık.
16/17- İbrahim’i de gönderdik. O kavmine şöyle dedi: Sırf Allah’a kulluk edin. O’na karşı gelmekten sakının. Eğer sizde (hayır ve şerri tanıyıp ayıklayacak) bir ilim varsa Allah’a ibadet edip O’na karşı gelmekten sakınmak sizin için daha hayırlıdır.
17/18- Siz ancak Allah’ı bırakıp (elinizin sanatı olan) putlara tapıyorsunuz ve aslı olmayan sözler yakıştırıyorsunuz. [Aklı olan kimseden böyle şeyler sadır olmaz.] Şunu iyi bilin ki, Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, size rızık veremezler. O halde rızkı Allah’tan isteyin. (O’ndan başka hiç kimse rızık vermeye kadir değildir.) Başka değil sadece Allah döndürüleceğinizden ötürü sırf O’na ibadet edin, (nimetin sahibi O, olduğu için) şükrü de yalnız O’na yapın.
18/19- [Bu ve bundan sonra gelen ayetlerin hepsi vahiy dili ile İbrahim’in kavmine olan nasihatidir.][528] (Ey kavim!) Eğer (size tebliğ edileni) yalan sayarsanız, şunu iyi bilin ki sizden önceki (Nuh, İdris ve Şit’in kavmi gibi)[529] birçok milletler de (kendilerine tebliğ edileni) yalanlamışlardı.
19/20- Acaba nev-i beşer, Allah’ın, yaratılanı ilk başta nasıl yarattığını, (ölümden) sonra bunu (nasıl) tekrarladığını bakıp görmüyorlar mı? (İlk başta nasıl yarattı ise öldükten sonra da sizi tekrar diriltmeye kadirdir.) Şüphe yok ki (sizi) tekrar diriltip mahşere getirmek Allah’a çok âsandır.
20/21- [Allah buyuruyor, Biz İbrahim’e dedik, Ey İbrahim: Halka] de ki: “(Kendi yaratılışınızdan ibret almıyorsunuz bari) yeryüzünde şöyle bir gezip dolaşın da, Allah (yaratıkları) evvel emirde nasıl yaratıp vücuda getirmiş bir bakın. İşte Allah bundan sonra (aynı şekilde) ahiret hayatını da yaratacaktır.” Hakikat Allah her şeye kadirdir.
21-22/22- Allah, dilediğine azap eder, [Allah (cc) ancak azaba müstahak olana azap etmeyi diler.] dilediğini de merhamet eder, [Allah (cc) ancak merhamete müstahak olana merhamet eder.] dönüş başka değil yalnız O’nadır. Siz ne yeryüzünde ne de semada Allah’ı aciz bırakamazsınız (onun azabından kaçıp kurtulamazsınız. Eğer faraza semada olsanız, yine de O’nun azabı gelip sizi bulur.) Allah’tan başka sizin için emrinizde ne bir tasarruf eden bulunur ne de bir dost. (Onun için her yardımınızı Allah’tan isteyin.).
23/23- Allah’ın ayetlerini ve O’nun (rahmet ve azabına) kavuşmayı inkâr edenler, (ey İbrahim! Benim rahmetim cümle alemi kaplamışken) işte onlar Benim Rahmetimden ümit kesmişlerdir. (Hiçbir vakit benim rahmetim onlara şamil olmaz.) Onlardan ötürü (kıyamet günü) can yakıcı azap vardır. [İbrahim (as) buraya kadar, kavmine nasihat veriyordu, şimdi de kavmi ona cevap veriyor.]
24/24- (Resulüm!) İbrahim’in kavmi ona bir cevap vermedi ancak, (kendi aralarında birbirlerine) dediler ki: “İbrahim’i ya öldürün ya da ateşe salın” [Sonunda İbrahim’i ateşe salmaya karar verdiler ve ateşe saldılar.] Allah’da İbrahim’i oddan necat verdi. Şüphe yok ki, bunda inanan bir kavim için (Allah’ın tevhit ve kudretine) delil ve burhanlar vardır.
25/25- İbrahim (ateşten kurtardıktan sonra kavmine) dedi ki: “Siz, sırf aranızdaki dünya hayatına has muhabbet uğruna Allah’ı bırakıp bir takım putlar edindiniz. Sonra (dünyadan göçünce aranızdaki o muhabbet kesilecek;) kıyamet günü kiminiz kiminizi tanımayacak kiminiz kiminizi lanetleyecektir. (Fakat birbirinizi tanımamanız ve birbirinize lanet etmeniz size hiçbir fayda vermeyecektir.) Hepinizin yeri cehennem ateşi olacaktır. Hiç yardımcınız da yoktur (ki sizi bu ateşten kurtarsın.).”
26/26- (İbrahim’in kavmi arasında kardeşi Haran’ın oğlu) Lut ona iman etti. (İbrahim, kavminin kendine inanmayacağını iyice anlayınca) dedi ki: “Doğrusu ben Rabbim’e (emrettiği yere) hicret ediyorum. Muhakkak ki O, (yaratılmışlara) mutlak galip (olup düşmanlarından intikam alan) ve hikmet üzere (insanlar için hükümler) koyandır.
Tefsir:
Hz. İbrahim (as) Nemrut’un sultasında bulunan Kûfe civarında Kûsî adlı bir yerden hicret edip Harran’a gitti. Bir zaman kaldıktan sonra oradan da hicret edip Filistin’de ikamet etti.[530]
27/27- İbrahim’e (hanımı Sâre’den) İshak ve (İshak’tan) Yakub’u verdik. Peygamberliği ve kitapları onun soyundan gelenlere verdik. Onu dünyada mükâfatlandırdık. [Semavî dine mensup her millet onu sever ve senâ eder.] Şüphesiz ki o, ahrette de salihler(zümresin)dendir.
28/28- (Resulüm!) Lut’u da (gönderdik.) O öz kavmine (Sodom cemaatine) demişti ki: “Gerçekten siz, daha önce hiçbir milletin yapmadığı bir hayasızlığı yapıyorsunuz.”
29/29- “(Bu ilâhi ikazdan sonra) siz, ille de erkeklere yaklaşacak, yol kesecek ve toplantılarınızda edepsizlik mi yapacaksınız?” Kavminin cevabı ise, şöyle demelerinden ibaret oldu: “Doğru söyleyenlerden isen Allah’ın azabını getir.”
30/30- Lut (onların inanmayacaklarını iyice anlayınca) dedi ki: “Ey benim Rabbim! Şu müfsit kavme karşı bana yardım et. (Onlara azap göndermekle beni tasdik et. Beni galip eyle!).”
31/31- Elçilerimiz İbrahim’e (İshak’ı vereceğimizi) müjdelemek için gelince şöyle dediler: “Biz bu memleket halkını helâk edeceğiz. Çünkü onların halkı zalim kimselerdir.”
32/32- İbrahim dedi ki: “(Siz o yörenin halkını helâk edeceksiniz ama,) orada (zulmetmeyen) Lut da var. (Onu da helâk edecek misiniz?).” Melekler dediler ki: “Biz orada kimlerin bulunduğunu çok iyi biliyoruz. Lut’un özünü ve ayalini elbette kurtaracağız. Yalnız karısı hariç; o geride (azapta) kalacaklar arasındadır.”
33/33- Elçilerimiz Lut’a gelince, (onları insan zannedip) perişan oldu, (korktu ki, kavmi onlara da ahlaksızlık yaparlar.). Onlar konusunda sıkıntıya düşüp ne yapacağını şaşırdı. Melekler (Lut’un haletini anlayınca) dediler ki: “Korkma, tasalanma! Çünkü biz seni de ayalini de kurtaracağız. Yalnız (azapta) kalacaklar arasında bulunan karın hariç”.
34/34- Biz kesinkes bu memleket halkının üzerine, yoldan çıkmaları yüzünden (feci) bir azap indireceğiz.
35/35- Muhakkak ki Biz, aklı ile hareket edecek bir kavim için oradan (tevhit ve kudretimize delalet eden) bir delil ve burhan bırakmışızdır.
36/36- Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik.) ve Şuayb: Ey Kavmim! Ahret gününe ümit var olun, sırf Allah’a ibadet edin (ki necat bulasınız.). yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. (Allah’a itaatin dışına çıkmayın.).
37/37- Fakat onu yalancılıkla itham ettiler. Derken, kendilerini bir zelzeledir yakalayıverdi ve öz yurtlarında diz üstü çökekaldılar, (yüz üstü helâk oldular.).
38/38- (Lut ve Şuayb kavmi gibi) Âd ve Semûd’u da (helâk ettik.). Sizin için (onların başlarına nelerin geldiği) oturdukları yerlerden apaçık anlaşılmaktadır. Âd ve Semûd kavminden ötürü Şeytan, yaptıkları işleri güzel gösterip onları doğru yoldan çıkardı. Halbuki akıl ve fikir sahibi cemaat idiler. (Lakin heva ve arzularına tabi olup, kendilerini dalalete saldılar.).
39/39- Karun’u, Firavun’u ve Hâmân’ı da (helâk ettik.). Hakikat şu ki, Musa onlara aşikâr delil ve burhanlar getirmiş de onlar yeryüzünde büyüklük taslamışlardı. Halbuki (azabımızdan kurtulacak, aşıp) geçebilecek değillerdi.
40/40- (Resulüm!) Her bir (asî ümmeti) öz günahı yüzünden derdest ettik, (helâk ettik.). (Lut kavmi gibi)[531] onlardan kiminin üzerine taşlar savuran rüzgârlar gönderdik, (Semûd kavmi gibi)[532] kimini korkunç bir ses yakaladı, (Kârun ve Medyen halkı gibi)[533] kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmeden değildi. Lakin onların (Allah’a ortak koşmaları ve peygamberlere itaat etmemeleri yüzünden) öz nefislerine zulüm ettiler.
41/41- Allah’ı bırakıp da başka dost edinenlerin durumu, kendine yuva yapan örümceğin durumu gibidir. (Kendi kendine yetinmeye çalışır. Müşrikler de Allah’tan başkasını kendilerine dost edinip Allah’a tevekkül etmezler.) Halbuki everin en çürüğü gerçekten örümceğin evidir. Eğer bilseler(örümcek evinden daha güçsüz şeylere tevekkül etmezler)di.
42/42- Allah, onların kendisini bırakıp da hangi şeye yalvardıklarını kesinkes bilir. O, (yaratılmışlara) yegâne galip ve (her bir işini) hikmet üzere yapandır. (Müşriklerin böyle bir Rabbi bırakıp da putlara tapmaları ahmaklıktır.).
43/43- [Allah’ın (cc) Kur’an’da örümcek ve sineği misal olarak vermesine müşrikler güldüler. Allah (cc) da onlara cevap veriyor:][534] İşte Biz bu temsilleri insanlar için getiriyoruz; ama o misalleri(n hakikatini, sıhhat ve faydasını) ancak bilenler düşünüp anaya bilirler.
Tefsir:
Mesel ve teşbih, kelime perdesinin altında gizlenen manaları açığa çıkarmak için güzel bir yoldur. Bu yüzden misal verilen şey, canlı olsun, cansız olsun, büyük olsun küçük olsun esas maksat o değildir. Onun için müşrikler aşırı cehaletlerinden dolayı, mananın hakikatine bakmayıp, kabuğuna takılıp kalmışlardır.
44/44- Allah gökleri ve yeri garaz-ı sahih (ciddi bir maksat ve gerçek bir hikmet) üzere yarattı. Şüphesiz bunda, iman edenler için (Allah’ın tevhit ve kudretine) delil ve burhan vardır.
45/45- (Resulüm!) Sana vahyedilen Kitab’ı oku (ahkâmını insanlara ulaştır.) ve namazı (vaktinde) kıl. Muhakkak ki, namaz (büyük bir ibadettir ki;) onu ikame eden kimseyi (İslam’a ve mürüvvet-i insaniyeye yakışmayan) hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı (hamd ve sena ile) zikretmek elbette (bütün ibadetlerden) en büyüktür. [Namazın sair ibadetlerden üstün olmasının sebebi, her erkânının Allah’ı zikretmeyi kapsamasındır.] Allah yaptıklarınızı bilir.
Tefsir:
Müslümanların şimdi kıldığı namaz, ne namazdır!? Bütün namazlarını camide kılan veya en çoğunu camide kılan insanlardan ne İslam’a ne de insanlığa sığacak hal ve tavırlar meydana geliyor. Kimi var ki, camide bir köşeye çekilip gıybet ediyor, kimi vakti gelmeden namaz kılıp çıkıyor, kimi de güya istiğfarla meşgul olup arkasından da “Allah’ım beni iri gözlü hurilerle evlendir” diyor. Halbuki öyle kimseler var ki namaz kılmıyorlar ama, kötü işler de işlemiyorlar. Fakat bu kimseler, sırf namaz kılmadıkları için onun cezasını çekeceklerdir. Lakin hem namaz kılıp hem de hayasız işler görmeye devam edenler, anlaşılıyor ki, namazın hakikatine inanmamışlar, atadan kalma bir taklit olarak kılıyorlar. Böyle insan iki misli ceza çekecektir.
46/46- (Ey müminler!) İçlerinden zulmedenleri bir tarafa, ehl-i kitapla ancak en güzle veçhile mücadele edin, (öfkelerine karşı hilim ile, yaman sözlerine karşı yahşi sözlerle mukabele edin.)[535] ve (bu cümleden olarak) deyin ki: “Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim ilâhımız da sizin ilâhınız da birdir. Hepimiz (Allah’a iman edip) hassaten O’na boyun eğmişizdir.” [Öyle ise bizim ile sizin aranızdan bir ihtilaf yoktur. Nasıl biz, sizin kitabınızı tasdik ediyorsak siz de bizim kitabımızı (Kur’an’ı) tasdik edin ki, ihtilaf ortadan kalksın.]
47/47- (Resulüm!) İşte böylece sana (önceki kitapları tasdik eden) bu Kitab’ı indirdik. Onun için, kendilerine kitap (Tevrat) verdiklerimiz ona iman ediyorlar. [Bu ayetler, Medine’ye hicret etmeden önce Resulüllah (sav)’a iman edecek olan bir kısım Yahudileri Mekke’de bildiriyor.][536] Bunlardan (bu Mekke ehlinden) de Resulüllah’a iman eden az bir cemaat vardı. [Ama bu ayetten sonra Allah’ın (cc) haber verdiği gibi Mekkelilerin büyüklerinden nice kimseler Müslüman oldular.] Âyetlerimizi, ancak kâfirler (inatları yüzünden) bile bile inkâr eder.
48/48- (Resulüm! Bu müşrikler senin getirdiği bu Kur’an’ı neden inkâr ediyorlar?) Sen bundan önce ne bir yazı okur, ne de enlinle onu yazardın. (Şayet yazıp okuma bilseydin) o takdirde batıla uyanlar kuşku duyarlardı.
Tefsir:
Resulüllah’ın sıdk ve hakkaniyetine birinci delil, yazıp-okuma bilmemesidir. Mekkeli müşriklerin arasında O Cenab’ın ümmî olduğuna toplu kanaatları bulunduğuna göre hiçbir kişi ona okuyup yazma bildiğini isnat etmedi. Allah (cc) bu ayette Resulüllah’ın ümmî olmasını söylemesindeki maksat, Resulüllah’ın Refiu’l-Makam (Yüce makam sahibi) olup şanının yüce olduğunu beyan etmektir. Amma bizim İslam taifesinden bazıları Resulüllah’tan ötürü Allah’ın üstün tutma makamında söylediği maksadı anlamayıp ümmiliğin ona bir noksanlık getireceğini hesap ederek Kur’an’ın hilafına bir anlayışa düşmüşler ve her dilde yazıp okuya bildiğini de söylemişlerdir. Bu sözden Müslümanlar büyük talihsizliğe düşüp İslam’a girmeye ayak direten bazı kimselerin ekmeğine de yağ sürüyorlar. İslam dinine karşı inatkâr tavır sergileyen ve muhalif olanlardan bazı şahıslar Resulüllah’ın okuyup yazdığını söylüyorlar. Lakin, güyâ Hz. Muhammet (sav) maslahat icabı okur-yazar olduğunu vefatı anına kadar gizleyip ta ki, sonunda bunu açığa vurarak dedi ki: “Bana kâğıt, kalem getirin sizin bir şey yazayım da benden sonra dalalete düşmeyesiniz!”[537] İşte bu sözü İslam’a girmeyip diretenler, Resulüllah’ın okur-yazar olduğuna delil getiriyorlar. Onların bu iddiaları şu yönlerden dolayı kabul edilemez:
Birincisi: Eğer Peygamber (as) okur-yazar olsaydı Kureyş müşrikleri yüksek sesle bağırıp bunu söylerlerdi. Halbuki günümüzde hiçbir tarih kitabında Kureyşlilerin Hz. Peygamber (sav)’e “sen okuma-yazma biliyorsun” dediğine rastlanmamıştır. Dedikleri: “Sen falan filan şahıstan veya şeytan, cinden bu sözleri alıyorsun” İkincisi: Büyük bir kişinin “Getirin ben size bir şey yazayım” demesi acaba onun okur-yazar olduğuna delalet eder mi? Bazı kimseler yazacakları şeyleri kâtiplerine yazdırırlar. Onlar: “Getirin size bir şey yazayım” demesiyle bu sözden kendini kastetmiş olamazlar. Belki kâtibine yazdırır. Onun için Peygamber (sav)’in yukarıda geçen sözü, okur-yazar olduğuna delalet etmez.
Bizim diplomalı cahillerin Reslüllah’a dünyada mevcut olan her dilde okuyup-yazdığını isnat etmeleri, o muannit ve muhaliflerin yanlış düşüncelerine delil olur. Allah (cc) Kur’an-ı Kerim’in nüktelerini idrak edip anlamaya bizleri müheyya eylesin.. Amin..
49/49- (Resulüm! Bu Kur’an’ı sana isnat etmeleri batıldır.) Belki, o, kendilerine ilim verilenlerin (ilim ve hikmet sahibi şahısların) sinelerinde (yer eden, hakkaniyeti) vazıh ve aşikâr olan ayetlerdir. Ayetlerimizi ancak zalimler bile bile inkâr ederler.
50/50- (Müşrikler) dediler ki: “Ona Rabbinden (daha başka) mucizeler indirilmeli değil miydi?” (Resulüm!) De ki: “Mucizeler ancak Allah’ın katında (ve O’nun ihtiyarına bağlıdır. Benim tercihime bağlı bir şey değil ki istediğiniz mucizeyi getireyim.). Ben ise sadece aşikâr bir uyarıcıyım”.
51/51- (Resulüm!) Sana indirdiğimiz ve onlara okunmakta olan Kitap, kendilerine kifayet etmez mi? (Ki senden başkaca mucizeler istiyorlar.). Şüphe yok ki, bu Kur’an’da iman edecek bir kavim için elbette bir rahmet ve (Allah’ın azamet ve kudretini yadâverlik yapacak) öğüt vardır.
52/52- (Resulüm! Bu müşriklere) de ki: “Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah kâfidir. O, semavatta ve yerde ne varsa bilir.” Bâtıl (mabutlara) inanıp Allah’ı inkâr edenler var ya, işte onlar öz nefislerine ziyankâr olanlardır. (Çünkü ahreti dünyaya satıp mağbun/aldanmış oldular.).
53/53- (Resulüm!) Senden, azabı tez beri (getirmeni) istiyorlar. Eğer (Allah’ın ilminde) önceden tayin edilmiş muayyen bir vakit olmasaydı alelacele onlara azap gelip çatmıştı; (lakin Allah, hikmetine muhalif olmayıp, azaplarının tehire saldı.) fakat onlar farkında değilken, o nâgehân/ansızın geliverir. (Azap gelince artık ondan hiçbir zaman kurtulamazlar.).
54/54- (Resulüm!) Senden azabı tez beri (getirmeni) istiyorlar. Hiç şüpheleri olmasın, cehennem kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır. (Yani ahret azabından başka dünyaya azabı onları kuşatmıştır. O kadar zaman geçmez ki Allah seni, onlara galip edip, ya esir ya da ölü olurlar.) [Sürekli azap cehenneme isnat edilir. Fakat buradaki şiddetli azap da cehennem adı ile ifade edilmiştir.][538]
55/55- O günkü günde azap, onları hem üstlerinden, hem ayaklarının altından saracak ve Allah (onlara), “yaptıklarınızı(n cezasını) tadın!” diyecektir.
56/56- Ey benim iman getiren bendelerim! (Eğer, düşmanlarınızın korkusundan istediğiniz yerde, Bana ibadet edemiyorsanız, oradan kalkıp buna imkân bulacağınız başka bir yere hicret edin.) Şüphesiz Benim arzım çok geniştir. O halde (nerede buna imkân buluyorsanız, orada) başka değil yalnız Bana kulluk edin.
Tefsir:
Resulüllah’ın (sav) asabı Mekke’de Müslümanca yaşamaları zorlaşınca, Resulüllah (sav) onların Habeşistan’a gitmelerini emretti. Resulüllah (sav) Medine’ye hicret ettikten sonra da Medine’ye döndüler. Mümin olan bir kimse dinini böylece muhafaza etmesi gerekir. En küçük bir zor kullanma karşısında veya rasgele bir insanın sözü ile dinden vazgeçip her gün bir din ve mezhep değiştirmek Müslüman’a yakışmaz. Nitekim günümüzde bu konu ciddiyetini korumaktadır. Her gün bir mehdi, bir Hüseyin b. Ali, bir yeni hüccet ortaya çıkıyor. Ali (as)’ın buyurduğu gibi “Her anıranın peşine takılıyorlar” Avam insanlar böyle sahte mehdilerin peşine takılıp Hanifiye-i semha olan İslam’a yüz çeviriyor ve kendilerine başka başka adlar takıyorlar.
Günümüzde İslam dinin bütün dinlere üstünlüğü herkesçe bilinen bir gerçektir. Batılı bilim adamlarının İslam hakkında yazdıkları kitaplar buna şahittir. Fakat İslam dinini tanımayan cahil ve nâdanlar, onlara karşı olup dine dil uzatıp bir kısım hükümlerini saptırıyorlar. Bu da ancak cehaletten doğmaktadır. Bu türlü tenkitler daha çok, Batı ilmini bilip de İslam’ı bilmeyen kimselerden doğmaktadır. Bizde böyle kimselere “cahil” denir. İnsan ilkönce kendi dinini bilmeli daha sonra da diğer dilleri öğrenip onlara ait ilimleri tahsil etmelidir. Buna hiçbir mani yoktur.
57/57- Her bir nefis ölümün acılığını tadıcıdır, sonunda başka değil yalnız Bize döndürüleceksiniz.
58/58- İman edip güzel işler tutanları.. elbet muhakkak ki onları, (köşk ve ağaçlarının) altından nehirler akan ve içinde ebedi kalacakları cennet köşklerine yerleştireceğiz. (Dünyada Allah’ın hükümleri ile) amel edenlerin (ahretteki) ecri ne güzeldir.
59/59- (Cennette ebedi kalacak olanlar o kimselerdir) ki, (müşriklerin eziyetlerine) sabrederler ve öz Rablerine tevekkül ederler.
60/60- [Resulüllah (sav) Mekke’de İslam’a giren Müslümanların müşriklerin eziyetlerinden dolayı Habeşistan’a gitmesini istedi. Onlar açlıktan korkup dediler ki: Garip bir memlekete gidip orada ne yiyip içeceğiz? Bunun üzerine ayet nazil oldu.][539] Yeryüzünde ne kadar hareket eyleyen hayat sahibi varsa rızkını (yanında) taşıyamıyor. Onlara da size de rızık veren Allah’tır. O, (her şeyi ve “gurbetteki şehirde ne yiyeceğiz” demenizi de) işitir ve (kalpleriniz de ne varsa) bilir.
61/61- (Resulüm!) Eğer onlara (bu Mekke ehline): “Semavatı ve yeri yaratan, güneşi ve ayı
buyruğu altında (bir nizam ile)
tutan kimdir?” diye sorsan, mutlaka,
“(Onları yaratıp, boyun eğdiren) Allah’tır.”derler. O halde nasılda haktan
kaytarıyorlar?!
62/62- Allah rızkı öz bendelerinden dilediğine bol bol verir, dilediğine de kısar. (Hiçbir nefer O’na itiraz edemez.). Muhakkak ki, Allah her bir şeye alimdir, (bendelerinin öz haline göre onlara rızk verir.).
63/63- (Resulüm!) Muhakkak ki onlara: “Semadan su indirip onunla (o su sebebiyle) ölümünün ardından yeryüzünü canlandıran (gül gülüşene çeviren) kimdir?” diye sorsan, mutlaka, “Allah” derler. De ki: “(Öyleyse) hamda Allah’a mahsustur. Belki bu müşrikler (kendi dedikleri sözlerini) anlamıyorlar. (İkrar ettikten sonra yine Allah’a şirk koşuyorlar. Anlasalar Allah’a şirk koşarlar mı?).
64/64- Bu dünya hayatı bir eğlence ve oyundan ibarettir. Allah’ın yurdu ise, doğrusu işte gerçek hayat odur; eğer bilselerdi..
65/65- (Bu müşrikler şirk ve inatlarında bakidirler. Bu cümleden olarak bir inatları da şudur:) Gemiye bindikleri zaman, dini yalnız Allah’a has kılarak (bütün samimiyetleriyle) Allah’a yalvarırlar. Fakat onları sağ-salim karaya çıkarınca, bir de bakarsın ki, yine şirk haletine dönüp (Allah’a) şirk koşarlar.
66/66- (Onlara necat verdik ki, buna karşılık Allah’a şükredip halisâne ibadet etsinler. Ama onlar necat buldular) ki, kendilerine verdiklerimize karşı nankörlük etsinler ve sefa sürsünler?! Tezdir ki, (öldükten sonra yaptıklarının akıbetini) bilecekler (ve pişman olacaklar.).
67/67- Acaba onlar (bu Mekke ehli kedilerine verilen bu nimetleri) görmüyorlar mı? Çevrelerinde insanlar kapılıp götürülürken (öldürülürken veya esir alınırken) Biz (Mekke’yi) emniyet içinde kutsî bir yer yapmışızdır. Hâlâ batıla inanıp Allah’ın nimetlerine nankörlük mü ediyorlar?
68/68- Allah’a karşı yalan yakıştıran, [Nitekim Mekkeli müşrikler, putları Allah’ın kendisine ortak saydığını söylüyorlardı.] yahut kendisine hak gelmişken onu yalan sayandan daha zalim yollu kimdir? Cehennemde kâfirlere yer mi kalmadı? (Elbette onların menzil ve mekânları cehennem olacaktır.).
69/69- Ama Bizim yolumuzda cihad edenleri, elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Muhakkak ki, Allah her bir iyi amel işleyenlerle beraber olup (onlara yardım edendir.).
Tefsir:
Ayette geçen “cihat” hem nefsin desiselerine karşı, hem de İslam dinin yüceltme uğruna yapılan cihattır. İnsan ibadet ede ede Allah’a yaklaşır. Nefsinin dizginini eline alır. Diğer cihatla da İslam’ı neşreder.
Hamd olsun Ankebût suresinin tefsiri tamam oldu. Resulüllah (sav) buyurdular ki: “Her kim Ankebût sûresini okursa Allah o kimseye on sevap verir”[540]
(...)
Keşfu’l-Hakayık’ın ikinci cildi 1322 (m.1904) yılı Rebilulevvelin onuncu günü tamam oldu. Bundan sonra üçüncü cüzün evveli Rum sûresinden başlayacaktır.
[1]- Not: Nafî, Ebu Amr, İbn Amir, Ebu Ca’fer ve Yakub kıraatlerinde “sâhir” kelimesi, “sihr” diye okunduğundan burada onların kıraat tercihi alınmıştır. (Kurtûbî, Tef., VIII, 196). Bu durumda müşrikler, Hz. Peygamber’e değil de, inen vahyin bizzat kendisine sihir demiş oluyorlar.
[2]- Kenz., III, 106. Not: Bunun hadis olduğu söylenir. “Bir saat”, “altmış saat” gibi değişik vecheleri vardır. Ayrıca bu hadis Camiu’s-Sağir’de de geçer. (Bkz. Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, I, 310).
[3]- Not: Efsanelerde Sîmurg/Hümâ/devlet kuşu/zümrüdüanka gibi adlarla da anılan bu hayali kuş, koruyucu melek kişiliği gösterdiği için, yardımı arzu edilen kimselerin gelmesi istemi buna benzetilir.
[4]- Tirmizî, Sünen, Fiten 7; Neseî, Sünen, Tahrim 6.
[5] -...
[6]- İbn Mace, Sünen, Fiten 8
[7]- Not: Muhavere Kanunu: Karşı beri iki kişinin konuşma adabı.
[8]- Tirmizî, Sünen, Rüya 3.
[9]- Tirmizî, Sünen, Birr 66.
[10] Not: Müellifin telmihte bulunduğu hadis, her halde “Son sözü la ilâhe illallah olan cennete girecek” diye ifade edilen hadistir. (Buharî, Cenaiz 1) Bu ise sahih hadistir. Hiçbir surette mevzu hadis değildir. Bu yüzden müellifin bu değerlendirmesini kabul etmek mümkün değildir. Fakat bu ayet, ye’s halinde iman etmenin kabul olunmayacağına dair, bir delil olduğu söylenebilir. Çünkü, “Fakat azabımızı gördükleri zaman imanları kendilerine bir fayda vermeyecektir. Allah’ın, kulların hakkında süregelen adeti budur.” (Mü’min 40/85) ayeti de bu görüşü desteklemektedir. Kaldı ki, burada Firavun’nun gerçekten iman ettiği meselesi ise, ihtilaflıdır. Çünkü, o: “İsrail oğullarının ilahına inandım” diyor. Bu, ifade tahlil edildiği zaman, Firavun’un, doğrudan “Allah’a inandım” dememesi, ayrıca sadece “Allah’a inandım” demekle birlikte “Musa’nın da peygamberi olduğuna inandım” dememesi, bir taklidi imandan öte geçmemektedir. (Razî, Tef. , XVIII, 157-158) bu yüzden Firavun’nun hakiki iman ettiği bile söylenemez.
[11] İbn Kesir, el-Bidaye, I, 216 vd.
[12]- Not: Müellif, bu görüşünde Mutezile mezhebinden etkilenmiştir. Mutezile mezhebinde, “Husn ve kubh” meslesi vardır ki, bu fiiller, onlara göre, aslında iyi ve güzel olan şeyler midir, yoksa kötü ve çirkin olan şeyler midir; yahut ta şeriat mı bunların iyiliğini veya çirkinliğini tayin ve tespit etmiştir? Şüphesiz diğer meselelerde olduğu gibi, bu meselede de mutezile, aklı ilk ve esas merci ittihaz ederek onun hükmüne tabi olmuşlardır. Buna göre mutezile nazarında “husn” ve “kubh”, eşyaların zati sıfatlarındandır. Akıl şeriatin tayin ve tespitinden evvel iyi olan şeyleri, kötü olan şeylerden ayırt etmeğe kadirdir. Şariat, bunu sadece haber verir, yoksa tespit ve tayin etmez. (Gazalî, el-Mustasfa, I, 55-56)
[13]- Zemahşerî, Tef., II, 257.
[14]- Tirmizî, Sünen, Fiten 25.
[15]- Tirmizî, Sünen, Fiten, 25.
[16]- Zemahşerî, Tef., II, 258.
[17]- Not: Yazar, “Kitab-ı mübin” tabirinin manasını Zeccac’ın görüşüne göre vermiştir. Ona göre, “Kitab-ı mübin”, Allah’ın ilminden ibarettir. (Bkz. Razî, Tef., XVII, 186)
[18]- Mec. (Hazin), III, 307.
[19]- Mec. (İbn Abbas), III, 324. Not: Nuh’un gemi yapımında kullanıldığı ağaçların yetiştirilmesi, gemi yapımının kaç yılda tamamlandığı, ebadı, biçimi, vb. hakkındaki rivayetlerin hepsi Tevrat’tan alınmıştır. (Bkz., Tekvin, bap: 6, cümle: 14-16; İbn Kesir, el-Bidaye, I, 110.)
[20]- Mec., III, 323.
[21]- Müslim, Cihad 76.
[22]- Not: Yazarın tercih ettiği kıraat şekli, Mücahid, Âsım, Cahderî, Ebu Recâ gibi kimselerin okuyuşudur. (Bkz., Kurtûbî, Tef., IX, 39)
[23]- Not: Bir kısım tefsircilere göre, ayette “Kurtardık” lafzının iki kez geçmesine göre, bunun birisi, Ad kavmini helâk eden “kum” fırtınasından, diğeri de ahrette cehennem azabından kurtarmaktır. (Bkz. Mec., III, 336)
[24]- Mec., III, 344-345.
[25]- Not: Kaynağı bulunamadı.
[26]- Not: Yazar, hicrî on bir yılında “Koçan” şehri diye bir şehrin zelzeleden battığını söylüyor. Biz bu şehrin nerede olduğunu bilmediğimiz için, bunun benzeri, “Pompei” -ki, İtalya’da 1945 yılında volkan patlaması ile lavlar içinde kalmıştı- misal verdik.
[27] Not: Yazarın bu konudaki açıklaması da, uygun olsa bile, deyimlerin “ebediyetten” kinaye olarak kullanılması da, onun asıl anlamında alınmayacak diye bir kaideyi ortaya koyamaz. Bu yüzden ayetlerde söz konusu “belli bir sonun” gelmesinden sonra gelecek olan kıyamet gününden ve bunu takip edecek olan ahiret hallerinden söz edilmektedir. Bundan dolayı buradaki “gökler ve yer durdukça” ifadesinden murat bu dünya ve bu gökler değildir; “O gün yeryüzü, başka yeryüzüne çevrilir, göklerde başka göklere..” (İbrahim 14/48) ayetiyle haber verilen gökler ve yerdir. Ahiret hayatının da kendine göre yer ve gökleri olacaktır. (Elmalılı, Tef., V, 12)
[28]- Tirmizî, Sünen, Tefsir-u Sure 56/6
[29]- Not: Mücahitten gelen bir nakle göre “gündüzün iki tarafı”dan maksadın bu olduğunu söylemiştir. Muhammed b. Kâb, Dahhâk da aynı görüştedirler. (Bkz., İbn Kesir, Tef., IV, 284.)
[30]- Not: Hasan Basri, Mücahit, Muhammed b. Kâb, Katade ve Dahhâk’a göre “zülef”in, akşam ve yatsı namazları olduğu rivayet edilmiştir. (Bkz., İbn Kesir, Tef., IV, 284)
[31]- Mec. (Kadı Beydavî), III, 373.
[32]- Mec. (Hazin), III, 375.
[33]- Mec. (Hazin), III, 377.
[34] Not: Bu kimsenin adı, kendi devrinde başka isimle de çağrılabilir. Fakat Araplar onu bu isimle çağırmışlardır. (Yazarın eki).
[35]- İbn Kesir; el-Bidaye, I, 189.
[36]- Not: Dirhem, gümüş paradır. Bazı rivayetlere göre, bu dirhemler, kıymet açısından kalb/ düşük idi. (Yazarın eki.)
[37]- Not: İskender-i Zülkarneyn, çıktıktan sonra İskenderiye şehrini kurdu. O vakit pay-i tahtı gâh Mısırda, gâh Menfis’te bulunuyordu. İslam geldikten sonra ikinci halife Hz. Ömer (ra)’ın hilafeti zamanında Mısır Fatihi Amr b. el-As Mısır’ı fethetti. (18/639) Nil’in doğu tarafında bir şehir kuruldu. Adını Fustat koydu ve pay-ı tahtı Mısır’a taşıdılar. Şu an ki, Mısır’ın batısında kurulan Kahire (400/1009) yılından sonra Fatimî Halifesi, el-Muiz Lidinillah’ın emri ile onun kölesi Kaid Cevher vasıtasıyla kurulmuştur. Fustat ise harap oldu, sadece Amr b. El-As’ın kurduğu Cami’den bazı eserler kaldı. (Yazarın eki)
[38]- İbn Kesir, el-Bidaye, I, 189.
[39]- Not: Yusuf’un “eşüddüne” ermesi yaşı ihtilaflıdır. Saîd b. Cübeyir’e göre on sekiz’dir. (Bkz., İbn Kesir, Tef., IV, 206, el-Bidaye, I, 190)
[40]- Mec. (Hazin), III, 395.
[41]- Bu konuda Eş’arî mezhebinden bazı tefsirciler, bir kısım yorumlar yapmışlardır ki, onların bu konudaki dediklerini yazmaya ne kalemde yazma kuvveti, ne lisanda takrir gücü vardır. Allah’ın peygamberi Yakub b. Yusuf’a kendileri bu çirkin teşebbüsü inat ediyorlar. Halbuki Allah (cc) Yusuf’un ismetine şahitlik etmiştir. O masumdur. Hayasız ve fahişe insanlara bile olsa, bu sözleri onlara atfetmek doğru olmaz. Hayret onlara ki, ellerine kalemleri alıp bu peygamberin masumiyetine uymayan sözleri kitaplarına yazıyorlar. Ta ki dünya durdukça onların bu ar dolu sözleri de her kez tarafından okunsun.. bizden ötürü onlara ar olsun.. kim arzu ediyorsa onların bu yazdıkları şeyleri oradan okuyabilirler. Kendim, bu sözlerden bir satır bile olsun, kitabıma yazmayı hata sayıyorum. Eş’arî mezhebine bağlı bu insanlar bir çok fikrin sahibi olmalarına rağmen böyle büyük alimler böyle çirkin sözleri ne diye kitaplarında yazıyorlar? Hem de Allah’ın peygamberine böyle şeyleri isnat ediyorlar. Ben bu konuda şunu ifade etmek istiyorum: Eş’arî, mezhebine tabi olanlar, Ebu’l-Hasen el-Eş’arî’nin itikada dair görüşlerini benimsemişlerdir. Bunlar hayır ve şerri Allah’tan bilirler. Böylece kendilerinden sadır olan her çirkin ameli de Allah’a isnat edip kendilerini ihtiyardan masum saymışlardır. Bunun için Allah’ın peygamberlerine bu çirkin işleri isnat edip, kedi çirkin işlerini de bunlara kıyas ediyorlar. “Yusuf (as), tam gönlü ile Zeliha’nın teklifine meyil edecekti ki, bir ara ayet aklından çıktı, Yakub (as)’ı gördü. Eli dudağında Yusuf’a hayretle bakıyordu” gibi safsataları, tahrif edilmiş kitaplardaki iftira çamurlarını nebinin ismetine atmaktadırlar. Peygamberlere masum olmasına rağmen bu türlü şeyleri isnat edenlere yazıklar olsun... (Yazarın eki)
[42]- bkz., Mec. (Hazin), III, 394
[43]- İbn Kesir, Tef., IV, 317.
[44]- Taberî, Tef., XVI, 136
[45]- Buharî, Enbiya 19; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 96, 332.
[46]- Not: Bu sözü, Hz Yusuf’un mu, yoksa Züleyha’nın mı söylediği hakkında ihtilaf vardır. En doğru olan görüş, Züleyha’ya ait olmasıdır. (Bkz. İbn Kesir, Tef., IV, 320.)
[47]- Mec. (Hazin), III, 421-422.
[48]- Kurtûbî, IX, 177
[49] Taberî, Tef., XVI, 151; İbn Kesir, el-Bidaye, I, 196. Not: Bu rivayetlerin sağlam olduğuna kanaat getirmek pek güçtür.
[50]- Not: Hz. Yakub (as), oğullarına ilk defa Mısır’a girecekleri zaman böyle bir tavsiyede bulunmamıştı. Fakat ikinci kez böyle bir tavsiyede bulundu. Bunun sebebi, onlar ilk defa Mısır’a girdikleri zaman tanınmamış birer normal insan olarak girmiştiler. Daha sonra bizzat Hz. Yusuf (as) tarafından izzet ve ikram gördüler. Böylece etrafta hükümdarın izzetine mazhar olmuş peygamber çocukları diye tanındılar. Onun için Yakub (as) bu tenbihi onlara yaptı. (Yazarın eki)
[51]- Mec. (Hazin), III, 433.
[52] İbn Kesir, IV, 326.
[53] Taberi, Tef., XII, 162; Zemahşerî, Tef., II, 450; Tabresî, Tef., III, 217; Kurtûbî, Tef., IX, 243; İbn Kesir, Tef., IV, 13-14. Not: Bu konuya ait rivayetler Kur’an’da haber verilen sarih hususlara aykırılığından dolayı kabul edilmemiştir. (bkz,Taberî, Tef., XV, 577)
[54]- Mec. (Hazin), III, 440.
[55]- Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 183; IV, 396; V, 220
[56]- Not: Aşk ve muhabbet alemi bir başka alemdir. Onu aşka müptelâ olanlar bilirler. Değil ki Mısır’dan belki ta mağripten maşrığa maşukunun kokusunu aşık alır. Nitekim Mecnun nice dağlar arkasında oturup diyordu ki: “Ey Necit dağları! Siz benimle sevgilimin arasına engel olamayın. Bırakın Leyla’nın kokusu benim tarafıma gelsin.” İstediler ki onun her bir damarından kan alsınlar, her bir damarına neşter vursunlar, Mecnun dedi ki: “Leyla’nın damarına niçin neşter vuruyorsunuz?” Aşıkların bunun gibi garip hallerini saymakla bitmez.. Şimdi siz bir insan düşünün ki, oğlunun mufarakatından gözlerini kaybetmiş. Şimdi Yusuf (as)’ın ta Mısır’dan gelen gömleğini ona aşık bir gönül, onunla yanıp tutuşan bir peygamber neden kokusunu duymasın? Bu iş akla neden uzak olsun.. (Yazarın eki)
[57]- Mec. (Hazin), III, 454.
[58]- Not: Şiirin sadeleştirilmiş şekli:
Seher vakti, baş açıp Allah’a tazarru et.
Sabah namazı, maksudun kayışının kilididir..
[59]- Razî, Tef., XVIII, 209.
[60]- Kurtûbî, Tef., IX, 175.
[61]- Mec.(Hazin), III, 454.
[62]- Kurtûbî, IX, 158.
[63]- Mec., III, 457-458.
[64]- Not: Bu konunun doğruluğu hakkında İslamî kaynaklarda bir şey bulunamadı.
[65]- Kurtûbî, Tef., IX, 176.
[66]- Mec. (Hazin), III, 458-459.
[67]- Not: Evet, Allah’ın kelamına karşılık para istemek, insanların haktan uzaklaşmasına ve tefrikaya sebep olmaktadır. Ey şifa veren! Ey her şeye yeten Allah’ım! Bizim bu derdimize deva ver. (Yazarın eki)
[68]- Mec. (Kadı Beydâvî), III, 465.
[69]- Not: Güneşin ve sair kürelerin belli bir vakte kadar, akıp gitmeleri demek, kıyametin kopması demektir. Avrupa bilginlerinin uzayda bulunan her bir küre için bir yok olma vakti belirlemeleri ve sonunda vakti gelenin yok olacağını söylemeleri de Kur’an’ın bu hakikatini ifade eder mahiyettedir. (Yazarın eki)
[70]- bkz.,Vahidî, a.g.e., s. 228-229
[71] Not: Kâ’bu’l-Ahbar, Hz. Ebu Bekir’in (ra) halifeliği döneminde Müslüman olmuştur. Resulüllah (sav) devrinde Müslüman olduğu tezi yanlıştır. (Bkz., İslam Ansiklopedisi, MEB, VI, 2, KA’B md.)
[72]- Mec. III, 498-499.
[73] - bkz., Mec., (Nesefî), III, 500.
[74]- Mec., III, 503.
[75]- Mec. (Kadı Beydavî), III, 506.
[76]- Not: Nitekim insanlar bir şeye kızdıkları zaman ellerini ağızlarına götürüp ısırırlar. (Yazarın eki)
[77]- Aclûnî, a.g.e., II, 219; Zemahşerî, Tef., II, 371.
[78] İbn Kesir, el-Bidaye, X, 7.
[79]- Not: Velid b. Yezid b. Abdilmelik’in fasık bir kimse olduğu kesindir. Fakat Kur’an’a karşı bu türlü davranışda bulunacağını pek tahmin etmiyoruz. Bu konuda, kaynaklarda da pek bir malumat bulunamadı. Bu konunun bu şekilde anlatılması, galiba biraz da yazarın mezhebî görüşü ile alakalıdır.
[80]- Not: Kaynaklarda, Zemzem suyunu bir meleğin çıkardığı rivayet edilir (Kurtûbî, Tef., IX, 242)
[81]- Not: Bu terkibin manası: Biricik yıldız kelime Muhammed (as)
[82]- Mec. (Hazin), III, 533; Kurtûbî, IX, 242, 245.
[83]- Mec. (Kadı Beydâvî), III, 544.
[84]- Not: Yazarın kendisi, Resulüllah (sav)’in soyundan geldiği için, ona “dedeciğim” diye hitap ediyor.
[85]- Not: Bu ayette bulunan “neslükühü” cümlesinde zamir, çoğunluğa göre “şirk, dalalet, küfür, istihza ve şirk” gibi konulara atfedilmiştir. Yani bu zamirden kasıt bunlardır (Mec., III, 550-551; Taberî, XIV, 9; Kurtûbî, Tef., X, 7) Fakat zayıf bir görüşe göre, bu zamir az önce geçen dokuzuncu ayetteki “zikr/Kur’an” kelimesine racidir. (Kurtûbî, Tef., X, 7)
[86]- Mec. (Nesefî), III, 560.
[87]- Ebu’s-Suud, Tef., V, 79.
[88]- Taberî, Tef., XIV, 48.
[89]- Not: Hicr, Şam ile Medine arasında bir yerin adıdır. Şimdi bile Şam ile Medine yolu üzerindedir. Dağlardan yontup kurdukları evler, tarihin yıpratmasına mukavemet etmiş halen duruyor. (Yazarın eki.)
[90]- Mec. (Nesefî), III, 574.
[91]- Taberî, Tef., XIV, 64.
[92]- Mec., III, 578.
[93]- Taberî, XIV, 71.
[94]- Mec. (İbn Abbas), III, 580.
[95]- Taberî, Tef., XIV, 74; Mec., III, 580
[96]- Bkz., Mec. (Kadı Beydavi), III, 581.
[97]- Not: Bu yorum sadece yazarın kendisine hastır.
[98]- Aclûnî, a.g.e., I, 397; Buharî, Cihad 43; Müslim, İmare 100; Ebu Davud, Sünen, Cihad 41.
[99]- Zühaylî, a.g.e., III, 508.
[100]- A.g.e., III, 508-509.
[101]- Tûsî, Tehzîb, IX, 40; el-Furu’ fi’l-Kâfî, II, 151.
[102]- Razî, Tef., XX, 3.
[103]- Bkz. Ebu Davud, Sünen, Tahare 41; Tirmizî, Sünen, Tahare 52; İbn Mace, Sünen, Tahare 38.
[104]- Not: Bu hadisin kaynağı bulunamadı.
[105]- Müslim, Birr 69; Tirmizî, Sünen, Birr 82.
[106]- Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 76.
[107]- Taberî, Tef., XIV, 96-97.
[108]- Mec. (Kadı Beydavî), III, 596.
[109]- Zemahşerî, Tef., II, 408-409.
[110]- Taberî, Tef., XIV, 106-107.
[111]- Taberî, Tef., XIV, 108-109.
[112]- Taberî, Tef., XIV, 109.
[113]- Taberî, Tef., XIV, 111.
[114]- Mec. (Hazin), III, 611.
[115]- Zemahşerî, Tef, II, 416; Mec. (Hazin), III, 615.
[116]- Zemahşerî, Tef., II, 416.
[117] Razî, Tef., XX, 69-70.
[118]- Taberî, Tef., XIV, 158.
[119]- Taberî, Tef., XIV, 161.
[120] Mec. (Hazin), III, 634.
[121] Mec. (Hazin), III, 634.
[122] Aclûnî, a.g.e., I, 132; Beyhakî, ..?.; bkz., Müslim, Fedailu’s-Sahabe, 207.
[123]- Not:Yazar burada Mutezile’nin “akıl” hakkındaki görüşünü tercih etmiştir. (Bkz., Zemahşerî, Tef., II, 416)
[124] - ???
[125]- Zemahşeri, Tef., II, 428.
[126]- Tirmizî, Sünen, Sevabu’l-Kur’an 22
[127]- Mec. (Kadı Beydavî), III, 640.
[128]- Mec. (Nesefî), III, 641.
[129]- Taberî, XIV, 178.
[130]- Zemahşerî, Tef., II, 429.
[131]- İbn Hişam, a.g.e., I, 253.
[132]- Taberî, Tef., XIV, 182.
[133]- Taberî, Tef., XIV, 181.
[134]- Kurtubî, Tef., X, 124
[135]- Mec., III, 646; bkz., XIV, 184.
[136]- Taberî, Tef., XIV, 186.
[137]- Not: Çoğu tefsircinin görüşüne göre bu hitap, Müslümanlaradır. Yani, “Ey Müslümanlar!” demektir. (Mec. “Hazin”, III, 650)
[138]- Mec., III, 652.
[139]- Taberî, Tef., XIV, 192-193.
[140]- Not: Hz. İbrahim(as)’ın taştan bir bıçak ile sünnet olduğuna dair bir bilgi bulunamadı. Hz. Peygamber (sav), sünneti ilk defa Hz. İbrahim’in teşri ettiğini bildirir. (Muvatta, Sıfatu’n-Nebî 4) Fakat kaç yaşında ve hangi alet ile sünnet olduğuna dair farklı rivayetler vardır. Bir rivayette seksen yaşında iken keser ile (Buharî, Enbiya 8; İsti’zan 51; Müslim, Fedail 151; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 322) bir rivayette yüz yirmi yaşında sünnet olmuş ve bundan sonra seksen yıl daha yaşamış, (Kenz, XI, 485) başka bir rivayette ise balta ile seksen yaşında sünnet olduğu rivayet edilmektedir. (Kenz XI, 489). Ne ile sünnet olduğu kesin olmamakla birlikte ilk önce “sünnet” olmayı teşri eden İbrahim (as) olduğu sahih rivayetlerde anlatılmıştır.
[141]- Vahidî, a.g.e., s. 239-241
[142]- Zemahşerî, Tef., II, 435-436.
[143]- Mec. (Kadı Bedavî), III, 659; Zemahşerî, Tef., II, 436.
[144]- Zemahşerî, Tef., II, 437.
[145]- Mec. (Hazin), IV, 7; bkz., Buharî, Enbiya 15.
[146]- Mec. (Hazin), IV, 9.
[147]- -Zemahşeî, Tef., II, 437; İbn Kesir, Tef., V, 41. Not: Bu hadisin kaynağı hadis kaynaklarında bulunamadı.
[148]- Zemahşerî, Tef., II, 437; Kurtûbî, X, 138; Taberî, Tef., XV, 26. Not: Kurtubî, bu konuda diyor ki, Miraç hadisesi olduğu zaman Hz. Aişe çocuk idi, Muaviye de henüz müslüman olmamıştı. Onun için bu meseleyi bilemeye bilirler.( Kurtûbî, X, 138)
[149]- İbn Kesir, Tef., V, 40.
[150]- Kurtûbî, X, 137
[151]- Zemahşeî, Tef., II, 437. Mirac hadisesini daha etraflı bir şekilde öğrenmek için bkz., Buharî, Salât 1, Hacc 76, Eniya 5, Tevhid 37, Menakib 24; Müslim, İman 259, 263; Ahmed b. Hanbel, III, 148, 149.
[152] Mec. (Nesefi), IV, 14.
[153]- bkz.,Taberî, Tef., XV, 18-19
[154]- Kurtubî, Tef., X, 145.
[155]- Taberî, Tef., XV, 21-22.
[156]- Taberî, Tef., XV, 22, 40
[157]- Not: Farsların, İsrail oğullarına musallat olması konusunda bir bilgi bulunamadı.
[158] Not: Dârâ: Yunanca, Dareios; Latince, Darius; Persçe, Darayavahuş. Dârâ konusunda geniş bilgi, Üç şekilde yazılmış olan kitabe, Behistun kayalıklarındaki kitabesinde mevcuttur. Bunun zamanında sürgünden kurtarılan Yahudiler, Kudüs’te büyük tapınağın yapımına başladılar. (Meydan Laruusse, III, 397-398) Buna göre, yazarın söylediğinin aksine Dârâ zamanında Yahudiler iyi bir hayat sürmüşlerdir. Dolayısıyla Yahudilere zulüm etmediği bu bilgilerden anlaşılır.
[159]- Not: Bu tarihi bilgiler çok karışık bir şekilde, tarih kitaplarında yer almaktadır. Bir yerde “birinci fesadı” üzerine İsrail oğullarının başına bela olan Buhtenassar gösterilirken, başka yerde Hurdus gösterilmiş, “ikinci fesat” için bir yerde “Neburzâzân” gösteriliyor diğer yerde “Hurdus” gösteriliyor. Yazar ise İran Şahlarından Dârâ’yı veriyor. Netice olarak bu konuda kesin bir bilgi yok. İhtimal rivayetler mevcuttur. Fakat İsrail oğullarının birçok fesat işledikleri ve bunların içinde iki defa büyük bir şekilde üzerlerinden silindir geçtiği malumdur. (Bkz., Taberî, Tef., XV, 41-42.)
[160] Mec. (Kadı Beydavî), IV, 24.
[161]- Mec. (Hazin), IV, 26.
[162]- Mec. (Nesefî), IV, 29.
[163]- Not: Süfyan b. Uyeyne, sahabî değildir. O, tabiindendir.
[164] Zemahşerî, Tef., II, 445.
[165]- Zemahşerî, Tef., II, 445.
[166]- Zemahşerî, Tef., II, 445.
[167]- Zemahşerî, Tef., II, 445.
[168]- Zemahşerî, Tef., II, 445.
[169]- Not: Bu hadis diye söylenen uydurma sözlerin kaynağı bulunamadı.
[170]- bkz., Ebu Davud, Sünen, Vitr 32; Neseî, Sünen, İstiaze 14, 15, 16; İbn Mace, Sünen, Duâ 3; Ahmed b. Hanbel, II, 305, 325, 354.
[171]- Not: Mürted-i Fıtrî: Daha önce soyundan hiç Müslüman bulunmayan ve kendisi Müslüman olduktan sonra tekrar kâfir olan kimseye denir. (Bkz., Tûsî, Tehzîb, X, 139)
[172]- Bkz., Küleynî, el-Kâfî fi’l-Furû, II, 286; Tûsî, Tehzîb, X, 3, 51, 139, 275. Not: Livata edenin cezasının ölüm olduğu konusunda ihtilâf vardır. Malikî, Şafiî ve Ahamed b. Hanbel öldürülmesine, Ebu Hanife ise tazir cezasına hükmetmiştirler. (Bkz., Zuhaylî, a.g.e., VI, 66)
[173] Razi, Tef., XX, 203
[174] İbn Kesir, el-Bidaye, VII, 339-340.
[175]- Mec. (Kadı Beydavî), IV, 36.
[176]- bkz., Razî, Tef., XX, 208
[177] -....
[178]- İbn Kesir, Tef., V, 76.
[179]- Bkz. Tabresî, Tef., VI, 640.
[180]- Taberî, Tef., XV, 96.
[181]- Kurtubî, Tef., X, 181.
[182] Razî, Tef., XX, 233; Mec. (Kadı Beydavî), IV, 47;
[183]- Not: Yazar, bu konuda yapılan rivayetleri, kendi açısından yorumlayarak ifade etmiştir. Hadise onun anladığı şekilde değildir. Bu “ayet”ten maksat, kâfirlerin, keyiflerine göre gösterilmesini istedikleri mucizelerdir. Nitekim, İbn Abbas’ın rivayetine göre Mekke müşrikleri Resulüllah (sav)’den, Safa tepesini altın ve gümüş yapmasını istemişlerdi. Ayetten anlaşıldığına göre, daha önceki kavimler de bu tür mucizeler istemişlerdi. Onların asıl maksadı inanmak değildi. Allah (cc) onların peygamberlerinden istedikleri bu mucizeleri gerçekleştirmiş, fakat iman etmedikleri için hepsi helâk olmuştu. (Bkz., Taberî, Tef., XV, 108)
[184] Kurtûbî, Tef., X, 183.
[185]- Buharî, Tefsiru sure 9; Taberî, Tef., XV, 115.
[186] Not: Mutezile, meleklerin insanlardan üstün olduğu görüşündedirler. (Zemahşerî, Tef., II, 459-459) Yazar da Mutezile’nin görüşünü kabul etmiş diğerlerini reddetmiştir. Fakat bu konuda kanaatımıza göre gerçek olan görüş şudur: Adem oğlunun en üstün tabakası sayılan peygamberler, meleklerin en üstün tabakasından daha efdaldirler. Fakat meleklerin avam tabakası, insanların avam tabakasından daha üstündürler. (Mec. “Hazin”, IV, 55; Razî, Tef., XXI, 16)
[187]- Not: Abbsî halifelerinin hepsi Hz. Abbas’ın oğlu Abdullah’ın neslindendir. (Yazarın eki)
[188] bkz., Taberî, Tef., XV, 126.
[189]- Zemahşerî, Tef., II, 458.
[190]- Tabresî, Tef., VI, 665; Razî, Tef., XXI, 20.
[191] Not: Yazarın bu ifadesinden, Resulüllah’ın (sav) bu şartları kabul ettiği anlaşılıyor. Fakat Resulüllah ileri sürülen bu şartlardan hiçbirini ta başından buyana kabul etmemiş ve bu şartlardan vazgeçerler diye beklemiştir. Sakif kabilesi, bizzat bu antlaşma maddelerini kabul ettirmek ısrar etmişlerdir. (Bkz. Vahidî, a.g.e., s. 244.
[192]- Tabresî, Tef., VI, 665; Razî, Tef., XXI, 20; Vahidî, a.g.e., s. 244.
[193]- bkz., Razî, Tef., XXI, 24.
[194]- Mec. (Kadı Beydavî), IV, 60.
[195]- Buharî, İlim 47; Müslim, Münafkûn 32.
[196]- Mec. (Nesefî), IV, 68.
[197]- Sebe’ 34/9.
[198]- Not: Buradaki “kendilerine ilim verilenler”den Medine’de Resulullah’a iman eden Yahudi ve Hıristiyanlar kastedilmiştir. (Yazarın eki)
[199]- Mec. (Hazin), IV, 78.
[200]- Buharî, Tevhid 34, 44; Müslim, Salât 145.
[201]- Not: Yazarın burada kastettiği mezhep, Hanefi mezhebidir. Hanefi mezhebine göre, Akşam, yatsı ve sabah namazının iki rekâtında kıraati açıktan yapmak, yine kaza namazlarında, bayram namazlarında, teravih namazlarında ve Ramazandaki vitir namazında açıktan kıraat etmek vaciptir. Çünkü Hz. Peygamber (sav) bunu yapmış ve devam etmiştir. Tek başına namaz kılan kişi ise (geceleyin) açıktan okumakla gizli okumak arasında muhayyerdir. En faziletlisi açıktan okumaktır. Nefileler de böyledir. Hz. Aişe’ye, Hz. Peygamber’in (as) gece kıldığı namazlardaki kıraatinin nasıl olduğu sorulunca şöyle cevap vermiştir: “Bazen gizli, bazen de açıktan okuyarak bunların hepsini kılardı” (Zühaylî, a.g.e., I, 628-629). Yazar bu konudaki hadislerin zayıf olduğu söylüyor ki, bunu da yaptığımız araştırmaya göre, bu konudaki hadislerin sahih olduğu anlaşılmıştır.
[202]- Mec. (Kadı Beydavî), IV, 80; Suyûtî, Dürrü’l-Mensur, V, 353.
[203]- Mec. (Kadı Beydavî), IV, 80.
[204]- Not: Kehf, mağaraya denir. “Rakîm” ise, Ashab-ı Kehf’in köpeklerinin adıdır. (Yazarın eki)
[205]- bkz. Taber, Tef., XV, 200-205; Mec., IV, 84-90.
[206]- Mec. (Kadı Beydavî), IV, 93.
[207]- Mec. (Kadı Beydavî), IV, 99.
[208]- Bkz., Taberî, Tef., XV, 228.
[209]- Vahidî, a.g.e, s., 251.
[210]- Teberî, Tef., XV, 262.
[211]- Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 115.
[212]- Taberî, Tef., XV, 272.
[213]- Not: Burası Cebel-i Tarık boğazıdır. Daha “Calpe” adını taşıyordu. Bir tarafında İspanyan bir tarafında da Fas vardır. Emevî halifesi Velid b. Abdilmelik (96/715) zamanında Kuzey Afrikaya komutan seçilen Musa b. Nusayr’a İspanya ve Endülüs’ün fethi fermanı çıkmıştı. Musa b. Nuasyr, kölesi Tarık b. Ziyad’ı 12 bin kişilik bir ordu ile İspanya’nın fethine yolladı. 12 bin askerin hepsi de Berberiler’den meydana gelmişti. Bunların içinde ancak 12 kişi Araplardan idi. Ordunun arasında Kur’an öğretmek ve şeri hükümleri anlatmak maksadı ile bulunuyorlardı. Tarık, Fas’a gidip oradan da gemilerle İspanya’ya geçti. Endülüs fatihi Tarık b. Ziyad’ın (92/711) yılında ordusuyla birlikte ilk ayak bastığı ve askerî karargâh olarak kullandığı yer olması hasebiyle İslam kaynaklarında “Cebelu Tarık” diye adlandırılmıştır. Bu isim İtalyanca “Cebiltarre”, öteki Avrupa dillerinde “Gibraltar” diye kendi lisanlarına uyum sağlamasına rağman ana hüviyeti değişmemiştir. Şimdi bu boğaz İngilizlerin kontrolündedir. Burayı yazarken boğazın İngilizlerin elinde olmasından ötürü elimde kalemi tutamayıp gözlerimden yaşlar ceyhun etti. Bugün Müslümanlar, gözlerinden yaş yerine kan akıtsa sezadır... (Yazarın eki) Yazar bu tefsirini 1905 yıllarında yazdığı için Cebel-i Tarık Boğazının o günkü statüsünü söylüyor. Fakat günümüzde de değişen bir şey olmadı. Tam sekiz asır Müslümanların elinde bulunan bu boğaz (m. 1704)’ten buyana halen İngilizlerin elindedir.
[214]- Tabirî, Tef., V, 276.
[215]- Rami, Tef, XXI, 143-144.
[216] Taberî, Tef., XV, 272.
[217]- Buharî, İlim, 16, 19, 44; Müslim, Fedail 170; Ebu Davud, Sünen, Sünnet 17.
[218]- Mec. (Nesefî, Kadı Beydavî), IV, 123.
[219]- Ebu Davud, Sünen, Hurûf 16.
[220]- Mec. (İbn Abbas), IV, 130-131.
[221]- bkz., Razî, Tef., XXI, 121.
[222]- Not: Philippus: Filkos, Filekus, Failakus şeklinde değişliklere uğramıştır. (Bkz., İslam Ansiklopedisi, MEB, V/II, 1078, İSKENDER md.)
[223]- Razî, Tef., XXI, 163.
[224]- Not: Yazar, tarihçileri tenkit ediyor ama, burada Büyük İskender ile Makedonyalı İskender’i birbirine karıştırmıştır. Umumi İslam tarihi ile tefsir kitabında meseleyi ele alan İbn Kesir (774/1373) iki Zülkarneyn’nin olduğunu, bunlardan birincisinin İbrahim (as) döneminde yaşadığını, ikincisinin ise, Makedonyalı İskender olduğunu kabul etmektedir. Tefsirinde (İbn Kesir, Tef., V, 185) ve el-Bidaye adlı tarih kitabında, bu mesele hakkında, yeteri derecede bilgi verdiğini hatırlatan İbn Kesir, gerçekten de daha önce yazdığı bu eserinde Zülkarneyn’in şahsiyeti ve ismi üzerindeki rivayetleri kaydettikten sonra, birçoklarının, tek bir İskender bulunduğunu ve Kur’an’da zikredilen, vezirliğini Aristo’nun yaptığı İskender olduğunu düşünmekle büyük bir hata işlediklerini belirtir. Zira ona göre, birinci Zülkarneyn salih bir kul ve veziri ise Hızır (as) olan adil bir melikti, aynı zamanda nebî de olmuştu. Oysa ikincisi müşrikti ve veziri de bir filozoftu; ikisi arasında da 2000 seneden fazla bir zaman vardı. (Fazla bilgi için bkz., el-Bidaye, II, 95-102)
[225]- İbn Kesir, Tef., V, 187.
[226]- bkz., Razî, Tef., XXI, 176.
[227]- Razî, Tef., XXI, 176.
[228]- Mec. (Nesefî), IV, 136.
[229]- Razî, Tef., XXI, 170.
[230]- Razî, Tef., XXI, 169-170.
[231]- Not: Sedd-i Zülkarneyn hakkındaki rivayetlerin hepsi tevile muhtaçtır. İster tarihî malumatlar olsun isterse, hadislerden gelen bilgiler olsun, bunları zahirî manaları ile kabul etmek mümkün değildir. Zaten bu konuda bir kısım rivayetler vardır ki, hiç birisi itimada şayan bulunmamışlardır. (Bkz., İbn Kesir, el-Bidaye, I, 115)
[232]- Taberî, Tef., XVI, 28.
[233]- Mec. (Kadı Beydavî), IV, 145;
[234]- Mec. (Kadı Beydavî), IV, 145, Ahmed b. Hanbel, Müsned, V/428.
[235]- Mec. (Kadı Beydavî), IV, 145; Kenz, I, 577.
[236] - bkz., Taberî, XVI, 35.
[237]- Not: “Taziyedarlık” yeri, Hz. Hüsyin (ra)’ın Kerbela’da şehit düşmesini hatırlama maksadı ile camilerde tutulan yas yerleri.
[238]- Mec. IV, 146; Taberî, Tef., XVI, 48.
[239]- Taberî, Tef., XVI, 54.
[240]- Taberî, Tef., XVI, 55.
[241]- bkz. Taberî, Tef., XVI, 59.
[242]- Taberî, Tef., XVI, 60.
[243]- bkz., Mec. (Hazin), IV, 153. Not: Bu haber Vehb b. Münebbih’ten (110/720) nakledilmiştir. Hadisenin anlatılış tarzı ne kadar da masum görülse de bu türlü yorumlara hiç gerek yoktur. Aslı belli olmayan bu türlü haberler İsrailîlerden sızmıştır. Allah (cc) Hz. Adem’i hiç yoktan yarattığı gibi Hz. İsa’yı da babasız yaratmıştır. Garipsenecek bir şey varsa o, ta baştan olmalıdır. Müslümanlar bilirler ki, bu alemi hiç yoktan yaratan Allah, Hz. İsa’yı (as) babasız neden yaratamasın. Zaten bu türlü cevabı da Hz. Meryem vermiştir. (İbn Kesir, Tef., V, 217) Diğer yandan Hz. Meryem’in, Marangoz Yusuf’un koruması gibi bir korumaya da ihtiyacı yoktur. Çünkü ona vahiy geliyor ve kendisini her hususta yönlendiriyordu. Allah (cc), ona doğum yapması anında: “Üzülme Rabbin alt tarafından bir ark varetti, hurma dalını sana doğru silkele üzerine olmuş taze hurma dökülsün.” (Meryem 19/24-25) diyerek teselli etmiştir.
[244]- Taberî, Tef., XVI, 67.
[245] Mec. (Hazin), IV, 157.
[246] Razî, Tef., XXI, 218-219.
[247] Mec. (Hazin), IV, 158-159.
[248] Mec. (İbn Abbas), IV, 159.
[249] Not: Uknûm: Hıristiyanlığın bir arada “üç Allah” inancının ayrı ayrı unsurları: eb (baba), ibn (oğul), rûhü’kudüs.
[250] Mec. (Kadı Beydavî), IV, 163.
[251]- Taberî, Tef., XVI, 95.
[252] Mec. (Kadı Beydavî), IV, 165.
[253]- Mec. (Kadı Beygavî), IV, 166.
[254] Razî, XXI, 231.
[255]- Vahidî, a.g.e, s. 252-253.
[256]- Mec. (Hazin), IV, 173.
[257]- Razî, Tef., XXI, 243.
[258]- Buharî, Tefsiru sûre, 19/3,4,6; Müslim, Münafikûn 35.
[259]- bkz. Mec. (Nesefî), IV, 180; Razî, Tef., XXI, 250.
[260]- Mec. (Kadı Beydavî), IV, 185.
[261]- Buharî, Enbiyâ 28; Müslim, Zekât 14, 141; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 38, 396, 411, 441.
[262]- Mec. (Hazin), IV, 189.
[263]- Not: Beytin anlamı:
“Bir ağaçtan “ben Hakkım” demek doğrudur da/ Niçin mesut birinden olmasın?”
[264]- Hakim, Müstedrek, I/247.
[265]- Neml 10/27; Kasas 31/28.
[266]- A’raf 7/107; Şuârâ 26/32.
[267] Mec. (Hazin), IV, 192.
[268]- Not: Baras hastalığı: Vücutta yer yer beyaz ve alaca lekeler meydana getiren ve tedavisi kâbil olmayan bir hastalıktır.
[269]- Mec. (Kadı Beydavî), IV, 193.
[270] -...
[271]- Not: Bunun kaynağı bulunamadı.
[272]- Mec. (Hazin), IV, 195.
[273]- bkz., Nahl 16/68.
[274]- Razî, Tef., XXII, 51.
[275] Mec., IV, 197.
[276] - C.B, NİL, İslam Ansliklopedisi, MEB, IX, 281.
[277]- Mec. (Nesefî), IV, 204.
[278]- Taberî, Tef., XVI, 179.
[279]- Not: Bu konu Tevrat’ta şöyle geçmektedir: Ve Musa Hârun’a dedi: Bu kavim sana ne yaptı ki onun üzerine büyük suç getirdin? Ve Harun dedi: Efendim öfkesi alevlenmesin; kavmi sen bilirsin, o kötülüğe âmadedir. Çünkü bana dediler: Bizim için önümüzden gidecek ilâh yap.. (Çıkış, Bap: 32, cümle: 21-24. Ayrıca bu konu için bkz., Çıkış, Bap: 32, cümle: 1-4, 7-8)
[280]- Mec. (Hazin), IV, 215.
[281]- bkz. Razî, Tef., XXII, 111.
[282]- Not: Hz. Musa’nın, “Artık hayatın boyunca sen ‘Bana dokunmayın’[282]diyeceksin” bedduasından sonra Samirî, hakikaten, hummalı bir hastalığa tutuldu. Kim ona dokunmak isterse hemen ateşlenirdi. Bu yüzden ömrü boyunca insanlardan uzak durmak zorunda kalmıştır. (Bkz., Mec. “Kadı Beydavî”, IV, 216)
[283]- Taberî, Tef., XVI, 209.
[284]- Mec. (Kadı Beydavî), IV, 222.
[285]- Aclûnî, a.g.e., I, 295.
[286]- Mec. (Nesefî), IV, 227.
[287]- Mec. (İbn Abbas), IV, 228
[288]- Mec., IV, 229.
[289]- Mec. (Kadı Beydavî), IV, 230.
[290]- Buharî, Teheccüd 6; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 115.
[291]- Abidin Paşa, Kaside-i Bürde, Terceme ve Şerhi, s.39. Not: Şair Resulüllah’ın (sav) sünnetini hakkıyla yapamadığı için çok üzgün ve kederlidir. Onun için burada detleniyor.
[292]- Zemahşerî,Tef., II, 560.
[293]- Aclûnî, a.g.e., II, 400.
[294]- Taberî, Tef., XVII, 5.
[295]- Mec. (Hazin, İbn Abbas), IV, 238.
[296]- Müslim, Mesacit 33; Muvatta, I’tk 8.
[297]- Mec., IV, 244.
[298]- Mec. (Hazin), IV, 247.
[299]- Mec. (Nesefî), IV, 248.
[300]- Mec. (Kadı Beydavî), IV, 249.
[301]- Mec. (Kadı Beydavî), IV, 250.
[302]- Mec. (İbn Abbas), IV, 253.
[303]- Mec. (Kadı Beydavî), IV, 259.
[304]- bkz., Nur 24/3
[305]- Not: İbrahim (as)’ın taş devrinde yaşadığı zannediliyor. Bu devirde her alet taştan yapılıyordu. Taş devrinden sonra “Maden devri” meydana geldi. Bu devir de de her alet madenden yapılmaya başladı. İran hükümdar Cemşit zamanında “Demir devri” meydana geldi. (Bkz., Nurettin Albayrak, CEM, İslam Ansiklopedisi, TDV, VII, 279, Cem md. Fakat bunların hepsi mitolojik bilgilerdir.) Bu zamana kadar, her alet demirden yapılmaya başladı. İbrahim (as) taştan bir bıçakla kendisini sünnet etmiştir. (Yazarın eki) Bu konuda geniş açıklama (bkz. Nahl 16/123) geçmişti.
[306]- bkz. Zemahşerî, Tef., II, 577)
[307]- Taberî, Tef., XVII, 46.
[308]- Mec. (Kadı Beydavî), IV, 261.
[309]- Mec. (Kadı Beydavî), IV, 262.
[310]- Taberî, Tef., XVII, 51-52.
[311]- Mec. (Kadı Beydavî), IV, 263.
[312]- Not: Beytin manası:
İki şeyi zamanına saklamak aklın hissesindendir/ Yeri gelende konuşmak yeri gelende susmak
[313]- Not: Beytin manası:
İki kulak bilirler bir kılıç/ İki dinleyen ol birden fazla da konuşma.
[314]- Ebu Davud, Sünen, Edeb 80.
[315]- Mec. (Nesefî), IV, 264.
[316]- Mec., IV, 264.
[317]- Not: Bu görüş, yazarın indî tercihidir. Tefsirciler, bu şeytanların esas şeytan olduklarını anlatmaktadırlar.
[318]- Mec. (Kadı Beydavî), IV, 273.
[319]- Taberî, Tef., XVII, 76-77.
[320]- Not: Yazar, bu kitabın hemen hemen her yerinde olduğu gibi burada da, Müslümanların aralarındaki ihtilafın ve kopukluğun çok büyük boyutlara ulaştığını anlatmak istemiştir. Aslında, bu ayetin ifade ettiği ayrılık, itikadî ayrılıktır. Ve bu dinin özündedir. Onun için dinlerini parça parça ettiler anlamındadır. Bunu da Yahudi ve Hıristiyanlar yapmışlardır. Ayet de onları anlatmaktadır. (Bkz., Mec. (İbn Abbas), IV, 277.) Zira Müslümanlarda ki ayrılık, dinin özünde değil, o dine inanan insanlar arasındadır.
[321]- Mec. (İbn Abbas), IV, 278
[322]- Mec. (Kadı Beydavî), IV, 281.
[323]- Mec., IV, 283. Not: Taberî’in rivayetine göre, bütün kâfirlerin yaşamakta oldukları toprakları, Allah salih kullarına mirasçı yapacaktır. (Bkz., Taberî, Tef., XVII, 105)
[324]- Not: Şam eski metinlerde, Suriye bölgesinin adıdır, bugünkü Şam şehri değildir. Şam şehrine Dımaşk denilir.
[325]- Bkz., Neseî, Sünen, Hayl 1.
[326]- Not: Allah’a inanmada herkes eşittir. Hiçbiri diğerinden inanması gereken farklı bir iman ünitesine sahip değildir. Fakat maddi şartlarda farklılık vardır.
[327]- bkz., Mec. (Kadı Beydavî), IV, 285.
[328]- Buharî, Edep 57, 58; Müslim, Birr 28-34.
[329]- Kurtûbî, Tef., XII, 12.
[330]- Taberî, Tef., XVII, 123.
[331]- Taberî, Tef., XVII, 129.
[332] Müslim, Libas 31; Ebu Davud, Sünen, Libas 11; Tirmizî, Sünen, Salat 95.
[333]- Mec. (Kadı Beydavî), VI, 298.
[334]- Kurtûbî, Tef., XII, 22.
[335]- Razî, Tef., XXIII, 28.
[336]- Mec. (Nesefî), IV, 302. Not: Bu görüş aynı zamanda Ebu Hanife’nin görüşüdür. (rhm).
[337] Mec. (Hazin), IV, 302.
[338] Mec. (Hazin), IV, 303.
[339]- Not: Ayette geçen “size okunanlar” tabiri ile kastedilen yenmesi yasak şeyleri anlatan ayet, açıklanmıştı. Bkz., (Maide 5/3)
[340]- Tirmizî, Sünen, Şehâdât 3; Ebu Davud, Sünen, Akdiye 15.
[341] bkz., Zühaylî, a.g.e., III, 611, Tûsî, Tehzîb, V, 199-240.
[342]- Küleynî, el-Furû’ mine’l-Kâfî, I, 302; Tûsî, Tehzîb, V, 221.
[343]- Mec. (Hazin), IV, 310.
[344]- Mec. (Hazin), IV, 311.
[345] Mec. (Hazin), IV, 313.
[346] Mec. (Hazin), IV, 315.
[347]- Mec. (Kadı Beydavî), IV, 319.
[348]- Mec. (Nesefî), IV, 319.
[349] Mec. (Kadı Beydavî), IV, 319.
[350]- Mec. (Hazin), IV, 325.
[351]- Mec. (Hazin), IV, 327.
[352] Taberî, Tef., XVII, 208. Not: Taberî’nin İbn Zeyd’den rivayet ettiğine göre, ayette geçen zamir, İbrahim (as)’a aittir. Müslümanlara, “İslam” adını o koymuştur. Bunun delili de Bakara 2/128 ayetidir.
[353] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 266, VI, 116, 233.
[354] Not: Yazarın bu konuda tenkidini yaptığı mezhebin hangi mezhep olduğu ve saydığı bir kısım ıstılahlar ile neyi tenkit ettiği pek açık değildir. Onun için, biz de bu konuda pek yorum yapmaya cüret edemedik. Fakat anlaşılan o ki, yazar, mevzu hadislere dayanarak dini zorlaştıran bir kısım hükümlerin olmaması gerektiğine inanmakta ve mezhepler arası ihtilafların en asgari seviyeye düşürülmesi gerektiğini söylemektedir.
[355] Zemahşerî, Tef., III, 25.
[356]- Not: Müslümanlar
arasında mut’a (bid’a) icma (Not: Bu icma, Şia’ya göredir. Bkz. Rühayli, a.g.e., s. 212)
ile Resulüllah (sav) helal ettikten
sonra, ikinci defa haram ettiği konusunda ihtilaf edilmiştir. İslam’ın en büyük
çoğunluğu (Şia’dan başka bütün mezhepler)
haram olduğuna (Zühayli, a.g.e., VII, 64) diğer bir taife ise helal olduğuna
kaildirler. (Zühayli, a.g.e., VII, 64)
Helal bilenler ilkönce Resulüllah’ın helal kılmasına (Müslim, Nikâh 11,
13, 14, 15) dayanmışlardır. Ondan sonra mut’an’ın haram olduğunu (neshedildiğini) anlatan rivayetleri (
Müslim, Nikâh 19, 18, 20) -ki bundan sonra anlatılacaktır- kabul etmemişlerdir.
Fakat
mut’a’nın haram olduğunu söyleyenlerin çoğu “Her kim bu iki kısım hanımdan başka (kadınlarla cinsi yakınlıkta bulunursa) İşte bunlar haddini aşan kimselerdir. (Allah’ın adavetinde son noktayı tutmuşlardır.).” ayetini bir de
mut’anın haram olduğunu konusundaki hadisleri ve ikinci halife Ömer b.
Hattab’ın haram buyurmasını (Müslim, Nikâh 16; Ruhaylî, a.g.e., I, 85) delil
getirmişlerdir. Ayet konusundan diyorlar ki, “Mut’a’ya evlilik denmez. Evlilik odur ki, eri veya hanımı öldüğü zaman biri diğerinden miras olsun. Mut’a’da
miras alınmadığı için böyle bir evlilikte ne kadın kocasından ne de koca
karısından miras alamaz. Bir de kadının giyme ve yeme masrafları erkeğine
aittir. Onları da ödemelidir. İşte
mut’ada bunların hiçbirisi olamayacağına göre bu ayettin helal saydığı hanımlar
dışına çıkmış olur ve mut’a ile evlenmek haram olur.” (Zühayli, a.g.e., VII, 69) Bu yüzden ayet-i kerime
sadece iki tür hanımla evlenmeyi helal saymıştır: 1) Daimi bir nikâh akdi ile
evlenmek, 2) Cariye edinmek. Bu iki kısım kadından başkası haramdır. Allâme
Zemahşerî, tefsirinde
diyor ki: “Bu ayeti-i kerime mut’anın
haram olduğuna delalet eder. Eğer mut’a nikâhı helal olsaydı bu ayete
dahil olurdu.” (Zemahşerî, Tef.,
III, 26) Kadıyu’l-Kudat Şemsu’d-Din Hallikan (681/1228) Vefeyat’ında Kadı
Yahya b. Eksem’in biyografisinde Muhammed b. Mansur’dan şu meseleyi nakleder, Muhammed b. Mansur der ki:
“Şam seferinde Abbasi halifesi Memun’un hizmetinde bulunmuştum. Halife mut’anın helal
olduğunu söyledi. Kadı Yahya b. Eksem (243/857)
halifenin böyle dediğini duydu. Bir karşılşamada Ebul’l-İna’ya dedi ki: Sabahleyin erkenden halifenin huzuruna
git. Eğer mut’a kosunda konuşmanız mümkün ise konuşun eğer mümkün olmazsa
sabredin biraz bekleyin ben geleceğim. Muhammed b. Mansur diyor ki, sabahleyin
halife Memun’nun huzuruna girdik. O da misvak ile ağzını misvaklıyordu. Öyle ki
öfke ile bu konuyu konuşuyordu: ‘Mut’a vardı, fakat Ömer b. Hattab, onu kaldırdı.
Muta’ bir kaç çeşit idi; birisi söz konusu mut’a, diğeri de hacc mut’ası.
Peygamber (as) ve Ebu Bekir zamanında bu iki tür mut’a da vardı ve helal
idi. Siz bunları terk edin, dedi.’
Sonra Memun, Ömer’e hitap ederek: ‘Sen
kimsin, necisin ey falan (!) ta ki, Peygamber ve Ebu Bekir’in helal kıldığını
sen haram sayıyorsun!’ Tam bu sırada Ebu’l-İna, Muhammed b. Mansur’a işaret
ederek: ‘Bir kişi ki, Ömer b. Hattab
hakkında böyle layık olmayan söz konuşsun, böyle iken biz onunla daha neden konuşalım
ki?’ Muhammed b. Mansur: ‘Biz sustuk bir şey demedik. Bir de baktık ki,
Kadı Yahya benzi kaçmış bir şekilde içeri girdi. Memun döndü Yahya’ya
— Senin rengin kaçmış, neden?
— İslam’da büyük bir bidat türeyince benim de rengim
kaçtı. Zinanın helal olmasına emir vermişsin. Halife, bana bak! Mut’a zinadır.
— Mut’a zina mıdır?
—Evet.
—Neden zina oluyor?
—Allah’ın kitabı, bir de Resulünün sünnetine göre mut’a nikâhı
zinadır. Allah Kur’an’ında buyuruyor ki: “Her
kim bu iki kısım hanımdan başka (kadınlarla
cinsi yakınlıkta bulunursa) İşte
bunlar haddini aşan kimselerdir. (Allah’ın
adavetinde son noktayı tutmuşlardır.).” Ey müminlerin emiri! Mut’a nikâhı ile alınan bir kadın
cariye midir?
— Hayır, cariye değildir.
—Mut’a ile alınan kadın şudur ki: ona
ne miras düşer ne de nafaka.
—Şimdi mut’a ile alınan
kadın bu türden değil midir?
—Mut’a, yukarıda geçen ayetin helal saydığı kadınlardan hiçbirinin içine
dahil değildir. Onun için haramdır. Ayet böyledir.
Mut’anın
haram olduğunu anlatan hadise gelince, Zührî’nin rivayet ettiğine göre: Muhammed Hanefiye’nin iki
oğlu Abdullah ve Hasan’dan onlar
da ataları Muhammed Hanefiye’den o da atası Ali b. Ebi Talib’ten buyuruyor ki:
Resulü Ekrem (sav) mut’anın haram olduğunu halka ilan etmem için beni emir
buyurdu. (Müslim, Nikâh 29). Mansur
diyor ki: Memun bize döndü ve:
—Bu hadisi siz Zührî’den mi rivayet ediyorsunuz?
—Evet, ya müminlerin emiri. Bu hadisi sadece biz değil,
bir cemaat naklediyor. Onların içinde Malik b. Enes de vardır.
Memun
istiğfar edip insanlara emretti ve her tarafta mut’a nikâhının
haram olduğu ilan edildi. Bazıları, bu rivayetin, yine Ali (as)’dan zaman
olarak Hayber savaşı
sırasında geçtiğini söylemişlerdir. Ali (as) buyuruyorlar
ki: Hayber’de Resulüllah iki şeyi haram buyurdu: Biri, mut’a, diğeri ise, ehl-i
eşeğin eti.” (Müslim, Nikâh 30-32; İbn Hallikân, Vefeyat, VI, 149)
İnsaf ile bakılanda (!) da öyle Zemahşerî’nin dediğine göre bu ayetin mut’a’nın hürmetine hiçbir şekilde delaleti yoktur. Hadis’e gelince, eğer Ali b. Ebi Talip’ten rivayet edildiği sahih olsaydı, Ömer b. Hattap mut’anın haram olduğunu anlatırken bu hadisi söylerdi. Fakat o, şöyle demiştir: “Ali b. Ebi Talib peygamberden mut’anın haram olduğunu naklediyor. Gidin ondan sorun belki, kendisi bunu söylüyordur.” Eğer bu hadis sahih olsaydı, halifeler döneminde mut’anın haram olması çok iyi bilinen bir mesele oldu. Muta’nın haram olmasında şüphe kalmazdı. Ve Ali b. Ebi Talib’in evladı İmamlar mut’anın haram olduğuna fetva vermezlerdi. (Küleynî, el-Fürû mine’l-Kâfî, V, 442) Bir de hikmet üzere, evlilik iki kısım kadına münhasır kalınca, zinaya gitme baş gösterir. Mut’a nikâhı İlama alimlerinin büyük çoğunluğuna göre haram kılınmıştır. Fakat, hikmet ve maslahat-ı diniyenin gereğini düşünerek düşüncem odur ki, bu zamanda kendi öz anlayışıma göre halkı zinadan sakladığından, helal olması daha iyi olur. Çünkü şeriat sahibi, hikmeti mülâhaza edip mut’anın helal olmasına hüküm vermiştir. (Yazarın eki)
[357]- Âl-i İmran 3/59.
[358] - Hicr 15/26.
[359]- Rahman 55/14.
[360]- Nahl 16/4.
[361]- Mec. (Kadı Beydavî), IV, 341.
[362]- Mec. (Kadı Beydavî), IV, 341.
[363]- Taberî, Tef., XVIII, 27.
[364] Taberî, Tef., XVIII, 32.
[365]- Taberî, Tef., XVIII, 34.
[366] bkz., Kurtubî, Tef., XII, 90.
[367]- bkz., Zemahşerî, Tef., III, 36.
[368] bkz., Zemahşerî, Tef., III, 37.
[369]- bkz., Taberî, Tef., XVIII, 45; Vahidî, a.g.e., s. 262.
[370] bkz., Teberî, Tef., XVIII, 49.
[371]- bkz., Mec. (Kadı Beydavî), IV, 359.
[372]- Mec., (Kadı Beydavî), IV, 360.
[373]- Mec., IV, 362.
[374]- Mec. (Kadı Beydavî), IV, 363.
[375]- Mec. (Kadı Beydavî), IV, 363; Ahmed b Hanbel, Müsned, I, 34.
[376]- Zühayli, a.g.e., VI, 39; Tûsî, Tehzib, X, 55.
[377] Zühayli, a.g.e., VI, 39.
[378]- Zühayli, a.g.e., VI, 36-39.
[379] Zühayli, a.g.e., VI, 42. Not: İmam Malik de “Müslüman olmayı” şart koşar.
[380]- Tûsî, Tehzib, X, 14.
[381]- Zühayli, a.g.e., VI, 40.
[382] Zühayli, a.g,e., VI, 567.
[384]- Not: Mil: Göze sürme çekmek için kullanılan özel bir alet.
[385] İbn Hallikan, Vefeyat,
[386] İbn Hallikan, Vefeyat,
[387]- Taberî, Tef., XVIII, 84.
[388] Buharî, Tefsiru sure 24/3; Ebu Davud, Sünen, Talak 27.
[389]- Buharî, Şehadat 15, 30; Tefsiru sure 24/6; Müslim, Tevbe 56.
[390] Mec. (Nesefî), IV, 378.
[391] Mec. (Hazin), IV, 380.
[392] Zemahşerî, Tef., IV, 55.
[393] Mec. (Nesefî), Tef., IV, 381.
[394]- Taberî, Tef., XVIII, 102.
[395] Not: Mahrem: Akrabalıktan dolayı, nikâhı haram olan kimsedir, bir kıza nazaran kardeşi gibi.
[396]- Zemahşerî, Tef., IV, 60.
[397] Mec. (Kadı Beydavî), IV, 390.
[398] Mec., IV, 388-389.
[399] Not: Demek ki, son zamanlarda çağdaşlık sayılan açık saçıklık böyle eski bir cahiliye adeti idi.
[400] Zühayli, a.g.e., I, 590.
[401]- Mec. (Kadı Beydavî), IV, 491.
[402] Mec. (Hazin), IV, 390; Kenz, IX, 111.
[403] Zemahşerî, Tef., III, 62;
[404] Not: Bu hadisin kaynağı bulunamadı.
[405]- Bkz., İbn Mace, Sünen, Nikâh 1.
[406] Vahidî, a.g.e., s. 272-273.
[407] Mec. (Nesefî), IV, 402.
[408]- Not: Serap: Havanın sıcak vaktinde, öğlen veya öğlen vakti sahrada göze su gibi görünen şeydir. Onun için inkârcıların, yaptıkları iyi amellerde bu serap gibidir. Onlardan kendilerine hiçbir fayda yoktur.
[409]- Vahidî, a.g.e., s. 273.
[410] Ebu Davud, Sünen, Sünnet 39; Timizî, Sünen, Fiten 48.
[411] İbn Kesir, el-Bidaye, X, 7.
[412] Zekiyuddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, s. 252.
[413] Mec. (Hazin), IV, 418.
[414] Zemahşerî, Tef., 77
[415]- Zemahşerî, Tef., 77
[416]- Mec. (Kadı Beydavî), IV, 422.
[417]- Taberî, Tef., XVIII, 182.
[418]- Taberî, Tef., XVIII, 182.
[419]- Kurtûbî, Tef., XIII, 5.
[420]- Mec. (İbn Abbas), IV, 437.
[421]- Mec., IV, 443.
[422]- Not: Yazarın, bu tercihi tefsir kitaplarında mevcut değildir. Sadece Hanzala b. Safvan’ın kavmi olduğu söylenmektedir. (Mec. “Kadı Beydavî”, IV, 444) Fakat Aras nehri ve havzasının dinler tarihi açısından da önemi vardır. Bu nehrin aşağı kesimleri İslâmiyet’in doğuşundan çok önceleri Yahudi bölgesi olarak bilinmektedir. Bu sebeple eski Yahudilere ait birçok menkıbeye mekân olarak Aras çevresi toprakları gösterilir. Bu yüzden Âd ve Semûd kavimlerine ait harâbeler bu topraklarda aranmıştır. Eski dinlerin gelişme alanı içinde bulunmasından dolayı da Aras nehir eski kaynaklarda adeta efsaneleştirilmiş ve sularının bir çok hastalığa deva olduğuna inanılmıştır. Bu eski rivayetlerden birine göre de Aras cennetten çıkan dört nehirden biri sayılmaktadır. (Metin Tuncel, Aras, TDV, III, 335)
[423]- Kurtûbî, Tef., XIII, 25.
[424]- Kurtûbî, Tef., XIII, 25.
[425]- Taberî, Tef., XIX, 22.
[426] Not: Burçlar hakkında bilgi (Hicr 15/16) geçmişti.
[427]- Mec. (Kadı Beydavî), IV, 462.
[428]- Not: Bu suç Hz. Musa’nın hataen bir Kıpti’yi öldürmesidir ki, ileride zikredilecektir. (Bkz., Kasas 28/15.)
[429]- Mec. (Kadı Beydavî), IV, 467.
[430] Mec. (Kadı Beydavî), IV, 468.
[431]- Tirmizî, Sünen, Nüzûr 9, Neseî, Sünen, Eyman 4.
[432] Buharî, Eyman 4; Müslim, Eyman 1; Ebu Davud, Sünen, Eyman 5.
[433]- Ebu Davud, Sünen, Eyman 3.
[434]- Mec. (Nesefî), IV, 479.
[435] Taberî, Tef., XIX, 89.
[436] Mec. (Kadı Beydavî), IV, 443.
[437] Not: Nuh (as) o cemaatin kendi içlerinden çıktığı için Allah (cc) Nuh’u onların kardeşi olarak anlatıyor. Bundan sonra anlatılan peygamberler -Şuayb hariç- diğer peygamber hep bu sıfatla anılmışlardır. Şuayb (as) kendi kavimden olmadığı için bu sıfatla anılmamışlardır. (Yazarın eki)
[438]- Mec., IV, 482.
[439]- Mec. (Nesefî), IV, 483.
[440] Not: Âd kavmi, yol kenarında yüksek tepelerde bina kurarlardı ve Allah’ın kendilerine verdiği nimetlerle kibirlenir, gelip geçenlerle eziyet ve alay ederlerdi. Hûd onların bu amellerini terk etmelerin istedi. (Yazarın eki).
[441]- Mec. (Hazin), IV, 485.
[442]- Mec., IV, 489.
[443]- Taberî, Tef., XIX, 110.
[444]- Mec. (Hazin), IV, 492.
[445]- Mec. (Hazin), IV, 494.
[446]- Med. (Hazin), IV, 495; Beyhakî, Delâilu’n-Nübüvve, II, 179.
[447]- Mec. (Hazin), IV, 498.
[448] Mec., IV, 497.
[449] Mec. (Kadı Beydavî), IV, 501.
[450] Mec., IV, 506.
[451]- Mec. (Hazin), IV, 506.
[452]- Mec. (Hazin), IV, 506.
[453] Aclûnî, a.g.e., II, 64.
[454]- İbn Kesir, Tef., II, 213.
[455] Mec. (Kadı Beydavi), IV, 512.
[456] Mec. (Hazin), IV, 516.
[457]- Mec. (Hazin), IV, 516.
[458]- Not: Olabilir ki, Süleyman (as) Hüdhüd’ü postacılık işinde kullanmıştır. Lakin bu kıssada geçen hadisleri Allah (cc) bir mucize olarak gerçekleştirmededir, fakat bu işlerde Hüdhüd bir perde olarak kullanılmıştır. Yani Hüdhüd bir yerde Allah’ın emri ile hareket etmektedir. Burada Hüdhüd’ün anlatılması Süleyman (as)’ın azamet ve şanını ve onun kuşlarla olan konuşmasının gösteren bir misal olmuştur.
[459]- Taberî, Tef., XIX, 162.
[460]- Mec. (Nesefî), IV, 523.
[461] Not: Burada “kendinde Allah’tan bir ilim bulunan kimse Süleyman (as)’dır. Allah (cc) bu işi bir mucize olarak Süleyman (as)’a göstermiştir. (Bkz. Razî, Tef., XXIV, 198.)
[462]- Taberî, Tef., XIX, 163.
[463]- Razî, Tef., XXIV, 196-197.
[464]- Tabresî, Tef., IV, 223.
[465]- Not: Belkıs’ın tahtının gerek Hz. Süleyman’ın bulunduğu yere getirilmesi ve gerekse tahtın “başkalaştırılması” ile ilgili olarak söylenenler tamamen hayali şeylerdir. Doğrusu şudur demeye imkân yoktur. Çünkü bu rivayetler sağlam ve inanılır kaynaklardan yoksundur. Bunlar, bazı kişilerin olayı tasvir ve ihtimalleri kendi kabiliyetlerine göre şekillendirmesinden ibarettir. Baş rolü de İsrailiyyat çekmiştir. İşin özünü ve hakikatini yalnız Allah bilir. Te’vile de ihtiyaç yoktur.
[466]- Mec., IV, 525.
[467]- Mec. (Kadı Beydavî), IV, 526.
[468]- Mec. (Nesefî), IV, 527.
[469]- Zemahşerî, Tef., III, 151.
[470] bkz. Müslim, Mesacit 33; Ebu Davud, Sünen, Salât 171; Neseî, Sünen, Sehv 20.
[471]- Mec. (Hazin), IV, 528.
[472] Mec. (Hazin), IV, 530.
[473]- Mec. (İbn Abbas), IV, 537.
[474]- Mec. (Kadı Beydavî), IV, 538.
[475]- Mec. (Kadı Beydavî), IV, 539.
[476]- Not: Yazarın tefsircilerin naklettiği bilgileri almaması takdir edilebilir. Fakat şurası bir gerçektir ki, Dabbe’nin çıkması, kıyamet alametlerinin en önemlilerinden biridir. (Müslim, Firen 118; Ebu Davud, Sünen, Melahim 12). Dabbetu’l-ard tabiri Kur’an’da olduğu gibi hadislerde de mevcuttur. Söz konusu dabbenin anlatıldığı ayet yukarıda geçen ayettir. Bu ayetin ifade ettiği manaya göre, insanlara konuşup şöyle diyecektir: İşiniz bitti artık artık yeryüzünde teşhir vazifesini gördünüz, yeryüzü de meşher olma vazifesini bitirdi. Bu meşherin açılmasındaki maksat şu idi: Allah burada, bilinip tanınmasını ve bunun ilan edilmesini istiyordu. Şu anda artık bilinmediğine ve yeryüzünde Allah diyenlerin her gün biraz daha azaldığına göre, öyleyse, Allah sizin hakkınızda yok olma hükmünü verdi. İşte bu hükmün verilmesi içinde biz, yerden konuşan bir dabbe çıkarıverdik. O dabbe, ister diliyle, ister mikrofonla, isterse, hâl diliyle olsun konuşan bir dabbedir ve artık bundan böyle, insanların iman etmeyeceğini söyleyecektir. Yani dabbenin çıkması, mevcut imanî durum ve iman kadrosunun duraklaması, bir ölçüde geriye gitmesi zayıflaması, hatta bitmesi ve tükenmesi demektir. Zaten bu ayetin arkasından da zaten haşr u neşirle alakalı ayetler geliyor ki; bundan da bunun önemli bir kıyamet alameti olduğu anlaşılıyor. (Bkz. M. Fetullah Gülen, Asrın Getirdiği Tereddütler, II, 48-60)
[477]- Aclûnî, a.g.e., II, 345.
[478]- Mec. (Kadı Beydavî), IV, 546.
[479]- Taberî, Tef., XX, 28.
[480] Taberî, Tef., XX, 29.
[481]- Mec., IV, 548.
[482]- Taberî, Tef., XX, 37.
[483]- Mec. (Kadı Beydavi), IV, 551.
[484]- Mec. (Kadı Beydavî), IV, 552.
[485] Mec. (Hazin), IV, 553.
[486] Mec. (Nesefî), IV, 553; Taberî, Tef., XX, 42.
[487]- Taberî, Tef., XX, 42.
[488] Kurtûbî, Tef., XIII, 172.
[489] Bkz. Razî, Tef., XXIV, 234.
[490]- bkz. Razî, Tef., XX, 234.
[491] Taberî, Tef., XX, 50.
[492]- Mec. (Hazin), IV, 556.
[493]- Taberî, Tef., XX, 50.
[494] Mec. (İbn Abbas), IV, 557.
[495]- Mec., IV, 557.
[496]- Mec., (Kadı Beydavi), IV, 558.
[497]- Mec., IV, 560.
[498]- Mec. (Hazin), IV, 562.
[499]- Taberî, Tef., XX, 72.
[500]- Mec. (Hazin), IV, 563.
[501]- Mec. (Hazin), IV, 564.
[502]- Mec. (Kadı Beydavî), IV, 565.
[503]- Mec. (Kadı Beydavî), IV, 569.
[504]- Not: Bu ayet, delalet eder ki, müşriklerin Allah Resulünden istedikleri mucizeleri Allah Resulü getirmemiştir. Fakat Müslümanlar, Peygamberimiz (sav)’e diğer peygamberlere verilen mucizelerin verildiğini söylemekle onun mertebesini güya yükseltmek istemişlerdir. Hatta bu konuda mucize kitapları tertip edip Kur’an’ın bu kelamını hiç düşünmüyorlar. Resulüllah ile de kalmayıp, ayni mucizeleri, sahabeye ve halifelere ve sair evliyalara da isnat ediyorlar. Bundan daha fazla Allah’ın kitabını dinlememek oldur mu? Siz bunların yanlış olduğunu söylediğiniz zaman iddialarını desteklemek için yine mollaların kitaplarından delil getirirler. Kur’an’dan delil getirmeye hiç yanaşmazlar. (...) (Yazarın eki.)
[505]- Mec. (Kadı Beydavî), IV, 570.
[506]- bkz. Mec., IV, 572.
[507]- Mec. (Kadı Beydavî), IV, 572.
[508]- Mec. (Hazin), IV, 572.
[509]- Zeccac, Maâni’l-Kur’an, IV, 149. Not: Fakat, bu ayet Ebu Talib’in ilk günlerindeki şirk koşmasına hamledilebilir. Yani, bu ayet, Ebu Talib’in vefatı anını kastetmemektedir. (Bkz. Zeccac, a.g.e., IV, 149)
[510]- Mec. (Nesefî), IV, 573.
[511]- Mec. (Hazin), IV, 573.
[512]- Mec. (İbn Abbas), IV, 573.
[513]- Mec. (Hazin), IV, 573-574.
[514]- Mec. (Hazin), IV, 574-575.
[515]- Teberî, Tef., XX, 96.
[516]- Taberî, Tef., XX, 102.
[517]- Not: Karun’un zenginliği hakkında bir kısım tefsirciler akıldan uzak sözler konuşmuşlardır. Ben onların yazdıkları bu sözlere itibar etmedim. Karun hakkında konuşulacak sözün özeti şudur ki, o, yaşadığı asırda zengin insanlardan biri imiş. Bir taraftan zenginliği, bir taraftan da devlet erkânı ile ilişkilerinden dolayı bunlara dayanarak kendi öz halkına, yani İsrail oğullarına eziyet etmiştir. (Yazarın eki.)
[518]- Mec. (Hazin), IV, 581.
[519]- Mec. (Hazin), IV, 587.
[520]- Zemahşerî, Tef., III, 194.
[521] - Vahidî, a.g.e., s., 284.
[522] - Mec. (Kadı Beydavî), V, 3.
[523] - Mec. (Kadı Beydavî), V, 4.
[524] - Mec. (Hazin), V, 6.
[525] - Kutûbî, Tef., XIII, 218-219.
[526] - Zemahşerî, Tef., III, 199.
[527] - Mec., V, 8-9. Not: Bu İbn Abbas’ın görüşüdür.
[528] - Mec. (Kadı Beydavî), V, 9.
[529] - Razî, Tef., XXV, 45.
[530] - Mec. (Hazin), V, 13.
[531] - Mec., V, 17.
[532] - Mec., V, 17.
[533] - Mec., V, 17.
[534] - Mec. (Nesefî), V, 19.
[535] - Mec. (Kadı Beydavî), V, 22.
[536] - Mec. (Kadı Beydavî), V, 23.
[537] - Buharî, Megâzî 83, İlim 39, Cihad 176, Cizye 6, İ’tisam 26; Müslim, Vasiyye 22.
[538] - Mec. (Nesefî), V, 25; Kurtubî, Tef, XIII, 236.
[539] - Kurtûbî, Tef., XIII, 238-239.
[540] -Zemahşerî, Tef., III, 213.