(2 / 68) KALEM (NUN) SURESİ

MEKKE DÖNEMİ

(52 AYET)

Kalem suresi, Mekke döneminde inen ve Kur'an’ın ilk nazil olan surelerinden biridir. Bu surenin, Alak suresinin ilk beş ayetinden sonra kısa aralıklarla indiği; bu nedenle de Kur'an’ın nüzul yönünden ikinci suresi olarak sıralamaya konulduğu belirtilir.

“Elli iki” ayetten oluşan sure, kalem ve nun suresi adlarıyla anılır. Sure bu isimlerini, ilk ayetinde geçen nun ve kalem sözcüklerinden alır. Nüzul sırasına göre 2’nci; tertip sırasına göre de 68’inci suredir.

Kur'an çağrısının ilk emri “Oku!” olmuş ve bu emir, nüzul sırasına göre Kur'an’ın ilk suresinde yer almıştı. Nüzul yönünden ikincisi olan bu surede ise, “kalem”den ve “yazdıklarından” söz edilerek okuyup yazmanın, gerek insan yaşamındaki, gerekse varlık ve oluş bünyesindeki önemine dikkat çekilir. Bu surede dile getirilen gerçekler, genel olarak şöyle özetlenebilir:

Kaleme ve yazdıklarına yemin edilerek Hz.Muhammed’in, cinlerin etkisinde kalmış biri değil, yüksel ahlak sahibi ve Allah’ın Elçisi olduğu belirtilir.

Kimin doğru yolda olduğunu ve kimin yoldan saptığını, en iyi, Allah bilir.

Düşük karakterli, günahkâr ve kaba kişilerin peşinden gidilmez, onların sözü de dinlenmez. Bu karakterdeki insanlar, zengin olmakla değer kazanmazlar. İnsana değer kazandıran servet ve mal değil, güzel ahlaktır.

İnsan, yapacağı işi Allah’ın dilemesine bağlamalı; “Allah dilerse şu işi yapacağım.” diyerek O’nu hiçbir zaman unutmamalıdır.

Allah’ın izni olmadan, hiç kimse hiçbir şey elde edemez ve O’nun nasip etmediği rızkı yiyemez.

Allah insanları sınar; buyruklarına baş kaldıran günahkârlara hak ettikleri cezayı verir. O, kendisine teslim olan tevhid ehlini, inkârcı günahkârlarla bir tutmaz.

Yüce Allah, günahta ısrarcı olanları hiç ummadıkları biçimde ve yavaş yavaş yakalar. Onlar, kendilerine cazip gelen kötü işlerle meşgul olurken, kendilerini kuşatan azabın farkında bile olmazlar. Allah’ın ince planı son derece sağlamdır.

Hak din, vahiy eseri olan ilahi kitaba dayanır. Bu yüzden, İslam dışı adet ve gelenekler din değildir.

Hak davetçisi, çağrısına karşılık bir ücret istemez ve dünyevi bir çıkar beklemez. O, sadece Allah’ın rızasını gözetir.

Bütün insanlığa bir öğüt ve uyarı olan Kur’an, kendisine uyanların şan ve şerefini artırır. Sure de bu gerçeği dile getiren ayetle son bulur.

Demek ki kalem suresinin özeti, “Kur’an’ın yüceliği; Hz.Muhammed’in ahlakının üstünlüğü ve güzelliği” dir.

 

“KALEM (NUN) SURESİ” AYETLERİ, MEALİ VE AÇIKLAMASI

 

 Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla

(1-2)- « Nun. Kaleme ve (kalem ehlinin) yazdıklarına and olsun ki sen, Rabb’inin (ihsan buyurduğu peygamberlik) nimeti sayesinde cinlenmiş değilsin.»

 

Kesik Harfler ve Gizemli Semboller (el-Hurufu’l Mukattaa)

Bu ayetlerde, dildeki seslerin yazı ve çizgi türü sembollerine dikkat çekilerek, ilmin ve marifetin önemi vurgulanır. Hz.Muhammed’in, cin etkisinde kalan biri değil, tam aksine Rabb’inin nimetine ermiş bir peygamber olduğu belirtilir.

Nun, Kur'an’ın bir çok suresinin başında yer alan ve nüzul sırası itibariyle ilk kez burada geçen mukatta’at (kesik, ayrık) harflerden biridir. Bu harfin işaret ettiği anlamlara geçmeden önce, mukatta’at la ilgili kısa bir açıklama yapmak gerekir.

Surelerin bir kısmının başında, bazen basit, bazen de birkaç harfin birleşmesinden meydana gelmiş rumuzlar (gizemli semboller) bulunmaktadır. İşte bu kesik harflere, el-Hurufu’l-Mukattaa denir.

Arap alfabesinin yirmi sekiz harfinin yarısı ya tek tek ya da ikili, üçlü, dörtlü veya beşli terkipler halinde bu şekilde kullanılmışlardır.

Surelerin önemli bir kısmının bu harflerle başlaması, başlangıçtan beri İslam alimlerini meşgul etmiştir. Bu konudaki genel görüş ve kabuller, şöyle özetlenebilir:

İslam alimlerinin tamamı, mukatta’at”ın, müteşabihattan (anlamı kapalı olan sözcüklerden) olduğu konusunda görüş birliğine varmışlardır.

Bu (kesik, ayrık) harfler, bir kelime gibi yazıldıkları halde, okurken tek tek (elif-lam-mim gibi) isimleriyle telaffuz edilir.

Bütün mukatta’at, başında bulundukları surenin ayrılmaz bir parçasıdır. Bunların müstakil birer ayet olup olmadıkları konusunda ise, farklı görüşler vardır. Bu konuda tercih edilen görüş, “mukatta’at, müstakil bir ayet değildir, kendilerini takip eden ayetin bir parçasıdır” şeklinde ifade edilen görüştür. Ancak alimlerin bir kısmı, mukatta’at’ın bazısını müstakil bir ayet, bazılarını da başında bulunduğu ayetin bir parçası kabul ederler. Mesela, Bakara suresinin başındaki (elif-lam-mim) bir ayet olarak kabul edilirken, Kalem suresinin başında yer alan “nun”, bulunduğu ayetin bir parçası sayılır.

Mukatta’at’ın “anlamıyla” ilgili görüşlerin de, iki noktada odaklaştığı görülür:

I. Bu harfler, Kur'an’ın esrarındandır. Allah, bunları bilme ilmini kendine mahsus kılmıştır. Bunun için, anılan harflerin manaları üzerinde durmak yersizdir. Ebu Bekir’in şu sözü, değinilen görüşü en özlü biçimde dile getirir: “Her ilahi kitapta bir sır (gizlilik unsuru) vardır. Kur'an’ın sırrı da, bazı surelerin başında yer alan harfler (de) dir.” Zaten Peygamber(as)’den, bu harflerin manalarını açıklayıcı mahiyette sarih ve sahih bir haber de yoktur. Sadece Kur'an’ı okumayı ve her harfinden hasıl olacak sevabı anlatan bir rivayette, mukatta’at’ın her birinin, ayrı ayrı harfler olduğu belirtilmiştir.

II. Kur'an’da, insanların anlayamayacağı sözcüklerin yer alması uygun değildir. Bunun için, mukatta’at’ın da bir anlamı vardır ve bunu bilmek mümkündür. Bu görüşte olanlar, malum olan mananın ne olduğu konusunda ihtilaf etmişler ve çeşitli anlam belirlemelerine gitmişlerdir. Değinilen anlam belirlemelerinin en önemlileri şunlardır.

a)- Bu harfler, “surelerin isimleridir.”

b)- Bunlardan her biri, “Allah’ın isimlerinden veya sıfatlarından birine işaret etmektedir.”

c)- Bunlar, “Kur'an’ın isimleridir.”

d)- Bunlarla “Allah yemin etmektedir.”

e)- Bunların her biri münferid harflerdir; “muhatabın dikkatini okunan vahiye çekmekte ve Kur'an’ın icazını yansıtmaktadır.”

Ortaya atılan bütün görüşlerin, tenkide açık yanları bulunmakla birlikte, akla en uygun geleni ve genel kabul göreni, “bu harflerin tembih ve Kur'an’ın icazını beyan eden delillerden biri oluşudur.” Çünkü, “bunların hepsi doğrudan veya dolaylı olarak ilahi vahiye atıfla başlamakta ve Kur'an vahiyinin taklit edilemez, olağanüstü, benzersiz tabiatını yansıtmayı amaçlamaktadır.

Demek ki bu harfler, Kur'an’ın eşsizliğine işaret etmek, muhatabın dikkatini okunan vahiye çekmek, onu ilahi mesajı dinlemeye ve anlamaya hazırlamak için gelmişlerdir. Mukatta’at harflerinden sonra yemin ifadelerinin yer alması, bu görüşü desteklemektedir. Tabii ki bu yaklaşım da bir faraziyeye dayandığından, kesin ve tam ikna edici değildir. Her şeyin doğrusunu en iyi Allah bilir.

1’inci ayetin başında yer alan ve nun olarak telaffuz edilen harfin, taşıdığı anlamlarla ilgili çeşitli görüşler vardır. Değinilen görüşlerin en önemlileri şunlardır:

a)- Nun, “büyük balık” anlamına gelir.

b)- Nun, “mürekkep hokkası; kalemliği ile hokkası bir arada bulunan yazı takımı (divit)” demektir.

c)- Nun, “er-Rahman” ismini oluşturan harflerin sonuncusudur. Bununla Allah’a işaret edilmiştir.

d)- Nun, “cennet nehirlerinden bir nehir(in ismi)” dir.

Bu yorumlarlardan sonra, şu genel sonuca varılabilir:

Nun la kastedilen asıl mana ne olursa olsun; kesin olan, onun bilinen nun harfi oluşudur. Nun, lafız yönünden açık; ama mana yönünden müteşabih (anlamının, hiç kimse tarafından tam olarak bilinemeyeceği bir harf)tir. Müteşabih sözcüklerin gerçek anlamını da tam olarak sadece Allah bilir.

Kalem ve Yazı; Yazma ve Okuma Aracı

Ayette geçen kalem sözcüğünden maksat nedir, sorusuna cevap niteliği taşıyan iki yorum vardır: Birincisine göre “kalemden maksat, Levh-i Mahfuz’u yazan (ilahi) kalem” olduğudur. Bu yorum, Peygamber(as)’in, “Allah’ın ilk yarattığı kalemdir.” anlamındaki hadisine dayanır. Hadisin devamında belirtildiğine göre, “Yüce Allah önce kalemi yaratmış, sonra da ona kıyamete kadar olacak şeyleri yazdırmış”tır.

İkincisine göre , “kalem cinsi”dir. Yani, insanların ellerinde bulunan, yazı aleti olan, kendisiyle Kur'an’ın ve diğer kitapların yazıldığı kalemdir. Onun değerini belirtmek ve Hz.Muhammed’in peygamberliği gerçeğine vurgu yapmak için, kaleme yemin edilmiştir. Gerçekten de kalem, dilin kardeşi, yazma sanatının ve yazı yoluyla kaydedilen bütün bilgilerin direği durumundadır. Şu halde, buradaki “kalem“ sözcüğü, “insanlar tarafından kullanılan ve yazı yoluyla kaydedilen bütün bilgilerin sembolü olan “kalem cinsi” anlamına gelmektedir.

Hemen hatırlatalım ki, ayette genel olarak kalem cinsi kastedilmiş ve yüceltilmiş olmakla beraber, her bir kalem ayrı ayrı yüceltilmiş değildir. Çünkü, hak ve hayır yönünde değil de kötülük ve karalama yönünde yazı yazan yalancı ve bozguncu kalemler de vardır. Bunlar yüceltilmeye layık değildir.

Bu ayetin sonunda yer alan yesturun sözcüğü, yazmak, çizmek, yan yana dizmek gibi anlamlar taşıyan str kökünün muzari şeklidir. Bu sözcükle, kalemin yazdığı vahiylere, kalemle dile getirilen bütün mana ve hakikatlere işaret edilmiştir.

Bu ayette, yazma aracı olan kaleme ve okuma aracı olan yazıya dikkat çekilmesi, bu surenin, ‘Alak suresinden hemen sonra indiğini gösterir. Hatırlanacağı gibi, ‘Alak suresinin ilk ayetlerinde, insana okuması emredilmişti. Burada da okuyup yazmanın aracı olan, kaleme ve yazıya vurgu yapılmıştır. Demek ki vahiyedilen bu Kur'an, önce okunacak, sonra ayet ayet, satır satır yazılıp insanları her çağda doğru yola sevk eden ilahi bir kitap haline gelecekti. Gerçekten de, bir hitap olarak vahiyedilen Kur'an, kalemle yazılmış ve değişmez bir kitap haline gelmiştir.

“Oku!” diyen bir sesin hemen ardından bu ayette, “kalem” ve “yazdıklarına” vurgu yapılarak, okumadan yazılamayacağı; okuyup yazmadan da ilim değerine ulaşılamayacağı mesajı verilmek istenmiştir.

Rabb’inin Nimetine Eren Elçi

2’nci ayet, Hz.Muhammed’in, cin etkisinde kalan bir insan olmadığını; tam aksine onun, Rabb’inin nimetine ermiş bir peygamber olduğunu belirtir. Bu ayette geçen nimet kelimesi, iyilik, bağış, ihsan, maddi ve manevi lütuf gibi anlamlar taşıyan n‘am kökünden türemiş bir mastardır. Bu sözcük, “Allah’ın insanlara bağışladığı, insanların da ondan faydalandığı maddi-manevi bütün değerleri” ifade eder. Bu ayetteki nimetten maksat, genelde bütün ilahi lütuf ve bağışlardır. Buna, “akıl, peygamberlik, cesaret, erdem ve güzel ahlak gibi bütün üstün değerler” dahildir.

Ayette geçen mecnun sözcüğü ise, örtmek, kararmak, gizlemek ve aklı zail olmak gibi anlamlara gelen cnn kökünün türemiş şeklidir. Bu sözcük, “cinlenmiş deli” anlamına gelmektedir.

Mekke müşrikleri, İslam’ın ilk yıllarında, Kur'an’a ve Peygamber(as)’e karşı tepkilerini, bazı aşağılayıcı sözler sarf ederek ortaya koymuşlardır. İşte onların bu maksatla sarf ettikleri sözlerden biri de, Hz.Muhammed’i, “mecnun” olarak nitelemeleriydi. Bununla hem Peygamber(as)’i küçük düşürmek, hem de onu cinnin etkisinde kalmış olmakla itham etmek istiyorlardı. Ayrıca Araplar, şairlerin ve kahinlerin, cinlerden ilham aldıkların inanırlardı. Bu inancın etkisiyle müşrikler, Hz.Muhammed’in vahiy diye söylediği sözlerin, ona cinler tarafından telkin edildiğini sanıyorlardı.

Hiç kuşkusuz müşriklerin bu asılsız ithamları, Peygamber(as)’i çok üzüyordu. İşte bu ayette Hz.Muhammed’in cinin emrine giren biri olmadığı, tam aksine Rabb’inin nimetine eren bir peygamber olduğu belirtilerek onu küçük düşürmek ve itham etmek isteyenlere, gereken cevap veriliyor. Bu, sadece Peygamber(as) zamanındaki müşriklere değil, aynı zamanda Kur'an’ın doğruluk ve değer ölçülerine karşı çıkan herkese karşı verilmiş bir cevaptır.

 

(3)- « Senin için bitip tükenmez bir ecir vardır.»

 

Tükenmeyen Bir Ecir

Bu ayet, insan olma potansiyelini, Kur'an’la aktüel hale getiren Peygamber(as)’e ve peygamber örneğini izleyen herkese, bitip tükenmeyen bir ecir verileceğini müjdeliyor.

Ayetteki ecir sözcüğü, ücret vermek, işin karşılığını ödemek ve ödüllendirmek gibi anlamlara gelen ecr kökünden türemiş bir mastardır. Bu sözcük, “karşılık, ücret ve ödül” manalarına gelmektedir.

Memnun sözcüğü de, birine nimet vermek ve iyilik yapmak gibi anlamlar taşıyan mnn kökünün türemiş şeklidir. Bu sözcük, “çok kuvvetli, kıymetli ve sürekli olan şeyi” ifade etmek için kullanılır. Bu ayette, “bitip tükenmeyen ecir” manasına gelmektedir.

Bu ayet, Kur'an vahiyinin ve İslam nimetinin bitip tükenmeyecek olan bereketine işaret ediyor. Kur'an, kahin ve şair sözü gibi silinip gitmeyecek, tam aksine her çağda insanların ihtiyaç duyacakları ve hakikati öğrenmek için kendisine başvuracakları eşsiz bir kitap olacaktır. Ayrıca Kur'an kapsamında sunulan İslam da Peygamber(as)’in önderliğinde bütün dünyayı kucaklayıp cihan ufuklarını aydınlatacak; mevsimlik ömre sahip olan beşeri sistemler teker teker yıkılıp giderken İslam, kıyamete kadar baki kalacaktır. Çünkü Yüce Allah, İslam'ı bütün beşeri sistemlere ve batıl din olgularına üstün kılacaktır. Hiç kimse, Allah kadar hakikate şahitlik yapamaz.

(4)- « Şüphesiz sen, büyük bir ahlaka (üstün bir karaktere ve hayat tarzına) sahipsin.»

Allah Elçisinin Güzel Örnekliği

Bu ayet, Hz.Muhammed’in yüksek bir ahlaka (doğruyu görme gücüne ve onu en iyi biçimde uygulayabilme etme yeteneğine) sahip olduğunu bildirir.

Ayetteki huluk kelimesi, sözlükte, tabiat, karakter, davranış tarzı, hal ve huy gibi anlamlara gelir. “Hulk” kökünün çoğul şekli olan “ahlak”, “insanın hür iradesiyle gerçekleştirdiği niyetli, bilinçli ve sürekli eylemlerini” ifade eder. Bu sözcük çoğul olduğu halde, Türkçede tekil anlamda kullanılagelmiştir.

İnsanlar arası ilişki türlerinden en temel olanı, ahlaki (etik) ilişkidir. Bunun için “ahlak” sözcüğü, hem insanın iradeli ve istekli davranış şekillerini, hem de toplumun yaşayış tarzını dile getirir.

Bu ayetteki hulukun azim terkibi, “herkese örnek olacak üstün bir hayat tarzı ve güzel ahlakın zirvesi” anlamına gelir. Ayrıca bu terkip, “Kur'an ahlakı ve İslami yaşayış tarzı” şeklinde de yorumlanmıştır. Gerçekten de Peygamber(as)’in ahlakı, Kur'an ahlakı idi. Çünkü Kur'an’daki ahlaki değerlerin hepsi onun hayatında yer almış; o, Kur'an’a göre yaşamın en güzel örneğini ortaya koymuştur. Eşi Aişe’nin, vefatından yıllar sonra Peygamber(as) hakkında konuşurken, ”onun hayat tarzının (ahlakının) Kur'an olduğunu” vurgulaması, değinilen durumu doğrulamaktadır.

Tam bu aşamada, Peygamber(as)’in, güzel ahlakın zirvesi olduğunu belirtmek, çok yerinde bir tespittir. Bundan maksat, müşriklerin Hz.Muhammed’e yönelik suçlamalarını ve karalamalarını reddetmektir. Peygamber(as), onların iddia ettikleri gibi deli değil, tam aksine “akıllı ve ahlaklıdır.” Hem cinlerin etkisine giren bir insanın sözleri tutarsız, davranışları da dengesiz ve ölçüsüz olur. Eğer Hz.Muhammed, onların iddia ettikleri gibi mecnun olsaydı, onun düşük ahlaklı, dünya tutkunu biri olması gerekirdi. Halbuki o, herkese örnek olabilecek üstün bir ahlaka sahiptir. Onun sözleri tutarlı ve hikmetli, hareket ve tavırları dengeli, kişiliği de insanın ve imanın kemalidir. Ayrıca yaşanan hayat tecrübesi, Hz.Muhammed’in her türlü fazileti ve üstün meziyeti kendinde toplayan sağlam bir kişiliğe sahip olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Azim ve cesaret, irade ve sadakat, en üstün ve en güzel ahlak ondadır. Bunun için Peygamber(as), herkese örnek olabilecek bir ahlak modelidir.

Kur'an’ın doğru anlaşılıp İslam’ın en güzel biçimde yaşanması, prensip ve pratik olarak sünnette ifadesini bulmuştur. Bunun için, Peygamber(as) örneğini izlemek, Müslümanlar açısından hem bir ideal, hem de önemli bir görev sayılmıştır. Çünkü Allah’ı ve sonsuzluğu isteyen mü’minlere en güzel örnek, Allah’ın Elçisi’dir. Burada onun güzel örnekliğinin çeşitli boyutlarına kısaca değinmek gerekir:

Allah Elçisi’nin İmandaki Örnekliği

Hz.Muhammed, vahiy olmadan önce, kendi halinde dürüst ve güvenilir bir insandı. Vahiy geldikten sonra, bütün insanlığa gönderilen son peygamber oldu. O, İslam’a önce kendisi iman etti ve hayatını bu inanca adadı. Yolunu şaşırmış insanlığa Allah’ı tanıttı; O’nun insanlar için seçip hoşnut olduğu İslam’ı anlattı.

Allah Elçisi, en çok inanca önem verdi. Allah’ın birliğini ve O’na giden doğru yolun tekliğini ifade eden “tevhid”in temiz, arı ve duru kalmasına büyük özen gösterdi. En yakınları tarafından bile olsa, bu inanca gölge düşürülmesine izin vermedi. Bir gün huzuruna gelip: “Allah’ın dilediği ve senin dilediğin olur.” sözünü sarf eden bir sahabiye hemen müdahale edip: “Beni Allah’a denk (ortak) mı yapmak istiyorsun? Sadece Allah’ın dilediği olur de.” buyurarak,tevhitteki hassasiyetini ortaya koydu. Kısacası o, insanları tevhit terbiyesiyle yetiştirip İslami hayatı, bu temel ilke üzerine ikame etti.

İbadetteki Örnekliği

Peygamber(as), bütün ibadet şekillerinde, İslam’ın belirlediği ölçülere uymak gerektiğini anlattı. Hayatını, ölçülü bir ibadet biçimiyle düzenledi. Bu alanda kimsenin ilave veya değişiklik yapmasına izin vermedi. İslam’ın ibadet şekillerinin, aşırılığın her çeşidine kapalı olduğunu beyan etti. Onun hayatı, Kur'an’a göre yaşama ve dünyayı ilahi modele göre şekillendirmekle geçti. Peygamber(as), nerede olursa olsun, gönlünü Allah’a verip hep O’nu dinlerdi. Allah’a yaklaşmak için, sadece ve sadece O’nun teşri buyurduğu yolun izlenmesi gerektiğini vurgulardı. Kur'an’ın ve sünnetin dışına çıkmanın ise, bid’at ve sapıklık olacağı uyarısında bulunurdu. Kısaca belirtmek gerekirse Peygamber(as), “Ölüm sana gelinceye kadar Rabb’ine ibadet et.” buyruğunun en güzel uygulayıcısı olmuştur.

Davetteki Örnekliği

Hz.Muhammed, Allah’ın Elçisi, insanları Allah’a çağıran bir davetçi, uyarıcı ve müjdeciydi. Onun en başta gelen görevi, Kur'an mesajını insanlara ulaştırmak, insanları da İslam’a ve Kur'an esaslarına uymaya çağırmaktı.

Peygamber(as), davette isabetli ve sistemli bir yöntem uygulamış, bunda da çok başarı sağlamıştır. Tabii ki bu başarıda en önemli etken, onun örnek şahsiyeti olmuştur. Çünkü o, insanları davet ettiği Allah’ın dinine tam ve samimiyetle inanmış, İslam’ın ilkelerini önce kendi hayatında bütün ayrıntılarıyla o uygulamıştır. Ayrıca Peygamber(as), dine davet yöntemini baskı ve şiddetle değil, insanları ikna ederek, hikmetle ve güzel öğütle Allah’a çağırmaya dayandırmıştır. O, şiddeti değil şefkati yeğlemiştir. Onun nazarında ideal ve başarılı yöntem, şiddeti içeren değil, şefkati yeğleyen; düşmanlıkları dostluğa dönüştürebilen yöntemdir. Ancak o, İslam’ın varlığını, insanın temel hak ve özgürlüklerini ortadan kaldıracak tehlikeler karşısında, caydırıcı kuvvete de başvurmuştur. Zaten hayatın doğası, böyle bir mücadeleyi zorunlu ve meşru kılar. Bu doğal tedbirin ve haklı tepkinin, şiddet değil, tabii ve meşru bir eylem olduğunu herkes kabul eder. İlave edelim ki, caydırıcı kuvveti içeren tedbir, devamı istenen bir olgu değil; sadece gerekli ve zorunlu durumlarda, başvurulabilecek geçici bir yol ve en son çaredir.

Siyasi Liderlikteki Örnekliği

İslam, Mekke döneminde, devlete sahip olmayan bir din olarak mevcuttu. Hz.Muhammed de bu dönemde, dinin hükümlerini tebliğ eden bir elçiydi; bağımsız bir siyasi toplumun devlet yöneticisi konumunda değildi. Mekke’den Medine’ye hicret edildikten sonra, İslam’ın devlete ulaşmasının yolu açıldı. Bundan sonra, Hz.Muhammed, hem dini tebliğ noktasında kendisine vahiy gelen bir peygamber, hem de devlet yönetiminde bulunan siyasi bir liderdi.

Onun önderliğinde oluşan devlet de, değişmez İslami değerlerle değişken sivil değerleri taşıyan bir devletti. Devlet, dinin temel rüknü olmasa da, İslam’ın ilkelerinin hayatta uygulanabilir olması için gerekliydi. Hz.Muhammed’in, peygamberliği de, sadece ahlaki ve uhrevi bir içerikle sınırlı değildi; onun misyonu bir o kadar da dünyevi, hukuki, askeri ve siyasiydi. İslam’ın doğuş sürecinin, Peygamber(as)’in önderliğinde egemen bir devlet haline geliş süreci olarak tamamlanmış olması, bunu gösterir. Çünkü, bütün bu süreçleri yöneten Peygamber(as), yerine göre toplumu eğiten ahlaki bir önder, yerine göre de siyasi, hukuki, iktisadi, askeri sorumluluk ve yetkileri olan siyasi bir liderdi.

Kur’an Ahlakının Yaşayan Modeli

Hz.Muhammed, Kur’an’ın tebliğcisi ve uygulayıcı olarak hayırlı yenilikler içeren pek çok işler yapmıştır. Onun üstün ahlakı temsil etmesi, hayat tarzının Kur’an’a dayanmış olmasından kaynaklanır. O, Kur’an ahlakının yaşayan modelidir; onun kişiliği de insanın ve imanın kemalidir. O, Kur’an’ın insan hayatına katmak istediği tüm değerleri, örnek uygulamalarıyla insanlığın önüne koymuş, dünya onun peygamberliğinde ve siyasi liderliğinde, köklü bir değişikliğe uğramıştır. İslam idealinin pratik örneği sünnetle ortaya konulunca, İslam dünyayı teslim aldı ve cihan ufuklarını aydınlattı. Hz.Muhammed’in bu örnek hayatı, onun vefatından sonra da, bütün mü’minlere hem rehber hem de mektep oldu.

Eğer Kur’an’a dikkatlice bakılırsa, insana ağır sorumluluk içeren onurlu bir vazife tevdi edildiği görülür. Bu vazife, dünyayı İslama göre şekillendirmek, insan olma potansiyelini Kur’an’la pratize edip aktüel hale getirmektir. Bu da, Peygamber(as) örneğine uyarak, Kur'an’ı hayata taşımakla mümkün olur.

(5-6)- « Hanginizin meftun (akıldan yoksun) olduğunu sen de göreceksin, onlar da görecekler.»

Bilgi ve Basiret Eksikliği

Bu ayetlerde, Hz.Muhammed’i küçümseyip ona yakışıksız lakaplar takmak suretiyle haksızlık edenler, kınanır ve uyarılır.

5’nci ayeti oluşturan sözcükler, görmek, bilmek ve sezmek gibi anlamlara gelen bsr kökünün muzari şekilleridir.

6’ncı ayette geçen meftun sözcüğü de, denemek, çıldırmak, mal, evlat, baskı, zulüm, azap ve işkence gibi pek çok anlamlar taşıyan ftn kökünün ism-i mef’ul şeklidir. Meftun sözcüğü burada, “delirmiş, çıldırmış” anlamına gelebileceği gibi, mastar olarak “sınamak-sınanmak” anlamına da gelebilir. Çünkü, ftn kökünün mastar şekli olan fitne, iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı seçip ayırmayı da ifade ettiğinden, “olumlu” ve “olumsuz” değerler, fitne konusu olabilmektedir. Şu halde insan, hayatın iyi ve kötü tezahürleriyle karşı karşıya getirilerek de sınanmaktadır.

Yüce Allah, önceki ayette Peygamber(as)’in yüksek ahlakını belirttikten sonra bu ayetlerde, onu küçümseyen inkârcıları uyarıyor. Bu uyarıyı yaparken, insan hayatındaki olumsuzlukların, bilgi ve basiret eksikliğinden ya da heva ve hevese düşkünlükten kaynaklandığına işaret ediyor.

Kur'an’da hedeflenen şey, pratik olarak bir sonuca ulaşmaktır. İşte bu ayetler, Hz.Muhammed’in önderliğindeki İslami hareketin, yakın gelecekte niyet ve fikir aşamasından iş ve eylem sahasına ulaşacağına; bu gerçeğinde Peygamber(as)’i ve mü’minleri küçümseyen düşmanlar tarafından görüleceğine dikkat çekiyor. «Yoksa onlar, “Biz yek vücut olmuş bir grubuz, (bundan dolayı) üstünlük bizim hakkımız, mı diyorlar. Ama yakın gelecekte (inkârcıların) ordusu (toplumu) bozguna uğrayacaklar, arkalarını dönüp kaçacaklardır.» Görüldüğü gibi bu ayetler, inkârcı ve inatçı günahkârlara bir uyarı; bilinçli ve samimi mü’minlere de bir müjde niteliğindedir.

 

(7)- « Doğrusu sadece Rabb’in, kendi yolundan sapanı en iyi bilendir; hidayete erenleri de (yine) en iyi O bilir.»

Allah’ın İlmi ve İnsanın Davranışları

Bu ayet, Allah’ın her şeyi kuşatan bilgisine, O’nun bilgisinin kesinliğine ve değişmezliğine vurgu yapmaktadır. Kur'an’da, Allah’ın ilminin söz konusu edildiği ayetlerin, büyük bir bölümünde, O’nun her şeyi bildiği, insanın imanından, niyetlerinden, konuşmalarından ve davranışlarından haberdar olduğu belirtilir. Söz konusu ayetlerin bir kısmında da –bu ayette olduğu gibi- uyarı imasıyla Allah’ın ilmine vurgu yapılır. Bundan maksat insanı uyarmak, insan aklına ve iradesine doğru istikameti gösterip onu iyi davranışa yöneltmektir. Çünkü, Kur'an’ın anlatımına uygun bir Allah tasavvuruna sahip olmak, insan hayatı açısından çok önemlidir.

Bu ayette yer alan dalle sözcüğü, şaşırtmak, sapmak, yanılmak, kaybolmak ve helak olmak gibi anlamlar taşıyan dll kökünün mazi şeklidir. Dll kökünün mastar şekli “dalalet”tir. Dalalet “bilerek ya da bilmeyerek doğru yoldan ayrılıp sapmak” demektir. İslami terminolojide bu kavram genellikle “hidayet”in karşıtı (zıddı) olarak “inkârı kapsayan sapıklık” anlamında kullanılır. Kur'an’da, hakkın dışında kalan her şey dalalet olarak nitelendirilir. Ayrıca “uzak” “açık” ve “büyük” dalalet çeşitlerinden söz edilir.

Dalalet, vahiye ve salim akla aykırı olan ilkeleri benimseyip doğru yoldan sapmayı ifade eder. İslam’a göre dalalet, vahiy kaynaklı hak dinden sapmak ve ondan mahrum kalmaktır. Bu da, insanın helal sınırını aşıp harama ulaşması, kendini hakikate ulaştıran yoldan yüz çevirip sapmasıyla gerçekleşir.

“Allah’ın bilgisi”nin mahiyeti “metafizik” bir konu olduğu için bu kavram çeşitli şekillerde yorumlanabilir. Fakat Allah’ın bilgisinin, insan iradesini dışlayıp cebri (zorlamayı) doğurduğu iddiası, ahlaki bir sorundur ve bu iddia doğru değildir. Kur'an’ın bu soruna ilişkin genel görüşü şöyle özetlenebilir: İnsanın iş ve davranışları, Allah’ın iradesinin gereğidir, ama O’nun zorlaması değildir. Bunun için insanın sapıklığı veya hidayeti seçmesi, Allah’ın zorlamasıyla değil, kişinin istek, gayret ve seçeneğiyle gerçekleşmektedir. Çünkü teklif, iradeye yönelik bir yükümlülüktür ve zorlama değildir. Bu yüzden Allah, Kur’an’i manadaki inanç sistemine mensup olmayı sadece kendi iradesine bağlı kılmamış, bunun insani iradeyle de ilişkili olduğunu belirtmiştir.

Kur'an, İslam’a özgü dünya görüşünün belirlenmesinde açık rol oynayan temel kavramlara yer verir. Bunların başında yol anlamına gelen sebil ile, onunla eş anlamlı olan sırat, tarik, şeriat ve minhac kavramları gelir.

Bu ayette geçen sebil kelimesi, sbl kökünün türemiş şeklidir. Bu sözcük lügatta, “açık yol, bir şeye ulaşmayı sağlayan maddi manevi sebep” anlamlarına gelir. Ayrıca sebil sözcüğü, “kesin delile dayanan, kendisinde kolaylık bulunan aydınlık, hak ve doğru yol” gibi anlamlar da taşır. İnsanı iyiye veya kötüye ulaştıran açık yola da “sebil” denir.

Allah’ın yolu, O’nun insanları çağırdığı hidayet yoludur. Bu yüzden “O’nun yolu”, “iyilik nev’inden emrettiği her şeyi içeren, Kur'an vahiyi aracılığı ile insana bahşedilen hidayet olgusu” diye tanımlanabilir. “Allah’ın yolu” terkibi, İslami düşünüşün ve yaşayışın en belirleyici ifadesidir. Çünkü Kur'an’a göre gerçek ve doğru iman, bir bakıma Allah’ın yolunu seçmekten ibarettir.

 

 

(8-16)- « O halde, hakikati yalanlayanlara uyma (onların arzu ve özlemlerine alet olma.) Onlar isterler ki, sen (kendilerine) yumuşak davranasın da onlar da (sana) yumuşak davransınlar (seninle uyuşsunlar.) Çok yemin edip duran alçağa; daima kusur arayan, durmadan laf getirip götüren kovucuya; sürekli olarak iyiliğe engel olan günahkâr zorbaya; haksız arzularının esiri olmuş zalime, bütün bunların dışında bir de soysuzlukla (faydasız olmakla) damgalanmış kimselerden hiçbirine, malı ve oğulları vardır diye sakın boyun eğme. (Çünkü) ne zaman ayetlerimiz böyle birine iletilse, “Bunlar öncekilerin masalları” der. (Bunun için) biz onu, hortumundan (burnundan) damgalayacağız (Onun havada olan burnunu yakında yere sürtüp onu yakasını kurtaramayacağı bir zillete sürükleyeceğiz.)»

Eksik Şahsiyetlerin Belirgin Nitelikleri

Bu pasajı oluşturan ayetler, Hz.Muhammed’in kavmiyle ihtilafa düştüğü hicret öncesi dönemde ve peygamberliğin ilk yıllarında nazil olmuştur. Kur'an, öncelikle Mekke ve çevresinde, o tarihte var olan dini gruplarla diyaloga girmeyi hedeflemiş, bu diyalog, zamanla siyasi mücadeleye dönüşmüştür. İşte bu ayetler, Kur'an’ın nazil olduğu o bölgede mevcut olan dini gruplara (müşriklere) karşı yürütülmesi gereken mücadelenin bir boyutunu yansıtmaktadır.

Kaynaklarda belirtildiğine göre bu ayetler, Mekke müşrikleri ve onların ileri gelenlerinden Velid b.Muğire yahut Ahnes b.Şerik hakkında nazil olmuştur. Hemen belirtelim ki bu ayetler, rivayetlerde adı geçen şahıslarla sınırlı değildir. Kur'an’ın çağrısına karşı çıkan ve ona savaş açan herkese şamildir. Çünkü değinilen nitelikteki kişiler, tarihin her döneminde karşılaşılabilecek tiplerdir.

Müşriklerin düşük ve bozuk karakterinin ortaya konulduğu bu ayetlerde, şu gerçeklerin altı çiziliyor:

8’nci ayet, mü’min şahsiyete, hakkı tanımayan yalancılara uymamayı, onların arzu ve heveslerine alet olmamayı öğütlüyor. Şu halde mü’min, uyanık ve samimi olmalı, hakkı yalanlayan inkârcıları tanımamalı, onların yalanlarına kanmamalıdır. Düşmanlık güderek İslam’a aktif biçimde muhalefet edenlere karşı da tavizsiz davranmalıdır.

9’ncu ayet, batıla yağcılık yaparak hakkın adamı ve İslam’ın insanı olunamayacağı mesajını veriyor. Ayetteki veddü sözcüğü, sevmek, arzu ve temenni etmek gibi anlamlar taşıyan vdd kökünün; aynı ayette geçen tüdhinu ve yüdhinun sözcükleri de, yağ sürmek, iki yüzlülük etmek, aldatmak ve yumuşak olmak gibi anlamlar taşıyan dhn kökünün türemiş şeklidir.

İnkârcılar, mü’min şahsiyetin, İslami prensipler ve ahlaki değerler konusunda tavizkâr davranmasını arzu ederler. Ancak şuurlu mü’min, İslam’ın ilkelerinden taviz vermez ve inkârcıların özlemlerine yağ sürmez.

Bu ayet, müşrik liderlerin, Peygamber(as)’den bazı ödünler istediklerine işaret ediyor. Nitekim, müşriklerin doğrudan veya dolaylı yollarla, aradaki gerginliğin giderilmesi için Peygamber(as)’den bazı ödünler istedikleri, Kur'an’daki çeşitli ayetlerden de anlaşılmaktadır. Peygamber(as)’den ödün isteyerek uzlaşma teklifinde bulunanlar, müşriklerin zengin ve imtiyazlı lider kadrolarıydı. Bunlar, Kur'an mesajının yayılması halinde, toplumdaki durumlarının ve konumlarının sarsılacağından korkuyorlardı. Bu yüzden de bazı önerilerde bulunuyorlardı. Peygamber(as), belki Müslüman olurlar veya İslam’ın yayılmasına engel olmazlar düşüncesiyle onların bu tür önerilerini kabul etme eğilimi göstermiş olmalıdır ki, gerek açıklamasını yaptığımız bu ayet, gerekse bu konuyla ilgili diğer ayetler, onu böyle bir ödün vermekten men etmiştir. Pek tabii ki, Peygamber(as) de onların teklifini reddetmiştir. Eğer Allah Elçisi, onların haksız arzularına ve alçak maksatlarına olur verip yalanlarına yağ sürseydi, ona deli değil, ne büyük insan, ne akıllı adam derlerdi. «O (yolunu şaşırmış) kimseler, Bizim adımıza, vahiyettiğimizden başka bir şey ortaya atasın diye seni ayartarak, seni vahiyettiğimiz gerçekten uzaklaştırmaya çalışmaktalar; eğer bunu başarabilselerdi seni hemen kendilerine dost edinirlerdi.»

10’ncu ayet, ahlaki zaaf türlerinden birine dikkat çekiyor, yemin edip duran alçağa uymamayı öğütlüyor. Bu ayetteki hallaf kelimesi, çok yemin eden kişi anlamına; mehin sözcüğü ise, alçak ve aşağılık herif anlamına gelir. Çünkü bu karakterdeki insan, eğriye doğruya yemin eden, yüzeysel düşünen, her kalıba dökülen ve her kötülüğe sürüklenebilen bayağı biridir.

11’nci ayet, düşük karakter tipinin örneklerinden birini sunuyor; iğrenç dedikodular yapan iftiracıya uymamak gerektiğini belirtiyor. Bu ayette yer alan hemmaz sözcüğü, insanları çok kınayan ve kötüleyen; Meşşain bi nemim terkibi de söz getirip götüren ve insanların arasını açan koğucu kişi anlamına gelir. Davranışlarında hiçbir ahlaki kural tanımayan bu hasta tipler, durmadan şunu bunu ayıplar, insanları arkasından çekiştirir, kötüler ve karalar. Gıybet tiryakisi olan bu tipler, hafiyelik ve boşboğazlıkla ömürlerini tüketirler.

12’nci ayet, iyiliğe mani olan günahkâr ve zorba tipe işaret eder. Bu ayetin başında yer alan mennain kelimesi, çok cimri ve iyiliğe mani olan kişi demektir. Aynı ayette geçen hayr sözcüğü ise, iyi, faydalı, yararlı ve üstün anlamlarına gelen hyr kökünün türemiş şeklidir. Üstünlük ismi (ism-i tafdil) olarak daha iyi anlamına gelen hayr sözcüğü, aynı zamanda temiz ve çok mal manasına da gelmektedir. Ayrıca buradaki hayr kelimesinin İslam anlamına geldiği de söylenir. “Aklın beğendiği, dinin yapılmasını istediği ve Allah’ın rızasını kazanmaya vesile kabul ettiği her türlü güzel şeylere ve iyi işlere hayr”denir. Hayr olan her işin neticesinde bir sevap vardır. Bu sevabın en büyüğü de Allah rızasıdır. Ayetin sonunda yer alan Mu’tedin sözcüğü, haddi aşıp saldırganca davranan; esim sözcüğü de, kötülüğe dalan ve günah tiryakisi olan kimse anlamına gelir.

Bu tipin en bariz vasıfları, iyilik yapmamak, hayra (iyiliğe) engel olmak, saldırganca davranıp günaha dalmaktır. Bu kimse hiç hayra yanaşmaz, kendisi iyilik yapmadığı gibi başkasının iyilik yapmasına razı da olmaz. Hakkına razı olmayan, hak ve haram yemekten sakınmayan, günah ve vebalden çekinmeyen, iyilik düşmanı ve günah yüklü bir hamaldır o...

13’ncü ayet, zalim, ihtiraslarına esir olmuş, hayat‮慒ﭳ畬汬桡⠠⹳⹡⹳
䘼乏⁔䅆䕃∽楔敭⁳敎⁷潒慭≮︾秶敬戠祵牵畤›⼼但呎㰾㹉䔢⁹扁畤汬桡‬㱅但呎䘠䍁㵅吢浩獥丠睥删浯湡㸢旰⁲慳牢摥牥步猠癥灡ﰠ業⁤摥牥步猠癡﹡狽慳Ɱ䄠汬桡猠湥⁩慳牢摥捩Ⱪ猠癥灡ﰠ業⁤摥捩⁩汯牡歡搠物汩整散Ⱬ攠旰⁲楲汲毽瘠⁥慭潴汰浡歡椠槧慳慶﷾獲湡䄠汬桡搠⁡敳楮爠祩毢狢瘠⁥慭濧懰瑬揽⃽汯牡歡搠物汩整散⹫丠⁥慨竼牥⁥慳慶﷾獲湡瘠祥⁡泶ﱤﱲﱬ獲湥‬汁慬⁨慤猠湥⁩慨竼牥⁥楤楲瑬物∮㰠䤯㰾䘯乏㹔䔨ﭢ䐠盢摵‬慨楤⁳潮›㔲㤱㹉†⼼㹉†⼼㹐਍值䄠䥌乇∽啊呓䙉≙㰾倯ാ㰊但呎䘠䍁㵅吢浩獥丠睥删a aktif ve olumlu biçimde katılmayan insan tipini ortaya koyuyor. Değinilen gerçek, ayette yer alan iki temel sözcükle dile getirilir. Bunlardan ilki, bir kişiye veya bir şeye zalimce davranmak anlamına gelen ‘utul sözcüğü; diğeri de, lüzumsuz, faydasız, kötülükle tanınmış, nesebi başkasının nesebine katılmış, soysuz anlamlarına gelen zenim sözcüğüdür. Bu sözcük, keçinin kulaklarının altında sallanan yumruları (küpeleri) ifade etmek için de kullanılır. Bu küpeler, fizyolojik bir fonksiyona sahip olmadıklarından, “zenim” sözcüğüyle, “lüzumsuz şeye veya kimse”ye işaret edilmiştir. Demek ki bu kavram, “sosyal anlamda tamamen faydasız olan bir kimseyi” tanımlamak için kullanılmıştır. Ancak, tefsir bilim dalında uzmanlaşmış bilginler (müfessirler)den birçoğu bu kavramı, “kötülükle tanınmış, nesebi başkasının nesebine karışmış soysuz” anlamında yorumlamışlardır.

14’ncü ayet, güç ve servete güvenip kişisel çıkar kaygısıyla doğruluktan sapmanın; güç ve serveti doğruluğun ve dürüstlüğün göstergesi saymanın yanlışlığına değiniyor. Bu ayette geçen mal sözcüğü, kapital, dünyevi servet ve zenginlik; benin sözcüğü de, çocuk ve oğullar anlamına gelir. Mal kavramı, bir kimsenin veya tüzel kişiliğin mülkiyeti altında bulunan, taşınır ve taşınmaz varlıkların bütününü ifade eder. Bu kavramlar, “zenginliğe, dünyevi güç ve etkinliğe” işaret eder. İnsan çoğu kez, yaptığı yanlışı haklı bir gerekçeye dayandırmak ister. Bu yüzden de, “şu adam kötü ama onun serveti ve kuvveti var, belki faydası dokunur yahut kötülüğünden sakınılır; belli bir süre bu tip insanlara boyun eğmenin bir sakıncası yoktur.” şeklinde bir kanaate varabilir. İşte bu ayetler, fayda ümidi veya zarar korkusuyla kötülük sembolü kişilere yağcılık yapmanın doğru olmadığını bildirir. Çünkü böyleleri, kendilerine çıkar sağlamayan hiçbir şeyi ve değeri kabul etmezler; onlara yağcılık edenler de kendilerini daha büyük bir kötülüğün kucağına atmış olurlar.

15’nci ayet, zenginliğine ve etkinliğine güvenip Allah’ın mesajlarını, “eskilerin masalları” olarak niteleyen insan tipini ortaya koymaktadır. Buradaki ayet sözcüğü, Arap dilinde, işaret, delil (kanıt), iz, belirti ve mucize gibi anlamlar taşıyan eye kökünün türemiş şeklidir. Kur'an terminolojisi açısından ayet, “insanı Allah’a götüren, O’na gidişte insana iz ve işaret misyonu gören her şeydir.” Kur'an’ın belirli parçaları da, insanın Allah’a ulaşmasına vesile oldukları için ayet olarak isimlendirilir ve Allah tarafından söylenen Kur'an cümlelerine ayet denir. Bilindiği gibi Kur'an vahyi Peygamber(as)’e birden değil, belli aralıklarla ayetler halinde indirilmiş, böylece ilahi mesaj, insanın hayatına ve hafızasına iyice yerleştirilmiştir.

Esatiru’l evvelin terkibi de, eskilerin masalları, uydurmaları anlamına gelir. Burada, Allah’ın ayetlerini küçümseyen belli bir zihniyetin fotoğrafı ortaya konulur. Anılan zihniyete göre, “dünyada güç ve servete sahip olmak, ilerici ve erdemli olmanın göstergesidir; Kur’an’ın dile getirdiği ilke ve değerler ise, eski zamanların hikâyeleridir.” Tabii ki bu sözü söyleyenler, geçmişte kalanlarla sınırlı değildir. Çağdaş düşünce ve çağdaş yaşam saplantısı içinde Allah inancını veya İslami yaşayış biçimini kendilerine yakıştıramayanlar da, bugün benzer söylemleri sürdürmektedir. Bunların ortak yanları, düşüncesiz bir rahatlığın ve budalaca bir küstahlığın aldanışı içinde olmalarıdır.

Müşrikler, Kur’an’ın kendi geleneklerinden aktardığı şeylere itiraz etmiyorlardı. Onların itirazı daha çok, ahiret gerçeğini dile getiren ayetlereydi. Bu yüzden de onlar Kur’an’a, “eskilerin masalları” isnadıyla karşı çıkıyorlardı. Kur’an’ın tamamında dokuz kez geçen bu terkibin, genelde ahiret gerçeğini dile getiren ayetler bağlamında yer alması, değinilen tespiti doğrulamaktadır. Çünkü müşriklere göre, ahiret gerçeği ve yeniden dirilme iddiası, eskilerin masallarından ibaretti.

16’ncı ayet, günaha yenik düşüp dünya hayatında İslami bir kişilik sahibi olamamış kimsenin, azaplık olduğunu belirtir, günahkâr kişinin, yakasını kurtaramayacağı bir zilletle damgalanacağı uyarısında bulunur.

“Biz, onu hortumundan (burnundan) damgalayacağız.” manasına gelen bu ayet, mecazi bir anlam taşır. Çünkü ayetteki hortum sözcüğü, kibirli insanın burnundan kinayedir. Bu deyimsel ifadeyle, inkârcıların burunlarının kırılacağı; onların zelil ve hakir duruma düşürülüp aşağılanacakları dile getirilmiştir. Haksız arzuların hevesine ve aklın acemice denemesine kendini teslim eden kimse, yanlış iş yapmış olur; o kimse, sonunda kendini zilletin veya azabın içinde bulur.

Bu bölümü oluşturan ayetler, daha önce de belirtildiği gibi bir fertten ziyade belli bir sınıfın fotoğrafını ortaya koyar. Ayetlerin üslup ve içeriğinden, bu sınıfın, Mekkeli müşrik ve zengin liderlerden oluşan aristokrat bir sınıf olduğu anlaşılmaktadır. Anılan sınıf, Kur'an’ın çağrısında kendi çıkarlarını ve konumlarını tehdit eden bir dinamizm bulduklarından, peygamberliğin başlangıcından itibaren İslam’a karşı düşmanca bir tavır içine girmişlerdir. Bu ayetlerde de, Kur'an’ın nazil olduğu ilk dönemlerde, müşriklere karşı yürütülmesi gereken mücadeleden söz edilmektedir.

Kur'an’da uyarı içeren ifadeler, genellikle, ilk muhatapların geleneklerinden alınmıştır. Bundan maksat, Kur'an’ın muhatap üzerindeki etkisini artırmak ve insan davranışlarının İslami ilkeler doğrultusunda şekillenmesini sağlamaktır. Demek ki Kur'an’ı, tarihi akışından ve toplumsal ufkundan soyutlamak mümkün değildir.

 



 

(17-33)- « Gerçekten biz onları, bahçe sahiplerini denediğimiz gibi denedik; hani o bahçe sahipleri, daha sabah olmadan ve (Allah’ın iradesinden yana) hiçbir istisnai kayıt koymadan bahçeyi devşireceklerine dair yemin etmişlerdi. Ama onlar daha uykudayken Rabb’inin katından gönderilen bir salgın, o bahçeyi sarıvermişti de o bahçe (deki bitkiler) kapkara kesilmişti. Sabah erken kalktıklarında: “Haydi ürünlerinizi devşirecekseniz erkenden tarlanıza (bahçedeki mahsulünüzün başına) gidin.” diye birbirlerine seslendiler. Hemen fırlayıp yola koyuldular ve (giderken) aralarında şöyle fısıldaştılar: “Bugün, hiçbir yoksul bahçeye sokulup yanınıza yaklaştırılmayacak!” Güçlü ve amaçlarına ulaşmaya kararlı kişiler olarak erkenden kalkıp (bahçeye) gittiler. Fakat (bahçeye gelip) onu (tanınmaz halde) gördüklerinde: “Biz herhalde yolumuzu şaşırmış olacağız; (sonra da) yok, biz (nimetlerden) mahrum bırakıldık” dediler. Ortancaları (ve aralarında en makul olanı) şöyle dedi: “Ben size, Allah’ın sınırsız şanını yüceltmeniz gerekmez mi dememiş miydim?” Onlar: “Rabb’imizin şanı yücedir, doğrusu biz, zalim kimselermişiz” dediler. Ardından da dönüp birbirlerini kınamaya başladılar. Sonunda şöyle dediler: “Yazıklar olsun bize; gerçekten biz, azgın kimselermişiz. Belki Rabb’imiz bize bundan daha iyisini verir; artık biz Rabb’imizden dilemekteyiz.” İşte azap böyledir; ama ahiret azabı daha büyüktür, keşke (bunu) bilseler!»

“Bahçe Sahipleri” Örneği

Bu bölümü oluşturan ayetlerde, Allah’ın verdiği nimetlere nankörlük eden insanların, bir gün o nimetlerden nasıl mahrum kalabilecekleri, “bahçe sahipleri” örneğiyle açıklanır. Ayrıca bu örnekle, insanlara Allah tarafından bahşedilen nimetlerin sadece bir “lütuf” değil, aynı zamanda bir “sınama aracı” oldukları mesajı verilir.

Kaynaklarda, ayetlerde geçen bahçenin, Yemenlilere yahut Habeşlilere veya Sakifli cömert bir insana ait olduğu bildirilir. Bir rivayete göre, Taif’teki Sakif kabilesine mensup olan salih bir kişinin, Sana yakında ekin tarlaları ve hurmalığı vardı. Bu kişi, her yıl hasat zamanı, ürününden fakirlere sadaka verirdi. Kendisi ölünce, bahçe, oğullarının eline geçti. Oğulları: “Bizim çoluk çocuğumuz fazladır, gelirimiz azdır, babamız gibi fakirlere sadaka veremeyiz.” derler ve infakı terk ederler. Allah tarafından gelen bir afet, geceleyin bahçeyi vurur, bahçe de simsiyah olup kurur.

Eğer bu rivayetler sahih ise, bu durum anılan kıssanın, Kur'an’ın ilk muhatapları tarafından bilindiğini gösterir. Demek ki Kur'an, müşriklere bildikleri bir olayı hatırlatarak onları uyarmaktadır. Çünkü müşrik liderler ve onların ardından gidenler de, mal düşkünü kimselerdi. Bunlar, yoksulu düşünmez, onlarla birlikte bulunmaya tenezzül bile etmezlerdi. Bu açıdan, bahçe sahiplerinin karakteriyle müşriklerin karakterleri arasında büyük bir benzerlik vardı.

Kur'an’da kıssalara, tarihi anlatmak veya geçmiş toplumlar hakkında haberlere inanılmasını sağlamak için değil, “öğüt, uyarı ve ibret” amacıyla yer verilir. Kur'an, onların doğru ve yanlış geleneklerini, yararlı ve zararlı âdetlerini, öğüt ve ibret alınsın, diye anlatır. Onun anlatımı, “öğüt, uyarı, ibret ve hidayet” alanının dışına çıkmaz. Kur'an kıssalarında asıl hedef, “ibret ve duruma uygun öğüttür”. Çünkü Allah, insanlara, akıl ve anlayış düzeylerine göre hitap etmektedir.

17’nci ayetteki “onlar” zamiri, öncelikle Kureyş’in lider takımı olan müşriklere; “bahçe sahipleri” ibaresi de, rivayetlerde belirtilen kimselere işaret etse de, ayetin mana ve maksadı bunlarla sınırlı değildir. Güç ve servet sahibi olup onu kullanmaktan sorumlu olan herkes, ayetin anlam sahasına girmektedir. Çünkü “bahçe sahipleri” örneği ile hem bireysel mülkün idaresine, hem de toplumsal bir göreve işaret edilmektedir. Eğer toplumdaki varlıklı kimseler, yoksulları gözetip onların haklarını vermezlerse, sosyal bir günah işlemiş olurlar. Şu halde, insanlara yönelik müjde ve uyarılar, onların davranışlarıyla bağlantılı verilerdir. Bunlarda cezanın, terbiye edici, ödülün de teşvik edici rolü vardır. Ayetteki Cennet sözcüğü, gizlemek, saklamak, örtmek, kararmak ve deli olmak gibi anlamlara gelen cnn kökünün türemiş şeklidir. Cennet sözcüğü filolojide, “bitki ve ağaçları ile toprağı örten bahçe”; İslami terminolojide ise, “ölümden veya kıyametin kopmasından sonra mü’minlerin sonsuz mutluluk içinde yaşayacakları yer” anlamına gelir.

18’inci ayet, Allah’ın iradesini hesaba katmaksızın ve istisna payı bırakmaksızın bir işi mutlaka yapacağım demenin yanlışlığına işaret eder. Çünkü ayetteki la-yestesnun sözcüğü, Allah dilerse anlamına gelen inşaallah sözcüğünü söylemediler demektir. Kur’an’a göre, insan hiçbir şey hakkında, “Ben bu işi mutlaka yarın yapacağım.” dememeli; bunu, “Eğer Allah dilerse” anlamına gelen inşaallah sözcüğüyle birlikte söylemelidir.

19 ve 20’nci ayetler, geceleyin, bir afetin bahçeyi vurduğunu ve onu tamamen kuruttuğunu haber verir. Ayetlerin maksadı, bütün kudret kendi ellerindeymiş ve dilediklerini yapabilirlermiş gibi davranan gafil insanları uyarmak; cezanın terbiye edici rolünü ortaya koymaktır. Ayrıca bu ayetler, haksız ve ahlaksız davranışların, insanı kendisi için hazırlanmış nimetlerden mahrum bırakabileceği mesajını da içerir. Bu mesaj, hadis diliyle şöyle ifade edilir: «Günahlardan sakınınız; çünkü kul bir günah işlerse, o günahı yüzünden- kendisi için hazırlanmış rızıktan mahrum edi(lebi)lir.» İşte bu gerçeği insana iyice kavratmak için, 21-32’nci ayetler de, Yaratıcı’yı hiçe sayma ve doymazlık tavrı içine girme günahının, insanı nimetlerden nasıl mahrum bıraktığı anlatılır.

33’ncü ayette, nankörlüğün cezası belirtilir. Bu ayette yer alan Azap kelimesi, men etmek, acı ve ceza vermek gibi anlamlar taşıyan azb kökünün türemiş şeklidir. Nefse ağır gelen, beden ve ruha acı veren her şey, genelde bu kelimeyle ifade edilir. Ayrıca, günahkârlara dünya ve ahirette verilen cezaya da azap denir. Ahiret kelimesi de, son, sonraki veya sonuncu gibi anlamlara gelen ahr kökünün türemiş şeklidir. “Ahiret” kavramı, İslami terminolojide en geniş anlamıyla, “ölümden sonra gelen ve ebedi olan hayatı” ifade etmek için kullanılır. Bu yüzden, “dünya hayatının ardından gelen, ondan daha devamlı ve değerli olan hayata” ahiret denir. Saadet ve ebediyyet için mal yığıp yoksulları doyurmaktan ve infaktan kaçınmak, dünyada azap görmeye, ahirette de cehenneme girmeye neden olur. Ahiret azabı, dünya azabından daha büyüktür. Çünkü ahiret azabı, sadece mala değil canadır; geçici değil, süreklidir. Bir kez başa geldi mi artık uyanmanın faydası yoktur. Demek ki Yüce Allah’ın, dünyada nankör kimselere bela vermesinin hikmeti, bilmeye ve anlamaya yatkın olan insanları uyarıp onları daha büyük tehlikelerden ve azaptan korumaktır.

Bahçe sahipleri örneğiyle, insanın kendisini dünyacı değerlere esir olmaktan kurtarması, irade ve imana dayalı eylemlerle takva değerine ulaşması hedeflenmiştir.

Ayetlerle İlgili Genel Tespitler

Kalem ve yazdıkları, varlık ve oluş bünyesinde çok önemli yer tutar. Çünkü insan, hayat yolculuğunda okuyup yazarak ilerler. O, kimi zaman hatırdan kimi zaman da satırdan okur. Özellikle hayatın iyi yönde gelişmesinde, hak ve hayır yönünde kullanılan kalemlerin payı büyüktür.

Hayatı doğru yaşamayı ve kavramayı sağlayan en önemli değerler; “ilim, idrak, iman ve ahlak”tır. İslami hayatın ilk tezahürü de, Kur’an’ın çağrısına kulak verip onun akidesine bağlanmaktır. Kur’an’ı, Peygamber(as) örneğini izleyerek hayata taşımak ise, kamil akıllılık ve ahlaki mükemmelliktir.

Kur’an, insanlara akıl ve anlayışları ölçüsünde hitap eder. O, pek çok uyumlu öğeyi içeren çağrısıyla her zaman yenidir. Çünkü onun insanlığa sunduğu ilke ve değerler, her zaman ve her zemin için geçerlidir. Bu özelliğinden dolayı Kur’an’ı yaşanan hayattan, toplumsal ufkundan ve tarihi akışından tecrit etmek (soyutlamak) mümkün değildir.

Hayat, insana Allah tarafından bahşedilmiş bir haktır. Hayatın acı ve tatlı yanları, bolluk ve darlık anları vardır, ama onun yerilecek tarafı yoktur. İnsanın görevi, imkân ölçüsünde hayatı doğru yaşamak, onu daha ahlaklı ve anlamlı hale getirmektir.

Kur’an’a göre insan, sürekli denenmekte; o, görüşlerini değiştiren ve bakışlarını netleştiren bir imtihan yolundan geçmektedir. Çünkü imtihan, insanı eğiten en önemli araçtır.

Her insanın yaratılışında, keyfine göre ve özgürce yaşama arzusu vardır. Fakat insan, hayatını bazı kurallara uyarak sürdürmek zorundadır. Kişi, hayatını kuralsız ve sorumsuz biçimde sürdüremeyeceğinin bilincinde olmalıdır. Yanlış ve sorumsuz hayat, bazılarına daha mantıklı ve cazip gibi gelse de, bu doğru değildir.

İnsan haklarının yanında insanın ihtiyaçları da vardır. Başarılı ve mutlu bir hayat için, hakların korunması kadar ihtiyaçların meşru şekilde karşılanması da şarttır. Hak ne kadar değerliyse, ihtiyacın giderilmesi de o kadar önemli ve gereklidir.

İslam’ın dünya görüşünde ve insanın hayatında en belirleyici değer, “Allah’a tam iman”dır. O, sadece bir ikrar değil, Kur’an bilgisine ve ahlakına dayanan bir yaşayış biçimidir. Gerçek bu olmasına rağmen, bugün İslam coğrafyasında yaşayan çok sayıda insanın taşıdığı inanç, İslam’a sadakati içermiyor ve Kur’an’ın sunduğu dine cevap veremiyor. Hatta her fırsatta Müslüman olduklarını dile getirenler arasından, İslam’dan uzak durmak ve onu hayatın dışında tutmak gerektiğini savunanlar bile çıkıyor. Yine inandığını söyleyen çok sayıda insan, pratikte imanıyla iyilik yapamamış bir kişi olarak kalıyor. Bu yetersiz durum karşısında yapılması gereken şey, sorunları büyüten yanlışları terk edip inancın tüm etkinliklerini canlı tutacak bir yapılanmaya gitmektir.

Hayatta, manevi ve sosyal huzursuzlukların hastalık derecesine ulaşmasının temel nedeni, insanın bilgi ve imandan doğan sorumluluklarını unutmuş olmasıdır. Eğer sorumsuz kişiler, toplum hayatında huzuru sağlayan değerlerle çatışmaya girerlerse, kişi ve toplum hayatına kaos hakim olur, hayatın da düzeni bozulur.

Kur’an’ın mana ve maksadını gözardı edip onun çağrısına karşı çıkmak için muhalefet örgütleri oluşturan güçler, İslam dini yerine kendi görüşlerine uyan bir öğreti isterler. Eğer onların bu haksız talepleri yerine getirilirse, o zaman Müslümanlar, sapık ideolojilerin yedek ordusu haline gelirler. Çünkü İslam’ı asli şeklinden uzaklaştırıp adet haline getirmek, onun insan ve hayat üzerindeki olumlu etkisini yok eder. İşte bu yüzden Allah Elçisi ve onun izinden giden mü’minler, hakim şirk düzeninin bir tarafına yamanma gibi bir yöntemi, akıllarınınmadan insanın, sadece aklıyla hayatı doğru yaşaması mümkün değildir. Tarih bunun örnekleriyle dolu olduğu gibi günümüzde ve çevremizde karşılaştığımız gerçekler de bu tespiti doğrulamaktadır. Bu durumda yapılacak en doğru iş, Kur’an’ın aydınlık hidayetine ve Peygamber(as)’in herkese örnek olan İslami yaşayış biçimine uymaktır.

 

(34-41) Şüphesiz, Allah’a karşı gelmekten sakınanlara Rabb’leri katında nimetlerle dolu cennetler vardır. Biz, Allah’a teslim olan (Müslüman) ları hiç suçlular gibi tutar mıyız? Neyiniz var? Ne biçim hükmediyorsunuz? Yoksa okuduğunuz ve istediğiniz her şeyi içinde bulduğunuz (özel) bir kitabınız mı var? Yoksa size: “Dilediğiniz gibi hükmedin/” diye, kıyamete kadar sürecek bir ahit mi verdik? Onlara sor, bunu onlardan hangisi üzerine alır? Yoksa onların ortaklarımı var? Doğru sözlü iseler ortaklarını getir (ip göster) sinler.

Ödüllendirme ve Cezalandırma Gerçeği

34’üncü ayet, insani özelliklerini Allah’ın istediği gibi aktüelleştiren, iyilik potansiyelini geliştirip kötülüğe olan eğilimlerini kontrol altına alan mü’min benliğe, nimet cennetlerinin verileceğini müjdeliyor.

Ödüllendirme ve cezalandırma, insanın dünyada hür iradesiyle ilahi buyruklara uyması veya uymamasına karşılık hak ettiği bir sonuçtur. Ödüllendirme, Allah’ın adalet ve merhamet sıfatıyla ilgili olduğundan O, iyiliğin karşılığını tam olarak vereceği gibi, ayrıca iyilik yapanlara lütfuyla fazlasını da verebilir. Cezalandırma ise, Allah’n adalet sıfatının gereğidir. Bundan dolayı ceza, iyi davranışlar için va’d edilen kat kat mükafatın tersine, kötülüğün kendisi kadar olacaktır. Bu ayet, utanç duyulacak ve azaba vesile olacak kötü işlerden uzaklaşıp hayatı doğru yaşayan mü’minlere, ebedi ve mutlu bir gelecek müjdesi sunmaktadır.

Ayette yer alan “cennet” terimi, “mü’minlerin içinde ebedi kalacakları ahiret yurdu” anlamına gelir. Bu kelime, Kur’an’da tekil, ikil ve çoğul şekilleriyle “yüzkırkyedi” kez geçer. Kur’an’da, cennetle eş anlamlı olan diğer isimler de yer alır. İşte bunlardan biri de bu ayette geçen ve “nimetlerle dolu cennetler” anlamına gelen “cennâtü’n naim”dir.

Kur’an’da Yüce Allah’ın cennetteki mü’minlere çeşitli nimetler vereceği, onların, bu nimetlerle dünya nimetlerini hatırlayacakları bildirilir. Cennetteki nimetlerin, bu dünyadakilerle aynı olduğu düşünülmemelidir. Çünkü öteki dünyadaki hayat tarzının hakikati tam olarak bilinemez, ancak temsili olarak ifade edilebilir. Nitekim bir kudsi hadiste, “Allah’ın cennette hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve insanın kalbinden bile geçmeyen güzellikte nimetler hazırladığı” haber verilerek bu gerçeğe işaret edilmiştir. Cennete imanla girilebilir; fakat onun dereceleri, salih amelle hak edilir.

Bilgi-Yargı (Hüküm) İlişkisi

35-41’inci ayetlerde, her şeyi kendi sübjektif yargılarıyla ölçmeye kalkışan bana göreci bir insan tiplemesine yer verilerek “bilgi-yargı (hüküm)” ilişkisine dikkat çekilir. Bilindiği gibi yalan, haberde; yanlış da hükümde olur. Yalan haber, kesin belgeyle, yanlış hüküm de doğru bilgiyle düzeltilir. Bunun için Kur’an, insanın doğru bilgiye ulaşabilmesi için onun, bütün bilgi edinme yollarını etkin biçimde kullanmasını, olaylar üzerinde düşünmesini, okuduğu ve duyduğu fikirlerin doğruluğunu araştırmasını ister.

35’inci ayette, doğru bilgiye dayanmayan hükümlerin yanlışlığını belirtmek için, Müslümanlarla mücrimlerin bir tutulamayacağı vurgulanır. Bu ayette yer alan ve nüzul sırasına göre ilk kez burada geçen Müslimun sözcüğü, barış, huzur, güven, sulh, sükûn, itaat ve teslimiyet gibi anlamlar taşıyan slm kökünün türemiş şeklidir. Aynı kökten gelen İslam, Allah’a bağlanma ve teslimiyet dininin adıdır. İlk Peygambere kadar uzanan ve tevhid geleneği olan İslam, Allah’ın insanlığa din olarak sunduğu inanç ve yaşayış sistemidir. Müslim sözcüğü ise, “kendini Allah’a teslim edip O’nun buyruklarına uyan kimse” demektir. Bunun için, Allah’ın varlığını ve birliğini kabul edip O’nun emirlerine iradeli ve bilinçli olarak uyan insana Müslim denir. Bu sözcük Kur’an’da, vahiy kaynaklı hak din gerçeğini kabul edenlere ad olarak da kullanılmıştır. Aynı ayette yer alan mücrimin sözcüğü de, kesmek, kazanmak, günah veya cinayet işlemek gibi anlamlar taşıyan crm kökünün türemiş şeklidir. Mücrimin sözcüğü burada, “günahkârlar” anlamına gelmektedir.

Günahkârlığın ardında, suç işlemeyi helal ve mübah sayma düşüncesi yatmaktadır. Günahkârlar, suçu hak ölçüsüne göre değil, kendi keyiflerince ölçerler ve suç işlemekten, ancak fiili bir engel olursa çekinirler. Ayrıca onlar, kendi görüşlerinin üstünde bir hak tanımazlar. Değinilen gerçeği vurgulamak için, 36-41’nci ayetlerde, günahkârlara neye göre hüküm verdikleri sorulur.

Bu ayetlerde yer alan keyfe tahkumun ibaresi, ne biçim hükmediyorsunuz? anlamına gelir. Kitap sözcüğü filolojide, yazılı veya basılı kâğıt yapraklarının bütününü; İslami terminolojide ise, “Kur’an, Tevrat, İncil, kader, hüküm, farz ve ecel” gibi pek çok anlamları ifade etmek için kullanılır. Eyman, verilmiş söz veya yapılmış bir ahit; baliğatü’n ila yevmi’l kıyame terkibi de kıyamet gününe kadar anlamına gelir. Ayrıca yevmü’l kıyame terkibi, İslami terminolojide, “dünya için belirlenen sürenin sona ermesini, dünya düzeninin bozulmasını ve bundan sonra insanların hesap vermek için kalkacakları anı” ifade eder.

Onlar, söyledikleri şeyleri bir kitaptan mı okuyorlar, yoksa diledikleri gibi hüküm verebileceklerine dair, Allah’la bir sözleşmeleri mi var? Şayet böyle bir şey varsa, bu iddiayı kim savunabilir? Burada asıl maksat, müşriklerin batıl inançlarının ve üstünlük iddialarının, hiçbir temele dayanmadığını belirtmektir. Çünkü müşrikler, aklı fikri kullanmadan ve hiçbir delile dayanmadan, günah tiryakisi olmuş kimseleri, müslümanlardan daha iyi görüyorlardı. Halbuki iyiyi kötüden, suçluyu suçsuzdan ayıramayan kimseler, ne hakim olabilirler ne de doğru bir hüküm verebilirler. Hak ve adalete, tek taraflı görüşlerle ve keyfiliklerle değil, Hakk’ın ve salim aklın doğruluk ölçüleriyle ulaşılabilir. Vahiyin, salim aklın ve müsbet ilmin kabul edemeyeceği bir hüküm, doğru değildir.

 

(42-43) Baldırın açılacağı (dizlerin bağının çözüleceği) ve (insanların) secdeye çağrılacakları gün, (inkarcılar) buna güç yetiremezler. Gözleri horluktan öne düşmüş ve benlikleri aşağılanmış bir haldedirler; halbuki onlar sağlamken de secdeye davet edilirlerdi. (Fakat o zaman da Allah’ın huzurunda secde etmedikleri için, bu çağrı bir işe yaramamıştı.)

 

Gerçeklerin Ortaya Çıkacağı ve İşlerin Zorlaşacağı Gün

Yeniden dirilip Allah’ın huzurunda toplanma (haşr) konusuyla ilgili olan bu ayetlerde, şirk ve inkâr günahıyla ölenlerin, kıyamet günü secdeye davet edildiklerinde, buna güç yetiremeyecekleri; orada gözleri düşük ve yüzleri asık vaziyette haşredilecekleri haber verilir. Buradaki yukşefu sözcüğü, açılır ve ortaya çıkarılır; sak sözcüğü, diz ile bacak arası (baldır); haşia’ten sözcüğü de, gözlerin öne düşmesi ve bakışların yere çevrilmesi anlamına gelir. Terhekuhum zille, terkibi ise onların benliklerini zillet bürür manasına gelir.

42’nci ayette yer alan ve lafzen baldırın açıldığı gün anlamına gelen ibare, çeşitli şekillerde yorumlanmıştır. Bu yorumlar şöylece özetlenebilir:

Bu deyimsel ibaredeki “sak”tan maksat, “güçlük, sıkıntı ve şiddetli.” Bununla, işlerin zorlanacağı ve gerçeğin bütün çıplaklığı ile ortaya çıkacağı kıyamet gününe işaret edilmiştir.

Bir şeyin sak’ı, onu ayakta tutan aslı demektir. Buna göre söz konusu ibare, “durumun aslının ortaya çıkacağı gün” anlamına gelmektedir.

Allah’ı cisme benzetmede bir sakınca görmeyen müşebbihe’ye göre bu ibareden maksat, Allah’ın sak’ı (bacağı)dır. Bu görüş, İslam itikadına uygun değildir. Çünkü Yüce Allah, cisme benzemekten münezzehtir.

İnsan bedeninin bir kemik yığınından ibaret hale getirileceği ve kafirlerin secdeye çağrılacağı o gün, kıyamet günü olabileceği gibi, insanın gözünden perdelerin kalkıp ahiret gerçeğini yakinen gördüğü son demi; yahut acizlik çağı da olabilir. Çünkü ayette, o gün secde edemeyecek olanların, salim iken de secde etmedikleri belirtilerek, insanın secde edemeyeceği zamanın, sağlığını kaybedip aciz hale düşeceği zaman olduğuna işaret edilmiştir.

Sonuç olarak denebilir ki bu ayetteki “sak” sözcüğü, Allah’ın bacağını değil, işlerin ciddileşip iç yüzünün anlaşılacağı kıyamet gününün dehşetini dile getiren mecazi bir anlam taşır. O gün, insanın deruni düşünceleri, gizli duygu ve fiilleri teşhir edilir. Batıl inanç ve yanlış davranışların yakıcılığı ve yıkıcılığı insana bütün çıplaklığı ile gösterilir. Ölüme inkâr günahıyla yakalanan kimseler, işlerin zorlaştığı kıyamet gününde, gözleri düşük ve yüzleri asık vaziyette haşrolunurlar; utançtan, yüzlerini kaldırıp bakamazlar.

Ayetlerin amacı, iman değerini takdir edememiş ve Allah’a teslim olmanın tadına erememiş inkârcı kişilerin ahiretteki kahroluşlarına dikkat çekerek insanı gafletten uyandırmak ve onu inkâra düşmekten korumaktır.

 

 

(44-45) O halde sen, bu sözü (Kur’an’ı) yalanlayanları Bana bırak. Biz onları, bilmedikleri bir yerden yavaş yavaş (sona) yaklaştıracağız. Onlara (biraz) mühlet veriyorum; doğrusu Benim tuzağım (ince planım) son derece sağlamdır.

Kur’an’ı Yalanlayanları Bana Bırak

Yukarıdaki sözcükler, Peygamber(as)’in karşıtlarını azap ve helakla uyarılmalarının nedeni, onların içine düştükleri ahlaki yozlaşmadır. Kur’an’ın, muhataplarına yönelttiği somut azap ve helak uyarılarının temel hedefi ise, insanlara tarih içindeki sorumluluklarını hatırlatmak ve onların içinde bulundukları durumun vahametine dikkat çekmektir. İşte 42’nci ayet, inkârcıların Allah’a havale edilmeleri gerektiğini; onların farkında olmadan acı sona doğru ilerlediklerini bildirerek, kötülük yapanların vahim durumuna dikkat çeker. Buradaki hadis sözcüğü, Kur’an; senestedricuhum ibaresi de, onları yavaş yavaş azaba doğru yaklaştırıyoruz anlamına gelir.

Hak dini ve Allah’a ibadeti gereksiz görüp ahiret gerçeğini inkâr edenler, tam bir aldanış içindedir. Çünkü onlar, zevklerine göre günah işleyip sevinirken, ve iyi zannettikleri aldatıcı işlerle vakit öldürürken hiç farkında olmadan adım adım azaba doğru ilerlerler. Bu aldatıcı durum, ayette “istidrac” sözcüğüyle dile getirilir. İstidrac, insanın kötü işleri ve onların olumsuz sonuçlarını iyi sanıp farkına varmadan adım adım azaba doğru yürümesidir. Tabii ki bu durum, inkâr ve gafletin neticesidir.

45’inci ayette, insanı gafletten uyandırıp inkârdan korumak için ona, Allah’ın erişilmez derinlikteki yaratılış planının son derece sağlam olduğu ve kimsenin onu bozamayacağı hatırlatılır.

Allah’ın gücü her şeye yeter, ilmi de her şeyi kuşatır. Bunun için O’nun işleri ve aldığı önlem sağlamdır. Allah insanların her durumlarını bilir, onlara uyarılarda bulunur, buyruklarına kulak asmayan inkârcıların, sırası gelince iplerini çekiverir. Zevklerine göre günah işleyip bu durumun hep böyle devam edeceğini zannedenler de işte o zaman hak ettikleri cezayı görürler.

 

(46-47) Yoksa Sen onlardan bir ücret istiyorsun da onlar bu yüzden ağır bir borç yükü altında mı kalıyorlar? Yahut gayb (ın bilgisi) yanlarında da onlar (istedikleri gibi) yazıyorlar mı?

 

Bu ayetlerde, müşriklerin Peygamber(as)’le ihtilafa düşüp Kur’an mesajına karşı çıkmalarının, hiçbir makul ve meşru sebebe dayanmadığı vurgulanır. Müşriklerin ileri gelenleri, Peygamber(as)’i davasından vazgeçirebilmek için ona çeşitli zamanlarda çıkar teklifinde bulunmuşlardır. Onların bu tavrı, Hz.Muhammed’in, çıkar sağlamak amacıyla peygamberlik iddiasında bulunduğu kanaatini taşıdıklarını gösterir. İşte 46’ncı ayette, bu yanlış kanaat sorgulanır; konuyla ilgili diğer ayetlerde de, Hz.Muhammed’in maddi bir çıkar peşinde koşmadığı, onun ecrinin Allah’a ait olduğu belirtilir.

47’nci ayette ise, müşriklerin olumsuz tavırlarının, bilgisizlikten kaynaklandığına; inayeti ve hidayeti kaybetmiş olmanın vahim sonucuna vurgu yapılır. Bu ayette yer alan ve gizli kalmak, görünmemek, kaybolmak ve uzak olmak gibi anlamlar taşıyan gayb sözcüğü, “insan idrakinin ve müşahede alanının dışında kalan, duyular ve zihin yoluyla hakkında kesin nesnel bilgiye sahip olunamayan her şeyi” ifade eder. Gayb, bir alanın ismi olmaktan ziyade, insanın evrendeki konumuna ve durumuna ilişkin bir olgudur. Bunun için Kur’an’da “gayb”a “alem” denmemiştir. Bazı eserlerde, “gayb ve şehadet alemi” tabirlerinin, Kur’ani bir tabir olarak verilmesi, pek doğru değildir.

Kur’an, Allah’ın peygamberlere vahiy yoluyla ulaştırdığı bilgiler dışında, hiç kimsenin gaybı bilemeyeceğini ısrarla vurgular Bu vurgulama, gayb kavramının tanımı açısından büyük önem taşır. Çünkü gayb kelimesi, insanın idrak ve müşahede alanı dışında kalan her şeyi ifade etmekle birlikte, Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği ahiret ahvalini, melekut aleminin mahiyetini ve gelecekte vuku bulacak olayları da içermektedir. Hemen belirtelim ki gayb konusu, insanın önünde varlıksal (ontolojik) ve bilgisel (epistomolojik) bir problem olarak durmakta; ayrıca gayb, insan için ahlaki (etik) bir değer de taşımaktadır. Çünkü insan, Allah’la ilişkisini ahlaki çerçevede gerçekleştirebilecek bir nitelikte yaratılmıştır.

Bu ayetlerde, İslami mücadelede takip edilmesi gereken yönteme de işaret edilmektedir. İslam davetinin başlangıç döneminde herhangi bir güce sahip olmayan Muhammed(as), inkârcı muhataplarıyla hemen fiili, bir mücadeleye girmemeli, onları Allah’a havale etmelidir. Başlangıç sürecinde, takip edilecek en doğru yöntem budur. İslam karşıtı güçlerin, sosyal, siyasal ve ekonomik yönden kapsamlı etkinliğe sahip oldukları bir ortamda, gerilimi artırıcı tavırlardan ve sloganlardan sakınmak gerekir. Eğer bu gerçekler gözardı edilirse, İslam’ın evrensel nitelikli projesi, pratikte hüsranla sonuçlanan bir girişim haline gelebilir. Tabii ki bu durum, İslam’ın ve Müslümanların aleyhine çalışan düşmanları sevindirir.

İslam, karşısına dikilen bütün baskıcı güçlere üstünlük sağlamış ve bunu kanıtlamıştır. Ama İslam bu üstünlüğünü, pratik hayattan uzaklaşmadığı zaman gerçekleştirmiştir. Bir güç, başka bir güçle mücadeleye girerken, karşı karşıya gelmenin bütün koşullarını yerine getirdiği zaman karşısındaki gücü yenilgiye uğratabilir. İslam’la mücadeleyi göze alamayan ve buna cesaret edemeyen İslam dışı güç odakları, onu pratik hayattan uzaklaştırmak suretiyle varlıklarını sürdürme hesabı yapıyorlar. Sonuç olarak diyebiliriz ki probleme realist bir bakış açısıyla yaklaşılmalı; objektif koşullara göre “kesin, nötr veya esnek” bir yol izlenmelidir. Önder ya da taban pozisyonunda olan kişilere yöneltilen baskılar, baştan çıkartıcı teklifler de olabilir. İslami hayatın selameti açısından bu tür etkilere karşı uyanık olmak; eyyamcı tavırlarla ömür tüketen acizler gibi davranmamak gerekir.

 

 

(48-50) Sen Rabb’inin hükmüne sabret de balık sahibi Yunus gibi olma! O pek üzgün olarak Rabb’ine seslenmişti. Eğer Rabb’inin katından ona bir nimet ulaşmasaydı, o mutlaka kınanmış olarak ıssız bir sahile atılacaktı. Fakat Rabb’i onu seçip yüceltti de iyilerden kıldı.

 

Sabırlı Ol

Muhammed(as)’e yönelik tavsiye ve tesellileri içeren bu ayetlerde, ona, balık sahibi Yunus(as) gibi aceleci değil sabırlı olması önerilir. Ayrıca, sosyal değişimle ilgili konularda acele etmenin, doğru olmayacağı mesajı verilir.

48’inci ayetteki “büyük balık sahibi”nden maksat, Yunus(as) tur. Bu terkip, Hz. Yunus’un Araplarca bilinen lakabıdır. Yunus(as), bir süre balığın karnında kaldığı için kendisine bu lakap verilmiştir. Yunus(as), M.Ö. VIII. yüzyılın sonu ile VII. yüzyılın başlarında yaşamıştır. Irak bölgesinde yaşayan Asurlulara peygamber gönderilmiştir. O, tebliğ faaliyetini büyük ölçüde Musul tarafında bulunan Ninova kenti ve çevresinde yürütür, uzun süre kavmini ikna etmek için çalışır, kavmi yola gelmeyince de faaliyet gösterdiği yerleşim birimini kızarak terk eder ve dolu bir gemiye binerek bulunduğu yerden uzaklaşmak ister. Fakat bindiği geminin yükü fazla olduğundan gemi batma noktasına gelir. Yükünün hafifletilmesi için, yolculardan birinin suya atılması gerekli görülür. Kimin suya atılacağını tesbit etmek amacıyla kura çekilir. Çekilen kura Yunus(as)’a isabet eder ve o denize atılır.

Denizde onu balık yutar. Bir süre balığın karnında ve karanlıklar içinde kalan Yunus(as): “Senden başka ilah yoktur, Sen yüceler yücesisin, doğrusu ben haksızlık edenlerdenim” diyerek Rabb’ine yalvarır. Bir süre sonra balık onu sahile bırakır. O tekrar kavmine döner, kavmi de yaptıkları hatayı anlayıp günahlarından tevbe ederler; Allah’ın çağrısına uyup topluca helak olmaktan kurtulurlar.

Kur’an’ın iniş sırasına göre, ilk defa burada bir peygamber kıssasına kısaca yer verilir. Bundan maksat, kıssa yoluyla öğüt vermek, müşriklerin aşırı ve inatçı tavırları karşısında bunalan Allah Elçisi’ne moral aşılamak ve sabır tavsiye etmektedir. Bunun için, kıssanın sadece konu ile ilgili yönü anlatılmıştır. Bilindiği gibi Yunus(as), ilahi mesajı hemen kabul etmeyen kavmine çok kızmış, şiddetli öfkenin baskısıyla risalet görevinden uzaklaşmıştı. Tam bu noktada Muhammed(as)’e, Mekke halkının büyük bir kısmının gösterdiği muhalefete aldırmadan ve ümitsizliğe kapılmadan peygamberlik görevini sürdürmesi gerektiği hatırlatılmalıydı. İşte yerinde yapılan bu hatırlatma ile ona, mücadeleyi sürdürme mesajı verilmiştir.

Kur’an, tarihin belli dönemlerinde meydana gelmiş olayları muhataplarına sunarken pek çok amaçlar güder. İşlenen konuyu örneklendirmek, inananların veya inkârcıların içinde bulundukları durumu tespit etmek, sergilenen davranışların geçmişte yaşanan benzerlerini hatırlatıp muhatabı uyarmak veya teselli etmek, değinilen amaçlardan sadece bir kaçıdır. Ama Kur’an’ın kıssa anlatmadaki amacı hiçbir zaman salt hikâyecilik ve tarihi bir olayı tam olarak anlatmak değildir. Bunun için Kur’an’ın tarihle ilgili pasajlarını okurken, anlatılan olaylardan kendi hissemize ne düştüğü konusunda yoğunlaşmamız, ondan öğüt ve ibret alıp yaşantımızı düzgün bir çizgide tutmaya çalışmamız gerekir.

Yunus(as) kıssasının en önemli temsili kısmı, “yüklü gemi” ifadesiyle dile getirilmiştir. Kaynaklarda belirtildiğine göre Yunus(as)’un bindiği gemi, çok şiddetli bir fırtınaya yakalanır ve batma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Bu tehlike karşısında gemiciler arkadaşlarına: “Yaşadığımız felaketin kimin yüzünden başımıza geldiğini anlayabilmek için gelin kura çekelim” derler. Yunus(as) da bu yöntemi kabul eder. Kura çekilip ona isabet edince o, “Allah’ın kendisine tevdi ettiği peygamberlik görevinden kaçtığını, kendisinin bu günahından dolayı hepsinin batma tehlikesiyle karşı karşıya olduklarını” gemidekilerine söyler. Bunun üzerine Yunus(as) denize atılır ve denizin fırtınası (öfkesi) diner. Eğer bu bilgiler doğru ise, gemiyi batma noktasına getiren, Yunus(as)’un maddi ağırlığı değil, manevi ağırlığı ifade eden günahı olmalıdır.

Bu ayetin başında yer alan fas’bir sözcüğü, tutmak, tahammül etmek, musibet ve belalara dayanmak gibi anlamlar taşıyan sbr kökünün türemiş şeklidir. “Karşılaşılan zorluklara ve olumsuzluklarına karşı inançlı, dayanıklı, azimli ve kararlı olmak” anlamındaki “sabır” da aynı kökten gelmektedir.

Hemen hatırlatalım ki sabır, bazılarının zannettikleri gibi zulmü kabullenip ona karşı boyun eğmek değildir. Ne var ki zaman içersinde yanlış anlaşılan ve Kur’ani anlamını büyük ölçüde yitirmiş olan temel kavramlardan biri de sabırdır. Çünkü bu kavram halk arasında, başa gelen olaylara bilinçsizce katlanmanın, baskıya ve zulme boyun eğmenin, İslami hayat pratiği ile ilgili iddialardan vazgeçebilmenin ifadesiymiş gibi algılanmaktır. Oysa Kur’an’daki sabır kavramının böyle bir anlayışla hiçbir ilgisi yoktur. Kur’an’a göre sabır, girişilen doğru, hayırlı ve haklı çabalarda insanın karşısına çıkan zorluk ve olumsuzlukları, azim, inanç cesaret ve metanetle aşabilme eylemidir. Demek ki sabır, Allah’ın buyrukları ve dini doğrultusunda yaşama gayreti gösterip O’nun ileride vereceği yapma ve yürütme hükmünü acele etmeden beklemektir. Şu halde her mü’min, tam bir kararlılıkla bugünkü görevini yerine getirmeli, Rabb’inin yarınki hükmünü de sabırla gözetmelidir.

Bu ayetler, geçen ayetlerle bağlantı kurularak değerlendirilirse, şöyle bir genel sonuca varılabilir. Başlangıçta tebliğ, barışçı ve müjdeci bir yöntemle yapılmalı, bu yöntem de sabırla uygulanmalıdır. Ama bu yöntem vazgeçilmez ve biricik yol gibi algılanmamalı, gerektiğinde cihad ve savaş yöntemi de devreye sokulabilmelidir.

Kur’an, İslam toplumunun alt yapısını oluştururken muhataplarını şartlandırma yerine şuurlandırma yolunu izlemiştir. Çünkü o, İslami yapılanmanın temelini, şartlanmış bireylerin değil şuurlandırılmış şahsiyetlerin oluşturmasını ister. Şu halde kelle hesabı yapmak yerine, kalite ve niteliğe öncelik verilmeli; Müslüman şahsiyet yetiştirecek yapılanmalara gidilmelidir.

 

 

(51-52) İnkâr edenler, zikr’i (Kur’an’ı) işittikleri zaman, neredeyse seni gözleriyle yıkıp devireceklerdi, (kin ve hasetlerinden dolayı da Muhammed mi?) “o kesinlikle bir delidir” diyorlardı. Halbuki bu (Kur’an) bütün insanlığa yönelik bir öğüt ve uyarıdan başka bir şey değildir.

Öfkeli Tavırlar

51’nci ayette, inkârcıların, Allah Elçisi’ne karşı duydukları düşmanlık tasvir edilir. İnkârcılar, Kur’an mesajının içerdiği öğüt ve uyarıları duydukça, düşmanlık ve kıskançlıklarından dolayı Peygamber(as)’e zarar vermek istiyorlardı. İnkârcı müşriklerin bu öfkeli tavırları, onların Kur’an’a uymak şöyle dursun onu duymaya bile tahammüllerinin olmadığını; içlerindeki haset ve kinlerinin, adeta gözlerinden dışarı fırladığını ortaya koyar.

Daha önce geçmemiş olan ve ilk kez bu ayette yer alan keferû sözcüğü, bir şeyi örtüp gizlemek veya bir gerçeği inkâr etmek gibi anlamlar taşıyan kfr kökünün türemiş şeklidir. “Allah’a karşı nankörlük ve düşmanlık” manasını içeren küfr kelimesi de aynı kökten gelir. Küfür kelimesi, başka dillere çevrilmesi en zor olan sözcüklerden biridir. Tohumun üzerini toprakla örttüğü için, çiftçiye de filolojik anlamda kafir denir.

Kafir sözcüğü İslami terminolojide, Allah’ı ve O’nun bildirdiği ilahi hakikatleri tanımayan, kendisine bahşedilen nimetlere karşı da nankörlük eden kimseyi belirtmek için kullanılır. Bunun için, Kur’an’la ortaya konan ve Peygamber(as) tarafından duyurulan gerçekleri reddeden kimseye kafir denir.

Bu ayette yer alan zikr sözcüğü de, anma, hatırlama, öğüt, bir şeyi akılda tutma ve bilinç düzeyine çıkarma gibi anlamlar taşıyan zkr kökünün türemiş şeklidir. Ayrıca bu sözcük, şeref, onur, itibar, haber, ilahi kelam, Kur’an gibi anlamlara da gelir. Zikr kelimesi, imanın onuruna ve mutluluğuna ermek için akılda tutulması ve yapılması gereken her şeyi ifade eder. Bu yüzden Allah’ı sevip anmaya, O’nun buyruklarını hatırdan ve hayattan çıkarmadan yaşamaya zikr denir. Zikr kelimesi bu ayette, Kur’an anlamına gelir.

Bu ayetteki neredeyse seni gözleriyle yıkıp devireceklerdi anlamına gelen ibare, bazı bilginler tarafından göz değmesi-nazar anlamında yorumlanmış ve bu ayet, göz değmesinin (nazarın) gerçek olabileceğine delil olarak gösterilmiştir. Ayeti, göz değmesi olarak yorumlayanlar, görüşlerini konuyla ilgili hadislerle de desteklemeye çalışırlar.

Enes (ra)’den rivayet edilen bir hadiste Peygamber(as) şöyle buyurmuştur: “sadece göz değmesine, yılan ve akrep ısırmasından zehirlenmeye ve burun kanamasına karşı yapılan afsun, en yararlı afsundur; ondan başka afsun yoktur.” Bu hadisenin metninde yer alan rukye sözcüğü, “nazar değmesine uğrayan hastalara, Ayetü’l kürsi gibi Allah’ın isim ve sıfatlarını içeren ayetlerin, ehil kimseler diliyle okunması” anlamına gelir. Bu işlem, nefes etmek tabiriyle dile getirilir. Allah’ın kelamından, O’nun isim ve sıfatlarından başka bir şeyle nefes edilmesi, dinen doğru değildir. Rukye, ruhani bir tedavidir.

Hz. Aişe(ra)’den gelen bir rivayete göre Peygamber(as) ona: “Göz değmesine karşı okunmasını emretmiştir.” Bu hadise göre, göz değmesine (nazara) karşı okunmak gerekir.

İbn Abbas (ra)’ın rivayetine göre, Allah Elçisi: “Her türlü şeytandan, zararlı şeylerden ve kem gözlerden, bütün kelimeleri yüzü hürmetine Allah’a sığınırım.” duası ile Hasan ve Hüseyin’e nazar değmemesi için Allah’a sığınırdı.

Hasan Basri’ye göre de, göz değmesinin çaresi, tedavisi, Kalem suresinin 51’nci ayetini okumaktır.

Hemen belirtelim ki bu ayette anılan ibareyle kastedilen, Peygamber(as)’e göz değmesi değil, inkârcıların öfke kriziyle yiyecekmiş gibi ona bakmaları ve onların Hz.Muhammed’e karşı takındıkları öfkeli tavırlarıdır. Bunun için, ayetin göz değmesiyle doğrudan bir ilgisi yoktur.

Bu ayet, doğrudan nazarla ilgili olmasa da gerek bu konuda zikredilen hadisler gerekse yaşanan olaylar, göz değmesinin bir gerçek olduğunu ortaya koyar. Gözün negatif manyetik etkileri vardır. Bu etkilerin kimi elektrik gibi dokunur çarpar, kimi de manyetize eder. Bunun hangisi olursa olsun hedefine ulaştığında göz değmesi denilen şey olur ve kıskanılan kişileri rahatsız eder; hatta “nazar kişiyi kabre, deveyi de kabre (kazana) bile sokar.” İşte bu yüzden Peygamber(as) nazar tahribine karşı nasıl korunmamız gerektiğini hem sözleriyle hem de davranışlarıyla bize göstermiştir. Allah herkesi, göze batmaz ve nazar tehlikesinden korusun.

52’nci ayet, Kur’an’ın, akıl ve irade sahibi bütün varlıklar için bir öğüt olduğunu belirtir. Bu ayette yer alan “alemler” tabiriyle, özel olarak Arap kabileleri, genel olarak da bütün insanlar kastedilmiş; böylece Kur’an çağrısının ve Hz.Muhammed’in peygamberliğinin, evrensel olduğu mesajı verilmiştir.

Kalem suresinin bu son ayeti, Kur’an’ı niteleyen ayetlerden biridir. Kur’an’da Peygamber(as)’e gelen vahiylerin, değişik açılardan nitelendikleri görülür. Bu nitelemelerin kimi, vahiyin kaynağı açısından, kimi de amacı ve işlevi açısından yapılan nitelemelerdir. Bu nitelemelerin gerisinde, Kur’an vahiyinin indiği dönemde ona karşı takınılan tutumun ve onunla ilgili şüphelerin bulunduğu unutulmamalıdır. Burada, Kur’an vahiyinin “kaynağı ve işlevi” dile getirilmiştir.

Bu ayet, inkârcıların Kur’an’ın kıymetini idrak edemediklerine de işaret eder. Kur’an’dan yararlanacakları yerde ondan yüz çeviren kimseler, kendilerine yazık etmiş olurlar.

Kur’an kapsamında sunulan İslam, tüm hayatı kucaklayan bir evrenselliğe sahiptir. Onun, eksiksiz bir hayat projesiyle ortaya çıkması, kimilerinin iddia ettiği gibi “aşırılık” değildir. Öyleyse İslam’ı, hayatın her alanında etkin kılmak gerekir.

Dün olduğu gibi bugün de İslam’ın evrensel önerileri karşısında büyük engeller vardır. Bunların en önemlileri, eksik şahsiyetler, kompleksli zihniyetler ve İslam’a düşman olan egemen güçlerdir. Bu durumda yapılması gereken, iş, pratik yapısı gözardı etmeden insanlarla olumlu bir iletişime girebilmek; bu pratiğin gölgesinde İslam açısından belli kazançlar elde etmeye çalışmak olmalıdır.

Genel Tespitler

Davetin ilk yıllarında, Peygamber(as) ve Müslümanlar, davanın yükünü taşımaya hazırlanmışlardır. Bu yüzden anılan dönemde “sağlam aklın, Allah’a tam imanın, sabrın ve güzel ahlakın” gereğine sıkça vurgu yapıldığı görülür.

Kur’an, kişi ve toplumları doğru istikamete götürmeyi hedefler. O, bir hayat ve hidayet kitabı olması nedeniyle muhataplarını sadece bilgilendirmekle yetinmez, aynı zamanda onlardan hayatı doğru yaşamalarını da ister. Bunun için Allah’ın Elçisi ve mü’minler, Mekke’de on üç yıl gibi uzun bir süre, bilgi birikiminin yanında ameli (pratik) bir eğitimden de geçirildiler. Onlar, küçük bir ordu gibi harp öncesi tatbikatlarla eğitildiler. Allah’tan başkasına kulluk etmemeyi, İslam uğruna canlarını ve mallarını vermeyi ameli olarak öğrendiler. Çünkü bütün çağlarda olduğu gibi Peygamber(as) zamanındaki varlıklı ve imtiyazlı kişiler de, Allah Elçisi’nin toplumsal değişimi hedefleyen onurlu mücadelesine karşı çıktılar; ona karşı çetin bir direnişi örgütleyip Müslümanlara zulmetmeye başladılar.

İnancın, kaba kuvvete karşı verdiği kavga, o günlerle sınırlı değildir. Bu bitmez kavga, her asırda sürüp gitmektedir. Bunun nedeni, evrensel bir din ve pratik bir sistem olan İslam’ın, sadece bir irşad olarak kalmaması; ayrıca onun, tüm bireysel ve toplumsal etkinlikler için sağlam bir çatıda olabilmesidir. Bu yüzden, Peygamber(as) Allah’a kulluğu, insan davranışlarının ve toplumsal örgütlenmenin ekseni olarak görmüş, sonunda tevhidi bir organizasyon ortaya koymuş ve yerleşik şirk düzenini altüst eden bir yeniliği gerçekleştirmiştir.

Kur’an, bütün insanlar için bir öğüt ve uyarı olduğuna göre, onun anlaşılarak okunması ve inanarak uygulanması şarttır. Bunun için insanın en önemli ve öncelikli görevi, Kur’an’ı öğrenmektir. Bu açık gerçeğe rağmen, Kur’an’ın anlaşılamayacağını, anlaşılsa bile bu asırda uygulanamayacağını söyleyenler vardır. Ne yazık ki bunlar, genellikle çevrelerinde hoca veya aydın olarak bilinen kimselerdir.

Yüce Allah Kur’an’ı, insanları en iyi ve en doğru yola iletsin, diri olanları uyarsın ve Allah’a karşı sorumluluk bilinci içinde davrananlara yol göstersin diye göndermiştir. Onun şaşmaz rehberliği, kesin bilgisi ve sürekli bereketi olmaksızın, insanların kendi yolunu bulmaları imkânsızdır. Tarih bunun kanıtlarıyla dolu olduğu gibi, günümüzde ve çevremizde karşılaştığımız gerçekler de bunu doğrulamaktadır. Bu durumda yapılacak iş, Kur’an’ın aydınlık hidayetine uymaktır.

Peygamber(as), Kur’an ahlakının yaşayan örneğidir. Onun kişiliği, imanın ve insanın kemalidir. Çünkü o, inancının gereğini yapıp davasının bedelini ödemekten çekinmeyen, her fazileti ve üstün meziyeti kendinde toplayan bir kişiliğin örneğidir.

Kur’an mesajı, etkin ve aktif bir yapıya sahiptir. Bunun için Kur’an, toplumun önde gelen zengin ve etkili kişilerinin yanlış tavırlarını, onların konumuna bakmaksızın açıkça dile getirilir. Güçlü etkinliğin keyfine kapılan ve tehlikeli etkinlikleri olan kimseleri, yanlıştan dönmeye ve hayatı doğru yaşamaya çağırır. Güçsüzü korumayı, düşküne yardımcı olmayı, insanlara iyilik yapmayı, kötülüklerden sakınmayı ve sakındırmayı emrederek doğruluk ve adalet üzerine kurulmuş bir ahlak toplumu oluşturmayı hedefler. Kur’an’ın bu etkin ve yetkin mesajı karşısında inkârcılar, düzenbazlar ve utanmazlar suskun kalır.

Kur’an, şifa ve ikna yüklü ayetleriyle bütün insanlara açık bir kitaptır. Onu anlayarak okuyan ve isteyerek uygulayan kişiler, iman değerine, İslami terbiyeye ve ahlaki nezakete ererler.

Kur’an’ın teoride belirttiği ve pratikte eğittiği insan, İslam’ı doğru anlayan, şeytan hilelerine kanmayan, inancına şirk, dine de hurafe katmadan yaşayan insandır. Dileyelim insanlık, Rabb’inin kelamını okuyup anlasın ve Kur’an’ın gösterdiği hedeflere doğru yol alsın.