(74/4) MÜDDESSİR SURESİ
MEKKE DÖNEMİ
(56 AYET)
Mekke döneminin ilk yıllarında inen bu sure, 56 ayetten oluşur. Adını, ilk ayetinde geçen el-Müddessir sözcüğünden alır. İniş sırasına göre 4’üncü, tertip sırasına göre de 74’üncü suredir.
İlk ayetlerinin, yalnız başına ve erken bir dönemde indiğini belirten bir rivayetin bulunması nedeniyle Müddessir, dördüncü sure olarak tertip edilmiştir. Ayetlerin üslubu ve aralarındaki uyum, surenin diğer kısmının daha sonra ve kısa aralıklarla indiği izlenimini vermektedir. Nitekim, surelere ilişkin ayet gruplarının nüzul sırasını gösteren kaynaklarda, bu surenin 8-10’uncu ayetleriyle 11-30 ve 33-55’inci ayetlerinin, peygamberliğin ikinci yılında; 31-34’üncü ayetlerinin de peygamberliğin yedinci yılının sonuyla sekizinci yılının başlarında indiği belirtilir. Özellikle 31’inci ayetin, müşriklerin cehennem muhafızlarının sayısına itiraz etmeleri üzerine daha sonra indiği, ancak konuyla ilgisi dolayısıyla inatçı kafirlere yapılacak azabı anlatan ayetlerin sonuna konulduğu söylenir.
Kaynaklarda belirtildiğine göre, Hz.Muhammed ilk vahyi aldıktan sonra vahiy bir süre kesintiye uğramış, bu kesintiyi müteakip ilk kez bu sure(nin ilk ayetleri) nazil olmuştur. Nitekim, Câbir b. Abdullah el-Ensari’den gelen bir rivayete göre Peygamber(as) şöyle buyurmuştur: «Ben bir gün yürürken birden bire gökyüzü tarafından bir ses işittim. Başımı kaldırdım, bir de baktım ki Hira’da bana gelen Melek (Cibril) gök ile yer arasında bir kürsü üzerinde oturmuş. Çok korktum, evime dönüp: “Beni örtün, beni örtün” dedim. Bunun üzerine Yüce Allah Müddessir suresinin ilk ayetlerini inzal etti. Artık vahiy kızıştı da ardı arası kesilmedi.»
Anlaşılan odur ki surenin ilk ayetleri, peygamberliğin birinci yılında nazil olmuş, sureyi oluşturan diğer ayetler de, davetin biraz ilerleyip Peygamber(as)’le müşrikler arasında mücadelenin başladığı yıllarda inmiştir. Bu tespiti, surenin iniş sebebine açıklık getiren şu rivayet de desteklemektedir. Rivayete göre olayın özeti şudur: Kureyş liderleri kendi aralarında toplanıp şöyle konuşurlar: “Hac mevsiminde çeşitli yerlerden gelen Araplar, bizden Muhammed’in durumunu soruyorlar. Her birimiz farklı bir şey söylüyor; kimimiz ona “mecnun”, kimimiz “kâhin”, kimimiz de “şair” diyor. Duyanlar da, bu birbirini tutmayan sözlerin inandırıcı olmadığı kanısına varıyor. O halde gelin söz birliği edelim de onun hakkında hepimiz aynı şeyi söyleyelim” derler. Kimisi ona “kâhin”, kimisi de “mecnun” demeyi önerir. Ancak Velid b. Muğire, Hz.Muhammed’in baba ile oğulu, kardeş ile kardeşi, karı ile kocayı birbirinden ayırdığını, bu yüzden ona “sahir (büyücü)” demenin daha inandırıcı olacağını söyler. Onun bu önerisi kabul görür ve aralarında Peygamber(as)’e sahir demeyi kararlaştırırlar. Daha sonra da dışarı çıkıp insanların içinde: “Muhammed sahir!” diye bağırırlar. Bu söz halk arasında yayılır ve Peygamber(as)’in kulağına ulaşır. Allah Elçisi, hakkında söylenenleri duyunca çok üzülür, evine çekilip örtüsüne bürünür. İşte böyle bir zamanda ve ortamda, Müddessir suresinin, Peygamber(as)’e sabrı tavsiye eden, inkârcıları da azapla uyaran ayetleri iner. Demek ki bu sureyi oluşturan ayet gruplarının büyük bir bölümü, müşriklerle Hz.Muhammed arasında sürtüşmenin başladığı yıllarda inmiştir. Hemen belirtelim ki, ‘Alak suresi peygamberliği, Müddessir suresi de risaletin misyonunu başlatan ilk sure olmuştur.
Müddessir suresinde genel olarak risalet, kıyamet, meleklere değini, müşriklerin asılsız iddialarına reddiye ve onları azapla uyarma gibi konular yer alır. Dine davette, izlenmesi gereken yöntem belirtilir.
Peygamber(as)’den, tebliğ görevini açıkça yapması, vazifesi gereği yaşantısını her bakımdan temiz tutması, bütün dünyacı çıkarları bir tarafa bırakması, insanların ıslahı için ihlasla çalışması, güçlük ve zorluklara karşı da sabırlı olması istenir.
Hakikati inkâr edenler, özellikle de inkârcı liderler şiddetli bir azapla uyarılır.
Allah’a karşı nankörlük tavrı sergileyen inkârcı insanın, zihinsel yapısı ve eksik şahsiyeti yansıtılır.
Cehennemin korkunçluğu ve ona müstehak olanların genel karakteri ortaya konulur. İnsanı felakete sürükleyen boş gururun tasviri yapılır.
İnkâr ve sapmanın asıl sebebinin, dünyevileşme (sekülerlik) olduğuna dikkat çekilir.
Kuran’ın öğüt ve uyarı içeren bir duyuru olduğu, dileyenin ondan öğüt alabileceği dile getirilerek insanın sorumluluğu vurgulanır.
Sure, zihnini ve kalbini Kuran’a açık tutan insanın, onun kesin bilgisinden ve sürekli bereketinden yararlanabileceğini; Yüce Allah’ın da mağfiretin tek kaynağı olduğunu belirten ayetlerle son bulur.
MÜDDESSİR SURESİNİN AYETLERİ, MEALİ VE AÇIKLAMASI
Rahman ve Rahim Allah’ın Adıyla
1. Ey örtüye bürünen (Elçi)!
2. Artık kalk ve uyar!
3. Rabbini yücelt!
4. Elbiselerini (ve özünü) temiz tut!
5. Kötü şeyleri terk et!
6. Yaptığın iyiliği çok görüp başa kakma!
7. Rabb’in(in rızası) için sabret.
İslam Çağrısı Başlıyor
Hz.Muhammed’e ilk vahiy geldikten sonra Cebrail, bir süre görünmedi. Allah Elçisi, bir bekleyiş halindeydi. O, bir defasında yürürken birden bir ses işitti. Başını göğe kaldırdı. Hira Mağarası’nda gördüğü Cebrail’i yine gördü. Korktu ve heyecanlandı. Hemen evine dönüp eşine: “Beni örtünüz, beni örtünüz!” dedi. Üzerini örttüler. Allah Elçisi bu haldeyken Cebrail gelip ona, Rabb’inin -yukarıda geçen- ayetlerini duyurdu.
Rivayete göre, Cebrâil Allah’ın ayetlerini tebliğ edip ayrıldıktan sonra Peygamber(as)’in vücudundan ter boşandı. Bu durumu gören eşi Hatice ona: “Biraz dinlenseniz!” dedi. Allah Elçisi eşine cevaben: “Ey Hatice, artık dinlenme vakti değildir.” diyerek İslam çağrısını başlattı. Bu kutlu çağrı, insanlık hayatında yepyeni bir çağ açtı. Bu yeni çağ, İslam çağıdır.
1’nci ayette yer alan ve sureye ad olan müddessir sözcüğü, silinip gitmek, bürünüp örtünmek, unutulmak ve yuvayı ıslah etmek gibi anlamlar taşıyan “d s r” kökünün türemiş şeklidir. İnsanın giydiği dış giysileri ifade eden disâr sözcüğü de aynı kökten gelir.
Müddessir sözcüğü bu ayette, “herhangi bir örtüyle örtünmüş olan peygamber” anlamına gelir. Ancak “d s r” kökü hem hakiki hem de mecazi anlamlar taşıdığı için müddessir sözcüğü lafzi ve hakiki anlamıyla, “Peygamber(as)’in, kendisini yorgan ve benzeri bir örtüyle örtmesini”; mecazi anlamıyla da, “onun peygamberlikten önceki yalnızlık halini” ifade eder. Şu halde bu ayet, Peygamber(as)’e, gizlenme zamanının geçtiğini bildirip; artık insanları uyarma ve hakikati onlara açıkça duyurma vaktinin geldiği mesajını verir.
2’nci ayette, Peygamber(as)’den kalkıp insanları uyarması istenir. Çünkü artık örtünme ve gizlenme zamanı geçmiştir. Şimdi çıkıp insanları uyarma ve İslam gerçeğini onlara duyurma vaktidir.
Bu ayette yer alan enzir sözcüğü, uyarmak, adamak, korkutmak ve bildirmek gibi anlamlar taşıyan “n z r” kökünün türemiş şeklidir. Aynı kökten gelen inzâr ise, “muhatabı uyarmak, korkunç olan bir şeyden sakınması için onu önceden haberdar etmektir.” Demek ki inzar, sorumsuz ve saygısız kimseleri gocundurmak; onlara, kötü akıbetin vehametini önceden bildirmektir.
3’üncü ayette, Peygamber(as)’e, “Rabb’ini yücelt”mesi emredilir. İslam, yeryüzündeki her insan için yeni bir yaşantıdır. İslami yaşantının merkezinde de “tevhid inancı” yer alır. Bunun için insan, öncelikle Allah’ın her şeyden büyük ve yüce olduğunu bilmeli, O’nun büyüklüğünü her fırsatta dile getirmelidir. Bu da, büyüklüğün sadece Allah’ın şanı olduğuna kalben inanmak, bu gerçeği açıkça dile getirmek ve ona uygun davranmakla gerçekleşir.
Bu ayet, hem tevhid eksenli inanç sisteminin insan hayatında ne kadar önemli ve gerekli olduğuna, hem de insanın öncelikle uluhiyyet gerçeğini çok iyi kavraması gerektiğine işaret eder. Burada asıl amaç, kalpte diri bir “uluhiyyet” inancı, zihinde de “ubudiyyet” bilinci oluşturmaktır.
4’üncü ayette, Peygamber(as)’den elbiselerini ve öz benliğini temiz tutması istenir. Ayette yer alan siyâb sözcüğü, elbise veya giysi anlamına gelen sevb kelimesinin çoğul şeklidir. Tahhir sözcüğü de, temizlemek, temizlenmek ve temiz olmak gibi anlamlar taşıyan “t h r” kökünden türemiş bir emir fiildir.
Siyâb kelimesi, Arapça’da hakiki ve mecazi anlamı olan sözcüklerden biridir. Bu nedenle anılan kelime, bu ayette hem hakiki hem de mecazi anlamda kullanılmış olabilir.
Siyâb sözcüğünün hakiki manası “giysi” dir. Bu durumda ayet: “Elbiselerini temiz tut” şeklinde manalandırılabilir. Ancak Arapçada “temiz elbiseli” veya “kirli elbiseli” ifadeleri, söz konusu kişinin karakterini nitelemek için mecazi anlamda birer söz olarak da kullanılır. Nitekim tefsir bilim dalında uzmanlaşmış kişiler (müfessirler)den pek çoğu, siyâb sözcüğünün bu ayette mecazi anlamda kullanılmış olduğunu söylemişlerdir. Bu yaklaşıma göre ayet: “Sadece giysilerini değil, aynı zamanda ruhunu, kendini ve öz benliğini de temiz tut.” anlamına gelir. Her iki mana birlikte değerlendirilirse ayetin muhtemel anlamları şu şekilde özetlenebilir: “Ey insan, giysilerini ve bedenini maddi pisliklerden, öz benliğini de hata ve günahlardan temizle. Dışını ve içini daima temiz tut. Helal kazançla geçin, hak ve haram yemekten sakın.” Görüldüğü gibi bu ayetle temizliğin, hem “taharet” hem “nezaket” hem de “zerafet” boyutuna işaret edilir.
Bu ayet, sağlık ve insanlık ilişkisi açısından çok önemli olan temizlik konusuna değinmekte, insandan günlük yaşamın her alanında temiz olmasını istemektedir. Temizlik, kişinin bedenini, giysilerini ve çevresini maddi pisliklerden uzak tutması, ruhunu kötülüklerden arındırması ve güzel ahlak sahibi olması demektir. Ayrıca temizlik, bütün işlerin, ibadetlerin, dua ve yakarışların, Allah katında makbul olmasının temel şartlarından biridir.
Bunun için İslam, günlük yaşamı ve ibadet hayatını temizlik ilkesine dayandırır. Çünkü İslam’ın hedefi, her bakımdan temiz insan, temiz toplum ve temiz bir çevre oluşturmaktır.
Müslüman, örnek ve temiz insan tipini temsil eder. Onun kimlik ve kişiliğinin başlıca nitelikleri, “Allah’a kulluk, temizlik, dürüstlük, çalışkanlık ve üretkenliktir.” Öyleyse gelişigüzel değil, Yüce Allah’ın istediği gibi Müslüman olmak gerekir.
5’inci ayette, insana, bütün kötülüklerden, maddi-manevi kirlerden uzak durması emredilir. Bu ayette yer alan rücz sözcüğü, “pislik, azap ve günah” gibi anlamlar taşır. Rücz sözcüğünün bu ayette, “hem maddi ve manevi kirler”, hem de “putlar” anlamına geldiği belirtilmiştir. Bu durumda ayet, “bütün kötülüklerden, maddi manevi kirlerden ve putlara tapınmaktan kaçın” manasına gelir.
6’ncı ayette, insandan, yaptığı iyiliği çok görmemesi ve onu kendine kazanç aracı kılmaması istenir. Bu ayetin, iki manaya gelebileceği belirtilmiştir. Birinci ihtimale göre ayet: “Yaptığın iyi işleri çok görme”; ikinci ihtimale göre de: “Bir kazanç elde etmek için iyilik yapma ve iyiliği kendine kazanç aracı kılma” anlamına gelir. Ayetin beyanına göre insan, yaptığı iyiliği çok görüp başa kakmamalı, gösteriş veya çıkar için değil, sırf Allah rızasını gözeterek iyilik yapmalıdır.
Asırlar önce vahyedilmiş olan bu ayet, güncelliğinden hiçbir şey kaybetmeden evrensel boyutlu bir tespitte bulunmaktadır. Bu, iyiliği kazanç aracı kılan ve Allah’a kulluk duyarlılığını sömüren insanların ortaya çıkmasına fırsat vermemektir. İnsanlık, bütün çağlarda tamahı tanımıştır. Fakat açgözlülük ve dünyevileşme, hiçbir çağda bugün olduğu kadar ciğer sökücü bir hırs haline gelmemiştir. Dünya kazancını çoğaltmaktan başka amaçları ve inançları olmayan kişiler, her gün daha da artan bir hırsla, hiçleşen hedeflere doğru koşuyorlar. Onlar, bir iyilik yapsalar bile bunu çok görüp yaptıkları iyilik karşılığında ömür boyu hizmet ve hürmet bekliyorlar. Ama kendileri, amaçsız bir koşuda olduklarının farkında bile değiller. Dileriz insanlık, en kısa zamanda Kuran’ın bu çağrısını duyar da Allah için iyilik yapma ve iyilikte yarışma başarısını yakalar.
7’nci ayette, mü’min benlikten, “sabırla Rabb’ine yönelmesi” istenir. Hayat, sıkıntılarla doludur. Mü’minin hayatında da mutlaka sıkıntılı anlar olacaktır. Bunun için Rabb’imiz, sabrımızı ve samimiyetimizi ölçmek için, bizi çeşitli sıkıntılarla imtihan edeceğini haber vermiştir. Demek ki insanın hayatında sıkıntı, vazgeçilmez bir gerçektir ve onu tabii karşılamak gerekir. Burada önemli olan, beklenmedik zamanda kapımızı çalacak olan sıkıntıları, sabırla karşılamak; gülerken de ağlarken de taşkınlık etmeden tam bir mü’min tavrı sergileyebilmektir.
Hz.Muhammed, peygamber olmadan önce mütevazi ve güvenilir bir insan olarak yaşantısını sürdürüyor, sosyal hayatta belirli bir görevde bulunmuyordu. Fakat o, peygamber olduktan sonra toplumu her bakımdan değiştirecek potansiyele sahip önemli bir şahsiyet haline geldi. İşte bu aşamada ondan, “kalkıp insanlığı uyarması, vazifesi ve konumu gereği yaşantısını her bakımdan temiz tutması, dünya çıkarlarını bir tarafa bırakması, insanları ıslah etmek için ihlasla çalışması, güçlük ve zorluklara karşı da sabırlı olması” istenmiştir.
İnsan, Kuran’ı şuurla okumalı ve onu sabırla uygulamalıdır. İnsanın Kuran’a alışması ve İslam’la buluşması buna bağlıdır. İnsan ömrü, hızla akan bir nehir gibidir. O, sonsuzdan gelir ve yine sonsuza gider. Eğer insan kalbini Rabb’ine açarsa kafasını karıştıran, yolunu dolaştıran, şeytanı konuşturan, ruhunu öldüren ve nefsini güldüren tüm olumsuzluklardan kurtulur.
Kuran çağrısına dikkatle kulak veren insan, kendini toplar, dişini sıkar ve işini Rabb’inin beğeneceği şekilde yapar. Yarınsız bugünün ve ekmeksiz öğünün bir kıymeti olmadığı gibi, İslamsız hayatın da hiçbir anlamı yoktur. Öyleyse insan, sayılı nefesleri tükenmeden önce haddini bilmeli, Rabb’ini tanımalı ve görevlerini en iyi biçimde yapmaya çalışmalıdır. “Mal mülk ve çocuklar, dünya hayatının süsleridir. Ürünü kalıcı olan dürüst ve erdemli davranışlar ise, karşılığı bakımından Rabb’inin katında daha değerli ve daha verimlidir.”
8. Boruya (sûr’a) üflendiği vakit,
9. İşte o gün, çok zorlu bir gündür.
10. Kâfirlere hiç de kolay değildir.
Pek Zorlu Bir Gün
8’inci ayet, Allah’ın bu dünya için belirlediği süre sona erince, kâinat nizamının bozulacağına dikkat çekiyor. Bu ayette yer alan nâkûr, ağızla üflenerek çalınan boru “sûr” demektir.
Buradaki “nâkûr” sözcüğü, diğer ayetlerdeki “sûr”a tekabül ettiğinden boruya üflemek, sûr’a üflemek anlamına gelmektedir.
Kuran’ın beyanına göre sûr’a iki kez üflenir. Birinci üfleyişi duyan yaratıklar, korkudan bayılıp düşerler; sadece Allah’ın diledikleri bu durumdan etkilenmezler. İkinci üfleyişte ise, herkesin aklı başına gelir, insanlar kalkarlar ve hesaplarının görülmesini beklerler.
Ayette yer alan nakûru(sûru), insanların kullandıkları bir alet gibi algılamak doğru değildir. Bu sözcük, ahiret seferi ve hesap vakti için verilen ilahi emrin gerçekleşmesini ifade etmektedir. Onun gerçek mahiyetini Allah bilir.
9 ve 10’uncu ayetlerde, kıyamet gününün, hakikati kabul etmeyenler için pek zor bir gün olacağı bildirilir. Kuran’da, kıyamete ait pek çok isim zikredilir. Bunlardan biri de, bu ayette geçen yevmün asir dir. Yevmün asir, “zor ve ıstıraplı bir gün” demektir. Bu zor günün dehşeti, Kuran’da şöyle dile getirilir: «Çağrı sesinin, insanı, aklın tasavvur edemeyeceği bir şeye çağıracağı gün, onlar kederli gözlerle rüzgârın dağıtıp savurduğu çekirgeler gibi mezarlarından kalkacaklar. Çağrı sesine doğru şaşkınlıkla koşacaklar; (işte o vakit) hakikati inkâr edenler: ‘Bu ne felaket bir Gün’dür !’ diye haykıracaklar.»
Bu ayetlerde, Kıyamet gününün, inkârcılar açısından pek zor bir gün olacağı özlü biçimde ve insanların alışageldikleri kavramlarla ifade edilmiştir. Bundan maksat, inkârcı ve inatçı kimseleri uyarıp onları içine düştükleri kötü durumdan kurtarmaktır.
11. Bir tek Benim yarattığım (o inkârcı adam)ı bana bırak, (Onun cezasını ben vereyim.)
12. Kendisine bol bol mal verdiğim,
13. Göz önünde bulunan oğullar bahşettiğim,
14. Kendisi için (nimetleri) yaydıkça yaydığım (halde)
15. O, daha da artırmamı bekler.
16. Hayır, (öyle yağma yok) çünkü o, ayetlerimize karşı son derece inatçıdır.
17. (Bu yüzden) Ben onu sarp bir yokuşa sardıracağım.
Beni İnkârcı Kişiyle Başbaşa Bırak
Bu ayetler, servetle şımarıp Allah’ın emirlerine ve Kuran’ın delillerine inatla karşı çıkan zengin insan tipine ait bir tabloyu gözler önüne sermektedir. Rivayete göre bu zengin adam, “Eğer Muhammed’in anlattıkları doğru ise cennet ancak benim ve benim gibiler için yaratıldı.” diyen Velid b. Muğire’dir. Bu yüzden ayetler, onun sözlerini yalanlayacak ve emelini boşa çıkaracak şekilde nâzil olmuştur. Hemen hatırlatalım ki, sebebin hususi olması, ayetlerin hüküm ve mesajının umumi olmasına engel değildir. Bunun için ayetler, servetine ve gücüne güvenip inkâr yolunu seçen her insanı kuşatıcı ve uyarıcı niteliktedir.
11’inci ayet, tebliğe muhatap olduğu halde Kuran mesajına inatla karşı çıkan inkârcı kişiyi uyarıyor. Bu ayet, sonunda yer alan vahid sözcüğünün, “Allah’a” veya “insana” yönelik olmasına göre iki anlama gelebilir. Eğer vahid sözcüğü Allah’a yönelik ise ayet, “Bir tek Benim yarattığım o kişiyi bana bırak” manasına gelir ve Allah’ın yaratıcı olarak tek ve eşsiz olduğu gerçeğini dile getirir. Şayet vahid, insana yönelik bir sözcük olarak kabul edilirse o takdirde ayet, “Tek başına yapayalnız yarattığım o kişiyi bana bırak” anlamına gelir. Bu manayı, insanın hayata yalnızlık içinde başlayıp onu aynı şekilde bitireceğini dile getiren ayetler de desteklemektedir. Allah, her şeyin mutlak ve tek yaratıcısı olduğu için biz, meâlde birinci manayı tercih etmekle birlikte, ikinci manaya işaret etmeyi de gerekli gördük.
Ayet, bir taraftan insanın, kendi varlığını Allah’a borçlu ve O’na bağımlı olduğuna; diğer taraftan da hakikati inkâr edenlere karşı beşeri bir cezalandırma yapılamayacağına işaret eder. İnkârcı insana, inançsızlığı nedeniyle ne yapılacağına Allah karar verir.
12-14’üncü ayetlerde, Allah’ın inkârcı insana verdiği nimetlerden söz edilir. Yüce Allah ona bol miktarda mal vermiş, gözü önünde bulunan ve çevresinde dolaşan oğullar bahşetmiş, bütün imkânları onun önüne sermiştir. Fakat o kimse, 15-16’ncı ayetlerde de belirtildiği gibi kendisine bunca nimet verilmiş olmasına rağmen daha fazlasını ister; Allah’ın ayetlerine karşı da inatçı kesilir. Oysa, nimetin şükrünü eda etmeden Allah’tan onu artırmasını beklemek boşunadır. Çünkü Yüce Allah’ın bu konudaki buyruğu şöyledir: “Bana şükrederseniz, muhakkak ki size kat kat fazla veririm; yok eğer nankörlük ederseniz, bilin ki benim azabım gerçekten çok çetindir.”
17’nci ayette, Allah’ın mesajlarını bilinçli olarak inkâr ve ihmal edenlerin sarp bir yokuşa sardırılıp kişisel ve sosyal bunalımlara sürüklenecekleri belirtilir. Ayet, çekilmez hayatı ve dayanılmaz azabı dile getiren temsili bir ibare niteliğindedir. İslam’ın doğruluk ve değer ölçülerine uymayan insanlar, dünyada güven içinde yaşayamaz, ahirette de azaptan kurtulamazlar.
Bu ayetler, insan hayatında inkâr ve isyana yol açan nedenlerden birinin de, dünyaya aşırı düşkünlük (sekülerlik) olduğuna işaret etmektedir. Dünyevileşme, insanı Allah’tan uzaklaştıran en büyük günah ve bütün felâketlerin kaynağını oluşturan en temel sapmadır. Sekülerleşme, modern dünyada önce Batı’da ortaya çıkmış, daha sonra da bütün dünyaya yayılmıştır.
Dünyacı değerlere aşırı düşkünlük, geçmişte nasıl acılara sebebiyet verdiyse, bugün de inkârcılık, sömürücülük, saldırganlık, savurganlık, haksızlık ve ahlaksızlık gibi bir yığın felâketlere sebep olmaktadır. İşte bu yüzden Kuran, dünyevileşmeyi tercih edenin, hak ve adalet sınırlarını da ihlal edeceğine dikkat çekmiştir.
18. Çünkü o, (Kuran vahyini nasıl çürütebileceğini) düşündü, (zihninde) ölçtü biçti.
19. Kahrolası, nasıl da ölçtü biçti!
20. Canı çıkası, sonra yine ne biçim ölçtü biçti!
21. Sonra (etrafına) baktı.
22. Kaşını çattı ve surat astı.
23. Sonra sırt çevirip büyüklük tasladı (da):
24-25. “Bu (Kuran) sadece öğretilegelen bir sihirdir; bu, insan sözünden başka bir şey değildir.” dedi.
Maskaralık Örneği
Bu pasajı oluşturan ayetlerde, inkârcı kişinin Kuran mesajında kusur bulmak için sarfettiği çaba ve sözler dile getirilir. Rivayetlere göre bu kişi, Kureyş’in ileri gelenlerinden Velid b. Muğire el-Mahzumi’dir. Fakat, Kuran’a “büyü” veya “beşer sözü” diyen sadece bir kişi değil, Kureyş’in bütün lider takımıdır. Müşrik liderler, çok sayıda insanın Kuran’ın etkisinde kaldığını görünce, Hz.Muhammed’in gerçekte Allah’tan herhangi bir vahiy almadığını, sadece büyüleyici ve etkileyici bir belagatla (sihirle) yandaşlarını peşinden sürüklediğini iddia ediyorlardı. İşte yukarıdaki ayetlerde, inkârcıların Kuran mesajına yönelik çaba ve sözlerinden bir kesit sunulmaktadır.
Ayetlerin beyanına göre, inkârcı ve inatçı kişi, Kuran hakkında ne diyeceğini, onu nasıl çürüteceğini düşünür, zihninde ölçer biçer ve hesaplar yapar. Görüşüne yeni dayanaklar bulmak için çevresine bakar. Sonra çatık kaşlarla ve asık bir suratla küstahça böbürlenip Allah’ın ayetlerine sırt çevirir. Sonunda, Kuran'la ilgili şu kararı verir: “Bu Kuran, sadece öğretilegelen bir sihirdir; insan sözünden başka bir şey değildir.”
Bu ayetlerde yer alan ve lafzen “öldürüldü” yahut beddua olarak “canı çıkası, kahrolası” anlamına gelen kutile sözcüğü, lu’ine yani “Allah’ın rahmetinden uzaklaştırıldı” şeklinde de manalandırılmıştır. Bu yaklaşıma göre ayet, inkârcı insanın, yanlış kararı ve kötü davranışları yüzünden Allah’ın rahmetinden kovulmuş, ruhsal olarak öldürülmüş ve kendi kendini mahvetmiş olduğuna işaret eder. Şu halde inkârcı kişi, Kuran karşısındaki inatçı tavrı ve yanlış kararıyla, kendi sonunu kendi hazırlar.
24’üncü ayette yer alan “sihir” sözcüğü, “aldatmak, hile yapmak, aklı çelmek ve ifsat etmek” gibi anlamlar taşıyan s h r kökünün türemiş şeklidir. “Aldatıcı cazibe, bilerek saptırma ve büyü” anlamlarına da gelen sihir, “bir şeyi tabii durumundan çıkarıp başka bir duruma dönüştürmek” demektir. Yü’ser sözcüğü de, “rivayet etmek, izinden gitmek, iz bırakmak ve bir şeyin etkisinde kalmak” gibi anlamlara gelen e s r kökünün türemiş şeklidir.
Sihrun yü’ser terkibi, hem, “öteden beri rivayet edilen ve öğretile gelen bir sihir”, hem de “parlak ve apaçık bir sihir” anlamına gelir.
Sihir, inkârcıların Kuran’ı kötülemek için kullandıkları sözcüklerden biridir. Onlara göre büyücü de, kâhin ve şair gibi başkalarının görmediği yaratıklara temas kurup insanları tesir altına alan bir kimsedir. İşte, Kuran vahyinin insan üzerindeki olağanüstü etkisini gören müşrikler, onun büyülü sözlerden oluştuğunu sanmışlardır. Ancak onlar da sihrin bir hakikat değil, bir göz boyama, hayali hakikat gösterme türünden aldatıcı bir cazibe olduğu kanısında idiler.
Bu ayetlerde, hakikati inkâra şartlanmış olan kimselerin karakteristik özelliği ortaya konulmaktadır. Onların en bariz vasfı, vahiyle bildirilen hakikatleri “büyü” veya “insan sözü” olarak niteleyip Kuran’ın Allah kelamı olduğunu inkâr etmeleridir. Kuran, bu sözlerin sahibini canlı bir maskaralık örneği olarak sunmakta ve bu katı şahsiyeti bütün nesillere ibret olsun diye anlatmaktadır.
Hangi asırda olursa olsun, Kuran’ı karalamaya yönelik çabaların asıl hedefi, Müslümanları Kuran’dan koparıp onları cehaletin ve uyuşukluğun içine atmaktır. Oysa her asırda, insanlığa muhtaç olduğu hayat soluğunu bahşedecek olan eşsiz kaynak Kuran’dır. O, Allah’ın rahmetidir; ancak Kuran’ın insana ve hayata yön vermesi için kulun gayretli olması da gerekir. Rahmetle gayret birleşince gerçek kurtuluşa erilir.
26. Onu Sekar’a (cehennem’e) sokacağım.
27. Sekar’ın ne olduğunu hiç düşündün mü?
28. O ne geri bırakır (yaşatır), ne de (ölüme) terk eder.
29. İnsanın derisini kavurur.
30. Onun üzerinde (cehennem’de) ondokuz (bekçi) vardır.
31. Biz (cehennem) ateşin(in) bekçilerini yalnızca meleklerden kıldık, sayılarını da inkârcılar için bir sınama (aracı) yaptık ki, kendilerine kitap verilenler (Kuran’ın doğruluğuna) kâni olsun, (ona) iman etmiş olanların da imanı artsın; kendilerine (daha önce) kitap verilenlerle (bu yeni vahye) iman edenler şüpheye düşmesinler; kalplerinde hastalık olanlarla inkâr edenler: “Allah bu misalle ne murat etmiş?” diye sorsunlar. Böylece Allah, dileğini saptırıp, dilediğini de doğru yola ulaştırır. Rabb’inin ordularını kendisinden başka kimse bilemez. Bütün bunlar, insanoğlu için yalnızca bir öğüttür.
Korkunç Azap
Surenin bu bölümünü oluşturan ayetlerde, inatçı kafirlerin Sekar’a sokulacakları; sekar’ın, derilerini kavuran, insana doymayan, geriye hiçbir şey bırakmayan ve ondokuz muhafızı bulunan bir cehennem olduğu haber verilir. Cehennem bekçilerinin melek olduğu; bunların sayısının, kitap ehli için doğru bilgi, mü’minler için kesin bir inanç, inkârcılar ve hasta kalpliler için de bir imtihan vesilesi kılındığı; Allah’ın iman etmek ve bu yolda ileri gitmek isteyeni doğru yola ileteceği, yoldan çıkmak isteyeni de saptıracağı belirtilir. Gerçekleri dile getiren bu ayetlerin, inananlara bir öğüt, inkârcılara da bir uyarı olduğu vurgulanır.
İnsanın, bu dünyada işlediği günahlardan ötürü öteki dünyada göreceği azabı belirtmek için Kuran’da kullanılan anahtar kavram, cehennem’dir. Cehennemin yedi kapısı ve pek çok ismi vardır. Bunlardan birisi de sekar dır.
Sekar, “ateşin veya güneş sıcaklığının yüzü yakıp kavurması” anlamına gelen “skr” kökünün türemiş şeklidir. Bunun için, insanı yakıp kavuran cehennem ateşine de sekar denir. Peki, sekar nedir?
Ayetlerde belirtildiğine göre sekar, “insana doymayan, önüne gelen her şeyi yakıp derileri kavuran, geriye hiçbir şey bırakmayan ve ondokuz muhafızı bulunan bir cehennemdir.” Oraya giren günahkarlar, kendi sorumluluklarının farkına varıp hakikati gecikmiş olarak kabul ederler, geçmişte yaptıkları hatalardan ötürü de pişmanlık duyarlar. Ne var ki bu pişmanlık fayda etmez ve onları korkunç azaptan kurtaramaz. Onlar, büyük ateşe atılırlar; orada ne ölürler ne de diri kalırlar. Çünkü azap gören inkârcılar, orada yeni bir hılkate tebdil olunup tekrar edilen yaratma ile yeni boyutlar kazanırlar.
Cehennem azabının gerçek mahiyeti meçhuldür. Onun mahiyetinin meçhul olması, hem insan ruhunda büyük bir korku uyandırmakta hem de azabın korkunç manzarasına dikkat çekmektedir. Burada hedeflenen şey, insanda potansiyel olarak var olan hakkı kabullenme gücünü, iyiye ve doğruya yönelmektir.
Kuran-Bilim İlişkisi
26-27’nci ayetlerde yer alan ve Kuran’ı rasgele insan sözü sayan inkârcıların itildikleri yer alan sekar, “elektrik” veya “bilgisayar” olarak da yorumlanmıştır.
İslam kültüründe Kuran, bilimsel açıdan da yorumlanmış, onun bilimsel gelişmeleri desteklediği, hatta onu içerdiği ileri sürülmüştür. İnsanlığın, Kuran’ın kesin ve doğru bilgisinden, sürekli bereketinden faydalanması amacıyla yapılan bu tür çalışmaların, iyi niyet mahsulü olduğunda hiç kuşku yoktur. Ancak, Kuran-bilim ilişkisi kurulmaya çalışırken ayetleri, zorlama yorumlarla asıl bağlamından koparıp amacını aşan bir noktaya çekmek, doğru bir iş değildir.
Tevhid inancını esas alan Kuran, Allah, evren ve insan ilişkisini bu prensip çerçevesinde açıklar. Onun temel amacı, olayların ve bilimlerin sistematiğine girmek değil, insanlara yol göstermektir. Çünkü Kuran, sadece gönderildiği çağın insanına değil, daha sonraki bütün çağların insanlarına da hitap eden evrensel bir kitaptır. Kuran’ın muhatabı insan olduğu için, başta insan olmak üzere onun ilişkide bulunduğu bütün varlıklarla ilgili bilgiler, özlü biçimde Kuran’da mevcuttur. Ancak bunlar, Kuran’ın gönderiliş amacına uygun olarak Allah tarafından seçilen bilgiler olup genellikle temel ilkeler ve prensipler halinde sunulmuştur. Bu temel ilkelere dayanarak sistem kurma ve bilgi üretme görevi insana bırakılmıştır.
Hal böyle iken, bazı insanlar akıllarını çalıştırıp bilimsel bilgiyi iktisap etmeye çalışacakları yerde onu hazır olarak Kuran’da aramaya kalkışmışlar, Kuran’a da âdeta bir bilim kitabıymış gibi bakmışlar. Oysa Kuran’a dikkatlice bakılırsa onun sadece bilgi kaynağı olmadığı, ayrıca aklı ve iradeyi doğru kullanmayı gösteren bir kitap olduğu görülür. Demek ki Kuran, çeşitli bilgi türlerini şifreli olarak taşıyan bir kitap değil, tam aksine her çağda insanların hakikati bulmalarına rehberlik edecek son ilahi kitaptır.
Din ile bilimi birbirine girdirmenin veya birbiriyle çatıştırmanın bir manası yoktur. İnanmak, bilimsel bilgiye güvenmenin dışında metafizik bir önermenin doğruluğuna, meselâ Allah’ın varlığına kanaat getirmektir. İman, kalbin eseridir, akıl ve ilim ona destek verir. Bilimin en büyük eksikliği, bir dünya görüşünün temelini oluşturacak metafizik bir sistemden yoksun oluşudur. Halbuki insanın yaratılışındaki asıl amaç, insanın insanlığını icra etmesidir. Bu da Allah’a ibadetle (kullukla) gerçekleşir.
29’ncu ayette geçen levvâh kelimesi, “ışık saçmak, bir şeyi görünür kılmak veya ateşte yakmak” gibi anlamlara gelen l v h kökünün türemiş şeklidir. Müfessirlerden çoğu, bu veciz ibareyi, “insanın görüntüsünü değiştirir” veya “insan derisini kavurur” şeklinde yorumlamışlardır. Ancak levvâh sözcüğünün öncelikli anlamı, “bir şeyi görünür kılmak” olduğundan bu ayet, “ölümlü insana nihâi hakikati gösterir” şeklinde de manalandırılmıştır.
Cehennem Muhafızları
30’ncu ayette, “onun üzerinde (cehennemde) ondokuz vardır.” denilir; fakat “ondokuz”un ne olduğu belirtilmez. Ancak, sonraki ayetten bunun, “cehennem muhafızları olan meleki güçlere (zebanilere)” işaret ettiği anlaşılır. Bu yüzden müfessirlerin çoğu, “ayette geçen ondokuzla cehennemin bekçiliğini yapan melekler kastedilmiştir” görüşünü paylaşırlar. Ancak Râzi, bununla, insanda potansiyel olarak bulunan fakat yanlış kullanıldıklarında insanı dünyada yozlaşmaya, ahirette de şiddetli azaba sevkeden maddi, zihni ve duygusal güçlere işaret edildiğini savunur. Merhum Elmalı da bu tür yaklaşımlara değinerek bir değerlendirmede bulunur. Onun değerlendirmesi (kısmen sadeleştirilmiş şekliyle) şöyledir: “Bu adedin sırrını ve hikmetini açıklamaya çalışanlar olmuş ise de doğrusu bunun dirayetle bilinecek bir ilim işi değil mutlak bir iman işi olmak üzere imtihan için olduğu (31’nci ayette) bilhassa anlatılmıştır. Onun için bunun kayıtsız şartsız bir iman ile inanılması istenen mutlak bir ilahi ihbar olduğunu tasdik edip gerçek manasını Allah bilir demek lazım gelir.” Gerçekten de işin doğrusu, her şeyi en iyi Allah bilir deyip iman etmektir. Zaten 31’nci ayet bu sayının, inkârcılar için bir sınama aracı olduğunu açıkça bildirmektedir. Ne varki ayetin mana ve maksadını anlamak istemeyen inkârcılar, gerçeği kabul etmeleri gerekirken “Allah bununla ne murad etti?” derler. Nitekim, bir rivayete göre, bu ayet inince müşrikler: “Bunca insan nasıl olurda ondokuz muhafızla zaptedilebilir?” demişler; içlerinden (Hars b. Kelende adındaki) biri: “on yedi tanesini ben hallederim, iki tanesini de siz haklarsınız” demiş ve ayet alay konusu yapılmıştır. Halbuki melekler, insanın güç yetirebileceği adamlar değil, tam aksine son derece güçlü kuvvetli varlıklardır.
Burada bir noktaya kısaca değinmek gerekir. Bu ayet, bazı insanlar tarafından asıl bağlamından kopartılarak yorumlanmış; Kuran ayetlerindeki harf sayısının, “ondokuz” veya katları olduğu iddia edilmiş, güya “ondokuz mucizesiyle” Kuran’ın Allah katından geldiği ispatlanmaya çalışılmıştır. Yine bu ayetteki “ondokuz” sayısından hareketle birileri, kendisinin matematiksel olarak Kuran’a kodlandığı iddiasına kalkışmış, kimi insanlarda hayatındaki bazı ondokuzlu rakamlarla kutsanmaya çalışılmıştır. Oysa bu sağlıksız yorum ve temelsiz söylemlerin, Kuran’la hiçbir ilgisi bulunmamaktadır; ayrıca Kuran’ın böyle bir talebi de yoktur. O, okumayı bilenler ve bilme yeteneğine sahip olanlar için, anlamı açık uygulaması da kolay bir kitaptır. Bunun için, kendilerini bilim alanında uzman, din konusunda da yetkin görenlerin, alanlarının sihirbazı konumuna düşmemeleri gerekir.
Melek Kavramı
31’inci ayette yer alan ve nüzul sırasına göre ilk kez burada geçen melek kelimesi, “elçilik yapmak, güçlü ve kuvvetli olmak” gibi anlamlar taşıyan e l k, l e k veya m l k köklerinin birinden türemiş bir isimdir. Bu isim,tekil,ikil ve çoğul şekilleriyle Kuran’ın tamamında “seksen sekiz”kez geçmektedir.
Allah tarafından yaratılan ve O’nun buyruklarını yerine getirmekle görevli olan ruhsal (nurânî) varlıklara melek denir.
Meleklerin mahiyetleri,neden yaratıldıkları,nasıl oldukları ve sayıları hakkında ayrıntılı bilgilere sahip değiliz. Kuran’da melekler,kendilerine inanılması gereken gaybî varlıklar olarak zikredilir; Akaid kitaplarında da meleklerstakil, iradesinin her hususta geçerli, gücünün de her şeye yeterli olduğu mesajını verir.” Mü’minlerin: «Allah bize kafidir; o, ne güzel vekildir» diyerek dua etmeleri de bundan ileri gelir.
Allah bütün alemlerin Rabb’idir, her şey O’nun ilahlığı altında konusu bir iman ilkesi olarak ele alınır ve işlenir.
Meleklerin neden yaratıldığına dair Kuran’da herhangi bir bilgi yoktur. Fakat bir hadiste, “meleklerin nurdan yaratıldığı” haber verilmiştir. Meleklerle ilgili olarak ayet ve hadislerde yer alan ifadeler birlikte değerlendirilirse onların, hayatta mevcut olan gerçek varlıklar oldukları söylenebilir. Kelam bilginleri meleklerin, gözle görülemeyecek kadar latif bir yapıya sahip somut(mütehayyiz) varlıklar olduklarını savunurlar. Bazı İslam alimleri ise, melekler gaybî varlıklardır, onların mahiyetleri bilinemez; bu nedenle onlara inanmanın ötesinde bir külfet altına girilmemelidir derler.
Meleklerin mahiyeti ile ilgili farklı görüşler, onların görülüp görülemeyeceği tartışmasını da beraberinde getirmiştir. Kuran’da, meleklerin, Hz.İbrahim, Hz.Meryem ve Hz.Muhammed tarafından görüldükleri ve onlarla konuştukları haber verilir. Hadislerde de Resulullah(as.)’ın Cebrâil’e insan veya aslî suretiyle gördüğünden söz edilir. Ancak bunun nasıl olduğu belirtilmez. Belki de bu görme, tasviri imkansız bir şekilde gerçekleşmiştir.
Melekler, mahiyet itibariyle insanın görme duyusunun sınırları dışında bir yapıda yaratılmış varlıklardır. Bu özelliklerinden dolayı onlara iman, bir inanç ilkesi olmuştur. Hemen belirtelim ki, gaybi konularda Kuran ve mütevatir sünnetin bildirimleriyle yetinip onlara inanmak gerekir. Çünkü insan, Kuran ve sadık haber dışında geliştirilen teferruata inanıp inanmamaktan sorumlu değildir. Bu konuda önemli olan, meleklerin varlığını, onların Kuran ve sünnete belirtilen “özelliklerini” ve “görevlerini” kabul etmektir.
Meleklerin Özellikleri
Melekler, nurdan yaratılmış olup yeme içme, erkeklik dişilik, yorulma ve usanma gibi insâni özelliklerden uzak varlıklardır.
Allah’ın kendilerine verdiği görevleri yapıp O’na isyan etmezler.
Son derece sür’atli, güçlü ve kuvvetlidirler.
Allah’ın izni ve emriyle, çeşitli şekillere girerler.
Melekler, normal şartlarda gözle görülmezler; ancak peygamberler onları asli suretiyle ve girdikleri şekilleriyle görebilirler.
Bilgisi sadece Allah’a ait olan konuları (gaybı) bilemezler; onlar sadece Allah’ın öğrettiği kadarını bilirler.
Meleklerin Görevleri
Melekler, Allah’ın buyruklarını yerine getiren itaatkâr varlıklardır. Onlara Allah tarafından verilen görevler, genel olarak şöyle özetlenebilir:
Allah’a secde etmek, O’nu övmek, tesbih ve takdis etmek.
Emrolundukları işleri yapmak.
Peygamberlere vahiy getirip elçilik etmek.
Peygamber(as)’i Salât ve selâm ile yüceltmek.
Mü’minlere dünyada hayır duada bulunmak, ahirette de şefaatçi olmak.
Peygamberlere ve mü’minlere destek olup manevi güç vermek; inkârcıları ise sıkıntıya sokup onlar hakkında takdir edilen cezaları icra etmek.
İnsanları koruyup hizmet etmek.
İnsanların işlerini kaydetmek.
Kâinatın idaresi ve ilahi kanunların icrasıyla ilgili görevleri yerine getirmek.
Cennet ve cehennem işlerini düzenlemek.
Kuran ve sünnette özel adlarıyla zikredilen en meşhur melekler, “Cibril-Cebrâil”, “Mikâil”, “Azrâil” ve “İsrâfil” dir.
Meleklerin Sayıları
Kuran’da, cehennem işleriyle görevli meleklerin bulunduğu ve bunların sayısının “ondokuz” olduğu bildirildikten sonra bu sayının, sadece bir imtihan vesilesi kılındığı belirtilir ve Allah’ın ordularını O’ndan başka kimsenin bilemeyeceği ifade edilir. Bu ifade, meleklerin sayısının çok fazla olduğuna, ancak onların sayısıyla ilgili herhangi bir rakam vermenin mümkün olmadığına işaret eder. Açıklamasını yaptığımız bu ayet, meleklerin sayısıyla ilgilidir; tabii ki onların gerçek ve kesin sayısını sadece Allah bilir.
Gerek cahiliyye devrinde gerekse daha sonraki dönemlerde melekler ve onların Allah’la ilişkisi hakkında pek çok batıl itikad ve hurafe üretilmiştir. Kuran, bunların hepsini düzeltip melekler hakkında doğru ve sağlam bir inanç oluşturmayı hedeflemiştir.
Melek inancı,iyilik idealinin, güçlük hayatta uygulanan bir realite haline gelmesini sağlayan üstün bir değerdir. Çünkü melek inancı, her iyi duygu, düşünce ve davranışının benimseyip günlük hayatta uygulanması gerektiği mesajını verir.
Dört Grup İnsan
Bu ayette, dört grup insana işaret ediyor. Bunlardan ilki, kâfirlerdir. İnkârcılar, hakikati kabul etmeye yanaşmayan, Kuran’da yer alan ve Peygamber(as) aracılığı ile duyurulan temel ilkeleri reddeden kimselerdir. Cehennem muhafızlarının sayısı, bunlar için bir sınavdı. Ama onlar ayetin maksadını kavrayamadılar ve bu sayı ile alay ettiler.
İkincisi, kendilerine kitap verilmiş olanlar (ûtü’l kitap) dır. Bu terkip, daha önce vahye muhatap olmuş ve kendilerine kitap verilmiş olan topluluklar (Yahudi ve Hıristiyanlar) anlamına gelir. Bu yüzden ûtü’l-kitap terkibi, ehl-i kitap la eş anlamdır. Ayette, kitap ehlinin, bu sayıyı duyunca Kuran’ın Allah tarafından gönderilen bir vahiy olduğuna kesin olarak kanaat getirecekleri belirtilir. Bu ifade, anılan sayının, Kuran öncesi vahiy metinlerinde de yer aldığı ve kitap ehlinin bunu bildiği izlenimini verir. Ayrıca, daha önce hiçbir kitap okumamış olan Hz.Muhammed’in bu sayıyı belirtmesi, bu haberin ona Allah’tan geldiğini gösterir. Tabii ki bütün bunlar, kitap ehlinin Kuran vahyi konusunda duyabilecekleri kuşkuların tamamını ortadan kaldırır. Mekke döneminde inen vahiylerde genel olarak kitap ehlinden övgü ile söz edilir ve onlar (bu ayette olduğu gibi) mü’minlerle bir arada zikredilir. Ancak Medine döneminde bu üslup biraz değişir ve sertleşir. Bunun nedeni, kitap ehlinin Kuran çağrısına karşı takındıkları olumsuz ve düşmanca tavırdır.
Üçüncü Mü’minler. Onlar, Allah’ın varlığını ve birliğini, vahiy yoluyla ve Peygamber(as) aracılığıyla bildirilen gerçeklerin bütününü kabul eden kişilerdir. Gerek bu ayette, gerekse Kuran’daki bazı ayetlerde “mü’minlerin imanının artmasından” söz edilir. Kuran’da yer alan bu ibareler, kelamcılar arasında imanın artıp artmayacağı tartışmasını doğurmuştur.
İmanın artıp artmayacağı sorusuna verilen cevaplar, imanın öz terkibine “amel”i dahil edip etmeme durumuna göre farklılık göstermektedir. İman, amelden hariç tutulursa, imanın kendisinde bir artma ve eksilme olmaz. Fakat, amel imana dahil edilirse, o takdirde imanda artma ve eksilme olur.
Görüldüğü gibi, artma ve eksilme savının temeli, imanın bir başka ögesi olan ameldir. İman, en ufak bir değişikliğe bile mahal bırakmayan temel öge olduğundan, imanda değişen şey ameldir. Çünkü artma ve eksilme, sadece miktar ve sayıya uygulanabilir. İmanın kapsadığı kavramsal saha içinde de sadece amel, miktar ve sayı kabul eder.
Kuran, iman ile ameli farklı fakat birbirlerine etkileri kaçınılmaz iki değer olarak ele alır ve Allah’ın ayetlerinin, mü’minlerin imanını artıracağını belirtir. Buradaki artma, imanın kendisine değil sıfatına aittir. Yani imanın kalbe iyice yerleşip kökleşmesi demektir. Şu halde imanın artması, bilgi ve bilinçle taklit derecesinden tahkik derecesine ulaşması; hiç şüphe taşımayacak bir güce erişmesi anlamına gelmektedir. İşte Kuran, imanın böyle bir güce erişip derin bir bağlılık halini almasını, onun artması olarak nitelemiştir. Kemâli terketmek, eksilmedir. İnsan, kendisine emredilen şeyi sürekli ve sebatlı olarak icra ederse, inancı ve bilinci giderek artar ve gelişir.
Ayette belirtilen dördüncü grup da, kalplerinde hastalık olanlardır. Bunların, münafıklar olduğu söylenmiş ise de bu yaklaşım, hem münafık olgusunun tarihi sürecine hem de “kalplerinde hastalık bulunanların”, “münafıklardan” ayrı bir grup olarak belirtildiği ayetlere uygun düşmemektir. Bunlar, doğru ile yanlış arasında ayırım yapma yeteneğine sahip olmalarına rağmen, inançsızlığa eğilim duyan yarım gönüllü kimselerdir. Bu ibare, Mekke’de şiddetli İslam düşmanlarından ayrı olarak liderlerin etkisinde kalan, imana eğilim duymakla beraber çeşitli nedenlerle İslam’a girmekten geri duran ılımlı insanların varlığına işaret eder. Bunlar, liderlerin etkisiyle veya başka düşüncelerle İslam’dan geri duran gönülsüz kimselerdir. Bunların en bariz vasfı, dünyaya ve çevrelerine tutsak olmaları, kendileriyle mensup oldukları çevrenin arasını açacağı gerekçesiyle İslam’ı açıkça kabul etmeye yanaşmamalarıdır.
Allah’ın Saptırması ve Yol Göstermesi
Bu ayette yer alan ve “Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğruya ulaştırır.” Anlamına gelen ibare, kendini açıklayan ve kayıtlayan diğer ayetlerle birlikte değerlendirilmezse, yanlış anlamalara neden olabilir. Bunun için, Allah’ın dilemesiyle ilgili olan ayetler; O’nun yaratıcılığını, kudretini, adaletini ve merhametini belirten ayetlerin yanısıra insanın iradesini, sorumluluğunu ve yapabileceği işleri dile getiren ayetleri de göz önünde tutarak anlamaya çalışmak gerekir.
Söz konusu ibarede üç temel kavram yer alır. Bunlar, dalâlet, hidayet ve meşiet tir. Dalâlet; şaşırmak, sapmak, yanılmak, kaybolmak ve helâk olmak gibi anlamlar taşıyan d l l kökünün mastar şeklidir. “Bilerek veya bilmeyerek doğru yoldan ayrılıp sapmaya” dalâlet denir. Bu kavram, İslami terminolojide genellikle “hidayetin” zıttı (karşıtı) olarak, “inkârı kapsayan sapıklık” anlamında kullanılır ve Kuran’da hakkın dışında kalan her şey, “dalâlet” olarak nitelendirilir. Dalâlet sözcüğünün aslı olan d l l kökü, çeşitli şekillerde Kuran’da “yüz doksan bir” kez kullanılır.
Demek ki dalâlet, vahye ve akla aykırı olan ilke ve işleri benimseyip hak yoldan sapmayı ifade etmektedir. Dalâlet, vahiy kaynaklı hak dinden sapmak ve ondan mahrum kalmaktır. Bu da, insanın kendisini hakikate ulaştıran yoldan yüz çevirip sapmasıyla gerçekleşir.
Hidayet; doğru yola gitmek, irşad etmek ve doğruyu göstermek gibi anlamlar taşıyan h d y kökünün mastar şeklidir. “İnsani amaca ulaştıracak yolu göstermeye ve bu yol için kılavuzluk etmeye” hidayet, “hak ve doğru olanı benimseyip hidayete ermeye de ihtida denir.
İslami terminolojide hidayet kavramı genel olarak, “insana doğru yolu gösterip açıklama ve ona ulaştırma; mü’minleri ödüllendirip cennete koyma” şeklinde tanımlanmış ve yorumlanmıştır. Ayrıca bu terim, Allah’ın bütün varlıkları amaçlarına uygun olarak yaratmasını, onları varlıklarını devam ettirecek vasıtalara kavuşturmasını, insana bahşettiği akıl gücünün yanısıra gönderdiği peygamberler aracılığı ile doğru yolu gösterip açıklamasını da ifade eder. Demek ki hidayet, insana dünya ve ahiret mutluluğunu sağlayacak yolu gösterip hak ve doğru olanı benimseyenleri dünyada Allah’ın yardımına eriştirmekle (tevfikle), ahirette de cennetle mükâfatlandırmaktır. Hidayet kavramının aslı olan h d y kökü de, çeşitli kullanım biçimleriyle Kuran’da “üçyüz on altı” kez geçmektedir.
Kuran’da, “Allah’ın dilediği her şeyi yaptığını” belirtmek için irâde ve meşiet kavramları kullanılır. Burada, sadece “meşiet” kavramına açıklık getirilecek, “irâde” kavramı da ileride ilk geçtiği ayette açıklanacaktır.
Meşiet; irade, istek ve dilek gibi anlamlar taşıyan ş y e kökünün mastar şeklidir. Meşiet, Allah hakkında kullanıldığında, “O’nun yaratmasını, dilemesini, iyilik, lütuf, bağış ve yardımını” ifade eder. İnsan hakkında kullanıldığında ise, “arzu ve isteğin yerini bulması” anlamına gelir.
Kuran’da, “meşiet” ve “irade” kelimelerinin, hem Allah hem de insanlar hakkında kullanıldığı görülür. Bu kullanım şekliyle Allah’ın sınırsız iradesi (kûlli irade) ile insana ait olan sınırlı (cüz’i) iradeye işaret edilir.
İlâhi irade, mutlak ve muhtardır; hiçbir şeyle sınırlı değildir. Allah, bir şey yaratmak istediğinde ona sadece “Ol.” der o hemen oluverir. Yüce Allah, sınırsız iradesiyle varlık ve oluşun kendince belirlenen hedeflere doğru yürümesini sağlar. Bunun için Allah dilemedikçe insan bir şey dileyemez. Zira insanın dilemesi, iradeli bir varlık olarak yaratılması da Allah’ın dilemesiyle olmuştur. Ancak bunda insanın seçme özgürlüğüne ve sorumluluğuna aykırı bir durum yoktur. Çünkü Allah, insanları sapıklığa veya hidayete zorlamaz.
İnsan kendi iradesiyle bunlardan birine ulaşır, iman ve inkâr da buna bağlı olarak Allah’ın yasaları içinde oluşur. Hemen belirtelim ki insan, Allah’ın dilemesinden değil, kendi iradesiyle yaptığı işlerden sorumludur. Demek ki ilâhi irade, yaratıcı ve belirleyicidir, ama zorlayıcı değildir. Bu yüzden ilâhi bir ayet ne denli büyük olursa olsun, insanı iman etmeye zorlamaz. İrade, insanın imanı veya inkârı kabule hazır olduğu zaman etkili olur. Ancak inkâr, Allah’ın dilemesiyle vuku bulsa da O’nun rızasına konu olamaz.
Allah, insanı akıllı ve iradeli bir varlık olarak yaratmış, hayatın dinamik yapısı içinde insan iradesine geniş bir hareket alanı bırakmıştır. Çünkü O, insanın irade hürriyetine müdahale etmeyi dilememiş, “İsteyen inanır isteyen de inkârcı kalır.” demiştir. Şu halde, “Allah dilediğini saptırır dilediğini de doğru yola ulaştırır.” anlamındaki ibare, Allah’ın insanları sapıklığa veya hidayete zorladığını değil, tam aksine insanın kendi iradesiyle bunlardan birine ulaşabileceğini belirtir. Allah, kendi iradesiyle kötülüğe yönelen kimseyi saptırır, iyiliğe yönelen kimseyi de doğruya ulaştırır. Şayet Allah insanları hidayete zorlasaydı inanmayan kalmaz, yahut sapıklığa zorlasaydı inanan olmazdı. Her iki durumda da insanlar yaptıklarından sorumlu tutulmazlardı.
“Allah’ın dilediğini saptırıp dilediğini hidayete ulaştırması”, O’nun keyfi bir tasarrufunu değil; insanın, iradesini olumlu veya olumsuz yönde kullanıp kullanmaması sonucu elde ettiği kazanımı ifade eder. İnsan iradesini olumlu yönde kullanır, iman ve salih amelle Allah’a yönelir, Kuran’a ve Peygamber(as)’e tâbi olursa hidayete erer veya erdirilir. Şayet hevâsına uyup isyan eder de kalbini katılaştırırsa sapıklığa düşer. Öyleyse, insanın Allah tarafından hidayete erdirilmesi, kişinin hidayeti benimseme iradesi göstermesine bağlıdır. İşte insanın hidayete erme konusundaki bu önemli fonksiyonunu dikkate alarak söz konusu ibareleri yerine göre, “Allah yoldan çıkmak isteyeni saptırır, doğruya ulaşmak isteyeni de doğru yola ulaştırır.” şeklinde manalandırmak daha isabetli olur. Çünkü insanın hidayete ermesi için ona peygamber veya ilâhi kitap aracılığı ile yol gösterilmesi gerekli ise de bu yeterli değildir. İnsanın hidayete ermesi için, ayrıca gösterilen yolda gitmeyi istemesi ve ona yönelmesi de gerekir. İlâve edelim ki bu tür beyan üsluplar, bir kınama ve uyarma manası da taşımaktadır.
Sonuç olarak bu konuyla ilgili ayetlerin tamamı birlikte değerlendirilirse, Allah’ın bir insanı sebepsiz yere dalâlete düşürüp onu cehenneme sevkettiğini söylemenin mümkün olmadığı görülür. Çünkü, sorumluluğa konu teşkil eden işlerde zorlama (cebir) olmadığı âşikârdır. İlâhi irade yaratıcı ve belirleyicidir, fakat zorlayıcı değildir. Allah’ın dilemesi, insanların tutum ve davranışlarına göre tecelli etmektedir. Hidayeti benimseme eylemi ve buna samimi olarak yönelme hareketi ise insana aittir. Bunun için, insanın sapıklığı veya hidayeti seçmesi, Allah’ın zorlamasıyla değil, kişinin istek, gayret ve seçeneğiyle gerçekleşmektedir.
Dalâlete veya hidayete sevketme işinin Allah’a nisbet edilmesi, bunun insanların irade ve seçeneklerine bağlı olarak tecelli ettiği; bu tecellinin ise ezelde Allah tarafından bilindiği şeklinde algılanmalıdır. Eğer böyle olmasaydı, insanın iradeli yaratılmasının, ona peygamber ve kitap gönderilmesinin bir anlamı kalmaz; ceza ve mükâfatın da bir dayanağı olmazdı. İşte bu noktaya dikkat çekmek için ayetlerde yol gösterme ve saptırma, öncelikle insanın özgür iradesi ve seçimiyle başlayan bir yönelime bağlanmaktadır.
Ayetin son kısmında yer alan ve “Rabb’inin ordularını ancak kendisi bilir.” anlamına gelen ibare, cehennem muhafızlarının sayısını sâdece Allah’ın bilebileceğine ve bunun bir gayb konusu olduğuna işaret eder. Öyleyse insana düşen görev, onların mahiyetini, sayısını ve gücünü ancak Allah bilir deyip vahiyle bildirilen gerçeklere hiç kuşku duymadan inanmaktır. Çünkü gerek sekar(cehennem) gerekse bu ayetler, insanın menfaati için verilen öğüt ve uyarıdır. Yüce Allah, bu ayetleri, cedelleşme ve çekişme konusu yapılması için değil, bir sakınma ve uyanma vesilesi olması için g uymaktır.
Kuran’ı kendi vahyediliş düzeni içinde ele alıp incelersek, onun nelere öncelik tanıdığını kolayca görebiliriz. Kuran, varlık alanına çıkarmak istediği insanın öncelikle okumasını ve aydınlanmasını, okuyup yazarak bilgi değerine ulaşmasını ister. Bilgi, iman ve düşünce gibi yüksek değerlerle kişisel donanımını tamamlayan insana bireysel kıyam emrini verir; sonra da bu kıyam emrini kişisel boyuttan toplumsal boyuta yöneltir. Kuran’la ortaya konulan bu yöntem, kendi iç benliğinde gerekli gelişme ve değişmeyi gerçekleştiremeyen kişilerin, başkalarını olumlu yönde etkileyemeyecekleri mesajını verir.
Şu halde, hak davetçisinin insanları doğruya yönlendirebilmesi için, önce kendi iç donanımını tamamlayıp kıvama ermesi, yaşantısını her yönden temiz tutması, dünyacı çıkarları bir tarafa bırakıp ihlasla çalışması, zorluklara karşı da sabırlı olması gerekmektedir. Zaten bunlar, hem mü’min bir kişiliğe sahip olmasının hem de başarının gereğidir. Çünkü İslam, yanlış, kötü ve kirli olan hiçbir şeyi kabul etmez.
İslam daveti ilk başta, barışçı bir yöntem izledi. Çünkü bu dönemde davetin barışçı kalması gerekiyordu. Ancak Kureyş, çeşitli meclislerde Kuran’ı konuşuyor, kimileri bu bir kehânettir, kimileri de sihirdir diyordu. Tabii ki bu söylentiler, Peygamber(as)in çok ağrına gidiyordu. O, evinde giysilerine bürünmüş bir haldeyken bu kez Cebrâil: “Ey örtüye bürünen peygamber! Artık kalk ve uyar!” emrini getirdi. İşte bu çağrıyla, davetin ikinci aşamasına geçildi. Hemen hatırlatalım ki ilk nüzul grubunu oluşturan ayetlerde ağırlıklı olarak ilim ve iman konularının yer aldığı, ikinci nüzul grubundaki ayetlerde ise daha çok ahlâki ve ameli konuların işlendiği görülür.
İlk dönem vahiylerinde, Peygamber(as)’in öncelikli görevinin insanları uyarmak(inzar) olduğu sıkça vurgulanır. Bu uyarma, kimi zaman nesnesi belirtilmeksizin tek başına, kimi zaman da ateş, cehennem, ahiret cezası ve dünya felâketi gibi nesnelere ima edilerek yapılır. Bununla, insanların görüş ve yaşantılarındaki yanlışların düzeltilmesi amaçlanır.
Hz.Muhammed’in, Allah’tan mesajlar aldığını ve kendisinin bir peygamber olduğunu söylemesi, daha ilk günlerden itibaren eleştirilmiş; sonraki günlerde de hem Kuran hem de Peygamber(as) saldırıya uğramıştır. İnkârcılar, Kuran’a “eskilerin masalları”, Peygamber(as)’e de “mecnun” dediler. Ayrıca onlar, Kuran ayetlerini alay konusu yaptılar.
Kuran, muhaliflerinin alaylarını ve eleştirilerini çekincesiz olarak nakleder. Çünkü o, kendisinden emirdir. Ne Kuran “eskilerin masalı” dır, ne de Hz.Muhammed iddia edildiği gibi “mecnun” dur. Bu haksız ve mantıksız iddialar, orta çağ anlayışlarıdır. Bunlar bir yana bırakılmadan gerçeği görmek mümkün değildir.
Cehennemin ondokuz muhafızı vardır; ama bunlar dünya muhafızlarıyla karıştırılmamalıdır. Çünkü bu muhafızlar insan değil melektir. Ondokuz muhafız meleğin anılması, inkârcılar için bir sınavdır.
Kuran’ı yalanlayan, onun ayetlerini alaya alan ve hakkı engellemeye kalkışan inkârcılar, yarın yaptıklarının hesabını mutlaka verirler; Allah’ın adil kararıyla hak ettikleri cezayı görürler.
Samimi mü’min, dünya varlığıyla şımaran, bunu güç ve övünç kaynağı yapan kimselerin engellemelerine aldırmadan Allah yolunda yürümeye devam eder.
Davetçi ve önderlerin; kötülük ve pisliklerden(ahlâki kirlenmişlikten) âri ve beri olmaları; başa kakmadan ve yüze çarpmadan minnetsiz bir hizmet ortaya koymaları; zorluklar ve sorunlar karşısında da sabırlı, metanetli ve cesaretli olmaları şarttır.
Doğru bir hayatın gerekli olduğunu kavrayabilmenin bir şartı da bilincin yenilenmesidir. Şu halde, yeni bir İslami hayatın gerekliliğini idrak edip sürekliliğini sağlamak için, öncelikle bilinç yenilenmesine ihtiyaç vardır.
32-34. Hayır; aya, dönüp gitmekte olan geceye ve ağaran sabaha and olsun ki,
35-37. O sekar (cehennem ateşi), bütün beşer ve sizden öne geçmek yahut geri kalmak isteyen kimseler için büyük uyarılardan biridir.
Uyarıcı Nidanın Sedası
Bu ayetlerde, Allah’ın takdiriyle yürüyen, fakat insanın müşâhede alanına giren varlık ve oluşlardan söz edilir. Sekarın, bir vehim değil, tam aksine insanoğlu için büyük uyarılardan biri olduğu belirtilir.
32-34’ncü ayetlerde kamere, geceye ve sabaha yemin edilir. Kuran’da pek çok yemin bulunmaktadır. Bunlardan bazısında, evrende bulunan kamer, leyl, sema, şems ve necm gibi mühim varlıklara, bazında Allah’ın yüce ismine, bazısında Kuran’a, bazısında da meleklere, kıyamet gününe,ve peygamberlerin zuhur ettikleri yerlere yemin edilir. Bütün bunlardan maksat, söylenen sözün önemine, büyüklüğüne ve kesinliğine dikkat çekip muhatabın zihnini menfi ve muhalif fikirlerden arındırmaktır.
Burada asıl amaç, hayrete ve dikkate değer olayları tefekküre konu yapıp insanı hidayete ulaştırmaktır. Çünkü müşahede alanına giren bu varlık ve oluşlar, insanın sahte bilinçten kurtulup yeniden şuurlanmasına ve onun iman değerine ermesine vesile olabilir.
Ayın değişen evreleri, gece ile gündüzün yer değiştirmeleri, nasıl Allah’ın koyduğu yasaların bir sonucu ise, ölüme inkâr günahıyla yakalanan kimsenin, öteki dünyada azap görmesi de aynı şekilde onun bu dünyada yaptıklarının tabii bir sonucu olacaktır. Bu açık gerçeğe rağmen hâlâ inkârda direnmek, anlamsız ve olumsuz bir tavırdır.
Halbuki 35-36’ncı ayetlerde dile getirilen cehennem gerçeği, insanlığı uyarıcı ve hayret verici büyük işlerden biridir. Çünkü insanın iman değerine erip iyi işler yaparak cennete gitmesi, yahut kendini şerre teslim edip inkârı yüzünden cehennemde kalması, onun iradesiyle iyiyi veya kötüyü seçmesine bağlıdır. Bu yüzden 37’nci ayette, iman yolunda ileri gitmenin ya da geri kalmanın, insanın kendi isteğine ve seçimine bağlı olduğu gayet açık olarak dile getirilmiştir. Demek ki bu ilâhi beyanlarla, uyarıcı nidanın sedası insana duyurulmakta ve ondan iyi olana uyması istenmektedir.
Bu ayetlerde, cahiliyye devrine damgasını vuran şirk karanlığının zevâle yüz tuttuğuna, nübüvvet nurunun ve Kuran güneşinin bütün dünyayı aydınlatmak üzere olduğuna işaret edilmiştir; her sorumlu cana bir an önce iman etmesi gerektiği mesajı verilmiştir.
38. (Hesap Günü) her sorumlu can kendi kazandığının rehini (kefili)dir.
39. Ancak (erdemli olmayı başarıp) defteri sağ tarafından verilenler böyle değildir.
40-41. Onlar Cennetlerdedir; (azap gören) günahkarlara sorarlar:
42. Sizi Cehenneme sürükleyen nedir?
43. (Cehennemde olanlar da) derler ki: Namazı kılanlardan değildik,
44. Yoksulları doyurmazdık,
45. Kendilerini günaha kaptıran (batakçı) larla birlikte günaha dalmıştık,
46. Ceza Günü’nü de yalanlamıştık,
47. Ölüm bize gelinceye kadar (böyle yaptık da ona günahla yakalandık.)
48. Artık onlara şefaatçilerin şefaatı da fayda vermez.
İnsanın Sorumluluğu
38’inci ayet, insanın davranış özgürlüğü ve sorumluluğu ile ilgilidir. Bu ayetin beyanına göre Hesap Günü, her sorumlu can kazancına rehindir; yani onun göreceği karşılık, kazancıyla mütenâsip olacaktır. Bu gerçek, ayetin sonunda yer alan rehine sözcüğü ile ifade edilmiştir. Çünkü rehine sözcüğü, durmak, menetmek, alıkoymak, karşılık ve kefil gibi anlamlar taşıyan r h n kökünün türemiş şeklidir. Rehine kelimesi burada, “her insanın yaptığının kefili, yani yaptıklarından sorumlu olduğu” anlamına gelir.
Eğer insan, iyi çalışıp güzel işler yaparak Allah’a olan borçlarını öderse O’ndan ikram görür ve kendini kurtarır. Aksi halde, eli boş kalır ve hak ettiği cezayı çeker.
Yüce Allah, dilediğini yapar ve her şeye güç yetirir. Ancak O, rastgele iş yapmaz; kendi hikmeti ve adaletiyle koyduğu yasaları ihlâl etmez. Bunun için Allah, insana tanıdığı irade ve özgürlük alanına müdahale etmez. O, ahlâk alanını kişinin özgür irade ve tercihine bırakır. İşte bu yüzden insan, kendi iradesiyle yaptığı davranışlardan sorumludur. İnsanın felâhı veya felaketi, kendi kazancına bağlıdır.
Allah’ın Lütfuna Mazhar olanlar
39’ncu ayette, erdemli olmayı başarıp defteri sağ tarafından verilenler (ashabe’l yemin)in, kazançlarıyla mütenasip bir ecirle kalmayacakları; onların ayrıca Allah’ın fazlına mazhar olacakları belirtilir.
Bu ayette yer alan ve nuzül sırasına göre ilk kez geçen ashâbe’l yemin terkibi, lafzen sağ tarafta olanlar, mecazen de dürüst, erdemli ve cennetlik mü’minler anlamına gelir. Gerek Araplar gerekse bir kısım insanlar, sağ tarafı uğurlu, sol tarafı ise uğursuz sayarlar. Bu yüzden Kuran muhataplarına, iyi insanların, cennetlik mü’minlerin amel defterlerinin sağ tarafından; kötü insanların, cehennemlik kâfirlerin amel defterlerinin de sol tarafından verileceğini bildirmiştir. Şu halde ashâbe’l yemin terkibi, kitabı sağ tarafından verilen ve Allah’ın rızasını kazanıp cennete giren mü’minleri belirtmektedir. Ayrıca bu terkiple, “hiç kazançları olmadan kaderleri yaver kılınmış kimselere”; meselâ, risalete ve nübüvvete mazhar olmuş peygamberlere de işaret edilmiş olabilir. Demek ki yüksek mertebelerin bir çoğu sadece çalışmakla elde edilemez. Peki bu durum, “insana uğrunda çaba gösterdiği dışında bir şey verilmeyecektir; zamanı geldiğinde de kendisine çabasının gerçek anlamı gösterilecek ve sonra ona tam karşılığı verilecektir.”anlamındaki ayetlere ters düşmez mi? Hayır. Çünkü çalışıp kazandığından başkası, insanın hakkı değil, Allah’ın ona bir lütfudur. Burada asıl maksat, çalışıp haketmenin değerini düşürmek değil, sadece çalışmayla erilemeyecek mertebelere, Allah’ın lütfuyla erilebileceğine dikkat çekmektir.
İtirafçı Mücrimler
40-41’inci ayetlerde, sahih iman ve salih amel sahiplerinin cennetlerde bulunacakları; cehennemde azap gören günahkârlara oradan sorular yöneltecekleri haber verilir. İnkârcıların dünyada iken küçük gördükleri mü’minler, Allah’ın lütfu sayesinde şimdi yüce makamlarda bulunurlarken, onları hakir gören inkârcılar tam aksi bir durumda, sefil haldedirler.
42’inci ayette belirtildiği gibi, cennettekiler, cehennemde azap gören inkârcılara şu soruyu yöneltirler: “Sizi cehenneme sürükleyen nedir?”
43-47’inci ayetlerde de, inkârcıların, kendilerine yöneltilen soruya verdikleri cevaplar, yaptıkları uzun itiraflar ve onları cehenneme sokan günahlar dile getirilir. Günahkârlar: “Namaz kılmadıkları, yoksulu doyurmadıkları, boş sözlerle ve beyhude işlerle vakit öldürdükleri, ölünceye kadar ahiret gerçeğini ve cezasını inkâr ettikleri” için cehenneme girdiklerini söylerler. Bu sözlerden, onların Allah’ın emrini tanımadıkları ve kullarına acımadıkları için ateşe sevkedildikleri anlaşılmaktadır.
Namaz, imanın kanıtı, dinin direği ve Allah’a bilinçli kulluğun ifadesidir. Bu yüzden onu inkâr eden kimse küfre düşer, terkeden de cehenneme girer.
Yoksulu doyurup fakirin ihtiyaçlarını karşılamaya gelince bu, hem Allah’a ibadet hem de O’nun kullarına hizmettir. Yoksulları gözetmemek ve doyurmamak ise, imansızlık belirtisidir. Çünkü Allah’a inancı ve saygısı olmayan kişinin, insanlara acıması da olmaz.
Boş sözlerle ve beyhude işlerle ömür tüketmek, günlük hayatta dini hafife almak ve ona değer vermemek anlamına gelir. Halbuki insan, boş lakırdıları ve faydasız işleri bir tarafa bırakıp hayat inançlı, bilinçli, ciddi ve ilkeli biçimde yürümelidir.
Bütün bu günahların temel nedeni ise, “Din Günü”nü yalanlamaktır. “Din Günü”, “yapılan işlerin tam karşılığının verilip görüleceği “ceza günü” anlamına gelir. O gün, bütün iyi ve kötü işler hak ölçüsünden geçerek son tahakkukunu bulur. İnkârcılar, şehvetlerine düşkün ve keyiflerine tabi olduklarından, cezaya ve ceza gününe inanmak-işlerine gelmediği için-hoşlarına gitmez. Bunun için, o günün aslı yoktur derler. Ama ölüme yakalanıp yakayı ele verince ceza gününün gerçek olduğunu anlarlar. Fakat bunun faydası yoktur. Çünkü emir yerini bulmuş, iş bitmiş ve itirafcı mücrimler, layık oldukları ateşe girmişlerdir. Artık onların ateşten kurtulmaları imkansız hale gelmiştir.
Bu ayetlerde, insanı cehenneme götürecek günahlar, cennettekilerle cehennemdekilerin diyaloğu şeklinde dile getirilmiştir. Bundan maksat, inkârcıların ahiretteki vahim durumlarını gözler önüne serip burada yaptıklarından orada pişmanlık duyacaklarını kendilerine hatırlatmak, böylece onları doğru yola sevketmektir. Herkes bilmektedir ki inkâr, insanın ahirete gitmesine değil cennete girmesine engeldir.
Şefaat Konusu
48’inci ayette, inkârcıları cehennem azabından kimsenin kurtaramayacağı haber verilir. Burada, müşrik inancıyla ilgili bir yanlışa değinilir. Müşrikler, Allah katında kendilerine şefaatçi olacağına inandıkları ve kendilerini O’na yaklaştıracağını sandıkları bir takım varlıklara tapıyorlardı. Kuran, Allah’ın izni olmadan kimsenin şefaat edemeyeceğini, cehennemde tutuklu bulunan inkârcılara da hiçbir şefaatçinin yarar sağlayamayacağını belirterek bu yanlış anlayışı reddetmiştir.
Bu ayette yer alan şefaat kelimesi lügatta, teki çift yapmak, bir işi birinin aracılığı ile görmek girişiminde bulunmak ve bir kişinin bağışlanması için af dilemek gibi anlamlar taşıyan ş f a’ kökünün türemiş şeklidir.
İslami bir terim olarak şefaat” “otorite ve yetki sahibi birinden, bir başkasının cezasının kaldırılmasını veya suçunun affedilmesini istemek, yani aracılık etmek” tir. Ayrıca, “ahirette günahkâr mü’minlerin günahlarının affedilmesi, günahı bağışlanmış olanların da daha yüksek derecelere erdirilmeleri için Allah’ın izin verdiği üstün varlıkların, O’nun nezdinde aracılık etmelerine de şefaat denir.
Kuran’a göre şefaat, ahirete ait bir işlem; Allah’ın veya O’nun izin verdiği varlıkların yapacağı bir tasarruftur. Müşrik ve kâfirler, bu tasarrufun dışındadır.
İslam düşünce sisteminde, şefaatle ilgili iki genel görüş vardır. Bunlardan ilki, Mutezile alimlerinin görüşüdür. Bunlar, ilâhi adalete aykırı olduğu gerekçesiyle büyük günah sahiplerine şefaati reddederler.
İkincisi, Ehl-i sünnet alimlerinin görüşüdür. Bunlara göre şefaat haktır; ahirette büyük günah sahiplerine şefaat edilecektir. Başta peygamberler olmak üzere Allah’ın izin verdikleri, O’nun izniyle şefaatte bulunabileceklerdir. Ancak, inkârcılara şefaat edilmeyecektir.
Burada hatıra şöyle bir soru gelebilir: Allah herkesin durumunu bildiğine ve rahmeti de sınırsız olduğuna göre böyle bir aracılığa yani şefaate ne gerek var?
Bu soru ve sorun, “Allah’ın izni” ilkesiyle çözüme kavuşur. Allah Hesap gününün mutlak hakimidir; kimler hakkında kimlerin aracılık yapabileceğine sadece o karar ve izin verir. Allah’ın izni ve rızası olmaksızın kimse şefaat edemez. Bu şartlar altında şefaat, bütünüyle Allah’ın izni, affı ve merhameti çerçevesinde kalmaktadır. O’nun dışında şefaatçilerden söz edilmesi, şefaate izin verdiği varlıkları onurlandırmaya yönelik bir ifade olabilir. Hemen hatırlatalım ki şefaat, Allah’ın kararını ve âdil hükmünü değiştirmeye yönelik bir şey değildir.
Kuran, şefaat konusuna çok önem verir ve onu tevhid ilkesiyle irtibatlandırır. Çünkü müşrikler putlara Allah diye tapmıyorlardı, fakat onları Allah’la kendi aralarında aracılık olarak kabul ediyorlar ve “Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir” diyorlardı. Demek ki hangi isim altında olursa olsun, Allah’tan başkasının insanı azaptan kurtaracağına inanmak; Allah’la kul arasına aracı koymak, isim değiştirmiş şirkten başka bir şey değildir ve bu anlayış tevhide aykırıdır. İşte bu yüzden ayette, tevhidin özüne vurgu yapılmıştır.
Kuran, tam bir açıklıkla şefaat gerçeğini doğrular, bu konuda yetki ve iznin Allah’a ait olduğunu vurgular. Şu halde, Allah’ın izni ve rızası olmaksızın kimseye şefaat edilmez; kimse de kendiliğinden şefaatçisini tayin edemez.
Şefaatin kapsamına girmenin yeter şartı, “Allah’a iman”dır. Çünkü inkârcılara şefaat yoktur. Şefaate nâil olabilmek için de, “Allah’ın izni ve rızası” gerekir. Öyleyse şefaat inkâr edilmemeli, ancak kendiliklerinden şefaat edebilirler diye de bazı insanlar veya varlıklar putlaştırılmamalıdır.
Kuran’da, hesap görüldükten sonra Allah’ın dilediğini bağışlayacağı, dilediğini de cezalandıracağı haber verilir. Orada esas olan, insanın yaptıklarının(amelini) esas alınmasıdır. Bunun için, ahiretteki şefaate güvenip de dünyada dinin gereklerini yerine getirmemek veya gevşek davranmak doğru değildir.
49. Onlara ne oluyor ki öğütten yüz çeviriyorlar.
50-51. Onlar, âdeta aslandan ürküp kaçan merkepler gibiler.
52. Evet, onlardan her biri, kendilerine açık seçik sahifeler (metinler) verilmesini isterler.
53. Ama onlar, asla ahiretten korkmaz (öteki dünyaya inanmaz) lar.
54. Aslında bu (Kuran) bir öğüttür.
55. Dileyen herkes ondan ders alabilir.
56. Fakat Allah dilemedikçe (inkârcılar ondan) öğüt alamazlar; koruyacak da bağışlayacak da O’(dur).
İnkârcıların Gülünç ve Garip Halleri
49’ncu ayette, Kuran’dan yüz çevirmenin anlamsızlığı ve öğütten kaçmakla inkârcıların acı akıbetten kurtaramayacakları belirtilir. Öğütten yüz çevirmek, Kuran’ı inkâr etmek yahut onun doğruluk ve değer ölçülerine göre davranmamak demektir. Aslında bu durum, insanın kendine tanınan kurtuluş imkânından, hak ve hidayetten kaçışı anlamına gelmektedir.
50-51’inci ayetlerde de, öğütten kaçan inkârcıların gülünç ve garip durumları tasvir edilir. Kuran’la verilen nasihati dinlemek istemeyen inkârcılar, aslandan ürküp kaçan yabâni merkeplere benzetilir.
Bu ayetlerde yer alan humur kelimesi, yabani merkepler; müstenfire, ürküp kaçan; kasvere de, zorlu ve zorba anlamına gelir. Ancak dilbilimcilerin çoğu, kasvere sözcüğünün aslan manasına geldiğini belirtmişlerdir.
Yapılan bu tasvirle, Kuran’dan yüz çevirmenin, insanı insan olma vasfından çıkarıp onu olumlu ve asli kimliğinden uzaklaştıracağına dikkat çekiyor: Çünkü haktan kaçıp felâkete koşmak, akıllı ve onurlu insana yakışan bir durum değildir. İnkârcı insanın bu duruma düşmesinin temel nedeni de aklını ve iradesini, haksız arzularının (hevasının) güdümüne terketmesidir.
52-53’üncü ayetler, inkârcıların iç yüzlerini, onların inatçı ve uzlaşmış tutumlarını ortaya koymaktır. Onların hepsi, kendilerine açıklanmış vahiyler, açık seçik metinler verilmesi gerektiğini iddia ederler ve “Bize (kendi gözlerimizle) okuyabileceğimiz bir kitap getirmedikçe inanmayız” derler. Bu haksız talep, içteki hasedi ve menfi bir zihinsel tutumu yansıtmaktadır. Bu olumsuz tutumun ardında ahiretten korkmamak, öteki dünyada günahkârların ceza göreceklerine inançsızlık vardır. Görüldüğü gibi, ahiret gerçeğine inanmayan ve kalplerinde haset besleyen inkârcıların Kuran’dan kaçmaları, hiçbir meşru sebebe dayanmamaktadır. Bu ayetlerde, Kuran’ı kendi emelleri doğrultusunda kullanmak isteyen kötü niyetli kimselere dikkat çekilmektedir.
Allah’ın Dilemesi ve İnsanın Davranışları
54-55’inci ayetlerde, Kuran’ın bir öğüt olduğu ve dileyen her insanın ondan ders alabileceği vurgulanır. Bu Kuran bir öğüttür. Dileyen onun icabına göre hareket edip yola gelir; dileyen de ondan yüz çevirip azabı seçer. Demek ki Kuran’dan öğüt alan hidayete erer, yüz çeviren de sapıklığa düşer. İnsanın, cehennemle sonuçlanacak bir yolculuğa çıkmaması için, bilgi vasıtalarına etkin ve olumlu biçimde kullanması gerekir.
56’ncı ayette, Allah dilemedikçe inkârcıların öğüt alamayacakları; azabından korunulacak ve bağışlayacak tek ilahın Allah olduğu bildirilir. Burada asıl amaç, Peygamber(as)’i teselli etmek, inanmayanları da kınama üslubu ile uyarmaktır.
Bu ayette olduğu gibi, Kuran’da Allah’ın insanla ilgili bazı olayları anlatırken kendini mutlak fâil olarak ifade etmesi, konuyla ilgili diğer ayetlerden kopuk olarak ele alınırsa yanlış anlamalara neden olabilir. Bu tür ifadelerde Allah’ın kendi fiili olarak sahiplendiği şey, insanın özgür iradesiyle başlayan ve sebep-sonuç ilişkisiyle devam eden kanunudur.
Allah, kâinata ve insanlara egemen olduğuna göre kimse O’na rağmen bir şey yapamaz. Ama bu, insanın iradesini ve özgürlüğünü ortadan kaldırmaz. Çünkü Allah, ahlak alanını insanın iradesine ve özgür tercihine bırakmış; gücünü bu yönde kullanmamıştır. Ayrıca insanın iradeli bir varlık olarak yaratılması, yine Allah’ın dilemesiyle olmuştur. Allah rast gele iş yapmaz ve kendi koyduğu kanunu ihlâl etmez.
Kuran’ın bu konudaki ana mesajı şudur: Allah dilerse kâfiri mü’min, mü’mini de kâfir yapmaya güç yetirir. Fakat Allah bu alanı insanın iradesine ve tercihine bırakmıştır. Bu yüzden insan, kendi iradesi ve gücü dahilindeki işlerden; imanı veya inkârı seçmesinden sorumludur. Hiç kimse, asılsız bir kadercilik söylemesiyle, kendisini sorumluluktan kurtaramaz.
Bu ayetin son kısmında Yüce Allah kendini, Ehlu’t takva ve Ehlu’l mağfire olarak nitelemektedir. Kuran’ın tamamında sadece bir kere geçen bu terkip “azabından korkulup korunulacak olan da bağışlayacak olan da O’dur” anlamına gelir.
Rivayete göre, Peygamber(as) bu ayeti okuduktan sonra şöyle buyurmuştur: «Rabbiniz (Allah) diyor ki: “Ben ittika olunmaya (sığınılmaya) layıkım. Öyleyse benimle birlikte başka ilah edinilmesin. Kim bana karşı sorumluluk bilinci içinde davranır da benimle beraber başka ilah edinmezse ben onu bağışlamaya ehilim (onu sadece ben bağışlarım).»
Biz, Ehlu’t takva ve Ehlu’l mağfire vasfına hadis diliyle getirilen bu açıklamayı yeterli buluyor; Yüce Rabbimizden bizleri de koruduğu ve bağışladığı kullarına ilhak etmesini diliyoruz. Çünkü, “koruyacak da mağfiret edecek de O’dur.”
GENEL TESPİTLER
Allah, insanı denemek için yaratmıştır. İnsanın en önemli görevlerinden biri de, Allah’ın ilmini ve kudretini takdir etmesidir. İşte evren bunun için dizayn edilmiş, Allah’ın ilmini ve kudretini sergileyen bir ayet olarak insana sunulmuştur. İlâhi takdire göre gerçekleşen bu düzende, her şey tabii yasalara göre işlemektedir. Allah’ın bu sistemi yaratması boşuna değildir. Bunun nedeni, insanın “Allah’a kulluk” etmesidir.
Allah, akıl ve temyiz gücü verdiği her canlıya sorumluluk yüklemiş, bu sorumluluğun yerine getirilmesi için de sevabı ve cezayı bir teşvik unsuru yapmıştır.
Her insan, iradesiyle yaptığı işlerden sorumludur. Bu yüzden insan yaptığı bütün iyilikleri ve kötülükleri o Gün, karşısında bulur. Görüldüğü gibi insan, yaptıklarının tutsağı olmakta ve onlarla kendi geleceğini kurmaktadır.
Günahkarları cehenneme sürükleyen kötü eylemler(den bazıları) namaz kılmamak, yoksulu doyurmamak, ömrü boş şeylerle geçirmek ve ahiret gerçeğini yalanlamaktır. Halbuki Allah, iyilere cennet vadetmiştir. Ama inkârcıların Allah’a imanları ve güvenleri yoktur. O’ndan başka güvendikleri ise boştur.
Ölüme inkâr ve şirk günahı ile yakalananları, hiçbir şefaatçi azaptan kurtaramaz. Çünkü Kuran ölçüsüne göre yalnız Allah’ın istediği ve razı olduğu işleri yapanlara azap edilmez, onlara cennete girme izni verilir. Bunlar, Allah’a Kuran’ın önerdiği inanç sistemini ve hayat biçimini yaşama sözü verip bu sözlerini yerine getiren samimi mü’minlerdir.
Hesap gününün mutlak hakimi Allah’tır; kimler hakkında kimlerin aracılık yapabileceğine sadece O karar verir. Şefaat, Allah’ın mutlak adalete dayanan yargılamasında O’nun kanaatini değiştirmeye yönelik bir aracılık da değildir.
Kuran’a göre, şefaat izne tâbidir; şefaate nâil olmak için Allah’ın izni ve rızası gerekir. Öyleyse kendiliklerinden şefaat edebilirler diye bazı insanlar veya varlıklar putlaştırılmamalıdır. Hangi isim altında olursa olsun, Allah’tan başkasının insanı azaptan kurtaracağına inanmak, Allah’la insan arasına aracı koymak, isim değiştirilmiş şirkten başka bir şey değildir. İşte bu yüzden Kuran, şefaat konusunu tevhid ilkesiyle irtibatlandırmış; onun tevhide ters düşecek biçimde algılanmasını önlemek istemiştir.
Allah mutlak güç ve irade sahibidir; kimse O’na rağmen bir şey yapamaz. Ancak bu gerçek, insanın iradesini ve özgürlüğünü ortadan kaldırmaz. Çünkü Allah, gücünü bu yönde kullanmamış; ahlak alanını insanın iradesine ve özgür tercihine bırakmıştır. Ayrıca, insanın iradeli ve özgür bir varlık olarak yaratılması, yine Allah’ın dilemesiyle olmuştur.
Allah dilediğini hidayete erdirir, dilediğini de sapıklığa düşürür. O, dilerse mü’mini kâfir, kâfiri de mü’min yapmaya güç yetirir. Ama o, rastgele iş yapmaz ve kendi koyduğu kanunu ihlâl etmez. Allah, inanmayı ve inkâr etmeyi; hidayete ermeyi ve dalaleti seçmeyi insanın iradesine ve tercihine bırakmış, insanı da kendi iradesi ve gücü dahilindeki işlerden sorumlu tutmuştur. Demek ki ilâhi irade yaratıcı ve belirleyicidir, ama zorlayıcı değildir. Bu yüzden insan, Allah’ın dilemesinden değil kendi iradesiyle yaptığı işlerinden sorumludur.
Bazı kimseler, batıl inançlarını, çirkin davranışlarını ve yanlış yaşantılarını meşrulaştırmak için, Kuran’ı kendi emelleri doğrultusunda kullanmak isterler. İnsanlara: “Kuran sizin anladığınız gibi değil bizim düşündüğümüz ve söylediğimiz gibidir” deyip kafa karıştırırlar. Bunun nedeni, insanın söze karıştığı her yerde az yada çok bir sübjektifliğin bulunmasının kaçınılmaz oluşudur.
Kuran bir uyarıdır; dileyen ondan öğüt ve ders alır. Eğer insan, yaşamını Allah’ın buyruklarına göre sürdürürse, özlemini duyduğu sonsuz mutluluğa kavuşur.
Öyleyse yapılacak iş, Allah’a sığınıp Kuran’a yönelmek; İslam’ın buyruk ve yasakları doğrultusunda yaşayıp Allah’ın rızasını kazanmaya çalışmaktır. Çünkü insanı koruyacak olan da günahları bağışlayacak olan da sadece O’dur.