(10/89) FECR SURESİ

MEKKE DÖNEMİ

30 AYET

Fecr suresi, Mekke döneminde ve peygamberliğin ikinci yılında inmiştir. “30 ayet” ten oluşan bu sure adını, ilk ayetinde yer alan ve “tan yerinin ağarma zamanı” anlamına gelen “fecr” kelimesinden almıştır. Nüzul (iniş) sırasına göre 10’uncu; tertip sırasına göre de 89’uncu suredir.

Sure, dört önemli oluşa yeminle başlar. Bu oluşlardan her biri, insan aklına Allah’ın varlığının ve birliğinin ikna edici kanıtı olarak sunulur.

Bundan sonra Âd, Semûd ve Firavun kavimlerinin acı akıbetlerine değinilir. Anılan toplumların, ülkelerinde haddi aştıkları, orada yozlaşmaya ve çürümeye sebep oldukları için, Allah tarafından azap kırbacından geçirildikleri belirtilir. İnsanların, her an Allah’ın gözetimi altında oldukları vurgulanarak zulüm ve bozgunculuk yapanlar uyarılır.

Daha sonra, insan gerçeğine ve onun zayıf karakterine açıklık getirilir. İnsanın, bolluk ve darlıkla denendiği bildirilir. Onun, bolluk zamanında sevinip övündüğü; darlık anında da hayıflandığı dile getirilerek bu durumların kendisi için bir imtihan olduğunu yeterince fark edemediğine dikkat çekilir.

Bu bağlamda, ahlâki bakımdan iyi ve kötüyü bir tarafa iten, üstünlüğü de sadece servete ve mevkiye sahip olmakta gören seküler zihniyetin eleştirisi yapılır. Dünya düşkünü kimselerin, güçsüz olan hak sahiplerini mağdur bıraktıkları, yetime sahip çıkmadıkları, muhtaçları doyurmadıkları, hak ve haram yemekten sakınmadıkları, malı ise pek çok sevdikleri belirtilir.

Daha sonra da, ahiret hayatını ve cezasını hiç hesaba k敮⠠穡拢滽竽⧽朠牥⁩旧楶敲楢楬Ⱳ渠⁥敤戠物礠牡ﵤ整業摥扥汩物楳楮⹺�槧楮摺湥稠汵敭敤汮牥⁥ﱢﱹ楢⁲穡灡琠瑡ﵴ慲慣ﷰⅺ•⼼㹉⼼但呎⠾㔲䘯牵慫Ɱㄠⴷ㤱㰩倯ാ㰊⁐䱁䝉㵎䨢单䥔奆㸢⼼㹐਍䤼㰾⁐䱁䝉㵎䨢单䥔奆㸢⠢效慳汰牡䘼乏⁔䅆䕃∽楔敭⁳敎⁷潒慭≮﴾朠狶泼烼⤠�⃾楢楴楲楬据ⱥ︠祥慴楤敹散楫›�烼敨楳⁺汁慬⁨楳敺朠牥旧汯湡⃽慶摡攠瑴Ⱪ戠湥搠⁥楳敺瘠慡⁤瑥楴浡ⱡ猠穩⁥慹慬据⃽﷧瑫淽‮慚整敢楮楳敺欠牡﷾戠物朠揼淼礠歯畴‮敂Ɱ猠摡捥⁥楳楺⠠湩慲
懧ﷰ摲淽‬楳⁺敤戠湥浩搠盢瑥浩⁥敨敭潫瓾湵穵‮⁏慨摬⁥敢atmadan, günlerini gün eden inkârcılara bir gün, mahkeme kurulacağı ve kendilerine yaptıklarının hesabının mutlaka sorulacağı hatırlatılır. Ahiret gerçeğini inkâr edenlerin ise o zaman “Keşke dünyada bugün için bir şeyler hazırlasaydık.” deyip pişmanlık duyacakları; fakat bu pişmanlığın onları acı azaptan kurtaramayacağı haber verilir.

Sure, Kuran’ın talimatlarına uyan ve bununla mutmain olan mümin benliğin, ilâhi rızaya ereceğini ve cennete gireceğini müjdeleyen ayetlerle son bulur.

 



 

Rahmân ve Rahim Allah’ın Adıyla

 

1. And olsun fecre,

2. On geceye,

3. Çifte ve teke,

4. Gitmekte olan geceye.

5. Bunların her birinde, akıl sahibi için bir kasem (Allah’ın varlığının ve birliğinin ikna edici bir kanıtı) yok mudur?

 

Derin Anlamlı Kâinat Tabloları

Surenin giriş kısmını oluşturan bu ayetlerde, derin anlamlı kâinat tablolarına yer verilir. Bunlardan her birinin, akıl ve idrak sahibi insanları ikna edici kanıtlar olduğu belirtilir.

1’inci ayette yer alan ve sureye ad olan “fecr” kelimesi, Türkçede “şafak” anlamına gelir. Gecenin karanlığı ile gündüzün aydınlığı arasındaki sabahın ilk beyazlığına ve seher vakti dediğimiz tan yerinin ağarmaya başladığı zamana “fecr” denir. Bu kavram, cihanın karanlıktan aydınlığa geçmek üzere olduğu en mutlu anı, uykuya dalmış canlıların uyanmaya başladığı zamanı ifade ettiği ve bu uyanış bir çeşit yeniden dirilmeye benzediği için, yüce Allah fecre and içerek onun değerine dikkat çekmiştir.

Gerçekten de seher vakti dediğimiz tan yerinin ağarma zamanı, hayatın nefesini kolayca aldığsaatlerde insan ruhu, ulvi olan her şeyle ilgi kurabileceği yüksek bir algı ve duyarlılık düzeyine erişir. Bunun için “fecr” kelimesi hem Allah’ın bahşettiği aydınlığın, insanın kendi ruhunda meydana getirdiği ışımayı ve onun ruhi uyanışını sembolize eder hem de cihanı kaplamış olan karanlığın, Kuran nuruyla aydınlanmaya başladığına dikkat çeker.

2’nci ayette “on geceye” yemin edilir. Bu “on gece” “Zilhicce ayının ilk on gecesidir.” diyenler olduğu gibi, “muharremin on gecesi” yahut “ramazanın ilk” veya “son on gecesi”dir diyenler de vardır. Ancak ayette yer alan “leyâl” kelimesi nekre (belirsiz) olduğundan, burada belli bir on geceye değil, bunların her birine; belki de her ayın ilk on gecesine işaret edilmiş olabilir. Ama, fecr kelimesi mecazen, “aydınlığı, sıhhati, sevinci ve mutluluğu” da ifade ettiği için, burada bayram öncesi on gece, diğerlerine göre daha da bir önem kazanır.

Hangisi olursa olsun ayetin asıl maksadı, sonunda bir başarı, neşe, rahatlama ve dolayısıyla bir bayrama erme durumu ortaya çıkan gayret ve ibadet saatlerinin kıymetine; bunları gaflet ve isyan ile geçirenlerin de uğrayacakları zarara dikkat çekmektir.

3’ncü ayette de, teke ve çifte yemin edilerek, Allah’ın birliğine ve benzersizliğine karşılık, yaratılanların çokluğuna dikkat çekilmiştir. Bu ayetteki “şef” kelimesi “çift”, “vetr (vitr)” kelimesi de “tek” veya “bir” anlamına gelir.

Burada, “çift” ve “tek” ile ne kastedildiği konusunda farklı yorumlar vardır. Bunların en önemlilerini şu şekilde sıralamak mümkündür.

Şef’, yaratıklar; Vetr(vitr), Allah’tır.

Kurban bayramının ilk günü şef’; arefe günü de vetr’dir.

İki rekatlı namazlar şef’; tek rekatlı namazlar ise vetr’dir.

Şef’, Havva; Vetr, Âdem’dir.

Bunlardan birinci yorumun, daha genel ve isabetli olduğu söylenebilir. Ancak namazla ilgili yorumun da, buradaki umumi havaya uygun düştüğü göz ardı edilmemelidir. Çünkü seçkin geceleri ve parlak fecirleri ibadet bilinciyle yaşayıp feyz almanın ve huzura ermenin bir yolu da, namazdır.

4’ncü ayette ise, gecenin yürüyüp gitmesiyle aydınlığın gelmesi zamanına yemin edilir. Geceyi, kâinat içersinde gelip geçen canlı bir varlık gibi tasvir eden bu ifadeler, kuru bir lafız değil; tam aksine mümin kalbin ihtiyaç duyduğu ve sevdiği manalı dokunuşlardır. Zira burada, insanın Allah bilincine ulaşmasıyla birlikte ruhsal karanlığın ortadan kalkacağına; İslam şafağının atmasıyla da cahiliyye karanlığının yok olacağına işaret edilmiştir.

5’inci ayette de, ispat sadedindeki şu suale yer verilir: “Bunların her birin de akıl sahibi için bir kasem; Allah’ın varlığının ve birliğinin ikna edici bir kanıtı yok mudur?”

Bu soru ispat sadedindedir. Yani, “Elbette bu sayılanlarda akıllı insan için, Allah’ın varlığını ve birliğini, O’nun sonsuz kudretini gösteren kanıtlar var.” demektir. Çünkü akıl sahibi her insan, bu olaylardan onları yaratan, bütün bu değişikleri yapıp idare eden bir Rabb’in var olduğu sonucuna ulaşabilir.

Bu ayette yer alan ve sözlükte, “men etmek, alıkoymak” gibi manalar taşıyan “hicr” kelimesi, “akıl” anlamına da gelir. İnsanı kötü şeylerden alıkoyduğu için, “akıla” hicr ismi de verilir. Bu ayetteki “zi-hicr” terkibi ise, “tam akıl sahibi” demektir.

Bu pasajı oluşturan ayetlerde önemli oluşlara yemin edilmiş, sözün daha etkili olması için de, bu yeminin cevabı terk edilmiştir. Dolayısıyla burada verilmek istenen esas mesaj şudur: “Bu sayılanlara and olsun ki, Rabb’in inkârcıları mutlaka cezalandıracaktır.”

Bu yüzden açıklamasını yaptığımız 5’inci ayet, “Allah’ın eski zalimleri nasıl cezalandırdığı ortadadır. Artık akıllı kişiye bunu ispat için yemine gerek var mı?” şeklinde de manalandırılmıştır.

 

 

 

6-10. (Ey Muhammed!) Rabb’inin Âd kavmine, beldeler içinde bir benzeri inşa edilmemiş çok sütunlu İrem halkına, vadi(ler)de kayaları oymuş olan Semûd’a ve kazıkların (sarsılmaz bir saltanatın) sahibi olan Firavun’a ne yaptığını görmedin mi?

11-12. Onlar, memleketler(in) de taşkınlık etmişler ve oralarda bozgunculuğu çoğaltmışlardı.

13. İşte bu yüzden Rabb’in onları azap kırbacından geçirdi.

14. Çünkü Rabb’in, sürekli gözetleyip durmaktadır.

 

Azgın Toplumların Acı Akıbeti

Bu pasajı oluşturan ayetlerde, Allah’ın elçilerini yalanlamış bazı eski kavimlerin niçin helak edildikleri anlatılır. Soru tarzında gelen bir hitap ile, yeryüzünün en azgın güçlerinin acı akıbetine dikkat çekilir.

Önce, Âd kavminin başına gelenlere temas edilir. Hûd(as)’un mensup olduğu Âd kavmi, Kuran’da “Âd el-ûla (ilk Âd)” ve “Âd-İrem (İrem Âd’ı)” olarak zikredilir. Kuran’daki bu “İrem” ifadesi, Âd kavminin kimliğini tespit etmek isteyenlerce bir ipucu olarak değerlendirilmiştir. Bir kısım tarihçilere göre İrem, “Aram”dan gelme bir kelimedir. Dolayısıyla Âd kavmi, Aramiler’dendir. İrem de, Âd kavminin dedesidir. Diğer bir grup tarihçi de İrem’i, Âd kavminin yaşadığı yerin (kentin) adı olarak değerlendirmiştir.

Genel kabule göre Âd, Ahkaf adıyla bilinen ve Umman ile Hadramevt (Hadramut) arasında yer alan geniş çöl bölgesinde yaşamış; büyük nüfus ve iktidarıyla tanınmış bir kavimdir. Gerçekten de 7’nci ayette geçen ve “direkler, sütunlar sahibi” anlamına gelen “Zâtü’l-imâd” terkibi, hem Âd kavminin çok güçlü kimseler olduğuna, hem de onların oturduğu İrem kentinin benzersiz güzelliğine işaret eder. Zaten İrem kenti, surları ve bahçeleriyle güzellik numunesi olarak dillere destan olmuş; “Bağ-ı İrem” deyişiyle de şöhret bulmuştur.

Peygamberlerini yalanlayan bu güçlü ve azgın kavim, yedi gece sekiz gün esen, önünde durulmaz bir kasırgayla yok edilmiştir. Âd kavmi, İslâm’ın zuhurundan asırlarca önce, tarih sahnesinden çekilmiş olmasına rağmen, onların hatırası Arap geleneğinde hep canlı kalmıştır. İşte bu yüzden Kuran, mesajını daha anlaşılır kılmak için, muhataplarının çok iyi bildiği kıssaları seçmiştir.

Bu ayetlerde, azgınlığı sebebiyle acı akıbete uğradığı belirtilen kavimlerden biri de Semûd’dur. Salih(a.s)’in kendilerine peygamber olarak gönderildiği Semûd, Âd’dan sonra gelen en eski Arap kavmidir. Bir grup tarihçiye göre Semûd, Âd kavminin devamı olup Yemen’de ortaya çıkmış, daha sonra da Himyeriler tarafından kuzeye sürülmüşlerdir.

Genel kabule göre Semûd kavmi, Hicaz-Şam arasında el-Hicr’den başlayıp Vadi’l-Kurâ’ya kadar uzanan bölgede yaşamıştır. Kuran’da Semûd kavminin yaşadığı yerle ilgili en önemli ip ucu, “ashabu’l hicr” terkibidir. Bu terkip, onların oturdukları yerin kayalık bir vâdi olduğuna işaret eder. “Dağlarda hep böyle ustalıkla evler yontabileceğinizi (mi sanıyordunuz?)” anlamındaki ayette, bu gerçeği destekler. Kaynaklarda da bu kavmin, Vadi’l-Kurâ’da tamamı taştan bin yedi yüz şehir yaptıkları, oldukça yüksek bir uygarlığa ve dünyevi güce sahip oldukları rivayet edilir.

Peygamberlerini yalanlayan bu kavmi de azap kıskıvrak yakaladı; onlar, dehşet verici bir gürültü ve sallantı sonucu, oldukları yere cansız seriliverdiler.

Bu pasajı oluşturan ayetlerde, yeryüzünün azgın ve lanetli güçlerinden biri olan Firavun’un da, aynı acı akıbete uğradığı bildirilir. Genelde, Mısır krallarının ünvanı olarak kullanılan firavun kelimesi, Kuran’da sadece Hz.Musâ dönemindeki kralı ifade eder. Kuran Firavun’u, Hz.Musâ’ya karşı çıkan, büyüklük taslayan, ilahlık iddiasında bulunan, halkını küçümseyip zayıfları ezen ve gerçeklere sırt çeviren bir kral olarak tanıtır.

Konuyla ilgili ayetlerin bir kısmında Firavun, tek başına değil, erkanıyla birlikte anılır. Bu da onun tek kişi olmaktan ziyade sembol bir isim olduğunu gösterir. Çünkü Firavun ve erkanı, insanlık tarihinde zalim gücü ve zihniyeti temsil etmektedir. Bu yüzden Firavun, 10’uncu ayette “zi’l evtâd” olarak anılmıştır. “Kazıklar sahibi” anlamına gelen bu terkibin, onun sarsılmaz saltanatına, yaptığı işkencelere ve yaptırdığı dağlar gibi yüksek binalara (piramitlere) işaret ettiği belirtilir.

Firavun ve avanesi de Allah’ın elçisini dinlemeyip inatla isyana devam ettikleri için, bir çok kez uyarıldıktan sonra suda boğularak cezalandırılmışlardır.

Kuran’da pek çok eski kavmin helâk oluş hikâyesine ve azap ile yok etmenin çeşitli örneklerine yer verilir. Mahiyetleri tam olarak bilinmese de bu acı olayların, insanların toptan helâkine yol açan afetler şeklinde gerçekleştiği söylenebilir.

İnsanlık tarihi, Allah tarafından konulmuş bir takım yasalara(sünnetullaha) göre işler. Bu yüzden Allah’ın tarih içindeki davranış tarzı, belirsiz değildir. Çünkü Yüce Allah, hangi durumlarda nasıl davranacağını insanlara açıkça bildirmiş; kendilerine ayrıcalıklı davranılması beklentisi içinde olanlara da Allah’ın sünnetinde(davranış tarzında ve varlığa egemen kıldığı yasalarında) bir değişme olmayacağını belirtmiştir. Demek ki helâk, sebepsiz yere değil, tam aksine ahlaki kurallara bağlı, sünnetullah’a da uygun olarak gerçekleşmektedir.

Bu yüzden Kuran, toplumların helakini hazırlayan temel sebeplere de açıklık getirir. Bunlardan en önemlileri 11-12’nci ayetlerde dile getirilen “azgınlık” ve “bozgunculuk” tur. Çünkü azgınlığın sonu bozgundur. Gerçekten de Ad, Semûd ve Firavun örneklerinde görüldüğü gibi helâk olan toplumlardan her biri, arzularına uymuş, kuvvetlerine aldanmış, ülkelerinde hak ve adalet sınırlarını aşmış, düzeni ve güzel ahlakı bozmuşlar, sonra da kendileri bozguna uğrayıp yok olmuşlardır.

12’nci ayette yer alan ve nüzul sırasına göre ilk kez burada geçen “fesad” kelimesi, sözlükte “bozulmak, çürümek, sağduyudan sapmak, zulüm, düzensizlik, kuraklık ve kıtlık” gibi anlamlar taşıyan “f s d” kökünün türemiş şeklidir. Bu kök, çeşitli kullanım biçimleriyle Kuran’ın tamamında “elli” kez geçer, “Fesad” şekli ise, “on bir” ayette yer alır.

“İtidal çizgisinden uzaklaşıp bozulmaya,” yahut “bir şeyin, istikametinden saparak yararlı halinden çıkmasına” fesad denir. Ayrıca, “herhangi bir şeyi veya mali değeri faydalanılabilecek halden çıkarmak, başta inkâr olmak üzere isyan niteliği taşıyan davranışlarda bulunmak, Allah’a isyanla nefsi mahvetmek” de fesaddır. Fesadın karşıtı salah(düzelme), ifsadın(bozmanın) karşıtı da ıslah(iyileştirme ve düzeltme)tır.

Kuran’da fesat kelimesi genel olarak “Allah’ın belli bir ölçüye göre yaratıp öylece sürmesini dilediği fıtri ve evrensel düzenin herhangi bir şekilde bozulmasını, bir biçimde kargaşaya sürüklenmesini” ifade eder. İlave edelim ki fesat ve ifsat, yalnızca İlâhi iradeye uygun olan düzen, denge ve kuralların bozuluşunu değil, yerleşik düzeni bozucu bir tehdit unsurunu da içerir.

Kuran, Allah’ın yeryüzünde hakim kılmak istediği yaşama biçimine karşı çıkan girişimleri, bozgunculuk sayar; bu girişimcileri de gerçek bozguncular olarak nitelendirir. Ayrıca tartıyı eksik kullanmak, ekini ve nesli helâk etmek, akrabalık bağını koparmak gibi ahlâki kötülükleri de fesad kavramının kapsamı içinde değerlendirir.

Kuran, öncelikle kozmik düzenin tevhid ilkesine dayandığını, bu ilkenin olmaması halinde göklerin ve yerin kesinlikle fesada uğrayacaklarını haber verir. Kuran’a göre, fesadın her türü, insanın eseridir. Fesadın temelinde de, insanın maddi ve manevi değerleri, kendi çıkarları uğruna alt üst etmesi yatmaktadır.

Yeryüzünde fesad çıkarmak ise, savaşı ve fitneleri kışkırtarak kan dökülmesine yol açmak, insanları Allah’a inanmaktan ve hak dine bağlanmaktan ayırmak, geçim kaynaklarını yok ederek ekonomik buhranlara yol açmak, nesillerin geleceklerini maddi ve manevi açıdan mahvetmektir.

Fesatçılar, cana, mala inanca ve ırza saldırarak, yahut tarım ürünlerini ve insan neslini bozmaya teşebbüs ederek ilâhi düzeni ve halkın dirliğini ihlâle kalkışırlar. Alçakça tutumları ile de güzel ahlakı bozarlar ve berrak fikirleri bulandırırlar.

Kuran’ın fesat ve ifsatla ilgili tasvirleri, Allah’ın dinine düşman olan, yeryüzünün çeşitli bölgelerinde haksız savaşlara ve zalimce uygulamalara yol açan, nesillerin ve asırların birikimini yok eden, ekonomik hayatı felce uğratan, bozguncu fikir ve duygularla kitlelerin manevi dünyalarını, genel ahlak ve hukuk ölçülerini tahrip eden sapık ideolojilerin ve azgın güçlerin müfsit karakterini belirgin biçimde ortaya koyar.

Kuran’ın bu açık ifadelerine rağmen, inkârcı ve bozguncu güçler, hâlâ insanlığa “Biz ıslah edicileriz” iddiasında bulunanlarca kurtuluş reçetesi olarak sunulmaya çalışılmaktadır. Halbuki Kuran, İlâhi ölçüleri doğrudan veya kapalı biçimde inkâr eden, Allah’ın yeryüzünde hakim kılmak istediği yaşama biçimine karşı çıkan girişimleri bozgunculuk saymakta; düzeltme ve iyileştirmeden yana olduklarını iddia etmelerine rağmen bu girişim sahiplerini de bozguncular olarak nitelemektedir.

Sözde ıslah edici ama fiiliyatta bozguncu olan bu girişimlerin, insanlara kurtuluş reçetesi gibi sunulmasına rağmen, her geçen gün yeryüzündeki buhran ve fesadın giderek artması, Kuran’ın tespitinin ne kadar doğru olduğunu ortaya koymaktadır.

“Tabii dengenin, sosyal düzenin ve ahlaki yapının bozulması” anlamına gelen fesadın, insan hayatını kaosa sürükleyip karartacağı; kitleleri de lanet ve azabın kucağına iteceği hiçbir zaman unutulmamalıdır.

İşte, 13-14’ncü ayetlerde Allah’ın, peygamberleri yalanlamış, insanlara haksızlık etmiş, adaleti yıkmış, dünyanın dirlik ve düzenini bozmuş kavimlerin hepsini cezalandırdığı, onları azap kırbacından geçirip helâk ettiği haber verilerek bu gerçeğe dikkat çekilmiştir. Çünkü Allah, kişi ve toplumların hareketlerini gözetler, zamanı gelince de, bozguncuları cezalandırarak yeryüzünü bozgundan temizler.

14’ncü ayetteki “Mirsâd” kelimesi, “gözetmek ve ortaya koymak” gibi anlamlar taşıyan “r s d” kökünün türemiş şeklidir. “Mirsâd” kelimesi bu ayette “gözetleme yeri ve gözetleme noktası” anlamına gelir. Bu sözde, istiare-i temsiliyye vardır. Bununla, insanları yaratan Allah’ın, bir gözetleyici gibi onları her an ve her durumda gözetip durduğu anlatılmak istenmiştir. Allah her şeyi görür, hiçbir şeyi kaçırmaz; zamanı gelince, herkese yaptığı işe göre tam karşılığını verir. Öyleyse mü’min benliğin zihni uyanık, gönlü rahat, huzuru da tam olsun.

Kuran, helak olmuş toplumların kıssalarını, ayrıntıya girmeden ana çizgileriyle anlatır. Bu durum, Kuran’ın muhataplarının, anılan kıssalardan haberdar olduklarını gösterir. Kuran’ın bu kıssalara yer vermedeki amacı, insanlara bildikleri gerçekleri hatırlatıp onları ibret almaya ve hayatı doğru yaşamaya sevk etmektir. Çünkü insan, tabiat itibariyle kıssadan hoşlanır. Bir de duyduğu ve bildiği gerçekler insana yerinde ve zamanında hatırlatılırsa bu hatırlatma, ona çok etkili olur.

İşte bunun için Kuran, kötü işlerin kişi ve toplumların helâkine; iyi işlerin de dünya ve ahiret saadetine sebep olacağı gerçeğini, uzun ve soyut cümlelerle değil, yaşanmış olaylarla anlatma yoluna gitmiştir. Gaye, tarihi olayları ayrıntılı biçimde anlatmak değil, insanlara bildikleri ve duydukları gerçekleri hatırlatıp öğüt vermek ve uyarıda bulunmaktır.

 

 

15. İnsana gelince, ne zaman Rabb’i onu cömertliğiyle ve hoşnut olacağı nimetlerle imtihan ederse o vakit: “Rabb’im bana ikram etti(O,bana karşı ne kadar cömertmiş!) der.”

16. Ama, rızkını daraltarak onu denediği zaman da: “Rabb’im beni küçük düşürüyor” diye yakınır.

 

Nankör İnsan Örneği

Allah’a karşı nankörlük tavrının işlendiği bu ayetlerde, nankör insan örneğine değinilir. Zayıf yaratılışlı insanın, Rabb’inin nimet sınavına sevinirken darlık sınavı karşısında üzüldüğü ve gücendiği bildirilir. Ayrıca, bolluk ve darlık durumlarının, insan için bir sınav olduğuna işaret edilir.

Ayetlerden anlaşıldığına göre nankör insan, Allah’ın lütfunu kendi hakkı gibi gören, sadece bu dünyayı ve kendisine fayda sağlayan dünyacı değerleri düşünen, ahiret gerçeğini yok sayan, refah yokluğunu ve kaybını da bir imtihan olarak değil, İlâhi adaletsizliğin göstergesiymiş gibi değerlendirip Allah’ın varlığını inkâra kadar giden bir tiptir.

Nankör insan, kendisine nimet, mevki ve servet verilince çok sevinir; kendisinin üstün bir kişi olduğunu sanır. Bundan dolayı da başkalarına karşı malıyla övünür ve böbürlenir. Fakat Allah, onun rızkını kısıp bazı nimetlerden onu mahrum bırakıverince de “Rabbim beni küçük düşürdü” diyerek gücenir ve sızlanmaya başlar; Allah’ın takdirine itiraz eder. O, nimetin az veya çok verilmesinin, kendisi için bir imtihan olduğunu, hayatın baştan sona bir imtihandan ibaret bulunduğunu düşünmez. Oysa insanın değeri, mal ve mevkiyle değil, güzel ahlak ve takva ile ölçülüdür.

Varlıkta ve darlıkta Allah’ın buyruklarına uyan, hayatı doğru yaşayıp dürüst davranan, başkalarını düşünüp bencillik etmeyen insanlar, Allah katında makbul ve üstündür. Öyleyse insan, hakkına razı olmalı, bencil davranmamalı, başkalarını da düşünüp hayata olumlu katkıda bulunmalıdır. Çünkü Allah, insanların dünya ve ahiret için yaptıkları çalışmaları gözetir. Bu durumda insanın da Rabb’inin rızasını gözeterek çalışması gerekir. Ama gafil ve nankör insan, böyle yapmaz; o, hep dünya çıkarlarını gözetir. İleride, büyük felâketlere düşebileceğini ve asıl ikramın ahirette olacağını hiç hesaba katmaz. Bu yüzden de dünyada taşkınlık edip fesada dalar; sonunda da hüsrana uğrar.

Rızık az da olsa, insan yine şükretmesini bilmelidir. Zira azın kıymetini bilmeyen çoğun kıymetini bilemeyecektir.

İnsan, Allah’ın ölçüsüne uymadıkça takdirinde yanılabilir. Bolluk da darlık da insan için üstünlük veya hakirlik ölçüsü değil, sadece bir imtihan vesilesidir. Çünkü Allah, denemek için hem verir hem de alır. İnsan için önemli olan, bu denemenin neticesidir. Öyleyse insan, refah içinde de olsa darda da kalsa, hep imtihanın sonunu düşünerek doğru bir kulluk tavrı sergilemeye çalışmalıdır.

 

17. Hayır hayır, doğrusu siz yetime cömert davranmıyorsunuz.

18. Birbirinizi, muhtaçları doyurmaya teşvik de etmiyorsunuz.

19. Ama mirası, hak gözetmeden aç gözlülükle yiyip bitiriyorsunuz.

20. Malı da sınırsız bir sevgiyle (yığmacasına) seviniyorsunuz.

Cimrilik ve Bencillik

Bu pasajı oluşturan ayetlerde, cimrilik ve bencillik kınanır. Mevki ve servet sahibi olup başkalarını hiç düşünmeyen, insanları sömürüp köle gibi kullanmak isteyen kimselerin, helakı hak etmiş zalim toplumlar gibi davranmış olacakları ve aynı acı akıbete uğrayabilecekleri uyarısında bulunulur. Ayrıca, Allah’tan hep ikram bekleyip başkalarına hiç ikram etmeyen insanlara, üzerlerine düşen görevleri yapmadıkları hatırlatılır.

Cimri ve bencil kişiler, Allah’ın kendilerine çok ikram etmesini beklerler, ama kendileri yoksul ve muhtaçlara hiç ikram etmezler. Yetimi gözetip fakiri doyurmazlar. Buna karşılık, kendileri servete sahip olmak için nereden geldiğine bakmadan, helâl ve haram demeden, hak ve hukuk gözetmeden büyük bir iştahla mal toplamaya çalışırlar. Onlar, muhtaçlara vermeyi değil, kendileri için mal yığmayı severler.

17’nci ayette yer alan ve nüzul sırasına göre ilk kez burada geçen “yetim” kelimesi, “tek başına kalmak, yalnız ve çaresiz olmak” gibi anlamlar taşıyan “y t m” kökünün türemiş şeklidir. Bu kelime, “çocuğun, babasından, küçük canlının da annesinden yoksun kalmasını” ifade eder. Bunun için, “babası vefat etmiş oğlan ve kız çocuğuna” yetim denir. Hukuka göre yetimlik, çocuk buluğ çağına erince sona erer.

Yetim en acılı, içli ve yalnız bir varlık olduğundan yüce Allah ona ikram etmeyi, ihsan ile muameleyi gerekli görmüştür.

İkram, inanan insanın, bir başkasına, karşılığında dünyevi hiçbir şey beklemeden sırf merhamet ve sevgi saikiyle sunduğu her şey, yaptığı her türlü yardımdır. İkram, kişiyi cimrilikten kurtarır, malı da bencil tasarrufların yol açabileceği kirlilikten arındırır.

İnkârcı tipin en belirgin vasfı, yetimi itip kakmak, nankörlüğün en bariz belirtisi de ona ikramda bulunmamaktır. Buna karşılık, kâmil insan ve imanın belirtisi ise, yetimi ve yoksulu yedirip doyurmak, himayeye muhtaç olan kimseleri derin bir sevgiyle korumaktır.

Kuran, yetim malına el sürmeyi yasaklar, yetim malı yiyenlerin karınlarına ateş dolduracakları uyarısında bulunur. Peygamber(as)’in de, üzerinde titreyerek durduğu konuların başında, yetim hakları gelir. Nitekim O, bir hadisinde, “yetime arka çıkanın, kendisiyle cennette yan yana olacağını” müjdelemiştir.

18’inci ayette yer alan “miskin” kelimesi ise, “durmak, susmak, sakin olmak ve fakir düşmek” gibi anlamlar taşıyan “s k n” kökünün türemiş şeklidir. Geçim için yeterli imkâna sahip bulunmayan, maddi destek ve yardımı gerektirecek kadar da ihtiyaç sahibi içinde olan kimseye “miskin” denir.

19’uncu ayette yer alan “türâs” kelimesinin aslı, “mirâs” anlamına gelen “vürâs”tır. “Lemm” kelimesi de burada, “helal haram demeden, iyisine kötüsüne bakmadan mal toplamak” anlamına gelmektedir.

Demek ki, yetim ve diğer mağdur insanların korunduğu ve saygı gördüğü bir toplum, Kuran’ın istediği, Peygamber(as)’in de gösterdiği yolda yürüyen bir toplum olarak görülebilir.

Bu ayetlerde, seküler insanın mala olan aşırı tutkusu, bencil ve cimri tavrı ortaya konulur. İman ile olgunlaşmayan insan, sadece dünya çıkarlarını düşünür. Çünkü ona göre ne varsa bu dünyada vardır, ötesi yoktur ve boştur. İşte bu yüzden seküler insan, yetimi korumaz, yoksulu doyurmaz, imtihanda başarılı olmak ve Allah’ın rızasını kazanmak için de çalışmaz.

 

 

 

21-22 . Yeryüzü art arda sarsılıp parçalandığı ve Rabb’in(in emri) gelip melekler saf saf oldukları zaman,

23. İşte o gün, cehennem(göz önüne) getirilir, insan da o gün (yaptığı ve yapamadığı her şeyi) hatırlar; ama bu hatırlamanın ona ne faydası olacak?

24. O, “Âh ne olurdu keşke bu hayatım için önceden bir şeyler yapsaymışım” der.

25. Artık o gün, hiç kimse Allah’ın (günahkâra) verdiği azap gibi azap veremez.

26. Hiç kimse de O’nun vuracağı bağı vuramaz.

 

Faydasız Pişmanlık

Bu ayetlerde, insanı kötü davranışlardan alıkoymak amacıyla ahiretteki yargılama sahnesinden bir kesit sunulur. Hesap gününde yerin art arda sarsılacağı, Allah’ın emriyle Yüce Divan’ın kurulacağı, cehennem denilen ceza evinin, gözler önüne getirileceği, dünyada bencillik edip mala ve mevkiye sarılan zalim insanın, iş işten geçmiş olduktan sonra gerçeği anlayacağı, “Ah, keşke bu hayatım için dünyada iyi işler yapıp göndermiş olsaydım!” deyip derin bir pişmanlık duyacağı; fakat bu pişmanlığın kendisine hiçbir fayda sağlayamayacağı, sonunda onun, zincirlere bağlanıp şiddetli azaba atılacağı haber verilir. Burada amaçlanan şey, insanı dünya hayatında hayırda yarışmaya ve güzel işler yapmaya sevk etmektir.

21’inci ayetin beyanına göre Hesap Günü arefesinde yeryüzü art arda sarsılıp parçalanır. Bu ayetteki “dekk” kelimesi, “duvar ve dağ” gibi yüksek şeyleri çarpıp bir hurda yığını haline getirmek, veya un ufak etmek” anlamlarına gelir. Bu olayın, dağları yerle bir eden ve peş peşe gelen iki depremle gerçekleşeceği Kuran’da şöyle belirtilir: «O gün, şiddetli bir sarsıntı dünyayı sarsar; ardından daha büyük bir sarsıntı gelir.» «İşte o zaman Rabb’in dağları toza toprağa çevirip savuracak, yeri dümdüz çıplak bir hale getirecek, öyle ki orada ne kıvrım ne de bir tümsek göreceksin.» Görüldüğü gibi o gün yeryüzü, peş peşe gelen şiddetli sarsıntılarla toz duman haline gelecek ve düzlenecektir.

22’nci ayette, “Rabb’in gelişinden” maksadın, “O’nun emrinin gelmesi, hükmünün tezahür etmesi” yahut “Allah’ın yaratılmışlara görünmesi” olduğu söylenmiştir. Oysa bu tür ayetler, mana âlemindeki oluşları insanların kavrayış alanına yaklaştıran ve mecazi anlam taşıyan ifadelerdir. O âlemin gerçek mahiyetini sadece Allah bilir. Burada, yüce mahkemenin hakimi olan Allah, tahtına doğru gelen bir kralın durumuna benzetilerek O’nun sınırsız kudreti ve hükmünün tezahürü, temsil yoluyla insanlara anlatılmak istenmiştir.

23’üncü ayette de, o gün cehennemin göz önüne getirilip konacağı, insanın yaptığı ve yapamadığı her şeyi hatırlayacağı, ama bu hatırlamanın ona bir fayda sağlamayacağı bildirilir. Çünkü artık iş işten geçmiş, geri dönüp iyi bir iş yapma ihtimali kalmamıştır. Bu pişmanlıktan sonra inkârcı ve gafil insan, azabın şiddetini ve zararını görecek, hasretler içinde yanıp duracaktır.

Kıyameti tasvir eden ve “o gün cehennemin getirileceğini” belirten bu ayete dayanarak, cehennemin fiilen hareket ettirileceğini söylemek doğru olmaz. Bu ayette söz konusu edilen getiriliş, “cehennemin kıyamet halkına gösterilmesinden ibarettir.” Çünkü Kuran o gün, cehennemin azgınlara gösterileceğini haber vermektedir.

Bu ayette yer alan “cehennem” kelimesi, “insanın dünyada işlediği günahlardan ötürü öteki dünyada azap göreceği yer” anlamına gelir. Bunun için, “günahkârların ahirette cezalandırılacakları ve azap görecekleri yere” cehennem denir.

Kuran, cehennemin yedi kapısının olduğunu bildirir, cehennemliklere azap edilecek tabakaları ve azap çeşitlerini belirtmek için de çeşitli kelimeler kullanılır. Fakat cehennem, genel olarak ahiretteki azap yerlerinin bütününün, özel olarak da en üst tabakasının adıdır.

Kuran, ölüm sonrasındaki cezalandırmanın cehennemle(ateşle), mükâfatlandırmanın da cennetle olacağını belirtir. Ancak, ahiret hayatıyla ilgili naslar, müteşabih (anlamı kapalı ayetler) grubuna girdiği için, Kuran’da cennet ve cehennem tasviriyle ilgili ifadeler, asıl manaları dışında mecazi anlamlar da taşır. Bu sebeple diğer ahiret hallerinde olduğu gibi cehennem konusunda da Kuran’ın beyanıyla yetinmek ve ona bağlı kalmak en doğru yol olacaktır.

Kuran’da hakim olan temaya göre, insanla Allah arasındaki asli münasebet, rahmete dayanır. Bu yüzden İslam'da aslolan insanın Allah’a inanıp itaat etmesi, Allah’ın da kendisine itaat eden insanı dünyada ve ahirette rahmetiyle mükafatlandırmasıdır. Ceza ve azap ise, asli bir unsur olmayıp kötülüklerin önlenmesini sağlayıcı tâli bir tedbir ve günahta ısrarcı olan insanlar için caydırıcı bir müeyyidedir.

Hemen belirtelim ki, insanın ebedi mutluluğu, ancak Allah’ın rızasına kavuşmak ve O’nun cemalini müşahede etmekle gerçekleşir. Şu halde, Allah’ın rahmet ve cemâl aleminde ebediyyete kadar yer almaktan büyük bir saadet tasavvur edilemeyeceği gibi, bundan mahrum olmaktan büyük bir ceza da düşünülemez.

24’üncü ayet, ceza diyarında, gerçeği hatırlayan inkârcı ve gafil insanın duyduğu faydasız pişmanlığı dile getirir. Ayette belirtildiği gibi o gün, inkârcı insanın ağzından hasret ahı çıkar ve o, dünyada ele geçirdiği fırsatlara yanar.

25-26’ncı ayetlerde de, bu faydasız temennilerin sonunda olacak olanlar tasvir edilir. O gün, inkârcı insan eşi görülmemiş bir azapla cezalandırılır. O, kendi iradesiyle yaptığı kötülükler sebebiyle azaba çarptırılır; zincirlere vurulup cehennem zindanına atılır.

25’inci ayette yer alan “azap” kelimesi, “terk etmek, vazgeçmek ve vazgeçirmek” gibi anlamlar taşıyan “a z b” kökünün türemiş şeklidir. Kuran’da azap kelimesi, genellikle İlâhi buyruklara karşı gelenlere verilen cezanın adı olarak kullanılır. Bu yüzden, “Allah’ı tanımayan ve emirlerine karşı gelenlere dünyada ve ahirette verilen ilâhi cezaya” azap denir.

Allah’a inanıp buyruklarına uyanların dışında kalan insanlar, inkârlarının derecesi veya günahlarının büyüklüğüne göre azap görürler. Bu azap, dünyada başlar, kabir hayatında devam eder, ahirette cehenneme girişle de son şeklini alır ve ebediyyen sürer. Bundan sonra inkârcılar ve günahkâr mü’minler, azaplarını Allah’ın dilediği sürece kalacakları cehennemde çekerler.

Allah, azabının inkâra ve isyana bir karşılık olduğunu belirtir, bu yüzden günahkârlara, işledikleri kötülükler sebebiyle bir ceza ve azap olmak üzere felaketler gönderir. Dünya azabı, “uyarı” ve “helak” olmak üzere iki şekilde değerlendirilebilir. Uyarı azabı, ilâhi buyruklara uymayan kişi ve toplumların, gerçeği görüp kabul etmelerini sağlamak maksadıyla bazı felâketlere maruz bırakılmalarıdır. Helak azabı ise, inkâr ve isyanda direnen toplumları mahveden, geride kalan insanlara da ibret dersi verme gayesi taşıyan azaptır. Şu halde azabın amacı, inkârcı ve isyankârları, girdikleri sapık yoldan döndürüp Allah’a yöneltmektir. Çünkü azap, suçlunun islah edilmesi ve adaletin yerine getirilmesi gayesine yöneliktir. Ayrıca azap, insandaki inkârcı ve isyancı ruh halini ortadan kaldırıcı bir misyona da sahiptir. İlave edelim ki tabii ve sosyal kanunlara uymamanın sonucu felâket; ilâhi gazabın neticesi de helaktır.

Kuran’daki cehennem tasvirlerinden anlaşıldığına göre günahkârlara ahirette iki türlü azap uygulanacak, yani azap hem bedeni(fizyolojik) hem de ruhi(psikolojik) olacaktır. Bunlardan ilki, yakıcı ateşler, ağulanmış sular, demir topuzlar, zincirler ve benzeri vasıtalarla gerçekleştirilecek, ikincisi de, azaba müstehak olanların, ilâhi lânete uğratılmaları şeklinde olacaktır.

Kuran’ın beyanına göre, inkâr ve şirk günahıyla ölüme yakalananlar için cehennem azabı uzun devirler sürecek, ancak ilâhi iradeye bağlı olarak bu süre uzayıp kısalabilecektir. İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre, ahirette kâfirlere uygulanacak azap ebedidir. Fakat söz konusu azabın uzun asırlar devam ettikten sonra bir gün sona ereceğini savunanlar da vardır. Ama en doğru yol, ahirette inkârcılara yapılacak muamelenin, Yüce Allah’ın iradesine bağlı olduğuna inanmaktır.

İnkârcıların cehenneme atılışını tasvir eden bu ayetler, her sorumlu canın dünyada yaptığı işlerden ahirette hesaba çekileceği, Yüce Divan’dan çıkan karar sonucunda da suçluların azap görmek üzere cehenneme atılacakları mesajını vermektedir. Demek ki Allah’a inanmayan, hayatı sadece dünyadan ibaret sanan inkârcı insanın sonu, cehenneme atılmak olacaktır. Ama ölüme yakalanmadan önce, tevbe eden ve ahiret azabından korunmak için çalışan insan, Allah’ı bağışlayıcı bulacaktır.

 

 

27. Ey iç huzura ermiş insan!

28. Hoşnut etmiş ve hoşnut kalmış olarak Rabb’ine dön!

29. İyi kullarımın arasına katıl!

30. Ve cennetime gir!

 

Rabb’ine Dön ve Cennetime Gir!

Cennet ve cennetlikler konusuyla ilgili olan bu ayetlerde Yüce Allah’ın, iman değerine ermiş, dürüst ve erdemli davranışlarla iç huzuruna kavuşmuş olan mümin benliğe yaptığı “Rabb’ine dön!” çağrısı ve onu cennete girmeye davet edişi dile getirilir.

Allah’a iman edip İslam’a göre yaşayan insan, gönül huzuruna erer, Allah’a güvenir ve O’nun Kuran kapsamında sunduğu hayat tarzına razı olur. Zaten Allah’a kulluk, O’nun yaptığına razı olmak ve razı olduklarını da yapmaktan ibarettir. Çünkü insan sadece imanla değil, aynı zamanda Allah’ın buyruklarına itaat etmekle tam huzura kavuşur.

27’nci ayette geçen “nefs” kelimesi, lügatta “can, ruh, akıl, bir şeyin kendisi, canlı insan ve insanlık” gibi anlamlar taşır. Bu yüzden “bir şeyin kendisi denilen zat ve hakikatına” nefs denir. İnsan nefsi de, “ben” dediği zatı ve kendisidir.

“Nefs-i mutmainne” ise, “Allah’a iman edip huzura ermiş,” yahut “hiçbir korku ve üzüntünün sarsmayacağı güvene kavuşmuş insan veya ruh” demektir. Diğer bir ifadeyle “Allah’ın kendisinin Rabbi olduğunu tasdik etmiş, buna iyice inanmış ve her yaptığı işte O’nun emrine teslim olmuş nefs(benlik)tir.” Çünkü insan benliği, Allah’a kesin olarak inanıp güvenmekle, O’nun ismini hatırdan, dinini de hayattan çıkarmamak suretiyle gerçek huzuru bulur. Zira kalpler, ancak Allah’ı anmakla doyuma ulaşır ve huzura kavuşur.

Tasavvufta nefsin mertebeleri ve halleri üzerinde uzun uzadıya durulur. Çünkü tasavvuf bir bakıma, “Nefsini tanıyan Rabb’ini de tanımış olur” düsturuna dayanır.

Bu cümleden olmak üzere tasavvufta nefs; şöyle sınıflandırılır:

a) Nefs-i emmare (insanı kötülüğe sürükleyen nefs)

b) Nefs-i levvame (kötülükten sonra iç huzursuzluk duyan nefs)

c) Nefs-i Mutmainne (iyilikle kötülüğü ayırt eden, kendini kötülüklerden temizleyip kişiyi Allah’a yaklaştıran nefs)

d) Nefs-i radiye (razı/ hoşnut/ olmuş nefs)

e) Nefs-i merdiyye (kendisinden hoşnut olunan nefs)

f) Nefs-i mülheme (İlham olunmuş nefs)

g) Nefs-i zekiyye (Arınmış, temizlenmiş nefs)

“Rabb’ine dön” hitabının, insana “ölüm anında”, “öldükten sonra dirilme esnasında” veya “hesap tamamlandığı sırada” yapılacağı şeklinde görüşler vardır. Ancak bu hitap öncelikle “ölüm anında” yapılmış olmalıdır. Çünkü, nefsin Rabb’ine dönmesi, dünyadan çıkmasıdır. Ayrıca, bu ayet Peygamber(a.s)’in yanında okunmuş, Hz.Ebubekr: “Bu ne güzel hitap ve hakikat!” demiş; Peygamber (a.s)’de ona: “Haberin olsun ki, melek sana onu ölüm sırasında söyleyecek” buyurmuştur. Peygamber (a.s)’in bu beyanı, söz konusu hitabın, “ölüm esnasında” yapılacağını ortaya koymaktadır. Kıyamet kopup hesap görülünce de ona: “İyi kullarımın içine katıl ve cennetime gir” denilecektir. Görüldüğü gibi, söz konusu hitap tamamiyle uhrevi alana tahsis edilmiştir. Ancak, müfessirlerden bir kısmı, bu hitabın dünyada da yapılabileceğini, nefs-i mutmainneye bu hitabın her zaman yapıldığını, bu yüzden gündemin dünya olabileceğini savunmuşlardır.

Söz konusu hitabın, değinilen zamanlardan her birinde yapılması mümkündür. Fakat Kuran mesajının insan hayatını ışıtması için, bu hitabın dünyada yapılması, gündemin dünya olması da mümkündür. Çünkü, dünyada Allah’ı Rabb tanımadan ve O’na karşı kulluk vecibelerini yerine getirmeden iyi kullar arasına katılmak ve ahirette cennete girmek mümkün değildir. Yine de her şeyi en iyi Allah bilir.

Bundan önceki pasajı oluşturan ayetlerde, inkârcı insanın cehennemde göreceği azap tasvir edilmişti. Bu ayetlerde ise, inanmış ve iç huzuruna ermiş insanın, cennete sevk edilişi anlatılmaktadır.

Her iki (grup) insan hakkında kararı Allah verir. O, inkârcıları elleri bağlı vaziyette cehenneme sevk ederken, müminleri taltif edip cennete gönderir. Bütün bunlar, ölümle başlar ve onu takiben devam eder. Bedenden ayrılan ruh, Allah’ın divanında durup hesap verir, dünyada yaptığı işlere göre nimet veya azap görür. Sonunda inkârcı insan cehennem zindanına atılır, mümin insan da ebediyyet yurdu olan cennete sokulur.

“Nefs mutmain olacak erecek ki kemâle,

O zamandır kavuşmak cennete ve cemâle!”

Ey Rabbimiz! Bizleri sana kavuşacağına inanan, rızanı kazanmak için çalışan salih kullarından kıl ve bizleri onlarla birlikte cennetine koy! (Amin)

 

GENEL TESPİTLER

Şifreli dört ibareyle başlayan bu surede hedeflenen şey, insanlarda “bilinç yenilenmesini” “vicdanlarda da hesap olgusunu” oluşturmaktır. Bu yüzden surede, dehşet verici olaylardan seçmeler yapılmış, sorumluluk bilincinden yoksun toplumların helak oluşları ve acı sonları, çok etkileyici üsluplarla tasvir edilmiştir.

Kuran’ın etkileyici ifadelerinde ve canlı sahnelerinde “irşadi bir amaç” göze çarpmaktadır. Çünkü o, çoğu kez kıyamet sahnelerini gözler önüne getirmekte ve insana müstakbel hayatı hissettirmektedir. Kuran bunu, spekülatif bir amaç için değil, zihni yenilemek, vicdanı etkilemek ve gerçeği perçinlemek için yapmaktadır. Hemen belirtelim ki Kuran’da konuşan Allah’tır. Peygamber (a.s) ise, kendisine vahy yoluyla aktarılan ilahi iradenin sözcüsü ve uygulayıcısıdır.

Helakı hak etmiş toplumların fikri ve fiili yapıları genellikle birbirine benzer. Onlar ahireti ya inkâr ederler ya da onu ciddiye almayarak tamamen dünyaya meylederler. Allah’a karşı sorumluluk bilincinden yoksun oldukları için de haddi aşıp yeryüzünde bozgunculuk çıkartırlar.

Kuran’ın ilkeleri, insan için hem iman meselesi hem de imtihan vesilesidir. Bunun için insanın aklını, iradesini ve bilgisini doğru yönde kullanması gerekir.

Servete ve iktidara sahip olan insanlar, Allah’a karşı sorumluluk bilinçlerini kaybedince, yeryüzünü bozmaya, orada fesat çıkarmaya başlarlar. Onlar, dünya için küçülürler, hakikat karşısında asî kesilirler. Sonunda ya küçük düşürülürler ya da helak edilirler. Demek ki Allah’ı, sonsuz rahmetine rağmen insana karşı gazaba getiren şey, insanın bitmek bilmeyen yanlış davranışlarıdır.

İşte Kuran’ın temel hedeflerinden biri de insanı böylesi yanlış davranışlardan kurtarmak; ona kendisini inceleme ve doğruyu yanlıştan ayırdedebilme kabiliyeti kazandırmaktır. Çünkü Kuran verileriyle kendi kendinin fotoğrafını çekme becerisine ulaşan insan, yanlış davranışlardan ve onların sebep olacağı kötü sonuçlardan korunma imkânına sahip olur.

İnsanın en büyük zaafı, çoğu kez kendi kendini kandırmasıdır. Onun bu köklü ve kötü huyu, imandan kaynaklanan ve takva bilinciyle yapılan işlerle düzeltilebilir. Kuran’ın takvayı telkin etmedeki bütün çabası, insanı bu köklü yanılgıdan kurtarmaya yöneliktir.

Hesap Günü, bütün işlerin gerçek kıymetleri belirlenecek ve insanın gerçek “ben”i ortaya çıkacaktır. Dünya servetiyle kendini kandıran insan o gün: “Ah, keşke bu hayatım için önceden bir hazırlık yapsaydım!” diyerek duyduğu pişmanlığı ortaya koyacaktır.

İnsanın talihsizliği, kendisine bahşedilen nimet ve özellikleri yanlış yönde kullanmasıdır. İnsan, bencilliğinden ve dar görüşlülüğünden dolayı devamlı aşırılıklara kaçma eğilimindedir. O, bir an gururla dolar, bir anda da ümitsizlik içinde kaybolup gider. İmtihan türü bir sıkıntı anında paniğe kapılır, sıkıntıdan kurtulunca da neredeyse kendini tanrı sanır. Demek ki insanın hayatı doğru yaşaması, kendi doğasını iyi tanımasına ve Allah’ın koyduğu kurallara uymasına bağlıdır.

İnkârcıların sahip oldukları gelip geçici dünya nimetleri, aslında onlar için bir azaptır. Çünkü manevi değerlerin yanında veya onların yokluğunda dünyevi zenginlik, insana nihai mutluluk sağlamamaktadır. Bunun için Kuran, gerçek mutluluğun madde ile değil, Allah’a teslim olmakla gerçekleşeceğini ve O’nun yolunda sarf edilmeyen servet ve gayretin sahibini azaba sürükleyeceğini anlatmak istemiştir.

İnsan ebedi mutluluğu, ancak Allah’a inanmak ve O’nun rızasını kazanmak için güzel işler yapmakla yakalar. Öyleyse, bu şanlı eylemin sadık yolcularına ve cennet konuklarına selâm olsun!