(14/100) ÂDİYAT SURESİ
MEKKE DÖNEMİ
(11 AYET)
Âdiyat suresi, Mekke döneminde ve peygamberliğin üçüncü yılında nazil olmuştur. On bir ayetten oluşur. Adını, ilk ayette geçen âdiyât kelimesinden alır. Nüzul sırasına göre 14’üncü, tertip sırasına göre de 100’üncü suredir.
Surenin ilk beş ayetinde, hızla koşup uğultulu sesler çıkartan, kıvılcımlar ve ateşler saçan, tozu dumana katıp baskınlar yapan ve saldıran kuvvetlere yemin edilerek kıyameti andıran bir dehşet sahnesi canlandırılır. Daha sonraki ayetlerde ise, aklın ve inancın kontrolünden çıkıp aşırı tutkuların esiri olmuş insan benliğinin nankörce davranması, ahireti inkâr ve ihmal etmesi kınanır. İnsanın kendisinin de bu duruma şahit olduğu vurgulanır.
Sure, insanların bir gün yeniden diriltilip Allah’ın huzuruna döneceklerini, O’nun her şeyden haberdar olduğunu dile getiren ayetlerle son bulur.
Rahman ve Rahim Allah’ın Adıyla
1-5-Nefes nefese koştukça koşan(at)lara, ateş saçan ve yakanlara, sabah vakti akın edenlere, tozu dumana katanlara ve bir topluluğun içine dalanlara and olsunki,
6-Gerçekten insan, Rabbine karşı pek nankördür.
7-Kendisi de buna şahittir.
8-Çünkü o, mala çok düşkündür.
9-Ama o bilmez mi ki, kabirlerde bulunanlar dışarı çıkarıldığında,
10-Gönüllerde (gizli) olan her şey ortaya döküldüğünde,
11-Rableri o gün, onların her halinden haberdardır.
İnsanın Zaafları
İnsan, Allah’ın topraktan yarattığı doğal varlıklardan biridir.
Fakat onun cismi yapısı tamamlandığında Allah, kendi ruhundan ona üflendiği için insan, potansiyel olarak diğer varlıklardan üstün kılınmıştır.Allah’ın insana “ruhundan üflemesi”, ona hayat, akıl, irade, bilme, anlama, inanma ve konuşma gibi pek çok özellikler bahşettiğini dile getiren mecazi bir ifadedir. Bunun için insan, “bilme” ve “yapma” gücüne sahiptir.
Ancak insan, sahip olduğu gücünü ve özelliklerini doğru ve yeterli bir şekilde kullanmadığı zaman, Allah’ın isteklerini yerine getirmemiş ve ahlaki ahlâkî enerjisini büyük ölçüde yitirmiş olur. Çünkü aklın ve inancın kontrolünden çıkan insan, hem Allah’ın belirlediği sınırları ihlâl eder hem de ahlâkî bir kriz içine düşerek hayatın anlamını kaybeder. İnsanın bu duruma düşmesine de, çoğunlukla nankörlüğü ve bencilliği sebep olur.
Kuran, insanı içine düştüğü kriz dönemlerinden kurtarmak için, onu aklın, imanın ve dinin gereklerini yerine getirmeye çağırır. Bu çağrıyı da çoğunlukla, insanı içine düştüğü olumsuz durumlardan kurtarıcı ifadeleri kullanarak yapar.
İşte, Âdiyât suresinin ilk beş ayetinde de, haksız arzuların ve aşırı tutkuların esiri olmuş insan benliğini uyarmak için, Kıyameti andıran ve bir dehşet sahnesini canlandıran ifadelere yer verilmiştir.
1’inci ayette geçen “âdiyât” kelimesi,
“soluk soluğa koşan savaş atları” veya binek hayvanları; “dabh” kelimesi de, “atların koşu esnasında soluk alıp verirken çıkardıkları harıltılı ses” anlamına gelir.İbn Abbas(ra): “Soluyarak koşanlar”ın, “Allah yolunda baskın yapan atlar”; Hz.Ali ise, bunların “Arafat’tan Müzdelife’ye, oradan da Mina’ya giden hacıların develeri” olduğunu söylemiştir.
2’nci ayette yer alan “el-mûriyât” kelimesi, “ateş çıkartmak”;
“kabh” kelimesi de “hızla çarpmak ve ateş saçmak” manasına gelmektedir. Bu ayet, “taşlı yollarda at nallarından çıkan kıvılcımlar” veya “baskın sonrasında kamp yerlerine geri dönünce geceleyin orada yakılan ateş” şeklinde yorumlanmıştır. Ayrıca bu ayetin, kılıç ve mızrak çarpışmalarından çıkan kıvılcımlara işaret ettiği, bunun için vuruşmanın şiddet ve dehşetini dile getiren bir mecaz olduğu da söylenir.Bu ayetlere dikkatlice bakılırsa, “âdiyât”ın yalnızca at ve develere değil, ayrıca “motorlu savaş araçlarına”; “mûriyât”ın da “ateşli silahlara” işaret ettiği söylenebilir.
3’üncü ayeti oluşturan “fel-muğirâti subhan” terkibi, “sabah vakti hücum edip baskın yapanlar”; 4’üncü ayeti oluşturan “fe eserne bihi nek’an” cümlesi de, “tozu dumana katanlar” anlamına gelir. Çünkü bu ayetin sonunda yer alan “nek’an” kelimesi, “akın esnasında savrulan toz ve duman” demektir.
5’inci ayet ise, “bir ordunun içine, yahut tam ortasına dalanlar” anlamına gelir. Ayrıca bu ayet, “bir orduyu dıştan çevirip ortaya alarak onu mağlup ve perişan edenler” şeklinde de yorumlanmıştır.
İşte bütün bu kuvvetlere yemin edilerek İnsanın Rabb’ine karşı çok nankör olduğu bildirilmiştir.Kaynaklarda ağırlıklı olarak bu ayetlerin, “Allah yolunda savaşı” sembolize ettiği, bu nedenle de burada Allah yolunda savaşanların övüldüğü belirtilir.
Ancak surenin tamamı göz önünde bulundurulursa, bu yaklaşımın pek isabetli olmadığı görülür. Çünkü surede, “insanın Rabb’ine karşı çok nankör olduğunu belirtmek için, yemin ifadelerine yer verilir. Halbuki nankörlük, Allah yolunda cihad eden müminler için hiç de uygun bir nitelik değildir.Ayetlerin nüzul zamanı ve ortamı göz önünde bulundurulursa, surenin ilk beş ayetinin, o dönemde Arabistan’da yaygın olan kargaşa ve anarşi ortamına işaret ettiği söylenebilir. Çünkü o dönemde gece ve gündüz yapılan saldırılar nedeniyle hayat çekilmez bir hale gelmişti; her kabile kendini tehlikede hissederdi. Saldırılar da genellikle atlarla yapılırdı.
İşte bu ayetlerde kullanılan yemin ifadeleriyle hem o dönemin anarşi ve kargaşa ortamına, hem de Allah’ın insana verdiği nimet ve özellikleri kötülük için kullanmanın, açık bir nankörlük belirtisi olduğuna dikkat çekilmiştir.
Bu ayetlerin, batıl ile şartlanmış, bencil arzuların ve çılgınca ihtirasların kölesi olmuş, akıl ve bilincin kontrolünden çıkmış insan kişiliğini sembolize ettikleri de belirtilmiştir.
Bu yorum, surenin bundan sonraki ayetlerinde tasvir edilen “nankör insan” karekterine uygun düşmektedir. Ayrıca, toplumda karşılaşılan problemlerin, yoldan çıkmış fertlerden; ferdin problemlerinin de aklın ve inancın kontrolünden çıkmış insan nefsinden kaynaklandığı düşünülürse, bunun daha genel ve evrensel bir yaklaşım olduğu görülür.6-8’inci ayetlerde,
insanın evrensel boyutlu zafiyetinin nereden kaynaklandığına açıklık getirilir. Ayetlerin beyanına göre insan mala çok düşkündür, Rabb’ine karşı ise pek nankördür; kendisi de bu duruma şahittir.6’ncı ayette yer alan “kenûd” kelimesi, “kendinde bulunanı vermeyen, hakkı ve hayrı meneden” anlamına gelir. Bunun için Arapça’da verimsiz toprağa “el-ardu’l kenûd” denir. “Kenûd” kelimesi bu ayette, “pek nankör” demektir. Nankörlük ise, nimetin değerini takdir, şükrünü ve hakkını da eda etmemektir. Peygamber(a.s), “kenûd” kelimesini şöyle tefsir etmiştir: “O öyle nankör biridir ki, yalnız başına yer, kölesini(emri altındakini) döver, ve vergisini vermez.”
7’nci ayette insanın, Rabbine karşı nankörlük ettiğine kendisinin de tanık olduğu ifade edilir. Çünkü nankör insanın hem vicdanı hem de yaptıkları, onun bu durumuna açıkça şahitlik etmektedir. Bunun için, başka bir delile ve ispata gerek yoktur. Ayrıca insanın, ahirette günahını itiraf edip kusurunu söyleyecek olması da onun bu konudaki tanıklığı cümlesindendir. Zira insana o gün, yaptığı ve yapmadığı her şey bildirilecek, o da kendisi hakkında şahitlik yapacaktır.
Eğer bu ayetteki zamir, bir önceki ayette geçen “Rabb’e” işaret ediyorsa o zaman ayet: “Rabbi de onun nankörlüğüne şahittir.” anlamına gelir. Ancak burada konu insan olduğundan anılan zamirin insana işaret etmesi daha uygundur. Çoğunluk da bunu kabul ve tercih etmiştir.
8’inci ayette geçen “hayr” kelimesi ise, “çok mal ve servet” anlamına gelir.
“Şedît” de “çok cimri” demektir. İnsan, malı çok sever, eli sıkı olduğu için de cimrilik eder. Mala olan aşırı tutkusundan dolayı, onu hayra sarf etmek istemez. Cimri insan, ihtiyacını ileri sürerek malı Allah yolunda infak etmekten kaçınır. O, karnı tok olmasına rağmen aç gözlülüğünden dolayı hayır yapmayı değil, servet yığmayı sever. İnsanın bu durumu bir hadiste şöyle dile getirilmiştir: “Adem oğlunun iki vadi dolusu malı olsa, üçüncü bir vadi daha ister. İnsanın karnını ancak toprak doyurur. Ama cimriliği terk edip tevbe edeni Allah bağışlar.”Burada esas amaç, insanı her türlü bencil istek ve eğilimlerden kurtarıp ona, Allah’ın koyduğu genel ve kesin kurallara uyma bilinci kazandırmak, böylece insanı nefsâni tutkular karşısında özgürleşen bir kişi haline getirmektir.
Yeniden Dirilme ve Allah Huzurunda Toplanma
9-11’inci ayetlerde, insanların yeniden diriltilip Allah’ın huzurunda toplanacakları; Allah’ın, her şeyden her yönüyle haberdar olduğu belirtilerek cimrilik ve nankörlük yapanlar uyarılır.
Ahiret hayatının en önemli devrelerinden biri de, öldükten sonra tekrar dirilmektir. Kıyametin kopuşuyla birlikte kabirlerin içi dışına getirilir, her sorumlu can, mezarından ayağa kalkıp dışarı çıkar ve Rabb’ine doğru koşar.
Hem o gün, sadece kabirlerde olanlar değil, ayrıca gönüllerde gizli tutulan duygu ve düşünceler de ortaya çıkarılır. İşte o zaman Allah, insanlara dünyada neler yapmış olduklarını haber verir. Çünkü Allah, hiçbir şeyden gafil değildir. O, her şeyi her yönüyle bilir, zamanı gelince de hepsini insanlara bildirir.Bu ayetlerde, insanın yaptıklarının, Yüce mahkemede açıkça ortaya çıkarılacağı ve ona göre sorgulanacağı mesajı verilir. O gün, hiç kimseye en küçücük bir haksızlık yapılmaz ve hiç kimse yeryüzünde yaptıklarının dışında hiçbir şeyden sorumlu tutulmaz.
Ayetlerin amacı, insana, dünyada yaptığı işlerin karşılığını ahirette göreceği gerçeğini hatırlatmak ve onu, yaptıklarının hesabını vereceği bir güne hazırlamaktır. Öyleyse insan, dünya menfaati ve hırsıyla hakkı terk etmemeli, kötü ve faydasız işlerle de ömür tüketmemelidir. Çünkü, insan ölünce kefene sarılır, tabutla taşınıp kabre konur. Bunların hepsi, kurtların payıdır. Halbuki “Ürünü kalıcı olan dürüst işler ve erdemli davranışlar, karşılığı bakımından Rabb’in katında daha değerli ve daha verimlidir.”
Son ayetin sonunda yer alan “habîr” kelimesi, Allah’ın güzel isimlerinden biridir. Bu kelime, sözlükde “bir nesneyi gereğince bilmek için yoklayıp sınamak ve bir şeyin iç yüzünden haberdar olmak” gibi anlamlar taşıyan “h b r” kökünün türemiş şeklidir.
“Habîr”, “bilen, bir şeyin asıl yapısına ve iç yüzüne vâkıf olan” demektir. Bunun için “Habîr” kelimesi Allah hakkında kullanıldığında, “her şeyin gerçekliğinden, genellikle insanlara gizli kalan iç yüzünden haberdar olan; olmuşu olacağı hiçbir şey gizli kalmayacak şekilde bilen Allah” anlamına gelir. Ayrıca bu ismin, “muhbir (haberdar eden)” anlamına geldiği de kaydedilmektedir.
Kuran’ın tamamında “kırk beş” kez geçen “Habîr” ismi,
nüzul sırasına göre ilk kez bu ayette yer alır. Bu ismin geçtiği ayetlerde genel olarak, Allah’ın insanların yaptıkları her şeyden ve kıyametteki durumlarından haberdar olduğu bildirilir. Ayrıca bu ayetlerin, muhatabı müjdeleyici ve uyarıcı bir üslup taşıdıkları da görülür.“Habîr” İsmi Kuran’da, Allah’ın, “Hakîm (her yaptığını sağlam yapan ve her yaptığında mutlaka bir hikmet bulunan)”,
“Basir(her şeyi gören)”, “Alîm(her şeyi gereğince bilen)” ve “Latîf(gözle görülemeyen, lütfu ve bağışı çok olan)” isimleriyle birlikte kullanılır ve anlamı daha da zenginleştirilir.Allah’ı niteleyen isim ve sıfatlardan her birinin, İnsan üzerinde olumlu etkileri vardır. “Habîr” isminin insan üzerindeki en önemli etkisi, onun, bütün davranışlarına vâkıf olan Allah’a samimiyetle güvenip teslim olmasını sağlamasıdır. Bu ismin ışığı altında kendi varlığını ve psikolojik yapısını teşhis eden insan, yanlış davranışlardan sakınır, içinde ki kötü duygu ve düşüncelere karşı da cephe alarak onları yenmeye çalışır. Çünkü Allah, gizli ve açık olan her şeyden, her yönüyle haberdardır.
İşte bu inanca ve bilince sahip olan insan, her hangi bir yaptırıma gerek kalmaksızın inandığı işleri severek ve isteyerek yapar; haksız arzularına ve aşırı tutkularına karşı koymak suretiyle de nefsini islah eder.
Her güzel haslet ve iyi davranış, öncelikle onu yapanı yüceltir. Bunun için insan, elinden geldiği kadar iyi hasletler kazanmaya ve güzel davranışları gerçekleştirmeye çalışmalıdır. Çünkü, Allah nezdinde en yüksek insanlık değerine ulaşmanın yolu budur. Dileyen, Rabb’ine giden bu yolu bulur.
GENEL TESPİTLER
Hayatta aktüel yaptırımın temel kaynağı, insan karekterinin telkin edici gücüdür. Bunun için insan, öncelikle sağlam bir varlık haline düşmemelidir. Aksi halde o, açık hata ve yanılgılar karşısında bile kendini kendi gözünde haklı çıkarmaya, kışkırtıcı güçlerin elemanı olmaya ve yanlış yapmaya devam edecektir.
Huzurlu hayatı bozmamak ve tehlikeye sokmamak için, aklın kontrolünde ve imanın ışığında yürümek; aşırı tutkuların da esiri olmamak gerekir. Bunun için Kuran, insana kaba, ilkel ve maddeci bir dünya görüşü değil, tam aksine âlemle uyum içinde kendini açığa vuran derin bir ubudiyyet bilinci aşılamak ister.
Dünya hayatı, insan için öngörülen daha yüksek bir varoluş seferinin sadece bir parçasıdır. Bu hayatta maddi başarı, arzu edilip olmakla beraber tek amaç değildir. Bu yüzden insanın arzu ve hevesleri genel anlamda olumlansa da bunların aşırılığa kaçmaması için aklın ve inancın denetimi altında tutulmaları gerekir. Zaten, kişi ve toplumun olumlu yönde gelişmesi için buna ihtiyaç da vardır.
Kuran’ın amacı, sadece doğru ve takva sahibi fertler yetiştirmek değil, aynı zamanda inançlı, adaletli ve ahlaklı bir toplum oluşturmaktır. Bunun için Kuran insanları , Allah’ın telkin ve teşvik ettiği her şeyi, hayata geçirmeye çağırır. İslâmi hayatın gerekliliğinden, doğruluğundan ve büyüklüğünden söz edip de böyle bir hayatı inşâ etmek için hiçbir çaba göstermemeyi de, en tiksinti verici bir davranış olarak nitelendirir.
İslâm, Allah inancına ve kulluk duyarlılığına dayalı bir yaşama biçimi, bilinçle izlenen bir hayat programıdır. Bunun için o, sadece hayatın manevi yönüyle değil, aynı zamanda günlük ve dünyevi yönüyle de ilgilenir. Çünkü hayatın hiçbir yanı, İslam’ın dışında kalacak kadar önemsiz ve değersiz değildir.
Bu ayetlerin ışığı altında yapılacak bir gözlem, bize çağımızın hakim çizgilerini rahatlıkla görme imkanı verecektir. Genelde dinin ve aklın kontrolünden çıkmış kışkırtıcı güçlerin eseri olan bu çizgiler “yozlaşma, yıkım, karışıklıklar, nerede duracağı ve nereye varacağı bilinmeyen bir kana susamışlık, şiddet, nesilleri tükenişe götüren ideolojik kapışmalar, acımasız savaşlar, ekonomik ve ekolojik dengedeki bozukluklar” şeklinde özetlenebilir. Bu korkunç tablonun gerisinde ise, madde idealine bağlanmış, manevi yönden çökmüş, azgın arzulara tutsak olmuş, yüreğindeki inancı ve hayatındaki güzellikleri yitirmiş hasta benlikler bulunmaktadır.
Huzurlu ve ahlaklı bir toplum oluşturmanın önündeki en büyük engel, aşırı arzular ve putlaştırılan tutkulardır. Bu engeli, inanç bunalımı yaşayan her kişi ve topluma genellemek mümkündür. İşte bunun için Kuran, insanın kendisiyle hesaplaşmasını sağlayacak bir irade eğitimi istemiş, hayatın tamamını kollayıp gözeten muktedir bir Allah inancı getirmiştir. Bundan maksat, insanı Allah’ın bildirdiği kesin ve genel kurallara uymaya çağırmak, onu aşırı tutkular karşısında özgürleşen ve isteyerek Allah’a teslim olan bir varlık haline getirmektir. Çünkü insan, nefsinin kötü temayüllerini önleme becerisini ve başarısını gösterdiği zaman gerçek kurtuluşa erecektir.
İnsanın İslâm’dan kaçması, arzularına tapması, delilikten bir parçadır ve onun zavallılığının ulaştığı son noktalardan biridir. Oysa insanın onuru ve huzuru, Allah’ı bilmede ve o’na teslim olmadadır. Öyleyse insan, ilerideki büyük sevinç için bugünkü çileyi omuzlamalı ve Allah’a kulluk görevini de başarıyla tamamlamaya çalışmalıdır. Ne mutlu Allah’a karşı görevlerini başarıyla tamamlayabilenlere, ne yazık müslümanca yaşamak mümkünken İslam’dan uzaklaşmış olanlara!