(17/107) MÂÛN SURESİ

MEKKE DÖNEMİ

(7 AYET)

Mekke döneminde ve peygamberliğin ikinci yılında inen Mâûn suresi, “yedi ayet”ten oluşur. Sure adını, son ayetinin sonundaki “mâûn” kelimesinden alır. Nüzûl sırasına göre 17’nci, tertip sırasına göre de 107’nci suredir.

Surede, din ve ahiret gerçeğini inkâr eden, yetime kötü davranan ve yoksulu düşünmeyen kimseler kınanır. İşlerinde ve ibadetlerinde gösterişe gidenler, yardıma muhtaç olanlardan yardımı esirgeyenler teşhir edilir. Sure, riyakârlığın çirkinliğine ve cimriliğin tehlikesine dikkat çeken ayetlerle son bulur.

Görüldüğü gibi mâûn suresinde, imanın hakikati ve dinin mahiyeti en özlü biçimde dile getirilmiş; bu bağlamda Allah’a tam olarak inanmak, iş ve ibadetleri özenle yapmak, toplumsal yardımlaşmayı ve dayanışmayı da mutlaka gerçekleştirmek gerektiği mesajı verilmiştir.

 

“MÂÛN SURESİ” AYETLERİ, METNİ VE MEÂLİ

Rahman ve Rahim Allah’ın Adıyla

1 Dini (inanç ve ameline göre hesaba çekileceği günü) yalanlayanı gördün mü?

2-3 İşte, yetimi azarlayıp iteleyen, yoksulu doyurma gayreti göstermeyen kimse odur.

4-7 Yazıklar olsun şu namaz kılıp duranlara ki, onlar namazlarından gafildirler, gösteriş yaparlar ve en ufak yardımı bile esirgerler.

 

Dini Yalanlayan Kimdir?

Müşrik şahsiyetlerin bazı davranış ve özelliklerini konu alan bu surede, hak dini ve ahiret gerçeğini yalanlayan, yetimi itip kakan, yoksulu doyurmayan, eğlence türünden namaz kılan, gösteriş için iş yapan ve muhtaçlara yardım etmeyen kimseler kınanır ve uyarılır.

Bu yüzden 1’inci ayet, gerçeği öğrenmek ve dini yalanlayanın kim olduğunu görmek isteyen insana yönelik bir soru(istifham) cümlesi niteliği taşır. Bu, Peygamber(a.s)’e ve onun şahsında akıl ve irade sahibi olan bütün mükellef kişilere yönelik bir sorudur. Demek ki bu soruyla, hem din ve ahiret gerçeğini yalanlayan müşrik şahsiyetler kınanmış, hem de gerçeği görmek isteyen herkese hakikat gösterilmek istenmiştir. Yani, kimileri kabul etmese de, her sorumlu can bir gün, inanç ve ameline göre hesaba çekilecektir. Bu gerçeği yalanlayanın kim olduğuna geçmeden önce, ayetin sonunda yer alan “din” kelimesine açıklık getirmek gerekir.

Nüzûl sırasına göre ilk kez bu ayette geçen “din” kelimesi sözlükte, “ceza, İslâm, âdet, ibadet, itaat, hesap, hüküm, hakimiyet, boyun eğmek ve millet” gibi anlamlara gelir. Bu kelimenin öncelikli ve ağırlıklı anlamı, “Allah’a, İlâhi hukuka ve ahlâki değerler sistemine inanıp itaat etmek” tir. Din, hem “uluhiyyeti” hem de “ubudiyyeti” ifade eden bir kavramdır. Bunun için din Allah’a nisbet edilirse, “hakim olma, hüküm koyma, itaat altına alma, hesaba çekme, ceza veya mükâfat verme”; insana nisbet edilirse, “inanma, boyun eğme, teslim olma ve ibadet etme” anlamına gelir. Görüldüğü gibi din kelimesi, Allah’la insan arasındaki münasebeti düzenleyen kanun, nizam ve yolu ifade etmektedir. O, kaynağı itibariyle Allah’a, tebliği yönüyle peygambere, uygulaması bakımından da insanlara(ümmete) nisbet edilen bir kavramdır. Bunun için İslâm Alimleri dini, “akıl sahibi insanları, kendi istekleriyle peygamberlerin getirdiği gerçekleri kabul etmeye çağıran ve kuralları Allah tarafından konulan ilâhi bir kanundur” şeklinde tanımlamışlardır.

Din kelimesinin, Kurân’da gittikçe genişleyen bir muhteva kazandığı görülür. İlk dönemde inen ayetlerde din kelimesi daha çok, “insanın iman ve ameline göre hesaba çekileceği ahiret gününü” ifade eder. Mekke döneminin ikinci yarısında inen ayetlerde ise, bu kelime ile “tevhid” ve “teslimiyete” vurgu yapılır; böylece din kavramına, “ortak koşmadan Allah’a inanmak ve ibadet etmek” anlamı da yüklenmiş olur. Bu aşamada din, “Allah tarafından konulan ve insanları o’na ulaştıran tek doğru yolu” ifade etmektedir. Bu yüzden insan, bütün hayatında Allah’a yönelmeli ve her zaman o’nun koyduğu ilkelere uymalıdır.

Medine döneminde inen ayetlerde, Mekke döneminde esas olan tevhidden, kendilerini Allah’a teslim edenlere “Müslüman ümmete” geçilir. Ayrıca, Müşriklerin batıl, yahudi ve hıristiyanların da değiştirilmiş dinlerine karşı, doğru dinin sağlam esasları “dinü’l hak” tabiriyle dile getirilip onun, diğer bütün din olgularına üstün kılınacağı müjdesi verilir. Yine medine döneminin çok dinli yapısı içinde, Allah katında geçerli olan hak dinin, “İslâm” olduğu, ondan başka dine yönelenin dininin kabul edilmeyeceği belirtilir. Bu dönemde inen ayetlerde, fitne (zulüm ve baskı) kalmayıncaya, insanlar Allah’a kulluk etmekte (dinde) tamamen özgür kalıncaya kadar savaşılması istenerek dinin Allah-insan ilişkisi yanında sosyal ilişkilerin de temel ölçüsü olduğu ortaya konulur. Bu açıklamalardan sonra şöyle bir genel sonuca varılabilir: Din kavramı, Mekke döneminde “tarihin akışına ve tabiatın gidişine yön veren, âleme ve zamana hükmeden, dini ortaya koyan, hesap gününü elinde tutan Allah’ın mutlak otoritesi”ni ifade ederken; Medine döneminde din kavramının muhtevası daha da genişletilerek, “kişinin Allah’a bağlı bir hayat sürdürmesi, Müslüman topluma karşı görevlerini yerine getirmesi, Allah’ın mutlak hakimiyete ve tasarrufa sahip olmasını” ifade eden bir kavram haline gelmiştir. Kuran da din kelimesiyle sadece müslümanların değil başkalarının inançları da ifade edilmiş olmakla beraber, yine de “İslâm” ile “din” âdeta eş anlamlı iki kelime gibi telâkki edilmiş ve bütün peygamberlerin getirdiği dinin “İslâm” olduğu belirtilmiştir.

Hak din, vahy kaynaklıdır. O, akıl üstüdür ama akıl dışı değildir. Bu yüzden hak dinin, akıl ve irade ile ilişkisi de vardır. Bu da, dinin bir irade ve tercih konusu olduğunu gösterir. Yine insanın benliği ile ilgili sentezlerin en kuşatıcısı dindir. Bunun için din, düşünce ile aydınlanmış, duygu ile canlanmış imanlı ve şuurlu bir eylemdir. Dinin, kişi ve toplum hayatına katmak istediği değerleri elde etmek için, inanmış insanların işbirliği yapmaları gerekir. Nitekim, bir dini topluluğun belirli bir inanca sadakat gösterip onun gereklerini yerine getirmesine “millet” denir.

Din, insanı hem içten hem de dıştan kuşatan, onun düşünce ve davranışlarına yön veren evrensel bir olgudur. Aynı zamanda din, insana kuvvetli bir irade ve sağlam bir karekter kazandıran, kişileri mukaddes duygu, ortak şuur ve vicdan etrafında birleştiren, toplumları da yükseltip geliştiren ilâhî bir kurumdur. Özellikte dindeki ahiret inancı, bir yandan insanın sorumluluk şuuru ile ahlâki yönden gelişmesine katkıda bulunurken öte yandan ölüm korkusunun insan psikolojisi üzerindeki tahrip edici etkisini ortadan kaldırır. Medeniyet tarihi incelendiğinde, dinin insanlık aleminin zihni ve mânevi gelişmesinde ne kadar büyük bir paya sahip olduğu açıkça görülür.

Çünkü hak din, insan toplumlarını her zaman yozlaşmaktan, çürümekten ve çökmekten kurtaran bir medeniyet mayasıdır. Zaten insanlık ancak hak din sayesinde bencillikten ve kendine tapmaktan kurtulup Allah’a ibadet, insanlığa da hizmet etme imkanı bulabilir.

Bugün, bütün dünyada dine dönüş olayı yaşanmakta; yapılan araştırmalar, pek çok ülkede dine dönüşün hızlı bir artış gösterdiğini ortaya koymaktadır. Günümüzde, dinin yeniden itibar kazanmasında, dünyayı kendi çıkarlarına göre yönetmek isteyen beşeri sistemlerin yetersizliği, dini ve müsbet ilimlerin hızla gelişmesi, bilgi ve tefekkürün artması, genç ve aydın kesimlerin dine ilgi göstermesi, sosyal, siyasal ve milletlerarası olaylar üzerinde dinin belirleyici gücünün farkedilmesi” gibi nedenler etkili olmuştur denebilir.

2-3’üncü ayetler, “dini yalanlayan kimdir?” sorusuna cevap vermektedir. Kuran’a göre, dini yalanlayıcı olarak tanıtılan kişiler, öncelikle yetimi itip kakan, yoksulu doyurmaya yanaşmayan acımasız kimselerdir. Onların ne kalblerinde ne de hayatlarında dine yer yoktur. Nitekim, kaynaklarda belirtildiğine göre bu sureyi oluşturan ayetler, Mekke’nin ileri gelen müşrik liderleri(nden Ebû Celil, Velid b. Muğire veya Ebû Süfyan) hakkında nâzil olmuştur. Çünkü anılan kimseler, yetime hakkını vermez, yoksulu doyurmazlardı. Bunun için ayetler, yetim ve yoksulun özel olarak belirtilmelerini gerektiren ve onları çok inciten olaylar nedeniyle inmiştir. Bu ayetler, dini doğrulamanın, sadece dille söylenen bir sözle değil, dini hayata yansıtan bir faaliyetle mümkün olacağı mesajını vermektedir. Zira Allah, insanlardan sadece doğru söz söylemelerini değil, ayrıca söylediklerini doğrulayan güzel ve faydalı davranışlar sergilemelerini de istemektedir.

3’üncü ayette, “yoksulları doyurmak” anlamına gelen “it’amu’l miskin” terkibinin kullanılması gerekirken “taâm” kelimesi kullanılmıştır. Bu kullanım şekliyle, varlıklı olanların muhtaç olanlara yedirecekleri yemeğin, “fakirin hakkı olduğuna” işaret edildiği söylenmiştir. Şu halde yetimlere, yoksullara ve kimsesizlere bakmak, onlara yardım etmek, hak dinin emri; bunları yapabilecek olanların da görevidir. İnsafsızlık ve merhametsizlik ise, dini yalan sayanların kötü bir huyu ve âdetidir.

4-7’nci ayetlerde, dine samimi olarak inanmayan ve onu doğru uygulamayan kimseler, hem kınanır hem de azapla uyarılır. Bunlar, eğlence türünden namaz kılan, ibadeti gösteriş için yapan, zekât vermeyen, hatta en ufak yardımı bile esirgeyen kimselerdir.

Kaynaklarda, bu ayetlerin Medine döneminde ve münafıklar hakkında indiği de belirtilmiştir. Ancak, konuyla ilgili rivayetlere ve ayetlere bakılırsa, bu görüşün pek isabetli olmadığı görülür. Çünkü, çoğunluğun görüşüne göre surenin tamamı, Mekke döneminde inmiştir. Ayrıca 4’üncü ayet, takip ifade eden “fâ” ile başlar. “Fâ” edâtı, kendinden sonraki cümleyi öncesine bağlayan bir bağlaçtır. Şayet bu ayet, öncekilerden ayrı ve bağımsız inmiş olsaydı, “fâ” bağlacı ile başlamaması gerekirdi. Anılan ayet, takip ifade eden bir bağlaçla başladığına göre, surenin bütün ayetleri birbirinin devamıdır. Bunun için, onun bir bölümünün diğerlerinden ayrı inmiş olması, makul ve mümkün görünmemektedir. Şu halde ilk üç ayet, kimler hakkında inmiş ve hangi karakterdeki kişileri kınamış ve uyarmışsa, son dört ayet de, aynı (karakterdeki) kişileri kınamakta ve uyarmaktadır. Bunlar da, surenin ilk ayetlerinde vasfedilen müşrik şahsiyetlerdir.

Surenin son dört ayetinin, Medine döneminde ve münafıklar hakkında indiğini söyleyenler, görüşlerini şöyle temellendirmeye çalışırlar: Bu ayetlerde, “gafletle namaz kılanlardan” söz edilir. Bu niteleme de, müşriklerden çok münafıklara uygun düşer. İşte onlar, müşriklerin namaz kıldıklarına ihtimal vermedikleri için, söz konusu ayetlerin Medine döneminde ve münafık şahsiyetler hakkında indiğini söylerler.

Oysa müşrikler, Allah’a hiç inanmayan ve ibadet etmeyen kimseler değillerdi. Eğer onlar Allah’a inanmasalar ve o’nu hiç anmasalardı, onlara müşrik değil mülhid (münkir) denirdi. Halbuki müşrikler Allah’ın varlığını kabul eder, fakat o’nun adının yanısıra tanrı diye taptıkları varlıkların (putların) adını da anarlardı. Ayrıca onlar, namaz ve hac gibi ibadetleri şirke bulaştırarak onları bir çeşit oyun ve eğlenceye çevirmişlerdi. Bunun için Kuran, müşriklerin namazından söz ederken onların anılan ibadete gereken önemi vermediklerini, namazı gelişigüzel, âdet ve eğlence türünden kıldıklarını belirtmiştir.

Demek ki, Kuran’ın ilk muhatapları olan Araplar, dinden ve dini kültürden tamamen uzak kişiler değillerdi. Tam aksine onlar, kendilerinin İbrahim ve İsmâil soyundan geldiklerine inanıyorlar ve bu büyük atalarının dininde olduklarını söylüyorlardı. Bu yüzden Kuran, onlara ataları İbrahim(as)’in müşrik olmayıp yalnız Allah’a kulluk eden muvahhit bir Müslüman olduğunu hatırlatmıştır.

Hemen her fırsatta belirttiğimiz gibi burada bir kez daha hatırlatalım ki bu ayetler, öncelikle Kuran’ın ilk muhatapları olan müşrik şahsiyetleri nitelese de, onların mana ve mesajı sadece anılan kişilerle sınırlı değildir. Dini ciddiye almayan, inancına şirk katan, ibadetleri de adet, eğlence ve gösteriş haline getiren her insan, bu ayetlerin anlam sahasına girer. Çünkü bu tip insanlar, her asırda ve her toplumda bulunur.

“Namazlarından gafil olanlar” anlamındaki 3’üncü ayet, “Farz namazları vaktinde doğru dürüst, Allah için ve halis niyetle kılmayanlar”, “namazı ciddiye almayanlar”, “onu ruhsuz (bilinçsiz) olarak âdet ve eğlence türünden kılanlar” şeklinde yorumlanmıştır. Nitekim Peygamber(as)’e, “namazlarından sehvedenlerin” kimler olduğu sorulmuş, Allah’ın Elçisi bu soruya: “Onlar (farz) namazı umursamayıp vaktinden geriye bırakanlardır.” cevabını vermiştir.

Hemen hatırlatalım ki burada, namazı ciddiye almayanlar, bu konuda duyarlı ve devamlı olmayanlar kastedilmiş olabileceği gibi, dini sadece namazdan ibaretmiş gibi görüp kıldığı namazla övünen, ancak diğer ibadetleri ve kulluk vazifelerini yerine getirmeyenler de kastedilmiş olabilir. Çünkü imanda kemâle ermemiş olan insanlar, kendileri için Allah’tan istemekten hoşlanırlar, fakat o’nun buyruklarını yerine getirmekten ve muhtaç olanlara vermekten büyük ölçüde kaçınırlar.

6’ncı ayette, Allah için değil de başkalarına yaranmak ve gösteriş için ibadet edip iş yapanların “mürâi” oldukları belirtilir. İnsanın, gösteriş için bir davranış içine girmesi, “riyâ” kelimesiyle ifade edilir. Bunun için, kişinin kısmen veya tamamen niyetinin aksine iş yapıp bundan bir sonuç beklemesine “riyâ” denir. Riyada, Allah için yapılması gereken fiil, insan görsün diye sergilenir ve Allah’tan beklendiği söylenen sonuç kuldan beklenir. Bu yüzden Kuran, riya kavramına olumsuz bir mana yükler ve riyâkâr kimseyi, örtülü bir din inkârcısı olarak niteler. Gerçekten de nankörlüğün en kuduz şubesi ve en zehirli yanı riyadır. Riyâkarlık da, insanı onursuzluğa ve hiçliğe mahkum eden kahredici bir belâdır.

Kuran’ın riya konusunu, öncelikle namazı seçerek örneklendirmesi çok anlamlıdır. Çünkü insanın hayatında en sık ve yoğun biçimde yer alan ibadet, namazdır. Böyle olunca, kendini vitrinleme ihtiyacı duyan riyakâr kişinin, en verimli istismar vesilesi namaz olacaktır. Nitekim, riyaya yakasını kaptıran çok sayıda insan, namazı büyük ölçüde reklam aracı yapmaktadır. Böyleleri şeklen durmadan namaz kılmakta, fakat onların kıldıkları namaz, kendilerini mümin gibi davranmaya sevketmemektedir. Kuran’ın dile getirdiği diğer belirgin riyâ alanları ise, “infak ve sadaka, kahramanlık ve savaşçılıktır.” Riyakârlık, samimiyetsizliktir. Samimiyetsiz faaliyetler, hedefine yönelik olmayıp gereksiz bir iş ve gösteriş olduğundan Allah katında hiçbir değer taşımaz.

7’nci ayette yer alan ve sureye ad olan “mâûn” kelimesi, sözlükte “yardım ve destek” anlamına gelir. Bu kelime, “insanın günlük hayatında ihtiyaç duyduğu şeyi, yardım yoluyla gidermeyi; yardımseverliği; herhangi bir zorluk anındaki yardım ve desteği” ifade eder. Bu ayetteki “mâûn” kelimesi ayrıca, “zekat, mal, su ve yardım konusu olan eşya” şeklinde de yorumlanmıştır. Bunların hepsi, anılan kelimenin muhtemel manaları olmakla beraber, burada mâûn kelimesi, “yardım ve zekat” anlamında kullanılmıştır. Çünkü ayetler, muhtaçlardan ihtiyaç duydukları şeyleri esirgeyen ve yoksulların hakkını vermeyen kimseleri kınamaktadır.

Allah, insanlardan kendisi için bir şey istemez. O, sadece insanların iyiliğini; doğru, dürüst ve güzel bir hayat yaşayıp hayırlı sona ermelerini ister. İmanı doğru, niyeti samimi ve ameli salih olan insan da bu mutlu sona erer.

GENEL TESPİTLER

-Din, Allah’ın belirlediği itikâdi, ahlâki ve hukuki değerler sistemidir. İnsanın en başta gelen görevi de, bu sisteme inanıp uymaktır. İnanç ve davranışları, Kuran’ın belirlediği ölçülere uymayan kimseler, dini yalan sayan kişilerdir.

-İslâm, genelde bütün peygamberlerin, özel olarak da Hz.Muhammed’in Allah katından getirdiği hak dinin adıdır. Onun temel telkinleri, iman, ibadet ve ihsan şeklinde özetlenebilir.

-Hak din İslâm, insanı Allah’a bağlayan, hayatın her alanına tesir eden evrensel bir değerdir. Bu yüzden İslâm, insanlık aleminin maddi ve manevi yönden gelişmesinde en geniş paya sahip bir dindir.

-Dini yalanlayan; yeniden diriltileceklerine ve yaptıklarından hesaba çekileceklerine inanmayan müşrik şahsiyetler, iyilik yapma ve başkalarına yardım etme alışkanlığına sahip değillerdir. Bunun için onlar, yetimi iter kakar, yoksulu doyurmaya önayak olmazlar.

-Dine inanmak ve onu doğrulamak, sadece inancı dile getiren sözle olmaz. Ayrıca dini hayata yansıtan faaliyetleri gerçekleştirmek de gerekir. Çünkü Allah, insanlardan hem doğru biçimde inanmalarını hem de inançlarını doğrulayan davranışlar ortaya koymalarını ister.

-İslâm, gösteriş ve şekil dini değildir. Bunun için, ihlas ve samimiyetle yapılmayan, salih amel şeklinde gerçekleşmeyen ve insanı doğru yöne sevketmeyen iş ve ibadetler, İslâm’da makbul değildir. Zira, İslâm’da ibadetlerin özü, biçimlerinde değil, insanın dine ve kendine yabancılaşmasını önleme amacında gizlidir. Demek ki, dinin yapılmasını istediği iş ve ibadetler, insanın doğruluk ve ıslah çizgisinde kalmasına katkı sağladıkları oranda anlamlı ve önemlidir. Bu işlev sıfır noktasına indiği andan itibaren, onların değeri ve önemi de ortadan kalkmaktadır.

-Namaz, İslâm’ın temel şartlarından biri ve dinin direğidir. Ancak İslâm, namazdan ibaret değildir. İslâmı, hayatın kenar semtinde tutmak isteyenler, insanların dikkatini sadece namaz, oruç gibi belirli ibadetlere çektiler; günlük, haftalık, hatta senelik konuşmalarda hep namazdan bahsettiler. Halkın büyük bir kısmı da, İslâm’ın sadece namazdan ve belirli ibadetlerden ibaret olduğunu sandı. Bunun için namaz kılan kişi veyz kitleler, namaz kıldıkları halde, hayatın diğer alanlarında pek çok kötülüğü ve fenalığı yapabildiler. Hatta bu kötü durumlarını, dine aykırı bile bulmadılar. Bunun temel nedeni, dinin doğru bilinmeyişi ve tam olarak uygulanmayışıdır. Dinin ve ibadetin özünü kavrayamamış insanlarda bu durum hâlâ devam etmektedir.

-Halbuki Kuran’da kullanılan ibadet kavramı, namaz, oruç, zekât ve hac gibi düzenli ibadetleri içerdiği gibi, Allah’a imandan o’nun iradesine uygun olan her doğru davranışı da içerir. Ayrıca bu doğru davranış, günlük hayatın bütün alanlarında gerçekleşebilir. Bunun için Allah, insanlardan ömür boyu, Kuran’ın doğruluk ve değer ölçülerine göre yaşamalarını istemiştir.

-İşte mâûn suresi, dinin bir bütün olduğu ve onun bütün öğretilerinin hayata geçirilmesi gerektiği mesajını verir. Eğer dinin bütünlüğünü ihlâl edilirde sadece bazı şekli ibadetlere ve adetlere indirgenirse o zaman din, hem insan hayatındaki işlevini hem de değerini büyük ölçüde yitirmiş olur.

-Mümin bir şahsiyet için önemli olan, her zaman Allah’ın rızasına muvafık noktalarda bulunabilmektir. Bu da, dini tam ve doğru biçimde uygulamkla mümkündür. Allah, her sorumlu ve samimi insanı, hayır işleyip hayatındaki günah gediklerini onarmada başarılı kılsın.(Âmin)