(19/ 105) Fîl suresi

mekke dönemi

(5 ayet)

Fîl suresi, Mekke döneminde ve peygamberliğin üçüncü yılında Kâfirûn suresinden sonra inmiştir. Beş ayetten oluşur. Adını, ilk ayette geçen “fîl” kelimesinden alır. Nüzul sırasına göre 19’uncu, tertip sırasına göre de 105’inci suredir.

Surede, Hz. Muhammed’in doğduğu yılda veya ondan biraz önce vuku bulan ve tarihe “Fîl vak’ası” olarak geçen Kâbe’ye saldırı olayına değinilir. Allah’ın Fîl ordusu’nu, yani Ebrehe ve askerlerini bozguna uğrattığı, onların tuzaklarını boşa çıkardığı, uçan varlıkların attığı taşlarla onları ansızın yere serip perişan ettiği vurgulanarak bu olaydan ibret alınması istenir.

Burada asıl hedef, Fîl olayı hakkında ayrıntılı bilgi vermek değil, Kuran mesajına karşı çıkan ilk muhataplara, bildikleri bir olayın acı sonucunu hatırlatmak; İslâm’ı boğmaya çalışan ve ona karşı düşmanca tavırlar sergilemekte kararlı olan kimselerin, benzeri bir cezaya çarptırılabilecekleri uyarısında bulunmaktır.

(19/ 105) FİL SURESİ

Mekke Döneminde inmiştir. 5 ayettir.

Rahman ve Rahim Allah'ın adıyla.

 

 

1) Rabbin’in fil ashabı’na ne yaptığını görmedin mi?

2) Onların kurnazca planlarını tamamen boşa çıkarmadı mı?

3) Üzerlerine sürülerle kuşlar gönderip

4) Ateşten çıkmış taşlarla azap darbeleri indir(me)di (mi?)

5) Nihayet onları, yenilmiş ekin yaprağına çevir(me)d i(mi?)

 

Fil Olayı

1’inci Ayette, Kâbe’yi yıkmak için saldırıya geçmiş olan “Fîl ordusu”nu, Allah’ın nasıl perişan ettiğine dikkat çekilerek, İslâm’a engel olmak isteyenlerin hilelerinin, tamamen boşa çıkarılacağı ve kendi başlarına geçirileceği mesajı verilir.

Mekkeli müşriklerin, uzlaşma adı altında plânladıkları hile, Kâfirûn suresiyle bertaraf edildikten sonra, Müminler ve müşrikler için yeni bir dönem başlar. Mekkeli müşrikler, bu aşamadan sonra İslâm’ın yayılmasını önlemek için fiili tedbirler almaya ve şiddet kullanmaya yönelirler. Onlar artık toplantılarında uzlaşmayı değil, müminleri tamamen nasıl yok edeceklerini konuşurlar; inananlara işkence etmeyi ve Peygamber(as)’i öldürmeyi plânlarlar. İşte bu yüzden daha surenin ilk ayetinde, müşriklere, yakın geçmişte şahit oldukları “Fîl ordusu”nun feci akıbeti hatırlatılmış; böyle bir yok ediş saldırısına geçmeleri halinde onların akıbetlerinin de çok kötü olacağı mesajı verilmiştir.

Ayetin kısaca işaret ettiği bu olay, İslâm’dan önceki Arap tarihinde “Fîl vak’ası” olarak bilinirdi. Fîl vak’ası, Kâbe’yi yıkmak amacıyla Mekke üzerine yürüyen Habeş ordusunun, Allah tarafından gönderilen kuşlar (uçan varlıklar) vasıtasıyla imha edilmesi olayıdır. Olay şöyle özetlenebilir.

Olayın Sebebi: Himyer Kıralı Zûnüvas, hahamların etkisiyle Yahudi dinine girer ve Yemen’deki Hıristiyanlara baskı yapmaya başlar. Hıristiyan Habeşliler, Yemen Hıristiyanlarını bu baskıdan kurtarmak için Yemen’e saldırırlar. Himyer ordusunu bozguna uğratıp 537 yılında iradeyi ele geçirirler. Bu kez de onlar, Yahudilere baskı yapmaya başlarlar. Yemen’deki kiliseler, Arapları da Hıristiyan olmaya çağırır. Fakat Araplar bu çağrıya uymayıp geleneklerine ve Kâbe’yi haccetme ibadetlerine bağlı kalırlar.

Habeş Kırallığı tarafından Yemen’e vali olarak atanan ve mutaassıp bir Hıristiyan olan Ebrehe el-Eşrem, Hıristiyanlığı yaymak için bölgede yoğun çalışmalara başlar. Arapların Kâbe’yi ziyaret için Mekke’ye gittiklerini görünce, San’a’da İslâm kaynaklarında “Kulleys-kalis” şeklinde geçen ve Türkçe’de “Kilise” denen büyük bir katedral yaptırır. İnşaatın tamamlanmasından sonra Ebrehe, çeşitli bölgelere propagandacılar göndererek mabedi ziyaret etmeleri için halkı San’a’ya çağırır. Fakat bu kilisenin, kutsal saydıkları Kâbe’nin yerine geçirilmek istenmesini hazmedemeyen Kinâne kabilesine mensup bir Arap, San’a’ya giderek kiliseyi kirletir. Bu saygısızlığa öfkelenen Ebrehe, bütün Kinânelilerin gelip kiliseyi tavaf etmelerini ister. Ancak onlar, Ebrehe’nin istediğini reddedip gönderdiği elçiyi öldürürler. Bunun üzerine Ebrehe, Kâbe’nin Hıristiyanlığın yayılmasına engel olduğu sonucuna vararak onu yıkmaya karar verir. İçinde Mahmut adlı filin de bulunduğu 60 bin kişilik büyük bir ordu ile Mekke üzerine yürür. Ebrehe’nin asıl hedefi, Mekke’yi zaptederek Araplar’ın gittikçe genişleyen ticâri faaliyetlerine son vermek; San’a’yı Arabistan’ın dini, ticâri ve siyasi merkezi haline getirmekti. Böylece, kuzey-güney bağlantısını kesen Mekke saf dışı bırakılarak Suriye’ye kadar ulaşılacak, Sâsâniler’le savaşan Bizans’a da yardım etme imkânı doğacaktı.

Yemen eşrafından Zûnefer, Ebrehe’nin Kâbe’yi yıkma kararına karşı çıkar ve onunla savaşır; fakat yenilerek esir düşer. Yoluna devam eden Ebrehe, Has’am kabilesini de yenerek reisleri Nüfeyl b. Habib’i esir alır. Ebreh’e, Tâif’e geldiğinde onunla şehir halkı adına Mesûd b. Muatteb konuşur. Lât mâbedine dokunulmamasına karşılık kendisine itaat edeceklerini ve hedefi olan Kâbe’yi gösterecek bir kılavuz verebileceklerini söyler. Ebrehe’de bu teklifi kabul eder.

Ancak, Ebû Rigâl adlı bu kılavuz, Mekke yakınındaki Mugammes denilen yerde ölür. (Araplar’ın, onun mezarını taşlamayı âdet edindikleri söylenir.)

Ebrehe, Esved b. Maksûd’u, bir müfreze ile Mekke çevresine gönderip orada otlayan develeri ordugâha getirmesini ister. O da kendisine verilen emri yerine getirir. Ordugâha getirilen develer arasında, Hz. Muhammed’in devesi Abdulmuttalib’in zoo deveside vardır. Abdulmuttalib, Kureyş’in reisidir. Ebrehe, Hutâna el-Himyerî’yi, Abdulmuttalibe göndererek onlarla savaşmaya gelmediğini, yalnızca Kâbe’yi yıkmak istediğini, eğer engel olmaya kalkışmazlarsa kendilerine dokunulmayacağını bildirir. Abdulmuttalib ordugâha gelip sadece develerini ister. Onun, Kâbe’nin yıkılmaması için ricada bulunmak yerine yalnız develerini istemesi, Ebrehe’ye garip gelir. Abdulmuttalib, bu durumu garipseyen Ebrehe’ye, “Kendisinin develerin sahibi olduğunu ve Kâbe’yi merak etmediğini; çünkü onu kendi sahibinin (Allah’ın) koruyacağını” söylemekle yetinir. Develerini alıp Mekke’ye dönen Abdulmuttalib, Kâbe’ye gider, beytini koruması için Allah’a dua ettikten sonra, halka şehrin dışına çıkmalarını, dağlara ve vadilere çekilmelerini söyler.

Ertesi gün, Ebrehe ordusuna hücum emri verir. Fakat askerin önünde bulunan fil, Mekke’ye doğru hareket ettirilmek istendiğinde yerinden kımıldatılamaz, askerler de üzerlerine taşlaşmış çamur yağdıran ebâbil kuşları tarafından kurt yemiş yaprağa çevrilirler. Ordusu perişan olan ve plânları boşa çıkan Ebrehe kurtulan askerleriyle birlikte Yemen’e dönmek zorunda kalır. Kısa bir süre sonra o da ölür.

Olayın Tarihi: Fîl olayının ne zaman olduğu konusunda farklı bilgiler ve görüşler vardır. Yaygın olan görüş, bu olayın, Hz. Muhammed’in doğumundan elli, elli beş gün veya üç ay önce Muharrem ayının çıkmasına on üç gün kala bir Pazar günü meydana geldiğidir. Bu tarih, 569 veya 570-571 yıllarına tekâbül etmektedir.

Olayın sonucu: Kureyş kabilesi, Mekke ve Kâbe için büyük önem taşıyan Fîl vak’ası’nı tarih başlangıcı (milât) kabul etmiş ve meydana geldiği yıl, “âmü’l fîl-Fîl yılı” adıyla meşhur olmuştur. Ayrıca, diğer Arap kabileleri de bu olay sebebiyle Kureyş’e saygı duymuşlar ve bu saygıyı onlara “ehlullah-Allah’ın halkı” diyerek belli etmişlerdir. Ancak bu durum uzun sürmemiştir. Çünkü Kuran, “ashabu’l-fîl” diye adlandırdığı saldırganları, kısa bir süre sonra, “Fîl” adındaki bir sûre ile onlara hatırlatmıştır. Bunun nedeni, surenin nüzul döneminde Mekkeli müşriklerin İslâm’ın yayılışını önlemek için, şiddet kullanmaya yönelmiş olmalarıdır. İşte sure, Mekke Müşriklerinin yakın geçmişte şahit oldukları, fîl olayını kendilerine hatırlatarak onların İslâm’ı yıkmaya yönelik bu eğilimlerini, daha baştan mahkum etmek istemiştir.

2’nci ayette, Allah’ın, Fîl ordusunun kurnazca plânlarını tamamen boşa çıkardığı dile getirilerek onların nasıl perişan edildikleri açıklanır.

Bu ayetteki “keyd” kelimesi sözlükte, “Suikast, plân, düzen, oyun ve tuzak” gibi anlamlar taşır. “Keydehum fi tadlîl” İbaresi de, “onların tuzaklarını, kurnazca plânlarını tamamen boşa çıkardı” manasına gelir.

Onların tuzakları ise, Kâbe’yi yıkmak, San’a’da yaptırmış oldukları kiliseyi onun yerine koyup halkı ona çevirmek; Arapların gittikçe genişleyen ticâri faaliyetlerine son verip San’a’yı Arabistan’ın dinî, siyasî ve ticâri merkezi haline getirmekti. Onlar bu gayeye ermek için gizli açık bir takım teşebbüslerde bulundular, Mekke’nin çok yakınındaki Mugammes’e kadar geldiler. Ama onlar bütün uğraşlarına rağmen Kâbe’yi yıkmaya muvaffak olamadılar. Tam aksine kendileri helâk, kiliseleri de harap olup gitti. İşte ayette bu gerçeğe işaret edilmiştir.

3’üncü ayette, Allah’ın, Fîl ordusunun üzerine sürülerle kuşlar (uçan varlıklar) gönderdiği belirtilir. Bu ayette yer alan ve “tâir” kelimesinin çoğul şekli olan “tayr” sözcüğü, “uçan kuş veya uçan varlıklar” anlamına gelir. Bu kelimenin ayette belirsiz (nekra) olarak kullanılması, bunların tanınmadık garip bir takım kuşlar olabileceğini hatıra getirir. Nitekim kırlangıca benzetilen bu acayip kuşların, sürüler halinde deniz tarafından gelip toplandıkları ve yalnız Fîl vak’asında görüldükleri rivayet edilir.

“Ebâbil” kelimesi de, çoğunluğun kanısına göre tekili olmayan bir çoğul (çokluk) ismidir. Bu sözcük, “kümeler halinde farklı yönlerden gelip toplanan kuşlar” anlamına gelir.

“Tayran ebâbîl” terkibi ise, “kümeler halinde birbiri ardınca gelen kuş sürüleri” demektir.

Bu terkiple, Allah’ın Fîl ordusunun üzerine sürülerle kuşlar saldığı; bu uçan varlıklarla onlara belâ üzerine belâ yağdırdığı vurgulanmak istenmiştir.

4’üncü ayette de, uçan varlıkların Fîl ordusuna siccil taşları ile sert azap darbeleri indirdikleri bildirilir. Bu ayetteki “siccil” kelimesinin, Farsça “senk’u kîl- taşlaşmış çamur” sözcüğünün Arapça’ya intikâl etmiş şekli olduğu söylenir. Fakat bazı müfessirlere göre “siccîl” Arapça kökenli bir kelime olup lafzen “Yazı”, mecâzen de “Allah tarafından yazılıp takdir edilen şey” anlamına gelen “sicill” sözcüğünün anlamdaşıdır. Bu yaklaşıma göre, “bi hicaretin min siccîl” ibaresi, “Allah’ın takdiri ile önceden tespit edilmiş taş gibi sert azap darbeleri”ni ifade eden bir mecaz olmaktadır.

5’inci ayette ise, Saldırganların, uçan varlıkların yağdırdığı sert cisimlerin tesiriyle helâk edildikleri haber verilir; onların bu perişan hâli, yenilmiş ekin yaprağına benzetilir.

Bu ayetteki “asf” kelimesi “taze(gök) ekin yaprağı veya saman ufağı”; “keasfin me’kûl” terkibi de, “yenilmiş ekin yaprağı veya yalnız sap dipleri kalmış yenik ekin tarlası gibi” anlamına gelir.

Bu benzetme ile, Fîl ordusunun maksadına eremeden bedenlerinin delik deşik edilerek hezimete uğratıldıklarına dikkat çekilir. Demek ki Yüce Allah, Fîl ordusunu böyle akıllara gelmez, şaşırtıcı ve çok çabuk bir şekilde yenilmiş ekin gibi yapıvermiş; istilacı bir orduyu semâvi bir âfetle ansızın yere serip perişan etmiştir.

Görüldüğü gibi bu surede Fîl ordusunun, Ebâbi’l kuşlarının yağdırdığı sert cisimlerin tesiriyle helâk edildikleri belirtilmiş, fakat bu taşların ve onları atan kuşların özellikleri hakkında herhangi bir bilgi verilmemiştir. Ancak tefsirlerde bu konuda hayli ayrıntılı yorumlar yapılmış; olayın bir mucize olarak anlatıldığı rivayetlerde de Arap topraklarında çiçek ve kızamuk gibi hastalıkların ilk kez o yıl görüldüğünden söz edilmiştir. Fîl vakasının kaynaklarda ayrıntılı olarak yer alması, Kuran’ın indiği sırada bu olayın muhataplar tarafından çok iyi bilindiğini gösterir.

Bu ayrıntılı bilgilere ve rivayetlere dayanan Muhammed Abduh, fîl ordusuna taş atan kuşların, mikrop taşıyan sirek veya sivri sinek türünden uçan varlıklar olduğunu belirterek olayı, “bir bulaşıcı hastalık salgını” şeklinde yorumlamıştır. Ancak, müfessirlerin çoğu bu yoruma katılmamış, tam aksine anılan yoruma karşı ciddi tenkitlerde bulunmuşlardır.

Abduh’un yorumuna şiddetle karşı çıkanlardan biri de M.Hamdi Yazır’dır. O genel olarak, Abduh’un derin ilmine rağmen rivayetleri saptırdığını, ayetleri anlamları dışına çektiğini, bu büyük olayı yaptığı yorumlarla âdeta küçülttüğünü, modern ilmin ağır baskısı altında kalıp yorumda ısrar ettiğini ve Allah’ın beyanıyla yetinmediğini söyler. Sonunda, “o zaman Peygamber(as)’e her taraftan öfke püsküren düşmanları bile inkara ve tevile (yoruma) sapmamışken bugünkü dostları içinde ona inanmayıp tevile kalkışanlara: “Düşman kadar olsun siper et süret-i hakkı, Ey Dost Hüseyn olmaz isen bari Yezid ol” denmez mi?” diyerek eleştirisini tamamlar.

Rivayetlerde anlatılanlar abartılı, bu konuda yapılan yorumlar da isabetsiz olabilir. Gerçek olan, olayın özüdür. O da, Yemen’de egemen olan Hıristiyanların, Arapların dini merkezi olan Kâbe’yi yıkmak ve böylece onları geleneksel dinlerinden koparıp Yemen’de egemen olan Hıristiyanlığa çevirmek için Mekke önlerine geldikleri, fakat Allah’ın gönderdiği kuş sürülerinin attıkları taşlarla veya bu taşların bulaştırdığı mikroplarla askerlerin kırılıp Kâbe’nin Hıristiyan saldırısından korunmuş olduğudur. Saldırganları mahveden belânın mahiyeti ne olursa olsun bu olay, kelimenin gerçek anlamıyla tam bir mucize idi. Çünkü Fîl ordusunun bozguna uğratılması, baskı altındaki Mekke halkına hiç beklenmedik bir kurtuluş imkanı sunmuştu.

İşte bu yüzden Kuran, Arapların çok iyi bildikleri ve destan gibi anlattıkları Fîl vakasını, Kâbe’nin Allah katındaki değerini gösteren bir mucize olarak onların anlatımına uygun biçimde dile getirmiştir. Burada asıl amaç, Kuran’ın ilk muhataplarınca çok iyi bilinen bir olayı hatırlatıp Allah’ın dinine karşı çıkanları uyarmak ve onların gerçeği görmelerini sağlamaktır. Bunun için, ayetleri asıl bağlamından koparıp olayla ilgisiz kılacak veya onu çarpıtacak biçimde yorumlamak doğru değildir.

Surede dile getirilen Fîl vakasının en ibret alınacak yanı, Kuvvetlerine güvenerek Kâbe’ye hücum eden ve önüne geleni çiğneyen saldırgan bit ordunun, tam Mekke’nin yanına gelip hedefe ulaşmak üzere olduğu bir sırada, hatır ve hayale gelmez bir şekilde bozguna uğratılıp helâk edilmesidir. Demek ki Allah, Kâbe’yi saldırılardan koruduğu gibi, İslâm’ı da koruyacak, dinine aktif biçimde düşmanlık edenleri, vakti geldiğinde Ebrehe ve ordusu gibi bozguna uğratacaktır.

<<Ey mutlak egemenlik sahibi Allah’ım! Sen egemenliği dilediğine verirsin, dilediğinden alırsın; dilediğine yüceltir, dilediğini alçaltırsın. Bütün iyilikler senin elindedir. Doğrusu sen her istediğini yapmaya kâdirsin.>>

GENEL TESPİTLER

Fîl suresinin indiği dönemde, Mekke müşrikleri İslâm’ı önlemek için fiili tedbirler almaya ve Müslümanlara karşı şiddet kullanmaya yönelmişlerdi. Onlar artık yaptıkları toplantılarda uzlaşmayı değil, Müslümanları toptan nasıl imha edeceklerini plânlıyorlardı. İşte Yüce Allah, müşriklerin çok iyi bildikleri Fîl vakasını hatırlatan bu sureyi indirerek onların saldırgan eğilimlerini daha baştan mahkum etmek istemiştir. Yani onlara, Müslümanları yok ediş saldırısına geçtikleri takdirde, kendi akıbetlerinin çok feci olacağı uyarısında bulunmuştur.

Bu surenin verdiği mesajı anlamak isteyenler için, kaynaklarda, üzerinde çokça durulan olayın nasıl cereyan ettiği ve taşların mahiyeti konusu, fazla önemli değildir. Olay ister klasik yorumlardaki gibi kuşların ayakları ve gagaları ile taşıdıkları taşları ordunun üzerine bırakmaları şeklinde olsun, isterse Abduh’un modern ilmin ağır baskısı altında söylediği gibi bulaşıcı mikrobik bir hastalık olsun fark etmez. Önemli olan, Kâbe’nin bir biçimde insan müdahalesi olmaksızın Allah tarafından korunması ve düşmanların cezalandırılmasıdır.

Öyleyse dini anlatırken, verilen misaller âfâki değil, insanların çok iyi bildikleri hadiselerden seçilmeli; bir de her şeyin Allah’la ilimtisi kurularak muhatabın İslâm’i bilince ulaşması sağlanmalıdır. Ne varki günümüzde âfâki konularla ve pratiği olmayan teorilerle daha çok uğraşılırken gerçek mesaj, laf kalabalığı arasında kaybolup gitmekte, bu durum zamanla insanlar arasında Kuranî hidayetin yitirilmesine sebep olmaktadır.

İnişinden bu güne asırlar geçmiş olmasına rağmen, surenin günümüz insanına yönelik mesajları da vardır. Bunlardan en önemlisi, inkarcıların, her asırda İslâmı ve Müslümanları yok etme gayreti içinde olabilecekleri gerçeğidir. Ama Allah, dinini ve dininin şi’arı(sembolü) sayılan değerleri, kendi koruması altına alır; onları savunacak bir tek insan bulunmasa bile o, kendi koruması altına aldığı varlıkları ve değerleri korur. Onlara zarar vermek isteyen zalimlere de zamanı geldiğinde hak ettikleri cezayı verir.

Kâbe, yapılalıdan bu yana tevhidin biricik sembolü olarak yeryüzünde varlığını korumakta, müminlerin kalbinde tevhidin ilk ve tek mabedi olarak yer tutmakta ve bütün Müslümanlar, onu ziyaret edebilmenin hasreti içinde yaşamaktadırlar. Allah’ın, Fîl ordusunu sırf Kâbe’yi yıkmak istemesinden dolayı helâk ettiğini bilerek onu ziyaret eden mümin, onda bizzat Allah’ın gücünü ve tevhidi görecek, O’nun koruduğu ve kutsadığı bir mabedi ziyaret etmenin onurunu ve sevincini yaşayacaktır.