(26/91) ŞEMS SURESİ

MEKKE DÖNEMİ

(15 ayet)

Bu surenin, Mekke döneminde ve peygamberliğin ilk yıllarında indiği belirtilir. Sure, 15 ayetten oluşur. Adını, ilk ayetin başında yer alan ve “Güneş” anlamına gelen “Şems” kelimesinden alır. İniş sıralamasına göre 26’ncı, resmi sıralamada ise, 91’inci suredir.

Sure, insanlar için en parlak ve hayat verici bir yıldız olan güneşe yeminle başlar. Bunun ardından sırasıyla ay, gökyüzünde ve yeryüzünde bulunan diğer fenomenlere kasem edilir. Bu yeminlerle, maddi ve tabii oluşlara sebebiyet veren asıl fâile dikkat çekilir.

Yedi adet kasemden sonra, insana iyiyi kötüyü ayırt etme gücünün verildiği, benliğini arındıran kişinin başarıya ulaşacağı, kirleten kimsenin de perişan olacağı bildirilir. Böylece maddi, akli ve ruhi sermayeden yararlananların kurtuluşa erecekleri, anılan değerleri yitirenlerin ise, ziyana uğrayacakları mesajı verilir.

 

Bu mesajın doğru algılanmasını sağlamak amacıyla, surenin son kısmını oluşturan ayetlerde, peygamberlerini yalanladıkları için helâk edilen Semûd kavminden söz edilir. Sure, inkâr yolunu seçen bu kavmin feci akıbetini dile getiren ayetle son bulur.

Rahman ve Rahim Allah’ın Adıyla

 

 

Güneşe ve onun aydınlık veren ışığına,

Onu izleyen aya,

Dünyayı açığa çıkaran gündüze,

Onu karanlığa boğan geceye,

Gökyüzüne ve onu harikâ biçimde bina edene,

Yeryüzüne ve onu genişletip döşeyene,

Nefse (insan benliğine) ve onu amacına uygun biçimde düzenleyene,

Ona kötülüğü ve Allah’a karşı sorumluluk bilincini aşılayana and olsun ki,

Nefsini (benliğini) arındıran kesinlikle kurtuluşa erişir;

Onu kirletip kötülüğe (yenik) düşen de hüsrandadır.

Evrendeki İbret Ayetleri

Kuran, evrendeki oluşları ve nesneleri, genellikle Allah’ın ayetleri olarak isimlendirir; insanın bunlara ibret gözüyle bakmasını ister. Bu surede de, insanın her gün karşı karşıya geldiği ve hayatını önemli ölçüde etkilediği güneş, ay, gece, gündüz gibi varlık ve oluşlara yemin edilerek kişinin Allah’a inanması ve O’nun hidayetiyle yolunu bulması hedeflenir. Öyleyse insan, nesnelere ve olaylara takılıp kalmadan eserden müessire ulaşmayı başarabilmelidir.

1’inci ayette, insanlar için âdeta hayat verici bir yıldız olan güneşe ve onun aydınlık veren parlaklığına yemin edilir. Bu ayetteki “duhâ” kelimesi, “güneş ışığının en parlak noktasına ulaştığı kuşluk vakti” anlamına gelir. “Güneşin duhâsı” da, “onun doğarken parlayan ışığıdır.”

Surede önce, güneşe ve onun aydınlık veren parlaklığına yemin edilmiştir. Çünkü güneş, hem ışığı ile maddi alemin en büyük aydınlatma vasıtasıdır hem de Yüce Yaratıcı’nın lütuf ve inayetini, kudret ve büyüklüğünü gösteren en açık bir ibret ayetidir. Güneşin, insanlar tarafından bilinen ve bilinmeyen pek çok faydası vardır. Ancak bunların içinde en barizi, onun bir ısı ve ışık kaynağı oluşudur. Ona ibret gözüyle bakan insan, Hak nuru ile tıpkı bir dolunay gibi aydınlanır; gönlünün bu nurdan aldığı ilhamla da her türlü karanlıktan kurtulup hakikat aleminin huzurlu bir ferdi haline gelir. İnsana bu huzur aleminin yolunu göstermek içinde bundan sonraki ayetlerde ard arda şu yeminler yer alır.

2’nci ayette, ayın, güneşi izlediği zamana yemin edilir. Ayın güneşi izlemesi, güneşin batmasının ardından âdeta onu andırır bir biçimde doğmasıdır. Bu da genellikle her ayın ilk yarısındaki dolunay gecelerinde olur ve güneş batınca ay görünür.

Ayrıca ayın güneşi izlemesi, “ışığını ondan alıp yansıtması” şeklinde de yorumlanmıştır. Ancak ay, harekette dünyaya, ışıkta güneşe tâbii olduğundan ve burada sözün akışı harekette değil, ışık üzerinde yoğunlaştığından birinci yorumun daha isabetli olduğu söylenebilir.

3’üncü ayette, gündüzün karanlığı giderip dünyayı aydınlatmasına ve açığa çıkarmasına dikkat çekilir. Bu ayetin sonunda yer alan zamir, çoğunluğun görüşüne göre açıkça zikredilmeyen ancak söz gelişinden anlaşılan “karanlığa” yahut “dünya” ya işaret eder. Bazı otoritelere göre de, anılan zamir, “güneşe” gider.

Gündüz güneş ışığını, ışıkta güneşin varlığını gösterdiğinden ayetteki zamir, güneşi temsil eder. Fakat Kuran’ın iması, bu zamirin güneşe değil, dünyaya gittiğine işaret eder. Bunun için mealde, “güneş” yerine “dünya” kelimesi tercih edilmiştir.

4’üncü ayette de, gündüzü karanlığa boğan geceye yemin edilir. Burada, gecenin güneşi ve bütün aydınlık ufukları sarıp tamamen örtmeye başladığı koyu karanlık zamana dikkat çekilir. Çünkü gece, her şeyi bürüyüp gizler.

Ayrıca ayet, maddenin ışığın görünmesine engel olan karanlık tabiatına ve insanın inkar, cehalet, gaflet ve şehvet saplantısı nedeniyle doğru yolu bulamayışına da işaret etmiş olabilir.

5-6’ncı ayetlerde, gökyüzüne ve onu inşâ edene; yeryüzüne ve onu genişletip döşeyene yemin edilir. Çünkü görünen âlemin uyumu, bütünlüğü, genişliği ve güzelliği, Yaratıcı’nın birliğini ve kudretini gösterir.

Gök kubbeyi andıran semanın nasıl yapıldığı, tam olarak bilinemiyor. Bu konuda söylenenler de, kesinlik taşımayan ve her zaman değişmesi muhtemel olan teorilerden öte gitmiyor. Kesin olan, bu binayı Allah’ın kudret elinin yaptığı ve tuttuğudur. Aynı şekilde yeryüzünü hayata elverişli hale getiren de Allah’tır. O, takdiri ve tedbiri uyarınca yer kabuğunu oluşturup yüzeyinin hayata elverişli olmasını sağlamıştır. Allah’ın kozmik düzen için koyduğu temel yasalardan biri kaldırılmış olsa, evrenin dengesi bozulur, hayatın devamı da imkansız olur. Bunların hepsi, insanın ihtiyaçlarını karşılaması, Yaratıcı’sını tanıması ve ahlâkî seviyesini yükseltmesi için yapılmıştır.

7’nci ayette, insan benliğini amacına uygun olarak biçimlendirene yemin edilir. Bu ayette yer alan “nefs” terimi, çok geniş bir anlam yelpazesine sahiptir. Bu kelime nekra (belirsiz) olarak kullanıldığında, her canlıyı kapsamına alırsa da burada, “insan benliği” veya “kişiliği” anlamına gelir. O, fiziksel bir beden ile ruh olarak tanımlanan hayat özünün bileşimi olan bir varlıktır ve Allah’ın yaratıcı gücünün etkili kanıtlarından biridir.

Göğü yapan, yeri döşeyen ve insan benliğini amacına uygun olarak biçimlendiren Allah olduğu halde, bu ayetlerde O’nu ifade etmesi gereken “men” yerine, “mâ” edatı kullanılmıştır. Bunun nedeni, yeri, göğü ve bütün canlıları yaratan gücün büyüklüğüne dikkat çekmek, Allah’ı tanımayanlara O’nu tanıtmaktır.

8’inci ayette, insan benliğini hakikati ve doğuştan sahip olduğu yetenekleri dile getirilir. Onun hem ahlâkî zaaflar gösterebilme, hem de üstün mertebelere yükselme özelliğine aynı ölçüde sahip olduğu belirtilir.

Bu ayetteki “İlham” kelimesi, “bir manayı gönüle düşürmek ve telkin etmek”; “fucûr”, “haktan sapmak ve hayasızca işler yapmak”; “takvâ” da, “Allah’a karşı sorumluluk bilinci içinde olmak ve kötülüklerden sakınmak” anlamına gelir.

Nefse fucûrunu ve takvâsını ilham etmek, onu iyiye ve kötüye yönelme özelliğiyle donatıp bu ikisi arasında kendi seçimi ile baş başa bırakmak anlamına gelir. Ancak burada asıl maksat, kötülük işlemenin yanlış, iyilik yapmanın doğru olduğunu insana kavratmak, dolayısıyla kötü olan şeylerden sakınmak ve iyi olan işleri yapmak gerektiğini ona telkin etmektir. Çünkü fucûr kelimesi, yergi ve yasaklamayı; takvâ kavramı da övgü ve iyi olanı yapmayı ifade eder.

Hiç kuşkusuz Allah, her nefse bir iyilik ve kötülük duygusu vermiştir. Bunun birisi insan benliği için kazanç ve başarı, birisi de tehlike ve zarardır. Bu yüzden insan, iyi ve kârlı olana atılır, tehlikeli ve zararlı olandan kaçınır. Böylece ilham, iyi ve kötüyü idrak eden her nefiste işlevini görmüş olur.

Ancak insan, sonuç itibariyle hangi şeyin kendisi için iyi, hangi şeyin kötü olduğunu her zaman aklıyla bilemez. Özellikle kişi ömrü açısından yeterli olmayan ve uzun tecrübelere ihtiyaç duyulan konularda ilâhî bir bildirim olmadıkça o, gerçeğe ulaşamaz. İşte uzun tecrübelerin ürünü olan gerçekler veya beşeri tecrübe ile oluşturulamayan ruhî ve ahlâkî ilkeler, insan benliğine Allah tarafından telkin edilir. Bu telkin de genellikle ilham veya vahiy yoluyla olur.

Öyleyse insana düşen görev, tecrübe etmediği ve bilmediği şeyleri, bilenlerden sorup öğrenmek, her zaman hak fikriyle hareket etmektedir. Çünkü insan benliğinin arınması, mutluluğa ulaşması ve hüsrana uğramaması, büyük ölçüde buna bağlıdır.

9-10’uncu ayetlerde, benliğini terbiye edip arındıran kişinin başarıya ulaşacağı, onu günahla kirletip karanlığa gömen kimsenin ise, hüsrana uğrayacağı haber verilir.

Bu ayetlerde yer alan “zekkâ” kelimesi, “nefsi, inkâr, cehâlet, yanlış inanç ve fena huylar gibi tüm kötülüklerden temizledi.”; “dessâ” kelimesi de, “onu iyice günaha gömdü” veya “hile ile ayartıp fesada düşürdü.” demektir.

Burada, insanın kendi davranışları üzerindeki rolüne ve onlardan sorumlu olduğuna dikkat çekilir. Demek ki, nefsi temizlemeye çalışmak insanın görevidir ve bu çalışma onun yararınadır. Bunun için temizlenme, bu işi yapması itibariyle insana nisbet edilmiştir. Ayrıca, davranışlarıyla nefsini yüceltme meziyeti veya alçaltma durumu, sadece insana özgü bir niteliktir. Bu yüzden, öteki canlılar, davranışlarından sorumlu değillerdir.

İnsanın nefsini arındırmaya çalışması görevi olsa da onun kendini temize çıkarmaya hakkı yoktur. Bunun için, insanın kendisinin temize çıkardığı, akladığı nefis değil, onun ilim, iman, irfan ve güzel amelle arındırıp Allah’ın temize çıkardığı nefis kurtuluşa erer. Özgürlük ve sorumluluk da, insanı Allah’a kul olmaya ehil hâle getirir.

 

 

Semûd kavmi, kaba bir küstahlıkla hakikati yalan saydı,

Bir ara içlerinden en azılı olanları (deveyi öldürmek için) ileri atıldığında (bu yalanlama doruğa ulaştı.)

Halbuki Allah’ın Elçisi onlara: “Allah’ın devesini ve onun su içme sırasını gözetin.” demişti.

Fakat onlar Elçi’yi yalanladılar ve deveyi vahşice boğazladılar. Bunun üzerine Rableri, günahları yüzünden onları yıkıma uğrattı ve tümünü yerle bir etti.

Çünkü O, yaptığının sonucundan asla korkmaz.

Bir Felâket Örneği

11-15’inci ayetlerde, azgınlığın, Semûd kavmini hakikati yalanlamaya sevkettiği ve helâke sürüklediği bildirilir. Ayetlerin beyanına göre onlar, kaba bir küstahlıkla hakikati yalanlamışlar, Allah’ın Elçisi’nin uyarılarına kulak tıkayıp deveyi vahşice boğazlamışlar, bunun üzerine Allah onları yıkıma uğratmış ve tümünü birden yok etmiştir.

Semûd kavminin, Hz.Nûh’un oğlu Sam soyundan geldiği, Âsurlular’ın egemenliği altındaki doğu ve orta Arabistan toplumlarından biri olduğu söylenir. Kuran’da adı geçen Semûd kavmine, Salih(as) peygamber olarak gönderilmiştir. Bu kavim, Âd’dan sonra ve İbrahim(as)’den önce Şam’la Hicaz bölgesi arasındaki Vâdi’l Kurâ ve çevresinde yaşamışlar, bugün Medine yöresinde Medâin-i Salih denen yerde oturmuşlardır. Buradaki harabeler, dağlar da yontulmuş evler, belirtilen yerin eski bir medeniyet bölgesi olduğunu gösterir. Çünkü anılan bölgede, onlara atfedilen yazıtlara hâlâ rastlamak mümkündür.

Allah, dişi deveyi Semûd kavmini sınamak için göndermiş, Salih(as), kavmine bu deveye kötülük etmemelerini, kasabanın çeşmesinden bir gün halkın, bir gün de devenin su içeceğini söylemiş, fakat onlar devenin su içmesine dayanamayıp onu vahşice boğazlamışlar, Allah da şiddetli bir ses veya depremle yurtlarını yıkıma uğratıp onların tümünü yok etmiştir.

Semûd kavminin öyküsü, Araplar arasında çok iyi biliniyordu. Bu yüzden surede, dillere destan olan bu öyküye kısaca değinilmiş, özellikle Kuran’ın ilk muhataplarına, peygamberlerini yalanlatan toplumların helâk edilecekleri uyarısı yapılmış ve bütün insanlara öğüt verilmek istenmiştir. Ayrıca bu kıssayla, insanın potansiyel günahkârlığına ve hakikate hıyanetlik etmenin feci akıbetine de dikkat çekilmiştir.

Son ayette yer alan ve “korkmaz” anlamına gelen “lâ yehafu” fiilinin fâili (öznesi), Allah kabul edilirse ayet, “O, yaptığının sonucundan korkmaz.” şeklinde tercüme edilebilir. Çünkü Allah dilediğini yapar ve yaptığından ötürü sorguya çekilemez. Bu yüzden kimse Allah’tan hesap soramaz ve O’na karşı zalimleri savunamaz.

Ancak anılan fiilin faili, azgınlık edip deveyi boğazlayan şâki insan(lar) da olabilir. Bu takdirde ayet, “O (nlardan hiç biri) işlediği suçun cezasından korkmuyordu; baş(lar)ına gelecek şeyin korkusunu taşımıyordu.” manasına gelir. Birinci mana Allah’ın mutlak uluhiyyetine; ikinci mana da azgın insan (lar)ın sorumsuz tavrına, Allah’a gerçekten inanmadıklarına ve O’nun intikamından korkmadıklarına işaret ettiğinden mealde her iki anlama da yer verilmiştir.

Allah’a izafe edilen devenin vahşice boğazlanışının, ilâhi, irade tarafından cezasız bırakılmayışı, dünya çıkarları için dini değerleri çiğneyen azgın insanın, bir bakıma dini katletmiş olacağına ve bunun cezasını bir gün mutlaka çekeceğine işaret eder.

Gerçekten de hakkın sesine kulak tıkayan insanda menfaatin cazibesi, etkili bir hile haline dönüşür. Bu hilenin uşağı olan kimse de, kuzuyu boğazlamadan önce ona kendi taklidini yaptıran kurda benzer.

Sonuç olarak, Allah’ın hidayetiyle yolunu bulup nefsini temizleyen kişi, kulluk görevinde başarılı olur ve kurtulur. İsyan edip kötülük işleyen ve hakikate hıyanetlik eden kimse ise, dünyada helâk olur, ahirette de azap görür.

Ayetlerle İlgili Genel Tespitler

Evren, bir bütün halinde ve Allah’ın koyduğu yasalarla uyum içinde varlığını sürdürmektedir. O, Allah’ın gücünü ve rahmetini gösteren ibret ayetleriyle doludur.

İnsanı ve onun yaşamının devamını sağlayan bütün imkanları yaratan Allah’tır. O, insanoğlunun refahını ve felâhını istemektedir. Allah’ın sayısız nimetleri ve sınırsız rahmeti karşısında insanın, O’na ibadet etmesi ve şükrân duyması gerekir.

İnsanın bu dünyadaki hayatı geçici ve sınırlıdır. Dolayısıyla onu öte dünyada bir hesaplaşma beklemektedir. Çünkü Allah insana iyiyi kötüyü tanıma ve ayırt etme yeteneği bağışlamış, onu kendi iradesiyle yaptığı işlerden sorumlu tutmuştur. Bu yüzden her insan, Kıyamet gününde Allah’ın huzuruna çıkarılacak ve sorumlu bir birey olarak yapmış olduğu eylemlerinden dolayı yargılanacaktır.

Allah insana irade (dileme) yeteneği vermiştir. Allah bu yeteneği vermeseydi, insanın dilemesi ve düşünmesi imkansız olurdu. Demek ki insanın dilemesi, Allah’ın yarattığı kanunlarla olmaktadır. Fakat bu kanunların işlemesinde ve işlevini görmesinde insan seçiminin önemli rolü vardır. İşte bunun için insan, kendi iradesi ve seçeneğiyle yaptığı işlerden sorumludur.

Kuran, ilk muhataplarına kendi dilleriyle, gelenekleriyle ve genel dünya görüşleri doğrultusunda hitap etmiş; mesajını sunarken de bütün insanların âşina olduğu olayları ve ibareleri kullanmıştır. Özellikle kozmoloji ve tarih, onun mesajını sunarken en çok kullandığı iki önemli vasıta olmuştur. Ancak onun kullandığı ifadeler, bilimsel gerçekleri açıkça belirtmek ve tarihi olayları ayrıntılı biçimde anlatmak yerine, dini mesajın değerini yansıtırlar. Söz gelimi kozmolojiyle ilgili ayetlerde, yeryüzünün yuvarlak olduğu değil, onu Allah’ın yarattığı ve insanoğlunun yaşayabileceği şekilde uygun ve elverişli bir hale getirdiği belirtilir. Çünkü bu ayetler de güdülen temel amaç, insanın her gün karşı karşıya geldiği ve hayatını önemli ölçüde etkilediği varlık ve oluşlara ibret gözüyle bakmasını sağlamak; onun bunlardan doğru ve dini sonuçlar çıkarmasına yardımcı olmaktır.

Sonuç olarak denebilir ki, aklını kullanıp iradesini doğru yönde kullanan, nefsini terbiye edip arındıran ve yücelten insan kurtuluşa erer. Allah’tan başkasına tapıp benliğini kirleten ve aşağılatan kimse de perişan olur. Çünkü inkârcıların ve azgınların sonu, dünyada helâk olmak, ahirette de azap görmektir.