(27/85) BURÛC SURESİ

MEKKE DÖNEMİ

(22 ayet)

Burûc suresinin, Mekke döneminde ve peygamberliğin ilk yıllarında indiği belirtilir. Sure, 22 ayetten oluşur. Adını, birinci ayetin sonundaki “burûc” kelimesinden alır. İniş sıralamasına göre 27’nci, resmi sıralamada ise, 85’inci suredir.

Sure, burçlarla dolu olan semaya yeminle başlar, vaad edilen kıyamet gününe, o gün her şeyi açık seçik görecek olanlara ve görülecek gerçeklere yemin edilerek surenin giriş bölümü tamamlanır.

Bundan sonraki ayetlerde, yalnızca Allah’a inandıkları için zalim kadrolar tarafından kendilerine zulmedilen ve işkenceye uğrayan iman ehlinin hazin durumu dile getirilir. Allah’ın, işkence ve zulüm yapan zalimlerin hepsine tevbe etmedikleri takdirde hak ettiği cezayı vereceği; dinleri uğruna işkence görenlerin öcünü alacağı, inananları ise cennetine koyacağı, asıl zaferin ve ebedi kurtuluşun bu olduğu belirtilir.

Daha sonra Allah’ın üstün kudretine, inkârda ısrar edenleri ansızın kuşatıp yakalayışına dikkat çekilir. Bununla birlikte günahından tevbe edeni, Allah’ın bağışlayacağı hatırlatılır. Güçlerine güvenip inananlara zulmeden Firavun ve Semûd kavmi nasıl helâk olmuşsa, onların izinden gidenleri de aynı feci âkıbetin beklediği uyarısı yapılır.

Sure, Kuran’ın yüceliğini, ebedi ve değişmez olduğunu vurgulayan ayetlerle son bulur.

Sure, ilk bakışta Peygamber(as)’i ve inandıkları için zulüm gören ilk Müslümanları teselli etmek için inmiş gibi görünüyorsa da onun mesajı, sadece anılan dönem ve kişilerle sınırlı değildir. Çünkü geçmiş asırlarda olduğu gibi ikibinli yıllarda da dünyanın bir çok ülkesinde inananlara uygulanan baskı ve sindirme faaliyetleri, bütün şiddetiyle devam etmektedir. Bunun için surede, Kıyamete kadar gelip geçecek bütün inananların kaderine işaret edildiği söylenebilir.

Ayrıca bu sure, yalnız inkâr etmekle kalmayıp inananlara kin duyan, onlara baskı ve zulüm yapan, yaptıklarından pişmanlık duymak yerine bundan zevk alan din düşmanlarının değişmez karakterini ve acımasız tavrını da ortaya koymaktadır.

 

(27/ 85) BURÛC SURESİ

MEKKE DÖNEMİ

22 Ayet

 

Rahman ve Rahim Allah’ın Adıyla

 

1. Takımyıldızlarıyla dolu olan göğe,

2. Vaadedilen güne,

3. Tanıklık edenle tanıklık edilene and olsun ki,

4-5. (İnananlara karşı) şiddetle yanan ateş çukuru hazırlayan (o adam)lar, öldürüldü (kendilerini mahvetti)ler.

6-7. Onlar, ateşin başına kurulmuş, (keyifle) müminlere yaptıklarını seyrediyorlardı.

8-9. İnkârcılar, müminlerin sadece kudretli, bütün övgülere layık, göklerin ve yerin tek sahibi olan Allah’a inanmalarından dolayı onlardan nefret ediyor ve öç alıyorlardı. Halbuki Allah, her şeye tanıktır.

10. İnanan erkek ve kadınlara işkence yapıp sonra hiçbir pişmanlık duymayanları, cehennem azabı beklemektedir; onlar için yakıcı bir azap vardır.

11. İnanıp doğru ve iyi işler yapanlar, (öteki dünyada) içinden ırmaklar akan bahçeler bulacaklardır; işte en büyük başarı ve kurtuluş budur.

12. Şüphesiz Rabb’inin yakalaması (bitirici darbesi) çok müthiştir.

13. (İnsanı) yoktan var eden ve sonra yeniden hayata getiren O’dur.

14-16. O, çok bağışlayan, seven ve sevilen, şanlı kudret tahtının sahibi ve dilediği her şeyi yapandır.

17-18. (Ey Muhammed, günahkâr) ordular (ın), Firavun ve Semûd (kavminin) kıssasından haberdar mısın?

19. İnkâr edenler, hep hakikati yalanlayagelmişlerdir.

20. Ama Allah onları (ilim ve kudretiyle, farkında olmadıkları halde) arkalarından kuşatıverir.

21. Hayır hayır, doğrusu (onların reddettikleri) bu ilahî kelam, şanlı şerefli bir hitâbedir.

22. İyi korunan bir levhada (yazılı) dır.

 

İnanca Yapılan Baskı

Mekke döneminde, inkârcı müşriklerin inananlara baskı uygulamaya ve işkence etmeye başladıkları bir sırada inen surenin 1’inci ayetinde, büyük takımyıldızlarıyla dolu olan göğe yemin edilir. Bu ayetteki “burûc” kelimesi, sözlükte açık, seçik ve görünür olmak gibi anlamlar taşıyan b r c kökünün çoğul şeklidir. Gökyüzünde bulunan takımyıldızlarına, surlarla çevrili bir şehrin veya sarayın kulelerine, bir kalenin yüksek ve stratejik mevzilerine “burç” denir.

Kuran’da dört defa çoğul şekilde geçen bu kelime, bir yerde “göğe yükselen kuleler”, diğerlerinde de “gökteki büyük takımyıldızları” anlamında kullanılır. Burç kelimesinin asıl anlamı, “sur, saray ve kale kulesi” dir. Ancak gökte yükselmeleri, açığa çıkmaları ve görünmeleri nedeniyle yüksek sarayları andırdıkları için, takımyıldızlarına da benzetme yoluyla “burç” ismi verilmiştir.

Burçlar kuşağındaki farazi şekillerin, milattan önce III. bin yıldan beri benimsendiği tahmin edilmektedir. Bu günkü astronomiye göre, 360 derecelik dairevi kuşağın 30’ar derecelik on iki bölüme ayrılması sonucu oluşan burçlar, güneşin burca girdiği 21 mart tarihi itibariyle şu şekilde sıralanırlar: Koç (21 Mart), Boğa (20 Nisan), İkizler (21 Mayıs), Yengeç (21 Haziran), Aslan (23 Temmuz), Başak (23 Ağustos), Terazi (23 Eylül), Akrep (22 Ekim), Yay (22 Kasım), Oğlak (22 Aralık), Kova (20 Ocak), Balık (19 Şubat). Güneşin, burçlar kuşağı üzerindeki bu hareketi, mevsimlerin başlangıç ve bitiş noktaları gibi gece ve gündüzün uzayıp kısalmasını da takvime bağlar. Bu on iki burç bir varsayımdır. Ancak “burçlar” denilince akla ilk olarak bunlar gelir.

Burçların insan üzerindeki tesirine inanmak, Semâvi cisimlere mustakil bir kudret nisbet edip onlara tapmak, tevhid inancıyla bağdaşmaz. Bu yüzden İslam düşünce ve bilim tarihinde astroloji, büyük ölçüde hurafeciliği içerdiği gerekçesiyle bir çok ilim adamı tarafından reddedilmiştir. Buna rağmen, gizemini koruyan astrolojik telakkiler, geçmişte olduğu gibi günümüzde de pek çok insanı etkisi altına almıştır.

Gökyüzü, sayısız galaksileriyle Allah’ın sonsuz kudretini ortaya koyan canlı ve kevnî bir ayettir. Sema, ilâhî kudretin akıllara durgunluk verecek boyutta dile geldiği bir mekan olduğu için, sure büyük takımyıldızlarıyla dolu olan göğe yeminle başlamıştır.

2’nci ayette, vaadedilen güne yemin edilir. Bu günden maksat, göğün yarılıp yıldızların dağılacağı “Kıyamet günü” veya inkârcıların başına geleceği söylenen “Azap günü” dür.

3’ncü ayette de, şahitlik eden ile edilene dikkat çekilir. “Şahit”, bir şeyi görüp ona tanık olan; “Meşhûd” da tanıklık edilen demektir. Buradaki “şahit” ve “meşhûd” tan maksadın ne olduğu konusunda çeşitli görüşler öne sürülmüştür. Söz gelimi, şahidin “Allah, peygamberler veya bütün insanlar”; meşhûdun da, “yaratıklar, peygamberlerin ümmetleri, insanların amelleri ve ahiret günü” olduğu belirtilmiştir. Ancak burada, Kıyamet gününe ve Yüce Divan’a işaret edildiği için, zorbaların yaptıkları kötülüklerden dolayı orada hesaba çekilecekleri bildirilmektedir. Bu yüzden ayetler, Yüce mahkemeye getirilecek bir olaya giriş niteliğindedir. Bu da, zalimlerin, inanan insanları dinlerinden döndürmek için ateşe atıp yakmaları olayıdır.

Bunun için 4-7’nci ayetlerde, inananları dinlerinden döndürmek amacıyla ateşle dolu çukurlara atan, sonra da ateşin başına kurulup onların yanışını keyifle seyreden zalimlerin, Allah’ın rahmetinden kovulup başkalarına ibret olacak şekilde cezalandırıldıkları haber verilir.

Buradaki “Ashab-ı uhdud” dan maksat, zulüm gören müminler değil, inananları dinlerinden döndürmek için hendekler kazıp içini ateşle dolduran ve onlara işkence eden zalimlerdir. Surede, inananlara baskı ve işkence yapan Ashab-ı uhdud’dan kısaca söz edilmesi, ilk Müslümanlara işkence yapan Mekkeli Müşriklerin, bunlar hakkında bilgi sahibi olduklarını, bundan dolayı da böyle bir misalle uyarıldıklarını gösterir.

Bu olayın nerede ve kimler tarafından gerçekleştirildiğine dair çeşitli rivayetler vardır. En yaygın kabule göre olay, Yemen’de geçmiştir. Yemen’in Yahudi kralı Zû Nuvâs, Yahudiliği kabul etmeyen Necranlı Hıristiyanları, ateş dolu çukurlara atarak onları işkenceyle öldürmüştür. Ancak Zû Nuvâs’ın ve Yemen halkının Hıristiyanlara baskı ve işkence yapması, onları galeyâna getirir. Hıristiyanlar ayaklanıp Yemen’i istila ederler; Zû Nuvâs’ı öldürüp Yahudiliği büyük bir yıkıma uğratırlar. İşte Kuran, ilk muhatapları tarafından çok iyi bilinen bu olayı kısaca hatırlatarak dinleri uğrunda işkence gören müminlere sabır ve ümit aşılamak, onlara baskı ve işkence yapan müşrikleri de uyarmak istemiştir.

Tabii ki bu ayetlerin asıl amacı, sadece tarihte kalmış zalimlerin kimliklerini ve durumlarını belirtmek değil, ayrıca hangi asırda ve yerde olursa olsunlar, onların değişmez nitelikli genel karakterini gözler önüne sermektir. Çünkü işkenceciler, kendileri hiçbir zaman inanmayan, başkalarının da iman etmesini nefretle karşılayan zalim kimselerdir. Onların ortak ve değişmez karakteri ise, inanlara baskı ve işkence yapmaktır. Bunun için Kuran, onları isimlerinden ziyade genel karakterleri ve acımasız fiilleriyle tanıtır.

8-9’uncu ayetlerde ise, inkârcıları, müminlere baskı yapmaya ve onlardan intikam almaya sevkeden temel sebebe açıklık getirilir. Ayetlerin beyanına göre inkârcılar, müminlerin sadece bütün övgülere layık, göklerin ve yerin hükümranlığına sahip olan Allah’a inanmalarından dolayı onlardan nefret ediyor ve öç almaya çalışıyorlardı. Oysa müminler, Allah’a inanıyor ve O’na bu imanla gitmek istiyorlardı. İnkârcılar ise, sırf bu inançlarından dolayı onlara acımasızca davranıyorlardı. Demek ki burada, kendisi inanmayan, başkalarının inanması da suç sayan bir zihniyetin eleştirisi yapılmaktadır.

Bu iki ayette, Allah’ın üç güzel ismi yer alır. Bunlardan ilki, “Aziz” dir. Aziz, güç, şeref, değer ve üstünlük gibi anlamlar taşıyan ‘a z z kökünden türemiş bir sıfat olup “değerli, şerefli, güçlü ve dâima üstün olan” anlamına gelir. Bunun için “Aziz” ismi uluhiyyeti nitelediğinde “dengi ve benzeri bulunmayan, daima güçlü, üstün ve galip olan Allah” manasına gelir.

Aziz ismi, Kuran’ın tamamında doksan dokuz kez geçer. Bunlardan altısı hariç diğerlerinin hepsinde Allah’ı niteler. O’nun kuvvet ve kudretinin kadimliğine, yaratıklardaki gibi değişikliğe uğramadığına, bu yüzden uluhiyyetin başlıca özelliklerinden birinin de izzet olduğuna dikkat çeker.

Nüzul sırasına göre ilk defa bu surede geçen “Aziz” ismi, Kuran’da tek başına hiç yer almaz. Burada “Aziz-Hamid” şeklinde kullanılır ve bu kullanım şekli, Kuran’ın tamında üç kez yer alır.

Bu ayetlerde geçen ve Allah’ı niteleyen isimlerden ikincisi de “Hamîd” dir. Hamîd kelimesi, iyilik, güzellik ve erdemlilikle niteleyip övmek gibi anlamlar taşıyan h m d kökünün türemiş şeklidir. Hamîd, “bütün iyilik ve güzelliklerle övülen, sayısız nimet ve lutuflarına şükredilen Allah” anlamına gelir. Bu isim, Allah’ın zâtî ve fiili sıfatlarından övgüye layık tek ilah olduğunu belirtir.

Hamîd ismi, Kuran’ın tamamında on yedi kez geçer. Bunlardan birinde tek başına ve özel isim değerinde kullanılır; diğerlerinin hepsinde Allah’ı niteler. Bu isim de, Allah’ın övülmeye layık olduğunu pekiştirmek için, esmâ-i hüsna (güzel isimler) dan bir kısmıyla birlikte kullanılır. Bunlardan biri de az önce geçtiği gibi, “Aziz-Hamîd” şeklidir.

İnsanlar arasında da inancı, ahlâkı ve diğer davranışlarıyla övgüye layık kişiler vardır. Fakat hiç kimse, eksiklikten ve yergiden uzak olmadığından, mutlak manada hamîd (övgüye layık olan) sadece Allah’tır. Bunun için hamîd, Allah’ın zâtî ve ezeli isimlerinden biridir. Çünkü canlı cansız, şuurlu ve şuursuz bütün kâinatın sahip olduğu iyilik ve güzellikler, Yaratıcı’sına racidir. Bu yüzden hamd, sadece iradeli varlık olan insandan değil, bütün varlıklardan Allah’a yükselen bir övgüdür.

Burada geçen ve uluhiyyeti niteleyen sıfatlardan üçüncüsü ise, “Şehît” tir. Bu kelime, sözlükte hazır bulunmak, bilmek ve haberdar olmak gibi anlamlar taşıyan ş h d kökünün türemiş şeklidir.

Uluhiyyeti niteleyen “Şehîd” ismi, “her şeyden haberdar olan, kendisinden hiçbir şey gizlenemeyen ve hiçbir şeyi unutmayan Allah” anlamına gelir.

Şehîd kelimesi, Kuran’da otuz beş kez geçer. Bunlardan on dokuzunda Allah’ı niteler. Allah’ı niteleyen “şehîd” ismi, Kuran’da her zaman tekil olarak gelir; hiçbir yerde belirlilik takısı olarak “el-şehîd” şeklinde kullanılmaz. Kelimenin bu şekildeki kullanımı, Allah’ın şahitliğinin fiili aktivitesinin ne kadar güçlü olduğuna işaret eder. Gerçekten de Allah, ezelden beri her şeyi bilir; büyük küçük her şeyden her yönüyle haberdardır. Bu yüzden O’ndan hiçbir şey saklanamaz. O, her şeye tanıktır ve her şeyin yanında hazırdır. Allah, her şeyi bilir, bütün evrende işini dilediği gibi yürütür, zamanı gelince de herkese yaptıklarının karşılığını tam olarak verir. Bunun için ayetler, müminlere bir müjde, onlara baskı ve işkence eden zalimlere de bir uyarı niteliğindedir.

Nitekim, 10’ncu ayette, inanan erkek ve kadınlara işkence edip sonra da yaptıklarından pişmanlık duymayanlar cehennem azabıyla uyarılırken; 11’inci ayette, dinleri uğrunda çeşitli işkencelere ve zorluklara katlanıp güzel işler yapan müminler, cennetle müjdelenir.

Burada “Fitne” kelimesine açıklık getirmek gerekir. Çünkü “Fitne” sözcüğü, Arapça kökenli ve çok anlamlı kelimelerden biridir. Onun hangi anlamda kullanıldığı, ancak bağlamları göz önünde bulundurulduğu zaman anlaşılabilir.

“Fitne” kelimesinin Arapça lügatlarda geçen belli başlı anlamları, “denemek, imtihan, yakmak, bir şeye aşırı düşkün olmak, görüş ayrılığı, kargaşa, delilik, dalâlet, saptırmak, günah, inkar, küfür, şirk, skandal, işkence, öldürme, belâ, musibet, mal, evlad ve kötülük”tür.

Fitne, “bir kimseyi veya nesneyi ateşe sokmak” şeklinde tanımlanır. Bu yüzden fitne denilince genelde şiddet, musibet ve işkence akla gelir. Fitne Allah tarafından olduğunda bir hikmet aranır. Allah’ın emri olmaksızın insanlar tarafından yapıldığında ise hikmet aranmaz. Bu nedenle Allah, fitneyi işkence, baskı ve saptırma anlamıyla icrâ edenleri her yerde kınar.

Fitne kelimesinin Arapça sözlüklerde anlamları bu şekilde verilir. Kelimenin “insanlar arasındaki görüş ayrılığı ve kargaşa” anlamı üzerinde fazla durulmaz. Bu kelimenin Türkçe sözlüklerde belirtilen başlıca anlamları, “azdırma ve baştan çıkarma, karışıklık, fesat, ara bozma ve karıştırıcı”lıktır. TDK’nun yayınladığı Türkçe sözlükte ise kelimenin sadece “karışıklık ve kargaşa” anlamına geldiği belirtilmiştir.

Kelimenin, Arapça ve Türkçe’deki anlamları karşılaştırıldığında Türkçe’de ciddi manada anlam daralmasına ve kaybına uğradığı söylenebilir. Özellikle fitne kelimesinin, “imtihan, insanlara inanç ve düşüncelerinden dolayı yapılan baskı ve işkence” anlamı Türkçe’ye hiç geçmemiştir.

“Fitne” kelimesinin türediği f t n kökü, çeşitli kullanım biçimleriyle Kuran’da 60 yerde geçer; “el-fitne” şekli ise, otuz ayette yer alır. Kuran’da altmış yerde kullanılan ve çok anlamlı olan bu kelimeyi, her yerde “fitne” diye tercüme etmeden olduğu gibi kullanmak elbette doğru değildir. Bu durumda çeviride izlenmesi gereken yol, kelimeyi kullanıldığı bağlam içersinde Türkçeleştirmektir. Bunu yapabilmek için de, “fitne”nin Kuran’daki kullanımlarına bakmak gerekir.

“Fitne” kelimesi Kuran’da en fazla, “imtihan (deneme / sınama)” anlamıyla, sonra da sırayla “baskı (işkence / eziyet)”, “belâ (musibet / dert)”, “saptırma (kandırma / inkâr)”, “delilik (cinnet)”, “Azap (Ateşe atılma / yakılma”, “Cevap (mazeret / çare)”, “günah”, “savaşma (öldürme),” “fitne (kargaşa / karışıklık)”, anlamlarında kullanılır.

Fitne kelimesi bu ayette, “baskı ve işkence” anlamına gelir. Çünkü bu ayette, hem daha önceki ayetlerde kısaca değinilen zalimlerin, hem de Kureyş zorbalarının inananlara yaptıkları baskı ve işkencelere işaret edilir. Ayrıca ayette, inananlara baskı yapanlar, yaptıkları kötülüklerden vazgeçmeye çağrılır; onlara, tevbe ettikleri takdirde günahlarının bağışlanacağı bildirilir. Böylece ayetin asıl amacının, sadece geçmiş zorbaların yaptıklarını hatırlatmak değil, ayrıca yaşayan zalimleri de uyarmak olduğu anlaşılır. Çünkü tarihe karışmış ve ölüp gitmiş insanların, artık tevbe fırsatı kalmamıştır. Tevbe, hayatta olan insanlar içindir.

Sonuç olarak denebilir ki, bu ayetlerde Kureyş müşriklerinin ilk Müslümanlara yaptıkları işkencelere değinilmektedir. Şu halde, “ashab-ı uhdud”un, inananlara yönelik acımasız işkencesi, Kureyş zorbalarını uyarmak, işkenceye uğrayan Müslümanlara da sabır aşılamak ve moral vermek amacıyla anlatılmıştır. Çünkü, İslam’ın ilk devirlerinden itibaren inananlara, özellikle de korumasız ve zayıf insanlara çok işkence edilmiştir. Bütün bunlara rağmen, ilk nesil Müslümanlarının Allah’a güvenleri, sarsılmaz iman ve iradeleri sayesinde hak din batılı yenmiş, Allah’ın sözü yücelmiş ve bütün dünyaya yayılmıştır. Dinleri uğrunda çeşitli zorluklara katlanıp Müslüman olarak ayakta ve hayatta kalan müminler de imanın onuruna ve izzetine, ahirette de Allah’ın cennetine nâil olmuşlardır. Hiç kuşkusuz bu, büyük başarıdır.

12-16’ncı ayetlerde, Allah’ın kudreti anlatılmakta; onun müminlere işkence edenleri şiddetle cezalandıracağı hatırlatılmaktadır. Ayetlerin beyanına göre, Allah’ın yakalaması ve bitirici darbesi çok müthiştir. O, zorba ve zalimleri zamanı gelince haklar. İlk yaratmayı da yeniden hayat vermeyi de O yapar. Ayrıca Allah, yola gelmeyen zalimleri, dünyada helâk, ahirette de, onlara azap eder. Ahiret azabı ise, sürüp gider.

Bu pasajı oluşturan ayetlerde, Allah’ın tevbe edenleri bağışlayacağına, O’nun sevgi, şefkât ve merhamet sahibi olduğuna vurgu yapmak için, “Ğafûr” ve “Vedûd” isimlerine yer verilmiştir. “Ğafûr” ismi, “insanların günahlarını örten, onların hata ve suçlarını çokça bağışlayan Allah” anlamına gelir. “Ğafûr” ismi, Kuran’da çeşitli terkipler halinde kullanılır. Bunlardan biri de, bütün Kuran’da sadece bir kez kullanılan “Ğafûr-Vedûd” şeklidir.

“Vedûd” ismi ise, sevmek, arzu etmek ve istemek gibi anlamlar taşıyan v d d kökünün türemiş şeklidir. Vedûd ismi, uluhiyyeti nitelediği zaman, “çok sevilen ve kendisine yönelip tevbe edenleri çok seven Allah” anlamına gelir. Çünkü bağışlayanların en yücesi, sevginin kaynağı ve gözesi O’dur. Vedûd ismi, Kuran’ın tamamında iki kez geçer.

Uluhiyyetin en önemli özelliklerinden biri, sevmek ve sevilmektir. Bunun için mümin Allah’ı sevmelidir. Zaten Allah’ın bağışlaması da, kula olan muhabbetinden ileri gelir. Bunun için, “Ğafûr-Vedûd” terkibi, Allah’ın kulunu çok sevdiği, kulun da en çok Allah’ı sevmesi gerektiği mesajını verir. Çünkü insanları sevmeyen onları bağışlamaz, Allah’ı sevmeyen de bağışlanmaz. Öyleyse insan Rabb’ini sevmelidir. Ancak bu sevgi, taşkınlıktan uzak, uluhiyyetin ve kulluğun sınırlarına uyan, Allah’a itaatı ve bağlılığı artıran bir sevgi olmalıdır.

Burada yer alan “zû’l-‘arş” terkibi, “arş sahibi” anlamına gelir. “Arş” kelimesi lafzen “yüksek yer veya şey” mecâzen de “hükümranlık, şan, şeref ve taht” anlamlarına gelir. Bunun için Arş’ın, Allah’ın mutlak hükümranlığına ve sınırsız kudretine işaret ettiği belirtilir. Kuran’da Arş’ın Allah’a nisbet edildiği görülür. Ancak onun gerçek mahiyeti hakkında kesin bir sarahat (açıklık) yoktur. Arş’ın mahiyeti tam olarak bilinmese de onun Allah’ın şanına yaraşır bir varlık olduğu söylenebilir.

“Zû’l’arş” terkibi, Kuran’da dört kez geçer, Allah’ın kudret ve egemenlik tahtının tek sahibi olduğu mesajını verir.

Bu ayetlerde yer alan “mecîd” kelimesi ise, ulu, yüce ve şerefli olmak gibi anlamlar taşıyan m c d kökünün türemiş şeklidir. “Mecîd” ismi, uluhiyyetle ilgili olarak kullanıldığında “bütün ululuk sıfatlarına sahip, lütuf ve ihsanı geniş olan Allah” anlamına gelir. Mecîd ismi, Kuran’ın tamamında dört kez geçer. Bunlardan ikisinde Allah’ı niteler, ikisinde de Kuran’ın sıfatı olarak yer alır.

“Fa’allun li mâ yurid” terkibi, “dilediğini yapan” anlamına gelir. Bu terkiple, Allah’ın yaratma fiilinin devamlı olduğu, O’nun istediği her şeyi yapabileceği, hükmüne ve fermanına engel olunamayacağı mesajı verilir. Allah’ı niteleyen bu ibare, Kuran’ın tamamında iki kez geçer.

Kuran, Allah’ın buyruğunu bütün evrende geçerli olduğunu insanlara anlatırken, onların bildiği ve aşina olduğu ifadeler kullanır. Çünkü insan, bildiği ve anladığı ifadelerle Allah’ın kudretini düşünüp kavrayabilir. Bunun için Allah’ın kudret ve nüfuzu, Kuran’da genellikle insanların alışageldiği ifadelerle anlatılır.

17-20’nci ayetlerde, inkâr ve taşkınlıkları yüzünden helâk edilmiş olan Firavun ve Semûd gibi kavimlere değinilerek, Allah’ın her istediğini yapıcı olduğuna ve zalimleri nasıl cezalandırdığına dikkat çekilir. Hatırlanacağı gibi, söz konusu kavimlerin ikisi de günahlarından dolayı helâk edilmişlerdi. Firavun ve ordusu, suda boğularak ortadan kaldırıldılar. Semûd kavmi de şiddetli bir gürültü ve sallantıyla kendi yurtlarında yere serilip kaldılar. Aklı ve imanı olan bundan ibret alır; kalbini hakikate kapatan kimse de kör ve kâfir kalır. Çünkü inkârcılar, hep bir yalanlama içindedirler. Bu yüzden onlar, büyük kurtuluşa ermek istemezler. Fakat onlar, bir yalanlama sevdası peşinde koşup giderken, Allah onları farkında olmadıkları halde kuşatıverir. Çünkü Allah, “muhit”tir. Muhit kuşatmak, sarmak ve çevrelemek gibi anlamlar taşıyan h v t kökünün türemiş şeklidir. “Muhit” ismi, uluhiyyeti nitelediği zaman, “kendisinden hiçbir şey saklanmayan, kudret ve ilmiyle her şeyi kuşatan Allah” anlamına gelir; O’nun güzel isimlerinden biridir.

Muhit ismi, Kuran’ın tamamında dokuz kez geçer. Bunlardan birinde Ahiret gününü, diğerlerinde ise Allah’ı niteler. Bu vasfın geçtiği ayetlerde Yüce Allah’ın genelde bütün insanların, özellikle de inkârcıların yaptıklarını ve her şeyi ihata ettiği bildirilir.

Kuran’ın Yüceliği

21-22’nci ayetlerde, Kuran’ın yüceliğine, onun ebedi ve değişmez niteliğine vurgu yapılır. Kuran, Hz.Peygamber’e gelen ve okunan vahiylerin adıdır. Mecid ise, yüce ve şerefli demektir. Şu halde Kuran, şanlı, şerefli ve değerli bir hitabedir. O, korunmuş ve kaybolmayan levhalar üzerine yazılmıştır.

Burada yer alan “Levh-i mahfûz” terkibi, “korunmuş levha” anlamına gelir. Bu terkibi lafzi anlamıyla ele alıp değerlendiren müfessirler, onun “yedinci semada, Kuran’ın ezelden beri kaydedildiği gerçek bir ilahî levha” olduğunu söylerler.

Ancak çoğunluğun görüşüne göre bu terkip, mecâzi bir anlam taşımakta; böylece hem Allah’ın sınırsız ilmini, hem de Kuran vahyinin korunurluk ve kaybolmazlık özelliğini sembolize etmektedir.

Çünkü Yüce Allah, Kuran’ın kendi koruması altında olduğunu, onun hiçbir zaman bozulmayacağını ve bütün keyfi değişikliklerden uzak kalacağını bildirmiştir.

Sonuç olarak Kuran, Allah’ın zayi olmayan sözlerinden oluşmuş, her türlü töhmetten arınmış son derece yüce şerefli, dolayısıyla inanılarak okunup amel edilmesi gerekli olan bir kitaptır. O, Allah’ın koruması altındadır. Kuran metninin milâdi yedinci yüzyıldan beri her türlü değişiklikten uzak kalmış olması da, bu gerçeği hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde doğrulamaktadır.

Ayetlerle İlgili Genel Tespitler

Evreni yaratıp yöneten, canlıları öldürüp yeniden dirilten ve bütün varlık aleminin tek hakimi olan Allah, dilediğini yapar.

Allah’ın cezası çetindir. O, zamanı gelince insanlara baskı ve işkence yapanların cezasını verir. Zâlim, eninde sonunda bir zulme giriftâr olur; ev yıkanın hanesi de bir gün viran kalır.

Yapılan haksızlıklar Allah’ın bilgisinden kaçmaz ve O, zalimleri cezasız bırakmaz. Bunun için, hakikati yalanlayan ve inanlara baskı yapan zorbalar, dünyada helâk olmaktan ahirette de azap görmekten kurtulamaz.

Allah’ın cezası çetin olmakla birlikte affı ve sevgisi sınırsızdır. Bu yüzden Allah, işlediği kötülüklerden pişmanlık duyup tevbe eden kimsenin günahlarını bağışlar. İnanıp iyi işler yapanları da ebedi cennetlere koyarak ödüllendirir.

Kuran, Allah’a ve Elçisi’ne iman ettikleri için, çeşitli baskı ve işkencelere maruz kalan Müslümanlara yapılan insanlık dışı uygulamaları, ölümden beter bir durum olarak görür. Demek ki bu tür baskı ve insanlık dışı uygulamalar, her nerede ve ne zaman yapılırsa yapılsın bir insanı öldürmekten daha beterdir. Bunun için Kuran, inanca yapılan her türlü baskıya karşıdır.

İnsan canını kutsal kabul eden ve haksız yere can almayı şiddetle yasaklayan Kuran, despot zâlimlere: “İnsanlara inançlarından dolayı baskı yapmak, onları öldürmekten daha kötüdür.” diye sesleniyor.

Ölümden daha ağır ne vardır denilmemelidir. Zira ölümü temenni ettiren hal, ölümden daha beterdir. Ayrıca ölüm insanı sadece dünyadan ayırır. Baskı ve işkence ise, kişiyi hem dinden hem de dünyadan eder.

Hz.Muhammed’e gelen vahiyler, şerefli ve değerli bir hitâbedir. Onlar, korunmuş ve kaybolmayan bir levha üzerine işlenmiştir. Bunun için Kuran, her türlü değişiklikten uzaktır. Onda hiçbir kuşku ve çelişki yoktur. Eğer Kuran, Allah’tan başka birinden gelmiş olsaydı, onda mutlaka birçok çelişki ve değişiklik olurdu. Kuran’ın her türlü çelişkiden ve değişiklikten uzak olması, onun yüceliğini ve Allah’ın eseri olduğunu gösterir.