(34/50) KÂF SURESİ

MEKKE DÖNEMİ

(45 Ayet)

Mekke döneminde ve peygamberliğin beşinci yılında nâzil olan bu sure, 45 ayetten oluşur. Adını, başındaki "Kâf" harfinden alır. Nüzul sıralamasına göre 34’üncü, tertip sıralamasına göre de 50’nci suredir.

 

Kuran’ın yüceliğine atıfla başlayıp yine ona atıfla biten bu surede, genel olarak "Ölüm ve yeniden dirilme" konusu işlenir. Allah’ın kudretini gösteren oluşlara dikkat çekilerek yeniden dirilmenin mutlaka gerçekleşeceği belirtilir. Ahiretin mâkul ve mümkün olduğunu kanıtlayan misallere yer verilir. Geçmiş peygamberleri yalanlayanların uğradıkları acı azablara işaret edilerek her sorumlu canın, yaptıklarından hesaba çekileceği gerçeği vurgulanır. Sure, Elçi’nin görevinin, insanları inanmaya zorlamak değil, ilahî mesajı onlara duyurmak olduğunu ve insanların Kuran’la uyarılmaları gerektiğini dile getiren ayetle son bulur.

Rahman ve Rahim Allah’ın Adıyla

 

 

 

1. Kâf. Yüce Kuran’a andolsun ki,

2-3. İnkârcılar, içlerinden bir uyarıcının gelmesine şaştılar da: "Bu ne tuhaf bir şey; biz öldükten ve toz-toprak haline geldikten sonra mı (yeniden dirileceğiz)? Bu, gerçekleşme ihtimali olmayan bir dönüştür." dediler.

 

4. Biz, yerin onlardan ne eksilttiğini, (bedenlerini nasıl çürütüp yok ettiğini) iyi biliriz: Zira katımızda her şeyin kayıtlı olduğu ve korunduğu şaşmaz bir sicil vardır.

5. Fakat inkârcılar, ne zaman hakikat kendilerine tebliğ edildiyse (onu) yalanladılar; şimdi onlar, tam bir şaşkınlık içindeler.

6. Onlar, üzerlerindeki gökyüzüne hiç bakmıyorlar mı; onu nasıl inşa edip güzelleştirdik? Onun hiçbir çatlağı (en ufak bir kusuru) yoktur.

 

 

 

 

 

7. Yeryüzünü de genişletip yaydık, üzerine sağlam dağlar yerleştirip üstünde her tür güzel bitki yetiştirdik.

8. (Bütün bunları) isteyerek Allah’a yönelen her insana, bir uyarı ve belge olması için (yaptık).

9-10. Biz, gökten bereketli bir su indirir, onunla bahçeler, biçilecek taneli ekinler; salkım salkım meyveleriyle uzun hurma ağaçları yetiştiririz.

11. (Bütün bunları) kullara rızık vermek için (yaparız); hem o su ile, ölü toprağa hayat veririz. İşte (insanların) ölümden sonra (yeniden dirilip mezarlarından) çıkış(ları) da böyle olacaktır.

12-14. Onlardan önce, Nuh’un kavmi; Ress ve Semûd halkı; Âd, Firavun ve Lût’un kardeşleri; Eykeliler ve Tubba toplumu da hakikati yalanlamışlardı; Bunların hepsi (kendilerine gönderilen) elçileri yalanladı da, uyardığım şey başlarına geldi.

15. Biz, ilk yaratma (yoktan var etme) ile yorgun mu düşmüşüz? Hayır, ama onlar yeni bir yaratma(nın mümkün olduğun)dan (hâlâ) şüphe etmekteler!

 

 

 

16. Gerçek şu ki insanı Biz yarattık; onun iç benliğinin ona ne fısıldadığını Biz biliriz; çünkü Biz ona şah damarından daha yakınız.

17. Onun sağında ve solunda oturan iki kayıtçı vardır.

18. (Onlar) yanında hazır birer gözcü olarak (insanın) söylediği her sözü kaydederler.

 

19. Ölüm kâbusu gerçekten gelip kendisiyle beraber (asıl) hakikati de ortaya koyacaktır; (ey insan!) işte bu, senin öteden beri her zaman kaçtığın şeydir.

20. Yeniden diriliş suruna üflenir; işte o, bir uyarının gerçek olacağı gündür

21. (O gün) her insan, beraberinde bir sürücü ve bir de tanıkla (huzura) gelir.

22. (Ona:) "Sen bundan gafildin; ama şimdi Biz, senin (gözündeki) perdeni kaldırdık; bugün bakışın artık daha keskindir" (denir).

 

 

 

23. Onun beraberindeki yakın arkadaşı: "Her zaman benimle olan işte budur" der.

24-26. (Bunun üzerine Allah:) "Bütün inatçı hakikat düşmanlarını, her hayra engel olanları, günahkâr saldırganları, (insanlar arasında) şüphe yayanları, ve Allah’ın yanısıra başka ilahlar edinenleri cehenneme atın; bunları şiddetli azabın içine sokun" buyurur.

27. Onun yakın arkadaşı: "Rabb’imiz! onu azdırıp kötülüğe bulaştıran ben değilim; fakat o kendisi derin bir sapıklık içindeydi" der.

28-29. Allah: "Benim önümde çekişip durmayın (ey günahkârlar!) Çünkü Ben sizi (bu hesap gününe karşı) önceden uyarmıştım; Benim verdiğim hüküm değişmez ve Ben kullarıma asla zulmetmem." der.

30. Biz o gün cehenneme: "Doldun mu? Deriz; o: "(Hayır), daha yok mu?"der.

31. (O gün) Cennet, Allah’a karşı saygılı olanlara iyice yaklaştırılır.

32-34. (Onlara:) "İşte size, Allah’a yönelen, O’nu her zaman aklında tutan; kimsenin olmadığı yerde bile Rahman’dan korkan ve pişmanlık dolu bir kalp ile (O’na) gelmiş olan herkese vaad edilen (yer) budur; haydi oraya esenlikle girin, zira bu, ebedi ikâmet günüdür." (denir).

35. Onlar orada arzu ettikleri her şeye sahip olurlar; (üstelik) katımızda daha fazlası da vardır.

 

 

 

36. Bunlardan önce, onlardan daha güçlü olan ve diyar diyar dolaşıp sığınacak yer arayan nice nesilleri yok ettik; sığınılacak bir yer var mı?

37. Bunda, açık bir kalbe sahip olanlar veya uyanık bir zihin ve can kulağı ile dinleyenler için bir uyarı vardır.

38. Biz, gökleri, yeri ve aralarındaki her şeyi altı günde (devrede) yarattık; (buna rağmen) en ufak bir yorgunluk da duymadık.

 

39. O halde sen, onların söyleyebilecekleri her şeye karşı sabırlı ol; güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabb’inin sınırsız ihtişamını överek yücelt;

40. Geceleyin de secdelerin (her namazın) peşinden de O’nun şanını yücelt.

41. Bir çağırıcının (seni) yakın bir yerden çağıracağı o güne (daima) kulak ver.

 

 

42. O gün, (bütün insanlar) nihâi çağrıyı gerçekten duyarlar; işte o, (kabirden) çıkış (yani ölümden hayata dönüş) günüdür.

43. Doğrusu, hayat veren de ölümü getiren de Biziz; dönüş Bize’dir.

44. O gün yer yarılıp onların üzerinden süratle açılır; Bu toplanma (haşir), Bizim için çok kolay olacaktır.

45. Biz, onların ne söylediklerini çok iyi biliyoruz; ama sen (onları kuvvet kullanarak imana getiren) bir zorba değilsin; sen (in yapacağın iş), Benim uyarımdan korkabileceklere bu Kuran’la hatırlatmada bulun(maktır).

 

Kuran’ın en çok önemsediği konulardan biri de, muhataplarına kendi gerçekliğini tanıtmak ve ispatlamaktır. Çünkü, Kuran’ın oluşum sürecine tanıklık eden ilk muhataplar, onunla ellerindeki diğer metinler arasındaki farklılık veya zıtlığı kavrayabilecek düzeyde değillerdi. Bunun için onlar, Hz.Peygamber’in bir "şâir" veya "kâhin" olduğunu söylüyor; yeni vahyi, alışık oldukları metinler düzeyine indirgemeyi arzuluyorlardı. İşte Kuran vahyini, beşer sözüyle aynı düzeye çekmek isteyenlerin yanlış anlayışlarını düzeltmek için surenin 1’inci ayetinde, Kuran’a yemin edilip onun insan sözü değil, ilahî kaynaklı ve müteâl vasıflı olduğu bildirilir. Bu ayetteki "kâf" harfi, bazı surelerin başında yer alan bağımsız harfler (hurûfu mukatta’a) den biridir. "Kâf" ın, "surenin ismi, Allah’ın isimlerinden biri veya yeryüzünü çepeçevre kuşattığı düşünülen mitolojik bir dağın adı" olabileceği söylenmişse de, bunların hiçbiri kesin kanıta dayanmaz. "Kâf" harfi de, bazı sure başlarındaki öteki bağımsız harfler gibi muhatabın dikkatini okunacak vahye çeken, Kuran vahyine özgü farklılığı ve yüceliği dile getiren enstrümanlardan biridir. Çünkü bu harflerle başlayan surelerin çoğunda, anılan harflerin ardından, kitaba (Kuran’a) dikkat çekildiği görülür. Burada da "kâf" harfinden sonra Kuran’ın yüceliğine dikkat çekilmiştir.

Allah tarafından Hz. Peygamber’e gönderilen vahiylerden oluşan, mushaflarda yazılan, tevatürle nakledilen ve tilavetiyle taabbud olunan muciz söze Kuran denir. Kuran, bu ayette "mecid" olarak nitelendirilir.

"Mecid" lügatta "geniş lütuf, büyük şeref ve şan" gibi anlamlara gelir. Mecid kelimesi, Kuran’ın tamamında dört kez geçer. Bunlardan ikisinde Allah’ı, ikisinde de Kuran’ı niteler.

"Kurani’l mecid" terkibi ise, "yüce ve şanlı Kuran" demektir. Kuran, değişmezlik ve korunmuşluk vasfına sahip olup bütün yücelikleri ihtiva ettiği için, mecid olarak nitelendirilmiştir. Ayrıca Kuran, düşünerek okuyanı ve bildirdiği gerçekleri inanarak uygulayan insanı, yüceltip şereflendiren bir kitaptır.

2-3’üncü ayetlerde, hakikati inkâr edenlerin, kendi içlerinden bir uyarıcının gelmesine şaştıkları; öldükten sonra tekrar dirilme gerçeğini imkânsız gördükleri haber verilir.

Burada, ilahî vahyin, ölümlü bir insan tarafından tebliğ edilmesini tuhaf karşılayan Mekkeli müşriklerin, Kuran mesajına karşı takındıkları olumsuz tavra bir gönderme yapılmakta; anılan gönderme ile de, inkârcı insanların çoğunda görülen dini bildirimlere güvensizlik eğilimine işaret edilmektedir. İnkârcıların, ölümlü bir insanın peygamberliğine itiraz etmelerinin temelinde, bu gerçek yatmaktadır.

Hakikati inkâr edenler, öldükten ve toprak haline geldikten sonra yeniden dirilmeyi kabul etmezler; bunun, akla uymayan ve gerçekleşme ihtimali olmayan boş bir temenni olduğunu söylerler.

4’üncü ayette, inkârcıların imkânsız gördüğü olayın mümkün olabileceği; Allah’ın, insan bedeninin nasıl çürüyüp yok olduğunu çok iyi bildiği ve hiçbir şeyin O’ndan gizli kalamayacağı belirtilir.

Müşrikler, Allah’ın ölü bedenlerin çürüyüp dağılmasını hesaba katmadığını sanıyor, kendilerince yeniden dirilmeyi imkânsız görüyorlardı. Halbuki Allah her şeyi bilir; yeniden dirilmenin, yeniden bir yaratma gibi olacağını açıkça belirtir. Şu halde insan ölüp bedeni dağılsa, yakılıp külleri göğe savrulsa, suda boğulsa veya havada parçalansa bile, Allah onu yeni bir yaratıcı eylem ve irade ile yeniden diriltir. Çünkü O, yeniden yaratmaya kâdirdir.

Bu ayetteki "kitabu’n hafiz" terkibi, "koruyan veya korunmuş bir kitap" anlamına gelir. Bu terkiple, hem Kuran’ın korunmuşluk vasfına, hem de kişilerin yaptıkları işlerin bir tutanak altına alınıp korunduğuna işaret edilir. Çünkü Kuran’da sıklıkla kullanılan "kitap" kelimesi, ağırlıklı olarak "Allah’ın indirdiği semavî mesajlara, özellikle de Kuran’a" işaret etmesinin yanısıra, çok sayıda ayette, "kişilerin yaptığı işlerin tutanağı, sicili" anlamında da kullanılır. Burada asıl amaç, Allah’ın ilminin ve kudretinin sınırsız olduğunu vurgulayıp insana sorumluluk bilinci aşılamaktır.

5’inci ayette, Kuran’ın haber verdiği ahiret gerçeğini peşinen inkâr edenlerin, bir kuşku ve şaşkınlık içinde oldukları dile getirilir.

Ahiret gerçeğini inkâr edenler, insan hayatına ilişkin "neden" ve "niçin" sorularına yeterli bir cevap veremezler. Çünkü bu gibi sorular, yaratılışın gerisinde bir düzen ve amacın bulunduğuna inanmakla cevaplandırılabilir. İnkârcılar, düşünce ve inanç konusunda kararsız olduklarından, ne yapacaklarını tam olarak bilemezler; öldükten sonra tekrar dirilip ahirette hesap vereceklerini veya cezâ göreceklerini bir türlü kabul etmezler. Zira onlara göre ölmüş ve çürümüş cesetlerin, tekrar dirilmesi mümkün değildir. İşte bu yüzden, Kuran’daki pek çok ayette, onların bu tür yanlış düşünceleri dile getirilir ve düzeltilmeye çalışılır.

6-11’inci ayetlerde, gökleri ve yeri kusursuz olarak yaratan, yağmuru yağdırıp onunla çeşitli bitkiler bitiren, su ile ölü toprağa hayat veren Allah’ın, ölüleri yeniden diriltebileceği anlatılır.

Göğün mükemmel yapısı ve yıldızlarla süslenmiş olması, Allah’ın sınırsız ilmine ve kudretine işaret eder. Gökyüzü, Allah tarafından inşa edilip güzelleştirilmiş, bütün eksikliklerden de arındırılmıştır. Ona ibret gözüyle bakan, bu muazzam yapıda hiçbir aksaklık ve düzensizlik göremez.

Genişletilip üzerine sağlam dağlar yerleştirilen, üzerinde her cins güzel bitki yetiştirilen yeryüzü de, Allah’ın kudretini ve kullarına olan lütfunu gösteren kanıtlarla doludur. Çünkü göze ve gönle hoş gelen, insana sevinç veren pek çok şey, yeryüzünde bulunur. "Zevc-i behîc", "bitki, hayvan ve insan cinsinden güzel, sevimli ve hoş olan her canlı sınıfını" ifade eden bir terkiptir.

Evrendeki oluşlar, isteyerek Allah’a yönelen insanlar için gözle görülen bir kanıt ve onlara yönelik bir öğüttür. Zira "tebsire" kelimesi, "hem gözle görebilme hem de kalple sezebilme kuvveti" anlamına gelir. Bunun için gözün görmesine "basar"; kalbin sezişine de "basiret" denmiştir. Burada "tebsire" kelimesi, "zikrâ" ile beraber kullanıldığından "gözle görme kuvveti" anlamına gelir. Şu halde "tebsire" hissi (duygusal), "zikrâ" da aklî bir kavramdır. Bu yüzden birisi ihsas (duyurma), diğeri de ihtar (uyarma) dır. Dünya hayatında yaşarken varlık ve oluş üzerinde düşünen insan, istikbal bilincine erip ahiret inancına ulaşır; evrendeki varlıklardan hiçbirinin bir rastlantı sonucu olmayıp Allah’ın yaratmasıyla meydana geldiğini anlar ve O’na yönelir. Çünkü, Allah’ın insanlara rızık sağlamak için gökten indirdiği bereketli yağmurla, ekin tarlaları verimli hale gelir, bahçeler yeşerip bitkiler büyür, salkım salkım meyveleriyle uzun hurma ağaçları yetişir.

Demek ki, öldükten sonra yeniden dirilme, gelişme ve büyümeden kesilmiş kuru toprağa, gökten indirilen su ile hayat vermek gibidir. Bu yüzden ayetlerde dile getirilen oluşlar, "yeniden dirilme" gerçeğinin makul ve mümkün olduğunu anlatmak için, yerinde verilmiş birer misâldir.

12-14’üncü ayetlerde, vahiyle bildirilen hakikatleri yalanlayıp dine muhalefet eden toplumların, uyarıldıktan sonra cezalandırıldıkları haber verilir. Ayetlerde adı geçen toplumlar şunlardır:

Nûh kavmi: Kuran’da kavmiyle mücadelesine yer verilen ve Hz. Âdem’den sonra yeryüzündeki insanları irşad için gönderilen ilk peygamber, Hz. Nûh’tur. Kuran’da Nûh’tan önceki peygamberler de anılmakla birlikte, Hz. Muhammed’in bağlı olduğu vahiy geleneği, Nûh peygamberle başlatılır. Kuran, onun kavmi ve yaşadığı bölgeye ilişkin detaylı bilgi vermez; sadece onun çağrısı karşısında ilk tepkiyi gösterenlerin, toplumun önde gelenleri olduğunu belirtir. Hz. Nûh’un kavmiyle mücadelesini dile getiren çok sayıda ayet vardır. Fakat bu konuyla ilgili geniş ve toplu bilgiler, daha çok Hûd suresinde yer almaktadır.

Ress halkı: "Ress", Arapça’da "körelmiş kuyu" anlamına gelen bir kelimedir. Kuran’da bu tabirle hangi toplumun nitelendiği açık değildir. En yaygın görüşe göre bunlar, puta tapan ve Hz. Şuayb’ın kavmi olan Medyenliler’dir. Orta Arabistan’ın Kasîm bölgesinde bugün dahi bu ismi taşıyan bir kasaba mevcuttur.

Semûd kavmi: Semûd, Ad kavminin devamı olup Yemen’de ortaya çıkmış, daha sonra Himyeriler tarafından Kuzey’e sürülmüşlerdir. Bu kavmin, Hicaz – Şam arasında el - Hicr’den başlayıp Vâdî’l – Kurâ’ya kadar uzanan bölgede yaşadığı; Nûh’un oğlu Sâm soyundan oldukları için de Semûd adını aldıkları söylenir.

Âd kavmi: Ahkâf adıyla bilinen ve Ummân ile Hadramevt arasında yer alan geniş çöl bölgesinde yaşamış; büyük nüfuz ve iktidarıyla tanınmış bir kavimdir. Kuran’da bu kavim, "âd el-ûlâ" ve "âd-irem" olarak zikredilir. Kuran’daki "irem" ifadesi, Âd’ın Aramiler’den gelmiş bir kavim olabileceği ihtimalini hatıra getirir. Ayrıca İrem, Âd kavminin yaşadığı yerin adı olarak da değerlendirilebilir.

Firavun: Genelde "Mısır krallarının ünvanı" olarak kullanılan Firavun kelimesi, Kuran’da sadece Hz. Musâ dönemindeki kralı ifade eder. Kuran onu, yeryüzünün azgın ve lânetli güçlerinden biri olarak tanıtır.

Lût İhvânı (kavmi): Bu tabir, Kuran’da Hz.Lût’un mensup olduğu kavmi değil, onun aralarında yaşamaya karar verdiği ve peygamberlik göreviyle gönderildiği Sodom şehri sakinlerini ifade eder. Çünkü, Hz.İbrahim’in yeğeni olan Hz.Lût, amcası İbrahim(as) gibi güney Babil’deki Ur şehrinin yerlilerindendi. Allah onu, Sodom ve çevresinde oturan topluma elçi olarak gönderdi. Buradaki "kardeş" anlamına gelen "ihvân" kelimesi, aynı sosyal çevreyi paylaşan insan grubundan kinayedir. Bunlar, Hz.Lût’un sosyal çevresini oluşturdukları için, eğilimleri ve moral değerleri onunkinden tamamen farklı olmasına rağmen, onun kardeşleri olarak nitelendirilmişlerdir.

Eyke eshabı: "Sık ağaçlı vadilerin sakinleri" anlamına gelen bu terkiple kastedilen, peygamberleri Hz.Şuayb’ın uyarılarına aldırmayan ve bu yüzden de helak olup giden Medyen halkıdır. Çünkü, Şuarâ suresinde anlatılan Eykeliler’in vasıfları, A’raf ve Hûd surelerinde anlatılan Medyenliler’in vasıflarına uymakta; bu benzerlikten, Eyke ile Medyen’in aynı kent olduğu anlaşılmaktadır.

Tubba kavmi: Tubba kelimesi bir kavmin adı değil, Güney Arabistan’ı uzun yıllar yönetmiş ve Ms. 4. yüzyılda Habeşliler tarafından devrilmiş olan güçlü Himyer krallarının ünvanıdır. Sebenin bir boyu olarak kabul edilen bu kavim, Kuran’da, yeniden dirilme ve ahiret gerçeğini inkâr eden bir toplum olarak zikredilir.

Kuran, işlenen konuyu örneklendirmek, muhataplarının içinde bulundukları durumun ve sergiledikleri davranışların geçmişte yaşanan benzerlerini hatırlatıp onları uyarmak ya da çok temel bir ahlâk sorununa dikkat çekmek için, pek çok tarihi örneğe yer verir. Ancak Kuran bunu yaparken tarihi bir olayı bütün ayrıntılarıyla değil, bu ayetlerde olduğu gibi sadece gerekli gördüğü kadarıyla anlatır. Çünkü onun tarihi olay ve örneklere yer vermedeki temel amacı, salt hikayecilik değil, aksine insanın hayatı doğru yaşamasına ve düzgün bir yol tutmasına yardımcı olmaktır.

15’inci ayette, yaratma eyleminin ve hiçbir işin Allah’ı yormayacağı, buna rağmen inkârcıların, yeni bir yaratmanın mümkün olduğundan hâlâ kuşku duydukları belirtilir.

Bu ayetteki "lebs" kelimesi, "hakikati sübjektif yargılarla örtüp şüpheye düşmek" anlamına gelir. İnkârcılar, ilk yaratılışı itiraf etmekle birlikte, yeni bir yaratma ile ölülerin dirilebileceğinden kuşku duyarlar. Halbuki Allah, insanları ve bütün varlıkları birinci defa yaratmakla kudretini göstermiş, böylece ikinci yaratılışın imkân dahilinde olduğu ortaya çıkmıştır. Bu açık gerçeğe rağmen onu imkansız sanıp inkâr etmek, gerçekten büyük bir yanılgıdır.

16’ncı ayette, insanı yaratan Allah’ın, ona şah damarından daha yakın olduğu, iç benliğinin ona ne fısıldadığını çok iyi bildiği haber verilir.

Şeytanın veya nefsin, insana yaptığı aldatıcı ve ayartıcı telkinlere vesvese denir. Vesvese sözcüğü, gizlilik ve kapalılıkla kuşatılmış olan, üçüncü şahsın algılama imkânı bulunmayan bir iletişimi ifade eder. Bu yüzden ayetteki "nefsin vesvesesi" terkibiyle, insanın gönlünden geçirdiği gizli duyguları, kuruntuları ve iç benliğinin ona fısıldadığı şeyler kastedilir.

Bu ayetteki "habl" kelimesi, "ip, bağ ve damar", "verid" ise "kirli kanı kalbe taşıyan toplardamar" anlamına gelir. "Hablu’l verid", "vücutta ip gibi uzanan şahdamarı" demektir. Bu terkiple, Allah’ın insana çok yakın olduğu anlatılmak istenmiştir. Demek ki Allah sadece aşkın değil, aynı zamanda insana şahdamarından daha yakındır. Buradaki yakınlık, "ilim ve kudret yakınlığı" şeklinde yorumlanmıştır. Çünkü, Yaratıcı ile yaratılanlar aynı değildir. Her şey Allah’a aittir ve O’nun bilgisi dahilindedir. Allah’ın bilgisi dışında kalan hiçbir şey yoktur.

Ayetin amacı, dünyada yapılan işlerin hiç zâyi olmayacak biçimde Allah tarafından bilinip tespit edildiğini anlatıp insana ahiret bilinci aşılamaktır. Bundan sonra gelen ayetler de, değinilen amacı destekler niteliktedir.

17-18’inci ayetlerde, insanın sağında ve solunda bulunan iki gücün (Meleğin) onu gözetlediği, ağzından çıkan her sözü tespit ettiği belirtilir. 17’nci ayet, "insanın yaptıklarını kaydetmekle görevli olan iki melek, onun sağında ve solunda oturarak yaptıklarını kaydederler" şeklinde yorumlanabileceği gibi, "insan tabiatında mevcut olan iki eğilim, ne zaman sağdan ve soldan çatışarak karşı karşıya gelseler." şeklinde de yorumlanabilir. Bu durumda "birbirleriyle karşılaşmayı amaçlayan iki güç" ibaresi, hem insanın tabiatında mevcut bulunan "içgüdüsel dürtü ve arzulara" hem de "akla ve sezgisel vicdana" işaret eden bir mecaz olabilir.

Görüldüğü gibi bu ayetler de, Allah’ın, insanların nefislerinde olup biten her şeyi bildiği, onların yanında söylediklerini yazan, yaptıklarına şahit olan denetleyicilerin bulunduğu dile getirilerek kişilerin daha bilinçli olmaları ve sorumlu davranmaları hedeflenmiştir. Ayrıca bu ifadeler, insanın suçunu inkâra kalkışmaması ve Allah’ın adaletinden kuşkuya düşmemesi için, onun anlayabileceği biçimde kullanılmıştır. Demek ki Allah, kullarına sırf kendi ilmine göre muamele etmeyecek, ayrıca delil, şahit, iddia ve savunma gibi adaletin bütün şartlarını da yerine getirecektir.

19’uncu ayette, ölüm olayının, insana kendi kişiliği ile ilgili gerçekleri ve nihâi hakikati göstereceği bildirilir. Bu ayetteki "sekretü’l mevt" terkibi, "ölüm kâbusu-sarhoşluğu" anlamına gelir. Bundan maksat da, ölüm olayının insanı dehşete düşüren ve aklı gideren şiddetidir. Çünkü insan o anda, ne yapacağını bilmez davranışlar içersine girer. Ölümün hak ile gelmesi de, Allah’ın emriyle her canın onu tatmasıdır. Zira her can ölümü tadacak, böylece Kıyâmet günü insana yapıp ettiklerinin karşılığı tam olarak ödenecektir.

20’nci ayette, yeniden diriliş sûruna üflenince hesap ve cezanın gerçekleşeceği haber verilir. Bu sûra üflenince, ölmüşlere can verilir, onlar kabirlerinden kaldırılarak Rablerinin huzuruna getirilir. İşte bu va’dedilen, yani yapılan uyarıların yerine getirileceği sorgu ve ceza günüdür.

21’inci ayette, her sorumlu canın bir sâik (sürücü) ve şahit eşliğinde Yüce divana getirileceği ifade edilir. Bu ayetteki "sâik" in, suçlu insanı Yüce mahkemeye götüren muhafız; "şehid" in de, insanın yaptıklarına tanıklık edecek olan melek olduğu belirtilmiştir. Bir görüşe göre de "sâik", melektir; "şehid" de, insanın elleri ve ayakları (ile yaptıkları)dır.

Aslında ayet, her insanın yüce divana, kendi iç dürtüleri ve vicdanıyla çıkarılacağı mesajını vermektedir. Kuran, ahiret hesabını insan zihnine iyice yerleştirmek ve sorumluluk bilinci aşılamak için, olayı somutlaştırarak anlatmıştır. Şu halde iyinin de kötünün de sâik ve şahidi vardır. İyiler cennete, kötüler cehenneme sevkedilir.

22’nci ayette, ahiret gerçeğinden gafil olan insana, daha önce umursamadığı gerçeğin gösterileceği ifade edilir. Ayetin beyanından anlaşıldığına göre, Hesap gününde, insanın geçmişine ilişkin her şey, toplu olarak idrakine sunulacak, gözündeki perdenin kaldırılmasıyla bakışı netleşen insan, hakikati anlamaya başlayacaktır.

23’üncü ayette, Günahkâr benliğin yanında bulunan yakınının, söylediği söz dile getirilir. Ayetteki "karin-yakın"ın, suçluyu yakalayıp ilahî huzura getiren "muhafız"; yahut, onunla beraber olup onun bütün işlerini yazan "melek" olduğu söylenir. Bir görüşe göre de, karin, insanı dünyada inkâra ve isyana sevkeden şeytandır. Günahkâr insanın karini şeytan olabilir, ama iyi insanın karini-yakını, şeytan değil, melek olmalıdır.

"Karin" kelimesinin, "bir insanın öteki kişiliği-parçası" anlamına da gelebileceği düşünülürse, burada "onun yakın arkadaşıyla", "insanın içinde bulunan ve uyanmış olan ahlâkî bilinci" de kastedilmiş olabilir. Çünkü insan aklı, kendisini kötülüğe yönelten haksız isteklerin her zaman az veya çok bilincinde olmuştur. Ayrıca Kuran, o gün, insana hesap sorucu olarak kendi öz benliğinin yeterli olacağını duyurmuştur.

24-26’ncı ayetlerde, hakikati inkâra şartlanmış olan ve Allah’ın emriyle cehenneme atılacakları bildirilen kimselerin bazı nitelikleri belirtilir. Anılan kişilerin en bariz vasıfları, "inatla hakikate düşman olmak, iyiliği engellemek, haksızca saldırmak, insanları şüpheye düşürmek ve Allah’ın yanısıra başka ilâhlar edinmek"tir. Bunların hepsi gayri ahlâkî olduğundan Allah, bu nitelikteki kişilerin cehenneme atılmalarını emreder.

27’nci ayette, dünyada günahkâr insana musallat olup ahirette onunla beraber yüce mahkemeye sevkedilen şeytanın, (yahut aşırı eğilim ve günahkâr dürtülerin, insanda oluşturduğu ve şeytanla sembolize edildiği öteki kişiliğinin), kendisine isnat edilen suçlamayı kabul etmeyeceği belirtilir.

Kuran’ın diğer ayetlerinde de, insanı dünyada inkâra ve isyana sevkeden şeytanın, ahirette kendisine yöneltilen saptırıcı suçlamasını kabul etmeyeceğine dair bilgiler verilir. Burada, insanın şeytanı suçlamasıyla, sorumluluktan kurtulamayacağı mesajı verilir. Çünkü insan, aklını doğru kullanıp iradesini kendi isteğiyle şeytana teslim etmedikçe, şeytan üstünlük sağlayıp onu günaha sevkedemez. Şu halde göz göre göre günah işleyip sonrada "Şeytanın gözü kör olsun." diyen insan, önce kendini mânevî körlükten kurtarmalıdır. Zira insanın, fiilen şeytana uyup sözleriyle onu kötülemekle günahdan ve sorumluluktan kurtulması mümkün değildir.

28’inci ayette de, Yüce Allah’ın huzurunda yapılan tartışmanın, yersiz ve geçersiz olduğu dile getirilir. Allah’ın, bütün insanları önceden Hesap gününe karşı uyardığı belirtilir.

Ayetin amacı, İslâmi bir hayat yaşamadıkları halde hesap ve ceza gibi gerçekleri tartışma konusu yapanların, gereksiz bir uğraş içinde olduklarına dikkat çekip kişileri böylesi yanlışlıklara düşmekten korumaktır.

29’uncu ayette ise, Allah’ın verdiği hükmün değişmeyeceği ve O’nun kimseye haksızlık etmeyeceği vurgulanır. Allah’ın âdil yargısı ve hükmü sonucu, her sorumlu can yaptığının karşılığını alır, inkârcılar da cezalarını görürler.

Bazı günahkârların affedilmesi ise, hükmü değiştirme değil, uyarıları tahsis eden af delillerinin tatbikatıdır. Sonuç olarak Allah dilediğini yapar. Ancak O’nun yaptıklarında haksızlık yoktur. İnsanlara tatbik edilen, onların yaptıkları ve hakettikleri şeylerin neticesidir.

30’uncu ayette, cehennemin dehşeti ve doymazlığı dile getirilir. Burada kullanılan soru-cevap ifadesi, cehennemin dehşet ve doymazlığının bir tasviridir. Çünkü cehennem, günahkârların içine atıldığı bir azap yeridir. Orası, Allah’ın teklif ettiği yol gösterici mesajı reddedenlerle doldurulacaktır.

31-35’inci ayetlerde, O gün cennetin, Allah’a karşı sorumluluk bilinci duyanların yakınlarına, yani görüş sahasına getirileceği ve onlardan hiç uzaklaştırılmayacağı, böylece ebedi ve mutlu bir hayatın başlayacağı; cennetliklerin, orada arzu ettikleri her şeye fazlasıyla sahip olacakları haber verilir.

Ayetlerde, cennete girecekleri belirtilen seçkin müminlerin bazı nitelikleri zikredilir. Onlar, Allah’a yönelen, O’nu her zaman aklında tutan, her durumda Allah’tan korkan ve pişmanlık dolu bir kalple O’na gelmiş olan inanmış insanlardır. Bu seçkin insanlar, cennette arzu ettikleri her şeye fazlasıyla sahip olacaklardır.

Mü’minler sahnesini tatlı ve cazip hale getiren bu ayetlerin temel amacı, insanları Allah’a saygı duymaya ve O’nun gönderdiği İslâm dinine uymaya çağırmaktır. Bu yüzden Kuran’daki bu tür ifadeleri, onun kendi tasvir üslubu içinde değerlendirmek gerekir.

36-37’nci ayetlerde, inkâr ve isyanları yüzünden helâk olmuş önceki nesillerin haberleri aktarılır. Burada, Kuran’ın ilk muhataplarından önce yaşayan ve onlardan daha güçlü olan pek çok neslin, günahları yüzünden helâk edildiği; onların hayatta kalmaya yönelik çabalarının, kendilerini yok olmaktan kurtaramadığı haber verilerek Kuran’ın gafletle değil, dikkatle okunup dinlenmesi amaçlanmıştır. Çünkü sonraki nesillerin, önceki toplumların yaşantı biçimlerini hayallerinde canlandırıp olaylardan ibret almaları veya içine düştükleri kötü durumdan kurtulmaları, büyük ölçüde Kuran’ın dile getirdiği olaylar üzerinde düşünüp onun gösterdiği doğru yolda yürümelerine bağlıdır. Bunun için Kuran, gafletle değil, tarih ve hayatla olan bağları koparılmadan dikkatle okunmalıdır.

38’inci ayette, Allah’ın gökleri ve yeri altı günde yarattığı, O’nun bunları yaparken hiçbir yorgunluk duymadığı bildirilir. Bu ayette, Allah’ın kudretinin sonsuz, O’nun yaratma sürecinden ve işinden yorulmasının da imkânsız olduğu vurgulanarak İslâm’ın muktedir uluhiyyet anlayışına işaret edilir.

Ayetteki "sittet-i eyyâm" terkibi, "altı gün, altı devre/süreç" anlamına gelir. Bu terkip, Kuran’ın tamamında "yedi kez" geçer, nüzul sırasına göre de ilk defa bu ayette kullanılır. Arap dili kullanımında "yevm" kelimesi, hem "yirmi dört saatlik dünya gününü," hem de "uzun veya kısa herhangi bir zaman dilimini" ifade eder. Bu yüzden "eyyâm" sözcüğü, kozmik bir anlam ile "devre-süreç" şeklinde tercüme edilebilir.

Ancak İzzet Derveze, "eyyâm" kelimesini, bugünkü bilimsel teorilerin benimsediği kozmik anlamla, yani "devre ve süreçle" yorumlamayı uygun görmez. Ona göre, Kuran’ın ilk muhatapları, "devir" anlamında bir "gün" kavramını bilmiyorlardı ve "gün" kelimesi kozmik anlamıyla Kuran’ın indiği dönemin kültürel kodu arasında yer almıyordu. Muhataplarının kolayca anlayamayacakları bir kelimeyi Kuran’ın kullanmış olması, onun asıl hedeflerinin dışındadır. Ayrıca bu tür yorumlar, Kuran’ın asıl irşad amacını aşar ve onu eleştirilere maruz bırakabilir.

Göklerin ve yerin altı günde yaratıldığını dile getiren ayetlerde, müddetin ve keyfiyetin kendisini ispat etmenin ötesinde Allah’ın ilminin ve kudretinin sonsuz olduğunu belirtmek hedeflenir. Bununla birlikte bu tür ayetler, önceleri bilinmeyen fakat sonradan bilimsel buluşlarla keşfedilen ilmi gerçeklere de işaret etmiş olabilir. Burada doğru olmayan, onları salt bilimsel yargılar gibi görüp irşad çerçevesinin ve asıl hedefinin dışına çıkarmaktır.

Öyleyse bu ayetin amacı, göklerin, yerin ve bunlar arasında bulunan varlıkların Allah tarafından yaratılmış olmalarını, ölülerin tekrar diriltilebileceklerine delil olarak getirip müşriklerin ahiretle ilgili yanlış görüşleri ve inançlarını düzeltmektir.

39-40’ıncı ayetlerde, inanmış insanlardan, sabırlı olmaları ve günün her anında Allah’ı hatırlamaları istenir. Bu ayetlerde yer alan "sebbih-tesbih et" emri, "Allah’ı her türlü noksanlıklardan tenzih edip O’nun şanını yücelt" anlamına gelir.

Ancak ayetlerde geçen "tesbih"in, "namaz" manasına geldiğini, bu yüzden ayetlerin beş vakit namaza işaret ettiğini söyleyenlerde olmuştur. Ayetleri bu şekilde yorumlayanlara göre, güneşin doğmasından önce yapılacak tesbih, "sabah namazı"; batmasından önce yapılacak tesbih de, "öğle ve ikindi namazları"; gecenin bir kısmında yapılacak tesbih ise, "akşam ve yatsı namazları"dır.

Kuran da namazın kılınacağı vakitlere işaret eden ayetler yer alsa da, onun kılınış şeklini ve beş namaz vaktini kesin çizgileriyle belirleyen bir ayet yoktur. Namazın kılınış biçimi ve tam olarak ne zaman kılınacağı, Hz.Peygamber’in söz ve davranışlarından oluşan sahih sünnetiyle ortaya konulmuştur. Peygamber(as)’in uygulamalarına göre, farz namazlar, "sabah (fecr), öğle (zuhr), ikindi (asr), akşam (mağrib) ve yatsı (‘işâ)" namazları şeklinde sıralanır.

Demek ki bu ayetlerde yer alan "tesbih" sözcüğünden maksat, namaz değil, daha geniş anlamıyla Allah’ı anmak ve O’nun şanını yüceltmek; hayatın bütün anlarında Allah inancını ve bilincini diri tutma çabası içinde olmaktır. Eğer burada "tesbih"ten maksat "namaz" olsaydı, secdelerin sonunda, yani her namazın ardında ayrıca Allah’ın tesbih edilmesi buyurulmazdı. Çünkü, "secdelerin sonlarında namaz kılın" sözü değil, "tesbih edin/Allah’ın şanını yüceltin" sözü daha uygun düşmektedir. Ayrıca çok sayıda hadis, tesbih’in namazdan ayrı bir zikir ve dua olduğunu ortaya koymaktadır. Bu durumda, ayetlerde geçen "tesbih" kelimesini sadece "namaz" diye tefsir etmek uygun değildir.

Zorluklara karşı sabırlı olunmasına ve Allah’ın şanının yüceltilmesine yönelik olan bu emirler, muhatabı Kuran’ın kendisine yüklediği misyonları yerine getirebilmeye ehil kılma ve ona hayatının her anında Allah inancını ve bilincini diri tutma çabası içinde olması gerektiğini hatırlatma amacını taşımaktadır.

41-42’nci ayetlerde, insanlardan ölüm çağrısına duyarlı olmaları ve ahiret gerçeğini unutmamaları istenir. Burada sözü edilen çağrı, insanın daima göz önünde bulundurmak zorunda olduğu ölüm çağrısı, çağırıcı da Allah veya melekleridir. Bütün insanların nihâi çağrıyı gerçekten duyacağı o gün, ölümden hayata dönüş ve kabirlerden çıkıp ilâhî huzura geliş günüdür.

43-44’üncü ayetlerde, belirtildiği gibi, ölümü gerçekleştiren ve hayatı veren Allah’tır; bu yüzden her yol, O’na varır. Kabirleri açıp içindekileri diriltmek, onları mahşere sevketmek, Allah için çok kolaydır. Ayetlerde, insanların Allah’ın hükmüne doğru hızla koşup toplanmalarının müthiş bir olay; ancak bu olayı gerçekleştirmenin, Allah için çok kolay bir iş olduğu belirtilerek muktedir uluhiyyet anlayışı bir kez daha vurgulanır.

45’inci ayette, Allah’ın söylenenleri çok iyi bildiği; insanlara Kuran aracılığı ile hatırlatmada bulunup onları inanmaya zorlamak yerine kendilerine mesajı duyurmak gerektiği belirtilir.

Bu ayet, Hz.Peygamber’e güven aşılamakta, ona en önemli ve öncelikli görevini hatırlatmaktadır. Ayetin beyanına göre insanları zorla dine sokmak yerine onlara Kuran aracılığı ile hatırlatmada bulunup mesajı duyurmak gerekiyor. Böylece dinde zorlama olmadığı, İslâm’a göre insanın din seçme özgürlüğünün bulunduğu ortaya çıkmış oluyor. Şu halde kimse zorla dine sokulamaz ve din değiştirmeye zorlanamaz.

Burada, Hz.Peygamber(as)’in, güç kullanarak inancı değiştiren zorba bir otorite olmadığına, aksine onun sadık bir elçi ve samimi bir öğüt verici olduğuna dikkat çekiliyor. Ancak bazı müfessirler, bu durumun, savaş (kıtal) ayetleri inmeden önce geçerli olduğunu; anılan ayetlerin inmesiyle bu hükmün kaldırıldığını söylemişlerdir. Fakat bu, hatalı bir görüştür. Çünkü İslâm da savaş, insanları iman etmeye zorlamak için değil, dini ve hukuku korumak, zulmü ve baskıyı ortadan kaldırıp adaleti ve özgürlüğü sağlamak için yapılır. Bu hüküm dünde böyleydi, bugünde böyledir, gelecekte de böyle kalacaktır. Zira Hz.Peygamber, hiçbir gün zorba olmamış ve dine girmek için hiç kimseyi zorlamamıştır.

Sonuç olarak, hiç kimse, inanmaya zorlanamaz. Ama uyarıdan korkabilecek nitelikte olanlara, Kuran aracılığı ile hatırlatmada bulunulabilir. Öyleyse insanlar Kuran’la uyarılmalı, Allah’a inanmış bir kalp ile ebedilik yurdunu kazanmaya çağrılmalıdır. «Bilin ki Allah, insanı huzur ve güvenlik ortamına çağırır ve dileyeni dosdoğru bir yola yöneltir.»

GENEL TESPİTLER

Kâf suresinde, Kuran’ın yüceliğine, Allah’ın kudretinin büyüklüğüne, ilminin genişliğine ve yeniden dirilmenin mümkün olacağına işaret eden aklî delillere yer verilir. O halde, yeniden dirilme gerçeğinden nasıl şüphe edilebilir? Bunu yapan, ilk Yaratan değil midir? Allah, evreni kudretiyle var ettiğini, bunu yaparken herhangi bir yorgunluk ve bitkinlik hissetmediğini dile getirmiştir. Bu açık beyana rağmen, O’na yorgunluk ve acziyet isnat etmek, kendini bilmezlerin işidir.

Kuran, kendi bütünlüğü içinde, tam ve doğru biçimde öğrenilmelidir. Çünkü akıl ve irade sahibi olan her insan, onun hem tilavetini, hem anlamını hem de ahkâmını öğrenip uygulamakla yükümlüdür. Öyleyse insan, önce Kuran mesajını zihnine iyice yerleştirmeli, sonra da onu inançlı ve bilinçli olarak ibadet, ahlâk ve yaşam tarzına dönüştürmelidir. Eğer bunlar yapılırsa, Kuran kişi hayatında sadece teorik bir düşünce değil, ayrıca diri bir şuur haline gelir.

Kuran da, insanların âşina oldukları olayları dile getiren çok sayıda ayet vardır. Bunların başında, "kozmoloji" ve "tarihle" ilgili ayetler gelir. Bunun için Kuran ayetleri, kâinatla, tarihle ve hayatla olan bağları koparılmadan okunmalıdır.

Kozmolojiyle ilgili ayetlerde, evrende olup bitenler, Allah’ın varlığına işaret sayılır. Kuran, kozmolojik olayları muhataplarına oldukça açık ifadelerle anlatılır. Böylece o, insanların bilinen tabii olaylardan doğru dini sonuçlar çıkarmalarına yardımcı olur. Kuran bunu, inancın hayal ürünü yanlış bir olguymuş gibi algılanmaması ve bilgi konusu olan gerçeklerin ayrıca iman değeriyle bütünleşmesi gerektiğini belirtmek için yapar. Şu halde Kuran’ın kozmoloji ile ilgili ifadelerini, bilimsel yargılar gibi görmek yerine onları, Allah tarafından anlatılmak istenen hayat tarzını gösteren veriler olarak kabul etmek daha doğru olur. Çünkü Kuran ayetlerinin her birinde, öncelikli olarak İslami bir hayat düşüncesi ve şekli yer alır.

Kuran da, önceki peygamber ve toplumların hayat hikayelerine de çok yer verilir. Bu yüzden Kuran’ı doğru anlamak için, Kuran öncesi tarihi alanın çok iyi bilinmesi gerekir. Çünkü tarihi olaylar, sonraki nesillerin ibret almaları ve önceki toplumların yaşantı biçimlerini hayallerinde canlandırabilmeleri için önemli bir malzemedir.

Geçmiş toplumlar hakkında tarihi bilgilere sahip olmak; vahyin tarih ve toplumla ilişkisinin, Allah’ın yeryüzüne vahiyle mücadele etmesinin nedenlerinin daha iyi anlaşılmasına imkan sağlar ve Kuran’ın aktüel değerini tespit etmede sağlam fikirler oluşturur. Kuran’ın evrensel boyutunu tespit etmek ve ondan daha iyi yararlanmak için, onun Arap Yarımadası örneğinde ele aldığı problemlerle, bugün dünyanın diğer bölgelerindeki problemler arasında karşılaştırma yapmak gerekir. Böyle bir karşılaştırma, insana vahyin toplumda ne ölçüde bir değişimi gerçekleştirdiğini, toplumun hangi değerlerini kabul veya tenkid ettiğini tespit etme imkanı sağlayacaktır.

Hakikati inkâr edenlere göre, ölüm, varlığın son bulmasıdır; ondan sonra hayat ve hesap yoktur; ahiret bir vehimden ibarettir. Oysa insan, öldükten sonra yeniden diriltilecek ve dünyada yaptıklarından ahirette hesaba çekilecektir. Dünyayı ele geçirip ahireti yok sanan inkarcılar da, orada yaptıklarının cezasını göreceklerdir.

Dünya imtihan yeridir, ceza yurdu değildir. Ama ibret olması ve ders alınması için, Allah gerekli gördüğü zaman dünyada da suçlulara bazı cezalar verebilir. Bunun hikmeti, bilmeye ve anlamaya yatkın olan insanları uyarıp onları daha büyük tehlikelerden ve azaptan korumaktır.

Kuran, imanı aklî delillere dayandırır, inanmayı da insanın özgür iradesine bırakır. Bu değişmez gerçeği vurgulamak için sure, Hz.Peygamber’in insanları inanmaya zorlamadığını; aksine onun, sadık bir öğüt verici olduğunu dile getiren ayetlerle son bulmuştur. Gerçekten de Hz.Peygamber, hiçbir gün zorba olmamış ve hiçbir kimseyi dine girmesi için zorlamamıştır. Çünkü Allah ona: «Ey peygamber, sen onlara öğüt ver; senin görevin sadece öğüt vermektir. Sen onları inanmaya zorlayamazsın.» buyurmuştur.