(35/ 90) BELED SURESİ
MEKKE DÖNEMİ
20 AYET
Beled suresinin, Mekke döneminde ve peygamberliğin üçüncü yılında indiği belirtilir. Sure, 20 ayetten oluşur ve adını ilk iki ayetinde geçen “el-beled” kelimesinden alır. Nüzul sıralamasına göre 35’inci, tertip sıralamasına göre de 90’ıncı suredir.
Sure, özelde Kuran da kutsallığı defalarca vurgulanan Mekke şehrinin, genelde de insanlık yurdu olan yeryüzünün ve bütün insan soyunun önemine dikkat çeken ayetlerle başlar.
Bunun ardından, insanın çok zor ve çetin şartlar içinde dünyaya getirildiğini; onu, yüzyüze geleceği nice zorlukların beklediğini, insanın olgun bir şahsiyet haline gelip yüce gayelere erebilmesi için, sıkıntılara göğüs germek zorunda olduğunu hatırlatan ayetler gelir. Bu hatırlatma ile, Hz.Peygamber’in içinde bulunduğu güç şartlara; müşriklerin, inananlara yaptıkları zulüm ve baskılara işaret edilir.
Daha sonra gelen ayetlerde, insana maddi ve manevî nimetlerin verildiği, hayır ve şer yollarının gösterildiği; fakat buna rağmen gücüne ve servetine güvenen çok sayıda insanın, nankörlük tavrı sergilediği belirtilir.
Sarp yokuşa benzetilen hayır yolunun, köleleri özgürlüğe kavuşturmak, açlık ve kıtlık zamanlarında yetimleri, yahut perişan durumdaki yoksul kimseleri doyurmak olduğu bildirilerek yardımlaşmanın önemi vurgulanır. İman değerine erip birbirlerine sabırlı olmayı ve merhameti tavsiye eden insanların, uğurlu ve erdemli kişiler oldukları ifade edilir.
Sure, Allah’ın ayetlerini inkâr edip kötülüğe batmış olan kimselerin feci akıbetini dile getiren ayetlerle son bulur.
Rahman ve Rahim Allah’ın Adıyla
1-4 Hayır, hayır, bu belde(Mekke)ye; senin oturup yaşadığın bu şehre, ana-baba ile çocuğ(un)a yemin ederim ki, Biz insanı sıkıntı ve zorluk içinde yarattık
5 O (insan), kimsenin kendisine güç yetiremeyeceğini mi sanıyor?
6 “Ben yığınla servet tükettim.” diyerek (övünüp duruyor).
7 Peki, onu bir gören(in) olmadı(ğını) mı zannediyor?
8-10 Biz ona iki göz, bir dil ve iki dudak verip (kötülüğün ve iyiliğin) iki yolu(nu) göstermedik mi?
11-12 Ama o, sarp yokuşu aşmayı hiç denemedi; Bilir misin nedir o sarp yokuş?
13-16 O, bir köleyi azat etmek, açlığın salgın olduğu bir günde (kıtlık zamanında) yakınlığı olan bir yetimi, yahut barınacak hiçbir yeri olmayan bir yoksulu doyurmaktır.
17 (Bir de), imana ermişlerden, birbirlerine sabrı ve merhameti tavsiye edenlerden olmaktır.
18 İşte bunlar; amel defterleri sağ taraftan verilecek olan(erdemli insan)lardır.
19 Bizim ayetlerimizi(n doğruluğunu) inkâr edenler ise, kötülüğe batmış kimselerdir.
20 (Onlar), üzerlerine salınmış ve kapıları sımsıkı kapatılmış bir ateş (le cezalandırılacaklardır).
1-2’nci ayetlerde, genellikle insanlık yurdu olan yeryüzüne, özellikle de emniyet ve huzur yeri olarak bilinen Mekke şehrine yemin edilir. Bu ayetlerde geçen beled sözcüğü, geniş yer, bölge, şehir ve ülke gibi anlamlara gelir.
Müfessirler, buradaki “hâze’l beled” terkibinin, “Mekke şehrine”; “ente” şahıs zamirinin de “Hz.Muhammed’e” işaret ettiğini söylemişler; Mekke’nin kutsallığını vurgulayan diğer ayetlerin de bu yorumu desteklediğini belirtmişlerdir.
Ancak surenin tamamı göz önünde bulundurulursa, ayetlerin daha genel ve geniş kapsamlı bir yoruma müsait olduğu görülür. Yani, “hâze’l beled” terkibiyle, “insanlık yurdu olan yeryüzü”; “ente” şahıs zamiriyle de genel olarak “insan” kastedilmiş olabilir. Bunun için ayetlerde, insana ve onun yaşadığı yurdu olan yeryüzüne de yemin edilmiştir denebilir.
Hill kelimesi ise, helâl kılmak, bir yere gitmek ve orada ikâmet etmek gibi anlamlara gelir. Bununla da, Hz. Muhammed’in içinde yaşadığı ve peygamber olarak gönderildiği kente, yani “Mekke” ye işaret edilmiştir. Çünkü Mekke, peygamber yetiştiren ve Kuran da kendilerine yemin edilen dört kentten biridir; yeryüzünde Allah adına inşa edilen ilk mabedi bağrında barındıran, huzur ve emniyet diyarı olan mübarek bir şehirdir; çağlar öncesinden, tevhid çağrısının başlatıldığı kutsal beldedir.
3’üncü ayette de, insan soyunun doğum esasına göre devam ettiğine dikkat çekilir. Bu ayetteki “vâlid” sözcüğü, “hem erkek hem de kadın ebeveyni” gösterir. “Veled” de, “ebeveynin doğan çocukları” anlamına gelir. Bunun için ayette, “ana-baba ve çocukları”, yani “bütün insan soyu” kastedilmiştir.
Ayrıca bu ayetin, “Âdem(as) ve zürriyetine; İbrahim(as) ve oğlu İsmail(as)’e; onun soyundan gelen Muhammed(as)’e ve ümmetine” işaret ettiği de söylenmiştir. Ancak, iyi-kötü ayırımı yapılmadan insan türünün hepsine yemin edildiği için, bütün ana-baba ve çocuklar, bu ayetin kapsamına girmektedir.
Müşriklerin yanlış ve haksız davranışlarına dikkat çekmek için, surenin ilk üç ayetinde dile getirilen gerçeklere yemin edilmiştir. Çünkü Mekke, sadece insanların değil, hayvanların ve bitkilerin bile korunup güven içinde olduğu emin bir beldedir. Böyle olmasına rağmen Mekke müşrikleri, bir taraftan Kâbe’nin bekçisi, İbrahim dininin sahibi ve İsmail peygamberin çocukları olmakla övünüyorlar, diğer yandan da o mübarek beldede oturan ve basiretle insanları hak dine çağıran Hz. Peygambere düşmanlığı revâ görüp ona kötülük yapmayı mübah sanıyorlardı. İşte bu çelişkiye ve haksızlığa dikkat çekmek amacıyla, emniyet ve huzur yeri olarak bilinen Mekke şehrine yemin edilmiştir. Zira ayetlerin indiği dönemde, müşrikler bu mübarek evin hürmetini çiğniyor, orada Hz. Peygambere ve Müslümanlara eziyet ediyorlardı.
Bu ayetlerin mesajı, anılan dönem ve yerle sınırlı değildir. Çünkü onlarla sadece Mekke şehrinin değil, yeryüzünün her yerinin güvenli bir insanlık yurdu olması gerektiği mesajı verilmektedir.
4’üncü ayette, insan ve hayat gerçeğine değinilir. İnsanın hayat koşullarıyla boğuşup zorlukları yenme; çalışıp çabalayarak önündeki engelleri aşma yeteneği ile donatıldığı belirtilir.
Bu ayetteki kebed kelimesi, zorluk, baskı, acı ve sıkıntı gibi anlamlar taşıyan k b d kökünün türemiş şeklidir. Kanın kalınlaşıp yoğunlaşmasından meydana gelen karaciğere de “kebed” denmiştir. Ama bu kelime daha çok, “yorgunluğu, acı ve sıkıntı” yı belirtmek için kullanılmıştır.
İnsan, hayatta çeşitli sıkıntılarla içiçe yaşar. O, ana rahmindeki oluşumundan doğmasına kadar bir takım zorluklardan geçtiği gibi doğduktan sonra da hayatı boyunca pek çok zorlukla karşılaşır. Önce, alışmadığı havayı teneffüs etmeye çalışır; ilk defa ağzını açar ve ciğerleriyle solur. Dünyaya ayak basışın meşakkatine denk bir çığlıkla ağlamaya başlar. Çünkü onun, bundan sonra atacağı her adım bir zahmeti ve zorluğu içerir. Çocuğun, emeklemek ve yürümek istediği zamanki hareketleri dikkatlice izlenirse, bu zahmet ve zorluk çok açık biçimde görülür.
Bilahare hayat yolunda ilerledikçe meşakkatlerin şekli değişir. İnsan, yüklendiği sorumluluk yükünü, Rabb’ine ulaşıncaya kadar çeşitli zahmetlere katlanarak taşır. Bu yüzden Allah, insana zorluklara katlanma, hayat şartlarıyla mücadele etme, çalışıp çabalayarak önündeki engelleri aşma kabiliyeti vermiştir. Öyleyse insana düşen görev, bu yeteneğini doğru kullanıp kulluk sınavında başarılı olmak için çalışmaktır. Çünkü sıkıntı ve zorluklara katlanarak insanlık gayesine ermek, insan yaratılışının ayrılmaz bir vasfı; Yaratıcı’nın da değişmez bir kanunudur.
İşte ayette, bu hayat gerçeğine değinilerek müşriklerin çıkardıkları engellerle uğraşan Peygamber(as) teselli edilmekte; onun şahsında bütün inanmış insanlara, bu tür güçlüklere sabırla karşı koymak gerektiği mesajı verilmektedir. Ayrıca, sıkıntı ve zorluklara dayanmanın, insanın yaratılışında bulunan bir özellik olduğu belirtilmektedir.
“Kebed” kelimesi, “çetin (kötü) huyluluk” anlamına da gelir. Kelimenin taşıdığı bu mânâ göz önüne alınırsa ayetin, insan tabiatında zorluk çıkarma ve işi yokuşa sürme gibi sadistliğin bulunduğuna işaret ettiği de düşünülebilir.
5’inci ayette, insanın gücüne güvenip gururlandığı; kimsenin, kendi üzerinde güç sahibi olmadığını sandığı ifade edilir. Oysa her şeye güç yetiren ve her dileğini yapmaya kâdir olan bir Allah vardır.
6’ncı ayette de, nankör insanın mala olan düşkünlüğü ve gösteriş için tükettiği malla övündüğü dile getirilir. Bu ayetteki “lübed” kelimesi, “çok mal” anlamına gelir. Burada “sarfetme-harcama” yerine “telef etme” tabirinin kullanılması, söz konusu malın, iyilik yolunda değil, boşuna tüketilerek kaybedilmiş bir servet olduğuna işaret etmektedir. Çünkü, hayır için verilen mal zayi olmaz; ama, gösteriş için tüketilen malın veya yapılan işin, hiçbir değeri kalmaz.
7’nci ayette ise, kimseye karşı sorumlu olmadığını sanan insana, Allah’ın gözetimi altında bulunduğu ve davranışlarından sorumlu olduğu hatırlatılır.
Ayetlerde, dini inancın ve bilincin zayıflaması sonucu, insan fıtratının bozulup yozlaşacağına işaret ediliyor. Öyleyse ayetlerin amacı, insanı gafletten uyandırıp kötü huylarını ve yanlış davranışlarını düzeltmeye yöneltmektir. Çünkü insan, kötülük işlemeye mecbur değildir; aksine kötü eğilimlerini düzeltme gücüne ve yeteneğine sahiptir. İşte bu yüzden ayetler, eğilimlerini iyi yönde kullanmayan insanları kınamakta; onlara, bu çirkin huylardan ve kötü davranışlardan kurtulmak gerektiğini anlatmaktadır.
8-10’uncu ayetlerde, Allah’ın, insana verdiği nimetlere değinir. İnsandan, bu nimetler üzerinde düşünüp takdir ve şükür duygusunu geliştirmesi istenir.
Allah, insana iki göz, bir dil ve iki dudak vermiş, onu mükemmel biçimde yaratıp kendisine hayır ve şer yolunu göstermiştir. Öyleyse insan Rabb’ini tanımalı, hakikati dile getirmeli ve hidayeti istemelidir.
Buradaki necdeyn kelimesi, yüksek bölge ve tepe gibi anlamlara gelen necd kelimesinin ikil (tesniye) şeklidir. Genel kabule göre bu kelimeyle, “hayır ve şer yolları” kastedilmiştir. Çünkü insan, iyiliği ve kötülüğü ayırt edecek ve dilediği yolda gidebilecek yetenekte yaratılmıştır. İnsan, aklıyla iyiyi kötüyü birbirinden ayırıp iradesiyle iyi yola girerse Allah’a şükreden bir mümin; kötü yola girip nankörlük ederse inkârcı bir kul olur.
Şu halde, insan tabiatının hayırdan ziyade şerri sevdiği, bunun için insanda kötülüğe olan meylin daha ağır bastığı şeklindeki bir anlayış doğru değildir. Doğrusu, insan tabiatının her ikisine de aynı derecede elverişli olmasıdır. Bunlardan birinin diğerine üstünlüğü, yaratılışın bir gereği değil, sonradan oluşan sebeplerin neticesidir. Yani insan, aldığı terbiyeye göre ahlâkını güzelleştirir veya bozabilir. Bunun için Hz. Peygamber, “necdeyn” kelimesini “hayır ve şer yolu” olarak tefsir ettikten sonra: “Şer yolu, size hayır yolundan daha sevimli kılınmamıştır.” buyurmuştur.
Bu hadiste gösteriyor ki, insanda bulunan hayra sevkedici sâikler, şerre sevkedenden az değildir. İnsan, bunlardan ikisini de yapmaya yeteneklidir. Bunlardan hangisine daha çok yönelirse akıbeti o olur. Unutmamak gerekir ki, kötü fiillerin bir çoğu, hayır yapmak kadar zor, hatta bazı bakımlardan daha da zordur. Söz gelimi Firavun olmak, Firavun ile uğraşmaktan kolay değildir. İnsana düşen görev, kötülüklerden sakınıp iyi yolda yürümektir. Çünkü, gerçek kurtuluşa ve mutluluğa ulaşmanın yolu budur.
11-12’nci ayetlerde, insanın istenen hedefe ulaşması için çaba sarfedip sarp yokuşu aşması gerektiği; ama onun çoğu zaman bu uğurda gereken azmi ve gayreti göstermediği belirtilir.
Buradaki iktiham kelimesi, önünü ardını düşünmeksizin bir işe atılmak anlamına gelen k h m kökünün türemiş şeklidir. Bu kelime, “müşkil şeyleri göğüslemeyi ve onlara karşı durmayı” ifade eden bir tabir olarak da kullanılır. “Akabe” sözcüğü ise, “bir vadiden dağa doğru yükselen yokuş” mânâsına gelir.
Bu ayetlerde, insanın koşup ele geçirmesi gereken asıl hedefin önemi vurgulanmakta; bundan sonra gelen ayetlerde de insanı istenen hedefe ulaştıracak olan iyi işler sayılmaktadır.
13’üncü ayette, esirlik bağıyla bağlanmış bir boynu (kişiyi), özgürlüğe kavuşturmak gerektiği bildirilir. “Boyun” anlamına gelen “rakabe” sözcüğü, aynı zamanda “bir insanın bütün kişiliği”ni ifade eder. “Fekkü-rakabe” terkibi de, “insanları esaret zincirlerinden kurtarmak/köleleri özgürlüklerine kavuşturmak” anlamına gelir. Her insanın kurtuluşu, kazancına bağlı olduğu için, bu terkip ayrıca, “insanın iyi işler yaparak kendini günah zincirinden ve cehennem azabından kurtarması” anlamına da gelebilir. “Rakabe” terimi ise, “kölelik” olarak tanımlanabilecek sosyal, ekonomik ve politik bütün tutsaklık ve sömürü biçimlerini ihtivâ eder. Bunun için ayet, sadece esir kişilerin değil, aynı zamanda ekonomik ve politik yönden esir muamelesi gören toplulukların da her türlü sömürü zincirinden kurtarılmaları gerektiği mesajını verir.
14-16’ncı ayetlerde, kıtlık ve açlık gününde, yakınlığı olan bir yetimi veya yoksulluktan perişan olmuş bir fakiri doyurmak gerektiği belirtilir.
Buradaki “fî-yevmi’n zî mesğabe” terkibi, “kıtlık ve açlık gününde”; “yetimen zâ mekrabe” tamlaması, “nesep, komşuluk veya din yakınlığı olan bir yetim”; “miskinen zâ metrabe” terkibi de, “yatağı yer, yorganı gök olan yani barınacak hiçbir yeri bulunmayan fakir kimse” anlamına gelir. Bu terkipler şiddetli fakirlik ve ihtiyaçtan kinayedir.
17’nci ayette de, iman değeriyle ve onun güzel eserleriyle olgunlaşmış onurlu insan tiplemesinden söz edilir. Nitelikli müminler, Allah’a inanan, esirleri özgürlüğe kavuşturan, yetimleri ve yoksulları doyuran, birbirlerine sabrı ve merhameti tavsiye eden erdemli kişilerdir.
Ayetler, Kuran’ın nüzul döneminde karşılaşılan beşeri, toplumsal ve ahlâkî bir takım durumlara istinaden inmişlerdir. Ancak tarihsel ve yöresel bir ortamda inmiş olan bu ayetlerden, yorum yoluyla genel geçer bir tespit yapmak ve evrensel bir mesaj çıkarmak mümkündür.
Çünkü Kuran’ın evrenselliği, hitabından ziyade getirdiği çözüm ve teşhislerin, yani hitapta bulunan mesajın evrensel oluşundan kaynaklanır.
İşte bu pasajı oluşturan ayetlerde de, inanmış insanın temel görevleri belirtilmiş, toplum fertlerinin birbirlerine destek olup ortak yükü taşımak için dayanışma içine girmeleri istenmiş; böylece her zaman ve her yerde iman ve iyilik edenlerle birlikte olmak gerektiği mesajı verilmiştir.
Zira 18’inci ayette, inanıp iyi işler yapanların, gösterilen hedefe ulaşmış erdemli kişiler oldukları bildirilmiştir. Bu ayetteki “eshabu’l meymene” terkibi, “sağdaki insanlar” anlamına gelir. Anılan terkip, “dürüst ve erdemli kişileri” belirtmek için kullanılan mecâzi bir ifadedir. Ayrıca Kuran, bir eylemin iyi ve geçerli olması için, imanı şart koşmuş, iman kaynaklı olmayan ameli ise, geçersiz saymıştır.
19-20’nci ayetlerde ise, Kuran ayetlerinin doğruluğunu inkâr edip kötülüğe batmış olan kimselerin, ahirette üzerlerine salınan ve kapıları kapatılan bir ateşle cezalandırılacakları haber verilir.
Buradaki “eshabu’l meş’eme” terkibi, “iman değerine erememiş erdemsiz ve uğursuz kişiler” anlamına gelir. Bu terkip de, “dünya hayatında kötülük işleyip Allah’ın azabını haketmiş bahtsız kimseleri” belirtmek için kullanılan mecâzi bir ifadedir. “Mu’sede” kelimesi de, “kapatılmış ve salınmış” anlamına gelir. Bu sözcük, cehennem azabının şiddet veya sonsuzluğundan kinayedir. Ahirette, inkârcıları kuşatacak olan ümitsiz ve çaresizlik ateşinin şiddetine işaret etmektedir.
Sonuç olarak denebilir ki, Allah’ın insana ikramı büyüktür; çünkü o, sonsuz kerem sahibidir. Allah, insanı sınamaktadır. Bu yüzden insan, çalışmak, uğraşmak ve sıkıntılara katlanmak durumundadır. Zira onun olgunlaşması için bu sınav gereklidir. İnanıp iyi işler yapanlar, hedefe ulaşırlar ve mutlu olurlar. Allah’ın ayetlerini yalanlayıp kötülüğe batmış olanlar ise, kendilerini kuşatan ümitsizlik ve çaresizlik ateşinin içinde kalırlar.
GENEL TESPİTLER
Kuran’ın ilk çağrısı tevhidedir. Tevhid, sadece Allah’a inanıp bütün peygamberlerin birbiri ardından tebliğ ettikleri ilahî iradeye tâbi olmaktır. O, kalpleri fetheden, her türlü tefrika ve çekişmeye son veren temel bir ilkedir. Çünkü tevhid, aynı zamanda insanlar arasında köklü ayırımlar ve uçurumlar olmaması gerektiği mesajını da içerir. Öyleyse bu inanç, temel haklarda insanların eşitliği ve sosyo-ekonomik adalet gibi bir ahlâkî neticeyi gerçekleştirirse anlamlı olur.
Bunun için Kuran, toplumsal yapıda kökleşmiş ve bir anda kaldırılması imkansız hâle gelmiş olan kötülüklerle mücadele ederken işi geleneğin vicdanına bırakmamış; tam aksine toplum bütünlüğünü bozan kötülüklerin tamamen ortadan kaldırılması için gerekli her türlü hukukî ve ahlâkî düzenlemeyi getirmiştir.
İnsan, denenmek için imtihan dünyasına gönderilmiştir. Onun denenmesi, ahlâkî alanda gerçekleşir. Bu nedenle imtihan olayı özgür bir iradeyi, aklî ve duygusal donanımı, yeterli bir süreyi ve sonucu gerektirir. Öyleyse insan, kendi iradesi ve gayretiyle, düşmeye veya yükselmeye muktedir kılınmıştır. Bu yüzden Kuran, insandan kötülüklerle mücadele etmesi için, ahlâkî enerjisini imkân nisbetinde kullanmasını istemiş; bu uğurda sarfedilen çabayı ise, sadık iman tarifinin içine yerleştirmiştir.
İnsan, yaratılışı icabı kötü değildir; fakat o, şeytanın düzenine uyup onun arzusuna uygun bir hayatın izleyicisi olursa, servet ve şöhretin verdiği körlük sabebiyle kötülük işleyebilir. Bu yüzden Kuran, değinilen eğilimlerin etkisinde kalıp yaratılış gayesine ters düşen tiplerden bazılarını iktibas ederek insan davranışlarının vahyin ölçeğinde değerlendirilmesini ister.
Kuran, insanlara rehberlik etmede tartışılmaz öncülüğe sahip olan birinci kaynaktır. İnsanlar, doğruluk, adalet, eşitlik ve özgürlük gibi yüksek değerlerin etkin olduğu bir sosyal yapıyı, ancak onun rehberliğinde oluşturabilirler.
Allah, inanıp iyi işler yapanları ve kötülüklerden sakınanları, hem hidayetine hem de gayretin zaferine erdirir. İşte bu sure, hayat yolculuğunda karşılaşılan engellerin, Kuran’a uymak ve onun gösterdiği aydınlık yolda yürümekle aşılabileceği mesajını verir. Çünkü Allah, Kuran’a uyan herkese, kurtuluşa götüren yolları gösterir ve onları karanlığın derinliklerinden aydınlığa çıkarıp dosdoğru yola yöneltir.