(39/7) A’RÂF SURESİ

MEKKE DÖNEMİ

206 AYET

A’râf suresi, Mekke döneminde ve hicret öncesinde, muhtemelen peygamberliğin onuncu yılında nâzil olmuştur. Sure, 206 ayetten oluşur; adını, 46’ncı ve 48’inci ayetlerde geçen “a’râf” sözcüğünden alır. Nüzûl sıralamasına göre 39’uncu, tertip sıralamasına göre de 7’nci suredir.

Surede genel olarak tevhid fikri, itikad ve ahiret konuları işlenir. Sure, Kur’an vahyinin önemini ve ona uymanın gereğini dile getiren ayetlerle başlar. İlk bölümde bütün insanlar Kur’an mesajını izlemeye davet edilir ve kendilerine vahiy bilgisi ulaşmış insanların sorumluluğuna işaret edilir. Ahiret gününde amellerin tartılacağı, buna bağlı olarak iyilerin kurtulacağı, günahkârların da işledikleri kötülük yüzünden azaba uğrayacakları haber verilir. İnsanı, İblis’in günah tuzaklarına karşı uyarma gayesiyle, Hz. Âdem kıssasına yer verilir ve onun, insan soyunun ezalî ayartıcısı olduğuna dikkat çekilir.

Daha sonra, Kur’an mesajından yüz çeviren müşriklerin yanlış düşünceleri, batıl gelenekleri ve İslâm’a karşı sergiledikleri inatçı tavırları gözler önüne serilir. Bu arada, Müminlerin ve Kâfirlerin ahiretteki durumları tasvir edilir. Allah’ın varlığını, birliğini ve sınırsız kudretini gösteren kanıtlara yer verilerek O’nun buyruklarının her yerde geçerli olduğu ifade edilir.

Kur’an mesajını reddedişin kötü sonuçlarına dikkat çekmek amacıyla, tebliğ ve uyarıları gönderildikleri toplumlar tarafından reddedilen peygamberlerden bir kısmının kıssaları anlatılır. Geçmiş kavimlerin hayatlarından verilen bu canlı misallerle, hem tevhidin tarihine atıf yapılır, hem Müşrikler uyarılır, hem de Müminlere sabır ve sebat göstermeleri tavsiye edilir.

Surenin akışı içersinde, insanın karmaşık ruhsal yapısına ve tevhid gerçeğini kavrama yeteneğine değinilir. Bununla birlikte onun, iştah ve arzusunu uyandıran her türlü ayartıya açık olduğu, kibir ve çıkar duygusuna kapılıp yolunu şaşıran bir varlık yapısına sahip bulunduğu ifade edilerek insan gerçeğinin aslî çehresi ortaya konulur. İnsanın evrensel boyutlu zafiyetlerinden dolayı, ilahî rehberliğe sürekli ihtiyaç duyduğu; bu yüzden Allah’ın peygamberleri aracılığı ile bahşettiği rehberlik olmaksızın onun doğru yolu bulmasının imkânsız olduğu bildirilir.

Surenin sonlarında, puta tapmanın anlamsızlığı ve faydasızlığı bir kez daha vurgulanır. Kıyametin ne zaman kopacağını Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği belirtilir. İslâmı tebliğ vazifesinin iyi yapılabilmesi için, Peygamber(as)’e ve onun izleyicilerine verilen bazı talimatlar dile getirilir. Söz gelimi, şer güçlerin tahriki karşısında sabırlı olunması, hislerin etkisiyle hedefe ulaşmayı engelleyecek yanlış adımların atılmaması gerektiği hatırlatılır.

Sure, dinde vahye uymanın önemini, Kur’an okunduğu zaman onu can kulağı ile dinleyip ibadet bilinci ile hareket etmenin gereğini dile getiren ayetlerle son bulur.

 

1-10’uncu Ayetler

 

Rahman Rahim Allah’ın Adıyla

1. Elif-Lâm-Mim-Sad

2. Bir kitap indirildi sana, artık ondan dolayı göğsünde bir darlık bulunmasın; onunla gerçeğe karşı çıkanları uyarabilesin, inananlara da şu öğüdü verebilesin:

3. Rabbinizden size indirilene uyun, O’nu bırakıp başka önderlerin ardından gitmeyin. Ne kadar az öğüt tutuyorsunuz!

4. Biz, nice şehir halkını, gece vakti ya da güpegündüz dinlenirken ansızın gelen azabımızla helâk ettik.

5. Azabımız onlara ulaştığında yalvarışları: “Biz gerçekten zalimlermişiz.” demekten başka bir şey olmadı.

6. Andolsun ki Biz, kendilerine peygamber gönderilen toplumları da, gönderdiğimiz elçileri de hesaba çekeceğiz.

7. Onlara her şeyi bilgiye dayanarak anlatacağız. Bizden hiçbir şey gizli değildir.

8. Tartı işi o gün dosdoğru gerçekleşecektir; tartıları ağır gelenler, işte onlar kurtuluşa erişeceklerdir.

9. Tartıları hafif gelenler ise, ayetlerimize inatla karşı çıkmaları yüzünden kendilerine yazık etmiş olanlardır.

10. Andolsun ki sizi yeryüzüne yerleştirdik ve size orada geçiminizi sağlayacak şeyler verdik; siz, gene de pek az şükrediyorsunuz.

 

Surenin ilk bölümünde, Kur’an vahyinin önemi ve ona uymanın gereği dile getirildiği için “birinci ayet”, “hurûfu mukattaa’” denilen bağımsız harflerden oluşur. Bu harflerle, hem Peygamber(as)’in hem de diğer muhatapların dikkatini okunan vahye çekmek hedeflenir.

“İkinci ayette”de, Kur’an’ın hakikate karşı çıkanları uyarmak, inanmış insanlara da öğüt vermek için gönderildiği; Peygamber(as)’in görevinin de, onu insanlara duyurmak olduğu bildirilir.

Ayetteki “harac” kelimesi, sözlükte “sıkıntı ve darlık” anlamına gelir. Ancak anılan kelimenin bu ayette “şüphe” anlamında kullanıldığı da belirtilmiştir. Fakat Hz. Peygamber’in, ilahî kitabın kaynağından ve doğruluğundan hiçbir vakit zerre kadar şüphe etmediği düşünülürse, bu yorumun pek de isabetli olmadığı görülür.

Bu ayet, herkesin dikkatini iki yönlü bir hedefe çekmektedir. Bu hedeflerden biri, hakikate karşı çıkanların uyarılması, ikincisi de ona inanmış olanlara öğüt verilmesidir. Görüldüğü gibi Kur’an mesajı sadece inananlara has değildir; aksine akıl ve irade sahibi her insan onun muhatabıdır. Ancak inanmayanlar, günah ve kötülüklerden sakınmadıkları sürece, Kur’an’da kendileri için azap ve cezadan başka bir şey duymayacaklardır. Ayrıca, onların inançsızlığı gerçeği değiştirmeyecek, Allah’ın iradesi yerini bulacaktır. Demek ki Kur’an mesajından istifade edemeyen insanlar bulunabilir, ama onun hitabı ve hükmü dışında kalabilecek hiç kimse olamaz.

Üçüncü ayette, Kur’an’ın temel ve kesin kaynak olduğu belirtilir; onun bildirdiği gerçeklere ters düşen durumlarda kimseye uyulmaması öğütlenir.

Ayetteki “evliyâ” sözcüğü, “yakın, dost ve önderler” anlamına gelir. Anılan sözcüğün burada, daha çok “din alanında sözü dinlenen otoriteler” manasına geldiği söylenir.

“Rabbinizden size indirilene uyun” buyruğu, “Kur’an ve sahih sünneti” ihtiva ettiğinden bu ayet, Kitap ve sünnet dışında, her hangi bir şahsın sübjektif görüşlerini, Allah’ın buyruklarıyla eşdeğer tutup onları geçerli saymanın doğru olmadığını gösterir. Öyleyse hiç kimse, Kur’an ve sünnetin açıkça ortaya koyduğu buyruklardan ilave kurallar çıkarmaya kalkışmamalıdır. Bu cümlelerden, İslam toplumu gerekli olduğunda Kur’an ve sünnetin ruhu ile uyumlu her türlü retihadı ve düzenlemeyi yapamaz sonucu da çıkarılmamalıdır. Burada belirtilmek istenen gerçek, Kur’an ve sünnetin üstünde veya dışında vazedilen ilave düzenlemelerden hiçbirinin, dinin aslî hükmü ve unsuru gibi görülemeyeceğidir. Çünkü insanların kendi sübjektif düşünceleriyle ortaya koydukları bir hükme, Allah’ın hükmü diye bağlanmak, o hükmü koyanları tanrılaştırmak anlamına gelir. Hemen belirtelim ki, âlimlerin ve meşru otoriteyi temsil eden yöneticilerin, dinin özüne ve kamu yararına uyan, zamanın değişmesiyle de değişebilecek olan görüş ve düşüncelerine uymak, yanlış değil, aksine gerekli ve faydalıdır. Zira, zamanın ilerlemesiyle ortaya çıkabilecek yeni meselelere, Kur’an ve sünnetten direkt bir çözüm yolu bulunamadığı takdirde, kollektif insan aklı da İslam tarafından bir bilgi kaynağı olarak kabul edilmiş, böylece insanın evrensel düşünce ve hayat tarzını olumsuz yönde etkileyecek engellere izin verilmemiştir. Şu halde ayet, insanın, Allah’ın vahyedilmiş buyruk ve öğretilerine uyup onları izlemekle yükümlü olduğunu belirtmektedir.

Dördüncü ve beşinci ayetlerde, Allah’ın buyruklarını dinlemeyen toplumların, kendilerini güvenlik içinde hissettikleri bir vakitte günahları yüzünden ansızın helâk edildikleri haber verilir.

Kur’an, medeniyet oluşturan toplumları ve onların yerleşim birimlerini ifadeye koymak için, iki önemli kavram kullanılır. Bunlardan ilki, “köy, kasaba, şehir, yurt ve toplum” gibi anlamlar taşıyan “karye”; diğerdi de “insan hayatına ilişkin her türlü ihtiyaca cevap veren ve büyük şehir” manasına gelen “medine” dir.

Kur’an’da türevleriyle birlikte 56 kez kullanılan “karye” kelimesi, üzerinde medeniyet oluşmuş yerleşim merkezlerini ve buralarda ikamet etmiş insan topluluklarını ifade eder. Kur’an’a göre, her karyeye bir uyarıcı gönderilmiş, hiçbir kent halkı kendilerine uyarıcı gönderilmeden helâk edilmemiştir. Her yurt ve medeniyetin bir yazgısı vardır; bunun için varlık sürecini tamamlayan her medeniyet, kıyametten önce son bulacaktır.

Kur’an, yerleşim birimlerinde oturan halk kitlelerinin yok oluş sebeplerini de bildirir. Anılan sebeplerin başında “zulüm” gelir. Genelde “hakkı yerine koymamak ve haksızlık etmek” anlamına gelen zulüm, tarihin bütün devirlerinde medeniyet ve ülkelerin yok olmasına neden olmuştur. Özellikle yönetici kadroların zulme sapmaları, halkın da bunlara rıza göstermesi onların helâk olmaları sonucunu doğurmuştur. İşte bu ayetlerde, Allah’ın buyruğuna baş kaldıran nice toplumların, kendilerini tam güven içinde buldukları bir sırada ansızın gelen bir azap ile helâk edildikleri; azabı karşılarında görünce de: “Vay bize! Biz gerçekten zâlimlermişiz” demekten başka söyleyecek söz bulamadıkları haber verilir. Ayrıca ayetler, azap geldikten sonra pişmanlık duymanın ve gerçeği itiraf etmenin, günahkâr insana bir fayda sağlamayacağı mesajını da verir.

Altıncı ve yedinci ayetlerde, vahye muhatap olan her şahsiyetin ve ilahî mesajı insanlara duyurmakla görevlendirilen bütün peygamberlerin, yargı gününde hesaba çekilecekleri; herkesin, yapıp ettiklerinin tam karşılığını göreceği haber verilir.

Kur’an’da açıkça belirtildiği gibi o gün, kendilerine peygamber gönderilenlere: “Size gönderilen elçilere nasıl bir tepki gösterdiniz?” diye sorulacak. Aynı şekilde gönderilmiş olan bütün peygamberlere de: “Size ne cevap verildi?” denilecek. Allah, insanların yaptıklarının hepsini, sonsuz ilmiyle açığa çıkaracaktır. Çünkü Allah, insanların gizli ve açık yaptıkları her şeyi görüp bilmekte, onlara tanık olmaktadır. Ayetlerin amacı, Allah’ın dininden yüz çevirenleri uyarmak, adaletin tam yerini bulacağını vurgulamaktır.

Sekizinci ve dokuzuncu ayetlerde, kıyamet günü adalet terazileri kurulacağı, tartının hak olduğu; iyilikleri ağır basanların kurtuluşa erecekleri, kötülükleri ağır gelenlerin ise, ilahî mesaja karşı çıktıkları için hüsrana uğrayacakları bildirilir.

Bu ayetlerde yer alan “mevâzin” kelimesi, sözlükte “ölçü, denge, terazi ve adalet” gibi anlamlar taşıyan v z n kökünün türemiş ve aynı kökten gelen “mizan” ın da çoğul şeklidir. Bu yüzden, ahirette hesaptan sonra insanların amellerinin tartılacağı ilahî adalet ölçüsüne “mizan” denir.

Bu ayetlerde geçen “mizan” kelimesi, genelde iki şekilde yorumlanmıştır. Birinci yoruma göre mizan, “tartı aleti” dir. İnsanların yaptıkları işler, Allah’ın amelleri tartan bu terazisinde tartılacaktır. Bu görüşte olanlar, mizanı tamamen maddileştirmişler, onun iki kefesi ve dili olan terazi şeklinde canlandırmışlardır. Onlara göre, Allah kıyamet günü iki dili ve kefesi olan bir terazi koyup insanların iyi-kötü bütün amellerini veya onların amel defterlerini bu terazide tartacaktır.

İkinci yoruma göre mizandan maksat, “adalet ve hüküm” dür. Vezni bu şekilde yorumlamak, lügat açısından da uygundur. Çünkü, alış-verişte adalet, ölçü ve tartı ile sağlandığından veznin, adaletten kinaye olması uzak bir anlam taşımaz. Nitekim, bir kişinin başkası yanında kıymeti yoksa: “Şu kişinin filanın yanında hiçbir ağırlığı yoktur.” denilir. Bu sözle kastedilen onun maddî ağırlığı değil, manevî değeridir. İşte bu ayetteki mizandan maksat da bakkal terazisi gibi bir alet değil, kişinin ahlakî değerini, iyilik ve kötülüklerini belirleyen manevî bir adalet ölçüsüdür.

Sonuç olarak mizan, lafzen “terazi ve ölçü aleti” anlamına gelse de o, bu dünyadaki ölçü aletlerine benzemez. Bu nedenle mizanın, amelleri ölçmeye yarayan ve aklın iç yüzünü bilmekten aciz kaldığı “ilahî adalet ölçüsü” olduğuna, ahirette amellerin o amele özgü bir ölçü ile tartılacağına inanıp onun gerçek mahiyetini Allah’ın ilmine havale etmek daha doğru olur. Çünkü insan için önemli olan, mizanın mahiyeti değil, tartıda ağır basacak doğru ve yararlı davranışlarda bulunmaktır. Zira, kıyamet günü, mizana güzel ahlaktan daha ağır basan bir şey konulmayacaktır. Şu halde, amellerin tartılmasından murat, her yapılan işin hakkının ve karşılığının verilecek olmasıdır.

Onuncu ayette, Allah’ın, insanlara geçimlerini sağlayacak nimetler verdiği; ancak insanların çoğunun, nankörlük tavrı sergiledikleri belirtilir.

Allah, yeryüzünü insan için vatan, hayat zemini ve karargah yeri yapmış; ona güç ve geçim sebepleri bağışlamıştır. İnsan, kendini yeryüzüne yerleştirip orada geçimini sağlayacak nimetler veren Allah’a şükretmelidir. Ama O’nun sayısız nimetlerinden istediği gibi yararlanan insan, çok zâlim ve çok nankördür.

Surenin giriş bölümünde insanlardan istenen, kendilerine yol gösteren ve öğüt veren Kur’an’a uymaları; onun onaylamadığı hiçbir görüşün ve davranışın içinde olmamalarıdır. Çünkü son Elçi’nin getirdiği bu kitap, kıyamete kadar nesilden nesile aktarılarak yürürlükte kalacak; dünya hayatı sürdükçe de bütün insanlık ona uymakla sorumlu tutulacaktır.

 

11-25’inci ayetler

 

 

 

11. Sizi yarattık, sonra biçimlendirdik, sonra da Meleklere: “Adem’in önünde saygıyla eğilin” dedik. “İblis hariç hepsi eğildiler, o saygı gösterenlerden olmadı.

12. Allah İblis’e: “Emrettiğim halde seni bu emre itaat etmekten alıkoyan nedir?” dedi. İblis: “Ben ondan üstünüm, beni ateşten yarattın onu çamurdan” dedi.

13. Allah: “Madem öyle, haydi in oradan; çünkü orada büyüklük taslaman yakışık olmaz. Çık git artık; gerçekten sen aşağılık kimselerden birisin” dedi.

14. İblis: “İnsanların tekrar diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver.” dedi.

15. Allah: “Tamam, sen artık mühlet verilmişlerdensin.” buyurdu.

16-17. İblis: “Madem ki, benim yoldan çıkmamı istedin ben de gidip senin dosdoğru yolunun üzerine oturacağım. Sonra onlara, açıktan açığa ve akıllarına gelmeyecek yöntemlerle sağlarından ve sollarından sokulacağım; onların çoğunu şükreder bulamayacaksın.” dedi.

18. Allah: “Aşağılanmış ve kovulmuş olarak defol oradan! Onlardan kim sana uyarsa, hiç şüphesiz hepinizi topluca cehenneme tıkacağım.” dedi.

19. “Ey Âdem! Sen ve eşin bu bahçeye yerleşin, gönlünüz neyi çekerse yiyin; ama sakın şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zâlim kimselerden olursunuz.” dedik.

20. Şeytan, farkında olmadıkları ayıp yerlerini göstermek için onlara fısıldayıp: “Rabbinizin size bu ağacı yasaklaması, yalnızca melek olmayasınız veya burada ebedi kalmayasınız diyedir.” dedi.

21-22. Bir de: “Ben size öğüt veriyorum.” diye onlara and verdi de ikisini kandırdı. Onlar, ağacın meyvesinden tadar tadmaz, ayıp yerlerini farkettiler; hemen üzerlerini bahçe yapraklarıyla örtmeye başladılar. Bunun üzerine Rableri onlara: “Ben sizi o ağaçtan men edip de, şeytan sizin apaçık düşmanınızdır. dememiş miydim?” diye seslendi.

23. O ikisi: “Rabbimiz! Biz kendimize yazık ettik; eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, hüsrana uğrayanlardan oluruz.” dediler.

24-25. Allah: “Birbirinize düşman olarak oradan inin, yeryüzünde bir süre yerleşip geçineceksiniz. Orada yaşayacak, orada ölecek ve oradan yeniden diriltilip çıkarılacaksınız.” dedi.

Surenin bu ayetlerinde, insan gerçeği ve onun İblis’le olan ilişkisi anlatılır. İnsanın, hayatın dinamik yapısı içinde ahlakî bir cihad ile yükümlü kılındığını belirtmek için, İblis’in insanı kandırmaya yönelik atağından bir kesit sunulur.

Onbirinci ayette, insanın varlık yapısının, önce Allah tarafından şekilsiz bir yaratık olarak takdir edildiği, sonra yeryüzünde balçık, baba sulbünde bir zerre ve ana rahminde bir nutfe haline getirilerek en güzel biçime konulduğu ifade edilir.

Ayetin beyanına göre Allah beşere, yaşayan organizmalar olarak can, sonra da insan olarak biçim vermiştir. Bu süreç tamamlanınca da, meleklere Âdem’in önünde saygıyla eğilmelerini emretmiştir. İblis’in dışında onların hepsi, Âdem’in önünde eğilmiştir.

Bu ayette yer alan ve Kur’an’ın tamamında 25 kez geçen Âdem kelimesinin kökeni, dilbilimciler arasında tartışma konusu olmuştur. Onlardan bazıları, kelimenin aslının Arapça kökenli olduğunu, “esmerlik” anlamına gelen “el-üdme” veya “örnek, tip” anlamındaki “el-edeme” kökünden türediğini; bazıları da Asur-Babil dilindeki “adamu” yahut sâbii dilindeki “adam” kelimesinden geldiğini söylemişlerdir. Ancak genel kanı, “Âdem” kelimesinin aslının Süryanice olduğu ve “toprak” anlamına geldiği şeklindedir.

Bir rivayete göre Allah, Âdem’i yeryüzünün her tarafından alınan toprak örneklerinin birleşiminden yaratılmıştır. Bu toprağın çeşitliliğinden dolayı da Âdem’in nesli, değişik karakterler taşımaktadır. Kur’an’a göre, Âdem’in yaratılışında olağanüstü bir durum hakimdir. Çünkü onun yaratıldığı madde, çeşitli ayetlerde turab (toprak), mâ(su), tîn(çamur) salsal(kurumuş çamur) gibi değişik terimlerle ifade edilmektedir. Bu ifadeler, Hz. Âdem’in yaratılışından bedeni ve ruhî yönleriyle tam bir insan haline gelmesine kadar, uzun bir gelişme devresi geçirdiğine işaret eder.

Demek ki Âdem, topraktan yaratılmış, belli bir gelişme seyrini müteakip onun yaratılışı tamamlanmıştır. Ancak o, bir başka canlıdan tekâmül suretiyle değil, tamamiyle bağımsız bir canlı türün atası; öteki varlıkların aksine, yükümlü ve sorumlu tutulan, bu görevlerini yerine getirebilmesi için gerekli kabiliyetlerle donatılmış bir varlık olarak yaratılmıştır. Bu yüzden onu bayağı canlılar seviyesine indiren ideolojik teorileri, hem bilimsel sonuçlarla hem de İslam inançlarıyla bağdaştırmak mümkün değildir.

Hz. Âdem, ilahî din mensupları tarafından “ilk insan” ve “ilk peygamber” olarak kabul edilir. Gerçi Hz. Âdem’in yaratılmasından önce, yeryüzünde insan veya ona benzer akıllı ve şuurlu bir varlık bulunup bulunmadığı konusu tartışmalıdır. Ama Âdem kelimesinin geçtiği ayetler, “halife”, “insan” “beşer” ve “nefs vahide” kelimelerinin bulunduğu ayetler ışığında ele alınarak incelenirse, bu sözcüğün hem “cins” hem de “özel” isim olarak müştereken kullanıldığı görülür. Bunun için de “Âdem” isminin hem ilk insan hem de ilk peygamber olan Hz. Âdem hakkında kullanıldığı söylenebilir. Zira Âdem’in “halife”, “insan” ve “beşer” olması, onun cins isim olarak kullanıldığını gösterirken; eşinin kendisinden var edilen “nefsi vahide” olması da özel isim olarak kullanıldığına işaret eder. Demek ki önce ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem; ondan hemen sonra da eşi yaratılmıştır. Nitekim, İbn Abbas’tan nakledilen bir rivayete göre, yeryüzünde daha önce cinler yaşamaktaydı. Allah bunları oradan uzaklaştırdı ve yerlerine Âdem ile soyunu yarattı.

Sonuç olarak, Hz. Âdem’le ilgili ayetlerin genelde üç nokta üzerinde odaklaştığı görülür. Öncelikle, Âdem’in topraktan başlamak üzere bedenî ve ruhî yönleriyle tam ve kamil bir insan haline gelinceye kadar geçirdiği safhalardan söz edilir; bu vesileyle Allah’ın kudretinin üstünlüğü vurgulanır. Bundan sonra, Âdem’in varlık türleri arasındaki mevkiinin yüksekliğine işaret edilir. Allah’ın Âdem’i meleklerden üstün ve onların saygısına layık bir mertebede yarattığı, bu meziyetin sadece Âdem’e özgü olmayıp aynı zamanda bütün insanlığa şamil kılındığı belirtilir. Daha sonra da Âdem’in peygamberliğine değinilir. Gerçi onun nebi veya resul olduğunu açık olarak ifade eden ayet yoktur. Fakat Âdem’in Rabbinden vahiy aldığını, Allah’ın ona hitap edip yükümlülük ve sorumluluğunu bildirdiğini, hatta Nûh, İbrahim ve İmran hanedânı ile birlikte onu âlemlere üstün kıldığını dile getiren ayetler, dolaylı olarak Hz. Âdem’in peygamber olduğuna işaret etmektedir.

Allah, Âdem’i yaratıp ona ruh verince meleklerden Âdem’e secde etmelerini istemiş, bütün melekler bu emre uymuş, sadece İblis bu emre karşı gelmiştir. İslam’da Allah’tan başkasına ibadet maksadıyla secde etmek câiz olmadığı için, meleklerin Hz. Âdem’e secdesi, “insan soyunun varlık bünyesindeki statüsüne saygı duymak” şeklinde yorumlanmıştır. Bu yorum doğrudur. Zira ayette geçen secde Allah’a ibadet secdesi olsaydı, İblis ondan imtina etmezdi. Çünkü onun itirazı, Hz. Âdem’e gösterilmesi istenen saygıya idi.

Ayrıca, meleklerin Hz. Âdem’e secde etmesi, insan soyunun faziletine, yani aklını ve iradesini, vahyin ilke ve hedefleri doğrultusunda kullanılan kişinin, meleklerden de üstün olabileceğine işaret eder. Bir görüşe göre de, Âdem’e secde eden melekler, yer melekleridir. Bu yaklaşıma göre, secde eden melekler, Allah’ın yeryüzüne hakim kıldığı tabiat kuvvetleri olmalıdır. Bilindiği gibi tabiat kuvvetleri insanın hizmetine verilmiş, insan da akıl gücüyle onlara hakim olmuştur.

Bu ayette yer alan ve Kur’an’ın tamamında on bir kez geçen “İblis” sözcüğü ise, genel kabule göre “hayırdan ve Allah’ın rahmetinden umut kesmek” anlamına gelen “el-İblas” mastarından türemiş Arapça kökenli bir kelimedir. İblis, şeytâni faaliyetlerin beyni ve babası, bütün karanlık ve çarpıcı kuvvetlerin, fert halindeki temsilcisidir. O, insanı kıskandığı için Allah’a karşı gelen, kibirlenmesi yüzünden lânete uğrayan, insanın amansız düşmanı, nefsin dürtü ve arzularını ilahî iradenin üstünde görmenin sembolü olmuş bir varlıktır.

Onikinci ayette, insan ile İblis arasındaki düşmanlığın başlangıç nedeni açıklanır. İblis, Hz. Âdem’e gösterilmesi istenen saygıyı, kendi görüşüne, arzusuna ve konumuna uygun bulmadığı için ona düşman kesilir. Burada, Âdem’e secde emri verilinceye kadar, İblis’in duygularına dokunacak bir olayla sınanmadığı anlaşılıyor. Şu halde “Âdeme secde ediniz” emri, hem melekler hem de İblis için bir sınav olmuş; bu sınav, İblis’in gerçek yüzünü ortaya koymuştur.

İblis karekterini ortaya koyan bu ayet, şeytanlığın özüne dikkat çekmektedir. Çünkü İblis, gerçekte Allah’a bağlanan değil, sadece kendi zevkine ve görüşüne tapan bir varlıktır. Yalan ile doğruyu birbirine karıştırıp hayırlı olanı hayra engel yapmak da şeytanlıktır. Şeytâni karektere hakim olan özellikler ise, kibir, haset ve isyandır.

Onüçüncü ayette, Allah’ın, Âdem’e haset eden ve kibirlenen İblisi, bulunduğu konumundan indirdiği haber verilir. Demek ki yüce makamlar, haddini bilen ve tevazu sahibi olan kimseler içindir. Oysa kibirlenmek, küçüklük ve alçalmaktır. Öyleyse, yükselmek isteyen büyüklenmemelidir.

Burada bir noktaya dikkat edilmelidir. İblis de dahil, hiçbir varlık kötü olarak yaratılmamıştır. Ama insan Allah’ın emrine karşı gelirse, yaratılışındaki hayırlığı yitirebilir. Tıpkı İblis gibi; çünkü o, kötü olarak yaratıldığı için değil, Allah’ın kendisine gösterdiği lütfu görmezden gelerek düştüğü kibir nedeniyle ilahî lânete uğramıştır.

Ondört ve Onbeşinci ayetlerde, İblisin, Allah’tan yeniden dirilme gününe kadar mühlet istediği, Allah’ın da ona bilinen vakte kadar bu mühleti verdiği belirtilir.

İblisin bu talebinde bir kurnazlık yatıyor. Bilindiği gibi, öldükten sonra dirilme sürecinde ölüm yoktur. İblis, anılan güne kadar zaman istemekle güya ölümden kurtulmayı hedeflemiştir. Ama Allah, onun isteğini kabul etmekle birlikte bu gayesinin gerçekleşmesine müsaade etmemiştir. İblis’e, yeniden dirilme gününe kadar değil de bilinen güne, yani ilk sura üfürülme gününe kadar mühlet vermiştir.

Bu ayetlerde, İblis’in Allah’ı ve ahiret gününü inkâr etmediğine; fakat onun küfrünün, emri beğenmemekten ve yükümlülüğün gereğini inkâr etmekten kaynaklandığına işaret edilir. Ayrıca ayetler, Âdem’e secde emrinin, İblis’in gerçek durumunu ortaya koyan bir imtihan olduğu gibi, ona mühlet verilmesinin de Âdem ve soyu için bir imtihan olduğu mesajını verir. Çünkü İblis, kendine tanınan zamanın bitimine kadar, insanı ayartma gücüne sahip olacaktır.

Onaltı – Onsekizinci ayetlerde, İblis’in her vesileyle ve her vasıtayla insanları saptırmaya çalışacağı, Allah’ın da İblis’e uyanları Cehenneme atacağı haber verilir.

İblis yolcuları, onun akıbetine uğramaya mahkumdur. İblis’in sahip olduğu konumdan düşmesinin sebebi, kibir ve gururda gösterdiği inat; hissiyata tabi olup ilahî emre sataşmasıdır. Kimde bu niteliklerden biri varsa, o kimsede İblis’ten bir huy var demektir. İblis huyunun hemen terkedilmesi gerekir; aksi halde o kimse İblisleşir.

Ondukuzuncu ayette, Allah’ın, Âdem’e ve eşine cennette yerleşmelerini emrettiği; orada diledikleri her şeyden yiyebileceklerine izin verdiği, yalnız bir ağaca yaklaşmalarının kendilerine yasaklandığı belirtilir.

Ayette geçen “cennet” sözcüğü, filolojide “bitki ve ağaçları ile toprağı örten bahçe”; İslami terminolojide ise, “ölümden veya kıyametin kopmasından sonra, müminlerin sonsuz mutluluk içinde yaşayacakları yer” anlamına gelir. Ancak ayette bu kelimenin hangi anlamda kullanıldığı açıkça belirtilmediğinden, İslam bilginleri bu ve benzeri ayetlerdeki “cennet” kelimesini farklı yorumlamışlardır.

Onlardan bir kısmı söz konusu ayetlerde yer alan “cennet” kelimesini sözlük anlamıyla “bahçe” olarak yorumlamışlar ve bunun yeryüzünde olması gerektiğini savunmuşlardır. Böyle düşünenler, “Eğer Âdem ve eşinin konulduğu cennet, ahiret cenneti olsaydı onlara yasak konulmaması gerekirdi, çünkü ebedilik yurdu olan cennette yasak yoktur. Cennette günah ve isyanda söz konusu olamaz; halbuki ayetlerde geçen cennette Âdem ve eşi günah işlemişlerdir. Eğer burası asıl cennet olsaydı, orada kâfirin de bulunmaması gerekirdi. Oysa İblis, cennetteyken kâfir olmuş ve bu yüzden oradan kovulmuştur. Bir de ahiret cenneti, ebedilik yurdudur. Oraya giren bir daha çıkmaz; Halbuki Âdem ve eşi, konuldukları cennetten çıkarılmışlardır.” diyerek görüşlerini temellendirmeye çalışmışlardır.

Bir kısmı da, Âdem ve eşinin bulunduğu cennetin gökte olduğunu söylemişler; bahis konusu ayetlerde geçen ve “ininiz” anlamına gelen “ihbitû” fiilinin kullanılmış olmasını da, buna kanıt göstermişlerdir. Halbuki h b t kökü, lafzen “yokuş aşağı inmek ve yüksekten düşmek.”

Mecazen de “onurunu yitirip düşkün ve sefil hale gelmek” anlamını taşır. Bu yüzden “habita” fiili Kur’an’da gökten inmek manasından ziyade, yeryüzünde bir yerden diğer bir yere gitmek; daha iyi bir konumdan aşağı bir duruma düşmek” anlamında kullanılır. Gökten inme veya indirme gibi durumlar, Kur’an’da daha çok n z l kökünün değişik kullanım biçimleriyle dile getirilir ve h b t kökünün aksine, indirilen şeyin şerefine dikkat çekilir.

Âdem ve eşi, cennete yerleştikten sonra orada Allah’ın nimetlerinden diledikleri gibi faydalanıyordu. Allah onları yasak ağaca yaklaşmamaları hususunda uyarmıştı. Ayetlerde, yasak ağaç genel olarak zikredilir, fakat bu ağacın mahiyeti hakkında bilgi verilmez. Onun iyiyi kötüyü bilme, cinsel bilince erme durumu; veya üzüm, asma, buğday ve incir ağacı olduğunu belirten rivayetler ise, kesin gerçeği yansıtmaz. Çünkü Kur’an, bu ağacın gerçek mahiyeti hakkında, ondan “ölümsüzlük ağacı” olarak söz edenin, şeytan olduğuna işaret etmenin ötesinde bir şey belirtmez. Şu halde “yasak ağaç”, insana harama ihtiyaç duymayacak derecede sayısız nimetler bahşeden Allah’ın, kişinin arzu ve eylemleri için belirlediği sınırlara; iradesini sınamak için koyduğu haramlara işaret etmektedir.

Yirmi- yirmiikinci ayetlerde, İblis’in, Âdem’le eşini onlara ebedi yaşama tutkusunu aşılayarak kandırdığı ve yasak ağaçtan yemeğe yönelttiği anlatılır.

Bu ayetlerde yer alan ve lafzen “kötü” anlamına gelen “sev’eh” sözcüğü, kadın ve erkeğin cinsel organından kinaye olarak kullanılmıştır. “Muvarât” ise, “örtmek” demektir. Burada, insanoğlunun cennetten çıkarılmadan önceki masum durumu, çıplaklığının farkında olmadığı safiyet dönemi yansıtılır. Ayrıca Âdem’le eşi böyle bir yasakla yükümlü kılındıklarına göre, onların yaratılışta yasak ağaca yaklaşabilecek yetenekte olduklarına işaret edilir.

Ayetlerin beyanına göre, İblis, Âdem’le eşini sonsuza kadar yaşamak, meleklere benzemek gibi yanıltıcı düşüncelerle kandırmış; sonra da kendisini, yemin ederek onların iyiliğini isteyen biriymiş gibi takdim etmiştir. Âdem ve eşi, düşman sözüne aldanıp yasaklanan ağacın meyvesinden tadarlar. Ama ondan tadar tatmaz isyanın uğursuzluğu kendini gösterir; kapalı ve gizli olan yerleri açılıverir. Onlar hemen bahçeden topladıkları yapraklarla üzerlerini örtmeye ve çıplaklığın verdiği utançtan kurtulmaya çalışırlar. Tam bu sırada Rablerinin: “Ben sizi o ağaçtan menedip de şeytan sizin apaçık düşmanınızdır dememiş miydim?” uyarısıyla karşılaşırlar.

Yirmiüçüncü ayette de, Âdem ve eşinin, bu uyarının ardından ne yaptıkları belirtilir. O ikisi, “Ey Rabbimiz! Biz kendimize yazık ettik; eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, hüsrana uğrayanlardan oluruz” diyerek Allah’tan bağışlanmalarını istediler. Onların bu sözleri, derhal durumu anlayıp hatalarını itiraf ettiklerini; tövbe ve istiğfarla ilahî rahmete sığındıklarını gösterir.

Burada bir hususa dikkat etmek gerekir. İblis, yasak ağacı, Âdem ve eşine “ebedi hayat ağacı” olarak tanıtmış, fakat onlar bu ağacın meyvesinden tatmalarına rağmen ölümsüzlüğe ulaşamamışlardır. Şu halde şeytanın bu teklifi de, bütün öteki teklifler gibi aldatıcı ve yanıltıcıymış.

İnsanın, yeryüzünde ebediyeti istemesi, Kur’an’ın “ahiret” olarak tanımladığı nihâi gerçeği inkâr etmesi anlamına gelir. Çünkü böyle bir tutku kişiyi, insan hayatına gerçek anlam ve amacını kazandıran bütün dini sınırlamalardan sıyrılabileceği yanılgısına götürür.

Âdem’in yasak ağaçtan yemesinin, Allah’a isyan ve büyük günah sayılıp sayılamayacağı, İslâm âlimleri arasında tartışma konusu olmuşsa da onun işlediği bu hata, tevbe etmesi üzerine Allah tarafından bağışlanmış, yeryüzüne inmesinden bir müddet sonra da kendisine peygamberlik verilmiştir. Aslında Hz. Âdem’le eşinin kıssası, insanoğlunun dünya hayatına ait macerasının bir hülasası gibidir. Öyleyse bu kıssadan, günah işleyen bir insan için, tevbe ve af yolunun daima açık olacağı; Hz. Âdem ve eşi gibi samimiyetle tövbe edenlerin, tövbelerinin Allah tarafından kabul edileceği ve insanın böylece kemâle ereceği sonucu çıkarılabilir.

Yirmidört- yirmibeşinci ayetlerde, insanın safiyet konumundan düşüşü, yeryüzünde bir süre yaşayıp orada öleceği ve Kıyamet günü yine oradan diriltilip ilahî huzura çıkarılacağı ifade edilir. İnsanın cennetten çıkarılış ve düşüş öyküsü, bu aşamada “ikil” olmaktan çıkıp “çoğul” şekle dönüşür. Bu ifade değişikliği ile, Hz. Âdem ve eşinin kıssasının, aslında insanoğlunun kozmik kaderi olduğuna işaret edilir.

Kur’an’da, Hz. Âdem ve eşinin yasak meyveyi yedikten sonra bulundukları cennetten çıkarıldıkları, açıkça belirtilir; fakat oradan çıkarıldıktan sonraki hayatları hakkında ayrıntılı bilgi verilmez. Onların cennetten çıkarılıp yeryüzünün herhangi bir bölümüne inmeleri emri üzerine, Hz. Âdem’in Hindistan’a, eşi Havvâ’nın da Cidde’ye inip daha sonra Müzdelife ve Arafat’da buluştuklarına dair rivayetler ise, tahmini birer görüş olmaktan öteye gitmez.

İlk insan Âdem, yeryüzünde yaratılmıştır. Bu fikrin kaynağı Kur’an’dır. Buna rağmen, İslâm dünyasında geçmişten günümüze kadar yaygın olan kanaat, ilk insan Âdem’in cennette yaratıldığı, sonra şeytanın aldatması üzerine eşi ile yasak meyveden yemelerinden dolayı oradan kovularak yeryüzüne indirildikleri şeklindedir. Hiç şüphesiz bu görüşün benimsenmesinde, Hz. Âdem ve eşinin cennette yerleşmelerini ve oradan çıkarılmalarını konu edinen ayetlerdeki “cennet” kelimesi büyük rol oynamıştır. Çünkü bahis konusu ayetlerde geçen “cennet” kelimesi, hep ahiret hayatının geçirileceği cennet olarak düşünülmüştür. Halbuki içerisinde ne olduğu açıkça belirtilmeyen yasak ağacında bulunduğu bu cennet, sanıldığı gibi ahiret hayatının geçirileceği cennet değildir; aksine yeryüzünde bulunan yeşillik ve bahçelik olan güzel bir yerdir. Çünkü Kur’an’da cennet kelimesi, hem ahiret hayatının mutluluk içeren bir boyutunu hem de yeryüzünün yeşil ve güzel yerlerini belirtmek için kullanılır.

Aslında Kur’an, insan hayatının kökenini yeryüzüne bağlamakta; onun toprak, su ve ısı bileşimleriyle ilgisini kurmaktadır. Bize göre bu ifadeler, ilk insanın yeryüzünde yaratılmış olduğunu, orada yaşayıp öleceğini ve Kıyamet günü yine oradan diriltilip ilahî huzura çıkarılacağını kanıtlamaya yeterlidir.

Sonuç olarak denebilir ki, insan ilk masumiyet döneminde öteki canlılar gibi sadece içgüdüleriyle yaşayıp giden bir varlıktı. Bu durum onun için bir erdem değil, yalnızca bir varoluş şartıydı. İnsandaki bilinç gelişimi, bu statik oluşumu bir anda değiştirdi. O, duyarlılık sıçramasıyla iyiyi kötüyü ayırt edebilme ve hayatta takip edeceği yolu seçebilme yeteneğine sahip olan sahici insana dönüştü. Bunun için “düşüş” olgusu, gerileme ve yozlaşmayı değil, aksine insanın gelişip olgunlaşma sürecini ve ahlâkî bilince ulaşma evresini temsil etmektedir. Şu halde insan, özgür ve ahlâkî iradeyle donatılmış, bir varlıktır. İnsan iradesi buyruksuz ve yasaksız gelişip şekillenemeyeceği için, hayatın dinamik yapısı içinde ona geniş bir hareket alanı bırakılmış, insan da bu iradesini kullanma biçiminde sorumlu tutulmuştur. Hem Allah’ın kulu hem de yeryüzünün halifesi olan insan, ahlâkî bir kişiliktir. Onun mükemmel vasıfları yanında evrensel boyutlu zafiyetleri de vardır. Söz gelimi hiçbir insan, şeytan ayartısından emin değildir; ama gerçek iman ve güçlü iradeye sahip olan her insan, şeytanın ayartısına karşı koyabilecek güçtedir.

İblis’e gelince o, ahlâkî şahsiyet çöküşünün modelidir. Allah’ın değil, insanın düşmanıdır. Onun hedefi insandır; bu yüzden şeytana karşı galip gelecek olan da mağlup olacak olan da insandır. Öyleyse insan İblis faaliyetlerine karşı devamlı uyanık olmalı ve kendini kollamalıdır. Hemen belirtelim ki İblis tek başına güçlü değildir; onu güçlü yapan, insanın iradesini ona teslim etmesidir.

İblis şahsiyeti kibirle dolu olduğundan, kendini her şeyin üstünde görür. Allah’a da, kendi istediği her şeyi yapar bir gözle bakar. O, ahlâkî enerjisini kaybeden, kötülük aşılamayı meslek edinen, bundan dolayı da güçlü olmaktan ziyade aldatıcı olan bir varlıktır.

İblis’in en etkili silahı yalandır. Yalan, hakka ve hakikate isyandır; suçu, fazilet gibi göstermek, günahı bir kutsal perde altında saklamaktır. Daha da kötüsü, doğruluğu bencillik için ve menfaat hesabına kullanmaktır. Yalan, aczin kudret önündeki silahıdır; çünkü aciz, eksikliğinin intikamını yalanla almaya çalışır.

Kibir ise, kişinin sadece kendini beğenmesidir. Kibirli insana kimsenin erdemini ve değerini anlatamazsın. O, saygının, takdirin ve alkışın sadece kendisine ait olduğunu iddia eder; erdemi hasetle karşılar, herkesi hor görür ve her şeye kendinden aşağı diye bakar. Kibrin neticesi kin, kinin varacağı son menzil de zulümdür.

 

 

26-31’inci ayetler

 

 

 

26. Ey Âdemoğulları! size hem ayıp yerlerinizi örtecek hem de bir güzellik nesnesi olacak giysi gönderdik; ama Allah’a karşı sorumluluk bilincinin sağladığı giysi, bunlardan daha iyidir. Bu da Allah’ın ayetlerinden biridir; belki düşünüp öğüt alırlar.

27. Ey Âdemoğulları! şeytan, elbiselerini çıkarttırıp ayıp yerlerini göstererek ana babanızın cennetten çıkarılmalarına yol açtığı gibi, sizi de ayartmasın. Çünkü o ve yandaşları, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi gözetlerler. Biz, şeytanları, içtenlikle inanmayanlara dost yaptık.

28. Bir hayasızlık yaptıklarında: “Biz atalarımızı da bu işi yapar bulduk; Allah’da bize bunu emretti.” derler. De ki: “Allah asla hayasızlığı emretmez; yoksa siz, bilmediğiniz bir şeyi mi Allah’a yakıştırıyorsunuz?”

29. De ki: “Rabbim iyi ve doğru olanın yapılmasını emretmiştir; her türlü eyleminizde, her secde edişinizde, yüzünüzü O’na yöneltin ve dini yalnız kendisine has kılarak O’na yalvarın. Sizi ilkin yarattığı gibi yine O’na döneceksiniz.

30. O, insanların bir kısmını doğru yola eriştirdi, bir kısmı da sapıklığı haketti. Çünkü onlar, Allah’ın yanısıra şeytanları can ciğer dost edindiler ve kendilerinin doğru yolda olduklarını sandılar.

31. Ey Âdemoğulları! her secde mahallinde, Allah için yaptığınız her işte, güzel elbiselerinizi giyip kendinize çeki düzen verin; serbestçe yiyin için, fakat israf etmeyin, çünkü O, savurganları sevmez.

 

Surenin bu bölümünü oluşturan ayetlerde, Allah’ın insana giyim kuşam nimeti ve bilgisi bahşettiği; imana dayalı iyi işlerin ise daha hayırlı olduğu belirtilir. İnsanoğluna, atalarının cennetten çıkarılışı hatırlatılır, böylece onlar şeytan ayartılarına karşı uyarılır. Şeytan dostu olmuş kişilerin, kötülüğü iyilik saydıkları; atalarının batıl geleneklerini Allah’ın buyruğu sanıp körü körüne onları taklit ettikleri bildirilir. Allah’ın, doğruluğu ve adaleti emrettiği, insandan hak dine yönelmesini istediği vurgulanarak insanın dünyaya getirildiği gibi sonunda tekrar Allah’a götürüleceği ve O’na hesap vereceği ifade edilir. Hidayete ermenin veya haktan sapmanın, insanın kendi tercihinin bir sonucu olduğu beyan edilir. İnsanların fiziki ve ahlakî bakımdan güzel olan şeyleri yapmaları istenir, israf etmeleri ise yasaklanır.

Yirmialtınce ayette, insana hem çıplaklığın örtmesi, hem de bir görkem ve güzellik nesnesi olması için giyim kuşam nimetinin ve bilgisinin verildiği belirtilir. Ayetteki “riş” kelimesi, “kuş tüyü” anlamına gelir. Ama buradaki “riş” sözcüğü, “süs” olarak tefsir edilmiştir. Kuşun tüyü, nasıl onun süsü ise, elbise de insanın süsü, zinetidir. Bu yüzden elbiseye “süs-zinet” denilmiştir.

“Libasu’t-takvâ” terkibi ise, “koruyucu elbise” manasına gelir. Bu terkiple insanı her türlü kötülükten koruyan “sahih iman ve salih amel” in kastedildiği söylenir. Kur’an’a göre en hayırlı elbise budur. Çünkü takva giysisi, erdem ve istikamet elbisesidir; onu giymek de, her türlü erdemle süslenmektir. Demek ki giyinmekten maksat, hem vücudu örtmek, hem süslenmek, hem de fenalıklardan sakınıp iman ve doğruluk gibi yüksek değerlerle bezenmektir.

Hz. Âdem’le eşi, cennette otururlarken şeytana kanmışlar, günahın uğursuzluğu nedeniyle yeryüzüne bir bakıma çıplak inmişlerdi. Tıpkı insanoğlunun ana karnında rızıklanıp dururken çıplak olarak dünyaya gelmesi gibi. İnsan çıplak olarak dünyaya gelir, zamanla örtünme ve korunma, süslenme ve güzelleşme imkanına kavuşur. O, bedenini elbise ile örter, ahlakî kişiliğini de sorumluluk bilinci ile koruyup geliştirir ve güzelleştirir. Elbise nimeti insana edeb, vekar, rahatlık ve güzellik sağlar. Ama bu nimeti maksadının dışında kullananlar onu şehvet, kibir ve gurur aracı yapıp hatır ve hayale gelmez bir edepsizliğe düşerler.

Vücudu örtüp korumanın gerekli aracı elbise olduğu gibi, kötülüklerden ve günahlardan korunmanın gerekli şartı da takvadır. Bunun için takva bilinci, her şeyin üstündedir. Allah’ın insana giysi nimeti ve bilgisi ihsan etmesi ise, O’nun insanoğluna olan lütuf ve rahmetini gösteren kanıtlardan biridir.

Yirmiyedinci ayette, insanlar, şeytan ayartmasına karşı uyarılır. Çünkü şeytan, Hz. Âdem’le eşini kandırıp onlara yasak meyveden yedirtmiş ve cennetten çıkarılmalarına sebep olmuştur. Ama şeytanın atağı bununla sona ermemiştir; aksine şeytan, insanları saptırmak için sürekli fırsat kollamaktadır.

Ayetin beyanına göre insan, şeytanı göremez; zira şeytan mahiyeti itibariyle bu gözle görülemez. Fakat onun şeytanlık ve aldatması bilinebilir. İnanmayanlar, İblis gibi Allah’ın buyruklarına karşı çıktıkları için, şeytanların dostu olurlar; şeytanlar da onları istedikleri gibi yönlendirirler.

Bu ayette, ayartıcı arzunun ve yanıltıcı bilginin, inancı bozabileceği; insanın kalbine her türden kötü dürtüler ve eğilimler aşılayabileceği mesajı verilir. Öyleyse insan, şeytanın kendini aldatmasına ve ayartmasına izin vermemelidir. Bu da ancak, kişinin Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşımasıyla mümkün olur.

Yirmisekizinci ayette, şeytan ayartısına kapılan kimselerin, utanç verici eylemlerin, Allah tarafından emredilmiş olduğu saplantısı içinde bulundukları bildirilir; Allah’ın asla utanç verici çirkin ve kötü işleri emretmediği belirtilir.

Bu ayette yer alan “fâhişe” kelimesi, sözlükde “aşırı derecede çirkin ve kötü olmak” gibi anlamlar taşıyan f h ş kökünün türemiş şeklidir. Bu kelimeyle, hem bir söz ve davranışın, makul ve mutad ölçülerin dışına taşıp aşırılığa kaçması hem de büyük günah, edepsizliği ve iffetsizliği gibi kötülükler kastedilir. Bu yüzden evlilik dışı cinsel ilişkiler, din ve ahlâk ölçülerine uymayan her türlü aşırılıklar aynı kökten gelen “fuhuş” ve “fahşâ” kelimeleriyle ifade edilir. Kur’an’da türevleriyle birlikte 24 kez geçen bu sözcük, daha çok, dinen yasaklanan büyük günahları, edep ve ahlâka aykırı olan her türlü kötülük ve çirkinlikleri belirtmek için kullanılır.

Edepsizlik ve her çeşit kötülük, toplumda kötü bir âdet haline gelmiş olabilir; ama Allah, asla utanç ve tiksinti veren işleri emretmez. Öyleyse batıl gelenekleri ve kötülükleri, dini bir buyrukmuş gibi algılayıp onları Allah’a nisbet etmek, O’na iftiradır. Sağduyu sahibi kimseler, Allah’ın kötülüğü emretmeyeceğini bilirler. Fakat şeytanla dost olanlar, kendilerine süslü gösterilen kötülükleri iyi sanıp şeytan adına başkalarına hile satarlar.

Yirmidokuzuncu ayette, Allah’ın, insana utanç veren işleri değil, aksine yaşantısında doğru, dikkatli ve duyarlı olmasını emrettiği bildirilir. Bu ayetteki “vech” kelimesi, lafzen “yüz” anlamına gelir. Fakat bu kelime soyut anlamıyla “kişinin bütün varlığını, dikkat ve duyarlılığını” dile getirmek için kullanılır. “Kıst” kelimesi de, “insanın irade ve liyakatine dayalı emeğin karşılığı”nı ifade eder. Bu yüzden “kıst” kelimesi, en geniş anlamıyla “adalet ve insaf” olarak yorumlanmıştır. “Mescid” kelimesi ise, özelde “secde edilen yer”i, genelde, “insanın Allah’a kulluğunu göstermek üzere giriştiğiher türlü ibadet eylemi”ni ifade eder.

Ayetin beyanına göre Allah, adaleti, ve insafı, yalnızca doğru olanın yapılmasını; insanın kulluğunu göstermek üzere giriştiği her türlü işte de bütün varlığını ortaya koyup sadece kendisine bağlanmasını ister. Çünkü insan ölünce yok olup gitmeyecek, aksine yeni bir hayat ile Allah’a döndürülüp yaptıklarının hesabını verecektir.

Otuzuncu ayette de, vahyin rehberliğine tabi olanların hidayete erecekleri; ondan yüz çevirip şeytani eğilimlere uyanların ise, sapıklığı hak edecekleri haber verilir.

Ayet, hidayete ermenin de yoldan sapmanın da, insanın kendi tercih ve tutumunun bir sonucu olduğuna işaret eder. Demek ki sapıklık içinde olan kimseyi Allah zorla saptırmıyor; fakat o kimse, kendi yanlış hareketlerini doğru sanıp sapıklık içinde kalmış oluyor. Şu halde, insanın sapıklıkta kalmış olmasının en önemli sebeplerinden biri de, yanlış tercihte bulunup onda ısrar etmesidir. Bunun için ayetlerde cahili gelenekler reddedilir, onlara körü körüne bağlı kalmak kınanır; dini bilgili, duyarlı ve samimi biçimde yaşamak gerektiği vurgulanır.

Otuzbirinci ayette, insanın, Allah’a ibadet maksadıyla yaptığı her işte kendisine çeki düzen vermesi; meşru şeylerden yiyip içmesi ancak israf etmemesi gerektiği; Allah’ın, israf edenleri sevmediği belirtilir.

Ayetin sonunda yer alan müsrifin kelimesi, sözlükte her işte itidal ölçüsünü aşmak ve aşırıya kaçmak gibi anlamlar taşıyan s r f kökünün türemiş şeklidir. Kelime burada, aşırıya kaçan ve günahları çok olan kiseler anlamına gelmektedir. İsraf da aynı kökten türemiştir.

“İnsanın sahip olduğu maddî-manevî bütün imkânları ölçüsüz biçimde kullanmasına, yapılan her işte sınırı aşıp aşırıya kaçmasına” israf denir. Kur’an dilinde israf, “ölçü ve itidal eksikliğini, insanın fıtrat ölçülerini aşarak aşırılığa düşmesini, kendini ve sahip olduğu değerleri boş yere harcamasını” ifade eder. Ayrıca Kur’an, nüfuz ve iktidar sahibi bir kişinin ölçüsüz ve acımasız tutumunu da israf olarak niteler. Bu tiplerin başını da Firavun çeker. Çünkü o, ölçüsüz ve acımasız biriydi, yani müsrifti. Hemen belirtelim ki müsrif, sadece sahip olduğu maddî imkanları ölçüsüz biçimde tüketen değil, aynı zamanda insan olma potansiyelini ve fıtrat yüceliğini de zayi eden kimsedir.

Kur’an, insan hayatındaki sapma ve yozlaşmaların israftan kaynaklandığına; israfa dönük bir hayat tarzı benimsemenin de kişi ve toplumları çöküşe götüreceğine dikkat çeker. Gerçekten de israf, kişi ve toplumun mutluluğunu yok eden, ancak insana sempatik gelen zehirli bir illettir. İnsanın bu zehirli sempatiden bir an evvel kurtulması gerekir.

İsrafın pek çok çeşidi vardır. Bunlardan ilki imkân israfıdır. İmkân israfı, insanın sahip olduğu bütün değerleri ölçüsüz ve faydasız biçimde kullanmasıdır. İkincisi, zaman israfıdır. Bu da, insanın zamanını gerekli gayreti göstermeden, plânlı, hayırlı ve düzenli bir çalışma içine girmeden tüketmesidir. Üçüncüsü de, insan israfıdır. İnsan israfı, kişinin insan olma potansiyelini Kur’an’ın doğruluk ve değer ölçüleriyle pratize edememesi, fıtrat yüceliğini zayi etmesidir.

İsraf, toplumda üretim ve tüketim dengesini bozar, insanı tembelliğe itip çalışma hayatını geriletir. İnsanlar arasında kin ve düşmanlıkların yayılmasına yol açar. Daha da kötüsü, savurganlık insanı hem başkalarına muhtaç eder hem de Allah sevgisinden yoksun bırakır. Savurganlığı, bencilliği, zulmü ve diğer kötülükleri besleyen nedenlerin ağır bastığı bir ortamda, yüksek değerler aşınır, toplumun varlığı, birliği ve huzuru tehlikeye girer. Eğer insan, inandığı hayatı gerçekleştirecek gayreti gösteremezse, kendi kendine yazık etmiş olur.

Ayetteki “zinet” kelimesi, “insanın ayıp yerlerini örten ve onu güzel gösteren şey” anlamına gelir. Bu kelime, “insanın itibar ve onuruna gölge düşürmeyen, aksine onu güzelleştiren; hem ahlakî hem de fiziki açıdan güzel olan her şeyi” ifade eder.

İnsan, Allah’a ibadet için yaratılmıştır. Allah’a kulluk tabiri, örnek ve temiz insanı ifade etmektedir. Bu yüzden insan, Allah’a kulluk maksadıyla yaptığı her işte doğru olmalı, dürüst davranmalı, meşru şeylerden yiyip içmeli, fakat israf etmemelidir. Çünkü iyiler, kötü yerleri bile temizleyip güzelleştirirler; ama kötüler, en güzel yerleri bile çirkinleştirirler. Mümin, güzellik üreten ve çirkinlikleri gideren bir misyona sahip olduğundan, hayata olumsuz değil, aktif ve verimli biçimde katılmalıdır.

Sonuç olarak, şeytan hain bir düşmandır. Bunun için insanoğlu, atasının başına gelenlerden ibret almalı, şeytanla dostluk kurduğu zaman kesinlikle başarılı olamayacağını unutmamalıdır. Şüphesiz şeytan yalancı ve düzenbazdır; ama asıl kınanacak olanlar, Rablerinin öğütlerini dinlemeyip İblise uşaklık eden insanlardır.

 

 

32-39’uncu ayetler

32. De ki: “Allah’ın kulları için varettiği güzelliği ve temiz rızıkları kim haram etmiş?” De ki: “Bunlar dünya hayatında inananlarındır. Kıyamet gününde de yalnızca onlara özgü olacaktır.” Biz, anlayan insanlar için ayetleri işte böyle açıklıyoruz.

33. De ki: “Doğrusu Rabbim, hayasızlığın açığını gizlisini, günah işlemeyi, haksız yere isyanı, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri Allah’a ortak koşmanızı ve Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi yasaklamıştır.

34. Her toplumun, belirlenmiş bir süresi vardır. Süreleri dolduğunda, onu ne bir an geciktirebilirler ne de öne alabilirler.

35. Ey Âdemoğulları! Size kendi aranızdan ayetlerimi anlatan elçiler geldiğinde, kim kötülüklerden sakınır, kendi halini düzeltirse, işte onlar ne korkarlar ne de üzülürler.

36. Ayetlerimizi yalanlayan ve onlara karşı büyüklük taslayanlar da temelli kalmak üzere cehennemliktirler.

37. Allah’a iftira eden veya O’nun ayetlerini yalanlayanlardan daha zalim kim olabilir? İşte onlara kitaptan payları ulaşır. Elçilerimiz canlarını almak üzere geldiklerinde: “Allah’tan başka tapıp yalvardıklarınız hani nerde?” derler. Onlar da: “Bizden uzaklaştılar.” diye karşılık verirler ve inkârcı olduklarına dair kendi aleyhlerine şahitlik ederler.

38. Allah: “sizden önce gelip geçen cin ve insan toplulukları arasında siz de ateşe girin.” der. Her bir güruh içeri girdikçe kendi yandaşlarına lânet eder; hepsi birbiri ardınca oraya doluştuklarında sonrakiler, öncekiler için: “Rabbimiz! Bizi yoldan çıkaran işte bunlardı; onların ateşteki azaplarını kat kat artır.” derler. Allah: “Her biriniz için kat kat azap var; fakat siz bilmezsiniz” der.

39. Öncekiler de sonrakilere: “Sizin bizden farkınız ve haklı tarafınız yoktur. Öyleyse sizde yaptıklarınızın cezası olarak tadın azabı” derler.

 

Surenin bu bölümünü oluşturan ayetlerde, Allah’ın, kulları için yarattığı güzellikleri ve temiz rızıkları kimseye haram kılmadığı; O’nun insanlara neleri yasaklayıp neleri yasaklamadığı belirtilir. Her toplumun, belli bir yaşama süresi olduğu bildirilir. Allah’ın buyrukları doğrultusunda yaşayan kimselerin, korku ve üzüntü duymayacakları; dini yalanlayıp inkarda ısrar edenlerin ise temelli azapta kalacakları haber verilir. Kendi sübjektif görüşleriyle din adına hüküm koyanların en zalim kimseler oldukları, bunların dünyadan ayrılış durumları ve ahirette birbirlerini suçlayışları dile getirilir.

Otuzikinci ayette,Allah’ın, insanlar için yarattığı güzel ve temiz şeyleri, kimsenin yasaklama hakkının bulunmadığı belirtilir. Dünya üzerinde ne varsa hepsi insan için yaratılmıştır. Güzellikler ve temiz rızıklar, aslında inananların faydalanması için varedilmiş olmakla birlikte, dünyada inkârcılar da onlara iştirak ederler. Ama kıyamet günü onlar sadece müminlere mahsus olacak, kafirler onlardan asla yararlanamayacaklardır.

Bu ayette geçen “harreme” fiili, sözlükde “yasaklanan, meşru ve serbest olmayan şey” gibi anlamlar taşıyan h r m kökünün türemiş şeklidir. Bu yüzden, “Allah’ın kesin bir ifadeyle yasakladığı şeylere ve fiillere” haram denir. Arapçada çok zengin bir kullanım alanına sahip olan haram kavramı; dinde, temel ve evrensel ahlâk kurallarına aykırı olan, kişilere zarar veren ve insan onurunu zedeleyen bütün davranışları belirtmek için kullanılır.

İslam dininde kesin olarak yasaklanmış veya serbest bırakılmış fiiller, bizzat Allah tarafından belirlenmiş, Kur’an’da da bu belirleme yetkisinin sadece O’na tahsis edildiği bildirilmiştir. Bunun için haramı ve helâli belirleme yetkisi, yalnızca Allah’a aittir. Şu halde helâlleri helâl, haramları da haram kabul etmek, aynı zamanda bir iman meselesi olmaktadır. Bu yüzden kesin şekilde bilinen helâlleri haram veya haramları helâl saymak, İslam akaidinde imanı ortadan kaldırıcı bir hareket olarak kabul edilmiştir. Öyleyse haramlığı ve helâlliği kesin delil ile sabit olan şeylere inanmak, helâl olan nimetlerden meşru şekilde yararlanmak, yasaklanan şeylerden de kaçınmak gerekir.

Allah’ın yarattığı nimetlerin tamamına yakını, temiz ve helâldir. Eğer haram olduğuna dair bir delil yoksa, eşyada asıl olan ibahedir. Bu durum, İslam’da helâl dairesinin hayli geniş, haram dairesinin ise oldukça dar tutulduğunu gösterir. Ahlâka uygun olmak şartıyla helâl nimetlerden istenildiği kadarına sahip olunabilir. Bu nimetler, israfa gidilmedikçe ve ihtiyaç sahipleri onlardan yararlandıkları sürece helâl niteliğini sürdürür. Görüldüğü gibi İslam, fert ve toplum hayatını belli değer yargılarıyla yönlendirirken ne çok katı ve yasakçı ne de her şeyi tamamen serbest gösterecek şekilde ibahacı bir yaklaşım sergilemiş, aksine orta bir yol izlemiştir.

Bu ayet, İslam’ın dünya görüşünü ve ahiret anlayışını da yansıtmaktadır. İslam, inanmış insanların dünyaya zindan gözüyle bakıp ondan uzak durmalarını, dünya nimetlerini kâfirlere bırakıp kendilerinin sefalet içinde yaşamalarını doğru bulmaz. Aksine müminlerin helâl nimetlerden azami ölçüde yararlanmalarını, inkârcılara muhtaç olmamak için de çok çalışmalarını ister.

Otuzüçüncü ayette, Allah’ın yasakladığı şeylerden bir kısmı belirtilir. Ayetin beyanına göre Allah, “açık ya da gizli utanç ve tiksinti verici tüm kötü davranışları, günahın her çeşidini, haksız yere saldırmayı ve başkalarının malına göz dikmeyi; Allah’tan başkasına tanrısal nitelikler yakıştırma (ortak koşma)yı; bilgisiz ve belgesiz biçimde, “Allah şunu helâl, bunu haram kıldı” gibi sözler söylemeyi” yasaklamıştır. Demek ki Allah, tevhidden sapmayı, açık ya da gizli kötü ve çirkin olan bütün işleri haram kılmıştır.

Otuzdördüncü ayette, her toplumun bir yazgısı olduğu; vadesini dolduran toplumların, varlık sürecinin sona ereceği bildirilir.

Ayette geçen “ümmet” kelimesi, sözlükde “yaşayan varlıklar, süre, müddet, çağ, uygarlık, halk, belli çağda yaşamış kuşaklar topluluğu ve toplum” gibi anlamlara gelir. Bu yüzden, “aynı din, aynı zaman ve aynı mekan gibi bazı ortak özelliklere sahip olan canlı varlıklar topluluğuna” ümmet denir. Kelime bu ayette, “toplum” anlamına gelir.

“Ecel” kelimesi de, “belirlenmiş zaman, muayyen bir müddetin veya hayat süresinin sonu” gibi anlamlar taşır. Ayrıca “kozmik düzenin bozulacağı vakit”; “ay, güneş ve diğer gezegenlerin düzenli hareketlerinin süresinin belirlenmiş olması” da bu kelime ile dile getirilir.

Bu yüzden, “her canlı varlık için Allah tarafından önceden takdir edilen hayat süresine ve bu sürenin sonu olan ölüm vaktine” ecel denir. Ayet, fertler gibi toplumların ve medeniyetlerin de ecelleri bulunduğunu; yıkılış zamanı gelince bunun bir anlık gecikme ve ileri alınma olmadan gerçekleşeceğini haber verir.

Şu halde her toplumun bir ömrü, yükselme ve çöküş devri vardır. Bu, sosyal bir kanundur. Toplumlar, bu süre içinde kendilerine vahiy yoluyla teklif edilen hidayet yolunu kabul veya redederler; kendilerine verilen vade dolunca da varlık sahnesinden çekilip giderler.

Rivayete göre İbn Abbas(ra), bu ayeti şu şekilde yorumlamıştır: “Allah, peygamberlerini yalanlayan her topluma belirli bir süre tanımıştır. O vakit sona erinceye kadar Allah onlara azap etmez; ama tanınan vakit sona erince, Allah’ın azabı iner.”

Otuzbeş ve otuzaltıncı ayetlerde, Kur’an mesajına kulak verip dürüst yaşayanların korkusuz ve üzüntüsüz bir hayat sürecekleri; dini yalanlayıp ona tepeden bakanların ise, edebi azaba girecekleri belirtilir.

Otuzyedinci ayette de, vahye yalanla müdahele etmenin en büyük haksızlık olduğu; haksızlık yapanlara kendileri için takdir edilmiş nasipleri neyse verileceği ve inkârcıların ölüm anındaki perişan halleri dile getirilir.

Bu ayette söz konusu edilen pay, ya “Allah’ın azabıdır”, ya da dünyada onlara takdir edilmiş olan “rızıkları, ömürleri ve fiilleridir”. Zalimler ömürlerini tüketip can verme durumuna geldikleri zaman, canlarını almak için gelen melekler onlara, Allah’tan başka tanrı diye tapıp yalvardıklarının nerede olduklarını sorarlar. Ömür boyu onlara tapıp şimdi can alan meleklerle yapayalnız karşılaşan bu zavallı insanlar, artık gerçeği ikrar etmek zorunda kalırlar. Böylece dünya da sapık bir yolun takipçisi olduklarına dair kendi aleyhlerine tanıklık ederler.

Otuzsekiz ve otuzdokuzuncu ayetlerde ise, Allah’ın, ölüme inkâr günahı ile yakalananlara hitabı ve onların ahirette birbirlerini suçlayışları dile getirilir. Bu ayetlerdeki “öncekiler” ve “sonrakiler” tabirleri, zaman içinde ardarda gelmeyi ifade edebileceği gibi, konum ve statü bakımından bir sıralamayı da ifade edebilir. Her iki durumda da bu tabirler, toplumların önde gelenlerinin ve düşünce önderlerinin, ortaya koydukları kötü örnekler aracılığı ile sonraki kuşaklar üzerinde kötü ve olumsuz etki bırakabileceklerine işaret eder. Böyleleri, bir defa kendileri yoldan saptıkları için, bir defa da ortaya koydukları kötü örnekle başkalarını saptıkları için, ateşte iki kat azap görürler.

Sonuç olarak insanlar, Allah’a iman, O’nun haram ve helâl olarak belirlediği kurallara da itaat etmekle yükümlüdürler. Kur’an, vahye ve akla aykırı şeyleri dine sokmayı, sapık bir yol için sahte sebeplere tutunmayı, dindarlık adına iyi ve güzel olan şeylere karşı çıkmayı onaylamaz. Çünkü Allah, insanın helâl ve güzel olan şeylerden yararlanmasını değil, kendini onların cazibesine kaptırıp şeytana kanmasını doğru bulmaz. Ama içlerinde Firavun kibri taşıyan bazı kimseler, pejmürde bir durumda olmayı, helâl ve güzel şeylerden uzak durmayı dindarlık sanırlar.

Fıtrat, insan benliğinin sadece tevhid inancını kabul edebilecek bir yetenekte olduğu anlamına gelir. Salim fıtratın temelini de, Allah’a inanmak ve şirkten korunmak oluşturur. İşte bu yüzden Kur’an’da Âdemoğluna halis tevhid inancı önerilir. Öyleyse, insanın içinde yaşamış olduğu çevre ne kadar kötü olursa olsun, onun tevhidden ayrılmasının özür kabul edebilecek hiçbir geçerli sebebi yoktur.

 

40-47’nci ayetler

 

 

40. Ayetlerimizi yalanlayan ve onlara imanı kabirlerine yediremeyenlere, göğün kapıları açılmaz ve onlar, halat iğnenin deliğinden geçinceye kadar cennete de giremezler. İşte Biz, günaha batıp kalanları böyle cezalandırırız.

41. Onlar için, altlarında ateşten bir döşek, üstlerinde de ateşten örtüler vardır. İşte Biz, zalimleri böyle cezalandırırız.

42. İman edip doğru ve yararlı işler yapanlara gelince-ki, Biz bir kimseye ancak gücünün yettiğini teklif ederiz- işte temelli kalmak üzere cennete girecek olanlar bunlardır.

43. Onların içlerinde kin kabilinden ne varsa hepsini silip atarız; altlarından ırmaklar akarken onlar: “Bizi bu bahtiyarlığa kavuşturan Allah’a hamdolsun, eğer Allah bize yol göstermeseydi biz asla doğru yolu bulamazdık; Rabbimizin elçileri bize doğruyu söylemişler” derler. Onlara: “İşte geçmişte yaptıklarınızdan dolayı mirasçı kılındığınız cennet bu!” diye seslenilir.

44-45. Cennetlikler, cehennemdekilere: “Rabbimiz bize ne vaad ettiyse bütünüyle gerçekleşmiş bulduk; ya siz, siz de Rabbinizin size vaad ettiği şeyi gerçekleşmiş buldunuz mu?” diye seslenirler. Onlar da: “Evet” diye karşılık verirler. Bunun üzerine aralarında bir duyurucu: “Allah’ın lâneti, başkalarını Allah’ın yolundan alıkoyan, onu eğri göstermeye çalışan ve ahiret hayatını inkâr eden zalimlerin üzerine olsun” diye seslenir.

46. Aralarında bir engel vardır; surlar ve burçlar üzerinde de hepsini belirtilerinden tanıyan kimseler bulunur. Cennete can attıkları halde henüz oraya girememiş olan bu kimseler, cennetliklere: “Selam size” diye seslenirler.

47. Bakışları cehennemlikler tarafına doğru çevrilince de: “Ey Rabbimiz! Bizi şu zalimlerle birlikte bulundurma” derler.

 

Bu ayetlerde; inkârcıların cehenneme atılacakları, iman edip doğru ve yararlı iş yapanların ise, cennete girip orada ebedi kalacakları, kendilerine bu bahtiyarlığı lütfeden Allah’a hamd edecekleri haber verilir. Cennetliklerle cehennem halkı arasında geçen konuşma nakledilir. Cennet ile cehennem arasında bir sur olduğu, bu surun üstünde kendilerine iyi ile kötüyü ayırabilme yetisi bahşedilmiş kimselerin bulunduğu, bunların cennetlikleri selamlayışları, cehenneme düşmemek için de Allah’a yalvarışları dile getirilir.

Kırkıncı ve kırkbirinci ayetlerde, Allah’ın ayetlerini yalanlayıp onlara karşı büyüklük taslayanlara, gök kapılarının açılmayacağı; halat iğne deliğinden geçmedikçe onların cennete giremeyecekleri, aksine zalimlerin ateşle cezalandırılacakları haber verilir.

Burada geçen ve “göğün kapıları açılmaz” anlamına gelen ibare, mecazi bir söylemdir. Bununla Allah’ın, inkârcıların iyi eylemlerinden hiçbirini veya onların sonradan yalvarıp yakarmalarını kabul etmeyeceği belirtilmek istenmiştir. Şu halde inkâra şartlanmış olayların iş işten geçtikten sonra yaptıkları dua ve niyazları kabul edilmez, üzerlerine de feyz ve bereket inmez. “Gök kapısından” maksat, “Cennet kapısı” da olabilir. O zaman ayet, inkârcıların cennete girmelerine izin verilemeyeceğine işaret etmiş olur.

Yine burada yer alan “cemel” sözcüğü, “deve” anlamına gelir. Ancak bu kelime “cummel” şeklinde de okunur. “Cummel” ise, “kalın ip, halat” manasına gelir. Bu durumda ayet, “deve iğne deliğinden geçinceye kadar” değil, “halat iğne deliğinden geçmedikçe” anlamına gelir. Çünkü “halat” ile “iğne deliği” arasındaki ilgi, “deve” ile “iğne deliği” arasındaki ilgiden daha açık ve uygundur. Nitekim İbn Abbas(ra), Allah’ın, iğnenin deliğinden geçen deve biçiminde uygunsuz bir mecaz irad etmiş olamayacağını söylemiştir.

Fakat alimlerin çoğu, “devenin iğne deliğinden geçmesi” örneklemesinin, matta incilinde de yer aldığını, Kur’an’ın da İncili doğrulayıcı olduğunu düşünerek “deve” anlamının söz gelimine daha uygun olacağını söylemişlerdir. Ancak bu yaklaşım pek ikna edici değildir. Zira İncil, ilk olarak Hz. İsâ zamanında Filistin’de konuşulan Ârâmice dili ile tedvin edilmiştir. Bu Ârâmice metinler de zaman içersinde kaybolmuştur. Ârâmice yazısında sesli harflere tekabül eden işaretlerin mutad olarak bulunmaması yüzünden sözcük, yanlış teleffuz edilmiş ve “deve” anlamına gelen okunuşuyla aktarılmıştır. Anılan sözcük, hangi manaya gelirse gelsin, bu örnekleme ile “bir şeyin imkansızlığı” dile getirilmiştir.

Bu ayetlerde tüyler ürperten bir ahiret tablosu sunuluyor. Halatın kalınlığı veya devenin iriliği ile inkârcıların ruh kabalığı arasındaki ilgiye dikkat çekilerek kibarlık erdeminden yoksun zorba inkârcıların cennete girme ihtimallerinin bulunmadığı vurgulanıyor. Zira inkârcıların gideceği yer, cehennem yatağıdır; üzerlerine örtülecek örtü de ateşten yorgandır. İşte inkârcı zalimler, bu dayanılmaz azap ile cezalandırılırlar.

Kırkikinci ayette, iman edip doğru ve erdemli işler yapanların, temelli kalmak üzere cennete girecekleri müjdesi verilir. İnsanı cennete götürecek doğru ve yararlı eylemler, Allah’ın yapılmasını emrettiği iyi ve güzel işlerdir. Allah, her insana gücünün yettiği işleri teklif ettiğinden bunlar zor şeyler değildir; aksine herkesin güç yetirebileceği kolay işlerdir. Yeterki insan, iyiliğe inansın ve onu iyi niyetle yapsın.

Kırküçüncü ayette de, cennetliklerin temiz durumları ve kendilerine lütufta bulunan Allah’a hamd edişleri dile getirilir. Ayetin beyanına göre Cennet ehli oraya girmeden önce içlerinde düşünce ve duygu türünden uygunsuz olan ne varsa hepsi silinip atılır; kendilerini mutlu edecek nimetlerin tümü, onların hizmetine sunulur. Bu ilahî lütuflarla karşılaşan cennetlikler, kendilerini bu bahtiyarlığa eriştiren Allah’a hamd ederler. O’nun şaşmaz rehberliği sayesinde hidayete ve mutlu sona erdiklerini söylerler. Tam bu sırada, “işte geçmişte yaptıklarınızdan dolayı mirasçı kılındığınız cennet bu” diye bir sesin yankılandığını duyarlar. Duydukları bu ses, onların neşesine neşe katar. Demek ki bütün bu güzellikler, hem Allah’ın bir lütfu, hem de inanmış insan emeğinin bir meyvesi ve ödülüdür. Bu yüzden ayet, kulluk faaliyeti ve terbiyesi ile ilahî lütfun tecellisini birlikte yansıtmaktadır.

Kırkdört ve kırkbeşinci ayetler de, Cennetliklerle cehennem halkı arasında geçen konuşmadan bir kesit sunulur; zalimlerin cehenneme girmelerine sebep olan kötü fiillerden bir kısmı açıklanır. Cennetlikler, Cehennemdekilere: “Rabbimiz bize ne söz verdiyse, bütünüyle gerçekleşmiş bulduk; ya siz, siz de size vaad edilen şeyi gerçekleşmiş buldunuz mu?” diye sorarlar. Cehennemlikler de derin bir “ah” çekerek “evet” diye karşılık verirler. Bu esnada bir duyurucu “Allah’ın lâneti zalimleredir” diye haykırır. Çünkü onlar, başkalarını Allah’ın yolundan çevirmeye, onu eğri göstermeye ve dini çarpıtmaya çalışırlar; ahiret hayatının gerçek olduğuna da inanmazlar.

Kırkaltı ve kırkyedinci ayetlerde ise, Cennetle cehennem arasında bir engel, bir sur olduğu, orada bir takım kimselerin bulunduğu, bunların cennetlikleri selamladıkları, zalim insanlar arasına katılıp cehenneme girmekten de Allah’a sığındıkları bildirilir.

Ayetlerin beyanına göre, her iki taraf arasında “hicâb” vardır. “Hicâb” sözcüğü, “perde, engel, iki nesne arasında bulunan soyut veya somut şey” anlamına gelir. Bu engel, cennetle cehennemi birbirinden ayıran “a’raf” olmalıdır. Çünkü burada “hicâb” olarak zikredilen engel, Hadid suresinin 13’üncü ayetinde “sur” diye adlandırılır.

Bu sureye ismini veren ve Kur’an’ın tamamında iki kez geçen “A’râf” terimi de, ‘urf sözcüğünün çoğuludur. Bu sözcük, “tanıma, bilme, idrak, seziş, feraset, doğruyu eğriyi ayırt etme” anlamlarına geldiği gibi, “bir şeyin en üstteki ve en yukarıdaki bölümü” anlamına da gelir. Bu yüzden, “atın yelesine” ve “horozun ibiğine” de urf denir. İşte kelimenin bu şekildeki kullanımına dayanarak müfessirler, ayette geçen “a’râf” terimini, “bir duvar veya surun üst kısmı”, ya da “burçları” olarak yorumlamışlar ve onu ayetin baş kısmında geçen “hicâb” kavramıyla özdeşleştirmişlerdir. Demek ki bu kelime, cennetle cehennemi birbirinden ayıran duvar veya yüksekliği belirtmektedir. Nitekim İbn Abbas (ra), a’râf’ın, cennet ile cehennem arasında bir sur olduğunu söylemiştir. Ancak, kelimenin anlam grubundan yola çıkarak “a’râf”ı, “eğriyi doğruyu ayırt etme yetisi” şeklinde yorumlayanlar da olmuştur.

Kaynaklarda, “a’râf halkı”nın kimler olduğu konusunda farklı görüşlere yer verilir. Bu görüşler, şöyle özetlenebilir:

Bunlar, dünya hayatlarında eğriyi doğruyu ayırt edebilen, ama doğruyla yanlış arasında kesin tavır ve tercihlerini ortaya koyamayıp çekimser davranan; iyilikleri ile kötülükleri eşit olup cennetle cehennem arasında kalan kimselerdir. Alimlerin çoğu, bu görüştedir.

Bunlar, peygamberler, şehitler ve veliler gibi kıyamet halkının eşrafı olan kişilerdir.

Cennet ve cehennem halkını tanıyan meleklerdir.

Herhangi bir Peygamber’in tebliğini duymadan (fetret devrinde) ölenlerdir.

Taberi, konuyla ilgili bütün görüşleri zikrettikten sonra, bu konuda Hz. Peygamber’den sahih senetle gelen kesin bir haberin bulunmadığını; bu yüzden de anılan görüşlerin kıyasa dayalı bir yorum olmaktan öteye geçemeyeceğini belirtir. Sonra da, “kesin olan, ayette belirtildiği gibi onların, kendilerine doğru ile yanlışı ayırt etme yetisi verilen, cennetliklerle cehennemliklerin her birini taşıdıkları belirtilerden tanıyan varlıklar olmasıdır” der. Bu durumda cennete girmeyi umut edenler, a’râf halkı değil, cennet önünde bekleyen ve oraya girmeyi ümit eden müminler olmalıdır. Yine de her şeyi en iyi Allah bilir. Ancak bilinen bir gerçek varsa o da, a’râf olayı ile hayır ve şer arasında mütereddit davranan insanlara, irade ve tercihlerini hayır yönünde kullanmaları mesajının verilmiş olmasıdır.

Sonuç olarak, bu pasajı oluşturan ayetlerde, Rableri hakkında değişik kanaate sahip olan insan gruplarını ve onların en son varacakları yeri açıklayıcı bilgiler verilir. Bunların başında, Allah’a kulluk edebi ve gayretiyle cenneti hak eden müminler gelir. Onlar sevgi, hoşgörü ve barıştan oluşan bir dünyadan yanadırlar; sürekli Allah’ı anar ve överler. Bu bahtiyar grubun tam karşısında, Allah’ın dinini, ahiret gerçeğini ve hesaba çekilmeyi reddeden inkârcılar yer alır. Onlar, Hakk’ın öğretilerini saptırmaya, inananlara baskı uygulamaya ve insanların yolunu kapatmaya çalışırlar. Sonunda bu çirkin fiillerinin cezasını çekmek üzere cehenneme atılırlar ve böylece âdil akıbete kavuşmuş olurlar. Bu iki grubun dışında üçüncü bir grup daha vardır. Genel kabule göre bunlar, iyilikleriyle kötülükleri eşit olan bir topluluktur. Bu yüzden onlar, haklarında kesin karar verilinceye kadar beklemek zorundadırlar. Hayır ve şer arasında mütereddit davranan insan eğer böyle bir bekleme süresi yaşamak istemiyorsa, bir an önce irade ve tercihini, hayır yolunda ve yönünde kullanma gayreti içine girmelidir.

 

48 – 53’üncü ayetler

 

 

48-49. Burçlardakiler, belirtilerinden tanıdıkları adamlara: “Çokluğunuz da büyüklük taslamanız da size hiçbir yarar sağlamadı. Allah’ın rahmetine erdirmeyeceğine yemin ettiğiniz kimseler bunlar mıydı?” diye seslenirler; henüz cennete girmemiş olanlara da: “Girin cennete, artık ne korkar ne de üzülürsünüz” denir.

50. Cehennemlikler, cennetliklere: “Bize biraz su verseniz veya Allah’ın size verdiklerinden gönderseniz” diye bağırırlar. Onlar da: “Doğrusu Allah, inkârcıları her ikisinden de yoksun kılmıştır” derler.

51. Onlar, dinlerini oyun ve eğlence edinen, dünya hayatının aldattığı kimselerdir. Onlar bu günün gelip çatacağını nasıl gözardı edip unuttular ve ayetlerimizi bile bile nasıl inkâr ettilerse, Biz de bugün onları öyle gözardı edip azap içinde bırakırız.

52. Gerçekten Biz onlara, bilgiyle ayrıntılı açıklamada bulunduğumuz, iman eden bir toplum için hidayet ve rahmet olan bir kitap ulaştırdık.

53. Şimdi onlar, kitabın önceden haber verdiği korkunç sonun gerçekleşmesinden başka bir şey mi bekliyorlar? O akıbet geldiği gün, daha önce onu umursamamış olanlar: “Rabbimizin elçileri bize gerçeği söylemişlerdi, şimdi bize şefaat edecek kimse var mı ki şefaat etsin! Yahut geriye döndürülsek de işlediğimizden başkasını işlesek” derler. Gerçekten onlar, kendilerini hüsrana uğrattılar; uydurdukları boş şeyler de onlardan uzaklaştı.

 

Surenin bu ayetlerinde de, cennetliklerle cehennem halkı arasında geçen konuşmalara yer verilir. Dinlerini istedikleri şekle sokup eğlence yerine koyanların acıklı durumları anlatılır. Kur’an’ın buyrukları doğrultusunda hareket etmeyenler, azapla uyarılır.

Kırksekiz ve kırkdokuzuncu ayetlerde, a’râf ehlinin, cehennemde bulunanlara yönelik hitabı ve cennetlikleri ferahlatan sözleri dile getirilir. İyiyi kötüden ayırt etme yeteneğine sahip olanlar, görüşlerinden günahkâr olduklarını çıkardıkları kimselere: “çokluğunuz, maldan mülkten biriktirdiğiniz ve geçmişinizle boş yere böbürlenmeniz size ne sağladı?” diye seslenirler ve eklerler: “Bir vakit haklarında, Allah rahmetini böylelerine asla ulaştırmaz diye kesip attığınız ve hor gördüğünüz o kimseler, yani müminler, Allah’ın onurlandığı kişilerdir. Bakın şimdi onlara: “Girin cennete! size korku yok, hüzünde duymayacaksınız” diye sesleniliyor” derler.

Bu ayetler, hem inkârcıların din ve Allah konusundaki yanlış görüşlerine hem de onların, inananları küçük görme konusundaki katı ve değişmez kanaatlerine işaret etmektedir.

Ellinci ayette, cennetliklerle cehennem halkı arasında geçen konuşmaya yer verilir. Cehennem halkı cennetliklere: “Bize biraz su verseniz yahut Allah’ın size verdiklerinden bize de gönderseniz” diye seslenirler. Ama onlar, cennetliklerden: “Doğrusu Allah her ikisini de inkârcılara haram kılmıştır” cevabını alırlar.

Ellibirinci ayette de, cehennem halkının bazı nitelikleri dile getirilir. Onlar, dünya hayatına kapılıp dinlerini bir oyun ve eğlence nesnesi yapan, ayetleri yalanlayan ve Allah’a hesap verecekleri günü unutan kimselerdir. Bu yüzden Allah, hesap gününde onların cezalarını verecek ve kendilerini azapla başbaşa bırakacaktır.

Dini oyun ve eğlenceye çevirmek, para ve güç gibi geçici zevk ve hevesleri hayatın biricik hedefi haline getirmek demektir. Çünkü dünyacı değerlere tapanlar, genelde bu tür zevkleri âdeta putlaştırırlar ve ömürlerini onların peşinden koşarak tüketirler.

Elliiki ve elliüçüncü ayetlerde ise, Kur’an’ın rehberliğini kabul etmeyenlerin ahiretteki pişmanlıkları ve oradaki azaplı durumları belirtilir.

Allah, insanlara bilgiye dayalı ayrıntılı açıklamalar içeren ve onlara doğruyu gösteren bir kitap göndermiştir. Ama inkârcılar kitaba göre hareket etmez ve bir türlü ona uymayı düşünmezler; aksine onlar kitabın ihtar ettiği şeyin başlarına gelmesini beklerler. Uyarıların gerçekleştiğini gördükleri zaman kendilerini azaptan kurtaracak şefaatçiler ararlar; aradıklarını bulamayınca da “Hayata geri döndürülsek de yaptıklarımızdan başka türlü davransak” diye boş bir temennide bulunurlar. Bu yakarış boşunadır; artık iş işten geçmiştir. Çünkü geçen ömür geri gelmez ve öldükten sonra dünyaya geri dönülmez.

Burada geçen “te’vil” kelimesi, “asla geri dönmek, bir şeyin başlangıç, sonuç ve bitimi” gibi anlamlar taşıyan e v l kökünün türemiş şeklidir. Bu yüzden “bir şeyin nihâi sonucuna ve bu sonucu haber vermeye” te’vil denir. Ayrıca bu kelime “tefsir, beyan, izah ve yorum” gibi anlamları da ihtiva etmektedir. Bu durumda te’vili, “bir şeyin neticede varacağı akıbet ve sonucu açıklamak” şeklinde tanımlamak da mümkündür.

Görüldüğü gibi “te’vil” kelimesinin öncelikli anlamları “asla rücû etmek, bir şeyin akıbetini ve varacağı noktayı bildirmek” tir. Tefsir, beyan ve yorum gibi manalar da, kelimenin ikincil anlamlarını oluşturmaktadır. Te’vil’in terim anlamı ise “lafzı, siyak (gelişine) ve sibakına (öncesine) uygun şekilde muhtemel olduğu anlamlardan birine hamletmektir.”

Te’vil kelimesinin Kur’an’daki kullanımları incelendiğinde, bu sözcüğün “tefsir, beyan ve yorum” anlamlarından çok, “bir şeyin vukuu, akıbeti ve varacağı son nokta” gibi anlamlar taşıdığı görülür. Buna rağmen te’vil sözcüğü, zaman içerisinde ciddi bir anlam daralmasına uğramış ve yalnızca “tefsir, beyan ve yorum” gibi anlamlara hamledilir olmuştur.

Neticede, te’vil kelimesinin lügatlardaki anlamlarına ve Kur’an’daki kullanımlarına bakıldığında özellikle “siyaset, bir şeyin varacağı sonuç, bu sonucu haber vermek ve yorumlamak” gibi anlamlara geldiği görülür. “Te’vil” kelimesi bu ayette, “bir şeyin vukuu, yani gelip çatacağı önceden haber verilen acıklı bir azabın uygulamaya konulması” anlamına gelmektedir.

İslam’ın ilk yıllarında “tefsir” le eş anlamda kullanılan “te’vil” sözcüğü, zamanla Kur’an’daki nesnel anlamlardan ve maksatlardan kopup sapık fikirlerin ispatlanması girişimini ifade eden sabıkalı bir kavram gibi algılanır olmuştur. Tabii ki bunun tarihi, siyasi, semantik ve epistomolojik pek çok nedeni vardır. Ancak, anılan nedenleri ayrıntılı biçimde açıklamanın yeri, burası değildir.

 

54-58’inci ayetler

 

 

54. Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan; arşa, sınırsız kudret ve iktidar makamına kurulan, geceyle gündüzü peş peşe getiren; güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğdiren Allah’tır. Dikkat edin, yaratma ve emir O’na aittir. Âlemlerin Rabbi Allah, ne yücedir!

55. Rabbinize gönülden ve gizlice, yüreğinizin ta derinlerinden seslenin; çünkü O, haddi aşanları sevmez.

56. İyi bir düzene sokulmuşken yeryüzünde fesat çıkarmayın; korku ve ümitle O’na yalvarın. Çünkü Allah’ın rahmeti iyilik yapanlara pek yakındır.

57. Rüzgarları, yaklaşan rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen O’dur. Bulutlar, yağmur yüklü hâle gelince, onları ölü bir beldeye göndeririz de onunla her türlü ürünün yetiştiği bir su indiririz. İşte Biz, ölüleri de böyle dirilteceğiz; belki düşünür ders alırsınız.

58. İyi ve verimli toprakta Rabbinin izniyle bol bitki yetişir. Verimsiz olan bir yerin bitkisi ise, kıt ve cılızdır. Şükreden bir topluluk için ayetlerimizi işte böyle çok yönlü açıklıyoruz.

 

Bu pasajı oluşturan ayetlerde, Allah’ın bütün varlık üzerindeki hükümranlığına işaret edilir. İnsanın Allah’la ilişkisinin, bir dua ve ibadet ilişkisi olduğu bildirilir. Allah’ın sonsuz kudretini ve sınırsız iktidarını gösteren oluşlara dikkat çekilir. Gönlü hakikate açık olan insanlar, verimli toprağa; inkâra şartlanmış kimseler de çorak bir yere benzetilir.

Ellidördüncü ayette, Allah’ın bütün yaratıklar üzerindeki sınırsız egemenliği dile getirilir. Allah, gökleri ve yeri altı günde yaratan, Arş’a, yani sınırsız kudret ve iktidar makamına oturan, koyduğu yasalarla bütün varlık alemine hakim olan tek Rab’dır. Âlemlerin Rabbi olan Allah, yüceler yücesidir; O’nun sınırsız hükümranlığı da devamlıdır. Bu yüzden Allah, varlığı devamlı yönetir, hükmünü de her an icra eder.

Ayette geçen “eyyâm” sözcüğü, “gün” anlamına gelen “yevm” kelimesinin çoğul şeklidir. Bu kelime Arapçada, ister “çağ” gibi son derece uzun; ister “an” gibi son derece kısa olsun her türlü süreyi veya belli bir zaman aralığını belirtmek için kullanılır. “Altı gün” terkibi de, miktarı binlerce seneyi içeren “altı zaman dilimi” manasına gelir. Kâinatın altı günde yaratılması, altı jeolojik devirde varedilmesi demektir. Zira Allah katında gün, sadece insanın hesap ettiği yirmi dört saatten ibaret değildir; aksine en kısa andan en uzun devirlere kadar uzanan bir zaman sürecidir. Şu halde göklerin ve yerin altı günde yaratılması, sürelerini yalnız Allah’ın bilebileceği altı devirde varedilmesi anlamına gelmektedir. Nitekim, bilimsel teorilerde evrenin uzun devirler içinde oluştuğunu kabul etmektedir.

“Arş” kelimesi ise, lügatta “bir yapının yüksek yeri, taht, hüküm ve iktidar” gibi anlamlara gelir. Kur’an’da, “Allah’ın hüküm ve iktidar makamına oturduğunu” ifade eden ayetlerin hepsinde, bu tabir, O’nun âlemleri yaratmasına dair bir beyanatla ilgili olarak geçer. Bunun için İslam âlemleri “arş” ın, “Allah’ın bütün yaratıkları üzerindeki mutlak hükümranlığına ve sınırsız kudretine işaret ettiğini belirtmişlerdir. Demek ki “Allah’ın arşa oturmasından” maksat, mülküne tam hakim olup onu dilediği gibi yönetmesidir.

Bu ayet, eşyanın tabiatının hakim değil, ilahî yasalara mahkum olduğu mesajını verir. Zira varlıkların tabiatı, aldıkları emre uymaktır. Nitekim, gece ile gündüzün düzenli biçimde işleyişi, hem değinilen gerçeği doğrulamakta hem de Allah’ın işine hakim olduğunu kanıtlamaktadır. Bu yüzden ayetin sonunda, “halk” ve “emr” in, yani bütün “yaratma, buyurma ve yasama kudretinin” Allah’a ait olduğu vurgulanmıştır.

Yaratma, Allah’ın fiilinin, buyurma da iradesinin sonucudur ve din bu iradenin içinde yer alır. Şu halde din, ilahî iradenin vahiy yoluyla açılımından ibarettir. İlahî iradenin açılımı olan vahiy, insan aklıda dahil tüm beşeri güçlerden üstün olduğundan “aktif ve buyurucu”; buna mukabil vahye muhatap olan insanın akıl ve diğer melekleri de “alıcı ve uygulayıcı” konumdadır.

Ellibeşinci ayette, insanın Rabbini tanıyıp haddini bilmesi ve O’na samimi biçimde dua etmesi gerektiği bildirilir. Allah’a kulluk faaliyetlerinin en önemlilerinden biri de “dua” dır. Dua kelimesi, sözlükte “istemek, yalvarmak, çağırmak ve yardım talep etmek” gibi anlamlara gelir. Bunun için, “insanın Allah’ın yüceliği karşısında aczini itiraf etmesine, sevgi ve ta’zimle O’nun lütuf ve ihsanını istemesine veya bu amaçla icra edilen ibadet şekline” dua denir.

Allah yüceler yücesidir; ama insan Rabbine müracaat edip ihtiyacını O’na sunabilir. Allah, insanların isteklerini yerine getirmeye mecbur olmamakla beraber, rahmeti ve adaleti gereği kendine yalvaranlara cevap verir. Şu halde dua, insanın halini Allah’a arzetmesi, O’na niyazda bulunması, Rabbine yönelip O’nunla diyalog kurmasıdır. Öyleyse insan, kendi sorumluluğunu bütünüyle yerine getirdikten sonra karşısına çıkabilecek engellerin aşılması hususunda Allah’tan yardım isteyebilir.

Bu ayet, duanın âdâbına da açıklık getirir. Çünkü dua ederken bazı şekli ve ahlakî şartlara uyulması gerekir. Bunlardan en önemlisi, dua ederken kişinin Allah’a huşu içinde yalvarması, aynı zamanda edepli, istekli ve ümitli olmasıdır. Ayrıca insan, duayı duyarlı bir kalple yapmalı, isteğini sade ve kesin bir dille belirtmeli, Allah’tan beden ve ruh sağlığı, dünya ve ahiret mutluluğu istemeli; bir de duanın kabulü için acele etmemelidir.

Dua sözcükleri mümkün olduğunca ayet ve hadislerden seçilmelidir. Özellikle örnek dua metni mahiyetindeki bazı sure ve ayetler, dua olarak okunabilir. Bunların başında da kulun taleplerini ve en içten dileklerini benzersiz bir üslupla dile getiren Fatiha suresi gelir. Ayrıca Hz. Peygamber’in dua ederken en çok: “Ey Rabbimiz! Bize bu dünyada iyilik ver, ahirette de; bizi ateşin azabından koru” anlamındaki ayeti okuduğu ve Müslümanlara da bu ayeti okumalarını tavsiye ettiği belirtilir. Bu yüzden Fatiha suresi gibi bu ayet de, bütün Müslümanların her vesileyle okudukları dua ayetleri arasında yer almıştır.

Demek ki dua, bağırıp çağırarak değil, ihlas ve ta’zimle yapılmalıdır. Çünkü Allah, kendilerini duadan müstağni sayanları sevmediği gibi, duada sınırı aşanları da sevmez. Duada sınırını aşmak, pervasızca bağırıp çağırmak, ihlas’tan gösterişe kaçmak, talep sahasından çıkıp emir ve iltimas alanına geçmek ve bir şeyden aşırı derecede şikayetçi olmaktır. Ayrıca duada gereksiz söz söylemek ve günah olan şeyleri istemek de sınırı aşmak anlamına gelir. Aynı şekilde cami kürsülerine, radyo mikrofonlarına veya televizyon ekranlarına kurulup insanlara beğendirmek için nutuk atar gibi bağırıp çağırarak dua etmek de doğru değildir.

Dua konusunun daha iyi anlaşılması için şu hususların da açıklanması gerekir: Kur’an’da, dua edene Allah’ın karşılık vereceği bildirilir. Bunun için prensip olarak duanın fayda vereceğine inanılmalıdır. Ama buradan, Allah her isteneni yerine getirir şeklinde bir sonuç çıkarılmamalıdır. Çünkü Allah, varlık ve oluşa egemen kıldığı ilkelere (sünnetullah’a) ters düşmeyen duaları kabul eder. O’ndan kendi yasalarına aykırı davranması beklenemez. Bunun için, kimden gelirse gelsin Allah, kendi yasalarına ters düşen talepleri reddeder.

İslam ölçülerine uyan gerçek bir duanın, iki önemli şartı vardır. Bunlardan biri “teşebbüs”, diğeri de “tevekkül” dür. Duanın anlamlı olması ve hedefini bulması için, önce gayretin kuldan gelmesi gerekir. Zira insandan istenen, ilahî düzenin gerekleri içinde elinden geleni yapmasıdır. İşte, insanın işin gereğini yerine getirmesi, fiili bir duadır; “teşebbüs” dediğimiz de budur. Kim yaparsa yapsın, böyle bir dua çoğu kez karşılıksız kalmaz.

Duada teşebbüs gerekli olmakla birlikte tek başına yeterli değildir. Bir de işin tevekkül boyutu vardır. Teşebbüsün son sınırına gelinince tevekkül alanına girilir. Bu yüzden, teşebbüsten sonra güven içinde Allah’a yönelmeye tevekkül denir. İşte dua, bu iki şartı kendinde taşıyan bir ibadettir. O, maddî hayat için gerekli olan “teşebbüsle” manevî hayat için gerekli olan “iman ve tevekkülü” dengeli biçimde yürütme işlemidir.

Sonuç olarak dua, insanın Allah’tan bir şey istemesi, O’nu anması ve yardıma çağırmasıdır. Bu yüzden dua hamd, şükür, zikr, tesbih, istiâne ve istiâze gibi eylemleri kapsayan dini duygu ve yönelişin ifadesi, kulluk makamlarının da en önemlisidir. Duada amaçlanan şey, insan şuurunda Allah inancının canlı ve devamlı kalmasını sağlamaktır. Öyleyse insan Allah’a yönelmeli, daima O’nun ilgi ve rahmetini çekecek bir başvuru içinde olmalıdır.

Ellialtıncı ayette, yeryüzünde bozgunculuk yapılmaması, korku ve ümitle Allah’a yalvarılması gerektiği belirtilir; Allah’ın rahmetinin, iyilik yapanlara pek yakın olduğu müjdesi verilir.

İnsan, yeryüzünde azgınlık yapar da şirke ve isyana saparsa, o zaman fesat çıkar; yani tabiî denge, sosyal düzen ve ahlakî yapı bozulur. Bunun için insan, şirki değil tevhidi; inkârı değil imanı; isyanı değil itaati; zulmü değil adaleti; kötülüğü değil iyiliği ve doğruluğu hedeflemelidir. Çünkü Allah, yeryüzünde hakim kılmak istediği yaşama biçimine karşı çıkan girişimleri bozgunculuk saymakta; iyileştirmeden yana olduklarını iddia etmelerine rağmen bu girişim sahiplerini bozguncular olarak nitelemektedir.

Kâinattaki düzen, Allah’ın tek oluşunun açık delilidir. Göklerde ve yerdeki nimetlerin insanın emrine verilmiş olması da, insan-tabiat ilişkilerinin, belli bir denge ve ölçüye dayandığını gösterir. Ne varki ilahî ölçüleri ve buyrukları doğrudan veya kapalı bir şekilde inkâr eden dünya görüşleri yüzünden fıtri dengeler altüst olmuş, yeryüzünde buhran ve fesad derinleşerek yaygın bir hal almıştır. Öyleyse ilahî ölçüleri inkâr eden evrendeki dengeyi gözetmeyen, tabiatı tahrib ederek üretme-tüketme yarışına giren günümüz insanının yol açtığı felâketlerin de, bir tür fesad olduğu düşünülebilir. Çünkü, çeşitli bölgelerde haksız savaşlara, zalimce katliamlara yol açarak nesilleri ve asırların birikimini yok eden, ekonomik hayatı felce uğratan, bozguncu fikirlerle kitlelerin manevî dünyalarını tahrib eden ideolojik güçlerin bozguncu karekteri, Kur’an’ın fesada ve ifsada dair canlı tasvirleriyle bire bir örtüşmektedir. Ayet, duada istekli, edepli ve ümitli olmak gerektiğini vurgulayarak son bulur.

Elliyedinci ayette, Allah’ın kudretini yansıtan oluşlara dikkat çekilerek O’nun ölüleri yeniden diriltebileceği belirtilir.

Ayetteki “rih” kelimesi, “rüzgar” anlamına gelir. Hareketli havaya da rüzgar denir. Rüzgarların, yönlerine ve vasıflarına göre çeşitleri vardır. Her birinin nasıl oluştuğuna dair ayrıntılı açıklamalar yapılmışsa da sonuçta onların hepsi, Allah’ın emri ve tasarrufudur.

Rüzgarların yararlarından biri de, yağmur yüklü bulutları, yağmura muhtaç olan bölgelere doğru sürükleyip götürmektir. Aslına bakılırsa bu olayda ince bir mesaj vardır. Bilindiği gibi hava hafif, bulut ise ağırdır. Hafifin ağırı kaldırması, fizik kanunlarına aykırıdır. Ama hava, hareketten aldığı kuvvetle kendinden ağır olan bulut kütlelerini kaldırıp taşıyabilmektedir. Nitekim uçak ve benzeri vasıtalar da hareket ettirici kuvvetin elde edilmesiyle yapılmışlardır. Demek ki Allah hareketi, gelişmeye ve berekete sebep kılmıştır.

Birde yeryüzünde her an âdeta ölümden sonra bir dirilme olayı yaşanır. Sözgelimi, üzerine yağmur düşen kuru toprak dirilir, ilk baharda yeniden yeşil elbiselerini kuşanır; ekilen şeyler biçilir. Hayat yok olmaz, o sadece yeniden görünmek üzere gizlenir. Bütün bu oluşlar, Allah’ın ölüleri yeniden diriltebileceğini gösterir. Ayetin hedefi, insanı iman değerine ulaştırıp onda istikamet bilinci oluşturmaktır.

Ellisekizinci ayette de, kalbini ve aklını hakikate açık tutan insan verimli toprağa, inkâra şartlanmış kimse de, çorak bir yere benzetilir. Şükreden bir toplumun yararlanması için, ayetlerin böyle ayrıntılı biçimde açıklandığı belirtilir.

Bu ayet, insanlar için bir darb-ı meseldir. Peygamberler ilahî rahmetin müjdecisi ve yayıcılarıdır; getirdikleri vahiyler de, kalblerin hayat suyudur. Vahye muhatap olan insanlar ise, yağmurun indiği toprak gibi iki kısımdır; onlarında iyisi kötüsü, inanmışı inanmamışı vardır. İyiler, ayetleri düşünür, onlardan ibret alıp iman ederler; dünyada iyilik ve güzellik üretip ahirette mutlu sona ererler. Kötü olanlar ise, ayetleri inkâr ederler, nimetleri de nankörlükle karşılarlar. Sonunda işledikleri kötülükler sebebiyle felâkete uğrarlar. Gerek peygamberlerin kıssaları gerekse milletlerin tarihi buna şahittir.

Ayet, mutlu bir geleceğin, ancak makul ve mümkün olanı yapmakla gerçekleşebileceği mesajını verir. Ayrıca kaliteli toprağın, tarım üzerindeki etkisine dikkat çekerek insanları bilinçli ziraat yapmaya özendirir.

Bu aşamada, bir gerçeği hatırlatmak gerekir. Kur’an, hitap ettiği insanların durumlarını dikkate alır. Kur’an vahyinin ilk muhatapları olan Mekke müşrikleri, Allah’ı inkâr etmeyen ama Allah fikrinin hiçbir fonksiyon icra etmediği bir dünya görüşüne sahiptiler. Bundan dolayı Kur’an, Allah fikrini çok yoğun bir biçimde işlemiş; bütün varlık ve oluşların gerisinde mutlak irade ve güç sahibi bir Allah’ın bulunduğunu ısrarla vurgulamıştır. Kısacası Kur’an, Allah’ı tek fâil güç olarak tanıtmayı; insan zihnine her şeyin merkezinde Allah düşüncesinin yer aldığı İslami bir dünya görüşünü yerleştirmeyi hedeflemiştir. Çünkü Kur’an’ın temel gayelerinden biri de, insanların düşünce ve davranışlarını vahye uygun hâle getirip onların hayatlarını tevhid eksenine göre şekillendirmektir.

 

 

 

 

59-64’üncü ayetler

59. Andolsun ki Nûh’u kavmine gönderdik; o da: “Ey kavmim! yalnızca Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur; ben büyük bir günün azabının gelip sizi bulmasından korkuyorum.” dedi.

60. Kavminin ileri gelenleri: “Doğrusu biz seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz” dediler.

61. Nûh dedi ki: “Ey kavmim! Bende bir sapıklık yok, ben âlemlerin Rabbinin Elçisi’yim.”

62. “Size Rabbimin mesajlarını ulaştırıyor ve öğütler veriyorum; Allah’tan bana gelen vahiy sayesinde sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum.”

63. “Kötülüklerden korunup rahmete nail olabilmeniz için, sizi uyarmak üzere içinizden biriyle Rabbinizden size bir öğüt gelmesine mi şaşıyorsunuz?”

64. Fakat onu yalanladılar; Biz de onu ve beraberinde gemide bulunanları kurtardık; ayetlerimizi yalanlayanları da suda boğduk. Çünkü onlar, körleşmiş bir kavimdi.

 

Bu pasajı oluşturan ayetlerde, tevhid gerçeğini tebliğ eden ve ismi Kur’an vahyinden önce Araplarca da bilinen Hz. Nûh’un hayatından bir kesit sunulur.

Allah, Hz. Nûh’u kendi toplumuna elçi olarak gönderir. Hz. Nûh, onları Allah’a inanmaya ve şirksiz bir İslâmi hayat yaşamaya çağırır. İnanç ve ahlâk yolundaki sapmalardan dolayı, başlarına dehşet verici bir azabın gelebileceği uyarısında bulunur. Çünkü ellidokuzuncu ayetin, sonunda yer alan ve “büyük bir günün azabı” anlamına gelen ibare, “hesap gününe” veya “tufanın gerçekleşeceği güne” işaret eder.

Fakat kavminin ileri gelen zengin ve şımarık takımı, onu sapıklıkla ve yolunu şaşırmış biri olmakla suçlarlar. Hz. Nûh da, şaşırmış biri olmadığını, aksine Allah’ın elçisi olduğunu, O’nun buyruklarını duyurup insanlara öğüt verdiğini, Allah’ın kendisine vahyetmesi sayesinde onların bilmediği gerçekleri bildiğini, kendi içlerinden bir uyarıcının çıkıp Allah tarafından gönderilen bir haberle insanları uyarmasında yadırganacak bir şey olmadığını söyler. Bütün bu uyarılara rağmen kavmi onu yalanlar, Allah’da Hz. Nûh’u ve inananları bir gemi ile kurtarır, inkârcıları ise, tufanla boğar.

Altmış dördüncü ayetin sonundaki “’amîn” sözcüğü, “kalp körlüğü ve basiretsizlik” anlamına gelir. Bu da, onların bilgiyle ve basiretle değil, inatla ve körü körüne hareket eden kimseler olduklarını gösterir. Nitekim Nûh (as), dokuz yüz elli yıl kavminin arasında kalmış, fakat kavmi onun Allah’tan getirdiği mesajlara inanmamıştır. Bu yüzden Allah Hz. Nûh’u ve inananları kurtarmış, inkârcıları da tufanla cezalandırmış; bu olayı da, âlemlere bir ibret yapmıştır.

Kur’an’da, kavmiyle mücadelesine yer verilen ilk peygamber, Hz. Nûh’tur. Kur’an, onun kavmi ve yaşadığı bölgeye ilişkin ayrıntılı bilgi vermez; sadece Nûh’un tek Allah’a çağrısı karşısında ilk tepkiyi gösterenlerin, toplumun önde gelenleri olduğunu belirtir. Ancak Kitab-ı Mukaddes’te, Nûh’un Hz. Âdem’in torunu olduğu, kavmini irşada çalıştığı, kavminin inanmayıp gittikçe yoldan sapması üzerine Allah’ın ona bir gemi yapmasını, ailesi ve kendisine inananlarla birlikte gemiye binmesini emrettiği, Nûh’un gemiye binmesinden sonra tufanın başladığı, her tarafın suya battığı, gemidekiler dışında bütün canlıların öldüğü, altıbuçuk ay seyahatten sonra, geminin Arafat dağlarına oturduğu belirtilir.

Kitab-ı Mukaddes’teki ayrıntılar Kur’an’da yer almaz; ama onun anlattıkları bazı farklılıklarla beraber genelde Kur’an’ın anlattıklarına uyar. Söz gelimi, Kitab-ı Mukaddes’te geminin Arafat dağlarına oturduğu ifade edilirken, Kur’an geminin Cudî’ye oturduğunu bildirir.

Yine altmış dördüncü ayetin son kısmı, tufanın, Kitab-ı Mukaddes’in sözünü ettiği gibi bütün dünyayı değil, sadece Hz. Nûh’un tebliğatına muhatap olup onu yalancılıkla itham eden kavmini kapsadığına işaret eder. Bunun için, Kitab-ı Mukaddes’te, Sümer ve Babil efsanelerinde ve nihayet Kur’an’da sözü edilen tufanın, buzul çağında kara engellerinin çöküntüsü sonucu bugün Akdeniz’in örtmekte olduğu geniş havzayı istila eden büyük bir su baskınını simgelediği söylenir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, diğer kıssalar gibi bu kıssanın da amacı, vahye karşı çıkarak zulümlerinin kurbanı olmuş toplumların helâk edile geldiklerine dikkat çekerek Kur’an mesajını reddedenleri uyarmaktır. Çünkü geçmişteki inkârcıların helâk oluşları, onlar için bir ceza, hayatta olup onların yolunu izleyenler için de bir ikazdır. Gafil insan, felâket öncesinde içinde bulunduğu mutlu yaşantının bir gün değişebileceğini aklına bile getirmez. O, hayat gerçeğine karşı âdeta kör gibidir. Vahiy aynasından zamanı gözlemlemeye ehil olan insan, ancak bu gerçeği görebilir. Hz. Nûh, tufan öncesinde gelmekte olanı açıklıyordu; ama onun küstah kavmi, bu uyarıları alaya alıyordu. Oysa gerçeği görmenin tam zamanıydı; zira sonra görmek hiçbir şeye yaramayacaktı.

İnsanın kötülüğe dalmışlığı arttıkça tufan yaklaşır, fakat bir yandan da kurtarıcı vasıtalar oluşur. Bu durum, şartlar bütün umutları tükettiği zamanda bile, inancı ve umudu yitirmemek gerektiği mesajını verir. Çünkü tufan bile, bazen kimileri için kurtuluş olur. Nitekim Nûh tufanı, inkârı boğdu, iyinin ve doğrunun da ezilişini önledi. Allah’ı yendiğini sanan insan ise, aldanışın ne olduğunu çok acı biçimde anladı. İnançsızların arasından sıyrılan Nûh kâfilesi tufan çilesinin ardından arza tam olgunluğu ile indi; oraya doğru fert, doğru kent ve doğru medeniyet özünü taşıdı. Günah tarlası haline gelen yeryüzü, tufanın arıtıcı suyu ile temizlendi. Hz. Âdem, insan türünün varolmasını simgelerken, Hz. Nûh, insan varlığının devamının simgesi haline geldi.

 

65-72’nci ayetler

 

 

65. Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u gönderdik. O: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur; hâlâ O’na karşı gelmekten sakınmayacak mısınız?” dedi.

66. Kavminin inkârcı önderleri: “Biz seni beyinsiz biri olarak görüyoruz ve yalancılardan biri olduğunu sanıyoruz!” dediler.

67. Hûd dedi ki: “Ey kavmim! Ben beyinsiz değilim; aksine âlemlerin Rabbinin Elçisi’yim.

68. Size Rabbimin mesajlarını iletiyorum ve ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm.

69. Sizi uyarmak üzere aranızdan biriyle Rabbinizden size bir öğüt gelmesine mi şaşıyorsunuz? Allah’ın, Nûh kavminin yerine sizi getirdiğini ve yaratılışca sizi güçlü kıldığını hatırlayın; Allah’ın nimetlerini hatırlayıp düşünün ki kurtulabilesiniz.”

70. Onlar: “Yalnız Allah’a kulluk etmemizi ve atalarımızın taptıklarını bırakmamızı söylemek için mi bize geldin? Eğer doğru sözlülerden isen bizi tehdit edip durduğun o azabı başımıza getir.” dediler.

71. Hûd: “Rabbinizin müstehak gördüğü bir belâ ve gazap başınıza gelmek üzere zaten! Allah’ın haklarında hiçbir delil indirmediği, yalnızca sizin ve atalarınızın uydurduğu bir takım isimler hakkında mı benimle tartışıyorsunuz? Artık o kaçınılmaz olan azabı bekleyin öyleyse; ben de sizinle bekleyenlerden olacağım.” dedi.

72. Biz, kuşatıcı rahmetimizle onu ve beraberindekileri kurtardık; ayetlerimizi yalanlayıp inanmayanların da kökünü kazıdık.

 

Surenin bu ayetlerinde, Âd kavmini uyarmak için peygamber olarak gönderilen Hz. Hûd’un davet kıssasından bir kesit sunulur.

Hz. Hûd, Âd toplumuna sadece Allah’a kulluk etmelerini ve O’na karşı gelmekten sakınmalarını söyler. Kavminin kâfir önderleri onu “beyinsizlikle” ve “yalancılıkla” suçlarlar. Altmış altıncı ayette geçen “sefâhe” kelimesi, “aklı kıt ve beyinsiz” anlamına gelir. Hz. Hûd, kavminin kendi geleneksel inançlarını ve tanrılarını bırakıp yalnız Allah’a yönelmelerini bekliyordu. Kavmi de bu beklentisinden dolayı onu “aklı kıt ve beyinsiz” biri olarak niteliyordu. Hz. Hûd ise beyinsiz biri olmadığını, aksine Allah’ın Elçisi olduğunu; bundan dolayı da kendilerine öğüt verdiğini söylüyordu. Bu arada, Allah’ın Nûh’dan sonra kendilerini yeryüzüne hakim kıldığını, onları üstün güçlerle donattığını hatırlatıyor, kurtuluşa erebilmeleri için Allah’ın nimetlerini anlamaları gerektiği uyarısında bulunuyordu. Zira, altmış dokuzuncu ayette yer alan “ ve zâdekum fi’l halkı besta” ibaresi, “sizi yaratılışta güçlü, kuvvetli ve gösterişli kıldı” anlamına gelir. Bu ibare, Allah’ın Hûd kavmine olan lütuf ve ihsanını vurgulamak için kullanılmıştır. Çünkü Allah, onları iri ve sağlam yapılı, güçlü kuvvetli yaratmıştır. Fakat Âd kavmi, atalarının dinini ve taptıkları tanrıları bırakıp Allah’a kulluğu kabul etmediler. Aksine: “Sen yalnız Allah’a kulluk etmemizi ve atalarımızın taptıklarını bırakmamızı söylemek için mi bize geldin? Eğer doğru sözlülerden isen bize tehdit edip durduğun o azabı başımıza getir.” dediler. Hz. Hûd’da onlara: “Rabbinizin müstehak gördüğü bir bela ve gazab başınıza gelmek üzere... Artık o kaçınılmaz azabı bekleyin öyleyse..” dedi.

Yetmiş birinci ayetteki “rics” kelimesi, “azab” diye yorumlanmıştır. Fakat Râzî, kavminin Hz. Hûd ile tartışması sırasında onlara henüz azab gelmediğini söyleyerek bu yorumu doğru bulmamıştır. “Rics” kelimesi “pislik” anlamına da gelir. Bunun için Hz. Hûd, “rics” sözüyle kavminin ruhlarına sinen putperestliğe, batıl itikadlarına, yüreklerine kadar işlemiş olan küfür ve inatlarına ima etmiş olabilir. Çünkü inkâr ve inat, Allah’ın lânetinin toplumlar üzerine inmesine neden olur.

Nitekim Allah, Hz. Hûd’u ve onunla birlikte inanmış olanları kuşatıcı rahmetiyle kurtarmış; bilinçli ve kasıtlı olarak ayetlerini yalanlayanların da kökünü kazımıştır. Böylece inkârcılar son kalıntısına kadar silinip atılmış, küfrün beli bir kere daha kırılmıştır. Kur’an, Âd kavminin yedi gece sekiz gün kesintisiz devam eden rüzgarlı bir kum fırtınasıyla helâk edildiğini bildirir.

Kur’an’da anlatılan kıssalar içersinde Nûh (as)’dan sonra gelen en eski peygamber Hz. Hûd’dur. O’nun ilk Arap peygamber olduğu söylenir. Kitab-ı Mukaddes’te adı geçen ve Güney Arabistan kökenli ibranilerin atası olarak bilinen Eber veya Ubar’la aynı kişi olması da mümkündür. Hz. Hûd’un mensup olduğu Âd kavmi ise, “Ahkâf” adıyla bilinen ve Umman ile Hadramut arasında yer alan çöl bölgesinde yaşamış, göçebe bir toplum olduğu için hayvancılıkla geçinmiş, büyük nüfûz ve iktidarıyla tanınmış bir kavimdir. Güç ve nüfûz sahibi olan bu kavim, Kur’an’da “kazıklar sahibi irem” şeklinde nitelenmiştir. Bilinen Arap tarihinin en eski toplumu olan Âd kavmi, İslâm’ın zuhurundan asırlarca önce tarih sahnesinden silinmiş olmakla beraber, hatırası Arap geleneğinde her zaman canlı kalmıştır.

Sonuç olarak, peygamberler, insanları yaratılış gayelerini gerçekleştirmeye, yani Allah’a kulluk etmeye çağırırlar. Ancak hakikati inkâra şartlanmış olan zalim kadrolar, onların tevhid çağrısına karşı çıkarlar. Bu yüzden onların savaşı, zalim kişi ve toplumlarla olmuştur. Âsi kavimler, genelde Allah’ın emriyle hareket eden güçler aracılığı ile cezalandırılıp silinmişlerdir. Nitekim Âd kavmi de Allah’ın yoluna gelmediği, yanlışlarını düzeltmediği için, Allah onları taptıkları tabiat güçleri aracılığı ile yok etmiştir. Bu da suça denk bir ceza olmuştur. İsyan, insanın ilâhî buyruklara uymayıp günah yarışına çıkması, sonunda da hüsrana uğramasıdır. Kur’an ikliminde yetişen yeni nesiller, İslâm’ı yarınlara taşıyacak ve putatapıcılığın pazarını bozacaktır. Ahiret ise, çilesi bitmiş, erişebileceğine erişmiş ruhların yurdu olacaktır.

 

 

 

73-84’üncü ayetler

73. Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih’i gönderdik. O: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka ilahınız yoktur. Rabbinizden size açık bir kanıt gelmiştir; Allah’a ait olan bu dişi deve sizin için bir simgedir. Bırakın onu, Allah’ın arzında otlasın; ona kötülük etmeyin, yoksa can yakıcı bir azaba uğrarsınız.

74. Allah’ın sizi Âd kavminin ardından onların yerine getirip egemen kıldığını, dağlarında evler yontup ovalarında köşkler kurduğunuz yere yerleştirdiğini hatırlayın; Allah’ın nimetlerini düşünün de yeryüzünde bozgunculuk ederek karışıklık çıkarmayın. dedi.

75. Kavminin büyüklük taslayan ileri gelenleri, aralarından iman eden ve güçsüz görünenlere: “Siz Sâlih’in, Rabbi tarafından gönderilen bir elçi olduğuna gerçekten emin misiniz?” dediler. Onlar: “Evet biz onun Allah tarafından gönderildiğine ve getirdiği haberlere gönülden inanıyoruz.” dediler.

76. Büyüklenenler: “Bakın sizin emin olup inandığınız şeyi biz kabul etmiyoruz.” dediler.

77. Rablerinin emrini çiğneyip dişi deveyi hunharca boğazladılar. Sonra da: “Ey Sâlih! Eğer gerçekten Allah’ın Elçilerinden biriysen bizi korkutup durduğun şu azabı getir.” dediler.

78. Bu yüzden onları şiddetli bir sarsıntı yakaladı da yurtlarında diz üstü çökekaldılar.

79. Sâlih onlardan yüz çevirdi ve: “Ey kavmim! Ben size Rabbimin mesajlarını ilettim ve öğüt verdim; fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz.” dedi.

80. Lût’da kavmine şöyle demişti: “Dünyada sizden önce hiç kimsenin yapmadığı hayasızlığı mı yapıyorsunuz?

81. Kadınları bırakıp şehvetle erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Hayır, siz aşırı giden bir toplumsunuz.” dedi.

82. Fakat kavminin cevabı sadece: “Bunları yurdunuzdan sürün, çünkü onlar temiz kalmak isteyen insanlarmış.” demeleri olmuştu.

83. Bunun üzerine Lût’u ve taraftarlarını kurtardık; ancak karısı geride kalanlardan oldu.

84. Üzerlerine helâk edici bir yağmur yağdırdık; işte gör, suçluların sonunun nasıl olduğunu!

 

Surenin bu ayetlerinde, Hz. Salih ile Hz. Lût’un davet kıssasından bazı kesitler sunulur. Ayetlerin beyanına göre Allah, Semûd toplumuna kardeşleri Sâlih’i Elçi olarak gönderir. Hz. Sâlih de öteki peygamberler gibi kavmini tevhid inancına, yani sadece Allah’a kulluk etmeye çağırır. Allah’a ait olan dişi deveye kötülük etmemeleri, aksi takdirde acı bir azaba uğrayacakları uyarısında bulunur. Kendilerine sayısız nimetler lutfeden Allah’a şükretmelerini ve yeryüzünde bozgunculuk yapmamalarını söyler. Ancak toplumun ileri gelen kibirli ve küstah takımı, ezilen zayıf tabakayı kuşkuya düşürmeye ve dinden döndürmeye çalışırlar; ama inananlar Hz. Sâlih’in getirdiği gerçekleri kesin olarak kabul ettiklerini söylerler. Büyüklük taslayan küstahlar ise, inkârda ısrar ederler ve dokunmamaları söylenen deveyi keserler. Bununla da yetinmeyip Sâlih’ten, kendilerini korkutup durduğu azabı getirmesini isterler. Bu ısrarlı inkârlarından ve küstahça tavırlarından dolayı şiddetli bir deprem ansızın yakalayıverir onları; yurtlarında diz üstü çökekalırlar.. Mahvolmuş kavminin feci durumunu gören Hz. Sâlih, onların ardından duyduğu üzüntüyü şöyle dile getirir: “Ey kavmim! Ben Rabbimin mesajlarını ilettim ve güzelce öğüt verdim size; ama siz, güzel öğüt verenleri sevmediniz.”

Yetmiş üçüncü ayette yer alan “naketullah” terkibi, lafzen “Allah’ın dişi devesi” anlamına gelir. Kur’an, bu konuda ayrıntıya girmez, sadece onun bir mucize olarak çıkarıldığını ve bir sınama aracı kılındığını belirtmekle yetinir. Ancak tefsirlerde, bu konuda çeşitli rivayetlere dayanan, fakat ne Kur’an’ın ne de sahih hiçbir hadisin doğrulamadığı izahlara yer verilir.

Devenin, Allah’a izafe edilmesi, onun herhangi bir kişiye ait olmadığına ve herkesin onu koruması gerektiğine işaret eder. Bu hayvana iyi davranılması yönündeki ısrarlı uyarılarla da, zayıf ve korumasız gördüğü her varlığa karşı kaba davranıp kötülük işleyen zalim gücün ıslahı hedeflenmiş olmalıdır. Öyleyse bu tabirle, hem menfaati için ilahî hükümleri çiğneyen insanın bir bakıma dini katletmiş olacağı hem de kişinin şefkat ve merhamet sınırlarını sadece belirli kimseleri değil, öteki bütün canlıları da içine alacak şekilde geniş tutması gerektiği mesajı verilir.

Yetmiş yedinci ayetteki “akara” fiili de “boğazlamadan önce, kaçmasın diye hayvanın bacaklarını kırmak, diz eklemlerini kesmek ve koparmak” gibi anlamlara gelir. Bu yüzden anılan sözcük, genellikle “acımasızlığı ve hunharca davranmayı” ifade eder.

Yetmiş sekizinci ayette geçen “recfe” kelimesi ise, “çok şiddetli gürültü veya sallantı” anlamına gelir. Burada sözü geçen “reche” nin, geçmişte Semûd kavminin yerleşim bölgesini etkisi altına alan ve volkanik patlamayla birlikte vuku bulmuş olan bir deprem olması mümkündür. Zira, Kuzey Hicaz’da özellikle Medâini Salih yöresinde görülen geniş ve esmer renkli volkanik araziler, bu ihtimali güçlendirmektedir.

Kur’an’da Âd’dan sonra gelen en eski Arap kavmi, Hz. Sâlih’in kendilerine peygamber gönderildiği Semûd’dur. Bazı tarihçilere göre Semûd, Âd kavminin devamı olup Yemen’de ortaya çıkmış ve daha sonra Himyeriler tarafından Kuzey’e sürülmüşlerdir. Arapça kaynaklarda genellikle Semûd’un, Hicaz-Şam arasında el-Hicr’den başlayıp Vâdî’l-Kurâ’ya kadar uzanan bölgede yaşadıkları, bugün Medine yöresinde Medâin-i Salih denen yerde oturdukları belirtilir. Semûd’un yaşadığı yerle ilgili Kur’an’daki tek ipucu ise, burasının “ashâbu’l-hicr – kayalık bir vâdi” oluşudur. Ayrıca Semûd kavminin yaşadığı yerin tesbiti konusunda, Hz. Peygamber’den nakledilen şu haber de önemlidir. Rivayete göre, bir defasında Hz. Peygamber ashabı ile Tebuk yolu üzerinde bulunan antik bir kasabaya rastlar; yanındakilere burasının Semûd kavminin yaşadığı, eğlenilecek değil, hüzünlenecek bir yer olduğunu söyler.

Seksen – seksen dördüncü ayetlerde de, Hz. Lût’un kavmine yaptığı tevhid çağrısı dile getirilir. O, kavmine dünyada kimsenin benzerini yapmadığı çirkin bir işi yaptıkları, kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaştıkları ve ölçüyü aştıkları uyarısında bulunur. Fakat günah tiryakisi olmuş kavmi, onun sözlerini dinlemez. Günaha bulaşmayan Lût’u ve taraftarlarını, keyiflerini kaçırdıkları gerekçesiyle ülkelerinden çıkarmak isterler. Bunun üzerine Allah, Hz. Lût’u ve inananları kurtarır, Lût’un eşinin de dahil olduğu inkârcıları ise, helâk edici bir yağmurla cezalandırır.

Bu ayetlerde, Lût kavminin en iğrenç kötülüklerinden biri olan “livâta” ya işaret edilir. Livâta, erkeklerin birbirleriyle cinsel ilişkide bulunmaları demektir. Livâta, ilk olarak Lût kavmi tarafından işlenen bir günah olmayıp, onlardan önce de bu çirkin fiili yapanlar olmuştur. Fakat Lût kavmine kadar bu kötülük, toplumsal bir düşkünlük halini almamış, bireysel bir olay olarak kalmıştır. Ancak Lût kavminde söz konusu kötülük, bireysel bir olgu olmaktan çıkmış ve topluma taşmıştır. Bundan dolayı onlar, daha önce kimsenin yapmadığı bir kötülüğü yapmış olmakla nitelenmiş ve kınanmışlardır.

İslam’a göre livâta haramdır ve büyük günahlardan biridir. Ayrıca bu çirkin fiil, insan fıtratına da aykırıdır. Bu rezâleti işleyen kimseye, caydırıcı ve âleme ibret bir ta’zir cezası verilmelidir.

Ayartıcı arzulara yenik düşen insanlar, hem ilahî mesaja inanmakta hem de onun gereğini yerine getirmekte güçlük çekerler. Dejenere olmuş kişiliklerin bâriz özelliği ise, iman insanından ve temiz bir İslâmi yaşantıdan nefret etmeleridir.

Hz. Lût’un eşinin de, öteki imansızlarla birlikte helâk olması, suçlunun cezasını çekeceğini, peygamber eşi dahi olsa, Allah’a karşı gelen insanı, hiç kimsenin azaptan koruyamayacağını gösterir. Şu halde insan kendi iradesiyle iyilik yapmadıkça, iyilere akraba olması veya iyiler soyundan gelmesi ona bir yarar sağlamaz.

Sonuç olarak, insan vahye kulak tıkarsa, menfaatin ve şehvetin cazibesi, başarılı bir hile haline gelir; gâfil insan da bu hileye teslim olur. O, bir kere aşağılık hilenin uşağı oldumu, bir taraftan herkesin mutemedi gibi ortaya çıkar, diğer yandan da hıyanetin en sefil örneklerini ortaya koyar. İşte Kur’an’ın gözler önüne serdiği bu iki toplum, tarihin pek uzak devirlerinde yaşamış olmakla beraber, yaptıkları kötülükler bugün yaşayanların hayatında daha yaygın biçimde görülmektedir. Çünkü günümüzde bireyin kişiliği parçalanmış, sosyal yapının dengesi bozulmuş, tüccar kıtlık gününün simsarı; küçük hırsız, büyük hırsızların takipçisi; yalan bu toplumların suyu, riya havası, hile ve vurgun ışığı, fuhuş ise pazarı olmuştur. Böyle bir ortamda kimsenin kimseye itimadı ve tahammülü kalmamıştır. Düşünmek, gerçeği söylemek, helâli haramı, günahı sevabı anlatıp çıkış yolu göstermek ise yasaklanmıştır. Asırlar önce isyan edip çöküşü yaşamış toplumlarla, günahın her çeşidini besleyen ve işleyen bu günkü çağdaş toplumlar arasında ne fark vardır? Tabii ki burada unutulmaması gereken şey, niyet ve eylemleri birbirine benzeyenlerin akıbetlerinin de aynı olacağıdır.

 

 

 

85 – 93’üncü ayetler

85. Medyen halkına da kardeşleri Şuayb’ı gönderdik. Onlara dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka ilahınız yok; size Rabbinizden apaçık bir duyuru geldi, ölçüyü tartıyı tam yapın, insanlara mal ve eşyalarını eksik vermeyin, iyi bir düzene kavuşturulduktan sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın; eğer inanıyorsanız bu sizin için daha iyidir.”

86. “Bir de inanan herkesi tehdit edip Allah yolundan alıkoyarak ve onu eğri göstermeye çalışarak her yolun başında pusu kurmayın; sizler az iken O’nun sizi çoğalttığını hatırlayın; bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bakın.”

87. “Mademki, aranızdan bir topluluk benimle gönderilene iman etti, bir kısmı da inanmadı, öyleyse aramızda Allah hükmünü verinceye kadar sabredin; çünkü O, hükmedenlerin en hayırlısıdır.”

88. Kavminin içinden ileri gelen ve kendini beğenmiş kurumlu kimseler: “Ey Şuayb! Ya dinimize dönersin ya da seni ve beraberindeki müminleri yurdumuzdan süreriz.” dediler. Şuayb: “Biz istemesek de mi?” dedi.

89. “Bakın, Allah bizi ondan kurtardıktan sonra kalkıp yeniden sizin dininize dönersek, o zaman Allah hakkında düpedüz bir yalan uydurmuş oluruz. Rabbimiz Allah dilemedikçe bizim sizin inancınıza dönmemiz mümkün değildir. Rabbimiz sınırsız ilmiyle her şeyi kuşatmıştır, biz Allah’a güveniriz; Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında hak ile hüküm ver, çünkü hakkı ortaya çıkaranların en hayırlısı sensin.”

90. Ne var ki, kavminin inkâra şartlanmış elebaşları: “Eğer Şuayb’a uyarsanız bilin ki kaybedenlerden olacaksınız.” dediler.

91. Bundan ötürü, şiddetli bir sarsıntı onların işini bitirdi de onlar, yurtlarında cansız olarak yere serilip kaldılar:

92. Şuayb’ı yalanlayanlar, sanki orada hiç yaşamamışlardı; Şuayb’ı yalancı çıkarmak isteyenler, hüsrana uğradı.

93. Şuayb onların yanından dönüp giderken: “Ey kavmim! Ben size Rabbimin mesajlarını iletmiş ve öğüt vermiştim; artık böyle kâfir, böyle nankör bir toplum için ne diye üzüleyim.” dedi.

 

Surenin bu ayetlerinde, Hz. Şuayb’ın tevhid çağrısı dile getirilir ve Medyen halkının belirgin nitelikleri belirtilir. Allah, Medyen halkına kardeşleri Şuayb’ı peygamber olarak gönderir. Şuayb onlara, sadece Allah’a kulluk etmelerini, O’ndan gelen açık mesaja uymalarını, ölçü ve tartıda hile yapmamalarını, başkalarının hakkını çalmamalarını, insanları Allah yolundan saptırma ve onu eğri gösterme gayretinden vazgeçmelerini söyler. Ayrıca, kendileri az iken Allah’ın onları çoğalttığını, bu nimete şükretmelerini ve bozguncuların sonunun nasıl olduğunu düşünmelerini ister. Ama kavmi içinde ileri gelen ve kendini beğenen kurumlu kimseler, Şuayb’ı ve inananları, kendi dinlerine dönmedikleri takdirde yurtlarından çıkarmakla tehdit ederler. Şuayb da, kendinin ve inananların asla Allah’ın yolundan dönmeyeceğini, O’nun her şeyi her yönüyle bildiğini haykırır; Allah’tan kavmi ile kendileri arasında hak ile hükmetmesini ister. Kavminin ileri gelen kâfirleri ise, Şuayb’e uyanların ziyana uğrayacakları tehdidinde bulunarak insanların inanmasına engel olmaya çalışırlar. Sonunda şiddetli bir sarsıntı onları da yakalayıp yere seriverir. Şuayb’ı yalanlamaya çalışanlar da önceki inkârcıların acı akıbetine uğrarlar. Onlar, sanki bu dünyada hiç mal mülk sahibi olmamış kimseler gibi silinip giderler. Şuayb da felâkete uğrayan kavmine şu serzenişte bulunur: “Ey kavmim! Gerçek şu ki ben size Rabb’imin mesajlarını tebliğ etmiş ve güzelce öğüt vermiştim; artık böyle nankör bir toplum için ne diye üzüleyim!”

Seksen beşinci ayette yer alan ve “insanların eşyalarını eksik vermeyin” anlamına gelen ibare, hem maddî, hem de ahlakî ve sosyal haklara riayet etmek gerektiğini belirtir. Çünkü insan sadece alış verişlerde değil, başkalarıyla girdiği tüm ilişkilerde doğruluk ve adaletten ayrılmamakla yükümlüdür.

Seksen dokuzuncu ayetteki, “Rabb’imiz Allah istemedikçe bizim sizin inancınıza dönmemiz mümkün değil anlamına gelen ibare, Allah’ın insanlardan inkâra dönmelerini isteyebileceği ihtimalini değil, aksine samimi müminin O’na tam teslim olma tavrını ifade eder.

Kur’an’ın önemle üzerinde durduğu eski toplumlardan biri de, Hz. Şuayb’ın peygamber olarak gönderildiği Medyen’dir. Hz. Şuayb, Hz. İbrahim soyundan gelen ve Medyen halkına gönderilen bir peygamberdir. Eğer Hz. Musâ Mısır’dan kaçıp Medyen’e sığındığında onun himaye eden şahıs, müfessirlerin dedikleri gibi Şuayb peygamber ise, onun Hz. Musâ ile çağdaş olduğu söylenebilir. Coğrafyacılar Medyen’i, Tebük’ten altı günlük mesafede bir sahil şehri olarak tarif ederler. Medyen, Eyle’den Medine’ye doğru uzanan Hac yolu üzerinde ikinci konak yeri idi. Kuzeyi güneye bağlayan yol üzerinde bulunması, Medyen’e önemli bir ticari konum sağlıyordu. Hz. Şuayb’ın mesajında ticaret ahlâkının ağırlıklı bir yer tutması, hem Medyen halkının ticaretle uğraştığına, hem de ölçü ve tartıda hile yapıp hak ve haram yediklerine işaret eder.

Peygamber kıssaları, iman ve ahlâk zaafına düşmüş toplumların korkunç durumlarını gözler önüne serer. Bunun için Kur’an bu kıssaları, hangi çağda ve hangi toplumda olurlarsa olsunlar, bütün insanlar için bir ibret, yaşanmıştan çıkarılmış bir ders olarak takdim eder. Şu halde Kur’an’daki kıssaların anlatılmasından maksat, belli bir toplumun hayatını hikâye etmek değil, kötü bir hayat sürmüş olan toplumların ortak kaderini ve acı sonlarını hatırlatarak öğüt vermektir. Çünkü asırlar geçse de kötü ahlâkın sonucu hep aynıdır. Bizden önce yaşayıp aldananlar helâk olmuşlardır; eğer sonrakilerde aynı hatayı işlerlerse onlardan farklı olmayacaklardır. Bu yüzden Kur’an’daki peygamber kıssaları, bir hayat hikâyesi olmaktan çok, yaşanan hayatın kendisidir.

Sonuç olarak, hak ve haram yemekten sakınmayan kimseler, bencilliklerini doyurmak için, aşırı biçimde eşyaya bağlanırlar; emeksiz neticeye varmak için de, üstün değerleri fesat aleti gibi kullanırlar. Haksızlık, binlerce emeği ve hayatı, kişisel çıkarlar hesabına çiğnemek; zekâ ile kurnazlığa iş birliği yaptırıp grupsal çıkar tahakkümü oluşturmaktır. Doğruluk ve dürüstlük ise, iyi ahlâkın eseri, imanla donanmış ruhun güzellik çiçeğidir. Ama asrımız insanı, kendini durmadan haksızlıklara sevkeden bir şer şebekesinin hakimiyeti altındadır. İnsanımız bu kötü durumdan, iman ve amel rüşdüne ermekle kurtulabilecektir.

 

 

 

94-99’uncu ayetler

94. Peygamber gönderdiğimiz her ülke halkını, kibirlerinden sıyrılıp Allah’a yalvarsınlar diye darlık ve sıkıntıya uğrattık.

95. Sonra kötü durumlarını iyiye çevirdik; ama aradan geçen zaman içersinde bunu unuttular: “Atalarımızın da kötü ve iyi günleri olmuştu.” dediler. Bunun üzerine Biz de onları, hiç ummadıkları bir sırada ansızın kıskıvrak yakalayıverdik.

96. Eğer ülkelerin halkı inanıp kötülüklerden sakınmış olsalardı, onlara gökten ve yerden bolluklar yağdırırdık; fakat onlar gerçeği yalanladılar. Biz de yapıp kazandıklarından dolayı onları kıskıvrak yakaladık.

97-98. Yoksa o ülkelerin halkı, geceleyin uyurken veya kuşluk vakti güpegündüz oyalanıp dururken azabımızın başlarına gelmeyeceğinden emin midirler?

99. Allah’ın önceden kestirilemeyen amansız yakalamasına karşı kendilerini güvenlik içinde mi görüyorlar? Halbuki hüsrana uğrayanlardan başka kimse, kendini Allah’ın amansız yakalamasına karşı güven içinde göremez.

 

Bu ayetlerde, insanların hoşlandıkları veya hoşlanmadıkları olaylarla sınanacakları; bunun cezalandırmaya değil, terbiyeye yönelik olduğu; ancak nankör insanların bu gerçeği düşünmeden hareket ettikleri, bundan dolayı da azabı hak ettikleri bildirilir. Bu bağlamada, inanan ve imanın gereğini yerine getiren toplumların, bolluk ve bereket içinde yaşayıp mutlu bir hayat sürecekleri, inkâr edenlerin ise azaba uğrayacakları belirtilir.

Doksan dört, doksan beşinci ayetlerde, inkârcıların, uyarı niteliğindeki olaylardan ibret almadıkları haber verilir. Burada geçen “be’sâ” sözcüğü, “beden hastalıklarını”; “darrâ” sözcüğü de “fakirlik ve benzeri sıkıntıları” ifade eder. Allah, günâhkar toplumları eğitmek ve uslandırmak için, darlık ve hastalık gibi olaylarla sınar. Hoşlanmadıkları olaylarla denenen kimseler şayet yola gelmezlerse, bu kez de Allah onları iyiliklerle dener; hastalık yerine sağlık, fakirlik yerine zenginlik, sıkıntı ve darlık yerine bolluk ve sevinç verir. Ne var ki sıkıntıdan kurtulup refaha kavuşan nankör kimseler, yine ibret almazlar, aksine “Atalarımızda sıkıntı çekmiş, bolluk görmüşlerdi, dünyada insan sıkıntı da çeker bolluk da görür, bunlar doğal olaylardır” derler. Onlar, bu tür olaylarla denendiklerini bir türlü düşünmezler ve Allah’a yönelmezler. Allah da hiç ummadıkları bir sırada onları kıskıvrak yakalayıverir. Allah’ın yakalaması, azap indirip onların canlarını alması anlamına gelir. Zira Allah, insanları hem sözlü duyurularla hem de fiili olaylarla uyarır. Bunlar, azap vermek ve hemen cezalandırmak için değil, insanları terbiye etmek maksadıyla yapılır. Bütün bu sözlü ve fiili uyarılara kulak tıkayanlar, sonunda azapla cezalandırılırlar.

Doksan altıncı ayette de, iman edip İslâmi hayat pratiğini gerçekleştiren toplumların, bolluk ve bereket içinde yaşayıp mutlu bir hayat sürecekleri; ahlakî gerçeklere sırt çevirerek yaşayan toplumların ise, mukadder olan helake sürüklenecekleri belirtilir.

Demek ki insan, Allah’a inanmadığı, kendi irade ve tercihi ile O’na yönelmediği zaman, kötülük işler ve sıkıntıya düşer. Zira Allah, kendine inanıp dinine bağlanan toplumlara ferah ve mutlu bir hayat nasip eder. Dinini yalanlayıp nimetlerine karşı nankörce davranan toplumları ise, vakti gelince cezalandırır.

Doksan yedi - doksan dokuzuncu ayetlerde ise, Allah’ın, inkârda ısrar edip ölüme günahla yakalanan insanları cezalandıracağı; hüsran ehlinden başkasının, Allah’ın önceden kestirilemeyen azabına karşı kendini güvenlik içinde göremeyeceği belirtilir.

Burada geçen “mekrallah” terkibi, “Allah’ın tuzağı” anlamına gelir. Bu terkiple, “Allah’ın önceden bilinemeyen tasarımı ve ince düzeni” ifade edilir. Bu yüzden, “Allah’ın birden bire, hiç beklenmedik bir anda gelen azabına da” “mekr” denir. Çünkü günahkârlar, sergiledikleri kötü davranışlarıyla hiç farkında olmadan âdeta Allah’ın tuzağına, yani azabına düşmüş olurlar.

Bu ayetler, İslâmi duyarlılıklarını yitirip isyana dalan, başlarına gelebilecek felâketten habersiz yaşayıp kendilerinden emin görünen kimselere, Allah’ın azabının ansızın gelebileceği uyarısında bulunuyor. Bu gerçekten önemli ve anlamlı bir uyarıdır. Zira inkârcılar, Allah’ın cezasına inanmadıklarından sorumsuzca davranırlar ve hiç azap görmeyeceklermiş gibi yaşarlar. Oysa hüsran ehlinden başkası, kendilerinden emin bir biçimde başlarına gelebilecek felâketten habersiz yaşayıp gitmez ve Rabb’lerine isyan etmez.

Sonuç olarak, Tevhid inancına ermiş ve Kur’an’ı kendilerine rehber edinmiş kişi ve toplumlar, kurtuluşa ererler; aksini yapanlar da, günaha yenik düşerler. Şu halde, Kur’an’ın rehberliğine hakkıyla uyanlar, ferah ve huzur içinde yaşayacak; ondan yüz çevirenlerin ise, musibetleri kat kat artacaktır. Çünkü iyi işler, iyi insanların kurtuluşuna vesile olduğu gibi, zâlimlerin helâkine de kötü fiilleri neden olur. Kur’an’ı ya hiç okumayanlar ya da çok az okuyanlar, kötü beslenen kimselere benzer. Zira onlar, asil ve mutedil fiillerden oluşan “övülen gayretin karakterini” anlayamazlar. Halbuki imanla gıdalanmış bir benlik, ne Allah’tan ümit keser, ne de O’na karşı yalan güven içinde olur.

 

 

 

100-108’inci ayetler

100. Bütün bunlar, önceki kuşaklardan sonra yeryüzüne mirasçı olanlara şunu göstermedimi ki, dilersek onları günahları yüzünden pekala çarpabilir; kalpleri üzerine mühür basarız da artık onlar söz dinleyemez olurlar.

101. İşte bunlar, sana haberlerini anlattığımız ülkelerdir. Andolsun ki peygamberleri onlara apaçık belgelerle gelmişlerdi; ama onlar önceden bir kere yalan saydıkları şeye bir daha inanmak istemediler. İşte Allah, inkârcıların kalplerini böyle köreltip mühürler.

102. Biz onların çoğunda sözünde durma diye bir şey bulmadık; aksine, onların çoğunu iyice yoldan çıkmış halde bulduk.

103. Onların ardından Mûsâ’yı, ayetlerimizle Firavun’a ve ileri gelenlerine gönderdik; fakat onları inatla reddedip karaladılar. Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bak!

104. Mûsâ dedi ki: “Ey Firavun! Kuşkun olmasın ki ben, âlemlerin Rabbinin bir Elçisi’yim.”

105. “Bana düşen, Allah hakkında gerçek dışında bir şey söylememektir. İşte size Rabbinizden apaçık bir delille çıkıp geldim, öyleyse bırak artık, israiloğulları benimle gelsinler.”

106. Firavun: “Eğer gerçekten bir delil getirdiysen ve doğru söyleyenlerden biriysen onu ortaya koyda görelim.” dedi.

107. Bunun üzerine Mûsâ, asâsını yere bıraktı; bir de ne görsünler! ayan beyan bir yılandı bu!

108. Elini çekip çıkardı; o da bakanlar için bembeyaz oldu.

 

Surenin bu bölümünü oluşturan ayetlerde, ömürlerini isyan içinde sürdürenlere, helâk olmuş milletlerin acı sonlarını düşünmeleri ve bundan ibret almaları öğütlenir. Kıssaların, insanlara anlatılış hikmeti bildirilir; ibret verici olaylar, tefekküre konu edilir. Hz. Mûsâ’nın tevhid çağrısına ve israiloğullarını kurtarmak için Firavunla yaptığı mücadelesine yer verilir.

Yüzüncü ayette, günâh da ısrar eden toplumlara, geçmişten ibret almaları gerektiği hatırlatılır. Şu halde, hâlen yaşayan toplumların, kendilerinden önce yaşamış ve günahları sebebiyle helâk olmuş milletlerin acı akıbetlerine bakmaları, hakikati görüp isyanı bırakmaları gerekir. Bu da, onların isyan etmeleri hâlinde Allah’ın kendilerini de önceki toplumlar gibi cezalandıracağını düşünmeleriyle mümkün olur. Bunun için ayet dini, tefekkürün ve hayatın dışında tutan kimselerin, doğruyu idrak etme ve uygulama yeteneğini yitirebilecekleri mesajını verir. Ayrıca, “Allah’ın kalpleri mühürlemesi”nin ve “azap etmesi”nin, O’nun keyfi bir eylemi değil, insanın kendi iradesiyle yaptığı işlerinin bir sonucu olduğunu belirtir.

Yüz bir ve yüz ikinci ayetlerde, inkârı, kalıcı bir huy haline getirmiş olan kimselerin, önceden benimsedikleri yanlış fikir ve görüşleri terketme konusunda isteksiz oldukları belirtilir. Kur’an’ın haberlerini anlattığı toplumlara da peygamberler gelmiş, onlara gerçeği kesin kanıtlarla açıklamışlardı. Fakat onlar, önceden yalan saydıkları şeye bir daha inanmak istemediklerinden Allah, inkârcıların kalplerini mühürlemiş, yani inkârı, onların tabiatı kılmıştır. Bu yüzden, “kalplerinin mühürlenmesi” ibaresi, burada inkârcıları kınama ifadesi olarak kullanılmıştır.

Buradaki “ahd” terimi de, lugatta “söz, sözleşme, söze ve sözleşmeye bağlılık” gibi anlamlar taşır. Kelime bu ayette, “insanın eğriyi doğruyu ayırt etme, sağduyusunun emrettiği yolu izleme yeteneği” manasına gelir. Ayrıca bu kelime, insanın kendisine yaratılıştan verilen maddî manevî nimetleri, Allah’ın istediği şekilde kullanması yolundaki ahlakî sorumluluğu da ifade eder. Bu yüzden, Allah’ın varlığına ve birliğine, insanın da O’na karşı sorumlu olduğuna inanmak, bu ahdin kapsamına girer. İnkâr ise, bu fıtrat ahdini bozmaktır. Bunun için ayette inkârcılar, verdiği sözden caymış ve yoldan çıkmış kimseler olarak nitelendirilmişlerdir.

Yüz üç - yüz sekizinci ayetlerde, Hz. Mûsâ’nın davet öyküsünden ve Firavunla mücadelesinden bir kesit sunulur. Allah, öteki peygamberlerin ardından Mûsâ’yı Firavun ve yandaşlarına elçi olarak gönderir. Ama Firavun ve yandaşları, Allah’ın ayetlerini inatla reddederler. Mûsâ, kendisinin Allah tarafından gönderilen bir elçi olduğunu, peygamberliğini ispat eden kanıtları bulunduğunu söyler ve Firavundan İsrailoğullarını serbest bırakıp kendisiyle birlikte göndermesini ister.

İsrailoğulları, Firavunun ülkesi Mısır’a, daha önce Hz. Yûsuf orada hazine yetkilisi iken babaları Ya’kûb (as)’la beraber Filistin’den göçüp yerleşmişlerdi. Mısır Firavunları zamanla İsrailoğullarını parya sınıfı olarak geri ve ağır işlerde istihdam ettiler; onlara zulmedip baskı uyguladılar. İşte Mûsâ (as), kendi kavmini Firavun zulmünden kurtarıp tekrar Filistin’e götürmek için, ona ayette dile getirilen teklifi yapar. Firavun da Mûsâ’dan, söylediklerinin doğruluğunu ispat eden mucizeler göstermesini ister. Mûsâ (as), değneğini yere atar; değnek, bir anda kocaman bir yılan olur. Elini çıkarır çıkarmaz da, eli lekesiz bir beyazlık içinde, ışıl ışıl parlamaya başlar.

Hz. Mûsâ’nın, birden fazla mucize ile gönderilmesi, Onun kavminin, cehalet ve haksızlıkta çok aşırıya gitmiş olduklarına işaret eder. Hz. Mûsâ, davetine “şanını” ve “hak ehliyetini” bildirerek başlamıştır. Onun şanı, Allah’ın elçisi olması; hak ehliyeti de, doğruyu söylemesidir. Çünkü onun davası, kuru bir iddia değil, kesin belgeye ve ilahî bilgiye dayanan hakkın ta kendisidir. Buna karşılık Firavun ve yandaşları, hakikat karşısında nezâketsiz davranan ve telaşlı bir tavır sergileyen tiplerdir. Hz. Mûsâ, biri Allah’ın gazab ve celâlini, biri de rahmet ve lutfunu yansıtan iki mucize göstererek O’nun tarafından gönderilen bir peygamber olduğunu açıkça ispatlar. Firavun ve yandaşlarının, bu hakikat karşısında ne yaptıkları, bundan sonra gelen ayetlerde anlatılır.

Sonuç olarak, inkârcı zihniyet, eksikliğini önce yavan akıl ve yüzeysel mantık alanında gösterir. Bu da, insanların çoğunu fesada götürmeye yeter. Söz ve eylemleri, hak dinden ziyade şirk geleneğinden kaynaklanan çok sayıda insan, tarih boyu din adına deli hayalinin ve kör mantığın en sefil örneklerini ortaya koymuştur. Ne yazık ki bu sefil örnekler, geçmişte olduğu gibi, günümüzde de, tam cahil kalabalıklardan kendilerine hayli taraftar bulabilmektedir.

 

 

 

109-126’ncı ayetler

109-110. Firavun kavminin ileri gelenleri: “Doğrusu bu, çok şey bilen usta bir sihirbazmış; sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor.” Dediler

111-112. “Onu ve kardeşini bir süre alıkoy, şehirlere adamlar gönder, bütün usta sihirbazları toplayıp senin huzuruna getirsinler.” dediler.

113. Sihirbazlar Firavun’a gelip: “Eğer galip gelen biz olursak bize büyük bir ödül var, değil mi?” dediler.

114. Firavun: “Evet, elbette var; üstelik siz, gözdelerden olacaksınız.” dedi.

115. Sihirbazlar: “Ey Mûsâ! önce sen mi hünerini ortaya koyacaksın yoksa biz mi koyalım?” dediler.

116. Mûsâ: “Önce siz ortaya koyun.” dedi. Onlar hünerlerini ortaya atınca insanların gözlerini boyadılar ve büyük bir sihir ortaya koyarak onları şaşkına çevirdiler.

117. Biz de Mûsâ’ya: “Asânı yere at.” diye vahyettik. Atar atmaz, asâ onların yalandan yaptıklarını yutuverdi.

118. Böylece hak yerini buldu, onların bütün yaptıkları heba oldu.

119. Onlar, orada yenildiler ve küçük düştüler.

120. Sihirbazlar hemen diz çöküp yere kapandılar:

121-122. “Biz âlemlerin Rabbine; Mûsâ ve Hârun’un Rabbine iman ettik.” dediler.

123. Firavun dedi ki: “Ben size izin vermeden ona inandınız öylemi? Bakın bu sizin yaptığınız, halkı şehirden çıkarmak için kurduğunuz bir tuzaktır; ama siz göreceksiniz.”

124. “Bu dönekliğiniz yüzünden mutlaka ellerinizi ve ayaklarınızı keseceğim ve yine içinizden pek çoğunu topluca asacağım.” dedi.

125. Onlar dediler ki: “Bundan ne çıkar, biz de Rabbimize döneriz.”

126. “Zaten sen, Rabbimizin ayetleri geldiğinde onlara iman ettik diye bizden öç almak istiyorsun. Ey Rabbimiz! Bize dayanma gücü ver ve Müslüman kimseler olarak canımızı al.”

 

Surenin bu ayetlerinde, Firavunun danışma meclisinin, Hz. Mûsâ’nın Mısırlıları yurtlarından çıkarmaya çalışan ve iktidarı ele geçirmek isteyen bir suçlu olduğuna karar verdikleri; Firavuna, kentlere adamlar göndererek bütün usta büyücüleri getirip Mûsâ’nın büyüsünü bozmasını önerdikleri bildirilir. Bu öneriye uyan Firavunun, büyücüleri getirip Mûsâ’yı yenmeleri halinde kendilerini ödüllendireceğini söylediği ve onları bütün maharetlerini göstermeye teşvik ettiği belirtilir. Halkın huzurunda sihirbazlarla Hz. Mûsâ arasında yapılan müsabakada, büyücülerin bütün yaptıklarının göz boyamaktan ibaret olduğunun anlaşıldığı; Firavun ve adamlarının, kendilerini küçük düşüren bir yenilgiye uğradıkları, sihirbazların da gerçeği görüp iman değerine erdikleri haber verilir. Firavunun, sihirbazların inanmasına öfkelendiği; onları, halkı aldatmak için Mûsâ ile işbirliğine girmekle suçladığı ve ölümle tehdit ettiği dile getirilir. İnanmış insanların, imandan dönmeyeceklerini, aksine imanla Rabb’lerine döneceklerini kesin bir dille ortaya koydukları; kendilerine yönelik tehdit ve zulme karşı da Allah’tan dayanma gücü istedikleri ifade edilir.

Yüz dokuz - yüz on dördüncü ayetlerde, Firavunun danışma meclisini oluşturan özel heyetin, Hz. Mûsâ hakkında verdikleri karardan ve Firavuna getirdikleri önerilerden söz edilir. Ayetlerin beyanına göre, Firavunun danışma meclisi, Hz. Mûsâ’nın çok şey bilen usta bir sihirbaz, iktidarı ele geçirmeye çalışan ve Firavunu yerinden etmek isteyen bir suçlu olduğuna karar verir. Bu karardan sonra Firavun, onlara ne önerdiklerini sorar. Onlar da, Hz. Mûsâ’ya karşı hemen saldırıya geçmeyi uygun görmezler; onu ve kardeşini bir süre alıkoymanın, bu esnada şehirlere davetçiler gönderip bütün usta sihirbazları çağırmanın daha doğru olacağını söylerler. Sonunda sihirbazlar Firavuna gelirler ve ona: “Eğer üstün gelen biz olursak büyük bir ödül haketmiş oluruz” derler. Firavun da: “Elbette” der ve ekler: “Eğer galip gelirseniz hem büyük bir ödül alacaksınız hem de benim en gözde ve yakın adamlarımdan olacaksınız.”

Yüz on beş - yüz yirmi ikinci ayetlerde, Hz. Mûsâ ile sihirbazlar arasında gerçekleşen müsabaka dile getirilir ve bu müsabakanın sonucu belirtilir. Gösteriye önce sihirbazlar başlar. Onlar asâlarını yere attıkları zaman büyü ile insanların gözlerini bağlayıp görenleri dehşete düşüren bir gösteri ortaya koyarlar. O esnada Allah, Hz. Mûsâ’ya asâsını yere bırakmasını söyler. Mûsâ (as), Allah’ın buyruğu ile değneğini atar atmaz değnek, kocaman bir yılan olur, büyücülerin yalan ve hilelerini yutar. Böylece gerçek kendini gösterir, büyücülerin bütün yaptıklarının boş şeyler olduğu ortaya çıkar. Firavun ve adamları, kendilerini küçük düşüren bir yenilgiye uğrarlar. Fakat buna rağmen kendini beğenmişliğin saptırıcı ve baskıcı etkisinden kurtulamazlar. Ama bilgili ve kabiliyetli insanlar, gerçeği anlayınca yanlışta inat etmezler. Nitekim sihirbazlar, gerçeği görünce hemen yanlıştan dönüp Allah’a inanmışlardır. Firavun, kendilerine büyük ödüller vadettiği sihirbazların, halkın önünde Allah’a inandıklarını görünce, hemen bir şeytanlık düşünür. Gelen ayetlerde, onun bu konuda neler düşündüğü dile getirilir.

Yüz yirmi üç, yüz yirmi dördüncü ayetlerde belirtildiği gibi, Firavun sihirbazların inanmasına öfkelenir; onları Hz. Mûsâ ile iş birliğine girmekle suçlar ve ölümle tehdit eder, iman için kendisinden izin alınmamış olmasını suç sayar. Kamuoyunu yanıltmak için de siyasî bir entrika çevirir. Firavun, sihirbazların ansızın iman edivermelerini, danışıklı dövüş olarak niteler, böylece onlar hakkında yok yere şüpheler ortaya atar. O, önce imanı bir oyun ve hile işiymiş gibi gösterir, sonra da işkence ve ölüm tehdidinde bulunur.

Yüz yirmi beş, yüz yirmi altıncı ayetlerde ise, imanı ciddiye alan ve Rablerine imanla dönmeye kesin karar veren müminlerin onurlu tavırları belirtilir. Onlar, ölümü bile hafife alarak inançlarındaki ciddiyet ve samimiyeti ispat etmişler, Allah buyruğu için, ölüm korkusunu yendiklerini açıkça dile getirip: “Ey Rabbimiz! Bize dayanma gücü ver ve sana yürekten bağlanan kimseler olarak canımızı al.” diye yalvarmışlardır.

Müminlerin duasını dile getiren sözlerle kıssanın bu bölümü tamamlanmaktadır. Firavun, gerçekten dediğini yaptı mı? Ayetler bu konuda kesin bir şey söylemiyor. Konuyla ilgili rivayetlerde ise, farklı görüşlere yer veriliyor. Ancak ayetlerin söz geliminden Firavunun dediğini yaptığı anlaşılıyor. Ayrıca Abdullah bin Abbas’tan gelen bir rivayette şöyle deniliyor: “Onlar, günün başında sihirbaz idiler, sonunda şehit oldular.” Kıssanın böyle kapanması, okuyucuyu düşündürmek, onu tefekküre konu yapmak içindir. Olayı derinlemesine düşünen insan, iman değerinin ve onun gereğini yerine getirmenin, hangi anlama geldiğini; gerçek imanın, bir oyun ve pazarlık işi olmadığını anlar.

Firavun karakteri, önemli bir olayın sıkıntısı altında kalınca, geçici olarak tanrılık davasını bir tarafa bırakır, halkına karşı sahte ve riyâkârca bir tavır takınır.

Güç ve iktidarını putlaştıran kimse, hakikati kendi çıkar ve görüşüne aykırı bulursa hemen inkâr eder; halkın duyarlı olduğu değerleri sömürü aracı yapmak için de, “vatan, din veya rejim elden gidiyor” diyerek yaygara koparır. Nitekim Firavun, Hz. Mûsâ’yı Mısırlıları yurtlarından sürüp çıkarmak isteyen gizli bir düşman gibi göstermiş, Mûsâ’nın hak davasını sihir; kendi çarpık görüşlerini ve sömürü sistemini de gerçekmiş gibi takdim etmeye çalışmıştır.

İlim, üstün değerlerden biridir. Çünkü, sihrin ne demek olduğunu çok iyi bilen sihirbazlar, Hz. Mûsâ’nın asâsıyla meydana gelen olayı, diğer insanlar gibi sihir olarak değerlendirmemişler, aksine bunun ilahî bir mucize olduğunu hemen farkedip inkârdan imana geçmişlerdir. İnsan, bütün olayların sebeplerini bilemediği gibi bir olayın bütün sebeplerini de bilemeyebilir. Bu yüzden bilim ve teknik, ruh mucizesi karşısında çoğu kez aciz kalır.

Değişimin mimarı, önce kendisi özdeğişime uğramalıdır. İnsan imanın temiz ve özgür havasını solur, bilgili ve samimi bir şekilde inanırsa, artık onun göze alamayacağı bir çile yoktur. Sahte iddia, hakikat karşısında parçalanır, yalanın akışkan cıvası, hakikat ejderhasına lokma olur. Allah yolunda ölmeyi göze alanlar, yaptıkları iyiliklerle ebedi hayatın mutlu kişileri olmaya hak kazanırlar.

Sonuç olarak Firavun, siyasal zulmün en tipik temsilcisidir. Bu yüzden Kur’an, siyasî diktatörlerin genel vasıflarını belirtmek; onların acı sonlarından ders ve ibret alınmasını sağlamak için Firavun kıssasına yer verir. Çünkü vahiy eseri olan Kur’an, gerçek kurtuluş yasasının kitabıdır. O, tevhid medeniyetinin, toplum ve devlet düzeninin ana kurallarını içerir. Onun gösterdiği yasalara uyan kişi ve toplumlar, kaybolan izi görürler ve cenneti bulurlar.

 

 

127-129’uncu ayetler

 

127. Firavun kavminin ileri gelenleri: “Mûsâ ve halkına, seni ve ilahlarını terkederek yeryüzünde bozgunculuk çıkarsınlar diye mi göz yumacaksın?” dediler. Firavun: “Onların oğullarını öldürüp kadınlarını sağ bırakacağız; doğrusu bizim onların üzerinde ezici bir gücümüz var.” dedi.

128. Mûsâ, kavmine: “Allah’tan yardım isteyin ve sabredin. Yeryüzü Allah’ın’dır, kullarından dilediğini ona varis kılar; sonuç Allah’a saygılı olanlarındır.” dedi.

129. Onlar: “Biz sen gelmeden önce de sen geldikten sonra da çok eziyet çektik.” dediler. Mûsâ: “Belki de Rabbiniz düşmanlarınızı yok edip yeryüzüne sizi varis kılacak ve sizin nasıl davranacağınıza bakacak.” dedi.

 

Bu ayetlerde, Firavunun, danışmanları ile Mûsâ konusunu halletmenin yollarını aradığı bir sahne ortaya konulur. Hz. Mûsâ’nın, kendi halkına, “Allah’a sığınma ve sabırlı olma” çağrısında bulunduğu bildirilir. İsrailoğullarının, durumlarından yakınışlarına yer verilir.

Yüz yirmi yedinci ayette, Firavun ve adamlarının, mağlubiyet endişesini ve ezikliğini silmek için aralarında yaptıkları görüşmeden söz edilir. Firavunun meclis üyeleri, Hz. Mûsâ’nın serbest bırakılmış olmasından rahatsızlık duyup kraldan çok kralcılık politikası yapmaya çalışırlar. Onların amacı, Firavunu kışkırtıp Hz. Mûsâ aleyhine harekete geçirmektir.

Firavun, ezici bir güce sahip olduklarını söyleyerek mağlubiyetin kendilerinde yarattığı ezikliği silmek ve adamlarına moral vermek ister. O, konuşmasında Mûsâ’nın ismini bile anmaya tenezzül etmiyormuş gibi görünerek bir yandan tehdit savurur, diğer taraftan da korkusunu ve kuşkusunu gizlemeye çalışır.

Yüz yirmi sekizinci ayette de, Hz. Mûsâ’nın, Firavunun ölüm tehdidi karşısında telaşa kapılan kavmini teskin edişi dile getirilir. Mûsâ(as), kavmine, bütün kuvvet ve kudretin Allah’a ait olduğunu, bu zor ve dar günde O’na sığınıp sabırlı olmalarını söyler. Öz ve söz birliğiyle Allah diyerek çalışanların, gayretin zaferine ereceklerini müjdeler. Öyleyse kötülerin ve kötülüklerin reel varlığına bakarak ümitsizliğe düşülmemeli; Allah bunlara neden yapacağını yapmıyor diye acele edilmemeli, aksine sabırlı ve metanetli olunmalıdır.

Yüz yirmi dokuzuncu ayette ise, İsrailoğullarının, Hz. Mûsâ’ya verdikleri cevap dile getirilir. Onlar, Hz. Mûsâ’dan önce de o geldikten sonra da çok eziyet çektiklerini söylerler. Bu söz, onların iman zayıflığına, bu konuda kararsız ve isteksiz oluşlarına; biz şimdiye kadar senden fayda değil, hep zarar gördük gibi bir hoşnutsuzluğa işaret edebilir. Bunun için, Mûsâ (as) kıssası da, toplumları tarafından iyi karşılanmayan diğer peygamberlerin kıssaları arasına alınmış olabilir. Ayrıca onların bu sözü, şiddetli bir acıyı ve Firavunun zulmünden kurtulma arzusunu da dile getiriyor olabilir. Kavminin sızlandığını gören Mûsâ (as), hem ümit hem de uyarı içeren sözlerle onları irşada çalışır. Firavunun ve İsrailoğullarının sonlarının ne olduğu, bundan sonra gelen ayetlerde açıklanır.

Sonuç olarak, peygamberlerin yolu, insanları tükenmezlik değerine ulaştırır; onları zulmün, kibrin ve çıkarcılığın ağında boğulmaktan kurtarır. İnsan hayatında buhranlar ve problemler, onun hakikatten uzak kalmasıyla başlıyor. Vahye karşı dehayı çıkaran insan egosu, kendi kozasını ören ipek böceği gibi kendi sonunu hazırlıyor. Hakikate yüz çeviren kitleler bugün, menfaati putlaştırmanın çıkmazı içinde kıvranıp duruyor. Bu yüzden insanlığın, içinde bulunduğu uygarlık olgusunu, hakikat önünde sorgulaması gerekiyor.

Sapık ideolojilerin en önemli stratejik silahı, asılsız propaganda ve çirkin politikadır. Bir de buna cehaletle gaflet eklenirse, ortaya çıkacak felâketin boyutu kolayca tahmin edilebilir. İşte Firavun ve yandaşları, asılsız propaganda ve çirkin politikaları simgeliyor. Zira Firavun, politikasını Allah’ın dininin önünde görüyor. Bu yüzden de onu ve yandaşlarını, politikaları gereği attıkları adımdan geri çevirmek hiçbir şekilde mümkün olmuyor. Çünkü politika planları, din yerine konuluyor ve insanlar onlara uymaya zorlanıyor.

 

 

 

130-141’inci ayetler

130. Biz de Firavun’un halkını, akıllarını başlarına toplayıp öğüt alsınlar diye yıllarca kuraklığa ve kıtlığa uğrattık.

131. Onlara bir iyilik geldiğinde: “Bu, bizden dolayıdır.” derler, başlarına bir fenalık geldiğinde ise, bunu Mûsâ ve beraberindekilerin uğursuzluğuna verirlerdi. Bilin ki onların başlarına gelen Allah’tandır; ne var ki çoğu bunu bilmiyor.

132. Mûsâya: “Bizi büyülemek için hangi ayeti getirirsen getir, sana inanmayacağız.” dediler.

133. Bunun üzerine Biz de onlara, selleri, çekirgeyi, haşereleri, kurbağaları ve kanı musallat ettik; hepsi apaçık alâmetlerdi. Ama yine de büyüklük tasladılar ve suçlu bir toplum oldular.

134. Azap başlarına çökünce: “Ey Mûsâ! Yanındaki ahde dayanarak bizim için Rabbine yalvar; eğer bizden bu azabı kaldırıp uzaklaştırırsan mutlaka sana inanacağız ve israiloğullarını seninle birlikte göndereceğiz.” dediler.

135. Geçici bir süre için üzerlerinden azabı kaldırdığımızda, hemen sözlerinden döndüler.

136. İşte bu yüzden Biz de onların cezasını verdik; ayetlerimizi yalanladıkları ve umursamadıkları için onları denizde boğduk.

137. Hor görülen bu kavmi ise, kutlu kıldığımız yerin doğusuna ve batısına mirasçı kıldık. Rabbinin israiloğullarına verdiği güzel söz, onların sabretmelerinin bir karşılığı olarak gerçekleşmiş oldu. Firavun ve halkının özenle yapıp yükselttiklerini ise, yerle bir ettik.

138. İsrailoğullarını denizden geçirdik; putlara tapan bir topluma rastladılar. “Ey Mûsâ! onların ilahları gibi bize de bir ilâh yapıver.” dediler. Mûsâ dedi ki: “Gerçekten siz cahil bir toplumsunuz.”

139. “Çünkü yaşama tarzları onları kaçınılmaz biçimde helâke götürecek, yaptıkları da boşa gidecektir.”

140. “O sizi bütün insanlara üstün kılmışken size Allah’tan başka bir ilah arayayım öyle mi?”

141. Sizi, size dayanılmaz acılar çektiren, oğullarınızı öldürüp kadınlarınızı sağ bırakan Firavun toplumunun elinden kurtarmıştık. Bunda sizin için Rabbinizin büyük bir sınaması vardı.

 

Surenin bu bölümünü oluşturan ayetlerde, Firavun ve kavminin akıllarını kullanıp ders almaları için çeşitli olaylarla uyarıldıkları, fakat onların iyiliği kendinden bildikleri, başlarına gelen kıtlık ve felâketi ise, Mûsâ’nın uğursuzluğuna maledip inkârda ısrarlı oldukları belirtilir. Bunca uyarılara rağmen uslanmayan Firavun ve adamlarının suda boğuldukları, ezilen İsrailoğullarının da gösterdikleri sabrın karşılığı olarak kutlu bir ülkenin mirasçısı oldukları haber verilir. Esaretten kurtulan İsrailoğullarının denizi salimen geçtikten sonra puta tapan bir toplumla karşılaştıkları, onların putlarına heveslenip Mûsâ’dan kendilerine putlar yapmasını istedikleri; Hz. Mûsâ’nın da tevhid inancının dışındaki tüm inançların yanlış olduğunu onlara anlattığı ve kendilerini Firavun zulmünden kurtaran Allah’a ibadet etmeleri gerektiğini hatırlattığı bildirilir.

Yüz otuz – yüz otuz ikinci ayetlerde, Firavun kavmini uyarmak için uygulanan ilahî yöntemden söz edilir. Firavun ve adamları, söz dinlememeleri yüzünden yıllarca çeşitli olaylarla uyarılmışlardır. Allah, yola gelmeleri ve uslanmaları için Firavun halkının ürünlerini kısar, onlara kıtlık verir. Fakat onlar bunu, Mûsâ ve yanındakilerin uğursuzluğuna malederler. Mûsâ’ya da: “Bizi büyülemek için ne yaparsan yap sana inanacak değiliz.” derler.

Burada geçen ve “sene” anlamına gelen “sinin” kelimesi, daha çok “şiddetli kıtlık ve kuraklık yıllarını” dile getirmek için kullanılır. “Tâir” kelimesi de, “kuş” demektir. Ancak kelime burada “iyi veya kötü, her iki yönde talih ve kısmet” karşılığı olarak kullanılmıştır. Çünkü Araplar, kuşların uçuş yönlerine bakarak kehanette bulunmaya çalışırlar, onların uçuşundan hayır ve şer anlamı çıkarırlardı. Eğer kuş sağ tarafa uçarsa onu hayra, sol yana uçarsa onu da şerre yorarlardı. “Tâir” sözcüğü, bu mecazî anlamıyla başka ayetlerde de geçmektedir.

Bu ayetlerde, ilahî yöntemin hikmeti görülüyor. Allah, günahkâr toplumları hemen helâk etmiyor. Onları önce çeşitli olaylarla uyarıp azgınlıktan vazgeçmelerine imkan sağlıyor. Mağrur toplumların iktisadi hayatlarına vurulan semavî darbeler, ilahî bir uyarıdır. Çünkü ekonomik hayatın sarsıntıya uğraması, bir helâk işaretidir. Demek ki ferdî ve toplumsal ahlâkın bozulması, yaratılıştan gelen feyz ve bereketin kesilmesine sebep olabilmektedir.

Firavun toplumu gibi inkârı ve zulmü huy edinip her bakımdan helâkı hak etmiş bir toplumun hemen helâk edilmemesi, Allah’ın rahmetinin genişliğini de gösterir. Şu halde insan, ölüme hakkın inkârcısı ve düşmanı olarak yakalanmaktan sakınmalı; bütün uyarılara rağmen inkârda ısrar etmekten daha uğursuz bir şey olmadığını unutmamalıdır.

Yüz otuz üç - yüz otuz yedinci ayetlerde, ahlâksız bir toplumun içine düştüğü sıkıntılarla, iman değerine erip sabreden toplumun elde ettiği zafere işaret edilir. Ayetlerde belirtildiği gibi Allah, inkâr da kararlı olan ve uslanmayan topluma, çeşitli afetleri musallat eder. Onlar, başlarına belâ gelince Hz. Mûsâ’ya: “Bizim için Rabb’ine dua et, eğer bu musibeti bizden uzaklaştırırsan sana inanacağız.” derler. Ama başlarına gelen musibet üzerlerinden kaldırılınca hemen sözlerinden dönerler. Bu ahlâksız ve tutarsız tavırları yüzünden denizde boğulurlar. Allah, İsrailoğullarını bereketle donatılan bir ülkenin doğu ve batı taraflarına, Şam’ın batısına ve Mısır arazisinin büyük bir kısmına mirasçı kılar. Firavun ve halkının özenle yetiştirdikleri bahçeler, yükselttikleri evler de yerle bir edilir. Allah’ın ayetlerine ilgisiz kalan ve bir türlü uslanmayan bu toplum, işte böyle yok olur.

Bazı kaynaklarda, Hz. Mûsâ’nın Firavunun hezimetinden sonra kavmi ile birlikte bir süre Mısır’a hakim olduğu ve orayı on üç yıl yönettiği kaydedilir. Bu tespitler, Kur’an’ın anlatımına da uygun düşer. Çünkü Kur’an, Mûsâ’nın çocukken atıldığı su ile Firavunun boğulduğu suyun aynı su, yani Yemm (Nil) olduğunu belirtir. Bununla birlikte, İsrailoğullarının hakim oldukları yerin sadece Mısır toprakları değil, Filistin olması da mümkündür. Zira “çevresini bereketli kıldığımız toprak” ifadesi, Arz-ı Mukaddes denilen Filistin bölgesine işaret eder. Ayrıca Kur’an’ın, çevresinin bereketli kılındığını ifade ettiği Mescid-i Aksâ, Filistin’in merkezi olan Kudüs’te bulunmaktadır.

Bu ayetler, Allah’ın dininden yüz çeviren toplumların çöküşe geçip yok olacaklarını; Allah yolunda yürüyen ve sabreden toplumların da gayretin zaferine ulaşacakları mesajını vermektedir. Şu halde Kur’an’ın amacı, herhangi bir toplumu ötekilerden üstün görmek veya göstermek değil, Allah’ın dinine uyanların zafere ulaşacaklarını vurgulamaktır.

Yüz otuz sekiz - yüz kırk birinci ayetlerde, Allah’ın nimetlerine karşı nankörlük edip başka ilâh aramaya kalkışan İsrailoğullarının tutarsız tavırları; Hz. Mûsâ’nın da onlara yaptığı tebliğ ve uyarıları dile getirilir.

İsrailoğulları, Kızıl Deniz’i yahut bugün Süveyş Kanalı olarak bilinen yeri geçtikten sonra, putlara tapan bir toplumla karşılaşırlar. Kur’an, bu toplumun kim olduğunu bildirmez. Bunlar, Tevratta “Amalikalılar” olarak geçen ve Filistin’in kuzey ucunda Sina yarımadası dolaylarında yaşayan bir takım Arap kabileleri olabilir. Nitekim Mevdudi, bu insanların Mısırlılar olduklarını; onların Sina yarımadasının güney batısında kalıntıları bugün bile durmakta olan büyük bir tapınak inşa ettikleri Mafka’da bulunduklarını; İsrailoğullarının, bu tapınağın yanından geçerken yapay bir put edinme hevesine kapılıp Hz. Mûsâ’dan böyle bir istekte bulunmuş olabileceklerini söyler.

Hz. Mûsâ, putçu kavmin putlarına imrenmenin, cahillikten başka bir şey olmadığını; puta tapanların din diye içine düştükleri şeyin, onları kaçınılmaz bir biçimde yok oluşa götüreceğini söyleyerek kavmini uyarır ve kınar. Sonra da, Allah’ın onlara olan lütfunu, yani kendilerine dayanılmaz acılar çektiren Firavun toplumunun elinden kurtuluşlarını hatırlatır.

Bu ayetlerde, putperestliğin temelsiz bir görüş ve yanlış bir yaşayış tarzı olmakla beraber, cahilleri kendine çekip aldatan bir yanının bulunabileceğine; bazı kötü geleneklerin, kör bir taklitçilikle avama geçebileceğine dikkat çekilir. Öyleyse insan, Allah’a bilgili ve şuurlu olarak bağlanmalı, doğal verimini de akıl-vahiy birlikteliği ile artırmalıdır.

Sonuç olarak Allah, daha önce geçmiş ve denenmiş toplumlardan örnekler vererek, batıl inançlarla ve kötü işlerle tanzim edilen yaşam biçimlerinin tekrarlanmamasını ve benzer olumsuzlukların yaşanmamasını istemiştir. Bu yüzden tarihe şunun veya bunun değil, iyilerin ve kötülerin tarihi diye bakılmalıdır. Toplumların hafızası diyebileceğimiz tarih, doğru veya yanlış seçimin sonuçlarını bize gösteren bir ibret levhasıdır. Çünkü yanlış kararı, hayatlarının kalıcı kuralı haline getiren toplumlar, bir süre sonra helâk olmuş; buna mukabil doğruyu tercih edip uygulayanlar da kurtulmuşlardır. Demek ki, tarihi kişilikler, ders ve ibret alınması gereken objelerdir. Bugün, kendi görüşlerini veya peşinden koştukları önderleri putlaştıran kitleler, onları âdeta yaşanan hayatın ilâhı yapmışlardır. Böyle olunca Allah inancına hiç yer vermeyen ve O’nun dinini hayatın dışına iten bir yapılanma ortaya çıkmıştır. Bu durum, itikâdi açıdan tevhidi, ictimâi yönden de vahdeti büyük ölçüde yaralamıştır.

 

 

 

142-147’inci ayetler

142. Mûsâ ile otuz gece için sözleştik ve buna bir on gece daha ekledik. Böylece Rabbinin belirlediği süre kırk geceye tamamlandı. Mûsâ, kardeşi Harun’a: “halkımın arasında benim yerime geç, onları düzelt, bozguncuların yoluna uyma.” dedi.

143. Mûsâ tayin ettiğimiz vakitte, belirlediğimiz yere gelince Rabbi onunla konuştu. Mûsâ: “Ey Rabbim! Göster bana kendini de sana bakayım.” dedi. Allah: “Beni asla göremezsin. Ama istersen şu dağa bak; eğer o öylece yerinde kalırsa, o zaman beni görürsün.” dedi. Rabbi dağa tecelli edince onu darmadağın etti, Mûsâ’da bayılıp düştü. Ayılıp kendine geldiğinde: “Ne sınırsız bir yücelik seninki! Pişmanlık içinde sana sığınırım ve ben, fani gözlerle seni görmenin imkânsız olduğuna inananların ilkiyim.” dedi.

144. Allah: “Ey Mûsâ! Ben sana gönderdiğim mesajlarımla ve seninle konuşmamla seni seçip insanların hepsine tercih ettim. Öyleyse sana bahşettiklerimi al ve şükreden kimselerden ol.” dedi.

145. Levhalara onun için her konuda öğüt ve her şey hakkında yeterli açıklamalar yazdık. “Bunlara sımsıkı sarıl, kavmine de en güzel biçimde sarılmalarını söyle. Size yoldan çıkanların yurdunu göstereceğim.”

146. Yeryüzünde haksız yere büyüklenenleri ayetlerimizden uzak tutacağım; çünkü onlar, her ayeti görseler bile ona inanmazlar; yine onlar, doğru yolu pekala görüyor olsalar da onu izlenecek yol olarak benimsemezler; ama sapıklık yolunu görseler, onu hemen kendilerine yol edinirler. Bu onların, ayetlerimizi yalanlamalarından ve onlara karşı duyarsız olmalarındandır.

147. Ayetlerimizi ve ahirette hesapla karşılaşmayı yalan sayanların bütün yaptıkları boşa gitmiştir. Onlar, yaptıklarından başka bir şeyin karşılığını mı göreceklerdi?

 

Bu ayetlerde, Hz. Mûsâ’nın, ilâhi bir emirle kırk günlüğüne Sina Dağı’na çağrıldığı; onun kardeşi Harun’u kavminin başına geçirip Allah’la buluşmaya gittiği; anılan yere geldiğinde Rabb’inin kendisine hitap ettiği, Mûsâ’nın Allah’ın konuşmasını duymakla yetinmeyip bizzat O’nu görmek istediği, Allah’ın Mûsâ’ya: “Sen Beni asla göremezsin.” dediği, O’nun dağa tecellisi karşısında dağın savrulup gittiği, Mûsâ’nın da bu dehşet karşısında kendinden geçtiği, ayılıp hatasını anlayınca tövbe ettiği haber verilir. Allah’ın Mûsâ’yı seçip onunla konuştuğu; ondan, kendisine bahşedilenlere sıkı sıkı sarılmasını ve şükretmesini istediği dile getirilir. Günahkâr kişi ve toplumların en belirgin özellikleri belirtilir.

Yüz kırk iki ve yüz kırk üçüncü ayetlerde, Hz. Mûsâ’nın ilâhi bir buyrukla kırk günlüğüne Sina Dağı’na çağrıldığı belirtilir ve bu esnada yaşanan olaylar dile getirilir. İsrailoğulları, esaret batağından kurtulup bağımsız bir millet olduklarında, Hz. Mûsâ, ilâhi bir emirle kırk günlüğüne Sina Dağı’na çağrılır. Bu çağrı, hem Hz. Mûsâ’nın gerekli formasyonu kazanmasını sağlamak, hem de kavminin uyacağı kuralları kendisine öğretmek için yapılır. Nitekim ilk otuz gün, oruç, dua ve tefekkür gibi Allah’a yaklaştırıcı ibadetlerle özel bir arınma süresi olmuş, sonraki on günde de konuşma olayı ve Tevrat’ın nüzulü gerçekleşmiştir.

Hz. Mûsâ, bu esnada kavmini, Nabi Salih ve Tur-i Sina arasında Vadi’ş-Şeyh denilen yere bırakır. Mahalli söylentilere göre, bu vadinin bir tarafında Hz. Salih’in Semûd topraklarından göç edip yerleştiği bir tepecik yer alır. Hz. Salih’in anısına dikilen cami bugün bile orada durmaktadır. Vadinin diğer ucunda Cebeli Harun denilen ve rivayete göre İsrailoğullarının buzağıya tapmalarını protesto etmek üzere Hz. Harun’un gittiği yer olan bir tepecik vardır. Vadinin üçüncü tarafında ise, deniz seviyesinden oldukça yüksek ve çoğu zaman bulutlarla kaplı olan Sina Dağı bulunmaktadır. Bu dağın tepesinde, Hz. Mûsâ’nın kırk gün ve geceyi geçirdiği, dolayısıyla kutsal bir mahiyet kazanmış olan mağara yer alır. Mağaranın yakınında Müslümanların bir camisi, Hıristiyanların bir kilisesi; dağın eteğinde de Bizans imparatoru Jüstinyen devrinde inşa edilmiş bir manastır vardır.

Mûsâ (as), kardeşi Harun’u kavminin başına geçirip Allah’ın belirlediği yere, yani Sina Dağı’na varınca Rabb’i onunla konuşur. Allah kelâmının şevk ve neşesiyle Hz. Mûsâ’da Rabb’ini görme arzusu uyanır. Bu arzuyla: “Ey Rabb’im! Göster bana kendini de seni göreyim.” der. Allah: “Sen, Beni asla göremezsin; ama istersen şu dağa bir bak, eğer o öylece yerinde kalırsa o zaman Beni görebilirsin.” buyurur. Allah şavkını dağa gösterir göstermez dağ, darmadağın olur, Mûsâ’da bayılıp kalır. Ayılıp kendine gelince: “Ne sınırsız bir yücelik seninki Rabb’im! Pişmanlık içinde Sana sığınıyorum; bundan böyle inananların ilki olacağım.” der. Hemen belirtelim ki, Mûsâ zaten Allah’a inanan bir peygamberdir. Öyleyse onun bu sözü, Allah’ın varlığına olan inancını değil, daha çok O’nun insan tarafından görülemezliği konusunda vardığı inancı dile getirir. Bu yüzden yüz kırk üçüncü ayetin son kısmının “Ben, fani gözlerle seni görmenin imkansız olduğuna inananların ilkiyim.” şeklinde terceme edilmesi gerekir.

Bu ayet, Allah’ın görülüp görülemeyeceği (Rü’yetullah) konusuyla ilgili ayetlerden biridir. Bu konu, İslâm alimleri arasında uzun uzadıya tartışılmış ve sonuçta üç genel görüş ortaya çıkmıştır. Bunlardan ilki, “Allah hem dünyada hem de ahirette görülebilir.” İkincisi, “Allah dünyada değil, ahirette görülebilir.” Üçüncüsü de, “Allah, dünyada da ahirette de görülemez.” şeklindedir. Ayet, bu dünyada fani gözle Allah’ı görmenin mümkün olmadığına; ancak insanın manevi tekâmülü nisbetinde O’nun tecellilerine tanık olabileceğine işaret eder.

Yüz kırk dört ve yüz kırk beşinci ayetlerde, Allah’ın, Mûsâ ile konuşup ona mesajlar ilettiği; ondan, kendisine vahyedilenlere uymasını ve şükretmesimi istediği haber verilir. Ayetlerin beyanına göre Allah, Mûsâ’ya ayetler vahyederek mesajlarını iletir; onu seçip insanlar arasında üstün bir konuma getirir. Vahyettiklerine sıkı sıkı sarılmasını ve şükredenlerden olmasını öğütler, kendisine verdiği levhalara her türlü öğüdü yazdığını, onlarda her şeyi açıkladığını bildirir. Anılan levhalar, Allah’ın Mûsâ’ya vahyettiği sözlerin yazıldığı levhalar olmalıdır. Çünkü Allah, Mûsâ’dan bunları güzelce almasını, onlara uygun hareket etmesini, kavminin de bunlara uymasını sağlamasını istemiştir. Şu halde Mûsâ (as), kendisine gelen vahiyleri levhalara yazmış, bunlar, İsrailoğullarının temel kanunları olmuştur. Hz. Mûsâ’ya gösterileceği ifade edilen fasıklar yurdundan maksat ise, zorba Amalikalılar’ın oturdukları Şam diyarı veya İsrailoğullarının yol esnasında gördükleri helâk edilmiş kavimlerin harabeleri olabilir.

Yüz kırk altı ve Yüz kırk yedinci ayetlerde ise, günahkâr kimselerin bazı nitelikleri belirtilir ve kıssadan çıkarılacak dersler özetlenir. Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanlar, her türlü ayeti, yani gerçeğin bütün belirtilerini görmelerine rağmen inanmayan; doğruluğa götüren yolu terk edip, bile bile eğri yolu tercih eden kimselerdir. Şu halde bütün olumsuzlukların temel sebebi, Allah’ın ayetlerini yalan saymak ve onlara karşı ilgisiz kalmaktır. Zira, Allah’ın ayetlerini ve ahiret gerçeğini yalanlayanların bütün işleri boşa çıkacaktır.

Kur’an’ın sık sık vurguladığı “Allah’ın günahkârları doğru yoldan uzak tutması” veya “Onların günah işlemesine fırsat vermesi” gibi olaylar, bu insanların kendi tercihlerinin ve iradeli işlerinin bir sonucu olarak gösterilmektedir. Çünkü onlar, doğru ile yanlışın belirlenmesinde kendi sübjektif yargılarını geçerli tek ölçü olarak görürler; kişisel kaygılarını vahyin değer yargılarının üstünde tutup onlara karşı dik başlı bir tavır sergilerler. Öyleyse Kur’an’ın bu tür ifadeleri, insanın irade ve sorumluluğunun olmadığını değil, vahye karşı olumsuz tavır takınanları kınama ve uyarma amacıyla dile getirilmiş sözlerdir.

Sonuç olarak Kur’an, kıssalar vasıtasıyla insan tecrübesine temas eder; o, kişiyi tarihi gözden geçirmeye, toplumların ilerlemesinin veya gerilemesinin sebeplerini anlamaya, varlık ve oluşa hakim olan ilâhi yasaları görmeye çağırır.

 

148-151’inci ayetler

 

 

148. Mûsâ’nın halkı, onun yokluğunda süs eşyalarından yaptıkları böğüren bir buzağı heykeline tapmaya başladılar. Onun kendileriyle konuşmadığını ve kendilerine doğru yolu gösteremediğini görmüyorlar mıydı sanki? Öyleyken onu benimsediler ve zalim oldular.

149. Ama onlar, saptıklarını anlayıp pişmanlık içinde ellerini dizlerine vurdular: “Eğer Rabbimiz bize acımaz ve bizi bağışlamazsa biz gerçekten hüsrana uğrayan kimselerden oluruz.” dediler.

150. Mûsâ, halkına döndüğünde; öfke ve üzüntü içinde onlara: “Ben gittikten sonra ne kötü bir yol tutmuşsunuz! Rabbinizin buyruğunu çarçabuk terk ettiniz öyle mi?” dedi. Levhaları yere attı ve kardeşinin başından yakalayıp kendine doğru çekti. Harun: “Ey anamın oğlu! Bu halk beni zayıf bulup hor gördü, az kalsın öldüreceklerdi beni; bana böyle davranarak düşmanlarımı sevindirme ve beni zalim toplumla bir tutma.” dedi.

151. Mûsâ: “Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla, bizi rahmetine eriştir, çünkü merhamet edenlerin en merhametlisi sensin.” dedi.

 

Surenin bu ayetlerinde, İsrailoğullarının hayatından bir başka kesit sunulur. Onların, Hz. Mûsâ Sina Dağı’nda iken Samiri’nin yaptığı altından buzağı heykeline taptıkları fakat sonradan hatalarını anlayıp pişmanlık duydukları bildirilir. Musa(as)’nın, Sina Dağından döndüğü zaman kavminin durumuna çok öfkelendiği, öfkenin etkisiyle elindeki Tevrat levhalarını yere attığı, halkın sapmasına engel olmayan kardeşi Harun’un yakasına yapışıp hesap sorduğu, kardeşinin çaresiz kaldığını söylemesi üzerine, hem kendisi hem de kardeşi için Allah’tan bağış dilediği haber verilir.

Yüz kırk sekiz ve yüz kırk dokuzuncu ayetlerde belirtildiği gibi, Musa(as)’ın halkı, onun yokluğunda süs eşyalarından yaptıkları, içinden boğuk bir ses çıkaran bir buzağı heykeline tapmaya başlarlar. Onların altın buzağıya tapmaları, uzun yıllar süren Mısır esaretinin etkisini yansıtır. Çünkü Mısırlılar, Kutsal boğaya (Apise) tapınırlardı. Boğa yaşlanıp ölünce, onun yerine yeni bir Apisin doğduğunu düşünürler, eskisinin ruhunun ölüm ülkesinde Osiris’e geçtiğine inanırlar ve bu iki başlı tanrıya (Osiris-Apis) adıyla taparlardı.

İsrailoğulları, sonradan yoldan çıktıklarını fark ederek pişmanlık duyarlar. Bu pişmanlıklarını: Eğer Rabbimiz bizi bağışlamazsa, biz gerçekten hüsrana uğrayanlardan oluruz” diyerek dile getirirler. Onlar, Hz. Musâ Sina Dağı’ndan döndükten sonra pişman olmuşlardır.

Yüz elli ve yüz elli birinci ayetlerde, Hz. Musâ’nın Sina Dağı’ndan döndüğü zamanki durumu belirtilir. Musâ(as), öfke ve üzüntü içinde halkına döner ve onlara: “Benim yokluğumu fırsat bilerek ne kötü bir yol tutmuşsunuz böyle! Rabbinizin buyruğunu çarçabuk terk ettiniz öyle mi?” der. Öfkesinin etkisiyle elindeki Tevrat levhalarını yere atar. Kardeşi Harun’u yakalayıp kendine doğru çeker. Harun da: “Ey anamın oğlu! Bu halk beni zayıf bulup hor gördü; az kalsın beni öldüreceklerdi. Bana böyle davranarak düşmanlarımı sevindirme ve beni zalim toplumla bir tutma” der. Gerçeği öğrenen Musâ(as): “Rabbim! Öfkem ve sertliğimden dolayı beni; kusurundan dolayı da kardeşim Harun’u bağışla. Bizi rahmetine eriştir. Çünkü merhamet edenlerin en merhametlisi sensin” diye dua eder.

Tevrat’taki anlatıma göre, kavminin talebi üzerine altın buzağı heykelini yapan Musâ’nın kardeşi Harun’dur. Oysa Kur’an, bunu yapanın Harun değil, Samiri olduğunu söyler. Görüldüğü gibi Kur’an, Harun’u altın buzağı yapmak ve ona tapmakla suçlamaz. Onun tek hatası, aralarında ayrılık doğmasından korkarak halkın putperest eylemi karşısında çekimser davranıp pasif kalmasıdır.

Sonuç olarak denebilir ki, kişi ve toplum için en büyük tehlike, iman kimliğinin yitirilmesidir. Çünkü iman bilincini yitiren benlikler, maddî değerlere tapıp onları putlaştırır. Tarih bir bakıma, iman kimliklerini yitirmiş millet benliklerinin kabristanı gibidir. Halbuki peygamberler ve onların izini takip eden gerçek müminler, sadece kötünün yıkıcısı değil, aynı zamanda iyinin kurucusu ve yayıcısıdırlar. Ne var ki gaflet silsilesi, zaman içersinde uzayıp gitmekte, Firavun gafleti, asırların ötesinden bu gün de kendini göstermektedir. Hayatın kara çizgisini oluşturan bu gafletler, dünyanın anlamı gereği belki de kıyamete kadar sürüp gidecektir. Ama insan, hayatını karartan gaflet ve günahlardan, ancak vahyin diri soluğuyla ve peygamberlerin kutlu yoluyla kurtulabilecektir.

 

152-157’nci ayetler

 

 

 

152. Buzağıya tapanlar, Rablerinin gazabına uğrayacaklar, dünya hayatında da alçaklığa düşeceklerdir. İşte Biz, yalan uyduranları böyle cezalandırırız.

153. Kötü işler yapıp ardından tevbe eden ve inananlara karşı Rabbin, elbette çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir.

154. Mûsâ, öfkesi yatışınca levhaları aldı; onlardaki yazıda, Rablerinden korkanlar için bir rehberlik ve rahmet vardı.

155. Mûsâ, tayin ettiğimiz yere kavminden yetmiş kişiyi seçip getirdi. Onları bir sarsıntı yakaladığında dedi ki: “Rabbim! Eğer dileseydin daha önce onları da beni de yok ederdin. Şimdi, aramızdaki bir takım beyinsizlerin yaptıklarından ötürü bizi yok edecek misin? Bu, Senin sınamandan başka bir şey değildir; sen onunla dilediğinin sapmasına fırsat verir, dilediğini de doğru yola iletirsin. Bizim velimiz Sensin; öyleyse bizi bağışla, bize acı, çünkü bağışlayanların en hayırlısı Sensin.”

156. “Bize bu dünyada da ahirette de iyilik ver; doğrusu biz, sana yöneldik.” Allah: “Ben dilediğim kimseyi azabıma uğratırım; ama rahmetim her şeyi kuşatır; onu, Bize karşı gelmekten sakınanlara, arınmak için verilmesi gerekeni verenlere ve özellikle de ayetlerimize inananlara nasip edeceğim.” dedi.

157. Onlar, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları Elçiye, o ümmî Nebiye uyarlar. O Elçi, kendilerine, yapılması doğru olanı buyurur, yanlış olanı yasaklar; yine onlara temiz ve hoş şeyleri helâl, kötü ve çirkin şeyleri haram kılar; ağır yüklerini indirip boyunlarına geçirilmiş zincirlerini çözer. Ona inanan, onu yüce tutup destekleyen, ve yücelerden indirilen nura onunla birlikte uyanlar var ya, işte nihâi kurtuluşa erenler onlardır.

 

Surenin bu bölümünü oluşturan ayetlerde, putçuların gazaba uğrayacakları, işledikleri kötülüklerden pişmanlık duyup hakka inananların ise, bağışlanacakları bildirilir. Öfkesi yatışan Musâ(as)’nın, ilahî rahmeti ve öğretileri içeren levhaları yerden kaldırdığı belirtilir. Onun, kavmi içinden yetmiş kişiyi seçip tevbe mikatına götürüşü ve orada Rabbine yakarışı dile getirilir. Son peygamberlerin tebliğine ve ona uymasının gereğine dikkat çekilir.

Yüz elli ikinci ve yüz elli üçüncü ayetlerde belirtildiğine göre, altın buzağıya tapanlar, Allah’ın gazabına uğrayıp perişan olurlar; günahlarının ardından tevbe edip inananlar da bağışlanırlar. Ayrıca putçuluğu ihdas edip bu fitneyi insanlar arasına yayanlar, dünya hayatında da alçaklığa düçar kalırlar. Nitekim, putçu Samiri’nin, halk içine çıkmaktan ve insanlar arasına katılmaktan men edildiği, yani dünyada bu zilleti yaşadığı belirtilir.

Yüz elli dördüncü ayette de, öfkesi yatışan Musâ’nın, yazılı levhaları yerden kaldırdığı haber verilir. Musâ(as)’nın kızgınlığı sükunete dönüşünce o, bıraktığı levhaları tekrar eline alır. Burada bahis konusu olan levhalar, diğer ayetlerde anılan suhuf (sahifeler) ile aynı şey olmalıdır. Bu levhalarda, Allah’ın beyanı, insanı iyilik ve olgunluğa ulaştıran buyrukları vardı. Bunlar, Rablerinden korkanlar için bir hidayet ve rahmetti. Tevrat’da, Hz. Musâ’nın levhaları yere attığı zaman onları öfkeyle kırdığı bildirilirken, Kur’an, levhaların sağlam kaldığına işaret eder.

Yüz elli beş ve yüz elli altıncı ayetlerde ise, Hz. Musâ’nın, halkı arasından seçtiği yetmiş kişiyle tevbe mikatına gidişi ve orada Rabbine yakarışı dile getirilir. Hz. Musâ, Allah’ın belirlediği yere gitmek ve bağışlanma için dua etmek üzere halkı içinden yetmiş kişi seçer. O, seçtiği yetmiş kişiyle Sina Dağı’na gelir; tam bu sırada dağın üzerini bulut kaplar. Hz. Musâ, bulutun içine girer, yanındakilere de girmelerini söyler. Onlar da girip Allah’a secde ederler; O’nun Musâ ile konuşmasını duyarlar. Daha sonra bulut açılır. Allah’ın sözünü duymakla yetinmeyen bu adamlar, Musâ’dan Allah’ı açıkça kendilerine göstermesini isterler. “Ey Musâ, doğrusu Allah’ı kendi gözümüzle görmedikçe, sana asla inanmayacağız” derler.

İşte o zaman, onları bir sarsıntı yakalar. Yanındakilerin bayıldıklarını gören ve öldüklerini sanan Musâ: “Rabbim! Eğer dileseydin daha önce onları da beni de yok ederdin. Şimdi aramızdaki bir takım beyinsizlerin, yani dinin hikmetini bilmez, ayağı kayacak yerde durmaz ve kendini tutamaz kafasızların yaptıklarından ötürü bizi yok edecek misin? Bütün bunlar, senin sınamandan başka bir şey değildir. Sen onunla dilediğinin sapmasına fırsat verirsin, dilediğini de doğru yola iletirsin. Bizim velimiz, yakınımız sensin; öyleyse bizi bağışla, bize acı, çünkü bağışlayanların en hayırlısı sensin. Bize bu dünyada da ahirette de iyilik ver. Güzel bir hayat ortamı ve hayırlı bir akıbet nasip et bize. Bak işte, pişmanlık içinde sana yöneldik.” diyerek dua eder. Allah da Musâ’ya şöyle karşılık verir: “Ben dilediğim kimseye azap edebilirim; ama rahmetim her şeyi kuşatmıştır. Bunun için onu, Bize karşı gelmekten sakınanlara, arınmak için gerekeni yapanlara ve özellikle de ayetlerimize inananlara nasip edeceğim”. Görüldüğü gibi, rahmet işin aslı, azap da ayrıntısıdır. Zira aslolan rahmet, Allah’ın zatının; azap ise, insanların fiillerinin gereğidir.

Burada geçen “recfe” kelimesi, “deprem” anlamına gelir. Ayrıca bu kelime, sebebi ne olursa olsun, “her çeşit şiddetli sarsıntıyı ve gürültüyü” belirtmek için de kullanılır. Bu yüzden kelime burada, Allah’ın cezasından duyulan korkunun ve derin bir pişmanlığın, insanda yol açtığı psikolojik bir sarsıntıyı da ifade ediyor olabilir.

Yüz elli yedinci ayette, gerçek müminlerin en önemli nitelikleri ve Hz. Muhammed’in tebliğinin temel ilkeleri belirtilir. Ayette ifade edildiği gibi, Allah’a gerçekten inananlar, ellerindeki Tevrat’da ve daha sonra da İncil’de tanımlanmış olan Elçinin, Ümmî habercinin izinden giderler. O Elçi, kendilerine yapılması doğru olanı, yani aklın ve vahyin güzel gördüğü hayırlı şeyleri buyurur; yapılması yanlış olan ve sakınılması gereken şeyleri yasaklar. Onlara, temiz ve hoş şeyleri helâl, kötü ve çirkin şeyleri haram kılar. Yine onların sırtlarına vurulmuş ağır yükü indirip boyunlarına geçirilmiş zincirleri kırar. Sonuç olarak, ona inanan, onu yüceltip destekleyen ve yücelerden bahşedilen ışığın ardına onunla birlikte düşen kimse, nihâi kurtuluşa ve esenliğe erer.

Bu ayet, Hz. Musâ devrinden beri Allah’a inananları, Hz. Muhammed devrindeki müminlerle birleştirerek, imanın bölünmez bir değer olduğuna işaret eder. Çünkü iman, sadece bir peygambere değil, bütün peygamberlere ve onlara gönderilen vahiylerin tümüne inanmaktır.

Ayette, Hz. Muhammed’in, Yahudi dininde bulunan pek çok ağır hükmü kaldırıp insanları bu bağlayıcı zincirlerden kurtaracağı da belirtiliyor. Ayetin “bağlayıcı zincirler” diye nitelendirdiği hükümler, aslında Allah’ın koyduğu hükümler değil, Yahudilerin zaman içinde kendi sübjektif görüşleriyle dine kattıkları gıda kısıtlaması gibi şeylerdir. Tevrat aracılığı ile getirilen bazı sınırlamalar ise, günahlarından dolayı onlara verilen bir cezadan ibarettir. İşte Hz. Peygamber, din diye ortaya atılan bu insan katmalarını, vahiy kaynaklı hak dinden ayıklayıp kaldırmış, Kur’an ile hak dinin aslını ortaya koymuştur. Ne var ki insanoğlu zamanla, Kur’an’ın sunduğu hak dinin geniş ufuklarını daraltacak sübjektif görüşleri, dine katma yanlışlığına yine düşmüştür.

Açıklamakta olduğumuz bu ayette Hz. Muhammed, “Ummî” olarak nitelendirilmektedir. “Ummî” sözcüğü Arap dilinde “anasından doğduğu gibi doğal hali üzere kalan, fıtrat berraklığı bozulmayan ve okur-yazar olmayan kişi” anlamına gelir. Kelime, dilimize bu anlamıyla geçmiştir. Ancak Kur’an’ın indiği dönemde bu kelime, herhangi bir kitaba inanmayan Müşrik Arapları nitelemek için kullanılırdı. Yani anılan dönemde “Ummiyyûn” sıfatı, Ehl-i kitap sıfatının karşıtı (zıddı) idi. Bu yüzden “ummî” kelimesinin Kur’an terminolojisindeki karşılığı okuma yazma bilmeyen değil, ilahî kelamın gerçek bilgisine sahip olmayan, kitabı ya da kitapla ilgisi bulunmayan, Ehl-i kitabın elindeki belgelere dayalı bilgilerle eğitilmemiş insan” dır. Şu halde ummilik, Hz. Peygamber için “ilim eksikliğini” değil, “fıtrat yüceliğini ve berraklığını” ifade etmektedir. Öyleyse Hz. Peygamber’in “ummî” olarak nitelendirilmesinden maksat, onun daha önce herhangi bir kitabi din geleneğine mensup olmadığını vurgulayıp vahiy bilgisinin kesinliğine, üstünlüğüne ve kalitesine dikkat çekmektir. Çünkü insanlık peygamberi olan Hz. Muhammed, din adına Allah’tan başkasından bir şey öğrenmemiş, aksine her şeyi Allah’tan öğrenmiş ve hiçbir alanda cahil kalmamıştır.

Sonuç olarak, en büyük itaatsizlik, Allah’ın görevlendirdiği elçilerin rehberliğini kabul etmeyip terk etmektir. Vahiyle bildirilen gerçekleri bir tarafa bırakıp beşer tarafından dine katılan ayrıntılara aşırı biçimde bağlanmak, dindarlık değil, ifrattır. Halbuki Allah, rahmetini vahiy kaynaklı dine inanıp uyanlara nasip edeceğini müjdelemiştir. Bu yüzden insanın kurtuluş ve selameti, bütün insanlığa gönderilmiş olan ummî peygambere ve ona vahyedilen Kur’an’a uymakla mümkün olacaktır.

 

158-162’nci ayetler

 

158. De ki: Ey insanlar! Doğrusu ben, göklerin ve yerin egemeni, kendinden başka ilâh olmayan, dirilten ve öldüren Allah’ın hepinize gönderdiği bir elçisiyim. Öyleyse artık inanın Allah’a ve O’nun elçisine; Allah’a ve O’nun sözlerine inanan ümmî Nebiye, ona uyun ki doğru yolu bulasınız.”

159. Mûsâ’nın halkı içinde hakkı gösteren ve onunla hükmeden bir topluluk vardı.

160. Biz onları birbirinin soyundan gelen oymaklar halinde on iki boya ayırdık. Halkı kendisinden su isteyince Mûsâ’ya: “Değneğinle taşa vur!” diye vahyettik. Ondan on iki göze fışkırdı. Her oymak, su içeceği yeri öğrendi. Onları bulutla gölgelendirdik ve onlara kudret helvasıyla bıldırcın indirdik. “Size sağladığımız rızıkların temiz ve hoş olanlarından yiyin.” dedik. Aslında onlar sözümüzü dinlememekle Bize bir zarar vermiyorlar, fakat kendilerine yazık etmiş oluyorlardı.

161. Onlara: “Bu kasabaya yerleşin ve oranın ürünlerinden dilediğiniz gibi yiyip yararlanın, bu arada “Günahlarımızı affet.” diyerek bağışlanma dileyin ve şehrin kapısından tevazu ile eğilerek girin ki Biz de hatalarınızı bağışlayalım; iyilik yapanların ödülünü daha da artıracağız.” denmişti.

162. Ama onların arasındaki zalimler, kendilerine söylenen sözü, başka bir sözle kasten değiştirdiler. Biz de yaptıkları haksızlıktan dolayı üzerlerine gökten bir azap gönderdik.

 

Surenin bu ayetlerinde, Hz. Muhammed’in peygamberliğinin evrensel olduğu ve ona uyulması gerektiği bildirilir. Musâ’nın halkı içinde başkalarına doğru yolu gösteren ve adaleti gözeten insanların bulunduğu haber verilir. Bu bağlamda İsrailoğullarının hayatından bir başka kesit sunulur.

Yüz elli sekizinci ayette, Hz. Muhammed’in bütün insanlara gönderilmiş bir peygamber olduğu ve insanların ona uymaları gerektiği bildirilir. Şu halde Hz. Muhammed, Allah’ın bütün insanlara gönderdiği son peygamberdir. Kur’an, onu bize önce bir insan, sonra da bir peygamber olarak tanıtır. Çünkü o da kendisine vahiy gelen ve Kur’an’a uymakla yükümlü olan bir beşerdir. Hz. Muhammed, bütün alemlere rahmet ve insanlar için de en güzel örnektir. Bu yüzden onu devreden çıkararak dini doğru anlamak ve yaşamak mümkün değildir. Dünyanın bu son ve tek öğreticisi, öğretilerinde kitapla hikmeti bir arada tutmuş, bu haliyle de Allah’a itaatin en güzel örneğini oluşturmuştur. İşte kıyamete kadar hep bu gerçekten hareket edilsin diye Kur’an, Sünnetle eksiksiz bir biçimde yorumlanmış ve uygulanmıştır.

“Ona uyunuz” buyruğu, hem Kur’an’a hem de Hz. Peygamber’in din konusunda koyduğu hükümlere uymayı gerekli kılmaktadır. Zira, onun hayatı ve ahlâkı, Kur’an’ı yaşamaktan ibarettir. Ona uymanın pratik anlamı ise, peygamber örneğini izleyerek Kur’an’ı hayata geçirmektir. Demek ki Kur’an’ın bizden istediği, Hz. Peygamberin elçi olarak ortaya koyduğu ameli kişiliğine, yani vahiyle beslenen risaletine uymaktır. Bunun dışında onun bir beşer olarak, yaşadığı toplumun kabullerine dayanan ve âdet kabilinden olan uygulamaları, din adına bağlayıcı değildir. Ancak bunlar, Hz. Peygamber’in hatırasına bir saygı olarak benimsenebilir. Hz. Peygamber, ahlakî mükemmelliğin canlı ve aşılmaz örneği olduğu için, ona uymak, kuru lafla ve sloganla değil, samimiyetle ve basiretli gayretle mümkündür.

İslam, hak ve evrensel bir dindir. Evrensellik, yeterliliği içerdiğinden İslam, aynı zamanda her bakımdan mükemmel ve yeterli bir dindir. İslam, ilahî kaynaklıdır; ama onun hayata taşınması ve kurumlaşması, insan eliyle gerçekleşir. Bunun için Hz. Peygamber, örnek ve önder bir rehber olarak Kur’an’da yer alan dinin kurumlaşma sürecini bizzat başlatmış, Allah’tan aldığı vahiyleri pratiğe dökerek İslam’ı yaşanan bir din haline getirmiş; böylece onun sadece indiği dönemde değil, her zaman ve mekanda uygulanabilecek bir din olduğunu göstermiştir.

Hz. Peygamber’in sağlığında, içinde yaşanılan zamanın ve mekanın ihtiyaçları doğrultusunda Kur’an merkezli bir yapılanma gerçekleştirilmiştir. Ancak onun vefatından bir süre sonra, insanların din anlayışları “Kur’an ve sünnete göre” değil, onlara sunulan şablonlara göre şekillenmeye başlamıştır. Bu durum, hem İslam’ın kendisinin, hem de fikri dinamizminin büyük ölçüde kaybolmasına yol açmıştır.

İslam, gerek evrensel nitelikli ilkeleriyle gerekse hayat gerçeğiyle birebir örtüşmesi sebebiyle insanlığın gelişen ve değişen ihtiyacına en iyi cevap verebilecek tek dindir. Fakat aynı şeyi “İslam’ın mevcut anlaşılma biçimi” için söylemek mümkün değildir. Zira Müslümanların fikri ve ameli hayatında önemli ölçüde bir durgunluğun yaşandığı aşikârdır. Halbuki dünya yeni bir uygarlık arayışına girmiştir. Eğer Müslümanlar bu süreçte etkili olmak istiyorlarsa, mevcut dini anlayışlarını yeniden gözden geçirip insanlığın ihtiyacına cevap verebilecek bir seviyeye ulaşmaları gerekir. Çünkü dinde değil, ama dini anlayışta yeniden sağlıklı yapılanma ihtiyaç haline gelmiştir.

Sonuç olarak, İslam hak din, Hz. Muhammed’de son peygamber olduğuna göre, insanlığın değişmesine paralel olarak ihtiyacı karşılayacak “yeni bir din” den söz etmek elbette mümkün olmayacaktır. Ama insan eliyle gerçekleşen her türlü dini nitelikli oluşumların ve kurumlaşmaların, ne ölçüde “İslamî” oldukları konusunda tek ölçüt “Kur’an ve Sahih Sünnet” olacaktır.

Yüz elli dokuzuncu ayette, Musâ kavmi içinde halkı irşad eden ve adaleti gözeten insanların bulunduğu haber verilir. Bunların, Musâ kavmi içindeki peygamberler, onlara uyan adaletli yöneticiler, hakkı hukuku gözeten rabbaniler ve Hz. Muhammed’i tasdik edenler olduğu söylenir. Demek ki Musâ kavminin hepsi, haksız ve zalim insanlar değildiler; onların içinde her zaman dürüst davranan doğru insanlar da vardır. Bu ayet, toplumda yaygınlaşan sapık eylemlerin, bütün bir toplumu sıkıntıya sürükleyebileceğine; ancak Allah’ın insanları topluluk olarak değil, bireysel olarak yargılayacağına işaret eder.

Yüz altmış - yüz altmış ikinci ayetlerde, İsrailoğullarının hayatından bir başka kesit sunulur. Allah, onları on iki oymağa ayırır. Bu boylar, Hz. Yakub’un on iki oğlundan türeyen nesillerdir. Bunlar, çölde susuz kalınca Musâ’dan su isterler. Allah Musâ’ya: “Asanla taşa vur” diye vahyeder. Musâ, Allah’ın adıyla taşa vurunca, taştan on iki kaynak (göze) fışkırır. Ayrıca Allah, kızgın çölde yaşayan İsrailoğullarını, bulutlarla gölgelendirir; üzerlerine kudret helvası ve bıldırcın eti indirir; onların bu rızıklardan yararlanmalarını ister. Fakat onlar, nankörlüklerini sürdürürler. Böyle yapmakla Allah’a zarar veremezler, ama kendilerine yazık ederler.

Burada, İsrailoğullarının teşkilatlanmasına işaret edilir. Allah, Hz. Musâ’ya, İsrailoğullarını Sina çölünde toplamayı ve bütün topluluğun bir sayımını yapmayı emreder. Onlar, buyruk gereği sayılırlar ve on iki aşirete ayrılırlar. Her bir aşiretin başına, aşiretle ilgilenmesi ve On Emrin tatbik edilmesi için, babadan oğula geçecek şekilde on iki reis lider yapılır. Bu teşkilatlanma, İsrailoğulları için büyük bir lütuf olmuştur. Buna ilaveten Sina çölünde kaldıkları sürece su ihtiyaçları karşılanmış, çölün kavurucu sıcağından korunmaları için gökyüzü bulutlarla kaplanmış; beslenmeleri içinde bıldırcın eti ve kudret helvası gibi yiyecekler gönderilmiştir. Fakat İsrailoğullarının geçmişinde sık sık görülen itaatsizlik ve nankörlük, burada da tekrarlanmıştır.

Allah, Mısır’dan ayrılıp birçok zahmetle çölü aşan İsrailoğullarına Kudüs’te oturmalarını, oranın ürünlerinden diledikleri gibi yararlanmalarını; bunu yaparken “Günahlarımızın yükünü kaldır.” diye dua etmelerini, mütevâzi bir şekilde şehrin kapısından girmelerini ister.

Böyle yaparlarsa, onları bağışlayacağını ve ödüllendireceğini söyler. Buna rağmen, onlardan kötülüğe eğilimli olanlar, “bizi affet” anlamına gelen “hıtta” sözünü, “buğday başağından dane ver” anlamına gelen “hınta” sözüyle değiştirirler. Allah da, yaptıkları bütün bu kötülüklerin karşılığı olarak onların üzerine gökten bir âfet gönderir. Yani bu ihanet ve isyan, onları feci sona götürür.

İnsan fıtratını körelten illetlerden biri de baskı ve zulümdür. Kur’an bu gerçeğe dikkat çekmek için, İsrailoğullarının yakın ve uzak tarihini bir bütün olarak değerlendirir; onların, entrikaya kapılıp fıtrata ters düşen davranışlarda bulunduklarını haber verir. Demek ki, inkar, nifak, entrika ve menfaat düşkünlüğü gibi hastalıklar, insanın tekâmül yolunu tıkamakta ve benliği firavunlaştırmaktadır. Tamlık vehmine kapılıp kendini putlaştıran insan, kibrin elinde aldanır ve Allah’a kul olma yolunu kendi eliyle tıkamış olur.

Sonuç olarak Kur’an, Allah yolundan sapmış ve helâk olmuş toplumları, yok oluş nedenleriyle birlikte anlatır. Bu nedenlerin en önemlisi, “kişi ve toplumların kendi hakikatlerini tanıma rüşdünden uzak olmalarıdır.” denebilir.

 

 

163-171’inci ayetler

 

 

 

163. Onlara deniz kıyısındaki kasabalıların durumunu sor. Onlar, cumartesi günleri balıkları sürüyle geldikleri halde diğer günlerde gelmedikleri için, cumartesi yasağını çiğnerlerdi. Biz, yoldan çıkmalarından dolayı onları işte böyle deniyorduk.

164. İçlerinden bir topluluk: “Allah’ın helâk edeceği veya şiddetli bir azaba uğratacağı bir topluluğa ne diye öğüt veriyorsunuz?” diye sorduklarında, öğüt verenler: “Hiç değilse Rabb’inizin katında bir özür beyan etmiş olmak için, bir de belki sakınırlar.” diye cevap verdiler.

165. Kendilerine yapılan bütün uyarıları bir kenara attıkları zaman, Biz de, kötü eylemleri önlemeye çalışanları kurtardık; haksızlık yapanları ise, yoldan çıktıkları için çok ağır bir azapla cezalandırdık.

166. Konulan yasağı küstahça çiğnediklerinde de, onlara: “Aşağılık maymunlar gibi olun.” dedik.

167. Rabbin, kıyamet gününe kadar onları en kötü azaba uğratacak kimseleri mutlaka göndereceğini bildirmiştir. Doğrusu Rabbin cezayı çabuk verir; ama O, aynı zamanda çok bağışlayıcıdır ve çok merhametlidir.

168. Biz onları çeşitli topluluklar halinde yeryüzüne dağıttık; onlardan iyi olanlar da vardır, olmayanlar da, onları, olur ki doğru yola dönerler diye iyiliklerle ve kötülüklerle sınadık.

169. Onların ardından, Kitab’a varis oldukları halde bu dünyanın geçici nimetlerine sarılan ve “Biz nasıl olsa sonunda affedileceğiz.” diyen bir nesil geldi. Onlara o nimetlerin benzeri bir şey daha verilse onu da alırlar. Onlardan, Allah’a karşı ancak gerçeği söyleyeceklerine dair ilahî kitap üzerine söz alınmamış mıydı? Üstelik onda olanı tekrar tekrar okuyup öğrenmemişler miydi? Halbuki, ahiret yurdu, Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için daha iyidir; hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?

170. Kitaba sımsıkı sarılıp namazı duyarlı ve devamlı olarak kılanlar bilsinler ki, Biz dürüst ve erdemli kimselerin ecrini asla zâyi etmeyiz.

171. Bir zamanlar Tûr dağını gölgelik gibi üzerlerine yükseltmiştik de onlar, onun tepelerine düşüvereceğini sanmışlardı. İşte o zaman onlara şöyle demiştik: “Size bahşettiğimiz kitaba sıkıca sarılın ve içindekileri aklınızda iyi tutup benimseyin ki kötülüklerden sakınabilesiniz.”

 

İsrailoğulları kıssasının son dizisini oluşturan bu ayetlerde, deniz kıyısında bulunan bir kent halkının başına gelenler özetlenir. Yahudi tarihinden nakledilen ibret verici bir olayla kıssa noktalanır.

Yüz altmış üç - yüz yetmişinci ayetlerde belirtildiği gibi, deniz kıyısındaki kasaba halkı, av için gözledikleri balıkların, sebt günü suları yararak geldiklerini, cumartesi gününün dışında ortaya çıkmadıklarını bahane ederek, sebt (cumartesi) günü yasağını çiğnerler. Halbuki Musevi şeriatına göre İsrailoğulları cumartesi günü bütün dünya işlerinden ve dolayısıyla balık avından kaçınmakla yükümlüydüler. Konulan yasak sebebiyle ürkütücü şartlardan kurtulan balıklar, avlanmanın yasak olduğu günlerde daha rahat hareket etme imkanı bulduklarından sürüler halinde suyun yüzüne çıkıyor ve sahile yaklaşıyorlardı. Anılan kasabanın balıkçı sakinleri, işte bu durumu bahane ederek yasağı çiğnemişlerdir. Halbuki Allah, yasakları çiğnemeyi huy edinmiş bu toplumu sınıyordu.

Bu sınav karşısında kent halkı üç gruba ayrılır. İlk grup, ilahî düzenlemelere açıkça ve küstahça karşı gelir. İkinci grup, dini düzenlemelere karşı gelmez, fakat karşı çıkanlara da ses çıkarmaz. Üçüncü grup ise, hem ilahî düzenlemelere uyar hem de bunlara uymayanları uyarır. Bunlar, toplumun içine düştüğü kötülüğü önlemek için aktif mücadeleye girişen erdemli kişilerdir. Onlar bu mücadeleyi, hem sorumluluklarını yerine getirmek hem de bozguncuları kötülükten vazgeçirmek için yaparlar. Çünkü bugün inkâr edenin, yarın inanmayacağı bilinmez. Bu yüzden hayatın sonuna kadar tebliğden ve mücadeleden geri kalınmaz. Bütün çabalara rağmen günahkârlar, kendilerine yapılan uyarıları dinlememekte ısrar ederler. Allah onları azaba çarptırır, kötülükleri önlemeye çalışanları da kurtarır.

Burada, “Allah’ın koyduğu yasağı çiğnemeyen fakat çiğneyenlere de ses çıkarmayanlar, kurtarılanlar arasında mı yoksa cezalandırılanlar arasında mı oldular?” sorusu hatıra gelebilir. Onların durumu burada açıkça ifade edilmediğinden konu iki şekilde ele alınmıştır. Bazıları, insanları kötülükten sakındırmayan bu kişilerin, isyan edenlerle beraber cezalandırıldıklarını; bazıları da sadece sebt günü yasağını çiğneyip isyan edenlerin cezalandırılıp diğerlerinin kurtulduklarını söylemişlerdir.

Konuya son din İslam açısından bakılırsa şöyle denebilir. “İyiliği buyurup kötülükten sakındırmak”, hayatta olan Müslümanlara “farz-ı kifaye” dir. Ayrıca, günahkâr kimselerin tevbe etmesini ve kötülüklerden sakınmasını arzu ve ümit etmek de bir vazifedir. Günahkârları kendi hallerine bırakıp bir farzı kifayenin umumen terk edilmesine yol açmak ise, büyük bir hatadır. Öyleyse, nasihat etmek, nasihati terk etmekten evlâdır. Zira, nasihate rağmen felâket mukadderse, en azından nasihat edenler Allah katında mazur olurlar.

Burada, kendilerine yasak edilen şeyleri yapmakta ısrar edenlerin, “aşağılık maymunlar” gibi oldukları belirtilir. Bu ibare, tıpkı “sırtına kitaplar yüklenmiş merkep” ifadesinde olduğu gibi, isyankârların yaptıkları hilelerin çirkinliğini ve Allah’ın onlara olan öfkesini tasvir etmek için irad edilmiş bir benzetmedir. Çünkü “maymun gibi” ifadesi, Arapça’da “iştah ve arzusuna gem vuramayan taşkın insan” ları anlatmak için kullanılır.

Burada dile getirilen olgu, İslamî literatürde “mesh” kavramıyla ifade edilir. Mesh “bir yaratığın başka bir şekle dönüşmesi, kendisinden daha çirkin bir şekil alması” anlamına gelir. Bunun için, “insanın bir hayvana dönüşmesine” mesh denir. Mesh, bugünkü bilimsel ifadeyle “insanın metamorfoza (âni şekil değişikliğine) veya mutasyona uğraması” anlamına gelmektedir.

Mesh fikri, İslam’dan önce hem Cahiliye Araplarında hem de antik çağlara ait efsanelerde rastlanan bir fikirdir. Nitekim, anılan dönemlere ait bir çok hikaye ve romanda bu olaya yer verilir; bir kralın veya kraliçenin, bir hırsızın yahut kötü adamın, birden bire yabani bir hayvana dönüştüğü bildirilir.

Kur’an’da da, Allah’ın bazı insanları kötülükleri yüzünden maymun ve domuz gibi canlılara çevirdiği bildirilir. Ayrıca bazı cansızların, canlı varlığa dönüştüğünden söz edilir. Mesh olayının Kur’an’da ve hadislerde yer alması, Müslüman düşünürleri ciddi bir şekilde meşgul etmiştir. Onlardan bir kısmı, bir canlının tamamen başka bir canlıya dönüşümünün biyolojik olarak mümkün olamayacağını söylemiş; bir kısmı, bunun biyolojik bir dönüşüm değil, sadece ahlâk ve karakter açısından olduğunu savunmuş; bir kısmı da, meshin biyolojik ve bedensel olarak vuku bulduğunu ve bulabileceğini kabul etmiştir. Bunlar, Kur’an’da anlatılan mesh olayının, bedensel olarak vuku bulduğunu, âni bir metamorfozla veya mutasyonla canlıların biyolojik değişiminin mümkün olduğunu söylerler.

Müslüman düşünürlerin üzerinde durduğu Mesh olayı, günümüzde mitolojik ve bilimsel gelişmeler açısından şu şekilde değerlendirilebilir. Mesh konusunda söylenenlerin çoğu hayal mahsulü efsane şeyler olabilir. Fakat bu, meshin hiç vuku bulmadığı anlamına gelmez. Çünkü mitolojik olayların hepsi birden gerçek olmasa da, onların ortaklaşa dalâlet ettikleri aslî ve gerçek bir olay vardır. Bu yüzden efsanevi ve mitolojik anlatımlar, tamamen hayal mahsulü şeyler değildir. Belki de insanlar, bu tür olağanüstü olayları anlatabilmek için, devrin bilim ve felsefi anlayışları yetersiz kıldığından, hayallerini kullanmışlardır. Öyleyse mesh olayını tamamen hurafe saymak yerine, biyolojik olarak vuku bulmuş bir gerçek olarak görmek daha uygun olur.

Mesh olayına bilimsel gelişmeler açısından bakılırsa, bütün bilimciler olmasa bile çağımızda bazı bilginlerin kabul ettiği bir mutasyon anlayışı mevcuttur. Bu durumda, bazı canlı türlerinin ortaya çıkışını, âni değişmeyle açıklamaya çalışan bu yaklaşıma göre mesh olayını değerlendirmek pekala mümkün olacaktır.

Sonuç olarak denebilir ki, Kur’an’da ve hadislerde zikredilen mesh olayının, çağdaş mutasyon anlayışında olduğu gibi farklı türlerin oluşumunu izah etme gibi bir amacı yoktur. Yani Kur’an’da bu olayın anlatımı biyolojik amaçlı değil, ahlakî amaçlıdır. Çünkü ayetlerde meshe sebep olarak, kişilerin ve toplumların sergiledikleri çok çirkin davranışlar gösterilmektedir. Ama ne olursa olsun, meshte özellikle insan varlığının bir biçimde hayvana dönüştürüldüğü söz konusu olduğundan, bu hiç kuşkusuz çok düşündürücü bir olaydır. Meshin mahiyeti konusunda farklı görüşler olsa da, bu olayı dile getiren ibare, isyankârların yaptıkları hilelerin çirkinliğini ve Allah’ın onlara olan öfkesini tasvir etmek için irad edilmiş bir benzetmedir.

Bu ayetlerde, Allah’ın kıyamet gününe kadar, Yahudilere şiddetli azaplar uygulayacak kişileri musallat edeceği bildirilir. Bu ifadenin anlamı açıktır. Allah onları vaktiyle bir çok millete üstün kılmışken onlar nankörlük etmişler, bu yüzden de her devirde bir yerden bir yere sürülmüşlerdir. Onların son uğradıkları belâ, nazi katliamıdır. Bu katliamda kendi iddialarına göre altı milyon Yahudi öldürülmüştür. Çünkü onlar asırlarca Alman ekonomisini ellerinde tutup halkı sömürmüşlerdi. Sonunda Alman halkının Yahudilere karşı biriken kini patlamış ve bilinen olay meydana gelmiştir. İsrail devletini kuran Yahudiler, günümüzde belli bir üstünlük sağlamışlardır. Ama zulüm ve sömürüye dayanan bu saltanatın, ne kadar süreceğini Allah bilir. Bilinen bir gerçek varsa o da, dünya milletlerinin Yahudileri sevmediğidir. Çünkü onlar, dünya ekonomisini, Yahudi lehine sömürmek istemektedirler. İşte onların bu dünya tamahları, günü gelince yine azap olup canlarını yakacaktır.

Bu pasajı oluşturan ayetlerde, ilahî kitaba mirasçı olan yeni kuşakların, bu bağlamda Hz. Muhammed dönemindeki Yahudilerin de, vahye kulak tıkayıp dünyacı çıkarlar peşine düştükleri; Allah’ın buyruklarını ihlal etmede hiçbir sakınca görmedikleri belirtilir. Bu bildirimle, basit dünya çıkarları için dini yozlaştırıp ardından “Biz nasıl olsa affedileceğiz.” diyen din mensuplarının yanılgısına dikkat çekilir. Zira dine gerçekten inananlar, Kitab’a sımsıkı sarılır, namazı devamlı ve dikkatli kılarlar; Allah da dürüst ve erdemli davrananları ödüllendirir, onların hakkını asla zayi etmez.

Yüz yetmiş birinci ayette, Yahudi tarihinden ibret verici bir olay dile getirilir. Ayetin beyanına göre Allah, Sina Dağı’nı adeta bir gölge gibi İsrailoğullarının tepesine kaldırır, onlar da dağın üzerlerine yıkılacağını sanırlar. İşte bu esnada Allah İsrailoğullarına: “Size bahşettiğimiz kitaba sıkıca sarılın ve içindekileri aklınızda iyi tutup benimseyin ki kötülüklerden sakınabilesiniz.” der. Surede temas edilen İsrailoğulları kıssası da, bu ayetle sona erer. Kur’an bu kıssayı, dünyevî çıkarlara aşırı düşkünlüğün, tamah ve hırsın, insanları nasıl Allah’ın buyruklarını çiğnemeye sevk ettiğine dikkat çekmek için anlatılır. Demek ki Allah’ın dinine karşı gösterilen isyânkâr tutumların temelinde, dünya hırsı ve çıkar düşkünlüğü vardır. İşte bu yüzden, Kur’an’ın anlattığı kıssalar içinde, İsrailoğullarına ait olan kıssalar, büyük yer tutar. Bunun başlıca sebeplerinden biri, Yahudilerin ileriki devirlerde de dünya üzerinde problem çıkaracak olmalarına dikkat çekmek ve onların bozguncu karakterlerini diğer insanlara iyice tanıtmaktır. Şu halde Kur’an, genel yöntemine uygun olarak İsrailoğullarının kıssasını bütün insanlar için bir ibret, yaşanmıştan çıkarılmış bir ders olarak takdim etmektedir. Bundan sonra gelen ayetlerde de yine aynı maksada yönelik olarak, ama bu sefer İsrailoğullarından Âdemoğullarına geçilir ve bütün insan soyundan söz edilir.

Sonuç olarak, nankörlük, fesadı kucağında büyüten bir cadı karısı gibidir. O, insan hayatını hile kazanına çevirir; böyle bir ortamda haksız arzular, birer fesat tohumu haline gelir. İnsan, iyi ameliyle kemâle ereceğinden, işlerini Allah sevgisi ve doğruluk ilkesiyle yapması gerekir.

 

172-181’inci ayetler

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

172-173. Rabbin, ne zaman Âdemoğullarının sulblerinden soylarını çıkarıp devam ettirecek olsa: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diyerek onları kendilerine tanık tutar; onlar da: “Evet Rabbimizsin; buna şahidiz” derler. Bu, Kıyamet günü: “Doğrusu bizim bundan haberimiz yoktu.” ya da “Önceden atalarımız Allah’a ortak koştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesiliz; öyleyse bâtıl amel işleyenlerin yaptıklarından dolayı bizi helâk mı edeceksin?” demeyesiniz diyedir.

174. Belki hakka dönerler diye, ayetleri işte böyle açık açık dile getiriyoruz.

175. Onlara, kendisine ayetlerimizi lütfettiğimiz halde onlardan sıyrılan; şeytanın peşine takılıp azgınlardan biri olan kimsenin durumunu anlat.

176. Eğer Biz dileseydik onu ayetlerimizle yüceltip üstün kılardık; ama o, hep dünyaya sarıldı ve hevasına uydu. Onun durumu, üzerine varsan da kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp hırlayan köpeğin durumu gibidir. Ayetlerimizi yalanlayanların durumu işte böyledir. Öyleyse onlara bu kıssayı anlat ki belki düşünürler.

177. Ayetlerimizi yalanlayıp ancak kendilerine haksızlık edenlerin hali, ne kötü bir örnektir.

178. Allah kime doğru yolu gösterirse, o doğru yolu bulur; kimi de sapıklık içinde bırakırsa, işte onlar büyük kayba uğramış olanlardır.

179. Gerçekten Biz, insanların ve cinlerin çoğunu cehennem için yarattık; onların kalpleri vardır, ama onunla gerçeği kavramazlar; gözleri vardır, ama onunla görmezler; kulakları vardır, ama onunla işitmezler. Onlar, hayvan sürüsü gibidirler, belki daha da aşağılık ve sersemdirler; işte asıl gafil olanlar onlardır.

180. En güzel isimler Allah’ındır. Öyleyse artık O’nu yalnız bu isimlerle çağırın; O’nun isimleri hakkında eğriliğe sapanları bırakın; onlar, yaptıklarının karşılığını göreceklerdir.

181. Yaratıklarımız arasında doğruyu gösteren ve onunla adaleti icra eden bir topluluk vardır.

 

Bu ayetlerde, insan yaratılışının Allah’ı bilme yeteneğinde olduğu, gerçeği görmeleri için, insanlara ayetlerin açıklandığı bildirilir. Aklını iyi kullanmayan ve inanma ihtiyacına kulak tıkayan insanın durumu tasvir edilir. Doğru yola erişmenin ve sapıklığa düşmenin, ilahî irade doğrultusunda gerçekleşeceği; insan olmanın icaplarını yerine getiremeyen kimselerin, hayvanlardan daha aşağı duruma düşecekleri vurgulanır. En güzel isimlerin Allah’a ait olduğu, O’nu bu isimlerle çağırmak gerektiği, O’nun isimlerini gerçek anlamlarından saptıranların er geç cezalandırılacakları belirtilir. Bütün insanların gaflet içinde olmadığı; onların arasında başkalarına doğru yolu gösteren, adaletli ve ahlâklı davranan kimselerinde bulunduğu haber verilir.

Yüz yetmiş ikinci ayette belirtildiği gibi, Allah, insanoğlunun soyunu, kendini kabul etme konusunda tanıklığa çağırır. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sorar. Onlar da buna cevaben: “Evet, Rabbimizsin, buna şahidiz.” derler. Böylece Allah’ı bilme konusunda, kendi benlikleri hakkında tanıklık ederler. Aslında ayette soru-cevap tarzında anlatılan gerçek, mahiyet itibariyle sürekli biçimde tekerrür etmektedir. Çünkü, Allah’ın varlığını sezme ve algılama yeteneği, insanda yaratılıştan var olan bir özelliktir. İşte, böyle bir idrak imkanının varlığı, akıl sahibi her insanı Allah’ın huzurunda “kendi hakkında tanıklık yapmaya” yöneltmektedir. Kur’an’da çok sık görülen “Allah’ın konuşması” ya da “sorması”, insanın da “cevap vermesi” tarzındaki ibareler, gerçekte Allah’ın yaratıcı fiilini, insanın da buna lisanı hal ile verdiği cevabını dile getirmek için kullanılmış temsili ifadelerdir. Zira bu anlatımlar içinde Allah sadece sözleriyle değil, yaratıcı eylemiyle de konuşmakta; aynı şekilde insan da yalnız sözle değil, lisan-ı hal (varoluşsal) durumu ile cevap vermektedir. Burada anlatılmak istenen, insanın doğuştan Allah’ı bilme yeteneğine sahip olduğudur. Şu halde, insanın varlık yapısında Allah’ı bilme, bir oluş realitesi halinde mevcuttur. Onun, ahlâken yükümlü olmasının temelinde de bu gerçek yatmaktadır. Ayrıca, insanın yaratılıştan temiz ve günahsız olduğu unutulmamalıdır.

Bu ayette, geçmişte Allah’la insanlar arasında vuku bulan bir sözleşmeden söz edilmektedir. İşte bu sözleşmeye “mîsak”, “kâlû belâ” veya “bezm-i elest” gibi adlar verilmiştir. Bunlardan en çok kullanılanı “bezm-i elest” terkibi olmuştur.

“Bezm-i elest” terkibi, Farsça kökenli olan ve “sohbet meclisi” anlamına gelen “bezm” kelimesiyle, Arapça kökenli ve “ben değil miyim?” anlamındaki “elestü” fiilinden oluşur. Bunun için Bezm-i elest terkibi, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabının yapıldığı; ruhların da “Evet.” diye cevap verdikleri meclis anlamına gelmektedir.

Tefsirlerde, bezm-i elest’de yapılan sözleşmenin zamanı, yeri ve keyfiyeti konusunda çeşitli görüşlere yer verilmiştir. Bu görüşler, şöyle özetlenebilir:

a)-Allah’ın insanlardan aldığı ahid, insan türünün fiilen dünyaya gelişinden önce gerçekleşmiş; bütün insanların zürriyeti, Âdem’in sulbünden zerreler halinde çıkartılmış, onlara ruh ve akıl verilerek hitapta bulunulmuş, onlar da buna sözlü olarak cevap vermişlerdir. Ancak bu görüş sahipleri, söz konusu ahdin gerçekleştiği yer hususunda görüş belirtmekten çekinmişlerdir.

b)-İnsanların, bedenleriyle birlikte dünyaya gelmelerinden önce zerreler halindeki zürriyetlerinden topluca alınmış bir ahid yoktur. Naslarda belirtilen sözleşme mecazî anlamda olup bedenlerin yaratılmasıyla gerçekleşmiştir. İnsanın, Allah’ın varlığını ve birliğini kavrayabilecek nitelikte yaratılmış olması, sözlü olmayan fakat fıtri denebilecek bir ahid niteliğindedir.

c)-Allah’ın insanlardan misak alması, kendi varlığının ve birliğinin idrakini, insanın varlık yapısına bir oluş realitesi halinde yerleştirmesi; insanın da bu gerçeğe kolayca vâkıf olmasıdır. Bu görüşün, Kur’an ve sünnetin ruhuna daha uygun olduğu söylenebilir. Çünkü Kur’an, inanma ve Allah’ı bilme yeteneğinin, insan fıtratına doğuştan yerleştirildiğine işaret etmekte, Hz.Peygamber de “Her doğan çocuğun, fıtrat üzere yaratıldığını” haber vermektedir. Bu durumda bezm-i elest’deki sözleşme, Allah’ın varlığına ve birliğine ilişkin zaruri bilgilerin, insanın varlık yapısının derinliklerine yerleştirilmesini ifade etmektedir. Bundan sonra gelen yüz yetmiş üç ve yüz yetmiş dördüncü ayetler de, bu yaklaşımı desteklemektedir. Zira bu ayetlerde, insanın hangi ortamda olursa olsun, Allah’ı ve O’nun dininin temel gerçeklerini bilebilecek durumda yaratıldığı, bundan dolayı da ahirette sorumlu tutulacağı, sembolik bir dille anlatılmaktadır. Şu halde insanlar, “Allah’tan habersizdik.” yahut “Atalarımızdan böyle gördük.” diyerek bir takım mazeretlere sığınmakla sorumluluktan kurtulamazlar. Çünkü Allah, insana inanma ve kendini tanıma yeteneği vermiş; buna ilaveten, ona hakikati gösteren ayetler göndermiştir.

Sonuç olarak, insan bir bütündür ve Kur’an’a dayanarak ruh-beden ayırımı yapmak pek mümkün değildir. Zira insan ruhu, bedeniyle birlikte yaratılır. Ayrıca bu ayetlerde, insanların ruhlarına değil, aksine sulblerinden soyları alınıp onlara hitap edildiği belirtilir. Ne olursa olsun, ayetlerde işlenen ana fikir, “insanoğluna, yaratılışta Allah’ın varlığını görebilme yeteneğinin verilmiş olduğudur.”

Yüz yetmiş beş ve yüz yetmiş altıncı ayetlerde, aklını ve iradesini yanlış yönde kullanıp inanma ihtiyacına kulak tıkayan insanın durumu tasvir edilir. Allah’ın ayetlerini göz ardı eden insan, ciddi hataya düşer. Zira şeytan yetişip onu yakalar; o da vahim bir sapışla ciddi hataya düşen kimselerden olur.

Ayetlerde tasvir edilen insan tipi, ilahî mesajı anlayan fakat ona yanaşmayan kimsenin durumunu anımsatır. O, hep dünyaya sarılıp yalnızca kendi heves ve arzularının peşinden gittiği için, kışkırtılan köpeğe benzer; kendi haline bırakıldığında da, üzerine varıldığında da hemen hırlar. Aslında bu benzetmeyle, inkârcı insanın bunalımlı hali gözler önüne serilmektedir. Çünkü inanmamış insan, harici şartlar ne olursa olsun, dâima ruhsal huzursuzluğun, aklı ile bedensel güdüleri arasındaki çatışmanın kaosunu yaşar. Bu yüzden inkârcı tipler, inanmış bir insanın eriştiği zihinsel berraklıktan ve ruhsal dengeden yoksundurlar. Sonuçta inanmış insan yücelir, maddeci değerlere gömülüp ruhen yoksullaşan kimse de kendi kendini tüketmiş olur.

Yüz yetmiş yedinci ayette de, Allah’ın ayetlerini yalanlayıp işledikleri haksızlıklarla kendilerini yıkıma götüren toplumların vahim durumu dile getirilir. Bu ayet, Allah’ın dinini hayatın dışında tutan kişi ve toplumların, sürekli bunalım içinde olacakları ve çöküşü yaşayacakları mesajını verir. Bu mesaj, Allah’ın kitabı kendisine geldiği halde ondan yüz çeviren ve kendi değerini düşüren her fert ve toplum için geçerlidir.

Yüz yetmiş sekiz ve yüz yetmiş dokuzuncu ayetlerde, hidayet ve dalalet gerçeğine; insan olmanın gereklerini yerine getirmeyen kimselerin, hayvanlardan daha aşağı dereceye düşeceklerine dikkat çekilir. Kâinatta her şey, Allah’ın yasaları doğrultusunda gerçekleşir. Allah, insanları doğru yola veya sapıklığa zorlamaz; aksine özgür bırakır. Bunun için ayetlerde cebre delâlet eden herhangi bir işaret yoktur. Zira, insan iradesinin özgürlüğü tartışma dışıdır. Aksi halde insanın tüm sorumlulukları düşer ve varlık sebebi anlamsızlaşır. Şu halde, aklını ve iradesini doğru kullanan insan hidayete erer; yanlış kullanan da sapıklığa düşüp şaşkın ve perişan olur.

Burada, insan olmanın icaplarını yerine getiremeyen kimseler kınanır. Bunların, kalpleri olduğu halde anlamadıkları, gözleri olduğu halde görmedikleri, kulakları olduğu halde işitmedikleri belirtilir. Aslında her canlının gözü görüp kulağı işittiğine göre ayetin asıl maksadı, insana yakışır biçimde anlamak, görmek ve işitmektir. Öyleyse kurtuluşu isteyen her insan, kalbini ve gözünü açıp hakkın sesine kulak vermelidir. Zira kalbi ve gözü kapalı, kulağı da hakikate tıkalı olan insan, yaratılış gayesini gerçekleştiremez ve Allah’ın kendinden istediği onur burcuna yükselemez; aksine esfeli safilin yolcusu olur ve en derin çukurlara yuvarlanır.

Yüz sekseninci ayette, yüceliğe, yetkinliğe ve mükemmelliğe dair en güzel isimlerin, Allah’a ait olduğu; O’nu bu isimlerle çağırmak gerektiği, O’nun isimlerini gerçek anlamından saptıranların er geç cezalandırılacakları belirtilir.

Bu ayetteki “el-esmâu’l-husnâ” terkibi, “en güzel isimler” anlamına gelir ve bu tabir, Allah’ın isimleri için kullanılır. Kur’an’ın tamamında dört defa geçen bu terkip, naslarda Allah’a nisbet edilen isimleri ifade eder. Sadece Kur’an’da geçen ilahî isimler, yüzden fazladır. Ayrıca, muhtelif hadislerde Allah’a nisbet edilen başka isimlerde vardır. İşte “el-esmâu’l-husnâ” terkibi, geniş anlamda bunların hepsini kapsamakla beraber, bu terkibin daha çok doksan dokuz ismi içerdiği kabul edilir.

İlahî isimler, Allah hakkında yücelik, yetkinlik ve mükemmellik ifade ettikleri; insanlarda saygı hissi oluşturdukları, duada kabule vesile olup sevap kazandırdıkları; insanın kalbine huzur ve sükun verip ümit aşıladıkları; bir de Allah hakkında doğru ve yeterli bilgi sahibi olmaya imkân sağladıkları için, “el-esmâu’l-husnâ” diye nitelendirilmişlerdir. Gerçekten de bu isimlerle, Allah hakkında kullanılacak “güzel” kavramının kemal ve celâl nitelikleri en iyi biçimde dile getirilmektedir. Bu yüzden “esmâ-i hüsnâ” bilgisi, Allah-alem ve Allah-insan ilişkisine ışık tutması, sonuçta Allah’ı Kur’an ölçüsünde tanıtması açısından büyük önem taşımaktadır.

“Esmâ-i hüsnâ” tabiri mutlak olduğundan, bir sayı belirlemeden bütün güzel isimlerin Allah’a ait olduğunu ifade etmektedir. Şu halde Kur’an, esmâ-i hüsnâ sayısını dondurmamaktadır. Bu durumda, taşkınlığa ve yanlışlığa düşmemek için izlenmesi gereken en iyi yol, Allah’a Kur’an’da dayanağı olmayan isimleri vermemektir. Çünkü biz Allah’ı en doğru biçimde ancak O’nun bize verdiği bilgilerle tanıyabiliriz. Bu konuda sayıyı belirleyen en önemli delil, Hz. Peygamberin: “Allah’ın doksan dokuz ismi vardır; kim bunları sayarsa (gereğini yerine getirirse) cennete girer. Allah tekdir, teki sever.” anlamındaki hadisidir. Allah’ın isim ve sıfatları, kitap ve sünnetin belirlemesiyle kesinlik kazanır. Halbuki bu konuda belirli bir sayı yoktur. Sünnette Allah’ın “doksan dokuz ismi” olduğu söylenmiş, ama bu isimler belirtilmemiştir. İsimleri belirleyen rivayetlerin de, birbirinden farklı oldukları görülmüştür. Ayrıca, doksan dokuzla kesin sayıya değil, çokluğa işaret edilmiş de olabilir. Bir de hadisteki “ezberleyip saymayı”, bilinçsizce lafız tekrarı olarak değil de, “İslam’ın uluhiyyet inancını naslara baş vurarak öğrenmek, bu inancı benimseyip ona uygun biçimde yaşamak” şeklinde anlamak gerekir.

Sonuç olarak, Kur’an’da Allah’a nisbet edilen isimler, insanlar tarafından belirlenip konulmuş değildir; onlar, Allah’ın bizzat kendi zatına verdiği isimlerdir. Şu halde ilahî isim ve sıfatlar, gösterdikleri varlığın kendisi değil, onun tanıtıcı durumundadırlar. Bunun için isim, müsemmanın (ilahî zatın) aynı değil, gayrıdır. Ancak Allah’a Rabb, Rahman, Rahim ve benzeri isimlerle yapılan dua ve zikirlerde gönlün amaçlayıp bağlandığı varlık, hiç kuşkusuz Yüce Allah’ın kendisi olduğundan, bu kelimeler, O’na ulaştıran vasıtalardır. Bu açıdan bakıldığında isim, müsemmanın aynı olmaktadır.

Allah’ın isimlerinin anlamını eğip bükenlerden maksat, Allah’a ait isimleri uydurma tanrıları için kullanan müşriklerdir. Zira onlar, Allah’a ait isimleri, söz gelimi “el-Aziz” in dişisi olarak kabul ettikleri “el-uzza” ismini putlarına vererek ilahî isimleri gerçek anlamlarının dışına çekmişlerdir. Kur’an, müminlere böyle yapan kimselerden uzak durmaları uyarısında bulunuyor. Çünkü doğru yolun üstündeki en büyük tehlike şirk; insanı bu tehlikeden koruyan en önemli koruyucular da vahiy ve onun aydınlığında yürüyen akıldır. Eğer insanlar vahyi ve aklı bir tarafa bırakırlarsa, din diye öne sürülen bir yığın yanlışın peşinden giderler. İşte bunun için ayet, Allah’a ait nitelikleri başka varlıklara yakıştırmayı, ya da bunun aksine Allah’ı “baba” yahut “oğul” gibi insan biçimli niteliklerle ve beşeri ilişkiler içinde tasarlayıp öylece tanımlamayı kesinlikle yasaklamakta; O’na naslarda belirtilen isim ve nitelikler dışında, Kur’an’da dayanağı olmayan isimler vermeyi, azabı gerektiren bir suç olarak belirtmektedir.

Yüz seksen birinci ayette, bütün insanların gaflet içinde olmadığı; onların arasında başkalarına doğru yolu gösteren, adaletli ve ahlâklı davranan kimselerin de bulunduğu haber verilir. Daha önce Musâ kavmi içinde iyi insanların bulunduğu belirtilmiştir. Bu ayette ise, bütün çağlarda ve toplumlarda, Allah’ın mesajlarını yürekten kabul edip bunların ışığı altında yaşayacak insanların bulunabileceği belirtilmiş, böylece Kur’an mesajının evrenselliği bir kez daha vurgulanmıştır.

Sonuç olarak, insan en yüce görev için yaratılmış akıllı, iradeli ve sorumlu bir varlıktır. O, Allah’ı tanıma yeteneği ile donatılmış ve dini uygulama misyonuyla da yükümlü tutulmuştur. Çünkü Allah, insana ilahî çağrıyı duyma ve ona uyma yetkinliği vermiştir. Bunun için, Allah’ı inkâr etme ve hak dinden sapma, bir mantık boşluğu ve insan zavallılığının ulaştığı son noktadır.

Her varlığın, kendine özgü Allah’ı bilişi ve anışı vardır. Kur’an, Allah’ı, insanların idrak edebilecekleri kavramlarla tanıtır. Öyleyse insan O’nu bu isim ve sıfatlarla tanımalı ve anmalıdır. Yaygınlık kazanmış olan ve Tirmizi’nin rivayetinde yer alan “Esmâ-i-hüsna” nın alfabetik sıralanışı ve anlamları şöyledir:

 

182-188’inci ayetler

 

 

182. Ayetlerimizi yalanlayanları, onların bilmedikleri bir tarzda, adım adım helâke yaklaştıracağız.

183. Onlara mühlet veriyorum; doğrusu benim ince tertibim çok sağlamdır.

184. Peki, arkadaşlarının deli olmadığını; onun, sadece apaçık bir uyarıcı olduğunu hiç düşünmediler mi?

185. Onlar, Allah’ın göklerdeki ve yerdeki mutlak egemenliğini, yarattığı bütün nesneleri ve ecellerinin çok yaklaşmış olabileceğini hiç göz önüne almıyorlar mı? Artık bundan sonra hangi söze inanacaklar?

186. Allah’ın saptırdığını doğru yola iletebilecek yoktur; Allah, onları azgınlık içinde bocalar durumda bırakır.

187. Sana, kıyametin ne zaman gelip çatacağını sorarlar. De ki: “Ona dair kesin bilgi, Rabbimin katındadır; onun vaktini O’ndan başka kimse açıklayamaz, dehşetine gökler de yer de dayanamaz; o, size ansızın gelir.” Güya sen onu bilip de gizliyormuşsun gibi onu senden soruyorlar. De ki: “Ona dair gerçek bilgi Allah katındadır, ne var ki insanların çoğu bunu bilmezler.”

188. De ki: “Allah dilemedikçe, ben ne kendime bir yarar sağlayabilirim ne de kendimden bir zararı uzaklaştırabilirim. Eğer insan kavrayışının ötesinde olanı bilseydim, daha çok mal mülk kazanırdım ve bana hiçbir fenalık da dokunmazdı; ama ben sadece bir uyarıcı ve inanan bir toplum için iyi haberler getiren bir müjdeciyim.”

 

Surenin bu ayetlerinde, Kur’an mesajını yalanlayanların, farkında olmadan adım adım azaba yaklaştırıldıkları, Allah’ın ince yaratış planının sağlam olduğu belirtilir. Hz. Muhammed’in, müşriklerin iddia ettikleri gibi aklını yitirmiş biri olmadığı, aksine onun apaçık bir uyarıcı olduğu; aklını ve iradesini yanlış kullanıp Allah’ın buyruklarına karşı çıkanların cezalandırılacakları haber verilir. Kıyametin vaktini, Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği ifade edilir.

Yüz seksen iki ve yüz seksen üçüncü ayetlerde, Allah’ın dinini yalanlayanların, kendilerine verilen fırsatı iyi değerlendiremeyip yanılgıya düştükleri; Allah’ın ince yaratış planının ise çok sağlam olduğu belirtilir. Burada geçen “İstidrac” kelimesi, “bir insanı arzusuna göre bir noktaya kadar götürüp hiç ummadığı bir şekilde ve vakitte felâkete atıvermeyi” ifade eder. “Keyd” kelimesi ise, “tuzak ve ince düzen” anlamına gelir.

Allah, inkârcıları hemen cezalandırmaz; onlara mühlet ve imkân verir. Fakat, inkârcılar bunu kendi yararlarına bir gelişme sanırlar, akıllanıp uslanacaklarına daha da şımarırlar. Gerçekte, içinde bulundukları durum onları uçuruma sürükler. Böylece onlar yavaş yavaş helâke doğru yaklaşırlar; ama yaptıkları kötülüklerin, kendileri için bir tuzak olduğunun farkına varamazlar. İşte, inkârcılara verilen bu mühlet ve fırsat, görünürde bir lütuf fakat gerçekte çetin bir azap vesilesi olduğundan buna “tuzak” anlamına gelen “keyd” denmiştir. Çünkü tanınan imkân ve nimetler, Allah’ın söz dinlemez ve yola gelmez kişilere bir tuzağıdır. O’nun ince yaratış düzeni ve planı çok sağlamdır.

Yüz seksen dördüncü ayette, Hz. Muhammed’in mecnun değil, apaçık ve emin bir uyarıcı olduğu dile getirilir. Hz. Muhammed, Mekke’nin yerleşik şirk düzenini kökten değiştiren bir mesaj getirdiği için, pek çok inanmayan çağdaşı tarafından “deli-mecnun” olarak nitelendirilmiştir. İşte ayet, bu görüşün yanlışlığını düzeltiyor ve müşrikleri düşünmeye çağırıyor. Çocukluğundan beri tanıdıkları ve “emin” lakabıyla andıkları Hz. Muhammed’de, cinnetten eser olmadığını; iddiaların aksine, onun apaçık bir uyarıcı olduğunu hatırlatıyor.

Yüz seksen beşinci ayette de, Allah’ın göklerdeki ve yerdeki mutlak egemenliğine dikkat çekilerek, insanlar O’na inanmaya çağrılıyor. Âlemdeki her şey sonradan yaratılmış ve her şeyi Allah yaratmıştır. Bu, inkârı imkânsız bir gerçektir. Kâinat ezeli olmadığına ve kendiliğinden oluşmadığına göre, onu var eden bir Yaratıcı’nın, yani Allah’ın varlığına hükmetmek gerekir. Zaten aklı olan ve onu doğru kullanan bir insanın, Kur’an’ın mesajına ve Rabbâni düzenin akışına bakıp da O’na inanmaması mümkün müdür? Buna rağmen inanmamak, insana yakışan doğru bir davranış olmadığından, inanmayanlar zamanı gelince hak ettikleri cezayı çekeceklerdir.

Bu yüzden, yüz seksen altıncı ayette, kendisine bahşedilen yetenekleri inatla kötü yönde kullanan ve yola gelmeyen kimse kınanır. Burada, aklını ve iradesini yanlış yönde kullanıp doğru yola gelmeyenler, Allah’ın şaşırttığı kimseler olarak nitelendirilmektedir. Bu ifade, Allah’ın onların iradesini ellerinden aldığı anlamına gelmez; aksine yeteneklerini yanlış kullanan insanları kınamak için kullanılır. Eğer insan, kendine bahşedilen yeteneklerini doğru kullanmazsa, kaçınılmaz olarak ahlâkî istikametini yitirmiş olur. Bu da, onun kendi yanlış seçiminin bir sonucudur.

Yüz seksen yedinci ayette, Kıyametin vaktini, Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği belirtilir. Burada, son saatin, yani kıyametin hangi şartlarda ve ne zaman gerçekleşeceğini, vukuundan önce peygamber de dahil hiç kimsenin bilemeyeceği, onun umulmadık bir anda ansızın gerçekleşeceği açıkça ifade edilir.

Yüz seksen sekizinci ayette de, bu gerçek desteklenir. Zira bu ayette, Allah dilemedikçe Elçi’nin kendi kendisine bir yarar ve zarar veremeyeceği, aynı şekilde gaybı da bilemeyeceği dile getirilir. Gerek bu ayette, gerekse konuyla ilgili diğer ayetlerde Hz. Peygamber’in gaybı ve Kıyametin kopacağı zamanı bilmediği açıkça ifade edilir. Onun bilgisi Allah’a aittir. O, hikmeti gereği bu bilgiyi kendisinden başka kimseye açmamıştır. Bu durumda, “apokaliptik” literatürün ve kıyamet alametleri konusunda ileri sürülen “fiten” rivayetlerinin, vahyin süzgecinden geçirilerek değerlendirilmeleri gerekir. Apokaliptik, “dünyanın sonuna ilişkin konuşmadır.” Apokaliptisizme göre Allah, sonu çok yaklaşmakta olan dünya hakkındaki sırları, insanlara anlatmaları için bazı kişilere açmıştır. Bu kişiler söz konusu gizlilikleri vizyonlar ve rüyalar aracılığı ile öğrenirler ve yazıya geçirirler. Bu literatür tarzının en eski örneklerinin, Yahudilik içersinde görüldüğü, Hz. İsâ’dan iki yüz yıl öncesine dayandırıldığı, daha sonra bunun Hıristiyan kültürü içerisinde etkili olduğu ve İslam kültürü içine kadar uzandığı söylenir. Fiten rivayetleri de, dünyanın son zamanlarında ortaya çıkacak bazı alametleri, Mehdi, Mesih gibi şahsiyetleri ve olağan dışı bir şekilde gerçekleşecek olayları konu alır. Bunlar, hadis külliyâtı içersinde genellikle “fiten” başlığı altında toplanır.

Sonuç olarak Kur’an, insanlığa Allah tarafından armağan edilmiş kutlu bir belgedir. Peygamber (as) de, onu hayata katan örnek ve önder bir rehberdir. Onun aydınlattığı yolda yürüyen insanın gönlü ferah yüzü de ak olur. İnkârcılar, belli bir süre günah tiryakisi olarak yaşarlar ve bunu başarı sanıp aldanırlar. Çünkü onlar hep hakikati hayalmiş gibi görmeye çalışırlar. Oysa haktan yüz çevirip onu çarpıtmak, şeytan fiiline özenmek demektir. İnsanın ölümünden maksat, onun kökten yok oluşu değil, varoluş gayesinden uzak kalışıdır. Ahiret de, sınavı bitmiş, erişebileceğine erişmiş benliklerin yurdudur. Orada insanı ya azap ya da huzur beklemektedir. İslam’ı doğru anlamak ve yaşamak, ciddiyet ve sabır ister; dikkatli ve ihtiyatlı olmayı gerektirir. Bu konuda gereken gayreti göstermeyen avâmî kişiler, sadece duygu ve heyecan sömürüsü yaparlar. Onların tek sermayeleri, boş laf müşterisi olan tembel beyinli mukallid kimselerdir.

 

189-206’ncı ayetler

 

 

189. Sizi bir tek candan yaratan ve ondan da kendisine meyledip sükun bulsun diye eşini var edip çıkaran O’dur. O, yaklaşıp eşini kucaklayınca eşi hafif bir yük yüklendi ve onu bir süre taşıdı. Gün gelip o yük iyice ağırlaşınca her ikisi de Rableri olan Allah’a: “Eğer bize kusursuz bir evlat verirsen, gerçekten sana şükreden kimselerden olacağız.” diye yalvardılar.

190. Ama Allah onlara kusursuz bir evlat verince de, bahşettiği şey hakkında O’na ortak koşmaya kalkıştılar. Oysa Allah, onların ortak koştukları her şeyden çok yücedir.

191. Peki bunlar, kendileri yaratıldığı halde hiçbir şey yaratmayanları mı Allah’a ortak koşuyorlar?

192. Oysa ortak koştukları şeyler, ne onlara ne de kendi kendilerine bir yardımda bulunamazlar.

193. Şayet siz, onları doğru yola çağıracak olsanız, size uymazlar; onları çağırsanız da çağırmasanız da sizin için fark eden bir şey olmaz.

194. Allah’ın yanı sıra yalvardıklarınız da sizin gibi kullardı. Eğer doğru sözlü kimselerseniz onları çağırın da size cevap versinler bakalım!

195. Yoksa onların yürüyecek ayakları, tutacak elleri, görecek gözleri ve işitecek kulakları mı var? De ki: “Haydi bütün ortaklarınızı çağırın, sonrada bana istediğiniz tuzağı kurup göz açtırmayın.”

196. Doğrusu benim velim, Kitab’ı indiren Allah’tır; O, dürüst olanların koruyucusudur.

197. O’nun yanı sıra yalvardıklarınız, ne size ne de kendilerine yardım ulaştıracak güçtedirler.

198. Onları doğru yola çağırsanız işitmezler; sana baktıklarını sanırsın, halbuki görmezler.

199. Sen bağışlayıcı ol, iyi olanı iste, cahilleri kendi hallerine bırak.

200. Eğer şeytandan gelen bir kışkırtı, seni öfkeye sürükleyecek olursa hemen Allah’a sığın; çünkü O, her şeyi işiten ve bilendir.

201. Allah’a karşı gelmekten sakınanlara, şeytandan gelen bir sinyal ilişince, hemen akıllarını başlarına toplarlar ve gerçeği görürler.

202. İnkârcı kardeşleri onları azgınlığa sürüklemek isterler; sonrada bu uğurda yapılması gerekeni yapmaktan geri kalmazlar.

203. Onlara bir mucize getirmediğin zaman: “Hiç değilse kendinden bir şeyler bulup buluştursaydın ya!” derler. De ki: “Ben ancak, Rabbimden bana vahyolunan neyse ona uyarım; bu, inanmak isteyen bir toplum için Rabbinizden gelen, gözleri açıp gerçekleri gösteren bir deliller bütünü, bir yol gösterici ve rahmettir.”

204. Öyleyse Kur’an okunduğu zaman ona kulak verin ve sesinizi kesip onu dinleyin ki merhamet olunasınız.

205. Rabbini, sabah akşam, korku duyarak, yalvararak ve yüksek olmayan hafif bir sesle içinden an; sakın umursamaz kimselerden olma.

206. Rabbinin katındakiler, O’na kulluk etmekten asla kaçınmazlar, O’nun sınırsız yüceliğini övgüyle anar ve huzurunda yere kapanırlar.

 

Surenin son bölümünü oluşturan bu ayetlerde, Allah’ın insanları bir tek candan, o tek canın eşini de kendisinden yarattığı belirtilir; bu bağlamda, hiçbir şey yaratmayan ve yaratılmış olan varlıkların, ilâh olamayacakları vurgulanır. Allah’ın, insandan bağışlayıcı ve hoşgörülü olmayı, iyiliği buyurup cahillerden uzak durmayı istediği bildirilir. Şeytan ayartısıyla karşılaşan insanın, Allah’a sığınması gerektiği; O’na saygılı olanların, şeytan vesvesesine kapılmayacakları; müşriklerin ise, sapıklık içinde kalacakları belirtilir. Müşriklerin Hz. Peygamber den mucize istemeleri ve onunla alay etmeleri kınanır. Kur’an dinlemenin âdâbı ve Allah’ı anmanın doğru şekli öğretilir. Sure, Allah’a saygı duyanların O’na kulluk etmekten geri kalmadıklarını ve O’nun yüceliğini övgüyle anıp huzurunda saygıyla eğildiklerini dile getiren ayetle son bulur.

Yüz seksen dokuzuncu ayette, insan gerçeğine, onun biyolojik ve ahlâkî kişiliğine işaret ediliyor. Allah, insan türünü tek bir candan, o tek canın eşini de kendi özünden yarattığını bildiriyor. Burada, “nefs-i vâhide” henüz erkek veya kadın şeklinde belirlenmezden ve ikiye bölünmezden önce, şimdiki bilimsel tabirle mutasyona uğramadan önce, her iki cinsi de birlikte temsil eden “insan çekirdeği” dir. Allah, ilk nefisten âdemi sonra eşini var etmiş; daha sonra da her ikisinden pek çok kadın ve erkek meydana getirmiştir. Bu durumda ilk insan, henüz cinsiyet söz konusu olmadan cins olarak “nefsi vâhide” olmuş oluyor; bu da aynı zamanda cins isim olarak âdem’e işaret ediyor. Nefs-i vâhide (cins), cinsiyet olarak iki şekilde belirlenince, erkek olan “Âdem” şeklinde özel isimle, dişi olan da “eşi” (Havvâ) şeklinde anılıyor. Ancak, Kur’an’da “eş’e” ayrıca Havvâ gibi özel isim verilmez; Hz. Âdem’in eşine Havvâ denmesine, bazı hadislerde rastlanır. Erkek ve dişi benliğin gerçeği ve onların Rablerinden isteği dile getirildikten sonra yüz doksanıncı ayette, insanın evrensel boyutlu zafiyetine dikkat çekilir. Bu zafiyet, nimete nankörlüktür. Bu yüzden ayetlerde verdikleri sözü unutup ahitlerini bozanlar, Allah’ın nimetlerine nankörlük edip O’na ortak koşanlar kınanmaktadır.

Tefsirlerde, bu iki ayetin, Hz. Âdem ve Havvâ’ya atfedildiği söylenir. Rivayete göre onlar, doğan çocuklarına Abdullah ve Abdurrahman gibi isimler vermişler, fakat çocukları erken yaşta ölmüş, şeytan bunu fırsat bilip onlara, çocuklarına Abdulharis gibi adlar vermelerini söylemiş; onlar böyle yapmışlar, bunu yapınca çocukları küçük yaşta ölmemiş ve uzun süre yaşamışlar. Bu durum, şirki o ikisine nispet etmeyi gerektirir; bunu da hiç kimse söylememiştir. Aslında ayetlerin üslubu açık ve kesindir. Onlar özellikle Hz. Peygamber döneminde yaşayan ve çocuklarına taptıkları putlarının adlarını koyan müşriklere; genellikle de hangi yerde ve çağda olursa olsun “şirk koşma mantığı”na işaret etmektedir. Zira, her türlü şükür, dua ve yönelmede, ancak bir vesile ve tedbir gözüyle bakılması gereken faktörleri, Allah’tan bağımsız ve kendi başına belirleyici unsurlar olarak kabul etmek, onları Allah’a ortak koşmak anlamına gelmektedir.

Yüz doksan bir - yüz doksan sekizinci ayetlerde, şirkin hiçbir mantığının ve haklı delilinin olmadığı vurgulanır. Müşriklere; ortak koştukları şeylerin hiçbir hayrı ve yararı yoktur. Bunlar, hiçbir şey yaratmayan, aksine Allah tarafından yaratılan diğer varlıklar gibidir. Ayetlerde, hem kendilerine kutsallık yakıştırılan canlı ve akıllı varlıklara hem de müşrik Arapların cansız putlarına ve onların sembollerine işaret edilmiştir. Kur’an, muktedir uluhiyyet anlayışını muhataplarının zihnine iyice yerleştirmek için, oldukça güçlü deliller ortaya koymuş; Allah’a ortak koşulan varlıkların acizliğini vurgulamak amacıyla da çok etkileyici bir üslup kullanmıştır. Bu da, Kur’an’ın mesajını sunarken, “güçlü delile” ve “etkili üsluba” ne kadar önem verdiğini gösterir.

Kur’an, Allah’a ortak koşulan şeyleri, hakiki varlıkları olmayan, genelde insan eliyle yapılan cansız nesneler olarak tanıtır. Ayrıca onların yaratma, diriltme, rızıklandırma, gaybı bilme, duaya icabet, hidayet ve şefaat etme gibi Yaratıcı’ya ait niteliklerden aciz olduklarını dile getirir. Onun şirke karşı açtığı “ikna planına” dayalı bu etkin mücadele insanı, tapınma konusu yapılmış çeşitli varlıkların “uluhiyyete liyakatsiz” oldukları sonucuna götürür ve şirki tamamen çürütür. Çünkü kendi iş ve görüşleriyle meşgul olan birini ikna etmeden, onu istenen kurala itaat ettirmek mümkün değildir.

Yüz doksan dokuzuncu ayette, insandan, fıtratına uygun olan yolu tutması, iyi olanı yapması ve ahlakî sapıklık içine düşenlerden uzak durması istenir. Bu ayetteki “afv” sözcüğü hem “fazla malı” hem de “hoşgörü ile hareket edip hataları bağışlamayı” ifade eder. Ancak anılan kelime burada “fazla mal” değil, “hoşgörülü olmak ve bağışlamak” anlamında kullanılmıştır. Bu yüzden “huzi’l afve” terkibi, insanların özürlerini kabul, hatalarını affet; onlarla iyi geçin, işlerini kolaylaştır ve onlar için zor çabaları isteme” şeklinde yorumlanmıştır.

“Örf” kelimesi de “iyi, doğru ve güzel” olarak bilinen her şeyi ifade eder. Bunun için dine ve akla ters düşmeyen, insanlar tarafından beğenilip yaşatılan iyi davranış ve değerlere “örf” denir. Örf, hem hukukta hem ahlâkta önemli bir kaynaktır. Fakat İslâm’a göre zamanla sınırlı olmayan tek kaynak Kur’an olduğundan, örf onunla çelişme ve çatışma noktasına gelmediği sürece geçerlidir. O, Kur’anla çelişme noktasına gelirse, terk edilir.

“Cahil” ise “bilgi, kavrayış ve iyi davranış eksikliği bulunan; iradesini yanlış kullanıp ahlakî sapıklığa düşen” kimse demektir. Bu sözcükle, genellikle inkârcılar, idraksizler ve ahlâksızlar kastedilir.

Kalıcı ve güzel öğretiler içeren bu ayet, insandan fıtratına uygun olan bir yol tutmasını, başkalarına karşı hoşgörülü olmasını, işi zora sürmeyip kolaylaştırmasını istemekte; böylece onun hayata aktif ve olumlu biçimde katılan bir fert haline gelmesini hedeflemektedir. Bazı, tefsirlerde, bu ayetin, inkârcılarla savaşmayı ve onlara karşı sert davranmayı buyuran ayetlerle nesh edildiği belirtilmişse de bu doğru değildir. Çünkü insanlarla iyi ilişkiler kurmak, Kur’an’ın temel ve muhkem prensiplerinden biridir. Ayrıca bu ayet, iyilikten anlamayan ve şiddeti hak eden düşmanlarla savaşmaya engel de değildir. Zira, iyiliğin etkili olduğu yerde iyi davranmak, iyiliği takdir etmeyip ihlâl eden ve şiddetten başka bir şeyden çekinmeyen düşmanlara da kuvvetle karşılık vermek, İslam’ın gerekli gördüğü değişmez bir prensiptir. Görüldüğü gibi, bu ayetin neshini gerektirecek bir durum söz konusu değildir.

İki yüz iki yüz ikinci ayetlerde, insandan, şeytan ayartısına karşı Allah’a sığınması istenir; takva bilinciyle hareket edenlerin, şeytan kışkırtısına kapılmayacakları belirtilir. Burada geçen “nezğ” kelimesi “kışkırtmak ve insanların arasını bozup birbirine düşürmek” gibi anlamlara gelir. Bu yüzden şer isteğinin, insan ruhuna yönelttiği kışkırtıcı ve yıkıcı hamleye “nezğ” denir. Eğer insan, şeytandan güç alan bir kışkırtı nedeniyle gözü kara bir öfkeye sürüklenecek olursa, hemen Allah’a sığınmalıdır. Çünkü O, her şeyi işiten ve bilendir. Bilindiği gibi, insanın kendisini kötülüklerden koruması için Allah’ın manevî desteğine baş vurmasına ve O’na sığınmasına “istiâze” denir. Allah’a karşı sorumluluk bilincine sahip olan kimseler, şeytandan gelen karanlık düşüncelere, ayartıcı ve yıkıcı hamlelere yenik düşmezler ve onun oyununa gelmezler. Aksine aklılarını başlarına toplayıp takva bilinciyle doğru olan ne ise onu yaparlar.

Bu ayetler, insanı kötülüğü bertaraf edici gayrete ve kendi kâmil tabiatından en iyi şekilde yararlanmaya teşvik ediyor. Şayet insan, şer eğilimleri bertaraf edici iradeyi ve gayreti gösterirse, kendinde kötülükten uzaklaşmayı daha kolay kılan bir güç bulur. Aslına bakılırsa bu durum, doğruyu ciddi şekilde arayan insana Allah’ın bir lütfudur. O, kulluk görevini yerine getirmek için gereken gayreti gösteren kulunun âdeta gözü kulağı, eli ayağı olur ve onu her türlü kötülükten korur.

İki yüz üçüncü ayette de, peygamberliğin tek makul ispatını, Kur’an mesajının kendinde değil de Peygamber(as)in nesnel tarzda sergileyebileceği mucizelerde arayan müşriklerin ilkel düşüncelerine ve alaycı taleplerine işaret edilir.

Bazı tefsirlerde, buradaki “ayet” kelimesinin “mucize” değil, “Allah sözü” anlamına geldiği belirtilir. Ancak surenin indiği dönemde, Kur’an süreklilik içinde vahyedildiğinden ve sözlü mesajlarla dolu olduğundan, müşriklerin talebinin “Kur’an ayeti” değil, daha çok Hz. Muhammed’in peygamberliğini ispatlayan nesnel tarzda görülebilir somut bir mucize beklentisi olması gerekir.

Kur’an, Hz. Muhammed’in kendiliğinden söylediği bir söz değil, ona vahyedilen Allah kelamıdır. O, tartışma ve cedelleşme için değil, iyi niyetli ve imanda istekli insanlara yol gösterip hakikati kavratmak için gönderilmiştir. Bu yüzden hem Peygamber(as) hem de Kur’an’a muhatap olan bütün insanlar, ona uymakla mükelleftir.

İki yüz dördüncü ayette, Kur’an’ı dinleme âdâbı anlatılmaktadır. Ayet, genel kapsamlı ve açıktır. Bunun için Kur’an okunurken, can kulağı ile, huzur ve huşu içinde dinlenmeli, ona karşı saygılı olunmalıdır. Bunların aksine davranmak, Yüce kitaba bir saygısızlıktır. Zira Kur’an, her türlü hürmete layık bir kitaptır. Allah’ın rahmetini hak etmek için, ayetleri üzerinde düşünmek ve ondan istifade etmek gerekir. Bu da ancak Kur’an’ı güzelce dinlemek ve onun gösterdiği yolda yürümekle gerçekleşir. Şu halde okunan Kur’an’ı dinlemekten maksat, Allah’ın, kitabında ne dediğini anlamak ve O’nun dediklerine uymaktır. Öyleyse Kur’an saygıyla dinlenmeli, anlaşılarak okunmalı ve inanılarak uygulanmalıdır.

Burada, bir noktaya dikkat çekmek faydalı olacaktır. Kur’an, dirileri uyarmak için indirilmiştir. Bu yüzden onu yaşanan hayatın dışına itip sadece bir ölü kitabı haline getirmek de ona karşı saygısızlık anlamına gelir. Okuma sebebi ve gerekçesi ne olursa olsun, Kur’an okumak makbul ve rahmet vesilesidir. Ama bu okuyuşun, ölülere bir nevi ahiret pasaportu veya cennet vizesi şeklinde anlaşılması; yahut dinin bir emriymiş gibi insanlara takdim edilmesi doğru değildir. Nitekim böyle bir anlayış ve uygulamanın, Kur’an ve sahih sünnete uymadığını İbn Kayyım el-Cevziyye şöyle belirtir: Hz. Peygamber, cenazesi olan evleri ziyaret eder, cenaze yakınlarına baş sağlığı dilerdi. Onun ölü evinde, kabir başında veya başka bir yerde toplanarak ölü için Kur’an okumak diye bir sünneti yoktu. Bütün bunlar, sonradan uydurulmuş (bid’at)lardır.

Şu bilinmelidir ki, Kur’an’ı hayatının dışında tutup ölüme bağışlanmaz günahlarla yakalanan bir kimsenin, sun’i tören ve ucuz tarifelerle hak ettiği azaptan kurtulacağını sanmak, aldanıştan başka bir şey değildir. Kur’an’a gönülden inanmış ve onun sunduğu hayat pratiğini yaşamış gerçek müminlerin de, arkalarından yapılacak anlamsız törenlere zaten ihtiyaçları yoktur. Sonuç olarak, Kur’an’ı dinlemek âdabdandır; onun bildirdiği doğruluk ve değer ölçülerine göre yaşamak ise farzdır.

İki yüz beşinci ayette, Allah’ı anmanın doğru şekli, en özlü biçimde dile getirilir. Zikir kelimesi, imanın onuruna ve mutluluğuna ermek için, akılda tutulması ve yapılması gereken her şeyi ifade eder. Sabah-akşam ifadesi de, Allah’ı hiçbir zaman hatırdan, dinini de hayattan çıkarmadan yaşamak gerektiği mesajını verir. Öyleyse zikir, sabah akşam, huşu ile ve içten gelen hafif bir sesle yapılmalıdır. Ancak zikir, sadece dille yapılan evraddan ibaret değildir; ayrıca o, kalbe inen ve hayata intikal eden ihlaslı bir eylemdir.

İki yüz altıncı ayette, Allah’a yakın olanların, O’na kulluk yapmaktan geri kalmadıkları ve O’nun huzurunda saygıyla eğildikleri haber verilir. Allah’ın huzurunda O’na kullukla meşgul olan varlıkların, melekler olduğu söylenir. Bu yaklaşımı, başka ayetler de desteklemektedir. Bu durumda ayetin, bir yandan müminleri eğittiği, diğer taraftan da lekesiz kulluğa yanaşmayan müşriklere, Allah’a ortak koştukları meleklerin bile O’na boyun eğdiklerini hatırlatarak şirk zihniyetinin çürüklüğüne ve çelişkisine dikkat çektiği söylenebilir.

Allah’a saygıyı öne çıkaran mesajından dolayı, bu ayet okunduğu zaman “tilavet secdesi” yapmak gerekli görülmüştür. Sure de, Allah’a saygılı olmayı, O’na lekesiz ve hilesiz kulluğu öneren bu ayetle son bulmuştur.

Sonuç olarak denebilir ki, insan nefsinin hazlarına uyup da hak dine zıt bir tavır alırsa, kendi kendine zulmetmiş olur. İşte bu surenin son kısmını oluşturan ayetlerde, insanın belirtilen türden zulmü dile getirilmekte, bu zulmün varlık aynasına yansıyan yönü gösterilmektedir. İnsanın dine karşı tavır almasında en önemli rolü şeytan üstlenmiş bulunmaktadır. Zira o, dünyayı bir kötülük aleti gibi kullanır, nefse uygun gelen tuşlara dokunarak insanları doğru yoldan saptırır. O, sadece meleği saptıramaz; çünkü meleğin nefsi yoktur. Kalbinin bağını Allah’tan koparıp güçlü gördüğü kişilere ve nesnelere bağlanan kimse, kendi içinde bir put dikmiş ve şirke düşmüş olur.

 

GENEL TESPİTLER

Kur’an, insanları uyarmak ve inananlara öğüt vermek için gönderilmiş son kutsal kitap, Hz. Muhammed’de onu bütün insanlığa duyuran son peygamberdir. İşte son Elçi’nin getirdiği bu kitap nesilden nesile aktarılarak kıyamete kadar yürürlükte kalacak; dünya hayatı sürdükçe de bütün insanlar ona uymakla sorumlu tutulacaktır. Bunun için Allah, kendilerine peygamber gönderilen toplumları da gönderdiği elçileri de hesaba çekecektir.

Dini belirleyen Allah’tır. Bu yüzden sadece O’nun hükümlerine uymak gerekir. Allah’tan başkasının emir ve yasaklarını din kuralı haline getirmek, o kimseleri ilahlaştırmak anlamına gelir. İslam’ın ilk ve kesin kaynağı Kur’an, ikinci temel kaynağı da Sünnet’tir. Bu durumda herhangi bir şahsın sübjektif görüşlerini, Allah ve Elçisinin hükümlerine tercih etmek veya bunlara eş değer görmek, doğru değildir. Ancak zamanla ortaya çıkan yeni meselelere Kur’an ve Sünnet’ten direkt bir çözüm yolu bulunamadığı takdirde kolektif insan aklı da, İslam tarafından bir bilgi kaynağı olarak kabul edilebilir. Şu halde ilim ve emir sahibi ehil kişiler, Kur’an ve Sünnet’e ters düşmeden ictihad yapıp insanların karşılaştıkları sorunları giderici çözümler üretebilirler. Ama bu ictihadların hiçbirine, Allah buyruğu gözüyle bakılamaz.

Allah, her peygambere kelamını iyice anlayıp açıklasın diye kendi kavminin konuştuğu dil ile vahiy göndermiştir. Son mesajını da Hz. Muhammed’e Arap diliyle iletmiştir. Kur’an, Arapça bir dille vahyedilmiş olsa da onun mesajı bütün insanlığa yöneliktir. Çünkü dil yöreseldir, ama ilahî sözün kendisi ve içeriği evrenseldir.

İnsanı yaratan Allah, onu öldükten sonra yeniden diriltir; her insanın yaptığı işler, ahirette ilahî mahkemenin adalet terazisinde tartılır. İyilikleri ağır basanlar kurtulur, kötülükleri ağır gelenler ise hüsrana uğrayıp cehenneme atılır. Böylece her sorumlu can, dünyadaki eylemine uygun karşılığı, ödül veya azap olarak görmüş olur.

Âdem’le eşinin cennetten çıkarılmalarına İblis sebep olmuştur. O, Allah’ın “Adem’e secde edin.” buyruğuna, hasedi yüzünden uymamış, bundan dolayı bulunduğu üstün konumdan kovulmuş, Adem ve soyunun düşmanı olmuştur. Ona, kıyamet gününe kadar yaşama süresi tanındığından insan var oldukça şeytan da düşmanlığı da var olacaktır. Öyleyse insan, sürekli düşmanı olan İblis’e ve yardımcılarına kanıp da Allah’ın gösterdiği doğru yoldan ayrılmamalıdır. Çünkü şeytanın, Allah’a inanıp sığınanları egemenliği altına alma gücü yoktur.

Allah, temiz ve güzel şeyleri insanlara haram kılmamıştır. O’nun yasakları, açık veya kapalı her türlü çirkin işler, zararlı ve kötü olan şeylerdir. Şu halde insan, helâl ve temiz olan şeylerden faydalanmalı, her işini güzel yapmalıdır. Zira Allah, her canlıya olduğu gibi insana da geçimini sağlama imkânı vermiştir.

Dinde aşırı gitmek doğru değildir. Aşırılık, dinin sınırlarını aşmak veya daraltmak anlamına geldiğinden sonunda onu yozlaştırır. Bu yüzden Kur’an, dua ve ibadette dahi aşırı davranışlardan sakınılmasını istemiştir. Genelde her konuda, özellikle de din hakkında doğruyu söylemek, bilgili ve belgeli konuşmak gerekir. Kesin delile dayanmadan Allah hakkında ve O’nun adına bir şey söylemek, vahye yalanla müdahale etmek anlamına geldiği için haramdır.

Ahirette, cennet halkıyla cehennem halkı arasında bir konuşma gerçekleşecek; cehennemdekiler cennetliklere bakıp imreneceklerdir. Ayrıca cennetle cehennem arasında yüksek bir yerde bulunan ve her iki tarafı tanıyan bir topluluk, cennetliklere bakıp onları kutlayacak, cehennemlikleri de kınayacaktır.

Allah’ın hidayete erdirmesini veya dalâlette bırakmasını, insanları bunlardan birine zorla sevk etmesi olarak değil, onları seçimlerinde özgür bırakıp zorlamaması şeklinde anlamak gerekir. Çünkü hidayet de dalâlet de Allah’ın yaratması, fakat insanın isteği ve tercihi ile var olan eylemlerdir. İnsan da ancak kendi iradesi ve tercihi ile yaptığı işlerden sorumludur.

Allah’ın huzurunda O’nun izni olmadan hiçbir nesne ve kimse şefaat etme yetkisine sahip değildir. İlahi huzurda herkes ancak kendi yaptıklarının karşılığını görür; kimseye haksızlık edilmez ve iltimas geçilmez.

Kur’an’da yer alan peygamber kıssalarıyla, hem insanların öğüt ve ibret almaları hedeflenir hem de Allah’ın inananlara olan lütufları, onları destekleyip koruyuşu; inkarcıları ise yenilgiye uğratışı anlatılır. Böylece imanın, yükselmeye ve kurtuluşa; inkarın da çöküşe ve hezimete neden olacağı mesajı verilir. Ayrıca bireylerin olduğu gibi toplumlarında bir ömrü olduğu; bu ömür dolunca o milletin tarih sahnesinden silineceği veya etkinliğini yitireceği gerçeği vurgulanır.

En büyük günahlardan biri de, insanın gerek kendine gerekse başkalarına yaptığı haksızlıktır. Zulmün başı şirktir, cezası da helaktır. Çünkü Allah, bir çok toplumu zulümleri yüzünden helak etmiştir.

Dünya varlığı bir sınavdır. Bu yüzden Allah, günahkar insanları hemen cezalandırmaz; aksine fırsat verip onları bir süre dener. Bütün uyarı ve imkanlara rağmen yola gelmeyenleri, hiç ummadıkları bir sırada helak eder.

Baskı ve zulüm, inancı yok edemez, düşünceleri öldüremez. Bunun için bâtıl bir süre üstün görünse de sonunda hak galip gelir. Ancak, Allah’ın inananlara vadettiği üstünlük, onların davalarına azimle bağlı kalıp gereken gayreti göstermeleriyle gerçekleşir.

İnsan, Allah’ı tanıma ve O’na inanma yeteneğiyle yaratılmıştır. Bundan dolayı insanın mayasında Allah’a yönelme eğilimi vardır. Ancak hür iradeye sahip olan insan, farklı kültür ve çevre şartları içinde bulunduğundan, her bireyin eğilimi değişik olmaktadır.

Hz. Muhammed, Allah’ın kendisine vahyettiği ilahi sözleri insanlara duyuran bir elçidir; o, kendisine vahyedilenin dışında gayb bilgisine sahip değildir. Gaybı bilmeyen Peygamber (a.s), ansızın gelecek olan Kıyamet’in ne zaman kopacağını da bilemez. Onun görevi, kehanetlerde bulunup gelecekten haber vermek değil, insanları uyararak doğru yola yöneltmektir.

İstenen mucizeyi getirmek, peygamberin elinde değildir. Hem mucizeler sağ duyu sahipleri için inanmaya vesile olsalar bile, imanı zorunlu kılmazlar. Eğer öyle olsaydı, mucize gören herkesin inanması gerekirdi. Oysa mucizeler görüp de inanmayan pek çok kişi ve toplum vardır.

Kur’an, insanı ikna edip iman değerine yücelten en üstün mucizedir. Bunun için onu anlayarak okumak, saygıyla dinlemek ve inanarak uygulamak gerekir. Eğer bunlar yapılırsa Allah’ın rahmetine ve başarıya erişilir.

Sonuç olarak denebilir ki, her şeyi yaratıp yöneten Allah’tır. O’ndan başka ilah yoktur; ibadete layık olan yalnız O’dur. En güzel isimler O’nundur. O’na bu güzel isimlerle yalvarmak gerekir. Allah, kendisine yapılan duayı işitir ve kullarının içinden geçen duygu ve düşünceleri bilir. Bunun için O’na dua ederken edep sınırları aşılmamalı, bağırıp çağırmadan, alçak sesle ve gönülden gelen bir istekle dua edilmelidir. Kısacası insan, sabah akşam sürekli Allah’ı anmalı, ibadetle O’na yaklaşmaya çalışmalı, Allah’ın rahmetinin ve bağışlamasının, iyilik ve tevbe edenlere yakın olduğunu unutmamalıdır.