(40/72) CİN SÛRESİ
MEKKE DÖNEMİ
28 AYET
Cin suresi, Mekke döneminde, peygamberliğin altıncı veya onuncu yılında, Taif seferinden hemen sonra inmiştir. Sure, 28 ayetten oluşur; adını, ilk ayetinde geçen cin kelimesinden alır. Nüzul sıralamasına göre 40'ncı, tertip sıralamasına göre de 72'nci suredir.
Surede, bir cin topluluğunun Hz. Peygamber'den, Kur’an dinlediği, onun üstün belagatından etkilenip imana geldikleri ifade edilerek vahyin etkileyici gücü ve ikna edici özelliği ortaya konulur. Allah'ın varlığı, birliği, yüceliği, gizli âşikâr her şeyi bildiği, cinler hakkında abartılmış bilgi ve inançların asılsızlığı ve ahiret hayatının kesinliği gibi hususlar dile getirilir.
Bu bağlamda, cinlerin de iyisi kötüsü olduğu, inanmayan cinlerin, tıpkı inkârcı insanlar gibi cehenneme atılacakları; inanan insanların onlardan çekinmesine gerek olmadığı belirtilir. Allah'ın insanları nimetleriyle deneyeceği, insanların O'na şirk koşmadan şükretmeleri gerektiği hatırlatılır. Hz. Muhammed'in çağrısına muhalefet edenlerin, çok büyük bir sapıklık ve cüretkârlık içinde olduklarına işaret edilir. Allah'ın, gayb bilgisini dilediği elçiler hariç hiç kimseye açmadığı, bu yüzden cinlerin gaybı bildikleri ve her şeyden haberdar oldukları şeklindeki inançların asılsız olduğu vurgulanır. Sure, Allah'ın bildirdiği her şeyin gerçek ve gerçekleşecek olduğunu ifade eden ayetlerle son bulur.
Sonuç olarak surede, Kur’an'ın bildirdiği gerçeklere karşı direnen müşriklerin tutarsızlığına dikkat çekilir. Çünkü onların inancına göre cinler, sıradan varlıklar değil, aksine Tanrı yerine koyarak taptıkları ve O'na ait yetkilerle donatılmış sanıp sığındıkları üstün varlıklardır. İşte bu yüzden onlara burada âdeta şöyle denilmektedir: “Kur’an mesajının içerdiği gerçekler, üstün kabul ettiğiniz cinleri bile etkileyip yola getirdiği halde sizin ondan yüz çevirmeniz, tam bir tutarsızlık örneğidir.”
1-19'uncu ayetler
Allah'ın birliğini ve büyüklüğünü, cinler hakkındaki yanlış ve abartılmış inançların geçersizliğini anlatan surenin bu ilk bölümünde, cinlerden bir grubun Kur’an dinleyip ona inandıkları, Allah'a ortak koşmaktan vazgeçtikleri, Allah hakkında söylenen yakışıksız sözlerin yalan ve iftira olduğunu anladıkları, insanlardan bazı kimselerin cinlere sığınarak onları iyice şımarttıkları, cinlerin gayb haberleri almak için göğe çıkmak istedikleri, fakat ona yaklaşamadıkları ve artık gökten haber alamadıkları, onların içinde iyilerin de kötülerin de bulunduğu, aralarında çeşitli fırkalara ayrıldıkları, Kur’an'ı duyunca Allah'a asla üstün gelinemeyeceğini anladıkları, doğru yolu bulup Müslüman oldukları, kendilerini zulme kaptıranların ise, cehennem ateşi için yakıt olacakları bildirilir.
Kaynaklarda belirtildiğine göre Cahiliye döneminde cinlerin semalara çıkıp bilgi aldıkları veya çaldıkları, dolayısıyla gaybî bilgilere muttali oldukları yolunda yanlış ve yaygın bir inanış vardı. Şeytanların semadan haber almaktan men edildiği bir dönemde, semadan kovularak geri dönen şeytanlara kavimleri, neden hiçbir haber getiremediklerini sormuşlar, onlar da engellendiklerini ve üzerlerine alevlerle saldırıldığını söylemişler. Bunun üzerine kavimleri onlardan bunun sebebini her tarafta araştırmalarını istemişler. İşte içlerinden Tihâme'ye doğru ilerleyenler, o sırada Sûk-ı Ukâz'a gitmek üzere Nahle'de bulunan Hz. Peygamber'in olduğu yere varmışlar; orada ashabına sabah namazı kıldırmakta olan Hz. Peygamber'in okuduğu Kur’an ayetlerini işitince, haber almalarını engelleyen şeyin ne olduğunu anlayarak geri dönmüşler. Kavimlerine, kendilerini hayran bırakan bir Kur’an dinlediklerini ve ona inandıklarını; artık Rablerine hiçbir şeyi ortak koşmayacaklarını söylemişler. Allah da onların bu durumunu Hz. Peygamber'e bildirmek üzere bu sureyi indirmiştir.
Bu olay, Hz. Peygamber'in hicretten önce Tâif'e gidip orada kötü karşılanmasının ardından üzgün olarak Mekke'ye dönüşü sonrasında gerçekleşmiştir. Tâif dönüşü kısa bir süre Mekke'de kalan Hz. Peygamber, ashab-ı kiramdan bazılarını yanına alıp Zilkâde ayının biri ile yirmisi arasında kurulan Sûk-ı Ukâz panayırına gitmek istemiş, bu yolculuk esnasında Sûk-ı Ukâz ile Mekke arasında bulunan Batn-ı Nahle de ashabına sabah namazı kıldırmış ve söz konusu cin kıssası burada vuku bulmuştur. Kur’an dinlemiş olan cinnin, Nasîbin(Nusaybin) yahut Ninova cinninden yedi veya dokuz cin olduğu söylenir. Ayrıca cin kelimesinin “o ana kadar halkın daha önce hiç rastlamadığı yabancı varlıklar” anlamına geldiği düşünülürse bunların, uzak bölgelerdeki, muhtemelen Suriye ve Mezopotamya'daki Yahudiler olduğu sonucuna da varılabilir. Ama yine de cin kelimesinin sadece bu anlamla sınırlı olduğu söylenemez.
Rahman, Rahim Allah'ın Adıyla
1. De ki: “Cinlerden bir topluluğun, okuduğum Kur’an'ı dinledikleri ve şöyle dedikleri bana vahyedildi: “Gerçekten biz harika bir Kur’an dinledik;
Birinci ayette, Kur’an dinleyen cinlerin, Hz. Peygamber'e vahiy yoluyla bildirildiği haber verilir. Ayetin ifadesine göre, Peygamber(as), Kur’an dinleyen cinleri görmemiş, fakat onların Kur’an dinledikleri kendisine vahiyle bildirilmiştir. Hz. Peygamber'in, cinleri ve şeytanları görüp onlara vahyi tebliğ etmek için değişik zamanlarda Kur’an okuduğuna işaret eden rivayetler varsa da gerek bu surenin ilk ayetinde gerekse konuyla ilgili diğer ayetlerde Hz. Peygamber'in kendisinden Kur’an dinleyen cinleri görmediği anlaşılmaktadır. Cinlerin dinlediği Kur’an'ı Hz. Peygamber namazda okumuş olabileceği gibi, namaz dışında tilavet amacıyla da okumuş olabilir.
Bu ayette Kur’an aceb sıfatıyla nitelendirilir. Aceb, “başkasını hayrete düşüren ve onda hayranlık uyandıran söz” anlamına gelir. Kur’an hem nazmının güzelliği hem de mesajının sıhhati ve etkisiyle herkesi kendine hayran bırakan bir söz olduğundan bu şekilde nitelendirilmiştir. Gerçekten de o, olağanüstü güzellikte bir hitabedir.
2. Doğru yola ulaştıran bu kitaba iman ettik, artık Rabbimize hiçbir şeyi ortak koşmayacağız.
İkinci ayette, Kur’an'ın, muhataplarını doğru ve akla uygun olan yola ulaştıran bir rehber olduğu; bu yüzden ona şeksiz inanıp şirk koşmadan Allah'a ibadet etmek gerektiği dile getirilir.
Hidayet, rehberlik etmek, yani yol göstermek demektir. Rehberlikte aslolan, insanı nihai hedefine kadar bilfiil götürmek değil, gerekli ve yeterli işaretleri göstererek onun kendi irade ve inisiyatifi ile hedefe varmasına yardımcı olmaktır. Rüşd ise, doğru ile yanlışı ayırt etme bilincine ulaşıp tam bir kararlılıkla hak yolda dosdoğru gitmektir.
Bu ayetler, cinlerin sadece okunan Kur’an'ı dinlemekle yetinmeyip ayrıca onun dilini bildiklerine, üstün belagatını hissettiklerine ve yüce mesajını anladıklarına da işaret etmektedir. Bu durumda, cinlerin insanlara gönderilen ilahi mesajın dilini bilip bilmedikleri; buna bağlı olarak da onlar için ayrı bir peygamber ve kitap gönderilip gönderilmediği sorusu hatıra gelmektedir.
Eğer buradaki cin kelimesinin, “o zamana kadar halk tarafından görülmemiş olan insanlar” anlamına geldiği düşünülür, Kur’an dinleyen cinlerin de Hz. Mûsâ şeriatına mensup Nusaybinli cinler (Yahudiler) olduğu kabul edilirse, onların Kur’an vahyinin gönderildiği Arap dilini bilmeleri tabiidir ve bu imkansız değildir.
Fakat cin kelimesinin, insan ve melek dışında ayrı bir tür olarak “görünmez varlıklar” anlamına geldiği kabul edilirse o zaman şu iki ihtimal hatıra gelir. Şayet cinler, yaşadıkları bölgedeki insanların veya peygamber aracılığı ile onlara ulaştırılan ilâhi mesajın dilini biliyorlarsa, yani böyle bir durum söz konusu ise, onlar için ayrı bir peygamber gönderilmiş olması gerekmez. Ama cinlerin, insanlara gönderilen ilâhi mesajın dilini bilmedikleri varsayılırsa, o taktirde cinlere de kendi türlerinden bir peygamber gönderilmiş olması gerekir. Kur’an, cin ve insan topluluklarına kendi türlerinden peygamberler gönderildiğini dile getirir; ama o, cinler arasından çıkan bir peygamberden söz etmez. Onun söz etmediği bir konuda da insana söz düşmez.
3. Rabbimizin şanı çok yücedir; O, ne bir eş ne de evlat edinmiştir.
Üçüncü ayette, Allah'ın şanının yüceliği dile getirilir; O'nun eş ve evlat edinmekten münezzeh olduğu belirtilir. Ayette yer alan “cedd” kelimesi, sözlükte “çalışma, gayret, yenilik, onur, nasip, zenginlik, büyüklük ve ululuk” gibi anlamlara gelir. Özellikle “büyüklük” anlamından dolayı “dede” ye, yani “büyük baba” ya da “cedd” denir. Bu kelime Allah'a nisbet edilince, “O'nun bütün varlıkları kapsamış olan şanı ve yüceliği” manasına gelir.
Bu ayette, genellikle şirk inancının doğasına, özellikle de Hıristiyanların Mesih'i nasıl Allah'ın oğlu ve O'nunla birlikte ilah yaptıklarına gönderme vardır. Çünkü Kur’an'ın nüzul döneminde şirk söylemleri dünyanın değişik bölgelerinde yaygınlık kazanmış, yeni nesiller bu çarpık inancın çehresiyle karşılaşmışlardır. İşte bu yüzden Kur’an gelip Allah'ın tek olduğunu; O'nun eş ve evlat edinmediğini vurgulayarak hem bu tür yanlış inançları şiddetle reddetmiş hem de insanları tevhide çekmiştir.
4. Meğer bizim aramızdaki beyinsiz, aşırı yalanlar söyleyip Allah'a iftira ediyormuş.
Dördüncü ayette, aklı kıt ve azgın cinlerin, doğruluktan uzak saçma sözler sarf ettikleri haber verilir. Aklın ve dinin hilafına hareket eden kimseye sefih denir. Bu yüzden kelimenin burada “İblis” veya “cinlerin cahilleri” anlamına geldiği belirtilir. Zira, İblis'ten ve ona uyan cahillerden daha sefih bir varlık düşünülemez.
Sefih cinlerin söyledikleri saçma sözler de, “Allah'ın eşi ve oğlu bulunduğu” yönündeki sözleri olmalıdır. Ama burada sözü edilen varlıkların, Yahudi kökenli yabancılar oldukları varsayılırsa, onların söyledikleri asılsız şeylerin, “Yahudilerin kendilerini Allah'ın özel halkı ve seçkin ırkı görmeleri” gibi saplantıları olduğu da düşünülebilir.
5. Oysa biz hiçbir insan ve cinnin, Allah'a iftira etmeyeceğini sanırdık.
Beşinci ayette, Saçmalıklara aldanan cinlerin dilinden dökülen sözlere yer verilir. Kur’an dinledikten sonra itirafta bulunan cinlerin daha önce sapmalarına sebep, yanlış telkinlere safça kanıp aldatılmış olmalarıdır. Ama onlar, okunan Kur’an'ı dinleyip işin farkına varınca Allah hakkında söylenen yakışıksız sözlerin O'na karşı çok büyük bir iftira ve yalan olduğunu anlamışlardır.
Bu ayet, Kur’an'la doğrudan ilişki kuran benlikte meydana gelen olumlu değişikliğe de dikkat çekmektedir. Gerçekten de Kur’an, çağrısına kulak verenleri imana ehil kılar ve doğru yola sevk eder.
6. Doğrusu insanlardan bazı kişiler, bazı cinlere sığınırlardı da onların azgınlıklarını artırırlardı.
Altıncı ayette de, insanlardan bazı kişilerin cinlerden bazılarına sığındıkları; böyle yapmakla cinlerin kibir ve taşkınlıklarını artırdıkları haber verilir. Cinlere sığınmak, onlardan yardım veya himaye, yahut maddî ve manevî ihtiyaçları karşılama talebinde bulunmak demektir.
Kaynaklarda belirtildiğine göre Cahiliye devrinde bir adam sefere çıkıp bir vadide gecelemek isterse: “Bu vadinin şerrinden, bu vadinin büyüğüne sığınırım.” der, öyle yatar ve sabaha dek cinlerin korumasında olduğuna inanırmış. Bir rivayete göre de Araplar kıtlık ve kuraklık zamanlarında mer'a ararlar, böyle bir yer bulunca: “Burada bir âfete uğramaktan, bu vadinin sahibine sığınırız.” diye bağırırlar; kendilerini kimse korkutmazsa, orada konaklarlarmış. Araplarda cinne sığınma âdeti önce Yemen'de bir kavimden başlamış, sonra da bütün Araplarda yaygın hale gelmiştir. Bu inançtaki kişilerin, zorda kalınca veya herhangi bir amaca ermek isteyince ilk işi cinne sığınmak olmuştur.
Bu ayette, “cinler” hakkında “erkekler” anlamına gelen “ricâl” tabiri kullanılmıştır. Bu yüzden âlimlerin çoğu, cinlerin erkekleri ve dişileri olduğunu; onların erkeklerine de “ricâl” denildiğini söylemişlerdir. Bazı âlimler de, “cinler” için “erkekler” tabirinin kullanılamayacağını iddia etmiş ve bu ayette geçen “ricâl” kelimesinden maksadın, “insanların erkekleri” olduğunu belirtmişlerdir. Bu takdirde ayet, “insanlardan bazı erkek (kişi) ler, cinlerin şerrinden yine bazı erkek (kişi) lere sığınıyorlardı.” şeklinde manalandırılabilir. Âlimlerin bir kısmı da, bu ayette yer alan ve “erkekler” anlamına gelen “ricâl” kelimesinin “cins ismi” değil, hem erkek hem de kadınları kapsayan bir “tür ismi” olduğunu; dolayısıyla “ricâl” kelimesinin burada kadın erkek “bazı kişiler” anlamında kullanıldığını söylemişlerdir. Ayet nasıl yorumlanırsa yorumlansın onun asıl mesajı ve amacı, cinlere sığınıp onlardan himaye bekleyen herkesi kınamaktır. Çünkü kendisine sığınılacak tek varlık Allah'tır.
Ayetin sonunda yer alan rehak kelimesi ise, “taşkınlık, kibir ve büyüklenme” anlamında kullanılmıştır. Çünkü cahiliye döneminde bazı müşrik Araplar, bir takım tılsım ve efsunlarla cinlere sığınıp onları şımartıyorlardı. Bu anlayış, fazla değişiklik göstermeden günümüzde de varlığını sürdürmektedir. Zira bugün cincilere, falcılara ve medyumlara avuç dolusu para akıtanlar ve falcılığı bir kazanç kapısı haline getirenler vardır. Bu da, insanlardan bazılarının, cinlerin şerrinden yine bazı insanlara yani cincilere sığındıklarını ortaya koymaktadır. Halbuki insanlar, cinlerin şerrinden cincilere sığınacaklarına Allah'a sığınsalar, hem daha doğru bir iş yapmış hem de paralarını cincilere kaptırmamış olurlar. Ayrıca insan, başka birisinin kendisine üflemesiyle değil, bizzat Kur’an'ı okuyup yaşayarak şifa bulabilir.
7. Onlar da sizin sandığınız gibi Allah'ın artık hiç kimseyi Elçi göndermeyeceğini sanıyorlardı.
Yedinci ayette, cinler arasında da müşrik insanlar gibi risaleti ve ahireti inkâr edenlerin bulunduğuna işaret edilir. Bu ayetteki “ba's” kelimesi, hem “yeniden diriltmek” hem de “elçi göndermek” anlamına gelir.
Eğer “ba's” kelimesinin bu ayette “diriltmek” anlamına geldiği varsayılırsa, cinlerin arasında da müşrik insanlar gibi ahireti ve yeniden dirilmeyi inkâr edenlerin bulunduğu sonucuna varılır. Şayet anılan kelime “elçi göndermek” anlamında kullanılmışsa o zaman da cinlerden risaleti inkâr edenlerin olduğu anlaşılır. Bu yüzden mealde her iki mana da belirtilmiştir.
Ancak burada “cin” kelimesinin, “Yahudi kökenli yabancılar” anlamında kullanıldığı kabul edilirse “ba's” kelimesinin “elçi göndermek” manasına geldiğini söylemek daha isabetli olur. Çünkü Yahudilerin çoğunluğu, Eski Ahid'de açıkça zikredilmiş olanların dışında hiçbir peygamberin gelmeyeceğine inanıyor; bu yüzden de Hz. İsa'yı ve Hz. Muhammed'i reddediyorlardı. İşte okunan Kur’an'ı dinledikten sonra iman eden bu Yahudi kökenli yabancılar (cinler), kendi kavimlerine: “Allah'ın başka bir peygamber göndermeyeceği şeklindeki düşünceniz yanlış çıktı; zira dinlediğimiz Kur’an'da gösteriyor ki Allah bir Resul daha gönderdi.” demişlerdir.
8. Biz göğü dinlemek için yokladığımızda onu güçlü muhafızlar ve göktaşlarıyla doldurulmuş bulduk. 9. Halbuki biz, onun dinlenmeye müsait yerlerinde otururduk, ama şimdi kim onu dinlemeye yeltense karşısında kendisini gözetleyip kovalayan bir göktaşı buluyor.
Sekiz ve dokuzuncu ayetlerde, gökten haber dinlemeğe çalışan cinlerin, güçlü muhafızlar ve ateş alevleriyle engellendikleri dile getirilir. Burada geçen ve “hâris”in çoğul şekli olan “hares” kelimesi “bekçiler ve muhafızlar”; “şihâb”ın çoğul şekli olan “şuhub” kelimesi de, “ateş alevleri veya göktaşları” manasına gelir. Ayrıca gökte yıldız gibi kayan parıltılara da şihab denir. Aslına bakılırsa şihab, meteor taşlarının düşerken hava ile sürtüşmesinden çıkan ışık olup meteorolojik bir olaydır.
Şihab kelimesinin lafzi anlamı bu olsa da onunla verilmek istenen asıl mesaj, Kur’an ayetleriyle batıl inanç ve yanlış düşüncelere karşı fırlatılan ateşli uyarılardır. Çünkü Kur’an ayetlerinin ve onları okuyan peygamberin karşısında bütün şeytanlıklar erimiş, âlem büyük bir değişime uğramıştır. Bu yeni durum karşısında insan ve cin şeytanlarının ödleri kopmuş, artık onlar eskisi gibi gaybdan dem vuramaz ve gelecekten haber veremez olmuşlardır.
Bu ayetlerde, öteden beri astrolojiyi geleceği okumanın bir aracı olarak gören ve uygulamaya çalışan eğilimlere de işaret edilerek insanın algı ve tasavvur gücünü aşan konular hakkında, astroloji ya da gizli ilimler yoluyla gerçek bilgi elde etmenin imkansız olduğu belirtilir. Demek ki bilinmeyen âlemi yasak ve kaçak yollarla keşfetmek için girişilen her çabayı, kaçınılmaz olarak yakıcı bir düş kırıklığı ve apaçık bir hüsran izleyecektir.
10. Doğrusu yeryüzündekilere fenalık erişmesi mi istendi yoksa Rableri onlara bir iyilik mi diledi, biz bilemeyiz.
Onuncu ayette, cinlerin, yeryüzünde yaşayan insanların akıbetini bilemeyecekleri kendi dillerinden dökülen sözlerle ifade edilir. Yeryüzünde yaşayanlar için ne takdir edildiğini, onların hayır mı zarar mı göreceklerini sadece Allah bilir. Böylece ayette, cinlerin gaybı bilmedikleri ve bilemeyecekleri dile getirilmiş olur.
11. Aramızda iyiler de var başka türlü olanlar da. Biz ayrı ayrı yollar tutup bölük bölük olmuşuz.
On birinci ayette, cinlerin arasında iman edip iyilik yapanlar olduğu gibi, böyle olmayan aşağılık varlıkların da bulunduğu; bu yüzden onların bölük ve gruplara ayrıldıkları bildirilir. Demek ki cinlerin itikat bakımından tek inançları yoktur; onların inananı, inanmayanı, iyisi ve kötüsü vardır. Onlar, inanç ve ahlak açısından çeşitli gruplara bolünmüş vaziyettedirler.
12. Biz yeryüzünde yaşasak da başka yere kaçsak da Allah'ı asla aciz bırakamayacağımızı anladık.
On ikinci ayette, Allah'tan kaçmakla O'ndan kurtulma imkan ve ihtimalinin olmadığı vurgulanır. Kur’an'ı dinledikten sonra gerçeği gören cinler, yeryüzünün neresinde olurlarsa olsunlar, ne yaparlarsa yapsınlar, hatta yer yüzünde kalmayıp göğe bile çıksalar, Allah'tan kaçıp kurtulmanın imkansız olduğunu anlarlar. Allah'tan kaçmak imkansızdır; ama O'na iman ve ibadet ederek yakıcı azaptan kurtulmak mümkündür. Öyleyse insan için tek kurtuluş yolu vardır; o da Allah'a şeksiz inanmak ve şirk koşmadan ibadet etmektir.
13. Bu yüzden doğruluk rehberi olan Kur’an'ı duyar duymaz ona inandık. Rabbine inanan kimse, ne hakkının yenilmesinden korkar ne de haksızlığa uğramaktan.
On üçüncü ayette, Kur’an'ın çağrısını duyup O'na inanan, Rabb'inin birliğini ve büyüklüğünü tanıyıp O'na sığınan kimsenin, hiçbir zaman zarar ziyan görmeyeceği ve haksızlığa uğramayacağı belirtilir. Bu bağlamda korkusuz bir hayata ve esenliğe cinn'e değil, Allah'a inanıp sığınmakla erişilebileceği mesajı verilir.
14. Aramızda Allah'a teslim olanlar da var, yoldan çıkanlar da. Kim Allah'a teslim olursa, işte onlar doğru yola yönelmiş olurlar. 15. Yoldan çıkanlar ise, cehennem için yakıt oldular.”
On dört ve on beşinci ayetlerde de, cinlerin taifeler halinde oldukları; onların arasında hem Allah'a teslim olup rüşde eren akıllıların hem de kendilerini zulme kaptırıp sapıtan beyinsizlerin bulunduğu haber verilir. Onlardan iyiyi, doğruyu arayıp bulanlar ve ona layık olanlar, Müslüman’dırlar. Doğruluktan sapan zalimler ise, cehenneme odun olurlar.
Cin olarak tanımlanan varlıkların dilinden dökülen sözler, burada sona erer. Bu sözlerin ardından gelen ayetlerde ise, insanların davranışlarından söz edilerek inkarcı cinlerle, inkarcı kişiler arasındaki benzerliğe dikkat çekilir. Öyleyse ayetlerde geçen cin kelimesinin anlamı ne olursa olsun burada, doğruya ulaşmaya kararlı bir akla Kur’an'ın sunduğu rehberlik, onların temsili konuşmalarıyla anlatılmak istenmiştir. Çünkü Kur’an'ın rehberliğinde gerçekleştirilecek dikkatli bir akli çaba, insanı rüşde ve İslam hidayetine erdirebilir.
16-17. Eğer onlar, şaşmadan doğru yolda yürümüş olsalardı, kendilerini denemek için onlara bol rızık verirdik; ama Rabbinin zikrinden yüz çevireni, Allah en şiddetli azaba uğratır.
On altı ve on yedinci ayetlerde, hayatı doğru yaşayan insanların bol rızıklar içinde yaşatılacağı; insanların imtihana tâbi tutularak şükredip etmediklerine bakılacağı; Allah'ın mesajlarından ve O'na ibadet etmekten yüz çevirenlerin, çetin bir azaba çarptırılacağı haber verilir. Bu ayetler, insana ihsan edilen nimetlerin, yalnızca iyiliğin bir ödülü değil, aynı zamanda onun Allah'a karşı sorumluluğunun ve şükrünün bir sınaması olduğu mesajını da verir.
18. Bütün mescidler Allah'a ibadet içindir; öyleyse Allah'ın yanı sıra başka kimseye yalvarıp yakarmayın.
On sekizinci ayette, ibadetin ve ibadet mahallerinin sadece Allah'a ait olduğu; O'nun yanı sıra başka hiçbir kimseye ve nesneye yalvarıp yakarılmaması gerektiği belirtilir. Ayetteki mesâcid kelimesi, mescidin çoğuludur. Namaz ve ibadet için özel olarak ayrılmış yere mescid denir. Bu sözcük lügatta her milletin; örfte ise, sadece Müslümanların ibadet yerini belirtmek için kullanılır. Kelimenin öncelikli anlamı budur. Ancak bu surenin indiği dönemde Müslümanlara ait mescidler yapılmış olmadığı için, ayette geçen mescid kelimesiyle daha genel anlamda yeryüzünün tamamına da işaret edilmiş olabilir. Hz. Peygamber'in, bir hadisi şerifinde yeryüzünün kendisine mescid kılındığını dile getirmesi de, bu ihtimali güçlendirir.
Mescid kelimesi burada hangi anlama gelirse gelsin ayetin asıl amacı, insanları şirksiz kulluğa ve ibadetlerinde ihlaslı olmaya çağırmaktadır. Zira arzın herhangi bir bölgesinde veya namaz ve benzeri ibadetler için özel olarak yapılmış mescidlerde Allah'tan başkasına yönelip yalvarmak şirktir. Şirk ise tevhide ters düşen kesin bir yasak ve tövbe edilmedikçe bağışlanmayan büyük bir günahtır. Ne var ki bu gün gerek mabedlerde gerekse yeryüzünde sergilenen tevhitten uzaklık, şirke ve bid'atlara boğulmuşluk, tüyler ürpertici bir manzara haline gelmiştir.
19. Allah'ın kulu, ne zaman O'na ibadet etmek için ayağa kalksa onlar kalabalıklar halinde onun başına üşüşürlerdi.
On dokuzuncu ayette ise, Müşriklerin Kur’an nurunu ve hidayet ışığını söndürmek için Hz. Peygambere karşı birleştiklerine işaret edilir. Burada geçen Abdullah kelimesi Allah'ın kulu anlamına gelir. Bu kuldan maksat, kendisine vahiy indirilmiş olan Hz. Muhammed'dir. O, Allah'a kulluğun en güzel örneğini ortaya koyduğu için bu sıfatla nitelendirilmiştir. Kalabalıklar halinde onun başına üşüşenler ise, Kur’an nurunu söndürmek ve Hz. Peygamber'in davetini iptal etmek için birleşen Müşriklerdir. Ancak ayetin anlamı, anılan dönem ve kişilerle sınırlı değildir. Ayrıca o, bütün zamanlarda ve toplumlarda hakikati savunan bir kişiye veya azınlığa, toplumun çoğunluğunun gösterdiği ya da göstereceği düşmanlığa da işaret etmektedir.
Bu aşamada, ilk ayette yer alan ve sureye ad olan cin kavramına açıklık getirmek; cinlerle ilgili genel bir bilgi vermek faydalı olacaktır. Cin kelimesi, sözlükte örtmek, karanlığa boğmak, gizli ve kapalı olmak gibi anlamlara gelen c n n kökünden türemiş bir cins ismidir. Tekili cinnidir.
Cin sözcüğünün, Latince kökenli genie veya genius kelimelerinden Arapça'ya geçtiği öne sürülmüşse de İslâm alimleri, bu kelimenin Arapça asıllı olduğunu kabul ederler. Cinlerin atalarına cân adı verilir. Cinler, eski Araplar'da hin kelimesiyle de ifade edilmiş, onların gûl, ifrit gibi çeşitli türlerden oluştuğu belirtilmiştir. Farsça'da ise cin karşılığında peri ve div kelimeleri kullanılmıştır.
Cin kelimesinin kökünde gizlilik anlamı ağır basar. Zira bu kelimenin kök fiili olan cenne, “örttü, gizledi, karanlığa boğdu”; aynı kökten türeyen cunneh, “sahibini örtüp koruyan kalkan”; cenân, “bedendeki kalb”; cennet, “zeminini ağaçların örttüğü bahçe”; cenîn, “anne rahmindeki çocuk”; cunûn da “aklı örten hastalık” anlamına gelir.
Ayrıca cin kelimesi, insan türünün karşıtı olan ve görünmez varlıklar için kullanılan genel bir anlam da taşır; melekler de bu anlam sahasının içinde yer alır. Bu durumda “görünmeyen varlık” anlamında her melek cindir, fakat her cin melek değildir. Bu yüzden islâm alimleri, meleklerin cinlerden ayrı bir tür olduğunu; cin kelimesinin de insan ve melek dışında üçüncü bir varlık türünün adı olarak kullanıldığını söylemişlerdir. Öyleyse “duyularla idrak edilemeyen, ama insanlar gibi ilâhi buyruklara uymakla yükümlü tutulan varlık türüne” cin denir. Çünkü dilbilimciler, el-cinn teriminin, insanın duyularına kapalı olan şeyleri, yani normal olarak insanın kavrayamayacağı soyut ya da somut objektif bir gerçekliği bulunan varlıkları veya güçleri ifade ettiğini belirtirler. Ancak cin kelimesi, Arap kültür geleneğinde gündelik anlamıyla daha çok “bütün kötü güçleri” göstermek için kullanıldığından bu geleneksel tasavvur, kelimenin orijinal anlamını ve hayli önemli olan kelime yapısını belli ölçüde gölgelemiştir.
Cin kelimesinin türediği c n n kökü, çeşitli kullanım biçimleriyle Kur’an'ın tamamında 200 kez geçer. Bu kökün cin şekli 22 ayette, cinne şekli de 10 ayette yer alır. Bu ayetlerde cin kelimesi genellikle şu anlamlara gelir:
a) İnsanın duyularının kavrayış alanı dışında kalan ve bedensel varlığı olmayan ruhsal varlıklar veya güçler. Bu hem şeytani hem de meleki güçleri ihtivâ eden bir anlamdır. Çünkü onların tümü, insanın duyularına kapalı olan görünmez varlıklardır. Kur’an, bu görünmez varlıkların bedensel bir tabiata sahip olmadıklarını, ancak kendilerine özgü bir tabiatlarının bulunduğunu belirtmek için cinnin “nari's-semum–dumansız ateş”den, yahut “mâric min nâr–ateş alevinden” yaratılmış olduğunu ifade eder. Buradan cin kelimesinin, “melek ve insan dışındaki üçüncü varlık türü” anlamına geldiği sonucu çıkar. Ancak bazı müfessirler, cin kavramının belli duyarlı organizmaları kapsayan ve biyolojik unsurları insanınkinden tamamen farklı olan görünmez varlık türlerini belirtmek için kullanıldığını da söylerler.
b) İnsanın, şeytâni güçlerle ilişkisinin sembolik olarak kişileştirilmesi.
c) Bizâtihi görünmez olmayan, ama o zamana kadar halk tarafından hiç görülmemiş olan insanlar veya varlıklar.
d) Halkın bilincine nûfuz etmiş olan bazı efsane varlıklar
Sonuçta cinler, insanın duyularının kavrayış alanı dışında kalan ve ona kapalı bir âlemin sakinleri olan soyut veya somut varlıklardır.
Âlem, görünen ve görünmeyen varlıklardan oluşur. Duyular vasıtasıyla idrak edilebilen varlıklar âlemine “görünen âlem–âlemü'ş-şehâde” adı verilir. Bu âlem cansız maddi nesneler, bitkiler, hayvanlar ve insanlardan meydana gelir. Ancak görünen âlem bile tümüyle maddi bir dünya değildir; o, maddi yapısının yanında manevi olanı da içeren bir nitelik taşımaktadır.
Duyular vasıtasıyla idrak edilemeyen ve insanın bilgi alanı dışında kalan âleme de “görünemeyen âlem–âlemu'l ğayb” denir. Bu âlemi oluşturan varlık kategorilerinin başında, iyi yönelimlerin kişileştirilmiş, kusursuz bir güç ve mükemmellikle donatılmış aktörleri olan meleklerle, kötü güç ve içsel yönelimlerin kişileştirilmiş aktörleri olan cinler gelir. Hemen belirtelim ki âlemin bu şekilde ikiye ayrılması, kozmosun kendi yapısı gereği değil, insana göredir.
Tarih boyunca insanlar, cinlerin varlıkları, mahiyetleri, iyi veya kötü tesirleri gibi konularda farklı inanç ve anlayışlara sahip olmuşlardır. Ancak burada değinilen inanç ve anlayışların hepsine yer verilmeyecek, sadece İslâm öncesi Arap toplumunun cinlerle ilgili inanç ve anlayışlarına kısaca değinilip konu Kur’an açısından incelenecektir.
Cahiliye Arapları, bazı yerlerde insan hayatına tesir eden gizli varlıkların mevcudiyetine inanırlar; cinleri, çölde özel bir vadide yaşayan kabileler olarak tasavvur ederler ve bu vadiye “Abgar Vadisi” adını verirlerdi. Cinleri yeryüzünde oturan ilahlar olarak kabul eden Araplar, onlarla Allah arasında soy birliğinin olduğunu ileri sürerek cinleri Allah'a ortak koşarlar ve onlara taparlardı. Yani onlar, görünmeyen ama etkileriyle kendilerini hissettiren bu varlıkları, yaratıcı bir güçle esrarlı bir şekilde donatılmış olarak görürlerdi.
Yine Araplara göre cinler, kabileler halinde yaşayan, birbirleriyle savaşan, insana özgü fiziksel yapıya sahip olmadıklarından yer ile gökyüzünü birbirinden ayıran sınırları geçen, gaybdan haber veren, gizli olanı bilen ve bazı tabii olayları meydana getiren varlıklardı. Ayrıca cinlerin başta yılan olmak üzere çeşitli hayvanların suretine girdiklerine, genellikle tenha, kuytu ve karanlık yerlerde yaşadıklarına, insanlar gibi yiyip içtiklerine ve çoğaldıklarına inanılırdı. Kısaca, cin kelimesi cahiliye döneminde “bütün şer güçleri” gösteren kültürel bir kod haline gelmişti. İşte Kur’an, Arapların zihinlerinde yer eden bu anlayıştan yola çıkarak cinleri doğrudan görünmeyen, ancak kendilerini etkileriyle hissettiren, genelde korku ve ürperti vererek insanların düşünce ve davranışlarını olumsuz yönde etkileyen varlıklar olarak tanıtmıştır.
Kur’an'a göre, cinler de insanlar gibi Allah'a kulluk etmek için yaratılmışlardır. Bunun için cinler, melekler gibi masum olmayıp insanlar gibi Allah'a iman ve ibadetle yükümlüdürler. Onlar, bu yönleriyle insana benzerler.
Cinler, insan türünün mevcudiyetinden çok önce “dumansız ateş–nâr-ı semûm”den yaratılmışlardır. Cinlerin yakıcı ve her şeye nüfuz edici dumansız bir ateşten yaratıldığını bildiren bu tabirler, onların varlıklarının fiziksel olmadığına işaret eden temsili ifadeler olarak değerlendirilebilir. Nitekim bazı İslâm âlimleri, cinlerin gayr-i maddi (maddi olmayan) gaybi varlıklar olduğunu söylemişlerdir. Fakat bazı düşünürlere göre cinler, fiziksel yapıları bulunan, ancak biyolojik unsurları insanlarınkinden tamamen farklı olan canlı ve gizli varlıklardır. Özellikle çağımızda, cinlerin mahiyetinin dumansız ateşten (karbon asidinden) yaratıldıkları göz önüne alınarak canlılığını ruhtan alan ve ezelde var edilen ışınlardan, ufolardan veya enerjiden, yahut bazı hastalıklara sebebiyet veren mikroplardan ibaret olduğu şeklinde bir takım görüşler ileri sürülmüşse de bunlar ispatlanamamış birer teori olmaktan öteye gidememiştir.
Ayetlerde, cinlerin mahiyeti hakkında ateşten yaratıldıklarının ötesinde bir bilgi verilmemiştir. Hz. Peygamber'in bir hadisinde de “Meleklerin nurdan, cinlerin dumansız ateşten, Adem'in de topraktan yaratıldığı” bildirilmiştir. Ancak cinler, Allah'a ibadetle yükümlü tutulduklarına göre onların akıl, irade, şuur ve idrak gibi güçlere sahip varlıklar oldukları düşünülebilir.
Sonuçta cinler, cins ve mahiyet bakımından meleklerden ve insanlardan ayrı yaratıklardır. İnsan için ulaşılmaz olan melekliğe karşı cin, insanın dünyasına daha yakın bir varlık türüdür. Ama buna rağmen cin, yine de insan değildir. Şu halde cin, ontik temeli insandan farklı, fakat melekle insan arası bir çeşit varlık türünü oluşturmaktadır.
Cinler, gaybi varlıklardır. Bu tür varlıklar sadece vahiyle bilinip ispatlanabilir; aynı şekilde onlara, vahyi verilerin teklifiyle inanılır. Kur’an, cinlerin mevcudiyetini açık bir şekilde bildirdiğine göre, cinlerin varlığını inkâr etmemek gerekir. Ne var ki, filozoflardan bazıları, duyu ve akıl yoluyla idrak edilemedikleri gerekçesiyle cinlerin varlığını kabul etmemişlerdir.
Kur’an'da belirtildiğine göre, cinler arasında kendilerine teklif edilen dini sorumlulukları yerine getirenler kadar getirmeyenler de vardır. Bu yüzden onların bazıları inkârcı bazıları da mü'mindir. Cinlerin mü'min olmayanlarına cin şeytanları denir. Bunların en önde geleni İblis'tir. O, inkârın, şerrin, fesadın ve her türlü kötülüğün temsilcisidir.
İblis'in nesli, zürriyeti vardır. Âdem insanların atası olduğu gibi İblis de cinlerin atasıdır. Bu yüzden cinler de insanlar gibi yer, içer, kendi aralarında evlenip ürer, çoluk çocuk sahibi olabilirler ve ölürler. Kâfir cinlerin ve onların atası olan İblis'in asıl rolü, insanları aldatarak sapıklığa ve inkâra sevk etmek, insanların dünya sınavında başarısız olmaları için çalışmaktır. Cinlerin doğaları gereği kötü oldukları veya kötüye hizmet etmek için yaratıldıkları söylenemez. Onlar da tıpkı insan gibi Şeytan'ın ayartılarına uyarak isyan ve kötülüğe hizmet etmiş olurlar. Aslına bakılırsa İslâm'a göre hiçbir varlık yaratılıştan kötü değildir. Şeytan bile kötü olarak yaratılmamış, Allah'ın kendisine yaptığı teklifi kibri nedeniyle reddettiği için ilâhi lânete uğramıştır.
Cinlerin, insanlarla çok yönlü münasebetleri vardır. Çünkü bazı ayet ve hadisler, böyle bir ilişkinin olabileceğine işaret etmektedir. Cinlerin inanmışları insanlara yararlı, inkârcıları da zararlı olurlar. Cinler, özellikle kötü niyetli insanların Allah'a isyan niteliği taşıyan eylemlerinde yardım aldıkları varlıklardır. Bu yüzden halk arasında, büyücü veya cinci denen kimselerin insanların kötülüğüne yol açacak şeyleri, cinlerle işbirliği yaparak manipüle etmek suretiyle başardıklarına inanılır. Aynı şekilde, kâfir cinlerin etkisiyle ortaya çıkan kötü sonuçların önlenmesi için mü'min cinlerle işbirliği yapılması da mümkün görülür. Fakat bu yol da fazla tekin sayılmaz. Bu hususta, Kur’an okuma dışında herhangi bir yola başvurmak doğru olmaz.
Cinler, insanların bilmediği bazı hususları bilebilirler; ama gaybı onlar da bilemezler. Ayrıca cinler, insanlara nisbetle daha üstün bir güce sahip olduklarından kısa sürede uzun mesafeleri kat edebilir, insanlar tarafından görülmedikleri halde onlar insanları görebilirler.
Kur’an ayetlerinden, cinlere de peygamber gönderildiği anlaşılmaktadır. Ancak, onlara gönderilen peygamberlerin insan veya cin türünden olup olmadığı tartışmalıdır. İslâm âlimlerinin çoğu, cinlere kendi türünden peygamber gönderilmediği, insanlara gönderilen peygamberlerin aynı zamanda cinlerin de peygamberi olduğu görüşünü paylaşırlarsa da, onlar arasında cinlere kendi türünden peygamber geldiğini savunanlar da vardır. Cin ve insan topluluklarına kendi içlerinden peygamberler geldiğine işaret eden ayete bakarak, cinlere gönderilen peygamberlerin kendi türlerinden geldiğini savunan görüşün daha isabetli olduğunu söylemek mümkündür. Hz. Muhammed'in insanlarla birlikte cinlere de gönderilmiş bir peygamber olması ve Resûlü's-sakaleyn ünvanı alması ise, ona has bir meziyet olarak algılanabilir.
Hülasa, Allah'ın birliğini ve büyüklüğünü, Kur’an vahyinin de üstünlüğünü belirtmek amacıyla, surenin ilk ayetinden itibaren cinlerin varlığı, hakikatleri, sorumluluk ve yükümlülükleri, insanlarla olan ilgi ve benzerlikleri açıklanmaya başlanmıştır. Zira önceki devirlerde olduğu gibi Kur’an vahyinin indiği dönemde de bir kısım insanlar, cinlerde bir derece ilahlık bulunduğuna inanırlar, onlara dayanarak sihirler ve tılsımlar yapabileceklerini sanırlardı. Hatta bazı insanlardaki ince ve ileri zeka kabiliyetini cinlere bağlarlardı. Nitekim “cin fikirlilik” ve “cin gözlülük” gibi deyimler bugün de çeşitli dillerde bu anlamda kullanılmaktadır. Oysa var olan her kabiliyet ve kuvvet, Allah’ın yaratığıdır ve O’nun izniyle kullanılabilir. Bu yüzden Kur’an cinlerin varlığını inkar etmemiş aksine insanların ve meleklerin yanı sıra cinleri de açıklamıştır. İnsanlar topraktan, melekler ışıktan, cinler de ateşten yaratılmışlardır. Günümüz bilim adamlarının yorumlarına göre de cinler, ışık hızına yakın bir hızla hareket ederler; hızlı hareket ettikleri için de daha yavaş yaşlanırlar. İnsanların cinlere göre çok kısa ömürlü olması ve cinlerin çok hızlı hareket etmeleri onları insanların gözünde büyütmüş, pek çok kişi cinlerle ilişki kurup onlardan yardım sağlayabileceği ümidine kapılmıştır. İşte Kur’an insanlara cinlerin hakikatini anlatarak onları yanlış kanaat ve inançlardan kurtarmayı amaçlamıştır.
Sonuç olarak Kur’an'da yer alan cin konusunun, çeşitli boyutlarıyla rasyonel bir tarzda yorumlanması mümkündür. Ama bu, Kur’an'ın temel amacı bakımından gerekli değildir. Çünkü Kur’an cin terimini, onların efsanevi mahiyetlerini doğrulama ya da yalanlama yönünde bir değerlendirme ortaya koymadan belli ahlâki gerçekleri temsili olarak yansıtmak, muhataplarının zihnine her türlü gücün ve üstünlüğün tek sahibinin Allah olduğu fikrini yerleştirmek için son derece uygun bir “ifade aracı” olarak kullanmıştır.
20-28'inci ayetler
Geçen pasajı oluşturan ayetleri takip eden ve sureyi tamamlayıcı olarak gelen bu ayetlerde, Hz. Peygamber'in Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmadan insanları hakka ve hayra çağırdığı; Allah'ın koruması altında olan Elçi'ye kimsenin zarar veremeyeceği, inkarcıların cehenneme gireceği, gaybı Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceği, O'nun ilminin ve kudretinin her şeyi kuşattığı haber verilir.
20-23. De ki: “Ben yalnızca Rabbime yalvarırım ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmam. Size zarar vermeye de fayda sağlamaya da benim gücüm yetmez. Beni Allah’a karşı kimse himaye de edemez, ben O’nun dışında sığınak da bulamam. Bana düşen yalnızca Allah’ın mesajlarını duyurmaktır. Kim Allah’a ve Elçisine isyan ederse bilsin ki onu içinde sonsuza dek kalacağı cehennem ateşi beklemektedir.”
Yirminci ayette, şirksiz ve hilesiz kulluğa itiraz eden Müşriklere verilmesi gereken cevap dile getirilir. Allah'a şirk koşmadan ibadet edilmelidir. Yanlış ve kötü olan, Allah' a ortak koşarak yalvarmaktır. Bu yüzden Hz. Peygamber Allah' a şirk koşmadan Allah'a ibadet etmiş, Müşrikler ne yaparsa yapsınlar o, sadece Rabbine yalvarmıştır.
Yirmi birinci ayette, Hz. Peygamber'in kimseye zarar verme ve zorla insanları doğru yola sevk etme gücüne sahip olmadığı, hidayete ermenin Allah'ın dilemesine ve kulun istemesine bağlı olduğu vurgulanır. Zira Peygamber (as) in görevi insanlara zarar vermek ve onları zorla doğru yola sevk etmek değil, Allah’ın mesajlarını onlara duyurmaktır.
Yirmi ikinci ayette, Hz. Peygamber'in Allah'tan başka kimseye sığınamayacağı ve kendisini de O'ndan başka kimsenin koruyamayacağı belirtilir. Ayetin amacı, Allah'tan başkasına dua ve ibadet etmenin hem doğru olmadığını hem de hiçbir faydasının bulunmadığını vurgulamaktır.
Yirmi üçüncü ayette ise, bu konuya açıklık getirilir. Hz. Peygamber Allah'a İlâhlık'ta bir pay sahibi olmadığı gibi insanların kaderini zorla değiştirmek de onun elinde değildir. Onun görevi, Allah'ın mesajlarını insanlara iletmektir. İşte Hz. Peygamber'den beklenen ve istenen budur. Allah'ın kulu, böyle bir elçidir; o, kendiliğinden bir şey yapmaz, fakat onu görevlendiren Rabbi her şeyi yapabilir. Hz. Peygamber Allah'ın elçisi olduğundan ona düşmanlık eden Allah'a düşmanlık etmiş; ona itaat eden de Allah'a itaat etmiş olur. İnkâr ederek veya şirk koşarak Allah'a ve Elçisine isyan yolunu seçenleri ise, içinde sonsuza dek kalacakları cehennem azabı beklemektedir. Demek ki tevhid çağrısını reddedip şirkten vazgeçmeyen kimsenin ahiretteki cezası, ebedi olarak cehennemde kalmaktır.
24. Onlar, önceden uyarıldıkları şeyi gördükleri zaman, kimin yardımcısı daha zayıf ve sayısı daha azmış bilecekler!
Yirmi dördüncü ayette, servetlerinin ve sayılarının çokluğuna güvenerek Müminleri zayıf ve sayı bakımından az gören Müşrikler uyarılır. Onlar hesap günü, kimin daha çaresiz ve kimsesiz olduğunu anlarlar. Çünkü o gün, Allah'ın sonsuz azabından onları kimse kurtaramaz, o âna kadar kendilerini çok ve kuvvetli sanan inkârcı Müşrikler, o zaman ne kadar zayıf ve bir hiç olduklarını anlayacaklardır.
25. De ki: “Önceden uyarıldığınız şeyin zamanı yakın mı, yoksa Rabbim size bir süre tanır mı bilemem.” 26-28. Gaybı yalnız O bilir; seçmekten hoşnutluk duyduğu elçi hariç gaybını kimseye bildirmez. Rablerinin mesajlarını tebliğ ettiklerini kesin olarak bilsinler diye de onların önüne ve ardına gözcüler yerleştirir. Doğrusu Allah, onların yanında olan her şeyi ilmiyle kuşatır ve hepsini tek tek kayda geçirir.
Yirmi beş - yirmi sekizinci ayetlerde, gaybı Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceği; ancak O'nun dilediği herhangi bir elçisine gaybını bir ölçüde açabileceği; böylece her peygamberi bildiği veya bilgisi dışındaki bütün endişelerden kurtaracağı belirtilir. Sure, Allah'ın ilmi ve kudretiyle her şeyi kuşattığını dile getiren ifadelerle son bulur.
Burada, Kur’an'ın anahtar kavramlarından biri olan ve insan açısından çok önemli bir yer tutan gayb terimini ana hatlarıyla açıklamak faydalı olacaktır.
Gayb kelimesi, sözlükte gizlenmek, görünmemek, uzaklaşmak ve gözden kaybolmak gibi anlamlar taşıyan ğ y b kökünün türemiş şeklidir. Bu kelime, duyular çerçevesine girmeyen ve gözlerden gizli kalan her şeyi ifade eder. Bu yüzden “akıl ve duyular yoluyla hakkında bilgi edinilmeyen her şeye gayb” denir. Gayb, insanın kendinden ve görünür âlemden başlayarak fizik ötesi alana kadar uzanan geniş bir yelpazede karşılaştığı bir olgu olduğundan, onu şu şekilde tanımlamak mümkündür. Gayb, “fiziki alanda veya fizik ötesinde olsun, insanın kalbiyle farkına varabildiği, hissedebildiği, fakat duyular ve zihin yoluyla hakkında kesin nesnel bilgiye sahip olamadığı her şeydir.”
Demek ki gayb, bir alanın adı olmaktan ziyade insanın evrendeki konumuna ve durumuna ilişkin bir olgudur. Bu olgu Kur’an, sünnet ve bunların etrafında oluşan Müslüman kültür içinde terim özelliğine bürünmüş ve kavramsal bir muhteva kazanmıştır. Bu yüzden İslami literatürde ve yaşanan kültürde gayb, genellikle “Allah, melek, şeytan, cin, cennet ve cehennem” gibi görünmeyen varlıklar, aşkın alem ve o âlemdeki oluşlar için kullanılır olmuştur. Fakat gayb kelimesi bi’l gayb şeklinde kullanıldığı zaman, “metafizik bir alandan ziyade kişinin kendi ruhsal halini, Allah’la girdiği ahlaki ilişkisini ve onun insanların gıyabındaki davranış biçimini” ifade eder.
Aslında gayb sorunu, temelde bir insanlık meselesidir. Zira tarihin her döneminde insan, görünen maddi dünyanın dışında görünmeyen bir alanın varlığını hissetmiş, bu his onu, fizik ötesi bir varlık alanıyla sürekli ilgilenmeye sevk etmiştir. İnsanın görünmeyene olan ilgisi, bizzat onun tabiatından kaynaklanır. Çünkü görünmeyen ve bilinmeyenle ilgilenme, insan için fıtri bir ihtiyaçtır. Ancak gaybi problemleri yalnız akıl aracılığı ile çözmek mümkün değildir. Bu yüzden gaybı bir bilgi nesnesi olarak algılayan ve bu konuda akıldan başka dayanağı olmayan insan, çıkmaza girebilir.
Gayb inancının, insanlık tarihinde olduğu gibi İslam'dan önce Arapların dini hayatında da çok önemli bir yeri vardı. Müşrik Araplar, putların ötesinde ulu tanrının ve onun yakınında ruh, şeytan, melek ve cin gibi görünmeyen varlıkların bulunduğuna inanırlardı. Onlara göre gözle görülmeyen bu tür varlıklar, iyi ve kötü tabiatlı olmak üzere ikiye ayrılmakta; şeytan ve bazı cinler, kötü tabiatları, melek ve kötü olmayan cinler de iyi tabiatlıları oluşturmaktaydı. Araplar, ruhani varlıkların görünmediğine inandıkları için, putları onların yeryüzündeki sembolleri sayıyor, bu amaçla onlara tapıyor ve şefaatlerini umuyorlardı. Ayrıca onlar kâhin, falcı ve müneccim gibi kimselerin, gökleri dinleyen cinlerden haber aldıklarını sanıyorlardı.
İnsanın gayb karşısındaki durumunu ve bu olgunun onun hayatındaki rolünü en güzel şekilde Kur’an tespit etmiştir. Kur’an'a göre, Allah her şeyi görüp bildiğinden O'nun için gayb diye bir şey yoktur. Gayb olgusu ya insanın varlık yapısından, ya da zaman ve mekan engellerinin sonucundan ortaya çıkmıştır. İşte bu yüzden gayb kelimesi, Kur’an'da en çok “insana göre bir durumu veya insanın içinde bulunduğu varlıksal ve bireysel şartları” ifadelendirmekte kullanılmıştır.
Kur’an'da “gayb” kavramı genel olarak “geçmiş olaylar”, “gizli ve sır olan şeyler”, “bir şeyin veya olayın iç yüzü”, “görünen âlemde başkalarının göremediği durum ve davranışlar”, “görünmeyen ve bilinmeyen her şey” gibi anlamlarda kullanılmıştır.
Gayb, insanın çok geniş yelpazede karşılaştığı bir olgu olduğundan, onun bir tasnifini yapmak gerekir. Bu sınıflandırma Kur’an çerçevesinde ve insan merkezli olarak yapılmalıdır. Zira, insanın dışındaki bazı varlıkların, gaybi bir takım konularda insandan fazla şeyler bildiklerini Kur’an haber vermektedir. Nasların işaretiyle gayb şu şekilde sınıflandırılabilir:
Mutlak gayb: Sadece Allah'ın bildiği, insanlara bildirmediği ve açıklamadığı gaybdır. Kur’an, mutlak gaybın bilinmesinin sadece Allah'a tahsis ederek bu husustaki cahiliye inancını reddeder. O, gaybı bilme özelliğini Allah'a ait bir kemâl sıfatı olarak görür ve yalnız O'na ait olan bu niteliğin, diğer yaratıklardan birine tahsis edilmesini tevhide aykırı bulur. Mutlak gaybın iki yönü vardır. Birincisi, sadece Allah'ın bildiği ve sahip olduğu, fakat hiç kimseye bildirmediği insanlara kapalı olan yönü. İkincisi de, Allah'ın sadece Peygamberlere vahiy yoluyla açıkladığı ve insanlara açık olan yönü. Mutlak gaybın birinci yönü, tamamıyla Allah'a ait olan ve O'nun bilgisi dahilinde bulunan, Peygamberler de dahil kimseye açıklanmayan olandır. Bu alana ne insan, ne de insan dışındaki yaratılmışlardan hiçbiri uzanamaz. Şu halde mutlak gayb, bütün yaratıkların ve bu arada insanın kendi bilgi kaynaklarıyla ulaşmak şöyle dursun, vahyi bildirimler dahil hakkında bilgi sahibi olamayacağı alandır. Öyleyse bu gayb alanının doğrudan bir envanterini çıkarmak hem imkansız, hem de anlamsız ve gereksizdir. Zira, mutlak gayb, kemmiyet açısından çok fazladır. Ancak, vahyi veriler aracılığı ile bildirilenlerin dışında kalan “yaratılış, kıyametin kopacağı anın bilgisi” gibi bazı şeylerin, bu alana ait olabileceğini söylemekte bir mahzur yoktur.
Mutlak gaybın ikinci yönünü, vahiy yoluyla peygamberlere bildirilenler oluşturur. Allah, insanın zaman ve mekan engelinden ötürü bilemediği konularla ilgili olarak peygamberlerine bazı bilgiler vermiştir. Bu bilgilerle, insanın ahlâki yönden gelişmesi hedeflenmiştir. Allah'ın, kendini insanların ihtiyaç duyduğu ölçüde tanıtması; melek, cin, şeytan, ahiret, cennet, cehennem, mizan ve hesap gibi hususlar, gaybın bu alanına dahildir.
İzafi gayb: Belli çaba ve eğitim sonucu insanlar tarafından kısmen bilinebilen gaybdır. Bu gayb da kendi arasında ikiye ayrılır. Birincisi, fizik ötesi gaybı. Bu alan, bilgi ve ruhi tecrübe potansiyeli yüksek olan bazı özel nitelikli insanların, kısmi de olsa bilgi elde edebilecekleri alandır. Ama bu insanların bildikleri konular hiçbir zaman “O'nun gaybı” tabiri ile ifade edilen mutlak gayb sınırını zorlayamaz. Bunun için özel vasıflı insanların elde ettikleri bilginin kesinliği ve güvenirliği hep tartışıla gelmiştir. İslâm ulemâsı da rüya, ilham, sezgi ve benzeri yollarla bazı şeylerin sezilebileceğini kabul etmekle beraber, anılan yollarla ulaşılan bilginin, yakini bir bilgi olamayacağını ve dinde delil sayılamayacağını ileri sürmüşlerdir. İkincisi de fizik alan gaybıdır. Bu gayb alanı, metafizik oluşların bulunduğu alanın sınırlarının bittiği yerde başlar ve kendi arasında üç kategoride ele alınabilir. Birinci kategori, insanın görünen ve bilinen varlığının fizik ötesi boyutudur. İnsanın aklı, ruhu ve kalbi bu kategoride mütâlaa edilebilir. Zira insanın kalbinin, ruhunun ve aklının olduğu herkes tarafından bilinen kabul edilen bir husustur. Ama anlamanın, düşünmenin ve duygulanmanın merkezleri olan bu yetiler, somut bir şekilde görülemez ve elle tutulamazlar. Söz gelimi insan aklının varlığını, aklıyla bilir ve kabullenir, fakat akıl yine de insan için görünmezliğini korur. İkinci kategori, görünen her şeyin, görünmeyen metafizik yanıdır. İnsan tarafından görülen ve bilinen bütün varlıkların, gözlemlenen fonksiyonlarının yanında bilinmeyen ve görünmeyen yanları da vardır. Nitekim Kur’an, kâinatta var olan her şeyin Allah'ı tesbih ettiğini, fakat insanların bunu anlayamadıklarını belirtir. Kur’an'daki bu ve benzeri ifadeler, eşyaların duyularımıza hitap eden yanının, yani fiziksel boyutunun ötesinde farklı bir boyuta sahip olduğunu gösterir. Üçüncü kategori de, fizik alanda/şehadette duyularla algılanamayan gayb boyutudur. Görünür alemde oldukları halde insanın zaman, mekan ve duygularının yetersizliği gibi engellerden ötürü göremediği, hakkında doğru bilgi sahibi olamadığı her şey, bu kategori içine girer. Çünkü insan sadece duyularının sayıları bakımından değil, onların güçleri bakımından da sınırlıdır. Söz gelimi insan, saniyede 30 dan az ve 2400 den fazla olan hava titreşimlerini algılayamaz. Yine bilinen ve algılanan yedi rengin dışında gözleriyle x ışınları ve gama ışınları gibi ışınları da göremez. Bu ışınlar, ancak gözden daha kuvvetli olan cihazlarla bilinebilir. Bunun dışında tabiatta duyularımızın hiç haberi olmadığı manyetik ve elektrik olgular da vardır. İnsan bunların varlıklarını ancak başka bir kuvvete dönüştükleri zaman algılayabilmektedir.
İnsanlık, ilmi araştırmalar sonucu görünür âlemdeki sırları çözme konusunda küçümsenmeyecek başarılar elde etmiş; geliştirdiği teknik vasıtalar, insan için fizik alanda gaybi sayılan bir çok olgu ve olayları büyük ölçüde azaltmıştır. Ancak insan, yine de pek çok şeyi bilme şansına sahip değildir. Çünkü onu kuşatan evrende araştırılıp incelenmeye ve bilinmeye aday, sayısız bilinmezler vardır. Bunun için insan, hayatının hiçbir anında gayb olgusundan kurtulamaz.
Bu aşamada şu gerçeğin altını çizmeliyiz. Kur’an'da gaybla ilgili olarak verilen bütün bilgiler, insan için gayb hakkında bilgilerdir. Yoksa gayb, yine insan için gayb oluşunu sürdürür. Söz gelimi Kur’an, meleklerin çeşitli özelliklerini bildirir; ama verilen bu bilgiler, insanın melekleri görmesini sağlamaz; onlar bu manada gayb varlığı oluşlarını yine sürdürürler. Şu halde gayb, hem varlık/ontolojik hem bilgi/epistomolojik hem de ahlakî/etik bir problem olarak insanın önünde durmaktadır. Bu yüzden Kur’an gayb konusuna varlık, bilgi ve ahlâk açısından ışık tutmaktadır.
Kur’an'ın ortaya koyduğu varlık anlayışında insanın idrak ve bilgi sınırlarını aşan pek çok gaybi varlık vardır. Gaybın, insan açısından en başta gelen varlığı ise Allah'tır. Allah, insanlar tarafından görülemediği için gayb diye nitelendirilmez. Zira Allah, gaybın anahtarlarının yegane sahibi, göklerin ve yerin tek maliki olarak kendisini ontolojik manada gaybın dışında görmektedir. Öyleyse Allah için gayb ve şehadet diye iki ayrı alandan söz etmek mümkün olmadığı gibi O'nun bu iki alandan herhangi birinin içinde olduğunu söylemek de imkânsızdır. Bu durumda, Allah'ın insan için gayb olduğunu söylemek mümkün olmaktadır. Çünkü insan, Allah'ın varlığının farkına varsa da O'nun zatının mahiyeti insan için bilinmez kalır. Aynı şekilde “yaratılış, kıyamet, ahiret, melek, şeytan, cin ve ruh” gibi insanın sınırlı varlıksal şartlarıyla bilemediği ve göremediği şeyler de gaybdırlar.
Kur’an'a göre görünen, görünmeyen bütün varlıklar Allah tarafından yaratılmıştır. İnsanı da Allah yarattığından o, ontik/varlıksal olarak bağımsız değildir. Zira varlığa çıkma konusunda insanın hiçbir rolü yoktur; o hiçbir şey iken Allah onu yaratmıştır. Demek ki insanın geldiği bir kaynak vardır ve o kaynak insanın göremediği, fakat düşünerek farkına varıp anlayabileceği bir kaynaktır. İşte bunun için, insan açısından gaybın en başta gelen varlığı Allah'tır.
Kur’an'a göre gayb olanı bilmek, insanın problemi değildir. Bunun için Kur’an'ın insandan istediği, gayb olanı bilmek değil, ona inanmaktır. Ancak buradan, Kur’an'ın gayba imanı, herhangi bir kayda bağlı olmaksızın bir ilke olarak öngördüğünü algılamamak gerekir. Çünkü her görünmeyene iman etme gibi bir yükümlülük, Kur’an'ın ruhuna aykırıdır. Zira Kur’an insanların hakkında bilgi sahibi olmadıkları gaybi bir takım varlıklara inanmalarını kınamaktadır. Öyleyse İslam'da her görünmeyene ve bilinmeyene değil, Allah'ın hakkında bilgi sahibi kıldığı gaybi varlıklara iman söz konusudur.
İnsanların gayb hakkında sağlam bilgilere ulaşmasının yegane yolu ise peygamberlere gönderilen vahiylerdir. Kur’an'ın bu konuda sürekli vurguladığı ana fikirler şunlardır. Allah gaybı ve şehadeti bildiğinden göklerin ve yerin gaybı O'nundur. Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır, bu yüzden gaybı O'ndan başka kimse bilemez. Gaybın, Allah'tan başka hiç kimse tarafından bilinemeyeceği gerçeğine, O'nun dilediği ve hoşnut olduğu elçilerine gaybı belli ölçüde açacağını belirten ayetlerle bir istisna getirilir.
Bu ayetlerde iki ortak nokta söz konusudur. Birincisi, Allah'ın gaybı kimseye bildirmeyeceğidir. İkincisi de, O'nun dilediği herhangi bir elçisine gaybını belli ölçüde açabileceğidir. Öyleyse burada “resul” kelimesiyle kimlerin kastedildiği ve onlara gaybın ne ölçüde bildirildiği, üzerinde durmaya değer önemli bir konudur. Genel kabule göre “resul” kelimesiyle Allah katından vahiy alan ve onu insanlara iletmekle görevlendirilen peygamberler kastedilmiştir.
Peygamberlerin bilemeyeceği gaybi durumlar, geçmişe, hâle ve geleceğe dairdir. Onlar, geçmişe ait gaybi bilgilere ancak vahiy yoluyla vâkıf olabilirler. Yaşadıkları zaman ve mekân içinde cereyan eden sayısız vakaları da büyük ölçüde Allah bildirmedikçe bilemezler. Gelecekle ilgili konularda ise, ne diğer peygamberlerin ne de Hz. Peygamberin bilgi sahibi olmadığını gösteren bir çok ayet vardır. Şu halde, Allah bildirmedikçe peygamberlerin gaybla ilgili bilgi sahibi olmaları Kur’an açısından mümkün değildir. Fakat, bazı hadislere dayanarak Hz. Peygamberin Kıyamete kadar zuhur edecek her şeyi bildiğini, ona gaybdan hiçbir şeyin gizli kalmadığını söyleyenler olmuştur.Ancak başta Hz. Aişe olmak üzere diğer sahabiler, Hz. Peygamberin gelecek hakkında bilgi sahibi olmadığını, onun gaybı bildiği iddiasının gerçeği yansıtmadığını belirtmişlerdir.
Yine bazı İslam âlimleri, özellikle Kehf suresindeki ayetlerde dile getirilen ve insanlar arasında Musâ – Hızır kıssası olarak bilinen olaya dayanarak peygamberlerin dışında ledünnî ilme sahip bazı seçkin kişilerin de ilham, keşif ve sezgi gibi yollarla gaybı bilebileceklerini söylemişlerse de bu görüş doğru değildir. Eğer bu kıssa, kendi ifade bütünlüğü ve hedeflediği amaçlar çerçevesinde anlaşılırsa, onda bazı insanların gaybı bilebileceği değil, aksine bilemeyeceği fikrinin vurgulandığı görülür. Zira bu kıssa da vurgu, ledünnî bilgiye sahip insana değil, Allah'ın bilgisinin keyfiyetinedir. Yani burada Allah'ın bilgisiyle kulun bilgisi arasındaki kabil-i kıyas dahi olmayan mahiyet farkı ortaya konulmuştur. Çünkü bu kıssada Hızır, Allah'ın bilgisini, gaybın bilgisini, Musâ da gaybı bilmeye tahammülü olmayan insanı temsil ediyor. Demek ki Allah'ın bildiğini ve geleceği bilmek, insanın taşıyabileceği bir yük değildir. Bu yüzden Allah insanları gaybı bilmekle değil, ona inanmakla yükümlü tutmuştur.
Gayb konusu Kur’an'da, ahlâk açısından da ele alınır. Zira Kur’an, insanı gayb ve şehadetin birleşimi olarak gösterir. Onun bu yönüne, çeşitli hadislerde de işaret edilir. Kur’an'ın gayb telakkisi, insanın dünya hayatı ve ahlak anlayışıyla sıkı sıkıya bağlantılıdır. Çünkü insanın gaybla ilişkisi iman temeline dayanır; gaybın, kendi varlığını kuşatan manevî bir atmosfer olduğuna inanan insan, varlığa daha geniş bir zaviyeden bakar. Dünyada yapılan her işin, gaybi âlemin çok önemli bölümünü oluşturan ahiretle yakın münasebeti olduğunu bilir. Gaybi murakabeye ve ahiret sorumluluğuna inanıp davranışlarını buna göre düzenleyen kimse de, İslam'ın öngördüğü ahlakî seviyeye ulaşır.
Sonuç olarak denebilir ki, Kur’an'da gaybla ilgili olarak verilen bütün bilgiler, insan için gayb hakkında bilgiler olduğundan gayb, insan açısından yine gayb oluşunu sürdürmektedir. Bu yüzden Kur’an'a göre gaybı, hele mutlak gaybı bilmek insan için mümkün değildir. Bu nedenle ondan gaybı bilmesi değil, ona inanması istenmiştir. Öyleyse gayb, insanın kendi varlık şartları, yaratılıştan getirdiği özellikleri çerçevesinde varlığını sezip farkına varacağı, ama onu bütün künhüyle asla bilemeyeceği bir gerçektir.
Genel Tespitler
Cin suresinde, özellikle ve öncelikle Kur’an'ın ilk muhataplarının; genellikle de bütün insanların cinlerle ilgili yanlış inanç ve düşüncelerinin düzeltilmesi, vehimlerinin giderilmesi hedeflenmiştir. Müşriklerin yanlış inanç ve asılsız iddiaları, bizzat cinlerin dilinden dökülen sözlerle çürütülmüştür. Bu bir bakıma Müşrikleri kendi silahlarıyla susturmadır. Zira cinler, Hz. Muhammed'den duyuncaya kadar Kur’an'dan haberleri olmadığını, onu işitince de hayrete ve dehşete düşerek Kur’an'a inandıklarını söylemişlerdir.
İnsan, tek başına bu kâinatın sakini değildir; onun dışında kâinatı canlandıran ve anlamlandıran başka varlıklar da mevcuttur. O, şuurlu bir bakışla evrendeki bu varlıkları ve sırları anlamaya çalışmalıdır. İşte görünmeyen varlık kategorilerinden birini de cinler oluşturmaktadır. Cinlerin insanlarla müşterek yönleri olsa da onlar ontik temeli insandan farklı, melekle insan arası bir çeşit varlıklardır.
Doğruluğun kesin ve sabit kaynağı olan Kur’an, cinlerin hakikatini ifrat ve tefrite düşmeden beyan etmiş; böylece insanları, onların vehmedilen sultasından kurtarmıştır. Kur’an açısından cinlerin de kendilerine özgü bir varlık yapıları mevcuttur. Onlar, Kur’an'ı dinleme, anlama ve ondan ders alma idrak ve sorumluluğuna sahiptirler. Nitekim bir grup cin gelip Hz. Peygamber'e vahyedilen Kur’an'ı dinlemiş ve O'na iman etmişlerdir. Ancak cinlerin hepsi inanmış değildir; onlarında iyisi kötüsü, inananı inanmayanı vardır. Ayrıca cinler, insanların bilemediği bazı hususları bilebilirler; ama gaybı onlar da bilemezler. Cinlerin kâfirleri de inkârcı insanlar gibi cehenneme girerler.
Cinlerin dilinden dökülen sözlerde Allah'ın varlığı, birliği, büyüklüğü, O'nun eş ve evlat edinmekten münezzeh olduğu; hiç kimsenin Allah'ı aciz bırakamayacağı ve O'ndan kurtulup kaçamayacağı; aksine her sorumlu canın Allah tarafından yargılanıp hak ettiği karşılığı alacağı belirtilir. Aslında bu ifadelerle “Uluhiyetin” ve “Ubudiyetin” esası ortaya konulur. Uluhiyet sadece Allah'a mahsustur; Ubudiyet de insanın ulaşabileceği en yüksek mertebedir.
Cin kavramının bir anlatım aracı olarak kullanıldığı bu surede, Kureyş Müşrikleriyle Kur’an mesajı arasında cereyan eden uzun ve çetin mücadelenin bir yansıması vardır. Zira Müşrikler, Kur’an'ı cinlere nisbet etmişler; dinledikleri halde ona inanmamışlardı. Halbuki cinler, Kur’an'ı dinleyince Müşriklerin yaptığı gibi onu inatla inkâr etmemişler, aksine hayran olup ona imanlarını ilan etmişlerdir. Cinlerin diliyle yapılan bu ilan, şirk inancına ve mantığına indirilen büyük bir darbe olmuştur. İşte bu yüzden Kur’an, gerçeği cinlerin kendi dilinden dökülen sözlerle ilan ederek bu konuda Müşriklere söyleyecek bir söz bırakmamış ve onların cinler hakkında besledikleri kanaatlerin tümünü boşa çıkarmıştır. Çünkü inanmış cinlerin toplumlarına açıkladıkları gerçeklerle Hz. Peygamber'in vahiy yoluyla insanlara duyurduğu gerçekler, bire bir örtüşmektedir.
Saflık ve aldatılmış olmaktan dolayı haktan sapan bir insan, şayet işin farkına varıp itirafta bulunursa, bu durum onu imana ehil kılar. Kur’anî idrakten fışkıran imanın vasfı ise, şirke ve hurafeye bulaşmamak, veya bunları bünyesinde barındırmamaktır.
İnsan iyilik yapmaya da kötülük işlemeye de müsait bir şekilde yaratılmıştır. Bu yüzden peygamberler aracılığı ile ulaştırılan ilahî mesajlar, ondaki iyilik unsurunu geliştirmeyi ve hidayete erme yeteneğini uyandırmayı hedef almıştır. Fakat insan için en büyük felâket, onun bu hikmeti anlama noksanlığından kaynaklanmaktadır.
Hidayete ve rüşde erebilmek için, dikkatli araştırma gerekir. Ama bunu yapmadan dinî ve gaybi hakikatleri inkâr edip kendini bilim adamı sanan kimse, ilim gururuna kapılmış bir zavallıdır. Çünkü o , kâinat alfabesinin harflerini bilmezken varlık problemini ve evrenin sırlarını çözeceğini sanır.
Nankörlük ve gurur, hayatın ve ruhun âfetidir; nitekim, servetine ve kuvvetine güvenen nice insan, hakikate baş kaldırmış, gurura kapılıp kendini gittikçe artan bir azaba mahkum etmiştir. Oysa İslâmi bir hayat sürmek, muhayyer bir iş değil, aksine Allah tarafından insana yüklenmiş bir mükellefiyettir. Hz. Peygamber bu mükellefiyeti bir asker gibi kabul etmiş ve yerine getirmiştir. Bu yüzden o, Allah'ın kulu, kulluk vasfı da onun en yüksek derecesi olmuştur.
Kur’an'ın beyanına göre, her şeyi yaratan, her şeye gücü yeten ve bütün varlıkları kudreti altında tutan Allah'tır. O, kâinata ve onda olanlara tam tasarrufla hakimdir. Hak olan budur; hidayet de bu hakikate ermek ve uymaktır.
Allah'a inanmak çok önemli olmakla birlikte yeterli değildir; ayrıca bollukta ve zorlukta, yani her durumda O'nun buyruklarına uymak da gerekir. Fakat bir kısım insanlar, Allah'ın nimetlerinden yararlandıkları halde O'nun buyruklarına uymayıp sadece nefisleri için yaşarlar. Bunun için Kur’an, nimetleri kendi aleyhine kullanan insanı kınar.
Son peygamber, şirk ve hurafe ile savaşıp bütün dünyaya tevhid inancını miras bırakmak için gönderilmiştir. Kur’an, Allah katından inişinde de yeryüzündeki seyrinde de korumasız bırakılmamış, aksine peygamberle Allah arasındaki ilk diyalog ortamından çıktıktan sonra harfi harfine, kelimesi kelimesine tespit edilmiş; yazılı bir metin haline geldikten sonra da hiç değişmeden bize kadar ulaşmıştır. Kur’an'ı Allah indirmiştir; onu koruyacak olan da O'dur. Öyleyse cinlerin sunduğu aşırma ve asılsız bilgilere güvenerek vahyi bildirimlerle yarışa girenler,sonucu olmayan bir yola dalmış olurlar.