(42/25) FURKÂN SÛRESİ
MEKKE DÖNEMİ
77 AYET
Mekke döneminde ve muhtemelen peygamberliğin altı ile yedinci yıllarında nâzil olan Furkân suresi, 77 ayetten oluşur. Sure adını, birinci ayetinde geçen furkân kelimesinden alır. Nüzul sıralamasına göre 42'nci; tertip sıralamasına göre de 25'inci suredir.
Surenin indiği dönemde müşrikler, Hz. Muhammed'in dine davetini, inanmış insanlara eziyet etmek, ekonomik ve sosyal boykot uygulamak gibi çeşitli yollarla engellemeye çalışıyorlar; istedikleri sonucu elde edemeyince de başka hilelere başvuruyorlardı. Onlar, özellikle Hz. Peygamber'i gözden düşürmek için bir iftira kampanyası başlattılar ve onun hakkında akıl almaz yalanlar uydurdular. İşte Hz. Muhammed'in hak peygamber olduğunu ortaya koymak, Müşriklerin peygamberlik kurumu ile ilgili çeşitli iftira ve iddialarına cevap vermek üzere nâzil olan bu sure, Allah'a övgüyle başlar. Sonraki ayetlerde Hz. Muhammed'in peygamberliğinin evrensel olduğu; vahiy ve peygamberliğin kul isteği ve seçimiyle değil, Allah'ın takdir ve iradesiyle gerçekleştiği belirtilir. İnkârcı Müşriklerin, Hz. Muhammed'in peygamberliğini reddetme gerekçesi olarak ileri sürdükleri iddialar, tek tek cevaplandırılıp çürütülür. Sözgelimi onların “Peygambere başkaları yardım ediyor.” demelerinin büyük bir yalan ve iftira olduğu; vahye dil uzatıp “Bunlar eskilerin efsaneleridir.” şeklindeki hezeyanlarına karşı da Kur’an'ın Allah tarafından indirildiği belirtilir. Hz. Muhammed'de görüp yadırgadıkları “yiyip içme, insanlar arasında gezip dolaşma” gibi beşeri nitelikleri, onun peygamber olmasına engelmiş gibi görenlere ise, daha önceki peygamberlerin de aynı şekilde yiyip içen, çarşıda pazarda gezip dolaşan insanlardan seçilmiş olduğu hatırlatılır.
Kur’an vahyinin niteliğine, geliş tarzına ve Hz. Peygamber'in şahsına yönelik olan bu itirazlara cevap verildikten sonra, inkârcıların ruh halleri tahlil ve tasvir edilir. Kötülük yapmaya meyilli ve gönüllü olan günahkârların, Kur’an'daki uyarılara hiç gerçekleşmeyecekmiş gibi baktıkları; bu nedenle peygamberlere düşman oldukları bildirilir. Kur’an'ın toptan değil, insanın kalbine ve hayatına daha iyi yerleşmesi için, belli aralıklarla ayet ayet indirildiği ifade edilir. Geçmişte peygamberlerini inkâr eden toplumların nasıl cezalandırıldıklarına dikkat çekilir; bundan ibret almayan inkârcıların hayvanlara benzedikleri, hatta onlardan daha aşağı durumda oldukları dile getirilir. Daha sonra gelen ayetlerde de, dünyanın ve ahiretin tek hakiminin Allah olduğunu açıklamak için, kozmik delillerden bazı örnekler verilir.
Surenin sonlarına doğru ise, dini bütün etkinliği ile hayatlarına katan iyi hal sahibi müminlerin soylu tavırlarına ve temel vasıflarına değinilir. Onlar bu meziyetleriyle diğer insanlara, toplumun yüz akı örnek şahsiyetler olarak sunulur. Sure, insanın ancak Allah'a yönelerek ve dini yükümlülüklere sabrederek değer kazanacağını vurgulayan; kişiyi, dâima Allah'ın ilgi ve rahmetini çeken bir başvuru içinde olmaya teşvik eden ayetle son bulur.
Sonuç olarak, ilahî mesajın en temel amacı, insan için doğruyu eğriden, hakkı batıldan ayırmaya yarayan değişmez bir ölçü ortaya koymak; buna bağlı olarak da ferdi ve toplumu geliştiren bir ahlâkî değerler sistemi oluşturmaktır. Ne var ki, insanoğlunun doğru yolu gösteren bu ilahî mesaja boyun eğmesi kolay olmamakta; çok sayıda insan, dünyevi çıkar ve tutkularına aykırı buldukları; yahut zamanla gerçekliğini ve geçerliliğini yitirmiş bir öğreti gibi gördükleri için Kur’an'a, bir kenara bırakılması gereken bir kitap gözüyle bakabilmektedir. O halde bu sure, günlük yaşamında Kur’an'ın bildirdiği ölçü ve değerlere bağlılığını büyük oranda yitirmiş olan çağımız insanına durumunu yeniden gözden geçirip yanlış tercih ve uygulamalarını, affedilmez bir günaha dönüşmeden terk etme imkânı sağlaması açısından büyük önem taşımaktadır.
1-9'uncu ayetler
Rahman Rahim Allah'ın Adıyla
1. Bütün insanları uyarması için kuluna Kur’an'ı, hakkı bâtıldan ayırıcı bir ölçü olarak indiren Allah ne yücedir!
Birinci ayette, Allah'ın yüceler yücesi olduğu ifade edilir ve Kur’an'ın indiriliş gayesi belirtilir. Ayetin beyanına göre Yüce Allah, bütün insanlığı uyarması için kuluna hakkı batıldan eğriyi doğrudan ayırıcı bir ölçü indirmiştir. Buradaki tebâreke ibaresi, “Allah'ın mutlak yüceliğini, O'nun hayır ve bereketinin çokluğunu ve devamlılığını” ifade eden bir terimdir. Furkân kelimesi de, “doğruyu yanlıştan, hakkı batıldan ayırt etmeyi sağlayan ölçü ve ilahî kitap” manasına gelmektedir. Kur’an'ın tamamında yedi kez geçen “furkân” kelimesi, “genellikle vahyedilmiş metinlerden her hangi birini; özellikle de Kur’an'ı” tanımlamak için kullanılır. Nitekim anılan kelime bu ayette “Kur’an” anlamına gelir ve onun bir defada değil, tedricen nâzil olduğunu gösterir. Ayrıca furkân kelimesi, “Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’an gibi vahyedilmiş metinlerden herhangi birisi, yada doğruyu eğriyi birbirinden ayırt etmeye yarayan gerçeklik bilgisi”; “temel ahlâk ilkeleri ve sorumluluk bilinciyle hareket eden müminleri diğerlerinden ayıran ahlâkî değerlendirme melekesi”; “Allah'ın müminlere yardım edip hakkın batıldan ayrıldığı ve ona galip geldiği Bedir günü” gibi anlamlara da gelir.
Kur’an, hakkı batıldan ayırma ve belirginleştirme işlevini gördüğü için furkân, Kur’an'ın başlıca isimlerinden biri sayılmıştır. Şu halde Kur’an'ın “furkân” diye nitelendirilmesi, onun hakkı batıldan, haramı helâlden kesinlikle ayıran ilahî bir kitap oluşundandır. İşte bu özelliği gereği Kur’an, İslâmi hayat tarzı ile İslâm dışı yaşam biçimlerini açıkça belirtir; çağrısına uyanları aklen ve ahlâken geliştirip diğerlerinden ayrı ve farklı bir konuma getirir.
Ayetin sonunda yer alan nezir kelimesi de, “uyarıcı” manasına gelir. Uyarmak ise, bir şeyin sonundaki tehlikeye dikkat çekerek muhatabı o tehlikeden sakındırmaktır. Bütün insanlığı uyarma görevinin Hz. Muhammed'e verilmiş olması, onun peygamberliğinin ve mesajının evrensel olduğunu gösterir. Zira Hz. Peygamber, hem Allah'ın azabının habercisi hem de rahmetinin müjdecisidir. Sonuç olarak, ilahî öğretilerin aslını içeren Kur’an, dünya hayatının sonuna kadar yeryüzündekilere rehberlik edecek, onun kılavuzluğuna uyan insanlarda aklî ve amelî yönden rüşde ereceklerdir.
2. O öyle yüceler yücesidir ki göklerin ve yerin egemenliği bütünüyle O'na aittir; O, asla çocuk edinmemiştir, egemenliğinde herhangi bir ortağı da yoktur; her şeyi yaratan ve belirlediği yasalarla düzene koyan O'dur.
İkinci ayette, göklerin ve yerin tek sahibinin Allah olduğu, O'nun ortağı bulunmadığı ve çocuk edinmediği, her şeyi yaratıp büyük kozmik düzen içinde hepsine belli bir fonksiyon tayin ettiği bildirilir. Kur’an'ın ilk muhatapları genelde Allah'ın varlığını kabul eden, ancak O'nun yüceliğinden ve uluhiyyetin birliğinden habersiz olan putperest ve seküler insanlardı. Onlar, putlarına karşı tutucu, şirk geleneklerine sıkı sıkıya bağlı, inanç ve düşünce özgürlüğünü savunan her çağrıya şiddetle karşı ve kapalı bir toplumdu. İşte bu yüzden ayette Allah'ın yüceliğini yeterince kavrayamamış olan kimselere uluhiyyetin temel nitelikleri ayrıntılı biçimde anlatılmış; Allah'ın kendi varlılığının uzantısı olarak bir çocuk edinme gibi eksiklik ve yetersizlik ifade eden bütün niteliklerden uzak olduğu, O'nun hiçbir ortağının bulunmadığı vurgulanmıştır. Ayrıca bu ayette, oğul ve çocuk gibi kavramlarla Allah arasında bağlantı kurmanın mantıken mümkün olmadığı ortaya konularak Hıristiyanlıktaki teslis öğretisi de çürütülmüştür. Zira her şeyi yaratan, yarattığı her şeyi belirlediği yasalarla düzene koyan ve onların hepsine belli bir fonksiyon tayin eden tek ilâh Allah'tır.
3. Buna rağmen onlar, Allah'ı bırakıp hiçbir şey yaratmayan, üstelik bizzat kendileri yaratılmış olan; kendilerinden bir zararı uzaklaştıracak ve kendilerine bir yarar sağlayacak güce sahip olmayan; ne hayat vermeye ne de ölümden sonra yeniden diriltmeye güçleri yeten birtakım tanrılar edindiler.
Üçüncü ayette, aciz varlıkları putlaştıran müşrikler kınanır; yaratıkları uluhiyyete ortak eden şirk mantığının çelişkisi ortaya konur. Kur’an ilk nüzul anından itibaren tevhid gerçeği ve şirkin yanlışlığı üzerinde durmuş; o, genellikle bütün inkâr ve şirk çeşitlerine, özellikle de Allah'a inandığı halde O'na başka varlıkları ortak koşan müşrik tipine karşı savaşmıştır. Kur’an bu mücadeleyi yürütürken ilk planda doğrudan putlara hücum etmek yerine, müşriklerin de kabul ettikleri Allah'ı tanıtmayı tercih etmiş, bu yöntemi irşad açısından daha doğru bulmuştur. Çünkü insanı cehaletin yol açtığı sapıklıktan kurtarmanın en etkili yolu, onu Allah hakkında doğru bilgilendirmektir.
Kur’an'ın şirke karşı başlattığı irşad ve ikna planındaki mücadele, Mekke devri ortalarına kadar devam etmiş; şirkin yanlışlığı yeterince anlatıldıktan sonra Kur’an'ın putlara yönelik hücumu yoğunlaşmış, bu mücadele Mekke döneminin sonlarına kadar sürmüştür. Şirk iyice iptal edildikten sonra, Medine döneminde daha ziyade Ehl-i kitab'ın inançları düzeltilmeye çalışılmış; bununla birlikte yine zaman zaman şirkin bâtıllığına vurgu yapılmıştır. İşte Kur’an'ın, şirki çürütmek için dile getirdiği en güçlü kanıtlardan biri de “putların uluhiyyete layık olmadıkları” gerçeğidir. Zira Allah'tan başka varlıklara tapanlar bunu, genellikle menfaat beklentisi veya zarar görme korkusuyla yapıyorlardı. Halbuki putlaştırılan varlıklar, bırakın başkalarına kendilerine dahi bir yarar ve zarar sağlayamayan aciz varlıklardır; esas kuvvet ve kudret onların değil, Allah'ındır. Öyleyse böylesine aciz varlıkları çıkar tutkusu veya korku belası ile putlaştırıp onlara mabud muamelesi yapmanın hiçbir haklı sebebi yoktur.
4. İnkârcılar: “Bu Kur’an düpedüz bir uydurmadır; onu kendisi uydurmuş, başka bir topluluk da ona yardımcı olmuştur.” diyerek haksızlık ettiler ve yalan söylediler. 5. Yine onlar: “Bu eskilerin masallarıdır; onu yazdırmış, sabah akşam kendisine okunmaktadır.” dediler. 6. De ki: “Onu, göklerin ve yerin bütün sırlarını bilen Allah indirmiştir. Kuşkusuz O, çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir.”
Dört-altıncı ayetlerde, inkârcı Müşriklerin Kur’an hakkındaki yanlış görüşleri, yersiz şüpheleri ve asılsız iddiaları reddedilir. İnkârcılardan bir kısmı, Hz. Muhammed'in Allah'tan vahiy aldığı yolundaki beyanının yalan olduğunu iddia edip Kur’an'da dile getirilen öğretilere Muhammed'in kendi uydurmaları gözüyle bakarken bir kısmı da, bu öğretilerin ona bir yabancı tarafından öğretilmiş olduğunu düşünüyorlardı. Anılan kesimlerin, Kur’an'ın telifini en azından efsanevî bir kişiliğe izafe etmeleri, aslında onların Kur’an vahyinin yüceliğini ve tesirini inkâr edemediklerini, fakat siyasi, ticari ve sosyal nitelikli bir takım sebeplerle Kur’an'ın özünü örtbas etme konusunda utanç verici bir cehalet tavrı sergilediklerini gözler önüne sermektedir. Zira onlar, Kur’an'a yönelik karalamalarda bulunurken, “bu onun başkasına yazdırıp da kendisine sabah akşam okunmakta olan öncekilere ait masallar olduğunu, onun da bu masalları uydurduğunu, yada başkalarının yardımıyla kurguladığını” iddia etmenin ötesinde bir argüman bulamamışlardır. Öyleyse Kur’an'a yönelik bu ve benzeri bütün ithamlar tamamen sahte ve saçmadır; onların hiç biri kesin kanıta ve haklı bir gerekçeye dayanmamaktadır.
İnkârcıların Kur’an'ı karalamaya yönelik sözlerini çürütücü nitelikte olan bu ayetler, onlardan bazılarını olumlu yönde etkileyip İslâm'la buluştururken bazıları, Kur’an'ın çağrısını reddetme inadını İslâm'a karşı kılıçla savaşma noktasına kadar sürdürmüşlerdir. Oysa Kur’an, ilmi sonsuz olan Yüce Allah'ın kelâmıdır; O, bütün insanları evrensel rahmetin kucağına çekmeyi arzu etmekte ve onların kurtarıcı mesaja teslim olmalarını istemektedir. Bu yüzden Kur’an'da pek çok ayet, çeşitli inanç sahiplerini günâhlarından tevbe edip Allah'a dönmeye ve O'nun dinine uymaya çağırır. Bu, insanları Allah'a inanmaya ve salih amelde bulunmaya davet eden canlı ve coşkulu bir çağrıdır.
7. Ama onlar yine de şöyle derler: “Bu nasıl peygamberdir ki diğer ölümlü insanlar gibi yemek yiyor, sokaklarda geziyor? Onunla beraber uyarıcı olarak görünür bir melek indirilseydi ya! 8. Yahut, kendisine bir hazine verilseydi, yada mahsulünden zahmetsiz yiyip içebileceği bir bahçesi olsaydı ya!” Ve nihayet o hainler inananlara: “Siz ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz.” dediler. 9. Seni benzettikleri şeye bak! Onlar bir kere yoldan çıkmış bulunuyorlar; artık hiçbir yol da bulamazlar.
Yedi-dokuzuncu ayetlerde, Hz. Peygamber hakkında ileri sürülen ve gerçeği yansıtmayan iddialar reddedilir. İnkârcı Müşrikler, Kur’an'ın özünü karalamaya yönelik sözlerle yetinmeyip ayrıca Hz. Muhammed'in peygamberliği konusunda şüphe uyandırmak için onunla alay da etmişlerdir. Onlar, yiyip içmeyi, diğer ölümlü insanlar gibi çarşı pazar dolaşıp maişet temin etmek için çalışmayı, peygamberliğe engel gibi kabul ettiklerinden, inanmalarına engel teşkil eden şeyin, bir insanın Allah tarafından peygamber gönderilmesi olduğunu söylemişlerdir. Aslına bakılırsa Müşrikler, Hz. Muhammed'in şahsiyetinden ziyade risaletin mahiyetine itiraz etmişlerdir. Bu yüzden Kur’an'ın onların ileri sürdükleri bu bahaneye karşı verdiği cevap, “eğer yeryüzünde yerleşip dolaşanlar melek olsaydı, biz de onlara gökten elçi olarak bir melek indirirdik” şeklinde olmuştur. Böylelikle peygamberin insan olmaması veya insan üstü bir kişiliğe sahip olması gerektiği şeklindeki yanlış kanaatler de tashih edilmiştir. Halbuki Müşrikler, doğru inancı ve güzel ahlâkı öğreten bir peygamber değil, hayallerinin buyurduğu her şeyi yapıverecek bir sihirbaz istiyorlardı. Ama peygamber, her Müşrikin keyfi için gösteri yapan bir sihirbaz değildir. Aslında, peygamberlerin inkârcılar tarafından reddedilmelerinin temel nedeni, onların vahye uygun bir hayat tarzını gerçekleştirme uğraşı vermiş olmalarıdır. Öyleyse bu karşı çıkış, Kur’an'ın benliği dokuyan ve yüksek karakterde insan yetiştiren dinamik yapısına yöneliktir. Ne var ki Kur’an mesajının insanı inşa eden dinamik yapısını ve onun Hz. Peygamber'de tecelli eden kemâlâtını göremeyenler, hem haktan sapmış hem de hüsrana uğramışlardır.
Sonuç olarak bu bölümü oluşturan ayetler, inkârcı Müşriklerin Kur’an vahyine ve peygamberliğe ilişkin asılsız iddialarını boşa çıkaran güçlü birer delil niteliği taşımaktadır. Zira Allah, onların bu konudaki karalayıcı ve alaycı sözlerini kayıt altına almış; sonra da bunları insanlara açıkça duyurmuştur. Bu duyuruyla inkârcıların asılsız iddiaları açıkça aktarılmış ve bu sözler sahipleri duyacak şekilde açıktan yalanlanmış; böylece Kur’an'ın ilk muarızları en güçlü delillerle susturulmuşlardır.
10-20'nci ayetler
10. Dilerse sana, onların dile getirdikleri bu şeylerden daha iyisini; altlarından ırmaklar akan bahçeler ve saraylar verebilecek olan Allah, ne yüce, ne cömerttir!
Onuncu ayette, Allah'ın, hiçbir engel tanımadan her şeyi yapabileceği; dilediği kulunu istediği gibi nimetlendirebileceği ifade edilerek Hz. Peygamber'e güven ve moral verici bir hitapta bulunur. Böylece, peygamberliğin mahiyetine itiraz eden muarızlar susturulur. Zira, her şeyi hiçbir engel tanımadan yapan Allah, isterse en güzel bahçeleri ve en büyük sarayları peygamberine verir. O'nu bundan kimse aciz bırakamaz. Öyleyse kendi geleceğini garantiye almak isteyen herkes, peygambere karşı gelmekten vazgeçmeli, vahiy ufkundan doğan nübüvvet güneşinin aydınlığında yürümelidir. Aksi halde insan, dengesiz bir hayatın iniş ve çıkışları içinde ömrünü boş uğraşlarla tüketmiş olur.
11. O inkârcılar, son saatin geleceğini yalanlarlar; oysa Biz, son saat gerçeğini yalanlayanlar için yakıcı bir ateş hazırladık.
On birinci ayette, inkârcıların ahiret gerçeğini yalanladıkları belirtilir ve inatçılıklarının feci sonucuna dikkat çekilir. Burada geçen es-saat kelimesi, “Allah tarafından bilinen ve kararlaştırılmış olan zaman” anlamına gelir. Zira Kur’an'da, Allah'ın bu dünya için belirlediği sürenin sonunda kozmik düzenin bozulma ânına “es-saat”; bundan sonra insanların hesap vermek için kalkacakları âna da Yevmü'l kıyame/kalkış günü denir. Bu yüzden, “es-saat” kıyametin isimlerinden biridir. Fakat Türkçe'de kıyamet, daha çok Kur’an'daki “es-saat” yerine kullanılmaktadır.
Kur’an'ın çağrısına karşı çıkanların en belirgin vasıflarından biri de, ahiret gününü ve hesap gerçeğini yalanlamalarıdır. Bu nitelikteki kimseler, yaptıklarının hesabını verecekleri bir güne inanmak istemediklerinden, sorumsuzca davranıp başkalarına haksızlık ederler. İşte bu yüzden onlar, Allah'ın hazırlamış olduğu fakat kendilerinin yalanladığı yakıcı bir ateşle uyarılmışlardır.
12. O ateş, onları uzak bir yerden gördüğü zaman, onun öfkeli kükremesini ve uğultusunu duyarlar. 13. Birbirlerine bağlı olarak onun dar bir yerine fırlatıldıkları zaman, orada hemen yok olup gitmek için yakarırlar. 14. Onlara: “Bugün bir kez yok olup gitmek için değil, defalarca dövünüp yok olmak için yakarın bakalım!” denir.
On iki-on dördüncü ayetlerde, cehennemin öfkesi ve cehennem halkının durumları tasvir edilir. Ayetlerin beyanına göre, cehennemin inkârcıları gören gözü ve kalpleri titreten bir sesi vardır. Günahkârlar, birbirlerine bağlanmış ve kenetlenmiş olarak onun daracık bir yerine atılırlar. Orada tedirgin bir şekilde toplanıp azabın şiddetinden dolayı yok olup gitmek isterler; ama bu isteklerine nail olamazlar. Aksine orada tarifi imkânsız bir acı ve ızdırap duyarlar.
Görüldüğü gibi ayetlerde cehennem âdeta kişileştirilmiş, onun dehşeti çok çarpıcı bir belagatla dile getirilmiştir. Bu yüzden İslâm âlimleri cehennemin tasviri, yani yapısı ve işleyişiyle ilgili ayetlerin, müteşabih/yoruma gereksinim duyan kapalı metin grubuna girdiğini ve asıl anlamları dışında mecazî manalar taşıyabileceklerini söylemişlerdir. Bu aşamada naslardaki cehennem tasvirlerini değerlendirmeye geçmeden önce, onun halen mevcut olup olmadığı konusuna kısaca açıklık getirmek faydalı olur. İslâm bilginlerinin çoğu, cennet ile cehennemin halen mevcut olduğunu kabul ederken, bazıları bunların kıyametin vukuundan sonra yaratılacağını ileri sürerler. Ancak bütün âlimler, bu ceza ve mükâfat yerlerine, Kıyametten önce iskan edilmeyeceği noktasında birleşirler. Zira, Kur’an ayetlerinde inkârcıların ileride cehenneme girecekleri ifade edilmekte, Firavun ve taraftarlarının da Kıyamet koptuğu zaman cehenneme atılacakları haber verilmektedir. Ayrıca eğer yaratılmışlarsa cennet ve cehennemin şu anda nerede oldukları konusunda da farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bunların arasında cennetin yukarıda arşın altında, cehennemin de aşağıda arzın altında olduğu görüşü epeyce taraftar toplamıştır. Ne var ki bu görüşler, güvenilir delillere dayanmadığı gibi yerküresi ve gezegenlerle ilgili bilgilere de ters düşmektedir.
Ayetlerdeki tasvirler dikkate alındığında cehennemi nicelik ve niteliği meçhul iniş basamaklarından oluşan bir uçuruma yada bir kör kuyuya benzetmek mümkündür. Çünkü Kur’an'da, 77 kez geçen cehennem kelimesi, sözlük anlamlarından ziyade azabı hak edenlerin iskan mahalli olarak tasvir edilir; bu tasvirlerde de onun yapısından çok işleyişi ve azap türleri dile getirilir. Kur’an'ın tasvirlerinden anlaşıldığına göre uhrevi azap salt ateşten ibaret olmayacağı gibi, azap görenler de ateşe bağışıklık kazanıp rutinleşen bir yaşantı sürmeyecekler, aksine ateş her dem tazelenip arttırılacak ve cehennem halkı bu azabı bütün şiddetiyle hissedecektir. Yakıtı insan ve taşlardan/putlardan ibaret olan cehennem ise, inkâr edenleri uzaktan görünce öfkelenip kükreyecek, öfkesinden çatlama noktasına gelecek; yükselen ısısını kaybetmeye yüz tuttuğunda ise, yeniden körüklenecektir. İnkârcılar kâfileler halinde azap mahalline götürülürken yüzüstü süründürülecek, perçemlerinden ve ayaklarından yakalanıp elleri boyunlarına bağlı bir vaziyette tıpkı yukarıdan aşağıya fırlatılan bir eşya misâli cehennemin ta ortasına atılacaklardır. Cehennemin duvarları, inkârcıları çepeçevre kuşatacak, onlar sıkışıp kaldıkları bu son derece dar mekanda yok olmayı dileyecekler, fakat onların bu isteklerine ironik/alay yollu bir karşılık verilecektir. Her taraftan azap yağmasına rağmen bir türlü ölemeyen ve rahat yüzü göremeyen günahkârlar, dayanılmaz acı ve ıstıraptan dolayı cehennemden çıkmaya çalışacaklar, ancak her defasında geriye döndürülerek cehennemin kapıları üzerlerine kapanacaktır.
Öte yandan cehennem sakinlerine, ateşten elbiseler biçilecek, üstlerinden kaynar su dökülecek ve bu su onların derilerini ve iç organlarını eritecektir. Kan ve irin katkılı bu kaynar su, insanın midesinde tıpkı maden eriyiği gibi kaynayacak olan zakkum başta olmak üzere ne karın doyuran ne de besin değeri bulunan kuru dikenle kan ve irinden ibaret bir yemek ziyafetinin üstüne içirilecektir. Ortaya konulan bu tablo karşısında cehennem ve azapla ilgili ayetleri tamamen sembolik ve alegorik biçimde yorumlamak pek doğru olmayacaktır. Çünkü böyle bir yorumlama “mecaz yalanın kardeşidir” tezini savunanları haklı çıkarmanın yanısıra Allah'ın hâşâ blöf yaptığını söylemekle eş değer bir anlam da ifade edecektir. Ayrıca bu ayetler, her türlü reenkarnasyon ihtimallerini de ortadan kaldırmaktadır. Zira ayetlerde kurtuluş olabilecek ikinci bir ölümün elde edilemeyeceği açıkça dile getirilmektedir. Şu halde insan, nihâi kurtuluş için yapılması gereken her şeyi bu dünyada yapmalıdır. İş işten geçtikten sonra ahirette kurtuluş özlemi duyup bunu dile getirmenin hiçbir faydası olmayacaktır.
Sonuç olarak, cehenneme ilişkin Kur’an'daki açık beyanlar ve nesneler dünyasından seçilen bazı unsurlarla zenginleştirilen çarpıcı tasvirler, cehennemin varlık planındaki yerini, ontolojik gerçekliğini ve dolayısıyla azabın hem ruhâni hem de cismâniliğini hiçbir yoruma mahal vermeyecek biçimde ortaya koymaktadır. Öyleyse uhrevi azap hak, Allah'ın buyruklarına karşı gelen günahkârların iskan edecekleri cehennemin ontolojik varlığı ise, inkâr edilemez bir hakikattir. Zira, azabın sonsuzluğu tartışmalı olmakla birlikte cehennem, dünyada işlenen affedilmez günahların karşılığını görme mahallidir. Kur’an bu tür tasvirlerle, ilahî hitaba mazhar olan insanların ahiret gerçeğini kavramalarını, cehennem ve azap hakkında fikir sahibi olmalarını hedeflemiştir. Bu tasvirlerde belirtilen mahallin ne kadar anlamlı ve faydalı bir işleve sahip olduğunu kavramak için, antik firavunların ve onların çağdaş temsilcilerinin inanan insanlara yaptıkları haksızlıkları, zulüm ve baskıları hatırlamak yeterlidir sanırım.
15. De ki: “Bu mu daha iyidir? Yoksa Allah'a saygılı olanlara bir ödül ve yerleşme yeri olarak söz verilen sonsuzluk cenneti mi?” 16. “Onlar orada, istedikleri her şeye kavuşurlar ve sonsuza kadar yaşayıp giderler. Bu Rabb'inin üstlendiği kesin sözüdür.”
On beş-on altıncı ayetlerde, insanlara soru sorarak gerçeği anlatma yöntemi kullanılır. Onlara hakikati yalanlayanların gideceği korkulu yerin mi yoksa iyi işleri dolayısıyla müminlere vadedilen ebedi cennetin mi daha iyi olacağı sorusu yöneltilir. Bu soru, ebedi cennetin en iyi yer olduğu, iman ve takvanın ise, kendilerine sahip olan kimselere cenneti hak etmeyi sağlayacağı şeklindeki olumlu bir cevabı içerir. Çünkü cenneti hak edenler orada istedikleri her şeye kavuşacaklar ve sonsuza kadar yaşayacaklardır. Buradaki “Cennetu'l huld” terkibi, “sonsuzluk cenneti” anlamına gelir. Bu terkip, cennetin isimlerinden biri olabileceği gibi, onu niteleyen tamamlayıcı bir kavram olarak kullanılmış da olabilir.
Ayetlerin amacı, inkâr ve şirk gibi günahları işleyerek cehennem yolunu tercih eden kimseleri uyarmak; müminlere de girdikleri hak ve hidayet yolunda sabırlı ve kararlı olmaları için özgüven kazandırmaktır. Zira Allah, iman edip iyi işler yapanlara ebedi cennet vadetmiş; inkâr edenleri de alevli ateşte cezalandıracağını bildirmiştir.
17. Onları ve Allah'ın yanısıra taptıkları varlıkları toplayacağı gün, Rabbin kendilerine tapılan varlıklara: “Şu kullarımı siz mi saptırdınız, yoksa kendileri mi yoldan çıktılar?” diye soracak. 18. Onlar da: “Sınırsız kudret ve yüceliğinle seni tenzih ederiz. Sen'den başka dostlar, efendiler edinmek bize yaraşmaz. Fakat Sen, bunları ve babalarını dünya nimetleri için yarattın, onlar da Seni anmayı büsbütün unuttular ve yok olup giden kimselerden oldular.” diye cevap verecekler. 19. Müşriklere: “İşte gördünüz! Kulluk edip taptıklarınız, söylediklerinizde sizi yalancı çıkardılar. Artık ne hak ettiğiniz azabı başınızdan savuşturabilirsiniz ne de bir yardım görebilirsiniz; bilin ki, içinizden kim haksızlık ve hâinlik etmişse, ona büyük bir azap tattıracağız.” denir.
On yedi-on dokuzuncu ayetlerde, Allah'tan başka varlıklara tapıp onlara mabud muamelesi yapmanın saçmalığı ve ahlâkî çarpıklığı, Müşrikleri susturucu ve uyarıcı bir üslupla ortaya konulmaktadır. Allah, kıyamet gününde Müşrikleri edindikleri mabudlarla bir araya toplayacak; mabudlara kulları neden saptırdıklarını soracak, onlar da kendilerini temize çıkarmak isteyen bir tavırla cevap vererek karşı karşıya bulundukları bu kritik durumdan kurtulma arayışı içinde olacaklardır.
Ayetlerde, söz konusu edilen mabudların kimliği açıklanmıyor. Tefsirlerde ise, bunların “putlar, melekler, İsâ Mesih, Üzeyir ve azizler” gibi varlıklar olabileceği belirtiliyor. Bu durumda ayette dile getirilen soru, yargı gününde konuşturulacak olan cansız putlara yönelik olabileceği gibi, tanrılaştırılan diğer varlıklara ve akıl sahibi kişilere de yönelik olabilir. Ancak Arap Müşriklerin, Allah katında şefaatçi olacakları inancıyla Meleklere taptıkları düşünülürse, ayette kastedilen mabudların melekler olduğu söylenebilir.
Burada, insanların nimetlerden meşru biçimde yararlanma sınırını aşıp tamamen dünyaya tapmalarından da söz edilir. Bu sapmanın temel sebebi, insanın Rabbini ve görevlerini unutmasıdır. Bu yüzden ayetlerde, müşriklerin dünyaya dalmada gösterdikleri aşırılık, onların imanın onuruna ve mutluluğuna ermek için akılda tutulması ve yapılması gereken şeyleri unutmalarına bağlanmıştır. Şu halde ayetlerde vurgulanmak istenen, Müşriklerin mabud muamelesi gösterip putlaştırdıkları varlıkların tümünün, onların isteklerini yerine getirmekten uzak ve aciz olduklarını anlatmak; bu tutumun dinî açıdan yanlışlığını, aklî yönden de saçmalığını ortaya koymaktır. Zira inkâr ve şirk suçu işleyen kim olursa olsun hak karşısında haksızlık yapmış olur ve işlediği suçun cezasını görür. İşte bu yüzden ayetlerde, Allah'a şirk koşmadan inanmak ve O'nun dinini ihlaslı bir eylemle hayata taşımak gerektiği mesajı verilmiştir.
20. Biz, senden önce de yiyip içen, çarşılarda gezen insanların dışında kimseyi elçi olarak göndermedik. Böylece kiminizi, kiminiz için bir imtihan vesilesi kıldık; bakalım sabredecek misiniz? Bunu kendiniz de göreceksiniz; yoksa Rabbin zaten her şeyi olduğu gibi görmektedir.
Yirminci ayette, peygamberliğin mahiyetine itiraz eden Müşriklere cevap verilir; bu bağlamda ilahî iradeye karşı çıkmak isteyen zihniyetin çağlar boyu değişmeyen özelliğine dikkat çekilir. Peygamberin beşer olması ve insanlara benzemesi yeni bir şey değildir. Allah, Hz. Muhammed'den önce de onun gibi insan olan, çarşıda pazarda gezip dolaşan başka elçiler de göndermiştir.
Burada, insanların birbirleriyle sınandıklarından söz edilir. Bunun anlamı şudur. Peygamberler insanlara Allah'ın birliğini ve yalnız O'na ibadet edileceği gerçeğini bildirmelerinin yanı sıra, davranışlar açısından doğru ile yanlışı, helâl ile haramı da öğretmişlerdir. Doğru, iyi, güzel ve helâl bilinecek, bunlara uyulacak; bunların tersi olan yanlış, kötü, çirkin ve haramdan da uzaklaşılacaktır. İşte bu açıdan risalet olgusu, insanların ilahî mesajı kendi muhtevası içinde kabul etmeye istekli olup olmadıklarını sınamak için bir vesile olmaktadır. Ayrıca her insan, toplumun öteki üyeleri için, onların ahlâkî tercih ve kavrayışlarının ortaya çıkmasını sağlayan bir imtihan vasıtasıdır. Sözgelimi inkârcılar, peygamberlere karşı tutumlarıyla; yöneticiler, halka karşı uygulamalarıyla; zenginler, fakirlere karşı davranışlarıyla denenirler. Bütün bunlar ilahî irade doğrultusunda olur; hiçbir şey, O'nun bilgisi dışında kalmaz. Öyleyse Müminler, Allah yolunda gösterdikleri sabır ve samimiyetin ödülünü alacaklarından kuşku duymamalılar; inkârcılar da yaptıkları haksızlıkların cezasını çekeceklerini unutmamalılar.
Bu ayetin sonunda yer alan basir kelimesi, sözlükte görmek, bilmek ve sezmek gibi anlamlar taşıyan basar kökünden türetilmiş bir sıfattır. Bu kelime uluhiyeti nitelediğinde “görmeye konu olan şeyleri bütün özellikleriyle idrak edip gören Allah” anlamına gelir. Nüzul sıralamasına göre ilkin burada geçen “Basîr” ismi, Kur’an'da 51 kez kullanılır. Bunlardan 43 ayette Allah'ı niteler. Basîr ismi çoğunlukla tek başına, bazı ayetlerde de uluhiyyeti niteleyen diğer isimlerle birlikte kullanılır. Böylece Allah'ın tüm varlıkları görüp murakabe ettiği mesajı verilir.
21-34'üncü ayetler
Surenin bu bölümünü oluşturan ayetlerde genel olarak insanları yok oluşa ve kurtuluşa götüren yaşam tarzları anlatılır. Bu bağlamda kişiye, cehaleti nedeniyle kaybettiği; günâhkarlığı sebebiyle yüz çevirdiği hidayet yolu gösterilir. Kur’an'la çelişen hayat tarzının, sonuçta insanı hüsrana sürükleyeceğine dikkat çekilir.
21. Huzurumuza çıkıp Bizimle karşılaşacaklarını ummayanlar: “Bize elçi olarak melekler gönderilmeli yahut Rabbimizi görmeli değil miydik?” diye sorup duruyorlar. Gerçekten onlar kendilerini büyüklük duygusuna kaptırıp azdıkça azdılar.
Yirmi birinci ayette, Allah'ın ahiretteki yargılamasına inanmayanların, büyüklük duygusuna kapılmanın verdiği küstahlıkla meleklerin inmesini veya Allah'ın görülmesinin kendileri için mümkün kılınmasını istedikleri ifade edilir. Bu istek, inkâr ve alaycılıkla birlikte bir meydan okuma ve aciz bırakma arzusunu da içerir. Çünkü onlar bunu, dine inanmak amacıyla değil, aksine inananlarla alay etmek ve onlara meydan okumak için yapıyorlardı. Oysa ister kabul edilsin ister edilmesin her insan, dünya hayatında kendi iradesiyle yaptığı işlerden dolayı Ahirette hesaba çekilir. Zira buradaki “likâ” kelimesi, sözlükte “karşılaşmak ve buluşmak” gibi anlamlara gelir. Bu yüzden anılan kelime vahiy dilinde “yeniden dirilip hesap vermek için Allah'ın huzuruna çıkarılmayı ve O'na kavuşmayı” ifade eder.
Aslına bakılırsa inkârcıların taleplerinin, hem dinin ruhuyla hem de insan ve hayat gerçeğiyle çeliştiği görülür. Zira insanların görmeleri, göz organının görme şartları ve sahasıyla sınırlıdır. Göz ise, belli şartlarda belli küçüklük ve büyüklükteki varlıkları görebilir. Söz gelimi, ışığın fazla olduğu parlaklıkta veya ışığın hiç bulunmadığı karanlıkta insan gözü görmeye kabiliyetli değildir. Melekler de, gözün görebileceği şekle bürünmedikçe insanlar onları göremezler. Onlar, gözün görebileceği şekle girince de her hangi bir yaratığa benzerler ve hiçbir fevkaladelikleri kalmaz. O zaman da insanların melekleri görmelerinin bir anlamı olmaz. Ayrıca bu bir yarar da sağlamaz. Yani inanmak istemeyenler, melekleri görseler bile yine inanmazlar. Bu yüzden sonraki ayetlerde onların bu taleplerinin reddedildiği görülür.
Halbuki insanlar sadece gözleriyle gördüklerine bağımlı kalmayıp akıl ve kalp gibi diğer idrak organlarını da çalıştırırlarsa “her yerde hâzır ve nâzır olan bir Allah” anlayışına ulaşabilirler. Bu anlayışa ulaşan kimseler, Allah'ın zatını görmeseler de sıfatlarının tecellisini eserlerinde görüp O'nun varlığından asla şüphe etmezler.
22. Melekleri görecekleri gün, suçlulara iyi haber verilmeyecek ve melekler onlara: “Size müjde yok, cennet size yasak yasak!” diyecekler.
Yirmi ikinci ayette, her şeyin karara bağlandığı hesap gününde inkârcıların başına gelecek olan felaket dile getirilir. Artık her şeyin karara bağlandığı gün gelip çatınca, inkârcılar asla iyi bir haber almayacaklar, aksine hiç ummadıkları kötü bir tabloyla karşılaşacaklar ve Allah'ın rahmetinden kovulmuş olmanın üzüntüsüyle hayıflanıp duracaklardır. Burada yer alan “hıcren mehcurâ” terkibi, lafzen “engel olma ve yasak koyma” anlamına gelir. Acaba bunu söyleyenler kimlerdir? Melekler midir? Yoksa suçlular mıdır? Eğer bu sözü günahkârlara melekler söylemişlerse ayet, “davranmayın, size cennet müjdesi yoktur, o size yasaklanmıştır”; şayet günahkârlar söylemişlerse o zaman da, “aman yapmayın, Allah'ın rahmetinden kovulmuşuz, bize kıymayın” manasına gelir. İkinci mana daha çok tercih edilmiştir. Ancak her iki durumda da engel konulması söz konusudur. Zira o gün artık cezalandırma günüdür.
23. Çünkü Biz, onların yaptıkları her işin üzerine varıp hepsini toz duman edeceğiz.
Yirmi üçüncü ayette, iman değerinden yoksun olan işlerin geçersizliği belirtilir. Buradaki “hebâ” kelimesi “toz zerrecikleri”; “mensûr” kelimesi de “saçılmış ve dağınık bir halde olmak” manasına gelir. Bu sözcükler, faydasız işlerden kinayedir. Onlarla hem kıyamet gününün dehşetine dikkat çekilir hem de inanmadan yapılan işlerin Allah katında makbul olmadıkları belirtilmek istenir.
24. Ama o gün, cennetlikler, kalınacak yerlerin en iyisinde ve dinlenme yerlerinin en güzelinde bulunacaklardır.
Yirmi dördüncü ayette de, O gün cennetliklerin en iyi yerde konaklayacakları ve çok mutlu olacakları bildirilir. Ayetteki “müstekarr” kelimesi, “vaktin çoğunda durulup oturulan yer”; “mekîl” kelimesi de “istirahat edilen konak veya mekan” anlamına gelir. Bu sözcüklerle de cennet halkının çok güzel ve rahat bir hayat yaşayacağına işaret edilir. Zira o gün müminler, cennet halkı olarak çok iyi bir durumda bulunacaklardır.
25. O gün gök, bulutlarla birlikte bütün yüküyle parçalanacak, melekler de bölük bölük indirilecektir. 26. İşte o gün, gerçek hakimiyetin çok merhametli olan Allah'a ait olduğu bütün açıklığı ile ortaya çıkacaktır. O gün, inkârcılar için çok çetin bir gün olacaktır.
Yirmi beş-yirmi altıncı ayetlerde, kozmik sistemde gerçekleşecek olan köklü bir değişiklikle evrenin sonunun geleceğine ve o günün, inkârcılar için çok zor bir gün olacağına dikkat çekilir. Gün gelecek gök korkunç patlamalar sonucu bulutlarla birlikte bütünüyle parçalanacak, melekler birbiri ardınca inip inkârcıları cezalandıracak; işte o gün, gerçek egemenliğin bütünüyle Allah'a ait olduğu açıkça ortaya çıkacak, her yeri dehşetin saracağı ve her yerden azabın yağacağı o gün, inkârcılar için çok zor bir gün olacaktır.
27. O gün zalim kişi pişmanlığından dolayı elinin parmaklarını ısırıp şöyle diyecek: “Keşke peygamberle birlikte bir yol tutsaydım. 28. Yazıklar olsun bana! Keşke falancayı kendime dost edinmemiş olsaydım. 29. Hiç kuşkusuz bana uyarıcı mesaj geldikten sonra beni Allah'ı hatırlamaktan o uzaklaştırdı!”
Yirmi yedi-yirmi dokuzuncu ayetlerde, zalim kişinin, hesap gününde pek çok temennilerde bulunup büyük bir pişmanlık duyacağı bildirilir; kendisini sapıklığa düşüreni dost edindiğinden dolayı hayıflanışı dile getirilir. Buradaki “resül” kelimesi, genelde Allah'ın kendilerine vahyettiği bütün elçileri, özellikle de Hz. Peygamber'i; “zâlim” kelimesi de, elçilere bilinçli olarak karşı çıkan herkesi ifade etmek için kullanılmıştır. “Fulân” tabiri ise, insanın yoldan çıkmasına vesile olan kişiyi yahut kişileştirilmiş güçleri dile getiren genel bir ifadedir. Bu yüzden insanı Allah'ın dininden alıkoyan ve peygamber izinden yürümeyi men eden herkes, bu kelimenin anlam sahasına girmektedir.
Ayetlerin beyanına göre, inkâr ve şirk günahıyla ölüme yakalanan kimse korkunç akıbetle karşılaşınca son derece üzülecek, çevresinde bulunan her şeyin sustuğu bir anda o: “Keşke Resûl'ün gösterdiği yolu tutsaydım da falancayı kendime dost edinmeseydim.” diye hayıflanacak; şeytanın, kendisini Allah'ın uyarıcı mesajından uzaklaştırıp bu hale düşürdüğünü itiraf edecektir. Demek ki şeytan insanı alçaltıp saptırdıktan sonra ondan uzaklaşmaktadır. Zira buradaki “hazûl” kelimesi, “bir insanı yalnız ve çaresiz bırakmak” manasına gelir. Şu halde şeytan, insanın hayrına dost olmaz, aksine kendi hesabına bir felakete sürüklemek için ona dost görünür. Nihayet başı sıkıntıya düşünce de onu yalnız ve çaresiz bir vaziyette bırakıp çekiliverir. İşte bu yüzden ayetler, uyarı niteliğindedir ve muhatapları düşünmeye yöneltip bilinçlendirmeyi amaçlamaktadır. Çünkü İblis, bütün şeytanlığına rağmen bilinçli olarak dine bağlanan mümini kolay kolay kandıramaz.
30. O gün peygamber: “Ey Rabbim! Gerçekten halkım bu Kur’an'ın davetine kulak asmayıp ondan uzaklaştılar” der.
Otuzuncu ayette, Hz. Peygamber'in, hayatlarında Kur’an'a gereken yeri ve değeri vermeyenleri Rabb'ine şikayet edişi dile getirilir. Kur’an'ı anlama ve yaşama maksadıyla okumayanların, onun hükümlerini gözardı edip devre dışı bırakabileceklerine dikkat çekilir. Hz. Peygamber'in, Allah huzurunda ve bütün insanlık önünde ümmeti hakkındaki şikayetini dile getiren bu ayette kullanılan kelimeler de ayrı bir önem arzetmektedir. Zira burada geçen “ittihaz” sözcüğü, “elle sarılıp tutma ve görünüşte benimseme” manasına gelir. “Mehcûr” kelimesi de “Kur’anî hükümleri dikkate değer bulmamak, onları gözardı etmek ve hayattan ayrı tutmak” gibi anlamlar taşır. Anlaşılan o ki, Hz. Peygamber, İslâm toplumunun zahirde Kur’an'ı benimser görünüp hakikatte ve pratikte onu devre dışı tutmalarından şikayetçidir. Gerçekten de İslâm dünyasının yüzyıllardan beri arzettiği manzara budur.
İlk nesil Müslümanları, nâzil olan her ayeti Hz. Peygamber'in önderliğinde Yüce Allah'tan gelen bir mesaj anlayışıyla karşılıyorlar, hükmünü hayatlarında uygulamak için okuyorlar, öğrendiklerini de vazgeçmeyecekleri bir ilke olarak yaşıyorlardı. Bu durumda, ayetteki “benim kavmim” ifadesiyle, ismen İslâm toplumundan olmalarına rağmen gerçek hayatta Kur’an'a hak ettiği yeri ve değeri vermemiş kitlelere işaret edilmiş olmalıdır. Kur’an'ı dünya görüşlerine ve çıkarlarına aykırı bulanların; yahut onun, zamanın değişen şartları karşısında geçerliliğini yitirmiş bir kitap olduğunu sananların onu dikkate değer bulmayıp hayatlarının dışında tutmalarının nedeni bellidir. Ama Kur’an'ı Allah kelâmı kabul ettikleri, onun her çağda geçerli ve yeterli olduğuna inandıklarını söyledikleri halde, gerçekte Kur’an'ı hayatlarının rehberi yapamayanların ve ona aktif bir amelle uyum sağlayamayanların, hangi nedenlerle Kur’an'ı gözardı ettikleri/mehcûr bıraktıkları sorgulanması gereken bir durumdur. Zira, bugün yeryüzünde yaşanan din, Kur’an'la sunulmuş ve genel çerçevesi sünnetle ortaya konulmuş İslâm'ın aynı değildir. Bunun nedeni, Müslüman kitlelere Kur’an ve sünnetten ziyade, bunların dışında oluşturulan bir çok kaynak, kişi ve kurumların yön veriyor olmasıdır.
Hemen belirtelim ki bu sözler, dinin anlaşılmasına ve hayata taşınmasına katkı sağlamak için çalışan kişi ve kurumları karalama amacı taşımıyor, aksine insan tarafından ortaya konan ve onun eliyle gerçekleşen her türlü dinî nitelikli uygulama, oluşum ve kurumlaşmaların ne ölçüde İslâmî olduklarının, ancak Kur’an ve sahih sünnetin ölçüt alınıp bunların hakemliğine gitmekle anlaşılabileceğini savunuyor. Zaten hiç kimsenin de, bunun aksini düşünmemesi gerekir. Eğer böyle olursa sadra şifa veren hizmetler yapılabilir. Aksi halde din adı altında yalana ve yanlışa teslim olmak kaçınılmaz olur. Ayetin açıklamasını, Hz. Peygamber'in şu hadisiyle tamamlamak yerinde olur: “Kim Kur’an'ı öğrenip de Mushafını asar, mesajını askıya alıp hükümlerinin gereğini yerine getirmez ve ondaki öğretileri göz ardı ederse, Kur’an kıyamet günü gelir, onun yakasına sarılır: ‘Ey âlemlerin Rabbi, bu kulun öğretilerime uymayarak beni terketti. Şimdi, benimle onun arasında Sen hüküm ver.’ der.”
31. İşte böylece Biz her peygamber için, suçlular içinden bir düşman ortaya çıkardık. Ama sen tasalanma; zira, yol gösterici ve yardımcı olarak Rabbin sana yeter.
Otuz birinci ayette, ilahî mesaja karşı çıkan inkârcıların çağlar boyu değişmeyen tavırları dile getirilir; güven ve teselli bağlamında Elçi'nin yalnız olmadığı belirtilir. İnkârcıların İslâm'a, peygambere ve Müslümanlara düşman olmaları yeni bir şey değildir. Zira önceki peygamberler ve inananlar için de durum böyleydi. Öyleyse mümin mücadelesinde sabırlı ve kararlı olmalı, herkesin hemen İslâm'ı kabul edivereceği beklentisi içinde olmamalı; fakat inancını ve ümidini yitirmeden gayret edip ihlasla vazifesini yapmaya çalışmalıdır.
32. İnkârcılar: “Kur’an ona topluca bir defada indirilmeli değil miydi?” dediler. Halbuki Biz, vahiyle kalbini pekiştirmek için onu sana böyle belli bir düzen içinde ve bir bütünün parçaları halinde ağır ağır indirip okutuyoruz.
Otuz ikinci ayette, Kur’an'ın indiriliş tarzına yapılan itirazlar ve bu tür itirazlara verilen cevaplar dile getirilir. İnkârcılar, Kur’an'ın Hz. Muhammed'e bir bütün halinde topluca indirilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Oysa Allah onu insanın kalbinde iyice pekişip hayatında yer etsin diye tutarlı bir bütün oluşturacak şekilde ve belli bir düzen içinde parça parça indirmiştir. Zira burada yer alan “tertil” kelimesi, hem “bir şeyin parçalarını bütününü meydana getirecek şekilde bir araya toplayıp onlara uygun bir düzen vermek” hem de “o bütüne iç tutarlılık sağlamak” anlamına gelmektedir. “Tertil” kelimesi, Kur’an'ın okunması anlamında kullanıldığı zaman “onun düşünerek, sakin, ölçülü ve bütüncül biçimde okunması” gerektiğini ifade eder. Şu halde Kur’an'ı doğru anlayabilmek için aceleci yaklaşımlardan sakınılmalı, ayetler ait oldukları bağlam ve anlam örgüsünden koparılmamalı, Kur’an vahyi bir bütün olarak ele alınmalı, münferit meseleler de bu bütün içinde çözüme kavuşturulmalıdır.
Yirmi üç yıllık bir zaman sürecine yayılan mesajın her bakımdan tutarlı bir bütün oluşturması, onun Allah tarafından vahyedilmiş olduğunun açık kanıtıdır. Onun parça parça gönderilmesi ise ilahî hikmeti yansıtır. Çünkü Yüce Allah Kur’an'ı, Peygamber'in kalbine iyice yerleştirmek, davetini güçlendirmek, insanların algılama düzeylerini ona uygun hale getirip kolayca ezberlemelerine ve uygulamalarına imkân sağlamak için bölüm bölüm indirmiştir. Nitekim ilahî iradenin uygun gördüğü bu pedegojik metod, insanların yeni dini kolayca benimseyip tatbik etmelerinde büyük rol oynamıştır. Yine bu nüzul sayesinde Kur’an, pratik hayattan kopuk olarak değil, aksine doğrudan doğruya yaşanan hayatın içinde ona yön veren, çıkan problemlere çözüm yolları gösteren, inananların moralini yükselten, inkârcıları ise devamlı uyarıp güçlü delillerle susturan bir hitap olarak ortaya çıkmıştır. Zira her soru, yeni bir cevabı gerektirir.
Burada, Hz. Muhammed dönemindeki inkârcıların, neden Kur’an'ın bir anda topluca indirilmesini istediklerine kısaca değinmek gerekir. Büyük ihtimalle onlar, Kitap Ehli'nden semavî kitapların bir anda indirilmiş olduğunu işitmişler; nasıl Tevrat, Zebur ve İncil bir kitap halinde indirilmişse, Kur’an'ın da Hz. Muhammed'e aynı şekilde inmesi gerektiğini söylemişlerdir. Halbuki bazı yazılı nüshalar dışında Allah'ın Hz. Musâ'ya Tevrat'ı yazılı kitap halinde bir defada indirdiğine dair Kur’an'da herhangi bir açık beyan yoktur. Aksine kutsal metinlerin içerdiği öğretiler, onların İsrailoğullarının ve Hz. Musâ'nın yaşadıkları sürece uygun olarak peyderpey indiği izlenimini vermektedir. Bu yüzden ne Tevrat'ın ne de diğer kutsal kitapların, bir defada inmiş olması mümkün değildir.
Sonuç olarak Kur’an, Allah kelamıdır. O, Hz. Peygamber'e tutarlı bir bütün oluşturacak şekilde ve belli bir düzen içinde bölüm bölüm indirilmiştir. Bu durum onun bir lafzı, manası ve maksadı olduğunu gösterir. İşte Yüce Allah Kur’an lafzının kolayca ezberlenmesi, manasının iyice anlaşılması ve hükümlerinin doğru uygulanması için onu birden değil, tedricen indirmiştir. Öyleyse Kur’an'ı okuma ve öğrenmede “tertil metodu” takip edilmeli; o, düşünüp anlamayı hedef alan bir yöntemle okunmalıdır. Zira, Kur’an'ın gösterdiği hedefe ulaşmanın en doğru ve sağlam yolu budur.
33. Onların sana itiraz için getirdikleri her misâle ve soruya karşı, Biz sana mutlaka doğru olanı ve en güzel açıklamayı getiririz.
Otuz üçüncü ayette, Kur’an vahyinin iniş şekline ve niteliğine gölge düşürmek amacıyla ileri sürülen tüm itirazlara, Allah tarafından en güzel açıklamanın getirildiği ve gereken cevabın verildiği bildirilir. Zira inkârcılar Kur’an'ın iniş şekline sürekli itiraz ediyor, Kur’an'da kendisine yöneltilen bu itirazlara cevap veriyordu.
Bu ayette yer alan ve Kur’an'ın tamamında sadece bir kez geçen tefsir kelimesinin etimolojik kökenine ilişkin iki temel görüş vardır. Dilbilimcilerin çoğu, onun “açıklamak, üzeri kapalı bir şeyi açmak, beyan etmek, hastalığa tanı koymak için tahlil edilen materyal” gibi anlamlar taşıyan f s r kökünden türediğini söylemişlerdir. Ancak “tefsir” kelimesinin taklib/değiştirip dönüştürme yoluyla “bir şeyi açmak, açıklamak, intikal ve yolculuk etmek” gibi anlamlara gelen s f r kökünden türemiş olabileceği de ileri sürülmüştür. Fakat bu görüş, oldukça uzak bir ihtimaldir. Çünkü lügat ve sarf kurallarına uygun kökü bulunan bir kelimenin aslını, anlam birliğinden dolayı taklib yoluyla başka bir kelimede aramak, zorlama bir yorum olur. Ayrıca f s r kökü, manevî anlamda bir açmayı; s f r kökü ise, duyularla kavranabilen maddî bir objeyi açmayı ifade eder. Bu yüzden “tefsir” kavramı ıstılahta “müşkil olan lafızdan kastedilen anlamı ortaya çıkarmak” şeklinde tanımlanmıştır. Fakat bu kapalılık kelâmın sahibinden bir beyana gereksinim duyduğu için, hakiki tefsir, Allah ve Elçisinin beyanıyla yapılanıdır. Bu yüzden İslâmî literatürde tefsirin çeşitli anlamlarından tercih edileni bu olmuştur. Bu anlam dışındakiler ise, “te'vil” içersinde mütalâa edilmişlerdir.
Tefsir kelimesinin lügat ve ıstılah anlamlarını belirttikten sonra, bu kelimenin Kur’an'daki kullanımına geçebiliriz. Biraz önce de değinildiği gibi “tefsir” kelimesi Kur’an'ın tamamında sadece bir defa ve bu ayette geçer. Kelime burada “açıklama/beyan” manasına gelir. Zira bu ayet, Hz. Muhammed'in peygamberliğinde şüphe oluşturarak ona aşırı eziyette bulunan Mekke müşriklerine cevap sadedinde serdedilmiştir.
Ayette Yüce Allah, “tefsir” lafzını kendine havale etmiştir. Bu yüzden sahabe, tefsir hakkında söz söylemekten çekinmişler, zamanlarındaki pratik hayat ihtiyaçlarının sınırlı oluşu sebebiyle de onun te'viline gitmemişlerdir. O dönemde Kur’an'ın tefsiri denilince, doğrudan doğruya Allah'ın veya O'nun Elçisinin izâhı anlaşılıyordu. Bu yüzden anılan dönemde tefsirde tam bir isabet vardı, hata ihtimali bahis konusu değildi. Bu duruma göre anılan dönemde “tefsir” lafzı, Allah'a ve peygambere atfedilmiş oluyordu. Sonraları bu lafız biraz daha genişletilerek sahabeye ve tâbiilere de atfedilir olmuştur. Bu açıklamalardan sonra şunu söylemek mümkün olacaktır. İslâm'ın ilk yıllarında Kur’an tefsiri denilince Allah'ın, peygamberin ve sahabenin Kur’an'ı açıklaması ve beyanı akla gelecektir. Bundan dolayı ilk devirlerdeki müfessirler, eserlerinde “tefsir” lafzından ziyade “te'vil” kelimesini kullanmışlardır. Demek ki Kur’an'ın, muhatabının ufkunu açan anlam ve maksadını açığa çıkarmanın en sağlam yolu, Kur’an'ın Kur’an ile tefsiridir. Bundan sonra da sırasıyla Hz. Peygamber'in sünneti, sahabilerin ve tâbiilerin sözleri gelir. Bu temel sıralamayı göz önünde bulundurarak dini ilimlere vukufiyeti olan insanlar da bilgileri nisbetinde Kur’an'dan manalar çıkarabilirler. Ancak bu, Kur’an'ın dilsel ve anlamsal verilerine bakılarak ve bunlara sadık kalınarak gerçekleşmelidir. Aksi takdirde Kur’an metni, müfessirlerin istek ve ideolojisine mahkum edilmiş olur.
İnsanlığın hidayet ve saadet rehberi olan Kur’an, Allah kelâmıdır. Vahiy de, Allah'ın kendi iradesini dil aracılığı ile insanlara bildirmesidir. Bunun için Allah, esrarengiz biçimde değil, insanın anlayabileceği bir dille konuşmuştur. Şayet Allah'ın kendi iradesiyle yaptığı bu konuşma olmasaydı, yeryüzünde Kur’an kapsamında sunulan İslâm diye bir din de olmazdı. Öyleyse insanın, Allah'ın kendisinden ne istediğini bilmesi ve ona göre davranması gerekir. İşte bu, O'nun sözlerinden oluşan Kur’an'ı anlamakla mümkündür. Bu durumda, her zaman olduğu gibi günümüzde de Kur’an'ın anlaşılmasının gerekli olduğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü Kur’an'ın öğretileriyle amel etmek, ancak onun manasını anladıktan sonra mümkün olur. Bu da Kur’an ayetlerinin manasını, onların bildirdiği hükümleri beyan edip açıklamakla gerçekleşir. Bu yüzden Kur’an'ı açıklayıp yorumlayan bilim dalına “ilmu't tefsir/tefsir ilmi” denir.
Sonuç olarak Kur’an, nüzulünden günümüze kadar tefsir edilmiş, bundan sonra da kıyamete kadar tefsir edilecektir. Çünkü insanlar, ondaki hakikatlerden ancak bu yolla haberdar olup istifade edebilirler. Ne var ki günümüzde pek çok insan, Kur’an'ı anlamaktan ziyade onu müzik dinler gibi dinlemekle yetinmektedir. Halbuki İslâm dışı hayat standartlarının getirdiği karmaşa içinde Müslümanın kendi inancını yaşaması, neredeyse bir ihtisası gerektirecek kadar güçleşmiştir. Bu yüzden Müslümanların artık Kur’an'ı sadece lafzıyla okumakla yetinmeyip ayrıca onu anlamayı ve uygulamayı esas alan bir yöntemle okumaları da gerekmektedir. Zira, Kur’an'ı kavrayıcı bir akıl ve açık bir kalple okuyan her insan, yetkin bir bilince sahip olup onun doğru beyanından ve en güzel açıklamasından yararlanabilecektir.
34. Yüzleri üstüne sürüler halinde cehenneme tıkılacak olanlar var ya, işte yerleri en kötü ve yolları en sapık olanlar onlardır.
Otuz dördüncü ayette, inkârcıların, sürüler halinde cehenneme tıkılacakları; dünyada şaşkın ve sapkın bir hayat sürdükleri için, ahirette en kötü yerde bulunacakları haber verilir. Demek ki kibirlerinde devamlılık gösteren inkârcılar, cehenneme tıkıldıkları zaman, en sapık yolun en kötü varış yerini görmüş ve öğrenmiş olacaklardır. İşte Kur’an, insanı bu kötü akıbetten korumak için, ölüm sonrası hayatı ayrıntılı biçimde ve çok çarpıcı ifadelerle anlatma yoluna gitmiştir. Ayrıca o, insanın kendini dünya hayatının cazibesine kaptırıp sapmasını önlemek için, ona daha devamlı ve değerli bir hayat şevki ve bilinci aşılamayı hedeflemiştir.
35-44'üncü ayetler
35. Doğrusu Biz, Mûsâ'ya da kitap verdik ve kardeşi Harun'u yanında ona yardımcı kıldık. 36. Sonra onlara: “Haydi ikiniz, ayetlerimizi yalanlayan şu halkı uyarmaya gidin.” dedik. Sonunda o günahkâr toplumun insanlarını yerle bir ettik. 37. Nûh toplumunu da peygamberleri yalanladıklarında suda boğduk ve kendilerini insanlar için bir ibret vesilesi kıldık; zalimlere de can yakıcı bir ceza hazırladık. 38. Âd, Semûd ve Ress halkıyla bunların arasında gelip geçen daha nice günahkâr nesilleri, inkârda ısrarları sebebiyle helâk ettik. 39. Oysa her birine uyarıcı gönderip öğüt vermiştik; ama bunlara aldırış etmedikleri için hepsini kırıp geçirdik.
35-39'uncu ayetlerde, gaflet içinde olanları uyarmak amacıyla, Allah'ın dinine karşı çıkan toplumların feci akıbetlerine dikkat çekilir. Ayetlerde beyan edildiği gibi Hz. Muhammed'den çok önce Hz. Mûsâ da peygamber olarak gönderilir. Kendisine ilahî vahiylerden oluşan bir kitap verilir; kardeşi Hârun'da onun yardımcısı olur. Her ikisi de Allah'ın mesajlarını yalanlayan bir toplumu uyarmakla görevlendirilir. Ancak o günahkâr toplum, uyarılara aldırış etmez. Sonunda Allah, onları yerle bir ederek cezalandırır. Aynı şekilde Nûh toplumu da elçileri yalanlayıp inkârda ısrar ettiklerinden dolayı suda boğulurlar. Bunların dışında Âd toplumu, Semûd kavmi, Ress halkı ve benzerleri gibi gelip geçen daha nice günahkâr nesiller, uyarıldıkları halde bu uyarılara aldırış etmedikleri için hepsi cezalandırılıp yerle bir edilirler.
Kur’an'ın ilk muhatapları olan Arap Müşriklerin Hz. Peygamber'e karşı tutumlarının anlatıldığı bölümün hemen ardından gelen bu ayetlerde, inkârcı toplumların geçmişte uğradıkları felâketlere ve acı akıbetlere göndermelerde bulunulur. Böylece onların başına gelenlerde, insanlığın ahlâk tarihinden çıkarılacak önemli dersler bulunduğuna işaret edilir. Bu yüzden ayetler hatırlatma, uyarma ve öğüt verme amacına yöneliktir.
40. Kuşkusuz bu inkârcılar, bela yağmuruna tutulup üstüne taş yağdırılan o şehri görmüş olmalılar; peki orada olup biteni görüp de ibret almadılar mı? Hayır, onlar yeniden dirilmeyi ummuyor ve buna inanmıyorlar.
Kırkıncı ayette, cezalandırıcı felâket yağmuruna tutulan kente dikkat çekilir. Burada kastedilen şehir, Lût kavminin önceden iskan ettiği ve taş yağmuruyla yok edildiği Sodom şehri veya bu kavmin oturduğu diğer yerleşim birimleridir. Buradaki “le-kad etev” ibaresi, “gelip görmüş olmalılar” anlamına gelir. Bu ibarede öncelikle, ticaret kervanlarıyla Suriye'ye gidip oradan dönerken Sodom ve Gomore'nin bulunduğu bölgeden geçmek zorunda kalan Hz. Peygamber dönemindeki Mekkeli Müşrikler kastedilmiştir. Ancak bu tabir, “duyup okumak yoluyla bir şeyden haberdar olmayı”da ifade edebileceği için ayet, ayrıca her çağın insanlarına da hitap etmekte; onlardan tarihî olayları düşünüp ders ve ibret almalarını istemektedir. Zira, insanlığın dinî ve ahlâkî tarihinden ibret alamayıp günahta ısrarcı olanlar, daha nice benzer felâketlere maruz kalırlar. Öyleyse tarihî olaylara seyirci kalınmamalı, aksine onlar aklın ve vahyin ölçeğinde değerlendirilip bu olaylardan doğru dinî sonuçlar çıkarılmalıdır. Ne var ki inkâra şartlanmış olanlar bu tür olaylardan ibret almazlar; basiretleri kapalı olduğu için de öldükten sonra dirilmenin vuku bulacağına inanmazlar.
41. Seni her gördüklerinde: “Allah'ın elçi olarak gönderdiği bu mu?” diyerek seninle alay ederler.
Kırk birinci ayette, Hz. Peygamber'i ve ona gelen vahiyleri alay konusu yapan inkârcıların birbirlerine söyledikleri sözler dile getirilir. Bu ifadeler, onların Hz. Peygamber'in şahsiyetinden ziyade onun davetini alaya aldıklarını anımsatır. Ayrıca inkârcıların, Kur’an çağrısının başarıya ulaşmasından korku duyduklarını da gösterir. Demek ki buradaki asıl amaç, müşriklerin alaycı sözlerinin ardında gizlenen gerçeğe işaret ederek Hz. Peygamber'e ve inananlara moral aşılamaktır.
Aslına bakılırsa bu ve benzeri ayetlerde, inkârcıların tipik niteliklerinin ortaya konulduğu görülür. Bu niteliklerin başında da, “kendini büyük görüp başkalarına tepeden bakma” gelir. Zira, inkâr olgusunun ayırt edici tüm yönleri, bu temel tavrın çeşitli şekillerdeki tezâhüründen başka bir şey değildir. İşte inkârcı insanın “kendini bilmezliği” ile doğrudan bağlantılı olarak peygamberi ve onun Allah'tan aldığı vahiyleri alay konusu yapması da bu tezâhürlerden biridir. Kur’an'da yansıtıldığı kadarıyla Cahiliye Arapları, genelde seküler insanlardı. Önlerindeki dünya hayatından başka bir şey görmeyen bu ve benzeri insanlar için, ilerideki ebedi hayattan söz eden bir din, alay konusu olmaktan öte bir anlam taşımıyordu. İşte ayette küfrün yapısındaki temel öğeye ve inkârla alay arasındaki bu yakın ilişkiye dikkat çekilmiştir.
42. “Eğer onlara bağlılıkta direnmeseydik neredeyse bizi tanrılarımızdan uzaklaştıracaktı.” derler. Ama kendilerini bekleyen azabı gördükleri zaman, doğru yoldan uzaklaşan kişilerin kim olduğunu öğrenecekler!
Kırk ikinci ayette, Müşriklerin batıl inançlarına ve sahte mabudlarına olan bağlılıklarından dolayı övündükleri dile getirilir. Bu ayet, şirk zihniyetindeki tutarsızlığı yansıtır. Zira onlar, bir önceki ayette dile getirilen sözleriyle Hz. Peygamber'i küçümsüyor ve aşağılamaya çalışıyorlardı. Burada ise onun gösterdiği çaba ve çalışmaların, getirdiği mesajın etkisinde kaldıklarını açıkça dillendiriyorlar: “Eğer şirk geleneklerimize sıkıca sarılmasaydık bizi neredeyse inancımızdan edecekti.” diyorlar. İşte Kur’an, inkâr ve şirkin etkisiyle sürekli İblis fikri ve fiili üreten bu kimselere, azapla karşılaştıklarında doğru yoldan uzaklaşanların kimler olduğunu görecekleri uyarısında bulunarak cevap veriyor.
43. Tutkusunu kendine tanrı edineni gördün mü? Şimdi böyle birinden sen mi sorumlu olacaksın? 44. Yoksa sen onların çoğunun söz dinleyen ve aklını kullanan kimseler olduğunu mu sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir; hatta yolca daha da şaşkın ve sapkındırlar.
Kırk üç-kırk dördüncü ayetlerde, kendi tutku ve heveslerini tanrılaştıran insan benliği sorgulanır. Bu durumun, kişinin bilgi edinme yollarını doğru ve etkin biçimde kullanmayışından kaynaklandığı belirtilir. Akıl ve irade gibi özelliklerini vahyin kılavuzluğunda geliştirmeyen kişinin, ahlâkî açıdan çok aşağı bir seviyeye düşeceği ifade edilir. Zira, haksız arzu ve tutkularına tapan kimse, aslında bir puta ibadet etmekte, dolayısıyla da puta tapan kadar şirk suçu işlemektedir.
Burada yer alan “hevâ” kelimesi, sözlükte “istek, heves, meyil, sevme ve düşme” gibi anlamlara gelir. Bu kelime kabaca, “insan benliğinin aşırı tutku ve arzulardan kaynaklanan doğal eğilimini” ifade eder. Nitekim “hevâ” kelimesi cahiliye döneminde, “iyi veya kötü her türlü istek ve arzuyu belirtmek için kullanılıyordu. Fakat İslâmî dönemde bu kelime “akla, vahye ve ahlâka aykırı davranışların kaynağı” anlamında olumsuz manada kullanılmış ve “insan nefsinin/benliğinin kötü şeylere aşırı biçimde meyletmesi, tutkularına kapılıp haksız istek ve eğilimlere yönelmesi” şeklinde tanımlanmıştır.
Hevâ, aklın zıddı/karşıtıdır. Bunun için, aklın karşısına konulan haksız arzu ve tutkuların hepsi hevâdır. Hevâsına uyan kişinin sapması kaçınılmaz olduğundan hevâ, insanın dinî ve ahlâkî hayatı için en büyük tehlikelerden biridir. Hevânın anlamdaşı ise “arzu, iştah ve işret” demek olan “şehvet”tir.
Kur’an'da tekil ve çoğul şekilleriyle 28 kez geçen “hevâ” kelimesi, “insanı kaçınılmaz olarak doğru yoldan saptıran aşırı tutku ve kötü teamül” anlamında kullanılır. Ayrıca bu kelime, ilmin karşısında yer alır. Kur’an'a göre haktan sapmanın başlıca nedeni “hevâ”dır. Bu yüzden hevâsına uyan kişinin sapması kaçınılmazdır. Hevâya uymak ise, kişinin Allah, vahiy ve din hakkında kendi sübjektif görüşüyle tahminlerde bulunmasıdır. Bunun için Kur’an, vahye değil de kendi kişisel tahminlerine tabi olan insanı “hevâsını tanrı edinen kişi” olarak niteler. Yine Kur’an'a göre, hevâlarına uyanlar tam bir sapıklığa düştükleri gibi bunların peşinden gidenler de Allah yolundan saparlar. Öyleyse insanın hem kendisinin hem de başkalarının hevâsına uymaması gerekir.
Burada bir inceliğe dikkat edilmelidir. Kur’an nefsin değil, hevâ'nın Allah'a karşıt olarak bir ilâh edinildiğini belirtir. Onun bu tespiti, gerek geçmişte gerekse günümüzdeki dinsizlik akımlarına yada yanlış din olgularına işaret etmektedir. Çünkü Allah'ı tek ilâh tanımayan, O'nun dinini şu veya bu şekilde dışlayan bütün beşerî görüşler ve sistemler, bir biçimde hevânın tanrılaştırılmış şeklidirler. Zira, söz konusu görüş ve sistemlerde her aldatıcı his, dince yasaklanan her günah, ilericilik veya şuculuk buculuk adına rahatlıkla vize alabilmekte; her türlü yozlaşma da, hiçbir sağlam temele dayanmayan tutarsız yorumlarla meşrulaştırılabilmektedir.
Sonuç olarak, hevâ insanın kendisini dev aynasında görmesinden kaynaklanır ve benliğin kötü isteklerinin bütününü ifade eder. Onun en büyük zararı, kişiyi Allah yolundan saptırmasıdır. İnsan bir kere O'nun yolundan saptımı, canının istediğini ilâh edinir; dini de sadece kendi zevk ve keyfinden ibaret sanır. İşte bu yüzden insanın arzu ve hevesleri, sürekli akıl ve vahiyle kontrol altında tutulmalı; kişi her durumda dinin ve aklın kurallarına uygun davranmalıdır. Ayetlerin açıklamasını Hz. Peygamber'in hevâ engelini aşmada yönlendirici ve yol gösterici nitelikteki şu hadisiyle bitirmek uygun olur: “Arzu ve hevesleri benim getirdiğim İslâm'a uymadıkça hiçbiriniz gerçekten inanmış/olgun bir mümin olamaz.”
45-60'ıncı ayetler
Bu bölümü oluşturan ayetlerde, insanın gaflet ve inkâra düşmesini önleyip bilerek inanan bir varlık haline gelmesini sağlamak amacıyla, Allah'ın varlığını, kudretini ve şefkatini gösteren doğa yasalarına dikkat çekilir.
45. Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmez misin? Eğer dileseydi onu olduğu gibi bırakıp hareketsiz kılardı. Fakat sonra güneşi gölgeye yol gösterici yaptık. 46. Sonra da onu yavaş yavaş kendimize doğru çekip alırız.
Kırk beş-kırk altıncı ayetlerde, şefkat dolu kudret elinin, insana sunduğu gölge nimeti dile getirilir. Buradaki “zıll” kelimesi, sözlükte “gölge, karanlık ve himaye” gibi anlamlara gelir. “Şeffaf olmayan bir cismin ışığı engellemesi sonucu oluşan karanlığa” gölge denir. Gölge, karanlık ile aydınlık arasında latif bir durum olduğundan Kur’an'da karanlık nura, zıll/gölge de harura/yakıcı sıcağa karşıt olarak kullanılmıştır. Demek ki gölge, aydınlıktan ziyade yakıcı sıcağın karşıtı olmaktadır. Bunun için “zıll” kelimesi “himaye” anlamına da gelir. Nitekim “arşın gölgesi” tabiriyle “onun himayesi” kastedilir. Şu halde burada “zıll” kelimesiyle, hem insana huzur veren ve dinlenmenin en mühim şartlarından biri olan “gölge” nimetine hem de gölgenin, bütün varlık üzerindeki ilahî himayenin bir temsili olduğuna işaret edilmiştir. Ayrıca burada Allah'ın istemesi halinde gölgeyi olduğu gibi durdurup hareketsiz bırakabileceğinden de söz edilir. Bu ifade, varlıkların hareketlerinin kendiliğinden değil, aksine ilahî iradeye bağlı bulunduğunu gösterir. Güneşin gölgeye yol gösterici kılınması ise, onun gölgenin kaptanı olduğunu belirtir. Zira, gölgenin uzayıp kısalması, güneşin doğuşuna, yükselişine ve batmaya meyledişine bağlıdır. Yine gölgenin yavaş yavaş çekilmesinden maksat, onun Allah'ın koyduğu tabiat yasalarına bağlı olarak uzatılıp kısaltılmasıdır. Eğer böyle olmasaydı, yeryüzünde hayat normal olmazdı.
Sonuç olarak ayetlerin asıl amacı, insanın ufkunu açıp onu eserden Müessire, yani Allah'ın varlığı, birliği, O'nun çok kudretli ve merhametli olduğu gerçeğine ulaştırmaktır. Zira görebilenler için imanın pek çok kanıtı vardır ve bunlar insana çok yakındır. Ama buna rağmen yine de inanmayan kimseler vardır ve hep varolacaktır.
47. Sizin için geceyi bir örtü, uykuyu bir dinlenme hali, gündüzü de yeni bir doğuş ve çalışma zamanı olarak takdir eden O'dur.
Kırk yedinci ayette, gecenin uyku ve dinlenmeye, gündüzün de faaliyet ve çalışmaya daha uygun olduğu bildirilir. Gece karanlığının ortalığı sarması, bir elbiseyi andırır. Ayrıca geceleyin hareketin kesilmesiyle, gündüzün canlılığı büyük ölçüde yerini sessizliğe bırakır. Uyku, düşünce ve şuurun, irade ve hareketin bir an için kesintiye uğramasıdır. Bu yüzden gece bir örtü gibidir; uyku da rahatlık anıdır. Uyku ile yok olan canlılık, şafakla birlikte yeniden kendini gösterir ve bu durum, ölümden sonraki dirilişi andırır. Bunun için Hz. Peygamber, her sabah uyandığında: “Bizi uyutup âdeta öldürdükten sonra uyandırarak yeniden dirilten Allah'a hamd olsun; ölümden sonra kalkıp varış O'nadır.” diyerek dua ederdi.
48-49. Rüzgârları rahmetinin önünden müjdeci olarak gönderen de O'dur. Böylece gökten tertemiz su indirir, onunla ölü bir beldeyi diriltir, yarattığımız pek çok hayvan ve insanı suya kavuştururuz.
Kırk sekiz ve kırk dokuzuncu ayetlerde, yağmurun müjdecisi olan rüzgârlardan ve ölü beldenin yağan yağmurla hayat bulup oradaki nice canlının suya kavuşturulmasından söz edilir. Bütün bunlar, Allah'ın rahmetinin ve kudretinin inkâr edilemez belirtileridir. Ayetler, suyun bütün canlılar için bir hayat kaynağı olduğuna; hayatın da bu temiz suyla bağlantılı bulunduğuna işaret etmekte; ayrıca bu olayların, hayatın öteki dünyadaki devamlılığının makul ve mümkün olduğunu gösterdiği mesajını vermektedir.
50. Hiç kuşkusuz onu düşünüp öğüt alsınlar diye aralarında çeşitli şekillerde açıkladık; ama yine de insanların çoğu inkârda dayatmakta, nankörlükten başka bir şey yapmamaktadır.
Ellinci ayette, mutlak kudret ve bilgi sahibi bir Yaratıcı'nın varlığını açıkça ortaya koyan tenzilî ve tekvinî ayetlere rağmen, insanların çoğunun nankörlükte direndikleri ifade edilir. Burada yer alan ve “Biz onu çeviregeldik” anlamına gelen “sarrafnâhu” ibaresindeki “hu” zamiri, Müfessirlerin çoğuna göre “yağmura” işaret eder. Bu durumda ayet: “Biz yağmuru onların oturduğu ülkeler arasında taksim ettik ki, onlar düşünüp öğüt alsınlar..” anlamına gelir. Bir kısım müfessirlere göre de, anılan ibaredeki zamir, “Kur’an'a” işaret etmektedir. Bu takdirde ayet: “Biz bu Kur’an'ı iyice düşünmeleri için aralarında çeşitli şekillerde açıkladık..” manasına gelir. Ayet hangi anlama gelirse gelsin onun esas amacı, gerek varlık âleminde gösterilen gerekse vahiy yoluyla gönderilen ayetlerde Allah'ın mutlak Rabb'lığı ve insanlara sunduğu sayısız nimetlerin açıkça anlatılmasına rağmen, O'nu tanımayan ve nimetlerine şükretmeyen insanları kınama yoluyla uyarmaktır.
51. Eğer dileseydik her kente bir uyarıcı gönderirdik.
Elli birinci ayette, Hz. Muhammed'in son peygamber ve gelecekteki bütün insanlık için bir uyarıcı olarak gönderildiği haber verilir. Eğer Allah dileseydi, önceki çağlarda olduğu gibi her topluma ayrı ayrı bir uyarıcı gönderirdi. Ama O, son peygamber olarak Hz. Muhammed'i seçmiş ve bütün insanları uyarma görevini ona vermiştir. Bu ayet de, suredeki diğer bazı ayetler gibi inkârcıların peygamberlikle ilgili yersiz sorularına ve meydan okumalarına verilmiş bir cevap niteliğindedir. Ayrıca bu ayet, peygamberin mesajını diğer milletlere tebliğ etme sorumluluğuna da işaret etmektedir. Zira bütün Müslümanlar, Kur’an mesajını diğer insanlara duyurmakla yükümlüdürler.
52. Öyleyse sen, inkârcılara boyun eğme; aksine bu Kur’an'la onlara karşı bütün gücünü kullanarak büyük bir direnç ve çaba göster.
Elli ikinci ayette, inkâra şartlanmış olanlara itaat edilmemesi; tersine, Kur’an mesajının ışığı altında onlara karşı büyük bir mücadele verilmesi gerektiği bildirilir. Buradaki “câhid” kelimesi, “doğru yolda haklı sebeplere dayanarak yılmadan uğraş ve savaş”; “cihad-ı kebir” terkibi de “büyük uğraş/savaş” anlamına gelir. Zira, cihad kelimesi, sadece maddî bir çarpışmayı değil, aynı zamanda manevî ve ahlâkî anlamda her türlü haklı mücadeleyi ifade eder. Öyleyse bu ayet, Hz. Muhammed'in davette gayretini artırması, inkârcılara karşı Kur’an'ı tebliğ edip her türlü ikna, uyarı ve irşad çabasını ortaya koyması gerektiği mesajını verir. Çünkü Kur’an'la dile getirilen hakikatler, insanlar üzerinde en gelişmiş silahlardan daha tesirli olur. Bu yüzden ayette yer alan buyruk, her ne kadar öncelikle Hz. Peygamber'e yönelik olsa da zımnen bütün müminlere de hitap etmektedir. Zira, iyilik uğruna veya kötülüğe karşı gücü nisbetinde mücadele edip Allah yolunda çaba göstermek, her inanmış insanın görevidir. Öyleyse her mümin, elinden geleni ortaya koyarak bu görevi yerine getirmeye çalışmalıdır.
53. Biri tatlı ve susuzluğu giderici diğeri de tuzlu ve acı olan iki büyük su kütlesini salıveren; ikisinin arasına bir engel, karışmalarını önleyen bir perde koyan O'dur.
Elli üçüncü ayette, Allah'ın evrendeki yasalarına ve bunların insanlara sağladığı yararlara işaret edilir. Ayetin beyanına göre Allah, biri tatlı, diğeri tuzlu ve acı iki büyük su kütlesini/denizi salıverip ikisinin arasına bir engel, karışmalarını önleyen bir perde koymuştur. Bu yüzden bu iki su kütlesi, sürekli birbirleriyle karşılaşıp okyanuslara karıştıkları halde terkiplerindeki farklılığı korumaktadır. Ayetlerde bilgi verilmediği için bu iki denizin hangi denizler olduğu hakkında kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Bununla birlikte bazı kaynaklarda bunlardan biriyle nehirlere, diğeriyle de bu nehirlerin döküldüğü denizlere işaret edilmiş olabileceği ileri sürülmüştür.
Burada yer alan “berzah” kelimesi, sözlükte “iki şey arasında bulunan engel” anlamına gelir. Kur’an'ın tamamında üç kez geçen bu kelime ilmî ve dinî olmak üzere iki ayrı bağlamda kullanılır. “Berzah” sözcüğü ilmî bağlamda kullanıldığında “tatlı ve tuzlu suya sahip iki denizin sularının birbirine karışmaması için aralarına konan engel” anlamına gelir. Kelime bu bağlamda fizik kuralı olarak yoğunlukları birbirinden farklı olan tatlı ve tuzlu suların birbirlerine karışmamalarını; birinin özelliğinin diğerine geçmesine mani olan doğal engeli ifade eder. Dinî bağlamda kullanıldığında ise berzah, “ölümle diriliş arasında varolduğu belirtilen engel veya kabir” manasına gelir. Berzah kelimesi bu ayette ilmî/fizikî bağlamda kullanılır ve “gözle görülmeyen, tatlı suyu tuzlu suya karıştırmayan bir engel” anlamına gelir. Çağımızda yapılan ilmî çalışmalar da kelimenin bu bağlamdaki anlamını doğrular mahiyettedir. Zira yapılan deniz dibi araştırmalarına göre, yoğunluğu birbirinden farklı olan sular ve denizler, birbirine tam anlamı ile karışmamakta, veya deniz dibinden fışkıran tatlı su kaynakları, iki denizin karışmasına engel olmaktadır. Demek ki bu ayette, suyun küresel dolaşımında yahut çevrimsel dönüşümünde kendini gösteren ilahî yasaya işaret edilmiştir.
Suyun temel kaynağı denizdir. Denizin suyu ise, tuzludur. Eğer deniz suyu tuzlu olmasaydı su bozulur, denizin içindeki canlıların yaşaması imkânsız olurdu. Ancak bu durum denizde yaşayan canlılar için geçerlidir. Karada yaşayan canlılar için durum farklıdır. Bu yüzden Yüce Allah onlar için ayrı yasalar koymuştur. Güneş ışığı ve ısısı ile deniz suyu buharlaşır. Su buhar haline gelirken tuzundan ayrışarak yükselir. Rüzgar, bu su buharından oluşan bulutları değişik bölgelere sevk eder. Sonra da su yağmur, kar veya dolu olarak yere iner. Tuzdan ayrılmış olan bu su, bitkileri ve hayvanları sular; insanlar da bu sudan içerler ve yararlanırlar. Ayrıca okyanusta toprağa baskı yapan deniz suyu, süzüle süzüle çeşitli tabakalardan geçer; bu geçiş sürecinde tuzlardan ayrışır, yer altı sularını, gölleri ve ırmakları oluşturur. İşte deniz canlıları için gerekli olan tuzlu su, toprakta süzülme yahut buharlaşıp yükselme yoluyla tatlı suya dönüşmekte; böylece yoğunlukları farklı iki su kütlesi, birbirine karışmadan işlevlerini sürdürmektedir. Nitekim denize hızla dökülen büyük ırmakların suları, yüzey gerilimi kanunu nedeniyle birleşme noktasında deniz suyuna karışmazlar. Hareketli iki su kütlesini birbirinden ayıran engel, bu kütlelerin moleküllerindeki kohezyon kuvvetinin farklılığından ileri gelmekte; bu doğal engel nedeniyle iki ayrı su, kendi alanlarında özelliklerini koruyabilmektedir. Sözgelimi, yapılan bilimsel incelemeler sonucu Akdeniz'le Atlas Okyanusu'ndaki su kütlelerinin birbirinden farklı oldukları, bu iki su kütlesinin Cebeli Tarık Boğazı'nda birleşmelerine rağmen binlerce yıldan beri kendilerine özgü niteliklerini korudukları tespit edilmiştir. Sonuç olarak, Kur’an'da insanın dikkatini tabiata ve tabiat olaylarına çeken çok sayıda ayet vardır. Bu ayet de onlardan biridir. Bu tür ayetlerde güdülen temel amaç, insanları tevhid inancına ve bilincine ulaştırmaktır.
54. İnsanı sudan yaratıp, ona soy veren de O'dur. Çünkü Rabbin sınırsız kudret sahibidir.
Elli dördüncü ayette, Allah'ın insanı sudan yarattığı, onu manevî ve sosyal değerlerle donattığı belirtilir. Buradaki “neseb” kelimesi, “soy ve kan akrabalığını”, “sıhr” kelimesi de “evlilik yoluyla kurulan akrabalığı” ifade eder. İnsanlar birbirlerine ya neseb veya hısımlık bağıyla bağlı olduklarından ayette, insanın ailevî ve toplumsal bağlarına manevî bir değer atfedilmiştir.
55. Buna rağmen onlar, Allah'ı bırakıp kendilerine ne yarar ne de zarar ulaştırmaya gücü yetmeyen şeylere taparlar. Zaten inkârcı kimse, Rabbine sırt çevirip hep batıla arka çıkar.
Elli beşinci ayette, Allah'ın kudretini gösteren bunca kanıta rağmen, kendilerine yarar ve zarar vermekten aciz olan varlıklara tapan ve bunları O'na ortak koşan kimseler kınanır. Böylelerinin şeytana uşaklık, dine de düşmanlık ettikleri belirtilir. Zira Allah'a itaat etmeyen kimse, O'nun dinine karşı çıkan her gücün ve görüşün yardımcısı ve savunucusu olmuş olur. Bu kimselerin en bariz tavrı, her iyi faaliyete karşı çıkıp Allah'ın insanların hidayeti ve saadeti için belirlediği hayat tarzını reddetmeleridir.
56. Biz seni ancak bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.
Elli altıncı ayette, Hz. Peygamber'in Kur’an mesajını tebliğ etmekle görevli olduğu, bu görevini yaptığı takdirde sorumluluktan kurtulacağı bildirilir. Hz. Muhammed'in aslî görevi, uyarma ve müjdelemedir. Savaş ise, tebliği engelleyen sebepleri ortadan kaldırmak, insanları özgür bir ortama kavuşturup haksızlıkları önlemek için yapılır. Şu halde ayetin amacı, kavminin isyancı ve inkârcı tutumu karşısında üzülen Allah Elçisi'ni teselli etmek; kendi üzerine düşen görevi yerine getirdikten sonra, onların yaptıklarından sorumlu olmadığını vurgulayarak onu manen rahatlatmaktır.
57. De ki: “Ben buna karşılık sizden bir ücret değil, ancak Rabbine doğru bir yol tutmak isteyen kimseler olmanızı istiyorum.”
Elli yedinci ayette, Hz. Muhammed'in risalet görevini maddî bir ücret karşılığında yapmadığı; onun tek isteğinin ve asıl maksadının, insanları hidayete çağırmak olduğu belirtilir. Öyleyse mümin tebliğ görevini çıkar sağlamak için değil, Allah'ın rızasına ermek için yapmalıdır.
58. Sen, ölmeyen Diri'ye güven ve O'nun sınırsız yüceliğini övgülerle seslendir. Kullarının günahlarından O'nun haberdar olması yeter.
Elli sekizinci ayette, Hz. Peygamber'den ve her inanmış benlikten, hiç ölmeyen ve kullarının günahlarını bilen Allah'a güvenmesi; O'nu övgü ile anması istenir. Zira hem övgüye, hem de güven ve itimada en lâyık olan O'dur. Bu durumda ölüm şanından olan aciz fânileri putlaştırmanın hiçbir anlamı ve yararı yoktur. Burada asıl amaç, Allah'a şükretmiş olmanın bir yolunun da O'nu bütün kemal sıfatlarıyla yüceltip noksan sıfatlardan tenzih etmek olduğunu göstermektir. Çünkü Allah her şeye kâdir ve her şeyden haberdardır.
59. Gökleri, yeri ve bu ikisi arasında var olan her şeyi altı günde yaratan, sonra da hükümranlık tahtına yerleşen O'dur. O çok merhametlidir. Sen O'nu, her şeyden Haberdar olan'a sor; ne dileyeceksen her şeyden Haberdar olan'dan dile!
Elli dokuzuncu ayette, Allah'ın gökleri, yeri ve bu ikisi arasında var olan her şeyi altı günde/evrede yarattığı; kudret ve hükümranlığı ile bütün alemi yönettiği, O'nun sınırsız rahmet sahibi ve her şeyden haberdar olduğu ifade edilir. Şu halde Allah evrenin sadece yaratıcısı değil, aynı zamanda yöneticisidir. O, evreni yaratıp kendi haline bırakmamış, aksine onun bütün işleyiş ve düzenini bizzat kendi üstlenmiştir. Burada geçen “altı gün” tabiri, yaratılış kanununu ve evrenin oluşum safhalarını bildirir. “Arş üzerine oturmak” tabiri de, “Allah'ın bütün kâinatta hükmünü geçirmesi ve kanunlarını icra etmesi” anlamına gelir.
Bu ve benzeri ayetlerde yer alan “altı gün” tabiri, evrenin yaratılışındaki mükemmelliği dile getirmek ve bu gerçeğe dikkat çekmek için de kullanılmış olabilir. Bilindiği gibi sayılar ya tek yada çift olur. Gerek tek gerekse çift olsun bütün sayılar genelde üçe ayrılır. Bunlardan ilki “artık sayılar”dır. Artık sayı, çarpanlarının toplamı kendisinden fazla olan sayıdır. Meselâ 12 sayısı, artık sayılardandır. Çünkü 12'nin çarpanları olan 1, 2, 3, 4, 6 sayılarının toplamı 16 etmektedir. Bu rakam 12'den fazladır. İkincisi, “eksik sayılar”dır. Eksik sayı, çarpanlarının toplamı kendisinden az olan sayıdır. 8 sayısı da buna örnektir. Zira 8'in çarpanları olan 1, 2, 4'dün toplamı 7 etmektedir. 7'de 8'den azdır. Üçüncüsü, “tam/mükemmel sayılar”dır. Çarpanlarının toplamı kendisine eşit olan sayıya tam sayı denir. 6 sayısı da buna örnektir. 6'nın çarpanları 1, 2, 3'dür; bunların toplamı ise 6 etmektedir. Böylece sayılar içinde “en küçük tam sayı”nın 6 olduğu ortaya çıkmış bulunmaktadır. İşte Yüce Allah, evrenin yaratılışındaki kemâle ve mükemmelliğe işaret etmek için, en küçük tam sayı olan “altı” ifadesini kullanmış olabilir.
Yine burada yer alan ve lafzen “onu her şeyden haberdar olana sor” anlamına gelen “fes'el bihî habîrâ” ibaresi, ayetin başıyla ilintilendirilerek “onu bir bilene, yani Allah'ın gökleri ve yeri altı günde yaratıp Arş'a oturduğunu bilen Ehl-i kitab'a sor” şeklinde yorumlanmış; bu yaklaşım da onların Tevrat'da verilen bilgiye istinaden kâinatın altı günde yaratıldığını bildikleri ve ona inandıkları görüşüyle desteklenmeye çalışılmıştır. Böyle bir mana muhtemel olmakla beraber ayetin: “O'nu, yani Allah'ı yine her şeyden haberdâr olan Allah'ın kendisinden sor” anlamını taşıdığı daha âşikârdır. Çünkü kâinatın bütün sırlarını, varlık ve oluşun tümünü bilen, her şeyden her yönüyle haberdar olan sadece Allah'tır. Öyleyse insan, O'nun yarattığı âlemi müşahede ederek ve vahyettiği mesajlara kulak vererek Allah ve yarattığı varlıklar hakkında gerekli bilgiye sahip olabilir.
60. Onlara: “Çok merhametli olan Allah'ın huzurunda yere kapanın.” denildiği zaman bu onların inadını artırır da onlar: “Rahman da kimmiş? Biz senin emrettiğin şeye secde eder miyiz hiç!” derler.
Altmışıncı ayette, Müşriklerin Rahmân ismini tuhaf karşıladıkları ve tevhid çağrısından nefret ettikleri haber verilir. Rahmân, Kur’an'da uluhiyeti niteleyen ve Allah isminden sonra en çok anılan isimlerden biridir. Kur’an'ın ilk muhatapları olan Arap Müşrikleri, Allah'a ait olan bazı sıfatları kendi tanrılarına isim olarak verirlerdi. Nitekim onların “Uzza”yı, Allah'ın “Aziz” sıfatından türetip putlarını bu isimle andıkları belirtilir. Bu yüzden onlar, Rahmân ismini de kendi tanrılarından birisine isim olarak vermiş; Kur’an'da Allah Rahmân sıfatıyla anılınca da, Firavun'un Mûsâ(as)'ya: “Alemlerin Rabbide nedir, o kimmiş?” dediği gibi “Rahmân da neymiş, biz hiç senin buyurduğuna secde eder miyiz?” diyerek tepki göstermiş olmalılar. Demek ki Rahmân adı, bir kabile tanrısının adıydı. Kur’an sadece Allah'ın Rahmân olduğunu, O'ndan başkasının bu sıfata layık bulunmadığını belirtince onun bu bildirisi, Müşriklerce tuhaf karşılanmış ve ilahî mesaja duydukları nefreti artırmıştır. Zira onlar, kendileri için hidayet ve saadet vesilesi olan Kur’an çağrısına, inatları ve kibirleri yüzünden uymak istememişlerdir.
61-77'nci ayetler
61. Gökte burçlar var eden; oraya parlak bir ışık kaynağı ve ay gibi bir aydınlatıcı yerleştiren Allah ne yücedir.
Altmış birinci ayette, varlık nizamındaki mükemmelliğe dikkat çekilir. Burada yer alan “burûc” sözcüğü, genelde “yıldızları” özellikle de “takım yıldızları”nı ifade eder. Burûc kelimesinin tekil şekli olan “burç”da, “güneşin bir yılda takip ettiği düşünülen yörüngenin içlerinden geçtiği belli sembollerle gösterilen on iki takım yıldızından her biri” anlamına gelir. Şu halde “burûc” kelimesi burada yıldızların yörüngelerinde göründükleri noktalar; güneşin ve ayın geçtiği konaklar anlamına gelmektedir. “Sirâc” kelimesi de, sözlükte “ışık saçan kandil veya lamba” gibi anlamlar taşır. Burada, “ışık kaynağı olan güneş” anlamında kullanılmıştır. “Kameran munîra” terkibi ise, “aydın ay” manasına gelmektedir. Bu terkip ayın, güneş gibi ışık kaynağı olmadığına, aksine güneşten aldığı ışığı yansıtan bir gök cismi olduğuna işaret etmektedir.
Ayet insana, mükemmel hale getirilmiş ve korunmuş bir dünyada yaşadığını hatırlatmaktadır. Zira Allah, her küreyi birini diğerinden ayıran görünmez duvarlarla korumaktadır. Öldürücü parçacıkların ve ışınların, gökten bir ölüm yağmuru gibi insanın üstüne yağmamasının nedeni, yer çevresindeki fiziki koruyucuların mevcudiyetidir. Söz gelimi bunlardan biri, dünyanın etrafında bulunan manyetik zırhtır. Bu zırh, çeşitli tehlikelere ve yüksek enerjili ışınlara karşı aşılması imkânsız bir çember gibidir. Gök taşlarına yön değiştirttirip onları dünyadan uzaklaştırıcı bir fonksiyona sahiptir. Diğeri, atmosferin en üst tabakası olan exosferdir. Bu tabaka da ışınları süzmekte ve gök taşlarını yutmaktadır. Eğer yeryüzü ilahî kudretin oluşturduğu bu ve benzeri engellerle korunuyor olmasaydı, yıllar önce helâk olur; orada hiçbir madde ve canlıdan eser kalmazdı.
62. Öğüt almak veya şükretmek isteyen kimse için, geceyle gündüzü birbiri ardınca getiren O'dur.
Altmış ikinci ayette, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinden söz edilir. Zira bu olay da, Allah'ın varlığını, birliğini, ilminin ve kudretinin sınırsız olduğunu gösteren kanıtlardan biridir. Şayet insan her an şahit olduğu bu olay üzerinde dikkatlice düşünürse, ilahî kudretin nasıl hikmetle iş yaptığını görür ve Allah'a şükreden bir kişi haline gelir. Demek ki insanın tevhid inancına ve bilincine ulaşıp Allah'a şükreden bir kişi haline gelebilmesi için, varlık ve oluşu akıl-vahiy ölçeğinde değerlendirmesi gerekir. Çünkü düşünmeye ve doğru iş yapmaya niyetli olmayan kimseler, zamanın değişmesinden hiçbir anlam çıkaramazlar; aksine sadece vakit öldürmeye çalışırlar. Oysa zamanı Kur’an vahyi aracılığı ile değerlendiren insan, hem onu yenilemiş hem de hayatını bereketlendirmiş olur. İşte Kur’an insanın zihnî yapısını doğru şekillendirip amel dünyasını iyiliklerle zenginleştirmek için, ona zaman bilinci aşılamak istemiştir.
63. Çok merhametli Allah'ın has kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürürler. Kötü niyetli bilgisiz kimseler kendilerine sataştıklarında, “Selâmetle!” derler. 64. Onlar, gecelerini Rab'leri huzurunda secde ederek ve kıyamda durarak ibadetle geçirirler. 65-66. “Ey Rabbimiz! Cehennem azabını bizden uzaklaştır; çünkü onun çektireceği azap sürekli ve çok korkunç olacaktır. Gerçekten orası ne kötü bir yer ne kötü bir barınaktır.” derler. 67. Onlar, harcadıklarında ne saçıp savururlar ne de cimrilik yaparlar; bu ikisi arasında orta bir yol tutarlar. 68. Onlar, Allah'la beraber asla bir takım düzmece tanrılara yalvarmazlar. Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler. Kim bunu yaparsa günaha bulaşmış olur. 69. Kıyamet gününde, böyle birinin çekeceği azap kat kat artırılır ve alçaltılmış vaziyette cehennemde temelli kalır. 70. Ancak pişman olup tevbe eden, inanıp doğru ve dürüst davranışlar ortaya koyanlar bunun dışındadır. Bundan ötürü Allah onların önceki kötü hallerini iyiliğe çevirecektir. Çünkü Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. 71. Kim pişman olup doğru yola gelir, sonra da dürüst davranırsa, o, Allah'a gereği gibi tövbe etmiş ve yönelmiş olur. 72. Onlar, yalan yere şahitlik etmezler; boş ve anlamsız şeylerle uğraşan kimselere rastladıkları zaman yanlarından vakarla geçip giderler. 73. Kendilerine Rablerinin ayetleri hatırlatıldığında onlara karşı duyarsız kalmaz, sağırlar ve körler gibi davranmazlar. 74. “Rabbimiz! Bize gözümüzün nuru gönlümüzün süruru olacak temiz eşler ve nesiller bahşet; bizi Sana karşı sorumlu ve saygılı davrananlara önder yap.” derler. 75. İşte onlar, güçlüklere göğüs germelerinden ötürü Cennette özel konaklarda ağırlanacaklar, orada dirlik ve esenlik nidalarıyla karşılanacaklardır. 76. Orada sonsuza kadar yaşayıp gideceklerdir. Ne güzel bir oturma ve yerleşme yeridir orası!
Altmış üç-yetmiş altıncı ayetlerde, imanın üstün niteliklerine sahip olan has kulların, hareket tarzları ve yüksek şahsiyetleri ortaya konulur. Zira burada yer alan ve “Rahmân'ın has kulları” anlamına gelen “ibâdu'r-rahmân” terkibiyle, “örnek ve temiz insanlar” kastedilir. Rahmân'ın has kullarının en başta gelen birinci özelliği, “yeryüzünde tevazu ve vakar içinde yürümeleri; kendileriyle alay etmek isteyen kaba ve kötü niyetli kimselere de 'Selametle!' deyip geçmeleri”dir. Müminin yürüyüşü, karakterinin göstergesidir. O, ne zalimler gibi büyüklene büyüklene ne de gereksiz tevazu gösterisinde bulunarak yürür; aksine mümin şahsiyet her zaman tevazu ve vakar içersinde olur. Çünkü gerçek iman, kişiyi her türlü kirden, kibirden ve kötülükten temizler; ağız kavgalarından, kaba, küstah ve kötü niyetli cahil kimselerin standardından uzak tutar.
Has kulların ikinci özelliği, “gecenin derinliklerinde secdeye vararak ve kıyama durarak Rablerini anmaları, cehennem azabından korunmak için O'na yalvarmaları”dır. Gerçek müminler, sadece yürüyüşleriyle değil, aynı zamanda yatış ve kalkışlarıyla da diğer insanlardan farklıdırlar. Onlar, hayatın bütün anlarını Allah'a itaat ve kulluk şuuru içinde geçirirler; kulluk vazifelerini ifâ etmelerine rağmen, cehennem azabının korkusunu içlerinde duyarlar. Kurtuluşa ermenin kendi amellerinin yanısıra Allah'ın rahmetine de bağlı bulunduğunun bilincinde oldukları için de, cehennem azabından korunmak için Rabblerine yalvarırlar. Böylece gerçek kurtuluşa boş bir söylemle değil, inançlı ve ihlaslı bir eylemle erişilebileceğini ortaya koymuş olurlar.
Rahmân'ın has kullarının üçüncü özelliği, “hareketlerinde ölçülü, harcamalarında da dengeli olmaları”dır. Onlar, israf ve cimrilikten sakınırlar; gerektiğinde de ölçülü harcarlar. İsraf, insanın sahip olduğu maddî manevî bütün imkânları ölçüsüz biçimde kullanıp aşırıya kaçmasını ifade eder. Bu yüzden ihtiyaç ve iyilik için olmayan gereksiz harcamalar, israf kavramının anlam sahasına girer. Müminler, ne gerekli harcamalarda sınırı aşarak israf ederler ne de zaruri ve meşru ihtiyaçların karşılanması için gerekli olan harcamadan geri durup cimrilik ederler; aksine onlar, bu ikisi arasında orta bir yol izleyerek dengeli ve tutumlu olmanın en güzel örneğini ortaya koyarlar.
İhlaslı kulların dördüncü özelliği, “Allah'tan başkasına tapmamaları, O'nun dokunulmaz kıldığı cana hukukî bir gerekçe olmadıkça kıymamaları ve zina etmemeleri”dir. Onlar, bu günahlardan herhangi birini işleyen kimsenin dünyada kötülüğe bulaşıp aşağılık bir duruma düşeceğini; Kıyamet gününde de kat kat azap çekeceğini bildiklerinden, anılan günahların ölümcül sonuçlarından sakınırlar. Zira dinin hükümlerini çiğneyen kimse, lâyık olduğu cezayı görür; inkâr ve şirk kaynaklı günahlar da ebedi azabı gerektirir. Ancak Allah, İslâm inancına ve yaşayışına ters düşen işleri yapıp sonra içtenlikle tevbe edenlerin önceki kötü hallerini iyi hale dönüştürüp onları bağışlar. Zira Kur’an'ın beyanına göre Allah, bütün günahları affedecek kadar merhametlidir. Öyleyse şartlarını yerine getirerek tevbe edenler, ilahî aftan yararlanabilirler. Çünkü böyle bir tevbenin ortadan kaldıramayacağı hiçbir günah yoktur. Ayrıca insanların daha önce işlemiş oldukları günahlar, onların tevbe edip İslâm'a girmelerine engel olmamalıdır.
Has kulların beşinci özelliği, “yalan yere şahitlik yapmamaları, kötü işlere bulaşmamaları ve kötülüğe seyirci kalmamaları”dır. Onlar, yalandan, haksızlıktan, dine, âdâba aykırı tüm boş laflardan ve davranışlardan kaçınırlar. Güçleri nisbetinde ve meşru biçimde kötülükleri bertaraf etmeye çalışırlar; sonuç alıcı faaliyetlerde bulunurlar.
Samimi müminlerin altıncı özelliği, “Allah'ın ayetlerine karşı duyarlı olmaları, onlara ilgi ve saygı duymaları”dır. Onlar, ilahî mesaja sadece yüzeyde kalan bir heves ve heyecanla değil, ayrıca onu anlamak ve uygulamak için derin bir istek ve iştiyakla yönelirler. Bu yüzden onlar, Allah'ın ayetlerine karşı sağır ve körler gibi davranmazlar; aksine onlara duyarlı ve bilinçli bir şekilde yaklaşıp kendilerine emredileni yaparlar, yasaklardan da kaçınırlar.
Rahmân'ın has kullarının yedinci özelliği, “Rabb'lerinden doğru yolda yürüyecek eşler ve çocuklar istemeleri; kendilerini sorumluluk bilinci taşıyan kimselere örnek ve öncü yapmasını dilemeleri”dir. Onlar, insanın kulluk ve sorumluluk bilinciyle yaptığı iyi işler sayesinde üstünlük kazanacağını bildiklerinden iyiyi örnek alırlar; aynı zamanda iyi örnek ve önder olmaya çalışırlar. Ayrıca onlar, aile ve evlat terbiyesine çok önem verirler. İşte bu özelliklere sahip olan has kullar, güçlüklere göğüs germelerinden ötürü cennette üstün bir makamla ödüllendirilip orada dirlik ve esenlik nidalarıyla karşılanacaklar; oturmaya değer o güzel yerde sonsuza kadar yaşayıp gideceklerdir.
77. De ki: “Yakarışınız ve yönelişiniz Allah için olmazsa Rabb'im size ne diye değer versin ki? Ama siz Allah'ın mesajlarını hep yalanladınız; artık bu günahın azabı yakanızı bırakmayacaktır.
Yetmiş yedinci ayette, insanın duası ve yönelişi Allah için olmadığı sürece, Rabb'inin ona değer vermeyeceği belirtilir; bu gerçeği yalanlayanlara, azabın kaçınılmaz olacağı uyarısı yapılır. Bu ayet, Rahmân'ın has kullarının niteliklerini belirten ve onları öven ayetlerin doğrudan bir devamı olarak değil, aksine surenin daha önceki ayetlerinde söz konusu edilen inkârcı müşriklere yönelme ve onları uyarma sadedinde gelmiştir. Bu yüzden ayeti, “Duanız/yakarış ve yönelişiniz olmasa Rabb'im size ne diye değer versin ki..” şeklinde tercüme etmek yerine “yakarış ve yönelişiniz Allah için olmazsa/Allah için değilse Rabb'im size ne diye değer versin ki..” diye tercüme etmek daha doğru olur. Zira inkârcı müşriklerin de duası vardı; fakat onlar bunu Allah için değil, O'na ortak koşarak yapıyorlardı. İşte ayet bu noktaya dikkat çekmekte; yapılan her işin Allah için, ihlasla ve gösterişe kaçmadan yapılması gerektiğini belirtmektedir. Öyleyse insan, şirkten ve şirk şaibesi taşıyan bütün davranışlardan uzak durmalı, ihlasla Allah'a yönelip dâima O'nun ilgi ve rahmetini çekecek bir başvuru içinde olmalıdır.
Sonuç olarak, Kur’an'ın sözlerinden daha çok yararlanmak, ondan öğrenilecek bilgiler ve öğütler yoluyla doğruyu bulmak, aklı çalıştırıp iradeyi güçlendirmek, ahlâkı güzelleştirip iyi bir insan olmak ve nihayet Allah'ın rızasını kazanmak için, Kur’an'ı okumak herhangi bir kitabı okumaktan farklı olmalıdır. Zira insan, Allah'ın yaptıklarına razı olup O'nun razı olduklarını yapan bir şahsiyet haline gelmedikçe, Rabb'i ona değer vermeyecektir.
Genel Tespitler
Furkân, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, hakkı bâtıldan ayıran gerçek bilgi demektir. Kur’an'daki bilgiler insanlara iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, helâl ile haramı ayırt etmeyi sağladığı için Kur’an'a da “Furkân” denmiştir. Ancak Allah'tan başka varlıkları putlaştırıp onlara mabud muamelesi yapanlar, Kur’an'ın ilahî vahiy ve gerçek bilgi kaynağı olduğuna inanmazlar; onu peygamberin kendisinin uydurduğunu iddia ederler. Kur’an'ı uydurma sözler olarak niteleyen ve onun doğruluğundan kuşku duyan kimseler, onun küçücük bir bölümünün de olsa benzerini yazmaya çağrılmışlardır. Kur’an'ın bu meydan okuması karşısında bazı kimseler, onun ayetlerine benzer sözler yazmayı denemişler, günlerce uğraştıktan sonra meydana getirdikleri sözleri halka okuduklarında gülünç duruma düşmüşlerdir.
Kur’an'ın Allah sözü olduğunu inkâr edenler, onun yüceliğine gölge düşüremeyince bu defada Hz. Muhammed ve peygamberlik hakkında ileri geri konuşmaya başlamışlardır. O gün bu gündür Kur’an'a ve peygambere saldırmak, zalim kişi ve kadroların değişmez huyu ve tavrı olmuştur. Çünkü Kur’an ve peygamber, Müminlerin vazgeçemeyeceği çok önemli iki değerdir. Onlara uymak, inanmış insanlara huzur ve güven verir. İnkârcılar hoşlanmasa da bu böyledir. Öyleyse Müslümanlar, Kur’an mesajının yapısında taşıdığı mükemmel güce teslim olup Allah Elçisinin bütün etkinliği ile hayata kattığı dine uymaya devam etmeliler. Zira zulme dayalı haksız yapılanmaların yıkımı, büyük ölçüde buna bağlıdır.
Kur’an mesajının temel amaçlarından biri de, insana geleceğini hazırlaması konusunda yol göstermektir. Çünkü insan çoğu kez olayları kendi gücüyle kıyaslayarak onlar hakkında olabilir yada olamaz diye bir hüküm verir. Kendi düşüncesini aşan bir şeyle karşılaşınca da o şeyin imkânsız olduğunu sanır. Kur’an ise insanın kendi görüşüne ve bilgisine göre olamaz dediği şeylerin, ilahî kudretle kıyaslandığında gerçekleşebileceğini belirterek insana kendini inşa ve hayatı imar etme yolunu gösterir.
Kur’an, şirke konu olan bâtıl tanrıların özel isimlerinden ziyade şirkin mahiyetini hedef almış; sunduğu kesin delillerle insanları şirke götüren her türlü yolu kapatmış; kâinatın genişliği içinde sahte mabudlara zerre kadar yer bırakmamış, böylece şirkin kafalarda oluşturduğu ağları yok etmek için uğraşmıştır. Öyleyse inanmış insanın yaşadığı hayat, her türlü şirk şâibesinden arınmış olmalı ve tevhid inancının gerçek mahiyetiyle bire bir örtüşmelidir. Çünkü Allah'a inanmak, Kur’an kapsamında sunulan İslâm'ı bir bütün olarak yaşamayı gerektirir. Öyleyse insan Kur’an'ı ve sünneti temel ölçü kabul etmeli, önüne yasağı çiğneme kapısı açılsa bile oraya girmemelidir. İşte insan o zaman Allah'a saygı duymuş ve Kur’an'a uymuş olur. Ne var ki çok sayıda insanın şahsi hayatında “zevk ve şehvet”, iktisadi hayatında “haram servet” siyasî hayatında da “adaletsiz kuvvet” birer ilâh haline gelmiştir.
Kur’an'a göre evren, ilahî iradenin sonucudur ve mükemmel bir düzen içindedir. Varlık ve hayat anlayışının temelini ise, rahmet, iyilik ve bağışlama oluşturur. Evrenin en önemli konuğu olan insan da, kendi iradesiyle yaptığı işlere göre değer kazanır. İnsanın arzu edilen mükemmelliğe ulaşabilmesinin yegane şartı, Allah'a tam inanmak ve buna bağlı olarak güzel davranışlar ortaya koymaktır. Zira insan Allah'a şeksiz inanıp şirk koşmadan O'na bağlandığı zaman kemâle erer.
Sonuç olarak, insanları İslâm'dan koparma projesi, bugün de devam ediyor. Çünkü günümüzde kişilere Allah yerine dünyevî ilâhlar sunuluyor ve insanlar her gün bir yenisi bulunan moda putlarla oyalanıyorlar. İşte bunun için Kur’an mesajı, sadece puta tapıcılığın köküne vurmakla kalmaz, ayrıca karanlık güç odaklarının insan hayatına sokmak istedikleri çarpık ölçü ve görüşleri de hedef alır. Bu yüzden Kur’an'ın çağrısının kabulü, kapsamlı değişiklikleri gerektirir ve sosyal yapının yeniden tevhid temeli üzerine kuruluşunu öngörür. Aksi halde insanlar, İslâm isminin sahici sahibi değil, gâsıbı olurlar.