(43/35) FÂTIR SÛRESİ
MEKKE DÖNEMİ
45 AYET
Fâtır suresi, Mekke döneminde, muhtemelen de Habeşistan’a hicret olayından sonra nâzil olmuştur. Sure, 45 ayetten oluşur. Adını, ilk ayetinde geçen “fâtır” kelimesinden alır. Ayrıca “Melâike suresi” diye de anılır. Nüzûl sıralamasına göre 43’üncü, tertip sıralamasına göre de 35’inci suredir.
Surede genel olarak Allah’ın eşsiz yaratıcılığı, yeniden diriltici gücü ve iradesini vahiyler aracılığı ile izhar etmesi gibi konular işlenir. Bu yüzden sure, gökleri ve yeri yok iken yaratan, onları yeni ve sürekli oluşumlara uğratacak olan Allah’a övgüyle başlar. Diğer ayetler de ağırlıklı olarak bu mesajı açıklar. Bunun için surede, Meleklerin kendilerine has vasıflarıyla Allah tarafından yaratılmış varlıklar oldukları, O’nun emirlerini yerine getirmek, nimet ve lütuflarını dağıtmakla görevlendirildikleri belirtilir. Kendini beğenmek, dünya zevklerine düşkün olmak, şeytana uyup kötü işleri güzel görmek gibi insanı saptırıcı faktörlere değinilir. Yücelik ve üstünlüğün Allah’a ait olduğu bildirilir. Hz. Peygamber’e, inkârda ısrarlı olanlar için fazla üzülüp kendini harap etmemesi tavsiye edilir. Canlılar için çok önemli olan yağmuru yağdırıp kuru toprağa hayat veren Allah’ın, ölüleri de benzer şekilde yeniden dirilteceği vurgulanır.
Daha sonra insanın yaratılışının, insanların ve diğer canlıların üreyip uzun veya kısa bir ömür sürmelerinin, yer küresinde hayatın oluşmasının ve devam etmesinin, kozmik yapısının mevcudiyetinin ve işleyişinin, Allah’ın ilim ve kudreti çerçevesinde gerçekleştiği belirtilerek insanoğlunun her zaman O’a muhtaç olduğu mesajı verilir. Bu arada Allah’ın dilediği takdirde bir toplumu yok edip onun yerine yepyeni bir nesil getirebileceği hatırlatılır. Bu hatırlatma ile hem Müşrikler uyarılır hem de müminlere putperest toplumun yakın gelecekte etkinliğini yitirip onun yerine yeni bir İslâm toplumunun geleceği müjdesi verilir.
Bunun ardından, dinî benimseme ve yaşama sorumluluğunun şahsi olduğu; hiçbir insanın, başkasının günahını yüklenemeyeceği ifade edilir. Dinî hayatın gayba inanmak, kulluğun da namaz kılmakla başladığı; manevî arınmanın, kişinin kendi kararıyla mümkün olacağı; bu realite karşısında peygamberlerin sadece bir uyarıcı ve müjdeci konumunda oldukları belirtilir. Bu bağlamda tekvinî ve tenzilî ayetleri inceleyen âlimlerin, Allah’ın yüceliğini daha iyi idrak edip O’na gereken saygıyı gösterebilecekleri dile getirilir. Müminlerle kâfirlerin ahiretteki durumları, özlü biçimde ve insanı etkileyici ifadelerle tasvir edilir.
Surenin sonlarına doğru kâinatın bütün sırlarını, olmuş ve olacak bütün olayları sadece Allah’ın bildiği; insanların yeryüzünde ilahî tâlimatı uygulamakla görevlendirildikleri, bu aslî görevi ihmâl edip Allah’a karşı nankörce davrananların, sadece kendilerine zarar vermiş olacakları hatırlatılır. Arapların, kendi aralarından bir peygamber gönderilmesini diledikleri, fakat Hz. Muhammed’in peygamber gönderilmesi üzerine ona yan çizip döneklik ettikleri bildirilir. Sure, Allah’ın her şeyi bildiği ve her şeye güç yetirdiği halde insanları işledikleri kötülükler sebebiyle hemen cezalandırmadığını, onları kendince malum olan bir zamana kadar ertelediğini bildiren ve uyarı niteliği taşıyan ayetle son bulur.
1-7’nci ayetler
Rahman; Rahim Allah’ın Adıyla
1. Bütün övgüler, gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler yapan Allah’a özgüdür. O, yaratılışa kattığı şeylerle yaratmada dilediğini artırır. Doğrusu Allah, her şeye kâdirdir.
Birinci ayette, bütün övgülerin, Allah’a özgü olduğu ifade edilir. Zira gökleri ve yeri yaratan, melekleri son derece güçlü ve süratli varlıklar yapan, yarattığı bu evrende buyruklarını gerçekleştirip her şeye güç yetiren O’dur. Ayetin başında yer alan hamd kelimesi, Allah’a yönelik bütün övgü türlerini içeren ve O’na şükrü ifade eden bir kavramdır. Burada geçen ve sureye isim olarak verilen fâtır kelimesi ise, sözlükte yarmak, kabuğu yarıp çıkmak ve yaratıp ortaya çıkarmak gibi anlamlar taşıyan fatr kökünün türemiş şeklidir. Bu yüzden bir şeyi yoktan var etmeye ve yaratmanın ilk safhasına “fatr” denir. Bu ayette sıfat isim olarak kullanılan “Fâtır” kelimesi, “gökleri ve yeri yok iken yaratan, onları sürekli yeni oluşumlara uğratan ve uğratacak olan Allah” anlamına gelir.
Melekleri iki, üç veya dört kanatlı elçiler olarak niteleyen ibare, hem meleklerin Allah’tan aldıkları buyrukları yerine getirdiklerine hem ilahî vahyi peygamberlere ilettiklerine hem de onların çok güçlü ve süratli varlıklar olduklarına işaret eder. Zira melekler, Allah’ın muradını yaratıklarına uygulayan varlıklardır. Demek ki buradaki kanat sayıları belli bir tahsisi değil, çokluğu beyan etmekte ve Allah’ın yarattığı evrende buyruklarını sayısız yollarla gerçekleştirebileceğine dikkat çekmektedir. Nitekim bu beyanın hemen peşinde yer alan ve “O’nun yaratılışa dilediği şeyi katıp genişleteceğini” dile getiren ibare, bu yaklaşımı destekler. Ayrıca bu ibare, Allah’ın yaratma fiilinin sürekliliğine, bu eylemin kapsamı, hedefleri ve çeşitleri açısından düzenli olarak genişleyen bir eylem olduğuna işaret eder. Şu halde Allah kâinatı yaratıp kendi haline bırakmamıştır; aksine O’nun yaratma fiili sürmekte ve Allah tüm varlıkla ilgisini sürdürmektedir. Bu yüzden Allah’ın âlemi yaratıp bir kenara çekildiğini ve ona müdahale etmediğini savunan bir uluhiyyet anlayışı/deizm, Kur’an’ın sunduğu ve savunduğu tevhid inancıyla çelişir. Çünkü böyle bir anlayış, dinî duygu ve düşünceyi tatmin edemeyeceği gibi her çeşit inkârcılığa ve sapıklığa da yol açmış olur. Oysa Allah işini bitirip bir kenara çekilmiş ve yorulmuş değildir; tersine O, her an yeni bir iştedir ve her şeye kâdirdir. Bu ayette yer alan ve uluhiyyeti niteleyen kadîr vasfı “kudreti tam olan, hiçbir şekilde acze düşmeyen ve istediği her şeyi yapan Allah” anlamına gelir.
Sonuç olarak, yaratılıştaki mükemmelliği, güzelliği ve çeşitliliği dile getiren bu ayet, çok geniş bir âleme pencere açmakta; insanın düşünmesini, doğru bilgi edinmesini, bilinçli ve istekli olarak Allah’a inanmasını hedeflemektedir.
2. Allah’ın insanlar için açacağı rahmet kapısını kimse kapatamaz; O’nun tutup kapattığını da O’ndan başka kimse salıverip açamaz. Çünkü, üstün gücüyle her şeye galip gelen ve her işi hikmetle yürüten O’dur.
İkinci ayette, Allah’ın insanlar için açtığı rahmet ve nimet kapısını kimsenin kapatamayacağı, kapattığı kapıyı da O’ndan başka kimsenin açamayacağı, Allah’ın dâima üstün ve istediğini yapabilecek güçte olduğu bildirilir. Allah, rahmetiyle kitap ve peygamber gönderir; hikmetiyle de insanlara ilmi ve dini öğretir. O, hiçbir şartın tesiri altında bulunmadığından O’nun iradesine ve kudretine karşı gelinemez. Burada yer alan ve uluhiyyeti niteleyen “Aziz-Hakîm” terkibi, “üstün gücüyle her şeye galip gelen ve her işi hikmetle yürüten Allah” anlamına gelir. Bu terkip Kur’an’ın tamamında kırk yedi kez kullanılır.
3. Ey insanlar! Allah’ın size bağışladığı nimetleri hatırlayın; Allah’tan başka size göklerden ve yerden rızık sağlayan bir yaratıcı mı var? Hayır! O’ndan başka ilâh yoktur. Nasıl oluyor da hakikatten yüz çeviriyorsunuz!
Üçüncü ayette, Allah’ın insanlara bahşettiği nimetler hatırlatılır ve şirk koşmadan O’na kulluk edilmesi gerektiği vurgulanır. Önceki ayette Allah’ın kudretine işaret edilmişti. Burada ise O’nun insanlara lütfettiği her türlü nimetine dikkat çekilir. Zira, gökten yağdırdığı yağmurla, yerden çıkardığı bitki ve meyvelerle insanları rızıklandıran O’dur. Allah’tan başka yaratıcı ve rızık verici yoktur. Öyleyse menfaat beklentisi veya zarar korkusuyla O’ndan başka bir nesneye ya da kişiye tapılmamalı, hiçbir varlık O’na ortak koşulmamalıdır. Ayetin sonundaki “fe-ennâ tu’fekûn” ibaresi, “nasıl oluyor da açık hakikatten/tevhidden sapıp inkâra ve şirke yöneliyorsunuz” anlamına gelir. Bu yüzden bir insanın zihnen ve fiilen hakikatten sapması, genelde bu ifadeyle dile getirilir.
4. Eğer onlar seni yalanlıyorlarsa bil ki, senden önce de nice peygamberler yalanlanmıştır. Bütün işler nihâi hüküm için Allah’a döndürülür.
Dördüncü ayette, Hz. Muhammed teselli edilir. Ona, önceki peygamberlerin de yalanlandıkları hatırlatılarak Müşriklerin kendisini yalanlamalarından ötürü üzülmemesi tavsiye edilir. Bu teselli ve tavsiyeden maksat, Hz. Peygamber’e ve inancından dolayı hakarete maruz kalanlara moral aşılamaktır. Çünkü herkes sonunda Allah’a döndürülecek; O, bütün davaları görecek ve işlerin sonucuna göre haklıyı haksızı ortaya çıkaracak; adaleti gereği de haklıyı ödüllendirip haksızı cezalandıracaktır.
5. Ey insanlar! Allah’ın yeniden diriltme vaadi elbette gerçektir; o halde şimdiki bu dünya hayatı sizi aldatmasın ve aldatıcıların en yamanı olan şeytan, Allah’ın affına güvendirerek sizi ayartmasın!
Beşinci ayette, Allah’ın yeniden diriltme vaadinin gerçek olduğu haber verilir; insanlardan, bu dünya hayatının cazibesine ve ayartısına aldanmamaları istenir. Buradaki “ğarûr” kelimesi, lafzen “çok aldatıcı” anlamına gelir. Bununla “insanı aldatan ve kandıran şeytanın, çekiciliği ile kişiyi cezbeden dünyacı değerlerin veya genel olarak insanı gaflete düşürüp yanıltan şeylerin” kastedildiği söylenir. Görüldüğü gibi “ğarûr” sözcüğü, insanı ahlâkî anlamda saptıran herhangi bir saptırıcıyı ifade etmektedir. Bu saptırıcı şeytan, başka bir insan, soyut bir kavram veya boş bir kuruntu olabilir. Bu yüzden ayet, hem dünya hayatının ayartısına hem de çarpık düşüncelerin saptırıcı etkisine karşı insanı uyarmaktadır.
Bu aşamada, “Kur’an’daki dünya tanımına” ve “çarpık düşüncelerin insanı saptırması” konusuna kısaca değinmek gerekir. Kur’an’da 115 kez geçen “dünya” kelimesi, insanın üzerinde yaşadığı yeryüzü anlamına gelir ve “arz”la eş anlamlı olarak kullanılır. Kur’an’da bu hayat yerilmez, aksine her insanın üzerinde yaşadığı ve sonsuzluk yurduna hazırlandığı arzda, bu yeryüzünde çalışıp kazanması, hayata aktif ve olumlu biçimde katılması öngörülür. Ancak “dünya” kelimesi, altmışı aşkın ayette “hayat” kelimesiyle birlikte ve “hayatu’t-dünya/dünya hayatı” şeklinde yer alır. “Dünya hayatı” terkibi bu haliyle insanların üzerinde yaşadığı “yerküreyi” değil, “belirli halleri, düşünceleri ve herkesçe bilinen hayat tarzını” ifade eder. Şu halde Kur’an’da yerilen, üzerinde yaşanılan bir mekan veya içinde bulunulan bir zaman değil, Allah’ın dinine muhalif olan şeyleri istemek, oyun ve eğlenceden ibaret olan bir hayatı ısrarla arzu etmektir. Bu yüzden Kur’an’da dünyanın sırf bu yönüyle algılanması ve sadece onun gelip geçici zevklerine bel bağlanması yerilmiştir. İşte Kur’an’ın dünya tanımı ve ona atfettiği değer budur. Şayet insanlar, Kur’an’ın dünyaya bakışını ve yaşadıkları hayatın gayesini doğru algılarlarsa, dünya hayatının ayartısına kapılmadan yeryüzündeki faaliyetlere Müslümanlarca katılmanın en ideal şeklini bulmuş olurlar. Zira Kur’an, insanı dünyacı değerlerin tutsağı olmaktan kurtarıp onu yeryüzünün imanlı, onurlu ve aktif bir ferdi haline getirir.
Çarpık düşüncelerin insanı saptırması ise, kısaca şöyle açıklanabilir. İnsanın yanılmasına genelde üç şey sebep olmaktadır. Bunlar cehâlet, affa aldanmak ve şeytanın yanıltıcı vaadlerine kanmaktır. Özellikle şeytan ve şeytan misyonu gören kimseler, saptırmak istedikleri insana “Allah kerimdir, affı geniştir” gibi sözler sarf ederek kasıtlı işlenen günahların Allah tarafından affedileceği şeklinde avutucu ve yanıltıcı telkinlerde bulunurlar. Onu Allah’ın affına güvendirip boş özlemlerle doldururlar. Bu aldatıcı ve ayartıcı telkinlere kanan kimse de, tövbeyi ve ibadeti terk eder; gaflet içinde aldatıcı bir güven hissi duyar ve son haddine kadar dünya zevklerine dalar. Sonunda şeytanın vaadettiği her şeyin, sadece akıl çelmekten başka bir şeye yaramadığını görüp hüsrana uğrar. İşte bunun için Kur’an insanı aldatıp Allah’tan uzaklaştıran ve kulluk hedefini gerçekleştirmesine engel olan yanıltıcı ve ayartıcı etkenlere karşı uyarır.
6. Doğrusu şeytan, sizin apaçık düşmanınızdır; öyleyse siz de onu düşman bilin. Zira o, kendine tâbi olan yandaşlarını yakıcı ateşin sâkini olmaya çağırır.
Altıncı ayette, şeytanın insana düşman olduğu, kendisine uyanları cehennemle sonuçlanacak bir akıbete sürükleyeceği haber verilir. Şeytanın uğraşı ve amacı, insanı felâketle buluşturmaktır. Öyleyse Allah’ın dinine uyarak ona muhalefet edilmelidir. Zira, şeytan ayartısına kanıp ona uyanlar, sonu cehenneme varan bir yolculuğa çıkmış olurlar. Bu yüzden Kur’an insanı, şeytana kanmaması konusunda sürekli uyarır. Şeytanın faaliyetleri insanlar arasında çok yaygın olduğundan her insan, onun ayartısına ve aldatmasına maruz kalabilir. O halde insanın şeytana yem olmaması için her an dikkatli davranması gerekir. Çünkü şeytan, ihlaslı ve bilinçli kullara zarar veremez. Aslında şeytanın hileleri pek güçlü değildir. Yani şeytan güçlü olmaktan ziyade aldatıcı ve kurnazdır. Bunun için o, insanı doğrudan karşılama yerine ona tuzak kurma ve arkadan vurma yolunu seçmiştir. İnsan için asıl tehlike şeytanın gücü değil, onun ayartı ve iltifatlarına kanıp iradesini şeytana teslim etmesidir.
Kur’an’da kötülüğün has ismi “İblis” olarak belirtilir, kötülük bir kişiye iliştiği zaman “şeytan” olarak şahsiyet kazanır, kötülüğün kurumlaşıp sistemleşmiş hâli de “tağut” kavramıyla ifade edilir; böylece şer şebekesinin çok boyutlu olduğuna dikkat çekilir. Nitekim geçmişte olduğu gibi günümüzde de şer şebekesinin çok boyutluluğu kendini göstermektedir. Çünkü bugün, çok sayıda insanın beyni, şeytan telkinleriyle doldurulmuş, imandan mahrum bırakılan kalpler, her gördüğünü sever hale gelmiş, pek çok kişi, günahların reklam edildiği ve rahatça işlendiği bir ortamda kötülüğe boğulmuştur. Çağın kurumları iyi insan yetiştiremediği için meydan kötülere kalmış, kötülükler de yaygın bir hal almıştır. Ama kötü zayıf, iyi ve doğru kuvvetlidir. Bunun için kötü bir süre üstün ve yaygın görünse de bir gün mutlaka mağlup edilecektir.
7. İnkârcılar için çetin bir azap vardır; iman edip doğru dürüst işler yapanları ise, bağışlanma ve büyük bir ödül beklemektedir.
Yedinci ayette, inkâra şartlanmış olanları, çetin bir azabın beklediği; iman edip doğru dürüst işler yapanların ise büyük bir mükâfâta nâil olacakları haber verilir. Ayetin amacı kişileri iyilik işlemeye teşvik edip kötülüklerden sakındırmaktır.
Sonuç olarak, Fâtır suresi Allah’a hamd ile başlamıştır. Bunun nedeni, surede Allah’ın yaratma fiilinin ve yaratıklarına karşı cömertliğinin işlenmiş olmasıdır. Diğer yaratıklar arasında en çok insanın bu gerçeği bilmeye ihtiyacı vardır. Zira, seküler anlayışa sahip çok sayıda insan, iyilik ve rızık kaynaklarının Allah’tan uzak aktığını sanmakta, bu durum da şükürden çok şikayeti artırmaktadır. İşte Allah, insanları yanılgıdan kurtarmak için Kur’an’ı göndermiş, Hz. Peygamber de onu insanlara duyurmuştur. Kur’an’ın rehberliğine uyanlar kurtulmuş, ona muhalefet edenler ise, helâk olmuşlardır.
8-14’üncü ayetler
8. Kötü işi kendisine süslü gösterilip de onu güzel gören kimse, hiç doğru dürüst işler yapan kişi gibi olur mu? Kuşkusuz Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola ulaştırır. O halde onlara üzülerek kendini yıpratma; zira Allah, onların yaptıklarını çok iyi bilmektedir.
Sekizinci ayette, işlediği çirkin fiillerin etkisinde kalıp sonunda onları güzel gören kimsenin durumu sorgulanır. Onun bu haliyle, şeytanın adamlarından biri olduğu vurgulanır. Bu bağlamda Allah’ın doğru yoldan sapmak isteyen kimsenin sapmasına izin vereceği, hidayete ermek isteyeni de aydınlığa ulaştıracağı belirtilir. Öyleyse inkârda ısrar edip iyiyi kötüden ayırt etme yeteneğini köreltmiş kimselerin durumuna, benliği perişan edecek derece üzülmek doğru değildir. Zira Allah onların yaptıklarını çok iyi bilmektedir.
Burada yüce Allah, “’alîm” olarak nitelendirilir. ‘Alîm, “olmuşu, olmakta olanı ve gelecekte olacakları bilen; kendisine hiçbir şey gizli kalmayan ve ilmî her şeyi kuşatan Allah” anlamına gelir. ‘Alîm vasfı, Kur’an’da 162 kez geçer; bunların 153’nde Allah’ı niteler. Bu sıfat, uluhiyyeti niteleyen diğer bir çok sıfatla terkip edilerek çok yaygın bir alanı kuşatır.
Kötü fiilin sahibine iyi gösterilmesi, “o işin kişinin hem zevkine hem de çıkarlarına uygun düşmesi; ona sonu iyi gelecek bir iş gibi hoş gösterilmesi” demektir. Heves ve tutkuların akla üstün gelmesi ve şehvetin gönlü bürümesi sonucu yapılan işler, genelde bu tabirin kapsamına girerler. Bu yüzden işledikleri kötü fiillerin cazibesine kapılanlar, kötüyü iyi görecek kadar vicdansız ve idraksiz olabilirler. Halbuki kötüyü iyi görenin, akıbeti iyi olmayacaktır. Çünkü ayette insanın işinin güzelliği, onu işleyenin beğenisine değil, insanlığın hayrına ve Allah’ın rızasına uygun olup olmadığına bağlanmıştır. Ne var ki hakikatin sesini dinlemeyi reddeden kişi, zamanla gerçeği kavrama yeteneğini körelterek haktan sapar. İnsan bu sonuca Allah’ın zorlamasıyla değil, tersine O’nun kendisine tanıdığı hür irade ve tercihiyle ulaşır. Ayetin amacı, aklını ve iradesini yanlış yolda kullanıp kötülük işleyenleri uyarmak; onları, yaşadıkları hayatın hesabını verecekleri bir güne hazırlamaktır. Çünkü Allah, insanı uyarmadan hesaba çekmez; hesaba çekmeden de cehenneme atmaz.
9. Rüzgarları estirip bulutları harekete geçiren Allah’tır. Biz bulutları çorak bir beldeye süreriz de onunla cansız toprağa hayat veririz. İşte öldükten sonra diriliş de böyle olacaktır.
Dokuzuncu ayette, Ahirette yeniden dirilmenin makul ve mümkün olduğuna işaret edilir. Ölü toprağın yağan yağmurla hayat bulması, ölülerin yeniden diriltileceklerini gösterir. Bahar gelince tabiatın canlanıp ağaçların çiçek açtığı gibi, mahşer sabahı geldiğinde de ölmüş bedenlere can verilir ve ölüler yeniden diriltilir. Zira rüzgâr ve bulutu harekete geçirip buluttan yağan yağmurla ölü toprağa hayat bahşeden ilahî kudret için, bu hiç de zor değildir. İşte bu yüzden ayette Allah’ın kudretine vurgu yapılarak yeniden dirilmenin hem mümkün hem de makul olduğu anlatılmak istenmiştir.
10. Kim güç ve ihtişam istiyorsa bilsin ki, bütün kudret ve ihtişam yalnız Allah’a aittir. Bütün güzel sözler O’na yükselir; doğru ve makbul ameli de O yüceltir. Sinsice kötülük planları yapanlara gelince, onları çetin bir azap beklemektedir. Zira onların bütün planları boşa çıkmaya ve yok olup gitmeye mahkumdur.
Onuncu ayette, bütün güç ve ihtişamın Allah’a ait olduğu, güzel sözlerin O’na yükseldiği; doğru ve yararlı işleri O’nun yücelttiği haber verilir. Kur’an’ın yeniden diriltme vaadini çürütmeye yönelik sinsi planların ve sahte itirazların, yok olup gitmeye mahkum olduğu belirtilir. Öyleyse dünyada ve ahirette güçlü, şerefli ve onurlu olmak isteyen kimse, şuna buna değil, sadece Allah’a kulluk etmeli, üstünlüğü ve şerefi O’ndan istemelidir. Çünkü gerçek kudret ve ihtişam Allah’ındır; O’ndan başkasına tapmakla üstün olacaklarını, şeref ve onur kazanacaklarını sananlar, aldanırlar:
Burada yer alan “el kelimu’t-tayyib” ibaresi, “güzel kelime, güzel söz” anlamına gelir. Güzel sözden maksadın da, “lâ ilâhe illallah”, “sübhanellâh”, elhamdülillah” veya “şirkten arınmışlığı ve tevhidi ifade eden her söz” olabileceği söylenmiştir. Hangisi olursa olsun, güzel söz, Allah’a yükselen, yani O’nun değer verdiği ve kabul ettiği sözdür. Güzel sözü Allah’a yükselten de iyi iştir. Ayrıca bütün iyi ve doğru işleri O yüceltir. Demek ki söz ancak amelle değer kazanmakta, güzel sözün Allah katında makbul olması, ona uygun düşen iyi bir işi gerekli kılmaktadır. Zira güzel söyleyip iyi iş yapmayan kimsenin sözünü Allah reddedebilir. Bu yüzden, sözün makbul olması için, söze uygun doğru dürüst iş gerekir.
Kur’an’ın bildirdiği gerçekleri, sahte itirazlarla ve sinsi planlarla çürütmeye çalışanlara gelince, onların bütün tertipleri boşa çıkmaya ve yok olup gitmeye mahkumdur. Zira bu tür tuzaklar, sadece sahiplerini yutar. Ayrıca kötülük sürelidir, ama sürekli değildir. Bu yüzden inkârcılar, dünyada kendi kazdıkları kuyuya düşerler, ahirette de cehennem çukuruna yuvarlanıp azap görürler.
11. Sizi önce topraktan, sonra bir sperm damlasından yaratan; sonra da çiftler haline getirip birbirinizin eşleri yapan Allah’tır. O’nun bilgisi olmadan bir dişi ne gebe kalır ne de doğurur. Bir canlının ömrünün uzaması da kısaltılması da mutlaka O’nun takdiriyledir. Elbette bunlar Allah için çok kolaydır.
On birinci ayette, Allah’ın insanı önce topraktan, sonra da bir sperm damlasından yarattığı, erkek ve dişiyi birbirlerine eş yaptığı bildirilir. Her dişinin ne zaman ve neye gebe kaldığını, erkek mi dişi mi doğuracağını; doğanların uzun ömürlü mü kısa ömürlü mü olacaklarını sadece O bilir. Allah olmuş ve olacak her şeyi, ezelde mahiyeti insan tarafından asla bilinemeyecek şekilde yazmış olduğundan bunları bilmek O’na zor değildir.
Ayet, insan bedeninin toprakta yetişen ya da toprağın altında ve üstünde asal şekillerde bulunan organik ve inorganik maddelerden yaratıldığına; toprakta yetişen besinlerin özümlenmesi yoluyla sürekli olarak canlı ve üretken hücrelere dönüştüğüne işaret eder. Hatırlanacağı gibi sperm oluşturan gıdalar topraktan alınır. Burada asıl amaç, insanın fizyolojik ve genetik yapısı hakkında ayrıntılı bilgi vermek değil, ona bedensel kaynağının basitliğini hatırlatıp kendini üstün niteliklerle donatan ve yaratılanların en güzeli haline getiren Allah’a şükretmesi gerektiğini kavratmaktır.
Ayette, Allah’ın fermanında öngörülmedikçe hiçbir canlının ömrünün uzayıp kısalmayacağı da ifade edilir. Allah insanı yarattıktan sonra ona tabii/ontolojik bir ecel takdir etmiştir. Bu tabii ecel, ecel-i kazadır. Tabii ecel, Allah’ın insan cinsi için tayin ettiği maksimum süreye metabolizmanın yaklaşıp sonra dağılması, hücrelerin ve sistemlerin işlevlerini yitirmesi/ölmesidir. İşte esas ve değişmez olan bu tabii eceldir. Bir de metabolizmanın süresini doldurmadan hastalık, kaza ve afet gibi nedenlerden dolayı sona ermesi anlamına gelen ecel-i müsemma vardır. İşte metabolizmanın tabii sürecini doldurmadığı eceli müsemma alanında ömrün uzaması ve kısalması söz konusu olabilir. Nitekim naslar bu alandaki uzama ve kısalmaya işaret ettiği gibi bunun objektif, ontolojik ve ahlâkî kurallara bağlı olduğunu da belirtir.
12. İki deniz aynı değildir. Biri tatlı, hoş içimli ve susuzluğu gidericidir; diğeri de tuzlu ve acıdır. Bununla beraber siz her ikisinden de taze et yersiniz ve süs takıları çıkarırsınız; ikisinin de üzerinde Allah’ın lütfundan nasibinizi aramanızı sağlayan gemilerin dalgaları yararak ilerlediklerini görürsünüz; umulur ki bütün bu nimetlere şükredersiniz.
On ikinci ayette, Allah’ın sınırsız kudreti ve insanlara sunduğu sayısız nimetleri açıklanır. Her şeyi yaratan Allah olduğu gibi benzerlikleri ve farklılıkları var eden de O’dur. Nitekim yeryüzündeki iki büyük su kütlesi aynı değildir. Birisi tatlı, susuzluğu giderici ve içimi hoşken ötekisi tuzlu ve acıdır. İşte tatlı ve acı su kütlelerini yaratan, aynı suya tatlılık ve acılık veren Allah’tır. İnsanlar, her iki sudan da yararlanırlar. Söz gelimi deniz hayvanlarını avlayıp taze et yerler; denizden süs takıları çıkarırlar, denizi yara yara giden gemileri ticaret ve başka amaçlarla kullanırlar. Bütün bunlar, Allah’ın insanlara sunduğu nimetlerdir. Öyleyse insan, kendisine bunca nimetleri bahşeden Allah’a şükretmelidir.
13. Geceyi gündüze, gündüzü geceye katan, güneşi ve ayı buyruğu altına alan O’dur. Her biri O’nun belirlediği bir zaman içinde akıp gider. İşte Rabbiniz Allah budur, bütün mülk O’nundur. O’nun dışında yalvardıklarınız ise, hurma çekirdeğinin zarı kadar bir şeye bile sahip değillerdir.
On üçüncü ayette, Allah’ın kudretini ve işindeki hikmetini gösteren oluşlara değinilir. Güneşi ve ayı buyruğu ile yürütüp geceyi ve gündüzü düzenleyen de Allah’tır. Güneş ve ay O’nun kanunlarına tâbîdir. Her biri O’nun belirlediği zaman içersinde ve yasalar doğrultusunda akıp gider. Bunun için gündüzü kısaltarak geceyi uzatan veya geceyi kısaltarak gündüzü uzatan O’dur. İşte Rabbimiz Allah budur ve bütün mülk O’nundur. Bu yüzden sadece Allah’a ibadet ve şükretmek gerekir. Zira O’ndan başka tapılan varlıklar, bir hurma çekirdeğinin zarı kadar bile bir şeye sahip değillerdir. Bu durumda O’nun dışındakilere yalvarmanın hiçbir haklı, aklî ve ahlâkî yanı yoktur.
14. Onlara yalvarsanız çağrınızı duymazlar; duymuş olsalar bile size cevap veremezler. Üstelik Kıyamet günü, sizin onları Allah ile eş tutmanızı da inkâr ederler. Bütün bunları sana, her şeyden haberdar olan Allah gibi hiç kimse haber veremez.
On dördüncü ayette, sahte mabudların yetkisizlikten ve güçsüzlükten kaynaklanan acizlikleri dile getirilir. Onlar, kendilerine yalvaranların çağrılarını duymazlar; duysalar bile cevap veremezler. Ayrıca onlar, Kıyamet günü, kendilerinin Allah’la eş tutulmalarını kabul etmezler ve kendilerine tapanları reddederler. Demek ki bütün sahte mabudlar Kıyamet günü kendilerine tapanların aleyhine şahitlik yapacak ve onları reddedeceklerdir. Bu böyledir, zira bu gerçeği, her şeyi bilen Allah haber vermektedir.
Sonuç olarak tevhidin muhtevâ boyutuna dile getiren bu ayetlerde, Allah’tan başka ilâh olmadığı belirtilir. Varlık ve oluşu tevhid bilinciyle izleyen kişi, kâinatta Allah’a denk bir gücün olmadığını anlar. Tabiat ve hayat da, ancak insanların tevhid bilincine ulaşmasıyla yapay putlardan ve hurafelerden arındırılmış olur.
15-26’ncı ayetler
15. Ey insanlar! Allah’a muhtaç olan sizlersiniz; Allah ise, her bakımdan zengin olup hiçbir şeye muhtaç değildir ve her türlü övgüye hakkıyla layıktır.
On beşinci ayette, Allah’ın insanların yaptığı ibadete değil, aksine insanların Allah’a, dine ve ibadete muhtaç oldukları ifade edilir. Hayatın devamı ve insanların huzuru için ihtiyaç duyulan imkânların tümünü Allah var ettiğinden, bütün varlık ve insanlar O’na muhtaçtır. Allah ise hiçbir şeye muhtaç değildir, her şeyden müstağnidir.
Burada yer alan “ğaniyy” kelimesi, sözlükte “bir şeye ihtiyaç duymamak ve zengin olmak” gibi anlamlar taşır; fakirliğin karşıtıdır. “Ğani” kelimesi uluhiyeti nitelediğinde “her yönden kamil olan ve kendi nezdinde bulunan şeylerle başkasına muhtaç olmayan Allah” anlamına gelir; O’nun güzel isimlerinden biridir. Gani ismi, nüzûl sırası itibariyle Kur’an’da ilk kez bu surede geçer ve en çok da burada olduğu gibi, “Gani-Hamid/hiçbir şeye muhtaç olmayan ve çok övülen” şekli kullanılır. Ayrıca “Gani” ismi bir ayette “el-Gani Zu’rrahme/kendi kendine yeterli ve sınırsız merhametli”; bir ayette “Gani-Kerim/kendine yeterli ve çok cömert”; bir ayette de “Gani-Halim/kendine yeterli ve tahammül sahibi” şeklinde kullanılır. Gani isminin tek başına kullanıldığı ayetlerde, bilhassa Allah’ın bütün varlıklardan müstağnî olduğu vurgulanır. Uluhiyeti niteleyen diğer isimlerle birlikte kullanıldığı yerlerde de, O’nun yarattığı varlıklara, özellikle de insanlara ilgisiz ve ihtimamsız olmadığı mesajı verilir. Bir de bu isim, genellikle Allah’ın insanların yararı için koyduğu ibadet ve iyilik buyruklarını takiben zikredilir. Böylece o buyruklara uymanın esas faydasının Allah’a değil, onları uygulayan insanlara döneceğine dikkat çekilir. Pek çok inanç sisteminde, tanrıların insanlara muhtaç oldukları düşünüldüğü hatırlanırsa, Kur’an’ın bu mesajının önemi daha iyi anlaşılmış olur. Zira Kur’an, Allah’ın hiçbir şeye, bu arada insanların yaptıkları iş ve ibadetlere muhtaç olmadığını; aksine dine ve ibadete ihtiyaç duyanın insan olduğunu belirtir.
16. Dilerse sizi ortadan kaldırıp yerinize yeni bir nesil getirir. 17. Zira bu Allah’a göre hiç de zor değildir.
On altı-on yedinci ayetlerde, Allah’ın mesajlarını umursamayıp arzu ve heveslerine düşkünlükleri yüzünden günahta ısrar eden toplumların, ilahî irade tarafından cezalandırılıp yok edilecekleri; onların yerini yeni toplumların alacağı belirtilir. Burada, sosyolojik bir yasaya dikkat çekilir. Zira, Allah’ın teklif ettiği inanç ve yaşayış tarzını terk eden toplumlar, bir çok kez uyarıldıktan sonra bu tutumlarından vazgeçmezlerse gerçek kimliklerini ve etkinliklerini yitirip varlık sahnesinden çekilirler. Onların yerini daha iyi, dinî daha canlı ve dinamik yaşayan yeni toplumlar alır. Çünkü Allah’ın yasaları gereği aklî ve ahlâkî yönden gelişip dürüst çalışan toplumlar başarıya ulaşır; hak ve adaletten ayrılıp çalışmayı terk eden ve tembelleşen toplumlar da, gerileyerek tarih sahnesinden çekilmek zorunda kalırlar. Allah, kötü yaşantıları sebebiyle bir toplumu cezalandırmak isterse, hiçbir kuvvet buna engel olamaz.
18. Hiçbir günahkar bir başkasının günahını yüklenemez. Günah yükü ağır olan kimse, onu taşımak için bir başkasını yardıma çağırsa, çağırdığı yakını da olsa, onun yükünden hiçbir şey taşıyamaz. Sen ancak Rabblerinden için için korkanları, namazlarında devamlı ve dikkatli olanları uyarabilirsin. Kim özünü paklarsa kendi canının hayrı için paklamış olur. Sonuçta varılacak yer Allah’ın huzurudur.
On sekizinci ayette, sorumluluğun şahsi olduğu, akraba dahi olsa, hiç kimsenin başkasının günahını üstlenemeyeceği bildirilir. İslâm’a göre günahta veraset yoktur. Hiç kimsenin günahı, günahkârın yakını da olsa başkasına yüklenemez. İnsanların işledikleri kötü fiillerinin vebali, yalnız kendilerinedir. Görüldüğü gibi ahlâkî sorumluluğun başka bir kişiye devredilmesi imkânsızdır. Allah’ın huzurunda hiç kimse, asıl günahkârı cezadan kurtaramayacağına göre, bazı kendini bilmez kişilerin “şunu yap günahı benim boynumadır” gibi sözleri tamamen temelsiz olup boş bir hezeyandan ibarettir.
Sonuç olarak bu ayette, sorumluluğun şahsi olduğu; günahın kefaretinin vekâleten ödeneceği şeklindeki anlayışların da doğru olmadığı ifade edilir. Bu günü kavrayıp yarını tasarlayabilen basiretli insanların uyarılardan yararlanabilecekleri; Rabblerine saygı duyup iş ve ibadetlerinde duyarlı ve devamlı olanların kendilerini günahlardan arındırmış olabilecekleri belirtilir. Kim iyi davranıp günahlardan arınırsa, kendi yararına arınmış olur. Sonunda herkesin varışı Allah’adır.
19-22. Körle gören bir değildir; aydınlık ile zifiri karanlık da; serinletici gölge ile yakıcı sıcak da; dirilerle ölüler de bir değil! Allah dilediğine işittirir; ama sen mezarlardakilere asla söz duyuramazsın. 23. Sen sadece bir uyarıcısın. 24. Şüphesiz Biz seni hak ile hem bir müjdeci hem de uyarıcı olarak gönderdik. Hiçbir topluluk yoktur ki içlerinden bir uyarıcı gelip geçmiş olmasın.
On dokuz-yirmi dördüncü ayetlerde, inanan kişiyle inkârcı kimsenin durumları tasvir edilir; her topluma bir uyarıcı gönderildiği belirtilir. Mümin hakikati görür ve ona inanır; inkârcı kimse ise, kalben kör olduğundan, yani gerçeği algılama yeteneği köreldiğinden haktan yüz çevirir. Bunun için hakikati görme yeteneği körelmeyenle bu yeteneğini köreltmiş olan aynı değildir. Ayrıca iman, sahibine huzur ve güven sağlar; inançsızlık ise insanı kaosa sokar ve ateşe sürükler. Aynı şekilde inanan insan duyarlı, inkârcı kimse de duyarsız bir kalbe sahip olduğundan mümin duyarlı ve diridir; kâfir ise kalben ölmüş biridir. Ayetlerde güdülen temel amaç, görenle görmeyen, karanlıkla aydınlık, gölge ile kavurucu sıcaklık arasındaki zıtlıklara dikkat çekip insanlara iman ile inkâr arasındaki farkı kavratmaktır. Demek ki inkârdan imana geçmek için önce hakkı duymak sonra da ona uymak gerekir. İşte bunun için Yüce Allah, her topluma hakkı duyuran ve halkı uyaran elçiler tayin etmiş; Hz. Muhammed’i de bütün insanlığa bir uyarıcı ve müjdeci olarak göndermiştir.
25. Eğer seni yalanlıyorlarsa aldırma, zira onlardan öncekiler de kendilerine apaçık kanıtları, yazılı belgeleri ve aydınlatıcı kitabı getiren elçileri yalanlamışlardı. 26. Sonra inkârcıları yakalayıverdim; Benim cezalandırmam nasılmış, görüp ibret alsalar ya!
Yirmi beş-yirmi altıncı ayetlerde, bütün peygamberlerin kavimleri tarafından yalanlandıkları gerçeği dile getirilerek Hz. Muhammed teselli edilir; geçmişteki inkârcıların feci akıbetine dikkat çekilerek de, müşrikler uyarılır. Hz. Peygamber’i teselli, inkârcı Müşrikleri de uyarıcı nitelik taşıyan bu tür ayetlerin sıkça tekrarlanması, İslâm’a karşı sürdürülen muhalefetin çok çetin olduğunu gösterir. O halde burada da amaç, insanlara doğru bilgi ile hitap edip onları bilinçlendirmek, bir tek Allah’a inanmalarını ve bu inançla davranışlarını düzeltmelerini sağlamaktır. Zira vahyi bildirim dışında hidayet aramak, insanları şirke ve tefrikaya düşürmektedir. Şirk ve inkârın sonu da hüsrandır.
Sonuç olarak Allah her şeyin sahibidir; hiçbir şeye muhtaç değildir. Dine ve ibadete ihtiyacı olan insandır. Her insan kendi iradesiyle yaptığı işlerden sorumlu olduğundan, günahkârı Allah huzurunda kimse cezadan kurtaramaz. Kötü yaşantı içine düşen toplumlar da ilahî yasa gereği helâk olmaktan kurtulamazlar. Kur’an’ın bildirdiği gerçekleri ancak iyi niyetli ve basiretli insanlar anlarlar. Ölülere söz ulaştırmak nasıl mümkün değilse, inkâra şartlanmış kimselere de gerçeği anlatmak imkânsızdır. Bunun için Kur’an yanlışa şartlanmış kimseleri uyarmak amacıyla önce onlarda şok tesiri yapacak ifadeler kullanmış, sonra da onlara Allah’ı öğreten çeşitli bilgi alanları sunmuştur.
27-37’nci ayetler
27. Görmez misin, Allah gökten su indirmektedir; onunla türlü renklere sahip meyveler yetiştirmekteyiz. Dağlardan da beyazlı kırmızılı, türlü türlü renklerde simsiyah yollar geçirdik. 28. İnsanlardan, diğer canlı varlıklardan ve hayvanlardan da böyle türlü türlü renkte olanlar vardır. Kulları arasında yalnız bilgi değerine sahip olan âlimler, Allah’a hakkıyla saygı duyarlar. Çünkü Allah üstün kudret sahibidir ve çok bağışlayıcıdır.
Yirmi yedi-yirmi sekizinci ayetlerde, tabiatın ihtişamı, Yaratıcı’nın yüceliğine ve yaratmanın çeşitli boyutlarına kanıt olarak gösterilir. Allah’a hakkıyla saygı duyanların, anlama ve kavrama yeteneklerini etkili biçimde kullanıp doğru bilgiye ulaşan âlim kişiler oldukları belirtilir. Allah’ın dâima üstün ve çok bağışlayıcı olduğu dile getirilir.
Allah’ın yarattığı her şey, bir farklılık arzediyor. O’nun gökten indirdiği su ile, yerde türlü renklere ve tatlara sahip meyveler yetişiyor. Dağlarda değişik renklerde ve simsiyah çizgiler, yollar olduğu gibi insanlar, sürüngenler ve hayvanlar da türlü türlü renkler taşıyor. Bütün bunlar, Allah’ın varlık üzerindeki tam tasarrufunu ve O’nun yaratmasının çeşitli boyutlarını gösteriyor. Zira muhtelif renklere, tatlara ve niteliklere sahip olan mahsulleri, tabiatın kendisi değil, Allah’ın iradesi ortaya çıkarıyor.
Ayetlerin asıl amacı, insana herkesin şahit olduğu gerçeklerden hareket ederek Allah’a giden yolu göstermektir. Çünkü kâinatta görünen düzen objektiftir. Bu yüzden bazı kimseler Allah’ın varlığını kabul etmedikleri halde evrendeki düzeni ve mükemmelliği inkâr edememişlerdir. İşte Kur’an, aklın önündeki engelleri kaldırıp insan zihnini geliştirmeyi ve onun keşfedici idrake ulaşmasını hedeflemiştir. Zira Allah’a hakkıyla saygı duymak, doğru bilgiyi elde edip O’nun buyruklarına uymakla mümkündür.
Burada ilmin üstün bir değer, âlimlerin de özel görevleri olan örnek kişiler oldukları vurgulanır. Ayette “âlimler” kelimesi genel olarak geçtiğine göre, bununla sadece dinî tahsil görmüş ve bu alanda ihtisas sahibi olmuş kişiler değil, aynı zamanda diğer bilim dallarında uzmanlaşmış kimseler de kastedilmiştir. Zira âlimler, maddî ve manevî bilgiye sahip olan kişilerdir. Ayrıca ilmin de dinin de temeli, Allah’ı tanımaktır. Allah’ı tanımaktan maksat da, O’nun rızasını kazandıracak ve insanlara faydalı olacak iyi işler yapmaktır. Bunun için Kur’an ilme çok yer ve değer verir. Çünkü ilimsiz Allah’ı tanımak ve O’na ibadet etmek mümkün değildir. Ama ilim insanı Allah’a inanmaya ve O’na saygı duymaya sevk etmiyor da kibre düşürüyorsa o gerçek ilim değildir. İlmi değerli kılan, onun gördüğü işlevdir. İlmin işlevi ise, insanın inanmasına vesile olması, kişide var olan inancı daha da kuvvetlendirmesi ve neye niçin inandığımızın izahını kolaylaştırmasıdır. Bunun için ilim sahibi olanlar, Allah’ı tanıma bahtiyarlığına ererler. Vahyin manasını, varlık ve oluştaki ince ve objektif düzeni ancak ilim sahipleri bilebilirler. Bu yüzden Kur’an, insanları hem dinî hem de müspet ilimlere teşvik etmiştir. Hemen hatırlatalım ki Kur’an başka bilgi türlerinden söz etmekle birlikte “ilim” kelimesini, Hz. Peygamber’e vahiy yoluyla verilen bilgi anlamında ve zannın zıddı olarak kullanır; kitabî bir dayanağı olmayan yanlış bilgiye uyanları kınar ve insanları vahyin dile getirip sağduyunun onayladığı bilgiye uymaya çağırır. İnsanların kendi çabalarıyla ve yetenekleriyle elde edebilecekleri bilgi türlerini, bilimsel bilgi alanını, tamamen onlara bırakır.
Burada yer alan ve uluhiyeti niteleyen “Azîz-Gafûr” terkibi, “Allah’ın çok güçlü, daima üstün ve bağışlayıcı olduğu” anlamına gelir. Bu terkip, Kur’an’ın tamamında iki kez kullanılır.
29. Allah’ın kitabını okuyup ona uyanlar, namazlarında devamlı ve dikkatli olanlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık bağışta bulunanlar, zarara ve kesintiye uğramayacak bir kazanç umabilirler. 30. Zira Allah, onların hak ettiği karşılığı tastamam verecek; lütuf ve inayetiyle sevaplarını daha da artıracaktır. Çünkü O, çok bağışlayandır ve şükrün karşılığını fazlasıyla verendir.
Yirmi dokuz-otuzuncu ayetlerde, Allah’ın kitabına içtenlikle uyan, namazlarında dikkatli ve devamlı olan, kendilerine verilen rızıktan başkaları için harcayan kimselerin, kesintiye uğramayan bir kazanç elde edecekleri; Allah’ın onlara sadece hak ettikleri karşılığı değil, ayrıca lütfuyla daha fazlasını vereceği belirtilir. Allah çok bağışlayıcı ve iyiliklere fazlasıyla karşılık vericidir. Öyleyse Allah’a kulluk görevlerini yapmak için servet ve gayret sarf edenler, kesintiye uğramayan ve iflas etme ihtimali olmayan bir kazanç umabilirler. Burada yer alan “Ğafûr-Şekûr” terkibi, “çok bağışlayan, iyiliğin karşılığını fazlasıyla ve anında veren Allah” anlamına gelir. Uluhiyeti niteleyen bu terkip, Kur’an’ın tamamında üç kez kullanılır.
31. Sana vahyettiğimiz bu Kitap, kendinden öncekileri tasdik eden bir hakikattir. Doğrusu Allah, kullarının her halinden haberdardır ve her şeyi hakkıyla görendir.
Otuz birinci ayette, Kur’an vahyinin, önceki vahiyleri tasdik ettiği; Allah’ın da kullarının ihtiyacını bildiği ve her şeyi gördüğü ifade edilir. Kur’an, daha önceki peygamberlere gönderilmiş vahiylerden bu güne kalmış ne varsa, onları tasdik eden son ilahî mesajdır. Bu da ezelden beri bilinen bir hakikattir.
Ayetin sonunda yer alıp uluhiyeti niteleyen “Habîr-Basîr” terkibi, “kullarının ihtiyaçlarından haberdar olan ve her şeyi gören Allah” anlamına gelir. Bu terkip, Kur’an’ın tamamında beş kez kullanılır. Bu tabirle, Allah’ın insanlar için hayrı ve hidayeti istediğine işaret edilir. Zira, hidayet insanın yararınadır; en büyük hayır da, insanın hidayete ermesidir.
32. Sonra Kitab’a kullarımızdan seçtiklerimizi mirasçı kıldık; ama onlardan kimi kendilerine zulmeder, kimi orta yolu tercih eder, kimi de Allah’ın izniyle hayırda yarışıp öne geçer. İşte en büyük erdem budur.
Otuz ikinci ayette, Kitab’a mirasçı kılınan kullardan ve onların durumlarından söz edilir. Buradaki “Kitap”tan maksadın, “Kur’an” veya ondan önce indirilen “Tevrat ve İncil” olduğu söylenmiştir. Çünkü “kitap” kelimesi hem “Kur’an” hem de Kur’an’dan önce vahyedilmiş “kutsal metinler” anlamına gelir.
Eğer burada “kitap”tan maksat “Kur’an” ise, ona mirasçı kılınanlar, Müslümanlardır. Bu durumda ayet, “Yahudi ve Hıristiyanlardan sonra kullarımızdan seçtiğimiz kimseleri, yani Müslümanları Kitab’a mirasçı kıldık. Onlardan bazısı kendilerine zulmeder; bazısı doğru ile eğri arasında orta yolu tercih eder, bir kısmı da Allah’ın izniyle iyilikte başı çeker. İşte en büyük erdem budur” şeklinde tercüme edilebilir. Nitekim ayeti bu şekilde anlayan Müfessirler, Kitaba mirasçı olarak seçilenler, Muhammed Ümmeti; kendilerine zulmedenler, inkârcılar veya münafıklar; orta ve ara yolu tercih edenler, iyiliği kötülüğü birbirine denk düşen kimseler; iyilikte başı çekenler de, hayırda ileri geçen ve iyilikleri kötülüklerinden çok olan Müminlerdir derler.
Ancak burada “Kitap”tan maksadın “Kur’an” değil, ondan önce indirilen “Tevrat ve İncil”; ona mirasçı olanlar da İsrailoğullarıdır diyenler de olmuş ve bunlar görüşlerini bazı ayetlerle temellendirmeye çalışmışlardır.
Ayet nasıl yorumlanırsa yorumlansın burada anlatılmak istenen temel gerçek, vahiyle bildirilenlere sahip çıkıp onun bildirimini doğru ve aktif biçimde uygulamaktır. Zira Kitab’ın miras olarak verilmesinden maksat, hak dinin insanlara teklif ettiği inanç ve yaşayış şeklidir. “Kullarımızdan seçtiklerimize” ibaresiyle kastedilenler de, peygamberler ve her ümmetten olanlara inanmakla mükellef olan insanlardır. Vahyin tebliğ edildiği her millette, isyan ve aşırılıkla kendisine zulmedenler, iyilik yapmakla birlikte kötülük işleyenler bulunabileceği gibi, iyilik yolunda birbirleriyle yarışan ve Allah’ın rızasını kazanmaya çalışan erdemli kişiler de olabilir. Öyleyse ayetin mesajını sadece herhangi bir peygamberin toplumuyla sınırlamak doğru değildir. Hangi toplumda olursa olsun, eğer bir toplumun geneli haksızlık yapıp haddi aşarlarsa o zaman durum tehlike arz eder, halk ifsad, ilahî cezada sert olur. Bu yüzden ayette sadece hayırda başı çekenler ve öne geçenler imrendirici bir üslupla övülmüş; böylece Müslim, gayri Müslim herkes hayırda yarışa teşvik edilmiştir.
33. Onlar, ebedî mutluluk bahçelerine girerler; orada altın bilezikler ve inciler takınıp ipekten elbiseler giyerler. 34-35. Onlar: “Bütün övgüler, bizden her türlü üzüntüyü gideren Allah’a özgüdür; doğrusu Rabbimiz çok bağışlayıcıdır ve şükrün karşılığını fazlasıyla verendir. Lütfuyla bizi temelli kalacağımız sonsuzluk yurduna yerleştiren O’dur; orada bize ne bir yorgunluk dokunur ne de bir usanç ve bıkkınlık gelir.” derler.
Otuz üç-otuz beşinci ayetlerde, hayırda başı çeken ve iyilikte yarışıp öne geçen erdemli müminlerin, sonsuz mutluluk bahçelerine girecekleri, orada altın bilezikler ve inciler takınıp ipekten elbiseler giyecekleri; emeklerinin üstünde ve ötesinde kendilerine lütuf ve armağan olarak sunulan nimetlerden dolayı da Allah’a hamd edecekleri haber verilir. Ayetlerde, insanları iyi davranışa yöneltmek amacıyla ebedî hayatın görkemi, canlılığı ve rahatlığı tasvir edilmiştir.
36. İnkârcılar için de cehennem ateşi vardır; orada ölmelerine hükmedilmez ki ölsünler, azapları hafifletilmez ki rahat yüzü görsünler! İşte Biz, her inatçı kâfiri böyle cezalandırırız. 37. Onlar orada: “Rabbimiz! Bizi buradan çıkar, bundan sonra eskiden yaptıklarımızın aksine iyi işler yapalım.” diye feryat ederler. Onlara: “Size orada düşünüp öğüt almak isteyen herkesin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Üstelik size uyarıcı da gelmişti! Öyleyse şimdi azabı tadın bakalım; Zalimler için hiçbir yardımcı yoktur.” denir.
Otuz altı-otuz yedinci ayetlerde, inkârcıların cehennemdeki feci durumları tasvir edilir. Onlar, orada ne ölür ne de rahat yüzü görürler; aksine: “Rabbimiz! Bizi bu azaptan kurtar” diye feryat ederler. Ama onların bu yersiz ve geçersiz isteği reddedilir. Öyleyse insan, sahip olduğu imkanları bu dünyada iyi kullanmalı ve ömrünü boşa harcamamalıdır. Ayetlerde, insanın sorumlu tutulabilmesi için vahyi duyma ve onu anlayıp uygulama süresi bulmasının şart olduğuna işaret edilir. Sonuçta dünya hayatı, hidayete ermek ve kulluk görevini yerine getirmek isteyen kimse için yeterli bir imkandır. Yeter ki insan kendine bahşedilen ömrü boşa harcamasın.
38-45’nci ayetler
38. Kuşkusuz Allah, göklerin ve yerin gizli gerçekliğini bilir; O kalplerdekini de çok iyi bilmektedir.
Otuz sekizinci ayette, Allah’ın hem göklerin ve yerin gizli gerçeklerini hem de insanların kalplerinden geçenleri tam olarak bildiği ifade edilir. Burada Yüce Allah, “’Âlimu ğaybi’s semâvâti ve’l ard” diye nitelendirilir. Bu terkip, “göklerin ve yerin gizli gerçekliğini bilen Allah” anlamına gelir ve Kur’an’ın tamamında sadece burada bir kez kullanılır. “’Âlimu’l ğayb/insan kavrayışının ötesindeki her şeyi bilen” şekli ise, iki ayette yer alır.
Hiç kuşkusuz, insanlar için ulaşılmazlıkla ifade edilebilecek her şey, Allah tarafından bilinir. Bu yüzden göklerin erişilmezliğinde, yerin dipsizliğinde saklanan, karada ve denizlerde olup biten, yere giren ve ondan çıkan, gökten inen ve oraya yükselen, kalplerde olan hiçbir şey O’ndan gizli kalamaz.
39. Sizleri yeryüzüne varis kılan O’dur. O halde artık kim inkâr ederse inkârının zararı ve vebâli kendinedir; çünkü, inkârcıların inkârı Rabblerinin gazabını üzerlerine çekmekten başka bir şeye yaramaz; Kâfirlerin inkârı, sadece kayıplarını artırır.
Otuz dokuzuncu ayette, Allah’ın insanı yeryüzüne vâris kıldığı; imanın, kişinin kendi yararına; inkârın da onun zararına olduğu belirtilir. Buradaki “halâif” kelimesi, sözlükte “başkasının yerini alanlar” anlamına gelir. Bu kelimeyle, insanın yeryüzündeki meşru hakimiyeti ifade edilir. Çünkü insan akıllı yaratılıp serbest iradeyle donatıldığı için kendisine “halife” denmiştir.
Ayet, Müslümanların yakın gelecekte meşru hakimiyet elde edip yeryüzünde devletler kuracaklarına işaret eder. Surenin indiği Mekke döneminin çetin şartları hatırlanırsa bu ilahî buyruğun, bir gayb mucizesi niteliğinde olduğu anlaşılır. Zira İslâm, Hz. Peygamber döneminde davetten devlete ulaşmış, o günden beri de bir çok devletler ortaya koymuştur. Ama nimete ve devlete sahip olduktan sonra nankörlük edenler, kendilerine zarar vermiş olurlar. Çünkü onlar, ziyandan ve azaptan başka bir şey elde edemezler. Neticede insan, sorumlu bir varlıktır. O, sonucuna katlanmak şartıyla iman yerine inkârı seçip şükredeceği yerde nankörlük edebilir. Fakat, inkâr ve nankörlüğün, insan için felâket ve ebedi saadetten mahrumiyet sebebi olduğu unutulmamalıdır.
40. De ki: “Allah’ı bırakıp O’na ortak koştuğunuz mabutları hiç düşündünüz mü? Bana onların yeryüzünde ne yarattıklarını gösterin bakalım! Yoksa onların göklerin yönetiminde Allah ile bir ortaklıkları mı var! Yahut kendilerine bir kitap verdik de onlar ondaki bir kanıta mı dayanıyorlar! Hayır, zalimlerin birbirlerine verdikleri sözler, yalan dolandan başka bir şey değildir.
Kırkıncı ayette, şirk inancının yanlışlığı, herkesin anlayabileceği açık ifadelerle dile getirilir. Öncelikle uluhiyete ortak oldukları var sayılan ve Allah’a ortak koşulan varlıklar sorgulanır. Müşriklere, ilâhlaştırdıkları varlıkların yeryüzünde ne yarattıkları, göklerin yönetiminde ne gibi katkıları olduğu sorulur. Sonra da onlardan görüşlerini destekleyen aklî ve naklî bir kanıt istenir.
Burada özellikle ilahî vahye atıf yapılması, ortak koşanların dinsiz ve ateistler değil, vahye muhatap olup onu bir ölçüde benimsemiş toplumların yoldan çıkmış mensupları olduklarına işaret eder. Öyleyse ayet, kendileriyle Allah arasında aracılık yapacakları veya Allah nezdinde kendileri için şefaatçi olacakları beklentisiyle, O’ndan başka varlıklara ilâhlık yakıştırmanın boş bir kuruntudan başka bir şey olmadığını, ayrıca Allah’ın bu konuda kimseye bir ruhsat ve yetki vermediğini belirterek bu tür yanlış anlayışları reddetmektedir. Zira şirk, kesin bir yasak ve göklerle yeri çatlatacak derecede de ağır bir günahtır.
41. Yok olup gitmesinler diye göklerin ve yerin düzenini sağlayıp koruyan Allah’tır. Şayet düzenleri bozulur da yıkılacak olurlarsa, O’ndan başka hiçbir güç onları tutamaz. Doğrusu O, isyanlarına rağmen kullarını cezalandırmada acele etmeyen ve çok bağışlayandır.
Kırk birinci ayette, Allah’ın kozmik uzay içinde hareket eden büyün yıldızları ilahî yasalar sistemiyle tutup koruduğu; dünyada yaşayanların çoğunluğunun sapıklığına rağmen onları hemen cezalandırmayıp tevbe etmeleri için kendilerine mühlet tanıdığı haber verilir.
Gökleri ve yeri, yörüngelerinden sapmadan hareket ettiren Allah’tır. Eğer onlar bir kere yörüngelerinden sapacak olurlarsa, hiçbir güç onları tutamaz, kapsamlı kozmik felâket kaçınılmaz olur. Demek ki âlemin nizamı hak ve adaletle sağlanır; denge bozulunca âlem yıkılır.
Ayetin sonunda yer alan “Halîm-Ğafûr” terkibi, “çok sabırlı, müsamahakâr ve bağışlayıcı Allah” anlamına gelir. Zira bu terkibin başındaki halîm kelimesi, sözlükte düş görmek, erginliğe ulaşmak, sabırlı, akıllı ve ağırbaşlı olmak gibi anlamlar taşıyan hilm kökünün türemiş şeklidir. Nefsi, gazabın heyecanından alıkoymaya da “hilm” denir. Bu yüzden “Halîm” vasfı uluhiyeti nitelediğinde, “isyanlarına rağmen kullarını cezalandırmada acele etmeyen, onlara günahlarından dönüp tevbe etmeleri için imkân veren Allah” anlamına gelir. Nüzul sıralamasına göre ilk defa burada kullanılan “Halîm” vasfı, Kur’an’ın tamamında 15 kez geçer; bunlardan üçü hariç diğerlerinin hepsinde Allah’ı niteler. Allah’ı niteleyen “Halîm” vasfı, Kur’an’da tek başına hiç kullanılmaz; fakat uluhiyeti niteleyen diğer isimlerle birlikte, en çok da burada olduğu gibi “Halîm-Ğafûr” şeklinde kullanılır.
İnkârcıların davranışlarının söz konusu edildiği ayetlerden hemen sonra gelen bu ayette, uluhiyeti “Halîm-Ğafûr” diye nitelemek çok anlamlı ve yerinde bir nitelemedir. Çünkü Allah, kullarını isyan içinde gördüğü halde “Halîm” vasfıyla muamele etmekte ve onlara suçtan vazgeçme imkânı tanımaktadır. Ardından da günahları terk edip tevbe edenleri, affın beklediğini haber vermektedir. İşte bundan dolayı ayette Allah “Halîm-Ğafûr” diye nitelendirilmiş, böylece İslâm davetinin çok önemli bir ilkesi ortaya konulmuştur. Bu ilke, günahkâra durumunu düzeltip Allah’a yönelme ve nihâi kurtuluşa erme fırsatının verilmiş olmasıdır. Zira Allah, sapanların çokluğuna rağmen düşünmeleri ve tevbe etmeleri için mühlet vermeden sapkınları cezalandırmamaktadır.
42. Onlar, eğer kendilerine bir uyarıcı gelirse, herhangi bir toplumdan daha çok doğru yolda olacaklarına dair, Allah’a bütün güçleriyle yemin ettiler. Ama kendilerine gelen uyarıcı, onların nefretlerini ve muhalefetlerini artırmaktan başka bir işe yaramadı. 43. Bunun nedeni, onların yeryüzünde büyüklük taslamaları ve entrikalar çevirmeleridir. Halbuki kötü tuzak, sonunda sahiplerini yutar; yoksa onlar, daha öncekilerin uğradıkları feci akıbetten başka bir şey mi bekliyorlar? Sen Allah’ın hükmünde ve yönteminde asla bir değişiklik bulamazsın; O’nun tavrında da bir sapma göremezsin.
Kırk iki-kırk üçüncü ayetlerde, kendilerine bir peygamber gelmesi halinde, diğer toplumlardan daha doğru olacaklarına yemin eden Arap Müşriklerinin, peygamber gelince yeminlerini bozup döneklik ettikleri ve onun davetini engellemek için çeşitli tuzaklar kurdukları haber verilir. Bütün şeytânî tuzakların sonunda sahiplerini yutacağı ve Allah’ın cezalandırma tarzında bir değişiklik olmadığı hatırlatılarak inkârcı müşrikler uyarılır. Zira Allah’ın öteden beri süregelen ve sürecek olan davranış tarzında değişiklik olmaz, bu yüzden de hakkı yalanlayıp kötülük işleyenler azaptan kurtulamazlar.
Burada Arapların, Hz. Muhammed’in risaletinden önceki peygamber beklentilerine değinilir. Çünkü onlar, anılan dönemde Yahudi ve Hıristiyan toplumların birbirleriyle olan anlaşmazlıklarını garipsiyor, kendilerine bir uyarıcı gönderilmesi halinde onlardan daha doğru olacaklarını iddia ediyorlardı. Ne varki Araplar, Hz. Muhammed’in peygamberliğini ilan etmesinden sonra sözlerini unutup yeminlerini bozdular, döneklik edip onun en azılı düşmanı oldular. Kur’an onların bu kibirli ve komplocu tutumlarını, “büyüklenme ve kötü bir tuzak” olarak nitelemektedir. Çünkü onların Hz. Muhammed’in peygamberliğini tanımamalarının hiçbir haklı sebebi yoktur. Onların asıl hazmedemedikleri şey, günün ölçülerine göre hiç ummadıkları basit birinin kendi düzenlerini alt üst edecek fikirlerle ortaya çıkmış olmasıdır. Şayet peygamberlik birine verilecekse, bu Arap toplumunun önde gelenlerinden biri olmalıdır ki düzenlerini devam ettirsinler. İşte Kur’an onların bu komplocu tavırlarını “büyüklenme” olarak nitelemiştir.
Burada yer alan “sünnetullah” terkibi, “sünnet” ve “Allah” kelimelerinden oluşur. Her iki kelime de Kur’an öncesi dönemde mustakil kullanım alanlarına sahip oldukları halde “Sünnetullah” şeklinde bir isim tamlamasında birlikte kullanılmaları Kur’an’a has bir durumdur. Bu terkibin ilk kelimesi olan sünnet, sözlükte şekil vermek, dökmek, akıtmak, yemek, yüz, diş, yaş, mızrak ucu, huy, tabiat, siret, yol ve âdet gibi anlamlar taşıyan s n n kökünün türemiş şeklidir. Sünnetin fiil formu olan “senne”nin asıl anlamı “bir şeyi âdet olarak ihdas etmek, örnek olarak ortaya koymaktır”. Kur’an öncesi dönemde olduğu gibi ilk İslâmî devirde de bu kelime, iyi-kötü ayırımı yapmaksızın her yeni/orijinal davranış tarzını ifade etmek için kullanılmıştır. Ancak daha sonraki dönemlerde sünnet, Hz. Peygamber’e özgü davranışları ifade eden teknik bir anlam kazanmış; ihdas edilen kötü ve olumsuz davranışlar için genellikle “bid’at” kelimesi kullanılmıştır. Sonuçta sünnet, olup biten değil, aksine belli bir standarda oturmuş sürekli davranış biçimidir. Sünnetullah kavramı ise, “Allah’ın öteden beri süregelen ve sürecek olan kendine özgü değişmeyen davranış tarzı” anlamına gelmektedir. Bu tabir, Allah’ın varlığı ve oluşu yönetip yönlendirmede değişmez bir tavır ve tarz izlediğini ifade ettiğinden tabiat yasaları, varlık ve oluş prensipleri de sünnetullah cümlesinden sayılmıştır. Ancak Kur’an’da 8 kez geçen sünnetullah terkibi, daha çok Allah’ın tarih içindeki davranış tarzını ifade etmek için kullanılır. Öyleyse Kur’an’ın “Sünnetullah” olarak ifade ettiği yasaların, hangi alanda işlediğine ve işleyiş tarzına açıklık getirmek gerekir.
Kur’an’a göre, bir tabiî/fizikî bir de tarihî alan vardır. Tabiî alanın yani kainatın yaratıcısı, sonsuz ilim, kudret ve hikmet sahibi olan Allah’tır. Fizikî alemde bir nizam vardır. Bu düzen, yaratmayla birlikte her şeye hareket kanunlarının ve potansiyel güçlerinin dikte ettirilmesiyle kurulmuştur. Kainat muayyen kanunlara göre işlemektedir; ama bu işleyişinde asla bağımsız değildir. Allah dilediği takdirde mevcut düzeni bozmaya güç yetirir. Aklını kullanan insan için kainat üzerinde düşünmek, Allah’ın varlığını bulmasına kâfidir. Çünkü alem, Allah’ın varlığının delilleriyle doludur. Bu yüzden işleyen çark, Allah’ın varlığını, ilmini ve kudretini göstermeye yeterlidir. Demek ki insan, tabiatı algılama konusunda potansiyel yeterliliğe sahip olan bir varlıktır. Bunun için Kur’an, insana fizikî alanın işleyişini öğretmenin ötesinde ahlâkî ilkeleri öğretmeyi ön plana çıkarmıştır. Zira insanın tabiat bilgisi konusunda vahye olan ihtiyacı bu bilginin nasıl elde edileceği konusunda değil, nasıl ve niçin kullanılacağı, yani ahlâk alanı noktasında açığa çıkmaktadır. Çünkü insan varlığını ve hayatını tehdit eden sonuçları doğurabilen bir bilim anlayışını, Kur’an’ın onaylaması düşünülemez. Özetlemek gerekirse Kur’an tabiatı, yaratılış gayesini gerçekleştirebilmesi için insana verilmiş bir mekan ve imkân olarak takdim eder. Tabiatın hareket kanunları tamamen Allah tarafından dikte edildiği halde insan belli ölçüde otonomluğa/kendi iradesiyle hareket edip istediği gibi davranabilme özelliğine hâizdir. Fizikî varlığı ile tabiatın diğer elemanlarından farksız olan insanı farklı kılan yönü, onun ahlâkî bir varlık olmasıdır.
İşte insanın bu ahlâkî boyutu, tarih alanının konusudur. Çünkü tarihi, insanın iradesiyle ortaya koyduğu eylemler oluşturur. Bunun için tarihle kastedilen, geride kalmış veya bırakılmış şeyler değil, tabiî varlık alanının dışında kalan ve insanlığın tavrının belirlediği olaylar alanıdır. Şu halde tabiî/fizikî alanla tarihî alanı birbirinden farklı kılan en önemli neden, tarih alanının insana aitliğidir. Söz gelimi insanın ölümü fizikî alanın, toplumun ölümü ise tarihî alanın konusudur. Çünkü tabiî ve fizikî kanunlar gereği zaman geçtikçe canlı organizmalar yaşlanırlar; zamanın ilerlemesine engel olunmadıkça ihtiyarlık önlenemez; ihtiyarlığın önü alınmadıkça da ölüm kaçınılmaz olur. Fakat aynı durumu toplumun ölümünü gerektiren faktörlerde görmek mümkün değildir. Zira Kur’an, zaman geçtikçe toplumlar mutlaka çürürler türünden sosyal değişmenin yönünü belirleyen herhangi bir yasa kabul etmemektedir. Öyleyse toplumun ölümünü belirleyen faktörlerin hepsi önlenebilir niteliktedir. İşte Kur’an’ın tarihe bakışındaki en temel öncül budur ve Kur’an’da insanlığa biçilen görev bununla anlam kazanmaktadır.
Sonuç olarak Kur’an, tabiî ve tarihî varlık alanlarını; ilkeleri, kanunları ve işleyişleri birbirinden bağımsız iki alan olarak değerlendirir. Çünkü insanın bu iki alana katılım biçimi farklıdır. İnsan fizikî/tabiî alana belirlenmiş bir yaşama biçimi bulunan bedeniyle katılırken tarihî alana hür iradesinin tayin ettiği eylemleriyle iştirak etmektedir. Ayrıca insanın bu iki alanı kavrama imkânı da farklıdır. İnsan zihni tabiat kanunlarını kavrama yeteneğine sahiptir; ama aynı şeyi tarih yasaları için söylemek mümkün değildir. Zira tarihî yasaların gaybî boyutu da vardır. Bu yüzden insan tarih konusunda bilgilenmek ve bilinçlenmek için harici bir kaynağa/vahye ihtiyaç duymaktadır.
Kur’an’a göre insan, denenmek için yaratılmıştır. Onun varoluş sebebi olan denenme, tarih alanında gerçekleşmektedir. Çünkü o, tarihe iradî eylemleriyle katılmaktadır. Aslına bakılırsa insanın her iradeli eylemi, potansiyel olarak bir risk içerir. Bu da onun iradesiyle ortaya koyacağı eylemleri konusunda uyarılmasını gerektirir. İşte Kur’an’ın bütün mesajı, insanın bu iradeli eylemleriyle oluşturacağı yaşamanı düzgün bir çizgide tutmasına yöneliktir. Demek ki insan tarih içinde, yani ahlâkî alanda özgür kılınmış, ama başı boş bırakılmamıştır. Bu yüzden insanın eylemleri ile bunların sebep olacağı değişimin arasındaki gereklilik kuru bir yasallığa değil, Allah’ın belirlediği tarih yasalarına/Sünnetullah’a bağlıdır. Bunun için, Allah ile insanın tarih içindeki ilişkisi, tamamen ahlâkî bir ilişkidir. Zira Allah, tarih içersinde nasıl davranacağını ezelde belirlemiş ve bu davranış tarzını/Sünnetullah’ı değiştirmeyeceğini bildirmiştir. Bütün insanlık tarihî bugüne kadar Allah’ın bu hikmetli sünnetine göre devam etmiş, bundan sonra da böyle devam edecektir. Görüldüğü gibi Allah’ın tarih içersindeki tavrı belirsiz değildir; aksine O, hangi durumda nasıl davranacağını beyan etmiş, tarihîn kendilerine ayrıcalıklı davranması beklentisi içinde olanlara karşı da sünnetinde bir değişme olmayacağını hatırlatmıştır.
Sünnetullah’ın değişmezliğinden neyin kastedildiği sorusunu doğru cevaplayabilmek için, Kur’an’ın bu ilkeyi vurgulamasına neden olan zeminin iyi hatırlanması gerekir. Konuyla ilgili ayetler dikkatlice incelendiğinde, bunun arka planında insanlardaki, tarihîn kendilerine ayrıcalık tanıması beklentisinin yer aldığı görülür. Öyleyse Kur’an’ın bu ilkeyle vermek istediği mesaj, Allah’ın kimsenin hatırı için davranış tarzını değiştirmeyeceğidir. Bunun bir anlamı da; tarihîn, işleyişinde objektif oluşudur. “Dua”, “Allah’ın müminlere yardımı” ve “toplumların helâki” gibi hususlar, Sünnetullah’ın evrenselliği ve değişmezliği ile çelişmemektedir. Zira Sünnetullah’ın cârî olduğu alanda, bunların hiçbiri gerçek bir faktör değildir.
Sonuç olarak, yeryüzündeki hayat gelişi güzel akıp gitmiyor. Toplumlarda cereyan eden hadiseler, sebepsiz ve hikmetsiz yürümüyor. Aksine her şey, sarsılmaz ve değişmez düsturlara göre gerçekleşiyor. İşte Kur’an’daki Sünnetullah kavramıyla, insanlara hayatın bu soylu sistem ve prensipleri öğretilmeye çalışılmıştır.
44. Onlar, yeryüzünde gezip kendilerinden daha güçlü olan önceki inkârcıların uğradıkları feci akıbeti görmezler mi? Göklerde ve yerde Allah’ı aciz bırakabilecek hiçbir şey yoktur. Çünkü O, her şeyi bilen ve gücü her şeye yetendir. 45. Eğer Allah, insanları işledikleri kötülüklerden dolayı hemen cezalandırsaydı yeryüzünde tek bir canlı insan bırakmazdı. Fakat Allah, onları belli bir süreye kadar erteler, zamanı geldiğinde onları cezalandırır. Doğrusu Allah, kullarını hakkıyla görür.
Kırk dört-kırk beşinci ayetlerde, hiçbir gücün, Allah’ın vereceği cezaya engel olamayacağı; ancak O’nun, insanları yaptıkları kötülükler yüzünden hemen cezalandırmadığı, onlara tevbe etmeleri için süre tanıdığı bildirilir. Gücü sınırsız olan Allah, her şeyi bilir, zamanı gelince de herkese yaptığının karşılığını verir. Bu yüzden Allah burada, “Alîm-Kadir/her şeyi bilen ve gücü sınırsız olan” diye nitelendirilmiştir. Bu kullanım şekli Kur’an’da bu ayet dışında üç kez daha kullanılmıştır. Allah’ın sapkınlara düşünmeleri ve tevbe etmeleri için süre tanıması, O’nun işlenen günahların cezasını ihmal ettiği veya unuttuğu anlamına gelmez. Zira Allah, haktan sapanları uyarmadan ve tevbe etmeleri için mühlet vermeden cezalandırmaz. Şayet Allah, nefisleri peşine takılıp hayatta işledikleri kötülüklerden dolayı insanları hemen hesaba çekip cezalandırmış olsaydı yeryüzünde tek bir canlı kişi kalmazdı. Allah kullarını görmektedir, zamanı geldiğinde herkese yaptığının karşılığını tam olarak verecektir.
Sonuç olarak, gafil insan uyarılmazsa hiçbir hakikati göremez; görse bile anlayamaz. Eğer insan uyarılara kulak verip maziye karışanların acı akıbetleri üzerinde dikkatlice düşünürse hiçbir şeyin yenemeyeceği, evvelkileri tutup yakalayan, sonrakileri de aynı şekilde yakalamaya kadir olan gücü görmüş olur. Zira hiçbir şey Allah’ın ilminden kaçamaz ve O’nun kudreti önünde duramaz. Bunun için de ne göklerde ne yerde hiçbir güç O’nu aciz bırakamaz. Allah’ın ilmi ve kudreti sınırsızdır. Ama O’nun insanlara karşı hilmi ve rahmeti söz konusudur. Bu yüzden Allah, insanları yeryüzünde işledikleri günahları yüzünden derhal cezalandırmaz. Onları cezalandırmayı, iyiliklerde bulunup kaybettiklerini telâfi etmeleri için belli bir süreye kadar erteler. Çalışma ve kazanma vakti geçip hesap ve ceza vakti geldiğinde de onlara kazançlarının karşılığını verir ve herkesin hesabını âdil biçimde görür.
Genel Tespitler
Fâtır, yaratan demektir ve Yüce Allah’ın sıfatlarından biridir. Çünkü gökleri ve yeri yaratan, onları yeni ve sürekli oluşumlara uğratan ve uğratacak olan Allah’tır. Bu yüzden surede yaratma olayına büyük önem verilmiş ve Yaratıcı’nın yüceliğine dikkat çekilmiştir. Kur’an’a göre yaratma Allah’a aittir; O’ndan başkasını ilâh edinmek ise sapıklıktır, şirktir.
Kur’an, yaratılış üzerinde önemle durmuş ve Allah’ın yaratma gücünü en yalın şekilde ortaya koymuştur. İnsan Allah’ın yaratma fiilini düşündükçe, yaratılışın ne kadar harika ve güzel olduğunu daha iyi anlamaktadır. Öyleyse yaratılışla ilgili ayetlerde güdülen temel amaç, insanlara doğru bilgi ile hitap edip onların Allah’a bilerek ve isteyerek inanmalarını sağlamaktır.
İnsanoğlu bugünkü bilgi seviyesiyle biliyor ki, gök cisimlerinin birbirlerine olan uzaklıkları, onların arasındaki dengeyi sağlamaktadır. Eğer bu denge en küçük bir miktarda değişecek olsa, düzen bozulur, hepsi dağılıp yok olurlar. Halbuki gök âleminin böyle bir denge içinde düzenle çalışması, günlük yaşayışta insanlara pek çok faydalar sağlamaktadır. Sözgelimi, insan bunların hareketlerine uyarak zamanı hesaplamakta, havada, denizlerde ve karada yolculuk yapmaktadır. İşte bu yüzden Kur’an, yaratılıştaki dengeyi ve düzeni anlatırken, insanların mevcut tecrübeleriyle anlayabilecekleri ifadeler kullanmış; onları, Allah’ın nimetleri üzerinde düşündürüp O’nun varlığına inandırmayı ve bu inançla davranışlarını düzenlemelerini amaçlamıştır.
Bütün peygamberler, toplumları tarafından yalanlanmışlardır. Bu tarihî gerçek, hak davetçisinin iftira ve saldırılar karşısında yılmayıp sabırla ve azimle mücadelesini sürdürmesi gerektiği mesajını verir. Öyleyse mümin, dünyanın cazibesine kapılıp şeytana kanmamalı ve mücadelesinden geri kalmamalıdır. Aksi halde o, fasit bir din anlayışın benimser; kötülükleri, güzel ve meşru görmeye başlar. Oysa güzel sözü Allah’a yükselten, doğru davranıştır. Bu yüzden doğru inançla iyi ve güzel davranış bütünleştirilmelidir.
Allah her şeyin sahibi olduğundan O’nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Dine, inanca ve ibadete ihtiyaç duyan insandır. Her insan, kendi iradesiyle yaptığı işlerden sorumludur. Akraba da olsa kimse başkasının vebalini yüklenemez ve günahkârı Allah’ın huzurunda kimse cezadan kurtaramaz. Kur’an’ı anlayıp İslâm’ı hayatlarına taşıyan bilgili ve ihlaslı insanlar, Allah’a gerektiği gibi saygılı davrandıklarından, zâyi olmayan bir kazanç elde ederler. Böyleleri hem yaptıklarının karşılığını alırlar hem de Allah’ın lütfuyla daha fazlasına nâil olurlar. Öyleyse insanın en önemli görevi, Allah’ın dinini doğru anlayıp aktif biçimde uygulamaktır. Zira vahiy eseri olan bütün kutsal kitaplar, insanlardan sadece Allah’ın dininin mümini olmalarını istemişlerdir.
Hiçbir toplum tamamen kötü değildir. Ama her toplumda iyiler de kötüler de olabilir. İyilik yapanlar cennete girip orada huzur ve güven içinde yaşarlar; inkârcı olarak ölenler ise, cehenneme atılırlar. Orada ne ölürler ne de rahat yüzü görürler. Dünya hayatı, sınanan insan için yeterli bir imkân olduğundan insan, yeteneklerini iyi yönde kullanıp kendisine verilen ömrü boşa harcamamalıdır.
Kötülük etmek isteyenler, kurdukları tuzaklara kendileri düşerler. Bu Allah’ın öteden beri süregelen ve sürecek olan değişmez yasasıdır. O, kimsenin hatırı için davranış tarzını ve yasalarını değiştirmez. Ancak Allah insanlara acıdığından, işledikleri kötülükler yüzünden onları hemen cezalandırmaz.
Sonuç olarak, Fâtır suresinde insanlar, Allah’tan başka hiçbir gücün yaratma işini başaramayacağı konusunda bilgilendirilmişlerdir. Çünkü yaratılış olgusu ve onun farklı yönleri, insana Allah’ı öğreten bilgi alanlarıdır. Bu yüzden İslâm’da dinamik bir uluhiyet anlayışı vardır. Allah, işini bitirip bir kenara çekilmiş değildir; aksine O, her an ayrı bir iştedir. Varlık ve oluşu dikkatlice izleyen herkes, bu gerçeği görür ve Allah’a denk bir gücün olmadığını anlar. Tabiatın ve hayatın yapay putlardan, hurafelerden ve cehalete dayanan tüm kötülüklerden arındırılması, büyük ölçüde insanların tevhid inancına ve bilincine sahip olmalarına bağlıdır.