(44/19) MERYEM SÛRESİ
MEKKE DÖNEMİ
98 AYET
Meryem suresi, Mekke döneminde, muhtemelen peygamberliğin dördüncü ve beşinci yıllarında Müslümanların Habeşistan'a hicretinden (615) önce nâzil olmuştur. Zira anılan dönemde Mekke'den Habeşistan'a hicret eden Müslüman sahabiler, bu sureyle tanışıktılar. Nitekim hicret kâfilesinin başkanı ve Hz. Peygamber'in amca oğlu olan Ca'fer b. Ebî Tâlib'in, bu sureyi Hz. İsâ hakkındaki İslâmî görüşü açıklamak amacıyla Habeş kralı önünde okuduğu rivayet edilir. Sure, 98 ayetten oluşur. Adını, 16'ncı ayette geçen “Meryem” kelimesinden alır. Nüzul sıralamasına göre 44'üncü; tertip sıralamasına göre de 19'uncu suredir.
Surede genel olarak tevhid inancı, ahiret gerçeği ve Allah'a kul olma bilinci işlenir. Surenin ilk ayetlerinde, Hz. İsâ'nın habercisi olan Hz. Yahyâ'nın kıssasına yer verilir. İlerlemiş yaşına rağmen Hz. Zekeriya'ya Yahyâ'nın verilişi ve bakire Meryem'in Hz. İsâ'yı doğuruşu, birer mucize olarak anlatılır. Bu bağlamda Hz. İsâ'nın, “Allah'ın oğlu” olduğu iddiası çok çirkin bulunur ve şiddetle reddedilir. Hz. Yahyâ ve İsâ kıssalarının ardından sırasıyla Hz. İbrahim, Musâ, Hârun, İsmâil ve İdris kıssalarından kısa kesitler sunularak bütün peygamberlerin temelde aynı gerçekleri tebliğ ettikleri; fakat onların ardından gelenlerin çoğunun, sonradan sapıp İslâmî hayat tarzını büyük ölçüde terk ettikleri belirtilir.
Sure, maddî işkence ve ekonomik ambargo gibi yollarla İslâmî hareketi önlemeye çalışan müşrikleri sert bir dille uyaran; hak düşmanlarının bütün çabalarına rağmen Allah'a kul olma başarısını gösteren müminleri ise müjdeleyen ayetlerle son bulur.
(1-15'inci ayetler)
Surenin ilk bölümünü oluşturan bu ayetlerde, Hz. Zekeriyâ ve Yahyâ'nın hayat hikayesinden kısa bir kesit sunulur. İlerlemiş yaşına rağmen Hz. Zekeriyâ'nın çocuğunun olmadığı, fakat onun Allah'a vâki olan niyazı üzerine kendisine Yahyâ'nın müjdelenişi ve bu müjdenin ardından yaşananlar dile getirilir
.
Rahmân Rahim Allah'ın Adıyla
1. Kâf-Hâ-Yâ-'Ayn-Sâd
Birinci ayet, beş hurûfu mukattaa'dan/sembolik harften oluşur. Bu harfler ve işaret ettikleri manalarla ilgili pek çok görüş ileri sürülmüştür. Ancak farklı görüşler olmakla birlikte genel kanı, bu harflerin Kur’an'ın eşsizliğine işaret ettikleri ve muhatabın dikkatini okunan vahye çektikleri şeklindedir.
2. Bu, Rabbinin Zekeriyâ kuluna bahşettiği rahmetini dile getiren bir anıştır.
İkinci ayette, Allah'ın, Zekeriyâ kuluna bahşettiği rahmeti dile getirilir. “Rahmet” kelimesi, sözlükte “iyilik, incelik, bağış ve nimet” gibi anlamlara gelir. Bu yüzden Allah'ın, insanlara nimetler verip iyilikte bulunmasına rahmet denir. “Rahmet” kelimesinin bu surede dört; aynı kökten gelen ve Allah'ın güzel isimlerinden biri olan “Rahmân” isminin de onaltı kez tekrar edilmesi, insanların eriştikleri nimetlerin bir rahmet numunesi olduklarına işaret eder. Zira iyilikte bulunmak ve nimet vermek, rahmetten kaynaklanır. Şu halde ayet, Allah'ın kudretinin her şeye kâfi olduğu ve O'nun rahmetinin bütün varlıkları kuşattığı mesajını verir.
3. Hani o, Rabbine gizli bir seslenişle, tâ içinden şöyle yalvarmıştı.
Üçüncü ayette, Hz. Zekeriyâ'nın, gizlice ve içten içe Rabbine yakardığı haber verilir. Buradaki “Rabb” kelimesi, “nimet ihsan eden kerim ma'bud Allah”; “nidâen hafiyyâ” terkibi de “hafif bir sesle, gizlice” yahut “ihlasla ve içten gelen bir yalvarışla” anlamına gelir. Bu yüzden ayet, duânın bağıra bağıra değil, alçak bir sesle, ihlasla ve edeple yapılması gerektiğine işaret eder. Çünkü duada bağırıp çağırmak, riya ve şikayetin beslediği bir hastalıktır. Bunu için Hz. Zekeriyâ, araya hiçbir vasıta koymadan içini Rabbine dökmüş, kendisine sıkıntı veren durumu samimiyetini ve yalnızlığını yansıtan ifadelerle dile getirmiştir. Allah, insan fıtratındaki bu inceliği çok iyi bildiğinden kullarından içlerine sıkıntı veren şeyleri bir bir kendine dökmelerini ve böylece dua etmelerini istemiştir. Maksat, onları üzerlerine çöken sıkıntılardan kurtarıp huzura kavuşturmaktır.
4-6. “Rabbim! Artık yaşım ilerlediği için kemiklerimin gevşeyip zayıfladı, saçım sakalım ağardı. Rabbim! Şimdiye kadar sana her ne için yalvardıysam asla mahrum kalmadım ve bedbaht olmadım. Doğrusu ben, göçüp gittikten sonra ardımdan yerime geçecek olan yakınlarımdan kaygı duyuyorum. Eşim de baştan beri kısırdır; öyleyse bana katından bir oğul bahşet ki, bana ve Yakub ailesine mirasçı olsun. Rabbim! Onu hoşnut olunacak bir kimse yap.” dedi.
Dört-altıncı ayetlerde, Hz. Zekeriyâ'nın kendisine sıkıntı veren şeyleri Rabbine arzedişi dile getirilir. O, yaşının ilerlemesi nedeniyle gücünün azaldığını ve saçlarının ağardığını söylüyor. Şimdiye kadarki yalvarmalarında Allah'ın duasına hep icabet ettiğini, Rabbine her ne için yalvardıysa hiçbir şeyden mahrum bırakılmadığını ve bedbaht olmadığını itiraf ediyor. Burada, yaşlılık yanan bir ateşe benzetilir; şartları yerine getirilerek yapılan bir duanın da mutlaka kabul olacağına işaret edilir.
Ayrıca ayetlerde, durumunu Allah'a arz eden Hz. Zekeriyâ'nın meşru talebi ve davası adına duyduğu kaygı da belirtilir. Kendisi yaşlı, eşi de kısır olan Hz. Zekeriyâ Rabbinden, kendisi öldükten sonra adını ve ülküsünü yaşatacak hayırlı bir vâris ister. Çünkü o, daha sonra gelecek olanların kendisinin bırakacağı maddî ve manevî mirasa hakkıyla sahip çıkamayacaklarından korkar. Bu yüzden de peygamberlik misyonunun hakkını verecek ve kendisinden hoşnut olunacak iyi bir halef, oğul ister.
Buradaki “mevâli” kelimesi, “insana vâris olan yakınlar” anlamına gelir. Aynı kökten gelen “veli” de “bir kişinin işini idare eden ve üzerine alan en yakını” demektir. Ancak burada “veli”den maksadın “iyi bir oğul” olduğu ifade edilmiştir. Zira Hz. Zekeriyâ, kendi yerine geçecek bir çocuğu olmadığını düşünüyor, hısım ve yakınlarının da görevlerini liyakat ve samimiyetle yerine getiremeyeceklerinden endişe duyuyor, bu yüzden de Rabbinden kendi yolunda yürüyecek salih bir oğul vermesini istiyordu. Bazı rivayetlerde, Hz. Zekeriyâ'nın Allah'tan mülküne değil, bilgisine ve peygamberliğine vâris olacak bir salih oğul istediği ifade edilmişse de bunlar, gerçeği tam olarak yansıtmaktan uzaktır. Doğru olan, onun hem malına hem de ilim ve hikmetine vâris olacak, öldükten sonra adını ve ülküsünü yaşatacak bir vâris, yâni bir oğul istemiş olmasıdır.
Ayetler, dinin korunması, yayılması ve hayattaki işlevini sürdürebilmesi için, nitelikli iman neslinin önemine; her inanmış insanın bu konuda duyarlı olması gerektiğine dikkat çekmektedir. Çünkü günü ve geleceği, ancak verilen her vazifenin altından alnının akıyla çıkabilen yetişmiş insanlar, nitelikli ve firesiz müminler inşa edebilirler.
7. Allah, vahiy meleği aracılığı ile ona şöyle seslendi: “Ey Zekeriyâ! İsmi Yahyâ olan bir oğul müjdeliyoruz sana; daha önce o ismi hiç kimseye vermemiştik.”
Yedinci ayette, Allah'ın, Zekeriyâ kulunun duasına icabet edişi; ona, ismi Yahyâ olan bir oğul müjdeleyişi dile getirilir. Bu ismin, daha önce hiç kimseye verilmediği belirtilir. “Yahyâ” ismi, “yaşayacak, manevî erdemiyle hep canlı ve diri kalıp her zaman hatırlanacak kişi” anlamına gelir. “Semiyy” sözcüğü de “isimlendirilmiş” manasına gelebileceği gibi “benzer” anlamına da gelebilir. Birinci takdirde Yahyâ adının daha önce kimseye verilmediği; ikinci takdirde ise onun benzerinin gelmediği ifade edilmiş olur.
Hz. Zekeriyâ, istek ve ümit aşamasının ardından birden bire gerçekle karşılaşır. Bir çocuklarının olacağına çok sevinmekle beraber bundan sonra gelen ayette belirtildiği gibi bu müjde karşısında şaşkınlığını da gizleyemez.
8. Zekeriyâ: “Rabbim! Eşim kısır, ben de iyice yaşlanıp ihtiyarlığın son noktasına ulaşmışken benim nasıl bir oğlum olabilir ki?” dedi.
Sekizinci ayette, realiteleri gözden uzak tutmak istemeyen Zekeriyâ(as)'nın şaşkınlığı ve bu akıl almaz işin nasıl gerçekleşeceğini öğrenme iştiyakı dile getirilir. O, eşi kısır, kendisi de yaşlı ve güçsüzken bu müjdenin nasıl tahakkuk edeceğini Rabbinden öğrenip içini rahatlatmak ister.
9. Vahiy meleği: “Orası öyle”; ama Rabbim diyor ki: “Bu benim için çok kolaydır; tıpkı daha önce sen hiçbir şey değilken seni yoktan var ettiğim gibi.”
Dokuzuncu ayette, Zekeriyâ(as)'nın merak ettiği konuya açıklık getirilir. Hz. Zekeriyâ'nın anılan olay hakkında hayrete düşüp merak etmesi doğaldır. Ancak ona imkânsızmış gibi gelen bu olay, Allah için çok kolaydır. Bunun en yakın ve kesin kanıtı ise, kendisi hiçbir şey değilken, yani yok iken Rabbinin onu varetmesidir. Allah istediği zaman tüm sebepler O'nun emrine girer, O'da dilediği şeyi yapar. Zira Allah'ın gücü hem yoktan var etmeye hem de yeniden yaratmaya yeter. Nitekim Allah bu ümitsiz eşlere tekrar hayat vermiş, erkeğin gücü, kudreti geri gelmiş, kısır kadın da bir erkek çocuk dünyaya getirmiştir.
10. Zekeriyâ: “Rabbim! Öyleyse bana bir işaret tayin et.” dedi. Allah: “Senin işaretin sapasağlam olduğun halde insanlarla üç gün boyunca konuşmamandır.” buyurdu.
Onuncu ayette, Hz. Zekeriyâ'nın Rabbinden müjdenin gerçekleşeceğini gösteren bir alamet tayin etmesini istediği; bu alametin, üç gün boyunca insanlarla konuşmaması ve meramını sadece işaretlerle anlatması olduğu bildirilir. Bazı rivayetlerde, Hz. Zekeriyâ'nın üç gün boyunca insanlarla konuşmaması, onun dilinin tutulmuş olmasına bağlanmışsa da bu doğru değildir. Doğrusu, Allah'ın emri üzerine onun kendisini tamamiyle ibadete ve tefekküre verip konuşma gücü olduğu halde üç gün süresince hiç kimseyle konuşmamış olmasıdır.
11. Bunun üzerine Zekeriyâ, mabedden kavminin karşısına çıktı ve onlara: “Sabah-akşam Allah'ın kudret ve yüceliğini anın.” diye işarette bulundu.
On birinci ayette, Hz. Zekeriyâ'nın mabedden kavminin karşısına çıkıp onlara “sabah-akşam Rabbinizi anın, O'nun sınırsız şanını yüceltin” diye işaret ettiği belirtilir. Buradaki “mihrâb” kelimesi, “ibadet yeri” anlamına gelir. Bu yüzden camilerde en önde imam için hazırlanan ve namaz kıldırılan yere mihrâb denir. Ancak mihrâb kelimesi bu ayette, kilise yahut manastırlarda yerden biraz yüksek olarak inşâ edilen ve kendini zahidçe ibadete veren kimseler için hazırlanmış özel odaları veya hücreleri belirtmek için kullanılmıştır. Şu halde ayetteki “mihrâb” dan maksat, mabed içinde Hz. Zekeriyâ'ya ait olan bir ibadet yeridir. Hz. Zekeriyâ, Hz. Harun neslindendir. İsrailoğulları Filistin'i fethettikten sonra ülkeyi on iki kabileye miras olarak dağıtmışlar; aralarında görev taksimi yapmışlar, Hz. Harun'dan gelen Levililer'e de dini hizmetler düşmüştü. Bu yüzden Hz. Zekeriyâ halk mabedde toplanınca bu özel odasından çıkıp onlara öğüt verirdi. İşte yine mabedde toplanan halka hitap etmek üzere odasından çıkan Zekeriyâ, konuşmak istemiş fakat konuşamamış, ancak onlara sabah-akşam Rabblerini anlamalarını işaretle bildirmiştir. Bu durum, onun eşinin hamileliği konusunda bir önceki ayette sözü geçen işaretin gerçekleştiğini gösteriyordu.
12-14. Çocuk doğup büyüdüğünde: “Ey Yahyâ! Kitaba sımsıkı sarıl.” dedik. O daha çok gençken ona bilgelik, katımızdan bir ruh inceliği ve arınmışlık verdik. O, her zaman Allah'a saygılı olan, ana-babasına iyilik eden biriydi, asla baş kaldıran bir zorba değildi. 15. Doğduğu günde ve öldüğü günde olduğu gibi yeniden diri olarak kaldırılacağı gün de ona selam olsun!
On iki-on beşinci ayetlerde, doğup büyüyen Yahyâ(as)'ya “ilahî mesaja iyice sarıl” diye öğüt verildiği; henüz çok gençken kendisine bilgelik, peygamberlik, ruh inceliği ve arınmışlık bahşedildiği; onun her zaman Allah'a saygı duyan ve ana-babasına iyilik eden biri olduğu, asla baş kaldıran bir zorba olmadığı belirtilir. Doğduğu ve öldüğü gündeki gibi tekrar dirileceği gün de esenlik içinde bulunması temenni edilir.
Hz. Zekeriyâ'yı, Rabbinin yüceliğini anmakla başbaşa bırakan tablonun ardından gelen bu ayetler, yeni bir sayfa açıyor. Bu sayfada Hz. Yahyâ yer alıyor. O, doğmuş ve büyümüş; babası Zekeriyâ'nın mirasına vâris olmuştur. Bu yüzden yücelerden gelen ilk ses, ona kutsal emaneti yüklenip verasetin yükümlülüklerinden kaçmamasını söylüyordu. Zira Allah, bu onurlu görevi yürütmesi için Hz. Yahyâ'yı gerekli güç ve özelliklerle donatmıştı. Hz. Zekeriyâ, Allah'a yaptığı içli duasında hem insanların hem de Rabbinin hoşnut olacağı iyi bir oğul istemişti. Rabbi Zekeriyâ(as)'ya güzel hasletlerle donatılmış temiz bir oğul sunarak onun duasına karşılık vermiş; daha önce olduğu gibi bu sefer de Hz. Zekeriyâ'nın duası cevapsız bırakılmamıştır. Hz. Yahyâ'nın nasıl hareket ettiği ve ne yönde gittiği ana hatlarıyla belirtildikten sonra onun daima esenlik içinde bulunması temennisiyle daha önce açılan bu sayfa da kapatılır. Burada Hz. Yahyâ'ya verildiği bildirilen kitaptan maksat, “Tevrat” olmalıdır. Çünkü o, Tevrat'ın hükmünü uygulayan bir peygamberdi.
Bu ayetlerde, Kur’an'da geçen İmrân ailesinin iki önemli şahsiyetine yer verilmiştir. Bunlar, Hz. Zekeriyâ ile oğlu Yahyâ'dır. Hz. Zekeriyâ, Hz. İbrahim zürriyetinden gelen ve israiloğullarına gönderilen peygamberlerden biridir. O, elinin emeğiyle geçinen bir dülgerdi. Aynı zamanda Beyt-i Makdis'te imamet görevini yürütürdü. Eşi Elisabeth, Hz. Meryem'in annesi Hanne'nin kız kardeşiydi. Bu yüzden Hz. Zekeriyâ, eşinin yeğeni olan Hz. Meryem'i Beyt-i Makdis'teki bir odada himaye etti. Hz. Zekeriyâ Yahuda halkının işledikleri kötülüklere karşı çıktığı için devrin kralı Herod tarafından ölümle cezalandırıldı.
Hz. Yahyâ ise, Zekeriyâ(as)'nın oğludur. Babasının ve annesinin ihtiyarlıkları döneminde dünyaya gelmiş, otuz yaşına girince kendisine peygamberlik bahşedilmiştir. O da, Yahuda kralı Herod'un sarayında ve içinde yaşadığı toplumda açıkça işlenen kötülüklere karşı çıktığı için önce yakalanıp hapsedildi, daha sonra da kralın karısı Herodias'ın isteği üzerine hapiste başı kesilip tabak içinde ona sunuldu.
Sonuç olarak, surenin ilk bölümünde ileri yaşına rağmen Hz. Zekeriyâ'nın çocuk sahibi olması ve Hz. Yahyâ'nın doğması anlatılır. Bu anlatımı, Hz. İsâ'nın doğum öyküsü izler. Şu halde bu hayret verici olay, tam bir mucize olarak babasız yaratılan Hz. İsâ'nın doğum öyküsüne bir giriş niteliğindedir. Aslına bakılırsa bu ve benzeri olaylarla, sebepleri yaratan Allah'ın onlara mahkum olmadığı, aksine O'nun dilediği zaman yepyeni bir sebep-sonuç süreci varedebileceği mesajının verildiği görülür. Zira Allah'ın gücü her zaman hem yoktan varetmeye hem de yeniden yaratmaya yeter. Ayrıca O, içten yapılan dualara mutlaka icabet eder. Demek ki acı ve sıkıntılar, rahmeti haber veren öncülerdir. Onların dilinden anlayıp sancıyı doğumla sonuçlandıran basiretli ve gayretli kişilere müjdeler olsun!
(16-40'ıncı ayetler)
Bundan önceki ayetlerde, İmran ailesinin iki önemli şahsiyetinden; Hz. Zekeriyâ ile oğlu Yahyâ'nın hayatından kesitler sunulmuştu. Bu ayetlerde de, yine aynı aileye mensup iki mühim şahsiyetin, yani Hz. Meryem'le oğlu İsâ(as)'nın hayatından bazı kesitler sunulur.
16-17. Kitapta Meryem'i de an. Hani o ailesinden ayrılıp doğu yönünde ıssız bir yere çekilmiş ve kendisiyle onlar arasına bir perde çekip insanlarla ilişkisini kesmişti; bu durumdayken Biz, kendisine vahiy meleği Cebrâil'i gönderdik. Bu melek ona eli yüzü düzgün bir insan şeklinde göründü. 18. Meryem onu görünce: “Senden O kuşatıcı rahmet sahibine sığınırım! Eğer Allah'tan korkan biriysen bana dokunma!” dedi. 19. Melek: “Doğrusu ben, Rabbinin sana tertemiz bir oğlan bağışlamak üzere gönderdiği bir elçisiyim.” dedi. 20. Meryem: “Bana hiçbir erkek dokunmamışken nasıl bir oğlum olabilir? Üstelik ben iffetsiz bir kadın da değilim.” dedi. 21. Melek: “Bu doğrudur. Ama Rabbin diyor ki: 'Bu benim için çok kolaydır; Biz o senin doğacak oğlunu insanlara kudretimizi gösteren bir işaret ve katımızdan bir rahmet simgesi kılacağız.' Artık bu kesinleşmiş ve olmuş bitmiş bir iştir.” dedi. 22. Nitekim Meryem o çocuğa gebe kaldı ve bu haliyle ıssız bir yere çekildi. 23. Doğum sancıları onu bir hurma ağacının altına sığınmaya zorladı. Meryem: “Keşke bu durum başıma gelmeden önce ölseydim de unutulup giden biri olsaydım!” diye yakındı. 24. Bunun üzerine vahiy meleği ağacın altından ona şöyle seslendi: “Sakın üzülme! Rabbin senin alt yanında bir ırmak akıttı. 25. Hurma ağacını kendine doğru silkele, üstüne taze ve olgun hurma dökülsün. 26. Ye, iç, gözün aydın olsun. Eğer insanlardan birini görecek olursan işaretle de ki: 'Ben O sınırsız rahmet sahibi için bir süre konuşmaktan kaçınmaya ahdettim; bu yüzden bugün hiçbir insanla konuşmayacağım.'”
27. Bir süre sonra çocuğunu kucağına alıp onunla birlikte kavmine geldi. Onlar: “Ey Meryem! Gerçekten sen çok kötü bir iş yaptın. 28. Ey Harun'un kız kardeşi! Senin baban kötü bir adam değildi, annen de hiç hayasızlık yapmamıştı!” dediler. 29. Meryem çocukla konuşun diye bebeğe doğru işaret etti. Onlar: “Biz, daha beşikteki bir çocukla nasıl konuşabiliriz ki!” dediler. 30. Fakat çocuk: “Bakın ben Allah'ın kuluyum; O bana Kitap verdi ve beni peygamber yaptı.” dedi. 31. “Nerede bulunursam bulunayım beni kutlu ve erdemli kıldı; sağ oldukça bana namazı ve zekâtı emretti. 32. Beni anneme iyi davranan bir kimse yaptı; merhametten yoksun bir zorba kılmadı. 33. Bunun içindir ki doğduğum günde Allah'ın selamı, esenliği benim üzerimdeydi; öleceğim gün ve hayata yeniden döndürüleceğim gün de yine benim üzerimde olacaktır.”
On altı-otuz üçüncü ayetlerde, Hz. Meryem'in mucizelerle dolu hayatından söz edilir. Meryem, Arapça kökenli olmayan bir özel isimdir. Yabancılar bu ismi, Maria diye teleffuz ederler. Sureye isim olan Meryem ise, görgülü ve bilgili bir aile olan İmran ailesinin kızıdır. Ailesi onu, henüz doğmadan önce Kutsal Mescid'e hizmet etmesi için adamışlardı. Onlar böyle bir adakta bulunurken, onun erkek olacağını düşünmüş, çocuğun kız doğabileceğini hesaba katmamışlardı. Zira Mescide hizmet için yalnız erkek çocukları adanırdı. Çocuk kız doğunca ona o zaman için bir erkek adı olan ve kendi dillerinde “Allah'ın hâdimi, hizmetkârı” anlamına gelen “Meryem” ismini verdiler.
Meryem daha çok küçükken babası öldü. O, eniştesi Hz. Zekeriyâ'nın himayesinde yetişti. Bir genç kız olduğunda herkesin özeneceği bir hayatı vardı. Herkes onu sever ve kendisine saygı duyardı. İşte tam bu sırada Meryem'in başına, ona çok acı çektiren ve çağlar boyu tartışılan şu olay geldi. O henüz evlenmemiş bir genç kız iken hamile kaldı. Çocukluğundan beri vaktini ibadetle geçiren Meryem, ailesinden ayrılıp Beyt-i Makdis'in doğu yönünde tenha bir yere çekildiği bir sırada bu durumu Allah ona Meleği aracılığı ile bildirdi. Melek ona tam bir insan şeklinde görünüp Allah'ın Elçisi olduğunu ve kendisine tertemiz bir oğlan çocuğu müjdelemek için geldiğini söyledi. Bu haber Meryem'i hayretler içinde bıraktı ve o, bunun imkânsız olduğunu haykırdı. Ancak melek, söylenenin gerçekleşeceğini, çünkü Allah'ın böyle olmasını dilediğini vurgulayarak haberin kesin olduğunu bildirdi. Meryem, hamileliği belli olunca kavminden uzaklaşıp tenha yerlere çekildi. Doğum sancıları artınca bir hurma ağacının dibine sığınıp orada çocuğunu dünyaya getirdi. Hiçbir kadının çekemeyeceği acıları çekti. Bu sırada duyduğu bir ses, ona üzülmemesini söyledi ve “gözün aydın olsun” dedi. Bu ses onun içini rahatlattı. Meryem bir süre sonra kucağında bir çocukla kavmine döndü. Fakat kavmi onu bu halde görünce iffetsiz davranmakla suçladılar. Bunun üzerine Meryem onlara çocukla konuşmalarını işaret etti. Ne var ki bu durum, kavminin daha çok tepkisini çekti. Beşikteki bir çocukla nasıl konuşabiliriz diye ona sordukları sırada bebek dile gelip kendisinin “Allah'ın kulu” olduğunu söyledi. Böylece o harika olayın şaşırtıcı yanı ve hakikati ortaya çıktı.
Bu aşamada, ayetlerin genel olarak ortaya koyduğu tablodaki bazı önemli noktalara işaret etmek faydalı olacaktır. Önce ayetlerde bâkire ve iffetli bir kız olan Meryem'in yakınlarından ayrılıp ıssız bir yere çekildiği ifade ediliyor; ama onun çekildiği yer ve çekilme sebebi açıkça belirtilmiyor. Rivayetlerde, Hz. Meryem'in çekildiği yerin, Beyt-i Makdis'in doğu tarafında bulunan bir oda; çekilme sebebinin de temizlenmek, arınmak ve Allah'a ibadet etmek olduğu söyleniyor.
Yine, burada geçen ve lafzen “Ruhumuz” anlamına gelen “rûhenâ” ibaresiyle ne kastedildiği de açık değildir. Ancak rivayetlerde, bu ibareyle Cebrâil'in kastedildiği belirtilir. Zira sözlükte “nefis, can ve hayat soluğu” gibi anlamlara gelen ruh sözcüğü, Kur’an'da daha çok “ilham, vahiy ve vahyi Allah'ın seçtiği kimseye ulaştıran aracı melek, melekî güç” anlamında kullanılır. Nitekim Cebrâil, Kur’an'da “Ruhu'l emin/Güvenilir ruh” olarak nitelendirilir. Bununla birlikte, Hz. Meryem'e gönderilen ruhun, onun karnında şekillenip insan olan Hz. İsâ'nın ruhu olduğunu söyleyenlerde olmuştur.
Bu ayetlerde, Meleklerin Allah'ın izni ve emriyle çeşitli şekillere girebilme özelliklerine de işaret edilmektedir. Demek ki insanın melekleri gerçek şekilleriyle kavraması imkânsızdır. Bunun için Allah, Cebrâil'i Hz. Meryem'e eli yüzü düzgün bir insan, onu kolayca algılayabileceği bir biçimde göstermiştir. Ayrıca meleğin “ruh” kavramıyla ifade edilmesi, bu kategorideki varlıkların fiziksel unsurlardan uzak, sırf manevî bir mahiyet taşıdıklarını gösterir.
Hz. Meryem'in İsâ(as)'ya hamile kalması olayı anlatılırken, “ruhumuzu ona gönderdik” ifadesine yer verilir. Benzer ifadelere, insanın yaratılışı ile ilgili ayetlerde de rastlanır. Öyleyse “Allah'ın ruhunu göndermesi” veya “ruhundan üflemesi” gibi ifadeler, “O'nun insana hayat vermesi” anlamına geldiğini gösterir. Bu yüzden Allah'ın insana yüce armağanını ve onu bilinçli bir canla donattığını ifade etmek için Kur’an'da ruh kelimesi kullanılır. Hz. İsâ'nın doğumuyla ilgili bu ayetlerde ruh kelimesinin kullanılmasından maksat, onun da diğer bütün insanlar gibi Allah tarafından yaratılmış bir can olduğunu vurgulayıp onu ilâhlaştırmanın doğru olmadığını anlatmaktır.
Hz. Meryem, insan şekline giren ruhu karşısında görünce tam bir kulluk bilinci ve genç kızlık hayasıyla hareket ediyor. Ona, Allah'tan korkan biriyse kendisine dokunmamasını söylüyor. Bu ifadeler, kötülüklerden korunmak, için Allah'tan korkmak gerektiği mesajını veriyor. Gerçekten de Allah'tan korkan bir insan, daha O'nun ismini duyar duymaz şehvet sâikiyle işleyebileceği şeytan fiilinden sakınır.
İnsan şeklinde görünen ruh, Meryem'e bir erkek çocuk dünyaya getireceğini söyleyince Meryem'in şaşkınlığı ve utancı daha da artıyor. “Bana bir insan temas etmemişken ve kötü bir kadın olmadığım halde benim nasıl bir oğlum olabilir ki!” diye haykırıyor. Fakat insan şeklindeki ruh ona: “Bunun Allah için çok kolay olduğunu; ayrıca bu olayın bir mucize, doğacak çocuğun da insanlar için bir rahmet simgesi olacağını” söylüyor. Sözlükte “işaret, alamet, sembol ve simge” gibi anlamlar taşıyan “ayet” kelimesi, Kur’an'da genellikle “ilâhî mesaj” anlamında kullanılır. Ancak Hz. İsâ, Allah'ın mesajının insanlara ulaşmasında bir vesile, ilâhî rahmetin bir simgesi olduğundan burada “ayet” kelimesi mecaz olarak “Hz. İsâ” için kullanılmıştır. Şu halde Kur’an bu fevkalade olayı, Allah'ın varlığına bir alamet, sınırsız kudretine bir işaret ve mutlak iradesine de bir delil olarak sunmuş bulunuyor. Zira insan açısından gerçekleşmeden önce imkânsızmış gibi görünen şeyler, Allah için son derece kolay ve mümkündür.
Ayetlerde, hamile kalan Meryem'in doğum sancısı çektiği ve sığındığı ağacın altında başına gelenlere çok üzüldüğü bir sırada: “Üzülme, hurma ağacını silkele, ye, iç gözün aydın olsun!” diyen bir ses duyduğu belirtilir. Söz gelişinden bu sesin sahibinin, Hz. Meryem'e daha önce insan şeklinde görünen ve ona bir çocuk müjdeleyen ruh/Cebrâil olduğu anlaşılır.
“Rahmân'a oruç adadım” anlamındaki cümlede yer alan “savm” kelimesi, sözlükte “tutmak, sakınmak ve kaçınmak” gibi anlamlar taşır. Ancak Türkçe'de “oruç” anlamına gelen “savm” kelimesi, burada “samt” yani “konuşmaktan kaçınıp susmak” manasında kullanılmış ve bununla Yahudi geleneğindeki “susma orucu”na işaret edilmiştir.
Yine bu ayetlerde belirtildiğine göre, bâkire Meryem kucağında bir çocukla kavmine dönünce, kavmi onu iffetsizlikle suçlamış ve kendisine “Ey Harun'un kız kardeşi!” diye hitap etmişlerdir. Oysa Harun, Musâ(as)'nın kardeşidir ve Harun'la Meryem arasında çağlar vardır. Burada “Harun'un kız kardeşi” sözünden maksat, Meryem'in o aileden gelmiş olduğunu vurgulamaktır. Zira kadim Sâmi geleneğinde kişinin ismi, çoğu kez kabilenin büyüklerinden birinin ya da kabilenin ilk atası olarak bilinen kimsenin adına bağlanırdı. Tıpkı günümüzde de, bazı konuşmacıların dinleyicileri etkilemek amacıyla: “Ey Fatih'in torunları!” diye hitap etmesi gibi. Aslında dinleyiciler Fatih'in öz torunu değillerdir; ama bu söz, dinleyenlerin Fatih neslinden geldiğini belirtir. İşte Meryem'in de Hz. Musâ'nın kardeşi Harun soyundan geldiğini belirtmek; onu, soyuna yakışmayan bir iş yapmakla suçlayıp iyice mahcup etmek için kavmi ona bu şekilde hitap etmiştir.
Bu ayetlerde “Hz. İsâ'nın daha beşikte iken konuştuğu, çocukluk çağlarında hikmetle donatıldığı, Allah'ın onu peygamber yaptığı ve mübarek kıldığı, hayatta kaldığı sürece de namaz kılıp zekat vermesini, annesine iyi davranıp mütevazi olmasını öğütlediği”, mazi/geçmiş zaman kipi kullanılarak ifade ediliyor. Fakat bazı müfessirler, bir insanın belli bir yaşa gelmeden konuşamayacağı; o insan zihinsel planda tam bir olgunluğa erişmeden önce de kendisine peygamberlik verilemeyeceği gerçeğinden hareketle buradaki ayetlerin, gelecekte gerçekleşecek şeylerin tasavvurunu önceden dile getiren bir mecaz özelliği taşıdığını söylemişler ve söz konusu ayetleri: “Allah benim beşikte konuşmamı, peygamber olmamı, namazı kılıp zekatı vermemi hükme bağlamıştır” şeklinde yorumlamışlardır. Bu yaklaşıma göre, ayetlerde değinilen gerçekler, yetişkinliğe ulaşıp peygamber olduktan sonra, Hz. İsâ tarafından dile getirilmiştir. Ancak ayetler, söz konusu konuşma ve diyaloğun çocuk büyüdüğünde değil, Meryem'in çocukla kavminin yanına geldiğinde gerçekleştiğini açıkça belirttiğinden, değinilen ayetlerin ortaya koyduğu bu tabloya daha fazla bir şey eklemek doğru değildir.
Meryem kıssası, Hz. İsâ'nın Allah'ın oğlu değil, kulu ve elçisi olduğunu; onun, doğduğu günde olduğu gibi öleceği ve yeniden dirileceği gün de esenlik içinde bulunma temennisini dile getiren ayetlerle son buluyor. Kur’an'da Hz. İsâ'nın doğumundan itibaren peygamber olup tebliğ faaliyetine kadar geçen dönemle ilgili ayrıntılı bilgi verilmez. Sadece Meryem ve oğlunun, suyu bulunan, yaşamaya ve iskana çok elverişli olan bir mekana yerleştikleri bildirilir. Hıristiyan kaynaklarında ise Meryem'in, Hz. İsâ'nın doğumundan sonra iki kez yurdundan ayrıldığından; ilkin Mısır'a, sonra da Galile'de Nâsıra'ya gittiğinden söz edilir. Allah'ın Hz. İsâ'yı Romalı yöneticilerin ve Yahudilerin elinden kurtarıp katına yüceltmesinden sonra Havariler, Meryem'i de alıp uzaklara giderler. Kabul edilen rivayetlerden birine göre onlar, Anadolu'da Efes şehrine yerleşirler. Şehrin 7 km uzağındaki Aladağ tepesinde bir evde Meryem son günlerini yaşar. M.S. II. yüzyılda bu evin yanında bir Ayazma kurulur. IV. yüzyılda da Ayazma kiliseye çevrilir. İkinci Dünya savaşından sonra bakım gören bu kilise, 1951'de Papa tarafından takdis edilir. O tarihten beri her yıl 15 Ağustos'ta İzmir Katolik Kilisesi burada bir ayin düzenlemektedir.
34. İşte Şüpheye düşüp boş yere tartıştıkları Meryem oğlu İsâ hakkındaki gerçek söz, doğru açıklama budur. 35. Bir çocuk edinmek Allah'a asla yaraşmaz; zira O, sınırsız Yüceliğiyle böyle bir şeyin ötesindedir. O bir şeyin olmasına hükmedince ona yalnızca “Ol!” der, o da oluverir. 36. Doğrusu Allah benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir; öyleyse sadece O'na kulluk edin. İşte dosdoğru yol budur.
Otuz dört- otuz altıncı ayetlerde, Hz. İsâ'nın gerçek durumu ve konumu belirtilir.; onun hakkında en doğru sözü, Kur’an'ın söylediği ifade edilir. Allah çocuk edinmez; bu yüzden O'na oğul isnad edilemez. Oğul edinme arzusu ancak kendisinden sonra yerine geçecek birisini bırakmak isteyen fanilere özgüdür. Allah ise bâkidir, asla yok olmaz; her şeye kâdirdir, hiçbir yardımcıya ihtiyaç duymaz. O, yapmak istediğini şunun bunun yardımıyla değil, mutlak iradesi ve sınırsız kudretiyle yapar. Öyleyse en doğru yol, Allah'ı Rabb tanıyıp sadece O'na kulluk etmektir.
Buradaki “kavlü'l hak” terkibi, “gerçek ve doğru söz” anlamına gelir. Bununla Yahudi ve Hıristiyanların, Meryem oğlu İsâ hakkında söylediklerinin doğru olmadığına dikkat çekilir. Böylece hem Yahudilerin, “Hz. İsâ'nın sahte bir peygamber” ve “gayri meşru birleşmenin utanç verici bir mahsulü” olduğu yolundaki iddialarının; hem de Hıristiyanların “onun Allah'ın oğlu olduğu” şeklindeki inançlarının gerçekle bağdaşmadığı açıkça dile getirilir.
Kur’an'a göre Hz. İsâ, İsrailoğullarına gönderilen ve kendisine kutsal kitap İncil verilen bir peygamberdir. Onun en önemli özelliği, dünyaya babasız gelmiş olmasıdır. Bu yüzden Kur’an'da ondan bir ayet/mucize olarak söz edilir. İsâ(as)'nın annesi, hayat hikayesi biraz önce geçen ayetlerde anlatılan ve İmrân ailesine mensup olan Meryem'dir. Ailesi tarafından Allah'a adanmış bir kız olarak dünyaya gelen Meryem, eniştesi Zekeriya(as)'nın gözetiminde büyümüş, kendisine tahsis edilen bir yerde yaşarken insan şeklinde görünen ruh ona tertemiz bir oğlunun olacağını bildirmiş ve o genç bir kız iken hamile kalmış, hamileliği belli olunca kavminden uzaklaşıp tenha bir yere çekilip çocuğunu dünyaya getirmiş; Hz. İsâ doğup büyüdükten sonra kendisine peygamberlik verilmiştir. Hz. İsâ, peygamberlik görevini üstlenince İsrailoğullarını tevhide davet etmiş, onlardan sadece Allah'a kulluk ve kendisine itaat etmelerini istemiştir. O, daveti esnasında peygamberliğini destekleyen pek çok mucizeler göstermiştir. Ne var ki İsrailoğulları bunca mucizeler görmelerine rağmen Hz. İsâ'ya inanmamışlar ve sözlerinden hoşlanmaz olmuşlardı. Halbuki bu tarihlerde İsrailoğulları, Roma İmparatorluğunun egemenliği altında yaşıyor, halkı putlara tapan bir İmparatorluğun egemenliği altında bulunmayı onur kırıcı buluyorlardı. Onlar, kendi soylarından gönderileceğine inandıkları bir kurtarıcı bekliyorlar, ona Mesih diyorlardı. Onlara göre İsâ Mesih, göklerin çocuğuydu; halkını baskıdan kurtaracak, kardeşlik, barış, hoşgörü ve özgürlük duygularının geçerli olduğu bir hayat düzeni kuracaktı. Ancak Romalı yöneticiler bu sözlerden rahatsız oluyorlardı. Bu yüzden onlara ağır yasaklar koydular, acımasız uygulamalarda bulundular ve doğan erkek çocukların öldürülmesine karar verdiler. Kaçabilen anneler, çocuklarını alarak kaçtılar. İsâ'nın annesi Meryem'de oğlunu alarak kaçmış ve uzun bir süre ülkesine dönmemişti. İsrailoğulları kendilerini seçilmiş üstün bir millet saydıklarından İsâ Mesih'in yalnız kendileri için çalışmasını istiyorlardı. Hz. İsâ ise sadece İsrailoğullarının değil, bütün insanların peygamberi olduğunu söylüyordu. Hz. İsâ böyle davranınca onu korumadılar, aksine karşısında yer aldılar. Romalı yöneticiler de İsâ'nın yasalara karşı geldiğini, halkı kışkırttığını ileri sürerek onu takibe aldılar. Hz. İsâ ancak gizlice vaaz edebiliyordu, yakalanması an meselesiydi. Bu yüzden o, son Akşam Yemeği denilen ünlü toplantısını yaptı. Kendisine inanan pek az sayıdaki insandan oluşan Havarilerine öğütlerini verdi. İnancın esaslarını bildiren; barış, sevgi ve kardeşlik duygularını uyandırıp harekete geçiren açıklamalar yaptı. Onlara kendinden sonra ülkeyi dolaşıp halkı Allah yoluna çağırmaya devam etmelerini söyledi. Bu arada on iki havariden biri olan Yahuda İskariot, Hz. İsâ'yı ele verdi ve kısa bir süre sonra İsâ(as) tutuklandı. Yahudiler Hz. İsâ'nın milleti kandırdığını, Kaysere vergi verilmesine engel olduğunu ve kendisinin Mesih kral iddiasında bulunduğunu ileri sürerek Roma Valisi Platus'tan onun öldürülmesi için onay istediler. Platus, İsâ(as)'yı özel olarak sorguya çekti ve onun suçsuz olduğunu gördü. Fakat Yahudilerin baskısı ve halkla karşı karşıya gelmeyi göze alamayışı nedeniyle İsâ(as)'nın çarmıha gerilerek öldürülmesini onayladı. Ancak Allah, Yahudilerin ve Romalı yöneticilerin planlarını boşa çıkardı.
Zira onlar, İsâ zannederek ona benzeyen birini yakalayıp çarmıha gerdiler. Hz. İsâ'yı değil, başkasını öldürdüler. Hz. İsâ'nın Yahudiler tarafından öldürülmediği ve asılmadığı Kur’an'da açıkça bildirilmiş olmakla birlikte onun akıbeti, göğe yükseltilmesi ve yere inmesi mahiyet olarak açık olmadığından bu konular, üç büyük din mensupları arasında tartışmalıdır. Şimdilik Hz. İsâ hakkında verilen bu bilgilerle yetinilecek; tartışmalı konularla ilgili bilgiler ise, yeri geldikçe verilecektir. Ancak İslam inancına göre genel kanı şudur. Allah, Hz. İsâ'yı Yahudilerin elinden kurtarmış, İsâ(as) daha sonra kendi eceliyle ölmüştür.
Sonuç olarak Hz. İsâ “Allah'tan bir kelime,” “bir ruh” olmasına ve kendisine bir çok mucize verilmesine rağmen o, bir insan ve bir kuldur. Hz. İsâ, hiçbir zaman kendisinin tanrı yerine konulmasını söylememiş, aksine hep Allah'a kulluğu öğütlemiştir. Bunun için Kur’an, temel prensip olarak tevhidi benimser, teslisi/üçleme inancını açıkça reddeder.
37. Hal böyleyken daha sonra onun hakkında bir takım gruplar, aralarında ayrılığa düştüler. Öyleyse o büyük Gün'ün duruşmasında görecekleri cezadan dolayı inkârcıların vay haline! 38. Onlar Bize gelecekleri o Gün, neler işitecek, neler görecekler! Ne var ki zalimler bugün apaçık bir sapıklık içindedirler. 39. Bunun için sen, hâlâ umursamazlık içinde ve inanmaz durumda olan o kimseleri, her şeyin hükme bağlanıp bitirileceği pişmanlık Günü'yle uyar.
Otuz yedi- otuz dokuzuncu ayetlerde, Hz. İsâ'nın doğası ve menşei hakkında ihtilafa düşen hiziplerin, çeşitli inanç ve kanaatlere sahip oldukları belirtilir. Gerçeği inkâr edenlere, Hesap gününde ve herkesin gözü önünde azaba uğrayacakları uyarısı yapılır. Buradaki “meşhed” kelimesi, “hakikati inkâr edenlerin ceza görmeleri” yahut “hesaba çekilip ceza görecekleri yer” anlamına gelir. Her iki durumda da bu kelime, dehşetli olayların vuku bulacağı hesap ânını ve alanını ifade eder. Zira bu dünyada gerçeği görmek istemeyen ve açık bir şaşkınlık içinde bulunan kimseler, o gün neler görüp neler işitecekler!
Bu ayetlerde, bilgi vasıtalarını doğru ve etkin biçimde kullanmayan kişilerin tuhaf halleri ortaya konuyor. Onlar bilgi vasıtalarını normal zamanda etkili biçimde kullanmadıklarından gerçeği görüp duyamıyorlar. Ama aynı kişiler, o korkunç gün gelip çattığında yok saydıkları şeyleri bir bir karşılarında bulunca, duyup görmek zorunda kalıyorlar. Şu halde ayetlerin amacı, hâlâ inanmaz durumda ve umursamazlık içinde olan kimseleri, her şeyin açıkça hükme bağlanıp bitirileceği Hesap günüyle uyarmaktır.
40. Hiç kuşkusuz bütün yeryüzüne ve onun üzerinde bulunan her şeye Biz varis olacağız; onların hepsi Bize döndürülecekler.
Kırkıncı ayette de, Son saat gelip çatınca yeryüzündeki her şeyin ve herkesin Allah'a döneceği; yani yaratılmış âlemin sona erip sadece Allah'ın bâki kalacağı haber verilir. Burada, Allah'ın ölümsüz hayat sahibi olduğu, bütün yaratıkların yok olmasından sonra sadece O'nun bâki kalacağı vurgulanır. Bundan maksat, insanların öldükten sonra Allah'a döneceklerine ve O'na hesap vereceklerine dikkat çekmektir.
Sonuç olarak bu bölümü oluşturan ayetlerin, Hz. Meryem ve oğlu İsâ(as) ile ilgili gerçekleri bildirmek amacıyla indikleri anlaşılıyor. Bu da, daha Mekke döneminde Hz. Peygamber ile Hıristiyanlar arasında temasların olduğunu ve tartışmaların yaşandığını hatıra getiriyor. Zira anılan dönemde Hıristiyan mezhepleri arasında çok çetin tartışmalar yaşanıyordu. Onlardan kimi Hz. İsâ'nın Allah, kimi Allah'ın oğlu, kimi de Ruhu'l kudüs'ün içine girmiş bulunduğu bir insan olduğunu söylüyorlardı. Bu yüzden ayetler, hakkında her zümrenin başka başka inançlar beslediği Hz. İsâ ve annesinin gerçek durumunu anlatmak üzere inmiş olmalıdır. İsâ(as) ne Allah, ne Allah'ın oğlu, ne de üç unsurdan biridir. O, Allah'ın bâkire Meryem'den yarattığı bir kulu ve peygamberidir. O'nun yaratılış biçimi de Allah'ın kayıtsız iradesini ve sınırsız kudretini gösteren bir mucizesidir. İşin özü ve gerçeği budur. Ancak nasıl yenilen gıdalara zamanla zararlı mikroplar karışıyorsa, insan düşüncesine de asılsız ve tutarsız fikirler karışabilmektedir.
(41-50'nci ayetler)
Hz. Meryem ve oğlu İsâ(as)'nın hayat hikayesinden sonra, insanları Allah'ın birliğine çağırmak ve doğru inanca açıklık getirmek amacıyla, Hz. İbrahim'in hayatından bir kesit sunulur.
41. Kitapta İbrahim'i de an. Gerçekten o, dosdoğru bir kişi ve nebiydi. 42. Hani o, babasına şöyle demişti: “Ey babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir faydası olmayan şeylere niçin tapıyorsun? 43. Ey babacığım! Gerçek şu ki bana, senin hiç haberdar olmadığın bir bilgi ulaşmıştır. Öyleyse bana uy ki sana doğru yolu göstereyim. 44. Ey babacığım! Gel, Şeytan'a kulluk etme; çünkü Şeytan, Rahmân'a baş kaldırıp isyankâr olmuştur. 45. Ey babacığım! Gerçekten sana Rahmân'dan bir cezanın dokunmasından ve senin Şeytan'ın dostu olmandan korkuyorum.” 46. Babası: “Ey İbrahim! Yoksa sen benim tanrılarımdan hoşlanmayıp onları hor mu görüyorsun? Eğer bu tavrına bir son vermezsen seni mutlaka taşa tutarım. Haydi, şimdi defol git ve bir süre benden uzak dur!” dedi. 47. İbrahim: “Selametle kal.” diye karşılık verdi ve ekledi: “Yine de ben, Rabbimden seni bağışlamasını isteyeceğim; çünkü O, bana karşı çok lütufkârdır. 48. Sizden ve sizin Allah'tan başka yalvarıp yakardığınız şeylerden uzak durup sadece Rabbime yalvaracağım. Umarım, Rabbime yalvardığım sürece mahrum kalmam!” 49. İbrahim onlardan ve onların Allah'ı bırakıp taptıkları şeylerden uzaklaşınca, ona İshak'ı ve Yakub'u bağışladık; her birini peygamber yaptık. 50. Onlara rahmetimizden bağışta bulunduk; kendileri için yüksek bir doğruluk dili oluşturup iyi anılmalarını sağladık.
Kırk bir-ellinci ayetlerde, tevhid dininin önderi olan ve uzun yıllar putçulukla mücadele eden, bu yüzden de bir çok ülke değiştirmek zorunda kalan Hz. İbrahim'in örnek şahsiyetinden, babasını hak dine çağırmasından ve bu çabasının sonuçsuz kalışından söz edilir.
Hz. İbrahim, Kur’an'da kendisinden en çok bahsedilen peygamberlerden biridir. Babasının adı Âzer, annesinin adı da Ûşâ, Nûna veya Ebyûna olarak zikredilmektedir. Hz. İbrahim'in Keldânilerin Ur Şehri'nde doğduğu söylenmişse de yapılan araştırmalar onun, bu günkü Urfa'da doğup orada ateşe atılmış, ardından Harran'a ve buradan da Filistin'e gitmiş olmasını daha makul göstermektedir. Bu durumda Hz. İbrahim'in ve ailesinin anayurdunun Kuzey Mezepotamya, yani içinde Harran'ın da bulunduğu Güneydoğu Anadolu bölgesi olduğu söylenebilir. Hz. İbrahim'in yaşadığı dönem tam olarak bilinmemektedir. Ancak yaygın kanı, onun milattan önce XXII-XX. yüzyıllarda ve Nemrut döneminde yaşadığı şeklindedir.
Tarihçilerin kaydettiğine göre kâhinler, bölgede doğacak İbrahim isimli bir çocuğun halkın dinini değiştirip Nemrut'un saltanatına son vereceğini söylemişler, bunun üzerine Nemrut hamile kadınları bir araya toplayıp doğacak bütün erkek çocukların öldürülmesini istemiştir. İşte bu kritik dönemde Âzer, İbrahim'e hamile kalan eşini Küfe ile Basra arasındaki Ur şehrine götürüp bir mağaraya saklamış, İbrahim de bu mağarada doğmuştur.
İbrahim doğup büyüdükten ve rüşde erdikten sonra peygamber olarak seçilip kavmine gönderilmiş, Hz. Nûh'a vahyedilenler İbrahim'e de tavsiye edilmiş ve ona sahifeler verilmiştir. Hz. İbrahim peygamberlik görevini üstlenince önce babasını, daha sonra da kavmini hak dine davet etmiş, fakat bu çabalarından olumlu sonuç alamamıştır. Ancak o yılmadan mücadelesini sürdürmüş, putları kırmış, bunun üzerine devrin yönetimi onu ateşe atmak suretiyle cezalandırmaya kalkışmış, ama ateş kendisini yakmamıştır.
Bu olaydan bir süre sonra Hz. İbrahim, eşi Sâre, yeğeni Lût ve diğer bir grup insanla birlikte Nemrud'un ülkesini terk ederek önce Harran'da, ardından Ürdün'de bir süre kalmış, oradan Mısır'a gitmiş, daha sonra Filistin diyarına dönmüştür. Hz. İbrahim ve beraberindekiler putperest kavmi terk edip Allah'ın kendilerine vaat ettiği bereketli ülkeye ulaştıktan sonra Lût(as) peygamberlikle görevlendirilmiş ve kavmine giderek Hz. İbrahim'den ayrılmıştır.
Yaşı hayli ilerlemiş olmasına rağmen o zamana kadar hiç çocuğu olmayan Hz. İbrahim, Allah'tan Salih bir çocuk istemiş; kendisine akıllı bir çocuk sahibi olacağı müjdelenmiştir. Bu çocuk, Hz. İsmâil'dir. Ne var ki İsmâil'in doğması üzerine Sâre kıskançlığa kapılır, Hâcer ve çocuğu ile bir arada yaşamak istemez. Bunun üzerine Hz. İbrahim, Hâcer ile İsmâil'i Mekke'nin bulunduğu yere götürür; onları Beytülharam'ın yanına bırakıp kendisi Filistin'e döner. Ancak İbrahim(as), çocuğu koşacak çağa gelince onu kurban etmekle sınanır; o, bu imtihanı da başarır.
Hz. İbrahim, zaman zaman Mekke'deki Hâcer'i ve İsmâil'i ziyaret ederdi. Bu ziyaretlerden birinde Hâcer'in vefat ettiğini öğrenir; İsmâil'i de göremeden geri döner. Kâbe'nin temellerinin yükseltilmesi emrini aldığında tekrar Mekke'ye gelir. Oğlu İsmâil ile birlikte Kâbe'yi inşa eder; haccı insanlara ilan etmekle görevlendirilir.
Artık yaşı iyice ilerlemiş ve ömrünün sonuna yaklaşmış olan Hz. İbrahim, 200 yaşında vefat etmiş; naşı Hedron'da Sâre'nin yanına defnedilmiştir. Adı geçen kasaba bugün, “Halilü'r-Rahmân” diye anılmaktadır.
Kur’an, genel yöntemine uygun olarak diğer peygamber kıssalarında olduğu gibi Hz. İbrahim'den bahsederken de kronolojik akışa göre bilgi vermek yerine, uygun düştükçe çeşitli surelerde onun özelliklerini, öğretisinin temel ilkelerini, tebliğ faaliyetlerini, kişiliğinin dinî, âilevî, ahlakî ve sosyal boyutlarını tanıtır. Kur’an'a göre Hz. İbrahim, Nûh(as)'un milletindendir. İnananların babasıdır. Allah'ın dostudur. Ona göklerin ve yerin melekûtu gösterilmiş ve o, Rabbinin emrettiği yere hicret etmiştir. Onun soyuna da peygamberlik ve kitap verilmiştir. Allah tarafından bir takım buyruk ve yasaklarla denenen Hz. İbrahim, bunların hepsinden yüzünün akıyla çıkmış, bu yüzden de inananlara örnek bir önder olarak sunulmuştur. İşte bu ayetlerde de, Hz. İbrahim'in babasını hak dine çağırması ve bu esnada aralarında geçen konuşmalar dile getirilir.
Müşrik bir baba ile Mümin bir oğul arasında geçen konuşmanın anlatıldığı bu ayetlerde, öncelikle Hz. İbrahim'in sıdkı, doğruluğu tam bir peygamber olduğu vurgulanır. Amaç, gelecek kuşakların onun bu mükemmel şahsiyetini ve verdiği destansı tevhit mücadelesini örnek almalarını sağlamaktır.
Daha sonra Hz. İbrahim'in, peygamberlik görevi gereği öncelikle babasını hak dine daveti dile getirilir. Bu davet esnasında doğru bilginin, yumuşak üslubun ve nazik davranışın öne çıktığı görülüyor. Zira Hz. İbrahim babasını doğru yola, doğru bilgi, yumuşak üslup ve nazik davranışla çekmeye çalışıyor. Şirk inancının kötülüğünün, tevhit bilgisi ve bilinciyle görülebileceğini; fikir ve uygulama planında Yaratıcıya ulaşmanın ise, eşya putlarını aşmakla gerçekleşebileceğini söylüyor. O, bütün bunları kendiliğinden değil, Allah'tan gelen bir ilme müsteniden söylüyor. Hz. İbrahim'in ulaştığı bilgiden maksat, “vahyi bildirimle elde ettiği Allah bilgisi; O'nun varlığını, birliğini, sıfat ve fiillerini tanıma bilinci”dir.
Hz. İbrahim, kendisinin beslendiği kaynağı ve şirkin temelsizliğini beyan ettikten sonra, babasının gittiği yolun şeytan yolu olduğunu, Şeytan'ı izlemekle Allah'ın gazabına uğrayabileceğini bildiriyor. Böylece babasını Şeytan'a dost olmaktan ve ona uymaktan sakındırmaya çalışıyor. Çünkü şeytanın tek hedefi, insanın Allah'a şeksiz inanıp şirksiz ibadet etmesine engel olmaktır. En büyük bedbahtlık da, şeytanla dostluk kurmaktır.
Ne var ki, en güzel sözlerle ve en seçkin kelimelerle yapılan bu tevhit çağrısı, şirk günahının karartmış olduğu kalbe ulaşmıyor. Aksine müşrik baba, bu çağrıya katı kalplilikle ve kaba bir tavırla karşılık veriyor. Oğlundan, kendisine uzun bir süre görünmemesini istiyor; aksi halde onu öldürebileceği tehdidinde bulunuyor. Ama halim bir şahsiyet olan Hz. İbrahim, bu tehdit karşısında korkuya ve öfkeye kapılmaz; tam tersine saygı ve nezaketinden hiçbir şey eksiltmeden babasına iyi davranmaya devam eder. Kendisini huzurundan kovup ölümle tehdit eden bu acımasız insana: “Esenlik içinde kal! Ben yine de Rabbimden seni bağışlamasını isteyeceğim. Çünkü O, bana çok lütufkârdır” diyerek baba evinden, kavminden ve onların taptıkları putlardan uzaklaşır.
Burada, “bir müminin, müşrik birinin bağışlanması için dua etmesi câiz midir?” şeklinde bir soru hatıra gelebilir. Aslında Peygamber(as)'in ve müminlerin, inkâr ve şirk gibi günahlarla ölüme yakalanan yahut cehennemlik oldukları açıkça bildirilmiş olan kimselerin, -bu kimseler onların en yakınları ve akrabaları bile olsa-bağışlanmaları için dua etmeleri câiz değildir. Ancak bu yasaklama, inkârcı müşriklerden tövbe etmeden ölenler için geçerlidir. Ama henüz hayatta olan bir müşrikin veya günahkârın bağışlanmasını dilemek, Allah'ın böyle bir kişiye hidayetini bahşetmesini istemek anlamına geldiğinden bu câizdir. Bu yüzden Hz. İbrahim, belki doğru yola gelir umuduyla henüz hayatta olan babası için Allah'tan bağış dilemiş, fakat onun kararlı bir müşrik olduğunu ve putperest olarak öldüğünü anladıktan sonra hemen bundan vazgeçmiştir.
Yurdundan göç eden İbrahim(as)'i Allah yalnız bırakmamış, aksine ona çok hayırlı bir evlat ve soy bağışlamıştır. İsmâil'i, İshâk'ı ve onların soyundan gelenleri peygamber yapmış; her birinin, her dilde üstün ve iyi bir şekilde anılmalarını sağlamıştır. Çünkü onlar, doğru kişilerdi. Bu yüzden sözleri dinlenir, tavsiye ve buyrukları hürmetle kabul edilirdi. Buradaki “Lisâne sıdkın 'aliyyâ” terkibi, lafzen “yüksek bir doğruluk dili” anlamına gelir. Ancak bu ifade müfessirler tarafından “bütün milletlerde, dinlerde onların namını yüceltip iyi anılmalarını sağladık” şeklinde yorumlanmıştır.
Bu ayetlerde, Allah'ın dışında başka şeylere veya kişilere tanrısal nitelikler yakıştırmanın, vahiy ve akıl dışı olduğuna; bu tür tutum ve davranışların ise, Allah'a baş kaldıran şeytana tapmakla aynı anlama geldiğine dikkat çekilmiş oluyor. Şu halde öz ve mahiyet olarak vahye, akla, hakikate ve ahlaka aykırı olup şeytana teslimiyet yönünde ortaya konan her bilinçli eylemin, İblise kulluk anlamına geldiği söylenebilir. Ne var ki bilerek günah işleyen ve isyan yolunu seçen çok sayıda insan, İblise kulluk ettiğini ancak iş işten geçtikten sonra anlayabilmektedir.
Hz. İbrahim kıssası, Kur’an'ın pek çok suresinde çeşitli vesilelerle anlatılır. Kıssa burada, Hz. Peygamberi ve onun yolundan giden müminleri teselli etme, inkârcı müşrikleri de uyarma amacıyla zikredilmiştir. Zira Hz. İbrahim de tıpkı ilk nesil Müslümanları gibi ailesinden ve kavminden gördüğü baskılar sonucu memleketinden ayrılmak zorunda kalmış, fakat o hicret ettikten sonra hayırla yâd edilme lütfuna mazhar olmuştur. İşte bu kıssayla, surenin indiği dönemde müşrikler tarafından vatanlarından hicrete zorlanan müminlere aynı şekilde zafere ulaşacakları müjdesi verilmiş ve böylece onlar teselli edilmişlerdir. Çünkü kişi ve toplumlar, alışkanlık haline getirdikleri yanlışları kolay kolay terk etmezler. Bu yüzden hak tebliğcisi, dava uğruna her çileyi göze almalıdır. Zira tevhid tebliğcisini baba evden, toplum bulunduğu yerden, hakim yönetim de yurttan kovabilir. Yine bu kıssayla, atalarının Hz. İbrahim olduğuna inanan müşrik Araplara da, İbrahim soyundan gelmenin tek başına bir değer taşımadığı; asıl önemli olanın, onun inancını paylaşıp yolundan gitmek olduğu mesajı verilmiştir.
Sonuç olarak Hz. İbrahim Allah bilgisine ermiş, Kur’an dilinde İslâm Ümmeti ile bir baba-oğul bağlılığı içinde zikredilmiş ve Müslüman ismini müşahhas hale getirmiş sıdkı tam bir peygamberdir. O, vefakâr, merhametli, yumuşak huylu ve çok ah çeken bağrı yanık bir iman insanıdır. Allah dostu olmanın en güzel şeklini yaşantısıyla örnekleyen ve bu dostluğa layık olan bir karakter örneğidir. Zamanının hakim putçu yönetimine karşı inancından aldığı güçle kıyama kalkan, tevhid dininin fikir ve amel planında müdafaasını yapan, sonunda ateşe atılmak bile olsa inancının bedelini ödemeye hazır olan, yapay putlar ve lanetli başlar önünde asla eğilmeyen cesur ve imanı tam bir mümindir. Öyleyse Allah'a dost olma aşkını yüreğinde taşıyan her insan, bu karakterin evrensel özelliklerini kendi benliğine nakşetmelidir. Çünkü Kur’an onu, Allah'a içtenlikle teslim olan, O'na asla ortak koşmayan, iman insanına yakışan bütün erdemleri kendinde toplayan bir fert, bir ümmet olarak nitelemektedir.
(51-65'inci ayetler)
Surenin bu bölümünü oluşturan ayetlerde Musâ(as), İsmâil(as) ve İdrîs(as) kıssalarından kısa kesitler sunularak kulluğun mükellefiyetlerini sabırlı, devamlı ve duyarlı biçimde yerine getirmek; ibadet faaliyetinin her noktasında sadece Allah'a yönelip O'nun rızasını gözetmek gerektiği mesajı verilir.
51. Kitap'ta Musâ'yı da an. Gerçekten o, seçkin biriydi; elçi olarak gönderilmiş bir peygamberdi. 52. Ona, Sina Dağı'nın sağ yanından seslenip gizlice konuşmak için onu kendimize yaklaştırdık. 53. Ona acıdığımızdan dolayı kardeşi Hârun'u da kendisine yardımcı olsun diye bir peygamber olarak armağan ettik.
Elli bir-elli üçüncü ayetlerde, Hz. Musâ'nın Allah tarafından seçilen ve yalnız O'na ibadet eden bir peygamber olduğu; Allah'ın ona Sinâ Dağı'nın sağ yanında hitap ettiği, kardeşi Hârun'u da yardımcı kıldığı bildirilir. Buradaki muhlas kelimesi, hem “seçkin” hem de “ibadeti yalnız Allah'a has kılan ihlaslı kişi” anlamına gelir. Bu sözcükle Hz. Musâ'nın Allah tarafından seçilen ve yalnız O'na ibadet eden ihlaslı bir peygamber olduğuna işaret edilir.
Yine burada geçen resûl kelimesi, sözlükte “elçi, sefir ve temsilci” gibi anlamlara gelir. Kur’an'da bu kelime çoğu kez, “Allah'ın özel bir görevle gönderdiği melekleri ve vahyini insanlara duyuran peygamberi” belirtmek için kullanılır. Nebi kelimesi de, “haber getiren, derecesi yüksek olan ve yol gösteren kişi” gibi anlamlar taşır. Kur’an bu iki ismi, kesin bir şekilde birbirinden ayırmamakla birlikte bazı yerlerde bunların aralarında anlam farklılığı varmış gibi kullanılır. Bu yüzden İslâmî literatürde, yeni bir öğreti/şeriat va'zeden ve bir kitap getiren peygambere “Resûl”; yeni bir öğreti ve kitap getirmeyip mevcut şeriata göre insanları dine çağıran peygambere de “Nebi” denmiştir.
Ancak konuya Kur’an açısından bakıldığında bu tanımlamaların pek de isabetli olmadığı görülür. Çünkü Kur’an, yeni bir kitap ve şeriat getiren peygambere resul diye atıfta bulunduğu gibi bu tanımların aksine yeni bir kitap ve şeriat getirmeyen Hz. Lût, Hz. Salik ve Hz. İlyas gibi bazı peygamberleri de resul diye nitelemektedir. Resul ve nebinin tanımı yapılırken, “yeni bir şeriat ve kitap” temel kriter olarak alınmışsa da bu kriter tespitinin hangi delile dayandığı açık değildir. Oysa Kur’an’a göre resul ve nebi tariflerinde temel kriter, “vahiy alma” olayıdır. O taktirde nübüvvet mutlak manada Allah’tan vahiy almak, risalet ise bu vahyi tebliğ etmektir. Her ikisi de bir peygamberin birbirini tamamlayan iki ayrı vasfıdır. Zira resul olmak için vahiy almak şart olduğu gibi, risaletsiz, tebliğsiz bir nübüvvet düşünmek de mümkün değildir. Bunun için Kur’an’ın duruma göre bir peygamberin bu iki vasfından birini veya öbürünü, yada her ikisini birden öne çıkardığı söylenebilir.
Kaynaklarda belirtildiğine göre ayetlerde dile getirilen hadise, Hz. Musâ'nın ailesiyle birlikte, soğuk ve karanlık bir gecede Medyen'den Mısır'a yolculuk yaptığı ve Tûr'un güneyinden geçtiği bir sırada meydana gelmiştir. Hz. Musâ, bu yolculuk esnasında karşı dağda bir ateş görmüş; ailesine, biraz ateş almak ve orada bulunanlardan yolu sorup öğrenmek için oraya gideceğini, dönüp gelinceye kadar kendisini beklemelerini söylemiş, anılan yere geldiği sırada, kendisine Tûr'un sağ yanından seslenilmiştir. “Tûr'un sağ yanı”, “dağın doğu tarafı” demektir. Çünkü Hz. Musâ bu yolculukta Tûr'un güneyinden geçtiği için yüzünü dağa döndüğünde, dağın doğusu sağında, batısı ise solunda kalıyordu. Yoksa bir dağın tek başına sağı ve solu olmaz. Ayrıca bu tabir, soyut bir kutluluğu, güven ve selâmeti de çağrıştırıyor olabilir.
Sonuç olarak Hz. Musâ inancına şirk, ibadetine riya katmayan, Allah'tan aldığı vahiyleri halkına duyurup onları Firavun'un zulmünden kurtaran ihlaslı ve mücahid bir peygamberdi. Kendisine peygamberlik verilip Firavun'a gitmesi söylendiği zaman o, Rabbinden gönlünü ferahlatmasını, işini kolaylaştırmasını, sözünün iyi anlaşılmasını ve kardeşi Hârun'un da kendisine yardımcı yapılmasını istemişti. Yüce Allah, Musâ(as)'nın içtenlikle ve ihlasla yaptığı bu duasına icabet etmiş, kendisine acıyıp kardeşi Hârun'u peygamber yapmış ve ona yardımcı kılmıştır.
54. Kitap'ta İsmâil'i de an. Doğrusu o da sözüne sadık biriydi; bir elçi, bir peygamberdi. 55. Halkına namazı ve zekâtı emrederdi; Rabbinin katında hoşnutluk kazanmış bir kişiydi.
Elli dört-elli beşinci ayetlerde, dosdoğru bir peygamber olan Hz. İsmâil'in üstün vasıflarına işaret edilir. O'nun sözüne sadık bir peygamber; aile halkına namazı ve zekâtı emreden; Rabbinin rızasını kazanan bir nebi olduğu bildirilir. Bu ayetler, namazın ve zekâtın, Hz. Muhammed'in peygamberliğinden çok önce farz kılınan önemli ve zorunlu ibadetler olduğuna işaret etmekte; ayrıca özde doğru olup sözünde durmanın gereğini ve önemini vurgulamaktadır.
Kur’an'da 12 kez geçen İsmâil(as), Hz. İbrahim'in Hâcer'den olan oğludur. O, babası İbrahim(as)'in yaşlılık döneminde ve bir duası neticesinde dünyaya gelmiş, çok küçükken babası tarafından annesiyle birlikte Beytülharam'ın yanına bırakılmıştır. Onlar terk edildikleri yerde şimdiki Zemzem kuyusu olarak bilinen su kaynağını keşfettikten sonra daimi olarak oraya yerleşmişlerdir. Daha sonra Hz. İsmâil, buraya gelen Curhum kabilesine mensup bir kızla evlenmiş, böylece Araplaşmış/Musta'ribe kabilelerin atası olmuştur. Hz. İsmâil, babası ile birlikte hem Beyt'in temellerini yükseltmiş, hem de bu kutsal mekânı temiz tutmakla görevlendirilmiş, diğer peygamberler gibi ona da vahiy gelmiştir. Hz. İbrahim Kâbe'nin inşasını tamamlayıp insanları hac ibadetine çağırdıktan ve oğlu ile birlikte hac farizasını yerine getirdikten sonra Filistin'e dönmüş ve orada ölmüştür. Hz. İsmâil, babasının vefatından sonra gerek Kâbe gerekse hac işlerine dâir hizmetleri yürütmeye devam etmiş; ilk olarak Kâbe'ye örtüyü o koymuş, bu hizmetler ömrünün sonuna kadar onun uhdesinde kalmıştır. Nihayet 137 yaşında vefat eden İsmâil(as), Hicr'e annesi Hâcer'in yanına defnedilmiştir.
Sonuç olarak Hz. İsmâil, sözünde duran, aile halkına namaz kılmayı ve zekât vermeyi emreden, Rabbinin hoşnutluğunu kazanmış olan bir peygamberdir. O, Allah buyruğu karşısında can kaygısını aşan, O'na tam teslim olmanın en güzel örneğini ortaya koyan bir şahsiyet numunesi ve kişiyi Allah rızasına ulaştıran yolun en sadık yolcularından biridir.
56. Kitap'ta İdris'i de an. Gerçekten o da özü sözü doğru biriydi ve dosdoğru bir peygamberdi. 57. Biz onu yüce bir makama yükselttik.
Elli altı-elli yedinci ayetlerde, Hz. İdris'in özü sözü doğru bir peygamber olduğu; Allah'ın onu yüksek bir mekana veya üstün bir konuma yücelttiği haber verilir. Kur’an'da doğrudan sadece iki yerde zikredilen Hz. İdris'in, Nûh(as)'un atalarından Hanok olduğu söylenir.
Ayrıca İdris kelimesinin, Tevrat da “İlya” olarak geçen “İlyas” peygamberin başka bir ismi olabileceği de iddia edilir. Müfessirler, Hz. İdris'in Eski Ahid'de adı geçen Hanok olduğu görüşündedirler. Talmut'da yer alan bilgilere göre, Nûh(as)'dan önce Âdemoğulları bozulmaya başlamışlar, bunun üzerine Allah'ın meleği insanlardan uzakta zahitçe bir hayat süren Hanok'a: “Ey Hanok, kalk, inzivadan çık, insanların arasına katıl ve onlara benimsemeleri gereken doğru yolu öğret.” diye seslenir. Bu ilahî emir üzerine Hanok inzivadan çıkar, insanları toplar, onlara izlemeleri gereken doğru yolu ve yapmaları gereken iyi davranışları öğretir. İnsanlar da onu dinlerler ve Allah'a ibadet etmeye başlarlar. Hanok halkı 353 yıl adaletle yönetir ve daha sonra Allah onu göğe yükseltir.
Kur’an'a göre Hz. İdris, çok sadık ve sabırlı bir peygamberdir; Yüce Allah onu, üstün bir mekâna veya konuma yükseltmiştir. Burada geçen ve “Biz onu yüce bir mekâna yükselttik” anlamına gelen ibare, “İdris(as)'ın ikinci, dördüncü yahut altıncı kat semaya yükseltilmesi”; “kendisine peygamberlik verilmesi” yada “onun cennete girmesi” şeklinde yorumlanmıştır. Ancak hakim kanı, Allah'ın onu peygamberlikle onurlandırdığı, namını ve şanını artırdığı şeklindedir. İslâmî kaynaklarda da Hz. İdris'e hem peygamberlik hem de “otuz suhuf” verildiği, kalemle yazı yazan, elbise diken, hesap ve yıldız ilmiyle meşgul olan ilk insanın İdris(as) olduğu, bir çok meslek ve sanatı onun icat ettiği belirtilir.
Sonuç olarak Hz. İdris, söz ve davranışlarında çok doğru olan, ilahî buyrukları sabırla uygulayan, dünyada nâmı ve şanı artırılan, Allah katında da yüce bir mertebeye ulaşmış bulunan peygamberlerden biridir. Onun diri olarak göğe kaldırılmış olduğu şeklindeki kanaatin daha çok Yahudi ve Hıristiyan kültürünün tesiriyle ortaya çıkmış olduğu söylenebilir. Nitekim, Tekvin kitabının beşinci babında: “İdris Tanrı ile birlikte yürüdü; sonra Tanrı onu yanına aldı.” denir. Bu yüzden güvenilir müfessirler, Hz. İdris'in yüksek bir mevkie yüceltilmiş olduğunu dile getiren bu ayeti, onun canlı olarak gökyüzüne çıkarılması manasına değil, Hz. İdris'in peygamberlik payesine yüceltilmesi şeklinde yorumlamışlardır.
58. İşte bunlar, Âdem'in soyundan, Nûh'la birlikte gemide taşıdıklarımızdan, İbrahim ve İsrâil zürriyetinden, doğru yola ilettiklerimizden ve seçtiklerimizden, Allah'ın kendilerine onurlandırıcı bağışlarda bulunduğu peygamberlerden bazılarıdır. Ne zaman kendilerine Rahmân'ın ayetleri okunsa onlar, hemen ağlayarak O'nun huzurunda yere kapanırlardı.
Elli sekizinci ayette, Âdem, Nûh, İbrahim ve Ya'kub soyundan gelen peygamberlerin; onların izinden giden mutlu kimselerin bariz nitelikleri belirtilir. Onlar, Allah'ın alçak gönüllü kullarıydı. İlim, hikmet ve nübüvvete nail olan, ilahî bildirimleri insanlara duyuran, Allah'ın ayetleri okunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanan duyarlı ve bilinçli kişilerdi. Allah'a saygılarından dolayı O'nun mesajına şevkle yaklaşırlar, gereğini büyük bir istekle yerine getirirler, duydukları manevî tesir ile de göz yaşlarını dökerlerdi. Öyleyse müminlerin de Kur’an'ı anlayarak okumaları; bilgili, istekli ve bilinçli bir şekilde hükümlerini uygulamaları; Allah'ın ayetleri okunduğu zaman secde etmeleri gerekir. Müfessirlerden bir kısmına göre bu ayetteki “secde” den maksat “namaz”; bir kısmına göre “Allah'a saygı”; bir kısmına göre de “tilavet secdesi” dir.
Bu ayet, ilahî mesajın insan kalbine tesir ettiğine, bu yüzden de Kur’an'ın duyarlı, bilgili ve bilinçli bir şekilde okunması gerektiğine işaret etmektedir. Kur’an'dan etkilenmenin insandaki en açık belirtileri ise, kalbin huşu duyması; gözün yaşarması; düşünce, inanç ve davranışların da onun bildirilerine uygun olmasıdır.
59. Onlardan sonra, namaza boş veren ve dünyevî tutkularına uyan bir nesil geldi. Onlar yakında belalarını bulup cehennemdeki gayya kuyusunu boylayacaklardır!
Elli dokuzuncu ayette, daha sonra peygamberlerin gösterdiği yoldan ayrılan, namaza boş veren, dünyevi çıkar ve tutkuların peşine düşen bir kuşağın geldiği; onların, kötü davranışlarına uygun olarak ahirette manevî bir yıkıma ve hüsrana uğrayacakları haber verilir.
Bu ayette geçen half kelimesi, sözlükte “arkada olmak, peşinden gelmek, değişmek, bozulmak ve temsil etmek” gibi anlamlar taşır. Bu yüzden bir kişinin ardından gelen kimselere “half” denir. Ancak “half” kelimesi, “hayırsız zürriyeti” belirtir. Bir kişinin ardından gelen “hayırlı zürriyeti” belirtmek için de aynı kökten gelen “halef” sözcüğü kullanılır. Ğayy kelimesi de, “kötülük ve hüsran” manasına gelir. Ayrıca onun, cehennem de içinden kan ve irin akan çok derin bir vâdi yahut kuyu olduğu belirtilir.
Burada işaret edilen hayırsız kuşaklardan maksadın, Yahudilerden sonra gelen Hıristiyanlar veya Hz. Muhammed'in ümmetinden olup da ahir zamanda namaza boş veren ve dünyevî çıkarların peşinden giden kimseler olduğu söylenir. Ayet öncelikli olarak değinilen kimselere işaret etse de mesajı ve kapsamı bunlarla sınırlı değildir; aksine hangi asırda ve yerde olursa olsun, ilahî bildirimler kendilerine ulaştıktan sonra onların gereğini yerine getirmeyen herkes için geçerlidir.
Bu ayet, namaza boş vermenin kınamayı gerektiren büyük bir günah olduğuna işaret eder. Namaza boş vermek ise, onu inkâr, terk ve tehir etmek, yahut devamlı, dikkatli ve duyarlı biçimde kılmamak şeklinde olabilir. Öyleyse her konuda olduğu gibi namaz ibadetini yerine getirirken de çok dikkatli ve duyarlı olunmalıdır. Zira Hz. Peygamber, kulun Kıyamet gününde ilk önce namazdan hesaba çekileceğini, eğer bu hesabı doğru düzgün verirse kurtulacağını; aksi halde manevî bir yıkıma ve hüsrana uğrayacağını haber vermiştir.
60. Ancak pişmanlık duyup Allah'a yönelen, inanıp iyi iş yapanlar, bunun dışındadır. Hiçbir haksızlığa uğratılmadan cennete girecek olanlar, işte bunlardır. 61. Zira onlar, Rahmân'ın içtenlikle inanan kullarına gıyaben vaat ettiği o âsûde bahçelerde olacaklardır; O'nun sözü elbette yerini bulacaktır. 62. Onlar orada hiçbir boş söz işitmezler; sadece esenlik dileği duyarlar ve sabah akşam rızıklandırılırlar. 63. İşte, kötülüklerden sakınan kullarımıza miras bırakacağımız cennet budur.
Altmış-altmış üçüncü ayetlerde, işlediği kötülüklerden dolayı pişmanlık duyup Allah'a yönelen, inanıp dürüst davranan ve iyi işler yapan kimselerin asûde bahçelere girecekleri; kendilerine en ufak bir haksızlık edilmeyeceği, aksine hak ettiklerinin karşılığını fazlasıyla alacakları; cennette yararsız ve boş söz işitmeyecekleri, orada sürekli olarak rızıklandırılıp mutluluk ve esenlik içinde yaşayacakları haber verilir.
İnsan doğuştan günahkâr değildir. Ama o, inanma ihtiyacına kulak vermez de aklını ve iradesini yanlış yönde kullanırsa günah işlemiş olur. Bunun için Kur’an, insan gerçeğinden hareket ederek ona işlediği kötülükleri düzeltme ve eksiklerini tamamlama fırsatı verir. İşte insanın yıkılan yapısını ilim, iman ve iyi işlerle yeniden inşa etmesiyle ilgili Kur’an kavramlarından biri de tövbedir.
Sözlükte “hatadan dönmek, pişman olmak ve affetmek” gibi anlamlar taşıyan “tövbe” kelimesi, insan için kullanılırsa “günahtan dönmek”; Allah için kullanıldığında ise “tövbeyi kabul etmek” anlamına gelir. Bunun için “insanın günahını ve hatasını terk edip Allah'a dönmesine; Allah'ın da pişman olup kendisinden af dileyen kuluna bağışla yönelmesine” tövbe denir. Görüldüğü gibi tövbe, yıkılan yapının yeniden inşası, geçmişi imkân nispetinde onarıp daha iyi bir gelecek kurma çabasıdır. Tövbe, kişiye Allah tarafından sunulan bir umut, kurtulma ve bağışlanma yolu olduğuna göre insan, ümitsizliğe kapılmadan kişiliğini onarma ve kendini yenileme faaliyetini sürdürmelidir. Zira, günahından tövbe eden hiç günah işlememiş gibidir. Bu yüzden yaptığı yanlışları düzelten ve hatalarını terk eden kimseleri Allah bağışlar. Hatta bağışlamakla kalmayıp hak ettiklerinin çok üstünde bir ecirle onları ödüllendirir. Allah'ın ödüllendirdiği iyi kulların varacakları yer cennettir. Allah'ın sözü mutlaka yerine gelecektir.
Buradaki “ğayb” kavramı, “insanın duyu organlarıyla ve dünyevî tecrübesiyle algılayamadığı, bilgisinin dışında kaldığı gerçekler” anlamına gelir. Bunlar, genellikle Kur’an'ın haber verdiği, müminlerin gözleriyle görmedikleri halde inandıkları şeylerdir. Cennet ve Cehennem de bu ğayb haberlerindendir. Ancak “ğayb” kelimesi, “bi'lğayb” şeklinde kullanıldığı zaman, metafizik alandan ziyade kişinin kendi ruh halini, Allah'la girdiği ahlâkî ilişkisini ve onun insanların gıyabındaki davranış biçimini ifade eder. O takdirde buradaki “bi'l ğayb” ibaresi, metafizik bir alanı veya yeri değil, kendi başlarına kaldıkları halde bile Allah'a gönülden inanan ve saygılı davranan kişilerin durumlarını ifade eder. Altmış üçüncü ayet de, bu yaklaşımı destekler. Çünkü söz konusu ayette cennetin, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşıyan/takiy-muttakî kullara verileceği bildirilir. Kur’an bütünlüğü içinde bakıldığında ise “muttakî” vasfının, iman ve amelde olgunluk basamaklarına yükselmiş kimseler için kullanıldığı görülür. Bu yüzden ayetteki “bi'lğayb” ibaresi, insanın idrak alanı dışında kalan bir varlığa ve alana işaret etmekten ziyade, kişinin Allah'a içten bağlanışını ve kendi başına kaldığı halde bile doğru davranışını ifade eder.
64. Vahiy meleği: “Biz ancak Rabb'inin buyruğu ile ineriz; önümüzde, arkamızda ve bu ikisi arasında bulunan her şey O'na aittir; Rabbin asla unutkan değildir, hiçbir şeyi unutmaz.” der.
Altmış dördüncü ayette, varlık âlemindeki her işin Allah'ın emriyle yürüdüğü; her şeyin ve herkesin, O'nun bilgisi ve gözetimi altında olduğu ifade edilir. Burada ismi açıkça belirtilmeyen birinin, Hz. Peygamber'e kendilerinin ancak Allah'ın emriyle hareket ettiklerini, O'nun her şeyi bildiğini ve asla unutkan olmadığını söylediği anlatılır. Kaynaklarda, ayette ismi açıkça zikredilmeyenin, Cebrâil olduğu belirtilir. Zira bu ayet, Hz. Peygamber'in Cebrâil'e: “Bizi daha sık ziyaret etsen; bundan seni alıkoyan nedir?” diye sorması; yahut Kureyş'ten bazı kimselerin Hz. Peygamber'e Ashab-ı Kehf'i sorduklarında Allah'ın elçisi on beş gece beklediği halde vahiy gelmemesi, nihayet Cebrâil'in Kehf suresini getirdiği zaman Hz. Peygamber'in ona: “Ey Cebrâil! Bu sefer işi ağırdan alıp geciktin.” demesi üzerine nâzil olmuştur.
Vahiy, genellikle elçi melek/Cebrâil aracılığı ile gerçekleşen bir iletişimdir. Kur’an'ın vahyi de, Allah'ın kelamını hem lafız hem de mânâ olarak Cebrâil'e kavratması, onun da bunları Hz. Peygamber'in duyup anlayabileceği bir şekilde Arap dilinin kalıplarına dökerek ona ulaştırması şeklinde gerçekleşmiştir. Şu halde ayet, vahiy meleğinin Allah'ın emri, izni ve gözetimi altında görevini yaptığına; onun aracılığı ile Hz. Peygamber'e gelen vahiylerin en ufak bir değişikliğe ve karışıklığa uğramadan korunduğuna işaret etmektedir. Çünkü Allah hiçbir şeyi unutmaz, O'nun vahyettiklerinde de en ufak bir eksiklik ve değişiklik olmaz.
65. O, göklerin, yerin ve ikisi arasında var olan her şeyin Rabbidir; öyleyse yalnızca O'na kulluk et, O'na kullukta devamlı ve sebatlı ol! Hiç O'na denk olacak ve ismi O'nunla birlikte çağrılacak birini biliyor musun?”
Altmış beşinci ayette, her şeyin Allah'a ait olduğu, O'nun adaşının ve denginin olmadığı; bu yüzden sabırla ve sebatla sadece O'na ibadet etmek gerektiği bildirilir. Buradaki “Semiyy” kelimesi, “isimlendirilmiş” demektir. Ayrıca bu sözcük “benzer ve denk” manasına da gelebilir. Şu halde ayet, hiçbir şeyin Allah'a denk ve benzer olmadığını, yada hiç kimsenin Allah adıyla anılmadığını belirterek Uluhiyyetin tekliğine ve kullukta tevhid hassasiyetine dikkat çekmektedir. Çünkü Kur’an'ın ilk muhatapları arasında yer alan Müşrik Araplar, Allah adıyla yalnız kâinatın yaratıcısını kastederlerdi. Fakat onlar, Allah'ın varlığını kabul etmenin ne anlama geldiğini tam olarak kavrayamadıkları için O'ndan başka varlıkları ilâh edinirler, putlaştırdıkları bu varlıkların, kendilerini Allah'a daha çok yaklaştıracağını sanarak onlara ibadet ederler, böylece tevhid inancına şirk karıştırırlardı. İşte ayet, sadece Allah'a inanıp şirk koşmadan O'na ibadet etmek gerektiğini bildirerek kullukta tevhid ilkesini ve hassasiyetini yitirmemek gerektiği mesajını vermektedir. Zira insan, öncelikle Allah'a inanmak ve O'nun bildirdiklerine göre davranmakla imtihan edilmektedir. Ne var ki geçmişte olduğu gibi günümüzde de çok sayıda insan yetersiz kişilere ve geçersiz görüşlere kurtarıcı gibi sarılıp onları adeta putlaştırmakta, bunun sonucunda da bâtılın oluşturduğu zulüm çemberi içinde hebâ olup gitmektedir.
Surenin bu bölümü, Allah'ın her şeyin sahibi ve tek Rabbi olduğunu; kulluk mükellefiyetlerini devamlı, duyarlı ve sabırlı biçimde yerine getirmek gerektiğini beyan eden bildirimlerle sona eriyor. Böylece İslâm'da ibadetin sırf belirli ritüellerden ibaret olmadığına, aynı zamanda onun bütün niyet ve fiilleri içine alan çok geniş kapsamlı bir faaliyet olduğuna da dikkat çekilmiş oluyor. Öyleyse her inanmış insan, hayatının tamamını kapsayan bu faaliyet alanının bütün noktalarında sadece Allah'a yönelmeli ve yalnız O'nun rızasını gözetmelidir.
(66-82'nci ayetler)
Surenin bu bölümünde, İslâm inancından uzaklaşmış kimselerin yanlış kanaatleri düzeltilir. Ölümden sonra dirilişi inkâr etmenin doğru olmadığı belirtilir. Zamanı Kur’an vahyi aracılığı ile değerlendirip hayatı onunla bereketlendirmek gerektiği mesajı verilir.
66. Böyleyken insan: “Ne yani, ben bir kere ölüp gittikten sonra topraktan çıkarılıp yeniden hayata mı döndürüleceğim?” der.
Altmış altıncı ayette, öleceğini bildiği halde öldükten sonra dirilmeyi hayal gören inkârcı insanın söyledikleri dile getirilir. O, öldükten sonra diri olarak yeniden hayata döndürüleceğine inanmaz; bu duruma itiraz eder. Onun itirazının temel nedeni, ilk doğuşunu iyi kavrayamamış olmasıdır. Halbuki o, hiç yokken nasıl meydana geldiğini, ilk doğuşun nasıl gerçekleştiğini düşünse, öldükten sonra dirilmenin ne kadar makul ve mümkün olduğunu görür. Şu halde ayet, gafleti nedeniyle Rabbini tanımayan ve ahirete inanmayan insanın, kendisine sunulan akıl ve vahiy nimetinden istifade edemediğine; gafletin de, insanı inkâra götüren ölümcül bir illet olduğuna işaret eder.
67. Peki, insan daha önce hiçbir şey değil iken Biz'im onu yarattığımızı aklına getirmiyor mu?
Altmış yedinci ayette, öldükten sonra dirilmeyi imkânsız sanan, faniliği görüp sonsuzluğu inkâr eden insana, ilk yaratılışı ve doğuşu hatırlatılır. Ölümden sonra dirilişin, ilk doğum olayından daha kolay ve daha çok akla yatkın olduğu vurgulanır. Doğum nasıl bu dünyaya geliş ise, ölümde öteki dünyaya gidiş ve ebedi bir hayata yeniden doğuştur. İnsan aklı hakikati kabul etmek için bir kanıt ister. İşte insanın daha hiçbir şey değilken yaratılması, doğup meydana gelmesi de, kanıt olarak akla yeter.
68. Rabbine andolsun ki, Biz onları şeytanlarla birlikte mutlaka toplayacağız; sonra da kesin olarak diz üstü çökmüş vaziyette cehennemin çevresinde hazır bulundurup bekleteceğiz.
Altmış sekizinci ayette, ahiretin mutlaka gerçekleşeceği; Allah'ın, kendisine baş kaldıran asileri kendilerini azdıran şeytanlarla birlikte cehennemin çevresinde diz çökmüş vaziyette bekleteceği haber verilir. Ayet, son derece dehşet verici bir tabloyu gözler önüne sermektedir. Zira sayıya ve hesaba gelmez yığınlar, uyarılara kulak tıkayıp budalaca yaşamış bütün inkârcılar, cehennemin çevresinde diz çökmüş vaziyette bekliyorlar; korku ve zillet içinde bulundukları için de, ne yapacaklarını bilemiyorlar.
69. Sonra her günahkâr topluluktan Rahmân'a karşı en çok azgınlık edip dik başlılıkta ileri gidenleri, diğerlerinden ayırıp atacağız. 70. Çünkü, Cehennem ateşine atılmayı daha çok kimin hak ettiğini en iyi Biz biliriz.
Altmış dokuz-yetmişinci ayetlerde, cehenneme kimlerin girmesi gerektiğini Allah'ın gayet iyi bildiği; oraya girenlerin Allah'a karşı kibirlenip dik başlılıkta ileri gidenler olduğu belirtilir. Ayetler, kasıtlı olarak günah işlemeyi ilke haline getiren, bununla yetinmeyip iradesi zayıf ve bilgisi kıt insanları yoldan çıkaran kimselerin, ahirette hak ettikleri cezayı alacaklarına, böylece orada ilahî adaletin kemaliyle tecelli edeceğine işaret etmektedir. Zira Allah, insanları uyarmadan helâk etmez, hesaba çekmeden de hiç kimseye azap etmez. Ayrıca buradan, ahiret inancının, insanı kötü davranıştan, kısır ve karanlık düşünceden kurtaran üstün bir değer olduğu sonucu da çıkar.
71. Hem, sizden son yargı için cehennemin çevresindeki mahşer meydanına uğramayacak yoktur. Bu, Rabbinin kesin bir hükmüdür. 72. Sonra Allah'a karşı gelmekten sakınanları cehennem azabından kurtaracağız; zalimleri de diz üstü çökmüş vaziyette orada bırakacağız.
Yetmiş bir-yetmiş ikinci ayetlerde, bütün insanların cehenneme girecekleri veya onu görebilecek bir noktaya varacakları; ancak Allah'ın günahlardan sakınanları azaptan kurtaracağı, inkârcı zalimleri ise diz çökmüş vaziyette orada bırakacağı haber verilir. Ayetlerin söz geliminden bütün insanların cehenneme uğrayacağı, fakat günahlardan sakınanların kurtarılıp zalimlerin orada bırakılacağı anlaşılır. Nitekim müfessirlerin ekseriyeti, iyi-kötü, inanmış inanmamış her insanın bu hitabın kapsamına girdiği, bu yüzden herkesin cehennemi müşahede edeceği görüşündedir. Ayrıca Hz. Peygamber den rivayet edilen bazı hadisler ve sahabilere atfedilen bir kısım sözler de, bu görüşü destekler niteliktedir. Ne var ki bu durum, müminlerin ahirette cehennem korkusu ve üzüntüsü çekmeyeceklerini bildiren ayetlere uygun düşmemektedir. Bu yüzden, müfessirlerden bir kısmı, ayette geçen “vâriduhâ” kelimesindeki “hâ” zamirinin “cehenneme” değil, “Kıyamet gününe” işaret ettiğini söylemişler; o gün bütün insanlar hesaba çekilip inkârcılar ve suçlular cehenneme, günahlardan sakınmış olan müminler de cennete sevk edilirler demişlerdir.
Yine müfessirlerden kimine göre, ayette yer alan “vârid” kelimesi, “cehenneme girmek” değil, “yanına yaklaşıp çevresinden geçmek”; kimine göre de, “cehennemin üzerine kurulmuş olan köprüden geçip gitmek” anlamına gelmektedir. Bu takdirde ayet, müminlerin köprüyü geçeceklerine, inkârcıların ise cehenneme düşeceklerine işaret eder.
Gayb konusu olan ahiret ahvâlini, Allah'tan başka kimse bilemez. O da hiç kimseye en ufak bir haksızlık etmez. Ama bu ayetlerin asıl amacı, Allah'a kulluk etmeye yanaşmayan inatçı kâfirleri uyarmak; onları kibir ve isyandan uzaklaştırıp ahireti kazanmaları için iyi işler yapmaya yöneltmektir. Bu yüzden ayette yer alan “sizin her biriniz” anlamındaki ibare, “bütün insanlara” değil, daha önceki ayetlerde sözü edilen ve kıyamet gününe inanmayan “inatçı kâfirlere” yönelik olmalıdır. Yani Yüce Allah, inkâr günahı ile ahirete göçmüş ve cehennemin çevresinde diz çökmüş bulunan kimselere; “Sizden oraya girmeyecek hiç kimse yoktur.” buyuruyor. Bu, tıpkı O'nun şeytana hitaben: “Cehennemi seninle ve sana uyanların hepsiyle dolduracağım.” buyruğu gibidir. Burada asıl amaç, bütün insanların cehenneme gireceklerini ifade etmek değil, şeytana uyanları uyarmaktır. İşte bu ayetlerde de, Yüce Allah'ın herkesi suçuna göre cezalandıracağı; kasıtlı ve bilinçli olarak inkâr eden asıl suçluları cehennemde bırakacağı dile getirilerek Allah'a kulluk etmeye yanaşmayan insanlar uyarılmışlardır.
73. Ne zaman ayetlerimiz onlara bütün açıklığı ile okunsa, inkâra şartlanmış olanlar, inananlara: “İki topluluktan hangisi konum olarak daha üstün ve toplum olarak daha iyidir?” diye sorup dururlar.
Yetmiş üçüncü ayette, servet ve şöhretlerine güvenip kendilerini üstün gören inkârcıların yanlış düşünceleri ve hatalı davranışları ortaya konulur. İslâm'ın ilk yıllarında, Hz. Peygamber'in öğretisine inanıp onun çevresinde toplananlar, genellikle fakir ve kimsesiz insanlardı. Mekke müşrikleri bu duruma bakarak kendilerinin onlardan daha değerli ve üstün olduklarını iddia ediyorlardı. Onlar inananlara: “Bizim evlerimiz ve meclisimiz mi, yoksa Hz. Muhammed'e inanan sizlerin evleri mi daha iyi? Eğer siz Allah katında makbul insanlar olsaydınız bizden daha güzel evlerde oturur, meclisinize de üstün ve zengin kimseler devam ederdi. Oysa bizim meclisimize gelip gidenler hem zengin hem de sayıları çoktur. Muhammed'in meclisine gidenlerin ise, çoğu zayıf ve yoksuldur. Demek ki Allah bizi sizden çok seviyor. Çünkü bizi bolluk, sizi sıkıntı içinde yaşatıyor. O halde varlık içinde çok mutlu bir hayat yaşayan bizler mi, yoksa fakirlik içinde zavallı bir hayat yaşayan sizler mi daha iyi durumdasınız; artık varın siz karar verin.” diyorlardı.
Ayet, dînî ve ahlâkî ilkelere teslim olmaya yanaşmayan, sadece geçici çıkar hesaplarının gösterdiği yolda yürümeye kararlı olan kişi ya da toplumların çürük karakterini ve asılsız iddialarını yansıtır. Onlar, kendi oluşturdukları toplumsal düzende elde ettikleri maddî başarıları ve iktidarı, dinden tamamen uzak kalmanın sağladığı bir imkân olarak görürler; dinî kuralları ve kaygıları ise, özgürlük ve ilerleme yolu üzerinde insanın önüne çıkan bir engel olarak kabul ederler. İşte dünyalık peşinde koşan zengin ve şımarık tabaka, hep bu mantıkla dine karşı çıkar. Bu da Marksizmin öne sürdüğü “Din, fakirleri uyuşturup onlara hükmetmek için zenginlerin uydurduğu bir afyondur.” tezini çürütür. Zira dine ilk sarılanlar zenginler değil, genelde fakir olan insanlardır. Onlar, azgın zenginlerin zulmünden kurtulup huzura kavuşmanın çaresini dinde buldukları için İslâm'ı seçmişlerdir.
Sonuç olarak bu ayet, fakirlik ve zayıflıkları nedeniyle müminleri ayıplayıp kendi zenginlikleriyle gururlanan ve fâni alemin basit değerleriyle övünen zalim zihniyetin kısır ve dar görüşlü karakterini ortaya koyuyor. Bu, gözü dönmüş inkâr ehlinin yüce ufukları göremeyen dar mantığıdır. Bu mantık, yeryüzünde her zaman mevcuttur. Gerçek müminin bütün zenginliği ise, Allah'a tam imandır. O, Allah yolunda olmakla şeref ve izzet bulur. Bu uğurda didinir, çırpınır, yorulur; ama mümin bunların hiç birini dünyalık için yapmaz. Onun istediği sadece Allah'ın rızasıdır. Zira o, en uygun mükâfatı Allah'ın huzurunda hesaba çekileceği gün alacağını, her insanın Allah katındaki gerçek değerinin de o gün ortaya çıkacağını çok iyi bilir.
74. Oysa Biz onlardan önce, kendilerinden daha varlıklı ve gösterişli nice kuşakları helak ettik.
Yetmiş dördüncü ayette, Allah'ın bundan önce Kureyş zenginlerinden daha güçlü ve varlıklı kuşakları, inkâr ve şımarıklıkları yüzünden helâk ettiği dile getirilerek, Mekke müşriklerine böyle haksızlık ve şımarıklık yapmaya devam ettikleri takdirde, kendilerinin de benzer akıbete uğrayabilecekleri uyarısı yapılır. Ayet, servet ve şöhretin, inkârcıları helâk olmaktan ve hüsrana uğramaktan kurtaramayacağı; Allah'a tam imanın ise, her türlü zenginliği ve saadeti içinde taşıyan manevî bir hazine olduğu mesajını verir. Ayrıca ayette, insanın ne kadar unutkan olduğuna da işaret edilir. Halbuki insan aklını başına alıp daha önce yanlış yolda yürümüş olanların başına gelenleri düşünse, aldanıp gurura kapılmaz ve gaflet içinde dolaşmaz.
75. De ki! “Sapıklıktaki kim olursa olsun, Rahmân ona uzunca bir süre verebilir. Ama sonunda onlar, önceden uyarıldıkları azabı yada son saatin gelip çattığını gördükleri zaman, kimin konumca daha kötü, ordu ve kuvvetçe daha zayıf olduğunu bilecekler!”
Yetmiş beşinci ayette, Allah'ın şu fâni dünyada haktan sapanlara belirli bir süre ve fırsat vereceği; ancak başlarına azap geldiğinde, mal ve imkânlarının onlara hiçbir yarar sağlamayacağı; işte o zaman kimin konumunun daha iyi, kimin ordusunun ve gücünün daha zayıf olduğunun açıkça ortaya çıkacağı haber verilir. Ayetin beyanına göre Allah, sapıklık içinde bulunan kimseye tuttuğu yolun yanlışlığını fark edip doğru yola dönmesi için bir süre verir. Ancak o insan, kendine tanınan fırsatı doğru yolu bulmak için değil de göreceği azabı artıracak biçimde kullanırsa, bu ona yarar değil, zarar getirir. Zira iman değerinden ve İslâm dininden mahrum olarak geçirilen ömür ne kadar uzun olursa olsun, sahibini ahirette azaptan kurtarmaya yetmeyeceği için hayırlı bir ömür değildir. Öyleyse dünyada kötülük işlemekten, ahirette de azap görmekten kurtulmanın yolu, hayatı İslâm'ın doğruluk ve değer ölçülerine göre yaşamaktır. Ayrıca her mümin, sapıklık içinde olanların doğru yolu bulmaları için dua etmelidir.
76. Allah, doğru yolu bulup seçenlerin doğruluklarını artırır. Kalıcı erdemli işler ise, Rabbinin katında hem karşılık olarak daha değerli hem de sonuçları itibariyle daha iyi ve verimlidir.
Yetmiş altıncı ayette, hayatta başarıya ulaşmanın, vahyin evrensel kılavuzluğuna uymakla gerçekleşeceği, Kur’an'ın bildirilerine uygun olarak yapılan işlerin ise, daha hayırlı ve kalıcı olduğu belirtilir. Bu ayette, “sâlihât/dürüst ve erdemli davranışlar” ın Allah katında karşılık olarak daha değerli, sonuçları itibariyle de daha kalıcı ve verimli olduğu ifade edilir. Burada hemen insanın hatırına, “acaba bu kalıcı güzel işler nelerdir?” sorusu gelir. Kaynaklarda “kalıcı iyi işler” den maksadın “beş vakit namaz, tevhid kelimesi, tesbih ve benzeri zikirler” olduğu belirtilir. Elbette bu ibadet ve zikirler, kalıcı işlerdendir. Ancak “kalıcı iyi işler”, bunlardan ibaret değildir. İslâm'ın yapılmasını emrettiği, insanın da Allah rızası için yaptığı bütün meşru ve güzel işler, bu kavramla ifade edilir. Bu yüzden insanı iman egemenliğine ehil kılan, onun Allah'a bağlı kalmasını, İslâm'ın da hayata hakim olmasını sağlayan bütün iyi işlerin, bu kavramın kapsamına girdiği söylenebilir. Bu durumda insana İslâmî şahsiyet, ailede sadakat ve saadet, mahkemede adalet, siyasette yeterlilik, doğruluk ve ciddiyet, iktisadi hayatta hilesiz ve dürüst ticaret, toplumda huzur ve barış, yarışta başarılı sonuç sağlayan bütün verimli ve olumlu faaliyetler, “kalıcı iyi işler” olarak görülebilir.
77. Baksana ayetlerimizi inkâra kalkışan ve: “Bana elbette mal, mülk ve evlât verilecektir.” diyen şu herifin haline! 78. O, görülemeyeni görüp yeni bir görüş alanına mı erişti; yoksa Rahmân'la bir sözleşme mi yaptı? 79. Hayır, asla öğle değil! Biz onun söylediklerini yazacağız ve azabını uzattıkça uzatacağız. 80. Sözünü ettiği şeyleri hep elinden alacağız da o Biz'e tek başına gelecek.
Yetmiş yedi-sekseninci ayetlerde, ahireti inkâr eden kimsenin, alaycı sözleri ve tutarsız tavırları kınanır. Ona, mesnetsiz sözleri neye dayanarak söylediği sorulur; her sözün tespit edildiği, bilgisiz ve belgesiz söz söylemenin, azabı artırmaktan başka bir işe yaramayacağı ve her sorumlu canın ilahî huzura tek başına çıkarılacağı hatırlatılır.
Kaynaklarda belirtildiğine göre, Mekke'de demircilik yapan Habbab b. el-Eret, As b. Vâil'den alacağını ister. As da ona Muhammed'i inkâr etmedikçe borcunu vermeyeceğini söyler. Habbab ise: “Vallahi sen ölüp tekrar diriltilmedikçe Muhammed'i inkâr etmeyeceğim.” der. As: “Ne yani! ben ölecek, sonra da tekrar diriltilecek miyim?” diye sorar. Habbab: “Evet.” diye cevap verince As: “Öyleyse ben öldükten sonra tekrar dirildiğim zaman sen bana gelirsin; zira benim orada da malım ve evlâdım çok olacak. O zaman sana borcumu öderim.” der. İşte onun alaycı sözlerine cevaben bu ayetler iner.
Ayetler, belirtilen olay nedeniyle inmiş olsalar da aslında onlar, dinî bildirimleri bir kenara bırakıp sadece maddî değerler peşinde koşan ve bunu başarı sanan insan karakterini gözler önüne sermektedir. Anılan karaktere sahip olan insanlar, şayet bu dünyadan sonra hayat varsa, burada olduğu gibi öteki dünyada da çok mal ve evlat sahibi olacaklarını iddia ederek güya kendilerinin Allah katında daha makbul kimseler olduklarını söylemek isterler. Oysa bu dünyada insan bilgisine kapalı olan olayların iç yüzünü Allah bildiği gibi, bundan sonraki hayatın gerçek mahiyetini de O bilir. Öyleyse bir insanın dünyadaki maddî durumu ve sosyal konumu, ahiretinin ölçüsü değildir. İşte bu yüzden ayetlerde dünya malına güvenip aldanan ve ahiretle ilgili gerçekleri alaya alan kimseye, dünyadaki mallarının elinden alınacağı ve tek başına Allah'ın huzuruna çıkarılacağı hatırlatılmıştır. Demek ki inkârcı insan, putlaştırdığı bütün destek ve imkânlardan yoksun bırakılacak; tek başına ilahî huzura çıkarılacak; onun durumu, Allah'ın adalet ve merhametine kalacaktır.
81. Çünkü böyleleri, kendileri için güç ve statü kaynağı olsunlar diye Allah'tan başka varlıkları tanrılar edinirler. 82. Ama bu tanrılar, onların ibadetlerini inkâr edecekler ve tapınanların karşısında yer alıp kendilerine düşman kesileceklerdir.
Seksen bir-seksen ikinci ayetlerde, inkârcı müşriklerin güçlü ve üstün olmak için Allah'tan başka tanrılar edindikleri; fakat bu tanrıların ileride kendilerine düşman olacakları haber verilir. Böylece Allah'tan başka varlıkları putlaştırıp onlara tapma cehaleti sergileyenlerin aldanışları dile getirilmiş olur. İnkârcı müşrikler, cinlere ve meleklere tapar, onlardan güç kazanarak üstün geleceklerini sanırlardı. İşte ayet değinilen duruma işaret etmekte, tapınılan varlıkların, ileride kendilerine tapanlara düşman kesileceklerini belirtmektedir. Demek ki insanı, yaptıklarına ve taptıklarına göre ağırlanacağı bir gelecek beklemektedir.
Sonuç olarak her şeyi yaratan Allah'tır. Var oluş O'nun iradesine bağlı olduğundan, varlığın seyrini ve geleceğini ilahî iradeden ayrı düşünmek mümkün değildir. Yaratılışı ve oluşu Allah'ın iradesiyle başlatıp hayatı, ölümü ve ötesini Allahsız düşünmek büyük bir yanılgı ve çelişkidir. Zira, doğru hayatı dokuyan temel değerlerin başında Allah ve ahiret inancı gelir. Allah, dünyayı insanın yaşamına uygun bir saray halinde yaratmıştır. İnsan bu sarayda ücretsiz barınmaktadır. Halbuki kâinat boş yere insan da başıboş ve gayesiz yaratılmamıştır. Tabiat, insanın yararlanması, insan da Rabbini tanıyıp O'na kulluk etmesi için yaratılmıştır. Nitekim dünyaya gelen ömrü oldukça yiyip içiyor; ömrü bitince de ahirete göçüyor. Ömrün bitmesi, insanın kulluk sınavının da bittiği anlamına geliyor. Herkesin görüp bildiği gibi, dünyadaki misafirlik sürüp gitmiyor. Tam tersine dünyanın yenisi eskiyor, çokluğu da yokluğa dönüşüyor. Bu yüzden günün birinde haneyi terk etmek kaçınılmaz oluyor. Öyleyse insanın eninde sonunda terk etmek zorunda olduğu bir şey, onun olamaz. Bu durumda ölümün yok ettiği her şey dünya, yok edemediği yüksek değerler, dürüst ve erdemli davranışlar ise, baki kalan iyi işlerdir. İşte bu ayetler insana, zamanı Kur’an vahyi aracılığı ile değerlendirip yenilemek ve hayatı onunla bereketlendirmek gerektiği mesajını vermektedir.
Surenin son bölümünü oluşturan bu ayetlerde ömrü sınırlı, nefesleri de sayılı olan insana, hayatının her döneminde Allah'ın bildirisine uyması gerektiği hatırlatılır. İnsan için tek kurtuluş yolunun, ilahî bildiriyi duyup ona uymak olduğu belirtilir.
(83-98'inci ayetler)
83.İnkârcıların üzerine, onları güçlü dürtülerle kışkırttıkça kışkırtan şeytanlar saldığımızı görmez misin! 84. Öyleyse onlar hakkında acele etme; çünkü Biz onların günlerini ve yaptıklarını hiç aksatmadan teker teker sayıyoruz.
Seksen üç-seksen dördüncü ayetlerde, tevhid inancından uzaklaşıp şirki tercih edenlere, şeytanların musallat oldukları; onları sapıklığa ve azgınlığa ittikleri ifade edilir. Allah'ın inkârcılara bir süre fırsat verdiği, bu arada günlerini ve işlerini hiç aksatmadan teker teker sayıp yazdığı için, onların acele azap görmeleri konusunda tezlik göstermeye gerek olmadığı belirtilir. Ayetlerin amacı, inkârcıları uyarmak, Hz. Peygamberi ve müminleri de teselli etmektir. Zira Allah'ın inkârcı müşrikleri alel acele cezalandırmaması, O'nun gafil olması ve ihmal etmesi anlamına gelmez; aksine Kıyamet günü hesaba çekmek için onlara bir süre serbest iradelerini kullanma fırsatı verdiğini gösterir.
Bilindiği gibi Allah, şeytanın insanı ayartmasına izin vermiş, onun ayartısına kapılıp kapılmamayı da insanın serbest iradesine bırakmıştır. Âdem'e secde emri, nasıl İblis'in gerçek durumunu ortaya koyan bir sınav olmuşsa, ona mühlet verilmesi de Âdem ve soyu için benzer şekilde bir imtihan olmuştur. Zira İblis, kendine tanınan zamanın bitimine kadar insanı ayartma misyonunu sürdürecektir; onun işi ve mesleği budur. Ancak Allah'a inanıp kötülüklerden korunan insanı şeytan etkisi altına alıp ayartamaz. Ama insan Allah'ın çağrısını duymaz ve buyruklarına uymazsa şeytan ona musallat olur, kendi iradesiyle onun peşine takıldığı içinde şeytan onu doğru yoldan saptırır.
Sonuç olarak bu ayetlerde, şeytânî güçlerin eline düşmüş insanların vahim durumunu tasvir eden bir tablo ortaya konulur. Akıl ve iradelerini yanlış yönde kullanan bu kimselere şeytanlar musallat olur. Allah onlara bir süre fırsat verir; bu arada da onların alıp verdikleri her nefesi sayar, yaptıkları işleri teker teker kaydedip hesap hanelerine geçirir. Bu yüzden inkârcı kimseleri, sıkıntı dolu bir hesap günü beklemektedir. Nitekim, bundan sonra gelen ayetlerde bu sayımın ve hesabın akıbeti açıklanmaktadır.
85. O gün Biz, günahlardan sakınanları Rahmân'ın huzurunda onurlu konuklar gibi toplayıp ağırlarız. 86. Suçluları da, susamışları sulağa sürer gibi yaya olarak cehenneme süreriz. 87. Rahmân'ın huzurunda söz almış olanlar dışında kimse aracılık yetkisine sahip olup şefaat edemez.
Seksen beş-seksen yedinci ayetlerde, Allah'a inanıp kötülüklerden sakınanların, Rahmân'ın huzurunda onurlu konuklar gibi ağırlanacakları; inkârcıların ise, susuz bir sürü gibi yaya olarak cehenneme sevk edilecekleri haber verilir. Bu arada, Allah'la bir ahit yapanın dışında hiç kimsenin O'nun huzurunda şefaat edemeyeceği yahut şefaatten pay alamayacağı belirtilir.
“Allah'la ahit yapma” dan maksat, “O'nun varlığına ve birliğine inanıp eşsiz ve ortaksız olduğunu kabul etmek; insan olmanın kişiye yüklediği ahlâkî sorumlulukları yerine getirmek”tir. Kur’an'ın indiği dönemde müşrikler, kendilerine şefaat edecekleri inancıyla meleklere, cinlere veya putlaştırdıkları bir takım varlıklara taparlardı. İşte burada onlara, şefaatçi olacaklarını sandıkları varlıkların Allah'tan izinsiz şefaat edemeyecekleri; O'nun da kendisine ortak koşanlara şefaat edilmesine izin vermeyeceği; şefaatin Allah'ın izni, iradesi ve rızasına bağlı olduğu bildirilmiş, böylece Allah'ın iradesinden bağımsız ve şartsız bir şefaat anlayışı reddedilmiştir. Bu yüzden inkârcı müşriklere şefaat yoktur. Allah'ın varlığına ve birliğine inanmaları şartıyla diğer günah sahipleri için, Hesap gününde onları sadece Allah'ın bağışlayabileceğinin sembolik bir ifadesi olarak peygamberlere şefaat etme izni verilecektir. Bu tıpkı, birine ödül veren kimsenin bu ödülü çok değer verdiği birinin eliyle o kişiye vermesi gibidir.
Allah, iman edip iyi işler yapanlara en güzel ödülü vereceğini vaat etmiştir. O, sözünden dönmez ve vaadini yerine getirmekten asla kaçınmaz. Suçlulara da hak ettikleri cezayı vermekten geri durmaz. Çünkü Allah, günahkârlara adaletiyle; iman edip dürüst ve erdemli davrananlara ise hem adaleti hem de lütfuyla muamele eder.
88. Bu gerçeğe rağmen yine de bazıları: “Rahmân çocuk edindi!” dediler. 89. Gerçekten siz bunu söylemekle ortaya çok çirkin bir iddia atmış oldunuz. 90-91. Öyle ki Rahmân'a çocuk isnat etmelerinin dehşetinden dolayı neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar yıkılıp gidecekti!
Seksen sekiz-doksan birinci ayetlerde, Allah'a çocuk isnat eden müşriklerin çirkin sözleri; bu iğrenç söz karşısında bırakın insanları, bütün kâinatın içten sarsıldığı, neredeyse göklerin çatlayıp yerin yarılacağı ve dağların yıkılıp gidecekleri ifade edilir. Bu dehşetli tasvir, Allah'a çocuk isnat etmenin ve dolayısıyla O'na şirk koşmanın, ne büyük bir günah olduğunu gözler önüne sermektedir. Bu cahilce söylem, Allah'ın yüce zatının kutsiyetine karşı çıkma anlamına geldiği için, o iğrenç sözlerden ve çirkin iddialardan ötürü adeta kâinatın bütün organları birden bire sarsılmaya başlıyor. Bu yüzden de bütünüyle kâinat, Yüce Yaratıcı'ya karşı söylenen bu âmiyâne sözlerden dolayı kızarak öfkeye kapılıyor. Aynı zamanda bu ifadelerle Allah hakkında söylenen yakışıksız sözün, kâinatın yapısına ve insanın tabiatına ters düştüğüne de dikkat çekilmiş oluyor.
Burada Allah'a çocuk isnat edenlerden maksat, müşrikler olmalıdır. Çünkü onlar, cinlerle Allah arasında bir soy bağı kurarlar ve melekleri Allah'ın kızları sayarlardı. Ayrıca Uzeyr'i Allah'ın oğlu kabul eden Yahudilerle İsâ'yı Allah'ın oğlu sayan Hıristiyanlar da, O'na çocuk isnat edenler arasındadır. Ancak ayetlerin mesajı anılan kişilerle sınırlı olmayıp Allah'a inanmakla birlikte kendileriyle Allah arasında aracılık rolü oynayabilir ümidiyle peygamberleri, aziz ya da veli olarak bilinen kişileri tanrılaştıran kimseleri de kapsamaktadır. Zira herhangi bir varlığı, Allah'ın müteâl birliği, eşsiz ve ortaksız olduğu ilkesiyle bağdaşmayacak bir biçimde tanrılaştırmak, O'nun yüce zatının kudretine karşı çıkmak anlamına gelir. Şayet bu yolda inat ve ısrar edilirse, Allah'a karşı işlenen fiil affedilmez bir günah halini alır. Allah'a ortak koşanlar da korkunç bir günah işlemiş ve kendilerine yazık etmiş olurlar.
92. Oysa çocuk edinmek Rahmân'a yaraşmaz. 93. Göklerdekilerin ve yerdekilerin tümü, Rahmân'ın huzuruna ancak birer kul olarak gelecektir. 94. Doğrusu O, bunların hepsini bilgisiyle kuşatmış ve teker teker saymıştır. 95. Onların her biri, Diriliş Günü O'nun huzuruna tek başına çıkacaktır.
Doksan iki-doksan beşinci ayetlerde, çocuk edinmenin Allah'a yakışmadığı, göklerde ve yerde bulunan her şeyin kul olarak Allah'a geleceği, O'nun bütün varlıkları bilgisiyle kuşatıp teker teker saydığı; onların her birinin Kıyamet gününde Allah'ın huzuruna tek başına çıkarılacakları haber verilir. Allah'ın oğul edinebileceği fikri, akıl almaz bir iddia ve dine uymaz bir görüştür. Çünkü böyle bir fikir, baba ile oğul arasında bir mahiyet benzerliğini öngörür. Halbuki Allah, her bakımdan eşsiz ve benzersiz olduğundan, hiçbir şey O'na benzemez ve hiçbir varlık O'nunla denk tutulamaz. Bu yüzden kâinatta Allah'ın oğlu veya ortağı diye bir şey yoktur; bütün varlıklar O'nun yaratığı ve kuludur. Öyleyse hiçbir kimsenin kaçacak yeri yoktur. Her sorumlu can, Hakk'ın divanına malı ve evladıyla değil, tek başına çıkacak; o zaman da kendisinin Allah'tan başka yardımcısı olmayacaktır. Artık insan, âlemlerin Rabbinin huzurunda tek başına ve yapayalnızdır. Onda, ne servetinin sağladığı üstünlükten kaynaklanan şımarıklık, ne de sosyal konumunun verdiği küstahlık kalmıştır.
96. İman edip iyi işler yapanları Rahmân sevgiyle kuşatıp gönüllere sevdirecektir.
Doksan altıncı ayette, Allah'ın iman edip iyi işler yapanlara sevgisini bahşedeceği, onları sevgi yeteneğiyle donatacağı ve kendilerinin diğer insanlar tarafından sevilmelerini sağlayacağı bildirilir. Demek ki her şeyin sahibi Allah olduğu gibi sevginin kaynağı da O'dur. Allah iman edip doğru dürüst davrananları sevdiği gibi onları diğer kullarına da sevdirir. Nitekim, değinilen bu gerçek, bir hadisi şerifte şöyle dile getirilmiştir: “Allah bir kulu severse Cebrâil'e: 'Ben onu sevdim sen de sev.' der. Cebrâil gök halkına Allah'ın bu buyruğunu duyurur. Sonra o kişiyi dünya halkına sevdirir. İşte Yüce Allah'ın: 'İnanıp iyi işler yapanlar için Rahmân bir sevgi yaratacak ve onları sevgiyle kuşatacaktır.' sözünün anlamı budur.”
Bu ayet, nüzul ortamı ve tarihsel bağlamı göz önünde bulundurularak değerlendirilirse, burada esas amacın inançları yüzünden baskı ve işkence gören müminleri teselli etmek olduğu görülür. Çünkü ayette, davalarından dönmeyen samimi müminlere, diğer insanların kendilerine saygı ve hürmet gösterecekleri zamanın yaklaştığı; yakın gelecekte bütün dünyanın onları saygıyla anacağı mesajı verilmiştir. Gerçekten de bu ayetin nüzulünden kısa bir süre sonra, ilk nesil Müslümanları bu sevgi ve saygıya mazhar olmuşlardır.
Aslında ayetin mesajı ilk nesil Müslümanlarıyla sınırlı olmayıp evrensel bir nitelik de taşımaktadır. Zira insanları siyasi zulüm ve egoizmle yönetmeye çalışanlar, hiçbir zaman gönülleri fethedemezler. Ama insanlara adaletli ve ahlâklı davranan samimi kişiler, işin başında bazı onursuz kimselerin düşmanlığı ve ilgisizliği ile karşılaşsalar da sonunda onların kalplerini kazanmayı başarırlar.
Sonuç olarak ayet, insanı korku ve kaygı dolu bir atmosferden kurtarıp sevgi ve ümit dolu bir ortama taşıyor. Çünkü Yücelerin Yücesi, iman insanına ötelerin ötesinden bir sevgi nimeti sunuyor. Bu nimet daha sonra yeryüzünün her yerine dağılıp bütün insanları kapsıyor ve kâinatın her tarafını kuşatıyor.
97. Doğrusu Biz bu Kur’an'ı, inatçı bir toplumu onunla uyarıp günahlardan sakınanları da müjdelemen için, senin dilinde kolaylaştırdık.
Doksan yedinci ayette, Kur’an'ın Arapça indirilişinin hikmeti açıklanıyor. Allah, inanıp iyi işler yapanları müjdelemesi, inatla inkârda direnenleri de uyarması için, Kur’an'ı Hz. Muhammed'in dilinde kolaylaştırmıştır. İnsanın, Allah'ın sözünü dil dışı mahiyetiyle olduğu gibi kavraması mümkün olmadığından ilahî mesaj insana her zaman kendi dilinde vahyedilmiş; Allah da her peygamberi, kelamını insanlara iyice açıklasın diye kendi kavminin diliyle göndermiştir. İşte Araplar arasından seçilen son Peygamber'e de anlaması ve halkını uyarabilmesi için Allah'ın sözü Arapça vahyedilmiş; Hz. Peygamber de lafız ve anlam olarak kendi dilinde vahyedilen Kur’an'ı kolayca anlayıp çevresindekilere ve bütün dünyaya duyurmuştur.
98. Onlardan önce gelip geçen nice kuşakları yok ettik; şimdi onlardan herhangi birinin varlığını hissediyor ya da en küçük bir seslerini duyuyor musun?
Doksan sekizinci ayette, Kur’an mesajına inatla direnen inkârcı toplumdan önce, Allah'ın ayetlerini reddeden nice kuşakların helâk edildikleri; artık onların hiç birinde bir hareketlilik görülmediği ve kendilerinden en ufak bir ses duyulmadığı haber verilir. Sure de insanı ürperten bir tabloyu gözler önüne seren bu ayetle son bulur. İnsan ayetin ortaya koyduğu bu tabloda gelip giden kuşakları izliyor, kazanılan ve yitirilen hayatı görüyor, körleşen duyguları hissediyor. Bütün bunlardan sonra hayata sessizlik hakim oluyor. Artık bir hareket, bir duygu ve en ufak bir çıt yok. Varlık dünyasındaki her şey bitip herkes yok olup giderken sadece ölüm nedir bilmeyen ve hep diri olan Allah bâki kalıyor.
Sonuç olarak, Hz. Peygamber'in görevi inkârcıları uyarma, iman edip iyi işler yapanları da müjdelemektir. Tebliğe muhatap olan insanların görevi ise, doğru yola gelmektir. Tebliğden sonra onların yola gelmemelerinden Peygamber (as) sorumlu değildir. Şayet inkârcı müşrikler yola gelmiyorlarsa, önceki günahkâr toplumların başına gelenler, onların başına da gelecektir. Öyleyse Hz. Peygamberin ve onun getirdiği öğretiyi kabul eden müminlerin üzülmelerine gerek yoktur.
Genel Tespitler
Meryem suresinde, İmran Ailesi'nin dört önemli şahsiyetine yer verilir. Bunlar Hz. Zekeriya, Yahyâ, Meryem ve İsâ'dır. Hz. Zekeriya, İbrahim (as) Zürriyetinden gelen ve İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden biridir. O, aynı zamanda elinin emeğiyle geçinir, Beyt-i Makdis'te İmamet görevini yürütürdü. Hz. Meryem'in eniştesiydi; onu Beyt-i Makdis'teki bir odada himaye etti. Bu yüzden Hz. Zekeriya, ilahî emanetinin türbedarı ve mihrabın örtüsüydü. O, Rabbinden mülküne ve ilmine vâris olacak salih bir çocuk istedi. Allah da ona ileri yaşında Yahya'yı bahşetti.
Hz. Zekeriya'nın oğlu olan Yahya (as) ise, babasının ve annesinin yaşlılık döneminde dünyaya gelmiş; otuz yaşlarına girdiğinde kendisine peygamberlik bahşedilmiş bir nebidir. Yahya, “yaşamak-yaşatmak” kökünden gelen bir kelimedir. Bu, onun vahyin etkinliğini yeniden diriltmeye geldiği, onu hayata serpen bir diriliş emekçisi olduğu mesajını veriyordu. Gerçekten de Hz. Yahya, vahyin yetkin mesajını haykırıp onun etkinliğini yeniden diriltme girişiminde bulundu. Ne var ki mesajın etkinliğini önleyemeyen zalim güçler, onu insanlara ulaştıran sesin sahibini öldürmeye kalkıştılar. Sesin sahibi öldürüldü ama getirdiği mesaj hep diri kaldı.
Sureye isim olan Meryem, görgü ve bilgisiyle tanınan İmran Ailesi'nin kızı, Hz. İsâ'nın annesi ve hadis diliyle belirtilen dört önemli cennet kadınından biridir. O, henüz doğmadan ailesi tarafından Kutsal Mescid'e adanmış, belli bir yaşa kadar annesinin yanında kalmış, daha sonra Mescid'e yerleştirilip Hz. Zekeriya'nın himayesinde yetişmiştir. Hz. Meryem, kendisine tahsis edilen yerde yaşayıp giderken, insan şeklinde görünen Ruh, ona tertemiz bir oğlunun olacağını müjdelemiş, Meryem genç bir kız iken hamile kalmış, hamileliği belli olunca kavminden uzaklaşıp tenha bir yere çekilip orada çocuğunu dünyaya getirmiştir. Onun dünyaya getirdiği bu çocuk, İsâ (as) dır.
Hz. İsâ, İsrâiloğullarına gönderilen ve kendisine kutsal kitap İncil verilen bir peygamberdir. Onun en önemli özelliği, dünyaya babasız gelmiş olmasıdır. Bu yüzden Kur’an'da ondan bir ayet/mucize olarak söz edilir. Hz. İsâ, Allah'ın oğlu değil, kulu ve elçisidir. Allah onun yaratılışını, varlığına bir alamet, kudretine bir işaret, iradesinin hürlüğüne de bir kanıt kılmak istemiştir. Çünkü Allah'ın iradesi bağımsız, gücü de sınırsızdır. Demek ki Hz. İsâ, ezeli kudretin, ebedi hayatın ve yeniden dirilişinin sözcüsüdür.
Aslında bütün peygamberler, insanları tevhid inancına çağıran; putçu sistemlerin büyüsünü bozup sahte ilâhların maskelerini indiren tevhid önderleridir. Bu yüzden onlar ölseler yahut öldürülseler de davaları ölmez. Zira dava sahipleri şehit edilebilir, fakat iman ve umut asla yok edilemez. Şu halde mesaj, mihrab ve aydınlık korunduğu sürece bu iman ve umut ölmeyecek; Zekeriyalar, Yahyalar, Meryemler, İbrahimler, Musalar, İsâlar ve Muhammedler olduğu sürece de İslam'la hayat bulmak, her zaman beklenen bir gerçek olacaktır.
Meryem suresinin, “rahmet” kelimesine yapılan vurguyla başlayıp bu kelimenin sure içersinde dört defa tekrarlanması; ayrıca aynı kökten gelen “Rahmân” isminin de surede tam on altı kez yer alması, Allah'ın hakim sıfatının “rahmet” olduğuna ve ilahî rahmetin akıl almaz bir biçimde bütün varlığı kuşattığına işaret eder. Aslına bakılırsa bu, Allah'ın Rabb'lığına en fazla yakışan, insanın da kulluğuna en çok yarayan bir durumdur. Çünkü Allah bağışlamak, kul da bağışlanmak ister.
İnsanın, bütün varlıkları kuşatmış olan ilahî rahmetten yüz çevirmesi zulüm, Allah'ın rahmet kapısını çalması ise, “dua” dır. Duada niyet ve samimiyet, söz ve fiil, korku ve ümit birlikte bulunmalıdır. Zira, tek başına korku, giderek insanı güvensizliğe götürür; tek başına ümit de hiçbir tehlike ve sınır tanımadığından benliği firavunlaştırır. Ayrıca duada bağırıp çağırarak edep sınırı aşılmamalıdır. Çünkü bağırıp çağırmak, riya ve şikayetin beslediği bir hastalık ve duada seviyesizliktir.
Allah, günaha dalıp yoldan sapanlara uslanmaları için bir süre verir. Verilen süre sona erince de uyarılarına kulak tıkayan suçluları cezalandırır. Dünya malı gelip geçicidir ve mülkün gerçek sahibi Allah'tır. İnsan bir gün malını ve evladını geride bırakıp tek başına Allah'ın huzuruna çıkarılacaktır. İnsanı Allah katında değerli kılan mal ve mevkî değil, yaptığı iyi işlerdir. Bu yüzden asıl kalıcı ve yararlı olan, Allah rızası için yapılan doğru ve dürüst davranışlardır.
Allah'a çocuk isnat etmek, melekleri, cinleri veya herhangi bir insanı Allah'ın çocuğu sanmak, gökleri ve yeri çatlatacak derecede büyük bir günahtır. Bunun için Allah, kendisine çocuk isnat edip ortak koşan kimseyi sevmez ve tevbe etmedikçe de onun hiçbir günahını affetmez. Aksine bu yakışıksız sözleri söyleyen kim olursa olsun Yüce Divan'da çok ağır bir cezaya çarptırılır.
Müşriklerin kendilerine şefaatçi olacaklarını sandıkları ve tanrı diye taptıkları varlıkların hiçbiri, Allah izin vermedikçe onlara şefaat edemezler; tam tersine bunlar ahirette müşriklerin hasmı olurlar. Öyleyse hiçbir varlık Allah'tan izinsiz şefaat edemeyecek, Allah da kendisine ortak koşanlara şefaat edilmesine izin vermeyecektir.
Allah, iman edip doğru dürüst davranan kullarına sevgi nimeti bahşeder. Onlar, sevecen olurlar; yaratıklara öfke ve nefretle değil, sevgiyle bakarlar. Böylece hem Allah hem de diğer insanlar tarafından sevilirler, sonunda insanların en çok sevileni olurlar. Allah'ın mesajına karşı çıkıp kulak tıkayan nesiller ise, sevgiden uzak sevimsiz bir hayat yaşayıp varlık sahnesinden silinip giderler. Şu halde peygamberlerin yolunu izleyen müminler, sevilen ve güvenilen kişiler olmalıdırlar. Zira her insan, peygamber olma durumunda olmasa da her mümin doğru, dürüst ve güvenilir bir kişi olmak zorundadır. Çünkü Hz. Muhammed, peygamber olmadan önce de sevilen ve güvenilen biriydi; yani “Muhammedü'l-emin” di.
Sonuç olarak, kâinat boş yere insan da başıboş ve gayesiz yaratılmamıştır. Allah, dünyayı insanın yaşamasına uygun bir saray halinde yarattığından insan bu sarayda ücretsiz barınmaktadır. Demek ki tabiat insanın yararlanması, insan da Rabbini tanıyıp O'na kulluk etmesi için yaratılmıştır. Bu kural, Allah'ın istediği doğrultuda işliyor. Zira dünyaya gelen ömrü oldukça yiyip içiyor, giyip eskitiyor; ömrü bitince de ahirete göçüyor. Ömrün bitmesi ise, kulluk sınavının bittiği anlamına geliyor. Herkesin gördüğü ve bildiği gibi dünyadaki misafirlik sürüp gitmiyor; tam tersine dünyanın yenisi eskiyor, çokluğu da yokluğa dönüşüyor. Günün birinde haneyi terk etmek kaçınılmaz oluyor. Öyleyse insan, eninde sonunda terk etmek zorunda olduğu herhangi bir şeyin gerçek sahibi olamaz.