(45/20) TÂHÂ SÛRESİ
MEKKE DÖNEMİ
135 AYET
Tâhâ suresi, Mekke döneminde ve peygamberliğin dört ila yedinci yılları arasında nazil olmuştur. Sure, 135 ayetten oluşur. Adını, ilk ayetinde geçen “tâ-hâ” harflerinden alır. Nüzul sıralamasına göre 45'nci, tertip sıralamasına göre de 20'nci suredir. Kaynaklarda belirtildiğine göre bu sure, Ömer b. Hattâb'ın Müslümanlığı kabul etmesine vesile olmuş, Ömer de peygamberliğin beşinci yılında İslam'ı kabul etmiştir.
Surede öncelikle, Kur’an-ı Kerimin indiriliş amacı beyan edilir. Allah'tan başka ilâh olmadığı, O'nun her şeyin yaratıcısı ve yöneticisi olduğu, gizli açık her şeyi bildiği belirtilir. Bu girişten sonra, Hz. Peygamber'i ve inkârcılardan baskı gören müminleri teselli etmek amacıyla Hz. Mûsâ kıssasından uzunca bir kesit sunulur. Allah'ın Hz. Mûsâ'yı koruduğu, onun da büyük ordulara ve güçlü silahlara sahip olan Firavun'u yenilgiye uğrattığı dile getirilerek Allah'ın yardımına ve desteğine mazhar olan bir hareketin, sonunda mutlaka başarıya ulaşacağı mesajı verilir. Bundan sonra, insanın şeytan karşısındaki yenilgisinin temel sebeplerine açıklık getirmek ve Allah'a itaatsizliğin acı sonuçlarına dikkat çekmek için, Âdem (as) ve İblis kıssasına yer verilir. Böylece şeytanın peşinden giden müşriklere ve onlar gibi davranan herkese, yanlış yolda oldukları uyarısı yapılır. Bu arada müminlerin ve inkârcıların düşünce yapılarını yansıtan tasvirlere yer verilir. Özellikle kıssalar içersine yerleştirilen Kıyamet sahneleriyle, müminlerin cennetle ödüllendirilecekleri, inkârcıların ise cehenneme sevk edilecekleri ima edilir. En sonunda Hz. Peygamber'e ve müminlere, namazı devamlı ve duyarlı biçimde kılmaları, inkârcıların baskı ve zulümlerine sabırla göğüs gerip İslam'ı tebliğe devam etmeleri talimatı verilir. Sure, inkârcıların acı akıbetine dikkat çeken ayetle son bulur.
Görüldüğü gibi surenin ana teması, Allah'ın peygamberleri aracılığı ile insanoğluna teklif ettiği doğru yol öğretisinin, yani vahyî bildirimlerin özünü oluşturan temel gerçeklerin birbiriyle özdeş oldukları hususudur. Zira insanlık tarihinde hiçbir peygamber putperestçe uygulamalara izin vermemiş, tam tersine bütün peygamberler tevhidi ikame, şirki de imha etmek için mücadele etmişlerdir.
(1-24'üncü Ayetler)
Surenin ilk bölümünü oluşturan bu ayetlerde, öncelikle Kur’an'ın Yüceliğine ve indiriliş gayesine dikkat çekilir. Allah'tan başka ilâh olmadığı, O'nun rahmetinin her şeyi kuşattığı, ilminin ve kudretinin de sonsuz olduğu vurgulanır. Daha sonra surenin genelini kapsayan ve kavmini esaretten, ezilmişlikten kurtarmak için uzun yıllar mücadele veren Mûsâ peygamberin öyküsüne giriş yapılır.
Rahmân, Rahim Allah'ın Adıyla
1. Tâ-Hâ
Birinci ayet, “tâ-hâ” harflerinden oluşur. Bu harfler de, Kur’an'ın diğer bazı surelerinin başında bulunan “mukattaat/sembolik” harfler grubu arasında yer alırlar ve muhatabın dikkatini okunan vahye çekerler. Bu harflerden sonra genellikle kitaptan ve vahiyden söz edilmesi de, değinilen tespiti destekler. Ancak bazı Kur’an yorumcularına göre “tâ-hâ” ibaresi, iki harften meydana gelen soyut bir terkip değil, Arapça'nın bazı lehçelerinde “ey adam/ey insan” anlamına gelen bir tabirdir. Bu insanla kastedilen de Hz. Peygamber'dir. “Tâ-hâ” terkibinin başka anlamlara da gelebileceğini belirten farklı görüşler olmakla beraber, bu ibarenin öncelikle Hz. Peygamber'e ve Kur’an'ın diğer muhataplarına yönelik bir ünlem olduğu söylenebilir. Zira burada amaç, muhatapların dikkatini çekmek, söylenecek sözlerin ve verilecek bilgilerin önemini vurgulamaktır. Ayrıca bu harflerle, Kur’an'ın mucîz/eşsiz ve benzersiz bir söz olduğuna işaret edilmiş de olabilir. Çünkü Kur’an, Arapların alışık oldukları ve bildikleri tâ-hâ ve benzeri harflerle dile getirilen bir söz olmasına rağmen, onlar Kur’an'ın bir benzerini getirmekten aciz kalmışlardır.
2. Biz bu Kur’an'ı sana sıkıntı çekip mutsuz olasın diye indirmedik. 3. Yalnızca Allah'a saygısı olan herkese bir öğüt ve uyarı olsun diye indirdik. 4. O, yeri ve yüksek gökleri Yaratan'ın katından peyderpey indirilmiştir.
İki-dördüncü ayetlerde, Kur’an'ın yüceliğine ve indiriliş gayesine dikkat çekilir. Onun, insanı sıkıntıya düşürüp bedbaht etmek için değil, Rabbine saygı duyan herkese bir öğüt ve uyarı olsun diye Allah katından peyderpey indirildiği belirtilir. Kaynaklarda bu ayetlerin, Ebû Cehil ile Nadr b. Haris'in Hz. Peygambere: “Sen kavminin dinini terk ettiğin için bedbahtsın” demeleri üzerine indiği rivayet edilir. Bir rivayete göre de bu ayetler, geceleyin kalkıp namaz kılan ve uzun süre ayakta kalan Hz. Peygamber'e, kendisini böyle yormamasını öğütlemek üzere inmiştir. Bu rivayetler, söz konusu ayetlerin daha davetin ilk yıllarında müşriklerin inatçı tutumları karşısında bunalan Hz. Peygamber'i eğitmek ve teselli etmek amacıyla nâzil olduğunu gösterir.
Kur’an, Allah katından vahiy olarak indirildiği için onun bir benzeri yoktur. Dürüst ve tarafsız bir okuyucu Kur’an'ın insanları Rablerine yönlendirdiğini, akıllarını ve hayatlarını O'nun nuruyla aydınlattığı görür. Aynı şekilde Allah'ın vahyini alan Hz. Peygamber'in dürüstlüğünü, bozulmamış bir fıtrat ve basiret sahibi olduğunu herkes bilir. Bu yüzden onun şerefini kötülemeye ve tertemiz hayatına leke sürmeye çalışanlar, hep hüsrana uğramışlardır.
Hz. Peygamber, Rabbinden aldığı vahiyleri kavmine duyurduğunda onların hemen kendisini tasdik edeceklerini düşünüyordu. Zira o, hiç yalan söylememişti ve kavmi arasında güvenilir bir kişiydi. Ne var ki şirk taassubu, kavmini Hz. Peygamber'in getirdiği mesajları reddetmeye ve ona iftira edip delilikle suçlamaya kadar götürdü. Onurlu bir insan, suçsuz olduğu ve yapmadığı şeylerle suçlandığı zaman çok üzülür. Bu üzüntüsü bazen o kişinin sağlığını etkiler ve hayatı çekilmez hale getirir. İşte âlemlerin Rabbi olan Allah, kavminin asılsız suçlamaları ve inatçı tutumları karşısında bunalan Elçisini teselli etme amacıyla bu ayetleri indirmiştir.
Allah, Hz. Muhammed'i peygamber seçmiştir. Onun görevi, ilahî bildirileri insanlara duyurmaktır. Ancak tebliğ, zor bir görev ve sıkıntılı bir iştir. Bu yüzden Peygamber (as)'in görevini yerine getirebilmesi için çok çalışıp hazırlanması gerekir. Fakat bu hazırlık çalışması, beden güçlerini harap edecek dereceye varmamalıdır. Zira insanın görevini hakkıyla yapabilmesi için, bütün organlarının gücüne ve kabiliyetine ihtiyacı vardır. Bunun için Kur’an, insana teklif ettiği ahlâkî disiplinle onun yaşama duygusunu ve sevincini daraltıp söndürmeyi değil, tam tersine kişinin ahlâkî bilincini derinleştirip bu duyguyu kuvvetlendirmeyi ve zenginleştirmeyi amaçlamıştır. Ayrıca Kur’an, Hz. Peygamber'e ve müminlere, inatçı insanların kalbine imanı zorla sokmak gibi imkânsız bir görev de yüklemez. Bundan dolayı Kur’an'daki buyruk ve yasaklar insan gücünü aşmaz, kimseyi de sıkıntıya sokmaz. O, insandan üzerine düşeni yapmasını, gerisini Allah'a bırakmasını ister. Öyleyse Kur’an'a muhatap olanlar, güç ve imkânları nispetinde sorumludurlar.
Sonuç olarak bu ayetler, insanları Allah'ın dinine davet etmek ve onları İslam'la buluşturmak için çaba sarf eden, bunu yaparken de pek çok zorluklarla karşılaşan Hz. Peygamberi eğitme, teselli etme ve ona yol gösterme gayesiyle inmiştir. Tabii ki onların mesajı, anılan dönemle sınırlı değildir. Çünkü Kur’an, varlıklar âleminin en doğru tercümanı, İslam da Allah tarafından gönderilen en mükemmel dünya nizamıdır. O, insanın sıkıntı çekmesi için değil, her asırda Allah'la doğru ve sürekli bir ilişki kurup mutlu olması için gönderilmiştir. Bunun için insânî potansiyellerini, Kur’an'ın bildirdiği ilkeler doğrultusunda kullanıp Allah'a saygılı davrananlar, hem bu dünyada doğru yaşamış hem de gelecek hayatlarını teminat altına almış olurlar.
5. Sınırsız rahmet sahibi olan Allah, arşı hükmü altına alıp hükümranlık tahtına kurulmuştur. 6. Göklerde, yerde, ikisinin arasında ve toprağın altında ne varsa hepsi O'na aittir.
Beşinci ve altıncı ayetlerde; göklerde, yerde, bunların arasında ve toprağın altında ne varsa hepsinin Allah'a ait olduğu; O'nun, hükümranlık tahtına kurulduğu bildirilir. Burada “Rahmân'ın arşa oturduğu” ifade edilir. Bundan maksat, Allah'ın her şeye tam hakim olup bütün varlığı dilediği gibi yönetmesidir. Bu, insanlara Allah'ın bütün kâinatın yaratıcısı ve yöneticisi olduğunu anlatmak; onların da bu gerçeği kolayca kavramalarını sağlamak için kullanılmış temsili bir ifadedir. Bu yüzden anılan ifadeden, Allah'ın bizzat maddî bir tahta oturmuş olduğu sonucunu çıkarmak doğru değildir. Ayetin asıl amacı, insan zihnine muktedir uluhiyet anlayışını yerleştirmektir. Zira arşa hakimiyet, erişilmez yüceliğin ve sınırsız kudretin ifadesidir. Allah'ın rahmeti her şeyi kuşattığı gibi, hakimiyeti ve hükmü de her yerde ve her zaman geçerlidir. Bütün alemlerdeki durumları bilmesi, dilediğini var edip dilediğini yok etmesi, O'nun hakimiyetinin şüphe götürmez delilidir.
7. Sesini yükseltip sözü açık söylesen de gizlesen de Allah için birdir; çünkü O, gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilir. 8. Allah, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayandır; en güzel isimler O'nundur.
Yedinci ve sekizinci ayetlerde, Allah'tan başka ilâh olmadığı, O'nun her şeyi her yönüyle bildiği, en güzel isimlerin O'na ait olduğu ifade edilir. Bu ayetlerin, bundan önce geçen ayetlerle tam bir bütünlük arz ettiği görülür. Şöyle ki, kâinatın görünen noktalarıyla sözlerin duyulan, dile getirilen noktaları arasında bir ifade uygunluğu olduğu gibi, toprağın altında gizlenmiş olan bilinmez âlemlerle göğüslerde gizli bulunan bilinmez duygular da birbirine denk düşüyor. Demek ki Allah, insanın sadece dile getirip açığa vurduğu sözleri değil, aynı zamanda onun dile getirilemeyen bilinçli düşüncelerini ve bilinç altında olup bitenleri de biliyor. Ayetin asıl amacı, Hz. Peygamber'in kalbine güven aşılamaktır. Çünkü Rabbi onun söylediklerini duymakta, kalbinden geçirdiklerini de bilmektedir. Bu yüzden onu, inatçı kâfirlerin eline bırakmayacak, tam tersine hep onun yanında olacaktır. Allah'ın kendisine yakın olduğunu hisseden, duygu ve sırlarını bildiğine inanan insan da doğal olarak O'na güvenecek ve kalbi huzura erecektir. Çünkü her şeyi kemâliyle bilen sadece Allah'tır. O'ndan başka ilâh yoktur. Yüceliğe, yetkinliğe, yakınlığa ve mükemmelliğe dair en güzel isimler O'na aittir.
Rivayetlere göre, Hz. Ömer'in Müslüman olmasına surenin ilk bölümünü oluşturan bu ayetler vesile olmuştur. Olayın özeti şöyledir: İslam'ın yaman bir düşmanı olan Hattâb oğlu Ömer, Hz. Muhammed'i öldürmeye karar verir. Bu iş için silahını kuşanıp yola çıkar. Yolda Nuaym b. Abdullah ile karşılaşır; ondan, kardeşi Fatıma ile eniştesi Saîd'in Müslüman olduğunu öğrenince, önce onların işini bitirmeye gider. Bu sırada Tâhâ suresini okumakta olan ve Ömer'in geldiğini gören Fatıma ve eşi, Kur’an sayfalarını saklarlar. Ömer onlara, okuduklarını görmek istediğini söyler; fakat onlar kendilerinden istenen Kur’an sayfalarını vermek istemezler. Bunun üzerine Ömer, Saîd'e saldırır; kendisine mani olmak isteyen kardeşi Fatıma'yı da tokatlar. Yüzünden kanlar akan Fatıma cesarete gelip Müslüman olduklarını açıkça haykırır. Kardeşinin haline acıyan Ömer, bu sefer daha yumuşak bir sesle okuduklarını tekrar ister. Sayfalarda yazılı bulunan Tâhâ suresinin ayetlerini okuyunca çok etkilenir. İnkârı imana dönüşen Ömer, Hz. Peygamber'in huzuruna gidip Müslüman olur.
9. Mûsâ'nın öyküsü sana ulaştı mı? 10. Hani o, bir ateş görmüştü de ailesine: “Siz burada bekleyin; ben bir ateş gördüm, belki oradan size bir tutam kor getiririm yahut ateşin yanında bir yol gösterici bulurum.” demişti. 11-12. Fakat oraya gelip ateşe Yaklaşınca ona: “Ey Mûsâ! Benim, Ben! Senin Rabbin! Öyleyse artık pabuçlarını çıkar! Çünkü sen kutsal vâdi Tuvâ dasın!” diye seslenildi. 13. “Ben seni elçim olarak seçtim; öyleyse şimdi vahyedilene kulak ver. 14. “Gerçek şu ki, Allah Benim. Benden başka tanrı yok; o halde yalnız bana kulluk et, Ben'i anmak için de devamlı ve duyarlı biçimde namaz kıl.” 15. “Gelip çatacağı zamanı gizli tutmuş olsam da, herkese çabasına göre hak ettiği karşılık verilebilsin diye Son saat mutlaka gelecektir.” 16. “Öyleyse ona inanmayan ve sadece kendi tutkularının peşine düşen kimse seni bu gerçeğe inanmaktan alıkoymasın; yoksa kendine yazık etmiş olursun.”
Dokuz-on altıncı ayetler, halkını esaretten ve ezilmişlikten kurtarmak için uzun yıllar Firavun'la mücadele etmek zorunda kalan Hz. Mûsâ öyküsüne giriş niteliğindedir. Bu kıssanın anlatılmasından maksat, Hz. Peygamber'i ve müminleri teselli etmek, onların sıkıntı ve stresini gidermek olduğundan onu anlatmaya başından değil, Mûsâ öyküsünün çok önemli bir aşamasından başlanmıştır.
Bunun nedeni, peygamberlerin elde ettikleri başarıların çok kolay gerçekleşmediğine dikkat çekmektir. Çünkü bu başarının önünde aşılması gereken dahili ve harici engeller, katlanılması gereken ağır psikolojik sıkıntılar vardır. Ancak bütün bu engellere rağmen peygamberler amaçlarına ulaşmışlardır. Onların çektikleri sıkıntılar ve duydukları üzüntüler onlara adeta güç kaynağı olmuş, böylece onları risalet yolunda acıya katlanan ve sebat eden aktif şahsiyetler haline getirmiştir.
Hiç kuşkusuz bu başarıda iki unsur öneli rol oynamıştır. Bunlardan ilki, bütün müminlerin, Allah'ın kendilerini gözettiği, koruduğu, desteklediği ve işlerini kolaylaştırdığına dair kendi benliklerinde etkisini hissettikleri dinî akidedir. Bu inancın psikolojik etkisi, onların azmini kuvvetlendirmiş, zayıflıklarını izale etmiş ve kalplerinden ümitsizliği uzaklaştırmıştır. İkincisi de vahiy dilinin çağın insanlarına tarihteki örnek şahsiyetleri, bunların nasıl kahraman olduklarını ve sonunda nasıl zafere ulaştıklarını edebî sanat yoluyla anlatmış olmasıdır. Edebiyatta buna “duygusal etki kuramı” denir. Bu kuramda dil, bilgi vermekten ziyade duyguları dile getirmek ve başkalarında heyecan oluşturmak için kullanılır. Bu yüzden dilin duygusal kullanılışında doğruluk ve yanlışlık söz konusu değildir.
Hiç kuşkusuz Kur’an da kıssaları anlatırken bilimsel bir dil değil edebî hakikat ve sanat dilini kullanmış, bu kıssalarla peygamber ve müminlerin çektikleri psikolojik sıkıntıların dağıtılmasını ve hafifletilmesini hedeflemiştir. Çünkü müşriklerin İslam'a ve Müslümanlara karşı takındıkları olumsuz tavırlar, Hz. Peygamber'in psikolojisini çok derinden etkiliyor, onu strese düşürüyor, ona tabi olanların yüreklerinde de derin izler bırakıyordu. Hatta bu psikolojik baskılar stresle sınırlı kalmıyor, Hz. Peygamber'i öfkesini içine atan ve neredeyse patlama noktasına gelmiş duygularını zorla bastırabilen bir şahıs haline getiriyordu.
İşte bu zor şartlar altında buluna Hz. Peygamber'in ve müminlerin kalplerini kuvvetlendirmek, onların sıkıntı ve kederlerini gidermek, onlara güven verip moral aşılamak amacıyla Kur’an'da pek çok kıssaya yer verilmiştir. Tâhâ suresindeki Mûsâ kıssası da bunlardan biridir. Çünkü bu surede Kur’an'ın indiriliş amacı ve Allah'tan başka ilah olmadığı açıkça beyan edildikten sonra hemen Mûsâ kıssasına geçilmiş, Mûsâ'nın karşılaştığı zorluklar, firavunun onun önüne koyduğu engeller, kavmi ve Samiri yüzünden Mûsâ'nın içine düştüğü sıkıntılar dile getirilerek Hz. Muhammed'in başarıya ulaşıncaya kadar zorluklara sabretme konusunda onu örnek alması; bu arada onun ve müminlerin çektiği psikolojik sıkıntıların hafifletilmesi ve giderilmesi hedeflenmiştir.
Kasas suresinde anlatıldığı gibi Hz. Mûsâ, kendi halkından biriyle kavga eden bir Mısırlıyı öldürmüş, bu yüzden Mısır'dan kaçıp Medyen'e gitmiş, bir süre Meyden liderinin yanında çalışmış ve onun kızıyla evlenmiştir. Meyden lideriyle yaptığı antlaşmanın süresi dolunca, ailesini alıp Mısır'a dönmek üzere yola çıkmıştır. İşte bu ayetlerde dile getirilen olay, Hz. Mûsâ'nın yıllarca Meyden de sürgün yaşadıktan sonra orada evlendiği ailesiyle birlikte Mısır'a dönerken meydana gelmiştir. O, bir kış gecesi, Sina Yarımadasının güneyinden geçerken karşı dağda bir ateş görmüş, hem oradan biraz ateş almak hem de ateşin yanında bulunanlardan yolu sorup öğrenmek için oraya gitmiş, gitmeden önce de ailesine, dönünceye kadar kendisini beklemelerini söylemiştir. Mûsâ(as)'nın sözlerinden, yanında eşinden başka kimselerin de bulunduğu anlaşılmaktadır. Nitekim bazı kaynaklarda bu yolculuk esnasında onun yanında eşinden başka, çocuklarının ve hizmetçilerinin de bulunduğu belirtilmektedir. Mûsâ(as) ateşin bulunduğu yere varıp ona yaklaşınca bir ses kendisine: “Ey Mûsâ! Ben senin Rabbinim; pabuçlarını çıkar, zira sen kutsal kılınmış bir vadide bulunuyorsun” diye seslenir. Ayrıca ona peygamber olarak seçildiğini, vahyedilenleri iyi dinlemesini, bunları ona vahyeden Allah'tan başka ilâh olmadığını, O'ndan başkasına ibadet etmemesini, namaz kılıp Allah'ı anmasını, Kıyametin mutlaka kopacağını ve o zaman her sorumlu canın yaptığı işlerin karşılığını göreceğini, bunu hiç unutmaması gerektiğini, aksi halde kendisine yazık etmiş olacağını söyler. Bu ifadeler, vahiy kaynaklı hak dinin temel ilkelerinin aynı olduğuna işaret eder. Çünkü Hz. Mûsâ'ya ulaşan ilahî bildirilerde, hak dinin “tevhid, namaz ve ahiret inancı” gibi temel esaslarına yer verildiği görülür.
Ateşin yanına gelen Mûsâ(as), orada kendini doğru yola ileten manevî bir rehber bulmuştur. O, duyduğu ulvî seslenişi beşeri varlığı ile algıladıktan sonra ateş, artık onun sadece bedenini ısıtan bir nesne olmaktan ziyade ruhunu imanla ısındıran bir değer; çöl karanlığını aydınlatan bir alevden öte ona Allah'a kulluk yolculuğunda yön gösteren bir ayet olmuştur.
Burada, Allah'ın Vâdi'l Mukaddes'te Mûsâ(as) ile konuştuğu bildirilir. Allah'ın Mûsâ(as) ile konuşması, insanın insanla konuşması gibi düşünülemeyeceğinden bunun gerçek mahiyetini Allah bilir. Ancak Kur’an, Allah'ın insana hitapta bulunmasının belli şekillerde gerçekleşebileceğini belirtir. Bu şekillerden ilki, özel ve gizli biçimde gerçekleşen iletişimdir. Âlimler buna “ilham” ismini vermişlerdir. Hz. Mûsâ'nın annesine vahyedilmesi, bu türden bir konuşmadır. İkincisi, bir perde arkasından seslenerek gerçekleşen konuşmadır. Allah'ın ağacı, ateşi ve dağı perde yaparak Hz. Mûsâ ile konuşması buna örnek gösterilebilir. Üçüncüsü de elçi melek aracılığı ile gerçekleşen konuşmadır. Kur’an'ın vahyedilişi bu şekilde olmuştur.
İbadet, hayatla ilgili her çeşit faaliyette Allah'a yönelmektir. Bu yönelişlerin en önemlisi ve anlamlısı ise, namazdır. Zira burada “Beni anmak için namaz kıl” buyurularak onun asıl amacının, insana kulluğunu hatırlatmak olduğuna işaret edilmiştir. Şu halde namaz, insanın Allah'tan gafil olmaması ve O'nun kulu olduğunu hatırlaması için farz kılınmıştır.
Alimlerden bir kısmı, bahis konusu ayeti “Beni hatırladığın zaman namaz kıl” şeklinde yorumlamıştır; burada hareketle namazı vaktinde kılmayı unutan kimsenin, hatırladığı zaman onu hemen kılması gerektiğini söylemişlerdir. Onlar bu görüşlerini, Hz. Peygamber'in: “Kim uyuyup kalma veya unutma gibi sebeplerden dolayı bir namazı vaktinde kılamazsa hatırladığında onu hemen kılsın; onun bundan başka telâfi yolu yoktur” anlamına gelen hadisleriyle desteklemeye çalışmışlardır.
Burada yeri gelmişken “namazların kazası” konusuna kısaca değinmek faydalı olacaktır. İslam fıkhında bir namazı vaktinde kılmaya edâ, vaktinden sonra kılmaya da kazâ denir. Ayrıca vaktinde kılınamamış namazı ifade etmek için “kaçmış/kaçan” anlamına gelen “fâite” kelimesi kullanılır. Bu terim, bir Müslüman'ın namazı kasten terk edemeyeceğini, ancak uyuma ve unutma gibi elde olmayan nedenlerle namazın kaçırılmış olabileceğini hissettirmesi bakımından çok manidârdır.
Namaz, belli vakitlerde yerine getirilmesi gereken bir farz olduğu için, geçerli bir mazeret olmadan terk edilemez. Meşru mazereti olmadığı halde, bile bile namazı terk eden kimse günahkâr olur. Hz. Peygamber, uyuyup kalmayı ve unutmayı bir mazeret kabul etmiş, bu iki sebepten biri nedeniyle namazın vaktinde kılınamaması durumunda, hatırlandığı vakit hemen kılınmasını istemiş, hatırlanan anın, kaçırılan namazın vakti olduğunu belirtmiştir.
Meşru mazeretler dışında, vaktinde kılınamayan namazın, vaktinden sonra kılınıp kılınamayacağına dair iki görüş vardır. Fakihlerin bir kısmı, vaktinde kılınmayan namazın kazası için ikinci bir emrin bulunması gerektiğini, böyle bir emir bulunmadığı için, mazeretsiz olarak namazı vaktinde kılmayanların, onu daha sonra kaza etme haklarının olmadığını; bu yüzden onların tövbe ve istiğfar etmeleri gerektiğini söylemişlerdir. Hz. Ömer ve İbn Mes'ûd gibi Sahabenin ileri gelen şahsiyetlerinin de bu görüşte oldukları belirtilir.
Onlardan bir kısmı da, namaz kılma emrinin hem edâyı hem de kazayı kapsadığını; ayrıca bu konuda hadislerin bulunduğunu ileri sürerek gerek bir mazerete binaen gerekse kasten namazı vaktinde kılmayanların bu namazları daha sonra kaza edebileceklerini söylemişlerdir.
Bu konuya, eski alışkanlıkların ve tek taraflı görüşlerin etkisinde kalmadan Kur’an ve sünnet ışığı altında bakılırsa şu genel sonuçlara ulaşılır. Esas ve önemli olan, namazın vaktinde kılınmasıdır. Bu yüzden namazı vaktinde kılmak gerekir. Namazın vaktinde kılınmaması ise, umumiyetle şu dört sebebe dayanır. Bunlardan ilki uyuyakalmak, ikincisi unutmak, üçüncüsü zor ve sıkıntıda kalıp namaz kılma imkânı bulamamak, dördüncüsü de tembellikten, gevşeklikten ve gafletten dolayı namazı kasten kılmamaktır.
Birinci ve ikinci şıklarda belirtilen mazeretlere, Hz. Peygamberin başından geçen şu olay, delil gösterilebilir. Hz. Peygamber ve beraberindekiler, bir savaş dönüşü yorgun düştükleri için bir yerde gecelerler. Hz. Peygamber Bilâl'e gece nöbet tutup kendilerini beklemesini ve sabah namazına uyandırmasını söyler. Fakat Bilâl de yorgun olduğu için kendisine uyku basar, o da dayanamayıp uyuya kalır. Herkes, güneş doğduktan bir süre sonra uyandığı için sabah namazını vaktinde kılamazlar. Hz. Peygamber uyandıktan sonra hiç vakit kaybetmeden sabah namazını kıldırır. Sonra da orada bulunanlara: “Uyuya kalır veya unutur da bir namazı vaktinde kılamazsanız, uyandığınız veya hatırladığınız anda o namazı hemen kılın. Zira o namazın vakti o andır” buyurur. Şu halde bu, kazâ değil, edâ sayılır.
Üçüncü şıkka gelince, insan savaş ve benzeri sebeplerden dolayı zor durumda kalır da namazı vaktinde kılma imkânı bulamazsa ilk fırsatta onu kılar. Çünkü sıkışıklık ve imkânsızlık, bir özür teşkil eder. Nitekim Hz. Peygamber, Hendek savaşında savaşın şiddeti nedeniyle vaktinde kılamadığı o günkü namazlarını, gece yatsı namazının vakti içinde kılmıştır. Peygamber (as), savaş gibi çok önemli bir durum nedeniyle namaz kılamamıştır. Ancak insanların sadece savaş anında zorluklarla karşılaşacaklarını düşünmek, eksik bir görüş olur. Zira her insan, zamanının hayat şartları içinde benzer başka zorluklarla da karşılaşabilir. İşte böyle bir zorluktan ve imkânsızlıktan dolayı kılınamayan namazların, vakitlerinden sonra kılınması Hz. Peygamberin tatbikatına uygundur. Söz gelimi saatlerce süren bir ameliyat sebebiyle namazını kılamayan bir doktor, kaçırdığı namazı ameliyat sonrasında kılabilir. Böylesi bir sıkışıklık ve imkânsızlıktan kurtulduktan sonra kılınan namaza, fakihlerin deyimiyle kaza denebilir.
Dördüncü şıkta zikredilen tembellik, ihmal ve gaflet gibi nedenlerle kasten vaktinde kılınmayan namazların ise, kazası olmaz; bunlar, ancak tövbe ile affa uğrarlar. Çünkü namazı mazeretsiz olarak kasten bile bile terk etmek, büyük günahlardan biridir. Ancak Kur’an'a göre, inkâr ve şirk de dahil her çeşit günahtan kurtulmanın tek yolu vardır; o da tövbedir. Ayrıca tövbe eden, tövbe ettiği günahtan sorguya çekilmeyeceği için tövbe, ibadetlerin en büyüğüdür.
Aslında “namazın kazası yoktur”un anlamı, namaz kazaya bırakılmaz, her halükârda kılınır demektir. Ama buna rağmen namazı bilerek ve kasten terk edip sonra bu günahından tövbe eden; fakat tövbeyle birlikte kazâ namazı kılmayı da bir telâfi yolu olarak düşünen kimseler, isterlerse ve yapabilirlerse daha önce kılamadıkları namazların kazasını kılabilirler.
Kaza edinen namaz, daha önce vaktinde nasıl edâ edilecek idiyse o şekilde kılınır. Bir insanın, altı vakitten fazla namazı kazâya kalmamışsa bu kişiye “tertip sahibi” denir. Böyle birinin kaza namazını vakit namazından önce ve sırayla kılması gerekir. Üzerinde çok sayıda kaza namazı bulunan kimse ise, geçmiş namazları kaza ederken, “vaktine yetişip de kılamadığım ilk sabah, öğle, ikindi, akşam, yatsı, veya son sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı” namazının farzını kılmaya şeklinde niyet edebilir. Zira, sadece farz namazların ve vitir namazının kazası kılınır. Kaza namazı, namaz kılmanın mekruh sayıldığı vakitler dışında her zaman kılınabilir.
17. “Şu sağ elindeki nedir, Ey Mûsâ?” 18. Mûsâ: “Bu benim değneğim; ona dayanırım, onunla koyunlarıma yaprak silkelerim ve benim için başka yararları da vardır.” dedi. 19. Allah buyurdu: “Şimdi onu yere at Ey Mûsâ!” 20. Bunun üzerine Mûsâ onu hemen yere attı. Bir de ne görsün; o, hızla kıvrılıp kayan bir yılan olmuş! 21. Allah buyurdu: “Tut onu, korkma! Biz onu eski haline ve işlevine döndüreceğiz.” 22. “Şimdi de elini koynuna sok; kudret ve rahmetimizin başka bir işareti olarak kusursuz ve bembeyaz çıksın.” 23. “Böylece sana en büyük mucizelerimizden bir kısmını gösterelim istedik.” 24. “Artık Firavun'a git, doğrusu o, iyice azdı.”
On yedi - yirmi dördüncü ayetlerde, Hz. Musâ'ya bahşedilen mucizelerden ve onun yüklendiği şerefli vazifeden söz edilir. Hz. Musâ, kendisine tevhidî ilkeleri bildiren ulvî sesin ardından, elindekinin ne olduğu sorusuyla karşılaşır. O bu soruya, elindekinin âsâ/değnek olduğunu, onu çeşitli işlerde kullandığını söyleyerek cevap verir. Ama Allah, Musâ'nın elindeki değnekle büyük bir mucize gerçekleştirmek ister. Bunun için ona, elindeki değneği yere atmasını söyler. Musâ (as) değneği yere atınca, o cansız nesne, hızla akıp kayan bir yılan oluverir. Burada yer alan “hayye” kelimesi, Mûsâ kıssasının anlatıldığı diğer surelerde “cân” ve “su'bân” lafızlarıyla anılır. “Hayye” kelimesi tür adı olup küçük büyük, erkek dişi, bütün yılanlar için kullanılır. “Su'bân” ve “cân” kelimeleri arasında ise farklar vardır. “Su'bân” yılanların büyüğü; “cân” da incesi ve küçüğüdür. Şu halde Mûsâ'nın asası yılan haline gelirken sarı ve ince bir yılan biçiminde değişmeye başlamış, sonra irileşip cüssesi büyümüş ve su'bân haline dönüşmüştür. Bu yüzden cân kelimesi ile asanın yılana dönüşmüş ilk hali, su'bân ile de son hali kastedilmiştir. Demek ki bu yılan su'bân görüntüsünde ve cân süratinde idi. Bu, yüzeysel anlamlarından hareket ederek kelimeleri birbiriyle bağdaştırma bağlamında filolojik açıdan güzel bir yorum olmakla birlikte anılan lafızların uyandırdığı reaksiyon ve etkiyi yansıtmadığından Kur’an'ın edebi anlatım sanatını ortaya koymaktan uzaktır. Zira Kur’an bu kelimeleri herhangi bir hayvan türünü ve durumunu belirtmek için değil, Mûsâ ile firavun ve sihirbazlar arasında cereyan eden olayları, asanın hareket ettiğini gördüğü vakit Hz. Mûsâ'nın duyduğu korkuyu tasvir etmek amacıyla kullanmıştır. Çünkü Hz. Mûsâ'nın korkusu aynı bağlam içinde fakat farklı ifadelerle anlatılmıştır. Nitekim burada da belirtildiği gibi Hz. Musâ, bu fevkalâde olay karşısında dehşete kapılıp korkar. Ancak Rabbi ona değneği almasını, korkmasına gerek olmadığını ve onu yine eski haline döndüreceğini söyler. Ayrıca Hz. Musâ'ya ikinci bir mucize daha vermek üzere, elini sağ yanının veya koltuğunun altına sokmasını ister. Musâ emredileni yapınca eli parıl parıl parlar. Daha sonra Allah, peygamber yapıp mucizeler verdiği Hz. Musâ'ya, azmış olan Firavun'u uyarmaya gitmesini söyler. Musâ öyküsünün giriş bölümü, bu talimatı içeren ayetle sona erer.
Burada, Kur’an'ın kıssalardaki bir öğeye nasıl yaklaştığının en güzel örneklerinden birine yer verilir. Zira tek kişi etrafında dönen muhtelif kıssalarda o kişi, farklı biçimlerde nitelenebilmekte; terkip ve sunuş tarzı da amaç, hedef, çevre ve zaman farklılaşmasıyla farklılaşabilmektedir. Mesela burada Hz. Mûsâ'nın asasının “hayye'ye/yılana”; Şuara suresinde “su'bân'a/büyük bir yılana”; Kasas suresinde ise “cân'a” yani ince ve küçük yılana dönüştüğü ifade edilir. Çünkü asanın büyük yılana dönüşmesi olayı, Mûsâ'dan mucize istendiği vakit firavunun huzurunda; yılan haline dönüşmesi ve küçük yılan gibi hareket etmesi olayları ise yüce Allah'ın huzurunda gerçekleşmiştir. Dolayısıyla konumların farklılığı, olayın da farklı tasvir edilmesini gerektirmiştir.
Musâ âsâsı ve eliyle zuhur eden mucize, bir hayat mucizesiydi. Aslında bu mucize insan hayatında cansız nesnelerin canlı birer hücre haline gelmesiyle her an zuhur etmektedir. Ne var ki aklî özgürlüğünü hissî körlüğe mahkum edip görünüş ile geçeklik arasındaki farklılığı kavrama vukufiyetini yitiren çok sayıda insan, bu harikayı görememektedir. Şu halde cehalet sadece bilgisizlik anlamına gelmemekte, aynı zamanda aklın ve dinin, insan hayatındaki yerini ve önemini bilmemeyi de ifade etmektedir.
Sonuç olarak İslâm'ı tebliğ etmek, çok önemli ve onurlu bir görevdir. Ama o, aynı zamanda zor ve sıkıntılı bir iştir. Hz. Peygamber'in, Kur’an mesajını yalanlayan inkarcıların sert tepkileriyle karşılaşmış olması da bunu gösterir. İşte tam bu aşamada Hz. Muhammed'e moral vermek için Hz. Musâ öyküsü hatırlatılır ve bu öyküyle ona şu mesaj verilir: “İnkarcıların tepkisiyle karşılaşan kişi sadece sen değilsin. Senden önce Hz. Musâ da dünyanın en yaman kâfirlerinden biri olan Firavun'la mücadele etmiş, kölelik ruhlarına işlemiş bulunan israiloğullarına liderlik ederken pek çok sıkıntılar çekmiştir. Öyleyse bütün olumsuzluklara rağmen, tebliğ çabası sürdürülmelidir.” Bu yüzden, gelen ayetlerde Hz. Musâ'nın Firavun'a ve halkına tebliğde bulunmak için nasıl bir çaba gösterdiği, hangi zorluklarla karşılaştığı ve nelere katlandığı anlatılmaktadır.
(25-54'üncü ayetler)
Surenin bu bölümünü oluşturan ayetlerde, Hz. Mûsâ'nın Firavun'la girişeceği büyük mücadele öncesinde Rabbine isteklerini sıralayışı, ihtiyaçlarını arz edişi, O'ndan yardım, ilgi ve kolaylık dileyişi; Allah'ın da bu samimi ve haklı talepleri kabul edişi dile getirilir. Bu bağlamda Elçi'nin görevi ve dine davet yöntemi açıklanır.
25.Mûsâ dedi ki: “Ey Rabbim! gönlüme ferahlık ver.” 26. “İşimi kolaylaştır.” 27. “Dilimdeki düğümü çöz ki,” 28. “Sözümü iyi anlasınlar.” 29. “Bana yakınlarımın arasından bir de yardımcı ver,” 30. “Kardeşim Harun'u.” 31. “Beni onunla destekle,” 32. “Onu da görevime ortak yap ki,” 33. “Birlikte Senin yüceler yücesi adını daha çok seslendirip” 34. “Seni bolca analım” 35. “Doğrusu Sen bizi görmektesin.”
Yirmi beş-otuz beşinci ayetlerde, kendisine verilen önemli ve zor görevi hakkıyla ifa etmek arzusunda olan Hz. Mûsâ'nın istekleri şöyle sıralanır. O, Rabbinden öncelikle içini ferahlatmasını, kalbine kuvvet ve cesaret vermesini ister. İnsanın yükünü hafifletip hayatı ileriye götürecek yeterli gücün kaynağı kalp deki iman olduğundan, Hz. Mûsâ Rabbinden öncelikle böyle bir güç ve kuvvet istemiştir. Başarısının en büyük teminatı, işin kolaylaştırılmasıdır. Zorluğu kolaylaştıran en önemli unsur da yeterli güçtür. Eğer Allah kullarının işini kolaylaştırmamış olsaydı, insan sınırlı gücü ve bilgisiyle şu koca kainatta ve güçlüklerle dolu hayat yolunda hiçbir şey yapamazdı. İşte bunun için Hz. Mûsâ'nın Rabbinden ikinci isteği, işini kolaylaştırması olmuştur. Yine Hz. Mûsâ, Hakk'ın bildirisini insanlara duyurmakla görevli bir elçiydi. Tebliğde ise akıcı ve güzel konuşma çok önemlidir. İşte bu yüzden onun Rabbinden üçüncü talebi, dilindeki düğümün çözülmesi, yani konuşma tarzındaki tutukluluğun giderilmesi olmuştur. Hz. Mûsâ'nın Rabbinden son isteği ise, yakınları arasından yükünü paylaşacak bir yardımcı tayin edilmesidir. Çünkü görevi hakkıyla yerine getirip başarılı olmak için, gücü takviye etmek de gerekir.
Bu ayetler, hedefini bulan ve sahibini istenen sonuca ulaştıran dua şekline örnek teşkil ediyor. Zira görev ve sorumluluğunun bilincinde olan Hz. Mûsâ, hedefe varmak için gerekli vasıtaların hiçbirini, yani duanın iki önemli şartı olan teşebbüs ve tevekkülü asla ihmal etmemiş, tam tersine hepsini ikmal etmiştir. Sözgelimi o, Firavun'u ve saray adamlarını etkilemek için akıcı bir dile sahip olmak gerektiğini; ama kendisinin beliğ bir konuşmacı olmadığını çok iyi bildiği için; kendinden daha güzel konuşan kardeşi Harun'un yardımcı tayin edilmesini istemiştir.
Ayrıca ayetlerde, kulluk vazifesinin temel amacının, Allah'ın rızasını tahsile yönelik olması gerektiği mesajı da veriliyor. Çünkü Allah, insanları bütün varlıklarıyla görür, zaaflarını ve ne kadar yardıma muhtaç olduklarını bilir. Bu pasajın sonunda yer alan ve uluhiyeti niteleyen “Basîr” ismi, “her şeyi gören ve bilen Allah” anlamına gelir.
36. “Allah dedi ki: “Ey Mûsâ! İstediğin her şey sana verildi. 37. “Ayrıca Biz, sana geçmişte bir kere daha lütufta bulunmuştuk.” 38. “Hani annene bildirilmesi gereken şeyleri şöyle bildirmiştik.” 39. “Onu bir sandığa koyup nehre bırak; ırmağın akıntısı onu kıyıya atacak, Bana düşman ve ileride ona da düşman olacak biri onu oradan alacak. Böylece seni, gözetimim altında yetişip olgunlaşman için kendi katımdan kutlu bir sevgiyle kuşattım.” 40. “Kız kardeşin gidip onlara: “Onun bakımını üstlenecek birini size gösterebilir miyim?” demişti. Böylece seni, gözü aydın olsun ve üzülmesin diye yeniden annene kavuşturduk. Ayrıca sen birini öldürmüştün; o zaman da Biz, seni içine düştüğün tasadan kurtarmış, çeşitli sınamalardan geçirmiştik. Nitekim bu olaydan sonra yıllarca Medyen halkı arasında yaşadın. Sonra takdirimize uyup buraya geldin ey Mûsâ!
Otuz altı-kırkıncı ayetlerde, Hz. Mûsâ'nın dileklerinin, Allah tarafından kabul edildiği bildirilir. Ayrıca O'nun daha önce de Mûsâ'ya lütuf ve ihsanda bulunduğu hatırlatılır. Zira Hz. Mûsâ, çocukluk ve gençlik dönemlerinde de Allah tarafından korunmuştur. Mûsâ(as)'nın dünyaya geldiği günlerde Firavun İsrailoğullarına zulmediyor, yeni doğan erkek çocuklarını öldürüyordu. O, kendini tanrı yerine koyup kibirli azgınlığı ile insanlara zulmettiği için Allah'ın; İsrailoğullarından korktuğu ve nefret ettiği için de Mûsâ(as)'ın düşmanıydı. Allah, Hz. Mûsâ'yı kurtarmak için annesine onu bir sandık içine koyup Nil nehrine bırakmasını, Firavun'un onu alıp yetiştireceğini ilham etmişti. Nitekim Firavun ailesi, Mûsâ'yı görüp sudan çıkarmış, ona karşı garip bir sevgi hissi duymuş ve onu evlat olarak büyütmeye karar vermişler, bilmeden öz annesini ona süt anne olarak tutmuşlardı. Böylece Mûsâ(as), tekrar annesine kavuşmuş, Firavun'un sarayında kendi annesinin sütünü emerek büyümüştü. Çünkü ilahî irade, hem gelecekte halkına liderlik yapabilmesi hem de ileride kendisine tevdi edilecek elçilik görevini yüklenebilmesi için Hz. Mûsâ'nın Firavun sarayının kültürel ortamında yetişmesini ve böylece gerekli nitelikleri edinmesini uygun görmüştü.,
Hz. Mûsâ gelişip delikanlılık çağına ulaştığı zaman, kendi halkından birinin, bir Mısırlı ile kavga ettiğini görmüş, kavgayı önleyeyim derken attığı bir yumrukla Mısırlıyı öldürmüş ve daha sonra Allah'ın ilhamıyla Mısır'dan kaçıp Medyen'e sığınmıştı. Böylece Allah onu ölüm veya hapis tehlikesinden de kurtarmıştı. Mûsâ(as) Medyen'de on yıl kadar kalmış, bu süre içinde hem olgunlaşmış hem de evlenmişti. Zira Allah onu, çeşitli güçlüklerden kurtarıp iyice denemişti.
Hz. Mûsâ, Medyendeki hizmet süresi bitince ailesini alıp annesine varmak üzere yola çıkmıştı. İşte ayetlerde Hz. Mûsâ'ya hayatının bu safhaları hatırlatılmıştır. Bu hatırlatmanın amacı, ilahî kudretin bir kulu nasıl himaye ettiğini açıkça gösterip muhatabın kalbine daha fazla güven aşılamaktır. Zira Allah'ın vaat ettikleri, zamanı gelince mutlaka gerçekleşecektir. Hz. Mûsâ'nın kader uyarınca çeşitli olaylarla karşılaşması, Medyen'e gitmesi, oradan dönüşte peygamberlik mertebesine ulaşıp bu günlere kadar gelmesi de, Allah'ın vaadinin zamanı gelince nasıl gerçekleştiğini gösteren en açık örneklerden biridir.
41. Zira, Ben seni kendime elçi olarak seçtim. 42. Şimdi sen ve kardeşin, Benim mesajlarımla yola çıkın ve sakın Beni anmayı ihmal etmeyin. 43. İkiniz birlikte doğruca Firavun'a gidin; çünkü o, iyiden iyiye azdı. 44. Ona yumuşak bir dille konuşun; belki aklını başına alır veya sakınır.
Kırk bir- kırk dördüncü ayetlerde, Allah'ın kutsal vadi Tuvâ'ya gelmiş olan Mûsâ(as)'yı peygamber olarak görevlendirdiği; ona kardeşiyle birlikte Firavun'a gidip yumuşak bir dille konuşmalarını söylediği haber verilir. Ayetlerde, hem tebliğ görevinin önemine hem de davet üslubunun niteliğine dikkat çekilir. Allah'ın sözünü duyurma ve üstün kılma faaliyeti, yine O'nun meşru saydığı yol ve vasıtalarla olmalıdır. Ayetlerde de belirtildiği gibi, tebliğ yumuşak bir dille, en güzel, en etkili, akla ve sağ duyuya en yatkın olan bir yöntemle yapılmalıdır. Çünkü kaba, sert ve akla aykırı telkinler, ters tepki uyandırır. Nitekim insan tabiatını çok iyi bilen Hz. Peygamber, İslam'a çağrı yöntemini sertlik ve zorlamaya değil, tatlılıkla ikna etmeye ve inandırmaya dayandırmıştır. Şu halde mesajı başkalarına taşıyan kimse, muhataplarına karşı hitap tarzını belirlerken onların akıllarını başlarına getirecek bir üslup seçmesi gerekir. Ayrıca tebliğ, değişmez gerçekleri ve insan davranışlarıyla ilgili evrensel ilkeleri duyurup açıklama amacı taşıdığından, hidayete vesile olabilecek bütün tebliğ çalışmaları, her çağda ayetlerde belirtilen ölçüler içinde kalınarak yapılmalıdır. Ancak buraya kadarki açıklamalar, saygı sınırları içinde kalındığı, İslam'a ve Müslümanlara saldırılmadığı sürece geçerlidir. Zira İslam'a göre öncelikle katledilecek kişiler değil, gönülleri kazanılıp fethedilecek insanlar vardır. Ama İslam'a ve Müslümanlara saldırı söz konusu ise, durum değişir; o zaman aşırılığa kaçmadan saldırıya karşılık vermek kaçınılmaz olur.
Sonuç olarak bu ayetlerde, tebliğde etkili olmak için yumuşak bir dil kullanılması gerektiği belirtilir ve yumuşak sözün hikmetine işaret edilir. Yumuşak söz, içteki kibiri, kini ve gururu uyandırmadığı için tahriki önler; hiddetin sönmesine vesile ve şiddetin ortaya çıkmasına da engel olur. Böylece daha olumlu, uyarıcı ve ibret verici bir netice doğurur. Öyleyse hak davetçisi tebliğ vasıtalarını en iyi biçimde kullanmalı, şartlar ne kadar kötü olursa olsun, inancını ve ümidini yitirmeden haklı mücadelesini sürdürmelidir. Ayrıca Allah'ın, hidayete ermeyeceğini çok iyi bildiği halde Hz. Mûsâ'yı Firavun'a göndermesi ve ona yumuşak bir dille konuşmasını söylemesi, üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. Çünkü bu olay, Allah'ın bilgisini ve gücünü rast gele değil, adalet ve hikmetle kullandığını gösterir. Allah insanların ne yaptıklarını çok iyi bilmesine rağmen onları kendi bilgisine göre değil, yaptıkları işlerine göre hesaba çeker. Yine O, ilahî bildirileri insanlara tam olarak duyurmadan hiç kimseyi hesaba çekmez; hesaba çekmeden de hiç kimseye azab etmez.
45. Dediler ki: “Ey Rabbimiz! Doğrusu biz, onun bize karşı düşmanca davranmasından yahut iyice azmasından endişe ediyoruz.” 46. Allah: “Korkmayın! Çünkü Ben, Sizinle beraberim; işitir ve görürüm” 47. Öyleyse artık ona gidip deyin ki: “Biz senin Rabbinin elçileriyiz, İsrailoğulları'nın bizimle gelmesine izin ver ve artık onlara eziyet etme. Hem biz sana Rabbinden bir mesajla geldik. Şunu da bil ki, nihâi kurtuluş ve esenlik, yalnızca O'nun gösterdiği doğru yolu izleyenlerin olacaktır.” 48. Gerçekten bize, hakikati yalanlayıp ona sırt çevirenlere azab edileceği bildirildi.
Kırk beş- kırk sekizinci ayetlerde, Hz. Mûsâ ile kardeşi Harun'un Rablerine yakarışları; Allah'ın da onlara ne yapmaları gerektiğini bildirişi dile getirilir. Bu aşamadan itibaren Mûsâ(as) yalnız değildir, kendisiyle birlikte görevlendirilen kardeşi Harun'la beraberdir. Bu yüzden ayetlerde tensiye/ikil olarak dile getirilen niyaz, Hz. Mûsâ'nın ilk vahyi alıp Mısır'a ulaşmasından ve kardeşi Harun'un ona yardımcı olarak tayin edilmesinden sonra, henüz Firavun'un karşısına çıkmadan yapılmıştır. Zira Hz. Mûsâ ilk vahye mazhar olduğu sırada Harun(as) onun yanında değildi. Ancak Hz. Mûsâ o sırada Rabbinden kardeşi Harun'un da kendisiyle birlikte görevlendirilmesini istemiş, bu isteği Allah tarafından kabul edilmiş; sonra Mûsâ(as) annesinin ve kardeşinin yanına gidip durumu onlara bildirmiştir. İşte bundan sonra ikisi beraber Allah'a yalvararak bu işten çekindiklerini, Firavun'un kendilerine düşmanca davranıp azgınlık etmesinden, ilahî mesajın duyulup yayılmasına engel olacağından korktuklarını dile getirmişlerdir. Ancak Allah onlara korkmamalarını, her şeyi gören ve bilen bir Rabb olarak daima onlarla beraber olduğunu, kendilerini koruyacağını söylemiş; bu garantiyi verdikten sonra artık Firavun'a gitmelerini, ona: “Biz Rabbinin elçileriyiz, İsrailoğullarının bizimle gelmesine izin ver ve onlara sıkıntı çektirme. Biz sana Rabbinden bir mesajla geldik; nihâi kurtuluş, yalnızca O'nun gösterdiği yolu izleyenlerin olacaktır; hakikati yalanlayıp ondan yüz çevirenler ise azaba uğrayacaklardır” demelerini istemiştir.
Hz. Mûsâ'nın başından geçen bu olaylar, Tevrat'da anlatılanların özetidir. Fakat Tevrat'da tarih, Kur’an'da ise öğüt üslubu hakimdir. Bu yüzden burada zikredilen olaya önce Hz. Mûsâ'nın peygamberlik safhasından başlanmış, sonra da öğüt ve teselli amacıyla onun hayatının ilk safhaları özetlenmiştir.
Sonuçta bu ayetler, ilahî mesajdan habersiz olma mazeretinin tamamen ortadan kalkması için tebliğin şart olduğuna ve tebliğde ilk olarak tevhidin beyan edilmesi gerektiğine işaret etmektedir. Çünkü tevhid, insanlığın her türlü kötülükten kurtulup esenliğe çıkmasını, İslam'ın insan hayatında hak ettiği yeri almasını sağlayan genel ve evrensel bir ilkedir. Öyleyse dünya ve ahiret saadetini elde etmenin tek yolu, Allah'ın dinini tebliğ, tasdik ve tatbik etmektir.
49. Firavun: “Ey Mûsâ! Rabbiniz de kimmiş?” dedi. 50. Mûsâ: “Bizim Rabbimiz her şeye varlık özünü ve biçimini verip sonra da her şeyi kendi doğasının gerektirdiği yola yönelten Allah'tır” dedi. 51. Firavun: “Peki öyleyse, önceki kuşakların hali ne olacak?” diye sordu. 52. Mûsâ: “Onlar hakkındaki bilgi, yalnızca Rabbimin katında bir kitapta bulunduğundan onların durumunu sadece O bilir; Benim Rabbim asla yanılmaz ve unutmaz” dedi.
Kırk dokuz-elli ikinci ayetlerde; Firavun'un, tevhid çağrısını tepkiyle karşılayışı, kendisine yöneltilen delillere yenik düşeceğini sezince sözü başka mecraya çekişi ve hakikatten kaçışı dile getirilir. Hz. Mûsâ, Allah'ın mesajlarını Firavun'a ulaştırınca o: “Ey Mûsâ! Sizin Rabbiniz de kimmiş?” diye sorar. Mûsâ'da: “Rabbimiz var olan her şeye gerçek özünü ve biçimini verip sonra da her şeyi kendi doğasının gerektirdiği yola yönelten Allah'tır” diye cevap verir. Çünkü Allah, her şeyi yaratılış amacına yöneltmiş, her yaratığın tabiatına yerleştirdiği dinamizmle de bu hedefe doğru gitmesini sağlamıştır. Nitekim O'nun yaratıklarına yaşamlarını sürdürme imkanı vermesi, insanlara da iyilik ve kötülük yolunu göstermesi buna örnektir. Şu halde Allah, her nesneye ve kişiye yaratılışta uygun bir işlev tayin etmiş, şekil ve yetenek vermiş, işlevini yerine getirebilmesi için de takip etmesi gereken doğru yolu göstermiştir. Söz gelimi göze görmeyi, kulağa işitmeyi, balığa yüzmeyi, kuşlara uçmayı, ağaca çiçek açıp meyve vermeyi sağlayan O'dur. bu yüzden Allah sadece her şeyin yaratıcısı değil, aynı zamanda rehberi, öğreticisi ve eğiticisidir.
Hz. Mûsâ'nın kısa ama anlamlı ve ikna edici cevabı karşısında yetersiz kalan Firavun, sözü başka mecraya çekmek için kurnazca bir soru yöneltip: “peki, ya önceki kuşakların durumu ne olacak?” der. Mûsâ'da: “Onların gerçek durumunu yalnızca Allah'ın bildiğini, gelmiş geçmiş insanların yaptıkları işlerin hepsinin O'nun katında yazılı olduğunu, Rabbinin asla yanılmayacağını ve unutmayacağını” söyler. Mûsâ(as) ile Firavun arasındaki konuşma da geçici olarak burada sona erer.
Aslında Firavun, bu sorusuyla saray adamlarını ve diğer Mısırlıları Hz. Mûsâ'ya karşı kışkırtmak istemiş, ama Hz. Mûsâ, Firavun'un tuzağına düşmemiştir. Zira Mûsâ(as), “önceki kuşakların hepsi akılsız ve sapıktı” diyerek sert ve suçlayıcı bir cevap vermek yerine, onların amel ve niyetlerini değerlendirecek bir ölçüye sahip olmadığını, onlara ne yapılacağını asla yanılmayan ve unutmayan Allah'ın bilebileceğini söylemiş, böylece Firavun'a geçmiş gitmiş olanların durumundan ziyade kendi sonunun ne olacağı sorusuyla ilgilenmesi gerektiği mesajını vermiştir. Tabii ki Firavun'un oynamak istediği bu ve benzeri oyunlar, hakka davet eden herkese karşı her asırda oynanmış ve aklı ermeyen çok sayıda insanı kışkırtmakta da çoğu zaman bir hayli etkili olmuştur. Her hareket kendine uygun bir sonuca yol açacağından İslam'ı tebliğ makamında olanlar, içinde bulundukları ortamın şartlarını ve tebliğe muhatap olacak aklın durumunu dikkate almalıdırlar.
53. O, yeryüzünü size bir beşik yapan, orada sizin için yollar açan ve gökten su indirendir; işte Biz, onunla her türlü bitkiyi çift olarak çıkardık. 54. Yiyin ve hayvanlarınızı otlatın. Doğrusu bütün bunlarda akıl sahipleri için ibretler, çıkarılacak dersler vardır.
Elli üç ve elli dördüncü ayetler, Hz. Mûsâ'nın Firavun'a verdiği cevaba Allah tarafından yapılan bir ekleme niteliğindedir. Zira ayetlerde, insanın yeryüzündeki hayatını sürdürüp geçimini sağlaması için gerekli olan maddî ve manevî her türlü imkana işaret edilmiştir. Allah yeryüzünü insana beşik yapmış, hayatını kolaylaştırmak için onun üzerinde yollar açmış, gökten su indirip onunla yerden türlü türlü bitkiler çıkarmıştır. İşte bütün bunlarda akıl sahipleri için çıkarılması gereken dersler vardır. Öyleyse akıllarını ve diğer bilgi vasıtalarını etkin biçimde kullananlar, gerçeğe giden doğru yolu bulurlar.
Sonuç olarak Hz. Mûsâ kıssasının dikkat çekici yanı, tevhidden sonra en çok özgürlük konusuna ağırlık verilmiş olmasıdır. Çünkü esaret, hem insanın iradesine hem de onuruna ters düşen bir durumdur. Bunun için önce özgürlük problemi çözülmelidir. Özgürlük mücadeleden, yükümlülükten ve sorumluluktan kaçıp başı bozuk bir serbestlik değildir; tam tersine insanın Allah'a ulaşmasını engelleyen ve onu kendi fıtratına yabancılaştıran her şeyden kurtulmaktır. Bu yüzden özgürlüğün kemâliyle Allah'a hilesiz ve lekesiz kulluğun kemâli aynı noktada birleşir. Puta tapmanın ve mahluka kul olmanın, daha çok vahye kulak tıkamış ve zekasının çocukluk dönemini aşamamış kitlelerde görülmesi de yapılan bu tesbiti destekler niteliktedir.
(55-76'ncı ayetler)
Surenin bu bölümünü oluşturan ayetlerde, genel olarak hakkın sihri ve hileyi yenişi; iman gücünün de her türlü tehdit ve zulmü altedişi dile getirilir.
55. Sizi topraktan yarattık, yine oraya döndüreceğiz ve oradan tekrar diriltip çıkaracağız.
Elli beşinci ayette; insanın, yeryüzünün ana maddesi olan topraktan yaratıldığı, ölümle birlikte yine ona döneceği ve sonra tekrar dirilip oradan çıkacağı haber verilir. Kur’an'da, insanın topraktan yaratıldığına dair pek çok referans bulunmaktadır. Bu referanslar, insan bedeninin toprakta yetişen veya toprağın bileşiminde bulunan muhtelif organik ve inorganik unsurlardan oluştuğuna; toprakta yetişen besinlerin özümlenmesi yoluyla da bu unsurların sürekli olarak canlı ve üretken hücrelere dönüştüğüne işaret eder. Bedenin toprağa dönmesi ise, ölümden sonra kendisini meydana getiren organik ve inorganik unsurlarına ayrılıp dağılması anlamına gelir.
İnsanın yaratılışı ile ilgili ayetlerde güdülen temel amaç, muhataplara yeryüzündeki hayatın geçici olduğunu kavratmak ve sınırsız kudret sahibi olan Allah'ın insanı gelecekte yeniden dirilteceğini hatırlatmaktır. Çünkü böyle bir hatırlatma, insanı daha devamlı ve değerli bir hayatın varlığı şuuruna erdirir. Ancak bu şuura ermek için Allah'ın ayetlerini ve kainatta tecelli eden ilahî kudreti idrak etmek gerekir.
Bu ayetin ifadesine göre ilk insan Âdem, gök cennetinde değil, yeryüzü bahçelerinden birinde yaratılmış olmalıdır. Aslında her insan, doğumdan ölüme; ölümden yeniden dirilişe ve ondan sonra da ebediyete uzanan üç aşamalı bir süreçten geçer. İşte ayette, değinilen süreçlerin hepsinin bu dünyada vuku bulacağı bildirilir. Zira insan bu dünyada doğar, ölür, toprağa verilir ve sonunda yine oradan çıkarılır.
56. Gerçekten Biz, Firavun'a bütün ayetlerimizi gösterdik; ama o, yine de yalanlayıp hakikati kabul etmemek için diretti.
Elli altıncı ayette; Firavun'un, her türlü mucizeyi görmesine ve Allah'ın bütün mesajlarından haberdar edilmesine rağmen yine de hakikati kabul etmediği bildirilir. Burada ifade edilen ayetlerden maksat, hem Hz. Mûsâ'ya indirilen vahiyler hem de Allah'ın yaratıcı gücünü yansıtan mucizevî oluşlardır. Bunlardan yüz çevirip inkârda ısrarcı olmak, kibirlenmenin ta kendisidir. Bunun en çarpıcı örneğini de Firavun ve onun yandaşları oluşturmaktadır.
57. Dedi ki: “Ey Mûsâ! Sen bizi sihrinle yurdumuzdan çıkarmak için mi geldin?” 58. “Madem öyle, biz de sana aynen onun gibi bir sihirle karşılık vereceğiz. Şimdi bizimle kendi aranda, bizim de senin de caymayacağımız bir buluşma günü tayin et de uygun bir yerde karşılaşalım!” 59. Mûsâ: “Sizinle buluşmamız, bayram günü insanların toplandığı kuşluk vakti olsun” dedi. 60. Bunun üzerine Firavun dönüp işlerini ayarlamaya gitti. Sonra da bütün hilelerini ve mahir büyücülerini toplayıp buluşma yerine geldi.
Elli yedi-altmışıncı ayetlerde, iman metanetinin örnek şahsiyeti Hz. Mûsâ ile, inkâr ve zulmün suçlu temsilcisi Firavun arasındaki konuşmadan bir kesit sunulur. İlahî mesajı duyan ve mucizeleri gören Firavun, Hz. Mûsâ'nın sihirbaz olduğunu sanıp ona: “sihrinle bizi yurdumuzdan çıkarıp yönetimden uzaklaştırmaya mı geldin!” diye haykırır. Bu sözler, Firavun'un hakkın bâtılı silip götürücü gücünden gafil bulunduğunu gösterir. Hz. Mûsâ'yı büyücü sanıp ona göre tedbir alması da onun bu gafletini destekler niteliktedir. Oysa tarihin hiçbir döneminde bir büyücünün sihir gücüyle bir ülkeyi fethettiği görülmemiştir.
Aslında Firavun'un amacı, Hz. Mûsâ'yı halkın gözünden düşürüp etkisiz hale getirmekti. Bu yüzden o, halkın ön yargılarını uyandıracak hilelere baş vurmayı planladı. Mûsâ(as)'dan büyü yarışması için bir zaman ve yer belirlemesini istedi. Firavun, Hz. Mûsâ'ya bu öneriyi yaptığında bayram günü yakındı. O gün imparatorluğun her yanından akın akın insanlar gelecekti. Bu nedenle bu büyük buluşma, herkesin şahitlik edebilmesi için meydanlık bir yerde ve aydınlık bir zamanda gerçekleşmeliydi. Nitekim öyle oldu. Taraflar, herkesin toplanacağı bayram günü, kuşluk vaktinde ve düz bir alanda buluşmaya karar verdiler. Firavun ve adamları, kararlaştırılan buluşma gününü, kendi gelecekleri açısından bir dönüm noktası olarak gördüklerinden bu güne çok önem veriyorlardı. Zira onlar, kendi geleceklerinin, sihirbazların bu müsabakada gösterecekleri becerilere bağlı olduğunu biliyorlardı. Bunun için Firavun, danışmanlarıyla gizlice görüştü; Mısır'ın en büyük sihirbazlarını çağırıp kuracağı düzeni tasarladı. Günü gelince buluşma yerine gidip boy gösterdi.
61. Mûsâ onlara: “Yazıklar olsun size! Allah'a karşı böyle yalan uydurmayın! Sonra o, müthiş bir azap ile kökünüzü kazır! Hiç kuşkusuz yalan uydurup iftira eden kimse, kesin perişan olur” dedi. 62. Bunun üzerine Firavun ve adamları yapacaklarını kararlaştırmak için aralarında tartışmaya, baş başa verip gizli gizli konuşmaya başladılar. 63. Sonra şöyle dediler: “Bu ikisi, kesinlikle sihirleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak, sizin örnek ve ideal yaşam tarzınızı ortadan kaldırmak isteyen iki sihirbazdır.” 64. “O halde bütün hilelerinizi bir araya getirip düzenleyeceğiniz oyuna iyi karar verin ve tek bir güç olarak boy gösterin. Çünkü bugün üstün gelip yenen, gerçekten kazanmış ve başarmış olacaktır.”
Altmış bir-altmış dördüncü ayetlerde; Hz. Mûsâ'nın, Firavun ve taraftarlarını uyardığı; bu ani uyarıyla karşılaşan Firavun ve yandaşlarının, kendi aralarında gizlice tartışıp bazı kararlar aldıkları haber verilir. Hz. Mûsâ'nın uyardığı kimseler, başta Firavun olmak üzere onun yanında yer alan saray adamları ve sihirbazlardır. Allah'a karşı yalan uydurmak da, O'nun elçisini sihirbaz, mesaj ve mucizelerini de sihir olarak niteleyip hak dini bilerek inkâra kalkışmaktır. Halbuki inkâr ve şirk içinde geçen bir hayatın sonu helâk olmaktır. İşte bu yüzden Hz. Mûsâ, risaletin esas gayesine uygun olarak onları hakka tabi olmaya ve böylece helâk olmaktan kurtulmaya çağırmıştır. Hz. Mûsâ bu çağrıyı yaparken muhataplarını en çok yanıltan şeyin, yani sihrin üzerinde durmuş ve Allah'ın izni ile kendisinin gösterdiği mucizelerin, birer sihir olmadığını ısrarla vurgulamıştır. Çünkü sihir, insanın bilgi vasıtalarını yanıltan ve onu haktan saptıran bir hayal oyunudur.
Hz. Mûsâ'nın ani uyarısıyla derinden sarsılan Firavun ve adamları, ne yapacaklarını belirlemek için kendi aralarında gizlice tartışıp sonunda şöyle bir karar aldılar. Onlara göre Hz. Mûsâ ve Harun, yurtlarını ele geçirmeye ve Firavun yönetiminin oluşturduğu geleneksel yaşam tarzını ortadan kaldırmaya çalışan iki büyücüdür. Bu nedenle, ne pahasına olursa olsun bu iki elçiyi yenmek için elden gelen her şey yapılmalıdır. Aksi halde yöneticiler saltanatlarını, halk da ülkesini kaybedecek, bu güne kadar yansıtılan geleneksel yaşam tarzı da otomatik olarak sona erecektir.
Bu ayetlerde, Firavun siyasetinin en bariz yönüne işaret edilir. Zira bu siyaseti benimseyenler, kendi gelecekleri ve politik çıkarları için, insanlık suçlarının en iğrencini işlemekten çekinmezler. Onlar, oluşturdukları sistem açısından tehlikeli gördükleri kişileri, gizli hedefler veya büyük menfaatler peşinde koşmakla suçlayıp karalamaya ve halkın gözünden düşürmeye çalışırlar. Yine onlar, bir yandan halkı bölüp köleleştirmek, diğer taraftanda içlerinde barındırdıkları zaafı gizlemek için güçlü görünmek isterler. Onlar bunu çoğu kez bâtıla hak kisvesi giydirip insanları hakka saldırtmak suretiyle yaparlar. Çünkü bâtılı savunanların teveccühünü kazanmak isteyenler oldukça onun zulmü devam eder.
65. Büyücüler dediler ki: “Ey Mûsâ! Sen mi asânı atacaksın yoksa önce hünerini ortaya koyan biz mi olalım?” 66. Mûsâ: “Hayır, önce siz ortaya koyun” dedi. Bir de ne görsün, onların sihirleri sayesinde, ipleri ve değnekleri, kendisine gerçekten hızla hareket edip akıyormuş gibi geldi. 67. Bu yüzden Mûsâ, birden içinde bir korku hissetti. 68. Fakat Biz ona: “Korkma! Kesinlikle sonunda üstün gelecek olan sensin” dedik. 69. “Şimdi sağ elindeki asâyı at da onların yaptıklarını yutsun. Zira onların bütün yaptıkları, büyücü düzeninden başka bir şey değildir. Büyücü ise, nereye varsa ve ne yapsa asla başarıya ulaşamaz.” 70. Sonunda sihirbazlar saygıyla yere kapanıp: “Biz artık Mûsâ ile Harun'un Rabbine inanıyoruz” dediler.
Altmış beş-yetmişinci ayetlerde, hep birlikte ve sıralar halinde yarışma alanına gelen büyücülerle Hz. Mûsâ arasındaki müsabakadan ve bu karşılaşmanın sonucundan söz edilir. Yarışma alanına gelen sihirbazlar, Hz. Mûsâ'ya önce kimin hünerini göstereceğini sorarlar. Mûsâ da önce onların hünerlerini göstermelerini ister. Büyücülerin yaptıkları sihir marifetiyle ipler ve değnekler, halka yürür gibi görünür. Mûsâ(as)'nın da içinde bir korku belirir. Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü peygamber de en niyetinde bir insandır. Bununla birlikte Hz. Mûsâ, sihir gösterisinin halkta kendi mucizesi ile ilgili bir yanlış anlamaya yol açmasından da korkmuş olabilir. İşte tam bu esnada Allah, içinde korku duymaya başlayan Mûsâ'ya kendisinin galip geleceğini, değneğini yere atmasını, onun büyücülerin hilesini yutacağını, büyücünün nereye varsa ve ne yapsa asla başarıya ulaşamayacağını bildirip ona güven verir. Gerçekten de sonuç Allah'ın Hz. Mûsâ'ya bildirdiği gibi olmuş; Mûsâ(as)'nın yere atılan değneği ejderha olup sihirbazların büyülerini yutunca, sihirbazlar saygıyla yere kapanıp Mûsâ ve Harun'un Rabbine iman etmişlerdir.
Bu ayetler, bilginin insanı imana götüren üstün bir değer olduğuna işaret eder. Çünkü sihirbazlar, Mûsâ(as)'nın gösterdiği mucizenin sihir olmadığını çok iyi bildikleri için, onun daha becerikli bir sihirbaz olduğunu söylemediler; tam aksine Mûsâ ve Harun'un Rabbine iman ettik diyerek secdeye kapandılar. Böylece Firavun'un Hz. Mûsâ'yı teşhir edip halkın gözünden düşürmek için düzenlediği oyun, sonunda kendi aleyhine dönüşmüş oldu.
71. Firavun: “Benden izin çıkmadan ona inandınız öyle mi? O halde size sihirbazlığı öğreten ustanız o olmalı! Ama hiç kuşkunuz olmasın ki bu ihanetinizden ötürü ellerinizi, ayaklarınızı keseceğim ve pek çoğunuzu da hurma dallarına asacağım. İşte o zaman hangimizin azabının daha şiddetli ve sürekli olduğunu anlayacaksınız” dedi. 72. Sihirbazlar dediler ki: “Bize gelen bunca açık delilleri ve bizi var edeni bırakıp asla seni tercih edecek değiliz. Öyleyse hakkımızda istediğin hükmü ver. Zira senin hükmün ancak bu dünyada geçer.” 73. “Bize gelince, doğrusu biz, hatalarımızı ve özellikle bizi yapmaya zorladığın sihir günahını bağışlayacağı umuduyla Rabbimize inandık. Çünkü Allah, umut bağlananların en hayırlısıdır ve O'nun vereceği karşılık daha kalıcıdır.”
Yetmiş bir-yetmiş üçüncü ayetlerde, kendinden izin çıkmadan sihirbazların inanmasına öfkelenen Firavun'un savurduğu tehditler ve Rablerine imanla dönmeye karar veren müminlerin ona verdikleri cevaplar dile getirilir. Firavun, sihirbazların kendinden izin çıkmadan inanmalarına çok öfkelenmiş; onları, kendi krallığına karşı Hz. Mûsâ ile birlikte bir oyun oynamakla suçlayıp tehdit etmiştir. Çünkü menfaate dayanan dostluklar ve beraberlikler, çıkarlar çatışınca düşmanlığa dönüşür ve son bulur. Şayet sihirbazlar inanmayıp Firavun'u desteklemeye devam etselerdi, makbul kişiler olarak nimetler içinde yüzeceklerdi. Ama iman gözlerini açınca onlar, ebedî olanı geçici olana tercih ettiler.
Aslında Firavun'un bu tavrı, kaybettiği oyunu kazanmak için ortaya koyduğu son tuzaktı. Ne var ki sihirbazların inandıktan sonraki kararlılıkları, bu tuzağı Firavun'un aleyhine çevirdi. Çünkü onların imandaki samimiyet ve kararlılıkları, Firavun'un ileri sürdüğü gizli işbirliği iddiasının, halkı kandırmak için öne sürülmüş bir hile olduğunu göstermiş oldu. Sonuçta bu olay insanlık tarihine, iktidar sahiplerinin baskısına ve yeryüzü değerlerinin cazibesine rağmen, bilgili ve kararlı bir benliğin iman özgürlüğüne erişini gösteren örnek bir tablo olarak geçti.
Buradaki “vallahu hayrun ve ebkâ” ibaresinde yer alan “hayr” kelimesi, isim olarak düşünülürse, “Allah zatında hayrdır/iyidir”; “Ebkâ” kelimesi de “daha devamlı, hiç yok olmayan, hep bâki olan ve bulunduğu hal üzere daim durandır” anlamına gelir. Ancak söz konusu ibarenin burada sıfat olarak kullanılmış olması ve mukayese ifade etmesi daha açık görünmektedir. Çünkü bu söz, sihri bırakıp iman değerine eren müminlerin dilinden, Firavun'un kendilerine yönelik tehdidine cevap niteliğinde nakledilmiştir. Yani onlar: “Ey Firavun! Allah'ın, kendisine itaat edene verdiği sevap daha hayırlı, isyan edene uyguladığı ceza ise daha sürekli ve şiddetlidir. Bu yüzden biz sadece Allah'a itaat edip O'na asla isyan etmeyeceğiz.” demek istemişlerdir. Bunun için mealde her iki mana da yansıtılmaya çalışılmıştır.
74. Kim Rabbinin huzuruna suçlu olarak gelirse bilsin ki onu cehennem beklemektedir. Orada ne ölür ne de rahat yaşam yüzü görür. 75. Kim de dürüst ve erdemli davranışlarda bulunmuş bir mümin olarak O'nun huzuruna varırsa işte en yüksek dereceler böyleleri için olacaktır. 76. İçinde sonsuza kadar yaşayacakları ve zemininden ırmakların akıp çağladığı Adn Cennetleri! İşte kötülüklerden arınanların mükâfatı budur.
Yetmiş dört-yetmiş altıncı ayetler, iman değerine eren sihirbazların sözlerine Allah tarafından yapılmış bir ilave niteliğindedir. Hesap günü, Rabbinin huzuruna bağışlanmaz günahlarla gelen kişiyi, cehennem beklemektedir. O kimse orada ne ölüp azaptan kurtulur, ne de rahat yüzü görür; tam aksine sürekli azap içinde kalır. Bu da Kur’an'da adı geçen cezaların en ağırıdır.
Rabbinin huzuruna dürüst ve erdemli bir mümin olarak çıkan kimse ise, öte dünyada en yüksek makamlara erişecek, zemininden ırmakların aktığı ve sonsuza kadar yaşayacağı has bahçelere girecektir. İşte kendini günahlardan arındıran kimseyi, böylesine mutlu bir gelecek beklemektedir. Demek ki imanın manevî değeri, kişinin gerçekleştirdiği dürüst ve erdemli davranışlarla ortaya çıkmaktadır. Zira, inandığı halde bir hayır yapmamış olan kimseye, sadece iman etmesinin pek yararı olmayacaktır.
Sonuç olarak bu ayetlerde, Hz. Mûsâ'nın Firavun'u hidayete çağırmak için nasıl bir çaba gösterdiği, sihirbazlarla karşılaşıp onlara üstün gelmesi, sihirbazların gerçeği görüp iman değerine ermesi, Firavun'un ölüm ve işkence tehdidine rağmen nasıl sabırlı ve metanetli davrandıkları anlatılarak azap aleminden kurtuluşun, ancak Allah'a tam iman ve Salih amelle mümkün olacağı mesajı veriliyor. Şu halde hak din, insanların dünya işlerini islah etmek ve onların sadece Allah'a ibadet etmelerini gerçekleştirmek için gelmiştir. Dini dünyadan ayırıp onu hayatın kenar semtine itenler, zalim kişilere ve kadrolara zemin hazırlamış olurlar. Çünkü din insan hayatındaki işlevini, insanlar da imanî kişiliklerini yitirdikleri zaman, yeryüzünde bozgunculuk büyür, güçlüler ilâhlaşır, zayıflar da ezilirler. Zira, zalimin elinde güç, daha tehlikeli bir silah haline gelir. Günümüzde insanın giderek teknokrat ve bürokrat despotluğa boyun eğen bir hale düşürülüşü de içinde bulunduğumuz çağın, Firavun çağına benzeyen yönlerini anımsatır. Ama kin ve düşmanlık ne kadar uzun sürerse sürsün, sonuçta daima iyiler kazanacak, kötüler ise kaybeden taraf olacaktır.
(77-89'uncu ayetler)
Surenin bu bölümünü oluşturan ayetlerde, Allah'ın yardımına mazhar olan bir hareketin, inkâra ve zulme karşı kazandığı zaferden söz edilir. Tarihi süreç içinde, tevhid dinine karşı gösterilen dirençlere ve dinin toplum içinde gelişmesine engel olabilecek girişimlere dikkat çekilir.
77. Gerçek şu ki Biz Mûsâ'ya: “kullarımla birlikte geceleyin yola çık da onlara denizin ortasında kupkuru bir yol aç; yakalanmaktan ve boğulmaktan korkup kaygılanma” diye vahyettik. 78. Bunun üzerine Firavun askerleriyle onların peşine düştü; denizin dalgaları onların üzerine öyle bir kapandı ki hepsini boğup yutuverdi! 79. Çünkü Firavun, halkını saptırmış ve onlara doğru yolu göstermemişti.
Yetmiş yedi-yetmiş dokuzuncu ayetlerde, Allah'a inanıp O'nun himayesine giren kulların kurtuluşu, inkâr edip ilahî mesajlara karşı çıkanların ise hüsran içinde boğuluşları dile getirilir. İsrailoğulları, Mısır da gereken sınav ve tecrübeden geçtikten; Firavun ve adamlarının onlara çektirdiği sıkıntılar da bittikten sonra Allah, Mûsâ(as)'ya İsrailoğullarıyla birlikte geceleyin yola çıkmasını, onlara denizde kupkuru ve güvenli bir yol açmasını; bu arada Firavun ve askerlerinin arkadan kendilerine yetişirler diye bir korku ve kaygıya kapılmamasını söyler. Bu emir üzerine Mûsâ(as), akşam karanlığında İsrailoğullarıyla beraber yola koyulur. Firavun bunu öğrenip askerleriyle onların peşine düşer. Ordusuyla birlikte denizde İsrailoğulları için açılmış bulunan yola girer. Fakat İsrailoğulları sahile çıkınca deniz, Firavun ve adamlarını içine alıp onları yutuverir. Böylece halkını saptırmış olan Firavun, kendisiyle birlikte onları da helake sürükler.
Ayetlerde dile getirilen bu olay, Allah'ın İsrailoğullarının Mısır'dan çıkması için tayin ettiği bir gecede meydana gelmiştir. Onlar, Sina Yarımadasına giderken, geçmek zorunda oldukları Kızıl Deniz sahillerine ulaştıklarında, Firavun büyük bir ordu ile peşlerinden gelir. İsrailoğulları tam denizle düşman arasında kaldıkları bir sırada Allah Hz. Mûsâ'ya asasıyla denize vurmasını söyler. Hz. Mûsâ, söyleneni yapınca deniz ikiye ayrılır; İsrailoğullarının geçmesi için kuru ve güvenli bir yol olur. Onlar bu yoldan geçip salimen sahile çıkarlar. Onları takip eden Firavun ve ordusu ise, aynı yola girince hep birlikte suda boğulurlar.
Bazı kaynaklarda, Firavun ve ordusunun boğuldukları suyun, Kızıl Deniz olduğu belirtilir. Fakat Kur’an'ın ifadelerinden Hz. Mûsâ'nın çocukken bir sepet içinde bırakıldığı su ile Firavun'un boğulduğu suyun aynı su olduğu anlaşılır. Çünkü her iki su da Kur’an'da, “yemm” diye isimlendirilir. “Yemm” kelimesi, Süryanice kökenli olup sonradan Arapça'ya geçmiştir. Bu kelime sözlükte, hem “büyük deniz” hem de “büyük nehir” anlamına gelir. Mûsâ(as)'nın doğduktan sonra annesi tarafından bir sandığa konularak bırakıldığı yemm/su, Mısır'daki Nil Nehri olduğuna göre, Firavun'un boğulduğu su da Nil olmalıdır. Nitekim, Hz. Mûsâ'nın Nil'in doğusuna geçtikten sonra bir süre Filistin'in batısındaki Mısır diyarını yönettiği, sonra da Filistin'i yerli Araplardan olmak için doğuda Sina'ya geçtiği belirtilir.
Bu olayla ilgili olarak Kur’an'da anlatılanlar, daha ayrıntılı biçimde fakat bazı farklarla Çıkış Kitabı'nın 5-15'inci bablarında da anlatılır. Ancak Kur’an, Tevrat'da çok ayrıntılı biçimde anlatılanları özetle sunar ve tevhide aykırı düşen kısımları ayıklar. Denizin yarılması, deniz suyunun rüzgarın etkisiyle çekilmesi veya med-cezir olayı olarak yorumlanabilirse de Kur’an'ın ifadeleri, bu olayın büyük bir mucize olduğuna işaret eder.
Sonuç olarak bu ayetlerde, inkârdan kaynaklanan ihtirasın ve hak dine duyulan düşmanlığın, sahiplerini feci felaketlere maruz bırakabileceği; hakikati inkâra şartlanmış olanların, ne kadar güçlü ve maharetli görünürlerse görünsünler başlarına gelecek felaketlerden kendilerini kurtaramayacakları mesajı verilmektedir. Ayrıca, bu ayetlerde işaret edilen şu noktaya da dikkat edilmelidir. Hz. Mûsâ'ya ve İsrailoğullarına, sadece gece yola çıkmaları mükellefiyeti getirilmiştir. Çünkü bu sırada onların henüz maddî bir savaşa katılma imkânları yoktu. İşte bu surenin indiği dönemde, Hz. Muhammed ve ona inanan ilk nesil Müslümanları da aynı durumdaydı. Bu yüzden onlar önce hicretle, sonra da cihatla yükümlü tutuldular.
80. Ey İsrailoğulları! Böylece sizi düşmanınızın elinden kurtardık; Sina Dağı'nın sağ yanına gelmeniz için sizinle sözleştik, size kudret helvası ile bıldırcın eti lütfettik. 81. O halde size rızık olarak verdiğimiz temiz yiyeceklerden yiyin, ama sakın bunda aşırı gidip nankörlük etmeyin; yoksa gazabıma uğrarsınız. Her kim ki gazabıma uğrarsa, gerçekten o mahvolup gider. 82. Bununla beraber yine de unutmayın ki Ben, pişman olup doğru yola dönen, iman edip dürüst ve erdemli işler yapan ve bundan sonra da doğru yoldan ayrılmayan kimseyi daima bağışlarım.
Seksen-seksen ikinci ayetlerde, İsrailoğullarına verilen nimetler ve onların mükellef olduğu şeyler açıklanır; Allah'ın çok bağışlayıcı olduğu vurgulanır. Allah, İsrailoğullarını kendilerine düşman olan Firavun'un elinden kurtarır. Onlardan kendilerine bildirilen ilahî emirlere uyacaklarına dair söz alır. Sina çölündeki yolculuk günlerinde onlara kudret helvası ve bıldırcın bahşeder. Burada geçen “menn” kelimesi, sözlükte “bazı çöl bitkileri tarafından salgılanan tatlı ve sakızımsı bir madde” anlamına gelir. Bu sözcük dilimize “kudret helvası” diye çevrilir. Ancak “menn” kelimesi aynı zamanda insana, elde etmek için bir çaba göstermeden lütuf ve ikram olarak bahşedilen şeyleri ifade etmek için de kullanılır. “Selvâ” kelimesi ise, “bıldırcın” anlamına gelir. Bu sözcük de sadece anılan anlamla sınırlı kalmayıp ayrıca “mahrumiyetten sonra insanı doyuran ve mutlu eden şey” manasına da gelir. Şu halde bu iki kelime deyimsel olarak, emek ya da çaba karşılığı olmaksızın Allah'ın insanlara kendiliğinden bahşettiği rızıkları ve nimetleri ifade etmektedir. İşte Yüce Allah, İsrailoğullarına bahşettiği bu nimetleri hatırlattıktan sonra onlara ve onların şahsında bütün insanlara, kendilerine rızık olarak verilen temiz ve helâl şeylerden yemelerini; bu konuda kibirli kimseler gibi davranıp ölçüyü aşmamalarını buyurmuş; aksi halde gazaba uğrayacakları uyarısında bulunmuştur. Allah'ın gazabı/öfkesi tabiri, O'nun tarafından teklif edilen doğru öğretiyi bilerek reddedip azgınlık ve taşkınlık yapan kimselerin, bu kötü fiilleri sonucu kendi üzerlerine celbettikleri kaçınılmaz cezaya işaret eder. Çünkü Allah, azgınlık ve taşkınlık edip ölçüyü aşan kimseyi mahveder. Bununla birlikte o, yaptığı yanlışı anlayıp pişman olan, inanıp dürüst ve erdemli davranan kimseleri de bağışlar.
Burada yer alan ve uluhiyeti niteleyen “Gaffâr” ismi, “günahları örten, insanı tekrar tekrar affedip çokça bağışlayan Allah” anlamına gelir. Bu isim, Kur’an'ın tamamında beş kez geçer. Bunlardan ikisinde tek başına, diğerlerinde ise “Azîz-Gaffâr” şeklinde kullanılır.
Bu ayetlerde, tövbenin doğru şekline ve makbul olmasının şartlarına da işaret edilmektedir. Doğru tövbe etmenin şekli, günah işledikten sonra hemen pişmanlık duyup günahı terk etmek ve hatayı telâfi edecek bir iyilikte bulunmaktır. Tövbenin makbul olmasının şartları ise, işlenen günahtan dolayı pişmanlık duyup onu tamamen terk etmek, bir daha günah işlememeye kesin karar vermek, Allah'tan bağış dilemek, kul hakkıyla ilgili günahlarda da, tazmim veya telâfi yoluyla hak sahibinin hakkını ödemektir. İşte belirtilen şekilde yapılan ve değinilen şartları taşıyan tövbe, Kur’an'da “tövbe-i nasuh/hataları onarıcı tövbe” olarak nitelendirilir. Şu halde şartları yerine getirilmeden yapılan ve yanlışı düzeltme özelliğinden yoksun olan tövbe, makbul değildir.
83. Allah: “Seni halkından çabuk olmaya, onları geride bırakıp buraya acele gelmeye sevk eden nedir Ey Mûsâ!” diye sordu. 84. Mûsâ: “Onlar benim izimde yürüyorlar; Ben ise seni hoşnut etmek için sana varmakta tezlik gösterdim ey Rabbim!” dedi. 85. Allah: “Öyleyse bil ki senden sonra, senin yokluğunda halkını sınadık; Sâmiri onları yoldan çıkardı.” dedi. 86. Bunun üzerine Mûsâ kızgın ve üzgün olarak halkının yanına döndü. Onlara: “Ey kavmim! Rabbiniz size güzel bir söz vermedi mi? Peki verilen sözün üzerinden çok süre geçti de size zaman mı uzun geldi? Yoksa Rabbinizden bir gazabın size yönelmesini mi istediniz de bana verdiğiniz sözden caydınız?” diye çıkıştı. 87. Dediler ki: “Biz sana verdiğimiz sözden kendi isteğimizle caymadık; ama Mısır halkının zinet eşyasından bir takım ağırlıklar yüklenmiştik, onları ateşe attık; aynı şekilde Sâmiri de kendininkini attı.” 88. Bu adam onlara erimiş altından böğüren bir buzağı heykeli yapıp çıkardı. Bunun üzerine onlar da birbirlerine: “İşte sizin ilâhınız da Mûsâ'nın ilâhı da budur; ama o unuttu.” dediler. 89. Peki, onun kendilerine tek kelime cevap veremediğini, onlara ne bir zarar ne de bir fayda sağlamaya muktedir olmadığını görmüyorlar mıydı?
Seksen üç-seksen dokuzuncu ayetlerde, halkını geride bırakıp aceleyle Tur'a gelen Hz. Mûsâ ile Rabbi arasında geçen konuşmadan ve kavminin altından yapılmış bir buzağıya tapışından söz edilir. Hz. Mûsâ, Firavun'un helâk olmasından sonra otuz gece Rabbine ibadet etmeyi adamış; yerine kardeşi Harun'u bırakarak aceleyle Tur'a gelmiş, orada ibadete çekilmiş, otuz geceyi de kırka tamamlamıştır. İşte Allah, ibadetle meşgul olan Hz. Mûsâ'ya niçin hemen kavmini bırakıp tezlik göstererek Tur'a geldiğini sormuş; o da, Rabbini hoşnut etmek için çabucak huzura koştuğunu, kavminin ise kendi izinde olduğunu söylemiştir. Müfessirlerin çoğu, Hz. Mûsâ'nın bu sözünü, “onlar benim peşim sıra geliyorlar ve yakındalar” şeklinde yorumlamışlardır. Zira onlara göre Hz. Mûsâ, Tur'a giderken İsrailoğullarından yetmiş kişiyi de yanına almış, sonra onları geride bırakıp kendisi acele ederek Tur'a varmıştır. Ancak Hz. Mûsâ'nın Sina Dağı'na tek başına çıkmış olması da mümkündür. O takdirde onun Allah'a verdiği bu cevap, İsrailoğullarının kendi yokluğunda tebliğ ettiği doğru dine bağlı kalacakları inancını ifade etmiş olmalıdır. Hz. Mûsâ bu inançtaydı. Ne var ki halkından ayrıldıktan sonra gelişen olaylar, onun bu kanaatini boşa çıkaracak yönde cereyan etmiştir. Bu yüzden Allah Hz. Mûsâ'ya kendisinin yokluğunda halkını sınadığını, Sâmiri'nin onları yoldan çıkardığını bildirmiş; durumu öğrenen Mûsâ(as), öfke ve üzüntüyle halkının yanına dönüp onlara: “Allah'ın size lütfettiği iyilik ve nimetleri ne çabuk unutup bana verdiğiniz sözden caydınız” diye çıkışmıştır. İsrailoğulları ise, verdikleri sözden kendi istekleriyle caymadıklarını; bu buzağıyı kendi mallarından değil, Mısırlılardan emanet alıp getirdikleri zinet eşyalarından yaptıklarını söyleyerek Hz. Mûsâ'dan bir nevi özür dilemişlerdir. Çünkü onlar, Mısır'dan ayrılmadan önceki günlerde, Mısırlılardan altın ve gümüş gibi zinet eşyaları ödünç almışlar, ancak alınan zinetleri sahiplerine iade etme niyetinde olmadıkları için de onlara haksızlık etmişlerdi. İşte onlar, başkasının malını haksız biçimde almanın günahından kurtulmak için, Sâmiri'nin teşvikiyle bunları ateşe atmışlar; Sâmiri'de kendi elindekileri atmış; sonra da ateşe atılan bu altın ve gümüş eşyayı eritip ses çıkaran bir buzağı heykeli yapmıştır. Şu halde İsrailoğullarının Mısırlılara karşı yaptıkları bu yanlış davranış, zamanla onlarda iç huzurluğu meydana getirmiş, bu yüzden onlar, günahkârca elde ettikleri zinetlerden kurtulmak için onları ateşe atmaya karar vermişlerdir.
Burada geçen Sâmiri'nin, Filistin'de yaşayan Sâmire kabilesine mensup bir kişi olduğu belirtilir. Etnik ve dinsel gruplardan oluşan bu kabile, sonraları Sâmiriler olarak anılmıştır. Bunlardan küçük bir grubun, Filistin'de Nablus çevresinde hâlâ varlığını sürdürdükleri söylenir. Ayrıca Sâmiri'nin Kirmanlı veya Samerralı olduğu da bildirilir. Sâmiri, Hz. Mûsâ'nın dinini benimseyen ve Mısır'dan çıkışlarında İsrailoğullarına katılan pek çok Mısırlıdan biri olmalıdır. Onun, Hz. Mûsâ'nın yokluğunda Mısır dinindeki Apis figürünün bir uzantısı olarak işe altın buzağı yapma ve ona tapma eylemiyle başlaması, bu ihtimali kuvvetlendirmektedir. Demek ki o, Mûsâ kavmi Mısır'dan çıkarken onların arasına katılan, Mûsâ'ya inandığını izhar eden, ancak inkârını gizleyen münafık bir kişiydi. Sonraki dönemlerin Sâmiriler'inin de ister İbrani ister Mısır kökenli olsun bu kişinin soyundan geliyor olmaları hiç de imkânsız değildir. Hz. Peygamber döneminde de Şam yöresinde Mûsâ dinine bağlı olan ve Sâmiriler diye anılan kimselerin yaşadığından söz edilir. Sâmiri, çok eskiden Sâmir yahut Şamir diye bilinen bölgedir. Bugünkü Nablus yakınlarında bulunan bu bölgenin eski adı Şekim'dir. Yakub ve oğullarının Mısır'a gitmeden önce bu bölgede oturdukları sanılır. Sâmiri'nin bu bölge ile bir ilgisi olup olmadığı ise, kesin olarak bilinmemektedir. Ancak, Mısır'daki Yakub oğullarından bir kısmı, anayurtları olan bu bölgeye nispetle Sâmiri adıyla anılmış olabilirler.
Diğer kıssalar gibi Sâmiri kıssası da, Kur’an'da öğüt ve uyarı amacıyla anlatılır. Zira bu kıssada şer erbabının saptırmasına ve vesvesesine karşı uyarılar yer almaktadır. Ayrıca bu olay, toplumu saptırmaya, akideyi bozmaya ve zihinleri karıştırıp tevhidi değerleri yıkmaya kalkışanlara karşı, caydırıcı yaptırımlar konulması gerektiğine de işaret etmektedir.
Yine bu ayetlerde işaret edilen en önemli hususlardan biride, iman özgürlüğüne daha yeni kavuşmuş olan kimseleri, ilahî rehberliğe en çok ihtiyaç duydukları bir dönemde yalnız bırakmanın doğru olmadığıdır. Bu tespit, Kur’an'ın insan ve hayat gerçeğini göz ardı etmeyen bir rehber olduğunu ortaya koymaktadır. Zira yüzyıllarca süren bir tutsaklıktan sonra, siyasî, iktisadi ve sosyal bağımsızlığına kavuşmuş olan bir halkın, geçmişin yozlaştırıcı ve olumsuz etkisinden bir anda kurtulması mümkün değildir. Özlenen toplumsal düzen ve manevî disiplin, ancak kötü geçmişin sabırla onarılmasından, iman özgürlüğüne kavuşmuş kişilerin de sürekli ve etkili biçimde eğitilmelerinden sonra sağlanabilir. Nitekim burada da görüldüğü gibi uzun yıllar esaret hayatı yaşamış olan İsrailoğulları, bozulmuş olan karakterlerini henüz tam olarak düzeltemedikleri için, Hz. Mûsâ aralarından ayrıldıktan kısa bir süre sonra, Sâmiri'nin erimiş altından yaptığı böğüren bir buzağı heykeline tapmışlar; sonra da birbirlerine, “işte sizin tanrınız da Mûsâ'nın tanrısı da budur; ne var ki o, tanrısını da geçmişini de unuttu” demişlerdir. Burada yer alan ve “unuttu” anlamına gelen “nesiye” fiilinin öznesi, Mûsâ da Sâmiri de olabilir. Birinci takdirde ayet: “Mûsâ hem tanrısını hem de geçmişini unuttu”; ikinci takdire göre ise, “Sâmiri Allah'ın birliğini ve Hz. Mûsâ'ya verdiği sözü unuttu” anlamına gelir. Oysa esas gözden kaçırılan ve unutulan şey, cevap vermekten aciz olan, kimseye yararı ve zararı dokunmayan bir heykelin, tanrı olamayacağı gerçeğiydi. İşte bu yüzden, bu pasajı oluşturan son ayette, aciz varlıkları putlaştıranlar kınanmış ve uyarılmışlardır.
Sonuç olarak denebilir ki insanın iradeli davranışlarına yön veren temel etkenlerden biri de, onun kendisi hakkındaki düşünce ve tasavvurudur. Zira insan, kendini nasıl görürse ona göre hareket eder. İnsanın inkâr ve zulüm esaretinden kurtulabilmesi için, öncelikle kendisinin iman özgürlüğüne ehil olduğuna inanması gerekir. Aksi halde o, yetersiz ve niteliksiz bir varlık haline gelir. Halbuki, her konuda iyi yetişmiş nitelikli insan unsuru çok önemlidir. Çünkü yetişmiş insanı olmayan her dava, yaşama umudunu ve imkânını yitirir.
(90-104'üncü ayetler)
Bu bölümü oluşturan ayetlerde, tevhid inancını terk edip şirke düşmenin açık bir sapıklık olduğu; kötülüklere karşı aktif biçimde mücadele edilmesi gerektiği ve Kur’an hidayetinden kaçanların, Kıyamet günündeki feci durumları dile getirilir.
90. Gerçekten Harun, onlara daha önce: “Ey kavmim! Siz bu putla kötü bir biçimde ayartılıp sınanmaktasınız; aslında sizin Rabbiniz, çok merhametli olan Allah'tır. Öyleyse bana uyun ve emrime itaat edin” demişti. 91. Fakat onlar: “Mûsâ aramıza dönünceye kadar ona tapmaktan asla vazgeçmeyeceğiz” dediler.
Doksan ve doksan birinci ayetlerde, Hz. Harun'un, Mûsâ(as) henüz Tur'dan dönmeden önce halkını uyardığı, onlardan sapıklığı bırakıp kendi buyruğuna uymalarını istediği, fakat onların Hz. Mûsâ dönünceye kadar buzağıya tapma kararında olduklarını söyledikleri haber verilir. Bu ayetler, halkın buzağıya tapması konusunda Hz. Harun'un tamamen suçsuz olduğuna işaret etmektedir. Oysa kitab-ı Mukaddes'te Hz. Harun, altın buzağıyı yapmakla ve ona tapmakla suçlanır. Kur’an, Hz. Harun'u bu günahtan temize çıkarmasına rağmen Hıristiyan misyonerleri ve bazı oryantalistler, hâlâ Kur’an'ın burada tarihsel bir hata yaptığını, buzağının İsrailoğullarına mensup mübarek bir peygamber tarafından yapıldığını iddia ederler.
Ayetler, İsrailoğullarının putla sınanıp çok kötü biçimde ayartıldıklarına ve saptırıldıklarına dikkat çekerek insanları benzer duruma düşmekten korumayı amaçlamaktadır. Zira hangi çağda ve yerde olursa olsun sapıklığın temel nedeni, hakikati anlamaktan ısrarla kaçınmak ve hak dinde sebat etmeyip bir biçimde şirke düşmektir. Bu yüzden ayetler, zihinde bulanıklık, kalbde kuşku ve ruhta sarsıntı uyandıracak bütün olumsuzluklardan uzak durulması gerektiği mesajını vermektedir.
92-93. Mûsâ dönüp geldiğinde: “Ey Harun! Bunların yoldan çıktığını gördüğün halde seni, beni izlemekten alıkoyan neydi? Yoksa bile bile benim emrime karşı mı geldin?” dedi. 94. Harun: “Ey anamın oğlu! Saçımı sakalımı çekip durma! Doğrusu ben senin: 'Bak işte İsrailoğullarının arasına ayrılık soktun, sözüme riayet etmedin' demenden korktum” dedi.
Doksan iki-doksan dördüncü ayetlerde, Tur'dan dönen Mûsâ'nın önce kardeşi Harun'u suçlayıp azarladığı; Harun'un ise bu suçlamayı kabul etmeyip kendini savunduğu belirtilir. Hz. Mûsâ, Tur'a çıkmadan önce kardeşi Harun'u yerine vekil bırakmış, ona dürüst ve erdemli davranıp bozguncuların yolunu tutmamasını söylemişti. Bu yüzden o, Tur'dan döner dönmez kardeşine: “Benim emrime karşı mı geldin?” diye çıkışmıştır. Harun(as)'da emre karşı gelmediğini, aksine hem kendine söylenen söze riayet ettiğini hem de halkın birliğini korumaya özen gösterdiğini ifade etmiştir. Hz. Harun'un bu cevabından, onun tefrikayı önleme amacıyla şirke taviz verdiği şeklinde bir sonuç çıkarılmamalıdır. Zira o, halkı buzağıya tapmaktan alıkoymak için elinden geleni yapmış, fakat buna rağmen halkı, onu zayıf görüp nerdeyse öldürmeye kalkışmışlardı. Bu nedenle Harun(as), durumun daha da kötüleşmemesi için Hz. Mûsâ dönene kadar sessiz kalmayı tercih etmiştir.
Bu ayetler, dinî bir gayeyle girişilen faaliyetlerin şekline ve mahiyetine açıklık getirmektedir. Kötülüklerden korunmak için bir süre onlardan uzak durmak/halvet, bir yöntem olarak kabul edilebilir. Ancak kötülükleri önlemek ve ortadan kaldırmak, hayattan ve halktan uzaklaşmakla değil, tam tersine kötülüklerle aktif biçimde mücadele etmekle mümkündür. Şu halde kötülükleri ortadan kaldırmak için pasif değil, aktif bir mücadele yolu benimsenmelidir. Fakat bu mücadele verilirken yerine göre “ihtiyatlı davranma”, davaya ihanet olarak değerlendirilmemelidir.
95. Mûsâ: “Peki ya senin zorun neydi ey Sâmiri?” dedi. 96. O: “Ben onların görmediği bir şeyi görüp kavradım; bu yüzden elçinin öğretisinden bir nebze alıp sonra onu terk ettim, işte beni böyle yapmaya benliğim itti” dedi. 97. Mûsâ: “Öyleyse defol! Doğrusu sen bundan böyle hayat boyunca: 'Bana dokunmayın' demeye mahkumsun. Ayrıca senin kurtulup kaçamayacağın bir buluşma, bir ceza günü de var. Şimdi her şeyini adayarak tapınıp durduğun şu düzmece tanrına bak! Hiç kuşkusuz onu yakacağız; sonra da onu parça parça edip denize savuracağız” dedi. 98. Sizin tek ilâhınız, kendisinden başka tanrı olmayan Allah'tır. O, sınırsız bilgisiyle her şeyi kuşatmıştır.
Doksan beş-doksan sekizinci ayetlerde, Hz. Mûsâ ile Sâmiri arasında geçen tartışmadan bir kesit sunulur. Ayetlerin beyanına göre Hz. Mûsâ, Sâmiri'ye neden böyle yaptığını sormuş, o da başkalarının bilmediği veya görmediği bir şeyi bilip gördüğünü, Elçi'nin izinden bir avuç toprak alıp onu buzağı heykelinin hamuru içine kattığını, benliğinin kendisini böyle bir şey yapmaya ittiğini söylemiştir.
“Elçi'nin izinden bir avuç avuçladım” sözündeki “Elçi”den maksadın “Cebrail” veya “Hz. Mûsâ” olabileceği ileri sürülmüştür. Müfessirlerin bir kısmına göre, İsrailoğullarının görmeyip de Sâmiri'nin gördüğünü ve izinden bir avuç toprak aldığını iddia ettiği elçi, Cebrail'dir. Bu görüşte olanlar, denizin yarılması veya Hz. Mûsâ'nın Tur'a gitmesi sırasında Sâmiri'nin Cebrail'i at üzerinde gördüğünü, onun atının bastığı yerden bir avuç toprak alıp sakladığını, sonra bu toprağı yaptığı ve taptığı buzağı heykelinin hamuruna kattığını, böylece ses çıkaran bir heykel yaptığını söylemişlerdir.
Başta Ebu Müslim olmak üzere müfessirlerin bir kısmı ise, bu ayetteki elçi kelimesiyle, Hz. Mûsâ'nın kastedildiğini belirtmişlerdir. Onlara göre Sâmiri: “Ey Mûsâ”! Senin öğretini, sünnetini gördüm, onun bir kısmını alıp sonra onu öğretinin muhtevâsından çıkarıp attım; zira böyle yapmayı nefsim bana önerdi ve güzel gösterdi” demek istemiştir. Bunlardan birinci görüş Tevrat'ın anlatımına, ikinci görüş ise akla ve gerçeğe daha yakın görünmektedir. Çünkü burada yer alan “basura” fiili, hem “bir şeyi gözle görmeyi” hem de “onu zihnen kavrayıp iyice anlamayı” ifade eder. Bu durumda Sâmiri, Hz. Mûsâ'ya: “Ben senin söylediklerinin bazılarının yanlış olduğunu anladım, halkın geri kalan kısmının da onları anlamadığının farkına vardım” demek istemiştir. Zira Sâmiri, aşkın ve görünmeyen bir Allah fikrine karşı çıkıyor, halkın görünen ve elle dokunabilen somut bir tanrıya inanması gerektiğini düşünüyorlardı. Aslında Sâmiri bu sözleriyle, putperestliğini ve bidatçi eğilimlerini açığa vurmuş oluyordu. Oysa bu yolda atılan tüm yanlış adımlar, aldatıcı bir hayalcilikten ibaret olduğundan, insanın doğru Allah anlayışını aydınlatacağına daha da karmaşık bir hale sokmakta ve kişinin manevî potansiyelinin büsbütün ziyan edilmesine yol açmaktadır. Kur’an'da altın buzağı heykeliyle anlatılmak istenen gerçek de bu olmalıdır.
Ayetler, Sâmiri'nin bu saptırıcı planı uzun uzun düşündükten sonra uygulamaya koyan bir hilekâr olduğuna işaret etmektedir. Çünkü o, iyi bir sanatkâr olduğu için, yaptığı altın buzağının inek gibi böğürmesini sağlamış ve cahil insanları hileyle kandırmayı başarmıştır. Bu yüzden Hz. Mûsâ, Sâmiri'ye artık aralarından çıkıp gitmesini, bundan böyle hiç kimsenin kendisiyle ilişki kurmayacağını, bir yalnızlık ve toplumdan dışlanmışlık durumu yaşayacağını, vakti gelince öleceğini, öldükten sonra ahirette azap göreceğini, yapmış olduğu heykeli ise, yakıp külünü denize savuracağını söylemiştir. İsrailoğullarına da, Allah'tan başka ilâh olmadığını; O'nun sınırsız ilmiyle her şeyi kuşattığını bir kez daha hatırlatmıştır. Şu halde halkı kandırıp doğru yoldan saptıran kimseler önce uyarılıp ikna edilmeli, sonra da gerekiyorsa cezalandırılmalıdır. İnsan da akıl ve iradesini vahyin rehberliğinde etkin biçimde kullanmalı, duyduğu her sese koşup kanmamalı ve gördüğü her şeye tapmamalıdır.
99. İşte böylece, sana geçmişte olup bitenlerin bir kısmını anlatıyoruz. Kuşkusuz sana katımızdan hatırlatıcı bir öğreti bahşettik. 100-101. Kim ondan yüz çevirirse bilsin ki o Kıyamet günü sırtında devamlı taşıyacağı ağır bir yük yüklenecek. Onlar için bu yük, Kıyamet gününde ne kötü bir yük olacak!
Doksan dokuz-yüz birinci ayetlerde, ister temsilî isterse menkıbevî olsun, Kur’an'ın geçmiş olayları ele almasındaki temel amaca, bunları ele alış tarzına ve Kur’an'dan yüz çevirmenin vahim sonucuna dikkat çekilir. Kur’an'da anlatılan her olayın altında yatan esas amaç, değişmez temel gerçeklerin yansıtılmasıdır. Kur’an'ın bunları ele alış tarzı ise, anlatmak istediği ilke ve gerçeklere doğrudan ilgisi olmayan noktaları bir tarafa bırakıp amaca doğrudan hizmet eden kısımları özlü ve veciz ifadelerle ortaya koymasıdır.
Burada yer alan ve lafzen “hatırlatıcı” anlamına gelen “zikrâ” tabiriyle, genelde “her çağda bütün insanlar için geçerli olan değişmez yasa ve ilkeler”; özellikle de “son vahyi rehber olan Kur’an” kastedilmiştir. Allah'ın varlık ve oluşa yerleştirdiği yasa ve ilkelerden, özellikle de Kur’anî öğretiden yüz çeviren herkes, bu dünyada sırtına ağır bir günah yüklenmiş olur; bu günahtan kurtulmadan ölmesi halinde de, ahirette büyük bir azap görür. Ayrıca ahiret azabı ebedî olduğu için böyle birine o gün bu azap çok kötü bir yük olur.
Mûsâ kıssasının sona erdiği bu aşamada, mahşer sahnesini dile getiren ayetlerin açıklamasına geçmeden önce Kur’an kıssalarındaki tekrarlarla ilgili kısa bir bilgi vermek faydalı olacaktır. Kur’an'da geçmiş peygamberler ve toplumlarla ilgili kıssaların bir kısmı sadece bir kez zikredilmiş; Adem-İblis, Nuh, Hud, Lut, Şuayb, Mûsâ ve İsrailoğulları gibi bazı kıssalar ise ana temayı değiştirmeyecek nüanslarla birlikte çeşitli surelerde tekrar edilmiştir. Arap dili üslubunda tekrarlar mevcut olduğundan Kur’an, Arapların öteden beri alışkın oldukları bu üslubu daha güzel ve cazip bir şekilde devam ettirmiştir.
İslam alimleri, Kur’an'ın yazılı formundan hareketle onda yer alan tekrarlarla ilgili çeşitli yorumlar yapmışlar ve onların hemen hepsi kıssalardaki tekrarların her birinde ayrı bir fesahat ve belagat nüktesi bulunduğunu söylemişlerdir. Onlara göre, Kur’an kıssalarında yazılı bir metin için kusur sayılabilecek türden hiçbir tekrar yoktur.
Ancak yazılı bir metin olarak okunduğu sürece Kur’an'da azımsanmayacak ölçüde tekrar olduğu; diğer taraftan kıssaların fesahat ve belagat maksadıyla değil, öğüt, ibret, uyarı ve müjdeleme amacıyla anlatıldığı görülür. Ayrıca aynı şeylerin değişik vesilelerle yeniden hatırlatılması, yazılı bir metin için değil, şifahi olarak tebliğ ve tebyin edilen bir mesaj için anlamlıdır. Bunun için Allah sözlü bir hitap olarak Kur’an'ı yirmi üç yılda parça parça indirdi; insanlara kolaylık sağlamak maksadıyla dinî yükümlülükleri tek tek bildirdi. Dinin tamamlanması sürecinde Müslümanlara tedrici bir metot tatbik etti; onları gaflet uykusundan uyandırmak ve kalplerini yeniden diriltmek için de öğüt ve uyarıları ayrı ayrı zikretti. Bu yüzden Kur’an okumalarında özgün anlamı yakalayabilmek için, vahyin olgusal bağlamını oluşturan unsurları hesaba katmak gerekir.
Konuya bu açıdan bakılırsa, Kur’an'daki bazı kıssaların yazılı bir metinde fesahat ve belagat güzelliği oluşturmak için değil, tam tersine her an farklı bir hadiseye sahne olan nüzul ortamında ilahî mesaja muhatap olan insanların değişik durum ve tutumlarına bağlı olarak uyarı, öğüt ve ibret için tekrar edildikleri görülür. Şu halde Kur’an kıssalarına yönelik anlayış, Kur’an'ın Allah tarafından vahyedilen şifahi bir mesaj olduğu, bu mesajın da beşerî bir dil ve edebî bir yol kullanılarak insana ulaştırıldığı esasına uygun biçimde oluşturulmalıdır. O zaman Kur’an kıssalarında tekrar sayılan şeylerin hiçbir şekilde tekrar olmadığı; Kur’an'ın öğüt, ibret, uyarı ve müjdeleme gibi amaçlarının bir yerde başka diğer yerde ise başka bir farklılık arz edeceği; anlatımdaki farklılığın amaçlardan kaynaklandığı; amaçlardaki farklılığın da konuşma dilinde ve edebî anlatım biçimlerinde farklılığa yol açabileceği kolayca görülür. Öyleyse Tâhâ suresindeki Mûsâ kıssası ayrı bir kıssa, Kasas ve diğer surelerdeki Mûsâ kıssaları da ayrı birer bağımsız kıssadır. Çünkü Tâhâ suresindeki Mûsâ kıssasının amacı, Kasas suresindeki Mûsâ kıssasındaki amaçtan farklıdır. Kasas suresindeki kıssada Mûsâ'yı her taraftan kuşatan öldürücü bir korkuya dikkat çekmek amaçlanmışken Tâhâ suresindeki kıssada Hz. Peygamber'i teselli edip desteklemek, onun sıkıntı ve stresini gidermek hedeflenmiştir.
102. Sura üflenip suretlere can verildiği gün, işte o gün suçlu olanları gözleri korkudan gömgök kesilmiş ve donuklaşmış olarak bir araya toplarız. 103. Onlar: “Dünyada sadece on gün kadar kaldınız” diyerek aralarında fısıldaşırlar. 104. İçlerinden en aklı başında olanı: “orada sadece bir tek gün kaldınız” dediği zaman, onların şaşkınlıktan birbirlerine neler diyeceklerini en iyi Biz biliriz.
Yüz iki-yüz dördüncü ayetlerde, mahşer sahnesine, zamanın izafiliğine ve insanın onu algılama tarzının aldatıcı karakterine işaret edilir. Sura üflendiği gün, suretlere ruh verilir, Allah suçlu olanları, gözleri korku ve şaşkınlıktan donuklaşmış olarak bir araya toplar. İçinde bulundukları durumun dehşetinden kurtulamamış olan suçlular, kendi aralarında gizlice konuşup dünyada veya kabir hayatında ne kadar kaldıklarını tartışırlar. Sonunda onlar, ahiret hayatının ebedî olduğunun farkına varıp dünya hayatının kısa ve geçici olduğunu anlarlar.
Bu ayetlerde yer alan “sûr” kelimesi, “üflenerek çalınan ve korkunç ses çıkaran boru” anlamına gelir. Ancak onu, insanların kullandıkları bir alet gibi algılamak doğru değildir. Ayrıca bu kelimenin “suret”in çoğulu olan “suver” şeklinde okunduğu da belirtilir. Bu takdirde ayet, “yeniden diriliş için suretlere can verildiği gün, Biz suçluları gözleri korkudan gömgök olmuş bir vaziyette mahşerde toplarız” anlamına gelir. Yine burada yer alan “zurkâ” kelimesine de “gök gözlü, kör, donup kalma, susuz veya hasret içinde kalma” gibi anlamlar verilmiştir. Bu kelimeler hangi anlama gelirse gelsin ayetlerin asıl amacı, Kur’an kaçkınlarının Kıyamet günündeki şaşkın hallerini ve perişan durumlarını gözler önüne serip böylece insanı bekleyen hesap gününe dikkat çekmektir.
Sonuç olarak insan, imanını iyi işlerle ve erdemli davranışlarla diri tutmalı, şeytan misyonu gören şer odaklarının daima pusuda olduğunu unutmamalı ve Allah'la ilgisini koparmamalıdır. Çünkü, Kur’an mesajını reddedip onun gösterdiği doğru yoldan sapan herkes, kaçınılmaz olarak ahirette cezalandırılacaktır. Bu ilke her çağ, her ülke ve her toplum için geçerlidir.
Bu bölümü oluşturan ayetlerde, Kıyamet olayının dehşeti tasvir edilir. O gün, dağların toza toprağa çevrilip savrulacağı, yerin dümdüz olacağı, Allah'ın huzurunda seslerin kısılacağı, O'nun izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimseden başkasının şefaat edemeyeceği, dünyada yaptığı haksızlıkları telâfi etmeden yüce divana zulüm yüküyle gelen kimsenin perişan olacağı, buna karşılık inanıp iyi işler yapan ve erdemli davranan kişinin ise, hak ettiği ödülü alacağı ve en ufak bir haksızlığa uğratılmayacağı bildirilir. Vahye muhatap olmanın heyecanıyla tezlik gösteren Hz. Peygambere, acele etmemesi, kendisine gelen vahyin tamamlanmasını beklemesi ve Rabbinden ilmini arttırmasını istemesi tavsiye edilir. İnsan türünün, manevî gerçekleri gözardı etme eğiliminde olduğuna dikkat çekilir.
(105-115'inci ayetler)
105. Bir de sana o gün dağların ne olacağını sorarlar. De ki: “Rabbim onları darmadağın edip savuracak” 106. “Yerlerini dümdüz edip bomboş bir vaziyette bırakacak” 107. “Öyle ki orada ne bir çukur görebileceksin ne de bir tümsek”
Yüz beş-yüz yedinci ayetlerde, Kıyamet olayının dehşeti dile getirilir. Kur’an'a göre yeryüzü, Kıyamet gününde yepyeni bir şekle bürünüp düzlenecek. Denizler kabarıp taşacak, dağlar darmadağın edilip savrulacak ve yerleri bomboş bir alan haline gelecektir. Demek ki o gün, yeryüzü bütün engebelerden arındırılıp dümdüz edilecek, tüm dünya âdeta bir ülke gibi olacak; bu gün bir çok insanı kabile, ırk ve sınıflara ayıran çöller, nehirler, okyanuslar ve dağlar olmayacaktır. Şu halde Kur’an'a göre dünyanın sonu, evrenin fiziksel olarak tamamen yok oluşu değil, aksine onun insanın şimdiden tasarlamayacağı bir mahiyette, her şeyi içine alan toplu ve köklü bir değişime uğraması anlamına gelmektedir.
108. O gün onlar, hiçbir tarafa sapmaksızın kendilerini çağıranı izlerler; artık çok merhametli Allah'ın huzurunda bütün sesler saygıyla kısılmıştır. Bu yüzden yalnızca kısık bir sesten başka bir şey duyamazsın.
Yüz sekizinci ayette, Kıyamet günü, bütün insanların nihâi yargı için ilahî huzura çağrılacakları, hiç kimsenin bu davete muhalefet edemeyeceği, tersine her sorumlu canın yapılan bu çağrıya koşacağı, Yüce divana çıkacağı, Rahman'ın huzurunda seslerin saygıyla kısılacağı, çok hafif bir sesten başka bir şey duyulmayacağı haber verilir. Burada yer alan ve lafzen “onun pürüzü yoktur” anlamına gelen “lâ'ivece lehu” ibaresi, çağıranın/İsrâfîl'in sıfatı olabileceği gibi, çağrılanların durumunu belirten bir cümle de olabilir. Birinci takdirde ayet “onun çağrısı kesin doğrudur, hiçbir pürüzü yoktur”; ikinci takdirde ise “ona karşı yan çizmek, kendisinden kaçıp kurtulmak kabil değildir” anlamına gelir. Çoğunluk, ikinci anlamı tercih etmiştir. Zira Allah'ın insanları çağırıp toplayacağı mahşer alanına gitmemek, kimsenin elinde değildir. Çünkü orada, dünyadaki gibi özgür hareket etme imkânı yoktur. Bu yüzden ayet, ahiret gerçeğini ve Kıyametin gerçekleşeceğini inkâr edenlere çarpıcı bir cevap niteliğindedir.
109. O gün, çok merhametli Allah'ın izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimseden başkasına, aracılık edip arka çıkmanın bir yararı olmayacaktır.
Yüz dokuzuncu ayette, O gün Allah'ın izin verip sözünden razı olduğu kimseden başkasının şefaat edemeyeceği belirtilir. Bu ayet, “o gün Allah'ın izin verdiği ve sözünden râzı olduğu kimseden başkasına, şefaat edip arka çıkmanın bir yararı olmayacaktır” şeklinde de anlaşılabilir. Her iki durumda da ayetin asıl amacı, Müşriklerin taptıkları ve kendiliklerinden şefaat edebileceklerini sandıkları varlıkların, onlara şefaat edemeyeceklerini; bu inancın boş bir kuruntudan ibaret olduğunu anlatmaktır. Zira Kur’an'a göre şefaat, ahirete ait bir işlem olup Allah'ın veya O'nun izin verdiği varlıkların yapabileceği bir tasarruftur. İnkarcı müşrikler ise, bu tasarrufun dışındadır. Şu halde Allah'ın razı olduğu müminler hakkında şefaat câri olsa da imandan mahrum olan inkarcılara şefaat yoktur. Bu yüzden herhangi bir kimsenin, Allah katında izinsiz ve koşulsuz olarak şefaat edebileceğini; O'nun vereceği hükmün, bu aracı faktörler tarafından etkilenebileceğini sanmak doğru değildir.
Buradaki, “Allah'ın râzı olduğu söz”den maksat da “kelime-i tevhid”dir. Çünkü bu söz, insanın Allah'ın birliğine, eşsiz ve ortaksız olduğuna ilişkin inancını ifade eder. Allah da bu inancı dillendiren ve onun gereğini yerine getiren kulundan râzı olur.
110. Çünkü Allah, insanların gözleri önünde olanı da onlardan saklı tutulanı da bilir. Ama onların bilgisi O'nu asla kuşatamaz.
Yüz onuncu ayette, Allah'ın insanların geçmişte yaptıklarını da gelecekte yapacaklarını da bildiği, fakat insanların O'nun ne yapacağını bilemeyecekleri, bilgice O'nu kavrayamayacakları belirtilir. Burada yer alan ve “onlar” anlamına gelen “hum” zamiri, şefaat edeceği sanılan varlıklara da işaret ediyor olabilir. Bu takdirde ayet, “Allah şefaatçi olacakları sanılan kimselerin her yaptığını bilir, ama onlar Allah'ın bilgisini kavrayamaz ve O'nun ne yapacağını bilemezler” anlamına gelir. Ayetin amacı, herkesin iyi, kötü tüm amellerini, buna bağlı olarak kimin azabı, kimin mükâfatı hak ettiğini sadece Allah'ın bildiğini, bu konuda nihâî kararı O'nun vereceğini hatırlatarak müşriklerin benimsedikleri bağımsız ve şartsız şefaat anlayışının yanlışlığını ortaya koymaktır.
111. O gün bütün yüzler, ebedi diri, kendine yeterli ve her şeye hakim olan Allah'ın huzurunda saygı ve hicapla eğilir; zulüm yüklenen kimse ise, bütün gücünü yitirip perişan olur.
Yüz on birinci ayette, O gün bütün yüzlerin her şeye hakim olan Allah'ın önünde saygıyla eğileceği, ilahî huzura zulüm yüküyle gelmiş olan kimsenin ise, perişan olacağı haber verilir. Bu ayette uluhiyeti niteleyen iki isim yer alır. Bunlardan ilki, “el-Hayy” ismidir. Bu isim, “ebedi hayat sahibi ve hep diri olan Allah” anlamına gelir. Yüce Allah, kendisinin sonu olmayan daimi bir hayat sahibi olduğunu, bu ismi kullanarak belirtmiştir. Çünkü “el-Hayy” ölmez ve zâil olmaz demektir. Bu da, ancak Allah'a özgü bir niteliktir. O'nun hayatı yokluktan sonra ortaya çıkmadığı gibi hayattan sonra da O'na ölüm ârız olacak değildir.
“el-Hayy” kelimesi, beş ayette Allah'ı niteler. İlk geçtiği yerde özel isim durumunda olup Allah'ın ölümsüz olduğunu ifade eder. Burada ise, Allah'ın “el-Hayy” vasfının kemaliyle ortaya çıktığı haşir bağlamında varid olur. Zira bütün hayatların sahibi olan Allah, onlardaki emanet hayatları alıp öldürmüş, sonra hepsini bir araya toplayarak onlara yeniden hayat vermiş, sonunda bütün yüzler Hayyu Kayyuma boyun eğmiş, böylece el-Hayy'ın/ebedi hayatla hep diri kalanın sadece Allah olduğu, bütün insanlara bir kere daha gösterilmiştir. Kur’an, uluhiyeti “el-Hayy” vasfıyla nitelerken insanlara ölüp zâil olmayan Allah'ın yanında ölen, zâil ve fâni olan varlıklara tapılmanın doğru olmayacağı mesajını vermek istemiştir.
Bu ayette yer alan ve Allah'ı niteleyen ikinci isim ise, “el-Kayyûm”dur. Bu isim uluhiyeti nitelediğinde “zeval bulmayan, değişmeyen, devamlı, her şeyin kaynağı ve dayanağı, kendine yeten, her şeyi koruyan, himaye ve idare eden Allah” anlamına gelir. “el-Kayyum” ismi, Kur’an'ın tamamında üç yerde Allah'ı niteler.
112. Kim inanıp iyi işler yaparsa, artık o, ne haksızlığa uğramaktan ne de hakkının çiğnenmesinden korkar.
Yüz on ikinci ayette, inanıp dürüst davranan kimsenin hak ettiği karşılığı alacağı ve haksızlığa uğratılmayacağı ifade edilir. Buradaki “zulüm” kelimesi, “bir insana işlediği günahların dışında işlemediği başka günahlar yüklemek”; “hedm” kelimesi de, “kişinin iyiliklerini ve itaatinin sevabını eksiltmek” anlamına gelir. Ayrıca “zulüm”, insanı bütün haklarından; “hedm” ise, haklarının bir kısmından mahrum etmeyi de ifade eder.
Bu ayet, müminlerin hem hak ettikleri mükafattan mahrum bırakılmayacaklarına hem de vaktiyle düşünüp tasarlamış olmalarına rağmen eylem haline gelmemiş günahlarından ötürü bir cezaya çarptırılmayacaklarına; tam aksine hayattayken yaptıkları en iyi işlere göre ödüllendirileceklerine işaret etmekte, buna ilaveten amelsiz imanın güçsüz, imansız amelinde geçersiz olacağına dikkat çekmektedir.
113. Böylece Biz onu sana Arapça bir Kur’an, bir hitabe olarak indirdik ve onda her türden uyarıyı apaçık dile getirdik ki, insanlar bilinçli ve duyarlı olsunlar; yahut bu kitap onlarda yepyeni bir bilinç ve uyanma meydana getirsin.
Yüz on üçüncü ayette, Kur’an'ın insanlarda sorumluluk duygusu oluşturması ve yepyeni bir bilinç uyanıklığı meydana getirmesi için, her türden uyarıyı açıkça dile getiren ve Arap diliyle ifade edilen bir hitabe olduğu belirtilir. Burada yer alan “Yuhdisu” fiili, “bir şeyi yeniden veya ilk defa meydana getirmek”; “zikrâ” kelimesi de, “bir şeyi hatırlama, akılda tutma ve bilinç düzeyine çıkarma” anlamlarına gelmektedir. Şu halde Kur’an'da her türden uyarı yer almakta ve açıkça dile getirilmektedir. Bundan maksat, insanları duyarlı kılıp sapıklıklardan korumak ve onlarda bir bilinç yenilenmesi meydana getirmektir
.
114. Mutlak ve gerçek egemenlik sahibi olan Allah, yüceler yücesidir. Öyleyse Kur’an'ın vahyi sana bütünüyle ulaştırılmadan önce onu okumada acele etme; fakat daima: “Ey Rabbim, benim ilmimi artır”de.
Yüz on dördüncü ayette, mutlak ve nihâî egemenlik sahibi Allah'ın yüceler yücesi olduğu dile getirilir; Hz. Muhammed'e de, Kur’an vahyi daha tamamlanmadan tezlik gösterip onu okumaya kalkışmaması, vahyin tamamlanmasını beklemesi ve Rabbinden ilmini artırmasını istemesi telkin edilir. Kur’an'da Allah'ın yüceliğini dile getirmek için kullanılan kelimelerden biri de, “teâla” fiilidir. Bu fiil, “Allah'ın, insan tasavvurunun tahayyül edeceği her şeyin ötesinde ve üstünde olduğu”nu bildirir. Yine bu ayette geçen ve uluhiyeti niteleyen “el-Melik” sıfatı, “Allah'ın mutlak egemenliğini”; “el-Hakk” sıfat ismi de, “mutlak gerçeği, her şeyi hikmetin gereğine göre icad eden Allah'ı” ifade eder. Çünkü varlıklar içinde “Hakk” adına en layık olan Allah'tır.
Bu ayette, Hz. Peygamber'e vahyi nasıl alması gerektiği de öğretilmektedir. Rivayete göre Hz. Peygamber vahiy esnasında çok sıkıntı çeker, kendisine okunanları unutmamak için Cebrâil'in sözlerini tekrar etmede tezlik gösterirdi. İşte bu yüzden Yüce Allah, Elçisine vahiy tamamlanıncaya kadar onu dinlemesini, Cebrâil vahyini bitirmeden onun sözlerini tekrar etmemesini telkin etmiştir.
Bazılarına göre bu ayet, hanımının yüzüne tokat atan bir adamı, eşinin gelip Hz. Peygamber'e şikayet etmesi, ona kısas cezası verilmesini istemesi, Hz. Peygamber'in de kocasından şikayetçi olan kadına kısas hakkını kullanabileceğini söylemesi, ancak Allah'ın bu hükmü isabetli bulmayıp Nisâ 4/ 34'üncü ayetle düzeltmesi üzerine indiğinden o, “vahyin kesin ve son beyanı sana ulaşmadan önce onu insanlara öğretmeye kalkışma” şeklinde de yorumlanmıştır.
Bu ayet, ilk bakışta vahyi alırken acele eden Hz. Peygamber'e hitap ediyor olsa da aslında o, bütün çağlarda Kur’an okuyan ve onu anlamaya çalışan her insanı kuşatan bir muhtevaya sahiptir. Şu halde Kur’an'ı okuyup anlamak isteyen kim olursa olsun, bu işi yaparken tezlik göstermemeli, onu bir bütün olarak ele almalı, aceleci ve parçacı yaklaşımlarla yanlış sonuçlar çıkarmaktan kaçınmalıdır. Bu nedenle ayette özellikle Hz. Peygamber'e ve onun şahsında genellikle her mükellef insana Kur’an vahyini okuyup anlamanın ve öğrenmenin doğru şekli bildirilmiş; bu bağlamda ona, “ilmimi artır” diye Rabbine yalvarması öğütlenmiştir. Hz. Peygamber de: “Allah'ım! Bana öğrettiklerinle beni yararlandır; bana yararlı olan şeyleri öğreterek ilmimi artır. Bütün övgüler her durumda ve dâima Allah'a aittir.” diyerek Rabbine yalvarmış ve bu öğüde uymuştur. Öyleyse akıl ve irade sahibi her insanın, bu mesaja kulak vermesi ve peygamber örneğini izlemesi gerekir.
115. Hiç kuşkusuz Biz, önceden Âdem'e buyruğumuzu ulaştırıp ondan söz almıştık; ne var ki o, bunu unuttu; onda bir azim ve kararlılık da bulmadık.
Yüz on beşinci ayette, Hz. Âdem'in şeytana yenilmesinin temel nedeni ortaya konulur. Bilindiği gibi Hz. Âdem, Allah'ın uyarısına rağmen şeytanın teşvikiyle yasak ağacın meyvesinden yemiş ve sözünde duramamıştır. İşte ayette Hz. Âdem'in bu davranışına işaret edilmiş; onun şeytanın ayartısına sabırlı ve kararlı biçimde karşı koyamadığı belirtilmiştir. Ancak Hz. Âdem sonradan hemen pişmanlık duyup tövbe ettiği için, ayetin son kısmı bazı müfessirler tarafından “onu günah işlemekte kararlı ve ısrarlı bulmadık” şeklinde de yorumlanmıştır.
Bu ayette, Allah'ı unutup O'nun emir ve yasakları doğrultusunda davranmamanın, insan hayatında meydana getirebileceği olumsuzluklara dikkat çekilmektedir. Çünkü insan, uzun süre unutkanlığın tesirinde kalır da Rabbinin buyruklarına uymazsa, bilinci bulanır, dini duyarlılığı azalır, iradesi zayıflar ve günaha karşı isteği artar. Öyleyse insan, kendisine ârız olan unutkanlıktan bir an önce kurtulmalı; nisyanın, kendisini Allah'a isyana sevk etmesine ve basiretini köreltmesine izin vermemelidir. İşte, insana musallat olan unutkanlığın tez zamanda terk edilmesi gerektiğini vurgulamak amacıyla bu surenin tam on yerinde “unutma ve hatırlatma” olgusuna yer verilmiştir.
Sonuç olarak, Kur’an'ın başka ayetlerinde olduğu gibi burada da insan türü, Hz. Âdem'le simgelenmiş ve onun manevî gerçekleri gözardı etme eğilimine sahip bir varlık olduğuna işaret edilmiştir. Allah'ın büyüklüğü karşısında insanın O'na karşı ilk davranışı, hürmet olmalıdır. Zira hürmet, insanın iyiliğe karşı duyduğu bir saygı, iman bilinci ve Allah sevgisiyle ortaya koyduğu bir davranıştır. İnsandan Allah'a hürmet duygusunu kaldıran şey ise, nisyandan doğan isyan ile, irade zafiyetinden kaynaklanan itaatsizliktir. Bu yüzden insanın kurtuluşu, bir bakıma kendini kötülüklerden kurtarması anlamına gelmektedir.
(116-128'inci ayetler)
Bu bölümü oluşturan ayetlerde, öğüt amacıyla Hz. Âdem'in hayat hikayesinden bir kesit sunulur; bu bağlamda onun şeytan karşısındaki yenilgisine ve cennetten çıkarılışına açıklık getirilir. Yüce Allah'ın Hz. Âdem'e öğütler verip tembihlerde bulunduğu, fakat o bunları unutunca, daha yaratılışında kendisine karşı olan şeytanla başının derde girdiği bildirilir. Başı bu dertten hâlâ kurtulamayan insanın, her zaman vahyi bildirimlere muhtaç olduğu belirtilir.
116. Hani Biz meleklere, “Âdem için saygı ile eğilin” demiştik de, İblis'in dışında onların hepsi hemen saygı ile eğilmişler, İblis ise bundan kaçınmıştı. 117. Bunun üzerine Biz de şöyle dedik: “Ey Âdem! Şüphesiz bu İblis, senin ve eşinin düşmanıdır; sakın sizi cennetten çıkarmasın, yoksa sıkıntı çeker mutsuz olursun.” 118. “Şimdi orada senin için ne acıkmak vardır, ne de çıplak kalmak” 119. “Yine orada ne susuzluk çekersin ne de sıcaktan rahatsız olursun.” 120. Ne var ki şeytan ona sinsice fısıldayıp: “Ey Âdem! Sana ebedilik ağacını ve kalıcı bir saltanatı göstereyim mi?” dedi. 121. Bunun üzerine her ikisi de o ağacın meyvesinden yediler, ondan tadar tatmaz kendilerinden gizlenmiş olan ayıp yerlerini fark ettiler ve hemen üzerlerini bahçe yapraklarıyla örtmeye başladılar; böylece Âdem Rabbine karşı geldi ve yolunu şaşırıp ciddi bir hataya düşmüş oldu. 122. Ama sonra Rabbi onu arındırıp seçkin kıldı; onun tövbesini kabul etti ve ona doğru yolu gösterdi. 123. Dedi ki: “Birbirinize düşman olarak hepiniz topluca inin o arınmışlık makamından! Bununla birlikte muhakkak ki size Benim katımdan bir yol gösterici gelecektir; o zaman kim Benim doğru yol öğretimi izlerse artık o ne sapar ne de mutsuz olur.”
Yüz on altı-yüz yirmi üçüncü ayetlerde, dile getirildiği gibi, yüce Allah meleklere, Hz. Âdem'in önünde saygıyla eğilmelerini emreder; İblis'in dışında onların hepsi Âdem'in önünde eğilirler, İblis ise buna yanaşmaz. Bunun üzerine Allah Âdem'e, İblis'in hem kendisine hem de eşine düşman olduğunu; onun kendilerini kandırıp cennetten çıkarmaması için dikkatli davranmalarını; cennette acıkma, çıplak kalma, susuzluk çekme ve sıcaktan rahatsız olma gibi olumsuzluklar bulunmadığı için, oradan çıktıkları takdirde çok sıkıntı çekip mutsuz olacaklarını hatırlatır. Ne var ki Âdem bu tembihi unutup İblis'in ebedilik ve kalıcı saltanat vaadine kanar, eşiyle birlikte yasak ağacın meyvesinden yerler, ondan tadar tatmaz kendilerinden gizlenmiş olan ayıp yerlerinin farkına varırlar ve hemen üzerlerini bahçe yapraklarıyla örtmeye kalkışırlar. Fakat Âdem, hatasını kısa sürede anlayıp pişmanlık duyar; Yüce Allah da onu rahmetiyle arındırıp tövbesini kabul eder ve ona doğru yolu gösterir. İblis'in Âdem'e ve insan türüne düşmanlığı devam edeceğinden Allah onlara, bundan sonra da yol göstereceğini; kendinden gelen hidayete uyanların sapmayacaklarını ve sıkıntı çekmeden yaşayacaklarını; mesajlarından yüz çevirenlerin ise dünyada zor duruma düşeceklerini, ahirette de kör olarak kaldırılıp yüce divana sevk edileceklerini haber verir.
Bu ayetlerde, insanın ahlâkî kaderini ve karakterini belirleyen temel ilkelere işaret edilir. İnsanı diğer varlıklardan farklı kılan en ayırıcı özellik, onun, fıtraten kavramsal düşünce yeteneği ile donatılmış olmasıdır. İnsanın en önemli görevi de, kendisi için belirlenen ahlâkî amaca bağlı kalmasıdır. İlahî buyrukları unutup bu konuda gevşeklik göstermesi ise, insan türüne özgü ahlâkî zafiyetin bir tezahürüdür. Bu yüzden o, sürekli olarak vahyin rehberliğine muhtaçtır.
Yine bu ayetlerden, Hz. Âdem ve eşinin bulunduğu cennette acıkma, çıplak kalma, susuzluk çekme ve sıcaktan rahatsız olma gibi sıkıntıların bulunmadığı anlaşılmaktadır. Bu yüzden müfessirlerden bir kısmı buradaki “bahçe” kelimesiyle, öteki dünyada Salih insanları bekleyen “cennet”in; bir kısmı da “dünyadaki mümbit bir ikamet yerinin” kastedildiğini söylemişlerdir. Kur’an'ın ifadeleri, ilk insanın yeryüzünde yaratılmış olduğunu, orada yaşayıp öleceğini ve Kıyamet günü yine oradan diriltilip yüce divana çıkarılacağını açıkça ifade ettiğinden burada geçen “cennet” kelimesiyle, Hz. Âdem'le eşinin bulundukları, kendilerine gerekli gıdaların verildiği dünyadaki bir rahatlık, mutluluk ve suçsuzluk ortamı kastedilmiş olmalıdır. Zira ayetlerin ifadesinden, onların henüz birleşmeyle üreme safhasına gelmedikleri anlaşılmaktadır. Demek ki Âdem'le eşi, yasak meyveden yiyinceye kadar, bebeklerin cinselliklerinin farkında olmadıkları gibi genital organlarının veya çıplaklıklarının farkında değillerdi. Fakat ilahî irade insan türünün üreyip artmasını, bunun için de erkekle eşinin birleşmesini gerekli görmüş; içlerine sonsuzluk arzusu düşen Âdem ve eşi de cinsel birleşmede bulunmuşlardır. Nitekim ömrünün sonu, gücünün de sınırlı olduğunu gören her insan, ebedi yaşamının yolunu arar; bunun için çocuk sahibi olmak, evlat ve torunlarıyla soyunu yaşatmak ister. Şu halde cinsel birleşmeden sonra Âdem'in eşi hamile kalmış, bir süre sonra doğum yapmış, çocukları çoğalınca artık yaşadıkları yer kendilerine yetmemiş, bu yüzden onlara her şeyin bulunduğu ağaçlık bir bölgeye ve ziraat yapabilecekleri bir araziye inip yerleşmeleri emredilmiştir.
Ayetler, ömrü ve gücü sınırlı olan insanın, daha uzun bir hayat ve daha güçlü bir saltanat arzusu taşıdığına; şeytanın da insanı en çok bu yönlerinden vurmaya çalıştığına dikkat çekmektedir. Nitekim, Allah'ın insanı denemek amacıyla onun arzu ve eylemleri için koyduğu sınırları simgeleyen “yasak ağacın”, insana şeytan tarafından “ebedî hayat ağacı” olarak takdim edilmesi, değinilen gerçeği desteklemektedir. Ne var ki İblis'in bu sözü de öteki bütün sözleri gibi yanıltıcı ve aldatıcıydı. Çünkü Hz. Âdem'le eşi, bu ağacın meyvesinden tatmış olmalarına rağmen İblis'in iddia ettiği gibi ölümsüzlüğe ulaşamamışlar, tam aksine onun vesvesesine kanıp içinde bulundukları rahatlık, mutluluk ve suçsuzluk ortamından olmuşlardır.
Şeytanın insana telkin ettiği ayartıcı ve aldatıcı olgulara, fısıltı ile kişinin içine kötü duygu ve düşünceler aşılayıp onu faydasız bir işe yönetmesine “vesvese” denir. Vesvese, şeytanın sanatı ve mesleğidir. Vesvese tehlikesi ve telkini karşısında bulunan varlık da insandır. O, Rabbini unutup hak dinden uzaklaşırsa cin ve insan şeytanlarının ürettikleri parazit görüşlere teslim olur; bunun sonucu makul hayatın kaynağı, vesvesenin eline geçer. Bundan sonra da, kişinin inancında sarsılmalar, eylemlerinde de yanılma ve sapmalar meydana gelir. Vesvese İblis'le başlamış olsa da o, insanın insana vesvesesiyle devam etmektedir. Zira insanın gerek çevresindeki kötü kişilerden gerekse nefsinin haksız arzularından aldığı batıl davetiyeler, onun bir biçimde devam ettiğini göstermektedir.
Bu ayetlerde, Hz. Âdem'in yaptığı hatayı anlayıp pişmanlık duyduğu, Rabbinin ise onu rahmetiyle arındırıp tövbesini kabul ettiği de haber verilir. Böylece Hıristiyanlık'taki aslî suç anlayışı, yani Hz. Âdem'in işlediği hata nedeniyle bütün insanların günahkâr oldukları şeklindeki yaygın ve yanlış anlayış düzeltilmiş olur. Tövbe günahların pençesinde mahkum kalmak değil, aksine onların tekrar edilmeyeceğine karar vermektir. Bu yüzden tövbe, sözden çok geçmişi imkân nispetinde onarma ve daha iyi bir gelecek kurma eylemidir. Beden su ile temizlendiği gibi günahlarda tövbe ile giderilir. Yaşamak için temiz gıdalar ne kadar önemli ise, Allah'a kullukta ilerlemek için tövbe de o kadar gereklidir. Demek ki tövbe, insanın geçmiş zamana ve günahlara mahkum olmadığını gösteren bir eylemdir. Çünkü Müslüman açısından ölüm yokluk değil, tersine daha iyi ve seviyeli bir doğum için atılmış bir adımdır. Öyleyse günahkâr, günahlarından kurtulmak, günahı olmayan da daha iyi bir derece elde edip ileri gitmek için tövbe etmelidir.
Sonuç olarak Hz. Âdem ve eşi, yaptıkları bir hata yüzünden cenneti kaybedip zorluk ve sıkıntılarla dolu bir hayata başlamak için birlikte yeni bir mekana indiler. Aslında bu olgu, insan hayatında hemen her gün bir biçimde tekerrür etmektedir. Zira insanlar ne zaman Rablerini unutup İslam'dan uzaklaşsalar, peşinden çöküş ve düşüş gelmekte, iyi durum kaybedilmektedir. Şu halde dünyada devamlı Allah'ı anan ve İblis tuzakları karşısında teyakkuz halinde bulunan azimli müminler, ancak cennete namzet olabilirler. O'nu unutup hak yoldan yüz çevirenler ise, Kıyamet günü kör olarak haşredilirler. Allah'ın, hata eden ve hayat yolculuğunda yürürken tökezleyen insanlara tövbe kapısını açık tutması, O'nun kullarına olan ihsanını gösterir. Zira Allah hatasını anlayıp pişman olanı ve Kur’an'a uyanı, bu dünyada doğru yola ulaştırır; ahirette de onu kötü sonuçtan ve azaptan korur.
124. “Kim de zikrimden yüz çevirirse, bilsin ki onun dar bir geçimi, sıkıntılı bir hayatı olacak; bir de onu Kıyamet günü kör olarak kaldıracağız.”
Yüz yirmi dördüncü ayette de, kim Allah'ı unutur, kitabını okumaz ve gereğini yerine getirmezse, onun dünyada dara düşüp sıkıntılı bir hayat yaşayacağı, kıyamet gününde ise, kör olarak kaldırılıp mahşere sevk edileceği haber verilir. Buradaki “an zikrî”den maksat, “benim dinime uymaktan, kitabımı okumaktan ve ona göre yaşamaktan” kim yüz çevirirse demektir. “Maîşeten denkâ” ibaresi de, lafzen “dar bir geçim” anlamına gelmektedir. Bununla kastedilenin ise, “kötü yaşantı, haram kazanç ve kabir azabı” olduğu belirtilmiştir. İslam'a ve Kur’an'a göre yaşamaktan yüz çeviren kimsenin dünyada göreceği dar geçimi, sadece fakirlik olarak düşünmek doğru olmaz. Zira böyle bir kimse, çok zengin olsa ve büyük bir saltanata sahip bulunsa bile yine de dünyada mutlu ve huzurlu olamaz. Çünkü hayatına gerçek anlam ve amacını kazandıran dînî değerlerden tamamen sıyrılmış bir insan, dünyevî başarıların çoğunu haram yollarla elde edeceği için zengin de olsa bu dünyada hiçbir zaman gerçek mutluluğu ve huzuru yakalayamaz; o, Allah'la bağını koparıp O'na olan inancını yitirdiğinden kararsızlıkların, kuşkuların ve dengesizliklerin pençesinden kurtulamaz; aksine elinde olan şeylere hırsla sarılıp sürekli onları kaybetme endişesinin stresiyle yaşar. Demek ki insan için en büyük bahtsızlık, imandan mahrum olmaktır. Bu öyle bir bedbahtlıktır ki yeryüzünde hiçbir mahrumiyet ona denk olamaz.
125. O da: “Rabbim! Ben gören biriydim; bu gün beni niçin kör olarak kaldırıp toplanma yerine getirdin?” diye soracak. 126. Allah da ona: “Evet, öyle! Sana ayetlerimiz gelmişti de sen onları gözardı etmiştin; aynı şekilde bugün sen de gözardı ediliyorsun” diye cevap verecek. 127. İşte Biz, haddi aşan ve Rabbinin ayetlerine inanmayan kimseleri böyle cezalandırırız; ahiret azabı ise, daha şiddetli ve daha süreklidir.
Yüz yirmi beş-yüz yirmi yedinci ayetlerde ise, günahkâr insanın, dünyada gören biriyken Kıyamet gününde niçin kör olarak diriltilip kaldırılacağına açıklık getirilir. Ayetlerin beyanına göre bu dünyada Allah'ı anmaktan ve dinine uymaktan yüz çevirmenin cezası, ahirette kör olarak haşredilmektir. Çünkü dünyada böyle davranan bir kimse, elindeki imkânları boşa harcamış, Allah'ın ayetlerini görmezlikten, mesajlarını duymazlıktan gelmiş, böylece önündeki tüm hidayet gerçeklerini bir kenara atarak onları heba etmiştir. İşte bu yüzden o kişi, Kıyamet gününde kör olarak kaldırılıp mahşere sevk edilecektir. Şu halde hidayet hakkı görüp ona uymaya, sapıklık ise körlüğe tekâbül etmektedir.
Ayetlerde, insan hayatında bozulma ve sapmalara yol açan iki önemli etkene yer verilmektedir. Bunlardan ilki, “unutma ve hatırdan çıkarma” anlamına gelen “nisyân”; ikincisi de “yapılan her işte itidal ölçüsünü aşıp aşırı gitmek” demek olan “israf”tır.
Allah, insana çağrısını duyma ve mesajına uyma yetkinliği vermiştir. Bu yüzden Kur’an'ın bir adı da “zikr”dir. Çünkü o, Allah'ın en beliğ bildirisidir. Şu halde zikirde esas gaye, Allah bilincini sürekli canlı tutabilme noktasına ulaşmak, her durumda ve mekanda O'nu unutmadan yaşamaktır. İnsanın kemâl noktasına erebilmesi, onun her anını Allah'la beraberlik şuuru içinde geçirmesine bağlıdır. Zira, zamanı yitiren onu bir daha elde edemez. Bunun için Kur’an, zamanı iyi değerlendiremeyenlerin hüsrana uğrayacakları uyarısında bulunur. Öyleyse vakti Allah bilinciyle yaşayanlar kârlı çıkacak ve başarıya ulaşacaklardır. Ne var ki günümüzde çok sayıda insan Allah'ı unutmuş; bu tutum, insan benliğinin yozlaşmasına, kitlelerin de felâket sayılabilecek bir duruma düşmesine yol açmıştır. Bu, Kur’an'ın en doğru ve doyurucu ifadesiyle Allah'ı unuttukları için Allah'ın da kendilerine kendilerini unutturduğu kitlelerin vahim halidir. Böylelerinin ahirette çekeceği azap ise, daha çetin ve uzun olacaktır.Olumsuz içerikli bir kavram olan “israf” da, Kur’an dilinde “ölçü ve itidal eksikliğini, insanın fıtrat ölçülerini aşarak aşırılığa düşmesini, kendini ve sahip olduğu değerleri boş yere heba etmesini” ifade eder. Ayrıca Kur’an, nüfuz ve iktidar sahibi bir kişinin, ölçüsüz ve acımasız tutumunu da israf olarak niteler; bunların başını da Firavun çeker. Demek ki müsrif, sadece sahip olduğu maddî imkânları ölçüsüz biçimde tüketen değil, aynı zamanda insan olma potansiyelini ve fıtrat yüceliğini de zayi eden insandır. Hatta savurganlığın en kötüsünün, kişinin insan olma potansiyelini Kur’an'ın doğruluk ve değer ölçüleriyle pratize edememesi, böylece fıtrat yüceliğini yitirmesi olduğu söylenebilir. Gerçekten de israf, kişi ve toplum hayatında sapma ve yozlaşmalara neden olan, insanın mutluluğunu yok eden, ancak ona sempatik gelen zehirli bir illettir. İnsanın bu zehirli sempatiden ve sefihçe hoşnutluktan bir an önce kurtulması gerekir.
128. Şimdi yurtlarında dolaşıp durdukları, kendilerinden önceki bunca kuşağı helâk etmiş olmamız, bu inkarcıları doğru yola getirmedi mi? Oysa bunda akıl sahipleri için mutlaka ibretler, çıkarılacak dersler vardır.
Yüz yirmi sekizinci ayette, geçmişteki inkarcı kuşakların acı akıbeti, ibret almaları için yaşayan kuşaklara örnek olarak gösterilir. Eğer insan, geçmişte inkar yolunu seçmiş olanların bıraktıkları eserlere, yaşadıkları yerlere ve oturdukları meskenlere ibret nazarıyla bakarsa, hem onların yanlış hareket ve tutumlarını görür hem de yaşayan ve onlar gibi davranan inkarcıları yutmaya hazır olan felâketin dehşetini fark eder. Çünkü insan bilgi vasıtalarını etkili ve doğru kullandığı zaman, Allah'ın uyarılarının ne manaya geldiğini daha iyi kavrar. Şu halde ayetin asıl amacı, Allah'ın helâk ettiği geçmiş milletlerden kalan harabeleri görüp onların acı haberlerini duydukları halde bunlardan ibret alamayan ve yola gelmeyen kimseleri uyarıp kınamaktır. Halbuki o eserlerde, aklını kullanan ve düşünen insanlar için ibret alınacak dersler vardır.
Sonuç olarak, Allah Hz. Âdem'i üstün niteliklerle donatmış, bütün hayati ihtiyaçlarını karşılamış ve melekleri onun huzurunda saygıyla eğilmeye çağırmıştır. Ancak itaati ve isyanı seçme özgürlüğüne sahip olan Âdem'in, ahlâkî karakterini ortaya çıkaracak bir sınavdan geçmesi gerekiyordu. Bu nedenle o, kişiliğinin zaaflarını ve üstün yönlerini ortaya çıkaran bir sınava tâbi tutuldu. Bu sınav, Hz. Âdem'in aldatma ve ayartmalara kanmaya eğilimli, itaatte sebat göstermeyen, kendisine yapılan tenbihleri unutan, ebedilik ve kalıcı saltanat arzusu taşıyan bir varlık olduğunu ortaya koyduğu gibi, aynı zamanda onun hatasını hemen fark edip pişmanlık duyan ve günahından tövbe eden bir karaktere sahip olduğunu da meydana çıkarmıştır. Tabii ki bu sadece Hz. Âdem'in değil, aynı zamanda onun soyundan gelen bütün insanların kaderi ve karakteridir. Meleklerin, Hz. Âdem'in önünde saygıyla eğilmeye çağrılmaları ise, insanın hem hürmete layık hem de hürmet etmeye muhtaç bir varlık olarak yaratıldığına işaret etmektedir. Öyleyse insanın Allah'ın yüceliği karşısında ilk davranışı, O'na saygı duymak olmalıdır. Kibir ve benlik, inanmış insana yakışır özellikler olmadığı için şeytana nispet edilmiştir. Allah'a hürmet ise, kendini O'na ibadette gösterir. Çünkü ibadet, sadece Allah'a duyulan saygının ifadesidir. Bunun için ibadetsiz din olmaz ve bünyesinde Allah'a itaat unsuru barındırmayan felsefi sistemler, din sayılmazlar.
(129-135'inci ayetler)
Surenin son kısmını oluşturan bu ayetlerde, Allah'ın günahkârları hemen cezalandırmayıp onlara bir süre tanıdığı belirtilir. Hz. Peygamber'e, inkarcıların sözlerine karşı sabretmesi, kendisinin memnun ve mutlu olması için de sürekli Rabbini anması, inkarcıların elinde bulunan geçici dünya malına heveslenmemesi, ailesine ve çevresindekilere namazı emretmesi, bu konuda gayretli ve duyarlı olması tavsiye edilir. Allah'ın rızkının daha hayırlı ve sürekli, güzel sonucun da O'na karşı gelmekten sakınan müminlere ait olduğu vurgulanır. Mucize beklentisi içinde olan müşriklere, inanmaları ve bu konuda bahaneleri kalmaması için elçi ve kitap gönderildiği bildirilerek isyanda kararlı olanlar uyarılır. Sure de bu uyarı ile son bulur
.
129. Eğer Rabbinin her günahkâra tövbe için tanınan ve O'nun tarafından belirlenmiş bulunan önceden verilmiş bir kararı olmasaydı, onlar da derhal cezalandırılırlardı.
Yüz yirmi dokuzuncu ayette; Allah'ın, günahkârlara tövbe etmeleri için belirli bir süre tanıdığı bildirilir. Eğer O'nun önceden verilmiş böyle bir kararı olmasaydı, günahkârların hemen cezalandırılmaları kaçınılmaz olurdu. Fakat Allah, günahkâr insanları cezalandırmada aceleci değildir. O, vahye muhatap olan herkese belirli bir süre verir ve verilen bu süre içersinde her sorumlu canı dener. Bu denemeden sonra yola gelmeyenleri zamanı gelince cezalandırır. Bu yüzden ayet, Allah'ın inkârcıları ihmal ettiğine değil, aksine onların eninde sonunda yaptıklarının cezasını çekeceklerine işaret etmektedir
.
130. O halde onların söylediklerine sabret; güneşin doğuşundan ve batışından önce, Rabbinin sınırsız kudret ve yüceliğini övgüyle an; gecenin bazı saatlerinde ve gündüzün belli vakitlerinde de O'nun yüceliğini dillendir ki, hoşnutluğa erişesin.
Yüz otuzuncu ayette; Hz. Peygamber'e, inkârcıların sözlerine karşı sabretmesi; kendisinin huzurlu ve mutlu olması için de daima Allah'ı anması tavsiye edilir. Aynı zamanda Allah'a kulluk yolunda başarıyla yürüyebilmek için, sabrın ve salâtın/namazın önemine dikkat çekilir. Başarının ve yenilmezliğin en başta gelen faktörü sabırdır. Sabır, her işte Allah'ın rızasını arama eylemi ve imanın gereğini yapmak için gösterilen tahammül gücüdür. Bunun için zulme ve ezilmişliğe teslim olup İslami hayat pratiğini terk edişin sabırla bir ilgisi yoktur.
Salât/namaz ise; kişide Allah inancını; toplumda da O'nun dinini canlı tutan çok yönlü bir ibadet ve aktif bir ameldir. Çünkü salât, ruh ve bedeni Allah'a yönelişte birleştirir. İnsandaki irade ve dayanma gücünü artırır, kişiye zaman bilinci kazandırıp vaktin kıymetini ve düzenli hareket etmeyi öğretir.
Tefsirlerde, bu ayette geçen “hamd” ile “tesbih” ten maksadın namaz olduğu; bu yüzden ayetin, farz olan namaz vakitlerine veya bunların dışında kılınan nafile namazların vakitlerine işaret ettiği belirtilir. Nitekim müfessirlerin bir kısmına göre burada ifade edilen güneş doğmasından önceki tesbih, sabah namazını; batmazdan önceki tesbih, öğle ile ikindi namazlarını; gece saatlerindeki tesbih de akşam ve yatsı namazlarını göstermekte; gündüzün uçlarında yani başında ve sonunda tesbih et ifadesi ise, önemine binaen sabah ve akşam namazlarını pekiştirmektedir.
Fakat müfessirlerden bir kısmına göre de bu ayet, farz olan namaz vakitlerini değil, uygun olan her zamanda Allah'ı anmak, O'nu hatırdan, dinini de hayattan çıkarmadan yaşamak gerektiğini belirtmektedir. Çünkü ayet, inkarcıların dedikodularından sıkılan Hz. Peygamberi teselli için nâzil olmuş, ona gece, gündüz vakit buldukça her an Rabbine yönelmesini, O'nun şanının yüceliğini dile getirmesini bildirmiş; böyle yapmakla gönlünün ferahlayacağını, kendisinin de huzura kavuşup hoşnut olacağını telkin etmiştir. Râzi, bu yorumun ayetin açık anlamına daha uygun olduğu görüşündedir.
Bu ayette, farz olan namaz vakitlerini belirleyen kesin bir ifade yoksa da o, gündüz ve gecenin belli anlarında, uygun zamanlarda Allah'ı anıp unutmamak gerektiğini, O'nu hatırdan çıkarmadan, dinin ölçülerine göre yaşamanın, gönlü huzura kavuşturacağını vurgulamaktadır. İslam fıkhında namaz vakitleri, ayetlerin işareti, Hz. Peygamberin de bu ayetlere açıklık getiren söz ve fiilleriyle beş vakit olarak belirlenmiştir, fakat burada vurgulanan, insanın sadece beş vakit farz namazlarda değil, her an Allah'la bağlantı içinde olması, bütün vakitlerini O'nunla beraberlik şuuru ve duyarlılığı içinde geçirmesidir.
131. Sakın, onlardan bazı kimselere kendilerini sınamak için dünya hayatının süsü olarak verdiğimiz görkemli şeylere gözünü dikme; zira Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha kalıcıdır.
Yüz otuz birinci ayette, Hz. Peygambere dünya malına heveslenmemesi tavsiye edilir; Rabbinin rızkının/sevabının daha hayırlı ve kalıcı olduğu hatırlatılır. Tabii ki burada hitap Hz. Muhammed'e olsa da murat bütün inananlardır. Bu yüzden dünyada haram yollardan servet kazanmış olan insanların zenginliklerine imrenmek, Hz. Peygambere ve onun izinden giden müminlere yakışmaz. Onlara yakışan, helâl kazanç ve kanatla zengin olmaktır. Çünkü Allah'ın onlara vereceği sevap daha hayırlı, ahirette bahşedeceği nimetler ise daha kalıcıdır. Öyleyse mümin, haram servet elde etmek için değil, helâl rızık ve sevap kazanmak için çalışmalıdır. Bu ayet, öncelikle dünya hayatının görkemiyle sınanan ve bununla avunan inkârcı kişileri kınamaya yönelik olsa da onun mânâ ve mesajı, hayatlarında hırs ve tamahın her çeşidine mahkum olan diğer insanları da kapsar. Şu halde ayetin asıl amacı, insanı dünya hayatının aldatıcı cazibesine karşı uyarmak ve servetin insan hayatında putlaşmasını önlemektir. Yoksa kişinin, meşru nimetlerden ve güzelliklerden yararlanmasını önlemek değildir. Zira dünya nimetlerinden ve güzelliklerinden meşru şekilde yararlanmak, her insanın hem hakkı hem de görevidir. Fakat, dünyanın görkemli çiçekleri çok çabuk solar, bunlara da ancak dünyaya tapanlar kanar.
132. Yakınlarına da namazı emret ve kendin de ona devam et; senden rızık istemiyoruz, aksine senin rızkını da Biz veriyoruz; hiç kuşkusuz hayırlı ve güzel sonuç, Allah'a görev ve sorumluluk bilinciyle kulluk edip O'na karşı gelmekten sakınanların olacaktır.
Yüz otuz ikinci ayette, Hz. Peygamber'den yakınlarına namazı kılmalarını veya Rabbinin davasını desteklemelerini emretmesi, kendisinin de bu konuda sebatlı olması istenir; sorumluluk bilinci taşıyan kimseler, güzel bir gelecekle müjdelenir. Ayet, inanmış insanın öncelikli görevinin, ailesini ve yakın çevresini İslamlaştırmak; aile bireylerini ve akrabalarını İslam insanı haline getirmek için çalışmak olduğuna işaret eder. Çünkü imanın güzelliği, İslam'ın huzur ve güveni, bireyin ve toplumun hayatına namazla girer.
Burada yer alan “lâ neselüke rızkâ” ibaresi, “senden rızık istemiyoruz” şeklinde yorumlandığı gibi, “Biz senin rızık peşinde koşmanı istemiyoruz” biçiminde de yorumlanmıştır. Birinci yorum, Allah'ın her türlü ihtiyaçtan uzak olduğuna; ibadeti, insanların iyiliği ve yararı için emrettiğine işaret eder. Bu durumda namaz ve benzeri ibadetlerin, köle tarafından efendisine ödenen bir haraç gibi değil, aksine ibadeti yerine getiren kimsenin kendi yararına olan bir eylem şeklinde değerlendirilmesi gerekir. İkinci yorum da, özellikle Hz. Peygamberi genellikle de bütün inananları sadece rızık endişesine düşüp dünyaya tapmaktan ve aşırı ihtirasa kapılmaktan sakındırmayı amaçlar. Fakat ayet, rızkın sebeplerine yapışmayı ve rızık elde etmek için çalışmayı asla yasaklamaz. Rızkı veren Allah'tır, ama insan onu elde etmek için çalışmalı; elinden geleni yaptıktan sonra Allah'a tevekkül edip sonuca rıza göstermelidir. Çünkü Allah, elinden geleni yapıp kendine güvenen kuluna, ezelde takdir ettiği rızkı verir. Zaten hiç kimse ezelde kendisine takdir edilmiş olan rızıktan fazlasını yiyemez. Fakat gözünü dünya hırsı bürümüş, içini de ihtiras kaplamış olan bir kimse, zengin de olsa aç gözlülükten kurtulamaz. Zira karnı aç olan kimse bir parça ekmekle doyar; ama aç gözlü biri, dünyaya sahip olsa yine doymaz. İnsan hem karnı tok olduğu hem de gözü doyduğu zaman mutlu ve huzurlu olabilir. Aç karın maddî rızıklarla doyar, aç gözlülük de manevî bir rızık olan kanatla ortadan kalkar.
Allah'a isyan eden kişilerin zenginlik ve refah içinde yaşamaları, bazı insanlara tuhaf gelebilir. Nitekim Allah'ın dininden uzaklaşmış çok sayıda insanın rahat yaşamı karşısında, zaman zaman kimilerinin böyle düşündükleri ve bu düşüncelerini dile getirdikleri bilinen ve görünen bir şeydir. İşte Kur’an bu ve benzeri ayetlerle dünya malının tek başına üstünlük ve mutluluk işareti olmadığını, tersine mal ve mülk sahibi kimselerin bu nimetlerle sınandıklarını belirtmekte; bunlara heves edip dünyacı değerlerin peşinden koşmanın ve rızık endişesi çekmenin doğru olmadığını vurgulamaktır.
133. Yine de inanmayanlar, “Muhammed bize Rabbinden bir mucize getirseydi ya!” deyip duruyorlar; onlara önceki kitaplarda bulunan apaçık bir kanıt gelmedi mi? 134. Eğer Biz onları bu Kur’an'ı vahyetmeden önce cezalandırıcı bir azapla helâk etseydik mutlaka: “Ey Rabbimiz! Keşke bize bir elçi gönderseydin de böyle alçalıp rezil olmadan önce senin mesajlarına uysaydık” derlerdi. 135. De ki: “Herkes geleceğin kendilerine getireceği şeyi ümitle beklemektedir; öyleyse sizde bekleyin bakalım; zira yakında kimin doğru düzgün yolun yolcusu olduğunu ve kimin doğru yolu bulduğunu görüp bileceksiniz!”
Yüz otuz üç-yüz otuz beşinci ayetlerde, inkarcı müşriklerin inanmak için yeterli kanıtlara sahip olmalarına rağmen Hz. Peygamber den mucize bekledikleri, Allah'ın da onların bahanelerini ortadan kaldırmak için kendilerine elçi ve kitap gönderdiği haber verilir. Yakında kimin doğru yolda olduğunun anlaşılacağı ve herkesiz hak ettiği sonucu göreceği vurgulanarak inkarcılar uyarılır.
Burada değinilen “önceki ilâhî kitaplarda bulunan kanıt” tan maksat, Hz. Muhammed'in peygamberliğine dair onlarda yer alan işaretlerdir. Ayrıca Hz. Peygambere vahyedilen Kur’an'ın, önceki peygamberlere indirilen vahiylerdeki aynı temel gerçekleri dile getirmesi de, Hz. Muhammed'in peygamber olduğunu kanıtlar. Çünkü Kur’an, hem kendi gerçekliğini ispat eden hem de önceki vahiylerin hak olduğunu gösteren bir mucizedir. Bir de bu kanıt, önceki peygamberlerden mucize isteyip bu mucizeleri gördükten sonra yine inanmayan ve bu yüzden helâk edilmiş olan kavimlerin, kadim kitaplarda yer alan hikayeleri de olabilir. Zira bunların hepsi, Hz. Muhammed'in peygamberliğine inanmayı gerektiren kanıtlardır. Şu halde inkarcı müşriklerin sapıklık içinde kalmalarına sebep, delillerin azlığı veya yokluğu değildir. Esas sorun, onların iman etmek için yeterli kanıta sahip olmalarına rağmen kendi irade ve tercihleriyle hidayete yönelmemeleridir. Böyle davranmaya devam ettikleri sürece de hiçbir delil ve mucize onları hidayete erdiremeyecektir. Ancak yine de Allah, inkarcıları helâk etmeden önce uyarır. Bu onların, hesap gününde kendilerini haklı çıkaracak bir bahane ileri sürmemeleri içindir. Zira Allah, doğru yolu gösteren ilâhî mesajı insanlara ulaştırmadan kimseyi sorumlu tutmaz ve cezalandırmaz. Ama insanlar kendilerine gönderilen peygamberlerin uyarılarına kulak vermez de kendi istek ve arzularına uyarlarsa azaba müstehak olurlar. İşte bu yüzden sure; herkesin, geleceğin kendilerine ne getireceğini ümitle beklediğini, kimlerin hidayeti seçip doğru yolu bulduğunun yakında görüleceğini dile getiren ve gerekli uyarılar yapılmasına rağmen bir türlü sapıklığı bırakmayan inkarcıları uyaran ifadelerle son bulur.
Sonuç olarak Kur’an, Allah'a kulluğun hangi şartlar içinde daha iyi yapılabileceği üzerinde durur ve bu gerçeğe ters düşen her şeyin terk edilmesini ister. Öyleyse Allah'ın rızasına ermek için, haksız arzuların baskısından kurtulup iradeyi Allah'ın bildirdiği ilkeler doğrultusunda kullanmak gerekir. Zira Kur’an'la olgunlaşıp yücelen insan, hem mükemmelliğe hem de ilâhî hoşnutluğa erişir. Bunun için insan, dünyacı değerlerin yanıltıcı ve ayartıcı etkisinden kurtulup inancı için uğraş vermelidir. Aksi halde İslam, insanını bulamaz ve kurtarıcı elini insanlığa uzatamaz. Nitekim bugün Müslüman olduğunu söyleyen pek çok insanın hayatında, sadece imanın lafı, İslam'ın da adı vardır. Allah, dinine inanmayanlara zamanı gelince cezalarını verir. İnandıklarını söyledikleri halde İslam'ı hayatlarının dini yapamayanları da, zalimlerin tasallutunda bırakmak suretiyle cezalandırır. Böylece ceza amel cinsinden olur ve herkes yaptığının karşılığını bulur.
Genel Tespitler
Tâ-hâ ibaresi, bir kısım Kur’an yorumcularına göre iki harften oluşan soyut bir tertip değil, Arapça'nın bazı lehçelerinde “Ey insan!” anlamına gelen bir tabirdir. Bu insanla kastedilen de, öncelikle Hz. Muhammed'dir. Yüce Allah, onu peygamber seçmiş, gönderdiği vahiylerle onun bilgi edinmesini sağlamıştır. Hz. Peygamber de görevini yerine getirmek için çok çalışmıştır. Ancak çalışma ve göreve hazırlanma sürecinde işi, beden güçlerini harap edecek dereceye vardırmamak gerekir. Zira insanın görevlerini yerine getirebilmesi için, bütün organlarının gücüne ve kabiliyetine ihtiyacı vardır. Onlardan birinin zayıflaması veya işlevini göremez hâle gelmesi, insanın gücünü azaltır ve çalışmalarını aksatır. Bunun için Kur’an, insana teklif ettiği ahlakî disiplinle onu sıkıntıya sokmayı değil, tersine kişinin ahlakî bilincini yenileyip iradesini kuvvetlendirmeyi ve duygularını zenginleştirmeyi amaçlamıştır. Hz. Peygambere yapılan öğütler, aynı zamanda bizleredir. Öyleyse Kur’an'ı Arapça sözleriyle okumayı öğrenip hangi dili konuşuyorsak o dille anlamaya çalışmalıyız. Böylece bilgimizi ve anlayışımızı artırıp onun eşsiz öğütlerinden ve tükenmez bereketinden yararlanmalıyız.
Evreni yaratan Allah'tır; sadece O'na ibadet edilmelidir. O'ndan başka tapılacak ilâh yoktur. Allah dilediği her şeyi yapar. O, isterse cansız eşyaya can verir. Nitekim Hz. Mûsâ'nın değneğini yılan yapıp onu tekrar eski durumuna dönüştürmesi, O'nun her istediği şeyi yapabileceğini gösterir. Her şeye kâdir olan Allah, aynı zamanda çok merhametlidir. O, kullarına acıdığı için Kur’an'ı indirmiş, onu insanlara tebliğ etmesi için de Hz. Muhammed'i görevlendirmiştir. Fakat Kur’an zorlayıcı, Hz. Peygamber de zorba değildir. O kimseyi inanca zorlamaz, sadece gerçeği duyurur. İnanıp inanmamayı ise insanın iradesine, tercihine ve vicdanına bırakır.
Bu surede, inkârcılardan baskı gören Hz. Peygamberi ve müminleri teselli etmek amacıyla, Hz. Mûsâ ile halkının başından geçenlerin uzunca anlatıldığı bir bölüm yer alır. Bu bölümde Allah'ın Hz. Mûsâ'yı peygamber olarak seçtiği, mucizelerle güçlendirdiği, kardeşi Harun'u kendisine yardımcı yapıp ikisini birlikte Firavun'a gönderdiği, onların Firavun'a gidip mucizeler gösterdikleri, fakat buna rağmen onu yola getiremedikleri, bunun üzerine Allah'ın Hz. Mûsâ'ya halkını geceleyin gizlice kaçırmasını emrettiği, Hz. Mûsâ ve halkının kurtuldukları, Firavun ve askerlerinin ise, sularda boğuldukları, Mûsâ'nın halkının Firavun zulmünden kurtulduktan sonra tevhid inancında kararlılık gösteremedikleri, vahiy almak üzere Tûr'a giden Mûsâ'nın orada beklenilenden fazla kalması üzerine onların büyük bir kısmının sabredemeyip eski inançlarına döndükleri haber verilir. Hz. Mûsâ'nın Tur dağındaki gecikmesi, Allah'ın onun halkının inançlarında ne kadar samimi olduklarını denemek içindi. Ne var ki onlar, sınavı kaybetmişler; Hz. Mûsâ da Rabbine karşı mahçup olmuştu. Bütün bunların anlatılmasındaki asıl maksat, Allah'ın yardımına mazhar olan bir hareketin, sonunda mutlaka başarıya ulaşacağı mesajını vermektir. Çünkü Allah, yardımına layık olan dava sahiplerini er veya geç başarıya ulaştırır. Tıpkı Hz. Mûsâ'yı, en acımasız kral olan Firavun'un karşısında zafere ulaştırdığı gibi. Fakat ne kadar katı olurlarsa olsunlar, zorbaları uyarmak ve irşad etmek şarttır. Bu da kaba ve sert sözden kaçınıp tatlı bir dil ve yumuşak bir üslupla yapılmalıdır. Zira kaba söz ve sert üslup, çoğu kez davaya yarar değil zarar verir. Ayrıca kişileri ve toplumu daima doğru bilgilerle beslemek de gerekir. Şayet tebliğ ve irşada ara verilirse kişi ve toplum hayatında sapmalar baş gösterebilir. Bunun için tebliğ ve irşadın sürdürülmesi gerekir.
Allah'a itaatsizliğin acı sonuçlarına dikkat çekmek amacıyla, bu surede Âdem'le İblis kıssasına da yer verilir. Hz. Âdem'in varlık bünyesindeki konumuna saygı duymayan İblis'in, insan soyunun düşmanı olduğu belirtilir ve Âdem'e ona uymaması öğütlenir. Ne var ki daha güçlü bir saltanat ve ebedi hayat arzusu içine düşen Âdem ve eşi, bu öğüdü unutup şeytanın sözlerine kanarak yasak ağacın meyvesinden yerler; sonra da cennetten çıkarılıp sıkıntılara düşerler. Fakat onlar, hatalarından hemen pişmanlık duyup Allah'tan kendilerini bağışlamasını isterler. Allah da onların tövbesini kabul edip kendilerine doğru yolu gösterir. Ancak İblis'in Âdem'e düşmanlığı geçmişle sınırlı kalmamış, aksine bu düşmanlık o günden bu güne devam etmiştir; bundan sonrada devam edecektir. Öyleyse bugün de insanın şeytanla başı derttedir. Bu dert, Kıyamet kopana kadar sürecektir.
Bu surede değinilen konulardan biri de, Kıyamet gerçeğidir. Kıyamet mutlaka vuku bulacak, topraktan yaratılıp yine ona dönen insan, tekrar ondan diriltilip çıkarılacak; bağışlanmaz suçlarla Allah'ın huzuruna gelenler, cehenneme atılacak ve orada rahat yüzü görmeyeceklerdir. Ayrıca ahirette, Allah'ın izin verdiği ve sözünden hoşlandığı kimseden başkası şefaat edemeyecektir. Bu yüzden müşriklerin, Allah'a ortak koştukları ve taptıkları uydurma tanrılardan şefaat beklemeleri tam bir aldanıştır. Çünkü Allah, şirk günahından tövbe etmeden huzuruna gelen kişiyi affetmez. Allah'ın affetmeyeceği bir suçu da hiç kimse başkasına affettirme çabası içine giremez ve suçluyu suçsuz gösteremez. Şu halde Kıyamet mutlaka gerçekleşecek, iyi kötü, doğru yanlış hepsi ahirette ortaya çıkacak, oradaki azap, dünya azabından daha çetin ve uzun olacaktır. Kıyametin vaktinin gizli tutulmasının hikmeti ise, insanın her zaman ona hazırlıklı olmasını sağlamaktır.
Allah, peygamber gönderip gerçekleri duyurmadıkça hiçbir toplumu helâk etmez. O, günahkârları cezalandırmada da aceleci değildir. Fakat yapılan uyarılara rağmen isyanda ısrar edenleri vakti gelince cezalandırır. Geçmişteki inkarcıların durumunu anlatan haberler ve onlardan kalan harabeler de bunu gösterir. Akıllı insanlar, gördükleri ve duydukları bu kanıtlardan ibret alıp yola gelirler. Bunlardan gereken dersi almayanlar ise, zamanı gelince helâk olup azap görürler; inanıp iyi işler yapanlar da ödüllendirilirler. Yüce mahkemede kimseye en küçük bir haksızlık edilmez ve hiç kimsenin hakkı yenmez.
Sonuç olarak, Allah'ın gösterdiği yoldan gidenler sapmazlar ve sıkıntıya düşmezler. Ama O'nu unutup dininden yüz çevirenler, dünyada zorluk çekerler, ahirette de kör olarak yüce divana sevk edilirler. Öyleyse insan hayatının her anında ve günün belli zamanlarında Allah'ı anmalı, namazını kılmalı, ailesine ve yakınlarına da bunları öğretip onların İslami bir hayat sürmelerini sağlamalıdır. Çünkü mümin için en önemli ve anlamlı iş, evinin ve çevresinin İslam nuru ile aydınlanmasıdır. İnkarcıların bu dünyadan daha çok yararlanıp zevk içinde yaşamaları ise, müminleri yanıltmamalıdır. Zira onlar geleceğin kendilerine mutluluk getireceği beklentisi içinde olsalar da, aslında onları bekleyen son, dünyada helâk olmak ahirette de azap görmektir.